Professional Documents
Culture Documents
ÖTÜKEN3
ÖTÜKEN3
ÖTÜKEN3
Yıkanmak ve
cü, Arap asıllı Türk alfabesinin on dördüncü harfi. sağlıklı kalm ak amacıyla evlere yerleştirilen bir tür
Sıralamada on üçüncüyü gösterir. Ebced hesabında püskürtmeli küvet; sağlık havuzu,
“y e d i" sayısının karşılığıdır. Ses olarak sızmalı jal, [Far. jâl Jlj] (ja:l) {OsT} is. -►jale,
(daralmalı), tonlu (yumuşak) bir diş eti - dam ak ün
süzüdür. jale, [Far. jale Jlj] (ja:le) {OsT} is. Gece yeryüzüne,
J. [J. Paul Joule (İng. fizikçi) > joule] kısalt. İş, ısı ve ağaç yaprak ve çiçeklere düşen çiy tanesi; çiy; kı
enerji birim i olan julün kısaltmasıdır, rağı. S jâle-dâr, {OsT} Üzerine çiy düşmüş;
jaguar, [Tupi d. / İsp. jaguar] is. Güney A m erika’da kır ağılanmış.\\ jâle-rîz, {OsT} Çiy saçan.
yaşayan, iri gövdeli, kısa bacaklı, turuncuya çalan jalon, [Fr. jalon] is. Haritacılıkta hizalam a ve uzaklık
kızıl sarı üzerine siyah halkalarla bezeli parça parça belirlemek için kullanılan, almaşık olarak kırmızı
benekli güçlü bir yırtıcı hayvan, (Pantera onca). beyaz boyalı ve üzerinde flama bulunan çubuk,
jaj, [Far. jâj / jâje jlj / »jlj] (ja:j) {OsT} is 1. Yaban jaloncu, [jalon-cu] is. Jalonlama işini yapan kimse,
jalonlam a, [jalon-la-ma] is. 1. Jalonla hizalama ve
enginarı veya eşek dikeni, deve dikeni denilen ya
uzaklık belirleme işi. 2. Bir arazi parçasını sınırla
bani bir ot. 2. mecaz. Anlamsız, saçma sapan söz.
yan noktaları belirleme. 3. B ir arazi üzerinde bir
S jâj-hâ, {OsT} Anlam sız ve saçm a sapan söz söy-
ekseni, bir hattı jalon dikerek belirleme işi.
leyen.|| jâj-hâyân, {OsT} Anlam sız ve saçm a sapan
konuşanlar. || jâj-hâyî, {OsT} Anlam sız söyleyici- jalonm ira, [Fr. jalon+m ira] is. Bir doğrultuyu bir
lik.\\ jâj-hör, {OsT} Saçm a sapan konuşan. uzaklığı tek bir işlemde belirlemeye yarayan de
ğişm ez iki hedef levhası ve gereğinde kayan b ir he
jakar, [Fr. jacquard] is. 1. Fançois J. M. Jacquard ta
def levhası bulunan jalon.
rafından bulunmuş bir dokuma tezgâhı. 2. Bu tez
gâhta dokunmuş çok karm aşık desenli kumaş, jaluzi, [Fr. jalousie (kıskançlık)] ('jaluzi) is. Şerit bi
çiminde metal veya plâstik levhalardan yapılmış,
jakarlı, [jakar-lı] sf. Jacquard tekniğinde dokunmuş
perde gibi pencerelere takılan bir tür örtü; şerit per
kumaş.
de.
jaketatay, [Fr. jaquette â taille] is. Resmî ziyaret ve
jam bon, [Fr. jam be (but) > jam bon] is. 1. Saklamak
davetlerde giyilen, uzun ceketi ön köşelerde yuvar
amacıyla tuz veya iste tutarak bozulm ası önlenmiş
lak arkası yırtmaçlı erkek elbisesi,
domuz, yaban domuzu veya başka bir hayvan butu;
jakoben, [Fr. St. Jacques de Compostelle > jacobus
bir tür domuz pastırması. 2. Özel olarak yapılmış
> jacobin] is. 1. Fransa’da Aziz Dominicus tarika
çiğ veya pişmiş hâlde domuz butu,
tına bağlı rahip ve rahibelere verilen isim. 2. Top
jandarm a, [Fr. gens d ’armes (silahlı adamlar) >
lumdaki değişikliklerin, yöneticilerce tepeden inme
gendarme] is. 1. Yurt içinde genel güvenliği ve ka
buyruk ve yöntem lerle yapılması gerektiğini savu
mu düzenini korum akla görevli silahlı askerî güç.
nan görüş yanlısı; tepeden inmeci,
2. Bu kuvvette görevli olan kimse. 3. mecaz. A çık
jakobenizm , [Fr. jacobinism e] is. 1. Fransız Devrimi
göz.
sırasında Jakobenler ve Dağlılar tarafından savunu
jandarm alık, -ğı [jandarma-lık] is. 1. Jandarmanın
lan demokratik ve merkeziyetçi siyasi öğreti. 2.
görevi. 2. gnşl. Bir devletin, dünyanın herhangi bir
Devletin merkeziyetçiliğini savunan siyasi görüş.
3. Toplumdaki değişikliklerin, yöneticilerce tepe yerinde çıkarlarını korum ak amacıyla o bölgenin
güvenliğini sağlaması. 3. mecaz. Açıkgözlük,
den inme buyruk ve yöntem lerle yapılmasını uygun
bulan görüş; tepeden inmecilik. janjan, [Fr. changeant] is. Atkı ve çözgüsünün farklı
JAN İ M İ M S İM • 2296
renklerde dokunmasından dolayı ışığın geliş yönü jeh, [Far. jeh j-j] {OsT} is. Siğil.
ne göre kumaş üzerinde meydana gelen parıltı; ya
jel, [Lat. gelare (dondurmak) > gelatus > Fr. gelee /
nar döner; şanjan,
İng. jel] is. Sürülebilen ilaçların birleşimine giren
janjanlı, [janjan-lı] s f Y anar döner; şanjan,
saydam ve esnek madde; pelte,
janr, [Lat. genus > Fr. genre] is. 1. İz; tarz; çığır. 2.
jelatin, [Lat. gelare (dondurmak) > gelatus > Fr. ge
Cins. latine] (jelâtin) is. Hayvansal dokulardan elde edi
jant, [Lat. cambito > Fr. jante] is. Lastik tekerlekli len jö le görünümünde 25°C ’de eriyebilen protein,
araçlarda lastiğin takıldığı metal çember; ispit,
jelatinli, [jelatin-li] (jelâtinli) sf. Jelâtin ile kaplan
janti, [Fr. gentil] sf. (Kişi için) kibar; zarif; efendi. mış olan.
Japon, [İt. giappon > Fr. japon] is. 1. Japonya hal jeloz, [Fr. gelose] is. Çin yosunu veya diğer yosun
kından olan kimse. 2. Japonlara ilişkin veya onlara lardan çıkarılan, bakteriyolojide üretme ortamında
özgü olan. S Japon armudu, Çin ve J a p o n ya ’da kullanılan jelatine benzer bir madde; agar-agar.
yetişen iki çenekli bir meyve. || Japon ayvası, bot.
-jen, [Yun. genes (doğuran) > Fr. -gene] son ek. La
Kırmızı renkli çiçekler açan, görünümü ayvayı an
tince kelimelerden “doğuran, sebep o lan " anlam
dıran, kökeni doğu Asya olan çalmışı süs bitkisi;
larında birleşik sıfatlar yapan son ek.
Japon baharı, (Chaenomeles).|| Japon bezi, Ja
-jen, [Yun. genos (cins) > Fr. -gene] son ek. Latince
p o n y a ’da üretilen bir tür bez. || Japon elması, Ja
kelimelerden “soy, cins, tü r ” anlamlarında birleşik
p o n y a ’y a özgü bir bitki.\\ Japon gülü, bot. Çaygil-
isim ler yapan son ek.
lerden, büyük beyaz, pembe, kırmızı çiçekler açan,
yaprakları dayanıklı bir bitki; kamelya; Çin giilii; jend, [Far. jend juj] {OsT} is. Bir bütünün parçası,
(Camellia japonica).\\ Japon hurması, bot. A ba jende, [Far. jende ojuj] {OsT} is. ve sf. 1. Yırtık, ya
nozgillerden on beş metre kadar boylanabilen bir
malı giysi. 2. Zerdüşt’ün kutsal kitabının adı. 3.
ağaç ve bu ağacın ham iken kekre, olgunlaşınca
tasvf. M elâmilerin giydiği yırtık hırka. S1 jende-
tatlılaşan meyveleri; Trabzon hurması, (Diospyros
püş, {OsT} Yamalı hırka giyen.
kaki). |[ Japon sarmaşığı, bot. Anayurdu Doğu A s
jenerasyon, [Lat. generare (doğurmak) > Fr. gene
y a olan salkım hâlinde parlak kırmızı güzel çiçek
ration] is. Hayvan üretim ve ıslahı çalışmalarında
leri olan tırmanıcı süs bitkisi, (Amelopsis tricuspi-
her alt soydan bir yavrunun doğuşu; soy; kuşak;
data).|| Japon şemsiyesi, bot. Bahçelerde ve havuz
nesil.
başlarında süs bitkisi olarak yetiştirilen yapraklan
saplarının tepesinde şem siye gibi dizili, çok yıllık jeneratör, [Lat. generator (doğuran) > Fr. genera-
otsu bitki, (Cyperus alteruifolius). teure] is. H areket enerjisini elektrik enerjisine dö
nüştüren alet; üreteç,
Japonca, [Japon-ca] is. Japonların konuştuğu dil; Ja
ponya’nın resmî dili. jenerik, -ği [Fr. generique] is. Bir filmde emeği ge
çenlerin adlarını, filmin yapım ıyla ilgili bilgileri
Japone, [Fr. japonais] is. 1. Japon tarzında. 2. (Kadm
içine alan ve filmin başında sunulan liste; tanıtım
elbisesi için) kol kesimi olmayan. 3. (Kadm elbise
lık; tanıtım yazısı,
si için) kolsuz. 4. (Elbise için) bol ve geniş,
jargon, [Fr. jargon] is. Bir meslek grubunun özel di jeng, [Far. ajeng > jeng JSj] {OsT} is. 1. Pas; küf; kir
li; bir tür argo, 2. Göz iltihabı. S jeng-âlüd, {OsT} Paslı.|| jeng-
jarse, [İng. Jersey (İngiltere'de bir ada)] is. 1. Esnek alüde, {OsT} Paslı.|| jeng-bâr, {OsT} Pas saçan.||
dokunmuş yünlü veya ipek kumaş. 2. sf. (Elbise i- jeng-beste, {OsT} } Pas tutmuş; küflenmiş.\\ jeng-
çin) bu kumaştan dikilmiş olan, dâr, {OsT} Paslı; küflü; kirli.|| jeng-pezîr, {OsT}
jartiyer, [Kelt, jarret (bacağın iç tarafı) > Fr. jarre- Küflü; paslı; kirli.|| jeng-yâb, {OsT} Paslı; küflü.
tiere] is. B ir ucu kemere, diğer ucu kancalarla ço jengâr, [Far. jengâr j& j] (jengâ:r) {OsT} is. 1. Bakır
raba tutturularak çorapları gergin tutmaya yarayan pası. 2. Bakır sülfat; göztaşı. 3. Bakır sülfat rengi.
esnek şerit. 4. Kir; pas.
jegale, [Far. jeğâle JLtj] (jeğa:le) {OsT} is. 1. Darı jengari, [Far. jengârî (jengâ:ri:) {OsT} sf. Ba
ekmeği. 2. Allık. 3. Çığlık, kır yeşili; bakır pası rengindeki boya,
jegand, [Far. jeğand jclpj] {OsT} is. 1. Yırtıcı hayvan jengdan, [Far. jengdân j l j i j ] (jengda:n) {OsT} is.
ların korkunç bağırtısı. 2. Sağlamlık, Çıngırak; küçük çan.
jegar, [Far. jeğâr jU j] (jeğa:r) {OsT} is. 1. Küf; pas. jengele, [Far. jengele 4& j] {OsT} is. 1. Hayvanların
2. Yüksek ses; bağırma; nara, çatal tırnağı. 2. Çatal tırnaklı hayvan,
jegare, [Far. jeğâre 0JUj] (jeğa:re) (Osm. T.} is. -*■ jenital, -li [Lat. genitalis > Fr. genital] sf. Üreme
jegale. organına ilişkin.
İ M I İ K 1 M • 2297 JET
jenosit, -di [Lat. genus (soy) + cidere (kesmek) > ci- jeostrateji, [Fr. geostrategie] is. Ülkelerin coğrafî,
dus (öldüren) > Fr. genocide] is. Bir insan toplulu ekonomik ve nüfus yapılarına dayalı etmenlerinin
ğunu, ulusal, dinsel vb. sebeplerle yok etme; soy askerî stratejileri üzerindeki etkilerinin incelenme
kırımı. si.
jeodezi, [Fr. geodesie] is. Yerin biçimini ve boyutla jeoterm i, [Fr. geothermie] is. 1. Yer yuvarlağında
rını inceleyen bilim dalı; yer ölçüm bilgisi, meydana gelen ısı olaylarının incelenmesi. 2. Y er
jeodinamik, -ği [Fr. geodynamique] is. Volkan, dep yuvarı ile ilgili sıcaklıkların dağılımı, ısı alışverişi
rem gibi iç ve aşınma gibi dış etkenlerle yer kabu gibi ısı şartlarını inceleyen yer fiziği dalı. 3. M ag
ğunda m eydana gelen oluşumları ve değişiklikleri manın derinliklerinden doğan ısı enerjisi,
inceleyen bilim dalı; jeoterm ik, -ği [geothermique] sf. Jeotermi ile ilgili.
jeofizik, -ği [Fr. geophysique] is. Y er yuvarlağı ile S jeoterm ik akı, Yer içindeki ısı aktarımı.|| jeo
atmosferi etkileyen doğal ve fiziksel etkilerin ince term ik enerji, Yer'in iç tabakalarındaki ısınan su
lenmesi; yer küre fiziği; yer fiziği, veya •buhardan elde edilen enerji; jeoterm al ener-
jeofizikçi, [jeofızik-çi] is. Y er fiziği uzmanı, ji.\\ jeoterm ik derece, Sıcaklığın, derinliğe bağlı
jeoit, [Fr. geo'ıde] is. Denizlerin her noktasında çekül olarak artmasının ölçümü.
doğrultusuna dik olm ak şartıyla karaların altında da jeotropizm a, [Fr. geotropisme] is. Bitkilerde kök ve
devam ettiği tasarlanan gel-gitleri göz önüne al gövde saplarının yer çekimi etkisi ile belli bir doğ
maksızın hesaplanan düzey yüzeyi; yer benzeri, rultu almaları özelliği; yere yönelim,
jeokimya, [Fr geo + Ar. kimya] (jeokimya:) Kayaç- jerd, [Far. jerd jjj] {OsT} sf. Çok yiyen; obur,
lar içindeki kimyasal elementlerin dağılımını, bun
jerf, [Far. je rf tijj] {OsT} sf. 1. Derin. 2. Çok. 3.
ların kökenini, yapısını ve iç etkenler sırasındaki
hareketlerini inceleyen bilim dalı; yer kimyası, mecaz. İnce düşünen; düşünerek hareket eden,
jeolog, -ğu [Fr. geologue] is. Y er küreyi oluşturan jerfa, [Far. jerfa] (jerfa:) {OsT} sf. -►jerf.
gereçleri, bunların yapısını inceleyen, tarihini ve jerfi, [Far. jerf! ^ j j ] (jerfı:) {OsT} is. Derin olma du
oluşumunu tespit etmeye çalışan uzman; yer bilimi rumu; derinlik,
uzmanı.
jerfin, [Far. jerfînjjSjj] (jerfv.n) {OsT} is. Kapı ardına
jeoloji, [Fr. geologie] is. Kayaçların oluşumunu, top
rakların görünüş ve düzenlenişini, çağlar boyunca konulan dayak; sürgü,
geçirdiği evrimi anlatan ve açıklayan bilim; yer jeriatri, [Fr. geriatrie] is. Yaşlılık hastalıkları uzm an
bilimi. lığı; geriatri,
jeolojik, -ği [Fr. geologique] sf. Y er kürenin fizik jerse, [İng.jersey] is. -»jarse,
yapısı ile ilgili; yer bilimsel, jest, [Lat. gestum (edim) > Fr. geste] is. 1. Konuşur
jeonıorfolog, -ğu [Fr. geomorphologue] is. Yeryüzü ken veya hareket ederken el, kol ve baş ile yapılan
şekillerinin oluşumunu inceleyen uzman, anlamlı işaret. 2. gnşl. Yerinde yapılan ve beğeni
jeom orfoloji, [Fr. geomorphologie] is. Y er engebesi len b ir davranış,
biçimlerini açıklamayı ve betimlemeyi amaçlayan jet, [Lat. iactare (fırlatmak) > İng. je t (püskürtme)]
bilim dalı; yer biçimi bilimi, is. 1. İtici bir güç elde etmek amacıyla bir akışka
jeopolitik, -ği [Fr. geopolitique] is. ve sf. 1. Devletle nın veya yanma sonucu meydana gelen sıcak ve
rin coğrafya ile siyasetleri arasında var olan ilişki basınçlı gazın bir çıkış borusundan hızla dışarı
leri inceleyen bilim dalı. 2. sf. Devletlerin coğrafya atılması; bu gazların tümü. 2. gnşl. Tepkili uçak. S
ile siyasetleri arasındaki ilişkiye dayanan, jet akıntısı, Atmosferin üst tabakalarında doğuya
jeosantrik, -ği [Fr. geocentrique] sf. Yerin gözlem doğru yatay olarak hızla hareket eden hava akım ı.||
noktası olarak alman merkeziyle ilgili; yer m erkez jet motoru, Atmosferden emdiği yakıtla karışık
li; yer özekçil. sıkıştırılmış havanın yanm ası sonucu meydana g e
jeosantrizm , [Fr. geocentrisme] is. Y er yuvarlağını len yüksek basınçlı gazı dışarı atarken oluşan itme
evrenin merkezi sayan görüş; yer özekçilik; yer gücüyle, çalışan m otor; tepkili motor. || jet yakıtı,
merkezlilik. Yoğunluğu 0.95 ve polisiklik doymuş hidrokarbon
jeosenklinal, -li [Fr. geocynclinale] is. Y er kabuğu lardan meydana gelen, renksiz ve sıvı bir tepkili
nun çökme sonucu oluşan ve içine kat kat tortu uçak yakıtı.
dolmasıyla m eydana gelen kaim ve uzun çukurlar jeton, [Fr. jeter (atmak) > jeton] is. 1. Eskiden hesap
bölümü. lamalarda kullanılan madenî, fil dişi veya sedeften
jeosism ik, -ği [Fr. geosismique] s f (M etot ve teknik küçük parça. 2. Kumarda para yerine kullanılan fiş.
için) toprak altında, derinlerde meydana getirilen 3. Telefon, vapur vb. yerlerde para yerine kullanı
patlama ile yayılan ses dalgalarının yayılm a hızını lan küçük metal pul. ö jeton düşm ek, argo. A n
inceleyerek yer altındaki madenleri bulm aya yara lamak; fa rkın a varmak.|| jeton geç düşmek, argo.
yan. Biraz geç anlamak; geç farkın a varmak.
JEY Ö IÜ M IİİM M • 2298
jey, [Far. jey ^j] {OsT} is. 1. Göl. 2. Irmak. jiroskop, [Yun. gyros + scope > Fr. gyroscope] is.
A ğır b ir cismin bağlı olduğu tabana göre bir veya
jigolo, [Fr. gigue (bacak) > gigolo (dansçı.)] is. Ge
iki serbestlik derecesine sahip bir eksen çevresinde
çim i yaşlıca metresi tarafından sağlanan genç er
hızla dönmesi sayesinde değişmez bir frekans doğ
kek. ö jigolo tutmak, (Zengin, yaşlı kadın için)
rultusu sağlayan alet; cayroskop.
kendinden çok genç yoksul bir erkekle evlilik dışı
jiujitsu, [Jap. jiu-jitsu] is. V ücudun can alıcı noktala
ilişki kurmak.
rına saldırı ve bu tür saldırılardan korunm a amacı
jigololuk, -ğu [jigolo-luk] is. Parası için yaşlı bir
na yönelik bir tür silahsız Japon savunma tekniği,
kadm ile metres hayatı yaşam a durumu. S jigolo
jiujitsucu, [jiujitsu-cu] is. Jiujitsu sporuyla ilgilenen
luk yapmak, (Genç erkek için) parası için yaşlı bir
kişi.
kadın ile metres hayatı yaşamak.
jive, [Far. jîv e» jjj] (ji:ve) {OsT} is. Cıva,
jik, [Far. jık lilj] (ji:k) {OsT} is. 1. Yağm ur damlası.
2. Kirpi. jiyan, [Far. jiyân j l j ] (jiya:n) {OsT} sf. Kükremiş;
jikâse, [Far. jıkâse 4-lsÇj] (ji:kâse) {OsT} is. Kirpi. kızgın.
jogging, [İng. jo g (koşmak) > jogging] (coging) is.
jikle, [îng. jiggle (aniden kıpırdama)] is. Benzin
Bedeni ısıtm ak için ağır adımlarla yapılan koşu;
m otorlarında karbüratörün hava giriş borusu üzeri
koşmaca.
ne yerleştirilen ve ilk kalkış sırasında, m otor ısı-
m ncaya kadar, yakıt karışımının debisini ayarlayan joker, [İng. joker (şakacı)] is. Kâğıt oyunlarında
düzenek. istenilen kâğıdın yerine kullanılabilen kâğıt,
jile, [yelek > İsp. jileco (Türk usulü yelek) > Fr. gilet] jokey, [İng. jockey (köylü uşak, a t uşağı)] is. Yarış
is. Yelek. atı binicisi; binici,
jilet, [İng. King Camp Gilette (Amerikalı sanayici)] jorjet, [Fr. crepe Georgette] is. Pam uk ipliği ile
is. İnce çelikten yapılmış, iki tarafı keskin tıraş bı dokunmuş, ince, şeffaf, dökümlü yumuşak krep ku
çağı. ö jilet gibi, 1. Çok keskin. 2. (Pantolon için) maş.
çok iyi ütülenmiş. joystick, [İng. joystick] (joystik) is. Bilgisayar oyun
jim nastik, -ği [Yun. gymnastai (soyunmak) > gym- larında ve uçaklarda bulunan kumanda kolu; yö
nastikös > Fr. gymnastique] is. 1. Vücudu geliştir netme kolu.
mek, bedeni sağlamlaştırmak veya daha üst çalış jöle, [Fr. gelee (donmuş şey)] is. 1. Pektin açısından
m alar için kasları gevşetmek amacıyla yapılan be zengin taze meyve suyuyla hazırlanan ve şekerle
densel hareketlerin tümü; beden eğitimi. 2 Tedavi pişirilen, soğuyunca koyulaşan karışım; helme. 2.
amacına yönelik kas çalıştırma hareketleri, jim Kaynatılmış tavuk, koyun, sığır veya balık etinin
nastik aleti, K asları çalıştırıp yum uşatm ak için koyulaşmış suyu. 3. Bazı kozm etik ürünlerinin ha
germ ek veya çekmek gibi hareketlerle kullanılan zırlanm asında kullanılan yarı saydam, kaygan ve
araç. || jim nastik salonu, Beden hareketleri için kolay bulaşan madde,
yapılmış kapalı yer. || jim nastik yapm ak, Vücudu jöleli, [jöle-li] sf. 1. İçinde jöle bulunan. 2. Jöle sü
çevikleştirmek ve güçlendirm ek için hareketler ya p rülmüş olan.
mak. jön, [Lat. iuvenis > Fr. jeun (genç)] is. 1. Sinemada
jim nastikçi, [jimnastik-çi] is. Jimnastiğin bir veya önemli rollerde genellikle aşk sahnelerinde görev
birkaç dalı ile uğraşan sporcu, alan genç ve yakışıklı erkek oyuncu; jönprömiye.
jim naz, [Lat. gymnasium > Fr. gymnase] is. Alman 2. Y akışıklı genç erkek,
ya, İsviçre vb. ülkelerde orta öğretim, jönpröm iye, [Fr. jeune premier] is. Birinci genç; asıl
jinekolog, -ğu [Yun. gynaika (kadın) > Fr.' gyne- oğlan.
cologue] is. tıp. Kadın hastalıkları ve doğum uz judo, [Jap. ju (esneyiş) ■+ dö (teknik)] is. Hız ve çe
manı hekim; nisaiyeci, vikliğe dayanan Japon kökenli silahsız savunma
jinekoloji, [Yun. gynaika (kadın) > Fr. gynecologie] sporu.
is. tıp. 1. Kadm organizmasını ve cinsel organları judocu, [judo-cu] is. Judo sporu yapan kimse,
nı, bu organların yapısını ve hastalıklarını, gebelik judogi, [Jap. judogi] is. Sağlam bezden yapılmış,
ve doğum tekniklerini inceleyen bilim dalı. 2. K a boyu diz kapağının altına kadar uzanan bol bir pan
dın hastalıkları ve doğum uzmanlığı; nisaiye. 3. tolon ile kuşak denilen kemerle belden bağlandı
Sağlık kuram larında bu dalla ilgili bölüm; nisaiye, ğında kalçayı örtecek kadar uzun bir gömlekten
jip, [İng. general (genel) + purse (kullanım aracı) > oluşan özel judo giysisi,
jeep] is. B ir tür arazi taşıtı, jul, -lü [İng. J. Paul Joule (fizikçi) > joule] is. fız.
jips, [Fr. gypse] is. min. Alçı taşı, Uygulama noktasına kendi yönünde bir metre yer
jir, [Far. jîr ^ j] (ji:r) {OsT} is. 1. Göl. 2. Havuz. değiştirten 1 nevtonluk bir kuvvetin yaptığı işe eşit
iş; enerji ve ısı miktarı birimi, kısaltması: J.
ö i m i i m i j İ.2299 JÜT
jum bo, [İng. jum bo] sf. (Boy için) battal jügal, -li [Far. jüğâl JU j] (jüğa:l) {OsT} is. M aden
jun, [Far. jün j j j ] (ju:n) {OsT} is. Put. kömürü; kömür,
jurnal, -li [Lat. dium alis (günlük) > Fr. journal] is. 1. jiil, [Far. jü l J jj] (jü:l) {OsT} is. Büklüm; kıvrım,
Günlük; not defteri. 2. Biri hakkında düzenlenmiş
jülide, [Far. jülîde oJlJjj] (jü:li:de) {OsT} sf. (Saç
gizli rapor; ihbarname. 3. Gazete. S jurnal etmek,
için) karmakarışık; dağınık..
İhbar etmek.
Jüpiter, [İt. jüppiter] is. Güneşten uzaklık durumuna
jurnalci, [jumal-ci] is. Muhbir,
göre beşinci sırada yer alan gezegen,
jurnalcilik, -ği [jumal-ci-lik] is. Muhbirlik,
jüpon, [Ar. cübbe / İt. giuppa (bol kadın elbisesi) >
jurnalleme, [jumal-le-me] is. İhbar etme,
Fr. jüpon] is. İç çamaşır kumaşından yapılan ve
jurnallemek, [jumal-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] etek altına giyilen iç etek; iç etek,
İhbar etmek. jüri, [Lat. iurare (yasa ilan etmek) > İng. jury / Fr.
jübile, [İbr. yobhel / Lat. iubilaeus > Fr. jübile (ellin juree] is. 1. Bazı ülkelerde davalara geçici olarak
ci y ıl kutlaması)] is. 1. Y ahudilerin her elli yılda bir katılan m esleği hukuk olmayan kişilerden oluşan
kutladıkları, kölelerini azat ettikleri, miraslarını son karar kurulu. 2. Bir yarışma ve sınavda adayla
iade ettikleri, toprak verdikleri ayrıcalıklı yıl. 2. rı ve yarışmacıları değerlendirmek için resmî ola
Katoliklikte R om a’ya gelen hacıların belirli yerleri rak görevlendirilmiş kurul. 3. Eserleri değerlendir
ziyaret ederek bütün günahlarından arındıkları kut mek için önceden görevlendirilmiş kurul; seçici
sal yıl; bu arınmayı sağlamak için yapılm ası gere kurul.
ken işlerin tümü. 3. Bazı sanat dallarında uzun yıl jüt, [Bengal d. jhuro > İng. jute] is. 1. Ihlamurgiller
lar çalışanların 25 veya 50. yıllarını kutlam ak için den, H indistan’da yetişen ve lifinden ip ve çuval
düzenlenmiş tören. 4. Bazı mesleklerden emekli o- yapılan iki ayrı bitkinin ortak adı, (Corchorııs
lurken veya spor yaşam ından ayrılan sporcular için capsularis, C. olitarius). 2. Bu bitkilerden elde edi
düzenlenen özel eğlence. len elyaf. 3. B u elyaftan dokunmuş kumaş.
k, [k / K] (ke) is. 1. Latin asıllı Türk alfabesinin on Ses yansımalı köklerden isim ve sıfatlar türetir, vı
dördüncü harfi. Kapantılı (süreksiz), titreşimsiz cık vıcık, zınk, viyak viyak. 7. {eAT} Hem geçişli
(sert) bir damak ünsüzüdür. K aim ünlülerden önce hem de geçişsiz fiillerden isim ve sıfatlar türeten
geldiğinde art damaktan (kalın), ince ünlülerden ek. Edilgen çatıda bugünkü “-m ış” görevini yükle
önce geldiğinde damaktan (ince) söylenir. 2. O s nir. esrü-k, kon-uk, sov-uk, böl-ük, aç-uk.
manlI Türkçesinde 3 (kaf) ve i) (kef) harflerini kar -k2, [-k] (eT) yap. e. 1. İsimden isim yapm a eki. çöp-
şılar. i-k (süprüntü) 2. Pekiştirme ya da küçültme anlamı
katan isim den isim yapım eki.
K [Fr. kalium] kısalt, kim. Atom numarası 19, atom
-k 3, [-k ] çek. e. Birinci çoğul kişi fiil çekim eki olup
ağırlığı 39.1, yumuşak, dövülgen, gümüş parlaklı
belirli geçmiş zaman, dilek-şart kipi çekimlerinde
ğında, havanın oksijeni ile hemen oksitlenebilen,
kullanılır, gel-di-k, bil-se-k.
yoğunluğu 0.86, ergime sıcaklığı 63°C, kaynama
sıcaklığı ise 757°C olan alkali bir elem ent olan po -ka-, [-ka- / -ke- / -ğa- / -ge-] {eT} yap. e. Kökün
tasyumun kimyasal sembolü. taşıdığı anlam ya da düşünceye vermek, getirmek,
eklem ek anlam lan katan isimden fiil türetme eki.
K [İng. Kelvin] kısalt, fız. Suyun üçlü noktasının ter
yarlığ-ka-m ak (yargılamak; acımak)
modinamik sıcaklığının 73,16’da birine eşit olan
-ka, [-ka- /-ke / -ğa / -ge] {eT} {eAT} çek. e. Yönelme
sıcaklık temel birimi olan ICelvin’in kısaltması.
durum ekidir, arslan-ka (aslana) [ETY] [DLT]
-k-, [eT. -k- > -k- / -ik- / -ık- / -uk- / -ük-] yap. e.
kA. [kiloamper] kısalt, fiz. Akım şiddeti birimi olan
İsimden fiil türeten ek. Kökün belirttiği özellik ve
kiloamperin sembolü.
niteliği bulundurmak kavram ıyla kökün anlamını
k a 1, [? ka / kâçâ / kakaça] {eT} is. Kap; sıvı konan
kuvvetlendiren veya genişleten isimden ya da fiil
kap; zarf. [DLT] [KB]
den fiil türetme eki. acıkm ak (< aç-ık-mak), g ö
zükm ek (<göz-ük-mek), gecikm ek (geç-ik-mek), tar- ka2, [Çin. kia > kâ] (ka:) {eT} is. 1. Aile. [Gabain]
ı-k-mak (sıkılmak) [EUTS] [ETY] 2. Akraba; hısım; yakınlar. [Gabain]
[EUTS] 3. Arkadaş. [EUTS] S ka kadaş, {eT} 1.
- k 1, [eT. -gak > -k / -ak/ -ek / -ik / -ık / -uk / -ük] yap.
Akraba. 2. Kardeş. [KB]
e. 1. Fiilden isim türeten ek. Fiilin belirttiği eyle
kaJ, [ka] {eT} zm. (Kök olarak) soru zamiri; ne?
min sonucu kavramım katarak isim ler yapar: ka
[ETY]
çak, saçak, barınak, yatak. 2. Fiilin belirttiği ey
lemle ilgili olarak nitelik ve özellik bulundurma ka’a, [Ar. k â 'a 4tli] (ka:a) {OsT} is. 1. Oturma odası.
kavramı katarak isimler yapar; bu isim ler aynı za 2. Avlu; iç bahçe,
m anda sıfat olarak kullanılabilir: bozuk, bozuk kaam, [eT. ka (aile) > ka-am] {ağız} is. Hısım; akra
(araç), kesik, kesik (kâğıt), titrek, titrek (alev), p a r ba. [DS]
lak, parlak (yüzey), dönek, bunak, kurak, (<kuru- kaamet, [Ar. kamet o ^ li] {ağız} is. -*• kamet. S1 ka-
ak), ürkek. 3. Eylemle ilgili olarak aşağılam a kav
ameti artırmak, {ağız} Aşırı davranmaya başla
ramı katan isimler yapar; bu isim sıfat, olarak kul
mak. [DS]
lanılabilir: bunak, bunak (herif), salak, salak (satı
cı). 4. Geçişli fiillerden eşya, araç, organ isimleri, kaan, [Çin. hu-yü ? / Moğ. kâan ulü>] (ka:an) is. M o
geçişsiz fiillerden yer ismi ile sıfatlar yapar, dud ğol hükümdarlarına verilen unvan,
ak, tan-ıık, döşe-k, tay-ak, tur-ak, yat-ak, yumuş-ak. kaani, [Far. kâan + Ar. -î ^ itî] (ka.ani:) {OsT} Hü
5. “-d a -" eki ile kurulmuş yansımalı gövdelerden küm darla ilgili; hükümdara mahsus; hükümdara
sıfatlar türetir, kıkır-da-k, fingir-de-k, kıpır-da-k. 6. ait.
KAA İ H I TÜRKÇESOM • 2302
kaaret, [Ar. ka'aret ojUS] (kaa.ret) {OsT} is. Derin samanlı kâğıt; beyazlatılmamış hamurdan yapılan
a ç ık s a n renkli kâğıt.\\ kaba kalem, 1. Sıradan ka
lik. S kaâret-i derya, {OsT} Denizin derinliği.
lem veya kamış. 2. Sıradan yazı. || kaba kalker,
ka’b, [Ar. k a'b v-*5"] (kâ ’b) {OsT} is. 1. Topuk ke jeol. Kolay işlenebilir kireç taşı oluşumu. || kaba
m iği; aşık kemiği. 2. Kemiklerin oynak yeri; ek koyun, {ağız} K aragül cinsi bir koyun. [DS]|| kaba
lem; mafsal. 3. mat. Küp. 4. mat. Karesi alınmış bir koz, 1. Görünüşte cesur ve kuvvetli olmasına rağ
sayıyı kökü ile tekrar çarpmak. 5. Tavla zarı. S men aslında korkak ve güçsüz kimse. 2. Aptalca
kâbına varmak, {OsT} Birinin seviyesinde olmak; hatalar yapan.\\ kaba kumpas, 1. Kaba taslak. 2.
seviyesine ulaşmak.\\ kâbına varılmaz, {OsT} Sevi Yaklaşık hesap.|| kaba kuşluk, {OsT} {ağız} Güne
yesine ulaşılmaz; rakipsiz; eşsiz. |( kâbında olma şin doğuşu ile öğle arasındaki zamanın ortaları;
mak, {OsT} Birinin seviyesinde olmamak; seviyesi öğleden iki saat önceki zaman. [DS]|| kaba kuvvet,
ne ulaşamamak. Amacını yasa dışı, güç kullanma ve korku salma
kab1, [kâb] (ka:b) {eT} is. 1. Kap. [Clauson] 2. (Ölçü yollarıyla gerçekleştirme yöntemi. || kaba kuyruk,
birim i olarak) torba; desilitre vb. [EUTS] 3. Derin 1. (Hayvan için) kuyruk tüyleri gür olan. 2. Kö-
torba; çuval. [EUTS] ö 1 kab kac, {OsT} K ap kacak. pek.\\ kaba post, {ağız} (Kişi için) iri ya rı olduğu
kab2, [Ar. kâb <_jLS] (ka;b, k kaim okunur) {OsT} is. hâlde sağlıklı ve güçlü olmayan. [DS]|| kaba rüz
gâr, {ağız} 1. B ir tür yemeni, pabuç. 2. Lodos. [DS]||
Uzaklık; mesafe. S kâb-ı kavseyn, {OsT} 1. İki
kaba saba, 1. (Kişi için) görgüsüz; hoyrat ve kırıcı
ya y boyu. 2. ed. Kaş. 3. tasvf. Allah ’a yaklaşmanın
davranışları olan. 2. (Iş için) özen gösterilmemiş
ölçüsü.
olan. || kaba sakal, (Kişi için) sakalı gür ve geniş
kab3, [? kab] {ağız} is. 1. Bulaşık. 2. Lağım. [DS] olan. || kaba ses, Sevimsiz, kulağa hoş gelmeyen
kaba1, [eAT. kaba > kaba] sf. 1. Kaim olan; ince ses. || kabasını almak, 1. Şekil verilecek bir şeyin
olmayan. {eAT} (aynı) [DK] 2. {eAT} Yüksek. [DK] 3. gereksiz yerlerini çıkarmak, kesm ek veya pürüzle
{eAT} {OsT} Büyük; iri; kocaman. [DK] 4. Taneleri rini gidermek; ince iş için hazırlamak. 2. B ir şeyi
iri olan. 5. Özenilmeden, gelişigüzel yapılmış. 6. veya bir yeri üstünkörü temizlemek.\\ kaba sıva,
Yum uşak ve kabarık duran. 7. mecaz. Eğitim gör İnşaatta büyük pürüzleri giderm ek amacıyla yapı
memiş; nezaketsiz; incelikten yoksun olan. 8. Ter lan ilk sıva. || kaba sofu, D ini yanlış anlayarak iba
biyeye ve görgüye aykırı olan. 9. zf. Kalın ve iri dette aşırılığa kaçan.\\ kaba soğan, Önemli gibi
biçimde. 10. Özenilmeden. 11. Terbiyesizce; kibar görünm esine karşılık değersiz ve yetersiz kimse. ||
lıktan uzak olarak. 12. is. K uyruk sokumunun iki kaba su, i. içim i hoş olmayan, mideyi şişiren su. 2.
yanındaki kalçaları örten şişkin kaslı bölüm; kaba D em ir dövüldükten sonra verilen ilk su.\\ kaba şiş,
et. 13. müz. Türk müziğinde pes sekizlideki sesler, Kabakulak. || kaba taş, K olay işlenebilen taş; y u
14. {ağız} Toplu fakat güçsüz kimse. [DS] 15. {ağız} m uşak taş.\\ kaba tıraş, {ağız} (Kişi için) orta yaşlı.
K oyunlara takılan büyük, yuvarlak çan. [DS] ö [DS]|| kaba toprak, Yeni işlenmiş, üzerine basıl
kaba ardıç, {ağız} folk. A ğır tempolu bir zeybek. mamış, çiğnenmemiş toprak.|| kaba Türkçe, Edebî
[DS]|| kaba ayar,fız . Uzun döneme yayılan büyük değeri olmayan, günlük hayatta kullanılan Tiirkçe.\\
genlikli reaktiflik değişimlerinin düzeltimine yöne kaba un, K epeği alınmamış buğday veya arpa
lik ayarlama.|| kaba ayar unsuru, fız. B ir reaktö unu. || kaba vurmak, D övm e bakır işçiliğinde çeki
rün kaba ayarını yapm aya y a da parçacık akı y o ci boşa sallamak.\\ kaba yel, {ağız} Lodos. [DS]||
ğunluğunu değiştirmeye yönelik denetim unsuru.\\ kaba yem, Ot sap ve saman gibi besin değeri dü
kaba başlık, {ağız} Başı açık; örtüsüz. [DS]|[ kaba şü k yemler. \\ kaba yonca, Hayvan yem i olarak y e
bez, Çuval yapım ı ve ambalaj işlerinde kullanılan tiştirilen açık m or çiçekli bir ot; çevrince, (Medi-
kalın ve seyrek dokulu kumaş. || kaba burun, cago sativa).
zool.-*- kababurun.|| kaba cırık, {ağız} Tarla ku
kaba2, -a ’i [Ar. kabâ5 >U] (İcaba:) {OsT} is. Ü st elbi
şundan biraz irice bir kuş. [DS]|| kaba diken, bot.
Böğürtlen, (Rubus edeus / Rhamnus paliurus).\\ sesi; cüppe; kaftan, ö kabâ’-yı âhenîn, {OsT} D e
kaba döşek, 1. ince yünden yapılmış, yum uşak ve m ir zırh; demir elbise. || kabâ’-yı kühlî, {OsT} Gök
kabarık döşek. 2. {ağız} Kabartılmış yatak. [DS]|[ yüzü; sema.
kaba duvar, H arçsız taş duvar.\\ kaba düşmek, kaba3, [kaba] {ağız} is. 1. Dövülmek için harman ye
{ağız} (Hayvan için) boğazına yular dolanarak öl rine yığılan ekin demeti. 2. Ebegümeci. [DS]
mek. [DS]|| kaba et, anat. K uyruk sokumunun iki kaba4, [kaba] {ağız} is. 1. Mağara. 2. Kaplıca. [DS]
yanındaki kalçaları örten şişkin kaslı bölüm. || kaba kabaaç, -cı [kaba+ağaç] (kaba:ç) {ağız} is. -*■ kaba-
hamırlı, {ağız} Sacda pişirilen mayalı ekmek. [DS]|| ağaç.
kaba har, {ağız} Güçlü ateş; harlı ateş. [DS]|| kaba
kabaağaç, -cı [kaba+ağaç] {ağız} is. 1. Palamut, 2.
ış, Son şeklini almamış, inceliklerine inilmemiş ça
K alın gövdeli meşe ağacı. [DS] 3. Dalları ile geniş
lışm a.|| kaba kafa, Anlayışsız; bilgisi kıt; aptal.||
bir alanı kaplayan ağaç.
kaba kâğıt, Am balaj işlerinde kullanılan kalın ve
m u m s » • 2303 KAB
kababurun, [kaba+burun] is. zool. Sazangillerden İç kabahatlilik, -ği [kabahat-li-lik] is. Kabahatli olm a
Anadolu akarsularında yaşayan kemikli bir balık, durumu; suçluluk; kusurluluk,
(Chondrostoma nasus). kabahatsiz, [lcabahat-siz] sf. Kabahati olmayan;
kabaca, [kaba-ca] (kaba ’ca) zf. 1. Kaba bir biçimde. kabahat işlememiş olan; suçsuz; hatasız; günahsız,
2. İrice; büyükçe; az büyük; biraz büyümüş. 3. kabahatsizlik, -ği [kabahat-siz-lik] is. Kabahatsiz ol
Yaklaşık; aşağı yukarı. m a durumu; suçsuzluk; günahsızlık; kusursuzluk,
kabaç1, -cı [kaba+ağaç] {ağızj -* kabaağaç. [DS] kabaih, [Ar. kubıha (çirkinlik) > kabâih ^sLS] (ka-
kabaç2, -cı [kaba > kaba-ç] {ağız} sf. Çocukluğundan
ba:ih) {OsT} is. Yakışıksız, çirkin şeyler,
beri ince yapılı büyüyen çocuk. [DS]
kabail, [Ar. kabile > kabâil Jj'M] (kaba: il) {OsT} is.
kabaçe, [Far. kabâ-çe (kaba:çe) {OsT} is. 1. K ı
Kabileler; boylar.
sa ve hafif elbise. 2. Kaftan; cüppe. 3. Entari,
kabak1, -ğı [eT. kab (kap) > kab-ak (küçük kap)] is.
kabadayı, [kaba+dayı] is. ve sf. 1. Ağırbaşlı, kötü
bot. 1. Sürüngen gövdeli, taze meyvesinden sebze
lükten kaçman, iyiliksever genç. 2. H içbir şeyden
yemeği ve olgunundan tatlı yapılan, bahçe ve bos-
çekinmeyen; gözü pek olduğunu herkese kabul et
tanlarda yetiştirilen bir yıllık otsu bitki; (Cucur-
tirmeye çalışan kimse. 3. Kendine özgü nam us ku
bita). {eT} (aynı) [DLT] [EUTS] 2. Bu bitkinin yem ek
rallarına göre davranan kimse. 4. G üçlü kuvvetli;
ve tatlı olarak kullanılan çeşitli büyüklük ve şekil
babayiğit. 5. Bir şeyin en iyisi, başta geleni. 6.
lerdeki meyvesi. 3. Gövde ve dalları süs olarak kul
{ağız} Güzel; yakışıklı. [DS]
lanılan, meyvesinin içinden banyo lifi, kabuğunun
kabadayıca, [kaba+dayı-ca] (kabadayı ’ca) zf. Kaba
içi oyularak değişik amaçlarla kap olarak kullanı
dayıya yakışır biçimde; kabadayıdan beklenen tu
lan otsu bitkilerin genel adı. 4. Esrar içenlerin kul
tum ve davranışla,
landığı bir tür nargile. 5. Su kabağının gövdesi
kabadayılanma, [kaba+dayı-la-n-ma] is. Kabadayı
uzunlam asına ikiye bölündükten sonra üzerine ince
gibi davranmaya çalışm ak eylemi,
bir deri geçirilmek suretiyle meydana getirilen üç
kabadayılanmak, [kaba+dayı-la-n-mak] dönşl. f. [-
telli bir yaylı halk çalgısı; kabak kemane; kemençe.
ır] Kabadayı gibi davranm aya çalışmak; kabadayı
{ağız} (aynı) [DS] 6. Eskiden kullanılan 4 okkalık bir
ca davranmak,
tahıl ölçüsü. 7. {eAT} {OsT} İçki kadehi; şarap tası.
kabadayılaşma, [kaba+dayı-la-ş-ma] is. Kabadayı 8. {eT} {eAT} {OsT} Göz kapağı; kaş. [EUTS] 9. sf.
olm ak durumu, (Karpuz için) olgunlaşmamış; ham; tatsız. 10. K a
kabadayılaşmak, [kaba+dayı-la-ş-mak] dönşl. f. [- ba; görgüsüz; anlayışsız. 11. Saçsız; dazlak. 12.
ır] Kabadayı durum una gelmek, (Araç lastiği için) üzerindeki dişleri silinmiş; aşın
kabadayılık, -ğı [kaba+dayı-lık] is. 1. K abadayı ol mış. 13. {ağız} {OsT} (Hayvan için) boynuzu kısa
ma durumu. 2. Yiğitçe davranma; kabadayıya yakı olan veya boynuzsuz. [DS] S kabak bastısı, H a fif
şır davranış. 3. mecaz. K afa tutma; diklenme, fi? ateşte pişirilm iş sakız kabağı yemeği. || kabak (biri
kabadayılık etmek, Kabadayıca davranışta bu nin) başına patlamak, I. Başkalarının yo l açtığı
lunmak. bir işten zarar görmek. 2. Olay birçok kişiyi ilgi
kabag, [kab-ak] {eT} is. -*■ kabak. lendirdiği hâlde yalnızca bir kişi suçlu görülmek
kabah, [kapa-k] {ağız} is. 1. Göz kapağı. 2. Sırt. 3. veya cezalandırılmak.!! kabak çekirdeği, Balkaba-
Omuz. 4. Vücudun yanı. [DS] ğının çerez olarak yenilen tohumları,|| kabak çek
kabahat, -ti [Ar. lçubh (çirkinlik) > kabahat o=-L5] mek, argo. Esrar içmek.\\ kabak çevirmek, Esrarlı
(kaba:hat) {OsT} is. 1. Çevrece uygun görülmeyen sigarayı elden ele geçirerek sıra ile içmek. || kabak
davranış; çirkin ve yakışıksız davranış; suç; kusur; çıkmak, (Kavun, karpuz için) ham çıkmak; tatsız
töhmet. 2. D üşüncesizlik ve beceriksizlik sonucu çıkmak.\\ kabak çiçeği gibi açılmak, Utanma duy
ortaya çıkan, ağır olmayan suç. 3. huk. Ceza yasa gusunu ve çekingenliği üzerinden atarak aşırı dav
larının hafif sayılan hükümlerinin uygulandığı suç. ranışlarda bulunmak.\\ kabak doğramak, {ağız}
fi1 kabahat atmak, Yok yere suçlamak; iftira et- Yalan söylemek; abartmak. [DS]|| kabak dolması,
mek. || kabahat bende, K endini.suçlam a sözü. || ka İçi oyulmuş kabaklara pirinç veya bulgurla hazır
bahat bulm ak, E ksik ve kusur aram ak.|| kabahat lanan için doldurulması ile yapılan bir dolma ye-
etmek, Kabahat sayılacak bir eylemde bulunmak; meği. || kabak dolm ası gibi, 1. H oşa gitmeyen;
hata yapmak; kusur işlemek. || kabahati yüklem ek, zevksiz; tatsız; yavan. 2. (Baş için) saçsız; çıplak.\\
işlenm iş olan bir suçu, ilgisi olmayan birinin üze kabak gibi, 1. Saçsız, tüysüz; çıplak. 2. (Kavun,
rine atmak; başkasını suçlu göstermek; iftira et karpuz için) ham; tatsız. 3. (Olay ve durum için)
mek. açıkça belli olan; hemen görülebilen; meydanda;
kabahatli, [kabahat-li] sf. Bir suç veya kusurdan so besbelli. || kabak kafalı, 1. Saçları dökülmüş; daz
rum lu tutulan; kabahat işlemiş olan; kusurlu; suçlu; lak. 2. Başını ustura y a da tıraş makinesi ile tıraş
hatalı. ettirmiş olan. || kabak kalleşi, {ağız} Pekmezle ya p ı
KAB 0IİİH IliRtiCt SÖEbÛK• 2304
lan kabak tatlısı. [DS]|| kabak kalyesi, Etli, sulu tırmanıcı bir bitki; loğusa otu; loğusa çiçeği; yılan
kabak yemeği. || kabak meltemi, M ayısta esen rüz otu; zeravent, (Aristolochia)
gâr. || kabak meydanı, İmparatorluk döneminde ok kabal', [kapa-mak > kaba-m ak > kaba-1] {eT} is. M u
atılan ve o k atma yarışlarının düzenlendiği mey- hasara; abluka; ihata. [Nevâyî]
dan.|| kabak nohut, {ağız} İri nohut. [DS]|| kabak kabal2, [kabal] {ağız} is. Tef. [DS]
patlatmak, {ağız} Saklambaç oyununda ebeyi alda
kabal3, [Ar. kabâl JL i] {ağız} is. -*■ kabala1. [DS]
tıp yeniden ebe olmasını sağlamak. [DS]|| kabak
tadı, mecaz. Beğenilmeyen, bıkkınlık veren durum. \\ kabala1, [Ar. kabâl / kabâle JLâ A)M] {OsT} is. 1. Bir
kabak tadı vermek, Sıkıcı duruma gelm ek; bıktı şeyi toptan ve götürü alma usulü; götürü, toptan
rıp usandırmak,]] kabak tas, {ağız} Büyük çorba alışveriş, {ağız} (aynı) [DS] 2. huk. Kadı tarafından
tası. [DS]|| kabak tatlısı, Tatlıcı kabağından ya p ı verilen hüccet, S1 kabala almak, i. Toptan almak.
lan bir tür tatlı, || kabak terazi, 1. Su deposunun 2. Pazarlık ederek topunu almak.\\ kabala pazarı,
yuvarlak musluğu. 2. Eskiden sıvı ölçmekte kullanı {ağız} Ölçü ve tartı kullanılmadan alışveriş yapılan
lan armudumsu bir tür ölçek. || kabak yavruları, pazar. [DS]|| kabala pazarlık, İnce ayrıntılarına
B ir sene içinde ikinci defa doğan kedi yavruları. kadar inmeden toptan pazarlık.\\ kabala vermek,
kabak2, [kap-mak (sıkıca örtmek, tıkamak, kapamak) {ağız} B ir işi yapacak olan işçi veya ustaya toptan
> kab-ak] {eT} is. Kızlık; bekâret. [ETY] vermek. [DS]
kabak3, [kabak] is. 1. Karşı; ön; ön taraf; ön yüz. kabala2, [İbr. kabbâlâh (alınmış şeyler)] (kaba 'la) is.
{ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Yamaç; h afif yokuş. [DS] 1. Yahudilikte, yazılı olarak gelen İlahî buyrukların
3. {ağız} Kafatası. [DS] 4. {ağız} Alın. [DS] S1 kaba yanında, geleneksel olarak ağızdan ağıza aktarılan,
ğına gelmek, Karşı karşıya gelmek; karşılaşmak; İbranî felsefesi ve efsaneleri ile karışmış dinî buy
karşısında durmak. ruklar; Yahudi tasavvufu. 2. Tabiatüstü varlıklarla
kabak4, [kabak] {ağız} is. Çocuk oyunlarında sayı. ilişki kurm a sanatı. 3. M istik işaretlerin yorumu. 4.
[DS] Bir öğreti taraftarlarının tümü. 5. mecaz. Aynı
kabak3, [kabak] {ağız} is. 1. Ekin demeti yığını. 2. amacı güden kişilerin komplo, koalisyon gibi gizli
Topluluk. [DS] oyunları. 6. ed. Bir eserin başarısını sağlamak veya
kabak6, [kabak] {ağız} is. dnz. Yelken halatlarını ger engellemek için çevrilen dolaplar.
m ek için kullanılan üç delikli ağaç. [DS] kabala3, [kaba-la] {ağız} is. 1. Ölçeğin dolduktan
kabakçı, [kabak-çı] is. 1. Kabak yetiştiren ve satan sonra da üzerine dökülünceye kadar yığılı olması;
kimse. 2. Eskiden donanmaya yeni katılm ış olan tepeleme. 2. Kolay. [DS]
erlere verilen ad. 3. {ağız} Vergi toplayan görevli. kabalacı1, [kabala'-cı] is. Toptan, götürü alış veriş
[DS]
yapan kimse.
kabakgiller, [kabak-gil-ler] is. bot. Y atık ve sürün
kabalacı2, [kabala2-cı] is. Kabala biliminde derin
gen saplı, almaşık yapraklı, dallı ve sülüksü bitişik
leşmiş olan kimse; kabalist,
taç yapraklı bir eşeyli çiçekli bitkiler familyası,
(Cucurbitaceae). kabaladan, [kabalamdan] {ağız} zf. Sormadan; izin
almadan. [DS]
kabaklam ak, [kabak-la-mak] gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor]
1. Bir ağacı gençleştirmek amacıyla yalnızca göv kabalak', -ğı [kaba-la-k] is. 1. {eAT} {OsT} Birinci
desi kalacak şekilde dallarını tamamen budamak. 2. Dünya Savaşında Türk ordusunda kullanılmış olan
A ğacı aşılamak, bir tür başlık, {ağız} (aym) [DS] 2. {ağız} Çobanların
kabaklayı, [kabak-la-yı] zf. Yukarı doğru. giydiği kepenek. [DS] 3. {ağız} Saçsız baş. [DS] 4.
{ağız} Tepe. [DS]
kabaklık1, [kabak-lık] {eT} is. Kabak tarlası; kabak
biten yer. [DLT] kabalak2, [kaba-la-k] is. 1. {ağız} Davarların yattığı
kabaklık2, [kabak-lık] is. 1. Kabak olm a durumu. 2. yerlerde biten yenilebilir bir tür mantar. [DS] 2. bot.
(Kavun, karpuz için) ham ve tatsız olma; hamlık. 3. Çok yıllık, rizomlu, yapraklarının altı yünlü gibi ve
Dazlaklık. 4. mecaz. Görgüsüzlük; kabalık, beyaz tüylü, sarı çiçekleri ilk baharda yapraklardan
kabakulak, -ğı [kaba+kulak] is. 1. tıp. Myxovirus önce çıkan, yaprakları yem ek olarak sarma yap
parotidis virüsünün yol açtığı özellikle kulak altı makta ve göğüs yumuşatıcı olarak halk hekim li
bezlerinin iltihaplanması ile meydana gelen, yangı ğinde kullanılan otsu bir bitki; deve şaplağı; deve
lı bulaşıcı hastalık. 2. Orta büyüklükte sapsız tütün tabam; lapaza, (Tussilago farfara). 3. {ağız} Pala
yaprağı. 3. Kıl uzunluğu ve verimi yüksek olan bir m ut meyvesi. [DS] 4. {ağız} Arpacık soğanı. [DS] 5.
tür keçi ırkı. S kabakulak olmak, Kabakulak has {ağız} İki yıllık soğanın dikilmesi ile üretilen yeşil
talığına yakalanmak]] kabakulak otu, bot. İki çe- soğan. [DS] 6. {ağız} Tohum veren erkek soğan.
neklilerden, çiçekleri pipo görünümünde ve koyu [DS] 7. Toprak testi. 8. Dağın tepesi. S kabalak
kahverengi, pis kokulu, yaprakları kap biçiminde, soğan, {ağız} Baş soğan. [DS]
bazı türlerinin kökleri halk hekimliğinde kullanılan kabalak1, -ğı [kaba >kaba-la-mak > kaba-la-k] {ağız}
« M i t B Ü K . 2305 KAB
sf. İri; büyük. [DS] S1 kabalak leblebi, {ağız} Özel kabaltı', [kaba-l-t-mak > kabal-t-ı] {ağız} is. Ağırlığı
kavrulmuş, iri leblebi. [DS] az fakat kapladığı yer fazla olan eşya. [DS]
kabalaklanmak, [kaba-la-k-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. kabaltı2, [kab / kap + alt-ı] {ağız} is. Üstüne bina ya
[-ır] Büyümek; palazlanmak. [DS] pılan kemer altı. [DS]
kabalaklaşmak, [kaba-la-k-la-ş-mak] {ağız} dönşl. f. kabaltı3, [kapı+alt-ı] {ağız} is. Jandarma. [DS]
[-ır] 1. Büyümek; irileşmek. 2. Olgunlaşmak. [DS] kabama, [kapa-mak > kapa-ma] {ağız} is. Dizlere
kabalamak, [kaba-la-mak] gçl. f.[-r] [-l(ı)-yor] 1. kadar uzanan pamuklu hırka. [DS]
Kaba hâle getirmek; kabartmak. 2. Pam uk ve sa kaban1, [Ar. kaba1 > Lat. gabbano > Fr. çaban] is. 1.
man gibi nesneleri çuvala sıkıştırmadan koymak. 3.
Kalın kumaştan yapılmış, çift düğmeli, tayyör ya
{ağız} Bir işi gerektiği gibi iyi yapmamak. [DS] 4.
kalı, düz kollu, takm a cepli, uzun kruvaze ceket. 2.
{ağız} Tarlayı ikinci kez sürmek. [DS] 5. {ağız} Ele
Ceketten büyük, paltodan kısa, kukuletalı üst giye
geçirmek; sıkı tutmak. [DS] 6. {ağız} Kabarık koy
ceği.
mak; sıkıştırmamak. [DS]
kaban2, [kab > kab-an] {eT} is. Tabak; tepsi. [EUTS]
kabalaşma, [kaba-la-ş-ma] is. 1. Kaba duruma gel
kaban3, [Moğ. kaban] is. 1. {eT} Erkek yaban dom u
mek eylemi. 2. Kabalık etme,
zu. [Nevâyî] 2. {ağız} Azılı erkek domuz. [DS]
kabalaşmak, [kaba-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Kaba
kaban4, [Erme, kapan] {ağız} is. 1. Dik yokuş; bayır;
duruma gelmek. 2. mecaz. A hlak ve görgü kuralla
yüksek dağ yolu; uçurum; sarp. 2. Tepe; alçak tepe.
rına aykırı davranışta bulunmak; terbiyesizleşmek;
3. Derenin iki tarafındaki orman. [DS]
kabalık etmek,
kabanca, [kapa-mak > kapa-n-ca] {ağız} is. Çatıya
kabalaştırma, [kaba-la-ş-tır-ma] is. Kaba duruma
çıkılan merdivenin üstünü örten kapak. [DS]
getirmek eylemi,
kabaniçe, [Slav-Bulg. kabânica] is. -*■ kapaniçe.
kabalaştırm ak, [kaba-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır] Kaba
kabanlanm ak, [kaba-n-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-
duruma getirmek; kabarmasını sağlamak; kabalaş
ır] Birinin güdüm ve etkisi altına girmek. [DS]
masına neden olmak,
kabanhk, -ğı [kaban4-lık] {ağız} is. Taşlık ve tarıma
kabalayı, [kaba-la-y-ı] {ağız} zf. Üstünkörü. [DS]
elverişli olmayan arazi. [DS]
kabalcı, [Ar. kabâle => kabal-cı] is. 1. {ağız} Tarla
kabar, [kaba-r] is. 1. Kabarıklık. 2. {ağız} Su kabar
işlerinde götürü olarak çalışan çiftlik işçisi. [DS] 2.
cığı. [DS] 3. {ağız} Yanık vb. yüzünden kabarmış
Parça başm a iş yapan işçi. 3. Toptan mal satan tüc
cilt; yara. [DS] 4. {ağız} Süs eşyası. [DS] S kabar
car. 4. {ağız} Kira ile bağda oturan kimse. [DS]
kabar olmak, {eAT} {OsT} Yüzeyini kabarıklıklar
kabale, [Ar. kabâle *JUs] (kaba:le) {OsT} is. -*■ kaba kaplamış olmak; yüzeyi y e r y e r kabarmak.
la. kabara, [kaba-r-mak > kaba-r-a] is. 1. Ayakkabıların
kabalı, [kaba-lı] {ağız} is. Sac üzerinde yapılan kaim sağlamlığını artırmak ya da tutunmasını arttırarak
mayalı ekmek; bazlama. [DS] kaymasını önlemek amacıyla altına çakılan yuvar
kabalık1, -ğı [kaba-lık] is. 1. Kaba olan şeyin niteli lak, iri başlı, çıkıntılı çivi. 2. Düzgün kabartılar hâ
ği; kaba olm a durumu. 2. mecaz. Terbiye, nezaket linde sıra veya başka bir düzen içinde bakla ya da
ve incelik yoksunluğu; terbiyesizlik. 3. Uygunsuz yum urta biçiminde yapılmış yüzey süslemesi. 3.
söz ve davranış, t? kabalık etmek, K aba bir dav Dolap, koltuk, sandık gibi eşyaların üzerlerine ge
ranışta bulunmak; çirkin söz söylemek. çirilen kumaşları tutturmak ya da süslemek ama
kabalık2, -ğı [kaba-lık] {ağız} is. 1. Asm a çardağı. 2. cıyla kullanılmış iri ve yuvarlak başlı çiviler. 4.
K uyruk sokumunun üstü. 3. Kuzular için yeşil ola Çanta, kemer, at koşum takımları gibi deri ve köse
rak yedirilm ek üzere ekilmiş ekin. 4. Çatı ile duvar le işlerini süslemek amacıyla çakılmış iri ve yuvar
arasındaki yer. 5. Kalın eğrilmiş ip. [DS] lak başlı çiviler. 5. {ağız} Seyrek sakallı adam. [DS]
kabalist, [Fr. cabaliste] is. K abala bilim inde derin 6. {ağız} Bilezik. [DS] 7. {ağız} Küçük ambar. [DS]
leşmiş olan kimse; kabalacı, 8. {ağız} Kıvrık tüylü bir cins tavuk. [DS] 9. {ağız}
kaballama, [Ar. kabâl > kabal-la-ma] is. 1. K abal ile Uzun bacaklı bir çeşit kurbağa; kara kurbağası.
destekleme. 2. M aden ocaklarında açılan dehlizleri [DS] 10. {ağız} Toz. [DS] 11. {ağız} A tın ön bacakla
ağaçlarla sağlamlaştırma. 3. Y üksek bir tepe üzeri rındaki şişkinlik. [DS] 12. {ağız} Yel; gaz; osuruk.
ne yapılmış kale veya şatonun bulunduğu zeminin [DS] ö kabara atmak, {ağız} Yellenmek; gaz çı
kaymaması için yapılan isnat duvarı. karmak. [DS]
kaballam ak1, [Ar. kabâl > kabal-la-mak] gçl. f. [-r] kabaracı, [kabar-a-cı] is. 1. Eskiden kadife ve çuha
[-l(ı)-yor] H üccet ile desteklemek. üzerine altın ve gümüş kabaralarla süs yapan usta
lara verilen isim. 2. {ağız} Sık sık yellenen ve bunu
kaballamak2, [Ar. kabâl > kabal-la-mak] {ağız} gçl.
alışkanlık edinmiş kirnse. [DS]
f M [-l(ı)-yor] Bir şeyi teferruatı ile birlikte götü
rü satmak. kabarak, -ğı [kabar-ak] {ağız} is. Sel. [DS]
KAB o r u M I i l i C E S D M • 2306
k a b a ra lı, [kaba-r-a-lı] sf. 1. Kabara çakılmış bulu vilce. [DS] S kabarığını sıdırmak, {ağız} Öfkesini
nan; kabara bulunan. 2. K abara ile süslü olan, almak. [DS]|| kabarık deniz, coğ. Gelgit durumun
k a b a ra m , [kabar-a-m] {ağızj is. Üzüntüden oluşan da sular kabardığı zam anki denizin durumu.
ruh hastalığı; delilik. [DS] kabarıklık, -ğı [kaba-r-ık-lık] is. 1. K abarık olma
k a b a ra m a , [kabar-a-ma] {ağız} is. Hindi. [DS] durumu; şişkinlik; tümseklik. 2. tıp. Deri üzerinde
k a b a ra n , [kabar-mak > kabar-an] {ağız} is. 1. Soda; ki küçük şişlik,
karbonat. 2. Kalbur; elek. [DS] kabarış, [kaba-r-ış] is. K abarma eylemi veya biçimi,
kabarcaklığ, [*kabar-çak-lıg] jeT} is. -*■ kabarçak. kabarlam a, [kaba-r-la-ma] {ağız} is. Gevşek doldu
kabarcık, -ğı [kaba-r-cık] is. 1. Kaynayan ya da bir rulan çuval. [DS]
yerden dökülen sıvı içinde ve yüzeyinde oluşan içi kabarlam ak, [kaba-r-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
hava ya da gaz dolu küçük kürecik. 2. Dışı sıvı yor) Birisine kafa tutmak; horozlanmak. [DS]
zardan oluşmuş atmosferde askıda kalabilen küre kabarma, [kaba-r-ma] is. 1. K abarık hâle gelme;
cik. 3. {OsT} V ücutta meydana gelen içi sıvı dolu kabarm ak eylemi. 2. Çoğalma; fazlalaşma; birik
küçük şişlikler; yanıkara; şarbon. 4. Ergitilerek dö me. 3. mecaz. Büyüklük taslama; kendini üstün
külen cam, metal vb. gibi şeylerde kalm ış olan gaz görme. 4. mecaz. Diklenme; kafa tutma. 5. A y ve
küreciklerinin meydana getirdiği küçük boşluklar. G üneş’in çekim etkisi ile deniz yüzeyinin yüksel
5. {ağız} İnce kabuklu, beyaz ve yuvarlak taneli, mesi; met. 6. Hamurun maya etkisi ile şişmesi, içi
gevrek bir tür üzüm. [DS] 6. {ağız} -*■ kabarcık otu. nin gözeneklerle dolması.
[DS] S kabarcık otu, {ağız} H alk hekimliğinde kabarm ak1, [kaba-r-mak] gçsz. f. [-ır] 1. Ağırlığı
romatizmaya karşı kullanılan soğan köklü, parla k artmadan hacmi genişlemek, büyümek; şişmek.
y e şil yapraklı, beyaz çiçek açan bir bitki. [DS] {eT} {eAT} (aynı) [DLT] [DK] 2. (Kaynayan sıvılar
kabarcıklanma, [kaba-r-cık-la-n-ma] is. İçinde veya için) taşm aya yüz tutmak; yükselmek. 3. (Vücut
yüzeyinde kabarcıklar oluşma, için) cilt üzerinde kabarcıklar oluşmak; şişmek. 4.
kabarcıklanmak, [kaba-r-cık-la-n-mak] dönşl. f. [- (Sayılabilen nesneler için) sayısı artmak; çoğal
ır] İçinde veya yüzeyinde kabarcıklar oluşmak, mak; beklenenden fazla olmak; niceliği artmak. 5.
kabarcıklaşma, [kaba-r-cık-la-ş-ma] is. 1. K abarcık (Hayvanlar için) tüyleri dikelmek; tüyleri diken
hâline gelme. 2. Düzgün küremsi kabarıklıklar o- diken olmak. 6. (Deniz için) büyük dalgalar oluş
luşturan döküm özrü, mak; dalgalanmak; coşmak. 7. (Kumaş için) iplik
kabarcıklaşmak, [kaba-r-cık-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] leri belirmek; tüylenmek; havlanmak. 8. (Sıva, ba
K abarcık hâline gelmek, dana, boya vb. için) su veya nem etkisi ile dökül
kabarcıklı, [kaba-r-cık-lı] sf. 1. Kabarcıkları olan. 2. meye yüz tutmak; yüzeyden ayrılmak; kabarıklık
{ağız} is. İri damlalı yağmur. [DS] 3. {ağız} Sık fakat oluşturmak. 9. (M ide için) bulanmak. 10. (Toprak
küçük damlalar hâlinde yağan yağmur. [DS] B ka için) tava gelmek; yumuşamak. 11. (Duygular için)
barcıklı düzeç, İçinde hava kabarcığı bırakılmış önlenem ez olmak; artmak; coşmak. 12. (Kir için)
su dolu bir cam silindir ve düzgün bir yataktan olu yumuşamak; kolay tem izlenecek hâle gelmek. 13.
şan, yüzeylerin yataylığını belirlemeye yarayan (Hamur için) mayanın etkisi ile içinde gaz kabar
alet; su terazisi; tesviye ruhu. cıkları oluşarak şişmek. 14. mecaz. (Kişi için) ger
kabarcıksı, [kaba-r-cık-sı] sf. K abarcık gibi olan; çekte olan veya kendisinin gerçek sandığı durum
kabarcığa benzeyen, lardan dolayı gurura kapılmak; öğünmek; böbür
kabarçak, [kaba-r-çak / kabır-çak / kabırçık] {eT} is. lenmek. {ağız} (aynı) [DS] 15. mecaz. (Birine karşı)
1. Sivilce; kabarcık. [Clauson] 2. Balık pulu. [Cla- saldırgan durum almak; karşı gelmek; öfkelenmek;
uson] 3. Tabut. [Clauson] diklenmek; kafa tutmak; horozlanmak; kabadayılık
kabare, [Fr. cabaret] is. 1. tiy. Hem içki içilen hem yapmak, {ağız} (aynı) [DS] S kabara kabara, 1.
de dans edilen, m üzik dinlenilen ve değişik türde Git gide kabararak; coşarak. 2. mecaz. Böbürlene
gösterilerin yapıldığı eğlence yeri. 2. M eyhane. 3. rek; gururlanarak.
K üçük tiyatro. S kabare tiyatrosu, tiy. Güncel kabarm ak2, [kab-ar-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] Kapalı
konuların ele alındığı, iğneleyici, yerici, taşlayıcı olmak. [Clauson]
gösterilerin yapıldığı küçük tiyatro. kabart, [Ar. kabahat] {ağız} is. Suç. [DS]
kabargan, [kaba-r-ğân] (kabarga:n) {eT} is. Vücutta Kabartayca, [Kabartay-ca] is. Kabartayların konuş
kaşınm a ve sıcak yüzünden çıkan kabartı; sivilce. tuğu, Çerkezce’nin bir kolunu oluşturan Kuzey-
[DLT] Batı Kafkas dili,
kabargıç, -cı [kabar-mak > kabar-gıç] {ağız} is. Ol kabartgan, [kab-ar-t-gan] {eT} sf. Kabartan; şişiren;
mam ış incir. [DS] abartan. [DLT]
kabarık, -ğı [kaba-r-ık] sf. 1. Kabarmış olan. 2. K ü kabartı, [kaba-r-tı] is. Kabarmış olan yer; küçük çı
çük çıkıntısı olan; tümsekli. 3. {ağız} is. Şişmiş si kıntı; kabarıklık; tümsek.
h e h k e h • 2307 KAB
kabartıcı, [kaba-r-t-ıcı] sf. 1. Kabarmayı sağlayan; kabayih, [Ar. kabıha (çirkin şey) > kabayih / kaba’ih
kabartan. 2. (M adde için) pastacılıkta, çırpıldığı
^sU] (kaba:yih) {OsT} is. Çirkin davranışlar; kaba
zaman karışımın içine hava kabarcıkları doluşarak
hafiflemesini sağlamak amacıyla konulan yumurta hatler; suçlar,
akı, jelatin, kazein vb. 3. Poliüretan ürünleri üreti kabban, [Far. kepân / keppân > Ar. kabbân jLâ]
minde gözenekleşmeyi sağlayan; gözenekleştirici. (kabba:n) {OsT} is. Büyük miktardaki yükleri tart
4. Kabartı oluşturan, mak için kullanılan büyük çeki; baskül; kapan,
kabartılı, [kaba-r-tı-lı] sf. 1. Kabartısı olan. 2. Belir kabbar, [Yun. kapparis] {ağız} is.-* kapari. [DS]
gin. kabbi, [? kabbi] {ağız} is. Hıyar, kavun, karpuz to
kabartlak1, -ğı [kaba-r-t-la-k] is. {ağız} is. 1. O lm a hum u ekilen çukur; ocak. [DS]
mış incir. 2. Mayalı hamurdan yapılm a bir tür tatlı. kabçuk, [eT. kâb > kab-çuk] {eT} is. Küçük kap;
[DS] küçük torba; kese,
kabartlak2, -ğı [kaba-r-t-la-k] {ağız} sf. (Ölçeğe dol
kabda, [? kabda] {ağız} is. Harmanda tahıl toplamak
durulan un vb. için) sıkıştırmadan; gevşek. [DS]
ta kullanılan araç; sıyırgı. [DS]
kabartlama, [kaba-r-t-la-ma] {ağız} is. 1. Kılları
Kâbe, [Ar. k â'be <**£] (kâ:be) {OsT} is. 1. Küp biçi
kabaca yolunm uş koyun ve keçi derisi. 2. Saçta ya
pılan bir tür mayalı ekmek. 3. Olmamış incir. 4. kü mindeki her şey. 2. M üslümanların hacı olabilmek
çük yastık; köşe yastığı. [DS] için tavaf ettikleri ve namaz kılarken yöneldikleri
kabartma, [kaba-r-t-ma] is. 1. Kabarık durum a ge M ekke şehrindeki Harem-i Ş e rifin ortasında yer
tirme. 2. Düz yüzeyler üzerinde değişik yükseklikte alan kutsal bina; Beytullah. 3. mecaz. Kutsal sayı
kabartılar meydana getirerek elde edilen süs öğesi lan yer; ülkü, fi1 K abe’den dönmek, H ac 'dan dön
ya da böyle öğesi bulunan eser. 3. Taş, alçı, kil gibi mek; hacı olmuş bulunmak.\\ K â ’be-i cân, {OsT} 1.
işlenebilir gereçleri girintili çıkıntılı biçimlerde iş B ir kimsenin hayatının amacı. 2. A llah.|| K â ’be-i
leyerek yapılmış eser; rölyef. 4. Yüksekliklerin çı ikbâl, {OsT} B ir kimseye hoş ve güzel görünen yer.\\
kıntı, derinliklerin de girinti biçiminde düzenlendi K â’be-i muazzama, {OsT} Ulu K âbe.|| K â’be-i
ği resim, fotoğraf, harita veya yazı. 5. {ağız} Ol mükerreme, {OsT} Büyük, yü ce Kâbe.|| K â’be-rev,
mam ış incir. [DS] 6. sf. Kabartılarak yapılmış olan. {OsT} Kâbe ziyaretinde bulunan kimse; Kâbe yol-
fi1 kabartma tozu, H amurun kabarmasını sağla cusu. || K â’betfi’l-âmâl, {OsT} İstek ve arzuların
yan genellikle pastacılıkta kullanılan sodyum bi yöneldiği şey; amaç edinilen şey.|| K â ’bettt’l-uş-
karbonat. şâk, {OsT} Âşıkların kâbesi; Mevlana Celaleddin-i
kabartmak, [eT. kab-ar-t-mak] gçl. f. [-ır] 1. Ka R u m î’nin K o n ya ’daki türbesi.\\ K abe’ye gitmek,
barmasını sağlamak; kabarık duruma getirmek; ka H acca gitmek,
barm asına yol açmak. {eT} (aynı) [DLT] 2. Toprağı kabel, [Yun. kopil] {ağız} is. Köpek yavrusu. [DS]
uygun araçlarla işleyerek tarım a elverişli duruma kaberli, [? kaber > kaber-li] {ağız} sf. Değerli; pahalı.
getirmek. 3. (Sayılabilir nesneler için) sayısını ar [DS]
tırmak; çoğaltmak; fazlalaştırmak. 4. {eT} Şişirt kabartleme, [kabamak > kabar-t-la-ma] {ağız} is.
mek; abartmak; atmak, {ağız} (aynı) [DLT] [DS] 5. Y ağda kızartılmış ekmek. [DS]
{ağız} Coşturmak; kışkırtmak. [DS] kabes, [Ar. kabes j - j ] {OsT} is. Parlak kor; köz.
kabaruk, -ğu [kabar-uk ?] {ağız} is. Söylem ek iste kabeş, [kaba-ş] {ağız} sf. -*■ kabaş. [DS]
nen söz; amaç. [DS]
kâbet, [Ar. kâbet cols'] (kâbet) {OsT} is. Istıraplı ve
kabaş, [kaba-ş] is. 1. Boynuzsuz hayvan. 2. {ağız}
Dalsız budaksız ağaç. [DS] 3. sf. Saçı olmayan; kel. kederli olma.
{ağız} (aynı) [DS] 4. {ağız} Çok şişman. [DS] ö Kâbeteyn, [Ar. ka'bet-eyn u * * ^] (kâ:beteyn) {OsT}
kabaş koyun, {ağız} Boynuzu çıkmayan koyun; ka is. İki Kâbe; M ekke şehrindeki Kâbe ile Kudüs
bak koyun. [DS] şehrindeki M escid-i A ksa’nın birlikte söylenen adı.
kabaşuk, -ğu [kaba-ş-mak > kaba-ş-uk] {ağız} sf. kabetm ek, [? kâb+et-mek] {ağız} gçsz. f. [-(d)-er]
Ortak. S kabaşuk olmak, {ağız} Hayvanlara yarı Konuşmak. [DS]
yarıya ortak olmak. [DS]
Kâbetullah, [Ar. ka‘betü’-llâh i* ^ ] (kâ:betul-
kabataslak, -ğı [kaba+tas-la-k] is. Ayrıntılara inm e
la:h) {OsT} is. A llah’ın K âbe’si; K âbe’ye verilen
den; ana çizgileri ile; şöyle böyle; tahminen,
bir diğer ad.
kabat, [kaba > lcaba-t] {ağız} sf. Kaba. [DS]
Kâbeyolu, [Ar. ka'be + T. yol-u] {ağız} is. Samanyo
Kabati, [Ar. kıbtl > kabâtı ^ L s ] (kaba.ti:, t kalın
lu. [DS]
söylenir) {OsT} is. Çingeneler,
kabga, [kab-ga] {ağız} is. Yonga. [DS]
kabatlama, [kaba > kaba-t-la-ma] {ağız} zf. (Pamuk,
kabı, [kap-ı > kab-ı] {ağız} is. Kapı. [DS]
sam an vb. yığını için) kabarık olarak; kaba. [DS]
KAB O lie iiiIÇ E M • 2308
k abıcak, -ğı [kab-(ı)-cak] {ağız} is. Tahta veya mu k abız3, [? kapuz] {ağız} is. -* kapuz. [DS]
kavva kutu. [DS] k ab ıza, [Ar. kâbıza UaLa] (ka;bıza:) {OsT} is. anat.
k abık, -ğı [kab-uk] {ağız} is. -*■ kabık. [DS]
Oynak kem ikler arasındaki açıklığı azaltan, geniş
k abıklı, [kabuk-lu] {ağız} sf. 1. (Erkek için) sünnet leten kaslar.
olmamış. [DS] 2. Hileci; dolanct. S1 k ab ık lı keler,
k ab ızık m ak , [Ar. kabz => kabız-ık-mak] {ağız} gçsz.
{ağız} Kertenkele. [DS]
f [~(ğ)-lr] Kabız olmak; peklik çekmek. [DS]
k ab ılak , -ğı [kaba-la-k] {ağız} is. Bir iki yıllık soğan;
kabızlık, -ğı [kabız-lık] is. Kabız olm a durumu;
eski soğan. [DS]
dışkının uzun süre bağırsaklarda tutulması ile baş
k abıllaraak, [kaba-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)- gösteren, dışkıyı dışarı atm ada çekilen güçlük; pek
yor] Biraz doymak. [DS] lik. ö k ab ızlık y a p m ak , Pekliğe sebep olmak;
k ab ın , [Çin. chia (kıza verilen) + pen (ana para) => kabızlığa uğratmak.
kabın] {eT} is. 1. B ir vergi adı. [EUTS] 2. Başlık
k ab ih , [Ar. kubh (çirkinlik) > kabıh / kabîha /
parası; kalın. [Clauson] 3. {ağız} sf. Çok pahalı. [DS]
k abınım , [kabm-ım ?] {ağız} sf. Sabırsız. [DS] (kabi:h) {OsT} sf. 1. Çirkin; iğrenç; kötü. 2.
k a b ıra , [kaba-r-a] {ağız} is. -*■ kabara. [DS] Yakışıksız, uygunsuz davranış, fi1 k a b îh ü ’l-vech,
k ab ırcak , -ğı [eT. kab-ır-çak] {ağız} is. Tabut. [DS] {OsT} Çirkin yüz.
k ab ırcık , -ğı [kab-ır-cık] {ağız} is. 1. M ısır yaprağı. k a b ih a, [Ar. kubh (çirkinlik) > kabîha - t ^ i] (ka-
2. Gelincik yaprağı. [DS] bi. ha) {OsT} is. Yakışık almayan, çirkin davranış.
k ab ırçak , -ğı [kab-ır-çak] is. 1. {eT} Tabut. [DLT] 2.
k a b il1, [Ar. kabl > kabîl J-^i] (kabi:l) {OsT} is. 1.
{ağız} Karın sertleşmiş olan üst tabakası. [DS]
Cins; tür; sınıf; çeşit. 2. zf. Türlü; gibi; benzer. 3.
k ab ırg a, [Moğ. kabirğa] {ağız} is. 1. Kağnının üzeri
Biraz önce; az evvel.
ne konulan örtüyü tutturmaya yarayan ağaçlar. 2.
Semerin iki kaşı arasındaki ağaçlar. [DS] k ab il2, [Ar. kabül > kâbil JjIS] (ka:bil) {OsT} sf. 1.
k a b ırk a , [kaburga] {ağız} is. Kuzu dolması. [DS] Kabul eden; kabul edici. 2. Olabilir; mümkün; ola
k a b ış1, [kaba-ş > kabış] {ağız} is. 1. Boynuzsuz hay naklı. 3. Yetenekli; yetişebilir; istidatlı. 4. is. tıp.
van. 2. sf. (Kişi için) kel. [DS] D oğum yaptıran erkek tabip. B kâb il-i afv, {OsT}
k ab ış2, [kapı+iş > kabış ?] {ağız} is. Hizmetçi kız. Bağışlanabilir; affedilebilir olan. || kâb il-i aks,
[DS] {OsT} fiz. Değiştirilebilir; evrinir; tersinir.\\ kâbil-i
k abışm ak, [ka-mak (eklemek; yığm ak) > ka-b-mak > eki, {OsT} Yenebilir.|| kâbil-i em ân et, {OsT} Em a
ka-b-(ı)ş-m ak / ka-w-(ı)ş-mak / ka-b-(u)ş-mak / ka- net edilebilir kim se.|| kâbil-i feyz-i safa, {OsT} N e
w-(u)ş-mak] {eT} işteş, f. [-ur] 1. Birbirini sıkmak; şenin feyzin i kabul eden. || kâbil-i h am i, {OsT}
kucaklaşmak. [İKPÖy.] [ETY] 2. Kavuşmak; buluş mant. Yüklemleşir, {Fr.}predicable.\\ kâbil-i h itâb ,
mak. [İKPÖy.] [ETY] 3. Karşılaşmak. [İKPÖy.] [ETY] {OsT} Kendisiyle konuşulabilir, sohbet edilebilir
4. B ir araya gelmek; toplanmak; birleşmek. [İKP kimse; söz anlar. || kâb il-i hazf, {OsT} Kaldırılabi
Öy.] [ETY] lir.|| kâb il-i icrâ, {OsT} Yapılabilir; uygulanabilir.\\
k âb il-i id râ k , {OsT} Algılanabilir. || k âbil-i inhilal,
k a b ız ', [Ar. kabz > kâbız j ^ ] (ka;bız) {OsT} sf. 1.
{OsT} kim. Eriyebilir; erir.|| kâbil-i in h in â, {OsT}
A lan; alıcı; elde tutan. 2. (Sinir ve kas için) sıkan; Eğilip bükülebilir.\\ kâb il-i inkısam , {OsT} Bölüne
çeken. 3. Peklik veren. 4. (Yazar için) pek verimli bilir'.|| k âb il-i in k isâ r, {OsT} Kırılabilir; kırılması
olmayan; az eser veren; az yazan. S k âbız-ı e r
mümkün olan.|| kâb il-i inkişâf, {OsT} mat. Açılımı
v ah , {OsT} Ruhları alan; Azrail.\\ k âbız-ı m âl,
yapılabilir,|[ kâb il-i in tik al, {OsT} Aktarılabilir;
{OsT} 1. V akıf mallarının gelirlerini toplayan. 2. devredilebilir.|| kâb il-i ircâ, {OsT} kim. İndirgene-
Tahsildar. 3. Meyve, sebze yetiştiricileri ile manav bilir.\\ k âb il-i istifade, {OsT} 1. Yararlanılabilir;
lar arasında aracılık eden kimse; kabzımal. kullanılabilir. 2. Yeterlikli ve becerikli kimse. || k â
k ab ız2, -zı [Ar. kabz {OsT} is. 1. Dışkıyı boşalt bil-i istînâf, {OsT} huk. İstin a f yoluna gidilebilir.^
m a güçlüğü; dışarı çıkma güçlüğü; peklik. 2. Elle kâb il-i iştik âk , {OsT} mat. Diferansiyellenebilir.\\
tutma; kavrama. 3. Teslim alma; kabul etme. 4. Ru kâb il-i i ’tirâ z , {OsT} İtiraz edilebilir.|| kâbil-i izâ
hun teslim alınması; ölme. 5. huk. Bir şeyin zilyet le, {OsT} Giderilmesi mümkün olan.|| k âbil-i kabiil,
liğini kazanma. 6. tasvf. Tasavvuf ehlinin gönlüne {OsT} K abul edilebilir.\\ kâbil-i kısm et, {OsT} Tak
doğan terk edilme korkusunun çok ağır bastığı sı sim edilebilir.|| kâb il-i nüffiz, {OsT} biy. Geçirim-
kıntılı durum. 7. ed. Aruz kalıplarından mefaîlün li.|| k âbil-i rücD, {OsT} man. Geri çevrilebilir; ter
kalıbını mefailün biçimine sokmak, fi1 k ab ız et sinir; kaziye. || kâb il-i seyr tt sefer, {OsT} Deniz
m ek, Almak; ele geçirmek. || kabız olm ak, Dışkıyı taşıtlarının işlemesine elverişli. || kâbil-i sttknâ,
boşaltma güçlüğü çekmek. || kabz ü b ast, {OsT} D a {OsT} Oturulabilir; yerleşim e uygun.\\ kâbil-i
ralıp genişleme; kapanıp açılma. ta â k k ü l, {OsT} Kavranabilir; anlaşılır.|| kâbil-i ta-
ı l ı t rıiict s i l i . 2309 KAB
hakkuk, {OsT} Gerçekleşebilir.\\ kâbil-i tahallttl, Uyarılganlık.\\ kabiliyet sahibi, Yetenekli kimse;
{OsT} kim. Ayrışabilir.\\ kâbil-i taham m uz, {OsT} bir yeteneğe sahip olan kişi.
kim. Oksitlenebilir,|| kâbil-i taham m ül, {OsT} D a kabiliyetli, [kabiliyet-li] (ka:biliyetli) sf. Kabiliyeti
yanılabilir; katlanılabilir; tahammül edilebilir.\\ olan; yetenekli; becerikli,
kâbil-i taham uz, {OsT} kim. Oksitlenir.|| kâbil-i kabiliyetsiz, [kabiliyet-siz] (ka:biliyetsiz) sf. K abili
tahayyül, {OsT} H ayal edilebilir; düşünülen; hatı yeti olmayan; kendisinde olağan olarak bulunması
ra gelen.|| kâbil-i tahkik, {OsT} Araştırılabilir; in gereken yetenekler olmayan; yeteneksiz; becerik
celenebilir\|| kâbil-i tatbik, {OsT} Uygulanabilir; siz.
tatbik edilebilir.\\ kâbil-i tecviz, {OsT} h in verilebi
kabiliyetsizlik, -ği [kabiliyet-siz-lik] is. Kabiliyetsiz
lir nitelikte olan.|| kâbil-i te’lif, {OsT} Uyuşabilen;
olm a durumu; yeteneksizlik,
bağdaşan.|| kâbil-i telkin, {OsT} Telkin edilebilir.||
kâbil-i temyiz, {OsT} huk. Temyiz edilebilir,|| kâ kabin', [Far. kâbin jolS"] (ka.bin) {OsT} is. Evlenme
bil-i tenbîh, {OsT} Uyarılgan.\\ kabil olm ak, {OsT} töreninde, miktarı bir kurulca belirlenen ve erkeğin
Mümkün olmak; imkân dahilinde bulunmak. kadına verm ek zorunda olduğu para; milır-i m u
kabile', [Ar. kabil > kabile alU] (ka:bile) {OsT} is. accel; ağırlık; başlık.
Ebe. kabin2, [İng. cabin / Fr. cabine] is. 1. Küçük, kapalı
özel bölme; küçük oda; odacık. 2. Plajlarda küçük
kabile2, [Ar. kabl (benimseme) > kabile -tl-s] (ka-
soyunma, giyinme odası. 3. Gemilerde kamara. 4.
bi;le) {OsT} is. 1. sosy. Aynı bölgede, ortak bir top Uçaklarda pilot ve yardımcı pilotun bulunduğu,
lumsal düzen içinde yaşayan ve aynı soydan gelen uçağın kullanımı ile ilgili cihazların bulunduğu ka
ailelerin oluşturduğu sosyal topluluk; boy; uruk. 2. palı bölüm.
bot. Oymak, ö kabile reisi, Kabilenin yöneticisi
kabin3, [Ar. kabâ5 > Lat. gabbano > Fr. çaban] {ağız}
olan kimse. || kabile sistemi, K abile hâlinde ya şa
ma ve yönetilm e düzeni. is. Kürk; gocuk; yağmurluk, kaban. [DS]
kabilecilik, -ği [kabile-ci-lik] (kabi. lecilik) is. Kabi kabine, [Fr. cabinet] is. 1. -► kabin2. 2. Küçük oda;
leye dayanan toplumsal örgütlenme, muayenehane. 3. huk. siy. Bakanlar kurulu. ® ka
bine buhranı, Bakanlar kurulunun çekilme veya
kabiliyat, [Ar. kâbiliyyet > kâbiliyyât oLJbls] (ka:bi-
düşmesi sonunda yen i bakanlar kurulunun kurula
liya;t) {OsT} is. Yetenekler; kabiliyetler, maması güçlüğünün yarattığı karışıklık ve boşluk.
kabiliyet, [Ar. kâbil > kâbiliyyet oJLli] (ka.biliyet) kabineto, [İt. gabinetto] is. 1. Bakanlar kurulu. 2.
{OsT} is. 1. Yapabilirlik; kabul edilirlik. 2. Bir kim Gemilerde kamara,
sede, bir şey yaparken ortaya çıkan, doğuştan gel kabinnik, -ği [Ar. ğâbin => kabin-lik] {ağız} is.
me veya sonradan edinilmiş özel eğilim; yetenek; Haksızlık. [DS]
yatkınlık; beceri; istidat. 3. B ir kimsenin herhangi
kabir', [Ar. kibr (büyüklenme) > kâbir (kâ:bir)
bir alanda gösterdiği başarı; başarm a gücü. 4. Ye
tenekli kimse ve onun yeteneği. 5. Herhangi bir {OsT} sf. 1. Büyük; ulu. 2. Yaşlı; ihtiyar.
organın işlevini yerine getirebilme gücü; hassa. S kabir2, -bri [Ar. kabr jjâ] {OsT} is. Batıdan doğuya
kâbiliyet-i ahz, {OsT} Alm a yeteneği.|| kâbiliyet-i ölünün boyu kadar, bir veya yarım boy derinliğin
aksiye, {OsT} Çevrilebilme, değiştirilme olanağı.|| de, ölünün gömüldüğü yer; mezar; sin. S kabir
kâbiliyet-i harbiye, {OsT} Savaş gücü; savaşma azabı, {OsT} Ölen kimsenin ruhunun bu dünyada
yeteneği.|| kâbiliyet-i hayât, {OsT} biy. Yaşarlık.|| iken işlediği günahlar karşında öbür dünyada çek
kâbiliyet-i icrâiye, {OsT} Uygulama olanağı.|| kâ tiği eziyet.\\ kabir azabı çekmek, Çok sıkıntı çek
biliyet-i incirâr, {OsT} fız. Bazı metallerin tel hâli mek; aşırı ölçüde üzüntü çekmek. || kabir suali,
ne gelebilm e özelliği. || kâbiliyet-i inhilâliye, {OsT} {OsT} 1. Kabre konulan kişiye M ünker ve Nekir
kim. Eriyebilir olm a özelliği. || kabiliyet-i inhina, adlı m elekler tarafından bu dünyada yaptıklarının
{OsT} fız. Eğilip bükülebilme özelliği.|| kâbiliyet-i hesabıyla ilgili sorular sorulması; sorguya çekil
inkısâm, {OsT} fiz. Bölünebilme özelliği.|| kâbili-
mesi. 2. mecaz. İçinden çıkılması güç, ayrıntılı ve
yet-i intikal, {OsT} Aktarılabilm e olanağı.\\ kâbiü-
usandırıcı sorgu; ahret suali.
yet-i istiâbiye, {OsT} (Gemi vb. için) Yük alabilme
kabircik, -ği [kabar-cık] {ağız} is. Şirpençe denilen
kapasitesi. || kâbiliyet-i taharrüş, {OsT} Uyarılma
çıban. [DS]
hassaslığı; duyarlılık.\\ kâbiliyet-i taksim , {OsT}
mat, Böliinebilme özelliği. || kâbiliyet-i tatarruk, kabise, [? kabise] {ağız} is. Kolay taşıyabilm ek için
{OsT} fiz. Metallerin levha hâline gelebilm e özelli su kovalarının asıldığı ağaç omuzluk. [DS]
ğ i.|| kâbiliyet-i teheyyüciye, {OsT} Heyecanlanm a kabiye, [? kabiye] {ağız} is. Büyük kavun. [DS]
y a eğilimli olm a.|| kâbiliyet-i telkin, {OsT} E tkile kabkab, [Ar. habhab > kabkab] {ağız} is. Ta
me gücü. || kâbiliyet-i tenebbüh, {OsT} psikol. kunya. [DS]
KAB ü Iü M IK S İİM • 2310
kabkaba, [Ar. kabkaba û i j {OsT} is. (Aslan, deve kaboş, [? kaboş] {ağız} is. (Erkek ya da kadm) hiz
metçi. [DS]
vb. için) kükreme; haykırma, ff kabkaba-i ibil,
{OsT} Devenin bağırması.\\ kabkaba-i şîr, {OsT} kabotaj, [Fr. cabotage] is. B ir ülkenin kıyı liman ve
Aslanın kükremesi. iskeleleri arasında gemi işletmesi. S kabotaj hak
kı, Ülke sınırları içindeki akarsularda ve deniz kı
kabl, -li [Ar. kabl J J ] {OsT} zf. Önce; önceki; evvel; yılarında gem i işletme hakkı.
öncesi; evveli; mukaddem. S kable’l-feth mek
kabr, [Ar. kabr jŞ] {OsT} is. -*■ kabir. S 1 kabr-gâh,
nuz, {OsT} İslam lık öncesinden kalma define. ||
kable’l-hicre, {OsT} Hicretten önce.|| kable’l- {OsT} Mezarlık,|| kabr-i hamûş, {OsT} Susmuş, me
İslânı, {OsT} İslam iyet’ten önce.\\ kable’l-mantık, zar; sessiz mezar.
{OsT} mant. M antık ötesi.|| kable’I-mevt, {OsT} kabramak, [ka-mak (eklemek; yığm ak) > ka-b-mak
Ölümden önce.|| kable’l-miâd, {OsT} 1. Süre dol > ka-b-ra-m ak / ka-w-ra-mak] {eT} gçl. f. [-r] Zorla
madan önce. 2. Ölmeden önce.fl kable’l-mîlâd, toplamak; bir araya getirmek; sıkmak; birlikte sı
{OsT} -*• kablelmilat.|| kable’l-vukü’, {OsT} -* kıştırmak; üst üste bastırmak. [İKPÖy.]
kalbelvukö’.|| kable’l-vürûd, {OsT} Gelmeden ön kabran, [Ar. karaba / Far. kurbân => kurm an / kab-
ce; kavuşmadan önce.|| kable’ş-şürü’, {OsT} Baş ra-n / kobran] {ağız} sf. 1. (Ağaç, kabuklu yemiş vb.
lamadan önce.|| kable’t-taâm, {OsT} Yemekten ön- için) içi boş; kof. 2. {OsT} (Kişi için) tembel; hay
ce.|| kable’t-tarih, {OsT} Tarih öncesi; prehisto- laz. 3. Yaşlı; ihtiyar. 4. is. K ütükten oyularak ya
rik. || kable’t-tecribe, {OsT} Deneyden önce. || pılmış tekne; tahta yalak. 5. İçine yağ, pekmez vb.
kable’t-telakî, {OsT} Buluşmadan önce.|| kable’t- konulan iki üç kiloluk tahta kutu. 6. Arı kovanı. 7.
tüfân, {OsT} Nuh tufanından önce.|| kable’t-tulu’, Hayvanlara yem verm ek için ağaç dallarından
{OsT} Güneşin doğmasından önce.|| kable’z-zevâl, örülmüş sepet; sele. 8. Saz adı verilen bitkinin dış
{OsT} Öğleden önce. || kable’z-zubr, {OsT} Öğleden yaprakları. 9. Tef. [DS]
önce. kabri, [Ar. kabri lSjj] {OsT} sf. M ezarla ilgili; mezara
kablak, -ğı [kaba(k)-la-k] {ağız} sf. Başı açık. [DS] ait.
kablanmak, [kâb-la-n-mak] (ka:blanmak) {eT} kabristan, [Ar. kabr + Far. istân o t —j j ] (kabrista:n)
dönşl. f. [-ur] Örtülmek; kaplanmak,
{OsT} is. Ölülerin gömülmesi için ayrılmış yer; m e
kablelmilat, -di [Ar. kable’l-milâd] (kablelm ilât) zarlık.
{OsT} zf. 1. Doğumdan önce. 2. İsa’dan önce; M i
kabriyole, [Fr. cabriolet] is. 1. Üstü açılabilir körük
lattan önce.
lü, iki tekerlekli, iki at tarafından çekilen araba. 2.
kablelvuku, -u ’u [Ar. kable’l-vuküc J ^ ] (kab Ü stü açılabilir otomobil,
lelvuku:) {OsT} zf. Olmadan önce; meydana gelme kabsak, -ğı [Yun. khapsakhı] {ağız} is. Sele; kulpsuz
den önce. sepet. [DS]
kablıg, [kâb-lığ] (ka:blığ) {eT} is. Yeni doğan çocu kabşam ak, [kab(ı)ş-a-mak / kam(ı)ş-a-mak] {eT}
ğun başındaki zar; cenin zarı, gçsz. f. [-r] 1. Sallanmak; deprenmek; yerinden
kablığ, [eT. kâb-lığ] {ağız} is. Kılıf; kaplık; kapak. oynamak. [Gabain] 2. Tereddüt etmek. [EUTS]
[DS] kabşurmak, [kab(ı)ş-ur-mak / kavş-ur-mak / kapş-
kablî, [Ar. kabil ,_^] (kabli:) {OsT} sf. fel. Hiçbir ur-mak] {eT} gçl. f. Katlamak; bir araya getirmek;
kavuşturmak. [EUTS] [Gabain]
deney ve araştırmaya dayanmadan; a priori,
kabucak, -ğı [kab-u-cak] {ağız} is. A ltı ve kapağı düz
kablo, [It. câble] (ka ’blo) is. Dışı yalıtılmış, elektrik
fakat oval biçimli kutu. [DS]
akımı iletmeye yarayan tel. ö kablo kâğıdı, -Yalı
tım m alzemesi olarak kullanılan kâğıt. kabuçak, [kâb-u-ç-ak ?] {eT} is. Kovuk; oyuk.
[EUTS] [OKD]
kablocu, [kablo-cu] (ka'blocu) is. Kablo döşeyen
kabuk1, -ğu [kab-mak > kab-uk] is. 1. Bitkilerin
kişi.
gövde ve dallarının dış yüzeyini kaplayan, geniş
kablolu, [kablo-lu] (ka ’blolu) sf. Elektrik veya man
leme ve kalınlaşmaya uygun kısmı. 2. M eyve ve
yetik bağlantıları kablolarla sağlanan. 0 kablolu
sebzelerin değişik nitelikteki dış yüzeylerini kapla
televizyon, Yayınlarını izleyicilere elektromanyetik
yan tabaka. 3. Y umurtanın dışındaki kireçli sert
ortam yerine kablolar ile ulaştıran televizyon yayı yüzey. 4. Ekmek v b ’nin pişme sırasında dış yüze
nı.
yinde oluşan sert tabaka. 5. gnşl. Herhangi bir şe
kablunba, [kaplum+bağa] {ağız} is. -* lcablumbağa. yin sertleşmiş dış yüzeyi. 6. gök b. Bir gök cismini
[DS]
dıştan saran sert oluşum. 7. Bazı canlıların vücudu
kabmak, [ka-mak (eklemek; yığm ak) > ka-b-m ak / nu örten kireç ya da kemiksi yapı. 8. tıp. Deri üze
ka-w-mak] {eT} gçl. f. 1. Kapmak. [ETY] 2. Birleş rindeki bir açık yaranın üzerini kaplayan sertleşmiş
mek. [ETY] 3. Bitişmiş; toplanmış olmak. [İKPÖy.] ölü dokular birikintisi. 9. {ağız} Odun parçası; yon
n u r c u . »11 KAB
ga. [DS] S kabuğu kalın, {ağız} 1. Çam ağacı. 2. kabul1, -lü [Ar. kabul J^-s] (kabu.i) {OsT} is. 1. Be
B ir tür kış armudu. [DS]|| kabuğuna çekilmek,
nimseme. 2. Ön tarafa dönme; yaklaşma; karşılaş
Çevresi ile ilişiğini keserek kendi hâline kalmak.\\
ma. 3. Bir şeye isteyerek ya da istemeyerek rıza
kabuğunu çatlatmak, A şam a kaydetmek; geliş-
gösterme; razı olma. 4. Bir şeyi, bir eylemi, bir
mek.|| kabuk bağlam ak, (Yara vb. için) üzerinde
öneriyi onaylama; uygun bulma; beğenme; hoş
kabuk oluşmak; kabuklanm ak.|| kabuk bezi, biy. görme. 5. (Konuk ya da iş için gelenleri) katm a
Kabuğu oluşturacak maddeyi salgılayan bez. || ka alma; yanma sokma; görüşme; konuşma. 6. Sunu
buk bilimi, K abukları inceleyen bilim dalı. || ka lan bir şeyi, verilen bir hediyeyi alma. 7. Resmî
buk böcekleri, zool. Kın kanatlılar takımından olarak bir yere, makama ya da çevreye alınma. 8.
ağaçların kabuğunun altındaki odunsu tabakayı
Bir kim seyi ağırlama. 9. Davetlileri ağırlam ak için
yiyerek meyve ve orman ağaçlarına büyük zarar
düzenlenen geleneksel ve resm î toplantı; resepsi
veren böcekler.\\ kabuk değiştirme, B ir durumdan yon. 10. Bir şeyi yapmaya hazır olduğunu bildirme.
başka bir duruma geçme. || kabuk gibi, (Kumaş 11. Birisi tarafından yapılan hoş olmayan bir dav
için) çok sağlam. || kabuk kahvesi, Antep fıstığ ı ranışa boyun eğmek; tepki göstermeme. 12. Haklı
kabuğunun kavrulup öğütülmesi ile yapılan kahve
lığını, doğruluğunu onama. 13. (Bir kimseyi, bir
y e benzer bir içecek. || kabuk koparmak, D urul
niteliğiyle) benimseme; öylece sayma. 14. (Bir
maya, yatışm aya y ü z tutmuş bir durumu tekrar davranışı) kendine özgü bir biçimde değerlendir
canlandırm ak kötü sonuçların doğm asına sebep me. 15. tie. Poliçeyi vadesinde ödeme. 16. huk. Bir
olm ak.|| kabuk tutmak, (Yara vb. için) üzerinde sözleşmenin kurulmasında zaman olarak sonra ge
kabuk oluşmak; kabuklanm ak.|| kabuk yönetim, len irade beyanı; sözleşmelerde yapılan teklife kar
İçi ve iç durumu belli olmayan, belirsiz yönetim.
şı, diğer tarafın rızasını belirten irade beyanı. S
kabuk2, [Far. kâbük 4 # ^ ] {OsT} is. 1. K uş yuvası. 2. kabul etmek, 1. B ir şeyin oluşuna veya yapılışına
Evlere yapılan güvercin yuvası; güvercinlik. isteyerek veya istemeyerek rıza göstermek. 2.
kabuk3, [kab-uk] {ağız} is. Kayısı kurusu. [DS] Onamak; tasdik etmek. 3. Görüşmeye gelenleri ya
kabuklam ak, [kabuk-la-mak] {ağız} gçl. f. f-r] [- nına almak. 4. Verilen bir şeyi almak. 5. K ötü bir
l(u)-yor] Ağaç budamak. [DS] işe tenezzül etmek. 6. Kararlaştırmak; tespit et
mek.\\ kabul eylemek, -►kabul etmek. || kabül-gâh,
kabuklanm a, [kabuk-la-n-ma] is. Kabuk bağlam ak
{OsT} -*■ kabulgâh.|| kabul günü, Bayanların misa
eylemi.
f i r çağırdıkları belirli gün; m isafir günü.\\ kabfil-i
kabuklanm ak, [kabuk-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] Ka
âmme, {OsT} Herkesçe, oy birliği ile kabul edilen.\\
buk bağlamak; üzerinde kabuk oluşmak,
kabul kredisi, Kabulün vadesinden önce poliçeyi
kabuklaşma, [kabuk-la-ş-ma] is. Kabuk hâline
kabul eden bankaya belirli bir tarihte belirli bir
gelme. meblağın ödeneceğine dair anlaşmadan sonra
kabuklaşmak, [kabuk-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] K a bankaca açılan kredi. || kabul merasimi, Bir mason
buk hâline gelmek; kabuğa dönüşmek, locasının, üyelerinden birinin çocuğunun m addî ve
kabuklu, [kabuk-lu] sf. 1. Kabuğu olan; kabuğu manevi bakımını üzerine alması sırasında yapılan
bulunan. 2. argo. (Erkek için) sünnet olmamış. sem bolik tören.|| kabul odası, Büyük konak ve sa
{ağız} (aym) [DS] 3. zool. (Canlılar için) bedeni bir raylarda m isafir ağırlanan oda. || kabul salonu,
kavkı ile kaplı olan. S ’ kabuklu amipler, A m iple R esm î konuk ağırlanan büyük salon. || kabul töre
rin kadeh, şişe, yum urta biçimlerinde kabuğu olan, ni, R esm î konukları karşılama töreni. || kabül-ü
kabuklarında biri büyük diğeri küçük iki deliği bu amme, {OsT} H erkesçe kabul gören.|| kabulü
lunan alt takımı, (Thecamoeba).|| kabuklu bit, m ümkün, {OsT} K abul edilebilir; kabul edilmesi
K ırm ız böceğinin lal boya çıkarılan türü; koşnil, mümkün olan; akla yatkın gelen. || kabulü olmak,
(Coccus coeti).|| kabuklu sülük, {ağız} Kablum- İsteyerek kabullenmek.|| kabul ve tasdik etmek,
bağa. [DS] K abul ettiğini bildirmek ve onamak. || kabul yeri,
kabukluk, -ğu [kabuk-luk] s f Tabakhanelerde, sepi K abul odası ya da kabul salonu.
lemede kullanılan kabukluların konulduğu yer.
kabul2, -lü [Ar. kabül Jj-s] (kabu:l) {OsT} {ağız} is.
kabuklular, [kabuk-lu-lar] is. zool. Dört yüz elli
Köşe.
kadar türü kapsayan eklemli veya eklem bacaklı
hayvanlar sınıfı, (Crustacea). kabulgâh, [Ar. kabül + Far. -gâh (kabu:lgâ:h)
kabuksu, [kabuk-su] sf. K abuğa benzer; kabuk gibi; {OsT} is. 1. Kabul yeri. 2. Padişahın katı. 3. Al
kabuk niteliğinde, lah ’ın huzuru,
kabuksuz, [kabuk-suz] sf. 1. Kabuğu bulunmayan. 2. kabullenme, [kabul-le-n-me] is. Kabul etme,
argo. Sünnet olmuş erkek. S kabuksuz yum urt kabullenmek, [kabul-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] 1.
lamak, B ir işi acele ile yaptırıp kusurlu olmasına K abul etmek. 2. Kendine düşmezken kendininmiş
y o l açmak. gibi kabul etmek; istem eyerek kendine mal etmek.
KAB Ö I Ü M T Ü M E M Ü H • 2312
kabun, [? kabun] {ağız} is. 1. Üstü kapalı su yolu. 2. kabuş, [kaba-ş] {ağız} sf. Saçı dökülmüş; başı çıplak.
Taş bina. [DS] [DS]
kabune, [? kabune] {ağız} is. Et, üzüm ve soğan ko kabuz, [? kapuz] {ağız} is. -*• kapuz. [DS]
nulm uş pilav; iç pilavı. [DS] kabye, [? kabye] {ağız} is. Sepet içinde gönderilen
kabuni, [? kabuni] {ağız} is. -*■ kabune. [DS] nişan armağanı; nişan sepeti. [DS]
kabur, [kapur / kapır] {ağız} is. Kırılan testinin kalan kabz, [Ar. kabz ^ ^ J] {OsT} is. 1. Elle tutma. 2. Avuç
bölümü. içine alma; kavrama. 3. (Azrail için) ruhun teslim
kaburamak, [ka-mak (eklemek; yığm ak) > ka-b-mak alınması. 4. Boşaltım sistemindeki peklik. S kabz-
> ka-b-(u)r-mak / ka-w-(u)r-mak] {eT} gçl. f. f-r] ı mâl, {OsT} -*■ kabzımal.|| kabz ü bast, {OsT} K a
Zorla toplamak; bir araya getirmek; sıkmak; birlik panıp açılma; daralıp genişleme.
te sıkıştırmak; üst üste bastırmak. [İKPÖy.] kabza1, [? kabza] {eT} is. Çadır kapısı. [DK]
kaburcak, -ğı [kab-ur-cak] is. 1. {OsT} Küçük kutu;
kabza2, [Ar. kabz > kabza ^ -« ] {OsT} is. 1. Tutula
koku kutusu. 2. {ağız} Buğdayı örten kabuk. [DS]
cak yer; sap; tutamak. 2. Bir tutam, bir avuç şey. 3.
kaburcuk, -ğu [kab-ur-cuk] {OsT} is. Küçük kutu;
Tutacak şey, avuç; pençe. 4. Yumruk hâline gelmiş
koku kutusu.
dört parm ak uzunluğundaki bir ölçü birimi. 5. Ok
kaburga, [Moğ. kabırğa => kaburga] is. 1. anat.
atılan yayın tutulacak yeri; ateşli silahların elle
Göğüs kafesini meydana getiren yassı ve uzun ke
kavrandığı, tutulduğu yer. S kabza-i tîğ, {OsT}
miklerin her biri; eğe. {eT} (aynı) [DK] [Nevâyî] 2.
K ılıç tutamağı.
Bu kemiklerin omurga ile birleşerek meydana ge
tirdiği göğüs kafesi. 3. biy. Dört ayaklı omurgalı kabzadaş, [Ar. kabza + T. -daş j i b <wjJ>] {OsT} is. 1.
larda çift ve hafifçe kıvrık bir seri ince kemik ya da Kabza alma arkadaşı. 2. B ir m eydan gününde kab
kısmen sırt tarafından omurgaya, karın tarafından za tutarak nişan alan ve atış yapanlar,
da bir kısmı göğüs kemiğine eklemli kıkırdaklı çu kabzalı, [kabza-lı] sf. Kabzası olan,
buklar. 4. dnz. Bir tekneyi meydana getiren dış kabzım al, [Ar. kabz-ı mâl JU {OsT} is. 1. Sebze
kaplam aların dayandığı iskelet. 5. Kasaplık hay
ve meyve üreticileri ile satıcılar arasında aracılık
vanlarda göğüs çeperinin orta kısmından çıkarılan
eden kimse. 2. huk. Sebze ve meyveyi üreticiden
parça. 6. E t ile pişirilmiş bulgur pilavı, {ağız} (aynı)
[DS] 7. {ağız} Yamaç. [DS] 8. {ağız} Biçilen tom ru alarak, sebze ve meyve hallerinden tüketicilere in
ğun yanlarından çıkan tahtalar; yan tahtaları. [DS] tikal ettiren komisyoncu,
ö kaburgaları çıkmak, Çok za y ıf olmak. || kabur kabzım allık, -ğı [kabzımal-lık] is. Kabzımalın yaptı
galarına girmek, {ağız} B ir iş veya çıkar için bir ğı iş; sebze ve meyve komisyonculuğu.
kimseye çok sokulmak, sıkı ilişki içinde bulunmak. kac1, [kac / kıc / kıç / kic (yans.)] is. Sert şeylerin
[DS]|| kaburgaları sayılmak, Çok z a y ıf olmak.|| kulak tırmalayıcı bir sesle birbirine sürtünmesini,
kaburga zırh, {OsT} Bazı kumaşlara demir halka yaranın ve derinin kaşınmasını veya buna benzer
lar kaplanarak yapılan zırh. [Bürhan-ı Katı’] sinirsel tepki uyandıran hareketleri anlatan kök.
kaburgalam ak, [kaburga-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)- [Zülfıkar] kac-ır-da-mak (gac-ır-da-mak)
yor) İnşaatlarda herhangi bir öğeye ızgara şeklinde kac2, [Far. kâc IS] (kâ:c) is. bot. Bir tür küçük çam.
ahşap çubuklar yerleştirmek, kac3, [kac] {ağız} is. 1. Çakm ak taşı; çelik parçası ile
kaburlamak, [kabur-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)- vurulduğunda kıvılcım çıkartan taş. 2. Toprağın
yo r] 1. Sağa sola yalpa vurmak. 2. Çatlak ya da üzerine çıkm ış şerit biçiminde uzanan kaya parça
yarık bir kabı onarmak. [DS] ları. [DS]
kabursak, -ğı [kabur-sa-k] {ağız} sf. Soyulmuş; ka kacabruk, -ğu [kaç-a+bur-uk] {ağız} is. -*■ kaçabu-
buğu çıkarılmış. [DS] ruk.
kâbus, [Ar. kâbüs ^ y ^ ] (kâ:bu:s) {OsT} is. 1. Bo kacaburuk, -ğu [kaç-a+bur-uk] {ağız} is. -* kaçabu-
ğulm a duygusu, ağırlık ve sıkıntı içinde kendini ruk.
gösteren korkulu rüya veya hayal; karabasan. 2. kacamer, [? kacamer] {ağız} sf. 1. Yiğit. 2. Çalışkan.
mecaz. Sürekli olarak zihni oyalayan, insanı tedir 3. Becerikli. [DS]
gin eden korkunç şey. 3. sf. Sıkıntı, acı ve korkuya kaçar, [kac-ar] {ağız} is. 1. Kaynatılmadan pirinç gibi
sebep olan. S’ kâbus basmak, Büyük sıkıntı veya pilavı yapılan bir tür buğday. 2. Toprak damlı ev
korku duymak.\\ kâbus çökmek, Büyük bir sıkıntı lerde dam altına döşenen odun parçaları. 3. sf. Dil
ve korku içine düşmek. siz. 4. sf. K ısa boylu; bodur; sıska; cüce. [DS]
kabuska, [Rus. kapüsta (lahana yemeği)] {ağız} is. kaçara, [? kaçara] {ağız} sf. 1. Oyunbozanlık eden;
Etli lahana kavurması. [DS] mızıkçı. 2. Beceriksiz; iş bitirmeyen. [DS]
kâbuslu, [kâbus-lu] (kâbuslu) sf. Korku ve sıkıntı kacaşm ak, [kac-aş-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Kalaba
olan; karabasan dolu. lık kaynaşmak. [DS]
e m ra m it a ı.2 3 1 3 KAÇ
kace, [? kace] {ağız} is. Dişi köpek. [DS] kaçabık, -ğı [kaç-a+bur-uk] {ağız} is. -*■ kaçaburuk.
kacele, [? kacele] {ağız} is. Saksağan. [DS] [DS]
kacemer, [? kacamer] {ağız} is. Yiğit. [DS] kaçaburuğ, [kaç-a+bur-uk] {ağız} is. -*■ kaçaburuk.
kacer, [? kacer] {ağız} sf. (İnsan ve hayvan için) za [DS]
yıf; sıska. [DS] kaçaburuk, -ğu [kaç-a+bur-uk] {ağız} is. Ayakkabı
kacere, [kaçara] {ağız} sf. Yiğit. [DS] lara ağaç çivi çakmak için, delik açmakta kullanı
lan ayakkabıcı aracı; biz. [DS]
kacı, [er. ka (arkadaş) > ka-cı] {ağız} is. Büyük kar
deş. [DS] kaçaç1, [kaçâç / kakaç] (kaça:ç) {eT} is. Kir. [DLT]
kacırga, [kac-ır-ga] {ağız} is. İşe yaram ayan kart ve kaçaç2, [? kaçâç] (kaça:ç) {eT} is. Ç in’den gelen i-
zayıf hayvan. [DS] pekli kumaş. [DLT]
kacik, -ği [? kacik] {ağız} is. Topuk kemiği; tarak kaçafan, [kaç-mak > kaç-ağan ?] {ağız} is. Uçurum.
kemiği. [DS] [DS],
kaçağan1, [kaç-ağan] {ağız} is. 1. Tavşan. 2. Tutul
kacunmak, [kac-un-mak] {ağız} dönşl. f. [-ur] 1.
Kuşkulanmak; sakınmak; gocunmak. 2. Gıdıklan mayan koyun. 3. A v yakalamayan evcil atmaca. 4.
mak. [DS] A tın güzel olan yürüyüşü. [DS]
kacurga, [kac-ır-ga] {ağız} is. -*■ kacırga. [DS] kaçağan2, [kaç-ağan] {OsT} sf. 1. Kaçak; firari; kaç
kın. 2. Uzaklaşmak isteyen; kaçınan,
-kaç, [-gac / -geç / -keç / -kaç] yap. e. -* -gaç.
kaçak, -ğı [eT. kaç-mak > kaç-ğak > kaç-ak] sf. 1.
kaç1, [eT. ka (soru bildiren kelime) + ça (eşitlik eki)
Bulunması zorunlu olan yerde bulunmayan ya da
> ka-ç(a)] sf. 1. Herhangi bir şeyin sayısını veya
gitmesi gereken yere gitmeyen kişi; firari. 2. K açı
sayı ile ölçülebilen değerlerim öğrenm ek için kul
rılmış olan, ödenmesi gereken gümrük vergileri
lanılan som sıfatı. {eT} {OsT} (aynı) [İKPÖy.]
ödenmemiş olan. 3. Y asalar gereği satılması, ta
[Gabain] [DLT] [EUTS] [DK] 2. (Soru cümlesi dışın
şınması, bulundurulması yasak olan. 4. Yapımı, ü-
da) birçok. 3. {eT} (Soru ve belirsizlik zamiri) bir
retim i veya imali için yasal izin alınmamış olan. 5.
kaç; bazı; bazıları. [İKPÖy.] [Gabain] 4. zf. Bir sayıyı
(Su vb. için) kapalı bir yerden dışarı sızmış, akmış
öğrenm ek için kullanılan soru zarfı, ö kaça, B ir
olan. 6. Uzun süredir görünmeyen ve kendisinden
şeyin fiya tım öğrenm ek için “kaç liraya ” anlam ın
haber alınamayan. 7. Y asalara aykırı olarak çalıştı
da sorulan soru.|| kaça kaç, 1. (Birden çok boyutu
olan nesne veya şekiller için) boyutlarının uzunlu rılan. 8. is. Kaçmış kimse. 9. Y asalara aykırı ey
ğunu; her bir ölçümün miktarını öğrenm ek için lemde bulunmuş ve henüz kolluk kuvvetlerince
sorulur. 2. B ir karşılaşmada tarafların kaçar sayı yakalanamamış kimse; firari. 10. Boru vb.den sızan
aldıklarını öğrenm ek için sorulur.\\ kaç defa, B ir sıvı y a da gaz. 11. {ağız} Cömert; eli açık. [DS] 12.
şeyin çok tekrarlandığını belirtir; birçokkere.\\ kaç {ağız} Tavşanın yürürken bıraktığı iz. [DS] 13.
kata, {eT} Çok kez; çok defa; çoğu; ekseriyetle. {ağız} Binek atlarının hızlı koşm a yeteneği. [DS] 14.
[EUTS] || kaçın kurası, Görmüş geçirmiş; deneyim {ağız} Koyun, keçi, sığır gibi hayvanlarda diz ile
li; aldatmanın mümkün olmadığı kimse. || kaç ku kasık arasındaki kısım. [DS] 15. {ağız} Burçak ve
ruşluk şey, B ir kimsenin veya bir şeyin değersiz benzeri bitkilerin ekimine elverişli yerler. [DS] 16.
olduğunu belirtir.\\ kaç para eder, N e değeri var; {ağız} Zeytin ağaçlarının dallarındaki sürgünler.
neye yarar; geçti artık.\\ kaç parça olayım, H er [DS] 17. zf. Kaçarak; firari olarak. S kaçak gü
biri ayrı bir insan gerektiren işlerle ilgilenmek zo reşm ek, 1. Rakibinin karşısına doğrudan doğruya
runda kalan kimse tarafından “H angi işe baka çıkm ayarak mücadele etmek. 2. Oyalayıp fırsa t kol
y ım " anlamında kullanılır. || kaçta, B ir iş veya ha lam ak.|| kaçak yer, {OsT} K açılacak y e r ,|| kaçak
reketin zam anını öğrenm ek için sorulan "saat kaç yol, {ağız} Caddeden ayrılıp kestirmeden giden yol.
ta ” anlamında soru. || kaçtan, B ir malın fiyatını [DS]
öğrenm ek için "kaç liradan satıyorsunuz" anla kaçakçı, [kaçak-çı] is. 1. Kaçakçılık yapan kimse. 2.
mındaki soru. sf. Ü lke içine yasaklanmış, gümrüğü ödenmemiş
kaç2, [kaç] {eT} ünl. -*■ kaç kaç. ö kaç kaç, {eT} Cin mal sokan ya da yasaklanmış bir malı alıp satan
çarpmasına karşılık üzerlikle yapılan büyüde söy veya taşıyan.
lenen söz. [DLT] kaçakçüık, -ğı [kaçak-çı-lık] is. 1. Ülkeye gümrüğü
kaç3, [kaç] {ağız} is. 1. Ok. 2. Sonbahar. [DS] ödenmemiş ve gümrük işlemleri yapılmamış mal
sokan ve bunların ticaretini yapan kimse. 2. Ü lke
kaç4, [kaç] {ağız} is. K ız kardeş; abla. [DS]
den dışarıya çıkarılması yasak olan m allan taşıyan,
kaça1, [? ka / kâ-çâ / ka-ka-ça] (ka:ça:) {eT} is. -*■
alıp satan veya yurt dışına çıkaran kimse. 3. Y asa
k a 1. [DLT]
larca yapımı, taşınması ve ticareti yasaklanmış olan
kaça2, [kaç-a] {ağız} is. 1. Bir şey asm ak için tavana
her türlü işi yapan kimse,
ya da duvara tutturulm uş ağaç çengel. 2. Yüz, el ve
kaçaklık, -ğı [kaçak-lık] is. Kaçak olma durumu.
ayaklarda olan benler. [DS]
KAÇ Ö M Ü R M • 2314
kaçal, [kaç-al] {ağız} is. Haşlanmış mısır, buğday, kaçanmak, [kaç-an-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Esir
nohut vb. içine ceviz, fındık, fıstık gibi kuru yemiş gemek; korumak. [DS]
karıştırılarak yapılan bir yiyecek. [DS] kaçar1, [kaç-ar / kaç-ur] sf. 1. Kaç soru sıfatının ü-
kaçalak, -ğı [kaç-ala-k] {ağız} is. Genç kızların görü leştirme biçimi. 2. {eT} K aç kere. [DLT] S kaçar
cüye çıkarken giydikleri giysi. [DS] kaçar, H er birine kaç tane? Kaç birim lik öbekler
kaçalamak, [ka / kaça (kap) > kaçâ-lâ-mak] (ka hâlinde?
ça: la: mak) {eT} gçl. f. [-r] Kap içine koymak. kaçar2, [kaç-ar] {ağız} is. 1. Küçük baş hayvan vergi
[DLT] si. 2. K oşuda dördüncü gelen at. 3. sf. Hile yapan;
kaçam, [kaç-am ?] {ağız} is. Bir avuç. [DS] hileci. [DS]
kaçamak, -ğı [kaç-mak > kaç-â-mak / kaç-amak] is. kaçaran, [? kaçaran] {ağız} is. İnce mısır. [DS]
1. Hoş karşılanmayan bir şeyi ara sıra fırsatını denk kaçarlanm ak, [kaç-ar-la-n-mak] {OsT} dönşl. f. [-ur]
getirip yapmak. 2. İnandırıcı olmayan, konu sapıt K açar gibi yapmak,
m ak için söylenen söz ve cevaplar. 3. Birini aldat kaçat, -dı [? kaçat] {ağız} is. Alın. [DS]
m ak için kaçar gibi yapmak. 4. Kaçacak, sığınıla kaçavruk, -ğu [kaç-a+bur-uk] {ağız} is. -*■ kaçabu
cak, korunulacak yer. 5. Çobanların sürüyü topla ruk. [DS]
m ak için yaptıkları küçük ve basit ağıl. 6. Eskiden kaççık, -ği [? kaç-çik] {ağız} is. Bir tür baş örtüsü;
kale ve saraylarda tehlike anında gizlice kaçmak, yazma. [DS]
sığınmak için yapılan gizli kapı. 7. M ısır unundan kaçe, [? kaçe] {ağız} is. D işi köpek. [DS]
yapılan çorba ile yenilen pişmiş hamur. 8. {ağız} kaçgak, [kaç-mak > kaç-ğak] {eT} sf. Kaçak,
B ir tür çoban yemeği. [DS] 0 kaçam ak göster kaçgan, [kaç-gan] {ağız} is. Kağnı. [DS]
mek, {OsT} Savaş hilesi olarak yenilm iş gibi geri kaçgın, [kaç-mak > kaç-ğm] {eT} sf. 1. Kaçan; kaçak.
çekilm ek ve düşman savaşı bıraktığı veya talana {ağız} (aynı) [DLT] [DS] 2. {ağız} Suç. [DS] 3. {ağız}
başladığı sırada tekrar dönüp bütün gücü ile sal Yeri belli olmayan. [DS] 4. is. Kaçış. [Clauson]
dırmak; kurt taktiği uygulamak.\\ kaçam ak yap kaçgöç, [kaç+göç] is. Kadınların yabancı erkeklerle
mak, Yapılması hoş karşılanmayan bir şeyi ara bir arada bulunmama, konuşm ama ve onlara gö
sıra yapmak. || kaçamak yol, Bir sorundan kurtul rünm eme geleneği,
m ak için ileri sürülen uydurma özür.jj kaçamak kaçgun, [kaç-mak > kaç-ğun] is. 1. {eT} Kaçış. [Cla
yolu, Sorundan kurtulmak için ileri sürülen bahane uson] 2. {OsT} sf. Kaçak; firari.
ve özür.
kaçguncu, [kaç-gun-cu ^ r y ^ S \ {eAT} sf. Kaçak; fi
kaçamaklı, [kaç-amak-lı] sf. Kesin olmayan; çeşitli
rari.
anlam ve yorum lara uygun düşen; kaypak,
kaçgunçı, [kaç-mak > kaç-gun-çı] {eT} sf. Kaçan;
kaçamık, -ğı [kaç-a-mık] {ağız} is. -*■ kaçaburuk.
kaçak; firari. [Clauson]
[DS]
kaçan1, [kaç + kânu > kaç-an [Clauson] {eT} {OsT} zf. kaçğın, [kaç-mak > kaç-gm] {ağız} sf. Kaçmış; ka
çak. [DS]
1. Ne zaman; ne vakit? {ağız} (aynı) [DS] [DLT]
[İKPÖy.] [DK] [Yüknekî] [Gabain] 2. Ne zaman ki; k açı1, [kaç-ı] zm. N e kadarı; kaç tanesi.
vaktaki. [DLT] [EUTS] [DK] [Üç İtigsizler] 3. Kaç de kaçı2, [kaç-ı] {ağız} is. Makas. [DS]
fa, o kadar. [Gabain] 4. Nereye? [Gabain] 5. Nasıl? kaçıg, [kaç-mak > kaç-ıg] {eT} is. 1. Duyu organı.
[DK] 6. {ağız} Herhangi. [DS] 7. {eT} e. Eğer. [İKP [EUTS] 2. Kaçak; kaçık. [EUTS] 3. Geçit; ara; geçit
Öy.] durağı. [EUTS] [Gabain]
kaçan2, [kaç-an] sf. Kaçma eylemini gerçekleştiren. kaçıgay, [kaç-mak > kaç-ıgay] {eT} is. Kaçan. [DLT]
fi1 kaçan kaçana, "Çok sayıda kaçan kişi var" S kaçıgay er, Kaçan adam. [DLT]
anlamında kullanılır. kaçık, -ğı [kaç-mak > kaç-ık jş-li] sf. 1. {OsT} Bir
kaçan3, [kaçan] {ağız} is. Sığır işkembesi. [DS] tarafa çarpılmış; yamulmuş; ölçüsü kaçmış; eğri;
kaçan4, [koç-an] {ağız} is. 1. Tapu senedi. 2. Yeşil çarpık. 2. (Çorap vb. için) teli kopmuş, sökülmüş.
yapraklarından soyulmamış mısır; kundak. [DS] 3. Davranışları yerinde olmayan; aklı kaymış. 4.
kaçanak, -ğı [kaç-an-ak] {ağız} is. 1. Taşıt. 2. Yol. {ağız} Eğri. [DS] 5. is. Elbise vb.nde kaçmış ipliğin
[DS] çekildiği yer. 6. {ağız} İlkbahar ya da sonbaharda
kaçanburuk, -ğu [kaç-an+bur-uk] {ağız} is. -*■ kaça birden bire esen şiddetli rüzgâr. [DS] 7. {ağız} D e
buruk. [DS] nizlerdeki git olayından sonra kıyıdan suyun uzak
laşması durumu. [DS] 8. Binanın çatısını çatarken
kaçang, [kaç+ kân (u)] {eT} is. 1. Kaç defa; kaç kez.
kirişlerin üzerine konulan küçük direkler,
[EUTS] [Gabain] 2. O kadar. [EUTS] [Gabain] 3. Çok; kaçıkça, [kaç-mak > kaç-ık-ça] sf. 1. Biraz kaçık. 2.
ekseriya. [EUTS] [Gabain] (kaçı ’kça) zf. K açık bir kişiye yakışır biçimde; ka
kaçanık, -ğı [kaçan-ık] {ağız} is. Balta. [DS] çık gibi.
O İM l i l t S i l i l . 2315 KAÇ
kaçıklık, -ğı [kaç-ık-lık] is. 1. K açık olm a durumu; kaçırılma, [kaç-ır-ıl-ma] is. Kaçırm ak eyleminin
kaçık olan şeyin niteliği. 2. mecaz. Deliliğe yönel yapılm a durumu,
miş davranış bozukluğu; delişmenlik; zihin ve dav kaçırılm ak, [kaç-ır-ıl-mak] ed il.f. [-ır] K açırm ak işi
ranış bozukluğu. 3. Çılgınca, delice davranış, yapılmak.
kaçılma, [kaç-ıl-ma] is. K açm ak işinin yapılm a du kaçırış, [kaç-ır-ış] is. Kaçırma eylemi veya biçimi,
rumu. kaçırma, [kaç-ır-ma] is. Kaçma işini yaptırma eyle
kaçılmak, [kaç-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. Kaçmak işi mi; kaçmasına yol açma işi.
yapılmak. {eT} (aynı) [DLT] 2. Kaçmak mümkün kaçırm ak, [kaç-ır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Kaçm ak işini
olmak. 3. Çekinmek; sakınmak; geri durmak; yana yaptırmak; kaçmasına yol açmak; kaçmasını sağ
çekilmek. lamak. 2. Zor kullanarak ya da hile ile bir kimseyi
kaçımsama, [kaç-ımsa-ma] is. B ir işi yapm aktan ge alıp götürmek; zorla beraberinde götümıek. 3. (Bir
ri durma. kim senin) bir yerden gitmesine, orayı terk etmesine
kaçımsamak, [kaç-ımsa-mak] g ç sz.f. [-r] [-s(ı)-yor] yol açmak; kaçmak zorunda bırakmak. 4. (Taşıt
1. Bir şeyi yapmaktan kaçınmak. 2. Sözde bahane için) zor kullanarak yolunu ve rotasını değiştirterek
ler uydurarak bir işi yapm ak istememek, başka yere götürmek; yolcu ve çalışanları rehin
kaçımsar, [kaç-ımsa-r] sf. B ir işi yapm am ak için almak. 5. (Taşıt, randevu, programlı bir iş vb. için)
sözde nedenler uyduran; kaçam ak yollar arayan; zamanında yetişememek; geçtikten sonra gelmek;
kaçımsayan. kalkış saatine yetişememek; geç kalmak. 6. İlgili
kaçma, [? kaçma] {ağız} is. 1. H ayvanlan sürmeye kişiye göstermemek; beraberinde bulundurmak. 7.
yarayan uzun sopa; üvendire. 2. Kümes. [DS] Y asa dışı yollarla ülkeye sokmak ya da ülkeden
kaçıncı, [kaç-mcı] sf. 1. Birbiri ardına gelen sıralan çıkarmak. 8. Çalmak; gizlice almak, götürmek. 9.
mış şeylerden birinin sırasını öğrenm ek için kulla B ir şeyden yararlanamamak; fırsatı değerlendire-
nılan som sıfatı; hangi sıradaki? 2. (Cümle som m emek; bir daha ele geçmemek üzere kaybetmek.
cümlesi olmazsa) “p e k çok, p e k çok k e re ” anla 10. Olağan ölçünün üstüne çıkmak; aşırı gitmek;
m ında belirsizlik ifade eder, ölçüyü aşmak. 11. Sızdırmak. 12. (Yayın, gösterim
için) zamanında izleyememek. 13. (Kesici bir şey
kaçınılma, [kaç-m-ıl-ma] is. Bir eylemi yapmaktan
için) bir yerini yaralayacak şekilde kaydırmak. 14.
geri dum lm a hâli,
(Vergi için) geliri oranında ödememek; kazancının
kaçınılmak, [kaç-m-ıl-mak] edil. f. [-ır] K açınmak
bir kısmını gizlemek; ödemesi gereken vergiden
eylemi yapılmak,
daha azını ödemek. 15. Kendisini tutamayıp biraz
kaçınılmaz, kaç-m-ıl-maz] sf. Kaçm ak imkânı bu
çiş veya dışkısını yapmak; kalabalık yerde yellen
lunmayan; önüne geçilmesi m üm kün olmayan; ol
mek; osurmak. 16. (Tat, zevk vb. için) yok olm ası
maması olanaksız, na sebep olmak. 17. Delirmek; aklını oynatmak,
kaçınkara, [? kaçmkara] {ağız} is. Levrek balığının kaçırtma, [kaç-ır-t-ma] is. Kaçırtmak eylemi,
biraş küçüğü. [DS]
kaçırtmak, [kaç-ır-t-mak] gçl. f. [-ır] 1. Kaçırmak
kaçınma, [kaç-ın-ma] is. 1. B ir şeyi yapmaktan geri işini birine yaptırmak. 2. Kaçırm asına izin verm ek
durma; sakınma; imtina. 2. (Kadm için) erkekten
veya sebep olmak,
kaçma; örtünme. 3. (Gemi ve uçaklar için) ateş al
kaçış, [kaç-mak > kaç-ış] is. 1. K açm a eylemi veya
tından veya çarpışma tehlikesi karşısında manevra
biçimi. 2. B ir tehlikeden kaçmaya, uzaklaşmaya
yaparak uzaklaşma,
yol açan tutum. 3. Güç bir işi tem bellik yüzünden
kaçınmak, [kaç-ın-mak] dönşl. f [-ır] 1. Bir şeyden
yapm am a durumu. 4. {eT} is. H alk arasındaki uyuş
veya bir şeyi yapmaktan geri durmak; im tina et
mazlık; dövüş. [DLT] S kaçış noktası, res. P ers
mek; sakınmak. {eT} (aynı) [ETY] 2. (Kadınlar için)
p ektifte ışınların yöneldiği nokta; fira r noktası.
erkeklerle konuşmamak, bir arada bulunmamak;
kaçışma, [kaç-ış-ma] is. Kaçışm ak eylemi,
erkeklere açık olarak görünmemek, örtünmek. 3.
kaçışmak, [kaç-mak > kaç-ış-mak] işteş, f . [-ır] Hep
{eT} K açar görünmek. [DLT]
birlikte, değişik yönlere doğru telaşla kaçmaya ça
kaçıntı, [kaç-mtı] is. 1. {ağız} (Kanal, bom , depo vb.
lışmak; {eT} (aynı). [ETY] [DLT]
yerlerdeki sıvı ve gazlar için) küçük miktardaki
kaçıt, -dı [kaç-ıt] {ağız} sf. Kaçak. [DS]
kaçak; sızıntı. 2. D avar sahipleri koçları birleştir
meden önce gebe kalarak kışın erken doğan kuzu. kaçıtmak, [kaç-ıt-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Kaçırtmak.
[DLT]
3. Gününden önce doğuran keçi. [DS]
kaçi, [? kaçi] {ağız} is. Kırık saksı. [DS]
kaçıramento, [kaç-ır-a + İt. -mento] is. argo. Çalın
mış mal; aşm lm ış mal. kaçik, -ği [kaçik / keçik] {ağız} is. Uzun baş örtüsü.
[DS]
kaçırık, -ğı [kaç-ır-ık] {ağız} is. İlkbaharda ya da
kaçka, [kaç-ka] {ağız} is. İki tekerlekli araba. [DS]
sonbaharda birdenbire ortaya çıkan şiddetli rüzgâr.
[DS] kaçkaç1, -cı [kaç+kaç] {ağız} is. Göç. [DS]
KAÇ O l M V M ı i • 2316
kaçkaç2, -cı [kaç+kaç] {ağız} is. Saksağan. [DS] mek. 17. Bilinen bir nesne veya renge benzemek;
kaçkaça, [kaç+kaç] {ağız} is. -*■ kaçkaç2. [DS] onu andırmak; çalmak; ona yakın olmak; yaklaş
kaçkaçan, [kaç+kaç-an] {ağız} is. -*• kaçkaç2. [DS] mak. 18. (Kadın ve kız için) erkeklere görünme
kaçkar, [? kaçkar] {ağız} is. Çıkılması m üm kün ol mek; onlarla bir yerde bulunm amak, konuşmamak.
mayan sarp, kayalık dağ. [DS] 19. (Kız için) ailesinin isteği dışında bir erkekle
kaçkın, [kaç-kın] is. 1. Bir yerden veya bir şeyden evlenm ek üzere ailesini ve evini terk ederek o er
kaçmış olan kimse. 2. {OsT} sf. Kaçak; firari. S kekle beraber olmak. 20. (Sermaye için) yurt dışın
kaçkın resmi, tar. İm paratorluk döneminde başı da değerlendirilmek; ülke ekonomisinin ve vergi
boş gezen hayvanların sahiplerinden alm an vergi. sisteminin dışına çıkarılmak. 21. (Para, mal vb.
kaçkırt, [kaçkırt] {ağız} is. B ir tür ot. [DS] için) verm ek istememek; esirgemek. 22. (Bir sıfat
için) olmak. 23. dnz. (Gemi için) çatışmayı önle
kaçkun, [kaç-kın] {OsT} {ağız} is. Kaçkın. [DS]
m ek amacıyla karşıdan gelen geminin rotasından
kaçlı, [kaç-h] sf. 1. "Üzerinde hangi sayıyı bulundu
çıkmak. 24. {eT} Gitmek. [DLT] 25. {ağız} (Ateş
ruyor? ” anlamında taşıdığı sayıyı veya miktarı öğ
için) sönmek. [DS] S kaçacak delik aramak,
renm ek için kullanılır. 2. B ir kimsenin doğum, o-
kulu bitiriş veya askere gidiş yıllarından birini öğ Korkudan saklanacak bir y e r bulmaya çalışmak;
saklanm ak istemek. || kaçmaktan kovalam aya va
renm ek için yöneltilen soru sıfatı,
kit bulam amak, Önemsiz işlerle uğraşırken önem
kaçlık, -ğı [kaç-lık] s f 1. B ir şeyin kaç birimden
li olanı yapamamak.
oluştuğunu öğrenmek amacıyla yöneltilen soru sı
fatı. 2. Y aş öğrenmek için sorulan soru; kaç yaşın kaçola, [Bul. kaçûla] {ağız} is. Takke. [DS]
da. kaçrum sınm ak, [kaç-(ı)r-umsın-mak] {eT} dönşl. f .
kaçma, [kaç-ma] is. 1. Uzaklaşma, uzak durm a ey [-ur] Kaçırır görünmek. [DLT]
lemi. {eT} (aynı) [EUTS] [DK] 2. psikol. B ir kişinin kaçruşmak, [kaç(ı)r-uş-mak] {eT} işteş, f [-ur] Bir
çevresinden ve oturduğu yerden kim seye haber birini kaçırmak. [DLT]
verm eksizin uzaklaşması. 3. Dengede bulunan şey kaçturm ak, [kaç-tur-mak] {eT} gçl. f. [-ur] K açırt
ler için dengenin bir taraf aleyhine bozulması, mak. [DLT]
kaçmağ, [kaç-mak] {ağız} g çsz.f. [-ar] Koşmak. [DS] kaçur, [kaç-ur / kaç-ar] {eT} zf. Kaç kere. [DLT]
kaçmak, [kaç-mak] gçsz. f. [-ar] 1. Bulunması gere kaçurgan, [kaç-ur-ğan] {eT} sf. Her zaman kaçıran.
ken bir yerden zor kullanarak veya hileyle ayrıl [DLT]
mak; firar etmek. 2. Bulunulması gereken bir yer kaçurmak, [kaç-ur-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Kaçırmak.
veya işten ilgililere haber vermeden, izinsiz olarak [DLT]
çıkmak. {eT} (aynı) [DLT] [ETY] [EUTS] 3. (Hayvan kaçurtm ak, [kaç-ur-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Kaçırt
için) tutulduğu yer veya kafesten çıkıp bir daha mak. [DLT]
yakalanmayacak şekilde gitmek. 4. (Bir tehlike ve kaçut, [kaç-ut] {eT} is. 1. Kısa mızrak. [DLT] 2.
ya istenmeyen durumdan korunmak için) kurtul Savaş ve kavgada yiğitlerin birbiri ile çarpışmaları.
m ak amacıyla hızla uzaklaşmak; sığınılacak bir [DLT]
yere girmek; gizlenmek. 5. İstemediği biriyle karşı kâd, [Ar. kâd ^ ] (ka:d) {OsT} is. Üzülme; keder
laşmamaya, ona görünmemeye, rastlam amaya ça
lenme; hüzünlenme. S kâd-i Hindi, {OsT} Hindis
lışmak; kendini göstermemeye çalışmak. 6. Uzak
tan 'da yetişen sini ağacından elde edilen ve ishale
durmak; sakınmak; korunmak; çekinmek. {eT} (ay
karşı kullanılan bir ilaç.
nı) [KB] 7. (Örgü ya da kumaş için) bir veya birkaç
tel ipliği kopmak; örgü boyunca sökülmek., 8. İs kad1, [kâd] {eT} is. Kar fırtınası; insan öldüren bora;
tenm eyen bir işi yapmaktan veya üstlenmekten tipi. [DLT]
kurtulm aya çalışmak; sürdürmek istememek. 9. kad2, -ddi [Ar. kadd -ü] {OsT} is. Boy bos. S kadd-
(Kap içindeki sıvı ve gazlar için) kapalı yerden bir
Sver, {OsT} Uzun boylu.|| kadd-i bala, {OsT} Uzun
delik, çatlak bularak dışarı sızmak; akmak; dökül
boy.|| kadd-i bülend, {OsT} Yüksek ve uzun boy.||
m ek; istenilen yöne doğru akmamak, gitmemek.
kadd-i dü-ta, {OsT} Yaşlılık yüzünden beli bükül
10. (Küçük veya sivri nesneler için) istenmeyen bir
m üş kimse; iki büklüm olmuş fa'jı.|| kadd-i lam,
yere hızla gitmek; batmak; saplanmak. 11. (Aletler
{OsT} Çarpık, eğri büğrü.|| kadd-i mevzün, {OsT}
için) bir yana doğru kaymak; sapmak. 12. Kimseye
Biçimli boy.|| kadd-i müstesna, {OsT} Güzellikte
görünmeden ortalıktan savuşmak. 13. Hızla koşup
benzersiz boy.|| kadd-i ra’nâ, {OsT} Giil endamlı.\\
uzaklaşmak; koşmak; seğirtmek. {eAT} (aynı) [DK]
kadd-i yâr, {OsT} Sevgilinin boyu.\\ kadd-keşide,
14. (Taşıt için) hareket etmiş ve yetişememiş ol
{OsT} Büyüyüp gelişmiş; boy atmış. || kadd U ka
mak. 15. (Uyku, neşe, zevk, keyif vb. için) yok ol
met, {OsT} Boy bos.
mak; kaybolmak; gitmek. 16. (Renk için) ağarmak;
kada1, [eT. ka (yakın; dost) > ka-da] {ağız} is. 1.
açılmak; solmak; rengi uçmak; kendi rengini yitir
f llH B M W . 2317 KAD
Kardeş; küçük kardeş. 2. Büyük kardeş; ağabey. 3. kadak6, -ğı [koduk] {ağız} is. 1. M anda yavrusu;
Kız kardeş. 4. Arkadaş. 5. Teyze. [DS] malak. 2. Eşek yavrusu; sıpa. 3. Yavru katır; sıpa.
[DS]
kada2, [Ar. kadâ5 >Us] {ağız} is. 1. Sevgi; gönül. 2.
kadak7, -ğı [kay-ak ?] {ağız} is. Kaydırak. [DS]
Naz. [DS] S kada almak, {ağız} 1. Beddua almak;
kadaklam ak1, [kadak-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-
kendisine ilenilmek. 2. Birine gelecek kötülükleri
l(ı)-yor] 1. Çivilemek. 2. Bağlamak; eklemek. 3.
üstüne alm ak ( “kadanı alayım ” biçiminde sevgi sö
İliştirmek; tutturmak. 4. Biçimine getirmek; işi y e
zü olarak kullanılır). [DS]|| kadasın alm ak, {OsT}
rinde ve kurallarına uygun yapmak. 5. M eyveli dal
Birine gelecek kaza ve belayı üzerine almak.
ların kırılmaması için altına destek koymak. [DS]
kada3, [kada] {ağız} is. K onuşmaya engel olan dil
kadaklam ak, [kadak-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-rj [-
bağı. [DS]
l(ı)-yor] -*■ kadamak2. [DS]
kada4, [kada] {ağız} is. Yeni doğmuş hayvan yavru
kadaksız, [kadak-sız] {eT} is. Hatasız; kusursuz. [Üç
su. [DS] İtigsizler]
kada3, [kada] {ağız) is. Sıra. [DS] kadal, [? kadal] {ağız} is. 1. Güldürü; eğlenti. 2. Cirit
kadaç, -cı [kada-ç] {ağız} is. (Bir kimse için) kendi oyunu. [DS]
sinden küçük olan kimse. [DS] kadalam a, [kada-la-ma] {ağız} is. Eğreti dikiş; ilinti.
kadag', [kadağ] {eT} is. -*■ kadak. [EUTS] [DS]
kadag2, [kadağ] {eT} is. Kanal; ırmak. [DLT] kadalam ak1, [kada-la-mak] {ağız} gçl. f [-r] [-l(ı)-
y o r j Kendini beğenmek; gururlanmak. [DS]
kadaga, [kadag-a] {ağız} is. Y asak olm a durumu; ya
kadalam ak2, [kada-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)-
sak. [DS]
yor] -►kadam ak1. [DS]
kadagayıp, -bı [Ar. kaçla’ => kada+goyup] kadama, [kada-ma] {ağız} is. Evin çatısı. [DS]
{ağız} zf. N e olur ne olmaz; her olasılığa karşı. [DS] kadamağ, [kada-mağ / kadamah] {ağız} gçl. f. [-r] [-
kadaglam ak, [kadağ-lâ-mak] (kadağla.mak) {eT} l(ı)-yor] -*■ kadamak. [DS]
g ç l . f [-r] Tutmak; ardından gitmek. [OKD] kadam ak1, [Moğ. kada-mak] gçl. f. [-r] [-d(ı)-yor]
1. {ağız} Kaba kaba dikmek; teyellemek. [DS] 2.
kadagoyttp, -bü [Ar. kadâ1 => kadagayıp] {a-
Y ırtık ve sökük elbiseyi iğreti olarak dikmek. 3.
ğız} zf. -*■ kadagayıp. [DS] {ağız} M ıhlamak; çivi çakmak; perçinlemek. {eT}
kadağ, [eT. kadağ] {ağız} is. Eğreti dikiş; ilinti. [DS] (aym) [Nevâyî] [DS] 4. Sıkıştırmak; bağlamak; ya
kadağa, [kadağa] {ağız} is. -+■kadaga. [DS] pıştırmak. 5. {eT} M uhkemleştirmek. [Nevâyî] 6.
{ağız} Hayvanı bir yere kısa ve sıkı olarak bağla
kadah1, [eT. kadağ-lâ-m ak > kadak / kadah] {ağız} is.
mak. [DS] 7. {ağız} (Giysi, çarşaf, örtü vb. için) bo
-*• kadak. [DS] yunu kesm eden kısaltm ak için ucunu katlayıp dik
kadah2, [kadah] {ağız} is. Y ara izi. [DS] mek. [DS]
kadah3, [kadah] {ağız} is. Ayakkabıların altına çakı kadamak2, [kada-mak / kadak-mak] {ağız} gçsz. f. [-
lan demir çivi; kabara. [DS] r] [-d(ı)-yor] Ölmek; gebermek. [DS]
kadahana, [? kada + Far. hvan-a] {ağız} is. Doymaz; kadam ak3, [kada-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-d(ı)-yor]
açgözlü. [DS] Gövdeyi bir yönden öbür yana çevirememek; tu
kadahet, [Ar. kadâhet o ^ Ijü ] {OsT} is. Kadehçilik tulmak. [DS]
sanatı. kadamaya, [? kadamaya] {ağız} is. Fırını silmekte
kadahlı, [kadak-lı] {ağız} is. Yapışık. [DS] kullanılan paçavra. [DS]
kadam loç, -cu [? kadamloç] {ağız} is. Kaşıklık. [DS]
kadak1, [kadağ / kadak] {eT} is. 1. Kusur; kabahat;
kadan, [ka-dan] {ağız} zf. Kadar. [DS]
suç; günah. [EUTS] [Üç İtigsizler] 2. Haksızlık.
kadana1, [İt. cadena] (kada’na) is. 1. Kürek m ah
[EUTS] 3. Ceht. [EUTS] 4. sf. Karışık; katışık; kar
kûmlarının ayaklarına bağlanan zincir halka; pran
ma. [EUTS] 5. Katı; sağlam. [EUTS]
ga. “Ayaklarına kadanalar vuruldu. ” Peçevî 2.
kadak2, -ğı [kadak] {ağız} is. 1. Ayakkabıların altına
Köpeklerin boğazına takılan dişli halka; çivili tas
çakılan demir çivi. 2. Çivi; küçük çivi. 3. Kopça;
ma.
düğme. 4. Tırpan ile sapı birbirine bağlayan çengel.
kadana2, [Mac. katona] (kada ’na) is. 1. Bir cins iri
[DS] S kadak vurm ak, {ağız} Ağaç eşyalara ve
at. 2. sf. Boylu boslu; iri yan. S kadana gibi, (Ka
yapı araçlarına parça eklemek. [DS]
dın için) iri yarı.
kadak3, -ğı [kadak] {ağız} is. Küçük kardeş. [DS]
kadanlık, -ğı [ka-dan-lık] {ağız} zf. ... kadarlık. [DS]
kadak4, -ğı [kadak] {ağız} zf. Kadar. [DS]
kadanmak, [kada-n-mak / kada-n-mah] {OsT} {ağız}
kadak5, -ğı [kadak] {ağız} is. Ü ç tanesi bir okka olan dönşl. f. [-ır] 1. Yorulup kalmak; takılıp kalmak;
ağırlık ölçüsü. [DS] yapışıp kalmak. 2. Tıkanıp kalmak. 3. Dayanmak;
KAD İ I M R S Û M • 2318
direnmek. 4. (Kısa iple bağlanan hayvan için) çok kadavralaşma, [kadavra-la-ş-ma] is. Kadavra duru
hareket edememek. 5. Yerleşmek; kalmak. 6. A ğ m una gelm ek eylemi,
zından söz çıkmamak. 7. Bir yere ilişip kalmak. 8. kadavralaşmak, [kadavra-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır]
edil. f. Mıhlanmak; çivilenmek; dikilmek; yapıştı Kadavra durum una gelmek,
rılmak. [DS] kadayıf, [Ar. katâ’if ı_iiUa5] {OsT} is. 1. Tatlı yap
kadans, [Fr. cadanse / İt. cadenza] is. 1. müz. Bir
makta kullanılan ve undan özel olarak hazırlanmış
konçertoda çalgıcının ustalığım gösterdiği bölüm;
birkaç türlü malzemenin genel adı. 2. Bu tür m al
durgu. 2. B ir silahın dakikada yapabileceği atış sa
zemeden yapılmış ham ur tatlısı,
yısı; teorik atış hızı,
kadayıfçı, [kadayıf-çı] is. 1. K adayıf yapan ve satan
kadarak, -ğı [kadarak] {ağız} is. 1. B ir değirmeni
kimse. 2. K adayıf yapılan veya satılan yer; kada-
döndürecek kadar kuvvetle akan su. 2. Su arkı. [DS]
yıfçının iş yeri,
kadar, [Ar. kadar j-ü] {OsT} e. 1. (Nicelik ve nitelik kadayıfçılık, -ğı [kadayıf-çı-lık] is. 1. K adayıf yap
karşılaştırmakta) eşitlik, denklik ilgisi kurar: ölçü m a ve satma işi. 2. Kadayıfçm m işi ve mesleği.
sünde; derecesinde. 2. Büyüklüğünde. 3. Değerin
kaddah', [Ar. kadeh > kaddâh ^t-ü] {OsT} is. Kadeh
de. 4. Çokluğun, aşırılığın miktarını bildirir: ölçü
de; derecede; denli. 5. (Yer, zaman, sayı için) sınır, yapan; kadehçi.
sonuç ve bitme bildirir: dek; değin. 6. (Benzetme kaddah2, [Ar. kadh > kaddâh sf. Yeren; çe
için) benzerlik ilgisi kurar: gibi. 7. (M iktar için) kiştiren.
belirsizlik bildirir. 8. (Nicelik için) yaklaşıklık bil
kaddahe, [Ar. kaddâhe o-t-ü] (kadda. he) {OsT} is. 1.
dirir. 9. (Zaman için) süre bildirir. 10. is. (İşaret
sıfatlarıyla birlikte) miktar ve derece bildirir. S Çakm ak taşı. 2. Eskiden kullanılan, bir çelik parça
(bu) kadarı da fazla, B ir konuda aşırı gidildiğini sı, kav ve çakmak taşından oluşan çakmak takımı,
ifade için kullanılır. kaddam , [Ar. kaddâm pl-ü] {OsT} (kadda:m) is. Kral;
kadarca, [kadar-ca] {OsT} zf. Kadarcık. prens; önder.
kadastro, [Yun. katastikkon / İt. catastro] is. huk. Bir kaddese, [Ar. kuds > kaddese j-t-ü] {OsT} ünl. Kutlu
ülkedeki bütün taşınmaz malların yerinin, alanının,
ve mutlu etsin; mübarek olsun. S kaddes’AUah,
sınırlarının ve değerlerinin devlet eliyle belirlenip
{OsT} Allah mukddes ve m übarek eylesin!
bir plana bağlanması. S kadastro geçmek, K a
kaddırak, -ğı [kad-dır-ak] {ağız} sf. 1. Vücudunu
dastro işlemleri yapılmak.
dim dik tutan kimse. 2. Kurumlu; gururlu. [DS]
kadastrolama, [kadastro-la-ma] is. Kadastro işlem
lerini yapma. kaddus1, [Ar. kaddüs j-j-ü ] (kaddu.s) {OsT} sf. (Al
kadastrolamak, [kadastro-la-mak] gçl. f. [-r] f-l(u)- lah için) çok kutsal; en kutsal.
yor] Bir taşınmaz malm yerini, alanını, sınırlarını kaddus2, [Yun. khâdos] {ağız} is. Sacdan yapılmış
ve değerini belirleyip bir plana bağlamak; kadast kulplu su kabı. [DS]
rosunu yapmak, k a’de, [Ar. k u ‘ud (oturma) > ka‘de o.ui] {OsT} is.
kadastrolanma, [kadastro-la-n-ma] is. Kadastro
N am az kılarken bir kere oturma; oturuş. S ka’de-i
işlem leri yapılmak eylemi,
ahire, {OsT} İki ve daha fa zla rekâtlı namazlarda
kadastrolanmak, [kadastro-la-n-mak] edil. f. [-ır]
son rekâtı takiben yapılan oturuş; son oturuş.\\
B ir taşınmaz malın yeri, alanı, sınırlan ve değeri
ka’de-i Ola, {OsT} İkiden fa zla rekâtlı namazlarda
belirlenip bir plana bağlanmak; kadastrosu yapıl
ikinci rekâttan sonraki oturuş; önceki oturuş.
mak.
kade', [eT. ka (akraba) > ka-da / kade] {ağız} is. 1.
kadaş', [kâ (kap) > ka-daş / ka-deş] is. Kardeş; {ağız}
Kardeş. 2. Küçük kardeş. 3. Teyze. 4. Hala. 5.
(aynı). [DS] [İKPÖy.] [ETY] [EUTS] [DLT]
Yenge. [DS]
kadaş2, [Çin. ka (aile) > kâ-daş] {eT} is. Yakın;
kade2, [? kade] {ağız} is. Ortası yassı, bir tür yağlı
akraba; hısım. [ETY] [İKPÖy.] [EUTS] [DLT] [KB]
ekmek. [DS]
kadaş3, [ka-daş] {ağız} is. Takma ad; lakap. [DS]
kadeh, [Ar. kadeh j-os] {OsT} is. 1. İçki içmek için
kadaşlık, [kadaş-lık] {eT} is. 1. Kardeşlik. 2. Hısım
lık. [DLT] kullanılan küçük bardak. 2. Bu bardakta bulunan
kadaverin, [Lat. cadere (düşmek) > Fr. cadaverine] içki. 3. bot. Çiçeklerin çanak kısmı. S kadeh ar
is. biy. Bozulan besinlerde, özellikle etlerde bakte kadaşı, İçki arkadaşı.\\ kadeh-bâz, {OsT} 1. Kadeh
rilerin sebep olduğu zehirli kimyasal madde, oynayan. 2. Kadehleri üst üste dizerek çeşitli göste
kadavra, [İt. cadavere] (kada’vra) is. Tıp öğreni riler yapan cambaz.\\ kadeh-i lâciverdi, {OsT}
m inde üzerinde çalışılmak üzere hazırlanmış ölmüş Gökyüzü. || kadeh-i M eryem, {OsT} bot. Saksıgüzeli
insan veya hayvan vücudu; ceset, fi1 kadavra gibi, çiçeği.|| kadeh kaldırmak, {OsT} B ir kimseyi veya
Sıska ve za y ıf beden veya yüz. bir şeyi onurlandırmak için içkiye başlamadan ön
Ö I Ü M T Û S I K f S 0 M .2 3 i9 KAD
ce kadehleri havaya kaldırmak.\\ kadeh-keş, {OsT} kademeleme, [kademe-le-me] is. Kademelere ayıra
İçki içen; sar hoş. \\ kadeh-kâr, {OsT} İçki dağıtan rak düzenleme; kademelendirme.
kimse; saki.\ kadeh-peymâ, {OsT} Şarap içen.\\ kademelemek, [kademe-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-
kadeh-şiken, {OsT} Kadeh kıran; sarhoş.\\ kadeh yor] B ir şeyi kademeli olarak düzenlemek; basa
tokuşturmak, i. İçkiye başlamadan önce kadehle maklı bir düzen oluşturacak biçimde sıralamak,
ri birbirine dokundurmak. 2. Birlikte, karşılıklı otu kademelendirme, [kademe-le-n-dir-me] is. Kademe
rup içki içmek. li durum a getirme,
kadehçe, [Ar. kadeh + Far. -çe {OsT} is. K ü kademelendirmek, [kademe-le-n-dir-mek] gçl. f. [-
çük kadeh. ir] 1. Kademeli duruma getirmek. 2. as. Bir k ıt’ayı
kadehçik, -ği [kadeh-çik] is. bot. 1. Palamut, fındık art arda kademeler hâlinde düzenlemek,
gibi birçok meyvede bulunan yüksük gibi kılıf. 2. kademeli, [kademe-li] sf. Basamak basamak olan;
Döllenmeden sonra bazı çiçek kısım larının geliş aşamalı, fi1 kademeli ücret, İşçiye belirli oranlar
m esiyle oluşan yüksüğe benzer organ. 3 .zo o l. Kın içinde belirlenerek verilen ücret. || kademeli vergi,
kanatlı bazı böceklerin erkeklerinin ayaklarında Gelir miktarları belirli gruplarda toplanarak oran
bulunan ve düz yüzeylere tutunmayı ve dolayısıyla lamış vergi sistemi.
çiftleşmeyi kolaylaştıran yüksüğüm sü organ, kademhane, [Ar. kadem + Far. hâne -üIü-jü / -uU- j»_ü]
kadehçikliler, [kadeh-çik-li-ler] is. bot. Meyvesinde
(kademha:ne) {OsT} is. A yakyolu; tuvalet; hela,
kadehçik bulunan ağaçların eski adı.
kadehçiksi, [kadeh-çik-si] sf. K adehçiğe benzeyen, kademi, [Ar. kademi ^ - ü ] (kademi:) {OsT} sf. A yak
kadehsi, [kadeh-si] sf. Kadeh veya yüksüğe benze la ilgili; ayağa ait.
yen. kademiye, [Ar. kademiyye v - ^ ] {OsT} is. 1. Bir ü l
kadek1, -ği [koduk] {ağız} is. 1. M anda yavrusu;
keye giriş ve çıkışta alman ayak bastı parası. 2. Bir
malak. 2. sf. Kısa boylu kadın. [DS]
görevle başka yere gönderilen memura ödenen yol
kadek2, -ği [? kadak] {ağız} is. Küçük çivi. [DS]
masrafı; yolluk,
kadek3, -ği [? kadek] {ağız} is. Kırmızı bez. [DS]
kademli, [kadem-li] sf. Uğurlu; kutlu. S Kademli
kadele, [? kadele] {ağız} is. Küçük küp. [DS]
olsun! “Hayırlı, uğurlu olsun!" anlamında söyle
kadem, [Ar. kadem f-ü] {OsT} is. 1. Ayak. 2. Adım. nen dilek sözü.
3. Bir metrenin üçte biri uzunluğunda bir uzunluk kademsiz, [kadem-siz] sf. Uğursuz; musibet. S ka
ölçüsü birimi; normal b ir ayak boyu; arşının yarısı. demsiz peçe, {ağız} Kefen. [DS]
4. mecaz. Uğur; kut. ö kadem basm ak, {eAT} kademsizlik, -ği [kadem-siz-lik] is. Uğursuz olm a
A yak diremek; azmetmek; inat etmek; ısrar etmek. || durumu; uğursuzluk.
kadem-bûs, {OsT} A ya k öpen.|| kadem -büsî, {OsT}
kader1, [Ar. kader jJi] {OsT} is. 1. A llah’ın bütün
A yak öpme töreni. || kadem getirmek, Uğur getir
m ek,|| kadem-hâne, {OsT} -*■ kademhane.|| kadem varlıklar için belirlediği ve dilediği durumların oluş
kadem, Yavaş yavaş; adım adım.\\ kadem-keş, biçim i ve oluşu; alın yazısı; A llah’ın takdiri. 2. B ü
{OsT} B ir daha gelmeyen; ayağını çeken.|| kadem- tün olayları, önceden oluş zamanı ve oluş biçimi
nih, {OsT} A yak basıcı. || kadem-nihâde, {OsT} değişmeyecek şekilde düzenleyen gizli güç. 3.
A yak basmış bulunan; gelen. || kadem-rân, {OsT} Beklenm edik ve kaçınılmaz şartların bir araya
Adım atan; ilerleyen.\\ kadem-rence, {OsT} Tenez gelmesi; talih; baht. 4. Kaçınılması mümkün olm a
zü l etme: lütfen kabul. || kadem-rencîde etmek, yan kötü talih. 5. trade gücü; güç; kuvvet. 6. din.
{OsT} Tenezzül edip gelmek; burun kıvırarak ziya A llah’ın olmasını dilediği şeyleri, meydana gelm e
ret etmek.|| kadem urmak, {eAT} B ir işe girişmek; den (kaza) önce takdir etmesi; sonsuz geçmişten
başlamak. sonsuz geleceğe (ezelden ebede) kadar meydana
kademe, [Ar. kademe <u-ü] {OsT} is. 1. M erdiven ba gelen bütün durum ve olaylarda egemen olan küllî
İlahî hüküm, fi1 kader birliği, İyi ve kötü günlerde
samağı; m erdiven ayağı. 2. Önem ve değer bakı
aynı sıkıntıyı ve sonucu yaşam ak zorunda olm a
mından sıra ile yükselen basam aklardan her biri. 3.
durumu.\\ kaderde olm ak, Önceden akla gelmeyen
huk. D evlet memurlarının maaşlarında artış sağla
yan yatay ilerleme ile ilgili rakam lardan her biri. 4. kötü bir durumun başa gelm esi durumunda bunu
as. Emir komuta sistemi içinde derinliğine düzen kabullenmiş olmak. || kadere küsmek, Olumsuzluk
lenmiş her basam ağın konumu. S kademe ilerle lar karşısında yılgınlık gösterip mücadeleyi bırak
mesi, D evlet memurunun bir derece içinde her y ıl m a k^ kadere meydan okumak, A lınya zısın ın ki
almış olduğu yatay maaş yükselişi; yatay terfi. || şisel irade ile değişebileceğine inanarak Allah 'in
kademe-i Ola, {OsT} İlk basamakta; başlangıçta, jj ezelî kararm a baş kaldırmak.
kademe kademe, Basam ak basamak; derece dere kader2, [kadar > kader] {eAT} zf. Az; biraz; azıcık. S
ce. kader vakit, {eAT} A z bir zaman.
KAD ÖIÜHIÜİCESOM • 2320
kaderci, [kader-ci] is. 1. İnsan hayatının ve bütün lerini yerine getiren; Allah. || kâdl-i sipilır, {OsT} 1.
olayların kadere bağlı olarak yönetildiğine inanan Gökyüzünün kadısı. 2. M üşteri yıldızı; Jüpiter.\\
kimse. 2. sf. Kadere inanan, kadı kaçıran, {ağız} Birkaç gün süren yağmur.
kadercilik, -ği [kader-ci-lik] is. fel. Bütün olayların [DS]|| kadılara bulunm ak, {ağız} B ir şeyi konuklar
tek ve tabiat üstü bir güç tarafından, değiştirilemez için y a da gerektiği zam an kullanılmak üzere sak
şekilde önceden belirlendiğini ve bu biçimde geçe lamak. [DS]|| kadılar helvası, İsrailoğulları göç
ceğini, kişinin artık onu değiştiremeyeceğini ileri ederken çölde Allah tarafından indirilen yiyecek. ||
süren felsefî görüş; fatalizm; cebriye; yazgıcılık, kâdî’l-kuzât, {OsT} Kadıların kadısı; en büyük ka
dı; şeyhülislam veya kazasker.|| kadı nâ’ibi, Kadı
kaderî, [Ar. kaderi lSj-^] (kaderi:) {OsT} sf. 1. Kader
vekili; kadının yerine bakan kimse. || kadı otu,
ile ilgili olan. 2. is. İnsanın eylemlerinin yaratıcı ve {OsT} bot. Birleşikgillerden, geniş köm eçler hâlin
sorumlusu olduğunu kabul eden M utezile’nin bir de mavi ve beyaz çiçekler açan, kum sal yerlerde
kolu; kaderiye, kendiliğinden yetişen, bazı türleri sebze olarak tü
kaderiye, [Ar. kaderiyye {OsT} is. fel. K ader ketilen birkaç yıllık otsu bitki; güneğik; hindiba,
anlayışına karşı insanın yaptığı işlerin yaratıcısı ve (Cichurium endivia).\\ kadı oturtmak, {ağız} (Soru
sorumlusu olduğunu kabul eden M utezile’nin bir cümlesi olarak kullanılır) hiçbir şeye karışmadan
kolu; kaderî. durmak; sadece seyirci kalm ak.|| kadıytt’l-hâcât,
{OsT} Allah rızası için herkesin dileğini yerine geti
kaderiyun, Ar. kaderiyyün j j jj J i ] (kaderiyu:n)
ren kimse. \| kadı yoran, D ik kafalı; inatçı.
{OsT} is. fel. Kadercilik,
kadı2, {eT. kadığ] {ağız} is. 1. Buğday elerken, kalbur
kaderlem ek, [kader-le-mek] gçl. f. [-r] 1. B ir kim
senin cennete veya cehenneme gideceğini, önceden altına konulan destek. 2. Çelik çomak oyununda,
tayin etmek. 2. {eAT} Bir kimsenin hayatta başına çeliğin üzerine konduğu yan yana iki taş. [DS] S
gelecekleri önceden tayin etmek, kadı ağacı, {ağız} Kayığın ortasındaki seren dire
ğini tutturan araç. [DS]
kadet, [? kadak / kadet] {ağız} is. Ayakkabı çivisi;
kabara. [DS] kadı3, [Yun. khadi] is. 1. Fıçı; bidon; varil. 2. Bir sıvı
ölçeği. 3. {ağız} Büyük fıçı. [DS]
kadgu, [kâd-mak (bunalmak) > kad-ğü > kaygu /
kadı4, [eT. ka (akraba) > ka-dı / kadi ?] {ağız} is. 1.
kaygı] {eT} is. Kaygı; dert; keder; üzüntü. [EUTS]
Yenge. 2. Düğünlerde eğlence için kız evinden oğ
[DLT] [İKPÖy.] [Gabain] [Yüknekî]
lan evine giden kimse. [DS]
kadgulanm ak, [kadğü > kadğü-la-n-mak] {eT} dönşl.
kadıbaşı, [kadı+baş-ı] {ağız} is. Lale. [DS]
f . [-ur] Kaygılanmak. [DLT]
kadıg, [kadü-mak (sağlam dikiş dikmek) > kadüğ /
kadgulug, [kadğü > kadğu-luğ] {eT} is. Acılı; dertli;
kadığ] {eT} is. 1. Katı; sağlam. [EUTS] 2. Pislik (?).
kaygılı; tasalı. [EUTS]
[EUTS] 3. sf. Karışık; katışık; karma. [EUTS]
kadgurmak, [kadğü > kadğu-r-mak] {eT} gçsz. f. [-
kadık1, [kadık > kayğuk] {eT} is. Ağaçtan oyulmuş
ur] 1. Üzülmek; kaygıya düşmek kaygılanmak;
tekne; kayık. [DLT]
kederlenmek; tasalanmak. [EUTS] [DLT] 2. Kayır
mak. [DLT] kadık2, [? kadık] {ağız} is. Çam kozalağı. [DS]
Kadıköy taşı, [Kadı+köy + taş-ı] is. t. min. Kuvars
kadgusuz, [kadğü > kadgu-suz] {eT} sf. Tasasız; kay
ve opal liflerinden oluşmuş kırmızı, kahverengi,
gısız. yeşil renkli olabilen bir tür silis; akik; kalseduan,
kadh, [Ar. kadh jj] {Os T} is. Çekiştirme; arkadan kadılaşmak, [kadı-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Kadı
konuşma. gibi olmak. 2. {OsT} işteş, f. Birlikte yargılaşmak;
kadhas, [Brah. kâdhaş] {eT} is. Akraba; dost; birader. karşılıklı hak aramak,
[Gabain] kadılık, -ğı [kadı-lık] is. 1. Kadı olm a durumu. 2.
Şeriat hakim inin yaptığı iş. 3. Şeriat hakim inin gö
kadı1, [Ar. kaza5 > kâdî / kâzı ^ 1 3 ] (ka:dı:) {OsT} is.
rev bölgesi.
1. Yapan, yerine getiren; uygulayan. 2. tar. İmpara
kadılmak, [kadü-mak > kadu-l-mak / kadı-l-mak]
torluk döneminde, yargılama yetkisine sahip kişi;
şeriat hakimi. 3. {ağız} mecaz. Her şeye karışan, {eT} ed il.f. [-ur] Seyrekçe dikilmek. [DLT]
çok bilmiş kimse, fi1 kadı baş, {ağız} Beyaz yuvar kadım alak, [Erme, matutak => m adımak /
lak bir tür kabak. [DS]|| kadı başı kabağı, {ağız} -*■ m adım alak / kadımalak] {ağız} is. bot. Kuşekmeği
kadı baş. [DS]|| kadı beratı, B ir yere kadılık kurul (Polygonum aviculare). [DS]
masına dair verilen iznin belgesi. || kadı bitişi, kadın1, [Soğd. hvaten / khw at’yn => eT. hatun /
{OsT} Mahkeme ilamı.\\ kadı boğan, {ağız} B ir tür kâtun > kadın] is. 1. Dişi cins insan; bayan; hanım.
sert helva. [DS]|| kadı eşeğine dönmek, {ağız} Us {eAT} (aynı) [DK] 2. Bekâreti gitmiş dişi insan. 3. sf.
lanmak.|| kâdî-i hâcât, {OsT} Herkesin bütün dilek Kadm olm anın gerektirdiği erdemleri üzerinde ta
İ İ M I R S İ j M • 2321 KAD
şıyan. 4. iinl. "Bayan ” anlam ında seslenme ve un soğanlı pirinç, maydanoz, tuz, biber ve yumurta
van sözü. S kadın ağızlı, Çok konuşan, dedikodu katıldıktan sonra yoğrulup galetaya bulanarak k ı
cu, geveze erkek. || kadm ana, -*■ kadınana.|| kadm zartılm ak suretiyle yapılan bir tür köfte,
aşçı, B ir evin veya konağın yem eklerini pişiren aşçı kadınca, [kadın-ca] (kadı ’nca) zf. Kadına yakışır b i
kadın.\\ kadın avcısı, Kadınların ilgisini çekerek çimde; kadına özgü,
seviyormuş görünüp baştan çıkaran ve cinsel zev kadıncık', -ğı [kadın-cık] is. Zavallı kadm; küçük
kini tatmin eden erkek. || kadın barmağı, {ağız} -*■ kadm.
kadınparmağı. [DS]|| kadın barmak, {ağız} -*■ ka- kadıncık2, -ğı [kadın-cık] {ağız} is. Görümce. [DS]
dınparmağı. [DS]|| kadın berberi, Kadınların saç kadıncık, -ğı [kadın-cık] {OsT} is. Hanımefendi;
bakımını yapan berber; kuaför.\\ kadın çamaşırı,
bayan.
Kadınların kullandığı iç çamaşırı] | kadın doğum,
kadıncıl, [kadm-cıl] sf. (Erkek için) kadınlara aşırı
Gebeliğin seyrini ve doğum tekniklerini konu alan
derecede düşkün; kadın düşkünü; zendost.
tıp dalı.|| kadm düşkünü, Kadınlara aşırı derece
kadındüğm esi, -ni, -eleri [kadm+düğme-s-i] (ka
de düşkün olan erkek. || kadm efendi, Padişahın
d ı ’ndüğmesi) is. bot. Horozibiğigillerden bahçeler
eşi; gedikli cariyelerin en yükseği. || kadın göbeği,
de süs bitkisi olarak yetiştirilen, düğme biçiminde
{ağız} 1. Kuşburnu meyvesi. 2. B ir tür mantar. [DS]
yuvarlak başlı çiçekler açan bir otsu bitki; medine,
|| kadın gömleği, Baştan giyilen bir tür gömlek. ||
(Gomphrena).
kadın iğnesi, {ağız} -* kadmiğnesi. [DS]|| kadın
kadına, Kadınlar arasında; yalnız kadınların bu kadmg, [kadın] {eT} is. Huş ağacı; kayın ağacı, (Be-
lunduğu bir ortamda.\\ kadm kadıncık, Evinin iş tula). [DLT]
lerini beceri ile yapan, kadına özgü nitelikleri taşı
kadınga, [kadın+gı ffcz,)?>kadıngâ] (kadınga;) {ağız}
yan ve eşine bağlı kadın; ağırbaşlı kadın.\\ kadın is. Yenge. [DS]
kısmı, Kadınlar.|| kadınlar hamamı, 1. Kadınların kadmge, [kadın+gı (kız) ?] {ağız} is. 1. Yenge. 2. G e
yıkandığı hamam. 2. Hep birden konuşma sonucu lin. 3. Elti. [DS]
kimin ne dediği anlaşılmayan gürültülü yer. || kadınkadıngöbeği, -ni, -kleri [kadm+göbe(k)-i] (ka
milleti, Kadınlar.|| kadm olmak, 1. Bekâreti git d ı ’ngöbeği) is. 1. Un, yum urta ve tereyağı ile y a
mek. 2. Evinin işlerini becermek. 3. B ir kadından pılmış, ortası çukur bir tür ham ur tatlısı. 2. {ağız} -*■
beklenen erdemlere sahip olmak. || kadm parmağı, kadm göbeği. [DS]
{ağız} -*■ kadınparmağı. [DS]|| kadın parmağı, 1. kadmiğnesi, -in, -eleri [kadm+iğne-s-i] {ağız} is.
B ir kadına ait tasarı; kadınla ilgili olan. 2. (ErkeKaraiğne denilen böcek. [DS]
ğin yaptığı iş için) sevdiği kadının istekleri doğrul
kadınlaşma, [kadm-la-ş-ma] is. Kadına özgü nitelik
tusunda,|| kadm terzisi, Kadınlar için giyecek di
lere bürünme,
ken kimse. || kadm ticareti, huk. Çeşitli yollarla
kadınlaşmak, [kadın-la-ş-mak] g ç sz.f. [-ır] 1. K adı
yirm i bir yaşını bitiren bir kız veya kadını cinsel
na özgü nitelikler kazanmak; kadına benzer durum
ilişkiye girm ek isteyen başkası için kandırma, sağ
almak. 2. Kadm durumuna gelmek,
lama, götürme ve taşıma işi; fu h u ş için kadın p a
zarlama; pezevenklik. || kadm tüccarı, Yasa ve ah kadınlık, -ğı [kadm-lık] is. 1. K adın olm a durumu. 2.
Bir kadının gerekli bütün erdem ve nitelikleri taşı
lak dışı cinsel ilişkileri organize eden kimse; fu h u ş
için kadın pazarlayan; pezevenk. ması. 3. Kadına özgü niteliklerin tümü,
kadınm ak, [kad-mak (üzülmek) > kad-m-mak] {eT}
kadm2, [kâ (akraba) > ka-dın] {eT} is. 1. Kayın;
dönşl. f. [-ur] Pişman olmak; nedam et getirmek.
dünür; hısım; evlilik akrabası; kayın. [DLT] [ETY] [EUTS]
[EUTS] [KB] 2. Kayın peder. [KB] [İKPÖy.] [Gabain] kadınnine, [kadın+nine] is. 1. Büyük anne. 2. Yaşı
3. Kocanın erkek kardeşi. [KB] S1 kadın ilerlemiş kadın,
kadnagun, {eT} Kayın mayın. [DLT]
kadınparm ağı, -nı, -k la n [kadm+parma(k)-ı] {ağız}
kadın3, [kadın] {eT} is. Kayın ağacı. is. 1. İnce kabuklu bir tür üzüm. 2. İnce uzun, sulu
kadm4, [kadın] {ağız}sf. Güzel; hoş; şık. [DS] ve yum uşak bir armut. 3. Üç kulaklı ekşimsi bir ot.
kadınana, [kadın2 + ana] {ağız} is. 1. Kaynana. 2. 4. Baklavaya benzer bir tür tatlı. [DS]
Babaanne. 3. Babanın ağabeyinin eşi; büyük yenge. kadınsal, [kadın-sal] sf. Kadına özgü; kadınla ilgili,
[DS] kadınsı, [kadm-sı] sf. 1. Kadına yaraşır; kadına özgü;
kadınbarm ağı, -nı, -kları [kadın+parma(k)-ı] {ağız} kadm gibi. 2. (Erkek için) kadına özgü davranışlar
is. -►kadınparmağı. [DS] da bulunan; kadm görünümü taşıyan; kadm karak
kadmbarm ak, -ğı [kadm+parmak] {ağız} is. -*■ ka- terli; efemine.
dınparmağı. [DS] kadınsılık, -ğı [kadın-sı-lık] is. Kadınsı olma duru
kadınbudu, -nu, -tları [kadın+bu(t)-u] (kadı ’nbudu) mu.
is. Yarısı çiğ, yarısı kavrulmuş kıym aya haşlanmış kadıntuzluğu, -nu, -k la n [kadm+tuz-lu(k)-u] (ka
KAD Ö I İ İ H U lf C E S O M • 2322
d ı’ntuzluğu) {OsT} is. bot. Kadmtuzluğugillerden, kadıtgan, [kadı-t-ğan] {eT} sf. Kimseye boyun eğ
çitlerde ve orman açıklıklarında yetişen, çiçekleri meyen; inatçı; dik başlı. [DLT]
olgunlaştığında erkek organları aniden dişi organ
kadıtm ak1, [kâd-mak > kad-ıt-mak] {eT} gçsz. f. [-
üzerine düşerek döllenmeyi sağlayan, kırmızı bu
ruk meyveli çalı; sarı çalı; cavşir, (Berberis). ur] 1. İnat etmek; dik başlı olmak; kim seye boyun
eğmemek; dikilmek. [DLT] [KB] 2. Geri dönmek;
kadıntuzluğugiller, [kadm+tuz-lu(k)-u-gil-ler] (ka
yüz çevirmek. [KB]
dı ’ntuzluğugiller) is. bot. Düzensiz yapraklı, üzüm-
sü meyveleri çoğunlukla yenilen, salkım çiçekli bir kadıtm ak2, [*kâd-mak > kad-ıt-mak] {eT} gçl. f. [-
bitki familyası, (Amberperis). ur] 1. Çevirmek; döndürmek; bükmek. [EUTS] 2.
kadıoğlu, [kadı+oğ(u)l-u] {ağız} is. Bergama yöresi gçsz. f. Geri dönmek; çekinmek. [DLT] 3. Soğuktan
ne ait bir zeybek. [DS] ölmek. [DLT]
kadir, [kâd-mak > kad-ır] sf. 1. Sert; sarp; çetin; kadıtm ak3, [kadü-mak > kadu-t-mak] {eT} gçl. f. [-
müthiş; şiddetli; güç; zor. [DLT] [ETY] [EUTS] 2. is. ur] -*■ kadutmak. [DLT]
Gazup; öfkeli somurtkan; kızgın; hiddetli; yırtıcı. kadız1, [*kâd~mak > kad-ız] {eT} is. 1. Ağaç kabuğu.
[EUTS] [Gabain] {ağız} [DS] ılk a d ır han, {eT} H a [DLT] 2. Tarçın. [EUTS] [Gabain]
kanların sert ve çetin olanı.\\ kadir kış, K ara kış;
kadız2, [Yun. khâdos] {ağız} is. Büyük fıçı. [DS]
zemheri. [DLT]
kadız3, [ka (saman) + diz (hırsız)] {ağız} is. 1. Saman
kadırga1, [Yun. katergon] (ka d ı’rga) is. 1. dnz. Ö-
hırsızı. 2. Samanyolu,
zellikle A kdeniz’de kullanılmış olan yelkenli ve iki
direkli savaş gemisi. 2. {ağız} Harmanın rüzgâr alan kadızgakhg, [kadız-ğak-lığ] {eT} sf. Ağaç kabuğu gi
tarafına ekin demetleriyle yapılan engel. [DS] S bi pürtüklü.
kadırga balığı, zool. Balinalar takımından, tropi kadızlanmak, [kad-ız-la-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur]
kal ve yarı tropikal denizlerde yaşayan, avını biitün Kabuklanmak. [DLT]
ve canlı olarak yiyen memeli hayvan; kaşalot; is kadi1, [İng. caddıe] is. spor. G olf oyuncularının
perm eçet; amber balığı, (Physeter catodon).|| ka sopalarını bir torba içinde taşıyan küçük erkek ço
dırga tertibi demir, dnz. Çabuk demirleyebilmek cuk.
için cıvadra altına yerleştirilm iş demir.
kadi2, [? kadi] {ağız} is. Büyük fıçı. [DS]
kadırga, [eT. kadir > kadır-ga] {ağız} sf. 1. Kuvvetli. kadi3, [eT. ka (hısım) > ka-di] {ağız} is. 1. Yenge. 2.
2. Becerikli. [DS] Hanım. 3. Babaanne. [DS]
kadırgak, [kadır-mak > kadır-ğâk] (kadırga:k) {eT} kadib, [Ar. kadıb v * ^ ] (kadi:b) {OsT} is. 1. İnce ve
is. Çok çalışmak yüzünden elde meydana gelen düz fidan veya dal. 2. Erkeklik organı,
nasır. [DLT]
kadid, [Ar. kadîd Jj^S] (kadi:d) {OsT} is. 1. Dilim
kadırgan, [kadır-mak > kadır-ğân] (kadırgam) {eT}
lenerek güneşte, h a fif ateş ya da iste kurutulmuş et.
sf. 1. Daima eğdiren; daima büktüren [DLT] 2. is. 2. tıp. Etleri dökülmüş, yalnız kem ik kalmış olan
B ir tür akasya ağacı, (Sophora japonica). [Clauson] gövde; iskelet. 3. mec. B ir deri bir kem ik kalmış,
kadırık, [*kadrâ-mak > kadrâ-lc > kadırık ?] {eT} is. çok zayıf kim se.S kadidi çıkmak, Çok zayıfla
Ağırşak. [ETY] mak; bir deri bir kem ik kalmak; iskeleti çıkmak.
kadırlanmak, [kadır-la-n-mak] {eT} dönşl. f [-ur] kadife, [Ar. kadife / katıfe <iias / 4i.ji] {OsT} is. 1.
Huyunu çetinleşir göstermek. [DLT] Kırpılm ış nesne. 2. Belirli uzunlukta bırakılmış
kadırmak, [*kâd-mak > kad-ır-mak] {eT} gçl. f. [-ur] ham madde lifleri, yüzeyine yum uşaklık ve parlak
bir görünüm veren bir tür dokuma. 3. {ağız} Us
1. Bükmek; eğmek. [EUTS] 2. Büktürmek; eğdir
kum ru büyüklüğünde pulsuz tatlı su balığı. [DS] 4.
m ek; burdurmak. [DLT] 3, Reddetmek; döndürmek.
sf. Bu tür kumaştan yapılmış; kadife ile kaplanmış.
[DLT] 4. Karşı koymak. [KB]
5. Kadife özelliği verilm iş olan, ö kadife bıçağı,
kadırtmak, [kad-ır-t-mak] {eT} gçl. f [-ur] Büktürt- K adife veya halının tüylerini meydana getirmeye
mek. [DLT] yarayan alet. || kadife boynuz, Geyiğin yeni çıkan
kadıs, [*kâd-mak > kad-ız] {eT} is. -*■ kadız. ve üzerinde kadifeye benzer tüyleri bulunan boynu-
zu. || kadife çiçeği, bot. Bileşikgillerden sarı, turun
kadış, [kad-ış] {eT} is. Kayış. [DLT]
cu bazen de esmer renkteki çiçekleri kömeç oluştu
kadışlamak, [kadış-lâ-mak] (kadışla;mak) {eT} gçl. f. ran bir y ıllık otsu süs bitkisi, (Tagetes).\\ kadife
[~r] Kayış yapmak. [DLT] gibi, Pürüzsüz, kaygan ve yum uşak olan. || kadife
kadışmak, [kadü-mak > kadu-ş-mak] {eT} işteş, f. [- kâğıt, Kumaş görünüm ü verebilmek için üzerine
e ly a f yapıştırılm ış kâğıt. || kadife ördek, zool. Ör-
ur] -*■ kaduşmak. [DLT]
ö ir a r o K SöSuûii • 2323 KAD
dekgillerden, erkeğinin her tarafı parla k siyah, göz kadinge, [kadm+yenge] {ağız} is. Yenge. [DS]
arkasında küçük beyaz bir lekesi bulunan kuzey kadinne, [kadm+nine] is. 1. Büyük anne. 2. Çok
ülkelerinde yaşayan ve ülkemizde kışlayan bir yaşlı kadm. 3. {ağız} Kaynana. [DS]
göçmen kuş; beyaz bantlı ördek, (M elanitta fu s- kadir’, [Ar. kudret > kadir jilî] (ka:dir) {OsT} sf. 1.
ca).|| kadife tüyler, Bazı bitki organlarını örten
Güçlü; kuvvetli. 2. Bir şeyi yapmaya gücü yeten;
sık, yum uşak ve kısa tüyler.
muktedir. 3. H er şeye gücü yeten; Allah. S kâdir-
kadifeci, [kadife-ci] is. 1. Tezgâhta kadife dokuyan
endâz, {OsT} İyi ok atan; attığını vuran.|| Kâdir-i
işçi. 2. Kadife satan veya kadifeden ev veya giyim
mutlak, {OsT} M utlak güç sahibi olan; her şeye
eşyası üreten kimse,
gücü yeten; Allah. || kadir olmak, B ir şeyi yapm aya
kadifeleşme, [kadife-le-ş-me] is. Kadife durumuna
gücü yetmek; muktedir olmak.
gelme.
kadifeleşmek, [kadife-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] 1. kadir2, -dri [Ar. kadr j-ü] {OsT} is. 1. Değer; kıymet.
Kadife durumuna gelmek. 2. mecaz. Samimiyet o- 2. Onur; şeref; saygınlık. 3. Rütbe; aşama. 4. N ice
luşturmak; yumuşamak, lik; derece. 5, gök b. Bir yıldızın parlaklık bakı
kadifemsi, [kadife-msi] sf. Kadifeyi andıran; kadife m ından bulunduğu derece; parlama derecesi, t?
görünümünde olan, Kadir Gecesi, K u r ’a n ’ın indirilmeye başlandığı
Ramazan ayının 7. gecesi. || Kadir Gecesi doğmak,
kadih, [Ar. kadh (çekiştirme) > kâdih / kâdiha joU]
Şanslı olmak. || kadrini bilmek, B ir şeyin veya kim
(ka:dih) {OsT} sf. Birinin aleyhinde konuşan; çekiş senin değerini bilmek; ona gereken değeri ve say
tiren; yeren; kötüleyen; dedikoducu, gıyı göstermek.
kadiha, [Ar. kadh (çekiştirme) > kâdih / kâdiha kadir3, [Ar. kudret > kadîr jj.ju>] (kadi:r) {OsT} sf. Tü
(ka:diha) {OsT} is. Dedikoducu kimse. kenmez kudret sahibi olan; Allah,
kadik1, -ği [? kadik] {ağız} is. Teyze. [DS] kadirbilir, [Ar. kadir + T. bil-ir] sf. 1. Değeri olan
kadik2, -ği [Far. kündek => kütük] {ağız} is. Tahta şeyleri koruyan. 2. Toplum içinde saygın yeri olan
yapılmak için yontulmuş tomruk. [DS] kişileri veya kendisine yardım ve hizm et edenleri
kadiko, [? kadiko] {ağız} is. Ağabey. [DS] sayan ve onlara önem veren kişi; iyilikbilir; değer
kadilkuzat, [Ar. kâdî’l-kuzât sUudl ^ U ] (ka:di:l- bilir; kadirşinas,
kuza: t) {OsT} is. İm paratorluk döneminde kadıların kadirbilirlik, -ği [Ar. kadir + T. bil-ir-lik] is. D eğer
en büyük amiri; kadı başı; baş kadı. bilir olma durumu; iyilikbilirlik; değerbilirlik; ka
dirşinaslık.
kadim 1, [Ar. kadem > kâdim joli] (ka:dim {OsT} is.
kadirbilm ez, [Ar. kadir + T. bil-mez] sf. 1. Değeri
1. A yak basan; varan. 2. Taşradan gelmiş bulunan.
olan şeyleri koruyamayan. 2. Toplum içinde saygın
kadim 2, [Ar. kıdem > kadım / kadîm e / ^.-ü] yeri olan kişileri veya kendisine yardım ve hizm et
(kad. im) {OsT} sf. 1. Başlangıcı bilinm eyecek kadar edenleri saymayan ve onlara önem vermeyen kişi;
çok geçmişte kalan; çok eski; ezelî. 2. Öncesi hiç değerbilmez; nankör,
bir kim se tarafından bilinmeyen. 3. huk. Eskiden kadirbilm ezlik, -ği [Ar. kadir + T. bil-mez-lik] is.
beri uygulanagelen; eskiden beri var olan. 4. is. Değerbilmez olma durumu; nankörlük.
Eski zaman, fi1 k a d îm ü ’l-eyyâm , {OsT} Eski gün
Kadirî, [Abdülkadir Geylanî > Ar. kâdirî lS j^ ]
ler.
(ka. diri:) {OsT} sf. Kadirîlik taraftarı ya da bu tari
kadime, [Ar. kadem > kâdim e (ka:dime) {OsT} katın üyesi olan.
is. 1. A yak basan kadm. 2. Taşradan gelmiş bulu Kadirîlik, [Abdülkâdir Geylânî > kadiri-lik]
nan kadm. 3. mecaz. Y olculuğa başlama; yola çık (ka:diri:lik) is. Kendilerine göre belli öğretileri ve
ma. 4. as. İleri karakol; öncü birlik. 5. zool. Kuşla açık zikirleri bulunan Abdülkadir Geylanî tarafın
rın kanatlarının ön tarafındaki uzun telekler. ® kâ- dan kurulan bir tarikat; Kadiriye.
dim e-cünbân-ı azîmet, {OsT} 1. (Kuş için) uçm ak Kadiriye, [Abdülkâdir Geylânî > Ar. kâdirî > kâ-
üzere kanadını çırpma. 2. Yolculuğa çıkma.
diriyye 4jjilî] (kadi:riye) {OsT} is.-*- Kadirîlik,
kadimen, [Ar. kadîmen U Ji] (kadi: ’men) {OsT} zf. 1.
kadirne, [Yun. kharderina] {ağız} is. Saka kuşu. [DS]
Eskiden beri. 2. Eski zamanda; eskilerde,
kadirşinas, [Ar. kadir + Far. şinâs (ka:dir-
kadimî, [Ar. kadîmi ^ .J i] (kadi.m i:) {OsT} sf. 1. E s
şina:s) {OsT} sf. 1. Değeri olan şeyleri koruyan. 2.
kiye ilişkin. 2. Eskiden beri var olan; eskiden beri
Toplum içinde saygın yeri olan kişileri veya kendi
yürürlükte olan,
sine yardım ve hizm et edenleri sayan ve onlara
kadimiye, [Ar. kâdim iyy e (ka:dimiye) {OsT} is. önem veren kişi; iyilikbilir; değerbilir; kadirbilir,
bot. Porsuk ağacıgiller. kadirşinashk, -ğı [kadirşinas-lık] (ka:dirşina:slık) is.
KAD O K M t S Ö M • 2324
Değerbilir olma; iyilikbilirlik; değerbilirlik; kadir kadranmak, [*kadra-mak > kadra-n-mak] {eT}
bilirlik. dönşl. f. [-ur] 1. Diş gıcırdatmak. [Clauson] 2. K ız
kadis, [? kadis] {ağız} is. Su kovası. [DS] mak; köpürmek. [DLT]
kadiz, [? kadiz] {ağız} is. -*■ kadis. [DS] kadrat, [Fr. cadrat] is. 1. Dizgi ve tertip işlerinde
kadlak, -ğı [kad-la-k] {ağız} zf. Kadar. [DS] kullanılan 4.51 m m ’ye eşit ölçü birimi olup 12
kadlıg, [kad-lık] {eT} is. İkileme dikiş; çifte dikiş. puntodur. 2. Dizgide harfler arasına yerleştirilen
[DLT] yazısız metal parça,
kadm ak1, [*kâd-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] -» kaymak. kadrılmak, [kad-ır-mak > kad (ı)r-ıl-mak] {eT} edil.
[DLT] fi [-ur] Bükülmek; eğilmek. [DLT]
kadmak2, [kad-mak] {eT} gçl. f. [-ur] 1. Bunaltmak. kadrmm ak, [kâd-mak > kad-ır-m ak > kad-(ı)r-ın-
[İKPÖy.] 2. Bükmek; boyun eğdirmek. [İKPÖy.] mak] {eT} dönşl. f i [-ur] Huyunu çetinleşir göster
kadmak3, [kad-mak] {eT} gçsz. f. [-ur] Üzülmek. mek. [DLT]
kadmak4, [kat-mak / kad-mak] {eT} gçl. f [-ur] kadrışmak, [kadır-mak > kad-(ı)r-ış-mak] {eT} işteş,
Katmak; eklemek. [EUTS] fi [-ur] 1. Birlikte bükmek. 2. Karşılıklı birbirinin
sözlerini reddetmek. [DLT]
kadmak', [kâd-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] 1. Tipide
kadril, [Fr. quadrille] is. Dört, altı veya sekiz çiftin
ölmek. [DLT] 2. Sertleşmek; katılaşmak. [EUTS] 3.
icra ettiği beş figürden oluşan bir dans ve onun
g ç l . f Takatsizleştirmek. [EUTS]
müziği.
kadmiyum, [Fr. cadmium] is. kim. K alay görünü
kadro, [İt. quadro] is. 1. Kamu hizm etlerinin sürekli
şünde, atom numarası 48, atom ağırlığı 112.41,
ve düzgün bir şekilde yürütülm esi için belirli nite
özgül ağırlığı 8,6 olan, 320°C’de ergiyen, 778°C’de
lik ve sayıdaki görevlilerin tümü. 2. Bu kişilerin
portakal rengi buhar yayarak kaynayan, yüksek
sayısını, niteliklerini, hak ve görevlerini belirleyen
düzeyde nötron soğurucu özelliği nedeniyle reak
statü. 3. Bisiklet ve motosiklette asıl iskeleti oluştu
törlerin denetim çubuklarında kullanılan, çok par
ran metal borular. S kadroya girmek, B ir kamu
lak, doğal bir element; sembolü: Cd. ö kadmiyum
görevi için gerekli olan kişiler arasında y e r al
eşik değeri, fiz. B ir deney düzeninde verilen bulucu
m ak,|| kadroya dahil, Kadroya girmiş olan.
tepkisinin değişmemesi koşuluyla saptanan nötron
kadrolu, [kadro-lu] sf. Kadrosu olan; kadroya dahil
enerjisi değeri.
edilmiş bulunan,
kadııagun, [kadm > kad(ı)n-â-ğun] (kadna:gun) {eT}
kadrosuz, [kadro-suz] s f Kadrosu bulunmayan; kad
is. Evlilik hısımlığı olanlar; kayıngiller. [DLT] ro verilm emiş bulunan,
kado, [? kado] {ağız} is. Kabak. [DS] kadrosuzluk, -ğu [kadro-suz-luk] is. Kadrosuz olma
kadoz, [? kadoz] {ağız} is. On okkalık fıçı. [DS] durumu.
kadr, [Ar. kadr jJi] {OsT} is. -»-kadir2, ö kadr-âşnâ, kadruklanm ak, [lcadrak-la-n-mak] {eT} dönşl. fi [-
{OsT} Kadirbilir; değerbilir.\\ kadr-bahş, {OsT} ur] -*■ kadraldanmak.
D eğer veren.|| kadr-dân, {OsT} K adir bilir.\\ kadr- kadug, [kad-uğ / lcad-ığ] {eT} sf. -*■ kadıg.
dânî, {OsT} Kadirbilirlik.|| kadr-i evvel, {OsT} gök
kaduk, [koduk] {ağız} is. Sıpa. [DS]
b. Parlaklık derecesi 1 olan yıldız. || kadr-nâ-şinâs,
{OsT} Kadirbilmez; değerbilmez.|| kadr-nâ-şinâsı, kadulm ak, [kadü-mak > kadu-l-mak] {eT} edil. f. [-
{OsT} D eğerbilmezlik.|| kadr-şinâs, {OsT} D eğerbi ur] Seyrek dikişle dikilmek. [DLT]
lir,|| kadr-şinâsî, {OsT} Değerbilirlik. kadıtmak, [*kâd-mak > kad-ü-mak] (kadu.mak) {eT}
kadraj, [Fr. cadrage] is. Çerçeveleme, gçl. fi [-r] Seyrekçe dikmek. [DLT]
kadrak, [*kadrâ-mak > kadra-k] {eT} sf. 1. Kaba; kadun, [Soğd. hvaten / hw at’yn => hatun / kâtun >
pürtüklü. 2. is. D ağ katları ve kıvrımları; yan; ya kadm] {eAT} is. -* kadın2. [DK] -*• katun. [EUTS]
m aç. [DLT] S kat kadrak, Yamaç. kadura, [Yun. khadro] {ağız} is. Resim; fotoğraf.
kadraklanm ak, [kadrak-la-n-mak / kadruk-la-n- [DS]
mak] {eT} dönşl. f. [-ur] (Dağ için) girinti çıkıntısı kadurm ak, [*kâd-mak > kad-ur-mak] {eT} gçsz. f i [-
çok olmak. [DLT] ur] Pişman olmak. [EUTS]
kadramak, [*kad-râ-mak] {eT} g çl.f. [-r] Bilemek. kaduşm ak, [kadü-mak > kadu-ş-mak / kadışmak]
kadran, [Lat. quadrare > Fr. cadran] is. Saat, pusula, {eT} işteş, fi [-ur] 1. Dikmekte birine yardım etmek.
sayaç gibi araçlarda, üzerinde rakamların bulundu 2. Birlikte dikmek. 3. Dikmekte yarışmak. [DLT]
ğu, bölümlenmiş dairesel düzlem, kadutm ak, [kadü-mak > kadu-t-mak] {eT} gçsz. fi. [-
kadranlı, [kadran-lı] sf. Kadranı bulunan. ur]. Geri dönmek. [DLT]
o ir a İ K İ a ı . 2325 KAF
kaduz, [Yun. khados] {ağız} is. -*■ kadiz. [DS] lısı. [DS] 15. {ağız} Avcıların içerisine gizlendikleri,
kadttk, -ğü [Lat. cadere (düşmek) > Fr. caduc / ca- pusu kurdukları etrafı ağaçla çevrili küçük yer.
duque] sf. 1. Düşmüş; düşük. 2. Eskimiş; değerini [DS] 16. {ağız} Yapıda duvar içlerinde kullanılan
yitirmiş. 3. tıp. Gebelik sırasında değişikliğe uğra küçük dolgu taşları. [DS] 17. {ağız} kemençede b u r
yarak doğumda dökülen döl yatağı mukozasının guların bulunduğu bölüm. [DS] 18. {ağız} Tülbent.
yüzey kısmı. 4. huk. Geçerliliğini yitirmiş bir hu [DS] fi1 k afa b ıra k m a m a k , (Bir çalışma, olay veya
kuk işlemi, ö k ad ttk olm ak, Geçerliliğini yitir durum) zihni yormak, çalışmaz duruma getirmek. ||
mek; hükümsüz kalmak. k afa boşluğu, İçinde beynin bulunduğu ve kafatası
k a f1, [Ar. k af J] {OsT} is. Arap alfabesinin yirmi bi tarafından çevrilen boşluk.\\ k a fa cilalam ak, Aşırı
gitmeden biraz içmek. || k afa çekm ek, İçki içmek. ||
rinci harfi; kalırı k sesine karşılık olup ebcet hesa
k afa çıkışı, spor. Futbolda, topa kafa ile yapılan
bında 100 sayısını gösterir. S 1 k a f çak m a k , {ağız}
vuruş.|| k afa çömleği, {ağız} Ortası geniş olan y e
Dalga geçmek. [DS]|| k a f çekm ek, {ağız} K u r'a
m ek tenceresi. [DS]|] k afad an , 1. Yazıya dökmeden;
çekmek. [DS]
zihinden; akıldan. 2. Akıl dengesi bozuk. || k a fa d a n
kaf2, [Ar. k âf / k e f i)] (kâf) {OsT} is. Arap alfabesinin a tm a k , B ir konu üzerinde düşünmeden rastgele
yirmi ikinci harfi; ince k sesine karşılık olup ebcet konuşmak.\\ k a fa d a n ay ak lılar, zool. Yumuşakça-
hesabında 0 sayısını gösterir, fi1 k âf-i A ra b î, {OsT} lardan başlarının önünde kaslı, çekmenli veya çen
Arap kefı.|| kaf-i F arisî, {OsT} “G ” sesini veren gelli uzun kolları bulunan, iyi gelişm iş gözleri olan
İran kefl; kim i zam an n, g sesini de verir.\\ kâf-i tehlike hâlinde mürekkep püskürterek korunan sı
levlak, {OsT} [ “Levlâke levlâke lemâ halaktü'l- n ıf (Cephalopoda).\\ k a fa d a n b acak lılar, zool.
eflâke. ” (Sen olmasaydın, sen olmasaydın yeri g ö Yumuşakçalardan, kalamar, ahtapot, mürekkep
ğü yaratmazdım ) kudsî hadisinden alınarak] Hz. balığı gibi baş bölgesinde tutunmayı ve hareketi
Muhammed.\\ kâf-i m u satta h , {OsT} Yazıda satırı sağlayan, uzun kollar hâlinde vantuzları olan 550
doldurmak veya hat sanatında yazıyı güzel göster türü içeren hayvanlar sınıfı, (Cephalopoda). || k a
mek için yatık olarak yazılan k e f (^>) harfı.\\ kâf-i fa d an çatlak , D engesizce davranan; aklı tam ol
tâzî, {OsT} -* kâf-i Arabî.|| k â f ü n ü n , {OsT} Arap- mayan; dengesiz; kafadan kontak. || k a fa d a n g ayrı-
çada “o l" anlamına gelen "kim ” (^ f) emri. m fisellah, Akılsız. || k a fa d a n k o n tak , A klı tam ol
mayan; akılsız. || k afa daşı (taşı), {ağız} Kaldırım
kaf3, [Far. kâften (yarmak) > k âf tils'] (ka:f) {OsT} sf. taşlarının önüne dizilen iri taşlar. [DS]|| k afa d e n
Yaran; yarıcı; çatlatan. gi, Düşünce, anlayış, görüş ve zevkleri birbiriyle
kaf4, [kaf] {ağız} is. Tarla kenarındaki yüksek setler. uyuşan kişilerden her biri. || k afa d erisi dansı,
[DS] Am erika Kızılderililerinin kafa derilerini sallaya
K af5, [Ar. k af (kafbasya y e r adının baş harfinden) o] rak yaptıkları bir dans. || k afa dinlem ek, Gürültü
patırtıdan veya sorunlardan uzak kalarak zihnini
is. M asallarda geçen ulaşılması, aşılması güç bu
biraz dinlendirmek; zihnen biraz rahatlamak. || k a fa
dağın adı.
dişi, {ağız} A zı dişi. [DS]|| k afa göz çık arm a k , i.
kafa, -a ’i [Ar. kafa5 s- Us] {OsT} is. -*■ kafa. K aba bir davranışta bulunmak. 2. Zarar vermek;
kafa, [Ar. kafa5 *ls] {OsT} is. 1. İnsan vücudunun en kırmak. 3. Kavga etmek.|| k afa göz k ırm a k , 1. K a
ba bir davranışta bulunmak. 2. Zarar vermek; kır
üst, hayvan vücudunun en ön ucu; baş. 2. İnsan ve
mak. 3. Kavga etmek. || k afa göz y arm a k , 1. K aba
omurgalılarda, içinde beyin bulunan, kemiklerle
bir davranışta bulunmak. 2. Zarar vermek; kırmak.
çevrili kutu; kafa tası. 3. Zihinsel yetilerin tümü;
3. Kavga etmek. || k afa içi, Kafatası. || k afa işçisi,
zekâ; akıl; kavrama gücü. 4. Yaşanılanları, öğreni
Bedensel gücünü değil de kafa gücünü, düşünce ve
lenleri ve bunların geçmişle ilişkisini bilinçli olarak
aklını kullanan; geçim ini fik ir üreterek sağlayan
zihinde saklama gücü; hafıza; akıl; bellek; zihin. 5.
kişi; fik ir if ç/si. || k afa indeksi, Kafatasının en bü
mecaz. Bir olay, nesne veya düşünce üzerinde varı
yü k genişliğinin en büyük uzunluğuna bölünmesi
lan yargı; fikir; düşünce; görüş; anlayış; zihniyet. 6.
ile elde edilen özel rakam.\\ k afa k afay a verm ek,
{ağız} Zıpzıp oyununda bilyelerin en büyüğü. [DS]
(İki veya daha çok kişi için) bir kenara çekilip bir
7. Bir şeyin arka tarafı; arka. 8. (Kimi aygıtlar için)
şeyler konuşmak; gizli planlar yapmak.\\ k afa k â
baş kısmı. 9. dnz. Fıçı ve bidonların yüklem e ve
ğıdı, {ağız} K im lik belgesi; nüfus cüzdanı. [DS]||
boşaltılm asında kullanılan bir tür sapan. 10. bsy.
k afa k alm am ak , Zihni yorulup çalışamaz duruma
M anyetik bir ortama kayıt yapan, okuyan ya da
gelmek. || k a fa kazım ak , {ağız} Gevezelik ederek
silen elektronik parça. 11. spor. Futbolda topu yön
usanç vermek. [DS]|| k afa koçanı, {ağız} K im lik
lendirmek için yapılan kafa ile vuruş. 12. B ir çeki
belgesi; nüfus cüzdanı. [DS]|| k a fa p a tla tm a k , B ir
cin kaim olan kısmı. 13. Birtakım tezgâhında kesici
konu üzerinde yorucu bir şekilde çalışmak, düşün
takımlara kumanda eden düzeneklerin bulunduğu
mek; bir konuyu çözüme kavuşturmak için bütün
kısım. 14. {ağız} Üzümle yapılan bir tür hamur tat
KAF ÛIÜM M C E S 0 M . 2328
zihinsel gücünü kullanmak.\\ kafa penceresi, {ağızj den düşünmek.|| kafasından uçup gitmek, Unut
E ski yapılarda, camilerde pencerelerin üst bölü mak. || kafasını duvara vurm ak, Çok pişm an ol
mündeki küçük pencereler; tepe penceresi. [DS]|| mak; pişm anlık duymak.\\ kafasını duvardan du
kafa sallamak, D oğru veya yanlış olduğunu dü vara vurmak, Çok pişm an olmak; pişm anlık duy
şünmeden söylenen her sözü doğrulamak veya ka m ak]| kafasını ezmek, Zararlı bir şeyi y o k etmek;
bul etmek. || kafa sathı, spor. K ale siperi ile kale öldürmek.\\ kafasını kaldıramamak, dnz. Baş ta
hendeği arasında kalan uzaklık.\\ kafası almamak, raftan gelen büyük dalgaların etkisiyle gem inin baş
1. Çeşitli nedenlerle anlayamamak; kavrayam a tarafı sürekli olarak denize gömülmek.\\ kafasını
mak. 2. (Bir olay veya durumu) olabilir görmemek; kaşıyacak vakti olm amak, Çok meşgul olmak;
mantıklı bulmamak.\\ kafası basm amak, B ir şeyi işinden başka şeylerle ilgilenememek.\\ kafasını
anlayamamak; kavramakta yetersiz kalmak. || kafa kızdırm ak, Çok öfkelendirmek.\\ kafasını kullan
sı boş, Akılsız.\\ kafası bozulm ak, Kızmak; sinir mak, Akıllıca davranmak; düşünceli hareket et-
lenmek; öfkelenmek.\\ kafası bulanmak, B ir olay m ek.|| kafasını kurcalam ak, (Bir şey, konu veya
veya durum karşısında düşünemez olmak; aklı ka olay) düşündürmek; zihnini meşgul etmek. || kafası
rışmak; net bir çözüm getirememek. || kafası çalış nın bir tahtası eksik (noksan) olmak, A klî duru
mak, Düşünebilir, çözüm üretebilir nitelikte ol munda bozukluk olmak. || kafasmın dikine gitmek,
mak; kavrama ve anlama yeteneği iyi olmak; zihnî Öğütlere ve söylenenlere aldırm ayarak kendi bildi
gücü yeterli olmak. || kafası çalışmaz, Sersem; ap ği, kendi dilediği gibi davranmak. || kafasını sok
tal; budala.|| kafası dönmek, 1. Çok kızıp öfkelen mak, Barınabilecek bir y e r bulup oraya girmek;
mek. 2. A lkol veya başka bir sebeple dengesi bo yerleşmek. || kafasını taştan taşa çalm ak (çarp
zulmak; düşecek gibi olmak; başı dönmek.\\ kafası mak), Geçmiş bir fırsa tı değerlendirememekten ya
dumanh, H a fif sarhoş. \\ kafası durmak, Zihni iş da yaptığı bir yanlış davranıştan dolayı çok pişm an
lem ez olmak; düşünememek.\\ kafası işlem ek, D ü olm ak.|| kafasını toplamak, Kendini zorlayarak
şünebilir, çözüm üretebilir nitelikte olmak; kavra düşünebilecek duruma gelmek. || (birinin) kafasını
m a ve anlama yeteneği iyi olmak; zihnî gücü yeterli uçurmak, Birini öldürtmek; idam etmek; boynunu
olmak. || kafası kaim, Anlayışsız; aptal; sersem; vurdurmak; kafasını kesmek. || (birinin) kafasını
akılsız. || kafası karışmak, Aklı karışmak; bir olay vurmak, Birini öldürtmek; idam etmek; boynunu
veya durum karşısında düşünemez olmak; net bir vurdurmak; kafasını kesmek]] kafası şişmek, Gü
çözüm getirememek. || kafası kazan gibi olm ak, 1. rültü veya çok çalışma gibi sebeplerden zihni y o
Çok çalışma yüzünden zihni yorulmak. 2. Gürültü rulmak]] kafası takılmak, (Bir şeyi, bir konuyu
yüzünden tedirgin olmak.\\ kafası kızmak, Öfke veya birini) sürekli düşünüyor, onunla uğraşıyor
lenmek; sinir olmak.|| Kafası kopsun! “E ksik ol olm ak.|| kafası yerinde olmak, 1. A çık ve seçik
sun, kahrolsun!” anlamında kızgınlık ve beddua olarak düşünebilmek. 2. A klî durumunda bir aksak
sözü. || kafasına dank etmek, (Gerçeği bir türlü lık olmamak]] kafası yerinde olmamak, Çeşitli
kabul etmeyen birisi için) herhangi bir nedenle sebeplerden zihnini toplayamamak; sağlıklı düşü-
gerçeği anlamak; gerçeği kabul etmek zorunda nememek]] kafası yerine gelmek, Zihin yorgunlu
kalmak. || kafasına girmemek, Anlayamamak; kav- ğu geçmek; sağlıklı düşünebilecek duruma gelmek;
rayamamak. || kafasına koymak, B ir işi yapm aya kendine gelmek; ayılmak. || kafa şişirm ek, Çok ko
kesin kararlı olmak; bu iş için inatla direnmek.\\ nuşm ak y a da gürültü etmekle birini aşırı derecede
kafasına sığmamak, 1. Anlayamamak. 2. A kıl er- rahatsız etmek; bir sözü tekrarlayarak dinleyeni
dirememek.\\ kafasına sokmak, B ir konuda birisini rahatsız etmek.]] kafa tahta, {ağız} Çatılarda örtü
etkilemek; kandırmak; ikna etmek. || kafasına söz direklerini bastıran yassı taşlar. [DS]|| kafa tut
girm emek, 1. Çok inatçı olmak. 2. Söylenenlere mak, (Birine veya bir topluluğa) boyun eğmemek;
değer vermemek; kulak asmamak. 3. Çok aptal ol karşı gelmek; karşı durmak; diklenmek.]] kafa tüt
m ak.|| (birinin) kafasına uymak, B ir kimsenin etki sülemek, argo, iç k i içmek; hafifçe sarhoş olmak.]]
s i altında kalarak onunla birlik olmak; onun dedik kafa ütülemek, Gereksiz ve boş sözlerle rahatsız
lerini yapm ak; aklına uymak. || kafasına vura vura, etmek; dinleyeni ilgilendirmeyen sözler söyleyerek
İsteyip istemediğine bakmadan; zorla. || kafasına rahatsız etmek]] kafa vuruşu, spor. Futbolda topa
vurm ak, (içki, oruç vb.) çok etki göstermek; sars- kafa ile yapılan vuruş.]] kafa yağı, argo. Sperm
m ak.|| kafasında canlanmak, Zihninde belirmek.\\ sıvısı, meni.]] kafaya oynamak, B ir yarış vb.nde
kafasında şimşekler çakmak, Uzun zam andır çö birincilik için mücadele etmek. || kafa yapısı, Bir
züm bulunamayan bir konu anîden aydınlığa ka kimsenin düşüncesi veya siyasi görüşü; olaylara
vuşm ak,|| kafasında tutmak, (Bir şeyi) unutma bakış açısı; zihniyet]] kafayı bulmak, argo. Sarhoş
mak; aklında tutmak. || kafasından çıkarmak, 1. olmak; neşelenmek; keyfi yerine gelmek. || kafayı
B ir şeyi unutmak. 2. O şeyden vazgeçmek.|| kafa çatlatmak, A klî dengesini yitirmek; delirmek. || ka
sından geçirmek, Belli belirsiz, ayrıntısına inme fayı çekmek, İçki içmek; kafa çekmek]] kafayı de
O lilllT O Z b i • 2327 KAF
ğiştirmek, D üşüncesini değiştirmek; kanaatini de kafatası avcıları, İlkel kabilelerden erkeklerin bir
ğiştirmek; görüşü değişmek. || kafayı dinlemek, likte oturdukları konuta düşman y a da atalarının
Zihnini yoran şeylerden y a da gürültüden uzak ka kafatasını asmayı âdet edinen topluluk; yam yam
larak biraz rahatlamak.\\ kafayı oynatmak, A klî lar. || kafatası bilimi, İnsan kafatasındaki değişim
dengesi bozulmak; delirmek; aklım oynatmak. || ka leri inceleyen antropoloji dalı. || kafatası ölçümü,
fayı tütsülemek, Sarhoş olmak. || kafayı üşütmek, İnsan kafatasını ölçmeye yarayan teknik ve bilgile
A klî dengesini yitirmek; delirmek.\\ kafayı vur rin tümü.
mak, 1. Pişman olmak. 2. Yatmak. 3. H asta düş kafatassızlar, [kafatas(ı)-sız-lar] is. zool. Çok hücre
mek.|| kafayı yemek, A klî dengesini yitirmek; de lilerin ikincil ağızlılar dalının, kordalılar alt dalının
lirmek; çıldırmak.\\ kafayı yere vurmak, 1. H asta bir dalı, (Acrania).
olup yatmak. 2. Yorgunluktan ayakta duramayıp kafatmak, [kof > lcaf+at-mak] {ağız} is. Övünmek.
yatmak.\\ Kafa yok! Akılsız; düşüncesiz,|[ kafa yor [DS]
mak, B ir konu üzerinde ince ayrıntılarına varınca kafavi, [Ar. kafavı (kafa:vi:) {OsT} sf. K afa ile
ya kadar düşünmek; irdelemek.
ilgili; başa ait.
kafadar, [Ar. kafa + Far. -dâr jb la ] (kafada:r) is. Kafdağı, [Ar. k a f + T. dağ-ı] is. Masallarda geçen,
Düşünce, görüş ve anlayışları birbirine uyan kişi arkasında cinlerin, perilerin ve devlerin bulunduğu,
lerden her biri; aynı kafa yapısını taşıyanlar, uzak ve ulaşılması, geçilmesi çok zor, zümrütten
kafadarlık, -ğı [kafadar-lık] is. Kafadar olm a duru meydana gelmiş bir dağ.
mu. kafdar, [? kafdar] {ağız} is. Sırtlan. [DS]
kafak, -ğı [kavak / kafak] {ağız} is. Çınar. [DS] kafder, [? kafder] {ağız} is. İhtiyar kadm; moruk.
kafakol, [kafa+kol] is. spor. Güreşte rakibinin kafa [EG]
sını koltuk altına sıkıştırmak suretiyle düşürmeyi kafe, [Fr. cafe] is. Kahvehane,
kolaylaştıran bir oyun. S kafakola almak, Birini kafein, [Fr. cafeine] is. Çay, kahve ve kola cevizin
çeşitli hilelerle, vaat Ve kandırmalarla kendi ya n ı den elde edilen, uyarıcı niteliği olan, hekimlikte
na çekmek; dilediğini yaptırmak. kullanılan C8H ı0N 4C>2 , H20 formülündeki pürin
kafalak, -ğı [kof > kaf-ala-k / gaf-ala-k] {ağız} sf. grubu üreit; 1-3-7 trimetilksantin.
Kendini öven. [DS] kafeon, [Fr. cafeon] is. Kahvede bulunan ve kavur
kafalama, [kafa-la-ma] {ağız} sf. (Kömür için) iri. m a sırasında açığa çıkan kokulu madde,
[DS] kafes, [Ar. kafes ^-iü] {OsT} is. 1. Kuş veya evcil kü
kafalı, [kafa-lı] sf. 1. Kafası olan. 2. Belirtilen nite
çük hayvanların içine konulduğu tel, çubuk y a da
likte bir kafaya sahip bulunan. 3. mecaz. Anlama
tahtadan yapılmış taşınabilir barınak. 2. Vahşi hay
ve kavram a yeteneği üstün olan; akıllı; zeki.
vanların kapatıldığı kaim parm aklıklı odacık. 3.
kafalık1, -ğı [kafa-lık] {ağız} is. 1. En büyük bilye. 2.
Eski Türk evlerinde, oda içlerinin sokaktan görün
Tütün denklerinin kenarlarına konulan üçüncü kali
mesini önlem ek veya pencereleri korum ak için tah
te tütün yaprakları. [DS]
ta ve çıtadan aralıklı, düz, çapraz veya örme biçi
kafalık2, -ğı [kova-lık / kofa-lık] {ağız} is. Birikinti minde yapılmış siper. 4. Ahşap binaların iskeleti. 5.
suların bıraktığı çukurluk. [DS] Kayık, sandal gibi teknelerin iskeleti. 6. Argo. H a
kafar, [Ar. kafa + Far. -dâr => kafar] {ağız} is. A rka pishane. 7. Cami, m escit ve saray gibi yerlerde
daş. [DS] parm aklıklarla bölünmüş, kadınlara ait yer. 8.
kafas, [Ar. lçafaş {OsT} is. Kafes, Ağaçları, yeni dikilmiş fıdanlan korum ak için etra
kafasız, [kafa-sız] sf. 1. Kafası olmayan. 2. mecaz. fına çakılan perde. 9. Hamamlarda havlu ve peşta
Anlama, kavram a ve düşünme yeteneği yetersiz m alların kurutulduğu yer. 10. Kapı boşluklarım ve
olan; akılsız; aptal, radyatör önlerini örtmekte kullanılan parmaklık.
11. Hayvanların ağızlarına yemelerini önlem ek ve
kafasızlık, -ğı [kafa-sız-lık] is. 1. Kafasız olm a du
başka amaçlarla geçirilen file şeklindeki torba. 12.
rumu. 2. mecaz. Anlama, kavram a ve düşünme ye
B ulm acalarda beyaz ve siyah karelere bölünmüş
teneği yetersizliği; akılsızlık; aptallık,
şekil. 13. B ir makinenin değişik bölümlerini taşı
kafatasçı, [kafa+tas-(ı)-cı] is. 1. A şın ölçüde ırkçı
yan destekler bütünü. 14. {ağız} Evlerde eşya konan
olan; m illiyet duygusunu ırk ve kafa biçimine ka
yüklük veya dolap. [DS] 15. {ağız} Dokuma tezgâh
dar indirgeyen kimse. 2. sf. Kafatasçılık yanlısı,
larında mekiğin bulunduğu bölüm. [DS] 16. {ağız}
kafatasçılık, -ğı [kafa+tas-(ı)-cı-lık] is. M illet kav Çinicilikte kullanılan dişli bir destek. [DS] S1 kafes
ramını kafatası biçimlerine kadar indirgeyen ırkçı ambalajı, H a fif yüklerin ambalajlanmasında kul
görüş; ırkçılık, lanılan seyrek çatılmış ağaçlardan meydana gelen
kafatası, [kafa+tas-ı] is. İnsan ve omurgalı hayvan sandık.\\ kafes ardı, {ağız} K ış için meyve saklam a
larda içinde beyin bulunan kem ik çeperli kutu. S y a yarayan yer. [DS]|| kafes ardından, Meydana
KAF IM I Ü M Î S Ö M • 2323
çıkmadan; gizlice. || kafes arkasında oturmak, kafgar, [? kafğar] (ka:fga:r) {eT} is. Safran renginde
İnzivaya çekilmek; yalnız yaşamak.\\ kafes gibi, 1. ipek kumaş. [DLT]
(Kumaş için) delik delik olan; seyrek. 2. Z a y ıf ve kafir, [Ar. kafr >s] {ağız} is. Budanmış asmaların
kuru. || kafese almak, argo. Sözü uzatıp karşısında
gözlerinden akan suyu durdurmak için sürülen bir
kinin canını sıkmak.|| kafese girmek, 1. Birinin
tür özlü çamurdan yapılm a macun. [DS]
tuzağına düşürülerek kendisinden çıkar sağlan
kafıt, [Far. kâğız => kâğıt] {ağız} is. Kâğıt. [DS]
mak; aldatılmak. 2. argo. H apse girmek. || kafese
koymak, 1. Birini tuzağa düşürerek ondan çıkar kâfi, [Ar. kifayet > kâfi ^ IS -] (kâ:fi:) {OsT} sf. 1. İh
sağlamak; kandırmak; aldatmak. 2. H apse koymak; tiyaca yetecek m iktarda olan; yeterli; yeten. 2. zf.
hapsetmek.\\ kafes-i teng, {OsT} D ar kafes.|| kafes-i Yeterli ölçüde; yetecek kadar. 3. H er şeye yeten;
teng-i sîne, {OsT} Göğsün dar kafesi.|| kafes kafes, Allah. 4. ünl. A rtık istemez; yetişir; yeter, fi1 kâfi
K afes gibi; delik delik; göz göz.|| kafes kiriş, gelmek, Yetmek; yeterli gelmek; yetişmek. || kâfi
Kayıdı çivi veya cıvata ile birleştirilmiş tahtalar derecede, Yetecek ölçüde; yetecek kadar; yeterli
dan meydana gelen kiriş.\\ kafes-nişîn, {OsT} 1. miktarda. || kâfi ve vâfi, B o l bol yeter.
K afes ardında oturan. 2. İşsiz güçsüz. kâfil, [Ar. kefalet > kâfil JslS”] (kâ:fıl) {OsT} sf. 1. Bir
kafesçi, [kafes-çi] is. 1. Kafes yapan veya satan kim
işi yükümlenen; üzerine alan; görev kabul eden. 2.
se. 2. argo. Çıkar sağlamak amacıyla birini kandı
Ödeyen veya ödemeyi kabul eden.
ran, tuzağa düşüren kimse; dolandırıcı. 3. Pencere
kafesi yapan doğramacı, kafil1, [Ar. kâfil Jils] (ka:fıl) {OsT} sf. Herhangi bir
kafesi, [Ar. kafes! (kafesi:) {OsT} s f 1. Kafes yere yaptığı yolculuktan geri dönen.
kafil2, [? kafil] {ağız} is. Dikenlik, çalılık yer; çalı
görünüşünde olan; kafes gibi. 2. İm paratorluk dö
kümesi. [DS]
neminde, çuhadan yapılma, içine bir kilodan fazla
pam uk doldurulan ve başlığın alt tarafına kafes kafile, [Ar. kafile tlslî] (ka:file) {OsT} is. 1. B ir yere
şeklinde beyaz tülbent sarılan, vezirlerin giydiği doğru birlikte yolculuk eden insanlar topluluğu. 2.
başlık. S kafesi destar, {OsT} Kurdele genişliğin Aynı yöne doğru birlikte hareket eden taşıt grubu;
de takke ve feslerin üzerine satılan bir tür sarık. konvoy; kervan. 3. Parçalar hâlinde gönderilen şey
kafesleme, [kafes-le-me] is. 1. Kafese koyma. 2. lerin her bölümü; sıra ile gönderilen şeylerin her
argo. Kandırma, bir bölüğü. 4. gnşl. Takım; grup; topluluk. 5. Birbi
kafeslemek, [kafes-le-mek] gçl. f. [-r] f-l(i)-yor] 1. ri ardı sıra gelen ve o şekilde ele alman meşhurlar
Birini veya bir hayvanı kafese koymak. 2. mecaz. topluluğu. S kafile başı, Kafileyi yöneten ve ba
Çıkar sağlamak amacıyla birini tuzağa düşürmek; şında giden kimse; grup sorumlusu.|| kâfile-gâh,
aldatmak; kandırmak; dolandırmak, {OsT} Kafilenin konakladığı ye r.|| kafile hâlinde,
kafesli, [kafes-li] sf. 1. Kafesi bulunan. 2. Kafes bi B ir grup oluşturan topluluk hâlinde.\\ kafileyi hi
çiminde olan, maye eden kuvvet, Kafileyi koruyan birlik. || kafile
kafesotu, [kafes + ot-u] {ağız} is. bot. Onosma türü muhafızı, {OsT} as. B ir yerden bir yere gönderilen
bitkilere verilen ad; yalancı hava cıva. [DS] yaralıları, m alzemeyi veya mühimmatı gözetm ek ve
kafeşantan, [Fr. cafe chantant] is. Çalgılı ve içkili kollam ak amacıyla kafileye eşlik eden görevli. || kâ-
kahvehane, file-sâlâr, {OsT} K afile başı.|| kâfile-sâlâr-ı enbi
kafete, [? kafete] {ağız} is. Domates. [DS] yâ, {OsT} Peygamberler kafilesinin başı; Hz. Mu-
kafeterya, [İt. caffetteria] (kafete’ıya) is. 1. Kahve hammed..
ve benzeri içecekler satılan yer. 2. Herkesin bir kâfir, [Ar. küfr > kâfir j\£ ] (kâ fir) {OsT} sf. 1. Ör
tepsi içinde kendi yiyecek ve içeceğini alıp masası ten; gizleyen. 2. A llah’ın varlığını ve birliğini ka
na götürdüğü, ucuz ve halk tipi lokanta, bul etmeyen; tanrıtanımaz; dinsiz. 3. Küfreden;
kaffal, -li [Ar. kaffal J Us] {OsT} (kaffa:l) is. Çilingir, küfredici; küfürbaz. 4. Zalim; acımasız; insafsız. 5.
M usibet; kahrolası; uğursuz; pis. 6. İyilik tanım a
kâffe, [Ar. kâffe “Isis'] (kâ:ffe) {OsT} sf. Hep; bütün;
yan; gördüğü iyiliği inkâr eden. 7. Siyah renk. 8. is.
tamam; tüm. S kâffe-i ahvâlde, {OsT} Durumların M üslüm anlara göre İslam dininden olmayan insan
tümünde.\\ kâffe-i âlem, {OsT} Bütün âlem; bütün ların tümü. 9. Tarım la uğraşan kesim; çiftçi; ziraat
dünya.\\ kâffe-i ePâl, {OsT} Bütün işler.|| kâffe-i çı. 10. Güney Doğu A frika’da yaşayan bir zenci
efrâd, {OsT} Bütün bireyler.|| kâffe-i mahlukât, kavm e verilen a d .ll . ünl. mecaz. (Sevilen birine
{OsT} Bütün yaratıklar.|| kâffe-i nâs, {OsT} Bütün sitem için) yaramaz, zeki, çapkın anlamında söyle
insanlar. nir. ö k âfiı-i n i’met, {OsT} İyilik bilmez; nankör.||
kâffesi, [kâffe-s-i] zm. Hepsi; bütünü; tamamı, kâfir karlağucu, {OsT} Yapalak kuşu.|| kâfir-kîş,
kâffeten, [Ar. kâffeten SslS"] (kârffeten) {OsT} zf. {OsT} D insiz imansız; merhametsiz.
Tümü birden; cümlesi; tamamı; hepsi birden. kâfirane, [Ar. kâfir + Far. -âne ^slS'] (kâfira: ’ne)
m m m m sozbun • 2329 KAF
{OsT} zf. Kâfire yakışacak yöntem ve biçimde; kâ da, üzeri sarı lekeli siyah veya kahverengi renkli,
firce; kâfir gibi, iki yaşam lı sürüngen hayvan, (Mertensiella cau-
kafire, [Ar. kâfur => kâfiriye / kâfire] {ağa} is. 100 casica).|| Kafkas sincabı, zool. Doğu Anadolu,
cm. kadar büyüyebilen, güzel kokulu, acı lezzetli, Iran ve Suriye ’de yaşayan, kuyrukları oldukça kısa,
yaprakları iştah açıcı olarak kullanılan çok yıllık kahverengi bir sincap, (Sciurus anomalus).
bir tür bitki; pelin otu, (Artemisia absinthium). [DS] Kafkasça, [kafkas-ça] is. Yalnız Kafkas dağları ve
kâfirlik, -ği [kâfır-lik] is. Kâfir olm a durumu, çevresinde Çeçen, İnguş, Andil, Avar, Larg, Darg-
kâfîristan, [Ar. kâfir + Far. -istân {OsT} is. va Abhaz, Ubig; Adige, Çerkez, Gürcü, Mingralla,
Laz topluluklarının konuştuğu dil grubu.
1. M üslüman olmayan kimselerin elinde bulunan
ülkeler. 2. öz. is. H indistan’ın kuzey batısında bu Kafkasyak, [kafkas-ya-lı] sf. Kafkas ülkeleri halkla
lunan dağlık bir bölge. 3. Afrika kıtasının güney rından olan; K afkasya’da yaşayan,
ucunun doğu kıyıları, kafkaz, [k o f> k afk az] {ağız} is. Hafif. [DS]
katlanan, [kof > kaf-la-n-an / kaf-ala-ak] {ağız} is.
kâfirun, [Ar. kâfırün ujylS-] (kâ:firu:n) {OsT} is. K â
K endini öven. [DS]
firler. S Kâfirun Suresi, {OsT} K ur ’an ’m y ü z do
katlanm ak1, [kaf-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
kuzuncu suresi.
Ölümü yaklaşmak. [DS]
kafiye, [Ar kâfiye «jls] (ka fiye) {OsT} is. ed. 1. M an
katlanmak2, [Ar. k âf (3) > kaf-la-n-mak] {ağız} gçsz.
zum yazılarda mısra sonlarında, yapı, görev ve an
f. [-ır] K ur’a çekmek. [DS]
lam bakım ından farklı olm akla birlikte ses bakı
mından benzerlik oluşturan birimler; uyak; ayak. 2. kaflez, [kof > kof-lu + iç ?] {ağız} is. -* kahliç. [DS]
Eski süslü nesirde cümle içi ve cümleler arasında kafliz, [kof > kof-lu + iç ?] {ağız} is. -*■ kahliç. [DS]
bulunan ses uygunluğu; seci, ö kafiye-dâr, {OsT} kafr, [Ar. kafr j £ ] {OsT} sf. Susuz, otsuz ve ıssız çöl.
Kafiyeli; kafıyelenmiş.|| kafiye-perdâz, {OsT} K afi S kafr-ı Y ahud, {OsT} Ziftli kâğıt; bitümlü kâğıt.
y e uyduran; şair; nâzım .|| kafiye-seııc, {OsT} K afi kaftaküski, [kafta + eT. küskü (fare)] {ağız} is. Sırt
y e uyduran; şair; nâzım. || kafiye-sencâıı, {OsT}v lan. [DS]
Kafiye uyduranlar; şairler; nâzımlar. || kafiye-sen-
cî, {OsT} Şairlik; şiir yazm a mesleği. kaftan, [Far. haftân jbüü-] {OsT} is. 1. İpekli kum aş
kafiyeli, [kafıye-li] (ka fiyeli) sf. Kafiyesi olan; u- tan yapılan uzun ve süslü üst giysisi; kapama. {eT}
yaklı. {eAT} (aynı) [DLT] [DK] 2. M inarelerin külahlarını
kafiyesiz, [kafıye-siz] (kafiyesiz) sf. Kafiyesi bulun donatan ışık; ışıklandırma, {ağız} (aynı) [DS] 0 kaf
mayan; uyaksız. tan ağası, tar. Sarayda kaftanları koruma görevli
lerinin başı; kaftancıbaşı.\\ kaftan giydirme, M i
kafiz, [Ar. kafîz jJâ] (kafi:z) {OsT} is. M iktarı yer yer
narelerin külahını ışıkla donatma.\\ kaftan kalıbı,
değişen ve eskiden kullanılm ış bir Arap hacim öl K afasız adam.
çüsü. ö kaflzi dolmak, {OsT} Eceli gelmek; ölmek.
kaftancı, [kaftan-cı] is. 1. Kaftan diken veya satan
kafkal, [kof > kafkal] {ağız} is. 1. Büyük ekin deste kimse. 2. tar. Saraylarda kaftanları korumakla gö
si. 2. Fındık kozalağı. [DS]
revli kimse.
kafkalı1, [kof / kov > kafka-lı] {ağız} sf. 1. Delik
kaftancıbaşı, [katan-cı+baş-ı] is. İmparatorluk dö
deşik. 2. Zayıf. 3. Aralıklı yığılan odun yığını. [DS]
neminde kaftancıların başı olan ve kabul işlerine
k afk ab \ [kof / kov > kafkalı] {ağız} is. İpek kozası. bakan görevli.
[DS]
kafkara, [? kafkara] {ağız} is. Boynuzsuz keçi veya kaftani, [kaftanı ^ l ^ ] {OsT} sf. Kaftancı.
koyun. [DS] kaftanlı, [kaftan-lı] sf. 1. Kaftanı olan; kaftan giymiş
kafkarıt, -dı [Yun. kafgalida] {ağız} is. Enginar. [DS] bulunan; belirtilen nitelikte kaftana sahip olan. 2.
Kafkas, [Rus. kavlcaz] is. 1. H azar denizi ile Karade is. Sarayın kiler ve hâzinesine bakan iç oğlanı,
niz arasında kalan dağlık bölge; Kafkasya. 2. (İsim kaftanbk, -ğı [kaftan-lık] {eAT} is. 1. Kaftanlık ku
tam lamalarında) bu bölge ile ilgili. S Kafkas en maş; elbiselik. [DK] 2. (eT} Nikâh bedeli; mehir,
gereği, zool. -► siyah engerek. || Kafkas keleri, [KB]
zool. Üç bin metre kadar yükseklerde yaşayan ve kaftar, [? kaftar] {ağız} is. 1. Yaşlı; bunak; cadı. 2.
böceklerle beslenen bir pu llu sürüngen türü, Y aşlı manda. 3. Yaşlı öküz, [DS]
(Ağama caucasica),\\ Kafkas kurbağası, zool. D o kaftarkiiş, [? kaftarküş] {ağız} is. -» kaftaküski. [DS]
ğu Karadeniz bölgesine özgü, kuyruksuz iki yaşam
kâfte, [Far. kâfte ■^IS'] (kâ.fte) {OsT} is. 1. Yarma;
lılar takımından, vücutları ince, arka bacakları
uzun, yaklaşık altı cm. kadar boyda bir kurbağa, bölme. 2. Dikkatle gözden geçirme; araştırma, in
(Palodytes caucasicus). || Kafkas sem enderi, zool. celeme.
Kuyruklu iki yaşam lılar takımından 20 cm boyun kafter, [? kaftar / kafter] {ağız} is. -*■ kaftar. [DS]
KAF ı r a HKCESÖZIİ. 2330
kaftur, [? kaftur] {ağız} is. Soba. [DS] kagamak, [kag-a-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-g(ı)-yor]
kaful, [? kaful] {ağız} is. 1. Fundalık. 2. D ikenlik ve İndirmek. [DS]
çalılık yer; çalı kümesi. 3. Biçilmiş ekin demetleri kağan1, [*kâğ-mak > kâğ-an] {eT} sf. (Aslan, kaplan
yığını veya benzer bitki yığınları. [DS] S kaful için) kükreyen; kükremiş; kızgın. [DK]
başlı, {ağız} (Kişi için) saçı taranmamış; dağınık kağan2, [Çin. hu-yü / Far. hân / hâğan => kağan] {eT}
saçlı. [DS] is. Kağan; hakan; hükümdar; hakan. [ETY] [EUTS]
kafulcan, [kof > kaf-ul-can] {ağız} is. Aralık; açıklık; [Gabain] [Tekin]
boşluk. [DS] kaganlam ak, [kağan-lâ-mak] (kağanla.mak) {eT}
kafulluk, -ğu [kaful-luk] {ağız} is. D ikenlik yer. [DS] g ç l . f [-r] 1. Kağan yapmak. [Tekin] 2. Kağan sahi
bi yapmak. [ETY]
kâfur, [Ar. kâfur jjslS'] (kâ:fur) {OsT} is. 1. Kâfur
kaganhg, [kağan-lığ] {eT} sf. Hakanı olan; kağanlı;
ağacının su buharında damıtılmasıyla elde edilen
kağanı olan; bağımsız. [Tekin] [ETY]
C 10H2oO formülünde, merkezî sinir sisteminin uya
kağanlık, [kağan-lık] {eT} is. Kağanlık; hakanlık.
rılm ası gerektiğinde ilk yardımda kullanılan, terpen
[OKD]
sınıfından bir keton ve aromatik kimyasal madde.
kagansıramak, [kağan-sırâ-mak] {eT} gçsz. f. [-r]
2. Kokulu uçucu bir yağda arta kalan tortu. 3. din.
Kağansız olmak; kağansız kalm ak [Tekin] [Gabain]
Cennette var olduğuna inanılan ve musluklarından
[ETY]
berrak sular akan çeşme. 4. mecaz. Çok beyaz, ö
kagansıratm ak, [kağan-sıra-t-mak] {eT} g ç l.f. [-ur]
kâfur ağacı, Defnegillerden Uzak D oğu ’da yetişen
Hakansız bırakmak; kağansız bırakmak. [Tekin]
kâfur elde edilen bir ağaç, (Cinnamonum camp-
[ETY]
hora). 1| kâfur-i aslî, {OsT} Kâfur ağacının gövde
kagar, [kağar] {eT} is. Kar. [OKD]
sinden çıkarılan doğal kâfur. || kâfur-i benefşe,
kagardak, -ğı [kagar-da-k] {ağız} is. Horoz ibiği.
{OsT} Susam yaprağından çıkarılan keskin kokulu
[DS]
bir madde. || kâfur-i cevdâne, {OsT} E n güzel, do
kagatır, [kağatır] {eT} is. Katır. [EUTS] [OKD]
ğ a l kâfur. || kâfur-i cevz-i bevvâ, {OsT} Hindistan
cevizi yağından damıtılarak elde edilen kokulu bir kagda, [Soğd. k ’ğdyh => kağda] {eT} is. K âğıt yap
madde.|| kâfur-i nflnî, {OsT} Kâfur ağacının odunu rağı; kâğıt. [EUTS] [Gabain]
ve yaprağı kaynatılmak suretiyle ede edilen mad- kaggıl, [kag-mak > kag-gı-1] {ağız} is. Bir çocuk
de. || kâfur otu, {OsT} Sıcak ülkelerde yetişen bir oyununda yere çakılan çubuk. [DS]
ağaç; kâfuriye, (Artemisia arborea).|| kâfur ruhu, kagıl, [*kâğ-mak > kâğ-ıl] (ka.ğıl) {eT} is. 1. Yaş
{OsT} Damıtılmış kâfur yağı. söğüt dalı. [DLT] [KB] 2. Kırbaç; kamçı. [EUTS]
[Gabain]
kâfuri, [Ar. kâfuri l S j j ^ ] (kâ.furi:) {OsT} sf. 1. Kâ
kagınm ak, [kâğ-mak > kağ-m-mak] {eT} dönşl. f. [-
furla ilgili. 2. Birleşiminde kâfur bulunan. 3. Kâfur ur] N edam et etmek; pişman olmak. [EUTS]
renginde olan; beyaz ve yarı saydam,
kagış, [kak-mak > kak-ış-m ak (yarışmak, çekişmek)]
kâfuriye, [Ar. kâfurîyye (kâ.furiye) {OsT} is. {ağız} is. Y anşm a eylemi ve biçimi. S kagış kagış,
Sıcak ülkelerde yetişen bir tür yavşan, (Artemisia {ağız} Hızlı hızlı; çabuk çabuk. [DS]
arborea). kâgir, [Far. kâr-gir / kâr-gil / Erme, k ’ar (taş) + gir
kâfuru, [Ar. kâfur / kâfurü lSj^K"] (kâıfuru:) {OsT} (kireç) > k ’arugir > kâgır j ^ ^ ] (kâ;gi:r) {OsT} sf.
is. 1. -*• Kâfur. 2. Kâfur ruhu, 1. İş tutan; işçi. 2. Taş ve tuğla kullanılarak yapıl
kâfurulu, [kâfuru-lu] sf. Birleşiminde kâfuru bulu mış. S kâgir bina, {OsT} Taş ve tuğla kullanılarak
nan. yapılm ış bina.
k ag1, [kag / kağ / kah / kak / kek / kıg / kığ / kik / kagmak, [*kâğ-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Kavurmak;
kok / kug / kuğ / kuk (yans.)] is. Tavuk ve diğer yakmak. [Clauson]
kümes hayvanlarının ve benzeri kuşların seslenişini kagruk, -ğu [koğ (boşluk) > kag-(u)r-uk] {ağız} is.
ve bu biçimde bağırmayı, seslenmeyi anlatan kök. Gevşek; eski; yıpranmış. [DS]
[Zülfıkar] kag kug, kag-ıl-dı, kag-u-mak. kağşak, -ğı [koğ (boşluk) > kag-(u)ş-a-mak > kagşa-
kag2, [kag / kağ / kang / kanğ / kan / kong (yans.)] is. k] {ağız} is. -*■ kağşak. [DS]
B ir şeyi yerinden güçlükle sökme, çıkartma veya kağşamak, [koğ (boşluk) > kag-(u)ş-a-mak] {ağız}
oynatmayı anlatan kök. [Zülfıkar] kag-ır-mak g ç sz.f. [-r] [-ş(ı)-yor] -*■ kağşamak. [DS]
kagadaş, [kâ (aile) > kâ-ğa-daş] is. Akraba; hısım. kagrulmak, [*kâğ-mak (kavurmak, yakm ak) > kağ-
[EUTS] [ETY] (u)r-ul-mak] {eT} edil. f. [-ur] Kavrulmak. [DLT]
kagak, -ğı [konak] {ağız} is. Saç kepeği. [DS] kagruşm ak, [kağ-(u)r-uş-mak] {eT} işteş, f. [-ur]
kagal, [*kâğ-mak > kâğ-ıl] {eT} is. Kırbaç; kamçı. Kavruşmak. [DLT]
[EUTS] [Gabain]
1 1 1 H I İ SöSbOlS • 2331 KAĞ
kaguk, [*kav-mak (toplamak) > kav-uk / kağ-uk] Dağ yamacı. 4. Yabancı otları çapa ile tem izleme
{eT} is. -►kavuk. [EUTS] [Gabain] işi. [DS]
kagumak, [eT. kağ-m ak > kag-u-mak] {ağız} gçsz. f. kağa1, [eT. kan > kağa] {ağız} is. 1. Baba. 2. Ağabey.
[-r] Kızmak; sinirlenmek. [DS] [DS]
kagun, [*kâğ-mak > kav-un / kâğ-ün] (ka:ğu:n) {eT} kağa2, [Ar. kâca <pIS] {ağız} {OsT} is. 1. Evlerin yazın
is. Kavun. [DLT] [EUTS] [KB] otunılan serin odası. 2. Oturma odası. [DS]
kagunlanmak, [*kâğ-mak > kağ-ûn-la-n-mak] {eT}
kâğad, [Far. kâğad Ji-K] (kâ:ğad) {OsT} is. Kâğıt. S
dönşl. f. [-ur] Kavun sahibi olmak. [DLT]
kagunlug, [kağun-luğ] {eT} sf. ICavunlu. [DLT] kâğad-hâne, Kâğıthane.
kagunluk, [kağun-luk] {eT} is. Kavunluk; kavun tar kağal, [lcağ-al] {ağız} is. Yıkıntı; döküntü yığını. [DS]
lası. [DLT] kağalamak, [kağ-a-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
kagunsamak, [kağun-sa-mak] {eT} gçsz. f . [-r Canı Herhangi bir isteği veya iddiayı yüz yüze reddet
kavun yem ek istemek. [DLT] mek;' şiddetle itiraz etmek. 2. {ağız} Karşısındakini
terslemek; susturmak. [DS]
kagurgan, [kağ-ur-mak > kağur-ğân / kakur-ğân]
(kağurğa:n) {eT} sf. Yağla yoğrulmuş ve fırında kağallamak, [kağ-al-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-
pişirilmiş bir tür ekmek, [DLT] yor] Cevizi yeşil kabuğundan ayırmak. [DS]
kagurmaç, [kağ-ur-mak > kağur-maç] {eT} is. -*• ka kağallaşmak, [kağal-la-ş-mak] {ağız} işteş, f. [-ır]
vurmaç. [DLT] Kargalar bağrışmak. [DS]
kagurmak, [*kâğ-mak > kağ-ur-mak] {eT} gçl. f [- kağanı kağşak, [kağa-m kağ-(ı)ş-a-k] {ağız} ikile, zf.
ur] Kavurmak. [DLT] [EUTS] (Yürüyüş için) yavaş yavaş; sendeleye sende leye.
[DS]
kaguşmak, [kağ-uş-mak] {eT} işteş, f. [-ur] Kavuş
mak. [EUTS] kağan1, [Çin. hu-yü ? / Moğ. kâan > kâğân o itli]
kagut, [*kâğ-mak > kâğ-ut] {eT} is. Kavut; dandan {OsT} is. 1. Eski Türk ve M oğol devletlerinde han
yapılan bir yemek. [DLT] lar hanına verilen unvan; hakan; padişah; im para
kağ1, [kag / kağ / kah / kak / kek / kıg / kığ / kik / tor; kayser; hükümdar; sultan; melik. 2. sf. {eAT}
kok / kug / kuğ / kuk (yans.)'] is. Tavuk ve diğer {OsT} (Aslan için) kızmış; kükremiş.
kümes hayvanlarının ve benzeri kuşların seslenişini kağan2, [Erme, kehan] {ağız} is. 1. Tarlayı çapa ile
ve bu biçimde bağırmayı, seslenmeyi anlatan kök. otlardan temizleme; çapalama. 2. Boyunduruğu
[Zülfıkar] kağ-a-la-mak, kağ-ıl-tı, kağ-ır-tı, kağ-ıl arabaya bağlayan kayış. [DS]
kağıl, kağ-la-mak kağanlık, -ğı [kağan-lık] is. 1. Kağan olm a durumu.
kağ2, [kag / kağ / kang / kanğ / kan / kong (yans.)] is. 2. Kağanın yönetiminde bulunan ülkeler,
Bir şeyi yerinden güçlükle sökme, çıkartma, geriye kağarmak, [kağ (yans.) > kağ-ar-mak] {ağız} gçsz. f.
doğru bükme veya oynatm ayı anlatan kök. [Zülfı- [-ır] Geri bükülmek. [DS]
kar] kağ-ar-mak, kağ-ır-mak, kağ-ır-t-mak, kağ-ır- kağaş, [kağ (yans.) > kağ-a-ş] {ağız} is. Buzla karışık
t-maç akan su. [DS] S kağaş kağaş, {ağız} (Buzlu suyun
kağ3, [kağ / kah / kak (yans.)] is. Bir şeyi çarpmayı, akışı için) ses çıkararak. [DS]
vurmayı; çarparak, vurarak sokmayı; yapılan bir kağaşak, [kağ (yans.) >kağ-a-ş-a-k] {ağız} sf. G ev
iyiliği başa kakmayı anlatan kök. [Zülfıkar] kağ-ıç şek. [DS]
kak-mak, kağ-ış-tı, kağ-şa-k
kağaver, [? kağaver] {ağız} is. Ürün içinde biten
kağ4, [kağ / kah / kak / kıh (yans.)] is. Öksürme ve yabancı ot. [DS]
balgam çıkarmayı anlatan kök. [Zülfıkar] kağ-(ı)r-
ık, kağ-sır-ık kağaz, [Far. kâğaz İtli"] (kâ:ğaz) {OsT} is. 1. Kâğıt.
kağ5, [kağ / kak / kah / kıg / kığ / kıh / kik / kik 2. Uçurtma. S kâğaz-ı bâd, {OsT} Uçurtma.
(yans.)] is. Kurutulmuş meyve vb. şeylerin birbiri kağcın, [kağ (yans.) > kağ-cın] {ağız} is. 1. Köy ev
ne sürtünmesini, çarpmasını anlatan kök. [Zülfıkar] lerinde çimento yerine kullanılan bir tür kil. 2. K ü
kağ-ış-ta-mak, kağ-ış-tı çük taşlarla karışık toprak tabakası. [DS]
kağ6, [kağ / kığ (yans.)] is. Akarsuyun çıkardığı sesi, kağdurmak, [kağ (yans.) >kağ-dur-mak] {ağız} gçsz.
gürültüyü, buna benzer gürültülü konuşmayı; yı f. [-ur] Koşturmak. [DS] ö kağdura kağdura,
kılmayı, çökmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] kağ-ış {ağız} Koşturarak; koştura koştura. [DS]
kağış akmak, kağ-ış-mak, kağ-ış-da-mak, kağ-şa- kağıç, [kak-mç] {ağız} is. -* kakınç. S kağıç kak
mak mak, {ağız} Kusurunu yüzüne vurmak. [DS]
kağ7, [kağ (yans.) > kağ > kak > kağ] {ağız} is. Ar kâğıdımsı, [kâğı(t)-ımsı] sf. Kâğıt inceliğinde veya
mut, elma, kayısı gibi meyve kurusu. [DS] niteliğinde olan.
kağ8, [kağ] {ağız} is. 1. Ekin içinde biten yabancı kağıl1, [kağ (yans.) > kağ-ıl] {ağız} is. Tanesi çıkmış
otlar. 2. Dağ yamaçlarındaki ince çayırlık yerler. 3. başak. [DS]
KAĞ K IM S SOM• 2332
k ağıl2, [kağ (yans.) > kağ-ıl] {ağız} is. 1. Taşlı tarla; f. [-ır] 1. A rkaya bükülmek. 2. (Su için) çağlamak;
çakıllı toprak. 2. İri çakıl. 3. Sürülmüş tarladaki gürül gürül akmak. [DS]
küçük kesekler; yumruk büyüklüğündeki toprak to k ağ ışm ak 2, [kağ-ış-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] Kusmak.
pağı. [DS] [DS]
kağıldaşm ak, [kağ (yans.) > kağ-ıi-da-ş-mak] {ağız} kağış ta k , -ğı [kağ (yans.) > kağ-ış-ta-k] {ağız} is.
işteş, f. [-ır] Gürültü yapmak; yüksek sesle karşı Eşek sürmekte kullanılan ucu sivri, ağaç saplı zin
lıklı konuşmak. [DS] cir. [DS]
kağıldı, [kağ-ıl-dı] {OsT} is. Gürültü, k ağ ışk am ak , [kağ (yans.) > kağ-ış-ta-mak] {ağız}
kağım , [eT. ka (aile) > ka-ğı-m ?] {ağız} is. Yakınlar; gçsz. f. [-r] [-(dı)-yor] 1. Çok kurum ak yüzünden
akraba; hısım. [DS] katılaşmak. 2. (K um şeyler için) birbirine sürtünme
kağım ak, [kağ (yans.) > kağ-ı-mak] {ağız} gçsz. f. [- sebebiyle ses çıkarmak. [DS]
ır] Sıçramak; zıplamak. [DS] kağıştı, [kağ-ış-tı] is. 1. Kılıç, mızrak çarpışmasın
kağın, [kağ (yans.) > kağ-ın] {ağız} is. Akan suyun, dan çıkan ses; kılıç şakırtısı. 2. {ağız} Kuru şeylerin
yatağından etrafa taşması durumu. [DS] birbirine sürtünme sonucu çıkardığı sesler; sürtün
k ağ ır, [kağ (yans.) > kağ-ır] {ağız} is. A rkaya eğilme. m e sesi. [DS] 3. {ağız} Buzlu suyun akarken çıkar
[DS] dığı ses. [DS]
k a ğ ırm a k 1, [tağ (yans.) > kağ-ır-m ak / kan-ır-mak] k ağ ıştım ak , [kağ (yans.) > kağ-ış-ta-mak] {ağız}
gçl. f. [-ır] 1. Bir şeyi bir kaldıraçla yerinden oy gçsz. f. [-r] (Yılan için) çalılar arasında ses çıkar
natmak. 2. {ağız} Güç kullanarak bir şeyi geri bük mak; hışırdamak. [DS]
mek; kanırmak. [DS] k âğıt, -dı [Far. kağız / kâğaz] (kâğıt) is. 1. Çeşitli
k ağ ırm ak 2, [kağ (yans.) > kağ-ır-mak] {eAT} {OsT} bitki lifleri ham ur hâline getirilerek üretilen ve üze
{ağız} gçsz. f. [-ır] [eAT, O sT -ur] Aksırmak; öksü rine yazı yazılan, basılan, tem izlik işlerinde ve am
rerek balgam çıkarmak [DS] balaj yapım ında kullanılan ince, kuru yaprak. 2.
k a ğ ırm a k 3, [kağ (yans.) > kağ-ır-m ak ] {ağız} gçl. f . Üzerine yazı yazılmış bu tür malzeme; belge; pusu
[-ır] 1. Seslenmek; çağırmak. 2. Sözle dokunmak. la; tezkere. 3. Banknot. 4. Yazılı sınav cevaplarının
3. Çığırtkan keklik kullanarak keklik avlamak. 4. yazılı olduğu kâğıt. S. İskambil destesi ve bu des
(Karga için) ötmek. [DS] teyi oluşturan kartlardan her biri. 6. sf. Kâğıttan
kağ ırtm aç, [kağ-ır-t-maç] {ağız} is. Ağaç ve çiçek yapılmış, fi1 k â ğ ıt açm ak , İskam bil kâğıtlarını o-
lerden koparılan dal; çelik; kanırtmaç. [DS] yunculara dağıttıktan sonra koz olacak kâğıdı be
k ağ ırtm ak , [kağ-ır-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Bük lirlemek üzere bir kartı açık olarak koymak. || k âğıt
mek; eğmek; kanırtmak. [DS] ağacı, Çin ve Japonya 'da yetiştirilen, kabuğundan
kağıs, [ka (aile) > ka+kız] {ağız} is. -*• kağız. [DS] kâğıt yapılan bir tür ağaç; kâğıt dutu, (Broussnetia
kağış, [kağ (yans.) > kağ-ış] is. 1. Kurutulmuş meyve papyrifera). || k âğ ıt alm ak, Pokerde elindeki kâğıt
vb. şeylerin birbirine sürtünmesini, çarpmasını an lardan bir kısmını desteden aynı sayıda kartla de
latan yansımalı gövde. 2. A karsuyun çıkardığı sesi, ğiştirm ek.,|| k âğ ıt ara sı, {ağız} İnce yazlık baş örtü
gürültüyü, buna benzer gürültülü konuşmayı; yı sü. [DS]|| k âğ ıt balığı, zool. Sıcak ve ılık denizlerde
kılmayı, çökmeyi anlatan yansımalı gövde, fi1 yaşayan, vücudu kâğıt gibi yassı ve saydam olan,
kağış kağış, {ağız} 1. (Sıvıların dökülüşü için) bol p a rla k güm üşî bir balık, (Trachypterus trachyp-
bol ve gürültülü olarak; çağıl çağıl. 2. (Katı ve ku terus).|| k â ğ ıt balığıgiller, zool. Kemikli balıklar
ru şeylerin sürtünmesi için) sürtünme sesi çıkara dan, örneği kâğıt balığı olan, kâğıt gibi ince vücut
rak; haşır huşur. [DS]|| kağış kağış ak m ak , {ağız} lu balıklar fam ilyası, (Trachipteride).\\ k âğ ıt bezi,
(Su için) gürül gürül akmak; çağlamak. [DS]|| kağış {ağız} Patiska. [DS]|| k âğ ıt bıçağı, Kâğıtları düzgün
kağış etm ek, {ağız} -* kağış kağış akmak. [DS] biçimde kesmeye yarayan bir tür presli makas.||
kağ ışad ak , -ğı [kağ (yans.) > kağ-ış-ada-k] {ağız} zf. k â ğ ıt çalm ak , Oyun sırasında veya dağıtırken de
(Boşalmak, dökülmek için) birdenbire ve ses çıka ğerli kâğıtların kendi eline gelm esini sağlamak. ||
rarak. [DS] k âğ ıt çekm ek, Oyun sırasında yerdeki desteden bir
adet kâğıt almak. || k âğ ıt d ağ ıtm ak , Oyuna başlar
k ağ ışd am ak , [kağ (yans.) > kağ-ış-da-mak] {ağız}
ken oyuncuların hepsine eşit sayıda kart vermek.||
gçsz. f. [-r] [-d(ı)-yor] (Kuru şeyler için) birbirine
k â ğ ıt d u tu , Çin ve Japonya ’da yetiştirilen, kabu
sürtünerek ses çıkarmak. [DS]
ğundan kâğıt yapılan bir tür ağaç; kâğıt dutu,
kağışık, -ğı [kağ (yans.) > kağ-ış-ık] {ağız} is. Kapı
(Broussnetiapapyrifera),\\ k âğ ıt em ini, İm parator
aralığı. [DS]
luk döneminde maliye bakanlığı ile saray arasın
kağışlan m ak, [kağ-ış-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
daki yazışm alara bakan görevli. || k âğ ıt fab rik ası,
1. Oyalanmak. 2. (Hayvan için) kuyruk veya kula
Selülozun kâğıt hâline getirildiği fabrika. || k âğ ıt
ğım sallayarak ses çıkartmak. [DS]
gibi, 1. Bembeyaz. 2. Kanı çekilip yüzü sararmak.\\
k ağ ışm ak 1, [kağ (yans.) > kağ-ış-mak] {ağız} dönşl. k âğ ıt h a m u ru , 1. Kâğıt yapılm ak üzere ham ur hâ-
MM İR S İM • 2333 KAĞ
line getirilm iş selüloz. 2. Kâğıdın özelliğini ve de Sebze bahçelerinin, bağların yaban otlarını tem iz
ğerini belirten derece. || kâğıt helvası, Tekerlek bi lemek. [DS]
çiminde yuvarlak ve yassı, gevrek bir helva çeşidi. || kağlaşmak, [koğ-la-ş-mak] {ağız} işteş, fi [-ır] B iri
kâğıt helvası gibi yam yassı olm ak, Çok incelmek; nin arkasından dedikodu etmek. [DS]
basılmak; ezilmek.\\ kâğıt kavafı, 1. R esm î daire kağmut, [? kağmut] {ağız} is. Devetabanı veya İstan
lerde yazışm aları takip eden kimse. 2. mecaz. Sahte bul şalgamı adı verilen bir tür turp. [DS]
senet vb. kıymetli evrak düzenleyerek dolandırıcılık kağnak, -ğı [kağ-na-k] {ağız} is. Yeni doğan hayvan
yapan kimse; yalancı; dolandırıcı. || kâğıt kesmek, ların üzerinde bulunan ince zar. [DS]
Oyuna başlarken kâğıtlardan bir kısmının alta
kağnı, [eT. kanlı > kağnı] is. Ahşap bir dingil üze
gelm esini sağlam ak amacıyla desteyi ikiye böl-
rinde dönen yekpare görünüşlü ağaçtan yapılm a iki
mek. || kâğıt kurmak, İskambil vb. oyunlarda iyi
tekerlekli, öküz veya manda tarafından çekilen bir
kâğıtlar kendisine gelecek şekilde düzenlemek.\\
tür araba. S kağnı gibi, Çok yavaş.\\ kağnı tozu,
kâğıt kuşu, {ağız} Uçurtma. [DS]|| kâğıt makası,
{ağız} Balın çok olduğu dönem. [DS]
Kâğıt kesmeye yarayan m akas.|| kâğıt oyunu, İs
kağnıcak, [kağnı-cak] {ağız} is. Değirmen taşlarım
kambil kâğıtları ile oynanan oyunlardan her biri. ||
birbirinden ayırmak veya birbiri üstüne koymakta
kâğıt örneği, {ağız} B ir tiir kilim. [DS]|| kâğıt sepe
kullanılan ağaç aygıt. [DS]
ti, Gereksiz kâğıtların konulduğu küçük kutu. || kâ
kağnık, -ğı [kağ-(ı)n-ık] {ağız} is. Ön tarafın yüksek
ğıt uçurmak, Mektup yazıp acele göndermek. || kâ
olm ası dolayısıyla suyun ark içinde meydana getir
ğıt üzerinde, Teorik olarak; uygulamaya geçm e
diği birikinti. [DS]
miş haliyle. || kâğıt üzerinde kalmak, B ir iş tasar
landığı hâlde uygulamaya konulmamak.\\ kâğıt kağrık1, -ğı [kağ (yans.) > kağ-(ı)r-ık] {ağız} is. 1.
üzerine koymak, Tasarlanmış bir işi gerçekleştir Erkek kekliğin, karşısındaki kekliği susturmak için
mek,|| kâğıda dökmek, Düşünülen şeyleri yazm ak; çıkardığı ses. 2. Aksırık; balgam. 3. N ezle dolayı
yazı ile ifade etmek. sıyla damakta meydana gelen şişlik. [DS]
kâğıtçı, [kâğıt-çı] is. 1. Kâğıt üreten kimse. 2. Kâğıt kağrık2, -ğı [kağ (yans.) > kağ-(ı)r-ık] {ağız} sf. 1.
satan kimse. (Kişi için) kendini beğenmiş. 2. İnatçı. [DS]
kâğıtçıbaşı, [kâğıt-çı+baş-ı] is. tar. İm paratorluk dö kağrışmak, [kağ-(ı)r-ış-ınak] {ağızj dönşl. f. [-ır] İşi
neminde devletin kâğıt ihtiyaçlarını karşılam akla sevmemek; tem bellik etmek. [DS]
görevli kimse; ser kırtasî-yi mirî, kağruk, -ğu [kağ (yans.) > kağ-(u)r-uk] {ağız} sf. 1.
kâğıtçılık, -ğı [kâğıt-çı-lık] is. 1. Kâğıtçının yaptığı (Kişi için) terbiyesiz; kaba ve söz dinlemeyen. 2.
iş. 2. Kâğıt sanayii, Kambur; biçimsiz. [DS]
kâğıtlama, [kâğıt-la-ma] is. Kâğıt kaplam ak eylemi, kağşak, -ğı [kağ (yans.) > kağ-(ı)s-a-k] {ağız} is.
K oyunlann kuyrukları altında yapışarak kuruyup
kâğıtlamak, [kâğıt-la-mak] g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor) Bir
kalmış pislik. [DS]
şeye kâğıt yapıştırmak; bir yeri kâğıtla kaplamak,
kağsırık, -ğı [kağ (yans.) > kağ-(ı)s-ır-ık] {ağız} is.
kâğıtlanma, [kâğıt-la-n-ma] is. 1. Kâğıt yapıştırılma.
Balgam. [DS]
2. Kâğıt sahibi olma. 3. Ü zerine veya içine kâğıt
karışma. kağşadak, -ğı [kağ (yans.) > kağ-(ı)ş-ada-k] {ağız} zf.
(Sıvı bir maddenin dökülüşü veya akışı için) bir
kâğıtlanmak, [kâğıt-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. Ü zeri
denbire ve bolca. [DS]
ne kâğıt yapıştırılmak; kâğıtla kaplanmak. 2. dönşl.
f. Üzerine kâğıt konmuş veya içine kâğıt karışmış kağşak1, -ğı [koğ (yans.) > koğ-(ı)ş-a-m ak > kağşa-
bulunmak. 3. Kâğıtlı hâle gelmek, k] sf. 1. (Bina, eşya vb. için) parçalan gevşemiş ve
kâğıtsı, [kâğıt-sı] sf. 1. Kâğıda benzer; kâğıt görü dağılacak duruma gelmiş olan; dağılmaya yüz tut
nümünde olan. 2. Yaban arılarının yuva yapmak muş olan; eskimiş. {OsT} {ağız} (aynı) [DS] 2. V ücu
için kullandıkları kâğıda benzer odun liflerini tükü du gevşemiş; ihtiyarlamış; yaşlı. 3. mecaz. Köhne;
rükleri ile karıştırarak m eydana getirdikleri madde. geçersiz. 4. Aralarında boşluk bulunan birbiri üze
rine binm iş kayaların bulunduğu arazi veya dağ
kağız1, [ka (hısım) > ka+kız] {ağız} ünl. 1. Kadınlar
yamaçları. 5. Üstü yumuşak topraklı, içi oyuk ze
arasında "yahu ” anlamında kullanılan bir ünlem. 2.
min. ö kağşak toprak, {ağız} Kazılması ve işlen
is. Kız; kadm. [DS]
mesi kolay olan kaba ve çürük toprak. [DS]
kağız2, [Far. kâğaz iilS"] {ağız} {OsT} is. 1. Kâğıt. 2.
kağşak2, -ğı [kağ (yans.) > kağ-(ı)ş-a-k] {ağız} is.
Mektup. [DS] K oyunlann kuyrukları altında yapışarak kuruyup
kağla, [kağ-la] {ağız} is. is. Saz ve ekin sapından ö- kalm ış pislik. [DS] fi1 kağşaktan çıkmak, {ağız}
rülmüş ağzı açık kaşık sepeti; kaşıklık. [DS] (Koyun, keçi için) yavrulamak. [DS]
kağlam ak1, [koğ-la-mak > kağ-la-mak] gçl. fi [-r] [- kağşak3, -ğı [kağ (yans.) > kağ-(ı)ş-a-k] {ağız} is. 1.
l(ı)-yor] Birinin arkasından konuşmak. Sarp ve kayalık yerler; uçurum. 2. Ü stü yumuşak
kağlamak2, [kağ-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor] ve içerisi oyuk toprak. 3. Dağ eteklerinde ve vadi
KAĞ Û I Ü M I Ü R M • 2334
lerde oluşan taş yığınları. 4. Bataklık. [DS] S k ağ kümes hayvanlarının ve benzeri kuşların seslenişini
şa k otu, {ağızj Tarlalarda biten bir tür yabancı ot. ve bu biçimde bağırmayı, seslenmeyi anlatan kök.
[DS] [Zülfıkar] kah-a-la-mak
kağşama, [kağşa-ma] is. Kağşak hâle gelme, kah2, [kağ / kah i kak (yans.)] is. Bir şeyi çarpmayı,
kağşam ak', [koğ (yans.) > koğ-(ı)ş-a-mak] g ç s z .f [- vurmayı; çarparak, vurarak sokmayı; yapılan bir
r] [-ş(ı)-yor] 1. (Eşya ve bina için) ek ve bağlantı iyiliği başa kakm ayı anlatan kök. [Zülfıkar] kah-a-
yerlerinden gevşeyip dağılacak, dökülecek hâle la-mak, kah-ınç, kah-ış kalkm ak
gelmek. {eAT} {OsT} {ağız} (aynı) [DS] 2. Yıkılmağa kah3, [kağ / kah / kak / kıg / kığ / kıh / kik / kik
yüz tutmak. {OsT} {ağız} (aynı) [DS] 3. (Giyecek, (yans.)] is. Kurutulmuş meyve vb. şeylerin birbiri
yaygı vb. için) çok eskimek; dağılıp dökülm ek üze ne sürtünmesini, çarpmasını anlatan kök. [Zülfıkar]
re olmak; parça parça olmak; dağılmak, {ağız} (aynı) kah-ır-da-k
[DS] 4. İhtiyarlık yüzünden vücuda gevşeklik gel kah4, [kağ / kah / kak / kıh (yans.)] is. Öksürme ve
mek; organlar işlevini yerine getiremez olmak; balgam çıkarmayı anlatan kök. [Zülfıkar] kah-ır-ık,
çökmek. 5. mecaz. Geçersiz hâle gelmek; yürürlük kah-(ı)r-ık, kah-sır-mak
ten çıkmak; çökmek. 6. (Kar ve buz için) eriyip kah5, [kah (yans.)] is. Gülme ya da aksırma sırasında
sulanmak. 7. {ağız} (Kaya için) çürüyerek yum uşa çıkarılan ses. ö kah kah gülm ek, Yüksek sesle
yıp yerinden kayıp yuvarlanmak. [DS] gülmek.
kağşamak2, [kağ (yans.) > kağ-(ı)ş-a-mak] {OsT} kah6, [kah (yans.)] ünl. Köpek çağırma ünlemi. S1
{ağız} gçsz. f. [-r] [-ş(ı)-yor] 1. Yaşlanmak. 2. Za kah kah, K öpeği çağırmakta kullanılan bir söz.
yıflık, arıklık yüzünden güçten düşmek. 3. Bedenin [DLT]
her yanı hasta olmak; sağlıksız olmak. [DS] S kağ kah7, [kah / kak] {ağız} is. Bıçakla dört ve daha fazla
şayarak yürümek, {ağız} İki yana sallanarak y ü parçaya bölünerek kurutulm uş meyve; kak. [DS]
rümek. [DS] kah8, [kah] {ağız} is. 1. Kenar; kıyı. 2. Sınır. [DS] t?
kağşanmak, [kağ-(ı)ş-a-n-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır] kah çevirmek, {ağız} Sınır yapmak; kenar çevir
Yorulan hayvanın dinlenmesini ve işemesini sağ mek; kıyılamak. [DS]
lamak. [DS]
k ah a1, [Ar. kâ'a-ıtls] {ağız} {OsT} is. Avlu; ağıl. [DS]
kağşatma, [kağşa-t-ma] is. Kağşamasını sağlamak
eylemi. kaha2, [? kaha] {ağız} is. 1. P u f böreği. 2. Lokma
tatlısı. [DS]
kağşatmak, [kağ-(ı)ş-a-t-mak jjjuipls] g ç l.f. [-ır] 1.
kahaç, -cı [kak-aç] {ağız} is. Pirzola. [DS]
{eAT} Ek ve bağlantılarını gevşeterek dökülecek, kahah, [kaba-k / kabah] {ağız} sf. (Keçi için) boynuz
dağılacak duruma getirmek. 2. Yürürlükten kalk suz. [DS]
masını sağlamak; geçersiz kılmak; çökertmek, kahal, [Moğ. kaha-m ak > kaha-1] {eT} is. Abluka;
kağumak, [kağ-u-mak] {ağız} gçsz. f . [-r] Kızmak; muhasara. [Nevâyî]
öfkelenmek. [DS]
kahalam ak, [kak-ala-mak / kah-ala-m ak j J ^ ] gçl.
kağunmak, [kağ-un-mak] {ağız} dönşl. fi [-ur] Bir
binanın dibini kazmak. [DS] f M [-l(l) - y ° rJ 1- {eAT} Gagalamak. 2. {ağız} Kar
kağurga, [kağ-ur-ga] {ağız} is. Kavrulmuş mısır, şı gelmek; ters cevap vermek. [DS]
buğday, çedene vb. [DS] kaham, [eT. ka (aile) > ka(h)-am] {ağız} is. Akraba;
kağutm ak, [kağ (yans.) > kağ-ut-mak] {ağız} gçl. fi hısım. [DS]
[-ur] Bükmek. [DS] kahamak, [Moğ. kaha-mak] {eT} gçl. fi [-r] Sarmak;
çevrelemek; abluka altına almak. [Nevâyî]
kâh1, [Far. gâh »IS"] (kâ:h) {OsT} bağ. Kimi z;aman;
kahan, [Erme, kehan > kahan] {ağız} is. 1. Tarladaki
bazen; bazı; gâh. zararlı otlar, 2. Yabancı otla mücadele. [DS] S
kâh2, [Far. kâhiden (eksilmek) > kâh els'] (kâ:h) {OsT} kahan etmek, {ağız} 1. Yabancı otları temizlemek.
is. Kuru ot parçası; saman çöpü; saman. S kâh- [DS] 2. Beğenmediği kişi ve nesneleri dışarı atmak;
bân, {OsT} Harman bekçisi.|| kâh-dân, {OsT} Sa dışarı çıkarmak. [EG]
man deposu; samanlık.|| kâh-gil, {OsT} Saman ka kahanlam ak, [kahan-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-
rıştırılarak hazırlanmış çamur sıva. yor] Çapalamak. [DS]
kâh3, [Far. kâh ç-\Z] (kâ:h) {OsT} is. 1. Köşk; kasır; kahat, -dı [Far. kağâz => kâğıt] {ağız} is. Kâğıt. [DS]
villa. 2. Tek oda. 3. Tek odalı ev. 4. Y üksek bina; kâhban, [Far. kâh-bân oLaIS-] (kâ:hba;n) {OsT} is.
kule. 5. Tak. S1 kâh-ı dâd-gûcterî, {OsT} Adliye Harman bekçisi,
sarayı.|| kâh-ı müşteri, {OsT} Yay burcu.|| kâh-ı kahbanalı, [Ar. kahbe + T. ana-lı] {ağız} sf. Kurnaz.
mâh, {OsT} Akrep burcu. [DS]
kah 1, [kag / kağ / kah / kak / kek / kıg / kığ / kik / kahbanallı, [Ar. kahbe + T. ana-lı] {ağız} is.-»-
kok / kug / kuğ / kuk (yans.)] is. Tavuk ve diğer kahbanalı. [DS]
ö K llM f m i. 2 3 3 5 KAH
kahbe, [Ar. kahbe v * 5] {OsT} is. 1. Y asa ve ö rf dışı kahırlanma, [kahır-la-n-ma] is. Kendi kendine aşırı
cinsel ilişkiler yaşayan kadın; fahişe; zaniye. 2. üzüntü içinde bulunma,
mecaz. Sözünde durmayan; kalleş; dönek, kahırlanmak, [kahır-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] Kendi
kahdiri, [kah+dir-i ?] {ağız} zf. İyice; esaslı. [DS] kendine, için için devamlı ve aşırı üzüntü içinde
bulunmak; kahrolmak; kederlenmek,
kahhanalı, [Ar. kahbe + T. ana-lı] {ağız} is. -*■ kah-
banalı. [DS] kahırlı, [kahır-lı] sf. Üzüntü veya acısı çok olan,
kahırsanmak, [kah-ır-sa-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
kahhane, [Far. kâh-hâne (kâ:hha:ne) is. Sa
Üzüntüsünü anlatmak. [DS]
manlık. kahış, [kak-mç > kağıç / kahış] {ağız} is. Ayıp; kusur;
kahhar, [Ar. kahr > kahhâr jl^i] (kahha:r) {OsT} sf. eksiklik. [DS] £? kahış kakmak, {ağız} Ayıplarını,
1. Çok eziyet eden; kahreden; ezen; acımayan. 2. kusurlarını yüzüne vurmak. [DS]
Her şeye, her istediği şeyi yapabilecek, onları dile kahışlamak, [kak-ış-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
diği zaman m ahvedebilecek güç ve yetkinlikte yor] İtelemek; sokmaya çalışmak; kakalamak. [DS]
olan; Allah, fi1 kahhâr-ı miintekim, {OsT} Allah. kâhi1, [Far. kâhî ^IS"] (kâ;hi:) {OsT} is. Üç köşeli bir
kahharane, [Ar. kahhâr + Far. -âne (kah- tür kuru börek; simit.
ha:ra:ne) {OsT} zf. Kahredercesine; zalimce, kâhi2, [Far. kâhi ^IS"] (kâ:hi:) {OsT} bağ. -*• gâhi.
kahıç, -cı [kak-mak > kak-m ç / kağınç / kahıç] {ağız}
is. -*■ kakınç. [DS] fi1 kahıç kakmak, {ağız} K usu kâhil, [Ar. kühület > kâhil J*IS"] (kâ. hil) {OsT} sf. 1.
runu yüzüne vurmak. [DS] Olgunluk çağına gelen; erişkin; ergin. 2. mecaz.
kahıh, [kak-mak > kak-ık / kah-ıh] {ağız} is. Tıkalı; A ğır hareket eden; tembel; uyuşuk. S kâhil-ka-
dolu. [DS] lem, {OsT} Tembel; uyuşuk. || kâhil-ten, {OsT} Tem
kahık, -ğı [kalk-mak > kalk-ık / kah-ık] {ağız} is. bel; uyuşuk.
Kalkık. [DS] kâhilane, [Ar. kâhil + Far. -âne ü^UIS"] (kâ:hila:ne)
kahım, [eT. ka (aile) > ka(h)-ım] {ağız} is. Akraba. {OsT} zf. Tembelce; uyuşuk uyuşuk,
[DS] kâhillik, -ği [kâhil-lik] is. Kâhil olma durumu; ergin
kahımak, [kak-ı-mak] {ağız} gçl. f. [-r] Kırmak; be lik; erişkinlik,
relemek. [DS]
kâhin, [Ar. kehânet > kâhin j* l^ ] (kâ;hin) {OsT} is.
kahınç, [kak-mak > kah-ınç] {eT} is. 1. -*• kakınç.
[DK] 2. {ağız} Ayıp; kusur; eksiklik. [DS] 1. D oğaüstü güç ve yollardan geleceği bilme, gizli
ve kayıp şeyleri bulm a iddiasında bulunan kişi. 2.
kahır, -hrı [Ar. kahr {OsT} is. 1. M utsuz olayla
Eski M ısırlı ve Hintlilerin ruhanî lideri. S kâhin
rın sebep olduğu aşırı üzüntü; derin acı; keder; sı değilim, “Görmediğim, duymadığım, öğrenmedi
kıntı. 2. Ezici davranış; zulüm. 3. Y ok etme; ezme; ğim şeyi bilemem. " anlamında kullanılır.
perişan etme; mahvetme. 4. Bir şeye karşı, onu
kâhinane, [Ar. kâhin + Far. -âne ■obj.lS'] (kâ:hina:ne)
aşağılayacak, yok edecek veya ezecek biçimde güç
üstünlüğüne sahip olmak. 5. Baskı ile iş yaptırma; {OsT} zf. Kâhine yakışacak tarzda; kâhince,
zorlama. S kahır çekmek, Ses çıkarmaksızm, ü- kâhine, [Ar. kâhin > kâhine ■^15'] (kâ:hine) {OsT} is.
züntü ve sıkıntılara katlanmak.\\ kahır yüzünden K adm kâhin.
lütuf görmek, Birine kötülüğü dokunsun diye ya p ı
lan bir işten tam aksine o kişiye iyilik doğmak. || kâhini, [Ar. kâhin > kâhin! ^IS "] (kâ. hini:) {OsT} sf.
kahrı çekilir, Sağladığı yarar, verdiği sıkıntıyı K âhinlikle ilgili; kâhinin sözleriyle ilişkili; kâhinle
çekmeye, ona katlanmaya değer. || kahrı çekilmez, ilgili.
Verdiği sıkıntıya katlanılmaz. || kahrına uğramak, kâhinlik, [kâhin-lik] is. 1. K âhin olma durumu. 2.
Birinden kötülük görm ek; onun gazabına uğra Geleceği okuma sanatı veya işi. 3. Kâhinlere yakı
mak,|| kahrından ölmek, 1. Çok sıkıntı çekmek; şır söz.
aşırı üzülmek. 2. Çektiği acı ve sıkıntılar yüzünden kahir, [Ar. kahr > kâhir yt>li] (ka;hir) {OsT} sf. 1.
ölmek. || kahrını çekemem ek, Birinin verdiği sıkın
Zorlayan; kahredici. 2. Baskın gelen; ezen; ezici. 3.
tılara, üzüntülere ve huysuzluklarına dayanama-
Y ok eden; gideren. S kahir ekseriyet, {OsT} Oy
mak. || kahrını çekmek, Birinin verdiği sıkıntılara,
lama veya taraftar bulmada ezici çoğunluk.\\ kahir
üzüntülere ve huysuzluklarına katlanmak.
kuvvet, {OsT} Ezici, yo k edici güç.|| kâhirü’l-
kahırdak, -ğı [kak > kak-ır-da-k] {ağız} is. 1. Eritil
eşrâr, {OsT} Şerirleri, haydutları yo k eden,||
miş kuyruk ya da iç yağının içinde erimeden kal
kâhirü’s-sümüm, {OsT} Panzehir.
mış kıkırdak parçaları. 2. K urumuş çamur. [DS]
kahirlenmek, [Ar. kahr => kahır > kahır-la-n-mak]
kahırık, -ğı [kah (yans) > kah-ır-ık] {ağız} is. Bal
{ağız} dönşl. f. [-ir] Üzülmek; dertlenmek. [DS]
gam. [DS]
KAH f ln r a n iC E U • 2336
kahirsemek, [Ar. kahr => kahir-se-mek] {ağız} gçsz. kahma2, [? kahma] {ağız} is. Gelincik çiçeği. [DS]
f [~rJ [s(i)-y °r] Üzüntüsünü anlatmak. [DS] kahmacık, -ğı [kahma-cık] {ağız} is. -*■ kahma2. [DS]
kahirsenmek, [Ar. kahr => kahir-se-n-mek] {ağız} kahmağ, [kak-mak] {ağız} gçl. f. [-ar] -*■ kakalamak.
dönşl, f. [-ir] Üzüntüsünü anlatmak. [DS] [DS]
kahit, [Ar. kaht > kahıt i a ^ ] (kahi:t, t kalın söyle kahm ak1, [kak-mak > kah-mak] {eT} gçsz. f. [-ar] -*■
kakmak. [DK]
nir) {OsT} is. Kıtlık yılı.
kahmak2, [kalk-mak / kah-m ak j * ^ ] gçsz. f i [-ar] 1.
kahkaha1, -a ’i [Ar. kahkaha5 * 1 ^ ] (kahkaha:)
{OsT} Vurmak; itmek; tepmek. 2. {ağız} Kalkmak,
{OsT} is. zool. Öldürücü bir yılan.
kabarmak. [DS]
kahkaha2, [Ar. kahkaha {OsT} is. Yüksek sesle
kahmak3, [kak-mak] {ağız} gçsz. fi [-ar] (Koç ya da
gülerken çıkan ses. 0 kahkaha atmak, Kahkaha sığır için) tos vurmak. [DS]
ile gülmek. || kahkaha çiçeği, hot. Bahçelerde süs kahman, [kahman] {ağız} sf. Yakışıklı. [DS]
bitkisi olarak kullanılan, uçları mavi çizgili beyaz
kahmığ, [kak-mık] {ağız} is. Rendelenen ya da yon
çiçekleri olan bir tür sarmaşık, (Convulvulııs
tulan ağaçtan çıkan parçalar; yonga; kıymık; talaş.
persicum ).|| kahkaha çiçeğigiller, bot. Ülkemizde
[DS]
dört cins ve 38 türle temsil edilen alm aşık yapraklı
kahmıh, [kak-mık] {ağız} is. -*■ kahmığ. [DS]
basit, çanak ve taç yaprakları beşli, üst dıırumlu
ovaryumdan gelişen kapsüllü meyveli, bir y a da kahinuği, [? kahmuği] {ağız} is. Yapraklarının altı
beyaz tüylü bir tür kavak. [DS]
çok yıllık otsu ve çalımsı bitkiler, (Convolvula-
ceae).\\ kahkahayı basm ak (salıvermek, koyuver kahmuh, [kak-mık / kah-muh] {ağız} is. -*■ kakmığ,
mek, koparmak), Kendim tutamayıp, patlarcasına [DS]
birdenbire gülmek.\\ kahkaha-zen, {OsT! Kahkaha kahmut, [kak-mak > kak-m a + ot] {ağız} is. -*• kak-
atan; kahkaha atarak gülen. mut. [DS]
kahnag, [kak-mak > kak-(ı)n-ak] {ağız} is. Küçük se
kahkara1, [Ar. kahkarâ lyi^i] (kahkara:) {OsT} is. 1,
pet. [DS]
Arkasını dönmeden savaşa savaşa geri çekilme. 2.
kahniç, -ci [? kahniç] {ağız} is. Küçük çapa. [DS]
Birdenbire dönerek aynı iz üzerinde geri çekilme.
kahkara2, [Ar. kahkaha] {ağız} is. Eğlenceli konuş kahpe, [Ar. kahbe 4~*js] {OsT} is. 1. Yaşayışı, içinde
m a; eğlendirici söz. [DS] bulunduğu toplumun ahlak kurallarına uymayan,
kahkarî, [Ar. kahkarâ > kahkarî ^ s ^ ] (kahkari:) erkeklerle yasal olm ayan cinsel ilişkilerde bulunan
kadm; orospu; fahişe. 2. kaba. Kadınlar için kulla
{OsT} sf. Arkasını dönmeden savaşarak geri çekil
nılan bir sövme ve hakaret sözü. 3. sf. Sözünde
m e ile ilgili. S kahkarî hezimet, {OsT} Geri çeki
durmayan; dönek; kalleş. 4. Okşama sözü olarak
lerek uğranılan büyük yenilgi.\\ kahkarî ricat,
kullanılır, “kahpe gençlik". S kahpe dölü, kaba.
{OsT} A cele geri çekilme.
Soyu sopu belli olmayan anlamında bir sövme sö
kahkeşan, [Far. kâh-keşân OliSLjS'] (kâ:hkeşa:n) zü; piç; soysuz. || kahpe felek, Şans, kader ve talihe
{OsT} is. Samanyolu, küskünlüğü ifade etm ek için kullanılan söz; dönek
kâhkttl, [Far. kâkül JS'IS' / JSİ&IS'] (kâ:hkül) {OsT} is. felek; kalleş felek.
kahpece, [kahpe-ce] (kahpe ’ce) zf. Kahpeye yakışır
-*■ kâkül.
biçimde; kahpe gibi,
kahiamak, [kak (yans.) > kah-la-mak] {eAT} g ç l . f [-
r] Kurutmak; katı bir hâle getirmek, kahpelenm e, [kahpe-le-n-me] is. Kahpe gibi dav
ranma.
kahlaz, [kah (yans.) > kah-la-z] {ağız} is. Salyangoz.
[DS] kahpelenm ek, [kahpe-le-n-mek] dönşl. fi. [-ir] Kah
kahlık1, -ğı [kak > kak-lık] {ağız} sf. (Elma, armut pe gibi davranır olmak; kahpelik etmek,
vb. meyveler için) kurutmak için ayrılmış; kak ya kahpeleşm e, [kahpe-le-ş-me] is. Kahpe durumuna
pılacak. [DS] gelme.
kahlık2, -ğı [kak> kak-lık] {ağız} is. -* kaklık1. [DS] kahpeleşmek, [kahpe-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] 1.
Kahpe durum una gelmek; orospu olmak. 2. Dönek
kahlibar, [Far. keh (saman) + rübâ (kapan) l ^ ] {a-
lik etmek; kalleş durum una gelmek,
ğız} is. -* kehribar. [DS]
kahpelik, -ği [kahpe-lik] is. 1. Kahpe olm a durumu;
kahliç, -ci [kof > kof-lu + iç ?] {ağız} is. Salyangoz.
evlilik dışı cinsel ilişkide bulunan kadının taşıdığı
[DS]
nitelik; fahişelik; orospuluk. 2, Dönek, kalleş olma
kahliz, [kof > kof-lu + iç ?] {ağız} is. -*■ kahliç. [DS]
durumu; döneklik; kalleşlik. 3. Dönek, kalleş ve
kahm a1, [kak-mak > kak-ma] {ağız} is. Evlerin çatı orospu bir kişiye yakışır durum, ö kahpelik et
sına döşenen ince uzun ve enli tahta. [DS]
mek, Birine kötülük etmek; kalleşçe davranmak.
İ M I K S İ M . 2337 KAH
kahr, [Ar. kahr {OsT} is. -*■ kahır. S kahr-ı kahren1, [Ar. kahr > kahren l^s] (ka'hren) {OsT} z f
dehr, Dünya dertleri; yaşam a sıkıntısı.|| kahr-ı Zora baş vurarak; ezerek.
hiddet, Öfke ve kızgınlığın yarattığı yıkım. kahren2, [? kahren] {ağız} is. Kaymak tutturmak için,
kahra, [kak > kah-ra] {ağız} is. 1. Taşlık yer. 2. M a içinde süt biriktirilen tepsi biçiminde geniş tahta
ğara; delik. 3. Y er altı. [DS] kap. [DS]
kahrak, [kak > kah-ra-k] {ağız} is. 1. Taşlaşmış, kahretme, [Ar. kahr + T. et-me] is. Y ok etmek,
sertleşmiş toprak. 2. Suların kolayca kaynayıp çık ezmek eylemi; perişan etme; mahvetme,
tığı taşlı katman. [DS] kahretmek, [Ar. kahr + T. et-mek] g ç l . f [-(d)-er) 1.
kahraka, [? kahraka] {ağız} sf. 1. Mutsuz; şanssız. 2. Ezmek; perişan etmek; yok etmek; mahvetmek. 2.
is. Kartal. [DS] A şın derecede üzmek; çok acı ve üzüntü vermek.
3. (Beddua için) A llah’ın kahrına uğramasını, öl
kahralık, [kak-ra-lık] {ağız} is. Taşlı, çakıllı dere ya
dürmesini, mahvetmesini dilemek. 4. gçsz. fi K en
tağı.
dine dert edinmek; çok üzülmek; tasalanmak,
kahramak, [kak > kak-ra-mak] gçsz. fi [-r] [-(ı)-yorJ
kahreyleme, [Ar. kahr + T. eyle-me] is. Y ok eyleme,
Batırmak; helak etmek,
ezme; perişan etme; mahvetme,
kahraman, [Far. kahraman û'-v^] {OsT} is. 1. Bir sa kahreylemek, [Ar. kahr + T. eyle-mek] is. Ü zülm e
vaşta veya tehlikeli bir durumda korkusuzca davra sine sebep olmak; kahretmek,
nıp, özveride bulunarak yararlılık gösteren üstün kahreyleyiş, [Ar. kalır + T. eyle-y-iş] is. K ahreyle
niteliklere sahip kimse; alp; yiğit. 2. Ü stün erdem m ek eylemi veya biçimi,
leri ile dikkati çeken kimse. 3. ed. Edebî bir eserin kahrık, -ğı [kah (yans.) > kah-(ı)r-ık] {ağız} is. B al
en önemli kişisi. 4. Bir olayda önemli derecede rol gam. [DS]
oynayan kişi. 5. {ağız} (Kişi ya da hayvan için) ses kahrolası, [Ar. kahr + T. ol-ası] sf. Yok olması, kah
siz, yumuşak huylu. [DS] S kahramân-ı gazab- rolması dilenen,
nâk, Kızgın kahraman; öfikeli yiğit. kahrolm a, [Ar. kahr + T. ol-ma] is. A şın üzüntü
kahramanan, [Ar. kahramânân jU l»^i] {OsT} (kah- içinde bulunma,
rama:na:n) is. Kahramanlar; alpler; yiğitler, kahrolmak, [Ar. kahr + T. ol-mak] gçsz. fi [-ur] 1.
Çok üzülmek; içlenmek. 2. (İstek kipi, birinci tek
kahramanane, [Ar. kahram an + Far. -âne lik şahıs) yemin sözü olarak kullanılır. 3. (Emir
{OsT} (kahrama:na:ne) zf. K ahramana yakışır bi kipinde) ilenmek amacıyla kullanılır,
çimde; yiğitçe; kahramanca, kahroluş, [Ar. kahr + T. ol-uş] is. Kahrolmak eylemi
kahramanca, [karaman-ca] (kahrama: ’nca) zf. K ah veya biçimi.
ram an birine yakışır biçimde; yiğitçe; kahram a kahsırmak, [kah (yans.) > kah-sı-r-mak] {ağız} gçsz.
nane. fi [-ır] Öksürmek; aksırmak. [DS]
kahramani, [Far. kahramanı (kahrama.ni:) kahşak, -ğı [koğ (boşluk) > kag-(u)ş-â-mak > kağşa-
k] {ağız} is. 1. Kaygan toprak. 2. sf. (Bina, mobilya
is. Kahramanlık; yiğitlik; cesurluk,
vb. için) eskimiş; yıkılm aya yüz tutmuş. [DS]
kahramanlaşma, [kahraman-la-ş-ma] is. Kahraman
durumuna gelme, kahşam ak, [kahşâ-mak j^Lü-U] {eAT} {OsT} gçsz. f.
kahramanlaşmak, [kahraman-la-ş-mak] dönşl. fi [- [-r] -*■ kağşamak,
ır] Kahraman durumuna gelmek; yiğitleşmek, kahşaşmak, [kahşâ-ş-mak j«-i-ü=s] {eAT} dönşl. f i [-
kahramanlaştırma, [kahraman-la-ş-tır-ma] is. Kah ur] -*• kağşamak,
raman durumuna getirme, kahşatmak, [koğ (boşluk) > kag-(u)ş-â-mak > koğ-
kahramanlaştırmak, [kahraman-la-ş-tır-mak] gçl. fi. şa-t-mak / kahşa-t-mak jjj^J-15] gçl. fi [-ır] 1.
[-ır] Kahraman durumuna getirmek,
{eAT} Parçalamak. [KB] 2. {ağız} Bir şeyin parçasını
kahramanlık, -ğı [kahraman-lık] is. 1. Kahraman yerinden oynatmak; gevşetmek. [DS]
olma durumu. 2. K ahramanca davranış; yiğitlik;
kahrüba, [Far. kâh-rübâ / keh-rübâ L.^1^] (kâ:h-
cesurluk. S1 kahramanlık göstermek, B ir savaş
veya tehlikeli bir durum da korkusuzca davranıp, rüba:) sf. 1. Saman kapan; samankapar. 2. is. K eh
özveride bulunarak yararlılık sergilemek; kahra ribar; ebonit.
manca davranışlarda bulunmak. kaht, [Ar. kaht i^ S ] {OsT} is. 1. Yağmur yağmaması
kahramanname, [Far. kahram ân-nâm e -uLüU_^s] yüzünden çıkan kıtlık. 2. Kıtlık sonucu beliren aç
lık. 3. mecaz. Azlık; yetersizlik; yokluk. S kaht-ı
(kahrama:nna:me) {OsT} is. Tanınm ış kahram anla
rical, {OsT} D evlet adamı yokluğu.\\ kaht-ı sâl,
rı anlatan destanlara verilen ad.
{OsT} Kuraklık ve kıtlık yılı.\\ kaht ü ğalâ, {OsT}
kahrelik, -ği [kahra-lık] {ağız} is. -*■ kahralık. [DS]
K ıtlık ve pahalılık.
KÂH Ö B TÜRKÇE SÖ M • 2338
kâhta, [Far. kah => kâh-ta] {ağız} zf. Bazen; kimi cuk]] kahveci usta, tar. Sarayda harem dairesi
zaman. [DS] kalfalarından kahve işlerine ve genel işlere bakan
kahtalan, [? kahtalan] {ağız} is. Simit, pasta, poğaça kimse.
gibi yiyecekler. [DS] kahvecibaşı, [kahve-ci+baş-ı] is. tar. İm paratorluk
kahvaltı, -yı [Ar. kahve + T. alt-ı] is. Çoğunlukla döneminde, sabah nam azından ve yemeklerden
sabahları veya ikindi üzeri yenen h afif yemek. S sonra padişaha, sadrazama ve vezirlere istenildi
kahvaltı etmek, H a fif yiyeceklerden ibaret olan ğinde kahve ve tatlı ikram eden görevli,
yem eği yemek. kahvecilik, ği [kahve-ci-lik] is. Kahvecinin yaptığı iş
kahvaltılık, -ğı [kahvaltı-lık] sf. 1. Kahvaltıya ait; ve meslek.
kahvaltı ile ilgili. 2. is. Kahvaltıda yenen peynir, kahvedan, [Ar. kahve + Far. -dan o b oj$î] (kahve-
zeytin, reçel, yağ, yumurta, kahve, çay gibi yiyecek
da:n) {OsT} is. İçine kahve konulan küçük kap;
ve içeceklerin genel adı.
kahve kutusu; kahvelik.
kahve, [Ar. kahve {OsT} is. 1. K ök boyasıgil-
kahvehane, [Ar. kahve + Far. -hâne (kahve-
lerden, sıcak ülkelerde yetişen ve yirmi kadar türü
ha:ne) {OsT} is. Dinlenm ek, vakit geçirmek vb.
bulunan, beyaz ve hoş kokulu çiçekli, yedi metre
amaçlarla açılmış ve sıcak veya soğuk içeceklerin
kadar boylanabilen ağaç, (Coffea). 2. Bu ağacm
satıldığı, iskambil, tavla, okey, domino gibi oyun
kiraz biçiminde olan meyvelerinin çekirdeği. 3. Bu
ların oynandığı yer; çayhane; kahve; kıraathane,
çekirdeklerin kavrulup öğütülmesiyle elde edilen
kahvehaneci, [kahvehane-ci] (kahveha.neci) is.
toz. 4. Kavrulmuş kahve çekirdeklerinin veya çe
K ahvehane işleten kimse; kahveci,
kilm iş kahvenin suda kaynatılmasıyla elde edilen
kahvelik, [kahve-lik] is. 1. Kahve bahçesi. 2. Kahve
sıcak içecek. 5. Kahve, çay, ıhlamur vb. sıcak ve
si bulunan yer. 3. Kahve konulan kap; kahvedan.
soğuk içeceklerin içildiği, boş vakitlerin geçirildiği
yer; kahvehane. S1 kahve ağacı, -*■ kahve.|| kahve kahverengi, -yi [Ar. kahve + Far. reng + T. -i] is. 1.
çekmek, Kavrulmuş kahve çekirdeğini öğütmek.\\ Kavrulm uş ve öğütülmüş kahvenin rengi; kırmızı
kahve çekirdeği, Kahve ağacı meyvesinin çekirde ve siyahın karışımından elde edilen ara renk. 2. sf.
ği. || kahve değirmeni, Kavrulmuş kahve çekirdek Kavrulm uş kahve renginde olan.
lerini öğütmekte kullanılan alet. || kahve dolabı, kâhya1, [Far. ked-hüdâ (kâ. hya:) {OsT}
Kahve çekirdeklerini kavurmakta kullanılan döner is. 1. Konak, çiftlik gibi yerlerde çeşitli işleri yap
fırın. || kahve dövmek, Kavrulmuş kahve çekirde makla görevli kimse. 2. E snaf loncalarındaki baş
ğini dibekte toz hâline getirmek. || kahve dövücfi- kana verilen ad. 3. Dolmuş, taksi vb. duraklarda
nün hınk deyicisi, Birinin söylediğini hemen onay düzeni ve araç sırasını sağlamakla görevli kimse. 4.
layan yardakçı kimse. || kahve falı, Fincanın içinde mecaz. Kendisini ilgilendirmediği hâlde başkasının
biriken telvenin aldığı şekillere dayanarak gelecek işine karışan kimse, fi1 kâhya kadın, {OsT} 1. tar.
hakkında bilgiler edinmeye dayanan bir tür fa lc ı İm paratorluk döneminde saray cariyelerinin yöne
lık.|| kahve fincanı, K ahve içmekte kullanılan p o r ticisi olan kadm. 2. B ir evin veya konağın işlerini
selen kap.|| kahve kâğıdı, {ağız} K ese kâğıdı. [DS]|| günlük olarak yürüten ve yöneten kadın.
kahve kaşığı, Çay veya kahve karıştırmaya yarar kâhya2, [? kâhya] {ağız} is. Yufkaları birbirine sara
küçük kaşık.\\ kahve kavurmak, Çekirdek kahveyi rak yapılan bir tür fırın böreği. [DS]
öğütmeden önce h a fif ateşte rengi koyulaşıncaya
kâhyalık, -ğı [kâhya-lık] is. 1. Kâhya olm a durumu.
kadar kavurmak.\\ kahve ocağı, Kahvehane, han, 2. Kâhyanın işi ve görevi. 3. Kâhyaya yaptığı iş
konak ve buna benzer iş yerlerinde sıcak içecek
için ödenen ücret. 4. mecaz. Kendisini ilgilendir
hazırlanan ve dağıtılan yer. | kahve parası,' B ah
meyen işlere kanşm a durumu, fi1 kâhyalık etmek,
şiş]] kahve peykesinde âleme nizam verm ek,
1. Kâhya olarak çalışmak. 2. mecaz. Kendisini ilgi
{OsT} Kahvede oturup dünya ve devlet işleri hak
lendirmeyen işlere karışmak.
kında fik ir yürütmek, çözümler üretmek.\\ kahve
tabağı, Kahve içerken fincanın altına konulan ta kaır, -a’rı [Ar. ka‘r y i] {OsT} is. -*■ k a’r.
bak]] kahve telvesi, Kahve içildikten sonra fin c a kai, [? kai / kay] {eT} zm. Ne? [EUTS]
nın dibinde kalan erimemiş kahve tozu. || kahve kâib, [Ar. k â'ib (kâ:ib) {OsT}sf. (Kız için)
tepsisi, Kahve sunarken fincanların içine konuldu
tom urcuk memeli.
ğu küçük tepsi.
kahveci, [kahve-ci] is. 1. Kahve üreticisi. 2. Kahve ka’id 1, [Ar. kâ’id JJli] (ka:id) {OsT} sf. 1. Yedeğine
satıcısı. 3. Kahve pişirip satan kimse. 4. Kahvehane alan; yedekte çeken. 2. Bir askerî birlikte en yük
işleten kimse. 5. Eskiden konaklarda kahve pişirip sek rütbeli kumandan. 3. Yol gösteren; kılavuzluk
konuklara kahve sunan kişi, ö kahveci çırağı, eden; yöneten; önder. S kâidü’l-cebel, {OsT} D a
Kahvehanelerde kahve, çay, meşrubat dağıtan ço ğın çıkıntısı.|| kâidü’l-ceyş, {OsT} Ordu komutanı.
Ö I Ü M T l i M t S O W . 2339 KÂİ
ka’id2, [Ar. ku'üd (oturma) > k a'id .xtls] (ka:id) ka’im, [Ar. kıyam > ka’im pJlî] (ka:im) {OsT} sf. -*•
{OsT} sf. 1. Oturan; oturmuş; ikam et eden. 2. Başta kaim, fi1 kâ’im bizzat, {OsT} Kendiliğinden var
oturan; başkan. 3. Koruyucu, dost arkadaş. olan; A llah.|| kâ’im şibih-miinharif, {OsT} mat.
ka’id3, [Ar. ka'ıd Ju*ü] (kai:d) {OsT} sf. 1. Birlikte D ik yamuk. || kâ’im ü’z-zâviye, {OsT} mat. D ik açı.\\
kâ’im ii’z-zemân, 1. Zamanın hakimi. 2. (Şiî inan
oturan; celis; hemnişin. 2. Kiramen kâtibi denilen
cına göre) Allah 'm dünyadaki temsilcisi y a da kı
iki melekten her biri.
yam ete yakın ortaya çıkıp dünyaya hakim olacak
ka’idan1, [Ar. kıyâdet > k â’idân jl-uli] (ka:ida:n) mehdî; peygam berin vekili.|| kâ’imtt’z-zevâyâ,
{OsT} is. 1. Kumandanlar. 2. Yol gösterenler; ön {OsT} mat. D ik dörtgen.|| kaim ve dâ’im, {OsT} Var
derler. olan; devam eden; ısrarlı.
ka’idan2, [Ar. ka'îdân (ka:ida:n) {OsT} is. kaim, [Ar. kıyâm > kâ’im pJlâ] (ka:im) {OsT} sf. 1.
Kiramen kâtipleri, Birinin yerine geçen; bir şeyin yerine kullanılan. 2.
Ayakta duran; dik duran. 3. Bir işte sebat eden. 4.
ka’ide, [Ar. ku'üd (oturma) > k â f de «apU] (ka:ide)
Her zaman var olan, değişmeyen; Allah. 5. Zam a
{OsT} is. -*■ kaide, nının çoğunu namaz kılmakla geçiren; namaz kılan.
kaide, [Ar. ku'üd (oturma) > k âi'de o-u-U] (ka.ide) 0 kaim değer, {OsT} huk. Yok olan edimin m al
{OsT} is. 1. (Blok, sütun, heykel vb. için) üstüne varlığında y e r alan başka bir şey veya onun p a ra
konulan şeyi taşıyan kütle; taban; ayaklık. 2. Bir ile değeri.|| kaim olmak, {OsT} 1. Bağımlı olmak.
sanata, bir bilime, bir düşünceye yön veren, daya- 2. Başka bir şeyin yerini almak. ||
naklık eden, temel olan ilke; kural. 3. Davranışla kaime, [Ar. kâ’ime <u-iU] (ka:ime) {OsT} is. 1. Resmî
rım ıza yön veren yasa. 4. argo. Kıç; oturak. 5. bot. kâğıt; belge; buyruk; ferman. 2. Kitap yaprağı. 3.
Bitki yapraklarının dallarla birleştiği yer. 6. Bazı K âğıt para. 4. Fatura. S kâ’im e-i m u’teber-i Os-
geometrik şekillerin tabam. 7. Bir mimari öğeyi mâniyye, {OsT} İlk Osmanlı kâğıt parası.\\ kâ’im e
taşıyan ve ona destek olan başka bir m imari öge. S1 kesesi, {OsT} Kâğıt paraların konulduğu torba.
kâide-i belde, {OsT} A razi yasası. || kâide-i külliye, kaim elik, [kaime-lik] (ka:imelik) {OsT} is. 1. Kâğıt
{OsT} huk. A çık ve anlaşılır olan hükümler.\\ kâide- paraları koymaya mahsus cüzdan. 2. 33 cm. x 40
i rabt, {OsT} Bağlama kuralı.|| kâide-i selase, cm. boyutlarındaki kâğıt,
{OsT} mat. Üçlü kural.|| kâide-şiken, {OsT} Kural
ka’im en, [Ar. kıyâm > k â’im > k â’imen UJls] (ka: 'i -
ları çiğneyen; kaideyi bozan. || kâide-şikenâne,
{OsT} Kuralları çiğneyerek; kaideyi bozarak.|| kai men) {OsT} zf. 1. Ayakta olarak. 2. (Ağaç ve bina
de zarı, {OsT} biy. Yassı, kübik y a da silindirik için) yıkılm amış olarak; kesilmemiş olarak. 3. mat.
hücrelerin alt kısmındaki zar. D ikey olarak. 4. Birinin yerini tutarak; onun yerine
kaideci, [kaide-ci] (ka:ideci) sf. Kurallara bağlı; ku geçerek.
ralcı. ka’im makam, [Ar. kâ’im (tutan) + makâm (yer)
kaideli, [kaide-li] (ka:ideli) sf. Kaidesi bulunan; ku j.UoJÜs] (ka:immaka:m) {OsT} is. 1. Birinin yerine
rallı. vekil olarak geçen kimse. 2. İlçe yönetim amiri;
ka’iden, [Ar. ku'üd (oturma) > kâi'den IİlpU] (ka:i'~ kaymakam. 3. Yarbay, f? K â’immakâm divânı,
den) {OsT} zf. O turm ak suretiyle; oturarak; oturmuş {OsT} Sadrazam vekili tarafından idare edilen di-
vaziyette. van.|| K â’im makâm-ı Asitâne-i Saâdet, {OsT}
kaidesiz, [kaide-siz] (ka:idesiz) sf. 1. Bir kaideye, bir Sadrazam sefere çıktığında y a da başka bir yere
kurala oturmayan; kuralı bulunmayan. 2. Tabanı, gittiğinden ona vekillik eden vezir.|| kâ’im makâm-
altlığı bulunmayan. ı mütevellî, {OsT} Vekil olarak m ütevelli m akamıy
la ilgili işleri yapm ak üzere mahkemece görevlen
kaideten, [Ar. kâ'ideten S-lpÜ] (ka:ide’ten) {OsT} zf.
dirilmiş kimse.
Kural olarak; kural gereğince; usulen,
kâ’in, [Ar. kevn > kâ’in ^ IS"] (kâ:in) {OsT} sf. Bir
kaidevî, [Ar. kâ'devî (ka.idevi:) {OsT} sf. 1.
yerde bulunan; var olan; olan; mevcut. S kâin-i
Kuralla ilgili. 2. Tabana ait; tabanla ilgili, mutlak, {OsT} H er zaman var olan; Allah.|| kâin
ka’il, [Ar. kavi > kâ’il JîlS] {OsT} sf. -*■ kail, olmak, {OsT} Var olmak; bulunmak.
kâ’inat, [Ar. kevn > kâ’in > kâ’inât oUlS"] (kâ:ina:t)
kail, [Ar. kavi > kâ’il JjIî] {OsT} sf. 1. Razı olmuş;
{OsT} is. -*■ kâinat, ö kâ’inat-efrüz, {OsT} Cihanı
boyun eğmiş. 2. Aklı yatmış; inanmış. 3. Söyleyen
süsleyen.|| kâ’inât-ı nâime, {OsT} Uyuyan kâinat.
diyen, anlatan. S ka’il olmak, Razı olmak; inan
mak. kâinat, [Ar. kevn > k â’in > k â’inât oUslS"] (kâ:ina:t)
KAİ r u r a iif t E M • 2340
{OsT} is. 1. Yaratılmış olan her şey; evren. 2. Her kak10, [Ar. hakk jp -| {eT} is. Hak. [EUTS]
kes.
kak11, [Far. kâh] {ağız} zf. Bazen; kâh; kimi zaman.
kainçe, [kayın > kaym-ça] {ağız} is. Kayın birader.
[DS] ö kak sonra, {eAT} En sonra.
[DS]
kak a1, [kaka] sf. 1. (Çocuk dilinde) kötü ve çirkin. 2.
ka’ir, [Ar. k a'ır (kai:r) {OsT} sf. Daha derin; pek
is. Çocuk dışkısı. S kaka yapmak, (Çocuk için)
derin; en derin, dışkısını yapm ak; pislemek.
kaitsi, [Çin. kai-tsi] {eT} is. Parlaklık. [EUTS] kaka", [eT. ka (akraba) > ka-ka / aka / eke > (k)-aka]
kaj, [Far. kâj jlS-] (ka.j) {OsT} sf. (Bakış için) şaşı; {ağız} is. 1. Büyük kardeş. 2. Erkek kardeş. 3. Süt
eğri. kardeş. [DS]
kâk, [Ar. kâk ills'] (kâ:k) {OsT} is. 1. Arap çöreği k ak a’, [kak (yans.) > kak-a] {ağız} is. çoç. d. 1. Yu
murta. 2. Meyve. [DS]
denilen bir tür gözleme. 2. Kek. 3. {ağız} M ısır
unundan yapılan bir tür tatlı. [DS] 4. {ağız} Un, yağ ka’ka’a, [Ar. k a 'k a 'a 4*i*î] (ka-ka-a) {OsT} is. Kılıç,
ve yum urta ile yapılan bir yemek. [DS] S kak ye süngü gibi silah ya da başka madenî eşyaların bir
mek, {ağız} Ayıp etmek. [DS] birine vurulması, çarpması sonucunda çıkan ses;
kak1, [kag / kağ / kah / kak / kek / kıg / kığ / kik / kılıç şakırtısı,
kok / kug / kuğ / kuk (yans.)] is. Tavuk ve diğer kakacak, -ğı [kak-mak > kak-acak] {ağız} is. Kolan
kümes hayvanlarının ve benzeri kuşların seslenişini dokumasında kullanılan yassı tahtadan araç. [DS]
ve bu biçimde bağırmayı, seslenmeyi anlatan kök. kakacan, [kak-mak > kak-acan] {ağız} is. 1. A ğaçka
[Zülfıkar] kak-a-la-mak, kak-a-van, kak-ı-gan, kak- kan. 2. sf. Sürekli gagalanan. 3. (Kişi için) aşağı
ı-gan-lık, kak-ı-mak, kak-ış-mak, kak-ıt-gan, kak-ır- görülen; horlanan. [DS]
da-mak, kak kuk, kak kuk etmek. S kak kug, K az
kakacı, [kak-mak > kaka-cı] {ağız} is. Oyunda en
sesi. [DLT] 11 kak kug etmek, {eT} (Kaz için) ses
sonuncu olan çocuk. [DS]
vermek. [DLT]
kakaç1, [kak-aç] {eT} is. Kir, pas; bulaşık. [DLT]
kak2, [kağ / kah / kak (yans.)] is. Bir şeyi çarpmayı,
vurmayı; çarparak, vurarak sokmayı; yapılan bir kakaç2, -cı [kak > kak-aç] is. 1. Tuzlanarak kurutul
iyiliği başa kakmayı anlatan kök. [Zülfıkar] kak-aç, muş her tür yiyecek. 2. M anda etinin kurutulması
kak-a-k, kak-a-la-mak, kak-ış-la-mak, kak-mak, ile yapılmış pastırma; kuru et. 3. {ağız} Ezilip
kak-ma, kak-ra-t-mak, kak-ıntı yoğurularak kurutulm uş gül. [DS] 4. {ağız} Tuzlana
kak3, [kağ / kah / kak / kıg / kığ / kıh / kik / kik rak kurutulm uş et; pastırma. [DS] 5. {ağız} Kışın
(yans.)] is. Kurutulmuş meyve vb. şeylerin birbiri ayazda kalıp soğuktan donmuş ıslak bez. [DS] 6.
ne sürtünmesini, çarpmasını anlatan kök. [Zülfıkar] {ağız} Pastırma. [DS] fi1 kakaç kesilmek, {ağız} So
kak-ır-da-k, kak-ır-tı, kak-ra-ş-mak ğuktan donarak kaskatı olmak. [DS]
kak4, [kağ / kah / kak / kıh (yans.)] is. Öksürme ve kakaç3, -cı [kak-mak > kak-aç] is. 1. Kakma işinde
balgam çıkarmayı anlatan kök. [Zülfıkar] kak-ır- kullanılan araç; gaga. 2. {ağız} Zıpkın. [DS] 3. {ağız}
mak, kak-(ı)r-ık İnek sağılırken buzağıyı anasından uzaklaştırmakta
kak5, [kak / kik / kik / kih (yans.)] is. Kahkaha atma kullanılan küçük sopa. [DS] 4. {ağız} Kesilen m ısı
yı veya gülmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] kak-ır kakır, rın tarlada kalan kökleri; m ısır anızları. [DS]
kak6, [kak (yans.)] {eT} is. Kaz. [KB] kakaç4, -cı [ka / ke (yans.) > ka+ka / ke+ke > kaka-ç
/ kekeç] {ağız} sf. Kekeme; dili tutuk. [DS]
kak7, [kak jls] is. 1. {ağız} Dilimlenerek kurutulmuş
kakaç5, -cı [kak-mak > kak-aç] {ağız} s f (Kişi veya
elma, arm ut vb. meyve; erik, kayısı gibi meyve
hayvan için) zayıf; hâlsiz. [DS]
kurusu. {eT} (aynı) [DLT] [DS] 2. {ağız} Elm a,'arm ut
kakaç6, -cı [kak-aç] {ağız} is. Ağaçkakan. [DS]
vb. meyve dilimi; parça; diş. 3. {ağız} İncir reçeli.
[DS] 4. {ağız} A rm ut turşusu. [DS] 5. {ağız} Hoşaf. kakaça, [ka / kaça / kakaça] {eT} is. İçine sıvı konan
[DS] 6. {ağız} Armut hoşafı. [DS] 7. {ağız} Kurutula kap; kap kacak. [DLT]
cak ya da salamura yapılacak meyvelerin yarılmış kakaçı, [kakaç-ı] {ağız} is. Ham, olmamış meyve.
halleri. [DS] 8. M eyve pestili. 9. {ağız} Olgunlaş [DS]
mam ış palam ut kabukları. [DS] 10. {eT} K urutul kakaçlam ak, [kakaç-la-mak] gçsz. f. [-r] [-l(i)-yor]
m uş nesne. [DLT] Kaskatı kesilecek kadar donmak; çok üşümek,
kak8, [kak] {ağız} sf. 1. El ve ayak parm aklarının kakaçlanm ak, [kakaç-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
esnekliğini kaybetmesi sonucu içeriye doğru yay 1. Soğuktan donup kaskatı olmak. 2. (Bitki için)
gibi kıvrık hâli. 2. (Kişi için) beceriksiz. [DS] kurum aya yüz tutmak. [DS]
kak9, [kak Jli] is. 1. Taş, kaya kovuklarında birikmiş kakadak, -ğı [ka (yakın) > ka+kadak] {ağız} is. A r
kadaş; dost. [DS]
olan su. 2. Bu suların birikebileceği oyuklar. 3. {eT}
Su birikintisi. [DLT] 4. {eT} Kurumuş göl. [DLT] kakak, [kak-ak] is. Çivi; mıh; enser.
a im ı ı e » m . 2341 KAK
kakaklamak, [kak-ak-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [- f [~r] [-l(l) y ° rJ İtelemek; kakalamak; sokuştur
l(ı)-yor] İtelemek; kakalamak. [DS] mak; sarsmak. [DS]
kakala1, [kak+ala ?] {ağız} is. 1. Tandırda pişirilen kakanuz, [Far. kaknüs / Yun. kakognomos] {a-
kalınca, yuvarlak ekmek. 2. Toprak tencere. [DS]
ğız} sf. Çevresine hiç yardımı olmayan; bencil; cim
kakala2, [kak (yans.) > kak-al-a ?] {ağız} is. H afif ri. [DS]
yağan dolu. [DS]
kakanoz, [Far. kaknüs ^ j - ^ ] is. argo. 1. Yaşlı ve za
kakalama, [kak-mak > kak-a-la-ma] is. 1. K akala
mak eylemi. 2. (Çocuk dilinde) pisletme; kakasını y ıf kimse. 2. Çirkin kimse,
bulaştırma. kakao, [İsp. cacao] (kaka’o) is. 1. Anavatanı A m eri
kakalam ak1, [kaka-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. ka olan, 4-10 m boyunda, dallan alm aşık dizili,
(Çocuk dilinde) bir şeyi kirletmek. 2. gçsz. f. Kaka düzgün ve çok küçük çiçekli meyvesi hıyar biçi
sını yapmak. minde, bu meyve içinde 5-40 tane tohumu bulunan
bir ağaç, (Theobroma cacao). 2. Bu bitkinin etkin
kakalam ak2, [kak-mak > kak-a-la-mak] g ç l.f. [-r] [-
l(ı)-yor] 1. Bir kimseyi sürekli itip çekiştirmek; maddesi idrar söktürücü etkisi olan teobromin ihti
va eden tohumu. 3. Bu tohumların öğütülmesiyle
rahatsız etmek. 2. {ağız} Vurup dövmek. [EG] 3.
elde edilen ve suda eriyen toz. ö kakao ağacı, bot.
Birine kötü mal satmak; kandırmak suretiyle kali
-* kakao.|| kakao macunu, Kakao tohumlarının
tesiz mal satarak aldatmak. 4. {ağız} İtelemek; so
preslerde ezilmesi ile elde edilen macun. || kakao
kuşturmak; sarsmak. [DS] 5. {ağız} B ir kimseyi hor
yağı, Kakao tohumlarından elde edilen 32-35°C'de
görmek; hakir görmek. [DS] 6. {ağız} Kapıyı çal
eriyen, bu sebeple kozm etik sanayiinde kullanılan
mak; vurmak. [DS]
bitkisel yağ.
kakalam ak3, [kak (yans.) > kak-a-la-mak] {ağız}
kakaogiller, [kakao-gil-ler] is. bot. Kakao ve kola
gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor] (Tavuk için) yumurtlayacağı
elde etmek için yetiştirilen almaşık yapraklı, er dişi
zaman ses çıkarmak. [DS]
çiçekli nadiren tek eşeyli, ağaç ya da çalı görünüm
kakalan, [kakalan] {eT} is. B ir vergi adı. [EUTS]
lü çok yıllık bitkiler, (Sterculiaceae).
kakalanca, [kakala-n-ca] {ağız} is. 1. İtelenme, kaka
kakaolu, [kakao-lu] sf. İçinde kakao bulunan; kakao
lanma. 2. H or görülme. S kakalanca olmak,
karıştırılmış olan. 0 kakaolu kek, İçine kakao *o-
{ağız} itelenm ek; kakalanmak; hor görülmek. [DS]
zu karıştırılarak yapılm ış kek.
kakalanm a1, [kaka-la-n-ma] is. (Çocuk dilinde) kaka
kakaribik, -ği [kak-mak > kak-ar + ibik] {ağız} is.
bulaşma; kirlenme.
Uzun ibikli kuş; ibibik. [DS]
kakalanm a2, [kak-a-la-n-ma] is. 1. K akalanm ak ey
kakart, [? kakart] {ağız} is. 1. Gaga 2. Uzun burun;
lemi. 2. Kandırılma.
çıkıntılı burun. 3. Horoz ibiği. 4. B ir tür çulluk.
kakalanm ak1, [kaka-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1.
[DS] 5. Çengel. [EG]
(Çocuk dilinde) üzeri pis olmak; üzerine pislik bu
kakaş1, [kaka > kalca-ş] {ağız} sf. çocuk d. Pis; yen
laşmak. 2. edil. f. (Çocuk dilinde) üzerine kaka ya
mez. [DS]
pılmak; pislik bulaştırılmak; kirletilmek.
kakaş2, [kak+aş] {ağız} is. Hoşaf. [DS]
kakalanmak2, [kak-a-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. İtilip
kakaş3, [kak-aç / kakaş] {ağız} is. (Islak çamaşır için)
kakılarak rahatsız edilmek. 2. (Kötü mal için) kan
dırmak suretiyle birine satılmak. 3. {ağız} H or gö soğuktan donarak kaskatı olma. [EG]
rülmek; kenara itilmek. [DS] kakaşlamak, [kak-mak > kak-aş > kakaş-la-mak]
{ağız} g ç l . f [-r] [-l(i)-yor] 1. Azarlamak. 2. K aka
kakalaşka, [? kakalaşka] {ağız} is. Bir tür acı biber.
[DS] lamak; itelemek. [DS]
kakale, [kak-ala / kakale] {ağız} is. Toprak tencere. kakaşlanmak, [lcak-aç-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
[DS] Kışın dışarıya asılmış ıslak çamaşır için) donmak;
kakali, [? lcakali] {ağız} is. Ceviz. [DS] katılaşmak. [EG]
kakamit, -di [kan-gıt / kak-a-m ık ?] {ağız} is. 1. İs kakatıraş, [kak-a + Far. tıraş] {ağız} sf. Baştan sav
kelet. 2. Cılız kimse. [DS] ma. [DS]
kakavan, [Yun. kakognomos] sf. a rg o .l. Kendini
kakanaz, [Far. kaknüs / Yun. kakognomos] {a-
beğenmiş; budala, huysuz kimse. 2. {ağız} D üşün
ğız} sf. 1. (Kişi için) hep kendi görüşünün kabul cesiz; aptal; zekâsı kıt; bilgisiz. [DS] 3. {ağız} B i
edilmesini isteyen; inatçı. 2. Kocakarı. [DS] çimsiz; çirkin; tipsiz. [DS] 4. is. Konuşmayan pa
kakani, [Skr. kakana] {eT} is. B ir cilt hastalığı, (Ab- pağan. 5. {ağız} Yakılıp üstünden atlanan ateş. [DS]
rus prectorius). [EUTS] kakavanlık, -ğı [kakavan-lık] is. 1. Kakavan olma
kakanlama, [kak-an-la-ma] is. B ir kimseyi itip kak hâli. 2. Kakavana yakışır davranış. S kakavanlık
ma. etmek, Kendini beğenmişçesine davranmak; huy
kakanlamak, [kak-mak > kak-an-la-mak] {ağız} gçl. suzluk etmek; budalaca davranmak.
KAK û ie iü M tM • 2342
kakçı, [kak-çı] (ağız} sf. Y anşm ada sonuncu olan. 1. {eAT} İtilerek bir yere sokulmak; saplanmak; ça
[DS] kılmak. 2. V urularak içeri itilmek. 3. {eT} {eAT}
kâkenc, [Far. kâkenc (kâ.kenc) {OsT} is. bot. Vurulmak. [DLT] 4. {ağız} Gittiği yerde uzun süre
Güvey feneri, (Physalis alkekengi). kalmak. [EG] S kakılıp kalm ak, B ir yerde çeşitli
sebeplerle uzun süre beklemek. || kakılmak sokul
kakı1, [kak-ı] {ağız} is. 1. Oyularak kurutulmuş dol
mak, {eT} İtilip kakılmak. [DLT]
m alık patlıcan. 2. Meyve kurusu. [DS]
kakı2, [kak-mak > kak-ı] {ağız} is. Birkaç metre k akım 1, [Ar. kâkum pili => kakım] is. zool. Sansar
uzunluğunda ucu dem ir kancalı değnek; zıpkın. gillerden, yazlan esm er kırmızı, kışları beyaz renk
[DS] li, kürkü değerli, etçil bir hayvan; as; kakum; er
kakı3, [kak-mak > kak-ı] {ağız} is. Ayıp; kusur; ek min, (Mustela erminea).
siklik. kakım 2, [kak-ım] is. Kakmak işi; kakma,
kakıç1, -cı [kak-mak > kak-ıç / kak-mç] is. 1. {ağız} kakım a, [kakı-ma] is. Azarlama; paylama,
Ayıp; kusur; eksiklik; pürüz. [DS] 2. Ayıpları, ku
kakım ak, [eT. kakî-m ak > kâk-ı-mak J*ili] (k a k ı
surları yüze vurma. S' kakıç kakmak, {ağız} A yıp
ları, kusurları yüze vurmak. [DS] mak) gçl. f. [-r] 1. {eAT} Birine yaptığı işin doğru
olmadığını, beğenilmediğini sert sözlerle bildir
kakıç2, -cı [kak-ıç] is. 1. Olta ile avlanan balıkları
sandala asm ak için kullanılan balıkçı kancası. 2. mek; azarlamak; paylamak. 2. {eT} {eAT} {OsT} Bi
{ağız} Ucu kancalı değnek; zıpkın. [DS] rine kızmak; darılmak; sinirlenmek; öfkelenmek;
gazaba gelmek, {ağız} (aynı) [DLT] [DK] [DS] 3.
kakıçlama, [kakıç-la-ma] is. Tekneye asm ak için ba
{eAT} İtiraz etmek; karşı gelmek. S1 kakıyu çağır
lıklara kakıç saplama,
mak, {OsT} Hiddetle haykırmak.
kakıçlamak, [kakıç-la-mak] gçl. f. [-rj f-l(ı)-yor) 1.
Avlanan iri balıkları tekneye asm ak için kanca kakım aklu, [kâkı-mak-lü ^JuLıili] {OsT} sf. Öfkeli;
takmak. 2. {ağız} İtelemek; kakalamak; sokuştur hiddetli; gazaplı.
mak. [DS]
kakınç1, -cı [kakî-mak > kakî-n-mak > kakı-n-ç ^ ili]
kakıg, [kakî-mak > kakı-ğ] {eT} is. Kızma; istemez-
{eAT} is. 1. Başa kakma. [DK] 2. Başa kakılan ayıp.
lik; rağmen; kakıma. [DLT]
[DK] 3. {eAT} Hiddet; öfke; kızgınlık.
kakığan, [kak-ı-ğân o l^ S ] {eAT} {OsT} sf. Öfkeli;
kakınç2, -cı [kakî-mak > kakî-n-mak > kakı-n-ç güli]
hiddetli. S 1 kakığan eylemek, {eAT} Öfkelendir
{OsT} is. Kalkma; kalkış; harekete geçme,
mek; hiddete yöneltmek.
kakığanlık, [kakı-ğan-lık] {OsT} is. Öfkelilik. kakınm ak, [kakî-mak > kakî-n-mak] dönşl. f. [-ır]
[eT. -ur] 1. {eT} N edam et etmek; pişman olmak.
kakıl, [kak-ıl] {ağız} is. Ceviz. [DS]
[EUTS] 2. {OsT} {ağız} Öfkelenmek; kızmak; darıl
kakılamak, [kak (yans.) > kakî-lâ-mak] (kakı:la mak. [DS] 3. {ağız} Uğraşmak; didinmek; çabala
mak) {eT} g çsz.f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. Bağırmak. [KB] mak. [DS] 4. {eAT} Gazaba uğramak.
2. (Kazlar için) “gak gak” sesi çıkararak bağırmak. kakıntı1, [kak-mak > kak-mtı] {ağız} is. 1. Ateş kü
[KB] 3. {ağız} (Tavuk için) yumurtlarken gıdakla reği. 2. Sel kalıntısı. 3. Değersiz insan veya hay
m ak. [DS] van. [DS]
kakılayu, [kakı-lâ-yu] {eT} zf. Bağırarak, kakıntı2, [kak-ıntı] {ağız} is. İsyan; ayaklanma. [DS]
kakılcımak, [kak > kak-ıl-cı-mak] {ağız} g ç sz.f. [-ır] kakır, [kak (yans.) > kak-ır] is. Kuru şeylerin birbi
K urumak. [DS] rine sürtünmesi ile çıkan ses. fi1 kakır kakır, K a
kakıldamak, [kak > kak-ıl-da-mak] {ağız} gçsz-, f. [- kırtı sesi çıkararak. || kakır kakır gülmek, Sürekli
r] [-d(ı)-yor] 1. (Tavuk için) gıdaklamak. 2. Bir ve gevrek bir şekilde gülmek.
şeyden çok söz etmek. [DS]
kakır2, [kak-mak > kak-ır] {ağız} sf. Çok zayıf; kuru;
kakıldaşmak, [kak-ıl-da-ş-mak] {ağız} işteş, f. [-ır] ince. [DS]
(Tavuklar için) hep bir ağızdan gıdaklamak; gıdak-
kakırca, [kak-ır-ca] is. zool. Kemiricilerden, fındık
laşmak. [DS]
ağaçları üstünde yaşayan, sırtı kırmızıya çalan boz
kakılgan, [kak-mak > kak-ıl-ğan] {eT} is. Her zaman
renkli, karnı beyazımsı, iri bir tarla faresi; fındık
itilip kakılan. [DLT] S kakılgan sokulgan, {eT}
faresi, (M uscardinus avelianarius).
İtilip kakılan. [DLT]
kakılı, [kak-mak > kak-ıl-mak > kak-ıl-ı] {ağız} sf. kakırcam ak, [kak-ır-ca-mak {OsT} {ağız} is.
Pek çok; yığılı; dolu. [DS] gçsz. f. [-r] [-c(ı)-yor] 1. (Yağ için) bozulmak. 2.
kakılma, [kak-ıl-ma] is. İtilerek bir yere sokulma; (Y em ek ve kuru yemişler için) bozulmak; acımak,
tıkılma. kakırcım ak, [kak-ır-cı-mak {OsT} gçsz. f.
kakılmak, [kak-mak > kak-ıl-mak jU ili] ed il.f. [-ır] [-ır] (Ses için) çatallanmak; çatlak çıkmak.
ö lü » ı ı ® m a n • 2343 KAK
kakırdah, [kak (yans.) > kak-ır-da-k] {ağız} is. -*• kakıştırm ak, [kak-ış-tır-mak] gçl. f. [-ır] 1. {ağız}
kakırdak. [DS] Sürekli olarak birini hafif hafif itmek; itelemek;
kakırdak1, -ğı [kak (yans.) > kak-ır-da-k] is. 1. K a sokuşturmak; kakalamak. [DS] 2. {ağız} Kötü bir
kırtı sesi çıkaran ya da gevrek nesne. 2. {OsT} {ağız} malı birine kandırarak satmak; kakalamak. 3. {ağız}
Koyun kuyruğu eritilip yağı alındıktan sonra geri Çekiştirmek, rekabet ettirmek; yarıştırmak. [DS]
kalan kavrulmuş kıkırdak madde. [DS] 3. {ağız} Ka kakıt, -dı [kak > kak-ıt] {ağız} sf. Zayıf; kuvvetsiz;
raçalı (Paliurus spina-christi) dikeninin halk he kuru. [DS]
kimliğinde idrar artırıcı ve taş düşürücü olarak kul kakıtgan, [kakî-mak > kakl-t-ğan] {eT} s f Daima
lanılan meyvesi. [DS] S kakırdak poğaçası, Ka- kızdıran; can sıkan. [DLT]
kırdaktan yapılm ış çörek. kakıtmak, [kakî-mak > kakı-t-m ak {eT} {eAT}
kakırdak2, -ğı [kak (yans.) > kak-ır-da-k] {ağız} is.
{OsT} g ç l . f [-ur] Kızdırmak; canım sıkmak. [DLT]
Koyun pisliği; koyun gübresi. [DS]
kakız, [kakî-mak > kakı-z] {eT} is. Cesur; kahraman.
kakırdama, [kak (yans.) > kak-ır-da-ma] is. 1. Ka-
[EUTS] [OKD]
kırtılı ses çıkarma. 2. Kuruma. 3. argo. Ölme,
kakit, -di [kak > kak-ıt] {ağız} sf. -*■ kakıt. [DS]
kakırdamak, [kak (yans.) > kak-ır-da-mak] is. 1.
kakkabarak, -ğı [kak (yans.) + kabarak (yans.)]
Kakırtılı ses çıkarmak; kakır kakır etmek. 2. Çok
{ağız} is. Keklik. [DS]
kurumak. 3. argo. Ölmek,
kakkaz, [kak-koz] is. Susuz ve tadı kekre zerdali,
kakırlanmak, [kak-ır-la-n-mak {eAT} dönşl.
kakkı, [kak (yans.) > kakk-ı] {ağız} is. Yumurta. [DS]
f. [-ur] Öfkelenmek; kızmak; hiddetlenmek, kakkılamak, [kakkı-la-mak] {ağız} g ç sz.f. [-r] [-l(ı)-
kakırmak, [kak (yans.) > kak-ır-mak] {eT} g ç sz.f. [- yor] Gıdaklamak. [DS]
ur] Boğazını aksırarak temizlemek; balgam çıkar kakkıroz, [? kakkıroz] {ağız} is. Çürük. S kakkıroz
mak. {ağız} (aynı) [KB] [DS] çüçttk, {ağız} M ısır koçanı. [DS]
kakırsamak, [kak-ır-sa-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
kakkuk, [kak + kuk] {eT} is. Kurutulmuş et veya
s(i)-yor] Tadı bozulmak. [DS] meyve; yarma. [DLT]
kakırtı, [kak (yans.) > kak-ır-tı] is. K uru ve sert şey
kakkil, [kak (yans.) > kak-kı-1 ?] {ağız} is. Ceviz.
lerin birbirine sürtünmesi sonucu çıkan ses. [DS]
kakırtlak, -ğı [kak (yans.) > kak-ır-t-la-k] {ağız} is. kakko, [ka (aile) > ka+(k)ka ?] {ağız} is. 1. Baba. 2.
Koyun kuyruğu eritilip yağı alındıktan sonra geri Büyük kardeş. [DS]
kalan kavrulmuş kıkırdak madde. [DS]
kakkoz, [kak+koz ?] {ağız} sf. 1. Sert; dayanıklı. 2.
kakış, [kak-ış] is. K akma eylemi veya biçimi. Sert, susuz zerdali. [DS]
kakışlam ak1, [kak-ış-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
kakkudaş, [kakku+taş ?] {ağız} is. Beş taş oyunu.
yor] İtmek; dürtmek. [DS] [DS]
kakışlamak2, [kak-mak > kak-mç > kakınç-la-mak] kaklak, [kak-la-k] {ağız} sf. 1. Zayıf; cılız; kuru; in
{ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] Yapılan iyiliği başa ce. 2. Kör; ama. 3. Yaşlanm a yüzünden iş görem e
kakmak. [DS] yecek duruma gelmiş olan [DS]
kakışma, [kak-ış-ma] is. 1. Karşılıklı birbirini itme.
kaklamak, [kak > kak-lâ-m ak / kâk-la-mak Lj^üls]
2. ed. Bazı sözlerde, söz öbeklerinde çıkakları ya
kın olan seslerin birbirini etkilem esi sonucu, söyle gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. {eT} {OsT} Kurutmak. 2.
yiş güçlüğü yaratması ve kulağı rahatsız etmesi O dunlan küçük parçalara ayırmak; odun kırmak. 3.
durumu; kakofoni; tenafur. {ağız} Kayısı, erik, elma, armut gibi meyveleri ku
kakışmag, [kak-ış-mak] {ağız} işteş, f. [-ır] 1. Dedi rutm ak amacıyla ikiye bölmek; kurutmak. [DS] 4.
kodu etmek. 2. Karşılıklı olarak iddialaşmak; mü {ağız} Saplamak; sokmak; batırmak. [DS] 5. {ağız}
nakaşa etmek. [DS] A fyon kozasının üstünü keserek haşhaş çıkarmak.
[DS] 6. {ağız} Bıçaklamak. [DS] 7. {OsT} Pastırma
kakışm ak1, [kakî-mak > kakı-ş-mak] {eT} dönşl. f. [-
yapmak.
ur] Birbirine kızmak.
kakışmak2, [kak-mak > kak-ış-mak] işteş, f. [-ır] kaklan, [kak > kak-la-n] {ağız} is. K öknar ağacından
[eT. -ur] 1. {eT} Birbirine başıyla vuruşmak; tos balta ile kesilen büyük parçaların her biri. [DS]
laşmak. {ağız} (aynı) [DLT] [DS] 2. {ağız} Şaka yap kaklanm ak1, [kak-la-n-mak] {eT} edil. f. [-ur] 1.
m ak amacıyla birbirini itmek, vurmak; dürtüşmek; Kurutulmak; kakaç yapılmak. [DLT] 2. Su toplan
itişmek. [DS] 3. {ağız} Kavga etmek. 4. (Yük hay mak. [DLT]
vanları için) yolda birbirini iterek yarış etmek. 5. kaklanm ak2, [kak-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
Rekabet etmek. 6. {ağız} Birbirini çekememek. [DS] Y alınayak yere basamamamak; huylanmak. [DS]
7. {ağız} İddia etmek; m ünakaşa etmek. [DS] kaldatmak, [kak-la-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] K urut
kakıştırma, [kak-ış-tır-ma] is. Kakışmalarını sağla turmak. [DLT]
ma. kakle, [kak-le ?] {ağız} is. Çekirge. [DS]
KAK Ö I Ü M I İ İ M t S Ö M • 2344
kaklıç, -cı [kak-lı-ç] {ağız} is. Kaya oyuğu; kak. [DS] sokmak, {ağız} (aynı) [EG] 6. M etal eşya üzerine
kaklık1, -ğı [kak-lık jiüls] {ağız} is. 1. Kaya veya taş çizilmiş şekle uygun olarak sivri bir zım ba ile vura
vura kabartma yapmak. 7. Tahta vb. malzemeden
kovuklarında su biriken yer; su birikintisi. {OsT}
yapılmış eşya yüzeyini oyarak, bu oyuklara göre
(aym). 2. Sel yığıntısı. 3. Ağız erişemeyip de kamış
kesilm iş altın, fildişi, sedef gibi maddeleri gömerek
ile içilen su. 4. Su kaynağı. 5. Birkaç metre derinli
süsleme yapmak, fi1 kaka tau, İlaç olarak kullanı
ğindeki kuyu. [DS]
lan bir tür yemiş. [EUTS]|( kaka turmak, Dürte
kaklık2, -ğı [kak-lık] {ağız} is. 1. M eyve kurutmak
durmak; döve durmak. [DLT]
için kurulmuş sergen. 2. Balkon. 3. Sofa; salon. 4.
kakmak3, [kak-mak] {ağız} gçl. f. [-ar] Gaga ile vur
Güneş alan yer. [DS]
mak; gagalamak. [DS]
kaklık3, -ğı [kak-lık] {ağız} sf. 1. (Meyve için) kuru
tulacak nitelikte. 2. is. Bu iş için ayrılmış meyveler. kakmak4, [kak-mak j* ilî] {ağız} g ç sz.f. [-ar] 1. Sıç
[DS] rayıp kalkmak. {OsT} (aynı) 2. Yürümek. 3. Sürmek.
kaklık4, -ğı [kak-mak > kak-lık] {ağız} is. Yumuşak, [DS]
parçalanması, işlenmesi kolay kayalık. [DS] kakmaks, [kak-mak] {ağız} g ç l . f [-ar] (Yağlı, şeker
kaklık5, -ğı [kak-mak > kak-lık] {ağız} is. Fidanlık. li vb. yiyecekler) bıktırmak; tıkamak. [DS]
[DS] kakmaklamak, [kak-mak-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r]
kaklık6, -ğı [kak-lık] {ağız} is. Salyangoz. [DS] [-l(ı)-yor] İtelemek; sarsmak; kakalamak; sokuş
kakm a1, [kak-ma] {ağız} is. 1. İtekleme. 2. Tekme turmak. [DS]
leme. [DS] kakm alı1, [kak-ma-lı] {ağız} sf. 1. Üzerine kakma
kakma2, [kak-mak > kak-ma] is. 1. Bir şeyi iterek yapılmış olan. 2. (Koyun için) başının tüyleri kıvır
yer değiştirtme. 2. Bir şeyi üzerine vura vura bir cık olan. 3. (Elbise için) gümüş ya da altın telle
yuvaya yerleştirm ek eylemi. 3. Bir yüzey üzerine işlenmiş. [DS]
açılan yuvalara, metal, sedef ya da ahşap parçaları kakmalı2, [kak-ma-lı] {ağız} is. Üzerinde kabartma
oturtm ak suretiyle yapılan süsleme işi. 4. sf. Üze ve kakm alar bulunan tüfek veya tabanca. [DS]
rinde açılan oyuklara daha kıymetli bir maddeden kakmanlı, [kak-man-lı] {ağız} is. Tarladaki gömülü
parçalar kesip gömmek suretiyle meydana getiri taşlar; yüzeyden belli olmayan taşlar. [DS]
len. 5. Kakmak suretiyle yapılan; kakılarak yapılan. kakm ık1, -ğı [kak-mık] {ağız} is. Yumruk. [DS]
kakma3, [kak-ma] {ağız} is. Tuzak. [DS] kakmık2, -ğı [kak (yans.) > kak-mık] {ağız} is. Bal
kakma4, [kak-ma] {ağız} is. Gaga. [DS] gam. [DS]
kakm a3, [kak-ma] {ağız} is. 1. Yalçın ve kayalık kakmık3, -ğı [kak-mık] {ağız} is. Düğünlerde gecele
tepeler. 2. Büyük taş kütlesi. 3. Sarp kayalar altında yin erkeklere verilen ziyafet; düğün yemeği; şölen.
yağm ur ve kar görmeyen kum yerler. 4. Yol üze [DS]
rinde bulunan yükseklikler. 5. Yokuş. [DS] kakmık4, -ğı [kak-mık] {ağız} is. sf. (İnsan için) ku
kakm a6, [kak-ma] {ağız} is. 1. Ağaç kütüğü. 2. Yapı durmuş. [DS]
larda kullanılan kalın ağaç; direk. [DS] kakmıklamak, [kak-mık-la-mak / kak-muk-la-mak]
kakm a7, [kak-ma] {ağız} is. 1. Atlas kumaş üzerine gçl. f [-r] [-l(ı)-yor] Y umrukla vurmak; yum ruk
sim ya da altın telle yapılan süsleme. 2. Taç üzerine lamak.
konulan yuvarlak gümüş levha; gelinlerin başma kakm uk1, -ğu [kak (yans.) > kak-muk] {ağız} is. Bal
takılan kalay ya da gümüş takı. 3. Alm a takılan inci gam. [DS]
boncuk dizisi. [DS] kakmuk2, -ğu [kak-muk] {ağız} is. Ağaç kabuğu.
kakmaca, [kak-maca] {ağız} is. Çürüyerek parçalan [DS]
m ış ağaç kökü. [DS] kakmuklamak, [lcak-muk-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r]
kakmacı, [kak-ma-cı] is. Kakma işi yapan usta, [-l(u)-yor] İtelemek; kakalamak. [DS]
kakmacılık, -ğı [kak-ma-cı-lık] is. 1. Kakmacının kakmut, -du [kak-ma+ot] {ağız} is. Tarlalarda biten
yaptığı iş. 2. M asif ya da kaplamalı yüzeylere renk bir otun kökü. [DS]
li kaplama, sedef, fil dişi, kıymetli metal vb. göme kaknem, [Yun. kakognomos / Erme, k ’ak’nem (sı
rek yapılan süsleme sanatı. çayım)] sf. 1. (Kadın için) çirkin; huysuz; hırçın. 2,
kakm ak1, [kak-mak] {ağız} is. Gaga. [DS] (Kadın için) sıska; kuru; zayıf,
kakmak2, [kak-mak gçl. f [-ar] 1. {eT} {OsT} kaknus, [Far. kaknus / kaknüs ^ S / ^ ^ ü a ] {OsT} is.
Vurmak; hafifçe vurmak; çalmak. [DLT] 2. {eAT} G agasmda bulunan çok. sayıdaki deliklerden yel
Dikmek. [DK] 3. {eAT} Başma kakmak; yüze vur estikçe çeşitli sesler çıkaran doğu masallarında ge
m ak. [DK] 4. Bir şeyin yerini iterek, kakarak değiş çen efsanevi iri bir kuş.
tirmeye çalışmak. 5. Bir şeyi, dar bir yere vura vura k ak o1, [? kako] {ağız} sf. Akılsız. [DS]
gömmek; çakmak; batırmak; saplamak; sançmak; kako2, [Yun. kakognomos] {ağız} sf. Kaknem. [DS]
ö i f f i î i i ü i ı i î a M . 2345 KAL
kakofoni, [Fr. cacophonie] is. ed. Bazı sözlerde, söz kakule, [Ar. kakülle jüli] (ka:ku:le) {OsT} is. bot. 1.
öbeklerinde çıkakları yakın olan seslerin birbirini
Zencefilgillerden Hindistan, Seylan ve Endonez
etkilemesi sonucu, söyleyiş güçlüğü yaratması ve
y a’da yetişen, büyük yapraklı ve ıtırlı bir bitki,
kulağı rahatsız etmesi durumu; kakışma; tenafür.
(Elettaria cardamomum). 2. Bu bitkinin ağız koku
kakoşlamak, [kaka-ş-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [- larını gidermekte ilaç ya da bahar olarak kullanılan
l(ı)-yor] Kakalamak; kakaşlamak. [DS] tohumu.
kakrak, [kak-râ-mak > kak-ra-k] {ağız} is. Çamurlu kakuleli, [kakule-li] sf. İçinde kakule bulunan; kaku
yollarda hayvan izlerinden meydana gelen girinti le katılmış.
ve çıkıntılar. [DS]
kakum, [Ar. kâkum (ka. kum) {OsT} is. zool. 1.
kakraşmak, [kak-ra-ş-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Su
çekilmek; şiş ve ur inmek. [DLT] -» kakım; ermin, (Mustela erminea). 2. Bu hayva
nın kürkü. S kâküm-endâm, 1. (Kadın için) y a k ı
kakratgu, [kak-ra-t-mak > kak-ra-t-ğu / kak-rı-t-ğu]
şıklı; ' güzel. 2. Hattatların kâğıdın kirlenmemesi
{eT} is. Kaçırm ak için çalınan davul, teneke gibi
için ellerinin altına koydukları ince tüylü çuha kap
şey. [DLT]
lı deri parçası.
kakratmak, [kak-râ-t-mak / kak-rı-t-mak] {eT} gçl. f.
kakumak, [kakî-mak / kaku-mak] {eT} gçl. f. [-r]
[-ur] Davul çalarak zararlı hayvanları, kuşları ka
Birine kızmak; darılmak. [DLT]
çırtmak. [DLT]
kakur, [kak-ur] {ağız} sf. Kambur; eğri. [DS]
kakrıç, -cı [kokar+iç] {ağız} is. Kuzu bağırsağından
kakuraz, [kak-ur-az] {ağız} is. -* kakur. [DS]
yapılan kebap; kokareç. [DS]
kakurdak, -ğı [kak-ır-dak] {ağız} is. -*■ kakırdak.
kakrık, -ğı [kak (yans.) > kak-(ı)r-ık] {ağız} is. Bal [DS]
gam; aksırık. [DS] kakurgan, [kağ-ur-mak > kağur-ğân / kakur-ğân]
kaksık, -ğı [kak-sî-mak > kak-sı-k] {ağız} sf. (Yağ, {eT} is. Hamuru yağla yoğrulmuş, fırında veya tan
peynir, yemek ve meyve için) bozulm aya yüz tut dırda pişirilen bir tür pide. [DLT]
muş; acımış. [DS] kakut, [? kakut] {ağız} is. -*• kakuk. [DS]
kaksımak, [kak-sl-mak] gçsz. f. [-r] 1. {eT} Kakaç
kakuze, [Ar. kaküze ojjjS] (kaku.ze) {OsT} is. Boş
olmak; kakaç ola yazmak. [DLT] 2. {ağız} (Yiyecek
için) bozulmak; ekşimek; çürümek; kokmak. [DS] maşrapa.
kakşamak, [kağşa-mak] {ağız} g ç sz.f. [-r] [-ş(ı)-yor] kâkül, [Moğ. kökül > Far. kâkül JS’IS] (kâ:kül) {OsT}
1. Kağşamak. 2. (Nesneler, eşyalar için) biçimi bo is. Alnın üzerine dökülen kısa kesilmiş saç. S kâ-
zulmak. [DS] kül-i höş-bü, {OsT} Güzel kokulu kâkül. [| kâkül-i
kaktırmak, [kak-mak > kak-tır-mak] {ağız} gçl. f. [- müşgîn, {OsT} M isk kokulu kâkül.
ır] İtmek; itelemek. [DS] kâküllü, [kâkül-lü] (kâ:küllü) sf. Kâkülü olan,
kakturmak, [kak-tur-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Başına kakvan, [Yun. kakognomos] {ağız} sf. Aklı kıt; aptal.
kaktırmak; baş kakıncı yaptırmak. [DLT] [DS]
kaktüs, [Lat. cactus] (ka ktü s) is. bot. Kaktüsgiller- Kal. [Fr. Calorie] kısalt. Isı miktarı birimi olan kalo
den, dikenli ve yayvan yapraklı pek çok türü bulu rinin kısaltması.
nan, süs için yetiştirilen bitkilerin genel adı, (Cac k a l1, [kal] {ağız} is. Olgulaşmamış meyve; ham m ey
tus). ve. [DS]
kaktüsgiller, [kaktüs-gil-ler] is. bot. Sıcak ve tropi kal2, [Sagay. hal => kal] {eT} sf. 1. Deli; çılgın;
kal ülkelerde yetişen, gövdesi ve yaprakları etli ve kudurmuş; kaçık; divane. [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain]
dikenli bir bitki familyası, (Cactaceae). 2. is. Delilik. [Gabain] [EUTS] 3. Yaşlı adam, {ağız}
kaktüsümsü, [kaktüs-ümsü] sf. (Gövdesi etli, yap (aynı) [DLT] [KB] 4. Yaşlılık. [KB]
rakları dikenli bitkiler için) kaktüse benzeyen, kal3, [Ar. kal Jlü] {OsT} (ka:l) is. 1. Bir düşünceyi
kâkû, [Far. kâkü jS'lS'] (kâ:kû:) {OsT} is. Annenin er anlatabilmek için art arda söylenen kelime dizisi;
söz; laf. 2. {ağız} ünl. "Yahu! ” anlam ında kullanı
kek kardeşi; anne tarafından dayı.
lır. [DS] S1 kale almak, Dikkate almak; önemli
kakuç1, -cu [kak-mak > kak-uç] {ağız} is. 1. Çengel.
saymak.\\ kale almamak, Hesaba katmamak; değer
2. Çekiç. [DS]
vermemek.
kakuç2, -cu [kak-aç > kak-uç ?] {ağız} sf. Eli sakat.
[DS] kal4, -l’ı [Ar. kal' £İS] {OsT} is. 1. Kökünden söküp
kakuça, [kakuç-a ?] {ağız} is. Çengel. [DS] atma; koparma. 2. {ağız} Kırkılmış koyun yünü.
kakuk1, [kak-mak > kak-uk] {eT} is. K urutulmuş et [DS] S kal’-ı esnan, Diş çektirme; dişi sökme. |[
veya meyve; kak. [DLT] kal’-ı eşcâr, Ağaçların sökümü.
kakuk2, [kak-uk / kekik] {ağız} is. Baharat olarak kal5, [kal] is. maden. B ir alaşımda bulunan elem ent
kekik. [DS] lerin ergime derecesinden yararlanarak birbirinden
KAL ÖIÜMIİlfCESİİM •. 2346
ayırma işlemi. S kala dayanmak, Yüksek derece üzerinde bir kaleyi andırır biçimde dizilmiş olan
de ısıya dayanmak.\\ kal potası, içinde maden eriti kayalar. [DS]
len kap. || kal usulü, maden. Potada maden eritme kalabak2, -ğı [? kalabak] {ağız} is. 1. H asır otundan
metodu. örülmüş şapka. 2. Huni. [DS] 3. {eAT} Keçe külah.
kal6, [kal] {ağız} is. M anda veya yavrusu. [DS] 4. {OsT} Taç.
kal7, [Fr. cale] is. Baskı makinesinin mermerinden kalabak^, -ğı [? kalabak] {ağız} is. 1. Çınar ağacı. 2.
daha küçük bir şasiyi yerinde tutmaya yarayan bü N ilüfer çiçeği. [DS]
yük boyutlu kama. kalabalık, -ğı [kalaba > kalaba-lık] is. 1. {eAT} Çok;
kal8, [kal] {ağız} is. Güherçile. [DS] çokluk. [DK] 2. Çok sayıda insandan meydana
kal9, [kal] {ağız} sf. 1. Olgunlaşmamış. 2. Çiğ; piş gelmiş topluluk. 3. sosy. Tipik olgular göstermesi
memiş. [EG] ne karşılık bireylerin geçici olarak kümelendiği
kal’a, [Ar. k al'a <t*Jıâ] (kal-a) {OsT} is. -*■ kala2. S örgütsüz topluluk; yığın. 4. gnşl. Gereksiz ve karı
şık nesneler yığını. 5. sf. Çok insan bulunan yer, 6.
kal’a-bend, {OsT} Kaleye bağlanmış; bir kaleye
Sayıca çok olan. S kalabalık ağızlı, Yerli yersiz,
hapsedilmiş olan. || kal’a-dâr, {OsT} K ale muhafızı;
bilir bilmez konuşan; geveze.|| kalabalık etmek,
dizdar.|| k al’a-gîr, {OsT} K ale tutan; kaleyi elinde
B ir yerde gereksiz olarak bulunmak; insan sayısını
bulurıduran.\\ kal’a-güşâ, {OsT} K ale açan; kale
artırmaktan başka bir işe yaramamak.\\ kalabalık
zapteden.|| K al’a-i Sultaniye, {OsT} Fatih Sultan
lar psikolojisi, psikol. Panik, coşku, linç etme ey
M ehm et tarafınan Çanakkale boğazının Anadolu
lemlerinde bulunma gibi etkenlerle bir araya gele
yakasına yaptırılan kalenin adı. || kal’a-kân, {OsT}
bilmiş örgütsüz insan topluluğunda y e r alan birey
K aleyıkan.\\ kal’a-nişîn, {OsT} K alede oturan.
lerin karşılıklı etkilerini inceleyen psiko-sosyal bi
kâla, [Far. kâlâ ^15"] (kâ.iâ:) {OsT} is. 1. Kumaş. 2. lim dalı.
Kıyafeti tam amlayıcı eşya; süs. 3. gnşl. Sermaye. kalabalıkça, [kalaba-lık-ça] sf. Biraz kalabalık,
4. Ev eşyası. S kâlâ-yi girân-behâ, {OsT} Çok de kalabalıklaşm a, [kalaba-lık-la-ş-ma] is. Kalabalık
ğerli kumaş. durum una gelme,
k ala1, [kal-mak > kal-a] zf. 1. (Zaman için) belirtilen kalabalıklaşm ak, [kalaba-lık-la-ş-mak] dönşl. f. [-
m iktar dakika, saniye, saat, gün, hafta, ay, yıl kal ır] K alabalık durum una gelmek; kalabalık oluş
mışken; kaldığında; kalarak; varken. 2. (Yol için) mak.
belirtilen m iktarda yol kaldığında. S kala kala 1. kalacoş, [kala-ca+aş > kalacoş / kalacuş] {ağız} is.
Olup olacağı; bütünü; tamamı. 2. “Başka hiçbiri Yağ, yoğurt, soğan ve doğranmış ekmekle yapılan
değil de, kalmadı d a ” anlamında beğenmeme bildi bir yemek. [DS]
rir. “K ala kala senin kağnıya mı kaldık? ” kalacttk, -ğü [kala-cük ?] {ağız} is. Saban (tarım a-
kala2, [Ar. k al'a 4*is] is. 1. Kale; hisar. {eT} (aynı) racı). [DS]
[EUTS] 2. {eT} Şehir. [EUTS] kalaç1, -cı [kalaç] {ağız} is. Çörek. [DS]
kala3, [? kala] {ağız} is. Okul sırası. [DS] kalaç2, -cı [kalaç] {ağız} is. 1. K aradeniz’de kuzey
kala4, [? kala] {ağız} is. Atmaca. [DS] den esen rüzgârın etkisi ile oluşan dalgalara verilen
kala5, [? kala] {ağız} sf. (İş vb. için) zahmetli; güç; ad. 2. Dalgalı fakat patlamayan denizin durumu.
zor. [DS] [DS]
kala6, [? kala] {ağız} is. A ltı lastik, keten spor ayak kalaça, [kala-ça] {ağız} is. 1. Küçük kale. 2. Küçük
tepe. 3. Yığın. [DS]
kabısı. [DS]
kalaçı, [kala-çı / kolaç / kalaç] {ağız} is. Çörek. [DS]
kala7, [? kala] {ağız} is. Çekirge. [DS]
kaladak, -ğı [? kaladak] {ağız} is. Döğülmemiş ekin
kalaazar, [Far. hindustânî kâlââzâr > Fr. kala-azar]
sapları. [DS]
is. tıp. Tatarcıkla (Flebotomus) insana bulaşan Le~
ismania donoani adındaki bir hücreli asalağın iç kaladan, [Ar. ğalla + Far. -dân] {ağız} is. 1. Tahıl
organlara yerleşmesi sonucu meydana gelen ve da ambarının küçük gözleri. 2. Hamamda soyunma
ha çok çocuklarda dalak ve karaciğer şişmesi şek yeri. 3. Hamamda, hamamcının oturduğu bölüm.
[DS]
linde görülen bir sıcak ülke hastalığı; dumdum
humması. kalafa, [? kalafa] {ağız} is. 1. Büyük ev. 2. Büyük
alan. [DS]
kalaba1, [Ar. galebe ? => kalaba 4Jü] {eAT} sf. 1.
kalafat1, [Ar. k ilf > kılâfet > İt. calafato / Yun.
Sayıca çok; pek çok; {ağız} (aynı). [DK] [DS] 2. {a- kalafatis] {OsT} is. dnz. 1. Gemilerde ve deniz araç
ğız} is. Kalabalık. [DS] larında kaplam a tahtaları aralarını üstüpülerle dol
kalaba2, [? kalaba] {ağız} is. Kızıl ve kaba tüylü ko durup ziftleyerek su sızdırmaz hâle getirme. 2. Per
yun. [DS] çin çivilerinin başını döverek su sızdırmasını ön
kalabak1, -ğı [Ar. k al'a + T. bek ?] {ağız} is. Tepe leme. 3. Onarma ve tam ir etme. 4. {ağız} Perçinle
örüMIÜBlSCtSDÖti. 2347 KAL
rin üzerini düzeltmek için kullanılan bir araç. [DS] kalah, [Ar. ğalak => kalah] {ağız} is. -►kalak. [DS]
5. Altı dar üstü geniş bir tür yeniçeri başlığı. 6. İm kalahat, [? kalahat] {ağız} is. K ız evinin damat için
paratorluk döneminde üst düzey yöneticilerin giy yaptırdığı elbise. [DS]
diği bir tür başlık. 7. {ağız} Kirem itlerin kaymaması
kalaib, [Ar. kalâ’ib v ° '^ ] (kala:ib) {OsT} is. Ucu
için çatı saçağının çevresine çakılan tahta. [DS] fi1
eğri her türlü metal araç; çengeller; kancalar,
kalafat açmak, Eskim iş kalafatları çıkarıp temiz-
lemek.\\ kalafata çekmek, dnz. Tekneyi kalafatla kalaid, [Ar. kılâde > kalâ’id -ls^î] (kala:id) {OsT} is.
m ak için karaya çekmek.\\ kalafat etmek, {ağız} İki Gerdanlıklar.
şeyi birbirine perçinle tutturmak; perçinlemek. kalail, [Ar. kalıl > kalâ’il Ji>Ü] (kalaıil) {OsT} is. Az
[DS]|| kalafat yeri, dnz. Teknenin kalafatlanmak
şeyler.
için çekildiği yer.
kalak1, [eT. kâ-m ak (eklemek; yığm ak) > kâ-lâ-m ak
kalafat2, [? kalafat] {ağız} is. Çocukların taş attıkları
> ka-la-k / ka-lık] {eT} is. 1. Kale. [EUTS] 2. G ök
lastik sapan. [DS]
yüzü. [EUTS]
kalafat3, [? kalafat] {ağız} is. 1. Tarladan dem et ge
kalak2, -ğı [gaga-k > kalak ?] {ağız} is. 1. Burun;
tirirken, sapların dökülmemesi için arabanın yanla burun ucu. 2. Hayvanlarda burun ucu; burun deliği.
rına konulan merdivenimsi çatkı. 2. Hızarda biç 3. Öküzlerin boyunlarında oluşan yumru. 4. B oy
m ek için tomruğun yüksekte durmasını sağlayan nuz; yaban domuzlarının sivri köşeli burnu. 5. K i
destek; çatkı. [DS] m i üflemeli çalgılarda borunun son bulduğu huni
kalafat4, [kalıp + Ar. -ât / kıyafet ?] {ağız} is. 1. K ılık biçimindeki kısım. 6. Bakırcıların kullandığı bir
kıyafet; giyim. 2. İrilik; büyüklük; yapıca gösteriş araç. 7. Kanat. 8. Ceviz ağacı kabuğundan yapılan
lilik. [DS] bir çocuk düdüğü. [DS] ö kalağu dikmek, {ağız}
kalafat5, [? kalafat] {ağız} sf. Basit ve kaba; gelişigü Düşünceye dalmak; kaygılanmak. [DS] [| kalak baş-
zel. [DS] lüar, zool. Bugün bir tek türle temsil edilen kerten
kalafatçı, [kalafat-çı] is. K alafat yapan kimse, keleye benzer bir sürüngen, (Rhynchocephalia).\\
kalafatçılık, -ğı [kalafat-çı-lık] is. 1. Gemi ya da kalak iğnesi, işe yaramayan, tembel adam.
kayıkları kalafatlama işi. 2. Kalafatçının yaptığı iş kalak3, -ğı [kal-mak > kal-ak] {ağız} sf. Gelişemeyen,
ve meslek. ilerleyemeyen; aptal; beceriksiz. [DS]
kalafatlama, [kalafat-la-ma] is. 1. K alafat yapm a işi. kalak4, -ğı [kalk-mak > kal(k)-ak ?] {ağız} is. 1.
2. Kusur örtme, Kibir; gurur. 2. sf. Kendisinden başkasını beğen
kalafatlamak, [kalafat-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] meyen; alımlı, çalımlı. 3. Aptal. [DS]
1. Deniz araçlarının kaplam a tahtalarını üstüpü ile kalak5, -ğı [eT. kâ-m ak (eklemek; yığm ak) > kâ-lâ-
sıkıştırarak ziftlemek. 2. gnşl. Kusurları örtmek mak > kala-k] {ağız} is. Kat. [DS]
için süslemek; tam ir etmek; onarmak, kalak6, -ğı [? kalak] {ağız} sf. Büyük. [DS]
kalafatlanma, [kalafat-la-n-ma] is. Kalafat yapılm ak kalak7, -ğı [? kalak] {ağız} is. Kadınsı erkek. [DS]
işi. kalak8, -ğı [gaga-k > kalak] {ağız} is. 1. Şapka siper
kalafatlanm ak, [kalafat-la-n-mak] edil. f. [-ır] K ala liği. 2. Gelin tacı. 3. Y aşlı kadınların başlarına giy
fat edilmek; kalafat işlem inden geçirilmek, dikleri şey; arakçın. 4. Kadın fesi. [DS]
kalafatlı, [kalafat-lı] {ağız} sf. (Kişi için) iri yan; kalak9, -ğı [Yun. khalıkhi] {ağız} is. 1. Sayıya bağlı
gösterişli. [DS] çocuk oyunlarında kazanç sayısını göstermek için
kalafatsız, [kalafat-sız] sf. 1. K alafat yapılmamış. 2. kale yanına konulan taşlar. 2. Duvar örülürken bü
Kalafat yapılması gerekli olan; kalafatı bozuk. 3. yük taşların arasındaki boşlukları doldurmak için
{ağız} (Kişi için) çok şişman ve biçimsiz. [DS] kullanılan küçük taşlar. [DS] fi1 kalak yapm ak, Bir
oyunda sayı yapmak.
kalag, [Ar. ğalak jü-] {ağız} is. K üçük taş. [DS]
kalak10, -ğı [Sur. Ar. ğalak] {ağız} is. 1. Tezek yığını.
kalagan, [kal-mak > kal-agan jUJls] sf. 1. {OsT} Çok 2. Biçilmiş ekin veya ot yığını. 3. Öbek; yığın. 4.
kalan; sürekli kalan. 2. {ağız} Kalan. [DS] Y ufka ekmek yığını. [DS]
kalagaz, [? kalagaz] {ağız} is. Baş örtüsü. [DS] kalak11, -ğı [? kalak] {ağız} is. 1. Ağaçtan yapılmış
kısa saplı kürek. 2. Tahtadan yapılmış yem ek taba
kalagezen, [? kalagezen] {ağız} is. Havuç. [DS]
ğı biçiminde büyükçe kap. [DS]
kalağan1, [? kalağan] {ağız} is. Deve dikeni; kangal.
[DS] kalak12, -ğı [kal-mak > kal-ak] {ağız} is. Kesilen
meşe ağacının kökü. [DS]
kalağan2, [? kalağan] {ağız} sf. (Kişi ve nesne yığın
kalak13, -ğı [kal-mak > kal-ak] {ağız} is. Hedef;
ları için) büyük yapılı fakat içi boş; kof. [DS]
nişan; erek. [DS]
kalağız, [? kal+ ağız] {ağız} is. Düşünmeden konuşan
kimse. [DS] kalak14, [Ar. kalak ,jJi] {OsT} is. İç sıkıntısı; gönül
kalağu, [kalağu] {ağız} is. Köstebek. [DS] darlığı.
KAL IM Iö M E S S M • 2348
k alak15, -ğı [kal-ak] {ağız} is. İri soğan. [DS] kalam inlenme, [kalamin-le-n-me] is. Bir çeliğin bazı
kalakalma, [kal-a+kal-ma] is. Şaşkınlıktan dolayı etkenlerle üzerinin demir oksitle kaplanması,
hareketsizce kalma, kalamit, [Fr. calamite] is. 1. kim. Amfibol cinsinden
kalakalmak, [kal-a+kal-mak] gçsz. f. [-ır] 1. Bir bir tür mineral. 2. Birinci zamana ait at kuyruğu
olay veya durum karşısında acizlik, çaresizlik veya takım ından dev bitki fosili; İlk Çağ ağaç taşılı.
şaşkınlık gibi sebeplerle bir şey yapamaz, kımılda- kalan1, [kal-an] sf. 1. K alm ak işini yapan. 2. Bir
yam az duruma gelmek; güç durumda kalmak; do işten sonra geriye kalan; artan. 3. is. Herhangi bir
nakalmak. 2. {ağız} Bir şeyin üzerine aşırı düşmek; miktardan, verilm eyen veya elde bulunan kısmı. 4.
üzerinde fazla durmak. [DS] mat. B ir çıkarma işlemi yapıldıktan sonra geriye
kalakçı, [kalak-çı] {ağız} sf. Durmadan gezen; kapı kalan miktar; bölm e işleminde bölen kadar olm adı
kapı dolaşan. [DS] ğı için bölünem eyip bölenden artan sayı. 5. {ağız}
Y em ek artığı; artık. [DS]
kalaklam ak1, [kalak-la-mak alilli] gçsz. f. [-r] [-
kalan2, [kal-an o >üs] {ağız} zf. 1. Artık; bundan sonra;
l(ı)-yor] 1. (At için) tökezlemek. 2. (İnsan için)
sendelemek. 3. Yorulup kalmak. 4. Sevinçten he gayrı. 2. Sonra. [DS] 3. {OsT} Öbür; diğer; başka;
yecana gelmek; coşmak. 5. Çelik çomak oyununda, geri kalan; sonraki.
çeliğin bir ucunu yerden yukarıda durdurmak. 6. kalan3, [kâ-lâ-n] (ka:la:n) {eT} is. Vergi çeşidi; arazi
{OsT} Dalgalanmak. vergisi. [EUTS]
kalaklamak2, [kalak-la-mak] {ağız} gçl. f. [->] [-l(ı)- kalan4, [eT. kâ (yakın) > kâ-la-n] {ağız} is. Arkadaş,
yo r] Kapı kapı dolaşmak; çok gezmek. [DS] kalanca, [kalan-ca 4=~ii>] {OsT} is. K alan kısım; ba
kalaklanmak, [kalak-la-n-mak ^jüJds] {eAT} dönşl. f . kiye.
[-ur] K endini yüksek görmek; havalanmak, kalançı, [kalan-çı] {eT} is. K alan vergisini toplayan
memur. [EUTS]
kalaklı, [kalak-lı] {ağız} s f 1. Gururlu; kendini be
kalangurm ak, [kalnü (yüzme) > kalanur-mak] {eT}
ğenmiş; mağrur. 2. İriyarı; gösterişli. [DS]
gçsz. f. [-ur] Atılmak; oynamak; sıçramak; sevinç
kalaklu, [kalak-lu jiili] {OsT} sf. Yüksek. ten zıplamak; sevinç göstermek; raksetmek; dans
kalakulak, [kala(k)+kul-a-k] {ağız} is. Ü st baş; kıya etmek. [EUTS] [Gabain]
fet. kalânis, [Ar. kalânis (kalâ:nis) {OsT} is. K ü
kalalanm ak, [kala-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] lahlar; takkeler,
Çokluğa güvenerek kabadayılık taslamak; arka kalanlıg, [kalan-lığ] {eT} sf. Kalan vergisi mükellefi.
lanmak. [DS] [EUTS]
kalam, [Yun. kâlamos (kamış)] {eT} is. Kalem. [Ga kalantor, [İt. galantuomo] is. Gösteriş düşkünü,
bain] m addî durum u iyi kimse,
kalama, [kala-ma] is. Önceki eylemi koruyamama. kalantorluk, -ğu [kalantor-luk] is. Kalantor olma
® kalama verm ek, Oltayı gergin tutmaya ara durumu; kalantor birinin niteliği,
vermek; gevşek bırakmak.
kâlar, [Far. kâlâr j'illS'] (kâ:lâ:r) {OsT} is. Sel suları
kalamak, [eT. kâ-m ak (eklemek; yığm ak) > kâ-lâ-
nın toprağı aşındırm asıyla m eydana gelen yank;
mak] (ka.la.m ak) g ç l f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. {eT}
uçunım .
Yığmak; sandığa koymak; saklamak. [DLT] [KB] 2.
kalas, [Galatz (R om anya’da liman şehri) => kalas]
B ir şeyi gelişigüzel yığmak. 3. {ağız} Soba veya
is. 1. İnşaat işlerinin çeşitli kesimlerinde kullanıl
ocağı yakmak üzere odunla doldurmak. [DS] 4. A r
m ak üzere kaim biçilmiş kereste. 2. Kalın tahta. 3.
pa, saman, yem gibi şeyleri çuvala teperek doldur
mecaz. Kaba saba kimse. S1 kalas gibi, (Kişi için)
mak. S. Sobayı tutuşturmak; yakmak. 6. {eT} Ka
incelikten yoksun; nezaket bilmez; yontulmadık;
pamak; sarıp sarmalamak. [İKPÖy.] 7. {eT} Tutmak.
kaba saba.
[KB]
kalastra, [İt. calastra] (ka la ’stra) is. 1. dnz. Gemiler
kalam ar, [Yun. kalamari / kalamaria] is. zool. Orta
de güvertelere alınan filika vb. araçları oturtmak
derinlikte sularda yaşayan, uzun gövdeli bir tür
için yapılmış yuvalar. 2. Fırtınadan sonra bir süre
mürekkep balığı, (Loligo vulgaris).
daha devam eden kaba ve çatlaksız dalgalar. 3. K ı
kalamata, [Yun. Kalamâta (şehir adı)] (kalam a’ta)
yıda fırtınanın aksi tarafa doğru oluşan dalgalar,
is. Bir tür iri zeytin,
kalaşatari, [Skr. kalâsadora] {eT} is. B ir şeytan adı.
kalam in, [Fr. calamine] is. kim. 1. Kimyasal formülü [EUTS]
Z n4Si20 7 (OH)2, H20 olan hidratlı doğal çinko sili
kalat, [Ar. galat] {ağız} sf. (Konuşma için) yanlış.
kat. 2. Y üksek sıcaklıkta işlenen metallerin yüze
[DS]
yinde meydana gelen oksit tabakası. 3. M otorun
kalatlam ak, [kalat-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
yanm a odasında, yakıtın tam olarak yanmaması
yo r] Yanlışını çıkarmak. [DS]
sonucu meydana gelen kömürlü tortu.
IİE I1 İ R » 1 . 2 3 4 9 KAL
kalatmak, [ka-mak (eklemek) > kâ-lâ-m ak > ka-la-t- kalaylı, [kalay-lı] sf. 1. Kalayı bulunan; içine kalay
mak] {eT} gçl. f. [-ur] 1. Bir şeye k ılıf geçirtmek; katılm ış olan. 2. Kalaylanmış olan. 3. K alay m a
sargıya koydurmak; kaplatmak; sardırmak. [DLT] denlerini kapsayan. 4. mecaz. Aldatıcı biçimde süs
[İKPÖy.] 2. Sandığa koydurmak; kapatmak. [DLT] lenmiş olan; kusurları süslerle örtülmeye çalışılmış
[İKPÖy.] olan; sahte. S kalaylı kaptan su içmek, (Erkek
kalavra, [kalan + ob-ra-k (eskimiş) > kalavra] is. 1. için) akrabasıyla y a da çok yakından tanıdığı bir
Yamalı kösele ayakkabı. 2. Bir tür ökçesiz ayakka kadınla evlenmek.
bı; yemeni. 3. D eriden yapılmış eşya, kalaysız, [kalay-sız] sf. 1. Kalayı bulunmayan. 2.
kalavrahane, [kalavra + Far. hâne] (kalavraha:ne) Kalaylanmamış olan. 3. Kalayı sıyrılmış olan,
is. 1. Eskiden deri eşyaların yapıldığı yere verilen kalaz, [? kalaz] {ağız} is. Deri su kabı. [DS]
ad; saraçhane. 2. Kundura yapılan yer. kalaza, [Aim. Chalaza] is. Kuş yum urtalarında vitel-
kalavuz, [Far. hvarazmian => lculağuz / kulavuz] {eT} lüsü karşılıklı iki taraftan zara bağlayan iki sarmal
is. Rehber; kılavuz, banttan her biri.
kalay, [Ar. kualâl (Kuala ürünü) => kalay] is. kim. 1. kalb1, [Ar. kalb v-Ji] is. -*• kalp. S kalb-i âhenîn,
Atom numarası 50, atom ağırlığı 118.7 olan, yo
D emirden yürek; dem ir gibi sağlam kalp.|| kalb-i
ğunluğu 7.2 fakat 18°C’nin altında 5.8’e düşerek
hâbîde, Uyumuş kalp. || kalb-i hâbîde-i cihan,
alatropik şekil alan, gümüş parlaklığında 32°C’de
Dünyanın uyumuş kalbi. || kalb-i harâb, Yıkılmış
ergiyen bir metal, sembolü: Sn. 2. Kalaylanmış bir
gönül. || kalb-i mecrüh, Yaralı gönül. || kalb-i
kabın üzerindeki alaşım tabakası. 3. mecaz. Bir
meftür, Bezgin gönül.\\ kalb-i metruk, Terkedil
kim senin gerçek değerini örten aldatıcı görünüş. 4.
miş gönül.|| kalb-i muztarib, Istıraplı gönül.||
argo. Küfür; azar. S kalay çekm ek, argo. Söv
kalb-i nâ-şâd, Kederli, hüzünlü gönül. || kalb-i se
mek; küfretmek.\ \ kalayı basm ak, Sövüp saymak.
lim, Temiz gönül.\\ Kalbü’l-Akreb, g ö k b. Akrep
kalaycı, [kalay-cı] is. 1. Eşyaların, özellikle bakır burcunun en parla k yıldızı, (Alpha Scorpuis).\\
mutfak eşyalarının üzerini ince bir kalay tabakası K albü’l-Esed, gök b. Aslan burcunun en parla k
ile kaplayan kimse. 2. mecaz. Ü stünkörü iş yapan; yıldızı, (Alpha Leo).
sahtekâr. 3. {ağız} folk. B ir halk oyunu. [DS] S ka
laycı körüğü, Kalaycının kap kalaylarken kalayı kalb2, [Ar. kalb {OsT} is. 1. Tersine çevirme;
eritm ek için kullandığı ateşi harlandırmaya ya ra döndürme. 2. B ir durumdan başka bir duruma ge
yan, açılıp kapandıkça hava veren araç. || kalaycı çirme; değiştirme; dönüştürme; çevirme. 3. ed. B ir
körüğü gibi solumak, Göğsün hızlı ve oldukça kelimede harflerin yerinin değişmesi. 4. dbl. Arap
fa zla kabarıp alçalması suretiyle nefes alıp vermek. dil bilgisinde elif, vav, ye harflerinin yer değiştir
kalaycılık, -ğı [kalay-cı-lık] is. 1. Kap kalaylayan mesi. ö kalb etmek, {OsT} Değiştirmek; çevir-
adamın yaptığı iş ve meslek. 2. mecaz. Üstünkörü, m ek.|| kalb-i b a’z, {OsT} dbl. Göçüşmeli kelimeler.\\
kandınrcasm a iş yapma; sahtekârlık, kalb-i m uavvec, {OsT} ed. Evirm ece.|| kalb-i m un
tazam , {OsT} ed. Tersinden okunduğu zaman da
kalayık, -ğı [Ar. halâ’ik => kalayık dL.^s]
bir anlam çıkan kelime. || kalb olmak, {OsT} D e
{OsT} is. Karavaş; karabaş; cariye; halayık, ğişmek; dönüşmek; çevrilmek.
kalaylama, [kalay-la-ma] is. K alay ile kaplama,
kalben, [Ar. kalb > kalben Uî] (k a ’lben) {OsT} zf. İç
kalaylamak, [kalay-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
ten ve yürekten gelerek; samimi olarak; içten; gö
Kapları dış etkilerden korum ak için üzerini kalay
nülden; yürekten,
tabakası ile kaplamak. 2. mecaz. B ir şeyin eksiklik
lerini ve kusurlarını örtmek amacıyla aldatıcı b i kalbetmek, [Ar. kalb + T. et-m ek ı_Jü] {OsT}
çimde süslemek. 3. argo. B ir kim seye sövmek; gçl. f. [-(d)er] B ir durumdan başka bir duruma çe
küfretmek. 4. {ağız} Azarlamak. [DS] virmek.
kalaylanma, [kalay-la-n-ma] is. 1. K alay tabakası ile kalbgâh, [Ar. kalb + Far. -gâh olSUs] (kalbgâ:h)
kaplanm ak durumu. 2. Kalay sahibi olma; kalay
{OsT} is. 1. B ir şeyin merkezi; can evi. 2. Ordunun
edinme.
sağ ve sol kanatları arasındaki merkezî kısmı.
kalaylanmak, [kalay-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. K alay
tabakası ile kaplanmak. 2. dönşl. f. K alay sahibi kalbî, [Ar. kalb > kalbı / kalbiyye / 4^ ] (kalbı)
olmak; kalay edinmek. 3. dönşl. f. argo. Sövülüp {OsT} sf. 1. K albe ait. 2. Kalple ilgili. 3. mecaz. İç
sayılmak, küfredilmek; fırçalanmak . 4. Kalaylı ten, gönülden yapılan; gönülden; içten,
hâle gelmek. kalbolmak, [Ar. kalb + T. ol-mak j i j l ı_-^] {OsT}
kalaylatma, [kalay-la-t-ma] is. K alay ile kaplatma, dönşl. f. [-(d)er] Bir durumdan başka bir duruma
kalaylatmak, [kalay-la-t-mak] gçl. f. [-ır] K alayla dönmek; değişmek; çevrilmek,
mak işini birine yaptırmak; kalaylam asına neden
kalbur, [Ar. ğırbâl is. Tahıl ve ona benzer ta
olmak.
KAL OieiiifflfCESO M • 2350
neli şeylerin küçüklerini ve içindeki yabancı mad ri, anat. Omurgalılarda kalça bölgesinde omurga
deleri ayıklamak için kullanılan seyrek telli, geniş y a bağlanmış ve art bacakları taşıyan kem ik ve kı
delikli elek. S kalbur altı, Kalburla elenmiş buğ kırdak iskelet. \\ kalça kemiği, anat. Kalçayı oluştu
daydan alta geçen yabancı madde, kırık ve küçük ran bağ dokusunun tutunduğu kemik.
tane ve sam an çöplerinden ibaret kısım. || kalbura kalça2, [kal-ça] {ağız} is. M anda yavrusu. [DS]
çevirmek, B irçok delik açmak; delik deşik etmek. || kalçalı, [kalça-lı] sf. 1. Kalçası olan. 2. Kalçası belir
kalbura dönmek, Üzerinde p e k çok delik açılmak; tilen nitelikte olan. 3. mecaz. Kalçası büyük olan,
delik deşik olmak. || kalbur çıbanı, {OsT} tıp. Eski kalçalık, -ğı [kalça-lık] is. Davulcuların elbiselerini
den kansere verilen isim. || kalbur gibi, D elikleri korum ak amacıyla kalçalarına astıkları deri parçası,
çok olan; delik deşik. || kalbur kemiği, anat. Alın
kalçasız, [kalça-sız] sf. (Kadın için) kalçası dar olan,
kemiğinin arkasında, kalbur gibi delikleri bulunan,
kalçeta, [İt. calcetta] is. -* kalçete.
kafatasının alt ve ön bölümünü oluşturan kemik.||
kalçete, [İt. calcetta] is. dnz. Elle salmastra örgüsü
kalburla su taşımak, Gereksiz ve yararsız işle uğ
ile yapılan yassı halat,
raşm ak^ kalbur üstüne gelmek, Benzerlerine g ö
re daha önde ve tercih edilir olmak; sivrilmek. kalçın, [İt. calzone / eT. harçm > kalçın u ^ ] *•
kalburcu, [kalbur-cu] is. 1. Kalbur yapan ve satan Eskiden koncu diz kapağına kadar çıkan çoraba
kimse. 2. K alburla bir şeyi eleyip ayıklama işini verilen isim. 2. A yağın üstünü ve bacağın alt kıs
yapan kimse; eleyici. m ını örten abadan yapılmış tozluk. 3. Çoğunlukla
kalburculuk, -ğu [kalbur-cu-luk] is. Kalburcunun avcıların giydiği kalçaya kadar çıkan çizme. 4.
yaptığı iş ve mesleği, {ağız} Y ünden örülmüş terlik. [DS]
kalburlam a, [kalbur-la-ma] is. Kalburla eleme, kald, [kald / kıld / küld (yans.)] is. Birbirine çarpma
kalburlam ak, [kalbur-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] yı, sürtünmeyi; bir yüzey üzerinde dönmeyi, yuvar
K alburla eleyerek ayıklamak, lanmayı; kendi kendine hızlı hızlı hareket etmeyi
kalburlanm a, [kal-bur-la-n-ma] is. 1. Kalburla anlatan kök. [Zülfıkar] kald-ra-mak, kald-ır-ak
elenip ayıklanmak durumu. 2. Kalbur sahibi olma kaldan, [Ar. ğalla + Far. -dân j b <di] {ağız} is. Tahıl
eylemi; kalbur edinme, ambarı. [DS]
kalburlanmak, [kalbur-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. kaldık, [kal-dık] {eT} is. 1. Kalıntı; artık. 2. Nesil;
(Tahıl vb için) kalburla elenip ayıklanmak. 2. ahfat; kuşak.
dönşl. f. Kalbur sahibi olmak; kalbur edinmek,
kaldır, [kald (yans.) > kald-ır] is. Birbirine çarpmayı,
kalburlatm a, [kalbur-la-t-ma] is. K alburla eletme; sürtünmeyi; bir yüzey üzerinde dönmeyi, yuvar
kalburlam ak işini başkasına yaptırma, lanmayı; kendi kendine hızlı hızlı hareket etmeyi
kalburlatm ak, [kalbur-la-t-mak] gçl. f. [-ır] B ir şeyi anlatan yansımalı gövde, fi1 kaldır kağış, {ağız}
kalburla eletmek; kalburlamak işini başkasm a yap Çürük. [DS]
tırmak. kaldıraç, -cı [kal-dır-mak > kal-dır-aç] is. Az bir
kalbursu, [kalbur-su] sf. K albura benzeyen. S kal- güçle yük kaldırm aya dayanan, bir eksen üzerinde
bursu boru, Bitkisel dokularda bulunan ve içinde dönebilen çubuk.
besi suyu dolaşan borucuklar; soym uk boru.
kaldırak1, -ğı [kal-dır-ak] is. A ğır yük kaldırmaya
kalburüstü, [kalbur+üst-ü] is. Seçkin kimseler; ileri yarayan mekanik araç; vinç.
gelenler.
kaldırak2, [kald-ır-a-k] {ağız} is. Hodan; sığır dili,
kalbuz, [kalbuz] {eT} is. Lokma; yudum. [DTL] (Borrago officinalis). [DS]
kalbuzlam ak, [kalbuz-lâ-mak] {eT} gçl. f. [-r] Y ut kaldıran, [kaldır-an] sf. K aldırm a eylemini yapan;
mak; lokm a yapmak. [DLT] kaldırıcı; kaldırm a işlevi gören,
kâlbüd, [Far. kâlbüd xJlS"] (kâ:lbüd) {OsT} is. 1. k ald ın , [kaldır-ı] {ağız} is. Güç; takat. [DS]
însan veya hayvan vücudu; gövde; beden. 2. Kalıp; kaldırıcı, [kaldır-ıcı] sf. 1. Kaldırma işini yapan;
şekil. 3. Kerpiç kalıbı, kaldıran; kaldırıcı. 2. (Kas için) bazı organlan kal
kalbzen, [Ar. kalb (değişim) + Fa. -zen j j J i ] {OsT} dırma görevini yapan. 3. is. Taşınacak yükleri kal
dırmaya yarayan dört tekerlekli motorlu veya mo
sf. 1. Yalancı. 2. Kalpazan,
torsuz araç; elevator,
kalcı, [kal-cı] is. Alaşımda yer alan metalleri ergime
sıcaklığının farklı oluşundan yararlanarak ayırma kaldırık, -ğı [kald (yans.) > kald-ır-ık] {ağız} is.
işini yapan kimse; kal işi yapan kimse. Y em eği yapılan bir ot. [DS]
kalça1, [Yun. kaltsa (uzun çorap) / İt. calza (çizme)] kaldırılış, [kaldır-ıl-ış] is. K aldırılmak eylemi veya
is. anat. İnsanda gövdenin arka bölümünde, bacak biçimi.
ların birleştiği yer ile bel arasında kaslardan mey kaldırılm a, [kaldır-ıl-ma] is. Kaldırmak eylemi
dana gelmiş şişkin bölüm; kaba et. S kalça keme yapılm a durumu.
• 2351 KAL
kaldırılmak, [kaldır-ıl-mak] edil. f. [-ır] Kaldırmak nesneler için) çekmek; taşımak; götürmek. 8. (Bir
eylemi yapılmak, kuruluş için) varlığına son vermek; faaliyetini dur
kaldırım, [kaldır-ım] is. 1. Yükseltilmiş, kaldırılmış durmak. 9. Yürürlükte olan bir şeyi, kararı, prog
olan nesne. 2. Caddelerin iki tarafına yayaların yü ramı geçersiz kılmak; feshetmek; hükümsüz k ıl
rümesi için yapılmış ve yoldan biraz yüksekçe ge mak. 10. B ir ticaret malını ya da tüketim eşyasının
çiş yolu; yaya yolu. 3. Taş döşenmiş yol. 4. {ağız} çok miktarda satın alarak piyasadan çekmek. 11.
Kerpiç kalıbı. [DS] S1 kaldırım a düşm ek, 1. Fiyatı (Ticaret eşyası için) piyasadan çekmek; satmamak.
ucuzlamak; değerini kaybetmek; sokakta satışa su 12. Kiralamak; kira ile almak. 13. (Ürün için) top
nulur olm ak 2. Önemini yitirmek.\\ kaldırım çeki lamak; elde etmek; üretmek. 14. Zarar görmeden
ci, Kaldırım taşlarını kırmak, düzeltm ek veya çak işlevini yerine getirmek; dayanmak. 15. mecaz. Sa
m ak için kullanılan bir tür çekiç.\\ kaldırım çiçeği, bırla katlanmak; dayanmak; tahammül etmek. 16.
H er önüne gelenle düşüp kalkan kadın; sürtük. || mecaz. (Süs, dekor vb. için) uygun düşmek; yakış
kaldırım çiğnemek, Kentte yaşayarak kırsal kesi mak; götürmek. 17. (M ide için) bulandırmak. 18.
me göre daha bilgili ve görgülü olmak. || kaldırım (Hasta için) hastahaneye götürmek. 19. (Hasta için)
ları aşındırmak, İşsiz güçsüz ve am açsız olarak iyileştirmek; ayakta dolaşır hâle getirmek; yataktan
sokaklarda dolaşıp durmak.\\ kaldırım mühendisi, kurtarmak. 20. Uykudan uyandırmak. 21. (Perde,
argo. İşsiz güçsüz, sokaklarda dolaşan kimse. || kepenk vb için) açmak. 22. (Kamu görevlisi için)
kaldırım süpürgesi, Sokakta tanıdığı herkesle dü nakletmek; başka yere atamak. 23. (Eşyalar için)
şüp kalkan kadın; sürtük. || kaldırım yosm ası, H er ortalık yerden toplayıp uygun bir yere koymak;
önüne gelenle düşüp kalkan kadın; sürtük. bulunduğu yerden almak; zarar görmeyecek yere
kaldırımcı, [kaldır-ım-cı] is. 1. Kaldırım taşlarını koymak. 24. (Ölü için) gömmek; defnetmek. 25.
döşeyen kimse; kaldırım ustası. 2. argo. Dolandırı (Kız, kadın ve adam için) kaçırmak; götürmek. 26.
cı; yankesici. argo. Çalmak; aşırmak,
kaldırımcılık, -ğı [kaldır-ım-cı-lık] is. 1. Kaldırım kaldırtma, [kaldır-t-ma] is. Kaldırtmak eylemi,
taşı döşeme, kaldırım yapm a işi ve ustalığı. 2. ar kaldırtmak, [kaldır-t-mak] gçl. f. [-ır] K aldırm ak
go. Dolandırıcılık; yankesicilik, işini yaptırmak,
kaldırımsı, [kaldır-ım-sı] sf. Kaldırım görünüşünde kaldo, [K alling (İsveçli profesör) + Dom narvet
olan; kaldırıma benzeyen, fi1 kaldırım sı epitel, biy. (İsveç 'te bir şehir) > kal-do] is. kısalt. Dökme de
Çok kenarlı hücrelerden yapılı epitelyum dokusu; mire sa f oksijen üfleyerek çelik işleme usulü,
malpiki epiteli. kaldram ak, [kald (yans.) > kald-(ı)r-a-mak] {eT}
kaldırış, [kaldır-ış] is. Kaldırma eylemi veya biçimi, g çsz.f. [-r] Hışırdamak. [DLT]
kaldırkağış, [kal-dır+kağ-ış] sf. Ele alm amayacak kaldurga, [kald (yans.) > kald-ur-ğa] {eT} sf. Hışırtı
kadar eskimiş; hurdahaş, yapan. [DLT]
kaldırma, [kaldır-mak > kal-dır-ma] is. 1. Bulundu kâle, [Far. kale JLS'] (kâ;le) {OsT} is. 1. Kumaş. 2.
ğu yerden yukarı alma. 2. Yukarı doğru hareket Ham kavun; kelek.
ettirme. 3. Yükseltme. 4. G eçersiz kılma; feshetme.
5. Çok m iktarda satın alarak piyasadan çekme. 6. kale1, [Ar. k a l'a {OsT} is. 1. Eskiden savunma ve
Dayanma; tahammül etme. 7. Uyandırma. 8. N ak güvenlik amacıyla düşmanın gelmesi müm kün olan
letme. 9. (Ölü için) gömme; defnetme. 10. argo. yerlerde veya stratejik noktalarda, boğazlarda, ge
Çalma; aşırma. 11. Kaçırma. 12. Yaz aylarında bir çitlerde yapılan kalın duvarlı, burçlu, mazgallı ya
kaç yere kaldırılıp konm ası mümkün olacak biçim pı. 2. mecaz. Bir düşüncenin savunulduğu, diğer
de yapılmış ev; taşınabilir ev. <5 kaldırma kuvve grup ve düşüncelere göre güçlü olunan yer. 3. spor.
ti, B ir akışkan içinde hareket halindeki cismin ha Top oyunlarında, sahanın iki ucunda bulunan iki
reket doğrultusuna dik gelen bileşke kuvvet. yan ve bir üst direğin çevrelediği, içinden top ge
kaldırmak, [eT. kal-ğl-m ak > kal-(ğ)ır-m ak > kaldır çerse karşı takımın sayı kazandığı yer. 4. Satranç
mak] gçl. f . [-ır] 1. Bir nesneyi bulunduğu yerden oyununda, tahtanın dört köşesine dikilen kale gö
yukarı almak; kalkm asını sağlamak. 2. B ir şeyi yu rünüm ünde olan taş. S1 kale ağası, {OsT} Kale m u
karı doğru hareket ettirmek; havalanmasını sağla hafızı veya muhafızların yöneticisi. || kale bedeni,
mak; yükselmesine yol açmak. 3. Bir şeyi yükseğe {OsT} Kalenin duvarları. || kale beyi, Kalenin yö n e
çıkarmak; yükseltmek. 4. Bedeninin bir bölümünü, ticisi. || kale burcu, {OsT} Kalelerin köşelerindeki
bir organını yukarı doğru hareket ettirmek. 5. (Du uzakları gözetleyebilecek yükseklikteki yapılar.\\
var vb. için) eklem eler yaparak durum unu daha kale çizgisi, spor. K ale direkleri arasına çekilen
yüksek hâle getirmek; yükseltmek; yukarıda olm a çizgi.|| kale dizdarı, {OsT} Kaleleri beklemek ve
sını sağlamak. 6. (Taşıt için) yola çıkarmak; hare savunmakla görevli askerin başı. || kale dizdarları,
ket ettirmek. 7. (Araç, kantar, temel vb. yük taşıyan Kaleleri beklemek veya savunmakla görevli asker-
KAL A T M I K SOM » 2 3 5 2
/er. 11kale duvarı, Kalenin dış duvarı. || kale gibi, 1. lerinin nasıl olacağım bildirdiği araç. 18. {ağız}
(Bina için) çok sağlam. 2. (Bina için) büyük. 3. (Ki Alın yazısı; baht. [DS] t? kalem açmak, 1. K ale
şi için) güvenilir. 4. (Kişi için) zengin.|| kale hen min uç kısmını yontarak yazı yazan karbon kısmını
deği, Kalenin çevresine açılan genellikle içi su do meydana çıkarmak. 2. H attatlıkta kamışların uçla
lu savunma amaçlı geniş çukurluk. || kale içi, K ale rını yontarak yazı yazm aya uygun hâle getirmek. ||
nin içinde kalan bölüm.\\ kaleli top, {ağız} Taştan kalem açacağı, Kurşun kalemlerin ucunu yazacak
yapılm ış kaleye top atm ak suretiyle oynanan bir kadar meydana çıkarmakta kullanılan bir tür yo n
çocuk oyunu. [DS]|| kale mazgalı, {OsT} K ale be tucu araç; kalemtıraş.\\ kalem ağzı, Kalem in kâğı
deni üzerinde, seyirdim yolu üzerinde o k atmak da temas ederek ya zı yazan, çizgi çeken kısmı. || ka
veya gözetlem ek için kullanılan diş gibi çıkıntı.\\ lem amiri, {OsT} B ir dairedeki ya zı işleri müdürü.\\
kale muhafızı, {OsT} Kaleyi beklemekle ve savun kalem aşısı, B ir dalı kalem biçiminde kestikten
m akla görevli askerin başı. || kale muhafızları, sonra anaç üzerinde açılan bir yarığa yerleştirm ek
{OsT} K aleleri beklemek veya savunmakla görevli suretiyle yapılan aşı. || kalem beyi, 1. Eskiden bir
askerler. || kaleyi içinden fethetmek, Davasını, devlet dairesinin yazı işlerinde çalışan kimseye ve
karşı tarafın üyelerinden birini elde ederek kazan rilen ad. 2. Elinden yazı, kayıt vb. tür işlerden baş
mak. kası gelm eyen kimse; bedenen çalışamayan kibar
kale2, [kale] {ağız} is. zool. Sincap. [DS] görünüm lü kimse.\\ kalem buyrultusu, Halife adı
verilen kâtip tarafından yazılan müsvedde yazı.\\
kalebent, -di [Ar. k al'a + Far. bend -^Ji] {OsT} is.
kalem çalınmak, {eAT} {OsT} Yazılmak.\\ kalem
K ale dışına çıkması yasak, fakat kale içinde serbest
çalmak, Yazı yazmak.\\ kalem çarkı, {ağız} İnce ve
olan hükümlü,
uçları yuvarlak olan kaş. [DS]|| kalem çekmek, 1.
kalebentlik, -ği [kalebent-lik] {OsT} is. 1. Kalebent {OsT} B ir yazıda gereksiz olan bir şeyi çizmek. 2.
olm a cezası. 2. huk. Eskiden, hapis ve sürgün ceza Süs motiflerinin y a da bir kitap sayfasındaki ya zı
sını birleştiren, siyasi suçlarla ve devlet mem urları ların etrafına çeşitli kalınlıkta çizgiler çekmek; cet
nın görevleri ile ilgi ceza, vel çekmek. 3. {OsT} Yazmağa başlamak.]] kalem-
kaleci, [kale-ci] is. spor. Top oyunlarında, rakibin dân, {OsT} -*■ kalemdan.y kalem darbesi, {OsT}
kaleye attığı topu yakalayarak, kaleye sokmamaya K alem le yapılan işaret. || kalem e almak, B ir konu
çalışan son savunma oyuncusu. S1 kaleci eldiveni, hakkında ya zı yazm ak; onu yazılı hâle getirmek. ||
Kalecilerin yakaladıkları toptan zarar görmemeleri kalem efendisi, {OsT} 1. Eskiden bir devlet daire
için ellerine geçirdikleri özel eldiven. sinin yazı işlerinde çalışan kimseye verilen ad. 2.
kalecilik, -ği [kale-ci-lik] is. 1. Kaleci olm a durumu. Elinden yazı, kayıt vb. tür işlerden başkası gelm e
2. Kalecinin işi ve unvanı. yen kimse; bedenen çalışamayan kibar görünümlü
kalem 1, [Yun. kalamos / Lat. calamus (kamış) > Ar. kimse.]] kaleme gelmek, {OsT} Yazılmak; kaydol
kalem jJi] {OsT} is. 1. Yazı yazmak, resim çizmek, mak.]] kalem e gelm emek, 1. Yazı ile anlatılamaya
çizgi çekmek gibi işlerde kullanılan çok değişik cak nitelikte olmak. 2. Önemi olmamak; saçma sa
biçim ve türleri bulunan gereç. 2. Taş ve mermer p a n bir durum göstermek. || kalem e getirmek,
gibi sert maddeleri işlemekte kullanılan ağaç saplı {eAT} Yazmak; kaleme almak.]] kalem erbabı,
ucu sivri, keskin ve sert alet. 3. A şı yapmak ama {OsT} Yazar; iyi yazar. || kaleme (kâğıda) sarılmak,
cıyla ağaçlardan kesilen ince dal parçası. 4. Doku 1. Yazı yazm aya koyulmak. 2. Mektup yazm aya
m acılıkta üzerine iplik sarılmak için ağaçtan ya kalkışmak.]] kalem eri, 1. iy i yazı yazan. 2. Eski
pılmış araç; masura. 5. Bir hesap cetveli veya mal den, resm î dairelerdeki kâtiplere verilen ad. 3. Ge
zem e listesinde yazılı olan işlem maddelerinin veya çimini ya zı yazarak sağlayan kimse.]] kalem gez
nesnelerin her biri. 6. Resmî kuram larda yazı işle dirm ek, B ir yazı üzerinde düzeltmeler yapmak. ||
rinin yürütüldüğü oda veya büro. 7. İmparatorluk kalem -gîr, {OsT} Yazı yazarken kalemin yüzeye
döneminde bürokratik işlemlerin yürütüldüğü dai takılmaksızın yürüm esi.]] kalemi kuvvetli, iy i yazı
re. 8. Yazı yazma; yazarlık. 9. Yazı yazan; yazar. yazabilen,|| kalem -i mahsûs, {OsT} Özel kalem.]]
10. Yazarın kendine has anlatım biçimi; üslup. 11. (birinin) kalem inden çıkm ak, O kişi tarafından
Desen çizme sanatı ve biçimi. 12. Hat sanatında yazılm ış olmak.]] kalem inden kan damlamak,
çeşitli yazı türlerinden her biri. 13. Tülbent üzerine Acımasız, kırıcı ve dokunaklı sözlerle yazmak.]] ka
resim çizmeye yarar bir tür ince fırça. 14. Kaş, göz lem inin ucuna nasıl gelirse, Plansız, düzensiz,
ve dudak gibi organların kenarlarını belirginleştir bağlantısız bir şekilde, üzerinde düşünmeden, özen
m ek amacıyla kullanılan boyar madde içeren mak göstermeden (yazmak); rastgele. || ... kalemi ol
yaj gereci. 15. Okun sap kısmı. 16. İm paratorluk mak, (Belirtilen nitelikte) bir yazar olmak.]] kalem-
döneminde mâliyeyi meydana getiren dairelerden i sülüs, {OsT} Sülüs yazı yazm ak için hazırlanmış
her biri, 17. tasvf. A llah’ın ezelde insanların kader özel kalem. || kalem işi, I. Kumaş üzerine kalem adı
verilen fırç a ile süs ve desen yapm a işi ve tekniği.
I I H I R » 1 . 2353 KAL
2. Doğrudan doğruya duvarın taş ve sıva yüzeyi kalem en, [Ar. kalemen Uİ5] (ka'lemen) {OsT} zf. 1.
üzerine veya ahşaba fırç a kullanarak renkli boya
Kalem ile; yazarak; yazıyla. 2. Sayıca; adet bakı
larla yapılan süslem e tekniği. || kalem işi yazma,
mından.
Üzeri fırç a yardımıyla elle desenlendirilmiş ve bo
yanm ış yazma. || kalemiyle yaşam ak, Geçimini kalem gîr, [Ar. kalem + Far. -gır (kalemgi:r)
yazdığı yazılarla kazanmak; mesleği yazarlık ol- {OsT} is. Hattalıkta, yazı yazarken kalem in ucunun
mak.|| kalem-kâr, {OsT} -* kalemkâr.|| kalem kaş kâğıda takılm adan yazılabilmesi özelliği,
lı, İnce ve düzgün kaşları olan. || kalem -keş, {OsT} kalem î, [Ar. kalem > kalem i / kalemiyye
-* kalemkeş.|| kalem kavgası, Basında karşılıklı {OsT} sf. 1. Kalemle ilgili olan. 2. Yazarlar ve yazı
yazılar yazarak yapılan tartışma; polemik.\\ kalem cılarla ilgili olan,
kömürü, İyi cins m angal kömürü. || kalem kulaklı,
kalemis, [Ar. ğâliye-misk i / Far. kalemis
(At, geyik vb. için) düzgün ve dik kulakları olan. ||
kalem kutusu, İçine kalem konulan kutu. || kalem / Yun. kalemis] {OsT} is. 1. B ir tür güzel
odası, D evlet dairelerinde ya zı işlerinin yürütüldü koku. 2. zool. Afrika misk kedilerinin ortak adı; bir
ğü oda. || kalem oynatmak, 1. B ir konu hakkında tür misk faresi, (Civer tictis).
yazı yazmak. 2. B ir yazıyı düzeltmek. 3. B ir yazı
kalemiye, [Ar. kalemî > kalemiyye t^Us] {OsT} is.
üzerinde düzeltmeler yaparak asıl m etni bozmak. j|
kalem parmaklı, İnce ve uzun parm akları olan.\\ İm paratorluk devrinde resmî dairelerde iş sahiple
kalem -perdaht etmek, {OsT} (Kamış kalem için) rinden alınan yazıcılık ücreti. S kalem iye dairesi,
yontm ak]| kalem-rev, {OsT} Bir hükümdarın veya {OsT} tar. im paratorluk döneminde kaydıhayat şa r
hükümetin egemen olduğu yer. || kalem sahibi, tıyla iltizam olarak verilen çiftliklerden alınan ver
giyi toplamakla görevli daire]\ kalemiye ricali,
{OsT} İyi ve güzel yazı yazan. || kalem sapı, Ucun
{OsT} tar. İm paratorluk döneminde kalemde görev
daki özel yere uç takarak mürekkeple yazı yazm aya
li kalem zabitleri ile diğer görevlilerden meydana
yarayan özel çubuk. || kalem savaşı, Basında karşı
gelen s ın ıf || kalemiye sınıfı, {OsT} tar. İm parator
lıklı yazılar yazarak yapılan sert tartışma.|| kalem
luk döneminde kalemde görevli kalem zabitleri ile
şakirtleri, {OsT} Eskiden devlet dairesinde göreve
diğer görevlilerden meydana gelen s ın ıf
yen i başlamış olan stajyer kâtiplere verilen isim.||
kalem-şör, {OsT} -*■ kalemşor.|| kalem şuarâsı, kalemkâr, [Ar. kalem + Far. -kâr jlSUii] (kalemkâ:r)
{OsT} ed. D ivan şiirinden çeşitli yönlerden etkilen {OsT} is. 1. Tülbent ve yazma üzerine kalem adı
miş okur yazar halk şairlerine verilen isim; kalem verilen ince fırça ile boyama ya da süs yapan kim
şairleri.\\ kalem tepsisi, {OsT} Hattatların kalem se. 2. D uvarlara süsleme yapan sanatçı; bezemeci;
koydukları dar ve uzun tepsi. || kalem ucu, 1. K a nakkaş. 3. M etal eşyaların üzerine çelik kalemle
lemin kâğıda temas ederek yazı yazan, çizgi çeken yazı yazan veya süsleme yapan sanatçı,
kısmı. 2. Kalem sapına takılarak mürekkeple yazı kalemkâri, [Ar. kalem + Far. -kâri (kalem-
yazm aya yarayan m etal parça] \ kalem urmak,
kâ:ri;) {OsT} sf. 1. Kalemkârlık; nakkaşlık; beze-
{eAT} Yazmak, çizmek, süs veya resim yapm ak.||
mecililc. 2. Kalemkârın yaptığı iş.
kalem yoııdurmak, {OsT} Kalem açtırmak]] ka
kalemkârlık, -ğı [kalemkâr-lık] is. Kalemkârın yap
lem yonmak, {OsT} Kalem açmak.|| kalem yürüt
tığı iş; süs ve nakış yapma sanatı; süslemecilik;
mek, Yazı yazm ak; yazar olmak.\\ kalem-zede,
nakkaşlık.
{OsT} kalemzede.|j kalem -zen, {OsT} -*■ kalem-
zen. kalemkeş, [Ar. kalem + Far. -keş jiSUlâ] {OsT} sf. 1.
kalem2, [Yun. khalâmi] {eğız} is. Buğdayın yeni çı Yazı yazan; yazıcı. 2. Bir yazar veya hattatın yan
kardığı başak. [DS] lışlarını silip düzelten,
kalembek, [İnd. Calambac (Hint denizinde bir ada)] kalemli, [kalem-li] sf. 1. Kalemi bulunan; üzerinde
is. bot. 1. Bir cins kokulu sandal ağacı; yalancı öd kalem taşıyan. 2. spor. Hedefe saplanacak ucu altı
ağacı. 2. Bir cins mısır. köşeli ve eski kamış kalem uçları gibi yontulmuş
kalemci, [kalem-ci] is. Kalem yapan veya satan kim bir tür cirit. S kalem li futa, {OsT} Çizgili p e şta
se. mal.
kalemçi, [Ar. kalem => kalem-çi] {eAT} is. Yazıcı; kalem lik, -ği [kalem-lik jl«Jıi>] is. 1. İçine kalem
kâtip. [DK] konulan küçük kutu. 2. Bürolarda içine kalemin
kalemdan, [Ar. kalem + Far. -dan ut-uia] (kalem- ucu sokularak bir tarafa yönlendirilebilir kalem tu
da:n) {OsT} is. Hattatların kalem koym ak için kul tucu büro gereci. 3. tekn. Bir torna tezgâhında, ta
landıkları koruyucu lcutucuk; kalem kutusu; kalem kım ları ardışık konuma getirebilen takım taşıyıcı
lik; mikleme; kubur. blok. 4. {OsT} Kamışlık,
kaleme, [? kaleme] {ağız} is. Kavak ağacı. [DS] kalem rev, [Ar. kalem + Far. reften > -rev
KAL ÖIİİMIİİMîSöM • 23S4.
{OsT} is. B ir hükümdarın ya da hükümetin yöneti halk edebiyatında m e f’ülü, mefaîlü, mefaîlü, feülün
m inde bulunan yer. kalıbıyla söylenen şiir türü. 4. Bu tür şiirin beste
kalemsi, [kalem-si] sf. bot. Ağaç sıklığı veya çok kar lenmiş şekli.
yağışı sebebiyle dalları kırılmış ve upuzun, dümdüz Kalenderîlik, [kalenderî-lik] (kalenderi:lik) {OsT} is.
kozalaklı orman ağaçları. Dünya malı ve nim etlerine önem vermeyen, göste
kalemşor, [Ar. kalem + Far. -şör (işleyen) rişi sevmeyen bir îslam tarikatı; kalenderiye
(kalemşo:r) {OsT} is. Yazılarıyla tartışma başlatan kalenderiyat, [Far. kalender + Ar. -iyyât
ve tartışmaya katkılan kimse, (kalenderiya:t) {OsT} is. 1. Gelenek ve görenek dı
kalemtıraş, [Ar. kalem + Far. tırâşiden (yontmak) > şı, pervasızca sözler. 2. Sazla çalınıp söylenen ta-
tıraş (yontucu) {OsT} is. 1. Kurşun kalem savvufî halk şiirleri.
Kalenderiye, [Far. kalender + Ar. iyye] (kalende
açmakta kullanılan çeşitli tiplerdeki araç; kalem
rime) {OsT} is. Dünya malı ve nim etlerine önem
açacağı. 2. Hattatlıkta kamış kalemi yontmakta kul
vermeyen, gösterişi sevmeyen bir İslam tarikatı;
lanılan bur tür çakı. S kalemtıraş lanı, D eri veya
kalenderîlik.
ağaçtan yapılmış, hattatların kalem açma çakısını
koydukları km. kalenderlem e, [kalender-le-me] is. Kâğıt veya ku
m aşı parlatm ak için kalenderden geçirme,
kalemzede, [Ar. kalem + Far. -zede to>Jüs] {OsT} sf.
kalenderlem ek, [kalender-le-mek] gçl. f. [-l(i)-yor]
Yazılmış; kaleme alınmış, K âğıt veya kumaşı parlatm ak için kalenderden ge
kalemzen, [Ar. kalem + Far. -zen {OsT} sf. 1. çirmek.
K alem vurucu. 2. Yazıcı; kâtip. kalenderleşme, [kalender-le-ş-me] is. Kalender du
rum una gelme,
kalen1, [Ar. kâl (söz) > kalen Sl 15] (ka :’len) {OsT} zf.
kalenderleşmek, [kalender-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir]
Sözlü olarak; söyleyerek, fi1 kalen ve kalemen,
K alender durum una gelmek; kalenderce yaşamaya
{OsT} Söz ve yazı ile; sözlü ve yazılı olarak.
başlamak.
kalen2, [Fr. kalin] is. Çay kutuları yapım ında kullanı
kalenderlik, -ği [kalender-lik] is. 1. K alender olma
lan kurşun, kalay ve az miktarda bakırdan oluşan durumu. 2. K alender bir kim senin durumu ve tutu
alaşım. mu; rintlik. S kalenderliğe vurmak, 1. Olayları
kalenbek, -ği [Far. kalenbek {OsT} is. Teşbih kendi doğallığı içinde değerlendirerek hiçbir şeyi
yapılan bir tür öd ağacı, kendine dert edinmemek; rintlik. 2. Filozofça tavır
takınmak.
kalender, [Far. kalender jJlJî] {Os T} s f 1. Yaratılış
kalensöve, [Ar. kalensüve {OsT} is. 1. Eskiden
bakım ından alçak gönüllü olan. 2. Yaşama şartları
konusunda titizlik göstermeyen. 3. is. Dünyadan giyilen, şeker külahı şeklindeki sivri, kenarlan kıv
elini eteğim çekerek başıboş dolaşan kimse. 4. Ka rık başlık. 2. Yüksük. 3. bot. Bitkilerde kökün ucu
lenden tarikatından olan kimse; derviş. 5. Filozofça nu örten koruyucu bölüm; yüksük,
düşünen kimse; rint. 6. Kâğıdı perdahlamakta kul kaleon, [Fr. kalleone] is. Pankreas tarafından salgıla
lanılan silindir makinesi. 7. Kumaşları parlatm akta nan, çevre damarlarını genişletici etkili dolaşım
kullanılan makine. S kalender meşrep, Gösteriş honnonu.
ten uzak, sade bir yaşam a biçimini tercih eden. kaleska, [Rus. kolyaska] (kale ’ska) is. Dört tekerlek
kalenderan, [Far. kalenderân jijJ-Jî] (kalendera:n) li, hafif bir tür gezinti arabası,
kaleş, [Fr. caleche] is. Dört tekerlekli açık, körüklü
{OsT} is. Kalenderler; dervişler,
ve yaylı bir tür gezi arabası.
kalen der ane, [Far. kalenderâne Ailj_uds] {OsT} zf.
kalevi, [Ar. kalevi ı£jls] (kalevi:) {OsT} sf. kim. 1.
Kalendere yakışır biçimde; hoşgörü ile.
Lityum, sodyum, potasyum, rubidyum, sezyum
kalenderce, [kalender-ce] zf. Kalendere yakışır bi
elem entlerinin hidroksitleri ile amonyum hidroksi
çimde; kalenderane.
tin genel adı; alkali. 2. Baz özelliği gösteren; asit
kalenderhane, [Far. kalenderhâne AiU-jjJi] (kalen- giderici. 3. Birleşimindeki baz özelliği tuza göre
derha:ne) {OsT} is. 1. Dervişlerin yiyip içtikleri, daha çok olan,
barındıkları yer. 2. Kente dışarıdan gelen dervişle kaleviyat, [Ar. kal ev! > kaleviyât oL^İS] (kalevi-
rin ya da geçici olarak gelen konukların konakla ya:t)v is. kim. Alkaliler,
dıkları yer; kalender yurdu.
kalevle, [? kalevle / karevle] {ağız} is. Yemeni deni
kalenderi, [Far. kalenderi lSj-lüiü] (kalenderi:) {OsT} len hafif ayakkabı. [DS]
is. 1. Dervişlik; başıboşluk; filozofluk. 2. Kalen- kalevre, [? kalevre is. Bir çeşit ayakkabı,
derîlik tarikatından olan kimse. 3. ed. Tasavvuf! kaley, [? kaley] {ağız} is. tşçi; hizmetçi. [DS]
■ f u r ı r e sizi® . 2355 KAL
kaleydoskop, -bu [Fr. kaleidoscope] is. Bir ucu kalıb, [Ar. kalıb (ka:lıb) {OsT} is. -*• kalıp,
buzlu camla kapatılmış, içine çeşitli açılarda çok
kalıcı, [kal-mak > kal-ıcı] sf. 1. Bir değişikliğe uğ-
sayıda ayna yerleştirilm iş bir borunun dibine konu
ram aksızm uzun süre varlığını koruyabilecek nite
lan bir renkli cismi çok değişik biçimde çiçek de
likte olan; sürekli; daimî. 2. Bir yere gelip yerleş
meti gibi gösteren alet; çiçek dürbünü,
meyi ve uzun süre kalmayı düşünmüş olan. 3. Bir
kalfa, [Ar. halîfe WU- => kalfa «is / Lila] {OsT} is. 1, görevde sürekli kalacak biçimde atanmış olan,
Bir iş ve sanatta çırak ile usta arasındaki ustalık kalıcılık, -ğı [kal-ıcı-lık] is. 1. Kalıcı olm a durumu.
derecesi. 2. Eskiden ilkokullarla mahalle m ekteple 2. fız. Mıknatıslayan etki kalktıktan sonra da m ık
rinde öğretmene yardımcılık yapan kim se; çocukla natıs olarak kalabilen metallerin gösterdiği etki.
rını evlerinden alıp okula götüren, okuldan alıp ev kalıç1, -cı [Ar. kalüş] {ağız} is. Orak; küçük orak.
lerine götüren kimse. 3. Projeleri ustalara uygulata [DS]
rak m imarlara yardım cı olan kişi; serhalife. 4. M a kalıç2, -cı [Fr. galoche] {ağız} is. Kışın giyilen kaim
sonlukta çıraktan sonra gelen farmason. 5. Eskiden ayakkabı. [DS]
saray ve konaklardaki halayıkların başında bulunan
kalıça, [kalı-ça U] {OsT} is. Halı; küçük hah.
eski ve yaşlı cariyelere verilen ad.
kalfahk, -ğı [kalfa-lık] {OsT} is. 1. K alfa olm a duru kalıda, [Ar. kilâde] {eT} is. Gerdanlık,
mu. 2. Kalfanın yaptığı iş. 3. Kalfanın almış olduğu kalıg, [kalT-mak > kalı-ğ] {eT} is. 1. Hava; gök; gök
ücret. 4. huk. E snaf ve sanatkârlar arasında çıraklı yüzü; sema. [DLT] [EUTS] [KB] [Gabain] 2. Yukarı
ğı aşmış, ancak usta olamamış meslek sahipliği, kat; kule. [EUTS] [Gabain] [Üç İtigsizler] 3. Tavan
kalgalmak, [kal-ğâ-mak > kalğâ-1-mak] {eT} gçl. f. [- arası. [EUTS] 4. Çatı. [OKD]
ur] Bırakmak, kalık1, -ğı [kal-mak > kal-ık] {ağız} sf. 1. (Kız için)
kalgay, [kal-mak > kal-gay / kagal-gay / kagal-ga / evlenmeyip evde kalmış. [DS] 2. Bayat. 3. Kalmış;
kalga] is. 1. İzci lideri; izci kumandanı. 2. Eskiden, eskimiş. [DD]
Kırım veliahtlarına verilen unvan, kalık2, [kalî-mak > kalı-k / kalı-ğ] is. -*■ kalıg. [KB]
[Yüknekî]
kalgaylık, -ğı [kal-gay-lık] is. 1. Kalgay olm a duru
mu. 2. Kalgayın görevi, kalık3, -ğı [kal-ık] {ağız} is. Soğan tohumu; soğancık.
[DS]
kalgı, [kalk-mak > kalk-ı > kalgı] is. M üzik eşliğinde
kalık4, -ğı [kal-ık] {ağız} is. Eksik; noksan. [DS]
oynama; dans,
kalık5, -ğı [kal-ık] {ağız} is. Kuş tüyü. [DD]
kalgıma, [kalk-ı-mak > kalgı-ma] is. Sıçrama eyle
mi; zıplama; hoplama, kalık6, -ğı [kalık] {ağız} is. Jandarma. [DD]
kalgımak, [eT. kall-mak > kal(ı)-k-m ak > kalk-î-m ak kalık7, -ğı [kalık] {ağız} is. Boynuzsuz keçi. [DD]
kalıklık, -ğı [ka-lık-lık] is. Eksiklik; noksanlık,
(şaha kalkmak) / kalgı-m ak {ağız} g çsz.f. [-
kalılıg, [kâlı-lığ] (ka:lılığ){eT} sf. Kalıntı sahibi olan;
r] is. 1. Atlamak. 2. {OsT} Sıçramak; şaha kalkmak;
kendisine bir şey kalan,
zıplamak; hoplamak; fırlamak. 3. Öfke ile ileri
kalım, [kal-mak > kal-ım] is. 1. K alm a eylemi ve
atılmak; öfke ile yerinden kalmak. [DS]
durumu; bakilik. 2. biy. Organizma ve organların
kalgın, [kal-mak > kal-gm] {ağız} sf. (Kız için) evle-
yok olm a sebeplerine karşılık dayanıklılık göstere
nememiş; evde kalmış. [DS]
rek yaşam aya devam etmesi. 3. {eT} Kalma; kalış.
kalgışmak, [kalğı-ş-mak {OsT} işteş, f. [-ur] [KB]
Birlikte sıçramak; sıçraşmak. kalıma, [kalî-mak (yükselmek) > kalî-mâ] (kalı:ma:)
kalgıtmak, [kalgı-mak > kalgı-t-mak {OsT} {eT} is. Y üksek çardak; güneşlik. [DLT]
kahmak, [kalî-mak] (kalı:mak) {eT} gçsz. f. [-r] 1.
g ç l . f [-ur] Sıçratmak; hoplatmak,
H avaya yükselmek; uçmak; kalkmak. [Gabain]
kalhane, [T. kal + Far. -hâne ^U Ji] (kalha:ne) {OsT} [ETY] 2. Sıçramak; şahlanmak. [DLT] [İKPÖy.]
is. Metallerin ergime sıcaklıkları farkı dolayısıyla kalımlı, [kal-ım-lı] sf. Sürekli ve kalıcı olan; ölüm
ayrıştırma ve döküm işlerinin yapıldığı atölye; dö süz; baki; muhallet.
kümhane. kalımlılık, -ğı [kal-ım-lı-lılc] is. Kalımlı olma duru
kalı1, [ka-mak (eklemek; yığm ak) > kâ-l-m ak > kal-ı] mu; ölümsüzlük; beka,
{eT} bağ. Eğer; şayet; nasıl; nice; artık; ne kadar; kalımsız, [kal-ım-sız] sf. Kalıcı olmayan; sürekli
ise; olduğunda. [DLT] [Yüknekî] olmayan; ölümlü; geçici.
kah2, [ka-mak (eklemek; yığm ak) > kâ-l-m ak > kal-ı]
kalın1, [ka-mak (eklemek; yığm ak) > kal-mak > kal
{eT} is. Kalıntı; artık; kalan; arta kalan; baki.
[Gabain] [EUTS] [ETY] ın / kal-ın jJls] sf. 1. {eT} {eAT} Kalabalık; sayısız;
kah3, [Far. kâli => kalı ^ l i] {eAT} {OsT} is. Halı. çok; sürü. [İKPÖy.] [KB] [Gabain] [ETY] 2. {eT} {eAT}
[DK] Sık; sağlam; pek. [ETY] [Gabain] [DLT] [İKPÖy.]
KAL ö tü ie H K E E U • 2356
[EUTS] 3. (Uzunluk ve genişlik dışında kalan üçün kalınghk1, [kalm-lık] (kalınlık) {eAT} is. Evlenecek
cü boyut için) bu boyutun ölçüsü alışılandan daha kıza kesilen başlık. [DK]
■fazla olan. {eT} (aynı) [DLT] [İKPÖy.] [EUTS] kalınglık2, [kalm-lık jK lla] (kalınlık) {OsT} is. D e
[Gabain] 4. {OsT} derin. 5. Enli ve çapı büyük olan;
rinlik.
kaba; dolgun; iri. 6. Karşılıklı iki yüzeyi arasındaki
uzaklık benzerlerine göre daha çok olan. 7. (Sıvılar kalm gsız, [kalın-sız] (kalınsız) {eT} sf. Başlıksız,
için) akıcılığı az olan; koyu; yoğun. {eT} (aynı) kalıngu, [*kal-mak > kal-ın-ğu / kalnu] {eT} sf.
[ETY] [Gabain] [DLT] [İKPÖy.] [EUTS] 8. (Ses için) Yüzen.
tok ve gür; gürültüsü fazla olan. 9. argo. M al ve kalınguk, [*kalm-m ak > kalm -ğuk / kaln-uk] {eT} is.
para bakımından oldukça zengin. 0 kalın bağır Saçtaki kepekler; deri veya kürke yapışkan bir şey
sak, anat. ince bağırsakla göden bağırsağı arasın bulaşm asıyla meydana gelen kıvrıklık. [DLT]
da kalan, görünüm itibariyle oldukça kalın durum kalıngulam ak, [kalmü-lâ-mak / kalnü-lâ-mak] {eT}
daki sindirim sistem i bölümü; kolon. || kalın böz, gçsz. f. [-r] Suyun yüzüne çıkmak; suda başını
{eT} Kalın ve kaba kumaş. [EUTS]|| kalın çizgile yüksek tutmak. [DLT]
riyle, Ayrıntısına inmeden; ana hatlarıyla.\\ kalın kalıngurm ak, [kalm-ur-mak (kalmurmak)
deniz, Biiyük dalga.|| kalın kafa, Anlayışı kıt; ze
{OsT} dönşl. f. [-ur] Kalınlaşmak; irileşmek,
kâsı yetersiz olan; kavrama gücü eksik olan; aptal;
kalınlaşma, [kalm-la-ş-ma] is. K aim duruma gelme,
sersem.\\ kalın kafalı, Anlama, kavrama yeteneği
yeterli olmayan; kafasız; aptal. || kalın kafalılık, kalınlaşm ak, [kal-ın-la-ş-mak] gçsz. f. [-ır] 1. Kaim
Anlayışsızlık; aptallık.\\ kalın ses, Titreşim sayısı durum a gelmek; kaim olmak. 2. (Ses için) gür ve
düşük olan ses. || kalın ünlü, Dilin geriye çekilmesi tok bir durum a gelmek,
ile art damaktan çıkan ünlü, lal,lı/,lol,lu/.\\ kalın kalınlaştırılm a, [kalm-la-ş-tır-ıl-ma] is. Kalın duru
yağ, Ham petrolün damıtılması ile elde edilen, m a m a getirilm ek eylemi,
kinelerin çeşitli bölümlerini yağlam akta kullanılan, kalınlaştırılm ak, [kalm-la-ş-tır-ıl-mak] edil. f. [-ır]
akışkanlığı az yağ; viskozitesi yüksek yağlam a y a K aim bir durum alması sağlanmak; kalın duruma
ğı; ağır yağ; gres. getirilmek.
kalın2, [eT. kalın / Ar. (Sur.) ğalyün ojJs- [Tietze] => kalınlaştırm a, [kalm-la-ş-tır-ma] is. Kaim duram a
gelmesini sağlama,
kalın] is. 1. Eski Ttirklerde kız kaçıran oğlan tara
kalınlaştırm ak, [kaîın-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır] Ka
fının kızın boyuna barışmak amacıyla verdiği mal.
im duram a gelmesini sağlamak; kaim duruma ge
2. Doğu ve Güney Doğu A nadolu’da evlenmelerde
tirmek.
oğlan tarafının kız ailesine ödediği başlık. 3. {ağız}
kahnlatma, [kalm-la-t-ma] is. K aim duruma getir
Evlenecek erkeğin, kız tarafına verdiği para veya
me.
eşya. [EG] 4. Geline erkek tarafından gönderilen
kalınlatmak, [kalın-la-t-mak] gçl. f. [-ır] Kalın dura
taç. 5. {ağız} Çeyiz. [DS] S1 kalın götürmek, {ağız}
m a getirmek.
folk. D am at tarafından, kız tarafına p a za r günü
kalınlık, -ğı [kalm-lık] is. 1. Kalın olma durumu;
armağan götürmek. [DS]
kaim olan şeyin niteliği. 2. Katı cisimlerde, uzun
kalınca, [kalm-ca] zf. Biraz kalın; kalm a yakın,
luk ve genişlik dışında kalan ve en küçük olan
kalm ç, -cı [kılmç] {ağız} is. K üçük orak. [DD] üçüncü boyutun adı. 3. Çapı büyük olma durumu.
kalınçsız, [*kalınç > kalınç-sız] {eT} sf. Bütün; ta 4. Akıcılığı olmama veya az olma hâli; yoğunluk.
mamen; kalışız; bakiyesiz. [EUTS] [Gabain] 5. mecaz. (Kafa için) zihnî yetiler açısından yete
kalınçu, [*kalın-mak > kalın-çu] {eT} is.l. Yığın; rince gelişmemiş oima. S kalınlık makinesi, M a
kalabalık. [EUTS] 2. Arta kalan; bırakılmış;' artık; rangozlukta ahşap malzemeyn istenilen kalınlıkta
fazla. [EUTS] [Gabain] 3. Çamur; [EUTS] rendeleyebilen makine.
kalıng1, [kalın dUli] (kalın) {eT} is. 1. Başlık parası; kalınhkölçer, [kahn-lık+ölç-er] is. 1, M etal yüzeyle
re sürülmüş bulunan boyanın kalınlığını ölçmeye
kadına verilen başlık. [DLT] [ETY] 2. Haraç; baç.
yarayan alet. 2. fız. İçerdiği İyonlaştırıcı ışınım
[Tekin] 3. {eAT} {OsT} N ikâh bedeli; mehir. fi1
kaynağı yardımıyla bir m alzemenin kalınlığını
kahftlık kaftanlık, {eT} Nikâh bedeli; mehir. [DK] yıkımlamadan ölçmeye yarayan aygıt,
kalıng2, [ka-mak (eklemek; yığmak) > kal-mak > kal kalınma, [kal-m-ma] is. Bir yerde kalma,
ın / kal-ın] {eT} s f -*■ kaim 1.
kalınmak, [kal-m-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Bir yerde
kalıngırak, [kalın-ırak ı_sljS3li] (kalınırak) {eAT} s f kalmak; bulunmak; durmak; eğlenmek; oyalanmak.
Kalınca; biraz kalın, 2. {ağız} Gecelemek. [DD]
kalıntı, [kal-mtı] is. 1. Bir bütünden geriye kalan ve
kalıngırmak, [kahn-ır-mak (kalmurmak)
kullanım değeri olmayan şey; artık; döküntü; baki
{OsT} dönşl. f [-ur] Kalınlaşmak; irileşmek. ye. 2. Eski bir uygarlık veya kentin yıkılması veya
İM lift S M • 2357 KAL
yok olması sonucu kalan şeyler; yıkıntılar; örenler. mak, Göründüğü gibi olmamak; kendisinden çok
3. Y ok olmuş veya geçmiş bir varlığın bıraktığı iz. şey beklenen birisi beklendiği gibi çıkmamak.\\ ka
4. Tortu. 5.psikol. Gözle görülen bir nesne ortadan lıbı yağlamak, inş. Kalıp tahtalarının kolay sö
kalktıktan sonra da devam eden görüntü. 6. {ağız} külmesi için beton dökülmeden önce, iç yüzünü y a
Bulunduğu yerde geceleyen, eve gelmeyen kimse. nık m otor yağı, sabun vb. sıvılarla yağlamak. || ka
[DS] lıp baskısı, matb. Ciltçilerin kitap kapları üzerine
kalıntılar, [kalmtı-lar] is. psikol. Daha önceki yaşan süsleme yapm ak amacıyla kullandıkları kalıplar. ||
tılardan rüyalarda görülen kısımlar. kalıp çıkarma, 1. terz. D ikilecek elbisenin p a rça
kalıp, -bı [Yun. kalapos > Ar. kâleb / kâlib v-"-5] larını bir modelden yararlanarak bir kâğıt üzerine
çizmek ve kesmek. 2. dnz. Ağaç tekne inşaatında
{OsT} is. 1. Sıvı veya toz hâldeki bir maddeye belir
eğrilere şekil vermek için uygulanan işlem. || kalıp
li bir şekil verm ek amacıyla kullanılan oyuk nesne.
genişliği, B ir geminin en geniş bölümü.\\ kalıp gi
2. Bir şeyin şekil ve biçimi örnek alınarak belirle
bi, Duruşunu, biçimini ve yerleşim ini hiç bozm a
nen biçim; şekil bakım ından örneği; o şeye biçim
dan; konduğu gibi. || kalıp gibi oturmak, (Elbise
vermek için kullanılan örnek ürün; örneklik eden;
vb. için) vücuda tam uygun düşmek; uygun gelmek;
model; tip. 3. Bir elbisenin dikiminde örneklik
uymak. |J kalıp gibi serilmek, Yorgunluktan kendini
eden model; patron. 4. (Kişi için) gösterişli dış gö
salıvermek. || kalıp gibi uyumak, H iç kımıldama
rünüş; biçim. 5. H er zaman için geçerli olan belirli
dan, derin bir uyku çekm ek |j kalıp gibi yatm ak,
davranış biçimleri. 6. Düşünce, muhakeme ve ge
Hastalıktan bitkin bir hâlde yatağa düşmek. || kalıp
lişmeye kapalı sıradan çalışma. 7. Hile; düzen;
iskelesi, Betonarme kalıbında, dikme başlıklarının
oyun; aldatma. 8. H am ura biçim verm ek için kulla
altında kalan ve betonun kalıp kaplamasına yaptığı
nılan çeşitli mutfak aracı. 9. ed. Bazı türlerde kul
basıncı karşılayan bölüm.\\ kalıp kesilmek, H ay
lanılan özel tekerleme veya sözler. 10. ed. M anzum
retten, şaşkınlıktan donakalmak; kıpırdamadan
yazılarda kullanılan hece ve arûz ölçüsüne ait belir
öylece durmak.\\ kalıp kıyafet, B ir kimsenin dış
li düzenler. 11. Şiirde vezin, kafiye, tür gibi özel
görünüşü; beden yapısı ve giyim özellikleri. || kalıp
likler. 12. İnşaatta sıvı hâldeki betonun donmak
makinesi, matb. Erimiş metallerden yazı kalıbı
üzere döküldüğü, donduktan ve katılaştıktan belirli
hazırlamaya yarayan makine. || kalıp planı, inş.
bir süre sonra sökülen gereç. 13. matb. M atbaacı
Betonarm e bir yapının projesinde y e r alan döşeme
lıkta, basım için hazırlanm ış resim veya yazı örne
demirlerini, kiriş ve sütunları gösteren bölüm.\\ ka
ği. 14. dnz. Gemi çatkı sacmm veya parçasının bi
lıp sigarası, Sigara sarma makinesi ile sarılmış
çimini veren değişik m addelerden yapılma patron;
sigara.|| kalıp sökme, inş. Beton sertleşip, kendini
gabari. 15. biy. D NA ipliğinden tamamlayıcı
taşıyabilecek duruma geldikten sonra kalıp tahta
D N A ’nm ya da RNA ’nın kopyalanması gibi bir
larını ve iskelelerini sökmek.|| kalıptan kalıba gir
moleküle kalıplık eden diğer bir molekül. 16. sf.
mek, 1. (Kişi için) çıkarları dolayısıyla sürekli tu
Bir kalıba dökülerek yapılmış ve o kalıptan çıkmış
tum değiştirmek. 2. (Nesne için) sık sık biçim değiş
olan. 17. (Belirtilen sayıda) kalıptan oluşan. 18.
tirmek.
Herhangi bir yeniliği, özgünlüğü kalm amış; kalıp
laşmış; basmakalıp. 19. {ağız} Resim. [DS] 20. kalıpçı, [kalıp-çı] is. 1. İşi ve mesleği herhangi bir
{ağız} Mühür. [DS] 21. {ağız} D ört gözlü kerpiç ka işe kalıp hazırlamak, kalıp yapm ak olan kimse. 2.
lıbı. [DS] fi1 kalıba çekmek, 1. Biçimi bozulmuş bir Kalıp yapan veya satan kimse. 3. inş. Yapı işlerin
şeye eski biçimim verm ek için o şeyin kalıbına koy de beton dökümü için kalıp hazırlayan usta.
mak. 2. (İnsan için) cinsel ilişkide bulunmak; çift- kalıpçılık, -ğı [kalıp-çı-lık] is. Kalıpçının işi, m esle
leşmek.\\ kalıba dökmek, Sıvı veya ham ur halinde ği-
ki bir maddeye, şekil verm ek amacıyla önceden kalıphane, [Ar. kâlib + Far. hâne ajUJUs] (kalıp-
hazırlanmış kalıplara akıtmak.\\ kalıba geçirmek,
ha:ne) {OsT} is. Giyim sanayiinde beden ve modele
Biçimi bozulmuş bir şeye eski biçimini verm ek için
göre elbisenin çeşitli bölümlerinin kalıplarının çı
o şeyin kalıbına koymak.\\ kalıba gelm ek, Aldan
kartıldığı bölüm.
mak; aldatılmak.\\ kalıba koymak, Biçim i bozul
kalıplama, [kalıp-la-ma] is. 1. Kalıba koymak eyle
muş bir şeye eski biçimini verm ek için o şeyin kalı
mi. 2. Bazı eşyaları metal, plastik kalıplar veya
bına koymak. || kalıba vurmak, Biçim i bozulmuş
modeller içine dökerek çeşitli tekniklerle üretme
bir şeye eski biçimini verm ek için o şeyin kalıbına
işlemi.
koymak. | kalıbı değiştirm ek, argo. Ölmek. || kalıbı
dinlendirmek, argo. Ölmek.\\ kalıbı kalıbına, Tıp kalıplamak, [kalıp-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
kı; aynısı; tıpa tıp.|| kalıbı kıyafeti yerinde, Üstü Bir şeyi kalıba koymak; kalıba geçirmek. 2. Ü ret
başı düzgün görünen; görünüşçe iyi; gösterişli. || m ek için kalıba dökmek.
kalıbını basmak, B ir şeyi güvenle doğrulamak; kalıplanm a, [kalıp-la-n-ma] is. 1. Kalıba konulma.
doğruluğunu onaylamak,|| kalıbının adam ı olm a 2. Herhangi bir şeyin kalıbına sahip olma.
KAL r a i K B I • 2358
kalıplanmak, [kalıp-la-n-mak] ed il.f. [-ır] 1. Kalıba kalıtgan, [kalî-mak > kalı-t-ğân] (kalı:tga:n) (eT} sf.
konulmak; kalıba geçirilmek. 2. Herhangi bir şeyin H er zaman kalgıtan; sıçratan. [DLT]
kalıbına sahip olmak; kalıp edinmek, kalıtım, [kal-mak > kal-î-m ak > kalı-t-mak > kalıt
kalıplaşma, [kalıp-la-ş-ma] is. 1. Kalıp durumuna ım] is. biy. Bazı karakterlerin bir nesilden daha
gelm ek eylemi. 2. dbl. Önceleri değişebilir veya sonraki nesillere aktarılması; soya çekim; irsiyet;
çekim eki görünümünde iken kelimenin veya gru veraset, S1 kalıtım bilimi, biy. Bitki, hayvan ve
bun ayrılmaz bir parçası durumuna gelme, insanlarda kalıtım olaylarını inceleyen biyoloji
kalıplaşmak, [kalıp-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Kalıp dalı; genetik.
gibi belli ve değişmez bir şekil almak. 2. Şablon kalıtımsal, [kalıt-ım-sal] sf. Soya çekimle ilgili; ka
durumuna gelmek; katılaşmak; donmak. 3. dbl. lıtımla ilgili; irsî; genetik.
(D il öğeleri veya birlikleri için) özel anlam taşıya kalıtm ak1, [kalî-mak > kalı-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur]
cak biçimde öz anlamını yitirmek, Zıplatmak; yükseltmek; kaldırmak; kalgıtmak; sıç
kalıplaşmış, [kalıp-la-ş-mış] sf. 1. Kalıp durumuna ratmak. [DLT] [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain]
gelmiş olan; basmakalıp; sıradan. 2. Durumunu kalıtmak2, [kal-mak > kalî-m ak > kalı-t-mak] {eT}
sürdüren, belirli bir durumun dışına çıkmayan. 0 gçl. f. [-ur] (Zaman için) kazanmak. [ETY]
kalıplaşm ış iyelik, dbl. Görünürde iyelik ilgisi ku kalıtsal, [kalıt-sal] sf. 1. K alıtla ilgili; kalıta ait. 2.
rulamayan ve bazı kelimelerde kalmış bulunan Soydan geçen; soya çekim; irsî; kalıtımsal. 3. biy.
üçüncü teklik kişi iyelik eki: “bir > bir-i bir-i-s-i, (K arakter için) ana ve babadan oğul döle geçebilen,
kim > kim-i > kim-i-s-i". kalıtsallık, -ğı [kalıt-sal-lık] is. 1. Kalıtsal olma du
kalıplatma, [kalıp-la-t-ma] is. Bir şeyi kalıba vur rumu. 2. A ralarında kan bağı bulunan bireylerin
durma. kalıtım sal etmenlere bağlı olarak belli bir karakter
kalıplatmak, [kalıp-la-t-mak] gçl. f. [-ır] B ir şeyi açısından gösterdikleri benzeşim.
kalıba vurdurmak, kali1, -i’ı [Ar. kâli‘ jJü] (ka:li) {OsT} is. 1. bot. Orta
kalıplı, [kahp-lı] sf. 1. Kalıba vurulmuş, kalıptan A vrupa’da yetişen diken yapraklı, iyon tepkimeleri
çıkarılmış olan. 2. Kalıplanarak biçim verilmiş kuvvetli bir baz özelliği gösteren salsola cinsi bir
olan. 3. mecaz. (İnsan için) iri yarı bir görünüşü bitki. 2. kim. Odun külünden elde edilen potasyum
olan; düzgün biçimli. S kalıplı kıyafetli, İri yapılı karbonat. 3. kim. Potasyum hidroksit ve sodyum
ve kıyafeti düzgün olan. hidroksit.
kalıpsız, [kalıp-sız] sf. 1. Kalıplanmamış olan. 2. kali2, [Ar. gayr / e r kalî-m ak > kâl-i] (ka.ii) {ağız} zf.
mecaz. (İnsan için) ufak tefek; gösterişsiz; biçim Artık; bundan sonra; bundan geri. [DS]
siz; görünüşü düzgün olmayan, ö kalıpsız kıya kaliborit, [Fr. kaliborite] is. Hidratlı doğal sodyum
fetsiz, K ıyafeti bozuk, çelimsiz (kimse). ve m agnezyum borat,
-kalır, [-ğalır / -gelir / -kalır / -kelir] {eT) çek. e. -*■ - kalibre, [Fr. calibre] (ka li’bre) is. 1. Ateşli silahlarda
galır. mermi veya mermi yatağının kesitinin çapı. 2. Y ü
kalışız, [kalî-sız] (kalv.sız) {eT} zf. 1. Tümüyle; ta züklerin çapını ölçm eye yarar konik mastar. 3.
mamıyla; geride kalmaksızın; tamam kalmtısız. Elektrik tellerinin kalınlığını ölçmeye yarar V gö
[ETY] [EUTS] [Tekin] [Gabain] 2. Eksiksiz; tam ola rünüm lü bir ölçü aracı,
rak; tümüyle; tamamıyla; bütünüyle; hepsi bütün; kaliçe, [Far. kâli > kâlîçe < ^6] {OsT} is. Küçük halı;
hep. [EUTS] [Tekin] [ETY] 3. Artıksız; bakiyesiz. seccade.
[Tekin] [ETY] 4. Pek çok. [Tekin] 5. Kalmadan. kaliemi, [Fr. kaliemie] is. biy. kim. Kandaki potas
[ETY] 6. Derhal; hemen; durmadan, yum oranı.
kalış', [kal-ış] is. 1. Kalmak eylemi veya biçimi. 2. kalifer, [Fr. calorifere] {ağız} is. 1. Kalorifer düzene
Bazı etkilere uğradıktan sonra hiç değişmeden ham ği; merkezî ısıtma. 2. Radyatör. [EG]
madde hâlinde kalmaya devam etmesi. kalifiye, [Fr. qualifie] sf. B ir işi yapabilme niteliğine
kalış2, [kalıç] {ağız} is. -*■ kalıç1. [EG] ve ustalığına sahip olma; nitelikli; vasıflı. S kali
kalışm ak1, [kalî-mak (sıçramak) > kalı-ş-mak] {eT} fiye işçi, B ir iş için yetişm iş işçi; uzman işçi; nite
işteş, f. [-ur] Sıçraşmak. [DLT] likli işçi; vasıflı işçi.
kalışmak2, [kal-mak > kal-ış-mak] {eT} işteş, f. [-ur] kaliforniyum, [Fr. californium] (kaliforniyum ) is.
Birlikte geri kalmak, kim. Küriyum elementinin alfa parçacıklarıyla
bombardım an edilmesi ile elde edilen, atom numa
kalıt, [kal-mak > kalî-mak > kal-ıt] is. Bir kimseye
rası 98, radyoaktifliği yüksek bir element, sembolü:
herhangi bir yakınından veraset yoluyla kalan şey;
Cf.
miras.
kaligrafi, [Yun. kalös (güzel) + graphi (yazı) > Fr.
kalıtçı, [kalıt-çı] is. Herhangi bir yakınından kendi
calligraphie] is. G üzel yazı yazma sanatı; hüsnühat
sine veraset yoluyla bir şey kalan kimse; mirasçı. sanatı.
l i i t r l l f g » 1 . 2359 KAL
kalikoz, [Fr. chalicose] is. tıp. Kireçli veya silisli kalkam ak, -ğı [kal(ı)k-a-mak] {ağız} is. Ocak ve tan
tozların solunmasından ileri gelen meslekî akciğer dırların üst kenarlarına yapılan küçük raflar. [DS]
hastalığı. kalkan1, [eT. kalî-mak > kal(ı)-k-mak > kalk-an] sf.
kalikut, [Fr. / İt. calicot OjüJts] {OsT} is. Pamuklu Kalkma eylemini yapan.
kalkan2, [eT. kalî-m ak > kal(ı)-k-mak > kalk-an] is.
bez.
1. Eskiden savaşçının, karşı saldırıdan kendini ko
kalil, [Ar. kıllet > kalıl / *L13] (kali.i') {OsT} sf. 1. rum ak için kullandığı çeşitli malzemeden yapılmış
Çok olmayan; az; kısa. 2. Bilgi ve kültürü az olan. savunma aracı. {eT} (aynı) [DLT] [EUTS] [OKD] [DK]
B kalîlü’I-aded, {OsT} A z sayıda.]] kalîlü’l-akl, 2. Topçu atışlarında numara erlerini, nişan aletleri
{OsT} Aklı kıt. || kalîlü’l-bizâa, {OsT} 1. Sermayesi ni mermi parçalarına karşı kurum ak için topun
kıt. 2. mecaz. Bilgisi az; kültürü kıt. || kalîlü’l-hayâ, kundağı üzerine ve namlunun İlci yanm a konulmuş
{OsT} Utanması az; utanmaz.]] kalîlü’l-hürmet, korunak levhası. 3. Toprak kaym alarına karşı ara
{OsT} Saygısı az; hürmeti kıt.|| kalîlü’l-i’tibâr, zide çalışırken kullanılan dayanıklı metal levha. 4.
{OsT} İtibarı az; değersiz. dnz. Dalgalı havalarda baştan giren dalgaların geri
kalilen, [Ar. kalîl > kaillen (kali; 'len) {OsT} zf. teperek güverteye yayılmasını önleyen engel. 5.
Az olarak. M eydana geldiği jeolojik çağdan bu yana hiç deniz
altında kalmamış olan kara parçası. 6. fız. B ir ışı
kalinis, [Yun. galinis] is. zool. Yağm ur kuşugillerden
nım ın bir alana girmesini önleyen koruma düzene
kuzey yarım kürenin büyük bir bölüm ünde yaşayan
ği. 7. gnşl. Koruyucu; vasi. 8. biy. Birçok hayvanın
ince vücutlu, uzun bacaklı bir yağmur kuşu, (Cha-
vücudunun bütününü veya bir bölüm ünü koruyan
radius morinellus).
bağa veya boynuzsu yapıdaki levhalar, fi1 kalkan
kalinos, [Yun. glinos] is. zool. Tatlı su ve göllerde
bezi, anat. Gırtlağın ön yüzünde ve alt bölümünde
yaşayan iki sırt yüzgeçli, beyaz etli bir balık; tatlı
bulunan, salgısını kana veren, çok damarlı, önemli
su levreği, (Perca fluvia tilis).
bir bez; tiroit.|| kalkan böcekleri, zool. B irçok tü
kalipso, [Yun. Kalypso (efsanevî bir büyücü kadın) > rü, tarım ve orman bitkilerinde asalak olarak ya şa
Fr. calyipso] is. Jam aika’dan yayılmış iki zamanlı yan, kın kanatları kalkanımsı böcekler fam ilyası,
dans müziği ve dans. (Cassidae).\\ kalkan göbeği, Kalkanın ortasında
kalite1, [Lat. qualitas (nasıllık) > Fr. qualite] is. 1. bulunan, üzerine çarpan okların başka yönlere
Bir şeyin iyi veya kötü olma özelliği; nitelik; vasıf. doğru kaymasını sağlayan konik kısım.\\ kalkan
2. Flerhangi bir bakım dan üstünlük; eksiksizlik. S duvarı, İki akıntılı bir çatıda mahya kirişlerinin
kalite kontrolü, B ir malın her türlü nitelik ve özel ucunu taşıyan bir duvarın üçgen şeklindeki üst
liğini belirlemek amacıyla yapılan teknik ve analiz kısmı.\\ kalkan kabzası, Kalkanın iç tarafında bu
işlemlerinin tümü. | kalitesi düşük olmak, İstenen lunan ve savaş sırasında elle tutulacak yer.\\ kal
özellikte olmamak; vasıfsız; dayanıksız; çürük. kan kayışı, Kalkanı asmaya yarayan kayış. || kal
kalite2, [İt. galeotta] is. Buharlı gemilerden önce kan kıkırdağı, anat. Gırtlağın çatısını oluşturan
kullanılan, on sekiz veya yirmi dört kürekçisi bulu en büyük kıkırdak.]] kalkan yapınm ak, {eAT} {OsT}
nan, çektiri türü bir savaş gemisi, Kalkanla siperlenmek.]] kalkan yapmak, Birini
kaliteli, [kalite-li] sf. Ü stün nitelikleri olan; üstün veya bir şeyi kendine koruyucu olarak seçmek.
özellik taşıyan; vasıflı, kalkan3, [eT. kalî-mak > kal(ı)-k-mak > kalk-an] is.
kalitesiz, [kalite-siz] sf. Düşük nitelikte olan; kalitesi zool. Ilık ve serin denizlerde, her iki gözü de yassı
kötü olan; niteliksiz; vasıfsız, bedeninin sol tarafında bulunan, sağ tarafa yatık
kalitesizlik, -ği [kalite-siz-lik] is. Kalitesiz olma olarak yaşayan, eti lezzetli bir kemikli balık,
durumu; niteliksizlik; vasıfsızlık; düşük vasıflı ol (Psetta maeotica / Scopptalmus maximus).
ma durumu. kalkan4, [kalk-an] {ağız} is. Deve dikeni. [DS]
kaliyet, [? kaliyet] {ağız} is. fo lk. K ız evinden erkek kalkancı, [kalkan-cı] is. Kalkan yapan ve satan kim
evine götürülen yiyecek. [DS] se.
kaliyh, [Erme, k ’alik / Yun. kaliki] {ağız} is. Eski kalkansı, [kalk-an-sı] sf. Kalkan biçiminde olan;
ayakkabı. [EG] kalkanı andıran. S kalkansı kıkırdak, Dış kulak
kaliyhman, [? kaliyhman] {ağız} is. A randığında ye kıkırdağı.
rinde bulunam ayan kimse. [EG] kalkar, [İng. calcar] is. zool. 1. Yarasaların kuyruk
kalkale, [Ar. kalkale 4İiÜ] {OsT} is. 1. Hareket et zarına desteklik görevi yapan ve ayak bileğinden
çıkan bir kemik. 2. bot. Bitkilerin çanak ve taç yap
tirme. 2. Seslenme. 3. K ur’an ’ın tecvidinde, k a f tı,
raklarının dibindeki tüp biçimindeki çukur yapı,
be, cim, dal harflerinin cezm halindeki okunuşları,
kalker, [Fr. calcaire] (l ince söylenir) is. jeol. K alsi
kalkamaç, [kal(ı)k-a-maç / kalk-ı-maç] is. Basamak
yum tuzundan meydana gelmiş kayaç; kireç taşı.
basamak, dolambaçlı yokuş.
KAL m U lf C E H .u N
kalkerleşme, [kalker-le-ş-me] is. Kireç taşma dö kalkışmak2, [kalk-ış-mak La] {eAT} {OsT} işteş,
nüşme.
f. [-ur] Birlikte sıçramak; sıçraşmak.
kalkerleşmek, [kalker-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] 1. Ki
kalkıtmak, [kalk-ıt-mak {OsT} gçl. f. [-ur]
reç taşma dönüşmek. 2. (Toprak için) kireçlenmek,
kalkerli, [kalker-li] sf. Birleşiminde, yapısında kireç Sıçratmak; zıplatmak; hoplatmak.
taşı bulunan. kalkma, [kal-ık-mak > kal-k-ma] is. 1. Dik duruma
kalkersiz, [kalker-siz] sf. Birleşiminde ve yapısında gelme; doğrulma. 2. (İnsan için) yatar veya oturur
kireç taşı bulunmayan, durumdan ayakları üzerine durma; dikilme; dikel
me. 3. (Yapışık durum da olan şeyler için) yerinden
kalkık, -ğı [kalk-ık] sf. 1. Asıl bulunduğu yerden
oynama; kabarma; kavlama. 4. (Uyuyan kimse
daha yukarı bir düzeye getirilmiş olan; kaldırılmış
için) uyanma, yataktan çıkma. 5. (Taşıt için) hare
olan. 2. K abararak yerinden ayrılmış, kalkmış olan.
ket etme; gitme. 6. (Örtü vb. için) serili olduğu
3. Ucu yukarı doğru kalkmış olan; dik konumda
yerden toplanarak alınma; toplanma. 7. (Ürün için)
bulunan.
derilme; toplanma; hasat edilme. 8. Bir işe girişme;
kalkıklık, -ğı [kalk-ık-lık] is. 1. Kalkık olm a duru yeltenme; davranma. 9. Bir yere gitmek üzere ay
mu. 2. K alkık olan şeyin niteliği, rılma.
kalkım, [kalk-ım] is. Kayaların sarp ve çıkılması güç kalkm ak, [eT. kalî-m ak (yükselmek) > kal(ı)-k-mak]
yerleri. {eT} gçsz. f. [-ar] 1. Yükselmek; sıçramak; şaha
kalkımaç, [kal(ı)k-ı-maç] is. Cirit sopası; değnek, kalkmak; doğrulmak; dik duruma gelmek. {eT} (ay
kalkımak, [kalı-mak > kal(ı)k-mak > kalkl-m ak nı) [Clauson] 2. {eT} Kabarmak. [KB] 3. (İnsan için)
(kalkımak) {eT} {eAT} {OsT} gçsz. f [-r] Zıp yatar veya oturur durum dan ayaklan üzerine dur
mak; dikilmek; dikelmek. 4. (Yapışık durumda
lamak; sıçramak. [DK]
olan şeyler için) yerinden oynamak; parçalar hâlin
kalkındırma, [kalk-ın-dır-ma] is. Kalkınmasını sağ
de yerinden kopmaya yüz tutmak; kabarmak; kav
lama.
lamak. 5. (Uyuyan kimse için) uyanmak, yataktan
kalkındırm ak, [kalk-ın-dır-mak] gçl. f. [-ır] Kal çıkmak. 6. (M isafir vb. için) gitmek üzere bir yer
kınm asını sağlamak; kalkınmasına yol açmak; kal den ayrılmak. 7. (Taşıt için) hareket etmek; gitmek.
kınm ak için yaptığı çabaya katkıda bulunmak, 8. (Uçak, kuş vb. için) uçmak; havalanmak. 9.
kalkınış, [kalk-ın-ış] is. Kalkınmak eylemi veya bi (Hayvan için) ön ayaklarını yukan kaldırarak arka
çimi. ayakları üzerine dikilmek. 10. (Örtü vb. için) serili
kalkınma, [kalk-m-ma] is. 1. Durumunu düzeltmek olduğu yerden toplanarak alınmak; toplamnak. 11.
eylemi. 2. eko. Bir toplumda kişi başına düşen millî (Hasta için) iyileşerek ayakta dolaşacak duruma
gelir payının artması ve toplum bireylerinin daha gelmek. 12. (Ürün için) derilmek; toplanmak; hasat
rahat yaşam aya başlaması ile kendini gösteren edilmek. 13. (Kanun, karar vb. için) yürürlüğünü
ekonomik iyileşme. S kalkınma hızı, Belirli iki yitirmek; varlığı son bulmak; geçerliliği kalmamak.
tarih arasında meydana gelen gelişm e ve refah p a 14. Uygulanm az olmak; uygulam adan düşmüş ol
yının artması durumu. mak. 15. (Ticaret eşyası için) yok olmak; piyasada
kalkınmak, [eT. kalî-m ak (yükselmek, sıçramak) > olmamak; bulunm az olmak. 16. Bir işe girişmek;
kal(ı)k-m ak > kalk-î-mak > kalkı-n-mak] dönşl. f. yeltenmek; davranmak. 17. Bir yere gitmek üzere
[-ır] 1. Ekonomik durumunu düzeltmek; kademeli ayrılmak. 18. (Sis, kar vb.) kalmamak; etkisini yi-
bir biçimde gelişmek; büyümek; ilerlemek. 2. dnz. tinnek; yok olmak. 19. (Erkeklik organı için) içine
(Gemi için) bir tarafa doğru yatmışken normal du kan dolarak sertleşmek; ereksiyon durumuna geç
rum a dönerek dengesini bulmak. 3. Bir işe başla mek. 20. (At için) belirtilen biçimde koşmaya baş
mak; girişmek, lamak. 21. (Yer için) başak bir yere taşınmak; yeri
değiştirilmek. 22. (Ceza olarak) eskiden okullarda
kalkış, [kalk-mak > kalk-ış] is. 1. Kalkmak eylemi
uygulanan bir disiplin cezası olarak ayakta durmak.
veya biçimi. 2. (Taşıtlar için) kalkma, harekete
23. (Fiilimsi olarak) iki karşıt cümle arasındaki çe
geçme durumu. S1 kalkışa geçmek, (Uçak için)
lişkili durum u belirtir. "Cebinde beş kuruşu yok,
pistte yeleri kadar hız kazandıktan sonra pistten
kalkmış ciğer yiyecek. ” S kalkar olmak, {OsT}
ayrılarak havalanmak.
İster istemez kalkmak; kalkm ak zorunda kalmak. ||
kalkışma, [kalk-ış-ma] is. Bir işe başlama, yeltenme kalk borusu, as. A skerî birliklerin uyandırılması
eylemi; girişme. için sabah çalınan boru kalk gidelim olmak,
kalkışm ak1, [kalk-ış-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Kendi argo. Çalınmak; aşırılmak; kaybolmak.\\ kalk git
gücünü ve yeteneğini aşacak bir işe başlamak; gi kahvesi, {ağız} Söz kesildikten sonra kız istemeye
rişmek. 2. Yerinde olmayan bir şeyi yapmaya yel gelenlere verilen kahve. [DS]|| kalkıp kalkıp
tenmek. 3. Yapmak; işlemek; başlamak. oturm ak, Öfke ve sinirlenme yüzünden yerinde
İ M İ K IMS. 2361 KAL
duramamak.\\ kalkm ak kopmak, {eT} 1. Ayağa kalleş1, [Ar. kallâş j i ^ ] sf. 1. Verdiği sözü yerine
kalkmak. 2. Kalkıp yola çıkmak. [DK] getirmeyen; sözüne güvenilmez. 2. Dönek. 3. G iz
kalkojen, [Fr. chalcogene] is. kim. Periyodik sistem lice kötülük yapan; arkadan vuran. 4. {ağız} T em
de altıncı grupta yer alan oksijen, kükürt, selen bel; eli ağır. [DS] 5. {ağız} Ters insan. [DS]
yum, tellür, polonyum gibi iki değerli ametallerinin kalleş2, [? kalleş] {ağız} is. Gelin ayakkabısı. [DS]
genel adı.
kalleşçe, [kallaş-çe] zf. 1. Kalleşe yakışır biçimde. 2.
kalkolitik, -ği [Fr. chalcolithique] is. Bakırın kulla sf. (Tutum ve davranış için) kalleş birinden bekle
nılmaya başlaması ile nitelenen tarih öncesi devir; nebilir nitelikte olan,
Bakır Çağı.
kalleşlik, -ği [kaileş-lik] is. 1. Kalleş olanın niteliği.
kalkulatör, [Lat. calculus (hesap yapm ada kullanı 2. Kalleşçe davranış. S kalleşlik etmek, }. Vermiş
lan çakıl) > İng. calculateur] olduğu sözü yerine getirmemek. 2. D öneklik etmek.
kallab, [Ar. kalb > kallâb (kalla.b) {OsT} is. 1. 3. Arkadan vurmak.
Kalp para basan kimse; kalpazan. 2. Fler kalıba gi kallete, [? kallete] {ağız} is. Küçük boy kalas. [DS]
ren; düzenbaz, kaili, [? kaili] {ağız} is. Ağaçkakan. [DS]
kallanguç, [karlan ? + kuş] {ağız} is. Kırlangıç. [DS] kallik, -ği [? kallik] {ağız} is. Buzağı. [DS]
kallaş, [Ar. kallâş J ^ ] (kalla.ş) {OsT} is. -*■ kalleş. kallon, [İt. galion] {ağız} is. Kalyon. [DS]
kalloş, [Fr. galoche > Rus. galoş] {ağız} is. M est
kallavi, [Ar. kallâ (kule) > OsT. kallâvi ^ j -^ ] (kal- üzerine giyilen ayakkabı. [EG]
la:vi:) {OsT} is. 1. İm paratorluk döneminde vezirle kalma, [kal-ma] is. 1. Kalmak eylemi. 2. sf. H erhan
rin giydiği, üstüne tülbent sarıldıktan sonra sağdan gi bir kimseden veya geçmiş dönemden kalmış
sola doğru dört parm ak kalınlığında sırma harç ile olan. S kalma durumu, dbl. Bir ismin veya isim
süslenmiş koni biçiminde kavuk. 2. sf. İri; büyük. soylu bir kelimenin taşıdığı anlamda bulunduğunu
fi1 kallavi fincan, Kulpsuz, büyük fincan. belirten durum; Türkçe’de kalma durumu -de eki
kaile1, [? kaile] {ağız} is. 1. Para kasası. 2. Kumbara. ile yapılır; lokatif; bulunma hali.
[DS] S kaile çekmek, {ağız} B ir kimsenin gelirini kalm ak1, [ka-mak (yığmak, biriktirmek; eklemek) >
ve para durumunu, bütçesini araştırmak, yokla kâl-m ak / kal-mak] gçsz. f. [-ır] 1. Bulunduğu du
mak. [DS] rum u veya konumu korumak, değiştirmeden dur
kaile2, [? kaile / kale] {ağız} is. 1. Sincap. 2. Sincabın mak. 2. B ir yerde veya birinin yanında bulunmaya
kış için ceviz, fındık, kestane vb. sakladığı yer. devam etmek; oradan ayrılmamak; bir süre orada
[DS] beklemek; oyalanmak. {eT} (aynı) [ETY] [EUTS]
kaile3, [Ar. kalye] {ağız} is. 1. Sebze yemeği; musak [DLT] [KB] [Gabain] [Yüknekî] 3. Yerleşmek; ikam et
ka. 2. Kapuska. 3. Haşlanmış, dövülmüş nohut, et etmek; konmak; oturmak. 4. (Ölçü, zaman ve uzak
ve soğan ile yapılan bir yemek. 4. Komposto. 5. lık için) belirtilen kadar bulunmak. 5. (Eşya vb.
Rendelenmiş kabağa süt katılarak pişirilm iş bir için) birinde veya bir yerde unutulmuş olmak; bıra
yemek. 6. Reçel. 7. Kestane kabağından yapılan kılmak. 6. (Olumsuz çekimle) harcayıp bitirmiş
tatlı. 8. M eyve kurusu. 9. Domates salçası. [DS] <5 olmak; tüketmek. 7. Bir harcam a veya tüketme so
kaile gezen, {ağız} Havuç. [DS]|| kaile kabak, nucunda belirtilen miktarda artmış olmak. 8. K en
{ağız} Bir tür kış kabağı. [DS] disi ile birlikte bulunanlar yok olduktan, dağıldık
kaile4, [? kaile] {ağız} sf. 1. Karışık. 2. Çavdarla tan veya gittikten sonra da var olmak; durmak; bu
karışık buğday. [DS] lunmak; varlığını sürdürmek. 9. (İz, leke vb. için)
kaile5, [Ar. kelle => kaile] {ağız} is. Toprak yumrusu; etkisi geçtikten sonra da belirtisi devam etmek;
kesek. [DS] kaybolmamak; çıkmamak. 10. (Soyut kavramlar
kalleç, -ci [Ar. kallâş => kalleç] {ağız} s f Kalleş. için) etkisini sürdürmek; devam etmek; varlığını
[DS] korumak. 11. (Öğrenci için) aynı sınıfı veya dersi
kalleli, [kalle-li] {ağız} sf. (Buğday için) karışık. [DS] bir daha okumak zorunda kalmak; b ir üst sınıfa
veya derse devam edememek. 12. Çıkarma işlem i
kallem, [Ar. kallâş => kallem] {ağız} sf. Kalleş. [DS]
nin sonucu olmak. 13. (Bir iş veya etkinlik için)
kallenıiş, [Far. kalamis] {ağız} is. -*■ kalemis. [DS]
yapılamamak; tamamlanamamak; geri bırakılmak,
kallemit, [Yun. ganumidis] {ağız} is. Çapkın. [DS] 14. (Taşıt için) yolda giderken bozulmak; yürüye
kallemkop, [? kallem + kop] {ağız} zf. Toptan; hep mez hâle gelmek; vardırılmak istenen yere götürii-
birlikte. [DS] lememek; yolda durmak. 15. (Çalışma, iş, faaliyet
kallenkuş, [kırlangıç] {ağız} is. K ırlangıç. [DS] vb. için) daha sonra sürdürmek üzere belli b ir du
kallcp, [? kallep] {ağız} is. Yaban güvercini. [DS] rum da bırakılmak. 16. Bir şeyi yapamamak; yap
kalleplenmek, [kallep-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] maktan alıkonulmak, 17. (Bir iş için) birisinin yetki
Baştan savma iş yapmak. [DS] ve sorumluluk alanı içine girmek; onu ilgilendir
KAL Ö IÜ M Ü ® SÖZLÜK • 2 3 6 2
mek; yapılması ona düşmek, ona bırakılmak. 18. kalnatmak, [kaim > kal(ı)n-at-mak] {eT} dönşl. f. [-
Bütünüyle ileri bir tarihe bırakılmak; ertelenmek. ur] Kalınlaşmak. [DLT]
19. (Mal, mülk, servet vb. için) miras yoluyla geç kalngu, [kal-mak > kal-ın-m ak > kal-ınü / kalnü]
mek; geçmek; aktarılmak. 20. Belirli bir gelir ile (kalnu) {eT} is. Suyun yüzünde durma; suyun yü
yetinm ek zorunda olmak; yetinmek. 21. B ir şeye züne çıkma. [DLT]
bulanmak; kaplanmak; bir şey bulaşmak. 22. Ba kalnguk, [*kalm-mak > kalınü > kalm u-k / kalnu-k ]
kım ı bir kimsenin üzerinde bulunmak; o kişi tara (kalhuk) {eT} is. Başta oluşan kepekler; kürk veya
fından korunup gözetilir olmak. 23. Ölmek. 24. deriye yapışkan bulaşmasıyla meydana gelen kıv
Olumsuz biçimde gelişm ek ve öylece devam et rıntı. [DLT]
mek. 25. (Yardımcı fiil olarak) herhangi bir olum
kalngulamak, [kalnü > kalnü-lâ-mak] (kalhu:la:-
suz duruma düşmek. 26. (Yardımcı fiil olarak, fiil
mak) {eT} gçsz. f. [-r] Suyun yüzüne çıkmak; sudan
+ e + kalmak) sürerlik ifade eden birleşik fiil yapar.
başını yüksekte tutmak. [DLT]
27. (Yardımcı fiil olarak, fiil -ip + kalm ak) sürerlik
kalnum ak, [kaim > kal(ı)nü-mak] (kalhu;mak) {eT}
ifade eder. {eT} (aynı) [ETY] 28. {eT} Umutsuz du
g ç sz.f. [-ur] Kalınlaşmak. [DLT]
rum da olmak. [ETY] 29. Yığılmak; birikmek; ço
ğalmak. [İKPÖy.] 30. {eT} Bırakılmak. [İKPÖy.] kaloç1, -cu [Ar. kalüş] {ağız} is. Küçük orak. [DS]
[DLT] fi1 kal aç, {eT} Kalın; bekleyin. [DLT]|| kala kaloç2, -cu [Far. galoche] {ağız} is. Bir tür ayakkabı.
kala 1. Olup olacağı; bütünü; tamamı. 2. "Başka [DS]
hiçbiri değil de, kalmadı d a ’’ anlamında beğenme kaloma, [İt. calöma] (kalo ’ma) is. dnz. Demir atmış
me bildirir. “K ala kala senin kağnıya mı kaldık? ”|| bir geminin zincirinin su içindeki bölümü,
kaldı ki, Bundan başka; bununla birlikte]] (...den) kalom el, [Fr. calomel] is. kim. Cıva bileşiklerinden,
kalır yeri olm amak, Farksız olmak; onun gibi ol- hekim likte kurt düşürücü ve müshil olarak kullanı
mak.\\ (fiilimsi + -ye) kalmamak, Fırsat bulama lan b ir toz; tatlı sülümen; HgCİ.
mak; zam an kalmamak; birden bastırmak. kalori, [Fr. calorie] is. fiz. 1. N orm al atmosfer basın
kalmak2, [kal-mak 15/ j*JS] {eAT} {OsT} dönşl. f. [- cında, ısınm a ısısı 15°C’lik suyunkine eşit olan bir
ur] 1. Bağlanmak; kapılmak. 2. İtibar göstermek; cismin bir gramının sıcaklığını 1°C yükseltm ek için
değer vermek. 3. Bakmak, gerekli ısı miktarına eşit ısı birimi; 4.1855 ju l değe
rindeki ısı birimi, kısaltması: Kal. 2. Besinlerin do
kalmakal, [? lcalmakal] {ağız} is. Gürültü. [DS]
kular içinde yanarak vücuda verm iş olduğu ısı ve
kalmalı, [kal-ma-lı] sf. Kalma durumunda olan, ö
enerji değeri. ö kalori değeri, B ir besinin belirli
kalmalı tüm leç, dbl. Cümlenin anlamını tamamla
bir miktarının sağlamış olduğu enerji miktarı.
yan kalma durumundaki tümleç.
kalorifer, [Fr. calorifere] is. 1. M erkezî ısıtma siste
kalmast, [? kalmast] {ağız} is. Harman kaldırılırken,
mine bağlı olarak b ir kazandan çıkan sıcak su, bu
yoksullara ve çocuklara dağıtılan buğday. [DS]
har ya da sıcak havayı borularla dolaştırmak sure
kalmaş, [kalleş] {ağız} is. -*• kalleş. [DS]
tiyle binanın başka yerlerini ısıtan sistem. 2. Rad
kalmık, -ğı [kal-mık] {ağız} is. Evlenmemiş yaşlı kız. yatör. B kalorifer borusu, Kazandan gelen sıcak
[DS]
su, buhar y a da havanın ısınacak ortama ulaşma
kalmış, [kal-mak > kal-mış jîIU ] {eT} sf. 1. Kalan; sını sağlayan yalıtılm ış boru.\\ kalorifer dairesi,
kalanlar; kalm ış olanlar. [ETY] [Tekin] 2. {ağız} -*■ M erkezî ısıtma işleminin gerçekleştiği yer. \\ kalori
kalmık. [DS] 3. {eAT} {OsT} Düşkün; âciz, fer kazanı, Kalorifer boruları ile ilgili yerlere
kalmışlık, -ğı [kal-mış-lık ^Juiili] {OsT} is. D üşkün gönderilen sıcak hava, buhar y a da sıcak suyun
ısıtıldığı kazan. || kalorifer peteği, Borulardan ge
lük; âcizlik.
len ısınmış hava, buhar y a da suyun ısısını odaya
kaimi, [? kaimi] {ağız} is. Domates. [DS] yayan dilim li m etal parça.
kalm uk1, [Kalmuk (M oğol boyu)] is. tekst. Çözgü kaloriferci, [kalorifer-ci] is. 1. Yapılarda kalorifer
sünde normal taranmış, atkısında ise yağlı taranmış düzenini kuran, tesisi döşeyen ve gerektiğinde ona
iplik kullanılan tüylü yün dokuma. ran kimse. 2. Kalorifer kazanını yakan, temizliğini
kalmuk2, -ğu [kalmuk] {ağız} is. Göz kapağı. [DS] yapan kimse.
Kalmuklar, [Kalmuk-lar] is. Oyrat adıyla da anılan kalorifercilik, -ği [kalorifer-ci-lik] is. 1. Kaloriferci
bir Moğol halkı, nin işi ve mesleği; kalorifer düzeni kurma ve ge
kalmuklaşmak, [kalmuk-la-ş-mak] {ağız} dönşl. [-ır] rektiğinde onarm a işi. 2. Kalorifer kazanını yakma
(Konuk için) bıktıracak kadar uzun süre oturmak. ve tem izliğini yapm a işi.
[DS]
kaloriferli, [kalorifer-li] sf. Kalorifer düzeni kurulu
kalnadmak, [kalın > kal(ı)n-âd-mak] {eT} dönşl. f. [- olan.
ur] Kalınlaşmak. [DLT] kalorimetre, [Fr. calorimetre] (kalorime ’tre) is. Bir
İ îM I I M Ü f i.2 3 6 3 KAL
cismin ürettiği ya da açığa çıkardığı ısı miktarını sedilen, kalbin ve kalp bölgesinin sinirsel ağrısı;
ölçmeye yarayan araç; ısıölçer; ısıkerte. göğüs anjini. 2. Aşkın yarattığı derin üzüntü..\\ kalp
kalorimetri, [Fr. calorietrie] is. Çeşitli olaylar sıra genişlemesi, Kalp boşluklarının genişlemesi;
sında açığa çıkan ısı enerjisinin miktarını ölçmeyi kardiektazi.\\ Kalp kalbe karşıdır. “Sevgi karşılık
konu alan fizik dalı; ısı ölçümü, lı olur. ” anlamında kullanılır. || kalp kası, -*■ yürek
kaloş, [Fr. galoche] is. -*■ galoş. kası.|| kalp kazanmak, Güzel bir söz veya ince bir
davranışla karşısındakini kendine bağlamak. || kalp
kalp1, -bi [Ar. kalb ı_JS] (l ince söylenir) {OsT} is.
kırmak, Kaba bir davranış veya sözle karşısında
anat. 1. Göğüs boşluğunda, iki akciğer arasında, kini gücendirmek; kendinden soğutm ak.|| kalp kri
vücudun her yanından gelen kanı akciğerlere, ora zi, Kalbin normal çalışmasını engelleyen bir rahat
dan gelen temiz kanı da dokulara dağıtan organ; sızlık;. kalbi besleyen atardamarın doku bozukluğu
yürek. 2. Bu organa ait herhangi bir hastalık. 3. sebebiyle tıkanması; enfarktüs.\\ kalp merkezi, Son
mecaz. Sevgi, acıma, şefkat, vicdan gibi İnsanî boyun omurlarından altıncı sırt omuruna kadar
duyguların kaynağı; iyilik ve insanseverlik duygu uzanan om urilik bölgesi.\\ kalp önü ağrısı, Göğüs
su. 4. mecaz. B ir ülkenin, bir kuruluşun en önde boşluğunun kalbin önüne gelen yanındaki ağrısı. ||
gelen etkinlik merkezi; bir şeyin can evi. 5. mecaz. kalp sektesi, tıp. Kalbin ansızın durması. || kalp
Sevgi; gönül; muhabbet. 6. mecaz. İç; ruh. 7. me sıkışm ası, tıp. Kalpten gelen bazı ağrılara verilen
caz. Bir şeyin ortası ya da en önemli bölümü; can ad; stedokardi.\\ kalp spazmı, tıp. Kalbin irade dışı
alıcı noktası. S kalbe doğmak, Olacak bir şeyi sıkılıp gevşem esi ve bundan dolayı ağrı duyulma
belirtilerinden, önceden hissetmek.\\ kalbe do sı,|| kalpten gelen, İçten, sam im i olan.
kunmak, İç acısı vermek; hüzünlendirmek; üz
kalp2, -bi [Ar. kalb {OsT} is. 1. Tersine çevirme;
mek,|| kalbe işlemek, B üyük bir iç acısı verm ek.|[
kalbi atmak, Heyecandan kalp atışları hızlan döndürme. 2. Bir durumdan başka bir duram a çe
mak,|| kalbi çarpmak, Heyecanlanmak; heyecan virme; dönüştürme; değiştirme. 3. sf. Sahte; hileli.
sonucu kalbin atışı hızlanmak.\\ kalbi bozuk, N iye 4. Resmî ve doğru olmayan; düzme. 5. Tembel; işe
ti, düşüncesi kötü olan; kötü niyetli. || kalbi bütiin, yaramayan. 6. Kendisine güvenilmeyen; yalancı. S
1. A çık yürekli; kötülük taşımayan; dürüst. 2. {ağız) kalp adam, Kendisine güvenilmeyen, inanılmayan
Namuslu. [DS]|| kalbi fesat, Kötülük düşünen; kıs kimse; sahtekâr. || kalp etmek, {OsT} -*■ kalbet-
kanç; haset eden. || kalbi geniş, H içbir şeye aldırış mek.|| kalp olmak, {OsT} -*■ kalbolmak.|| kalp pa
etmeyen; geniş yürekli; kaygısız. || kalbi kanamak, ra, {OsT} Sahte para. || kalp tahtası, {ağız} Üzerin
Çok üzüntü duymak; ıstırap çekmek.\\ kalbi ka de çini kesilen tahta. [DS]
rarmak, D inî inanç ve duygularınıyitirm ek.\\ kalbi kalp3, [Sansk. kalpa] is. Zaman; devir; çağ. [EUTS]
kırık, D uygusal yönden incinmiş olan.\\ kalbi kı [Gabain]
rılmak, Duyguları incinmek; gücenm ek.|| kalbinde kalpah, [kalpak / kalpah] {ağız} is. 1. Kalpak. 2. İbik.
kin ve garaz tutmak, Birine karşı içten düşmanlık [EG]
beslemek; öç alma duygusu içinde bulunmak.|| kal kalpak, -ğı [kalıp (kapak) > kal(ı)p-ak [EREN]] is. 1.
binden kopmak, İçinden gelmek; isteyerek yap- Kesik koni biçiminde deri, kürk veya kumaştan
mak. || kalbine girmek, Birinin sevgisini kazan- yapılan alınlıksız bir başlık. {eT} (aynı) [Nevâyî] 2.
mak. || kalbine göre, Birinin istek ve dileğine uygun {ağız} Horoz ibiği. [DS] 3. {ağız} Baharda duvarlar
biçimde.\\ kalbini açmak, B ir kimseye gizli tuttuğu da çıkan, etli yaprağı şapka gibi olan bir bitki. [DS]
bilgileri açıklamak; sırlarını söylemek. || kalbini 4. {ağız} Saban demiri ile oku birbirine birleştirip
çalmak, Birinin kendine âşık olmasını sağlamak.|| tutan ağaç. [DS] 5. {ağız} Dört tekerlekli arabalarda
kalbini dinlemek, Duygularıyla hareket etmek; m azı ile tekerleklerin geçirildiği çulkuyu bağlayan,
acımak; merhamet etmek. || kalbinin sesini dinle su bardağı biçiminde demir parça. [DS] 6. {ağız}
mek, D uygularının yönlendirdiği şeyi yapmak; Kimi kuşların ve kümes hayvanlarının başındaki
acımak; merhamet etmek. || kalbini okumak, Biri kabarık tüyler. [DS]
nin davranışlarından niyetini ve gizli emellerini kalpakçı, [kalpak-çı] is. 1. Kalpak yapan veya satan
anlamak; düşüncelerini sezmek. || kalbinin en gizli kimse. 2. Kalpak yapılan yer veya satılan dükkân,
köşesinde, Benliğinde; sevgi dünyasının en iç nok kalpakçılık, -ğı [kalpak-çı-lılc] is. Kalpak yapm a ve
talarında; ruhunda.\\ kalbi parça parça olmak, satma işi.
M erhamet etmek; acımak. || kalbi rahat, Gönül kalpaklı, [kalpak-lı] sf. Kalpak giymiş olan,
rahatlığı içinde olan.|| kalbi sıcak, Samimi; içten.|| kalpaklık, -ğı [kalpak-lık] sf. 1. Kalpak yapmaya
kalbi sızlamak, Çok üzülmek; gönül acısı duymak; uygun kürk, kumaş veya deri. 2. Kalpak konulan
içi sızlamak. || kalbi tem iz, H erhangi bir kötü niyet yer.
taşımayan; kötülük düşünm eyen,|| kalp acısı, Derin kalpaklılar, [kalpak-lı-lar] is. Kurtuluş Savaşında,
üzüntii.\\ kalp ağrısı, 1. tıp. M ide ağzı üzerinde his M illî Mücadelenin sembolü hâline gelmiş bulunan,
KAP m m f C E U • 2364
siyah kalpak giymiş M ustafa Kemal (Atatürk) ve kaltaban, [Far. kalteban jLdS] sf. 1. Namussuz; al
arkadaşlarına verilen ad.
çak; pezevenk. 2. Düzenbaz; yalancı; şarlatan; hi
kapnaz, [? kalpanaz] {ağız} is. Büyük yapılı hayvan leci. 3. {ağız} (Kişi için) korkak; tabansız; kof. [DS]
ların aşıkları. [DS] 4. {ağız} Konuşmasını bilmeyen. [DS]
kalpazan, [Ar. kalb (sahte) + Far. -zen (vuran) > kaltabanlık, -ğı [kaltaban-lık] is. 1. Kaltaban olma
kalpazan OljUlS] is. 1. Sahte para basarak piyasaya durumu. 2. K altabanca davranış; namussuzluk; al
süren kimse. 2. sf. Yalan ve dolanla iş gören; sah çaklık; pezevenklik; düzenbazlık; yalancılık; şarla
tekâr. tanlık; hilecilik,
kalpazanlık, -ğı [kalpazan-lık] is. 1. Kalpazan olma kaltaçı, [kal-mak > kal-taçı] {eT} zf. Kalacak; kalıcı.
durumu. 2. Sahte para basm a ve piyasaya sürme [ETY]
suçu. 3. mecaz. Kalpazanın yaptığı iş; sahtecilik; kaltak, -ğı [eT. kal-î-m ak (yüselmek) > kal(ı)t-m ak >
sahtekârlık. kalt-ak / kalt-uk / kaltok] is. 1. Eyerin ahşap kısmı.
kalpe, [Yun. kalpe (tırıs)] is. Eskiden olimpiyat o- 2. Üzeri meşin, halı vb. kaplanmamış eyer. 3. Kus
yunlannda, binicisinin bitiş çizgisine yaklaştığı kunsuz eyer. 4. {ağız} Eyer. [DS] 5. {ağız} Eski
sırada atından inerek dizginden tutm ak suretiyle ayakkabı. [DS] 6. {ağız} Delikanlı. [DS] 7. sf. (Kadın
bitirm ek zorunda olduğu bir tür at yarışı, için) toplum da cinsel ilişki açısından geçerli ahlak
kurallarına uymayan; iffetsiz; namussuz. 8. {ağız}
kalplaşma, [kalp-la-ş-ma] is. Kalp hâle gelme,
(K adın için) yaşlı. [DS] & kaltak kaşı, Eyerin ön
kalplaşmak, [kalp-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Çalışkan
ve arkasında bulunan çıkıntılı kısım. || kaltak şilte
lığım kaybetmek; tembelleşmek; işe yaram az ol
si, Eyerin üzerine konulan minder, halı gibi şeyler.
mak.
kaltaklık, -ğı [kal-ta-k-lık] is. 1. Toplum da geçerli
kalplık, -ğı [kalp-lık] is 1. Kalp olm a durumu; işe
cinsel ahlak kurallarına uymayan kadının durumu;
yaramazlık; tembellik. 2. Sahte olma durumu; düz-
iffetsizlik; namussuzluk. 2. N amussuz kadına yakı
melik; sahtelik,
şan davranış,
kalpli, [kalp-li] sf. (Bir sıfat ile birlikte kullanıldığın
kaltaşı, [kal + taş-ı] {ağız} is. Gülle. [DS]
da) belirtilen nitelikte duygularla dolu olan,
kaltı, [Toh. kuyalte > kaltı] zf. 1. Nasıl? [Üç îtigsizler]
kalpsiz, [kalp-siz] sf. mecaz. Acıma duygusu taşım a
[EUTS] [Gabain] 2. Şu şekilde; şöyle ki; yâni. [Üç
yan; katı yürekli; acımasız; merhametsiz; zalim,
Îtigsizler] [EUTS] 3. ...-ince. [EUTS] 4. e. Eğer; şayet;
kalpsizlik, -ği [kalp-siz-lik] is. Kalpsiz olma duru yani; gibi; -dığı gibi; nasıl ki; ne zaman ki; şöyle
mu; acıma duygusu taşımama; acımasızlık; mer ki; daha doğrusu; ki; [ETY] [İKPÖy.] [EUTS] [Gabain]
hametsizlik; zalimlik,
kaltık, -ğı [kal(ı)t-ık] {ağız} is. Eski ayakkabı. [DS]
kalsavık, -ğı [kal+sav-ık] {ağız} is. Fasulye samanı. kaltuk, [kal-ıt-mak > kal(ı)t-uk / kaltok] {eT} is.
[DS]
Yaban sığırı boynuzu. [DLT]
kalseduan, [Yun. Khalkedon (K adıköy’ün eski adı)
kalturmak, [kal-mak > kal-tur-mak / kalk-tur-mak]
> Fr. calcedone] is. min. Kuvars ve opal liflerinden
{eT} g ç l . f [-ur] Arkada bırakmak; geçmek. [DLT]
oluşmuş kırmızı, kahverengi, yeşil renkli olabilen
bir tür silis; akik; Kadıköy taşı, kalubela, [Ar. kalü (dediler) + belâ (evet) jJlü]
kalsemi, [Fr. calcemie] is. Kanda bulunması gereken (ka:lû:belâ:) {OsT} is. 1. “E v e t!” dediler. 2. İnsanın
kalsiyum iyonu miktarı, A llah’a inandığı, birliğini ve yüceliğini kabul etti
kalsiferol, [Fr. calciferol] is. biy. kim. Kemiklere ği, zamanın başlangıcı; bezm-i elest; elest meclisi.
kalsiyum bağlanmasını ve büyümeyi sağlayan D2 S kalubeladan beri, Çok eski zamandan beri.
vitaminin tıptaki adı. kâluc, [Far. kâlüc ^ j ) ^ ] (kâ:lu:c) {OsT} is. 1. Gü
kalsit, [Fr. calcite] is. min. Doğal kalsiyum karbonat; vercin. 2. K üçük parmak,
C a C 0 3. kalucak, -ğı [kalu-cak] {ağız} is. İnce tahtadan ya
kalsiyum, [Lat. calc (taş) > Fr. calcium] is. kim. pılmış silindir biçiminde kutu. [DS]
A tom numarası 0, atom ağırlığı 40,08 olan, beyaz kaluç1, -cu [Ar. kâlüş] {ağız} is. Küçük orak. [DS]
renkte, bıçakla kesilebilen, yoğunluğu 1,54, ergime kaluç2, -cu [Fr. galoche] {ağız} is. Bir tür ayakkabı.
sıcaklığı 810°C olan, canlıların kemik yapısına gi [DS]
ren ve hücrelerde ikinci haberci olarak görev yapan
kaluça, [Far. kâll => kâlü-ça jJ 15] {eAT} is. Taban.
toprak alkalilerinden en yaygın element, sembolü:
Ca. kaluğan, [kalu-ğan] {ağız} is. Eşek dikeni; deve
dikeni. [DS]
kalsiyumlu, [kalsiyum-lu] sf. Birleşiminde kalsiyum
bulunan; kalsiyum içeren, k alu h , [kal-ık / kal-uh] {ağız} is. -*■ kalık1. [DS]
kalsiyumsuz, [kalsiyum-suz] sf. Birleşiminde kalsi k a lu k 1, -ğu [kal-uk / kal-ık] {ağız} is. 1. -*■ kalık1. 2.
yum bulunmayan; kalsiyum içermeyen. Arpacık soğanı; soğancık. [DS]
H U K C E » i . »65 KAM
kaluk2, -ğu [kal-uk] {ağız} is. Ormandan, fundalıktan kalye2, [Ar. kâlye] {ağız) is. -*■ kalya2. [DS]
açılarak tarlaya eklenen parça. [DS] kalyet, [? kalyet] {ağız} is. Gelincik. [DS]
kaluk3, -ğu [kal-uk] {ağız} is. Eski ayakkabı. [DS] kalyon, [İt. galea / galeone > Venedik leh. galion] is.
kalum, [? kalum] {ağız} is. Sulu, batak tarlaları ku 1. Yelkenli ve kürekle yürütülen iki veya üç am bar
rutmak için açılan su arkları. [DS] lı en büyük savaş ve yük gemisi. 2. {ağız} B ir tür
kalunç, -cu [? kalımç / kaluç] {ağız} is. -*■ kaluç. [DS] pipo; lüleli çubuk; ağızlık. [DS]
kalung, [kal-un ^ Ü ] {OsT} is. Nikâh bedeli; mehir. kalyoncu, [kalyon-cu] is. 1. Kalyonlarda görevli
asker; kalyon eri. 2. gnşl. Bahriye askerlerine veri
kaluntu, [kal-mak > kalıntı] (ağız} is. Artık; kalıntı.
len genel ad.
[DS]
kalurga, [kal-mak > kal-ur-ga] {ağız} is. İskelet. [DS] kalyum, [Fr. kalium] is. kim. Eskiden potasyum a ve
rilen ad.
kalurlak, -ğı [kal-ur-la-k] {ağız} is. Yaban yulafı.
[DS] kalyurmak, [kalyur-mak ?] gçsz. f. [-ur] Kızmak;
hiddetlenmek. [ETY]
kâlus, [Far. kâlüs ^jllS"] (kâ:lu:s) {OsT} is. Ahmak;
akılsız; bön. kâm, [Far. kâm flS-] (kâ:m) {OsT} is. 1. Ağzın üstü;
damak. 2. Tat; zevk; lezzet. 3. Dilek; istek; arzu;
kâlusane, [Far. kâlüsâne <;L*_j)lS'] (kâ:lu:sa:ne) {OsT}
emel. S kâm almak, 1. B ir şeyden umduğunu,
zf. Aptalcasına; ahmakça,
beklediğini elde etmek. 2. Elde ettiği şeyin tadını
kaluş, [? kaluş] {ağız} is. Keçiboynuzu yemişi. [DS] çıkarmak; lezzetini bulmak.]] kâm-bahş, {OsT}
kâluşe, [Far. kâlüşe tijllS '] (kâ:lu:şe) is. 1. Tencere. Herkesin isteğini yerine getiren; bağışlayan.\\ kâm-
2. Çömlek, bîn, {OsT} Kâm görücü; mutlu. || kâm-binân, {OsT}
kalüç, -cii [? kalüç] {ağız} is. -*• kaluç. [DS] M utlular,|| kâm-binî, {OsT} Mutluluk.\\ kâm-cü,
{OsT} Emeline kavuşmak isteyen.\\ kâm-güzâr,
kâlüfte, [Far. kâlüfte 4xjsJIS"] (kâ;lüfte) {OsT} is. He
{OsT} İsteğini elde edebilen.\\ kâm-kârane, {OsT}
yecan yüzünden oluşan zihin karışıklığı, M utlu olana yakışır biçimde; mutlulukla.\\ kâm-
kalva, [kalva] {eT} is. Öğrenci oku; üzerinde temreni kârî, {OsT} İsteğine kavuşmuş olma durumu; m ut
bulunmayan ok. [DLT] luluk.|| kâm-na-kâm, {OsT} İster istemez; elbette.||
Kalvenci, [Calvin > kalvenci] is. Kalvenciliği be kâm-perver, {OsT} Emel besleyici.|| kâm-perve-
nimseyen kimse. rân, {OsT} E m el besleyiciler.\\ kâm-perverî, {OsT}
Kalvencilik, -ği [Calvin > kalven-ci-lik] is. fel. Allah E m el besleme durumu; em el besleyicilik.\\ kâm-
ile kul arasına hiçbir kimsenin giremeyeceğini be rân, {OsT} İsteğine, arzusuna kavuşmuş; mutlu;
lirterek Hristiyanlığın eski sade hâline dönmesi mutluluğunu sürdüren.|| kâm-rânân, {OsT} İsteğine
gerektiğini savunan î. C alvin’in görüşü ve Protes kavuşmuş olanlar; mutluluğunu sürdürenler,||
tanlığın özel kolu. kâm-râne, {OsT} Mutluluğunu sürdürürcesine.\\
Kalvenizm, [Fr. calvinisme] is. Kalvencilik, kâm-rânî, {OsT} İsteğine kavuşmuş olma durumu.\\
kalvermek, [kal+ver-mek] {ağız} g ç l . f [-ir] Salmak; kâm-revâ, {OsT} İsteğine erişen.]] kâm-revâyî,
bırakmak; koyvermek. [DS] {OsT} isteğine erişme hâli; emeline erişirlik.\] kâm
kalya1, [Ar. kıla (potas) > kalya <JU] {OsT} is. -* u nâ-kâm, {OsT} İster istemez; elbet.|| kâm-ver,
kalye. S kalya taşı, {OsT} -*■ kalye. {OsT} İsteğine kavuşmuş; mutlu.]] kâm-verân,
{OsT} Emeline kavuşmuş olanlar.]] kâm-yâb, {OsT}
kalya2, [Ar. kâlye / kâliye <JÜ] (ka:lya) {OsT} is.
İsteğini elde etmiş; aradığını bulmuş.
Sade yağ içinde kavrularak pişirilen kabak veya k am 1, [kânı] (ka:m) {eT} is. Eski Türk inanç sistemi
patlıcan yemeği. olan Gök Tanrı dininde din adamı; şaman; balesi;
kalya3, [Ar. galiye <uili] (ka:lya) {OsT} is. -*■ galiye. ozan; kâhin; büyücü; sihirbaz. [DLT] [EUTS] [Ga
kalyağı, [kal+yağ-ı] {ağız} is. D ondurulm uş haşhaş bain]
yağı ile iç yağı karışımı. [DS] kam2, [Al. kamm (doruk)] is. 1. Bir dönme hareketi
ni, hesaplanmış değişik profillerle istenilen öteleme
kalyan, [Far. kalyan jLls] (kalyam) {OsT} is. Nargile.
hareketine dönüştüren metal parça. 2. {ağız} Kulla
kalyanguç, -cu [? kalyanguç] {ağız} is. Öküz araba nılmam ış iplerin kolaylıkla bükülebilir oluşu. [DS]
sında arka dingili özeğe bağlayan çatal ağaç. [DS] 0 kam mili, İçten yanm alı motorlarda, supapların
kalye1, [Ar. kılâ (potas) > kâlye aJü] {OsT} is. Deniz açılıp kapanmasını sağlayan değişik yükseklikte
bitkilerinin yakılm ası ile elde edilen soda; sodyum yuvalandırılm ış mil.
oksit. S kâlye-i lahm iye, {OsT} H usye kanseri.\\ kam 3, -m ’i [Ar. kam 1 « i ] {OsT} is. 1. Kahretme; ez
kâlye-i mâiyye, {OsT} H usyede sıvı birikmesi,|| me. 2. Zapt etme; buyruğu altına alma. S kam et
kâlye tuzu, {OsT} kim. Soda. mek, {OsT} Buyruğu altına almak.
KAM İ f l t l Ü M M • 2386
kam4, [? kam] {ağız} is. Koyunların barındıkları yer; mak; biriktirmek; eklemek. [İKPÖy.] [DLT] 2. San
ağıl; çiftlik. [DS] dığa koymak. [DLT]
kam5, [? kam] {ağız} is. Tarlanın ya da bahçenin alt kam ak3, [kamak] {ağız} is. Fırıncıların kullandıkları
kısmında suların biriktiği yer. [DS] ucu eğri sırık. [DS]
kam6, [Erme, kam (mıh)] {ağız} is. 1. Direk. 2. Kazık. kamakım, [Ar. kum kum a > kamâkım (*sUs] (kama:-
3. Döven. [DS] kım) {OsT} is. Su ve mürekkep gibi şeyler konulan
kam a1, [kam-mak > kam-a] is. İki yanı keskin, sivri yuvarlak testiler,
uçlu, bıçak türünde bir silah. kamal, [? kamal] {ağız} is. Kusur. [DS]
kama2, [Erme, kam (mıh)] is. 1. Odun kütüklerini kamalah, [kamal-ak] {ağız} is. -»-kamalak1. [DS]
yarm akta kullanılan sivri uçlu, gittikçe kalınlaşan, kam alak1, -ğı [kamal-mak (çökmek) > kamal-ak]
enli ve yassı metal çivi. 2. Buna benzer tahta takoz. {ağız} is. 1. Tipiden ve soğuktan uçamaz hâle gel
3. Makinelerde iki parça arasındaki boşluğu koru miş keklik. 2. Altı aylık ve daha büyük keklik pala
m ak veya sıkıştırmak amacıyla konulan metal par zı. 3. Hasta tavuk. 4. sf. (İnsan için) yürümekte
ça. 4. Birlikte dönmesi gereken eş merkezli iki par güçlük çeken. 5. Uyuşuk. 6. Korkak; çekingen;
çanın hareketini sağlayan prizmatik parça. 5. Top şaşkın. [DS] S kam alak etmek, {ağız} Karlı, tipili
namlusunun arkasında barut gazının geriye kaçm a havalarda keklikleri uçam ayacak kadar yorarak
sını önleyen kapak; diğer ateşli silahlarda namlu yakalamak. [DS][| kam alak olmak, {ağız} (Keklik
nun arka bölüm ünü kapamaya yarayan çelik blok. için) sulu kar yağışlı havalarda uçamaz duruma
6. Oyunda kazanılan her parti; oyun sayısı. S ka gelmek. 2. Yorulmak. [DS]
m a basmak, Oyunda sayı almak; yenmek. j| kama kam alak2, -ğı [kamal-ak ?] {ağız} is. 1. Çam ağacının
kıvırcık, {ağız} -*• kama kuyruk. [DS]|| kama kuy kabuk altındaki reçineli tabakası; soymuk. 2. Sarı
ruk, zool. K ıvırcık ve dağlıç koyunların melez- katran çıkarılan bir tür çam ağacı. 3. Sedir. [DS]
lenmesiyle elde edilen kuyruğu kıvırcıktan daha ka kam alak3, -ğı [kama-la-lc] {ağız} is. Sayı. [DS]
im ve yağlı olan bir koyun ırkı.
kam alaklanm ak, [kamalak-la-n-mak j^-dıaJUi] {OsT}
kama3, [Çerkeş, kama] ünl. Aynı yaştan olan kişiler
arasında birisinin konuşmasına izin verildiğini, sö dönşl. f. [-ur] Sarılmak; kuşatılmak; muhasara
zünün dinlenilmeye hazır olunduğunu bildiren söz; olunmak.
“söz sende ”; "buyur dinliyoruz kamalama, [kama-la-ma] is. 1. Kama ile vurma, ya
kama4, [Hint, kama] is. mit. Elinde bir yay ve ucun ralama. 2. K ama çalana; takozla yarık açma,
da nilüfer ok bulunan, papağana binm iş bir deli kam alam ak, [kama-la-mak] gçl. f [-r] [-l(ı)-yor] 1.
kanlı şeklinde tasvir edilen Hint aşk tanrısı, K ama saplayarak yaralamak. 2. Kama takmak; ka
m a çakmak. 3. {ağız} Oyunda yenmek. [DS]
kamacı, [kama-cı] is. 1. K ama yapan veya tam ir
eden kimse. 2. Denizaltı silahlan ve güdümlü m er kamalı, [kama-lı] sf. Kaması bulunan; üzerinde
milerin mekanik kısımlarının bakım ve onarımını kam a olan. 0 kamalı toprak, {ağız} Altında kaya,
yapan kimse. taş vb. sert şeyler bulunan toprak. [DS]
kamalma, [kama-mak > kama-l-ma] {ağız} is. Diz
kamag, [Far. hamâğ => kamağ] {eT} zm. 1. (Belirsiz
çökme; eğilme. [DS]
lik zamiri) hep; tüm; bütün; hepsi; her şey. [OKD]
[Üç îtigsizler] [Gabain] [Tekin] 2. zf. Tamamen; baş kamalmak, [kamâ-mak > kama-l-mak] gçsz. f. [-ır]
tan aşağı. [ETY] [İKPÖy.] 3. sf. Topyekun. [EUTS] S1 Eğilmek; diz çökmek,
kamaglarmı, {eT} Hepsini. [EUTS] kam am ak', [eT. kam â-m ak j^U i] (kama:mak) gçl. f
kamagan, [Far. hamâğ => kamağ-an] {eT} zm. -*■ [-r] [-m(ı)-yor) 1. {eT} Çevirmek; burkmak. 2.
kamag. [Gabain] [EUTS] {ağız} (Kapı, pencere vb. için) kapatmak; örtmek.
kamagı, [Far. hamağ => kamağ-ı] {eT} zm. Belirsiz [DS] 3. {ağız} Kilitlemek. [DS] 4. {ağız} (Çakı vb.
lik zamiri; hepsi. [ETY] için) yummak; ağzını kapatm ak; ucunu gizlemek.
kamagın, [Far. hamağ => kamağm] zf. 1. Hep birlik [DS] 5. {OsT} {ağız} Perçinlemek; tutturmak; pekiş
te. [İKPÖy.] 2. zm. Herkes. [İKPÖy.] tirmek. [DS] 7. {ağız} Yamamak. [DS]
kamaglık, [kamağ-lık] {eT} zf. Genel olarak; umumi kamam ak2, [kam-mak > kam-â-mak] {eT} gçsz. f. [-
yetle. [EUTS] r] Kamaşmak. [DLT] [KB]
kamagu, [Far. hamâğ => kamağ-u] {eT} zm. Hep kam am ak3, [kama-mak] {ağız} g çl.f. [-r] [-m(ı)-yor]
birlikte. [Gabain] [EUTS] B ir kimseyi bir yerde kıstırıp yakalamak; sıkıştır
mak. [DS]
kamagun, [Far. hamağ => kamağ-un] {eT} zf. Hep.
[EUTS] kamam ak4, [kama-mak] {ağız} gçsz. f. f r ] [-m(ı)-
kamak1, [Far. hamâğ => kamağ] {eT} zm. Hepsi; yor] 1. Eleştirmek. 2. Desteklemek. [DS]
bütün; topyekun. [EUTS] kamame, [Ar. kamâm e -uUi] (kama:me) {OsT} is.
kamak2, [kâ-mak] (kam ak) {eT} gçl. f. [-r] 1. Y ığ Süprüntülük.
e iÜ M I I I f İ Z İ ) ! . 2367 KAM
kamamsı, [kama-msı] sf. Kamayı andıran; kama pot. 2. Küçük kusur. 3. sf. Beceriksiz; tembel; uyu
gibi. şuk. [DS]
kam an1, [kam-an] {ağız} is. is. Dağların doruklarına kamaşma, [kam-aş-ma] is. 1. Işık fazlalığından ileri
yakın dik yamaçları. [DS] gelen görme bozukluğu. 2. Gerçek ışık duyumuna
kaman2, [kama-n ?] {ağız} is. İnce demir saclardan bağlı olarak geçici görme bozukluğu. 3. Dişin ekşi
şerit gibi kesilen parça. [DS] bir yiyecek dolayısıyla uyuşması,
kamana, [? kamana] {ağızj is. Saman yığını. [DS] kamaşmak, [kam (toplanma, büzüşme) > kam-â-mak
kamanço, [İt. kamanzo] (kam a’nço) is. argo. Y ük > kam-â-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. {eT} Sarsılmak.
leme; aktarma; elden ele geçirme. S kamanço et [ETY] 2. {eT} Burkulmak. [ETY] 3. Işık fazlalığı
mek, Yüklemek; aktarmak; elden ele geçirmek. nedeniyle etrafa rahatça bakamaz olmak. 4. (Dişleri
kamandırmak, [kama-n-dır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] için) ekşi bir şey yemekten dolayı dişlerde m eyda
1. Sıkıştırmak; bunaltmak. 2. Dayanmak. 3. İnan na gelen uyuşma. {eT} (aynı) [DLT] 5. {ağız} Şaşırıp
dırmak; kandırmak. [DS] kalmak. [DS] S kamaşıp kalmak, {ağız} Şaşırıp
kalmak. [DS]
kamanmak, [eT. kamâ-mak > kama-n-mak] {ağız}
dönşl. f. [-ır] 1. Aciz kalmak; bunalmak; çaresizli kamaşmak2, [kama-ş-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Eşele
ğe düşmek. 2. Sıkışmak. 3. Çok yorulmak; takatsiz mek. [DS]
kalmak. 4. Yıkılmak; düşmek. 5. Y üzükoyun yat kamaştırm a, [kam-aş-tır-ma] is. Kamaşmasına ne
mak veya düşmek. 6. Direnmek; gitmemek. 7. N az den olma.
lanmak. 8. Alışmak; tutkun olmak. 9. edil. f. Kapa kamaştırm ak, [kam-aş-tır-mak] gçl. f [-ır] Kam aş
tılmak; yumulmak. [DS] m asına neden olmak,
kamantı, [kama-ntı] {ağız} is. Tarlayı sularken, kamaşuh, [kamaş-uh / kamaş-uk] {ağız} is. -*• ka-
yüksek yerlere su çıkarmak için açılan ark. [DS] maşık. [DS]
kamar, [? kamar] {ağız} is. Çiçekbozuğu. [DS] kam at1, [Ar. kam et > kâmât oU ls] (ka:ma:t) {OsT}
kam ara1, [İt. câmara] is. 1. Gemilerde yolcu ve m ü is. 1. Boylar; endamlar. 2. {ağız} Dış görünüş. [DS]
rettebat için ayrılmış oda. 2. İngiltere’de parlam en kamat2, [? kamat] {ağız} is. M utfak eşyası. [DS]
toyu meydana getiren her iki meclisten her biri. kam at3, [? kamat] {ağız} is. Toptan aldığı malı pera
kamara2, [? kamara] {ağız} is. 1. Büyük yığın. 2. kende satan tüccar. [DS]
Üstüne toprak örtülmüş büyük saman yığını. [DS] kamat4, [eT. kamat-m ak > kamat] {ağız} zf. 1. İnadı
kamarga, [kamar-ga] {ağız} is. Yırtıcı hayvanların na; özellikle. 2. is. Uğraşma isteği; heves. [DS]
ormanda parçaladığı hayvan leşi. [DS] kam at5, [? kamat] {ağız} is. Kol. [DS]
kamarî, [Ar. kumrü > kamârî ıjjU i] (kam a:ri:) {OsT} kamata, [kama-t-a] {ağız} is. Üçgen biçiminde katla
is. zool. Kumrular, nan yazm anın orta köşesi enseden sarkacak biçim
kamarilla, [İsp, camarilla] (kameri İla) is. Bir lideri de bağlanışı. [DS]
perde arkasmdan yöneten kimse, kamatgan, [kama-t-ğan] {eT} sf. Çok kamaştıran.
kamarlı, [kamar-lı] {ağız} sf. Kirli. [DS] [DLT]
kamarot, [İt. camarotto] is. 1. Gemilerde kamara kamatlaz, [kama-t-la-z] {ağız} is. Uyuşmuş organ.
hizmetlerini gören kimse. 2. Gemilerde yolcu ve [DS] S kamatlaz olmak, {ağız} Uyuşmak. [DS]
zabitlerin günlük hizm etlerini gören kimse, kamatmak, [kam-mak > kam-â-m ak > kama-t-mak]
kamarotluk, -ğu [kamarot-luk] is. Kamarotun işi. {e T} gçl. f. [-ur] Kamaştırmak. [DLT]
kamartlaz, [? kamartlaz] {ağız} is. Kurdeşen hastalı kamayö, [Fr. camaîeu] is. Tek rengin açık ve koyu
ğı. [DS] tonları kullanılarak yapılmış resim.
kamartmak, [kamar-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Kav kam az1, [eT. kam-mak (bükmek) > kam -ar / lcamaz]
gayı kızıştırmak. [DS] {ağız} is. Hava akımının oluşturduğu çevrinti; kü
kamarut, [? kamarut] {ağız} sf. Sözünü bilmez; çük hortum; kasırga; şiddetli rüzgâr; hamaz. [DS]
densiz. [DS] kam az2, [kamaz / kamkaz] {ağız} sf. (Kesici alet için)
kamasız, [kama-sız] sf. Kaması bulunmayan; üzerin keskinliğini yitirmiş; kör. [DS]
de kama taşımayan. kamaz3, [Ar. gammaz] {ağız} sf. Söz getirip götüren;
kamaş1, [kama-ş] {ağız} sf. Ekşi. [DS] iki yüzlü; dedikoducu; kovcu. [DS]
kamaş2, [? kamaş] {ağız} is. Tütünün dip yapraklan. kamaz4, [? kamaz] {ağız} is. Gurur; onur. [DS]
[DS] kamaz5, [eT. kam-mak (bükmek) > kam-ar / kamaz]
kamaşıg, [eT. kam â-m ak > kam a-ş-m ak > kama-ş- {ağız} is. Dokuları çapraz tahta veya tom ruk yontu-
ığ] {eT} sf. 1. Ayaklanan; isyan eden. [ETY] 2. H a lurken çıkan parça. [DS]
rekete geçirilen. [ETY] kambah, [kambah] {ağız} is. Kamga. [DS]
kamaşık, [kama-ş-ık] {ağız} is. 1. Kusur; densizlik; kambak, -ğı [kabak > kambak] {ağız} is. 1. Yonga;
KAM û ie iü M M .^
tahta parçası; çanı kabuğu. 2. Oyunda sayı. 3. Ge magma olaylarının ortaya çıktığı uzun bir zaman
linlerin başına takılan süslü çember, 4. Kılçıksız bir süresini içine alan Birinci Çağdan önceki y e r tarihi
tür balık. 5. sf. (Kadın için) açık başlı. 6. (Sığır ve dönemi; prekambriyen.
koyun, keçi için) boynuzsuz. 7. (Erkek için) saçı kanıbukl, -ğu [kam-mak > kam-muk] {ağız} is.
dökülmüş; saçsız. 8. Semiz; şişman. [DS] S kam K ılıbık adam. [DS]
bak buğday, Kılçıksız bir buğday türü. kanıbuk2, -ğu [? kambuk] {ağız} is. Kabak. [DS]
kambalak, -ğı [kama-la-k] {ağız} is. -*■ kam alak1. kam buk1, -ğu [kam-mak > kam-muk] {ağız} is.
[DS] S kambalak avı, {ağız} Karlı havada yapılan Yonga; talaş. [DS]
keklik avı. [DS]
kambula, [? kambula] {ağız} is. Kalkan balığı. [DS]
kambaş, [kam+baş] {ağız} is. Manda. [DS]
kambur, [Yun. kampuris (hörgüçlü) / kampilos] is.
kam baz1, [kambaz] {ağız} is. Armut. [DS] 1. Bel kemiği veya göğüs kemiğinin eğrilmesiyle
kambaz2, [kambaz] {ağız} is. Kurnaz adam; oyuncu. sırtta veya göğüste m eydana gelen tümsek. 2. Hay
[DS] vanlarda sırtta görülen doğal çıkıntı; hörgüç. 3. Bir
kam ber1, [İng. camber] is. Bükülmezlik sağlamak eşyanın tümsek, çıkıntılı tarafı. 4. mecaz. Sıkıntı;
için tekerleğe verilen konik biçim, fi1 kamber açı yük. 5. mecaz. Utanç verecek şey; ayıp. 6. sf. (İn
sı, On tekerlek düzleminin yatayla oluşturduğu san için) kamburu olan. S kambur balina, zool.
açı.|| kamber verm ek, Otomobillerde tekerleklere Bütün denizlerde görülen, göğüs yüzgeci çok uzun
kam ber açısı vermek. ve orak biçiminde büyük bir balina türü,
kamber2, [kamber / kanber (Hz. Ali 'nin kölesi)] is. 1. (M egaptera novaeangliae),\\ kambur felek, Şans
Sadık hizmetçi. 2. {ağız} Kılavuz. [DS] S1 Kam ber sızlığa sitem etm ek için kullanılan sdz.|| kamburu
siz diiğün olmaz. (Hz. A li ’nin yanından hiç ayrıl çıkmak, /. Sırtında kam bur oluşmak. 2. mecaz.
mayan kölesi K am ber'in adından telmihen) H er (Eğilerek yapılan işlerde) çok çalışmak; doğrul
toplantıya katılan, her işin içinde bulunan. makta sıkıntı çekmek. 3. İhtiyarlamak; yaşlanmak.\\
kamber3, [kamber] {ağız} is. Büyük boynuzlu öküz. kamburunu çıkarmak, (İnsan, kedi, köpek vb.
[DS] için) sırtını tüm sek duruma g e tirm e k || kambur
kamber4, [kamber] {ağız} is. Simidin gevrek yerleri. üstüne kambur, Üst iiste gelen sıkıntılar, dertler
[DS] için kullanılır.|| kambur zambur, Kam bur ve eğri
kam ber’, [kambur > kamber ?] {ağız} is. Zayıf; cılız; büğrü; yam ru yumru.
arık. [DS]
kambura, [kambur > kambur-a] {ağız} is. Kitap
kamberiz, [Lat. berberis] {ağız} is. Karamık ağacı, ciltlerken sırtına yuvarlaklık vermekte kullanılan
(Berberis crataegine). [DS] bir araç. [DS] 0 kambura m akinesi, Kitapların
kambık, -ğı [kam-mak > kam-mık] {ağız} is. Yonga; sırtını yuvarlaklaştırm ak ve sırt kenarlarını oluş
talaş. [DS] turmakta kullanılan makine.\\ kambura vermek,
kambiyo, [İt. cambriare (değiştirmek) > cambio] Ciltlenecek kitabın sırtını, dikişten sonra çekiç veya
(kam biyo) is. 1. İki ayrı ülke parasının birbiri ile makine ile yuvarlaklaştırmak.
değiştirilmesi; değişim. 2. Herhangi bir yerdeki kam burlaşm a, [kambur-la-ş-ma] is. Kambur duru
alacağın tahsili veya borcun ödenmesi için yapılan ma gelm ek eylemi,
işlemlerin bedeli. 3. Bir yerde toplanan para veya
kam burlaşm ak, [kambur-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır]
para yerine geçen kâğıtların başka bir yere aktarıl
Kambur durum a gelmek; kambur olmak,
m ası için yapılan işlemin bedeli. S kambiyo işle
kamburlaştırma, [kambur-la-ş-tıı-ma] is. Kambur
mi, Para ve para yerine geçen değerli madenlerle
duruma getirme,
senetlerin alım, satım ve değişimi.\\ kambiyo sene
di, Poliçe, bono ve çek gibi ticarî senetlerin genel kam burlaştırm ak, [kambur-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır]
adı.|| kambiyo taahhüdü, Kambiyo senedine imza Kam bur duruma getirmek,
koym ak suretiyle doğan borç. kamburluk, -ğu [kambur-luk] is. 1. Kambur olma.
kambiyocu, [kambiyo-cu] is. Para değiştirme, senet 2. Tümseklik. 3. tıp. İnsanda, omurganın sırt bölü
alım satım ve tahsili işleriyle uğraşan kimse, mündeki dışbükeyliğin çeşitli nedenlerle artması
kambiyoculuk, -ğu [kambiyo-cu-luk] is. Kambiyo yüzünden sırtta oluşan tümseklik; kifoz, sifoz.
işlemleri. kam burum su, [kambur-umsu] s f Biraz kambur;
kambiyum, [Fr. cambium] is. bot. Bitkilerde kök ve kambura yakın; kambur gibi,
gövdenin enlemesine büyümesini sağlayan sünger kam caklamak, [kam(ı)ç-ak-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r]
doku; büyütken doku, [-l(ı)-yor] -* kamçaklamak. [DS]
kambriyen, [Cambria > Fr. cambrien] is. jeol. Birin kamçak, -ğı [kam(ı)ç-ak] {ağız} is. Kedi pençesi.
ci Çağın ilk dönemi ve bu dönemde oluşmuş yer [DS] & kamçak atmak, {ağız} Avuçla sıkmak;
katmanları. S kambriyen öncesi, Dağların ve avuçlamak. [DS]
İIIÎIIİİIC İ B İ . 2369 KAM
kamçaklamak, [Ar. lcamse (avuç dolusu) => kamçılatmak, [kam-çı-la-t-mak] gçl. f. [-ır] Kamçı
ile dövdürmek,
kamça-k-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
Tırmalamak. 2. Çimdiklemek. 3. Avuçlamak; kap kamçılayış, [kam-çı-la-y-ış] is. K am çılama eylemi
mak. 4. Yağmalamak. [DS] veya biçimi.
kamçılı, [kam-çı-lı] sf. 1. Kamçısı bulunan. 2. Zor ve
kamçalamak, [Ar. kamse (avuç dolusu) => kam-
şiddet kullanan. 3. zool. (Bir hücreli organizma i-
ça-la-mak] (ağız) gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] Avuçlamak; çin) hareket organları kamçı biçiminde olan. 0
kapmak. [DS] kamçılı medeniyet, Zorbalıkla yönetilen bir top
kamçı, [eT. kam-mak (kamçılamak) > kam -çl Lr~^s] lumun içinde bulunduğu koşulların tümü.
is. 1. {eT} At, deve, sığırın erkeklik organı. [DLT] 2. kamçılıg, [kamçî > kamçı-lığ] {eT} sf. Kamçılı;
{OsT} K ısa kılıç. [Bilrhan-ı Katı’] 3. B ir sopanın ucu kamçısı bulunan. [KB]
na bağlanmış deri, ip vb.nden yapılmış vurm a ara kamçılılar, [lcam-çı-lı-lar] is. biy. Hareket organları
cı; kırbaç. {eT} (aynı) [Nevâyî] [DLT] [EUTS] [DK] 4. kamçı biçiminde olan bir hücreliler sınıfı, (Fla-
biy. Spermatozoit ve diğer bazı tek hücrelilerde gellata).
hareketi sağlayan ipliksi organ. 5. dnz. B ir ucu bağ kamçır, [? kamçır] {ağız} is. Zorla alınan para; rüş
lı, öbür ucu herhangi bir işte kullanılm ak üzere ser vet. [EG]
best bırakılmış halat. 6. Tespih ucuna püskül yerine kamçor, [? kamçor] {ağız} is. Hayvan vergisi. [DS]
takılmış uzun şerit. 7. {ağız} Filiz; sürgün. [DS] 0 kamdonluk, -ğu [kam+don-luk] {ağız} is. İç çamaşırı
kamçı çalmak, K am çıyla vurmak; kamçılamak. || yapılan bir tür dokuma. [DS]
kamçı darbesi, A ni bir hareket sonucu kas telleri kamdu, [Çin. kam + tu] {eT} is. Üzerine U ygur
nin kopmasından meydana gelen şiddetli ağrı. || Kağanının mühürü basılarak para yerine kullanılan
kamçı ipi, K amçı yapm akta kullanılan kalın si dört arşın boyunda bir karış eninde kumaş parçası.
cim. || kamçı kayışı, Kamçı yapm akta kullanılan [DLT]
kalın kösele şerit.\\ kamçı kılıç, B ir cins eğri kılıç;
kâme, [Far. kâme ajIS'] (kâ:me) {OsT} is. İstek; arzu;
meç.|| kamçı kısdıırmak, {eAT} Kamçılamak.
kamçıbaşı, [kam-çı+baş-ı] is. Kozalardan ipek lifleri dilek; meram,
çekilirken küçük el süpürgeleri üzerinde toplanan kame, [Fr. camee] is. Kabartma bir figür oluşturacak
ipek artıklarından yapılmış iplik, biçimde yontulmuş damarlı taş.
kamçıgu, [kamçı / kamçü > kamçı-ğü] (kamçı:gu:) kamelya, [Josef Kamel (Alman bitki bilimci) > Lat.
{eT} is. Ağızda ve parm aklarda şiddetli ağrı; sıcak camellia] (ka m e’lya) is. bot. 1. Çaygillerden, A sya
yüzünden çıkan yara; kangren. [DLT] kökenli, yüzlerce çeşidi bulunan her zaman yeşil
ağaççık, (Camelia Japonica). 2. Bu bitkinin, büyük
kamçıkuyruk, -ğu [kam-çı+kuyruk] is. İyi cins bir
beyaz, pembe veya kırmızı çiçekleri,
kıvırcık koyun,
kamçılama, [kam-çı-la-ma] is. Kamçı ile vurma, ha kamer, [Ar. kamer (solgun beyaz) y>i] {OsT} is. Dün-
rekete geçirme, y a’nın uydusu; Ay. S kamer balığı, zool. B asık
kamçılamak, [eT. kamçl-lâ-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)~ vücutlu, kuyruğu yarım ay şeklinde 2-3 metre boy
yor] 1. Kamçı ile vurmak. {eT} (aynı) [DLT] [DK] 2. ve bir ton ağırlığına kadar ulaşabilen kemikli bir
(Yağmur, kar, dolu, rüzgâr, deniz serpintileri vb. balık; mersin balığı; kam er balığı, (Mola mola).
için) şiddetle çarpmak. 3. mecaz. Hızlandırmak, kamera, [Lat. camera obscura (karanlık oda)] is. 1.
etkinliğini arttırmak; uyarmak; kışkırtmak; teşvik Sinema veya televizyon görüntü çekim aygıtı; alıcı.
etmek; isteklendirmek; özendirmek. 4. dnz. Bir pa 2. Fotoğraf makinesi,
langa veya makarayı kamçı bağı ile bir halata bağ kameram an, [İng. cameraman] is. 1. Sinema ve te
lamak. levizyon görüntü çekimlerini gerçekleştiren teknik
kamçılanma, [kam-çı-la-n-ma] is. 1. Kamçı ile vu eleman; alıcı yönetmeni. 2. ünl. Bir çekime başla
rulma. 2. Kamçı sahibi olma, nacağı zaman, yönetmenin ilgililere alıcıları çalış
kamçılanmak, [kam-çı-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. tırmaları için verdiği emir,
Kamçı ile vurulmak, dövülmek. 2. dönşl. mecaz. kamerî, [Ar. kamer > kamerî ^ ^*3] (kameri:) {OsT}
İsteklenmek; şiddetli arzu duymak. 3. (Yelkenler
sf. A y ’a ait; A y ’la ilgili. S kamerî ay, A y ’ın, D ü n
için) rüzgârın etkisiyle şiddetli bir şekilde çırpın
y a 'mn etrafında bir defa dönmesi esasına dayanan
mak. 4. Kamçı sahibi olmak; kamçı edinmek,
7 gün, 12 saat, 44 dakika, 9 saniye süren zam an
kamçılaşmak, [kamçı-la-ş-mak] dönşl. f [-ır] Kam dilimi (29 buçuk gün sayılır); kavuşum ayı. |j kam e
çı durum una gelmek; kamçı gibi olmak, rî harfler, -*■ hurüf-i kameriye.|| kam erî takvim,
kamçılatma, [kam-çı-la-t-ma] is. Kamçı ile dövdür ay takvimi.|j kam erî yıl, K am erî aylara göre
mek eylemi. hesaplanan ve 354 gün süren yıl.
KAM öI Ü M I Ü I Ç E S İ İ M . 2372
kalınacak yerde gerekli düzeni kurmak.\\ kamp kâmranlık, -ğı [kâmran-lık] (kâmra:nlık) is. İsteğine
yapmak, (Sporcu için) önemli bir karşılaşma ön kavuşm uş olma hâli; mutluluk,
cesinde yarışm aya yeteri kadar hazırlanmak.\\ kamrı, [kam-mak > kam-(ı)r-ı] {ağız} is. 1. Filiz; sür
kamp yeri, K amp kurulan yer; kamp kurmaya el gün. 2. Güçlü ve düzgün akan su; düzenli akıntı.
verişli yer. [DS]
kampana, [İt. campana] (kampa na) is. 1. Çan; çın kamrık, -ğı [kam-(ı)r-ık] {ağız} is. İnsan ve hayvan
gırak. 2. Bazı yerlerde belirli saatlerde çalman bü larda kasık üstü; böğür. [DS]
yük çan. 3. Otomobillerde fren pabucunun doğru kamrıklamak, [kam-(ı)r-ık-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r]
dan sürtündüğü çembersel parça. S kampana [-l(ı)-yor] 1. Cinsel ilişkide bulunmak. 2. Binek
çalmak, Bazı yerlerde belirli saatlerde veya bazı veya koşum hayvanlarının sırtını değnekle dürt
durum larda haber verm ek amacıyla, büyük çan çal mek. 3. Tutmak; yakalamak. [DS]
mak; kampana vurmak. kamri, [? lcamri] {ağız} is. D eredeki akıntı. [DS]
kampanacı, [kanıpana-cı] is. 1. K am pana yapan ve kamsılam ak, [kam-mak > kam-sı-la-mak] {ağız} gçl.
ya satan kimse. 2. argo. Düzenbaz; sahtekâr; şarla f M [~l(l)- y ° r] B ir kişiden yakınmak. [DS]
tan. kamsız, [gam-sız] {ağız} sf. Ağır, uyuşuk kimse. [DS]
kampanya, [Lat. campania (savaş alanı) > Fr. cam- kamşag, [kamış > lcam(ı)ş-â-mak > kamşâ-ğ]
pagna] (kampa nya) is. 1. Askerî harekât. 2. Tanı (kamşa:ğ) {eT} sf. 1. Sarsıntılı; sarsılmış; sallantılı;
tım amaçlı, belirli bir süreyi kapsayan her türlü si [Gabain] [ETY] [Tekin] 2. Karışık; kargaşa içinde.
yasi ve ekonomik girişim. 3. Böyle bir tanıtım [Tekin] [ETY]
amacı için ayrılmış süre. S kampanya açmak, Bir kamşamak, [kamış > kam(ı)ş-â-mak] (kamşa:mak)
işin yapılabilmesi için halktan destek sağlam ak {eT} gçsz. f. [-r] 1. Sallanmak; deprenmek; yerin
amacıyla örgütlü çalışmaya girişmek. den oynamak; hareket etmek; kımıldamak. [ETY]
kampanyacı, [kampanya-cı] is. Kampanyaya katılan [Gabain] [EUTS] 2. H arekete getirilmek. [EUTS]
kimse.
kamşatmak, [kamşâ-mak > kamşa-t-mak] {eT} gçl. f.
kampçı, [kamp-çı] is. 1. Kamp kuran kimse. 2. [-ur] 1. Titretmek; depretmek; hareket ettirmek;
Kampta kalan kişi, sarsmak; sallamak; sallatmak [Gabain] [EUTS] 2.
kampçılık, -ğı [kamp-çı-lık] is. Kamp kurm a işi, bu gçsz. f. Sendelemek; sarsılmak. [Tekin] [ETY]
rada yaşama. kamturmak, [kam-mak > kam-tur-mak] {eT} gçl. f.
kamping, [İng. camping] is. Çadır kurmaya, kara [-ur] 1. Bayıltmak. 2. D ilini tutultmak.. [DLT]
vanla kalm aya uygun olarak düzenlenmiş, kalanla
kamu, [Far. hamâğ > e rk a m a ğ / kamuğ > kamü /
rın çeşitli ihtiyaçlarını karşılayacak tesisleri bulu
nan yer; kamp yeri, jjÜ] sf. 1. {eAT} {OsT} Bütün; her; umum. [DK] 2.
kampir, [Bulg. krumpir] {ağız} is. Patates. [DS] Bir ülkede yaşayan insanların tümü; halk; amme;
kam plaşm a, [kamp-la-ş-ma] is. Kamplara bölünme, maşer. 3. Herkes; her şey. 4. sf. Topluma ilişkin;
kam plaşm ak, [kamp-la-ş-mak] işteş, f. [-ır] Siyasi devlete, hüküm ete veya idareye ait. S kamu ban
ortamda birbirine karşıt görüşleri olan gruplara ay kası, D evlet bankaları ile yönetim ve sermayesinde
rılmak; kam plara ayrılmak, yerel yönetim, kam u kurum ve kuruluşlarının etkin
kampoz, [? kampoz] {ağız} is. Yumruk. [DS] olduğu bankalar.\\ kamu davası, huk. Suç işleyen
kampus, [Lat. campus (ordugâh, ova, savaş alanı) > hakkında kamu adına savcının açtığı dava; amme
İng. campus] is. Büyük bir yerleşim birim inin ya davası.|| kamu düzeni, yön. Bir devlette kamu hiz
nında üniversite binaları ile öğrencilerin barınm a metlerinin ve güvenliğin düzgün olarak yürütülme-
sına ayrılmış tesislerin tümü; yerleşke. sz'.|| kamu gelirleri, mal. D evlet gelirlerinin tümil\\
kampuş, [? kampuş] {ağız} is. Küçük çocuklarda alna kamu giderleri, mal. Kam u hizmetlerinin yapılm a
düşen saçlar. [DS] sı sırasında devlet veya kamu kunım larının yaptığı
kamraktı, [Sansk. kâmarakta] {eT} is. Bir unvan ve harcamalar,|| kamu güvenliği, yön. B ir devlette
y a lakap. [EUTS] güvenlik güçleri ile kişilere sağlanan güvenlik hiz-
metleri. || kamu hizmeti, yön. Toplumun genel ve
kâmran, [Far. kâm (istek)+-ran (süren) oly>lS”] (kâm-
ortak ihtiyaçları için yapılan sürekli hizmet; amme
ra:n) {OsT} sf. İsteğine kavuşmuş olan; mutlu. S hizmeti. j| kamu hukuku, huk. Devletin kuruluşunu,
kâmran olmak, Mutlu olmak; dileğine kavuşmak. faaliyetlerini, yetki ve görevlerim, devletle kişiler
kâmranan, [Far. kâm rân > kâmrânân jUly ,IS"] (kâ;m- arasındaki ilişkileri düzenleyen hukuk dalı; amme
ra:na:n) {OsT} is. İsteklerine kavuşmuş olanlar; hukuku. || kamu idareleri, yön. Toplumun ortak ve
mutlular. genel ihtiyaçlarını karşılayan İdarî birimler; amme
idareleri. || kamu İktisadî kuruluşu, eko. Tekel
kâmrani, [Far. kâmrânî (kâmrami:) {OsT} is.
niteliğindeki temel maddeleri üretmek, hizmetleri
İsteğine kavuşm uş olma hâli; mutluluk. görm ek üzere kurulan, sermayesinin tamamı devle
I I I İ l i S İ M İ . 2373 KAN
te ait olan İktisadî kuruluş.\\ kamu İktisadî teşeb nimsenmiş düşünce; amme efkârı; efkâr-ı umum i
büsü, eko. İktisadî devlet teşekkülüyle kam u İktisa ye.
d î kuruluşunun ortak adı. || kamu kesimi, eko. Ser kam us1, [Ar. kâmüs (ka:mu:s) {OsT} is. 1. B ü
m ayesinin tamamı veya yarıdan fazlası, devlete
yük deniz; okyanus. 2. Sözlük. 0 kâmüs-i Arabî,
veya kamu tüzel kişilerine ait olan kuruluşları içine
{OsT} Arapça sözlük.)| kâmüs-i Fransevî, {OsT}
alan ekonom ik kesim; kamu sektörü.\\ kamu ku
Fransızca sözlük. |[ kâmüs-i Osmânî, {OsT} Os-
rumu, yön. D evlet adına, kamu yararı için çalışan
manlıca sözlük.\\ kâmüs-i Türkî, {OsT} Türkçe söz-
kamu tüzel kişiliği. \\ kamu malları, mal. Özel mül
liik. || kâm üsü’l-a’lam, {OsT} Özel isimler sözlüğü.
kiyete değil de doğrudan doğruya toplumun ya ra
rına sunulan mallar; amme em laki.\\ kamu perso kamus2, [eT. kamıç (kepçe) / kamus] {ağız} is. 1. B a
neli, yön. D evlet hizmetlerinde çalışan kişiler.\\ kır süzgeç; kevgir. 2. Kepçe. [DS]
kamu sektörü, eko. Sermayesinin tamamı veya kamusal, [kamu-sal] sf. Kamuya ait; kamuyla ilgili,
yarıdan fa zla n , devlete veya kamu tüzel kişilerine kamusallaşma, [kamu-sal-la-ş-ma] is. Kamuyla ilgi
ait olan kuruluşları içine alan ekonom ik kesim; li durum a gelme,
kamu kesimi. \\ kamu tüzel kişiliği, huk. K amu y a kamusallaşmak, [kamıı-sal-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır]
rarı için çalışan, kamu hukuku kurallarına göre Kam uyla ilgili hâle gelmek; kamusal durum kazan
kurulmuş idare ve kurum lar.\\ kamu idaresi, yön. mak.
Devletin faaliyetlerini faydacılık açısından incele kamuş, [kamış / kamuş] {eT} {ağız} is. -* kamış.
yen bilim dalı. || kamu tanrıcı, din. Tanrı ile evreni [EUTS] [ETY] [DS]
birleştirip özleştiren fe lse fî sistem yanlısı.\\ kamu kamuşlağı, [kamuş-lağı] {ağız} is. Kamışlık; sazlık.
tanrıcılık, din. Tanrı ile evreni birleştirip özdeşleş [DS]
tiren fe lse fî sistem ; panteizm)] kamu yararı, yön. kamutay, [kamu + Moğ. -tay (kurulday benzetimi)]
Toplumun ihtiyaçlarına, devletin hizmetlerine y ö is. Türkiye Büyük M illet Meclisi genel kuruluna
nelik yarar; amme menfaati. 1935’li yıllarda verilen ad.
kamucuğu, [lcamu-cuğ-u {eAT} zm. Hepsi; kamyon, [Fr. camion] is. Ağır yükleri taşım akta
kullanılan lastik tekerlekli büyük, motorlu araç,
tamamı; ne kadar varsa,
kamyoncu, [kamyon-cu] is. 1. Kamyonu ile yük ta
kamuflaj, [Fr. camouflage] is. D üşmandan gizlen
şıyan kimse. 2. Kamyon süren kimse; kamyon şo
mek veya ani bir baskm yapabilmek için askerî
förü.
varlıkları gizlemek, örtmek sanatı veya tekniği;
kamyonculuk, -ğu [kamyon-cu-luk] is. 1. Kamyon
alalama; örtme; gizleme; saklama,
sahibinin bir şoför aracılığıyla taşım acılık yaptır
kamufle, [Fr. camoufler] s f Tanınm ayacak biçimde
ması. 2. Kamyon şoförlüğü,
gizlenmiş veya örtülmüş; gizlenmiş; örtülmüş. 0
kamyonet, [Fr. camionette (kamyoncuk)] is. Bir b u
kamufle etmek, Başka bir görünüş vererek gizle
çuk tondan daha az yük taşıyabilecek şekilde üre
mek; saklamak; tanınmasını önlemek.
tilmiş motorlu taşıt,
kamug, [Far. hamâğ] {eT} sf. Bütün; hep; hepsi; ka
kamzak, -ğı [kam-mak > kam(ı)z-ak] {ağız} is. Kendi
mu; her; tamamıyla. [DLT] [EUTS] [Yüknekî]
kendine kurumuş fasulye, mısır veya haşhaş. [DS]
kamular, [kamu-lar ) ^>lü] {eAT} {OsT} zm. Herkes. -kan1, [-gan / -gen / -ken / -kan] yap. e. -*■ -gan;
kamulaştırılma, [kamu-la-ş-tır-ıl-ma] is. Kamuya {eAT} (aynı).
mal edilme. -kan2, [-kan / -k a in ] {eT} ek. 1. Özel ad ve unvanlar
kamulaştırılmak, [kamu-la-ş-tır-ıl-mak] edil. f. [-ır] dan sıfat türeten ek. [ETY] tenriken (Tanrı gibi;
Kam uya mal edilmek; istimlak edilmek, tanrısal) 2. İsimden isim yapma eki. bur-kan (put),
kamulaştırma, [kamu-la-ş-tır-ma] is. Kam uya mal tar-kan (komutan)
etme eylemi; istimlak, kân, [Far. kân jlS"] (kâ;n) is. 1. Maden ocağı veya
kamulaştırmak, [kamu-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır] 1. kuyusu. 2. Bir şeyin bol bulunduğu yer veya kimse;
Kam uya mal etmek. 2. K amu yararına hizm et veri kaynak. {eT}(aynı) [Yüknekî] 0 k â n -ı Ahmed, {OsT}
lebilmesi için gerekli görülen bir taşınmazı, bedeli Hz. M uham m ed’in özü. || kân-ı hilm ü şerm, {OsT}
ödenmek suretiyle idareye bıraktırmak; istimlak İyi ahlaklı, terbiyeli kişi. || kân-ı kerem, {OsT} B a
etmek. ğış kaynağı.\\ kân-ı merhamet, {OsT} Esirgeme
kamulmak, [kam-mak > kam-ul-m ak / kam-ıl-mak] kaynağı.
{eT} dönşl. f. [-ur] Yana yatmak; söykenmek. kan1, [eT. kân] is. 1. Atardamar ve toplardam arlar
[DLT] içinde dolaşarak organizmanın bütün hücrelerine
kamuluk, [kamu-luk] is. Yığın; kalabalık, gerekli besin ve oksijeni ileten, oralardan topladığı
kamuoyu, [kamu+oy-u] is. Bir konu hakkında halkın atık maddeleri boşaltım organlarına taşıyan p laz
genel kanaati; toplumun büyük bir kesimince be ma, akyuvar ve alyuvarlardan oluşmuş, hayatın
KAN Q l i i M I i i l C E S D M • 2374
devamım sağlayan kırmızı renkli sıvı. {eT} (aynı) ne çıkmak, Çok öfkelenmek; aşırı sinirlenm ek.||
[DLT] [DK] [İKPÖy.] [EUTS] [Gabain] [Tekin] 2. m e kan beynine vurmak, Çok öfkelenmek; aşırı sinir
caz. Soy; nesil; ırk. 3. {eAT} {OsT} Öldürme; kat lenm ek,|| kan bilim ci, tıp. Kan bilimi uzmanı; he
letme; cinayet. 4. Cenk; kavga; savaş. 5. Öldürülen m atolog'H kan bilimi, ttıp. 1. Kanın morfolojik,
kim senin intikamı; kin; öç. 6. {eAT} Ceza; diyet, t? fizyolojik, kim yasal ve genetik açıdan incelenmesi.
kana boyamak, Yaralayarak kan içinde bırak 2. Kan hastalıkları bilimi; hematoloji.\\ kan boğ
mak]] kana boyanmak, K an içinde kalmak. || kana mak, Kanın beyne yaptığı aşırı basınç sebebiyle
bulanm ak, Kan içinde kalmak.|| kana düşme, ölmek.\\ kan çanağı gibi, (Göz için) çok kızarmış
{ağız} Deve ve sığırlarda, kan başına vurma hasta olarak. | kan çekmek, 1. Akrabalarına yakınlık
lığı. [DS]|[ kana düşmek, {ağız} İstemeden birini duymak. 2. Yüz hatları veya huyu ana baba tara
yaralam ak veya öldürmek. [DS]|| kana getirmek, fın d a n gelenlerden birine benziyor olmak.|| kan
{ağız} Kocabaş hayvanları zor karşısında uğradık çıbanı, tıp. Bazı stafılokoklarm deri ve deri altı
ları bir hastalıktan kan alarak iyileştirmek. [DS]|| hücre dokusunda ortaya çıkan iltihaplı yara]\ kan
kana girm ek, 1. Öldürmek; katil olmak. 2. {ağız} çıkmak, B ir anlaşmazlık veya kavga sonucunda
K ara sürmek; iftira atmak. [DS]|| kan ağacı, {ağız} cinayet işlenmek; kan dökülmek; yaralamalı veya
Zakkum. [DS]|| kan ağlamak, Bir yıkım, sıkıntı ve öldürmeli kavga olmak]] kan damarı sistemi, biy.
y a zulüm altında kalmaktan dolayı büyük bir üzün D olaşım sistem i kapalı olan hayvanlara, kanın
tü içinde olmak.\\ kana kan, {OsT} huk. Öldürenin içinde dolaştığı iyi gelişm iş duvarları olan atarda
ceza olarak öldürülmesi; kısas. | kana kan iste mar, toplardamar ve kılcal damar gibi kanallardan
mek, Öldürenin öldürülmesini istemek. || kan akçe oluşan yapı.] kan davası, huk. Geçmişteki bir öl
si, huk. Cumhuriyet öncesi hukukta, yaralayan veya dürme veya düşmanlıktan dolayı iki ailenin birbi
öldürenden yahut mirasçılarından yaralam a veya rinden öç alm ak için sürekli düşm anlık içinde bu
öldürme bedeli olarak alınıp yaralanana veya öle lunmaları; kan gütm e sebebiyle adam öldürme.\\
nin mirasçılarına verilen para; diyet.\\ kana kan kan damarı, anat. Vücutta kan dolaşımını sağla
mak, Kan dökmeye alışmak.|| kan akıtmak, 1. B ir ya n borucuklar.\\ kan değiştirm e, tıp. B ir hastanın
sıkıntıdan, kazadan vb. durumdan kurtulmanın şük kanının tamamını veya büyük bir kısmını uygun bir
rünü yerine getirm ek için kurban veya adak kes vericiden alınan sağlıklı kanla değiştirmek,|| kan
mek. 2. K an dökülecek bir işe girişmek; savaşmak; dere batmak, {OsT} Kan ter içinde kalmak.\\ kan
dövüşmek; katletm ek veya yaralamak. || kan ak doku, anat. Plazm ası ve taşıdığı yuvarlar bakım ın
mak, Kanlı bir çarpışma, çatışma veya savaş sıra dan bir doku gibi görünen kana doku biliminde
sında çok insan ölm ek ve yaralanm ak,|| kan ak- verilen ad. || kan dolaşımı, biy. Kalpten vücudun
m aksızın, Yaralı ve ölü olmadan.\\ kan aktarımı, her yanına giden ve oralardan kalbe gelen kanın
tıp. Vücudunda yeteri kadar kan bulunmayan hasta sürekli dolaşımı]] kan dökmek, B ir kimseyi y a ra
veya yaralı bir kimseye, aynı veya uygun bir kan lam ak veya öldürmek; cana kıymak]\ kan dökücü,
grubundan sağlam bir kimsenin kanını dam ar y o İnsan öldürmekten çekinmeyen; zalim; hunhar]\
luyla verme işlemi; kan nakli. | kan alacak dam an kan dökülm ek, B ir kavgada ölen o lm a k] kan
bilmek, Nereden veya kimden çıkar sağlanabilece düşm emek, {OsT} K atil sayılmamak; kısas uygu
ğini iyi bilmek.\\ kan alma, Tıbbı amaçlarla vücut lanmamak.|| kan etmek, {OsT} Cinayet işlem ek;
tan bir m iktar kan akıtma.\\ kan aramak, 1. H asta adam öldürmek.\\ kan eylemek, {OsT} -* kan et
için uygun kan bulmaya çalışmak. 2. mecaz. Öç mek. || kan gelmek, tıp. B ir organ veya dokudan
alm ak istemek. || kana susamak, Öldürerek öç al kan akmak; kanamak]\ kan gibi, K ıpkırm ızı.|| kan
m ak veya kan dökm ek hırsı içinde olmak. || kan gitmek, 1. B üyük abdestinde kan bulunmak. 2. K a
ayaklı, {OsT} Zavallı; âciz. || kana yunmak, {OsT} dınlarda ay hâli çok kanlı olmak. || kan gölü, Ç ok
kana boyanmak. || kan bağı, Aralarında kan akra kan akıtılmış, kan dökülmüş olma durumu.] kan
balığı bulunma; aynı soydan, atadan gelm e duru gövdeyi götürm ek, Çok insan öldürülmek; çok kan
mu.,|| kan bahası, {OsT} D iyet.| kan bankası, tıp. dökülmek.] kan grubu, tıp. Kan nakillerinde esas
İnsandan insana aktarılacak kan ve kan ürünleri olan alyuvar, A ve B aglütinojenlerinden hiçbirini,
nin toplanmasını, depolanmasını, korunmasını ve birini veya her ikisini içermesi ile ortaya çıkan
dağıtılmasını sağlayan kurum. || kan basıncı, tıp. grup.\\ kan gütmek, huk. Yakınını öldüreni veya
Kanın atardamar çeperine yaptığı ve atardamar onun bir yakınım öldürme duygusu taşımak; adam
gerilimiyle dengelenen basınç; tansiyon.|| kan ba öldürerek öç almak.\\ kan hacmi, Vücudun bütün
şına sıçramak, Çok öfkelenmek; aşırı sinirlen organlarında bulunan kan miktarı]] kan hücresi,
m ek]| kan beyin engeli, fızyo-biy. K andaki birçok biy. Kan sıvısı içinde bulunan, omurgalılarda alyu
maddenin beyin dokusu ile beyin ve om urilik çevre var ve akyuvar, omurgsızlarda hom ist denilen hüc
sindeki örtüler arasım dolduran sıvıya girmesini relere verilen ad; kan yuvarı. || kan hücresi yapan
engelleyen yapısal ve fizyolojik engel. || kan beyni doku, biy. K em ik iliği gibi kan hücrelerini m eyda
O B « f ö S U . 237. KAN
na getiren dokulara verilen ad. || kanı ağır, H are Yaptığı iş hayatına m al olmak; yaptığının cezasını
ketlerinde yavaş olan kimse; uyuşuk.\\ kanı boynu hayatıyla ödemek. || kan içmek, Kan dökmek.|| kan
na, {eAT} Ölümünün sebebi, vebali kendisine ait.|| içteçiler, {eT} Kan dökücüler,|| kan iğnesi, tıp.
kanı bozuk, Soysuz.\\ kanı bulanm ak, {ağız} (Ço K ansızlık nedeniyle vücuda verilen dem ir eriyiği,
cuk için) erginlik çağına girmek; buluğa ermek. karaciğer özütü vb. cinsi ilaç.\\ kan ile kanun ey
[DS]|| kanı donmak, Şaşkınlıktan ne yapacağını, lem ek, Öcünü veya hakkını ya sa dışı yollardan
nasıl davranacağını bilememek; şaşırmak; dona- almak. || kan istemek, Öldürülen bir yakını için öç
kalmak. || kanı ılıkmak, {ağız} Sevmek; yakınlık alma yolunu aramak; öç alınmasını istemek.|| kan
duymak; beğenmek. [DS]|| kanı ılım ak, {ağız} -*• işeme, tıp. idrarda kan bulunması; kanlı idrar çı
kam ısınmak. [DS]|| kan ılım ak, {ağız} -*• kanı karma; hematüri.\\ kan kanseri, tıp. K an yapıcı
ısınmak. [DS]|| kanı ısıcak, {OsT} Sevimli; sıcak organlarda habis hücrelerin aşırı çoğalması ile
kanlı. || kanı ısınmak, Birini kendine yakın bulmak; ortaya çıkan hastalık; lösemi. || kan kardeşi, B irbi
hoşlanıp sevmek. (| kanı ıssıcak, {OsT} -*■ kanı ısı- rinin kanını yalam ak suretiyle iki kişi arasında ku
cak.|| kanı içinde kalm ak, B ir kazançtan, o kazan rulan sıkı dostluk; ant kardeşi. || kan karışıklığı, İki
cın elde edilmesinde emeği geçenlere p a y ayırma ve daha çok ırkın karışması durumu.\\ kan karpu
mak]] kanı içine akmak, D ert ve sıkıntısını açık zu, {OsT} İçi koyu kırmızı karpuz.|| kan kaşandır
lamaktan, dışa vurmaktan kaçınmak.\\ kanı kanla mak, 1. {eAT} {OsT} Korkudan kan işetmek. 2.
yıkam ak, Öldüreni öldürm ek suretiyle öç almak. || {ağız} K an işetmek; çevresine zarar vermek. [DS]||
kanı kara, {ağız} (Kişi için) sevimsiz. [DS]|| kanı kan kaşanm ak, {OsT} Korkudan kan işemek.|| kan
kaynamak, 1. Oynak ve kıpırdak olmak; cıvıl cıvıl kaşatmak, {OsT} -*■ kan kaşandırmak. || kan katılur
olmak; coşku içinde yerinde duramamak. 2. Birine kavm, {eAT} Aynı ırktan, aynı soydan gelen akra-
çabucak bağlanmak; sevgi duymak.\\ kanı kuru ba.\\ kan kaybetmek, 1. tıp. Damarlardaki kan, iç
mak, 1. Aşırı usanç duymak; usanmak; bıkmak. 2. veya dış kanam a sonucu, hayatı tehlikeye sokacak
{OsT} Bitkin düşmek; cansız hâle gelm ek.|| kan biçimde dışarı akmak. 2. mecaz. (Kurum, kuruluş,
ılıkmak, {ağız} Beğenmek; sevmek. [DS]|| kanma örgüt için) gücünü yitirmek; etkinliği azalmak.\\
ekmek doğramak, 1. K in ve düşm anlıkta aşırı kan kaybı, tıp. Vücudun herhangi bir yerindeki
gitmek. 2. Birinin felaketine sevinmek. || kanma yaralanmadan dolayı hayatî tehlike yaratacak ka
etm ek doğramak, {eAT} Canına kastetmek; öl dar çok kan akması] | kan kaynamak, Sevmek;
dürmeye niyetlenmek.\\ kanına dokunmak, 1. Çok ruhî yakınlık duymak.\\ kan kesilmek, Kıpkırmızı
öfkelendirmek; sinirlendirmek. 2. Çok öfkelenmek; olmak] \ kan kırmızı, 1. Oldukça kötü; üstün; y a
sinirlenmek,|| kanma girmek, 1. Birini öldürmek man. 2. Koyu kırmızı; kıpkırm ızı. || kan kuduz,
veya öldürtmek. 2. Birini doğru yoldan çıkarmak; {ağız} 1. Yırtıcı. 2. Yıpratıcı. [DS]|| kan kurutan,
büyük bir yıkım a veya sıkıntıya sebep olmak. 3. B ir {ağız} Vurdumduymaz; derdini söylem eyerek çevre
kızın kızlığını gidermek.\\ kanı pahasına, Ölüm ve sindekileri üzen. [DS]|| kan kusmak, 1. tıp. K usm a
yaralanm a dahil bütün tehlikeleri göze alarak. |j sırasında ağzından kan gelmek. 2. mecaz. Çok ezi
kanını pamuğa almak, {eAT} Öldürüp izini bırak y e t çekmek; çok sıkıntı çekmek. || kan kusturmak,
mamak'.|| kanını panbuğa almak. {eAT} -* kanını E ziyet ve acı vermek. || kan kusup kızılcık şerbeti
pamuğa almak.|| kanı karışan, {OsT} A kraba.|| ka içtim, demek, Çok eziyet ve sıkıntı çektiği hâlde
nı sıcak, Herkesle kolay ilişki kuran; çabuk alışan; başkalarına durumunu iyi göstermek. || kan m erke
kendini sevdiren; sevimli. | kanı soğuk, Yabancı zi, tıp. insandan insana aktarılacak kan ve kan
gibi davranan; sevimsiz. || kanma susam ak, 1. B i ürünlerinin toplanmasını, depolanmasını, korun
rini öldürme hırsı içinde bulunmak. 2. Kendisinin masını ve dağıtılmasını sağlayan kurum. || kan m u
ölümüne sebep olacak davranışlarda bulunmak; ayenesi, tıp. K andaki kimyasal maddelerin, hücre
belasını aramak. || kanına yabancı girmek, Soyu lerin miktarını ve kan grubunun cinsini belirlemek
nun arasına başka soylardan olan birisini evlilik için yapılan laboratuar incelemesi,|| kan nakli, tıp.
yoluyla almak. |j kanında olm ak, İçine veya benli Vücudunda yeteri kadar kan bulunmayan hasta
ğine işlemiş olmak; benliğinde y e r almak. || kanını veya yaralı bir kimseye, aynı veya uygun bir kan
emmek, Birini acımasızca sömürmek.\\ kanını içi grubundan sağlam bir kimsenin kanını veya kan
ne akıtmak, Üzüntüsünü, derdini kimseye açam a ürünlerinden birini dam ar yoluyla verme işlemi;
mak; belli etmemek. || kanını içmek, Öldürmek; kan aktarımı.\\ kan olmak, 1. Öldürülmek. 2. A ra
öldürmeyi arzu etmek. || kanını kurutm ak, Birine larında kan davası olmak. 3. {OsT} Cinayet işlen
çok eziyet ederek onu canından bezdirmek; usan mek]] kan oturmak, tıp. Vurma, çarpma veya sı
dırmak.|| kanı yerde kalmak, Öldürülen birinin kışma sonucunda vücudun bir yerinde dokular ara
intikamı alınmamak; ya sa önünde ceza almamak.\\ sına kan sızıp birikmek]] kan ödeği, {OsT} -*■ kan
kanı yerde kalm am ak, Öldürülen birinin öcü pahası. || kan pahası, huk. Yaralanan organ karşı
alınmak; ya sa l cezasını almak. || kanıyla ödemek, lığı olarak yaralayandan alm an para; diyet. || kan
KAN ÖTÜffilIÜRSÖM. :.o
parası, huk. Yaralanan organ karşılığı olarak y a ulu hakan; imparator; hükümdar; şehzade. [İKPÖy.]
ralayandan alınan pa ra ; diyet.|| kan pıhtılaşması, [EUTS] [ETY] [Gabain]
biy. Kan pıhtısının oluşmasını sağlayan iki grup kan3, [kân] (ka:n) {ağız} 1. Çıkıntılı pervaz. 2. Top
biyokimyasal birleşme]] kan pıhtısı, biy. Vücudun rak sekinin çevresine yapılan odıın çerçeve. 3. Bü
kanama olan bölgelerinde görülen fib rin ağı ile yük kereste; kalas. 4. Dört köşe yontulmuş (10x10
bunlara yapışm ış hücrelerden oluşan katılaşmış cm veya 15x15 cm kesitli) kereste; kalas; mertek;
yapı. || kan plazması, anat. Kanın hücreler arası hatıl. 5. Am bar yapımında kullanılan tahtaların ka
sıvı maddesi]] kan portakalı, Kırmızı renkli, etli im kenar parçaları. [DS] 6. Direk. [EG] 7, Tandır
bir portakal türü. | kan pulcuğu, biy. Kanın p ıh tı başının tahta eşiği. [EG]
laşmasında rol alan, kem ik iliğinin dev hücreleri kaıı4, [? kan] {ağız} is. Mutfak. [DS]
olan büyük karşosııtlerden koparak kan dolaşımına kan5, [? kan] {ağız} is. Verimli toprak. [DS]
katılan küçük parçacıklar; trombosit.]] kan revan
kâna, [Far. kânâ UIS"] (kâ:na:) {OsT} sf. Ahmak; id
içinde olmak, Yaralanmak ve her yerinden kan
akmak]] kan sayımı, tıp. Kanın 1 mm3 'ündeki al raksiz; cahil,
yuvar sayısını tespit etme işi; hemogram]] kan se kana1, [ît. canna] (k a ’na) is. dnz. Bir geminin çektiği
rumu, biy. Vücut dışına alınan kanda, hücreler ile suyu göstermek için bodoslam asına konulan işaret
fibrinin alınmasından sonra kalan renksiz sıvı]] ler.
kan sistemi, anat. Kan bulunduran bütün dam ar ve kana2, [Jap. kana] is. Japon yazısında hece değerli
organların tümü] \ kan taşı, Kırmızı esmer renkte gösterge.
doğal dem ir oksit; hematit, Fe20 3]\ kan tepesine kana3, [Yun. canna] is. bot. Hindistan kökenli, kır
sıçramak, Çok öfkelenmek; aşırı sinirlenmek]] kan mızım sı yeşil yapraklı, sıcak bölgelerde süs bitkisi
ter içinde kalmak, B ir iş veya çalışma sonucunda olarak yetiştirilen yatay kök saplı çok yıllık otsu
ço k yorulmak; bitkin düşmek; perişan hâle gel bitki; kana çiçeği, (Canna).
mek.]] kan terlemek, Çok eziyet çekmek; çok sıkıntı kana4, [? kana] {ağız} is. Kalas. [DS]
çekmek. || kan terletmek, Eziyet ve acı vermek. || kana5, [? kana] {ağız} is. 1. Asmaların, ağaçların dip
kan tutma, {ağız} (Öldüren kimse) şaşkınlığa uğ lerinden çıkan filiz; piç. 2. Kuyruk. [DS]
rama. [DS]11 kan tutmak, !. Kan görünce baygınlık kana6, [? kana] {ağız} is. Kuru meyvenin yenen kıs
geçirmek. 2. {OsT} {ağız} (Katil için) cinayetten mı. [DS]
sonra şaşırmak; işlediği cinayetin etkisi ile buna kana7, [Yun. kanata / Bul. kâna] {ağız} is. Su kabı;
lıma girmek; aklı başından giderek kaçamamak. güğüm; sürahi. [DS]
[DS] 3. {ağız} (Koyun ve sığırlar için) zehirli ot y i
yerek hastalanmak. [DS] 4. {ağız} Kalp durmak; kanaat, -ti [Ar. kanâ'at o t l i ] (kana.at) {OsT} is. 1.
birdenbire ölmek. [DS] 5. {ağız} Ansızın bayılmak. Elinde bulunan kadarı ile yetinme; daha çoğunu
[DS] || kan tükürmek, Çok eziyet çekmek; çok sı istememe; elindekinden hoşnut olma; kısmete razı
kıntı çekmek]] kan tükürtmek, Eziyet ve acı ver olma. 2. Birine veya bir şey karşı duyulan güven;
mek.]] kan uğut, {OsT} K ana boyanmış.(? )|j kan kanma; inanma. 3. Bir konudaki görüş; fikir; dü
uydurmak, {ağız} Kan oturmasına sebep olmak. şünce; tahmin; kanı. S kanaat beslemek, Belirli
[DS]|j kan uyumak, {ağız} 1. Vurulan veya çarpılan bir düşünce ve inanışta olmak; ummak]] kanaate
yerde, deri altına kan oturmak; morarmak. 2. B a sahip olm ak, B ir inanç ve görüşe sahip olmak. ||
yılmak. [DS] 11 kan uyutmak, {ağız} Gösteriş ya p kanaat etmek, Yeterli bulmak; yetinm ek.|| kanaat
mak. [DS] |1 kan üyütmek, {ağız} 1. Yormak. 2. B ek getirm ek, A klı yatm ak; kanmak; inanmak.]] kanaat
lemek; dayanmak. [DS]|| kan vermek, tıp. Tıbbî hürriyeti, huk. 1. Kişinin serbestçe fik ir edinebil
amaçla kullanılmak üzere kanını aldırmak]] kan mesi, edindiği fik ir ve kanaatlerinden dolayı kı
yağı, {OsT} Kan düşmanı]] kan yalaşmak, {OsT} nanmaması ve bunları serbestçe açıklayabilme,
K an kardeşi almak.]] kan yel, {ağız} Egzama. [DS]|] savunma, başkalarına anlatma, yaym a ve benim
kan yeli, {ağız} Birkaç gün süren şiddetli esinti; setmeye çalışma, telkin ve tavsiyede bulunma hakkı
kasırga. [DS]|| kan yutmak, {OsT} Eziyet çekmek; ve olanağı; fik ir hürriyeti; açıklama özgürlüğü; söz
eziyete katlanmak.]] kan yutturmak, {OsT} B ir iş ve basın özgürlüğü. 2. Kişinin düşünme gücünün
yapılıp bitirilene kadar o işi yapana sıkıntı verm ek; dış baskılardan kurtulmuş olması; baskıdan ve
iiziintü ve acı çektirmek]] kan yürümek, tıp. Vücu baskı etkisinden ıızak düşünme]] kanaati olmak,
dun bir yerinde, bir organda aşırı kan birikmek.]] B ir görüşü veya düşüncesi bulunmak.]] kanaatinde
kan yüzüne çıkmak, Öflceden, sinirden yüzü kıp olm ak, Belirtilen görüş ve düşüncede olmak]] ka
kırmızı olmak.]] kan zehirlenmesi, tıp. Zehirli naat notu, eğit. Öğretmenin, öğrencinin aldığı not
maddelerin veya mikrop toksinlerinin kana karış lar ve öğrenic'ınin genel durumunu dikkate alarak
ması sonucu ortaya çıkan hastalık durumu. vermiş olduğu not; karne notu]] kanaat sahibi,
kan2, [Moğ. hağan > hân / kan] (khan) {eT} is. Han; Elindekiyle yetinm esini bilen; açgözlü olmayan.]]
er«ıra m ı. 2377 KAN
kanaat uyandırm ak, Belirli bir izlenim bırakmak. lektrik haberleşme yolu. 10. dbl. Bildirinin, ko
kanaatbahş, [Ar. kanâ'at + bahş (kana:at- nuşucudan dinleyiciye aktarılmasını sağlayan her
türlü m addî gereç; oluk. 11. Tahtanın liflerine dik
bahş) {OsT} sf. İnandırıcı; kanaat veren,
yönde açılan oyuk. 12. Yiv.
kanaatkâr, [Ar. kanâ'at + Far. -kâr (kana:- kanalcık, -ğı [kanal-cık] is. 1. Büyük bir kanalın yan
atkâ:r) {OsT} sf. Elindekiyle yetinmesini bilen; aç dallan; küçük kanal. 2. Suların akıtılmasına yara
gözlü olmayan, yan dip ve çeperleri kaplamalı küçük kanal,
kanaatkârane, [Ar. kanâ‘at+Far. -kâr-âne kanalet, [Fr. canalette] is. Küçük su yolu; sulama
(kana:atkâ:ra:ne) {OsT} zf. Kanaat sahibine yakışır amacıyla tarlaların başma kadar götürülmüş beton
biçimde. borular.
kanaatkârlık, [kanaatkâr-lık] is. Elindekiyle yetin kanalga, [kan-mak > kan-al-mak > kanal-ga] {ağız}
mesini bilmek; açgözlülük etmemek, is. İnanç; kam. [DS]
kanaatli, [kanaat-li] sf. Kanaat sahibi olan; elinde- kanalıyla, [kanal-ı + ile > kanal-ı-y-la] (kanalı ’y la)
kiyle yetinen, zf. Bir kimse veya bir nesnenin aracı olması yoluy
la; aracılığıyla,
kanaçı, [? kanaçı] {ağız} is. Çimen. [DS]
kanalizasyon, [Fr. canalisation] is. Şehirlerde atık
Kanada kavağı, [kanada + kava(k)-ı] is. bot. Uzun
suları toplayarak belli bir yere akıtmayı sağlayan
bir kavak türü.
kanal düzeni; lağım şebekesi; lağım döşemi. 0
Kanadalı, [kanada-lı] sf. Kanada halkından olan;
kanalizasyon borusu, Şehirlerde atık suları topla
K anada’da oturan,
yıp bir yere akıtmak için ye r altına döşenen boru;
kanadil, [Ar. kandll>kanâdîl (kana:di:l) {OsT} kanal.
is. Kandiller. kanalize, [Fr. canaliser (boru ile su akıtmak)] is.
kanadiyen, [Fr. canadienne] is. 1. Tüyleri iç tarafa Akıtma. 0 kanalize etmek, Yönlendirm ek
getirilmek üzere koyun derisinden astarlanmış ce kanallı, [kanal-lı] sf. Kanalı bulunan; kanal döşenmiş
ket. 2. Yaz aylarında giyilen, bol biçimli, önü kapa olan; kanal açılmış olan,
lı, üsten cepli, astarsız hafif ceket, kanalsız, [kanal-sız] sf. Kanalı bulunmayan; sıvısını
kanafiz, [Ar kunfuz > kanâfız (kana.fiz) {OsT} bir kanalla başka yara akıtmayan 0 kanalsız bez,
is. 1, Kirpiler. 2. Dağ faresi, anat. İç salgı bezi.
kanag, [kan-â-mak > kanâ-ğ] {eT} is. Kan alma. kanama, [kan-a-ma] is. 1. Vücudun bir yerinden kan
[EUTS] çıkması. 2. tıp. Kanın içinde bulunduğu damardan
kanağan, [kan-mak > kan-ağan] sf. Çabuk ve kolay dışarı çıkması; hemoraji.
kanan. kanamak, [eT. kân > kan-â-mak] gçl. fi [-r] [-n(ı)-
kanak1, [*kan-mak > kan-ak] {eT} is. Kaymak; süt yor] 1. {eT} Kan almak; kan akıtmak; kan emmek.
kaymağı. [DLT] [EUTS] [DLT] 2. gçsz. f i Vücudun herhangi bir y e
rinden kan gelmek; kan akmak. {eT} (ayın) [EUTS]
kanak2, [kayna-mak > ka(y)na-k / kan-m ak (doy
[Gabain] [DLT] 3. mecaz. (Üzerinden epey zaman
mak) > kan-ak] {ağız} is. Çay; dere; ırmak. [DS]
geçmiş manevi acısı olan bir olay veya durum için)
kanak3, -ğı [eT. *kan-mak > kanak] {ağız} is. K en
hatırlamakla etkisini yeniden göstermek; depreş
ger; sakız otu. [DS] 0 kanak sakızı, {ağız} I. K en
mek.
ger sakızı. 2. K ara sakız. [DS]
kanamalı, [kan-a-ma-lı] sf. tıp. V ücudun bir yerin
kanak4, -ğı [kan-mak (inanmak) > kan-ak] {ağız} sf.
den kan çıkan; kanaması olan; kan kaybeden,
Çabuk aldanan; çabuk inanan; saf. [DS]
kanamangark, [kan-mak (doymak) > kan-a-man +
kanak5, -ğı [? kanak] {ağız} is. Av çakısı. [DS]
Ar. gark ?] /ağızj zf. Doyuncaya kadar; bol bol.
kanak6, -ğı [? kanak] {ağız} is. Kafes. [DS] [DS]
kanal, [İt. canâl (su yolu) > Fr. canal] is. 1. Kamış kanamaz, [Yun. khâvanos => kanamaz] {ağız} is. 1.
oluk. 2. Deniz, göl, ırmak gibi suları birbirine bağ Kulplu, büyük bakır kepçe. 2. Süt sağılan bakır
layan, insan eliyle açılmış, ulaşıma elverişli su yo kap. [DS]
lu. 3. İki kıyı arasındaki dar deniz uzantısı. 4. Bir
kanamlag, [kan-mak > kanam-lağ] {eT} sf. -* kanam-
sıvının bir yerden başka bir yere geçmesini sağla
lıg. [EUTS]
yan akacak yer; ark. 5. Toprak altında sıvı ve gaz
kanamlıg, [kan-mak > kanam-lığ] {eT} sf. Doymuş;
ların taşınmasına, akmasına imkân sağlayan oluk.
tok. [EUTS]
6. Bir şehrin atık sularını toplayan kanalizasyon
kanapa, [Fr. canape] {ağız} is. Kanepe; sedir; bank.
boruları. 7. bilş. Bir bilişim sisteminin birimlerini,
[DS]
birbirine bağlayan organ. 8. anat. Damarlar dışında
uzun, silindir biçiminde boşluk. 9. iletş. Frekans kanara1, [Ar. kınnâre ojbî > kanâre °jL5] (kana:ra)
tayfının az çok geniş bir bandını kapsayan radyoe {OsT} is. 1. Kasaplık hayvanların kesilip yüzüldüğü
KAN İ M İ K SOM • 2378
ve temizlendiği yer; mezbaha; kesim evi. {ağız} (ay [ETY] [EUTS] [DK] [Gabain] 3. B ir uçağın havada
nı) [DS] 2. {eAT} {OsT} Hayvan kesilen yer; altında kalmasını sağlayan yatay düzlem. 4. Balıkların
kesim yapılan ağaç. [DK] 3. M ezbahaya alışmış ve yüzgeci. 5. Kümes hayvanlarında kanatların bağlı
oradaki artıklarla beslenen köpek; köpek. 4. {ağız} olduğu yenilebilir etlerin bulunduğu kısım. 6. Kapı,
D oym ak bilmeyen; obur; aç gözlü. [DS] 5. Sahip pencere ve dolap gibi nesnelerin açılır kapanır ve
siz, sokak malı. 6. {ağız} Başıboş dolaşan aç köpek. çoğunlukla çift olan kapaklarından her biri. 7. Bir
[DS] 7. {ağız} H ayvan satılan yer. [DS] 8. {OsT} birinden bağımsız parçalardan meydana gelen bazı
{ağız} Et çengeli; kasap çengeli. [DS] 9. {ağız} sf. nesnelerde her bir parça. 8. Binalarda her iki yan;
(Köpek vb. hayvan için) obur. [DS] taraf. 9. Kumaş vb.nde uzunluğuna olan yarım en.
kanara2, [Bul. kanara] {ağız} is. 1. Dağların en yük 10. M eclis, parti vb. topluluklarda düşünce bakı
sek ve kayalık yeri. 2. Dağlardan yuvarlanan taşlar. m ından ayrılmış gruplardan her biri. 11. A t araba
3. Taş yığını. 4. Dağ yamaçlarındaki kayalıklar. sının iki yanm a konulan parmaklık; angıç. 12.
[DS] {ağız} Yüklenen sap veya samanın dökülmemesi
kanaracı, [kanara-cı] {ağız} sf. Görgüsüz. [DS] için kağnının yanlarına konulan yan yana çakılmış
kanaralam ak, [kanara-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [- tahtalardan oluşan parça. [DS] 13. Savaş düzenin
l(ı)-yor] 1. Yellenmek; gaz çıkarmak; osurmak. 2. deki bir ordunun sağ ve sol yanları. 14. Futbol gibi
A bartarak konuşmak. [DS] spor oyunlarında hücum hattının sağ ve sol uçla
kanaralı, [kanara-lı] {ağız} is. sf. (Hayvan için) iri rında yer alan oyuncular. 15. Bir pompada akışkanı
kemikli. [DS] yönlendirm eye yarayan yüzeylerden her biri. 16.
kanaralık, -ğı [kanaraMık] {ağız} is. Dağların büyük {eT} Ak ev parçalarından, yurt iskeletinin duvarla
taşlı yerleri. [DS] rını meydana getiren keregenin bir parçası. [Nevâyî]
17. {ağız} Taşınabilir merdiven; merdiven. [DS] 18.
kanare1, [Ar. kanâre »jbî] {ağız} is. 1. Mezbaha. 2.
{ağız} Salon; sofa. [DS] 19. {ağız} Defter, kitap yap
A ç köpek. 3. Sıska hayvan. 4. sf. Kendi geçimini rağı. [DS] 20. {ağız} Bir çift pastırma. [DS] 21. Per
sağlayamayan ve kendisine bakamayan; miskin; vane, fırıldak gibi araçların her bir kolu. 22. {ağız}
kirli. [DS] Kösele. [DS] 23. {ağız} Atın arka böğrüne vurulan
kanare2, [? kanare] {ağız} is. Fırsat. [DS] damga. [DS] 0 kanadı altına almak, (Birini) uğ
kanarma, [? kanarma] {ağız} is. M ercimek çorbası. rayabileceği her türlü olumsuzluk ve kötülükten
[DS] uzak tutmak; himayesi altına almak. || kanadı altı
kanarmak, [kân > kan-â-mak > kan-a-r-mak] {eT} na sığınmak, Güvendiği bir kimsenin koruyuculu
gçl. fi [-ur] -*■ kanatmak. [EUTS] ğunu istemek, dilemek.\\ kanadı altında, Koruyucu
kanarya, [İsp. Canario (Kanarya adi.)\ (ka n a ’rya) luğunda; himayesinde. || (birinin) kanadıyla uç
is. zool. İspinozgillerden yeşilimsi sarı renkli, kalın mak, O kim se tarafından korunmak; himaye edil
gagalı, Kanarya adaları kökenli, küçük bir ötücü mek. || kanat açıklığı, (Kuş, uçak vb. için) iki kanat
kuş; küçük iskete, (Serinus canaria). 0 kanarya ucu arasındaki uzaklık.\\ kanat açısı, Uçaklarda
çiçeği, bot. Çan çiçeğigillerden, sarı renkli çiçek kanadın gövde ile yaptığı açı.|| kanat açmak, 1.
açan bir otsu bitki, (Tropaeolum peregrinum),\\ Uçmak. 2. (Birini) korumak; him aye etmek.\\ kanat
kanarya otu, bot. Karanfilgillerden tel köklü, sü alıştırmak, Bir işin nasıl yapılacağını deneyerek
rüngen ve ince gövdeli, karşıt sivri yapraklı, saplı öğrenm eye çalışmak. || kanat biçmek, {ağız} Göste
beyaz çiçekleri yaprak koltuklarından tek tek çıkan, riş yapm ak; kibirlenmek. [DS]|| kanat bükmek,
bütün y ıl çiçek açan ve tohumları küçük kafes kuş {OsT} B ir hedefe doğru koşmak. || kanat buylusu,
larına yem olarak verilen otsu bitki, (Stellaria {ağız} -*■ kanat muylusu. [DS]|| kanat değiştirme,
media / Alsine media) spor. Futbolda oyuncunun bir kanattan diğerine
kanaryalık, -ğı [lcanarya-lık] is. Kanarya yetiştirilen geçmesi.\\ kanat germek, Birini korumak; himaye
yer; kanarya üretiminde kullanılan büyük kafes. etmek. || kanat kakmak, {OsT} K anat çırpmak. || ka
natları olm ak, Çok hızlı ve çevik olmak. || kanat
kanas1, [Ar. kanaş ,j*J] {OsT} is. A v yeri; avlak.
muylusu, {ağız} D ört tekerlekli öküz arabasında
kanas2, [? kanas] {ağız} is. Girinti çıkıntı; eğrilik; yastığı dingile bağlayan çivi. [DS]|| kanat oyuncu
çarpıklık. [DS] su, spor. H ücum hattının her iki ucunda y e r alan
kanasta, [İsp. canasta] is. 1. Hasır sepet, 2. İki deste oyuncu. || kanat salmak, {OsT} K anat sallamak;
kâğıt, dört joker ile eşli olarak dört kişi tarafından kanat çırpmak. || kanat taarruzu, as. B ir ordunun
oynanan Güney Amerika kaynaklı bir iskambil yanlarının yaptığı saldırı. |j kanat takımı, 1. Bir
oyunu. uçağın kanatlardan m eydana gelen taşıyıcı düzeni
kanat1, -dı [eT. kanat / kanâd] is. 1. biy. Zar şeklin nin tümü. 2. Akış halindeki bir akışkanı yönlendir
deki herhangi bir uzantı. 2. Kuşlarda ve böceklerde meye yarayan yüzey.\\ kanat urmak, {OsT} Kanat
uçmayı sağlayan hareketli organ. {eT} (aynı) [DLT] çırpmak. || kanat yükü, Uçakta kanadın meti'ekare-
0IÜM II1M I. 2 3 7 9 KAN
sine düşen ağırlık.|| kanat zarı, biy. Yarasalarda A sya kökenli, cevizi andırır sekiz ayrı ağaç türü,
ikinci ve beşinci parm aklar arasında uzanan zar. (Pterocarya).
kanat2, [Ar. kanat oLüi] (kana:t) {OsT} is. 1. Y er al kanatlıg, [kanat-lığ] {eT} sf. Kanatlı. [ETY]
tına döşenmiş su borusu; kanal. 2. anat. Kanal. 3. kanatlılar, [kanat-lı-lar] is. zool. Kanatları olan bö
{ağız} Ayakyolu; tuvalet; yüznumara. [DS] 0 ka- cekleri kapsayan bir alt sınıf, (Pterygota).
nât-ı nâkıleti’l-meneviye, {OsT} anat. A tm ık kana kanatma, [kan-a-t-ma] is. 1. Kanamasına sebep ol
lı.\\ kanât-ı dâfıka, {OsT} anat. A tar kanal.|| kanât- ma. 2. {ağız/ Kökündeki sütten sakız çıkarılan boz
ı merâre, {OsT} anat. K oledok kanalı.|| kanât-ı renkli bir bitki; kenger. [DS]
nısf-ı daireviye, {OsT} anat. Yarım çember kanal kanatm ak, [eT. kân > kan-â-mak > kan-a-t-mak] gçl.
lar..|j kanât-ı sadrî, {OsT} anat. Göğüs kanalı.|| ka- f [~lr] 1- Kanamasına sebep olmak. 2. K an akma
nât-ı safrâvî, {OsT} anat. Ö dkanalı.\\ kanât-ı şev sını sağlamak; kan akıtmak; kan almak. {eT} {eAT}
ki, {OsT} anat. Omurga kanalı. (aynı) [DLT] [DK] 3. {ağız} Sakız elde etm ek için
kengerin kökünü bıçakla çizerek süt çıkarmak. [DS]
kanata, [Yun. kanata / 4i Us] (kana'ta) {OsT} is. 1.
kanatsı, [kanat-sı] sf. Kanadı andıran; kanat görünü
İçine sıvı konulan kap; kâse. 2. Geniş ağızlı, tek şünde olan.
kulplu su kabı; testi. 3. Maşrapa. 4. {ağız} Su kabı; kanatsız, [kanat-sız] sf. Kanadı olmayan; kanadı bu
sürahi. [DS] lunmayan.
kanatçı, [lcanat-çı] {ağız} is. Sürüye girmeyen koyun kanatsızlar, [kanat-sız-lar] is. zool. Böceklerin fark
veya keçi. [DS] lılaşmış larva biçimleri bulunmayan, daima kanat
kanatçık, -ğı [kanat-çık] is. 1. K üçük kanat. 2. bot. sız olan en ilkel şekillerini kapsayan alt sınıf.
Baklagillerin çiçek tacında bulunan iki taç yaprak (Apterygota).
larından her biri. 3. zool. K uşlarda baş parm ak ve kanava, [Fr. canevas] (kana’va) is. 1. Seyrekçe do
birinci parmak kemikleri arasında bulunan ve uçar kunmuş kolalı keten bezi; kanaviçe. 2. ed. Bir ede
ken dengeyi sağlayan telekler. 4. have. Uçaklarda bî eserin, bir konuşma veya konferansın taslağı,
bir kanadın kaçış kenarına yerleştirilen aşağı doğru planı.
indirilince kanadın taşım a gücünü artıran dikdört kanavar, [? kanavar] {ağız} is. Tarlayı sularken, su
gen parça. çıkm ayan yüksek yerlere su götürmek için açılan
kanatgan, [kan-â-mak > kan-a-t-ğan] {eT} sf. Daima arklar. [DS]
kanatan. [DLT]
kanavat, [Ar. kanât > kanavât i l ^ i ] (kanavan) {OsT}
kanatır, [Ar. kantara > kanatır (kana:tır) {OsT} is. 1. Yer altında bulunan künkler, su yolları. 2.
is. 1. Taştan yapılmış büyük ve kemerli köprüler. 2. anat. Kanallar,
Su kemerleri. kanavaz, [Yun. khavanos => kanavaz] {ağız} is. 1.
kanatîr, [Ar. kantar > kanatır j^ b s] (.kana: ti:r, t ka Tek ya da iki kulplu testi. 2. Derin ve saplı bakır
lın söylenir) {OsT} is. Kantarlar, kap. 3. Büyük küp. [DS]
kanaviçe, [İt. canavaccio] (kanavi ’çe) is. 1. Seyrekçe
kanatlandırma, [kanat-la-n-dır-ma] is. K anat sahibi
dokunmuş kolalı keten bezi. 2. Bu tür bez üzerine
olmasını sağlama,
yapılmış el işlemesi. 3. El işlemelerinde kullanılan
kanatlandırmak, [kanat-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1 .
çok seyrek örgülü bir cins tül. 4. Çuval olarak kul
Kanat sahibi olmasını sağlamak. 2. mecaz. Çok
lanılan kendir veya jütten yapılmış seyrek bez. 5.
sevindirmek. 3. Hayaller kurm asına sebep olmak,
Bir haritanın hazırlanmasında temel rol oynayan
kanatlanış, [kanat-la-n-ış] is. K anatlanm a eylemi jeodezik noktaların tümü. S kanaviçe direnç, fız.
veya biçimi. B ir iletken ve bir yalıtkanın kanaviçe şeklinde
kanatlanma, [kanat-la-n-ma] is. K anat sahibi olma, örülmesiyle elde edilen direnç elemanı.
kanatlanmak, [kanat-la-n-mak]. dönşl. f. [-ır] 1. K a kanayak, -ğı [kan+ayak] {ağız} is. Kadın; kız. [DS]
nat sahibi olmak; kanat edinmek; kanadı çıkmak; kanayaklı1, [kan+ayak-lı] {ağız} is. -*■ kanayak. [DS]
kanadı olmak. {eT} (aynı) [DLT] 2. (Kuş, böcek vb. kanayaklı2, [kan+ayak-lı] {ağız} is. Kaz; ördek. [DS]
için) kanat açmak; uçmak; kanat çalmak. {eT} (aynı)
kanayış, [kan-a-y-ış] is. Kanam ak eylemi veya biçi
[DLT] 3. Kanadı gelişerek uçm aya başlamak; uç mi.
maya hazır hâle gelmek. 4. mecaz. Çok sevinmek;
kanaz1, [kam-mak > kam-az / kanaz] {ağız} is. K asır
sevinçten uçmak. 5. Balede sahnenin bir ucundan
ga; dönerek esen rüzgâr. [DS]
öbür ucuna hareket etmek. 6. {eT} Binek sahibi ol
kanaz2, [kang (yans.) > kan-az] {ağız} is. Esnekliği
mak. [DLT]
az olan kerestelik ağaç. [DS]
kanatlı, [eT. kanat-lığ > kanat-lı] sf. 1. Kanatları
olan. 2. bot. Üzerinde kanada benzer uzantılar b u kanazı, -zu [Ar. kunzu'a > kanazı' £jbis] (kanazı:)
lunan. 3. {ağız} is. Çatal kapı. [DS] S kanatlı ceviz, {OsT} is. 1. Çocukların başlarındaki perçem. 2.
KAN fllÜ H IÖ U K tt S O M . a s s #
Uzamış saç. 3. Baş tıraş edilirken yer yer bırakılan kancan, [kanca-rı ısj***] {OsT} zf. N ereye ait.
saç.
kanbah, [? kanbah] {ağız} is. Yıkıntı. [DS] kancaru, [eT. kança > kança-rü {eAT} {OsT} zf.
kanbak, [kam-mak > kam-ga / kanbak] {ağız} is. Nereye. [DK]
Yonga; marangoz talaşı. [DS] kancasa, [kanca-sa L -^J] {eAT} zf. B ir tarafa; her
kanbele, [Ar. kanbele iLıi]{OsT} is. A t veya insan hangi bir yere,
topluluğu; bir grup at veya insan, kancasanaya, [kanca-sa-n-a-y-a {eAT} zf. -*
kanber, [Ar. kanber j^]{O sT} is. 1. Hz. A li’nin sadık kancasa.
kölesi. 2. mecaz. Bir evin gediklisi. 3. {ağız} Saksa kancasına, [kanca-sı-n-a 4^ ] {eAT} zf. -*■ kan
ğan. [DS]
casa.
kanbeyin, [kan + Ar. beyn] {ağız} sf. Genç; bilgisiz;
kancaya, [kanca-y-a ^ş^î] {eAT} z f -*■ kancasa.
toy. [DS]
kanbiyit, [Fr. canbyite] is. Hidratlı demir, doğal de kancasaya, [kanca-sa-y-a ^ ~ ^ ] {eAT} zf. -*■ kan
m ir silikat. casa.
k anca1, [kan > kan-ca] zf. Kan bakımından; soyca. kance, [? kance] {ağız} is. Y elek cebi; ön cep. [DS]
kanca2, [İt. gancio / ganzo] (k a ’nca) is. 1. Bir şeyi kancı, [? kancı] {ağız} is. M eyve dilimi. [DS]
tutmak, çekmek veya yakalamakta kullanılan ucu
kancığa, [Moğ. ğancıığa] is. Terki kayışı; terki bağı,
dem ir cengelli çubuk. 2. Herhangi bir şeyi asmaya
kancık, -ğı [eT. kan-çık / kan-cık] sf. 1. (Kedi, köpek
yarayan madenî çengel. 3. A t nalının iki ucundaki
vb. hayvanlar için) dişi. 2. mecaz. (Kişi için) alçak
kıvrık kısım. 4. {ağız} Köpeklerin boynuna takılan
ve güvenilmez; dönek; arkadan vuran. 3., (Kadın
m ahm uzlu demir halka. [DS] S kanca atmak, 1.
için) kötü yola düşmüş; fahişe; iffetsiz. 4. Kadın;
Kavga etm ek için sebep aramak. 2. Birinin kötülü
kız. 5. {ağız} İskambil oyunlarında on puanlık ikili
ğünü istemek.\\ kanca takmak, Birine sürekli hu
ya da onlu kâğıt. [DS] 0 kancık yel, {ağız} Lodos.
zursuzluk verici davranışlarda bulunmak; cezalan
[DS]
dırm ak için davranışlarını sürekli kontrol etmek.
kancıkça, [kan-cık-ça] (kancı’kça) zf. Gizlice kötü
kanca3, [? kanca] {ağız} is. Armağan. [DS]
lükte bulunarak; döneklik ederek; hainlikle,
kanca4, [kan-ca / < ^ ] {eAT} {OsT} zm.
kancıklamak, [kan-cık-la-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] [-
Nereye. l(ı)-yor] M ızıkçılık etmek. [DS]
kancabaş, [kanca+baş] is. dnz. 1. Osmanlı donanma kancıklık, -ğı [kan-cık-lık] is. 1. Kancık olm a duru
sında yer alan on üç çifte kürekle yürütülen çektiri mu. 2. mecaz. K ancık birinin niteliği; kancık birine
sınıfından nakliye gemisi. 2. Çoğunlukla tüccar yakışır davranış; kalleşlik; döneklik. 0 kancıklık
gemilerinde görülen yay biçiminde geriye kıvrık (etmek) y a p m ak , D öneklik etmek; kalleşlik etmek.
bodoslama; gaga burun. 3. {ağız} Altı ya da sekiz
kancıkmak, [kan-cık-m ak {OsT} dönşl. fi.
çift kürekle çekilen dar uzun bir çeşit kayık; balıkçı
alamanası. [DS] [-ur] Kan oturmak,
kancacı, [kanca-cı] is. dnz. Deniz taşıtlarının yanaş kancılamak, [kancı-la-mak] {ağız} g ç sz.f. [-r] [-l(ı)-
m a ve kalkması sırasında kanca kullanılarak yapı yor] A çgözlülük etmek. [DS]
lacak m anevrada çekme veya itme ile görevli kim kancılaz, [Yun. kalikantsaros (kötü bir cin)] {ağız} is.
se. Karabasan. [DS]
kancalam a, [kanca-la-ma] is. Kanca takma, kancım ak, [kancı(k)-mak] {ağız} is. Oyunda mızıkçı
kancalam ak, [kanca-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. lık etmek. [DS]
B ir yere veya bir şeye kanca takmak. 2. K anca ile kancoluz, [Yun. kalikantsaros (kötü bir cin)] {ağız}
çekmek. 3, Birinin veya bir şeyin üzerine bıktırır is. Hortlak. [DS]
casına düşmek; musallat olmak, kancuğ, [eT. kançık] {ağız} is. Dişi hayvan. [DS]
kancalı, [kanca-lı] sf. Kancası olan; kancası bulunan. kancur, [Tib. kagyur / kangyur] is. 1. Sözün çevirisi.
S kancalı iğne, Batırılarak kullanılan, serbest ucu 2. Tibet Budacılığının kutsal edebiyatı. 3. zool. İz
bir yuvaya oturarak tutturulan ince bir telin kıvrıl maritin boyu sekiz santimetreye kadar olan yavru
ması ile yapılm ış iğne; çatallı iğne; çengelli iğne. || su.
kancalı kurt, zool. insanların ince bağırsaklarında kanç, [kanç] {eT} is. N e kadar. [EUTS]
asalak olarak yaşayan, kansızlığa y o l açan, ipsiler kança', [kan-ça] (k a ’nça) {eT} zf. 1. Nereye? [EUTS]
sınıfından, ağzında çift çengeli bulunan bir tür so [DLT] [KB] [Gabain] [Yüknekî] 2. Nerede. [İKPÖy.] 3.
lucan (Ancylostoma duadenale). N e kadar; nice, {ağız} (avnı) [Gabaiıı] [DS] 4. Nasıl?
kancahğm, [kanca-lı(ğ)-ın ayJM Q {eAT) zm - Nerede [KB]
bulunduğunu. kança2, [? kança] {ağız} is. Çene. [DS]
Û IIE Îl I l l î C t S ö M K • 2381 KAN
kançal', [kan+çal(ı)] {ağız} is. B ir çeşit diken. [DS] [DS] 0 kandağına basmak, {ağız} Kızdırmak; si
kançal2, [? kançal] {ağız} is. Kaşık. [DS] nirlendirmek; damarına basmak. [DS]
kançalamak, [kanca-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)- kandak3, -ğı [kandak] {ağız} is. Yüksekliği dolayısıy
yor] (Kedi için) pençelemek. [DS] la ağaçsız, otsuz, çıplak kalmış yerler.
kançık, [Hint Avr. kwon (köpek) => eT kan-çık] {eT} kandak6, -ğı [kandak] {ağız} is. Çatı saçağı. [DS]
sf. 1. (Köpek için) dişi. 2. (Kadın için) cadaloz. kandak7, -ğı [kandak] {ağız} is. Budanmış ya da te
[DLT] pesi kesik ağaç. [DS]
kançılar, [İt. cancellieıe] is. Elçilik ve konsolosluk kandak, -ğı [kan-da-k] {ağız} is. Başkasının payını
larda kayıt ve tescil gibi İdarî işleri yürüten bir tür yeme. [DS]
noter. kandakçı, [kan-da-k-çı] sf. 1. (Kişi için) yaltaklana
kançılarlık, -ğı [kançılar-lık] is. 1. K ançıların işi ve rak söz geçirmeye çalışan; gönül yapmaya çalışan;
görevi. 2. Eskiden bir devlet görevlisinin veya dinî iki yüzlü. 2. Yalancı,
bir liderin muamelelerini yazıp, kopya etme ve kandaki, [kanda-ki (_sS"Ijlİ5] {eAT} sf. Hangi,
mühürleyip doğruluğunu onaylam a işlemi,
kandaklamak, [kan-da-k-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-
kançılarya, [Lat. cancellis (hapishane) > İt. cancel-
y o r j Eğreti bağlamak.
leria (mabeyn)] is. 1. Elçilik ve konsolosluklarda
kandal1, [? kandal] {ağız} is. 1. Uçurum; yar. 2. H en
yer alan İdarî görevlilerin tümü. 2. Bu görevlilerin
dek; çukur. [DS]
çalıştığı yer.
kandal", [? kandal] {ağız} sf. Akılsız; aptal; budala.
kancuğa, [? kancuğa ^ y ^ ] {OsT} is. Terki, [DS]
kancuka, [? kanculca {OsT} is. Terki, kandal3, [kan+dal] {ağız} is. Yapralcları zeytin yapra
ğına benzer, kırmızı tatlı meyveleri olan dikenli bir
kançaru, [kança-ru j y ^ ] {OsT} zf. Nereye; neresi? çalı. [DS]
kançuk, [kan-ça + ok > kan-çuk / kançok] {eT} zf. kandal4, [? kandal] {ağız} is. Kemikleşmiş kıkırdak.
Nereye; nasıl? [DS]
kand, [Ar. kand -uî] {OsT} is. 1. Şeker. 2. Şeker ka kandal3, [? kandal] {ağız} is. Orman içinde açılan
küçük tarla. [DS]
mışının donmuş öz suyu. 0 kand-i leb, {OsT} D u
kandalalu, [kandala-lu] {ağız} is. Yeni doğuran atın,
dağın şekeri; dudaktaki tat. || kand-i mükerrer,
çiftleştirilerek tekrar gebe kalması. [DS]
{OsT} 1. İki kere tatlı. 2. Kelle şekeri. 3. ed. Güzelin
kandalar, [kan+dala-r / kandalay] {ağız} is. Tahtaku
iki dudağı.
rusu. [DS]
kanda1, [kan-da o-La] {eT} {eAT} {OsT} z f 1. Nerede? kandalay, [kan+dala-r / kandalay] {ağız} is. -*■ kanda
[EUTS] 2. {eAT} Nereye? [DK] lar. [DS]
kanda2, [? kanda / kandara] {ağız} is. Değirm en ben kandalayan, [kan+dala-y-an] {ağız} is. -*■ kandalar.
di. [DS] [DS]
kandağ, [? kandağ] {ağız) is. Sıcak şerbet. [DS] kandalığı, [kanda-lığ-ı ^ °jjü] {eAT} zm. Nerede
kandağay. [kan+dala-y / kandağay] {ağız} is. Tahta olduğu.
kurusu. [DS]
kandamlası, -nı -laları [kan+damla-s-ı] {ağız} is.
kandağı, [kanda-ğı ^ jus] {eAT} zf. Nerede? Kırmızı çiçekli adonis türü çiçeklere verilen ad;
kandahlamak, [kandah-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [- horoz gülü; keklik gosu; kuş lalesi, (Adonis aes
l(ı)-yor] İğreti bağlamak; tutturmak. [DS] tivalis, A. annua, A. flam m ea). [DS]
kandak1, -ğı [kang (yans.) > kan(g)-da-k] {ağız} sf. 1. kandan, [kan-dan] {eT} {eAT} {OsT} zf. Nereden?
Yaşlı adam. 2. Çok yiyen; obur. 3. A ğır kanlı; han [DK] 0 ... kandan ... kandan, {eAT} {OsT} ... nere
tal; çevik olmayan. 4, (Hayvan ve insan için) iri de, ... nerede "Ben kandan, beş yüz dinara cariye
yapılı; cüsseli. 5. Kıskanç. [DS] alm ak kandan. ” Ferec B a’de’ş-Şidde
kandak2, -ğı [Ar. handek => kandak ıjİJ-â] {ağız} is. kandara1, [Ar. kantare o^ka] {ağız} is. Değirmen ben
1. Uçurum; yar. 2. Yol üzerindeki çukurluklar veya di. [DS]
inişli yokuşlu bozuk yol. 3. {OsT} Hendek; çukur. kandara2, [Ar. kantare 0^ ] {ağız} is. Beşiğin sal
4. Y ollarda insan, hayvan ve araba izlerinin bırak lamak için tutulan yeri. [DS]
tığı çukurluklar. [DS]
kandaşa, [kanda + i-se 4—jjs] {eAT} {OsT} zf. N erede
kandak3, -ğı [kandak] {ağız} is. 1. Düğüm. 2. İri
teyel. 3. Biçkiye gelm eyen kumaş. [DS] ise; nerede olursa olsun. 0 kandaşa da, {eAT}
H angi durumda olursa olsun; her halde.
kandak4, -ğı [kandak] {ağız} is. 1. Su birikintisi,
bataklık; çamurlu yer. 2. Kurumuş dere. 3. Küçük kandaşına, [kanda-s-ı-n-a d_uî] {eAT} zf. 1.
dere. 4. Taşların üstünde su biriken doğal oyuklar. Gideceği yer. 2. Başka tarafa.
KAN ı ı e i ü T O M • 2382
kandaş, [kan-daş] sf. Aynı kanı taşıyan; aynı soydan kandırıştı, [kandır-ış-lı] {ağız} sf. İnandırıcı. [DS]
gelen; ırkî yönden bağlı olanlar, kandırm a, [kan-dır-ma] is. Kandırma, ikna etme,
kandaşlık, -ğı [kan-daş-lık] is. Aynı soydan gelme; kandırm aca, [kan-dır-ma-ca] is. Birini kandırmak,
soy birliği akrabalık; ırkî bağlılık, aldatmak için takınılan tavır; bu amaçla kurulan
kanday, \eT. kanda > kanday] {ağız} is. Ne kadar? düzen.
[DS] kandırm ak, [kan-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Birini bir
kandaz, [kan-mak > kan-da-z ?] {ağız} is. sf. Kurnaz; şey yapm aya ikna etmek. 2. Birini bir şeye inan
dalavereci. [DS] dırmak; inanmasını sağlamak. 3. Birini aldatmak;
kande, [kan-de] {eT} zf. -*• kanda, yanlışa yöneltmek. 4. İçme ihtiyaç ve isteğini gi
kandeğer, [kan+değ-er] {ağız} sf. Eşsiz; çok değerli. dermek. 5. Birini doyurmak; açlığını gidermek.
[DS] kandız1, [kan-(ı)d-ız ?] {ağız} is. Yaralayıcı, kesici
kandeher, [? kandeher] {ağız} zf. (Araştırmak için) araç; carih. [DS]
inceden inceye. [DS] kandız2, [? kandız] {ağız} is. Mide ve karın bölgesi.
kandela, [Lat. candela] is. fız. Belirli bir doğrultuda [DS]
alanı 1/60 cm2 olan ve platinin katılaşma sıcaklı kandıza, [kan + diz -a] {ağız} is. B ir tür sivrisinek.
ğında tam bir ışıksız cisim gibi ışıyan (frekansı [DS]
540x1012 herz), bu doğrultuya dik bir deliğin kandızlamak, [kandız-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-
(1/683 w /sr olan tek renkli) ışık şiddetine eşit ışık l(ı)-yor] Bıçak, şiş gibi şeyler sokmak. [DS]
şiddeti birimi; ışık yoğunluğu birimi; mum, sembo kandızlık, -ğı [kandız-lık] {ağız} is. Karamık, (Ber
lü: cd. beris crataegina). [DS]
kandelez, [? kandelez] {ağız} sf. İnce; zayıf. [DS] kandi, [Ar. kand (şeker) > kandı ^Ais] (kandi:) {OsT}
kandelisa, [İt. candelizza] is. Serenleri kaldırmak sf. 1. Şekerle ilgili. 2. Şekerden yapılmış,
için kullanılan halat, kandik, -ği [? kandik] {ağız} is. 1. Küçük olgunlaş
kander, [? kander] {ağız} is. Bağ bozumu. [DS] 0 mam ış bostan; kelek. 2. İşe yaram az adam. [DS]
kander etmek, {ağız} Bağ, bostan bozmak. [DS] kandil1, [Lat. candela > Ar. km dîl Jj.->-a] {OsT} is. 1.
kandın, [kan-dm] {eT} zf. Nereden; [Gabain] İçine yağ konulm uş ve bir fitil sarkıtılarak yakıl
kandır, [kandır] {eT} is. Deri yüzüldükten sonra etin m ak suretiyle kullanılan ilkel bir aydınlatma aracı.
üzerinde kalan ince zar. [DLT] 2. argo. Ç ok sarhoş. 3. İslam geleneklerine göre
kandıra, [kmdır-mak > kmdır-a / kandıra oj-ui] {OsT} kutsal sayılan ve kandiller yakılm ak suretiyle ay
is. Hasır otu. S kandıra ağacı, bot. Mine çiçeği- dınlatılan geceler. 4. {ağız} Sivri burunlu kimse.
gillerden, Akdeniz ülkelerinde yetişen, kışın ya p [DS] 5. {ağız} Saçaklardan ya da ağaç dallarından
raklarını döken, leylak renginde salkım çiçekler sarkan buzlar. [DS] 6. {ağız} Kalaycıların lehim
açan, yaprakları halk hekimliğinde iştah açıcı ola eritmekte kullandıkları tava. [DS] ö kandil çiçeği,
rak kullanılan bir ağaççık; limon otu, (Lippia bot. Bileşikgillerden parçalı yapraklı, tüylü, beyaz
citriora). || kandıra otu, bot. Buğdaygillerden, so ve sarı çiçekli, halk hekimliğinde kullanılan çok
ğ u k ve ılıman bölgelerde yetişen, çok yıllık, sürü- yıllık otsu bitki; civanperçemi; kına çiçeği, (Ac
nücü, dayanıklı 150 kadar bitki türünün ortak adı; hillea). || kandil çöreği, K andil günlerinde yapılan
saz otu, (Calamagrostis). bir tür yağlı çörek. || kandil donanması, Kutsal
kandırıcı, [kan-dır-ıcı] sf. 1. Kandırmaya yol açıcı. gecelerde minarelerin kandillerle aydınlatılmış
2. Kandıran; aldatan; aldatıcı, hâli. || kandil gecesi, isi. M üslümanlıkta kutsal sayı
lan beş geceden her biri. || kandil günü, Kandil
kandırıcılık, -ğı [kan-dır-ıcı-lık] is. Kandırıcı olma
gecesinden önceki gündüz. || kandilin yağı tüken
durumu.
mek, Ö lm ek.|| kandîl-i tersâ, {OsT} din. Hris-
kandırıf, [? kandırıf / kandiref / kandirif] {ağız} is.
tiyanların kilisede veya başka yerde sürekli olarak
Sabanı boyunduruğa bağlayan “U ” biçiminde eğri
yaktıkları kandil|| kandil otu, {ağız} bot. Güvey f e
ağaç veya kayış. [DS]
neri, (Physalis alkekengi). [DS]|| kandil simidi,
kandırılış, [kan-dır-ıl-ış] is. Kandırılma eylemi veya K andil günlerinde yapılan yağlı sim it veya çörek.||
biçimi.
kandil topu, Kandilin y a ğ konulan hazne kısmı. ||
kandırılm a, [kan-dır-ıl-ma] is. Kandırılm ak eylemi; kandil uçurmak, Büyük camilerin şerefelerinden
aldatılma; ikna edilme, art arda ipe bağlı kandil sarkıtma işlemi. || kandil
kandırüm ak, [kan-dır-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. K an yağı, Kandile konulan kötü cins zeytin yağı; kan
dırma eylemine uğramak. 2. Aldatılmak. 3. İkna dilde yakılan sıvı yağ.
edilmek. kandil2, [kandil] {ağız} is. 1. Kaim ve geniş kereste.
kandırış, [kan-dır-ış] is. Kandırmak eylemi veya bi 2. Çatıda ana kirişe dikilerek merteğe bağlanan di
çimi. rekler. [DS]
Ö liliIlIR K l İ M . 2383 KAN
kandil3, [kandil] {ağız} is. Ambar gözü. [DS] is. 1. Yer altında bulunan künkler, su yolları. 2.
kandilci, [kandil-ci] is. İ. Cami ve m inarelerin kan anat. Kanallar,
dillerini yakan kimse. 2. Kandil yapan ve satan kanevetçi, [Ar. (Sur.) kanevâtî => kanevet-çi] {ağız}
kimse. is. Su yollarını yapan adam. [DS]
kandilcilik, ği [kandil-ci-lik] is. Kandilcinin işi ve kaneviz, [Yun. kâvanos] {ağız} is. Kavanoz. [DS]
görevi. kanevre, [? kanevre] {ağız} is. Ökçesiz bir tür ayak
kandilisa, [İt. candelizza] is. dnz. Yelkenleri ve seren kabı. [DS]
yelkenlerini yerlerine toka etm ekte kullanılan ha kanfala, [? kanfala] {ağız} is. Sığırlara dadanan b ir
latların ortak adı. sinek. [DS]
kandilleşme, [kandil-le-ş-me] is. Birbirinin kandilini kanfese, [Ar. kanfese 4—iâ] {OsT}is. zool. Tespih b ö
kutlama.
ceği.
kandilleşmek, [kandil-le-ş-mek] işteş, f. [-ir] Kandil
kang1, [kag / kağ / lcang / kanğ / kan / kong (yans.)]
günlerinde birbirinin kandilini kutlamak,
is. B ir şeyi yerinden güçlükle sökme, çıkartma, ge
kandilli, [kandil-li] sf. 1. Kandili olan; kandili taşı
riye doğru bükme veya oynatmayı anlatan kök.
yan. 2. Kandillerle süslü olan. 3. argo. Sarhoş. 4.
[Zülfıkar] kang-ır-mak, kah-ır-m ak
{ağız} (Kişi için) gözünden sürekli yaş gelen. [DS]
kang2, [kang / kanlc (yans.)] is. Kabaca ötmeyi veya
fi1 kandilli küfür, Çok ağır hakaretler taşıyan kü
seslenmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] kang etm ek
für]] kandilli selam, Yere kadar eğilerek verilen
kang3, [kang / kank (yans.)] is. Zayıflıktan kem ikle
selam.\\ kandilli tem enna, Yere kadar eğilerek
gösterilen saygı. rin fırlamasını anlatan kök. [Zülfıkar] kang-ıl-da-
m ak
kandillik, -ği [kandil-lik] is. 1. K andil konulan veya
asılan yer. 2. Minarelerde şerefelerin dışında olan kang4, [kang / kank / king / kong / konk (yans.)] is.
ve kandil takm aya mahsus halkalı metal çubuklar. M etal eşyaların birbirine çarpmasını, sürtünmesini
3. sf. Kandil ile ilgili, ve buna benzer çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar]
kang-ıl-da-k, kang-ul-da-k
kandiref, [? kandiref / kandırıf / kandirif] {ağız} is. -*■
kandırıf. [DS] kang5, [kang / king (yans.)] is. Zıplamayı, fingirde
meyi anlatan kök. [Zülfikar] kang-ıl-la-mak
kandoz, [kan-mak > kan-(ı)d-ız] {ağız} sf. 1. K andırı
cı; kurnaz. 2. Dedikoducu. [DS] kang6, [kan (yans.)] {eT} is. Kaz sesi. [DLT] S kang
etmek, {eT} (Kaz için) seslenmek. [DLT]
kandurm ak1, [kân-mak > kan-tır-m ak / kan-tur-
mak] {eT} gçl. f. [-ur] Su veya başka şeye kandır kang7, [kan] (kan) {eT} is. Baba. [EUTS] [ETY]
[İKPÖy.] [Gabain] [Tekin]
mak; tatmin etmek; kandırmak. [DLT] [Gabaiıı]
kanga, [kang (yans.) > kang-â] (kanga:) {eT} is. A-
kandurmak2, [kan-dur-mak] {ağız} gçl. f. [-ur]
raba; kağnı. [OKD]
Kağnı tekerinin dış çemberini geçirmek. [DS]
kangaklanmak, [kan-ak-la-n-mak / kayak-la-n-mak]
kâne, [Ar. kâne -tils'] (kâ;ne) {OsT} çek. f. "Oldu; o- (konaklanmak) {eT} dönşl. f. [-ur] Kaymaklanmak.
luştu; husule geldi. ” anlam ında cümlecik. kangal1, [Yun. kâghalos > kaghali (ip halkası)] is. 1,
kane1, [Ar. kâne ^li] (ka:ne) is. Tersane arşınının İp, tel, boru vb. gibi uzun nesnelerin çevrilip çörek
yirmi dörtte birine eşit uzunluk ölçüsü birimi. lenm esi ile meydana getirilmiş halka demet; bağ. 2.
kane2, [Yun. kanata ?] {ağız} is, 1. Kiremit. 2. Çeşme Bu tip şeylerin her bir halkası. 3. (Sucuk, peynir
yalağı. 3. Künk. 4. Havuz. [DS] vb. için) parça. 4. M utfakta uzun ve bükiilebilir
şeylerin halka gibi sarılmasından meydana getirilen
kaneci, [kane-ci] {ağız} is. Kiremitçi. [DS]
yiyecek. 5. {ağız} Y ün çilesi. [DS] 6. {ağız} K uru
kanefe, [Fr. canape] {ağız} is. -*■ kanepe. [DS]
tulmuş tütün demetleri. [DS] 7. {ağız} Simit. [DS] S
kanel, [Fr. canal] {ağız} is. Kanal. [DS] kangal olmak, 1. Kıvrılmak. 2. (Yılan için) çörek
kaneli, [kane-li] {ağız} is. (Çatı için) kirem it döşeli. lenmek.|| kangal yapmak, balıkç. Olta ipini kangal
[DS] şeklinde toplamak.
kanepe, [Fr. canape] is. 1. Birkaç kişinin oturabile kangal2, [eT. kal-a-ğan > *kalgan > kangal [EREN]]
ceği kadar geniş, arkalığı ve dayanacak kolçakları
{ağız} sf. 1. (Hayvan için) çok yaşlı. 2. (İnsan ya da
olan koltuk. 2. A çık büfe ve kokteyllerde sunulmak hayvan için) zayıf; çelimsiz; ince. [DS] 3. {ağız}
üzere hazırlanmış, peynir, salam, sosis vb. dilim le Kangal dikeni. [DS] fi1 kangal dikeni, bot. Tüylü
riyle süslenmiş küçük ekmek dilimleri.
ve köşeli saplı, derin dişli ve dikenli soluk y eşil
kanere1, [Ar. kanare] {ağız} is. -*• kanara. [DS] yapraklı, baş biçimindeki mor renkli bileşik çiçekli
kanere2, [? kanere] {ağız} is. Güç durum. [DS] yüksek otsu bitki; kangal dikeni; kenger dikeni;
kaneri, [Ar. kanâre] {ağız} is. -* kanara. [DS] M eryemana dikeni; deve dikeni, (Silybum
kanevat, [Ar. kanat > kanevât o l y i] (kaneva:t) {OsT} marianum).\\ kangal kahvesi, {ağız} Kavrulm uş
KAN
deve dikeninin tohumları öğütüldükten sonra kahve kangılmak, [kang (yans.) > kang-ıl-mak] {ağız} gçsz.
gibi pişirilerek yapılan bir içeçek. [DS] f [~lr]- 1- Birden düşmek; bayılmak. 2. Uyuyuver-
kangal3, [? kangal] {ağız} is. 1. Ceviz. 2. Böbrek. mek. [DS]
[DS] kangım ak, [kang (yans.) > kang-ı-mak] {ağız} gçsz.
kangala, [kan+gala] {ağız} is. 1. Gelincik çiçeği. 2. f. [-r] Zıplamak. [DS]
Lale. [DS] kangın1, [kan-mak > kan-gm] {ağız} sf. Suya doy
kangalcı, [kangal-cı] is. tar. Eskiden K apalıçarşı’da muş; suya kanmış. [DS]
sırma satan esnaf, kangın2, [kan-mak > kan-gm] {ağız} sf. Bir şeye
kangalduruk. [kanal-duruk] (kahalduruk) {eT} is. inancı olan kimse. [DS]
B ir tür zırh. [Nevâyî] kangır, [kang (yans.) > kang-ır] {ağız} is. Bir tür saz.
kangallam a, [kangal-la-ma] is. Kangal biçimine ge [DS]
tirme. kangırcak, -ğı [kang (yans.) > kang-ır-(a)cak] {ağız}
kangallamak, [kangal-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] is. Tazeyken yenen, bir karış boyunda bir ot. [DS]
Kangal biçiminde sarmak; kangal hâline getirmek; kangırm ak, [kang (yans.) > kan-ır-m ak 3 * / ^ ] (ka
halka halka sarmak, nırmak) {OsT} {ağız} gçl. f [-ır] Bükmek; burkmak;
kangallanma, [kangal-la-n-ma] is. Kangal biçiminde kanırmak; kırıp koparm ak için eğmek. [DS]
sarılmak eylemi, kangırtmaç, -cı [kang (yans.) > kang-ır-m ak > kang-
kangallanmak, [kangal-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1.
ır-t-m ak > kan-ır-t-maç (kanırtmaç) is. 1.
Kangal biçiminde sarılmak; kangal yapılmak; kan
gal hâline getirilmek. 2. {ağız} dönşl. fi mecaz. Yük {OsT} Bir ağaçtan koparılıp başka bir yere dikilen
olmak; başa bela olmak. [DS] fidan. 2. {ağız} Kalem aşısı. [DS]
kangaş, [kang-a-ş] {ağız} sf. Zayıf; ince. [DS] kangırtmak, [kang (yans.) > kang-ır-m ak > kang-ır-
t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Bükmek; burkmak; ka
kangaşı, [kang-a-ş-ı] {ağız} s f -*■ kangaş. [DS]
nırmak; kırm ak için eğmek. [DS]
kangay, [kang-ay ?] {ağız} is. Kazan. [DS]
kangıt, [kang-ıt ?] {ağız} is. İskelet. [DS]
kangdaş, [kan-daş] (kandaş) {eT} sf. Babaları bir o-
kangil, [kang (yans.) > kang-ıl-m ak > kangil] {ağız}
lan. [DLT]
is. Cambazlarm ve çocukların boylarım uzun gös
kangel, [kangal] {ağız} sf. (Yol için) eğri büğrü;
term ek için kullandıkları, yarım m etre kadar yuka
dolambaçlı; zikzaklı. [DS]
rıda basacak yeri olan, uçları koltuk altlarına kadar
kanger1, [kangal] {ağız} sf. Eğri. [DS]
uzun sırık; basacak; ayakçak. [DS]
kanger2, [kangal] {ağız} is. -+ kangal dikeni. [DS] kangilmek, [kang (yans.) > kang-ıl-mak] {ağız} gçsz.
kangeşlig, [ken-e-mek > keneş-liğ] {eT} sf. -* ken- f [-ir] -*■ kangılmak. [DS]
geşlig. [DLT] kanglı1, [kang (yans.) >kan-lı ^Ks] (kanlı) {eT} {eAT}
kangeşsiz, [ken-e-mek > keneş-siz] {eT} sf. -*■ ken- {OsT} sf. Kağnı; araba. [DLT] [EUTS] [Üç îtigsizler]
geşsiz. [DLT] [Gabain]
k an gı1, [Moğ. hagân => kanğı] {eT} is. Prens. [ETY] kanglı2, [kang-lı ?] {ağız} is. İskelet. [DS]
kanglıçı, [kan-lı-çı] (kahlıçı) {eT} is. Arabacı; kağnı-
kangı2, [kânü > kan-ğı ,^-â] {eAT} {OsT} zm. Hangi.
cı. [EUTS]
kangıç1, [lcan-ıç] (kahıç) {eT} is. Babacık. [ETY]
kanglış, [kang (yans.) > kan-(ı)l-ış j ^ t s ] (kahlış)
kangıç2, -cı [kang (yans) > kang-ı-ç] {ağız} is. Ot
kökü kazım aya yarayan ucu sivriltilmiş sopa; kaz- {OsT} is. 1. Naz; eda. 2. Fitne; fettanlık.
gıç. [DS] kanglu, [kan-lu _jKi] (kanlu) {OsT} is. Kağnı.
kangıdı, [eT. kangı-da] {ağız} zf. Nerede? [DS] kangrak1, [kan (yans.) > kan-ra-k] (kahrak) {eT} is.
kangıldak, [kang (yans.) > kangıl-da-k] sf. 1. (İnsan Çan. [DLT]
ve hayvan için) çok zayıf; bir deri bir kem ik kal kangrak2, [kan-(ı)r-â-mak > kan-ra-k] (kahrak) {eT}
mış. 2. İçi boş ceviz, is. Damak. [DLT]
kangıldam ak, [kang (yans.) > kang-ıl-da-mak] {ağız} kangren, [Yun. gangraina (çürüme) > Lat. gangraena
g ç s z .f [-r] Bunamak. [DS] > Fr. gangrene] is. Dokularda meydana gelen yerel
kangil1., [kang (yans.) > kang-ı-lı] {ağız} sf. Şişman ölmüşlük. fi1 kangren olmak, Bozulmak; çözül
lıktan halsiz kalm ış olan. [DS] mek.
kangıhz, [kan+kızıl > kangılız ?] {ağız} is. 1. Lale. 2. kangrenleşm e, [kangren-le-ş-me] is. Kangren olma;
Gelincik. [DS] kangren hâline gelme,
kangıllam ak, [kang (yans.) > kang-ıl-la-mak] {ağız} kangrenleşmek, [kangren-le-ş-mek] gçsz. f. [-ir] 1.
gçsz.f. [-r] [-l(ı)-yor] Zıplamak. [DS] K angren olmak; kangren hâline gelmek. 2. (İş, du-
ııaraıcî ıaı.2385 KAN
rum vb. için) düzelmeyecek durum a gelmek; uza kamga, [kam-ga / kamga] {ağız} is. Yonga. [DS]
mak. kanık1, [kân-mak (doymak) > kan-ık] sf. 1. {eT} K an
kangrenli, [kangren-li] sf. Kangreni olan; kangrene mış; sevinçli. [DLT] 2. Elindeki ile yetinen; gözü
yakalanmış olan. çokta olmayan; yetingen; kanaatkâr.
kangrıimak, [kân-(ı)r-mak >kanr-ıl-mak jS3] (kan kanık2, -ğı [kân-mak (ikna olmak) > kan-ık] sf. 1.
{ağız} İnanmış; kanmış. [DS] 2. {ağız} Alışkın. [DS]
rılmak) {eAT} {OsT} edil. f. [-ur] Ters bükülmek;
3. Kandırılmış; aldatılmış.
arkaya bükülmek; kanırılmak. [DK]
kanık3, -ğı [kan-mak > kan-ık] {ağız} is. 1. Ava a-
kaııgsık, [kan (baba) > kan-sı-k] (katışık) {eT} s f
lışmış tazı. 2. Köpeğe verilen av eğitimi. [DS]
Üvey. [DLT]
kangu1, [kân-ğu] (ka. ngu) {eT} is. Kan alacak araç; kanık4, -ğı [kan-mak (doymak) > kan-ık ıihî] {OsT}
neşter. [DLT] {ağız} is. 1. Yiyecek veya içeceğe doymuş, kanmış,
kangu2, [kânü] (ka:nu:) {eT} zf. Hangi. [ETY] bıkm ış kimse. 2. Tok gözlü. [DS]
kanguldak, -ğı [kang (yans.) > kang-ul-dak] {ağız} kanık5, -ğı [Yun. kanata] {ağız} is. Cam ya da toprak
is. Büyük çan. [DS] sürahi. [DS]
kanguluk, -ğu [kang (yans.) > kang-u-luk] {ağız} is. kanık6, -ğı [eT. kan-lı] {ağız} is. Kağnı. [DS]
Baykuş. [DS] kanıkkın, [kan-mak > kan-ık-km] {ağız} sf. Kanmış;
kangurdan, [kan + kur(u)-t-an] {ağız} sf. Gamsız. suya doymuş. [DS]
[DS] kanıklama, [kamk-la-ma] is. 1. Elindeki ile yetinme.
kanguru, [Fr. kangourou / İng. kangaroo] is. zool. 2. Kandırma, aldatma,
A rka ayakları üzerine dikildiği zam an boyu iki kanıklamak, [kan-ık-la-mak] gçsz. fi [-r] [-l(ı)-yor]
metreyi bulan, Avustralya kıtasına özgü keseli 1. Elindeki ile yetinmek. 2. gçl. fi. Kandırmak; al
hayvan, (Macropus giganteus). datmak. 3. {ağız} Aramak. [DS]
kangurugiller, [kanguru-gil-ler] is. zool. Sıçrayıcı, kanıklanma, [kan-ık-la-n-ma] is. 1. Yeterli bulma;
keseli hayvanlar familyası, (M acropodiae). yetinme. 2. Kandırılma; ikna edilme,
kanğ, [kag / kağ / kang / kanğ / kan / kong (yans.)] kanıklanmak, [kan-ık-la-n-mak] dönşl. fi. [-ır] 1.
is. Bir şeyi yerinden güçlükle sökme, çıkartma, ge Yeterli bulmak; yetinmek; kanaat etmek. 2. edil, fi
riye doğru bükme veya oynatmayı anlatan kök. Kandırılmak; ikna edilmek,
[Zülfıkar] kanğ-ır-mak kanıklık, -ğı [kan-ık-lık] is. Elindekini yeterli bulm a
kanğırmak, [kanğ (yans.) >kanğ-ır-mak] {OsT} {ağız} durumu; azla yetinme durumu; kanaatkârlık,
g çl.f. [-ır] Kanırmak. [DS] kanıkm a, [kan-ık-ma] is. Kanıkmak eylemi ve du
kanğırtmak, [kanğ (yans.) > kanğ-ır-t-mak] {ağız} rumu.
g çl.f. [-ır] Geriye bükmek; kanırmak. [DS] kanıkm ak1, [kan > kan-ık-mak / joJCls] dönşl. fi
kanğola, [? kanğola] {ağız} is. M utfakta oturulacak [-(ğ)-ır] 1. {eAT} (Göz vb. için) kızarmak; kanlan
yer; seki. [DS] mak. 2. {eAT} {OsT} (Kişi için) kan dökmeye susa
kanğsırık, -ğı [kanğ (yans.) > kanğ-sır-m ak > kanğ- mak. 3. {ağız} Çok istemek. [DS]
sır-ık] {ağız} is. Balgam. [DS] kanıkm ak2, [kân-mak (doymak) > kan-ık-mak] gçsz.
kanğuldak, -ğı [kanğ (yans.) > kanğ-ul-da-k] {ağız} fi. [-(ğ)ır] Bir şeye doymak, kanmak; tatm in olmak.
is. Hayvanların boyunlarına takılan büyük çan. kanıkm ak3, [kan-ık-mak] {ağız} g çsz.f. [-ır] 1. (Tazı
[DS] için) tavşan kovalam aya alışmak. 2. (Köpekler
kan ı1, [kan-mak (ikna olmak) > kan-ı] is. Bir konuda için) boğuşmak. [DS]
kesin delillere dayanmadan varılan yargı; inanılan kanıksama, [kan-ık-sa-ma] is. Alışma ve bıkkınlık
görüş; kanış; düşünce; kanaat. ı5 kanım a göre, gösterme.
Kanaatime göre; düşünceme göre.\\ kanısında ol kanıksamak, [kan-ık-sa-mak] gçl. fi [-r] [-s(ı)-yor]
mak, Belirtilen inanç ve düşüncede olmak. | kanıya 1. Pek çok defa tekrar etmekten dolayı tepki gös
varmak, B elli bir kanı edinmiş olmak. term ez olmak; etkilenemez olmak; alışmak. 2. B ı
kanı2, [kânü] {eT} {eAT} zf. Hani; nerede? [KB] kıp usanmak; bıkkınlık göstermek,
[Gabain] [Tekin] [Yüknekî] [DK] kanıksayış, [kan-ık-sa-y-ış] is. K anıksam ak eylemi
kanı3, [? kanı] {ağız} is. Elle ağ örmekte kullanılan veya biçimi.
silindir biçiminde odundan yapılmış bir araç. [DS] kanıksımak, [kan-mak > kan-ık > kan-ık-sı-mak]
kanı4, [? kam] {ağız} is. Köşe. [DS] {ağız} g çsz.f. [-r] 1. Bıkmak; usanmak. 2. Doymak;
kanı, [kangı > kanı ^yi] {OsT} zf. Hani; nerede? kanmak. [DS]
kanıktırmak, [kan-mak > kan-ık-mak > kan-ık-tır-
kanıg, [kân-mak > kan-ığ] {eT} is. 1. Gözde âşık.
mak] {ağız} gçl. fi [-ır] 1. Alıştırmak. 2. U sandır
[ETY] 2. Sevinç. [DLT] mak. [DS]
KAN O lİ B lT u M t M • 23S6
kanılga, [kan-mak > kan-ıl-m ak > kan-ıl-ga] {ağız} kanış3, [Yun. kanata] {ağız} is. Cam veya toprak sü
is. İnanma, kanma durumu, ö kanılgası yakın, rahi. [DS]
{ağız} Hemen inanan; çabuk ikna olan. [DS] kanışm ak1, [kan-mak (doymak) > kan-ış-mak] {ağız}
kanilik, -ğı [kan-ı-lık] {ağız} is. Doyumluk; kanacak dönşl. f. [-ır] Suya doymak. [DS]
kadarlık; kanıklık. [DS] kanışmak2, [kan-mak (ikna olmak) > kan-ış-mak] {tı
kanıltak, -ğı [koğ (yans.) > kağ-ıl-da-mak > kanıltak ğız} işteş, f. [-ır] 1. Pazarlıkta uyuşmak; anlaşmak.
?] {ağız} sf. Gevşek; aralıklı. [DS] 2. Direnmek. [DS]
kanımak, [kân > kan-î-malc] (kanumak) {eT} is. Ka kanışmak3, [kang (yans.) > kan-ış-mak] {ağız} dönşl.
namak. [DLT] f. [-ır] Başı geriye çekip dimdik durmak. [DS]
kanınçsız, [kân-mak > *kan-ın-mak > *kan-m-ç > kanıt', [kân-mak (ikna olmak) > kan-ıt] is. 1. Bir
kan-ın-ç-sız] {eT} is. Kanmayan; doymayan; doy olguyu, olayı veya bir düşünceyi ispat etmeye ya
maz; açgözlü. [Gabain] [EUTS] rayan belge ve bilgi; gerekli ve zorunlu sonuca ula
kanırık1, -ğı [kang (yans.) > kan-ır-m ak > kan-ır-ık] şan bir akıl yürütmenin dayandığı gerçek; delil;
{ağız} sf. (Kişi için) inatçı; ters. [DS] bürhan. 2. huk. Uyuşm azlık konusu olan fiilî ve
hukukî olgunun, olduğuna veya olm adığına dair
kanırık2, -ğı [kan-mak > kan-ır-mak > kan-ır-ık]
{ağız} sf. 1. Saf. 2. Dengesiz; bilinçsiz. [DS] ispat araçları; delil. 3. man. Sonuca ulaşan bir akıl
yürütmenin dayandığı temel; delil.
kanırılmak, [kang (yans.) > kan-ır-ıl-mak] {ağız}
dönşl. f. [-ır] Sırt üstü yere düşmek. [DS] kanıt2, [Ar. kunüt > kâıııt -Uili] (ka:nıt) {OsT} sf. U-
kanırma, [kan-ır-mak > kan-ır-ma] is. 1. Döndürüp m utsuz; meyus; kederli,
çevirme; eğip zorlayarak yerinden çıkarma. 2. Kas kanıtgan, [kan-ıt-ğân] (kam tga.n) {eT} sf. Her zaman
ma. şevke getiren. [DLT]
kanırm ak1, [kang (yans.) > kan-ır-mak] gçl. f. [-ır] kanıtlama, [kan-ıt-la-ma] is. 1. K anıtlamak eylemi.
1. Döndürüp çevirmek; eğip zorlayarak yerinden 2. İspat etme. 3. K anıtların tümü. 4. man. Bir veya
çıkarmak veya çıkarmaya çalışmak, {ağız} (aynı) birkaç önerm eden bir sonuç çıkarılmasını sağlayan
[DS] 2. Zorlayarak koparm aya çalışmak. 3. K as akıl yürütme.
mak. kanıtlam ak, [kan-ıt-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
kanırm ak2, [kan-mak (ikna olmak) > kan-ır-mak] Bir şeyin gerçek olduğunu delillerle göstermek;
{ağız} gçl. f. [-ır] 1. B ir şeyin kendisine ait olduğu ispat etmek. 2. Bir şeyi belirtmek; açığa vurmak. 3.
nu ileri sürmek. 2. Benimsemek. [DS] man. Salt m antıkî düşünceler dizisine dayanarak,
kanırmuk, -ğu [kağ (yans.) > kağ-ır-muk] {ağız} is. bir kavram dan başka bir kavram a geçmek,
Balgam. [DS] kanıtlanış, [kan-ıt-la-n-ış] is. Kanıtlanmak eylemi
veya biçimi.
kanırtma, [kan-ır-t-ma] is. Döndürüp çevirme, bük
me. kanıtlanma, [kan-ıt-la-n-ma] is. Kanıtlanmak eyle
mi.
kanırtm aç1, -cı [kan-ır-t-maç] {ağız} is. 1. B ir şeyi
kanırm ak için kullanılan değnek, manivela; kaldı kanıtlanmak, [kan-ıt-la-n-mak] edil. f. [-ır] Kanıt
raç. 2. Ağaç dallarından kanırarak koparılmış par lam ak eylemi yapılmak; ispatlanmak,
ça; çelik. [DS] kanıtlı, [kan-ıt-lı] sf. Kanıtlanmış olan; kanıtla göste
rilmiş; müdellel,
kanırtmaç2, -cı [kan-mak > kan-ır-t-m ak > kan-ır-t-
maç] {ağız} is. Abartılmış söz; yalan. [DS] kanıtmak, [kân-mak > kan-ıt-mak] gçl. f. [-ır] 1.
{eT} Şevke getirmek; kandırmak. [DLT] 2. {ağız} Bir
kanırtmaç3, -cı [kanğ (yans.) > kan-ır-m ak (ters bük
işin üzerine çok düşmek. [DS]
mek) > kan-ır-t-maç] {ağız} sf. 1. Zıt; ters. 2. Aksi;
kanıtsama, [kan-ıt-sa-ma] is. Kanıt olarak değerlen
inatçı. [DS]
dirme; delil kabul etme,
kanırtmaçlı, [kanırtmaç-lı] {ağız} sf. (Söz için) etkili.
[DS] kanıtsam ak, [kan-ıt-sa-mak] gçl. f. [-r] [-s(ı)-yor]
Kanıt olarak kabul etmek; delil ve belge olarak de
kanırtmak, [eT. kon-ur-mak > kan-ır-t-mak] {ağız}
ğerlendirmek,
gçl. f. [-ır] 1. (Dal, budak veya parmak, kol gibi
şeyler için) olağan bükülme yönünün tersine doğru kanıya, [kanı+yâ Loli] {eAT} zf. Nerede; hani ya?
bükmek; ayırmaya, koparmaya çalışmak; kopar kân i1, [Ar. kinâye > kâm IS-] (ka:ni) {OsT} sf. Kina
m ak. 2. Ağaçlardan çelik almak. [DS]
yeli konuşan; dokunaklı ve iğneli söz söyleyen.
kanış1, [kân-mak (ikna olmak) > kan-ış] is. 1. K an
kâni2, [Far. kâm ^IS"] (ka:ni:) {OsT} sf. Madenden çı
ma; kanı; kanaat. 2. Aldanış; kanma. 3. Kanm a ey
lem i veya biçimi. kan; madenle ilgili.
kanış2, [kân-mak (doymak) > kan-ık] is. Doyma, tat k an i1, -i’ı [Ar. kan â'at > kâni‘ jjli] (ka:ni) {OsT} sf. 1.
m in olma eylemi veya biçimi. İnanmış; kanmış. 2. Bir şeyi yeterli bulan; azı ile
I B IÜ1İ1İCI B İ . 2387 KAN
yetinen; fazlasını istemeyen; kanaat eden. 0 kâni kankıldamak, [kank (yans.) > kank-ıl-da-mak] {ağız}
olmak, {OsT} inanm ak; kanmak. g çsz.f. [-r] [-d(ı)-yor] Gıdaklamak; ötmek. [DS]
kani2, [? kanka / kani] {ağız} is. Yenge. [DS] kankıran, [Fr. gangren] {ağız} is. Kangren, ff kan-
kani3, [? kani] {ağız} is. Topaç. [DS] kırana çevirmek, {ağız} (Yara için) iltihaplanmak;
kani4, [? kâni] {ağız} is. Hızarcı tezgâhı. [DS] azmak; şişmek. [DS]|| kankıran olmak, {ağız} -*
kanibalizm, [Fr. cannibalisme] is. Yamyamlık, kankırana çevirmek. [DS]
kani’în, [Ar. kâni'în jv»jLs] (ka:nii:n) {OsT} is. 1. Ka kankırdak, -ğı [kank (yans.) > kank-ır-da-k] {ağız}
is. -*■ kankıldak. [DS]
naat edenler. 2. İnanmış kimseler,
kankırık, -ğı [kağ (yans.) > kan-kır-ık] {ağız} is. Bal
kanil, [? kanil] {ağız} is. 1. Örf. 2. Yöntem; yol. [DS]
gam. [DS]
kaniş1, [Fr. cane (ördek) > caniche] iz. zool. Bol ve
kankıritçi, [? kankırit-çi] {ağız} sf. Yalancı; düzenci.
kıvırcık tüylü bir süs köpeği.
[DS]
kaniş2, [kaniş] {ağız} is. Tahtaların kenarına süs kankoş1, [? kankoş] {ağız} is. Sığırların bacak deri
yapmakta kullanılan bir tür rende. [DS]
sinden elde edilen gön. [DS]
kanit, [Ar. kunüt > kânit cJli] (ka:nit) {OsT} sf. 1. kankoş2, [? kankoş] {ağız} is. M ısır koçanı. [DS]
Bağlı; itaatli. 2. Dindar. kankoş3, [? kankoş] {ağız} sf. 1. (Kişi için) kaba saba.
kank1, [kang / kank (yans.)] is. K abaca ötmeyi veya 2. (Hayvan için) çok cılız. [DS]
seslenmeyi anlatan kök. [Zülfıkar] kank-ıl-da-mak kankurutan, [kan+kuru-t-an] is. bot. Kökleri insan
kank2, [kang / kank (yans.)] is. Zayıflıktan kem ikle vücudu biçiminde oluşundan dolayı büyücülükte,
rin fırlamasını anlatan kök. [Zülfıkar] kank-ır-da-k, yumruları ise halk hekim liğinde ilaç olarak kullanı
kank-ıl-da-k lan, Akdeniz çevresinde yetişen b ir bitki; ab-
kank3, [kang / kank / km g / kong / konk (yans.)] is. düsselamotu, (Mandragora offtcinarum).
Metal eşyaların birbirine çarpmasını, sürtünmesini kanlak1, -ğı [kang (yans.) > kan-la-k] {ağız} is. Ku
ve buna benzer çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfıkar] rum uş ardıç ağacı. [DS]
kank-av-ur, kank-ul-da-k kanlak2, -ğı [kan-la-k ?] {ağız} is. D enizin çekilmesi
kank4, -gı [eT. kanı > kağnı / kank] {ağız} is. İki ile ortaya çıkan kara parçası. [DS]
tekerlekli araba. [DS] kanlam a, [kan-la-ma] is. Kanlı duruma getirme,
kank5, -gı [? kank] {ağız} is. İnsan ya da hayvan kanlam ak, [kan-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] Kanlı
cesedi. [DS] hâle getirmek; kana batırmak, bulamak; kan bulaş
kank6, -gı [? kank] {ağız} sf. Parasız; beleş. [DS] tırmak; kan sürmek,
kanka1, [Çing. konka] is. 1. Arkadaş; yoldaş. 2. kanlandırma, [kan-la-n-dır-ma] is. Kanlı hâle gel
{ağız} Yenge. [DS] mesini sağlama,
kanka2, [? kanka] {ağız} is. Buz pateni. [DS] kanlandırmak, [kan-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1 .
kankal1, [kank (yans.) > kank-al] {ağız} is. Hardal. Birinin kanını miktar olarak artırmak; kan sahibi
[DS] etmek. 2. (Göz vb. organlar için) kan kaplatmak;
kankal2, [Yun. kanghali JJüi] {OsT} is. Kangal, kanlı hâle getirmek. 3. Üzerine kan bulaştırmak;
kan ile kirletmek,
kankala, [? kankala] {ağız} is. İki omuz arası. [DS]
kanlanm a, [kan-la-n-ma] is. K anlı hâle gelmek eyle
kankalak, -ğı [? kankalak] {ağız} is. Ç orba tası. [DS]
mi.
kankan , [Fr. cancan] is. On dokuzuncu yüzyılda
kanlanm ak1, [kan-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. (Kişi
kadınların oynadığı, çoğu doğaçlama, hareketli bir
için) vücudunda kam artmak; daha sağlıklı durum
Fransız dansı,
almak. 2. (Göz vb. organlar için) kan bürümek; kan
kankavur, [kank (yans.) > kank-a-gur ?] {ağız} is. 1.
kaplamak; kan toplamak. 3. Kan sahibi olmak. 4.
Büyük çan. 2. Ç ocuklann ayağına takılan çıngıraklı
mecaz. Kanlı katil olmak. 5. edil. f. Üzerine kan
halka. [DS]
bulaştırılmak; kan sürülmek; kan ile lekelenmek.
kankaz, [? kankaz] {ağız} is. Beş taş oyunu. [DS]
kanlanm ak2, [kan (kağan) > kan-la-n-mak] {eT}
kankei, [? kankel] {ağız} is. Dönemeç. [DS]
dönşl. f. [-ur] (Halk için) kağan sahibi olmak;
kânken, [Far. kânken j&lS"] (kâ:nken) {OsT} is. hanlanmak. [ETY]
Maden çıkaran; m aden kazan; madenci, kanlaşm ak2, [kan-mak > kan-la-ş-mak] {ağız} işteş.
kârikenî, [Far. kânken! Lr^lS"] (kâ:nkeni:) {OsT} is. f. [-ır] Ortak malları anlaşarak paylaşmak. [DS]
Maden kazm a, maden çıkarma; madencilik, kanlı, [eT. kan-lığ > kan-lı] sf. 1. Kan bulaşmış; kan
ile kirlenmiş, lekelenmiş. 2. (Et için) kanı olan;
kankı, [kânü > kankı ı_îü ] {eAT} zf. Hangi. [DK]
kanı yeterince akmamış, giderilmemiş. 3. (Et için)
kankıldak, -ğı [kank (yans.) > kank-ıl-da-k] {ağız} sf. iyi pişmemiş; çiğ kaldığı için kan varm ış gibi gö
Zayıf; ince; dayanıksız. [DS] rünen. 4. (Göz vb. organlar için) kan bürüm üş olan;
KAN İM M l M . Mas
kan kaplamış; kan toplamış. 5. (Savaş, isyan vb. kanlılık, -ğı [kan-lı-lık] is. Kanlı olma durumu,
için) çok sayıda insan öldürülmesine sebep olmuş; kanlu, [kan-lu {eAT} {OsT} sf. Katil,
çok sayıda cana kıyılmış; çok kan dökülmüş olan.
6. (İnsan için) çok sayıda insan öldürmüş; isteyerek kanluk, -ğu [kan-lık j j i a ] {OsT} is. -» k an lık 2,
kan dökmüş olan; katil. 7. (İnsan için) kanı çok kanma, [kan-ma] is. Doyuma ulaşma.
olan; yoğun kan sahibi olan; sağlıklı; demevi. 8. kanm ak1, [eT. kân-mak] (ka;nm.ak) dönşl. f. [-ar] 1.
(Hastalık ve yara için) kan akmasına sebep olan; Düşünce bakım ından doyuma ulaşmak; ikna ol
seyrinde vücuttan kan akmasına sebep olan. 9. mak; öylece bilmek; inanmak. 2. Aldatılmak; al
(Tükürük, idrar vb. vücut sıvıları için) içine kan danmak; kandırılmak; inandırılmak; {eT} (aynı).
karışm ış bulunan; içinde kan bulunan. 10. mecaz. [EUTS]
(Para için) başkalarının canı karşılığında kazanıl kanmak2, [eT. kân-mak] gçsz. f. [-ar] [eT.-ur] 1.
mış. 11. (At vb. hayvan için) melez olmayan; saf Yemek ve içm ek konusunda yeteri kadar doygun
kan. 12. is. Katil. S kanlı balgam, {ağız} D izante luğa ulaşmak; açlığı ve susuzluğu giderilmek;
ri. [DS]|| kanlı balsıra, {ağız} İncir ve portakal doymak; bir şeyi doluncaya kadar elde etmek; bir
ağaçlarında görülen, inci büyüklüğünde, ezildiği şeye doyasıya sahip olmak; su veya başka şeylere
zam an yapışkan bir sıvı bırakan bir tür yaprak biti, kanmak; tatmin olmak. {eT} (aynı) [Gabain] [DLT]
(Ceraplaitos). [DS] | kanlı basur, tıp. Ağrılı ve kan [İKPÖy.] 2. (Haz, zevk vb. için) tatmin olmak;
lı ishalle beliren, bağırsakta yaralara y o l açan, memnun olmak. 3. Yeterli bulmak; yetinmek; iktifa
bulaşıcı, salgın hastalık; dizanteri. || kanlı bıçaklı etmek. S kana kana, D oyuncaya kadar; bol bol. ||
olm ak, (Biri ile) onun canına kıyacak kadar düş kana kana içm ek, Susuzluğunu tam anlamıyla g i
m an olmak. || kanlı bulut, {ağız} Yağmur bulutu. dermek.
[DS] 11 kanlı buri, (kanlı buru) {ağız} Dizanteri. kanmazlık, -ğı [kan-maz-lık] is. İhtiyacı giderildiği
[DS]]| kanlı canlı, Yüzünden sağlıklı ve güçlü kuv hâlde bunu yeterli bulm am ak durumu,
vetli olduğu anlaşılan; gücü kuvveti ve sağlığı y e
kanmuğ, [kan-mak > kan-m uğ j\^U ] {OsT} s f (Sar
rinde olan. || kanlı çubuk, {ağız} B ir yıllık yerli as
m a çubuğu. [DS]|| kanlı gada, {ağız} Zorla birisine hoş için) kendinden geçmiş; sızmış,
sataşan kimse. [DS]|| kanlı gömleğini giymek, Bi kannad, [Ar. kand (şeker) > kannâd ib i\{OsT'} is.
rini öldürmek üzere harekete geçmek. || kanlı katil, Şeker yapan; şekerci,
B ir veya daha çok kimseyi öldürmüş kimse. \\ Kanlı
kannama, [kan-la-ma] {ağız} is. Karm ağrısı; bağır
Kavak, Karagöz oyunlarından birisi. | kanlı kav sak gazı. [DS]
ga, İnsan öldürülmüş veya yaralanma olmuş kav
kannapa, [kar(ı)n-ı + apa] {ağız} sf. Doymak bilm e
ga. || kanlı kuyu, 1. M ezbahalarda kesilen hayvan
yen. [DS]
ların kanlarının toplandığı çukur. 2. Eskiden işken
ce için insanların konulduğu veya zindanda ölenle kannas, [Ar. kannâş j^ b i] (kanna:s) {OsT} is. Avcı.
rin cesetlerinin atıldığı kuyu. || Kanlı Nigâr, K ara kanne, [Ar. kinnîne / kannîne ■Ujd] {ağız} is. 1. İdare
göz oyunlarından birisi.|| kanlı pınar, {ağız} Kısa
lambası. 2. Şişe. 3. Lamba şişesi. [DS]
saplı, kırmızı renkli bir kiraz. [DS]|| kanlı pilav,
kannendirm ek, [kan-mak > kan-(ı)n-dır-mak] {ağız}
{ağız} Yemekli toplantı; şölen. [DS]|| kanlı savaş,
gçl. f. [-ir] Şerbet, su vb. içecekleri doyuncaya ka
P ek çok insanın öldüğü savoy. || kanlı yaş, Gözleri
dar içirmek. [DS]
kıpkırmızı oluncaya kadar ağlayarak dökülen göz
yaşı; içine kan karışmış gözyaşı.\\ kanlı yaş dök kannes, [Ar. kannâş ?] {ağız} is. Toprağı sert ve kıraç
mek, Çok ağlamak. arazi. [DS]
kanlıca, [kan-lı-ca] (kanlı'ca) sf. 1. Biraz kanı bulu kannı, [eT. kanlı] {ağız} is. Kağnı. [DS]
nan; az kanlı. 2. {ağız} Kırmızı renkli, yenilebilir kannık, -ğı [kan-lık] {ağız} is. Kenger. [DS]
bir mantar; çintar; çam mantarı, (Lactarius delici- kannış, [kang (yans.) > kan-(ı)l-ış ^iıs] {OsT} -*
osus). [DS]
kanglış.
kanlıçavak, -ğı [kan-lı + çavak ?] {ağız} is. K am ı ve
kano, [Fr. canot] is. dnz. Güvertesiz tekne,
yüzgeçleri kırmızı benekli, eti lezzetli bir balık.
[DS] kanon, [Yun. kanon (kural, cetvel) > Fr. canon] is. 1.
kanlıg, [kân >kân-lığ] (ka:nlığ) {eT} sf. Kanlı. [EUTS] Kilise yasası. 2. Kiliselerde söylenen ilahilere iliş
kin özel bir koro tekniği. 3. müz. İki veya daha çok
kanlık1, [han-lık] {eT} is. 1. Han tarafından yönetilen
sesin belli bir aralıkla aynı ezgiyi takip ettiği beste.
ülke; padişahlık; hanlık. [ETY] [Gabain] 2. Hanlara
4. fel. Belli bir alanda geçerli olan kural ve ilkeler
ait bir tür vergi. [EUTS]
bütünü; model; standart,
kanlık2, -ğı [kan-lık {OsT} is. Kan bedeli; taz
kanora [? kanora] {ağız} is. Bir tür ökçesiz ayakka
minat; diyet. bı. [DS]
Ü lü I I lM J S İ M İ . 2389 KAN
kanotiye, [Fr. canotier] is. Düz kenarlı şapka, kanserli, [kanser-li] sf. 1. (Kişi için) kansere yaka
kanra, [Ar. lçanâre] {ağız} is. Hayvan kesilen yer; lanmış; kanser olmuş. 2. (Doku ve hücre için) kan
mezbaha. [DS] ser niteliği taşıyan. 3. is. Kansere tutulmuş kimse,
kanraklamak, [kanrak-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [- kanserofobi, [Fr. cancerophobie] is. Hastalık derece
l(ı)-yor] (Yeni doğan çocuk için) ilk pisliğini yap sinde ve gereksiz yere kansere yakalanma korkusu,
mak. [DS] kanserojen, [Fr. cancerogene] sf. (Madde için) kan
kanralamak, [kavra-mak / kang (yans) > k a n ı r sere yol açan, kanser yapan; kanserleştirici.
mak > kan(ı)r-a-la-mak] {ağız} gçl. fi [-r] [-l(ı)-yor] kanseroloji, [Fr. cancerologie] is. Kötü tabiatlı urları
Tutmaya, sarılmaya çalışmak; kavramak. [DS] inceleyen tıp dalı; kanser bilimi.
kanram, [kavra-mak > kavra-m] {ağız} is. 1. Tutam; kansı 1, [kan > kan-sı] sf. Kana benzer; kanı andırır.
kavram. 2. Demet; bağlam. [DS]
kansı2, [kanu > kanı-s-ı > kansı L5- ^ ] {OsT} sf. Hangi,
kanraz, [kang (yans.) > kang(ı)r-a-m ak / kan(ı)r-mak
> kanra-z] {ağız} sf. (Kişi için) aksi; ters; inatçı. kansımak, [eT. kak-sı-m ak > kansı-mak] {ağız} gçsz.
[DS] f. [-r] Bozulmak; ekşimeye yüz tutmak. [DS]
kanrı, [eT. kanlı] {ağız} is. Çocukları yürüm eye alış kansırık, -ğı [kağ / kang (yans.) > kağ-sır-m ak >
tırmak için kullanılan dört tekerlekli araba; yürüteç. kağsır-ık / kansır-ık] {ağız} is. Balgam; aksırık. [DS]
[DS] kansırıkh, [kansırık-lı] {ağız} sf. (Kişi için) öksürük
kanrık1, -ğı [kang (yans.) > kan-ır-m ak > kan(ı)r-ık] lü; hastalıklı. [DS]
{ağız} sf. 1. Eğri; kambur. 2. İhtiyar. 3. is. Eğilerek kansız', [kan-sız] sf. 1. Kanı olmayan. 2. (Kişi için)
kırılmış şey. [DS] yeterli kanı olmayan, böyle bir izlenim uyandıran.
kanrık2, -ğı [kağ (yans.) > lcağ(ı)r-ık / kanrık] {ağız} 3. (Toplumsal olay için) kan dökülmeden, öldürme
is. Balgam. [DS] ve yaralam a olmadan gerçekleştirilen. 4. mecaz.
kanrık3, -ğı [Hint Avr. lcwon (köpek) => eT kan-çık Karaktersiz; korkak; ödlek, {ağız} (aynı) [DS] 5. {a-
> kanrık] {ağız} is. Dişi, [DS] ğız} mecaz. A cım a duygusu olmayan. [DS] 6. tıp.
kanrık4, -ğı [kang-ır-mak > kan(ı)r-ık] {ağız} sf. (Kişi Kan kaybetmiş veya kanı az olan. & kansız can
için) aksi; inatçı; ters. [DS] sız, Z a y ıf ve bitkin; halsiz.
kanrılmak, [kang (yans.) > lcang-ır-mak > kan(ı)r-ıl- kansız2, [kan-sız] {eT} sf. Babasız. [ETY]
mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1. A rkaya eğilmek. 2. kansızlaşma, [kan-sız-la-ş-ma] is. Kansız durum a
edil. f. (Ağaç için) arkaya bükülerek kırılmak. [DS] düşme.
kanrışmak, [kanır-ış-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] İnat kansızlaşmak, [kan-sız-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1.
etmek; inatlaşmak. [DS] Kansız kalmak; kanı azalmak; kam yetersiz hâle
kanruk1, -ğu [kang (yans.) > kan-ur-mak > kan(u)r- gelmek. 2. mecaz. Karaktersizleşmek; du 3'gusuz-
uk] {ağız} is. -*■ kanrık'. [DS] laşmak; korkaklaşmak. 3. Soysuzlaşmak,
kanruk2, -ğu [kang (yans.) > kan-ur-m ak > kan(u)r- kansızlık, -ğı [kan-sız-lık] is. 1. Kansız olma duru
uk] {ağız} is. -+ kanrık2. [DS] mu. 2. tıp. Dolaşım halindeki kan içinde hemoglo
kans, [Ar. kanş j a i ] {OsT} is. 1. A vlayarak ele geçir bin ve alyuvar azalması ile ortaya çıkan hastalık
me; avlama. 2. Av. hâli; anemi. 3. mecaz. Duygusuzluk; korkaklık. 4.
Soysuzluk.
kansa, [Ar. kanşa <^S\{OsT} is. 1. Kuş kursağı. 2.
kansidiren, [kan+siy-dir-en] (kansi:diren) {ağız} is.
Kuşların sindirim sisteminde taşlıca denilen kısım; Dallarından değnek, üvendire yapılan, yemiş ver
katı. meyen yaban kızılcığı. [DS]
kanser, [Lat. cancer (yengeç)] is. tıp. Bir organ veya kansiyer, [kan+siy-er] {ağız} is. -*■ kansidiren. [DS]
dokudaki hücrelerin kendiliğinden ve düzensiz ola
kanşak. -ğı [kang (yans.) > kan(ı)ş-ak] {ağız} is. Dik
rak çoğalmasıyla beliren, bulunduğu doku ve organ
kayalım; uçurum. [DS]
dışına yayılan, doğal gelişimi ölümle sonuçlanan
kanşar, [kavuş-mak > kanş-a-r ?] {ağız} zf. Karşı kar
kötü huylu ur; incitmebeni. & kanser bilimi, tıp.
şıya. [DS]
Kanseri inceleyen ve tedavi yollarını araştıran tıp
dalı; kanseroloji. kant1, [Soğd. knd] {eT} is. Şehir. [DLT]
kanserleşme, [kanser-le-ş-me] is. Kansere dönüşme, kant2, -di [Ar. kand (şeker) J^i] {OsT} is. Sıcak su
kanserleşmek, [kanser-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] 1. içine şeker ve limon konularak yapılan sıcak içe
(Doku veya hücre için) kansere dönüşmek; kanser
cek.
durumunu almak. 2. mecaz. (Bir olay veya toplum
kanta, [kâ (soru zamiri) > kâ + an-ta] zm. 1. Hani;
sal durum için) önü alınamaz, önlenemez hâle gel
nerede? [İKPÖy.] [EUTS] [Gabain] 2. Nereden?
mek.
[İKPÖy.] [ETY]
kanserleştirici, [kanser-le-ş-tir-ici] sf. K anser yapıcı;
kantan, [kâ+an-tan] {eT} zf. Nereden? [ETY] [Tekin]
kansere dönüştürücü; kanserojen.
KAN Ö I Ü M I Ü K S Ö M • 2330
kantar1, [Yun. kentinerion > Ar. kıntar => kantar kantarlam a, [kantar-la-ma] is. Kantara koyma ve
tartma işi.
jUaJJ {OsT} is. 1. Hiçbir ağırlık yokken yatay duran
kantarlamak, [kantar-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor]
bir kaldıraç koluna dik olarak tespit edilmiş bir ib
1. Kantara koyarak tartmak; kantara vurmak. 2. Bir
renin sapması ile ağırlık ölçen bir tartı aleti. 2. Bü
şeyi elleriyle kaldırarak ağırlığını tahmine çalış
yük miktardaki ağırlıkları ölçmekte kullanılan ya
mak. {ağız} (aynı) [DS] 3. (Bir karar için) iyice dü
tay bir kaldıraç kolu üzerinde hareket ettirilen ağır
şünüp taşınmak; değerlendirmek; tartmak; ölçüp
lığın dengelemesi ile ölçüm yapılan bir tartı aleti;
biçmek. 4. (Kişi için) istenilen işi yapıp yapamaya
baskül. 3. Kamyon, vagon vb. taşıtların üzerinde
cağı konusunda iş başında görüş sahibi olmak; de
bulunan yükleri tartmakta kullanılan büyük tartı
nemek; sınamak, {ağız} (aynı) [DS] 5. {ağız} Tutulan,
aleti. 4. Eskiden kullanılan ve 56,452 kg. gelen
ağırlık birimi. S kantara çekmek, 1. (Yük için) taşınan bir şeyi ortalamak; dengelemek; terazile
tartmak; ağırlığını ölçmek. 2. (Kişi için) istenilen mek. [DS] 6. argo. Çok ağır küfür etmek.
işi yapıp yapam ayacağı konusunda iş başında g ö kantarlı, [kantar-lı] sf. 1. Kantarı bulunan; kantar
rüş sahibi olmak; denemek; sınamak. 3. (Bir karar sahibi. 2. argo. (Sövme için) çok ağır ve kaba. 3.
için) iyice düşünüp taşınmak; değerlendirmek; is. argo. “Kantarlı kü fü r" sözünün kısaltılmışı, fi1
tartmak. || kantar ağası, tar. im paratorluk döne kantarlı atmak, argo. Sövmek; küfretmek.\\ kan
m inde esnafın kullandığı tartı aletlerini kontrol tarlı küfür, argo. Çok ağır ve kaba sövgü. || kan
eden ve hileli tartı kullananları cezalandıran zabı- tarlıyı çekm ek, argo. Sövm ek; küfretmek.\ \ kantar-
ta. || kantarı belinde, Kolay kolay kandırılamayan hyı savurm ak, argo. Sövmek; küfretmek.
kimse; aldatılması kolay olmayan.\\ kantarın to kantarm a1, [kantar-mak (çekmek, bağlamak) > kan-
punu kaçırmak, I. Tartıda hile yapmak. 2. mecaz. tar-ma [EREN]] is. 1. Atm ağzına gem vurma. 2.
B ir iş veya davranışta ölçüyü kaçırmak; ölçüsüz Azılı atları zaptetmek için dillerini bastıracak şe
davranmak; haddi aşmak; çizmeyi aşmak. || kantar kilde ağızlarına takılan özel gem. 3. {ağız} Dizgin.
kabağı, bot. Su kabağı.\\ kantar kertesi, Kantar [DS] 4. {ağız} Gem. [DS] 5. {ağız} At başlığı. [DS]
kolu üzerinde bulunan cetvel çentiklerinden her
kantarm a2, [Ar. kantara» {ağız} is. 1. Taş kemer.
biri.|| kantar kile, {ağız} Avcıların tüfeğe barut
koym ak için kullandıkları ölçek. [DS]|| kantar ko 2. Ocağın üst yanına takılan eğri ağaç. [DS] ® kan
lu, Üzerinde kantar topunun hareket ettiği yatay tarm a takası, {ağız} 1. Gömme r a f 2. Gömme do
kaldıraç çubuğu. \ kantar parası, Tartı ücreti; kan- lap. [DS]
tariye.\\ kantar topu, 1. Kantarda bir ağırlık tartı- kantarm a3, [Ar. kıntar] {ağız} is. Avcıların kullandı
lırken kantar kolu üzerinde hareket ettirilen ibre ğı barut hakkı ölçeği. [DS]
sıfırlandığı anda, üzerine geldiği kerte ve rakam ile
kantarm ak, [kantar-mak] gçl. f. [-ır] Atm ağzına
tartılan yükün ağırlığını veren m etal ağırlık. 2.
gem vurmak; ata gem takmak. [ML]
{ağız} K üçük ve tatlı bir tür kavun. [DS]
kantaron, [Yun. Kentauros Khiron (tedavide kulla
kantar2, [Moğ. kantar] {eT} is. Kantarma; gem demi
nılan bitkileri keşfeden) > kentaurion] is. bot. 1 .
ri. [Nevâyî]
Bileşikgillerden, kırmızı, sarı, mavi ve beyaz çi
kantara, [Ar. kantara {OsT} is. 1. Taştan ya çekli, karşılıklı yapraklı, ılıman bölgelerde yetişen,
pılmış büyük kemerli köprü. 2. Bir kemer veya to kurutulmuş yapraklan halk hekimliğinde sindirimi
nozun iç tarafındaki oymalar. 3. Su kemeri. 4. kolaylaştırıcı ve iştah açıcı olarak kullanılan çok
{ağız} Taş kemer. [DS] yıllık otsu bitki, (Centauria). 2. Bu türün tahıl tar
kantarcı, [kantar-cı] is. 1. Kantar yapıp satan kimse. lalarında çok rastlanan mavi çiçekli türü; peygam
2. Bu kişinin iş yeri. 3. Çarşı ve pazarlara getirilen ber çiçeği; belemir, (Centaurea cyanus). 3. Kızıl
mallardan tartı vergisi alan görevli. 4. Karayolları kantarongillerden, sarı çiçekli, acı köklü, halk he
kenarlarında kurulu kantarlarda yük araçlarını kimliğinde kullanılan küçük bir otsu bitki, (Gen-
tartmakla görevli kişi. 5. Bir fabrikaya gelen malla tiana lutea).
rın tartı işini yapan ve kayıtlara geçiren görevli. kantarongiller, [kantaron-gil-ler] is. bot. Gentiyan-
kantarcılık, -ğı [kantar-cı-lık] is. 1. Kantarcının yap giller, (G entianaceae).
tığı iş. 2. Kantar üretim işi.
kantat, [Fr. cantate] is. Tek veya çok ses eşliğinde
kantariye, [Ar. kantar > kantâriyye -vjlkji] (kanta:- oda, konser veya kilise müziği olarak bestelenmiş
riye) {OsT} is. 1. Çarşı ve pazarlara getirilen mal dinî ve kahramanlık konulu beste.
lardan alınan tartı vergisi; kantar parası. 2. Güm K ant’çı, [İmmanuel Kant (Alman filozofu) > kant-çı]
rüklerde, tartılan mallardan alman vergi, fi1 kanta is. 1. Kant’ın felsefesine ilişkin. 2. Kant’ın felsefe
riye eşyası, {OsT} tar. Eskiden toptancı tüccarların sini savunan kişi,
kantar ile tartarak sattıkları pirinç, şeker, kahve,
kantel, [Ar. kıntar / Fr. cantine] {ağız} is. Yalan; hile;
fasulye gibi mallara verilen isim.
Ö T M 1 I T O Ö 2 M . 2391 KAN
palavra. [DS] S kantel atmak, {ağız} 1. Yalan söy [DLT] [İKPÖy.] 2. Tatmin etmek; kandırmak. [İKP
lemek; hile yapmak; aldatmak. 2. Abartmak. [DS] Öy.] [Gabain] [EUTS] 3. Hoşnut etmek; memnun et
kantı, [? kantı] {ağız} is. İki kat bükülm üş yün ipliği. mek; teskin etmek. [İKPÖy.] [EUTS]
[DS] kanu1, [kâ + an-Cı > kânü] (ka:nu;) {eT} is. 1. Hangi
kantin, [kâ+an-tın] {eT} is. Nereden. [Clauson] şey; hangi. [DLT] [Gabain] 2. Kim; [Gabain]
kantik, -ği [? kantik] {ağız} is. Hoppa kadın; oynak. kanu2, -u ’u [Ar. kanü' (kanu;) {OsT} sf. Kanaat
[DS]
sahibi; kanaat eden; yetmen,
kantikar, [Sansk. kantakâri] {eT} is. İt üzümü; yaban
mersini, (Solarium xanthocarupun). [EUTS] kânun, [Ar. kânün OjilS'] (kâ;nu:n) {OsT} is. 1. A teş
kantin, [Fr. cantine] is. 1. Kışla, okul ve fabrika gibi ocağı. 2. Eskiden Aralık ve Ocak aylarına verilen
toplu yerlerde yiyecek ve içecek satılan yer; büfe. isim. S kânûn-ı derûnî, {OsT} Göniil ateşi.\\ kâ-
2. Bu gibi yerlerde toplu olarak yem ek yenilen yer; nün-ı evvel, {OsT} A ralık ayı; birinci kânun. || kâ-
kurum lokantası. 3. argo. Yalan; uydurma; asılsız ııütl-ı sâni, {OsT} Ocak ayı; ikinci kânun.
söz. {ağız} (aynı) [DS] S kantin atmak, argo. 1. kanun1, [Ar. kânün jy lî] (ka:nu;n) {OsT} is. 1. Doğal
Yalan söylemek; yalan uydurmak, {ağız} (aynı) [DS]
olayları birbirine bağlayan zorunlu ilişki ve bu iliş
2. {ağız} Abartmak. [DS]|| kantin etm ek, {ağız} -*■
kiyi ifade eden değişmez kural. 2. Devletin yasam a
kantin atmak. [DS]
organı tarafından yazılı olarak konulmuş ve uyul
kantinci, [kantin-ci] is. 1. Kantin işleten kimse. 2. ması zorunlu hukuk kuralları; yasa. 3. Belirli bir
{ağız} sf. Aldatıcı. [DS] konuyu veya alanı ilgilendiren hukuk kurallarının
kantincilik, -ği [kantin-ci-lik] is. K antincinin işi; tümü; bu konuda yazılmış kitap. 4. B ir sanat, ede
kantin işletme, biyat ve bilimle ilgili işleyişleri düzenleyen sürekli
kantiş, [? kantiş] {ağız} is. Cilve. [DS] ve zorunlu ilişkiler ilkesi; yol; usul; nizam. 5. K işi
kantite, [Lat. quantus (ne kadar) > Fr. quantite] is. lerin davranışlarını sınırlayan ve düzenleyen zorla
Nicelik; sayısal oluş, yıcı kural; davranış kuralları. 6. Kişinin üzerinde
kantiyane, [Lat. gentiana] is. bot. 1. Çok yıllık, var olan zorlayıcı güç, kudret. 7. Merasim; tören. 8.
rizomlu, sarı çiçekli, kökü halk hekim liğinde iştah İm paratorluk döneminde ordunun asayiş, disiplin
açıcı ve kuvvet verici olarak kullanılan otsu bitki; vb. hizmetlerinin yürütülm esiyle görevli personel;
büyük kantaron, (Gentiana lutea). 2. Mavi çiçekli, askerî polis; inzibat, ö kanuna aykırı, Yasanın
30 cm. kadar boylu, toprak üstü kısımları halk he emrettiği veya yasakladığı hükümlere uymayan;
kimliğinde iştah açıcı ve kurt düşürücü olarak kul kanun dışı. || kanun adaını, M esleği hukukla ilgili
lanılan çok yıllık otsu bitki, (Gentiana oliveri). olan kişi.|| kanun boşluğu, Yasada günlük hayatın
kanto, [Lat. cantus (şarkı) > İt. canto] (ka ’nto) is. 1. bütününü karşılayacak hükmün bulunmaması du
On dokuzuncu yüzyıl sonlarında başlayıp yirminci rumu; yasa boşluğu. || kanun dışı, Yasalara aykırı
yüzyıl başlarında gelişen, Türk tuluat tiyatrolarında olarakyapılan.\\ kanun gücü, Yasa zoru ve baskı
asıl oyundan önce kadın sanatçıların hem şarkı söy sı. || kanun hükmünde kararname, Bakanlar K u
leyerek hem de dans ederek yaptıkları hareketli rulunun yasam a organından aldığı yetki çerçeve
gösteri. 2. Bu gösterilerde söylenen, İtalyan m usi sinde çıkarmış olduğu genel düzenleyici nitelikteki
kisinin etkisinde m eydana getirilm iş sözlü müzik karar.\\ kânün-ı askerî, {OsT} as. A skerlik kanu-
eseri. nu. || kânün-ı cedîd, {OsT} Yeni yasa. || kânün-ı ce-
kantocu, [kanto-cu] is. Kanto söyleyen kadın sanat zâ, {OsT} huk. Ceza yasası.\\ kânün-ı duâ, {OsT}
çı- İm paratorluk ordusu düşman topraklarında iken
kantoculuk, -ğu [kanto-cu-luk] is. Kanto söyleyerek edilen dua.|| kânün-ı esâsî, {OsT} Anayasa,|| kâ-
dans etme işi; kantocunun yaptığı iş. nün-ı kadîm, {OsT} Eskiden beri yasa yerine uygu
kanton, [Fr. canton] is. 1. K omünden büyük, bir lanan hükümler; gelenekler; görenekler; alışkan
Fransız arazi yönetim birimi. 2. İsviçre federasyo lıklar]|| kânün-ı mahsus, {OsT} Özelyasa.\\ kânün-
nunu meydana getiren devletçiklerden her biri. 3. ı medenî, {OsT} M edenî yasa. || kânün-ı M uham
Lüksem bourg’da en büyük yönetim birimi. 4. K a medi, {OsT} Fatih Sultan M ehmet tarafından ya
nada’da, alanı 100 mil kare olan yüzölçüm ü birimi, pılm ış yasalar.\\ kânün-ı nev-M üslîm , {OsT} İm pa
kantonit, [Fr. cantonite] is. D oğal bakır sülfat, CuS. ratorluk döneminde bir yabancının Müslüman ol
kantruk, -ğu [kan-ı + dur-uk > kantruk ?] {ağız} sf. ması ile ilgili yasa.\\ kânfin-ı teferrüd, {OsT} Oy-
Zayıf; arık; biçimsiz. [DS] suz; oyunun rengini açıklamayan.\\ kânün-ı tekev
vün, {OsT} biy. Türlerin gelişimi; biyogenez.|| kâ-
kantura, [kan-tur-a ? oj^ki] {OsT} is. Palto türü bir
nün-ı ticâret, {OsT} Ticaret yasası.\\ kânün-ı örfî,
giyecek. [TS] {OsT} Sıkı yönetim.\\ kânün-ı kadîm, {OsT} Eski
kanturmak, [kan-mak > kan-tur-mak] {eT} gçl. f. [- yasa.\\ kanun kitabı, Belli bir alandaki yasaların
ur] 1. Su veya başka şeylere kandırmak; doyurmak. yazılı olduğu kitap. || kanun koyucu, Yasaları
KAN ı r a l i e m a il . Z392
yapm a yetkisinde bulunan organ; ya sa koyucu. || kanunlaştırm ak, [kanun-la-ş-tır-mak] gçl. fi. [-ır]
kanun layihası, {OsT} Yasa tasarısı]' kanun mad Kanunlaşmasını sağlamak; yasalaştırmak,
desi, Yasalarda y e r alan ve rakamlarla gösterilen kanunname, [Ar. kânün + Far. nâme -uLü^li] (ka:-
hiikiim.\\ kanun namına, Yasalar gereğince; y a sa
nunna:me) {OsT} is. 1. Kanun kitabı. 2. İslâmî hü
lar uyarınca; yasalara göre. || kanun nazarında,
kümlere aykırı olm amak üzere yapılan düzenleme
{OsT} Yasalar açısından; yasalara göre.|j kanun
ler. 3. tar. İm paratorluk döneminde padişahlar tara
sözcüsü, D anıştay ’da dava dosyalarını inceleyerek
fından çıkarılan kanunlara verilen ad. S1 kânun-
görüş bildiren yüksek dereceli hakim .|| kanun ta
nâme-i âl-i Osman, {OsT} Osmanoğulları yasala
sarısı, Yasalaşması için hükümetçe hazırlanıp m ec
rı; Osmanlı örfüne göre padişahların kendi otorite
lise sunulan metin.|| kanun teklifi, {OsT} Yasalaş
lerine dayanarak çıkardıkları yasaların meydana
m ası için milletvekilleri tarafından hazırlanıp m ec
getirdiği dergi.|| kânunnâm e-i rumât, {OsT} Okçu
lise sunulan metin; yasa önersi.\\ kanun vazı,
lara ilişkin kuralların belirtildiği kitap.
{OsT} Yasa yapılması; yasa çıkarılması,|| kanun
vazıı, {OsT} Yasa koyucu.|| kânünü’ş-şifâ, {OsT} kanunsuz, [kanun-suz] sf. 1. Kanunu olmayan; ya
sasız. 2. (İş ve eylem için) yasalara aykırı,
Tedavi kuralları,|| kanun yapmak, Yasa yapmak;
ya sa çıkarmak.\\ kanun yolu ile, Yasalara uygun kanunsuzluk, -ğu [kanun-suz-luk] is. Kanunsuz ol
olarak; yasa gereğince; ya sa uygulanarak. ma durumu; yasalara aykırılık,
kanun3, [Yun. örganon > Ar. kânün öyü ] (ka:nu:n) kanunşinas, [Ar. kânün + Far. şinâs j>ıls] (ka;-
{OsT} is. Dikdörtgen biçiminde, bir köşesi kesik bir nu:nşina;s) {OsT} sf. Kanundan anlayan; hukuk uz
tabla üzerine gerilmiş tellerden meydana gelen ve manı.
parm ağa geçirilmiş tırnak biçimindeki mızrapla ça kanunşinasan, [Ar. kânün+Far. -şinâsân u t-b -i
lm an bir telli çalgı. (ka;nu;nşina:sa:n) {OsT} is. Yasaların inceliklerini
kanuncu, [kanun-cu] is. 1. Kanun çalan kişi; kanunî. bilenler; yasa koyucular,
2. Kanun yapan veya satan kimse. kanunuesasi, [Ar. kânün-i esâsî j^ li] (ka:-
kanunçe, [Ar. kânün + Far. -çe (ka:nu;nçe) nu:niesa;si;) {OsT} is. Anayasa,
{OsT} is. K üçük kanun. kânunuevvel, [Ar. kânün-i evvel J jl (kâ:-
kanunen, [Ar. kânün > kânünen U^13] (ka.nu: ’nen) nu. nuevvel) {OsT} is. A ralık ayı; birinci kânun,
{OsT} zf. Y asa gereğince; yasalara göre; yasa uya kânunusani, [Ar. kânun-i sâni jy lS -] (kâ:-
rınca.
nu:mısa;ni) {OsT} is. Ocak ayı; ikinci kânun,
kanuni1, [Ar. kânün > kânünî / kânüniyye I
kanuş, [? kanuş] {ağız} is. Cam sürahi. [DS]
(ka;nu:ni:) {OsT} sf. 1. Yasaya uygun olan; kanut, [Ar. kanııt (kanırt) {OsT} sf. Ümitsiz;
yasalar gereğince; yasa tarafından belirlenen; yasal. ümidi kırık.
2. Y asa koyan; yasa yapan.
kanül, [Fr. cannule] is. tıp. Vücuttan sıvı çekmeye
kanuni2, [Ar. kânünî {OsT} is. Kanun çalan ki veya vücuda ilaç zerketmeye yarayan boru,
şi; kanuncu. kanve, [? kanve] {ağız} is. Bir halı modeli. [DS]
kanunilik, -ği [kanuni-lik] is. Yasalara uygun olma; kanya1, [Sansk. kanyâ] {eT} öz. is. Bir yıldız adı.
yasallık. [EUTS]
kanuniyet, [Ar. kânüniyyet (ka.nu:niyet) kanya2, [Ar. kmnîne => kanya] is. 1. {ağız} Bar
{OsT} is. Y asalara uygun olma; yasallık, kanu dak. 2. Şişe. [DS] 3. {OsT} Kadeh. [Karacaoğlan]
niyet kesbetmek, {OsT} Yasa hâline gelmek; yasa kanyak, -ğı [Fr. cognac] is. Tekel idaresi tarafından
olmak. üretilen yüksek alkollü, özel kokulu, sarımtırak
kanunlaşma, [kanun-la-ş-ma] is. Y asa durumuna renkli konyağın tescilli ismi; konyak,
gelme. kanyaş, [Lat. canariensis] is. bot. Buğdaygillerden,
kanunlaşmak, [kanun-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Ka dünyanın pek çok yerinde yetişen, yalnız biri ve
nun hâline gelmek; kanun niteliği kazanmak; yasa rimli, dallı ve uzun bir çiçek topluluğu ojan, pek
laşmak. çok türü bulunan, yalnız bir türü kuş yemi olarak
kanunlaştırılma, [kanun-la-ş-tır-ıl-ma] is. Kanun yetiştirilen çok yıllık, otsu bitki; kuş yemi, (Pha-
hâline getirilme. laris canariensis) yem kanyaşı (Phalaris arun-
kanunlaştırılmak, [kanun-la-ş-tır-ıl-mak] edil, fi [- dinacea), küçük kanyaş (Phalaris minor), topuzlu
ır] Yasa hâline getirilmek; yasalaştırılmak. kanyaş (Phalaris paradoxa), yum rulu kanyaş (Pha
laris tuberosa ).
kanunlaştırma, [kanun-la-ş-tır-ma] is. Kanunlaşma
sını sağlama; yasalaştırma. kanyaşı, [Lat. canariensis] {ağız} is. bot. ->■ kanyaş.
[DS]
Bilil l l t f B ö l . 2393 KAP
kanye, [Ar. kmnîne => kanya / kanye] {ağız} is. laşlanmak; sabırsızlık etmek. | kap çalmak, {ağız}
(Kalaysız kaptaki yem ek için) bozulmak. [DS]j| kap
Şişe. [DS]
geçirmek, Üzerine k ılıf geçirmek; kaplamak.\\ kap
kanyon, [İsp. cagnon] is. jeol. Oldukça sarp ve dik
kacak, Tencere, tava, tepsi, kâse gibi mutfak eşya
kayalıklar arasına sıkışmış bulunan derin vadi; ka
larının tümüne verilen ad.
puz.
kanyu, [kâ + an-ü > kânü] (ka:nyu:) {eT} zm. 1. H an kap2, [kab / kap v ^ ] is. 1. {eAT} {OsT} Kabuk; kışır.
gi? [EUTS] [Gabain] 2. Kim? [EUTS] [Gabain] 2. {ağız} Ekmek kabuğu. [DS]
kanyuda, [kânü-da] (ka:nyu:da) {eT} zf. Nerede. kap3, [kap / kıp] {eT} zf. Sıfatları pekiştirir, kap kara.
[Gabain] [KB] [OKD]
kanzi, [? kanzi] {ağız} is. 1. Tane; adet. 2. Ceviz ve kap4, [Çin. kia] {eT} is. Zırh. [EUTS]
fındık içi. [DS] kap5, [İsp. capa > Fr. cape] is. 1. Omuzlardan geçe
kanzil, [? lcanzil J iili / Jiils] {OsT} sf. Körkütük rek boyunda kapanan vücudun biçimine göre ke
silmiş dökümsüz bir kadın üstlüğü. 2. Melon şapka.
sarhoş; sızmış; kendinden geçmiş,
kap6, [kap] {ağız} is. Orman. [DS]
kanziye, [kanzi + Ar. -ye] {ağız} is. Fındık işleme
kap7, [kap] {ağız} is. A şık kemiği. [DS]
yerinde taneyi kabuğundan ayıran bölüm. [DS]
kap8, [kap] {ağız} is. Kabak. [DS]
kao-çao, [Çin. k ‘ao tscho] {eT} is. Kurban için ruh
çağırma. [EUTS] kap9, [kap] {eT} is. Eğreti hısım. [DLT]
kaolin, [Çin. kao-ling (yüksek dağ) > Fr. kaolin] is. kapa, [kabâ] (kapa:) {eT} sf. Yüksek; kaba. [DLT]
Beyaz renkli, kolayca ufalanan ve porselen yapı kapacan, [kapa-mak > kapa-can] {ağız} is. 1. Nişan
mında kullanılan killi lcayaç; arı kil. töreni. 2. Oğlan evinin düğüne başlamak için kız
kaolinit, [Fr. kaolinite] is. K aolinin bileşiminde yer evine gönderdiği armağan. [DS]
alan A 12Sİ2 0 5( 0 H ) 4 formülüyle gösterilen hidratlı kapacık, -ğı [kap-a(k)-cık > kap-a-cık] is. Kapakçık,
alüminyum silikat, kapag, [*kap-mak (örtmek) > lcap-ağ £_li] is. 1. {eT}
kaolinli, [kaolin-li] sf. Yapısında arı kil bulunan, Kapı. [İKPÖy.] [Gabain] [EUTS] 2. {OsT} Kapak,
kaon, [Fr. kaon] is. fız. Kütlesi elektronun yaklaşık kapagçı, [kapağ > kapağ-çl] (kapağçı:) {eT} is. K apı
965 katı olan, nötr, pozitif veya negatif yüklü temel cı; kapı bekçisi; kapı muhafızı. [EUTS] [İKPÖy.]
parçacık; K a veya K Mezon, kapağan1, [kapa-mak > kapa-ğaıı] {ağız} is. Döşeme
kaos, [Yun. khaos] is. 1. Boşluk. 2. Sonsuz karanlık. taşı. [DS]
3. Dünyanın yaratılışından önce bütün madde ele kapağan2, [kap-mak > kap-ağan] {ağız} sf. (Köpek
manlarının içinde bulunduğu karışıklık hâli; karga için) saldırgan; ısıran. [DS]
şalık. 4. Toplumsal olay ve durumlarda beliren kar kapak1, -ğı [eT. *kap-mak (örtmek) > kap-ak] is. 1.
gaşa; belirsizlik,
Kapların ağızlarını veya üstlerini örtmeye yarayan
kaotik, [Fr. chaotique] sf. Kaos niteliğinde olan; hareketli parça. {eT} {eAT} (aynı) [EUTS] 2. K apam a
kaos özelliği taşıyan; belirsiz; kargaşa içinde. ya yarar parça. 3. Herhangi bir açıklığı kapatan ha
kap1, ~bı [eT. ka-mak (eklemek; yığm ak) > kâ-b reketli parça. 4. Dolap, sandık, çanta vb. şeylerin
(tulum) / kap] is. 1. İçine, sıvı, gaz ve katı konula bir menteşe ile bir tarafından bağlı, açılıp kapanır,
bilen her türlü çukur eşya. 2. İçine yiyecek konulan yerine göre kilitlenir parçası. 5. Kitap, defter vb.
her türlü m utfak eşyası. 3. B ir şeyi korum ak için şeylerin dışına geçirilen karton veya daha başka
üzerine geçirilen kılıf; mahfaza. 4. Bazı eşyaları dayanıklı maddeden yapılma koruyucu kap. 6. Bir
saklamak, korum ak ve taşım akta kullanılan torba, derginin üstünde resim ve derginin adı ile içindeki-
sepet veya sandık; çanta; torba; tulum; çuval; pa lerden bir kısmının başlıklarının bulunduğu ön ve
ket; dağarcık; zarf. {eT} (aynı) [EUTS] [DLT] arka yüz. 7. Ceket, palto gibi giyecek ceplerinin
[İKPÖy.] [Gabain] 5. Kitap ve defter gibi nesnelerin üzerine dikilen çift katlı, kapanır parça. 8. Bazı or
dışında yer alan kâğıt, karton veya daha dayanıklı ganları örtmeye yarar zar veya organ. 9. mat. Küre
maddeden yapılmış kılıf; kapak; cilt. 6. Tabak için kesiti. 10. {ağız} is. Tomruğun temizlenmesi sıra
deki yem ek ve türü; çeşit. 7. Yay kabzasının orta sında iki yandan kesilen ve düzgün olmayan dış
sındaki yarık. 8. {eT} Çömlek. [DLT] [İKPÖy.] 9. parça. [DS] 11. {ağız} Bir tarfı düz, diğer tarafı yu
{eT} Anasının kamındaki çocuğun bulunduğu kese. varlak kalas. [DS] 12. {ağız} Hamur açmakta kulla
[DLT] [İKPÖy.] 10. {ağız} Karton. [DS] 11. {ağız} nılan dört ayaklı sehpa. [DS] 13. {ağız} Değirmenin
Yufka ekmeği. [DS] S kaba koymak, 1. Mesele çarkına su gönderen ortası delikli tahta. [DS] 14.
için bir çözüm yolu bulmak. 2. B ir şeye benzetmek,\\ {ağız} Değirmende un doldurulan ağaç kürek. [DS]
kabı dar, {OsT} Çabuk öflcelenen; sinirli.j| kabına 15. dnz. Ana güvertesinin dışında iki alt güvertesi
sığmamak, 1. D uygularına hakim alam ayarak taş ile bordalarının her birinde seksen ila yüz b ir top
kınlık göstermek; kam kaynamak; coşmak. 2. Te bulunan iki ambarlı savaş gemisi; kalyon. 16. Ba-
KAP Ö IİİM IİİflK C f S M . 2334
lıklarm başının iki yanında bulunan ve solungaçları kapakçık nakli, tıp. B ir kalp kapakçığının yerine
örten bir çift organ. 17. Kuşlarda burun deliklerini protez konm ası.|| kapakçık sesi, tıp. K alp atışı sı
örten zar. 18. Bal peteklerinde içi bal dolu petek rasında karıncıklar arasındaki kapakçıkların veya
gözlerini örten bal mum u parçası; mühür. 19. {eT} sigm a kapakçıklarının kapanmasından meydana
Göz kapağı. [EUTS] [DLT] 20. {ağız} Dam yapım ın gelen ses.
da kullanılan, belli en ve boyda kesilm iş ağaç par kapaklam a, [kapak-la-ma] is. Kapakla örtme veya
çaları. [DS] S kapağı atmak, Eski yerinden sıkıla kapak gibi ters çevirip kapatma.
rak daha rahat bir yere gitmek. || kapağı dar at kapaklam ak1, [kapak-la-mak] gçl. f [ - r ] [-l(ı)-yor]
mak, Bir yere sığınmak; kaçıp kurtulmak,|| kapa 1. Bir şeyi kapakla örtmek; kapağını kapatmak. 2.
ğını sökmek, {ağız} (At, eşek, sığır için) üç yaş dişi dnz. Bir tekneyi onarm ak üzere ters çevinnek;
çıkarmak; üç yaşına girmek. [DS]|| kapak atmak, tum ba etmek,
{ağız} 1. -*■ kapağmı sökmek. 2. (Düve için) çiftleş kapaklamak'', [kapak-lâ-mak] (kapakla.mak) {eT}
me çağına gelmek. [DS]j| kapak geçirme, Dikilmiş g ç l . f [-r] Kızın kızlığını gidermek; bekâretini boz
bir kitaba kapak takma işlemi.|| kapak kâğıdı, 1. mak. [DLT]
K itap veya defter kapağı yapm aya yarar dayanıklı kapaklam ak3, [kapak-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
karton veya kâğıt. 2. Bazı iskambil oyunlarında
l(ı)-yor] (Sebze dipleri için) sulandıktan sonra çat
destenin altına açılan kâğıt; paça. || kapak kâğıdı
lamak. [DS]
na pişti verm ek, argo. Şaşırmak; aptallaşmak.\\
kapaklam ak4, [kapak-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
(bir şeyden) kapak kaldırmamak, O şeyden söz
l(ı)-yor] A yak takılması sonucu yüz üstü yere düş
etmekten kaçınmak.\\ kapak kaldurmak, {eT} Göz
mek; kapaklanmak. [DS]
kapaklarını kaldırıp bakmak. [DK]11 kapak kaya,
kapaklam an, [kapakla-mak > kapakla-man] {ağız}
{ağız} İki yüzü de düzgün yassı kaya. [DS]|| kapak
is. Dil balığı. [DS]
kızı, R esim li dergilerin kapaklarında basılmak
üzere p o z veren kız. || kapak kom pozisyonu, Bir kapaklanm a, [kap-ak-la-n-ma] is. 1. Kapakla örtül
kitabın kapağına çizilen desen ve bunlara verilen me. 2. Y üzü koyun yere düşme. 3. K apak sahibi
biçim; kapak düzeni. || kapak pencere, Gemilerde olma; kapak edinme,
am bar vb. yerleri aydınlatm ak için açılmış üst p en kapaklanm ak, [kap-ak-la-n-mak U ii] edil. f. [-ır]
cere; kaporta.[| kapak resmi, B ir derginin kapa 1. Kapakla örtülmek. {OsT} (aynı) 2. dnz. (Yelkenli
ğında yer alan resim.\\ kapak süvarisi, {OsT} D e tekne için) şiddetli rüzgâr ile devrilmek. 3. dönşl.
niz yüzbaşısı. || kapak taşı, 1. Lağım kanallarının Yüzü koyun yere düşmek. 4. Kapak sahibi olmak;
gerekli yerlerine bırakılan deliklerin üzerini örten kapak edinmek.
geniş ve yassı taş; kapaklık. 2. Mezarlarda en üste kapaklı, [kap-ak-lı] sf. 1. Kapağı bulunan. 2. is.
konulan taş. 3. Kuyumculukta ortası delik sert taş; Eskiden kullanılan haznesi kapaklı bir tür tüfek. 3.
yakut. || kapak vurmak, 1. Gizlemek; saklamak; ört {ağız} Üzeri kapaklı bakır sahan. [DS] 4. {ağız} B ir
bas etmek. 2. {ağız} (At için) yürürken çifte atmak. biri üzerine kapatılabilen İlci tepsi. [DS] 5. {ağız}
[DS]j| kapak yıldızı, Resimli dergilerin üst kapak Tepeli, sorguçlu tavuk. [DS] fi1 kapaklı petek,
larında resimleri basılmak amacıyla resmi çekilen İçinde arı kurtçukları bulunan petek.
tarımmış kişi.
kapaklıcık, -ğı [kapaklı-cık] {ağız} is. Bir kilim mo
kapak2, [*kap-mak (kapamak) > kap-ak] {eT} is. tifi. [DS]
K ızlık zan; bekâret. [DLT]
kapaklıg, [kapak-lığ] {eT} sf. 1. Kapaklı. 2. (Kız için)
kapak3, -ğı [kapak] {ağız} is. Fidelere konulan ince kızlığı giderilmemiş, fi1kapaklıg kız, K ız oğlan kız.
gübre. [DS] [DLT]
kapak4, -ğı [kapak] {ağız} is. Yufka ekmeğin dörtte kapaklık, -ğı [kap-ak-lık] sf. 1. Kapak konulan yer.
biri. [DS] 2. is. Lağım, su yolu vb.nin gerekli yerlerine bıra
kapak5, -ğı [kapak] {ağız} is. Üç yaşm a girmiş tay. kılan deliklerin üzerini örtmeye yarayan yassı taş;
[DS] 6 kapak taşı.
kapak , -ğı [kapak] {ağız} is. Tarlayı sürmeye başla
kapaklu, [kapak-lu s i y | {OsT} sf. Kapalı; kapaklı, fi1
madan önce pullukla açılan bölmelerden her biri.
[DS] kapaklu dutmak, {OsT} Kapalı olarak bulundur
kapak7, -ğı [kapak] {ağız} is. Peynir tekeri. [DS] mak.
kapakçık, -ğı [kap-ak-çık] is. 1. Küçük kapak. 2. biy. kapaksız, [kap-ak-sız] sf. 1. Kapağı olmayan; kapak
konulmamış olan. 2. {ağız} Terbiyesiz; görgüsüz.
Vücuttaki atardamarlarda kanın ileri doğru hareket
[DS]
etmesini sağlayan ve geri tepmesini önleyen küçük
kıvrım. S kapakçık hastalığı, tıp. Kalpteki üç de kapalı, [eT. kapak-lığ > kapa-lı] sf. 1. A çık olmayan.
liği kapatan küçük kapaklardan birinin bozukluğu, 2. İçine girilemeyecek, görülemeyecek biçimde ka
darlığı vb. sebeplerle ortaya çıkan kalp hastalığı. pısı veya kapağı kapanmış. 3. Üstü bir şeyle örtül
• 2395 KAP
müş olan; örtü altında bulunan; örtülü. 4. A çık ha ve düşüncelerini belli etmeyen. 2. N iteliği veya
vada olmayan; üzerine çatı yapılmış olan. 5. (Bir iş içinde bulunan nesnenin ne olduğu anlaşılamayan,
yeri veya kurum için) çalışm a süresini bitirmiş; bilinmeyen şey.\\ kapalı oturum, İlgililerden baş
çalışmasını veya etkinliğini durdurmuş olan. 6. kasının izlemesine izin verilmeyen oturum. || kapalı
(Yol vb. için) geçilmez durum da olan; geçişe izin örtü, Su geçirmeyen iki tabaka arasında sıkışmış
verilmeyen; trafiğin işlemesine izin verilmeyen. 7. ve basınç altında bulunan su örtüsü. || kapalı piya
(Kadın için) örtünmüş, el yüz ve ayaklarından baş sa, Rakip firm alara imkân tanımayan, bir veya bir
ka yeri görünmeyen. 8. (Giyecek için) yaka, kol ve kaç firm anın elinde bulunan piyasa.|| kapalı rejim,
boyun gibi vücut bölüm lerini m üm kün olduğu ka Halkı ilgilendiren konuların, halka danışılmadan
dar örten. 9. mecaz. Açıkça anlaşılmayan; kavran sadece üst yönetim kademelerinde bulunanlarca
ması güç olan; müphem. 10. mecaz. (Kişi için) ko alındığı yönetim biçimi. || kapalı teklif alma usulü,
lay ilişki kurulamayan; içe dönük; duygularını ko huk. Tekliflerin gizli olarak verildiği ihale sistemi. ||
laylıkla açığa vuramayan; dışa dönük yapıda olm a kapalı tohumlular, bot. Yumurtacıkları kapalı bir
yan. 11. (Gökyüzü, hava için) bulutlu olan; güneşli boşluk içinde bulunan kara bitkilerinin büyük bir
veya yıldızlı olmayan; açık olmayan. 12. (Kişi veya çoğunluğunu kapsayan çiçekli ve tohumlu bitkiler
toplum için) yenilikleri benim sem ekten, gelişm ele alt şubesi, (Angiospermae),|| kapalı topluluk, A ra
re ilgi duymaktan kaçman. 13. (Şans vb. için) bek larına girilemeyen; üye olunmayan dernek veya
lendiği gibi olmayan; olumsuz; elverişsiz. 14. (Ti örgüt.|| kapalı tribün, Futbol sahalarında üstü ör
caret eşyası için) bir ambalaj içinde sunulan; amba tülü seyirci yeri. || kapalı ünlü, dbl. D ilin damağa
lajlı; açıkta değil. 15. zf. mecaz. A çıkça anlaşıla- yaklaştığı, havanın geçm esi için çok az bir geçidin
mayacak biçimde; anlaşılmaz biçimde; müphem kaldığı durumda meydana gelen ünlü. || kapalı yer
olarak. 16. zf. Vücudun her tarafını örtecek biçim korkusu, psikol. D ar ve kapalı yerlerde duyulan
de. fi1 kapalı ahlak, Bergsorı ’a göre, soyut ve katı korku ve kaygı; klostrofobi.|| kapalı yetişmek, Top
ahlak. || kapalı biçim, tiy. Seyircilerin sahnede yer lum içine karışmadan, toplum hayatından uzak ka
alan durumları yaşama, duyma, oyunun kahram an larak yetişmek.]] kapalı yüzme havuzu, Üstü bir
larıyla özdeşleşmesini amaçlayan olaylar örgüsü örtü ile kapatılmış bulunan büyükçe bir salonda
nün birbirine bağlı olduğu, birbirini tamamlayacak y e r alan yüzm e havuzu.
biçimde geliştiği oyun türü. || kapalı çarşı, Üzeri kapalılık, -ğı [kapa-lı-lxk] is. 1. Kapalı olm a hâli. 2.
kâgir tonozlarla veya ahşap çatıyla örtülü yollarla, A çık olması gereken bir deliğin doğuştan kapalı
bunların iki yanında sıralanan dükkânlardan olu olması. 3. mecaz. Konuya yabancılar için anlaşıl
şan çarşı.\\ kapalı çiçeklik, bot. Ucunda tek çiçek ması güç olm a durumu. 4. ed. Yazarın çizdiği gizli
bulunan ana çiçek sapı uzam ayarak yaprakların semboller ve hayaller dünyasına okuyucuyu sok
koltuğundan aynı sap yüksekliğinde çiçekli yeni mayı amaçlayan anlatım; ipham,
sapların sürmesiyle oluşan çiçeklik; talkım. || kapalı kapaltı, [kap(ı)+alt-ı] {ağız} is. Polis, jandarm a kara
devre, fiz. İçinden akım geçen, açılmamış devre. || kolu; nezarethane. [DS]
kapalı devre televizyon sistem i, B ir öğretim ku kapam a1, [kapa-ma] is. 1. Kapamak eylemi. 2. as.
runtunda veya bir kuruluşta güvenlik veya eğitim Bir muharebe düzeninde cephede düşman tarafın
öğretim amacıyla kurulmuş bulunan kablolu tele dan açılmış bulunan bir gediğin daha etki silah ve
vizyon yayın sistemi. || kapalı dolaşım, biy. Bütün donanıma sahip güçlerce ortadan kaldırılması veya
omurgalılarda olduğu gibi kanın dam ar denilen küçültülmesi harekâtına verilen isim. 3. Bir erkekle
kapalı borular içinde dolaşması.|| kapalı dükkân, nikâhsız olarak birlikte yaşayan ve geçimi onun
kira verm ek, argo. N işanlanm ak.|| kapalı ekono tarafından sağlanan kadın; metres, fi1 kapama ge
mi, Dış ülkelere açılmaksızın kendi ürettiği ile y e cesi, {ağız} folk. Gerdek gecesi. [DS]
tinen, tükettiğini üreten toplumun ekonom ik ya p ı kapama2, [kapa-ma] is. 1. Üzeri taze soğan, m ayda
sı.]] kapalı duruşma, huk. Dinleyicilerin alınmadı noz vb. sebzelerle örtülerek pişirilen et yemeği.
ğı duruşma; gizli celse. || kapalı geçmek, Önemli {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Sarımsaklı, az sulu et
noktaya değinmemek.\\ kapalı gişe, tiy. Bütün bilet yemeği. [DS] 3. {ağız} Tepside pişirilen etli pilav.
leri satılmış bıılunan.\\ kapalı gözlük, Ürkmelerini [DS] 4. {ağız} Etli patates yemeği. [DS] 5. {ağız} Ta
ve yanındaki atları görm elerini önlem ek için atlara
ze fasulye ile yapılan bulgur pilavı. [DS] 6. {ağız}
takılan gözlük; at gözlüğü.\\ kapalı hava, Bulutlu Un ve yağla yapılan bir tür börek. [DS] 7. {ağız} Bir
ve güneşsiz hava.|| kapalı hece, dbl. Bir ünsüzle tür tatlı. [DS]
biten hece. | kapalı istiare, ed. Benzetmenin yalnız
ca benzetilen öğesiyle yapılan istiare|| kapalı kal kapam a3, [kapa-ma ^ / -uLs] is. 1. Elbise, giyecek
mak, Açıklığa kavuşmamak.|| kapalı kalp ameli takımı. 2. tar. M edrese öğrencileri ile yeniçerilerin
yatı, N orm al olarak çalışan kalp üzerinde yapılan giydikleri elbiseye verilen isim. 3. {OsT} Astarlı
ameliyat.|| kapalı kutu, mecaz. 1. (Kişi için) duygu kaftan; pamuklu hırka. 4. {ağız} Yaşlı erkeklerin
KAP Û I İ İ M I İ K C E S 0 2 1 İ . 23?s
giydiği pamukludan yapılmış kısa ceket. [DS] 5. düzeni ile içinden çıkılmaz bir duruma düşmek. ||
{ağız} Uzun kollu, yanları yırtmaçlı ve önü açık kapana düşürm ek, 1. H ile ve düzene baş vurarak
elbise; manto. [DS] 6. {ağız} Yelek. [DS] ö kapa yakalamak, ele geçirmek. 2. Birini hile ve düzene
m a bahâ, Giyecek bedeli. || kapama çıkmak, Bir başvurarak içinden çıkılm az duruma düşürmek\\
dairede çalışan memurlara veya hizmetlilere elbise, kapana sıkıştırmak, 1. Birini zo r duruma düşür
verilmek. mek. 2. Hile ve düzen ile ele geçirmek; yakalamak.\\
kapama4, [kapa-ma] is. Eskiden okul gezilerine ve kapan duygu, tıp. Yalnız başına seyreden ve öbür
rilen ad. hastalıklı durumlara bağlı olmayan ilkel hastalık.\\
kapama5, [kapa-ma] {ağız} is. Tarlada yapılan bir kapan kaplum bağa, zool. K uzey A m erika 'da tatlı
günlük iş. [DS] sularda yaşayan, perde ayaklı, iri yapılı, birkaç
kapamacı, [kapa-ma-cı] is. Hazır elbise satan esnafa türü bulunan saldırgan kaplumbağalara verilen
verilen ad. genel ad, (Chelydrinae serpentina).^ kapan kur
kapamaç, -cı [kapa-maç] is. Kilit, sürgü, toka vb. mak, B ir hayvanı yakalam ak için tuzak kurmak.
gibi şeyleri kapalı tutmağa yarayan nesne. kapan2, [Ar. kabbân oM => kapan uUs] {eAT} {OsT}
kapamak, [eT. *kap-mak > kap-ğâ-mak / kapığ > is. 1. Büyük tartı aleti; kantar, {ağız} (aynı) [DS] 2.
kap(ı)ğ-â-m ak > kapâ-mak] gçl. f. [-r] [-p(ı)-yor] Pazara satılmak üzere gelen yiyecek maddelerinin
1. Kapalı duruma getirmek. {eAT} (ayın) [DK] 2. tartıldığı resm î kantar. 3. Bu kantarın bulunduğu
A çık bir yeri bir şey ile örtmek. 3. Bir şeyin kapa yer. 4. {ağız} Kalbur kasnağına deri gerilmiş kap
ğını veya kapısını örtmek. 4. Herhangi bir şeyin lardan yapılan terazi. [DS] 5. Pazar yeri; çarşı; hal.
üzerine veya önüne perde, örtü çekmek; bir şeyi {ağız} (aym) [DS] 6. Eskiden yiyecek ve giyecek
başka bir şeyle görünmez hâle getirmek. 5. B ir şe maddelerinin toptan satıldığı yer. S kapan hacıla
yin iki ayrı parçasını birleştirmek; arada boşluk rı, Kapan tacirleri için kullanılan eski bir terim. ||
kalm ayacak biçimde katlamak. 6. içeriden dışarıya, kapan hakkı, Tartı vergisi. || kapan naibi, tar. K a
dışarıdan da içeriye geçişi engellemek; tıkamak. 7. panlarda ticareti denetleyen kimse. || kapan taciri,
(Su, elektrik hava gazı, doğal gaz vb. için) akışını tar. im paratorluk döneminde yağ, bal, un satan
durdurmak; girişini engellemek. 8. (Kap vb. için) kapanlarda ticaret yapanlar.
ağzını örtecek bir kapak koymak. 9. (Bir hayvan kapan3, [Çin. ka + p a’n] {eT} is. Geniş tepsi ya da
veya insan için) onu bir daha çıkamayacak biçimde kap. [Clauson]
bir yere koymak; hapsetmek. 10. (Yol, cadde vb.) kapan4, [Erme, kapan] {ağız} is. 1. D ik kayalık yer
giriş veya geçişi engellemek; üzerinden geçmeyi lerdeki dar yollar. 2. Uçurum [DS]
yasaklamak. 11. (Bir iş yeri, fabrika, kurum vb. kapan5, [kapan] {ağız} is. 1. Dam; ahır. 2. Evlerden
için) etkinliği ve işleyişi sona erdirmek; işlemesini, bodruma inm ek için açılan kapak. 3. Kepenk. [DS]
çalışmasını durdurmak; çalışamaz, işleyemez du
kapana, [Çin. ka+pa’n] {ağız} is. A ğaçtan yapılmış
rum a getirmek. 12. (Radyo, televizyon vb. için)
büyük yem ek dolabı. [DS]
işlevine son vermek; kullanımı sona erdirmek. 13.
kapanav, [kapan+av] {ağız} is. Bir tür kara avı. [DS]
(V ücut için) tamamını veya bir bölümünü örtmek.
kapanaz, [kapaıı-az] {ağız} is. Sığırların aşık kemiği.
14. (Gazete, dergi vb. için) yayını durdurmak; çık
[DS]
masını yasaklamak. 15. (Çukur, vb. için) içini dol
kapanca1, [kap-mak > kap-an + Far. -çe] is. 1. Kü
durup düzlemek. 16. (Kar, yağmur, fırtına için) bir
yerden çıkmayı, dışarıya çıkmayı engellemek. 17. çük kapan; kuş tuzağı. 2. mecaz. Hile; aldatmaca;
düzen.
Biriyle arasına girerek görüşe engel olmak; görüşü
engellemek. 18. mecaz. Durdurmak; son vermek; kapanca2, [kapa-mak > kapa-n-ca] {ağız} is. 1. Fide
bitirmek; bir daha söz etmemek; üzerinde durm a len soğuktan korum ak için örtülen hasır veya saz
mak. 19. (Alacak veya elde bulunan para için) bor örtü. 2. Baskı altına alma; baskı. 3. Baca ya da soba
ca yetmek; denk gelmek; karşılamak; ödemek. 20. borularında duman çıkışını ayarlayan kapak. [DS]
Gerekli önlemleri alarak bir boşluk, açıklık veya kapancalaınak, [kapan-ca-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r]
eksikliği gidermek. 21. {ağız} Evlenmeleri istenen [-l(ı)-yor] El altında bulundurmak; tutmak. [DS]
kız ve erkeği kandırarak bir odaya bırakmak. [DS] kapança, [kapan+ Far. -çe] {ağız} is. Tuzak; kapan.
kapan', [kap-mak (tutmak, yakalamak) > kap-an] is. [DS]
1. Av hayvanlarının ayağının değmesi ile kapan kapancı, [kapan-cı] is. tar. Eskiden, yiyecek m adde
mak suretiyle hayvanı yakalayan tuzak. 2. Hile; lerinin tartıldığı kantarların başında bulunan görev
aldatmaca; düzen; tuzak. 3. {ağız} Tütün vb. fıdeleri liye verilen isim,
soğuktan korum ak için kullanılan hasır veya saz kapancılık, [kapan-cı-lık] is. Kapan kurmak yoluyla
örtü. [DS] 4. sf. Kapmak işini yapan; yakalayan. 5. av yakalam a işi.
Alıcı; çekici; kapıcı, fi1 kapana düşmek, 1. Tuzak kapandırm ak, [kap-a-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1.
ile yakalanmak. 2. Ele geçmek. 3. Birinin hile ve K apaklanm asına sebep olmak; kapaklanmasını sağ-
ı ı ı ı ı i f a i . 2397 KAP
lamak. 2. dnz. (Rüzgâr için) gemiyi birdenbire or mek; unutturulmak; bahsedilmemek. 21. (Çukur
saya getirip yan yatırmak, vb. için) içi doldurulup düzeltilmek. 22. İlişik ke
kapanık, [kapa-mak > kapa-n-ık] sf. 1. Kapalı du silmek. 23. Hesap kesilmek,
rum da bulunan; açık olmayan; kapanmış bulunan. kapansele, [kapan+sele] {ağız} is. 1. Ağaçtan yapıl
2. Kapalı; örtülü. 3. (Hava için) bulutlu; sisli; du mış büyük yem ek dolabı. 2. Büyük, kulplu ve ka
manlı. 4. Manzarası olmayan; görüşü kapalı olan; paklı sepet. [DS]
havasız; sıkıcı; iç karartıcı; kasvetli. 5. mecaz. Baş kapantı, [kapa-n-tı] is. dbl. Dış patlamadan önce ses
kası ile konuşamayan; görüşemeyen; utangaç; m ah yolunda gerçekleşen ve sesin meydana gelişinde
cup. 6. {ağız} Dil balığı. [DS] ikinci aşamayı oluşturan kısa kapanma,
kapanıklık, [kapa-ıı-ık-lık] is. Kapanık olm a duru kapantılı, [kapa-n-tı-lı] sf. dbl. (Ünsüzler için) ses
mu. yolundaki kapantı sonucu oluşan; patlamalı; sürek
kapanım, [kapa-n-ım] is. 1. psikol. Kişinin dış dünya sizler: (/p/, /b/, /t/, /d/, Dd, Igl ünsüzleri),
ile ilgisini keserek kendi iç dünyasına yönelmesi. 2. kapara, [kabara] {ağız} is. 1. Balık pulu. 2. Başı
jeol. Petrol yatağında, petrolün toplanmasını sağla yarım küre şeklinde bir tür ayakkabı ve sandık çi
yan jeolojik yapı veya engebenin durumu, visi. [DS]
kapanış, [kapa-n-mak > kapa-n-ış] is. 1. K apanmak kapari, [Yun. capparis] (kapari) is. Gebre otunun
eylemi veya biçimi. 2. Bir kurum veya iş yerindeki turşu yapılan çiçek tomurcuğu,
çalışmanın düzenli olarak sona ermesi; sona erme kaparmak, [kâb > kab-ar-mak] {eT} is. -*• kabarmak.
durumu. 3. Bir zam an dilim ini kapsayan gösteri, [EUTS]
çalışma sergi vb. etkinliğin bitimi; bu amaçla yapı kaparo, [İt. caparra (ön ödeme)] (kaparo) is. Bir
lan tören, konuşma. sözleşmenin yapıldığı sırada taraflardan birinin di
kapaniçe, [Slav. Bulg. kapâniçe (kapa'niçe) ğerine verdiği para; pey akçesi. S kaparo vermek,
Pazarlıkta anlaşma somıcıı, verilmesi gereken p a
{OsT} is. Eskiden padişah ve diğer yüksek mevki-
radan az bir kısmını ödemek.
deki devlet adamlarının giydiği kolsuz, geniş ve
kaparolu, [kaparo-lu] sf. Kaparosu olan; kaparo ve
devrik yakalı kürk üstlük,
rilm iş olan.
kapaniçeci, [kapaniçe-ci] is. İm paratorluk dönemin
kaparosuz, [kaparo-suz] sf. Kaparosu olmayan; ka
de, padişaha ait kapaniçe denilen kürkleri koruyan,
paro verilmemiş olan,
bakım ını yapan, sarı sabırla tütsüleyerek padişaha
sunan görevli, kaparoz, [(İt. cappara (etkisi ile)) kap-m ak > lcap-ar
+ Yun. os] is. argo. 1. Haksız yere, zorla edinilmiş
kapanma, [kapa-n-ma] is. Kapalı duruma gelmek
mal, para; kapılmış; gasp edilmiş. 2. Açıktan alın
eylemi.
mış para veya mal, hediye; rüşvet. 3. Emek harca-
kapanmak, [kapa-mak > kapa-n-mak] dönşl. f. [-ır]
m aksızm elde edilmiş para veya mal; çalıntı. S
1. (Açık bir şey için) kapalı duram a gelmek; ör
kaparozda gezmek, Kapamak, gasp etmek için
tünmek. 2. Dışarı çıkmamak; hep içeride kalmak.
fırsa t kollamak.\\ kaparoz etmek, Kapmak; gasp
3. (Kadın için) erkeklerden kaçmak; örtünmek. 4.
etmek.
Yıllık tatile girmek. 5. Bir daha açılmamak üzere
kaparozcu, [kaparoz-cu] is. argo. Haksız yere ka
kapalı hâle gelmek. 6. Bitmek; son bulmak. 7. (Bi
zanç sağlayan kimse; hırsız; gaspçı; rüşvetçi,
nek ve koşıı hayvanı için) ön ayağı sürçerek başı
kaparozculuk, -ğu [kaparoz-cu-luk] is. Yasal olm a
üstüne düşmek. 8. (Yara için) iyileşmek, derisi
yan yollardan, açıktan para kazanma; gaspçılık;
kaynamak. 9. (Hava için) bulutlanm ak; güneş ör
rüşvetçilik; hırsızlık,
tülmek. 10. K ör olmak. 11. (Kitaba, yazıya, derse)
çalışmak; gayret etmek. 12. (Aile, hanedan; sülale, kaparozlam a, [kaparoz-la-ma] is. argo. 1. Aşırma
dönem için) sona ermek; bitmek. 13. Vücuduyla bir eylemi; iç etme; gasp etme. 2. Rüşvet alma
şeyi örtmek; üstüne abanmak. 14. (Boya, kir, leke kaparozlamak, [kaparoz-la-mak] gçl. fi [-r] [-l(u)~
vb. için) uygun bir madde ile boyandığı için gö yor] argo. 1. Yasal olmayan yollardan kazanç elde
rünm ez olmak. 15. (Kişi için) yüzü aşağı gelecek etmek; çalmak; aşırmak; gasp etmek; iç etmek. 2.
biçimde eğilmek. 16. spor. Futbolda gol yem em ek R üşvet almak,
için rakip takımın hücum larına karşı savunmada kapasite, [Fr. capacite] is. 1. Bir şeyi içine alabilme
kalmak. 17. edil. f. (A çık bir şey için) kapalı duru miktarı, sığdırabilme sınırı; kapsam a miktarı. 2. Bir
ma getirilmek; üstüne örtü veya perde çekilmek; aracın iş görebilme gücü toplamı, 3. Bir işletmenin
kapak konulmak; kapatılmak. 18. (Yol, geçit vb, toplam üretim gücü. 4. mecaz. Bir kim senin anla
için) kar, heyelan, sel gibi doğal etkilerle geçilmez, ma, kavram a gücünün derecesi. 5. fiz. Bir kondan
gidilmez olmak. 19. (İş yeri, okul, kurum vb. için) satörün elektrik yığm a miktarı; sığa,
çalışma sona erdirilmek; etkinliği bir süre durdu kapasiteli, [kapasite-li] sf. 1. Kapasitesi olan. 2. Be
rulmak. 20. (Konu için) söz edilmemek; geçiştiril lirtilen bir rakam kadar üretme, içine alma, taşım a
KAP İİIİİM IİİR M • 23S8
vb. gücü olan. 3. mecaz. Anlama ve kavram a yete kapçık, -ğı [kap-çık] {ağız} is. -*■ kapçık. [DS]
neği yerinde olan; anlayışlı; zeki, kapcuk, -ğu [kap-çık / kap-cuk is. 1 . {ağız} -»•
kapasitesiz, [kapasite-siz] sf. 1. Kapasitesi olmayan.
kapçık. [DS] 2. {OsT} Buğdayın üstündeki sert ka
2. A nlam a ve kavrama gücü yetersiz olan.
buk. 3. {OsT} Hurma salkımını örten kılıf,
kapaştırnıak, [kapa-ş-tır-mak {OsT} gçl. fi kapcuklanm ak, [kap-çık-la-n-mak] {ağız} edil. fi. [-
[-ur] Birlikte kapatmak, ır] -*■ kapçıklanmak. [DS]
kapatılış, [kapa-t-ıl-ış] is. K apatılmak eylemi veya kapça, [kap-ça / kop-ça] {ağız) is. 1. İlik. 2. Kopça.
biçimi. [DS]
kapatılma, [kapa-t-ıl-ma] is. Kapatma eylemine uğ kapçak1, [kap-mak > *kap-ış-ak > kapçak] {eT} is.
ram a durumu, Su kollarının birbirine kavuştuğu yer; kavşak.
kapatılmak, [kapa-mak > kapa-t-mak > kapa-t-ıl- [DLT]
mak] edil.fi. [-ır] 1. K apatmak eylemi uygulanmak. kapçak2, -ğı [kap-acak > kap-cak / kap-çak] is. 1.
2. Çalışma veya işlerliği ortadan kaldırılmak; fes Uzun saplı büyük çengel; büyük kanca. 2. Eskiden
hedilmek. 3. Kapalı bir yerde tutulmak; hapsedil kale kuşatmalarında duvarlara saplanan büyük kan
mek. ca. 3. Tulum bacıların çengeli.
kapatış, [kapa-t-ış] is. Kapatma eylemi veya biçimi, kapçak3, -ğı [kap-çak] {ağız} is. 1. Kitap ve defter
kapatma, [kapa-t-ma] is. 1. Kapalı hâle getirmek yaprağı. 2. Kitap veya defter kabı. [DS]
eylemi; kapatm ak eylemi. 2. Bir erkekle nikâhsız kapçak4, -ğı [kap-mak > kap-(a)cak] {ağız} is. Çelik
yaşayan ve geçimi o erkek tarafından sağlanan ka çom ak oyunu. [DS]
dın; metres; kapama. 3. A çık artırmaya çıkarılma kapçak5, -ğı [kap > kap-çak] {ağız} is. Kap koyacak
dan, el altından gizlice ve değerinden aşağı alınmış yer; sergen; raf. [DS]
m al. 4. Yolsuz olarak elde edilmiş mal. 5. tıp. Bir kapçak6, -ğı [kap-çak] {ağız} is. Bayrak. [DS]
yara veya boşluğu çekip dikerek yapılan cerrahî kapçalam ak, [kap^ça-la-malc] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-
işlem. 6. Eskiden erkeklerin giydiği feslerin kena yo r] Yakalamak; tutmak. [DS]
rından saçların çıkarılmasına, verilen ad.
kapçalık, -ğı [kap-ça-lık] {ağız} is. Sergen; raf; kap
kapatmak, [kapa-mak > kapa-t-mak] gçl. fi. [-ır] 1 . konulacak yer. [DS]
Kapalı hâle getirmek; kapamak. 2. B ir şeyin üstünü
kapçellemek, [kap-mak > kap-ıcı+el-le-mek ?] {ağız}
bir örtü veya kapak ile örtmek. 3. B ir gazete, dergi
g ç l.f. [-r] [-l(i)yor] Kapmak; almak. [DS]
veya televizyonun yayınlanmasını yasaklamak;
kapçık1, -ğı [lcap-çık] is. 1. Küçük kap. 2. {ağız} Deri
yayınını durdurtmak. 4. Bir malı piyasadan ucuz
torba. [DS] 3. sf. bot. Bir evcikli, çatlamaz, tek yu-
fiyata toplayıp stok yapmak, saklamak. 5. Bir malı
yasa dışı yollarla piyasa değerinden çok ucuza al murtacıldı olan. S kapçık meyve, bot. Kestane,
m ak. 6. B ir kadının masraflarım karşılam ak sure ceviz, meşe palam udu gibi sert ve kuru kabuğu ile
tiyle onunla nikâhsız yaşamak; metres tutmak. 7. içi kaynaşmış, bir evcikli, tek yum urtacıklı katı
B ir eğlence veya genele açık bir yeri kendi özel meyve; aken.
hizm eti için kullanım a ayırtmak. 8. Çıkış yolu bu kapçık2, -ğı [kap-çık] is. 1. Herhangi bir şeyin dışını
lamayacak, savunacak yanı kalmayacak şekilde örten kabuk vb. şey. 2. mecaz. Bir şeyin değersiz
sıkıştırmak; çaresiz bırakmak. S kapat almak, dış kısmı. 3. Boş mermi kovanı, {ağız} (aynı) [DS] 4.
{ağız} (Kâğıt oyununda taraflardan biri için) bir bot. Döllenm eden sonra gelişen ve meyveyi az çok
elde hiç kâğıt alamamak. [DS]|| kapat etmek, {ağız} saran ek kılıf; tahıldaki çanak yaprak, {ağız} (aynı)
K âğıt oyununda taraflardan birine, bir elde hiç [DS] 5. {ağız} Açılm ış pam uk kozasındaki sert kı
kâğıt aldırmamak. [DS] sım. [DS] 6. {ağız} M ısır koçanının üzerindeki yeşil
kapattırma, [kapa-t-tır-ma] is. Kapatmasını sağla kabuk. [DS] 7. {ağız} Böcek kabuğu. [DS] 8. {ağız}
ma. Tahıl tanelerinin kabuğu. [DS] 9. {ağız} Ceviz, fın
kapattırmak, [kapa-mak > kapa-t-m ak > kapa-t-tır- dık ve badem gibi kabuklu yemişlerin dış kabuğu.
mak] gçl. f i [-ır] 1. Birinin bir şeyi kapatmasını [DS] 10. {ağız} M eyve kabuğu. [DS] 11. {ağız} Pa
sağlamak. 2. Birinin veya bir hayvanın dışarı ile lam ut kabuğu. [DS] 12. {ağız} Sünnet derisi. [DS]
ilişkisinin kesilm esini sağlamak; hapsettirmek, 13. {ağız} Göz kapağı. [DS] 14. {ağız} Yaranın üstü
kapaz, [kapa-mak > kapaz/ hapaz] {ağız} is. Yumruk; nü örten kabuk. [DS] 15. {ağız} Kurutulmuş yeşil
şamar. [DS] fasulye. [DS]
kapazlam ak, [kapaz-la-mak] {ağız} gçl. fi [-r] [-l(ı)- kapçık3, -ğı [kap-mak > kap-ış-ık] {ağız} is. Zam a
yo r] Bir şey, başka bir şeye hiç aralık bırakmama- nından önce doğuran hayvan. [DS]
casm a uymak; tastamam gelmek. [DS] kapçık4, -ğı [kap-çık] {ağız} is. Kaplıca. [DS]
kapçak, -ğı [kap-çak] {ağız} is. -* kapçak3. [DS] kapçık5, -ğı [lapçin (bir tür çizme)] {ağız} sf. (Ağız
fiiM iiiM t mm • 2399 KAP
için) geniş. [DS] S kapçık ağız, {ağız} Sır sakla kapguçı, [*kap-mak > kap-ğu-çı] {eT} sf. Kapıcı;
masını bilmeyen. [DS] kapan; çalan. [DLT]
kapçık6, -ğı [kap-çık] {ağız} is. Gelincik otu; börek kapı, [eT. kap-mak (kapamak) > kap-uğ > lcapu / ka-
otu. [DS] pığ > kapı] is. 1. Bir bina, çadır, araç vb. içi ile dı
kapçıklamak, [kapçık-la-mak] {ağız} gçl. fi. [-r] [- şarısını ayıran, açılıp kapanma düzeneği olan beden
l(ı)-yor] (Ceviz, m ısır koçanı vb. için) yeşil kabu boşluğu. 2. Bu tür boşluğu kapatm aya yarayan, b i
ğundan ayırmak, na içinde odalara girişi sağlayan, aynı zamanda
kapçıktı, [kap-çık-lı] sf. 1. Kapçığı olan. 2. {ağız} kapatıldığında diğer odalarla ilişkilerini kesen bir
(Erkek için) sünnet olmamış. [DS] veya daha çok kanattan meydana gelmiş eleman. 3.
kapçıksız, [kap-çık-sız] sf. (Tohum için) dövme Bir binanın, kurum un veya resmî dairenin ana giri
sırasında kapçıklarından ayrılmış olan; kapçığı bu şi. 4. Eskiden sur içinde bulunan şehirlerin giriş ve
lunmayan. çıkışının yapıldığı sur açıklığı. 5. Kişilere geçinme,
barınma, yerleşme veya okuma gibi imkânların
kapçımak, [kap-çı(k)-mak] {ağız} gçsz. f. f-r] (Ceviz,
sağlandığı yer; iş yeri. 6. Güç durumlarda yardım
badem gibi kabuklu yem işler için) yeşil kabukları
istenilen kişi veya kurum. 7. M isafirlik için gidilen
soyulmak. [DS]
yer; ev gezmesi. 8. mecaz. Gerçekleşmesi mümkün
kapçın, [kap-çm / lapçin] {ağız} is. 1. Çuhadan ya
olan şey; imkân; olanak. 9. Harcama yapılm ası ge
pılmış, siyah kaytanlı bir tür tozluk. 2. Tabanı çu
reken durum; ihtiyaç. 10. mecaz. Bir yerin çok ya
ha, deri mest. [DS]
kını. 11. Tavlada pul dizilen yer. 12. Sıra dağlar
kapçik, -ği [kepçik] {ağız} is. -*• kepçilc. [DS]
arasında bulunan geçit; boğaz. 13. spor. K ayakçıla
kapçuk, -ğu [kap > kap-çuk 3y^>] is. 1. {eT} K eten rın yarışta geçmek zorunda oldukları işaretli alan.
torba. [EUTS] 2. {ağız} Tahıl tanelerinin kabuğu. 14. {ağız} Sokak; dışarı. [DS] 15. {ağız} Hükümet.
[DS] 3. {ağız} Yaranın üzerindeki kabuk. [DS] 4. [DS] 16. {ağız} Mahkeme. [DS] S kapı açmak, 1.
{ağız} Kurutulmuş, yeşil fasulye. [DS] 5. {OsT} Bir işe başlamak. 2. Bir şeyin sözünü etmek. 3.
Buğdayın üstündeki sert kabuk. 6. {OsT) Hurma Yüksek bir fiy a t söylemek. || kapı ağası, 1. A v dışın
salkımını örten kılıf, da padişahın yanında bulunan iç ağaların en kı
kapçuklamak, [kap-çık-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [- demlisi. 2. Sadrazam kapısının iç düzenini sağla
l(u)-yor] -*■ kapçıklamak. [DS] makla görevli kişi. || kapı ağzı, Kapının hemen y a
kapçur, [? kapçur j j ^ ] {OsT} {ağız} is. 1. Hayvan nı. || kapı ağzında olmak, Gelip çatmasına az kal
mak; yakında olmak. || kapı almak, Tavlada en az
vergisi. 2. D avar vergisi. [DS]
iki p u lu bir haneye koymak. || kapı altı, {ağız} 1.
kapela, [İt. capello] (ka p e’la) is. 1. Şapka. 2. dnz. Polis ve jandarm a karakolu. 2. Jandarma kom uta
Çarmıh, istralya vb. sabit arm a kasalarının geçirilip nı. [DS]|| kapı altı hasılatı, Eyalet valileri ile san
oturtulduğu direk ve çubuk başları. 3. Filika, pusu
cak beylerinin halktan topladıkları önceden belli
la, projektör gibi araç ve gereçleri dış etkilerden
olmayan vergi ve ceza paraları.\\ kapı aralığı, ar
korum ak için branda bezinden yapılmış örtüler. 0
go. Piç. || kapı aramak, 1. Kendine geçim ini sağ
kapela brandası, A çık havada depo edilmiş araç,
lamak üzere çalışacağı bir iş aramak. 2. Ev gezm e
malzeme ve diğer eşyaları dış etkilerden korum ak
si yapm ak istemek. || kapı arası, Topkapı sarayında,
için kullanılan örtü. || kapela etmek, Sabit arma
tutuklanan devlet büyüklerinin kapatıldığı orta ka
kasalarını direk ve çubukların başlarına geçirerek
pının iki yanındaki odalardan her biri.\\ kapı baca,
yerlerine oturtmak.\\ kapela muşambası, Çarpma
H er yer. || kapı baca açık olmak, K orunaksız ol
sonucu hırpalanacak durumda olan, güvertede bu
mak; güvenlik açısından sağlam olmamak.\\ kapı
lunan eşyaların üzerine geçirilen branda k ılıf
bağı, {ağız} Gelin, oğlan evine giderken kız tara
kapella, [İt. cappella] is. Küçük kilise; şapel, fın d a n bir kişinin erkek tarafından aldığı bahşiş.
kapenk, -gi [Erm. ğbank => kepenk] {ağız} is. Baca [DS]|| kapı basarığı, Kapıyı kapattıktan sonra ar
dan soğuk girmesini engellem ek için iple yatay ve kadan konulan dayak; kapı dayağı.\\ kapı bir kom
dikey duruma getirilebilen tahta kapak. [DS] şu, 1. Aynı dış kapıdan girip çıkan komşular. 2.
kapga, [*kap-mak > kap-ğâ] (kapğa:) {eT} is. Büyük Kapıları yan yana olan komşular. 3. Çok yakın o-
kapı; kale kapısı. [DLT] [ETY] lan komşular. || kapı çatması, Kapı takılsın veya
kapgak, [*kap-mak > kap-ğâk] (kapğa:k) {eT} is. 1. takılmasın kapı için ayrılmış bir boşluğa duvar ka
Kapak; örtü. [ETY] [DLT] 2. Sadağın kapağı. [DLT] lınlığında yerleştirilm iş sabit doğrama. | kapı çu
kapgaklanmak, [kap-ğâk > kapğak-la-n-mak] {eT} hadarı, İm paratorluk döneminde, devlet teşkilatı
dönşl. f. [-ur] Kapaklanmak. [DLT] nın ayak işlerinde, özellikle posta hizmetlerinde
kapgan, [*kap-mak > kap-ğâıı] (kapğa:n) {eT} sf. 1. kullanılan görevli. || kapıda, Evin dışında. || kapıda
Kapan; yakalayan. [ETY] 2. Düşmanı kaçırmadan kalmak, 1. Yaşı ilerlemesine rağmen henüz evle-
yakalayan. [ETY] nememek; evde kalmak. 2. M isafirliğe gittiği evde
KAP filü M M tS Ö M .,»
kimseyi bulamayarak dönmek.\\ k a p ı d a m a rla rı, mak, kovmak. || k a p ı n u m a ra sı, H er ev için verilmiş
anat. Kanı sindirim kanalından kapı toplardamarı resm î adres nıımarası.\\ k a p ı oğlanı, 1. Kapı çuha
na götüren damarların tiimü.\\ k a p ıd an a tsa la r darı yamağı. 2. Saraylarda kapı hizmetlerine ba
b acad an düşm ek, Arsız ve yüzsüz olmak.|] k a p ı kan hadımlara verilen ad. 3. Elçiliklerde tercüman
d an b ak m ak , Eve kapanıp dışarı çıkmamak,|| k a yardım cısı,|| kapısı açık, Konuksever; misafirper
p ıd an b a k tırm a k , Birinin evden çıkmasına izin ver.|| kapısı a rd ın a dayalı, H er zam an misafir ka
vermemek; eve kapatmak. || k ap ıd an çevirm ek, Ge bul eden ev veya kimse. || kapısı b acası yok, Gelişi
len birisini eve kabul etmemek; içeri almamak.\\ güzel yapılm ış bina. | | ... kapısı çalm ak, Birine veya
k ap ıd a n h am am , {ağız} folk. Nişandan sonra, ge bir kuruma başvurmak; birinden veya bir kurum
line ikram olarak güvey tarafının yaptığı hamam dan yardım istemek. | k ap ısın a düşm ek, Birinden
töreni. [DS]|| k ap ıd an kap ıy a, Evden eve.\\ k apı yardım istemek zorunda kalmak; ona m ecbur ol-
d ışa rı etm ek, Kovmak; dışarı atmak. || k a p ı d u v a r m ak.|| k ap ısın a kilit v u rm a k , 1. B ir iş yerini ka
olm ak, Zili veya kapı tokmağı çalındığı hâlde içer patm ak; çalıştırmamak. 2. Bir yeri kapayarak girip
den hiç ses gelmemek. || k ap ı gemisi, dnz. B ir koyun çıkmayı engellemek,|| k ap ısın d a b ü yüm ek, Bir
veya limanın girişini koruyan savaş gemisi.\\ k ap ı kimsenin evinde yetişm ek. || k ap ısın d a çalışm ak,
gibi, Yapısı iri olan; iri yarı; cüsseli. j| k a p ı h akkı, Birinin evinde, hizmetinde çalışmak. || kap ısın ı aç
{ağız} -*■ kapı bağı. [DS]|| k ap ı halkası, Eski evlerde m ak, K abul etmek; buyur etmek; çağırmak; içeri
kapıları açıp kapatmakta kullanılan ve kanatlar almak.\\ kap ısın ı a şın d ırm a k , Birinin yanına çok
üzerine takılan halka.|| k apı halkı, Zengin ve büyük gitm ek.|| kapısını çalm ak , Birinden yardım iste
bir evde çalışan kişilerin tümü. || k a p ı k a d a r, N or mek; başvurmak. |] k a p ısın ı kim se çalm am ak,
malden daha büyük olan) \ k ap ı kâhyası, tar. im Arayıp soran kimsesi bulunmamak.|| kapısının kö
paratorluk döneminde, beyliklerin, yabancı devlet peği olm ak, Birine aşırı bağlı olmak; kul köle ol-
lerin, eyalet valilerinin, vezir ve beylerbeylerinin mak. || k ap ısın ı y ap m ak , Söyleyeceği, isteyeceği
devletle ilgili işlerine bakan görevli; kapı kethüda şeye hazırlamak,|| (...ın ) kapısı ... (olm ak), ... ka
sı. j| kapı k an ad ı, Birkaç parçadan meydana gelmiş dar p ara gerektirmek. “B u gezinin kapısı en az beş yiiz
kapıların her bir parçası.\\ k ap ı k ap am a ca, Evde liradır. "|| k apı tap a n ı, {ağız} Kapı eşiği. [DS]|j k ap ı
kimse kalmamış olarak; evde kimse olmadan.\\ kapı to k m ağ ı, Zil yerine kullanılan ve kapıyı çalmaya
k ap am ak , I. Birinin bir yere girip çıkmasını en yarayan, hareketli ses çıkaran küçük tokmak. |] kapı
gellemek; yasaklamak. 2. Birinin kısmetini kes to p la rd a m a rı, anat. Karaciğere kan götürün top
mek,|| k apı k apı a ra m a k , B akıkıbilecek her yere lardamar. || k ap ı to p u zu , B ir kapıyı açmaya veya
bakmak, aramak. |[ k a p ı k ap ı dolaşm ak, E v ev g ez kapamaya yarar m etal yuvarlak tutamak.]] k ap ı
mek; her eve uğramak. || k ap ı k arşı, Birbirine çok tu tm a k , B ir işe girmek; hizmete başlamak.]] k ap ı
yakın iki kişi; yakın komşu. k a p ı k eth ü d ası, İm ya b acay a çık m am ak , D ışarı hiç çıkmamak, hep
paratorluk döneminde, beyliklerin, yabancı devlet evde oturmak; kimse ile görüşmemek.]] kap ıy a d a
lerin, eyalet valilerinin, vezir ve beylerbeylerinin y a n m a k , 1. Gelip çatmak; vakti gelmek. 2. B ir şey
devletle ilgili işlerine bakan görevli; kapı kâhyası.\\ elde etmek veya alm ak için birini zorlamak; tehdit
k a p ı kızı, {ağız} H izmetçi kız; besleme. [DS]]| k apı etmek; mecbur tutmak. 3. Yakınına gelmek; yak-
kolu, Kapıları açıp kapamaya yarar metal tuta laşmak. || k ap ıy a d ik ih n ek , Zor kullanmak; tehdit
m ak. || k apı kom şu, Bitişikte oturan kimseler. || k ap ı etmek.]] k apı y a p m a k , 1. Söyleyeceği, isteyeceği
k u lu , tar. İm paratorluk döneminde padişahın ku şeye hazırlamak. 2. E v gezm esi yapmak]] k ap ı yayı,
mandası altında bulunan, devletten aylık alan ve Kapıyı kapalı tutmaya yarayan düzenek.]] k a p ı ye
sürekli görev yapan atlı ve yaya askerî teşkilat.\\ ri, sosy. Evliliğin başlangıcında karı kocanın otur
k a p ı kuzusu, Avlu veya han kapısı gibi büyük bir ma yeri olarak kadın tarafının köyünü seçmeleri
kapının içinde, bir insan gelip geçecek büyüklükte âdeti.]] k apıyı açm ak , 1. Başlamak. 2. Önderlik et
yapılm ış küçük kapı. || k a p ı küpesi, {ağız} Asma mek; örnek olmak.]] k apıyı b ü y ü k açm ak, Çok
kilit. [DS]|| k a p ıları açık tu tm a k , Herhangi bir masraflı bir işe girişmek.]] k apıyı gösterm ek, K ov
konuda, ilişkiyi kesmeden anlaşmayı sağlamaya mak; gitmesini istemek; uzaklaştırmak. || k apıyı k ı
veya anlaşma ortamını sürdürmeye çalışmak.|| k a rıp odun etm ek, Sıkıntılı bir durumdan kurtulmak
p ıla n k ap am a k , Bütün ilişkileri kesmek; anlaşma için değerli bir şeyi ucuz fiya ta satmak; fe d a et
ortamını y o k etmek.\\ k a p ıla r yüzüne k a p an m a k , mek.]] k apıyı odun etm ek, Yoksul düşmek; darda
Am acına ulaşacak olanaklardan yoksun bırakıl- kalmak.]] k ap ı yoldaşı, Aynı yerde ve işte çalışan
mak.\\ kapı m andalı, 1. Kapıyı kapalı tutmaya y a ların her biri. || k a p ı zinciri, Bir kapıyı içeriden
rar mandal. 2. mecaz. İşe karıştırılmayan, kendisi kapatmaya yarayan, dışarıdan gelenin kim olduğun
ne önem verilmeyen kişi; önemsiz kişi. || kapının anlayacak kadar açıklık bırakabilen kısa zincir.
ö nüne koym ak, 1. Bir kimseyi işten kovmak; çı kap ıcak , -ğı [kap-acak] {ağız} is. Ateşleyici madde.
karmak. 2. Eşlerden birisi, diğerini evden çıkar [DS]
ö IÜ IM İİR » 1 . 2401 KAP
kapıcalık, -ğı [kapı-ca-lık] {ağız} is. Soğuğa engel kapılı, [eT. kapığ-lığ > kapı-lı] sf. 1. Kapısı olan;
olmak için, oda kapısının dışına yapılan ve dışarı kapısı bulunan. 2. gnşl. Bir işte çalışan. 3. Resmî
dan açılan ikinci camlı kapı. [DS] dairede görev yapan. 4. Tavlada iki pulla kapanmış
kapıcı', [kapı-cı] is. 1. Bazı kurum, iş yeri ve apart olan hane. 0 kapılı bacalı, (Ev, bina vb. için) her
manlardaki kapıları bekleyen, giren ve çıkanı kont şeyi tam; eksiksiz.|| kapılı bacalı olm ak, A nlaş
rol eden, gerektiğinde tem izlik ve alış veriş işlerini mazlığa düşmek; davalı olmak.\\ kapılı levent,
yürüten görevli. 2. Kapı yapıp satan kimse. 3. tar. {OsT} tar. im paratorluk döneminde bir beylerbeyi
Osmanlı devlet kuruluşunda saray kapılarını bek veya vezir kapısında hizmet eden levent. || kapılı
lemekle görevli sınıfın unvanı. 0 kapıcı başı, tar. ulufesi, {OsT} tar. Yeniçeri kütüğüne yazılı olduk
İmparatorluk döneminde saray kapıcılarının suba ları hâlde, kışlaya gitmeyerek efendilerinin daire
yına verilen unvan.|| kapıcılar kethüdası, tar. İm hizmetleriyle uğraşanların aldıkları m aaşa verilen
paratorluk döneminde kapıcı ve kapıcı başlarının ad.
en büyük amiri. kapılık,' -ğı [kapı-lık] is. 1. Kapı olma durumu. 2.
kapıcı2, [kap-mak > kap-ıcı] sf. Kapan; kapma işini {ağız} sf. Kapı yapmaya uygun, ... cm kalınlığında,
yapan. 0 kapıcı karga, {ağız} Gördüğü her şeyi 0-45 cm genişliğinde, 00-225 cm boyunda budak-
almak isteyen kimse. [DS] sız tahta. [DS]
kapıcık, -ğı [kapı-cık] is. bot. Y umurtacığın tepesin kapılış, [kap-ıl-ış] is. Kapılmak eylemi veya biçimi,
de bulunan ve yumurtacık örteneklerinin iyice bi kapılma, [kap-ıl-ma] is. Kapılm ak veya sürüklenmek
tişmemesinden meydana gelen, çiçek tozunun ço eylemi.
ğunlukla oosfere ulaşmak için geçtiği kanal, kapılm ak1, [kap-mak (kapamak) > kap-ıl-mak] {eT}
kapıcılık', -ğı [kapı-cı-lık] is. Kapıcının yaptığı iş; dönşl. fi [-ur] 1. Kapanmak. [ETY] [DLT] 2. edil. fi.
kapıcının görevi. Kapatılmak. [ETY] 3. Hapsedilmek. [DLT]
kapıcılık2, -ğı [kap-mak > kap-ıcı-lık] {ağız} is. kapılmak2, [kapmak > kap-ıl-m ak ,>4;^] edil. fi. [-ır]
Kapma işi; kapıcı olma durumu. [DS]
[OsT. -ur] 1. Kapma işi yapılmak. 2. Zorla ele ge
kapıcına, [kapıc-ı-n-a] {ağız} sf. (Hayvan için) zama çirilmek; açıkgözlükle elde edilmek. 3. Bir doğal
nından önce doğurmuş olan. [EG] etkenin etkisinde kalarak sürüklenmek. 4. dönşl.
kapıg, [*kap-mak (örtmek) > kap-ığ] {eT} is. 1. Kapı. mecaz. Bir şeyin veya kimsenin çekiciliğine alda
[ETY] [EUTS] [Gabain] [Tekin] 2. Geçit. [ETY] nıp ona doğru yönelmek; kendini kaptırmak. {OsT}
kapıgçı, [kapıg > kapığ-çl] (kapığçı:) {eT} is. Kapıcı. (aym) 5. mecaz. Birine güvenip boş bulunarak söz
[İKPÖy.] lerine kanmak; aldanmak. 6. mecaz. Elinde ve ira
kapıglıg, [kapığ-lığ] {eT} sf. Kapılı; kapısı olan. desinde olmadan bir şeye veya birine uymak; sü
[DLT] rüklenmek. 7. mecaz. Âşık olmak; tutulmak; bağ
kapıka, [? kapıka] {ağız} is. Güğüm. [DS] lanmak. 8. mecaz. Bir duygunun aşırı etkisinde kal
kapıkule, [kapı+kule] is. Kale ve sarayların girişinde mak ve o etkiyle hareket etmek,
iki yanlı olarak yapılmış korum a kuleleri ve bu ku kapıma, [kapa-mak > kapa-ma] {ağız} is. Sarımsaklı
lelerin bulunduğu anıtsal yapı, az sulu et yemeği. [DS]
kapıl, [kapı-1] {ağız} is. Dikdörtgen. [DS] kapıncak, -ğı [kap > kap-ın-cak ?] {ağız} is. 1. Tahıl
kapılandırma, [kapı-la-n-dır-ma] is. Birine birinin konulan sandık. 2. Tahta kutu. [DS]
yanında iş bulmasını sağlama, kapınmak, [kâp-mak (kapamak) > kap-ın-mak] {eT}
kapılandırmak, [kapı-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] Bir dönşl. fi. [-ır] [eT. -ur] 1. Yağma eder görünmek.
kimsenin, birinin yanında veya bir iş yerinde iş [DLT] 2. Hastalığa yakalanmak. [DLT] 3. {ağızI A ğ
bulmasını, işe girmesini sağlamak; kapılanmasını rı, sızıdan veya açlıktan kıvranmak, oraya buraya
sağlamak. saldırmak. [DS] 4. {ağız} Çabalamak; uğraşmak.
kapılanma, [kapı-la-n-ma] is. 1. Kapı sahibi olmak [DS] 5. {ağız} Birden heyecanlanmak. [DS] 6. {ağız}
eylemi. 2. Bir işe yerleşme, Yitirdiği şeyi, üzülerek, dövünerek aramak. [DS] 7.
kapılanmak, [kapı-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Kapı {ağız} Dilenmek. [DS] 8. {ağız} Aldanmak. [DS] 9.
sahibi olmak; kapı edinmek. 2. Bir işe girmek; o {ağız} Â şık olmak; sevdalanmak. [DS] 10. {ağız}
işte yerleşip kalmak. 3. (Kapılı leventler için) efen Uymak; benzemek. [DS]
dileri görevden alınınca yeni bir kapıda görev al kapıra, [İt. caparro] {ağız} is. Kaparo; pey. [DS]
mak. kapırcak, -ğı [kap-ır-cak] {ağız} is. Gelincik otu;
kapılgan, [kap-ıl-mak > kap-ıl-gan] sf. Kolayca börek otu. [DS]
kapılan; bir şeye, başkalarının sözüne çabucak ina kapırçak, [kab > kab-ır-çak] {eT} is. -*■ kabırçak.
nan ve etki altında kalan, [ETY]
kapılganlık, -ğı [kap-ıl-gan-lık] is. Kapılgan olma kapısal, [kapis ? > kapis-al] {ağız} is. Değirmende
durumu; kapılgan kimsenin niteliği. tahıl doldurulan yer. [DS]
KAP Ö I Ü M I Ü M E S İ İ M • 2402
kapısahk, -ğı [kapı-ca-lık] {ağız} is. Seyrek çakılmış küçük bir değişiklik bile yapmamak. 2. Para vere
tahtalardan yapılmış bahçe kapısı; çit kapı. [DS] rek satın almaya değmemek.
kapısalıvermek, [kap-mak+sal-mak+ver-mek] {ağız} kapiler, [Lat. capillus (saç) > Fr. capillaire] s f K ıl
gçl. f. [-ir] Elindeki şeyi gücü yettiği kadar uzağa cal. 0 kapiler damar, -*■ kılcal damar,
fırlatmak. [DS] kapis, [? kapis] {ağız} is. D eğirm encinin öğütme payı
kapısız, [kapı-sız] sf. 1. Kapısı olmayan; kapısı bu olarak aldığı un. [DS]
lunmayan. 2. mecaz. İşsiz; çalışmaya gidecek bir kapital, -li [Lat. capitalis (başa ait) > Fr. capitale] is.
yeri olmayan. S kapısız bacasız, H içbir eksiği gi ekon. Bir ticarî işletmenin kurulması için gerekli
derilmemiş yeni ev veya kullanılamayacak derece olan para ve paraya çevrilebilir malların bütünü;
de harap olmuş ev. || kapısız kalmak, İşsiz kalmak; ana mal; sermaye,
işini kaybetmek. kapitalist, [Fr. capitaliste] is. 1. B ir işletme için
kapıska, [? kapıska] {ağız} is. 1. Büyük çivi. 2. K ü gerekli olan sermayeyi sağlayan kimse; sermaye
çük çivi. [DS] dar. 2. Üretim ve işletme araçlarını özel mülkiye
kapış, [kap-mak > kap-ış] is. 1. K apmak eylemi veya tinde bulunduran; sermayedar, ana malcı. 3. Üretim
biçimi; kapıp alma. {eT} (aynı) [DLT] 2. {eT} Yağma ve işletme araçlarının özel m ülkiyette bulunması
etme; çalma. [DLT] 3. {eT} Zimmete geçirme. [Cla- görüşünde olan; ana malcı.
uson] 4. K apışm ak eylemi. S kapış kapan etmek, kapitalizm, [Fr. capitalisme] is. siy. Üretim ve işlet
Göz açıp kapayıncaya kadar bitirmek; kapışmak.]] me araçlarının özel mülkiyette bulunm ası esasına
kapış kapış, Kapışarak. || kapış kapış gitmek, Ça dayanan siyasal sistem; kapitalizm; ana malcılık.
bucak satılmak; bitmek.]] kapış kapış yemek, Bü kapitone, [Lat. caput (baş) > capitone (büyük baş) >
y ü k bir iştahla yemek. Fr. capitone] is. 1. İki kat kumaş arasına pamuk,
kapışılma, [kap-ış-ıl-ma] is. K apışm a eylemi yapıl yün, sünger vb. m addeler konularak dikilmiş kaba
m a durumu. rık kumaş. 2. sf. Bu kum aştan yapılmış olan,
kapışılm ak, [kap-ış-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. K ısa bir kapitülasyon, [Lat. capitulum (bölüm başlığı, söz
leşme maddesi) > Fr. capitulations] is. 1. Şartname.
süre içinde kapışarak bitirilmek. 2. Güreşe veya
2. tar. İm paratorluk döneminde yabancılara tek
kavgaya tutuşulmak,
taraflı olarak bahşedilen veya anlaşmalarla tanınan
kapışlam ak, [kapış-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
çeşitli ticarî imtiyaz veya haklar,
yo r] 1. Y ağma etmek. 2. Y ağma edermiş gibi ye
kapiyh, [Rus. kopeyka] {ağız} is. Değersiz para. [EG]
mek. [DS]
kapkaç, [kap- + kaç-] is. 1. Bir malı veya şeyi kapıp
kapışma, [kap-ış-ma] is. Kapışmak eylemi,
kaçm akla edinilen sahiplik; hırsızlık; çalma. 2. Bir
kapışm ak, [kap-mak > kap-ış-mak] işteş, f. [-ır] 1. şeye yeterince özen göstermeden, üstünkörü yapı
B ir şeyi birlikte kapmak suretiyle almak; bitirmek. lan iş. S1 kapkaç düzeni, Kapkaç usulünün yaygın
{eT} (aynı) [DLT] [Gabain] 2. Birbirini tutarak kavga olduğu toplum düzeni.
etmek; kavgaya tutuşmak. 3. Güreşe girişmek; gü kapkaççı, [kap- + kaç-çı] is. 1. Para ve değerli eşya
reş tutmak. 4. {eT} Karşı durmak; mücadeleye gi ları kişilerin elinden, çantasından, cebinden kapıp
rişmek. [EUTS] 5. argo. Öpüşmek. 6. {eT} Asmak. kaçm ak yoluyla hırsızlık yapan kimse. 2. Fırsatlar
[EUTS] fi3 kapışan gitmek, {ağız} 1. Yağma eder dan yararlanarak haksız kazanç elde eden kimse;
gibi satılmak. 2. isteklisi çok olmak. [DS]|| kapışan vurguncu. 3. İşini gelişigüzel yapan, gereken özeni
kapışana, {ağız} Kapış kapış. [DS] göstermeyen kimse,
kapıştırm a, [kap-ış-tır-ma] is. Kapışmalarım sağla kapkaççılık, -ğı [kap- + kaç-çı-lılc] is. 1. Kapkaççı
ma. olm a durumu. 2. K apkaççıya özgü davranış.
kapıştırm ak, [kap-ış-tır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Kapış kapkap1, [kap-mak > kap+kap] {ağız} is. Yağma. S
malarını sağlamak; kapışmak eylemini yaptırmak. kapkap günü, {ağız} Yağma günü. [DS]
2. K apışm ak eylemine sebep olmak. 3. Kavga et kapkap2, [Ar. habhab] {ağız} is. Takunya. [DS]
tirmek. 4. Güreş tutturmak. kapkara, [ka(p)+ka/ra] (kapkara) sf. 1. Her yanı
kapız1, [kâb > kap-ız] {ağız} is. 1. Derin vadi; kan kara olan; büsbütün kara. 2. Çok kara; köm ür gibi,
yon; geçit; boğaz. 2. Toprak altında bulunan taş kapkaranlık, -ğı [ka(p)+ka/ra-n-lık] (k a ’p karanhk)
tabakası. 3. Rüzgâr tutmayan, kapalı yer. 4. Dik sf. Çok karanlık,
yamaç. 5. Uçurum. [DS]
kapkarşu, [kap+karşu y i x i | z f Tam karşı,
kapız2, [Ar. kabz] {ağız} is. Kabız; peklik. [DS]
kapkın, [kap-km] {ağız} sf. Düzenli; uygun. [DS]
kapiça, [? kapiça] {ağız} is. M ısır patlağı. [DS]
kaplak1, -ğı [kap-la-k] {ağız} is. Kaplumbağa. [DS]
kapik, -ği [Rus. kopek] is. Rus para birim i olan
kaplak2, -ğı [kap-la-mak > kap-la-k] {ağız} is. Balta
rublenin yüzde biri değerindeki para. S kapik oy
nın ağzı tam yıpranmadan üzerine vurulan ikinci
nam am ak, 1. B ir alış verişte söylenilen rakamda
bir dem ir parçası. [DS]
ö IÜ M İIC fS İM • 2403 KAP
kaplakpişi, [kap-la-k+peş-i] {ağız} is. K adınların tak üzerini bir metal koruyucu ile kapatmak. 13. D ikiş
tıkları altınlı başlık. [DS] li bir kitaba kap geçirmek. 14. fiz. Bir iletkeni y a
kaplam, [kap-la-mak > kap-la-m] is. man. 1. Bir lıtmak veya dış etkilerden korum ak amacıyla üze
terimin belirli sayıda nesneyi kapsam a niteliği; şü rini bir tekstil malzemesi veya yalıtkan madde ile
mul. 2. dbl. Bir kelimenin taşıdığı anlamların tümü. sarmak.
kaplam a1, [kap-la-ma] is. 1. Bir şeyi bir kabın içine kaplam alı, [kap-la-ma-lı] sf. Üzeri herhangi bir m ad
alma. 2. Bir şeyi dış etkilerden korumak ya da süs de ile kaplanmış olan,
lemek için onun yüzeyine daha dayanıklı veya daha kaplamdaş, [kap-la-m-daş] sf. man. Kaplamları aynı
güzel görünen bir kat geçirme, yapıştırm a işi. 3. Bir olanlar.
yüzey üzerinde değişik bir maddeden oluşturulan kaplam lı, [kap-la-m-lı] sf. man. Anlamı içinde belirli
kat. 4. Tomruğun dilme makinelerinden geçirilmesi sayıda varlık, kavram vb. taşıyan; kaplayan,
ile hazırlanan kalınlığı beş m m ’den az olan ağaç kaplam sal, [kap-la-m-sal] s f man. Kaplamla ilgili
levha. 5. Çepeçevre sarılma; yayılma; örtme. 6. olan; kaplam la ilgili olarak; bir şeyin kaplam ına
Üzerine daha dayanıklı asfalt, m ıcır gibi bir madde ilişkin.
sermek suretiyle m eydana getirilen yol veya yolun kaplan, [eT. kap-mak > kap + -lan (yırtıcı)] is. zool.
bu katı. 7. Kitaplara cilt geçirme işi veya kitaba Kedigillerden, A sya’da yaşayan, turuncu kızıl post
geçirilen cilt. 8. Diş tacında mine tabakasının yerini lu, beyaz karınlı, postu kendine özgü siyah çizgisel
tutan sentetik madde. 9. İm paratorluk döneminde, beneklerle kaplı, büyük yırtıcı bir hayvan, (Pant-
sarayda suç işleyen zenci hadım ağalarına uygula hera tigris / Leo tigris / Felis tigris). {eT} {eAT} (ay
nan dayak cezası. 10. {ağız} Eskiyen yorgana son nı) [EUTS] ® kaplan atlaması, spor. Çift ayakla
radan takılan dikişsiz yüz. [DS] 11. {ağız} Yorgana sıçrayarak kazanılan hız ile bir engel üzerinden
yüz geçirme işi. [DS] 12. {ağız} Kadın ceketi. [DS] geçtikten sonra yardım cı iki kişinin omuzlarına
13. {ağız} Gocuk. [DS] 14. sf. Üzeri daha değerli bir tutunmak suretiyle hız kesip iki ayak üstüne düş
madde ile kaplanm ış olan. me]] kaplan böcek, zool. Kın kanatlılardan kum
kaplama2, [kap-la-ma] {ağız} is. 1. Soğan ile pirinç sallarda yaşayan başka böcekleri avlayarak ya şa
yağda kavrulduktan sonra pişirilen pilav. 2. Sacda yan bir tür böcek, (Cicindela campestris)]\ kaplan
pişirilmiş mısır unundan yapılm a bir tür börek. böcekler, zool. Kın kanatlılardan bitki, hayvan ve
[DS] insan sağlığına zararlı böcekleri avlayarak sağlığa
kaplamacı, [kap-la-ma-cı] is. 1. K aplama işlerini yararlı olan, güzel ve parlak renkli böcekler fa m il
yapan kimse. 2. Çeşitli metalleri altın, gümüş gibi yası, (Cicindelidae)]\ kaplan derisi, D eri sanayi
değerli metallerle kaplamayı m eslek edinm iş usta. inde çok tutulan ve kadın giysisi yapılan bir tür
3. Tahta parçalarını tutkallayarak preste sıkıştırmak deri. || kaplan postu, 1. Kaplanın kürk ve başka
suretiyle kaplam a yapan işçi. 4. İki ayrı metal yap amaçla kullanılan postu. 2. Kaplan postu desenin
rağı haddeden geçirerek kaynaksız olarak yapıştı de dokunmuş kumaş vb. şey. 3. bot. K oyu turuncu,
ran işçi. üzerinde siyah benekleri olan bir tür susam çiçeği.
kaplamacılık, -ğı [kap-la-ma-cı-lık] is. Kaplam acı kaplanboğan, [kaplan+boğ-an] is. bot. Düğün çiçe-
nın işi ve mesleği. ğigillerden, Kuzey Doğu Anadolu dağlarının y a
maçlarında, çayırlarda ve nemli yerlerde yetişen,
kaplamak, [kap > kap-la-m ak j j ^M] gçl. fi [-r] [-
kaim kökleri üzerinde şalgama benzer yumruları
l(ı)-yor] 1. Bir şeyi bir kılıfı, kabın içine alıp sar
bulunan, zehirli alkaloitlerden meydana gelen etkin
mak. 2. Bir şeyi dış etkilerden korum ak ya da süs
bir madde taşıyan çok zehirli bir bitki; boğan otu
lemek için onun yüzeyine daha dayanıklı veya daha
nun bir türü; kurtboğan; itboğan, (Aconnitum
güzel görünen bir kat geçirmek, yapıştırmak. 3.
nepellus).
(Yer, zemin için) halı, kilim, taş vb. döşemek;
kaplangoz, [Yun. khokhlıangkhos] {ağız} is. Salyan
yaymak. 4. {OsT} Çevresini sarmak; çepeçevre do
goz. [DS]
lanmak; kuşatmak; her yanını çevirmek ; muhasara
kaplanış, [kap-la-n-ış] is. Kaplanmak durumu veya
etmek. 5. (Hastalık vb. için) bir yüzey ve cilt üze
biçimi.
rinde veya organ içinde yaygın şekilde meydana
kaplanm a, [kap-la-n-ma] is. Kaplamak eylemi y a
gelmek; vücudu sarmak; bürümek. 6. Bir yeri veya
pılm ak durumu.
arazi parçasını doldurmak; örtmek. 7. A lan olarak
yer işgal etmek. 8. (Duygusal bir durum için) kişi kaplanm ak1, [kap > kap-la-n-mak] {eT} dönşl. f i [-
veya topluluğu yoğun olarak etkilemek; doldur ur] Kap sahibi olmak. [DLT]
mak. 9. (Bir fiziksel olay veya durum) yayılarak kaplanm ak2, [kap-la-mak > kap-la-n-m ak
etkisi altına almak. 10. B ir m etali daha değerli bir e d il.fi [-ır] 1. Kaplamak işi yapılmak. 2. {eAT} Sa
metal ile örtmek. 11. mecaz. (Ad, unvan, hüner, rılmak; muhasara edilmek.
kahramanlık vb.) herkes tarafından bilinir olmak; kaplanm ak3, [kap-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır]
yayılmak; dağılmak; duyulmak. 12. (Diş için) tacın Üzerine çökmek veya kapanmak; abanmak. [DS]
KAP Û I Ü M I İ İ M t S Ö M • 2404
kaplatış, [kap-la-t-ış] is. Kaplatm ak eylemi veya bi kapm a', [kap-ma] is. 1. Kapm ak eylemi. 2. Hile ve
çimi. aldatmaca ile elde edilen mal veya kazanç. 3. fız.
kaplatma, [kap-la-t-ma] is. Kaplatmak eylemi, Bir nükleer ya da atomik sistemin ek bir parçacık
kaplatmak, [kap-la-t-mak] gçl. f. [-ır] Kaplamak i- elde ettiği süreç. 4. sf. Kapmaca,
şini bir başkasına yaptırmak, kapmaca, [kap-maca] sf. 1. Kaparak ele geçirilen;
kaplayı, [kap-la-y-r^.^.lü] {OsT} zf. Her tarafı kap zor kullanılarak alman. 2. is. Kaparak ele geçme;
kapma.
lanmış, sarılmış olarak,
kapm ak1, [kap-mak] gçl. f. [-ar] 1. {eT} Tutmak.
kaplayış, [kap-la-mak > kap-la-y-ış] is. Kaplamak
{eAT} (aynı) [ETY] [DLT] [EUTS] [DK] [KB] [Gabain]
eylemi veya biçimi,
2. {eT} Dokunmak. [DLT] 3. {eT} Yakalamak. {eAT}
kaplayu, [kap-la-y-u 5LÜ] {OsT} zf. Her tarafı kap (ayın) [EUTS] [ETY] [Gabain] [DK] 4. {eT} Yere veya
lanmış, sarılmış olarak, bir şeye çalmak, vurm ak; çarpmak; uçurmak. [DLT]
kaplı, [kap-lı] sf. 1. Bir şeyle tamamen kaplanmış, [ETY] 5. {eT} Hücum etmek; hücum ederek savuş
örtülmüş olan. 2. Belirtilen bir şeyle kaplanmış o- turmak. [DLT] [ETY] 6. Birinin elinde tuttuğu, ya
lan. 3. Kabı olan; kap sahibi olan, nında bulundurduğu bir şeyi zorla alıp götürmek. 7.
kaplıbağa, [kap-lı+bağa U. {OsT} is. Kaplum B ir şeyi birdenbire ve çekerek almak; kullanmak
amacıyla eline almak. 8. Atılan bir şeyi elle tut
bağa.
mak; yakalamak. 9. (Yırtıcı hayvanlar için) yakala
kaplıca1, [kap-lu (örtülü) > kap-lı + ı-lı-ca > kaplıca]
yarak öldürmek. 10. K ıstırarak koparm ak veya ya
(kaplı'ca) is. Sıcak suyu doğal olarak çıkan ha
ralamak. 11. (Hayvanlar için) ısırmak; ısırarak ya
mam; üzeri örtülü ılıca. S1 kaplıca tedavisi, Maden
ralamak. 12. İşitm e ve görme yoluyla tezden öğ
sularından yararlanılarak kullanılan tedavi metot
renmek; çabuk kavramak. 13. (Yer için) çabuk dav
larının tümü.
ranarak işgal etmek; tutmak; sonradan gelecek biri-
kaplıca2, [kap-lı-ca] is. K ışı uzun ve çetin geçen
leri için ayırmak. 14. (Hastalık, mikrop, kötü huy
yerlerde yetişen, taneleri kavuzcuğuna sıkı sıkıya
için) kendine bulaştırmak; kendisine çabucak bu
yapışık bir çeşit kapçıklı, bulgurluk buğday, (Triti-
laşmak; geçmek. kapanın elinde kalmak, 1.
cum monococcum / Spelta).
Çok isteniyor veya aranıyor olmak. 2. Kim önce
kaplıcaburgaz, [kaplıca+burgaz] {ağız} is. Ceviz. davranırsa onun elinde kalmak.\\ kapan kapana, 1.
[DS]
Çok ucuza satılan bir şeye kişilerin rağbetiyle. 2.
kaplıcalık, -ğı [kaplıca-lık] sf. 1. Kaplıcada kulla
Yağma edilerek,\\ kapıp koyuvermek, Sorumlulu
nılmaya uygun. 2. K aplıca kurm aya uygun.
ğunda olan şeyleri ihm al etmek; olayları kendi akı
kaplık1, -ğı [kap-lık] sf. 1. Defter, kitap kabı yapma
şına bırakmak; boşlamak.
y a uygun (şey). 2. (Belirtilen sayıda ve belirtilen
kabı) dolduracak miktarda. 3. is. Kaplama eşyası. kapmak2, [kap > kap-m ak Lj^îs] gçl. f. [-ar] 1. {eT}
fi1 kaplık oğul, A na karnından kesesi ile doğan K apamak; örtmek. [EUTS] [ETY] [Gabain] 2. {eAT}
çocuk, uğurlu sayılır. [DLT] Kaplamak; istila etmek.
kaplık2, -ğı [kap-lık] {ağız} is. Ağıl. [DS] kapm ak3, [kop-mak] {ağız} gçsz. f. [-ar] Türemek;
kaplık5, -ğı [kap-lık] {ağız} is. M utfaklarda kap çıkmak. [DS]
kacak konulan yer. [DS] kapmık, -ğı [kap-mık] {ağız} is. Düğün yemeği. [DS]
kaphkurba, [kap-lı+kurbağa] {ağız} is. Kaplumbağa. kapni, [Fr. capnie] is. K anda erimiş hâlde bulunan
[DS] karbondioksit miktarı,
kaplıma, [kap-la-ma] {ağız} is. Börek. [DS] kapnisit, [Fr. kapnicite] is. min. Hidratlı doğal alü
kaplubağa, [kap-lu + bağa Uj ^Lü] {eAT} {ÖsT} is. minyum fosfat.
Kaplumbağa. kaporta1, [Lat. bucca (ağız) + porta (kapı) > bocca-
kaplum bağa, [eT. kap-lu-n + baka > kaplumbağa porto] (kapo ’rta) is. dnz. 1. Gemilerde, güverte ve
[EREN]] is. zool. Oval, kemiksi ve sert bir kabuk bölm eler arasında geçişi sağlayan, kapatıldığı za
içinde yaşayan, dört kısa bacaklı, dişsiz gaga ağızlı man su sızdırmayan kapak. 2. Gemi içinin havalan
b ir sürüngen hayvan, (Testudo, Chelonia). ö kap ması ve aydınlanması için güverteler üzerine açılan
lum bağa gibi, (Kişi için) soğukkanlı ve yavaş ha camekânlı kapak.
reket eden.\\ kaplumbağa yürüyüşü, Çok ağır ola kaporta2, [Lat. cappa (cüppe) > Fr. capote (kaput)
rak yapılan yürüyüş. => kaporta] (kapo ’rta) is. 1. Otomobillerin motor
kaplum bağalar, [kaplumbağa-lar] (kaplu ’mbağa) is. üstündeki kapağı; kaput. 2. Bir taşıtın üzerine
zoo/. Sürüngenlerden, sırtı ve bağrı iskelet kemik saçtan yapılmış örtü. 3. Bir uçağın m otor bloğunu
leri ile kaynaşmış sert kemiksi bir bağa ile kaplı, koruyan siper,
karada ve suda yaşayan pek çok türü bulunan, yu kaportacı, [kaporta-cı] is. M otorlu taşıtların kaporta
murta ile çoğalan bir alt sınıf, (Chelonia). sacını onaran kimse.
O l f f i W f f i B i . 2405 KAP
kaportacılık, -ğı [kaporta-cı-lık] is. Kaportacının alma; şümullendirme.\\ kapsamına alınma, İçine
yaptığı iş ve meslek, alınma; şümullendirilme.\\ kapsam ını genişlet
kapot, -du [Fr. capote] {ağız} is. Prezervatif. [DS] mek, B ir şeyin sınırları içine giren öğelerin sayısı
kappan, [? kappan] {ağız} is. Duvardaki delik. [DS] nı ve türünü arttırmak; şümullendirmek.
kapra, [? kapra] {eT} is. Ağaç çileği, (Rubus idaeus). kapsama, [kap-sa-ma] is. Kapsamak durumu; şamil,
[EUTS] kapsamak, [eT. kap-mak > kap-sâ-mak / kavza-mak]
kapram, [Ar. karaba / Far. kurbân] {ağız} is. 1. Ağaç gçl. fi [-r] [-s(ı)-yor] 1. {eT} İçine almak; sınırları
kabuğunun içindeki ince ve taze kabuk. 2. Arı ko içine katmak; şamil olmak; kaplamak; sarmak.
vanı. [DS] [DLT] 2. {eT} Kaplamak istemek; etrafını sarmak
kapran1, [? kapran] {ağız} is. 1. Z ayıf hayvan derile istemek. [DLT] 3. {eT} Kapmak istemek. [DLT]
rinde, işlendikten sonra görülen doku bozukluğu. 2. kapsam lı, [kap-sa-m-lı] sf. Çok sayıda şeyleri içeren;
Ekinlerde görülen bir tür hastalık. 3. sf. (İnsan için) kapsamı geniş olan; şümullü,
ağır yürüyen. 4. (Flayvan için) kaba; hantal; iri. kapsan, [Fr. capsule] {ağız} is. Kapsül. [DS]
[DS] kapsanm a, [kap-sa-n-ma] is. mat. Bir A cümlesinin
kapran2, [Ar. karaba / Far. kurbân] {ağız} is. 1. Ağaç bütün elemanlarının başka bir B cümlesine katıl
kovuğu. 2. Tahıl ölçeği; şinik. 3. Küçük kutu. [DS] ması özelliği.
kapriçyo, [İt. capriccio] (kapri’çyo) is. müz. Çalgı kapsar, [kap-sa-r] sf. Sınırları içine alan; çevreleyen;
veya ses için bestelenmiş, serbest biçimde parça; kapsayan; şamil,
kapris. kapsımak, [kap > kap-sı-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r] Ç ok
kaprik asit, -di [Fr. acid caprique] is. On karbon acıkmak. [DS]
atomlu doymuş yağ asidi, kapsın, [Fr. capsule] {ağız} is. Kapsül. [DS]
kaprin, [Fr. caprine] is. Ü ç yağ asidi ile kaprik asit kapsız, [kap-sız] sf. Kabı olmayan; kaplanm amış o-
ten oluşan trigliserit. lan.
kapris, [Flint Avr. kap-ro (keçi) > İt. capriccio > Fr. kapsin, [Fr. capsule] {ağız} is. Kapsül. [DS]
caprice] is. 1. Değişken ve düşüncesiz hareketlerle kapsisin, [Lat. capsicum) is. Biberlerde bulunan kan
yapılan huysuzluk; sorumsuz davranış. 2. Resim çekici aktif mad, C 18H27N 0 3
veya gravürde kurallardan, alışkanlıklardan uzak,
kapsit, [Fr. capside] is. biy. Virüslerin nükleik asidi
tuhaf veya kendine özgü havası olan desen. 3. müz.
nin dışında bulunan protein kılıf.
Çalgı veya ses için bestelenm iş, serbest biçimde
kapsol1, [? kapsol] {ağız} is. Cinsel sapınca uğramış
parça; kapriçyo. S kapris yapm ak, Gereksiz istek
kimse. [DS]
lerde bulunarak huysuzluk etmek.
kapsol2, [Fr. capsule] {ağız} is. Fındığın dış kabuğu.
kaprisli, [kapris-li] s f Kaprisle hareket eden; kaprisi
[DS]
olan.
kapsomun, [? kapsomun] {ağız} is. zool. Kefal b alı
kaprissiz, [kapris-siz] sf. Kapris yapmayan; kaprisi
ğına benzeyen, uzunca burnu olan bir cins yağsız
olmayan; kaprisli davranmayan. balık. [DS]
kapsa1, [Yun. khapsakhı] {ağız} is. Çitten ya da a- kapsül, [Lat. capsula (kutucuk) > Fr. capsule] is. 1.
ralıklı çakılan tahtalardan yapılmış bahçe kapısı.
Şişenin ağzını ve mantarı örten, kenarları kıvrık
[DS], metal kapak. 2. Böbrek, eklem, beyin gibi bazı or
kapsa", [Yun. khapsakhı] {ağız} is. 1. Büyük sepet
ganları çevreleyen kese biçiminde esnek kılıflar. 3.
veya sele. 2. Tohum ya da yem kabı; tahta sandık.
Uzay araçlarında ısı ve sese karşı yalıtılmış kapalı
[DS]
bölme. 4. bot. Kimi bitkilerin tohum larını taşıyan,
kapsak1, -ğı [kap-sa-k] {ağız} is. Çamaşır. [DS]
meyve olgunlaştıktan sonra çatlayıp dökülen dış
kapsak2, -ğı [Yun. khapsakhı] {ağız} is. Büyük sepet; kabuk. 5. bot. Bazı bitkilerin spor keseleri. 6. Bazı
sele. [DS] ilaçların yutulmasını kolaylaştırm ak üzere, üzerle
kapsalak1, -ğı [kap+sal-ak] {ağız} sf. 1. Sersem; bu rine geçirilmiş midede açılabilir jelatin koruyucu.
dala. 2. Vurdum duymaz; gamsız. [DS] 7. Bazı maddeleri eritm ek için kimya laboratuarla
kapsalak2, -ğı [Yun. khapsakhı] {ağız} is. Büyük se rında kullanılan yarım küre biçiminde kap. 8. F işe
pet; sele. [DS] ğin taban ortasında bulunan ve iğnenin çarpması ile
kapsalık, -ğı [Yun. khapsakhı] {ağız} is. -*■ kapsalak2. kolayca ateş alabilen b ir tür barutla dolu küçük yu
[DS] varlak parça. 9. Bir patlayıcı karışım içeren küçük
kapsalıvermek, [kap-mak + sal-mak + ver-mek] {a- metal kap. 10. Şerit biçiminde iki kâğıt arasına ko
ğız} is. Başıboş bırakmak; kapıp salıvermek. [DS] nulmuş, oyuncak tabanca patlayıcısı. 11. {ağız} Boş
kapsam, [kap-mak > kap-sa-m ak > kap-sa-m] is. Bir mermi kovam. [DS]
şeyin içinde bulunan şey; sınırları içine alma du kapşurmak, [*ka-mak > kav-ış-m ak > kav(ı)ş-ur-
rumu; içerik; şümul. S kapsam ına alma, İçine mak] {eT} g ç l.f. [-ur] -*■ kavşurmak. [Gabain]
KAP ÖIÜMIÜMtSÛM • 24Q8
kaptan1, [Lat. capo (baş) > capitanus > İt. capitano / K apı bağlanmak.\\ kapu basırığı, {OsT} K apı da-
kapitân] is. 1. Bir geminin sevk ve idaresinden so ya ğ ı.|| kapu basturuğu, {OsT} K apı dayağı.|| kapu
rum lu uzman deniz adamı. 2. Y olcu otobüslerini değesi, {OsT} Kapı dayağı.|| kapu geçmek, {OsT}
kullanan sürücü. 3. Balık avcılarına ve teknelerine Baştan savmak; atlatmak; ihmal etmek. || kapu ka
komuta eden kişi. 4. Spor karşılaşmalarında takım şı, {OsT} Kapı üzerindeki damlalık.\\ kapu kuzusu,
dan sorumlu olan kişi; takım başı. S kaptan köp {OsT} B üyük avlu kapılarının bir kanadında bulu
rüsü, dnz. Kaptanın gemiyi sevk ve idare ettiği bö- nan küçük kapı.\\ kapunun yukarı kaşı, {OsT} K a
lüm. || kaptan köşkü, dnz. Kaptanın gem iyi idare p ı üzerindeki damlalık.\\ kapu yapmak, {eAT} K a
ettiği bölüm. || kaptan paşa, tar. İm paratorluk dö pıyı kapamak.\\ kapu yaşm ağı, {OsT} Kapı perva
neminde deniz kuvvetlerinin en yüksek İdarî ve as zı,|| kapu yavrusu, {OsT} -*■ lcapı kuzusu.|| kapuyu
kerî amiri; kaptan-ı deıya. || kaptan pilot, B ir yolcu almak, {OsT} Kapıyı tutmak; kapıda durmak; girip
hat uçağını veya uzay gemisini yöneten kişi. çıkana engel olmak. || kapuyu bozmak, {OsT} K a
kaptan2, [? kaptan] {ağız} is. Tilki yuvası. [DS] p ıyı açmak.
kaptanıderya, [İt. capitano + Ar. derya Ljj kapu2, [kapu] {ağız} is. H armanda tahıl toplamaya
yarayan, hayvanla çekilen kapı büyüklüğünde bir
(kapta ’nıderya:) {OsT} is. İm paratorluk döneminde
araç; sıyırgı. [DS]
deniz kuvvetlerinin en yüksek idarî ve askerî amiri;
kaptan paşa. kapucalık, -ğı [kapu-ca-lık] {ağız} is. Camlı dolap;
vitrin. [DS]
kaptanlık, -ğı [kaptan-lık] is. 1. Kaptan olma hâli. 2.
K aptanın yaptığı iş ve görev, kapuçı, [kapu > kapu-çı] {eAT} is. Kapıcı. [DK]
kaptıkaçtı, [kap-tı + kaç-tı] is. 1. Yolcu taşım akta kapuçino, [İt. cappucino] is. 1. Külahı kahverengi
kullanılan küçük taşıt. 2. Kalabalık yerlerde kişinin cüppeli bir Katolik tarikatı. 2. K öpüklü kahve,
elinde ve yanında bulunan para veya eşyayı kapıp kapudan, [İt. capitano] {ağız} is. Kaptan. [DS]
kaçm ak suretiyle yapılan hırsızlık. 3. Bir deste kâ kapudane, [İt. capitano (kapu:da:ne) {OsT} is.
ğıtla oynanan, ortada ve oyuncuların önünde bulu tar. İm paratorluk dönemi deniz kuvvetlerinde, bu
nan üstteki kâğıtları elindeki eşiyle alma esasına günkü koramiralliğe eşit rütbede, yeşil asa taşıyan
dayanan b ir iskambil oyunu, amiral.
kaptır, [kap-tır] {ağız} is. Hayvan kırkmakta kullanı kapug, [kap-mak (örtmek) > kap-uğ] {eT} is. Kapı.
lan makas. [DS] [DLT] [KB] B kapug yapm ak, {eT} Kapıyı ört-
kaptırgeç, -ci [kap-tır-geç] {ağız} is. Kereste yapılan mek. || kapug yapılm ak, {eT} Kapı örtülmek.
tom ruğun yan tarafından çıkan kapak tahtası. [DS] kapugçı, [lcapuğ-çî] {eT} is. Kapıcı. [KB]
kaptırka1, [? kaptırka] {ağız} is. Kutu. [DS] kapuglug, [kap-uğ > kap-uğ-luğ] {eT} sf. Kapılı.
kaptırka2, [kaburga] {ağız} is. Kaburga; iskelet. [DS] [DLT]
kaptırma, [kap-tır-ma] is. 1. Kapmak işini yaptırmak kapulanm ak, [kapı-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır]
eylemi. 2. Bir şeyin zorla alınmasını engelleyeme- İşe girmek; işe yerleşmek. [DS]
me. 3. M arangoz ve dülgerler tarafından kesme, kapulca, [kap-lı-ca] {ağız} is. Taneleri küçük bir tür
biçm e ve oyma işlerinde kullanılan kollu, küçük el buğday; kaplıca. [DS]
testeresi. 4. {ağız} Kemer. [DS] 5. {ağız} Kemer to kapulgan, [kap-ul-mak > kap-ul-ğân] (kapulga:n)
kası. [DS] 6. {ağız} Kopça; çıtçıt. [DS] {eT} sf. Daima sıkışan. [DLT]
kaptırmak, [kap-mak > kap-tır-mak] gçl. f. [-ır] 1. kapulm ak, [kap-mak > kap-ul-mak] {eT} dönşl. f. [-
Yanında veya elinde bulunan bir şeyin zorla alın ur] Sıkışmak. [DLT]
masını önleyem eyerek kapılıp kaçılmasına meydan kapulug, [kap-uğ > kapu(ğ)-luğ] {eT} sf. Kapalı.
vermek. 2. Vücudunun bir bölümü veya organı bir [OKD]
makine tarafından çekilerek ezilmek, sıkıştırılmak, kapurcak, -ğı [kap-ur-cak] {ağız} is. 1. Tahıl konmak
yaralanmak. 3. mecaz. Geç davranm ak veya yanlış için yapılan kapaklı tahta kutu. 2. Tahta kutu. [DS]
bir hareket yüzünden çıkan bir fırsatı değerlendi-
kapurçak, -ğı [kapur-ça-k] {ağız} is. Gelincik otu.
rememek. 4. dnz. Seyir halindeki bir gemiyi rüzgâr [DS]
veya akıntı etkisi ile rotadan dışarı kaçırtmak,
kapurga, [Moğ. kabırğa] {eT} {eAT} is. Kaburga.
kapturga, [kaburga] {ağız} is. Damın üzerine örtülen [DK]
oluk biçimindeki tahta. [DS] kapurtu, [kop-mak > lcop-ur-tu] {ağız} is. Koşu. [DS]
kaPturmak, [kap-mak > kap-tur-mak] {eT} gçl. fi [- kapusalık, -ğı [kapu-sal-ık] {ağız} is. Çitten kapı.
url Kaptırmak; çaldırmak. [DLT] [DS]
kapu1, [kap-mak (örtmek) > kap-uğ > kapu / jj15] kapuska, [Rus. kapusta (lahana)] (kapu'ska) is. Et
ı'e77 {eAT} is. Kapı. [DK] ö kapu bağlamak, {eAT} ve lahana ile yapılan bir sebze yemeği,
{OsT} Kapıyı kapatmak.\\ kapu bağlanmak, {eAT} kapuş, [kap-mak > kap-uş] {eT} is. Yağma. [KB]
İ M İ M M İ Ş • 2407 KÂR
kapuşm ak1, [kap-mak > kap-ış-mak] {eT} işteş, f . lık. 6. huk. Bir işletmenin veya girişimin ekonomik
Kapışmak. [DLT] etkinlikleri sonunda, sağladığı gelirden, bütün m as
kapuşm ak2, [kop-mak > kop-uş-mak] {ağız} is. K oş rafları çıktıktan sonra kalan müspet fark. 7. M es
mak. lek; sanat; meşguliyet. 8. Etki; etkileyiş; işleme;
kaput', [Aim. kaputt] is. 1. İskambilde hiç el verm e etki etme; nüfuz etme. 9. Savaş. 10. müz. Klasik
den yenmek. 2. sf. Kötü; bozuk. 3. {ağız} Alık; ser Türk müziğinde peşrev ile beste arasında güfteli
sem. [DS] S kaput etmek, İskambilde rakibine hiç sözlü büyük eser. <5 kâr-âgâh, {OsT} İş bilir.\\ kâr-
el vermemek. || kaput gitmek, 1. İskambilde hiç el âgâhî, {OsT} İş bilirlik; uyanıklık.|| kâr-âm üz,
almadan yenilmek. 2. argo. Sınavların hiç birisinde {OsT} İş bilir; deneyimli; becerikli.|| kâr-âşnü,
başarılı not alamamak.\\ kaputu kesm ek, 1. İskam {OsT} İşten anlar.|| kâr-âşnâyî, {OsT} İş bilirlik.\\
bil oyununda bir el kâğıt almak. 2. argo. Girdiği kâr-âzmâ, {OsT} Deneyimli; görgülü; iş bilen.\\
bir dizi sınavların bir tanesinde başarılı olmak. kâr-âzmâyî, {OsT} İş bilicilik; görgülülük.\\ kâr-
âzmüde, {OsT} Görmüş geçirmiş; görgülü.|| kâr-
kaput2, [Fr. capote (külahlı cüppe)] is. 1. Y ünlü ku
âzmfidegî, {OsT} İş bilicilik; görgülülük; becerikli-
maşlardan yapılmış kalın askerî palto. 2. M otorlu
lik.|| kâr bırakmak, {OsT} Kazanç getirm ek.|| kâr-
araçlarda motoru örten açılır kapanır kapak; kapor
çe, {OsT} K ısa ve küçük kâr. || kâr-dân, {OsT} İşinin
ta. 3. Cinsel ilişki sırasında bulaşıcı hastalıklardan
ehli; işten anlar.|| kâr-dânî, {OsT} İş bilirlik; uya-
veya gebelikten korunm ak için erkeklerin kullandı
nıklık.|| kâr-dâr, {OsT} B ir iş sahibi olan; iş tutan.||
ğı bir tür ince kauçuk kılıf; prezervatif; kordum. S
kâr-dârân, {OsT} İş tutanlar; ellerinde iş bulunan-
kaput bezi, B ir tür kaba, beyaz, pam uklu düz do
lar.|| kâr-dîde, {OsT} İş bilir; uyanık.|| kâr-dîdegî,
kuma; Am erikan bezi.
{OsT} Uyanıklılık; iş bilirlik.\\ kâr etmek, {OsT} 1.
kaputluk, -ğu [kaput-luk] is. 1. K aput konulan yer.
Kazanç sağlamak; yarar sağlamak. 2. E tki etmek.\\
2. sf. (Kumaş için) kaput yapm aya uygun; kaput
kâr-fermâ, {OsT} 1. İş buyuran; emreden. 2. m e
yapılabilecek nitelikte,
caz. Hükümdar.\\ kâr-fermâyân, {OsT} İş buyuran
kapuz, [kap-mak (kapamak) > kap-uz] is. 1. jeol. lar; iş buyurucular.\\ kâr-gâh, {OsT} 1. İş yeri;
Oldukça sarp ve dik kayalıklar arasına sıkışmış atölye. 2. mecaz. Bu dünya.\\ kâr-gâh-ı kün fekân,
bulunan derin vadi; dar ve derin vadi; geçit; boğaz; {OsT} Evren ve evrende olan bütün şeyler.|| kâr-
kanyon; {ağız} (aynı). [DS] 2. {ağız} İçine girileme- geh, {OsT} 1. İş yeri; çalışma yeri; atölye. 2. m e
yen, sık ağaçlı orm anlık alan. [DS] caz. Dünya. || kâr-gen, {OsT} İş yapan; işleyen. ||
kapüşon, [İt. cappuccio > Fr. capuchone] is. Manto, kâr-ger, {OsT} 1. İş yapan; işleyen. 2. Etkili; nüfuz-
pardösü, parka gibi üst giyeceklerinin başa geçiri lu.|| kâr-gil, {OsT} Kerpiç bina.|| kâr-gîr, {OsT} 1.
len ve gerektiğinde geriye devrilebilen külah bi Iş tutan; iş tutucu. 2. Taştan ve tuğladan yapılm ış
çimli parçası. bina.|| kâr-güdâz, {OsT} İşi bitmiş; iflas etmiş; kâ
kapzamak, [kap-(ı)z-a-mak j ^ M ] {OsT} g ç l . f [-r] rını eritmiş.\\ kâr-güzâr, {OsT} İş bilir; becerikli;
hamarat.\\ kâr-güzârân, {OsT} İş becerenler; elin
Kaplamak.
den iş gelenler; becerikliler.\\ kâr-güzârî, {OsT} İş
-kar-, [ka-r-mak (eklemek, karıştırmak) > -gar- / -
bilirlik; beceriklilik.\\ kâr haddi, {OsT} Kazanç sı-
ger- / -kar- / -ker-] {eT} yap. e. -* -gar-.
nırı.|| kâr-hâne, {OsT} 1. İş yeri; çalışma yeri. 2.
-kâr, [Far. -kâr jlS" -] {OsT} son ek. Sonuna getirildiği Süt evi; süt satılan veya süt ürünleri işlenen yer. 3.
Farsça kelimelerden o kelimenin belirttiği kavram Genelev.|| kâr-ı âkil, {OsT} Akıllı iv.|| kâr-ı kadîm,
la ilgili olarak “eden, edici ” anlamı katarak birle {OsT} Eski zam an ijz'.|| kârı olmamak, {OsT} O ki
şik sıfatlar yapan son ek; Türkçedeki "-U, -ci ” ek şinin yapabileceği türden olmamak.\\ kârını ta
lerinin karşılığıdır, hile-kâr (hile-ci), isyan-kâr (is mam etmek, {OsT} mecaz. Öldürmek; ortadan ka l
yan eden) dırmak.|| kâr-ı revâ, {OsT} Kullanılabilir; iş gö-
ka’r, [Ar. ka‘r y^]{OsT} is. 1. Çukur şeyin dibi; son; rür. || kâr koymak, {OsT} M aliyet fiya tı üzerine kâr
p ayı eklemek.\\ kâr-nâme, {OsT} İş gösteren; örnek
nihayet. 2. Derinlik, ö ka’r-ı girdâb-ı mevt, {OsT}
ij.|| kâr-nttmâ, {OsT} 1. İş gösteren; çıkar göste
Ölüm girdabının dibi.|| ka’r-ı nâ-yâb, {OsT} 1.
ren. 2. Ustanın çırağa öğretmek için yaptığı örnek
(Deniz için) p e k derin. 2. Dibi bulunamayacak de
iş; temrin.|| kâr payı, {OsT} 1. B ir malın maliyeti
recede derin veya çukur olan. üzerine eklenen belirli orandaki kazanç miktarı. 2.
kâr, [Far. kerden (yapmak, çalışmak) >kâr jlS"] (kâ:r) Bir işletmenin maliyet giderleri ve zararları çıka
{OsT} is. 1. Uğraşılan şey; meşguliyet; iş güç; iş; rıldıktan sonra kalan net kazancın p a y senedi başı
çalışma; hareket; eylem. 2. A lış veriş işlerinden na düşen miktarı; temettü hissesi.^ kâr-perdâz,
elde edilen parasal kazanç. 3. Bir işletmeden, bir {OsT} 1. İş düzenleyen. 2. Konsolos.|| kâr-perverd,
işten, bir etkinlikten elde edilen kazanç; temettü. 4. {OsT} İş yapan; becerikli. || kâr-sâz, {OsT} Iş yapan;
mecaz. Bir şeyden elde edilen çıkar; fayda; yarar. becerikli.|| kâr-sâzân, {OsT} İş işleyenler; becerik-
5. tie. M aliyet fiyatı ile satış fiyatı arasındaki fazla liler.|| kâr-şinâs, {OsT} İş bilir; işten anlayan.||
KAR
kâr-şinâsân, {OsT} İş bilirler; işten anlayanlar. || Sürahi. [DS]|| k a r som u n u , {ağız} Börek. [DS]|| k a r
kâr-şinâsî, {OsT} İş bilirlik; iş anlayıcılık.\\ kâr ii sü p ü rü cii, Yolları trafiğe açm ak için y o l üzerinde
bâr, {OsT} İş güç; kazanç.|| kâr-zâr, {OsT} Cenk; birikmiş karları süpürüp temizleyen iş makinesi. ||
Icavga; dövüş. | kâr-zâr-ı düşvâr, {OsT} Zorlu sa k a r to p u , 1. Yumuşak karı elle sıkm ak suretiyle y a
vaş.|| kâr-zâr-gâh, {OsT} Savaş yeri; savaş meyda pılan top. 2. mecaz. Şişman ve beyaz çocuk. 3. bot.
nı. Hanımeligillerden, p a rk ve bahçelerde yetiştirilen,
kar1, [kar / kür (yans.)] is. Gök gürlemesini, karın beyaz, top hâlinde birleşik çiçekler açan, zeytinsi
gurultusunu anlatan kök. [Zülfıkar] kar kur, kar kur kırmızı meyveleri olan bir ağaççık, (Viburnum opıı-
etmek. S kar kur, {eT} Ses anlatır. [DLT]|| kar lus). || k a r to p u gibi, (Çocuk için) şişman ve be
kur etmek, {eT} Guruldamak. [DLT] y a z.j| k a r tu tm a k , K ar yağdıktan sonra erimeyip
kar', [eT. ka > kâ-r] is. Atmosferde bulunan su buha yerde kalmak.\\ k a r yağ m ak , (Kristalleşmiş su bu
rının donmasıyla meydana gelmiş, hafif tanecikler harları için) yere düşmek.\\ k a r yitgisi, {ağız} -* kar
hâlinde uçuşarak yağan beyaz renkli su kristalleri. itkisi. [DS]
{eT} {eAT} (aynı) [DLT] [EUTS] [ETY] [Gabain] [Te k a r 3, [kar] {eT} is. 1. Karın. [Clauson] 2. Omuz; kolun
kin] [DK] S kar ayakkabısı, 1. Karda giyilen kalın üst kısmı. [EUTS] [Gabain]
ve su geçirmez ayakkabı. 2. Kara batmamak için k a r 4, - r ’ı [Ar. kar‘ ^ / ] {OsT} is. 1. Kapıyı çalma,
giyilen geniş tabanlı özel ayakkabı.\\ kar badul-
tıklatma. 2. Doktorun muayene etmek istediği yeri
lamak, {ağız} K ar lapa lapa yağmak. [DS]|| kar
parm ağıyla vurması, ö k a r ’-ı esbâî, {OsT} D okto
cücttsü, {ağız} Gri renkli, serçe büyüklüğünde, si
run sağ elinin parm ağıyla, muayene etm ek istediği
yahlı beyazlı uzun kuyruğu bulunan bir kuş. [DS]||
yere sol elinin iç kısmını koyarak üzerine vurması.
kar çiçeği, bot. Süsengillerden, beyaz ve pem be
çiçekli, süs olarak yetiştirilen soğanlı bir bitki, k a r 5, -rrı [Ar. lçarr J ] {OsT} is. 1. Soğuk geçme; so
(Leuconium).\\ karda gezip izini belli etmemek, ğuk alma. 2. Bir şeyde veya bir yerde karar kılma;
Kimseye sezdirmeden bazı gizli işler yapmak; gizli karar bulma; dengede kalma.
dolap çevirmek. j[ kardan adam, Çocukların eğlen k a r 6, [kar] {ağız} is. Sürme; rastık. [DS]
ce için kardan insan biçiminde yaparak burnuna k a r 7, [kâr] (ka:r) {ağız} sf. Sağır. [DS]
havuç, gözüne kömür, koltuğuna saplı süpürge,
k a r ’a, [Ar. k a r'a ^ ^ s ] {OsT} is. bot. Su kabağı.
başına eski şapka koydukları kaba heykel. \\ kardan
aslan, iri yapılı ve gösterişli olduğu hâlde aslında k a r a 1, [eT. kara »y] sf. 1. Güneş ışığının bütün renk
gücü kuvveti olmayan kimse. || kar dişi, Saçaklar lerini soğurduğu için en koyu renkte olan; kömür
daki sarkan buz sarkıtları.\\ kar döşeği, {ağız} 1. renginde olan; siyah. {eT} {eAT} (aynı) [DLT] [EUTS]
Çiy. 2. K ar yağm adan önce yağan sulu kar tanele [ETY] [İKPÖy.] [OKD] [Tekin] [Gabain] [DK] 2. Aynı
ri. [DS]|| kar gibi, 1. Çok beyaz; bembeyaz. 2. Çok türden olan şeylerden rengi daha koyu olan. 3. (Ki
temiz; tertemiz. || kar helvası, I. Eskiden sıcak yaz şi için) teni esm er olan. 4. {eAT} Zenci. 5. mecaz.
günlerinde serinlem ek için yenilen pekm ez karıştı (Olay ve durumlar için) üzüntü yaratan; gamlı. 6.
rılmış kar. 2. Bulanın bile beğenmediği buluş.\\ kar mecaz. Çok kötü ve sıkıntılı. 7. mecaz. İyi nitelikte
itkisi, {ağız} Kar itmeye yarayan araç.\\ kar kar olmayan; kötü. 8. mecaz. İlkel; gelişmemiş. 9. Her
m ası, {ağız} Kar helvası. [DS]|| kar katması, {ağız} hangi bir ustalık ve kural gerektirmeyen. 10. Bü
K ar helvası; karlambaç. [DS]|| kar kuşu, 1. Serçe- yük; yüksek; şiddetli. 11. Kuzey. 12. Gözü pek;
gillerden, karlı dağların doruklarında yaşayan, cesur. 13. (Su için) bol ve gür. 14. {eT} Karanlık.
bacakları ve parm akları tiiylü bir kuş, (Plect- [Gabain] [DLT] 15. {eT} Evcil hayvan. [Gabain]
rophenax nivalis). 2. Kar kuşugillerden Güney kut [EUTS] Ş k a ra ağaca k a n d il asm ak , Karaborsa
buna yakın yerlerde yaşayan bacak ve parm'akları dan veya başka usulsüz yollardan p ara kazanmak\\
tüylü bir kuş, (Chionis).|| kar lcuşugiller, Güney k a ra ağ ır, {ağız} Yapraklarını dökmeyen, m or çiçek
denizlerinde yaşayan, yum urtalarını balıkçılların açan bir tür ağaç. [DS]|| k a ra ağızlı, Başkalarına
yuvalarına bırakarak asalak olarak büyüten beyaz kara çalmayı, iftira atmayı alışkanlık edinmiş kim
yağm ur kuşu fam ilyası, (Chionididae),|| kar kuyu se; uğursuz; şom ağızlı.|| k a ra a ğ rı, 1. Tifo. 2.
su, Yaz için kar biriktirilerek üzeri saman ve top {ağız} Hayvanlarda görülen bir çeşit hastalık. [DS]
rakla örtülen büyiik çukur. || kar parçası, (Kişi için) 3. {ağız} Uzun süren hastalık. [DS] 4. {eAT} B ir tür
beyaz renkli. || kar patağı, {ağız} K ar topu. [DS]| humma. || k a ra ak ça, {ağız} Köylerde muhtara veri
kar pelidi, {ağız} K ızıl meşe. [DS]j| kar sınırı, D ağ len yıllık ücret. [DS]|| k a ra ala, {ağız} Koyu gri
tepelerindeki sürekli karların en alt uç noktalarının renk. [DS]|j k a ra am b e r, Simsiyah; kapkara,|| k a ra
meydana getirdiği çizgi. || kar sıyırması, Yüzey şe A ra p , Zenci. || k a ra ard ıç , bot. -* karaardıç,
killerinin meydana gelişinde karın sebep olduğu (Juniperus sabina).\\ k a ra asm a, bot. Şeytan şal
olayların tümü.\\ kar siperi, Kardan korunmak için gamı, (Bryonia dioica).\\ k a ra a sta r, {ağız} Kaput
askerlerin yaptıkları korunak.\\ kar soğudan, {ağız} bezi. [DS]|| k a ra aş, {ağız} Karam uk meyvesi ezmesi
İ M İR S İM İ. 2409 KAR
ve şekerle yapılan pelte. [DS]|| kara ayı, zool. A yı bozuk üzüm. [DS] 11 kara böcü, {ağız} 1. Domuz. 2.
gillerden, insan boyunda, esmer kahverengi kıllı, Yırtıcı, yaban hayvanı. [DS]|| kara böcük, {ağız}
geniş kafalı, iyi tırmanan, eti, yağı ve postıı için Salyangoz. [DS]|| kara böğ, {ağız} P arlak kara
avlanan ve Kanada ’da yaşayan bir tür ayı, (Ursııs renkli zehirli bir örümcek; karadul. [DS]|| kara
americanııs),|| kara ayit, bot. Çalı görünüm ünde budun, {eT} Halk; millet. [EUTS]|| kara bulut, K o
soluk pem be veya mavi renkli çiçekleri olan, kökle yu, esmer renkte yığınlar halindeki yağm ur bulutu;
ri iplik boyamakta kullanılan ağaççık; Beşparm ak nimbus.\\ kara buran, {ağız} Hayvan sürüsü. [DS]||
otu; kara hayıt, (Vitex agnus castııs).\\ kara bacak, kara cahil, H iç bilgisi olmayan.\\ kara canavar,
{ağız} 1. Sığır. 2. Zatülcenp hastalığında kaynatıla {ağız} Domuz. [DS]|| kara cehennem, Yüzü gülmez,
rak içilen maydanozgillerden bir bitki. 3. B ir tür asık suratlı esmer kimse. || kara ciğerli, {ağız} Kötü
lahana. 4. Eğreltiotııgillerden, baldırı kara demlen kalpli. [DS]|| kara cümle, 1. {OsT} Anlam sız yazı. 2.
bir ot. [DS]|] kara bağ, {ağız} 1. Hayvanların ba M atematikte dört işlem. || kara cümlesi olmamak,
caklarında tutukluk yapan bir tür hastalık. 2. folk. En basit hesap işlemini bile yapam am ak.|| kara
Artvin yöresinde tek y a da iki kişiyle oynanan bir çalmak, Suç yüklemek; iftira etmek, {ağız} (aynı)
halk oyunu. [DS]|| kara bağa, zool. -*■ kara kurba- [DS]|| kara çanak, {ağız} 1. Cimri. 2. Görgüsüz. 3.
ğa.|| kara bağır, {OsT} D ertli göğüs; üzimtülii kişi.|| Düzensiz. [DS]|| kara çepiş, {ağız} K örebe oyunu.
kara baht, Kötü alınyazısı; kötü talih.\\ kara bak [DS]|| kara çıkı, {ağız} Yaprak dolması. [DS]|| kara
ma, {ağız} Kuşpalazı; difteri. [DS]|| kara bal, {eT} çıkın, {ağız} 1. Ölüm vb. kötü haber. 2. Koyunlarda
Şekerkamışı pekmezi.\\ kara baldırcan, {ağız} P at görülen bağırsak hastalığı. 3. Zatülcenp. [DS]|| ka
lıcan. [DS]|| kara balık, zool. 1. Yeşil sazan; kiliz ra çıra, {ağız} Eskiden kullanılan bir aydınlanma
balığı, (Tinea tinca). 2. -*■ karabalık.|| kara baş, 1. aracı. [DS]|| kara çileli, {ağız} Hayatı hep üzüntüler
{eT} -*■ karabaş. 2. {eAT} D ertli baş. 3. {OsT} A kıl içinde geçm iş olan. [DS]|| kara çilenti, {ağız} Sisli
sız..|| kara başak, 1. Çavdar. 2. {ağız} K ışa daya havada ince ince yağan yağmur. [DS]|| kara çiyle,
nıklı sert buğday. [DS] 3. {ağız} B ir cins pirinç. [DS] {ağız} Kara toprak. [DS]|| kara çökel, {ağız} Sazlık;
|| kara başlı iskete, zool. İspinozgillerden 12 cm. bataklık. [DS]|| kara daban, {ağız} -*■ kara taban.
uzunlukta, sırtı koyu sarı, karnı kül renginde, erke [DS]|| kara dağ, {ağız} Buğday arasında görülen
ğinin tepesi kara olan bir ötücü kuş, (Carduelis siyah tohumlar. [DS]|| kara dağu, {ağız} Buğdayda
spinus).| kara başlı kiraz kuşu, zool. K iraz kuşu- görülen sürme hastalığı. [DS]|| kara dal, {ağız} 1.
gillerden 16.5 cm. boyunda, ergin erkeklerde tepe Sağlam olduğu için kazma, keser vb. araçlara sap
ve başın yanları siyah, gerdan, boyun yanları, g ö yapm akta kullanılan koyu renkli bir tür ağaç. 2.
ğüs ve karın sarı, sırt ve kuyruk p a s renginde, sey Çok sulamaktan dolayı boylanarak ürün vermeyen
rek ağaçlı fundalık, çalılık bulunan yam aç ve açık sebze. [DS]|| kara dalak, {ağız} Yüz, burun ve du
alanlarda yaşayan bir ötücü kuş, (Emberiza dakların şişmesi ile beliren hastalık. [DS]|| kara
melanocephala).]] kara bayram, Yas; matem.|| ka dam, {ağız} 1. Mutfak. 2. Mezar. [DS]|| kara da
ra bela, 1. Aşılması zo r güçlük; büyük sıkıntı ve mak, {ağız} 1. (Kişi için) inatçı. 2. Somurtkan; yüzü
güçlük. 2. Esm er kim se.|| kara beniz, Esm er yüz- gülmez. 3. Cimri. 4. A z konuşan. 5. Kötü konuşan;
lü. || kara bilecek, {ağız} Okuma yazm a bilmediği ilenen. 6. D işleri dökülmüş, dişsiz insan. [DS]|| ka
hâlde her şeyi sezgi yoluyla bilen adam. [DS]|| kara ra damaklı, 1. İnatçı; huysuz; aksi. 2. {ağız} İle
biti(g), {eAT} Kötü am el defteri.\\ kara bodurca, nen; beddua eden. [DS]|| kara damar, K irli kam
{ağız} B ir tür kiraz. [DS]|[ kara boğaz, 1. {ağız} kalbe götüren damar.|| kara damla, {ağız} Birden
Başkalarının sırtından geçinm eyi alışkanlık edin bire vücudu kaplayan ağrı. [DS]|| kara delik, g ö k
miş kimse; tufeyli. [DS] 2. {ağız} Yağmursuzluk do b. H içbir ışımanın çıkamayacağı kadar güçlü çe
layısıyla tarlalarda açılan yarıklar; çatlaklar. [DS] kim alanı olan uzay bölgesi.]] kara demür, {OsT}
3. {ağız} Baş tutmuş yeşil soğan. [DS] 4. {ağız} E v balta. || kara dene (tane), {ağız} Burçak, fiğ , merci
lenmemiş erkek. [DS] 5. {ağız} D üşünceleri başka mek, nohut gibi tahıllar. [DS]|| kara dolma, {ağız}
larına aykırı olan; aksi. [DS] 6. {ağız} ik i yüzlü; ara Yaprak sarması. [DS]|| kara deve, {ağız} Ölüm;
bozucu. [DS] 7. {ağız} Obur. [DS]|| kara borsa, tie. ecel. [DS]|| kara dığan, {ağız} Yumurtadan yen i
Piyasada bulunmayan bir malın gizlice yüksek f i çıkmış kurbağa yavruları. [DS][| kara diken, {ağız}
yatla alınıp satılması.\\ kara borsacı, Piyasada bu 1. D eniz kestanesi. 2. Çok sivri ve sert dikenleri
lunmayan malları gizlice aşırı fiy a tla satan kimse. || olan bir ot. 3. Böğürtlen. [DS]|| kara doğram, {a-
kara borsacılık, Piyasada darlığı çekilen malları ğız} Yağsız et. [DS] 11kara doğu, {ağız} -*■ kara dağu.
el altından pahalıya satm a işi. || kara borsaya düş [DS]|| kara don, {ağız} Çocuğu olmayan kadın veya
mek, B ir mal. gizlice alınıp satılır olmak.\\ kara erkek. [DS]|| kara doruk, {ağız} Tütünün olgunlaş
boru, {ağız} ilkbaharda yapılan bir tür kalem aşısı. madan koparılmış en uç yaprağı. [DS]|| kara dök-
[DS]|| kara boya, kim. Zaç yağı; sülfürik asit.\\ ka kü, {ağız} Samanla karışmış kuru hayvan gübresi.
ra böce, {ağız} 1. -*• kara böğ. 2. Kurumuş, çürük, ve [DS]|| kara dut, -*■ karadut.|| kara dün, {eAT} K a-
KAR fllÜMTüRSoM •.2410
ranhkgece.\\ kara düş, {OsT} Korkulu rüya.|| kara {ağız} 1. Yalınayak yürüyen çocukların ayağında
düzen, {ağız} 1. Düzensiz; gelişigüzel. 2. Eski dü veya elinde çıkan bir tür çıban. 2. Sığırlarda görü
zen; eski biçim; gelişm e ve değişmelere kapalı ola len şarbon hastalığı. 3. Parm aklarda çıkan iltihaplı
rak. [DS]|| kara düzen, müz. 1. Türk halk müziğin yara; dolama. D ilde çıkan küçük kabarcık. [DS]||
de bir tür bağlama düzeni. 2. {ağız} K üçük tambur. kara kabuk, {ağız} Kestane. [DS]|| kara kalem, 1.
[DS]|| kara eğrek, {ağız} Koyun barındırmaya uy Resim yapm ada kullanılan köm ür kalem. 2. (Resim
gun olan orman içlerinde veya yam açlarda rüzgâr için) bu kalem le yapılmış. 3. {ağız} Kenarlarına
tutmayan kuytu yerler. || kara ekin, {ağız} Tahıl. siyah çiçek baskıları yapılm ış beyaz tülbent. [DS]||
[DS]|| kara ekşi, {ağız} Pekmezden yapılan koyu kara kaplı kitap, 1. Başvurulması gereken kitap.
şurup. [DS]|| kara elmas, 1. Kayaları delmekte kul 2. Yasa kitabı. || kara kara bakmak, {ağız} Sert sert
lanılan siyah elmas; karbonado. 2. mecaz. Maden bakmak; düşmanca bakmak. [DS]|| kara kara dü
köm ürü.|| kara er, {eAT} K ötü adam.|| kara ermek, şünm ek, Çok üzüntülü olmak; düşünceye dalmak.\\
{eT} Kararmak. [DLT]|| kara erük, {eT} Erik. kara karak, {eT} Göz karası. [DLT]|| kara kaş,
[DLT]|| kara eşkin, {ağız} Yavaş ve geniş adımlarla Kaşları siyah ve gür olan.|| kara kavuk, {ağız} 1.
yürüyen at. [DS]|| kara et, H iç yağı olmayan, kas Kuru kütük; kuru odun. 2. -*■ karalcavuk. [DS]|| ka
tan oluşan et.|| kara etmek, {eT} B ir tür ekmek. ra kavurga, {ağız} Kuşbaşından biraz daha küçük
[DLT]|| kara ev, 1. {eT} {OsT} {ağız} K ara çadır; doğranmış ve tavada kavrulmuş yağlı et. [DS]|| ka
büyük çadır. [DS] 2. Kademeli sergen; alacık, 3. ra kavurma, {ağız} -*• kara kavurga. [DS]|| kara
{OsT} K aranlık çukur.\\ kara evlek, {ağız} Toprağa kaygu, {eAT} insana sıkıntı veren düşünce; kötü
suyun bir karış geçm esi ile oluşan tav. [DS]|] kara fıkirler.\\ kara kayın, {ağız} Yemişli ağaç. [DS]||
fatma, {ağız} Hindi. [DS]|| kara gada, {ağız} (Kişi kara kazancık, {ağız} Gelincik bitkisi ve çiçeği,
için) uğursuz. [DS]|| kara gevrek, {ağız} 1. (Kişi [DS]|| kara kehribar, Süs eşyası yapım ında kulla
için) ince yapılı esmer. 2. B ir tür üzüm. [DS]|| ka nılan, parla k siyah renkli bir tür linyit; Oltu taşı. ||
rar göğnük, {ağız} Soğuğa ve sıcağa dayanıklı in kara keleş, {ağız} spor. Ayağa güreşen küçük g ü
san. [DS]|| kara gök, {ağız} Üzerinde siyah benek reşçi. [DS]|| kara kemik, {ağız} Acımasız; insafsız.|[
leri bulunan kır at; bakla kırı. [DS]|| kara gön- kara kepir, {ağız} Çamuru özlü olan kara toprak
dürm e (göyündürme), {ağız} Şarbon hastalığı. [DS]|| kara keş, {OsT} Yoğurt ve p eyn ir suyundan
[DS]|| kara gönüllü, {OsT} Bilgisiz.\\ kara göynük, yapılan peynir; lor. || kara kılçık, {ağız} Tanesi
{ağız} Soğuktan vücudun her tarafında oluşan ağrı kırmızı, kılçığı siyah bir buğday türü. [DS]|| kara
lı şişlikler; ödem. [DS]|| kara göyündürme, {ağız} kıllı, {ağız} Kestane. [DS]|| kara kır, {OsT} Siyaha
-*• kara göndürme. [DS]|| kara gucak, {ağız} spor. yakın kır renk. || kara kıran, {ağız} 1. Felaket; kı
-*• karakucak. [DS]|| kara gulak, {ağız} -*■ kara ku ran. 2. Salgın hastalık. [DS]|| kara kırma, {ağız}
lak. [DS]|| kara gullap, {ağız} D em irci yapım ı eski Unlu kepek. [DS]|| kara kış, Kışın ortası; en şiddet
tip menteşe. [DS]|| kara gülmez, {ağız} 1. N em li ve li zamanı; zemheri.\\ kara kıyak, {ağız} Beyaz, ince
kapalı hava. 2. (Kişi için) somurtkan. [DS]|| kara tüylü ve salkım şeklinde çiçekleri olan bir ot. [DS]||
gün, Üzüntülü; sıkıntılı zaman; felaketli gün; {OsT} kara kıym a, {eAT} A çık siyah; siyah çizgili. || kara
(aynı).|| kara gün dostu, Felaket anında dostunu kılçık, {ağız} Kılçıkları siyah, taneleri sert, beyaz
bırakmayıp yardım eden, üzüntüsünü paylaşan y a da kırmızı olan bir buğday. [DS]|| kara kız,
kimse; gerçek dost. || kara günlere kalmak, Bir {ağız} 1. Tava. 2. Sert taneli bir üzüm. [DS]|| kara
felakete uğramak.|| kara günlü, 1. {OsT} Talihsiz; koca, {OsT} {ağız} 1. Saçları ağarmamış yaşlı kim
bedbaht. 2. {ağız} Ölmüş bir kimseden söz edilirken se. 2. Büyümeden yaşlanan kavruk ağaç. [DS]|| ka
onun adı ile birlikte söylenir. [DS] 11 kara günlek, ra kol, {ağız} 1. Asm anın dibindeki eski dallar. 2.
{ağız} Amber, (Liquidambar orientalis). [DS]|| kara Yüklenen arabanın gitm esine engel olm ak için iki
güz, {ağız} Sonbaharın sonu. [DS]|| kara haber, Bir küçük ve bir büyük direkle yapılan engel. [DS]|| ka
fela ket y a da ölüm haberi. || kara harman, {ağız} ra konur, {OsT} Siyah ile yanık al arası karışığı
Taze ekin başaklarını yakarak yapılan kavurga; renk. || kara konursu, {ağız} Büyük acı yaşam ış
buğday ütmesi. [DS]|| kara hasbenlek, {ağız} Zorla. kimse. [DS]|[ kara koşu, {ağız} Odunu boyunduru
[DS]|| kara heççe, {ağız} Hamam böceği. [DS]|| ka ğun zincirine bağlayarak çekme işlemi. [DS]|| kara
ra helva, {ağız} Un helvası. [DS]|| kara hopur, kovan, Arıların bal yaptıkları sepet veya içi oyuk
{ağız} Ormandan açılan tarla. [DS]|| kara humma, kütük gibi ilkel kovan. || kara kovuk, {ağız} Mayda
Tifo.\\ kara hülün, {ağız} Karadut. [DS]|| kara nozgillerden, su kıyılarında yetişen, suyu halk he
işgildi, {ağız} Yaban mersini [DS]|| kara iyrek, kimliğinde böbrek taşı düşürmekte kullanılan bir
{ağız} -*• kara eğrek. [DS]|| kara kabar, {ağız} 1. bitki. [DS]|| kara koyu, {ağız} Balın kaynatılması
Taş vb. sert cisimlerin çarpması y a da batması ile ile elde edilen pekm eze benzer bir tatlı. [DS]|| kara
ayak altında oluşan bereler. 2. El, ayak ve yüzde köpük, {ağız} Karadut. [DS]|| kara kucak, spor. 1.
çıkan bir tür sulu çıban, [DS]|| kara kabarcık, Çayır ve harman yerlerinde pıtp ıt denilen özel bir
n u r a » m . 2411 KAR
pantolon giyilerek yağlı güreş kurallarına göre hastalık. [DS]|| kara papur (vapur), {ağız} Tren.
yapılan en eski bir Türk güreşi. 2. {ağız} Güreşte [DS]|| kara para, Yasal olmayan yollardan sağla
kavrama, sarılma. [DS]|| kara kulak, 1. {eT} Tarla nan kazanç.\\ kara parmak, {ağız} Siyah, yuvarlak,
faresi. [EUTS] 2. {ağız} K urt kulağı gibi sapı olan ekşi bir üzüm. [DS]|| kara pata, {ağız} İri bir cins
eski bir kılıç. 3. K em ik saplı bir tür büyük bıçak; bakla; eşek baklası. [DS]|| kara patak, {ağız} K ara
saldırma. 4. Ağaçların gövdesinde biten yenilebilir tavuk kuşu. [DS]|| kara pazar, Piyasada darlığı
bir mantar. 5. bot. Zam bak türü bir çiçek. 6. Söğüt olan malların yüksek fiya tla gizlice satıldığı yer. ||
mantarı. 7. zool. Çakala benzer bir etobur hayvan. kara pençe, {ağız} Şarbon. [DS]|| kara perde,
[DS]|| kara kuma, {ağız} Karaiğne denilen bir bö {ağız} İnce olmayan, parlak bir tür barut. [DS]|| ka
cek. [DS]|| kara kura1, {OsT} {ağız} Karabasan; ra pus, {eAT} 1. Koyu sis. 2. Kâbus. 3. Endişe.||
kâbus. [DS]|| kara kura2, {ağız} 1. Alaca karga. 2. kara pttrçek, {ağız} Domuz. [DS]|| kara saban,
(Kişi için) esmer ve z a y ıf [DS]|| kara kura bas H ayvanla çekilen ve toprağa derinliğine işleyeme-
mak, {ağız} Kâbus basmak. [DS]|| kara kura çök yen ilkel bir toprak işleme aracı; saban. || kara sa
mek, {ağız} Kâbus basmak. [DS]|| kara kura düş, ğan, zool. Ebabil. || kara sakız, {ağız} 1. Katran. 2.
{eAT} Korkulu rüya. || kara kuru, E sm er ve çok za Zift. [DS]|| kara salgın, {ağız} 1. Bulaşıcı salgın
y ı f kimse. || kara kusm uk, İçinde bol miktarda si hastalığın yarattığı tehlike. 2. İskorbüt hastalığı. 3.
yah kan bulunan kusmuk. || kara kurt, {ağız} Tütün Boğaz ağrısı. [DS]|| kara salkım, {ağız} B ir tür keçi
köklerine dadanan bir kurt, (Agrotiz). [DS]|| kara ve koyun hastalığı. [DS]|| kara sandık, H er yeniçe
kurum, {ağız} Kalabalık; sık. [DS]|| kara kur(u)t, ri ocağında bulunan sandık; orta sandığı. || kara
{ağız} Pestil. [DS]|| kara kurut, 1. {eT} {OsT} Yo sarı, Sarıya çalan siyah. || kara sardık, {ağız} Üst
ğurdun suyunun ikinci defa kaynatılmasından elde dudak ile diş arasında çıkan bir kabarcık. [DS]||
edilen peynir; siyah peynir. 2. {ağız} K ara ardıç kara sevda, 1. Umutsuz ve güçlü aşk. 2. psikol.
ağacı. [DS]|| kara kuş, {ağız} -*■ karakuş. [DS]|| ka Kişinin belli bir sebep olmadan çöküntü durumuna
ra kuş öngi, {eT} K artal rengi. || kara kuş yulduz, girip çevreden gelen uyartılara kapanması, güçlü
{eT} Jüpiter; M üşteri yıldızı.\\ kara kutu, Uçaklar suç ve günah duyguları içine düşmesi durumu; m a
da pilotların konuşmalarını ve kuleden gelen m e lihulya; melankoli.\\ kara sevdalı, K ara sevdaya
sajları kaydedip saklayan güç bozulur elektronik tutulmuş olan; melankolik.\\ kara sevdaya düş
aygıt.\\ kara kuvvet, İrtica.|| kara kuzgun, {ağız} mek, Ümitsiz fa k a t derin bir bağlılıkla birisine âşık
Hastalıktan yüzü sararmış insan. [DS]|| kara kü olmak.\\ kara sevdaya tutulmak, -► kara sevdaya
tük, {ağız} 1. Yemin. 2. A ile büyüğü. 3. H astalık düşmek. || kara sevdaya uğramak, -*■ kara sevdaya
yüzünden esmerleşmiş ve yeteri kadar büyüyeme- düşmek. || karası elinde, Başkalarına iftira atm ak
miş insan y a da hayvan. [DS]|| karalara girmek, tan hoşlanan kimse. || kara zıkm aca, {ağız} Bir ço
{OsT} Matem tutmak; matem elbisesi giym ek.|| ka cuk hastalığı. [DS]|| kara sıva, {ağız} Toprak sıva.
ralar bağlam ak, Yas tutmak.\\ karalar giymek, [DS]|| kara su, 1. A ğır ve gür akan su. 2. Zeytinin
{OsT} -*■ karalara girmek.|| k aralan çıkarmak, tanelerinde y a ğ ile birlikte bulunan, preslendikten
Yastan çıkmak; yas sona ermek. || karalar vilayeti, sonra çöktürme ile ayrılan koyu renkli sıvı. 3. {ağız}
{OsT} Sudan ve Zengibar.\\ kara liste, B ir toplumda Bitkilere zararı olan y e r altından çıkan acı su. [DS]
istenmeyen veya cezalandırılmaları istenen kişile 4. {ağız} Mide özsuyu. [DS] 5. {ağız} Çay. [DS]|| ka
rin tümü. | kara mal, {ağız} Sığır. [DS]|| kara m a ra sulak, {ağız} H er zaman nemli, ıslak olan tarla.
lak, {ağız} Ağzı ve burnu siyah olan eşek. [DS]|| ka [DS]|| kara suluk, {ağız} 1. H er zaman nemli olan
ra mama, {ağız} Böğürtlen çalısı. [DS]|| kara man- tarla. 2. Bataklık. 3. Kışın dağ eteklerinden sızan
ca(r) (pancar), {ağız} 1. K ara lahana. 2. B alık y u sular. 4. Beyaz, sulu bir tür üzüm. [DS]|| kara
murtası; havyar. [DS]|| kara maşa, Z a y ıf ve ufak şabla, {ağız} 1. Yaprağından siyah boya elde edilen
tefek esmer kadın.\\ kara mıy, {ağız} Kahve. [DS]|| kötü kokulu, ısırgan otuna benzer bir ot. 2. A daça
kara iniş, {ağız} K ara yem iş; taflan. [DS]|| kara yı. [DS]|| kara şap, {ağız} B ir tür sığır hastalığı.
mizah, Güldürmekten ziyade yergiyi amaçlayan [DS]|| kara taban, {ağız} 1. Hayvanların ayakları
m izah.|| kara mübarek, {ağız} Kan çıbanı; şirpen nın altında nalsızlıktan oluşan bir tür yara. 2. Tek
çe. [DS]|| kara neme, {eT} Şeytan.|| kara oba, tırnaklı hayvanların tırnak ve ağızlarında çıkan
{OsT} K üçük kara çadır.|| kara oğlan, 1. Çingene; bulaşıcı bir hastalık. 3. Çatı altı. [DS]|| kara taban
esmer genç. 2. {ağız} Patlıcan. [DS] 3. {ağız} Zeytin. olmak, {ağız} (Hayvan için) nalı düştüğü için aya
[DS]|| kara olm ak, {eAT} K aranlık olmak; hava ğının altı yara olmak. [DS]|| kara tahta, Üzerine
kararmak.|| kara orun, {eT} Mezar; sin. [DLT]|| tebeşirle yazı yazılan, siyaha boyanmış tek parça
kara ot, {eT} Baldıran otu, (Aconitum). [DLT]|| ka okul aracı; ya zı tahtası.|| kara tavuk, {ağız} 1. Z ey
ra örtü, {ağız} 1. Toprak dam. 2. B eşik biçiminde tin. 2. Dalak. [DS]|| kara tıkız, {ağız} Ekşimsi, biraz
tahta çatı. [DS] || kara papah (papak), {ağız} M ısır tatlı bir tür armut. [DS]|| kara tırnak, {ağız} A tm a
bitkisinin üstünde siyah kabarcıklar hâlinde beliren ca. [DS]|| kara tohum , {ağız} Soğanın çiçekten son
KAR Ö I Ü M I Ü M M . mi;
ra oluşan küçük siyah tohumları; karaca. [DS]|| yağışı az olan iklim; kıta iklimi; karasal iklim. ||
k a ra to m b alak , {ağız} Zeytin. [DS]|[ k a ra to p alak , k a ra k u rb a ğ ası, zool. Karada yaşayan fa k a t y u
bot. 1. Üç köşe gövdeli, kök sapları zeytin tanesi murtasını suya bırakan kurbağa, (Bufo bufo).\\ k a
gibi esmer yum rulu çok yıllık bir otsu bitki, ra k u rb ağ asıg iller, biy. D işleri olmayan ve bütün
(Cyperus rotıındus, C. esculentus). 2. Bu bitkinin dünyaya yayılm ış bulunan, iki yaşam lılar sınıfın
halk hekimliğinde idrar artırıcı, terletici, gaz sök- dan birçok türü bulunan bir fam ilya, (Bufonidae) ,||
türiicii ve kuvvet verici olarak kullanılan yum rula k a ra kuvvetleri, B ir ülkenin kara savunmasını
rı. [DS]|| k a ra to p ra k , {ağız} Verimli, bitek toprak. yapmak, karadan gelecek düşman saldırısına karşı
[DS]|| k a ra to rb alı, {ağız} 1. İşçi. 2. Usta. [DS]|| koym ak üzere oluşturduğu askerî giiç.\\ k a ra m el
k a ra tre n , Tren.\\ k a ra tu m a n , {ağız} Kadınların iş tem i, Yaz geceleri, karadan denize doğru esen h a fif
yaparken giydikleri şalvar; bol pantolon. [DS]|| k a serin rüzgâr. || k a ra m ili, 1609 m. uzunluğundaki
ra yağ, {eT} Neft; petrol. [DLT]|| k a ra y ağ ız 1, 1. ölçü birimi. || k a ra p a n p u ru (vapuru), {ağız} Tren.
Siyaha yakın koyu esmer. 2. Sağlıklı; gürbüz; güç- [DS]|| k a ra plato su , K ıtalar kenarındaki, derinliği
lü.|| k a ra yağız2, {ağız} İri ağızlı, siyahımsı, başı 200 m 'ye kadar olan deniz bölgesi.\\ k a ra resm i,
biiyük bir çeşit çoban köpeği. [DS]|| k a ra yak m a, {OsT} tar. Gümrüklerin bulunduğu limanlardan
{ağız} Şarbon. [DS]|| k a ra y an d ak , {ağız} Tarla ve karaya çıkan gezgin ve tüccarlardan alman karaya
ormanlarda biten, kalın kökler salan, dikenli bir çıkış vergiyi. || k a ra sığırı, {OsT} Karada gezen,
ağaç. [DS]|| k a ra yanı, {ağız} Şarbon. [DS]|| k a ra suya girmeyen sığır; kara sığır.\\ k a ra sın d u tm a k ,
yanık, {ağız} 1. Özellikle danalarda görülen bir {OsT} Yasını tutmak.|| k a ra su ları, huk. B ir devle
sığır hastalığı, 2. insan vücudunda kabarcıklar hâ tin, deniz kıyıları boyunca kendi güvenliği açısın
linde beliren bir hastalık. 3. Çok susamış kimse. 4. dan, egemenliği altında bulundurduğu belli geniş
Ağaçlarda, sebzelerde çok sıcaktan oluşan yanık likteki su kesimi.|| k a ra u ğ ru su , {OsT} 1. Gece hır
lık. [DS]|| k a ra yanız, {ağız} (Kişi için) esmer yüz sızı. 2. Serseri.|| k a ra v a p u ru , Tren.\ k a ra y a ayak
lü; kara yağız. [DS]|| k a ra y an u k , {ağız} 1. A z süt b asm ak , I. Deniz, g ö l vb.nden kıyıya çıkmak. 2.
verilmiş, cılız hayvan yavrusu. 2. Susuzluktan cılız D eniz taşıtından inerek karaya ç ık m a k || k a ra y a
kalmış bitki. [DS]|| k a ra y apı, {ağız} Çamur ve ker dü şm ek , (Denizde bulunan nesne için) akıntı veya
p içle yapılm ış bina. [DS]|| k a ra y ap ıld ak , {ağız} dalga ile kıyıya atılmak.\\ k a ra y a d ü şü rm e k , argo.
Başak tutmamış ekin. [DS]|| k a ra y ap m ak , {ağız} 1. B ir kimseyi hırpalamak.|| k a ra y a o tu rm ak , 1.
H ile yapm ak; düzen kurmak. 2. İşlediği bir suçu (Deniz taşıtı için) denizin sığ bölümünde dipteki
başkasına yüklemek. [DS]|| k a ra y a p ra k , {ağız} Bir kaya veya kum lara saplanıp kalmak. 2. argo. Tu
tür elma. [DS]|| k a ra yatdığ, {ağız} Tifo hastalığı. zağa düşmek; dolandırılmak,|| k a ra yas, {OsT} D e
[DS]|| k a ra y azı1, Kötü alınyazısı; kötü talih.|| k a ra rin matem.\\ k a ra y a v u rm a k , Denizden karaya
yazı2, {ağız} 1. H iç sürülmemiş tarla. 2. Ölüm. 3. atılmak.\\ k a ra y azd u , {OsT} Bahtı kara; talihsiz;
Üzüntü; sıkıntı. [DS]|| k a ra yel, K uzeybatıdan esen, kötülüklerden yakasım alamayan,|| k a ra yazulu,
soğuk ve çoğunlukla fırtın a şeklindeki rüzgâr. || k a {OsT} -*■ kara yazılu.|| k a ra yeli, Yaz geceleri, ka
r a yelin, {ağız} Koyunlarda meme üstünün şişmesi radan denize doğru esen yel. || k a ra y er, {eAT} Top
ile belirginleşen bir hastalık. [DS]|| k a ra yemiş, rak; yer; zem in.|| k a ra y ir, {OsT} -* kara yer.|| k a ra
{ağız} Kestane. [DS]|| k a ra y e r1, {ağız} 1. K ara yer; yohsul, {OsT} Ç okyoksul.\\ k a ra yolculuğu, Kara
toprağın altı. 2. Ölüm. 3. Mezar. 4. (İlenç için) ce taşıtlarıyla yapılan yolculuk, \\ k a ra yolu, Yerleşim
hennemin dibi. [DS]|| k a ra y er2, {ağız} Ova orta m erkezlerini karadan birbirine bağlayan, her türlü
sında ada gibi kalmış orman parçası. [DS]|| k a ra motorlu ve motorsuz taşıtlarla yayaların ulaşım
yeşil, {ağız} iy i kurumamış, kalitesiz tütün yaprağı. için kullandıkları yol.\\ k a ra y o su n la n , bot. Çiçek
[DS]|| k a ra yol, {ağız} 1. Ölüm. 2. Cehennemin dibi. siz bitkilerden, nem li yerlerde yetişen birleşim veya
[DS]|| k a ra yonca, {ağız} bot. Yabanî yonca, spor verme yoluyla üreyen p e k çok türleri bulunan
(Medicago luyulina). [DS]|| k a ra y ü lek y a p tırm a k , bitkiler familyası, (Bryophyta).\\ k a ra yosunu, bot.
{ağız} Kütleşmiş balta, keser gibi araçların ağızla Çayır ve ormanlarda yum uşak bir örtü oluşturan
rını keskinleştirmek için ateşte kızdırdıktan sonra çiçeksiz klorofilli bitki; temriye, (Chondrus crispus,
döverek inceltmek. [DS]|| k a ra y ü rek li, {ağız} K in Ceraria islandica).|| k a ra y u rt, {OsT} Ağaçsız,
ci. [DS]|| k a ra yüz, Utanılacak durum .|| k a ra yüz bahçesiz yer; bozkır.
lü, Suçlu; günahkâr; lekeli.|| k a ra zelve, {ağız} Gü k a ra 3, [kara] (kara:) {eT} sf. (H alk için) sıradan;
reşte kol bastı denilen bir oyun. [DS] alelade; avam. [ETY] [Gabain] [Tekin] S 1 k a ra halk,
k a r a 2, [Ar. kârra5 s-jU ? / T. kara] is. Yeryüzünün de {OsT} Halk; avam .|| k a ra işçi, {ağız} Gündelikçi;
nizler dışında kalan toprak bölümü; toprak, S k a vasıfsız işçi. [DS]|| k a ra k u lak , {ağız} 1. Casus. 2.
ra d a ölüm olm am ak, Herhangi bir sıkıntı ile kar Ulak. [DS]|| k a ra k u llu k , {ağız} Gündelikçi; işçi.
şılaşma imkânı olmamak.\\ k a ra iklim i, coğ. Gece [DS]11 k a ra k u llu k çu , 1. -*{ağız} kara kulluk. [DS]
ile giindiiz, yaz ile kış arasında sıcaklık fa rk ı çok. 2. {OsT} tar. Yeniçeri ocağı ortalarında konukların
i n « e s o ı . 2413 KAR
ayakkabılarım temizlemek, yem ek yapm ak gibi iş karabasan, [kara+bas-an] is. 1. Çok sıkıntılı ve
leri gören er.|| kara kuyruk, {ağız} İm ece ile çalı korkulu rüya; kâbus. 2. Bir kimsenin içinde bulun
şan işçilerden en arkadaki. [DS] duğu sıkıntılarla dolu ve karmaşık ruh hâli. 3. {ağız}
Doğum sonrasında gelen ateşli hastalık. [DS]
kara4, [eT. karak (haydutluk) ojli] {ağız} is. 1. Suç. 2.
karabaşına, [kara+bas-ma] {ağız} is. -*■ karabasan.
İftira; leke. [DS] 3. {OsT} Ayıp. 4. Yüz kızartıcı du
[DS]
rum da olan; lekeli.
karabasmak, [kara+bas-mak] {ağız} gçsz. f. [-ar] 1.
kara5, [kara] {ağız} is. Gece bekçisi; jandarm a. [DS] Kâbus görmek. 2. Ateşlenmek. [DS]
karaağaç, -cı [kara+ağaç] is. bot. Bakışımsız sık karabaş1, [eT. kara+baş] is. 1. {eT} Gerdek gecesi
yapraklı, sulak ve derin topraklı alçak yerlerde ye gelinle beraber gönderilen hizmetçi; sağdıç kadm.
tişen, sert ve esnek kerestesi suya ve neme daya [DLT] 2. {eT} Kul; köle; karavaş; cariye. [EUTS]
nıklı bir orman ağacı, (Ulmus). [Yüknekî] 3. Eskiden cariyelere verilen isim. 4. Ev
karaağaçgiller, [kara+ağaç-gil-ler] is. bot. Başlıca lenmesi mümkün olmayan Hristiyan din adamı;
örneği karaağaç ve çitlem bik olan, yapraklarını her rahip; keşiş. 5. {ağız} Papazlıkla başpapazlık ara
yıl döken, iki çenekli, taçsız çiçekleri yaprakların sında b ir rütbe. [DS] 6. Hiç evlenmemiş veya ev
dan önce çıkarı orman ağaçları familyası, (Ulma- lenmeyi düşünmeyen erkek; müzm in bekâr.
ceae). karabaş2, [kara+baş] {ağız} is. 1. Çoban köpeği. [DS]
karaardıç, -cı [kara+ardıç] is. bot. Güney A vrupa’da 2. Başı tam amen siyah at.
yetişen 3 metre boyunda dik gövdeli, pütürlü ve karabaş3, [kara+baş] is. 1. bot. K ışa dayanıklı bir
kırmızımsı kabuklu ağaççık hâlinde bir tür ardıç, sert buğday çeşidi. 2. -*■ karabaş otu. S karabaş
(Jııniperus sabina). otu, {ağız} 1. bot. Ballıbabagillerden, karabaş yağı
karaasma, [kara+as-ma] is. bot. Çorak yerlerde ye çıkarılan, çiçekleri mavi başakçıklar durumunda
tişen çoğunlukla kameriye yapm ak için kullanılan ıtırlı bir bitki; keşiş otu; yalancı lavanta çiçeği,
çok yıllık, sarılıcı bir bitki; loğusa çiçeği; loğusa (Lavendula stoechas). 2. Lavanta çiçeği, (Lavan
otu; zeravent, (Aristolochia sipho, A. clematitis); dula angustifolia). [DS]|| karabaş yağı, Lavanta
{OsT} (aynı). dan çıkarılan ve halk hekimliğinde kullanılan ıtırlı
karaayak, -ğı [lcara+ayak JjU Iy] {OsT} is. zool. Bir bir yağ. [DS]
tür doğan. karabaş4, [kara+baş] {ağız} is. 1. B ir hücreli özel bir
karabacak1, [kara+bacak] is. bot. 1. N em li yerlerde asalağın hindi karaciğerine yerleşerek yaptığı has
yetişen adiantum ve asplenium cinsinden pek çok talık. 2. M ısırlarda görülen bir mantar. [DS]
eğrelti otunun ortak adı. 2. Islak kayalık ve kuyu karabaş5, [kara+baş] {ağız} is. zool. Çitlem bik kuşu.
ağzı gibi yerlerde yetişen, yaprak ve loplarının sap [DS]
ları siyah r^cıkte, acı bir tadı ve özel bir kokusu bu karabaş6, [kara+baş] {ağız} sf. İçi boş; çürük. [DS]
lunan, h ; h e k i m l i ğ i n d e göğüs yumuşatıcı şurup karabatak1, -ğı [kara+bat-ak] is. müz. Türk m usiki
yapım ında kullanılan çok yıllık otsu bir bitki; bal- sinde saz eserlerinin özel bir şekli
dırıkara; karabaldır; venüs saçı, (Adiantum capil- karabatak2, -ğı [kara+bat-ak] is. zool. K arabatakgil
lus-veneris). lerden, balıklarla beslenen, uzun ve sivri gagalı,
karabacak2, -ğı [kara+bacak] is. 1. Pancar, patates, orta boylu, siyah tüylü, perde ayaklı bir su kuşu,
lahana, bezelye fidelerine yerleşerek fıdelerin ölü (Phalacrocorax). S karabatak gibi, (Kişi için) bir
müne veya cılız kalm asına sebep olan bir tür asklı görünüp bir kaybolan.
mantar. 2. Bu m antarın sebep olduğu hastalık, karabatakgiller, [kara+bat-ak-gil-ler] is. zool. Ley
karabakal, [kara+bakal] is. zool. Karatavukgiller leksilerden, ılıman deniz ve ırmak sularında yaşa
den, siyah renkli bir ardıç kuşu, (Turduspilaris). yan, perde ayaklı karabatak gibi kuşları kapsayan
karabaldır, [kara+baldır] is. bot. -*■ karabacak, (Adi familya, (Phalacrocoradicae).
antum capillus-Veneris). karabe, [Ar. karâbe 4jIy] (kara:be) {OsT} is. 1. B ü
karabahk, -ğı [kara+balık] is. zool. 1. D icle ve Fı yük testi; kırba. 2. Büyük şişe,
rat’ta yaşayan, su dışında da soluk alabilen bir tür
karabet, [Ar. kurb > karâbet o j'y ] (kara:bet) {OsT}
yayın balığı, (Clarias lazera). 2. Eğirdir gölünde
yaşayan bir balık; tatlı su kayası; eğrez. 3. Sazan is. 1. Akrabalık; yakınlık; hısımlık. 2. O rtak ilişki
gillerden tatlı sularda yaşayan 0-30 cm. kadar u- lerin ve niteliklerin bulunması durumu; yakınlık. S'
zunlukta bir tür balık, (Vimba vimba). karâbet-i eb, {OsT} Yalnız baba tarafından gelen
karaballık, -ğı [kara+bal-lık] is. bot. 1. Kimi böcek akrabalık.\\ karâbet-i gayr-i vilâd, {OsT} Ana, ba
lerin çıkardığı tatlı yapışkan maddeye yapışarak ba ve çocuğun birbirlerine göre akrabalıklarının
kara bir renk alan mantar. 2. Bu m antarın yol açtığı dışında kalan kan bağı.|| karâbet-i nesebiye, {OsT}
bitkisel hastalık. A ynı soydan gelme yoluyla oluşan asıl akrabalık.\\
KAR ı m r a b ü K • 2414.
karâbet-i sıhriye, {OsT} Evlenme, kız alıp verme kas kitlesi. [DS] 3. {ağız} Devenin dizinin iç tarafı.
yoluyla doğan akrabalık.\\ karâbet-i vilâd, {OsT} [DS] S1 karaca kemiği, Üst kol kemiği; kol kemi-
Ana, baba ile çocuklar, büyük anne, büyük baba ile ği. || karaca et, Üst kol kası. || karaca kemiği, Üst
torunlar arasındaki akrabalık. kol kemiği.
karabiber, [kara+biber] is. 1. bot. Karabibergiller karaca3, [kara-ca }■] (ka ra ’ca) sf. 1. Rengi biraz
den, sıcak bölgelerde yetişen, kısa boylu, tırmanıcı, kara olan; esmer. 2. is. Gizli rastık denilen bir tür
üzümsü meyveli bir bitkilerin genel adı, (Piper buğday hastalığı, {ağız} (aynı) [DS] 3. {ağız} M ürek
nigra, betle, longum vb.). 2. Bu ağaçların bahar o- kep. [DS] 4. Siyah yuvarlak taneli ekşi bir üzüm. 5.
larak kullanılan meyvesi. 3. mecaz. Ufak tefek, se {OsT} B ir göz hastalığı.fi1 karaca balığı, zool. Bir
vim li esm er kimse, tür Mersin balığı, (Acipenser guldenstadtii),\\ ka
karabibergiller, [kara+biber-gil-ler] is. bot. Tropik raca d a n sı, bot. Buğdaygillerden hayvanlara yem
bölgelerde yetişen, üst yumurtalıklı ve taçsız çiçek olarak ekilen, bir y ıllık bir tür darı; darıca; darı-
li iki çenekli bitkiler familyası, (Priperaceae). can, (Panicum milliaceum),\\ karaca karga, {OsT}
karabin, [Ar. kurbân > karâbîn J>] (kara:bi:n) zool. K ara karga. || karaca koğuk, {ağız} Sakız otu;
{OsT} is. Adak, bağlılık ve şükran belirtisi olarak sakızlık; çengel sakızı, (Chondrilla juncea). [DS]||
Allah adına kesilen hayvanlar; kurbanlar, karaca kuruca gönlüm e görece, Başkaları tara
karabina, [İr. carabina] (karabi’na) is. Çoğunlukla fın d a n beğenilmeyen birinden hoşlanılıp beğenildi
namlusu yivli, kısa ve hafif tüfek tipi, ğini ifade için kullanılır. || karaca renkli, Boz; sa
rımsı kahverengi.|| karaca yer, {OsT} Yüreğin orta
karabinyer, [İt. carabinier] is. İtalyan jandarm aları
sı; yüreğin içi; gönül.
na verilen isim,
karaca4, [kara-ca] {ağız} is. 1. Soğanın çiçekten son
karaboğa, [kara + boğa] is. Erkek bizon,
raki tohumu. 2. Çörek otu; karaca ot. 3. Karamuk
karaboğaz, [kara + boğaz] is. 1. Erkek serçe. 2.
otu. [DS] S karaca ot, {eAT} bot. Çörek otu.
{ağız} B ir tür soğan. [DS]
karaca5, [kangıra > hara (nereye) > hara-ca] (ka ’ra
karaboya, [kara + boya] is. kim. Sülfürik asit,
ca) {ağız} zf. Boşuna; sebepsiz; yok yere. [DS]
karaböce, [kara+böce °y] {OsT} is. Domuzlan. karaca6, [Moğ. karagül > kara-ca] {ağız} is. Jandar
karabuğday, [kara+buğday] is. bot. Nemli ve ılıman ma. [DS]
bölgelerde, nişastaca zengin taneleri için yetiştiri karaca7, [kara-ca] {ağız} is. Pekmez yapmaya uygun,
len, dik ve düğümlü gövdeli, çiçekleri taçsız, mey küçük siyah taneli, kokulu, bir tür üzüm. [DS]
vesi kapçık biçiminde bir yıllık otsu iki tür bitki, karacacık, -ğı [kara-ca-cık] {ağız} is. Pazı yaprağı
(Fagopyrum esculantum, F. tataricum). kurusu. [DS]
karabuğdaygiller, [kara+buğday-gil-ler] is. bot. karacak, -ğı [kara-ca-k] {ağız} is. Ağacın kurum aya
Kuzukulağı, karabaşak, karabuğday, ravent gibi başlamış dallan. [DS]
bitkileri kapsayan üst yumurtalıklı taçsız çiçekli,
karacanavar, [kara+canavar «J ] {OsT} is. zool.
iki çenekli bitkiler familyası, (Polygonaceae)
Domuz.
karabulak, -ğı [kara+bula-k ojî] {OsT} is. zool.
karacanavarı, [kara+canavar-ı ı_Sj_yW- °_£] {OsT} is.
-*■ karabatak.
zool. Domuz,
karaburçak, -ğı [kara+bur-çak] is. bot. Baklagiller
den, hayvan yemi ve gübre olarak kullanılan bir karacaot, [kara-ca+ot o_»l ^ -y ] is. bot. 1. Yabani o-
yıllık bitki; küşne, (Ervum ervilla). larak yetiştiği gibi ekimi de yapılarak yetiştirilen,
karaburga, [kara+bur-ga / poyra ?] {ağız} is. Değir mavi çiçekli, siyah tohum ları ekmek, pide ve çö
m en kuyusunun alt ağzına takılan büyük ağaç boru. reklerin üzerine hoş koku verm ek için ekilen, to
[DS] hum larından çörek otu yağı çıkarılan 5 cm. kadar
karabüzeyden, [kara+büzey-den ?] {ağız} is. Ağda boylu, otsu bir yıllık bitki; çörek otu, (Nigella
laşmış üzüm pekmezi. [DS] sativa). 2. Y eşilim trak beyaz çiçekli, çok yıllık,
karaca1, [kara-ca] is. zool. Geyikgillerden, A vrupa kökü hayvan hastalıklarında kullanılan çöpleme
ve A sya’da yaşayan, kısa ve çatal boynuzlu, güzel türü bir bitki, (Helleborus niger).
görünüşlü, geviş getiren, ot, çalı, meyve ve meşe karacasu, [kara-ca+su] {ağız} is. Dere kıyılarındaki
palam udu ile beslenen bir yaban hayvanı, (Cepre- soğuk kaynak suyu. [DS]
olus capreolus). S karaca derisi, Karacanın p o s karacayaz, [kara-ca+yaz] {ağız} is. İlkbahar. [DS]
tu. karacı1, [kara'-cı] {OsT} sf. B ir kim seye işlemediği
k a ra c a 2, \eT. kan (dirsek-omuz arası) > kan-ca [E- bir suçu yükleyen; kara çalan; iftira eden; iftiracı;
REN] > karaca ^rj>] is. 1. Kolun dirsekle omuz ara müfteri.
sında kalan kısmı; üst kol. 2. {OsT} {ağız} Koldaki karacı2, [kara2-cı] sf. (Subay, astsubay ve er için)
İIlIİİIC tS Ö M li^ s KAR
kara kuvvetlerinde görev yapan; kara kuvvetlerine dedikoduculuk, fitn ecilik gibi her türlü kötülüğü
mensup. yapm aktan çekinmeyen.
karacı3, [eT. karâ-çı (dilenci)] is. 1. Gelecek hakkın karaçalılık, -ğı [kara+çalı-lık] is. 1. Karaçalısı çok
da kehanette bulunan kimse; falcı, {OsT} (aynı) 3. olan yer. 2. mecaz. İnsanlar arasım bozm a durumu;
{OsT} {ağız} Çingene. [DS] 3. {OsT} {ağız} Haydut; çekememezlik.
şaki; yağmacı. [DS] 4. {OsT} Gözetleyici; gözcü, karaçaltı, [kara+çalı] {ağız} is. -*■ karaçalı. [DS]
karacık, -ğı [kara-cık] {ağız} is. Buğday tarlalarında karaçam 1, [kara + çam] is. bot. Kışın yapraklarını
biten yuvarlak, kara tohum lu bir bitki; karamuk. dökmeyen, reçine ve kereste elde edilen çam ağa
[DS] cının yüksek yaylalarda yetişen bir türü, (Pinus
karacılık1, -ğı [karacı *-lık] is. Karacı olm a durumu; nigra).
iftiracılık; müfterilik; iftira. karaçam2, [kara+çam] {ağız} is. Baklagillerden, sarı
karacılık2, -ğı [karacı2-lık] is. as. K ara kuvvetlerine çiçekli bir bitki. [DS]
mensup olma durumu. karaçam3, [kara+çam] {ağız} is. G üneybatıdan esen
karacılık3, -ğı [karacı3-lılc] {ağız} is. 1. Falcılık. 2. soğuk rüzgâr. [DS]
Dilencilik. 3. Haydutluk. S 1 karacılık yapmak, karaçanak, -ğı [kara+çanak] {ağız} is. Cimri, görgü
{ağız} O yunbozanlık etmek; m ızıkçılık yapmak. [DS] süz, düzensiz. [DS]
karaciğer, [kara+ciğer] iz. 1. anat. Karın boşluğunun karaçav, [kara+çağ] {ağız} is. 1. Ekin saplarını taşır
sağında, sağ geğreği tam am en kaplayan, öd salgı ken kağnı ya da arabalarda okla köpler arasına k o
layan, kandaki şekeri ayarlayan, gerektiğinde şeke nulan parmaklık. 2. Y üksek çardak. 3. Duvarcı is
ri glikojene çevirerek depolayan veya ihtiyaç hâ kelesi. 4. Yıkılacak duvara yapılan destek. [DS] 5.
linde glikoza çevirerek kana veren, hem dış hem de {OsT} Duvarcı iskelesi.
iç salgılan bulunan, ölü kan hücrelerini parçalaya Karaçayca, [lcara+çay-ca] is. Kuzey K afkasya’da
rak yenileyen, zehirlenm eyi önleyen, yağ asitlerini yaşayan K araçaylann konuştuğu bir Türk lehçesi,
doyumsuz hâle getiren, açık kahverengi en büyük karaçayır, [kara+çay-ır] is. 1. Buğdaygillerden, ta
iç organ. 2. Kasaplık hayvanların karaciğerlerinden hıllar arasında yetişerek ekinlere zarar veren, yeşil
yapılan her türlü yemek. 3. {OsT} s f (At için) yüğ alan oluşturm ak için park ve bahçelere ekilen çayır
rük; idmanlı, bitkisi, (Lolium). 2. Geniş alanları kaplayan çim
karacot, [karaca+ot] {ağız} is. -*• karacaot. [DS] örtüsü.
karacuh, [kara-cuk / karacuh] {ağız} is. O t tohumu. karaçı, [lcarâ-çî / kara-çu ^ IJ>] (kara:çı:) is. 1. {eT}
[DS] {OsT} Kapıları dolaşan dilenci. [DLT] 2. {OsT} Y ağ
karacuka, [kara+cuk-a] {ağız} is. Karatavuk kuşu. macı. 3. {OsT} Çingene. 4. {OsT} İftiracı. 5. {OsT}
[DS] Falcı.
karacüccem, [kara+cüccem / cücen] {ağız} is. -* ka karaçığa, [kara+çığ-a] {ağız} is. Atmaca. [DS]
racaot. [DS] karaçi, [eT. karâ-çı (dilenci)] {ağız} is. Çingene. [DS]
karacüllen, [kara+cüllen] {ağız} is. O lta boylu esm er Karadağlı, [kara+dağ-lı] (kara’dağlı) sf. Karadağ
erkek. [DS] halkından olan (kişi),
karaçağ, [kara+çağ] {ağız} is. -* karaçav. [DS] karadağh, [kara+dağ-lı] is. Bir tür toplu tabanca,
karaçağı, [kara+çağ-ı] {ağız} is. Beşik. [DS] karadamak, [kara+damak] {ağız} sf. 1. Sürekli ile
karaçağın, [kara+çağ-ın] {ağız} is. K ağnıda boyun nen. 2. K ötü konuşan. [DS]
durukla kağnı arasındaki uzun ağaç. [DS] karadavu, [kara + Ar. da'vi] {ağız} is. Ekin hastalığı;
karaçalgı, [kara+çal-gı] {ağız} is. İftira. [DS] rastık. [DS]
karaçalı, [kara+çalı] is. 1. H ünnapgillerden Avrupa karadı, [lcara-dı] {ağız} is. Çok bulunduğu için satışı
ve A sya’da yetişen, oval gövdeli, gövde ve dalları az olan şey. [DS]
dikenli, çiçekleri toplu şemsiye biçiminde yeşil, çit karadul, [kara+dul] is. zool. Soktuğu zam an büyük
yapmakta kullanılan çalı, (Paliurus spinosa / P. bir ağrı ve acı veren, iri, siyah bir tür örümcek,
spina-christi). {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Böğürtlen. (Latrodectus mactans).
[DS] 3. {ağız} Engel. [DS] 4. mecaz. İnsanlar arasına karadut, [kara+dut] is. bot. M eyvesinin rengi koyu
girerek aralarını açmaya, bozm aya çalışan kötü n i kırmızı olan bir dut türü, (Morus nigra).
yetli kimse. 5. {ağız} Uğursuz. [DS] S1 karaçalı de karadüzen, [kara+düz-en ojj* oy] {OsT} is. müz. Üç
liği, {ağız} K erpiç duvarlarda iskele kurm ak için telli tambura.
açılan delik. [DS]|| karaçalı gibi, İnsanlar arasın
karaeşkin, [kara+eş-kin] {ağız} is. Bir at yürüyüşü.
daki dostluk sevgi ve bağlılık hislerini çekem eye [DS]
rek aralarım açmaya çalışan kötü niyetli kimse için karaf1, [İt. caraffa / Ar. ğarrâf > Fr. carafe] is. Su
kullanılan benzetme. || karaçalısı elinde, (Kişi için) kepçesi.
KAR Ö I Ü M I Ü M M İ.^ a
k a ra f2, [? karaf] {ağız} is. 1. Raf. 2. Bahçede ayrılmış cm ’ye kadar ulaşan, beyaz etli bir kemikli balık,
bölümlerden her biri; evlek. [DS] S k a r a f k araf, (Sargııs sargus)
{ağız} Küm e küme. [DS] k arag ö z3, [kara+göz] is. bot. Giilgillerden, Batı ve
k arafa, [Fr. carafe] is. -*■ karaf1. Orta Anadolu dağlarında yetişen, iki metre boyun
k arafak i, [Yun. karafaki (karafçık)] is. Uzun boyun da kışın yaprak döken, dikensiz, küçük ve beyaz
lu, kulpsuz, küçük rakı sürahisi; karafa. çiçekli, meyveleri küçük bir elm a görünümünde,
k a ra fa tm a , [kara+fatma] is. zool. K ın kanatlılardan, önce kırmızı sonra siyahlaşan, tatlı lezzetli bir a-
böcek, kurtçuk ve süm üklüböceklerle beslenen, ğaç, (A m elanchierparviflora).
tarıma yararlı, parlak siyah renkli böcek, (Ca- k arag ö z4, [kara+göz] is. zool. Orta Karadeniz bölge
rabııs). sinde yetiştirilen, vücut beyaz, baş, ağız, burun ve
karafe, [Fr. canape] {ağız} is. Kanepe; sedir. [DS] göz çevresi siyah, başı hotozlu karayaka koyun ır
karafu l, [? karaful] {ağız} is. Yüksek tepelerin eteği. kının bir tipi.
[DS] k a ra g ö z 5, [kara+göz] {ağız} is. 1. Ebegümeci. 2.
Börülce. 3. Fasulye. 4. Başı kara bir tür buğday. 5.
karafüliye, [Ar. karanful > karanfüliyye j - ü J ] {Os T}
Hindiba. [DS]
is. bot. Karanfilgiller.
k a ra g ö z 6, [kara+göz] {ağız} is. 1. Çok yağmur yü
k a ra g 1, [karâ-k] (kara:g) {eT} is.-* karak '. [ETY]
zünden tarlalarda oluşan içi su dolu çöküntüler. 2.
[EUTS]
Su yolundan çıkan su; patlak. [DS]
k a ra g 2, [karâğ / kargüy] (kara:ğ) {eT} is. Dağ tepele
k a ra g ö z 7, [kara+göz] {ağız} is. Kilim dokumalarında
rinde düşmanı haber vermek için yapılan ateş kule
kenar süsü olarak kullanılan bir tür motif. [DS]
leri. [Clauson]
K arag özcü , [kara+göz-cü] is. 1. Karagöz oyununu
k a ra g a n 1, [kara-gan] {ağız} is. 1. Toprak çanak. 2.
oynatan kimse; hayalî; hayalci. 2. Karagöz oyu
Pırnal ağacının odunu. [DS]
nunda kullanılan figürleri yapan ve satan kimse.
k a ra g a n 2, [kara-gan] {ağız} is. Yaprakları yapışkan,
K arag ö zcü lü k , -ğü [kara+göz-cü-lilk] is. Karagöz
bodur bir bitki; pamuk otu, (Cistus creticus). [DS]
cünün işi ve mesleği,
5 1 k ara g a n biciği, {ağız} Karagan denilen bitkinin
karagözlem ek, [karagöz-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(ü)-
yenilen kırmızı, beyazlı çiçekleri. [DS]
yo r] Bir ağacın dallarını yukarıdan aşağı doğru bu
k a ra g a t, [? karağatc~ily] {OsT} is. Havlıcan, damak.
k arag az, [kara+gaz] {ağız} is. Kandil. [DS] K arag ö zlü k , -ğü [kara+göz-lük] is. Alay konusu
karag eç, [kara+ağaç] {ağız} is. -*■ karaağaç. [DS] olabilecek gülünç bir durum yaratma; maskaralık;
k ara g e v re k , -ği [kara+gev-re-k] is. bot, Orta Anado soytarılık. S K a rag ö z lü k etm ek, Eğlendirici ve
lu ’da yetiştirilen, taneleri oval ve büyüklüğü eşit, güldürücü davranışlarda bulunmak; maskaralık
orta sıklıkta salkımı konik, kalın kabuklu, etli sof yapm ak; soytarılık etmek.
ralık bir siyah üzüm çeşidi, k a ra g u , [kara > karâ-ğü-nl / karâ-ğü] (kara:gu:) {eT}
k a ra g ır, [kara+lcır] {ağız} is. Yağız at. [DS] sf. 1. Siyah; kara. [EUTS] [Gabain] 2. Kör. [DLT] 3.
k a ra g ire n , [kara+giren] {ağız} is. 1. Sulu sepken. 2. Zac denilen siyah boya. [DLT]
Nemli ve kapalı hava. [DS] k arag ü l, [Moğ. karagül / karavul] {eT} is. Bekçi;
k arag ö b ek , -ği [kara+göbek] is. Tütün yapraklarının müfreze; posta; keşif kolu. [Nevâyî]
orta dam ar çevresinde görülen çürüklük, k a rag u n ı, [kara > karâ-ğü-nî / kara+kün-i] (ka-
k arag ö ğ n ü k , -ğü [kara+göğnük] {ağız} is. Soğuğa ve ra:gu:nı:) {eT} is. A kşamleyin çocukların oynadığı
sıcağa dayanıklı insan. [DS] bir oyun. [DLT]
k arag ö t, [kara+göt] is. zool. Boz ördek, (Anas stre- k a ra g u ra , [kara + kora] {ağız} is. Karabasan; kâbus.
pera). [DS]
K a ra g ö z 1, [kara+göz] is. 1. Derisinden kesilm iş ve k a ra g u rm a k , [karâ-ğur-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Ka
boyanmış insan figürleri ile bir perde üzerine gölge rartmak. [KB]
düşürm ek suretiyle oynatılan bir tür Türk gölge k a ra g ü l, [Karakul (Ö zbekistan’da kent) > karagül]
oyunu. 2. Oyuna adını veren ve oyunun iki eksen is. 1. Kuzuları doğduğunda lüleli tüyleri olan bir
oyuncusundan halk görüşünü ve duyuşunu yansı koyun ırkı. 2. Bu koyun postundan yapılmış kürk;
tan, dürüst, iyiliksever ve iyimser, yoksul, çalışkan astragan.
tip. 0 k arag ö z o ynatm ak , A lay konusu olabilecek, k arag ü lle, [kara+gülle] {ağız} is. Buğday tarlalarında
güldürücü ve eğlendirici bir durum yaratmak. biten yuvarlak, kara tohum lu bir bitki; karamuk.
k arag ö z2, [Yun. kaçikoros] is. zool. Pullarla örtülü [DS]
vücudu yanlardan yassı, sırtı mavimsi kurşuni, boz k a ra ğ a n , [kara-ğan] {ağız} is. bot. 1. Fırça gibi kulla
renkli, denizlerin dört yüz metre derinliklere kadar nılan sert tüylü bir bitki; fesçi tarağı; çoban tarağı,
diplerine yakın kesimlerinde yaşayan boyu 40 (Dipsacus laciniatus). 2. Yapışkan ve kokulu bir
o r a m l a » 1 .2 4 1 7 KAR
yaprağı olan dikensiz bir bitki; pam uk otu, (Cistis olarak yetiştirilen, yeşil ve kırmızı yapraklı, boya
creticus). [DS] ve cila yapım ında kurutucu olarak kullanılan bir
k a ra ğ ı1, [kara-ğu (kör) > kara-ğı] is. Gece körlüğü; sıvı çıkarılan, bir yıllık otsu bitki, (Perille nan-
tavukkarası. kinensis).
k a ra ğ ı2, [kar-ağı / kor-ağı {ağız} is. 1. k araiğ n e, [kara+iğne] is. zool. İğnesi olan bir karın
ca çeşidi.
Ateş karıştırm akta kullanılan ucu eğri demir çubuk.
2. {OsT} M eyve dallarını eğmekte kullanılan ucu K a ra im , [İbr. kârâ’im] is. 1. Yahudiliğin sözlü yasa
çengelli sırık. 3. {OsT} Cirit oyunlarında kullanılan larını reddederek sadece yazılı buyruklarını kabul
ucu eğri değnek; çevgen. 4. Bastonun eğri tarafı. 5. eden tarikat üyesi. 2. Hazarların bir kolu olup P o
Bahçelerde küçük hendekler açm akta kullanılan bir lonya ve K ırım ’da oturan, çoğunluğu Türk soyun
tarım aracı. 6. Fırın süpürgesi. [DS] dan bir Musevi topluluk; Karaylar.
k arağ ılık, -ğı [eT. karanu-luk] {ağız} is. Karanlık. K araim ce, [karaim-ce] (kara ’imce) is. Karaim Türk
[DS] lerinin konuştuğu, Kıpçakçanın bir kolu olup H azar
k arağ ım ak , [kara(k)-ı-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] Hava Türkçesi ve Bulgarca ile Farsça, Moğolca, Rusça
kararmak. [DS] etkisinde kalm ış bir Türk lehçesi; Karayca; K araim
karağ u , [karanu £ J] {OsT} tis. -*• karangu. Türkçesi.
k a ra h , [karah] {ağız} is. Bolluk; zenginlik; varlık. k a ra in , [Ar. karine > karâ’in J] (kara:i.n) {OsT} is.
[DS] İp uçlan; belirtiler; izler; emareler; karineler,
karah alile, [kara + Ar. haille aLU 0j s] {OsT} is. bot. k a ra isp a t, [kara+ispat ?] {ağız} is. Şubat ayının
Doğu H indistan’da yetişen terminalia adındaki bir soğuk yapan belirli günleri. [DS]
bitkinin olgunlaşm adan önce toplanarak kurutulan, k a r a k 1, [kara > kara-k / j ' J ] {eT} {eAT} is. 1.
halk hekim liğinde kullanılan, iğ biçimli siyah, sert,
Göz bebeği; gözün renkli yeri. [DLT] [EUTS]
kokusuz küçük meyveleri, (Fructus myrobalani).
[Gabain] 2. Bakış: nazar. [Gabain]
k a ra h a n , [kara-ğan] {ağız} is. 1. Fırça gibi kullanılan
k a ra k 2, [kara-mak > kara-k] is. 1. {eT} Haydutluk;
sert tüylü bir bitki. 2. Yaban karanfili. [DS]
yağma. [Clauson] 2. {ağız} Hırsız. [DS]
k a ra h a rm a n , [kara+harman] {ağız} is. Ekin başakla
rını ateşte üterek yapılan kavurga; firik. [DS] k a ra k 3, [Ar. karak ö J] {OsT} is. Hisar.
k a ra h a sp a , [kara+haşpa 0Jl“] {OsT} is. Ö ldü k a ra k 4, -ğı [Erme, ğabank ?] {ağız} is. 1. Kapı m an
rücü bir tür çıban, dalı. 2. Tahta pencere kapağı; kepenk. [DS]
k a ra k 5, -ğı [? karak] {ağız} is. Bademcik. [DS]
karah çı, [kara-k-çı > karah-çı {eAT} is. Y ağ
k a ra k 6, -ğı [? karak] {ağız} is. Geri kalma. [DS]
macı; yol kesen,
k a ra k 7, -ğı [kar > kar-ak] {ağız} is. Karda açılan ince
k arah in d ib a, [kara+hindiba] is. bot. B ileşik g iller
yol; iz. [DS]
den, uzun ve dişli yapraklı, sarı ve kömeç çiçekli,
k a ra k a , [karak-a ?] {ağız} sf. 1. En geride kalan; ba
yaprakları salata ve yem ek olarak yenilen çok yıllık
şarısız. 2. zf. En son; sonuncu. [DS]
otsu bitki, (Taraxacum / Taraxacum turcicum)
k a ra k a b a r, [kara+kabar] {ağız} is. A yak ve el par
k arah n i, [? karahni] {ağız} is. Oyuncu, hafif kadın.
[DS] maklarında çıkan bir tür çıban. [DS]
k a ra h u rm a , [kara+ Ar. hurma] is. bot. 1. A banozgil k a ra k a b a rc ık , -ğı [kara+kabar-cık] is. Koyunlardan
lerden, Kuzey A nadolu’da yetiştirilen, basit yap deri yoluyla insanlara bulaşan ve bulaştığı yerde
raklı, kırmızımsı veya yeşilimsi beyaz çiçekli, H in kara çıban meydana getiren bulaşıcı ve tehlikeli bir
distan kökenli, odunu halk hekim liğinde kullanılan, hastalık; şarbon; karayanık,
meyvelerinden reçel ve kak yapılan, on beş metre k a ra k a ç a n , [kara+kaç-an] is. 1. Eşeğe halk arasında
kadar boylanabilen b ir meyve ağacı; hurm a eriği, verilen isim. 2. Eskiden tulumbacılar arasında üç
(Diospyros lotus). 2. Bu ağacın, mavimsi m or renk takımı bulunan sandığa verilen isim. 3. Trakya ve
li yenilebilir meyvesi, B ulgaristan’da yetiştirilen bir koyun ırkı,
k araısırgan, [kara+ıs-ır-gan] is. bot. 1. Ballıbabagil k a ra k a d a , [kara+kada] {ağız} is. 1. D üzensiz iş. 2.
lerden, Avrupa ve Akdeniz çevresinde yetişen ve Kötü adam. [DS]
yirmi beş kadar türü bulunan, harabelerde ve taşlık k ara k a fe s, [kara+ Ar. kafes] is. bot. Sığırdiligiller-
alanlarda yetişen, pembemsi kırmızı çiçekleri idrar den, su kenarlarında yetişen, beyazımsı, sarı veya
artırıcı, sindirimi kolaylaştırıcı, kurt düşürücü ve menekşe m orunda çiçekler açan, halk hekim liğinde
âdet söktürücü olarak halk hekim liğinde kullanılan çiçekleri terletici ve idrar artırıcı olarak kullanılan
çok yıllık otsu bitki; yer pırasası; köpek otu, (Bol- yirmi kadar türü bulunan çok yıllık otsu bitki,
lota foetida). 2. Çin kökenli, bahçelerde süs bitkisi (Symphytum officinale).
KAR • 2418
K a ra k a lp a k ç a , [kara+kalpak-ça] is. Kıpçaklarm bir sem tin güvenliğini sağlam akla görevli jandarm a ve
kolu olan Karakalpaklarm konuştuğu Türk lehçesi, polis gibi güvenlik güçlerinin oturduğu, barındığı
k arak am ığ ı, [kara+kamuğ-u] {ağız} is. Halk. [DS] bina. 5. as. Düşman hakkında bilgi toplamak, düş
k a ra k a n , [kara > lcarâ-kân] (kara:ka:n) {eT} is. Dağ m anın hareketlerini izlemek ve olası bir saldırısını
ağaçlarından bir tür ağaç; karağan, (Robinia sibe- sabote etm ek gibi am açlarla bir yere sürekli olarak
riaca / caragana). [DLT] gönderilen birlik. S k a ra k o la celp etm ek, Bir
k a ra k a rg a , [kara+karga] is. zool. Kuzgun, (Corvus kim seyi bir sebeple karakola getirtmek; karakolda
corone). bulunmasını sağlamak.\\ k a ra k o la düşm ek, K av
ga, dövüş gibi sebeplerle güvenlik güçlerince kara
k ara k a v a k , -ğı [kara+kavak] is. bot. A sya kökenli,
kola götürülmek.\\ k a ra k o l gem isi, Karasularında
35 m. kadar boylu, koyu kabuklu, bir tür kavak,
güvenliği sağlam ak ve gözcülük yapm akla görevli
(Populus nigra).
küçük gemi.\\ k a ra k o l gezm ek, (Polis ve jandarm a
k a ra k a v ru k , -ğu [kara+karv(u)r-uk jj jj S oy] {OsT} için) güvenlik gerekçesiyle devriye gezmek.
is. bot. Hindiba, k a ra k o lh an e , [karakol + Far. hâne y » (kara-
k a ra k a v u k , -ğu [kara+kav(r)uk] {ağız} is. 1. bot. San
kolha:ne) {OsT} is. Polis karakol binası.
çiçekli, 50-100 cm. kadar boylu, kökünden çıkan
beyaz sütünden sakız elde edilen, taze yaprakları k a ra k o llu k , -ğu [karakol-luk] sf. K arakolu ilgilendi
ise çiğ olarak yenilen, iki veya çok yıllık otsu bitki; ren; karakolun baktığı. S k a ra k o llu k olm ak, K av
hindiba; güneyik; sakızlık, (Cchondrilla juncea). 2. ga veya dövüş sebebiyle karakola götürülmek; şid
Kuzukulağı. [DS] detli kavga etmek.
k ara k a v z a , [kara+kavza] is. bot. M aydanozgiller k arak o n c o la , [Yun. kalikantsaros] {ağız} is. Karakış.
[DS]
den, şemsiye biçiminde toplu çiçekli, tüysü parçalı
yaprakları sebze, kökleri de hayvan yemi olarak karak o n co lo s, [Yun. kalikantsaros (kötü bir cin)]
kullanılan aromalı çok yıllık otsu bitki; yaban ha (kara’koncolos) is. 1. Çocukları korkutm ak için uy
vucu; kara kök, (Pastinaca sativa). durulan hayalî yaratık; umacı. 2. mecaz. Çirkin ve
sevimsiz kimse.
k arak çe, [kara+akçe] {ağız} is. Bir yıllık muhtar
ücreti. [DS] k a ra k o ra , [kara+kura] {ağız} is. Kâbus. [DS]
k a ra k sız , [karak-sız] (karaksı:z) {eT} sf. Gözsüz.
k a ra k ç ı1, [karak-çı LS^ y ] /eT}{eAT} is. Haydut; yağ
[DLT]
macı; yankesici. [Clauson] [KB] k a ra k te r, [Yun. harassein (kazımak, oymak) > kha-
k a ra k ç ı2, [? karakçı] {ağız} is. Kadın başörtüsü. [DS] rakter (metale kazınmış işaret; damga; kimlik) >
k arak eçi, [kara+keçi] is. zool. Sazana benzer bir tür Fr. caractere] is. 1. B ir kim senin kişiliğini, duyuş
tatlı su balığı; bıyıklı balık, (Barbus fluviatilis). ve davranış biçimlerini oluşturan, tepkilerini belir
K arakeçili, [kara+keçi-li] is. Kayı boyunun da için leyen sürekli duygusal niteliklerin tümü; öz yapı;
de yer aldığı büyük bir Türkmen boyu; U lu Yörük seciye; ıra. 2. B ir kim senin yeteneği ile sergilediği
Türkleri. güçlü kişiliği; üstün manevi özellik. 3. Bir şeyi
k arak ılçık , -ğı [kara+kıl-çık] {ağız} is. bot. Siyah başlcalanndan ayıran tem el belirti ve nitelikler; bir
kılçıklı, sert taneli, soğuğa dayanıklı bir tür buğ nesnenin ayırıcı özelliği. 4. bsy. Bilgi ve verileri
day. [DS] işlemek, iletm ek amacıyla kullanılan her türlü uz
k a ra k la m a k , [karak-lâ-mak (karakla:mak) laşmalı sembol; harf. 5. ed. Bir edebî eserde yer
alan kişileri birbirinden ayıran özelliklerin tümü;
{eT} {OsT} gçl. f. [-r] Yol kesmek; haydutluk et
yazarın eserinde canlandırdığı özel tipteki kişi; e-
mek; soygun yapmak; yağmalamak. [Clauson]
serde duygu, tutku ve düşünceleri bakım ından ele
k a ra k lıg 1, [karak-lığ] {eT} sf. (Hayvan için) gözlü;
alm an kişi. 6. biy. Kalıtım yoluyla soydan geçen o
gözü olan. [DLT]
türün bireylerinin sahip olduğu biçim, renk, büyük
k arak lıg 2, [karak-lığ] {eT} sf. Haydutlu; eşkiyalı.
lük ve yapı gibi genden gene aktarılan özellikler. 7.
[Clauson]
biy. Canlı varlıkları birbirinden ayıran şekil ve öz
k arak lık , [karaklık] {eT} is. Güç; kuvvet; iktidar.
gülüklerin tümü. 8. Yazı işaretleri ile baskı şekille
[EUTS]
rinin tümü, t? k a ra k te r bozu k lu ğ u , psikol. K arak
k a ra k m a k , [karak-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] 1. Gözü
teri m eydana getiren bir veya daha çok unsurun
kararmak; net görememek. 2. Susamak. 3. Safra
bozularak aile, okul ve toplum hayatında bir uyum
kabarm ak; mide bulanmak. 4. Ses kısılmak. 5. N ef
suzluk ortaya çıkması durumu. || k a ra k te r dansı,
ret etmek. [DS]
B ir ülkenin folkloruna ait olan dans.\\ k a ra k te r
k arak o l, [Moğ. karâ-mak (gözlemek) > karagül /
n evrozu, psikol. Korku, takıntı gibi bilinen nevroz
karavul] is. 1. Gece bekçisi. 2. Sınır bekçisi. 3. Bir
belirtilerinin yerini karakter değişikliklerinin aldığı
yerin güvenliğini sağlamak amacıyla devriye gezen
her türlü güvenlik kuvveti. 4. Bir şehir, köy veya nevroz tipi.
l M i f M . 2 4 1 9 KAR
karakteristik, -ği [Fr. caracteristique] sf. 1. (Nitelik karakuş3, [kara + kuş] is. 1. zool. Kartal cinsinden
veya özellik için) bir kişi veya nesneyi ayırt etmeye siyah renkli yırtıcı kuşların genel adı. 2. {ağız} Sı
yarayan; ayırıcı; değerlendirilmeye veya üstünde ğırcık. [DS]
durulmaya değer; dikkat çekici. 2. mat. Bir loga karakuşi, [Karakuş (kanun tanımaz bir beyin adı) >
ritmada tam birimleri ifade eden bölüm. S karak karaküşı «jj] (karaku:şi:) {OsT} sf. Kanun, n i
teristik ışınım, fiz. ilk tepkimede tüketilen karbon-
zam ve mantık ölçülerine dayanmayan; keyfî,
12 çekirdeklerinin, sonuncu tepkimede yeniden ba
ğım sız kalmalarıyla oluşan çevrim. karalahana, [kara+lahana] is. bot. Koyu yeşil y ap
raklı bir tür lahana, (Brassica oleracea).
karakterize, [Fr. caracteriser] sf. Ayırıcı niteliği be
lirtilmiş; ayırt edilmiş. S karakterize etmek, A yı karalak, -ğı [kara-la-kj {ağız} sf. Çürük; kötü. [DS]
rıcı özelliğini ortaya koymak; ayırt etmek. karalam a1, [kara-la-ma] is. 1. Karalı hâle getirmek
karakterli, [karakter-li] sf. 1. Karakteri toplumca eylemi. 2. Çizip, bozmak eylemi. 3. El alışkanlığı
kazanm ak için yapılan yazı çalışmaları. 4. Taslak
istenilen nitelikte olan; karakteri sağlam olan; tu
hâlinde gelişigüzel yazılmış yazı; müsvedde. 5. B ir
tarlı. 2. (Belirtilen nitelikte) bir karaktere sahip o-
lan. kim seyi kötülemek için ona uydurm a suçlar yük
leme; iftira etme; kaı a çalma. S1 karalam a defteri,
karakteroloji, [Fr. caracterologie] is. K işisel karak
E l alıştırmaları yapılan defter. | karalama kâğıdı,
terleri ve bunların oluşmasıyla ilgili özellikleri ele
Üzerinde yazılacak yazı için el alıştırmaları y a p ı
alan bilim dalı; ıra bilimi,
lan kâğıt. || karalam a yazmak, 1. Bir yazının tasla
karaktersiz, [karakter-siz] sf. Karakteri ve ahlakı kö
ğını hazırlamak. 2. El alışkanlığı kazanm ak için
tü olan; ahlaksız,
tekrar tekrar yazmak.
karaktersizlik, -ği [karakter-siz-lik] is. Karakteri
karalam a2, [kara-la-ma] {ağız} is. Ölüm vb. bildiren
güvenilir olm ama durumu; ahlaksızlık,
yazılı kâğıt; kara haber. [DS]
karaku, [kara > karâ-ğü] (kara:gu:) {eT} sf. -*■ ka-
karalam ak1, [eT. kara > karâ-lâ-mak] gçl. f. [-rj [-
ragu. [Gabain]
l(ı)-yor] 1. Boya ya da kalem ile birtakım şekiller
karakucuk, -ğu [kara+kucak] {ağız} is. Güreşte, sa çizerek bir şeyi veya bir yeri kirletmek. {eT} (aynı)
rılma; kucaklama; tutuşma. [DS] [DLT] 2. {eT} Pislemek. [DLT] 3. Bir yazının üzerini
karakuça, [? karakuça] {ağız} is. Tek ayak üstünde çizerek geçersiz kılmak. 4. B ir yazının taslağım
yürüme. [DS] hazırlamak; müsvedde yazmak. 5. Yazıp çizmek. 6.
karakul1, [Karakul (Ö zbekistan’da kent) > karagül] {eT} {ağız} İtham etnıek; kötülemek. [Nevâyî] [DS] 7.
is. 1. K uzulan doğduğunda lüleli tüyleri olan bir mecaz. B ir kim seye kötülük etm ek için işlemediği
koyun ırkı. 2. Bu koyun postundan yapılmış kürk; bir suçu yüklemek; lekelemek; leke sürmek. 8.
astragan. (Horoz için) tavuğu aşmak.
karakul2, [kara+kul] {ağız} is. çoc. d. Umacı; öcü. karalam ak2, [kara-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] f-l(ı)-
[DS] yor] 1. Kesici araçların ağzını bilemek. 2. (Horoz
karakulak1, -ğı [kara+kulak y »jli] is. tar. 1. İm için) tavukla çiftleşmek. [DS]
paratorluk döneminde emir çavuşu; haberci; ulak. karalanma, [kara-la-ıı-ma] is. K ara sürülmek eyle
2. Bu görevde bulunanların oluşturduğu sınıfa veri mi.
len ad. 3. {OsT} Hafiye. karalanm ak, [kara-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. Boya ya
karakulak2, -ğı [kara+kulak] is. Özellikle Karadeniz da kalem ile birtakım şekiller çizilerek kirletilmek.
bölgesinde kullanılan siyah ve çatal saplı bir tür 2. (Yazı için) üzeri çizilerek geçersiz kılınmak. 3.
bıçak. (Yazı, resim vb. için) taslağı hazırlanmak; m üs
vedde hazırlanmak. 4. Yazılıp çizilmek. 5. mecaz.
karakulak3, -ğı [kara+kulak cjlij is. zool. K edi
(Onur, namus vb. için) işlemediği bir suç yüklen
gillerden, A frika’nın kuzeyi ile A sya’nın sıcak böl mek; lekelenmek; leke sürülmek,
gelerinde yaşayan, kulaklarının ucunda püskül b i
karalatma, [kara-la-t-ma] is. K aralam a eylemini
çiminde tüy demetleri bulunan, çakala benzer çevik
yaptırm a durumu,
bir yabani hayvan; vaşak; (Caracal melanotis).
{OsT} {ağız} (aynı) [DS] karalatmak, [kara-la-t-mak] gçl. f. [-ır] 1. Karalam a
işini bir başkasına yaptırmak. 2. Kara hâle gelm e
karakura, [kara + kura] {ağız} is. Kâbus; karabasan.
[DS] sine yol açmak. 3. mecaz. Onuruna leke sürdür
mek; iftira ettirmek,
karakuş1, [kara + kuş] (kara:kuş) {eT} is. 1. Deve
tabanmın uçları. [DLT] 2. zool. K ara kuş; tavşancıl. karalayış, [kara-la-y-ış] is. Karalama eylemi ve b i
[DLT] çimi.
karakuş2, [kara+kuş] is. A tların ayaklarında şişlikler karalcık, -ğı [kara-l-cık jA-J] {OsT} is. Karartı; göl
hâlinde beliren ve topallığa yol açan bir hastalık. ge.
KAR ö i e i ü i ç t m ı • 2420
karaldu, [kara-l-du jjJ y ] {eAT} is. Yığın; kütle, karama2, [kara-ma] {ağız} is. El açık durumda vuruş;
tokat. [DS]
karaleke, [kara+leke] is. Meyve ağaçlarının yaprak,
karamaç, -cı [karama+aş] {ağız} is. M ısır ekmeğini
dal ve meyvelerinde siyahımsı lekeler hâlinde beli
yağda kavurm ak suretiyle yapılan bir yiyecek. [DS]
ren mantar hastalıklarına verilen genel ad, (Ventıı-
ria inaequalis, V. pirina). karam ak1, [kara > karâ-mak] (kara:mak) {eT} gçsz.
f. [-r] Kararmak. [EUTS]
karaleylek, -ği [kara + Far. leklek] is. zool. Leylek
gillerden, kıvrık gagalı, tüyleri kara bir tür leylek; karam ak2, [Moğ. kara-mak] gçl. f. [-r] [-r(ı)-yor] 1.
çeltik kargası, (Cicconia nigra). {eT} Bakmak; bakış atmak. [EUTS] 2. Bakışları bir
yöne çevirmek; bakmak. 3. {ağız} İyi görm ek için
karalı1, [kara-lı] sf. 1. Üzerinde kara bulunan; siyah
dikkatle bakmak. [DS]
lı. 2. Kalemle üzeri çizilerek iptal edilmiş olan; ka
ralanmış olan. S karalı beyazlı, Üzerinde hem karam ak3, [kara-mak] {ağız} is. gçl. f. [-r] [-r(ı)-yor]
beyaz hem de siyah bulunan; aklı karalı. 1. B ir kim senin geçim ini sağlamak; bakmak. 2. Bir
kim seyi koruyup gözetmek. [DS]
karalı2, [kara-lı] {ağız} sf. 1. Yaslı; kaygılı. 2. Y oru
cu; can sıkıcı. 3. Kazançlı olmayan. [DS] S karalı karamak4, [karga (uğursuz) > karğa-m ak > kara
kâğıt, {ağız} Ölüm haberi bildiren belge. [DS] m ak ji\ gçl. fi [-r] [-(ı)-yor] 1. {OsT} Bir kimseyi
karalık1, -ğı [kara-lık] is. 1. Kara olma durumu. hor görmek; beğenmemek. 2. {OsT} {ağız} Bir kim
{eAT} (aynı) [DK] 2. Karaya çalan leke; kara leke. seyi kötü olarak tanıtmak; kötülemek; yermek; ka
karalık2, -ğı [kara-lık] {ağız} is. Raf. [DS] ralamak. [DS] 3. {OsT} Çekiştirmek.
karalık3, -ğı [kara-lık] {ağız} is. Önlük. [DS] karam ak5, [kar-mak > kar-a-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r]
[-r(ı)-yor] Dolup taşmak. [DS]
karalmak, [kara-l-mak jjiy] [-ır] [OsT. -ur] 1. {OsT}
karam ak6, [kar-mak > kar-a-mak] {ağız} gçl. f i [-r]
Kararmak. 2. {ağız} (Göz için) kararmak; net göre [-r(ı)-yor] Karıştırmak. [DS]
memek. [DS]
karam an1, [kara > kara-man] sf. 1. {eT} Çok kara. 2.
karaltı, [kara-r-malc > kara-r-tı / kara-l-tı ^ y ] is. 1 . (İnsan için) gözü pek, cesur. 3. Orta A nadolu’da
Işık yetersizliği ya da uzaklık sebebiyle ne olduğu, yetiştirilen iri kuyruklu ve yağlı bir koyun ırkı. S
kim olduğu kesin olarak belli olmayan görüntü; karaman evi, {OsT} K ara çadır; büyük ev.|[ Ka-
belli belirsiz koyu renkli şekil. 2. K araya çalar leke. ram an’ın koynu (göğsü), sonra çıkar oyunu.
3. Anahtar dilinin sapa dik olarak alman kesitinin (Karamanoğlu 2. M ehm ed Bey, Osmanlı toprakla
biçimi. 4. {ağız} Gölge. [DS] S. {ağız} Yapı. [DS] 6. rına yaptığı bir akında yakalanarak Çelebi
{ağız} İn. [DS] 7. {ağız} Yağmur, rüzgâr ve güneşten M ehm ed ’irı huzuruna getirilm iş ve bir daha Os-
koruyan yer; kuytu. [DS] 8. {ağız} Saklanılacak yer; manlı topraklarına akın yapm ayacağına dair söz
siper. [DS] 9. {ağız} Avlunun ön kısmı. [DD] 10. verm esi istenmiş; koynuna sakladığı güvercine eli
{ağız} Siyah bezden yapılan yeldirme. [DS] 11. ni bastırarak "Bu can bu tende durdukça Osmanlı
{ağız} Kara, yağmur bulutu. [DS] 12. {ağız} Sıkıntı. y a bir daha saldırm ayacağım ." diye söz vermiş;
[DS] 13. {ağız} Dikiş. [DD] 14, {ağız} M al mülk; dışarı çıkınca güvercini salıvermiş ve verdiği sözü
varlık. [DS] 15. {ağız} Ceset. [DD] 16. {ağız} M ani bozmuştur. Bu tutumundan kaynaklanan tekerleme)
fatura eşyası. [DD] 17. {ağız} Ev eşyalarının tümü. “Şu anda bir sorun y o k olsa da buna aldanma,
[DS] 18. {OsT} Kalıp; ceset, sonra kesin olarak birtakım sorunlar ortaya çıka
karaltılamak, [karal-tı-la-mak] {ağız} dönşl. f. [-r] caktır; işin aslı sonra m eydana çıkar. ” anlamında
[-l(ı)-yor] 1. (H ıyvan için) ürkm e belirtisi vermek. kullanılır.
2. g çl.f. K orum d:; saklamak. 3. Kıskanmak. [DS] karam an2, [Yun. karaman] is. dnz. Eskimiş tekne
karaltılmak, [kara-l-tı-l-mak] dönşl. f. [-ır] K aran lerde cıvataları yerlerine yerleştirm ek ve oturtmak
lıkta gizlenmek. için kullanılan bir tür el şahmerdanı. S karaman
halatı, dnz. Karaya oturmuş deniz taşıtlarını bağ
karaltm ak1, [kara-l-t-mak] {ağız} g ç l.f. [-ır] Gözden
layıp çekmekte kullanılan kalın halat.\\ karaman
düşürmek; horlamak. [DS]
kancası, dnz. Karaman halatının karamanlayan
karaltmak2, [kara-l-t-mak y ] gçl. f. [-ır] [O sT - gem ide kalan çımasının geçirildiği bosa tertibatı
ur] 1. {OsT} Karartmak. 2. {ağız} Söndürmek. [DS] taşıyan kancalara verilen ad.\\ karaman mapası,
karaltmak3, [kara-l-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Bir dnz. Karam an h-jlaV.mn römorkörde bağlandığı
kimseyi diğer insanlardan soğutmak için büyü yap sağlam özel tip halka.
tırmak. [DS] karam an3, [kara-man] {ağız} is. Güneybatıdan esen
karam, [kara-m] {eT} is. Surların kenarındaki hen yel. [DS]
dek; çukur; yalak. [EUTS] [Gabain] [İKPÖy.] karamancı, [kara-man-cı ?] {ağız} is. Hırsız. [DS]
karam a1, [kara-ma] ıs. 1. Karamak eylemi; kötüle karam andola, [Yun. karamandulon] is. 1. Çoğun
me. 2. Oyunda mızıkçılık etme. lukla ayakkabı ve terlik yüzü yapılan, saten benzeri
H H M CE S M I. 2421 KAR
dayanıklı bir kumaş. 2. sf. Bu kumaştan yapılmış beş altı metre boyunda, kışın yaprağını dökmeyen,
olan. beyaz çiçekli, önceleri kırmızı daha sonra siyahım
k a ra m a n d u n , [Yun. karamandulon] {ağız} is. -*• ka sı meyveleri, yenilebilen, kurutularak pazarlanan
ramandola. [DS] bir ağaççık: kara yemiş, (Laurocerasus officinalis).
k aram an ı, [karaman-ı] {ağız} is. Çekirdeksiz kayısı [DS]
kurusu. [DS] k ara m lık , -ğı [karam-lık] {ağız} is. Ağaç çileği. [DS]
k a ram an lam ak , [lcaraman-la-mak] gçl. fi [-r] [-l(ı)- k a ra m sa r, [kara-msa-mak > kara-msa-r] sf. O layla
yor] (Römorkör vb. çekici deniz araçları için) ka rın üzücü bir biçimde gelişeceğine inanan ve eğili
raya oturmuş bir gemiyi çekip yüzdürm ek üzere mi o yönde olan; kötümser; bedbin; meyus; pesi
atılan halat doblin durum undayken makinelerini mist.
birden tam yol ileri çalıştırarak oturmuş gemiyi k ara m sa rla şm a , [kara-msa-r-la-ş-ma] is. Karamsar
silkip çekmek, olm ak eylemi,
k a ra m a t, [kara + Ar. met ?] {ağız} is. Karacılık; kara k a ra m sa rla şm a k , [kara-msa-r-la-ş-mak] gçsz. f i [-
çalıcılık. [DS] ır] Karamsar olmak; karam sar duruma gelmek;
k aram az, [kara-maz] {ağız} is. Damlara örtülen bir karam sar bir tavır takınmak; kötümserleşmek,
tür yabanî bitki. [DS] k a ra m sa rlık , -ğı [kara-msa-r-lık] is. Karamsar olm a
k a ra m b o l1, -lü [Fr. carambole] is. 1. Bilardoda durumu; kötümserlik; bedbinlik; meyusiyet; p esi
kırmızı top. 2. Bilardo oyununda, isteka ile vurulan mizm.
topun kırmızı top ile karşı tarafın topuna çarpması. k a ra m sd ık , -ğı [kara-msı-lık y ] {eAT} is. Y üz
3. mecaz. Kişilerin veya nesnelerin birbirine girme
deki esm er lekeler; siyah çiller,
si, çarpması sonucu ortaya çıkan karışık durum. S
karam b o le gelm ek, K arışıklık yüzünden üzerinde k a ra m su k , -ğu [kara-msı-k] {ağız} sf. Karamsar;
yeterince durulmamak; yeterli ilgiyi görememek. || kötümser. [DS]
karam b o le getirm ek, 1. Karışıklıktan yararlana k a ra m tı, [kara-msı / kara-mtı] {ağız} sf. K araya çalar;
rak kişileri aldatmak. 2. Bazı işleri gerekli özeni karamsı. [DS] S k a ra m tı kızıl, {ağız} Siyahla kır
göstermeden el çabukluğuyla yapıp bitirmek.\\ k a mızı arası bir renk. [DS]
ram b o l y ap m ak , Topunu, kırmızı top ile birlikte k a ra m tık , -ğı [kara-mtı-k J^»/] {eAT} {OsT} sf. K a
karşı rakip topa vurdurmak.
raya çalar renkte; karamsı,
k aram b o l2, -Iü [Port, carambola] is. bot. Ekşi yon
cagillerden H indistan’da yetişen bir ağaççık ve bu k ara m tıl, [kara-mtı-1 J ^ l y ] {eAT} sf. -*• karamtık.
nun meyvesi, (Averrhoa carambola). k a ra m u k , [kara > karâ-muk ^ \j \ is. bot. 1. -►
karam el, [İsp. caramelo] is. 1. Çeşitli içkileri renk karamık. (Berberis vulgaris, B. crataegina). 2. K a
lendirme ve tatlılara koku ve tat verm ekte kullanı ranfilgillerden, tarlalarda ekinlerin arasında yeti
lan, 200°C’de ısıtılmış şekerden elde edilen kahve şen, büyük ve mora çalan çiçekli, her tarafı yum u
renkli aromalı ürün. 2. Besin m addelerinde kullanı şak tüylerle kaplı, kara esmer tohum lan, solunum
lan boyar madde; E 150. 3. fiz. Zirkonyum alaşı
merkezini, kasları ve sinir merkezlerini etkileyen
mından iki levha arasına yan yana yerleştirilmiş
gitajin veya sapotoksin adı verilen bir zehir taşıyan
kare biçiminde sinterlenmiş uranyum dioksit plaka
otsu bitki, (Agrostema githago). {eT}{OsT} (aynı)
lardan oluşmuş yakıt,
[DLT] 3. {OsT} {ağız} tıp. V ücutta kara kabarcıklarla
karam ela, [İt. caramella] is. Şeker ve nişasta şurubu belirginleşen bir hastalık. [DS] 4. {ağız} Bir tür ko
içine süt, yağlı madde ve aroma katılarak yapılan
yun hastalığı. [DS] 5. {ağız} İçi boş, gelişmemiş ve
bir tür şekerleme,
ya çürük fındık. [DS] 6. {OsT} B ir tür yaban eriği,
karam elleşm e, [karamel-le-ş-me] is. Şekerin ısı et
k a ra m u n g , [kara + müng] (kara:mung) {eT} sf. K ara
kisi ile kahverengi bir görünüm alması,
bela. [DLT]
k aram et, [karama > karama-t] {ağız} is. 1. Karacılık;
k a ra m u sa l, [İt. paramusselli] is. dnz. Çifte demir
iftira. 2. İşkence; sıkıntı. [DS]
atıldığı zaman, geminin dönmesiyle zincirlerin ka
k a ra m ık 1, -ğı [kara-mık] is. 1. bot. D ağlarda kendi
rışmam ası için + biçiminde b ir fırdöndüye bağlı
kendine yetişen üzümsü, ekşi ve küçük taneleri
zincir düzeni,
olan, dikenli bir çalı; karamuk; amberbaris; kadın
k a ra m ü rse l, [kara (yiğit, cesur, kahraman) + Ar.
tuzluğu; sarı çalı, (Berberis vulgaris, B. cratae-
gina). 2. {ağız} Böğürtlen. [DS] mürsel (13. yy. ilk Türk kaptan-ı deryası) J*«yı ıjs]
karam ık 2, -ğı [kara-mık] {ağız} sf. (Göz için) iri ve {OsT} is. OsmanlIların denize ilk açıldıkları ve
kahverengi. [DS] M armara kıyılarında kullanılan küçük teknelere
karam ış, [kara+yemiş] {ağız} is. bot. -*■ karamiş. [DS] eskiden verilen ad. S K a ra m ü rse l sepeti gibi,
karam iş, [kara+yemiş] {ağız} is. bot. Gülgillerden, (Kişi için) ufak tefek ve etine dolgun. || K a ra m ü rse l
KAR IM IÜ R fE M • 2422
sepeti sanmak, Ufak tefek görünüşünden dolayı vb.ni içine alan bir ya da çok yıllık bitkiler fam il
önem vermemek; önemsememek; küçümsemek. yası, (Caryophyllaceae).
karan, [karağan / karan] {ağız} is. Pembe çiçekli, karanfiller, [karanfıl-ler] is. bot. Karanfilgillerle se-
yapraklarından ladanum adı verilen kokulu bir mizotugilleri kapsayan çiçekli bitkiler takımı,
madde elde edilen çalı boyunda bitki, (Cistis cre- karanfilsi, [karanfıl-si] sf. bot. (Çiçek ve bitki için)
ticus). [DS] karanfile benzer çok uzun ve beş taç yaprağı olan,
karanaç, -cı [? karanaç] {ağız} is. Serçe. [DS] karanfül, [Yun. karyophyllon > Ar. karanfül / karan
karanat, [? karanat] {ağız} is. Sıkıntı; çile. [DS] fil J ] (kara ’nfül) {OsT} is. bot. -*■ karanfil.
karandaş, [Rus. karandas] {ağız} is. Kalem. [DS]
karanfüliye, [Ar. karanfül > karanfilliye ^Jıiy] {OsT}
karandınk, -ğı [kara-n-dır-ık] {ağız} is. Karanlık.
[DS] is. bot. Karanfiller,
karanduruk, -ğu [karan-dur-uk ] {ağız} is. Karanlık. karangı, [eT. karan-ğı] {ağız} is. Çok karanlık. [DS]
[DS] ö karangı cel (yel), {ağız} Kuzey batıdan esen,
karanfil1, [Yun. karyophyllon > Ar. karanfül / ka sert rüzgâr. [DS]
ranfil (karanfil) {OsT} is. bot. 1. M ersingil karangılık, -ğı [ k a r a n ı- lık ^ ly ] (karanılık) {OsT} is.
lerden, anayurdu M olük adası olup günümüzde Karanlık.
Zengibar ve yakınlarındaki adalar gibi sıcak ülke karangım ak, [eT. karan-ğü > karan-ğu-mak] {ağız}
lerde yetiştirilen, kışm yaprağmı dökmeyen, çiçe g çsz.f. [-r] K aranlık olmak; karanlık basmak. [DS]
ğinde dört taç yaprak ve pek çok erkek organ bulu karanggu, [karâ > karan-ğü] (karahgu:) {eT} is. K a
nan 20 m ’ye kadar boylanabilen bir ağaç; karanfil ranlık. [EUTS]
ağacı, (Eugenia aromatica / Caryophyllus aro- karanggulug, [karâ > karan-ğü-luğ] (karahgu:luğ)
maticus). 2. Bu bitkinin gonca hâlinde iken topla {eT} is. Karanlık. [OKD]
nıp kurutulduktan sonra taşıdığı hidrokarbür, karangku, [karâ > karan-kü] (karahku:) {eT} is. K a
öjenol, salisilik asit ve korfolunli bir esans dolayı ranlık. [EUTS] [DLT]
sıyla bahar olarak yemeklerde kullanılan ve aynı karangu1, [karâ > karangu / karanu] (karangu;) {eT}
zam anda bu esansı aromatik bir antiseptik özelliği is. Karanlık; karanı. [DLT] [Gabain]
taşıyan çiçek tom urcuklan. 3. Pek çok türü bulu
karangu2, [karâ > karanu jSIy] (karahu) {eAT} {OsT}
nan, bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilen karşı
lıklı, ensiz, sivri yapraklı, düğüm düğüm ince saplı, is. Karanlık. S karanu delik, {OsT} Mezar.\\ ka-
dalcıkların ucunda tek ya da toplu olarak beyaz, rafiu gönüllü, {OsT} K ötü düşünceli; kötü kalpli.
kırmızı, pembe renkli süs bitkilerinin genel adı; karanguluh, [karâ > karanu-luk jJ g ly] (karahuluh)
bahçe karanfili, (Dianthus caryophyllus)', kır karan {eAT} {OsT} is. Karanlık,
fili, (D ianihusplum arius); Çin karanfili, (Sinensis); karanguluk, [karâ > karanu-luk J ] (karahuluk)
kıllı karanfil, hüsnüyusuf, (Dianthus barbatus)\ su
{eAT} {OsT} is. Karanlık,
karanfili, (Orthurus heterocarpus). 4. im paratorluk
dönemi süslemeciliğinde kullanılan stilize edilmiş karangumak, [eT. karan-ğu > karanu-mak] (kara-
karanfil desenine verilen ad. 5. argo. Makat; kıç. <5 numak) {OsT} is. K aranlık çökmek; karanlık olmak,
karanfil baş tütün, {ağız} Yaprakları ince bir tütün karanğım ak, [eT. karan-ğu > karan-ğu-mak] {ağız}
türü. [DS]|| karanfil elması, {ağız} Yeşil renkli, g ü is. -*■ karangımak. [DS]
ze l kokulu bir ya z elması. [DS]|| karanfil sıkmak, karaniya, [Ar. karâniyâ LjlJ ] (kara;niya:) {OsT} is.
argo. Sıkıntı ve güçlüklere katlanmak; uğraşmak.\\ bot. Kışın yaprağını döken, beyaz çiçekli, kırmızı
karanfil yağı, Karanfil ağacı çiçek tomurcukları meyveli, meyvelerinden ezme veya şerbet yapılan
nın damıtılmasıyla elde edilen, diş hekimliğinde ağaççıkların genel adı; kızılcık; eyir; erkek kızılcık,
ağrı kesici ve antiseptik, halk hekimliğinde gaz sök- (Cornus mas), dişi kızılcık (Cornus sanguinea).
türücü, eczacılıkta bazı birleşiklerde koku verici karankaz, [kara+Ar. enkâz] {ağız} is. Yaşlı ağaç.
olarak kullanılan uçucu yağ; karanfil esansı. [DS]
karanfil2, [İt. paranchino] is. dnz. 1. Gemilerde ağır karanku, [karâ > karan-kü] (karanku;) {eAT} is. -*■
eşya alıp verm ek için kullanılan palanga. 2 . Üzeri karangku. [DK]
ne bir şey asmak veya sermek için iki yüksek yer karankuluğ, [eT. karan-ğü > karanku-luk] {ağız} is.
arasına gerilmiş ip veya halat, Karanlık. [DS]
karanfilgiller, [karanfil-gil-ler] is. bot. İki çenekli- karankuş, [eT. karan-ğu + kuş ?] {ağız} is. Kırlangıç.
lerden kuzey yarım kürenin ılım an bölgelerinde, [DS]
özellikle Akdeniz çevresinde yetişen, örnek bitkisi karanlık, [eT. karan-ğü > karanğü-luk > karan-luk /
karanfil olan, düğüm düğüm saplı, karşılıklı sade, karan-lık] is. 1. Işık yokluğu. 2. H içbir ışığın, ay
ince ve sivri yapraklı, çöven, karamuk, sabun otu dınlığın bulunm adığı yer ve durum. 3. Güneş ışığı-
Ö I I t l l t i C t S l b İ . 2423 KAR
nin yeterince girmediği yer. 4. sf. mecaz. Sonu belli k a ra n tı2, [kara-ntı J ] {OsT} is. Bir şeyin belli
olmayan; ne olacağı hakkında kesin bir kanaat bu
belirsiz görüntüsü; karaltı,
lunmayan; korku ve endişe veren; kuşkulu; şüpheli;
k a ra n tin a , [İt. quarantina (kırkgün)] (karanti’na) is.
esrarengiz. 5. sf. Anlaşılm ası ve kavranması güç
1. Bulaşıcı bir hastalığın yaygın olduğu yerden ge
olan; kapalı; açık seçik belli olmayan; gereğince
len kişi, mal ve hayvanların bir süre ayrı tutulması
bilinmeyen. 6. sf. Işığı olmayan; aydınlanmamış. 7.
şeklinde uygulanan önlem; tecrit. 2. B u tür uygu
sf. mecaz. Y asalara uygun olmayan; karışık; töreye
lam anın yapıldığı yer; tecrithane. 3. Hastahane-
aykırı; gizli kapaklı; kanun dışı; kötü. S k a ra n lığ a
lerde, hastaların kayıt ve kabul işlemlerinin yapıl
göm ülm ek, 1. K aranlık içinde kalmak. 2. mecaz.
dığı yer. ö k a ra n tin a b ay rağ ı, Sağlık denetimin
B üyük bir sıkıntı ve üzüntü içinde kalmak. || k a ra n
den geçmemiş gemilerin pruva direğine çektikleri
lığa k alm ak, istenilen yere varmadan akşam ol
sarı renkli bayrak. ]| k a ra n tin a d a y atm ak , (Gemi
mak; karanlıkta varmak. || k a ra n lığ a k u rş u n sık
için) karantinada alıkonulmak.\\ k a ra n tin a ko y
m ak, Yapılacak iş ve izlenecek y o l hakkında kesin
m ak, Bulaşıcı bir hastalık nedeniyle bir yere veya
lik olmaması yüzünden gelişigüzel iş yapmak. || k a
ranlığı deşm ek, Karanlıktan aydınlık bir yere çık ülkeye giriş ve çıkışları yasaklam ak,|| k a ra n tin a
maya çalışmak; karanlıkta görm eye çalışmak. ]| k a m üd d eti, Karantina için gerekli süre; tecrit süre-
ran lığ ı y ırtm ak , Karanlıktan aydınlık bir yere si.|| k a ra n tin a süresi, Karantina için gerekli süre.\\
çıkmaya çalışmak; karanlıkta görm eye çalışmak. || k a ra n tin a y a alm ak, Bulaşıcı hastalık görülen kişi
k a ra n lık basm ak, (Hava için) akşam olmak; ka veya bu kişi ile temas etmiş olanları, bir süre diğer
rarmak,|| k a ra n lık çökm ek, -*• karanlık basmak.|| kişilerle temasını önlem ek amacıyla bir yerde alı
k a ra n lık etm ek, Bir şeyin önüne geçerek görülm e koymak; tecrit etmek.
sine engel olmak; ışık almasını engellemek; gölge k a ra n tin a h a n e , [İt. quarantina+Far. hâne jjU- J]
etmek. || k a ra n lık görm ek , (Bir iş veya kim se için) {OsT} is. Eskiden, limanlarda bulunan karantina
geleceği konusunda iyimser olamamak; parlak bul dairesine verilen isim.
mamak,|| k a ra n lık kuşu, {ağız} Yarasa. [DS]|| ka- k a ra n tu 1, [kara-ntu] {ağız} sf. K araya çalar; karamsı;
ran lık m ak sat, mecaz. Gizli ve kötü bir davranışta karamtırak. [DS]
bulunma isteği.^ k a ra n lık oda, 1 . Işık almaması
k a ra n tu 2, [kara-ntu J ] {OsT} is. Bir şeyin belli
gereken film lerin banyo edildiği ışıksız oda. 2. F o
toğraf makinesinde görüntünün ters olarak oluş belirsiz görüntüsü; karaltı,
masını sağlayan ışığa duyarlı film in konulduğu k a ra n u , [eT. karâ > karan-ğu / karanu > karanu]
kutucuk. 3. Röntgen muayenelerinin yapıldığı ışık {ağız} is. Karanlık. [DS]
sız oda. || k a ra n lık olm ak, (Hava için) akşam ol k a ra o ğ , [kara+ok] {ağız} is. Dövende, boyunduruk
mak; kararmak.\\ k a ra n lık oluğu, {ağız} 1. Suyun ile döven arasındaki uzun ağaç; döven oku. [DS]
biriktiği yer. 2. D eğirm ene su veren ikinci oluk. k a ra p a n , [? karapan] {ağız} is. Samanlıkların önünde
[DS]|| k a ra n lık ta göz k ırp m a k , Birisine bir şey tınazı yağmurdan korum ak için yapılan büyük sa
anlatmak için işaret vermeye çalışırken karşısında çak. [DS]
kinin anlayamayacağı işarette bulunm ak veya böy K a ra p a p a k la r, [kara+papak-lar] is. Oğuzların A zerî
le bir söz söylemek. || k a ra n lık ta görm e, Retinanın kolundan İran, Güney Azerbaycan ve Türkiye’de
maviye duyarlı hücreleri sayesinde z a y ıf ışıkta dağınık olarak yaşayan bir Türk boyu.
görme.
k a ra p a z ı, [kara+pazı ı_sjU ojU] {OsT} is. bot. Koyun
karanlıkçı, [karan-lık-çı] sf. 1. (Ressam için) gecele
yin aydınlatılmış resim ler yapan. 2. (Resim için) bu sarmaşığı; sirken,
akıma uygun yapılmış olan. k arap en çe, [kara+pençe] {ağız} is. Bir çeşit hastalık.
k a ra n m a k 1, [karğa-mak > karga-n-m ak > kara-n- [DS]
mak j i l y / j i y ] dönşl. f. [-ır] 1. {ağız} Birinin ar k a r a r 1, [Ar. karâr jl/ ] {OsT} is. 1. Durma. 2. Bir y er
kasından ve aleyhinde konuşm ak; söylenmek. [DS] de durma; yerleşme. 3. Süreklilik; kalıcılık; istik
2. {ağız} Sitem etmek. [DS] 3. H alinden naz ile şi rar. 4. Rahat. 5. Dinlenme; rahat etme. 6. Sonuç
kâyetçi olmak. 4. {OsT} Kötü söylemek; lanet et landırma; bir sonuca bağlama. 7. yönet. Bir iş veya
mek; sövmek. konu hakkında yetkililerce görüşülüp tartışıldıktan
k aran m ak 2, [Moğ. kara-m ak > kara-n-mak] {eT} sonra verilen yargı. 8. huk. B ir yargı organının ver
dönşl. fi [-ur] Çevresine bakınmak. [DK] miş olduğu yargısal görüş. 9. B ir kurum un yetkili
organının veya yönetim kurulunun yapılması gere
k aran n ım ak , [eT. karan-ğü > karanğü-m ak > karan-
ken b ir iş veya bir durum hakkında edindiği, vardı
nı-mak] {ağız} is. K aranlık basmak. [DS]
ğı görüş birliği; hukukî sonuç doğuran irade açık
k a ra n tı1, [kara-n-tı / kara-ntı] {ağız} is. Böğürtlen.
laması. 10. (Hava, çalışma düzeni vb. için) değiş
[DS] fi1 k a ra n tı tik en i (dikeni), {ağız} -* karantı.
[DS] mez olma; aynı biçimde sürüp gitme durumu; dü
KAR o ı e i ü M t M • 2424
zenlilik; istikrar. 11. Ölçülülük; tam ölçü; ne az ne k a ra rla m a , [karar-la-ma] is. 1. Bir şeyin sayısını ve
çok; uygun derece; sınır. 12. müz. Türk müziğinde, ya ağırlığını tahm in etm ek eylemi. 2. zf. Kararlaya
taksime son verip ana makam a dönme. 13. Birbiri rak; göz kararıyla tahm in ederek yapılan; tahminî,
ile bağdaşmaz iki veya daha çok tutum ve davranış k a ra rla m a d a n , [karar-la-ma-dan] zf. Kararlama yo
arasında yapılan tercih. 14. sf. Tam ölçüsünde; ne luyla; kararlayarak; göz kararıyla; tahm inî olarak,
az ne de çok olan; istenildiği gibi, fi1 k a ra r a b a ğ k a ra rla m a k , [karar-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor]
lam ak , B ir konuyu veya uyuşmazlığı sonuçlandır Gözle bakarak hesaplamak; ölçü ve tartıya vur-
mak; çözümlemek.\\ k a ra r a k alm ak , (Yargı konusu maksızm miktarı belirlemeye çalışmak; tahmin et
olan bir konu için) görüşülm esi bitip yargıcın vere mek.
ceği kararı beklemek.|| k a r a r alm ak , B ir konu üs k a ra rla şm a , [karar-la-ş-ma] is. Kararlaşmak eylemi,
tünde kesin yargıya varmak. || k a r a r altın a alm ak,
k a ra rla şm a k , [karar-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Karar
B ir konuyu kesin hükme bağlamak; kararlaştırmak; hâline getirilmek; bir şey için karar verilmek,
karar vermek. | k a ra r a v arm a k , 1. B ir konuda an
k a ra rla ştırılm a , [karar-la-ş-tır-ıl-ma] is. Kararlaştı
laşmak. 2. B ir şeyi kararlaştırmak; karar vermek. ||
rılma.
k a r a r b u lm ak , Kararlı hâle gelmek; yatışmak.\\
k a ra rla ştırılm a k , [karar-la-ş-tır-ıl-mak] edil. f. [-ır]
k a râ r-d â d , {OsT} Onaylanmış,|| k a râ r-d â d e , {OsT}
Karar hâline getirilmiş olmak; kararlaştırmak ey
Kararı verilmiş; kararlaştırılmış.|| k a râ r-g îr, {OsT}
lemi yapılmak,
Kararı verilmiş; karara bağlanmış.\\ k a râ r-ı d âdî,
{OsT} huk. H azırlık soruşturması sonucunda veri k a ra rla ş tırm a , [karar-la-ş-tır-ma] is. Karar olarak
len karar.|| k a râ r-ı k arîn e, {OsT} huk. Yönlendirici belirleme.
hazırlık soruşturması kararı. || k a râ r-ı k a t’î, {OsT} k a ra rla ş tırm a k , [karar-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır] 1.
Kesin karar.\\ k a râ r -ı m u v ak k at, {OsT} huk. Ara Taraflarca karar olarak benimsenmek; karar veril
karar; geçici karar.\\ k a ra rın d a b ıra k m a k , Ölçü mek. 2. Birden çok seçenekleri olan bir iş veya ko
sünde davranmak; ölçülü bırakmak; ölçüyü aşma- nuda birini tercih etmek,
m ak.|| k a ra rın d a olm ak, İstenilen ölçüde olmak; k a ra rlı, [karar-lı] sf. 1. Bir konu hakkında kesin
gerektiği biçimde olmak.]] k a râ r-ı serî, {OsT} Acele karar sahibi olan; kararından dönmesi mümkün
karar. || k a r a r kılm ak, 1. Birçok şeyi denedikten olmayan; kararında direnen, l. f i z . kim. Fiziksel ve
sonra birini tercih etmek. 2. Oturmak; durmak.]] kimyasal etkilerden etkilenmeyen; sabit; sürekli. S1
k a r a r k om ak, {eAT} K arar vermek; karara bağla k a ra r lı dalga, fız. Bütün noktaları aynı anda zıt ve
mak.]] k a r a r p a z a ra , {ağız} (Konuşmak için) eş fa zlı titreşimler yapan dalga; duraklı dalga.]]
rastgele; gelişigüzel. [DS]|| k a ra r p az a rı, {ağız} k a ra r lı denge, fız. B ir güç etkisiyle hareket ettikten
Göz kararı. [DS]|| k a r a r verm ek, B ir konu hakkın sonra tekrar eski hâline gelerek durgunlaşan cis
da karara varmak; kararlaştırmak.]] k a râ r-y â b , min konumu.]] k a ra rlı k âğ ıt, Havadaki nemden
{OsT} K arar kılan; bir yerde dinlenen. etkilenmeyen veya çok az etkilenen kâğıt ve karton.
k a r a r 2, [Ar. ğırâr => karar j\J] {OsT} is. Kıldan ö- k a ra rlılık , -ğı [karar-lı-lık] is. 1. Kararlı olm a duru
mu; kararlı olanın belirgin niteliği. 2. Kimyasal bir
rülmüş büyük çuval; harar,
maddenin bozulmadan ve ayrışmadan kalabilme
k a ra ra k , [kara-rak {OsT} sf. Karaya çalar; özelliği. 3. fız. Denge konumundan ayrılan bir cis
karamsı; bir parça kara; karaca, min yeniden denge durum una dönebilme özelliği,
k a ra rg â h , [Ar. karâr + Far. -gâh / Far. har-gâh (bü k a ra rm a , [kara-r-ma] is. 1. Kara duruma gelme. 2.
y ü k kıl çadır) jiy ] (karargâ:h) {OsT} is. 1. Padi Işığın kaybolması, sönmesi olayı. 3. sin. Görüntü
lerin gittikçe silikleşerek görünmez duruma gelme
şah veya vezir otağı. 2. as. Bir birlik veya1 kuru
sine dayanan bir noktalam a çeşidi,
mun, kumandan ve yardımcı şube ve bölüm lerin
den oluşan kuruluş. 3. Ordunun uzun süre ya da k a r a r m a k ', [eT. karâ-m ak >karâ-r-m ak ^ jjlü ] dönşl.
geçici olarak konakladığı yer. 4. Durulan ve kalı f. [-ır] 1. Rengi karaya dönmek; karaya yakın bir
nan yer; dinlenilecek yer. S k a ra rg â h k u rm a k , durum almak; siyahlaşmak. {eT} {eAT} (aynı) [DLT]
{OsT} Ordunun sevk ve idaresini düzenleyecek ku [Gabain] [DK] 2. (Işık için) gücü azalmak; kısılmak;
ruluşları oluşturmak. sönmek. 3. (Hava, gökyüzü; oda vb. için) aydınlığı,
k a ra rıg , [karâ > kara-r-mak > karar-ığ] {eT} s f Ka parlaklığı gitmek; akşam olmak; karanlık basmak.
ranlık; zulmet. [EUTS] [Gabain] 4. (Ateş için) sönmeye yüz tutmak; kül bağlamak;
k a ra rık , [karâ > kara-r-mak > karar-ık] {eT} sf. sönmek. 5. {OsT} mecaz. (İç, ruh için) kederlen
Karanlık. [EUTS] mek; canı sıkılmak; kaygıya düşmek. 6. {ağız} Su
k a ra rın c a , [karar-mca] (kararı ’nca) zf. Gerektiği rat asmak. [DS]
ölçüde; ne az ne de çok; yeteri kadar, k a ra r m a k 2, [kara-mak4 > kara-r-mak] {ağız} g ç l . f [-
k a ra rış, [kara-r-ış] is. Kararma eylemi veya biçimi. ır] 1. Kin tutmak. 2. İnat etmek. [DS]
m u m s » .2 4 » KAR
k a ra rn a m e , [Ar. karâr + Far. -nâme] (kararna.me) k a rasa l, [kara-sal] sf. 1. Kara ile ilgili; karaya ait. 2.
{OsT} is. 1. Verilen kararı bildiren resm î yazı. 2. jeol. Gereçleri denizden değil de kara üzerinden
huk. Cumhurbaşkanının onayladığı hükümet kararı. veya içinden gelen. S1 k a ra sa l iklim , coğ. Gece ile
3. Bakanlar kurulunun aldığı karar. gündüz, ya z ile kış arasında sıcaklık fa rk ı çok, y a
k ararsız, [karar-sız] sf. 1. Karar sahibi olmayan; ko ğışı az olan iklim; kıta iklimi; kara iklimi.\\ k a ra s a l
nu hakkında bir karar verm em iş olan. 2. Bir karar ku m u l, coğ. Denizlerden uzak, kıtaların ortaların
vermekte sıkıntı çeken, bocalayan; mütereddit. 3. da meydana gelen kumluklar.|| k a ra s a l oluşuk,
Verdiği karardan dönüp başka bir karara yönelen. jeol. Yer kabuğunun karaya ait bölümlerindeki ka t
4. Bir kararda olmayan; düzensiz; dengesiz; istik manlarda meydana gelen oluşuk.
rarsız. 5. kim. Kolayca bozunan birleşik. S k a r a r k a ra sa lk ın , [lcara+sal-gın] {ağız} is. Ulusça ödenen
sız denge, Ufak bir hareket ile bozulan ve bir daha vergi. [DS]
eski hâline dönmeyen cismin denge hâli. || k a ra rsız karasevm iş, [kara+sev-miş] {ağız} is. Buğday tanele
irad e, istekleri sık sık değişen hastanın kaypak ve rini karartan bir tür hastalık; rastık. [DS]
değişken iradesi.\\ k a ra rsız m eltem , Belirli bir k a ra sığ ır, [kara+sığır] is. zool. Orta A nadolu’da y e
yönden esmeyen, sürekli yön değiştiren h a fif rüz tiştirilen, sert ve kurak iklime, yem kıtlığına ve çe
gâr. şitli hastalıklara dayanıklı, koyu siyah renkli, kü
k ararsızlık , -ğı [karar-sız-lık] is. 1. Kararsız olma çük yapılı bir sığır ırkı; yerli kara sığır,
durumu; tereddüt. 2. Sürekli değişme eğiliminde k arasin ek , -ği [kara+sin-ek] is. zool. 1. Böcekler sı
olan, sık sık değişen şeyin niteliği; düzensizlik; nıfının çift kanatlılar takımından, görünüşü ev si
istikrarsızlık. 3. biy. Kendi türünün alışık olduğu neğine benzer, insan ve evcil hayvanların kanını
ortamdan farklı şartlan olan bir başka ortamda ya emen bir eklembacaklı, (Stomoxys calcitrans). 2.
şayan bireyin karakterlerinde meydana gelen deği Çoğu yerde ev sineğine verilen ad, (Musca do-
şiklik. mestica).
k a r a r tı1, [kara-r-tı] is. 1. Kararmış yer; leke; siyah k a ra s u 1, [lcara+su] is. 1. tıp. Gözün iç basıncının
lık. 2. Karanlık. 3. Işık yetersizliği ya da uzaklık artması ile meydana gelen ve körlüğe yol açan göz
sebebiyle ne olduğu, kim olduğu kesin olarak belli hastalığı; glokom. 2. Atm ayağında ikinci tarak
olmayan görüntü; belli belirsiz koyu renkli şekil; kemiği ile birinci tarak kemiğinin bitişme çizgisin
karaltı. 4. {ağız} Yağmur öncesi hava kararması. S de meydana gelen şişlik,
k a ra r tı yeli, {ağız} Yağmur getiren yel. [DS] k a ra ş, [kara+aş ] {ağız} is. K ara üzümden yapılan
k a ra rtı2, [ger-mek > ger-el-ti / karartı ?] {ağız} is. hoşaf. [DS]
Kilim; keçe. [DS] k a ra şın , [kara-şın] sf. (İnsan teni ve saç rengi için)
k a ra rtı3, [kara-r-tı] {ağız} is. (İnsan için) varlık; be karaya yakın olan; esmer,
den. [DS]
k a ra t, [Fr. çarat] is. Kuyumculukta tartı birimi,
k a ra rtm a , [kara-r-t-ma] is. 1. Kara hâle getirme. 2.
k a ra ta b a n , [kara+taban] is. zool. İpekböceklerinde
as. Savaş hâlinde düşm an uçaklarının hedeflerini
geniş çapta ölümlere yol açan, deri üzerinde kara
bulamaması için uygulanan ışıkların söndürülmesi
lekeler hâlinde beliren, nosema bombycis adında
önlemi.
sporlu bir hayvancıktan ileri gelen bulaşıcı ve kalıt
k a ra rtm a k , [karâ > karâ-r-m ak > karar-t-mak] gçl. f. sal hastalık.
[-ır] 1. Rengini kara hâle getirmek; karaya boya
k a ra ta v u k , -ğu [kara+tavuk] is. zool. K aratavukgil
mak. {eT} {eAT} (aynı) [DLT] [DK] 2. Esm erleştir
lerden, ılıman bölgelerdeki ormanlık, su ve batak
mek; koyulaştırmak. 3. Karanlık hâle getirmek. 4.
lık kıyılarında yuva yapan erkeği siyah tüylü sarı
Gölgelendirmek. 5. mecaz. (Ruh, iç vb. için) kötü
gagalı, dişisi kahverengi tüylü böcek, kurt ve m ey
hâle getirmek; kötümserleştirmek; kötüleştirmek;
velerle beslenen göç etmeyen (yerli), ötücü bir kuş,
kederlendirmek; sıkıntı vermek,
(Turdus merula).
k a ra rtu , [kara-r-mak / ger-m ek > ger-el-ti / karar-t-u
k a ra tav u k g ille r, [kara+tavuk-gil-ler] iz. zool. Eski
?] {ağız} is. Ev eşyası. [DS]
D ünya’da yaşayan, üç yüzü aşkın türü bulunan,
karas, [? karas] {ağız} is. Büyük küp. [DS]
çoğu ezgili bir ötüşe sahip, ardıç kuşlarını ve kızıl
karasağı, [kara-sa(k)-ı {OsT} sf. Ka kuyrukları içine alan bir familya, (Turdidae).
raya yalcın; karaya kalar; karamsı, k a ra te , [Jap. karate] is. spor. Rakibi hayalî olarak et
karasağu, [kara-sa(k)-u y - j l s / _yLv=jls] {OsT} sf. -* kisiz duruma getirmeyi amaçlayan bir tür dövüş
karasağı. sporu.
karasakız, [kara+sak-ız] is. 1. Balmumu katılm ış zif k ara te c i, [karate-ci] is. Karate yapan kişi,
tin haşhaş yağında eritilmesi ile elde edilen çok k arate d o , [Jap. karatedo] is. Karate,
siyah ve parlak boya. 2. Sakızlık bitkisinin kökün k arateg i, [Jap. karategi] is. Karateci elbisesi; karate
den çıkarılan sakız. 3. s f Zayıf; çelimsiz. giysisi.
KAR • 242B
karatis, [Ar. kırtâs > karatıs jâ] (kara:ti:s, t kalın k ara v il, [? karavil] {ağız} is. Gölge. [DS]
okunur) {OsT} is. K âğıt parçaları; kâğıtlar, k arav illem ek , [karavul-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-
l(i)-yor] -*■ karavullamak. [DS]
karatopalak, [kara+top-alak] is. bot. -*■ kara topalak,
k arav illen m ek , [karavil-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-
karaturp, [kara+turp] is. b o t Turpgillerden kökleri
ir] Serinlemek. [DS]
sofralarda çeşni, çiçekleri ve yapraklan halk he
kim liğinde idrar artırıcı olarak kullanılan bütün ılı k a ra v it, [? karavit] {ağız} is. Taranan yünün kir ve
m an bölgelerde köklerini bıçakla parçalara ayırarak çöpleri. [DS]
toprağa gömmek suretiyle yetiştirilen, etli iri beyaz k a rav iy a , [Far. lcerâviyâ k s l / l (kera:viya.) {OsT} is.
köklü otsu bitki; eşek turpu; yaban turpu; bayır tur K araman kimyonu; tatlıca ot, (Carum carvi).
pu, (Armoracia lapathifolia). k arav le, [? karavle] {ağız} is. -*• karevle. [DS]
karauyuz, [kara+uyuz] iz. bot. Patates saplarının alt k a ra v lık , -ğı [kara + kov-uk / kav-uk] {ağız} is. -*•
kısmının kararması ile beliren, yaprakların sarar karakavuk. [DS]
m ası ve yum ru veriminin düşmesine veya hiç ol
k a ra v u l1, [Moğ. karagül > kara-vul oy / J j l is. 1.
m am asına sebep olan Erw inia phytophthera adlı
bakterinin sebep olduğu patates hastalığı, {eT} {eAT} {OsT} {ağız} Bekçi; müfreze; posta; keşif
kolu; karakol; nöbetçi. [Nevâyî] [DK] [DS] 2. as.
karava, [? karava] {ağız} is. ivecenlik. [DS]
D üşmanın ani baskınlarından korunabilm ek için
karavan, [îng. caravan] is. 1. Bir taşıtın arkasına ta
ordunun çevresinde nöbetle görevlendirilen piyade
kılarak insan taşm an ya da içi günlük barınm ayı
ve atlı asker; karakol. 3. {ağız} Gece bekçisi. [DS]
sağlayacak biçimde düzenlenmiş kamp aracı. 2.
t? k a ra v u l eri, {OsT} as. K e ş if kolu.
Göçebelerin, sirk adamlarının kullandığı ev biçi
k a ra v u l2, [eT. karan-ğü-mak > karanğu-1 ?] {ağız} is.
mindeki araç,
1. Hayalet; görüntü. 2. Gölge. 3. sf. Kapalı; gölgeli;
karavana, [Port, caravela (gemi)] (karava ’na) is. 1.
izbe. [DS]
Denizcilere ve askerlere yem ek dağıtmakta kullanı
lan, kenarları dik ve derin kap. 2. Bu kapta bulunan k a ra v u lh a n e , [karavul+ Far. hâne dÜ -j »J ] {OsT} is.
yemek. 3. (Asker, denizci, yatılı öğrenci ve hapisler Şehir ve kasabalarda güvenliği sağlamak amacıyla
için) yemek. 4. İnce, yassı elmas. 5. argo. A tış ta görevlendirilen subay ve erlerin oturduğu bina,
limlerinde hedef tahtasını bile vuram ama durumu; k a ra v u lla m a k , [karavul-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-
boş atış. 6. {ağız} Şalvar. [DS] S karavana atmak, l(u)-yor] 1. Gizlice araştırıp öğrenmek. 2. Tasarla
1. Atışta h e d e f tahtasını vuramamak. 2. Giriştiği mak; oranlamak. [DS]
işten olumlu sonuç alamamak.\\ karavana borusu, k arav u llık , [karavul > karavül-lık] {eAT} is. Gözcü
Yemek vaktini duyurmak için çalınan boru. || kara lük; bekçilik; karakolluk. [DK]
vanadan yemek, 1. (Toplu hâlde bulunan kişiler k arav iillem ek , [karavul-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-
için) bir tek ortak kapta pişen yem ekten yemek. 2 . l(ii)-yor] Eksiğini tamamlamak; düzenlemek. [DS]
(Asker, öğrenci ve tutuklu için) devletin verdiği K a ra y , [kara-y] is. H azarların bir kolu olup Polonya
yem eği yem ek; kendi parası ile yememek. 3. Sade ve K ırım ’da oturan, çoğunluğu Türk soyundan bir
bir hayat sürmek. M usevi topluluk; Karaim,
karavanacı, [karavana-cı] is. 1. Karavana taşıyan as k a ra y a k a , [kara+yaka] is. zool. Doğu Karadeniz kıyı
ker. 2. argo. Atışlarda hedefi vuram ayan kimse, bölgesinde yetiştirilen, küçük başlı, geniş alınlı,
karavank, [Yun. karibanos] {ağız} is. Toprak çanak. uzun kuyruklu, yünü ve yapağısı düşük kaliteli,
[DS] sütü az, eti değerli, dayanıklı beyaz bir koyun ırkı,
karavaş, [karâ+baş > karavaş / JıIjy ] {eT} {eAT} k a ra y a n d ık , -ğı [kara+yan-dı-k] is. bot. Tüylü ve
{OsT} {ağız} is. Savaşlarda tutsak edilen ya da özgür köşeli saplı, derin dişli ve dikenli soluk yeşil yap
olmayan, alınıp satılabilen, üzerinde sahibinin tam raklı, baş biçimindeki m or renkli bileşik çiçekli
bir kullanma hakkı olan köle kız veya kadın; oda yüksek otsu bitki; kangal dikeni, lcengel dikeni,
lık; cariye; halayık. [Yüknekî] [DK] [DS] meryem ana dikeni, (Silybum marianum).
karavaşlık, -ğı [lcaravaş-lık] is. Karavaş olm a duru k a ra y a n ık , -ğı [kara+yan-ık] is. tıp. Koyunlardan
mu; cariyelik; halayıklık, deri yoluyla insanlara bulaşan ve bulaştığı yerde
karavela, [Port, caravela (gemi) > İt. caravella] (ka- kara çıban meydana getiren bulaşıcı ve tehlikeli bir
hastalık; şarbon; karakabarcık,
rave Ta) is. 1. Dört yelkenli, çok büyük deniz tek
nesi. 2. Gemide denizcilik kurallarına aykırı du k a ra y a ra , [kara+yara] is. tıp. Heksaklorobenzenle
rum. ilaçlanm ış buğdaydan yapılmış yiyecekleri yiyen
insanlarda ortaya çıkan, deride yara ve karaciğer
karavelli, [karavel-li ?] {ağız} sf. Dertli; kederli. [DS]
yetm ezliği şeklinde ortaya çıkan bir hastalık.
karavide, [Yun. karavida] (karavi’de) is. zool. Tatlı
K ara y c a , [kara-y-ca] is. dbl. K araim Türklerinin ko
su ıstakozu; kerevit.
nuştuğu, Kıpçakçanm bir kolu olup H azar Türkçesi
• 2427 KAR
ve Bulgarca ile Farsça, Moğolca, Rusça etkisinde la organik birleşiklere çevrilmesi, canlı organizm a
kalmış bir Türk lehçesi; Karaimce; Karaim Türkçe- ların soluması ve yanm a ile tekrar karbondioksit
si. olarak havaya dönmesi biçiminde oluşan dönüş. 2 .
k arayem iş, [kara+ye-miş] is. bot. Kuzey Anadolu ve jeol. Karbon dönemi.|| k a rb o n dönem i, jeol. B irin
doğu Anadolu dağlarındaki ormanlarda yetişen bir ci zam anda Devonyen ile Permiyen arasında y e r
tür yabani meyve ağacı; taflan; kocayem iş, (Prunus alan günümüzden yaklaşık 80 ila 1 0 milyon y ıl ö n
laurocerasus). cesini içine alan, bataklıklarda maden kömürünün
k aray en , [kara+yeğen] {ağız} is. Arkadaş. [DS] oluştuğu dönem; karbonifer. || k a rb o n giderici, B ir
k aray ılan , [kara+yılan] is. zool. 1. Başı iri pullarla madde içinde bulunan karbonu ayırma özelliğinde
kaplı, kara renkli, tarlalarda zararlı hayvan ve bö olan. || k arb o n giderm e, İşlenmiş bir m etal içindeki
cekleri yiyerek beslenen insanlar için zararsız bir karbonu ayırma işlemi. || k a rb o n kâğıdı, Bir y a zı
yılan türü, (Coluber). 2. mecaz. Esmer ve kötü kal nın kopyasını elde etm ek için yazı kâğıtları arasına
pli kimse. konulan bir yü zü karbonlu kâğıt. || k a rb o n k a lın tı
sı, B ir petrol ürününün damıtılması sırasında en
karayiş, [? karayiş] {ağız} is. Atın binicisini sarsan
sona kalan madde.
sallantılı yürüyüşü. [DS]
k a rb o n a d o , [İsp. carbonado] (karbona’do) is. İri
k araz, [Ar. garaz] {ağız} is. Kin; öç. [DS]
parçalar hâlinde bulunan ve sert olduğu için kaya
k araza, [kara + Far. zağ (karga)] is. Kara karga;
ları delmekte kullanılan doğal kara elmas,
karga, fi1 k a ra z a ton, Rahip elbisesi; p a paz giye
k a rb o n a t, [Fr. carbonate] is. 1. kim. Karbonik asidin
ceği; papaz cüppesi. [EUTS]
bazlarla birleşerek meydana getirdiği tuz. 2. H a
k a rb a , [karba] {eT} sf. İlaçlık bir bitki türü. [EUTS]
zım sızlığa karşı kullanılan sodyum bikarbonatın
k arb ağ ı, [kar+bağ-ı] {ağız} is. Çatılara konulan kiriş.
halk arasındaki adı. 3. Kabartıcı maddelerin genel
[DS]
adı.
k ârb an , [Far. kârbân oLy^] (kâ.rba.n) {OsT} is. Ker k a rb o n a tla m a , [karbonat-la-ma] is. 1. Karbonatlı
van. fi1 k â rb â n -ı râ h -ı te c rîd , {OsT} M addî kaygı hâle getirme. 2. kim. Bazı maddelere bu karbonik
lardan ruhu sıyırm a yolunun kervanı. asit gazı uygulanarak onları karbonat hâline dönüş
k a rb a n , [? karban] {ağız} is. 1. Çam aşır ıslatmakta türme.
kullanılan ıhlam ur ağacı kabuğundan yapılmış tek k a rb o n a tla m a k , [karbonat-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-
ne; çamaşır teknesi. 2. Civcivleri korum ak için sö yor] kim. Karbonatlı hâle getirmek,
ğüt dallarından yapılmış kafes. 3. Tahta kutu. 4. El k arb o n atlan m ak , [karbonat-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır]
sepeti. [DS] kim. K arbonat hâline dönüşmek,
k â rb an seray , [Far. kârbân+serây (kâ:r- k a rb o n a tla ştırm a k , [karbonat-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-
ba:nsera:y) {OsT} is. Kervansaray, ır] kim. 1. Karbonat hâline getirmek. 2. Şekercilik
karbıçı, [Moğ. karbıçı] {eT} sf. Sadak; kılıç bağı; zırh te fazla kireci kalsiyum karbonat hâline getirip çö
yeni. [Nevâyî] kertm ek için şekerli eriyiğin içinden karbonat ge
k arb o jen , [Fr. carbogene] is. Birleşiminde yüzde çirmek.
doksan beş oksijen ve yüzde beş karbondioksit bu k arb o n a tlı, [karbonat-lı] sf. kim. 1. Karbonatlı hâle
lunan, soluk tıkanıklığı tedavisinde kullanılan gaz. gelmiş olan. 2. Yapısında karbonat anyonu bulu
karboksil, [Fr. carboxyle] is. kim. Organik asit grup nan.
larında yer alan -C O O H formülündeki tek değerli k a rb o n d io k sit, -di [Fr. carbondioxide] is. kim. K ar
köklere verilen ad. bonun yükseltgenmesi ile elde edilen, yoğunluğu
karboksilaz, [Fr. carboxylase] is. biy. Bira m ayasın 1,52 olan, renksiz, kokusuz, 31°C’nin altında ko
da bulunan ve canlı dokulardaki bir C 0 2 karboksil layca sıvılaşan, -79°C’de katılaşan ekşimsi tatta bir
grubunu bir protein m olekülünden çözme özelliği gaz; karbonik asidi anhidriti: C 0 2
gösteren enzim, k a rb o n h id ra t, [Fr. carbone hydrate] is. Karbon,
k arboksilik, -ği [Fr. carboxylique] sf. Karboksilli; hidrojen ve oksijen içeren, çeşitli alkol işlevlerinin
karboksil bulunan, yanı sıra bir aldehit veya keton grubu da taşıyan,
karboksilli, [karboksil-li] sf. (M adde için) yapısında insan ve hayvanların en önemli organik besinlerin
bir veya daha çok karboksil bulunan, den olan organik kim ya bileşiklerinin genel adı;
karbon, [Lat. carbo (kömür) > Fr. carbone] is. kim. glüsit; sakarit.
Atom numarası 6, atom ağırlığı 12.01 olan, doğada k a rb o n ife r, [Fr. carbonifere] is. jeol. Birinci zam an
elmas, grafit gibi billurlaşmış, ya da maden köm ü da Devonyen ile Permiyen arasında yer alan gü
rü, linyit, antrasit gibi şekilsiz olarak bulunan ele nümüzden yaklaşık 80 ila 10 milyon yıl öncesini
ment, sembolü: C. 0 k a rb o n d ev ri, 1. biy. H ava içine alan, bataklıklarda maden kömürünün oluştu
daki karbondioksitin karbonunun fotosentez yoluy ğu dönem; karbon dönemi.
KAR İ H TOK M . 2428
k arb o n ik , -ği [Fr. carbonique] sf. K arbonla ilgili o- k a rb ü rle m e k , [karbür-le-mek] g ç l . f [-r] [-l(i)-yor]
lan. S1 k a rb o n ik asit, kim. Karbondioksitin suda 1. M etal bir ürünü karbon bakım ından zenginleş
çözünmüş hâline verilen ad, H 2 C 0 3. tirmek. 2. Demiri karbonca zenginleştirerek çeliğe
karbonil, [Fr. carbonile] is. kim. 1. Birleşm e değeri veya dökme demire dönüştürmek,
iki olarak düşünülen karbonmonoksit köküne veri k a rb ü rle ştiric i, [karbür-le-ş-tir-ici] s f (Kimyasal
len ad. 2. Ahşabı çürümeye karşı korum ak için kul madde için) karbonla kolayca tepkimeye girerek
lanılan kreozot ve antrasen yağlarının karışım ı bir karbür oluşturan,
sıvı. k arb ü rley ici, [karbür-le-y-ici] sf. 1. (M adde için)
karbonillem e, [karbonil-le-me] is. Ağaç eşyanın çü karbürlemede kullanılan. 2. is. Bir metal veya ala
rümesini önlemek amacıyla karbonil sürme veya şımı karbon bakım ından zenginleştirm ekte kullanı
emdirme işlemi, lan madde.
k arb o n it, [Fr. carbonide] is. kim. Başta karbon ol k a rc aşık , -ğı [kar-câ-ş-ık j-iU-yi] {eAT} {OsT} sf. Ka
m ak üzere dört değerli karbon grubu elementlerin rışık; dolaşık; karmakarışık. 0 k a rc a şık yel, {eAT}
genel adı. Bora; fırtına; sert rüzgâr.
k arb o n lam a, [karbon-la-ma] is. 1. Karbon verme, k a rc a şm a k , [kar-mak > kar-câ-m ak ? > karca-ş-mak
karıştırma. 2. Çeliğe karbon verme işlemi,
Lj*-i=rJs] {eAT} {OsT} {ağız} dönşl. f. [-ır] 1. K arış
k arb o n lam ak , [karbon-la-mak] g çl.f. [-r] [-l(ı)-yor]
1. Karbon vermek; karbon karıştırmak. 2. B ir ala mak; kaynaşmak; birbirine dolaşmak; karm a karı
şım veya karışımı karbon bakımından zenginleş şık olmak; bozulmak. [DK] [DS] 2. {ağızj Karıştır
tirmek. mak; altüst etmek. [DS]
k arb o n laşm a, [karbon-la-ş-ma] is. K arbon durum u k a rc a ş tırm a k , [karca-ş-tır-mak {OsT} gçl.
na gelme; kömürleşme, f. [-ur] Karıştırmak; karm akarışık etmek; perişan
k arb o n laşm ak , [karbon-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] etmek.
Karbon durumuna gelmek; kömürleşmek, k a rc a şu k , -ğu [kar-câ-ş-uk {eAT} sf. Karı
k arb o n laştırm a, [karbon-la-ş-tır-ma] is. 1. Karbon
şık; dolaşık; karmakarışık,
hâline getirmek; kömürleştirmek. 2. tekst. Yüne
k ârcı, [kâr-cı] sf. 1. Y alnızca kârını düşünen. 2. İş
karışmış olan bitkisel parçacıkları tem izleme işle
leyen; iş yapan; çalışan,
mi. 3. Organik maddeleri ve özellikle odunu kömür
hâline getirme. 4. Kömürü havasız yerde işleme; k a rc ığ a r, [Far. kâr-çe-gâr > O. T. karcığar jUş-jlî]
koklama; damıtma, {OsT} is. müz. Türk musikisinde uşşak dörtlüsüne
k a rb o n laştırm ak , [karbon-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır] neva (re) perdesi üzerindeki hicaz beşlisinin ek
Karbon hâline getirmek; kömürleştirmek, lenm esiyle oluşturulmuş basit bir makam,
k arb o n lu , [karbon-lu] sf. kim. Birleşiminde karbon k a rc ık m a k , [kar-cık-mak] {ağız} g çsz.f. [-ır] 1. (Ses
bulunan. için) çok konuşm aktan veya soğuktan kısılmak. 2.
k arbonm onoksit, -di [Fr. carbone monoxyde] is. (Ayak için) soğuktan morarmak. 3. (El ve ayak
kim. Yoğunluğu 0.97 olan, renksiz, kokusuz, bol için) su içinde çok kalm aktan dolayı beyazlaşmak.
miktarda ısı açığa çıkararak mavi bir alevle yanan, [DS]
hava ile birleşerek patlayıcı bir madde oluşturan bir k arcıl, [kar-cıl] sf. (Bitki ve bakteriler için) karda ya
oksijenli karbon bileşiği olan gaz, CO. şayabilen.
k a rb o ru n d u m , [İng. carbon korindon (tescilli ad)] k arç , [karç / kırç (yans.)] is. 1. Zorla çiğneme, kesme
is. Aşındırıcı olarak yaygın bir kullanım alanı bu ve koparm a sırasında çıkan sesleri anlatan kök.
lunan, yüksek sıcaklıkta kusursuz bir elektrik ilet [Zülfıkar] karç kurç, karç kurç yemek, 2. {eT} Gıcır
keni, aşınma ve korozyona karşı olağanüstü daya dama sesi. S1 k a rç k u rç , {eT} Gıcırtı ile. [DLT]
nıklı bir bileşik olan silisyum karbür, SC. k a rç a m a k , [karç-â-mak] (karça. mak) {eT} dönşl. f.
k arbuzye, [Yun. kharpitsa] {ağız} is. Küçük çivi. [-ır] Katılaşmak. [DLT]
[DS] k a rç a n la m a k , [lcarç-ın-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-
k a rb ü r, [Fr. carbure] is. Karbonun başka bir ele l(ı)-yor] -*■ karçınlamak. [DS]
mentle oluşturduğu ikili birleşik, kârçe, [Far. kâr-çe {Os T} is. müz. K âr for
k a rb ü ra n , [Fr. carburane] is. kim. Dört değerlikli mundaki eserlerin kısa olanına verilen isim,
uranyum bileşikleri ve kömür karışımı,
k a rç ıllan m a k , [kar-çıl-la-n-mak y] {OsT}
k a rb ü ra tö r, [Fr. carburateur] is. Patlamalı motorları
beslem ek için hava-yakıt karışımını belli oranda dönşl. f. [-ur] Karla hafifçe örtülmek; karlanmak,
otomatik olarak düzenleyen aygıt, k a rç ın , [kar-çm] {ağız} is. 1. Y ün tozluk; kalçın. 2.
k a rb ü rle m e , [karbür-le-me] is. Madenî bir ürünün Yünden dokunmuş torba, çuval. [DS]
karbon bakım ından zenginleştirilmesi işlemi; se- k a rç ın la m a k , [karç-m-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r) [-
mantasyon. l(ı)-yor] (Kar için) üstü buz tutmak. [DS]
ö I M M t » İ . 2429 KAR
karçibin, [kar(a)+çibin] {ağız} is. Atsineği. [DS] yan kişiler. 5. Aralarında büyük çapta benzerlik
karçiçeği, [kar+çiçe(k)-i] {ağız} is. 1. Çiğdem. 2. Kar bulunan nesnelerden her biri. 6. sf. (Kent; okul vb.
kalktıktan hemen sonra çıkan, çiğdeme benzer be için) aralarında sıkı bir ilişki ve bağ kurulmuş olan.
yaz bir çiçek; akçabardak. 3. Kasımpatı. [DS] 7. ünl. Adı bilinmeyen yaşça denk kişilere karşı
karçin, [karç-in] {ağız} is. 1. Yaban armudu. 2. Siya kullanılan seslenme sözü, ö kardeş bilmek, B ir
hımsı çok sert toprak. [DS] kimseyi kardeşiymiş gibi benimsemek; kardeş sayıp
karçunlamak, [karç (yans.) > karç-ıın-Ia-mak] {ağız} ona inanıp güvenmek.\\ kardeş gibi, 1. (Arkadaşlık
g ç l . f f-r] [-l(u)-yor] -*■ karçınlamak. [DS] için) birbiriyle çok yakın ve candan. 2. Kardeşe
yaraşır biçimde.\\ kardeş haleti, {ağız} Gelin evden
kard, [Far. kârd .sjlS'] (ka:rd) {OsT} is. Bıçak,
çıkmadan önce, kızın erkek kardeşinin damat tara
karda, [kar-da] {ağız} is. Yayla. [DS] fın d a n aldığı bahşiş. [DS]|] kardeş kardeş, Kardeş
kardahalı, [kardaha-lı] {ağız} sf. Budala. [DS] gibi; kardeşçesine.\\ kardeş katili, Kardeşini öldü
kardak, -ğı [lcarda-k] s f 1. Kat kat olmuş; katmerli. ren kimse.\\ kardeş kavgası, B ir ülke içinde y u rt
2. Dalgalı; büzülmüş; eğri; buruşuk. 3. {ağız} (Elbi taşların karşıt görüş ve düşünce dolayısıyla silahlı
se için) dar; biçimsiz. 4. is. (Dikişte) pot; buruşuk kavgaya girişmeleri. || kardeş okul, B ir okulun,
luk. [DS] toplumsal ve kültürel bakımdan yardım a ihtiyaç
kardaklanmak, [kardak-la-n-mak] {ağız} dönşl. f [- duyduğu için seçtiği ve çeşitli yardım larda bulun
r] (Dantel ya da kumaş için) bir kenarı bol, diğer duğu bir başka okul. || kardeş payı, B ir şeyi kar
kenarı dar oluşundan dolayı kıvrım kıvrım durmak. deşmişçesine eşit olarak bölme. || kardeş payı
[DS] yapmak, Bir şeyi eşit olarak paylaşmak.\\ kardeş
kardalı, [karda-lı] sf. 1. K at kat olmuş; katmerli. 2. şehir, Ülkemizdeki bir kentin, ilişkileri özel olarak
Dalgalı; büzük; eğri; buruşuk. 3. {ağız} (Dikilmiş geliştirm eyi ve yakınlaşmayı amaçladığı yabancı
nesneler için) büzgülü; potlu. [DS] bir ülkedeki kentin durumu.\\ kardeşten ileri, (Kişi
kardan, [Cardano (İtalyan bilim adamı) > Fr. car ler arasındaki yakınlık, dostluk için) çok değer ve
dan] is. Bütün yönlerde hareket etme olanağı veren rilen; candan.|| kardeş yolu, {ağız} -*• kardeş hâleti.
bağlantı. [DS]
kardeşçe, [kardeş-çe] (karde’şçe) zf. Kardeşliğe ya
kardaş, [ka-daş / karm-daş > kar-daş] {eAT} is. K ar
kışır biçimde; içten; samimi; dostane,
deş. [DK] fi5 kardaş okuşm ak, {OsT} Birbirini
kardeş saym ak.|j kardaş okuşm uş, {OsT} Birbirini kardeşkanı, [kardeş+kan-ı] is. Palmiye ve zam bak
kardeş saymış. gillerden birkaç tür ağaçtan elde edilen, eskiden
tıpta, günümüzde ise cila sanayiinde kullanılan bir
kardaşkanı, [kardaş+kan-ı] {ağız} is. Kırmızı ve be
tür reçine. S kardeşkanı ağacı, 1. Kanarya adala
yaz çizgili ipekli kumaş. [DS]
rında yetişen uzun ömürlü bir ağaç, (Dracaena
kardaşlanmak, [kardaş-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-
draco). 2. Endonezya adalarında yetişen bir tür
ır] (Ekin için) tek kökten pek çok sürgün vermek;
palm iye, (Calamus draco).
çatallanmak. [DS]
kardeşlemek, [kardeş-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
kardaşlaşmak, [kardaş-la-ş-mak {OsT} l(i)-yor] Bitkinin kökünden çok filiz çıkmak. [DS]
dönşl. f. [-ur] Birbirini kardeş saymak, kardeşlenme, [kardeş-le-n-me] is. Bir kökten birden
karde, [karde] {ağız} is. (Dikiş için) pot; buruşukluk. fazla sap bitmesi; göceklenme.
[DS] kardeşlenmek, [kardeş-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] 1 .
kardeç, -ci [? kardeç] {ağız} is. Tandırın isini silm ek (Ekin için) bir kökten birden çok sap çıkmak; gö-
te kullanılan ıslak bez. [DS] ceklenmek. 2. {ağız} Ağaç ya da bitki kökünden
kardelen, [kar+del-en] is. bot. Nergisgillerden, Ku birden çok filiz çıkarmak; filizlenmek. [DS]
zey ve Doğu A nadolu’da yetişen, daha kar kalk kardeşlik, -ği [kardeş-lik] is. 1. Kardeş olma duru
madan sarkık çan biçiminde beyaz çiçekler açan, mu; uhuvvet. 2. K ardeşler arasında var olan kan
soğanı halk hekim liğinde kas uyarıcı, yara iyileşti bağı. 3. Kardeş olmadığı hâlde kardeş kadar yakın
rici, yeşil kısımları ise kalp kuvvetlendirici, âdet sayılan veya kardeş kabul edilen kimse; dost. 4.
söktürücü, midevi bir etki gösteren, süs bitkisi ola Y akın dostluk; arkadaşlık. 5. B ir ülke insanları ara
rak soğanları ihraç ürünleri arasında değerlendiri sında bulunan birlik ve beraberlik. 6. ünl. A dı bi
len bir soğanlı bitki, (Galanthus nivalis). linmeyen bir kimseye iyi niyetler içinde bulunul
kardeş, [eT. kâ-daş / karın-daş] is. 1. Anne ve baba duğunu da ifade ederek kullanılan seslenme sözü.
ları ya da bunlardan birisi aynı olan çocukların di S’ kardeşlik etmek, Kardeşe yakışır davranışlar
ğer çocuklara göre durumu. 2. Bu çocuklardan yaş da bulunmak; kardeşlik yapmak.
ça küçük olanı. 3. mecaz. Aralarında büyük değer kardeşyutarlık, [kardeş+yut-ar-lık] is. biy. 1. Y u
verilen ortak bir bağ bulunan insanlardan her biri. murtadan çıkan embriyonların koruyucu kabuk içe
4. Hiçbir çıkar gözetilm eden birbirine yakınlık du risinde bulunan öteki yumurtaları yutması. 2. Bir
KAR Ö Iü M IİİM iS Ö M • 2430
tohum içindeki besi dokusunun kardeşi olan em b kardu, [kar > kardu] (kardu:) {eT} is. Kışın su üze
riyon tarafından sindirilmesi, rinde yüzen fındık büyüklüğündeki buz parçalan.
kardı, [kar-mak > kar-dı] {ağız} is. 1. Pazarda çok [DLT]
bol bulunan mal. 2. Su içerek hastalanan loğusa. kare, [Fr. carre] is. 1. mat. Kenarları ve açıları birbi
[DS] rine eşit dörtgen; dördül; murabba. 2. İskambil
kardıhal, [? kardıhal] {ağız} is. Mısır; darı. [DS] oyununda b ir oyuncunun eline aynı cinsten dört
kardırma, [kar-dır-ma] is. K ardırmak eylemi. kâğıt gelmesi durumu. 3. Dört kişiden oluşan oyun
kardırm ak1, [kar-dır-mak] gçl. f. [-ır] Karma işini grubu. 4. sf. mat. Açıları dik ve kenarlan eşit bi
bir başkasına yaptırmak. çimde olan. 5. sf. mat. (Sayı için) kendisi ile bir
kardırmak2, [kar-mak > kad-dır-mak] {ağız} g çl.f. [- defa çarpılmış olan; karesi alınmış olan. 6. sf. mat.
ır] 1. Bahçeyi ve çayırı bol sulamak; suya doyur Kesiti alındığında kenarları ve açılan dik ve eşit
mak. 2. Su arkının önünü kapayıp suyu biriktirmek. prizm a biçiminde olan; kare tabanlı, fi1 (bir sayı
[DS] nın) karesi, mat. O sayının kendisi ile çarpımı. ||
kardinal, -li [Fr. cardinal] is. Papayı seçen ve danış (bir sayının) karesini almak, mat. O sayıyı kendisi
manlığını yapan başpapazlardan her biri. S kardi ile çarpmak. || kare kesim, Saçların y ü z hizasında
nal kuşu, zool. İspinozgillerden genellikle kırmızı omuzlara değm eyecek biçimde ve katsız olarak ke
p arlak renkli, oldukça büyük boylu, iri gagalı, di- silmesi.
kilgen tepelikli p e k çok ötücü kuşun ortak adı, karekök, [kare+kök] is. mat. Bir sayı meydana ge
(Cardinalis cardinalis, Paroaria, Richmondena tiren kendisi ile bir defa çarpılmış olan sayılardan
cardinalis). her biri; karesi bir sayıya eşit olan sayı; bir çarpma
kardinallik, -ği [kardinal-lik] is. 1. Kardinal olma işleminde eşit olan çarpan ve çarpılandan her biri;
durumu. 2. Kardinalin görevi. 3. Kardinalin maka bir bölm e işleminde eşit olan bölen ve bölünenden
mı. her biri.
kardiya, [Fr. cardia] is. anat. 1. M idenin özo- kareleme, [kare-le-me] is. 1. B ir yüzeyi karelere böl
fagustan sonra gelen bölgesi. 2. Emici böceklerde me işi ve işlemi. 2. mat. Herhangi bir çokgeni eş
midenin önünde, sindirim odasının genişlemiş ön değerli bir kare çizerek hesaplama. 3. Bir resmi
kısmı. büyütm ek veya küçültm ek için karelere bölerek
kardiyak, [Fr. cardiac] sf. tıp. 1. Kalple ilgili. 2. is. çizme yöntemi,
K alp hastalığı olan kimse, karelem ek, [kare-le-mek] g ç l . f [-r [-l(i)-yor] 1. Bir
kardiyograf, [Fr. cardiographe] is. tıp. Kalbin hare yüzeyi karelere bölmek; kare kare ayırmak. 2. Bü
ketlerini çizgisel grafik hâlinde kaydeden aygıt; yütülecek olan resm i belli aralıklarda karelere böl
elektrokardiyograf. mek.
kardiyografi, [Fr. cardiographie] is. tıp. Kalbin ha kareli, [kare-li] sf. 1. Üstünde kareler bulunan. 2.
reketlerini kaydetm e tekniği; elektrokardiyografi, Karelere bölünmüş olan. S kareli kâğıt, Yazı ve
kardiyogram , [Fr. cardiogramme] is. tıp. Kardiyog çizimlerin düzgün olması için üzerine kareler çi
ra f aygıtının kaydettiği kalp hareketlerinin çizgiler zilm iş kâğıt.
le gösterilmiş grafiği; elektrokardiyogram. karene, [? karene] {ağız} is. Obur. [DS]
kardiyoliz, [Fr. cardiolyse] is. tıp. Kalbin çalışmasını kareş, [? kareş] {ağız} is. Teni beyaz, kaşı, gözü ve
güçleştiren dış zar yapışmalarında bu arızayı gide saçı kara olan güzel kadın veya erkek. [DS]
rerek kalbe rahatlık vermeyi öngören ameliyat, kareşkin, [kar+eş-kin] {ağız} is. A tın orta hızda yü
kardiyolog, -ğu [Fr. cardiologue] is. tıp. Kalp hasta rüyüşü. [DS]
lıkları üzerine uzmanlaşmış hekim, karev, [kara+ev] {ağız} is. Çadır. [DS]
kardiyoloji, [Fr. cardiologie] is. tıp. Kalbi ve hasta karevel, [? karavel] {ağız} is. Karşılık. [DS]
lıklarını inceleyen tıp dalı, karevle, [? karevle] {ağız} is. B ir tür ökçesiz ayakka
kardiyopati, [Fr. cardiopathie] is. tıp. Kalp hastalık bı; yemeni. [DS]
larına verilen genel ad. karevlek, -ği [? karevlek] {ağız} is. Toprağın nem li
kardiyoskleroz, [Fr. cardiosclerose] is. tıp. A tarda liği; tav. [DS]
m ar sertleşmesiyle birlikte görülün kalp dokusu karfiçe, [Yun. karphi > karphitsa] is. Küçük başlı,
sertliği hastalığı, orta boy dem ir çivi.
kardiyoskop, [Fr. cardioscope] is. tıp. Kalp kasılm a karga1, [eT. kar-ğâ-m ak (lanetlemek) > kar-ğâ (lanet
larını dinlemeye yarayan elektronik aygıt, kuşu) / karg (yans.) > karg-a] is. zool. Siyah tüylü,
kardiyoskopi, [Fr. cardioscopie] is. tıp. Kalp kasıl geniş kanatlı, gezici, tarla ve bahçelere zararlı, ötü
malarının elektronik aygıt ile dinlenmesi tekniği, cü bir kuş; kara karga; kuzgun, (Corvus). {eT} {eAT}
kardoş, [Rus. kartöfel [Tietze] => kardoş] {ağız} is. (aynı) [DLT] [EUTS] [DK] [Gabain] B karga burun,
Domates. [DS] Kemerli, sivri ve uzun burun. || karga çanağı, {ağız}
û iifiıiü M t m m . 2431 KAR
M idye kabuğu. [DS]|| k a rg a dttleği, bot. E lm a bü yetişen, karşılıklı basit yapraklı, talkım çiçekli, ka
yüklüğündeki meyveleri m üshil olarak kullanılan buğu ve meyvesi zehirli bir alkaloit taşıyan bir
baklagillerden sürüngen bir bitki; ebucehil karpu ağaç, (Strychnos nux vomica). 2. Bu ağacın striknin
zu, acı hıyar, (Citrullus colocynthis)\\ k a rg a gibi, elde edilen tohumu.
Esm er ve çok z a y ıf kimse.\\ k a rg a o tu , bot. Çuha k a rg a c ık 1, -ğı [kar-mak (karıştırmak) > kar-gaç >
çiçeğigillerden, süs bitkisi olarak yetiştirilen kenarı karga(ç)-cık] sf. 1. Birbirine girmiş, karışmış olan.
düz yapraklı, beyaz ve sarı çiçekli, birçok türleri 0 k a rg a c ık b u rg acık , 1. (Yazı için) düzensiz ve
bulunan çok yıllık otsu bitki, (Lysimachia)\\ k a rg a karışık; okunaksız; bozuk. 2. E ğri büğrü.
sab u n u , {ağız} Su kenarlarında biten, iri yaprakları k a rg a c ık 2, -ğı [karga-cık] is. 1. Küçük karga; yavru
su ile ovulduğunda köpüren, halk hekimliğinde ter karga. 2. Hat sanatında harflerin sonunda ve boş
letici ve idrar artırıcı olarak kullanılan, beyaz ve lukları doldurmak için kullanılan bir süs öğesi,
pem be çiçekli bir ot; sabun otu; köpürgen, (Sapo- k a rg ad elen , [karga+del-en] is. bot. Kabuğu ince ve
naria officinalis). [DS]|| k a rg a sarm ısağ ı, {ağız} -* gevrek olduğu için kolay kırılan bir tür badem,
karga soğanı. [DS]|| k a rg a soğanı, {ağız} Süsengil-
k argadüğeleği, -ni, -k leri [karga + düğ-ele-(k)-i] {çı
lerden, yurdum uzda yetişen, yum rulu çiçekleri
ğız) is. -*■ karga düleği. [DS]
pem be veya koyu m or renkli, on kadar Gladiolus
türüne verilen ad, (Gladiolus atroviolaceus, G. ita- kargad ü ğ leğ i, -ni, -kleri [karga + düğ-le-(k)-i J
licus, kotschyanus). [DS]j| k a rg a taşla m a k , argo. la8 lz} is- -+ karga düleği. [DS]
Kadın ve kıza sataşmak; sarkıntılık etmek. || k a rg a
k argadttleği, -ni, -k leri [karga+dü(ğ)-le-(k)-i] {ağız}
yeli, {ağız} Batıdan esen yel. [DS]|| k arg a y ı b ü lb ü l
is. -*■ karga düleği. [DS]
diye satm ak , K ötü bir şeyi iyi diye satmak; dolan
k arg ad ü v eğ i, -ni, -k leri [karga + dü(ğ)-e(k)-i] {ağız}
dırmak; aldatmak.\\ k a rg a yuvası, Bazı gemilerin
is. -*■ karga düleği. [DS]
pruva direklerinde görülen gözcü, nöbetçi barına
ğı.|| k a rg a y ü rek , {ağız} K ara ve uzunca bir üzüm. k argadüveleği, -ni, -k leri [karga + dü(ğ)-ele-(k)-i]
[DS]|| k a rg a y ü rü y ü şü , Çömelmiş durumda, çift {ağız} is. ■* karga düleği. [DS]
ayakla sıçrayarak yapılan bir tür yürüyüş çalışma k arg ad ü v leğ i, -ni, -kleri [karga+dü(ğ)-le-(k)-i
sı. {ağız} is. -*■ karga düleği. [DS]
k a rg a2, [İsp. cargare] (ka rg a ) is. dnz. 1. Bir şeyin
k arg aib iğ i, -ni, -k leri [karga+ibi(k)-i] {ağız} is. -*
asıl durumunu kaybederek baş aşağı olması. 2.
Yelkenleri toplama. 3. {ağız} Keçiboynuzu tartm ak karga düleği. [DS]
ta kullanılan özel bir tartı. [DS] ö k a rg a etm ek, 1. kargaiğnesi, -ni, -eleri [karga+iğne-s-i] {ağız} is. -*■
Tulumbaların kurumuş köselelerini ıslatarak işlet karga düleği. [DS]
mek. 2. B ir gem inin serenlerini az y e r tutması için k arg ak o zağı, -m , -k la n [karga+koza(k)-ı] {ağız} is.
veya yas belirtisi olarak eğmek. || k a rg a olm ak, -*• karga düleği. [DS]
Yelkenleri yukarı toplanmak.\\ k a rg a tu lu m b a , (İt. k a rg a g , [karğâ-mak > karğâ-k / karğâ-ğ] {eT} is. -*
carga la tromba!) 1. dnz. “Yelken indir ve topla!” kargak.
2. Birkaç kişinin bir kişiyi kaldırıp taşım ak için kol k arg ag iller, [karga-gil-ler] is. zool. Örneği karga o-
ve bacaklarından tutması. || k a rg a tu lu m b a etm ek, lan, gagası iri, ucuna doğru biraz kıvrık ve hafifçe
Birini kol ve bacaklarından yakalayarak tutup g ö yuvarlak, burun deliklerinde uzun tüycükler bulu
türmek. nan, tüyleri çok parlak ve siyah, hem hayvansal
k arg a b a rd a ğ ı, -nı, - k la n [karga+barda(k)-ı] {ağız} hem de bitkisel besinlerle beslenen ötücü kuşlar
is. Tarlalarda biten, pis kokulu bir tür yaban otu. familyası, (Corvidae).
[DS] k a rg a k , [karğâ-mak > karğâ-k / karğâ-ğ] {eT} is. La
kargabeyni, -ni, - n le r i [karga+bey(i)n-i] is. Yoğurt net; beddua; kargış. [DLT]
ve üzüm pekmezinden hazırlanan yemek, k a rg a la k , -ğı [karga-la-k] {ağız} is. D eniz veya ırm a
k a rg a b u rn u , [karga+bur(u)n-u] is. 1. Uçları karga ğın kıyıya attığı odun parçaları. [DS]
gagası gibi konik ve kıvrık olan el aletlerinin genel k arg alık , [kargı-lık] {ağız} is. Saz; hasırotu. [DS]
adı. 2. Tel kıvırm akta kullanılan ucu konik metal k a rg alm a k , [karğâ-mak > karğa-l-mak] {eT} edil. f.
kıskaç. 3. Kalın halat tellerinden örülerek yapılmış [-ur] Lanetlenmek. [DLT]
ipleri sökmekte kullanılan uçları sivriltilerek kıv
rılmış tel parçası. 4. {ağız} Kapı mandalı. [DS] k a rg a m a k , [karğâ-mak J \ (karga;mak) {eT} {e-
k a rg a b u ru n , [karga+burun] {ağız} is 1. {ağız} Kapı AT} {ağız} gçl. f. [-r] [-g(ı)-yor] 1. İlenmek; lanet
mandalı. 2. Y angın söndürme işlerinde kullanılan etmek; beddua etmek; lanetlemek. [DLT] [EUTS]
ucu eğri demir çengel. 3. U zunca ceviz. 4. Salamu [DK] [DS] 2. {eAT} Fena görmek; kötü muamele et
ra yapılan uzun ve iri b ir tür zeytin. [DS] mek. >5 k a rg a m a k a rk a m a k , {eT} Lanet etmek;
karg ab ü k en , [karga+bük-en] is. bot. 1. H indistan’da kötülüğü sayıp dökmek. [DLT]
KAR Ö I ü M I Ü M E S M • 2432
k arg an , [kar-gan] {ağız} is. N adasa bırakılmamış, k arg ü ık , -ğı [kar-gı-lık] is. 1. Kargı yetişen yer; kar
dinlendirilmemiş tarla. [DS] gıların bol bulunduğu yer. 2. {ağız} Fişek konulan
k arg an m ak , [karğâ-mak > karğa-n-mak] {eT} dönşl. m eşin kuşak; fişeklik. [DS]
f. [-ar] 1. Kendi kendini lanetlemek; kendi kötülü k arg ım a, [kargl-ma] is. Beddua etme eylemi; ilen
ğü için dua etmek. [DLT] [ETY] 2. edil. f. Beddua me; lanetleme,
edilmek; ayıplanmak. [ETY] k arg ım a k , [eT. karğâ-m ak / karğî-mak] {ağız} gçl. f.
kargasekm ez, [karga+selc-mez] sf. (Yer için) çok ıs [-r] (Biri için) A llah’ın gazabına uğram asını dile
sız ve sarp olan, mek; ilenmek; beddua etmek; lanetlemek; lanet
k arg aşa, [karğâ-ş-mak > karğa-ş-â] is. 1. {eT} Tar etmek. [DS]
tışma; kavga. [Clauson] 2. {O sT } Savaş. 3. Toplum k a rg ın 1, [eT. kar-mak (toplamak) > kar-gm] {ağız} is.
içinde görüş çatışmalarından ya da kışkırtıcı davra 1. Eriyen buz parçalan ile suların meydana getirdi
nışlardan doğan karışıklık; huzursuzluk; çatışma; ği akarsu; ilkbahar selleri. [DS] 2. Karla karışık ya
anarşi; düzen yokluğu; gürültü patırtı. {eAT} (aynı) ğan yağmur. [DS] 3. Suların birikerek taşmış, ka
[DK] 4. Y asa tanımama durumu. 0 k a rg aşa ç ık a r barm ış hâli. [DS] 4. Taşmış suların toprak üzerinde
m ak , D üzeni bozmak; toplumda huzursuzluk y a donmuş hâli. [DS] 5. Bentte birikip taşan su. [DS] 6.
ratmak; kargaşaya y o l açmak. || k a rg a şa etm ek, Çağlayan; coşkun su. [DS] [EG] 7. Kaynak. [DS] 8.
{eA T } 1. K arışıklık çıkarmak. 2. Kavga etmek; g ü Ark; su birikintisi. [DS] 9. Bataklık. [DS] 10. Fırın
rültü yapmak. da çok kurutulmuş tahıl. [DS] 11. Yağmurdan yere
kargaşacı, [kar-ga-ş-a-cı] sf. Kargaşa çıkaran; karga yatmış ekin. [DS] 12. Suyun yükselmesi; gel; met.
şaya sebebiyet veren, 13. Su çevrintisi; girdap. 14. Sulanmaktan dolayı
k argaşalık, -ğı [kar-ga-ş-a-lık] is. Kargaşa durumu, çamur hâline gelmiş tarla. 15. Üstü kuru gibi gö
k arg aşan a, [karga-ş+ana] {ağız} is. Iş karıştıran; ründüğü hâlde altı batak olan yer. 16. D ereler çe
bozgunculuk yapan. [DS] kildikten sonra kalan toprak. 17. Akıntısı olmayan
k argaşm ak, [karğâ-mak > karğa-ş-mak] {eT} işteş, f. suyun akış biçimi. 18. Tomrukları kereste hâline
[-ur] Birbirine lanet etmek. [DLT] getirmek, ya da tahtaların kabasını alm akta kullanı
lan bir tür rende.
kargaşm ış, [karga-ş-mış J] {OsT} sf. Karışmış,
k a rg ın 2, [eT. kar-mak (toplamak) > kar-gm] {ağız} sf.
k arg atm ak , [karğâ-mak > karğa-t-mak] {eT} g çl.f. [- 1. (Kişi için) her şeyi çok ve bol olan; zengin. 2.
ur] Beddua ettirmek; lanetletmek. [DLT] [EUTS] Bol; çok. 3. Doymuş; tok. 4. (Toprak için) verimli.
k arg atu zu , -nu, -zları [karga+tuz-u] {ağız} is. De 5. (Ateş için) alevli. 6. (Kişi için) işi başından aş
mircilerin kaynak yapm akta kullandıkları beyaz kın. [DS] 7. Hesabını bilemeyecek kadar zengin.
mermere benzer bir maden. [DS] k a rg ın 3, [eT. kar-mak (toplamak) > kar-gm] {ağız} sf.
kargeyen, [kar+giy-en] {ağız} is. 1. K alın sis tabaka 1. Sık; sıkışık. 2. Dolgun; dolu. [DS]
sı. 2. İlkbaharda yağan hafif yağmur. [DS] k a rg ın 4, [eT. kar-m ak (toplamak) > kar-gm] {ağız} s f
k a rg ı1, [eT. karğü / kargı] is. 1. {OsT} Kaim kamış. 2. Mal çokluğundan dolayı fiyatın düşmesi.
bot. Buğdaygillerden su kenarlarında ve bataklık k a rg ın 5, [kar-mak (derine işlemek; koymak) > kar-
larda yetişen, gövdesi sert ve boğumlu, içi boş, beş gm] {ağız} is. M arangozlukta kullanılan, tahtayı de
metre kadar boylanabilen, şerit yapraklı, çok yıllık rin yontan bir tür büyük rende,
pek çok bitkinin ortak adı; bambu; kamış; saz,
k arg ın lık , -ğı [kar-gm-lık] {ağız} is. M ide şişkinliği.
(Arundo phrogm ites / Donax, Ammophila, Phalaris [DS]
arundinacea, Typha latifolia, Arundo communis, k arg ış, [eT. karğa-m ak > karğı-ş] is. 1. {eT} Kötüle
Saccharum offıcinarum ). 3. {ağız} D alyanlarda bü me; zemmetme; lanet; ilenme; beddua; ilenç. [DLT]
yük balıkları çekmekte kullanılan demir kanca. 2. {eAT} Lanet etme eylemi veya biçimi. 3. Kargı
[DS] 4. Eskiden silah olarak kullanılan ucu sivri mak için söylenen sözler; lanet; telin; beddua. S
demirli uzun mızrak. 5. {ağız} Bele sarılan fişeklik. k arg ış dökm ek, {ağız} İlenmek. [DS]|| k arg ış et
[DS] 6. {ağız} Tezgâhta bez dokurken iplerin yolunu m ek, İlenmek; {ağız} (aynı). [DS]|| k argışı cetm ek
açan aygıt. [DS] £? k arg ı dalı, {ağız} Mısır. [DS] (yetmek), {ağız} Birinin ilenci geçmek. [DS]j| kargış
k a rg ı2, [karğl-mak > karğl] (kargı:) {eT} is. Beddua, verm ek , {ağız} K arşılık vermek. [DS]
k arg ıçu g u n , [karğı-çu-ğun] {eT} is. Bir tür ilaç. k arg ışlam a, [kargı-ş-la-ma] is. Lanet dileme eylemi;
[EUTS]
lanetleme; ilenme,
k argılaç, [karğı-lâç / karlı-ğâç / karlu-ğaç / karlan-
k arg ışla m a k , [kargı-ş-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-
ğuç] (karğıla. ç) {eT} is. Kırlangıç. [DLT]
l(ı)-yor) Birine insanların sevgi ve ilgisinden yok
k arg ılam a, [kar-gı-la-ma] is. Kargı darbesi ile yara sun kalıp nefretlerine uğramasını A llah’tan dile
lam a ya da öldürme,
mek; ilenmek; lanetlemek. [DS]
k arg ılam ak , [kar-gı-la-mak] g ç l f [-r] [~l(ı)~yor]
kargışlı, [kargı-ş-lı] sf. Lanetlenmiş; insanların nef
Kargı darbesi ile yaralamak veya öldürmek.
retini kazanmış olan; lanetli; melun.
ım r a ıc f m ı . 2433 KAR
k arg ışm ak , [kargı-ş-mak Js] {OsT} dönşl. f. [- bolınak, {eT} Yaşlanmak; ihtiyarlamak.\\ k a rı gez
d iren , {ağız} B ir tür börülce. [DS]|| k a rı gibi, (Er
ur] Hayrete düşmek,
kek için) korkak; dönek.|| k a rı kayı, {eAT} Kocakarı
k â rg ir, [Erme, k ’ar (taş) + gir (kireç) > k ’arugir /
soğukları.\\ k a rı kızan, Çoluk çocuk bütün ev hal-
Far. kârgir / kârgil > kâgır j Ş jlS"] {OsT} is. -*■ kâgir. kı.|| k a rı koca, Birbiri ile evli bulunan kadın ve
kargo, [Lat. carrus (yük arabası) > İng. cargo] is. 1. erkek. || k a rı koca h ay atı sü rm ek , (Evli olmayan
Bir yere gönderilmek üzere taşıtlara verilen yük, kadın ve erkek için) evlilik ilişkileri içinde y a şa
eşya, paket. 2. Bu yükleri kabul ve teslim işleriyle mak; gayrimeşru ilişkide bulunmak; karı koca gibi
ilgili hizm et akışı. 3. dnz. Gemi yükü. 4. genşl. Yük yaşamak. || k a rı kocalık, Karı koca olma durumu;
gemisi. evlilik.\\ k a rı oyunu, Verilen sözde durmamak, dö
k a rg u 1, [karğü / karğüy / karğun] {eT} is. Dağ tepele neklik yapmak.\\ k a rı p a z a rı, Gürültülü insan kala
rine minare biçiminde inşa edilen yapı olup düş balığı.|| k a rısı ağızlı, (Erkek için) eşinin düşüncele
man geldiği zaman herkesin hazır bulunm ası için rini benimseyip onun gibi konuşan.|| k a rısı köylü,
üzerinde ateş yakılır; gözetleme kulesi. [ETY] (Erkek için) eşinin akrabalarını benimseyip kendi
[DLT] akrabalarını unutan. || k a rısı k u ru su , E şi ve bütün
k arg u 2, [karğü y-J>] (kargu:) {eAT} {OsT} is. Ok ve ev halkı.
k a rı2, [*kar-mak > kar-T] (karı:) {eT} is. 1. Karış; öl
mızrak yapılan sağlam kamış; mızrak; kargı. [DK]
çü; bez ölçülen arşın. [DLT] 2. Kol. [Yüknekî]
karg u n , [kar-mak (yığmak) > kar-gun] {ağız} is. 1 .
k a rı3, [karı / kırı (yans.)] ünl. Katır, eşek veya tay
Bentte biriken su. 2. Erim iş kar, buz parçaları ile
çağırma ünlemi. S k a rı k u rı, {eT} Tay kısrağın
akarsuyun meydana getirdiği sel. [DS]
gerisinde kaldığı zaman kullanılan çağırma sözü.
karguy, [karğü / karğüy / karğun] {eT} is. -»-1. kargu1.
[DLT]
2. Atmaca. [DLT]
k arıc a , [karı-ca / a4-J] {Os T} is. Y aşlı kadın; ka
k arğ alm ak , [eT. karğâ-mak > karga-l-mak] {ağız}
gçl.f. [-ır] kargamak. [DS] dıncağız.
k arğ am ak , [eT. karğâ-mak] {ağız} gçl. f. [-r] -*• kar k a rıc ı1, [kaı-ıcı] {ağız} sf. Oyun bozan; mızıkçı. [DS]
gamak. [DS] k arıcı2, [karı-cı] {ağız} is. Çapkın erkek. [DS]
kargışlam ak, [eT. karğâ-mak > kargış-la-mak] {ağız} k arıcığ, [karı-cılc] {ağız} is. On şubatta başlayan ve
g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor] -* kargamak. [DS] yedi gün süren soğuk. [DS]
k a rh 1, [karğü / karğüy / karğun > ? karh] {eT} is. k arıcık , -ğı [karı-cık {OsT} is. Yaşlı kadın. S
Burç. [EUTS] k a rıc ık olm ak, {eAT} Yaşlı kadın kılığına girmek.
k a rh 2, [Ar. karh js] {OsT} is. 1. Yaralanm a veya ya k arıç, [*kar-mak > kar-ıç] {eT} is. Ölçek. [EUTS]
ralama. 2. V ücutta çıkan yara; çıban, k arıç u k , [kari > karî-çuk {eAT} {OsT} is. İh
k a rh a , [Ar. karh > karha 45 -Jı\ {OsT} is. tıp. Yara; tiyarcık; yaşlı kadıncağız. [DK]
ülser. S k a rh a -i âkile, {OsT} Çevresini yiyip git k a rıg 1, [kar-mak > kar-ığ] {eT} is. 1. Ağrı. [EUTS] 2.
tikçe genişleyen yara. |] k a rh a -i efrenciye, {OsT} Nöbet. [EUTS] 3. Tevkif; tutuk; tutma. [EUTS]
tıp. Frengi yarası.\\ k a rh a -y i red îe, {OsT} tıp. Güç k arıg 2, [karî-mak > karı-ğ] {eT} sf. Yaşlı; karı; ihti
iyileşen kötü bir yara. yarlık. [EUTS] [Gabain]
k ârh an e, [Far. lcârhâne üU-jlS"] (kâ:rha:ne) {OsT} is. k a rıh , [eT. karak / kar-ılc] {ağız} is. Göz ağrısı. [EG]
1. Makine ve insan gücü ile işleyen ve seri üretim S k a rıh olm ak, {ağız} Kara bakmaktan gözleri
yapılan yer; fabrika. 2. Süt ve süt ürünlerinin işle ağrımak. [EG]
nip satıldığı dükkân. 3. ?necaz. Dünya. 4. Genelev, k a r ık 1, -ğı [kar-mak > kar-ılc] {eT} {ağız} sf. Karılmış;
katışmış; karışık. [KB] [DS] S k a rık gelm ek, {ağız}
karh an e, [kar + Far. -hâne (karha:ne) {OsT}
Kumaş türü iki parça, birbirine denk gelmek; uç
is. Kar doldurulan yer; kar kuyusu, uca gelmek. [DS]|| k a rık k atık , 1. {eAT} Katık ola
k ârhaneli, [kârhane-li] {OsT} s f Yeniçeri ocağının cak yiyecekler.|| 2. {ağız} Ayran. [DS]
gereçlerini hazırlam akla görevli iş yerlerinde çalı k a rık 2, -ğı [kar-mak (birikmek) > kar-ılc] {ağız} is. 1 .
şan kişilere verilen ad; ehl-i hiref. Bağ ve bahçe sulamak için açılmış su yolu. {eAT}
k a rı1, [karî-mak > kari] (karı:) sf. 1. {eT} {eAT} {OsT} {OsT} (aynı) 2. Çift sürerken sabanın açtığı çizgi. 3.
Iağız} Yaşlı; ihtiyar; lcocamış. [DLT] [İKPÖy.] Su arkları arasında kalan sulanacak arazi parçası. 4.
[EUTS] [OKD] [DK] [Gabain] [DS] 2. {eT} Sayın; Pirinç tarlası. 5. Kışın hayvanların yem yediği yer.
hürmetli; muhterem. [EUTS] 3. {eAT} {OsT} {ağız} [DS] 6 . {OsT} Oyuk; yarık.
Eski; köhne. [DS] 4. is. Yaşlanmış kimse. 5. Erke k a rık 3, -ğı [kari-malc > lcarı-lc] {ağız} sf. (Ses için)
ğin evlenmiş olduğu kadın; eş. 6 . Kadm. fi1 k a rı olduğundan daha kalın ve kart çıkan. [DS]
ağızlı, (Erkek için) çok dedikodu yapan. || k a rı k a rık 4, -ğı [kar > kar-ık] sf. 1. {ağız} (Göz için) karh
KAR O IÜ M IİİM M • 2434
alana bakmaktan kamaşmış. [DS] 2. {ağızj is. Bir g ç l . f [-r] Boylamak; karışlamak; arşınlamak; ölç
göz hastalığı. [DS] 3. Karlı alana bakıldığında göz mek. [DLT]
de m eydana gelen kamaşma, bakamama hâli. S k a n la m a k 3, [kar > kar-lâ-m ak / kar-ı-lâ-mak] (ka
k a rık değm ek, {ağız} Güneşli havada kara bak rıda: mak) {eT} gçsz. f. [-r] (Rüzgâr için) tipi halin
maktan göz ağrımak. [DS] de kar getirmek; karlamak. [DLT]
k a rık 5, -ğı [kır (yans.) > kır-ık] {ağız} is. 1. Sıpa. 2. k arıla şm a , [karı-la-ş-ma] is. Karı gibi davranma.
Oğlak. [DS] k a rıla şm a k 1, [karı-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] (Erkek
k a rık 6, -ğı [kar-ık] {ağız} is. Sıra. [DS] için) huyları ve davranışları kadına özgü hâl almak;
k arık lam a, [kar-ık-la-ma] is. 1. Karık açma. 2. Bir kadın gibi davranır olmak.
çayırdaki suyun çekilmesi ve akaçlamayı sağlamak k a rıla şm a k 2, [kar-mak > kar-ıl-m ak > kar-ıl-a-ş-
amacıyla karıklar açm a işlemi. mak] {ağız} işteş, f. [-ır] (Hayvan için) çiftleşmek.
k a rık la m a k 1, [kar-ık-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] [DS]
K arık açma veya karıklam a işlemini yapmak. k a n la tm a k , [karî-lâ-t-mak] (karı.Tâ-t-mak) {eT} gçl.
k a rık la m a k 2, [karık-la-mak] {ağız} g ç sz.f. [-r] [-l(ı)- f. [-ur] Boylatmak; boyunu ölçtürmek; karışlatmak.
yo r] (Göz için) güneşli havada kara bakmaktan do [KB]
layı ağrımak. [DS] k a rılı1, [karı-lı] sf. 1. Karısı olan. 2. Belirtilen sayı ve
k a rık lı1, [karık-lı] {ağız} sf. Karığı olan; karık açılmış nitelikte karı sahibi olan, ö k a rılı kocalı, K arı ko
olan. [DS] ca birlikte; eşler birlikte olarak.
k a rık lı2, [karık-lı] {ağız} is. 1. Arpa, buğday, çavdar k a rılı2, [kar-ıl-mak > kar-ıl-ı] sf. K anlm ış olan;
karışımı olan zahire. 2. Bu zahireden yapılan un. kanştınlm ış; karm a eylemine uğramış olan.
[DS] k a rılık 1, -ğı [kan-lık] is. 1. K adın olm a durumu. 2.
k a rık lı3, [kar-mak (yığmak) > kar-ık-lı] {ağız} sf. 1. Evli bir kadının kocasına göre durumu. 3. Kadının
Bol; çok. 2. Zengin. [DS] kocasına karşı kadınlık görev, işlev ve yükümlü
lüklerinin tümü. S k a rılık etm ek, 1. (Kadın için)
k arık lık , -ğı [kank-lık] {ağız} is. Güneş ve kar göz
eşi için gerekli olan yüküm lülüklerini yerine getir
lüğü. [DS]
mek. 2. argo. (Erkek için) döneklik etmek; sözünde
k a rık lu , [karık-lu jiiJ>\ {eAT} sf. Karıştırılmış; mağ- durmamak; korkakça davranmak.\\ k a rılık kocalık,
şuş. K arı koca olma durumu; evli olmanın gerektirdiği
k a rık m a , [kar-ık-ma] is. Kardan dolayı göz kamaş yükümlülükler.
m ası durumu. k arılık 2, -ğı [karı > k an-lık {eT} {eAT} is.
k a rık m a k 1, [eT. kâr > kar-ık-mak {eT} gçsz. Yaşlılık; ihtiyarlık. [KB]
f. [-ır] 1. (Göz için) kara bakmaktan ya da fazla k a rılık 3, -ğı [kar-mak > kar-ıl-mak > kar-ıl-ık] {ağız}
ışıktan dolayı kamaşmak. [DLT] [DS] 2. {eAT} {OsT} sf. 1. Karılmış; kanştınlm ış. 2. Ham ur için yoğrul
(G öz için) aşırı ışıktan rahatsız olarak iyi göreme muş.
mek. k a rılm a , [kar-ıl-ma] is. K arm a eylemine uğram a du
k a rık m a k 2, [kar-mak > kar-ık-mak] {ağız} gçsz. f. [- rumu; karıştınlm a.
ır] 1. Çok bağırmaktan doğan ses kısıklığı. [DS] k a rılm a k 1, [kar-mak > kar-ıl-m ak j l j ü ] dönşl. f. [-
k a rık m a k 3, [kar-mak > kar-ık-mak] {ağız} gçsz. f. [-
ır] [-ur] 1. B irçok nesne bir araya gelerek birbiri
ır] (Hastalık, dert için) yerleşmek; iyileşm ek dev
içine dağılıp karışmak; meze olmak. {eT} {eAT}
resinde iken birden azmak; müzminleşmek; yer {OsT} (aynı) [DLT] [EUTS] [Gabain] 2. {eAT} {OsT}
etmek; süreğenleşmek. [DS] {ağız} (Hayvan için) çiftleşmek. [DS] 3. edil. f.
k a rık m a k 4, [kar-ık-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] 1. Şa K arm ak eylemi yapılmak; kanştm lm ak. {eT} {eAT}
şırmak. 2. Oyunda mızıkçılık etmek. [DS] {OsT} (aynı) [DLT] [İKPÖy.] fi1 k a n lu p k atılm ak ,
k a rık m a k 5, [kar-mak > kar-ık-mak] {ağız} gçsz. f. [- {eAT} {OsT} Birbirine karışmak.
ır] 1. Su akarken önüne gelen engel yüzünden ge k a rılm a k 2, [kar-ıl-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] (Ses
riye doğru birikmek. 2. M alların çokluğundan, satış için) kısılmak. [DS]
durgunlaşmak. [DS]
k a rılm a k 3, [kar-mak > kar-ıl-m ak ^ y ] {eAT} dönşl.
karıksız, [kar-mak > kar-ık-sız] {eT} sf. K atışık ol
mayan; saf. [KB] f [~ur] (Su için) önündeki herhangi bir engel yü
zünden birikip kabarmak.
k arıl, [kar-ıl / kaz-ıl] {ağız} is. Bükülmüş kıl sicim.
[DS] k a rım 1, [kâr-mak > kar-ım] {eT} is. 1. Çukur; su
hendeği. [EUTS] 2. M üstahkem yer. [EUTS]
k a n la m a k 1, [kari (yaşlı) > karî-lâ-mak] (karv.la:-
mak) {eT} gçl. f. [-r] Yaşlı saymak; ihtiyarlığa nis k a rım 2, [kar-mak > kar-ım] {ağız} sf. (Sakız için) bir
pet etmek. [DLT] parça; bir çiğnem. [DS]
k a n la m a k 2, [kan > karî-lâ-mak] (karı:la:mak) {eT} k a rım 3, [kar-mak > kar-ım] {ağız} is. H armanda sav
ö i e ı i i i ı t ı a ı • 2435 KAR
rulmak için tınazdan ayrılan bölüm; tınaz parçası. cak lılar, zool. Yumuşakçalardan, geniş karın taba
[DS] nı üzerinde sürünerek ilerleyen, bir çenetli, kabuk
k a rım 4, [kar-mak > kar-ım] {ağız} is. Altı ay yetecek lu hayvanlar sınıfı; karından ayaklılar, (Gastro
kadar yapılan yufka ekmeği. [DS] poda). || k a rın d iy afram ı, biy. Bazı böceklerde ka
k a rım 5, [kar-mak (biriktirmek) > kar-ım] {ağız} is. rın sinir zincirini iç organlardan ayıran bölme.\\
Bağın üst tarafına kazılan ve yağmur sularını birik k a rın d o y u rm a k , Geçimini sağlamak; geçinmek. ||
tirmeye yarayan uzunca çukur; ark; büğet. [DS] k a rın genişliği, {ağız} Hoşgörü. [DS]|| k a rın geve
k a rım a, [karı-ma] is. Y aşlanm a durumu; ihtiyarlama. ni, {ağız} H alk hekimliğinde, karın ağrısını geçir
k a rım a k 1, [kari > karî-mak] {eT} {eAT} {OsT} {ağız} mekte kullanılan bir ot; p işik geveni,
dönşl. f. [-r] Kocalmak; yaşlanmak; kocamak; ihti (Acantholimon acerosum). [DS]|| k a rın kasık sa l
yarlamak. [DLT] [EUTS] [Gabain] [ETY] [Yüknekî] m ak, {eAT} Şişmanlamak; göbek bağlamak.\\ k a rın
[DS] k a tla m a k , {ağız} İşkembeyi sıcak suya sokarak
k a rım a k 2, [kar-ı-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] M ızıkçılık üzerindeki pisliği kazımak. [DS]|| k a rın k av ram ası,
etmek. [DS] {ağız} Karın ağrısı. [DS]|| k a rın kaym ağı, {ağız}
k a rım a k 3, [karı-mak] {ağız} gçl. f. [-r] Yoklamak. İşkembenin tersine, h a fif tuzlanarak doldurulan
[DS] taze, yağlı peynir. [DS]|| k a rın kıstı, {ağız} Karın
k a rım a k 4, [karğa-mak > lcan-mak] {ağız} gçl. f. [-r] ağrısı. [DS]|| k a rın yağı, {OsT} İç yağı.\\ k a rın
Bir malı ya da insanı kötülemek. [DS] yüzgeci, zool. Balıklarda vücudun alt tarafında
bulunan, denge sağlamada ve durmada kullanılan
k a rım a k 5, [kan-mak] {ağız} gçl. f. [-r] A rk açmak;
bir çift yüzgeç; palvek yüzgeç. || k a rın zarı, anat.
su yolu yapmak. [DS]
Karın boşluğunun içini kaplayan, karındaki organ
k a rım a k 6, [kara-muk] {ağız} is. -*■ karamuk. [DS]
ları, bağırsakları tutan zar; periton. || k a rın z a rı
k arım ak lag , [karî-mak > karı-mak-lağ] {eT} sf. iltih ab ı, tıp. Karın zarında meydana gelen ileri
İhtiyarlamaklı. [EUTS] derecede ve kronik iltihap; karın zarı yangısı; p e ri
k arım ış, [karî-mak > kar-ı-mış] {ağız} sf. (K ız için) tonit^ k a rın z a rı yangısı, tıp. Karın zarında m ey
yirmi beş yaşına bastığı hâlde evlenmemiş. [DS] dana gelen ileri derecede ve kronik iltihap; karın
k arım sa, [kar-ımsa 4 —«/ \ {OsT} is. Kırağı. zarı iltihabı; peritonit.\\ k a rn ı aç, Acıkm ış olan. ||
k arım sak , -ğı [kan-m sa-k ?] {ağız} sf. Pezevenk. k a rn ı a ğ rım ak , {ağız} Birinin başarısından rahat
[DS] sız olmak; çekememek. [DS]|| k a rn ı a lm am ak ,
{ağız} Çekememek; kıskanmak. [DS]|| k a rn ı alm az,
karım sı, [kar-ımsı J] {OsT} is. Kırağı.
{ağız} Kıskanç; başkalarının başarısını çekemeyen.
karım sın m ak , [kâr-mak > *kar-ım > kanm -sın-m ak] [DS]|| k a rn ı b u rm a k , {ağız} 1. Mide veya bağırsağı
{eT} dönşl. f. [-ur] Boğulur gibi olmak. [DLT] sancılanmak. 2. Çekememek; kıskanmak. [DS]||
karın , -rn ı [eT. karın] is. anat. 1. İnsan ve hayvan k a rn ı b u rn u n d a , Gebeliği ilerlemiş; doğurması
larda gövdenin kaburga altından kasıklara kadar yakın olan. || k a rn ı d a r, {ağız} Kıskanç; çekemeyen.
olan ön bölümü; bu bölüm de yer alan iç organların [DS]|| k a rn ı geniş, mecaz. 1. Tasasız; gamsız. 2.
tümü. {eT} (aynı) [DLT] [EUTS] [ETY] [Gabain] {ağız} Hoşgörülü. [DS]|| k a rn ı getm ek, {ağız} -*■
[Yüknekî] [DK] 2. {eAT} Sindirim organları, özellik kam ı gitmek. [DS]|| k a rn ı gitm ek, İshal olm ak.||
le mide. 3. K adınlarda döl yatağı; rahim. 4. Bazı k a rn ı g ö tü rm ek , {ağız} Birinin nazını çekebilir
kasların dolgun olan bölümü. 5. Bazı nesnelerde olmak; tahammül etmek. [DS]|| k a rn ı k ad a, {ağız}
geniş ve içi boş bölüm. 6 . mecaz. İç; gönül; akıl; İlenç; beddua. [DS]|| k a rn ı k alk m ak , {ağız} Çeke
kafa, l.f ız . G elen ve yansıyan dalgaların girişimin memek; kıskanmak. [DS]|| k a rn ı k a ra , {ağız} K ötü
de duraklı dalgalarla en fazla genlikle titreşen nok kalpli; kinci. [DS]|| k a rn ı k a rn ın a geçm ek, Çok
talar. 8 . Y azıda harflerin genellikle ortada kalan zayıflamak.\\ k a rn ı k atü m ak , {ağız} 1. Bayılmak. 2.
şişkin bölümü. 9. D uvarlarda gereksiz yere dışa Yüreği sıkışmak. [DS]|| k a rn ı k a v ra m a k , {ağız} -*
doğru taşan şişkin kısım. 10. {ağız} Yürek; iç. [DS] kam ı burmak. [DS]|| k a rn ın a yazm ak , {ağız} İyice
S k a rın ağrısı, 1. tıp. K arında duyulan ağrı. 2. bellemek; mimlemek. [DS]|| k a rn ın d a n b u -
mecaz. Can sıkıcı ve çekizlm ez kimse. 3. mecaz, za(ğı)lam ak, {ağız} Aşırı yorgunluktan güçsüz
insanı sıkan bir olay veya durum. 4. Adı tam olarak düşmek. [DS]|| k a rn ın d a n k o n u şm ak , 1. Çok h a fif
bilinmeyen nesnenin adı yerine kullanılır.\\ k a rın sesle konuşmak. 2. Düşünmeden söylemek; yalan
ağrısına u ğ ram ak , Üzücü bir durumla karşılaş yanlış şeyler söylemek. || k a rn ı olm ak, {ağız} Gebe
mak.|| k a rın alm am ak , {ağız} Kıskanmak; çeke olmak. [DS]|| k a rn ı sırtın a gelm ek, {ağız} A lt üst
memek. [DS]|| k a rın bağı, {ağız} Hayvanların y e olmak; tersine dönmek. [DS]|| k a rn ı sü rm ek , {ağız}
mek borusu. [DS]|| k a rın boşluğu, anat. Kaburga İshal olmak. [DS]|| k a rn ı tok, Yemek yem iş olan;
kemikleri ile kalça arasında ve vücudun iki yanında doymuş; açlık duymama.\\ k a rn ı to k olm ak, m e
kalan kısım.\\ k a rın çatlağı, Fıtık.|| k a rın d a n b a caz. (Söylenen sözlere) inanmak mümkün olm a
KAR ö i ü i e i ü M i S ö 2 i i ü i i • 2436
mak; önem vermemek. || karnı tok sırtı pek, Para dağılmış pek çok türü bulunan karıncaları kapsayan
sıkıntısı olmayan; geçim i rahat olan. | karnı yarık, zar kanatlı böcekler familyası, (Formicinae, Dolic-
{ağız} 1. Toprak taşım ak için bir yanı açık bırakıla hoderinea, Poneriae, Myrmicinae, Dorylinae).
rak ağzı dikili çuval. 2. Kötü kalpli. 3. dnz. Yelkeni karıncaincitmez, [karm-ca+inci-t-mez] sf. (İnsan
direğe çeken makara. [DS]|| karnı zil çalmak. Şid için) çok merhametli, ince duygulu; karıncaezmez.
detli bir açlık duymak; çok acıkmak. karıncalamak, [kannca-la-m ak] {ağız} g ç sz.f. [-r] [-
karınaltı, [karın + altı] {ağız} is. Hayvanların üzerine l(ı)-yor] (Hayvanlar için) tırnak ile et arasında yara
örtülen çulları karın altından bağlam ak için iki yan olmak. [DS]
larına dikilen bağlar. [DS] karıncalanış, [kannca-la-n-ış] is. K arıncalanmak du
kârmatık, [Far. kâr + Ar. nâtık jlS'] (kâ ;rı’- rum u veya biçimi,
na:tık) {OsT} is. müz. Türk müziğinden en büyük karıncalanm a, [karmca-la-n-ma] is. 1. Karıncalı hâ
sözlü form. le gelm ek işi. 2. Deniz kurdu adındaki böceğin
ağaç teknelerde açtığı delik. 3. Bir saç levhanın
karınca, [eT. karm -ç-ğa / karın-çak] is. zool. 1.
veya kazanın oksitlenme sonucu yüzeyinin bozul
Karıncagillerden, ılıman ve tropikal bölgelerde top
ması. 4. Bir döküm parçasında gaz sıkışmasından
lu olarak yaşayan, altı binden fazla türü bulunan
meydana gelen şişkinlik. 5. Bir damar veya sinirin
küçük böceklerin genel adı, (Formica). 2. Döküm
sıkışması gibi sebeplerle vücudun herhangi b ir ye
sırasında hava kalm asından ya da paslanmaktan
dolayı metaller içinde meydana gelen boşluk. 3. rinde çok sayıda karınca ısırıyorm uş hissi uyandı
ran iğnelenme,
{ağız} Sığırların tırnaklarında görülen bir hastalık.
[DS] ö karınca ağzı, Çok küçük açıklık; küçük karıncalanmak, [karmca-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1 .
delik.\\ karınca asidi, kim. Karıncalarda ve kimi (Bir yer, bir şey için) karınca üşüşmek; karınca
bitkilerde bulunan bir tür asit; HCOOH, fo rm ik dolmak; karıncalı hâle gelmek. 2. V ücudun her
asit. || karınca aslanı, zool. Karınca aslanıgiller- hangi bir yerine uyuşukluktan sonra kan hücumu
den, larvaları kum içinde huni şeklinde çukur tu dolayısıyla sayısız iğne batırılıyormuş veya böcek
zaklar kazarak karıncaları yakalayıp yiyen böcek ısırıyormuş gibi olmak. 3. Pas yüzünden ufak ufak
lerin genel adı, (Planipennia),\\ karınca aslanı- delikler oluşmak. 4. Döküm parçalarında gaz sı
giller, zool. Karınca aslanı ve yakın türleri kapsa kışması dolayısıyla küçük boşluklar oluşmak. 5.
yan böcek fam ilyası, (Myrmeleonidae),\\ karınca mecaz. (Kafa, beyin vb. için) aşırı zihinsel yorgun
ayağı, {ağız} İnce kıyılmış tütün. [DS]|| karınca ba luktan dolayı düşünem ez olmak; bir konuyu kav
lı, {ağız} Ağaçlarda olan bir zam klı madde; kedi ram akta güçlük çekmek. 6. {ağız} (Tüfek nam lusu
balı. [DS]|| karınca başı, {ağız} Kumlu toprak. nun içi için) paslanmak; çürümeye başlamak. [DS]
[DS]|| karınca belli, (Kadın ve kız için) çok ince karıncalar, [karın-ca-lar] is. zool. Zar kanatlıların,
beli olan. || karınca bilimi, biy. Karıncaları incele karınca adlı beş bin kadar türünü toplayan dalı,
ye n bilim dalı. || karınca duası, Bereket getirdiğine karıncalaşm ak, [karmca-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1 .
inanılarak okunan ve yazılarak eve, dükkâna asılan K arınca gibi olmak; karınca görünümünde olmak.
A rapça metinli bir dua.|| karınca duası gibi, (Yazı 2. (El, ayak vb. için) uyuşmak. 3. {ağız} (İpek bö
için) kargacık burgacık; okunaksız; karışık.|| ka cekleri için) ilk uykularına yatmak. [DS]
rınca gibi, 1. P ek çok. 2. Çalışkan.\\ karınca kade karıncalı, [karm-ca-lı] sf. 1. Üzerinde, içinde karınca
rince, Elinden geldiği kadar; az da olsa.\\ karınca bulunan; karınca ile dolmuş olan. 2. (Metal için)
kararınca, Elinden geldiği kadar; az da olsa. || ka pas ya da kötü döküm yüzünden küçük delikleri
rınca uykusu, {ağız} İpek böceğinin ilk uykusu. olan, fi1 karıncalı tırnak (dırnak), {ağız} İçi. delik
[DS]|| karınca yağı, Renksiz, hoş kokulu, daha çok deşik olan a t veya eşek tırnağı. [DS]
anestezik olarak kullanılan ilaç; CHCl} kloro- karıncam ak, [karmca-mak] {ağız} g ç sz .f. [-r] [-c(ı)
form.\\ karıncaya binmek, Çok yavaş yürümek.\\ -yor] 1. (Baca için) çekmek. 2. (Boğaz için) gıcık
karıncayı bile incitmem ek, Kimseyi üzmeyecek, lanmak. [DS]
kırm ayacak bir dııygu içinde bulunmak; merhamet karıncasever, [karın-ca+sev-er] sf. 1. (Bitki için)
li olmak.\\ karınca yuvası gibi kaynamak, Aşırı karıncaların yaşam asına elverişli olan. 2. (Böcek
derecede kalabalık ve hareketli olmak; kaynaşmak. için) karıncalarla bir arada yaşayan. 3. (Böcek için)
karmcacık, -ğı [karınca-cık] {ağız} is. Vücutta çıkan karıncalar tarafından sevilen; karıncalarla ortak
kaşıntı yapan küçük kara kabarcıklar. [DS] yaşayan; karıncaları konak edinen veya onlarda
karıncacuk, -ğu [karınca-cuk] {ağız} is. Ağustos asalak yaşayan. 4. is. Bazı karıncaların yuvasında
böceği. [DS] yaşayan kanatsız cırcır böceği, (Myrmecophilus
karıncaezm ez, [karm-ca+ez-mez] sf. (İnsan için) çok acervorum).
merhametli, ince duygulu; karıncaincitmez. karıncayiyen, [karın-ca+yi-y-en] sf. 1. (Hayvan için)
karıncagiller, [karm-ca-gil-ler] is. zool. Yeryüzüne karınca ile beslenen. 2. is. zool. Karınca ile besle
o io ra riiw i m . 2437 KAR
nen çeşitli memeli hayvanlara verilen ortak ad. 3. organlar için) karm çeperinin zayıflığı yüzünden
zool. İlkel memeliler alt sınıfının tek delikliler ta dışarı sarkmak. 5. Karm sahibi olmak; karm edin
kımından, Avustralya, Yeni Gine ve T asm anya’da mek.
yaşayan, kıvrık gaga biçiminde uzun ağızlı, yapış k arın laşm a, [karın-la-ş-ma] is. Karm durumuna gel
kan dilleri ile karınca ve termitleri yakalayarak me.
yemek suretiyle beslenen, kirpi gibi dikenli, yu k a rm la şm ak , [karın-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Karın
murta ile çoğalan ve aynı zamanda m em eli bir hâlini almak; karın gibi olmak,
hayvan, (Echidna acııleata). k arın lı, [karın-lı] sf. 1. Karm bulunan; kam ı olan. 2.
karıncayiyengiller, [karm-ca + yi-y-en-gil-ler] is. mecaz. Karm büyük veya çıkık olan,
zool. D işsizler takımından iplik gibi ince uzun dilli, k arın lıg , [karın-lığ] {eT} sf. 1. Karınlı. [EUTS] [DLT]
karm ca yiyen hayvanlan kapsayan memeli hayvan 2. K am a ait. [EUTS]
lar familyası, (Echidnidae / M yrmecophagidae). k a rın m a , [kar-ın-ma] is. 1. Sallanmak suretiyle ka-
k arıncayiyenler, [karın-ca+yi-y-en-ler] is. zool. Tek rışmâ. 2. Çiftleşme,
familyası karıncayiyengiller olan, iplik biçiminde k a rın m a k , [kar-mak > kar-ın-nıak] dönşl. f. [-ır] 1.
dar, uzun ince, yapışkan dilli dişsiz memeli hay Sallanarak karışmak. 2. {ağız} (Kadın ve erkek için)
vanlar alt takımı, cinsel ilişkide bulunmak. [DS] 3. {ağız} (Hayvanlar
k arın cık , -ğı [karın-cık] is. 1. K üçük karm. 2. V ücut için) çiftleşmek. [DS]
ta bazı organlar içinde bulunan küçük boşluklar. 3. k a rın sa , [kar-m-mak > kar-ın-sa-mak > kar-m-sa] is.
K albin alt bölüm ünde yer alan biri akciğerlere, di Kuşların tüy dökme zamanı. S k a rın sa y a g irm ek,
ğeri de öteki organlara pompalanacak kanı kulak Tüy dökmeye başlamak.
çıklardan alan iki boşluğa verilen ad. S k a rın c ık k arın sız, [karın-sız] sf. 1. K am ı olmayan. 2. K am ı
sıvısı, Beyin karıncıklarım dolduran s/vi. || k a rın c ık belirtilen nitelikte olmayan. 3. mecaz, {ağız} Başka
sistolü, K alp karıncıklarının kasılması. larım çekemeyen; kıskanç. [DS]
k a rm a m a k , [kar-ın-cı-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] k a rın ta sı, [karın+tas-ı] {ağız} is. Pastırmacılıkta hay
Haset etmek; çekememek; kıskanmak. [DS] vanın göbek tarafının etlerine verilen ad. [DS]
k arm ça, [karın-ç-ğa] {eT} is. -*■ karınca,
k a rın ta ş, [karm-daş {OsT} is. Kardeş,
k arın çak , [karm-çak] {eT} is. Karınca. [DLT]
k a rın tı, [kar-mak (yığılmak) > kar-m -m ak > kar-ın-tı
karınçlıg, [karî-mak > kan-nç-lığ] {eT} is. Hakaret
etme; aşağılama. [EUTS] is. 1. Akıntıların burgaç sularına karışm a
karın d aş, [karın-daş jiİJjyi] {eT} {eAT} {OsT} is. Kar sından meydana gelen çevrinti. 2. Geminin, dalga
ların yandan vurması dolayısıyla yol alamaması
deş. [DLT] [EUTS] [OKD] [Gabain] [DK]
durumu. 3. {OsT} Havuz suyunun boşaltm a deliğine
k arın d aşla şm ak , [karındaş-la-ş-mak 3] {e- sığmaması yüzünden akıntının geriye doğru dalga
AT} işteş, f. [-ur] Birbirini kardeş edinmek, lanması.
k arıngaç, -cı [kar-mak > kar-m -m ak > kar-ın-gaç] k a rıp , [Ar. ğarîb] {ağız} sf. Garip. [EUTS]
{ağız} is. Su çevrintisi; anafor. [DS] k arısam ış, [karı-sa-mak > karı-sa-mış] {ağız} s f Er
k arın k aç, -cı [Rus. karandâs] {ağız} is. Kalem. [DS] genlik çağma gelmiş delikanlı. [DS]
k arın lam a, [karın-la-ma] is. Karınla vurm ak veya k a rış1, [kar-mak > kar-ış] is. Karmak eylemi ve bi
dokunmak eylemi, çimi. ö k arış katış, {eAT} {OsT} Karm.akarışık.\\
k a rış m u ru ş, {OsT} Karm akarışık.|| k a rış m u ru ş
k arın lam ak , [karın-lâ-mak j* !;y ] (karınla:mak) gçl.
etm ek, {OsT} Karmakarışık etmek.|| k a rış m u ru ş
f M [-l(l)-y°r'] 1- {eT} K arm a vurmak. [DLT] 2. eylem ek, {OsT} Karm akarışık etmek.|| k a rış m u ru ş
K annla vurm ak veya dokunmak. 3. dnz. (Gemi olm ak, {OsT} Karmakarış olmak; altüst olmak.
için) yanaşırken yanını dayamak. 4. Tereyağını ko
k a rış2, [kâr-mak > kar-ış] {eT} is. 1. M ekik ipliği; at
rumak için terbiye edilmiş sığır veya koyun işkem
kı; argaç; dokumacılıkta enine atılan iplik. [EUTS]
besi içine doldurmak. 5. {OsT} Karnı büyümek; ka
[Gabain] 2. Yünlü kumaş. [DLT]
rınlanmak. 6. {ağız} (Direk, duvar vb. için) eğil
k a rış3, [kâr-mak > kar-ış] is. 1. Açılmış ve gerilmiş
mek; bel vermek. [DS]
dum m daki elin baş ve serçe parmak uçlan arasın
k arın lan m a, [karm-la-n-ma] is. 1. Karınlanmak ey
daki uzaklık. {eT} (aynı) [DLT] [DK] 2. Y aklaşık 22
lemi. 2. Karm sahibi olm a veya karın meydana
cm. kadar gelen bir karış boyundaki eski bir uzun
gelme.
luk ölçüsü birimi. S k a rış k arış, 1. Belirtilen şeyin
k arın lan m ak , [karın-la-n-mak] ed il.f. [-ır] 1. (Gemi her yanı. 2. İnceden inceye.\\ k a rış k a rış a ra m a k ,
veya iskele için) bir geminin bordası dokunmak. 2. H er tarafı dikkatle aramak.
(Tereyağı için) terbiye edilmiş koyun işkembesi
k a rış4, [karğâ-mak > karğı-ş > karış J-J] {eAT} {ağız}
içine konularak korunmak. 3. dönşl. f. Karm m ey
dana getirmek; karın gibi şişlik oluşturmak. 4. (İç is. Beddua; kargış. [DK] [DS] fi1 k a rış etm ek, {ağız}
KAR I H I İ İ f tf S İM • 2438
İlenmek; beddua etmek; kargamak. [DS]|| k a rış gö lam ayacak hâle gelmesi durumu. 1 0 . iletş. İletişimi
tü rm ek , {eAT} Beddua almak.\\ k a rış k a rm a k , fe- bozacak veya saptıracak şekilde iki telin veya ka
AT} Beddua etmek; lanet okumak.\\ k a rış verm ek, nalın birbirine değmesi veya girmesi,
{eAT} {ağız} Beddua etmek; ilenmek. [DS] k arışm a k , [*kar-mak > kar-ış-mak] {eT} işteş, f. [-ır]
karışık, -ğı [kar-ış-ık] sf. 1. Farklı şeylerden m eyda 1. İki ve daha çok şey bir araya gelerek birbiri içine
na gelmiş bütün. 2. (Yer için) eşyaları bulunmaları girmek; karışık hâle gelmek; karılmak; katılmak.
gereken yerlerde olmayan; düzensiz; dağınık; ka {eT} (aynı) [DLT] [EUTS] [DK] 2. Birbiri içinde da
rışmış; intizamsız. 3. (Herhangi bir sıvı veya mad ğılmak. 3. Cin ve perilerle ilgisi olmak. 4. huk. İki
de için) içine bulunmaması gereken m addeler ka taşınmaz birbirinden ayrılam ayacak hâle gelmek. 5.
tılm ış olan; saf olmayan. 4. Birbirine geçmiş, do dönşl. Bir araya gelmek; katılmak; aralarına gir
laşmış, dolanmış; ayırması, çözmesi güç olan. 5. mek; dahil olmak; aralarında kaybolmak. 6. A lt üst
mecaz. (Duygu, düşünce vb. için) ne olduğu açık olmak; düzeni gitmek; düzensiz hâle gelmek; dağı
seçik belli olmayan; kolayca anlaşılmayan; net ol nık olmak. 7. Bulanmak; saydamlığını yitirmek;
mayan; aydınlık olmayan. 6. (Topluluk için) karga duruluğu gitmek. 8. Açıklığını, anlaşılırlığım yi
şa ve çalkantı içinde bulunan. 7. (Büyücü vb. için) tirmek; anlaşılması güçleşmek. 9. Birinin işine ve
cinlerle ilişkisi olduğuna inanılan. S1 k a rışık kan, ya sözüne müdahale etmek; engellemek; araya gir
biy. Sürüngenlerde olduğu gibi atardamarlarda mek. 10. El atmak; ilgilenmek; bakmak. 11. İleti
karışık olarak birlikte bulunan temiz ve kirli kan. şimi bozacak veya saptıracak şekilde iki tel veya
k arışık lan m ak , [*kar-mak > kar-ış-ık-la-n-mak] {eT} kanal birbirine değm ek veya girmek. 12. Yetkisin
dönşl. f. [-ur] Karışık hâle gelmek, de olmak; görevi olmak; iş edinmek. 13. {eT} Birini
k arışıklık, -ğı [kar-ış-ık-lık] is. 1. Karışık olm a du karşılam aya gitmek; karşılaşmak. [DLT] [İKPÖy.]
rum u ve karışık olan şeyin niteliği. 2. Düzen yok 14. {eT} Çarpışmak; karşı karşıya gelmek; düşman
luğu; düzensizlik. 3. Düzenli, açık ve anlaşılır ol kesilmek. [EUTS] [İKPÖy.] 15. {eT} M ağlup olmak.
m ayan şeyin durumu. 4. B ir toplulukta düzen ve [EUTS] 16. {eT} Kamaşmak. [DLT] S k a rışa n ı gö
disiplin yokluğu; düzensizlik; kargaşa. 5. Toplum rü şen i olm am ak, işine kim se karışmamak; özgür
da siyasi otoritenin yokluğuyla ortaya çıkan kavga olmak.
lı, dövüşlü durum; anarşi; kargaşa, ö k a rışık lık k arıştırıc ı, [kar-ış-tır-ıcı] sf. 1. Karıştırma işini ya
çık a rm a k , D üzeni bozmak; bölücülük yapm ak. || pan. 2. mecaz, sf. Ortalığı birbirine katan; karışıklık
k arışık lık çıkm ak, Düzen bozulmak; ortalık ka çıkaran; fitne yaratan; fitneci; bozguncu. 3. is. İki
rışmak. ve daha çok maddeyi birbiri içinde dağıtmaya, ka
karışılm a, [kar-ış-ıl-ma] is. Karışılmak eylemi, rıştırm aya yarayan aletlerin genel adı; mikser,
k arışılm ak , [kar-ış-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. B ir veya k arıştırıc ılık , -ğı [kar-ış-tır-ıcı-lık] is. Karıştırıcı ol
daha çok kişi veya nesnenin arasına girilmek; ka m a durumu; fitnecilik,
tılmak. 2. (Yapılmakta olan bir iş, konuşm a vb.
k a rıştırılm a , [kar-ış-tır-ıl-ma] is. Karıştırılmak ey
için) başkaları tarafından etkide bulunulmak; ka
lemi.
rışm ak istenilmek; müdahale edilmek; engellen
k a rıştırılm a k , [kar-ış-tır-ıl-mak] edil f. [-ır] Karış
mek.
tırm ak işi yapılmak; karışık hâle getirilmek,
karışım , [kar-mak > kar-ış-mak > kar-ış-ım] is. 1.
Değişik öğeleri bir araya getirip karıştırm a işi. 2. k a rıştırış, [kar-ış-tır-ış] is. Karıştırmak eylemi veya
B u şekilde meydana getirilmiş madde veya nesne. biçimi.
3. kim. D eğişik maddelerin bir kimyasal tepkimeye k a rıştırm a , [kar-ış-tır-ma] is. Karışık hâle getirme,
girmeden m eydana getirdiği bütün; mahlut, k a rıştırm a k , [kar-ış-tır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Karış
k arışlam a, [karış-la-ma] is. K arışla ölçme, mak işini yaptırmak; karışmasını sağlamak. 2. Bir
k arışlam ak , [karış-lâ-mak] g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor] Bir şeyi karışık hâle getirmek; düzensiz ve dağınık du
şeyin uzunluğunu karışla ölçmek; kaç karış geldi rum a getirmek. 3. Birçok şeyden b ir karışım mey
ğini bulmak; {eT} (aynı). [DLT] dana gelecek biçimde bir karışım yapmak; birbirine
k arışlık , -ğı [karış-lık] sf. (Boy veya uzunluk için) katmak. 4. N e olduğunu, nasıl olduğunu anlamak
belirtilen sayıda karıştan meydana gelen, için bir bir incelemek; bakmak; elle yoklamak; el
den geçirmek. 5. A yırt edememek; kim olduğunu
karışm a, [kar-ış-ma] is. 1. Birbiri içine girme eyle
mi; karışık hâle gelme. 2. Birbiri içinde dağılma. 3. seçememek; tam olarak anlayamamak; birini öteki
sanarak aldanmak. 6. Sırasını, yerini şaşırmak. 7.
A lt üst olma; düzeni gitme; düzensiz hâle gelme. 4.
(Akıl, zihin vb. için) şaşkınlığa, kuşkuya düşür
Bulanma; saydamlığını kaybetme; duruluğu gitme.
5. Birinin işine veya sözüne müdahale etme; engel mek; bozmak; bulandırmak. 8. (Alet vb. için) kur
calamak; oynamak; bozmak. 9. Gözden geçirmek;
leme. 6. Katılma; girme; dahil olma; aralarında
kaybolma. 7. Bakma; ilgilenme. 8. Cin ve perilerle üstünkörü okumak. 10. Olumsuz sayılan bir şeyi
ilgisi olma. 9. huk. İki taşınmazın birbirinden ayrı içine almak; dahil etmek. 11. Dibinin tutmaması,
ö I B I M M . 2439 KAR
taşmaması, kesilm emesi için pişen yemeği kaşıkla k a rih a , [Ar. kariha «Ajî] (karv.ha) {OsT} is. 1. İn
alt üst etmek. sanda kendiliğinden oluşan düşünce. 2. B ir düşün
k a rışu k , [kar-ış-mak > karış-uk] {eAT} sf. Karışık. ceyi ortaya koym a gücü; yaratıcı güç. 3. Padişahın
[DK] verdiği yazılı veya sözlü buyruk. S k a rih a sı geniş,
k a rıt, [Ar. ğârat] {eT} is. Sövme; küfür. [DLT] Yaratıcı güce sahip.
k a rıtm a k , [karî-mak > karı-t-m ak jjijts] {eT} {eAT} k a rih a d a n , [kariha-dan] zf. Hazırlıksız olarak; dü
{OsT} g çl.f. [-ur] Kocatmak; ihtiyarlatmak. [DLT] şünmeksizin. S k a rih a d a n atm ak , Uydurmak. ||
k arıv a, [? karıva] {ağız} is. 1. R astık denilen tahıl k a rih a d a n konuşm ak, H azırlıksız olarak içinden
hastalığı. 2. Soğan tohumu. [DS] geldiği gibi konuşmak.
k arıyaşı, [kan+yaş-ı / kanyaş ?] {ağız} is. Sığırlara k a rih a z a t, -dı [Ar. kariha + Far. zâd Jİj j ] (kari-
gaz sancısı veren bir ot. [DS] ha:za:d) {OsT} sf. Zihinde kendiliğinden doğan; k a
k a rızan , [karî-mak > karî-zan ?] {eT} is. Çok koca- rihadan gelen,
mış kişi. [DLT] k a r i’în , [Ar. kâri5 > kâri’în (ka:rii:n) {OsT} is.
-k âri, [Far. kârı lSjIS] (kâ:ri:) {OsT} is. Sonuna geti Okuyucular; okuyanlar,
rildiği Farsça kelimelere “-cilik" anlamı katan son k a rik , -ği [Yun. khalikhi] {ağız} is. 1. Oğlak. 2. Ü stü
ek. keçi kılından, altı ipten yapılmış bir tür ayakkabı.
[DS]
k a r i1, [Ar. karye > kârı ^ jli] (ka:ri:) {OsT} is. Köylü.
k a rik a tü r, [İt. caricatura > Fr. caricature] is. 1. B ir
k a ri2, -i’i [Ar. kırâ’at > kâr! / ^jls] (ka:ri) {OsT} kişinin veya bir şeyin belirgin b ir tarafını ele ala
is. 1. Okuyan; okuyucu. 2. K ur’an’ı usulüne göre rak, abartılı biçimde çizgilerle yapılan düşündürücü
okuyan. ve güldürücü resim. 2. mecaz. A slı taklit edilerek,
beceriksizce acemice yapılan şey; taslak, ö k a r i
k a r i’a, [Ar. k â r i'a ^ jli] (ka:ria) {OsT} is. 1. Kıyamet.
k a tü r gibi, D ış görünüşü çok gülünç olan.
2. Ansızın gelen bela; felaket. 3. Şiddetli rüzgâr. 4.
k a rik a tü rc ü , [karikatür-cü] is. Karikatür çizen sa
Beladan kurtulm ak için okunan el-Kariatü suresi, natçı; karikatürist,
k a ria t, [Ar. kâri5ât o Isjli] (ka:ria:t) {OsT} is. Okuyan k a rik a tü rc ü lü k , -ğü [karikatür-cü-lük] is. Karikatür
bayanlar; bayan okuyucular, çizme sanatı.
k a rîb , [Ar. kurb > karîb ^ jS ] (kari:b) {OsT} sf. 1. k a rik a tü rist, [Fr. caricarturiste] is. Karikatür çizen
sanatçı; karikatürcü,
Y er ve zaman bakım ından uzak olmayan; yakın. 2.
k a rik a tü riz e , [Fr. caricaturise] sf. Karikatür hâline
Soyca veya ilişkili olarak insana yakm olan; akra
getirilmiş; gülünçleştirilmiş. S k a rik a tü riz e et
ba; komşu. 3. z f Y akm olarak; aşağı yukarı; tahm i
m ek, Gülünç ve abartılı biçimde, çarpıtarak a n
nî. S k a rîb ü ’l-ahd, {OsT} Yakın zamanda.
latmak; gülünç hâle getirerek alay konusu yapmak;
k arîb en , [Ar. karîb > karîben L>.y] (kari: ’ben) {OsT} karikatürleştirmek.
z f Yakın olarak; çok geçmeden, k a rik a tü rle ştirm e , [karikatür-le-ş-tir-me] is. K arika
karib lik , [karib-lik] is. Y akın olma; yakınlık, tür hâline getirm ek eylemi,
k a rib u , [Algonkin (Kanada yeri, d.) caribou] is. k a rik a tü rle ştirm e k , [karikatür-le-ş-tir-mek] gçl. f. [-
zool. Çok hızlı koşan, Kuzey A m erika ve Sibir ir] 1. Karikatür hâline getirmek; karikatürünü yap
ya’da yaşayan K anada ren geyiği, (Rangifer ca mak; karikatürle anlatmak. 2. Gülünç ve abartılı
ribou). biçimde, çarpıtarak anlatmak; gülünç hâle getirerek
k arid e, [Yun. kharüdi] {ağız} is. Ceviz. [DS] alay konusu yapmak; karikatürize etmek,
k arides, [Yun. kari da > karides] is. zool. Tuzlu ve k a rim , [? karim] {ağız} is. Bağlarda yağmur suyu için
tatlı sularda yaşayan, ıstakoz ve yengece yakm bir açılan kanal. [DS]
kısım kabukluların genel adı, (Paleam on). k arim ek , [karî-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] Yaşlanmak.
karidesçi, [karides-çi] is. Karides avlayan ya da sa [DS]
tan kimse. k a rın , [Ar. kam > karın (kari:n) {OsT} sf. 1. A z
karidesgiller, [karedes-gil-ler] is. zool. Y andan basık bir ara ile ayrılmış olan; çok yakın. 2. Aralarında
uzun gövdeli, on ayaklı kabuklular familyası, (Ca- sürekli ve sıkı ilişkiler bulunan kimseler; arkadaş.
rididea). 3. İsteğine ulaşmış olan; sahip olan. 4. tar. Padişah
k a ri’e, [Ar. kâri’e -Ujls] (ka. rie) {OsT} is. O kuyan ka ların daim a yanında bulunan; mabeyinci. 5. isi.
K ur’an ’a göre insanın yanında ikinci bir ruh olarak
dın; okuyucu kadın,
bulunan, gerçek niteliği A llah’ın bilgisinde olan
k arih , [Ar. karîh g.J] (kari:h) {OsT} sf. 1. Yaralı. 2. gizli varlık. 6. isi. Kelamcılara göre şeytan ve m e
Çıbanlı. lek olm ak üzere insanın yanında bulunan iki varlık.
Ö K M Ü M M • 2440
KAR
fi1 karin etmek, Yakınlaştırmak; birleştirmek.\\ ka- çütlere uygun araştırma ve inceleme yapm ış olan
rîn-i evvel, {O sT} Baş mabeyinci.\\ karîn-i kabul, kim se.|| kariyer yapmak, Üniversite öğretim üye
{O sT} Kabule hak kazanmış; razı olmuş.|| kartn-i liği için gerekli araştırma ve incelemeleri yapmak.
re’y-i sâib, {O sT} D üşünülene uygun; isabetli. || ka kariyer2, [İng. to carry (taşımak) > personnel carrier]
rîn-i s3nî, {O sT} İkinci mabeyinci.\\ karîn-i tahsîn, is. Asker ve polis taşım akta kullanılan bir tür zırhlı
{O sT} Uygun görülmüş; beğenilmiş. araç.
karina, [Lat. carina (kabuk) > İt. carina] (kari na) is. kariz, [Far. kâhriz > kâriz {OsT} is. Kirli sula
dnz. 1. Gemi omurgası. 2. Gemi teknesinin su için
rın akıp gitmesi için yer altında açılan su yolu; la
de kalan kısmının dış yüzü. 3. zool. Hayvanların
ğım; keriz.
vücudunda bulunan sivri ve keskin çıkıntı. S ka
karizma, [Yun. khârisma (cömertlik) > Fr. charisme]
rina bakımı, dnz. B ir geminin karinasını temizle
is. Kitleleri büyüleyici bir etki altında tutan güç;
m ek ve onarmak. || karina etmek, dnz. Bir geminin
büyüleyicilik; etkileyicilik; otorite,
karinasını onarm ak ve temizlemek için tamamı gö-
rününceye kadar diğer yanm a yatırmak. karizm atik, -ği [Fr. charismatique] sf. Kitleleri
karinalama, [karina-la-ma] is. Uçak, m otor gibi ha büyüleyici bir etki altında tutarak toplumun saygın
reketli araçlarda hareketini kolaylaştırıcı işlemleri lığını kazanan; etkileyici; büyüleyici.
gerçekleştirme, kark1, [? kârk] (ka:rk) {ağız} is. Sıra; dizi. [DS]
karinalamak, [karina-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] kark2, [kar-mak (birikmek) > kar-ık > kark] {ağız} is.
B ir akışkan içinde hızla yer değiştirmesi gereken Ark; su yolu. [DS]
cisimlere ilerlemeye elverişli biçimi vermek, karkag, [kurğâ-mak > kurğâ-k] {eT} is. Suyu ve bit
karinalılar, [karina-lı-lar] is. zool. Ön tarafında gemi kisi bulunmayan kır; çöl. [DLT]
karinesine benzer ince bir göğüs kemiği olan kuşla karkal, [kar-mak (yığmak) > kar-ka-1] {ağız} is. Su
rı kapsayan alt sınıf, (Carinate). birikintisi; arık. [DS]
karinasızlar, [karina-sız-lar] is. biy. Deve kuşları, karkalak, -ğı [kar-ka-l-ak / kar-ga-l-ak] {ağız} is. 1.
boylu kuşlar ve kiviler gibi karinaları bulunmayan, Deniz veya ırmağın kıyıya attığı ağaç parçaları. 2.
ufak, körelmiş kanatlı ilkel yapılı kuşları içine alan Dışarıya doğru çıkık göz. 3. Gövdesi yumuşak, ce
bölüm, (Ratitae). viz büyüklüğünde meyveleri olan bir funda. [DS]
karine, [Ar. karine (eşleme) ^.^s] (kari;ne) {O sT } is. karkan, [kar-kan ?] {ağız} is. Kam ı büyük insan.
[DS]
1. Karışık ve anlaşılması güç bir durumun anlaşıl
karkanadus, [ ? lcarkanadus] {eT} is. Kusma hastalı
masına ve meselenin çözümüne yarayan ipucu, iz.
ğı. [EUTS]
2. B ir durumun anlaşılmasına yardım eden hâl; be
lirti. 3. huk. Bilinenden bilinmeyeni çıkarmaya ya karkandus, [? karkandus] {eT} is. -*• karkanadus.
[EUTS]
rayan hukukî çıkarımlara verilen ad. ö karîne-i
inkisar, {O sT } fiz. Kırılma indisi. || karîne-i katı’a, karkar, [kar (yans.) > kar + kar] {ağız} is. Gargara.
[DS]
{O sT } huk. Birinci derece ispat edici kanıt sayılan
karkara, [Ar. kerker / karkar] is. zool. Uzun bacak-
belirti.|| karîne-i katı’a-i kanuniye, {O sT} huk.
Yargının sebepleri arasında bulunan tanıklık, y e lıklardan, bataklık bölgelerde yaşayan ve sorguç
tüyleri süs olarak kullanılan kuş türü,
min gibi çıkarımlar,|| karine ile anlamak, {O sT}
Sözün gelişinden anlamak.\\ karîne-i m âni’â, {O sT} karkas, [Fr. carcasse] is. 1. Demirli beton ile yapıl
ed. Mecazlı kelimenin kendi anlamında kullanıl mış yapı; iskelet. 2. K asaplık hayvanlarda sakatat
maması. ve artıklar temizlendikten sonra geriye kalan vücut
bölümü.
karir, [Ar. karır j . j ] (kari:r) {O sT} sf. Herhangi bir
karkaşa, [karga-ş-a / karka-ş-a -uüJ ] {OsT} is. Kav
durumdan sevinç duymuş olan; sevinçli; kıvançlı.
S karîrü’l-ayn, {O sT } Gözü aydın. ga; savaş.
karismek, [Brah. karis-mek] {eT} işteş, f. [-ur] Kav karkı, [kargı] {ağız) is. Barut kabı. [DS]
ga etmek; düşmanlaşmak. [Gabain] karkın, [eT. karâ-mak (kararmak) > kara-kı-m ak >
karitas, [Lat. caritas] is. Hristiyan ilahiyatçılara gö kar(a)kı-n ?] is. 1. {OsT} Hayvanın sağrısından çı
re, kişinin hem kendi adına Tanrı’ya, hem de tanrı kan siyah ve işe yaram az deri. 2. {ağız} K araya ya
nın yaratığı olan diğer insanlara karşı beslediği do da mora boyanmış deri. [DS]
ğaüstü sevgi. karkırm ak, [kar(ı)k-ır-mak {OsT} [-ur] (Göz
kariyer1, [İt. carriera (araba yolu) > Fr. carriere] is. için) parlak ışıktan kamaşmak,
1. Kişinin tümüyle kendisini verdiği, yükselme,
karkırtmak, [kar(ı)k-ır-t-mak {eAT} [-ıır]
ilerleme durumu bulunan meslek. 2. Diplomatlık.
3. Üniversite öğretim üyeliği mesleği; akademik Karartmak.
kariyer. S kariyer sahibi, Bir alanda bilimsel öl karkış, [karğâ-mak > karğı-ş] {eAT} {ağız} is. -*• kar-
İ l i l I I C f S i l l . 2441 KAR
gış. [DK] [DS] S k a rk ış tö k m ek , {ağız} İlenm ek; yağdığı. 2. Üzerinde, içinde kar bulunan. 3. (A kar
beddua etmek. [DS] su rejimi için) kar suyu ile beslenen,
k ark ışlam ak , [kar-gış-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [- k arlıg , [kâr > kar-lığ] {eT} sf. Karlı. [Clauson]
l(ı)-yor] İlenmek; beddua etmek. [DS] k arlığ aç, [karğı-lâç / karlı-ğâç] (karğıla.ç) {eT} is.
k a rk o t, [? karkot] {ağız} is. M ısır unu ile yapılan bir Kırlangıç. [DLT] [EUTS]
tür lapa. [DS] k a rlık 1, -ğı [kar-lık] {ağız} is. 1. Yazın kullanmak ü-
k a rk u ğ , [kork-mak > korlt-uğ] {eT} is. Korkunç, zere kıştan içine kar doldurulan çukur; kar kuyusu.
k a rk u şu , [Yun. kharderina [Tietze] / kar + kuş-u] 2. Dam arkalarında kar atılan yer. 3. Çatılardan
{ağız} is. İspinoz. [DS] akan yağmur sularının indiği yer. [DS] 4. İçine kar
k a rk u y , [karğü / karğüy / karğun] {eT} is. Atmaca veya buz koymak için bölmesi bulunan soğutucu
kuşu. [DLT] kap.
k a rlık 2, -ğı [Bul. karlik] {ağız} is. Çobanların koyun-
k ark u z la n m a k , [kar-kuz-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-
ları yakalamakta kullandıkları ucu kancalı değnek.
ır] Hindi gibi kabarmak. [DS]
k a rk ü rü c e k , -ği [kar+kürü-y-ecek] {ağız} is. Toprak [DSl
k a rlık J, -ğı [? karlık] {ağız} is. Üstü hasır kaplı, on
damlı evlerin üzerindeki karları temizlemekte kul
litrelik yuvarlak damacana,
lanılan büyükçe kürek; kürden. [DS]
k arlılık , [kar-lı-lık] is. B ir bölgede karh yağış günle
k arlağ u ç, -cu [eT. karlığaç > karlağuç ç f'ijı] {eAT} rini belirleyen istatistiksel rakam.
is. Kırlangıç. K a rlu k la r, [kar-luk-lar] is. Karahanlı devletinin h al
k a rla m a , [kar-la-ma] is. 1. Karlı duruma getirme. 2. kını m eydana getiren iki Türk boyundan birisi,
iletş. Televizyonlarda yayını net alamamaktan kay k a rm , [Ar. karm j»y] {O sT} is. Değerli insan.
naklanan kabarcıklı görüntü bozukluğu. 3. {ağız}
Soğuk ve karlı bir günde uçamadığı için yakalanan k a rm a 1, [kar-ma •uy] is. 1. Karmak eylemi. 2. Farklı
ve ötmeyen keklik. [DS] türden olan nesneleri karıştırma; iç içe geçmelerini,
k a rla m a k , [eT. kâr > kar-lâ-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)- birbiri içinde dağılmalarını sağlama. 3. Oyun kâğıt
yor] 1. Karlı hâle getirmek; {eT} (aynı). [DLT] 2. larını her oyun öncesi iyice karıştırma. 4. sin. B ir
gçsz. (Hava için) kar yağmak; yağış kara dönmek; filme ait birçok ses bandını belirli şiddet ölçülerine
kara çevirmek, göre karıştırm a işlemi; miksaj. 5. Sporda çeşitli
kulüp ve sporculardan meydana getirilen takım. 6.
k arlam b aç, -cı [kar-la-mak > kar-la-ma+aş] {ağız} is.
{ağız} Etli pilav. [DS] 7. {ağız} Bulgur, zeytinyağı,
K ar ve pekmez karışım ı bir içecek. [DS]
maydanoz ve ekşi ile pişirilip asm a yaprağı ile ye
k arlan g aç, -cı [eT. karlığaç] {ağız} is. Kırlangıç. [DS]
nilen bir pilav. [DS] 8 . {ağız} Arpa, çavdar ve m ısır
k a rla n g u ç 1, -cu [kar-la-n-guç] {ağız} is. Karda gez
unu karıştırılarak yapılan bir hayvan yemi. [DS] 9.
mek için kullanılan bir araç. [DS] sf. Aynı türden fakat farklı çeşitlerden meydana
k arlan g u ç2, -cu [karla-n-ğuç js\ {OsT} is. zool. gelmiş; karışık; katışık. {eT} {O sT } (aynı) [Clauson]
Kırlangıç. [DK] S k a rm a bez, anat. Pankreas gibi hem iç,
k arlan ğ u ç2, -cu [kar-la-n-ğuç] {ağız} is. Hayvanların hem de dış salgısı olan bez. || k a rm a eğitim , eğit.
ağzında çıkan bir kabarcık. [DS] Erkek ve kız öğrencilerin birlikte eğitimini sağla
k a rla n k u ş, [eT. karlığaç] {ağız} is. Kırlangıç. [DS] yan sistem .|| k a rm a ekonom i, eko. Hem özel g iri
şim hem de devlet girişimlerine birlikte yer veren
k a rla n m a , [kar-la-n-ma] is. Karla örtülme; karlı hâle
ekonom ik sistem. || k a rm a ışınım , fız. Tanecik ve
gelme.
fo to n gibi fa rklı türden parçacıkların oluşturduğu
k a rlan m ak , [lcar-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Kar ile
ışınım. || k a rm a kom isyon, Mecliste çeşitli p a rti
örtülmek; karlı hâle gelmek. {eT} (aynı) [DLT] 2.
üyelerinin görev aldığı komisyon.\\ k a rm a okul,
Kar sahibi olmak; kar edinmek; kar almak. 3. (So
eğit. Hem kız hem de erkek öğrencilerin birlikte
ğutucular için) soğutma bölüm ünde buz birikimi
öğrenim gördüğü okul. || k a rm a sergi, Birden çok
olmak. ressamın birlikte katıldığı sergi. || k a rm a sin ir,
k a rla tm a k , [kâr > kar-lâ-m ak > kar-la-t-mak] {eT} anat. Hem duygu, hem de m otor sinirlerini bir ara
gçl.f. [-ur] K ar yağdırmak. [DLT] da taşıyan sinir telleri.\\ k a rm a tam lam a, dbl. İsim
karlava, [? karlava / kâlava] {ağız} is. K endirden saç tamlamalarında öğelerden birisinin veya her ikisi
örgüsü tekniğinde örülmüş uzunca kamçı. [DS] nin de sıfat tamlaması olması durumundaki tam la
kârlı, [kâr-lı] (kâ:rlı) sf. Kârı olan; kazançlı, t? k â rlı ma.
çıkm ak, B ir işten kazanç sağlamış olmak; kazançlı k a rm a 2, [kar-mak > kar-mâ] (karma:) {eT} is. Y ağ
çıkmak.\\ k â rlı iş, İyi p a ra kazandıran iş veya ça ma; talan. [DLT]
lışma. k arm a ç, -cı [kar-mak > kar-ma-ç] is. 1. Bir kabın
karlı, [kar-lı] sf. 1. (Hava için) kar yağan; karm içindeki maddeleri karıştırıp karm aya yarayan çu
KAR a n W E H « 2442
buk. 2. fağız} Saman, toprak ve su kanşım ı çamur. mala:mak) {eT} gçl. f. [-r] 1. Yağm a etmek; yağ
3. Taş ve kerpiç evlere yapılan toprak sıva. 4. Yağlı malamak. [DLT] 2. {eAT} Yakalamak; tutmak; kav
taze mısır ekmeği. 5. Kepek, küspe vb. karışımı ramak. [DK] 3. {eAT} {ağız} Avuçta sıkmak; kap
hayvan yemi. 6. Ekm ek ufağı ve peynir karışımı mak. [DK] [DS]
yiyecek. [DS] k a rm a la m a k 2, [kar-ma-la-mak] {ağız} gçl. f [-r] [-
karm agttdel, [kar-ma + gü(t)-e-l] {ağızj sf. K armaka l(ı)-yor] Tavanı kireç ya da çamur ile kaplamak.
rışık. [DS] [DS]
k a rm a k 1, [kar-mak jajU ] gçl. f [-ar] 1. Bir şeyi bir k a rm a la n m a k , [karma-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-
ır] Yitirilen şeyi büyük bir çaba ile aramak. [DS]
şeyle karıştırmak; birbiri içine katarak karıştırmak;
k a rm ala şm a k , [karma > karma-la-ş-mak] {eT} işteş.
karılm ış hâle getirmek; katmak; bir araya koymak;
f [-ur] Birlikte yağmalamak. [DLT]
ekletmek; bitiştirtmek; üst üste yığdırmak. {eT}
k a rm alık , -ğı [kar-ma-lık] is. Karma olm a durumu;
{eAT} {OsT} {ağız} (aynı) [İKPÖy.] [DLT] [DS] 2. Toz
karm a olan şeyin niteliği,
halindeki bir maddeye sıvı ekleyerek ham ur veya
çam ur hâline getirmek; yoğurmak. 3. Oyun kâğıtla k a rm a m a k , [harba-mak / karba-m ak > karvâ-mak
rını iyice karıştırmak. ^ j i î ] {eT} g ç l . f [-r] -*■ karvamak.
k a rm a k 2, [kâ-mak (eklemek; yığm ak) > kâ-r-mak] k a rm a n , [kar-man] sf. Karışıklık bildiren "karman
(ka:rmak) {eT} {eAT} {OsT} {ağız}, gçsz. f. [-ar] 1. çorman ” ikilemesinde geçer, ö k a rm a n ç arm an ,
(Kanalda veya arkta akan su için) önüne bir şey {ağız} -*■ karm an çorman. [DS]|| k a rm a n çorm an,
gerilerek birikm ek, kabarmak; taşmak; büvetlen- {ağız} Karmakarışık; düzensiz. [DS]|| k a rm an
mek; durgun olmak. [DLT] [EUTS] [İKPÖy.] [DK] şo rm an , {ağız} -+• karm an çorman. [DS]
[DS] 2. Boğulmak. [DLT] S k a ra taşm ak , {eT} K a k a rm a n m a k , [Moğ. kara-m ak => karma-n-mak]
bararak taşmak. [DK]|| k a rm a k inm ek, {OsT} Met {eAT} dönşl. f. [-ur] 1. Çevresine bakınm ak; aran
ve cezir olmak. || mak. [DK] 2. Ele geçirmek için etrafında dolaşmak.
k a rm a k 3, [kar-mak] {ağız} gçsz. f. [-ar] H astalık bu [DK] 3. Tutunmak. 4. Boylanmak. [DK]
laşmak; sirayet etmek. [DS] k arm a n y o la, [İt. carmagnola] (karmanyo ’la) is.
k a rm a k 4, [kar-mak] {eT} g çl.f. [-ur] Ölçmek; karışla Şehir içinde ıssız bir yerde sıkıştırıp ölüm tehdidi
veya parm ak ucundan dirseğe kadar olan uzunluğu ile yapılan soygun; şehir eşkıyalığı,
birim alarak ölçmek. [Clauson] k arm an y o lacı, [karmanyola-cı] is. Şehir içinde ıssız
k a rm a k 5, [kar-mak] {ağız} gçsz. f. [-ur] Bıkmak; yerlerde sıkıştırıp ölümle tehdit ederek soygun ya
usanmak; doymak. [DS] pan kimse; şehir eşkıyası,
k a rm a k 6, [kar-mak] {ağız} gçl. f. [-ur] 1. Hayvanları k arm an y o lacılık , -ğı [karmanyola-cı-lık] is. 1. Kar
çiftleştirmek. 2. gçsz. f (Hayvanlar için) çiftleş manyolacı olm a durumu. 2. K armanyola yöntemiy
m ek. [DS] le yapılan soygun işi.
k a rm a k 7, [kar-mak] {ağız} gçl. f. [-ar] Birisinin ar k a rm a p t, [Sansk. karmapatha] {eT} is. 1. Amel;
kasından kötü konuşmak. [DS] eylem. [EUTS] 2. İş yapm a yolları. [EUTS] [Gabain]
k a rm a k 8, [kar-mak y J ] {eAT} gçsz. f. [-ır] Karar k a rm a p u t, [Sansk. karmapatha] {eT} is. -*■ karmapt.
k a rm a şa , [kar-ma-ş-m ak > kar-ma-ş-a] is. 1. B irbiri
mak; bulanmak.
ne zıt ve farklı pek çok öğenin meydana getirdiği
k a rm a k 9, -ğı [kar-mâk] (karma:k) is. 1. {eT} Çengel.
biçim ve durum; karmaşıklık. 2. psikol. Hasta dav
[KB] 2. {ağız} Olta. [DS]
ranışların tem elinde yer alan, kişinin bilincini az
k a rm a k a rış, [kar-ma+kar-ış] sf. Karışık; düzensiz. çok şartlandıran, çoğunlukla çocukluk dönemine
S k a rm a k a rış etm ek, K arışık hâle sokmak.\\ k a r- ait baskı altında tutulmuş hatıra, duygu ve düşünce
m a k a rış olm ak, D ağınık ve karışık bir durumda lerin tümü; kompleks,
olmak. k a rm a şık , -ğı [kar-ma-ş-mak > kar-ma-ş-ık] sf. 1.
k a rm a k a rışık , -ğı [kar-ma+kar-ış-ık] sf. Birbirinden Birbirinden farklı pek çok öge bulunduran; birbiri
ayrılam ayacak derecede çok karışık ve düzensiz ne az çok aykırı birçok şeyden oluşan; mudil. 2. is.
biçimde olan; dağınık ve karışık. 0 k a rm a k a rışık kim. Bir çözeltide iki yönlü olarak ayrışabilen bir
etm ek, Ç ok karışık ve birbirinden ayrılamayacak leşik veya iyon; kompleks. & k a rm a şık sayı, On
durum a getirmek. || k a rm a k a rışık olm ak, Çok ka dalık kesir dışında düzenlenmiş sayı; kompleks sa
rışık ve içinden çıkılamaz durumda olmak. yı. "2 gün 5 saat 10 dakika 7 saniye. "
k arm a k u d a l, [kar-ma+güd-e-1] {ağız} sf. K armakarı k arm aşık la şm a , [kar-ma-ş-ık-la-ş-ma] is. Karmaşık
şık. [DS]
hâle gelme.
k arm ak sız, [kâr-mak > karmak-sız] {eT} sf. Karışık k a rm aşık laşm ak , [kar-ma-ş-ık-la-ş-mak] dönşl. f. [-
sız; katıksız; katkısız. [EUTS] ır] Karm aşık hâle gelmek; karm aşık bir durum al
k a rm a la m a k 1, [karma > karma-lâ-mak (kar- mak.
flflH U H C E S M I . 2443 KAR
k arm aşm a , [kar-ma-ş-ma] is. K arm aşık durum mey k a rn a l2, [? kamal] {ağız} is. İçine meyve konulan
dana getirme. sepet; kol sepeti. [DS]
k a rm aşm a k , [kar-ma-ş-mak] işteş f. [-ır] Birden çok k a rn a l3, [? kamal] {ağız} is. Bir tür peynir. [DS]
şey bir araya gelerek birbiri içine girip karışmak; iç k a rn a l4, [? kamal] {ağız} is. Pezevenk. [DS]
içe girmek; iyice karışmak; altüst olmak, k a rn alm a z , [kar(ı)n-ı+al-maz] {ağız} sf. Kıskanç; çe
k a rm a ştırm a , [kar-ma-ş-tır-ma] is. Karm aşık bir hâl kemeyen. [DS]
almasını sağlama, k a rn a p a , [karm+apa > kamapa] {ağız} sf. 1. (Çocuk
k a rm a ştırm a k , [kar-ma-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır] B ir için) çok yiyen; obur. 2. Şişman. 3. A ğır kanlı;
den çok şeyi bir araya getirerek birbiri içine girip vurdumduymaz. [DS]
karışmasını sağlamak; iç içe katmak; iyice karış k a rn a v a l, [İt. camelevare (et kaldırmak) > Fr. car-
tırmak. navale] is. 1. Hristiyanların 40 gün süren büyük
k arm en , [Fr. carmin] is. 1. Kırm ız böceğinden elde perhiz öncesindeki Salı günü şaşırtıcı kılıklara gire
edilen parlak kırmızı renkte bir madde. 2. Parlak rek yaptıkları et kesimi eğlencesi. 2. Bu eğlencenin
kırmızı renk. yapıldığı dönem. 3. mecaz. Gülünç ve tu h af giyimli
k arm ıç, -cı [kar-mıç] {ağız} is. Çirkin; cildi bozuk. kimse. S k a rn a v a l m ask arası, K arnaval için süs
[DS] lenmiş, gülünç kılıklara girmiş kimse. || k a rn a v a l
k arm ık , -ğı [kar-mak (su birikmek, taşmak) > kar m askesi, Karnavalda takılan gülünç maske.
mık] {ağız} is. 1. Çay ve dere ağzına yapılmış ba k a rn a z , [kar(ı)n-(ı)+az] {ağız} sf. Haset eden; kıs
lıkçı seti. 2. H ayvanların kanniarı ile bacakları ara kanç; çekemeyen. [DS]
sındaki bölge. 3. Hamur içindeki sert toparlak. [DS] k a rn e , [Fr. cam et (not defteri')] is. 1. Öğrencilerin
k a rm u k , -ğu [kar-mak (karıştırmak) > kar-muk] notlarını, genel ve sağlık durumları ile okula de
{ağızj is. 1. Büyük kanca. 2. Çengel. [DS] vam durumlarını velilerine bildirmek üzere okul
k arm u slam ak , [karmus-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [- yönetimince dönem sonlarında verilen belge. 2.
l(u)-yor] B ir şeyi karanlıkta elleri ile yoklayarak Gerektikçe kopanlıp kullanılmak üzere hazırlanm ış
aramak. [DS] basılı bilet yapraklanndan m eydana gelm iş defter.
k a rn , [Ar. kam uy] is. 1. Boynuz. 2. Yüz yıllık süre; 3. (Belirtilen amaçlar için) işlenilen ve kullanılan
yüzyıl; asır; çağ. 3. Vakit; zaman. 4. sf. Aynı yaşta resmî olarak düzenlenmiş defter, "sağlık karnesi,
olan; akran; yaştaş. ö k a rn -ı zaby, Geyiğin başın vergi karnesi ”
daki çatal boynuz.|| k a r n ü ’l-cerâd , zool. Çekirge k arn e y n , [Ar. k am > kam eyn j? J ] {OsT} is. İki b o y
nin başındaki uzun tüy. nuz.
k a rn a b a h a r, [Far. keremb-i bahar => karnabahar k a rn ıd a r, [kar(ı)n-ı+dar] {ağız} sf. Çekemeyen; kıs
jlfcjy] (karnabaha.r) is. bot. Turpgillerden, Doğu kanç; haset eden. [DS]
Akdeniz kökenli, yapraklan lahanaya benzeyen, k a rn ık a ra , [kar(ı)n-ı+kara] is. 1. {ağız} bot. Fasulye
çiçekleri etli ve tanecikli, çiçekleri ve çiçekliği seb ye benzer ve tanesinin göbeği kara benekli bir seb
ze olarak yenen iki yıllık otsu bitki, (Brassica ze; börülce, (Vigna sinensis) [DS] 2. sf. mecaz. K ö
oleracea botrytis). tü kalpli (kimse),
k a rn a b it, [Ar. kam âbît y ] (karna.bi.t) {OsT} is. k a rn ıy a rık , -ğı [kar(ı)n-ı+yar-ık] is. 1. Kızartılmış
ve ortaları yanlm ış patlıcan içlerine kıymalı soğan,
bot. Karnabahar,
domates, biberden oluşan harç doldurulmak sure
karn ag u , [*kam â-m ak > kamâ-ğü] (karna:gu:) {eT} tiyle yapılan bir tür yemek. 2. bot. Sinir otugiller-
sf. K annlı; koca karınlı, ö k a rn a g u e r, {eT} Koca
den, gövde ve yaprakları tüylü bir bitki, (Plantago
karınlı adam. [DLT]
psyllium ). 3. Bu bitkinin halk hekim liğinde müshil
k a rn a k , [*kam â-m ak > kamâ-k] (karna:k) {eT} sf. 1. olarak kullanılan tohumları,
Koca karınlı; karm kocaman olan. 2. is. Yaşlı, kart
k a rn i, [Fr. cumue] is. kim. Laboratuarlarda damıtma
cariye.. S k a rn a k e r, {eT} K oca karınlı adam.
işlem inde kullanılan geniş karınlı, dar ve eğri bo
[DLT]
yunlu cam kap.
k arn ak sı, [kar(ı)nak-sı] sf. (Can sıkan, can sıkıcı
durum veya kim se için) sövgü sözü, k arn iy e, [Ar. kam iyye {OsT} is. Gözün dış ta
k arn ak u ç, -cu [kama-kuç ?] {ağız} is. Tahterevalli. bakasının ön kısmı; saydam tabaka; komea.
[DS] k a ro , [Fr. carreau (kare biçimli)] is 1. Betondan
k a rn a k u ş1, [kama+kuş] {ağız} is. Kırlangıç. [DS] yapılmış dörtgen döşeme taşı. 2. Duvar veya taban
k a rn a k u ş2, [? kam akuş] {ağız} is. Kubbe gibi damı kaplam asında kullanılan genellikle seramik levha.
ve tepesinde küçük penceresi bulunan eski tip ev. 3. Oyun kâğıtlanndan, üzerinde kırmızı sivri uçlu
[DS] baklava şekli taşıyanı,
k a rn a l1, [kar(ı)n-al] {ağız} is. 1. K am ı büyük insan. k a ro ç a, [İt. carrozza] is. Dört tekerlekli, yaylı, üstü
2. Midesi büyük insan. [DS] örtülü binek arabası; karuça.
KAR 0 IÜ M M ÎS 0 M • 2444
karosa, [İt. carrozza] is. -*■ karoça. karpuzculuk, -ğu [karpuz-cu-luk] is. Karpuzcunun
karoser, [Fr. carrosserie (yük arabası)] is. 1. Bir yaptığı iş ve mesleği,
çerçeveye tutturulm uş levhalardan meydana gelen karra, -a ’i [Ar. karrâ1 t\J>] (karra:) {OsT} sf. K u r’-
otomobil yapısı. 2. Kaporta. 3. Motor, tekerlek ve an’ı usulüne göre ve güzel okuyan,
yürütücü donanım dışında, bir otomobili meydana
karrak, [kar (yans.) > kar-ra-k] {ağız} is. Saksağan.
getiren karm a yapı. 4. Otomobilin oturma yeri.
[DS]
karot1, [Fr. carotte] is. 1. Sondaj aletiyle incelenecek
karraun, [Ar. karrâ5 > karrâün Ojily] (karra:u:n)
araziden alman silindir şeklindeki toprak parçası. 2 .
B u işte kullanılan birkaç santimetre çapında ve bir {OsT} is. Güzel okuyanlar.
kaç dekametrelik silindir. kars1, [kars (yans.)] {eT} is. El çırpma sesi. S kars
karot2, [? karot] {ağız} is. 1. Tahtakurusu. 2. D inlen kars, {eT} (El çırpm ak için) şaklatarak. [DLT]
m eye bırakılan tarla. [DS] kars2, [Çin. hâr-tsie => kars] is. 1. Yünden ya da
karoten, [Fr. carotene] is. Bitkilerde ve hayvanlarda kıldan dokunmuş kumaş. [İKPÖy.] 2. Deve veya
sarı veya kırmızı bir madde meydana getiren hid koyun tüyünden yapılan elbise. [DLT]
rokarbon; provitamin, C40H56. kars3, [? kars] {ağız} is. Dişbudak ağacı. [DS]
karoy, [kara-ğu (kör)] {ağız} sf. (Kişi için) gece göz kars4, [? kars] {ağız} is. Tandır veya ocak üstünde
leri görmeyen. [DS] bulunan kem er biçimindeki yer. [DS] S kars kapı
karoz, [? karoz] {ağız} is. Maydanoz. [DS] sı, {ağız} Soğuğu önlem ek için, giriş kapısının dışı
karpışmak, [kap-mak > ka(r)p-ış-mak] {ağız} is. Ka na takılan kenarı keçeli, ortası camlı ikinci kapı.
pışmak; boğuşmak. [DS] [DS]
karpışta, [? karpışta / harpışta] {ağız} is. Basit yazlık karsak1, -ğı [eT. karsâ-k Jl—jlî] is. zool. Köpekgil-
ev; yayla evi. [DS] lerden A sya’da yaşayan, derisinden kürk yapılan,
karpıza, [Yun. kharpitsa] {ağız} is. Büyük boy demir tüyleri soluk kahverengi, kam ı beyaz, kısa kulaklı
çivi; lcadak. [DS] küçük bir tür tilki; bozkır tilkisi, (Canis / Vulpes
karpızlamak, [karpız-la-mak] {ağız} g çl.f. [-r] [-l(ı)- corsac). {eT} {OsT} (aynı) [DLT]
y o r j Birini övücü sözler söylemek. [DS] karsak2, -ğı [? karsak] {ağız} is. İri taşlarla kaplı, yer
karpiçra, [kerpiç > karpiç-ra / ? harpuşta] {ağız} is. yer çukurları olan tarla. [DS]
Duvarları kerpiç ya da taştan yapılan kulübe. [DS] karsal, [? karsal] {ağız} is. Davarların boynuna takı
karpin, [? karpin] {ağız} is. Balçık. [DS] lan bakır çıngırak, [DS]
karpit, [Fr. Carbide (madenci başlık lambası marka karsalam ak1, [karsa-la-mak ıjjiUsy] {eAT} {OsT} {a-
sı)] is. kim. Kalsiyum ile karbonun bileşiminden
ğız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. Hırpalamak; örsele
m eydana gelen ve asetilen elde etmekte kullanılan
mek. 2. Ağaçları, bitkileri soğuk vurmak. 3. (Ha
maddenin ticarî adı; kalsiyum karbür; CaC2 S
m ur vb. için) karıştırmak; yoğurmak. 4. Yağda bi
karpit lam bası, K arpit üzerine su damlatılarak
raz kızartmak. 5. Haşlamak. [DS]
elde edilen asetilenin yakılması sonucu doğan ışı
karsalam ak2, [karsa-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
ğın aydınlatmada kullanılmasını sağlayan bir tür
l(ı)-yor] B ir kötülük ya da hastalık geçirmek. [DS]
aydınlatma aracı.
karsam ba1, [? karsamba] {ağız} is. 1. Evde kalabalık
karpus, [Yun. karpos] is. anat. El tarağı kemikleri
yapan gereksiz eşya. 2. Eski ve gereksiz eşyaların
ile ön kol kemikleri arasında kalan sekiz küçük
konulduğu oda veya depo. [DS]
kemikten her biri; el bileği kemiği,
karsam ba2, [? karsamba] {ağız} is. Büyük yapraklı
karpuz, [Far. harbüze y . => karpuz jjylâ] is. bot. 1.
nane. [DS]
K abakgillerden sürüngen gövdeli, parçalı yapraklı,
karsanba1, [? karsanba a ^ J ] is. {ağız} {OsT} Kaba
sarı çiçekli, sulu, tatlı iri meyveli bir yıllık bitki,
(Citrullus vulgaris / lanatus). 2. B u bitkinin tatlı, saba. [DS]
etli ve sulu meyvesi. 3. Karpuz biçiminde olan karsambaç, -cı [kar-sa-ma+aş] {ağız} is. 1. Pekmezle
nesne. 4. Işığı dağıtmak için ampullerin dışına ge kar karıştırılarak yapılan kar helvası. 2. K arla karış
çirilen cam küre. S karpuz fener, Şenliklerde kul tırılm ış süzme torba yoğurdu. [DS]
lanılan yuvarlak kâğıt fener. \\ karpuz kol, Üstten karsam balık, -ğı [karsamba-lık] {ağız} is. Gereksiz
ve alttan büzgülü, ortası şişkin bir tür kadın elbise eşyaların konulduğu yer. [DS]
si kolu. karsan, [? karsan] {ağız} is. Y uvarlak ve derin hamur
karpuzcu, [karpuz-cu] is. Karpuz yetiştiren veya sa teknesi. [DS]
tan kimse. karsanba1, [? karsanba] {ağız} is. -* karsam ba1'3.
karpuzcuk, -ğu [karpuz-cuk] {ağız} is. Düğünçiçeği. [DS]
[DS] karsanba2, [? karsanba] {ağız} is. Kavga; dövüş. [DS]
ö i n l i t s q i . 2445 KAR
karsanba3, [? karsanba] {ağız} sf. Kaba. [DS] {eT} İki bey arasındaki uyuşmazlık; kavga. [DLT]
karsanbaç, cı [kar-sa-m-baç] {ağız} is. -*■ karsam- [EUTS] [Gabain] 4. Bir kimsenin veya nesnenin esas
baç1. [DS] tutulan yönü ve bu yönün ilerisi. {eT} (aynı) [EUTS]
karsbağ, [kars+bağ] (ağız) is. Kılçıklı siyah buğday. 5. Yüz tarafın ilerisi. 6. İki yanı, iki kıyısı bulunan
[DS] yol, nehir, vadi gibi yerlerin öbür tarafı; öbür kıyı
karsımak, [lcarsî-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] (Yara için) sı; öte yaka. 8. Önem verilen bir kimse veya m a
iyileşmeye başlamak. [DS] kamın önü; huzuru. 9. Eskiden bir saygı ifadesi
kârsınmak, [Far. kâr (kazanç) > kâr-sı-n-mak] {ağız} olarak “K ur’an” yerine kullanılan kelime. 10. sf.
dönşl. f. [-ır] Kazanç saymak. [DS] Bulunulan yere göre ön ileride bulunan. 11. Birinin
kârsız, [kâr-sız] sf. Kârı olmayan; kazanç getirm e görüş ve hareketlerinin aleyhinde bulunan; m uha
yen. lif. 12. (Sıfat tamlaması durumunda) ismin belirtti
ği anlamın zıddına olan. 13. zf. Yüzünü bir şeye
karsinogenez, [Yun. karkinos (yengeç) + genesis
veya kimseye çevirerek. 14. Bir iş veya eyleme
(doğum) > îng. carcinogenesis] is. tıp. N ormal hüc
relerden kanserli hücrelerin oluşması; kanser olu aykırı olarak; zıddına. 15. Görüş, düşünce ve dav
ranışlarına karşı çıkarak; aleyhinde. 16. Kendisine
şumu.
yapılan bir davranış ve karşılaşılan bir duruma kar
karsinojen, [Yun. karkinos (yengeç) + genesis (do
şılık olarak; rağmen; mukabilinde. 17. Biri için;
ğum) > İng. carcinogen] is. Kansere sebep olan v i
biri hakkında. 18. (Zaman bildiren kelimelerle)
rüs ya da kimyasal madde,
doğru; yakın; sularında. 19. Bir topluluk ya da k i
karslamak, [kars-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor]
şinin çıkarlarına, gelişme ve ilerlemesine engel
Kesilmiş ve temizlenmiş tavuğun ince tüylerini
olacak biçimde. S karşı açı, sin. 1 . Önceki çekim-
ateşe tutarak yakıp temizlemek. [DS]
dekine zıt bir yönden çekim yapan kameranın d u
karsm ak', [kars-mak] {ağız} g ç l.f. [-ar] Bol dikilmiş
rumu. 2. Bu şekilde yapılan çekim. || karşı ağırlık,
elbiseyi daraltmak. [DS]
Sondaj aygıtlarındaki salınımlı parça. |[ karşı
karsmak2, [kars-mak j w » / ] {OsT} gçl. f. [-ur] El akım, Fiziksel ve kim yasal olarak birbirine etki
çırpmak. edebilen iki maddeyi ters yönde harekete geçirme
karsoğudan, [kar+soğu(t)-an] {ağız} is. Sürahi. [DS] yöntemi. |j karşı akın, spor. Karşı takımın atağını
karst, [Aim. K arst (Slovenya 'da bölge adı)] is. jeol. durdurup hemen atağa kalkma işi. || karşı ateş,
1. Tortul kayaçlı bölgelerde suların kireç taşı, alçı Alevlerin sıçramasını önlemek ve böylece yangını
taşı ve tuz kayalarını eritm esiyle ortaya çıkan yer durdurmayı amaçlayan yangına doğru ormanı
altı mağarası, yer altı akarsuyu, sarkıt ve dikit, ob yakm a işı.\\ karşı barm ak (varmak), {eT} K arşıla
ruk, düden gibi oluşumların tüm üne verilen ad. 2. m ak,|| karşı basınç, fız. Bir basınca karşı koyan
sf. (Yüzey şekli için) karst oluşumu biçiminde şe diğer bir basınç.|| karşı çekici, {ağız} Demirci ka l
killenmiş olan, fasının kullandığı, ustanın küçük çekiçle vurduğu
karstik, -ği [Fr. karstique] sf. K arst özelliği taşıyan; yere güçlü bir darbe vurmaya yarayan balyoz.
karstla ilgili, [DS]|| karşı çıkmak, 1. (M isafir vb. için) karşıla
karsuk, -ğu [kars-uk] {ağız} is. Kaşık. [DS] maya gitmek; istikbal etmek. 2. (Bir görüş, düşünce
ve eylem için) yanlışlığını belirterek katılmamak;
karşacık, -ğı [kar(ı)ş-a-cık J>] {OsT} sf. Karma tersi bir tutum içine girmek; mücadeleye girişmek;
karışık. zıt düşüncede olmak. || karşıdan bakmak, B ir işin
karşag, [karış > kar(ı)ş-â-m ak > karşa-k] {eT} is. El içinde y e r almadan yapılanları uzaktan izlenıek.\\
bisenin bir karış kadar olan parçası. [DLT] karşıdan karşıya, 1. (Geçmek için) yol, nehir gibi
karşak, -ğı [karşı + yaka ?] {ağız} is. Karşı yaka; ya yerlerde bir kıyıdan öbür kıyıya doğru. 2. (Yardım,
maç. [DS] izleme vb. için) yakından değil; bizzat dokuna
karşamak, [karış > kar(ı)ş-â-mak] (karşa.mak) {eT} tutarak değil; yanında bulunarak değil, uzaktan
is. Karışlamak; karışla ölçmek; ölçmek. [DLT] uzağa.|| karşı darbe, Saldırıya geçmiş bir düşmanı
karşambalık, -ğı [karşamba-lık] {ağız} is. Topluluk; imha etm ek ya da en azından ilerlemesini durdur
kalabalık. [DS] m ak amacıyla bir askerî birliğin yaptığı sınırlı ve
karşatmak, [karşâ-mak > karşa-t-mak] {eT} g ç l . f [- anî saldırı.|| karşı dava, Görülmekte olan bir da
ur] Karışlatmak; karışla ölçtürmek; ölçtürmek, vada, davalının aynı mahkemede davacı aleyhine
[DLT] açtığı dava. || karşı devrim, siy. B ir devrimi yıkm a
karşı1, [eT. *kar-mak > kar-ış-mak > kar(ı)ş-ı] is. 1. y ı ve sonuçlarını ortadan kaldırmayı amaçlayan
Bir kim senin görüş ve hareketlerine zıt tutum ve siyasî hareket. || karşı devrim ci, Karşı devrim ha
davranış; zıt; aksi; muhalif; muarız. {eT} (aynı) reketine katılan kişi.|| karşı düşm ek, {eAT} Karşı
[DLT] [ETY] [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. {eT} Hasım; karşıya gelmek; tesa d ü f etmek.|| karşı düşürüm ,
düşman; rakip. [DLT] [ETY] [Üç İtigsizler] [Gabain] 3. ekon. Rakip firm aların yaptığı indirim karşısında
KAR ÜIÜMIİİfflfCESÜZİJÜli • 2446
yapılan ondan daha çok indirim; antidamping.\\ lardan birine göre diğeri. || k a rş ı teklif, B ir öneriye
k a rş ı döllenm e, biy. Kalıtımsal olarak birbirine karşı ileri sürülen zıt öneri. || k a rş ı y ak a, Deniz,
yakın olmayan bitki y a da hayvanların çaprazlan nehir veya caddenin öbür tarafı; öte yaka.\\ k a rşı
m ası]| k a rş ı elektrom oto r, B ir elektrik devresine yörüglüg, {eT} Z ıt anlamlı; karşıt anlamlı. [Üç İtig-
bağlı olan aletlerde, bu devredeki akımın etkisiyle sizler]
oluşan ters elektromotor kuvvet.\\ k a rş ı gelim , biy. k a rş ı2, [Tohar. kerciye => karşî] (karşı;) {eT} is. Sa
İki organ, iki sistem arasındaki görevlerin zıt ol ray; hakan sarayı; köşk; şato. [DLT] [EUTS] [Gabain]
m ası durumu. || k a rş ı gelm ek, 1 . İtaatsizlik etmek; k a rşıb a n , [? karşıban] {ağız} is. Sac ekmeği. [DS]
uymamak; yasa ve kuralları çiğnemek. 2. (Misafir k arşıcı, [karşı-cı] sf. 1. {ağız} Gelen misafiri karşıla
için) karşılayıcı olarak çıkmak; istikbal etmek. || m aya giden; karşılayıcı. [DS] 2. K arşı düşüncede
k a rş ı gitm ek, Üzerine yürümek.\\ k a rş ı görüş, B ir olan.
teze veya görüşe karşı sunulan yeni bir görüş ve karşıcılık , -ğı [karşı-cı-lık] is. 1. K arşıcı olm a duru
öneri; daha önceki bir görüşe zıt görüş. || k a rş ı gös mu. 2. Bir işe, bir görüşe karşı olm a durumu,
te ri, Bir görüşü dile getirm ek üzere düzenlenen bir k arşılam a , [karşı-la-ma] is. 1. Gelen misafirin yolu
gösteriye karşı görüşle düzenlenen gösteri. || k a rşı na çıkarak davet etme eylemi; kabul etme. 2. Dü
k a rş ı söylem ek, {ağız} Karşısındakini kızdıracak ğünlerde oğlan evi kız evine gelin alm aya geldi
söz söylemek. [DS]|| k a rşı k arşıy a, Biri diğerinin ğinde gelin giderken çalman hava ve yapılan tören.
önünde bulanarak; yü z yüze. || k a rş ı k arşıy a b ı 3 .fo lk . Trakya ve M arm ara bölgelerinde genellikle
ra k m a k , B ir mücadelede, tartışmada hiç karışm a kadınlar arasında karşılıklı iki gruba ayrılarak oy
ya ra k baş başa, teke tek bırakmak; karışm amak,|| nanan halk oyunu. S k a rşıla m a tö ren i, (Önemli
k a rş ı k arşıy a k alm ak , 1. Yüz yüze gelmek. 2. B ir bir kişi veya devlet büyüğü için) bir yere gelişinde
den karşısına çıkıvermek; karşılaşmak,|| k a rşı ora halkı tarafından düzenlenen kabul töreni.
koym ak, B ir saldırı karşısında direnmek; etkisiz k arşıla m a k , [karşı-la-mak] gçl. f. [-r] f-l(ı)-yor] 1.
hâle getirmeye çalışmak,|| k a rşı m adde, fiz. Karşı (M isafir için) gelirken yolda karşı gelmek; karşıla
parçacık oluşumlu madde.\\ k a rş ı n ö trin o , fiz. yıcı olarak çıkmak; kabul için geleceği yere var
N ötrinoyla birleştiğinde kütlesi enerjiye dönüşen mak; istikbal etmek. 2. (Olumlu ve olum suz iki şey
yüksüz parçacık.\\ k a rş ı n ö tro n , fiz. Nötronla bir için) birbirine denk gelmek; karşılık olmak; tekabül
leştiğinde, kütlesi enerjiye dönüşen yüksüz parça etmek. 3. (Söylenen, bildirilen, yapılan vb. için)
c ık ^ k a rşı olm ak, B ir görüş veya düşünceye katıl olumlu veya olum suz bir tavır sergilemek. 4. (Teh
mamak; aksini iddia etmek; muhalefet etmek. || k a r like, hastalık vb. için) önünü almak; önlemek; dur
şı olum , man. Birbirinin karşısında bulunan, birbi durmak. 5. Bir borcu veya hesabı kapatm ak için
rini karşılıklı olarak dışta bırakan kavram veya para veya herhangi bir mal vermek. 6. B ir zaran
yargı arasındaki bağlantı; tekabül.\\ k a rş ı oy, 1 . veya kaybı başka bir yoldan gidermek; telafi et
M uhalefet etme. 2. Kırmızı oy. || k a rş ı önlem , Bir mek; denk gelmek. 7. spor. Boksta rakibin yum
eylem y a da olaya karşı koymaya veya onları ön ruklarını savmak. 8. spor. Eskrimde değme çizgisi
lemeye yönelik hazırlıkların tümü. || k a rşı p arçacık , içinde rakibin kılıcını savmak; savuşturmak. 9.
fiz. Kütlesi ve spini elemanter parçacıkla aynı ol {ağız} (Çalgıcılar için) düğünde bahşiş alm ak ama
masına karşın, zıt elektrik yüklü olan parçacık. || cıyla birinin önüne gelip çalgı çalmak. [DS]
k a rş ı p ro p a g a n d a , Bir propagandanın etkisini k arşıla m alık , [karşı-la-ma-lık] is. 1. K arşılama ey
ortadan kaldırmaya yönelik propaganda.|| k a rşı lem ini yapan şey. 2. mim. B ir tonozun ağırlığını
pro to n ,/?z. Protonla birleştiğinde, kütlesi enerjiye karşılam aya yarayan som duvar,
dönüşen negatif yüklü parçacık. || k a rş ı s a man. k arşılan ış, [karşı-la-n-ış] is. Karşılanm a eylem i veya
B ir çatışkının ikinci terimini oluşturan düşünce biçimi.
veya önerme; antitez. || k arşısın a alm ak , Birinin
k a rşıla n m a , [karşı-la-n-ma] is. K arşılama eyleminin
görüş ve düşüncelerine katılmadığını açıkça belli
yapılm a durumu,
ederek tepkilerini üzerine çekmek. || k arşısın a çık
k a rşılan m ak , [karşı-la-n mak] edil. f . [-ır] 1. K arşı
m ak , Önüne geçmek; yolunu kesmek. || k a rş ı so
lam ak eylemi yapılmak. 2. (M isafir için) kabul
m u n , B ir vidaya takılı somunun gevşem esini önle
edilmek.
m ek amacıyla takılan ve birinciyi sıkıştıran ikinci
k a rşılaşm a, [karşı-la-ş-ma] is. Karşı karşıya gelme
somun; kontra somun.\\ k a rş ı ta a rru z , as. Düşman
eylemi; yüz yüze gelme; rastlaşma. 2. Boy ölçüş
saldırısına karşı düzenlenen saldırı; karşı saldırı. ||
me; yarışma. 3. Başparm ağın öne ve içe doğru ge
k a rş ı tak ım , spor. Takım karşılaşmaları hâlinde
lerek öteki parm aklarla birleşm esi hareketi. 4. spor.
yapılan spor oyunlarında taraflardan birine göre
İki takım arasında kazanm ak amacıyla yapılan spor
öbürü.|| k a rş ı ta ra f, 1. B ir nehir, deniz veya yolun
oyunu; spor yarışması; müsabaka; maç. 5. Ters
öbür yanı; karşı yaka; öte yaka. 2. Düşman; hasım.
yönlerde hareket eden deniz taşıtının rastlaşması.
3. Rakip. 4. huk. B ir yargılam ada davalı ve davacı
İ M T lK tS ü M l i • 2447 KAR
geçen, paylaştıkları veya birbirlerine karşı besle karşıtlık, -ğı [karşı-t-lık] is. 1. Karşıt olm a durumu;
dikleri. 4. Birbiri ile karşı karşıya olan. 5. zf. (Ey zıddiyet; mübayenet; tezat; kontrast. 2. Birbirine
lem için) iki kişi arasında aynı anda geçen ve birbi karşıt olan iki şeyin arasındaki bağ. 3. mat. Bir teo
rini hedef alarak. 6. zf. (İki şey için) biri onu, o öte remin karşıtının da doğru olması durumu. 4. biy.
kini; birbiri ile ilgili olarak. S karşılıklı yaprak İki organ, iki sistem arasındaki görev ve işlevlerin
lar, bot. Sapların her bir düğümünde karşılıklı ola zıt olması durumu. 5. psikol. Başkalarının buyruk
rak ikişer ikişer bulunan yapraklar. || karşılıklı yer ve isteklerinin aksine davranm a eğilimi.
değiştirm e, biy. E ş görevli iki kromozom arasında karşu1, [kar-ış-mak > kar(ı)ş-î (karşı:) {eT}
karşılıklı parçaların yer değiştirmesi olayı.
{eAT} sf. ■* karşı1. [DLT] [EUTS] [OKD] [Yüknekî]
karşılıklılık, -ğı [karşı-lık-lı-lık] is. Karşılıklı olma [DK] S karşu dünya, {eAT} Bu dünya.\\ karşu ol
durumu. mak, {eAT} M u h a lif olmak.\\ karşusın almak,
karşılıksız, [karşı-lık-sız] sf. 1. Karşılığı bulunm a {eAT} K arşısına geçmek; karşısında dıırmak.\\ kar
yan; karşılığı olmayan. 2. Karşılık gerektirmeyen. şu söylemek, {OsT} Cevap vermek.|] karşu tur-
3. (Para için) değerli maden stoku bulunm adan te nıak, {eAT} Karşı durmak; karşısında durmak.\\
davüle çıkarılmış olan. 4. zf. (Eylem, hareket vb. karşu varmak, 1. {eAT} Karşılayıcı olarak gitmek;
için) karşılık vermeden; karşılığı olmadan; cevap istikbal etmek. 2. {OsT} Karşılamak; mukabele et
verilmeden, fi1 karşılıksız çek, bank. Düzenleyenin mek; karşılaşmak.|| karşu yerinde, {eAT} Kendi
bankadaki hesabında, üzerinde yazılı miktar kadar yerinde; sırasında, sırası gelince. || karşu yürü
p a ra bulunmayan ve dolayısıyla banka tarafından mek, {eAT} Karşılamaya gitmek; istikbal etmek.
ödeme yapılamayan çek.
karşu2, [Tohar. kerciye => karşi] (karşı:) {eT} is. -*
karşın, [karşı > karşı-n] e. 1. Gerekenin aksine ola
karşı2. [EUTS]
rak; mantığm kabul ettiği biçimin karşıtı bir biçim
karşulamak, [kar-ış-mak > kar(ı)ş-ü > karşü-lâ-mak]
de; rağmen, (1935). 2. Öyle olmasına rağmen; bir
(karşu:la:mak) {eAT} gçl. f. [-r] 1. Konuğu karşı
engeli hiçe sayarak,
lamak. [DK] 2. D üşmanın karşısına çıkmak. [DK]
karşısız, [*kar-mak > kar-ış-mak > kar(ı)ş-I > karşı
karşulaşmak, [karşü-lâ-mak > karşu-lâ-ş-mak] {eAT}
sız] {eT} sf. Kavgasız. [EUTS]
işteş, f. [-ur] Karşılaşmak. [DK]
karşıt, [karşı > karşı-t] sf. 1. Nitelik ve nicelik bakı
mından tam birbirinin karşısında yer alan; zıt; kont karşut, [karış-mak > kar(ı)ş-ut] {eT} sf. Zıt; karşıt.
[DLT]
rast. (1935) 2. Başka bir şeyle tam bir çelişki içinde
bulunan. 3. is. Karşı olan şey. S karşıt anlamlı, kart1, [kart / kırt / kirt / kürt (yans.)] is. Pütürlü yü
(Kelimeler için) anlamları birbirinin tam karşıtı zeylere sürtünmeyi, kırmayı, kesmeyi, kemirmeyi,
olan; zıt anlamlı.\\ karşıt duygu, Bazı nesne ve in kazıyıp koparmayı, diş diş yapmayı anlatan kök.
sanlara karşı duyulan açık ve belli bir sebebe da [Zülfikar] kart kurt, kart-a-dak S kart kurt, {eT}
yanm ayan hoşnutsuzluk; beğenmeme; antipati.\\ Ses bildirir. [DLT]|| kart kurt etmek, {eT} Çıtlat
karşıt uyaran, B ir uyartı veya uyaranı yenm ek için mak. [DLT]
kullanılan ilaç veya tedavi. kart2, [eT. kar-î-m ak > kâr(ı)-t cjjli] (ka:rt) sf. 1.
karşıtçı, [karşı-t-çı] sf. Karşı çıkan; karşıt olan; a- (İnsan için) yaşlanmış; yaşı ilerlemiş; gençliği git
leyhtar. miş; ihtiyar. {eT} {OsT} (aynı) [EUTS] [OKD] 2. (Seb
karşıtçılık, -ğı [karşı-t-çı-lık] is. 1. Karşıtçı olma ze, meyve vb. yiyecekler için) tazeliğini kaybetmiş;
durumu. 2. Bir işe, bir düşünceye veya davranışa zamanı geçmiş; sertleşmiş. 3. {ağız} Enenmiş, üç
karşı olma durumu; aleyhtarlık, dört yaşındaki erkek koyun; kart toklu. [DS] S1
karşıtlama, [karşı-t-la-ma] is. İleri sürülen bir tezin, kart er, H uysuz adam. [DLT] | [ kart gelmek, {ağız}
karşıtı bir tezle reddedilmesi eylemi; reddiye.' (Anahtar, çivi, düğme vb. için) uymamak; kalın
karşıtlam ak, [karşı-t-la-mak] gçl. f. [-r] \l(ı)-yor] gelm ek. [DS]|| kart tıraş, {ağız} 1. Sakal bırakma
B ir sava karşı bir tezle çıkmak veya reddetmek, mış yaşlı erkek. 2. Orta yaşlılık. [DS]
karşıtlam alı, [lcarşı-t-la-ma-lı] sf. Karşıtlanmış olan; kartJ, [kâr-mak > kar-ıt] {eT} is. 1. Çıban; yara.
karşıtı bir tez ileri sürülmüş olan; antetizli. [EUTS] [Gabain] [DLT] 2. Çıbanlı. [EUTS] [Gabain]
karşıtlaşma, [karşı-t-la-ş-ma] is. Birbirine karşıt ol [DLT]
m ak eylemi. kart4, [Lat. charta (kâğıt) > Fr. carte] is. 1. Birlikte
karşıtlaşm ak, [karşı-t-la-ş-mak] işteş, f. [-ır] Birbi yapıştırılmış kâğıt tabakalarından meydana gelen
rine karşıt olmak; birbirini karşıtlamak. m ukavva parçası. 2. Bir kuruluşun kendi üye veya
karşıtlayıcı, [karşı-t-la-y-ıcı] sf. dbl. (Zarf veya bağ çalışanlarına verdiği bir tür kimlik. 3. Postadan
laç için) bir karşıtlığı belirten, açık olarak gönderilm ek üzere hazırlanmış, bir yü
karşıtlı, [karşı-t-lı] sf. 1. Karşıtı olan; karşıtı bulu zü resimli öbür yüzü adres için ayrılmış karton par
nan. 2. Zıtlık gösteren, t? karşıtlı cümle, dbl. Bir çası; kartpostal. 4. Bir kimsenin isim ve işini belir
karşıtlığı belirten cümle. ten küçük karton parçası; kartvizit. 5. İskambil kâ-
1 « I İ « C Î » 0 1 İ . 2449 KAR
gıdı. 6 . Tombala oyununda sayıların yazılı olduğu kartallı, [kartal-lı] sf. 1. Kartalı bulunan; üzerinde
karton parça. 7. spor. Hakemin kural dışına çıkan kartal barınan; kartal sahibi olan. 2 . Üzerine kartal
oyuncuyu ikaz veya oyundan çıkarmak amacıyla resmi işlenmiş olan. S kartallı eğrelti otu, bot.
gösterdiği değişik renkli karton parçası. S1 kart Ilım an bölgelerde, asitli topraklarda, baltalık m e
basmak, B ir iş yerine giriş ve çıkışlarda genellikle şeliklerde veya çam ağaçlarının altlarında yetişen,
bir makine aracılığıyla yoklam a aldırmak. kök sapları kesildiğinde çift başlı bir kartal şekli
kart3, [Amer. İng. golcart / kart] is. Otomatik kavra görülen, derin kökliı ve yüksek yapılı eğrelti otu,
m a sistemli karoser ve süspansiyon düzeneği bu (Pteridium aqulinum).
lunmayan küçük yarış arabası, kartalma, [kart-al-ma] is. Kart duruma gelme; k art
kartadak, -ğı [kart (yans.) > kart-ada-k] {ağız} zf. 1 . laşma.
(Kırmak, ısırıp koparm ak için) kuvvetle. 2. (Bir kartalm ak1, [kart-al-mak] dönşl. f. [-ır] Kart duruma
şeyi yerine koym ak için) kuvvetle. [DS] gelmek; kartlaşmak; yaşlanmak.
kartal1, [kâr-mak > kar-(ı)t (yara) > kart-â-m ak (tır kartalmak2, [kartâ-mak > lcarta-l-mak] {eT} dönşl. f.
malamak, yaralamak) > karta-1 / Far. kark + tal [-ur] 1. Tırmalanmak. 2. Sağalmak. [DLT]
(kartal) ?] is. 1. zool. Kartalgillerden uzun kanatlı, kartam samak, [kart > kart-ımsa-mak] {ağız} gçsz. f.
sağlam yapılı, beyazla karışık esmer renkli, gagası [-r] [-s(ı)-yor] Çürümeğe başlamak. [DS]
nın ucu kıvrık ve çok güçlü, ayakları parm aklara kartaloş, [kart-al-mak > kart-al-aç] sf. argo. -*• kar
kadar tüylerle kaplı, gündüzleri avlanan, pek çok talaç2.
türü bulunan büyük yırtıcı kuşların genel adı kartaloz, [kart-al-mak > kart-al-aç] sf. argo. -*• kar
(Aqiiila). 2. zool. Akbaba, (Vultur monachus). {eT} talaç2.
(aynı) 3. {eT} Güçlülüğün, kudretin, yüceliğin ve ye
kartamak, [kart > kart-â-mak (yara kabuğunu kal
niden dirilişin sembolü. S kartal ağacı, bot. Du-
dırmak)] {eT} g çsz.f. [-r] Tedavi olmak; iyileşmek.
laptalotugillerden Hindistan 'da yetişen ve odunu [DLT]
öd ağacı gibi kokan bir ağaç. S kartal et, {eT}
kartan, [kart-an] {ağız} is. 1. Saban işlemeyen, sert
Parçalanmış et. [DLT]
toprak. 2. Engebeli alan. 3. Dağlarda dibi görün
kartal2, [kâra > kara+tal ?] sf. {eT} Alacalı; çizgili, ö meyen kaya yarıkları. [DS]
kartal koy, {eT} Aklı karalı, alacalı koyun. [DLT]
kartana1, [karta-n-a] {ağız} is. Birdenbire gelen
kartal3, [karî-mak > karı-t-m ak > kart-al] {ağız) is. titreme nöbeti; sıtma nöbeti. [DS]
On iki yaşını bitirmiş manda; yaşlı manda. [DS]
kartana2, [kart+ana] {ağız} is. Büyükanne. [DS]
kartalaç1, -cı [kar-mak > kar(ı)t-m ak > kart-a-la-mak
kartalak, -ğı [kart-ala-k] {ağız} sf. Y am ıu yumru.
> karta-la-ç] {ağız} is. 1. Saçta pişirilen mayasız [DS]
ekmek; saç pidesi; saçta pişirilen peynirli pide. 2 .
kartalmak, [kart-al-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Y aş
Yufka; gözleme. 3. Y ağda kızarmış ince hamur. 4.
lanmak; kartlaşmak; kartalmak. [DS]
Yağsız börek. 5. M ısır unundan yapılan sac ekme
kartanlamak, [kartan-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
ği. [DS] 6 . sf. İyi pişmiş; pişkin.
l(ı)-yor] Yanlış davranışta bulunmak; yolunu şa
kartalaç2, -cı [kart-al-mak > kart-al-aç] {ağız} sf. 1 .
şırmak; yoldan çıkmak. [DS]
Kart; yaşlı. [DS] 2. Olgun; ergin.
kartanmak, [kartâ-mak > karta-n-mak] {eT} dönşl. f .
kartalaç3, -cı [kar+dola-maç ?] {ağız} is. Y uvarlana
[-ur] Sağalmak; tedavi olmak. [DLT]
rak büyütülmüş kar kitlesi. [DS]
kartalak, -ğı [kart-al-ak] {ağız} sf. Kart; yaşlı. [DS] kartaş, [ka-daş > kar-daş jiUsjls] {eAT} is. Kardeş.
kartalgiller, [kartal-gil-ler] is zool. Omurgalı hay [DK]
vanlardan kuşlar sınıfının kartallar takımının gün kartçıga, [lcart+çıga] {ağız} is. Atmaca. [DS]
düz yırtıcıları alt takımından, A m erika akbabaları kartel1, [İt. cartella (küçük kâğıt) > Fr. cartel] is. 1.
ile yılankapanlar dışında kalan kartal, şahin, çakır D övüşm ek için rakibi düelloya davet etme. 2. B ir
kuşu, atmaca, yılan kartalı, doğan, çaylak, deniz birinden bağımsız ticarî kuruluş ve işletmelerin
kartalı, arı şahini ve akbaba gibi çok kıvrık gagalı aralarında rekabeti ortadan kaldırm a ve daha çok
ve güçlü pençeli kuşlar familyası, (Accipitridae / kazanm aya yönelik olarak kurdukları birlik; tekel.
Falconidae). kartel2, [İt. cartello] is. dnz. Gemilerde içme suyu
kartalkanat, [kartal+kanat] is. tar. 1. Yeniçeri ocağı konulan ortası basık küçük fıçı,
tulumbacılarının giydiği geniş omuzlu çuha kaput. kartela, [İt. cartella] is. 1. Tombala veya piyango
2. Tulumbacı neferi, kartı. 2. tiy. Türk orta oyununda, oyunu ve oyuncu
kartallar, [kartal-lar] is. zool. Omurgalı hayvanlar ları tanıtm ak amacıyla kapıya asılan tabela. 3. Bir
dan kuşlar sınıfının karinalılar bölüm üne giren, et tablonun çerçevesine veya kenarlıklarına yapılan
yiyen, gagaları çengelli Yeni Dünya kuşları ile süsleme.
gündüz yırtıcıları olmak üzere iki alt takımı bulu kartelleşme, [kartel-le-ş-me] is. Kartel durumuna
nan bir takım, (Falconiformes). gelme.
KAR Ö IÜ B IİM M • 2450
kartelleşmek, [kartel-le-ş-melc] dönşl. fi. [-ir] Karte! kartlaz, [kart-la-z] {ağız} sf. Sert; katı. [DS]
oluşturmak. kartleç, -ci [kart-ala-ç] {ağız} is. -* kartalaç1. [DS]
kartelleştirme, [kartel-le-ş-tir-me] is. Kartel hâline kartlık1, -ğı [kart-lık] is. 1. K art olm a durumu; kart
getirme. olan şeyin veya kim senin niteliği. 2. {ağız} İnatçı
karter, [İng. carter (İngiliz mucit J. H. Carter)] is. lık. [DS]
M otor gibi sürekli hareket hâlinde olan makine kartlık2, -ğı [kart-lık] is. 1. Kart konulan yer; kart
elem anlarının yağlanmasını sağlamak amacıyla kutusu. 2. sf. (Kâğıt için) kart yapmaya uygun.
dıştan konulmuş sızdırmaz kutu veya zarf, kartm ak1, -ğı [kart (yans.) > kart-mak] {ağız} is. 1 .
karteşmek, [kart-aş-mak] {ağız} dönşl. fi [-ir] K art Yerden yüzeye çıkan düz kaya parçaları. 2. Kayala
laşmak. [DS] rın sivri çıkıntıları. [DS]
kartezyen, [Lat. Cartesius (Rene D escartes'in (1596-
kartm ak2, -ğı [kart (sert) > kart-m ak jS] {ağız} is.
1650) Latince adı) > Fr. cartesien] sf. 1. Descar-
te s’e veya öğretisine ilişkin. 2. (Grafik vb. için) 1. Yum uşak bir maddenin kuruyan dış kabuğu. 2.
koordinat sistemi ile ifade edilebilen. S Kartezyen Y ara kabuğu. 3. K avunun dışındaki pürtükler. 4.
felsefe, fel. D escartes’in ortaya attığı gerçeğe Kir tabakası. [DS] 5. {O sT} Beklemiş şarap ve sir
ulaşm ak için m etot olarak şüpheciliği ön plana kenin yüzeyinde oluşan köpük tabakası. S
alan, şüpheler zayi oldukça ileri bir aşamaya geç kartm ak bağlam ak, {ağız} K ir tutmak; kir bağla
m eyi öngören metafizik öğreti; Descartçılık; D e mak. [DS]
kartçılık. kartm ak3, -ğı [kart (yaşlı) > kart-mak] {ağız} sf. Ye
Kartezyenizm , [Fr. cartesienisme] is. fel. -* Des- tişkin; olgun. [DS]
cartçılık; Dekartçılık; Kartezyen felsefe. kartm ak4, [eT. karî-m ak > kar-(ı)t-mak] gçsz. f i [-
kartım ak1, [kart-ı-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] 1. Kart ar] Beddua etmek; intizar etmek.
laşmak; yaşlanmak. 2. Sertleşmek. [DS] kartm ak5, [karî-mak > karı-t-mak] dönşl. fi. [-ır]
kartımak2, [kart (yans.) > kart-ı-mak] {ağız} gçsz. f. Yaşlanmak; eskimek.
[-ır] Sertleşmek; katılaşmak. [DS] kartm ak6, [kart (sert) > kart-mak] gçsz. fi [-ar] 1 .
kartın, [kart (yans.) kart-m] is. 1. Dağların yam açla (Yara için) kabuk bağlamak. 2. K at kat kir bağla
rındaki taş kümeleri. 2. {ağız} Dağ tepesi. [DS] 3. mak. 3. {ağız} Sertleşmek. [DS]
{ağız} Dik yamaçlı, sarp kaya. [DS] kartm ık1, -ğı [kar-t-mık] is. Hayvanların böbrekleri
kartınlık, -ğı [kartm-lık] {ağız} is. Taşlık, sarp kaya nin bulunduğu bölge; kam ının kasığa yakın yerleri.
lık yer. [DS]
kartm ık2, -ğı [kart (yans.) > kart-mık] {ağız} is. Yü
karti, [? karti] {ağız} is. Gemici pusulası. [DS] zeye çıkmış üzeri düz kaya parçası. [DS]
kartil, [Fr. quartile] is. istk. Bir dağılımı, eşit sayıda
kartograf, [Fr. cartographe] is. Haritaları çizen veya
gözlemi kapsayan dört kısma bölen üç ayrı değiş
düzenleyen kimse; haritacı,
ken değerinden her biri; dörtte birlik alan,
kartografi, [Fr. cartographie] is. Haritacılık,
karting, [Amer. İng. karting] is. spor. Kartla yapılan
otomobil yarışı, kartografik, -ği [Fr. cartographique] sf. Haritacılıkla
ilgili.
kartlaç, -cı [kart-ala-ç] {ağız} is. kartalaç1. [DS]
kartlam ak1, [kart (çıban) > kart-lâ-mak] {eT} gçl. f. kartogram , [Fr. cartogramme] is. H arita niteliğinde
[-r] Bir yarayı iyi etmek. [DLT] ki şema.
kartlamak2, [kart-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)- kartol, [Aim. kartofel / Rus. kartofel] {ağız} is. Pata
yo r] 1. (İşkembe vb. için) sıcak suda haşlayarak tes. [DS]
sıyırıp temizlemek. 2. Çatlamak; biraz kırılmak. karton1, [İt. cartona (kaba kâğıt) > Fr. carton] is. 1.
[DS] K âğıt hamurundan içine lif konularak üretilen ve
kartlan, [kart + ala-n] {ağız} is. Dağ üzerindeki çok uluslararası metre kare ağırlığı 24 gramın üstünde
taşlı ve kayalık yerler. [DS] olan sert ve kalın kâğıt. 2. Üzerine satılacak belli
kartlaşma, [kart-la-ş-ma] is. Kart duruma gelme. sayıda küçük eşyaların tutturulduğu mukavva. 3.
kartlaşm ak1, [kart-la-ş-mak] dönşl. fi [-ır] 1. Kart İçinde birçok küçük paketin bulunduğu sigara am
duruma gelmek. 2. (Sebze, meyve için) tazeliğini balajı. 4. sf. Kartondan yapılmış.
kaybetmek; zamanı geçmek; sertleşmek. 3. (İnsan karton2, [Aim. kartofel / Rus. kartol] {ağız} is. -*■ kar
için) yaşlanmak; yaşı ilerlemek; gençliği gitmek. tol. [DS]
kartlaşmak2, [kart-la-ş-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır] kartoncu, [karton-cu] is. Karton eşya yapan veya
Sinirlenmek; kızmak. [DS] satan kimse.
kartlavız, [kart-la(ğ)-uz] {ağız} sf. 1. Gevrek; kırıl kartonlama, [karton-la-ma] is. 1. Dokumaların ar-
gan. 2. (Deri veya kösele için) iyi tabaklanmamış. mürlerini kareli kâğıt üzerinde gösterme. 2. Karta
[DS] geçirilmiş bir dokuma desenini çözümleme. 3.
o iıa r ® ıtm ı.2 4 5 i KAR
Yünlü dokumaları apreleme öncesinde aralarına -k a ru , [kar-mak (eklemek) > kar-u (zarffiil) > -ğaru /
karton yerleştirme işlemi, -gerü / -karu / -kerü] {eT} yap. e. -*■ -garu.
k a rto n p iy er, [Fr. carton (kâğıt) + pierre (taş)] is. k a r u 1, [kar-u] {eT} zf. ... ye d o ğ ru ;... ye karşı. [DLT]
Alçıyı ya da taşı andıran bezem elerin yapım ında k a ru 2, [kar-mak > kar-ü jjls] {eAT} is. Kol; pazu.
kullanılan sertleştirilmiş karton, [DK]
k arto n u m su , [karton-umsu] sf. Karton görünüşünde
k a ru c u , [kara-ca / karu-cu y r s j ] {eAT} is. Dağ keçi
olan; karton sertliğinde olan,
si; karaca,
k a rto p , [Aim. kartofel / Rus. kartofel] {ağız} is.-*-
kartol. [DS] k a ru ç a , [İt. carrozza] is. -*■ karoça.
k arto p i, [Aim. kartofel / Rus. kartofel] {ağız} is. -*■ k a ru ç u k , [kar-ü-mak > karü-çuk jls] (karu:çuk)
kartol. [DS] {eAT} is. Kolluk; kol bağı; pazubent. [DK]
k a rto p u 1, [kar+top-u] is. bot. 1. Hanımeligillerden, k a ru ğ ra , [? karuğra] {ağız} is. Korkunç rüya; kâbus.
park ve bahçelerde yetiştirilen, birleşik ve beyaz [DS]'
top çiçekler açan, zeytinsi kırmızı meyveleri olan k a r u k 1, -ğu [kan (yans.) > kan(ı)r-uk > kâruk] (ko
ağaççık (Viburnum opolos). 2. {ağız} Kasım patı çi ruk) {ağız} sf. Eğri; kambur. [DS]
çeği. [DS] k a ru k 2, -ğu [kaz-uk / kar-uk ?] {ağız} is. 1. Uzun darı
k a rto p u 2, [kar+top-u] {ağız} is. A tın alnındaki yuvar sapı. 2. Kesilen ağacın toprak üstünde kalan kök ve
lak beyazlık. [DS] gövdesi. 3. Çok uzun boylu adam. [DS]
k a rto p u 3, [Aim. kartofel / Rus. kartol] {ağız} is. -* k a ru k , -ğu [kar-uk] {ağız} is. İçi boş fındık. [DS]
kartol. [DS] k a ru k 4, -ğu [koruk] {ağız} is. Olmamış üzüm; koruk.
kartos, [? kartos] {ağız} is. Tembel; uyuşuk. [DS] [DS]
k arto tek , -ği [Fr. cartotheque] is. 1. Ü zerine sistemli k a ru k m a k , [karuh-mak / karuk-mak] {ağız} gçsz. f.
bilgiler yazılmış küçük kartlar dizisi. 2. Bu kartla [-(ğ)ur] Çekinmek; yılmak. [DS]
rın konulduğu dolap ya da kutucuk. 3. Haritaların k a ru la , [İt. carolla] is. dnz. Y an yelkenlerin direğe
konulduğu yer; haritalık. bağlanan alt uçlarındaki bağlama ipi.
k artp o stal, [Fr. carte postale] is. 1. Postadan açık k a ru la k , -ğı [karu-la-k] {ağız} is. Kuru odun. [DS]
olarak gönderilm ek üzere hazırlanm ış bir yüzü re K a ru n , [Ar. kârün Ojjlâ] (ka:ru:n) {OsT} is. 1. Hz.
simli dörtgen şeklinde kesilmiş karton parçası; kart.
M usa zamanında, zenginliği, cimriliği ve mevki
2. Fotoğrafçılıkta kullanılan 9 x 12 cm. boyutların
hırsıyla tanınmış bir Yahudi. 2. gnşl. Çok zengin
daki kart.
kimse.
kartpostalcı, [kartpostal-cı] is. Kartpostal yapan ve
k a ru re , [Ar. kârüre ojjjli] (karu:re) is. 1. Camdan
ya satan kimse,
k a rttırm a k , [kart-tır-mak] {ağız} g ç l.f. [-ır] Erkekli yapılmış kap. 2. Hastaların kullandığı idrar kabı;
ğini gidertmek; enetmek. [DS] ördek.
k a rtu k , -ğu [kar-mak > kar-(ı)t-m ak > kartâ-m ak k a ru s, [? kârus] (ka:rus) {ağız} is. M aydanoz. [DS]
(karıştırmak) > kart-uk] is. Büyük tarla tırmığı; tır k a ru s a ra , [? karusara] {ağız} is. Can sıkıntısı. [DS]
mık. k a ru sb u m a k , [Ar. ğarîb => garib-si-mek > karusbu-
k a rtu l1, [Aim. kartofel / Rus. kartol] {ağız} is. -*■ kar mak ?] {ağız} gçl. f. [-r] Özlemek. [DS]
tol. [DS] k a r u t1, [? karut] {ağız} is. Ot; çimen. [DS]
k a rtu l2, [? katul] {ağız} is. -*■ kartulı. [DS] k a r u t2, [? karut] {ağız} is. İnce bulgur. [DS]
kartulı, [? kartulı] {ağız} is. Kurum; is. [DS] k a ru t3, [? karut] {ağız} is. Tahtakurusu. [DS]
kartuli, [? kartulı] {ağız} is. -*■ kartulı. [DS] k a n a m a k , [karvâ-mak J^ b y ] {eA T} {O sT} g ç l.f. [-r]
k a rtu rm a k 1, [kar-mak (karışmak) > kar-tur-mak] Yakalamak; tutmak; kavramak,
{eT} gçl. f. [-ur] Karıştırtmak. [DLT]
k â rv a n , [Far. kârvân jljjlS"] (kâ:rva:n) {O sT} is. Y ol
k a rtu rm a k 2, [kâr-mak (taşmak) > kar-tur-mak] {eT}
cu katarı; kervan,
gçl. f. {-ur] (Akarsu vb. için) önünü tıkamak; geç
mesini engellemek; kardırmak. [DLT] k â rv a n k ıra n , [Far. kârvân-kırân û l o b j ^ ] (kâ:r-
k artu ş, [Fr. cartouche] is. 1. M erm inin barut doldu va:nıra:n) {O sT } is. gök b. Venüs gezegeni,
rulan silindir biçim indeki bölüm ü; kovan. 2. Dol k a rv a n m a k , [karva-n-m akjijjü] {eAT} dönşl. f. [-ur]
makalemlerde, bilgisayar yazıcılarında kullanılan Tutunmak; yapışmak,
mürekkep tüpü,
k â rv a n se ra y , [Far. kârvân-serây Lsl_r j l j J lS'] (kâ:rva:~
kartvizit, [Fr. carte de visite] is. Üstünde bir kim se
nin adı yazılı olan, dikdörtgen şeklinde küçük kart; nsera.y) {O sT} is. Kervansaray,
tanıtma kartı. k a rv am a k , [karba-mak / karvâ-mak] {eT} g ç l.f. [-r]
KAR niHCESHI.ttsz
1. Ararken bir şeye dokunmak. [DLT] 2. {eAT} Kav kârzivil, [Far. kâr + Yun. tsevila] {ağız} is. -*■ kâr
ramak; yakalamak. [DK] zevil. [DS]
karvanmak, [karvâ-mak > karva-n-mak] {eT} dönşl. kas1, [kas / kıs (yans.)] ünl. Köpek kışkırtma ünlemi,
f [-ur] Aranmak. [DLT] ö kas kas, {ağız} Köpekleri çiftleştirmeye kışkırt
karvaşmak, [karvâ-mak > karva-ş-mak {eT) m ak için söylenen söz. [DS]|| kas kas gülmek,
{eAT} Kahkaha ile gülmek.
işteş, f. [-ur] 1. Birlikte aramak. [DLT] 2. {eAT} Tu
kas2, [kas-mak > kas] is. anat. Tellerden oluşan ve
tuşmak; kapışmak; kavraşmak. [DK]
kasılıp gevşem ek suretiyle vücut ve organ hareket
karvatmak, [karvâ-mak > karva-t-mak] {eT} g ç l.f. [-
lerini sağlayan organ ve bu organın telsi dokusu,
ur] Gözüyle görmeden eliyle dokunarak aratmak.
(1944). S kas ağrısı, Çeşitli sebeplerle kaslarda
[DLT]
duyulan ağrı. |j kas bilimi, biy. Anatominin kaslarla
karvı, [Ar. karv 3 / ] {eT} sf. İnce yay gibi. [DLT]
ilgili böliimü.\\ kas bölütü, anat. Omurgalılarda
karvuş, [eT. kargış] {ağız} is. -*■ kargış. [DS] S birbirinden ince bir zar ile ayrılan kas bölütleri.\\
karvuş etm ek, {ağız} İlenmek; beddua etm ek [DS] kas dokusu, anat. Canlının hareketini sağlayan,
karvuşlamak, [eT. karğâ-mak > kargış-la-mak] kasılıp gevşeyebilen telleri kapsayan hücreler top
{ağız} g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor] -* kargamak. [DS] luluğu.|| kas hücresi, biy. Kas dokusunu meydana
karyağdı, [kar+yağ-dı {OsT} {ağız} sf. (Ku getiren özelleşmiş kasılma yeteneği bulunan hücre
ler.|| kas içi, 1. B ir kasın içinde bulunan. 2. Bir ka
maş ve at için) üzerinde beyaz benekler bulunan.
[DS] sın içine uygulanan.|| kas ipliği, biy. Kasın kasıl
masını sağlayan ince iplikler.\\ kas telciği, biy. Kas
karye, [Ar. karye a,J]{OsT} is. Köy veya küçük ka
dokusunda kas ipliklerinden oluşan m ekanizma,||
saba. S K aryetü’I-ensâr, {OsT} Medine şehri.\\ kas teli, biy. Çizgili kasta, kas telciklerinden olu
karyetü’n-neml, {OsT} Karınca yuvası.\\ karye- şan ve kası meydana getiren farklılaşm ış kısımlar.\\
tü ’n-nahl, {OsT} A rı yuvası; kovan. kas tutukluğu, Belirli bir çalışma düzen ve tempo
karyen, [kar + yen ?] {ağız} is. Doluya benzer sert suna alıştırılmamış kasların çalıştırılmasından
kar tanesi. [DS] sonra duyulan ağrı ve sızı. || kas zarı, Kas tcicikle
karyeyen, [kar + ye-m ek > kar+yi-y-en] {ağız} is. 1 . rinin etrafını çeviren plazm a zarı.
K alın sis tabakası. 2. Yerde kar varken yağan ve kas3, [kâs] {eT} is. 1. Kabuk; ağaç kabuğu; sertlik;
karları eriten yağmur. [DS] katılık. [DLT] [EUTS] 2. Tepe. [EUTS] 3. Kaş; de
karyo-, [Yun. karyon > Fr. caryo-] ön ek. Çekirdek ğerli taş; süs taşı. [EUTS] 4. Yada taşı. [EUTS]
anlam ında Y unanca ön ek. kas4, [Fr. casse] is. Bazı şaraplarda görülün diyas-
karyokinez, [Fr. caryocinese] is. Çok hücreli canlı tatik veya kimyasal bozunma.
larda hücrenin belirli aşamalardan geçtikten sonra
kas5, [Ar. kaşş ^yü] is. anat. Göğüs.
bölünerek çoğalması; mitoz.
karyola, [İt. carriola (el arabasıJ] (karyo’la) is. kas6, [kaz / kaz ^-s] {eAT} is. Kaz.
Üzerine yatak serilen tahta veya metal sehpa; ya kas’a [Ar. k as'a «-^S] (kas-a) {OsT} is. Y emek taba
taklık.
ğı; çanak.
karz, [Ar. karz j j ] {OsT} is. 1. Ödünç verm e veya ö-
kasa1, [İt. cassa] is. 1. Para, kıymetli evrak ve değerli
dünç olarak alma. 2. Ödünç olarak alman veya ve eşyaları korum aya yarayan, çelikten yapılmış özel
rilen şey; borç, fi1 karz-ı hasen, {OsT} Faizsiz ola kilitleme ve şifre düzeni bulunan dolap veya kutu.
ra k verilen borç. 2. Bir ticarethane veya işletmede para ödenen veya
kârzar, [Far. kârzâr jljj^"] (kâ:rza:r) {OsT} is.' Kav tahsil edilen yer. 3. Kırılacak veya ezilecek cinsten
ga; savaş. eşyaları taşımak, saklamak vb. amaçla kullanılan,
genellikle ahşap veya plastik maddeden yapılmış
kârzargâh, [Far. kârzârgâh olfjljjlS'] (kâ.rza:rgâ:h)
sardık; ambalaj. 4. Bu tür sandık içine konulmuş
{OsT} is. Savaş meydanı, .madde 5. Kamyon traktör gibi motorlu taşıtlarda
karzen, [Ar. karzen \jjs] (ka:rzen) {OsT} zf. Ödünç yük şınnık amacıyla karosere eklenen kısım. 6.
olarak; borç olarak, Kapı ve pencere kanadının takıldığı sabit kısım.
kârzevil, [Far. kâr + Yun. tsevila] {ağız} is. Sabana {ağız} (aynı) [EG] 7. matb. Baskıda kullanılan harf
koşulan öküzün başını boyunduruğa bağlam ak için lerin konulduğu küçük gözlerden meydana gelmiş
zevle denilen çubukların ucuna geçirilen eğri ağaç kutu. 8. Bazı kum ar oyunlarında para toplayan ve
parçası. [DS] ya dağıtan kişi. 9. spor. Beden eğitimi ve spor gös
karzınaklamak, [karzmak-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] terilerinde kullanılan, ayrı ayrı parçalardan meyda
[-l(ı)-yor] (İnce ince yağan kar için) oradan oraya na gelen ve yüksekliği ayarlanabilen atlama aracı.
uçuşmak. [DS] fi1 kasa kimin, {ağız} Kasa gibi; çok sağlam. [EG]||
l i r a İ K İ M . 2453 KAS
kasayı devretm ek, Nöbetle çalışan kasadarlardan kasadarlık, [kasadar-lık] is. Kasadarın yaptığı iş;
veya veznedarlardan, önceki sonra gelene, kasada kasadar olma durumu,
bulunan para ve pa ra yerine kullanılan kıymetli kasafan, [? kasavan / kasafan] {ağız} is. Yalan; pa
kâğıtları sayarak teslim etmek; kasada bulunanları lavra. [DS]
sayıp teslim etmek. kasa’id, [Ar. kaşîde > kaşâ’id -uLaS] {OsT} is. K asi
kasa', [? kasa] {ağız} is. Samanın yum uşak olması
deler.
için ikinci kez sürme işlemi. [DS]
kasak, -ğı [kas-mak > kas-ak] {ağız} is. 1. Semerin
kasa3, [İt. gassa] is. dnz. 1. Halat ucundaki, halatın
arkasında ağaca çakılı iki ucu kıvrık ö biçimindeki
kendisini kıvırm ak suretiyle yapılan halka. 2. Bir
halatta m eydana getirilen halka. 3. M ahya iplerinde kanca. 2. At arabalarının tekerleklerinin iç kısm ın
fener takılacak yerler. 4. ünl. dnz. Yan yelkenlerin daki ince ağaç çubuklar. 3. Kuru ağaç. [DS]
açılması için verilen komut, kasalak, -ğı [kas-mak > kas-al-m ak > kas-al-ak] sf.
{ağız} Kendini beğenmiş; kibirli; gururlu; övüngen.
kasab, [Ar. kaşab < - ^ ] {OsT} is. 1. Boğumlu ve sap
[DS]
larının içi boş ot; kamış. 2. İnce dokunmuş keten. kasalama, [kasa-la-ma] is. Kasalı hâle getirmek ey
3. anat. N efes boıusu; bronş. 4. anat. Parm ak ke lemi; kasa içine yerleştirme.
mikleri. S kasab-ı M ısrî, {OsT} M ısırda dokunmuş
kasalam ak1, [kasa-la-mak] gçl. f [-r] [-l(ı)-yor] 1.
olan keten bezi.j| kasabii’l-Hind, {OsT} İçi dolu
Kasalı hâle getirmek. 2. Kasa içine yerleştirmek;
H int kum aşı.|| kasabü’s-sabk, {OsT} Benzerlerine
kasaya koymak.
üstün gelen kimsenin kazandığı ödül.\\ kasabü’s-
kasalam ak2, [kas-mak > kas-ala-mak] {ağız} gçl. f. [-
sükker, {OsT} bot. Şeker kamışı.
r j [-l(ı)-yor] Başını sargı veya tülbent ile sarmak.
kasaba1, [Ar. kasaba (giriş çıkışı kesilmiş olan) v ^ s] [DS]
{OsT} is. 1. Şehirden küçük, köyden büyük, fakat kasalan, [kas-mak > kas-al-m ak > kas-al-an] {ağız}
henüz kırsal yaşayışı bırakmam ış olan yerleşim sf. kasalak. [DS]
birimi; belde. 2. K uzey A frika’da hükümdarın sa kasalanma, [kasa-la-n-ma] is. 1. Kasa içine yerleşti
rayının bulunduğu, şehrin tahkim edilmiş yüksek rilme. 2. Kasalı hâle getirilme. 3. Kas edinme,
bölümü. 3. Cezayir’de bağım sızlık öncesi A vrupa kasalanmak, [kasa-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. K asa
lIların oturduğu m ahalleler arasında sıkışıp kalmış içine yerleştirilmek. 2. Kasalı hâle getirilmek; kasa
Müslüman mahalleleri. 4. sf. K asabaya veya kasa sahibi yapılmak. 3. dönşl. f. K asa sahibi olmak; ka
balılara özgü olan. sa edinmek.
kasaba2, [Ar. kasaba ■was] {OsT} is. anat. N efes bo kas’alis, [Ar. kaş'alıs -uw^s] (kas-ali:s) {OsT} is.
rusu. Çanak yalayıcı; dalkavuk,
kasabalı, [kasaba-lı] sf. Kasabada oturan; kasabaya kasalma, [kas-mak > kas-al-m ak > kas-al-ma] {ağız}
ait. is. Kibir; gurur. [DS]
kasabat1, [Ar. kasaba > kaşabât oLv^i] (kasaba:t) kasalmak, [kas-mak > kas-al-mak] {ağız} dönşl. f. [-
{OsT} is. Kasabalar. ır] Gururlanmak; büyüklenmek; övünmek; onur
kasabat2, [Ar. kaşab > kaşabât o U î ] (kasaba:t) lanmak. [DS]
kasaltı, [kas-al-t-ı] {ağız} is. Evde kalabalık yapan
{OsT} is. Nefes boruları; bronşları. S kasabâtü’r-
gereksiz eşya; karsamba. [DS]
rie, anat. Akciğerin soluk boruları.
kasaltmak, [kas-al-mak > kas-al-t-mak] gçl. f. [ -ır]
kasabi, [Ar. kaşabî L?^ ] (kasabi:) {OsT} is. Kamışsı; M ethetmek; övmek; şişirmek; abartmak,
kamışımsı. kasaltu, [kas-mak > kas-al-m ak > kas-al-t-m ak >
kasabiye, [Ar. kaşabiyye 4~vss] {OsT} is. K asaplık üc kasal-t-u] {ağız} is. -*■ kasaltı. [DS]
reti. kasame, [Ar. kasem > kasâme « L i ] (kasa:me) {OsT}
kasabura, [kasa + bur-a ?] {ağız} is. -*■ kasaburuk. is. huk. Katili meçhul bir cinayet mahalli halkından
[DS] elli kişinin yargıç önünde yemin etmesi.
kasaburuk, -ğu [kasa + bur-uk ?] {ağız} is. K undura
kasan1, [kas-mak > kas-an] is. 1. Yayların baş tarafı
cıların kullandıkları, kösele delici ucu bizli bir araç.
nın bir karış kadar altına gelen balık sırtına benzer
[DS]
bölüm. 2. Sellerin getirdiği çer çöp. 3. fağız} Cılız
kasacı, [kasa-cı] is. 1. Kasa yapan ve satan kimse. 2.
buğday sapı veya ince samanlı cılız buğday. [DS] 4.
Bir iş yeri veya kurum da para alıp veren görevli;
{ağız} Araba tekerinin inişte kaymasını önlemek
veznedar; vezneci,
için takılan bir nevi fren görevi yapan ağaç gergi.
kasadar, [İt. cassa + Far. -dâr jI-UjS] (kasada:r) [DS] 5. {ağız} Sürünen şeyin yerde bıraktığı iz. [DS]
{OsT} is. Ticarî işletmelerde para alıp veren kimse; fi1 kasan başı, Yaylarda kasan ile salın birleştiği
kasiyer. noktaya verilen ad; kasan gözii.
KAS ö ie iiiM îS ö M • 2454
kaşanan, [kas-mak > kas-an-mak > kas-an-an] {ağız} k a s a r3, [? kasar] {ağız} is. 1. Manevi güç; moral. 2.
sf. -*• kasalak. [DS] Hatır; gönül. [DS]
kasanıg, [kaşa-n-mak > lcaşan-ığ / kasamğ] {eT} is. k a s a r4, [? kasar] {ağız} sf. İri. [DS]
Sidik. [EUTS] k a s a r5, [? kasar] {ağız} zf. Kez; kere; defa. [DS]
k aşanm ak, [kas-mak > kas-ın-m ak / kas-an-mak] k a sa ra , [İt. cassero > Ar. kaşara o (kasara)
dönşl. f. [-ır] Kendini beğenmek; övünmek.
{OsT} is. dnz. Gemilerin baş, kıç ve orta tarafların
kasap, -bı [Ar. kaşb (boğazlamak) > kaşşâb l-jL^s] da üst güverteden daha yukarda kalan yarım güver
{OsT} is. 1. Eti yenen hayvanlardan sığır, koyun teler.
gibi kesim için ayrılmış olanları kesen kimse. 2. Bu k a sa re t, [Ar. kaşâret OjUîü] (kasa:ret) {OsT} is. Kısa
kesilmiş hayvanların etlerini parçalara ayırarak sa
olma; kısalık.
tan kimse. 3. Bu etlerin satıldığı dükkân; kasapha
ne. 4. mecaz. Kan dökücü; cana kıym aktan çekin k a sa rla m a k , [lcasar-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor]
m eyen kimse; hunhar, fi1 k asap başı, is. Eskiden Pam uk ipliğini veya pam uğu kireç kaymağı ile be
İsta n b u l’da kasap vergisinin toplanması ve kasap yazlatmak; kastarlamak.
ların yönetim i işinden sorumlu kimse.\\ k asap b ı k a ş a rla n m a k 1, [kas-mak > kas-ar-la-n-mak] {ağız}
çağı, Kasabın et kesmekte kullandığı büyük bıçak. || dönşl. f. [-ır] 1. Gururlanmak. 2. Soğukkanlı ol
k a sa p çırağı, Kasabın yanında çalışan yardımcı mak; dayanmak. [DS]
kimse.\\ k asap d ü k k ân ı, Kasabın perakende et sat k a şa rla n m a k 2, [kasar-la-n-mak] {ağız} edil. f. [-ır]
tığı iş yeri. || k asap et derd in d e, koyun can d e r A ğartılmak; beyazlatılmak. [DS]
d in d e olm ak, (Birbiri ile ilişkili olan kişiler için) k a şa rlı, [kasar-lı] {ağız} sf. (Bez, iplik için) ağartıl
herkes kendi çıkarının peşinde olmak.|| k asap h a mış. [DS]
vası, folk. Kasap oyunlarının ezgisi.\\ k asap k âğı kasas, [Ar. kışşa > kaşaş {OsT} is. 1. Bildirme.
dı, Perdah silindiri ile bir yüzü parlatılmış, yağa ve
2. Hikâye etme; anlatma. 3. İz sürme. 4. Bir yazı
kana dayanıklı kaba kâğıt.|| k asap kancası, K asap
biçimi. 5. Ders alınacak hikâyeler; kıssalar. 6.
ların etleri asmakta kullandıkları metal çengel. ||
Olaylar; olgular. S K asas Suresi, {OsT} K u r ’a n ’ın
k a sa p m erhem i, Zift, reçine, bal mumu ve zeytin
8 . suresi; 8 8 ayettir, Müslümanlara ders vermek
ya ğ ı ile hazırlanan bir tür merhem.\\ k asap oyunu,
folk. Anadolu ve Trakya’nın p e k çok yerinde davul için M usa Peygamberin hayatı ve Firavunla arala
zurna eşliğinde oynanan, daha çok ayak hareketle rında geçen olaylar anlatılır.
rine dayanan karşılama türü halk oyunu. || k asap k â sa t, [Ar. k e ’s > kâsât cjL-IS"] (ka;sa:t) {OsT} is. İçi
satırı, Kasabın et parçalam akta kullandığı satır. || dolu kaplar; çanaklar,
k a sa p süngeri, Çok pis olan şey. j| k asap süngeri k asato , [İt. cassata] (kasa’to) is. İtalyan usulü kay
ile silinm iş yüz, Utanmaz kimse; yüzsüz. maklı dondurma,
k asap h an e, [Ar. kaşşâb + Far. -hâne ajIjş-UöS] {Os T} k a sa tu ra , [İt. cacciatore / Bulg. kostura (sapsız
is. Kasabın et sattığı yer; kasap dükkânı, bıçak)] (kasatu ’ra) is. A skerlerin palaskaya takarak
k asap lık , -ğı [kasap-lık] is. 1. Kasabın işi; kasabın belde taşıdıkları, gerektiğinde tüfeğin ucuna taka
mesleği. 2. mecaz. Acımasız davranan, yok yere rak kullandıkları, düz, kısa kılıç; (tüfeğe takılınca
kan döken kim senin niteliği; kan dökücülük; hun süngü adını alır),
harlık. 3. sf. (Eti yenen hayvanlar için) et üretimi k asav an , [kasavan / kasafan] {ağız} is. 1. Yalandan
için beslenen, yetiştirilen; kesim evine gönderilmek övünme; yalan. 2. sf. Kibirli. [DS] fi1 k asav an a t
üzere ayrılmış olan. m ak, {ağız} 1. Abartarak konuşmak. 2. Yüksekten
k a s a r 1, [Ar. kaşr > kaşşâr jU^s] {OsT} is. 1. Pamuğu, atarak konuşmak. [DS]
kum aşı parlatma işlemi; merserize hâline getirme. kasvancı, [kasavan-cı] {ağız} sf. Yalancı. [DS]
{ağız} (aynı) [DS] 2. Kumaşı beyazlatmakta kullanı kasavele, [İt. cassalla ?] (kasave ’le) is. dnz. Gemiler
lan kireç kaymağı cinsinden madde, kastar; {ağız} de yıkanan yelken, tente ve çamaşır gibi şeyleri
(aynı) [DS] 3. {ağız} Kirli çamaşırları küllü su ile asıp kurutm ak için baş direkten baş tarafa gerilen
yıkama. [DS] 4. {ağız} İplik ve kumaşı kireç kay halat.
mağına yatırm a işlemi. [DS] S k a sa ra y atırm a k , k asav et, [Ar. kasâvet ojU ıa] (kasa:vet) {OsT} is. 1.
{ağız} 1. (Bez için) beyazlatmak; ağartmak. 2. K i Sertlik; katılık. 2. Katı yüreklilik; acımasızlık;
lim, çul, çuval cinsinden şeyleri akarsuda sabunsuz duygusuzluk; merhametsizlik. 3. Üzüntü; keder;
olarak bol su ile yıkamak. [DS]|| k a sa r olm ak, tasa; kaygı; kasvet. S k asav et çekm ek, {OsT}
{ağız} 1. Soğuk almak; üşütmek. 2. Donmak. [DS]
Üzülmek; tasalanmak; kaygılanmak,|| k asav et et
k a s a r2, [? kasar] {ağız} is. 1. Harman yerinde kalan
m ek, {OsT} Kuruntu etmek; kaygılanmak; endişe
taneler. 2. Savrulan tahılın başaklı kısmı. [DS]
lenmek.
Ö lü H I I M ll • 2455 KAS
kasavetlenm e, [kasavet-le-n-me] (kasa:vetlenme) is. kâsek, -ği [Far. kasek dials'] (kâ:sek) {OsT} is. Küçük
Bir şeyi kendine üzüntü edinme eylemi; üzülme, kâse.
kasavetlenm ek, [kasavet-le-n-mek] (ka sa vetlen kasek, -ği [kas-mak > kas-ak] {ağız} is. A raba teker
mek) dönşl. f [-ir] B ir şeyi kendine üzüntü etmek; leğinin parmaklıklarını çevreleyen çemberi oluştu
kederlenmek; üzülmek, ran yay biçimindeki ağaç parçalarından her biri.
kasavetli, [kasavet-li] (kasa:vetli) sf. Kasaveti olan; [DS]
üzüntülü; tasalı; kaygılı,
kâselis, [Far. kâse-lîs «u»^] (kâ:seli:s) {OsT} sf.
kasavetsiz, [kasavet-siz] (kasa:vetsizj sf. Kasaveti
olmayan; üzüntüsüz; tasasız; kaygısız, Çanak yalayıcı; yaranm ak amacıyla kendinden üs
tün kim selere aşırı yakınlık gösteren; dalkavuk;
kasba, [Ar. kasaba (giriş ve çıkışı kesilmiş yer)
yaltaklanan.
{OsT} is. 1. B ir şehrin sarayı; en önemli yapı. 2. Bir
kâselisan, [Far. kâsellsân j U 4 - IS'] (kâ:selisa:n)
şehrin en yüksek ve müstahkem kısımları. 3. Kuzey
A frika’da, bir hükümdarın sarayı ve hisarları, {OsT} is. Çanak yalayıcılar; dalkavuklar,
kasbak, -ğı [kas+bek > kasbak] {ağız} s f 1. K abada kâselisane, [Far. kâselîsâne -tiLJ a^IS"] (kâ:selisa:ne)
yı; yiğit; mert; yürekli. 2. Cömert; eli açık. [DS] is. Dalkavukça,
k asb an n ak , -ğı [Ar. ğasb > ğasben => kasban-la-k ?]
kasem , [Ar. kasem ^—5] {OsT} is. 1. Yemin; ant; şeref
{ağız} zf. Zor kullanarak. [DS] S k a sb a n n a k al
m ak, {ağız} Zorla almak. [DS] üzerine söz verme. 2. A llah’ın adı veya sıfatların
dan biri anılarak yapılan ve mutlak surette yapıl
k asb ar, [Erme, kaspar] {ağız} sf. Çok cimri; kazandı
ması gerekli olan, aksi hâlde A llah’a karşı sorum
ğını yemeyen. [EG]
luluk duyulan söz verme. S1 kasem b i’llâh, {OsT}
kasd, [Ar. kaşd -Uas] {OsT} is. -*■ kast, Allah adına edilen yem in.|| kasem etm ek, {OsT}
kasd an cık tan , [Ar. kasten => kadan-cık-tan] {ağız} Yemin etmek.
zf. Yalancıktan. [DS] kâsen, [? kâsen] {ağız} is. Flamur teknesi. [DS]
kasden, [Ar. kaşden I-Uüs] (k a ’sden) {OsT} zf. k aser, [? kaser / kasar] {ağız} is. Hatır gönül. [DS]
kaserlem ek, [kasar-la-mak] {ağız} is. -*■ kasarlamak.
kasten.
[DS]
kasdî, [Ar. kaşdı (kasdi:) {OsT} sf. İstiyerek, kaset, [İt. casetta > Fr. cassette] is. 1. Kutucuk. 2.
bile bile yapılan, İçinde görüntü ve ses kaydı yapılmış manyetik şerit
kâse, [Far. kâse a-IS"] (kâ:se) {OsT} is. 1. Cam, çini, bulunan küçük kutu,
porselen ve topraktan yapılmış dibi derin kap. 2. k asetçalar, [kaset+çal-ar] is. Önceden kaydı yapıl
Bazı nesnelerin çukur olan kısmı. 3. Baş kem ikle mış sesleri tekrar dinlemeyi sağlayan elektronik
rinin beyni kaplayan üst kısmı. 4. Çiçeğin taç yap araç.
raklarının bir kâseyi andıran biçimi. 5. Yazı sana kasetçi, [kaset-çi] is. K aset satan kimse,
tında Arap harflerinin alt taraflarındaki boşluklara kasetçilik, -ği [kaset-çi-lik] is. Kasetçinin yaptığı iş.
verilen isim. 6. {ağız} (Kız çocukları için) dişilik kasga, [kas-ga] {ağız} is. Çekirge. [DS]
organı. [DS] S1 kâse-ger, {OsT} K âseci.|| kâse-i k asg av ar, [kas+lcavur ?] {ağız} is. Tandır dibine k o
çeşm, {OsT} anat. Göz çukuru.|| kâse-i fağ fü r, nulan düz taş. [EG]
{OsT} Çin porseleninden yapılm a kadeh. || kâse-i kasgı, [kas-mak > kas-gı] {ağız} is. 1. Sıkmak için be
m înâ, {OsT} 1. M avi kâse. 2. mecaz. Gök.|| kâse-i le veya başa takılan kemer. 2. Kemerin pantolon ve
ser, {OsT} Kafatası.\\ kâse-i zân u , {OsT} anat. D iz etek üzerinde düzgün durmasını sağlayan ince şe
kapağı. ritler. 3. B ir şeyi kasm ak ve germ ek için kullanılan
kase, [? kase] {ağız} is. Y ağm urdan sonra toprak ü- tahta vb. şeyler. 4. Ağaca, direğe ve duvara yandan
zerinde oluşan sert tabaka. [DS] yapılan destek. 5. Ağaçtan yapılan ev bölmesi. [DS]
kâsebaz, [Far. kâse-bâz <u»lS"] (kâ:seba:z) {OsT} is. kasg ır, [kas-gır] {ağız} is. Çoban köpeği. [EG]
Eskiden tabakları parm aklarının ucunda çevirerek kasg u k , [kas-guk / kaz-guk] {eT} is. Kazık; direk.
gösteri yapan oyunculara verilen isim, [Gabain]
kâsebend, [Far. kâse-bend ->-4 A-.IS"] (kâ:sebend) k a sg u r, [? kasgur] {ağız} is. Yenilebilen yaban pan
carı. [DS]
{OsT} sf. 1. Kırılmış; çatlamış. 2. K ırık kâse tam ir
cisi. kasğaç, -cı [kıs-mak / kas-mak > lcas-gaç] {ağız} is.
kasef, [Ar. kafes] {ağız} is. Pencere kafesi. [DS] Maşa. [DS]
kasefe, [? kasefe / kaysefe] {ağız} is. Suda haşlanmış kası, [kasi] is. 1. {eT} Ağaçtan yapılan ağıl. [DLT] 2.
erik ya da kayısı kurusu üzerine eritilmiş yağ döke {ağız} Kümes hayvanlarını besleyip yağlandırm ak
rek yapılan bir yiyecek. [DS] için ayrılan yer. [DS]
KAS o n m m n i i • 2458
kasıbağ, [kas-mak > kas-ı+bağ-(ı)] {ağız} is. Kadın kasılış, [kas-ıl-ış] is. Kasılma eylemi veya biçimi,
başlığı. [DS] kasılm a, [kas-ıl-ma] is. 1. Kasılm ak eylemi; büzül
kasıd, [Ar. kaşd > kâşıd (ka:sıd) {OsT} sf. 1. me; tekâlüs. 2. biy. Sinirsel ve ruhsal bir irkilmeye
bağlı kas çekilmesi. 3. biy. B ir kasın veya kas teli
Bir şey yapmayı akim a koymuş olan; kast eden; ta
nin görev sırasında boyunun kısalması,
sarlayan. 2. is. Mektup veya haber götüren kimse;
haberci. k asılm ak, [kas-mak > kas-ıl-mak] edil, fi [-ır] 1 .
kasıg, [*kas-mak (ürpermek) > kası-mak > kası-ğ] Kasm ak işi yapılmak; daraltılmak. 2. mecaz. Ken
{eT} is. 1. Kasık. [EUTS] 2. Ağzın içi; avurt. [DLT] dini olduğundan büyük göstermeye çalışmak; bü
yüklenmek; kurumlanmak; gururlanmak. 3. dönşl.
kasıglam ak, [kasığ-lâ-mak] (kasığla:mak) {eT} gçl. f.
Büzülüp çekilmek; tekâlüs etmek.
[-r] 1. İteklemek; itmek. [DLT] 2. A vurda vurmak.
[DLT] k a sım 1, [kas-mak > kas-ım] is. Kasılma durumu;
kâsıf, [ ? kasıp / kâsıf] (ka:sıf) {ağız} is. Yoksul; fa gururlanma; büyüklenme. S kasım kasım kasıl
kir. [DS] m ak, Çok büyüklenmek; gururlanmak; davranışla
rı ile gururunu belli etmeye çalışmak.
kasıf, [Ar. kâşif (kcr.sıf {OsT} sf. Çok gürle
k asım 2, [Ar. kısmet > kâsım (ka;sım) {O sT} is.
yen; gürleyici.
k a sık 1, [kâs > kas-ık] {eT} is. Kabuk. [EUTS] [Gabain] 1. mat. Kısımlara ayıran; taksim eden; bölen. 2.
k asık 2, -ğı [*kas-mak (ürpermek) > kası-mak > kası- Yılın on birinci ayı; teşrin-i sani; ikinci teşrin. 3. 8
ğ > kasuğ > kasuk (kabuk; tulum)] is. 1. anat. Vü Kasım da başlayan ve 6 M ayısa kadar süren kış dö
cudun, uyluk kemikleri ile karın arasında kalan bö nemi. ı5 k â sım ü ’r-rız k , {O sT } Rızkları dağıtan;
lümü. 2. {ağız} Yünden örülmüş, peştamal üzerine Allah.
bele sarılan iki cm. eninde kuşak; kasık bağı. [DS] k asım 3, [Ar. kasım jv-i] {O sT } sf. İnce; çabuk kı-
ö kasık bağcı, K asık bağı yapan veya satan kim rılabilen.
se]] kasık bağı, K asık fıtığının çıkmasını önleyen
kasım 4, [Ar. kâşım (ka:sım) {O sT } sf. Kırıcı:
veya fıtığı içeride tutmaya yarayan özel bağ] | kasıt
b iti, zool. K asık çevresinde ve üreme organları ezici; ufaltıcı.
kenarlarındaki kıllarda yerleşen küçük bir tür kene, kasım a, [Ar. kışm > kâşım a (ka:sıma) {O sT } sf.
(Phthirus pubis).|| kasık çatlağı, Kasıkta meydana mal. İki terim i birbirinden ayıran; diskriminant.
gelen fıtık. |j kasık m ancası, {OsT} Beraber yatıla k asım p atı, [kasım+pat-ı] is. bot. Birleşikgillerden,
cak kadın ]\ kasık otu, 1. Karanfilgillerden, saz bi sonbahardan kışa kadar çiçekler açan, dip kısımları
çiminde ince saplı, güzel çiçekli, kasık yaralanm a odunsu çok yıllık iki türün melezlenm esi ile elde
larında tedavi edici olarak kullanılan bir otsu bitki, edilmiş, pek çok renkte çiçekleri bulunan süs bitki
(Herniaria hirsuta / glabra). 2. Gülgillerden, sal si; krizantem, (Chrysantem um).
kım hâlinde sarı çiçekli, pıtrak dikenli meyveleri kasım sı, [kas-ımsı] sf. Kasa benzer; kas yapısında
olan rizomlu çok yıllık otsu bitki; koyun otu, (Agri- olup onun gibi kasılabilen; fıbromiyom.
m onia eııpatoria).|| kasık taşı, {OsT} Kasıkta çıkan kasın, [kas-mak > kas-m] {ağız} is. Selin getirdiği
çıban.|| k asık yarığı, {OsT} Fıtık]\ k asık y arılm a, kum, çöp, birikinti, mil. [DS]
{ağız} Fıtık olma. [DS]
kasınç, -cı [kas-m-ç] is. tıp. Kasların büzülmesinden
k asık 3, -ğı [eT. kas-ık / kas-uk] {ağız} is. Tas; bardak, doğan ağrılı kasınma; kramp,
k aşıklam ak, [kas-ık-la-mak] {ağız} gçl. fi [-r] [-l(ı)- kasınçıg, [*kasın-mak > kasm-çığ] {eT} sf. Korkulu;
yo r] Bıçaklamak. [DS]
korkunç. [EUTS] [Gabain]
k a sıl1, [kas-ıl] sf. Kasla ilgili olan; kasa ait; adalî. S
kasın m a, [kas-ın-ma] is. Kas tellerinde bir bozukluk
kasıl d u y u m lar, biy. Kasların istemli kasılmasıyla
olmadığı hâlde bir veya birçok kasın istemsiz ola
meydana gelen ve hareketin düzenlenmesine y a r
rak uzun süre kasılı kalması; teşennüç.
dım cı olan duyumlar]\ kasıl sarsılm a, Kaslarla
k asın m ak , [kas-m-mak] dönşl. f. [-ır] 1. (Kaslar
ilgili titreşim.
için) uzun süre kasılı kalmak; kasılı durmak; kası
kasıl2, [Ar. kasıl J ^ ü ] {ağız} is. 1. Başak tutmamış lıp kalmak. 2. mecaz. Büyüklenmek; kendini be
arpa, buğday vb. tahıllar; hasıl. 2. Ev önünde sebze ğenmek; gururlanmak,
ekm ek için ayrılan arsa. 3. İpek böceğinin son uy kasıntı, [kas-mak > kas-ın-tı] is. 1. Küçük küçük
kusu. [DS] kasmak eylemi. 2. K ısaltm ak veya daraltmak için
kasılgan, [kas-ıl-gan] sf. Kasılma özelliği olan; ka- yapılan dikiş. 3. mecaz. Büyüklük taslama; gurur
sılabilir. lanma. 4. sf. mecaz. (Kişi için) davranışlarıyla bü
kasılganhk, [kas-ıl-gan-lık] is. 1. Kasılgan olma ö- yüklenm e ve gururlanma durumunu belli eden,
zelliği; kasılabilm e yeteneği. 2. Bir uyarmanın et kasıntılı, [kas-ın-tı-lı] sf. 1. (Nesneler için) kasıntısı
kisi ile canlı maddenin hacmi değişmeden şekil olan; kasıntı yapılmış olan. 2. mecaz. Gurur sahibi;
değiştirebilme özelliği. kibirli; büyüklük taslayan.
öIÜHIICî SİM İ. 2457 KAS
kasıntısız, [kas-m-tı-sız] sf. 1. (Nesneler için) kasın kasıtsız, [kasıt-sız] sf. İsteyerek ve bilerek yapılm a
tısı olmayan; kasıntı yapılmam ış olan. 2 . mecaz. yan; belli bir niyetle olmayan; maksatsız,
Gurursuz; kibirlenmeyen; büyüklük taslamayan; kasıttan, [Ar. an-kaşdin] {ağız} is. Yalan yere; şaka
alçak gönüllü.
dan. [DS]
kasır1, [Ar. k â ş ı r ^ l s ] (ka:sır) {OsT} s f Zorla işleten. kâsi, [? kâsi] {ağız} is. 1. Çamaşır. 2. Kadınların
kasır2, [Ar. kâşr j^ î] {OsT} is. -+ k asr1. çamaşır yıkarken giydikleri giysi. [DS]
kasî, [Ar. kasvet > kası (ka:si:) {OsT} sf.
kasır ’, [Ar. kuşıır > kaşır (ka:sır) {OsT} 1. Kısa;
Duygusuz; hissiz,
eksik. 2. Kusurlu. 3. Kısa kesme; kısaltma. 4. Ek
siklik; noksanlık. 5. ed. Bir sözün gereğinden fazla kâsib, [Ar. lcâsib v-“ ^ ] (kâ:sib) {OsT} sf. 1. Geçimini
kısaltılması. 6 . ed. M ısra veya beyitte vezin gereği sağlamak için çalışan; çalışıp kazanan. 2. Ticaretle
olarak kelimenin kısaltılması. S kasr-ı basar, geçinen.
{OsT} Uzağı iyi görememe; m iyopluk,|| kasr-ı ha kâsid, [Ar. kesâd > kâsid IS"] (kâ:sid) {OsT} sf. Sü-
kikî, {OsT} Kelimenin aslında kısa söyleniyor ol-
rümsiiz; geçmez; aranmaz.
ması.\\ kasr-ı izâfî, {OsT} Kelimenin bazı sebeplere
bağlı olarak kısaltılması.\\ kasr-ı vaz’î, {OsT} K e kasid1, [Ar. lçaşd > kâşid (ka:sid) {OsT} sf. 1.
limenin kullanış şekline göre kısa okunması.\\ kasr- Tasarlayan; kasdeden. 2. is. Postacı; ulak; haberci.
ı zevkî, {OsT} Kelimenin edebî zevke uygun olarak kasid2, [Ar. kaşıd -i^s] (kasiıd) {OsT} is. Kaside,
kısaltılması.
kasidan, [Ar. kâşidân jl-Lvsli] (ka:sida:n) {OsT} is. 1.
kasır4, [Ar. kuşur > kaşr {OsT} is. -*■ kasr2.
Tasarlayıcılar; kastedenler. 2. Postacılar; ulaklar.
kasır5, -rı [Ar. kaşr {OsT} is. -*■ kasr5.
k aside1, [Ar. kaşd > kaşıd > kaşıde o.wi>] {OsT} is.
kasır6, [kasır] {ağız} is. A vlu içine ekilen sebze ve
ed. On beş ile yüz beyitten oluşan tek kafiye düze
ekin. [DS]
ninde, genellikle büyükleri övmek amacıyla yazıl
kasırak, -ğı [kas (yans.) > kas-ır-ak] {ağız} is. Bal
mış manzume. 0 kasîde-gû, {OsT} Kaside yazan;
gam. [DS]
kaside söyleyen.\\ kasîde-gûyî, {OsT} Kaside söyle-
kasırga, [eT. kasırkü / kasurga / kasırga] is. 1. Rüz
yicilik. || kasîde-i sulhiye, {OsT} Padişahın emri ile
gâr hızının saatte 1 2 0 k m ’yi aştığı şiddetli fırtına,
yapılan barışı, konu alan kaside]| kasîde-i süriye,
2. mecaz. Duyguların, tutkuların patlak verdiği şid
{OsT} Düğün ve eğlence törenlerini tasvir eden ka
detli heyecan; büyük sarsıntı. S kasırga gibi, B ir
side,|| kasîde-i tebrikiyye, {OsT} Bir devlet büyü
denbire ve şiddetli olarak.
ğünü atanma, yükselm e gibi durumlarda tebrik et
kasırgamak, [kas-ır-ga-mak] gçl. f. [-r] [-g(ı)-yor] mek için yazılan kaside. |j kasîde-perdâz, {OsT} K a
Esirgemek; verm ekten çekinmek, side düzenleyen,|j kasîde-perdâzân, {OsT} K aside
kasırku, [*kas-mak > *kas-ır-mak > kas-ır-kü] (ka- yazanlar]\ kasîde-perdâzî, {OsT} Kaside yazıcılı
sırkıı:) {eT} is. Kasırga. [DLT] ğı,|| kasîde-serâ, {OsT} Kaside yazan.\\ kasîde-
kaşıtan, [? kaşıtan] {ağız} is. Boncuk veya altın serâyân, (OsT} Kaside söyleyenler; yazanlar.
kolye. [DS] kaside2, [? kaside / kasıtarı] {ağız} is. Boncuk; altın
kasırtı, [kas-mak > kas-ır-t-ı] {ağız} is. Gürültü. [DS] kolye. [DS]
kasıt, -stı [Ar. lçaşd Jw^] is. 1. B ir şey yaparken eri kasideci, [kaside-ci] is. Kaside yazmayı kendisine iş
şilmek istenen sonuç; amaç; hedef. 2. Bir işe bile edinmiş olan kimse,
rek girişme. 3. gnşl. B ir kim seyi yaralamak, öldür kasil, [Ar. kaşıl Jr?-*^] (kasid) {OsT} is. 1. H ayvan
mek veya zarar verm ek isteği ile yapılan girişim;
lara yedirm ek için zamanından önce biçilen yeşil
kötü niyet. 4. huk. Failin bir suçu işlem ek için ha
ekin veya ot. 2. {ağız} Sararmaya başlamış arpa ba
rekete geçtiği zaman, bu hareketin sonucunu kanu şağı. [DS] 3. {ağız} Arpa yarması. [DS]
nun suç saydığını bilerek, bu sonucu istemesi du
rumu; yasanın suç saydığı bir eylemi bilerek yapm a kâsir1, [Ar. kesîr > kâsir J IS"] (kâ:sir) {OsT} sf. Çok
iradesi. 5. Bir kim seye saldırma, ff kastı olmak, olan.
Birine karşı kötü niyet beslemek; kötülük etmek; kâsir2, [Ar. kâsir (kâ:sir) {OsT} sf. Kıran; kırıcı;
zarar verme isteği taşımak. parçalayan; bozan; bozucu. S k â s irü ’l-esnâm ,
kasıtlı, [kasıt-lı] sf. 1. B ir amaca dayanan; önceden {OsT} Putları kıran; p u t kırıcı; Hz. İbrahim]]
tasarlanmış; isteyerek ve bilerek yapılan; maksatlı. kâsirü’l-hacer, {OsT} bot. Kaya koruğu veya dam
2. zf. Bilerek ve isteyerek, koruğu denen ılıman iklimlerde yetişen bitki.
kaşıtmak, [kas-ıt-mak / kas+et-mek] {ağız} gçsz. fi [-
kasîr, [Ar. kaşr > kaşır jry^] (kasi;r) {OsT} sf. Kısa,
ır] Söylenilen sözü işitmemek; işitmezlikten gel
mek. [DS] ö kasîrü’l-akl, {OsT} Düşünme yeteneği gelişm e
KAS İU İİM IÜ flliC î SÖ ZLÜ K. 2458
miş; aklı kısa. | kasîrü’l-basar, {OsT} Uzağı iyi g ö kasket, [Fr. casquette (miğfercik)] is. Deri, kumaş
remeyen; m iyop.|| kasîrü’l-himm e, {OsT} Gayret veya sentetik m addeden yapılmış, önü siperli ve
siz; çabasız.\\ kasîrü’l-inân, {OsT} 1. Boynu kısa at. oldukça yassı erkek başlığı; şapka. S kasket sipe
2. Pinti, hasis kimse.\\ kasîrü’l-kame, {OsT} Kısa ri, Şapkanın öniine takılan ve gözü güneşten koru
boylu. || kasîru’n-neseb, {OsT} Babası kötü ün ka yan yarım ay biçimindeki çıkıntı.
zanm ış olduğu için soyımu saymaktan çekinen. || kasketçi, [kasket-çi] is. K asket yapan veya satan
kasîru’r-re’s, {OsT} K ısa kafalı; brakisefal. kimse.
kasirane, [Ar. kaşır + Far. -âne (kasi;ra:ne) kasketli, [kasket-li] sf. Başm da kasket bulunan; kas
ket giymiş olan,
{OsT} zf. A lçak gönüllülükle,
kaskı, [kas-mak > kas-kı] {ağız} is. 1. Fren. 2. Bir
kasire, [Ar. kaşıre (kasi:re) {OsT} sf. (Kadın şeyi sıkan çember. 3. Pantolon askısı. 4. Öküz yu
için) eve kapatılmış, dışarıya çıkarılmayan, larında burukluk ile tepeliği bağlayan kayış. [DS]
kasis, [Fr. casser (kırmak) > casis] is. 1. Bir inişle bir kaskır, [kas (yans.) > kas-kır] {ağız} is. iri çoban kö
çıkışın ara kesitinde, suyun akması için yola dik peği. [DS]
olarak açılan ark. 2. Kara yolu üzerinde bulunan kasko, [İt. cascare (düşmek) > casco (yere düşmek)]
çukurlar. (k a ’sko) is. Taşıtların uğrayacakları kazadan doğa
kasiyer, [Ik. cassiere] (kasiyer) is. K asada oturarak cak zararların karşılanm ası amacıyla kurulan sigor
para alan görevli; veznedar, ta.
kask, [Far. casque] is. 1. Başlık; miğfer. 2. Başı kaskuk, [kaz-mak > kas-(ı)k-uk] {eT} is. Kazık. [E-
çarpma, düşme ve başka darbelere karşı korum ak UTS]
için dışı sert bir maddeden yapılmış başlık, kaskuruk, -ğu [kas-kur-uk] {ağız} is. Bir çeşit yaban
kaskal, [? kaskal] {ağız} is. Eski ayakkabı. [DS] pancarı. [DS]
kasla, [kas-la] {ağız} is. Yalan. [DS]
kaskalak, -ğı [kas-ık-mak > kasık-al-mak > kaskal-
ak] {ağız} sf. Kendini beğenmiş, çevresine caka sa kaslambaç, -cı [kar-la-ma+aş] {ağız} is. -*• karlam-
tan; övünen. [DS] baç. [DS]
kaslankaba, [kas-la-n+kaba] {ağız} is. Takla atılarak
kaskalamak, [kaska-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
oynanan bir 0 3 0 ın. [DS]
yo r] Dürtmek. [DS]
kaslek, -ği [Ar. kaşd => kas-le-k] {ağız} zf. Bilerek;
kaskam, [kaska-m] {ağız} is. Ekime elverişli olma
yan sert, taşlı toprak. [DS] isteyerek; özel olarak; özellikle. [DS]
kaskamıt, -dı [ka(s)+ka/mıt] {ağız} sf. (Çocuk için) kaslı, [kas-lı] sf. K asları olan; kasları gelişmiş olan;
vücudu biçimsiz, çok kısa ve şişman ya da çok ince adaleli.
uzun olan. [DS] kasm, [Ar. kaşm p-^s] {OsT} is. 1. Bölme; taksim
kaskar, [? kaskar] {ağız} is. Olmaya yüz tutmuş mey etme. 2. huk. Eski hukuka göre, birden çok kadınla
ve. [DS] evli bir erkeğin, eşlerine karşı eşit davranm a yü
kaskara1, [? kaskara] {ağız} is. Saksağan. [DS] kümlülüğü.
kaskara2, [ka(s)+ka/ra] (ka ’skara) {ağız} sf. -*■ kap kasm a1, [kas-ma] is. Kısaltmak, germek ve kasmak
kara. [DS] eylemi.
kaskas, [kas+kas] {ağız} is. Kahkaha. [DS] kasm a2, [kas-ma] {ağız} is. Yeni doğduğunda meme
kaskat, [Fr. cascade] is. fiz. 1. Çok yüksek enerjili emm eyen bebek. [DS]
kozm ik ışınların geçişi yüzünden gittikçe artan bir kasm ak1, [kas-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Kazmak.
şekilde meydana gelen parçacık yörüngelerinin [EUTS]
demeti. 2. Bir zincirde art arda yerleştirilm iş yük kasm ak2, [kas-mak] gçl. f. [-ar] 1. Bir ip veya halat
selteçler ya da filtreler bütünü, gibi nesnelerin boşluklarını gidermek amacıyla
çekmek; asılarak germek; kısaltmak, {ağız} (aynı)
kaskatı, [ka(s)+ka/tı] (ka'skatı) sf. pekşt. 1. Çok katı;
[DS] 2. (Elbise ve benzer şeyler için) enini daralt
iyice katı. 2. mecaz. Acımasız ve hoşgörüsüz. S
mak; boyunu kısaltmak; kısaltmak, {ağız} (aynı)
kaskatı kesilmek, Aşırı heyecan verici durumlar
[DS] 3. (Beden ve bedenin bir bölümü için) kasları
karşısında hareket edemeyecek, konuşamayacak
güçlü bir biçimde gererek bedeni gergin bir duruma
duruma gelmek; donup kalmak.
getirmek. 4. (Harçlık, ödenek vb. için) eksiltmek;
kaskavar, [kas+kavar ?] {ağız} is. Tandırın dibine azaltmak; kısmak. 5. mecaz. Baskı altında tutmak.
konulan taş. [DS] 6 . (At için) yönlendirm ek maksadıyla dizginleri
kasken, [? kasken] {ağız} is. Yeni doğum yapmış ka çekmek. 7. gçsz. f. (Elbise vb. için) bedeni rahatsız
dın; loğusa. [DS] edecek biçimde çekmek. S kasıp kavurmak, 1.
kaskesti, [kas-(mak)+kes-ti] {ağız} is. Başı ağrıyan Baskı yoluyla bir topluluğu ezm ek 2. (Doğa olay
kimsenin alnına bağladığı bağ. [DS] ları için) büyük zarara, yıkım a uğratmak.
O I M K E S M • 2459 KAS
kasm ak'’, [kas-mak] {ağız} gçl. f. [-ar] Kandırmak; k asn a tm ak , [kasna-mak > kasna-t-mak] {eT} gçl. f
aldatmak. [DS] [-ur] Titretmek. [DLT]
kasm ak 4, -ğı [kas-mak > kas(ı)n-ak] {ağız} is. -*■ kas kasnı, [kas-(ı)n-a-mak (titremek) > lcas-nı l_ru=La] is.
nak2. [DS]
1. Eskiden halk hekimliğinde spazm lara karşı ilaç
k a sm u k 1, -ğu [kas (yans.) > kas-muk] {ağız} is. Bal olarak kullanılan, maydanozgillerden bazı bitkiler
gam. [DS] den elde edilen zamk sakızı. 2. {eAT} {O sT} B aldı
kasm uk2, -ğu [eT. kas-mak (kazmak, kazımak) > ran zamkı. 3. {ağız} Büyük, parçalı yapraklı, kendi
kas-muk] {ağız} is. Çam ağacının kabuk altındaki ne özgü kokusu bulunan, sarı çiçekli, gövdesi soyu
öz sulu, yenilebilir, tatlı iç zarı. [DS] larak yenen, çok yıllık otsu bir bitki, (Ferula
k asm u k lan m ak , [kasmuk-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi szowitsiana). [DS]
[-ır] (Süt, yemek vb. için) donduğunda üzerini yağ k asp al, [Ar. lçaştal [Tietze]] {ağız} is. Çeşme.
lı kabuk bağlamak. [DS] [DS]'
kasna, [? kasna] {ağız} is. dnz. Lüfere benzer, sert
k asp a n a k , -ğı [Ar. ğaşb > ğaşben => kaspan-ak /
pullu ve büyük tatlı su balığı. [DS]
kaspen-elc] {ağız} zf. Zorla. [DS]
k a sn a k 1, -ğı [kas-mak > kas-m -m ak > kas-(ı)n-ak] is.
kaspancası, [kaz+manca-s-ı ?] {ağız} is. Labadaya
1. Geniş çember. 2. Elek, kalbur gibi tel gerili şey
benzeyen bir ot. [DS]
lerin takılı olduğu tahta çember. 3. Üzerine nakış
k a sp a r, [? kaspar] {ağız} sf. (Hayvan için) bir gözü
yapılacak kumaşın takıldığı iç içe geçirilmiş enlice
tahta çember. 4. Bir sütunun gövdesini meydana nün siyahı az olan; ak gözlü. [DS]
getiren silindirsi taşların her biri. 5. spor. Yağlı kasp en ek, -ği [Ar. ğaşb > ğaşben => kaspan-ak /
güreşte giyilen kispetin uçkurluk çevresine verilen kaspen-ek] {ağız} zf. -*■ kaspanak. [DS]
ad. 6 . {ağız} Koyun ve keçilerin boynuna geçirilen k asp u t, [Yun. aspita] {ağız} is. Kağnı tekeri. [DS]
çan takılmış tahta çember. [DS] 7. {ağız} Başa takı k a s r 1, [Ar. kasr ^-i] {OsT} is. Birine istemediği bir işi
lan çember. [DS] 8 . {ağız} Y akacak olarak kullanı
zorla yaptırma; zorlama.
lan hayvan pisliğine biçim verm ekte kullanılan ka
lıp; bu kalıpla şekil verilm iş tezek. [DS] S k a sn a k k a sr2, [Ar. lçaşr {OsT} is. 1. Kısaltma; kısa kes
meşesi, bot. Kayıngillerden 5-30 m kadar boylana- me. 2. Azaltma; eksiltme. 3. ed. Sözün çok kısal
bilen, yapraklarının alt yüzeyinde yıldız şeklinde tılması. 4. Aruzda tefılenin son harfinin düşürülme
tüyler bulunan Afyon, İsparta, Konya ve Kütahya si. S k a sr-ı b a sa r, {OsT} K ısa görüşlülük.]} k a sr-ı
dolaylarında doğal olarak yetişen bölgeye özgü bir y e’d, {OsT} E l çekme.\\ k a s r ü ’l-b asar, {OsT} tıp.
meşe türü, (Quercus vulcanica). Uzağı görememe; miyopluk.\\ k asr-ı h ak îk î, ed.
k asnak2, -ğı [kas(ı)n-ak] {ağız} is. 1. Birbirine geç Kelimenin okunuşta kısa oluşu. || k a sr-ı izâfî, {OsT}
miş tahta kalaslardan yapılmış köy evi; oda. 2. Ev Kelimenin görece kısa okunması.\\ k asr-ı v a z ’î,
çatısı. [DS] {OsT} Kelimenin kullanılışına göre kısa okunması.\\
k a sr-ı zevkî, {OsT} ed. Kelimenin edebî zevk gere
k a sn a k 1, -ğı [kas(ı)n-ak] {ağız} is. folk. Bergama
ğince kısa okunması.\\ k a s rü ’l-akl, {OsT} Aklı kısa;
yöresinde, davul, zilli maşa, zum a vb. çalgılar eşli
aklı ermez.
ğinde oynanan bir halk oyunu. [DS]
kasnakçı, [kasnak-çı] is. K asnak yapan ve satan kim k a s r3, [Ar. kuşür > kaşr j^ S \ {O sT } is. Köşk; saray.
se. fi1 k asr-ı cennet, {O sT } Cennet köşkü.\\ k asr-ı Sâ-
k asnaklam a, [kasnak-la-ma] is. 1. K asnaklam ak e- d â b â d , {O sT} Sadabat köşkü.
ylemi. 2. Bir cismi kasnakla kuşatma, kasnağa al k asre n , [Ar. lçasren Ij—â] (k a ’sren) {O sT } z,f. Zorla,
ma. zorlayarak.
k asnaklam ak, [kasnak-la-mak] g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor]
k asretm e k , [Ar. kaşr + T. et-m ek ^^s] {O sT }
1. Bir cismi kasnak içine almak; kasnakla kuşat
gçl. f. [-e(d)-er] 1. Kısaltmak; indirmek; küçült
mak. 2. (Kişi veya nesneler için) kollarını dolaya
mek. 2 . huk. kanunlara uygun olarak iptal etmek.
rak kucaklamak. 3. inş. Kirişleri döşeme çeliği ile
birleştirmek. k asrî, [Ar. kasr! / kasriyye ı f 1 (kasri:) {O sT }
kasnaklı, [kasnak-lı] sf. 1. Kasnağı olan; kasnak sf. Zorla ilgili; zora dayanan; zorla yapılan,
takılmış olan. 2. {ağız} Büyük bir uçurtma. [DS] kasriy e, [Ar. kaşr > kaşriyye 4j {O sT} is. ed. D i
k asnam ak, [*kas-mak / *kasî-mak > kasın > kas(ı)n- van edebiyatında, devlet büyüklerinin yeni bir sa
â-mak] {eT} gçsz. f [-r] Çeneleri birbirine vurarak ray veya köşk yaptırm ası üzerine söylenen kaside,
titremek; zırmcımak [DLT]
k asriy et, [Ar. kasriyet {O sT} is. Zorlama hâli,
kasnaşm ak, [kasnâ-mak > kasna-ş-mak] {eT} dönşl.
f [-ur] Titremek; titreşmek. [Clauson] k assab , [Ar. kaşşâb l-jUss] (kassa:b) {O sT } is. Kasap.
KAS Ö IÖ H M ESÖ M • *460
kassabhane, [Ar. kaşşâb + Far. hâne ^Is-Uü] (kas- kastanyola, [İt. castagnola] (kastanyola) is. 1. Bir
dişli çarkın geri dönmesini önlemek için çarkın
sa:bha:ne) {OsT} is. Kasap dükkânı
dişlerine takılan küçük dil. 2. dnz. Akan zinciri sı
kassabiye, [Ar. kaşşâbiyye ^L « i] (kassa:biye) {OsT} karak durdurmak için güverte locasının altına
is. Kasaba verilen kesim ücreti; kasap parası. konmuş hareketli demir kol. S kastanyola yuvası,
kassak1, -ğı [koç-sa-mak > koç-sa-k] {ağız} sf. (Ko B ir çark dişlerine kastanyola tırnağının geçm esi
yun için) koç isteyen. [DS] için açılmış yııva.
kassak2, -ğı [? kassak] {ağız} is. Başkan. [DS] kâstar, [Ar. kâstâr jlx^lS"] (kâ:sta:r) {OsT} sf. Y alan
kassam, [Ar. kısmet > kassam fL J] (lcassa:m) {OsT} cı.
is. 1. Bölüm bölüm ayırıp veren kimse. 2. huk. İm kastar, [Ar. kaşr > kaşşâr jUas] {ağız} is. 1. Pamuk
paratorluk döneminde, ölen bir kimsenin terekesini,
ipliğini veya kumaşı soğuk su ile yıkayarak ağart
şeriat kurallarına göre mirasçılarına paylaştıran
m a işi; kassar. [DS] 2. Yıkayıcı; temizleyici. S
kimse.
kastar etmek, Yıkamak; temizlemek.
kassamiye, [Ar. lçassâmiyye t^ L i] (kassanniye) kastara, [? kastıra / kastara] {ağız} is. 1. Y ufka pişiri
{OsT} is. Kassamlık. len sac. 2. Sac ekmeği. [DS]
kassamlık, -ğı [kassam-lık] (kassa:mlık) {OsT} is. 1. kastarcı, [kastar-cı] is. Temizleyici,
Kassam ın yaptığı iş. 2. Kassamm oturduğu yer. kastarcılık, -ğı [kastar-cı-lık] is. Kastarcının yaptığı
kassar, [Ar. kaşâret > lçaşşâr jU=S] (kassa:r) {OsT} is. iş; temizleyicilik,
1. Yıkayıcı; leke çıkarıcı; leke temizleyici; kastar. kastarlama, [kastar-la-ma] is. Temizleme, ağartma
2. (Hah vb. şeyler için) çırpıcı; dövücii; silkeleyici. veya lekesini çıkarmak eylemi.
kastarlam ak1, [kastar-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor]
kassas, [Ar. kaşşâş ^U sS] (lcassa:s) {OsT} sf. Hikâye
1. {ağız} Pam uk ipliğini veya kumaşı soğuk su ile
söyleyen; masal anlatan, yıkayarak ağartmak; temizlemek; lekesini çıkar
kassı, [kas-sı] sf. 1. Kas gibi olan; kasa benzeyen; mak. [DS] 2. (Halı vb. için) çırpmak; silkmek; to
kas görünüşünde olan. 2. Kas yapısında olup onun zunu gidermek.
gibi kasılabilen, ö kassı arterler, anat. A tarda kastarlam ak2, [kastar-la-mak] {ağız} gçl. fi [-r] [-
m arlar,|| kassı epitel, anat. Ter, tükürük, gözyaşı l(ı)-yor] Zorla vermek; eline sıkıştırmak. [DS]
ve meme bezleri etrafında bulunan, salgı hücreleri kastarlı, [kastar-lı] sf. Kastarlanmış olan,
salgı ile dolduğunda kasılarak hücrelerin salgısını
lümene boşaltan özelleşmiş epitel hücreleri. kâste, [Far. kasten (eksilmek) > kâste •ix-lS'] (kâ:ste)
kassız, [kas-sız] sf. Kasları gelişmemiş olan; adale {OsT} sf. Eksilmiş; eksik,
siz. kastek, -ği [kas-mak > kas-(ı)t-ak > kastek ?] {ağız}
kassî, [Ar. kaşş > lçaşşî tr*=is] (kassi:) {OsT} sf. Göğüs is. D uvar araşma iki taraflı konulan kirişleri tut
turm ak için m erdiven basamağı gibi çakılan ağaç
le ilgili. parçaları; hatıl bağı. [DS]
kâst, [Far. kasten (eksilmek) > kâst <_~.IS"] (ka:st) kastel1, [İt. castello] (k a ’ste!) is. Tahkim edilerek
{OsT} is. Eksik; kusur; noksan, kale durumuna getirilmiş saray.
kast, [Port, caste (sınıf)] is. 1. sosy. Ayrıcalıklar kastel2, [Ar. kaştal JWsa [Tietze]] {ağız} is. 1. Havuz.
bakım ından kesin sınırları çizilerek yukarıdan aşağı
2. Şadırvan. [DS]
doğru sıralanmış kalıtımsal ve içten evli toplumsal
sınıflar düzeni. 2. Bir devlet içinde kendine özel kasten, [Ar. lçaşd > lçaşden Ij-<as] (ka ’sten) {OsT} zf.
yargı ve töreleriyle diğer vatandaşlardan ayrı ya Bilerek; isteyerek; bile bile; kasıtla; bir maksat gü
şamakta direnen grup. 3. biy. Arılar gibi toplu ya derek.
şayan böceklerde, yapısı farklı, toplumda beslen kaster, [İng. caster] is. Otomobillerde tekerlek mili
me, bakım veya savunma gibi çeşitli görevler üst nin eğikliği.
lenen, eşeysiz yetişkin birey. kastetme, [Ar. kaşd + T. et-me -^.1 J-^s] {O s T} is.
kastal1, [Ar. Içastâl JU=*J] (kasta:!) {OsT} is. Şeker Kastetm ek eylemi,
tozu. kastetmek, [Ar. kaşd + T. et-mek i^ â ] {OsT}
kastal2, [Ar. kaştal JW 3 [Tietze]] {ağız} is. Çeşme. g ç l.f. [-e(d)-er] 1. Bir şeyi hedef almak; amaç ola
[DS] rak almak; amaç seçmek; bir şeyi anlatmak iste
kastanyet, [İsp. castaneta (kestane) > Fr. castagnette] mek; onu demek istemek. 2. gçsz. fi Birine veya bir
is. Parm aklara takılıp avuç içine alınmak suretiyle şeye zarar verm ek istemek; kötülük etmek istemek;
çalınan, fil dişi veya tahtadan yapılmış, biri tiz, di canına kıym ak istemek,
ğeri pes ses veren, ortası oyuk iki simetrik parça kastıra, [? kastıra / kastara] {ağız} is. Yufka pişirilen
dan oluşan bir İspanyol zili veya çalparası. sac. [DS]
ö r « r i i f m ı . 246i KAŞ
k astırm a, [kas-tır-ma] is. Kasma işini yaptırm ak ey kısım. 7. {OsT} Kavun, karpuz dilimi. 8 . {OsT} Dam
lemi. saçağı. 9. {OsT} Ufuk. 10. {ağız} Ocağın kemeri.
k astırm ak , [kas-mak > kas-tır-mak] gçl. f. [-ır] 1 . [DS] 11. {ağız} Köprünün kemeri. [DS] 12. müz.
Kasma işini yaptırmak. 2. gçsz. fi (Elbise vb. için) Birden çok porteyi birleştirerek aradaki notaların
insanı rahatsız edecek biçimde hareketlerine veya bir anda okunmasını sağlayan düşey çizgi. 13. müz.
duruşuna engel olmak; çektirmek. N ota gruplarım içine alarak numara ile belirtilmiş
yay biçimli çizgi. 14. müz. K em ençenin tellerini
kasti, [Ar. kaşd > kaşdı (kasti:) {OsT} s f Bir
yüksekçe tutmaya yarayan eşiğin yanında bulunan
kasıt güderek yapılan; bilerek ve isteyerek yapılan; kaş biçimindeki delikler. 15. spor Okçulukta yay
kasıtlı.
kirişinin baş parmağın ikinci boğumunu zedele
kastiııg, [İng. casting] is. Tiyatroda rol dağılımı yap memesi için geçirilen boynuz veya fil dişinden ya
ma. pılm a yüksüğün (zehkir; şast; şest) üstündeki ensiz
k astir, [? kastir] {ağız} is. İşlemeli kadm elbisesi. kısma verilen isim, ff k aşa çin b ıra k m ak , {eAT}
[DS] Kaş çatmak.\\ kaş atm ak , 1. Kaşlarını oynatarak
k astor, [Fr. castor] is. zool. 1. Kunduz. 2. Kunduz bir şey anlatmaya çalışmak; kaşla işaret etmek. 2.
kürkü. 3. sf. Kunduz kürkünden yapılmış olan, Kaş çatmak.\\ kaş b üzm ek, {eAT} Kaş çatmak.|| kaş
k astrasyon, [Fr. caztration] is. İğdiş etmek; hadım çatm ak , Kızgınlığını ve öfkesini kaşlarını birbirine
etmek. yaklaştırarak belli etmek; öfkelenmek üzere olmak;
kasu, [? kasu] {ağız} is. Cinsel sapıklığa uğramış er öfkelenmek; kızmak\\ kaş göz etm ek, B ir şeyi kaş
kek. [DS] ve göz işaretiyle anlatmak için kaşını gözünü oy-
k a su k ’, [kâs (kabuk) > kas-uk] {eT} is. 1. Küçük natmak.\\ kaş göz k a ra rm a k , Akşam olmak; karan
kabuk. [DLT] 2. Deri; at derisinden yapılm a tulum. lık basmak; ortalık kararmak.\\ kaşı eğilm ek, {ağız}
[DLT] Darıldığını, gücendiğini belli etmek. [DS]|| k aşı
kasuk2, [kaz-mak > kaz-uk / kas-uk] {eT} is. Çivi. k a ra ğ ı açılm ak, {eAT} Yüzü giilmek.\\ k aşın ı
[EUTS] b u rta rm a k , {eAT} K aşım çatmak.|| kaşın ın a ltın d a
kasuklug, [kasuk-luğ] {eT} sf. Tulumlu; tulum bulu gözün v a r dem em ek, Birine karşı incitecek veya
nan. [DLT] S k asu k lu g er, {eT} Kendisinde tulum gönül kıracak bir davranışta buhınmamak.\\ k aş ile
bulunan adam. [DLT] göz, gerisi söz, Önemli olan şeyin y ü z güzelliği
kasum at, [Ar. kısemi > kasüm ât o l ^ J ] {OsT} is. olduğunu belirtmek için söylenir. || kaş k a n ta rm a k ,
{eAT} Kaş çatmak\\ kaş k a ra k çatm ak , {eAT} Kaş
İmparatorluk döneminde hâzineye ait bir araziyi
çatmak; surat asmak. || kaş k a ra rtm a k , {ağız} Kaş
kiraya verm e işlemine verilen ad; ecr-i misil,
çatmak. [DS]|| kaş kaş, {ağız} -*■ kaşak kaşak. [DS]||
kasuy, [Moğ. kasuy] {eT} is. M oğolistan’daki kervan k aş k u rm a k , {eAT} Kaş çatmak.|| k aşla göz a r a
sahibi tüccarlar. [EUTS] sında, Kimsenin anlamasına fırsa t bırakmayacak
kasvet, [Ar. kasvet o ^ i ] {OsT} is. 1. İç sıkıntısı; kadar çabucak; kısa bir zamanda; çabuklukla,|| kaş
sıkıntı; kaygı; tasa. 2. Katılık; sertlik. 3. M erham et yap ay ım d erk en göz ç ık arm ak , B ir kusuru dü
sizlik; katı yüreklilik. S k asvet-bahş, {OsT} Sıkıntı zeltm eye çalışırken daha çok hata yaparak büsbü
veren.|| kasvet-efzâ, {OsT} İç sıkıntısını artıran.|| tün bozmak; özrü kabahatinden büyük olmak.\\ kaş
kasvet-engîz, {OsT} İç sıkıntısı veren. || kasvet-nâk, y ıkm ak, Kızmak, öfkelenmek.
{OsT} Sıkıntılı; iç sıkan. k aş3, [eT. kâş] {ağız} is. 1. Dik, sarp ve yalçın kaya
kasvetli, [kasvet-li] sf. Sıkıntı veren; sıkıcı, lık. 2. Y üksek dağ tepesi; tepe veya dağ. 2. Uçurum
kasvetsiz, [kasvet-siz] sf. Sıkıntı vermeyen; sıkıcı veya dağ kenarı. 3. Suyun, toprağın bir yanını oyup
olmayan. diğer yanını yükselttiği kısım. 4. Bir yokuştan son
ra düzlüğe çıkılan yer; yokuş başı. 5. Bağ, bahçe ve
kâş, [Far. kâş jilS-] (kâ:ş) {OsT} e. Keşke.
duvar diplerine toprak yığm ak suretiyle yapılan set;
kaş1, [kâş] {eT} is. 1. H erhangi bir şeyin kıyısı. [DLT] bahçe sınırı. 6 . Patika; ince yol. 7. Dağlık, kayalık
2. Ön; yamaç; tepe. [KB] [EUTS] yolun dönemeci. [DS] 8 . Boylu boyunca uzanmış,
kaş2, [eT. kâş] 1. Göz çukuru üzerinde bir yay gibi büyük bir kısm ı toprağa gömülü kaya. [EG] B kaş
uzanan, üzeri kıllarla kaplı çıkıntı. {eT} (aym) [DLT] boyu, {ağız} Tepe; dağ. [DS][] kaş k a ra n n ığ ı (ka
[ETY] [OKD] [Gabain] [Tekin] [Yüknekî] 2. Bu çıkıntı ranlığı), {ağız} Alaca karanlık. [DS]|| kaş k a r a r
üzerinde yer alan kıllar. 3. Eyerin ön ve arkasında m ak, {eAT} {ağız} Akşam karanlığı basmak; ufuk
bulunan çıkıntılı kısım; eyer başı. {eT} {OsT} (aym) kararmak. [DS]|| kaş k arası, {ağız} Alaca karanlık.
[EUTS] 4. {ağız} Semerin iki yanındaki ağaçlar. [DS] [DS]
5. İki eğri çizginin kalkık bir kaşı andıracak biçim k aş4, [eT. kâş] {ağız} is. 1. Duvar; duvarın üstü. 2.
de birleştirilmesi ile meydana getirilmiş süsleme. 6 . Çatı saçağı. 3. Dam. 4. Balkon. 5. Ev, oda, ahır gibi
(Dağ, yapı, yüzük vb için) kemerli ve çıkıntılı olan yapılarda dama uzunlamasına atılan büyük ve uzun
KAŞ Ö IÜ M IÜ R S Ö M .
Ritim için kaşık kullanılan, A n a d o lu ’nun p e k çok şeyle sürterek aşındırm ak veya kazımak. 4. {ağız}
y e ri ile Türkistan 'da karşılıklı oynanan kapalı yer Tım ar etmek. [DS]
ha lk oyunlarının genel adı. || kaşık sapı, {ağız} 1. kaşındırma, [kaş-ı-n-dır-ma] is. Kaşınmasına yol aç
B ir tür ipekli kumaş. 2. Bir tür sulu köfte. [DS]|| ka ma.
şık sepetinde fareler oynamak, Yiyecek nesne ol kaşındırmak, [kaş-ı-n-dır-mak] gçl. fi [-ır] Kaşın
m adığı gibi yem ek aracından da yoksun olmak; m asına yol açmak; kaşıntı yapmak,
yoksul düşmek. kaşınış, [kaş-ı-n-ış] is. K aşınm ak eylemi veya biçi
kaşıkçı, [kaşık-çı] is. 1. Kaşılc yapan ve satan kimse. mi.
2. zool. Kelaynakgillerden siyah gagalı, beyaz tüy kaşınma, [kaş-ı-n-ma] is. 1. Kaşıntı verilme. 2. Ken
lü, bataklık ve su kıyılarında koloniyer hâlinde ya di kendini kaşıma,
şayan, ağaçlar üzerine yaptıkları yuvalarda kuluç
kaşınmak, [kaşl-mak > kaşı-n-mak] edil, f i [-ır] 1 .
kaya yatan, Ege Bölgesinin yerli iri bir kuşu,
Kaşıntı verilmek. 2. Birisi tarafından kaşıma eyle
(Platalea leucoradia). 3. {ağız} Kurbağa yavrusu. mi yapılmak. 3. dönşl. fi. Kaşınma ihtiyacı duymak;
[DS] S kaşıkçı avurdu, K aşık gibi içe çökmüş y a
kaşıntısı olmak. {eT) (aym) [DLT] 4. mecaz. Kendisi
nak:.|| kaşıkçı kuşu, Pelikan.
için ceza veya başka bir şekilde kötü karşılık ge
kaşıkçık, -ğı [kaşık-çık] is. zool. İki kanatlı böcekle rektiren davranışlara yönelmek. <9 kaşınacak tır
rin kanat diplerinin arka tarafında bulunan yarım nak aramak, Bahane aramak; sebep bulmaya ça
daire şeklindeki zarsı levhacık, lışmak; gerekçe bulmaya çalışmak.\\ kaşınacak
kaşıkçılık, -ğı [kaşık-çı-lık] is. Kaşıkçının işi, m esle tırnak bulamamak, B ir iş yapm ak için yeterli im
ği- kânı bulamamak.
kaşıkçın, [kaşık-çın] is. zool. Gagası kaşık biçimin kaşıntı, [kaş-ı-n-tı] is. 1. Kaşınma isteği veren hu
de, kara, ak ve kahverengi tüylü, ayakları kırmızı, zursuz edici duygu. 2. {ağız} Uyuz hastalığı. [DS]
bir göçmen ördek türü, (Spatula clypeata). kaşıntılı, [kaş-ı-n-tı-lı] sf. Kaşıntısı olan,
kaşıkla, [kaşık-lağı] {ağız} is. -*■ kaşıklağı. [DS] kaşıtgan, [kaşî-mak > kaşı-t-mak > kaşı-t-ğân] {eT}
kaşıklağı, [kaşık-lağı] {ağız} is. Kaşık konulan sepet; is. Çok kaşıtan. [DLT]
kaşıklık. [DS] kaşıtmak, [kaşl-mak > kaşı-t-mak] gçl. fi [-ır] Biri
kaşıklama, [kaşık-la-ma] is. 1. Kaşık ile yeme. 2. ne, kaşıma işini yaptırmak. {eT} (aynı) [DLT]
{ağız} -*• kaşıklağı. [DS] kaşıyacak, [kaş-ı-y-acak] is. Kendi sırtını kaşımaya
kaşıklamak, [kaşık > kaşık-lâ-mak] g ç l.f. [-r] [-l(ı)- yarayan özel olarak el veya kaşık biçiminde yapıl
y o r j 1. (Yemek vb. yiyecek için) kaşık kullanarak mış uzun saplı araç,
yemek. {eT} (aym) [DLT] 2. (Kaşıkla yenen yiyecek
kâşî, [Far. Kâş (Kâşân kenti) > kâşî ] (kâ:şi.:)
ler için) severek yemek; kaşık kaşık yemek; iştahla
yemek. {OsT} is. Yapıların dış ve iç duvarlarım süslemekte
kullanılan, eskiden İran’ın Kâşân kentinde üretilen
kaşıklanma, [kaşık-la-n-ma] is. 1. Kaşık ile yenil
sırlı fayans.
m ek eylemi. 2. Kaşık sahibi olma,
kaşıklanmak, [kaşık-la-n-mak] edil, fi [-ır] 1. (Ye kâşif, [Ar. keşf > kâşif <-ülS"] (kâ:şif) {OsT} sf. 1.
m ek için) kaşık kullanılarak yenilmek; kaşık kaşık Bilinmeyen bir şeyi veya yeri bulan; meydana çıka
yenmek. 2. dönşl. f. Kaşık sahibi olmak; kaşık satın ran; keşfeden; bulan. 2. Flakkında herhangi bir bilgi
almak; kaşık edinmek, bulunm ayan bir ülkeyi dolaşarak ora hakkında bilgi
kaşıklayış, [kaşık-la-y-ış] is. Kaşıklama eylemi veya veren gezgin. 3. Bir şeyi örten giz perdesini arala
biçimi. yan, kaldıran. 4. tar. Eskiden M ısır’da bucak ve
kaşıklı, [kaşık-lı] sf. Kaşığı bulunan; kaşığı olari. ilçe yöneticilerine verilen isim,
kaşıklık, -ğı [kaşık-lık] is. 1. Kaşık konulan yer. 2. kâşife, [Ar. k eşf > kâşife iü IS -] (kâ:şifie) {OsT} sf. Ba
Y eniçerilerin giydiği başlığın önünde içine tüy ko yan kâşif.
nulan metal parça. 3. sf. Kaşık yapmaya elverişli
kâşiger, [Fr. kâş (çini) + -ger (yapan) J L a IS"] (kâ:-
olan. 4. sf. Belirtilen sayıda kaşık ölçüsünde olan.
® kaşıklık gemi, {ağız} Kaburga. [DS]|| kaşıklık şiger) {OsT} is. Çini yapan; çinici; çini sanatkârı,
müngüz, {eT} Kaşıklık boynuz. [DLT] kâşir, [? kâşir] {ağız} is. D ar paçalı bir tür şalvar ile
kaşıksı, [kaşık-sı] sf. Kaşık gibi; kaşığı andıran, kısa ceket. [DS]
kaşıma, [kaş (kabartı) > kaş-ı-ma] is. Deriyi sürtmek kaşka1, [? kaşka] {ağız} is. 1. Hayvanların alnındaki
eylemi. beyazlık; ak leke. 2. Alnında beyaz leke bulunan
kaşımak, [kaş (kabartı) > kaş-T-mak] gçl. fi [-ır] 1. hayvan. [DS]
Oymak; kazımak. 2 . Tırnak veya sert bir nesne ile kaşka2, [? kaşka] {ağız} sf. Şakacı; güldürücü. [DS]
vücudun herhangi bir yerindeki deriyi hafifçe kaşka3, [? kaşka] {ağız} is. 1. Beşik. 2. İki tekerlekli
sürtmek. {eT} (aym) [DLT] 3. Bir nesneyi seıt bir araba. [DS]
ö i! M iıiu iE M ':. 2465 KAT
kaşkal, [? kaşkal] {ağız} is. Biçimsiz ve kaba. [DS] k aşm ir, [Fr. cachemire (Hint yarımadasındaki K eş
kaşkam , [? kaşkam] {ağız} is. i . Susuz, sert toprak. m ir kenti)] is. 1. Keşmir ve Tibet keçisinin ince i-
2. Fabrika tozu. 3. Kötü cins pamuktan bükülen ka pelcsi kılından dokunmuş ince kumaş; kazmir. 2 . sf.
litesiz iplik. [DS] Bu kumaştan yapılmış olan,
kaşk arik o , [Yun. kaşkariko] is. argo. 1. Hile; düzen; k aşm irlen m ek, [kaşmir-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi [-
dolap. 2. Yalan, ir] Nazlanmak; cilve etmek. [DS]
kaşkaş, [? kaşkaş] /ağızj is. Sincap. [DS] k aşn aşm ak , [lcayna-ş-mak {ağız} dönşl. fi [-ır] K ay
kaşkaval, [İt. cacio (peynir) + cavallo (at)] is. 1 . naşmak. [DS]
Tekerlek biçiminde kaşara benzer bir tür sarı pey k aşr, [Ar. kaşr y ü ] {OsT} is. Bir şeyin kabuğunu soy
nir. 2. dnz. Gabya ve babafingo çubuklarının topuk ma.
taraflarında açılan deliklerden geçirilerek uçları
kaşşak, -ğı [kaşa-k] {ağız} is. Ağaç kökü. [DS]
mavnalara dayatılan demir veya ağaç takozlar. 3.
k a şta rla m a k , [kaştar-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-
sf. argo. Aptal; sersem; budala,
yor] H ayvan bakmak; beslemek. [DS]
kâşk, [Far. kâşk dLilS"] (kâşk) {OsT} e. Keşke,
k a şta rm a k , [kaşta-r-mak] gçl. fi [-ır] 1. {ağız} K ol
kaşkır, [? kaşkır] {ağız} is. Kurt. [DS] lamak; idare etmek; kayırmak; yardım etmek. [DS]
k aşk ırm ak , [kâş-kır-mak] {ağız} g ç sz.f. [-ır] Bozuş 2. Büyütmek; beslemek. 3. Sadakatle bakmak. 4.
mak; darılmak. [DS] Yetmek; yetişmek; kifayet etmek. 5. {ağız} Y önet
kâşki, [Far. kâş ki (kâ:şki) {OsT} ünl. Ne o- mek. [DS]
lurdu, olsaydı; keşke, kaşu , [Fr. cachou] is. tıp. 1. Güneydoğu Asya ülkele
rinde yetiştirilen bazı bitkilerin odun, yaprak ve
kaşkir, [kâş-kir] {ağız} is. Kırm alı şalvar. [DS]
tohumlarından çıkarılan ve halk hekimliğinde k u l
kaşkol, -İÜ [Fr. cache (sakla) + col (boyun)] is. Bo
lanılan özütlere verilen ad. 2. Bu öziitlerden yapıl
yuna sarılan uzun ve dar atkı; boyun atkısı,
mış kokulu pastil,
kaşkorse, [Fr. cache (sakla) + corse (vücut)] is. V ü
k aşıık, [kaş-î-malc (oymak) > kaşı-k / kaşu-k] {eT} is.
cudun üst kısm ına giyilen süslü ince kadın çamaşı
Kaşık. [DLT] [EUTS]
rı; ince fanila,
k a şu k lam ak , [kaşuk-lâ-mak] (kaşuklannak) {eT}
kaşlam a, [kaş-la-ma] {ağız} is. 1. Duvar üstü; duvar.
{ağız} gçl. f. [-r] [-l(u)-yor] Kaşıklamak. [DLT]
2. Çatı saçağı. [DS]
[DS]
kaşlam ak, [eT. kâş > kaş-lâ-mak] (kaşla:mak) {eT}
k aşu k lan m ak , [kaşuk-la-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur]
gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. Y üzüğün kaşına taş tak
Kaşıklanmak. [DLT]
mak. 2. {eT} Kaş yapmak. [DLT] 3. {eT} (Su arkı
için) germeç yapmak.[DLT] 4. {eT} K aşa vurmak. kaşu k lu g , [kaşuk-luğ] {eT} is. Kaşıklı. [DLT]
[DLT] 5. {ağız} Yünü iki kat yapıp bükmek. [DS] k a t1, [kat / ket / kıt / kit (yans.)] is. Pütürlü, tırtıklı
kaşlı, [kaş-lı] sf. (Belirtilen nitelikte) kaşı olan; kaşı yüzeylere sürtünmeyi, kırmayı, kesmeyi, çatırdat-
bulunan, fi5 kaşlı gözlü, (Kişi için) yü z güzelliği ile mayı, kazıyıp koparmayı, kemirmeyi, diş diş y ap
dikkati çeken. mayı anlatan kök. [Zülfıkar] kat-ır-da-mak, kat-ır
kutıır
kaşlıg, [kâş > kaş-lığ] {eT} sf. Kaşlı. [DLT]
k a t“, [eT. ka-m ak (eklemek; üst üste yığm ak; katla
kaşlık, -ğı [kaş-lık] {ağız} is. Siyah saç boyası. [DS]
mak) > ka-t] is. 1 . Üst üste konulmuş bulunan n es
kaşm ak 1, -ğı [kaş-mak] is. 1. Ocak kemeri; kemer. 2.
nelerin her bir parçası; tabaka. {eT} (aym) [EUTS]
Hendeklerin üst kısmı.
[DLT] [İKPÖy.] [ETY] [Gabain] [İKPÖy.] [Üç İtigsizler]
kaşm ak2, -ğı [eT. kars (yans.) > kars-mak > kaş 2. Bir yapıda iki döşeme arasında yer alan oda ve
mak] {ağız} is. El çırpma; alkışlama. [DS] S k aş dairelerin tümü. 3. (Giyecek için) alt ve üst parça
m ak çalm ak, {ağız} E l çırpmak; alkışlamak. [DS] lardan meydana gelmiş her bir takım; adet. 4. B ü
k aşm ak ’, -ğı [kaş-mak] {ağız} is. 1. Ocak kemeri. 2. külen ve kıvrılan nesnelerde her bir kıvrım. {eT}
Hendeğin iki yüksek kenarı. [DS] (aynı) [EUTS] [DLT] [İKPÖy.] [ETY] [Gabain]
kaşm ak2, [kaş-mak j*-ia] gçl. f.[-a r] {ağız} 1. Atmak. [İKPÖy.] [Üç İtigsizler] 5. (Nicelik olarak) defa; kez;
2. Çalışmak. [DS] 3. {eAT} Kaçmak, misil. {eT} (aym) [EUTS] [DLT] [İKPÖy.] [ETY]
kaşm er, [Fr. cachemire (Hint yarım adasındaki Keş [Gabain] [İKPÖy.] [Üç İtigsizler] 6 . Bir yapının konut
olarak kullanılan bölümlerinden her biri; hane; dai
mir kenti) j*-ia] sf. İ. Maskara; komik; soytarı; şa
re. 7. Tekrarlanan sayının toplamı. 8 .je o l. B ir dö
kacı; güldürücü; {ağız} (aynı). [DS] 2. Kertenkele, nemde oluşmuş katmanlı kayaç; aynı yaştaki arazi
kaşm erdikoz, [kaşmer + Yun. dikhos] sf. (Kişi için) lerin tümü. 9. Geçmeli bir füzede çeşitli elem anla
az rastlanır çirkinlikte; acayip; tuhaf, rın her biri. 10. Arka. 11. {ağız} is. Uçurum. [DS]
kaşm erlik, -ği [kaşmer-lik] {ağız} is. Acayiplik; soy 1 2 . {ağız) İki tepe veya duvar arasında kalan boş
tarılık; maskaralık; şaka; alay. [DS] luk; aralık. [DS] 13. {eT} Sıra. [İKPÖy.] 14. {ağız}
KAT i n HÜRCE S E I H • 2466
Seyrek altın dizisi. [DS] fi5 kat çıkmak, B ir yapıya kata-, [Yun. kata-] ön ek. Önüne getirildikleri Latin
bir kat daha eklemek. || kat irtifakı, baymd. Yapıl ce kelimelere "alt, altta, a şağı" anlamı katan ön
m akta olan bir binanın bağımsız bölümlerinden ek.
ya p ı tamamlandıktan sonra kat mülkiyetine esas kata, kat’a, [Ar. k a t'â Ulü] (kat-a:) {OsT} zf. Hiçbir
olm ak üzere, arsa maliklerinin arsa payına bağlı
zaman; asla; hiç; büsbütün.
olarak kurulan irtifak hakkı.\\ kat kalmak, {eAT}
k ata1, [kat-mak (ilave etmek) > kat-â] (kata:) {eT} is.
{OsT} Umutsuzluk içinde, çaresiz kalm ak.|| kat kat,
Kat; kez; kere; yol; defa. [DLT] [ETY] [İKPÖy.]
Çok; pek çok. || kat mülkiyeti, huk. Tamamlanmış
[EUTS] [Gabain] [Yüknekî]
bir binanın bağımsız olarak kullanılabilen bölüm
kata2, [kata] {ağız} sf. 1. (Hayvan yavrusu için) iyi
lerinden her biri üzerine kurulan mülkiyet hakkı. ||
gelişmemiş. 2. (Hayvan için) iyi beslenmiş, şişman
kat sayı, 1. mat. B ir cebirsel ifadede ilk olarak y a
ve yuvarlak. [DS]
zılan çarpan sayı veya harf. 2. fiz. B ir kanunu ifade
eden form ülün yazılışında y e r alan sabit sayı. 3. katabolizma, [Fr. catabolisme] is. biy. Canlı protop
B ir sayının kaç katı alındığını belirten sayı. lazmayı yapan karm aşık yapılı büyük moleküllerin
enerji çıkararak yanması; canlı maddelerin artık
kat3, [eT. kât o i] is. B ir büyüğün huzuru; huzur; yan;
maddelere dönüşmesini sağlayan biyokimyasal tep
makam; mevki. {eT} {eAT} {OsT} (aym) [KB] [DK] S kim elerin tümü; yadımlama,
kat kadrak, {eT} Yan, yamaç. [DLT] katacak’, -ğı [kat-mak > kat-acak] {ağız} is. Sıvı
kat4, [Sansk. ganda => kıyand > kıyat > kat] is. 1. boşaltm akta kullanılan ölçek. [DS]
Gergedan. 2. M itolojik bir hayvan. [EUTS] katacak2, -ğı [güt-mek / eT. küt-m ek > gü(d)-ecek]
kat5, [kât] (ka:t) {eT} is. Ağaçların meyvesi. [DLT] {ağız} is. Sözcükleri kolayca izlemek için kullanı
kat6, [kat] {ağız} is. Nişanlıya gönderilen armağan. lan, tahtadan yapılmış bir ders aracı. [DS]
[DS]
katafalk, [İt. catafalco > Fr. catafalque] is. Kendisine
kat7, [kat] {ağız} is. Toprak evlerde üst kısm a süs
saygı sunulacak bir cenazenin konulduğu, üzeri ku
olarak yapılan enli ve renkli bağlar. [DS]
maşla örtülü yüksekçe yer.
kat8, [kat] {ağız} is. Ağaçtan yapılmış, altı okka (yak
katafazi, [Fr. cataphasie] is. tıp. Kendisine sorulan
laşık 8 kg.) tahıl alan silindir biçiminde ölçek. [DS]
soruyu cevaplandırdıktan sonra durmadan tekrar
kat9, -t’ı [Ar. kat 1 ^Ja5] {OsT} is. 1. Kesme; kesilme; lam a şeklinde ortaya çıkan konuşm a bozukluğu,
biçilme. 2. İlgiyi, ilişiği kesme. 3. Sonuca bağlama; katafil, [Yun. kata (aşağı) + phyllon (yaprak) > Fr.
bitirme. 4. Y ok etme; ortadan kaldırma. 5. Geçme; cataphylle] is. bot. Sürgün tomurcuklarının alt kıs
ilerleme; yol alma. 6 . K ur’an okurken anlam gereği m ında bulunan koruyucu yapraklar; dip yapraklar,
ya da nefes alma zorunluluğu yüzünden duraklama; katafot, [Fr. cataphote] is. Dışarıdan gelen ışığın
vakf. 7. ed. Etkisini artırm ak üzere nazım ya da etkisi ile geceleyin ışıklı görülen reflektör.
nesirde sözü yanda kesme. 8 . Kâğıtları keserek katag1, [kat-mak (katılaştırmak) > kat-ığ] {eT} sf. 1.
dantel gibi süsler m eydana getirme işi. S kat’-ı Sağlam; katı. [EUTS] 2. Enerji. [EUTS] 3. Ceht; ça
alâka, {OsT} İlgiyi kesm e.|| kat’-ı anıiidî, {OsT} ba. [EUTS]
mat. D ikey.|| kat’-ı cevab, {OsT} Cevapsız bırak- katag2, [kat-mak (katıştırmak) > kat-ağ] {eT} sf. Ka-
m a.|| kat’-ı dâire, {OsT} Daire dilimi.\\ k at’-ı nşık. [Gabain]
d a’vâ, {OsT} Davayı sonuçlandırma,|| kat’-ı hayât,
kataglanm ak, [ka-mak (eklemek; üst üste yığm ak;
{OsT} Ölüm.\\ kat’-ı kâmil, {OsT} B üyük tabakalar
katlamak) > ka-t-(ı)ğ-lâ-m ak > ka-t-(ı)ğ-la-n-mak]
dan meydana getirilmiş el yazm ası kitap. || kat’-ı
{eT} dönşl. f. Gayret etmek; çabalamak; ceht etmek;
mâil, mat. Eğri.\\ k at’-ı merâhil, {OsT} K onak y e r
katlanmak. [EUTS] [İKPÖy.]
lerini geçme; yol alma. || kat’-ı merâtib, {OsT} R üt
katağaç, -cı [katı+ağaç] {ağız} is. Meşe. [DS]
beleri geçme; büyük rütbeye ulaşma. || kat’-ı mesa
fe, {OsT} Yol alma.|| kat’-ı muhabere, {OsT} Bildi katahor, [? katahor] {ağız} is. Karmakarışık. [DS]
rişim i kesme.|| kat’-ı mukafı, mat. Parabol.|| kat’-ı kataif, [Ar. katıfe > katâ’if / katâyif îîLUs] (kata:if)
mukâfî-i mücessem, {OsT} mat. Parabolit.\\ kat’-ı {OsT} is. 1. Tüylü ve saçaklı havlular. 2. Kadayıf,
münâsebet, {OsT} D ostluğu sona erdirme.|| kat’-ı katak, [kat-mak > kat-ak] {eT} is. 1. Sağlam; katı.
nakıs, {OsT} mat. Elips.\\ kat’-ı nâkıs-ı mücessem, [EUTS] 2. Enerji. [EUTS] 3. Ceht; çaba. [EUTS]
{OsT} mat. Elipsoit]\ kat’-ı nazâr, {OsT} Bakışı kataklamak, [katak-la-mak] {ağız} gçl. fi [-r] [-l(ı)-
kesme; bakmama.\\ kat’-ı tarîk, {OsT} Yol kesici- yo r] Kovmak; kovalamak. [DS]
Uk.|| kat’-ı ufkî, {OsT} mat. Yatay doğru.|| kat’-ı
katakofti, [Yun. katakopto (doğrama)] is. argo. 1.
uzv, {OsT} tıp. Bir organın kesilmesi.\\ kat’-ı zâid,
Kabadayılık. 2. U ydurma söz. 3. müz. Klasik Türk
{OsT} Hiperbol]] kat’-ı zeban, {OsT} Sözü kesen.
m üziğinde 8 / 8 ’lik bir usul,
kat10, -ttı [Ar. kat 1=5] {OsT} is. 1. Katı bir şeyi enine katakollu, [Yun. katakulio] {ağız} is. -*■ katakulli.
kestne. 2. Tahıl fiyatlarının yüksekliği. [DS]
İ M İ K SOM. 2«7 KAT
katakomp, [Lat. kata (aşağı) + tum ba (mezar) > Fr. katam ak, [kat-mak > kat-a-mak] {eT} gçl. f. [-r]
catacombes] is. İlk Flristiyanların ölülerini koym ak Katmak. [EUTS]
veya tapmak olarak kullanm ak üzere, kayaları oya kataman, [kat-mak > kat-a-man ?] {ağız} is. İneklere
rak ya da yeraltmı kazarak meydana getirdikleri tuz yalatm ak için kıldan yapılmış torba. [DS]
dehliz halindeki mezarlık, katamaran, [Tamil d. kattumaram > İng. catamaran]
katakulli, [Yun. katakulio (aşağı yuvarlamak) / Fr. is. İki yanında denge çubukları bulunan kayık,
fait (olgıı) + accompli (olmuş) > fait accompli (ol katan, [Ar. katan jlai] {OsT} is. anat. Bel bölgesi.
dubitti)] is. argo. Hile; düzen; dolap; kandırma. S
katakulli çevirmek, D üzen kurmak; dolap çevir- katana, [Mac. katona (asker) + 16 (at) > katonalo]
mek.|| katakulli okumak, Yalan söylemek; kan (kata ’na) is. B ir cins iri at. S katana gibi, (Kadın
dırmaya çalışmak. || katakulliye gelm ek, Tuzağa için) iri yarı.
düşürülmek; aldatılmak; oyuna gelmek. || katakulli katani, [Ar. katan > katan! Lrüaü] (katani;) {OsT} sf.
yapmak, H ile yapmak; aldatmak; kandırmak. Bel bölgesi ile ilgili; bele ilişkin,
katal, [? katal] {ağız} sf. Yaşlı, ö kata) öküz, {ağız} katapult, [Fr. catapulte] is. Uçak gemilerindeki
Yaşlı manda. [DS] uçakları fırlatmaya yarayan mekanik düzen; m an
katalak, -ğı [kat-ala-k / kata-la-k ?] {ağız} Arabanın cınık.
dingilindeki demir halka. [DS] katar1, [Ar. kıtâr / katar jUas] (kata;r) {OsT} is. 1. Bir
katalamak, [katak-la-mak / kat-ala-mak / kat-ar-la-
arada göç eden hayvan dizisi. 2. Demiryolunda
mak] {ağız} gçl. f. [-r] f-l(ı)-yor] -*■ kataklamak.
seyreden lokomotifin çektiği vagon dizisi; tren. 3.
[DS]
Aynı yönde seyreden taşıtların oluşturduğu dizi;
katalepsi, [Fr. catalepsie] is. tıp. Çeşitli psikoz halle
konvoy. 4. Halk edebiyatında, birbirine bağlı m ani
ri sonucunda kişinin irade gücünü yitirerek kasları
dizisi. 5. Bölük; parça. 6 . {ağız} Seyrek altın dizisi.
nı hareket ettirememesi sonucu, belli bir konumu
[DS] 7. {ağız} Ü st üste dizilerek yığılmış odun. [DS]
uzun süre muhafaza etmesiyle beliren sendrom.
ö katar ağaları, tar. Yeniçeri ocağında bulunan
kataleptik, -ği [Fr. cataleptique] sf. 1. Katalepsiyle yüksek rütbeli subaylara verilen isim. || katar
ilgili. 2. Katalepsiye yakalanmış olan,
dutm ak, {eAT} Sıra sıra dizilmek.\\ katar katar,
katalitik, -ği [Fr. catalythique] sf. Ayrıştırm a özellik Katar hâlinde dizilmiş; dizi dizi.
leri olan; katalizle ilgili olan,
katar2, [kat-ar ] {ağız} is. İbik. [DS]
kataliz, [Fr. catalyse] is. 1. Ayrıştırma. 2. kim. K im
katarakt, [Yun. katarhâktes (aşağı dökülen) > Fr.
yasal tepkimeye girerek, tepkimeyi başlatan veya
cataracte] is. tıp. Göz merceğinin saydamlığını
hızlandıran, ancak tepkime sonucunda hiç değiş
kaybetmesi şeklinde beliren göz hastalığı; aksu; ak
meden çıkan kimyasal maddenin bu olaydaki etki
basma; perde,
si.
katarat, [Ar. katre > katarât oljaâ] (katara:t) {OsT}
katalizör, [Fr. katalyseur] is. 1. A ynştırıcı. 2. kim.
Kimyasal tepkimeye girerek, tepkimeyi başlatan is. Damlalar; katreler. S katarât-ı bârân, {OsT}
veya hızlandıran, ancak tepkime sonucunda hiç Yağmur damlaları,|| katarât-ı semîne, {OsT} D e
değişmeden çıkan, katalitik etkiye yol açan kim ya ğerli damlalar.\\ katarât-ı sem îne-i rahmet, {OsT}
sal madde. Yağmurun değerli damlaları.\\ katarât-ı şâdî,
katalog, -ğu [Yun. kata (aşağı) + legein (ayırmak) > {OsT} Sevinç damlaları.\\ katarât-ı uyun, {OsT}
Fr. catalogue] is. 1. Kitaplıktaki kitapları veya bir Gözyaşları.
yerdeki gereçleri kolayca bulm ak için numaralı katargan, [katar-mak > katar-gân] (katarga:n) {eT}
olarak düzenlenmiş fış veya liste; fihrist. 2. Bir ya sf. H er zaman geri döndüren. [DLT]
yınevinin yayınladığı kitapların, bir işletmenin katarlama, [katar-la-ma] is. Katar hâline getirme.
ürettiği malların tanıtımını yapm ak üzere hazırlan katarlam ak1, [katar-la-mak] gçl. f. [-r] [-(ı)-yor] 1 .
mış liste halindeki kitapçık; fihrist, K atar hâline getirmek; dizmek. 2. B ir topluluğu
kataloglama, [katalog-la-ma] is. Katalog hâline ge önüne katıp sürmek. S katarlayu geçmek, {eAT}
tirme. H ızla gitm ek.|| katarlayu gitmek, {eAT} Katar ha
kataloglamak, [katalog-la-mak] g ç l . f [-r] [-l(i)yor] linde gitmek. || katarlayu varmak, {eAT} -*■
Kitap ya da satışa sunulan eşyaların tanıtımını yap katarlayu geçmek.
mak üzere belli bir düzende listesini düzenlemek, katarlamak2, [katar-la-mak ?] {ağız} gçl. f. [-r] [-
katalpa, [Amer. yeri. d. katalpa] is. bot. A na yurdu l(ı)-yor] -*■ kataklamak. [DS]
Kuzey A merika olan, iki çeneklilerden, yaprakları katarlanma, [katar-la-n-ma] is. Katar hâline getiril
kalp biçiminde, salkım çiçekli, ince uzun badıçlı, me.
süs bitkisi olarak kullanılan ağaç; puro ağacı, katarlanmak, [katar-la-n-mak] edil. f. [-ır] Katar
(Catalpa bignonioide). hâline getirilmek.
KAT Û IÜ M IİİIM İ • 2468
katarm ak1, [*kad-mak > kad-tur-m ak > katar-m ak / katgı, [kat-mak (sertleştirmek) > kat-ğı] {eT} s f Sıkı;
kaytar-mak] {eT} gçl. fi. [-ur] Geri döndürmek; he sağlam; katı; sert. [EUTS] [DLT]
deften saptırmak; çevirmek. [DLT] katgıntı, [kat-mak (eklemek) > kat-ğı-ntı] {ağız} is.
katarmak2, [eT. kot-ur-m ak (boşaltmak)] {ağız} gçl. Karışık tohum. [DS]
f [~lr] ~*■kotarmak. [DS] katgurmak, [kat-mak > kat-ğur-mak] {eT} gçsz. fi [-
katartmak, [katar-mak > katar-t-mak / lcatır-t-mak] ur] Gülmekten katılmak. [DLT] [KB]
{eT} gçl. fi [-ur] Döndürmek; reddetmekle emret katguruşmak, [kat-ğur-mak > katğur-uş-mak] {eT}
mek. [DLT] dönşl. fi. [-ur] Ses çıkarmak. [EUTS]
katas, [kâ-daş] {eT} is. 1. Arkadaş; akraba; dost. katgüt, [Fr. catgut] is. tıp. A m eliyat veya yaralanma
[EUTS] 2. Kardeş. [EUTS] larda yaraları dikmekte kullanılan bağırsaktan ya
pılm a iplik.
katavaşya, [Yun. katavasis / katevasia] is. 1. Kara
deniz’deki su sıcaklığının düşmesi üzerine balıkla k atı1, [eT. kat-m ak (sert olmak) > kat-ığ > katı] sf. 1,
Yumuşak olmayan; sert; pek; sağlam. {eAT} (aynı)
rın Boğazlardan A kdeniz’e akın etmeleri. 2. Tatlı
[DK] 2. Kuru; bayat. 3. mecaz. Hoşgörüsüz; mer
sulardaki balıkların denize göçmesi,
hametsiz; acımasız; zalim. 4. mecaz. Belli kurallara
katavaz, [Yun. katavasis] {ağız} sf. 1. Kaba; duygu
ve ilkelere sıkı sıkıya bağlı olan. 5 .fiz. K onumu ve
suz. 2. İnatçı. [DS]
biçimi değişmez durum da olan maddenin fiziksel
katavuz, [Yun. katavasis] {ağız} sf. katavaz. [DS] durumu; sulp. 6. {eAT} Kuvvetli. [DK] 7. {ağız} Sert
katbekat, [T. kat + Far. be + T. kat] zf. Kat kat; çok; dönemeçli yol. [DS] 8 . {eAT} {OsT} {ağız} Sayıca
pek çok. fazla; çok; pek. [DK] [DS] 9. zf. Pek; çok; son dere
katbük, [kat + bük] {ağız} sf. Katlanarak bükülmüş. ce; pek çok. 10. {eAT} Dayanılması güç; acı; ağır.
S’ katbük olmak, {ağız} B eli bükülmek. [DS] 11. Sertçe; şiddetli şekilde; iyice; sıkı sıkı; adama
katça, [kat-ca 4İ li] {OsT} sf. Katlanmış olarak. S kıllı; {eT} (aynı). [ETY] S’ katı dcmür, {eAT} Sert
demir; çelik.|| katı dutmak, {eAT} Sert davran
katça katça, {OsT} K at kat.
m ak,|| katı gönüllü, {OsT} Taş yürekli; insafsız.\\
katça, [kat-ça] {ağız} zf. Kadar. [DS]
katı gün, {eAT} A na baba günü.\\ katı katı, {OsT}
katedral, -li [Yun. kathedra (makam, koltuk) > Fr. Sert sert; acı acı. | katı kürek, {ağız} B el (tarım
cathedrale] is. Piskoposluk makamı olan kilise; baş aracı). [DS]|| katı mum, Mühiir mumu.\\ katı pek
kilise. söylemek, {ağız} İyice uyarmak; sıkı sıkı tembih
kategori, [Yun. kategoria (madde sayarak yükleme) etmek. [DS]|| katı sert, {ağız} (Konuşma için) kırıcı,
> Lat. categoria > Fr. categorie] is. Aynı cinsten sert biçimde. [DS]|| katı söz, Kırıcı ve ağır söz; sert
nesneler sınıfı; aralarında bir yönden ilgi ve ben söz.|| katı taş, 1. Sert taş; granit. 2. {OsT} M ermer.|
zerlik bulunan şeylerin tümü; grup; ulam, katı tutmak, Kırıcı davranışlarda bulunmak.\\ katı
kategorik, -ği [Fr. categorique] s f 1. Açık, kesin; yağ, org. kim. Yağ asitleri ile gliserinden oluşan,
şüphe bırakmayan. 2. zf. Kesinlikle; şartsız olarak, oda sıcaklığında katı durumda bulunan, organik
kat’en, [Ar. kat' > kat'en s-^S\ (k a ’t-en) {OsT} zf. Hiç çözücülerde çözünen yağ. || katı yumurta, Çok
kaynatılarak sertleşmiş yumurta. 2. Bayatlamış
bir zaman; asla.
veya bozukyıım urta.\\ katı yürek, {eAT} {OsT} Taş
kater1, [Ar. katre > kater }&\ {OsT} is. Damlalar. yürekli. | katı yürekli, 1. Acım ası olmayan; insaf
kater2, [Ar. katar ?] {ağız} is. 1. Büyük parça. 2. Sey sız. 2. Onuruna düşkün olmayan; arsız; sırnaşık; u-
tanmaz.\\ katı yüzlü, {eAT} Utanmaz; arsız; sırna
rek altın dizisi. [DS]
şık.
kateter, [Yun. katheter (batırılmış nesne) > Fr. k a tı2, [eT katığ] is. zool. Kuşlarda bezli mideden
catheter] is. tıp. V ücut organlarından birinin için sonra gelen sindirim kesesi; taşlık.
deki sıvıyı akıtmak için sokulan boru veya şırınga,
k a tı3, -tı’ı [Ar. kat' > kâtı' / k âtı'a / 4*1=15] (ka:tı)
katetme, [Ar. kat' + T. et-me ^Jas] {OsT} is. Kat-
{OsT} sf. 1. Kesen; kesici. 2. Durduran; sınırlayan.
etm ek durumu ve eylemi, 3. Bir daireyi iki noktadan kesen; kiriş. S 1 k a tı’-ı
katetmek, [Ar. kat' + T. et-mek jJas] {OsT} gçl. h u m m a, {OsT} Sıtmayı durduran.\\ k a tı’-ı ta rîk ,
f. [~(d)-er] 1. Bir şeyi kesmek; bölmek. 2. Bir yeri {OsT} 1. Yol kesen. 2. Keskin kılıç. 3. mat. Kesen.
veya yolu geçerek aşmak; yol almak; ilerlemek, k a tı’a, [Ar. k at' > k âtı'a 4 *ili] (ka:tıa) {OsT} sf.
katetometre, [Fr. cathetometre] is. fiz. İki nokta -»katı3.
arasındaki düşey uzaklığı ölçmeye yarayan alet, katibe, [Ar. kâtibe 4J 0 U] (ka:tıbe) {OsT} is. Bütün;
katf, [Ar. k a tf ı-iLs] {OsT} is. 1. M eyve devşirme. 2. hep; tüm olarak; tam; cümle. S kâtıbe-i ahvâlde,
Meyve devşirme zamanı; bağ bozumu. {OsT} H içbir zaman; hiçbir durumda.
Ü IIİE IB • 2469 KAT
katıbeten, [Ar. katıbeten iJsla] (ka:tıbe’ten) {OsT} zf. k a tık la m a k 2, [katı > katı-k-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r]
[-l(ı)-yor] 1. Abartmak. 2. Dayanmak; sabretmek.
1. Bütün olarak; hepsi; tümüyle; kâffeten; cümle-
[DS]
ten. 2. Asla; hiçbir zaman.
k atık lam ak ,'’ [katık-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] (Erkek
k a tıg 1, [ka-mak (eklemek; üst iisle yığm ak; katlamak)
için) eşi ile cinsel ilişkiye girmek. [DS]
> kat-m ak > kat-ığ] {eT} sf. 1. Sert; katı; sağlam;
k a tık la n m a k , [katığ-lâ-mak > katığ-lâ-n-mak] {eT}
kuvvetli; kavi. [DLT] [EUTS] [ETY] [Yüknekî] 2.
dönşl. f. 1. Ceht etmek; gayret göstermek; uğraş
Gayret; ceht. [EUTS] [Gabain] t? katıg kıya, {eT}
mak. [EUTS] 2. Zahmet etmek. [EUTS]
Çok sert; kavi; berk. [EUTS]
k atık laş, [katık-lı+aş] {ağız} is.-*- katıklı aş. [DS]
katıg2, [ka-mak (eklemek; üst üste yığm ak; katlamak)
> kat-mak > kat-ığ] {eT} sf. Karışık; katışık; karma. katıklı, [kat-ık-lı] sf. 1. Katığı olan. 2. Birbirine k ı
[EUTS] [Yüknekî] rışmış; katılmış. 3. {ağız} Katıklı aş. [DS] S k a tık lı
k atıg ak , -ğı [kat-mak (eklemek) > kat-ı + kak ?] {çı aş, {ağız} 1. Bulgur veya yarm aya yoğurt katılarak
ğız} is. Dağlarda taş oyuklarındaki su birikintisi. yapılm ış çorba. 2. Yoğurtlu pilav. [DS] | [ k atık lı
[DS] ç o rb a, {ağız} -*• katıklı aş. [DS][| k atık lı çökelek,
katıgdı, [kat-ığ > katığ-dı] {eT} zf. Sıkıca; iyice; {ağız} Peynirli çökelek. [DS]|| k a tık lı ekm ek, {ağız}
adamakıllı; sağlamca. [ETY] [Tekin] Ispanaklı börek. [DS]|| k atık lı pilav, {ağız} Pirinç
karıştırılmış bulgur pilavı. [DS]
katıgelen, [kat+gel-en] {ağız} sf. Biraz katı; katica.
[DS] katıklıg, [katık-lığ] {eT} sf. Soysuz; südü bozuk.
[DLT]
katıg lam ak , [katığ-lâ-mak] (katığla.mak) {eT} gçl. f.
[-r] 1. Sert davranmak; sertliğe baş vurmak. katıksı, [katık-sı] {ağız} sf. (Yiyecek için) ekmeğe
[İKPÖy.] 2. Yormak; germek; zorlamak. [Gabain] katık edilecek kıvam a gelmiş. [DS]
katıg lan m ak , [katığ-lâ-mak > katığ-lâ-n-mak] {eT} k atık sım ak , [katık-sı-mak] {ağız} dönşl. f. [-r] (Tuz
dönşl. f. [-ur] 1. Çalışmak; çabalamak uğraşmak; lanmış peynir, yağ, çökelek gibi yiyecekler için)
ceht etmek. [DLT] [ETY] [KB] [Üç İtigsizler] 2. K at yenecek duruma gelmek; olgunlaşmak. [DS]
lanmak; zahmet etmek. [Gabain] [ETY] [KB] k atıksız, [kat-ık-sız] sf. 1. Katığı olmayan; kuru. 2.
k a tıg lan tu rm ak , [katığ-la-n-malc > katığ-la-n-tur- Yabancı bir şeyle karışmamış olan. 3. mecaz. N ite
ıııak] {eT} gçl. f. [-ur] 1. Teşvik ve takviye etmek. likleri tam istenen biçimde olan; bozulmamış olan;
[EUTS] 2. Düşündürmek; ceht ettirmek. [EUTS] 3. saf. {eT} (aym) [KB] 4. mecaz. Belli bir soydan ge
Yeltenmek. [EUTS] len; geldiği soyun özelliklerini tam yansıtan. 5. zf.
K atık olmadan; kuru kuruya, fi1 k atıksız h apis,
katıglıg, [katığ-lığ] {eT} sf. 1. Soysuz. 2. Katkılı; ka
A skerî ceza kanununa göre verilen kısa süreli hapis
rışık. [DLT]
cezası.
katıglık, [katığ-lık] {eT} is. 1. Katılık; sertlik; haşin
lik. 2. Felaket. [DLT] k atıl, [Ar. hatıl] {ağız} is. 1. Yapılarda kullanılan dört
katıgtı, [katığ-dı / katığ-tı] {eT} zf. -*• katıgdı. [ETY] köşe kiriş. 2. Tahta paravana. [DS]
k atık, -ğı [eT. kat-m ak > kat-ık / kat-uk] is. 1. {eT} k atılaç, -cı [kat-lı + aş?] {ağız} is. Yufka ekmek. [DS]
Katkı; herhangi bir nesneye katılan; tutmaç yem e k atılam ak , [kat (yans.) > kat-ıl-a-mak] {ağız} gçsz. f .
ğine katılan sirke, yoğurt gibi şeyler. [DLT] 2. {eT} [-r] [-l(ı)-yor] (Bel ya da parm ak gibi eklem yerle
Katılmış; karıştırılmış. [KB] [Yüknekî] 3. {ağız} Ek ri için) ses çıkarmak; kütürdemek. [DS]
mekle birlikte yenilen, daha çok peynir, zeytin vb. k atılaşm a, [kat-ı-la-ş-ma] is. 1. Katı hâle gelme; k a
yiyecek. 4. {ağız} Yoğurt. [DS] 5. Ayran. [DS] 6 . tılaşm ak eylemi. 2. Yumuşaklığı girerek katı hâle
{ağız} Yemek. [DS] 7. {ağız} Yağsız, süzme yoğurt. gelme. 3. fiz. Sıvı ya da gaz halinden katı hâle geç
[DS] S katığı ekm eğine d en k olm ak, İşi yolunda me; donma; tasallüp. 4. mecaz. (İnsan için) duygu
gitmek; keyfi yerinde olmak.\\ k a tık b ah ası, İşçi ve sallığı veya duyarlığı yitirerek acımasız ve hoşgö
askerlere verilen yem ek parası.\\ k a tık böreği, rüsüz olma.
{ağız} Buğday yarm ası ve yağsız yoğurtla yapılan katılaşm ak, [katı-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Y um u
bir tür börek. [DS]|| k a tık ço rb ası, {ağız} Sulandı şaklığı girerek katı hâle gelmek. 2. fiz. Sıvı ya da
rılmış yoğurdun içine yarma, un ve nohut konula gaz hâlinden katı hâle geçmek; donmak; tasallüp
rak yapılan bir çorba; katıklı aş. [DS]]| k a tık dam ı, etmek. 3. mecaz. (İnsan için) Duygusallığı veya du
{ağız} Kiler. [DS]|| k a tık etm ek, /. B ir şeyi ekmekle yarlığı yitirerek acımasız ve hoşgörüsüz olmaya
birlikte yemek. 2. K ıt kanaat, geçinmek; zorla ge başlamak.
çinmek. 3. {ağız} A z az yemek. [DS] katılaşm aö lçer, [katı-la-ş-ma+ölç-er] is. Çimento
katıklarmış, [kat-ık-la-ma] is. K atık etm ek eylemi. veya beton harcının piriz sürelerini otomatik olarak
k a tık la m a k 1, [lcat-ık-la-mak] {ağız}, g ç l.f. [-r] [-l(ı)- ölçen alet.
yor] 1. Katık etmek. 2. Çorbaya yoğurt koymak. k a tıla ştırm a , [katı-la-ş-tır-ma] is. Katı hâle getirmek
[DS] eylemi.
KAT Ö I Ü M I Ü M E S Ö M • 24Î0
k atılaştırm ak , [katı-la-ş-tır-mak] gçl. fi [-ır] 1 . k atım ak , [kat-ı-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] Üşümek;
Yumuşaklığım gidererek katı hâle getirmek; katı donmak. [DS]
laşmasını sağlamak. 2. fiz. B ir sıvı veya gazın katı k atım lık , -ğı [kat-ım-lık] sf. 1. (Hayvanlar için)
hâle geçmesini sağlamak; dondurmak. 3. mecaz. çiftleştirilecek nitelikte olan; damızlık. 2. (Nesneler
B ir kim senin katı ilkelere bağlı, acımasız ve hoşgö için) belirtilen sayıda katılacak kadar olan.
rüsüz bir durum almasına sebep olmak, k a tın 1, [kat > kat-ın] {eT} zf. Tekrar; defa; kez. [Üç
k atılgan, [eT. kat-ıl-mak > katıl-ğân] sf. 1. {eT} K a İtigsizler] [Gabain]
tılan; katılmayı alışkanlık eden. 2. Katılma, dol k a tın 2, [Soğd. hwat’yn > katın / katun] is. 1. {eT}
durm a eylemini yapan; katılan; dolduran. S katıl- Kadın; hatun; kraliçe. [EUTS] 2. {ağız} Kadın. [DS]
gan doku, anat. Organların dokuları arasını dol k a tın 3, [Ar. kâtın jtüs] (ka:tın) sf. Oturan; yerli.
duran, hücreleri şekilsiz bir ara madde içinde bu
lunan doku. || k atılgan k arılg an , {eT} H er işe her k atın cak , -ğı [kat-mak > kat-m-m ak > kat-ın-(a)cak]
zam an karışan, burnunu sokan kimse. [DLT] {ağız} is. Ekmeğe katık edilen yiyecek. [DS]
k atılık, -ğı [katı-lık] is. 1. Katı olma durumu; sertlik; k atın c a m a, [kat-mak > kat-m -m ak > kat-m-cama]
tıkızlık. 2. Bir cismin, kendine şekil veren etkiler {ağız} is. Bir sürüye başkaları tarafından katılan
ortadan kalktıktan sonra da boyutlarım koruyabil davar. [DS]
m e özelliği. 3. mecaz. Bir kimsenin sıkı sıkıya ilke k a tın c a m a k , [kat-ın-ca-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-c(ı)
lere bağlı, acımasız, duyarsız ve hoşgörüsüz olma -yor] Kıskanmak. [DS]
durumu. katıncı, [kat-mak > kat-m -m ak > kat-m-cı] {ağız} is.
k atılım , [kat-ıl-ım] is. Katılmak eylemi; iştirak, Oğlaklara bakan kadın işçi. [DS]
katılış, [kat-ıl-ış] is. Katılmak eylemi veya biçimi, k a tın d a , [kat > kat-ı-n-da] zf. 1. Yanında. 2. Sandı
katılışm ak, [katıl-mak > katıl-ış-mak] {eT} işteş, fi [- ğına göre; inancına göre. 3. Biçtiği değer bakım ın
ur] Birbirine karışmak; birbirine katılmak. [Üç dan.
İtigsizler] k atın g ı, [kat-m-gı] {ağız} is. B ir şeye katılmış başka
k atılm a, [lcat-ıl-ma] is. 1. Katılmak eylemi; dahil ol nesne; katılm ış olan yabancı madde; katkı. [DS]
m a; girme; iştirak. 2 . sosy. iletişim ve ortak davra k a tm m a k 1, [katı > katı-n-mak] {eT} dönşl. fi [-ur] 1.
nış yoluyla bir toplumsal duruma girme, topluluğun Sağlamlaşmak; sertleşmek; katılaşmak; sertelmek.
üyesi olma ve bu durumla özdeşleşme; iştirak, ö [DLT] [EUTS] [Gabain] 2. Pişman olmak. [EUTS]
k atılm a payı, tie. Ortaklık sermayesini oluşturmak k a tın m a k 2, [kat-mak > kat-m-mak] {eT} dönşl. fi. [-
üzere her ortağın emek, m al veya p a ra olarak orta ur] Katar gibi görünmek. [DLT]
y a koyduğu pay. k a tın tı, [kan-mtı] is. 1. Birbirine katılmış nesneler;
k a tılm a k 1, [kat-mak > kat-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1 . karıştırılmış şeylerin her biri. 2. {ağız} Bir sürüye
K atmak işi yapılmak; dahil edilmek; iştirak ettiril dışardan katılmış olan hayvan. [DS] 3. {ağız} Ya
m ek; karıştırılmak. {eT} (aym) [KB] 2. dönşl. Bir bancı madde. [DS] 4. sf. B ir topluluğun aslî üyesi
topluluğa girmek; topluluğun üyesi olmak; iştirak olmayıp da sonradan katılan. 5. Bir yere hakkı
etmek; iltihak etmek; karışmak. {eT} (aym) [EUTS] yokken giren; katılan.
[ETY] [Gabain] 3. B ir fikri benimsemek; ortak ol k a tı r 1, [kat (yans.) > kat-ır] is. Kırılma, kesilme
m ak; iştirak etmek; kabul etmek. 4. {eT} (Erkek ve anlarında çıkan kalın ve sert ses. S k a tır k u tu r, 1.
kadın için) cinsel ilişkide bulunmak. [DLT] Kalın ve sert bir sesle. 2. Çok sert; katı; sertleşmiş;
k a td m a k 2, [katı > katı-l-mak] g ç sz .f. [-ır] A şırı de katılaşmış.
recede korkmak, gülmek, ağlamak, gıdıklanm ak gi k a tır2, [eT. kat-m ak (sert olmak) > kat-I-mak > katı-
bi durumlarda solunum kasları kasılarak donmuş r] s f 1. {eT} Sağlam; pek. [EUTS] 2. {OsT} Ökçesi
vaziyette soluğu kesik kalmak. S 1 k atıla katıla, tahtadan yapılm a büyük nalçalı ayakkabı. 3. {ağız}
Kendinden geçercesine; katılacak kadar aşırı; sü Altı nalçalı, kabaralı, arkası dik olan kaba ayakka
rekli olarak. bı; kundura. [DS] 4. {ağız} Yüzü atkılı çocuk ayak
katılm alı, [kat-ıl-ma-lı] sf. 1. Katılma yoluyla ger kabısı. [DS] 5. zool. Erkek eşekle kısrağın çiftleşti-
çekleşen. 2. Katılma ile ilgili, rilm esinden elde edilen, dişisi çoğunlukla, erkeği
katıltm a, [katı-l-t-ma] is. Katılacak hâle getirme, ise mutlak kısır, yük taşım aya elverişli, dayanıklı,
k atıltm ak , [katı-l-t-mak] gçl. fi [-ır] 1. Katılacak du kulakları eşeğinki gibi uzun, m elez bir yük hayva
rum a getirmek; katılm asına yol açmak. 2. Katıla nı, (Equus asino-caballus / mulus). {eT} (aym)
cak kadar güldürmek veya ağlatmak, [DLT] 6 . {ağız} Havyar yapmayan bir tür balık. [DS]
k atım , [kat-ım] is. 1. Katmak eylemi; ilhak. 2. Bir 7. {ağız} Çardakta ağırlığı çeken, kalın yatay tahta
hayvanı dişi erkek çiftleştirme işlemi. 3. Katma lar. [DS] 8 . {ağız} Topaç. [DS] 9. sf. mecaz. (Kişi
zamanı; hayvanların çiftleşme zamanı. 4. sf. (Nes için) söz dinlemez; inatçı; huysuz; kaba. S k a tır
neler için) belirtilen sayıda katılacak kadar olan. boncuğu, B inek hayvanlarının boynuna takılan iri,
OU DICES U . 2471 KÂT
mavi cam boncuk. || katır daşağı (taşağı), {ağız} bot. katışık, -ğı [kat-ış-ık] sf. 1 . İçine başka şeyler karış
Zambakgillerden, ilkbaharda beyaz veya pem be mış veya katılmış bulunan; karışık; karma; mahlut.
çiçek açan, yum rusu zehirli soğanlı birkaç bitkinin {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} is. Başkasının sürüsüne
genel adı; acı çiğdem; kar çiçeği; katır çiğdemi, hayvan katmış olan kimse. [DS] S katışık fiil, dbl.
(Colchicium falcifolium, C. szovitsii, C. triphyllum, Ortaç ve yardım cı fiille yapılan birleşik fiil, "oku
Merenge trigyna). [DS]|| katır gibi, Çok inatçı.|| yacak olmak, bilir görünm ek”
katır inadı, Aşırı inat; aşırı huysuzluk.\\ katır izi, katışıklık, -ğı [kat-ış-ık-lık] is. Katışık olm a durumu,
{ağızj Terslik; alcsilik. [DS]|| katır katıg, {eT} M üt katışıksız, [kat-ış-ık-sız] sf. İçine başka hiçbir şey
hiş; dehşetli. [EUTS]|| katır karı, 1. Çocuğu olm a katılmamış ve karışmamış olan; saf; arı.
yan kadın. 2. mecaz. Kaba; görgüsüz.\\ katır kemi katışma, [kat-ış-ma] is. Birbirine katılma ve karışma,
ği, {ağız} K ürek kemiği. [DS]|| katır kulağı, {ağız} katışmaç, -cı [kat-ış-maç] is. Benzer olmayan m ad
Yapraklarından dolma yapılan bir bitki. [DS]|| ka delerden meydana gelmiş bütün.
tır kuyruğu, {ağız} Erguvan. [DS]|| katır kuyruğu katışm ak1, [kat-ış-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Kendini bir
gibi kalmak, B ir işte hiç gelişm e gösterememek; guruba veya yere katmak; bir topluluğa veya bütü
olduğu gibi kalmak.\\ katır tırnağı, {ağız} -+• katır ne katılmak, girmek; dahil olmak. 2. Çoğunluğun
tırnağı. [DS]|| katır yatağı, {ağız} Atlarda, kuyruk görüşüne veya kararm a uymak; katılmak. 3. Katı-
sokumundan bele kadar olan ve bacaklarda bulu lanlar arasına girmek.
nan çizgi. [DS]|| katır yavlak, {eT} Müthiş; dehşet katışm ak2, [kat-mak > kat-ış-mak] işteş, f. [-ır] 1 .
li. [EUTS] || katır yılanı, B ir tür engerek. {eT} Birlikte katmak. [DLT] 2. Birbirine girmek;
katırcı, [katır-cı] is. Katırları ile taşım acılık yapan birbirine karşılıklı katılmak,
veya katırlarını kiraya vererek işleten kimse, katıştırma, [kat-ış-tır-ma] is. Bir bütün içine parça
katırcılık, -ğı [katır-cı-lık] is. K atırcının işi, mesleği, ekleyip karıştırm ak eylemi,
katırgan, [kadır-mak > kadır-ğân] (kadırga:n) {eT} katıştırmak, [kat-ış-tır-mak] gçl. f [-ır] Bir bütün
is. Bir tür akasya ağacı, (Sophora japonica). [Cla veya çokluk içine parça veya azlık ekleyerek karış
uson] [EUTS] tırmak; katmak,
katırkuyruğu, -nu, -k la n [katır+kuyru(k)-u] is. bot. kat’î, [Ar. katı' > kat'ı ^ y ^ ] (kat-i;) {OsT} sf. 1. Bir
Akdeniz bölgesinde yetişen, baklagillerden, 1-3 m. işi sona erdirmiş olan; değiştirilmesi m üm kün ol
boyunda, şemsiye biçiminde sarı çiçekleri olan, mayan; en son ve değişmez olan. 2. Kesinlik belir
tohumları zehirli, kuvvetli kokulu, yaprakları üç ten. S' kat’î olarak, {OsT} Kesin olarak; kesinlikle.
yaprakçıklı, çalı görünüşünde bir bitki; zivircik,
katia, [Ar. k ati'a a^JaS] (kati. a) {OsT} is. 1. Kesme. 2.
(Anagyris foetida).
katırlaşma, [katır-la-ş-ma] is. 1. K atır gibi olmak Kırılma. 3. İlgiyi kesme. 4. Arazi. 5. Vergi,
eylemi. 2. mecaz. Huysuz ve inatçı olma durumu, kâtib, [Ar. kitabet > kâtib v 1'^ ] (kâ;tib) {OsT} is. -*■
katırlaşmak, [katır-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Katır kâtip. 0 kâtib-i adi, {OsT} -*• kâtibiadil. 11 kâtib-i
durumuna gelmek; katır gibi olmak; katır özellikle ağa-yı evvel, {OsT} tar. İm paratorluk saraylarında
ri edinmek. 2. mecaz. Huysuzlaşmak; inatlaşmak, m irahor ağasının yazıcısına verilen ad.|| kâtib-i
katırlığ, [katır-lığ] {eT} sf. Katırlı; katırı bulunan. beytü’l-mal, {OsT} tar. Ölen yeniçerinin mirasçıla
[DLT] rına verilmesi gereken eşyalarının satışından sonra
katırlık, -ğı [katır-lık] is. 1. K atır olma durumu; katır kara sandıkta saklanması gereken paranın kaydını
gibi olma. 2 . mecaz. İnatçı ve huysuz olm a duru tutan kâtip.\\ kâtib-i ezelî, {OsT} Levh-i mahfuzu
mu; inatçılık; huysuzluk, yazm ış olan; Allah.|| kâtib-i felek, {OsT} g ö k b.
katırtırnağı, -nı -k la rı [katır+tıma(k)-ı] is. bot. 1 . M erkür gezegeni; Utarit]] kâtib-i hafız-ı kütiip,
Karadeniz, Ege ve Akdeniz bölgesinin kıyı şeridin {OsT} tar. Kütüphanede kitap kayıtlarını tutan m e
de yetişen, kelebek çiçeğigillerden, sarı çiçekli, di mura yardım eden görevli. || kâtib-i husûsî, {OsT}
kenli veya dikensiz, pek çok sayıda türü bulunan Özel kâtip; özel kalem.|| kâtib-i sır, {OsT} Gizli
ince dallı, salkım çiçekli, seyrek yapraklı, bazı tür şeyler yazdırılan kâtip. || kâtib-i umûmî, {OsT} Ge
leri halk hekim liğinde kullanılan, tohumları zehirli, nel yazman.\\ kâtib-i vahy, {OsT} Peygamberimizin
çalımsı bitkiler; yasemin; porulc, (Spartium junce- inen ayetleri yazdırdığı kâtip. || kâtib-i yeniçe-
um, Genista tinctoria, Spartium scoparium, Cytis- riyân, {OsT} tar. Ocağın büyük subaylarından olan
sus albus). 2. {ağız} İri yapraklı bir ot. [DS] 3. {ağız} yeniçeri ocağının kâtibi.| kâtibü’l-hurflf, {OsT}
Çiğdem. [DS] 4. {ağız} Akasya. [DS] Elde mektup veya kitap yazan kâtip.
katırtmak, [katır-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] D öndür kâtiban, [Ar. kâtib > kâtibân oblS"] (kâ:tiba:n) {OsT}
mek; reddetmekle emretmek. [DLT] is. Kâtipler; yazıcılar; yazanlar. S 1 kâtibân-ı kü-
katışak, -ğı [kat-mak > kat-ış-m ak > kat-ış-ak] {ağız} tüb, {OsT} tar. İm paratorluk devrinde padişahın
is. Toplantı. [DS] sarayında kitap kopya etmekle görevli olanlar.
KÂT O M n iiiW E M . . v
kâtibane, [Ar. katib + Far. -ane (kâ:tiba;ne) k âtim , [Ar. ketm > katim ^IS"] (kâ. tim) {OsT} sf. Sır
{OsT} zf. Güzel yazı yazma kurallarına uygun ola saklayan; ağzı sıkı. >5 k âtim -i e srâ r, {OsT} Sır tu
rak. tan.
kâtibe, [Ar. kâtib > kâtibe {OsT} is. Bayan kâ k âtip , -bi [Ar. kitabet > kâtib ^ (kâ:tip) {OsT} is.
tip; bayan sekreter, 1. Yazı işleriyle uğraşan; bu işi kendisine meslek
kâtibiadil, -dli [Ar. kâtib-i ‘adi J-lp (kâ:ti'bi- edinmiş olan kimse; yazıcı. 2. Yazman. 3. B ir tica
rethanede yapılan satışların kaydını tutan, gerekli
adil) {OsT} is. 1. A dalet kâtibi; mukavele yazmam.
yazışmaları yapan kimse. 4. İm paratorluk döne
2. Noter.
minde, divanlarda resm î yazışmaları yapmakla gö
katife, [Ar. katîfe (kati:fe, t kalın söylenir) revli m em ur.S k âtip ad am , İyi yazı yazan; yazıyı
{OsT} is. Kadife. güzel yerleştiren, jj k âtip ağzı, D üzgün konuşma;
k a tik 1, -ği [? katik] {ağız} is. Koltuk altında çıkan bir yazı dili.\\ k âtip k alfa, {OsT} Saray yazışmalarını
çıban. [DS] yapan kalfa.\\ k âtip k av u ğ u , {OsT} tar. İm parator
k a tik 2, -ği [kat-mak > kat-ık] {ağız} is. -*■ katık. [DS] luk döneminde kâtip sınıfı memurların sarığını be
y a z tülbentten düz olarak sardıkları kavuk; kâtibî
k a til1, -tli [Ar. kati J^i] (katil) {OsT} is. Adam öldü
destar. | k âtip odası, {OsT} 1. Bir tür kayık. 2. tar.
rm e; cana kıyma; canilik. im paratorluk döneminde yüksek tabakanın kullan
k atil2, [Ar. kati > katil J-ss] (kati.l) {OsT} sf. (İnsan dığı bir tür kapalı binek arabası.
için) öldürülmüş; katledilmiş; cinayete kurban git k âtip lik , -ği [kâtip-lik] is. Kâtip olm a durumu; kâti
miş. bin yaptığı iş, meslek,
k atiren b iz, [? katirenbiz] {ağız} is. Bir tür cam kava
k atil3, [Ar. kati > kâtil Ji'la] (ka:til) {OsT} sf. 1. İnsan
noz. [DS]
öldüren; öldürücü; ölüme sebep olan; cani. 2 . is.
k a fiy e , [Ar. k a t'î > lçat'iyye {OsT} s f 1. Kesip
İnsan öldüren kimse; cani. S k atil b alin a, zool.
Bütün okyanuslarda yaşayan, siyah beyaz renkli, 2 atan. 2. Tereddüde yer vermeyen; kesin,
m ’y i bulan ve kılıcı andıran sırt yüzgeçlerine sahip, k a fiy e n , [Ar. kat‘î>kat‘iyyen UJ^S] (kat-i:yen) {OsT}
her bir çene yarısında 10-14 tane konik diş bulu zf. -*■ katiyen,
nan bir balina, (Örcinus orca).|[ k a til etm ek, Biri
katiyen, [Ar. k at'î > kat'iyyen (kati.yen) {OsT}
nin adam öldürmesine sebep olmak. || kâtil-i gayr-i
m ü team m id , {OsT} huk. Önceden tasarlama ol zf. 1. Hiçbir zaman; hiçbir şekilde; asla. 2. Hiçbir
maksızın, ani öfke ile adam öldüren. | kâtil-i şüpheye yer verm eyecek biçimde; kesinlikle; kesin
olarak.
m a ’fuv, {OsT} huk. Can ve namusunu korumak için
saldıranı öldüren.\\ kâtil-i m u h tî, {OsT} Yanlışlıkla k a f iyet, [Ar. k at'î >kat‘iyyet o-*Ls] (kat-i:yet) {OsT}
adam öldiiren.\\ k a til olm ak, Adam öldürmek; ci is. -*■ katiyet.
nayet işlemek. k atiy et, [Ar. k a t'î > kat'iyyet c~j«1s>s] (kat-i:yet) {OsT}
katil4, [Ar. hatıl] {ağız} is. D uvar içlerine konulan, is. Hiçbir şüpheye yer bırakmayacak nitelikte olma;
pencere ve kapının üst bölümünü oluşturan ağaç kesinlik. S k atiy et kesbetnıek, {OsT} Şüpheye yer
dilme; hatıl. [DS] S katil katil, {ağız} Sıra sıra; bırakmayacak duruma gelmek; kesinlik kazanmak.
dizi dizi. [DS] k a tk a n , [kat-kan] {ağız} is. Elm a ve armut kurusu.
k a file şm e , [kat'i-le-ş-me] (kat-i:leşme) {OsT} is. -*• [DS]
katileşmek. k a tk a t, [kat+kat] {ağız} is. Ü st üste açılıp sacda pi
şirilen yufkalar. [DS]
katileşm e, [kat'i-le-ş-me] (kat-i.leşme) is. Kesinlik
k a tk a tı, [kat+kat-ı] {ağız} sf. Katmerli. [DS]
kazanma; kesin bir hâl alma; kesinleşme, k a tk a tta s, [kat+kat+tas] {ağız} is. Sefertası. [DS]
k a file şm e k , [katci-le-ş-mek] (kat-ideşmek) {OsT} k a tk ı1, [kat-mak > kat-kı] is. 1. Bir bütüne eklenmiş
dönşl. f. [-ir] -*■ katileşmek, olan parça; sonradan eklenmiş olan; ek; ilave; ula
katileşm ek, [kat'i-le-ş-mek] (kat-i deşmek) {OsT} ma, (1944). 2. Bir işin yapılmasına, emek, para ve
ya mal ile yapılan yardım. 3. Bir şeye katılan başka
dönşl. f. [-ir] Kesinlik kazanmış olmak; değişmez
madde. 4. Metal ve alaşımlar hazırlanırken içine
bir hâl almak; kesin bir hâl almak; kesinleşmek,
konulan değişik nitelikteki maddeler. 5. Bilimsel
katiliyh, [Rus. kotelok] {ağız} is. 1. Sefer tası. 2. Te ve edebî bir çalışma ile ilgili olarak yapılan tam am
nekenin sekizde biri (2,5 litre) hacminde tahıl ölçe layıcı inceleme. 6 . {ağız} Düğün törenlerinde evle
ği; bu ölçekteki hacim. [EG] nen çiftlere verilen hediyeler. [DS] 7. Benzin, yağ,
katillik, -ği [katil-lik] (ka:tillik) is. Katil olm a duru bitiim gibi petrol ürünlerine, kalitesini arttırmak
mu. için konulan başka bir ürün, fi1 k a tk ıd a b u lu n
O f I M M M . 2473 KAT
mak, Bir şeyin yapılmasına, gerçekleşm esine para, reği. [DS] S katlama makinesi, Kitapları kıvırma
m al veya em ek olarak yardım da bulunmak; yardım ve katlama işinde kullanılan makine; kırma m aki
etmek. || katkı payı, Bir işe veya ortaklığa girişte nesi.
ödenen para. katlamaç, [kat-la-ma + aş] is. M ayasız m ısır ekmeği.
katkı2, [kat-mak > *kat-ık-mak > kat(ı)k-î] {eT} sf. 1. katlam ak1, [kat > kat-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor],
Katı; sert; haşin. [DLT] [KB] 2. Kibir. [KB] ö katkı 1. Kumaş, kâğıt vb. şeyleri üst üste kıvırarak kat
kişi, {eT} Kimseye boyun eğmeyen adam. [DLT] m eydana getirmek; kat yapmak. 2. M ayasız h a
katkıç, [katkıç / katkuç] {eT} is. Çıyana benzer bir murdan peynirli veya peynirsiz yufka açmak. 3.
böcek. [DLT] Dokuma fabrikalarında iplik veya lifleri birleştir
katkılanma, [kat-kı-la-n-ma] is. içine katkı karıştı mek. 4. Apre işleminden sonra makinelerden çıkan
rılma. kumaşları dürerek yığın haline getirmek. 5. K itap
katkılanmak, [kat-kı-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. (Bir ları formalarına göre kıvırmak; kırmak. 6 . {ağız}
sıvı veya katı madde için) içine katkı maddesi ka Tarlayı sürmek. [DS]
rıştırılmış olmak. 2. dönşl. f. Katkı edinmek; katkı katlam ak2, [kat-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor]
sahibi olmak. (İşkembe vb. için) sıcak suda haşlayarak istenm e
katkılı, [kat-kı-lı] sfi\. Katkısı olan; içine katkı m ad yen katını sıyırıp temizlemek. [DS]
desi katılmış olan; karışık; arı olmayan; saf olm a katlam akJ, [kat (yans) > kat-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-
yan. 2. {ağız} (S af olması gereken bir madde için) r] [-l(ı)-yor] (Eklem yerleri için) kütürdemek. [DS]
yabancı madde katılarak hileli hâle getirilmiş olan. katlamalı, [kat-la-ma-lı] sf. Katlaması olan; katlı
[DS] 3. {ağız} (Çocuk için) evlilik dışı; piç. [DS] durumda olan,
katkısız, [kat-kı-sız] sf. 1. Katkısı olmayan; içine katlan, [kat-la-n] {ağız} is. Oyunlarda başlama çizgi
katkı maddesi katılm amış olan; yalın; katışıksız; sine konülan taş. [DS]
saf. 2. mecaz. Niteliği hiçbir etki altında değişme katlandırma, [kat-la-n-dır-ma] is. Katlanmasını sağ
yen; tam; bozulmamış; soylu, lam ak eylemi,
katku, [kâd-mak > kadğü] {eT} is. -*• kadgu. [EUTS] katlandırmak, [kat-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] K at
[Gabain] lanmasını sağlamak,
kati, -li [Ar. kati J^s] {OsT} is. -*■ katil1, fi1 katl-gâh, katlanılma, [kat-la-n-ıl-ma] is. 1. Katlı hâle getiril
me. 2. mecaz. Dayanılma; tahammül edilme,
{OsT} Öldürme yeri.\\ katl-i âm, {OsT} Alm an bir
katlanılmak, [kat-la-n-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. Katlı
ülkenin halkını ayırım yapm aksızın kılıçtan geçir
hâle getirilmek. 2. mecaz. Dayanılmak; tahammül
me; toplu öldürme; kıyım. || katl-i amd, {OsT} huk.
edilmek.
Bilerek ve tasarlayarak öldürme.\\ katl-i hatâ,
{OsT} huk. B ir kasıt olmaksızın yanlışlıkla öldür katlanır, [kat-la-n-mak > kat-la-n-ır] sf. K atlanm a
özelliği olan; katlanabilen. S katlanır iskemle,
me,|| katl-i nefs, {OsT} Kendini öldürme; intihar.\\
katl-i nüfûs, {OsT} Adam öldürme]] katl-i şibih-i A çılır kapanır özelliği olan iskemle]\ katlanır ka
amd, {OsT} huk. Katli uygun görülm eyecek birini yık, Bot. || katlanır metre, Birbiri üzerine kıvrılıp
yaralayıcı bir aletle öldürme. bükülebilen bölümlerden meydana gelm iş m aran
goz metresi.
katla, [Ar. kati > katıl > katla >bs] (kat-la:) {OsT} is.
katlanış, [kat-la-n-ış] is. Katlanm ak eylemi veya bi
Öldürülmüş kimseler; maktuller, çimi.
katla, [katıg > katığ-lâ > kat-lâ] (katla:) {eAT} zf. De katlanma, [kat-la-n-ma] is. 1. Katlı hâle getirilmek
fa; kerre; kez; sefer. [DK] eylemi. 2. Dayanma; tahammül etme.
katlaç, -cı [kat-lı+aş] {ağız} is. 1. Tepside pişirilen katlanm ak1, [eT. kat > kat-lâ-mak > kat-la-n-mak]
şekerli mısır çöreği. 2. Pişmiş yufka. [DS] edil. f. [-ır] 1. Katlı hâle getirilmek; katlamak işi
katlak1, -ğı [lcat-la-k] {ağız} zf. Kadar. [DS] yapılmak. 2. dönşl. f. (Sayı ile ifade edilen durum
katlak2, -ğı [lcat-la-k j B ] {OsT} is. Sac üzerinde pi lar için) belirtilen sayıda katma yükselmek; o kadar
şirilen mayasız ekmek, katına çıkmak.
katlam, [eT. katığ-la-m ak > katığ-la-m] {ağız} zf. -*■ katlanmak2, [eT. katıg > kat(ığ)-lâ-mak > katla-n-
katla. [DS] m ak Lj ^ ü ] dönşl. fi [-ır] 1. {eT} Çalışmak; çaba
katlama, [kat-lâ-ma] (katla:ma) is. 1. Kat meydana lamak. [ETY] [Yüknekî] 2. Hoş olmayan bir duruma
getirmek eylemi; katlam ak işi. 2. Dokuma fabrika taham mül göstermek; zorluk ve sıkıntılara göğüs
larında iplik veya lifleri birleştirme işlemi; dublaj. germek; dayanmak; tahammül etmek. {eAT} {OsT}
3. Kitapları formalarına göre kıvırm a işlemi; kırma. (aym) [DK] 3. {eAT} {OsT} Sabretmek; beklemek.
4. Mayasız hamurdan saç üzerinde yapılan peynirli katlanm ak3, [kât > kât-la-n-mak] {eT} dönşl. f. (D i
veya peynirsiz yufka; pide. 5. {eT} Yağlı dürüm. kenli ağaçlar için) meyve vermek; meyvelenmek.
[Nevâyî] 6 . {ağız} Tepside pişirilen şekerli mısır çö [DLT]
KAT a iİM IİİIK S D M • 2474
katlayış, [kat-la-y-ış] is. Katlam ak eylemi veya b i k a tm a 3, [kat-ma] {ağız} is. 1. Kıldan ya da yünden
çimi. yapılmış ip; sicim. 2. Biçilm iş ekin, arpa bağlamı.
katledilm e, [Ar. kati + T. e(d)-il-me aİJüI J^s] {Os T} [DS]
k a tm a 4, [kat-ma] {ağız} is. 1. Dağlardaki kaya oyuk
is. Ö ldürülmek eylemi; canına kıyılma,
ları; kuytu yerler. 2. Y um uşak kaya tabakaları ara
k atledilm ek, [Ar. katl+T.e(d)-il-mekdU-bl J^s] {OsT} sından kıvrıla kıvrıla uzanan yol. [DS]
edil. f. [-ir] Öldürülmek; canına kıyılmak, k a tm a k 1, [eT. ka-m ak (eklemek) > ka-t-malc] gçl. f.
k atletm e, [Ar. kati + T. et-me J â ] {OsT} is. Öl [-ar] 1. Bir şeyin içine, üzerine veya yanma, nice
liğini artırm ak veya niteliğini değiştirmek için baş
dürme; cana kıyma,
ka bir şey eklemek; karıştırmak; ilave etmek; ek
katletm ek, [Ar. kati + T. et-mek^iUsj.1 J â ] {OsT} gçl.
lemek; bitiştirmek; katıp karıştırmak. {eT} (aynı)
f. [-e(d)-er] Öldürmek; cana kıymak, [EUTS] [İKPÖy.] [Yüknekî] [DK] 2. Yanına vermek;
katlettirm e, [Ar. kati +T. et-tir-me J â ] {OsT} birlikte göndermek. 3. {eAT} Önüne katmak. [DK]
is. Öldürülmesini sağlamak eylemi; öldürtme. 4. {ağız} Koymak. [DS] 5. (Hayvan için) çiftleştir
m ek amacıyla dişisinin yanm a erkeğini salmak. S
k a tlettirm ek , [Ar. kati + T. et-tir- mele 1 J^s]
k a tm a k k a rm a k , {eT} Katıp karıştırmak. [DLT]
{OsT} gçl. fi [-ir] Öldürülmesini sağlamak; öldürt k a tm a k 2, [katı > lcat(ı)-mak] {eT} dönşl. fi [-ur] 1.
mek. Sertleşmek; katılaşm ak sert olmak. [EUTS] 2. M ih
katlı, [kat-lı] sf. 1. Katlanmış; kıvrılmış; bükülmüş nete ve sıkıntıya düşmek; yorulmak; durmak. [Ga
olan; katlanmış bulunan. 2. Katı olan; kat sahibi bain] [DLT] [EUTS] 3. {eAT} Beklemek; sabretmek.
olan. 3. Belirtilen sayıda katı bulunan. 4. {ağız} zf. 4. gçl. fi Aksatmak. 5. Takatsizleştirmek. [EUTS]
Kadar. [DS] fi1 katlı k u r, eko. Birden çok döviz
k a tm a k 3, -ğı [kat-mak] {ağız} is. Sıpa. [DS]
kuru belirleme ve uygulama yöntemi.
k atm alı, [kat-ma-lı] is. Cism in üç ana renkteki gö
katlış, [kat-ıl-mak > *kathş-mak > katl-ış] {eT} is. Su
rüntüsünün tek bir film üzerinde yer aldığı bir
kollarının kavşağında biriken su; su birikintisi.
renkli film şeridi.
[DLT]
k a tm a n 1, [kat > kat-man] is. 1. Birbiri üzerine ya
k atlışm ak, [kat-ıl-mak > kat(ı)l-ış-mak] {eT} dönşl. f.
yılmış bulunan yassı maddelerin her bir katı; taba
[-ur] (Su için) büğenmek. [DLT]
ka, (1935). 2. jeol. Birbiri üzerinde bulunan ve göz
katliam , [Ar. lçatl-i câmm j>U J J ] (katlia:m) {OsT} is. le ayrılabilen jeolojik katların her biri. 3. Bir toplu
Toplu öldürme olayı; toptan katletme; toplu kıyım; luğu oluşturan, sosyal statü bakım ından aralarında
kırım; soy kırımı. kesin ayrımlar bulunan küm elerden her biri; halk
k a tm a 1, [kat > kat-ma] {eT} is. Katmer. S k a tm a tabakası; tabaka. 4. fiz. A tom çekirdeğini kuşatan
yuvga, {eT} Yağda pişirilm iş ekmek ufağı yemeği. elektron içerikli katlardan her biri. S 1 k a tm a n b u
k a tm a 2, [kat-ma] is. 1. Katmak işi; ekleme; ilhak. 2. lut, Gri renkli, sise benzer fa k a t yere kadar inme
B ir bileşime sonradan katılan element. 3. Dağlar yen bulut tabakası; stratus.
daki oyuklar; kuytu yerler. 4. dbl. Üretici dilbilgi k a tm a n 2, [kat-man] {ağız} is. Kulaç. [DS]
sinde, bir dönüştürüm sırasında herhangi bir öğenin k atm an la şm a , [kat-man-la-ş-ma] is. K atm an hâlini
eklenm esine dayanan işlem. 5. fiz. Bir billurluya, alma; katm anlaşmak eylemi,
elektrik iletkenliğini değiştiren çok az miktarda k a tm an laşm ak , [kat-man-la-ş-mak] gçsz. fi [-ır] Üst
yabancı madde eklemek. 6 . {ağız} Y arm aya yoğurt üste gelerek tabakalar hâlinde yerleşmek; katman
katılarak soğuk yenen yemek. [DS] 7. sf. B ir,başka
hâlini almak.
şeye katılm ış olan; eklenmiş, ulanmış olan; katılan;
k a tm a n lı, [kat-man-lı] sf. Katmanlardan oluşmuş;
munzam. S k a tm a aşı, {ağız} Yoğurtla yarm adan
katm am bulunan,
yapılm ış yemek. [DS]|| k a tm a bütçe, mal. Özel g e
k a tm a r, [kat-mar / kat-mer] {ağız} is. -* katmer. [DS]
lirleri olan ve genel bütçe dışında kalan bütçe;
m ülhak bütçe.|| k a tm a değer, mal. Bir işletmenin katm elli, [lcat-mer-li] {ağız} is. Arasına ceviz ve pey
belli bir dönemde, üretim süreci içinde tükettiği nir konarak pişirilen çörek. [DS]
malların değeri ile aynı dönemde ürettiği malların k a tm e r, [kat-mak > kat-mar] is. 1. B ir şeyin kat kat
son değeri arasındaki fark. || k a tm a d eğer vergisi, oluş hâli. 2. K at kat olan şeyin katlarından her biri.
mal. Vergi konusu bir malın üretiminden tüketimi 3. mutf. Arasına yağ veya kaymak sürülerek kat kat
ne kadar geçen her aşamada kazandığı değer üze yapılmış yufka veya pide; bir tür gözleme. 4. Yağla
rinden alınan bir tüketim vergisi. || k atm a ses, fiz. pekm ez karışımı. 0 k a tm e r akıllı, Çok kurnaz;
Farklı frekanslarda iki sesin algılanması sırasında hilekâr.\\ k a tm e r k a ld ırm a k , {ağız} Karışıklık y a
duyulan bu iki sesin toplamı ya da katları olan özel ratmak; arabozuculuk yapm ak; ortalığı alt üst et
sesler. mek. [DS]|| k a tm e r k a tm e r, K at kat; üst üste.
o r u H I Ü H I f M .2 4 7 5 KAT
katmerci, [kat-mer-ci] is. K atmer yapan veya satan katrak, -ğı [? katrak] is. Tomruk biçm ekte kullanı
kimse. lan, yan yana birden çok testereden meydana gel
katmercilik, -ği [kat-mer-ci-lik] is. K atm er yapıp miş biçm e aracı,
satma işi, katm ercinin mesleği, katran, [Ar. katre > katran otJ&] (katra:n) {OsT} is.
katmerlemek, [kat-mer-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)- 1. Organik maddelerden kuru damıtma ile elde edi
yor] Bir şeyi kat kat etmek; katmer gibi yerleştir
len, sıvı yağ kıvamında, siyah, ağır ve is kokulu,
mek. suda erimeyen bir madde. 2. {ağız} Fasulye ve en
katmerleşme, [kat-mer-le-ş-me] is. K atm er durum u ginara dadanan bir zararlı böcek. [DS] S katran
na gelme. ağacı, bot. Lübnan ve Toroslarda yetişen sağlam
katmerleşmek, [kat-mer-le-ş-mek] dönşl. f i [-ir] 1 . keresteli bir tür sedir, (Cedrus libani). 3. K abu
Katmerli hâle gelmek. 2. mecaz. Aşırı çoğalmak; ğundan reçineli bir zamk, sakız veya terebentin
artmak. sızan Antep fiıstığıgillerden bir ağaç, (Pistacia te-
katmerli, [kat-mer-li] sf. 1. Kat kat olan; katm er gibi rebinthus),|| katran ardıcı, bot. Servigillerden, di
olan. 2. mecaz. Abartılmış; aşırı. 3. (Çiçek için) taç ken yapraklı meyvelerinden andız katranı elde edi
yaprakları birden çok dizili ve kat kat olan. S len, yurdum uzun her tarafında bozuk orman ve
katmerli badem, Çiçekleri güzel, çalı türü bir süs açıklıklarında yetişen bir tür çalı, (Juniperus oxy-
bitkisi. || katm erli bileşik zaman, dbl. Yalın za cedrus) || katran çamı, Gemilerde kullanılan kat
manlı bir fiille ek fiilin iki zamanının birlikte kulla- ranın elde edildiği çam türü, (Pinus rigida).\\ kat
nılması.\\ katm erli iyelik, dbl. Üst üste iki kez kul ran ruhu, K ayın ağacından elde edilen katranın
lanılmış iyelik eki. || katm erli yalan, Yalan üzerine damıtılmasıyla sağlanan ve ilaç olarak kullanılan,
kurulmuş yalan. keskin kokulu renksiz ,yzvi.|| katran suyu, İlaç ola
katmersiz, [kat-mer-siz] sf. Katmeri olmayan; kat rak kullanılan katranlı sw.|| katran taşı, Birleşi
meri bulunmayan, mindeki su yüzdesi çok olan bir tür yanardağ ca
katmir, [kat-mer] {ağız} is. H amurdan üç köşe kesile mı]] katran yağı, Katrandan elde edilen ve hekim
rek yağda kızartılan bir tür çörek. [DS] likte kullanılan bir sıvı.
katnak, -ğı [kat-m-mak > kat(ı)n-ak] {ağız} is. Lif. katrancı, [katran-cı] is. 1. Katran üreten, katran çı
[DS] karan veya satan kimse. 2. K ullanılacak katranı
katnam ak1, [kat-mak > kat-ın-m ak > kat(ı)n-a-mak] hazırlayan, bir yere süren kimse ya da katranla ça
{eT} gçl. f. [-r] 1. Tekrar etmek; tekrarlamak. [Üç lışan kimse. S katrancılar ortası, tar. Yeniçeri
İtigsizler] 2. Reddetmek. [Clauson] ocağının eşyalarını taşıyan arabalar için gerekli
katnamak2, [kat > kat-(ı)n-a-mak] {ağız} gçl. f. [-r] katran işlerine bakan 52. o rta ’y a verilen ad.
[-n(ı)-yor] Katma varmak; görmeye gitmek; ziyaret katranköpüğü, [katran+köpü(k)-ü] is. bot. Çayırlar
etmek. [DS]
da yetişen, şapkasının altı dilimli, ürem e organları
katnatmak, [katnâ-mak > katna-t-mak] {eT} gçl. f. [- bir yıldan fazla yaşayan ve her yıl yeni bir hi-
ur] 1. Tekrar ettirmek. [DLT] 2. Reddettirmek. m enyum tabakası yaparak ağaçların yaş halkasına
[DLT]
benzer bir halkayla çevrili bir tür mantar, (Fomes /
katnayu, [katnâ-yu] {eT} zf. Tekrar ederek; tekrar
Polyporus igniarus).
dan. [Üç İtigsizler]
katranlama, [katran-la-ma] is. 1. Katran ile işleme
katneri, [? katneri] {ağız} is. Büyük kazan. [DS]
tabi tutma. 2. N eme karşı korum ak amacıyla tahta,
katod, [Yun. kâthodos (aşağı doğru yol) > Fr. ip, bez vb.ni katran ile kaplam a işlemi. 3. Bir kara
cathode] is. fiz. kim. -*■ katot.
yolunun yüzeyim katran ile kaplamak,
Katolik, [Yun. katholike (evrensel) > Fr. catholique]
katranlamak, [katran-la-mak] gçl. fi [-r] [-l(ı)-yor]
is. 1. Roma kilisesinin kendisine verdiği ad. 2. Bu
Bir yere katran sürmek; katranlı hâle getirmek,
mezhepten olan.
katranlanma, [katran-la-n-ma] is. 1. Katran sürül
Katoliklik, -ği [katolik-lik] is. 1. Papayı kendisine
m ek eylemi. 2. Katran sahibi olma; katran edinme,
ruhani lider olarak tanıma. 2. Katolik dininin temel
katranlanmak, [katran-la-n-mak] edil, f i [-ır] 1 . Çi
kurallarını anlama ve yerine getirme biçimi,
zerine katran sürülmek; katrana bulanmak. 2 .
katon, [kat+ön] {ağız} is. Önü sıra, fi1 katon etmek
dönşl. fi. Katran sahibi olmak; katran edinmek,
(itmek), {ağız} Önüne katıp kovalamak. [DS]
katranlı, [katran-lı] sf. 1. Katranı bulunan; katranı
katot, -du [Yun. kâthodos (aşağı doğru yol) > Fr.
olan. 2. K atrana bulanmış; katran sürülmüş olan. 3.
cathode] is. fiz. kim. 1. B ir elektrolizde akımın çık
İçine katran katılmış olan. 4. Birleşiminde katran
tığı elektrot; eksi uç. 2. Elektron lam basında elekt
bulunan. katranlı kâğıt, Zift y a da katran ile bir
ronların kaynağı olan elektrot; eksi uç. 3.fiz. Katot
yüzü kaplanarak birbirine yapıştırılm ış yalıtım
yüzeyinden yayınlanan elektronların oluşturduğu
ışın, fi1 katot ışınları, Havası boşaltılmış bir ışık malzemesi.
tüpünün katodundan çıkan ışın demeti. katre, [Ar. katre oJaS] {OsT} is. 1. Damla; damlayan
KAT Û I ü r a i lf C E S İ M . 2476
şey. 2. {ağız} Gerdanlık [DS] fi1 k atre-cû , {OsT} k a tu rlu g , [katur-luğ] {eT} sf. Zehirli, (?) S k a tu rlu g
D am la arayan.\\ k atre-d ü z d , {OsT} D am lalar ha ok, {eT} Temreni zehirlenm iş ok. [DLT]
lindeki yağm ur bulutu.\\ k atre-feşân , {OsT} Damla k a tu rm a k , [kat-mak > kat-ur-m ak ^j^L ls] {eT} {eAT}
saçan.\\ k a tre -i b â râ n , {OsT} Yağmur damlası.\\
g çl.f. [-ur] 1. Katılaştırmak; pekleştirmek. [DLT] 2.
k a tre -i m ü rek k eb , {OsT} 1. M ürekkep damlası. 2.
Pişman olmak. [EUTS] 3. Sevinmek; öğünmek;
Siyah ben.|| k a tre k a tre , {OsT} Damla damla; azar
gülmek. [DLT] 4. {eAT} Üzerine sürmek; içine kat
azar.|| k a tre si olm am ak, H iç olmamak.\\ k a tresi
mak.
kalm am ak , Hiç kalmamak; hepsi bitmek.
k a tu t, [kat-mak > kat-ut] {eT} is. 1. Kak; yarma.
k atrilyon, [Fr. quatr (dört) + million > quatrilyon] is.
[DLT] 2. Katık. [DLT] 3. Pabuççu çirişi. [DLT]
1. Türkiye ve pek çok ülkede kullanılan sisteme
k atu v az , [? katuvaz] {ağız} sf. (Kisi için) inatçı; kaba.
göre bir milyon trilyon; 1 0 15, 1 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0
[DS]
0 0 0 . 2 . İngiltere’de kullanılan sisteme göre 1 0 24
olan sayı; 1 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 . k atü b e k , [Ar. kat’i + T. bek ?] {ağız} zf. Oysa ki.
k a tru n m a k , [katar-mak / katır-m ak / katur-m ak > [DS]
kat(u)r-un-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] 1. Duraklamak; k aty o n, [Fr. cathode + ion] is. kim. 1. Bir elektroliz
çekinmek. [DLT] 2. Kuvvetlenmek. [EUTS] [Gabain] sırasında eksi uçta toplanan iyon. 2. Elektron kay
k atsa, [? katsa] {ağız} is. 1. Kürek. 2. Fıçı. [DS] betm iş olan pozitif elektrik yüklü atom veya atom
grubu. S k aty o n tu tu c u , Katyonları bağlayan sen
k a tta , -a ’ı[Ar. kat' > katta' ^Uaü] (katta:) {OsT} sf. 1.
tetik reçine.
D aha fazla kesen; çok kesici; en çok kesici. 2. is.
k a u ç u k , -ğu [İsp. cauciho > Fr. caoutchouc] is. 1.
Kâğıtları oyarak süsleme yapan kimse, bot. Sütleğengillerden sıcak ülkelerde yetişen,
k a tta k , -ğı [? kattak] {ağız} is. Taflan ağacı. [DS] odunsu gövdeli, öz suyu yapışkan, süt kıvamında,
k a tta l, -li [Ar. kati > kattâl J lâ ] (katta:l) {OsT} sf. yapraklan oval biçimli bir ağaç; lastik ağacı, (Ficus
Ç ok öldürücü; en fazla kıyıcı; hunhar, elastica). 2. Bu ağaçtan elde edilen veya bazı petrol
k attel, [? kattel] {ağız} sf. Acı. [DS] artıkları ile işlenmesinden elde edilen dayanıklı ve
k attereli, [? kattereli] {ağız} is. Oynak kadın. [DS] esnek madde. 3. sf. Bu maddeden yapılmış olan,
k attıgelen, [katı+gel-en] {ağız} sf. Çok katı. [DS] k au çu k lu , [kauçuk-lu] sf. 1. Kauçukla kaplanmış
k a ttırm a k , [kat-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Gevret olan. 2. Birleşiminde kauçuk bulunan,
m ek, kurutmak. [DS] k au la , [? kaula] {eT} is. Sebze. [EUTS]
k attu rg a n , [kat-mak > kat-tur-mak > kattur-ğân] k a u r, [Ar. k a 'r > k a 'ü r j_y«s] (kau:r) {OsT} sf. 1. (De
{eT} sf. -*■ kakurgan. niz, göl, ırmak vb. için) derinliği çok fazla olan;
k a ttu rm a k , [kat-mak > kat-tur-mak] {eT} g çl.f. [-ur] çok derin; en derin. 2. is. Çölde rüzgâr etkisiyle
1. Büktürmek; katlatmak. 2. Kattırmak. [DLT] m eydana gelen kum yığını; kumul,
k atuğet, [katık+et] {ağız} is. Katık. "5 k atıığ et ol k au şu t, [kav-uş-mak > ka(v)uş-ut] {ağız} is. Y ollann
m ak , {ağız} K atık olmak. [DS] birleştiği yer; kavşak. [DS]
k a tu ğ u r, [kat+uğur] {ağız} is. Önüne katma; kovala k a v 1, [kav] (ka:v) is. {eT} Büzüşme bildiren kök. S
ma. S k a tu ğ u r etm ek, {ağız} Önüne katarak kova k av kuv, {eT} D ikişin büzülmesi; elbisenin dikilir
lamak; sürüp götürmek. [DS] ken büzüşmesi. [DLT]|| k av kuv bolm ak, {eT} (El
k atu k , [kat-mak > kat-uk] {eT} is. -►katık, bise için) dikilirken büzülmek; kötü dikilmekten bü
k a tu n , [Soğd. hwa t’yn > katun j^Lli] {eT} {OsT} is. zülmek. [DLT]
Hakanın eşi; hatun; melike; kadın; kraliçe; kağan k av 2, [eT. kav] is. 1. M eşe, dişbudak, söğüt ve kavak
eşi. [EUTS] [DLT] [ETY] [Gabain] [Tekin] gibi ağaçların kabuğunda yetişen bir mantardan
k a tu n lan m ak , [katun > katun-la-n-mak] {eT} dönşl. kurutularak elde edilen, kolay tutuşur süngerimsi
f i [-ur] Hanımlanmak; han karısı şekline girmek. madde. {eT} {ağız} (aynı) [DLT] [DS] 2. {eAT} {OsT}
[DLT] {ağız} Yılanın deri değiştirirken attığı deri; yılan
k atu n n ıak , [katı > katı-n-malc] {eT} dönşl. f i [-ur] gömleği. [DS] S k av çak m a k , {ağız} Bilmediği bir
Sertleşmek; katılaşmak. [EUTS] [Gabain] konuyu inatla savunmak. [DS]|| k av gibi, l. Kolay
k a tu r 1, [kat (yans.) > kat-ur] is. Kırılma, kesilme an tutuşur nitelikte olan. 2. Çok h a fif \\ kav m an tarı,
larında veya katı bir şeyi yerken çıkan kaim ve sert bot. Bazitli mantarlardan, ağaç gövdesinde yetişen
ses. S k a tu r k u tu r, Katı bir şeyi yerken çıkarılan ve kurusundan kav üretilen bir tür mantar, (Fomes
ses. fiomentarius).
k a tu r2, [kat+uğur] (katu:r) {ağız} is. -* katuğur. S k a v 3, [kav] {ağız} is. 1. Çanak ve çömlek yapımında
k a tu r etm ek, {ağız} -*• katuğur etmek. [DS] kullanılan kırmızı toprak. 2. Killi toprak. 3. Kil.
[DS]
k a tu rg a n , [katur-mak > kat-ur-ğân] (katurga:n) {eT}
sf. Çok sevinen; çok öğünen; çok gülen. [DLT] k av 4, [kav] {ağız} is. 1. Kuruntu; boş kibir. [EG] 2.
H U K C E S H I R . 2*77 KAV
Gurur; övünme; kibir; büyüklenme; tefahur. 3. sf. rın tümü.|| k avâid-i siyâset, {OsT} Siyaset kuralla-
Gururlu. 4. Süslü; kurumlu; çalımlı. 5. (Meyve vb. rı.\\ k avâid-i siyâsiye, {OsT} Siyaset kuralları.
için) ham; olmamış. [DS] kavaim , [Ar. kâ’ime > kavâ’im ^Ijs] (kava:im) {OsT}
k av 5, [Çin. ko] {eT} is. Küçük bir ölçü. [EUTS] is. 1. Buyruklar; fermanlar. 2. Kitap yaprakları. 3.
k av6, [kâb] (ka:v) {eT} is. -* kab. Senetler. 4. Kâğıt liralar; banknotlar. S 1 k a v â ’im -i
kav7, [kav] {ağız} is. Samanlıktan otu çekmek için n akdîye, {OsT} Kâğıt paralar.
kullanılan ucu eğri araç. [DS] k av ak , -ğı [eT. kâv > kav-â-mak (kavlamak) > kavâ-
kav 8, [Fr. cave] is. Para ile oynanan kâğıt oyunların k] is. 1. bot. Söğütgillerden sulak alanlarda yetişen,
da ortaya sürülebilecek parayı ödeyebilmek için uzun saplı ve dişli yaprakları olan, çelikle üretilen,
her oyuncunun önüne koyduğu toplam para. S 5 kav iki evcildi, odunu ve kerestesi kolay işlenebilen,
çıkm ak, Bir oyuncunun önündeki p ara bittiğinde pek çok melezi ve türü bulunan büyük bir ağaç,
bu oyuncu tarafından bir m iktar daha p ara kon (Populus). {eAT} (aym) 2. {ağız} Herhangi bir ağaç;
mak. ağaç. [DS] S k av ak atm ak , spor. Güreşte tepe
kav9, [kav] {ağız} sf. Hafif; yeğni. [DS] iistü yuvarlanmak]] k a v ak a ttırm a k , {ağız} Takla
k a v 10, [Far. hâv => kav jâ] {OsT} is. Kumaştaki ince attırmak. [DS]|| k a v ak d u rm a k , {ağız} Am uda kalk
tüyler; hav. mak. [DS]|| k a v a k elm ası, {ağız} Orta sertlikte bir
k a v a 1, [? kava] {ağız} is. Çayırın bol olduğu yer. [DS] tür elma. [DS]|| k a v ak gibi, Uzun boylu.|| k a v a k
inciri, A çık m or renkli bir tür wczr.|| k a v ak m e r
kav a2, [kov / k o f > kov-a / kof-a] {ağız} is. Ucu sert
hem i, K avak tomurcuklarından ve patlıcangiller
ve sivri dikenli bir çeşit çayır otu, (Typha latifolia).
[DS] den bazı bitkilerden elde edilen bir tür merhem]]
k a v a k v u rm ası, Cirit oyununda at üstünde ayakla
k av ab il1, [Ar. kabile > kavâbil JjI^s] is. Ebeler.
rı havaya kaldırarak yapılan bir gösteri.
kavabil2, [Ar. kabil > kavâbil {OsT} is. Yete kavakçı, [kavak-çı] is. Kavak yetiştiren ve kerestesi
nekli kimseler, ni satan kimse,
kavadi, [Yun. khavâdi] {ağız} is. Giyilemeyecek ka k avakçılık, -ğı [kavak-çı-lık] is. Kavak yetiştirme
dar eskimiş elbise. [DS] işi.
kavadih, [Ar. kadiha > kavâüıh {Os T} is. A r kav ak iz, [Ar. kaküze > kavâkîz j^ 'js] (kava:ki:z)
kadan çekiştirenler; zemmedenler; kötüleyiciler, {OsT} is. Boş maşrapalar,
kavadim , [Ar. kadime > kavâdim piljâ] {OsT} is. 1. k av ak la m ak , [kavak-la-mak] g ç sz .f. [-r] [-l(ı)-yor]
1. (M arul, tere vb. sebzeler için) tohum a kaçmak.
Ordunun ileri karakolları. 2. Kuş kanadının ön tüy
2. {ağız} gçl. f. Güreşte tepe üstü yuvarlanmak. [DS]
leri.
k avak lık , -ğı [kavak-lık] is. Kavak ağaçlan çok olan
kavaf, [Ar aaffaf «JU»- => k av af ^Jl^s] (haffa:f)
yer; kavak yetiştirilen arazi,
{OsT} is. Hazır olarak ucuz ve özensiz ayakkabı k av ak sın m ak , [kavak-sı-n-mak] {ağız} dönşl. f. [■■r?]
yapan veya satan ayakkabıcı. S k a v a f işi, Özen K ulak vermek; önemsemek. [DS]
gösterilmeden, kötü yapılmış.\\ k av a fla r çarşısı, k av ak te li, [kavak+tel-i] {ağız} is. İplik yumağı. [DS]
Hazır ayakkabı satan esnafın bulunduğu çarşı.
k a v a l1, [*kav-mak > lcav-al] is. 1. müz. Çoğunlukla
kavafhane, [kavaf + Far. hâne -üUjljs] (kavafha:ne) kamıştan yapılan, çobanların çaldığı, perdeli, y u
{OsT} is. Hazır ayakkabıların yapıldığı yer; ayak muşak sesli, büyük bir düdük. 2. M imaride yarım
kabı imalathanesi; ayakkabı atölyesi, silindir biçiminde çıkıntısı olan büyük süs veya
kavafı, [Ar. kâfiye > kavâfî jâ] (kava:fı) {OsT} is. üzerinde sütun yükselen yuvarlak silme. 3. {ağız}
Saçma atan, yivsiz av tüfeği. [DS] 0 k av al kem iği,
Kafiyeler.
anat. D iz ile ayak bileği arasında bulunan iki ke
kavafıl, [Ar. kafile > kavâfıl Jiljî] (kava.fıl) {OsT} is. mikten baldırın içindeki uzun ve kalın kemik,
1. Kafileler. 2. Yığın halindeki şeyler; sürü, (tibia) . || kaval m em ekli (memeli), {ağız} (Hayvan
kavaflık, [kavaf-lık] is. Kavafın yaptığı iş veya için) uzun memeli. [DS]|| kaval tüfek, Eskiden kul
mesleği. lanılan yivsiz tüfek.
kavagu, [kâv > *kav-â-malc > kavâ-ğü] (kava:gu:) k av al2, [lcav-al] {ağız} is. Su arkı. [DS]
{eT} is. Fitil; kaytan; kav. [EUTS] [Gabain] k av al3, [kov-al / kof-al / kav > lcav-al] {ağız} is. C e
kavah, [kabak] {ağız} is. Ön. [DS] vizin yeşil kabuğundan ayrılm a zamanı. [DS] S
kavaid, [Ar. kâ'ide > lcavâ'id Jı*lj5] (kava:id') {OsT} k av al olm ak, {ağız} Cevizin yeşil kabuğu çıkmak.
[DS]
is. 1. Kurallar; kaideler; usuller. 2. Dilbilgisi; gra
mer kitabı, ö k av âid -i diniye, {OsT} D inî kural- kavala, [İt. capanna / cavallo 'slljlii] {OsT} is. Deniz
lar.|| kavâid-i külliye, {OsT} B ir konudaki kuralla kıyısına yapılmış derme çatma balıkçı kulübesi.
KAV Ö IÜ M IİK tM • 2473
k av ala k ',-ğ ı [kav > kav-al-m ak > kaval-ak] is. 1. veya toplantıda eşlik etme; kavalye olm a durumu;
bot. Ekin tarlalarında yetişen, gövdesi pullarla kap kavalyenin işi ve görevi. 0 kavalyelik etm ek, Bir
lı, sarı çiçekli, ekinlere zararlı, çok yıllık bir otsu kadına dansta veya toplantıda eşlik etmek.
bitki; öksürük otu, (Tussilago farfara). 2. {ağız} k a v a n 1, [*kav-malc > kavan] is. Nişan; hedef. 0 ka-
Büyük kukum av kuşu; büyük baykuş. [DS] v an alm ak, Nişan almak.
k av alak 2, -ğı [kav > kav-al-ak] {ağız} sf. 1. Kuru ve k a v a n 2, [kâvan] (ka:van) {ağız} is. Keven; geven.
h afif olan. 2. Övünen. 3. Onurlu. [DS] [DS]
kavalam a, [kava-la-ma] {ağız} is. Bolluk. [DS] k av an a, [Yun. ğavâna [Tietze]] {ağız} is. 1. Ağaçtan
k av alam ak , [kav-ala-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] yapılmış küçük yağ kabı. [DS] 2. Litre. 3. B ir litre
{ağız} (Etçil hayvanlar için) kan çıkarmam ak sure lik maşrapa. 4. Tahta tekne,
tiyle ısırmak. [DS] k avancı, [kavan-la-mak > kavan-cı] {ağız} is. N işan
kavalcı, [kaval-cı] is. Kaval yapan ve satan yahut cı. [DS]
kaval çalan kimse, k av an cılam ak , [kavan-cı-la-mak] gçl. f i [-r] [-l(ı)-
kavaldız, [kav-al-t-ız] {ağız} is. Ebucehil karpuzu; yor] Vurgun suretiyle elde etmek; yağmada ele ge
karga düğleği. [DS] çirmek; soygunda elde etmek,
kavalet, [It. cavaletto] (kava’let) is. K öprü kurmada, kavanço, [İt. caveza] is. dnz. 1. Yelkeni bir bordadan
yoldan çıkan bir aracı raya oturtmada veya bir m a diğer bordaya geçirme. 2. argo. Aynı türden bir
kineyi kaldırm ada kullanılan travers yığını; domuz şeyi alıp yerine bir başkasını koyma; değiştirme. 3.
damı. argo. Bir işi başka birisine yükleme; birinin başına
kavaleta, [İt. cavaletto] (kava’leta) is. 1. Yelkenli sarma.
gemilerde demiri kaldırm akta kullanılan donanım. kavanez, [? kavanez] {ağız} is. 1. Domates. 2. D oma
2. İş makinelerinde zincirin geçmesi için kılavuz tes salçası. [DS]
görevi yapan bir tür kasnak. 3. Derilerin iç yüzle k av an în , [Ar. kânün > kavânîn avis5] (kava:ni:n)
rinde kalan et parçalarını kazım a işlemi. 0 k a {OsT} is. Kanunlar; yasalar. 0 k av ân în -i askeriye,
valeta m akinesi, Derilerin iç yüzlerinde kalan et {OsT} A skerlik yasaları.\\ k av ân în -i cezaiye, {OsT}
parçalarını sıyırmakta kullanılan makine. Ceza yasaları. [| k av an în -i İlâhiye, {OsT} Tanrısal
kavalıg, [kavâ-lığ] {eT} is. Ekin adı. [EUTS] yasalar; dinî kurallar.\\ k av ân în -i m e r’iye, {OsT}
kavalık, -ğı [kof-a-lık / kova-lık] {ağız} is. 1. Batak Geçerli yasalar; yürürlükte olan yasalar. ||
lık. 2. Bataklıkta yetişen kamış. [DS] k av ân în -i tabîiye, {OsT} D oğa yasaları.
kavalib, [Far. kâlbet iJlS^A r. kalıb > kavâlib v-J'j5] k av a n la m ak , [*kav-mak > kavan-la-mak] gçl. fi [-r]
(kavadib) is. Kalıplar, [-l(ı)-yor] 1. (Kedi, köpek gibi hayvanlar için) ağzı
kavalkan, [kav-al-kan] {ağız} sf. Kendini çok öven; ile yakalayıp götürmek; kapıp götürmek. 2. (İnsan
için) kaptığı gibi kucaklayıp götürmek,
kendini metheden; övünen; böbürlenen. [DS]
k a v a n n a m a k , [kav-mak > kav-an-la-mak] {ağız} gçl.
kavallam a, [kav-al-la-mk] {ağız} is. Dürme; katlama.
[DS] fi. [-r] [-n(ı)-yor] 1. Korumak; muhafaza etmek. 2.
Gözetlemek; tarassut etmek. [DS]
k av allam ak , [kav-al-la-mak] {ağız} gçl. f i [-r] [-l(ı)-
yo r] Eline almak; sımsıkı tutup kapmak. [DS] k a v an m a k , [*kav-mak > kavan-mak] gçl. fi. [-ır]
k avalm ak, [kav-al-mak] {ağız} gçsz. f i [-ır] Övün Gözetlemek; bakmak; beklemek,
mek. [DS] kavanoz, [Yun. khâvanos] is. 1. Cam veya topraktan
yapılma, ağzı geniş kap. 2. Akvaryum olarak kul
k av altak , -ğı [kav-al-t-ak / kov-al-t-ak] {ağız} sf. 1.
lanılan geniş cam kap. 3. (M iktar belirtirken) bu
Birbirini sıkmayacak, ezmeyecek biçimde; gevşek;
kap dolusu. 0 k avanoz dip li d ü n y a, B oş dünya.
aralıklı; seyrek. 2. İğreti. 3. Kaba; beceriksiz. 4. İçi
boş. 5. A ltı boş. 6. (Elbise için) pot. 7. (Kapı, pen k a v a r, [Erme, kever => gever] {ağız} is. -+ gever.
[DS]
cere veya kapak için) hafif aralık. 8. Kabarık; gev
şek. [DS] 9. is. Ağaç veya taş kovuğu. 10. Düzensiz k a v a ra ’, [Ar. kavâri1 £jljs] (kava.ra) {OsT} is. 1. Yel;
ve özensiz duruş, gaz. {ağız} (aynı) [DS] 2. Gürültü patırtı, {ağızj(aynı)
k av altm ak , [kov-al-t-mak] {ağız} gçl. fi [-ır] Fırsat [DS] 0 k a v a ra (atmak) çekm ek, {ağız} Yellenmek;
vermek; göz yummak. [DS] osurmak. [DS]
kavalye, [İt. cavaliere (süvari, şövalye) > Fr. ca k a v a ra 2, [kav > kav-ar-m ak > kav-ar-a] (kava’ra)
valier] is. 1. Kadına dansta eşlik eden veya bir top {ağız} is. 1. Balı alınmış petek. 2. Kovanda arıların
lantıda, bir davette arkadaşlık eden erkek. 2. Alt yem esi için bırakılan bal. 3. A nlar tarafından balı
ucu bir kâğıdın köşesine geçen ve içine rakam veya boşaltılmış petek. 4. Yalan. [DS]
bölüm adı yazılarak o kâğıdın ait olduğu diziyi k av a ra c ı, [kavara-cı] {ağız} sf. 1. Gürültü patırtıcı. 2.
bulm aya yarayan gözlü büro gereci, Palavracı; mübalağacı; yalancı. 8. Sık sık gaz çıka
kavalyelik, -ği [kavalye-lik] is. Kadına bir dansta ran, yellenen kimse; osuruklu. [DS]
ö «ttT İK £İM .2479 KAV
k av are, [kabara] {ağız} is. Büyük ayakkabı çivisi; ka k av cak lam ak , [kav-(ı)c-a-k-la-mak] {ağız} g çl.f. [-r]
bara. [DS] [-l(ı)-yor] 1. Hırsla kapmak; kavramak. 2. Parmak
k av ari, -i’ı [Ar. k ari'a > kavâri' j-jlj5] (kava:ri) {OsT} uçları ile sıkmak; mıncıklamak. [DS]
k av calam ak , [kav-(ı)c-(a)la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-
is. 1. Şiddetli rüzgârlar; fırtınalar. 2. Birdenbire
gelen büyük belalar; afetler. 3. Kıyam et gününü l(ı) -yor] -*■ kavcaklamak. [DS]
andırır büyük felaketler. 4. Afet ve büyük belalar kavcana, [kav(ı)c-a-n-mak > kavcan-a] {ağız} is. K a
dan korunm ak için A llah’a yöneltilen yakarışların vanoz. [DS]
tümü. k av car, [kav-(ı)c-a-mak > kavca-r jW j^ ] {ağız} is. 1.
k a v a rir, [Ar. karüre>kavârîr jjjIjS] (kava:ri:r) {OsT} Ardıç ağacının kabuğu. 2. M ısır kabuğu. 3. Rende
is. 1. Gözbebekleri. 2. Sırça veya gümüş kaplar. 3. talaşı; marangoz talaşı. [DS] 4. {OsT} Kıvılcımla
Sidik kapları; ördekler, tutuşabilen nesne; kav. 5. sf. (Ağaç için) içi çürük,
kavas, [Ar. kavs > kavvâs ^IjS] {OsT} is. 1. Elçilik k av c a rlam a k , [kav(ı)c-a-r-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r]
[-l(ı)-yor] 1. Kurcalamak; karıştırmak. 2. Parm ak
ya da konsolosluklarda görevli güvenlik personeli.
uçları ile sıkmak; mıncıklamak. [DS]
2. Elçilik hademesi. 3. Banka ve özel işletmelerde
k av çar, [kav-(ı)ç-a-r] {ağız} is. -*■ kavcar; kavlak.
ki silahlı güvenlik görevlisi. 4. Eskiden vezir, elçi
[DS]
veya konsolosların maiyetinde bulunan silahlı gö
k a v ç ım a k 1, [lcavçî-mak] (kavçı:mak) {eT} g ç l . f [-ır]
revli. 5. Dava sahiplerini mahkem eye çağıran, ge
Saldırmak; üstüne düşmek. [DLT]
rekli emir ve evrakları yerine iletmekle görevli adlî
memur; mübaşir. 6. {ağız} Buğday ölçülen şinik. k av çım ak 2, [kav-çî-mak] (kavçı:mak){eT} gçl. f. [-r]
[DS] 7. {ağız} sf. Aptal; budala. [DS] Kızmak. [DLT]
k a v ç ıtm a k 1, [kavçı-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Saldırt-
kavasıf, [Ar. kasıf > kavâşıf (kava;sıf) {OsT}
mak. [DLT]
is. Şiddetli esen rüzgârlar,
k a v çıtm ak 2, [kav-çî-mak > kavçı-t-mak] {eT} gçl. f.
kavasım , [Ar. kaşım > kavâşım p a ljî] (kava:sım) [-ur] Kızdırmak. [DLT]
{OsT} is. Kırıcı, ezici, öğütücü şeyler, k av d an , [kav-(ı)t-an] {ağız} is. K uru ot.
kavaslık, -ğı [kavas-lık] is. Kavasın yaptığı iş; kava k av d ın m ak , [kavıd-mak > kav(ı)d-m-mak] {eT}
sın görevi.
dönşl. f. [ -ur] Acınmak; şefkat göstermek; fenalık
kavasya, [Fr. quassia] (kava ’sya) is. bot. Odunu halk tan kurtarma yollarını aramak. [DLT]
hekimliğinde tentür halinde tonik ve iştah açıcı ola
kavel, [kav / kov > kav-a-1 ?] {ağız} is. Y eşil kabuğu
rak kullanılan bir ağaççık; acı ağaç, (Quassia
soyulmuş ceviz. [DS]
amara).
kavela, [İt. caviglia] is. 1. dnz. Halatların ve kasala
k a v a t1, [Ar. kıyâdet > kavvâd aljS] {OsT} is. 1. Evlilik rın dikiş işlerinde kullanılan, demir veya ağaçtan
dışı kadın erkek ilişkilerinde aracılık eden kimse; konik kama. 2. Ağaç gemilerin karinalarında kulla
muhabbet tellalı; pezevenk, {ağız} (aym) [DS] 2. nılan ağaç çivi. 3. M arangozlukta geçmeleri bağ
{ağız} Karısının hafifliklerine göz yuman erkek. lam akta kullanılan ağaç çivi,
[DS] 3. Sövgü sözü. 4. {ağız} sf. (Kişi için) güçsüz, kaveza, [? kaveza / Erme, kavaza ?] is. H okkabaz
korkak. [DS] 5. {ağız} Aptal; budala. [DS] yardımcılarının başlarına giydiği siyah çuhadan
kavat2, [kav-ut] {ağız} is. -*■ kavut. [DS] yapılma, kırmızı yuvarlak bir tepeliği bulunan baş
kavat3, [Yun. gavâti] {ağız} is. -*• kavata. [DS] lık.
kavata, [Yun. gavâta *>ljS] (gava’ta) {ağız} is. 1. Tek kavga, [Far. ğavğâ U^p] {OsT} is. 1. Karşılıklı güç
parça ağaçtan oyulmuş ham ur kabı; tekne. 2. Top kullanmaya yönelik düşm anca davranış ve sözlerle
raktan yapılmış kahve tavası. 3. Bakır tencere. 4. kendini belli eden tartışma veya dövüş; çekişme;
İki gözlü yassı ekmek sepeti. 5. Semaverden su münazaa; niza. 2. Savaş; cenk. 3. mecaz. B ir davayı
alınan kap; su maşrapası. [DS] 6. Çok fazla kızar savunmak, bir amaca erişmek, b ir şeyi elde etmek,
mayan sert bir domates türü, (Solanum capsicum bir şeye karşı koym ak için bir kim se veya topluluk
grossum). 7. Tuzluk. [DD] 8. {OsT} Ağaçtan yapıl tarafından sürdürülen eylemler ve harcanan çaba
mış çanak. lar; savaşım; mücadele. S kavga çık a rm a k , K av
kavayak, -ğı [kav+ayak] {ağız} sf. 1. Çok gezen. 2. gaya y o l açacak davranışlarda bulunmak veya sö z
Serseri. 3. Soysuz. [DS] ler söylemek. j| kavga etm ek, Dövüşmek; tartış
kavaz, [? kavaz] {ağız} is. Semaver. [DS] ma!1.1| kavga kaşağısı, {ağız} (Kişi için) sağa sola
kavazak, -ğı [Far. gebbâze => geveze / Erme, gavaza sataşıp kavga için bahaneler yaratan; kavgacı.
?] {ağız} s f Yersiz konuşan; zevzek; geveze. [DS] [DS]|| k avga ktttlem ek, {ağız} Ansızın kavga çık
kavazan, [Far. gebbâze => geveze / Erme, gavaza ?] mak; kavga patlamak. [DS]|| k av g an ın sonu d a
sf. 1. Boşboğaz; geveze; 2. Kibirli; mağrur. yak, Tehlikeli bir işin sonunda görülen zarar. ||
KAV İIÜ M IİK C tS Ö M , ;,8(
kavgaya çan ak tu tm ak , Kavgaya neden olacak k av ık 3, -ğı [kav-ık ?] {ağız} is. Su arığı; ark. [DS]
davranışta bulunmak veya söz söylemek.\\ kavgaya kavil, [kâv-ıl] {ağız} is. Y ıkılmağa yüz tutumuş yapı.
girişm ek, Kavga etmeye başlamak.\\ k avgaya k a [DS]
şınm ak, Kavgaya neden olacak davranışlarda bu kavılm ağ, [kov-ul-mak] {ağız} edil. f. [-ur] Kovul
lunmak,| kavgaya tu tu şm ak , Kavga etmeye baş mak. [DS]
lam ak,|j (bir şeyin) kavgasını verm ek, B ir davayı kavım sak, -ğı [Ar. kavim => kavım-sa-k] {ağız} sf. 1.
savunm ak için mücadele etmek. Sevimli; cana yakm; sıcak kanlı. 2. (Kişi için) ak
kavgacı, [kavga-cı] sf. 1. K avga etmekten hoşlanan; raba ve yakınlarına düşkün. [DS]
sık sık kavga çıkaran; huysuz; geçimsiz. 2. İyi dö k av ıra , [*kav-mak > kav-ır-m ak > kav-ır-â] {eT} zf.
vüşen; iyi savaşan; mücadeleci, Kısaca; özet olarak. [EUTS]
kavgacılık, -ğı [kavga-cı-lık] is. Kavgacı olm a duru k avırçağ, [eT. kabırçak ?] {ağız} is. Oyuncak; cansız
mu. bebek. [DS]
kavgalaşm a, [kavga-la-ş-ma] is. Karşılıklı kavga et k av ırg a, [kavur-mak > kavur-ga] {ağız} is. -*■ kavur
m e durumu ve eylemi, ga. [DS]
k avg alaşm ak , [kavga-la-ş-mak] işteş, fi [-ır] (İki ve k a v ırm a k 1, [*kav-mak > kav-ır-mak] {eT} gçl. fi [-
daha fazla kişi için) birbiriyle kavga etmek; dö
ur] 1. Toplamak; bir araya getirmek; kısaltmak;
vüşmek.
özetlemek. [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. Basmak; tazyik
kavgalı, [kavga-lı] sf. 1. Bir kavga sonucu dargın ve etmek. [EUTS]
küskün olan; dargın; küs. 2. (İş, mesele için) içine
k a v ırm a k 2, [kağ-ur-mak] {eT} gçl. fi. [-ur] Kavur
kavga karışmış; hakkında kavga çıkmış olan; kav
mak. [EUTS]
gayla yapılan,
kavışgusuz, [kav-ış-ğu-suz] {eT} sf. Tutarsız; biçim
kavgan, [kof / kov-(ı)k-mak > kav(g)-a-n] {ağız} is.
siz. [Clauson]
B ileşikgillerden, 30-100 cm. yükseklikte, iki yıl
lık, mor çiçekli, develerin severek yediği, ayrıca kavışıgsam ak, [kavış-ığ-sa-mak] {eT} gçsz. fi [-r]
genç sürgünlerinin kabuğu soyularak çiğ olarak Kavuşm ak istemek; kavuşmayı arzulamak. [Cla
uson]
yenebilen dikenli bir ot; kenger, (Silybum maria-
nıım). [DS] kav ışm ak , [*kav-mak > kav-ış-mak] {eT} işteş, fi [-
kavgasız, [kavga-sız] zf. 1. Herhangi bir kavga veya ur] 1. Kavuşmak; buluşmak; birleşmek. [EUTS]
çekişme olmadan. 2. sf. Kavgası, dövüşü olmayan, [Gabain] 2. Kavga etmek. [Gabain]
kavgasızlık, -ğı [kavga-sız-lık] is. Kavgasız olma k av ıştırm a, [kav-ış-tır-ma] {ağız} is. Önü baştan a-
durumu. şağı düğmeli gömlek. [DS]
kav g az1, [kof / kov-(ı)-k-mak > kav(g)-a-z] {ağız} sf. k a v ıştu rm ak , [kav-ış-tur-mak] {eT} gçl. fi. [-uı] -*•
1. (Eşya için) hacimce büyük olmasına rağmen kavuşturmak,
ağırlığı az olan; yeğni. 2. Az pişmiş; az olmuş. [DS] k a v ışu rm a k , [kav-ış-ur-mak] {eT}gçl.fi. [-ur] -*• ka
kavgaz2, [kof / kov-(ı)-k-mak > kav(g)-a-z / kavgan] vuşturmak. [EUTS]
{ağız} is. -*■ kavgan. [DS] k a v ıt1, [kav-ıt / lcav-ut] {ağız} is. -*■ kavut. [DS]
kavgım ak, [kal-(k)-ı-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] Zıpla k av ıt2, [kav-ıt] {ağız} sf. (Söz için) yersiz söylenen.
mak. [DS] [DS]
k avgıtm ak, [kal-(k)-ı-t-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır] Zıp k av ıtlam ak , [kav-ıt-la-mak] gçsz. fi f r ] [l-(ı)-yor]
latmak. [DS] Yersiz ve mantıksız şeyler konuşmak,
k a v ğ arm ak , [karga-mak ?] {ağız} gçl. fi [-ır] Ölüye k av ıtm ak , [kav-mak > kav-ıt-mak] {eT} gçşl. fi. [-ur]
ilenmek. [DS] Çarpışmak. [EUTS] [Gabain]
kavhaz, [kav(g)-a-z] {ağız} sf. 1. (Eşya için) hacimce k av ız 1, [kov / k o f / kav > kav-ı-z / kav-u-z] {ağız} is.
büyük olm asına rağmen ağırlığı az olan. 2. Yeteri 1. Tahıl tanelerinin dışım kaplayan ince kabuk; ta
kadar bastırılıp, sıkıştırılmamış; kabarık ve gevşek. hıl kabuğu; kapçık. 2. İçi tane tutmamış veya yete
[DS] rince dolgunlaşmamış tahıl tanesi veya meyve. 3.
kavı, [kof / kov-ı] {ağız} sf. (Eşya için) hacimce bü sf. Kof; içi boş. [DS]
yük olmasına rağm en ağırlığı az olan. [DS] k avhas, [? kavhas] {ağız} is. Yel; rüzgâr. [DS]
kavıdm ak, [kavıd-mak] {eT} gçl. fi. [-ur] Korumak. kavız2, [kov / k o f / kav > kav-ı-z] {ağız} is. -*• kav
[Clauson] gan; kenger. [DS]
k a v ık 1, [eK *kav-mak > kav-uk / kavık jj^s] {eT} is. kâvi, [Ar. keyy (dağlamak)>kavı cSJ1^] (kâ:vi:) {OsT}
1. Kepek; darı kepeği; kavuz. [DLT] 2. {OsT} İçi sf. Dağlayan; yakan; acı verici.
boş nesne.
k a v i1, [Ar. kuvvet > kavi (kavi:) {OsT} sf. 1.
k av ık 2, -ğı [eT. *kav-mak>kav-uk / kavık ö jli] {OsT}
Dayanıklı; güçlü; kuvvetli; sağlam; zorlu. 2. mecaz.
{ağız} is. Sidik torbası; mesane. [DS]
Varlıklı; zengin. 3. Güvenilir. S k av î-b ah t, {OsTj
Î I İ H I İ r e i M . 2481 KAV
Şanslı.|| k avîyyü’l-bünye, {OsT} Sağlam yapılı; kâviyet, [Ar. keyy (dağlamak) > kavi > kaviyet
sağlıklı.|| k avîyyü’l-ik tid â r, {OsT} Yetkisi güçlü ci (kâ.viyet) {OsT} is. Dağlayıcılılc; yakıcılık.
lan hükümet.
k a v k a ’a, [Ar. kavka'a 4*5^s] {OsT} is. zool. -*■ kavkı,
kavi2, [Sansk. kavya > kawi] {eT} is. Şiir. [EUTS]
[Gabain] kav k a, [Far. ğavğâ I t j i => kavka lajS] {OsT} is. K av
kavil, -vli [Ar. kavi {OsT} is. 1. Söz; lakırdı. 2. ga.
Sözleşme; anlaşma. 3. Yapılmayıp sözde kalan şey. k av k an , [kov / k of / kav > kav-ı-z] {ağız} is. -*■ kav
5 1 kavil etm ek, Sözleşmek; kavilleşmek.|| kavil gan, kenger. [DS]
yeri, Buluşm a yeri; sözleşm e yeri; randevu yeri. kav k az, [kav-ka-z] {ağız} is. 1. Çüriimeğe yüz tutmuş
kavileşm e, [kavi-le-ş-me] is. Kavi duruma gelme; çam gövdesi. 2. Kuru bitki sapı. [DS]
güçlenme; kuvvetlenme, kav k azlık , -ğı [kav-ka-z-lık] {ağız} is. Dikenlik ve
kavileşm ek, [kavi-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] Kavi du otluk yer. [DS]
rum a gelmek; güçlenmek; kuvvetlenmek, kavkı, [Ar. kavka'a => kavkı] is. zool. Midye, sal
kavileştirm e, [kavi-le-ş-tir-me] is. Kavi duruma ge yangoz gibi hayvanlarda dış derinin sertleşmesi ile
tirme; güçlendirme; kuvvetlendirme, oluşmuş kireçten kabuk; kabuk,
kavileştirm ek, [kavi-le-ş-tir-mek] gçl. f. [-ir] Kavi kavkılı, [kavkı-lı] s f Kavkısı olan,
duruma getirmek; sağlam olm asını sağlamak; güç
k a v k ırtm ak , [kav-(ı)k-ır-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır]
lendirmek; kuvvetlendirmek,
Fırlatıp atmak. [DS]
kavilleşm e, [kavil-le-ş-me] is. Söz birliği etme; söz
kavi, -li [Ar. kavi J_js] {OsT} is. kavil. S kavl-i
leşme.
höd, {OsT} Kendi sözü. | kavi ile fi’I, {OsT} Söz ile
kavilleşm ek, [kavil-le-ş-mek dU-il Jjii] işteş, f. [-ir]
Z£.|| kavl-i m a ’rü f, {OsT} Bilinen veya ünlü sö z.||
Söz birliği etmek; sözleşmek; {OsT}. kavl-i m ü c e rre t, {OsT} Delilsiz, ispatsız sö z.||
kavilya, [İt. caviglia] (kavi'lya) is. 1. anat. Bilek kavl-i nebî, {OsT} Peygambere ait olduğu bildiri
kemiği. 2. Kalın çivi. 3. dnz. Yelkenin kasa ve ha len söz; hadîs.|| kavl-i resul, {OsT} Hadîs.\\ kav l-i
lat dikişlerinde, kollar arasım açmak için kullanı ş e r’î, {OsT} 1. Şeriata uygun söz. 2. D in î yasanın
lan, sivri ağaç veya demirden yapılmış sert parça, sözü.|| kavl-i zaîf, {OsT} İddiasız söz.|| k avi ü fî’il,
kavim , -vm i [Ar. kavm j*jS] {OsT} is. Aralarında dil, {OsT} Söz ve eylem. || kavi ü k a râ r , {OsT} Sözleşip
kültür ve töre bakım ından ortaklık bulunan soyca bitirme.
birbirine bağlı insan topluluğu; budun. S kavim ve k a v la 1, [Çin. ts’ai lai => kavlâ] (kavla:) {eT} is. Sir
kabile, {OsT} Hısım akraba. ken, (Chenopodium murale).
kavis, -vsi [Ar. kavs ^ jü ] {OsT} is. 1. Yay; eğri. 2. k avla2, [kavla] {ağız} is. Kavak ağacı. [DS]
Parantez işareti. 3. mecaz. Kaş. 4. mat. Çember k av lağ an , [kav-la-mak > kav-la-gan j ^ j ^ ] sf. 1. K o
parçası; yay. S kavis çizm ek, Yay biçiminde y o l lay kavlayan. 2. Sürekli kavlayan. 3. is. bot. B ir tür
izlemek.|| kavis içine alm ak , Paranteze almak.\\ çınar ağacı, (Platanus).
kavis şeklinde, Kem er biçiminde; ya y gibi. k av lak , -ğı [kav-la-mak > kav-la-k jJjü] sf. 1. K a
kavisnam e, [Ar. kavs + Far. -nâme (kavis -
buğu dökülmüş; kabuğu soyulmuş. 2. {OsT} Tüyü,
na;me) {OsT} is. Ok ve okçuluk üzerine yazılan kılı dökülmüş. 3. (Kişi için) güneş yakm ası sonucu
eser. derisi soyulmuş. 4. {ağız} Sakalsız; tüysüz. [DS] 5.
kâviş, [Far. kâviden > kâviş jijLT] (kâ:viş) {OsT} is. mecaz. Aptal; budala; sersem. 6. (Hayvan için) tü
yü dökülmüş. 7. (Çocuk için) büyüyememiş; geli
1. Kazma; eşme; eşeleme. 2. Bir şeyi derinliğine
şememiş. 8. Boş; yararsız; içi boş. 9. (Deri için) pul
yarma. 3. Arama; araştırma. 4. Denetleme; teftiş,
pul olmuş. 10. (Toprak için) kuraklıktan gevremiş.
kâvişger, [Far. kâvişger (kâ:vişger) {OsT} sf. 11. (Kişi için) çıplak; soyunmuş. 12. (Ceviz için)
1. Kazan; kazıcı. 2. Yaran; yarıcı. 3. Araştırıcı; a- yeşil kabuğu soyulmuş. 13. {ağız} is. Kurumuş çam
rayan. 4. Denetçi; müfettiş, ağacı; içi çürük kurumuş ağaç. [DS] 14. {ağız} Yaşlı
kavişki, [Sansk. kausika] {eT} is. İndra’nm lakabı. ve zayıf öküz. [DS] S* k av lak bolm ak, {OsT} K av
[EUTS] lam ak,|| k av lak yağı, {ağız} Krem. [DS]
K aviyani, [Far. kâve > kâviyânî (ka;viya;ni:) k avlalık, [kavlâ-lık] {eT} is. Sirkenlik.
{OsT} sf. İran hükümdarı D ahhak’a baş kaldıran ef k av lam a, [kav-la-ma] w .l. Soyulup dökülme. 2. A s
sanevî kahram an demirci Kave ile ilgili, manın odun kısmının kava benzer bir kitle hâlini
almasına sebep olan, Phelinus igniarus veya
kaviyen, [Ar. kuvvet > kavî > kavîyyen LjS] (kavi: ’- Stereum hirsutum adındaki mantarlardan ileri gelen
yen) {OsT} zf. Kesinlikle; kuvvetle. bir hastalık.
KAV Ö IÜ M T öI R S Ö M • 2482
k av lam ak 1, [kav-la-mak jjljü ] gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor] kav ln am e, [Ar. kavi + Far. nam e -u>Lü^s] (kavlna:me)
1. (Deri, kabuk, tüy için) pul pul kabarıp dökül {OsT} is. Sözleşme; anlaşma belgesi,
mek; soyulmak. 2. {ağız} Soyunmak. [DS] kavlu, [havlu ? > kav-lı / kav-lu] {ağız} is. Başa
k avlam ak2, [kov-la-mak jljs ] {eAT} gçl. f. [-r] A r örtülen kalın ve tüylü örtü. [DS]
kadan konuşmak; gıybet etmek; zemmetmek, kavlu cu k , -ğu [kav-luğ-cuk {eAT} is. Kav,
kavlan, [kav-la-ğan] {ağız} is. -*• kavlağan. [DS] çakmak keseciği; kavlıkçık.
kavlangaz, [Yun. khokhliagkhos] {ağız} is. 1. Sal kavluç, -cu [kav-(u)l-uç jJjls] {OsT} is. K asık fıtığı.
yangoz. 2. sf. Kof; boş. [DS]
kavlanm a, [kav-la-n-ma] is. 1. K avlama durumuna k a v lu k 1, -ğu [kav-luk jj)js ] {ağız} is. 1. Küçük boh
gelm ek eylemi. 2. K av edinme; kav sahibi olma, ça. 2. {OsT} Kav kesesi. [DS]
kavlanm ak, [kav-la-n-mak js] edil. f. [-ır] 1. k a v lu k 2, -ğu [eT. *kav-mak > kav-uk / kavık] {ağız}
K avlamak eylemine uğramak. 2. {OsT} dönşl. f . is. İdrar torbası; mesane. [DS]
Tüy, deri, kabuk vb. değiştirmek. 3. Kav edinmek; kavm , [Ar. kavm p s] {OsT} is. -* kavim. 0 kavm -i
kav sahibi olmak. 4. {ağız} Kendini beğenmek; gu fil, {OsT} M ek k e ’y e karşı yapılan saldırıda Eb-
rurlanmak. [DS] re h e ’n in p eşin d e bulunan topluluk.\\ kavm -i gayr-i
kavlaşm a, [kav-la-ş-ma] is. K av durumuna gelmek m a h su r, {OsT} Yüz kişiden çok insan kalabalığı.||
eylemi. kav m -i H fld, {OsT} H udpeygam berin gönderildiği
k av laşm ak 1, [lcav-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Kav biçi kavim; A d kavmi.|| kavm -i Isâ, {OsT} 1. Hz. İ s a ’nın
mini almak; kav durumuna gelmek. devrindeki Yahudi topluluğu. 2. Hz. I s a ’nın havari
k avlaşm ak2, [kov-la-ş-mak {eAT} işteş, f. [- leri,|| kav m -i L ü t, {OsT} L ut peygam berin kavmi.||
ur] Çekiştirmek; kovlaşmak; zemmetmek, k avm -i M û sâ, {OsT} Hz. M u sa ’nın kavmi.\\ kavm -i
m a h su r, {OsT} Nüfusu y ü z kişiden aşağı insan top
k avlatm a, [kav-la-t-ma] is. 1. Kavlamasını sağlamak
luluğu.|[ k avm -i m ttneccim în, {OsT} G ök bilimi ile
eylemi. 2. {ağız} Soğuk algınlığı. [DS]
uğraşanlar,|| kavm ve kabîle, {OsT} Yakınların
k av latm ak, [kav-la-t-mak] g ç l . f [-ır] (Deri, pul, tüy
tümü.
vb. için) pul pul kabartıp dökülmesini sağlamak;
kavlam asına neden olmak; kavlamasını sağlamak, k avm î, [Ar. kavm > kavmi ^ j ü ] (kavmi:) {OsT} sf. 1.
kavlav, [kav-lağu] {ağız} is. Saban demirinin çamu K avimle ilgili; kavm e ait. 2. Kavimci.
runu sıyırmaya yarayan araç. [DS] k av m iy at, [Ar. kavm > lçavmiyyât cjLojS] (kavmi-
kavlen, [Ar. kavi > kavlen (ka'vlen) {OsT} zf. ya:t) {OsT} is. Kavimlerin gelenek, görenek ve kül
Konuşarak; sözlü olarak. @ kavlen ve fiilen, {OsT} türlerini inceleyen bilim dalı; etnografya; budun
Sözlü ve eylemli olarak. bilimi; budun betimi.
k avli1, [kav-lı] {ağız} sf. Yüksek. [DS] kavm iyet, [Ar. kavm > kavmiyyet o ^ j i ] {OsT} is. 1.
kavli2, [kav-lı] {ağız} is. Kereste yapmaya uygun ol
Bir kavm in kendine özgü belirleyici özellikleri. 2.
mayan kütük. [DS]
Bir kim senin bağlı olduğu kavme göre durumu. 3.
kavlıç, -cı [kav-(ı)l-ıç] is. 1. Bir iç organın veya vü K avme bağlılık; ırkçılık,
cudu meydana getiren organlardan herhangi birinin
kavm iyetçi, [kavmiyet-çi] is. Kavmiyet yanlısı; her
bulunduğu yerden bulduğu bir boşluktan çıkması
işte kavmiyeti ön plana çıkaran,
durumu; fıtık. 2. sf. Fıtıklı.
kavm iyetçilik, -ği [kavmiyet-çi-lik] is. Kavmiyetçi
k av lık 1, -ğı [kav-lık] {ağız} sf. Eskiden kav, çakmak,
olm a durumu; toplumsal olgu ve olayları kavimlere
çakmak taşı konulan kap veya deri kese. [DS]
özgü değerler açısından kurum laştırmayı öngören
k avlık2, -ğı [kav-lık / kavlıh] {ağız} is. Kibirlilik; bur
siyasi alcım.
nu büyüklük. [DS] [EG]
k a v ra , [kavra-malc1 > kav-ra] {ağız} is. Büyük eğe.
k avlık3, -ğı [kav-lık] {ağız} is. Kuşların midesi; kur
[DS]
sak. [DS]
k av ra ç , -cı [kav-ra-ç] is. A ğır taşları kaldırmakta
kavlıkça, [kav-lık-ça] {ağız} is. Kav kesesi. [DS]
kullanılan iki tutaklı demir araç,
kavli, [Ar. kavi > kavli ^^s] {OsT} sf. 1. Sözle ilgili; k a v ra k , -ğı [kof / kov / kav > kav-(ı)r-a-k] {ağız} is.
söze ait. 2. Sözde kalan; eyleme dönüşmeden ka 1. Ateş yakm akta kullanılan kuru yaprak veya çalı
lan. çırpı. 2. Ateş, rüzgâr veya güneş etkisi ile kuruyan
kavlince, [kavl-i-nce] zf. Sözüne bakılırsa; söyledi bitki; kavruk. 3. Balsız petek. 4. Birkaç yıl önce
ğine göre. kesilerek içi çürümüş, boşalmış ağaç. 5. Yünlü
kavliyyat, [Ar. kavliyyât u l l j i ] (kavliyya:t) {OsT} is. kumaş. [DS] 6. Arıları kaçırm ak için yakılan çok
Boş sözler; kuru laflar. dumanlı ağaç. [DD]
1 H I I İ I İ M . 2 4 B 3 KAV
kavraklamak, [kavra-k-la-mak] {ağız} gçl. fi. [-r] [- kavramak2, [kavra-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-r(ı)-yor]
l(ı) -yor] iki elle tutmak. [DS] 1. K üçük orakla veya herhangi bir orakla ekin biç
kavralamak, [kavra-la-mak] gçl. fi [-r] [-l(ı)-yor] mek. 2. El ile ekin yolmak. [DS]
{ağız} is. 1. Tutmaya, yakalam aya çalışmak; elle kavramak3, [kav-ra-mak] {ağız} gçl. fi [-ır] [-r(ı)-
kavram ak istemek. 2. İki elle bir şeye sarılıp tut yor] (Kız, çocuk vb. için) yakalayıp, kucaklayıp
mak; kavramak. [DS] alıp gitmek; kaçırmak. [DS]
kavralanmak, [kavra-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır] kavramak4, [kavur-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-r(ı)-yor]
1. Çabalamak. 2. Kaşınmak. [DS] Kızartmak; yakmak. [DS]
kavram 1, [kavra-mak > kavra-m] is. 1. Bir şey veya kavram ak5, [kıv-ır-a-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r] [-r(ı)-
nesne hakkında zihinde oluşan soyut ve genel tasa yor] Sancılanmak; ağrımak. [DS]
rım; mefhum; fehva; nosyon, (1935). 2. fe l. N esne kavramcılık, -ğı [kavram-cı-lık] is. fel. Kavramın,
lerin veya olayların ortak özelliklerini kapsayan ve onu bildiren dildeki karşılığı olan kelim eden ve
bir ortak ad altında toplayan genel tasarım; m ef sözden farklı bir gerçekliği olduğunu, gerçeğin zi
hum; nosyon; soyut ve genel fikir. 3. dbl. Dildeki hinde bulunm adığını ileri süren skolastik öğreti;
bütün kelimelerden bağım sız zihinsel tasarım. S mefhumiye; konseptüalizm.
kavram bilimi, dbl. D ille ilgili işaretlerden yola kavramlaşma, [kavram-la-ş-ma] is. Kavram duru
çıkarak kavramın belirlenmesine yön elik anlam muna gelme.
incelemesi. || kavram karmaşası, Anlam karışıklı kavramlaşmak, [kavram-la-ş-mak] dönşl. fi [-ır]
ğından doğan yeterince anlaşılamama; anlama K avram durum una gelmek,
yetersizliği; anlaşılmazlık. kavramlı, [kavram-lı] sf. Kapsamı geniş; tüm ü ku
kavram2, [kav-(ı)r-a-mak > kavra-m j-ljjlî] {ağız} is. caklayan.
1. Karın zarı; periton. 2. Sığırda kam ın bacaklara kavramsal, [kavram-sal] sf. Kavramla ilgili; kavram
yakın bölüm ü ve bu bölgeden çıkarılan et. [DS] S niteliğinde olan; kavrama dayanan. S kavramsal
kavram yeri, {OsT} Koyun ve keçi gibi hayvanların alan, Belli bir kavrama ilişkin terimler bütünü.\\
semizliğini, zayıflığını anlam ak için elle tutulan kavramsal dilbilgisi, dbl. Dilin, evrensel ve dil
yer; boş böğür. dışı düşünce ulamlarını aktardığı varsayımından
yola çıkan dilbilgisi.|| kavramsal sanat, Düşünceyi
kavram3, [kav-(ı)r-a-mak > kavra-m] {ağız} is. 1.
sanat eserinden üstün tutan, sanat eserinin som ut
Tutam. 2. Avuç dolusu; avuç. 3. Bağlam; deste. 4.
bir ürün değil, bir düşünce ve kavramın ürünü ol
Dişli orak. [DS]
duğunu savunan akım. || kavramsal yazı, E ski M ı
kavram4, [kav-(ı)r-a-mak > kavra-m] {ağız} is. Çev
sır ve Çin yazısında olduğu gibi soyut ve som ut
re. [DS]
çizimlerle kavramları veren yazı; ideografikyazı.
kavram a1, [kavra-ma] is. 1. Kavramak eylemi. 2.
kavramsallık, -ğı [kavram-sal-lık] is. Bir bilginin
Anlama; algılama. S kavrama noktası, Otomobi
kavram sal niteliği; kavram sal olma durumu.
lin harekete geçtiği andaki debriyaj durumu.
kavran1, [Ar. karaba / Far. kurbân] {ağız} is. 1. İçi
kavrama2, [kavra-ma] {ağız} is. 1. El ile tutm ak
boş ağaç. 2. Boş arı peteği. 3. Kutu. 4. İçi oyulmuş
eylemi; tutma; tutamlama. 2. Küçük el orağı. 3.
ağzı kapaklı ahşap kap. 5. Arı kovanı. [DS]
Orakla biçilen bir tutam ekin. [DS]
kavran2, [Far. lcervân] (ağız} is. Y olcu topluluğu;
kavrama3, [kavra-ma] is. 1. İki mili bağlam ak için
kervan. [DS]
kullanılan eleman. 2. Otomobilde m otor ile vites
kavranabilir, [kavran-mak+bil-mek] s f Tam b ir algı
kutusunu birbirine bağlayıp ayıran, m otordan gelen
nesnesi olabilen; duyularla değil de akılla algılana
hareketi sarsıntısız olarak öteki aktarma organları
bilen.
na ileten düzenek; debriyaj. 3. Bu düzeneği işlet
kavranabilirlik, -ği [kavra-n-a+bil-ir-lik] is. K avra
meye yarayan ayaklık. 4. {ağız} Dişli, cıvata ve bo
nabilir olma durumu,
ru anahtarı. [DS]
kavrangoz, [karman +göz / ? kavrangoz] {ağız} sf.
kavrama4, [kavra-ma] is. Binalarda bulunan bağla
Karışık; dağınık. [DS]
ma parçası; kuşak.
kavranılma, [kavra-n-ıl-ma] is. Kavranılmak eylemi,
kavramak1, [eT. ka-m ak (eklemek; yığm ak) > ka-b-
kavranılmak, [kavra-n-ıl-mak] ed il.f. [-ır] Kavrama
mak > kab-(ı)r-â-m ak > kav-ra-mak] gçl. f. [-r] [-
işi gerçekleştirilmek,
r(ı)-yor] 1. {eT} Sıkmak. [DLT] [DK] 2. Bir şeyi sı
kavranılmaz, [kavra-n-ıl-maz] s f Zihinde oluşturu-
kıca tutabilmek amacıyla tek veya iki elle birden
yakalamak; elle sıkıca tutmak. 3. (Çakır kuşu için) lamayan, oluşturulsa bile varlığı akla yatkın görül
avım pençeleriyle yakalamak. 4. Kapsamak. 5. Bir meyen.
şeyi bütün yönleriyle, eksiksiz ve doğru olarak an kavranma, [kavra-n-ma] is. K avranm ak eylemi.
lamak; anlamını çözmek; tam anlamak. 6.fe l. A lgı kavranm ak1, [kavra-mak > kav-ra-n-mak] edil, f i [-
lanan bir şeyi zihinde oluşturmak. ır] 1. Kendisi hakkında kavram a işi gerçekleşmek.
KAV
2. dönşl. f i mecaz. Anlaşılır hâle gelmek. 3. {ağız} işlemine uğramak. {eT} (aym) [DLT] 2. dönşl. fi
Anlamaya çalışmak. [DS] K avruk hâle gelmek,
k a v ra n m a k 2, [kıvra-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır] 1. k av ru lu ş, [kav(u)r-ul-mak > kav(u)r-ul-uş] is. Kav
Kıvranmak. 2. Çabalamak. 3. Kaşınmak. 4. Bulm a rulmak eylemi veya biçimi,
ya çalışmak; aranmak. [DS] 5. Sürekli harekette bu k a v ru şm ak , [kavur-mak > kav(ı)r-uş-mak] {eT}
lunmak. işteş, fi. [-ur] Birlikte kavurmak. [DLT]
k av raşm ak , [kavra-ş-mak] {ağız} işteş, f i [-ır] Tar kavs, [Ar. kavs / kavsiyye is. -*■ kavis. S 1
tışmak. [DS]
kavs ışığı, {OsT} A rk lambası.\\ kavs-i asabî, {OsT}
k av ratm a, [kavra-t-ma] is. Kavrama işini yaptırm ak
anat. Sinir yayt.\\ kavs-i azm î, {OsT} anat. K em ik
eylemi.
yayı.|| kavs-i e lek trikî, {OsT} fiz. Elektrik yayı.||
k a v ratm ak , [kavra-mak > kavra-t-mak] gçl. fi. [-ır]
kavs-i galsam î, {OsT) zool. Solungaç yayı. || kavs-i
K avrama işini yaptırmak; bir kim senin bir şeyi al
in ’ikâs, {OsT} fiz. Yansı yayı.\\ kavs-i k u d re t,
gılamasını, anlamasını, kavramasını sağlamak,
{OsT} Gökkuşağı. || kavs-i k u zah , {OsT} Gökkuşa
kavrayış, [kavra-mak > kavra-y-ış] is. 1. Kavramak ğı.|| kavs-i leyi, {OsT} 1. Gece yayı. 2. g ö k b. Güne
eylemi veya biçimi. 2. Bir şeyi algılama; anlam a ve şin gök küresinde çizdiği yayın ufuk altında kala
kavram a yetisi. 3. Somut ve nesnel kavram lar dı nı. || kavs-i leylü’n -n e h â r, {OsT} g ö k b. Gece gün
şında kalan bütün tasavvurlar ile genel fikir, anı ve düz yayları.\\ kavs-i n e h â rî, {OsT} gök b. Gündüz
yaratıcı hayal güçlerine dayalı kurgular, ya yı.|| kavs-i n ısfü ’n -n e h â r, {OsT} g ö k b. Gece
kavrayışlı, [kavra-y-ış-lı] sf. K avrama yeteneği olan; gündüz yayları.|| kavs-i nttzül, {OsT} tasvf. İlahî
kavrayışı iyi olan; kolayca anlayabilen, ışığın, hava, su, toprak, ateş gibi dört unsura dö
kavrayışsız, [kavra-y-ış-sız] sf. K avrama yetisi iyi nerken meydana getirdiği yay.\\ kavs-i ra h î, {OsT}
gelişmemiş olan, anat. A ya k kemeri.\\ kavs-i u ru c , {OsT} tasvf.
k av rıg , [kavrâ-mak > kav(ı)r-ığ] {eT} is. Tutukluluk; Viicud-i İlahîden ayrılan nurun dört unsurdan geç
hapis. [Gabain] tikten sonra telcrar aslına dönmesi. || kavs-i ziya,
kavrıgsız, [kavrığ-sız] {eT} sf. Müstakil; bağımsız; {OsT} fiz. Işık yayı.
özgür; tutuksuz. [EUTS] k av sad ılm ak , [*kav-mak > kavzâ-m ak > kavza-t-ıl-
k a v rık 1, -ğı [kav(u)r-uk] {ağız} is. Tahıllardaki küçük mak] {eT} edil. fi. [-ur] Sıkıştırılmak; çevrilmek.
ak taneler. [DS] [Gabain]
k a v rık 2, -ğı [kağ (yans.) > kağ-(ı)-ık] {ağız} is. Bal k a v sa k 1, -ğı [kavza-mak > kavza-k / kavsa-k] {ağız}
gam. [DS] is. 1. Buğday veya arpanın, dış kabuğu; kavız. 2.
kavrılm ak, [*kâğ-mak > kağ-ur-mak > kav(ı)r-ıl- Kepek. 3. Fındığın yeşil kabuğu.
mak] {eT} edil.f. [-ur] Kavrulmak. [EUTS] [KB] k av sak 2, -ğı [kav / kov > kav-sa-mak > kavsa-k]
k av rım ak , [kav(ı)r-ı-mak] {ağız} gçsz. f [-r] Sancı {ağız} is. 1. Kurumuş, gevrek ekmek. 2. sf. Seyrek;
lanmak; ağrımak. [DS] aralıklı. 3. İçi boş; çürük. [DS] 4. (Çörek için) çok
k avrışm ak, [kavrâ-mak > kav(ı)r-aş-mak] {eT} işteş. kurumuş.
f. [-ur] Dövüşmek; kavga etmek. [EUTS] [Gabain] k av sak 3, -ğı [kav(ı)s-a-k] {ağız} sf. 1. (Kişi için) kaba
k a v ru k 1, -ğu [kavur-mak. > kav-(u)r-uk] sf. 1. Kav ve sevimsiz. 2. (Kişi için) zayıf ve hafif. 3. Sırna
rulm uş olan. 2. mecaz. Yaşı ilerlediği hâlde boyu şık. [DS]
gelişmemiş olan; bodur kalmış olan. 3. (Bitki için) k av sak lam ak , [kavsak-la-mak] {ağız} gçl. f i [-r] [-
yetişm esi durmuş olan; büyümesi durmuş. 4. {ağız} l(ı) -yor] 1. Bir işi baştan savm a yapmak. 2. A nla
Kurumuş. [DS] 5. {ağız} Acı çeken; dertli. [DS] 6. mak; farkına varmak. [DS]
{ağız} Sevdalı; âşık. [DS] 7. {ağız} is. Patlamış mısır. k av sak sm m a, [kavsak-sı-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır]
[DS] 8. {ağız} Kavut. [DS] 9. {ağız} Nişastası az olan Ö nem verme; aldırma; ehemmiyet verme,
buğday. [DS] kavsal, [kav / kov > kav-(ı)s-al] {ağız} is. 1. Mısırın
k a v ru k 2, -ğu [kav-ur-mak > kav-(u)r-uk] {ağız} is. yeşil yaprağı. 2. İçi boş; kof. 3. Tam yanmamış,
Kahve tavası. [DS] kurumuş gevremiş şeyler. [DS]
k a v ru k 3, -ğu [kağ-(ı)r-mak > kağ(ı)r-ık] {ağız} sf. 1. k av salam ak , [kavsa-la-mak] {ağız} gçl. fi [-r] [-l(ı)-
(Tahta için) kanrılmış; eğri büğrü. 2. Birkaç yıl ön yo r] (Saç için) gelişigüzel toplamak. [DS]
ce kesilmiş, içi çürüyerek boşalmış ağaç. [DS] k av sald ak , -ğı [kavsal-da-k] {ağız} sf. Kabartılmış;
k av rukluk, -ğu [kavruk-luk] is. 1. Kavruk olma gevşek. [DS]
durumu. 2. Boyca gelişmemiş olma durumu, k avsaltı, [kavsal-tı] {ağız} is. Gürültü. [DS]
kavrulm a, [kav(u)r-ul-ma] is. 1. Kavruk duruma
k a v sa ra 1, [Ar. kavşara o ^ js ] {OsT} is. 1. Hurma
gelme. 2. K avurma işlemine uğrama,
kav ru lm ak , [eT. *kâğ-mak > kağ-ur-mak > kavur dalından veya kamıştan yapılmış iki kulplu meyve
mak > kav(u)r-ul-mak] edil, fi [-ur] 1. Kavurma sepeti. 2. İnsan veya hayvan kaburgası.
O lK ti l i e » 1 .2 4 8 5 KAV
k av sara2, [Ar. kavşara oj-ojâ] {ağız} is. 1. Kıyma, ka k av şak 6, -ğı [kav(ı)ş-a-k] {ağız} sf. A teşte pişmiş,
kavrulmuş kestane. [DS]
vurma ve yağ koym aya yarayan büyük tahta kutu;
külek. 2. İnce tahtalardan yapılan üzüm sepeti. 3. k av şak lam ak , [kav-ış-a-k-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r]
Ev önünde sebze yetiştirilen küçük bahçe. 4. H a fl(ı)-y o r ] Güneşlendirmek; havalandırmak. [DS]
sırdan yapılmış buğday ambarı. 5. Hasır çuval. [DS] k a v şa m a k 1, [*kav-mak > kav(ı)ş-â-mak] {eT} g ç sz.f.
S k av sarası (havsalası) d a r olm ak, Çabuk sinir f r ] Kaynaşmak. [EUTS]
lenmek; titizlenmek. k av şam ak 2, [kav(ı)ş-a-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-ş(ı)-
k av sara3, [kof / kov / kav > kav-(ı)s-ar-a] {ağız} is. 1. yor] Tutmak; sıkmak. [DS]
Ruh; can. 2. Hafif, zayıf kimse. [DS] k av şa m a k 3, [kav(ı)ş-a-mak] {ağız} g çsz.f. f r ] [-ş(ı)-
k av sara4, [kağ (yans.) > kağ-(ı)s-ar-a] {ağız} is. Ök yor] Kağşamak. [DS]
sürük. [DS] k av şan m ak , [kav(ı)ş-a-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
k a v sa ra 5, [? kavsara] {ağız} sf. İvedi; tez. [DS] S1 Süslenmek. [DS]
kav saray a getirm ek, {ağız} Sıkıştırmak; ivdirmek. k a v şarm a k , [kav(ı)ş-a-r-mak] {ağız} g ç l.f f ı r ] İki
[DS] kişiyi birbirine düşürmek. [DS]
kavseyn, [Ar. kavs > kavseyn Oc-j5] is. 1. İki yay. 2. k ay şatılm ak , [*kav-mak > kav(ı)ş-â-mak > kavşa-t-
İnsandaki kaşların ikisine birden verilen ad. ıl-mak] {eT} e d il.f. [-ur] Karıştırılmak; sarsılmak;
heyecanlandırılmak. [EUTS]
kavsık, -ğı [kav-sık j - j l î ] {OsT} is. Çakm ak taşından
k av şatm ak , [*kav-mak > kav(ı)ş-â-mak] {eT} gçl. fi
kıvılcım çıkarmak için taşa vurulan çelik parçası; [-ur] Çevirmek; sıkışmak. [EUTS]
çakmak.
kavşayık, -ğı [kav(ı)ş-a-y-ılc] {ağız} is. Yaban yulafı.
kavsıra, [Ar. kavşara » {ağız} is. Y ayvan sapsız [DS]
sepet. [DS] kavşı, [kav-ış-mak > kavî] (kavşr.) {eT} sf. (Kaş içiıı)
kavsî, [Ar. kavsi ^ j s ] (kavsi:) sf. 1. Y ayla ilgili. 2. ince; çatık. [DLT]
Yay gibi olan, kavşık, -ğı [kav-uş-mak > kavş-ık J i j l i ] sf. İ. {OsT}
kavsnam e, [Ar. lçavs + Far. nâm e ^ L ^ jî] (kavsna:- Kavuşan; kavuşabilen. 2. is. İki yolun birleştiği
yer; kavşak.
me) {OsT} is. Okçuluk üzerine yazılmış kitap,
kavşıksız, [kavşık-sız > X ijs] {OsT} sf. Kavuşmayan.
kavspare, [Ar. kavs + Far. pare ejL -jî] (kavspa:re)
k av şırm a, [kav(ı)ş-ır-ma] {ağız} is. İki kanatlı kapı.
{OsT} is. Küçük yay.
[DS]
kavsuk, -ğu [kav / kov / k o f > kav-(ıı)s-uk / kavzuk]
k av şırm ak , [kav-uş-ur-mak > kavşır-mak] gçl. f i f
{ağız} is. M eyve kabuğu; kapçık. [DS]
ır] 1. Kuşatmak; çevirmek; ihata etonek. 2. {ağız}
kavsul, [kav / kov / k o f > kav-(u)s-ul] {ağız} is. Yara
Elleri göğüste birleştirip saygıyla durmak; el pençe
üzerindeki kabuk. [DS]
divan durmak. [DS] 3. Bir şeyi iki elle kucaklamak.
kavşadıîm ak, [*kav-malc > kav(ı)ş-â-m ak > kavşa-d- 4. {ağız} Bir araya getirmek; birleştirmek. [DS] 5.
ıl-mak] {eT} edil.f. [-ur] Birleşmiş olmak; kavuştu Kavuşturmak. 6. {ağız} İki eli birleştirerek tutmak;
rulmuş olmak. [EUTS] kucaklamak. [DS]
kavşahm ak, [kav-(ı)ş-ak-mak] {ağız} g ç sz.f. [~(ğ)ır] kavşıt, [eT. kav-ış-m ak > kav(ı)ş-ut / kavş-ıt] {ağız}
Dedikodu etmek; söz getirip götürmük. [DS] is. 1. İki yolun, iki suyun birleştiği yer; kavşak. 2.
kavşak1, -ğı [eT. kav-uş-mak > kav(u)ş-â-m ak / lcav- İki dağın birleştiği yer. 3. Ek; bitişik yer. 4. Yerle
uş-a-k > kavş-a-k] is. 1. (Yol, ırmak vb. için) ke gökyüzünün birleşmiş gibi göründüğü yer; ufuk.
sişme veya birleşme yeri. 2. Birbiri ile birleşen iki [DS]
damarın bağlantı noktası. 3. İki ve daha çok yol, k a v şu rm ak , [*ka-mak > kav-ış-mak > kav(ı)ş-ur-
cadde veya sokağın birbirini kestiği, trafik akışını mak] {eT} g ç l.f. [-ur] Katlamak; bir araya koymak;
kolaylaştırmak ve düzeni sağlamak için özel dü birleştirmek; kavuşturmak. [EUTS] [DK] [KB]
zenlemenin yapıldığı alan. [Gabain]
kavşak2, -ğı [kağ (yans.) > kağ-(ı)ş-a-k] {ağız} sf. k a v şu t1, [kav-ış-mak > kav(ı)ş-ut] {eT} is. İki haka
Gevşek; yıpranmış; yıkılm aya yüz tutmuş. [DS] nın ülkelerinin dirliği için barışmaları. [DLT]
kavşak3, -ğı [kağ (yans.) > kağ-(ı)ş-a-k] {ağız} sf. k av şu t2, [eT. kav-ış-malc > kav(ı)ş-ut] {ağız} is.
Uçurum; yar. [DS] Kavşak. [DS]
kavşak4, -ğı [kağ (yans.) > kağ-(ı)ş-a-k] {ağız} is.
k a v ta n , [Far. haftan => kavtân jb jli] {OsT} is. K af
Siyah, gevşek, sürülmesi kolay olan bir çeşit top
rak. [DS] tan.
kavşak5, -ğı [kav-uş-alc] {ağız} is. M ısırın koçanı kavuç, -cu [kav-(ı)l-ıç / kav-uç] {ağız} sf. 1. Fıtıklı. 2.
dışında bulunan gevşek yeşil yapraklar. [DS] Zayıf; hastalıklı. [DS]
KAV ira U K C E S M • 2486
kavuççuk, -ğu [kavuç-çuk] {ağız} is. Fes kalıbı. [DS] cek. 3. Kurutulmuş ekmek. 4. M eyve kurusundan
k a v u k 1, -ğu [eT. *kav-mak > kav-uk ö fü / JjjlS] is. yapılan un. S k a v u rg a etm ek, {ağız} Kavurmak.
[DS]
1. {eT} Kabarcık. [EUTS] 2. {OsT} İçi boş şey; içi
k a v u rg a 2, [kavur-ga] {ağız} is. Bostan bitkilerinin
boş kap. 3. {eT} {eAT} {OsT} {ağız} Sidik torbası;
yapraklarını buruşturan, bir küçük böcek. [DS]
mesane; sidiklik. [DLT] [DS] 4. {eT} Kepek. [KB] 5.
kav u rg eç, -ci [kavur-ga-ç] {ağız} is. M ısır, kestane
Pamuktan yapılan ve etrafına sarık dolanan büyük
patlatm aya yarayan tava. [DS]
bir erkek başlığı. 6. {ağız} Yumak; kuka. [DS] 7.
{ağız} Oyuk; çukur. [DS] 8. {ağız} Çıkıkçı. [DS] S k a v u rg u , [kavur-gu] {ağız} is. M ısır kavurm a aracı.
k avuğu b ü y ü k , k endi k ü ç ü k şalgam efendi, Bir [DS]
değeri ve önemi olmamasına rağmen kendini k a v u rk a , [*kâğ-mak > kağ-ur-mak > kağ-ur-ğa / ka-
önem li ve büyük göstermeye çalışan kimse. \\ k av u k vur-ga ‘LijjS / 43jjU] {OsT} is. -*■ kavurga1.
fitili, Kavuğun dikiş yerindeki kaytan.\\ k a v u k k a k a v u rm a , [kağ-ur-ma / kav-ur-ma] is. 1. Kavurmak
lıbı, Giyilmediği zam anlarda bozulmaması için eylemi. {eAT} (aym) [DK] 2. Kendi yağı ile kavrulup
kavuğun konulduğu baş biçimindeki nesne.^ k av u k pişirilmiş et. 3. Bazı besinlerin açık havada sıcak
sallam ak , Birine yaranm ak için onun söylediği her hava ile işlenmesi. 4. sf. Kavrulmuş olan. S k a
şeyi kabul etmek.\\ k av u k sarığı, Kavuğun etrafına v u rm a herlesi, {ağız} K avrulm uş unla yapılan çor
sarılan bez sargı. ba. [DS]
k av u k 2, -ğu [kav-ur-mak > kav-uk] {ağız} is. K av k av u rm a c ı, [kavur-ma-cı] is. 1. K avurma yapan ve
rulmuş m ısır tanesi. [DS] satan kimse. 2. Bu kişinin iş yeri,
kavukçu, [lcavuk-çu] is. 1. Kavuk yapan veya satan k a v u rm aç , [kağ-ur-mak > kağur-maç / kavurmaç] is.
kimse. 2. mecaz. Yaranmak amacıyla olur olmaz is. Kavrulm uş buğday tanesi; buğday kavurgası;
her şeyi onaylayan; yağcı, {eT} (aynı). [DLT]
k avuklu, [kavuk-lu] sf. 1. K avuk giymiş olan; kavu
k a v u rm a k 1, [*kâğ-mak > kağ-ur-mak gçl. f.
ğu bulunan. 2. is. tiy. Orta oyununda başında kavuk
bulunan, m uhavereyi yürüten, kaba saba, hazırce [-ur] 1. Yakmak; kızartmak. 2. Yiyeceği tencerenin
vap baş rol oyuncusu. S k avuklu a rk ası, Orta içine koyarak yanm ayacak biçimde kızartmak. {eT}
oyununda kavuklu gibi giyinen ve onun arkasından {OsT} (aynı) [EUTS] 3. (Soğuk, sıcak, rüzgâr vb.
gelen cüce ve kam bur tip. || k av u k lu y ağ m u r, {ağız} için) kurutmak; gevretmek; yakmak. 4. (Acı için)
İri taneli bahar yağmuru. [DS] şiddetle yakmak. 5. Büyük zarar vermek; üzmek;
kav u k lu k , -ğu [kav-uk-luk] is. Kavuk koymaya ya mahvetmek. 6. fiz. kim. B ir oksitleme meydana ge
rar küçük raf. tirm ek amacıyla kimyasal bir maddeyi veya cevhe
ri hava etkisiyle ısıtmak,
kavulca, [kavul-ca] {ağız} is. Tek sıralı kabuklu buğ
day başağı. [DS] k av u rm ak ", [*kav-mak > kavır-m ak / kav-ur-mak]
{eT} gçl. f. [-ur] Basmak; tazyik etmek; toplamak;
k a v u m 1, [? kavum] {ağız} is. Yemekli, oyunlu top
kavramak; yakalamak; sıkmak. [EUTS] [DLT] [KB]
lantı. [DS]
[Gabain]
k av u m 2, [Ar. kavm] {ağız} is. Akraba. [DS]
k av u rm a lı, [kavur-ma-lı] sf. İçinde kavurm a bulu
k av u n , [eT. *kâğ-mak > kâğ-ün > lcağun > kavun] is.
nan; kavurm a ile yapılmış olan,
bot. 1. Kabakgillerden, sürüngen gövdeli, büyük
k a v u rm a lık , -ğı [kavur-ma-lık] s f 1. Kavurma yap
yapraklı, erkek ve dişi çiçekleri ayrı, alt durumlu
m aya elverişli olan. 2. K avurm a yapmak için ay
ovaryum dan gelişen, sulu ve güzel kokulu meyveli,
rılmış olan.
b ir yıllık otsu bitki, (Cucumis melo). 2. Aynı bitki
nin etli, sulu meyvesi. S1 k av u n b ak lav ası, Kavun- k av u rsa ğ , [kavur-sa-k] {ağız} is. Y ünlü kumaşların
lu bir çeşit baklava. yanarken çıkardığı koku. [DS]
kavuncu, [kavun-cu] is. Kavun yetiştiricisi ve satıcı k a v u rtla k , -ğı [kavur-t-la-k] {ağız} is. Düz yüzeydeki
sı. yuvarlak çıkıntılar. [DS]
kavuniçi, [kavun+iç-i] is. 1. Pembeye çalan sarı k a v u rtm a , [kavur-t-ma] is. K avurma eylemini bir
renk; turuncu. 2. sf. Bu renkte olan, başkasına yaptırma,
k a v u rtm a k , [kavur-t-mak] gçl. f. [-ur] Kavurmak
k a v u r, [Ar. kâfir => kavur jjli] {eAT} is. Düşman,
eylemini bir başkasına yaptırmak; bir şeyi başkası
k av u rçak , -ğı [kav-ur-ça-k] {ağız} is. Bebek. [DS] nın kavurm asını sağlamak,
k a v u rg a 1, [*kâğ-mak > kağ-ur-mak > kağ-ur-ğa / k a v u ru ş, [lcavur-uş] is. K avurmak eylemi veya bi
kavur-ga ■’ij j â 4ijjU/] {OsT} {ağız} is. 1. Buğday, çimi.
m ısır vb. tahılların kuru yemiş gibi yenilmek üzere k avuş, [kav-us / kav-uz] {ağız} is. 1. Tahıl kabuğu. 2.
kavrulmuş taneleri; ateşte kavrulan tahıl. 2. Kabu Kavrulm uş tahılın öğütülmesi ile elde edilen un;
ğu alınmış ve dövülmüş buğdaydan yapılan yiye kavut. [DS]
• 2487 KAV
kavuş, [? kavuş] {ağız} is. Tahta. [DS] dizideki hücre ve sitoplazmanın öteki dizideki hüc
k a v u şa k 1, -ğı [kav-uş-ak] {ağız} is. K uru kestane. relere bu köprülerden geçip yum urtalar meydana
[DS] getirm esi suretiyle çoğalan tatlı su yosunları sınıfı,
k av u şak 2, -ğı [kav-uş-ak] {ağız} is. 1. Kavşak. 2. Gür (Desmidiales, Mesoteniales, Zygnemales).
akarı dere. [DS] k a v u t1, -d u [*kâğ-mak > kâğ-ut > kav-ut o jâ / ijjU
kavuşlak, -ğı [kav-uş-la-k] {ağız} is. M or renkli
i j j l i / O jlî] {eT} {eAT} {OsT} {ağız} is. 1. K avrul
yaban menekşesi; mor menekşe. [DS]
muş ve dövülmüş buğday ununa şeker veya üzüm,
kavu şk an , [kav-uş-kan j l i i j l i ] {OsT} sf. 1. Y apış
incir gibi kuru yemiş katılarak yapılan b ir tür yiye
kan. 2. Asılgan. cek. [DLT] [DS] 2. {ağız} Kurutulmuş armuttan çe
kavuşm a, [kavuş-ma] is. 1. Kavuşm ak eylemi. 2. kilerek elde edilmiş un. [DS] 3. {ağız} İnce bulgur.
Ayrı kalmış birisiyle buluşma. 3. Ulaşma; varma. [DS] 4. {ağız} Kavrulmuş buğday. [DS] 5. {ağız}
4. Elde etme; erişme. 5. (Güneş için) batma. 6. bot. Bulgur kepeği. [DS] fi1 k av u t eylem ek, {eAT} K a
Mantar ve yosun gibi bazı aşağı bitkilerde, yeni vurmak; kavrulmuş hâle getirmek. || k a v u t helvası,
birey oluşumu için iki ayrı hücrenin birleşimi, {ağız} Kavrulmuş ve öğütülmüş tahıl ununa yemiş,
kavuşm ak, [eT. kab-m ak > kab-ış-m ak > kav-uş- şeker veya pekm ez katılarak yenen bir tür helva.
mak işteş, f. [-ur] 1. {eT} {eAT} Birleşmek; [DS]|| k av u t keçi, {ağız} K ızıl keçi. [DS]
k a v u t2, [kavut] {eT} is. Kut; saadet; görkem; şevket;
yaklaşmak; karşılaşmak. [DLT] 2. Ayrı kalman bir
haşmet. [EUTS]
kimse ile bir araya gelmek; görüşmek. 3. Bir yere
k a v u t3, -d u [kavut] {ağız} is. İlaç olarak kullanılan
tekrar geri dönmek. 4. Özlediği bir şeyi yeniden
kaynatılmış çiçek veya bitki kökü. [DS]
elde etmek. 5. (Nehir, yol vb. için) katılmak; ka
rışmak. 6. Bir araya gelmek; birleşmek. 7. gçsz. f. kavuz, [kab / kap (kabuk) > kab-uz > kav-uz jjü ]
Yokluğu çekilen veya çok istenen bir şeye erişmek; {ağız} is. 1. Buğdaygillerin başağında, başakçıkları
onu elde etmek. 8. (Güneş için) batmak. 9. V ar veya çiçekleri saran örtü pulu. 2. {eAT} Tahıl ele
mak; ulaşmak. 10. bot. (M antar ve yosun gibi bazı nirken kalburda kalan kapçıklı tane. 3. İçi boş ka
aşağı bitkiler için) ürem eyi sağlamak için bir köp buklu yemiş. 4. Yaprakları dökülen bitki. 5. So
rücük ile iki ayrı hücre birbirine bağlanmak, yulmuş; pul pul olmuş deri. 6. Saç dibinde olan
kavuştak, -ğı [kavuş-ta-k] is. ed. Şarkı ve türküde kepek. 7. Tahıl kepeği. [DS] 8. {eT} Şaraptaki çör
tekrarlanan dize; nakarat. çöp; tortu. [DLT] 9. sf. (Meyve için) özsüz; içi çü
k av u ştu rm a 1, [kavuş-tur-ma] is. 1. Kavuşmasını rük; iç tutmamış; gelişmemiş. [DS] fi5 k avuz ol
sağlamak eylemi. 2. {ağız} Erkek gömleği. [DS] 3. m ak , {ağız} K abuk kabuk olmak. [DS]
{ağız} İş gömleği. [DS] 4. {ağız} Yelek. [DS] k av u zcu k , -ğu [kavuz-culc] is. Buğdaygillerde taneyi
k av u ştu rm a2, [kavuş-tur-ma] {ağız} is. Evleğin ya doğrudan doğruya saran renksiz iki saydam pul-
rısı. [DS] cuktan her biri,
k av u ştu rm ak , [lcavuş-mak > kavuş-tur-mak] gçl. f . k avuzlu, [kavuz-lu] sf. Tanesi bir veya birçok kavuz
[-ur] 1. Kavuşm asına yol açmak; kavuşmasını sağ la kaplı olan.
lamak; kavuşm alarını sağlamak; {eT} (aynı). [KB] 2. k a v u zlu lar, [kav-uz-lu-lar] is. bot. Bir çeneklilerden,
(Yokluğu çekilen bir şey için) edinmelerini, elde çiçeklerinde renkli taç yaprağı yerine, kavuz deni
etmelerini sağlamak, len yeşil renkte yapracıklar bulunan bitki takımı,
kavuşuk, -ğu [kavuş-ulc] {ağız} sf. Birleşmiş; bir a- (Glumi florae).
raya gelmiş. [DS] k avvad, -di [Ar. kavvad alj5] (kavvaıd) is. Pezevenk;
kavuşuklam ak, [kavuş-uk-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] gavat.
fl(u )-y o r] Elde etmek. [DS] kavval, -li [Ar. kavi > kavvâl Jljü] (kavvad) is. 1.
kavuşulm a, [kavuş-ul-ma] ıs. B ir araya gelinme; ka Çok konuşan; geveze. 2. Açık sözlü; yerinde konu
vuşulmak eylemi, şan. 3. müz. Şarkı okuyan; şarkıcı. & kavvâl b i’I-
kavuşulm ak, [lcavuş-mak > kavuş-ul-mak] edil. f. [- h ak k , Özü sözü doğru olan.
ur] Bir araya gelinmek; birleşilm ek; buluşulmak,
kavvas, [Ar. kavvâs ^IjS] (kavva;s) is. 1. Oklu asker.
kavuşum , [kavuş-mak > kavuş-um] is. g ö k b. Birden
2. 01c yapan; okçu. 3. Eskiden okullarda kapıcılık
çok gök cisminin Y er’e göre düşey bir düzlemden
yapan kişilere verilen ad. 4. Banka, konsolosluk
aynı anda geçmesi, fi1 k av u şu m devri, gö k b. Bir
gibi yerlerde görevli kapıcı veya bekçi.
gezegenin iki kavuşum anı arasında geçen süre.
k a v z a 1, [? kavza] {ağız} is. Saç örgüsü. [DS]
kavuşur, [kavuş-mak > kavuş-ur] sf. Üremek ama
cıyla iki ayrı hücresi birbirine bağlanan; kavuşan. kav za2, [kav-(ı)z-a»jjs] {OsT} is. Kaplıca; ılıca,
® k av u şu r su y osun ları, biy. İki ayrı para lel y o k av zad ılm ak , [lcav(ı)z-a-t-mak > kavzat-ıl-mak] {eT}
sun ipliği arasında köprü hücre oluşturarak, bir edil. f. [-ur] Çevrilmiş olmak. [EUTS]
KAV Ö IÜ M IÜ K M • 2488
kavzak, -ğı [kavza-k] {ağız} is. Koltuk verme; dalka zool. Sazangillerden, derelerde yaşayan, uzun göv
vukluk. [DS] 0 kav zak verm ek, {ağız} D alkavuk deli, anüs yüzgeçleri kısa, çenesinde iki bıyık teli
luk etmek. [DS] bulunan, sırtında esmer, sa n ve mavi parıltılar bu
kavzalam ak, [kavza-la-mak] {ağız} gçl. f. f r ] [-l(ı)- lunan, boyu on beş santim i geçmeyen, nisandan
yo r] Saç örmek. [DS] ağustos sonuna kadar p ek çok yum urta bırakan,
k avzam a, [kav-za-ma] is. 1. Sıkı sıkı tutm ak eylemi; p e k çok türü bulunan, küçük kemikli balık,
sıkıca yakalama. 2. Koruma. 3. Düzenleme; tan (Gobius).|J kaya balığıgiller, zool. K üçük boyda,
zim. iri başlı, yüzgeçleri karın üzerinde, fırla k gözlü,
birkaç tatlı su türü bulunan, deniz ve haliçlerde
k av zam ak 1, [*kav-mak > kavzâ-m ak g ç l . f [-
yaşayan, kemikli balıklar fam ilyası, (Gobidae).\\
r] [-z(ı)-yor] 1. {eT} Dayatmak; sıkıştırmak; sıklaş kay a gibi, Çok sağlam ve sert. |j k a y a güvercini,
tırmak. [EUTS] 2. {eAT} {ağız} Sıkıca tutmak; kav zool. Avrupa, Asya ve K uzey A frika ’nın dağlık ve
ramak; yakalamak. [DD] 3. {ağız} Korumak; sakla kayalık yerlerinde sürüler hâlinde yaşayan, evcil
mak; muhafaza etmek. [DS] 4. {ağız} mecaz. Yoluna güvercinin atası sayılan, boz renkli bir tür yaban
koymak; düzenlemek; derleyip toplamak. [DD] 5. güvercini, (Columba livia).|j k ay a hanisi, zool.
{ağız} Bir şeyin yerini değiştirmek; başka bir yere Hanigillerden, sıcak ve ılık denizlerin iki yü z met
götürmek. [DS] reye kadar olan diplerinde yaşayan, omurgasızlar
k avzam ak2, [kavza-mak] {ağız} g ç l.f. M [-z(ı)-yor] la beslenen kemikli balık; lahos, (Epinephalus
1. Karşısındakini bir konuda uyarm ak için bir yeri aeneus).\\ k ay a ho ro zu , zool. Amazon kayalıkla
ni hafifçe çimdiklemek. 2. Acıyan yeri tutmak. rında yaşayan, erkeğinin çiftleşme döneminde ya p
[DS] tığı gösteri ile ünlü olan, erkeğinin, tüyleri tama
kavzam lı, [kavza-m-lı] {ağız} sf. Kendini koruyan. men kırmızı ve turuncu olan, başının üzerinde dik.
[DS] tüylerden bir yelpaze şeklinde tepelik bulunan, di
kavzan m ak, [kavza-n-mak {eAT} dönşl. f. şisi esmer, 30-35 cm. boyunda bir ötücü kuş,
[-ur] Elleriyle tutunmak istemek, (Rupicola),|| kaya k a rta lı, zool. Gündüz yırtıcıla
k avzantı, [kav-za-ntı] {ağız} is. M arangoz rendesin rından kuzey yarım kürede, kayalık alanlarda y a
den çıkan yonga. [DS] şayan, sırtı koyu, karnı açık kahverengi, siyah ka
kavzım ak, [kav(ı)z-ı-mak] {ağız} gçl. f. f r ] K oru natlı, gezici bir kuş, (Aquila chrysaetus)\\ kaya
m ak. [DS] kekliği, zool. Tavuksular takımının süliingiller f a
milyasından 38 cm. kadar uzunlukta, Balkanlarla
kavzınm ak, [kav-ız-m-mak > kavzın-mak] {ağız}
ve Asya ’da kayalık alanlarda yaşayan bir tür kek
gçsz. f. [-ır] 1. Durmadan kaşınmak. 2. Çaresizlik
lik, (Alectoris graeca).|] kaya keleri, zool. Bukale
ten kıvranmak. 3. Aranmak. [DS]
mungillerden, renk değiştirmesiyle ünlü, 5-30 cm.
k avzulam ak, [kavza-la-mak] {ağız} g ç l . f f r ] [-l(u)
boyunda bir tür kertenkele; bukalemun,
-yor] Saç örmek. [DS]
(Chamaeleo chamaeleon).|j kaya kertenkelesi,
k ay 1, [kay (yans.)] is. Pütürlü, tırtıklı yüzeylerin bir zool. Gerçek kertenkelegillerden A sy a ’nın bazı
birine sürtünmesini anlatan kök. [Zülfıkar] kay-ır bölgeleri ile Anadolu ’da yaşayan bir tür kertenke
kayır le, (Lacerta saxicola).\\ k a y a k ırlangıcı, zool. K ır
kay2, [kâd / kay ^U] is. 1. {eT} {eAT} {OsT} Kar; kar langıçgiller fam ilyasından 15 cm. kadar uzunlukta,
fırtınası; tipi. 2. {ağız} Yaz yağmuru; yağmur. [DS] sırtı kül kahverengi, karnı daha açık renkli, sarp
3. {ağız} Nem . [DS] 4. {ağız} Yağmur öncesi esen kayalık alanlarda yaşayan, kayalar üzerindeki kü
sert rüzgâr; bora; fırtına. [DS] çük böceklerle beslenen, yurdum uzun her yerinde
k ay3, [kanu] {eT} zf. -*■ kanu. yazın kuluçkaya yatan göçm en bir kuş, (Ptyonop-
kay4, [Çin. k ‘ai] {eT} is. 1. Açmak. [EUTS] 2. Cadde. rogne rupestris).j| kaya kızım ı, {ağız} İlkbaharda
[EUTS] [Gabain] 3. B ir sülalenin mensubu. [EUTS] sıcakların arttığı zaman. [DS]|| k ay a k ira z kuşu,
zool. -* kaya yelvesi.|| k ay a kirp isi, {ağız} Deniz
kay5, -yyı [Ar. kay1 >Js] {OsT} is. Kusma; çıkartma;
kestanesi fosili. [DS]|| k ay a k oltuğu, {eAT} Kaya
istifrağ etme. S kay etm ek, Kusmak.\\ k a y ’ü ’d- boşluğu; saklanmaya, siper olarak kullanılmaya
dem , {OsT} Kan kusma. uygun kaya dibi. || kaya lifi, Taş pam uğu; asbest. ||
kay6, [kay] {ağız} is. Acele. k ay a k o ru ğ u , {ağız} Kayalıklarda biten, kara üzüm
k ay7, [kay] {ağız} is. Tohumun çıkmasına engel olan gibi meyveleri olan, çok yıllık otsu ve etli yapraklı
bir parm ak kalınlığındaki sert ve killi toprak. bitki, (Sedunı sempervivoides / sempervivum) [DS]||
k a y a 1, [eT. *kâd-mak > *kâdâ / kaya] is. 1. Arazide k ay a m em esi, {ağız} -*■ kaya kirpisi. [DS][| kaya
m ezarı, K ayalar içine oyulm ak suretiyle yapılm ış
ve dağların yamaçlarında yere gömülü sert ve bü
mezarlar. || kaya örüm ceği, zool. Taşların arasında
yük taş kütlesi. {eT} (aynı) [ETY] [EUTS] [DLT]
yaşayan bir tür örümcek] \ k ay a pito n u , zool. Pi-
[Gabain] 2. Sarp dağ; taşlık uçurum, ö kaya balığı,
tongiller fam ilyasından, 8 m. kadar uzunlukta, kar üzerinde kayarak yol almak için ayağa takılan,
Tropik bölgelerde yaşayan bir yılan, (Python tahta, plastik veya fiberglastan yapılmış araç; ski.
sebae). || kaya resmi, Çoğunlukla m ağaralarda y a 2. Bu aletle su veya kar üzerinde yapılan spor. 3.
şayan ilkel insanların kayalara ve m ağara duvar Bazı uçaklarda iniş tekerlekleri yerine geçen kızak
larına boya veya çizgilerle yaptıkları resimlere ve lar. 4. Keman kirişi. 5. Kuvvetli ve çukurumsu tar
rilen ad.|| kaya san san , zool. Avrupa ve A sy a ’da la. 6. sf. Yaşlı köse. S kayak evi, K ayak bölgele
yaşayan, boz renkli postu değerli, gececi, ev hay rinde korunm ak ve barınmak için yapılan küçük
vanlarına saldıran bir tür sansar, (Mustela foina).\\ evler.
kaya sarımsağı, bot. Genç yaprakları sarım sak kayak2, -ğı [koy-ak > kayak] {ağız} is. 1. Koy; kör
yerine kullanılan bir tür yaban sarımsağı, (Allium fez. 2. Güneş görmeyen koyu gölgeli çukur yer. 3.
ampeloprasum),|| kaya sarm aşığı, Kayalıklarda Dağların üzerinde geniş bir alanı kaplayan oldukça
biten bir sarm aşık tüı~ü.\\ kaya serçesi, zool. Serçe- çukur düzlük ve bol otlu yer. 4. Mahalle. [DS] 5.
gillerden, 14 cm. kadar uzunlukla, başın ortasında Orman ve dağlardaki çanak şeklinde otlu, sulu ya
grimsi kahverengi birer bant bulunan, kayalık y e r maç.
lerde, harabeler civarında yaşayan bir ötücü kuş. kayak3, [kanak] {eT} is. Kaymak; krema. [DLT]
(Petronia petronia).\\ kaya suyu, K ayaların ara kayak4, -ğı [Eskimo d. kayak] is. 1. Kürekçinin
sından sızan kaynak suyu. \\ kaya taşı, {ağız} K aydı oturduğu yer ve tahtaları deri ile kaplanmış tek ki
rak oyunu. [DS]|| kaya tuzu, Toprak altından cev şilik Eskimo kayığı. 2. spor. Çift palalı kürekle ha
her hâlinde çıkarılan tuz.|| kaya üzümü, {ağız} K ır reket ettirilen ve su geçirmezliği kürekçinin beline
larda biten, meyvesi dövülerek yaralara sarılan bir kadar sıkıca sarılmış bir kılıfla sağlanan bir spor
bitki. [DS]|| kaya yağı, {ağız} -*■ kaya üzümü. [DS]|| kayığı. 3. spor. Bu kayıkla yapılan spor.
kaya yelvesi, zool. E ski Dünyanın ılıman bölgele kayak3, -ğı [kay-mak > kay-ak] {ağız} is. Çamurlu ve
rinde yaşayan, sarp yam açlara yuva yapan, başı ve kaygan yol. [DS]
boynu gri, sırtı kahverengi veya kırmızı bir göçm en kayak6, -ğı [? kayak] {ağız} is. Deve. [DS]
kuş, (Embriza cia).
kayak7, -ğı [kay-ak] {ağız} is. Kardaki keklik izleri.
kaya2, [kay-mak > kay-â] {eT} is. Geri. [EUTS] [Ga [DS
bain] S kaya görmek, {eT} Uzaktan görmek. [DLT] kayak8, -ğı [kay-ak] {ağız} is. Keman kirişi. [DS]
kaya3, [Far. kedhüdâ => lcâhyâ] (ka:ya) {ağız} is. kayak9, -ğı [kay-ak] {ağız} sf. 1. Sözünden dönen;
Muhtar. [DS] dönek. 2. Köse. [DS]
kayabaşı, [kaya+baş-ı] {ağız} is. 1. ed. Türk halk şi kayak10, -ğı [kay-ak] {ağız} is. Çıkar sağlanan yer ya
irinde anlam bakım ından basit, dil yönünden ilkel da kimse. [DS]
bir tür koşma. [DS] 2. müz. Türk halk müziğinde, kayak11, -ğı [kay-ak] {ağız} sf. Düzgün; parlak; kayı-
genellikle serbest bir söyleyişin egemen olduğu
cı; kaygın. [DS]
ağır ve lirik bir üslupla söylenen bir türkü tarzı,
kayakan, [kayak-an ?] {ağız} is. Çinicilikte kullanı
kayabeği, [kaya+bey-i] {ağız} is. Soğan yahnisi. [DS] lan bir tür zım para taşı. [DS]
kayacak, -ğı [kay-acak] {ağız} is. Tencere. [DS] kayakçı1, [kay-ak-çı] is. 1. Kayak yapan sporcu. 2.
kayaç, -cı [kay-aç] is. jeol. Birleşimi, yapısı ve kö sf. Kayak sporu yapan.
keni aynı, yer yüzünde büyük bir yer tutan mineral kayakçı2, [kayak-çı] {ağız} is. M eşe kömürü satıcısı;
kütlesi. kömürcü. [DS]
kayaçuk, [kaya > kayâ-çuk] (kaya:çuk) {eT} is. kayakçılık, -ğı [kay-ak-çı-lık] is. 1. Kayakçı olma
Güzel kokulu bir dağ otu; safran. [DLT] durumu. 2. Kayak sporculuğu,
kayaf, [Ar. haffaf => kavaf] {ağız} is. 1. Gezgin sa kayakekici, -ni -çleri [kaya+kekiç-i] {ağız} is. K er
tıcı. 2. sf. Ustalaşmış; uzlaşmış. [DS] tenkele. [DS]
kayağan, [kay-ağan sf. 1. Üzerinde kolaylıkla kayakertişi, -ni -şleri [kaya+kert-iş-i] {ağız} is.
kayılabilen; kaypak. 2. {ağız} Düz taş. [DS] 3. {OsT} Kertenkele. [DS]
Yumuşak taş. 0 kayağan taş, jeol. Killerin başka kayakirtişi, -ni -şleri [kaya+kert-iş-i] {ağız} is. Ker
laşması ile oluşmuş, yaprak biçiminde ince tabaka tenkele. [DS]
lara ayrılabilen mavimsi bir taş; kayrak; arduaz. kayakıçırgan, [kaya+kıçır-gan ?] {ağız} is. Yankı.
kayağanlık, -ğı [kay-ağan-lık] is. Kayağan olm a du [DS]
rumu; kayganlık; kaypaklık, kayalak, -ğı [kaya-la-k] {ağız} is. îki yaşında küçük
kayağına, [Far. lıâgine => kaygana] {ağız} is. Omlet. ve doğurmamış deve. [DS]
[DS] kayaklanm ak, [*kan-mak > kan-ak > kanak-la-n-
kayah, [koy-ak / kayah] {ağız} is. 1. Güneş görmeyen mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Kaymaklanmak. [DLT]
kuytu yer. 2. Küçük vadi. 3. Sel yatağı. [DS] kayalık1, -ğı [kaya-lık] is. 1. Kayaların çokça bulun
kayak1, -ğı [kay-ğak > kay-ak] is. spor. 1. Su veya duğu yer. 2. sf. Kayası çok olan.
KAY ö iü m iü ic îm • 24SÖ
k ay ah k 2, -ğı [kaya-lık] {ağız} is. 1. İki ile yedi yaş mak. 3. (Küçük çocuk için) kendisinden büyük o-
arasındaki dişi deve. 2. Doğurgan; damızlık deve. lan çocuğu dövmek. [DS]
3. İki yaşından küçük doğurmamış deve. 4. İki ile k a y a rla tm a k , [kayar2-la-t-mak] {ağız} gçl. fi. f ı r ]
üç yaşındaki erkek deve. [DS] Hayvanı nallatmak. [DS]
k ay an 1, [kaya > kayâ-n] is. 1. {eT} Kayalar. [KB] 2. k a y a rto , [Çing. kayarto] is. argo. 1. Ahlaksız, terbi
{ağız} Kat kat oluşmuş yassı ve düz taşlar. [DS] yesiz kimse; melun. 2. Eşcinsel edilgen erkek. 3.
k ayan2, [eT. kad > kay-an] sf. 1. K ayarak yer değişti Gölge oyununda yaşlı, esm er halayık.
ren. 2. {ağız} is. Dağdan hızla inen sel; akarsu. [DS] k a y a sa 1, [kayasa] {ağız} is. 1. İyi mayalanmış, sert ve
fi1 k ay an to p ra k , H endek kazıldığında kenarları ince tandır ekmeği. [DS] 2. M ayasız hamurdan ya
yıkılan toprak. || k ay an vek tö r, mat. Yönü ve uzun pılmış yufka. 3. Tarlada yağan yağm urdan sonra
luğu değişmeksizin bir destek üzerinde kayabilen tohum un çıkmasını engelleyen sert tabaka; kay
vektör. mak. 4. Y ara üzerindeki kabuk. [DS]
kayanak, -ğı [kayan-ak] {ağız} is. 1. Yassı, kat kat k ay asa2, [Far. heyâse <t_L«.] is. 1. {eAT} {OsT} Eyeri
oluşmuş düz taşlar. 2. Yassı ve kayıcı taşla oyna ata bağlam akta kullanılan kolan; kolan kayışı. 2.
nan bir oyun; kayrak. 3. Oyun oynanan yassı ve {ağız} Deve tüyünden yapılan urgan. [DS]
düz taş. [DS] k ay a sa la n m a k , [kayasa-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi [-
k a y an ar, [? kayanar] {ağız} is. Loğusa şerbeti. [DS] ır] (Hamur için) firma atm adan önce üzeri kabuk
kayancak, -ğı [kay-an-cak] {ağız} is. Tepenin eğimli bağlamak. [DS]
yeri. [DS] k ay asalaşm ak , [kayasa-la-ş-mak] {ağız} dönşl. fi. [-
k ayaniyan, [Far. keyâniyân OL^S"] (keya:niya:n) ır] (Hamur için) firm a atmadan önce üzeri kabuk
bağlamak. [DS]
{OsT} is. 1. Keylerin soyundan olanlar. 2. İran’m
A kem enişler sülalesi, k a y asıra , [Ar. kayser > lçayâşıra o ^ L i] (kaya:sıra)
kayapa, [? kayapa] {ağız} is. Gri renkli yaban güver {OsT} is. Eski Roma ve Bizans im paratorlarına ve
cini. [DS] rilen ad; kayserler,
k a y a r1, [kay-ar] sf. Kolayca kayabilen. kayaş, [kâ > ka-daş] {eT} is. kadaş.
kayaşı, [? kayaşı] {ağız} is. Makas. [DS]
k a y a r2, [Ar. ğiyâr jU i] {ağız} is. 1. Binek hayvan
k ay at, [Far. kâğız => kâğıt / lcayat] {ağız} is. Kâğıt,
larının ayaklarına çakılan, kaymayı önleyici tırnak [DS]
ları veya iri çıkıntıları bulunan çivili nal. 3. Hay
k ay b an a , [Ar. ğâ’ibâne] {ağız} is. 1. Ölmüş bir kim
vanların tırnak bakımını yaptıktan sonra, hayvanın
ayağından çıkan fazla aşınmamış nallan yeni ve iri senin geride bıraktığı sahipsiz mal, eşya vb. 2. İşe
başlı çivilerle tekrar çakmak işlemi. 4. Hayvanların yaramaz, kötü eşya; yaram az şey. 3. sf. Miskin;
tembel. 4. Cimri. 5. Beceriksiz. [DS] 6. (Nesne için)
uzayan tırnaklarını kesm e ve eski nalların çivilerim
uğursuzluk getiren. [EG] S k a y b an a k alası, {ağız}
değiştirme işlemi. 5. Eski nal. [DS] S1 k a y a r et
“M alın arkada kalsın, ö l." anlamında ilenç. [DS]|
m ek, {ağız} 1. Hayvanın eski nallarım onarmak
k a y b a n a k alm ak , {ağız} 1. Kim sesiz kalmak. 2.
veya çivilerini yenilemek. 2. Hayvanı tımar etmek.
Yitmek. [DS]
[DS]
k ay b az, [? kaybaz] {ağız} is. Cepsiz önlük. [DS]
k a y a r3, [? kayar] {ağız} is. 1. Onur; namus. 2. Birinin
eskiden yaptığı kusur ve suçlannı yüzüne vurma. k aybedilm e, [Ar. ğ â’ib + T. e(d)-il~me 4İ_u.l ^^i-]
[DS] 3. Sövme; küfür. S k a y a r etm ek, {ağız} {OsT} is. K aybedilm ek eylemi,
Dövmek, cezalandırmak. [DS] kay b edilm ek , [Ar. ğâ’ib + T. e(d)-il-mek kilİJul i_~p]
k a y a r4, [kay-ar] {ağız} is. Küçük yol. [DS]
{OsT} edil. fi. [-ir] Kaybetmek eylemi yapılmak;
k a y a r5, [kay-ar] {ağız} is. Tahılın içinde bulunan kayıp durum a getirilmek,
taşlannı ayıklamak için bol su ile çalkalayıp bir
kay b etm e, [Ar. ğâ’ib + T. et-me ■uJu.l ı_~t] {OsT} is.
kaptan başka kaba aktarma işlemi. [DS]
k ay arlam a, [kayar-la-ma] is. 1. Kayar yapmak işle K aybetm ek eylemi; yitirme,
mi. 2. Sövme. 3. {ağız} Döven dişlerini yerine tak k ay b etm ek , [Ar. ğ â’ib + T. et-m ek dU-b I ı_~i] {OsT}
m a işlemi. [DD] gçl. fi f( d )-e r ] 1. Sahip olunan bir şeyi elden çı
k a y a rla m a k 1, [kayar2-la-mak] M ız} gçl- fi M [- karmak; onu bulamamak. 2. Sahip olunan bir şey
l(ı)-yor] 1. Binek hayvanının nallarının aşm an çivi den yoksun kalmak; yitirmek. 3. Bir kaza sonucu
lerini değiştirmek ve tırnaklarını düzeltmek. 2. bir organ, bir fiziksel bir öge veya onun nıhsal bir
Kesldnletmek; bilemek. [DS] özelliğinden, niteliğinden yoksun kalmak. 4. (Çok
k a y arlam ak 2, [kayar-la-mak] {ağız} gçl. fi f r ] fil(ı)- yalcın bir kimse için) ölüm ile ayrılmak. 5. (Savaş,
yor] 1. Sövmek; küfretmek. 2. Korkutmak; azarla karşılaşma vb. için) yenilmek; yenik düşmek; mağ-
v m c E U • 2491 KAY
kayboluş, [Ar. ğâ’ib + T. ol-uş j i l j l is. K ay k ay d etm ek , [Ar. kayd + T. et-mek {OsT}
bolmak eylemi veya biçimi, gçl. fi [-ir] 1. Bir kimseyi veya bir şeyi tarih, sıra,
ad ve nitelikleri ile birlikte bir ana deftere, dosyaya
kayçı, [? kayçı] {ağız} is. Makas. [DS]
veya kütüğe yazmak. 2. Önemli görülen noktalarını
kayd1, [Ar. kayd -us] {OsT} is. -► kayıt. S kayd-ı tespit etmek, yazmak; yazıya aktarmak. 3. Hatırla
hayât, {OsT} -*■ kaydıhayat.|| k ay d -ı ih tirazı, {OsT} mak için not almak. 4. Belirtmek, söylemek; an
Çekinceli olarak; çekinerek; sakınarak. || k ay d -ı mak. 5. (Ses veya görüntü için) özel alıcı ile m an
ihtiyatî, {OsT} Sakınca; sakınmalı,|| kayd-ı n âm , yetik bant üzerine geçirmek; saptamak. 6. (K arşı
Ün kazanma kaygısı.\\ k ayd ü bend, 1. Bağlama. 2. laşma, yarış vb. için) olumlu bir sonuç almak. 7.
Bağ.|| kayd ü şa rt, {OsT} Konulmuş bulunan sınır (Sıcaklık, basınç, nem vb. için) değişiklikleri be
ve getirilmiş koşul. lirtmek. 8. mecaz. Kaygı duymak; endişe etmek. 9.
kayd2, [eT. kad-m ak (ilgilenmek) > kad-ıt > kayd .uS] bsy. Bir bilgi veya veriyi saklanmak üzere bilgisa
yarın hafızasına geçirmek,
{eAT} is. 1. Endişe; kaygı; tasa. 2. Emel; arzu. B
kaydın görm ek, {eAT} 1. İşin gereğini yapm ak; k ay d ettirm e, [Ar. kayd + T. et-tir-me] is. Kaydet
vazifeyi yerine getirmek. 2. İdam etmek; işini bitir mek işini yaptırma,
mek,|| k aydını görm ek, {eAT} -*• kaydın görmek.|| k ay d ettirm e k , [Ar. kayd + T. et-tir-mek] gçl. fi [-ir]
kaydını k a y ırm ak , {eAT} {OsT} İdam etm ek.|| k ay Kaydetmek eylemini yaptırmak; yazdırmak; tespit
dını k a y u rm a k , {OsT} -*■ kaydım kayırmak.|| k a y ettirmek.
dın yim ek, {eA T {OsT}} 1. Kaygısını çekmek. 2. İl k ay d ıh ay a t, [Ar. kayd-ı hayât o U i i ] (ka y d ıh a
gilenmek. y a t ) {OsT} is. Yaşadığı sürece; hayatta olduğu tak
k ay d a1, [kanu > kayu-da > kay-da l-u.lî] {eT} {OsT} zf. dirde. S k ay d ıh a y a t şartıy la, Hayatı boyunca;
Nerede. [DLT] [Yüknekî] ölünceye kadar.
kayda2, [Ar. kâ’ide => kayda 1-ulS] {ağız} is. 1. M ü k ay d ıih tiy at, [Ar. kayd-ı ihtiyat o U - l -us] (k a ’y -
zik; ahenk; beste. [DS] 2. {OsT} müz. Gayda; tulum, dıihtiya:t) is. Temkinli davranma; dikkat etme; ih
kaydak, -ğı [kay-ıt-mak > kayd-ak] {ağız} is. Geri; tiyatlı olma.
arka; dönüş. S k a y d a k etm ek, {ağız} Geri dönmek. k aydım , [kayıt-m ak> kay(ı)t-ım] {ağız} is. 1. Tarlada
[DS] sürmeğe başlanılan yer. 2. Tarla sürülürken b ir gi
kaydalam ak, [kayda2-la-mak] {ağız} is. Ahenkli bir diş ve gelişlik uzaklık. [DS]
şekilde yürümek. [DS] k ay d ıra k , -ğı [kay-dır-ak] is. 1. Yassı ve kaygan taş.
KAY Ö I Ü M I Ü I K S Ö M .2 4 S 2
2. Çocukların bu taşla oynadıkları bir oyun. 3. Ço kaygaç, -cı [kay-gaç / kay-ğaç] {ağız} sf. 1. (Kişi
cuk bahçelerine konulan ve üzerinden kayılarak için) kaypak. 2. is. Kaygan yum uşak toprak. 3. Üs
inilen büyükçe bir oyuncak. 4. Sürüklenerek götü tü kaygan, altı kayaya yakm toprak. [DS]
rülecek büyük kütlelerin altma konularak taşımayı kaygak, [kay-mak > kay-ğak] {eT} sf. Kayan; kayak,
kolaylaştıran uzun ve kaygan tahta parçası. 5. {ağız} kaygalam ak, [kağ (yans.) > kayga-la-mak] {ağız}
Tomrukların dağdan kolay taşınması için kaydırıl g ç sz.f. f r ] [-l(ı)-yor] (Yumurtlam ak isteyen tavuk
dığı yüksek yer. [DS] için) ses çıkarmak: gıdaklamak. [DS]
kaydırılma, [kay-dır-ıl-ma] is. Kaydırılm ak eylemi, kaygamak, -ğı [kayga-mak] {ağız} is. Çoban abası;
kaydırılmak, [kay-dır-ıl-mak] edil. f. [-ır] Kayması kebe. [DS]
sağlanmak. kaygan, [kay-gan] sf. 1. Islak veya düz olduğu için
kaydırış, [kay-dır-ış] is. Kaydırmak eylemi veya bi kolayca kayan; elle tutm ak mümkün olmayan; el
çimi. den kayıp giden. 2. Pürüzsüz ve düz olduğu için
kaydırma, [kay-dır-ma] is. 1. Kaym ak eylemini üzerinde kolayca kayılan. 3. Cilalı; parlak. 4. {ağız}
yaptırma. 2. bsy. Bir bilgi birikimini bulunduran is. M ermer taşı. [DS]
öğeleri başka yerlere taşıma işlemi. 3. sin. H areket kaygana, [Far. hâgine <u?U-] is. 1. Peynir veya kıy
li kamera ile yapılan çekim. 4. {ağız} Sofa tavanı ve m anın un ve yumurta ile karıştırılm asından sonra
saçağı. [DS] 5. {ağız} Ev veya ahırların dışına çıkın yağda kızartılarak pişirilen yemek. 2. Yumurta, un,
tı yapılmış örtülü kısım. [DS] 6. Beşibiryerde. 7. süt karışım ı tereyağında pişirildikten sonra arasına
{ağız} Üzeri İncili kadın takkesi. [DS] 8. {ağız} Y uf şekerli meyve ezmesi, bal, kaymak veya reçel ko
ka ekmeği. [DS] nularak yapılan bir tatlı. 3. {ağız} Bir tür omlet. [DS]
kaydırm ak1, [kay-dır-mak g çl.f. [-ır] 1. Kay ö kaygana çiçeği, {ağız} Geniş, yuvarlak yaprak
m ak eylemini yaptırmak; kaymasına yol açmak. 2. larının içinden çıkan filizlerin ucunda sarı çiçek
Atmak; bırakmak. 3. {eAT} Saptırmak. 4. {eAT} açan, öz suyu beyaz bir yaban bitkisi. [DS]
Göndermek. kayganalık, -ğı [kaygana-lık] is. Kaygana yapmak
kaydırmak2, [kay-dır-mak] {ağız} gçl. f. f ı r ] 1. için gerekli malzeme,
Çalmak; kaçırmak. 2. Koşturmak; kovalamak. [DS] kayganlaşma, [kay-gan-la-ş-ma] is. Kaygan hale
kaydırmak3, [kay-dır-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] (De gelm ek eylemi,
veler için) çiftleşmek. [DS] kayganlaşmak, [kay-gan-la-ş-mak] dönşl. f. f ı r ]
kaydırtma, [kay-dır-t-ma] is. Kaydırm ak eylemini K aygan durum a gelmek,
yaptırm a işi. kayganlık, -ğı [kay-gan-lık] is. 1. Kaygan olm a du
kaydırtmak, [kay-dır-t-mak] gçl. f. [-ır] Kaydırmak rumu. 2. {ağız} Geçilmesi mümkün olmayan çalılık.
eylemini bir başkası aracılığıyla yaptırmak, [DS]
kaygı1, [eT. kad-ğü > kayğu] is. 1. Endişeyle karışık
kaydı, [Ar. kayd > kaydî (kaydi:) {OsT} sf.
üzüntü; tasa. 2. İlgi; uğraşı. S kaygı çekmek, Ü-
Kayıtla ilgili, ö kaydî para, H içbir M addî para
züntü; tasa duymak.\\ kaygısına düşmek, B ir şey
ile temsil edilmeyen, ancak basit bir yazı işlemi ile
veya bir kimse için endişelenmek; üzüntü duymak.\\
yaratılan ve dolaşıma giren para.
kaygı yem ek, Tasalanmak; üzülmek.
kaydiye, [Ar. kayd > OsT. kaydıyye (kaydiye) kaygı2, [kay-mak > kay-gı / kayhı] {ağız} is. Kızak.
{OsT} is. Kayıt için alman para; kayıt parası, [DS]
kaydolma, [Ar. kayd + ol-ma] is. Kayıt yaptırm ak kaygık, [kay-mak > kay-ğuk] {eT} is. Kayık. [DLT]
eylemi. kaygılandırm a, [kaygı-la-n-dır-ma] is. Kaygılanma
kaydolmak, [Ar. kayd + ol-mak] gçsz. f. [-ur] 1. sına sebep olma,
K endini kaydettirmek. 2. Bir kuruluşa, bir örgüte kaygılandırm ak, [kaygı-la-n-dır-mak] gçl. f. f ı r ]
girmek; üyesi olmak; yazılmak, Kaygılanm asına, endişelenmesine sebep olmak;
kaydur, [kay-dur] {ağız} sf. Topal. [DS] kaygı vermek,
kaydurba, [? kaydurba] {ağız} is. Konsol. [DS] kaygılanış, [kaygı-la-n-ış] is. Kaygılanm ak eylemi
kayer1, [? kayer] {ağız} is. Emek. [DS] veya biçimi.
kayer2, [kayar] {ağız} is. Sövme; küfıir. [DS] kaygılanma, [kaygı-la-n-ma] is. Kaygılanmak eyle
mi; üzülme; endişelenme; endişe duyma; tasalan
kayer3, [Ar. ğiyâr jL i] {ağız} is. -*■ kayar2. [DS] 0
ma.
kayer etmek, {ağız} 1. -*• kayar etmek. 2. A yarla
kaygılanmak, [kaygı-la-n-mak] gçsz. f. f ı r ] Kaygı
mak; güçlendirmek. [DS]
duymak; üzülmek; endişelenmek; endişe etmek;
kayet, [Ar. ğâyet c~>.U] {ej '} zf. Son derece; gayet. tasalanmak.
[EUTS] kaygılı, [kaygı-lı] sf. 1. Endişesi olan; üzgün; gamlı.
kayfa, [Ar. kahve] {ağız} is. Kahve. [DS] 2. zf. Kaygı duyarak; endişeli olarak.
f u f f i'n r ir o iE M ii. 2493 KAY
kaygın, [kay-gm] sf. 1. Elden kayıp giden. 2. Ü ze k ayık1, -ğı [eT. kay-mak > kay-ğuk / kay-ık] is. 1.
rinde el veya ayak kayan; kaygan. 3. {ağız} (Hay Kürekle işletilen deniz taşıtı. {eT} (aynı) 2. {ağız}
vanlar, özellikle deve için) gebe; hamile. [DS] 4. Kızak. [DS] 3. sf. Kayığı andıran. S kayık hotoz,
Kaymış arazi; göçük. 5. {ağız} Yassı ve düzgün taş; K ayık biçiminde yapılmış 5aç.|| kayık kıym ak
kayrak. [DS] 6. {ağız} Düzgün; parlak; kayıcı. [DS] (kaymak), {ağız} Oturarak kaymak. [DS] kayık sa
kaygına, [Far. hâgine {ağız} is. 1. Kızarmış ek lıncak, Bayram yerlerindeki, lunaparklardaki ka
yık biçimindeki salıncak. || kayık tabak, K ayık bi
m ek ya da hamur üzerine pekm ez dökülerek yapı
çiminde ince uzan tabak.\\ kayık yaka, Bir kayığın
lan bir tatlı. 2. Zeytinyağında kızartılmış yoğurtlu
çizgisini andıran hafifçe oyuk oval ya ka.|| kayık
yumurta. [DS]
yarışı, spor. Özel kayıklarla yapılan su sporu.\\ ka
kaygınca, [kaygm-ca] {ağız} is. D anaburnu böceği. yık yanı, {ağız} Kayığın altına konulan eğri ardıç
[DS]
ya da şim şir ağaç. [DS]
kaygırmak, [eT. kadğur-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] O-
kayık2, -ğı [kay-ık] sf. 1. Bir yana doğru biraz kay
nemsemek; aldırış etmek. [DS] mış bulunan. 2. Düzenli bir yaşamı olmayan, yasa
kaygısız, [kaygı-sız] sf. 1. Hiçbir şeye aldırış etm e dışı işlere bulaşmış olan; yoldan çıkmış, fi1 kayık
yen; lakayt; kaygısı olmayan; kaygı duymayan; en göz, {ağız} Şaşı göz; şehla göz. [DS]
dişe etmeyen; endişesiz; üzüntüsüz; gamsız. 2. z f kayık ’, -ğı [lcay-ık / kayıh] {ağız} is. Çorba tası. [DS]
K aygı duymadan; endişe duymadan, kayık4, -ğı [kay-ık] {ağız} is. Patlıcandan yapılan kar
kaygısızca, [kaygı-sız-ca] (kaygısı’zca) zf. Kaygısız nıyarık yemeği. [DS]
bir durumda; endişe etmeden; umursam az biçimde,
kayık5, -ğı [kay-ık] {ağız} is. Tırpanı ağaç sapa bağ
kaygısızlık, -ğı [kaygı-sız-lık] is. 1. Kaygısız olma
layan halkaya sıkıştırmak için konulan, küçük ağaç
durumu. 2. Kaygısız bir kişiden beklenebilecek
parçalan. [DS]
davranış. 3. Kaygısızca davranış; umursamazlık;
kayıkçı, [kay-ık-çı] is. 1. Kayıkla yük veya insan
vurdumduymazlık,
taşıyan kimse. 2. Küreklerle kayığı yürüten kimse;
kaygışık, -ğı [kay-mak > kay-(ı)lc-ış-ık / kıyı(k)-ış-
kürek çeken kişi. 3. Zenginlerin kayıklarını kulla
ık] {ağız} sf. Kapı aralığı. [DS]
nan kimse.
kaygu, [kad-ğü > lcayğu {eT} is. Acı; dert; keder; kayıkçık, -ğı [kay-ık-çık] is. bot. Baklagillerin bir
kaygı. [EUTS] [OKD] [DK] S kaygu başına ağmak, gemi karinasını andıran çiçeklerinin yapışık du
{OsT} Endişelenm ek; endişeye düşmek.\\ kaygu rum daki iki alt taç yaprağına verilen ad.
sanmak, {eAT} K eder vermek.\\ kaygusunu yimek, kayıkçılık, -ğı [kay-ık-çı-lık] is. 1. K ayık yapm a ve
{eAT} Tasasını çekmek; merakına düşm ek.|| kay- satma işi. 2. K ayık kiralama veya işletme işi.
guya yüklem ek, {eAT} Endişeye boğulmak.\\ kaygu kayıkhane, [kayık + Far. -hâne] (kayıkha:ne) is.
yimek, {OsT} Tasalanmak; endişe etmek. Kayıkların çekilip bağlandığı, üstü örtülü yer.
kayguk, [kay-mak > kay-ğuk] {eT} {ağız} is. Kayık.
kayıkm ak1, [kay-mak > kay-uk-mak
[DLT] [DS]
kaygun, [lcaygu-n] {ağız} sf. Dokunaklı; acıklı; koy {eAT} {OsT} g ç sz.f. [-ur] 1. Yana kaymak; sapmak;
gun. [DS] inhiraf etmek. [DK] 2. Temayül göstermek. 3. Yüz
çevirmek.
kaygurmak, [kad-gur-mak {eT} {eAT}
kayıkm ak2, [kay-ık-mak] {ağız} gçsz. f. f ı r ] Öfke
{OsT} gçsz. f. [u-r] K ayınnak; kaygılanmak; üzül
lenmek. [DS]
mek; esef etmek. [DLT]
kayılı, [kay-ıl-ı] {ağız} s f Yığılı; pek çok; öbekli.
kaygurtmak, [kay-gur-t-mak {eAT} gçl. f. [DS]
[-ur] Kaygılandırmak; üzmek; endişelendirmek, kayılmak, [kay-ıl-mak] {ağız} edil. f. [-ır] Yığılmak;
kayh, [Ar. kayh {OsT} is. İrin. kümelenmek. [DS]
kayı1, [kayı] {ağız} is. Tahıl ölçeği. [DS] k ayını1, [Ar. k â’im {ağız} sf. Sağlam; dayanıklı.
kayı2, [kayı] sf. Sert; sağlam; muhkem. kayım2, [kay-mak > kay-ım] {ağız} is. Yığıntı; yığın.
kayı3, [kayı ^ {eAT} {OsT} {ağız} is. Fırtına. [DS] [DS]
kayın1, -ynı [eT. kâ > ka-dm / kayın] {eT} is. 1. {eT}
kayı4, [kad-ğü > kayı LS^] {eAT} is. Kaygı,
Kardeş. 2. {eT} Hısım ve akraba. [DLT] 3. {eT} Dü
kayıçı, [lcay-ıçı] {ağız} is. Makas. [DS]
nür. [DK] 4. Karı veya kocaya göre birbirlerinin
kayıf, [Ar. kayd => kayıt] {ağız} is. Pencere çerçeve
erkek kardeşi; kayın birader. 5. {ağız} Kayınbaba.
si. [DS]
[DS] ö kayın ağa, {OsT} Kayın birader.\\ kayın
kayıg, [kay-mak / lcâd-mak > kay-ığ / kıd-ığ] {eT} is. ata, {eAT} -t- kayın baba.|| kayın baba, Karı veya
Sapmış; kaymış; eğilmiş, fi1 kayıg yer, {eT} Yoldan kocaya göre birbirlerinin babaları; kaynata; kayın
sapa yer. [DLT] peder. || kayın birader, Karı veya kocaya göre bir
KAY Ö IÜ M Iü R » % ^
birlerinin erkek kardeşi; kayın. | k ay ın k u d a , {ağız} olan kim se veya nesne 5. Yitirme, k aybetm e ey le
Kadının eşine göre, erkeğin de eşine göre olan ak mi; kaybetme; yitirme; ziyan etme. 0 k a yıp lara
rabaları. [DS]|| k ay ın p ed er, kaym baba.|| k ayın karışmak, Görünmez olmak; kaybolmak.\\ k ayıp
valide, Karı veya kocaya göre birbirlerinin annele listesi, Savaş sırasında birliğine dönm eyen e r i d i n
ri; kaynana. listesi.
kayın2, [eT. kadın / kayın] is. bot. Telek damarlı, diş kayıpmak, [kıyp / kayp (yans.) > kay(ı)p-m ak] {ağızt
li alm aşık yapraklı, on beş kadar türü bulunan, gü gçsz. fi f r ] 1. Kaymak. 2. D ayanağını yitirm ek . 3 .
zel görünüşlü orman ağacı; betula, (Fagus orian- Kaçmak. [DS]
talis, F. sylvatica). {eAT} (aym) [DK] S k ayın b a ş kayıptırm ak, [kayıp-tır-mak] {ağız} gçl. f . [-ır ] x -
tan k a ra sı, zool. Baştankaragiller fam ilyasından, İstemeden yellenmek. 2 . A ğzından söz kaçırm ak-
ülkemizin yalnız batı kesimlerinde yaşayan, 13 cm. 3. B ir şeyi çekerek kaydırmak. [DS]
kadar uzunlukta, tepesi kara, sırtı kül kahverengi, kayır1, [kay (yans.) > kay-ır] is. Y üzeyi p ü rtü k lü
karm kül renginde bir ötücü kuş; bataklık baştan şeylerin sürtünmesini ve b u sırada çıkan s e s l e r i
karası, (Parus palustris),|| kayın tav u ğ u , zool. anlatan yansımalı gövde, ö 1 kayır k ayır, {ağ12!
Orman tavuğugiller fam ilyasından, 55-60 cm. ka (Ses için) küçük taşların birbirlerine s ü r t ü n m e s i
dar uzunlukta, Asya ve Avrupa ’da yaşayan bir or gibi. [DS]
man tavuğu, (Lyrurus tetrix).
kayır2, [kay (yans.) > kay-ır jj.U] {eT} {eAT} {OsT} {a ~
kaym am ak, [*kan-mak > kay-ın-mak > kayın-â-
ğız} is. 1. İri çakıl; iri kum; kum. [DLT] [DS] 2 . {eT}
mak] (kayına;mak) {eT} gçsz. f. f r ] Kaynamak.
[EUTS] K aba topraklı yer. [DLT] 3. {ağız} T aşlı to p ra k . [DS]
4. {ağız} Tabaka tabaka olan sert v e sarı toprak-
kayıncak, -ğı [kay-mak > kay-ın-m ak > kay-m-
(a)cak] {ağız} is. Kayılacak yer. [DS] [DS] 5. {ağız} V erim siz toprak. [DS] 6. {ağız} D ü z
parçalara ayrılan ve ufalanan bir tür kaya. [DS]
kaym çı, [kaym + Far. -ça] {ağız} is. Kayın birader.
[DS] kayır3, [kayır] {ağız} is. İncir. [DS]
kayınço, [kayın + Far. -ça] {ağız} is. K ayın birader. kayır4, [kay-mak > kay-ır] {ağız} is. 1. U çu ru m - 2 .
[DS]' Bayır. [DS]
kayındili, -ni -İleri [kayın + dil-i] {ağız} is. Kaktüs. kayır5, [kay-ır] {ağız} sf. Gösterişli. [DS]
[DS] züzel
kayır6, [kayır] {eT} is. Kunduzdan elde e d ile n g ü z
kayıng, [kadın] {eT} is. Kaym ağacı. [DLT] kolcu. [DLT]
kayıngiller, [kaym-gil-ler] is. bot. M eşe, kestane, kayırak, -ğı [kay-mak > kay-ır-alc > k ay rak ] {ağız} is -
kaym gibi meyveleri yüksüksü bir kadehçik içinde -*• kayrak. [DS]
olan, çoğu kerestelik orman ağaçlarını içine alan kayırıcı, [kay-ır-ıcı] sf. Kayıran; k o ru y an ; iltim a s
bir familya; huş ağacıgiller, (Fagaceae). eden; mültemis.
k ay ın lık 1, -ğı [kayın-lık j h J ] is. 1. K ayın olma hâli. kayırıcıhk, -ğı [kay-ır-ıcı-lık] is. K ayırıcı o lm a d u
2. {OsT} Evlilik yoluyla oluşan akrabalık; dünürlük. rumu; kayırm ak durumu; haksız y ere b irin e y a s a
k ayınlık2, -ğı [kaym-lık] is. Gürgen ve meşe ile ka dışı kolaylıklar sağlama,
rışık çoğunlukla kaym ağaçlarının bulunduğu or kayırılm a, [kay-ır-ıl-ma] is. K ayırılm ak e y le m i,
man. kayırılm ak, [kay-ır-ıl-mak] edil, f [-ır] Y a sa d ış ı
k a y ın m ak 1, [*kan-mak > kay-ın-mak] {eT} gçsz. f. [- olarak haksız yere kolaylık sağlanm ak; iltim a s e d il
ur] -*■ kaynamak. [DLT] mek.
kayınm ak2, [kay-mak > kay-m-mak] {ağız} dönşl. fi kayırış, [lcay-ır-ış] is. K ayırm ak eylem i v e y a b iç il11' ■
[-ır] Kaymak. [DS] kayırlı, [lcayır-lı] {ağız} sf. Posalı. [DS]
kayınna, [kaym+ana] {ağız} is. Kaynana. [DS] kayırlıg, [kayır-lığ] {eT} s f D üz ve k a b a to p r a k lı-
kayıntı, [kay-m-mak (kaynamak) > kay-m-tı] is. M i [DLT]
de kazıntısını bastırm ak için ayak üstü yenilen yi kayırm a, [kay-ır-ma] is. K ayırm ak işi; k o ru m a ; h i m
yecek. ® k ay ın tı y ap m ak , A yak üstü bir şeyler met; iltimas.
yemek. kayırm ak, [lcay-ır-mak g ç l / [ -ır ] 1. {eA T }
k ay ınturm ak, [*kan-mak > kay-m -mak > kaym-tur- {OsT} Önem vermek; ilgilenm ek; m u k a y y e t o lm ® ^ -
mak] {eT} gçl. fi. [-ur] Kaynatmak. [EUTS] 2. Başkalarının zararına birisine y a rd ım c ı o l m a k ,
kayıp, -ybı [Ar. ğayb > ğâ’ib {OsT} sf. 1. (Kişi haksız yere ve yasa dışı olarak birine k o l a y l ık s a ğ
veya nesne için) ne olduğu, nereye gittiği, nerede lamak; taraf tutmak; iltimas etm ek. 3 . {ağız} Y a r
olduğu kesin olarak bilinmeyen. 2. (Para ve eşya dım cı ve destek olmak; korum ak. [DS] 4 . { e A T }
için) yitirilen. 3. Verimli değerlendirilmesi gerekir {OsT} {ağız} Kaygılanmak; üzülm ek; m e ra k e t m e k ,
ken boşa geçirilen; ziyan edilen. 4. is. Kaybedilmiş tasalanmak. [DS] S. {ağız} K uşkulanm ak. [D S ]
o r * ı i f m u t i . 2495 KAY
{eAT} {OsT} Sakınmak; çekinmek. 7. {eAT} {OsT} likte yapılm ası gereken bir işte, kendine düşen kıs
Hazırlamak. mın tamamını veya bir kısmını diğerine yüklemek;
kayırmaklu, [kayır-mak-lu jUojiii] {OsT} sf. Yapıl çalışmada âdil davranmamak. 2. (Anlaşma, sö z
leşme vb. için) sebepsiz yere vazgeçmek; dönmek;
ması istenen.
döneklik etmek. || kayışa vurmak, Usturanın kılağı
kayırtma, [kay-ir-t-ma] is. Kayırma eylemini yap sını giderm ek için berber kayışına sürtmek. || kayış
tırma. balığı, zool. Yılansı balıkgillerden, sıcak ve ılık
kayırtmak, [kay-ır-t-mak] g ç l.f. [-ır] K ayırm a eyle denizlerin kıyılara yakın derinliklerinde yaşayan,
mini birisine yaptırmak, yılan gibi uzun fa k a t yanlardan basık, karın y ü z
kayırmaz, [kayır-maz y { O s T } ünl. 1. Önemsiz; geçleri ağzın hemen altında ye r alan, omurgasız,
önemi yok; beis yok. 2. {ağız} (Cam yanarak ağla küçük balıklarla beslenen etçil, eti lezzetli bir ke
yan çocuk için) “önemi yok; bir şeyin yok! ” anla mikli balık, (Ophidium barbatum).\\ kayış dili, 1.
mında avutma sözü. [DS] Hırsızların, y o l kesicilerin kendi aralarında konuş
tukları özel dil; hırsız argosu. 2. K aba ve çirkin
kayırmazhk, -ğı [kayır-maz-lık j i j {OsT} is.
sözler kullanılarak yapılan konuşma. || kayış et
Önem vermeme; aldırmazlık; ilgisizlik, mek, Aldatmak; iğfal etm ek.|| kayış gibi, 1. Kesilip
kayırtmak, [kay-ır-t-mak {OsT} gçl. f. [-ur] koparılması zor; sert. 2. İyi örülmüş; sağlam. 3.
Endişeye düşürmek, Z a y ıf olmakla birlikte bünyesi sağlam olan; sağlık
lı. 4. Kara; çok kirli.|| kayış kanat, {ağız} Yarasa.
kayısı, [Mac. kajsz ? / Far. kayşî] is. bot. 1. Gülgil-
[DS]11 kayış kıran, {ağız} ■* kayışkıran. [DS]|| kayış
lerden, Çin kökenli, Türkiye ve Akdeniz ülkelerin sıyırgısı, {ağız} Sert kayışları yum uşatm ak için kul
de bol m iktarda yetiştirilen, yaygın ve dik dallı, lanılan bir tür araç. [DS]|| kayış tozu, {ağız} K am
açık pem be büyük çiçekler açan, yaprakları oval durdurmak için kanayan yere ekilen bir toz. [DS]
kalbe benzer, meyvesi tek çekirdekli, bir meyve
kayış2, [kayış] {ağız} is. 1. Esmer kadın. 2. Kötü
ağacı; sarı erik, (Armeniaca vulgaris). 2. Bu ağacın
kadın. [DS]
etli, sarı-turuncu renkli tek çekirdekli meyvesi. 3,
kayışçı, [kayış-çı] is. 1. Kayış yapan veya satan kim
sf. (Yumurta için) beyazı tam, sarısı y an pişmiş. S
se. 2. argo. Dolandırıcı; hileci; düzenbaz,
kayısı hoşafı, mutfi K uru kayısıları şekerle kayna
tarak yapılan tatlı içecek. || kayısı kompostosu, kayışkıran, [kayış+kır-an] is. bot. Baklagillerden,
mutf. Çekirdeği çıkarılmış taze kayısıları şekerli su tarlalarda kökleri derinlere kadar inerek sabanın
ile kaynatarak yapılan içecek. || kayısı kurusu, işlem esini güçleştiren, kırmızı çiçekli, kökleri halk
mutf. Çekirdekleri çıkarılmış kayısıların kireç su hekim liğinde idrar söktürücü, taş düşürücü ve anti
yuna bandırıldıktan sonra güneşte kurutulması ile septik olarak kullanılan, çok yıllık b ir otsu bitki;
elde edilen ku ru yem iş.|| kaysılı (kayısılı) aş, {ağız} sabankıran, (Ononis arvensis, Spinosa).
mutf. Nohut, fasulye, yarm a ve kayısı ile yapılan kayışlamak, [kayış-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
bir yemek. [DS]|| kaysı (kayısı) pfisü, {ağız} K a y m yo r] Sövmek; küfür etmek; kayarlamak. [DS]
ağaçlarından sızan bir tür zamk. [DS][| kayışlı, [kayış-lı] sf. 1. Kayışı olan; kayışı bulunan.
kayış1, [kay-ış] is. K aym ak eylemi veya biçimi. 2. Kayış ile işleyen.
kayışlık1, -ğı [kayış-lık] {ağız} is. Boyundurukla oku
kayış2, [eT. kad-ış] is. 1. B ir şeyi, sıkarak bağlamak,
bağlayan ip. [DS]
tutturmak, belli bir konum da tutm ak amacıyla kul
kayışlık2, -ğı [kayış-lık ?] {ağız} is. Mendil. [DS]
lanılan dar ve uzun kesilm iş kösele dilimi; kemer.
kayışm ak1, [kay-ış-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1.
{eT} {eAT} {ağız} (aynı) [DK] [DS] 2. Berberlerin us
tura bilemekte kullandıkları kösele şerit. 3. B ir m i Binek hayvanı üzerinde vücudu arkaya doğru yas
lin dönme hareketim kasnaklar yardım ıyla başka lamak. 2. K arşı gelmek; saymamak. [DS]
elemanlara aktarmakta kullanılan çember biçim in kayışmak2, [kay-mak > kay-ış-mak] {eT} işteş, f. [-
deki bükülgen şerit. S kayış ayaklı, {OsT} Koşucu ur] Birbirine acımak; birbirini kayırmak. [DLT]
bir H int halkı.\\ kayış baldır, {OsT} 1. -*■ kayış kayışmak3, [kay-ış-mak] {ağız} işteş, f. [-ır] Cinsel
ayaklı. 2. D ilenci.|| kayış baldırlı, {OsT} -*■ kayış ilişkide bulunmak. [DS]
ayaklı.|| kayış baldırlu, {OsT} -* kayış ayaklı.|| ka kayışmak, [kay-ış-mak] {ağız} işteş, f. [-ır] Birlikte
yış balığı, zool. K âğıt balığıgiller fam ilyasından, 5- kaymak. [DS]
6 m. uzunlukta, Avrupa denizleri ile A kd en iz’in de kayıştırm ak, [kay-ış-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Aç
rinliklerinde yaşayan bir kemikli balık, (Regalecus mak. [DS]
glesne).|| kayışa çekmek, 1. Usturanın kılağısını kayıt1, -ydı [Ar. kayd -us] is. 1. Bir bilgiyi kâğıda
gidermek için berber kayışına sürtmek. 2. argo. yazma; geçirme; işleme. 2. B ir kimseyi bir okul,
Aldatmak, kandırmak.\\ kayışa getirm ek, {ağız} kurum veya bir örgüte kabul ederek kütüğe adını
Kandırmak; aldatmak. [DS]|| kayış atm ak, 1. B ir
ve diğer gerekli bilgileri işleme; yazma. 3. B u tür
KAY öIÜ M rtiflK C fSüM .î,»
yazılma ve yazma işlemi. 4. Bir belgeye ait tarih, mak.\| k ay ıt yim ek, {OsT} Endişe etmek; merak
sayı gibi bilgilerin bir ana bellek veya defterde ya lanmak.
zılı olması durumu. 5. Resmî belge. 6. Bir konu k ay ıt4, [Far. kâğaz = > kâğıt] {ağız} is. Kâğıt. [DS]
veya alan ile ilgili bilgi verilerinin derlenmesi, top k a y ıta rm a k , [*kâd-mak > kad-ıt-ar-mak] {eT} gçsz.
lanması ve bir belleğe geçirilmesi işlemi. 7. mecaz.
f. [-ur] Geri dönmek,
Davranışlara sınır ve çerçeve koyma; sınırlama. 8.
kayıtçı, [kayıt-çı] {ağız} is. Aşçı. [DS]
mecaz. Zorunlu koşul; şart. 9. ed. Kafiye olan ke
limelerde kafiye olan harflerden, sondan bir önceki k ayıtım , [kay-ıt-mak (geri döndürmek) > kay-ıt-ım]
ortak ünsüz. 10. Elektrik işaretlerine dönüştürül is. fel. Bir olayın kendi sebepleri üzerindeki etkisi;
müş ses veya görüntüyü saklamak veya daha sonra rücu. >5 kay ıtım la uslam lam a, Geriye dönerek
tekrar algılamak üzere bir m anyetik veya mekanik sonuç çıkarma.
ortam a işleme. 11. Bu tür kayıt işleminde kullanı k ay ıtlam a, [kayıt-la-ma] is. 1. Bir şeyi bir yere kay
lan sinyal veya işaretlerin kendisi. S1 k ay d a değer, detm ek eylemi. 2. Sınırlandırm ak eylemi,
Önemli ve üstünde durulmaya değer bulunan.\\ k ay ıtlam ak , [kayıt-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
k a y d a geçirm ek, A it olduğu deftere yazmak.\\ Bir şeyi bir yere yazmak; kaydetmek; yazmak. 2.
k ay d ın d a olm ak, Kaygısını çekmek; tasalanmak; mecaz. Birtakım şartlara bağlamak; sınırlandırmak,
endişe duymak. || k ay d ın ı silm ek, B ir kimseyi veya k ay ıtlan m a, [kayıt-la-n-ma] is. 1. Kaydını yaptırm ak
bir şeyi bir yere m al olmaktan çıkarıp adım ana eylemi. 2. Bir konuda kendisine sınır konulma. 3.
defterden veya kütükten silmek.\\ k ay d ı olm am ak , Bir iş için gerekli olan araç ve gereci edinme,
Endişe etmemek; kaygı duymamak; tasalanma- k ay ıtlan m ak , [kayıt-la-n-mak] dönşl. [-ır] 1. K aydı
mak. || k ay ıt altına alm ak, 1. Sınır koymak. 2. Zor- nı yaptırmak. 2. Bir iş için gerekli olan araç ve ge
lamak. || k ay ıt altın a girm ek, 1. Sınırlandırılmak. reci edinmek. 3. edil. f. mecaz. Bir konuda kendisi
2. (Bir konuda) zorlanmak; dayatma ile karşılaş ne sınır konulmak,
mak.,|| k ayıt altın d a olm ak, 1. Sınırlandırılmış ol k ayıtlı, [kayıt'-lı] sf. 1. Bir yere kaydı yapılmış olan;
mak. 2. B ir bağ ile bağlanmış olmak. || k ay ıt defte kaydı bulunan. 2. mecaz. Bir konuda kendisine sı
ri, isim ve diğer bilgilerin yazıldığı defter.\\ k ayıt nır konulmuş bulunan. 3. B ir iş için gerekli araç ve
k u y u t, Sınır lamalar.\\ k ay ıt k u y u t tan ım am ak , gereci bulunan,
Yasaklamaları dinlememek; sınırlamalara karşı
k ay ıtlu, [lcayıt2-lu jJ-uü] {eAT} sf. İş güç sahibi olan;
çıkmak.\\ k a y ıtla rı nakletm ek , K ayıt defterinde
veya dosyasında bulunan bilgileri başka bir yere çalışmakta olan,
aynen yazmak. || k ay ıt m uam elesi, Kayıt olma ve k ay ıtm a, [kay-ıt-ma] is. Dönmek, vazgeçm ek eylemi
kayıt yapm a işlemlerinin tümü. || k ay ıtta n düşm ek, ve durumu.
B ir yere m al olmaktan çıkararak bunu defterde k ay ıtm ak , [eT. *kâd-mak > kad-ıt-mak
belirtmek.\\ k ayıt ücreti, Kayıt yaptırırken m a sra f
/ j^JuS] gçsz. f i [-(d)-ır] 1. {eAT} {OsT} {ağız} Geri
ve harçlar için ödenen para.
dönmek. [DS] 2. Bir şeyi yapmaktan vazgeçmek;
k ayıt2, [eT. kad-mak (ilgilenmek) > kad-ıt] is. 1. tlgi;
rücu etmek; nükul etmek. 3. Bir karardan dönmek.
bağ; meyil. 2. Önem verme. 3. Bağlama; raptetme. 4. {eAT} {ağız} Geri döndürmek; geri çevirmek.
4. Bağlam aya yarayan şey; bağ; rabıta. 5. İlgi; bağ [DK] [DS]
lantı; ilişki; münasebet. 6. Kapı ve pencere kanatla kayıtsız, [kayıt-sız] sf. 1. Bir yere kaydı yapılmamış
rının iki yanında bulunan dikmelerden her biri. 7. olan; kaydı bulunmayan; deftere adı yazılmamış. 2.
{ağız} Pencere çerçevesi. [DS] 8. {ağız} Tahta. [DS] mecaz. Bir konuda kendisine sınır konulmamış bu
9. İki tahtayı veya iki parçayı birbirine bağlayan lunan; bazı şeyleri yapmak veya yapm am ak gibi bir
tahta parçası. 10. {ağız} Bir işi yapmak için gerekli şartla bağlı olmayan. 3. Umursamaz; aldırışsız; o-
olan araç ve gereç. [DS] 11. {ağız} Bir yere çakılan ralı olmayan; kaygısız; lakayt. 4. B ir iş için gerekli
destek. [DS] 12. {ağız} Saban. [DS] 13. {ağız} Kış araç ve gereci bulunmayan. S kayıtsız kalm ak,
için ayrılan yiyecek. [DS] 14. {ağız} Ekmek yap Önem vermemek; ilgilenmemek; değer vermemek;
m akta kullanılan gereçler. [DS] S k ay ıt dam ı, umursamamak.\\ kayıtsız şartsız, H içbir kayıt ve
{ağız} Yiyeceklerin saklandığı yer; kiler. [DS]|| k a şarta bağlı olmaksızın.
yıt görm ek, {eAT} {ağız} Hazırlanmak; hazırlık kayıtsızca, [kayıt-sız-ca] zf. Umursamaksızın; ilgisiz
yapmak. [DS]|| k ay ıt k am ak , {ağız} Eşya; araç. ve aldırmaz bir biçimde,
[DS]|| k ayıt k am an , {ağız} Eşya; araç gereç. [DS]
kayıtsızlık, -ğı [kayıt-sız-lık] is. 1. Kaydı yapılm a
kayıt% [eT. kad-m ak (ilgilenmek)> kad-ıt > kayıt Jüi] mış olm a durumu. 2. mecaz. Aldırmazlık durumu;
is. 1. Endişe; kaygı; tasa. 2. Emel; arzu. 3. {ağız} İş umursamazlık,
güç. [DS] 4. {ağız} Çift işleri. [DS] S k ay d ın a d ü ş kayız, [lcay-ız] {ağız} is. Derenin dar ve dönemeçli
m ek, Kaygısını çekmek; tasalanmak; endişe duy yeri. [DS]
İH IM I! » i l . 2497 KAY
kayivermek, [kay-i+ver-mek] {ağız} gçsz. fi [-ir] 1. kaylak2, -ğı [kay-la-k] {ağız} is. 1. Dişi deve. 2. Üç
Ölmek. 2. Düşmek. [DS] yaşındaki deve yavrusu. [DS]
kayka, [kay-ka] {ağız} sf. Arkaya doğru eğik; geriye kaylam ak, [kay-la-mak] {ağız} gçl. fi [-r] Atlamak.
eğri. [DS] [DS]
kaykaç, -cı [kay-kaç] {ağız} sf. -*• kayka. [DS] kaylan, [kay-la-n] {ağız} is. 1. Küçük taşlarla dolu
kaykan, [kay-kan] {ağız} is. Düz ve yassı kaya parça tarla. 2. Killi, kayraklı toprak. 3. Sarı ve gevşek
sı; kayrak. [DS] sıva toprağı. [DS]
kaykaş, [kay+kaş ?] {ağız} is. Kirpik. [DS] kaylangaç, [kayla-n-gaç / kayla-n-kaç] {ağız} sf. Sav
kaykaş, [? kaykaş] {ağız} is. Ateş. [DS] sak; ihmalci; ihmalkâr. [DS]
kaykı1, [kay-kı / kay-(ı)k-ı / ^ .Is ] {OsT} {ağız} sf. kaylanm ak1, [kay-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
(Ekili tarla için) yüzü yağmurdan sonra kaymak
Arkaya doğru eğik; eğri; meyilli; sarkık. [DS]
bağlamak. [DS]
kaykı2, [kay-kı] {ağız} sf. 1. Kurumuş; bozulmuş;
bayatlamış. 2. Çok sağlam; sert. [DS] kaylanm ak2, [kay-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
kaykı3, [kay-kı] {ağız} is. Kızak. [DS] O turarak kaymak. [DS]
kaykı4, [kay-kı] {ağız} is. 1. Büyük sözü dinlemeyen, kaylı, [Ar, gayr => gayri > kaylı] {ağız} z f Bundan
arsız çocuk. 2. Tembel. [DS] böyle; artık. [DS]
kaykılık, -ğı [kay-kı-lık] {ağız} is. Dik kafalılık; di kaylık1 , -ğı [kay-lık] {ağız} is. Hazırlık. [DS]
rengenlik. [DS] kaylık , -ğı [kay-lık] {ağız} is. 1. Kürk; palto. 2.
kaykılma, [kay-(ı)lc-ıl-ma] is. Düşey durumdan çı Çoban kepeneği; yamçı. [DS]
karak geriye veya yana doğru eğilme, kaylık3, -ğı [kay-lık] {ağız} is. 1. Araba konulan yer;
kaykılmak, [kay-mak > kay-ık-malc > kay-(ı)k-ıl- garaj. 2. {ağız} Dört direk üzerine kurulmuş ambar.
mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] 1. (Duvar, direk vb. için) [DS] 4. {ağız} Toprak yapıların kenarlarına konulan
düşey durumdan çıkarak yana veya geriye doğru ince taş. [DS] 5. {ağız} Tütün kurutulan yer. [DS] 6.
meyillenmek, eğilmek. 2. Yaslanmak; dayanmak. Dört direk üzerine kurulu bekçi kulübesi; çardak.
3. Ağrı vb. sebeplerle kambur olmak. 4. G urur yü kaylım 1, [kay-(ı)l-ım ?] {ağız} is. Yemiş. [DS]
zünden kasılmak. 5. Bayılmak. 6. mecaz. Ölmek. 7. kaylım2, [kay-(ı)l-ım ?] {ağız} is. Kilim. [DS]
mecaz. Yıkılıp gitmek. 8. İnat etmek; sözünde di kaylım3, [kay-(ı)l-ım ?] {ağız} is. Çift sürerken yapı
retmek; dikleşmek; karşı koymak. 9. A rkaya eğil lan bir devir. [DS] S1 kaylım başı, {ağız} Çift sür
mek; arkaya yaslanmak. 10. Doğrulup kalkmak. meye başlanılan yer. [DS]
[DS] 11. (İnsan için) arkaya doğru yaslanarak o-
turmak. [DD] 12. Donmuş gibi, dimdik göğsünü kaylule, [Ar. kaylüle *1 (kaylu:le) {OsT} is. 1. Ö ğ
gererek durmak. [DD] 13. Öfkelenmek; birinin üze le uykusu. 2. ta sv f A llah’ın evrende tecellisi y ü
rine yürümek. [DD] 14. Rahat etmek. 15. Eğrilmek. zünden birliğin çoklukta, çokluğun da birlikte orta
S kaykıla kalmak, {ağız} 1. Dikilip durmak. 2. ya çıkışı; masiva denilen bu âlemin İlahî tecelli
Ağrı ve başka sebeplerle kam bur olmak. 3. K am yüzünden yok oluşu.
burluğunu gizlemeye çalışarak yürümek. [DS] kaym a1, [kay-ma] is. 1. Kaygan bir yüzey üzerinde
kaykıltma, [kay-(ı)k-ıl-t-ma] is. B ir şeyin kalkılma- çeşitli etkilerle yer değiştirmek eylemi. 2. Bu sırada
sını sağlama. yapılan hareket. 3. Çocukların kayarak oynadıkları
kaykıltmak, [kay-(ı)k-ıl-t-mak] g ç l.f. [-ır] Bir şeyin oyun. 4. sin. tv. Herhangi bir sebeple görüntünün
kaykılmasını sağlamak; kaykılmış duruma getir perde veya ekranda durmaması, atlaması. 5. Odunu
mek; kaykılmasına sebep olmak, sobaya çatma; ocak yakma.
kaykıncak, -ğı [kay-(ı)k-ın-cak j ^ ı k ü ] {OsT} sf. kayma2, [kay-mak > kay-ma] {ağız} is. Bahçe çiti.
Kaygan. [DS]
kaykışık, [kay-(ı)k-ış-ılc] {ağız} sf. 1. Kambur. 2. Eğri kayma3, [kay-mak > kay-ma] {ağız} is. 1. Kıvırarak
büğrü. [DS] elde dikiş yapma. 2. Kadınların başlarına taktıkları
kaykışlamak, [kaykış-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [- altın dizilerinden üsttekiler; beşibiryerde. [DS]
l(ı) -yor] Tembel tembel oturmak. [DS] kayma4, [kay-mak > kay-ma] {ağız} is. Yassı taş par
kaykışmak, [kay-(ı)k-ış-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1. çası. [DS]
Elini dirseğinden bükerek başına dayamak suretiyle kaymacık, -ğı [Ar. kâ’ime => kayma-cılc] {ağız} is.
bir yere yaslanmak veya uzanmak. 2. {ağız} Ağrı ve Para. [DS]
başka sebeplerle kambur olmak. 3. Kamburluğunu kaymaç, -cı [kay-ma-ç] sf. (Göz için) uçları yukarı
gizlemeye çalışarak yürümek. [DS] 4. Arkaya yas doğru çekik olan,
lanmak.
kaymag, [*lcan-mak > kan-ak / kaymağ / kayak] {eT}
kaylak1, -ğı [kay-la-k] {ağız} is. Tavşan yavrusu. [DS]
is. Kaymak; krema. [Nevâyî]
KAY • 2498
kaym ak1, [eT. *kad-mak jt l î ] gçsz. f. [-ar] 1. {eT} {OsT} is. 1. Bir kim senin yerine geçen vekil. 2. tar.
İm paratorluk döneminde sadrazam hüküm et m er
{eAT} Geri dönmek; caymak. [ETY] [KB] 2. {eT}
kezinden ayrıldığı zaman yerine vekâlet eden Kub-
Acımak; kayırmak; tınmak; iltifat etmek. [EUTS]
bealtı veziri; vezir-i sani; kaymakam paşa. 3. tar.
[DLT] 3. Yaklaşmak; yönelmek; gitmek; m eylet
İm paratorluk döneminde bugünkü yarbaya denk
mek. {eT} (aynı) [EUTS] [DLT] 4. Düz ve kaygan bir
düşen askerî rütbe; yarbay. 4. Günümüzde, bir il
yüzeyden sürtünerek yer değiştirmek. {eAT} (aym)
çenin en büyük yönetim amiri; ilçebay.
[DK] 5. {eAT} Ayrılmak; uzaklaşmak. 6. Kaygan bir
yerde dururken veya yürürken ayağın basılan yerde kaym akam lık, -ğı [kaymakam-lık] is. 1. Kaym aka
tutunamayışı yüzünden dengesini kaybetmek. 7. mın görevi. 2. K aymakam ın ve bağlı kuruluşların
Tutm a güçlüğü yüzünden elden kurtulmak. 8. Bu çalıştığı devlet daireleri ve bina. 3. İlçe; kaza. S
lunduğu yerden kurtularak aşağı sarkmak. 9. (Gö kaym akam lık ferm anı, tar. Sadrazama vekâlet
rüş, düşünce vb. için) yavaş yavaş değişikliğe uğ edecek kaymakamın atanmasına dair padişah buy
ramak. 10. mecaz. Kimsenin dikkatini çekmeksizin ruğu.
yer değiştirmek. 11. Düşecek durumda bulunmak. kaymakçı, [kaymak-çı] is. K aymak üreten ve satan
12. (Göz, el vb. için) istemeden yapmak. 13. (Ke kimse.
lim e için) zaman içinde anlamı değişmek. 14. {ağız} kaymaklanma, [kaymak-la-n-ma] is. Ü zerinde kay
(Develer için) çiftleşmek. [DS] 15. {ağız} İğfal et mak oluşma.
mek; ırzına geçmek. [DS] kaym aklanm ak, [kaymak-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1.
kaymak2, [kay-mak jılâ ] {ağız} gçl. f. [-ar] 1. {eAT} (Süt için) üzerinde kaym ak tabakası oluşmak; kay
Yakmak; tutuşturmak. 2. Odunu sobaya koymak; m ak bağlamak; kaymak tutmak. 2. (Toprak için)
çatmak. 3. {eAT} Eşyayı birbiri üstüne yığmak; istif yağmurlardan sonra yüzü kuruyarak katılaşmak. 3.
etmek. 4. (Kap, oda vb. için) ağzına kadar doldur Kaym ak sahibi olmak; kaym ak edinmek,
mak; yığmak. [DS] kaymaklı, [kaymak-lı] sf. 1. Kaymağı olan; içinde
kaymak3, -ğı [eT. kan-mak / kaymağ / kayak] is. 1. veya üzerinde kaym ak bulunan. 2. K aymakla ya
Sütün yüzeyinde toplanan, açık sarı renkli yağ pılmış olan. 3. {ağız} is. Bakır kazan. [DS] ö kay
katmanı; krema. {eAT} (aynı) [DK] 2. Sütün suyunu maklı dondurma, Sütten yapılm ış dondurma.
çeşitli yollarla buharlaştırm ak suretiyle elde edilen kaymalı, [kay-ma-lı] {ağız} sf. Çok döğüşken; kaba;
koyu yağlı öz. 3. Yağmur sonrası toprağın yüze kırıcı. [DS]
yinde meydana gelen düzgün ve özlü kabuk. 4. me kaymas, [? kaymas] {ağız} sf. Yılmaz; cesur. [DS]
caz. Bir şeyin en seçkin kısmı. 5. kim. Bazı çözelti kaymaz, [kay-maz] {ağız} is. 1. Dağ eteği. 2. A yaş’ta
lerin yüzeyinde katılaşan madde, ö kaymağını güney doğudan esen rüzgâra verilen ad. [DS]
almak, B ir şeyin en kârlı ve güzel tarafım kendine kaym e1, [Ar. k â’ime <ı^lü] {OsT} is. K âğıt para.
ayırmak; aslan payını almak.\\ kaymak ağacı, {a-
ğız} Çok sü t veren manda. [DS]|| kaym ak almak, kaym e2, [? kayme] {ağız} is. K adın tellak. [DS]
{ağız} Suyun yüzeyinde taş kaydırmak. [DS]|| kay kaymek, [kay-mek] {ağız} g ç l.f. [-er] 1. Odun ya da
m ak bağlamak, 1. (Süt için) üzerinde kaym ak ta köm ür yakmak. 2. Sobaya ya da ocağa odun atmak.
bakası oluşmak; kaymaklanmak. 2. (Bazı sıvılar ve [DS]
toprak için) kaym ak tabakası oluşturmak,|| kay kaymelik, -ği [kayme-lik] sf. Belirtilen m iktar kâğıt
m ak gibi, 1. Beyaz ve pürüzsüz. 2. Tadı güzel ve para.
yumuşak.\\ kaymak kâğıdı, -► kaym ak kâğıt.|| kaym etm ek, [kaym ? +et-mek] {ağız} gçl. f. [-r]
kaym ak kâğıt, Perdah silindirlerinden geçirilerek İhtiyacı karşılamak. [DS]
bir yüzü cilalanmış, parlak, kaygan iyi cins kâğıt; kayna1, [? kayna] {ağız} is. Kayıkları dışarı çekmek
kuşe kâğıt.|| kaymak tabakası, kaym ak takım ı] için ip takılan iki yandaki çıkıntılar. [DS]
kaym ak takımı, B ir toplumun zengin ve seçkin kayna2, [Ar. kannîne {ağız} is. Şişe. [DS]
kimseleri. || kaymak taşı, Cilalamaya elverişli, be
yaz, yumuşak, yarı saydam, kalsiyum karbonat ve kaynaca, [kayna-mak > kayna-(r)-ca] {ağız} is. Pınar;
y a kalsiyum sülfat türü iyi cins mermer; su merme menba; kaynak. [DS]
rimi kaymak tutmak, 1. (Süt için) üzerinde kaym ak kaynaç, -cı [kayna-mak > kayna-ç] is. Fışkıran sıcak
tabakası oluşmak; kaymaklanmak. 2. (Bazı sıvılar su kaynağı; gayzer. S kaynaç taşı, Kaynaçlarda
için) kaym ak tabakası oluşturmak. 3. {ağız} Yağ oluşan silisli çökelti; gayzerit.
murdan sonra toprak üstü sert tabaka tutmak. kaynagan, [kayna-gan] {ağız} is. Semaver. [DS]
[DS]|| kaymak yağı, Taze tereyağı. kaynak1, -ğı [kayna-mak > kayna-k] is. 1. Yerden
kaymakaltı, [kaymak+alt-ı] is. Yağı alınmış süt. doğal olarak çıkan su; bu suyun çıktığı yer; kay
kaymakam, [Ar. kıyam > kâ’im (oturan) + makam narca; pınar; memba. 2. Bir akar suyun doğduğu
yer; ilk çıktığı yer. 3. Bir şeyin çıktığı, meydana
(yer) > kâ’im-i makâm ^ is > ^U*jü / j>U?.U] geldiği yer; menşe; köken. 4. Bir haberin ilk çıktığı
OlüHIİlCf SÖEbOH. 2499 KAY
yer; mahreç. 5. Bir araştırma ve incelemede yarar kaynaklanm a, [kayna-k-la-n-ma] is. Kaynaklanmak
lanılan belge ve bilginin bulunduğu yer. 6. (İsim eylemi.
tam lamalarında) tam lananın çıktığı, yayıldığı, da kaynaklanm ak, [kayna-k-la-n-mak] edil, f i [-ır] 1.
ğıldığı yer; üreten. 7. B ir enerjinin oluşup çevreye (İki parça için) birbirine yapıştırılıp kaynatılmak. 2.
yayıldığı yer veya nesne. 8. dbl. Bir terim in kökeni (Lastik için) yamanmak. 3. dönşl. fi. Yayılmak; da
olarak kabul edilen kelime. 0 kaynağını (bir yer ğılmak; neşet etmek. 4. Kaynak sahibi olmak; kay
den) almak, O şeye dayandırmak; hareket noktası nak edinmek.
o olmak. || (bir şeyi) kaynak almak, Araştırm ayı ve kaynaklı1, [kayna-k-lı] sf. 1. K aynak yapılmış olan.
sonuçlarını o şey üzerine kurmak; onu esas almak; 2. Sıcak kanlı; kıpırdak.
ona dayandırmak.\\ kaynak bölgesi, fiz. Nötron akı kaynaklı2, [kayna-k-lı] {ağız} sf. Eğlenceli. [DS]
yoğunluğunun ölçümünü kolaylaştırm ak amacıyla,
kaynama, [kayna-ma] is. 1. K aynamak eylemi. 2.
içine nötron kaynağı ilave edilen reaktör çalışma
Kaynayan bir sıvı içinde pişme; haşlanma. 3. (İçin
bölgesi.\\ kaynak kişi, Kendisinden herhangi bir
de sıvı kaynayan bir kaptaki sıvı için) yeterli sıcak
konuda sağlam ve doğru bilgi edinilen kimse.\\
lığa erişerek buharlaşma dolayısıyla fokurtulu ses
kaynak suyu, Kaynağın bulunduğu yerden, göze
ler çıkarma. 4. Y erden fışk ım a; kaynaktan çıkma.
den alınan sm.|[ kaynak yoğunluğu, fiz. B ir ışınım
5. Metal parçalarını birbirine birleştirme. 6. Kırılan
kaynağının birim zam anda yayınladığı parçacık
kemiklerin birleşerek iyileşmesi. 7. (Y ara için) ka
sayısı.
panma; iyileşme. 8. (Aşı yapılan bitki için) tutma.
kaynak2, -ğı [kayna-mak > kayna-k] is. İki parçayı
9. (Deniz için) dalgalanma; çalkantılı olma. 10.
ısıtma ya da basınç yoluyla birbirine birleştirme,
(Mide için) ekşilik duyma. 11. (M ayalanmış ham ur
kaynaştırma, yapıştırm a işlemi. S kaynak ısısı,
vb. için) köpürme; taşma. 12. mecaz. (Hava için)
Kaynak yapılm ak için iki dem ir çubuğa verilen ak
çok sıcak olma; aşırı ısınma. 13. (İstek ve duygu
kor sıcaklığı. || kaynak makinesi, Nokta veya in-
için) coşma; taşkınlık gösterme. 14. Rahat durm a
düksiyon kaynağı yapan elektrikli kaynak aracı. ||
ma; kıpırdama. 15. Çok m iktarda olma; sürekli ha
kaynak tozu, K aynak işlerinde kullanılan ve ya p ış
reket hâlinde olma. 16. argo. A raya karışma; gürül
tırıcı özelliği olan toz m adde.|| kaynak yapm ak, 1.
tüye gitme. 17. {ağız} Kum ve kireçten yapılan
Metal, kauçuk gibi şeyleri birbirine kaynaştırıp
harçla örülen sağlam duvar. [DS] S kaynama nok
yapıştırmak. 2. Otomobil tekerleğinin lastiğini y a
tası, fiz. Arı bir sıvının, belli bir basınç altında
pıştırmak.
kaynamaya başladığı sıcaklık derecesi.
kaynak3, -ğı [kayna-k] {ağız} is. 1. Neşe; sevinç. 2.
kaynam ak1, [*kan-mak > kay-m -mak > kay(ı)n-â-
Eğlence. 3. Eğlendirici, neşeli kimse. 4. Sevimli,
malc] gçsz. fi. [-r] [-n(ı)-yor] 2. 1. (Sıvılar için) sı
çekici kişi. 5. sf. Çok kıpırdak ve hareketli olan;
caklığı belirli bir dereceye varınca buharlaşma so
canlı; sıcak. [DS]
nucu fokurdamak. {eT} {eAT} (aynı) [DLT] [DK] 2.
kaynak4, -ğı [kıyna-k juii] {ağız} is. 1. {eAT} Pençe; K aynayan bir sıvı içinde pişmek; haşlanmak. 3.
tırnak. 2. Kavun veya karpuzun dörtte biri. 3. Ceviz (İçinde sıvı kaynayan bir kaptaki sıvı için) yeterli
içinin dörtte biri. [DS] sıcaklığa erişince buharlaşma dolayısıyla fokurtulu
kaynak5, -ğı [kayna-k] {ağız} is. 1. Semerin ağaçla sesler çıkarmak. 4. Yerden fışkırmak; kaynaktan
rından her biri. 2. Ağaç dalı. [DS] çıkmak. 5. M etal parçalan birbirine ısı veya elekt
kaynakça, [kayna-k-ça] is. Belli bir konu ile ilgili rik arkı yoluyla birleştirilmek. 6. Kırılan kemikler
başvuru belgelerini ve yayınlarım kapsayan veya birleşerek iyileşmek. 7. (Yara için) iki kıyısı bir
bunların en iyilerini sıralayan eser; bibliyografı; araya gelerek açıklığı kapanmak; iyileşmek. 8. (Aşı
bibliyografya, yapılan bitki için) tutmak. 9. (Deniz için) dalga
kaynakçacı, [kayna-k-ça-cı] is. K aynakça hazırlayan lanmak; çalkantılı olmak. 10. (Mide için) ekşimek;
kimse. mide asidi ve safra etkisini duymak. 11. (M aya
kaynakçı, [kayna-k-çı] is. Metal veya kauçuk parça lanmış hamur vb. için) köpürmek; taşmak. 12. m e
ları kaynak yaparak birleştiren kimse, caz. (Hava için) çok sıcak olmak; aşırı ısınmak. 13.
kaynakçılık, -ğı [kayna-k-çı-lık] is. Kaynakçının (İstek ve duygu için) coşmak; taşkınlık göstermek;
yaptığı iş; kaynakçının mesleği, artmak; kabarmak. 14. İçin için hazırlanmak; gizli
kaynakhane, [T. kaynak+Far. -hâne] (kaynakha;ne) işler çevirmek. 15. Rahat durmamak; kıpırdamak;
is. Kaynak işlerinin yapıldığı yer. fıkırdamak; deprenmek. 16. (Hareket eden şeyler
kaynaklama, [kayna-k-la-ma] is. Birbirine yapıştırıp için) çok miktarda olmak. 17. (Canlılar için) sürekli
kaynatmak eylemi, hareket hâlinde olmak. 18. argo. A raya karışmak;
kaynaklamak, [kayna-k-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)- gürültüye gitmek. 19. argo. B oşa geçmek; gerçek
yor] 1. İki parçayı birbirine yapıştırıp kaynatmak. leşememek; yok olmak. 20. {ağız} Yerinde dura
2. (Lastik için) yamamak. 3. (A raştırm a ve incele m amak; oynamak. [DS] 21. {ağız} Kapta bulunan su
me için) kaynak olarak belirlemek. donarak hacmi genişlemek. [DS]
KAY
kaynamak2, [kay-(ı)n-a-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] [- laşmak; uyuşmak; sıkı fıkı olmak; bağdaşmak. 4.
n(ı)-yor] 1. Sataşmak; takılmak. 2. Dövmek. [DS] (Renk için) birbirine denk düşmek; birbirine iyice
3. {eT} K arşı gelmek; kabulden çekinmek; sözünü uymak; uygun düşmek. 5. kim. Birleşmek. 6. D ep
reddetmek. [DLT] renmek; kımıldamak; hareket etmek. 7. {ağız} Ko
kaynana, [kayın+ana] is. Eşlerden her birine göre di nuşmak. [DS]
ğerinin annesi; kaym valide. S kaynana çiçeği, Ça kaynaştırılmak, [kayna-ş-tır-ıl-mak] edil, f i [-ır]
ğız} Salep bitkisi. [DS]j| kaynana yumruğu, {ağız} Kaynaştırm a işi yapılmak; bağdaştırılmak,
Kaktüs. [DS]|| kaynana zırıltısı, Çevirdikçe ses çı kaynaştırma, [kayna-ş-tır-ma] is. 1. Kaynaşmalarım
karan bir oyuncak. temin etme. 2. Birbirine yapıştırma, birleştirme. 3.
kaynanadili, [kaynana+dil-i] is. bot. 1. Dil biçimin Bağdaştırm a, uyuşturma. 4. mecaz. Yakınlaşmala
de yassı ve dikenli yaprak veya dallan olan bir kak rını sağlama. 5. dbl. B ir kelime içerisinde veya bir
tüs türüne halk arasında verilen isim; Frenk inciri; leşik kelimede birbirine komşu seslerin çatışm asın
H int inciri, (Opuntia fiıcus indica). 2. Bir tür iğne dan doğan kısalma, ö kaynaştırma sesi, dbl. Ünlü
oyası. ile biten bir kelimeye ünlü ile başlayan bir ek gel
kaynanalık, -ğı [kaynana-lık] is. 1. Kaynana olma diğinde araya giren bir /yI ve İni sesi; yardımcı
durumu. 2. Kaynanaya yakışır davranış. 3. Birinin se.s.|| kaynaştırma ünlüsü, dbl. Kelime sonlarına
işine yerli yersiz karışma; burnunu sokma; ileri geri bazı ekler getirildiğinde araya giren HI, lıl, tul, /« /
konuşma. S1 kaynanalık etmek, 1. (Kaynana için) ünlüleri.
geline ve damada kötü davranmak. 2. B ir yakınına kaynaştırm ak1, [kayna-ş-tır-mak] gçl. fi. [-ır] 1.
veya birisine yerli yersiz karışmak; gereğinden çok Kaynaşmasını sağlamak; birleştirmek; yapıştırmak.
müdahalede bulunmak. 2. mecaz. Yakınlaşmasını sağlamak. 3. Bağdaştır
kaynanmak, [kayna-mak>kayna-n-mak j i b J ] {OsT} mak; uyuşturmak.
kaynaştırm ak2, [kayna-ş-tır-mak] {ağız} gçl. f i [-ır]
edil. f. [-ur] 1. Kaynatılmak. 2. dönşl. fi Kayna
1. Karıştırmak. 2. Kaşındırmak. [DS]
mak.
kaynata, [kaym+ata > kaynata] is. Eşlerden her
kaynar1, [kayna-r] sf. 1. Kaynamakta olan. 2. Çok
birine göre diğerinin babası; kayın baba; kaym pe
sıcak. 3. is. Kaynak; pınar. 4. argo. Esrar. 5. {ağızj
der.
Çeşitli baharatların birlikte kaynatılmasından elde
kaynatalık, -ğı [kaynata-lık] is. Kaynata olma duru
edilen çay; loğusa şerbeti. [DS] 6. {ağız} Kirli iç
mu.
çamaşırlarını kaynatmakta kullanılan kazan. [DS]
kaynatıcı, [kayna-t-ıcı] is. Kaynatmak işini yapan;
fi1 kaynar sulu reaktör, fiz. İçinde soğutucu ola
kaynatan.
ra k kullanılan suyun kaynar durumda bulunduğu
reaktör (BWR). kaynatılma, [kayna-t-ıl-ma] is. K aynatma işi yapıl
mak eylemi.
kaynar2, [kayna-r] {ağız} is. -*■ kaynarca. [DS]
kaynatılmak, [kayna-t-ıl-mak] edil, f i [-ır] Kaynat
kaynarca, [kayna-r-ca] (ka yn a ’rca) is. 1. Su kayna
m ak işi yapılmak.
ğı; pınar. 2. Sıcak su kaynağı; kaplıca. 3. Hastalara
kaynatm a1, [kayna-t-ma] is. K aynamak işini yaptır
kaynatılarak içirilen pekmez, yağ, baharat karışımı.
m ak eylemi.
kaynaşık1, -ğı [kayna-mak > kayna-ş-ık] sf. Birbirine
kaynatm a2, [kayna-t-ma] {ağız} is. 1. Küçük kazan;
kaynamış olan; kaynaşmış durumda olan.
büyük tencere. 2. Su ısıtılan teneke. 3. Bulgur yap
kaynaşık2, -ğı [kayna-ş-ık] {ağız} sf. 1. Canlı; kıpır
m ak için haşlanmış buğday. 4. Haşlanmış mısır,
kıpır. 2. (Kadın için) oynak; yosma. 3. (Çocuk için)
nohut ve buğday. 5. Koyu kahverengi kilim boyası.
yaramaz. [DS]
6. Çok kaynatılarak rengi sararmış, kalın kaymaklı
kaynaşm a1, [kayna-ş-ma] is. 1. Birbirine kaynamış
süt. 7. Kaynamış et ve suyu. [DS]
olm a durumu; kaynaşm ak eylemi. 2. mecaz. U-
kaynatm ak, [kayna-mak > kayna-t-mak] gçl. fi. [-ır]
yuşma; bağdaşma. 3. Kalabalık yerlerde hareketli
1. K aynamak işini sağlamak. {eT} (aym) [DLT] 2.
lik, kargaşa ve kıpırtı olma. 4. dbl. Bir kelimede
B ir sıvıyı kaynama sıcaklığına kadar ısıtarak fo
yan yana bulunan iki ünlünün tek sese dönüşmesi.
kurdam asını sağlamak. 3. Bir şeyi suda pişirmek;
5.fiz . Katı bir cismin ısı etkisiyle sıvı durum a geç
haşlamak. 4. Kaynak yaparak parçaları bir bütün
m esi eylemi; ergime; füzyon.
hâline getirmek. 5. (M ide için) yemek ekşitmek;
kaynaşma2, [kayna-ş-ma] {ağız} is. Gözde kaşıntı ya yakmak. 6. argo. Sohbet etmek; konuşmak. 7. ar
pan hastalık. [DS] go. Gizlice almak; ortadan kaldırmak; çalmak. 8.
kaynaşmak, [kayna-mak > kayna-ş-mak] işteş, fi [- argo. Unutturmak,
ır] 1. Ayrılmayacak biçimde yapışmak; bitişmek; kaynayış, [kayna-y-ış] is. Kaynamak eylemi veya
birleşmek. 2. Bir yerde hareket hâlinde kalabalık biçimi.
bulunmak. 3. mecaz. (İki ve daha çok kişi için) ya
kın ilişki kurmak; yakınlaşmak; dost olmak; an kayne, [Ar. kayne is. İslamlık öncesinde Arap-
ö i ı m t f $ iM « . 2501 KAY
larm serbest yaşayan ve şarkı söyleyerek hayatları vilen büyük birinden gelen karşılıksız yardım, iyi
nı kazanan genç kadınlara verdikleri ad. lik; lütuf; ihsan; atıfet; inayet. 2. fel. Doğa düzeni
kaypaçlanmak, [kay-mak / kayp (yans.) > kayp-aç- dışında ve onun tersine olarak başka yasalarla dü
la-n-mak] (ağız) dönşl. f. [-ır] Islaklıktan kaygan zenlenen ruhlar dünyası (Leibniz’e göre),
laşmak. [DS] kayracı, [kayra-cı] is. Evrendeki bütün olayların İla
kaypak, -ğı [kayp-mak > kayp-ak j ^ j {ağız} sf. 1. hî bir sebebe dayandığını, insanların ancak İlahî
bağış ile kurtulabileceğini ileri süren öğretiyi savu
{OsT} Kaygan; kayağan. 2. mecaz. Sık sık karar ve
nan kimse; providansiyalist.
düşünce değiştiren; sözünde durmayan; dönek, 3.
kayracılık, -ğı [kayra-cı-lık] is. fel. Evrendeki bütün
Cilalı; parlak. 4. is. İçine peynir konularak yapılan
olayları İlahî bir sebebe dayandıran, insanların an
tatar böreği. [DS]
cak İlahî bağış ile kurtulabileceğini ileri süren e-
kaypakça, [kayp-ak-ça] sf. 1. Biraz kaygan olan. 2.
rekçi eğilimde bir öğreti; providansiyalizm.
Kaypak bir kim seye özgü. 3. (kaypa’kça) zf. Kay
pak kim seye yakışır biçimde, kayrak1, -ğı [eT. kad-(ı)r-ğâk > kayrak 3jâ] is. 1. j e
kaypakçı, [lcayp-ak-çı] is. argo. 1. Hırsız; kaçakçı. 2. ol. Killerin başkalaşması ile oluşmuş, yaprak biçi
Çalınmış eşya alan kimse, m inde ince tabakalara ayrılabilen mavimsi bir taş;
kaypaklaşma, [kayp-ak-la-ş-ma] is. K aypak duruma kayağan taş; arduaz. 2. {ağız} Kirem it tabakasına
gelme. benzer yassı, düz, sert kaya parçası; küçük yassı
kaypaklaşmak, [kayp-ak-la-ş-mak] gçsz. f. [-ır] 1. taş. 3. Ekime elverişli olmayan, kumlu, taşlı toprak.
Kaypak duruma gelmek; kaygan bir hâl almak, 4. Kaygan ve kaypak toprak. 5. Çocukların üzerin
de kaydıkları oyuncak; kaydırak. 6. Çocukların
kaypaklık, -ğı [kayp-ak-lık] is. 1. K aypak olma
oyunda kullandıkları yassı ve düz taş; b u tür taş ile
durumu. 2. mecaz. Kaypakça davranış; sık sık karar
oynanan oyun. 7. Bileği taşı. 8. {eAT} Döşeme taşı.
ve düşünce değiştirme; sözünde durmazlık. 3. Bu
tür davranıştaki adamın tutumu, 9. Çalışma sırasında elde oluşan nasır. 10. A karsu
ların getirdiği kumla karışık ufak taşlar. 11. Altı
kaypama, [kayp-a-ma] is. Ayağı kayma,
taşlık, kayalık tarla. [DS] "5 kayrak taşı, {ağız}
kaypamak, [kayp-a-mak] gçsz. f. [-r] Ayağı kay
K ayrak oyunu oynanan ince ve yassı taş. [DS]
mak.
kayrak2, [*kadrâ-mak > kadra-k / kayra-k] {eT} sf. -*■
kaypancak, -ğı [kayp-mak > kayp-an-cak /
kadrak.
{ağız} is. 1. {OsT} Kaypak. 2. Tatar böreği. kayrak3, -ğı [kayrak] {ağız} is. Uçurtma. [DS]
[DS] kayraklam ak, [kayrak-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-
kaypancalık, -ğı [kayp-an-ca-lık] {ağız} is. Kaygan l(ı)-yor] Keskinletmek; bilemek. [DS]
yer. [DS] kayraksı, [kayralc-sı] {ağız} is. Çakıllı yer. [DS]
kaypanç, -cı [kayp-mak > kayp-anç] {ağız} is. Sulu kayralm ak, [kayır (kum, çakıl) > kay(ı)r-al-mak]
ve cıvık çamur. [DS] g çsz.f. [-ır] (Irmaklar için) kum setleri oluşturmak;
kaypançalık, -ğı [kayp-anç(a)-lık] {ağız} is. Sulu ve kum yığınları meydana getirmek,
cıvık çamurlu yer. [DS] kayramak, [kayra-mak] {ağız} g çsz.f. [-r] [-r(ı)-yor]
kaypmcak, -ğı [kayp-mak > kayp-m -m ak > kayp-ın- Keskinletmek; bilemek. [DS]
cak ıjU ^ ts ] {OsT} {ağız} sf. Kaygan; çok kayan; kayran1, [kayır (çakıl) > kay(ı)r-an] {ağız} is. 1. O r
kaypak. [DS] man içindeki ağaçsız düz ve geniş alan. 2. Kaygan
yer; kayan toprak. 3. Taşlı, kumlu, çakıllı verimsiz
kaypınmak, [kayp-m-mak liU-Loli] {eAT} dönşl. f. [-
arazi. 4. Y ağm urda çamur tutmayan yer. 5. Parça
ur] Çekinmek; sakınmak; kaçınmak, lanm aya yüz tutmuş, tabaka tabaka kaldırılabilen
kaypıtmak, [kayp-mak > kayp-ıt-mak] {ağız} gçl. f. kaya parçaları; yum uşak taş tabakaları. 6. Kireçli,
[-ır] 1. Elinden kaydırmak; düşürmek. 2. gçsz. f . verimsiz, sarı toprak. 7. Kayalıkların altındaki düz
Kaçmak; sıvışmak. 3. Yanından geçmek. [DS] lük. [DS] S kayran baş, {ağız} 1. Kayalık, ot bit
kaypmak, [kay-mak / kayp (yaw s.^kayp-m ak meyen tepe veya kaya başı. 2. Kel. [DS]
{OsT} g çsz.f. [-ur] 1. (Ayak için) kaymak. 2. Kayıp kayran2, [kayır-mak > kay(ı)r-an] {ağız} sf. A rkala
düşmek. yan; tutan; destek veren. [DS]
kaypuşta, [? kaypuşta] {ağız} sf. Eğik. [DS] kayranmak, [kay-ır-mak > kayr-a-n-mak] {ağız}
kayra1, [kayra] {eT} s f Büyük; ulu. S Kayra Kan, dönşl. f. [-ır] Kış hazırlığı yapmak. [DS]
{eT} 1. Büyük han. 2. Bütün tanrıların en büyüğü; kayransı, [kayran-sı] {ağız} is. K aygan toprak. [DS]
Karahan. kayrı, [eT. kan-râ] (ka ’y rı) {ağız} zf. Nereye? [DS]
kayra2, [kayra] (kayra:) {eT} is. Tekrar. [KB] kayrık1, -ğı [kay(ı)r-ık] {ağız} is. Soğuktan korunm a
kayra3, [kay-ır-mak > kay-(ı)r-a] is. 1. Sayılan, se ya yarayan kepenek, kilim, kürk gibi eşya. [DS]
KAY DlİİlfEIl İtİlIliCE S H • 2502
kayrık2, -ğı [Ar. gayr] {ağız} e. Ayrı; başka. [DS] kaysefe, [? kaysefe / kasefe] {ağız} is. -*■ kasefe. [DS]
kayrık3, -ğı [kay-mak > kay(ı)r-ık] {ağız} sf. (M eyve kaysel, [? kaysel] {ağız} is. Karyola. [DS]
si çok olan ağaç dalı için) gövdesinden ayrılmış; kayser, [Lat. Caesar (kesilmiş, sezaryenle doğmuş) >
ayrık. [DS] Ar. kayşar {OsT} is. 1. Roma ve Bizans im pa
kayrılma, [kay-ır-mak > kay-(ı)r-ıl-ma] is. Kendisi
ratorlarına verilen unvan. 2. Alman imparatorlarına
halckında kayırm ak eylemi yapılma durumu; ilti
verilen unvan. 3. gnşl. Hükümdar,
m as geçilme.
kayseri, [Ar. kayseri (kayseri:) {OsT} sf. 1.
kayrılm ak1, [kay-ır-mak > kay-(ı)r-ıl-m ak jijcfl edil,
Hüküm darla ilgili; hüküm dara ait. 2. is. Hükümdar
fi [-ır] 1. Yardım cı ve destek olunmak; korunmak.
olm a hâli; hükümdarlık. 3. Çoğunlukla T okat’ta
2. Başkalarının zararına kendisine yardımcı olun
üretilen yazm alarda görülen, kenarda bordür, orta
mak; haksız yere ve yasa dışı olarak kendisine ko
da ve köşelerde çelenk biçiminde yerleştirilm iş çi
laylık sağlanmak; taraf tutulmak; iltimas edilmek.
çeklerden oluşan desen,
3. {eAT} Emanet edilmek; korum asına bırakılmak.
kayrılmak2, [kay-mak > kay(ı)r-ıl-mak] {ağız} dönşl. kayseriye, [Ar. kayşariyye {OsT} is. Sezaryen
fi. [-ır] (Meyve yüklü dal için) gövdeden ayrılmak; ameliyatı.
ayrılarak kırılmak. [DS] kaysı1, [kay (yans.) > kay-sı / kay-sa ?] {ağız} is.
kayrımak, [kay-ır-mak > kay(ı)r-ı-m ak {OsT} Y ağm ur ya da sulama sonrası toprak yüzeyinde
oluşan ve bitkilerin gelişmesini engelleyen sert ta
gçl. fi. [-r] Önem vermek; ilgilenmek; korumak,
baka; kaymak. S kaysı basm ak, {ağız} Toprakta
kayrm, [kay-mak>kay(ı)r-m] {ağız} is. Uçurum. [DS]
kaym ak oluşmak. [DS]
kayrışmak, [kadır-malc > kad-(ı)r-ış-mak] {eT} işteş.
kaysı2, [kanı-s-ı > kaysı ^^-J] sf. Hangi.
fi [-ur] Birlikte bükmek. [DLT]
kayşa, [kay (yans.) > kay-sa / kay-sı ?] {ağız} is. kaysık, -ğı [kay (yans.) > kay-sı-k / kay-sa-k] {ağız}
Yağm ur sonrası kaymak bağlayan toprak. [DS] S is. -*■ kaysı; kaymak. [DS]
kayşa kırmak, {ağız} Yağmur veya sulama sonrası kayşa, [kay-mak > kay-ış-m ak > lcay(ı)ş-a] is. Top
toprakta oluşan kaym ak tabakasını kırmak. [DS] rak kayması; heyelan; göçü,
kaysah, [kay-(ı)s-a-k] {ağız} is. -*■ kaysak. [EG] kayşak, -ğı [kay-şa-k ?] {ağız} sf. (Kişi için) içe
kaysahlanmak, [kay-(ı)s-a-k-la-n-mak] {ağız} dönşl. dönük; içine kapanık. [DS]
fi. [-ır] -* kaysaklanmak. [EG] kayşalak, -ğı [kay-şa-la-k ?] {ağız} is. Beyaz mantar.
kaysak, [kay (yans.) > kay-(ı)s-a-k] {ağız} is. 1. Ya [DS]
ranın üzerinde oluşan kabuk. 2. Süt, yağ vb. sıvının kayşam a, [kayşa-ma] is. Kayşamak eylemi; toprak
üzerinde havanın etkisi ile oluşmuş tabaka; bar; göçmesi olayı; heyelan; toprak kayması,
kaymak. 3. Göl ve havuz sularının üzerinde oluşan kayşam ak, [kay-mak > kay(ı)ş-a-mak / kayşa-mak]
ince buz tabakası. 4. Hamurun üzerinde oluşan sert g çsz.f. [-r] [-ş(ı)-yor] (Toprak ve kaya için) yerin
tabaka; kabuk. 5. Yağmur sonrası toprağın üzerin den koparak aşağılara kaymak; göçmek; heyelan
de oluşan yer yer çatlamış sert tabaka; kaymak. 6. olmak.
Yosun. [DS] 7. ince kabuk. [EG] kayşat, [kayşa-t] is. Göçme sonucu aşağılara dökül
kaysaklanmak, [kaysak-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi [- müş taş ve toprak yığını; döküntü,
ır] 1. (Y ara için) kabuk bağlamak. 2. (Süt için) kaytaban, [Ar. kıyâde + Far. -bend > kayd-bend
kaymak bağlamak. 3. (Yemek, hamur için) üstü ka [DK] => kaytaban jL~â] {eT} {eAT} is. 1. Deve sü
buk bağlamak. [DS]
rüsü. [KB] 2. Deve olarak mal varlığı. [KB] 3. Deve
kaysaklı, [kaysak-lı] {ağız} sf. Kabuk bağlamış olan.
ahırı; deve ağılı. [DK]
^ kaysaklı bulut, {ağız} Güneş batarken ufukta
kaytak, -ğı [kay-ta-k] {ağız} sf. 1. Sözünde durma
görülen kızıl renkli bulut. [DS]
yan; dönek. [DS] 3. argo. Dalkavuk; numaracı;
kaysalamak, [kaysa-la-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] (Süt
yağcı. 4. Fahişe; orospu. S kaytak getirmek, (Dişi
için) kaymak bağlamak. [DS]
deve için) erkek deve gördüğü zam an kuyruk kaldı
kaysalanmak, [kaysa-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır]
rarak işemek.
1. (Hamur için) yüzü kabuk bağlamak. 2. (Yara
kaytaklık, -ğı [kay-ta-k-lık] is. K aytak olma durumu.
için) kabuk bağlamak. 3. (Süt için) kaym ak bağla
m ak. [DS] kaytam ak1, [kay-ta-mak] {ağız} gçsz. f i [-r] [-t(ı)-
kayşamak, [kay-mak > kay-sa-mak] {ağız} gçsz. fi [- yo r] Küfretmek; sövmek; kayarlamak. [DS]
r] [-s(ı)-yor] (Ayak için) kaymak. [DS] kaytam ak2, [kay-ta-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [~t(ı)-yor]
Geri çevirmek; döndürmek. [DS]
kaysariye, [Ar. kaysâriyye (kaysa:riye) {OsT}
kaytan, [Yun. gaîtani / Ar. / Far. kıtan jUaJ] {OsT} is.
is. Atölye, depo ve dükkânlarla avlu biçiminde ku
rulm uş resm î binaların hepsine verilen ad. 1. Pamuk, sırma veya ipekten çapraz balıksırtı örül
ö r « ııtii{ £ » 1 . 2503 KAY
müş, ortası yivli, şerit sicim; kordon. 2. dnz. İki ağı virmek. [DLT] 3. {eAT} {OsT} B ir şeyi geri vermek;
birleştiren bağ. 3. Yelkeni y an kapatm ak için kul iade etmek; geri döndürmek; geri çevirmek. 4. {eT}
lanılan örgü köstek. 4. Davul kasnağı üzerinde da Saldırmak. [DLT] 5. {ağız} Yerleştirmek. [DS] 6.
vulu asm aya yarayan bağ. 5. sf. Bu tür ipten yapıl {ağız} Başıboş bırakıvermek; salıvermek; azat et
mış olan veya kaytanı andıran. S kaytan bıyıklı, mek. [DS]
Alttan ve üstten alınmış dudak kenarlarına doğru kaytarm ak2, [eT. kad-(ı)t-ar-mak > kaytar-mak] {a-
sarkan ince bıyık.\\ kaytan geçirmek, Elbise vb.
ğız} g ç l.f. [-ır] 1. Atın dizginini eyerin üst kenanna
kenarlarına kaytan dikereksüslemek.\\ kaytan hal
takmak. 2. Atın gemini veya yularını kasmak. 3.
ka, Muska.\\ kaytan iskele, dnz. H alattan yapılm ış
Gemini çıkarmadan atı ahıra salmak. [DS] 4. H ay
iskele. || kaytan örgü, mim. Birbiri içine geçm iş
vanları bir araya toplamak.
çiçek, dal vb. öğelerden oluşan bezeme; girişik ör
kaytarm ak3, [kay-dır-mak ? / kaytar-mak] {ağız} gçl.
gü. || kaytan yakısı, Şerit gibi kesilerek yapıştırılan
f [~lrJ Aşırmak; çalmak. [DS]
yakı.
kaytancı, [kaytan-cı] is. 1. Kaytan üreten veya satan kaytarm ak4, [eT. kad-(ı)t-ar-mak > kaytar-mak] {a-
kimse. 2. Dokuma fabrikalarında kopan kaytanları ğız} gçsz. f. [-ır] Kibirlenmek; kendini beğenmek.
bağlayan işçi. 3. Dokuma vargellerine kaytan veya [DS]
şerit yapan işçi, kaytarm ak5, [eT. kad-(ı)t-ar-mak > kaytar-mak] {a-
kaytanlamak, [kaytan-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] ğız} g ç l . f [-ır] 1. Kayırmak. 2. Kurtarmak. [DS]
1. Kaytan dikm ek veya bağlamak; kaytan geçir kaytarm ak6, [Ar. kayy => kay-(ı)t-ar-mak ?] {ağız}
mek. 2. Kütahya seramikçiliğinde, tornada hazırla gçsz. f. [-ır] Kusmak; çıkarmak. [DS]
nan seramik eşyaların kenarlarını, çatlamayı önle kaytartmak, [*kâd-mak > kad-ıt-m ak > kad-(ı)t-ar-
mek için sıkıştırarak düzeltmek,
mak > kayt-ar-m ak > kaytar-t-mak] {eT} gçl. f. [-
kaytanlı, [kaytan-lı] sf. 1. Kaytanı olan; üzerinde
ur] Saldırtmak. [DLT]
kaytan bulunan; kaytan geçirilmiş olan. 2. Kaytan
kaytavlamak, [kaytav-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
ile dikilmiş olan.
l(ı)-yor] (Hastalık için) depreşmek. [DS]
kaytar1, [kay-ıt-mak > *kay(ı)t-a-m ak > kayt-a-r] {çı
ğız} sf. Tembel; işsiz güçsüz; boş gezen. [DS] kaytavul, [kadıt-ağul ? > kaytavul {OsT} is.
kaytar2, [? kaytar] {ağız} is. Pınar. [DS] Geri dönüş, fi1 kaytavul etmek, {OsT} Geri dön
kaytar3, [? kaytar] {ağız} is. Çuha şalvara dikilen pa mek; geri dönüş yapmak.
muktan siyah şerit. [DS] kaytaz1, [kutas / hotoz] is. Bazı kuşların başında b u
kaytargan, [kad-(ı)t-ar-mak > kayt-ar-m ak > kaytar- lunan tepelik; hotoz.
kaytaz2, [kaytar-mak > kaytaz] {ağız} sf. 1. Savsak;
ğan] {eT} sf. Daima geri döndüren; kaçıran. [DLT]
ihmalci. 2. Kendinden beklenm edik davranışlarda
kaytarıcı, [kayt-ar-ıcı] is. İşten kaçan kimse; iş yap
bulunan; kendini bilmez. 3. Hırsız. 4. Dalavereci;
maktan kaçm an kişi; kaytaran,
dolandırıcı. [DS] S kaytaz böreği, {ağız} mutf. B a
kaytarılmak, [kayt-ar-mak > kaytar-ıl-mak] {eT} harlı çiğ kıyma ve ince kıyılmış soğanla yapılan bir
edil. f. [-ur] Geri döndürülmek; geri çevrilmek. börek. [DS]
[Yüknekî]
kaytılmak, [kay-t-ıl-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Y as
kaytarış, [kayt-ar-ış] is. K aytarm ak eylemi ve biçi
lanmak; kaykılmak. [DS]
mi.
kaytışmak, [kad-ıt-mak > kad-(ı)t-ış-m ak > kayt-ış-
kaytarıvermek, [kaytar-mak + ver-mek] {ağız} gçl. f .
[-ır] Takıvermelc; iliştirivermek. [DS] mak] {eT} işteş, f. [-ur] Birbiri ardına gitmek. [DLT]
kaytarma1, [kayt-ar-ma] is. K aytarm ak eylemi. kaytm ak, [*kâd-mak > kad-(ı)t-m ak > kayt-mak]
kaytarma2, [kantarma] is. İpten yapılm a gem; kan {eT} {ağız} g çsz.f. [-ur] Geri dönmek. [DS]
tarma. kaytoz, [? kaytoz] {ağız} sf. Tüyü dökülmüş, eskimiş.
kaytarmacı, [kayt-ar-ma-cı] is. Yapması gereken iş [DS]
leri yapmayan; savsaklayan; kaytaran kimse, kayturmak, [kay-mak > lcay-tur-mak] {eT} gçl. f. [-
kaytarmacılık, -ğı [kayt-ar-ma-cı-lık] is. Yapması ur] Kayırttırmak; yardım ettirmek. [DLT]
gereken işleri yapmama, savsaklama durumu; kay kaytus, [Ar. kaytus ^-M ] {OsT} is. Bir yıldız kümesi.
tarmacının durumu.
kayu1, [ka (soru zamiri) + ana > kâilü > kayü] (ka-
kaytarm ak1, [eT. *kâd-mak > kad-ıt-malc (geri dön yu:) {eT} sf. 1. Hangi? [EUTS] [Üç İtigsizler] [Gabain]
mek) > kad-(ı)t-ar-m ak > kayt-ar-m ak ^ jö .li] gçl. f. 2. H er kim; her ne; birkaç. [İKPÖy.] [ETY] [Gabain]
[-ır] [-ur] 1. Yapılm ası gerekli olan bir işi yapm a 3. zm. Kim; ne? [EUTS] [İKPÖy.] 4. Hangisi [EUTS]
mak; savsaklamak; işten kaçmak. 2. {eT} {eAT} 5. zf. Nerede hani? [DLT] [Yüknekî] 6, Nice. [DLT]
{OsT} Yönünü çevirmek; yolundan döndürmek; çe kayu2, [kad-ğü > kayu ^ ] {eAT} {OsT} is. Kaygı;
KAY ö lM IİlîfS Ö M • 2S04
tasa; endişe. 0 kayu etmek, {OsT} Endişe etm ek.|| göğsü, {ağız} Parça parça beyaz bulutlar. [DS]||
kayusın yemek, {eAT} Çabasını giitmek; ... düşün kazı koz anlamak, Söylenen şeyi yeterince anla
cesinde olm ak.|| kayusunu kayuınıak, {eAT} Çö yam amaktan kaynaklanan yakın söyleyişi olan ke
züm yolu aramak; işe çare aramak, lime ile benzeştirerek yanlış anlamak; yanlış işit-
kayuda, [kayü-da] (kayu:da) {eT} zf. Nerede. [DLT] mek.\\ kazın ayağı [Ar. kaziye-i 'anhâ (sonuç ö-
kayuk, [kay-mak > kay-ğuk] {eT} is. Kayık, nermesi)\ öyle değil, (Bir iş ve durum için) sanıldı
kayulanmak, [kadğu-la-n-mak > kayu-la-n-m ak ğı gibi değil.\\ kaz kafalı, Anlayışsız; kavrayışı kıt;
kafasız. j| kaz oyunu, H er dokuz haneye bir kaz
j a J j J ] {OsT} dönşl. f. [-ur] Kaygılanmak; endişe resmi düşen. 63 haneye bölünmüş bir karton üze
lenmek. rinde iki zarla oynanan bir tür oyun. | kaz tavuğu,
kayular, [kayü-lar] (kayu:lar) {eT} zm. Hangileri. {ağız} Hindi. [DS]|| kaz yem i gibi, (Yemek için) su
[Gabain] y u ve yağı az, tatsız; lezzetsiz.
kayurma, [kadğu > kayu-r-ma / L o {OsT} kaz2, [kâs] {eT} is. -*■ kas3. [EUTS] [DLT]
is. 1. Endişe. 2. Üzüntü, kaz3, [Far. kej > Ar. kazz js] {OsT} is. Ham ipek;
kayurmak, [kadğü > kadğu-r-mak jjjjj.U] {eAT} ibrişim.
{OsT} gçsz. f. [-ur] Kaygılanmak; endişelemnek; kaz4, [Far. kâz / gaz jlS- /jl?\ (kâ:z) {OsT} is. Makas.
m erak etmek. [DK] kaza1, [Ar. kazâ Lhs] (kaza:) {OsT} is. 1. Yargı göre
kayurmamak, [kayur-ma-mak 15] {OsT} gçl. f . vi; davaları görme işi; davaları bir hükme bağlama
[-z] Önem vermemek; aldırış etmemek, işi. 2. K adı’nm işi ve görevi; kadı’nın hüküm ver
mesi. 3. Yargı bakım ından kadıya bağlı bulunan
kayurmaz, [kayur-maz > ° j^ ] {OsT} ünl. -* kayır
bölge; kadılık. 4. Yönetim bakım ından bucak ile il
maz. arasında bulunan yönetim bölümü; kaymakamlık;
kayurulmak, [kayur-ul-mak Jİj^ s] {eAT} edil. f. [- ilçe. 5. Kaym akam ın görev yaptığı yerleşim birimi.
ur] İlgi gösterilmek; düşünülmek, fi1 kaza dairesi, {OsT} Yargı çevresi.|| kazâ-i fi’lî,
kayusı, [kayü-sı] {eT} zm. Hangisi. [Gabain] {OsT} huk. K ararda belirtilen işin bizzat yargıç ta
rafından yapılm ası işlemi.|| kazâ-i ilzam, {OsT}
kayvan, [? kayvan] {ağız} is. Ev işleri yapan kadm.
[DS] huk. Yargıcın suçlunun haksız olduğunu ve borcu
nu ödemesi gerektiğim bildirmesi. || kazâ-i kavlî,
kayyım, [Ar. kıyam > kayyum p-s] {OsT} is. 1. Cami {OsT} huk. Sözlü karar.j| kazâ-i terk, {OsT} huk.
ve mescitlerde hademelik yapan kimse. 2. B ir vak Yargıcın, davacının davasında haksız olduğuna
fın yönetimi kendisine verilmiş olan kimse; müte dair karar vermesi.
velli. 3. huk. Belli bir malın yönetimi veya belli bir kaza2, -a ’i [Ar. kazâ’ *Uii>] (kaza:) {OsT} is. 1. Can
işin görülmesi için seçilen kimse; vasi; veli,
ve m al kaybına neden olan kötü olay. 2. Ezelde A l
kayyum, [Ar. kıyam > kayyüm p J ] (kayyu:m) {OsT} lah tarafından takdir edilenlerin gerçekleşmesi. 3.
is. 1. -*■ kayyım. 2. sf. Ezelî ve ebedî olan; Allah, A llah’ın bütün varlıklar üzerindeki sınırsız ve son
kayyumiyet, [Ar. kayyümiyyet j J ] (kayyu:miyet) suz takdir yetkisi. 4. Zamanında kılınm ayan namaz
ve tutulm ayan oruçların kurallarına göre yerine
{OsT} is. 1. Ezelî ve ebedî olma durumu. 2. fel.
getirilmesi. 5. Yapma; yerine getirme; ifa etme. S
Varlığı kendinden olma; var olması için bir başka
kaza atlatmak, Ansızın gelen bir tehlikeden kur-
sına gerek olmama; özdenlik,
tulmak.\\ kaza etmek, isi. Zamanında yapılamayan
kayyumluk, -ğu [kayyum-luk] is. 1. Kayyım olma oruç ve namaz gibi ibadetleri daha sonra yerine
durumu. 2. Kayyımın işi veya görevi, getirmek. || kaza geçirmek, Başına tehlikeli bir
kayyüzü, [kay+yüz-ü] {ağız} is. Dağların kayalıklı olay gelmek; kazaya uğramak.\\ kazâ-i hâcet, {OsT}
yüzü. [DS] 1. Gerekli bir ihtiyacı karşılamak. 2. Tuvalet ihti
kaz1, [eT. Sansk. ham sa / Hint-Avr. dil. ğâz] is. 1. yacını gidermek; abdest bozmak. || kaza ile, Bilm e
Erkeği ve dişisi birbirine çok benzeyen ve birbirine den; istemeyerek; farkında olmadan; kazara.\\ ka-
çok bağlı, gri beyaz tüylü, otçul memeliler gibi ot zâ-i mübrem, {OsT} Önlenmesi imkânsız kaza. ||
larla beslenen, perde ayaklı, eti çok yağlı, karaciğe kazâ-i nâ-gehânî, {OsT} Ansızın gelen, beklemedik
ri ve tüyü için yetiştirilen, büyük boylu yabanî ve kaza.|| kaza kurşunu, 1. B ir kasıt olmadan isabet
evcil bir tür kuş; (Anser). {eT} (aym) [EUTS] [DLT] ederek öldüren veya yaralayan kurşun. 2. Belli bir
[Gabain] 2. sf. mecaz. Aptal; anlayışsız; budala. S kimseyi h e d e f almaksızın o kişiye gelen zarar. || ka
kaz gibi uçup tavuk gibi yere düşmek, Büyük za namazı, Vakti geçtikten sonra kılman namaz. ||
işler başaracağını söyleyip beceriksiz çılanca sesi kaza sigortası, Kişinin iradesi dışında yaptığı bir
ni kesip oturmak,| kaz gibi yolmak, Elinde av- kazadan doğan can ve m al kaybını karşılamak üze
cunda bulunanların hepsini almak; soymak. |j kaz re yaptırılan sigorta.|| kaza ve kader, Alın yazısı;
m WEE » 1 .2 5 0 5 KAZ
yazgı. || kazaya bırakmak, B ir namaz veya orucu olan kimse. 5. İran ve R usya’da atlı süvari birlikle
daha sonra kaza etm ek üzere vaktinde yerine g e rine verilen isim. 6. {ağız} Çocuğu olmayan adam.
tirmemek.|| kazaya kalmak, (Namaz ve oruç için) [DS] 7. {ağız} Sünnet olmamış adam. [DS] 8. K arı
sonra yerine getirilm ek üzere vaktinde eda edil sına söz geçirebilen ve dediklerini yaptırabilen er
memek^ kaza yapmak, Yaptığı iş dolayısıyla kaza kek. 9. {ağız} Sakal bırakmamış orta yaşlı adam.
ya uğramak.\\ kazaya uğramak, Ansızın kötü ve [DS] 10. {ağız} Evli erkek. [DS] 11. {ağız} sf. Genç;
tehlikeli bir olgu karşısında kalmak; bir bela ile taze. 12. {ağız} İnatçı. [DS] ö> Kazak çömelmesi,
karşılaşmak. B ir bacağı bükerken diğerini önde tutmak biçimin
kaza’, [kaz-mak > kaz-ağı] (kaza:) {ağız} is. 1. B a de yapılan spor alıştırması.
kırcıların kap kalaylamak için kullandıkları demir kazak2, -ğı [T. Kazak > İt. casacca > Fr. casaque] is.
araç. 2. Tahta kaşıkları içini kazıyıp biçim verm ek 1. Baştan giyilen, kollu veya kolsuz, yün örme ü st
te kullanılan araç. 3. Kaldıraç. [DS] lük. 2. Cokeylerin giydiği renkli gömlek.
kazacık, -ğı [kaza-cık] {ağız} is. M arangoz aletleri kazak3, -ğı [kazı-mak > kaz-ak] {ağız} is. Tekneden
yapılan sert kereste. [DS] hamur kazım aya yarayan araç. [DS]
kazaç, -cı [kaz-mak > kaz-aç] {ağızj is. 1. Harmanda kazak4, -ğı [kazak] {ağız} is. 1. A şığın girintili çıkın
sap toplamaya yarayan ucu eğri ahşap araç. 2. tılı yanı. 2. Aşığın düz yanı. [DS]
Üvendirenin ucundaki yassı demir. [DS] kazak3, -ğı [kozak] {ağız} is. Çam kozalağı. [DS]
kazaen, [Ar. kaza1en *Uü] (kaza:’en) {OsT} zf. B il kazak6, -ğı [kazak] {ağız} is. Erkek keklik. [DS]
meden; istemeyerek; farkında olmadan; kaza ile; Kazakça, [kazak-ça] is. 1. Kazakistan Türklerinin
kazara. konuştuğu Türk lehçesi; kuzeybatı Türk dili. 2. sf.
kazagu, [kazı-mak > kazı-ğu] {ağız} is. Bel ve kürek Bu dille yazılmış veya söylenmiş olan,
gibi araçların çamurlarını sıyırmaya yarayan araç; kazakçı, [kazak-çı] {ağız} is. Başa takılan çember.
sıyırgı. [DS] [DS]
kazake, [kazake / kazeke / kazeki] {ağız} is. 1. Palto.
kazaguç, [kara + koç] {eAT} is. Evcilleştirilm iş veya
2. -*• kazeki. [DS]
bakımlı at sürüsü. [DK]
kazaki, [kazaki / kazeke / kazeki] {ağız} is. 1. Aba. 2.
kazağ, [kazı-mak > kazağ] {ağız} is. 1. Rende. 2.
-*• kazeki. [DS]
Parkeleri kazım aya yarayan bir araç; sistire. [DS]
kazaklık, -ğı [kazak-lık] is. K azak olm a durumu;
kazağaç, -cı [kaz-ı-mak > kaz-ı-ğaç] {ağız} is. 1.
karısına söz geçiren ve dediğini yaptıran erkeğin
Sıyırgı. 2. Teknedeki hamurları kazım aya yarayan
niteliği.
araç. 3. Sabanın çamurunu kazım aya yarayan araç.
[DS] kazal, [Ar. gazel] {ağız} is. 1. Sonbaharda dökülen
yapraklar. 2. M ısırın sap ve yaprakları. 3. Kapçık.
kazağı, [kaz-ı-mak > kaz(ı)-ağı / kazavu > kazağı] is.
1. {ağız} Teknedeki hamuru sıyırm aya yarayan 4. Kesilmiş ve kurumuş dal ve yaprakları. [DS]
araç. [DS] 2. {ağız} Bakırcıların kapları kalaylamak kazala, [kaz+ala ?] {ağız} is. Tüyü beyaz ve sarı,
için kullandıkları bir demir araç. K azım a ve tem iz gagası sarılı siyahlı, ayakları turuncu b ir tür yaban
leme işlerinde kullanılan demir araç. [DS] 3. {ağız} ördeği. [DS]
Kaldıraç. [DS] 4. {ağız} Çalı süpürgesi. [DS] 5. {a- kazalaç, -cı [kaz-ala-ç ?] {ağız} is. Sabanın ucunda
ğız} Kullanıla kullanıla eskimiş süpürge. [DS] 6. kayışı tutmaya yarayan delikteki ağaç çivi. [DS]
Tarih öncesi devirlerden kalm a en uzun kenarı dü kazalamak, [kaz-mak > kaz-ala-mak] {ağız} g ç l . f [-
zeltilmiş taş parçasından ibaret araç, r] [-l(ı)-yor] 1. Bozmak. 2. Karıştırmak. [DS]
kazaha, [Ar. kaza > lçazâhâ UUis] (kaza:ha:) {OsT} kazalm ak, [kaz-al-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1. D ik
durmak, başı arkaya atıp göğsünü germek. 2. G u
is. İlçeler; kazalar; kadılık merkezleri,
rurlanmak; büyüklenmek; kibirlenmek. [DS]
kaza’î, [Ar. kaza5 > kazâ’î ^sUâs] (kaza:i:) {OsT} sf. kazalı, [kaza-lı] (kaza:lı) sf. 1. Kazası olan. 2. Kaza
Yargı görevi ile ilgili; hüküm vermeye ilişkin. S geçirmiş, kazaya uğramış olan. 3. (Yolculuk, iş vb.
kazâ’î ictihad, {OsT} huk. Yargı kararlarının bir için) kaza geçirilen. 4. (İl için) belirtilen sayıda il
leştirilmesi.|| kazâ’î murakabe, {OsT} huk. Yargı çesi olan. 5. (Kişi için) ilçede oturan; ilçeden olan,
denetimi.\\ kazâ’î rüşd, {OsT} huk. Yasa önünde kazalmak, [kaz-al-mak / kas-al-mak] gçsz. f. [-ır]
ergin sayılma. | kazâ’î salâhiyet, {OsT} huk. Yargı D ik durmak; gururla göğsünü kabartmak,
lama yetkisi.\\ kazâ’î tasarruf, {OsT} huk. Yargıla kazamak, -ğı [kaz-mak > kaz-a-mak] {ağız} is. H en
ma yetkisi; yargı işlemi. dek. [DS]
kazak1, -ğı [kazak] is. 1. Göçebe; akıncı. 2. Başıboş; kazamat, [İt. casamatta] is. 1. O büslerden, bom ba
özgür. 3. (Özel isim; K ile) bir Türk kavmi; bu ka lardan korunmak için yerin altına yapılmış siper;
vimden olan kimse. 4. (Özel isim; K ile) Güney gömme siper; istihkâm. 2. Tahkim edilmiş küçük
Rusya’da yaşayan bir Slav kavmi ve bu kavim den yapı.
KAZ « 2508
kazan1, [eT. kaz-ğan > kazan / Ar. hazzân (çok birik elde edilen gelir. 5. mecaz. Belli bir alanda yararlı
tiren) o\jZ~] is. 1. Ç ok miktarda yem ek pişirilen, bir olacağına inanılan kişi,
sıvı veya su kaynatılan büyük ve derin kap. 2. Bu kazançlı, [kazan-ç-lı] sf. 1. K azanç getiren. 2. Yarar
har makinelerinde, kalorifer düzeninde suyun kay sağlayan. 3. (Kişi için) kazancı olan; kazanmış o-
natıldığı kapalı kap. 3. Büyük top. 4. matb. Baskı lan.
m akinelerinde kâğıdın üzerine dolanarak basıma kazançsız, [kazan-ç-sız] sf. 1. Kazanç getirmeyen. 2.
gönderildiği silindir şeklindeki kısım. 5. {ağız} So Yarar sağlamayan 3. (Kişi için) kazancı olmayan;
ba. [DS] S kazan ağardan, {ağız} Kalaycı. [DS]|| kazanam amış olan,
kazan ayarı, matb. Baskının istenilen nitelikte ol kazandırıcı, [kazan-dır-ıcı] sf. K azandırm ak işini ya
ması için sayfanın yükseltilip alçaltılnıası.\\ (bir pan; kazandıran,
yer) kazan (biri) kepçe olmak, O kim se tarafından kazandırm a, [kazan-dır-ma] is. K azanmasını sağla
belirtilen y e r tamamen araştırılmak]] kazan daire mak eylemi.
si, 1. Fabrika, konut ve okullarda kalorifer kazanı kazandırm ak, [kazan-dır-mak] gçl. fi [-ır] Kazan
nın kurulu bulunduğu bölme. 2. Gemilerde buhar masını sağlamak; elde etmesine sebep olmak,
kazanının bulunduğu yer. \\ kazan enciği, {ağız} K ü kazandibi, [lcazan+di(p)-i] is. Tavukgöğsü pişirilen
çük kazan. [DS]|| kazan eniği, {ağız} K üçük kazan. kazanın çeperindeki yanık kısım. S 1 kazandibi
[DS]|[ kazan götü, {ağız} G ökyüzünü kaplayan ka muhallebi, mutf. Piştikten sonra dibine p u dra şe
ra bulut. [DS]|[ kazanı kapalı kaynamak, 1. Yaptı keri ekilmiş bir tepside altı ve üstü ya nık bir hâl
ğı işi gizlilik içinde yürütmek; yaptığı işin iç yüzü alıncaya kadar tekrar pişirilm iş muhallebi.
bilinmemek. 2. Özel hayatı kimse tarafından bilin kazanılma, [kazan-ıl-ma] is. K azanmak eyleminin
m em ek,|| kazan-ı şerif, {OsT} tar. H acı Bektaş Ve yapılması durumu,
li'nin içinde çorba pişirdiğine inanılan, Yeniçeri kazanılmak, [kazan-ıl-mak] edil, fi [-ır] Kazanmak
ocağındaki kutsallık izafe edilen kazan. || kazan eylemi yapılmak,
kabı, {ağız} Büyük kıl heybe. [DS]|| kazan kâğıdı,
kazanılmış, [kazân-ıl-mak > kazan-ıl-mış] sf. Önce
matb. Baskıyı düzenlemek için kazanın etrafına
den elde edilmiş, sahip olunmuş. S kazandmış
sarılan kauçuk yaprak.\\ kazan kaldırmak, {OsT}
bağışıklık, biy. Bazı hastalık etkenlerine karşı ön
1. tar. Yeniçeriler tarafından yem ek pişirilen ka
ceden B ve T lenfositleri tarafından sağlanmış bu
zanları ocaklardan alınarak E t M eydanına getir
lunan ve vücuda bir mikrop girmesi hâlinde hemen
m ek suretiyle saraydan bir istekte bulunmak; isyan
o mikrobu tanıyarak harekete geçen bağışıklık dü
etmek. 2. Yöneticinin bir tutumu dolayısıyla toplu
zeneği.|| kazanılmış bağışıklık eksikliği arazı, tıp.
ca baş kaldırmak; beğenilmeyen bir davranış kar
B ir retrovirüs tarafından meydana getirilen, kan ve
şısında ayaklanmak; isyan etmek. || (bir yerde) ka
kan ürünleri nakli ile eşeysel yolla bulaşan öldürü
zan kaynamak, Orada karışıklık olmak.\\ kazan
cü T hücreleri noksanlığı hastalığı; A cquired Im-
kocası, {ağız} Kaynayan çamaşırı karıştırmaya y a
munodefiency Syndrome (AIDS).\\ kazanılmış dav
rayan sopa. [DS]|| kazan koymak, {ağız} Çamaşır
ranış, biy. psikol. Şartlanma y a da öğrenme ile
yıkamak. [DS]|| kazan kulpu, {ağız} Gökkuşağı.
edinilmiş davranış]] kazanılmış karakterler, Kalı
[DS]|| kazan kurbağa, {ağız} Geceleri dolaşan bir
tımla ilgisi olmayan, çevre değiştirm ek veya eğitim
kara kurbağası. [DS]|| kazan mevcudu, as. B ir
yoluyla canlıda oluşan yapı, şekil ve manevi deği
günde yem ek yiyecek olan er sayısı. || kazan taşı,
şiklikler.
Kalsiyum tuzlarının ısıtıldığı kazanların dibinde
kazanım , [kazan-ım] is. 1. K azanmak eylemi. 2.
oluşan kireç tabakası; kefeki.
Kazanılan şey; elde edilen nesne,
kazan, [eT. kaz-ğan] {ağız} is. 1. Sazlık yerlerde dibi
kazanış, [kazan-ış] is. Kazanmak eylemi veya biçi
görünmeyen derin sulu yer. 2. Girdap; çevrik. [DS]
mi.
S kazan ağzı, {ağız} 1. Kuyu. 2. Su çevrisi. [DS]
kazankara, [kazan+kara] {ağız} is. bot. Ebegümeci.
kazancı, [kazan-cı] is. 1. Kazan yapan veya satan
[DS]
kim se. 2. Buhar kazanlarım ateşleyen kimse; ateşçi.
kazankarası, [kazan+kara-s-ı] is. bot. Ebegümeci,
S kazancı dede, {OsT} tasvf. Mevlevi tekkelerinde
m utfak görevlilerinden biri; aşçı dedenin yardımcı- kazanlık, -ğı [kazan-lık] is. 1. Kazanların konulduğu
« .|| kazancı postu, {OsT} tasvf. M evlevi tekkelerin yer. 2. M evlevi tekkelerinde, mutfağın altında lok
de kazancı dedenin oturduğu post. m a kazanlarının konulduğu bodrum,
kazancılık, -ğı [kazan-cı-lık] is. Kazancının işi, m es kazanma, [kazan-ma] is. Kazanmak eylemi,
leği. kazanm ak, [eT. kaz-ğa-n-m ak > kazan-mak] gçl. fi.
kazanç, -cı [kazğanç > kazan-ç] is. 1. Satılan bir mal, [-ır] 1. Kazanç sağlamak; kâr elde etmek. {eAT}
yapılan bir iş veya harcanan bir emek karşılığında (aynı) [DK] 2. Olumlu ve iyi bir sonuç elde etmek.
elde edilen gelir; temettü. 2. Ticarî bir işlemden 3. (Piyango vb. için) isabet etmek; çıkmak. 4. (Da
doğan kâr. 3. Yarar; çıkar; kâr. 4. Belli bir sürede va için) kendi lehine karar elde etmek. 5. (Ödül
ö I ü M Î O ffiffM . 2507 KAZ
için) değer görülmek; elde etmek; sahip olmak; kazayağıgiller, [kaz+aya(k)-ı-gil-ler] is. bot. Ü lke
almak. 6. (Okul, bölüm vb. için) girme hakkını elde mizde 7 cins ve 71 türü bulunan, yaprakları alm a
etmek. 7. (Hastalık, sakatlık vb. için) yakalanmak; şık veya karşılıklı dizilişli çiçekleri ışınsal simetrili,
uğramak. 8. (Zaman, yer, nesne vb. için) tasarruf taç yapraklan olmayan, meyveleri etli yapı ile çev
etmek; artırmak. 9. (Yer, ülke için) almak; fethet rilmiş fındıksı ya da kapsül tipte, çoğunlukla tuzlu
mek; hakim olmak. 10. mecaz. Kendi tarafına çek topraklarda yetişen çok yıllık otsu ve çalımsı bitki
mek; bağlığını elde etmek; kendine bağlamak. 11. ler familyası, (Chenopodiaceae).
dönşl. f (Oyun, karşılaşma vb. için) yenmek; galip kazaz, [Ar. kazz > kazaz jljs] (kazza:z) {OsT} is. Ham
gelmek. 12. (Bir şeyden) kazançlı çıkmak.
ipeği işleyen veya satan kimse; ipekçi,
kazar1, [İng. quasi star > quasar] is. Çok uzakta ve
güçlü radyoaktif kaynaklan olan gök cisim leri kü kazazede, [Ar. kaza5 + Far. -zede lojLis] {OsT} sf. 1.
mesi. Kaza geçirmiş olan; kazaya uğramış olan. 2. is.
kazar2, [Ar. kazar jj i] {OsT} is. Kirlenme; pislenme, Kaza, geçirmiş kimse,
kazbağı, [kaz+bağ-ı] {ağız} is. Çocuk önlüğü. [DS]
kazara, [Ar. kaza5 + Far. -râ IjUis] (kaza:’ra:) {OsT}
kazbaz, [? kazbaz jlylî] {OsT} is. Küçük çocuk gi
zf. 1. Bir kaza sonucu; bilmeden; irade dışı olarak
yeceği; zıbın.
yapılan; yanlışlıkla; kazaen. 2. Rastgele; tesadüfen.
3. bağ. Şayet; eğer, kazboku, [kaz+bok-u] sf. 1. Yeşile çalan kirli sarı. 2.
is. Bu renkte olan,
kazaratar, [kaz-ar+at-ar] is. Eklemli bir kol üzerinde
hareket edebilen kepçe ile kazı yapan motorlu m a kazboynu, -nu -yunları [kaz+boy(u)n-u] is. Bumba-
kine; kazı makinesi; ekskavatör; kazmaç, ların düşey ve yatay hareketlerini sağlamak için
kazarka, [? kazarka] is. zool. Angut, topuklarına konulan iki yönlü menteşe,
kazasız, [kaza-sız] (kaza:sız) zf. K azaya uğramadan; kazçı, [kaz > kaz-çı] {eT} is. K az avcısı. [Nevâyî]
kazadan uzak. S kazasız belasız, K aza geçirm e kazdağlı, [kaz+dağ-(ı)-lı] {ağız} sf. 1. Tembel; kaim
den; kazaya uğramadan; kaza yapmadan. kafalı; sersem. 2. Kendini beğenmiş, kasılarak y ü
kazaska, [Kazak > Rus. kazaska (kazak kızı)\ (ka rüyen. [DS]
za ’ska) is. Oyuncular tarafından tek tek sunulan, kazdaklam ak, [kaz-mak > kaz-dak-la-mak] {ağız}
ayak figürlerine dayanan, K azak kökenli bir Kafkas gçl. f. [-r] f-l(ı)-yor] Bir yeri oyar gibi dürtmek.
yöresi halk oyunu, [DS]
kazdırma, [kaz-dır-ma] is. Kazmak işini yaptırmak
kazasker, [Ar. kâdîü’l-'asker ^ 1 3 ] {OsT} is. 1.
eylemi.
tar. İm paratorluk döneminde, ordu mensuplarının
kazdırm ak, [kaz-dır-mak] gçl. f. [-ır] Kazm ak işini
hukuk ve yargı işlerine bakan en yüksek rütbeli
birine yaptırmak,
kadı. 2. En yüksek bilim ve yargısal rütbe. 3. İmpa
kazein, [Lat. caseus (peynir) > Fr. caseine] is. 1.
ratorluk döneminde A vrupa ve A sya topraklarında
Sütte bulunan pıhtılaştırıcı protein maddesi. 2.
ki kadıların başında bulunan kadı,
Kaymağı alınmış sütün mayalanarak pıhtılaştırıl-
kazaskerlik, -ği [kazasker-lik] is. Kazaskerin görevi
ması ve suyunun alınması suretiyle elde edilen
ve makamı.
madde, fi1 kazein tutkalı, Ekşi sütten kireç ya rd ı
kazav, [? kazav] {ağız} is. 1. Ciğer. 2. Yürek. [DS]
m ıyla elde edilen ve soğuk olarak kullanılan bir
kazavan, [kas-ağan ?] {ağız} sf. (Kişi için) kendini
marangoz yapıştırıcısı.
beğenen, kasılarak yürüyen. [DS]
kazeki, [? kazeki / gazeki] {ağız} is. İşlemeli çuhadan
kazavat, [karavat / kazavat] {eAT} is. Genelev. [DK]
yapılmış kısa ceket. [DS]
kazavu, [kaz-mak > kaz-ağu] {ağız} is. 1. Çamur
kazet, [Fr. casette] is. Pişirme sırasında, ateşin doğ
kazımaya yarayan sürgü; sıyırgı. 2. -+• kazaç. [DS]
rudan doğruya etkisinden korum ak için pişirilecek
kazaya, [Ar. kaza5 > kaziyye > kazaya (kaza:- parçanın içine konduğu ateşe dayanıklı toprak kap.
ya:) {OsT} is. man. Önerme; kaziyeler, ö kazâyâ- kazevi, [Ar. kazevi ^jjü] {OsT} is. Sazdan yapılan, pi
yı mantıkiye, {OsT} mant. Mantıklı kıyaslamalar.
rinç, hurm a vb. taşınabilen, büyük kulpsuz sepet;
kazayağı, [kaz+aya(lc)ı] is. 1. bot. Ispanakgillerden,
zembil.
kırlarda yetişen, yaprağı kaz ayağını andıran, taze
iken sebze olarak yenilen, erdişi çiçekli otsu bitki, kazez, [? kazez] {ağız} is. İki yaşında dişi koyun. [DS]
(Chenopodium botrys). 2. Çok çengelli askı. 3. kazf, [Ar. k azf o is ] {OsT} is. 1. Atma; fırlatma. 2.
Açık turuncu renk. 4. dnz. Gemilerde yük kaldır İftira. 3. huk. N amuslu bir kadını zina ile suçlama.
mak için kullanılan, uçlarında kanca bulunan bir S kazf-i bi-tarîki’l-kinâye, {OsT} huk. B ir kim se
tür sapan. 5. Terzilikte zikzaklı dikiş; hristo teyeli. y e kinayeli bir şekilde zina isnat etmek. || kazf-i
6. anat. Birtakım kas kirişlerinin kaval kemiğinin muallak, {OsT} huk. B ir şarta bağlanan zina isna
iç üst kısmına yapıştığı yere verilen ad. dı]] kazf-i muzâf, {OsT} huk. B ir vakte bağlı ola-
KAZ 0IÜffiltIÜICESDM.25Se
rak zina isnadı.|| kazf-i sarîh, {OsT} huk. A çık bir kazıcak, -ğı [kaz-ı-mak > kaz-ı-y-acalc] {ağız} is. -*
anlatımla yüklenen zina suçlaması. kazağı. [DS]
kazgaç, -cı [kaz-mak > kaz-gaç] {ağız} is. -*■ kazağı. kazıcı1, [kaz-ıcı] sf. Kazmak eylemini yapan.
[DS] kazıcı2, [kaz-ı-cı] is. 1. Kazı yapan kimse; hafır. 2.
kazgak, [kaz-ğa-mak > kaz-ğa-k] {eT} is. Yarar; fay Oyma işleriyle uğraşan sanatçı,
da; kazanç. [ETY] kazıg, [kaz-mak > kaz-ığ] {eT} is. Toprak kazılarak
kazgamak, [kaz-mak > kaz-ğa-mak] {eT} gçl. fi. [-r] elde edilmiş mal. [İKPÖy.]
Toprağı kazarak elde etmek; zorla elde etmek; ka kazığaç, -cı [kaz-ı-mak > kazı-gaç] {ağız} is. -*■ ka-
zanmak zaç. DS]
kazgan, [kaz-mak > kaz-ğan jLijs] {eT} is. 1. Sel su kazık, -ğı [kaz-mak > kaz-nuk / kaz-ğuk > kaz-ık] is.
larının yardığı yer. [DLT] 2. {eAT} Kazan, S1 kaz 1. Yere veya bir yere çakmak, saplamak amacıyla
gan yer, {eT} İçerisinde, çatlaklar, bataklıklar, ucu sivriltilmiş odun parçası. 2. B ir ucu toprağa
yarlar bulunan yer. [DLT] gömülü, biraz kaim ve uzun sopa; direk. 3. Binala
kazganç, [kaz-mak > kaz-ğâ-mak > kaz-ğa-n-m ak > rın tem elinin oturtulduğu toprak içine dikine gömü
kazgan-ç] {eT} is. Kazanç; gelir. [İKPÖy.] [ETY] lü uzun beton kütleleri. 4. Eskiden idam mahkûm
[DLT] [EUTS] [Gabain] larını üzerine oturtmak suretiyle işkence ederek
kazganmak, [kaz-mak > kaz-ğâ-mak > kaz-ğa-n- öldürmekte kullanılan, yere çakılmış ucu sivri odun
mak] {eT} dönşl. fi 1. Kazanmak; başarmak; elde parçası. 5. Bu şekilde uygulanan ceza. 6. argo. Alış
etmek. [DLT] [EUTS] [ETY] [İKPÖy.] [Yüknekî] verişte aldatma ve aldanma. 7. spor. Yağlı güreşte,
[Gabain] [Nevâyî] 2. Toplamak; biriktirmek. [ETY] 3. güreşçinin, elini rakibinin kispeti içine sokarak
Zapt etm ek elde etmek; fethetmek. [Tekin] [EUTS] yaptığı bir oyun. 8. {ağız} Havuç. [DS] 9. {ağız} San
S1 kazganu birmek, {eT} Kazanıvermek. dalye. [DS] 10. {ağız} K ök saldığı hâlde topraktan
kazgıç, -cı [maz-mak > kaz-gıç] {ağız} is. 1. Tandır çıkmamış tohum. [DS] 11. sf. (Satın alınan mal
dan ekmeği çıkarmaya yarayan araç. 2. Bitki kökü için) fiyatı çok yüksek. 12. {ağız} İnatçı. [DS] 13.
sökmeye yarayan ucu sivriltilmiş sopa. 3. Geniş {ağız} İnce uzun sopaları yere, çamura çakarak oy
ağızlı kazıyıcı araç. [DS] nanan bir çocuk oyunu. [DS] S1 kazık arabası,
{ağız} Ekin saplarını taşımakta kullanılan basit kı
kazgılıç, -cı [lcaz-gıç / kaz+kılıç] {ağız} is. Bitki kökü
zak. [DS]|| kazık atmak, argo. 1. A lış verişte birini
sökmeye yarayan ucu sivri ağaç parçası. [DS]
aldatmak. 2. B ir malı değerinden yüksek fiya ta
kazguk, [kaz-mak > kaz-nuk / kaz-ğuk] {eT} is.
satmak. j| kazık ayak, {ağız} 1. (Kişi için) çok dola
Kazık; direk. [Gabain] [EUTS]
şan; yorulm ak bilmeyen. [DS]|| kazık gibi, 1. Sert
kazğıç, -cı [kaz-gıç] {ağız} is. -*• kazgıç. [DS]
ve dik. 2. Donmuş. || kazık hattı, Kazıklardan ya
kazı1, [kaz-mak > kaz-ı] is. 1. Toprağı kazm a işi; pılm ış tahta duvar. ]| kazık kadar olmak, (Çocuk
hafriyat, (1935). 2. Toprak altında kalm ış tarihî için) çocukluktan çıkmak; aklı erer olmak; yaptık
eserleri, belgeleri ortaya çıkarmak için yapılan, bi larından sorumlu tutulabilecek kadar büyümüş ol-
limsel ve teknik yollara uygun olarak yapılan kaz mak. || kazık kakmak, 1. argo. Çok uzun yaşamak.
m a ve araştırma işi. 3. Ahşap ve metal üzerine çok 2. Oturduğu veya durduğu yere bağlanmış gibi hiç
derin olmayan yarıklar açarak yapılan süsleme, re kıpırdamadan yerleşip kalmak; yerinden kıpırda-
sim veya yazı oyma sanatı; hak; gravür. 4. huk. Ta
mamak.\\ kazık kesilmek, Sertleşmek; dikleşmek.\\
şınır ve taşınmaz bütün eski eserleri bulma, ince
kazık kök, bot. D ikine giden ana kök.\\ kazık mar
leme, araştırma ve meydana çıkarma gibi amaçlarla
ka, argo. Çok pahalı. |j kazık yem ek, argo. Alış
yapılan işlemlerin tümü. S kazı bilimci, Tarih ön
verişte aldatılmak,|| kazık yemiş, {ağız} Havuç.
cesi ve eski çağlardan kalma eserleri inceleyen,
[DS]|| kazık yutm uş gibi durmak, 1. B ir iş ya p ı
araştıran, değerlendiren uzman; arkeolog. || kazı
lırken yardım etmeden beklemek. 2. D im dik dur
bilim i, Tarih öncesi, ve eski çağlardan kalma eser
mak.
leri tarih ve sanat değeri açısından inceleyen, a-
kazıkazan, [kaz-ı+kazan] is. Ü zerine örtülü kalaylı
raştıran bilim dalı; arkeoloji.\\ kazı bilim sel, Tarih
kâğıt kazındığında üç haneyi de dolu bulm ak esası
öncesi ve eski çağlardan kalma eserlerle ilgili; ar
na dayanan talih oyunu,
keolojikli kazı kalemi, 1. Oyma işlerinde kullanı
kazıkçı, [kazık-çı] is. 1. K azık yapan kimse. 2. s f
lan sivri uçlu çelik kalem. Kare veya sekizgen kesit
argo. Pahalı mal satan; alış verişte aldatan. 3. sf.
li, bir ucu piram it şeklinde sona eren, heykeltıraş
(Pehlivan için) güreşte kazık oyunlarıyla tanınan.
ların taşa kabaca şekil vermekte kullandıkları çelik
4. (Yönetici) suçluları kazığa oturtmakla tanınan,
çubuk; kazıma kalemi.
kazıklam a, [kazık-la-ma] is. 1. Kazıklamak eylemi.
kazı2, [kazî] (kazı:) {eT} is. Şişmanlıktan insan kar
2. {ağız} Fıtık hastalığı. [DS] 3. {ağız} Yapılarda du
nındaki girinti ve çıkıntılar. [DLT]
vara enlem esine konulan taş. [DS] 4. {ağız} Buğday
kazı3, [Ar. kâzî (ka:zı:) {OsT} is. -*■ kadı. biçildikten sonra tarlada kalan köklü sap; anız. [DS]
l I i t I B C f M . 2509 KAZ
kazıklamak, [kazık-la-mak] g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. kâzım, [Ar. kazım (kâ:zım) {OsT} sf. Kendini
Bir yere veya bir şeye kazık çakmak. 2. Bir yerin
tutan; öfkesini yenen, fi1 kâzım ü’l-gayz, Öfkesini
sınırlarını ölçüm araçlarıyla belirledikten sonra
yenen.
kaybolmaması için uçlara kazık çakmak. 3. (Eski
kazım ', [kaz-mak > kaz-ım] is. Kazmak eylemi; kazı
den uygulanan) suçluyu kazığa oturtarak öldürmek
işi.
suretiyle cezalandırmak. 4. argo. Alış verişte birini
kazım2, [kaz-ı-mak > kaz-ı-m] is. K azımak eylemi;
aldatmak. 5. gçsz. f. (Şoförler için) iş yapmayarak
kazıma işi.
boş beklemek. 6. {ağız} Rahatsız etmek. [DS] 7.
{ağız} Bekletmek. [DS] 8. {ağız} Arsayı bölümlere k azım 3, [Ar. kazm > kâzım / kâzıma ^ 1 5 / <u~3li]
ayırmak; parsellemek. [DS] (ka:zım, k kalın söylenir) {OsT} sf. Kemiren; kem i
kazıklanma, [kazık-la-n-ma] is. Kazıklam ak eylem i rici. S kâzıme-i zâtü’t-terkova, {OsT} zool. I.
ne uğrama durumu, Kunduz. 2. Sincap.
kazıklanmak, [kazık-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. (Bir kazıma,- [kaz-ı-mak > kaz-ı-ma] is. 1. Kazımak ey
yer veya bir şey için) kazık çakılmak. 2. Bir yerin lemi. 2. Dericilikte, derinin kıllarını kesici bir araç
sınırlarını ölçüm araçlarıyla belirledikten som a la tem izleme işlemi. 3. Kazı kalem i ile ahşap veya
kaybolmaması için uçlara kazık çakılmak. 3. (Es metal bir levhayı oyma. 4. M aden ocaklarında bir
kiden, suçlu için) kazığa oturtmak suretiyle ceza kuyuyu alttan oyarak derinleştirme. 5. tıp. Gereksiz
landırılmak. 4. argo. A lış verişte aldatılmak. 5. bir dokuyu veya hastalıklı kısmı, sağlıklı kısımdan
dönşl. f. Kazık sahibi olmak; kazık edinmek. 6. bıçaklar yardımı ile sıyırıp alm a işlemi; kürtaj. 6.
{ağız} Beklemek. [DS] Toprağın alt tabakasını üste getirmeden özel saban
kazıklayış, [kazık-la-y-ış] is. Kazıklama eylemi veya larla işleme. S kazıma resim, A hşap ve metal üze
biçimi. rine çok derin olmayan yarık ve oyuklar açarak
kazıklı, [kaz-ık-lı] sf. 1. Kazığı olan. 2. İçinde veya yapılan resim veya yazı; oyma; hak; gravür.
üzerinde kazık bulunan. 3. K azık ile desteklenmiş kazımak, [kaz-mak > kaz-î-m ak jıjls ] gçl- fi [-r] 1.
olan. 4. (Arsa vb. için) kazık çakılarak sınırları be
{eT} {eAT} Kazmak; eşmek; deşmek. [DLT] [Yük
lirtilmiş olan. 5. (Yönetici için) kazığa oturtm a ce
nekî] 2. Bir şeyin yüzündeki istenmeyen şeyleri v e
zası uygulam akla tanınmış olan. S kazıklı hum
ya bir tabakayı keskin bir bıçak türü araçla tem iz
ma, tıp. Vücuda açık yaralardan giren, toprak veya
lemek. 3. {eAT} Sert bir şekilde kaşımak; tırm ala
hayvan gübresinde yaşayan bir basilin y o l açtığı,
mak; tahriş etmek. 4. {OsT} Tüylerini veya kıllarını
kasların sürekli kasılması ile kendini gösteren, ağ
dipten kesmek; tıraş etmek. 5. Kökünden söküp at
rılı ve ateşli bir hastalık; tetanos]| kazıklı tahki
mak; yok etmek. 6. Yüzeyden temizleyerek çıkar
mat, as. Kazıklarla yapılm ış korunak.
mak; silmek. 7. Keskin bir araçla yüzeyden çiz
kazıl, [Ar. gazi [EREN] > kazıl Jjs] {eAT} {ağız} is. 1. mek; hakketmek. 8. argo. Bir kimseyi boş sözlerle
Çadır çulu, çuval vb. dikm ekte kullanılan keçi kı kandırmaya çalışmak. 9. argo. Birinin elindeki b ü
lından bükülmüş ip veya sicim. 2. Kıl ve yün yu tün parayı almak. 10. {ağız} argo. Önemsemek; et
mak. 3. Çuvaldız. [DS] S kazıl kıvratmak, {ağız} kilenmek; dikkate almak. [DS] 11. Bir parçayı sisti
iyi ve kazançlı bir iş yapm ak; kazanç getiren işleri re ile temizlemek. 12. Dericilikte, derinin kıllarını
becermek. [DS] kesici bir araçla temizlemek. 13. M aden ocakların
kazılcı, [kazıl-cı] {ağız} is. Kıl ip ve bu ipten örülmüş da bir kuyuyu alttan oyarak derinleştirmek. 14. tıp.
yular, kolan, çuval, torba vb. şeyler yapan kimse. Gereksiz bir dokuyu veya hastalıklı kısmı, sağlıklı
[DS] kısım dan bıçaklar yardımı ile sıyırıp alm a işlemi;
kazılı, [kaz-ıl-ı] sf. 1. Kazılmış olan. 2. Kazı yapıla kürtaj yapmak. 15. Toprağın alt tabakasını üste ge
rak araştırılmış olan. 3. K azılarak süsleme yapılmış tirmeden özel sabanlarla işlemek. 16. D erinleştir
olan. mek amacıyla bir oymanın üzerinden tekrar git
kazılık, [kazT-lık] {eAT} s f (At için) büyük, güçlü ve mek. 17. {ağız} Saymak; önem vermek. [DS] 18.
iyi cins. [DK] {ağız} Saz çalmak. [DS]
kazılış, [kaz-ıl-ış} is. Kazılm ak eylemi veya biçimi, kâzıme, [Ar. kâzım > kâzıme 4aJjIS"] (kâ;zıme) {OsT}
kazılma, [kaz-ıl-ma] is. Kazmak eyleminin yapılma
sf. Kendini tutan bayan; öfkesini yenen bayan,
durumu.
kazım ık', -ğı [kazı-mak > kazı-mık] {ağız} is. Süt,
kazılmak, [kaz-mak > kaz-ıl-m ak ji jî ] edil. f. [-ır] muhallebi veya yemek pişerken tencerenin dibinde
1. Kazmak işi yapılmak; kazm ak eylemine uğra m eydana gelen yanık tabaka. [DS]
mak. {eT} (aym) [DLT] 2. {OsT} Silinmek; aşınmak. kazım ık2, -ğı [kazı-mık] {ağız} is. 1. Teknedeki ha
15 kazılarak aşınma, Akarsular tarafından taş muru kesm eye ve kazım aya yarayan araç. 2. Saba
toprak parçaları kazılıp götürülm ek suretiyle mey nın çamurlarını sıyırıp tem izlemekte kullanılan a-
dana gelen aşınma. raç. [DS]
KÂZ ö I Ü M T İ İ M f S Ö M • 2510
kâzımîn, [Ar. kazım > kazımın (kâ:zımi:n) mekte ve teknedeki ham ur kalıntılarını kazım akta
kullanılan yassı metal araç. [DS]
{OsT} is. Kendini tutanlar; öfkesini, hırsını yenen
ler. kazıyıcı, [kaz-ı-y-ıcı] is. K ullanıldığı yere göre deği
şik biçim ve türleri bulunan, kazım a işlemlerinde
kazın, [kâ + din] {eT} is. Kaym; dünür; hısım. [DLT]
kullanılan araç ve aletlere verilen ad; kazım a aracı.
kazmak, [kaz-mak >kaz-ın-m ak > kazın-ak] {eT} is. S kazıyıcı uç, Ses kaydında kullanılan, elektrik
Hazine. işaretlerini kayıt yüzeyi üzerinde kalemin hareketi
kazınç, -cı [kazı-nç] {ağız} is. Şikâyet. [DS] ne dönüştüren bir elektromanyetik uç.
kazındı, [kaz-mak > kaz-m-dı] {eT} sf. Kazıntı; ka kazıyış, [kaz-ı-y-ış] is. K azım ak eylemi veya biçimi,
zılmış. S kazındı toprak, {eT} Kazılmış toprak.
kâzib, [Ar. kizb > kâzib / kâzibe t-ölS' / (kâ:zib)
[DLT]
kazındırmak, [kaz-m-dır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] 1. {OsT} sf. 1. Y alan söyleyen; yalancı; aldatıcı. 2.
Zevksiz, sürekli çalgı çalmak. 2. Başı ustura ile Doğru ve gerçek olmayan; uydurma; yalan; sahte.
kazımak. [DS] kazif, [Ar. k âzif ıJili] (ka:zifi) {OsT} is. Birinin zina
kazıngku, [kaz-m-mak > kazın-kü] (kazınku:) {eT} yaptığını ileri süren kişi,
is. (İp için) karm a karışık; dolaşık. [DLT] kazik, -ği [? kazik] {ağız} is. 1. Küçük kazan. 2. Yağ
kazınık, -ğı [kazı-mık / kazınık] {ağız} is. 1. Tekne tavası. [DS]
deki hamuru kesmeye ve kazımaya yarayan araç. 2. kâzım e, [Ar. kâzime -utils'] (kâ:zime) {OsT} is. B ü
Sabanın çamurlarını sıyırıp tem izlemekte kullanı
yük şehir.
lan araç. [DS]
kazınma, [kazı-n-ma] is. 1. K endi kendine kazınm ak kaziye, [Ar. kaza > kaziyye w ^ ] {OsT} is. 1. B ir savı
eylemi. 2. K azıma eylemine uğrama. öne süren veya bir durum u dile getiren cümle;
kazınm ak1, kaz-m ak > kaz-m-mak] {eT} dönşl. f. [- önerme; tez. 2. Cümlecik; cümle. 3. İspat edilebilir
ur] Kazmayı iş edinmek; kazar görünmek. [DLT] iddia; teklif; teorem; önerme. 4. İş; husus; mesele;
kazınmak2, [kaz-mak > kaz-ı-m ak > kazı-n-mak] madde. S kaziye-i anhâ, {OsT} man. Sonuç öner-
dönşl. f. [-ır] 1. Kendi kendine tıraş olmak; derisini mesi.|| kaziye-i anhâ öyle değil, {OsT} -*■ kazın
yüzercesine kendi tüy ve kıllarını kesmek. 2. Sert ayağı öyle değil.|| kaziye-i asliye, {OsT} dbl. A sıl
bir şekilde kaşınmak. 3. (M ide için) çok acıkmış cümle. || kaziye-i hükmiye, {OsT} huk. Duruşmanın
olmak. 4. edil, fi K azımak eylemine uğramak; ka asıl konusu olan olay.|| kaziye-i külliye, {OsT} huk.
zım a eylemi yapılmak. {eT} (aynı) [DLT] 5. argo. K arara gerekçe olan konunun tümünü kapsayan
Elindeki bütün parası alınmak veya çalınmak, fi1 m adde.|| kaziye-i mücibe-i cüz’iye, {OsT} mant.
kazınıp kalmak, {ağız} H ayal kırıklığına uğramak. Olumlu tikel önerme. || kaziye-i mûcibe-i külliye,
[DS] {OsT} mant. Olumlu tüm el önerm e.j| kaziye-i muh
kazınmak3, [kaz-mak > kaz-ı-n-mak] {ağız} dönşl. fi. keme, {OsT} fel. Kesin ya rg ı.|| kaziye-i sâlibe,
[-ır] (Hayvan için) eşinmek. [DS] {OsT} fel. Olumsuz önerme. || kaziye-i sâlibe-i
kazıntı, [kazm-mak > kazın-tı] is. 1. Kazman yerden cüz’iye, {OsT} mant. Yadsılı tikel önerme.\\ kaziye-i
çıkan parça, kırıntı, döküntü. 2. (Yazı için) kazım a sâlibe-i külliye, {OsT} man. Yadsılı tüm el önerme.
izi. kazkanadı, [kaz+kana(t)-ı] is. spor. Yağlı güreşte,
kazıntılı, [kaz-ı-ntı-lı] sf. (Yazı veya resim için) ka rakibin başı koltuk altına alındıktan sonra eller ra
zıntısı olan; kazıntı yapılmış olan, kibin koltuk altlarından geçirilerek sırtta kilitlen
kazışmak, [kaz-mak > kaz-ış-mak] {eT} işteş, fi [-ur] m ek suretiyle uygulanan bir oyun,
Birlikte kazmak. [DLT] kazkuç, -cu [kaz-mak > kaz-guç] {ağız} is. Bitki
kazıtma, [kaz-ı-t-ma] is. K azıma işini yaptırma, kökü çıkarmakta kullanılan ucu sivriltilmiş sopa;
kazıtmak, [kaz-ı-t-mak] gçl. fi. [-ır] K azımak eyle kazgıç. [DS]
mini birine yaptırmak, kazkuk, [kaz-mak > kaz-ğuk] {eT} is. -*■ kazguk.
kazıyacak, -ğı [kaz-ı-y-acak] is. 1. Arı kovanlarında [EUTS]
yapışıp kalan petek ve diğer artıkları temizlemekte kazlam ak1, [kâz >kaz-lâ-mak] (kazla:mak) {eT} gçsz.
kullanılan uzun saplı ve ucu keskin araç. 2. Hamur fi [-r] K aza benzemek; kaz gibi olmak. [DLT]
teknelerine yapışmış hamur artıklarım tem izlemek kazlam ak2, [kaz-mak > kaz-la-mak] {ağız} gçl. fi. [-r]
te kullanılan yassı metal araç. 3. Yollarm düzeltil [-l(ı)-yor] Aldatmak. [DS]
mesinde kullanılan ve yüzeyi belirli bir derinlikte kazlam ak3, [kaz-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı]-yor]
kazım aya yarayan araç. 4. {ağız} Rende. [DS] 5. Çiğnemek; basmak. [DS]
{ağız} Sabanın çamurlarını sıyırıp temizlemekte kazlar, [kaz-lar] is. zool. Kazsılar takımından iyi
kullanılan araç. [DS] uçan, iyi yüzen göçücü su kuşlarım içine alan, tek
kazıycak, -ğı [kazı-y-(a)cak] {ağız} is. Ham ur kes familyası ördekgiller olan bir alt takım, (Anseres).
İ l l I I f S Ğ M • 2511 KEB
kazlınm ak1, [kaz-mak > kaz-(ı)l-m-mak] {eT} ed il.f. rıya çalan kahverenginde hidratlı, doğal alüm in
[-ur] Kazılmak; çukurlar yapılmak. [DLT] yum ve kurşun silikat,
kazlanmak2, [kaz-la-n-mak] {ağız} edil. f. [-ır] A lda kazsılar, [kaz-sı-lar] is. zool. Ağır vücutlu, uzun b o
tılmak. [DS] yunlu, geniş ve yassı gagalı, kısa kuyruklu, perde
kazma, [kaz-ma] is. 1. Toprağı bir araç yardımıyla ayaklı, iyi yüzen, dalan ve toplu hâlde yaşayan, b ir
kabartma, kaldırm a ve atm a işi. 2. Toprağı kazıp likte göç eden karinalı kuşlar takımı, (Anserifor-
kaldırm ak ve düzeltmekte kullanılan, ucu sivri ve mes).
keskin, ağaç saplı, T biçiminde bir el aracı. 3. sf. kazturmak, [kaz-mak > kaz-tur-mak] {eT} gçl. f. [-
Kazılarak yapılmış olan. ® kazma diş, (İnsan için) ur] Kazdırmak. [DLT]
üst damaktaki ön dişleri dışarı doğru çıkık ve uzun kazuk1, [kaz-mak > kaznuk / kaz-ğuk Jjjs] {eT}
olan.\\ kazma resim, Gravür.|| kazma takırtısı, {eAT} is. Kazık. [EUTS] [OKD]
{ağız} Ölünün arkasından verilen yemek. [DS]
kazuk2, [kaz-mak > kaz-uk] {eT} sf. Kazılmış. [DLT]
kazmacı, [kaz-ma-cı] is. 1. Kömür ocağı, inşaat vb. S kazuk arık, {eT} Kazılmış arık. [DLT]
yerlerde kazm a ile çalışarak toprak veya köm ür
kazulet, [Ar. kâzüre > kâzürât o ljjilî] {OsT} sf. K aba
kazan işçi. 2. Kazma yapıp satan kimse.
kazmaç1, -cı [kaz-maç] is. Eklemli bir kol üzerinde ve çirkin olan; kocaman,
hareket edebilen kepçe ile kazı yapan m otorlu m a kazunguk, [kaz-mak > kaz-unuk] {eT} is. Kazık.
kine; kazı makinesi; ekskavatör; kazaratar. [DLT]
kazmaç2, -cı [kaz-maç] {ağız} is. K aradeniz bölge kazurat, [Ar. kâzüre > kâzürât o ljjiis] (ka:zu:rat)
sinde yaprağını dökmeyen, yapraklarının kenarı {OsT} is. 1. Pislik. 2. İnsan ve hayvan pisliği. (Bu
dikenli dişli ve meyvesi parlak kırmızı renkli çalı kelime çoğul olmasına rağmen tekil kullanılmıştır.)
görünümünde bir bodur ağaç; ışığan; çoban püskü kazure, [Ar. kâzüre ojjilü] (ka:zu:re) {OsT} is. Pislik;
lü, (ilex colchica, I. aquifolium). [DS]
murdarlık. (Bu kelime dilimizde kullanılmamıştır.)
kazmak1, [kaz-mak gçl. f. [-ar] 1. B ir araçla kaz, -zzı [Ar. kazz js] {OsT} is. Ham ipek,
toprağı kabartarak kaldırmak, oymak ve atmak;
toprak kazmak; toprak çıkarmak. {eT} (aym) [İKP kazzafe, [Ar. kazzâfe 4ilji] (kazza.fe) {OsT} is. Sa
Öy.] [EUTS] [Gabain] 2. Bu yolla toprakta çukur, pan.
oyuk, yol veya kuyu oluşturmak. 3. {eAT} İnce uçlu kazzağı, [kazı-mak > kazı-gu] {ağız} is. Ustura. [DS]
bir çelik kalem le metal veya taş üzerine yazı ve kazzak, -ğı [kaz (yans.) > kaz(z)-a-k] {ağız} is. Ç ay
resim yapmak; hakketmek. 4. {eT} (At için) ha- lak. [DS]
şarılanarak ve çamışlanarak ayağı ile yeri eşmek. kazzaz, [Ar. kazaz jljs] (kazza:z) {OsT} is. İpek işle
[DLT] S kazdığı kuyuya kendisi düşmek, Başka yen; ipek satan; ipekçi,
sı için hazırladığı tuzağa kendisi yakalanmak;
kb [Fr. kilobase] kısalt. N ükleik asitlerde 1000 nük-
(başkası için kötü bir şeyler tasarlayan biri için) o
leotide eşdeğer uzunluk biriminin kısaltması.
tasarladıklarına kendi uğramak. || kaz kaz demiri,
-ke-, [-ka- / -ke- / -ğa- / -ge-] {eT} yap. e. -*■ -ka-
{ağız} Delgi; matkap. [DS]
-ke, [-ka- /-ke / -ğa / -ga / -ge] yap. e. -*■ -ka.
kazmak2, [kazığ > kaz-mak ^ j ü ] {eAT} gçl. f. [-ur] k e1, [ke / kek (yans.)] is. Düzgün konuşamamayı,
(At için) kazık çakıp bağlamak, kekelemeyi anlatan kök. [Zülfıkar] ke+ke, ke+ke-ç.
kazmalı, [kaz-mak > kaz-ma-lı] {ağız} is. Saksağan. ke2, [ke] (ke:) {eT} is. 1. Arka; geri. [ETY] 2. Batı.
[DS]
[İKPÖy.] 3. zf. Sonra. 4. İçinde; içte; içteki. [İKPÖy.]
kazmalık, -ğı [kaz-mak > kazma-lık] {ağız} is. Dağ
5. (Zaman için) sonraki. [İKPÖy.] 6. s f (Mesafe
eteklerinde bulunan çukurlar. [DS]
için) arka; arkada. [İKPÖy.]
kazmayol, [kaz-ma+yol] {ağız} is. Şose. [DS]
ke3, [Far. k il ] {OsT} ek. Farsçada küçültme ekidir.
kazmık1, -ğı [kaz(ı)-mık {eAT} {ağız} is. 1. Ten
ke4, [Ar. k i! ] {OsT} e. A rapça’da benzetme harfidir;
cere dibinde yapışmış ve katılaşmış yanık yemek
tabakası. 2. Etin, kıyıldıktan som a kütükte kalan ve "gibi, benzer” anlamı katar. " ke-enne (sanki), ke-
sonra kazıyarak çıkartılan kısmı. [DS] zalık (yine öyle; yine aynı) S ke’l-adem, Yokmuş
kazmık2, -ğı [kaz-ı-mak > kaz-ı-mık] {ağız} is. -*■ ka- gibi. || ke’l-evvel, Önceki gibi; eskisi gibi.
zımık2. [DS] kebab, [Ar. kebâb o l ^ ] (keba:b) {OsT} is. -*■ kebap,
kaznak1, [kazğan-mak > kazğan-ak] {eT} is. Hazine. kebabe, [Ar. kebâbe ajLS"] (keba;be) {OsT} is. bot. 1.
[KB]
Kuyruklu biber. 2. H int biberi tohumu,
kaznak2, [kaz-(ı)n-mak] {ağız} is. Su birikintisi. [DS]
kebabi, [Ar. kebabı ^^S"] (keba;bi;) {OsT} is. Kebap
kaznguk, [kaz-mak > kaz-ğuk] {eT} is. Kazık. [DLT]
kazolit, [Kasola (yer adı) > Fr. kasolite] is. min. Sa yapan ve satan kimse.
KEB İ ll e « C E S İM e 2512
kebabiye, [Ar. kebabiyye ^LS"] (keba:biye) {OsT} is. bedi:) {OsT} sf. 1. Karaciğere ait; karaciğerle ilgili.
2. Karaciğer renginde olan,
1. Lülenin dibinde kalan tütün. 2. Sigara artığı; iz
marit. kebediye, [Ar. kebediyye ^.-ti’] {OsT} is. bot. Kara
kebad, [Ar. kebâd (keba:d) {OsT} is. îri limon, ciğer otu veya yosunu; ciğerotları.
kebek, [kebelc / kepek] {eT} is. -*• kepek,
kebade, [Far. kebâde »iLS] {OsT} is. Eğitim yayı; a-
kebelek, -ği [eT. Moğ. kebeli / köbelek > kebelek
cemilere ok atmayı öğretmekte kullanılan gevşek
yay. S kebâde-keş, {OsT} Eğitim yayı çeken. || dlLS'] is. 1. {eAT} Kelebek. 2. {ağız} Davarların ka
kebâde-keşî, {OsT} 1. Eğitim yayını çekme. 2. Ok raciğerlerinde olan kelebek hastalığı. [DS]
atmaya heves etme.
kebeli, [Moğ. kepeli] (kepe.ji:) {eT} is. -»-kepeli,
kebair, [Ar. kibr > kebire > kebâ’ir (keba:ir)
keben, [kap-an / keben] {ağız} is. D ağlar arasındaki
{OsT} is. Öldürme, zina gibi büyük günahlar, dar geçit; taşlık, kayalık yerden geçen dar yol. [DS]
kebais, [Ar. kebıse > kebâis (keba:is) {OsT} is. kebene, [? kebene] {ağız} is. Su testisi. [DS]
1. Bir gün fazla çeken yıllar. 2. Şubatı 29 çeken kebenek, -ği [kebe-n-ek ?] {ağız} is. Kaba kumaştan
yıllar. yapılm a ceket. [DS]
kebap, -bı [Ar. kebâb (keba:p) {OsT} is. 1. kebent, [kapan / keben] {ağız} is. Dağlardaki dar
geçitler. [DS]
Doğrudan doğruya ateşe tutularak ya da kap, kâğıt
keber, [Lat. capra] {ağız} is. -*■ kebere. [DS]
içinde susuz pişirilen et yemeği. 2. Çevirme, kı
zartm a veya kavurma suretiyle hazırlanan her türlü kebere, [Lat. capra] is. bot. Çok yıllık, dikenli, pem
yiyecek. 3. sf. Kavrulmuş; kızarmış. 4. mecaz. Y an be ve beyaz çiçekli, çiçek tom urcukları turşu yapı
mış; yanık. larak yenilen bir çalı; kapari; gebre otu; kedi tırna
ğı, (Capparis spinosa). S kebere otugiller, bot.
kebapçı, [kebap-çı] is. 1. Kebap yapıp satan kimse.
Yaprakları alm aşık basit y a da birleşik, çanak ya p
2. Kebap yapılıp satılan dükkân. S kebapçı kedisi
rakları 4 ila 8 tane olup serbest y a da birleşik,
gibi yutkunmak, B ir şeyi boş yere beklemek.
ovaryum üst durumlu, kapsül y a da bakla tipi mey
kebapçılık, -ğı [kebap-çı-lık] is. Kebapçının işi; ke
veleri olan, yurdum uzda iki cins ve üç türle temsil
bapçı olm a durumu,
edilen bitkiler; kapari, (Capparaceae).
kebaplı, [kebap-lı] sf. İçinde kebap konulm uş olan;
kebermek, [kebe > kebe-r-mek] (kebermek) {eT}
kebabı olan.
g çsz.f. [-ür] 1. Şişmek; kabarmak. 2. (Hayvan için)
kebaplık, -ğı [kebap-lık] sf. 1. Kebap yapılmaya
ölmek. 3. (İnsan için, hakaret olarak söylenir) son
elverişli olan. 2. Kebap yapılmak üzere ayrılmış
nefesini vermek; ölmek,
olan.
kebertm ek, [kebe-r-t-mek {eAT} gçl. f. [-ür]
kebbad, [Ar. kebbâd jLT] (kebba:d) {OsT} is. bot. İri
Şişirmek; kabartmak,
bir limon türü,
kebes, [kebez] {eT} is. -*■ kebez. [EUTS]
kebban, [Far. kepân > Ar. kebbân OLS"] (kebba:n)
kebesiz, [kebe-siz] {ağız} is. 1. Ölü doğan çocuk. 2.
{OsT} is. Büyük terazi; kantar,
sf. Duygusuz. [DS]
kebbüs, [Ar. kâbus] {ağız} is. 1. Uykuda gelen ağır
kebeş, [Ar. lcebş (koç) => kebeş] {ağız} sf. Biçimsiz;
lık. 2. Kuytu ve korku veren yer. [DS]
gebeş. [DS]
kebd, [Ar. kebd -lS"] {OsT} is. -*■ kebed. kebeşm ek, [kap-a-mak > keb-eş-mek] {ağız} gçsz. f.
k ebe1, [kebe] (kebe:) {eT} is. 1. Şişmiş; kabarmış; ba [-ir] Kapanmak; pekişmek. [DS]
lon. 2. K am ı şiş. 3. {ağız} Çocuğu yaşam ayan ka kebetlemek, [kebet-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(i)
dın. [DS] -yor] (Kurutulmak için serilmiş kayısılar için) ren
gi koyulaşmak; siyahlaşmak. [DS]
kebe2, [Lat. cappa / Yun. kapa] is. 1. Kalın ceket;
kaput. 2. Kilim ve kapı perdesi olarak kullanılan kebez, [kebez] (kebe:z) {eT} is. Pamuk. [EUTS] [DLT]
keçe. 3. {ağız} Yünden örülmüş kalın kilim. [DS] 4. kebezlig, [kebez-lig] {eT} is. Pamuklu; pam uk sahibi.
{ağız} Halı. [DS] 5. {ağız} Kaba kumaştan yapılmış [DLT]
ceket, palto, aba vb. şey. [DS] 6. {ağız} İş kıyafeti. kebezlik, [kebez-lik] {eT} is. Pamukluk; pam uk ye
[DS] 7. {ağız} Keçe. [DS] tişen yer. [DLT]
kebed, [Ar. kebed J^S"] {OsT} is. Karaciğer. ® ke- kebg, [Far. kebg ^ ] {OsT} is. zool. Keklik. S kebg-
bedü’l-bahr, {OsT} Denizin engin yeri.|| kebedü’l- reftâr, {OsT} K eklik gibi yürüyen; keklik gibi se
kavs, {OsT} Yayın orta yeri. ken; keklik yürüyüş lü.
kebedî, [Ar. kebed! / kebediyye / 4j-l5"] (ke- kebiç1, -ci [gel+bici] {ağız} ünl. Buzağı çağırma
B f f liH İ M i B Ö L 2513 KEC
ünlemi, fi1 kebiç kebiç, {ağız} Buzağı çağırma ün kebudî, [Far. kebudı (kebu.di;) {OsT} is. M a
lemi. [DS] vilik. S’ kebüdî-i bahr, {OsT} Denizin maviliği.\\
kebiç2, -ci [? kebiç] {ağız} is. Değirmenciye, öğütme kebüdî-kebüd, Masmavi.
karşılığı olarak verilen buğday. [DS]
kebuter, [Far. kebüter y ^ ] (kebu. ter) is. Güvercin,
kebiçi, [kebi-çi ?] {ağız} is. Elçi. [DS]
ö kebüter-bân, Güvercin bakıcısı.\\ kebüter-bâz,
kebik, -ği [kab-ulc] {ağız} is. 1. Sert, donmuş toprak.
{OsT} Güvercin yetiştirip satan kimse.\\ kebüter-
2. Kireçli ve killi toprak. 3. sf. Sert. [DS]
hâne, {OsT} Güvercinlik,|| kebûter-i çarhî, Uçar
kebikeç, -ci [Süry. kebikeç] is. 1. Zararlı böcekleri
ken takla atan güvercin. || kebflter-i dil, Gönül ku
yok etmekle görevli melek. 2. Eskiden el yazması
şu]] kebüter-i dü-bâme, {OsT} Sık sık fik ir değişti
kitapları güveden korum ak için bu kitaplara yazılan
ren]] kebüter-i dübürcî, {OsT} Sık sık fik ir değişti
bir tılsım.
ren,|| kebüter-i harem, {OsT} 1. Kâbe civarında
kebimek, [keb-mek > keb-ı-mek] (kebi:mek) {eT}
yaşayan ve yakalanm ası ya sa k olan güvercin. 2.
gçsz. f. [-r] Bazı yerleri kurumak. [DLT]
mecaz. Kavuşulması imkânsız görülen sevgili]]
kebin1, [Çin. chia (kıza verilen) + pen (ana para) => kebüter-i nâme-ber, {OsT} Posta güvercini.|| ke
kabın] {eT} is. -*■ kabm.
büter-i şâlvârî, {OsT} Paçalı güvercin]] kebüter-i
kebin2, [Far. kâbın julS"] {ağız} is. Evlenme; nikâh. tîz-per, {OsT} Yarış güvercini. || kebüter-i yahfl,
[DS] S kebin kesmek, {ağız} Evlendirmek; nikâh- {OsT} Yüksek sesle öten güvercin.
lamak. [DS] kebuteran, [Far. kebüterân OlJ ^ S ] (kebu:tera;n)
kebir, [Ar. kibr > kebîr (k eb tr) {OsT} {OsT} s f {OsT} is. Güvercinler,
1. Büyük; ulu. 2. Y aşça büyük olan; yaşlı. 3. Ço kebze, [? kebze] is. 1. K oyunun kürek kemiği. 2.
cukluktan çıkmış olan. 4. muh. Büyük defter. K ürek kemiğine bakarak gelecekten haber verme;
kebiram, [keprem] {ağız} is. Şaşkın; beceriksiz. [DS] falcılık.
kebire, [Ar. kebîr > kebîre °j^i"] (kebi:re) {OsT} sf. 1. kebzeci, [kebze-ci] is. Kürek kemiğine bakarak ge
lecekten haber veren kimse; falcı.
Kebir’in dişili. 2. is. Öldürme, zina gibi büyük gü
nah. k ec1, [Far. kec ç£] {OsT} sf. Eğri; çarpık. S kec-bahs
kebise, [Ar. kebs > kebîse ^ -^ f] (kebi:se) {OsT} s f {OsT} Aykırı, görüşlü; düşüncesi aykırı olan kimse]]
kec-bâz {OsT} Oyunda hile yapan.]] kec-be-kec
(Yıl için) fazladan olan; ilaveli; artık,
{OsT} Çok eğri.|| kec-bey’ {OsT} Hileli satış yapan
kebit, [kebit] {eT} is. 1. Dükkân; mağaza. [KB] 2. İçki
kimse.|| kec-bîn {OsT} 1. Eğri bakan; şaşı kimse. 2.
içilen yer; meyhane. [DLT]
Yanlış düşünceli.]] kec-çeşm {OsT} 1. Eğri bakan.
kebitmek, [keb-mek > keb-î-mek > kebi-t-mek] {eT}
2. £a,j«.|| kec-dehân {OsT} Ağzı çarpık.|| kec-dehen
g ç l .f [-ür] Kurutmak. [DLT]
{OsT} Ağzı çarpık.|| kec-fehm {OsT} Ters anlayan.||
kebk, -gi [Far. kebk / kebg S Ş ] {OsT} is. -*■ kebg. kec-gerdân {OsT} Boynu eğri; eğri boyun.]] kec-
kebre1, [Yun. kopria] {ağız} is. Gübre. [DS] hân {OsT} Başkasının kötülüğünü isteyen. || kec-
kebre2, [Lat. capra (keçi)] {ağız} is. Tım ar edilen hüy {OsT} Kötü huylu.|[ kec-külâh {OsT} 1. K üla
hayvanların tozlarını silmekte kullanılan sert kıldan hını eğri giyen; eğri külahlı. 2. mecaz. K ülhanbe
yapılma tım ar kesesi. [DS] yi]] kec-mizâc {OsT} Yaradılışı hoş olmayan; ters
davranan.|| kec-nazâr {OsT} E ğri bakışlı; hasetçi;
kebs, [Ar. kebs j ^ ] {OsT} is. Bir çulcum toprak gibi
kıskanç.|| kec-nigâh {OsT} Bakışı eğri olan.]] kec-
şeylerle doldurarak düzleme. S kebs etm ek, {OsT} nihâd {OsT} Yaradılışı bozuk kimse; aksi.]] kec-
Doldurmak; düzlemek. perverî {OsT} -*■ kecperveri.|j kec-reftâr {OsT} 1.
kebsel, [keb-se-1 ?] {ağız} is. 1. Şaşkın. 2. Dağınık. Tuttuğu y o l yanlış olan. 2. Aksak; topal.]] kec-rev
[DS] {OsT} -*■ kec-reftâr. || kec-re’y {OsT} Düşüncesi,
kebş, [Ar. kebş J±£] {OsT} is. 1. Erkek koyun; koç. görüşü ters olan.]] kec ü mec {OsT} Çarpık; alt
2. mecaz. B ir gm bun başı; aile reisi. S kebş-i İs üst.|| kec-tâb {OsT} Yaradılışı ters olan; aksi.
mail, {OsT} Hz. İsm a il’in yerine kurban edilen koç. kec2, [Far. kec ç£] {ağız} is. Keçi kıllarının dibindeki
kebtegül, [Moğ. kebte-m ek > kebte-gül] {eT} sf. Y a ince kıllar. [DS]
tanlar; gece nöbetçi kıtası. [Nevâyî]
kecaba, [Far. kecâbe > kecaba (keca;ba) {OsT}
kebtemek, [Moğ. kebte-mek] {eT} gçsz. f. [-r] Y at
mak. [Nevâyî] is. -*■ kecabe.
kebud, [Far. kebüd s jŞ ] (kebu:d) {OsT} sf. Mavi; kecabe, [Far. kecâbe / kecâve ^W^"] (keca:be) {OsT}
gök rengi, fi1 kebüd-fâm, {OsT} G ök renginde; ma is .l. Devenin üzerine konulan bir tür oturacak se
vi renkli. pet; mahfe. 2. Gelin götürülen tahtırevan; kecaba.
KEC O Iü M IR S Ö M • 2514
kecave, [Far. kecave (keca:ve) {OsT} is. -*■ ke olan. S keçe çürüten, {ağız} İnce ve sürekli yağan
yağmur. [DS]|| keçe balak, {ağız} Yosun. [DS]|| keçe
cabe.
baş, {ağız} D avarlarda görülen bir akciğer hastalı
kecefe, [? kecefe] {ağız} is. İplik sarmakta kullanılan
ğı; verem. [DS]|| keçe delen, {ağız} H a fif h a fif y a
ağaçtan yapılmış bir çeşit çıkrık. [DS]
ğan yağmur. [DS]|| keçe gibi, (Saç için) birbirine
kecele, [? kecele] {ağız} is. 1. Saksağan. 2. Kırlangıç.
karışmış; keçeleşmiş. || keçeden ayak, {ağız} Ses
[DS]
çıkarmadan yürüyen. [DS]|| keçeden minare, A sıl
kecere, [? kecere] {ağız} is. D okumacılıkta ipliği sar
sız; sahte. || keçe dövmek, B ir ağaç tokmakla nemli
m akta kullanılan çıkrık. [DS]
yapağı üzerine vurarak keçe hâline getirmek. || keçe
keceve, [Far. kecâbe] {ağız} is. Çoğunlukla iki katıra geçiren, {ağız} ■* keçe delen. [DS]|| keçe kalem,
yükletilip taşıtılan gezinti sedyesi; tahtırevan. [DS] K eçeden bir ucu bulunan ve çoğunlukla boyamaya
keçi, [Far. kec > kecı L5^S'] (keçi:) {OsT} is. 1. İpek yarayan kalem.\\ keçe külah, K eçeden yapılm ış
kozası; ipek; gömleklik ipek kumaş, {ağız} (aym) külah.\\ keçe külah etmek, Aldatmak; kandırmak.\\
[DS] 2. {ağız} İşlenmemiş, ham ipek. [DS] 3. {ağız} keçe külah olmak, Ordudan atılmak; askerlikten
İpek dikiş ipliği. [DS] 4. {ağız} M akara ipliği. [DS] uzaklaştırılm ak.|| keçesini sudan çıkarmak, {ağız}
5. {ağız} Sicim. [DS] 6. Sun’i ipek. S keçi böceği, Güç olan durumu düzelterek eski hâline getirmek;
{ağız} İpek böceği. [DS] işleri yoluna koymak; sıkıntıyı atlatmak. [DS]|| keçe
kecik, -ği [keçi > keci-k] {ağız} is. Kıldan ya da tepmek, H asır içine sarılm ış nemli yapağıyı ayakla
yünden yapılmış ince kuşak. [DS] yuvarlayarak keçe yapmak. [| keçeyi suya salmak,
keçim 1, [Far. kec => kec-im] {ağız} is. 1. K eten iş {OsT} A r ve namusu hiçe saymak; utanmazca dav
lenirken çıkan kötü lifler. [DS] 2. Ketenin üstü so ranmak.
yulduktan sonra kalan ağaç kısmı; ketenin döküntü keçe2, [keç-mek > keç-e] (keçe:) is. 1. Akşam; gece.
lifleri. [DD] 3. D övülerek temizlenen kendir lifi. [ETY] [Yüknekî] 2. zf. Öte tarafta; geçerek. [EUTS]
[DD] 3. Akşamüstü; akşamleyin. [ETY] 4. e. Öte; ötesin
keçim2, [eT. ked-m ek > ked-im (giyim) > Moğ. kicim de; öte tarafa. [ETY] [Tekin] [Gabain]
jv^S"] {OsT} is. Savaşlarda giyilen zırh. keçe3, [keçe] (keçe:) is. K arpuz ve hıyar benzeri şey
keçin, [kec-in] {ağız} is. K eten işlenirken ilk çıkan lerin taşındığı sele veya sepet. [DLT]
kaba, kılçıklı lifler; kıtık. [DS] keçebaş, [keçe+baş] is. Keçi ve koyunlarda görülün
keçine, [kerç (aksi) > kerc-i-n-e] {ağız} is. İnadına; akciğer hastalığı; verem,
aksine. [DS] S keçine gitmek, {ağız} Aksine ya p keçeci, [keçe-ci] is. Keçe yapan ve satan kimse,
mak; inadına davranmak. [DS] keçecilik, -ği [keçe-ci-lik] is. K eçecinin yaptığı iş ve
-keç, [-gac / -geç / -keç / -kaç] yap. e. -*■ -gaç. mesleği.
keç1, [ke (sonra; sonraki) > ke-ç] (ke:ç) {eT} zf. 1. keçeç, -ci [keçe-ç] {ağız} is. Baş kepeği. [DS]
(Vakit için) geç; geç vakit. [ETY] [EUTS] 2. sf. G e keçek1, -ği [eT. keç-m ek > keç-ek] {ağız} is. 1. K öp
cikmiş; geç kalmış; çok sonra. [İKPÖy.] rü. 2. Su, yol vb. geçit. [DS]
keç2, -ci [keç] {ağız} is. N emli yer. [DS] fi1 keç top keçek2, -ği [keç-ek] {ağız} is. Başörtüsü. [DS]
rak, Kireci çok olan toprak; kireçli toprak. keçel, [Far. keçel J^ S ”] {OsT} sf. (Kişi için) dazlak;
keç3, -ci [Erme, ç’eç’] {ağız} is. 1. Bal peteği. 2. K o kel. {ağız} (aynı) [DS]
van içi. [DS] keçeleme, [keçe-le-me] is. Keçe ile kaplama, keçe
keç4, -ci [keç] {ağız} is. Destek. [DD] geçirme işlemi,
keç5, [Far. kec gS"] {OsT} sf. Düzgün olmayan; eğri; keçelemek, [keçe-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] 1,
çarpık. B ir nesneye keçe geçirmek; keçe ile kaplamak. 2.
M etal bir yüzeyi keçe ile parlatmak,
keç6, [İng. ketch] is. dnz. Çift direkli bir tür yelkenli
gemi. keçelenm e, [keçe-le-n-me] is. 1. Keçe ile kaplanma.
2. Keçe gibi olmak,
keççik, -ği [keç-çik] {ağız} is. -*• keçik. [DS] S1 keç-
çik yapmak, {ağız} Başörtüsünün uçlarını enseden, keçelenınek, [keçe-le-n-mek] ed il.f. [-ir] 1. Keçe ile
saçların altında geçirerek tepede bağlamak. [DS] kaplanmak; keçe geçirilmek. 2. dönşl. (Deri için)
keçe gibi pürüzlenmek; kırış kırış olmak. 3. mecaz.
keçe1, [eT. keç-m ek (geçmek) > keç-e / Sansk. kaca] (Vücudun bir yeri için) duyarsızlaşmak; uyuşmak.
is. 1. Yapağı veya keçi kılının ıslak olarak dövülüp 4. Varlığı duyulm az olmak.
tepilmesi sonucunda, liflerin birbirine geçip yapış keçeleşme, [keçe-le-ş-me] is. Keçe hâlini alm ak ey
ması, kenetlenmesi suretiyle elde edilen dokun lemi.
mamış kaba kumaş. {eT} (aym) [DLT] 2. Bu tür ku keçeleşmek, [keçe-le-ş-mek] g ç sz.f. [-ir] 1. (Saç ve
maştan yere serilmiş örtü. 3. sf. Keçeden yapılmış sakal için) keçe gibi birbiri içine girmek; çok ka-
o rü r a rıiM iM .2 5 1 5 KEÇ
nşm ak. 2. (Deri için) keçe gibi pürüzlenmek; kırış 1. Delirmek. 2. Büyiik bir bunalım geçirmek. || keçi
kırış olmak. 3. mecaz. (Vücudun bir yeri için) du mantarı, bot. Çayırlarda, çit ve orman kenarların
yarsızlaşmak; uyuşmak. 4. Varlığı duyulm az ol da yetişen, şapkalı, kirli beyaz veya saman sarısı
mak. renkli, yenilebilen p e k çok mantara verilen ortak
keçeleştirme, [keçe-le-ş-tir-me] is. Keçe hâline ge ad, (Agarius camptestris, Clitopilusprunulus).\\ ke
tirmek eylemi, çi memesi, {ağız} 1. Sert kabuklu, iri taneli, uzun
keçeleştirmek, [keçe-le-ş-tir-mek] g ç l.f. [-ir] 1. Ke ca, beyaz veya kırmızımsı bir tür üzüm. 2. Şırası
çe hâline getirmek. 2. Keçe gibi olm asına sebep çok olan, şarap ve pekm ez için elverişli siyah bir
olmak. tür üzüm. 3. Kökü nişastalı, beyaz çiçekli bir bitki,
keçeli, [keçe-li] sf. 1. Keçesi olan. 2. (Yeniçeriler i- (Polygonum alpinum). [DS]|| keçi peyniri, K eçi
çin) keçe külah giyen, sütünden yapılm a peynir. || keçi postu, Keçi deri
sinden yapılm ış post; keçi pöstekisi. || keçi sakal,
keçelik, -ği [keç-e-lik] {ağız} is. Hamamlardaki so
Sakalı yalnızca çenesinde bulunan kimse; keçi sa-
yunma yerleri. [DS]
kallı. || keçi söğüdü, bot. Bataklıklarda ve nemli
keçelinak, -ğı [Far. keçel + T. aynak] {ağız} is. -*■
ormanlarda yetişen, çok erken açan çiçekleri y a p
kelaynak. [DS]
raklardan önce çıkan, kabuğunda çok miktarda
keçelkerges, [Far. keçel + kergez] {ağız} is. K erke
tanen bulunan bir tür söğüt ağacı, (Salix caprea).\\
nez. [DS] keçi yemişi, bot. Fundagillerden kışın yapraklarını
keçem, [keçe-m ?] {ağız} is. A şısız elm a ağacı. [DS] döken, 30 cm. kadar yükseklikte, soluk yeşilim si
keçemek1, [keçe-mek] gçsz. f. [-r] [-ç(i)-yor] (V ü pem be renkli, çiçekleri beyaz veya pembe, m eyve
cudun bir yeri için) duyarsızlaşmak; uyuşmak. leri olgunlaştığında siyahımsı kırmızı renkli, m ey
keçemek2, -ği [keç-mek > keç-e-mek] {ağız} is. veleri çiğ olarak yenilen veya reçel yapılan, y a p
Taşlık, kayalık yerlerden geçen dar yol; geçit. [DS] rakları tanenli bir çalımsı bitki; yaban mersini;
keçemen, [keçi+emen] {ağız} is. Sağım hayvanlarım çoban üzümü; çay üzümü, (Vaccinium myrtillus),\\
emen yeşil kertenkele. [DS] keçi yolu, D a ğ ve vadilerde yayaların ayak izleri
keçemene1, [keçe-men-e] {ağız} is. Yosun. [DS] ile oluşmuş, tekerlekli araç işlemeyen dar yol; çı
keçemene2, [keç-e-men-e] {ağız} is. Kirpi. [DS] ğır; patika.\\ keçi zakkumu, {ağız} -*■ keçi baş. [DS]
keçer, [keç-er] is. Çıkrık; elemye. ö keçeresi do keçiboynuzu, -nu, -zları [keçi+boynuz-u] is. bot. 1.
laşmak, {ağız} (Kötü kim se için) başı derde girmek. Baklagillerden Akdeniz bölgelerinde yetişen, kışm
[DS] yapraklarını dökmeyen, kerestesi marangozlukta,
keçeşmek, [keçe-ş-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] (Vücut kabuğu deri sepiciliğinde kullanılan, oldukça bü
için) uyuşmak. [DS] yük bir ağaç; harnup, (Ceratonia siliqua). 2. Bu
keçi, [eT. eçkü > keçi ] is. 1. Geviş getiren m em eli ağacın yenilebilen, şekerli ve lezzetli, badıç şeklin
lerden, eti, sütü ve tiftiği için beslenen, evcil pek deki meyvesi; harnup. S keçiboynuzu gibi, E m ek
çok türü ve yabanisi bulunan, boynuzlu ve sakallı, ve zahm eti çok olmasına karşılık, yararı veya kârı
tırmanıcı ve sıçrayıcı bir küçük baş hayvan, (Capra çok az olan. || keçiboynuzu şerbeti, Keçiboynuzu
hircus). {eT} (aynı) 2. Bu hayvanın dişisi. 3. argo. meyvesinden yapılan h a fif tatlımsı, hararet kesici
Edilgen eşcinsel erkek. 4. sf. mecaz. İnatçı. 5. {ağız} içecek.
Leblebinin sert ve küçük olanları. [DS] 6. {ağız} keçig, [keç-mek > keç-ig] {eT} is. Irmak geçidi; geçit.
Bağ sürgünlerini yiyen bir böcek. [DS] S keçi [ETY] [KB]
ağızlı, A ç gözlü; obur.\\ keçi aşığı, {ağız} Çukur
keçigsiz, [keç-mek > keç-ig-siz] {eT} sf. Geçitsiz.
yanı az olan bir çeşit aşık. [DS]|] keçi ayaklı, E ski
[ETY]
den kullanılan bir tür tatar oku. || keçi biciği, {ağız}
Bir, bir buçuk metre boyunda, iki yıllık, tüylü, be keçik1, [keç-mek > keç-ig] {eT} is. Köprü; geçit.
yaz ve büyük çiçekli, yeşilken gövdesi ve kökü p işi [DLT] [EUTS]
rilip yenilen bir ot, (M ichauxia campanuloides, M. keçik2, -ği [keç-ik] is. Çene altından geçerek tepeye
tchihatchewii). [DS]|| keçi can, kasap et derdinde bağlanan ve kulakları örten baş örtüsü.
olmak, Başkasına verilecek büyük bir zararı dü keçiler, [keçi-ler] zool. Keçileri ve çeşitli koyunlan
şünmeyerek kendi küçük bir çıkarının peşinde ol- içine alan, dağlık yörelerde kayalıklarda yaşayan,
mak.|| keçi emceği, {ağız} Siyah renkli bir çeşit hafif yapılı ve tırmanıcı, geviş getiren hayvanlar
üzüm. [DS]|| keçi emen, {ağız} Kertenkele. [DS]|| sınıfı, (Caprinae).
keçi inadı, Aşırı inat. || keçi kafalı, D ik kafalı; keçileşme, [keçi-le-ş-me] is. K eçileşmek eylemi ve
inatçı. || keçi kirazı, {ağız} Kiraza benzer küçük ya tutumu.
meyveleri olan bir ağaç. [DS]|| keçi kömiireni, bot. keçileşm ek, [keçi-le-ş-mek] g ç sz.f. [-ir] 1. Keçi gibi
Yaprakları soğan yerine kullanılan bir tür yaban olmak; keçiye benzemek. 2. mecaz. İnadı tutmak;
sarımsağı, (Allium rotuntum). || keçileri kaçırmak, inatlaşmak. 3. Hırçınlaşmak.
KEC Ö I Ü M I M S S Ö M . 2516
keçilik, -ği [keçi-lik] is. 1. Keçiden beklenen tutum; keçit, [keç-mek > keç-it] {ağız} is. 1. Geçit. 2. Geçiri
keçi olmak durumu. 2. mecaz. İnatçılık; hırçınlık, lecek ve geçici olan hastalık. 3. Deneme. [DS]
ö keçilik etmek, İnatçılık etmek; inat etmek; di keçitırnağı, -nı, -kları [keçi+tıma(k)-ı] is. Kesici
renmek. ağzı üçgen biçiminde olan oyma kalemi.
keçilm ek1, [keç-mek > lceç-il-mek] {eT} edil. fi. [-ür] keçitm ek1, [keç-mek > keç-it-mek] {eT} gçl. fi. [-ür]
Geciktirilmek. [DLT] Geciktirmek.
keçilmek2, [keç-mek > keç-il-mek] {eT} edil. fi [-ür] keçitm ek2, [keç-mek > keç-it-mek] {eT} gçl. fi [-ür]
Geçilmek. [DLT] Geçirtmek. [DLT]
keçim 1, [keç-mek > keç-im / geç-im] {ağız} is. G e keçkere, [Far. dest-erre] {ağız} is. Testere. [DS]
çim. [EG] keçkûl, [Far. keckül J (keçkû.T) {eAT} {OsT} is.
keçim2, [eT. ked-mek > ked-im (giyim) > Moğ. kicim Dervişlerin ve dilencilerin ellerinde taşıdıkları ça
f*^?] {OsT} is. Savaşlarda giyilen zırh, nak; dilenci çanağı; keşkül
keçimemesi, -ni -leri [keçi+meme-s-i] is. bot. 1. Sert keçm ek1, [keç-mek] {eT} gçsz. fi [-ür] 1. Geçmek.
kabuklu, uzunca taneli, san veya kara bir üzüm [ETY] [EUTS] [KB] [OKD] [Gabain] [Yüknekî] 2. (Ir
türü. 2. B ir metre kadar boylanabilen, beyaz ve ye mak, göl, dağ vb. için) aşm ak [Tekin] 3. Ölmek.
şilimsi çiçekli, yaprakları çiğ olarak veya yemek [DLT] [KB]
yapılarak yenilen çok yıllık otsu bitki; madımak; keçm ek2, [ke (sonra; sonraki) > ke-ç (geç) > ke-ç-
söğüt otu, (Polygonum alpinum). mek] {eT} gçsz. fi. [-ür] Geç olmak; geç kalmak;
keçimlig, [keç-mek > *keç-im > keçim-lig] {eT} s f sonraki olmak. [İKPÖy.]
Geçici. [KB] keçrik, -ği [keç-mek > keç(i)r-ik] {ağız} is. Kötürüm.
keçinçsiz, [keç-mek > keç-in-m ek > *keçin-ç > ke- [DS]
çin-ç-siz] {eT} sf. Geçimsiz; huysuz. keçrümsinmek, [keç-mek > keç-ür-mek > keç-(ü)r-
keçinm ek1, [keç-mek > keç-in-mek] {eT} dönşl. f. [- üm-sin-mek] {eT} dönşl. f i [-ür] G eçer görünmek.
ür] Geçer gibi yapmak; geçiyormuuş gibi yapmak. [DLT]
[DLT] keçrüşmek, [keç-mek > keç-ür-mek > keç-(i)r-üş-
keçinm ek2, [keç-mek > keç-in-mek] {ağız} dönşl. fi mek] {eT} işteş, f. [-ür] 1. Birbirini geçmek; geç
[-ir] Ölmek. [DS] m ek için yarışmak. 2. B ir şeyi birlikte geçirmek.
keçinm ek3, [keç-in-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir] Geçin [DLT] ’
mek. [EG] keçsem ek, [keç-mek > keç-se-mek] {eT} gçl. fi [-r]
keçire, [? keçire] {ağız} is. K öy bekçisi. [DS] G eçm ek istemek, [DLT]
keçirmek, [keç-mek > keç-ir-melc] {ağız} g ç l . f [-ir] keçsetmek, [keç-mek > keç-se-t-mek] {eT} g ç sz.f. [-
Geçirmek. [DS] ür] Geçmek um udu taşımak. [DLT]
keçisağan, [keçi+sağ-an] is. zool. Serçegillerden ge keçtiirm ek, [keç-mek > keç-tür-mek] {eT} gçl. fi [-
niş gagalı, böceklerle beslenen bir kuş; çoban alda ür] Geçirtmek. [DLT]
tan; dağ kırlangıcı, (Caprimulgus). keçüg, [keç-mek > keç-üg] {eT} is. Geçit. [EUTS]
keçisakalı, -nı, -1ları [keçi+sakal-ı] is. bot. 1. Gülgil- [Gabain]
lerden, beyaz, pembe bazen de kırmızı çiçekler a- keçünmek, [keç-mek > keç-ün-mek] {eT} dönş. fi. [-
çan, çeşitli türleri bahçelerde süs bitkisi olarak ye ür] G eçer görünmek. [DLT]
tiştirilen bir ağaççık; erkeç sakalı; çayır melikesi, keçürgen', [keç-mek > keç-ür-gen] {eT} sf. Affedici;
(Sipiraea aruncus). 2. Ladingillerden, çayırlarda ve çok bağışlayan. [DLT]
nemli yerlerde yetişen, mızraksı ve çizgili yapraklı, keçürgen2, [keç-mek > keç-ür-gen] {eT} sf. Her
mavimsi ve morumsu çiçekli otsu bitki, (Cistis cre- zaman başaran. [DLT]
ticus). 3. Taşkırangillerden derin dilimli yaprakları
keçürm ek1, [keç-mek > keç-ür-mek] {eT} g ç l.f. [-ür]
ve top biçimindeki çiçekleri dolayısıyla yetiştirilen
bir süs bitkisi, (Astilbe). Geciktirmek,
keçisedefi, -ni, -fieri [keçi+sedef-i] is. bot. Fasulye keçürmek2, [keç-mek > keç-ür-mek] {eT} gçl. fi [-ür]
gillerden, Avrupa ve A nadolu’da çok m iktarda ye 1. Evirip çevirmek. 2. Başarmak.
tişen mavi veya m orumsu çiçekli, süt verimini artı keçürmek3, [keç-mek > keç-ür-mek] {eT} g çl.f. [-ür]
rıcı olarak besicilikte kullanılan çok yıllık otsu bit 1. Geçirmek. [EUTS] [ETY] [Yüknekî] [KB] 3. Bağış
ki, (Galega). lamak. [DLT] [KB] [Yüknekî]
keçiş, [keç-mek > keç-iş] {eT} is. 1. Geçit; ırmağın, keçürsem ek, [keç-mek > keç-ür-se-mek] {eT} gçsz. fi
derenin geçidi. [DLT] 2. Geçme; geçiş. [KB] [-r] Geçirm ek istemek. [DLT]
keçişmek, [keç-mek > keç-iş-mek] {eT} işteş, fi [-ür] keçürtm ek, [keç-mek > keç-ür-t-mek] {eT} gçl. fi. [-
Birlikte geçmek. [DLT] ür] Geçirtmek. [DLT]
Ö lü lü « C E B İ . 2517 KED
keçüt, [keç-mek > keç-üt] {eT} is. Geçit. kederet, [Ar. keder => kederet] {ağız} is. Engel. [DS]
ked1, [Soğd. k ’dy => ked / ket] {eT} zf. 1. Abartma, kederçi, [Yun. katakliis => kedeleç ?] is. Y ağ kabı,
pekiştirme bildirir; pek; gayet; çok; iyi; iyice. kederi, [kadar-ı] {ağız} is. Kadar. [DS]
[DLT] [DLT] [KB] [Yüknekî] [Gabain] 2. is. Son; n i kederiç, -ci [Yun. katakliis] {ağız} is. Yağ kabı. [DS]
hayet; arka. [EUTS] 3. Şöhret; ün. [EUTS] 4. s f Çok; kederlemek, [keder-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(i)-
fazla. [EUTS] 5. Sağlam; kuvvetli; zorlu. [EUTS] yo r] Engel olmak; engellemek. [DS]
[DLT] kederlendirme, [keder-le-n-dir-me] is. Üzüntü veya
ked2, [Far. ked jS"] {Os T} is. Ev. fi1 ked-bânû, {OsT} acı duymasına neden olmak eylemi,
Evi yöneten kadın; kâhya kadın. kederlendirmek, [keder-le-n-dir-mek] gçl. f. [-ir]
Üzülmesine, kederlenmesine yol açmak; üzüntü
ked3, -ddi [Ar. kedd {OsT} is. B ir işi yapm ak için
verici bir davranışta bulunmak; üzmek,
çabalayıp uğraşma; çaba; ceht. S kedd-i yemîn,
kederleniş, [keder-le-n-iş] is. Kederlenmek eylemi
{OsT} 1. Sağ elin emeği. 2. E l emeği. 3. E l emeği ile
veya biçimi.
sağlanan kazanç.
kederlenme, [keder-le-n-me] is. Üzüntü duymak işi.
kedak, -ğı [? kedak] {ağız} is. Fes. [DS]
kederlenm ek, [keder-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] K eder
kedavet, [? kedavet] {ağız} is. Soğuk esen rüzgâr.
li olmak; üzüntülü hâle gelmek; üzülmek; kaygı
[DS]
lanmak; tasalanmak; acı duymak; mükedder olmak,
keddene, [? keddene] {ağız} is. D övene ya da arabaya
kederli, [keder-li] sf. 1. Üzüntüsü olan; üzüntülü;
koşulan hayvanların boyunlarına geçirilen keçe ya
acılı; tasalı; acıklı; mükedder. 2. Üzüntü veren; h ü
da deri halka. [DS]
zünlü.
keddum, [? keddum] {ağız} is. Tek ağızlı kazma.
kedersiz, [keder-siz] sf. 1. Bir üzüntüsü ve tasası
[DS]
olmayan; üzüntüsüz; tasasız. 2. Üzüntü vermeyen;
-kede, [Far. -gede / -kede ojS'] {OsT} ek. Eklendiği acı vermeyen,
isimlere “yapıldığı yer, olduğu y e r ” anlamı katan kedevle, [? kedevle] {ağız} is. Sabanın önündeki eğri
Farsça son ek. ağaç parça. [DS]
kede, [? kede] {ağız} sf. (Çocuk için) karnı şiş, sıska. kedgirm ek, [ked-mek > ked-gir-mek] {eT} gçsz. f i [-
[DS]
ür] 1. Şahlanmak; şaha kalkmak. [EUTS] 2. Sende
kedek1, -ği [? kedek] {ağız} is. M anda yavrusu. [DS]
lemek. [EUTS] [Gabain] 3. Kaçmak. [Gabain]
kedek2, -ği [? kedek] {ağız} is. İstihare. [DS] fi1
kedek düşmek, {ağız} İstihareye yatmak. [DS] kedgü, [ked-mek > ked-gü] {eT} is. Giyim; giyecek
kedel, [? kedel] {ağız} is. Nöbet; sıra. [DS] nesne; elbise. [DLT] [EUTS] [KB] [Gabain]
kedele, [Yun. katakliis => gedeleç] {ağız} is. is. -* kedgülük, [ked-gü > ked-gü-lük] {eT} is. Giyecek.
kedeleç; gedeleç. [DS] [KB]
kedeleç, -ci [Yun. katakliis => kedeleç] is. İçine yağ, kedgürmek, [ked-mek > ked-gür-mek] {eT} gçl. fi. [-
süt koymaya yarayan toprak kap; çömlek; kedele. ür] 1. Giymek. [EUTS] 2. Giydirmek. [Gabain]
kedeli, [kede-li] {ağız} is. Üzüm çubuğu daldırması.
[DS] kedhüda, [Far. ked-hüdâ I-u-jS"] (kedhüda;) {OsT} is.
kedeme, [kedene / kedime] {ağız} is. Elbisede kırma, -*■ kethüda.
pili, fisto gibi süsler. [DS] kedi, [Far. ked (ev) > kedî (evcil) > Yun. gâta / ga-
tos] is. zool. Kedigillerden, köpek dişleri iyi geliş
kedence, [kedi > kedence ? -ti-iS"] {OsT} is. Kedi.
miş, kısa ve yuvarlak burunlu, güçlü çeneli, gizle
kedene1, [Ar, keddâne asIjS"] {ağız} is. Ç ift süren bey nebilir tırnaklı, kasları çok kuvvetli ve çevik, evcil
girlerin boynuna takılan halka; hamut. [DS] ve yabani pek çok türü bulunan etçil, küçük bir
kedene2, [kedene] {ağız} is. Dökülen tanelerden ken memeli hayvan, (Felis domesticus). {eAT} (aym)
di kendine biten ekin. [DS] [DK] S kedi balı, Erik, kiraz, kayısı, badem gibi
ağaçların gövdesinden sızan bir tür zam k.|| kedi
keder, [Ar. keder j s S'] {OsT} is. 1. Bulanık olma; bu
balığı, zool. 1. K öpek balıklarından, bir metre ka
lanıklık. 2. Üzüntü; kaygı; acı; tasa; gam. S keder- dar boylu, kıyılarda son derece hareketli, kendin
efzâ, {OsT} K eder veren; keder verici.|| keder- den küçük balıkların peşinde durmadan yüzen, diş
engîz, {OsT} 1. K eder koparan. 2. K eder meydana leri ve solungaç yarıkları küçük iki tür balığa veri
getiren. || keder etmek, B ir şeyi kendisine üzüntü len ad, (Scyliorhinus canicua, S. stellaris). 2. A k
kaynağı yapm ak.|| keder-nâk, {OsT} K eder sahibi; varyumlarda beslenen 6-7 cm. kadar boylu, kuyru
tasalı; üzgün.\\ keder verm ek, Birine üzüntü ver ğunda siyah lekeler, vücudunda sa n benekler bu
mek; acı vermek; tasalanmasına sebep olmak. lunan, anüs ve karın yüzgeçleri saydam bir tatlı su
kedere, [? kedere] {ağız} is. Cılız; sıska. [DS] balığı, (Corydoras paleteus).\\ kedi balığıgiller,
KEF ö I Ü M I İ İ M M . 2520
seslerini karşılayan harf. 0 kaf ü nun, {OsT} A rap dışında birinin borcu üstlenmesi hususunda alacak
ça “kün” (Ol!,) emrini oluşturan k e f ve nun harfle lıya verilen güvence; kefillik. 2. Birinin verdiği
rinin adı olup A llah'ın “K ün!” emri ile kâinatın sözü tutmam ası durum unda bütün sorumluluğu
oluşmaya başlamasını çağrıştıran bir ifade olarak üstlenme. S kefâlet-bi’l-mâl, {OsT} isi. huk. Bir
dinî metinlerde ve tasavvufi eserlerde kullanılan m al için kefil olm a.|| kefâlet-bi’n-nefs, {OsT} isi.
deyim. hıık. B ir kimsenin kendisine kefil olma. || kefâlet-
kef3, -ffı [Ar. keff U&] {OsT} is. 1. El. 2. Ayak tabanı. b i’t-teslîm, {OsT} huk. B ir malın teslimi için kefil
olma. || kefâlet-i muaccele, {OsT} huk. Acele şartı
3. Avuç, avuç dolusu. 4. Haklarından kendi isteğiy
ile kefil olm a.|| kefâlet-i muallaka, {OsT} isi. huk.
le vazgeçme; feragat etme; çekilme. 5. ed. Aruz
B ir şarta bağlı olmakla birlikte boşlukta olan kefil-
kalıplarında yedinci ünsüzün bazen düşmesi. S kef
lık.\\ kefâlet-i mukayyede, {OsT} huk. Herhangi bir
çalm ak, {OsT} E l çırpmak.\\ keff-çe, {OsT} -*■
kayıtla sınırlanmış olan kefalet.\\ kefâlet-i mutla
kefçe.|| keff-çe-gîr, {OsT} -*• kefçegîr.jl keff-i
ka, {OsT} huk. Herhangi bir kayıt ile sınırlandırıl
beyzâ, {OsT} 1. Hz. M usa ’nın mucize eseri olarak
mamış kefillik.\\ kefâlet-i muvakkate, {OsT} isi.
bembeyaz olan eli. 2. mecaz. Herhangi bir sanatta
huk. Belirli bir zam an için kefil olma. || kefâlet-i
usta olma; ustalık]| keff-i dest, {OsT} E l ayası.||
muzâfa, {OsT} huk. Gelecek zam anda bir güne
keff-i kifayet, {OsT} Eli işe yatkın olma.|| keff-i
bağlanan kefıllik.\\ kefâlet-i münecceze, {OsT} huk.
M flsâ, {OsT} Hz. M u sa ’nın eli.|| keff-i nefs etmek,
H em şartsız hem de gelecek zam ana izafe edilme
{OsT} Duygularını kontrol altında tutmak; istekle
m iş kefillik.|| kefâlet-i müeccele, {OsT} huk. İleri
rini bastırmak.j| keff-i pâ, {OsT} A yak tabam .||
tarihe bırakılmış kefillik.|| kefâlet-i müteselsile,
keff-i yed, {OsT} E l çekme; vazgeçme; karışm a
huk. İki ve daha çok kimsenin birbirine karşılıklı
m a,|| kef karsmak, {OsT} -*■ k e f çalmak.j| keffü’l-
kefil olmaları.\\ kefâlet-i nakdiye, huk. B ir depozi
esed, {OsT} bot. Aslanpençesi.
to yatırm ak suretiyle olan kefillik.\\ kefaletle salı
kef4, [Far. k e f ^US"] {OsT} is. 1. Köpük. 2. Tortu. 3. verilm e, huk. Tutuklanan kişinin yasada belirtilen
Sünger taşı. 4. Boşluk. 5. Atın ağzındaki, çok koş m alî teminatı ödemesi durumunda tutukluluğunun
m aktan oluşan köpük. S kef-efşân, {OsT} Köpük kaldırılması işlemi.
saçan.| kef-gîr, {OsT} K öpük tutan.|| kef-i derya, kefaleten, [Ar. kefaleten ÎJUS'] (kefa:’leten) {OsT} zf.
{OsT} D eniz köpüğü.j| kef-nisâr, {OsT} K öpük sa
Kefalet yoluyla; kefaletle,
çan.
kefaletnam e, [Ar. kefalet + Far. -nâme ‘ubJUS'] (ke-
kef5, [Ar. k eff ı_iS"] {ağız} is. Orakçıların kullandığı,
fa:letna:m e) {OsT} is. Bir kimsenin kefil olduğunu
parm ak uçları ahşaptan m eşin eldiven. [DS]
gösteren belge; kefillik belgesi,
kef6, [? kef] {ağız} is. Tereyağı. [DS]
kefalgiller, [kefal-gil-ler] is. zool. Kefallerle onlara
kef7, [Ar. keyf] {ağız} is. 1. Keyif. 2. Durum; nasıllık;
3 'akın olan m ekik gibi vücutlu, başının üstü basık,
vaziyet. [EG]
sindirim borusunda bir yutak süzgeci, kaslı bir m i
kefa, [Far. kefa US'] (kefa:) {OsT} is. Sıkıntı; meşak desi ve çok uzun bağırsağı bulunan kemikli balık
kat. familyası, (Mugilidae).
kefaet, [Ar. küfv > kefa’et ojUS"] (kefa:et) {OsT} is. kefaller, [kefal-ler] is. zool. Kefalgiller, gümüş balı-
B ir şeyin eşi ve dengi olma, ğıgiller ve ıskarmozgilleri kapsayan dikensi yüz-
geçli kemikli balıklar takımı, (Mugilifiormes / Per-
kefaf, [Ar. kefaf Lius'] (kefa:f) {OsT} is. Ancak
cesoces).
yaşm aya yetecek miktardaki yiyecek, içecek, fi3
kefaf etmek, {OsT} Ancak yaşayabilecek -kadar kefaret1, [Ar. küfr > keffaret OjUS"] (kefa:ret) {OsT}
yiyip içmek.\\ kefâf-ı nefs, {OsT} Bir kimsenin is. İşlenen bir günahı A llah’ın affetmesi dileğiyle
hayatını devam ettirebilmesi için gereken yiyecek; verilen sadaka veya tutulan oruç; küfrün cezası,
nafaka. || kefâf-ı nefs etmek, {OsT} A ncak kefaretini ödemek, Yaptığı bir kusurun cezasını
yaşayabilecek kadar yem ek yemek. çekmek.\\ kefâret-i yemîn, {OsT} Bozulan bir yem in
kefal, -li [Yun. kephale (baş) > kephalos] is. zool. 1. için verilen sadaka, tutulan oruç veya bir köle azat
Büyük başlı, gümüş renginde, orta büyüklükte, pul etme.|| kefâret-i zünûb, {OsT} Günahların kefareti.
lu, beyaz etli, lezzetli bir kemikli balık, (Mugil kefaret2, [? kefaret] {ağız} is. Güç kuvvet. [DS]
chelo). 2. argo. Sınıf geçecek kadar alman not; or
kefe, [Far. kefe jUS"] {OsT} is. Ağızdan gelen köpük.
ta. 3. argo. Sigara izmariti. S kefal tutmak, S ın ıf
geçecek kadar not almak; s ın ıf geçm ek için gereken kefei, [keyif-çi] {ağız} sf. Tiryaki; keyifçi. [EG] S
en az notu alarak başarılı olmak. (bir şeyin) kefeisi olmak, {ağız} O şeye fe n a tutul
mak; alışmak; tiryakisi olmak. [EG]
kefalet, [Ar. kefalet cJUT] (kefia:let) {OsT} is. 1. Bir
kefcikli, [kef-cik-li] {ağız} sf. Yayvan; yayılmış. [DS]
borcu asıl borçlunun ödememesi halinde, borçlu
H I K SO M • 2521 KEF
kefcil, [Yun. kef (keyif) => kef-cil] {ağız} sf. Eğlen tan sonra dövülerek hayvanlara yedirilen bir ot;
meyi seven; yaşamayı bilen; rind. [DS] keven. [DS]
kefçe, [Far. kef-çe ] {OsT} is. 1. K üçük el. 2. kefenci, [kefen-ci] is. 1. Cenaze için gerekli m alze
meyi satan kimse. 2. mecaz. M ezar soyguncusu;
Kepçe.
mezar hırsızı. 3. argo. İstediğini zorla elde eden;
kefçegir, [Far. kefçe-gır jŞ m S ] (kefçegi.r) {OsT} is. zorba; zalim.
Devlete ait silah dökümhanelerinde ergimiş demiri k efene1, [kefe > kefe-n-e ?] {ağız} is. 1. Semercilerin
karıştıran veya başka bir yere taşıyan işçi. kullandığı bir araç. 2. sf. Kirli; pis. [DS]
kefe1, [? kefe] is. 1. Atı tımar etmekte kullanılan, kefene2, [Ar. k eff => kef-en-e ?] {ağız} is. Asma yap
kıldan yapılmış ince kese; ince gebre. 2. {ağız} rağı. [DS]
İpekli kumaş. [DS] 3. {ağız} Kirpi dikeni. [DS] 4. kefeng, [kefen] (kefen) {eT} is. Zahire armağanı.
{ağız} Leblebicilerin leblebi parlatm akta kullandık [DLT]
ları keçe. [DS] 5. {ağız} Semercilerin kullandığı bir kefenli, -gi [Yun. kouphâki] {ağız} is. 1. Kolay kırı
araç. [DS] labilir yumuşak taş. 2. Yumuşak maden. [DS] S
kefe2, [Ar. keffe -US'] {OsT} is. 1. El ayası. 2. Terazi kefenk suyu, {ağız} İçilmeye elverişli olmayan acı
su. [DS]|| kefenk taşı, {ağız} Kolay işlenebilir y u
nin biri tartılacak madde konulan, diğeri de karşı
m uşak taş. [DS]
ağırlığın konulduğu gözlerden her biri.
kefenleme, [kefen-le-me] is. Kefene sarmak eylemi
kefe3, [? kefe] {ağız} is. Hindi. [DS] 0 kefe lalesi,
veya işlemi.
{ağız} Utanmaz; arsız. [DS]
kefenlemek, [kefen-le-mek] g ç l . f [-r] [-l(i)-yor] 1.
kefef, [Ar. keffe > kefef >_i^] {OsT} is. Terazi gözle Ö lüyü gömülebilecek hâle getirmek; kefene sar
ri; kefeler. mak; tekfin etmek. 2. (Tavuk, hindi vb. için) yuf
kefek, -ği [Yun. kouphâki] {ağız} is. 1. -*■ kefeki. [DS] kaya sarıp pişirmek,
2. Gevrek ve yavan bir elma. 3. sf. Gevrek. [DS] kefenleyiş, [kefen-le-y-iş] is. K efenlem ek eylemi ve
kefeke, [Yun. kouphâki] {ağız} is. 1. kefeki. 2. ya biçimi.
Dişlerin dibinde biriken kireç tabakası; tartar. [DS] kefenli1, [kefen-li] sf. 1. (Ölü için) kefenlenmiş olan.
kefeki, [Yun. kouphâki] {ağız} is. Açık renkli, göze 2. Kefeni bulunan; kefen sahibi olan. 3. (Tavuk eti
nekli, ateşe dayanıklı, kolay işlenebilir, yapılarda için) yufkaya sarılmış olarak pişirilen.
kullanılan bir tür taş; kefeki. S kefeki giderici, Bir kefenli2, [kefen-li] {ağız} sf. (At için) ön ayaklarından
sıcak su kazanının çeperinde biriken taşları erite birisi sekili olan at. [DS]
rek çamur hâline getiren kim yasal madde. || kefeki kefenlik, -ği [kefen-lik] sf. (Kumaş için) kefen olarak
ye dönmek, D elik deşik olmak. kullanmaya elverişli,
kefel, [Ar. kefel JiS-] {OsT} is. 1. Art. 2. Dip; kıç. kefensiz, [kefen-siz] sf. 1. Kefeni bulunmayan; kefe
ne sarılmamış. 2. zf. Kefene sarılmadan.
kefeleme, [kefe-le-me] is. Atı kefe ile tım ar etme,
kefer1, [kefer] {ağız} is. Hendek. [DS]
kefelemek, [kefe-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] 1. kefer2, [? kefer] {ağız} is. Tabaklanmış beygir derisi.
Atın tüylerini kefe ile tem izleyip parlatmak. 2. Uğ [DS]
raşmak; mücadele etmek. 3. Güreşmek; oynaşmak. kefera, [? kefer + ağa] (kefera;) {ağız} is. Yaşlı adam.
4. Hâl hatır sormak. 5. Özel görüşmek, [DS]
kefeleşmek, [tefe > kefe-le-ş-mek] {ağız} işteş, f. [- k efere1, [Ar. kâfir > kefere o ^ ] {OsT} is. A llah’ın
ir] 1. Oynaşmak. 2. Güreşmek. 3. Özel olarak gö
varlığını ve birliğini kabul etmeyenler; kâfirler. S
rüşmek. 4. Ayaküstü konuşmak. [DS]
kefere-i fecere, {OsT} Günahkâr kâfirler.
kefeli, [kefe-li] sf. (At için) tüyleri kefe ile parlatıl
kefere2, [Ar. kefere ?] {ağız} is. 1. Y aramaz çocuk. 2.
mış; tım ar edilmiş.
Terbiyesiz, kötü adam. 3. Oynak; güven vermeyen.
kefen1, [Ar. kefen jiS-] {OsT} is. 1. Gömülmeden ön 4. Sırnaşık, arsız köpek. [DS]
ce ölünün sarıldığı beyaz bez. 2. Kefene sarma; keferetsiz, [Ar. kefaret => keferet-siz] {ağız} sf. 1.
kefenleme. S kefen-bâf, {OsT} Kefen dokuyucu.\\ Önemsiz. 2. Güçsüz; kuvvetsiz [DS]
kefen-be-duş, {OsT} 1. Kefeni omzunda. 2. Ölümü kefes, [? kefes] {ağız} is. Elbisenin göğüs ve kol
göze almış; ölmekten korkmayan.\\ kefen-düzd, kısmı. [DS]
{OsT} M ezar soyguncusu. || kefeni boynunda ol kefetire, [? kefetire] {ağız} is. Sebze yıkam akta kul
mak, Ölümü her an göze almış olmak. j| kefeni lanılan delikli kap; kevgir. [DS]
yırtmak, 1. A ğır bir hastalıktan kurtulmak. 2. Teh
keff, [Ar. k eff ljS"] {OsT} is. -* kef3.
likeli bir durumu atlatarak iyileşmeye yü z tutmak. ||
kefen-pûş, {OsT} K efene sarılmış; kefenlenmiş. keffaret, [Ar. küfr > keffaret ojUS'] (keffa;ret) {OsT}
kefen2, [keven / geven] {ağız} is. Dikenleri yakıldık is. -*■ kefaret.
KEF OIÜMIÜMEM • 2522
keffe, [Ar, keffe {OsT} is. Terazi gözü; kefe. S’ erkeklerinin kullandığı, kenarları püsküllü, omuzla
rı örtecek kadar geniş baş örtüsü. 2. {ağız} Yünden
keffetü’d-deff, {OsT} D aire kasnağı.|| keffetii’s-
sâid, {OsT} Avcıların değirmi ağı. dokunmuş geniş ve kaim atkı. [EG]
kefke, [kef-ke] {ağız} is. Atkı. [DS]
keffeteyn, [Ar. keffeteyn u ^ ] {OsT} is. Terazinin
kefkir, [Far. k e f => kef-kir] {ağız} is. Su etkisi ile
her iki gözü.
delinerek göz göz olan taş. [DS]
keffiye, [Ar. keffıye / kefiye ■lUS'] {OsT} is. -*■ kefiye, kefkire, [kef-kir-e] {ağız} is. Küçük deliklerle beliren
kefgi, [kef-gi / kef-ki] {ağız} is. Su kabağından yapı bir çeşit yara. [DS]
lan saplı derin kepçe; su maşrapası. [DS] keflem e1, [kef-le-me] is. 1. Etin kemiğini ayırma. 2.
kefgek, [kef-gek ] {eT} is. Peltek; kekeme kimse. Birinin başkasına kötü niyet beslediğini haber ver
[DLT] me.
kefi, [Far. k ef => kef-i] {ağız} is. Köpük. [DS] keflem e2, [kef-le-me] {ağız} is. Kazan. [DS] 0 kef
kefil1, [kef (yans.) > kef-il] is. Sık sık solumayı, rüz lem e yapm ak, {ağız} Pekm ez yapılırken kaynatılan
gârın esmesini anlatan yansımalı gövde. 0 kefil üzüm suyunun içine pekm ez toprağı koyarak şıra
kefil, {ağız} 1. Çabuk çabuk; tez tez. 2. Taze taze. nın tortusunun dibe çökm esini sağlamak. [DS]
[DS]|| kefil kefil solumak, {ağız} Derin derin, sık
keflem e3, [kef-le-me] {ağız} is. H alk hekimliğinde,
sık solumak. [DS]
karm ağrısına karşı kullanılan bal, karabiber ve
kefil2, [Ar. kefalet > kefil {OsT} is. 1. Borç ken zencefil karışım ı bir macun. [DS]
disine ait olmadığı hâlde, borçlu borcunu ödemedi keflem ek1, [Ar. k e f (el) => kef-le-mek] {ağız} g ç l . f
ği takdirde, bu borcu ödemeyi daha borç işleminin [-r] [-l(i)-yor] 1. Toz halindeki ilacı, avuçla ağza
başlangıcında kabul eden kimse. 2. Birinin verdiği atarak su ile içmek. 2. Toz halindeki yiyecekleri
sözü yerine getirmediği takdirde sorumluluğu üst avuçla ağzına atmak. [DS]
lenen bir başka kimse. 3. {ağız} Ağaca bağlanan
keflem ek2, [kef-le-mek] {ağız} gçl. fi [-r] [-l(i)-yor]
destek. [DS] 0 kefil-bi’l-mâl, {OsT} Alm an bir ma
Etin kemiğini ayırmak. [DS]
la karşılık ödenmesi gereken borcun borçlusuna
keflem ek3, [kef-le-mek] {ağız} g çl.f. [-r] [-(i)-yor] 1.
kefil olan.\\ kefîl-bi’n-nefs, {OsT} B ir kişinin şahsı
Kazanda kaynayan sıvıyı taşmaması için karıştır
na kefil olan kimse; onu istenildiği zam an teslim
etm ek üzere kefil olan kimse. || kelîl-bi’t-teslîm, mak. 2. Kaynamakta olan şıranın köpüğünü kevgir
{OsT} Bir malın istenildiği zaman teslimi sorumlu le almak. [DS]
luğunu alan kimse. \\ kefile kefil, Kefilin kabul ettiği keflem ek4, [k ef (yans.) > kef-le-mek] {ağız} gçsz. fi
sorumluluğu üzerine alan kimse; ikinci derece ke [-r] [-l(i)-yor] Uzun zaman aç veya susuz bekle
fil]] kefile kefil olm ak, Kefilin kabul ettiği sorum mek. [DS]
luluğu aynısı ile üzerine almak. || kefil göstermek, keflem ek5, [kef (yans.) > kef-le-mek] {ağız} gçsz. fi.
B ir borç veya iş için gerekli olan kefili bulmak. || [-r] [-l(i)-yor] Birisini dövmek için yemin etmek.
kefîl-i muteber, {OsT} İstenilen nitelikteki kefil; [DS]
sağlam kefil.|| kefil olmak, 1. Borç kendisine ait keflenm ek1, [kef-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi [-ir] Kir
olmadığı hâlde, borçlu borcunu ödemediği takdir lenmek. [DS]
de, bu borcu ödemeyi daha borç işleminin başlan keflenm ek2, [keyif-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir]
gıcında kabul etmek. 2. Birinin verdiği sözü yerine Keyiflenmek; sevinmek; neşelenmek. [EG]
getirmediği takdirde sorumluluğu üstlenmek. kefli, [kef-li] {ağız} sf. (Kişi için) kirli, pis, bakımsız;
kefileşmek, [kefı-le-ş-mek] {ağız} işteş, fi. [-ir] Ko pasaklı. [DS] 0 kefli kecere, {ağız} (Kişi için) kirli,
nuşmak. [DS] pis; pasaklı. [DS]
kefilleme, [kefıl-le-me] is. İmparatorluk döneminde
kefne, [Ar. k eff (el) => kef-ne ?] {ağız} is. Çuvaldız
M üslüman olmayan uyruklardan alman cizyenin
veya biz gibi araçları kullanan kim selerin avuçları
ödenmesine kefil olan köy veya mahalle yöneticile
nı korum ak için ellerine geçirdikleri üzeri demirli
rinden alman bir tür teminat akçesi,
kayış. [DS]
kefillik, -ği [kefıl-lik] is. Kefil olma durumu; kefalet,
kefniyh, [keyif-lik] {ağız} is. Şekil; biçim. [EG]
kefir, [Kafk. dİ. kefir] is. 1. Sütten yapılan ekşi ve
alkollü bir Türk içkisi. 2. Bu içkinin damıtılmasıyla kefnik, -ği [keyif-lik] {ağız} is. Biçim,
elde edilen alkol. 0 kefir mayası, K efir üretmekte kefr, [Ar. kefr j £ \ is. 1. Köy. 2. Örtme.
kullanılan sü t mayası (Beta bactericum cancasi- kefrem, [? kefrem] {ağız} is. Yorganın iç astarı; mitil.
cum) ve maya mantarı (Saccharomyces kephyr) ’m [DS]
dan m eydana gelen sarı renkli bir topakçık; p ey kefrem ek, [kev-mek > *kever > kev(e)r-e-mek] {eT}
gam ber darısı. g ç l.f. [-r] Gevremek. [DLT]
kefiye, [Ar. keffıye / kefiye {OsT} is. 1. Arap kefri, [Ar. kefr => kefrı] {ağız} is. Başörtüsü. [DS]
ı r a w c e m ı . 2523 KEH
kefsizlemek, [keyif-siz-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [- keh4, [Far. keh / kah 4S"] {OsT} is. Saman.
l(i)-yor] Hastalanmak. [EG]
keh5, [keh] {ağız} is. Kulp; sap. [DS]
kefş, [Far. kefş J - ^ ] {OsT} is. Ayakkabı; pabuç. S
keha, [Far. kehâ l^S-] (keha;) {OsT} sf. Çok utanan;
kefş-dâr, {OsT} Cami, tekke gibi yerlerde ayakka
utangaç.
bıları koruyan kim se.\\ kefş-düz, {OsT} Ayakkabı
kehan, [Erme, kehan] {ağız} is. 1. -*■ kahan. 2. M ısır
yapıcısı; ayakkabıcı; ayakkabı tamircisi; köşker. ||
tarlasına yapılan birinci çapa. [DS] S 1 kehan et
kefş-gen, {OsT} Ayakkabı çıkarılan yer; ayakkabı-
mek, {ağız} -* kahan etmek. [DS]
lık.|| keşf-ger-dân, {OsT} Ayakkabıları çevirip dü
zene koyan hizmetçi. kehail, [Ar. kehîl > kehâil JsU^S"] (keha;il) {OsT} sf.
kefşeng, [? kefşeng] {ağız} is. Harman sonu gelen Sürme çekilmiş gözler,
kişiye verilen zahire armağanı. [DS] kehanet, [Ar. kehânet (keha:net) {OsT} is.
kefşüriik, -ğü [kefşür-ük] {ağız} is. Üzüm posası.
İlahî.bir irade olan vahiy ve amacı belirli, sınırlı
[DS]
falcılık ile bilimsel ve istatistik öngörüden ayrı ola
keftar, [Far. keftâr jb if ] (kefta;r) {OsT} is. zool. Sırt rak, bir olayın meydana geleceğini doğrudan doğ
lan. ruya veya çeşitli araçlar yardımıyla, önceden bilm e
kefter, [Far. kefter jciS"] {OsT} is. zool. Güvercin, ve haber verm e işi; kâhinlik. S kehânet-fürüş,
{OsT} Bilinmezlikten bilmiştik satan; kâhinlik
kefuk, -ğu [? kefuk] {ağız} is. Kenevirin liflerinden
eden.|| kehânet-fürüşî, {OsT} Bilinmezlikten bil-
ayrılmış kuru sapı. [DS]
m işlik satma; kâhinlik etme.
kefük, -ğü [Yun. kouphâki => kefuk i!y £ \ {OsT} sf. kehat, [Far. kâğâz] {ağız} is. Kâğıt. S kehat gibi,
İçindeki boşluklar yüzünden h afif olan, {ağız} Kâğıt gibi ak. [DS]
keg, [keg] {eT} is. Nefret; kin; düşmanlık; öç; hınç. keheç, -ci [kek / keh (yans.) > kek-eç] {ağız} is.
[EUTS] [KB] Kekeme; peltek. [DS]
kegank, -gı [Erme, kehan] {ağız} is. Tarlayı yabancı
kehel, [Ar. kâhil > kehel J^S-] sf. 1. İş yapmaktan, ça
otlardan temizleme; çapalama; kahan. [DS]
kegd, [Soğd. kagdi > Far. kâğad => kegd / kegde / lışmaktan hoşlanmayan; tembel; işten kaçan, {ağız}
keged] {eT} is. Kâğıt. [EUTS] (aym) [DS] 2. (Işık; ateş ve şeker tadı için) hafif;
kuvvetsiz.
kegde, [Soğd. kagdi > Far. kâğad => kegd / kegde /
keged] {eT} is. Kâğıt yaprağı. [EUTS] [Gabain] kehelem ek, [keh (yans.) > kehe-le-mek] dönşl. f. [-r]
[-l(i)-yor] 1. Soluk alam ayacak kadar yorulmak;
keged, [Soğd. kagdi > Far. kâğad => kegd / kegde /
keged] {eT} is. Kâğıt. [EUTS] yürüm eye takati kalmamak. 2. {ağız} Sık sık solu
mak. [DS]
kegen, [kegen] {eT} is. Hastalık,
kegiç, -ci [keg-iç] {ağız} is. Çekiç. [DS] kehene, [Ar. kâhin > kehene * ^ ] is. Falcılar; ba-
keginç, [keg-inç] {eT} is. Karşılık; cevap. [EUTS] kıçcılar; bilinmizlikten haber verenler.
kegirmek, [keg (yans.) > keg-ir-mek] {eT} g ç sz .f. [- keher1, [Moğ. keher] {eAT} sf. 1. Kahverengi. [DK] 2.
ür] Geğirmek. [DLT] {ağız} (At donu) doru. [DS] 3. {ağız} Koyu kırmızı.
kegişmek, [keg-mek > keg-iş-mek] {eAT} işteş, f. [- [DS]
ür] Birbirine sert sözler söylemek; karşılıklı söv keher2, [keher] {ağız} is. 1. İki yaşında, yavrulama
mek; sövüşmek. [DK] mış keçi. 2. V adilerdeki küçük tepeler. [DS]
kegür, [keg-ür] {ağız} is. Kevgir; süzgeç. [DS] keherlenm ek, [Ar. kâhil > kehel JjS' => keher-le-n-
keğam, [? keğam] {ağız} zf. Galiba. [DS] mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] İş yapmaya üşenmek.
keğiş, [keşiş] {ağız} is. Papaz. [DS] [DS]
keğük, -ğü [keg-ük] {ağız} is. M eyve toplamaya kehet, [? kehet] {ağız} is. Bitmiş; tükenmiş. [DS]
yarayan ucu eğri değnek. [DS] kehf, [Ar. k e h f {OsT} is. 1. Mağara; in. 2. m e
keh1, [keh (yans.)] is. Sık sık solumayı anlatan kök.
caz. Sığmak; korumasına başvurulacak kimse veya
[Zülfikar] keh-il kehil, keh-le-m ek ö keh keh, {ağız}
makam. 3. anat. Organlardaki herhangi bir oyuk
Soluk soluğa. [DS]|| keh keh geçmek, {ağız} 1. Çok
yer. S1 kehf-i rie, {OsT} Verem mikrobunun akci
acıkmak. 2. Kuvvetten düşmek. [DS]
ğerde açtığı oyuk.|| K ehf Suresi, {OsT} K u r ’an-ı
keh2, [keh (yans.)] (ke:h) {eT} is. Köpek çağırma
Kerim ’in y ü z on ayetlik 28. suresi.
ünlemi. [DLT]
kehge, [? kehge] {ağız} is. Simit. [EG]
keh3, [keh] {ağız} is. 1. Köşe; kenar; uç; kıyı. 2. K ü
çük tepeler; çıkıntılar. 3. Dağların en yüksek nokta kehhal, [Ar. kuhl > kehhâl JU^S"] (kehha:l) {OsT} is.
sı; doruk; zirve. 4. Dağ sırtları. 5. Sarp dağların 1. Gözüne sürme çeken kimse. 2. Sürme yapan ve
eteğinden geçen keçi yolu. [DS] 6. Ufuk. satan kimse; sürmeci. 3. Göz doktoru. S kehhâl
KEH ÖIÜMIİİfflCE S O M . 2524
başı, {OsT} İm paratorluk döneminde saraydaki göz kehme, [? kehme] {ağız} is. İpekliden yapılmış kısa
hekimlerine verilen ad.|| kehhâl-i şerîat, (OsT} Hz. kadın elbisesi. [DS]
Muhammed. kehne, [? kehne] is. kehni.
kehhallik, [hehhal-lik] is. Göz hekimliği. kehnemek, [lcehne-mek] {ağız} is. Sıcaktan terlemek;
kehil1, [keh (yans.) > keh-il] is. Soluma bildiren sıkılmak. [DS]
yansımalı gövde. S kehil kehil, {ağız} Soluk solu kehni, [? kehni] is. Küçük çapa,
ğa. [DS]|| kehil kehil solumak, {ağız} -*■ kehilde-
kehribar, [Far. keh (saman) + rübâ (kapan)
mek. [DS]
{OsT} is. 1. A çık sarıdan kızıla kadar renkleri bulu
kehil2, [Ar. kehîl (kehi.i) {OsT} sf. Sürme çe nan, yarı saydam, kolay kırılabilir ve işlemeye el
kilmiş göz. verişli olduğu için çeşitli süs eşyası yapım ında kul
kehil3, [Ar. kâhil > kehel > kehil J ^ ] {OsT} sf. -► lanılan, kolayca durgun elektriklenebilen reçine
kehel; {ağız} (aynı). [DS] fosili; samankapan. 2. sf. (Süs eşyaları için) kehri
bardan yapılmış olan. S kehribar bah, Sarı renkli
kehila, [Ar. kehîl > kehîlâ ^ > ^ ] (kehi:lâ:, h kalın
ve saydam iyi cins bal.|| kehribar gibi, Koyu sarı;
söylenir) {OsT} is. Gözleri doğuştan sürmeli kadın, sapsarı.\\ kehribar sarısı, Parlak ve açık sarı.||
kehildemek, [keh-il-de-mek] {ağız} gçsz. fi [-r] /-/- kehribar yağı, Vernik yapm akta kullanılan bir tür
(d)i-yor] Aşırı yorgunluk yüzünden güç soluk al reçine.
mak. [DS] kehribarcı, [kehribar-cı] is. K ehribardan süs eşyası
kehilemek, [keh-i-le-mek] {ağız} is. gçsz. fi. [-rj [- yapan veya satan kimse,
l(i)-yor] -*• kehildemek. [DS] kehrik, -ği [? kehrik] {ağız} is. Oğlak. [DS]
kehillik, -ği [Ar. kâhil > kehel .fiS => kehil-lik] Sa kehrine, [? kehrine] {ağız} is. Tuğla ve kiremit fırını.
ğız} is. Tembellik. [DS] [DS]
Kehkeşan, [Far. keh (saman) + keşân (çekenler) kehriz, [Far. kâhrîz] {ağız} is. 1. Evlerde yıkanm a ye
oUS^S"] (kehkeşa:n) {OsT} is. g ö k b. A çık havalarda ri. 2. Kanalizasyon; lağım. 3. Çeşmeye veya çeş
melere suyun verilm eden önce depolandığı yer.
geceleyin gökyüzünde görülen kuzeyden güneye [EG]
doğru uzanan yıldız kümesi; Samanyolu. 0 Keh-
kehrttba, [Far. kehrübâ (kehrüba:) {OsT} is.
keşân-sâkin, {OsT} Sam anyolu’nda oturan.
Kehribar.
kehl1, [Ar. kehl J^S"] {OsT} sf. (İnsan için) olgunluk
çağında bulunan; otuz kırk yaşlarında olan. kehrübaî, [Far. kehrübâî {OsT} sf. 1. Kehri
bar ile ilgili. 2. is. Elektrik,
kehl2, [Ar. kehl {OsT} is. Göze sürme çekme,
kehvare, [Far. kelıvâre (kehva:re) {OsT} is.
kehla, [Ar. kehlâ iUsS’] (kehlâ: h kalın söylenir)
Beşik. S kehvâre-nişîn, {OsT} Beşikteki çocuk.
{OsT} is. Sürmeli gözler,
keimek, [ked-mek] {eT} g ç l . f [-ür] Giymek. [EUTS]
kehle, [Far. kehle 4 ^ ] {OsT} is. Bit; {ağız} (aynı).
[DS] 0 kehlesi kanlanmak, {ağız} Canlanmak. kej1, [Far. kej f ] {OsT} sf. Eğri; çarpık. <5 kej-çeşm,
[DS] {OsT} Çarpık bakan; fa£7.|| kej-tab, {OsT} Yaradılı
kehleci, [kehle-ci] is. İmparatorluk döneminde, darp şı iyi olmayan; kötü huylu.
hanede çekilen telleri kesmekle görevli işçilere ve kej2, [? kej] {ağız} is. Tiftik. [DS]
rilen ad. kejdiim, [Far. kej-düm (kuyruk) jOjS-] {OsT} zf. 1.
kehlelenmek, [kehle-le-n-mek] dönşl. f i [-ir] B itlen
Eğri kuyruklu. 2. is. zool. Akrep. S kej-düm-i
mek.
bahrî, {OsT} zool. D eniz akrebi; iskopit. [| kej-dttm-
kehleli, [kehle-li] sf. Üzerinde bit bulunan; bitli, i felek, {OsT} gök b. Akrep burcu.
kehlemek, [keh (yans.) > keh-le-mek] g ç sz.f. [-r] [-
kejdttme, [Far. kejdüme {OsT} is. Tırnak dip
l(i)-yor] 1. Nefes almak; solumak. 2. Y orgunluk
tan, susuzluktan güçlükle solumak. [DS] lerinde çıkan bir çıban; etyaran,
kehlen, [Ar. küheylân] {ağız} is. Küheylan. [DS] kejdttmî, [Far. kejdüm î (kejdümi;) {OsT} sf. 1.
kehleşmek, [keh (kıyı, sırt) > keh-le-ş-mek] gçsz. fi Akreple ilgili. 2. Akrep gibi,
[-ir] Bıçak sırtı gibi incelmek, kejgere, [keçkere] {ağız} is. Harç, toprak ve tuğla
kehlez, [keh (yans.) > keh-le-z ^IjS’] {OsT} sf. Hasta; taşım aya yarayan bir araç. [DS]
cılız; iyi görünmeyen. keji, [? keji] {ağız} is. Y ün hah ya da kilim dokunur
kehlik1, -ği [keklik] {ağız} is. Keklik. [DS] ken araya katılan pamuk. [DS]
kehlik2, -ği [keh (yans.) > keh-lik] {ağız} is. Sersem -kek, [-kek] {eAT} yap. e. Kalıplaşmış olarak tek
lik; uyuşukluk. [DS] kelimede vardır, er-kek.
O TU M I l i l i C t m i . 2525 KEK
k e k 1, [kag / kağ / kah / kak / kek / kıg / kığ / kik / kekeleyiş, [kekele-y-iş] is. Kekeleme eylemi veya
kok / kug / lcuğ / kuk (yaws.,)] is. Tavuk ve diğer biçimi.
kümes hayvanlarının ve benzeri kuşların seslenişini kekelez, [? kekelez] {ağız} is. Sincap. [DS]
ve bu biçimde bağırmayı, seslenmeyi anlatan kök. k ek elik 1, -ği [kek (yans.) > kek-e-lik] is. D amak
[Züliikar] kek kük, kek-e-leş-mek, kek-lik, S k ek sesleriyle başlayan kelimeleri söylemekte zorlanma
k ü k etm ek, {ağız} Lafı ağzında gevelemek. [DS] ve bunları birçok kez tekrar ettikten sonra konuşa-
kek2, [ke / kek (yans.)] is. Düzgün konuşamamayı, bilme; kekeçlik; kekemelik.
kekelemeyi anlatan kök. [Ziilfikar] kek-e-me, kek-eş, kekelik2, [kek (yans.) > kek-lik] {eT} is. Keklik.
kek-eç [EUTS] [Gabain]
kek3, [kek] {eT} is. 1. İntikam hissi; nefret; kin; hınç; kekem e, [kek (yans.) > kek-e-me] is. D amak sesle
düşmanlık. [EUTS] [DLT] [KB] [Gabain] 2. Sıkıntı; riyle başlayan kelimeleri söylemekte zorlanan ve
zahmet; mihnet. [EUTS] [DLT] [Gabain] 3. {ağız} bunları birçok kez tekrar ettikten sonra konuşabilen
Çelme. [DS] S kek verm ek, {ağız} Çelme takmak. kimse; kekeç; keke,
[DS] kekem eleşm e, [kek-e-me-le-ş-me] is. Kekeme du
kek4, [kek] is. 1. Gevrek. 2. Suların aşındırdığı top rum una gelme,
rağın kıyısı. 3. Hamur teknesinin kenarı. kekem eleşm ek, [kek-e-me-le-ş-mek] dönşl. fi [-ir]
kek5, [İng. cake] is. Çoğunlukla içine çekirdeksiz ku Kekeme durum una gelmek,
ru üzüm konulan un, yum urta ve yağ ile yapılan kekem elik, -ği [lcek-e-me-lik] is. Bazı heceleri tek
tatlı çörek. rarlamak, bazılarını da patlayıcı bir şekilde zorlukla
kekâ, [keh (yans.) + kah (yans.) / keh+keh?] (ke ’kâ:) söyleyebilme ve söyleyemediklerinin önünde du
ünl. “Oh ne iyi! Ne hoş! ”; kekâh. raklama biçimlerinde ortaya çıkan, çoğunlukla psi
kekâh, [keh (yans.) + kah (yans.) / keh+keh?] kolojik konuşm a bozukluğu; kekeme olm a durumu;
(ke ’kâ:h / ke ’kâ:ğ) ünl. “Oh ne iyi! N e hoş! ”; kekâ. rekâket.
keke1, [kek (yans.) > kek-eç] sf. -* kekeç; {ağız} (ay k e k e n ', [kek > kek-en] {eT} is. 1. Veba. [EUTS] 2.
nı). [DS] Salgın hastalık. [EUTS]
keke2, [keke] {ağız} is. Efe. [DS] k eken2, [kek-en] {ağız} is. Taşlık, kayalık yer. [DS]
keke3, [keke {OsT} is. U cu eğri ağaç; gelberi. k ekenek, -ği [Far. kerkes => kekenek] {ağız} is.
Kerkenez. [DS]
kekeç1, -ci [kek (yans.) > kek-eç gfZ] {eAT} {OsT} k e k e trü n , [kek > kek-et-(ü)r-ün ?] {eT} is. Diş ağrı
{ağız} sf. 1. Kekeme. 2. Çene. [DS] sına; ses ve göğüs tutukluğuna karşı kullanılan bir
kekeç2, -ci [kek (yans.) > kek-eç] {ağız} sf. 1. Kuru; ilaç. [EUTS]
katı. 2. (Kişi için) aksi. [DS] kekeş, [kekeç > kekeş is. A lt çene; çene,
kekeç3, -ci [kek (yans.) > kek-eç] {ağız} is. M ısır ko
kekevi, [T. keke + Ar. -vı] {ağız} is. Kekeme. [DS]
çanı. [DS]
kekey, [eT. kâ (yakın) > keki / kekey] {ağız} is. K ar
kekeçlem ek, [kekeç-le-mek] {ağız} gçl. fi [-r] [-l(i)-
deş. [DS]
yor] Gagalamak. [DS]
k e k e z ', [kek-ez] is. İki nokta arasındaki en kısa yol
kekeği, [kek (yans.) > kek-e-ği L£ £ £ ] {OsT} sf. Ke veya düz çizgi.
keme. kekez2, [kek-ez ?] {ağız} is. Kadınsı davranışları olan
kekel1, [? kekel] {ağız} is. Hindi. [DS] erkek. [DS]
kekel2, [Ar. kehel] {ağız} is. Tembel. [DS] k ek i', [eT. kâ (yakm) > keki / kekey] {ağız} is. Büyük
kekel3, [Ar. kâhkül] {ağız} is. Kâkül. [DS] kardeş. [DS]
kekelem e, [kek (yans.) > kek-e-le-me] is. Damak k eki2, [? keki] {ağız} is. Çamaşır. [DS]
sesleriyle başlayan kelimeleri söyleyememe hâli. k ek iç 1, -ci [kek-mek > kek-iç / kek-üç] {ağız} is.
kekelem ek1, [kek (yans.) > kek-e-le-mek] gçsz. f i [- K üçük çekiç. [DS]
r] [-l(i)-yor] 1. D amak sesleriyle başlayan kelim e kekiç2, -ci [kek-mek > kek-iç] {ağız} is. 1. Gaga. 2.
leri söylemekte zorlanma ve bu sesi tekrar ederek Pam uk kozasının kabuğu. 3. M ısır koçanı. 4. Çene
konuşmak. 2. mecaz. Söyleyeceği şeyi kestireme- altından geçirilen ve başlığı tutan ip. [DS]
mekten veya şaşkınlık yüzünden kelimeleri veya k ekik, -ği [Far. kâküti [Nişanyan] ? / lcek-ik
cümleleri birbirine karıştırmak; düşünme hızına
{OsT} is. bot. 1. Ballıbabagillerden, beyaz, kırmızı
uygun konuşamamaktan dolayı birbiri ardına gelen
veya pembe renkli başak durumunda çiçekleri olan,
fikirlere ait cümlelerin ilk veya son kısımlarını söy
karşılıklı küçük yapraklı, sürüngen gövdeli, odunsu
lemek.
saplı, çiçek ve yaprakları baharat olarak mutfaklar
kekelem ek2, [kek (yans.) > kek-ele-mek] {ağız} gçsz. da, kaşıntıyı önleyici ve dezenfektan olarak da halk
f M ['K i)-yor] Soluk soluğa kalmak. [DS] hekimliğinde kullanılan çok yıllık otsu bir bitki,
KEK • 2526
(Thymus vulgaris). 2. Girit kekiği (Origanum dic- diolus byzantinus),\\ keklik ganağı, {ağız} B ir bitki
tamnus), İstanbul kekiği (O. heracleoticum), İzmir adı; keklik otu. [DS]|| keklik gibi, (Kadın için) gü
kekiği (O. onites, O. smyrnaeum, Majarona onites) zel, pem be ve etine dolgun; sevimli ve canayakın.\\
gibi çeşitli mercanköşk türlerine verilen isim. 0 keklik gözü, bot. Düğünçiçeğigillerden otsu veya
kekik yağı, Çeşitli kekiklerin çiçeklerinden su bu çok yıllık, kırmızı çiçekli birkaç türün ortak adı,
harı yoluyla damıtılan, halk hekimliğinde kurt dü (Adonis aestivalis, A. annua, A .fla m m ea ). || keklik
şürücü ve safra artırıcı olarak kullanılan uçucu bir gibi sekmek, (Kadın için) çevik ve z a r if bir şekilde
yağ; timol esansı. zıplayarak yürümek.\\ keklik otu, bot. 1. Ballıba
kekikli, [kekik-li] sf. Kekik bulunan; üzerine veya bagillerden beyaz ve pem be çiçekler açan, kuru
içine kekik serpilmiş olan, tulmuş dalları terletici, idrar söktürücü olarak halk
kekil, [Ar. kâhkül] (ağız) is. A lna dökülen kısa saç; hekimliğinde kullanılan, m ercanköşk türlerinden
perçem. [DS] çok yıllık otsu bir bitki; İstanbul kekiği; Çanakkale
kekilcen, [kekil-cen] {ağız} is. bot. Teke sakalı, kekiği; güvey otu (Origanum vulgar e / O. acuti-
(Scorzonera / Tragopogon). [DS] dens). 2. Yaprakları kuvvetli kokulu, hoş içimli bir
kekilli, [kekil-li] {ağız} sf. Perçemli; zülüflü. 0 tür nane; nane ruhu; kır nanesi, (Ziziphora clino-
kekilli nadas, {ağız} Haziranda yapılan nadas. podioides). 3. D üğünçiçeğigillerden 60 cm. kadar
[DS] boylu, çok yıllık, yeşilim si beyaz çiçekli, kökü hay
kekilmek, [kek-il-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir] (Ayak van hastalıklarında kullanılan otsu bir bitki.
için) yürürken bir yere takılmak; tökezlemek. [DS] (Helleborus orientalis, H. vesicarius). || keklik pa
kekir, [kek-ir] {ağız} sf. (Kişi veya hayvan için) lazı, K eklik yavrusu. || keklik pınarı, {ağız} Kaya
inatçı; huysuz. [DS] oyuklarında toplanan su. [DS]|| keklik sürüsü, A y
kekire, [kek-ir-mek > kek-ir-e] {ağız} sf. (Tat için) nı kuluçkadan çıkan ve yum urtlam a m evsimine ka
ekşi; mayhoş; kekre; buruk. [DS] dar birlikte yaşayan keklik topluluğu.
kekirimsi, [kekre-msi] {ağız} sf. Kekremsi; buruksu; kekme, [kek-me] {ağız} is. Gaga. [DD]
ekşimsi. [DS] kekm ek', [kek > kek-mek] {eT} sf. Deneyimli. 0
kekirm ek1, [kek (yans.) > kek-ir-mek] {eT} g çsz.f. [- kekm ek er, {eT} Tecrübeli adam. [DLT]
ir] Geğirmek; {ağız} (aynı) [DS] kekmek2, [kek-mek dUS^] {ağız} gçsz. f. [-er] 1.
kekirmek2, [kakı-mak] {ağız} gçsz. f. [-ir] İlenmek. {OsT} (Kuş için) yem yemek; gagalamak. [Kamus]
[DS] 2. Baş sallamak. 3. Sürtüşmek. [DS]
kekiş, [kek-iç / kek-iç] {ağız} is. 1. Pam uk kozasının kekm ek3, [sek-mek ?] {ağız} gçsz. f. [-er] 1. Hedef
kabuğu. 2. M ısır koçanı. 3. Çene altı. [DS] ten başka yere isabet etmek; hedefe isabet edeme
kekit, -di [kek-it] {ağız} is. Kekik. [DS] mek. 2. Yön değiştirmek; sapmak. [DS]
kekitmek, [kek-it-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir] 1. (Göz kekm ek4, [kek-mek] {ağız} gçsz. f. [-er] Yıkılmak;
için) sapıtmak; kaçırmak. 2. (Göz için) kım ıldat kaymak; düşmek. [DS]
mak; oynatmak. 3. Yönünü değiştirmek. [DS] 4.
kekm ek5, [kek-mek / kek-m ik / kek-mük] {ağız} is.
dönşl. f. D üz yoldan ayrılmak,
Gaga. [DS]
kekiz, [? kekiz] {ağız} is. Paçavra. [DS]
kekmen, [kek > kek-men] {eT} is. Başından geçen
kekleşmek, [kek-le-ş-mek dL-iKS"] {eAT} g ç l . f [-ür] sıkıntılardan pişmiş adam; pekleşmiş adam. [DLT]
A lay etmek. kekmetmek, [kek(i)m ? + etm ek ] {ağız} g ç l . f [-er]
keklig, [kek > kek-lig] {eT} sf. 1. Menfur. [EUTS] 2. Hak yemek. [DS]
Kinli; hınçlı. [DLT] kekmik, -ği [kek-mik / kek-mük] {ağız} is. Gaga; kuş
keklik, -ği [kek (yans.) > kek-e-lik / kek-lik] is. zool. gagası. [DS]
1. Tavuksular takımının sülüngiller familyasından, keknemek, [kek > kek-(i)n-e-mek] (kekne:mek) {eT}
orta büyüklükte, kalın gövdeli, boz tüylü, kısa kuy gçl. f. [-r] Tekdir etmek; azarlamak; korkutmak;
ruklu, yum urta mevsimine kadar sürüler hâlinde, tehdit etmek. [EUTS]
erkek ve dişi çiftler bir arada yaşayan bir kuş, keko, [Kürt, keko] is. 1. Ağabey. 2. Dayı,
(P erdixperdix). {eT} (aym) [DLT] [DK] 2. Bayağı dil kekre, [kek > kek-re] (kekre:) {eT} sf. 1. (Tat bakı
balığının balıkçılar arasındaki adı. 3. mecaz. Alımlı mından) acı ile ekşi arası; buruk. 2. {ağız} Ekşi.
ve güzel kadın. 4. folk. İçel ve çevresinde yaygın [DS] 3. is. İlaç olarak kullanılan bir bitki; keklik
bir türkü ve bu türküyle birlikte oynanan, figürleri otu, (Origanum vulgare / O. acutidens). {ağız} (ay
ni kekliğin hareketlerinden alan, karşılama türü nı) [EUTS] [DS] 4. Develerin yediği bir acı ot; kek
hareketli bir halk oyunu. 0 keklik alası, {ağız} lik otu, (Helleborus orientalis). {ağız} (aym) [DLT]
Keklik avında kullanılan dikdörtgen biçiminde bir [DS]
araç. [DS]|| keklik balığı, {ağız} Bir tür balık. [DS]|| kekrelik, -ği [kek-re-lik] is. Kekre olm a hâli; kekre
keklik çiğdemi, bot. Kuzgun kılıcı; glayöl, (Gla tatta olma; ekşimsi acı tat.
M E R M İC E S H • 2527 KEL
kekremek, [kek > kek-re-mek] (kekre:mek) {eT} bulunan. [DS] 9. (Hayvan ya da insan için) biçim
gçsz. f. [-r] 1. N efret etmek; tiksinmek; düşmanlık siz. [DS] 10. {ağız} Çirkin. [DS] 11. {ağız} Kötü; fe
etmek. [EUTS] 2. Kızmak; hiddetlenm ek; öfkelen na. [DS] S kel başa şimşir tarak, B aşka ihtiyaçlar
mek. [EUTS] S 1 kekremiş su, {ağız} Şarap. [DS] dururken hiç gereği olmayan ve özenti sonucu edi
kekremsi, [kek-re-msi] sf. 1. Tadı biraz kekre olan; nilen şey. || kelden köseye yardım, Yardıma m uh
buruk; kekresi. 2. mecaz. (Kişi için) suratı asık, taç birinin başka birine yardım a kalkışması duru
gülmez; varlığı yüzünden başkaları rahatsız olan, m u.|| kele dokunmak, {ağız} H oşa gitmeyen bir şey
kekremsilik, -ği [kek-re-msi-lik] is. 1. Biraz ekşi bi söylemek. [DS]|| keli açılmak, B ir kusuru veya kötü
raz da acı tatta olmak; kekre olm ak durumu; buruk bir yanı açığa çıkmak.\\ keli görünmek, B ir kusuru
luk. 2 . mecaz. (İnsan için) hoşnut olmama hâli; veya kötü bir yanı açığa çıkmak. || keli kızmak,
hoşnutsuzluk; istenmezlik. (Soğukkanlı ve kolay kolay öfkelenmeyen kimseler
kekresi, [kek-re-si] sf. 1. Biraz kekre olan; tadı kek için) öfkelenmek; soğukkanlılığını kaybetmek.\\ keli
reye benzer; buruk; kekremsi. 2. mecaz. (Kişi için) körü toplamak, 1. B ir iş için ne kadar işe ya ra
suratı asık, gülmez; varlığı yüzünden başkaları ra maz, konunun yabancısı ve beceriksiz insan varsa
hatsız olan. hepsini bir araya getirmek. 2. B ir ye ri yeteneksiz
insanlarla doldurmak.\\ kel kâhya, Yetkisiz ve ilgi
kekreşmek, [kek > kek-re-mek > kekre-ş-mek] {eT}
siz olduğu hâlde her şeye karışan kimse. || kel kar
işteş, f. [-ür] 1. Karşılıklı nefret etmek; birbirinden
ga, {ağız} Saksağan. [DS]|| kel kaya, {ağız} 1. B itek
tiksinmek; birbirine düşm anlık etmek. [EUTS] 2.
olmayan, taşlı yerler. 2. Yumuşak kaya tabakası.
Birbirine kızmak; karşılıklı hiddetlenmek; karşılıklı
[DS]|| kel kiraz, {ağız} Beceriksiz bayan. [DS]|| kel
öfkelenmek. [EUTS] 3. dönşl. f. Tahkir etmek; kız
mühre (muhra), {ağız} Ur. [DS]|| kel olmak, 1. K el
mak; nefret etmek. [Gabain]
hastalığına yakalanmak. 2. Saçları dökülüp başı
keksek, [kek > kek-se-m ek > kek-se-k] {eT} sf. K in
saçsız kalmak. || kel örten, tar. İm paratorluk döne
dar. [Gabain]
m inde kullanılan, festen daha büyük, kulakları ör
kekşek, [kek > kek-(i)ş-m ek > kek(i)ş-ek] {eT} sf.
ten bir tür başlık; ayıp örten. || kel tavuk, {ağız}
Menfur; iğrenç. [Gabain] Hindi. [DS]|| kel yer, {ağız} Verimsiz, kıraç toprak.
kekşürmek, [kek > kek(i)ş-ür-mek] {eT} g ç l.f. [-ür] [DS]
1. Hiddetlendirmek. [EUTS] 2. N efret uyandırmak; kel2, [kel] {ağız} is. 1. Aşı kalemi. 2. M eyve ağaçları
nefret ettirmek. [EUTS] nın sürgünleri. 3. Tomurcuk. 4. Sebze fıdesi. 5.
kekteşmek, [kek > kek-te-m ek > kek-te-ş-mek] {eT} Ekine zarar veren ve tarlada kendiliğinden çıkan
dönşl. f. [-ür] Hınçlanmak; kin bağlamak. [DLT] çalı ve sürgünleri. [DS]
keküç1, -cü [kek-iç / kek-üç / kek-üş] {ağız} is. Çe kel3, [kel] is. Küsküt otu.
kiç. [DS] kel4, [kel] {ağız} is. Erkek manda. [DS] S kel camuş,
keküç2, -cü [kek-iç / kek-üç] {ağız} is. 1. Gaga. 2. {ağız} E rkek manda. [DS]
Dudak. [DS] kel5, [kel] {ağız} is. M ezar taşı. [DS]
kekük, [kek (yans.) > kek-ük] {eT} is. Seksek kuşu; kel6, [kel] {ağız} sf. (Meyve için) olmamış; ham. [DS]
sümsük kuşu; guguk kuşu; (kemiği büyü ve tılsım kel7, [kilo ?] {ağız} sf. (Ağırlık ölçüsü için) yarım.
için kullanılır), (Sula bassana). [DLT] [ETY] [EUTS]
[DS] fi1 kel okka, {ağız} Yarım okka. [DS]
[Gabain]
kel8, [kel] {ağız} sf. Sıcak; kaynar. [DS]
keküle, [Yun. khoukhoüla] {ağız} is. Erkeklerin so
k ela1, [keler] (kelâ:) {ağız} is. Kertenkele. [DS]
ğuktan korunm ak için başlarına taktıkları başlık.
[DS] kela2, [Ar. kelâ 51S-] (kelâ:) {OsT} is. Yeşil ot.
keküş, [? keküş] (ke:küş) {eT} is. Şişlik için sürülen
kelab, [Ar. kelâb (kelâ:b) {OsT} is. 1. Kuduz
bir ilaç; sabun otu, (Saponaria officinalis) veya
hastalığı. 2. Su ürküntüsü,
akçöpleme, (Veratrum album). [DLT]
kelabe, [Far. kelâbe >4 ^ ] (kelâ. be) {OsT} is. Çile
kel1, [Far. kel JS"] {OsT} is. 1. V ücut tüylerinin dö
halindeki iplik,
külmesine yol açan mantarlardan meydana gelen
bir hastalık. 2. Çeşitli sebeplerle saç dökülm esi ve kelacu, [Far. kelâcü (kelâ. cu:) {OsT} is. Ka
ya kel hastalığı sebebiyle başın saçsız kalan kısmı. deh.
3. Kel hastalığı yüzünden saçlan dökülmüş olan. 4. kelakir, [? kelâkir] (kelâ:kir) {ağız} is. Çoban kebesi;
{ağız} İyi büyümem iş meşe veya çalı fidanı. [DS] 5. yağmurluk. [DS]
sf. Yaşlılık ya da kalıtım yoluyla saçları dökülmüş
kelal, -li [Ar. kelâl J ^ ] (kelâ:l) {OsT} is. 1. Uzun ve
olan. 6 . mecaz. (Dağ, tepe vb. için) üzerinde bitki
bulunmayan; çıplak; verimsiz topraklı; {ağız} (aynı). yorucu bir çalışma sonucunda vücudun veya zihnin
[DS] 7. {ağız} (Bitki için) gelişememiş veya yaprak çalışamayacak hâle gelmesi; yorgunluk. 2. Sürekli
ları dökülmüş; cılız. [DS] 8 . {ağız} İçinde az eşya olarak aynı şeyleri yapmaktan; aynı şeyleri duy
KEL Ö ie iİ iff lff f S İ İ M • 2528
maktan ileri gelen iç sıkıntısı; bıkkınlık; usanç; {OsT} is. fel. İnançla ilgili konularda tartışm a açan
bezginlik. S kelâl-âver, {OsT} Yorgunluk veren; felsefeciler; kelamcılar.
usanç getiren; yorucu; sıkıcı; bezdirici.\\ kelâl- kelam ullah, [Ar. kelâm ’A llah -dil j>^S"] (kelâ:mul-
bahş, {OsT} B ir kusuru veya kötü bir yanı açığa
la:h) {OsT} is. 1. Allah sözü; K ur’an-ı Kerim. 2.
çıkmak.\\ kelâl-dil, {OsT} Gönül sıkıntısı; gönle sı
A llah’ın kelam sıfatı,
kıntı veren. || kelâl gelmek, {OsT} Usanmak; bık-
mak. || kelâl vermek, {OsT} Usandırmak; bıktır kelan, [Far. kelân 0 5 ^ ] (kelâ:n) {OsT} sf. 1. İri; bü
mak; bezdirmek. yük; gösterişli. 2. Belli başlı; önemli. S kelân-ı
kelalet, [Ar. kelâl > kelâlet c J ^S"] (kelâdet) {OsT} is. ravza, {OsT} Hz. Mııhamrned.\\ kelân-ter, {OsT}
D aha büyük; çok iri.
1. Yorgunluk. 2. Bıkkınlık; usanç; bezginlik,
kelaseng, [Far. kelâ-seng (kelâ:seng) {OsT}
kelalib, [Ar. küllâb > kelâlib (kelâ.iib) {OsTf
is. Sapan.
is. U cu eğri demirler,
kelata, [Yun. keratâs] {ağız} sf. Yaramaz; söz dinle
kelag, [Ar. kelâğ (kelâ:ğ) {OsT} is. zool. Siyah mez. [DS]
karga; kuzgun, kelayağı, [kelâ+aya(k)-ı] (kelâyağı) {ağız} is. İpek
kelam, [Ar. kelâm fîtS'] (kelâ:m) {OsT} is. 1. Bir şeyi başörtüsü. [DS]
anlatmak için söylenen sözler; söylem; söz; lakırdı. kelaynak, -ğı [kel+aynak] is zool. Ülkemizde yalnız
2. Söyleyiş; söyleme. 3. Dil; lisan. 4. K ur’an. 5. ca Birecik çevresinde yaşayan, leylekgillerden,
İlahî buyruk; vahiy; İlahî söz. 6. A llah’ın takdiri, gerdanı tüysüz, başının yanları ve gerdanı kırmızı,
emri veya vahyi. 7. isi. A llah’ın varlığı, birliği ve tepesi koyu kurşunî ve turuncu çizgili, tüyleri par
zatı ile ilgili konuları akıl ve mantık yoluyla açık lak siyah, yılan, böcek ve larvalarla beslenen bir
lamaya çalışan bilim; kelam ilmi; ilın-i kelam. 8. kuş, (Geronticus eremita).
A llah’ın başlangıçsız ve yaratılmamış, kendiliğin kelaynakgiller, [kelaynak-gil-ler] is. zool. Leyleksi
den var olan, dilediği gibi hitabı. S kelam bilimi, ler takımından, kelaynak, balıkçıl, çeltikçi gibi
A lla h ’ın varlığı, birliği ve zatı ile ilgili konuları uzun ve orak gibi kıvrık gagalı, bacakları ve boynu
akıl ve m antık yoluyla açıklamaya çalışan bilim; uzun, sulak alanlarda yaşayan, oldukça iri türleri
kelam ilmi; ilm-i kelam .|| kelam etmek, {OsT} K o olan bir kuş familyası, (îbidae).
nuşmak; söz etmek.|| kelâm -ı Arab, {OsT} Arap kelbaş, [kel+baş] {ağız} is. Sarı zambak. [DS]
dili.|| kelâm -ı kadîm, {OsT} -*■ kelamıkadim.|| ke- kelb, [Ar. kelb ı_JS"] {OsT} is. Köpek. S kelb-i akur,
lâm -i kibar, {OsT} -*• kelamıkibar.|| kelâm-ı m ah {OsT} Kudurmuş köpek.|| kelb-i Alî, {OsT} 1. Haz-
rem, {OsT} Gizli söz; jir.|| kelâm -ı manzum, {OsT} reti A li’nin köpeği. 2. mecaz. Çocuk.|| kelb-i
Manzum söz.\\ kelâm-ı mensur, {OsT} Nesir.\\ ke- muallem, {OsT} Eğitilmiş köpek.j| kelb ulamı,
lâm-ı nefsî, {OsT} İçten konuşma. |j kelâm-ı resul, {eAT} K öpek sürüsü.
{OsT} Hz. M uham m ed’in te,spit edilmiş olan sözle kelbe, [? kelbe] {ağız} is. Balgam. [DS]
rinden her biri; hadîs.\\ kelâm-ı tünd, {OsT} Sert ve
kelberi1, [? kelberi] {ağız} is. Kandil konulan yer.
kırıcı söz. [DS]
kelamcı, [kelam-cı] (kelâmcı) is. K elam bilimiyle kelberi2, [gel+beri] {ağız} is. 1. İpli bahçıvan küreği.
uğraşan kimse; A llah’ın varlığı ve birliği konusun 2. Fırıncıların kullandıkları eğri demir; gelberi.
da yetkin bilgiye sahip olan kimse; kelamî. [DS]
kelame, [? kelâme] (kelâme) {ağız} is. Boyunduruğun kelbetan, [Far. kelbetân o^iS'] (kelbeta:n) {OsT} is.
deliklerine takılıp öküzlerin bağlanmasına yarayan
Kerpeten.
ağaç. [DS]
kelbeteyn, [Ar. kelbeteyn j^ulS"] {OsT} is. Kerpeten,
Kelamıkadim, [Ar. kelâm-ı kadîm f^AS"] (ke
kelbetin, [Ar. kelbeteyn] {ağız} is. Kerpeten. [DS]
lâ: ’mıkadim) {OsT} is. K ur’an-ı Kerim,
kelbî, [Ar. kelbı (kelbi:) {OsT} sf. Köpekle il
kelamıkibar, [Ar. kelâm-ı kibâr jLS" j» ^ ] (kelâ ’m ı-
gili; köpeğe ait.
kiba:r) {OsT} is. Tanınmış kim selerin özlü sözleri;
özdeyiş; vecize. kelbi, [? kelbi] {ağız} is. Yüksek. [DS]
kelbiye, [Ar. kelbiyye 4^ ] {OsT} sf. 1. Kelbînin di
kelamî, [Ar. kelâm î ^ 'AS'] (kelâ. m i:) {OsT} sf. 1. Sö
şili. 2. is. Topluluk hayatının sınırlamalarım dikka
ze ait; sözle ilgili. 2. K ur’an-ı K erim ’e ait; K ur’an
te alm aksızın kendi içgüdülerinin yönlendirm eleri
ile ilgili. 3. Kelam bilimiyle uğraşan; kelamcı.
ne ve isteklerine uygun biçimde yaşamayı savunan
kelamiye, [Ar. kelâmiyye v > ^ ] (kelâ.miye) {OsT} is. filozofların öğretisi; kinizm; köpeksilik. 0 kelbi-
1. Kelam bilimi. 2. Kelamcılarm takip ettiği yol. ye-i ehliye, {OsT} E v köpeği; av köpeği.|| kelbiye-i
kelamiyun, [Ar. kelâmiyyün Oj^^S"] (kelâ:miyyu:n) sa’lebiye, {OsTf Tilki.\\ kelbiye-i şegaliye, {OsT}
İ I M İ l İ f M . 2529 KEL
Çakal.|| kelbiye-i zenebiye, {OsT} K urt.|| kelbü’l- kelebçe, [Far. keleb-çe {OsT} is.-* kelepçe.
asgâr, {OsT} gök b. K uzey gök yarım küresinde bir
takım yıldız, (Canis M unoris).|j kelbü’l-ekber, kelebe, [Far. kelâbe => kelebe] {ağız} is. 1. K u
{OsT} gök b. Güney gök yarım küresinde bulunan yu dolabı. 2. İplik elemgesi. 3. Ekin yüklenen ara
bir yıldız kümesi, (Canis M inoris).|| kelbü’l-mâ, baların arkasına konulan iki ucu demirli tahta par
{OsT} 1. Köpek balığı. 2. Kunduz. çası. [DS]
kelbiyun, [Ar. kelbiyyün (kelbiyu:n) {OsT} is. kelebek, -ği [eT. Moğ. kebeli / köbelek => kelebek]
fel. Kelbiye öğretisine bağlı olanlar; kinik; köpeksi- is. zool. 1. Güve ve bitlerin dışındaki pul kanatlıla
ler. rın, başkalaşma sonucu çok çeşitli renklerdeki p u l
larla kaplı kanatlanmış, erişkin biçimi. 2. Geviş
kelce1, [kel-ce] {ağız} sf. İyi büyüyemem iş; ufacık;
getiren hayvanların karaciğerinde asalak olarak
minik. [DS]
yaşayan kurt (Distomum) ve bu kurdun sebep oldu
kelce2, [? kelce] {ağız} is. K arısının kötü yolda olm a
ğu hastalık. 3. Vida ve somunlara bağlı olarak, k o
sına göz yuman koca. [DS]
layca çevirmeyi sağlamak amacıyla yapılmış k ele
kelcik, -ği [kel-cik / kel-çik] {ağız} sf. 1. Başkalarının
bek kanadı biçimi parça. 4. Akışkanları kontrol et
işine karışan; kendisini ilgilendirmeyen işlere bur
meye yarayan boru içine yerleştirilmiş çevrilerek
nunu sokan; sırnaşık. 2. Arabozan; araya giren;
açılıp kapanabilen kanatçık. 5. {ağız} Küçük rende.
müzevir; söz getirip götüren. 3. is. Kene. [DS]
[DS] 6. {ağız} Oltada misina sarılan ağaç kısım. [DS]
kelçe, [kel-çe] {ağız} is. 1. Y aprakları dökülmüş çalı.
7. {ağız} Yayın balığı yavrusu. [DS] 8. {ağız} Y ara
2. sf. Geveze. 3. Sinirli; asabî. [DS]
sa. [DS] 9. {ağız} Huni. [DS] 10. sf. Kelebek biçi
kelçiçek, -ği [kel+çiçek] {ağız} is. Papatya. [DS]
minde olan. 0 kelebek ağacı, {ağız} H a fif m üzik
kelçik, -ği [kel-çik / kel-cik] {ağız} is. kelcik. [DS] araçları yapım ında kullanılan, lifleri düzgün bir
kelçime, [kel-ci-me] {ağız} is. Ü stü ince bir toprakla ağaç. [DS]|| kelebek camı, Otomobillerde kendi
örtülü, altı taşlık arazi. [DS] ekseni üzerinde dönerek açılıp kapatılabilen küçük
kelçuk, -ğu [kel-cik] {ağız} is. K ısa saçlı İcadın. [DS] cam. || kelebek gözlük, Buruna tutturularak kulla
kelçük, -ğü [kel-çük] is. M eyvelerin yenilmeyen iç nılan sapsız gözlük. 11kelebek otu, B ir tür yonca.
kısmı; eşelek, keleblenmek, [kelep-le-n-mek] {eT} dönşl. f. [-ür] -*■
keldeçi, [lcel-mek > kel-deçı] (keldeçi:) {eT} zf. Geli- keleplenmek.
ci; gelen. [DLT] kelecaş, [lcele-ce+aş / kelecoş / kelecuş / keledoş] is.
keldügi, [kel-mek > kel-dügi] {eT} bağ. Gelişi. [DLT] Doğranmış yufka üzerine birlikte kavrulmuş ka
keldürmek, [kel-mek > kel-dür-melc] {eT} gçl. f. [- vurma, soğan, mercimek, nohut ve kurut dökülerek
ür] Getirmek. [DLT] [KB] yapılan bir yemek.
kele1, [hele / kele] {ağız} ünl. 1. Bayanlar arasında keleci, [Moğ. keleçi ty r'İZ / {eAT} {OsT} {ağız}
kullanılan “Bana bak, hey, yahu, a y o l” anlamında
is. Sözleşme; anlaşma. [DS] S keleci etmek, {eAT}
seslenme ve çağırma ünlemi. 2. Bayanlara seslen
me ve çağırma ünlemi. [DS] Söz etmek; konuşmak; muhabbet etmek. |[ keleci
eylemek, {eAT} -*■ keleci etmek.y keleci kümak,
kele2, [Far. gelle => kele] {ağız} is. Boğa; tosun. [DS]
{eAT} -*■ keleci etmek,
S kele öküz, {ağız} Damızlık, iyi cins tosun. [DS]||
keleye gelmek, {ağız} (İnek için) boğaya gelmek; kelecilü, [keleci-lü >MS"] {OsT} sf. Çok ve güzel ko
boğasamak; kızmak. [DS] nuşan; hoş sohbet,
kele3, [kele] {ağız} is. Sürülmemiş tarla. [DS] kelecoş, [kelece ? + aş] {ağız} is. 1. Doğranmış ek
kele4, [kele] {ağız} is. K abaca dövülerek şekil veril mek veya yufka üzerine kavurma ve yağsız peynir
miş ancak inceltilmemiş bakır levha. [DS] dökülerek yapılan bir yemek. 2. Rendelenmiş pan
kele5, [kele] {ağız} sf. 1. İyi; güzel. 2. Değerli. 3. car üzerine sarımsaklı yoğurt dökülerek yapılan bir
Onurlu. [DS] yiyecek. 3. Yağda kavrulmuş soğana m ercim ek ve
kele6, [Far. kele-üS"] {OsT} is. Yanak. ceviz içi konularak yapılan bir yemek. 4. D oğran
mış ekmek üzerine suda ezilmiş tarhana ve tereya
keleb, [Far. kelâbe => keleb] {eT} is. 1. İp yu ğında kızarmış soğan dökülerek yapılan bir yemek.
mağı. [DLT] 2. Türk yaylalarında biten bir ot, dava [DS] 5. Doğranmış lavaş üzerine bol yağ ve soğanla
rı çabuk semirtir. [DLT] fi1 kelebi dolaşmak, {ağız} hazırlanmış harç döküldükten sonra kurut ezilerek
İşi bozulmak. [DS] üzerine ilave edilen kış yemeklerinden biri. [EG]
kelebcek, -ği [keleb-cek] {ağız} is. Kelepçe. [DS] keleçi, [Moğ. kele-mek (konuşmak) > keleçî] (ke-
kelebcin, [Far. keleb-çin ?] {ağız} is. Bıyıklı, koca le;çi:) {eAT} is. Söz. [DK]
başlı, dar gövdeli, kılçıksız bir balık; yayın, (Si- keleçlenmek, [keleç-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi [-ir]
lurus glanis). [DS] Heyecanlanmak. [DS]
KEL n m n m c E H • 2530
keleçtt, [Moğ. kele-mek (konuşmak) > keleçü] (ke- kelekir1, [? kelekir] {ağız} is. 1. Palto; aba. 2. Çoban
le.-çü:) {eT} is. -*■ keleçi. [DLT] ların kullandığı çul. [DS]
keleçttş, [kelece+aş] {ağız} is. -*■ kelecoş. [DS] kelekir2, [? kelekir] {ağız} is. Çalı çırpı. [DS]
kelef1, [Far. kelâbe] {ağız} is. -*■ kelep. [DS] keleklik, -ği [kelek-lik] is. argo. 1. Aptallık; salaklık;
kelef2, [? kelef] {ağız} is. Üzerine kar yağmış ağaçla bönlük. 2. A ptalca davranış. S keleklik etmek,
rın durumu. [DS] Yersiz ve aptalca bir davranışta bulunmak.
kelef3, [Ar. k elef t—
âAS"] {OsT} is. 1. Yüzdeki siyah ve kelel, [Far. kelel JJıS"] {OsT} is. Kuş kanadım n büyük
ya kırmızı noktacıklar; benler. 2. Şiddetli sevgi, tüylerinden yapılan padişah sorgucu; tuğ.
kelefçe, [kelep-çe] {ağız} is. İplik sarmakta kullanılan kelem 1, [Far. kelem |JS"] {eAT} {OsT} {ağız} is. bot.
aygıt. [DS] Lahana. [DS]
kelefe1, [Far. kelâbe => kelebe/ kelefe] {ağız} is. kelem 2, [Sansk. kalam a > kelem] {eT} is. Kalem.
[EUTS]
1. Eğrilmiş iplik çilesi; kelep; keleve. 2. İplik sar
kelemce, [kelem-ce] {ağız} is. M eyve ağaçlarının
makta, çile yapm akta kullanılan tahta araç. [DS]
gereksiz sürgünleri. [DS]
kelefe2, [Yun. khalûvi] {ağız} is. 1. Bostan kulübesi.
kelem e, [Yun. kalam ia / melaggeios [Tietze]] {ağız}
2. Samanlık. [DS]
is. 1. Sürülmeden bırakılmış tarla. 2. Bakımsızlık
kelefet, [? kalafat / kelefet] {ağız} is. (Kişi için) çok
tan bozulmuş bağ ve bahçe. 3. Ormandan açılmış
zayıf. [DS]
tarla. 4. sf. Bakımsız. [DS]
kelefetir, [? kelefetir] {ağız} is. Kaim açılmış mayalı
kelem ekeşir, [? kelemekeşir] {ağız} is. Kırda biten ve
hamurdan sac üzerinde pişirilm iş yufka ekmeği.
çorbaya katılan bazı bitkilerin ortak adı, (Pastinaca
[DS]
armena, P. sativa, P. pim pinellifolia). [DS]
kelegen, [kel-mek > kel-gen] (kelge:n) {eT} sf. Gelen.
kelemelik, -ği [keleme-lik] is. V erim siz tarla; otu
[DLT]
çabuk kuruyan tarla,
kelegii, [kel-e-gü] (kele:gü.j {eT} is. Tarla sıçanı;
kelem enkeşir, [? kelemenkeşir] {ağız} is. -*■ keleme
geleni, (Micromys minutus). [DLT]
keşir. [DS]
keleğe, [eT. kelegü] {ağız} is. Tarla faresi. [DS]
kelem i1, [Yun. kalam ia / melaggeios [Tietze]] is. -*■
kelehaş, [kelek+aş / kele+haş] {ağız} sf. Az pişmiş;
keleme.
yarı kızarmış. [DS]
kelem i2, [? kelemi] {ağız} sf. Açık yeşil; fılizî yeşil.
kelek1, -ği [Far. kale -tils' > kâle-k dills'] {OsT} is. 1. [DS]
O lgunlaşmam ış kavun. 2. (Meyve için) gelişeme- kelem iye, [Yun. kalam ia / melaggeios [Tietze] =>
yerek yumru biçiminde kalmış olan. 3. {ağız} Hile; kelemi-y-e] {ağız} zf. (Tarlayı ekmek için) nadas
desise; düzen; al. [DS] 4. sf. Üzerinde çıplak yerleri edilmeden, doğrudan. [DS]
veya boşlukları bulunan. 5. Kılsız; tüysüz. 6. argo. kelem le, [Yun. kalam ia / melaggeios [Tietze]] {ağız}
Y ersiz davranışlarda bulunan; aptal, {ağız} (aym) is. Sürülmeden bırakılmış tarla; boş tarla. [DS]
[DS] 7. {ağız} Eşcinsel erkek. [DS] kelem ne, [Yun. kalam ia / melaggeios [Tietze]] {ağız}
kelek2, -ği [Asur. kalaku / Far. kelek] is. Şişirilmiş is. 1. Önceleri ekilmişken birkaç yıl sürülmeden
tulumlar üzerine kurulmuş ve nehirlerde ulaşımı bırakılmış tarla; boş tarla. 2. Bir yıl sürülmemiş
sağlamaya yarayan sal; kayık, {ağız} (aym) [DS] tarla. 3. O t bürümüş arazi. 4. Papatya. [DS]
kelek3, -ği [? kelek] {ağız} is. Hayvanların boyunları k elen1, [Çin. kilin > kelen] {eT} is. 1. Gergedan.
na takılan büyük çan. [DS] [EUTS] 2. Tek boynuzlu masal canavan. [Gabain]
kelek4, -ği [? kelek] {ağız} is. Parasız alınan eşya. kelen2, [Yun. kalamia / melaggeios [Tietze]] {ağız} is.
[DS] İyi ürün verm eyen toprak; verimsiz yer. [DS]
kelek5, -ği [Far. gil => gilek / kelek dUS"] is. 1. {OsT} keleni, [eT. kel-e-gfi > keleni / geleği] {ağız} is. Tarla
faresi; geleni. [DS]
Sabunculukta ve boyacılıkta kullanılan sodalı taş.
kelenir, [kelen-ir ?] {ağız} is. is. Kevgir; süzgeç. [DS]
2. {ağız} D uvar örülürken tuğlalar arasına konulan
kelenk, -gi [? kelenk ] {ağız} is. is. H ayvanlara takı
balçık harç. [DS]
lan büyük çıngırak; kelek. [DS]
kelek6, -ği [kel-ek] {ağız} is. Kesik ya da kırık boy
nuz. [DS] kelep1 , [Far. kelâbe <4 ^ => kelebe / kelep is. 1.
kelek7, -ği [? kelek] {ağız} is. M ısır yaprağı. [DS] {eAT} {OsT} Büyük iplik çilesi; çile hâlinde sarılmış
kelek8, [Yun. khalâthı] {ağız} is. Küfe. [DS] iplik. 2. İplik yumağı. 3. Demet; bağlam. 4. İnci
dizisi. 5. {ağız} Bürümcük çilesi. [DS] 6. {ağız} Yün
keleken, [kel-e-ğen] {ağız} is. Hindi. [DS]
çilesi. [DS] S kelep kelep, {eAT} D em et demet;
keleker, [? keleker] {ağız} is. Saksağan. [DS]
sıra sıra.\\ kelep olm ak, {ağız} (Yılan için) kıvrıla
keleki, [Far. kelekî {OsT} is. -*■ kelel. rak yatm ak; çöreklenmek. [DS]
O lü M I I î M • 2531 KEL
kelep2, [kelep] {eT} is. Türk yaylalarında biten bir ot, kelepircilik, -ği [kelepir-ci-lik] is. Kelepircinin işi;
davarı çabuk semirtir. [DLT] kelepir peşinde koşma,
kelep3, -bi [kelep] {ağız} is. Boyunduruk. [DS] kelepleme, [kelep-le-me] is. Bir ipliği çile hâline ge
kelep4, -bi [kelep] fağız} zf. Yan yana. [DS] tirme eylemi.
kelebce, [Far. keleb-çe] {ağız} is. -*■ kelepçe. [DS] keleplemek, [kelep-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(i)-
kelepcek, -ği [Far. kelebçek] {ağız} is. -* kelepçe. yo r] 1. Bir ipliği çile hâline getirmek. [DS] 2. D ağı
[DS] tılmış urganı bir eli ve dirseği arasında dolayarak
kelepçelemek, [kelepçe-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [- kangal yapmak; kelep hâline getirmek.
l(i)-yor] 1. Sıçrayarak atlaya atlaya uzun adımlarla keleplenm ek1, [kelep-le-n-mek] {eT} dönşl. f. Kelep
yürümek. 2. İpliği iğden çözmek. [DS] otuna sahip olmak. [DLT]
keleplenmek2, [kelep-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-r]
kelepçe, [Far. keleb-çe {OsT}is. 1. Tutuklularm
[-l(i)-yor] Ağrı ve sancı yüzünden kıvranmak. [DS]
kaçmasını önlemek için kollarına takılan metal bağ.
kelepser, [Far. keleb-ser j-~ ^ ] {OsT} is. Atın baş
2. Kablo, boru gibi yuvarlak nesneleri bir yere bağ
lamak ya da tutturmakta kullanılan halka. 3. {ağız} vurm asını engellemek için takılmış olan kayış,
İpliği çile yapmaya yarayan ağaç araç; elemge. kelepür, [Yun kelepir] {ağız} is. Ucuz ya da hile ile
[DS] 4. Çoban köpeğinin boynuna takılan mahm uz alınan şey. [DS]
lu demir halka. 5. sf. Kelepçeye benzeyen; kelepçe keler1, [eT. keler jlS-] is. 1. zool. Sürüngenler sınıfı
gibi olan. 0 kelepçe takm ak, B ir kimsenin ellerini nın kelerler takımından olan hayvanların genel adı,
kelepçe ile bağlamak; kelepçelemek. || kelepçe vur (Rhina squatina). 2. {eT} {eAT} {OsT} {ağız} K erten
mak, B ir kimsenin ellerini kelepçe ile bağlamak; kele. [DLT] [DS] 3. Zım para kâğıdı gibi kullanılan
kelepçelemek. ve saat kabı yapılan keler derisi. 4. {ağız} Büyüme
kelepçeleme, [kelepçe-le-me] is. Kelepçe takma, çağında yeteri kadar büyüyememiş hayvan. [DS] 5.
kelepçelemek, [kelepçe-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)- zool. Boyu iki metreyi bulan, eti yenir, derisi deri
yor] 1. Tutukluyu kaçmaması için bileklerine ke cilikte ve ciltçilikte kullanılan bir köpekbalığı türü,
lepçe takmak. 2. (Boru ve kablo için) metal bir hal (Rina squatina). t? keler balığı, zool. Camgöz ba-
ka ile tutturmak, lığım sılar takımından yassı bedenli, omurgasızlar,
kelepçelenme, [kelepçe-le-n-me] is. 1. Kelepçe ta canlı ve ölü balıklarla beslenen bir etçil köpekbalı
kılarak tutuklanma. 2. Kelepçe sahibi olma; kelep ğı türü, (Squalis squatina) . ]| keler kırı, A z ürün
çe edinmek. veren taşlık, kıraç arazi. || keler kuyruğu, {ağız}
kelepçelenmek, [kelepçe-le-n-mek] edil. f. [-ir] 1. B üyük baş hayvanlarda görülen bir hastalık. 2.
Kelepçe takılarak tutuklanmak. 2. dönşl. f. Kelepçe Yaprağı küçük, gövdesi büyük bir ot. [DS]
sahibi olmak; kelepçe edinmek, keler2, [Yun. kellâri (mahzen, mağara)] {ağız} is. 1.
Kiler. 2. Çadır. 3. Doğal mağara; kaya oyukları; in.
kelepçeli, [kelepçe-li] sf. 1. Kelepçesi olan. 2. (Tu
[DS] 4. Çamur ve harç kullanılmadan örülen taş
tuklu için) bileklerine kelepçe takılan. 3. (Boru ve
duvarlı koyuncu evleri.
ya kablo için) kelepçe ile tutturulan. S' kelepçeli
keler3, [? keler] {ağız} is. Yaban ördeği. [DS]
saat, Bileğe açılan bir halka takılan saat.
kelergiller, [keler-gil-ler] is. zool. Asıl köpekbalıkla-
kelepek, -ği [kelebek] {ağız} is. -*■ kelebek. [DS]
rıyla vatozlar arasında geçit sayılabilecek balıkları
kelepir1, [Yun. kelepouri ?] sf. 1. Değerinden daha
kapsayan, yassı gövdeli, göğüs yüzgeçleri yana
çok aşağı bir fiyatla alınabilen şey. 2. Çok ucuza
kaygın, solungaç yarıkları karm a doğru yanda b u
alınan; kolaylıkla ele geçen. 3. {ağız} Cılız; zayıf.
lunan kıkırdaklı balıklar familyası, (Rhinidae).
[DS] 4. {ağız} (Eşya için) ufak tefek. [DS] 5. {ağız}
kelerm ek1, [kel-er-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] 1. K u
is. Sahipsiz mal. [DS] 6. {ağız} Yağma; kapış kapan.
rumlanmak; gurur satmak; kibirlenmek. 2. K aba
[DS] S kelepire konmak, B ir şeyi çok ucuza al
dayılık yapmak. 3. Karşı gelmek. [DS]
mak; kolayca elde etmek.
kelerm ek2, [kel-er-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] Solmak.
kelepir2, [? kelepir] {ağız} is. A sm a yapraklarının ya [DS]
nında çıkan, sarılgan ince filizler; tutunucu filizler. kelermeni, [Far. gıl-i ermeni] {ağız} is. -*■ kilermeni.
[DS] [DS]
kelepir3, [? kelepir] {ağız} is. İçilerek küçülm üş si keleş1, [kel-e-si / keleş] {ağız} sf. Zayıf; cılız. [DS]
gara; izmarit. [DS] keleş2, [kel-eş] {ağız} sf. -*■ keleş. [DS]
kelepir4, [Yun. lcalataria => keleter / kelepir] {ağız} kelesek, -ği [kele (boğa) > kele-se-m ek > kele-se-k]
is. -*• keleter. [DS] {ağız} sf. (İnek için) boğa isteyen; boğasak. [DS]
kelepirci, [kelepir-ci] sf. 1. Bir şeyi çok ucuz fiyata kelesen, [? kelesen] {ağız} is. Tekne. [DS]
almak isteyen. 2. Bir şeyi emeksiz olarak elde et kelesi, [kel-mek > kel-e-s-i] {eT} is. Gelme zamanı.
mek isteyen; hazıra konm ağa alışmış olan. [DLT]
KEL Ö I Ü M U K C E S Ö M • 2532
keleşte, [kereste] {ağız} is. Kereste. [DS] kelezlenmek, [kelez-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir]
keleş', [Far. kel => kel-eş] {ağız} sf. 1. Saçı dökül (Bitki, ağaç vb.) sürgün vermek. [DS]
müş; kelleşmiş; tüysüz; kel. 2. Bodur. 3. V ücut ya kelezleşm ek, [kelez-le-ş-mek] {ağız} dönşl. fi [-ir]
pısı gösterişsiz; cılız. [DS] 4. mecaz. Aptal; salak; Düşkünleşmek. [DS]
beceriksiz. [DS] 5. Çirkin; kötü. 6. Pis; kirli; paslı. kelezlik, -ği [kelez-lik] {ağız} is. 1. Kökten fışkıran
keleş2, [Ar. kelec {OsT} {ağız} sf. 1. Yiğit; kah bodur ağaçlarla kaplı yer. [DS] 2. Fidanlık,
raman; cesur; kabadayı; mert; babayiğit. 2. Y akı kelezti, [eT. kel-m ek > kel-ez-ti] {ağız} is. 1. Hayal.
şıklı; güzel; endamlı; şık; zarif. 3. is. İyi adam. 4. 2. Göz önünden birden gelip geçen şeyler. [DS]
Besili, yakışıklı sığır veya boğa. 5. Uzun boynuzlu kelfe, [Far. kelâbe => kelfe] {ağız} is. Elde iplik
sığır. [DS] sarmaya yarayan tahtadan yapılmış araç. [DS]
keleş3, [? keleş] {ağız} is. Keçiboynuzu pekmezi. [DS] kelgaz, [kel+gaz] {ağız} is. İdare kandili. [DS]
keleşirmek, [keleş-ir-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] Gü
kelgelim et, [kel-mek > kel-geli-met] {eT} zf. Gelmek
zelleşerek büyümek. [DS]
için. [DLT]
keleşlik, -ği [keleş-lik] is. Keleş olma durumu,
kelgelmek, [kel-ge-l-mek] (kelge:lmek){eT} gçsz. fi [-
kelet, [Yun. khalâthi [Tietze]] {ağız} is. Sepet. [DS]
ür] G itm ek üzere olmak. [KB]
kelete1, [Yun. ldıalâtha [Tietze]] {ağız} is. 1. Küçük
kelgin, [kel-mek > kel-gin] {eT} is. Büyük ırm ak ve
çuval. 2. Dağarcık. [DS]
ya denizlerin taşar gibi kabarması; met. [DLT]
kelete2, [Ar. külte 1^ ] {ağız} is. 1. Önemsiz nesne;
kelginlem ek, [kel-mek > kel-gin-le-mek] {eT} dönşl.
ufak tefek. 2. Küçük parça; artık. 3. Önemsiz söz. fi', [-r] Sellenmek; su baskını olmak. [DLT]
4. Küçük harman. 5. Az miktarda öğütülen tahıl. 6. kelgirm ek, [kel-mek > kel-gir-mek] {eT} gçsz. fi. [-
Zayıflığı dolayısıyla sürüye katılamayan hayvan. 7. ür] Gele yazmak; gelmek istemek. [DLT]
A razisi az olan çiftçi. 8. Yıkanmak üzere komşu
kelgü, [kel-mek > kel-gfl] (kelgü:){eT} is. Gelme za
dan gelen az miktardaki çamaşır. 9. sf. Kötü; çürük.
manı; geliş; gelecek. [DLT]
[DS] S kelete çaldırmak, {ağız} K açam ak yapmak.
kelgüçi, [kel-gü > kelgü-çi] {eT} sf. Gelici; gelen.
[DS]
[DLT]
keleter, [Yun. khalathariâ jdS"] {OsT} {ağız} is. 1. İki
kelgülük, [kel-gü > kelgü-lük] {eT} sf. (Kişi için)
kulplu küfe büyüklüğünde sepet. 2. Küçük sepet. 3. gelm eye hak kazanmış. [DLT]
Çam aşır sepeti. 4. Tahıl ölçeği. [DS] kelgür, [Far. kef-gir] {ağız} is. Delikli kepçe; süzgeç.
keletir, [Yun. khalathariâ] {ağız} is. 1. -*• keleter. 2. [DS]
Küfe. 3. İncir. [DS] keli, [eT. kel-m ek > keli] {ağız} is. 1. Yurt; çadır yeri;
keleve, [Far. kelâbe « j ^ ] {ağız} is. 1. Eğrilmiş iplik konm a alanı. 2. Bağ, bahçe, tarla sınırı. 3. Asma
çilesi; kelep. 2. İplik sarmakta, çile yapm akta kul çubuklarının arasında kalan yer; buralarda yığılı
lanılan tahta araç. 3. Kuyu çıkrığı. 4. Değirmen toprak. 4. Evlekleri birbirinden ayıran tümsek. 5.
çarkı. 5. Elemge. [DS] Toprak damlarda suların duvardan akmaması için
kelever, [? kelever j j ^ ] {OsT} is. Çardak. duvara doğru yığılm ış toprak. 6. Küçük dağ veya
tepelerin zirvesi. [DD] 7. Dağ ve tepe eteği. 8. Taş
keleversiz, [kelever-siz] {ağız} sf. İşe yaramaz; kötü.
lı, verimsiz tarla. 9. Aşı yapm ak için alman filiz.
[DS]
[DS] 10. Etrafı yüksek olduğu için su basm ayan düz
keleyağı, [Türkm. kele (inek) > kele+yağ-ı] {ağız} is.
arazi. [DD] 11. Çalısı az fakat çok taş bulunan tarla.
Tereyağı. [DS]
[DD] 12. Aşı için ağaçlardan alınan filiz; kalem.
keleyh, [kelek1] {ağız} is. 1. Hile; düzen. 2. Ufak
[DD] 13. Ufuk. [DD]
karpuz; kelek. 3. Güç kuvvet. [DS]
kelibibik, -ği [kel+ibibik] {ağız} is. Çavuşkuşu; ibi
kelez, [gen-ez / gög-ez] sf. 1. {eAT} {ağız} (Toprak
bik. [DS]
için) gen; verimsiz; kıraç. [DS] 2. Hasta; zayıf; cı
kelibik, -ği [lcel+ibik] {ağız} is. -*■ kelibibik. [DS]
lız. 3. Şaşkın; düşkün. 4. (Hayvan için) büyüye-
memiş; gelişememiş. 5. is. Gelişmemiş, kurumuş kelici, [Moğ. keleçi] {ağız} is. Söz; boş laf. [DS]
ekin. 6. B odur ağaç. 7. Gübresiz toprak. 8. Fındık. kelicik, -ği [lcelicik] {ağız} sf. Ufak; küçük. [DS]
9. Kertenkele; keler. S kelez yer, {eT} {eAT} {ağız} kelif, [Yun. khaluvi] {ağız} is. 1. Küçük bağ veya
K ıraç toprak; verimsiz yer. [DS] bostan kulübesi; çardak; gölgelik. [DS] 2. Yayla
kelezitmek, [kelez-i-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] Yor evi. [DD]
mak; hırpalamak. [DS] kelifît, [Fr. kelyphite] is. min. Grenaların ayrışması
kelezimek, [kelez-i-mek] {ağız} g ç sz.f. [-r] 1. Zayıf sonucu meydana gelmiş hidratlı doğal magnezyum
lamak; güçten düşmek; yorulmak. 2. Açlıktan taka silikat.
ti kesilmek. 3. Yavaş yavaş güçlenmek; kendine kelig, [kel-mek > kel-ig] {eT} is. 1. Hayal. [EUTS] 2.
gelmek. [DS] Görünme. [EUTS] 3. Ortaya çıkma. [EUTS] 4. Ge
ûiüim ııt s im i . 2533 KEL
liş; gelme; peyda olma. [Gabain] [EUTS] 5. (Bu kelim3, [Sansk. kalama => kelim] {eT} is. Kalem.
dizm ’de) yeniden doğuş. [Clauson] 6. Gelecek; ge [EUTS]
leceği. [DLT] kelim4, [? kelim] {ağız} is. Eğri boynuzlu koç. [DS]
keligli, [kel-mek > kel-ig > kelig-li] {eT} sf. 1. Gelen. kelimat, [Ar. kelime > kelimât olUS"] (kelima;t)
2. Gelmek üzere olan. [DLT]
{OsT} is. Kelimeler; sözcükler; sözler. S kelimât-ı
keligme, [kel-mek > kel-ig > kelig-me] {eT} sf. 1. atîka, {OsT} Eski kelimeler; eski sözler. || kelimât-ı
Gelecek olan. [EUTS] 2. Gelen. [EUTS] [ETY] İlâhiye, {OsT} İlahî sözler.|| kelimât-ı takdîriye,
keligsek, [kel-mek > kel-ig > kelig-sek] {eT} sf. Gel {OsT} Takdir belirten sözler.
meye istekli olan. [DLT]
kelimdest, [Far. kelîm-dest ^ ^JıS"] {OsT} sf. 1.
keligsemek, [kel-mek > kel-ig > kelig-se-mek] (ke-
likse:mek) {eT} gçsz.f. [-r] Gelmek istemek. [DLT] (Kişi için) olgun. 2. Elinden iş gelir; marifet sahibi;
kelik1, -ği [Erme, k ’alik / Yun. khalıkhi] {ağız} is. 1. becerikli.
Ayakkabı. 2. Eski ayakkabı. 3. Çocuk ayakkabısı; kelim e1, [Ar. kelâm > kelime -uiS"] {OsT} is. 1. A n
patik. 4. Yünden örme terlik. 5. M eşin; işlenmiş laşmada kullanılan, anlamlı ses veya ses birliği;
deri; sahtiyan. 6. Çorap tabanı. 7. Çizme; potin. 8. söz; sözcük. 2. Bağımsız olarak kâğıt üzerinde gös
Çizme koncu. [DS] 9. Sırımdan yapılan ve karda terilebilen veya sözlü olarak söylenebilen anlatım
batmamak için giyilen bir tür çizme; kar ayakkabı aracı. 3. Söz dağarcığının öğesi; adlandırma öğesi.
sı. S keliği çıkmak, {ağız} Çok yıpranmak; bitkin 0 kelime-be-kelime, {OsT} K elimesi kelimesine;
düşmek. [DS]|| keliği çöplüğe atılmak, {ağız} K en bütün kelime ve harfleri ile birlikte.|| kelime cam
disine sevgi ve ilgi azalmak; pabucu dama atılmak. bazı, Söz ile oyun yapan kimse. || kelime cam bazlı
[DS] ğı, Sözle oyun yapma. | kelime grubu, Yapısında
kelik2, -ği [Yun. khalııvi] {ağız} is. 1. Bağ evi; kulü ve anlamında bir bütünlük bulunan birden çok ke
be. [DS] 2. Avcıların gözetleme yeri. [DD] 3. A ğıl limeden kurulu dil birliği. || kelime hâzinesi, 1. B ir
larda bulunan çoban evi. [DD] kimsenin kullandığı kelimelerin tümü. 2. B ir dildeki
kelik3, -ği [kelik] {ağız} is. 1. Eğri boynuzlu koç. [DS] kelimelerin tümü; söz varlığı. || kelime-i asliye,
2. B ir yaşındaki erkek koyun. {OsT} dbl. B asit sözcük; kök.|| kelim e-i külliye,
kelik4, -ği [kelik] {ağız} is. H ayvan boynuna takılan {OsT} fel. Kamu mantıkçılık.|| kelime-i müvellede,
zil. [DS] {OsT} dbl. Yeni meydana getirilmiş bir kelime.|| ke-
kelik5, -ği [Yun. khalikhi] {ağız} is. Küçük taşlar. lime-i şahadet, {OsT} -*■ kelimeişahadet.|| kelim e-i
[DS] tayyibe, G önül okşayıcı söz; güzel söz. || kelime-i
kelik6, -ği [kelik] {ağız} sf. (K adın için) çok gezen. tevhîd, {OsT} -*• kelimeitevhit.|| kelime kadrosu,
[DS] B ir dildeki kelimelerin tümü; kelime hâzinesi; söz
kelikçi1, [kel-mek > kel-ik-çi] {ağız} is. Düğün dave dağarcığı; vokabüler. || kelime karışıklığı, tıp. Bir
tiyesi dağıtan kimse; okuyucu. kelimenin yerine başka bir kelime söyleme biçi
kelikçi2, [kelik-çi] {ağız} is. Ayakkabıcı. [DS] m inde görülen konuşma bozukluğu; söz karışıklığı;
kelikli, [kelik-li] {ağız} sf. V arlıklı olduğu hâlde parafazi,|| kelimelerin üzerinde durmak, D ikkat
harcamayan, cimri. [DS] çekilm ek istenen bir durumda, o konu ile ilgili ke
kelikmek, [kelik-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir] Alınmak; limeleri yavaş, teker teker ve daha baskılı bir sesle
kızmak. [DS] söylemek. || kelimeleri tartarak söylem ek (konuş
keliksi, [kelik-si] {ağız} sf. (Deri için) iyi işlenmemiş. mak), Yanlış anlaşılmaya sebep olacak söz söyle
[DS] m emeye dikkat ederek konuşmak.\\ kelime oyunu,
kelil, [Ar. kelıl JJS"] (keli:l) {OsT} sf. 1. (Kılıç, bıçak 1. Kelimelerin çok anlamlılıklarından veya benzer
liklerinden yararlanılarak yapılan nükte y a da ay
vb. kesici araçlar için) keskinliğini kaybetmiş; kö
kırı anlamlandırma. 2. ik i ve daha çok kişi tarafın
relmiş. 2. Gözleri iyi göremeyen,
dan her defasında bir h a rf ekleyerek anlamlı, bir
kelile, [Ar. kelîle <lUS"] {OsT} is. Çakal. kelime oluşturma biçiminde oynanan oyun. j| keli
kelim1, [Ar. kelâm > kelim (keli:m) {OsT} sf. 1. menin tam anlamıyla, B ir durumu anlatmak için
kullanılan kelimenin taşıdığı anlam boyutuyla; sö
Söz söyleyen; mütekellim. 2. is. Kendisine söz söy
zün kapsadığı tam kavramla.\\ kelime sayılama,
lenilen kişi; teklik ikinci kişi; muhatap. 3. (Sina
K elim e biliminin, özellikle kelime hâzinesinin ince
Dağında Allah ile konuşm ası dolayısıyla) Hz. M u
lenmesinde nicelik belirleme ve istatistik eğrilerle
sa. fi1 kelîm-dest, {OsT} -*■ kelimdest.[| ke-
uğraşan bölümü.\\ kelime sıklığı, Bir dilde, bir ke
lîm ’ullâh, {OsT} Sina D ağında A lla h ’ın hitabını
limenin kullanılma oranı; frekans.\\ kelimesi keli
duyan; Hz. Musa.
mesine, H içbir kelime atlamadan; olduğu gibi;
kelim2, [Ar. kelime > kelim {OsT} is. Kelimeler; harfiyen; aynen; motamot. || kelime yapım ı, Çeşitli
sözler. yollardan kelime meydana getirme.
KEL 0 I İ İ M IÜRü CE SÖ21j Ü1Uj s 4
kelime2, [Far. kelabe <4 ^ ] {ağız} is. Bükülm ek üzere keliş, [kel-mek > kel-iş] {eT} is. Geliş. [DLT] [EUTS]
S k e liş barış, {eT} Geliş gidiş. [DLT]
hazırlanmış top halindeki keçi kılı. [DS]
kelişlig, [kel-iş > kel-iş-lig] {eT} sf. Gelişli; geleni
kelime3, [Yun. ldılema] {ağız} is. 1. Bağ çubuğu. 2.
olan; konuğu olan. S kelişlig barışlıg ev, {eT} K o
Ağaçların dibindeki taze dallar; sürgün. [DS]
nuk odası. [DLT]
kelimeişahadet, [Ar. kelime-i şahadet
kelişm ek1, [kel-mek > lcel-iş-mek] {eT} dönşl. fi [-ür]
(kelimeişaha;det) {OsT} is. İslam ’ın beş şartından G elişmek; ilerlemek. [DLT]
birisi olan ve “Ben şahitlik ederim ki, A llah’tan kelişmek2, [kel-mek > lcel-iş-mek] {eT} işteş, f i [-ürl
başka bir tanrı yoktur; Hz. M uham med onun elçisi Karşılıklı birbirine gelmek. [KB] S kelişm ek ba
ve kuludur.” sözü. S1 kelimeişahadet getirmek, rışmak, {eT} Birbirine gelip gitmek. [DLT]
Kelime-i şahadetin taşıdığı anlama içten inanarak keliyip, -bi [kel + Eyyüb] {ağız} is. Hırsız. [DS]
yüksek sesle bu cümleyi söylemek.
keliz, [? keliz] {ağız} is. Ü stü toprakla örtülü kulübe;
kelimeitevhit, [Ar. kelime-i tevhıd - ^ 1 {OsT} bağ evi. [DS]
is. Toptan imanın esası olan, "A llah’tan başka tan kelk, [Far. kelkdAS'] {OsT} is. Koltuk; koltuk altı,
rı yoktur, Hz. M uham med onun elçisidir. ” sözü,
kelkaş, [kel+kaş] {ağız} is. Karnabahar. [DS]
kelimek, [keli-mek] {ağız} gçl. fi. [-r] M akasla saçı
kelke, [Yun. khalkıo] {ağız} is. Kova. [DS]
kırmak. [DS]
kelkenez, [Far. kerges] {ağız} is. Kerkenez. [DS]
kelimeli, [kelime-li] sf. 1. Kelime bulunan. 2. (Belir
tilen sayıda) kelime bulunduran, kelkepçe, [lcel+kepçe] {ağız} is. H er şeye burnunu
kelimelik, -ği [kelime-lik] sf. (Belirtilen sayıda) sokan; her şeye karışan kimse. [DS]
kelimeden meydana gelen, kelkerkes, [Far. kerges] {ağız} is. Kerkenez. [DS]
kelimesiz, [lcelime-siz] sf. Hiç kelime kullanmadan; kelm eser, [kel+kes-er] {ağız} is. Uzun saplı büyük
sessiz. keser. [DS]
kelimsinmek, [kel-mek > * kel im > kelim-sin-mek] kelkız, [kel+kız] {ağız} is. Kasırga. [DS] S kelkız
{eT} dönşl. f. [-ür] Gelir görünmek; gelir gibi yap çiçeği, {ağız} Papatya. [DS]
mak. [DLT] kelkik, -ği [Yun. khalikhi] {ağız} is. Tencere. [DS]
kelimetan, [Ar. kelimetân jU*İS"] (kelimeta:n) {OsT} kelkinmek, [kalk-mak > kelk-in-melc] dönşl. fi. [-ir.7
{ağız} (Yürüyemeyen çocuklar için) birine veya
is. -*■ kelimeteyn.
oyuncağa doğru atılmak. [DS]
kelimeteyn, [Ar. kelimeteyn {OsT} is. 1. İki kelkör1, [kel+kör] {ağız} sf. Alaca; lekeli. [DS]
kelime. 2. "A llah’tan başta tapacak ilâh yoktur, kelkör2, [kel+kör] {ağız} is. Sığır sürüsü. [DS]
Hz. M uham med onun resulüdür" sözleri,
kella, [Ar. kellâ 5^] (k e ’llâ:) {OsT} e. Asla; hiçbir
kelimullah, [Ar. kelîm-ullâh 4JI |*JS"] (keli:mulla:h)
zaman; katiyen.
{OsT} is. A llah’ın kendisiyle konuştuğu kimse; Hz.
k elle1, [Far. kelle -US'] is. 1. Baş; kafa. 2. mecaz. B ir
Musa.
kelin1, [kel-mek > kel-in] {eT} is. Gelin. [DLT] kim senin hayatı. 3. (Peynir, şeker vb. için) topak;
[EUTS] [ETY] [KB] [Gabain] iri tane. 4. Buğday başağı. 5. (Yuvarlak, külçe şek
kelin2, [?kelin] {ağız} sf. is. Boynuzlu koyun. [DS] lindeki şeyler için) sayı; adet; tane. 6. Eni ile boyu
arasında bir metre fark bulunan elde dokunmuş h a
keling, [Far. keling {OsT} sf. Şaşı,
lı. 7. Bar türü oyunlarda en baştaki oyuncu ile en
kelingün, [kel-in > kelinün] (kelinün) {eT} is. Gelin son oyuncu arasında yer alan oyuncular; sıra oyun
ler. [ETY] [Tekin] cuları. 8. Fırında pişirilm iş koyun başı. 9. {ağız}
kelinlemek, [kel-in > kelin-le-mek] {eT} gçsz. f. [-r] İçine ceviz, fındık, pirinç konularak yapılan b ir
Evlenmek. [EUTS] ham ur tatlısı. [DS] 10. {ağız} Sirkeli paça. [DS] H -
kelip, [Ar. kâlib] {ağız} is. Kalıp. [DS] {ağız} Y üksek tepe. [EG] S kelle çekmek, {ağız}
-kelir, [-ğalır / -gelir / -kalır / -kelir] {eT} çek. e. -*■ - Biçilm iş buğday destelerinden tohum için iyi ba
galır. şakları seçip ayırmak. [DS]|| kelle darı, {ağız} M ısır
kelirmek, [kel-mek > kel-ir-mek] {eT} gçl. f. [-ür] 1. koçanı. [DS]|| kelle götürür gibi, (Gidiş, yürüyüş
Getirmek. [EUTS] [Gabain] 2. Getirtmek. [EUTS] için) gereğinden fa z la bir çabuklukla; aşırı telaş
kelis, [Yun. khalestis] {ağız} is. Davet; çağrı; olcu. S1 ile.|| kelle kâğıdı, {ağız} Nüfus cüzdanı. [DS]|| kelle
kelis gezmek, {ağız} (Düğüne çağrıcı kadın için) koltuğunda, 1. Ölümü göze almış olarak. 2. H er
kapı kapı dolaşarak gezmek; düğüne çağırmak. türlü tehlikeyi bekleyerek.|| kelle kulak yerinde
[DS] olm ak, (Kişiler için) gösterişli ve iri yapılı olmak. ||
kelisçi, [Yun. khalestis => kelis-çi] {ağız} is. Düğüne kelle küpe, {ağız} P aça yemeği. [DS]|| kelle m i çok
çağrıda bulunan kadın; çağrıcı. [DS] ciğer mi? {ağız} Kılı kırk yaran; ince hesaplı. [DS]|!
« ■ « 1 . 2535 KEL
kelle peyniri, Koyun yağından Balıkesir ve İzm ir dökülmesine yol açan mantarlardan meydana gelen
taraflarında yapılan, Türk usulü lezzetli bir p eynir bir hastalık. 2. Üzerinde bitki bitmeyen çıplak ara
türü; M ihalıçpeyniri.|| kelle-pflş, -*• kellepuş.11 kel zi. 3. Fundalık. [DS]
lesi büyük, {ağız} Memur. [DS]|| kellesi koltuğun kellim, [Ar. (Sur.) kellin ^ => kellim] {ağız} is.
da olmak, Ölümü göze almış olmak. || kellesini
Tek kat kerpiç duvar. [DS]
koltuğuna almak, Ölümü göze almak. || kellesini
ortaya koymak, Bütün tehlikeleri, hatta ölümü kelloz, [kel > kelloz] {ağız} is. Kel kafalı kimse. [EG]
bile göze almak. || kellesini uçurmak, Birinin başı kelmek, [kel-mek] {eT} gçsz. fi [-ür] 1. Gelmek.
nı gövdesinden kesere ayırmak.\\ kelle tenceresi, [DLT] [ETY] [EUTS] [OKD] [İKPÖy.] [Yüknekî] [Ga
{ağız} B ir çeşit tencere. [DS]|| kelleye davranmak, bain] [Tekin] [Üç İtigsizler] 2. Sürerlik fiili yapan
{ağız} (Ekin için) başakları olgunlaşmak. [DS]|| kel yardımcı fiil. [ETY]
leyi vermek, Sevdiği bir şey uğruna canını fe d a kelmiç, -ci [? kelmeç / kelmiç] {ağız} is. Balığın b ü
etmek. yük kılçıkları. [DS]
kelle, [? kelle] {ağız} zf. Kere; kez. [DS] kelmiş, [kel-mek > kel-miş] {eT} sf. Gelmiş olanlar.
[ETY]
kellecuş, [kelle-ce + aş] {ağız} is. -*• kelecoş. [DS]
kelngiz, [kel-mek > kelniz] (kelhiz) {eT} is. Sel.
kelleli, [kelle-li] {ağız} sf. Başı büyük olan. [DS]
[DLT]
kellem, [kelle-m] {ağız} is. Ceviz ya da taşla oynanan
kelngizleyü, [kel-mek > kelniz-leyü] (kelnizle:yü:)
bir taş oyunu. [DS]
{eT} zf. Sel gibi. [DLT]
kelleme, [kel-le-me] is. A sm alarda salkımların kuv
Keloğlan, [kel+oğ(u)l-an] is. 1. Türk masallarının,
vetlenmesi için fazla olan filizleri kırmak.
anasmdan başka kimsesi bulunmayan, yoksul fakat
kellem ek1, [kel-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(i)-yor]
zekâsı sayesinde bütün güçlüklerin üstesinden ge
1. Bir ağacın, dallarını, fazla filizlerini kopararak,
len bir m asal kahramanının adı. 2. mecaz. (Küçük k
keserek temizlemek. 2. Aşı yapm ak için ağacı kes
ile) bir yere hizm etçi olarak alm an ya da çırak ola
mek. 3. gçsz.f. (Ağaç için) kurumak. 4. (Ağaç için)
rak verilen çocukları okşamak üzere söylenen ça
yeşillenmek. [DS]
ğırma sözü. 3. Hindi,
kellemek2, [kelle-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(i)-yor]
kelp, [Ar. kalb] {ağız} is. Kalp; yürek. [DS]
(Koç, tosun vb. için) tos vurmak. [DS]
kelpe, [kelpe] is. Asm a hereği; bağ sırığı,
kellenme, [kel-le-n-me] is. Kellenm ek eylemi,
kelpen, [? kelpen] {ağız} is. Kadınların süs olarak kol
kellenmek, [kel-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] Geri
üstüne koydukları kumaş parçası. [DS]
lemek; durgunlaşmak; kötüleşmek. [DS]
kelpendir, [? kelpendir] {ağız} is. Yağsız peynir. [DS]
kellepuş, [Far. kelle-püş Jijj -US'] (kellepu:ş) {OsT}is.
kelpengecik, -ği [? kelpengecik] {ağız} is. Delikanlı;
1. Baş örtüsü. 2. Kavuk altına giyilen ve başı ta genç insan. [DS]
mamen örten bir cins takke. 3. İm paratorluk döne kelpenti1, [Far. kelbetân] {ağız} is. Kerpeten. [DS]
mi ordusunda askerlerin savaşta başlarına giydikle
kelpenti2, [? kelpenti] {ağız} is. Miskin; uyuşuk. [DS]
ri, gözler dışında başm her tarafını örten zırhlı baş
kelpentmek, [kelpent-mek] {ağız} gçl. fi. [-ir] Salla
lık; miğfer; tolga,
mak. [DS]
kelleşme, [kel-le-ş-me] is. Kel durum una gelm ek ey
kelpere, [kelpere] {ağız} is. Y üzü az topraklı, altı
lemi.
taşlı olan verimsiz tarla. [DS]
kelleşmek, [kel-le-ş-mek] dönşl. f i [-ir] 1. (İnsan
kelperen, [kelperen] is. Kuyu temelinin altına konu
için) kel durumuna gelmek. 2. (Hah, battaniye gibi
lan çam veya karaağaçtan yapılmış çerçeve,
tüylü eşyalar için) tüyleri dökülmek. 3. (Arazi için)
bitki örtüsü yok olmak, kelpeşir, [? kelpeşir] {ağız} is. Kaynayan suya u fa
lanmış yufka ekmek, tuz ve biber konularak y apı
kellez, [kel > kel-le-mek> kel-le-z] {ağız} sf. (Boğa
lan bir tür çorba. [DS]
için) yaşı küçük olan veya gelişemediği için bodur
kalan. [DS] kelpeten, [Far. kebetân] {ağız} is. Kerpeten. [DS]
kelli1, [kel-li] sf. Keli bulunan; keli olan, fi1 kelli kelpetin, [Far. kelbetân] {ağız} is. 1. Pense. 2. K erpe
felli, [Ar. kerr ü fer] K ılığı kıyafeti düzgün, göste ten. [DS]
rişli olan; önemli sayılır görünüşte olan. kelpildetmek, [kelp-il-de-t-mek dlîjlJS'] {eAT} {ağız}
kelli2, [kel-mek (gelmek) > kel-li / Ar. gayr => gayri] gçl. fi. [-ir] Gözü çabuk çabuk açıp kapamak; göz
e. “Sonra" edatı gibi çıkm a durum undaki sözler kapaklarını oynatmak,
den sonra gelerek birbirine bağladığı iki yargıdan kelpirdetmek, [kelp-ir-de-t-mek] {ağız} gçl. fi [-ir]
ilkini zorlayıcı bir neden olarak gösteren bir edat, -*■ kelpildetmek. [DS]
kelli, [? kelli] {ağız} is. Sincap. [DS] kelsemek, [kel-mek > kel-se-mek] (kelse:mek) {eT}
kellik, -ği [kel-lik] {ağız} is. 1. Saçlı deride tüylerin g çsz.f. [-r] Gelmek istemek. [DLT]
KEL Ö T l i M I K S f l M • 2530
kelt, [kelt] {ağız} is. 1. Çayırlı, sulu dere içi. [DS] 2. kelvin, [William Kelvin (İngiliz fizikçi) adından] is.
Taş ve kaya kovuklarında biriken yağm ur suyu, fiz. Suyun üçlü noktadaki sıcaklığının 273.16’da
keltavuk, -ğu [kel+tavuk] {ağız} is. Hindi. [DS] birine eşit termodinamik sıcaklık birimi; sembolü:
kelte1, [kelte] {ağız} is. Ot bitmeyen, ürün verm eyen K.
yerler. [DS] kelvinölçer, [kelvin + ölç-er] is. Kırmızı ve mavinin
kelte2, [kelte] {ağız} is. 1. M eslek ve sanatında uz- tay f kuşaklarındaki yayım enerjileri şiddetlerinin
manlaşamayan. 2. Tarikat dışından olan; yabancı. oranını temel alarak ışığın renk sıcaklığını ölçmeye
[DS] yarayan alet.
kelte3, [kelte] {ağız} is. Yaşlı fakat küçük kalm ış pa kelyazan, [kel+yaz-an] {ağız} is. 1. İki yaşında kısır
lam ut ağacı. [DS] keçi. 2. İki yaşındaki tiftik keçisi. [DS]
kelte4, [kelte] {ağız} is. Sapsız sepet; küfe. [DS] k em 1, [kem (yans.)] is. Gevezelik etmeyi, anlaşılmaz
kelte5, [kelte] {ağız} sf. Kısa. [DS] sözler söylemeyi, bahane uydurm aya çalışmayı
kelteben, [Far. kelbetân] {ağız} is. Kerpeten. [DS] anlatan kök. [Zülfikar] kem kem, kem küm etm ek S
kem küm, Anlaşılm az sözler. || kem küm etmek,
kelteçi, [kel-mek > kel-teçı] (kelteçi:) {eT} sf. Gele
(Zor durumda kalan biri için) verecek cevap bula
cek olan; gelen. [Gabain]
m ayarak anlaşılmaz ve birbirini tutmaz sözler söy
keltek1, -ği [? keltek] {ağız} is. 1. Eski, yırtık ayak
lemek.
kabı. 2. Eski bakır kap. 3. Düzensiz ve dağınık eş
kem2, [kem (yans.)] is. Köpek havlam asını anlatan
ya. 4. Terbiyesiz ve uygunsuz kimse; serseri. [DS]
kök. [Zülfikar] kem-kir-mek
keltek2, -ği [kel(i)t-ek] {ağız} sf. 1. (Kişi için) saçları
kem 3, [kem] {eT} is. 1. Gem. [DLT] 2. {ağız} Oğlakla
dökük, başı yağlı ve kirli olan. 2. (Şapka, fes vb.
rın analarını emmesini önlemek için ağızlarına bağ
için) kirli; yağlı. [DS]
lanan sopa. [DS]
keltek3, [kaltak] {ağız} sf. (Kadm ve çocuk için)
kem4, [kem] {eT} zm. Soru zamiri; kim. [ETY] [Tekin]
davranışları beğenilmeyen; değersiz. [DS]
kem 5, [kem] {eT} is. 1. Ağrı; hastalık; ıstırap; zahmet.
keltekeler, [kelte+keler ) S «İS"] {eAT} is. Kertenkele. [EUTS] [DLT] [KB] [Gabain] 2. Uğursuzluk.
kelteki, [? kelteki] {ağız} sf. (Eşya için) eskimiş; kem6, [Ar. kem ] {OsT} sf. 1. Kaç; ne kadar? 2. is.
kullanılmaz hâle gelmiş. [DS]
Miktar.
kelteme, [kelteme] {ağız} is. 1. Az ürün veren tarla;
çorak arazi. 2. Düzlüklerdeki toprak tümsekleri. 3. kem 7, [Far. kem ] {OsT}sf. 1. İyi olmayan; fena;
A ltı taşlık üstü h afif toprak olan yerler. [DS] kötü. 2. Ayarı düşük. 3. Eksik; az; noksan. {eT} (ay
kelten, [? kelten] {ağız} is. 1. Küçük kertenkele. 2. nı) [EUTS] 4. {ağız} Bir eşyanın kırılan parçasını
Eğirdir G ölü’nde yaşayan küçük bir balık. [DS] yerine koyarak onarma biçimi. [DS] S kem-akl,
keltenek, -ği [kelten-ek] {ağız} is. Eski ve kötü gi {OsT} Aklı kıt; aptal.|| kem-asl, {OsT} Aslı iyi olma
yim li adam. [DS] yan; asaletsiz.|j kem -a’yâr, {OsT} Ayarı bozuk;
ayarsız.|| kem-âzâr, {OsT} Kötü incitiş.|| kem-
keltenkeler, [kelten+keler J S lyiS'] {eAT} is. Kerten bahâ, {OsT} Değersiz; değeri düşük. |[ kem-baht,
kele. {OsT} Talihi kötü olan; kötü talih. || kem-bidâa,
keltenkene, [kelten+kene {eAT} is. Kerten {OsT} 1. Sermayesi kıt. 2. mecaz. Bilgisi az; az
kele. okumuş.\\ kem-bizâa, {OsT} -* kem-bidâa.|[ kem-
cevâb, {OsT} K ötü cevap veren; eksik cevap. || kem-
keltenkesek, -ği [kelten+kes-ek] {ağız} is. Yonga.
dil, {OsT} Başkalarının kötülüğünü isteyen; kötü
[DS]
kalpli olan.|| kem-fehm, {OsT} Anlayışı kıt.j| kem
kelter, [Yun. khalathariâ => kelter / keleter / keletir
göz, {OsT} Baktığı kimse veya şeye nazarı değdiği
jü f ] {OsT} {ağız} is. Küfe; sepet; sele. [DS] söylenen göz.|| kem gözle bakmak, {OsT} K ötü bir
kelti, [kelti] {ağız} is. 1. Meşe fidanı. 2. K üçük fidan niyet besleyerek bakmak.\\ kem-gû, {OsT} 1. A z
lık. 3. Bostan sulamak için açılan arkların iki ya söyleyen. 2. K ötü söyleyen.|| kem-gûyî, {OsT} Kötü
nındaki toprak yığını. 4. Yabancı. [DS] söz söyleyicilik.j| kem-güftâr, {OsT} A z konuşan;
kelü, [Fr. kilo] {ağız} is. Kilo. [DS] az söz söyleyen. || kem-hâb, {OsT} Uykusu kıt.||
kelürmek, [kel-mek > kel-tür-mek] {eT} gçl. f. [-ür] kem-harf, {OsT} A z konuşan.|| kem-havsala, {OsT}
1. Getirmek. [EUTS] [ETY] [KB] [İKPÖy.] [Tekin] 2. Tahammülü az olan.|| kem-hired, {OsT} Ahmak;
D ünyaya getirmek; doğurmak. [EUTS] 3. Götür beyinsiz. || kem-huy, {OsT} K ötü huylu. |j kem-iyâr,
mek. [İKPÖy.] 4. Getirtmek. [DLT] {OsT} Ayarı bozuk; ayarsız; kalp.|| kem-kadr,
{OsT} D eğeri az; itibarsız.\\ kem-kâim, {OsT} A n
kelürtmek, [kel-mek > kel-ür-mek > kel-ür-t-melc]
{eT} g çl.f. [-ür] Getirtmek. [Clauson] layışsız,|| kem-kıymet, {OsT} Değersiz; kıymetsiz.\\
kem-mâye, {OsT} Yaradılışı bozuk; aslı bozuk.||
kelvet, [? kelvet] {ağız} is. Sıkıntı; keder. [DS]
kem-nâm, {OsT} Adı sam belirsiz; ünsüz; şöhret
ö l » r u t a a o i. 2537 KEM
siz.|| kem-nazâr, {OsT} Kötü gözle bakan; nazar Dirayetin son derecesi. || kemâl-i evvel, {OsT} A y
eden.|| kem-pâye, {OsT} Rütbesi düşük.|| kem-sâl, dınlar topluluğu; entelektüeller.||kemâl-i hayretle,
{OsT} Yaşı küçük.\\ kem-söz, {OsT} Kırıcı ve kötü {OsT} Şaşkınlığın son derecesiyle; çok şaşırmış
söz. || kem-suhân, {OsT} A z konuşan. || kem-şerın, olarak; büsbütün şaşırmış olarak.\\ kemâl-i ihti
{OsT} Utanmaz.\\ kem-ter, {OsT} 1. Eksik. 2. Daha mamla, {OsT} Büyük bir özenle; aşırı özen göstere-
aşağıda bulunan; hakîr.|| kem-terâne, {OsT} H akir rek.|| kemâl-i kat’iyet, {OsT} Tam kesinlik.|| ke
olarak; küçükçe.|| kem-terîn, {OsT} 1. En küçük. 2. mâl-i lütf, {OsT} Bağışın büyüklüğü; bağışın nok-
En aşağı; en çok eksik. 3. Çok âciz; p e k hakîr. || sansızlığı.|| kemâl-i muhabbetle, {OsT} Büyük bir
kem-yâb, {OsT} A z bulunur.\\ kem-zebân, {OsT} A z sevgiyle; sevgiyle dolu olarak. || kemâl-i salahiyet,
söyleyen kimse. || kem-zede, {OsT} Kötülüğe uğra {OsT} En geniş yetki.|| kemâl-i vecd ile, {OsT} K en
mış; talihsiz.\\ kem-zen, {OsT} Talihsiz.|| kem-zihn, dinden geçerek; huşu içinde.|| kemâl-i zevk, {OsT}
{OsT} A klı eksik; aptal. Zevkin en son noktası.
kem8, [kem] {ağız} is. 1. Düğme. 2. O t ve ekin de kemala't, [Ar. kemâlât o^US"] (kema;lâ;t) {OsT} is.
metlerini bağlam ak için ottan bükülerek yapılan
Bilgi ve erdem bakımından olgunluklar; eksiksiz
bağ. [DS] ler. S kemâlât-ı medeniye, {OsT} M edeniyet ba
kem9, [Erme, gom => kom] {ağız} is. Davar ağılı; kımından yaşanan olgunluklar,|| kemâlât-perver,
ahır. [DS] {OsT} Bilgi sahibi olgun kimse.
kem 10, [kem] {ağız} is. Çivi. [DS] kemaleç, -ci [? kemaleç] {ağız} is. İncire dadanan
kem 11, [kem] {ağız} sf. Bayat; sert. [DS] karga büyüklüğünde boz ve mavi renkli bir tür in
kem 12, [kem] {ağız} is. Ceviz. [DS] cir kuşu; ala karga. [DS]
kema, [Ar. kemâ 1*5"] (kema;) {OsT} e. Gibi; benzer; Kem alist, [Kemal (Mustafa Kemal) + Fr. -iste] is. ve
olduğu üzere, fi1 kem â-fi’l-evvel, {OsT} Önceki sf. 1. Atatürkçülükle ilgili. 2. Atatürkçülüğü b e
gibi. || kem â-fi’s-sâbık, {OsT} Eskisi gibi.|| kenıa- nim sem iş ve Atatürkçülük yanlısı olan; Atatürkçü.
hiye, {OsT} Olduğu gibi.\\ kemâ-hiye-hakkıhâ, Kem alizm, [Kemal (Mustafa Kemal) + Fr. -isme] is.
{OsT} Gereği gibi.\\ kemâ-hü, {OsT} Olduğu gibi.|| Türkiye Cumhuriyetinin siyasal, toplumsal ve kül
kem â-hüve’I-mu’tâd, {OsT} Alışıldığı gibi. || türel gelişimini ön gören, akla ve bilime dayalı ola
kem â-hüve’r-resm, {OsT} Alışıldığı üzere.|| kemâ- rak A tatürk’ün kurduğu ve geliştirmeyi hedeflediği
kân, {OsT} Eskiden olduğu gibi.|| kemâ-yenbagî, millî devlet, m illî egemenlik, kişi hürriyeti ve her
{OsT} Gerektiği gibi; uygun biçimde.|| kemâ-zükir, çağda çağdaş olmayı amaçlayan evrensel boyutlu,
{OsT} Söylendiği üzere. birbiri ile uyumlu ilkeler ve uygulam alar bütünü.
Kem alpaşa tathsı, [Kemal+paşa + tat-lı-s-ı] is. t.
kemabiş, [Far. kemâ-bış ^ U S -] (kema;bi:ş) {OsT}
Un, yağ ve yumurta birlikte yoğrulduktan sonra
zf. Aşağı yukarı; takribi olarak; takriben,
fırında kurutularak istenildiği zaman şekerli şurup
kemaîn, [Ar. kemâîn (kema:i;n) {OsT} is. Pu dökülerek hazırlanan bir tür tatlı.
suya gizlenmiş adamlar, kem an1, [Far. keman OUS-] (kema;n) {OsT} is. 1. Ok
kemal, -li [Ar. kemâl JU T] (kema;l) {OsT} is. 1. Bilgi atmaya yarar iki ucu arasına bir kiriş bağlanan es
ve, erdem bakım ından eksiksizlik; olgunluk; nok nek yay; yay. 2. Yaya benzeyen şey; eğmeç; kavis.
sansızlık; erginlik; yetkinlik; eksiksizlik. 2. İsteni 3. sf. Yay gibi olan. S1 kemân-baha, {OsT} Yeniçe
len ve beğenilir niteliklerin tam amını taşım a duru rilere yılda bir defa verilen p ara.|| kemân-dân,
mu; mükemmeliyet; eksiksizlik. 3. Bilgi ve erdem; {OsT} 1. Ok torbası; sadak. 2. Keman kutusu.|| ke-
fazilet. 4. En yüksek değer. 5. tasvf. B ir insanın mân-dâr, {OsT} Yay tutan.|| kem ân-ebrü, {OsT}
manevî varlık âleminde basam ak basam ak yüksel Kaşları yay biçiminde ve güzel olan. || keman et
mesi, olgunlaşması; içinde bulunduğum uz varlık mek, {OsT} Eğmek; ya y biçimine getirm ek.|| ke-
âleminin, A llah’ın sonsuz ve sınırsız bir görünüş mân-ger, {OsT} Yay yapan kim se.|| keman gibi,
alanı olduğunu kavrayacak yeteneği kazanması. S {OsT} (Kaş için) ay gibi kavisli olan; ince ve düz-
kemale gelmek, {OsT} M addî ve manevi bakımdan gün.|| kem ân-gîr, {OsT} Usta ok atıcısı.|| kemân-ı
olgunluk derecesine ulaşmak; olgunlaşmak.|| ke âsumân, {OsT} 1. Yay burcu. 2. Gökkuşağı.\\ ke-
male ermek, {OsT} M addî ve manevi bakımdan m ân-ı behmen, {OsT} Gökkuşağı.\\ kemân-ı hal-
olgunluk derecesine ulaşmak; olgunlaşmak.|| ke- lâcî, {OsT} Hallaçların pam uk atarken kullandıkla
mâl-i afiyet, {OsT} Esenliğin son derecesi.|| kemâl- rı yay.II kemân-ı hikmet, {OsT} Taş veya ok atm a
i asayiş, {OsT} Güvenliğin tam olarak sağlanmış y a mahsus her türlü mancınık. || kemân-ı sade,
olması durumu.\\ kem âl-i bülüğ, {OsT} Ergenlik {OsT} Güneş; güneş îfiğz.|| keman kaşlı, {OsT}
çağının ilk dönemi.|| kemâl-i ciddiyet, {OsT} Cid Kaşları ya y gibi kavisli ve ince olan. || kemân-keş,
diyetin son derecesi.|| kem âl-i ciddiyetle, {OsT} {OsT} -* kemankeş.|| keman olmak, {OsT} Yay bi
Son derece ciddî olarak. || kem âl-i dirâyet, {OsT} çimini almak; eğilmek.
KEM Ö I Ü M I İ İ M t S ö M • 2S38
keman2, [Far. keman OU-f] (kema:rı) {OsT} is. müz. kem çik, -ği [kem (yans.) > kem-(i)ç m ek > kemiç-ik
/ kem-çük] {ağız} sf. 1. (Kişi için) üst çenesi geri,
Çene altı ile omuz arasına dayanarak yay ile çalı
alt çenesi ileri olduğu için dişleri üst üste gelm e
nan dört telli bir çalgı. S keman yayı, Kemanı çal
yen; ağzı eğri. 2. (İnsan için) burnu basık; biçimsiz.
m aya yarayan at kılı bağlanmış yay.
3. A ğzı dişsizlikten içeri göçmüş gibi olan. 4. (Kişi
kemancı, [keman-cı] is. 1. K eman yapan veya satan
için) sıska; cılız. 5. (Kişi için) ince yüzlü ve çirkin.
kimse. 2. Keman çalan kimse,
6. (Kişi için) asık suratlı veya çirkin. 7. Düzenci;
kemancılık, -ğı [keman-cı-lık] is. Kemancının işi ve kötü. 8. Geveze; soytarı; maskara. 9. Düzenci; kö
mesleği. tü; dönek. 10. (Nesne için) eğri; çarpık. [DS]
kemançe, [Far. kemân-çe ■»»US'] {OsT} is. 1. Kemen- kemçildemek, [kem (yans.) > kem(i)ç-il-de-mek]
çe. 2. Eskiden resm î imzalara çekilmiş bulunan {ağız} gçsz. f. [-r] Ağız boş iken çiğner gibi yap
uzun ve eğri kuyruk, mak. [DS]
kem çilem ek, [kem (yans.) > kem-çi-le-mek] {ağız}
kemane, [Far. kemane -uU?] (kema:ne) {OsT} is. 1.
g ç l.f. [-r] [-l(i)-yorJ 1. Beğenmemek; ağız eğmek.
K emençe ve keman çalmakta kullanılan at kılından 2. Söyleneni, bozuk bir ifade ile tekrar ederek alay
yapılmış yay. 2. Kemandan daha büyük, kucakta etmek. [DS]
yay ile çalman beş telli bir halk sazı. 3. dnz. Gemi
kemçilmek, [kem-(i)ç-il-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] 1.
lerde, talimarın üstü ile suya yakm tarafı arasındaki (Keskin şeyler için) ağzı körelmek. [DD] 2. Zayıf
içbükey kısım. 4. Delgi veya küçük torna çevirmek lamak; incelmek. [DS]
için kullanılan ok yayı biçimindeki araç. 5. Hey
kemçimek, [lcem-(i)ç-i-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] (Sü
kelcilerin mermer delmekte kullandıkları keskin
pürge vb. araçlar için) ucundan eskimek; aşınmak.
kalem . 6. spor. Yağlı güreşte, rakibin arkasından [DD]
kolları karnı üzerinde kilitledikten soma, ayaklar kemçirmek, [kem (yans.) > kem-(i)ç-ir-mek] {ağız}
ayrık olarak uygulanan bir oyun S kemane çek gçsz. f. [-ir] (Köpek için) havlamak. [DS]
me, Yağlı güreşte kemane uygulamasından sonra kemçuk, -ğu [kem (yans.) > kem-(i)ç-ik] {ağız} sf.
yum ruk durumuna getirilmiş elleri sağa sola çeke Çene uyum suzluğu yüzünden dişleri üst üste gele
rek rakibin karnı veya göğsü üzerinde uygulanan meyen. [DS]
ezm e hareketi. kemçük, -ğü [kem (yans.) > kem(i)ç-ük] {ağız} sf. 1.
kemanı, [Far. kemanı (kema:ni:) {OsT} is. K e Yaşlılıktan veya zayıflıktan dolayı ağzı çöküp bur
m an çalan kimse: kemancı, nu ile çenesi birbirine yaklaşmış olan. 2. (Kişi için)
kemani, [Far. kemane] {ağız} is. Tahtaya delik açmak küçük yüzlü. 3. -*■ kemçik. [DS]
için kullanılan bir biz ve onu çeviren keman yayma kemdimek, [kem-dı-mek] (kemdi:mek) {eT} gçl. f. [-
benzer bir araç. [DS] r] Bıçakla kemik sıyırmak. [KB]
kem dük, [kem-dî-mek > kem-dü-k] {eT} sf. (Kemik
kemankeş, [Far. kemân-keş ji&US'] (kema:nkeş)
için) bıçakla sıyrılmış. S kemdük süngttk, {eT} E ti
{OsT} is. 1. Yay kullanarak ok atan kimse; okçu. 2. sıyrılmış, yenm iş kemik. [DLT]
Keman çalan kimse; kemanî.
kem ’e, [Ar. kem ’e {OsT} is. bot. -*■ kem e1.
kemankeşi, [Far. kemân-keşî Lri&US'] (kema:nkeşi:)
kem e1, [Ar. kem 3e *1*5] {OsT} is. bot. Genellikle
{OsT} is. Okçuluk; ok atıcılığı,
m eşelik alanlarda toprak altında yumrular halinde
kemansaz, [Far. kemân-sâz jL-jUS"] (kema:nsa:z) yetişen yenilebilir mikorizli asklı mantar; dolaman,
{OsT} is. Keman yapan kimse; keman ustası; ke (Terfezia, Tuber Micheli, T. brumale). {ağız} (aynı)
mancı. [DS]
kemayar, [Far. kem + Ar. ‘ayar jLp j*^] (kemaya:r) kem e2, [? keme / geme] {ağız} is. zool. 1. Büyük
sıçan, (Mus decumanus). 2. Sincap. 3. Büyümeyen
{OsT} sf. (Altın veya gümüş para için) ayarı düşük;
katır. [DS] S keme yılanı, Su yılanıgillerden A vru
ayarı kötü.
p a ve A sya 'd a yaşayan, 2,5 m. kadar uzunlukta,
kembere, [Far. kemre] {ağız} is. Gübre. [DS]
ısıran ancak zehirli olmayan bir pullu sürüngen,
kemcik, -ği [kem-cik] {ağız} is. 1. Dalsız, budaksız, (Zameis mucosus).
yapraksız ağaç. 2. Yünü az koyun. [DS] keme3, [kem-e] {ağız} sf. 1. (Kişi için) ön dişleri
kemçek, -ği [kem-çek] {ağız} is. Topraktan çıkarılan olmayan ya da eksik olan. 2. Çenesi çıkık. [DS]
kendir sapının soyulan lifleri. [DS] keme4, [keme] {ağız} is. Çocukların başındaki kepek;
kem çi1, [kemçi] {ağız} is. 1. Hayvanlara kızgın de konak. [DS]
m irle vurulan nişan; bellik. [DS] 2. İşaret. [DD] kemeçe, [keme-ce] {ağız} is. Sığır aşığı. [DS]
kem çi2, [eT. kamçı] {ağız} is. 1. Kırbaç; kamçı. 2. Bir kemek, [kemek] {eT} is. Pamuktan yapılmış çubuklu
tür balık. [DS] ve nakışlı bir tür dokuma; bürgülük. [DLT]
Ö lM I M lıÜ li • 2539 KEM
kemekem, [Far. kem (miktar) > kem-a-kem] {ağız} ad. || kemer-bend, {OsT} 1. K em er bağı. 2. Beline
sf. Eksiksiz; tamam. [DS] kem er takmış olan. 3. mecaz. Derviş. || kemer-
kemençe, [Far. keman (yay) + -çe (küçültme eki) bend-i hizmet, {OsT} Hizmete hazır.|| kemer-best,
4^jUS"] (keme'nçe) is. 1. müz. Kem ana benzer üç {OsT} Kahraman; yiğ it.|| kemer-beste, {OsT} 1.
K em er bağlamış olan. 2. tas. Bektaşîliğe hizmete
telli, yayla diz üzerine dayanarak çalman küçük bir
hazır, gönül vermiş kim se.|| kemer-gâh, {OsT} K e
saz. 2. Burguyu çevirmekte kullanılan yay biçi
m er yeri.\\ kemer gözii, B ir kem er ile iki dayanak
mindeki araç,
noktası arasındaki alan.|| kemer-güsiste, {OsT}
kemend, [Far. kemend j^ T ] {OsT} is. -*■ kement. S Belindeki kemeri açmış olan; kemersiz. || kemer-i
kemend-endâz, {OsT} K em ent atan. âftâb, {OsT} g ö k b. Güneşin merkezinden geçtiği
kemender, [Far. çemender] {ağız} is. 1. Eşek. [EG] 2. varsayılan çizgi. || kemeri dolu olmak, Zengin ol
İşini bilen; akıllı ve becerikli. [DS] mak; varlıklı olmak.\\ kemer patlıcanı, İnce ve
kemenk, -ği [Yun. khamâkhi] {ağız} is. Zıpkın; zıp uzun bir tür patlıcan. || kemer taşı, K em er eğrisini
kının sivri ucu. [DS] meydana getiren taşların her biri.
kem er2, [kemer] {ağız} is. Yarı beyaz, y an kara keçi.
kement, -di [Far. kem end Jı^S"] {OsT} is. 1. Ucu
[DS]
ilmiklenmiş ip. 2. Sığır çobanlarının kovaladıkları kemeraltı, [kemer+alt-ı] {ağız} is. Bergama yöresin
hayvanı yakalamakta kullandıkları ucu ilmikli ip. de, iki kişi tarafından oynanan b ir zeybek. [DS]
3. Eskiden adam asm akta kullanılan ucu ilmikli,
kemerci, [kemer-ci] is. 1. Kemer yapan veya satan
yağlı kayış. 4. Geyik türü hayvanlara takılan yular. kimse. 2. K em er yapım ında ustalaşmış kimse,
5. ed. Sevgilinin saçı; sevgilinin saçının büklümü.
kemere, [Yun. kemeri] is. dnz. Gemi güvertesinde
6. Okçulukta kullanılan yaya kavis verm ekte kulla
enine konulm uş kirişlerden her biri,
nılan uçlan halkalı bir araç. 7. {ağız} Gümüş ger
kemerleme, [kemer-le-me] is. 1. Kemerlemek eyle
danlık. [DS] S kement atmak, Uzakta bulunan bir
mi. 2. Ayaklar veya sütunlar üzerinde taşınan k e
şeyi yakalam ak için bir ucu elde tutulan ilmikli ipi
merli açıklık. 3. Kem er biçimindeki öğelerden olu
fırlatm ak.
şan süsleme motifi,
kementlemek, [kement-le-mek] g ç l . f [-r] [-l(i)-yor]
kemerlemek, [kemer-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor]
Kement ile bağlamak; kem ent takmak.
1. Kem er öğesi eklemek; kemer yapmak; kemerle
kemer1, [Far. kem er y S ] {OsT} is. 1. Kaim kumaş, desteklemek, tutturmak. 2. Ciltçilikte kitabın sırtına
deri veya sentetik maddeden yapılma, bele dolan yuvarlak bir görünüş kazandırmak,
dıktan som a iki ucu birbirine bir toka ile tutturulan kemerli, [kemer-li] sf. 1. Üzerinde kem er bulunan;
bel bağı. 2. Pantolon ve etek gibi giysilerde belden kem er takm ış olan. 2. Kemer biçiminde olan. 3.
yukarıda kalan kısım. 3. Eskiden yolculuklarda b e mecaz. Y ay gibi eğri olan; kavisli,
le kuşanılarak üzerindeki gözlere altm veya para kemerlik, -ği [kemer-lik] is. 1. Bazı satıcı, usta veya
konulan bir tür kuşak. 4. mim. Kapı, pencere, su tam ircilerin para veya gereç koym ak için bellerine
yolu, köprü gibi yapılarda üzerine binen duvar taktıkları gözlü kuşak. 2. sf. K em er yapmaya uygun
ağırlığını iki yandaki ayaklara verm ek üzere yarım olan; kemer yapım ı için aynlm ış olan,
daire, basık eğri ve yonca yaprağı gibi tasarlanmış, kemersiz, [kemer-siz] sf. Kemeri olmayan; kem er
aşağı doğru kavisli bağlantı. 5. anat. Kemikten takmamış olan,
kemer biçimindeki oluşum. 6. Otomobillerde sürü kemertlek, [küm-ür-t-lek] {ağız} is. Kıkırdak. [DS]
cü ve yolcuları koltuğa bağlayarak çarpm a anında kemeş, [keme-ç / keme-ş] {ağız} sf. 1. (İnsan için)
öne savrulmayı önleyen, uçaklarda pilotu yerinde bodur, biçimsiz. 2. Zayıf; korkak; çekingen. [DS]
sabit tutmaya yarayan, güvenlik amaçlı kayışların
kem et1, [kemet] {ağız} is. 1. Dağların eteğinden
her biri; emniyet kemeri; güvenlik kemeri. 7. Eski
başlayarak basam ak basamak yükselen yol; doğal
den okullarda disiplin amirlerinin yardımcılarına
merdiven. 2. Keçiyolu; patika. [DS]
verilen isim. 8. {ağız} E v yaparken direklerin üzeri
kemet2, [Far. kemend] {ağız} is. Hayvan yakalamaya
ne uzatılan uzun ağaç. [DS] 9. {ağız} Ocağın üstüne
yarayan uzun ip; kement. [DS]
konan eğri ağaç. [DS] 10. {ağız} Ayak tabanının
çukur yeri. [DS] 11. {ağız} K adın fesinin önüne takı kemha, [Far. kem ha U^S-] (kemha;) {OsT} is. 1. A t
lan altm dizi. [DS] 12. sf. Tüm sek veya yay gibi kıdan takviye tekniğiyle dokunan, genellikle desen
eğri olan. S kemer ayağı, İki kem er arasındaki li, kaim, ağır ve üzeri hafifçe tüylü bir cins ipekli
sütun.|| kemer bağlam a, A ile büyüğünün gelinin kumaş. 2. {ağız} Çizgili yerli dokuma. [DS] 3. {ağız}
beline altın y a da güm üş kem er takma töreni. || ke Y ara kabuğu. [DS] S kemhâ-bâfân, {OsT} Kemha
mer bağlanmak, {OsT} 1. K em er kuşanmak. 2. İşe dokuyanlar,|| kemhâ-hâne, {OsT} Kem ha dokunan
hazırlanmak.\\ kemer başı, tar. İm paratorluk dö atölye.
neminde medrese öğrencilerinin önderine verilen kemhacı, [kemha-cı] (kemha;cı) is. İm paratorluk dö
KEM • 2540
neminde kemha türü ipekli kumaş dokuma işinde lık,|| kem ik yuvası, Kemiğin eklem çukuru.\\ kemik
çalışanlara verilen isim. 0 kemhacılar kethüdası, zarı, Kemikleri dıştan saran telsi katılgan zar.
{OsT} İm paratorluk döneminde kemhacıların bağlı kemikçik, -ği [kemik-çik] is. 1. Küçük kemik. 2. Ba
olduğu kâhya. zı derisidikenlilerde kem ik rolünü üstlenen sert or
kemhe, [? lcemhe] {ağız} is. Ortası delik yumurtalı gan.
ekmek. [DS] kemikçil, [kemik-çil] {ağız} sf. (Çocuk için) aşık
k em i1, [ke (içinde) > ke-mî] (kemi:) {eT} is. Gemi. oyununu çok seven. [DS]
[DLT] [İKPÖy.] [EUTS] [Gabain] kemikler, [kemik-ler] is. anat. İnsanlarda ve omur
kem i2, [Ar. kemi {OsT} sf. Yiğit; savaşçı; kahra galı hayvanlarda, iskeleti oluşturan, sert ve daya
man. nıklı destek dokunun tümü,
kem i3, [kemi / keme] {ağız} is. Dolaman. [DS] kem ikleşm e, [kemik-le-ş-me] is. 1. Kemik hâlini
kemicek, -ği [kemi-cek] {ağız} is. Aşık oyunu. [DS] alm ak eylemi. 2. Y um uşak bir dokunun kemik do
kusuna dönüşmesi. 3. mecaz. Sert, değişmez bir du
kemiç, -ci [kem-iç] {ağız} is. 1. Süzgeç; kevgir. 2.
Köşe; çıkıntı; çıkık. [DS] rum alma.
kem ikleşm ek, [kemik-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] 1.
kemiçi, [kemi-ci] {eT} is. Gemici. [İKPÖy.] [Gabain]
K em ik hâlini almak; kem ik hâline gelmek. 2. m e
kemik, -ği [Sansk. emuka / e T *kem-mek > kem-ük
caz. Kupkuru ve sert bir durum almak. 3. anat. Do
(kemirilen nesne) > kemik] is. 1. anat. İnsan ve
kusu kem ik doku hâlini almak,
omurgalı hayvanlarda çatıyı oluşturan, içinde
kollagen teller ve kalsiyum tuzları bulunan beya kemikleştirme, [kemik-le-ş-tir-me] is. Kemiğe dö
zım sı sert dokulu organların genel adı. 2. sf. Ke nüştürm ek eylemi,
m ikten yapılmış olan. 3. sf. K em ik niteliğinde kem ikleştirm ek, [kemik-le-ş-tir-mek] gçl. f. [-ir]
olan.fi 1 kemiğe işlemek, (Soğuk ve yağm ur için) Kemiğe dönüştürmek,
içine kadar geçmek; etkisi altına almak.\\ kemiğe kemikli, [kemik-li] sf. 1. Kemiği bulunan; kemiğe
kadar, En derin yerine, ta içine kadar.\\ kemiği sahip olan. 2. (Et ve et yem ekleri için) içinde ke
eğri, {ağız} Yaptığının karşılığını göremeyen; şans miği bulunan. 3. (İnsan ve hayvan için) kemikleri
sız. [DS]|| kemik atmak, B ir kimseyi susturm ak iyi gelişmiş olan; kem ik yapısı iri olan. 4. Z ayıf ve
veya oyalamak için ona az bir şey vermek. || kemik kuru, fi1 kemikli balıklar, zool. İskeleti tamamen
bilim i, anat. Anatominin kemikleri inceleyen bölü kemikten oluşan ışınsal yüzgeçli. balıklara verilen
mü; osteoloji. || kemik dokusu, Omurgalılarda is ad, (Teleostei).
keleti, canlı kem ik örgüsünü oluşturan organik bağ kemiklik, -ği [kemik-lik] is. 1. İçine kemik konulan
doku türü. || kemik gibi, Çok kuru ve katı. || kemik kapalı kutu veya sandık. 2. Eski R om a’da içinde
gövdesi, anat. Uzun kemiklerin iki ucu arasında ölünün kemik küllerinin konduğu kavanoz bulunan
kalan kısım. || kem ik hokkası, Kemiklerin eklem taş veya mermerden yapılmış sandık. 3. Genelev,
yerindeki çukurluk.\\ kemik hücreleri, Kem ik olu kem ikm ek, -ği [kemik-mek] {ağız} gçl. f. [-(ğ)-ir]
şum unu ve korunmasını sağlay>an değişik yapıdaki K in duymak. [DS]
hücreler. || kemik iliği, anat. Uzun kemiklerin orta kemiksi, [kemik-si] sf. Kemiği andıran. S kemiksi
sında, kısa kemiklerin aralarında bulunan boşluk bölge, Kıkırdağın kemiğe dönüşmekte olduğu böl
ları dolduran süngerimsi görünüşte bir bağ doku-
ge-
su.\\ kemik labirenti, anat. İç kulakta za r labiren
kemiksiz, [kemik-siz] sf. Kemiği olmayan; içinde
tinin çevresinde bulunan ve sıvı ile dolu olan boş-
kemik bulunmayan. S 1 kemiksiz et, {ağız} Ciğer.
luk.|| kemikleri sayılmak, Aşırı z a y ıf olmak. || ke [DS]
m ikleri sızlamak, (Ölü için) rahat ve huzur içinde
kem in', [Ar. kemin j v ^ ] (kemi.n) {OsT} is. 1. Saldı
olmamak.\\ kemiklerini kırmak, Birini çok döv
mek; hırpalamak.|| kemikli kurbağa, {ağız} K ap rıya karşı kurulmuş tuzak; pusu. 2. Pusuya yatmış,
lumbağa. [DS]|| kem ik örtüsü, Kemiğin dışını çev pusuda gizlenen kimse. 3. mecaz. Güneşin battığı
releyen, beslenmesini sağlayan, kan damarları ve yer. S kemîn-gâh, {OsT} Pusu yeri; pusuya yatılan
sinirleri kapsayan, kem ik kırılması sırasında tam i yer.II kemîn-geh, {OsT} -*■ kemîn-gâh.|| kemîn-
rini gerçekleştiren bağ dokusundan oluşmuş kat- güşâ, {OsT} Tuzak kuran; p usu kuran.|| kemîn-sâz,
man. || kem ik sistemi, Vücut yapısını oluşturan ke {OsT} P usu kurmuş olan.
miklerin tümü. || kem ik ucu, Uzun kemiklerin her kem in2, [Far. kemin j - ^ ] (kemi:n) {OsT} sf. Çok kü
iki ucundan her biri.|| kemik yalayıcı, D alkavuk.||
çük; çok az; ufacık; küçücük,
kem ik yumuşaması, tıp. Kemiklerin çeşitli neden
lerden dolayı madensel tuzlarını kaybederek yum u kem ine, [Far. kemine (kemi.ne) {OsT} sf. 1.
şa k ve bükülgen hâle gelmesi, katılığını kaybetmesi Çok az; küçük; noksan; eksik. 2. Zavallı; âciz; güç
ve şekillerinin bozulması ile ortaya çıkan rahatsız süz. 3. Aşağı görülen; küçümsenen; hakir.
S İM H K C E SDZfaffK. 2541 KEM
kemircik, -ği [kemir-cik] is. Burun ve kulakta bulu kem işm ek1, [*kem-mek > kem-iş-mek dU-i^S"] {eT}
nan küçük kıkırdak, gçl. f. [-ür] 1. Yere atmak; geri fırlatmak; atmak;
kemirdek, -ği [kemir-de-k ib y S ] is. 1. {OsT} K uyruk fırlatmak. [DLT] [Gabain] [EUTS] [İKPÖy.] [Yüknekî]
kemiğinin kıkırdaklı bölüm ü; kıkırdak. 2 . {ağız} 2. Devirmek. [İKPÖy.] 3. {eAT} Koymak; bırakmak;
Olmamış kavun; düğlek. [DS] düşürmek. [EUTS] [KB] 4. Vazgeçmek; terk etmek.
kemire, [Far. kemre] {ağız} is. Gübre. [DS] [Gabain] 5. Sürmek. [DLT] [KB] 6 . Bir şeyi çıkarıp
kemirge, [kemir-ge] {ağız} is. H ayvanların yedikleri atmak; çıkarmak. [DLT] [KB] 7. Saldırmak. [DLT]
pırnal, diken gibi bitkilere toptan verilen ad. [DS] [KB] 8 . {eAT} Düşmek. 9. {eAT} ed il.f. Atılmak.
kemirgen, [kemir-gen] sf. 1. Kemirme alışkanlığı kemişmek2, [kemiş-mek] {ağız} dönşl. fi [-ir] Y aşlı
olan; kemiren; kemirici. 2. (Hayvanlar için) dişleri, lıktan zayıflamak. [DS]
besinleri kemirerek yiyecek biçimde gelişmiş olan, kemiyat, [Ar. kemm iyyet > kemmiyyât o L » f | (ke-
kemirgenler, [kemir-gen-ler] is. zool. Tavşan, ko
miya:t) {OsT} is. Nicelikler; kemiyetler,
bay, kirpi ve sıçan gibi köpek dişleri olmayan ve
kesici dişleri sürekli büyüyen m em eli hayvanlar kemiyet, [Ar. kemm > kemm iyyet o^aS"] {OsT} is. 1.
takımı; kemiriciler, (Rodentia). B ir şeyin azalıp çoğalabilen, sayı ile ifade edilebi
kemirici, [kemir-ici] sf. 1. K em irm ek eylemini y a len durumu; nicelik. 2. Sayı; adet. 3. dbl. İsimlerin
pan; kemiren. 2. (Hayvanlar için) dişleri, besinleri sayıca durumu. 0 kemiyet-i hendesiye, {OsT} H a
kemirerek yiyecek biçimde gelişmiş olan, cimce büyüyüp küçülebilen nicelik.|| kemiyet-i
kemiriciler, [kemir-ici-ler] is. zool. Tavşan, kobay, cebriye, {OsT} Cebirde bir sayının karşılığı olan
kirpi ve sıçan gibi köpek dişleri olmayan ve kesici harf.|| kemiyet-i m unfasıla, {OsT} D üzenli aralık
dişleri sürekli büyüyen m em eli hayvanlar takımı; larla birbirini takip eden sayılar.|| kem iyet itiba
kemirgenler, (Rodentia). riyle, {OsT} N icelik bakımından; sayıca.\\ kemiyet
kemirilme, [kemir-il-me] is. 1. K em irilm ek eylemi. ve keyfiyet itibariyle, {OsT} N icelik ve nitelik ba
2 . tıp. Ülserin organda sürekli yayılması, kımından.
kemirilmek, [kemir-il-mek] edil. f. [-ir] K emirmek kemk, -gi [? kemk] {ağız} is. Dokuma aygıtı. [DS]
eylemi yapılmak, kem ke1, [kem (yans.) > kem+ke] {ağız} is. Geveze.
kemiriş, [kemir-iş] is. Kem irm ek eylemi veya biçi [DS]
mi. kemke2, [Far. kemha] {ağız} is. İpekli kumaş. [DS]
kemirişmek, [kemir-mek>kemir-iş-mek] {ağız} işteş, kemkem, [kem (yans.) kem + kem] {ağız} sf. Geveze.
f. [-ir] (Hayvanlar için) birbirini dişleri ile kaşı [DS]
mak. [DS] kemkesim, [ke(m)+ke/s-im] {ağız} zf. Aşağı; az; alt
kemirme, [kemir-me] is. Kem irm ek eylemi, değerde. [DS]
kemirmek, [eT. *kem-mek > kem -ür-m ek > kemir kem ki1, [kem-ki] {ağız} is. 1. Çeneleri denk olmadığı
mek] gçl. f. [-ir] 1. Sert bir şeyi dişlerle azar azar için dişleri üst üste oturmayan kimse. [DS] 2. K eme
koparmak. 2. mecaz. Yavaş yavaş içine işleyerek suratlı kimse. 3. Ağzı eğri at veya katır. 4. H ayvan
harap etmek. 3. Aşındırmak; yemek, tüyleri üzerine konulan işaret. 5. sf. (İnsan için)
kemirtek, -ği [kemir-t-ek S s j j S \ {OsT} {ağız} is. çarpık veya asık suratlı.
Kıkırdak. [DS] kemki2, [? kemki] {ağız} is. Dokuma tezgâhı. [DS]
kemirtlek, -ği [kem ir-t-il-ek dliiyıS'] {ağız} is. 1. kem ki3, [? kemki] {ağız} is. İnsan kafatası. [DS]
kemkilemek, [kem-ki-le-mek] gçl. fi [-r] [-l(i)-yor]
Hançere. 2. {OsT} Kıkırdak. 3. sf. (Kişi için) çok
Hayvanlara işaret koymak,
zayıf. [DS]
kemkirmek, [kem (yans.) > kem-kir-mek] {ağız}
kemirtlik, -ği [kemir-t-lik J J J u ^ ] {OsT} {ağız} is.
g çsz.f. [-ir] (Köpek için) havlamak; ulumak. [DS]
Kıkırdak. [DS] kemlemek, [kem-le-mek] {eT} gçsz. fi [-r] K ötüleş
kemis, [? kemis / kemiş] {ağız} is. 1. Kevgir. 2. Süz mek; hasta olmak. [DLT]
geç. [DS]
kemlenmek, [kem-le-mek > kem-le-n-mek] {eT}
kemişmek, [*kem-mek > kem-iş-mek] {eT} gçl. fi [- dönşl. fi. [-ür] Hastalanmak. [DLT]
ür] Atmak; fırlatmak; bırakmak; düşürmek. [EUTS]
kemletmek, [kem-le-mek > kem-le-t-mek] {eT} gçl.
kemiş, [kemiş / kemis] {ağız} is. Bakır süzgeç, kev
fi. [-ür] Sıkıntı ve zarar vermek; kötületmek; hasta
gir. [DS] S kemiş olm ak, {ağız} (Ekmek vb. için)
etmek. [DLT]
yanmak. [DS]|| kemiş oyunu, {ağız} A şık oyunu.
[DS] kemlig, [kem-lig] {eT} is. Hastalık. [EUTS]
kemişilmek, [kem-iş-il-mek] {eT} edil. f. [-ür] 1. kem lik1, -ği [kem-lik] is. Kötülük. S kem lik etmek,
Atılmak. [Üç İtigsizler] 2. Bir yana atılmış olmak. K ötülük etmek; kötü davranışlarda bulunmak.\\
[EUTS] kem lik eylemek, K ötülük etmek.
KEM • 2542
kemlik2, -ği [kem-lik] {ağız} is. 1. Ekm eklik un. 2. kemrelik, -ği [kemre-lik] is. Hayvansal gübre konu
Ekin demetlerini bağlam ak için saplardan yapılan lan yer; tezek yığını,
ip. [DS] kem reşm ek, [kem-(i)r-iş-mek] {ağız} işteş, f . [-ir]
kemling, [Al. kâmmling] is. Dokuma hammaddesi Güreşmek. [DS]
olarak kullanılamayacak kadar kısa olduğu için an kem rey, [kemre-y] {ağız} sf. (Yol için) bozuk; fena.
cak keçeleştirme yoluyla kullanılabilen yün lifleri, [DS]
kemm i, [Ar. kemmi (kemmi:) {OsT} sf. 1. Ce kemrik, -ği [kem(i)r-ik] {ağız} sf. Düzensiz; dağınık.
[DS]
sur; yiğit. 2. (Kişi için) silahlı,
k em rişm ek , [eT. kem -ür-m ek > kem-(i)r-iş-mek] ja-
kemm un, [Ar. kemmün j y S ] (kemmu.n) {OsT} is. ğız} işteş, f. [-ir] 1. (Hayvanlar için) birbirini dişleri
Kimyon. ile kaşımak. 2. Güreşmek; yıkışmak; birbiri ile alt
üst olmak. [DS]
kemne, [Ar. kemne {OsT} is. tıp. Gözün iç ba
sıncının fazla olması sebebiyle ortaya çıkan göz k e m rü k , [kem-ür-mek > kem (ü)r-ük °y S ] {eT} is.
hastalığı; karasu, 1. Çatlak; yarık; gedik. [DLT] 2. sf. {OsT} Kemiril-
kemotaksi, [Yun. chemeia (değişme) + taxis (ayar miş.
lama) > İng. chemotaxis] is. biy. H ücrelerin ve ser kem rüşm ek, [kem-ür-mek > kem(ü)r-üş-mek] {eT}
best hareketli organizmaların kimyasal bir uyarıcı işteş, f. [-ür] Kemirişm ek; birlikte kemirmek.
ya karşı olum lu ya da olumsuz tepkimeleri, [DLT]
kemotrof, [Yun. chemeia + heteros (diğer) > İng. kemsek, -ği [kem(i)s-ek / kes-ek] {ağız} is. Kesek.
[DS]
chemoheterotroph] is. biy. Karbon ve enerji kayna
kem sik, -ği [kem -(i)s-ik / kem-(ü)s-ük] {ağız} is. 1 .
ğı olarak organik birleşikleri kullanan canlılara ve
Üzüm, elma, arm ut gibi meyvelerin yenilmeyen
rilen ad.
çöp ve çekirdek kısımları. 2. M ısır koçanı. 3. Odun
kem p, [? kemp] {ağız} is. Kilim dokuma aygıtı. [DS]
kesildikten sonra kalan kırıntılar. 4. Sığır ve hay
kempeşe, [kemp-eş-e] {ağız} is. Alay; şaka; eğlenme. vanların önünde kalan yiyecek artıklan. [DS]
[DS] S1 kempeşe etmek, {ağız} A lay etmek. [DS]
kem siz, [kem-siz] {eT} s f Sağlam; hastalıksız; sıh
kem pm ek1, [kemp-mek] {ağız} g ç sz .f. [-er] 1. Çök hatli. [EUTS]
m ek; devrilmek. 2. Ansızın ölüvermek. [DS] kemsfik, -ğü [kem-(i)s-ük / kem-(i)s-ik] {ağız} is. 1 .
kempmek2, [kemp-mek] {ağız} gçsz. f. [-er] (Tuzak Odun kesildikten sonra kalan kırıntılar. 2. M ısır
için) kendi kendine kapanmak. [DS] koçanı. [DS]
kempttr, [kemp-ür] {ağız} sf. Eğri. S kempür kemt, [? kemt] {ağız} is. Halı veya kilim dokumak
kiimpür, {ağız} (Yazı, yol, iş vb. için) eğri büğrü; için iplerin sanldığı yuvarlak bir ağaç. [DS]
bozuk düzen. [DS]
kem ter, [Far. kem -ter jui"] {OsT} sf. 1. Daha aşağı;
kem ra, [Far. kemrâ Iy S ] (kemra:) {OsT} is. Ağıl;
daha değersiz; aşağılık. 2. Tam olmayan; eksik, fi1
mandıra. kemter kulunuz, {OsT} -*■ kemterleri.|| kemterleri,
kem re1, [Far. kemrâ \yS] {OsT}{ağız} is. Hayvansal {OsT} (Alçakgönüllük ifadesi olarak) ben.
gübre; tezek. [DS] kemterane, [Far. kem-ter-âne 4 i I (kemtera.ne)
kem re2, [kem(i)r-e cyS] {OsT} {ağız} is. 1. Derideki {OsT} zf. I. Acizce; küçükçe. 2. zm. Eskiden “ben "
kalınlaşmış kir tabakası. 2. Yaraların üzerindeki yerine kullanılan bir alçakgönüllülük ifadesi,
kabuk. 3. Başta bulunan aşın yağlı ve kabuksu ke kemterî, [Far. kemterî L (kemteri:) {OsT} is. H a
pek; saç kepeği. 4. Burunda kurumuş sümük. [DS] kir oluş; en aşağı oluş; kemterlik.
S1 kemre tutmak, (Yara için) üzeri kabuk bağla kemterîn, [Far. kemterin y S ^ ] (kemteri. n) {OsT} sf.
mak.
1. En az; en küçük. 2. En aşağı; en hakir,
kem re3, [kemre] {ağız} is. Su yollanna döşenen ağaç
su borusu. [DS] kemücek, -ği [kem ik>küm ü-cek d i^ y S ] {eAT} {OsT}
kemrek, -ği [kemre-k] is. Kökünden kurumuş, yıp is. Küçük kemik; kemikçik,
ranm ış çam ağacı, kemücük, -ğü [kemik > küm ü-cük y S ] {eAT} is.
kemreleme, [kemre-le-me] is. Kemre atmak eylemi, Küçük kemik; kemikçik,
kemrelemek, [kemre-le-mek] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(i)- kemük, -ğü [eT. *kem-mek > kem-ük (kemirilen
y o r j (Bağ, bahçe vb. için) kemre atmak; hayvansal nesne) {eAT} {OsT} is. Kemik. S kemük eki,
gübre vermek. [DS]
{eAT} E klem .|| kem ük sıyan kuşu, {OsT} Lori kuşu.
kemrelendirmek, [kem re-le-n-dir-mek dUjju) oyS]
kem ürdek, -ği [kem-ür-t-ek J k jy S ] {OsT} is.
{eAT} g ç l . f [-ür] Kabuk bağlatmak.
Kıkırdak.
Î I I M K C iM • 2543 KEN
kemüre, [Far. kemra] {ağız} is. Gübre. [DS] kenane, [Far. kenâne ■üLS'] (kena:ne) {OsT} sf. K öh
kemttrmek, [kem-ür-mek] {eT} gçl. f. [-ür] K em ir ne; eski.
mek. [DLT]
kenar, [Far. kenâr jUS"] {OsT} is. 1. Bir şeyin veya
kemürtlek, -ği [kem-ür-t-le-k] {ağız} is. Kıkırdak.
[DS] yerin sınırlarını meydana getiren çizgi; bitiş yeri;
kıyı. 2. Bir şeyin kıyısında bulunan ya da yakınında
kemürtlik, -ği [kem-ür-t-lik {OsT} is. K ı
bulunan çevresel yer veya yerler; kıyı. 3. Bir oyu
kırdak. ğun, çukurun, bir kabın çevresi. 4. Bir resim vb.ni
-ken1, [er-mek > i-mek > i-ken > -ken] yap. e. 1 . çevreleyen, süsleyen dar kısım; dışta yer alan süs
Fiilden zarf türetir. Eylemin yapıldığı anda, eylem öğesi; çerçeve; pervaz. 5. Kuytu yer; uzak köşe. 6 .
süresince kavram ı katar. Ses uyum u kurallarına mat. B ir geometrik biçimi sınırlayan çizgilerden
bağlı değildir: tutarken (< tutar iken), gezerken, her biri. 7. Bir kitap ya da mektup sayfasının kıyı
çalışırken. 2. {eT} ek. A sıl eylem in işlenme zam a sındaki boşluklara yazılan not; haşiye; dipnot. 8.
nını belirten zarf fiil türeten ek. [ETY] y iğ it er-ken Kucaklama; kucağa alma. 9. Ciltlenmiş kitapların
(yiğit iken) formalarının kalınlık yüzeyi. 10. Giyeceklerin veya
-ken2, [-gan / -gen / -ken / -kan] yap. e. -*■ -gan. {eT} döşeme eşyasının dış kısım larına geçirilen altm,
(aynı). gümüş veya ipekli şerit. 11. {OsT} Yan; nezd. 12.
-ken3, [Far. -ken jS'] {OsT} son ek. Eklendiği Farsça sf. Merkeze göre uzakta kalan; kuytu; ıssız; sapa;
tenha. S kenara almak, Kucağa almak; kucakla
kelimelere "kazıcı, kazan, koparan, yıkan, söken ”
m ak.|| kenara atmak, B ir şeyi önemsememek; üze
anlamı katarak birleşik sıfatlar yapan son ek. kûh-
rinde durmamak,|| kenara atılmak, 1. ilg i göste
ken (dağyıkan).
rilmemek; önemsenmemek. 2. Üzerinde düşünül
ken 1, [ke (sonra) > ke-n (-n: vasıta eki)] {eT} (ke:n)
memek; dikkate alınmamak.\\ kenara çekilmek, 1.
zf. 1. Sonra; sonradan. [İKPÖy.] [EUTS] 2. Gelecek;
H içbir şeye karışmamak; ilgilenmemek. 2. H içbir
gelecekte. [İKPÖy.]
şeyle ilgilenmemek.\\ (bir) kenara koymak, D aha
ken2, [*ke / ki (içerdeki; iç; içine girmiş) > ki-n / ke-
sonra gerekli olacağı düşüncesiyle saklamak.\\ (bir)
n] {eT} zm. 1. Kendi. [EUTS] 2. zf. Açıkça. [EUTS]
kenara para koymak, İleride daha çok ihtiyaç
ken3, [Çin. kia => lçâ > ke-n ] (ken) {eT} is. Akraba. duyulur düşüncesiyle para biriktirmek; tasarruf
[ETY]
etmek. || kenar baskısı, Elbise ve örtülerin kenarla
ken4, [Soğd. kent] {eT} is. Şehir. [DLT] rında içe kıvrılan kısmı. || kenar boşluğu, Basılı
ken5, [ken] {ağız} is. 1. Kenar. 2. Dam saçağı. 3. O- kâğıtlarda alt, üst ve iki yanda bırakılan yazısız
cak önlerine konulan büyük ve yassı taşlar. [DS] 4. kısım .|| kenâr-bend, {OsT} Süs olarak kullanılan
Uçurum kenarı. kitap kabı. || kenar çekmek, (Elbise veya örtülerin)
ken6, [ken] {ağız} is. Kalınlık; derinlik. kenarlarını bastırmak. || kenar çizgisi, spor. Topun
ken7, [? ken] {ağız} is. 1. Bina üstlerine konulan ana oynanacağı alanı sınırlayan dış çizgilerden her
ağaçlar. 2. Dört köşe kesilen çam kerestesi. [DS] 3. biri.|| kenar çizmek, {OsT} Yan çizmek; kaçm ak.||
Yük. S 1 ken etmek, {ağız} 1. Yük yüklemek; y ü k kenarda kalmak, 1. Topluluğa katılamamak;
etmek. 2. N ispet yapmak. [DS] gruptan uzak kalmak. 2. Eski önemini kaybetmek. ||
ken8, [ken] {ağız} is. Çok dar raf. [DS] kenarda köşede, H iç umulmadık yerde; kıyıda bu
ken9, [gin / gen] {ağız} is. Ekilm eden bırakılmış tarla. cakta,|| kenar gezmek, Bir şeyden m addî ve m ane
[DS] v î olarak uzaklaşmak.|| kenâr-gır, {OsT} Fıçı, kova
ken10, [ken] {ağız} zf. Kez; defa. [DS] vb. çemberi.|| kenar göz, Bir köprünün ayaklarını
ken11, [Far. kın —> kin / ken / kent] {ağız} is. Kin. tutan iki kemerden her biri.|| kenâr-ı âsmân, {OsT}
[DS] Ufuk çizgisi.\\ kenarın dilberi, K ibarlığa özenen
görgüsüz kadın, kız. || kenar mahalle, Şehrin dışın
kenain, [Ar. kinâne > kenâin jsbS] (kena;in) {OsT}
da çoğunlukla yoksul, kültürsüz ve görgüsüz ailele
is. Okluklar; ok kılıfları; sadaklar, rin oturduğu kesim. || kenar mahkemesi, {OsT} E s
kenais, [Ar. kenîse > kenâis (kena;is) {OsT} is. kiden kadılıklara bağlı ve naipler tarafından yü rü
Kiliseler. tülen mahkemelere verilen ad. || kenar olmak, 1.
Yoldan çekilmek. 2. Sahile varmak. || kenar perva
kenak, [Far. kenâk ills'] (kena;k) {OsT} is. Buruntu;
zı, B ir şeyin kenarına geçirilen süslü çerçeve; ke
karın ağrısı.
nar suyu. || kenar suyu, Bir şeyin kenarına geçiri
kenamak, [kma-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-(ı)-yor] len süslü öge; kenar pervazı.
Kınamak. [DS]
kenarcı, [kenar-cı] is. Kıyılarda avlanan balıkçı.
Ken’an, [Ar. ken'an jU ^ -] (ken-a:n) {OsT} is. Hz.
kenare, [Far. kenâre ojL^”] (kena;re) {OsT} is. 1. B ir
Yakub’un ülkesi; Filistin.
şeyin kenarlarını meydana getiren kısım; kıyı; ke
KEN 0 IÛ M M O S 0 M • 2544
nar. 2. Kucak. 3. Kasap çengeli. 4. Kenarlara seri {OsT} Kalem le taş üzerine yazı veya süs kazıyan;
len halı. kalemkâr.
kenarlı, [kenar-lı] sf. 1. Belirtilen nitelikte kenara sa kende2, [kende] {ağız} zf. Kendisinde; kendinde. [DS]
hip olan. 2. Kenarı süslü; kenarı işlemeli. 3. Dipno kendel, [Far. kende ?] {ağız} -* kendal. [DS]
tu bulunan. kenderek, -ği [ken+der-ek ?] is. Düğün; eğlence,
kenarlık, -ğı [kenar-lık] is. 1. B ir şeyin kenarına di kendi, [eT. ken-tü / kendü > kendi] zm. 1. A sıl var
kilen, şerit, dantel vb. süs. 2. Kenarı pervaz, süslü lık; öz; zat. 2 . İyelik ekleri alarak bütün şahısları
dikiş veya nakışla işlenmiş olan. 3. M erdiven ve karşılayan dönüşlülük zamiri. 3. Belirtilen kişi ve
köprü gibi yerlerin kenarına yapılmış tutunacak kı ya kişilerin üzerinde fazlaca durulduğunu, dire-
sım; korkuluk. 4. {ağız} Çember. [DS] nildiğini anlatır. 4. Özneyi vurgulamak için kulla
kenarortay, [Far. kenar + orta-y] is. mat. 1. Bir üç nılır. 5. B ir işte belirtilen kişiden başkasının katkısı
gende bir kanarın orta noktasını karşı tepeye birleş ya da etkisi bulunm adığını ifade eder. 6 . Çokluk
tiren doğru parçası. 2. Bir dikdörtgende karşılıklı hâlde, üçüncü kişiler için saygı ifadesi olarak kul
iki kenarm orta noktasını birleştiren doğru parçası, lanılır. 7. sf. İyelik eki almış isimlerden önce yalın
kenarsız, [kenar-sız] sf. Kenarı olmayan, halde kullanıldığında, iyelik durumunu pekiştirir.
kenayı, [Ar. kinaye] (Icena.yı) {ağız} zf. İnadına; 0 kendi adına, Yalnız kendisi için; kendi hesabı
zıddına. [DS] na; salt kendisi için. || kendi ağzıyla tutulmak, 1.
kenaz, [? kenaz] {ağız} is. Sanı; umu. S' kenaz et Söylediği yalanın yanlışlığı kendi söyledikleri ile
mek, {ağız} Sanmak; ummak. [DS] anlaşılmak. 2. işlediği ve gizli tuttuğu bir suç söy
kenbe, [Soğd. kenbe / kenpe] {eT} is. Bir ot adı. ledikleri ile açığa çıkmak. || kendi başına, 1. K im
kenbur, [Far. kenbür / kenbüre (ken- seye danışmadan; kim seye sormadan. 2. Başkala
rından yardım almaksızın; başkasının katkısı ol
bu:r) {OsT} is. Y alan dolan; hile,
madan; başkalarının payı olmadan.\\ kendi beslek,
kence, [ken-ce] {ağız} is. Ailede en küçük çocuk. (Bitki için) besinini bağımsız olarak sağlayan;
[DS]
inorganik azot, azot ve C 0 2 'den protein ve karbon
kencer, [kencer / gencer] {ağız} is. 1. Bağbozumunda
hidrat sentezini yapabilen; öz beslenen; ototrof\\
yapılan et bayramı. 2. Bayramda çocukların oyun
kendi biten, {ağız} 1. Yaban armudu. 2. Beyaz ve
yeri. [DS]
iri taneli bir üzüm. [DS]|| kendi çabp kendi oyna
kenci, [ken (kin) > ken-ci] {ağız} sf. Kinci. [DS] mak, Başkasını işe karıştırmadan; kendi kendine.\\
kenç, [kenç] (ke:nç) {eT} is. 1. Genç; civan; delikanlı. kendi derdine düşmek, Kendi işi veya sıkıntısı
[EUTS] [DLT] [KB] [Gabain] 2. (İnsan için) yavru; yüzünden başkası ile ilgilenememek; kendi sorunu
çocuk. [EUTS] [DLT] [KB] 3. Her hayvanın küçüğü. yüzünden başkaları ile ilgilenememek.\\ Kendi dü
[DLT] S kenç oğlan, {eT} Genç; delikanlı. [EUTS]|| şen ağlamaz. D üşüncesizliği yüzünden kendine
kenç tengrim, {eT} Prenses; şehzade harıım unva zararı dokunan kimsenin yakınm aya hakkı yoktur. ||
nı. [EUTS]|| kenç tugmış, {eT} Şehzade oğlu. [E- kendi eliyle, (Bir iş için) bizzat kendisi tarafından;
UTS]|| kenç turmış tarhan, {eT} Vekil unvanı. başkalarından yardım görmeden. || kendi gelen, Bir
[EUTS] 1| kenç liyü, {eT} Yağma edilmek üzere kuru çaba harcamadan kendiliğinden olan yararlı şey.\\
lan sofra. [DLT] kendi gelme, {ağız} Ekmeden, kendi kendine, doğal
kençik, -ği [ken-çik / kep-çük] {ağız} sf. (İnsan için) olarak biten. [DS]|| kendi göbeğini kendisi kes
zayıf yüzlü. [DS] mek, Başkalarının yardım ı gereken bir işi onlar
kençkiya, [kenç > kenç-kiyâ] (kençkiya:) {eT} is. dan yardım gelm ediği için kendi başına yapmak;
Yavrucuk. [EUTS] kendi başının çaresine bakmak.|| kendi hâlinde,
kend, [Soğd. kend J-S"] {eT} {eAT} {OsT} is. Şehir; ka K im seye zararı dokunmayan, sessiz; hiçbir şeye
le; kent. [DLT] [KB] karışmayan; sakin. || kendi hâlinde bırakmak, Bir
kimseyi veya şeyi olduğu gibi bırakmak; gelişimine
kendal, [Far. kende ? => kendal] {ağız} is. Nehir
ve oluşumuna müdahale etmemek; geliştirmemek;
kenarlarında suyun aşındırarak yar hâline getirdiği
ilgilenmemek; işlem emek.|| kendi hâline bırak
yer. [DS]
mak, İlgilenmemek; karışm amak.|| kendi havasına
kendar, [Far. kindar] {ağız} is. Kinci; kin güden. [EG]
gitmek, Yalnız başına istediği biçimde davran
kende1, [Far. kende »j-S'] {OsT} is. 1. Derin çukur; m ak,|| kendi havasında olm ak, Yalnız başına iste
hendek. 2. {ağız} Eski evlerde, tahıl ve benzeri şey diği biçimde davranmak.\\ kendi hesabına, (Para,
ler koymaya yarayan çamurdan yapılma sabit fıçı. düşünce ve hareket için) kendine göre; kendi bildi
[DS] 3. sf. Kesilmiş; ayrılmış; çıkarılmış. 4. Oyul ğ i gibi; kendince.\\ kendi içine çekilmek, Başkası
m uş; kazınmış. S kende-hâye, {OsT} (Erkek için) ile ilişki kurmamak; kendi hâline kalmak; yalnız
hayaları çıkarılmış; hadım edilmiş; hadım ağası.\\ kalmak; inzivaya çekilmek. |j kendi kabuğuna çe
kende-kâr, {OsT} Kazıyan; oyan.|| kende-kârân, kilmek, Çevresi ile ilişiğini keserek kendi hâline
Q [ « M İ B Ö 1 İ . 2545 KEN
kalmak; kabuğuna çekilmek.\\ kendi kanatlarıyla kendi başına yaşam ını siirdürmek.\\ kendine
uçmak, 1. H içbir kimsenin desteği olmaksızın y a yontm ak, Ortaya çıkan bir fırsatta başkalarını
şamak. 2. B ir işi kendi imkânlarıyla sonuca ulaş düşünmeden yalnız kendi çıkarı için hareket et-
tırmak, başarmak. || kendi kendine, 1. Kimseye da mek. || kendini ağıra satmak, 1. Kendini olduğun
nışmadan; kimseyle ilişki ve ilgisi olmaksızın; 2. dan daha değerli imiş gibi göstererek öyle kabul
Yalnız olarak; yalnız başına. 3. Kimseye işittirme ettirmek. 2. K endisi ile ilgili teklifleri hemen kabul
den; içinden. 4. Başkasının yardım ı ve p a yı olm ak etmeyerek iyi bir çıkar elde etmek. 3. Nazlanmak.\\
sızın. 5. Kendiliğinden; otomatik olarak.\\ kendi kendini alamamak, B ir şeyi yapm aktan geri d u
kendine gelin güvey olm ak, Başkaları ile ilgili bir ramamak; istemeyerek bir şeyi yapm ak durumunda
işi, onun haberi olmaksızın ve nasıl karşılayacağını kalmak; çeşitli sebeplerle yapm ak zorunda katmak;
bilmeden olmuş bitmiş saym ak ve sevinmek.|| kendi kendini tutamamak.\\ kendini aşağı görmek, K en
kendini yemek, Açığa vurmadan gizli gizli, için dini başkalarından değersiz saymak; kendini hakir
için üzülmek; kahrolmak.\\ kendi köşesinde yaşa görm ek.|| kendini ateşe atmak, Bilerek tehlikeli
mak, Yalnız başına yaşamak.\\ kendi kuyusunu bir işe girişmek. || (bir yere) kendini atmak, Zaman
kendi kazmak, K endisi tarafından kendisine zarar geçirmeden oraya gitmek. || kendini avutm ak, 1.
vermek; kendine zararı dokunacak bir davranışta Üzücü bir gerçeği kabul etmeye yanaşmamak. 2.
bulunmak.\\ kendinde olm amak, K endini bileme Bir şeyle kendini oyalamak; teselli bulmak.\\ ken
yecek durumda olmak; baygınlık hâlinde bulun dini beğendirmek, Başkalarınca iyi, hoş ve y e te
mak; bilinci, aklı yerinde olmamak.\\ kendinden nekli görülmüş olmak. || kendini beğenmek, B aşka
geçmek, 1. B ir şey karşısında çok sevinmek. 2. B a larını küçüm seyerek kendini onlardan üstün g ö r
yılmak; kendini kaybetmek; bilinci işlemez o lm ak mek; böbürlenmek.\\ kendini beğenmiş, B aşkaları
3. Uyuya kalmak; uyumak. || kendinden pay biç nı hor gören; kibirli.\\ kendini bırakm ak, 1. K en
mek, Kendi durumu ile karşılaştırma yaparak de dine özen göstermemek. 2. Gücünü ve karar verme
ğerlendirmede bulıınmak.\\ kendinde toplamak, yetisini kullanmamak; iradesizlik etmek. 3. Çevresi
Kendi varlığı içinde bulunmasını sağlamak; kendi ile ilişiğini keserek yalnız bir şey ile uğraşmak; bir
üzerinde tutmak.|| kendine çeki düzen verm ek, 1. şeye dalmak. 4. (Beden için) gevşek ve rahat bir
Kıyafetini düzeltmek. 2. D avranışlarını kontrol al biçimde kalmak.\\ kendini bilen, Yerli yerinde ha
tına almak. 3. H âli vakti yerine gelmek, düzelmek; reket eden; ağırbaşlı. || kendini bilir, Davranışları
zenginleşmek.\\ kendine etmek, Yaptıklarının zara yerinde olan; ağırbaşlı ve onurlu.|| kendini bil
rı kendisine dokıınmak.\\ Kendine gel! "Aklını ba mek, 1. Aklı ve muhakemesi yerinde olmak; m an
şına topla!” anlamında bir uyarı sözil\\ kendine tıklı davranmak. 2. Bulûğa ermek. 3. Kendinin ve
gelmek, 1. Daha iyi düşünebilecek durum a g el çevresinin farkında olmak. 4. Durum, konum ve
mek; aklı başına gelmek. 2. Ayılmak. 3. H âli vakti onuruna yakışacak davranışta bulunmak.\\ kendini
düzelmek; durumu düzeltmek,|| kendine güven bilmez, Yersiz davranışları olan. || kendini bul
mek, Yetenek ve kişilik bakımından başarabilme mak, {ağız} Bulûğa ermek; yetişmek. [DS]|| kendini
inancı içinde olmak.\\ kendine hakim olam amak, bir şey sanmak, Kendini önemli biri imiş gibi
Bir şeyi yapm aktan kendini alamamak.\\ kendine görmek; olduğundan daha değerli saymak.\\ ken
has, Başkalarında ve benzerlerinde bulunmayıp da dini (bir yerde) bulm ak, Farkında olmadan oraya
yalnız bir kişiye özgü olan; kendine özgü; kendine ulaşmış olm ak.|| kendini bulmak, 1. K işilik ka
mahsus. || kendine kıymak, 1. Kendini öldürmek; zanmak. 2. M addî ve ruhî konularda eski iyi ve
intihar etmek. 2. Kendi zararına olacak bir şeyi mutlu durumuna tekrar kavuşmak; durumunu dü
bilerek yapmak.\\ kendine mahsus, Başkalarında zeltmek. 3. Rahat etmek. 4. Daha iyi düşünebilecek
ve benzerlerinde bulunmayıp da yalnız bir kişiye duruma gelmek; ayılmak; kendine gelmek. || kendi
özgü olan; kendine özgü; kendine has.\\ kendine ni çekmek, (Bir yerden veya topluluktan) ayrıl-
mal etmek, 1. Benimsemek. 2. Kendinin saym ak.|| mak.|| kendini dağıtmak, N e yaptığını bilmez du
kendine malik, K endini idare edebilecek yeterlikte ruma gelmek. || kendini (bir yere) dar atmak, Sı
olma; aklı başında.|| kendine özgü, Başkalarında kıntı veren bir yerden korunaklı ve rahat bir yere
ve benzerlerinde bulunmayıp da yalnız bir kişiye zor yetişm ek; acele ile oraya gelmek. || kendini dev
özgü olan; kendine has; kendine m ahsus.\\ kendine aynasında görmek, Kendini olduğundan daha ö-
(bir şey) süsü vermek, K endini o şey gibi göster- nemli görmek; kendini önemliymiş gibi hissetmek,||
mek. || kendine yedirem em ek, 1. Kendisine yapılan kendini dinlemek, 1. H astalık korkusu ve kuruntu
bir şeyi onur kırıcı bularak tepki ile karşılamak; su ile yaşamak. 2. K alabalık ve problem li bir or
kabullenmemek; uygun bulmamak; hazmedeme- tamdan uzaklaşmak; yalnız kalmak; sakin kalm ak\\
mek. 2. Kendisinin başka birine yapm ası istenilen kendini dirhem dirhem satmak, Çok naz etmek;
şeyi kendi kişiliği için onur kırıcı bularak yapm a- ağırdan almak. || kendini dölleme, biy. Aynı bireyin
mak\\ kendine yetmek, Başkalarına y ü k olmadan dişi ve erkek gametlerinin birleşmesiyle zigotun
KEN ÖIÜMMESÛM • 2546
oluştuğu üreme biçimi; otogami. || kendini düşün m ek, Başka şeylerle ilgisini kesip yalnız o şeyle
mek, Kendi çıkarları için uğraşmak; egoistlik et ilgilenmek; aşırı derecede bağlanmak; bütün varlı
mek]] kendini ele vermek, Yaptığı bir davranış ğı ile bağlanmak.]] kendini yavı kılmak, {eAT}
veya söylediği bir sözle suçunu veya yalanını orta K endini kaybetmek; bilincini yitirmek]] kendini
y a çıkarmak]] kendini fasulye gibi nim etten say yem ek, İçin için üzülmek; kahrolmak]] kendini
mak, Kendini çok önemli bulmak; kendim oldu yenm ek, H ırs ve öfke gibi aşırı duygu ve isteklerini
ğundan daha değerli biri saymak.]] kendini gös önleyebilmek; olgunlaşmak]] kendini yiyip bitir
termek, 1. Değerini, gücünü, yeteneğini sergileye mek, Açığa vurmadan kendi kendine üzülmek; için
cek bir iş yapmak; başarmak. 2. Ortaya çıkmak; için üzülmek.|| kendini yoklam ak, Beden, duygu ve
belirmek. 3. spor. Futbolda top alabilmek için boş düşünce bakımından kendini değerlendirmek; kont
alana çıkmak]] kendini harap etm ek, Sıkıntı ve rol etmek.]] kendi payıma, Benim düşünceme göre;
üzüntüden dolayı perişan olmak.]] kendini hisset bana göre; kendi adıma; kendimce; bana gelince. ||
tirmek, Varlığını duyurmak; belli etmek. || kendini kendisini kaybetm ek, 1. B ir şey karşısında çok
kapı dışında bulmak, 1. İşten çıkarılmak; kovul sevinmek. 2. Kendini kaybetmek; bayılmak]] kendi
mak; 2. B ir yerden istemeden uzaklaştırılmak.|| söyleyip kendi dinlemek, 1. Söyledikleri anlaşıl
kendini kapıp koyuvermek, 1. Davranışlarına ve mamak. 2. Başkalarının düşüncelerine önem ver
sözlerine dikkat etmemek; kendine özen gösterm e memek.]] kendi yağı ile kavrulm ak, Elinde bulu
mek; kendine dikkat etmemek. 2. K ötüm ser olmak. || nanlarla yetinerek başkasına muhtaç olmamak;
kendini kaptırmak, 1. Bir şeye çok fa zla bağlana başkalarından yardım almadan yaşam ını sürdür
rak onun etkisinden uzun süre kurtulamanıak. 2. mek; olanıyla geçinmek.
Uğraşmaya başladığı işten yakasım kurtarama- kendigelen, [kendi+gel-en] sf. 1. Habersiz olarak
m ak.|| kendini kaybetmek, 1. Bayılmak; kendini gelen. 2. Gelişinden sevinç duyulan kimse,
bilmemek. 2. Ne yaptığını bilemeyecek kadar sinir kendiişler, [kendi+iş-le-r] sf. Otomatik,
lenmek. 3. Aşırı duygulanma nedeniyle çevrede kendik, -ği [? kendik] {ağız} is. Küçük tahıl ambarı.
olup bitenin farkına varamamak.|| kendini kur [DS]
mak, {OsT} Gururlanmak; böbürlenmek; kurul kendileşme, [kendi-le-ş-me] is. biy. Bir bireyin kendi
mak.]] kendini matah sanmak, Kendini olduğun kendini döllemesi ya da kendisiyle çok yakm
dan daha değerli sanmak. || kendini naza çekmek, genotipte olan bir bireyle çaprazlanması,
Aşırı derecede yapmacıklı bir şekilde nazlanmak;
kendiliğinden, [kendi-li(k)-i-n-den] zf. 1. Bir dış etki
naz etmek.]] kendinin nedeni, fel. H içbir zaman
olmaksızın; başka bir etki olmaksızın; kendi kendi
kendinden başka hiçbir varlığa g erek duymamış, ne; bizatihi. 2. Bilinen bir neden, bir istek ve bir
varlığını sürdürebilmek için bugün ve gelecekte de zorlama olmadan; herhangi bir nedene bağlı olma
gerek duymayacak kadar büyük ve tükenmez varlı
dan. 3. sf. Kendi kedine oluşan. 4. sf. fızy. (Hareket
ğın var oluş nedeni; vacibü'l-vücut]] kendini pa
için) iradesiz olarak gerçekleşen; irade dışı. 5. sf.
ralamak, B ir şeyi yapmak, başarmak için çok fa zla
bot. (Bitki için) insan eliyle ekilip yetiştirilmeyen;
çaba harcamak, aşırı özen göstermek.]] kendini hüdayinabit. 6. sf. sos. Herhangi bir dış zorlama
satm ak, 1. Olmayan nitelikleri özünde varmış gibi
olmadan, iç sebeplerin oluşturduğu süreçlerin ger
göstermek. 2. A z bir çıkar karşılığında onur kırıcı
çekleşme niteliği. S' kendiliğinden fisyon, fiz.
bir davranışta bulunmak; çıkar karşılığında düşün
N ükleer fisyonun, bir dış etki olmaksızın kendili
ce değiştirmek.]] kendini sıkmak, B ir işi başarmak
ğinden oluşması]] kendiliğinden üreme, B ir to
için kendini zorlamak; çaba göstermek]] kendini hum veya anne babanın girişim i olmadan, bilinen
tartmak, Kendi yeteneklerini göz önünde bulun
her türlü bilimsel üreme olayının dışında, bir can
durmak; ne durumda olduğunu öğrenmek için ken lının üremesi, yoktan var olması olayım anlatan
di gücünü yoklamak]] kendini taştan taşa vur
bilim dışı kuram.
mak, 1. Çok üzülmek. 2. Pişman olmak.]] kendini
kendiliğindenlik, -ği [kendi-li(k)-i-n-den-lik] is. fel.
toparlam ak, 1. Kötü durumu giderek eski iyi hâli
1. Kendiliğinden olan şeyin niteliği. 2. Dıştan belir
ne kavuşmak. 2. B ir konu üzerine dikkatini yoğun
lem e ile değil, kendi kendine gerçekleşen etkinlik,
laştırmak. 3. Sağlığına kavuşmak; şişmanlamak]]
kendini toplamak, 1. Kötü durumu giderek eski iyi kendilik, -ği [kendi-lik] is. fel. Bir nesnenin kendisi
hâline kavuşmak. 2. B ir konu üzerine dikkatini y o olmasını sağlayan şey; metafizik kişilik,
ğunlaştırmak. 3. Sağlığına kavuşmak; şişm anla kendillik, -ği [kendirik] {ağız} is. Kenevir. [DS]
mak]] kendini tutmak, Kendine hakim olmak; da kendim e, [Far. gendüm] {ağız} is. Buğday kırması;
yanmak; sabretmek. || kendini tutamamak, Bir yarma. [DS]
durum karşısında sessiz kalamamak; kendine ha kendim elik, -ği [kendi-m-e+lik] {ağız} sf. 1. (Ayır
kim olamamak; heyecanını yenememek; dayana- mak, saklamak için) kendisi için; kendine; şahsına
mamak; sabredememek.]] (bir şeye) kendini ver ait. 2. is. Bencillik. [DS]
Ö l E l t l I f S l M . 2547 KEN
kendince, [kendi-nce] (kendi'nce) zf. Kendisine gö Kendiliğinden; içinden gelerek. S kendözünden
re; kendi bakımından; kendisince, gitmek, {eAT} {OsT} Kendim kaybetmek; bayıl
kendinde, [kendi-n-de] is. fel. Dış görünüş veya ta m ak.,|| kendözüne buyruktuk, {OsT} Kendini tut
savvurdan bağımsız olarak, nasılsa öyle kalan, var ma; nefsine hâkim olma. || kendöziin görmek,
olan somut varlık; varlıkların kendi doğası; nesne {eAT} Kendini beğenmek; gururlanmak; kibirlen
nin doğal varlığı; töz; cevher; öz tabiat. S kendin m ek.j| kendözün görücü, {eAT} {OsT} Bencil.|| ken-
de şey, Bilenden veya bilinçten bağımsız olarak dözün divşürmek, {eAT} Kendini toplamak; kendi
kendi başına var olan ve hiçbir deneyin ulaşama ne gelmek; ayılmak.\\ kendözünü komak, {eAT}
dığı öz. Benlikten vaz geçmek; bencilliği bırakmak.\\ ken-
kendinden, [kendi-n-den] zf. 1. Kendi aklından; ken dözünü yenememek, {eAT} Kendini tutamamak;
di kendine. 2. Doğal olarak; yapısı gereği. 3. sf. Bir nefsine hakim olamamak.\\ kendözün yavı kılmak,
şeyin kendi özünde, doğasında olan; doğal olan. {eAT} Kendini kaybetmek; bayılmak.|| kendözün
kendir1, [Tohar. kendir > eT. kentir / kendir] is. bot. yavıı kılmak, {eAT} -*■ kendözün yavı kılmak.
1. -*• kenevir, (Cannabis sativa). {eT} {ağız} (aynı) kendu, [Far. kendü j-uS] (kendu:) {OsT} is. İçinde
[EUTS] [DS] 2. {ağız} Urgan; halat; ip. [DS] 3. sf. tahıl saklanan geniş toprak kap.
(İp, halat vb. için) kendirden yapılmış olan. S
kendüre, Far. kendüre ojjJ-f] (kendu. re) {OsT} is. -*■
kendir kesen, {ağız} İçten pazarlıklı ve çetin kimse.
[DS]|| kendir kuşu, {ağız} B ir küçük kuş. [DS]|| kenduri.
kendir urugı, {eT} K endir tohumu. kenduri, [Far. kendüri (kendu:ri) {OsT} is. 1.
kendir2, [Far. kendüre => kendir] {ağız} is. 1. Yaygı. Sofra örtüsü. 2. Uzakdoğu ülkeleri M üslümanları
2. Minder. [DS] arasında yaygın olarak düzenlenen, sünnet düğünü,
kendircilik, -ği [kendir-ci-lik] is. Kendir yetiştirm e yolculuğa çıkma, yeni bir eve taşınma, çocuğun
işi. hatim indirmesi, gebelik, ölmüşlere ve velilere se
kendirek, -ği [Far. kendüre ojjjoS' => kendirek] Ça vap bağışlama gibi sebeplerle yoksulların çağrıla
rak yem ek yedirildikten sonra K ur’an okunup dua
ğız} is. 1. Peşkir; havlu; kurulama bezi. 2. Düğün
edilen, dinin yasak saydığı hiçbir şeye izin veril
lerde çarşamba gecesi yapılan eğlence. 3. Düğün.
meyen dinsel tören.
4. Hamur bezi; yaygı; sofra bezi. [DS]
kendü, [*ke / kî (içerdeki; iç; içine girmiş) > ki-n /
kendirgiller, [kendir-gil-ler] is. bot. Çapraz tozlaş-
ke-n > ke-n-dü / ke-n-tü] {eT} {eAT} {OsT} zm. K en
malı, keskin kokulu, iki çenekli kendir, şerbetçi otu
di; kendisi; özü; zat; nefis. [DLT] [EUTS] [KB] [Ga-
ve Hint kenevirini içine alan bitkiler familyası,
bain] [İKPÖy.] [Tekin] S1 kendü birle, {eAT} K endi
(Cannabinaceae).
kendisine; kendi başına. || kendttde dut inak, {eAT}
kendilik1, -ği [kendir-ik] {ağız} is. 1. -*• kenevir. 2 .
Kendine ayırmak; saklamak; zaptetmek. || kendu
Börülce. 3. Keten tohumu. [DS] kendü, {eAT} Kendi kendine.\\ kendü kendülerden
kendirik2, -ği [Far. kendüre »jj-uS" => kendirik turgurm ak, {eAT} Kendiliklerinden bulmak, ortaya
AjxS'] {OsT} {ağız} is. Deri veya çadır bezinden çıkarmak; kendiliklerinden icat etmek.\\ kendü
kendüye, {OsT} Kendi kendine.\\ kendü özü, {eAT}
yapılarak ham ur tahtasının altına serilen yaygı;
{OsT} Kendisi; şahsı; kişiliği.|| kendüye, {eAT}
örtü. [DS]
{OsT} Kendisine. || kendüye buyruk, {eAT} İradesi
kendiriye, [T. kendir + Ar. -iyye 4^ .-) ^ ] {OsT} is. elinde; nefsine hâkim.\\ kendüye gelmek, {eAT} 1.
bot. Kendirgiller, Aklı başına gelmek. 2. Kendine gelmek. 3. Ayıl-
kendirli, [kendir-li] {ağız} is. Çilli tavuk. [DS] m ak.|| kendüye koçmak, {eAT} Bağrına basmak;
kendisince, [kendi-s-i-nce] (kendisi ’nce) zf. K endisi kucaklamak.\\ kendttyi, {eAT} {OsT} Kendisini.\\
ne göre; kendi bakımından; kendince. kendüyi görmek, {eAT} {OsT} Kendini beğenmek;
kendiz1, [kendiz / kandız] {ağız} is. Çorap şişi. [DS] kibirlenmek; büyüklenmek.\\ kendüyi görmüş,
kendiz2, [? kendiz] {ağız} is. İki yaşındaki manda {OsT} 1. Kendini beğenmiş. 2. Bencil. (| kendüyi
yavrusu. [DS] görücü, {OsT} -*■ kendüyi görmüş.|| kendüyi uğur
lam ak, {eAT} Kendini gizlemek; saklanmak.\\ ken
kendmend, [Far. kend-m end -uoxS"] {OsT} sf. Dar
düyi unutm ak, {OsT} Kendinden geçmek.\\ ken
madağınık; perişan; harap, düyi urmak, {eAT} Saldırmak; hamle etmek; üze
kendo, [Jap. kendo] is. spor. Tahta kılıçlarla yapılan rine kendini atmak.|| kendüyi yenememek, {eAT}
bir tür Japon kökenli dövüş, Kendini tutamamak; nefsine hâkim olamamak.\\
kendözü, [kendi+öz-ü 3 j j ^ ] {eAT} {OsT} zm. K en kendüyi yitirmek, {eAT} {OsT} Kendini kaybetmek;
disi; şahsı; kişiliği, aklı başından gitm ek.|| kendüyi yitürmek, {OsT} -*
kendüyi yitirmek.|| kendüyi yüce tutmak, {OsT}
kendözünden, [kendi+öz-ü-n-den {eAT} zf. B üyüklük taslamak; kendini büyük görmek.
KEN ı ı r a i f l i K U . K t t
kendttden, [kendü-den ojj-uS'] {eAT} {OsT} zf. 1. humm ası, K üçük yırtıcı memelilerde yaşayan or-
Kendiliğinden. 2. Kendisinden. S' kendüden geç nithodorus grubundan kenelerle insanlara geçen
çeşitli spiroketa'ların m eydana getirdiği dönüşlü
mek, {OsT} Kendini kaybetmek; bayılmak.\\ kendü
hıımma.\\ kene göz, (İnsan için) çok küçük gözlü;
den gitmek, {eAT} {OsT} -*• kendüden geçm ek.j|
kendüden güzel, {OsT} Yaradılıştan güzel; kendin gözü çok küçük olan. || kene otu, bot. -> kene ağacı,
(Ricimıs communis).
den güzel. || kendüden uğuntnak, {OsT} -
kendüden geçmek.|| kendüden varm ak, {eAT} -*• kene2, [Yun. kanata ?] {ağız} is. Testi. [DS]
kendüden geçmek. || kendüsinden gitmek, {eAT} -* kene4, [k em e/k en e] {ağız} is. Fare. [DS]
kendüden geçmek, kene3, [eT. * ken > ken-e] {ağız} zm. Kendisine. [DS]
kendük, [es. Far. kendü / lcendüg] {eT} is. Topraktan kenef1, [Ar. k enef {OsT} is. 1. Taraf; cihet; yan.
yapılma büyük kap; küp. [DLT] 2. Bölge; kısım. 3. Sığınılacak yer; korunak. 4. Ko
kendülan, [Far. kendülân O'İjlS'] {OsT} is. 1. Bir tür ruma; himaye.
çadır. 2. Padişahın adamlarına özgü çadır, kenef2, [Ar. k en ıf {OsT} is. 1. Ayak yolu; tu
kendüle, [kendü + ile a)j-u?] {eAT} zm. Kendisiyle valet; hela; abdesthane. 2. sf. Çok pis; berbat; çok
çirkin, kenef sazlığı, Seyrek bıyıklı kimse.\\ ke
kendüler, [kendü-ler _^j-^] {eAT} {OsT} zm. K endi
n ef süpürgesi, Seyrek bıyıklı kimse.
leri. S kendülerden, {eAT} I. Kendilerinden. ?. kenefi, [? kenefi] {ağız} is. İç çamaşırı yapılan yerli
Kendiliklerinden.\\ kendülere, {eAT} {OsT} Kendi- dokum a bezi. [DS]
lerine.|| kendülere gelmek, {eAT} Kendilerine gel
kenek1, -ği [? kenek] {ağız} is. 1. Elde sıkıldığında
mek; akılları başlarına gelmek. || kendüleri, {eAT}
ufalanabilen taş; kesme. 2. K um arda karşısındakine
Kendilerini.\\ kendülerin, {eAT} Kendilerinin.
avans olarak verilen birkaç sayı. [DS]
kendüleyin, [kendü-leyin {eAT} sf. Kendisi kenek2, -ği [? kenek] {ağız} is. Hint yağı çıkarılan bir
gibi, bitki; kene ağacı, (Ricinus Palmachristi). [DS]
kendülik, -ği [kendü-lik dUjjaS"] {eAT} is. Varlık; kenekene, [İsp. quinaquina] {ağız} is. Kınakına. [DS]
mevcudiyet. keneker, [? keneker] {ağız} is. Palto. [DS]
keneler, [kene-ler] is. zool. Örümceğimsiler sınıfının
kendüm, [Far. gendüm {OsT} is. Buğday. S
akarlar alt sınıfından, yuvarlak değirmi gövdeli,
kendüm köfte, D övülmüş buğday ve kıyma ile y a baş, göğüs ve karın kısmı belirsiz çok küçük bö
pılan bir tür çiğ köfte. cekler takımı, (Actinedidea).
kendümkûp, -bu [Far. kendüm-küb f-uS-] (ken- kenen, [? kenen] {ağız} is. Aşçı kadın. [DS]
dümkû:p) {OsT} is. Eskiden imaret ve hastaneler kenenmek, [keııe-n-mek ?] {eT} dönşl. f. [-ür] Tat
için gerekli olan unu dövmek suretiyle sağlayan min edilmek; içi rahatlamak; memnun olmak; ken
görevlilere verilen isim. dini iyi hissetmek. [EUTS]
kendürük, [Far. kenduri => kendiirük i) kenent, [kene-n-t] {ağız} is. Ayakyolu; hela. [DS]
keneotu, [kene + ot-u'J {ağız} is. -*• keneotu. [DS]
{eAT} {OsT} {ağız} is. Bez ya da deriden yapılma
sofra yaygısı; ham ur tahtası altına serilen yaygı; kener1, [Far. kenar] {ağız} is. Kıyı; kenar. [DS] S ke-
sofra bezi. [DK] [DS] ner gezi, {ağız} Yün dokumalarında kullanılan bir
motif. [DS]
kendüzü, [kendi+öz-ü jjjx S '] {eAT} {OsT} zm. K en
kener2, [? kener] {ağız} is. Kertenkele. [DS]
disi; şahsı; kişiliği, kenergem ek, [Moğ. kener-ge-mek] gçl. fi Sermek;
kendüzüng, [kendü + öz-ün] {eAT} zm. Kendin. [DK] yaymak; döşemek; açmak. [Nevâyî]
-•kene, [i-mek > i-ken / iker.e] {ağız} zf. İken; -ken. kenes, [? kenes] {ağız} is. Sütün kaymağını topla
[DS] m akta kullanılan geniş ve yayvan kaşık. [DS]
kene1, [Far. keneh <£] {OsT} is. zool. 1. Bazı hay keneş, [lceneş] {ağız} is. 1. Aralık. 2. Kenar; köşe;
vanlarla insanların derisine yapışarak emdiği kan kısım. 3. Ocağın yan duvarları. [DS]
ile asalak olarak yaşayan ve bulaşıcı hastalıklara kenet1, -di [? kenet] is. 1 . İki sert cismi birbirine
neden olan böceklerin genel adı; sakırga, (Ixodus). bağlamaya yarayan iki ucu kıvrık ve sivri metal
2. {ağız} Büyük ağaç kurtlan. [DS] S kene ağacı, çivi. 2 . İnşaatlarda iki taş veya buna benzer yapı
bot. Sütleğengillerden tropik bölgelerde yetişen, öğesini birbirine bağlam aya yarayan metal parça.
tohumlarından yapışkan, tatsız, kokusuz bir ya ğ 3. {ağız} Çoban köpeğinin boynuna takılan mah
elde edilen, yerine göre ağaççık hâlini alabilen bir m uzlu demir. [DS] fi1 kenet ağzı, Birleştirilecek iki
y ıllık otsu bitki; kene otu, (Ricimıs communis) .|| ke levhanın birleşme kenarında birbiri içine geçerek
ne gibi yapışmak, İstenmediği hâlde birinin peşin bütünlük sağlayacak biçimde yapılan kıvrık yuva. ||
den ayrılmamak; yakasını bırakmamak,|| kene kenet etm ek, İki elemanı birbirine kenet ile tut-
M M M C f . S S 2 l i l . 2549 KEN
turmak, bağlamak.\\ kenet gibi bağlanm ak, Birbi zine] lağız} zf. Boşuna; boş yere; sebepsiz olarak.
rine içten bağlanmak; sıkı fık ı olmak. || kenet gibi [DS]
yapışmak, Birbirine içten bağlanmak; sıkı fık ı ol keng, [ke n\(ke:n) {eT} is. 1. Geniş; bol. [EUTS] [Yiık-
mak]] kenet mili, Çatı ve diğer parçaların birbiri
nekî] 2. Uzak. [EUTS]
ne tutturulmasında kullanılan m etal perçinler.||
kengara, [eT. ken + keng+ara] {ağız} sf. Yürüyüş ya
kenet taşı, 1. B ir duvar örgüsünde diğer taşları
da koşuda en sona kalan. [DS]
tutturmak üzere dar yüzü dışa gelecek şekilde yer
leştirilen taş; bağ taşı. 2. B ir tonoz örgüsünde en kengçi, [ken-çi] {eT} is. Son beşik; son evlat. [EUTS]
son konulan taş; kilit taşı. || kenet vurma, B ir kenet kengeç, [keneş > keneç ç&Z] {eAT} is. -* keneş.
ile tutturma.
kengel, [Far. kenger J jS ] {OsT} is. bot. -*• Kenger. S 1
kenet2, -di [Yun. khalâti] {ağız} is. Çam aşır sepeti.
[DS] kengel sakızı, K enger sütünden elde edilen sakız;
kenet3, -di [kanat] {ağız} is. Kapı veya pencere kana çengel sakızı.
dı; kanat. [DS] kengemek, [kene-mek] (ke;ne:mek) {eT} g ç sz.f. [-r]
kenetleme, [kenet-le-me] iş. 1. K enetlemek eylemi. Danışmak; görüşmek; tedbir almak. [DLT]
2 . İki metal parçasını, birini diğerinin kenarındaki kenger, [Far. kenger S^S] {OsT} is. 1. Bileşikgiller
yuva içinde ezerek birleştirme işlemi. 3. Tünel ça den, A nadolu’da yaygın olarak yetişen, kalın saplı,
lışmalarında kayma ihtimali olan kayaları kendi bir metre kadar boylu, yaprakları dikenli, sütümsü
aralarında yuvarlak demirle birbirine bağlam a iş bir sıvı içeren bir veya çok yıllık yabani otsu bitki
lemi. lerin genel adı; eşek dikeni; kenger, (Onopordon
kenetlemek, [kenet-le-mek] gçl. fi [-r] [-l(i)-yor] 1 . tauricıım; O. acanthium; O. ilyricum, Cynara car-
Parçaları kenet ile birbirine tutturmak; kenet tak dunculus). 2. Tüylü ve köşeli saplı, derin dişli ve
mak. 2. Birbirinin içine geçirerek sıkıca bağlamak. dikenli soluk yeşil yapraklı, baş biçimindeki m or
3. (El, kol için) birbirine sıkı bir şekilde tutturmak; renkli bileşik çiçekli yüksek otsu bitki; kangal di
bağlamak. 4. (Diş için) sıkı bir şekilde kapatmak; keni; deve dikeni; M eryem ana dikeni, (Silybum
ısırmak. 5. Kişilerin birbirine yakınlaşmasını, bağ marianum). 3. {ağız} Yabani enginar. [DS]
lanmasını sağlamak. kengerhan, [Far. kenger-hân] {ağız} is. Kenger kaz
kenetleniş, [kenet-le-n-iş] is. Kenetlenmek eylemi m akta kullanılan ince demir. [DS]
veya biçimi. kenges, [ken-ü-mek > ken-es / ken-ez] {eT} sf. 1. Sığ.
kenetlenme, [kenet-le-n-me] is. K enet oluşturulma; [DLT] 2. Az. [DLT] 3. Kolay; hafif. [DLT]
kenetlenmek eylemi, kengeş, [ken (yans.) > ken-eş (keneş) {eT} {e-
kenetlenmek, [kenet-le-n-mek] edil. fi. [-ir] 1. K enet
AT} {OsT} sf. İşlerde danışma; görüşme; düşünme;
meydana getirilmek; kenet oluşturulmak. 2 . dönşl.
tedbir; müzakere; müşavere; danışma. [EUTS]
f. Kenetle bağlanmış gibi birbiri içine sımsıkı geç [DLT]
mek. 3. Açılm ayacak şekilde birbiri üzerine sımsıkı
kengeşçi, [kenej -çl / kineş-çı] (keheşçi;) {eT} is. D a
kapanmak. 4. mecaz. Sıkıca sarılmak. 5. mecaz. Bir
nışman; müşavir. [KB]
konuda birlik olmak, aynı tutum ve davranışı gös
kengeşlig, [ken (yans.) > keneş-lig] {eT} sf. Danışıklı.
termek. 6 . gçsz. fi. K enet sahibi olmak; kenet edin
[DLT]
mek.
kengeşm ek, [ken (yans.) > ken-eş-mekdU-iS'lS'] (ke:-
kenetli, [kenet-li] sf. 1. K enet ile birbirine bağlanm ış
olan; kenedi olan. 2. mecaz. Birbirinin içine geçe neşmek) {eT} {eAT} işteş, f. [-ür] 1. M üzakere et
rek sıkıca kapanmış; kenetlenmiş. 3. (Hayvan için) mek; müşavere etmek; karşılıklı danışmak; danış
alt ve üst dudakları beyaz olan mak; keneşmek. [DLT] [EUTS] [DK] 2. Tedbir al
kenevir, [Yun. kannâvi / Lat. kannabis] is. bot. 1. mak. [DLT],
Kendirgillerden, sap liflerinden halat, çuval, branda kengeşsiz, [ken (yans.) > ken-eş-siz] {eT} sf. Danışık-
ve yelken bezi gibi kaba dokuma ürünleri elde edi sız; danışılmayan. [DLT]
len iki evcikli, tohum lan yağlı bir bitki; kendir, kengez, [ken-ü-mek > kenes / kenez] {eT} sf. -*■ ken
(Cannabis sativa). 2. Bu bitkinin kuş yemi olarak ges.
kullanılan veya yağı çıkanlan tohumu. S’ kenevir kenggel, [ken-ge-1 ? JSÛS' / {eAT} is. Alay; şa
helvası, Ezilmiş kenevir tohumu ve şeker karışı
ka; eğlence. S’ kengele getürmek, {eAT} Alaya
mından yapılan bir tür helva. almak.\\ kengel etmek (itmek / eylemek), {eAT}
kenevircilik, -ği [kenevir-ci-lik] is. K enevir yetiştir {OsT} Alay etmek; şaka yapmak.
me işi.
kengi, [? kengi] {ağa} is. 1. Romatizma. 2. Lumbago.
keneviz, [Yun. kavanos] {ağız} is. Kavanoz. [DS] 3. Nezle. 4. Frengi. [DS] S 1 kengi otu, {ağız} -*■
kenezine, [eT. ken > ken-ez > kenez-i-n-e / gene- kengel. [DS]
KEN • 2550
kengildemek, [keng (yans.) > keng-il-de-mek] {ağız} keniz2, [Yun. geniş] {ağız} is. Gırtlak. [DS]
g çsz.f. [-r] [-d(i)-yor] Kem küm etmek. [DS] kenizek, -ği [Far. kenîzek J j ^ ] (keni:zek) {OsT} is.
kengir1, [Far. kef-kîr] {ağız} is. Kepçe. [DS]
1. K üçük odalık; genç cariye. 2. Genç kız. 3.
kengir2, [Far. kenger] {ağız} is. 1. -*■ kenger. 2. Engel (Acındırmak amacıyla söylenen) ben cariyeniz.
sakızı. [DS]
kenkaş, [kengeş] is. Müzakere,
kengirsimek, [kenir > kenir-si-mek] (kenirsi:mek)
kenker, [Far. kenker] {ağız} is. -*■ kengel. [DS]
{eT} gçsz. f. [-r] Dibi yanmak; dibi yanarak koku
yükselmek. [DLT] kenkeşm ek, [ken (yans.) > ken-eş-mek] (ke:neşmek)
{eT} işteş, f. -*■ kengeşmek. [EUTS]
kengiş, [keneş] (keniş) {eT} sf. Danışma; müşavere;
müzakere; nasihat. [EUTS] [Gabain] kenki, [ken > ken-ld] (kenki:) {eT} sf. Sonraki; arka
daki. [Clauson]
kenglik, [ker > ken -lik] (kefilik) {eT} is. Genişlik.
kenkil, [Far. kâkül] {ağız} is. kâkül. [DS]
[EUTS]
kenkül, [Far. kâkül] {ağız} is. -*■ kâkül. [DS]
kengrenmek, [ken (yans.) > ken-re-mek > kenre-n- kenli, [ken (kin) > ken-li] {ağız} sf. Kinli. [DS]
mek] (kehrenmek) {eT} dönşl. f. [-ür] 1. Çınlamak. kennaha, [? kennaha] {ağız} zf. Haksız yere. [DS]
[Gabain] 2. Flomurdanmak; mırıldanmak. [ETY]
kennas, [Ar. kens > kennâs a -'-£’] (kenna:s) {OsT} is.
[İKPÖy.] [Gabain] 3. Müşavere etmek; danışmak.
[Gabain] 1. Çöp toplamayı ve süpürmeyi meslek edinmiş
kengrünmek, [ken (geniş) > ken-ür-mek > ken (ü)r- kimse; çöpçü. 2. tasvf. M evlevi tekkelerinde tuva
ün-mek] (kenrünmek) {eT} dönşl. f. [-ür] 1. Geniş letleri temizleyen kimse.
lemek. 2. (Kişi için) bir zaman rahat ve bolluk kenne1, [Ar. kannıne <u~i] {ağız} is. 1. Testi. 2. Şişe.
içinde yaşamak, [DS]^
kengümek, [ken (geniş) > ken-ü-mek] (kehümek) kenne% [? kenne] {ağız} is. Barut yapm ak için güher-
{eT} gçsz. f. [-r] Genişlemek. [DLT] çile işlenen yer. [DS]
kengürmek, [ken (geniş) > ken-ü-mek > kenü-r- kenne3, [Ar. keenne] {ağız} is. Sanki. [DS]
mek] (kerttirmek) {eT} gçl. f. [-ür] Genişletmek. kennek, -ği [kenet] {ağız} is. Kerpiç ve taş duvarların
[DLT] aralarına atılan ağaçlar; hatıl. [DS]
kengürtmek, [ken (geniş) > ken-ü-mek > kenü-r-t- kenneş, [kenneş] {ağız} ünl. İnek çağırma veya kova
mek] (kenürtmek) {eT} gçl. f. [-ür] Genişletmek. lam a ünlemi. [DS]
[Clauson] kenneşm ek, [eT. ken-eş-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] 1.
kengütmek, [ken (geniş) > ken-ü-mek > ken-üt-mek] Danışmak. 2. İnatlaşmak; kinlenmek. [DS]
(kenütmek) {eT} gçl. f. [-ür] Genişletmek.
kennip, [? kennip] {ağız} is. 1. Tahtadan yapılmış su
keni1, [kenî] (keni:) {eT} sf. Bakire. [ETY] tası. 2. Tahta kutu. 3. Toprak çömlek. [DS]
keni2, [ken-i] {ağız} zm. 1. Kendisini; kendini. 2. İsim
kenokolik, [Yun. khen (kaz) + kole (safra) > Fr.
yerine kullanılır. 3. Bir kimseye seslenme sözü.
chenocholique] sf. (Asit için) kaz safrasında bulu
[DS]
nan ve formülü C 2 7 H 4 4 O 4 olan,
keni3, [keni] {ağız} is. A rpa ile buğday karışımı. [DS]
kenotoksin, [Yun. kenois+ toksin] is. fizy. Yorgun
kenin, [Ar. kenîn j-jS'] (keni:n) sf. Örtülü; gizli, organizmaların bedeninde bulunan ve henüz kim
kenirmek, [keğ (yans.) > keğ-ir-mek] {ağız} is. Gaz yasal yapısı bulunam amış madde,
çıkarmak; geğirmek. [DS] kenotron, [Yun. kenos + elektron] is. fiz. Boşlukta
kenirtlek, -ği [ken-ir-t-lek] {ağız} is. Kıkırdak. [DS] sıcak bir elektrottan soğuk bir elektroda doğru,
kenisa, [Ar. kenîsâ L™^] (keni.sa:) {OsT} is. -*■ ke- akımın tek yönde akması özelliğinden yararlanıla
nise. rak yapılmış, şiddeti az, gerilimi çok yüksek alter
natif akımları doğru akım hâline getirmekte kulla
kenise, [Yun. ekklesia > Ar. kenisâ (keni:se)
nılan iki elektrotlu lamba,
{OsT} is. Kilise,
kent, [Soğd. kandh => {eT} kend > kent c^S"] is. 1.
keniş, [ken (kıyı) > ken-iş] {ağız} is. is. 1. Tahtaların
kenarlarına oyuk açmakta kullanılan marangoz ale Tarım sal etkinliklerin olmadığı, halkın çoğunluğu
ti. 2. Taban tahtalarının üst üste binmesini sağla nun sanayi, ticaret ve yönetim işlerinde çalıştığı
mak için kenarlarına açılan oluk, yiv. 3. Kenar; kı büyük yerleşim birimi; şehir; kasaba. {eT} {eAT}
yı. 4. Kapı kenarlarındaki çerçeveler. [DS] 5. Çıkın (aym) [Gabain] 2. Bu yerleşim biriminde oturan hal
tı; yumruluk. kın bütünü. 3. Site. S kentler arası, (Ulaşım veya
iletişim için) kent sayılan yerleşim birimleri ara
keniz1, [Far. kenîz _^S"] (keni:z) {OsT} is. 1. Kadın
sındaki bağlantıyı sağlayan.\\ kent soylu, 1. Orta
köle; cariye. 2. Evlenmemiş kadın; bakire; kız. S çağ Avrupa 'sında özel imtiyazlarla donatılmış şe
kenîz-beçe, {OsT} Cariyenin erkek çocuğu. hirli s ın ıf 2. Orta sınıftan olan kimse; burjuva.]]
Ö IM IM 2 1 Iİ. 2551 KEP
kent soyluluk, 1. Orta çağ Avrupa 'sında, halk ile kenz, [Ar. kenz y£] {OsT} is. 1. M addî ve manevi
soylular arasındaki sınıfın durumu ve niteliği. 2.
çok değerli şeylerin bulunduğu yer; hazine. 2. T op
Hayatını el emeği ile kazanmayan, mülkiyetin g e
rağa gömülmüş değerli eşya; gömü; hazine; define.
tirdiği ranttan geçinen sınıf; burjuvazi. 3. K apita
fi3 kenz-i İslâmî, {OsT} Müslümanlara ait olduğu
lizmde üretim araçlarını elinde tutan sosyal sınıf;
işaretlerden anlaşılan gömü. || kenz-i mahfî, {OsT}
burjuvazi.
1. Gizli hazine. 2. tasvf. Allah 'in varlıkları ya ra t
kental, -li [Ar. kıntâr > Lat. quintale] is. Y üz k g ’lık madan önceki mutlak birliği.\\ kenz-i müştebih,
kütle birimi. {OsT} Üzerindeki işaretlerden Müslümanlara mı
kentçi, [kent-çi] is. Kentçilik uzmanı; kentçilik ile yoksa Müslüman olmayanlara mı ait olduğu bilin
uğraşan bilim adamı; şehirci. meyen gömü.
kentçilik, -ği [kent-çi-lik] is. Şehirlerin kurulm asın kenzi1, [Çin. kiwen-tsi] {eT} is. Kırmızı, sarı, yeşil
da, düzenlenmesinde, güzelleştirilm esinde kullanı g ib i,birtakım renkleri bulunan Çin dokuması ku
lacak yöntemleri ve şehirlerle ilgili toplumsal, eko maş. [DLT]
nomik ve diğer sorunları konu edinen bilim dalı; kenzi2, [? kenzi] {ağız} is. İri yapraklı maydanoz.
şehircilik; kent bilimi, [DS]
kentdi, [kent-li] {ağız} sf. Köylü. [DS] kep1, [kep / kıb / kıp / kip (yans.)] is. Kırpmayı,
kentet, [Fr. quintette] is. müz. 1. Beş ses ve beş çalgı kıpırdamayı, ağır veya hızlı hareket etmeyi anlatan
için yazılan müzik eseri; beşli. 2. Beş müzikçiden kök. [Zülfikar] kep-il-de-mek, kep-ir-de-t-mek
oluşan topluluk, kep2, [kep] {eT} is. 1. Kalıp. [KB] 2. Vücut. [KB] 3.
kenti, [*lce / ki (içerdeki; iç; içine girmiş) > ki-n / Forma. [KB]
ke-n > ke-n-dü / ke-n-tü] {eT} zm. Kendi. [EUTS] kep3, [kep] {ağız} is. Evlerde kilim asm aya yarar a-
kentik, -ği [kert-ik / çent-ik] {ağızf is. Kesik; çentik. ğaçlar. [DS]
[DS] kep4, [kep] {ağız} is. Söz. [DS]
kentilyon, [Fr. quentillon] is. mat. 1. Birin önüne 18 kep5, [Yun. kapa] {ağız} is. Paçavra; yün çorap eskisi.
sıfır getirilerek elde edilen sayı; 1 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0
kep6, [kep] {ağız} is. Kuru soğan. [DS]
000 0 0 0 ; 1 0 18 sayısı. 2 . İngiltere’de 1 0 30 sayısı,
kep7, [İng. cap] is. 1. Siperli veya sipersiz bir tür
ken tir, [Tohar. kendir] {eT} is. Kendir; kenevir.
hafif başlık. 2. Flemşirelerin giydikleri başlık. 3.
[EUTS] [İKPÖy.] [Gabain]
Bazı törenlerde öğretim üyeleri ve öğrencilerin
kentişkene, [? kentişkene] {ağız} is. Boz kertenkele.
[DS] giydiği özel başlık. S 1 kep giyme töreni, Bazı öğ
kentleşme, [kent-le-ş-me] is. 1. K ent durum una gel retim kurumlarında öğrencilerin kep giydikleri m e
me süreci. 2. Sanayinin gelişmesi ile nüfus yoğun zuniyet ve okula kabul töreni.
luğunun kentlerde artmasına neden olan süreç; şe kepade, [Far. kebâde »jUS"] (keba:de) {OsT} is. -*■ ke-
hirleşme. bade.
kentleşmek, [kent-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] (Köy, kepadekeş, [Far. kebâde-keş / kepâdekeş »■3^ ]
kasaba için) kent durum una gelmek; şehirleşmek,
(kepa;dekeş) {OsT} sf. Okçuluğa yeni başlayan,
kentli, [kent-li] is. Kentte oturan; kent halkından o-
lan; şehirli. k ep an , [Far. kepân / Ar. kebbân OLS-] (kepa:n) {OsT}
kenttik, -ği [kent-lik] {ağız} is. Uygarlık. [DS] is. Büyük terazi; kapan.
kentlileşme, [kent-li-le-ş-me] is. Kentli olm a durumu kepaze1, [Far. kebâde o^LS"] (kepa:ze) {OsT} sf. 1.
ve eylemi.
(Nesneler için) niteliği iyi olmayan; düşük nitelik
kentlileşmek, [kent-li-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] Kente te; değersiz. 2. (Kişiler için) Utanmaz; arsız; rezil;
yerleşerek, kent yaşam ının gerektirdiği davranış yüzsüz. 3. Gülünç. 4. Değersiz. S kepaze etmek,
biçimi ile değer yargılarını edinmek; şehirlileşmek,
Utanç duyulacak bir duruma düşürmek; rezil et-
kentsel, [kent-sel] sf. 1. K ente ilişkin; kentle ilgili. 2. mek.\\ kepaze olmak, Gülünç ve utanılacak bir du
Kentlilerle ilgili; kentlilere ait. ruma düşmek; rezil olmak.
kentü, [*ke / kî (içerdeki; iç; içine girmiş) > ki-n /
kepaze2, [Far. kebâde (kepa;ze) {OsT} is. -*■ ke-
ke-n > ke-n-dü / ke-n-tü] (kentü;) {eT} zm. D önüş
lülük zamiri; kendi; kendisi; bizzat. [İKPÖy.] [ETY] bade.
[Gabain] [EUTS] [Üç İtigsizler] kepazelik, -ği [kepaze-lik] (kepa:zelik) is. 1. Kepaze
kentün, [kentti > kentü-n] {eT} zf. Kendi kendine. olm a durumu; rezillik; maskaralık. 2. Kepaze ola
[EUTS] nın niteliği. 3. Rezilce, utanmazca davranış; m aska
kenud, [Ar. kenüd z ^ ] (kenu;d) {OsT} sf. 1. İyilik ralık; rezalet.
bilmez; nankör. 2. Günahkâr; A llah’a isyan eden. kepbastı, [Yun. kepasti] is. İki katlı büyük dalyan
3. Cimri; tamahlcâr. ağı.
KEP ÖIÜM B E S O M . ıssa
kepcik1, -ği [kep (söz) > kep-cik] {ağız} is. D ediko kepdüşen, [kep+düş-en] {ağız} is. 1. Kapı mandalı. 2.
ducu; söz getirip götüren; sözcü. [DS] Tatarcık. [DS]
kepcik2, -ği [Far. kefçe => kev-cik / kev-cik] {ağız} k epe1, [Yun. kapa / Lat. cappa] {ağız} is. 1. Ceket. 2.
is. Kaşık. [DS] Y ün veya pam uktan dokunan kolsuz ceket. 3. Deve
kepçe, [Far. kefçe (küçük el) is. 1. Sulu ye yününden veya keçi kılından yapılmış bir tür yağ
murluk. 4. Gömlek. 5. Tüfek doldururken tapa ye
mekleri karıştırm ak ve dağıtmakta kullanılan, uzun
rine kullanılan paçavra; eski keçe parçası. [DS]
saplı, büyük ve derin kaşık. 2. Erimiş metali kalıba
kepe2, [? kepe] {ağız} sf. 1. Zayıf. 2. Kötü; fena. [DS]
dökmeye yarayan çukur kap. 3. Çeşitli madde ve
malzemeleri dökmekte ve aktarmakta kullanılan iki kepeç, -ci [kep-eç] {ağız} is. 1. Sertleşmiş toprak
ve daha çok çeneden oluşmuş büyük mekanik araç. parçası; kesek. 2. Takke. [DS]
4. Balıkçıların kullandığı uzunca saplı çembere ge kepek1, -ği [eT. kebek / kepek] is. 1. Tahıllar öğütül
çirilmiş torba biçiminde balık ağı. 5. Kelebek yaka dükten sonra elek üzerinde kalan kabuk parçaları.
layanların kullandığı tülden, ağzına çember geçi {eT} (aym) [DLT] 2. Çeşitli hastalıklar sebebiyle de
rilm iş torba biçiminde özel ağ. 6 . dnz. Gemilerde ride, özellikle saç diplerinde görülen döküntüler;
dümen evinin yer aldığı yuvarlak kıç çıkıntısı. 7. baş kepeği; kir. {eT} (aym) [EUTS] 3. {ağız} Rızk;
spor. Güreşte rakibini dizinin üstünden tutarak kal yiyecek; nasip. [DS] 4. {ağız} Pirinç unu. [DS] 5.
dırıp açık düşürme şeklindeki oyun. 8 . bot. Buğ {ağız} Toz gibi yağan kar. [DS] S kepeği kesilmek,
daygillerin arka çeneği. 9. {ağız} Kağnılarda, bo {ağız} Ölmek. [DS]|| kepeği tükenm ek, {ağız} -*■
yunduruğun oka takılması için okun uçuna konulan kepeği kesilm ek. [DS]|| kepek kar, {ağız} Susuz,
ucu eğri ağaç parça. [DS] 10. {ağız} Değirmen çar tane tane yağan kar. [DS]|| kepek taşı, {ağız} Boz
kının kanadı. [DS] 11. {ağız} Gelinlerin alın ve şa renkli, kaba bir taş. [DS]|| kepek yincü, {eT} K üçük
kaklarına takılan, içi çukur, altın süs eşyası. [DS] inci. [DLT]
12. {ağız} Solungaçlı, kuyruklu kurbağa yavrusu. kepek2, -ği [Erme, gepenk] {ağız} is. 1. Tavan kapısı.
[DS] 13. sf. (Bir sayı sıfatı ile birlikte kullanıldığın 2. D em ir yaylı tahta kapak. [DS]
da) belirtilen sayıda kepçe dolusu miktarda olan. kepekçi, [kepek-çi] is. Kepek satan kimse,
14. Biçimi kepçeye benzeyen; kepçe biçiminde kepeklenm e, [kepek-le-n-me] is. 1. Kepekli hâle
olan, ö kepçe burun, {ağız} zool. -*■ kepçeburun. gelme. 2. Kepek sahibi olma; kepek edinme,
[DS]|| kepçe gaga, {ağız} -*■ kepçeburun. [DS]|| kep kepeklenm ek, [kepek-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] 1 .
çe gibi, (Kulak için) büyük ve öne doğru eğik. || Kepekli hâle gelmek. 2. gçsz. f. Kepek sahibi ol
kepçe kulak, Kulakları büyük ve öne doğru eğik mak.
olan kimse. || kepçe kuyruk, argo. Başkasının sır kepekli, [kepek-li] sf. 1. Kepeği bulunan; içinde
tından geçinen; asalak.\\ kepçe surat, Yüzü çok kü kepek bulunan. 2 . Ü zerinde deri döküntüleri bulu
çük olan kimse. nan. 3. (M eyveler için) etli kısmı sünger gibi kaba
kepçeburun, [kepçe+bumn] {ağız} is. zool. Bir tür ve tatsız olan,
yaban ördeği. [DS] kepeklig, [kepek-lig] {eT} sf. Kepeği olan. [DLT]
kepçecik, -ği [kepçe-cik] {ağız} is. 1. Yumurtadan kepeklik1, [kepek-lik] {eT} is. Kepek konan yer.
yeni çıkmış kurbağa yavrusu. 2. Yağmur duası. [DLT]
[DS] kepeklik2, -ği [kepenk-lik] {ağız} is. Evlerde ocakla
kepçecil, [kepçe-cil] {ağız} is. zool. Kaşıkçıl kuşu. rın iki tarafında bulunan gözler. [DS]
[DS]
kepel, [? kepel] {ağız} is. Kuru odun. [DS]
kepçeleme, [kepçe-le-me] is. 1. Kepçelemek eylemi.
kepeldek, -ği [kep (yans.) > kep-el-de-k] {ağız} is.
2. spor. Voleybolda kurallara aykırı olarak 'topa
Balıkçıl. [DS]
avuç içleri ile vurmak,
kepçelemek, [kepçe-le-mek] g ç l.f. [-r] [-l(i)-yor] 1 . kepelek, -ği [kep (yans.) > kep-ele-k -ills'] is. 1.
Bir şeyi kepçe ile almak, çıkarmak. 2. spor. Yere {eAT} Kelebek. 2. {ağız} Davarlarda olan kelebek
düşmekte olan topa, eğilerek iki elini kepçe gibi hastalığı. [DS]
birleştirerek müdahale edip kurtarmak, kepelem ek, [kep (yans.) > kep-ele-mek] {ağız} gçsz.
kepçeli, [kepçe-li] sf. Kepçesi olan, fi M [-l(i)-y°r'] Kuvvetten düşmek; çok yorulmak.
kepçik, -ği [kep-çik / kep-çük] {ağız} is. -* kepçük. [DS]
[DS] kepeli, [Moğ. kepeli] (kepe:li:) {eT} is. Işık etrafında
kepçir, [kepçir / kopçur] {ağız} is. Kapıp kaçıcı; geceleri uçan kelebek; pervane. [DLT]
kapkaççı. [DS] kepelten, [kep-el-t-en] {ağız} is. Balıkçıl. [DS]
kepçöken, [kep+çök-en] {ağız} is. Kâbus. [DS] kepemek, [kep-e-mek / kapamak] {ağız} gçl. fi [-r] [-
kepçük, -ğü [kep-çik / kepçük] {ağız} sf. (İnsan için) p(i)-yor] İyice kapatmak; kapamak. [DS]
ufak yüzlü, çıkık çeneli. [DS] kepen, [? kepen] {ağız} is. Ense. [DS]
i ü B M m ı . 2553 KEP
kepene, [? kepene / kefene] {ağız} is. Semercilerin kepeyh, [köpek] {ağız} is. Köpek. [DS]
çuvaldızın ele batm aması için kullandıkları demir kepez1, [? kepez / kebez] {eT} is. Pamuk. [DLT]
ya da tunçtan bir araç. [DS] kepez2, [kepez] {ağız} is. 1. Verimsiz, kıraç tarla; k e
kepenek1, -ği [Far. kepenek dJ-^] {OsT} is. 1. Ço pir. 2. Y üksek tepe; dağ. 3. Deniz kıyısındaki b ü
banların soğuktan korunm ak için üzerlerine aldık yük kaya. 4. Dağların oyuk ve kuytu yeri; mağara.
ları, kaim yün keçeden yapılma, kolsuz, dikişsiz 5. Yokuş başı. 6 . Göl ve ırmaklardaki çukurlar.
giyecek. {eAT} {ağız} (aym) [DK] [DS] 2. {ağız} Etek. [DS] 7. Toprak yığını; kaba toprak. [DD] 8 . Kumsal
[DS] 3. {ağız} Çiçek tomurcuğu. [DS] toprak. [DD]
kepenek2, -ği [kebelek / kelebek] {ağız} is. 1. K ele kepez3, [Yun. (Biz.) khapâsion j ^ ] {ağız} is. 1. İnci,
bek. 2. Pervane. [DS] boncuk ve çeşitli süs eşyaları ile süslenmiş duvak.
kepenek3, -ği [Erme, gepenk ?] {ağız} is. Kapak; ke 2. Bazı kuşların tepelerinde bulunan uzun tüy; te
penk. [DS] pelik; taç. 3. Koyunlarm başlarındaki kabarık tüy
kepenk, -gi [Erme, gepenk (kilitleme) ?] is. 1. D ük ler. [DS] 4. {OsT} Tavukların, güvercinlerin ve baş
kân vitrini, pencere, kapı gibi açıklıkları örtmek ka kuşların başındaki tepelik; horoz ibiği. [DD]
için kullanılan metal saç veya değişik türlerde ya kepez4, [kepez] {ağız} is. Çalı; bodur ağaç. [DS]
pılmış özel kapak. 2. {ağız} Merdiven. [DS] 3. {ağız} kepeze, [Far. kebâde] {ağız} sf. 1. Utanmaz; rezil. 2.
Ocak üstü. [DS] 4. {ağız} Fide yetiştirilen yer. [DS] is. Utandırma. [EG]
fi1 kepenk kapatm a, Bir şeyi protesto etm ek için kepezenk, -gi [? kepezenk] {ağız} is. Ham deriyi y u
dükkân açmamak; çalışmamak.|| kepenk kapat muşatm akta kullanılan bir saraç aleti. [DS]
tırmak, Zor kullanarak bir şeyi protesto ettirmek
kepezim ek, [kepe-z-i-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir] 1.
amacıyla dükkânları açtırmamak.|| kepenkleri in
Güçsüz düşmek; takati kalmamak; soluğu kesil
dirmek, İşi tatil etmek.
mek. 2. Açlıktan bitkin düşmek. [DS]
kepenlik, -ği [kepen-lik] is. 1. Bazı dükkânların al
kepezli, [kepez-li] {ağız} is. B ir av kuşu. [DS] S
tındaki dükkânlara inm ek için döşem ede açılan ka
kepezli koyun, {ağız} Başında kabarık ve çok tüy
paklı delik. 2. {ağız} Kepenk; kapak. [DS]
bulunan koyun. [DS]
keperem, [kep (yans.) > kep-er-mek > kep-er-em /
kepi1, [kepi] {ağız} is. 1. Keçe; paçavra; kumaş veya
keperim / keprem] {ağız} is. sf. 1. Beceriksiz. 2.
bez eskisi; tahta bezi; tem izlik bezi. 2. U n elde et
Aciz. [DS] 3. Sessiz; mahcup, ö keperem etmek,
mek için değirmen taşlarının arasına konan deri ya
{ağız} Sersem etmek. [DS]
da bez parçası. 3. Yumuşak ve dayanıklı deri. 4.
kepermek, [keper-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir] 1. (Top
Ayakkabı derisi; kösele; gön. 5. Av fişeklerinde
rak için) kabarmak. 2. (Dövülen tahıl için) ince ka
barut ile saçma arasına konulan tapa. 6 . Balta, ça
buğu çıkmak. 3. (Yün kumaş için) tiftiklenmek. 4.
pa, keser gibi aletlerin saplarım sıkıştırmak üzere
(Tazeliğini kaybetmiş meyve için) susuz kalmak;
saplarının başına sarılan bez veya deri parçası, çivi
yumuşamak; kepeklenmek. 5. (Ham meyve için)
veya ağaç yongası. 7. Eski ayakkabı parçası. [DS]
yumuşamak; gevşemek; olgunlaşmaya yüz tutmak.
8 . Çarıklık gön; meşin parçası. 9. Ayakkabıların
[DS] 6 . (Toprak için) ıslanıp kuruduktan sonra y ü
içine mantar yerine döşenen keçe parçası. 10. M u-
zünde kabuk oluşmak; kaym ak bağlamak. [DD] 7.
ta f tezgâhlarında irit denilen yuvarlak ağaçların
Yorulup kalmak; güçsüz kalmak. [DS] [DD]
altına konulan takozlar. 11. Leblebi tavalarını te
kepertmek, [keper-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] 1. B uğ mizlem ekte kullanılan yuvarlak keçe. 12. Ayakka
dayın kabuğunu çıkartmak; dibekte tahıl dövmek. bının altma vurulan kösele. 13. Çarık yaması. [DD]
2. Dövmek. 3. Üstüne çullanıp yıkmak; çökertmek.
kepi2, [kepi] {ağız} is. 1. Ateşin hava alarak iyi yan
[DS] 4. İyice doyurmak. [DD] 5. {ağız} Öldürmek;
ması için ocaktaki tencereyi yüksekte tutm ak am a
gebertmek. [DS] 6 . {ağız} Yormak; güçten düşür
cıyla konulan kiremit, taş parçalan. [DS] 2. Su de
mek. [DS] 7. {ağız} M eyveleri saklayıp bekleterek
ğirmenlerinde unun inceliğini ayarlamakta kullanı
yumuşamasına neden olmak. [DS]
lan kaldıraç düzeni. 3. Bir taşın iyice yerleşmesi
kepesimek, [kepe-si-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir] (Sevi
için altına konulan parça. [DD]
len, okşanan hayvan için) rahatlam ak; zevkle ya
kepi3, [kepi] {ağız} is. 1. Demir çivi. [DS] 2. Ayakka
yılmak. [DS]
bılara çakılan başlı çivi. [DD] t5 kepi kesmek,
kepesiz, [kepe-siz] {ağız} sf. Kısmetsiz; uğursuz. [DS]
{ağız} Üşümek; titremek; çivi kesmek. [DS]
kepeste, [? kepeste] {ağız} is. 1. Tembel. 2. Becerik
siz. [DS] kepi4, [kepi] {ağız} is. Hamurun üstünde kuruyarak
oluşan kabuk. [DS]
kepet1, [? kepet] {ağız} is. Semer. [DS]
kepet2, [? kepet] {ağız} is. Köpek. [DS] kepici, [kepi-ci] {ağız} sf. 1. Cimri. 2. Hırsız. [DS]
kepetmek, [kapa-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ir] Kapatmak. kepiç, -ci [kepiç] {ağız} is. sf. 1. (İnsan için) kısa
[DS] burunlu. 2. is. Değirmende öğütme karşılığı alman
KEP ÖIÜMIİİMÎMÜIİ.25M
hak. 3. El değirmenlerinde taşların araşma konarak kepirm ek, [kep-ir-mek] {ağız} g ç sz.f. [-ir] 1. Bayat
bulgurun kalınlığım ayarlamaya yarayan gön par lamak. 2. Eskimek. [DS] [DD]
çası. 4. Posta. 5. D işi kuzu. [DS] "5 kepiç katır, kepiş1, [kepiç / kepiş] {ağız} is. Kevgir; büyük süz
{ağız} Babası bodur eşek olan katır. [DS] geç. [DS]
kepiççi, [kepiç-çi] fağız} is. Hırsız. [DS] kepiş2, [kepiş] {ağız} is. Dişi ürem e organı. [DS]
kepik, -ği [? kepik] {ağız} is. Makbuz. [DS] kepişik, -ği [kepiş-ik] {ağız} sf. Düz; yassı. [DS]
kepildemek, [kep (yans.) > kep-il-de-mek] {ağız} kepişken, [kepiş-ken] {ağız} is. Tarla kuşu. [DS]
g çsz.f. [-r] [-d(i)-yor] (Göz için) kırpılmak. [DS] kepit, [kebit] (kebi:mek) {eT} is. -*• kebit. [DLT]
kepildetmek, [kep (yans.) > kep-il-de-t-mek] {ağız} kepitm ek1, [keb-mek > keb-î-mek > kebi-t-mek] {eT}
g ç l . f [-ir] (Göz için) açıp kapamak; kırpmak. [DS] g çsz.f. [-ür] -*• kebitmek. [DLT]
kepilenmek, [kep-i-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] kepitm ek2, [kep-it-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] 1. Bir şe
(Hamur için) açıkta çok durmaktan üzerinde kabuk yin üzerine çökerek yıkmak; çökertmek. 2. B ir ki
oluşmak. [DS] şinin veya nesnenin ömrünü kısaltmak. [DS]
kepileşmek, [kep-i-le-ş-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] -*• kepizim ek, [kepiz-i-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir] Yorul
kepilenmek. [DS] mak. [DS]
kepiletmek, [kep (yans.) > kep-il-e-t-mek] {ağız} gçl. kepizm ek, [kep-iz-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir] Çok
f. [-ir] Göz kapaklarını sürekli olarak oynatmak. yorulmak; derm ansız düşmek. [DD]
[DS] kepkep1, -bi [kep (yans.) > kep+kep] {ağız} is. 1 .
kepillik, -ği [kep-ir-lik > kepil-lik] {ağız} is. Killi a- Leblebi. 2. Kavrulm uş mısır. [DS]
razi. [DS] kepkep2, -bi [kep (yans.) > kep+kep] {ağız} sf. İşe
kepimek, [keb-mek > keb-î-mek] (kebi:mek) {eT} yaramaz; beceriksiz. [DS]
g çsz.f. [-r] -*■ kebimek. [DLT] kepkep3, [kep+kep {eAT} {OsT} is. Küçük de
kepin1, [? kepin] {ağız} is. Erkek tavırlı, erkek görü m ir çivi.
nüşlü kadm. [DS] kepkepi, [kep+kepi] {ağız} is. 1. Küçük ayakkabı
kepin2, [Far. kâbın] {ağız} is. Nikâh. [DS] çivisi. 2. Ayakkabıların altına çakılan parça demir
kepinek, -ği [kepin-ek] {ağız} is. Kepenek. [DS] ler; nalça. [DS] 3. Sırık hamallarının ayak patırtısı.
kepinmek, [kepin-mek] {ağız} is. (Delinen kulak zarı [DD]
için) zamanla kapanmak. [DS] keplem e, [kep-le-me] {ağız} is. Şeker, badem, leble
kepinti1, [kep-inti] {ağız} sf. Ucuz. [DD] bi, ceviz vb. çerezden dövülerek elde edilen un.
kepinti2, [kep-inti] {ağız} is. Yıkıntı. [DS] [DS]
kepir1, [kep-ir / K. Kalp, kebir] {ağız} is. 1. Verimsiz keplem ek1, [kep-le-mek] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(i)-yor]
1. Oyun oynarken, herkesçe belli olan yere varmak;
toprak; yapışkan çamurlu, çorak toprak; kıraç yer.
sobelemek. 2. Destek yapmak. [DS]
2. Taşlı ve engebeli yerler. 3. Kırmızı toprak. 4.
Beyaz toprak. 5. K ara toprak. 6 . Toz. 7. Sürülmüş keplem ek2, [kep-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(i)-yor]
tarla. 8 . Kurumuş toprak. 9. Y üksek tepe. 10. Y ağ D övülmüş çerez unundan avuç avuç yemek. [DS]
m urdan sonra toprağın yapışkan durumu. [DS] 11. kepli, [kep-li] {ağız} sf. Çok zengin. [DS]
İşlenmem iş yerler; boz arazi. 1 2 . Ü rün alınamayan kepme, [kep-me] {ağız} is. Çökme, yıkılm a eylemi.
killi arazi. 13. Taşlı yerler. 14. Çamurken kurumuş, [DS]
donmuş sert toprak; araba tekerleğine veya ayakla kepmek, [kep-melc] {ağız} gçsz. f. [-er] 1. (Yapı,
ra yapışan çamur. 15. Yüzü yumuşak, altı sert top duvar, toprak, yar vb. için) çökmek; yıkılmak. 2 .
rak. 16. Yaranın üzerinde oluşan kabuk. 17. sf. Kaymak; düşmek. 3. (Hayvan için) ölüvermek. 4.
Şaşkın. 0 kepir hış, {ağız} (Doluluk için) ağzına (Hayvan için) tuzağa düşmek. 5. Batmak. 6 . Ye
kadar; hınca hınç. [DS][| kepir kesme, {ağız} Kes nilmek. [DS]
tirme yoldan gitme. [DD] kepni, [? kepni] {ağız} is. Küçük çapa; küçük kazma.
[DS]
kepir2, [kepir] {ağız} is. Bodur ağaç. [DS]
keprem 1, [kep-er-em / keperim / kep(i)r-e-m] {ağız}
kepir3, [kepir] {ağız} is. Saban demirini oluklamak
sf. 1. (Kişi veya hayvan için) çalışamaz hâle gel
için kullanılan demirci aleti. [DS]
miş; elden ayaktan düşmüş; iyice ihtiyarlamış; güç
kepirdetmek, [kep (yans.) > kep-ir-de-t-mek] {ağız} süz. 2. Beceriksiz; şaşkın. 3. Alçak; rezil; aşağılık.
g ç l . f [-ir] (Göz için) açıp kapamak; kırpmak. [DS] 4. Cimri. 5. (Hayvan için) yiyecek seçen; az yiyen.
kepirem, [kep-ir-e-m] {ağız} sf. 1. Beceriksiz. 2. 6 . Eskimiş, yıkılm aya yüz tutmuş. 7. (Kişi için)
Düşkün. [DS] acınacak durumda olan. 8 . Değersiz. [DS] 9. Ah
kepirlik, -ği [kep-ir-lik] {ağız} is. Taşlı tarla; verim mak. 10. Aciz; zayıf; cılız; mecalsiz. [DD] 11. Ses
siz tarla. [DS] siz; mahcup.
I
keprem2, [keprem] {ağız} is. 1. Kurak; susuz. 2. (Tar ta ateş kesip geriledikten sonra tekrar hücuma
la için) taşlı ve otlarla kaplı. [DS] geçm e hareketi.
keprem3, [keprem] {ağız} is. 1. Beşiğe konulan bebek kera, [? lcera] {ağız} is. Ucu çengelli çoban değneği.
yatağı ve yastığı. 2. Yorgan. [DS] [DS]
keprem4, [keprem] {ağız} is. Pislikten deri üstünde kerabis, [Ar. kirbâs > lcerâbis ^ f i ] (kera:bis) {OsT}
biriken kir. [DS] is. Kumaşlar; bez dokumalar,
kepsap, [kep+sap] {ağız} sf. Bunak. [DS] S kepsap
kerad, [Far. kerâd / kerâde z \fi / »jIfi] (kera:d) {OsT}
etmek, {ağız} Tembellik etmek. [DS]
is. Eski elbise; yırtık elbise,
kepsek, -ği [kep-se-lc] {ağız} sf. 1. Ağızda çabuk
kerağ, [? kerağ] {ağız} is. 1. Çorak toprak; tuzlu yer.
dağılıveren; gevrek. 2. Hafif. [DS]
2. A cı su. [DS]
kepsel, [Yun. khâpsalo] {ağız} sf. 1. Yaygın; yayıl
mış; serilmiş. 2. is. Kuru çam odunu. 3. Ağırlık; kerahaten, [Ar. kerâhaten iaLS"] (kera.ha'ten) {OsT}
uyuşukluk; tembellik. [DS] S kepselini çıkarmak, zf. Tiksinerek; iğrenerek; istemeyerek; zoraki,
{ağız} Hırpalamak; ezmek; dövmek. [DS] kerahet, [Ar. kerh (zorlama) > kerahet ojIjS"] (ke
kepsemek, [kep-se-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [-s(ı)- r a h e t) {OsT} is. 1. Bir şeyi kötü ve iğrenç bulma;
yor] 1. Birlikte oyun oynarken, eğlenirken şaşır tiksinme; iğrenme. 2. Bir işi zorla, baskı ile yapma.
mak; yanlış hareket yapmak. 2. Sinirden dudak ku 3. Şeriatın kesin olarak yasaklamadığı, ancak ha
rumak. [DS] ram a yakm nitelik taşıdığı için yapılmaması gere
kepsernıek, [lcep-se-r-mek] {ağız} g çsz.f. [-ir] (Y ağ ken şeyin durumu. S kerahet etmek, İğrenmek;
mur için) hafiflemek; dinmek. [DS] nefret etmek; tiksinmek.\\ kerahet getirmek, {OsT}
kepş, [? kepş] {ağız} is. Koç. [DS] İğrenç bulmak; tiksinmek; iğrenmek. || kerâhet-i
kepşek, -ği [kep-şe-k] is. Su kabağı, tahrimiye, {OsT} Harama yakın kerahet. | kerâhet-
keptirmek, [kep-tir-melc] {ağız} gçl. f. [-ir] 1. Yüz i tenzihiye, {OsT} Helale yakın kerahet.|| kerahet
üstü düşürmek; çökertmek. 2. Oyunda yenmek; vakitleri, {OsT} Namaz kılmanın mekruh olduğu
batmasına neden olmak. [DS] zamanlar.\\ kerahet vakti, A kşam cılar için içkiye
kepuze, [Ar. kâbus ? > kapuze] {ağız} is. Uykuda ba başlama saati.
san ağırlık; kâbus. [DS] kerahetti, [kerahet-li] (kera:hetli) sf. Çok kirli; pis;
kepü, [kep-ü ^ S ] {OsT} is. Baltanın sapını sıkıştır iğrenç durumda,
maya yarayan çivi, deri veya bez türü şeyler, kerahiyet, [Ar. lcerâhiyet fi ] (kera:hiyet) {OsT}
kepüç, -cü [kep-üç] {ağız} sf. (Kişi için) burnu basık. is. Tiksinme; iğrenme,
[DS] kerahsınmak, [kerah-sı-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
kepür, [kep-ür] {ağız} is. 1. Taşlı ve engebeli yerler. Esirgemek; sakınmak. [DS]
2. Yağmurdan sonra toprağın yapışkan durumu. keraih, [Ar, kerihe > lcerâih 45 1f i ] (kera.ih) {OsT} is.
[DS] S1 kepür kepür konuşm ak, {ağız} N e konuş İğrenç şeyler; nefret edilecek şeyler,
tuğunu bilememek; saçmalamak. [DS]
keraim, [Ar. kerime > kerâim ç*.slfi] (kera:im) {OsT}
kepze, [? kepze] {ağız} sf. Çiğ. [DS]
-ker-, [ka-r-mak (eklemek, karıştırmak) > -gar- / - is. Kız evlatlar,
ger- / -kar- / -ker-] {eT} yap. e. -*■ -gar- keraker, [Far. kerâker fi^ fi] (kera:ker) {OsT} is. 1.
ker1, [Far. ker fi] sf. 1, Kulağı duymayan; sağır. 2. Karga. 2. Kuzgun,
is. Güç; erk. 3. Erek; amaç; maksat. S ker ü fer, kerakiy, -yyi [Ar. kerâkiyy ^ fi\fi] (kera:kiy) {OsT}
Gösteriş, debdebe. is. zool. Turna,
ker2, [Çin. chieh ?] {eT} zf. Bir an. kerama, [? lcerama] {ağız} is. Balkon. [DS]
ker3, [ker] {ağız} is. 1. Kızılcık ağacından yapılan bir kerameli, [kerame-li] {ağız} sf. Heybetli. [DS]
tür rastık; sürme. 2. A şırı yağış yüzünden arpa ve keramend, [Far. kerâmend ju^If i ] (kera.mend) {OsT}
buğdayda görülen rastık hastalığı. 3. Y araya sürü
is. Uygun; yerinde; münasip.
len yanmış bağ çubuklarından elde edilen yağ. [DS]
ker4, [ker] {ağız} is. 1. Çakı; bıçak. 2. Eşek; sıpa. 3. keram et1, [Ar. kerem > kerâm et c j I j S'] (kera:met)
Kalem aşısı. [DS] {OsT} is. 1. Ermişlerde bulunduğuna inanılan doğa
ker5, [ker] {ağız} sf. Yakışıklı. [DS] üstü güç ve bu güçle gerçekleştirdiklerine inanılan
ker6, [Far. kâr] {ağız} is. Kazanç; kâr. [DS] şaşırtıcı ve doğaüstü durum veya olay. 2. İnsanın
gücünü, anlayışını, yeteneğini aşan, doğa yasaları
ker4, -rri [Ar. lcerr fi] {OsT} is. 1. Geri gelme. 2. Sa nın sınırlan dışındaki olay, davranış, söz veya du
vaşta aldatmak amacıyla ateş keserek geriledikten rum. 3. A llah’ın bazı kimselere bağışladığı olağa
sonra tekrar hücuma geçme. S kerr ü ferr, Savaş nüstü yetenekler. 4. mecaz. Olağan dışı yetenek. 5.
KER l i e « t t s o m • 2556
Cömertlik; bağış. 6 . Ağırlama; saygı gösterme; ik keraz, [? keraz / kerez] {ağız} is. Toprak testi. [DS]
ram da bulunma. S Keram et buyurdunuz! “D oğ kerb, [Ar. kerb ^ / ] {OsT} is. Üzüntü; tasa; kaygı,
ru söylediniz!" "Doğru ya ptınız!" anlamlarında
kerç, -ci [kerç] {ağız} is. 1. Alay; taklit; maskaralık.
kullanılan beğenme ve takdir sözü. || keram et gös
2. Darılma; sitem etme; gönüllenme. 3. Kinayeli,
term ek, D oğa üstii durumlar ortaya koymak. || ke
üstü kapalı, dokundurucu söz. 4. sf. Zıt; ters. [DS]
rameti kendinden menkul, Başka birinin yardımı
5. zf. Zıddına; aksine. [DD] S kerç etmek, {ağız} 1.
veya herhangi bir etkenle sahip olduğu iyi bir du
A lay etmek. 2. L a f atmak. 3. İnadına davranmak;
lum u kendi çabası ile gerçekleşmiş sanm ak.|| ke-
tersini yapm ak; zıddına gitmek. 4. Sitem etmek. 5.
râmet-i kevniye, {OsT} (Kâinat için) yaratılış mu
N ispet yapm ak; kıskandırmak; övünm ek [DS] 6. Şa
cizesi^ kerâmet-i m a’rifet, {OsT} Bilginin verdiği
ka söylemek. [DD]
keramet.|| kerâmet-medâr, {OsT} 1. K eram et gös
teren kimse. 2. İyiliksever.|| keramet sahibi, K era kerçane, [kerç + Far. âne] {ağız} zf. İnadına; aksine.
[DS]
m et gösteren kim se.|| keramette bulunm ak, D o
kerçene, [kerç-en-e ?] {ağız} is. İtiraz bildiren söz;
ğaüstü olaylarda bulunmak.
karşı durma; itiraz. [DS]
keramet2, [Far. kerâmend] {ağız} sf. Yeterli. S ke
kerçik, -ği [kerç-ik] {ağız} is. Söze karşılık veren kız
ram et etmek, {ağız} Yetinmek. [DS]
çocuğu. [DS]
kerametli, [keramet-li] (kera:metli) sf. 1. Keramet
kerçiman, [Far. kâr => kâr-cı-man] {ağız} sfi Ev
gösteren; doğaüstü güce sahip olan; mübarek. 2 .
yönetimi bilen; evi iyi düzenleyen. [DS]
Cömert; bağışı bol.
kerçine, [kerç-i-n-e] {ağız} zf. İnadına; aksine. [DS]
keran1, [Far. kerân / kerâne o\J> / •üljS'] (kera.n)
kerçlemek, [kerç-le-mek] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(i)-yor]
{OsT} is. Uç; kenar; son. S kerâne-gir, Bir yana 1. Zıddına söz söylemek. 2. Sitem etmek. [DS]
çekilerek toplum hayatından uzak yaşayan; kenara kerçlen, [kerç-le(yi)n] {ağız} zf. A lay ederek; şaka
çekilen. dan. [DS]
keran2, [Erme, geran] {ağız} is. İnşaatlarda kullanılan kerçlenm ek, [kerç-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi [-ir] 1 .
büyük ağaç; kalın tavan direği; büyük ağaç. [DS] A lay etmek; istihza etmek. 2. Övünmek; nispet
kerana, [Far. kâr-hâne (iş yeri)] {ağız} is. 1. İş yeri. yapmak. [DS] 3. İnat için söylenilenin aksine dav
2. Ağıl; ahır. 3. Tuğla, kiremit yapılan yer. [DS] ranmak.
karanı, [? keranı / haranı] {ağız} is. Küçük kazan. kerdah1, [? kerdah] {ağız} is. Üç köşeli eğe. [DS]
[DS] kerdah2, [? kerdah] {ağız} is. 1. Yapağı ve keçi kılla
keraris, [Ar. kürrâse > kerârîs f] (kera:ri:s) rındaki kepek. 2. Keçi kılının ip yapm aya elverişli
{OsT} is. El yazması kitaplarda sekiz sayfalık for olm ayan kısmı. [DS]
ma. kerdane, [Far. gerdâne (toka)] {ağız} is. Altın, gümüş
kolye veya süs eşyası. [DS]
keraste, [Far. kerâste (kera:ste) {OsT} is. Ke
kerde, [? kerde] {ağız} is. 1. Sebze fidanlığı. 2. Y azın
reste.
erken yetişen domates. [DS]
kerat, [Ar. kerahet => kerât] (kera:t) {ağız} sf. (Kişi
kerdel, [Lat. caldaria / Yun. kardari => gerdel /
için) aşağılık; iğrenç. [DS] kerdel] {ağız} is. Yarım fıçı biçiminde tahta kova.
kerata1, [Yun. keratâs (boynuzlu; şeytan)] sf. 1. [DS]
Yaramaz. 2. is. Karısı tarafından aldatılan erkek. 3. kerdeme, [Yun. kârdamo => erdeme / gerdem e /
Sevgi ile karışık sitem sözü. kerdime / gerdime] {ağız} is. Tere; tere otu. [DS]
kerata2, [Yun. kerato (boynuz) > kerata (boynuzlar)] kerdi1, [? kerde / kerdi] {ağız} is. 1. Sebze evleği. 2.
{ağız} is. Ayakkabı çekeceği. [DS] Bağ ve bahçelerdeki evlek bölümleri. 3. Evlekler
keratin, [Yun. keras / kerata (boynuz) > Fr. keratine] arasından geçen su yolu; ark. 4. İki kişi tarafından
is. biy. Boynuz, kıl, tırnak gibi destek dokuların kullanılan ve ark açmaya yarayan bir bahçıvan ara
yapısına giren kükürtçe zengin protein, cı. [DS]
keratinleşm e, [keratin-le-ş-me] is. Protoplazma pro kerdi2, [? kerdi] {ağız} is. Küçük sepet. [DS]
teinlerinin keratin hâline dönüşmesi, kerdiga, [? kerdige / kerdiğe / kerdiye / kerdiyer]
keratinleşm ek, [keratin-le-ş-mek] dönşl. fi [-ir] {ağız} is. -*• kerdiğe. [DS]
(Protoplazm a proteinleri için) keratin hâline dö kerdige, [] {ağız} is. -*• kerdiğe. [DS]
nüşmek. kerdiğe, [? kerdige / kerdiğe / kerdiye / kerdiyer]
keratinli, [keratin-li] sf. Keratini bulunan; boynuzsu {ağız} is. Arpa ile buğday karışımı tahıl ve bu tah ı
maddesi olan; boynuzsu madde ile kaplı olan, lın unu. [DS]
keraviye, [Far. kerâviyâ / kerâviye UjljS' / ■ijjIjS'] kerdim e, [Yun. kârdamo * * i/] {OsT} {ağız} is. -*
(kera:viya:) {OsT} is. bot. Karaman kimyonu. kerdeme. [DS]
İİII1 Î Î İ İ I t f » 1 . 2557 KER
kere1, [Far. kere °_/] {OsT} is. Tereyağı; kaymak, {çı {eT} dönşl. fi. [-ür] Çadırlanmak, çadır edinmek;
çadıra girmek. [DLT]
ğız} (aym) [DS] S kere peyniri, Beyaz peynir. || ke
re yağı, Tere yağı. kerekülüg, [kerekü-liîg] (kere.küdüg) {eT} sf. 1.
Çadırlı. [ETY] [Tekin] 2. Göçebe. [ETY] [Tekin]
kere2, [Ar. kerr (geri geliş) > kerre »./] {OsT} is. 1.
kerel, [Yun. khellâri [Tietze]] {ağız} is. Koyun yatağı;
Bir olgunun tekrarını ya da gerçekleşen durumların ağıl; ahır. [DD]
her birini belirtir; defa; kez; sefer. 2. Birim olarak kerele, [ker-ele] {ağız} is. Tezekten yapılmış silindir
kabul edilebilir bir eyleme göre başka bir eylemin
biçiminde buğday kabı. [DS]
büyüklüğünü, şiddetini, yoğunluğunu belirtir; defa;
kerelnıek, [kere-l-mek] {ağız} gçsz. fi [-ir] Kurum
kez; kat. 3. K endi kendisine eklenen bir niceliğin
lanmak; kasılmak. [DS]
tekrarını veya tekrar sayısını belirtir; kat; defa.
kere3, [kere] {ağız} is. 1. K ulak ayaları çok büyük kerem 1, [Ar. kerem pS"] {OsT} is. 1. Soyca temizlik;
olan koyun veya kuzu. 2. Ceylan yavrusu. [DS] ö soyluluk; asalet; ululuk; büyüklük. 2. Bağış olarak
kere kulak, {ağız} Kepçesi dik olan kulak. [DS] verme; lütfetme; iyilik. 3. Cömertlik. S kerem
kere4, [kere] {ağız} sf. Büyük. [DS] buyurun, K onuşmada "izin verin, müsaade buyu
kere5, [eT. kerü / geri] {ağız} zf. Sonra. [DS] run!" anlamında kullanılır.\\ kerem etmek, iyilikte
bulunmak; bağış yapmak.\\ Kerem gibi yanmak,
kerecik, -ği [kere > kere-cik] zf. Sayı bakım ından
Çılgınca âşık olmak; aşkından delirmek.\\ kerem-
çok yinelenmediğini, az tekrar olduğunu belirtir. S
güster, {OsT} Kerem sahibi; cöm ert.|| kerem-
(bir) kerecik, Yalnız (bir) defa.
güsterân, {OsT} Eli açık olanlar cömertler; kerem
kereç, -ci [? kereç] {ağız} is. Ekmeğin kuru ve sert
sahipleri,|| kerem-güsterâne, {OsT} Cömertlikle; el
kabuğu. [DS]
açıklığıyla. j| kerem-güsterî, {OsT} Cömertlik; el
kerefs, [Ar. kerefs ^ - â / ] {OsT} is. Kereviz. açıklığı.\\ kerem-kâr, {OsT} 1. Kerem eden; bağış
kerege, [kerekü] {eT} is. Keçe ev iskeletinin duvarını layan; cömert. 2. Verimli.[| kerem-kârâne, {OsT}
teşkil eden kısım. [Nevâyî] Cömert bir kimseye yakışır biçimde; cömertlikle. ||
keregü, [kerekü] (kere:kü:) {eT} is. Çadır; kışlık ev. kerem-kârî, {OsT} Eli açık olma; cömertlik.]| ke-
[DLT] renı-perver, {OsT} E li açık olan; bağışlayan; cö-
keregülenmek, [kerekü-le-n-mek] (kere:küdenmek) mert.|| kerem-perverâne, {OsT} Kerem eden kim
{eT} dönşl. fi [-ür] -*■ kerekülenmek. [DLT] seye yakışır biçimde; cömertçe. || kerem-perverî,
kereği, [kere(k)-i] {ağız} is. Eyer takımı. [DS] {OsT} E l açıklığı,|| kerem-pîşe, {OsT} Cömertçe
kerek1, [ker-ge-mek > ker-ge-k] {eT} is. Gerek; lü davranan. || kerem sahibi, Cömert ve iyi kimse.
zum; ihtiyaç; gereken şey; olmalı; yaraşır; lazım; kerem2, [? keren / kerem] {ağız} is. Killi toprak. [DD]
gerekli, {ağız} (aynı) [DLT] [EUTS] [KB] [OKD] [Yük kerem3, [Tohar. kerem ?] {eT} is. Y er altındaki su ka
nekî] [DS] nalı; izbe. [DLT]
kerek% -ği [kerek] {ağız} is. 1. Büyük deve çanı. [DD] keremen, [Ar. keremen l» /] (ke'remen) {OsT} zfi.
2. Davarlara takılan çan. İyilikle; cömertçe,
kereke [Ar. kerrâke & \ / => kereke / kereki] {ağız} keremet, [Far. kerâm end / Ar. keramet] {ağız} is.
is. 1. -*• kereki. [DS] 2. Softan yapılmış eski biçim Uğur; şans; talih. [DS]
hoca abası. [DD] keremet, -di [Far. kerâmend] {ağız{ is. Başsağlığı.
kereki, [Ar. kerrâke] {ağız} is. 1. Aba. 2. Yünden ya [DS]
da pamuktan yapılmış hırka; ceket. [DS] 3. İhtiyar keremit, -di [Far. kerâmend] {ağız} is. Başsağlığı.
ların giydiği yün veya pam uktan yapılmış hırka. 4. [DS]
Çoban kepeneği. [DD] kerempe, [Yun. korymbos] is. 1. Denize doğru
kereklemek, [kerek-le-mek] (kerekle:mek) {eT} gçl. uzanan kayalık çıkıntı, {ağız} (aym) [DS] 2. D ağın
fi. [-r] Y okluğu dolayısıyla aramak; araştırmak. en yüksek yeri; zirvesi. 3. dnz. Geminin baş tarafı.
[DLT] keren1, [ker-mek (germek) > ker-en ?] {ağız} is. 1 .
kerekli, [kere-k-li] {ağız} sf. (Kişi için) Olur olmaz Yapılarda kullanılan büyük ağaç. 2. Ağaç kiriş.
her şeye öfkelenen; hiddetli; öfkeli. [DS] [DS] 3. Kiriş; seren. [DS]
kereklig, [kerek-lig] {eT} sf. Gereken; gerekli; uygun keren2, [keren] {ağız} is. 1. Verimsiz, kıraç toprak. 2.
olan. [DLT] [İKPÖy.] Killi toprak. [DS]
kerekmek, [lcerge-mek (eksik olmak) > kerge-k > kerenay, [Far. kerenây / kerrenây ^ £ ] (kerena:y)
kargek-mek] {eT} gçl. fi. Gerekmek. [KB] {OsT} is. Eskiden kullanılan bir nefesli çalgı,
kerekü, [kerekü] (kere:kü:) {eT} is. 1. Çadır; [EUTS]
kerenb, [Far. kerenb vo*"] {OsT} is. Lahana,
[ETY] [Gabain] 2. Çadır iskeleti. [ETY]
kerekülenmek, [kerekü-le-n-mek] (kere:küdenmek) kerendi, [Erme, gerandi] {ağız} is. -*■ kerenti. [DS]
KER ÖIÜMIİMCES0M • 2558
kerendil, [? kerendil] {ağız} is. Çim biçm eye yarayan kerevides, [Yun. karavida] is. zool. -*■ kerevit,
araç. [DS] kerevit, [Yun. karavida] is. zool. Dibi çamurlu sular
kerenglü, [Far. kır (kil) > kir-en-lü £ ] (kerenlü) da yaşayan, uzunluğu on cm. kadar olan, ayakları
nın birinci çifti çok fazla gelişerek birer kıskaç
{OsT} sf. (Toprak için) çorak veya killi,
oluşturmuş, yenebilen, ticarî değeri yüksek bir ek
kerensemek, [keren-se-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
lembacaklı; tatlı su ıstakozu; kerevides, (Astacus
s(i)-yor] (Soğuk hava için) yavaş yavaş ısınmak;
leptodactylus, Potam obiusfiluviatilis).
ayaz kırılmak. [DS]
keren ti, [Erme, gerandi => kerenti / kerendi / kerinti] kereviz, [Far. kerefs 0 ~i^] is. bot. M aydanozgiller
{ağız} is. 1. Tırpan. 2. İki ağızlı orak. [DS] den, kökü ve yaprakları sebze olarak yenilen, koku
kereöz, [Ar. kerefs => kereviz > kereöz] {ağız} is. lu iki yıllık bir bitki, (Apium graveolens).
Kereviz. [DS] kerevizlenmek, [kereviz-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [-
kereperg, [? kereperg] {ağız} is. Kuru gürültü. [DS] ir] Peşine düşmek; ardına takılmak. [DS]
kerer1, [? kerer] {ağız} is. Verimsiz, kıraç toprak. kerevsinmek, [kerev-si-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir]
[DS] 1. H or bakmak. 2. Gücüne gitmek. [DS]
kerer2, [Yun. khellâri] {ağız} is. 1. Mağara; in. 2. kerevze, [Far. geb-bâz ? => geveze / kerevze] {ağız}
Toprak kazılarak yapılan davar ağılı. [DS] sf. Çok konuşan; geveze. [DS]
keres, [? keres] is. Büyük ve derin kap; karavana, kerey1, [kerey] {ağız} is. 1. Sarp kayalık. [DS] 2. Ka
kerese, [? kerese] {ağız} is. Fayton. [DS] yalık tepe. [DD]
keresek, -ği [kere-se-k] {ağız} sf. Pis; uyuşuk; tem kerey2, [Yun. keirö] {eT} is. Saç tıraş edilen ustura.
bel. [DS] [DLT]
keresimek, [keres-si-mek / keres-(s)i-mek] {ağız} kereyağ, [Far. kere + T. yağ o^S-] {eAT} {OsT} is.
g ç sz.f. [-ir] (Pekmez için) ekşiyip köpürmek. [DS] Tereyağı.
kereslenmek, [keres-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir]
kereyağı, [Far. kere + T. yağ-ı o£ ] {eAT} {OsT}
Nazlanmak. [DS]
keressimek, [keres-si-mek] {ağız} gçsz. fi [-ir] -*■ {ağız} is. Tereyağı. [DS]
keresimek. [DS] kerez1, [? kerez / keraz] {ağız} is. Testi. [DS]
kereste, [Far. kârâste ^IjlS"] is. 1. Tomrukların bo kerez2, [eT. ker-m ek > lcer-iş / ker-ez] {ağız} is. 1.
Engel. 2. Küçük tepe. [DS] S kerez olmak, {ağız}
yuna biçilmesi ile elde edilen marangozluk ve inşa
E ngel olmak. [DS]
at malzemesi. 2. {ağız} Ayakkabı yapım ında kulla
kerez3, [Ar. kerre => kere-z] {ağız} is. Defa; kez; ke
nılan kösele, deri, çiriş vb. malzemenin tümü. [DS]
re. [DS]
3. argo. Kaba saba; terbiyesiz; yontulmadık,
kerez4, [Yun. kherâsi] {ağız} is. Kiraz. [DS]
keresteci, [kereste-ci] is. 1. Kereste satan kimse. 2.
Kereste satılan dükkân, kerezlenmek, [kerez-le-n-mek / horoz-la-n-mak ?]
kerestecilik, -ği [kereste-ci-lik] is. Kereste ticareti; {ağız} dönşl. fi [-ir] Kendini beğenmek; horozlan
mak. [DS]
kereste alım satım işi.
keresteli, [kereste-li] sf. 1. Kerestesi bulunan. 2. ar kergâh, [Far. kâr-gâh] {ağız} is. K asnak üzerinde ya
go. (Erkek için) iri yarı yapılı, pılan işleme, nakış; gergef. [EG]
kerestelik, -ği [kereste-lik] sf. 1. (Ağaç için) kereste kergek, [kerge-mek (eksik olmak) > kerge-k] {eT} is.
yapım ına uygun; kereste yapılabilecek nitelikte. 2 . 1. Gerek; ihtiyaç; lazım lüzum; gereken şey. [E-
is. Kereste konulan yer; kereste deposu, UTS] [Gabain] [İKPÖy.] [Üç İtigsizler] [ETY] 2. sf. Ge
rekli olan; bulunmayan; yok olan; namevcut; gere
keret, [Ar. kerre(t) s/"] {eAT} {OsT} is. Kez; 'kere;
ken. [İKPÖy.] [ETY] [Tekin] 3. Uygun olan; yaraşan.
defa. [İKPÖy.] 4. Olması gereken; zorunlu olan. [İKPÖy.]
kerete, [Yun. kerato (boynuz)] {ağız} is. Ayakkabı kergeklem ek, [kerge-k-le-mek] (kergekle:mek) {eT}
çekeceği; kerata. [DS] gçl. f i [-r] G erek görmek; lüzum olmak; ihtiyaç
kerev, [Far. kerev j / '] {OsT} is. Örümcek, hissetmek; gereksemek. [EUTS] [Üç İtigsizler]
kerevet, [Yun. khrevvâti uj_£] is. 1. Karyola. 2. Çi kergekli, [kerge-k-li] {eT} sf. Gerekli; lüzumlu. [E-
UTS]
zerine minder serilen, tahtadan yapılma yüksekçe kergeklig, [kerge-k-lig] {eT} sf. Gerekli; mühim. [Ga
yer. 3. {ağız} Yatak yapılan yer; seki. [DS] 4. {ağız} bain]
Tahtadan yapılmış oturacak yer. [DS] 5. {OsT} A s kergeksiz, [kerge-k-siz] {eT} sf. 1. Gereksiz; lüzum
m a çardağı; çardak, suz. [EUTS] [ETY] [Tekin] 2. Fazlasıyla; gereğinden
kerevezlenmek, [kerevez-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [- çok; ziyadesiyle; bol bol; eksiksiz. [ETY] [Tekin]
ir] Kendini beğendirmek; üstünlüğünü göstermek.
kergemek, [kerge-mek] {eT} gçsz. f i [-r] 1. Eksik
[DS]
B n U K H • 2559 KER
olmak; gerekmek. [EUTS] [İKPÖy.] 2. Yaraşmak. {OsT} sf. 1. İğrenç; çirkin; kötü; pis. 2. Pis kokan.
[DLT] [İKPÖy.] S kerîhü’n-nefes, {OsT} N efesi kokan; ağzı kokan.
kergetmek, [kerge-mek > kerge-t-mek] {eT} g ç l . f [- kerihe, [Ar. kerihe ■4 i / ’] (keri:he) {OsT} is. N efret e-
ür] 1. Sınırlandırmak; hudutlandırmak. [EUTS] 2.
dilecek, iğrenilecek şey.
Y oksun kılmak; mahrum etmek. [Gabain] [EUTS]
kerik1, -ği [ker-ik] {eT} sf. Geniş. [DLT]
kergi, [ker-mek (germek) > ker-gi] {ağız} is. 1. Çev
kerik2, -ği [kerik] {ağız} is. Akıl. [DS]
resine tahta, taş vb. konularak tohum ekmek için
hazırlanan fidelik; tahta. [DD] 2. Sebze evleği. [DS] kerik3, -ği [ker-ik] {ağız} is. Sert yer; katı toprak.
[DS]
kergin, [ker-gin] {ağız} is. K armakarışık durumda o-
lan aşiret ve kabileler. [DS] kerik4, -ği [kerik] {ağız} is. Bir tür sert ve küçük in
cir; baba incir. [DS]
kergü, [kergü] {eT} is. Kabarcık. [EUTS]
kerik5, -ği [ker-mek > ker-ik] {ağız} is. Keçeden ya
kergük, [ker-mek > ker-gük] {eT} sf. K oyunun içeri
pılmış ceket. [DS]
sinde kırkbayır ile beraber bulunan iç; sakatat.
[DLT] kerilgen, [ker-mek > ker-il-gen] {eT} sf. Her zam an
gerilen; gerinen; esneyen,
kerh, [Ar. kerh »jS-] {OsT} is. 1. Tiksinme; iğrenme.
kerilmek, [ker-m ek> ker-il-mek] {eT} edil.f. [-ür] 1.
2. İstemediği bir işi yapm ak için kendini zorlama; Uzatılmak; gerilmek. [Gabain] [EUTS] [DLT] 2.
zorla yapma. S kerh etmek, 1. Tiksinmek. 2. İste
dönşl. f. Esnemek; gerinmek; şişmek. [EUTS] [DLT]
meyerek, zorla yapmak.
kerim 1, [ker-mek (germek) > ker-im] {eT} sf. D uvar
kerhana, [Far. kârhâne (iş yeri)] {ağız} is. Tuğla ve
lara örtülen, kaplanan dokuma türü nesneler. [DLT]
kiremit ocağı. [DS]
kerim2, [Ar. kerem > kerim ^..£] (keri:m) {OsT} sf. 1.
kerhane, [Far. kâr + hâne -üU-jlS"] (kerha:ne) {OsT}
Kerem sahibi; cömert; eli açık. 2. Soylu; şerefli;
is. 1. İş yeri; işlik. 2. argo. Fuhuş evi; genelev. 3.
ulu; büyük. 3. En büyük kerem sahibi; Allah,
{ağız} Tuğla ve kirem it ocağı. [DS]
kerhaneci1, [kerhane-ci] (kerha:neci) is. 1. Kerhane kerimane, [Ar. kerim + Far. âne ^ „ £ ] (keri:ma:ne)
işleten kimse. 2. Sövgü sözü olarak kullanılır. {OsT} zf. Kerem sahibine yakışacak biçimde; cö
kerhaneci2, [kerhane-ci] {ağız} is. Testi ve tuğla oca mertçe.
ğı sahibi. [DS] kerimcek, -ği [kerim-cek] {ağız} is. Bulgur yapılan el
kerhat1, [? kerhat] {ağız} is. Taşlı yer. [DS] değirmeninin taşları araşma konan yassı, ortası de
kerhat2, [? kerhat] {ağız} sf. (Bıçak, m akas vb. için) lik ağaç parçası. [DS]
kesmez durum a gelmiş; körelmiş. [DS] kerime, [Ar. kerîme ] (keri:me) {OsT} is. 1. (Say
kerhen, [Ar. kerh > kerhen 'j*/'] (k e ’rhen) {OsT} zf. gı gereği söylenir) kız evlat. 2. K ur’an-ı K erim ’in
1. İğrenerek. 2. İstemeyerek; istemeye istemeye; surelerini meydana getiren cümlelerden her biri;
zorla. ayet, ö kerîm e-i târih, {OsT} 1. Tarihin kızı. 2.
kerhiz, [Far. kârız] {ağız} is. Akarsu yatağı. [DS] mecaz. Yurt.
kerim, [kar-ım] {eAT} is. Hasım; düşman. [DK] kerim ek, [eT. kari-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] Y aşlan
mak. [DS]
keri1, [*ke > ke-rü / ki-rü > keri / geri] {ağız} zf. 1.
Sonra; geri. 2. Ötürü; dolayı. [DS] kerim ti, [Erme, gerandi] {ağız} is. Tırpan. [DS]
kerim tici, [kerimti-ci] {ağız} is. Tırpancı. [DS]
keri2, [Ar. keri j f ] (keri:) {OsT} is. Kazma.
kerin, [ke-ri-n] {ağız} zf. Kadar. [EG]
keri3, [keri] {ağız} is. 1. Eşek yavrusu; sıpa. 2. Koyun
kerinçsiz, [kerinç-siz] {eT} sf. Eşsiz; kıyaslanam aya
sürüsü. [DS]
cak kadar iyi; aşırı; üstün. [EUTS]
keri4, [ker-mek (germek) > ker-i] {ağız} is. Saman
kerindi, [Erme, gerandi] {ağız} is. Tırpan. [DS]
taşımak için kağnının çevresine gerilen çul; harar.
[DS] kerinti, [Erme, gerandi] {ağız} is. 1. Tırpan. [DS] 2.
Fındık bahçelerini temizlemeye yarayan aygıt. [DD]
keri5, [karı-mak (yaşlanmak) > karı] {ağız} is. 1. Y aş
lı kadın. 2. Eş; kan. [DS] keripsinmek, [Ar. ğarîb => kerip-si-n-mek] {ağız}
dönşl. f. [-ir] Kaçınmak. [DS]
keri6, [Far. keri ^ç,_f] (keri:) {OsT} is. 1. Ö rümcek ağı.
kerira, [? kerira] {ağız} is. Kaplumbağa. [EG]
2. Sağırlık.
keriş1, [ker-mek > ker-iş] {eT} s f 1. Çekişme; kavga;
kerif, [Ar. kerih] {ağız} is. 1. Kadınların ay hâli. 2. sf. çekiş. [DLT] [EUTS] [KB] [Gabain] 2. Savaşta da
Pis. 3. (Su i ç i n ) k i r l i ; p i s . [DS] yanma. [DLT]
kerifsinmek, [ k e r i f - s i- n - m e k ] {ağız} dönşl. f. [-ir] keriş2, [ker-mek > ker-iş] {eT} is. 1. A tın kamı; sırtı.
S a v s a k la m a k . [DS] [DLT] 2. Üstüne çıkılabilen dağ tepesi. [DLT] 3.
kerih, [Ar. k e r h > k e r i h / k e r ih e ^ (keri:h) Yokuş; tepe. [DS] 4. Alan. [DS]
KER o ie iü T O M • 2560
keriş3, [Ar. keriş ^ j S ”] (keri:ş) {OsT} is. İşkembe. kerkes, [Far. / Ar. kerkes ^ _/] {OsT} is. zool. Akba
keriş4, [keriş] {ağız} is. Havuç. [DS] ba. S1 Kerkes-i felek, {OsT} g ö k b. K artal takım
kerişmek, [ker-mek > ker-iş-mek] {eTj işteş, f. [-ür] yıldızı; Şilyak burcu. || kerkes taşı, Eski bir inanışa
1. Birlikte germek. [DLT] 2. Uğraşmak; kavga et göre kartalların fo l yapm akta kullandıkları ceviz
mek; çekişmek. [DLT] büyüklüğündeki taş.
kerit, [ker-it] {ağız} is. 1. İslak; tavlı toprak. 2. Taşlı kerkez, [Far. kerkes] {ağız} is. -*• kerkes. [DS]
toprak. 3. Taşlaşmış killi toprak. [DS] 4. Yumuşak kerki1, [kerki] {ağız} is. Ekm ek kabuğu. [DS]
taş. [DD] kerki2, [eT. kerki] is. 1. Odun vb. kesmeye yarayan,
keritmek, [ker-mek > ker-it-mek] {eT} gçl. fi. [-ür] ağaç saplı ucu yassı balta; büyük balta. 2. {eT}
Havlatmak; ürdürmek. [DLT] {ağız} Dülger keseri; keser. [DLT] [DS]
keriz1, [? keriz] is. argo. 1. Kumar. 2. sf. Kumarda kerkinek, -ği [kerk-enek] {ağız} is. İskelet. [DS]
kolay aldatılabilen oyuncu; aptal. 3. Sazlı sözlü kerkinm ek, [ker(i)k-mek > kerk-in-mek] {eT} dönşl.
eğlence; eğlenti. S keriz alayı, Çalgıcı Çingene fi [-ür] 1. Titremek; sarsılmak; sallanmak. [Nevâyî]
toplulıığu.\\ kerize bayılmak, argo. Kum arda kay 2. İstim na etmek; [Nevâyî] 3. B ir kimsenin ya da bir
betmek.,|| keriz etmek, argo. Şarkı söyleyip bağır şeyin üzerine şiddetle çıkmak, tırmanmak. [Nevâyî]
mak; çalıp oynamak; göbek atmak.\\ keriz havası, 4. {ağız} Sapık amaçla birisinin arkasına değmek,
argo. Oyun havası. sürtünmek. [DS] 5. {ağız} (Erkek hayvan için) dişi
keriz2, [Far. karız {OsT} is. 1. Pislik lağımı; sine çiftleşmek isteğini belirten hareketler yapmak.
[DS] 6. {ağız} Sarmak; sarılmak. [DS] 7. {ağız} (Ço
çirkef; geriz. 2. {ağız} Su yolu; ark. [DS] 0 kerize
cuk için) oyuncağına ya da sevdiği birine karşı a-
taş atmak, Kendisinden çekinilen kötü birisinin
tılmak. [DS]
saldırısına y o l açacak davranışta bulunmak, söz
kerkitmek, [kerlc-it-mek] {ağız} gçl. fi. [-ir] 1. Bir
söylemek; çirkefe taş atmak.
şeyi yerinden gevşetmek. 2. B ir şeyi yerine oturt
kerizci, [keriz-ci] is. argo. 1. Çalgı çalan kimse; çal
mak; sıkılaştırmak. [DS]
gıcı. 2. sf. Oyunda hile yapan; hileci,
kerkluk, -ğu [kırk-mak > kırk-lık] {ağız} is. Koyun
kerizlemek, [keriz-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] ar
kırkm a makası. [DS]
go. Çalgı çalmak,
kerkmek, [kerk-mek] {ağız} is. Sapık amaçla birisine
kerjü, [Far. kerjü ?] {eT} sf. 1. Sapan taşı. 2. Tüfekle
arkadan sürtünmek. [DS]
atılan saçmalar. [DLT]
kerk1, [kerk] {ağız} is. 1. M ısır ekmeği. 2. Ekmek kerkur, [Far. kerkür jjS"^] (kerkû:r) {OsT} is. İlkel
kabuğu. [DS] inanışlar sebebiyle m eydana gelmiş kutsal taş yı
kerk2, [Erme, herk] {ağız} is. Tarlayı dinlendirme; ğınları.
nadas. [DS] kerkus, [? kerkus] {ağız} is. Yumurta, un ve bulgur
kerkeç, -ci [ker-mek (germek) > ker-keç] is. Eskiden unu ile yapılan bir yiyecek. [DS]
kaleleri kuşatmak, toplarla dövmek için yapılan kerkuz, [Far. kerküz jj?^S-] (kerkû;z) {OsT} is. -*■
tabyalara verilen ad. kerkur.
kerkek, [kerge-mek (eksik olmak) > kerge-k] {eT} is. kerkür, [? kerkür] {ağız} is. Ağaçtan yapılmış saplı
Gerek; lüzum; ihtiyaç; gereken şey. [EUTS] su kabı. [DS]
kerkem, [Far. kerkem çS£ ] {OsT} is. Gökkuşağı. kerküz, [Far. kerküz - f j£] {OsT} is. Belge; delil;
kerkenek1, -ği [Far. / Ar. kerkes => kerkenek] {ağız} alamet; iz; nişan,
is. Delice denilen bir yırtıcı kuş. [DS] kerlem, [Ar. kerre > ker-le-m] {ağız} is. Kez; defa.
kerkenek2, -ği [kerk-enek] {ağız} is. İskelet. [DS] S [DS]
kerkeneği çıkmak, {ağız} Yorularak zayıflamak. k erli1, [eT. kerii (sonra) > ker-li] {ağız} zfi'. Ondan do
[DS] layı; sonra. [DS]
kerkenez, [Far. / Ar. kerkes => kerkenez y S J '] {eAT} kerli2, [ker-li] {ağız} sf. Yakışıklı. [DS] 0 kerli ferli,
{OsT} is. zool. Kartalgillerden, böcek ve küçük ke Kılığı kıyafeti düzgün, gösterişli olan; önemli sayı
m irgenlerle beslenen, kızılımsı siyah ile kül rengi lır görünüşte olan.
karışık tüyleri bulunan, uzun tüylü, doğan türü bir kerm, [Ar. kerm {OsT} is. 1. Üzüm çubuğu; as
yırtıcı kuş, (Falco tinnunculus).
m a kütüğü. 2. Bağ, bostan. 3. Sık ağaç dalları ile
kerkenmek, [eT. kerk-in-mek] {ağız} dönşl. fi [-ir] kaplı olduğu için sürülmesi zor bahçe, bağ.
Sapık amaçla birisinin arkasına değmek; sürtün
kerm a1, [İng. kinetic energiy released in m aterial]
mek. [DS]
is. kısalt. N ükleer fizikte, İyonlaştırıcı ışınımların
kerkere, [kerk-er-e ?] {ağız} is. Çok zayıf ve yaşlı. madde üzerindeki etkisini incelemede kullanılan,
[DS]
yüklü olmayan parçacıkların, bir maddenin bir ha
öim ıııt ssaı. 2561 KER
cim elemanından çıkardıkları yüklü parçacıkların kerneşm ek2, [ker-(i)n-eş-mek / ger-(i)n-eş-mek] {a-
ilk toplam kinetik enerjisinin, o hacim elem anında ğız} dönşl. f i [-ir] Gerinmek. [DS]
ki maddenin kütlesine oranı ile ifade edilen birim. kernib, [? kernep / kernip] {ağız} is. Su kabağı. [DS]
kerma2, [Far. kemrâ] (ağız) is. Hayvan gübresi. [DS] kernik, -ği [? kemik] {ağız} is. Kabuklu, iki çatal
kermah, [? kermah] {ağızj is. Bir tür kalbur. [DS] buğday. [DS]
kerm an1, [eğ-ir-men / kir-men / kirman] {ağız} is. kernip, -bi [? kernip] {ağız) is. 1. Kulplu yağ küleği.
Kirmen. [DS] 2. Su tası. [DS]
kerman2, [Far. kâr-bân] {ağız} is. Kervan. [DS] keroz, [? keroz] {ağız} is. Maydanoz. [DS]
kerman3, [? kerman] {ağız} is. Kale. [DS] kerp, [kerp / kırp (yans.)] is. Kıpırdamayı, ağır veya
hızlı hareket etmeyi ve bu biçimde göz açıp kapa
kem re1, [Far. kemrâ] {ağız} is. Kurumuş hayvansal
mayı anlatan kök. [Zülfikar] kerp-il-de-t-mek, kerp-
gübre; tezek. [DS]
il-de-k gözlü
kerme2, [kem(i)r-e] {ağız} is. -*• kem re2. [DS]
kerpe, [kerpe] {ağız} is. Çizilebilen yumuşak, beyaz
kermelik, -ği [kemre-lik] {ağız} is. Gübre biriktirilen taş. [DS]
yer. [DS] kerpenti, [kerp-enti ?] {ağız} is. Yağmur ve rüzgâr
kerm ek1, [ker-mek] {eT} g ç l.f. 1. Sonuna kadar ger dan korunulacak yer. [DS]
mek; kuvvetle çekip uzatmak; aşırı germek. [DLT] kerpeten, [Ar. kelbeteyn (iki köpek) > kelbetân] is.
[EUTS] [KB] [Yüknekî] 2. Kapatmak. [DLT] 3. Geniş Kesme, sökme ve tutm a işlerinde kullanılan, bir
lemek; kabartmak. [EUTS] [KB] mil üzerine oturtulmuş çene ve kol olarak birbirine
kermek2, [ker-mek] {eT} gçsz. f. [-ür] Ürümek; hav çapraz iki parçadan oluşan marangoz, demirci, diş
lamak. [DLT] çi aleti.
kerm elem ek1, [kem(i)r-e-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] kerpiç, [ker-t-mek > kert-meç / kerpeç / kerpiç] is. 1.
[-l(i)-yor] (Yara için) kabuk bağlamak. [DS] Saman karıştırılmış yağlı balçığın sonra kalıplara
kermelemek2, [kemre-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [- dökülerek güneşte kurutulmasından elde edilen ya
l(i)-yor] 1. Ahırın tabanına yapışan tezekleri kazı pı malzemesi; ilkel ve pişmemiş tuğla. {eT} {eAT}
mak. 2. Gübreyi bir yere doldurmak. 3. B ir yeri (aynı) [DLT] [EUTS] [DK] 2. {ağız} H ayvan gübresi.
gübre ile sıvamak. [DS] [DS] 3. sf. Kerpiçten yapılmış olan. 0 kerpiç gibi,
kermelenmek, [kem(i)r-e-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. Kuru ve sert. || kerpiç kesmek, Kerpiç kalıbı ile
[-ir] (Yara için) kabuk bağlamak. [DS] samanlı balçığa şekil vermek. || kerpiç tuğlası, A di
tuğla.
kerm en1, [ker-mek (germek) / kir-m ek (girmek) >
kerpiççi, [kerpiç-çi] is. Kerpiç yapan ve satan kimse,
ker-me-n / kir-me-n ^ £ ] {OsT} is. Y üksek ve kalın
kerpiçleme, [kerpiç-le-me] is. Kerpiçle kaplama,
duvarlı, burçlu, geniş taş yapı; kale; hisar. kerpiçlemek, [kerpiç-le-mek] gçl. fi. [-r] [-l(i)-yor]
kermen2, [kirman] {ağız} is. Kirman. [EG] Bir yeri kerpiç ile kaplamak; kerpiç balçığı ile sı
kermes1, [Flam, kerkmisse (kilise ayini)] is. 1. Hol vamak.
landa’da kilise bayram ve panayırlarına verilen i- kerpiçleşme, [kerpiç-le-ş-me] is. Kerpiç durumuna
sim. 2. Bu bayramları tasvir eden resim. 3. Küçük gelme.
şehirlerde bayram ve panayır günleri yapılan açık kerpiçleşmek, [kerpiç-le-ş-mek] dönşl. fi. [-ir] Çok
hava şenliği. 4. Bir kurum yararına açık havada sert ve kuru bir durum almak; kerpiç gibi olmak,
düzenlenmiş satış ve bu sırada yapılan eğlence. kerpiçli, [kerpiç-li] sf. Kerpici bulunan; kerpiçle
kermes2, [Lat. kermes > Ar. kırm iz J ] is. Meyve yapılmış olan. S kerpiçli yelen, {ağız} Kilimlerde
bir tür kenar süsü. [DS]
ağaçlarında ve sera bitkilerinde yaşayan zararlı bir
kerpildetmek, [kerp-il-de-t-mek] {ağız} gçl. fi [-ir]
kırmız böcek türü, (Kermes). S1 kermes meşesi,
Göz kapaklarını sık sık oynatmak; kırpmak. [DS]
bot. K ayıngiller familyasından dikenli yapraklı,
kerpimek, [kerp-i-mek] {ağız} gçsz. fi. [-r] Bayatla
Ege, M armara ve Akdeniz bölgelerinde geniş ya yı
mak. [DS]
lış gösteren bir maki türii, (Quercus coccifera).
kerpin, [kerpin] {ağız} is. Dama serilen kırmızı, yağlı
kermiye, [Ar. kermiye ^ , / ] v is. bot. Asmagiller. bir tür toprak. [DS]
kernabat, [? kemabat] {ağız} is. Ortaklaşa ekilen tar kerpiz, [kerp-iz] {ağız} is. Başaklı iri saman. [DS]
la. [DS] kerpize, [kerpize] {ağız} is. Dağlarda yetişen kekiğe
kerneiîiut, [? kernemut] {ağız} is. Bir nisan. [DS] benzer kokulu, küçük yapraklı bir ot. [DS]
kernep, -bi [? kernep] {ağız} is. Su kabağı. [DS] kerpme, [kerp-me] {ağız} is. Y ollarda oluşan çukur
kerneşmek1, [ker-(i)n-eş-mek] {ağız} dönşl. f i [-ir] 1. luk. [DS]
Kavga etmek için sebep yaratmak. 2. K üçümseye kerpmek, [kerp-mek] {ağız} gçsz. fi. [-er] Kaymak;
rek uğraşmak. [DS] çökmek; yıkılmak. [DS]
KER İ M B İ K M i • 2562
kerrâke, [Ar. kerake / kerrâke _£] (kerra:ke) {OsT} teksiz yapmak. 2. Başladığı işi bitirememek; bece
is. Eskiden giyilen ince softan yapılmış vücuda ya riksizlik göstermek. [DS]
pışık, hafif üstlük. S Anlaşıldı V ehbi’nin kerra- kert2, [kert] {ağız} is. Geçit; boğaz. [DS]
kesi. "Bu işin iç yüzü anlaşıldı, artık. ” anlamında kerte1, [İt. quarto (çeyrek) _£] is. 1. A na yönler dı
kullanılır. şında esen rüzgârın yönünü belirtm ek için bir pusu
kerrakeli, [kerrake-li] sf. Kerrakesi bulunan; kerrâke la üzerinde her biri 11° 15' olan 32 bölümden her
giym iş olan. biri. 2. mecaz. Bir şeyin ulaştığı mertebe; derece;
kerrar, [Ar. kerr > kerrâr j l (kerra:r) {OsT} sf. Sa kademe; radde. {OsT} {ağız} (aym) [DS] 3. {OsT} En
vaşta geri çekildikten sonra tekrar saldırıya geçen; uygun zaman; en uygun nitelik. S kerte hattı, Se
dönüp dönüp saldıran y ir halindeki bir gem inin her boylam dairesi ile
yaptığı açı.\\ kerte kerte, A zar azar; derece dere
kerrat, [Ar. kerre > kerrat o l _£] (kerra:t) {OsT} is.
ce; aşamalı olarak. || kertesine gelmek, Tam yerini
Birçok kere; birçok defa; birçok kez. S kerrat bulmak. || kertesine getirmek, Tam sırasını, en uy
cetveli, Birden ona kadar olan sayıların birbiri ile gun zam anını seçmek.\\ kertesini geçmek, 1. D ere
çarpımını gösteren cetvel; Pisagor cetveli; çarpım cesini aşmak. 2. Basıp geçmek.
cetveli, çarpım tablosu. kerte2, [kert-mek > kert-e / kert-i] is. 1. İşaret olarak
kerre, [Ar. kerre o£ ] {OsT} zf. Defa; kez; kat. kullanılan çentik. 2. Sert bir cisimde, başka bir şeyi
asm ak için açılan çentik; kerti; kertik.
kerrenay, [Far. kerrenây l S ^ ] (kerrena:y) {OsT} is.
kerte3, [Far. kerte ] is. Tarlanın suyunu akıtmak için
Pirinçten yapılm a nefesli bir çalgı; borazan,
açılan ark.
kerretan, [Ar. kerre > kerretân o b / ] (kerreta:n) kertek, -ği [kert-e-k] {ağız} is. Yastık. [DS]
{OsT} is. Sabah ve akşam olmak üzere iki kere, kertekeler, [kerte+keler J S {eAT} is. Kertenke
kerrubî, [Ar. kerrübî ^ 3 / ] (kerru:bi:) {OsT} is. M e le.
leklerin en büyüğü,
kertekene, [kerte+kene {eAT} is. Kertenkele,
kerrubiyan, [Ar. kerrübiyân OLjjJî] (kerru:biya:n)
kertel, [kertel] {ağız} is. Dağdaki geçit; boğaz. [DS]
{OsT} is. Büyük melekler, kerteleme, [kerte-le-me] is. 1. Kerte kerte ilerleme;
kerrubiyun, [Ar. kerrübiyün jS] (kerri:biyu:n) azar azar değişme; tedriç. 2. B ir ölçü aletinin dere
{OsT} is. -*■ kerrubiyan. celere ayrılması. 3. Çentik açma,
kers1, [kers] {ağız} is. 1. Harmanda dövülmeyip kalan kertelemek, [kert-e-le-mek] {ağız} gçl. f. [-er] [-l(i)-
ekin sapı; kes. 2. Hayvanlar yiyemediği için yem yor] B ir şeyi girintili çıkıntılı hâle getirmek; çen-
likte kalan kalın saman. 3. Kuru ot ve dikenlerin telemek. [DS]
dövülmesi ile elde edilen hayvan yemi. [DD] kertelez, [kerte-le-z / kert-le-z] {ağız} is. Yollarda
kers2, [ters / kers] {ağız} sf. Aksi; ters. [DS] ilerisini görmeğe engel çıkıntı; burun. [DS]
kersan, [Far. kersân] {ağız} is. -*■ kersen. [DS] kertelmek, [kert-el-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir] 1. Oda
kersek, -ği [kers-ek] {ağız} is. Kuruyarak, donarak nın baş köşesine gururla yan gelip oturmak; kurum
sertleşip kalm ış toprak veya kar parçası; kesek. lanarak oturmak. [DD] 2. Gururlu tavır takınmak;
[DS] gururlanmak. [DS]
kersen, [Far. kârsan / eski Kıpç. kersen] {ağız} kerten, [eT. kerfl => kerü-den] {ağız} zf. Sonra. [DS]
is. 1. Ahşap tekne. 2. Toprak mangal. [DS] 3. Yatak kertengücük, -ğü [kert-en+ güc-ük] {ağız} is. is. Ker
konan yer; yüklük. 4. Süt veya yoğurt koym ak için tenkele. [DS]
topraktan yapılmış kap. [DD] kertenkele, [kert-mek > kert-en / kelten + kel-er (sü
rüngen)] is. zool. Koni başlı, ince, uzun ve basık
kerser, [Far. kersân OU£ ] ağız, is.-*- kersen.
gövdeli, kuyruğunu gerektiğinde bırakabilen, kamı
kersinmek, [ker-si-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] A ç yere değmesine rağm en hızla çapraz ayak hareket
gözlülük etmek. [DS] leri ile koşabilen, gündüzcü, böcekçil, yüz elli ka
kerşegü, [ker-iş > *kerşe-mek > kerşe-gfl] (kerşegü:) dar türün ortak adı, (Lacerta).
{eT} sf. Sinmiş; sakin; solmuş vb. S kerşegü at, kertenkeleler, [kertenkele-ler] is. zool. Kertenkele,
{eT} K ürek kemiğinin altında yağırı bulunan at. bukalemun, iguana gibi pullu sürüngenleri içine
[DLT] alan alt takım, (Lacertilia).
kerşunî, [Ar. kerşünî ^ y ^ / ] kerşu:ni:) {OsT} is. A- kerteris, [Yun. karaterise (ölç)] {ağız} is. Belediyenin
rapça yazmakta kullanılan Süryani yazısı. koyduğu fiyat; narh. [DS]
kert1, [kert] {ağız} sf. Bayat. [DS] 0 kert kürt, {ağız} kerteriz1, [Yun. karaterise (ölç) ] {ağız} is. Dar geçit;
Eğri büğrü. [DS]|| kert zort etmek, {ağız} 1. İşi is boğaz. [DS]
Ğ IÛ M IİM M • 2563 KER
kerteriz2, [Yun. karaterise (ölç)] is. dnz. 1. Balıkçıla kertik kertik, Üzeri kertiklerle dolu olan; çentik
rın denizdeki sığlıkları belirtm ek için kullandıkları çentik.|| kertik kürtük, {ağız} Girintili çıkıntılı.
işaretlerin tümü. 2. Bir gemi ile bir kıyı cismi ara [DS]
sındaki doğrunun, geminin bulunduğu boylam dai kertik2, -ği [ker-ik] {ağız} is. 1. Ufaklık. 2. Burnu k ü
resiyle saat yelkovanı yönünde yaptığı açı. 3. K a çük olan insan ya da hayvan. 3. Küçük sabun p ar
radaki belirli iki noktadan gelen düz çizgileri kesiş çası. 4. Çetele. [DS]
tirmek suretiyle balık avlanan noktayı tekrar bul kertikleme, [kert-ik-le-me] is. Kertik meydana getir
mak. S kerteriz atmak, Herhangi bir maddenin me işlemi.
başlangıç kabul edilen yön ile açısını bulmak. || kertiklemek, [kert-ik-le-mek] gçl. f. [-rj [-l(i)-yor]
kerterizde avlanmak, K erterizle belirlenen bir K ertik açmak; kertikler meydana getirmek; çentik-
yerde avlanmak. || kerteriz hattı, Gemilerin kendi lemek.
lerine verilen bir kerteriz çizgisi üzerinde birbirle kertikli, [kert-ik-li] sf. Kertik açılmış olan; üzerinde
rine göre seyir konumu.\\ kerteriz koymak, Çeşitli kertik bulunan; çentikli.
noktalardan alm an kerterizleri harita üzerinde işa kertil1, [kert-il] {ağız} is. 1. İnişli çıkışlı yol. 2. İki
retleyerek geminin bulunduğu yeri göstermek. || dağ arasındaki geçit; boğaz. [DS] 3. Sırtlarda çok
kerteriz noktası, K erteriz alınan fener, duba vb. dik ve dar iki sarp kaya arasından ancak bir insan
herhangi bir şeyin harita üzerindeki yeri. \\ kerteriz geçebilecek kadar yer. [DD]
pusulası, hav. Gidilecek yönü belirten cayraskopik
kertil2, [kertil] {ağız} sf. Engin; uçsuz bucaksız. [DS]
pusula.
kertil3, [kertil] {ağız} is. Mahsul verm eyen yerler;
kerteş, [kert-eş / kert-iş] {ağız} is. Kertenkeleye ben
verimsiz toprak. [DS]
zeyen bir sürüngen. [DS]
kertilce, [kertil-ce] {ağız} is. Labada. [DS]
kertgünç, [kert-mek > kert-gün-m ek > kert-gün-ç]
kertili, [kerti-li] {ağız} sf. Gerekli. [DS]
{eT} sf. İnançlı; imanlı; mutekit. [EUTS] [Gabain]
kertilli, [kert-il-li] {ağız} sf. Girintili çıkıntılı. [DS]
kertgünçlüg, [kert-gün-mek > kert-gün-ç > kert-
günç-lüg] {eT} sf. İnanılır. [Clauson] kertilme, [kert-il-me] is. Kertik açılma durumu.
kertgünçsüz, [kert-gün-mek > kert-gün-ç > kert- kertilm ek1, [kert-il-mek] ed il.f. [-ir] 1. Kertmek ey
günç-süz] {eT} sf. İnanılmaz. [Clauson] lemi yapılmak. 2. Kertik açılmak; kertilmek. {eT}
{eAT} (aym) [DK] 3. (İnsan için) horlanmak. {eT}
kertgünmek, [kertü (doğru) > kertü-k > kert(ü)-g-
{eAT} (aynı) [DLT] 4. {ağız} Kesilmek. [DS] 5. {ağız}
ün-mek] {eT} gçl. f. [-ür] İnanmak; doğru kabul
Temriyeden kurtulm ak için damaktan kan aldır
etmek. [İKPÖy.]
mak. [DS]
kertgünsemek, [kert-mek > kert-gün-m ek > kert-
kertilmek2, [kert-il-mek] {ağız} is. dönşl. f. [-ir] 1.
gün-se-mek] (ke:rtgünse:mek) {eT} gçl. f. [-r]
Kertikli durum a gelmek. 2. Çentilmek; pürüzlen
İnandığını söylemek kararında olmak. [DLT]
mek. 3. Kırılmak. 4. Eskimek; bayatlamak [DS] 5.
kerti1, [eT. kertü (doğru)] {ağız} sf. Doğru. [DS]
(At için) yürüyüş sırasında ayaklarını birbirine
kerti2, [kert-mek > kert-i] is. 1. İşaret olarak kullanı çarpmaktan yara oluşmak.
lan çentik. 2. Sert bir cisimde, başka bir şeyi asmak
kertilm ek3, [kert-il-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] G urur
için açılan çentik; kerte; kertik. 3. {ağız} Bahçe ve
lanmak; öğünmek. [DS]
tarlalardan geçen su yolu. [DS] 4. {ağız} K öm ür ta
kertilmek4, [kert-il-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] Denk
bakasının doğal olarak uzayıp gitmesine engel olan
olmak; kendini denk saymak. [DS]
taş ve toprak yıkıntıları. [DS] 5. {ağız} Ağaçlarda
yapılan çentik. [DS] kertim, [ker-ti-m] {ağız} is. Kabuk bağlama; kabuk
lanma. [DS]
kerti3, [ker-t-i] {ağız} sf. 1. (Ekmek, et için) bayat.
[DS] 2. Yaşlanmış; eskimiş. [DS] kertilenmek, [kerti-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir]
Bayatlamak. [EG]
kerti4, [Skr. krta] sf. 1. {eT} Yapılmış; suni. [EUTS] 2.
{eT} Dünyevî. [EUTS] kertimek, [ker-ti-mek] {ağız} gçl. f. [-r] Bayatlamak.
[EG]
kerige, [? kertiğe] {ağız} sf. Sonradan M üslüman o-
kertinmek, [kert-in-mek] {ağız} dönşl. fi [-ir] 1.
lan. [DS]
Övünmek; gururlanmak. 2. Sokulmak. [DS]
kertik1, -ği [kert-mek > kert-ik] is. 1. K ertilmiş yer;
kertiş2, [kert-mek > kert-iş] sf. (Yüzey için) iri iri
çentik; gedik; tırtık; kertme. {eT} {ağız} (aynı) [DLT]
pürüzleri bulunan. S kertiş kUrtUş, {ağız} (Yüzey
[DS] 2. Bir silahın ateşleme düzenini belirli bir
için) girintili çıkıntılı; pürüzlü. [DS]
ayarda tutm ak için açılmış oyuklardan her biri. 3.
{ağız} Hallaç tokmağı. [DS] 4. sf. Kertilm iş olan; kertiş2, [Erme. k ‘aratt‘ot‘os {eAT} {ağız} is.
kertik açılmış. S kertiğine koymak, Marangozluk Büyük kertenkele. [DS]
ve duvar işçiliğinde, açılan oyuğa yerleştirmek.\\ kertişgene, [kertişgene] {ağız} is. Salyangoz. [DS]
kertik gelen, {ağız} Biraz pürüzlenm iş şey. [DS]|| kertişkene, [kertişkene] {ağız} is. Kertenkele. [DS]
KER Ö IÜ M IİlttM • ?SS4.
kertişmek, [kert-mek > kert-iş-melc] {eT} işteş, f [- kertü, [kertü] (kertü:) {eT} sf. 1. Doğru; gerçek; sa
ür] Birlikte çentik açmak. [DLT] hih. [EUTS] [Yüknekî] 2. Mümin; imanlı; mutekit.
kertkünç, [kert-mek > kert-gün-melc > kert-gün-ç] [EUTS]
{eT} sf. İnançlı; imanlı; mutekit. [EUTS] kertük, -ğü [kert-m ek > kert-ük] {eT} {ağız} is. Ker
kertkünm ek, [kertü (doğru) > kertü-k > kert(ü)-g- tik; çentik. [DLT] [DS] S k e rtü k keınrük, {eT} K e
ün-mek] {eT} gçl. f. [-ür] -*■ kertgünmek. [İKPÖy.] sik; gedik. [DLT] || kertük kürtük, {ağız} Girintili
[EUTS] çıkıntılı; pürüzlü. [DS]
kertlek1, -ği [kert-le-k] {ağız} is. Yokuş başı. [DS] kertüklemek, [kert-ük-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] /-
kertlek2, -ği [kert-le-k] {ağız} is. Küçük hıyar. [DS] l(ü)-yor] Yontmak; çizmek; keıtik açmak. [DS]
kertlek3, -ği [kert-le-k] {ağız} is. 1. Gırtlak. 2. Nasır. kertüklü, [kert-ük-lü] {ağız} is. 1. K enan süslü, gi
[DS] rintili çıkıntılı sahan. 2. Sünnetli erkek. [DS]
kertlemek, [kert-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] kertülemek, [kertü (doğru) > kertü-le-mek] (ker
Ağacı oymak. [DS] tü: le:mek) {eT} gçl. f. [-r] Doğrulamak; tasdik-
kertlemik, -ği [kert-le-mik] {ağız} is. Çitlembik. [DS] lemek. [DLT]
kertlez1, [kert-le-z] {ağız} is. 1. Ufuktaki iniş ve kertürm ek, [ker-mek > ker-tür-mek] {eT} gçl. f. [-
çıkışlar. 2. Tepenin en yüksek yeri; zirve; doruk. ür] Gerdirmek. [DLT]
[DS] 3. U fak çukur. [DD] keruk, -ğu [keruk] {ağız} is. M ısır koçanının sapı.
kertlez2, [kert-mek > kert-le-z] {ağız} sf. 1. Burnunun [DS]
üstü çökük olan; basık burunlu. 2. is. Dişi dökül -kerü, [kar-mak (eklemek) > kar-u (za rf fiil) > -ğaru /
m üş yaşlı adam. [DS] -gerü / -karu / -kerü] {eT.} yap. e. -*■ -garu.
kertm e1, [eT. kert-me] is. 1. Çentik açma eylemi; kerü, [*ke > ke-rü / ki-rü] (ke:rü) {eT} zf. 1. Geri;
çentme; kertik açma. {eAT} (aynı) [DK] 2. Kertik; geride. [DLT] [ETY] 2. Batıya; batıda. [ETY] 3. Ge
ağaçta çentilerek açılmış oyuk; {ağız} (aynı) [DS]. 3. riye doğru. [ÎKPÖy.] 4. ...-den ise. [DLT]
{ağız} Kız ve oğlan çocuklarının beşiklerini birbiri kerüfer, [Far. k e rü fer J jj ^ ] {OsT} is. Tantana; gös
ne sürtmek suretiyle yapılan nişan; nişan yapma.
teriş.
[DS] 4. {ağız} Araba veya kağnı tekerlerinin çamur
kerük, [ker-mek > ker-ük] {eT} sf. Geniş ve uzun.
lu iken yolda bıraktığı, daha sonradan kurumuş iz.
[DLT]
[DS] 5. {ağız} A rabada yatağın dayandığı ağaç yas
tık. [DS] 6. {ağız} Çapı 30 cm ’den kalın olmakla kervan, [Far. kârbân OIjjIS"] {OsT} is. 1. Uzak yerlere
birlikte tom ruk olamayan ağaç. [DS] yük ve yolcu taşıyan deve, at, katır vb. dizisi. 2.
kertm e2, [kert-me] {ağız} is. 1. Kir tabakası. 2. Yara mecaz. Birbiri ardınca giden, toplu hâlde hareket
kabuğu. [DS] eden şeyler. S kervana katılmak. B ir gruba gir-
kertm e3, [kert-me] {ağız} is. Armut. [DS] S kertme mek.\\ kervan aşı, {ağız} Kuru ekmek, y a ğ ve soğan
terek, {ağız} Arm ut ağacı. [DS] ile yapıları ve üstüne sum ak dökülerek yenen bir
kertm ek1, [kert-mek] gçl. f. [-er] 1. Bir şeyin üze yem ek. [DS]|| kervan çulluğu, Yağmur kuşugiller-
rinde kertik açmak; çentmek; derin yara açmak; den uzun kıvrık gagalı, kurşuni, beyaz karışımı
çentik açmak; çizmek. {eT} {eAT} {ağız} (aynı) [DLT] kahverengi tüylü, uzun bacaklı, yazın bataklık ye r
[DS] 2. Balta ile yontmak. {eT} {eAT} (aym) [DLT] 3. lerle ovalarda, kışın ise sıcak ülkelere göç eden
{ağız} (Temreğinin tedavisi için) hastanın damağın solucan, salyangoz, böcek ve kabuklularla beslenen
dan ustura ile çizerek kan almak. [DS] 4. Sertçe büyük bir kuş, (N um enim arquata).\\ Kervan Yıl
sürtünmek. dızı, g ö k b. Çolpan yıldızı; Venüs gezegeni.
kertmek2, [kert-mek] {ağız} gçl. f. [-er] 1. Kendi kervanbaşı, [kervan+baş-ı] is. Kervanı yöneten kim
yararına çalışmak; kendine yontmak; çıkarını dü se; kervancı.
şünmek. 2. Kendini beğenmek; övünmek. [DS] kervancı, [kervan-cı] is. Kervan sahibi veya kervanı
kertmek3, [kert-mek] {ağız} g ç l . f [-er] Cinsel ilişki güden kimse.
de bulunmak. [DS] Kervankıran, [kervan+kır-an] is. gök b. Çolpan yı
kertmek4, [kert-mek] {ağız} gçl. f. [-er] 1. Abartmak. ldızı; Venüs gezeğeni; {ağız} (aym). [DS]
2. Övmek. [DS] kervansaray, [Far. kerbân-serây LslJ-^l!jlS'] {OsT} is.
kertmek5, [kert-mek] {ağız} gçsz. f. [-er] Bayatla Ticaret yolları üzerinde bir günlük mesafelerde ya
mak; katılaşmak. [DS] pılmış konaklam a yerleri; büyük han.
kertmen, [kert-men] {ağız} is. 1. Y amaçlardaki mer kervet, [? kervet] {ağız} is. Pınar. [DS]
diven basamağı şeklinde olan yer; seki; teras. [DS]
kervet, [Yun. krevati] {ağız} is. Sofa. [DS]
2. İnişli yokuşlu, kat kat, tabakalı olan yer. [DD]
kerye, [Far. kirfe (sevap işleyen)] is. -* kirve,
kertne, [kertme / kertne] {ağız} is. Ahlat; yaban ar
kerz, [? kerz] {ağız} sf. Kambur. [DS]
mudu. [DS]
KES
kerzevil, [? kerzevil] {ağız} is. Sabanın okunu sabana kesatlık, -ğı [kesat-lık] is. 1. Sürümsüzlük. 2. Kıtlık
bağlayan 20-25 cm. uzunluğunda tahta çivi. [DS] zamanı.
kerzlik, -ği [kerz-lik] {ağız} is. Kamburluk. [DS] kesb, [Ar. kesb {OsT} is. 1. Çalışıp kazanma;
kes1, [kes-ınek > kes] {eT} is. 1. Parça; küçük parça. çalışarak elde etme; kazanç. 2. Geçimini sağlamak
[DLT] 2. Kesek. [DLT] 3. {ağız} İri saman. [DS] 4. için yapılan iş; kazanç. 3. Çalışmada kullanılan
{ağız} Saman yapılan ot. [DS] 5. {ağız} Harmandan alet. 4. İsi. fel. İnsana yaratılışta verilmiş olan bir
sonra yerde kalan taşlı, samanlı buğday. [DS] 6. özelliğin veya yeteneğin, sonradan insan tarafından
{ağız} Değişik ve özel biçim; tarz. [DS] 7. {ağız}
akılla, zihinle kazanılması; kazanım. 0 kesb et
Tanesi alınmış mısır koçanı. [DS] 0 kes düşmek,
mek, {OsT} -*■ kesbetmek.|| kesb-i fezâil, {OsT} E r
{ağız} Utanılacak duruma düşmek. [DS]|| kese gel
dem sahibi olma.\\ kesb-i harâm, {OsT} Yasal o l
mek, {ağız} Biçimine gelmek; uygun gelmek. [DS]||
mayan kazanç.|| kesb-i hayât, {OsT} Canlanma.\\
kese getirmek, {ağız} Bir davranışta bulunabilmek
kesb-i ıttıla, {OsT} Bilgi edinme.|| kesb-i ıttıla ey
için uygun durum almak; biçimine getirmek. [DS]
lemek,' {OsT} Bilgi edinmek.\\ kesb-i helal, {OsT}
kes2, [Ar. ke5s 1_r ^S'] {OsT} is. 1. Bardak; kadeh. 2. Şa Yasal ve helal kazanç. || kesb-i istihkak, {OsT} H ak
rap dolu kadeh. 3. Şarap dolu kap. 4. bot. Çiçekle kazanma.|| kesb-i istihkak etmek, {OsT} Hak ka-
rin en dışında bulunan yeşil yapraklar. S ke’s-i zanmak.\\ kesb-i i’tidâl, {OsT} Olgunlaşma.|| kesb-i
kesîrü’l-vüreykat, {OsT} bot. Çok yapraklı çanak. || itidâl etm ek, {OsT} Olgunlaşmak.|| kesb-i kat’iyet,
ke’s-i vahîdü’l-vüreykat, {OsT} bot. Tek yapraklı {OsT} K esinlik kazanma; kesinleşme.|| kesb-i kud
çanak. ret, {OsT} Güç kazanma.|| kesb-i maaş, {OsT} G e
kes3, [Far. kes ^-S-] {eAT} {OsT} is. Kişi; şahıs; kimse. çimini sağlama.|| kesb-i maaş etmek, {OsT} Geçi
0 kes-i bî-kesân, {OsT} Kimsesizlerin yardımcısı. mini sağlamak. || kesb-i mümâreset, {OsT} Alışkan
lık kazanma; yatkınlık sağlama.|| kesb-i müma-
kes4, [kes] is. Ayak bileklerini de içine alacak biçim
reset etmek, {OsT} Alışkanlık kazanmak; yatkınlık
de, yumuşak taban ve sağlam bezden yapılmış yü
kazanmak.\\ kesb-i sükûnet, {OsT} Susm a; ya tış
rüyüş ayakkabısı. 0 kes atma, {ağız} Çelme. [DS]||
m a.|| kesb-i sükûnet etmek, {OsT} Yatışmak.||
kes atmak, {ağız} Ayağı çelmelemek; çelme tak
kesb-i şeref, {OsT} Onurlanma; şe r e f kazanma.\\
mak. [DS]
kesb-i şeref eylemek, {OsT} Şereflenm ek.|| kesb-i
kes5, [kes] sf. Kafası karışık; beyni bulanık. 0 kes
takarrüb, {OsT} Ulu bir kişiye yaklaşabilme duru
dönmek, Utancından, şaşkınlığından bir şey y a
mu kazanma.\\ kesb-i takarrüb eylemek, {OsT}
pam az olmak, || kes düşmek, {ağız} M ahcup olmak;
Yüksek bir mevkide bulunan birinin katm a girebil
utanmak; bozulmak. [DS]|| kes düşürm ek, Birini
me hakkına sahip olmak. || kesb ü kâr, {OsT} K a
utandırarak, şaşırtarak bunaltmak.
zanç.
kes6, [kes] {ağız} is. Yaprakları soyulmuş küçük mısır
koçanları. [DS] kesbe, [kes-mek > kes-be] {eT} is. Köy muhtarının,
kanal kazma imecesine katılmayanlara kesmiş o l
kesad, [Ar. kesâd ^l-S"] (kesa;d) {OsT} is. ■* kesat.
duğu ceza. [Clauson]
kesafet1, [Ar. kesafet cJL X ] (kesa.fiet) {OsT} is. 1. kesber, [kesber] {ağız} sf. Cıvık olmayan hamur. [DS]
Donukluk; bulanıklık. 2. Pislik; kir. kesbetmek, [Ar. kesb + T. et-mek] {OsT} gçsz.
kesafet2, [Ar. kesafet o ih T ] (kesa.fet) {OsT} is. 1. f. [-er] Kazanmak; edinmek,
Yoğunluk; kalınlık. 2. Sıklık; çokluk. 3. Saydam kesbî, [Ar. kesb > kesbı S] (kesbi;) {OsT} sf. Son
olmama; bulanıklık. 4. mecaz. Sayıca çok olma; radan kazanılan,
kalabalık. 0 kesâfet-i izafiye, {OsT} fiz. Özgül a-
kesbik, -ği [kes-mik / kesbik] {ağız} is. İri saman.
ğırlık.|| kesâfet-i mutlaka, {OsT} fiz. salt yoğun
[DS]
luk,|| kesâfet-i nüfus, {OsT} Nüfus yoğunluğu.
kesdek1, -ği [kesdek] {ağız} sf. 1. Kısa; bodur. 2.
kesakça, [kese+akça] {ağız} is. Beş yüz kuruş. [DS]
Basık burunlu. [DS] 3. is. Orta boy. [DD] 0 kesdek
kesalet, [Ar. kesâlet cJL -?] (kesadet) {OsT} is. Tem burunlu, {ağız} Burnu kiiçiik olan hayvan ya da
bellik; uyuşukluk; üşenme, insan. [DS]
kesan, [Far. kes > kesân oL-S"] (kesa;n) {OsT} is K i kesdek2, -ği [destek / kesdek] {ağız} is. B ir şeyi kal
dırmak için altına konulan ağaç parçası; destek.
şiler; şahıslar,
[DS]
kesane, [Far. kes > kes-âne -tiL-S"] (kesa;ne) {OsT} zf. kesdene, [Yun. kastanie / kastanon] {ağız} is. K esta
insana yakışır biçimde; insanca, ne. [DS]
kesat, -dı [Ar. kesâd -sU-S-] (kesa;t) {OsT} is. 1. (Alış kesdenkele, [kesdenkele] {ağız} is. Kertenkele. [DS]
veriş için) durgunluk. 2. Yokluk; bulunmazlık; kıt kesdiriş, [kes-tir-mek > kesdir-iş] {ağız} is. Anlayış
lık. 3. (Ürün için) az yetişm e; verim azlığı. kabiliyeti. [DS]
KES i i m m m • 2566
kesdirmek, [kes-tir-mek] {ağızj gçl. f. [-ir] 1. -►kes mek, {ağız} Kısaca, ayrıntısız anlatmak. [EG]|| kese
tirmek. 2. Sünnet ettirmek. [EG] yol, {ağız} 1. K ısa yol. 2. D ağlardaki keçi yolları.
kesdürmek, [kes-mek > kes-dür-mek] {eAT} gçl. f. [DS]
[ür] 1. (Tahminde) isabet ettirmek; kestirmek. [DK] kesebiç, -ci [kes-melc+biç-mek] {ağız} is. Sözleşme;
2. {ağız} Sünnet ettirmek. [EG] kontrat. [DS]
kesdüşmek, [kes+düş-melc] {ağız} gçsz. f. [-er] -*■ kesecek, -ği [kes-mek > kes-ecek] {ağız} is. 1. M a
kes düşmek. [DS] kas. 2. M eşin kesm ekte kullanılan kunduracı aracı.
3. Ham ur kesmeye yarayan yassı dem ir araç. [DS]
kese1, [Far. İdse {OsT} is. 1. îçine para, tütün
kesecik, -ği [kese-cik] is. 1. Küçük kese. 2. anat. İç
vb. konulan ve cepte taşman, kumaş veya örgüden
kulak dehlizinde, kırbacığın altında bulunan, denge
yapılm a küçük torba. 2. Bazı eşyaların üzerine ge
sağlamada önemli rol oynayan küçük zarsı organ.
çirilen kılıf. 3. Vücudu ovarak kir çıkarmakta kul
3. anat. Bir salgılayıcı kanala açılan, eldiven par
lanılan tül veya ipekten yapılma cep biçiminde kü
mağı biçimindeki küçük boşluk. 4. bot. Su bitkile
çük torba. 4. mecaz. Bir kimsenin şahsına ait para
rinin suda yüzer hâlde kalm asını sağlayan içi hava
veya serveti. 5. Eskiden akça olarak beş yüz kuruş;
dolu şişkinlik.
altm olarak on bin kuruş değerindeki para birimi. 6.
bot. Su bitkilerinin suda yüzer hâlde kalm asını sağ kesecük, [kes-mek > kes-e-cük {eAT} is. Par
layan içi hava dolu şişkinlik. 7. anat. Organizm a ça; kesekçik.
nın bazı boşluklarına verilen ad; kapalı boşluk. 8. kesedar, [Far. ldse+dâr jta -u~S"] (keseda:r) {OsT} is.
Küçük torba. 9. zool. Keseliler denilen memelilerin
1. Zengin kim selerin paralarını ve harcamalarını
dişilerinde bulunan, memeleri örten ve yavrular
idare eden kimse. 2. İm paratorluk döneminde resmî
doğduktan sonra gelişimini tamamladıkları karm
kâğıtları kese içinde emrinde çalıştığı kişiye götü
cebi. 10. sf. Belirtilen miktarda kese sayısı. 11. sf.
ren kalem amirinin yamağı. 3. Eskiden esnafın ge
Kese biçiminde olan. S kese çiçeği, bot. Am erika
lirlerini toplayıp saklamak ve istenildiğinde geri
kökenli, bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilen,
vermekle görevli kimse. 0 Kesedar efendi razı
dem et hâlinde çiçekler açan ağaççık, (Ceanothus),\\
olmaz. Yapılacak bir harcama veya girişilecek bir
keseden eklemek, B ir şey ısmarlandığında verilen
iş için gerekli olan paranın yeterli olmadığını be
paranın yetm em esi durumunda kendi parasından
lirtm ek için kullanılır.
ilave etm ek.|| kese kabı, {ağız} B ez çanta. [DS]||
keseden, [kem-mek > kes-e-den] {ağız} zf. K ısa yol
kese kâğıdı, 1. içine öte beri koymak için torba
dan; kestirmeden. [DS]
yapm akta kullanılan kâğıt. 2. Bu tür kâğıttan y a
pılm ış torba.\\ kesenin ağzını açmak, Para harca kesegelen, [kes-e+gel-en] {ağız} sf. Kısadan; kestir
maktan kaçınmamak,|| kesenin dibi görünmek, meden. [DS]
M evcut pa ra tamamıyla bitmek.\\ kesenize bereket, kesegen, [kes-mek > kes-egen] {ağız} is. 1. Fare. 2.
"Kazancınız bol olsun!” anlamında bir iyi dilek.\\ Danaburnu. 3. Erkek domuz. [DS]
kesesi elvermemek, B ir masrafı karşılamaya geliri keseğ, [kes-ek / keseğ] {ağızf is. Çamurlu yol; batak
veya parası yetmemek.\\ kesesi para görmek, Eline lık. [DS]
bir m iktar pa ra geçmek; para sahibi olmak. || kese keseğen, [kes-mek > kes-eğen {OsT} {ağız} is.
sine danışıp pazarbğa girişmek, M evcut parasını
1. Fare. 2. sf. Kesici; keskin. [DS]
veya gelirini düşünüp ona göre alış verişte bulun
m ak.|| kesesine danışmak, B ir harcamayı, gelirini keseğenlik, -ği [keseğen-lik S S £ L S ] {OsT} {eAT} is.
ve m evcut parasını dikkate alarak yapm ak; harca Keskinlik.
madan önce bütçesini gözden geçirmek.\\ kesesine kesek, -ği [kes-mek > kes-ek ıiLS ] is. 1. {eT} {eAT}
girm ek, I. Gelir elde etmek; kazanç sağlamak. 2.
Kesik; parça. [DLT] 2. {eAT} {ağız} Bel, kazma veya
B ir çıkarı olmak. || kesesine göre, Parasına ve gelir
sabanın toprağı işlerken çıkardığı sert ve iri toprak
durumuna uygun.\\ kesesine güvenmek, Parasın
topağı; sıkışmış kuru toprak parçası. [DS] 3. {ağız}
dan ve parasal imkânlarından güç bulmak.\\ kese
Geri kalan parça; kalan; artan; artık; bakiye. [DS] 4.
sine hiçbir şey girmemek, Yapılan bir işten veya Çimen oluşturm ak için üzerindeki otlarla birlikte
girişimden yararına bir şey elde edememek.\\ kese
çıkarılmış toprak parçası. 5. Şaşırtılacak bitki fıde-
ye davranmak, B ir alış veriş vb. için hemen öde
sinin su kaybetm emesi için kökünde bırakılan top
mede bulunmak; ödem ek istemek. rak yığını. 6. K esilecek orm an alanında işletmeleri
kese2, [kes-mek > lces-e *-£] (kese:) {eT} {eAT} zf. birbirinden ayıran çizgi. 7. Baldye; artık. 8. Bir tür
Kesin; kati. [KB] ilaç adı. [EUTS] 0 kesek kırma makinesi, Pulluk
kese3, [kes-mek > kes-e] {ağız} sf. 1. (Yol vb. için) demirinin çıkardığı kesekleri kırm ak için kullanılan
kısa; kestirme. [DS] 2. zf. Kestirmeden. 0 keseden bir çeşit tapan veya merdane.
gitmek, {ağız} K ısa yoldan gitmek. [EG]|| kese git kesekçik, -ği [lcesek-çik] {ağız} sf. Azıcık. [DS]
H I K C E M • 2567 KES
kesekes, [kes-e+kes] {ağız} zf. 1. Kesin olarak; kesin. seli memeliler, Vücutları çok kıllı, parm ak uçla
[DS] 2. Herhalde; mutlaka; tereddütsüz. [DD] rında tırnakları bulunan, ya ğ ve ter bezleri iyi g e
kesekle, [kesek-le] {ağız} is. Nezle. [DS] lişmiş, iki dişilik organı bulunan, eteneleri olma
keseklenme, [kesek-le-n-me] is. K esek hâline gelme yan, yavruları gelişene kadar karın üzerindeki ke
eylemi. selerinde barınan bir memeliler takımı, (Marsu-
keseklenmek, [kesek-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] 1. p ilia ).|| keseli şeytan, zool. K eseli sansargillerden,
(Toprak için) parça parça, yamru yum ru olmak; Tazmanya 'da yaşayan 75 cm. kadar uzunlukta, kı
kesek oluşmak. 2. Kesekli hâle gelmek, sa bacaklı, ayıya benzer bir memeli, (Sarcophilus
satanicus).
kesekleşme, [kesek-le-ş-me] is. 1. K esek durum una
gelme. 2. Çimentonun elde sıkılınca topak hâline keseliler, [kese-li-ler] is. zool. Yavruları doğumdan
gelmesi. sonra kam ında bir kesenin içinde aylarca kalan
etenesiz mem eliler takımı; keysiye, (M arsupialia).
kesekli, [kes-ek-li] sf. (Toprak için) kesekleri olan;
parça parça kabarmış olan. S kesekli dikim , Fide kesenıetj [kes-mek > kes-im / (Arapça kural, benz.)
veya fidanları kolay tutması için kökünde toprak kesemet] {ağız} is. Anlaşma; söz kesme. [DS]
topağı bulunacak şekilde dikim işi. kesen1, [kes-mek > kes-en] sf. 1. Kesm ek işini ya
pan. 2. is. mat. Bir şekli özellikle bir üçgeni iki par
kesel1, [Ar. kesel J —S] {OsT} is. Uyuşukluk; bitkin
çaya ayıran doğru. 3. B ir başka cümle ile ortak olan
lik; tembellik. 0 kesel gelm ek, {OsT} Usanmak; cümle veya eleman. 4. {ağız} Fare. [DS]
tembelleşmek.\\ kesel verm ek, {OsT} Tembelliğe ve kesen2, [kes-mek > kes-en] {ağız} is. K ısa yol; kes
uyuşukluğa sebep olmak. tirme. [DS]
kesel2, [kes-mek > kes-el] {ağız} is. Engel. [DS] kesen3, [kes-mek > kes-en] {ağız} is. Çamurlu yollar
keselan, [Ar. keselân o^L^"] (kesela:n) {OsT} is. U- daki tekerlek ve hayvanların kum m uş izleri. [DS]
yuşukluklar; bitkinlikler; tembellikler, kesene, [kes-mek > kes-en-e {eAT} {ağız} is. 1.
kesele, [? kesele] {ağız} is. Soyu karışık olan köpek Pazarlığı toptan yapılan iş; götürü. 2. Kira. 3. O r
yavrusu. [DS] taklaşa tutulan bekçiye verilecek ücretin kişi veya
keselek, -ği [kes-mek > kes-e-le-k] {ağız} is. Orman aile başına düşen payı. 4. Abone. 5. Haraç; vergi. 6.
da kurumuş ve kırılmış dal ve ağaç parçaları. [DS] Kesinti. 7. Sözleşme; yazılı anlaşma. 8. Yaptığı
keselekge, [keselek-ge / keselek-ke] {ağız} is. K er kötü davranışı affettirmek için müridin dedeye ver
tenkele. [DS] diği para. [DS] S kesene kesmek, {ağız} Bahçe
keseleme, [kese-le-me] is. Kese yapm a eylemi, bekçiliği için m al sahiplerinin vereceği bekçi ücre
keselemek, [kese-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] 1. tini belirlemek, kararlaştırmak. [DS]|| keseneye
Temizlem ek amacıyla kese ile birinin vücudunu verm ek, {eAT} {ağız} Götürü vermek; toptan ver
ovalamak. 2. {ağız} Kese içine koymak; torbala mek. [DS]
mak. [DS] kesenek1, -ği [kes-mek > kes-enek] is. 1. Bir gelir
keseleniş, [kese-le-n-iş] is. K eselenm ek eylemi veya kaynağının mülkünü değil de gelirini satın alma;
iltizam. 2. Devlet görevlilerinin maaşlarından her
biçimi.
ay belli oranda yapılan kesinti. 3. {ağız} Götürü pa
keselenme, [kese-le-n-me] is. Kese ile yıkanm a ey
zarlıkla toptan verilen iş. [DS] 4. {ağız} K öy baltalı
lemi.
ğı; orman. [DS] 0 keseneğe almak, B ir yerin g eli
keselenmek, [kese-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] Kese ile
rini satın almak. || keseneğe verm ek, B ir şeyin g eli
ovulunarak yıkanmak,
rini önceden götürü olarak satmak.
keseletme, [kese-le-t-me] is. Kese ile ovalatma ey kesenek, -ği [kes-mek > kes-enek] {ağız} is. Levha;
lemi. yaprak. [DS]
keseletmek, [kese-le-t-mek] gçl. f. [-ir] Birine ken kesenekçi, [kes-enek-çi] is. B ir gelir kaynağının
dini kese ile ovuşturtarak yıkatmak; kese yaptırt m ülkünü değil de gelirini satın alan kimse; m ülte
mak. zim
keseli, [kese-li] sf. Kesesi olan. 0 keseli ayı, zool. keseneli, [kesene-li] {ağız} sf. 1. Borçlu. 2. Aboneli.
Kuskusgillerden, Avustralya ’da yaşayan, koyu gri 3. Kesin belgelere bağlanmış, yükümlülüğü üst
renkte, bodur, kuyruksuz, küt burunlu, kulakları lenmiş bulunan. [DS]
geniş ve tüylü, geceleri ortaya çıkan, yavaş hareket kesenet, [kes-en-et] {ağız} is. Güvence; inanca. [DS]
eden, yaprakla beslenen tırmanıcı bir keseli hay kesenetli, [kes-en-et-li] {ağız} is. Güvenceli; inancalı.
van; koala, (Phascolarctus cinereus).|| keseli kurt, [DS]
tıp. 1. Kasların içinde kist hâlinde bulunan bir tür
kesenkes, [kesin+kes {OsT} {ağız} zf. Kesin;
tenya embriyonu, (Taenia solium, T. sagineta,
Cysticercus). 2. zo o l T azm anya’da yaşayan bir ke kati; kesinliğe yakın olarak; kesinkes. [DS]
seli hayvan türü, (Thylacinus cynocephalus),\\ ke keser1, [kes-mek > kes-er] is. K ısa bir ahşap sap ta
KES o i ü m i ü m m • 258$
kılmış, bir tarafı tahta yontmak için keskin ağızlı, kesici, [kes-ici] sf. 1. K esm ek işini yapan; bir şeyi
diğer tarafı çivi çakmak için dörtgen başlı ve orta kesebilen. 2. is. K asaplık hayvanları kesen kişi;
sında çivi sökmek için bir yarığı bulunan dülger kasap. 3. Kesmek işlerinde kullanılan alet. 4. Elekt
aleti. rik donanım ında meydana gelen bir kaçak sırasında
keser2, [kes-mek > kes-er / es-mek > es-er] {ağız} is. devreye girerek akımı kesen alet. 5. Otomobillerde
Şiddetli soğuk. [DS] bujilere sıra ile akım verme işlemini gerçekleştir
kesercik, -ği [kes-er-cik] {ağız} is. Kar çiçeği; çiğ mek için devre kesen aygıt. 6. {ağız} (Kişi için) bi
dem. [DS] rinin arkasından kötü konuşan; çekiştiren; kötüle
kesergen, [kes-er-gen / kes-egen] {ağız} is. Danabur yici. [DS] 7. {ağız} Aleyhtar. [DS] fi3 kesici diş,
nu. [DS] anat. İnsan ve memelilerde çenenin ön kısmında
yer alan, asıl görevi kesip koparmak olan, taç kıs
keseri, [kes-er-i] {ağız} zf. Götürü; toptan. [DS]
mı keskin ve tek köklü dişlerden her biri.
keserlemek, [kes-er-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(i)-
yor] 1. Uydurmak. 2. Çapalamak. 3. Engellemek. kesicilik, -ği [kesi-ci-lik] is. 1. Kesicinin yaptığı iş;
[DS] kesici olm a durumu. 2. {ağız} Arkadan konuşma;
kötüleyicilik; yericilik. [DS] S kesicilik etmek,
keses, [? keses] {ağız} is. Saç kepeği. [DS]
{OsT} Adam öldürmek,|| kesicilik yapm ak, {ağız}
kesevze, [? kesevze] {ağız} is. Her söze, her işe karı
Çekiştirmek; yermek. [DS]
şan. [DS]
kesiç, -ci [kes-mek > kes-iç] {ağız} is. Ekm ek çevir-
keseyak, [kes-e+ayak] {ağız} is. Toptan pazarlık.
geci; eyseran. [DS]
[DS]
kesf, [Ar. kesf ‘- J-S] {OsT} is. 1. Görünmez olma. 2. kesid, [Ar. kesîd J^.-S'] (kesi:d) {OsT} sf. 1. Geçer
(Güneş ve ay için) tutulma. 3. Işığını kesme, liliği olmayan; geçmez; sürümsüz. 2. B ir şeyin dü
şük kalitelisi.
kesgenmek, [kes-ge-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir]
V uracakmış gibi ellerini kaldırarak saldırmak. [DS] kesif, [Ar. kesafet > k eşif ^M 5"] (kesi:f) {OsT} s f 1.
kesgin, [kes-kin] {ağız} sf. Keskin. [DS] Yoğun. 2. Saydam olmayan. 3. Sulu olmayan; ko
kesgü', [kes-mek > kes-gü jSL~S] {eT} {OsT} is. Ke yu. 4. Sık; kalın, t? kesif nüfus, Yoğun nüfus.\\ ke
sif oluşum, bot. Aralarında boşluk bırakmadan
secek nesne. [DLT]
toprak üzerini tamamen örten bitki örtüsü; yoğım
kesgü2, [eT. kiiskü] {ağız} is. Fare. [DS] oluşum. || kesif yem , Selülozu düşük, sindirilebilir
kesgüç, -cü [kes-mek > kes-güç] {ağız} is. 1. Hamur besin madde oranı yüksek yem.
kesm ekte kullanılan araç. 2. Sac üzerindeki ekmeği kesig, [kez-mek > kez-ig] {eT} is. -*■ kezig. [Gabain]
çevirmeye yarayan yassı tahta araç; eyseran. [DS]
k esik 1, -ği [kes-mek > kes-ik] sf. 1. Kesilmiş olan;
kesgük, [kes-mek > kes-gü] {eT} is. 1. Kesici alet. 2. parçalara ayrılmış; kopmuş. 2. (Süt için) bozulmuş.
Köpeğe takılan çivili tasma; halka. [DLT] 3. Kesilm ek suretiyle yaralanmış olan. 4. argo. Kö
kesği, [kes-ki] {ağız} is. 1. Hamur kesmekte kullanı tü; fena. 5. Kanı durdurmak için kullanılan ota halk
lan yassı demir araç. 2. Kara kovandan bal almakta arasında verilen ad. 6. (Elektrik, su, gaz vb. için)
kullanılan bir ucu sivri, öteki ucu yassı, kaşığa akışı durdurulmuş olan. 7. (Yol için) trafiğe kapa
benzer, bir metre uzunluğunda demir araç. [DS] tılmış; trafik akışı durdurulmuş. 8. Âşık olmuş; tut
ke’sî [Ar. k e’sı (ke'si:) {OsT} sf. 1. Kadehle il kun. 9. is. Kesilerek yarılm ış nesne. 10. Kesildikten
gili. 2. Çanağa benzer, sonra arta kalan nesne. 11. Gazete ve dergilerden
kesilmiş yazı veya resim. 12. argo. Parası olmama
kesî, [Far. kesı Lr-S‘] (kesi:) {OsT} is. 1. Bir kişi. 2. İn
durumu. 13. ed. Türk halk edebiyatında hece sayısı
sanlık; mertlik. 7 ve 8 olan şiir türlerine verilen ortak ad. S kesik
kesi1, [kes-mek > kes-i] {ağız} is. 1. Bezden biçilmiş çizgi, D üzenli aralıklarla kesilen çizgi. || kesik ha
elbise; çamaşır. 2. Giysi. [DS] S kesi taşı, {ağız} va, H alk şiiri dışında ya n ık bir ezgi ile söylenen
Tokaçla çamaşır yıkarken çamaşırların altına ko deyiş. || kesik kelime, dbl. B ir bölümü kesilerek kul
nulan yassı ve büyük taş. [DS] 0 kesi taşı, Tokaçla lanılan kelime.\\ kesik kerem, A şık K erem 'in bul
çam aşır yıkarken üzerinde çamaşırın dövüldüğü duğu söylenen bazı halk şiiri örneklerinin ezgisinde
büyük ve yayvan taş. kullanılan ya n ık bir türkü biçimi.\\ kesik kesik,
kesi2, [kes-mek > kes-i] {ağız} is. Bir atımlık barut; Aralıklı olarak; kısa kısa. [| kesik koni, mat. Taban
barut ölçüsü. [DS] ve tabana paralel bir düzlemle sınırlanan koni p a r
kesi3, [kes-mek > kes-i] {ağız} is. İcar; iltizam. [DD] çası,|| kesik mani, ed. İlk dizesi 7 ’den az heceli
0 kesiye vermek, {ağız} Toptan veya uzun süreli anlamlı veya anlamsız sözlerle başlayan mani tü
ğine kiraya vermek. [DS] rü.]| kesik otu, {ağız} H alk hekimliğinde kanayan
kesi4, [kes-i] {ağızj is. Ucu eğik baston. [DS] ya ra üzerine konularak kanı durdurmakta kullanı
kesib, [kes-mek > kes-ip ?] {ağızj is. Ölçü. [DS] lan bir ot. [DS]|| kesik para, {OsT} Ayarı veya mik-
i ü i n r a f f i î a ö i i . 2569 KES
tan düşük para. || kesik piram it, mat. Taban ve kesili, [kes-mek > kes-i-li] {ağız} sf. 1. Söz verilmiş;
tabana paralel bir düzlemle sınırlanan p iram it par- sözlü. 2. Tamamlanmış; bitmiş. [DS]
çası. 1| kesik prizma, mat. Ayrıtları kesen bir düz kesilik, -ği [giyesi-lik / kesi-lik] {ağız} is. Çamaşırlık.
lem ile taban arasında kalan prizm a parçası. [DS]
kesik2, -ği [kes-ik] {ağız} is. 1. Tarla, bağ ve bahçe kesilim, [kesil-mek (çok beğenmek) > kesil-im]
çevresine açılan derin hendek; ark. 2. B ağlan ayı {ağız} sf. Güzel; iyi. [DS]
ran çit. 3. Sebze bahçesi. 4. Köye yakm tarla veya kesiliş, [kes-il-iş] is. Kesilmek eylemi veya biçimi,
bahçe. 5. Tepelerin üzerindeki düzlük. 6. Çayırların kesilme, [kes-il-me] is. Kesmek eylemine uğramak
kenarındaki bataklıklar. 7. Engebeli toprak. 8. Köy durumu.
evlerinde ambar görevi gören, kerpiçle bölünmüş
kesilm ek1, [kes-mek > kes-il-mek dL-L-S"] edil. f. [-
yer. [DS] S kesik kesmek, {ağız} H endek açmak;
ir] 1. Kesmek eylemi yapılmak. {eT} {eAT} (aynı)
kanal kazmak. [DS]
[DLT] '[EUTS] [KB] [DK] 2. Kendi üzerinde başkala
kesik3, -ği [kes-mek > kes-ik] {ağız} is. 1. Çiğ sütten
rınca kesm e işi uygulanmak. {eT} {eAT} (aynı) [DLT]
yapılan yağsız peynir; çökelek. 2. Süt veya ayranın
[EUTS] [KB] [DK] 3. (Elektrik, su, gaz veya hava
kestirilmesi ile elde edilen bir tür peynir; çökelek;
için) akımı, akışı durdurulmak; son verilmek; ara
ekşimik. 3. Süzülmüş ayran. [DS]
verilmek. 4. Tutulmak; kapatılmak. 5. {eAT} {OsT}
kesik4, -ği [kes-mek > kes-ik] {ağız} is. 1. Yemeni;
dönşl. f. Ayrılmak; uzaklaşmak; ilgiyi sona erdir
terlik. 2. Ayakkabı. [DS]
mek; vazgeçmek. 6. Bitmek; tükenmek; sonu gel
kesik5, -ği [kes-mek > kes-ik] {ağız} is. Sudan, don mek; sona ermek; dinmek. 7. (Yemek, içmek vb.
dan zarar görmüş ekin. [DS] doğal ihtiyaçlar...(ayrılma hâli ile)-den) yapamaz
kesik6, -ği [kes-mek > kes-ik] {ağız} sf. 1. (Kişi için) hâle gelmek; yoksun kalmak. 8. Ansızın bir yor
kansız; zayıf. 2. (Kişi için) dayanıksız; güçsüz. 3. gunluk çökmek; bitkin hâle gelmek; tükenmek;
Hızlı yürüyemeyen; yorgun. [DS] yorulmak. 9. mecaz. Herhangi bir özelliğe sahipmiş
kesik7, -ği [keşik] {ağız} is. Sıra; nöbet. [DS] gibi görünmek; ... gibi olmak; ...-e benzemek; ...-e
kesikçi, [kes-mek > kes-ik-çi] {ağız} sf. K esin ve öz dönmek. 10. mecaz. Çeşitli duygusal durumlar se
konuşarak tartışmaya son veren. [DS] bebiyle bir şey gibi olmak; ona dönmek; benze
kesiki, [kes-mek > kes-ik-i ?] {ağız} is. 1. Kerpiç. 2. mek. 11. dönşl. f. Durmak; sona ermek. 12. argo.
Tuğla; kiremit. [DS] Birini çok beğenmek; çok hoşlanmak; tutulmak.
kesikleşmek, [kesik-le-ş-mek] {ağız} işteş, f. [-ir] 13. argo. Kumarda para kaybetmek; ütülmek; eğ
Ortaklaşmak. [DS] lence yerinde çok para harcamak. 14. (Yardımcı fiil
kesikli1, [kesik-li] sf. 1. Kesikleri olan. 2. A rada olarak) kendinden önceki kelimeyi “o lm a k” anla
duraklamalar yapan; sürekli olmayan. 3. fiz. Atom m ında pekiştirir, ateş kesilmek
ve fotonlar gibi sürekli yapıda olmayan. 4. is. fel. kesilmek2, [kes-il-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] 1. (Süt
Kök bakım ından birbirinin dışında yer alan unsur ve bazı yiyecekler için) içindeki maddeler birbirin
lardan kurulmuş olan şey. S kesikli akım, D urak den ayrılarak veya bakteriler etkisi ile bozulmak;
lamalar yapan, aralıklarla devam eden elektrik ekşimek. 2. (Kaynatıldıktan sonra dinlendirilmek
akımı.|| kesikli nabız, Atımları arasındaki süreler üzere ocaktan alınan şıra için) içinde bulunan pek
eşit olmayan nabız. mez toprağı ve bağlı tortular dibe çökmek; durul
kesikli2, [kesik-li] {ağız} is. Çökelek ile yapılan bir mak. [DS]
tür börek. [DS] kesim 1, [kes-mek > kes-im j*—i] is. 1. Kesmek ey
kesiklik, -ği [kesik-lik] is. 1. K esik olm a durumu. 2. lemi. 2. Kendine özgü kesme biçimi; kesiliş şekli.
Sürekli olmayan bir şeyin durumu. 3. A kar durum 3. Terzinin belli bir ölçü ve modele göre kumaşa
da olan bir şeyin kesintiye uğradığı yer. 4. Ansızın biçim verm esi işlemi; fason. 4. M odaya uygun gi
gelen yorgunluk; kırıklık; halsizlik. S kesiklik yim; moda. 5. {ağız} Beden yapısı; cüsse; kılık.
vermek, 1. A ra vermek; sürekliliği engellemek. 2. [DS] S kesim evi, D ikilecek elbiselerin kesiminin
Yorgunluk, bitkinlik ortaya çıkmasına neden olmak. yapıldığı ye r veya moda evi.
kesiklilik, -ği [kesik-li-lik] is. Kesikli olm a durumu; kesim2, [kes-mek > kes-im] is. Bir hayvanı etinden
kesikli olan bir şeyin niteliği, yararlanm ak için kesm e işi; boğazlama; kasaplık
kesiksiz, [lcesik-siz] sf. 1. Hiçbir kesintiye uğram a etme. S kesim evi, K asaplık hayvanların kesilip
dan devam eden; sürekli; devamlı. 2. Kesintisiz temizlendiği yer; mezbaha; kanara.
olan. 3. Sonsuza kadar bölünebilir. 4. is. fel. B ölü kesim3, [kes-mek > kes-im] is. 1. Sona erm e zamanı;
mü, kesintisi olmayan şey. S1 kesiksiz akım, K e kesme vakti. 2. Bir şeyin en fazla alabileceği m ik
silmeden, ara vermeden sürüp giden elektrik akımı. tarı belirtm ek için konulmuş işaretli yer. 3. {ağız}
kesilgen, [kes-mek > kes-il-m ek > kes-il-gen] {eT} sf. Ürün kaldırm a zamanı. [DS]
Her zaman kesilen. [DLT] kesim4, [kes-mek > kes-im] is. 1. Kesilip ayrılmış,
KES İ M İ M SQ M • 2S70
bölünm üş şey. 2. Bölge; bölüm; taraf; kısım; bölük. atölye. 2. K asaplık hayvanların kesilip tem izlendiği
3. bsy. B ir m anyetik ortamda bilgi saklama alanla yer; kesim evi; mezbaha; kanara,
rından her biri. 4. bsy. Birbirinden belli bir ölçüde kesimlem e, [kes-im-le-me] is. bsy. Bir programı,
bağım sız çalışabilen ve bir programı oluşturan yol gerektiği zaman çağırmak ve kapatm ak üzere birbi
lardan her biri. [DS] rinden bağım sız bölümlere ayırma işlemi,
kesim 5, [kes-mek > kes-im] is. 1. Sınırlanmış; ayrıl kesim lem ek, [kes-im-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yorJ
m ış şey. 2. Ekonomik veya toplumsal faaliyetlerin B ir işi yapmazdan önce tahmin ve takdir etmek;
yürütüldüğü alan; sektör, (1935). 3. Toplum un belli kestirmek.
nitelikleri ve özellikleri taşıyan bir bölümü. kesimli, [kes-im-li] sf. 1. (Belirtilen özellikte) kesimi
kesim 6, [kes-mek > kes-im p—S'] {ağız} is. 1. Ödene olan. 2. Kararlaştırılmış; kesin hâle getirilmiş; ke
cek miktarı belirleme; pazarlık; alış verişte anlaş sin. 3. Boylu boslu; yakışıklı; biçimli. 4. (Yaprak
ma; sözleşme; taahhüt. {eAT} (aynı) [DK] 2. {eAT} için) dilimleri orta damara kadar bölünm üş olan. 5.
{OsT} İki taraf arasında kararlaştırılan şey. 3. Son {ağız} is. Kesin, belli ücret. [DS]
söz. 4. Fiyat; eder. 5. Yazın inek veya koyunun kesimltt, [kesim-lü S'] {eAT} sf. Kararlaştırılmış;
ürününü paylaşm ak üzere bakıcıya verme. 6. Oran taahhüt edilmiş,
lama; tahmin. 7. Belli ve kesin ücret. [DS] 8. Bir
kesimlik, -ği [kes-im-lik] sf. 1. (Kasaplık hayvanlar
şeyin gelirine toptan biçilmiş fiyat; kesenek. 9.
için) eti için beslenmiş veya ayrılmış olan; kesime
İcar. S kesim akçası, {ağız} Mihr-i muaccel. [DS]|J
elverişli. 2. (Ağaçlık için) kesilecek olan; kereste
kesime kesmek, {eAT} {OsT} {ağız} 1. B ir işi belli
veya odun yapm aya elverişli,
bir şekilde yapm ak üzere anlaşmak. 2. Takside
kesin, [kes-mek > kes-in] sf. 1. Hiçbir şekilde kuşku
bağlamak. [DS] || kesime vermek, 1. {eAT} Kiraya
ya, duraksamaya yer verm eyecek ve geri dönüşü
vermek; keseneğe vermek; iltizam etmek. 2. Götürü
m üm kün olm ayacak biçim de olan; kati; maktu,
pazarlıkla satm ak veya kiraya vermek. || kesime
(1935). 2. zf. H içbir kuşku ve duraksamaya yer
yazm ak, {eAT} Vergiye bağlamak; belli bir para
verm eyecek biçimde. S kesin bilgi, fel. Doğrulu
ödemeyezorlamak.\\ kesim iş, {ağız} Götürü, toptan
ğundan kuşku duyulmayan bilgi; gerçek bilgi.\\ ke
iş. [DS]|| kesim itmek, {eAT} Vergiye bağlamak.\\
sin depolam a alanı, R adyoaktif artıkların başka
kesim kesmek, {ağız} 1. {OsT} B ir işi belli bir şe
kilde yapm ak üzere anlaşmak; sözleşmek. 2. Taksi yere taşınm amak üzere kesin olarak depolandığı
de bağlamak. 3. Pazarlıkta anlaşmak. 4. Düğün ve denetimli alan. |[ kesin delil, huk. Yargıcın mutlak
y a nişan için kız ve erkek aileleri anlaşmak; düğün surette karar verm ek zorunda olduğu doğrıı ve ger
tarihini belirlemek. 4. {ağız} Söz kesmek. [DS] çek kanıt. j| kesin fiyat, Miktarında indirim yapıla
m ayacak tekfiyat.\\ kesin hesap, M alî y ıl sonunda
kesim 7, [kes-mek > kes-im j*—S'] {OsT} {ağız} is. 1.
hazırlanan, o yıla ait gerçekleşen gelir ve giderle
Biçim; kılık. 2. Boy bos; cüsse. [DS] S kesim ça rin dökümü. || kesin hesap kanunu, Bütçe kanunun
lım , {ağız} Boy bos; endam. [DS] ilgili m addelerine göre o m alî y ıl içinde elde edil
kesim 8, [kes-mek > kes-im] {ağız} is. Sel yarıntıları. miş gelirlerle yapılm ış olan harcamaların uygıda-
[DS] masını belirten kanun.|| kesin hüküm, huk. Yargı
kesim 9, [kes-mek > kes-im] {ağız} is. Dört dönümlük cın vermiş olduğu, aynı olay ile ilgili başka bir
toprak alan. [DS] mahkemede dava veya yargı işleminin yürütüleme-
kesim 10, [kes-mek > kes-im] {ağız} is. Birinin yaptık yeceği, bir çekişmenin söz konusu edilemeyeceği
larını veye söylediklerini alay olsun diye tekrarla hüküm.\\ kesin olarak, Kesin bir biçimde; kesinlik
m ak; onun gibi yapm ak veya konuşmak; taklit et le.|| kesin süre, huk. Yargıcın açık olarak belirttiği
mek. S’ kesim etmek, {ağız} Taklidini yapmak. ve herhangi bir şekilde aykırı hareketin mümkün
[DS]|| kesim kesmek, {ağız} Taklidini yapmak. [DS] olamayacağı süre. || kesin yemin, huk. B ir hukuk
kesim 11, [kes-mek > kes-im] {ağız} zf. Kadar; derece. davasında eylemin ispatlanması, davanın çözümü
[DS] için taraflardan birinin önerdiği yemin.
kesimci, [kes-im-ci LS= ^ S ] is. 1. Kesim işini yapan kesincilik, -ği [kesin-ci-lik] is. fel. A hlak yasasının
kimse; kesim işiyle uğraşan; kesim işini meslek kesin buyruk olduğunu savunan öğreti.
edinen kimse. 2. B ir gelir kaynağının m ülkünü de kesindik, [kes-in-dik ^\x~£] {OsT} is. Kesinti; kes
ğil de gelirini satın alan kimse; kesenekçi; mülte m ek sonucu arta kalan,
zim. 3. {OsT} Bir işi belli bir para karşılığında kesinekes, [kesin-e+kes] {ağız} is. Kesinkes. [DS]
yapm ayı üzerine alan; yüklenici,
kesinetli, [kesin-et-li (Arapça benzeri üretme)] {ağız}
kesimhane, [kes-im+ Far. hâne 4iU**i"] (kesim- sf. Zorunlu; şart. [DS]
ha:ne) {OsT} is. 1. Hazır giyim sanayiinde kum aş kesinkes, [kesin+lces] (kesinkes) zf. Son derece
ların verilen ölçülere ve kalıplara göre kesildiği kesin olarak; kesinlikle.
lim it i m i . 2571 KES
kesinleme, [kesin-le-me] is. 1. K esinlem ek eylemi ve adlâ, {OsT} mat. Çokgen.|| kesîrü’l-ahbâb, {OsT}
durumu. 2. Kesin olduğunu öne sürme eylemi; ke D ostu çok olan.|| kesîrü’l-eşkâl, {OsT} mat. Çok
sin olduğu öne sürülen düşünce, şekilli.|| kesîrü’l-evlâd, {OsT} Çocuğu çok olan. ||
kesinlemek, [kesin-le-mek] g ç l.f. [-r] [-l(i)-yor] Ke kesîrtt’l-ezhâr, {OsT} Çiçekleri çok olan. ||
sin bir düşünce öne sürmek, kesîrü’l-hücre, {OsT} bot. Çok hücreli.\\ kesîrü’l-
kesinleşme, [kesin-le-ş-me] is. 1. Kesin bir duruma iyâl, {OsT} Geçindirmek zorunda olduğu ailesi ka
gelme eylemi. 2. Kesinlik kazanma, labalık olan.\\ kesîrü’l-kalîl, {OsT} A z ve çok.||
kesinleşmek, [kesin-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] Kesin kesîrü’l-mâl, {OsT} Malı çok olan.|| kesîrü’l-
ve değişmez bir durum almak; kesinlik kazanmak; m a’nâ, {OsT} dbl. Çok anlamlı.\\ kesîrü’l-vuku’,
katileşmek. S kesinleşmiş karar, huk. Kararın, {OsT} Çok ve sık oluşan.|| kesîrü’l-vücflh, {OsT}
bozulması için bir üst makama başvurulamayacak mat. Çok yüzeyli cisim. || kesîrü’n-nevâl, {OsT} Çok
karar. iyiliksever.\\ kesîrü’z-zarâr, {OsT} Zararı çok olan.
kesinleştirme, [kesin-le-ş-tir-me] is. Kesin ve de kesir2, [Ar. kesir j~ £ ] (kesi;r) {OsT} sf. Kırılmış.
ğişmez bir durum almasını sağlama; kesinlik ka kesir3, -sri [Ar. kesr (kırma) j S ] {OsT} is. 1. is. mat.
zandırma.
Eşit olarak bölünmüş bir birimin b ir veya daha çok
kesinleştirmek, [kesin-le-ş-tir-mek] is. g ç l . f [-ir] 1.
parçasını ifade eden miktar. 2. Kırma; paralama;
Kesin ve değişmez bir durum almasını sağlamak;
parçalama. S kesir ölçek, H arita ve planlarda p a
kesinlik kazandırmak. 2. Bir kompozisyona son
yı 1 rakamı ile gösterilen kesirli ölçekler.
şekli kazandırmak,
kesinlik, -ği [kesin-lilc] is. 1. K esin olan şeyin duru kesiren, [Ar. kesret > kesir > kesîren I j ^ ] (kesi: 'ren)
mu; kesin olm a durumu; katiyet. 2. fel. Düşüncenin {OsT} zf. Çok kere; sık sık; çoğunlukla,
bir gerçeği kavram ası ve kabullenmesi, kesirli, [kesir-li] sf. Bir kesir biçiminde olan; tam
kesinlikle, [kesin-lik-le] zf. Kesin bir biçimde; kesin sayı ile ifade edilemeyen; kesir bulunduran. S k e
olarak; mutlak surette; mutlaka; her hâlde; katiyet sirli sayı, Bir birim ile, bu birim in eşit olarak b ö
le. lünmüş parçalarından bir veya birkaçını alarak elde
kesinme, [kes-in-me] is. K endisi için bir şey kesme, edilen büyüklüğün birleşik şekilde ifadesi olan sa
kesinmek, [kes-mek > kes-in-mek] {eT} dönşl. f. [-ir] yı-
1. Kendisi için bir şey kesm ek veya kestirmek. kesirsiz, [kesir-siz] sf. 1. Kesri bulunmayan. 2. K esir
[DLT] 2. {ağız} Kendisi için elbise kestirtmek; elbi niteliğinde olmayan,
se dikinmek. [DS] keşişiyle, [kesi-s-i-y-le] {ağız} zf. Ölçülü olarak. [DS]
kesinsiz, [kesin-siz] sf. Kesin olmayan; kesinliği bu kesiş, [kes-mek > kes-iş] is. Kesmek eylemi veya b i
lunmayan. çimi.
kesinsizlik, -ği [kesin-siz-lik] is. Kesin olm ama du kesişen, [kes-mek > kes-iş-mek > kes-iş-en] sf. (Y ü
rumu; kesin olmayan şeyin durumu, zey, çizgi, süs, yol, ırmak vb. için) birbirini kesip
kesinti, [kes-mek > kes-in-ti is. 1. Kesilen, geçen.
yontulan bir şeyden çıkan küçük parçalar; kırpıntı; kesişim, [kesiş-mek > kes-iş-im] is. 1. Birbirini kes
yonga. 2. Ücret ve başka türlü ödemelerde herhangi m ek eylemi. 2. mat. Ortak elemanları bulunma du
bir sebeple kesilen miktar; tenkis. 3. İşin veya bir rumu.
çalışmanın geçici bir süre için durması; kesilme; kesişme, [kes-iş-me] is. 1. Birbirini kesm ek eylemi.
durma; aksama; inkıta; fasıla. 4. Taklit; alay. 5. 2. mat. Doğru ve yüzeylerin bir nokta veya çizgi
{ağız} Kesilmiş süt. [DS] S1 kesintiye almak, {ağız} üzerinde birbirine kavuşması,
Biri ile gizli gizli alay etmek; eğlenceye almak; kesişmek, [kes-mek > kes-iş-mek dU-i-X] işteş, f. [-
alaya almak; taklit etmek. [DS]|| kesintiye uğra ir] 1. Birbirini kesmek. {eT} (aynı) 2. {eT} Birlikte
mak, B ir zam an için durmak; sekteye uğramak. kesmek. [DLT] 3. (Bir alış veriş için) alıcı ile satıcı,
kesintili, [kes-in-ti-li] sf. Kesintisi olan; kesinti ya fiyatta anlaşıp uyuşmak; pazarlıkta anlaşmak; bir
pılmış olan. sonuca varmak. {eT} {OsT} {ağız} (aynı) [EUTS] [DS]
kesintisiz, [kes-in-ti-siz] sf. 1. Kesintisi olmayan. 2. 4. argo. (Kadm ve erkek için) birbirlerine duyduk
Aralıksız; sürekli olan; kesintiye uğramamış olan. ları ilgiyi bakışlarıyla ifade edip anlaşmak. 5. mat.
3. (Ücret, para vb. için) kesinti yapılmam ış olan; (Doğru ve yüzeyler için) bir nokta veya çizgi üze
tamamı verilen. 4. zf. Kesinti yapılmam ış olarak. 5. rinde birbirine kavuşmak. 6. {eT} Kavga etmek,
zf. Sürekli olarak; devamlı; aralıksız. kesiştirme, [kes-iş-tir-me] is. Kesişmelerine sağla
kesir1, [Ar, kesret > kesir jaT] (kesi;r) sf. 1. Çok o- m ak eylemi.
lan; çok bulunan. 2. Ç ok defa olan; kısa aralıklarla kesiştirmek, [kes-mek > kes-iş-tir-mek] gçl. f. [-ir]
olan; sık sık. 3. Türü çok olan; çeşitli. S kesîrü’l- Kesişmelerini sağlamak; birbirini kestirmek.
KES Ö IİİM IltSÖ M • 2S72
kesit1, [kes-mek > kes-it] is. 1. Bir şeyi inceleyebil keskes1, [Far. na-kes => nekes / keskes] {ağız} is.
m ek için enlemesine yapılan kesme işleminde orta Cimri. [DS]
y a çıkan görünüm, (1937). 2. Kesilmek suretiyle keskes2, [kes-ke-s ?] {ağız} is. îki karşı düşünce ara
alınmış parça. 3. Bir düzleme göre kesilm iş kabul sında kalan kimse. [DS]
edilen şeyin görüntüsü. 4. Toplumun belli özellik keskılıç, -cı [kes+lcılıç] {ağız} is. Baklava. [DS]
leri yansıtan bir bölümü. 5. Herhangi bir tarihî veya kesk i1, [kes-kü > kes-ki] is. 1. Herhangi bir şeyi kes
toplumsal olayda ayırıcı özellikler taşıyan süreç. 6. meye yarayan ucu keskin araç. 2. Ağaç dallarını
biy. Canlıların yapısından, mikroskop altında ince kesm ekte kullanılan küçük balta; el baltası. 3. De
lenm ek üzere alınmış ince bir parça. 7. mim. Bir mircilerin çubuk demirleri kesm ekte kullandıkları
yapının düşey bir düzlem boyunca kesildiği varsa kam a biçimindeki alet. 4. Ağaç, demir, taş vb.
yılarak çizilen ölçekli izdüşümü; makta. 8. Petrolün yontm akta kullanılan ucu keskin çelik alet, {ağız}
damıtımı sırasında belli iki sıcaklık arasında elde (aynı) [DS] 5. Pulluğun önüne takılan, toprağı yarıp
edilen ürün. 9. mat. Bir şeklin aynı zamanda kendi açmaya yarayan disk veya bıçak şeklindeki parça.
sini kesen şekle de ait olan parçası. 6. {ağız} Bıçak; kama. [DS] 7. {ağız} Sabanın çamu
kesit2, [kes-mek > kes-it] {ağız} sf. 1. Öksüz; kim se runu ve otlarını tem izlemeye yarayan araç. [DS] 8.
siz. [DS] 2. Zavallı; boynu bükülc. [DD] {ağız} Ayakkabıcıların kullandıkları yassı uçlu bir
kesit3, [kes-mek > kes-it] {ağız} is. K ısa yol; kestir tür bıçak; falçete. [DS] S keski çekici, {ağız} Ba
me. [DS] kırcıların kullandığı bir araç. [DS]
kesit4, [kes-mek > kes-it] {ağız} is. Kalker. [DS] keski2, [kes-ki] {ağız} is. Son çocuk. [DS]
kesitdeya, [kes-mek + et-mek > kes+et+diye] {ağız} keskiç1, -ci [kes-mek > kes-kiç] {ağız} is. 1. Falçete.
zf. (Bir işe başlamak, davranmak, kalkm ak vb. için) 2. Ekm ek çevirmekte kullanılan araç; eyseran. [DS]
birdenbire. [DS] keskiç2, -ci [kes-kiç] {ağız} is. Üçgen ya da dörtgen
kesitlem e, [kes-it-le-me] is. 1. Bir binanın içini gös şeklinde yapılan tandır ekmeği. [DS]
teren resim; grafik; çizge. 2 .fiz. B ir elektronik dev
keskilemek, Ufalamak; küçük parçalara bölmek;
re grafiğinin dallarından bir bölümünü içine alan
ufaltmak; [Gabain], [EUTS]
küme.
keskin, [kes-kin] sf. 1. Kesme işini iyi yapan; iyi ke
kesitmek, [kes-i + et-mek] {ağız} gçl. f. [-r] Birisini
sici. 2. Etkisi çok güçlü olan; sert; kuvvetli. 3. Gö
yermek; kötülemek. [DS]
revini çok iyi yerine getiren; işini çok iyi yapan. 4.
kesiyh, [kes-ik / kesiyh] {ağız} is. Akraba. [DS]
Çok hareketli; çevik. 5. (Ses için) kulak tırmalayı
keska, [? keska] {ağız} is. ince bulgur ve undan ya cı; tiz. 6. Ayrıntılara çok dikkat eden. 7. B ir akımın
pılan bir yemek. [DS] . veya görüşün sert taraftarı; katı yandaş. 8. (Anlatım
keskel1, [kes+gel] {ağız} is. En kısa yol; kestirm e yol. için) çok sert; acımasız. 9. argo. Cinsi sapık erkek;
[DS]
oğlancı. 10. {ağız} Azgın. [DS] S* keskin dönemeç,
keskel2, [kes-ki-1 ?] {ağız} sf. Keskin ve sivri uçlu. K arayolım daki eğriliği fa zla olan dönemeç; keskin
[DS]
viraj. || keskin nişancı, Attığını hedefe isabet ettiren
keskeldek, -ği [kes+keldek] {ağız} is. Kesilen ağacın
nişancı.|| kesitin yazı, K urallora uygun, okunaklı
işe yaramayan kısmı. [DS]
yazı. || keskin zekâ, Çok çabuk kavrayan; çok zeki
keskelle, [kes+kelle] {ağız} is. Birdirbir oyunu. [DS] olan.
kesken1, [kesken] is. Dokuma tezgâhlarında gücüler
k esk in ler, [kes-kin-ler] is. im paratorluk döneminde
le gücü çerçevelerinin bağlı bulunduğu, ortasından
binicilikte başarı gösterenlere verilen ad.
tezgâhın çatısına asılı, pedala basıldığında bir tarafı
keskinleşm e, [keskin-le-ş-me] is. Keskin duruma
eğilir, diğer tarafı kalkarken gücü çerçevelerini çe
gelm ek eylemi,
kerek ağızlığın açılmasını sağlayan, terazi kolu bi
çimindeki ağaç parçaları. keskinleşm ek, [keskin-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] 1.
Keskin durum a gelmek. 2. (Soyut şeyler için) etkisi
kesken2, [kes-ken / kes-egen] {ağız} is. Danaburnu.
[DS] ve gücü artmak; belirgin hâle gelmek,
kesken3, [kes-kin] {ağız} sf. Keskin. [DS] keskinleştirm e, [keskin-le-ş-tir-me] is. Keskin du
keskencelik, -ği [kes-ke-n-ce-lik] {ağız} is. -*■ kes- rum a getirm ek eylemi; keskinliğini sağlama,
kenek. [DS] keskinleştirm ek, [keskin-le-ş-tir-mek] gçl. f. [-ir]
keskenek, -ği [kes-ke-n-ek] {ağız} is. 1. Hız. 2. Dik Keskin duruma getirmek; keskinliğini sağlamak,
kat. [DS] keskinletm e, [keskin-le-t-me] is. Keskinletm ek ey
keskenme, [kes-ke-n-me] is. Elle vuracakmış gibi lemi.
yapma. keskinletm ek, [keskin-le-t-mek] gçl. f. [-ir] Keskin
keskenmek, [kes-ke-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] Elle duruma getirmek; kesiciliğini arttırmak,
veya bir şeyle vuracakmış gibi yapmak; vurmaya keskinlik, -ği [keskin-lik] is. 1. Keskin olm a duru
davranmak. [DS] mu. 2. Keskin olan şeyin niteliği.
f l î « I I 1M I . 2573 KES
keskinmek, [kes-(i)k-in-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] rak kesilmiş olan. 25. Kesin ve değişmez; maktu.
Çentmek. [DS] 0 kesme almak, argo. Birinin yanağım işaret ve
kesküç, [kes-küç] {ağız} is. Fare. [DS] orta parm ak arasında hafifçe sıkıp bırakmak sure
tiyle yapılan sevgi gösterisi; makas almak.\\ kesme
keskün, [kes-mek > kes-kün OjS—S'] {eAT} sf. Keskin,
aş, {eT} Kıym a yemeği. [Gabain]|| kesme aşı, {ağız}
keslan, [Ar. keslân j^L X ] (keslâ:n) is. (Kişi için) Kesilmiş hamurdan yapılan çorba. [DS]j| kesme
tembel; uyuşuk; gevşek. cam, Yüzeyi taşla tıraş edilmek suretiyle şekillendi
keslem ek1, [eT. kes > kes-le-mek] (kesle:mek) g ç l . f rilmiş cam. || kesme çorbası, {ağız} -*• kesme aşı.
[->] [-l(i)-yor] 1. {eT} Kesekle kovmak. [DLT] 2. [DS]j| kesme ev, {OsT} D ağ eteklerinde, kayadan
{ağız} (Hayvanlar için) samanın irisini yiyem eyip oyularak yapılm ış in, mağara.|| kesme haritası,
ayırmak; kes yapmak. [DS] 3. {ağız} (Kişi için) ye biy. DNA kesme enzimi ile kesme yerlerini gösteren
meği isteksizce, seçerek yemek. [DS] düz hat biçimindeki DNA dizisi.\\ kesme im i, Özel
keslemek2, [kes-mek > kes-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] isimlere getirilen ekleri, iki kelimenin birleşmesi
[-l(i)-yor] Bir işi yarıda kesm ek; işi yarım bırak sırasında düşen sesi veya bazı yabancı kelimelerin
mak. [DS] kesintili okunacağını belirtmek için kullanılan işa
ret; kesme işareti, ( ’).\\ kesme işareti, kesm e
keslik, -ği [kes-lik] {ağız} is. 1. Harman kaldırıldıktan
imi.|| kesme kanak, {ağız} Kökünden sakız çıkarı
sonra geriye kalan sam an ve taş toprak karışımı
lan bir bitki. [DS]|| kesme kaya, Büyük bir basınç
taneler. 2. Saman, sap konulan yer. [DS]
altında kalarak sertleşmiş, kolayca parçalanabilen
kesliııçü, [keslin-mek > keslin-çü ?] {eT} is. Sarı
toprak parçası; çürük kaya.|| kesme kuyu, {OsT}
kertenkele. [DLT]
Kaya veya sert toprağı kazm ak suretiyle açılmış
keslinmek, [kes-mek > kes-il-mek > kes(i)l-in-mek]
kuyu. || kesme süs, Yazma kitapların ciltleri üzerine
{eT} edil.f. [-ür] Kesilmek. [DLT]
çepeçevre yapılan motiflere verilen ad. || kesme
keslişmek, [kes-mek > kes-il-m ek > kes(i)l-iş-mek] şeker, Çay, kahve gibi içeceklerle kullanılan dik
{eT} işteş, f. [-iir] Kesilip ayrılmak. [DLT] dörtgen prizm a veya küp biçiminde olan şeker; küp
kesman1, [? kesman] {ağız} is. Fırsat. [DS] şeker. || kesme taş, Yontulmuş yapı taşı. || kesme
kes m an2, [? kesman] {ağız} is. Doğrultu; hiza; sıra. yazı, B ir tür süslü yazı.\\ kesme yeri, biy. DNA
[DS] S kesınan y er, {ağız} Kuytu yer. [DS] üzerinde, belli bir DNA kesme enziminin kestiği
kesme1, [kes-me <u~5"] is. 1. K esici aletlerle kesip belli bir dizinin bulunduğu yer.
parçalara ayırm ak işi; kesm ek eylemi. {eT} (aynı) 2. kesme2, [kes-mek > kes-me] {ağız} is. Tavla ya da
{eT} Kesilmiş parça. 3. {eT} {OsT} Enli ok temreni. kâğıt oyunlarında kazanana verilen şeker, lokum
[DLT] 4. {eAT} {OsT} Temrenli büyük ok. 5. {eT} vb. şeyler. [DS]
Kıyma yemeği. [EUTS] 6. {eT} {ağız} Alındaki saç kesme3, [kes-mek > kes-me] {ağız} is. 1. Yumuşak,
lar; kâkül; zülüf; perçem. [DLT] [KB] [DS] 7. At işlenebilir taş. 2. Kumlu, sert toprak. [DS] S kesme
eyerinin üstüne örtülen örtü; gaşiye. 8. {OsT} Eski toprak, {ağız} Kumlu toprak. [DS]
den, savaşlarda ata giydirilen bir tür zırh. 9. Tene kesme4, [kes-mek > kes-me] {ağız} is. 1. Pestil. 2.
ke, sac vb. metal levhaları kesm ekte kullanılan özel Pekmez ve nişasta ile yapılan bir yiyecek. [DS]
makas. 10. Lokum. 11. ed. Bir cümleyi gerisi anla kesme5, [kes- m ek > kesme] {ağız} is. 1. Bir tür pırnal
şılacak biçimde yarım bırakma sanatı. 12. Örgü ağacı. 2. Bir rar dikensiz keven. 3. Kışm hayvanla
işlerinde iki ilmeği tek ilmek durum una getirerek ra yedirm ek için kesilen katran ağacı dalı. [DS]
ilmek sayısını azaltma veya bitirme. 13. mat. İki kesme6, [kes-mek > kes-me] {ağız} is. Domuz, ayı,
doğru parçası ile bir eğri tarafından sınırlanan düz kurt avında kullanılan kurşun çubuklardan keski
lemsel yüzey parçası. 14. Oyun kâğıtlarını karıştır yardımı ile koparılmış saçma parçaları. [DS]
dıktan sonra diğer oyuncu tarafından herhangi bir kesm ece, [kes-me-ce] sf. 1. (Kavıuı, karpuz vb. için)
yerinden ayırarak altta kalan kısm ı üste koym a iş kesip müşteriye beğendirilerek satılan. 2. zf. Kesip
lemi. 15. sin. İki ayrı çekim in kurguda birbirini bakılarak, beğenmek şartıyla. 3. Hiçbir ayrım gö
izlemesinden doğan durum. 16. Teniste topun hızı zetmeksizin, hepsine toptan bir fiyat biçerek. 4.
nı azaltmak amacıyla yukarıdan aşağı doğru vuru {ağız} is. Dut veya üzümden yapılan bir tür kuru
larak topa müdahale etme. 17. M arangozluk ve so tatlı; kalın pestil. [DS]
ğuk metal işçiliğinde, istenilen biçimi verebilm ek kesm ek1, [kes-mek] gçl. f. [-er] 1. Kesici aletlerle
için malzemeyi biçm e, doğram a işleri. 18, Kömür kesip parçalara ajarmak. {eT} (aym) [EUTS] [ETY]
tabakaları arasında yaprak biçiminde oluşmuş taş [DLT] [KB] [OKD] [Yüknekî] [Gabain] 2. tıp. Hasta
lar. 19. {ağız} Cam; billûr. [DS] 20. {ağız} Kesim; bir organı keserek çıkarıp almak. 3. Keskin bir
bölük. [DS] 21. {ağız} Kerpiç. [DS] 22. {ağız} İnce araçla kaza sonucu elini vb. yerini yarmak, sıyır
Şerit hâlinde kırpılm ış hamur. [EG] 23. sf. Kesilerek mak. 4. (Hayvan için) başını gövdesinden kesici bir
yapılmış olan. 24. K üp biçiminde veya köşeli ola araçla ayırmak. 5. Keskin bir aletle parçalamak su
KES • 2574
retiyle cinayet işlemek. 6. Örgü işlerinde iki ilmeği kesm ek3, [kes-mek] {ağız} gçl. f. [-er] Birini kötüle
tek ilmek durum una getirerek ilmek sayısını azalt mek; yermek; zemmetmek; aleyhinde bulunmak.
mak veya bitirmek. 7. Akışı, geçişi önlemek; dur [DS]
durmak. 8. (Yağmur, kar, rüzgâr vb. için) dindir kesm ek4, [kes-mek] {ağız} gçl. f. [-er] Birinin takli
mek. 9. (Toplantı, konuşma, iş, öğrenim vb. için) dini yapmak; taklit yaparak eğlenceye almak; öy
durdurmak, son vermek; bitirmek; ara vermek. 10. künmek. [DS]
(Para, mal vb.) verilmesi gereken miktarda değil de kesm ek5, [kes-mek] {ağız} gçl. f. [-er] Birisinin ya
bir kısmım alıkoyarak vermek. 11. Önceden veril nağını okşamak. [DS]
m ekte devam eden bir şeyi vermeyi durdurmak; kesm ek6, [kes-mek dL—Z] gçl. f. [-er] 1. {eAT} {OsT}
vermemek; bir şeyden yoksun bırakmak. 12. (Hız
Ayırm ak; uzaklaştırmak; koparmak. 2. {ağız} Ço
vb. için) azaltmak; yavaşlatmak. 13. Oyun kâğıtla
cuğu mem eden ayırmak. [DS]
rını karıştırdıktan sonra diğer oyuncu tarafından
herhangi bir yerinden ayırarak altta kalan kısmı kesm ek7, [kes-mek] {ağız} gçsz. f. [-er] 1. B ir şeyin
üste koymak. 14. Teniste topun hızını azaltmak özelliği değişmek. 2. (Süt, ayran vb. için) bozul
amacıyla yukarıdan aşağı doğru topa vurmak. 15. mak. 3. (Yayıkta dövülen ayran için) yağ tutmaya
(Saç, tırnak vb. için) ucundan bir kısmını kesici başlamak. [DS]
aletle almak. 16. (Film, konuşm a vb. için) uygun kesm ek8, [kes-mek] {ağız} gçsz. f. [-er] Yalan söy
görülmeyen ve amaca ters düşen bir kısmını çıkara lemek; palavra atmak; abartmak; uydurmak. [DS]
rak vermek, yaymlamak. 17. (Yol, çizgi vb. için) kesm elenm ek, [kes-me > kes-me-le-n-mek] {eT}
bir noktada birleşmek; biri diğerini bölmek; ayır dönşl. f. [-ür] Zülüflenmek. [DLT]
mak. 18. (Telefon, televizyon, radyo vb. için) gö kesm elig, [kes-me > kes-me-lig] {eT} sf. (Yenilecek
rüşmeyi, akımı veya yaymı durdurmak; kapatmak. et için) kesilmiş; kesmeli. [EUTS]
19. Bir anahtar yardım ıyla elektrik akımını dur kesm elik, -ği [kes-me-lik dU S'] is. 1. {ağız} Kes
durmak. 20. İlişkiye son vermek; bağlantıyı kal
me taş çıkarılan ocak; taş ocağı. [DS] 2. Yumuşak
dırmak. 21. Ortadan kaldırmak; yok etmek. 22.
kaya hâline gelmiş bulunan toprak tabakası. 3. Tah
(Ağrı, acı, susuzluk vb. için) gidermek; dindirmek.
ta kilit. 4. {OsT} K onut olarak dağ yamaçlarının
23. (Bilet, makbuz vb. için) ilgili yerleri doldurup
eteklerinde m eydana getirilen mağara,
vermek; dip koçanından kopararak ilgiliye vermek.
kesm en, [kes-men] {ağız} is. 1. Kestirme yol. 2. Bir
24. spor. Bir hamleyi, bir akını karşılamak; dur
ev büyüklüğünde olan kaya. [DS]
durmak. 25. Rakibin hareket serbestliğini engelle
mek. 26. Elbiselik kumaşı vücut ölçülerine veya kesm ene, [kes-men-e ?] {ağız} is. Taklit. [DS]
belirtilen kalıba göre dikişe hazırlamak; biçmek. kesm enm ek, [kes-men-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] Bir
27. argo. Birinin parasını almak; para koparmak. kim seyi vuracakm ış gibi yaparak sakındırmak. [DS]
28. argo. B ir kadına veya kıza ilgi duyduğunu belli kesm enti, [kes-men-ti ?] {ağız} is. 1. Kesilmiş ağaç
etm ek için açıkça bakmak. 29. K onuşmaya son parçası; iri sopa. 2. Kesilmiş odun parçaları [DS]
vermek; susmak. 30. (Para için) basmak; sikke kesm ig, [kes-mik] {ağız} is. İri saman. [DS]
basmak. 31. Bir aracm kesiciliği belirtilen nitelikte kesm ik1, -ği [kes-mik / kesmük] is. Kesilmiş sütün
olmak. 32. {eT} (Yapılmakta olan iş için) yarıda katılaşarak peynirleşm iş kısmı; çökelek.
bırakmak. 33. {eT} Tayin etmek; koymak. [EUTS] kesm ik2, -ği [kes-mik dL—S"] {eAT} {OsT} {ağız} is. 1.
S kesip atmak, Düşünmeden bir yargıya varmak. ||
İri saman. 2. Dövülmüş ot, hayvan yemi. [DS] 3.
kesip biçmek, 1. Düşünmeden konuşmak; ağzına
{eAT} {OsT} H armanda toprağa karışmış saman,
geleni söylemek. 2. Korkutarak yıldırm aya çalış
tane ve başaktan m eydana gelen artık; harman so
mak; zorbalıkla yürütmek.]] kesmelü olmak, {eAT}
nu. [DD] 4. Taş gibi olmuş toprak parçası; kesek;
Koparm ak istemek.]] kestiği tırnak olam amak, Söz
kesme. 5. {OsT} Ağaçtan yapılmış köpek tasması;
konusu edilen bir kimsenin yanında hiç değeri ol
tok.
mamak.]] kestirip atmak, Uzun uzadıya düşünme
den aklına gelen ilk şekliyle bir yargıya varmak. kesm ik3, -ği [kes-mik] {ağız} is. Tavuğun son yumur
tası. [DS]
kesmek2, [kes-mek di»—S'] {ağız} g ç l.f. [-er] 1. {OsT}
kesm ikli, [kes-mik-li] sf. İçinde kesm ik bulunan.
Pazarlık etmek; değer biçmek; bir değer üzerinde
kesm ük1, -ğü [kes-mik i y - S ] {eAT} {OsT} {ağız} is.
uyuşmak. [DS] 2. Anlaşmak; kararlaştırmak; karşı
lıklı söz vermek. 3. {eAT} {OsT} Kesin bir sonuca 1. Başaklı iri saman. 2. M ısır koçanı. 3. Meyvelerin
bağlamak. S kes ayak, {ağvz} (Pazarlık için) top yenilmeyen iç kısımları. 4. Sigara artığı; izmarit.
tan; götürü. [DS]|| kesip atmak, 1. Kesin şekilde [DS]
çözümlemek. 2. Bitirmek. || kesü biçü etmek, {eAT} kesm ük2, -ğü [kes-mik] {ağız} is. Kesilmiş süt. [DS]
Pazarlık edip anlaşmak.|| kesü kesmek, {eAT} B ir kesm üntü, [kes-mü-ntü ?] {ağız} is. M eyvelerin ye
işi belirli bir şekilde yapm ak üzere anlaşmak. nilmeyen iç kısımları. [DS]
0I Ü M l ü l C t S İ İ İ M İ . 2 5 7 5 KES
kesnik, -ği [kes-(i)n-ik] {ağız} is. Kesilmiş süt. [DS] kessav, [? kessav] {ağız} is. Tandırın ateşini karıştır
keson, [Fr. caisson] is. 1. Büyük kasa. 2. Çekmeceli m ak için kullanılan uzun demir. [DS]
komodin. kessek, -ği [kes-ek / kes(s)-ek] {ağız} is. 1. Kesek. 2.
kespara, [kes+Far. pare] {ağız} is. 1. Kurşundan ke Kerpiç. 3. Kerpiç parçası. 4. Parça. [DS]
serek yapılan saçma. 2. Önem verilm eden yapılan kessik, -ği [kes-ik / kes(s)-ik] {ağız} sf. 1. Kesik. 2. is.
iş. [DS] B ir tür kadın gömleği. [DS]
kesr, [Ar. kesr j~£] is. 1. Kırma; kırılma; paralanma. kestane, [Yun. kastania] is. bot. 1. Kayıngillerden,
kerestesi doğramacılıkta kullanılan, gövdesi dik,
2. Bozma. 3. dbl. Arap dilbilgisine göre bir harfin
kabuğu kırmızımtırak, yaprakları sert, parlak ve
esreli yani i’li okunması. 4. mal. Kesir. S kesr-i
dişli, odunu sert, bükülgen ve dayanıklı b ir orman
adî, {OsT} mat. Bayağı kesir.\\ kesr-i a’şârî, {OsT}
ağacı, (Castanea vulgaris / sativa). 2. Bu ağacın
mat. Ondalık kesir.\\ kesr-i a ’şârî-i devr-i basît,
kabuklu meyvesi. 3. sf. Açık kahverengi, fi1 kesta
{OsT} mat. B asit devirli ondalık kesir. || kesr-i
ne dorusu, A t donlarından açık kahverengi olanı. ||
a’şârî-i devr-i mürekkeb, {OsT} mat. K arışık de
kestane fişeği, Kartondan yapılm ış içine konulan
virli ondalık kesir.|| kesr-i a ’şârî-i m ütenâvib,
patlayıcı madde tutuşturulduğunda pişm iş kestane
{OsT} mat. D evirli ondalık kesir. || kesr-i basît,
gibi kesik kesik patlayan şenlik fişeği. || kestane
{OsT} mat. Basit kesir. \\ kesr-i gayr-i vâcib, {OsT}
kabağı, Tatlısı yapılan dışı boz, içi sarı iri bir ka
mat. Birleşik kesir.\\ kesr-i hâtır, {OsT} H atır kır-
bak türü; helvacı kabağı, (Cucurbita m axim a)]\
ma. || kesr-i munzam, {OsT} Vergiye belirli ölçüde
kestane karası, Eylülün sonlarında esmey/e başla
yapılan zam .|| kesr-i muzâf, {OsT} mat. Birleşik
yan kuzey rüzgârları. || kestane kargası, zool. K ar
kesir.|| kesr-i mürekkeb, {OsT} mat. B irleşik ke-
gagillerden kahverengi, beyaz, siyah tüylü, kanat
«>.|| kesr-i mütevâlî, {OsT} mat. Zincirleme kesir.||
tüyleri parla k mavi, hemen her şeyi yiyen iri ve
kesr-i müveUid, {OsT} mat. A na kesir.\\ kesr-i şe
ötücü bir orman kuşu; saksağan; alakarga, (Gar-
ref, {OsT} Onur kırma.
rulus glandarius).\\ kestane kebabı, D oğrudan
kesre2, [Ar. kesre {OsT} is. Arap alfabesinde ateşte pişirilm iş kestane. || kestane palamudu, P a
yazılmayan “ı " ve “i" seslerini karşılayan işaret; lamut balığının küçüğü.\\ kestane rengi, A çık kah
esre. S kesre-i hafife, {OsT} “i" sesi veren hare verengi.|| kestane suyu gibi, Kahvesi çok az veya
ke]] kesre-i sakile, {OsT} “ı ” sesi veren hareke. suyu fa z la kahve. |] kestane şekeri, Kestaneyi şeker
kesre1, [ke (arka) > ke-s-re / kis-re] (kesre:) zf. 1. şerbeti içinde kaynatarak elde edilen şekerleme.
Sonra; arkada; geride. [İKPÖy.] [ETY] 2. Batıda. kestaneci, [kestane-ci] is. Kestane kebabı yapan ve
[ETY] satan kimse.
kesret, [Ar. kesret {OsT}is. 1. Çok olm a hâli; kestanecik, -ği [kestane-cik] is. 1. Erkeklerde sidik
çokluk; bolluk. 2. tasvf. Tek olan Allah karşısında yolunun arkasında bulunan, görünüşü kestaneye
varlık türlerinin çok ve sayısız oluşu. S kesret benzeyen bir bez; prostat. 2. B irer boynuzsu yapı
âlemi, {OsT} tasvf. Mııtasavvıflarca, tek ve bir olan taşıyan atın gelişememiş iç parmakları,
Allah 'in, değişik ve sayısız biçimlerde görünüş ala kestanelik, -ği [kestane-lik] is. Kestane ağaçlarının
nına çıktığı bu âleme verilen ad; görünüş âlemi; çokça bulunduğu yer.
fena âlemi, jj kesret-i ilâh m esleği, {OsT} fel. Çok kestek1, -ği [? kestek] {ağız} is. Kısa boylu adam.
tanrıcılık,j| kesret-i kelâm, {OsT} Çok konuşma; [DS]
söz kalabalığı; sözü fa zla uzatma. || kesret-i kestek2, -ği [? kestek] {ağız} is. 1. Kesilen ağacın
müvâneset, {OsT} Ülfet ve ünsiyet çokluğu.|| kes- toprakta kalan kökü. 2. Bir metreden kısa kesilmiş
ret-i nukûd, {OsT} Para çokluğu.\\ kesret-i tekrâr, odun. [DS]
{OsT} Gereksiz tekrar. || kesret üzere, {OsT} Çok kestek , -ği [? kestek] {ağız} is. Kerpiç. [DS]
olarak; çokça. kesteklemek, [kestek-le-mek] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-
kesretgâh, [Ar. kesret + Far. -g â h »&;j £ \ (kesret- yor] Parçalamak. [DS]
gâ:h) {OsT} is. tasvf. Dünya; kâinat; evren, kestekli, [ketek-li] {ağız} sf. (Kişi için) el, ayak, kol
vb. organı kesilmiş; organı eksik. [DS]
kesretiye, [Ar. kesret > kesretiyye ^ { O s T } is. fel.
kestel1, [? kestel] {ağız} is. 1. Dokumada çözgü ipliği.
1. Gerçeğe ulaşılmada birden çok temel ilkenin 2. Halı, kilim dokunan bükülm üş yün iplik. 3. Kın
varlığını kabul eden öğreti; çokçuluk; pluralizm. 2. nap; kıl sicim. 4. Dokuma tezgâhında hemen kulla
Çeşitliliği ve farklılığı savunan ve bunların bir ara nılm ak üzere hazır olan iplik yumağı; iplik turası.
da bulunması gerektiğini ileri süren görüş, [DS] 5. Kumaş dokunup kesildikten sonra geri ka
kesretli, sf. Çok kalabalık. lan ipler. 6. Barut. [DD] S kestel ipi, {ağız} K ın
kesrî, [Ar. kesr > kesri S'] (kesri:) {OsT} sf. K e nap. [DS]
sirle ilgili; kesre ait. kestel2, [? kestel] {ağız} is. 1. Tazı ile köpeğin b ir
KES Ö IÜ M M ffS İM • 2576
leşmesinden doğan bir cins köpek. 2. Soyu bozuk. kestirm ek1, [kes-mek > kes-tir-mek] gçl. f. [-ir] 1.
[DS] Kesmek işini yaptırmak; kesilm esini sağlamak; ke
kestel3, [? kestel] {ağız} is. Ağaç parçası. [DS] silmesine yol açmak. 2. D üşünerek gerçeğe yakın
kestem, [Toh. kestwer (gece)] {eT} is. Geceleyin da bir yargıda bulunmak; tahm in etmek. 3. as. D üş
vetsiz gelen adamlara verilen içki ziyafeti. [DLT] man askerlerinin mevzilendiği yeri bulmaya çalış
keşten1, [kes-ten] {ağız} is. Çamurdan yapılan kerpiç. mak. 4. (Olum suz olarak) nasıl davranacağına ka
IPS] rar verememek. 5. V azgeçinnek; bıraktırmak. 6.
keşten', [kestel] {ağız} is. Çözgü ipi. [DS] gçsz. f. mecaz. H afif uykuya dalmak; uyuklamak.
keşten3, [keşten] {ağız} sf. Güzel; alımlı. [DS] fi1 kestirip atm ak, Üzerinde uzun uzadıya düşün
meden bir yargıya varmak; kesip atmak.
kestene, [Yun. kastano *^~S] {OsT} {ağız} is. Kesta
kestirmek2, [kes-mek > kes-tir-mek] {ağız} gçl. f. [-
ne. [DS]
ir] 1. Pekmez kaynatılırken şıraya pekmez toprağı
kestenkele, [? kesten+kele] {ağız} is. Kertenkele.
koymak. 2. Kaynayan şeker şerbetine ya da reçele
[DS]
lim on suyu koymak. 3. Pekmez şırasını kaynattık
kester, [Toh. kester] {eT} is. Saksı. [DLT]
tan sonra durulmaya bırakmak. [DS] 4. Sütün pey
kestere, [? kestere] is. 1. bot. Ballıbabagillerden, sapı
nirleşm esini sağlamak,
oldukça tüylü, çiçekleri firfiri veya san renkli, kö
kestirmek'’, [kes-tir-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir] (Gebe
kü yenen ve halk hekimliğinde kullanılan, çok yıl
hayvan için) yavrusunu düşürmek. [DS]
lık bir bitki, (Betonica officinalis). 2. Gevenden
kestirmeli, [kes-tir-me-li] {ağız} is. Lim on ve yum ur
çıkarılan bir tür zamk; kitre.
ta ile terbiye edilen yemek. [DS]
k estil1, [kestil] {ağız} sf. Melez; karışık. [DS]
kestürmek, [kes-mek > kes-tür-mek] {eT} gçl. f [-
kestil2, [kestil] {ağız} is. 1. Çözgü ipliği. [DS] 2.
ür] Kestirmek. [DLT]
Bükülm üş yün ipliği. [DD]
kestUrüm, [kes-tür-üm] {ağız} is. Kısa yol. [DS]
kestir, [kes-tir] {ağız} sf. Yaman. [DS]
kestirilme, [kes-tir-il-me] is. K estirmek eylemi ya kesub, [Ar. kesb > kesüb v ’j —S] (kesıcp) {OsT} sf.
pılm a durumu, Çok kazanan.
kestirilmek, [kes-tir-il-mek] edil. f. [-ir] Kestirmek kesük1, [kes-mek > kes-iik] {eT} sf. Kesik. [KB]
eylemi yapılmak. kesük2, [kes-mek > kes-ük] {ağız} is. 1. Tulum peyni
kestirim 1, [kes-tir-im] {ağız} is. Kısa yol. [DS] ri. 2. K esik süt. [DS]
kestirim2, [kes-tir-im] is. Gerçeğe yakın bir yargıda kesük3, [kes-mek > kes-ük] {ağız} is. Ayakkabı. [DS]
bulunma; kestirm ek eylemi; tahmin. kesüksüz, [kes-ek / kes-ük > kes-ük-süz] {eT} s f
kestirm e1, [kes-tir-me] is. 1. Kestirmek eylemi; Aralıksız.
kısaltma; kesme. 2. Tahminde bulunma. 3. Amacı kesürgü, [lcös-ür-mek > kös-ür-gü] {eT} is. -*• kösür-
daha kısa olarak anlatma. 4. Uyuklama; şekerleme. gü. [DLT]
5. sf. Tereddüde yer venneyen; kesin ve çabuk. 6.
-keş, [Far. keşiden (çekmek) > keş j S ] {OsT} son ek.
zf. Kısaca; özet olarak. 7. zf. Kısa yoldan. S kes
tirm e cevap, Kısa ve kesin cevap. Sonuna eklendiği Farsça kelimelere "çeken” anla
kestirme2, [kes-tir-me] is. Daha kısa yol; alışılanın mı katan son ek.
dışında daha kısa yol; kese. k eş1, [Far. keşiden (çekmek) > keş ^iS"] {OsT} sf. 1.
kestirme3, [kes-tir-me] {ağız} is. 1. Bir taşım kayna Çeken; katlanan. 2. İlgi uyandıran; çekici. 3. Çeki
m ış şıradan yapılan pekmez. 2. Koyu şurupların len. 4. is. argo. Esrar içen kimse; esrarkeş.
şekerlenmesini önlemek için limon katılarak yapı keş2, [Far. keşle (yağsız peynir) > keş j S ] {ağız} is. 1.
lan kaynatm a işlemi; bu şekilde hazırlanmış şurup.
{eAT} {OsT} Kış için kurutulan yağsız, tuzlu yoğurt;
3. Çorba, paça, köfte vb. yemekleri terbiyelemek
kuru yoğurt; kurut. 2. Yağsız süt ya da yoğurttan
için kullanılan çırpılmış limon ve yumurta karışımı.
yapılan peynir. 3. Tulum peyniri. 4. Yoğurt ve
[DS] 4. Pekmez yapılacak şıraya toprak koyma. 5.
yarm a ile yapılan bir çorba. 5. Sevilmeyen yemek.
Sütü kesik hâle getirme. 6. Limon ve yum urta ile
[DS] S keş etmek, argo. Bozmak; utandırmak,||
yemeği terbiye etme.
keş kazanı, {ağız} içinde yoğurt ezilen toprak ka
kestirme4, [kes-tir-me] {ağız} is. Büyük kazan. [DS]
zan. [DS]|| keş oyuğu, {ağız} insan biçimi verilerek
kestirmece, [kes-tir-me-ce] sf. 1. Kısa yoldan olan;
kurutulmuş katı yoğurt. [DS]|| keşten gelmek,
kısaca. 2. Yaklaşık; tahminî,
Önem vermemek; aldırış etmemek.
kestirmeden, [kes-tir-me-den] (kesti’rmeden) zf. 1.
keşJ, [keş] (ke.ş) {eT} is. Ok kılıfı; okluk; sadak.
En kısa yoldan; yolu uzatmadan. 2. En kısa zaman
[ETY]
da. 3. Zahmetsizce. 4. Sözü fazla uzatm adan S
keş4, [keş] {ağız} is. 1. N em li toprak. 2. Çok sulanmış
kestirmeden gitmek, Bir işi en kısa tarafından ele
toprak. [DS] 3. Patika yol. [EG] ö keş yatırmak,
almak.
KEŞ
{ağız} Köklenmesi için asm a dallarını toprağa uza keşen2, [Far. keşan] {ağız} is. Dert; sıkıntı. [DS]
tarak gömmek. [DS] keşen3, [keşen / keşan] {ağız} is. Peştamal, başörtüsü.
keş5, [keş] {ağız} is. Durum. [DS] 0 keşine b a k m a k , [DS]
{ağız} B ir kimsenin durumuna eğlenerek bakmak. keşen4, [keşen] {ağız} is. 1. Donmuş boz renkli top
[DS]|| keşine g ü ld ü rm ek , {ağız} Durumuna güldür rak. 2. Kırmızı, özlü, yapışkan toprak. 3. Badana.
mek. [DS]|| keşine gülm ek, {ağız} Birinin durum u [DS]
na gülmek. [DS] keşen5, [keşen] {ağız} is. Azmış ve yayılmış yara.
keş6, [keş] {ağız} is. Gırtlak. [DS] [DS]
keşen6, [keşen] {ağız} is. Çeşit; tür. [DS]
keş7, [keş] {ağız} is. Göze gelen beyazlık; körlük.
keşen7, [keşen] {ağız} is. Su kovası. [DS]
[DS] 0 keş kesilm ek, {ağız} K ör olmak. [DS]
keşen8, [keşen] is. Zincirden yapılm a yular veya a-
keş8, [keş] {ağız} is. 1. Kir; bar. 2. Ağzın yanlarında
yak kösteği.
biriken kir. [DS]
keş9, [keş] {ağız} is. Sıra; nöbet. [DS] -keşende, [Far. keşiden (çekmek) > -keşende oJ-l^S"-]
k eş10, [keş] {ağız} sf. 1. İnatçı. 2. Dinsiz. 3. Kötü. 4. {OsT} son ek. 1. Sonuna eklendiği Farsça kelim e
Vurdum duymaz; duygusuz. 5. (Kişi için) sert, kı lerden “çekici, çeken ” anlamında birleşik sıfatlar
rıcı ve güçlü. [DS] yapan son ek. 2. sf. Dayanan; tahammüllü,
k e ş" , [Erme, ges] {ağız} argo. Aptal; sersem, keşeneş, [? keşeneş] {ağız} is. İltihap akıntısı. 0
keşeneş olm ak, {ağız} Yaranın irini koyulaşmak.
keşakeş, [Far. keş-â-keş j S l i S ] (keşa.keş) {OsT} is. [DS]
1. Çekişme; münakaşa. 2. İki kişinin bir şeyi iki keşeniş, [? keşeniş] {ağız} is. Kangren. [DS] 0 ke-
ucundan tutarak kendi taraflarına doğru çekmeleri. şenişe k a rm a k , {ağız} 1. (Yara için) kangrene çe
3. Pehlivanların birbiriyle savaşması. 4. Tasa; kay virmek. 2. (Iş için) uzayıp olmaz duruma gelmek.
gı. 5. Felaket. [DS]
k eşan 1, [Far. keşiden > keşân jU S -] (keşa:n) {OsT} s f keşenk, -gi [? keşenk] {ağız} is. Özlü ve yapışkan k ır
mızı toprak. [DS]
1. Çeken; çekerek götüren. 2. is. Çekenler; çekici
keşerm ek , [keş-er-mek] {ağız} g ç sz .f. [-ir] 1. (Renk
ler. 3. {ağız} Sarp yerden kesilm iş odunları indir
için) güneşten ya da yıkanma sebebi ile açılmak,
meye yarayan, kaim çatal ağaçtan yapılmış kazık.
solmak. 2. Renk salmak. 3. Ölmek. [DS]
[DS] 4. {ağız} Çocukların karda kaydıkları küçük
k eşertm e k , [keş-er-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] 1. Çok
kızak. [DS] 5. Tırmık. [DS] 0 keşân b e r keşân,
dövmek. 2. Öldürmek. [DS]
{OsT} Zorla çeke çeke sürükleyip götürmek]] keşân
keşân, {OsT} Çeke çeke sürükleyip götürerek. keşev, [kaşağu / keşev] {ağız} is. Kaşağı. [DS]
keşeve, [keşeve] {ağız} sf. Güçsüz. [DS]
keşan2, [keşen / keşan] {ağız} is. Bir tür başörtüsü;
peştamal. [DS] keşf, [Ar. k eşf <Jlu£] {OsT} is. -*• keşif. 0 keşf-i ke-
keşanlam ak, [keşan-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)- râ ın e t, {OsT} Kerametlerin bilinmesi.|] keşf-i
yor] Tırm ıkla tohum u örtmek. [DS] n ik âb , {OsT} B ir şeyin üzerindeki gizliliği kaldır
ma; açığa vurma; açığa çıkarma.\\ keşf-i râ z ,
keşaverz, Far. keşâverz jjjL iS] (keşa:verz) {OsT} is.
{OsT} B ir sırrı öğrenme.|| keşf-i uyûb, {OsT} A yıp
1. Ekinci. 2. Ekinlik; ekin tarlası, ların ortaya çıkışı.|| keşf-nâm e, {OsT} K e şif defte-
keşdür, [? keşdür j-J-iS"] is. Yoğurt çorbası, ri.|| k eşfü ’z-zünün, {OsT} Zannedilen şeylerin or
taya çıkması.
keşef, [Far. keşef l ü S ] {OsT} is. 1. Kaplumbağa. 2.
keşfedilm e, [Ar. keşf+T. e(t)-il-me aİJjI ^LiS"] {OsT}
Kaplumbağa biçiminde, başı yassı ağzı geniş su ka
bı. 3. Y engeç burcu, is. Keşfedilmek eylemi,
keşeği, [keşeği] {ağız} is. Y araya sarılan sargıdaki keşfedilm ek, [Ar. keşf + T. e(t)-il-mek dlijbl ^LiS"]
kummuş iltihap lekeleri. [DS] {OsT} ed il.f. [-ir] Keşfetmek eylemi yapılmak,
keşek1, -ği [keşek] {ağız} is. Katı toprak topağı; ke keşfetm e, [Ar. k eşf + T. et-me -^.1 {OsT} is.
sek. [DS]
Var olduğu hâlde bilinmeyen b ir şeyi bulma,
keşek2, -ği [keşek] {ağız} is. İmeceyle yapılan iş. [DS]
keşfetm ek, [Ar. keşf + T. et-m ek ^LzS] {OsT}
keşem, [keş-em] {ağız} is. Kış için kurutulmuş, yağ
sız, tuzsuz yoğurt; keş. [DS] g ç l . f [-(d)-er] 1. V ar olduğu hâlde bilinm eyen bir
şeyi bulmak. 2. Gizliliğe son vermek; bulmak. 3.
keşempe, [? keşempe] {ağız} is. Bunaltma; sıkıştır
Tahmin etmek; sezmek; bilmek. 4. M eydana çıkar
ma. [DS]
mak; açmak,
keşen1, [Far. keşân] {ağız} is. 1. Tırmık. 2. Sürülen
tarladaki iri toprak parçalarını ezmek için çekilen keşfettirm e, [Ar. k eşf + T. et-tir-me ojjcül
sürgü. [DS] {OsT} is. Keşfedilmesini sağlamak eylemi.
KEŞ 1 H I İ İ R S Ö M • 2578
keşfettirmek, [Ar. k eşf + T. et-tir-mek niklerle düşman, arazi vs. hakkında bilgi toplamak
için yaptıkları çalışma. 7. Bir inşaat için önceden
{OsT} g ç l.f. [-ir] Keşfedilmesini sağlamak; buldur
yapılan ayrıntılı m asraf tahmini; bu tahm inin dö
mak.
kümü, 8. ta sv f A llah’a ait manevi sırların ortaya
keşfi, [Ar. k eşf > keşfi Lîü S ’] (keşfi:) {OsT} sf. Keşifle çıkarılması; muhazere; mükâşefe; müşahede; mua
ilgili olan; keşfe ilişkin, yene. S keşf-i evvel, {OsT} İlk tahm in.|| keşf-i
keşfîyat, [Ar. keşf > keşfiyyât o U i î ] (keşfı:ya:t) uyflb, {OsT} Ayıpların ortaya çıkması.|[ keşif bede
li, İhaleye çıkarılan bir inşaatta yapılm ası öngörü
{OsT} is. Keşifle ilgili çalışmalar; buluşla ilgili in
len işlerin tutarı. ]| keşif birlikleri, as. K e ş if ama
celemeler. S keşfiyât-ı fenniye, {OsT} Fen ile ilgi
cıyla kurulan birlikler.\\ keşif kolu, as. Düşman
li buluşlar.| keşfivât-ı ilmiye, {OsT} Bilim sel bu
veya arazi hakkında haber toplama, savaş esirleri
luşlar'.| keşfiyât-ı sınaiye, {OsT} Endüstriyel buluş
ele geçirme, düşmanı yıpratma, bölgenin güvenli
lar.
ğini sağlama gibi am açlarla gönderilen askerî bir
keşfiye, [Ar. keşfi > keşfıyye 4-üS"] (keşfv.ye) {OsT} lik, kol. || keşif sahibi, {OsT} tasvf. insan için gizli
is. isi. fel. Keşfin de, akıl, vahiy, duyu gibi bilgi olan şeyleri, doğa üstü iletişimle algıladığını iddia
edinme yollarından biri olduğunu; insan zihninin eden veya öyle olduğuna inanılan kimse. || keşif
k e şif yoluyla birtakım gerçeklere ulaşabileceğini; uçağı, as. Savaşta düşmanın durumunu öğrenmek,
keşfin, akim anlayış gücünü aşan bir sezgi yetene fo to ğ r a f çekm ek üzere görevlendirilen özel uçak,
ğine sahip olduğunu savunan kelamcı bir mezhep, keşifname, [Ar. k eşf + Far. -nâme <uL; ı_üS"] (keşif-
keşfname, [Ar. k eşf + Far. -nâme ■uLüS'] (keşfna:- na:me) {OsT} is. Bir yapının önceden hesaplanan
me) {OsT} is.-*- keşifname. masraflarım gösterir defter; keşif defteri.
keşgek, -ği [Far. keşkek] {ağız} is. 1. Keşkek. 2. keşik1, -ği [Moğ. kez-ilc > keş-ik flits'] {eAT} {OsT}
Dövülmüş buğday ve sütle yapılan bir yemek. [DS]
{ağız} is. 1. Sıra; nöbet. [DS] 2. Eskiden çocukların
keşgen, [keç-mek > keç-gen / keşgen] {ağız} is. 1.
hocalarına götürdükleri yemek. [DD] S keşik ol
Dokuma tezgâhında, gücünün geçtiği tarak. 2. İnce
mak, {ağız} Sıra ile yardımlaşmak. [DS]|| keşik
yufka açmakta kullanılan oklava. [DS] tutmak, {ağız} Sıra beklemek. [DS]
keşgere1, [Far. destgâre => teskere] {ağız} is. Teske
keşik2, -ği [? keşik] {ağız} is. 1. Üç santim eninde
re. [DD]
örülmüş kuşak; kolan. 2. Yemeni. [DS]
keşgere2, [Ar. tezkire => tezkere] {ağız} is. Tezkere. keşikçi, [keşik-çi] {ağız} is. Nöbetçi; bekçi. [DS]
[DS]
keşikleme, [lceş-ik-le-me] is. Sıra ile olma; almaş;
keşgir, [? keşgir] {ağız} is. Sevinç; neşe; zevk. [DS]
münavebe.
keşgür, [? keşgür] {ağız} is. Kalbur. [DS]
keşikleşm e, [keş-ik-le-ş-me] is. Sıra ile iş yapma,
keşgüre, [Far. destgâre => teskere] {ağız} is. Teskere.
keşikleşm ek, [keş-ik-le-ş-mek] işteş, f. [-ir] Sıra ile
[DS]
iş yapmak; nöbetleşe yapmak.
keşi, [keş / keşi] {ağız} is. Yağsız, kuru peynir. [DS]
keşir1, [Far. gezer => {eT} geşür j^iS"] {OsT} {ağız} is.
keşide, [Far. keşiden (çekmek) > keşide « j l ^ ] (ke
Havuç. [DS] S keşir otu, {ağız} Havuç. [DS]
ş id e ) {OsT} is. 1. (Banka ve piyango ikramiyeleri
için) çekiliş; çekme. 2. Bazı harflerin üzerine çeki keşir2, [Ar. kuşür] {ağız} is. Özür; eksiklik; kusur.
len çizgi. 3. Yazıda güzelliği sağlaması için Arap [DS]
harflerinden sin, vav ve k a f gibi harflerin kuyruğu keşirlenm ek, [keşir-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir]
nun özel olarak uzatılması. 4. huk. Poliçe veya çek (Ceviz için) içlenmek; iç bağlamak. [DS]
düzenleme. 5. sf. Çekilmiş. 6. sf. Düzenlenmiş; di k eşiş1, [Far. keşiş (keşi:ş) {OsT} is. 1. Hristi-
zilmiş. S keşide etmek, Çektnek.
yanlıkta, manastırlarda dışarıya kapalı münzevî bir
keşideci, [keşide-ci] (keşi:deci) is. huk. Çek veya hayat yaşayan, hiç evlenmemiş, belirli kurallara
poliçe düzenleyip imzalayan kimse, uym ak zorunda kalan din adamı; karabaş. 2.
keşif, [Ar. keşf ü i S ] {OsT} is. 1. Ortaya çıkarma; H ristiyan din adamı; papaz; rahip. {eAT} (aynı) [DK]
meydana çıkarma; açma. 2. Var olmasına rağmen 3. {ağız} Ermeni papazı. [EG]
insanlar tarafından bilinmeyen bir şeyin ilk defa keşiş2, [? keşiş] {ağız} is. İrin. [EG]
ortaya çıkarılması; meydana çıkarma. 3. Gizli tutu keşişan, [Far. keşlşân OLi^iS'] (keşi:şa:n) {OsT} is.
lan bir bilgi hakkında geniş ve ayrıntılı bilgi edin
Keşişler.
me. 4. huk. Bir olayın oluş şeklini ve sebeplerini
araştırmak üzere, olay yerinde inceleme yapma. 5. keşişane, [Far. keşiş-âne 4iLi~iS”] (keşi:şa:ne) {OsT}
B ir şeyin olacağını, önceden bilme; sezme; tahmin. zf. Keşişe yakışır biçimde; keşişçe; keşiş gibi,
6. as. Orduda muharip sınıfların çeşitli araç ve tek keşişhane, [Far. keşış-hâne ■üU^ı^iS'] (keşi:şha:ne)
l i e 1 İ C Î B İ . 2579 KEŞ
{OsT} is. Keşişlerin inzivaya çekildiği yer; m anas ftyis] (keşkülüfukara:) {OsT} is. Süt, dövülmüş b a
tır. dem, şeker, patates ve pirinç unundan muhallebi gi
keşişleme, [Keşiş dağı (Uludağ) > keşiş-le-me] is. 1. bi pişirilerek yapılan bir tür tatlı; keşkül,
M armara denizi ve İstanbul’a göre eski adı Keşiş lteşlek, -ği [Far. keşkek] {ağız} is. Keşkek. [DS]
Dağı olan U ludağ’dan esen güneydoğu rüzgârı. 2.
keşleme, [keşiş-le-me] {ağız} is. 1. Keşişleme. 2. Y an
gnşl. Güneydoğudan esen rüzgâr; akçayel. 3. Pusu
taraf. [DS]
lanın güneydoğuyu gösteren yönü,
keşlem ek1, [keş (yağsız yoğurt) > keş-le-mek] gçsz.
keşişlik, -ği [keşiş-lik dlli-JiS"] is. 1. Keşiş olm a hâli; f M [-l(i)-y°r] argo. Bir kimse veya şeye önem
keşişlik hayatı. 2. {OsT} Keşişlerin yaşadığı yer; vermemek; boş vermek; keşten gelmek; oralı ol
manastır. S keşişlik evi, {OsT} Kilise. mamak; aldırmamak.
keşk1, [Far. keşkdLiS-] {OsT} is. 1. Keşkek. 2. Yoğurt keşlemek2, [keş-le-mek] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(i)-yor]
1. Boğmak. Düzgün olmayan tarlayı düzlemek.
kurusu.
[DS]
keşk2, [Far. teşt => keşk] {ağız} is. Leğen. [DS] keşîenm ek1, [keş-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] 1.
keşkaf, [Far. keşk-âb ^tSLiS'] {ağız} is. Kaynatılma Anlamsız, saçma sapan konuşmak. 2. Alay etmek;
eğlenmek. [DS]
mış buğdaydan yapılan yarma. [DS]
keşîenm ek2, [keş-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir]
keşke, [Far. kâş kî (k e ’şke) {OsT} zf. ve bağ. Paslanmak. [DS]
Dilek kipleriyle kurulan cümlelerin başına getirile keşîenm ek3, [keş-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] 1.
rek “ne olurdu” anlamında pişm anlık veya özlem Donmak; katılaşmak. 2. Çok üşümek. [DS]
ifade eder; keşki. S keşkem ler keşkesi, {ağız} (Di keşleşmek, [keş-le-ş-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] K eçe
lek için) ne olurdu! [DS] leşmek. [DS]
keşkek, -ği [Far. keşk-ek dASLiS"] {OsT} is. 1. Pişmiş keşli, [kes-li] {ağız} is. Tınaz savrulduktan som a
buğday ve et iyice ezilerek yapılan bir tür yemek. ikinci kez dövülmesi gereken başaklı sap. [DS]
2. Kaynamış buğday. S keşkek çömleği, {ağız} keşlik, -ği [keş-lik] {ağız} is. Yağı alınmış yoğurt ya
İçinde keşkek pişirilen, iki kulplu toprak bir kap. da ayrandan yapılan peynir; çökelek. [DS]
[DS] keşman, [? keşman] {ağız} is. Sürülmüş tarla. [DS]
keşkekçi, [keşkek-çi] is. K eşkek pişiren kimse, keşmek, [eT. keç-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] Geçmek.
keşken, [keç-mek > keş-ken / keş-gen] {ağız} is. 1. [DS]
Dokuma tezgâhlarında gücü denilen iplik tarağının keşmekeş, [Far. keşmekeş {OsT} is. 1. B ir
çubukları. 2. Ham ur açmakta kullanılan oklava. şeyi karşılıklı olarak iki taraftan çekme; çekişme. 2.
[DS] K arışık olma durumu; karışıklık; kargaşa; çekişme!
keşkere, [Far. dest-gâre] {ağız} is. Teskere. [DS] 3. Kararsızlık; üzüntü; elem,
keşkerek, -ği [Far. dest-gâre] {ağız} is. Teskere. [DS] keşmer, [? keşmer] {ağız} sf. Güldürücü; güldüren.
keşkeş1, [Far. keşkek] {ağız} is. Keşkek. [DS] [DS]
keşkeş2, [? keşkeş] {ağız} is. Pili. [DS] keşni, [Far. keşnî (keşni:) {OsT} is. 1. Orman.
keşkezen, [Far. keşk + T. ez-en {OsT} is. İçin 2. Koruluk
de yoğurt ezilen tekne, keşşaf, [Ar. k eşf > keşşaf (keşşa:f) {OsT} sf. 1.
keşki, [Far. kâşkî ^jS^iVS"] (k e ’şki) {OsT} zf. ve bağ. Çok iyi- keşfeden. 2. Gizli anlamları, sırları çözen.
Dilek kipleriyle kurulan cümlelerin başına getirile 3. İzci. 4. Eskiden M ısır maliye tahsildarlarına ve
rek “ne olurdu” anlamında pişm anlık veya özlem rilen ad.
ifade eder; keşke, keşşafhk, [keşşaf-lık] is. 1. İzcilik. 2. as. Düşmanın
keşkil, [Far. keşkül] {ağız} is. Çam ağacından yapıl bulunduğu yer ve durum hakkında bilgi edinme işi.
mış su tası. [DS] 3. {OsT} spor. İkinci M eşrutiyetten sonra Türki
keşkir, [Far. pîş-gîr] {ağız} is. Havlu. [DS] y e’de gelişen izcilik teşkilatına eskiden verilen
isim.
keşkül, [Far. keşkül JjS^iS"] {OsT} is. 1. Süt, dövül
keşşik, -ği [Moğ. keşik] {ağız} is. Sıra; nöbet. [DS]
müş badem, şeker, patates ve pirinç unundan m u
keştere, [Far. desgâre] {ağız} is. Teskere. [DS]
hallebi gibi pişirilerek yapılan bir tür tatlı; keşkülü
keştermek, [keş-ter-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] Çok
fukara. 2. Gezgin dervişlerin ve dilencilerin iki
dövmek; hırpalamak. [DS]
noktasından zincir geçirilmiş, Hindistan cevizi ve
ya abanoz ağacından yapılm a çanakları; dilenci keştî, [Far. keştî lj ^ ] (keşti:) {OsT} is. Gemi. S
çanağı. 3. {ağız} Su kabağı. [DS] keştî-bâde, {OsT} K ayık biçiminde bardak.|| keştî-
keşkülüfukara, [Far. keşkül-i + Ar. fukara5 bân, {OsT} Gemici; gem i süvarisi.|| keştî-bânî,
KEŞ ĞIÜMTÜltfSÖM.jsao
{OsT} Gemicilik; kaptanlık.\\ keştî-gâh, {OsT} Ge ketal, -li [? ketal] is. Çiriş ile kolalanmış bir tür par
milerin barındığı yer.\\ keştî-ger, {OsT} Gemi y a lak bez.
pan; gemi yapımcısı.\\ keştî-i gâm, {OsT} Gam g e ketan, [ket+ağ > ketan ?] {ağız} is. İnce örgülü ağ.
misi; diinya]| keştî-i hayâl, {OsT} H ayal gemisi]\ [DS]
keştî-i rızâ, {OsT} 1. H oşnutluk gemisi. 2. tasvf. ketav, [? ketav] {ağız} is. A tm solunum yollarında
Kişinin her şeyi hoş görür haldekilere katılma du olan bir hastalık. [DS]
rum u,| keştî-keş, {OsT} 1. Gemi reisi. 2. mecaz. ketb, [Ar. ketb ı_^S"] {OsT} is. Yazma, t? ketb etmek,
İçkici.|| keştî-nişîn, {OsT} Gemide oturan.|| keştî-
{OsT} Yazmak; kalem e alm ak.|| ketb ü tahrîr et
nişînân, {OsT} Gemide oturanlar; gem ide bulunan
mek, {OsT} Yazmak.
lar ]\ keştî-sâz, {OsT} Gemi yapan; gem i tam ir us
tası.] keştî-süvâr, {OsT} Gemiye binmiş; gemiye ketçap, [Hint d. kitcap > İng. ketchup] is. Asıl mad
bindirilmiş.|| keştî-şikeste, {OsT} Kazaya uğramış desi, domates veya m antar suyu olan, baharatlı,
gem i kalıntısı. koyu bir İngiliz sosu,
ketda, [Far. ked-htidâ] {ağız} is. Köy muhtarı. [DS]
keşufîye, [Ar. keşüfıyye ^ y ^ ] {OsT} is. tar. İmpa
kete, [Erme, get’ey ■uS']- {OsT} {ağız} is. 1. Mayalı ya
ratorluk döneminde, M ısır valilerinin topladıkları
vergiden padişaha cep harçlığı olarak İstanbul’a da mayasız hamurdan yapılarak külde pişirilen
gönderdikleri para. S keşflfiye malı, {OsT} tar. yağlı çörek; kömbe; gömbe. 2. Şekersiz kurabiye.
İm paratorluk döneminde devlet görevinde buluna 3. Y um urta ve yağla yoğrulmuş hamurdan yapıla
bilmek için valilere verilen ve valiler tarafından rak özel kaplarda pişirilen bir çeşit börek. 4. Kat
harçlık olarak padişahlara gönderilen para. kat yağlanm ış yufkalardan yapılan, aralarına iç ko
keşüç, -cü [kes-güç / keşüç] {ağız} is. Sac üzerinde nulduktan sonra katlanarak fırın ya da tandırda pi
yufka ekmeği çevirmekte kullanılan tahta araç; şirilen çörek. [DS] S keteden mi, kesmeden mi?
eyseran. [DS] {ağız} Yeni bir giyim eşyası almış kimseden bahşiş
keşük, -ğü [eT. lcurşak > keşük] {ağız} is. İnce örül alm ak için söylenir. [EG]
m üş kuşak. [DS] ketebe, [Ar. kâtib > ketebe -t^S"] {OsT} is. 1. Kâtipler;
keşür, [Far. gezer => keşür j y £ ] {eAT} {OsT} is. yazıcılar. 2. Bir hattatın yazmış olduğu yazıya adım
koyması. 3. El yazması eserlerde yazarın adını ver
Havuç.
diği yer. ff ketebe-i aklam, {OsT} Kalem kâtipleri.
keşüt, -dü [kes-güç / keşüç / keşüt] {ağız} is. Sac
üzerinde yufka ekmeği çevirmekte kullanılan tahta ketebehu, [Ar. ketebe (yazdı)+)m (o) v ^ ] {OsT} ünl.
araç. [DS] 1. “O yazdı, ” anlam ında hattatların eserlerine adla
ket1, [kat / ket / kıt / kit (yans.)] is. Pütürlü, tırtıklı rıyla birlikte yazdıkları ibare. 2. is. Hattatlık belge
yüzeylere sürtünmeyi, rına\ı, kesmeyi, çatırdat- si; hattatlık icazeti.
mayı, kazıyıp koparmayı, kemirmeyi, diş diş yap ketebeli, [ketebe-li] {ağız} sf. 1. Şaşkın; beı.eriksiz. 2.
mayı anlatan kök. [Zülfikar] ket-ir kütür. S ket küt Gösterişli; alımlı. [DS]
etmek, {ağız} Korkutucu söz söylemek; çok konuş ketemez, [kete-mez] {ağız} is. Yeni doğuran hayva
mak. [DS] nın ilk sütü; ağız. [DS]
ket2, [Soğd. k ’dy => ked / ket] {eT} zf. 1. Çok; artık; keten1, [Ar. kettân i;S] {OsT} is. bot. 1. Beş taç yap
pek. [EUTS] [Yüknekî] 2. sf. Kuvvetli; güçlü; pek. raktan oluşan zıt renkli, göz alıcı çiçekli, almaşık
[EUTS] 3. {ağız} Çok kuvvetli. [DS] yalın yapraklı, yağca zengin tohumları ya da göv
ket3, [Erme, geyt] is. 1. Engel. 2. {ağız} Set. [DS] S1 desinden lif elde etm ek için yetiştirilen, bir yıllık
ket çalmak, {ağız} Engel olmak. [DS]|| ket vermek, otsu kültür bitkisi; zeyrek, (Linum usitatissimum).
{ağız} Engellemek. [DS]|| ket vurmak, {ağız} Engel 2. Bu bitkiden elde edilen elyaf. 3. Bu bitkinin lif
lemek; engel olmak; güçleştirmek. [DS] lerinden dokunmuş kumaş. 4. {ağız} folk. Gelinliğin
ket4, [eT. ked-m ek > ket] {ağız} is. Çentik; oyuk. [DS] kesim günü. [DS] 5. {ağız} Başörtüsü. [DS] 6. {ağız}
ket5, [ket] {ağız} is. İnce, uzun sopa veya kazık. [DS] fo lk. K adınların evlenmiş olduklarını belirten çene
ket6, [git / ket ?] {ağız} is. “Ya, doğru mu? " anlam ın bağı. [DS] 7. sf. K eten liflerinden yapılmış olan. S1
da şaşma ünlemi. [DS] keten helva, Kavrulm uş şekerden yapılan pam uk
ket7, [? ket] is. Nişasta. görünüm ünde bir tür helva. || keten helvacı, Keten
ket8, [Fr. guetre] {ağız} is. Eskiden potin üstüne ge helva yapıp satan kim se|| keten helvası, Kavrulmuş
çirilerek bağlanan, düz kapaktan potine kadar uza şekerden yapılan p am uk görünüm ünde bir tür hel
nan kösele tozluk; getr. [DS] va; keten helva. || keten kuşu, zool. İspinozgiller
den, sürüler hâlinde yaşayan, kül rengi esmer tüy
ketaib, [Ar. ketıbe (bölük) >ketâ:>ib (ketaıib)
lü, erkeğinin başı ve göğsü koyu kırmızı süslü, er
{OsT} is. Askerî birlikler; askerler. ginleri küçük tanelerle, yavruları tırtıl ve böcekler-
i l f f i i l İ B İ K SOEbOK. 2581 KET
le beslenen küçük ötücü kuş, (Carduelis cannabina unvanı.|| kethüda dairesi, {OsT} Yeniçeri ocağı
/ linaria).|[ keten taşı, {ağız} Amyant. [DS]|| keten kethüdasının dairesi olup kışlanın iki bölümünden
tohumu, Keten bitkisinin dövülerek yağı çıkarılan birisidir.
ve halk hekimliğinde kullanılan taneleri. kethüdalık, [kethüda-lık] (kethüda.Tık) {OsT} is. K et
keten2, [Fr. çetene] is. kim. Ketilik alkolden hidrojen hüdanın yaptığı iş; kethüdanın görevi. S kethüda-
ayrışımı ile elde edilen ve formülü C 16H 32 olan eti- lık ağırlığı, {OsT} K öy kethüdasının köy halkından
lenik karbür. topladığı para.
keten3, [ket-mek > ket-en] {eT} is. Zahmet; sıkıntı. kethüdalılar, [kethüda-lı-lar] (kethüda:lılar) {OsT}
[DLT] is. İmparatorluk döneminde Yeniçeri ocağındaki
keten4, [ket-mek > keten] {ağız} sf. Küs olan; küsülü. yüz doksan altı ortadan otuz üçüncüsünün adı.
[DS] ketibe1, [Ar. ketıbe ^pS] (keti:be) {OsT} is. Yüz ile
ketenci, [keten-ci] is. 1. Keten satan kimse. 2. Keten
bin kişi arasında değişen askerî birlik; alay. S
bezi dokuyan kimse,
ketîbe-perver, {OsT} Asker yetiştiren; askeri seven
ketencik, -ği [keten-cik] is. bot. Turpgillerden küçük ve koruyan.
sarı çiçekli, sabun yapım ında ve ressam lar için ku
ketibe2, [? ketibe] {ağız} sf. Kısa boylu ve çelimsiz.
rutucu yağ üretiminde kullanılan bir yıllık bitki, [DS]
(Chamaeline sativa).
ketibeli, [ketibe-li] {ağız} sf. Huysuz; geçimsiz; ne
ketencilik, -ği [keten-ci-lik] is. 1. K eten üretim i ve tameli; aksi. [DS]
dokuma işi. 2. Keten ticareti.
ketif, [Ar. k etf / ketef / k etf ^JvS] {OsT} is. 1. Omuz.
ketene1, [? çedene / ketene] {ağız} is. Kenevir. [DS]
2. anat. Kürek kemiği,
ketene2, [? ketene] {ağız} is. M eyilli toprağın kaym a
ması için taştan yapılan set. [DS] ketiğen, [? ketiğen] {ağız} is. Bir tür dikenli ot. [DS]
ketenek, -ği [? ketenek] {ağız} is. İçine arı kovanları ketil, [Fr. cetyle] is. kim. Ketilik alkolden tek hidrok
silin giderilmesiyle türeyen ve formülü Ci6H33 olan
nın konulduğu küçük yapı. [DS]
tek değerli kök.
ketengiller, [keten-gil-ler] is. bot. Çok bilinen cinsi
ketilik, [Fr. cetylique] sf. İspermeçetin sabunlaştırıl-
keten olan, yaprakları çizgisel ve düz kenarlı, sar
ması ile bulunan, 49°C’ta eriyen, 344°C’ta kayna
mal veya karşılıklı, kömeç hâlinde ve erselik çiçek
li, iki çenekli otları ve çalıları, ağaççıkları kapsayan yan, formülü CH3-(CH2) 14CH2OH olan normal zin
cirli birincil alkol,
bitki familyası, (Linaceae).
keter, [keter / ketez] {ağız} is. Kağnı veya araba te ketilmek, [ked-mek > ked-il-mek] {eT} edil. f. G i
kerleğinin dışına geçirilen demir çember. [DS] yilmek; giydirilmek. [EUTS] [Gabain]
ketermek, [ket-mek > lcet-er-mek / ketiir-mek / kel- ketim, [? ketim] {ağız} is. N üfusa kaydı olmayan.
(i)t-ür-mek] {eT} g çl.f. Gidermek; silmek. [DLT] [DS]
ketez1, [keter / ketez] {ağız} is. 1. A raba ve kağnı ketir, [ket-ir] {ağız} is. 1. Dağların zor geçilebilen
tekerlerinin çevresine geçirilen demir çember. 2. taşlık ve çalılık yerleri. 2. Dağ yolu, cılga; keçi yo
Sandık çevresine çakılan çember. 3. A n kovanları lu. 3. Saban işlemeyen taşlı toprak. [DS] S ketir
nın parçalanmam ası için geçirilen ince saç çember. kütür, {ağız} (Yer için) alçaklı yüksekli, engebeli.
[DS] t? ketez başı, {ağız} B ir işin, bir şeyin sona 2. (Yüzey için) eğri büğrü, düz olmayan; pürüzlü.
ereceği yer. [DS]|| ketez demiri, {ağız} Tekerlek [DS]
çemberi. [DS] ketire1, [Ar. kitre] {ağız} is. 1. Keven. 2. Kola. [DS]
ketez2, [ketez] {ağız} is. Ağaçlardaki oyuk; yara. [DS] ketire2, [? ketire] {ağız} is. 1. Övünme. 2. Söz; k o
nuşma; sohbet; mükâleme; laf. [DS]
ketezlemek, [ketez-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(i)-
yor] Sandıklamak; bağlamak; sarmak. [DS] ketire3, [? ketire] {ağız} is. Sirke, turşu gibi yiyecek
lerin konulduğu bir tür kap. [DS]
ketfiye, [Ar. ketfiyye ^ ^ S ] {OsT} is. Arapların om uz
ketirez, [Yun. karaterise (ölç) => kerteriz] {ağız} is.
larını da örtecek biçimde başlarına sardıkları, ipek Doğrultuyu bulm ak için konulan işaret. [DS]
ten püsküllü ince örtü, ketirti, [*ke > ke-tir-tı] {eT} zf. Geride; ardında,
ketgi, [ket-mek (çentik atmak) > ket-gı / ket-kı] {eT} ketişmek, [ket-mek > ket-iş-melc] {eT} işteş, f. [-ür]
sf. -+■ketki. [DLT] Birbirinden ayrılmak; ayrılışmak. [DLT]
ketgülüg, [ket-mek (gitmek) > ket-gü- iûg] {eT} sf. ketki, [ket-mek (çentik atmak) > ket-gî / ket-kı] {eT}
Gidecek; gidici, sf. (A t için) yanları geniş, sırtı dar. S ketki at, {eT}
kethüda, [Far. ket (ev) + hüdâ (sahip)] (kethüda:) Sırtı dar. yanları geniş at. [DLT]
{OsT} is. Zenginlerin ve devlet adamlarının işlerini ketkire, [ket-mek > ket-kir-mek ? > ketkir-e]
gören kimse; kâhya. S kethüda bey, {OsT} Yeni (ketkire:) {eT} zf. Sürüklenerek; kovalanarak. [E-
çeri ocağının biiyük rütbeli subaylarından birinin UTS]
KET Ö I Ü M I Ü M E S Û 2 İ J İ .2 S 8 2
ketkirmek, [ket-mek > ket-kir-mek ?] {eT} gçl. f. ketü, [ket-mek > ket-ü] (ketü:) {eT} sf. 1. Çolak. 2.
Kovmak; kovalamak; atmak. [EUTS] Topal; sakat. [DLT]
ketlek, -ği [lcet-le-k] {ağız} is. Gırtlak. [DS] ketürm ek, [kel-mek > kel-tür-m ek / kel-ür-m ek / ke-
ketlemek, [ket-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(i)yor] tür-mek] {eT} gçl. f. [-ür] Getirmek. [EUTS] [Yük
Kaynayan yemeğin taşmaması için karıştırmak. nekî]
[DS] ketüt, [ket-mek > lcet-üt] {eT} sf. Ekşi suratlı; buru
ketlenk, -gi [lcetlenk] {ağız} is. Sandık. [DS] şuk yüzlü. [DLT]
ketlez1, [ket-le-z] {ağız} is. 1. Basık burun. 2. sf. Ba kev, [kev (yans.)] is. K öpek ve benzeri hayvanların
sık burunlu. 3. Genizden konuşan. [DS] 4. Çopur. havlam asını anlatan kök. [Zülfikar] kev-kir-mek
[DD] kevabis, [Ar. kebîse>kevâbis j-i'jS"] (keva:bis) {OsT}
ketlez2, [ket-le-z] {ağız} is. Yolda ileriyi görmeye is. A rtık yıllar,
engel olan pürüzler; engel. [DS]
kevahil, [Ar. kâhil > kevâhil (keva:hi.l) {OsT}
ketli, [ket-li] {ağız} sf. Pis; murdar. [DS]
is. Orta yaşlılar; kâhiller.
ketm , [Ar. ketm {OsT} is. 1. Sır tutma; söy-
kevaib, Ar. k â'ib > kevâ'ib v ^ b 5"] (kevaıib) {OsT} is.
lemeyiş. 2. Göstermeme; gizleme. S ketm-i adem,
Tomurcuk memeli kızlar,
{OsT} tasvf. Allah 'in ruh ve cisim âlemini yaratm ak
istediği zam an bütün yaratıkların ilki olan öz. || kevakib, [Ar. kevkeb > kevâkib (keva:kib)
ketm -i esrar, {OsT} Sırları saklama.\\ ketm-i nü {OsT} is. Yıldızlar, S1 kevâkib-i câriye, {OsT} gök
fus, {OsT} Kendini göstermeme. b. Gezegen. || kevâkib-i kutbiye, {OsT} K utup yıld ı
ketm ek1, [ked-mek] {eT} gçl. f. [-er] Giymek. [DLT] zı. || kevâkib-i m uvakkata, {OsT} g ö k b. Yeni doğ
muş bir yıldız sanılm asına rağmen parlaklığı bir
[Yüknekî]
denbire artan, değişen yıldız; nova. || kevâkib-i
ketm ek2, [ket-mek] {eT} gçl. f. [-er] Çentik atmak;
muzâafiye, {OsT} g ö k b. Birbirinin çekim alanında
gedmek. [Clauson]
bulunan ve böylece ortak çekim kütle m erkezi çev
ketm ek3, [ket-mek] gçsz. f [-er] 1. {eT} {ağız} Git
resinde dolanan iki yakm yıldız.\\ kevâkib-i müte-
mek; devam etmek. [EUTS] [DS] 2. {ağız} Düşmek. havvile, {OsT} g ö k b. Parlaklığı zam ana bağlı ola
[DS]
rak değişme gösteren yıldızlar. || kevâkib-i sâbite,
ketmen, [ket-mek > ket-men] {eT} is. Yeri kazmak
{OsT} g ö k b. D urağan yıldız.\\ kevâkib-i sahâbiye,
için kullanılan aygıt; kazma. [DLT] {OsT} gök b. Bulutsu yıldızlar.|| kevâkib-i ulviye,
ketnez, [ket-(i)n-ez] {ağız} sf. Basık burunlu. [DS] {OsT} gök b. Mars, Jüpiter ve Satürn gezegenleri.\\
keton, [Fr. aceton > ceton] is. kim. Karbonil grubuna kevâkib-şinâs, {OsT} Yıldızlarla uğraşan kimse;
iki alkil kökü bağlanmış ikincil türevlerin genel müneccim; astronom.\\ kevâkibü’l-fark, {OsT} gök
adı; formülü: R -C O -R ’. b. a, p ve n Cepheus yıldızları.\\ kevâkibü’l-ham-
ketre, [Ar. kitre] {ağız} is. Keven. [DS] se, {OsT} g ö k b. B eş büyük gezegen. || kevâkibü’s-
ketrez, [? ketrez] {ağız} is. Değirmen taşı ve kağnı seyyâre, {OsT} g ö k b. Güneş, A y ve beş gezegen.
tekerleğinin çevresindeki demir halka; çember. kevan, [Far. kevan] {ağız} is. Evi, düğünü, davetlileri
[DS] ağırlayan, yöneten kadın. [DS]
kettan, [Ar. lcettân jUS"] (ketta:n) {OsT} is. bot. Ke kevçi, [Çin. kevçı ?] (kevçi:) {eT} s f Y aklaşık on lit
ten. relik bir tahıl ölçeği. [DLT]
kevden, [Far. kevden jijS"] {OsT} sf. Ahmak; dü
kettani, [Ar. kettâni ^^S"] (ketta:ni:) {OsT} sf. Ke
şüncesiz.
tene ilişkin; keten ile ilgili,
kevek, -ği [kefek / kefeki > kevek / keveki] is. 1.
kettaniye, [Ar. kettâniye ^ S ] (ketta:niye) {OsT} is. Ağır olm akla beraber kolay kırılır taş. 2. {ağız} sf.
bot. Ketengiller, İçi delikli, hafif, çabuk kırılabilen; yumuşak. [DS]
ketum , [Ar. ketm > ketüm psS] (ketu:m) {OsT} sf. Sır 3. {ağız} (M eyve için) yenilirken ağızda dağılıve-
saklayan; ağzı sıkı. 0 ketum davranmak, {OsT} ren; gevrek. [DS]
Sır saklayıcı olm ak .|| ketum olmak, {OsT} Sır sak keveke, [keveke] {ağız} is. 1. İyi pişmemiş yemek. 2.
lamak; gizli tutmak. Sıvıların üzerinde oluşan koyu tabaka; kabuk. [DS]
kevel, [Far. kebel] {ağız} is. Kuzu veya koyun pos
ketum ane, [Ar. ketüm + Far. -âne ^U ^d] (ketu:-
tundan yapılmış kürk; deri kürk; bekçi gocuğu; ço
ma:ne) {OsT} zf. Sır saklayıcıya yakışacak biçimde, ban kepeneği. [DS] [EG] 2. {eT} sf. (At için) soylu;
ketumiyet, [Ar. ketüm iyyet o ^ j X ] (ketu:miyet) Arap atı; küheylan. S kevel at, {eT} Yürüyüşlü,
{OsT} is. Sır saklayıcı olma durumu; ketumluk, küheylan at; soylu at. [DLT]
ketumluk, -ğu [ketum-luk] is. Sır saklayıcı olma kevelci, [kevel-ci] {ağız} is. Deri ve kürk satan kimse.
durumu; ketumiyet. [DS]
■ I I M M • 2583 KEV
kevelmek, [kev-mek > kev-il-mek] {eT} dönşl. f [- kevik2, -ği [kev-ik / kevük] {ağız} is. Bir şeyi aşırma;
ür] -*■ kevilmek. [DLT] çalma. [DS]
keveme, [kev-e-me] {ağız} is. Deride oluşan bir tür keviklenmek, [kev-ik-len-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir]
kabarcık. [DS] 1. Yardakçılık etmek. 2. Güvenmek. 3. Sevinmek.
keven, [? keven / geven] 1. is. Baklagillerden, bazı [DS]
türlerinden kitre denilen bir tür zam k çıkarılan, kö keviklik, -ği [kev-ik-lik] {ağız} is. Samanlık. [DS]
kü hayvan yemi, dikenli kısım ları yakacak olarak keviksinmek, [kev-ilc-si-n-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir]
kullanılan, çok yıllık dikenli çalı; geven, (Astraga Tenezzül etmek; rüşvet almak. [DS]
lus). {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Bir tür kahve. [DS] kevilmek, [kev-mek > kev-il-mek] {eT} dönşl. f. [-
fi1 keven püzü, {ağız} Keven otunun kökünden çı ür] 1. Gevşemek; zayıflamak. [DLT] 2. edil, f Z a
karılan sakız. [DS] yıflatılmak. [EUTS] [Gabain]
keveni, [? keveni] {ağız} is. Kadın hizmetçi. [DS] kevirdek, -ği [kev-ir-de-k / kemirdek] {ağız} is.
kevenk, -gi [kevenle] {ağız} is. İçi delikli hafif, kolay Yumurta büyüklüğünde ham kavun; düvelek. [DS]
kırılabilir taş. [DS] kevirtmek, [kev-ir-t-mek] {ağız} g ç l . f [-ir] Yakasını
kever1, [kever] {ağız} is. 1. Topraktan yapılmış bü bırakmak; salıvermek. [DS]
yük tahıl ambarı. 2. Topraktan yapılm a arı kovanı. keviş1, [keviş] {ağız} is. Yarışma; yarış. [DS]
3. Tarladaki taş yığını. [DS] keviş2, [Far. kefş] {ağız} is. Ayakkabı. [DS]
kever2, [kever] {ağız} is. Soğanın yeşil yapraklarına keviz, [keviz / kövüz] {eT} is. Halı; kilim vb. şeyler.
benzer, etle birlikte yenilen bir çeşit ot. [DS] [DLT]
keverge, [? keverge ‘'S'jjlS'] {eAT} is. Küçük çan. kevke, [? kevke] {ağız} is. Sarı sümbül. [DS]
keverze, [? keverze] {ağız} is. Köpeklerin boyunları kevkeb, [Ar. kevkeb ^ jS"] {OsT} is. Yıldız. S1
na takılan küçük çan. [DS] kevkeb-i derrî, {OsT} Parlak yıldız.\\ kevkebü’l-
keves, [kev-mek > kev-e-s] {ağız} is. İri saman. [DS] hadîd, {OsT} D em ir pırıltısı; demirin kıvılcımı.
keveşe, [? keveşe] {ağız} is. 1. D amı örtmekte kulla kevkebe1, [Ar. lcevkebe ^ { O s T } is. 1. Yıldız. 2.
nılan kesilm iş yapraklı ağaç dallan. 2. sf. (Kişi
Hükümdarın yanında sancak gibi tutulan, göndere
için) işe yaramaz; beceriksiz. [DS]
takılı, çelikten parlak top. 3. A tlı asker alayı.
kevgek, [kev-mek > kev-ge-k] {eT} sf. Kekeme.
[DLT] kevkebe2, [Far. kevkebe ^ £ ] {OsT} is. Gösteriş;
kevgi1, [kev-gi] {ağız} is. 1. Romatizma. [DS] 2. ihtişam; görkem,
Belden aşağı olan sızı. [DD] kevkebî, [A r,. kevkebı ^ j? ] (kevkebi:) {OsT} sf.
kevgi2, [kevgi] {ağız} is. Su kabağından yapılmış kap.
Yıldızlarla ilgili,
[DS]
kevken, [Far. çevgân > kev-ken / çevgen] {ağız} is.
kevgin, [kev-mek > kev-gin] {eT} sf. (Yemek için)
M eyve toplamağa yarar ucu eğri ağaç; çengel. [DS]
sindirilemeyen; doyurucu olmayan, ö kevgin aş,
kevkep, -bi [Ar. kevkeb] {OsT} is. gök b. 1. Yıldız. 2.
{eT} Doyurmayan aş. [DLT]
Parıltılı şey.
kevgir, [Far. k ef (köpük) + gır (tutan) is. 1.
kevker, [kev-ke-r] {ağız} is. Ağzı çarpık adam. [DS]
Uzun saplı delikli kepçe. 2. M utfakta yıkanmış yi kevkez, [kev-lce-z] {ağız} is. M eyve toplamaya yara
yecek malzemelerini süzmekte kullanılan delikli yan ucu eğri sopa; çengel. [DS]
kap; süzgeç.
kevki, [Yun. khavkhi] {ağız} is. 1. Su kabağından
kevgür, [Far. kefglr] {ağız} is. 1. Su kabağından ya yapılmış kap. 2. Kepçe. 3. Küçük sahan. [DS]
pılan kap. [DS] 2. Kevgir. [EG]
kevkirmek, [kev (yans.) > kev-kir-mek] {ağız} gçsz.
kevi, [kev-i] {ağız} is. 1. Lehim sürmeye yarayan ba
f [-ir] (Köpek için) havlamak. [DS]
kır bir araç. 2. Rüzgârın oluşturduğu set halindeki
kevkür, [Far. kefglr] {ağız} is. Su kabağından yapıl
kar yığını. [DS]
mış kap. [DS]
kevig, [kevig] {eT} is. Burundaki kıkırdak. [DLT]
kevlek, -ği [Yun. khavlâkhi [Tietze]] {ağız} is. K uru
kevik1, -ği [kev-ik / leevük iljS"] {ağız} is. 1. Tütün mısır sapı. [DS]
hevenklerini veya bazı şeyleri asm ak için ağaçtan kevli, [Far. ? kevlı] (ke:vli:) {eT} is. Irmak ağzı.
yapılmış çengel. 2. K alburda kalan iri saman ve [DLT]
başak taneleri. 3. İçine saman veya ot basılm ış bu kevme, [Ar. kevme ■ujS'] {OsT} is. 1. Yığın; küme. 2.
zağı derisi. 4. Boynuzlu koyun; koç. 5. {OsT} İri
fel. Bir cinsten veya aralarında az çok benzer özel
saman. [DS] 6. Yere düşmüş fakat içinden taneleri
likler bulunan öğeler bütünü; katışmaç,
çıkmamış başak. 7. Buğday kavuzu. 8. İncir topla
makta kullanılan ucu bükülm üş değnek; eğmeç. kevmek, [kev-mek / gev-mek] {eT} gçl. f. [-ür] Ge
[DD] velemek; gevmek; gevşetmek. [DLT]
KEV
kevn, [Ar. kevn jjS"] {OsT} is. 1. Sonradan meydana kevsel, [Ar. lcevsel J - j ^ ] {OsT} is. dnz. Geminin kıç
gelme; sonradan olma. 2. V ar olma; varlık. 3. D ün tarafı.
ya. 4. tasvf. Varlık kavramı altında toplanan nesne kevsen1, [kev-mek > kev(i)s-e-n] {ağız} is. Kaba,
lerin tümü. 5. Mutasavvıflarca bir varlığın bir baş delikli ve yum uşak taş. [DS]
ka varlık hâline birden dönüşmesine veya bir var kevsen2, [kevs-e-n] sf. (Taş, kaya için) kaba; çürük;
lıkta bir biçimin ortaya çıkmasına verilen ad. S gevşek; kötü.
kevn ü fesâd, {OsT} Olma ve bozulma.\\ kevn ü kevsenk, [kev-se-k / kevsenk] {ağız} is. Özü alınmış
mekân, {OsT} Varlık; kâinat. buğday kabuğu. [DS]
kevnar, [? kevnar] {ağız} is. Yaşlı ağaç. [DS] kevsenmek, [kevse-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir]
kevneyn, [Ar. kevn-eyn {OsT} is. 1. M adde ve Çekinmek; sakınmak. [DS]
ruh. 2. Dünya ve ahiret. Kevser, [Ar. kevser J jZ ] {OsT} is. 1. M addî ve ma
kevnî, [Ar. kevnî / kevniyye / v jS ’] (kevni:) nevi çokluk; bolluk; kalabalık soy. 2. Cennette bu
{OsT} sf. Evrenle ilgili; kozmik, lunduğu bildirilen kutsal havuz veya akarsu. 0
Kevser gibi, (İçecekler için) tatlı ve lezzetli.
kevniyat, [Ar. kevn > kevniyyât olojS'] (kevniya:i)
kevser, [kev-se-r ?] {ağız} is. Verimsiz, çorak toprak.
{OsT} is. Evren bilimi; kozmoloji, [DS]
kevr, [Ar. kevr j ^ ] {OsT} is. 1. Sarık sarma. 2. Çok kevsere1, [? kevsere] {ağız} is. 1. Kasırga. 2. Sonba
luk; bolluk. harda ürünleri bozan kırağı. 3. Sisli havalardaki
Kevran, [Far. kârbân] {ağız} is. Parlak san yıldız; çilenti; çisenti. [DS]
Kervankıran. [DS] £? kevran guşu, {ağız} B ir tür kevsere2, [kevsere] {ağız} is. Bitkilerin yapraklarında
kuş. [DS] olan hastalık. [DS]
kevrancı, [kervan-cı] {ağız} is. Kervancı. [DS] kevsik, -ği [kes-mülc] {ağız} is. İri saman. [DS]
Kevrangıran, [Far. kârbân + T. kır-an] {ağız} is. kevşek1, [kev-mek > kev(i)ş-e-mek > kevşe-k] {eT}
Akşam ilk doğan yıldız. [DS] sf. Gevşek. [DLT]
kevre, [kev-re] {ağız} sf. Zayıf; çelimsiz. [DS] kevşek2, [kev-mek > kev-iş-m ek > kev(i)ş-e-mek >
kevrek1, [kev-mek > *kev-er > kev(e)r-e-m ek > kevşe-k / kövşe-k] (kövşe:k) {eT} sf. 1. Zarif; güzel;
kevre-k] {eT} sf. Gevrek. [DLT] şık; yumuşak. [EUTS] 2. Nazik; gevşek. [Gabain]
kevrek2, [Yun. khavlâkhi [Tietze]] {ağız} is. Kendir kevşem ek, [kev-mek > kev(i)ş-e-mek] {eT} g ç sz.f. [-
sapı. [DS] r] Geviş getirmek; gevşemek. [DLT]
kevrem ek1, [kev-mek > *kev-er > kev(e)r-e-mek] kevşen, [kevşen] {ağız} is. 1. Sınır; çevre. 2. Yaylak;
{eT} gçsz.f. [-r] Zayıflamak; gevşemek. [DLT] otlak; koru. [DS]
kevremek2, [kev-mek > kever > küvre-mek / kevre kevşeng, [kevşe-n] {eT} is. Harman yerine gelen
mek] (kevre:mek) {eT} gçsz. f. [-r] -*■ küvremek. adama verilen tahıl. [DLT]
[DLT] kevşengen, [kev(i)şe-n-mek > kevşe-n-gen] {eT} sf.
kevret, [Yun. khrevvâti] {ağız} is. 1. Tahta karyola; Çok geviş getiren. [DLT]
kerevet. 2. Yalak; oluk. [DS] kevşenmek, [kev-mek > kev(i)ş-e-mek > kevşe-n-
kevretm ek, [kev-mek > *kev-er > kev(e)r-e-m ek > mek] {eT} dönşl. f [-ür] Geviş getirmek. [DLT]
kevre-t-mek] {eT} g ç l . f [-ür] Gevşetmek. [DLT] kevşeşmek, [kev-mek > kev(i)ş-e-mek > kevşe-ş-
kevrik1, [kev-mek > *kev-er > kev(e)r-e-m ek > mek] {eT} işteş, f. [-ür] Birlikte geviş getirmek.
kevri-k] {eT} is. Gürgen ağacı, (Vitex agnus castus). [DLT]
[DLT] kevşetm ek1, [kev-mek > kev(i)ş-e-mek > kevşe-t-
kevrik2, -ği [kev-ik / kev(i)r-ik] {ağız} is. Hevenk, se mek] {eT} gçl. f. [-ür] Gevşetmek; yumuşatmak;
pet gibi şeyleri asm ak için ağaçtan yapılmış ağaç geviş getirtmek. [DLT]
çengel. [DS] kevşetm ek2, [kev(i)ş-e-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ir]
kevrim, [kev(i)r-im] {ağız} is. Kıvrım. [DS] Oranlamak; kestirmek. [DS]
kevrum, [kev(u)r-um] {ağız} is. Yuvarlak. [DS] kevşil, [? kevşil] {ağız} is. Sıkılmış üzüm posası. [DS]
kevs, [kev-mek > kev-(i)s ?] {ağız} is. Hayvan artığı kevşir, [kev-mek > kev-iş-m ek > kev(i)ş-ir] {ağız} is.
saman; iri saman. [DS] M eyve posası. [DS]
kevsek1, -ği [kev-se-k / kevsenk] {ağız} is. is. 1. kevşirik, -ği [kev-mek > kev-iş-m ek > kev(i)ş-ir-
Gevşek toprak. 2. Kaba ve yumuşak taş. 3. Özsüz, mek > kevşir-ik] {ağız} is. 1. Meyve posası; rüsup.
gevşek hamur. [DS] [DS] 2. Ağızda çiğnenm iş lokma. [DD]
kevsek2, -ği [kev-se-k] {ağız} is. 1. Taneleri çıkarıl kevşirmek, [kev-mek > kev-iş-mek > kev(i)ş-ir-
mış mısır koçanı. 2. Harmanda ayrılan kalın saman. mek] {ağız} gçl. f. [-ir] 1. Posasını çıkarmak. 2.
[DS] A ğızda çiğneyerek hamur hâline getirmek.
ö IÜ M IÜ İÎf » 01.2585 KEY
kevşür, [Fa. kefşır => kevşür -ijS'] {OsT} is. Lehim. key7, [Far. keh] {ağız} is. 1. İri saman. [DS] 2. Saman.
[EG]
kevtürmek, [kev-mek > kev-tür-mek] {eT} g ç l.f. [-
keyalmak, [key-el-mek] {ağız} dönşl. f. [-ır] G urur
ür] Gevşetmek. [DLT]
lanmak. [DS]
kevüç, -cü [kev-mek > kev-üç] {ağız} is. Alt çenesi
çıkık, üst çenesi içeriye çökmüş gibi duran, dişleri keyan, [Far. key > keyân OL?] (keya;n) {OsT} is.
kavuşmayan kimse. [DS] Şahlar; keyler.
kevük1, -ğü [kev-mek > kev-ük] {ağız} is. 1. Y üksek keyanî, [Far. keyân > keyânî ^ L ^ ] (keya:ni;) {OsT}
dallardaki meyveleri toplamak için dalları eğmekte sf. Şahlarla ilgili,
kullanılan ucu eğik sopa; eğmeç. 2. M ısır sapı. 3.
İçine saman doldurulmuş hayvan postu veya derisi. keyaniyan, [Far. keyâniyân jL^LS'] (keya;niya;n)
4. sf. (Kimse) bir kısım dişleri dökülmüş olan; diş {OsT} is. İran’ın Ahemenitler soyu; keylerin soyun
siz. [DS] dan olanlar.
kevük2, [kev-mek > kev-iik / küvük] {eT} is. -*• kü- keycek, -ği [eT. ked-m ek > key-ecek] {ağız} is. G iye
vük2. [DLT] cek; iç çamaşırı. [DS]
kevüklük, -ğü [kevük-liik] {ağız} is. 1. Samanlık. 2.
keyd, [Ar. keyd -uS-] {OsT} is. 1. Hile yapma; aldat
Yapı. [DS]
ma. 2. Hile; oyun,
kevür, [köp-ür / kevür] {ağız} is. Ağaçtan ağaca
geçmekte kullanılan merdiven. [DS] keydirme, [eT. ked-mek > key-dir-me] {ağız} is.
kevürgen, [köm-mek (kül veya toprak içine göm Hiçbir yerinde çivi kullanmadan geçme tekniği ile
mek) > köm-ür > kömür-gen / kövür-gen] {eT} is. -* yapılmış ahşap işi; kündekâri.
kömürgen. keydirm ek, [key-dir-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] 1. D o
kevze, [kev(i)z-e] {ağız} is. -*■ kevzi. [DS] lap, kapı vb. şeyleri çivi kullanmadan, geçme tek
kevzek, -ği [kev(i)z-e-k] {ağız} sf. Yaramaz. [DS] niği ile yapmak. 2. Savurmak; atmak. [DS]
kevzen, [kev(i)z-e-n ?] {ağız} sf. 1. Tembel. 2. is. keye, [key-e] {ağız} is. 1. Üzüm sucuklarını, hevenk-
Verimsiz, çorak toprak. [DS] leri asmaya yarayan ağaç askı. 2. Ucu çengelli so
kevzer, [kev-(i)s-e-r / kev-(i)z-e-r] {ağız} is. 1. Ele pa; eğmeç. 3. Ağaçtan ağaca atlamakta kullanılan
nen kirecin iri parçaları. 2. Elenince kalburda kalan ip. [DS] fi1 keye şaştı, {ağız} (Kişi için) ağaçtan
iri saman ve başak taneleri. [DS] ağaca iple atlayıp geçerken düşüp ölen. [DS]
kevzi, [kev(i)z-i / kev(i)z-e] {ağız} is. 1. Bitki ve keyeretm ek, [kayar+et-mek] {ağız} g ç l . f [-er] H ay
ağaçlara dadanan, küçük yeşil renkli böcek; ballı vanın tırnağını düzeltmek. [DS]
balsıra. 2. Bir sap üzerinde iki erik; çatal erik. [DS] keyese, [? keyese] {ağız} is. Kolanı bağlamaya yara
key1, [key (yans.)] is. Heyecanlanmayı, heyecan yan kayış. [DS]
duymayı anlatan kök. [Zülfikar] key-kir-de-mek keyf, [Ar. keyf {OsT} is. -* keyif,
key2, [Far. key ] {OsT} is. t. İran hükümdarlarının keyfe, [Ar. keyfe -uL?] {OsT} e. Nasıl; her nasıl? S
sınıflandırılmasında ikinci derecede olanların adla keyfe-mâ, {OsT} H er nasıl?|| keyfe mâ y eşâ ’,
rının başına getirilen bir unvan. 2. Büyük; muhte {OsT} N asıl isterse; istediği gibi.|| keyfe mettefak,
şem. {OsT} N asıl rast gelirse; hangisi olursa.
key3, [Far. key ^ ] {OsT} zf. Ne zaman; ne vakit? keyfer, [Far. keyfer j ^ \ is. Ceza veya ödül olarak
key4, -yyi [Ar. keyy ^ ] {OsT} is. Yarayı kızgın de verilen karşılık; karşılık,
mirle yakma; dağlama. keyfetme, [Ar. k ey f +et-me «u^l ^-iS] {OsT} is. Hoş
key5, [Soğd. k ’dy => ked / ket > key ^S"] {eT} zf. 1. ve eğlenceli vakit geçirme,
Abartma, pekiştirme bildirir. [DLT] [DLT] [KB] keyfetmek, [Ar. k ey f + T.et-mek i_jLS"] {OsT}
[Yüknekî] [Gabain] 2. {eAT} {OsT} Pek; gayet; çok. g ç sz.f. [~(d)-er] Hoş ve eğlenceli vakit geçirmek,
[DLT] [DLT] [KB] [Yüknekî] [Gabain] 3. {eAT} {OsT}
İyi; iyice; hakkıyla. [DLT] [DLT] [KB] [Yüknekî] keyfî, [Ar. keyfî / keyfıyye / i^ Ş ] (keyfi;) {OsT}
[Gabain] 4. {eAT} {OsT} sf. Uygun; muvafık; doğru; sf. 1. Keyfe, isteğe ait; keyifle ilgili. 2. İsteğe bağlı
yerinde. 5. Sağlam; kuvvetli; zorlu. [EUTS] [DLT] olan. 3. gnşl. Akla, adalete ve gerçeğe aykırı olan.
S key ise, {eAT} Eğer; isterse.|| key işlemek, {eAT} 4. Yöntem dışı; dilediğince; bildiği gibi; kural ta
iyi yapmak; uygun davranmak.\\ key kişi, {eAT} İyi, nımaksızın.
doğru kimse; insan - 1 kâmil.\\ key sözün, {eAT} İyi keyfilik, -ği [keyfî-lik] (keyfı.Tik) is. Keyfî olma du
ve güzel sözle. || rumu.
key6, [key] {ağız} is. 1. Küçük dağ ve kayalıklar. 2. keyfince, [keyf-ince] (keyfi ’nce) zf. İstediği gibi; na
Yan kenar. [DS] sıl isterse; dilediği gibi; dilediğince; keyfîne göre.
KEY n U E l l K E X i • 2586
keyfine, [Ar. keyf + T. -i-n-e] {ağız} zf. 1. Boş ver, gibi; dilediğince,|| keyfini bozmak, B ir kimseyi
aldırma. 2. N e olursa olsun. [DS] rahatsız etmek; canını sıkmak; üzmek.]] keyfini ka
keyfiyat, [Ar. keyfıyyât o L i / ] (keyfıya:i) {OsT} is. çırmak, B ir kimsenin rahatını bozmak; canını sık
mak; üzmek.]] keyfini çıkarmak, B ir şeyden iyice
Nitelikler; keyfiyetler,
zevk almak; tadını çıkarmak.]] keyfinin kâhyası
keyfiyet, [Ar. keyfıyyet {OsT} is. 1. Bir şeyin olm amak, B ir kimsenin, birinin davranışlarına
sahip olduğu veya taşıdığı nitelik; nitelik. 2. Bir karışmaya hakkı olmamak. || keyfini yapm ak, B iri
şeyin iyi veya kötü olması durumu. 3. Bir olayın nin her türlü istek ve dileğini yerine getirm ek.||
geçişi. 4. Durum; hâl; vaziyet. 5. Madde; husus; iş. keyfi oluncaya kadar, Razı oluncaya kadar.]] key
6. dbl. Cins. 7. dbl. Bazı dillerde kelimelerin azlık fi sıra, Birinin arzusu doğrultusunda; kendi isteği
çokluk, erillik, dişillik bakım ından durumu, ö key gibi.|| keyfi yerinde, Sağlığı ve neşesi tam.]} keyif
fiyet ve kemiyet, {OsT} dbl. 1. Erillik ve dişillik. 2. benim köy M ehm et Ağanın, “İşim e karışılmasını
Tekillik ve çoğulluk. istem em .” anlamında kullanılır.]] keyif çatmak,
keyfiyeten, [Ar. keyfıyyeten ioLS'] (keyfiye ’ten) {OsT} H oşça vakit geçirmek. || keyif ehli, Rahatına düş
kün.]] keyif hâli, İçkili; sarhoş; çakırkeyif || keyif
zf. N itelik bakımından; keyfiyet bakımından,
hâlinde, Sarhoş; içkili; çakırkeyif || keyif kaçır
keygi, [eT. ked-m ek > ked-gı] {ağız} is. Giyecek; giy mak, Can sıkmak. || keyif olmak, Ç akırkeyif ol
si. [DS] mak.]] keyif sorm ak, Birin hâlini, hatırını, sağlığı
keygin, [key-gin] {ağız} sf. 1. Kızgın ve kinli; öç nı öğrenmek istemek. || keyif sürmek, Sıkıntısız ve
alm a duygusu taşıyan; öfkeli. 2. (Hava için) bulutlu rahat yaşamak. || keyif verm ek, 1. N eşe vermek;
ve kapalı. [DS] sevinç katmak. 2. (İçki için) sarhoş etmek. || keyif
keyhan, [Far. keyhân (keyha:n) {OsT} is. yetiştirm ek, K e y if etmek.
keyiflenme, [keyif-le-n-me] is .l. Keyfi yerine gel
Dünya.
me; neşelenme. 2. Keyifli hâl alma; keyif sahibi
keyıhmak, [kıyık-mak / key-ıh-mak] {ağız} gçsz. f. [-
olma.
ır] Uyuşmak. [DS]
keyiflenm ek, [keyif-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] 1. Keyfi
keyif, -yfi [Ar. keyf {OsT} is. 1. Bedensel ve yerine gelmek; neşelenmek; sevinmek. 2. Keyifli
ruhsal esenlik; sağlık. 2. İç huzurunun verdiği can bir hâl almak; keyifli duruma gelmek; key if sahibi
lılık; rahatlık; tasasızlık; ferahlık; huzur; neşe; se olmak. 3. Sarhoş olmak,
vinç. 3. H oşça vakit geçirme; hoşlanma; eğlenme; keyifli, [lceyif-li] sf. Keyfi yerinde olan; neşeli; sağ
coşma. 4. Bir kimsenin kişisel isteği, arzu; heves; lıklı.
istek. 5. Alkol ve diğer uyuşturucuların verdiği ha keyifsiz, [keyif-siz] sf. 1. Neşesi yerinde olmayan;
fif sarhoşluk; çakırkeyif olma. 6. Yolsuz ve kural neşesiz. 2. Sağlığı pek yerinde olmayan; biraz has
dışı istek. 7. argo. Esrar. 8. Huy; mizaç. S’ Keyfi ta; rahatsız.
bilir... 1. "Dilediği gibi davranmakta, istediğini keyifsizlenme, [keyif-siz-le-n-me] is. 1. Keyfi, neşe
yapm akta serbest” anlamında kullanılır. 2. Canı si kaçma. 2. K eyifsiz duruma gelme; kendini biraz
isterse.|| keyfi bozuk, Canı sıkılmış; üzüntülü.\\ rahatsız hissetme,
keyfi bozulmak, Cam sıkılmak; rahatı kaçmak.\\ keyifsizlenmek, [keyif-siz-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] 1.
keyfi düzelmek, 1. Neşelenmek; can sıkıntısı g it Keyfi, neşesi kaçmak. 2. Keyifsiz duruma gelmek;
mek. 2. (Hasta için) iyileşmek.\\ keyfi gelmek, 1. kendini biraz rahatsız hissetmek,
Sağlıklı ve neşeli olmak. 2. Bedensel ve ruhsal keyifsizlik, -ği [keyif-siz-lik] is. H afif hastalık;
esenliğe kavuşmak.]] keyfi kaçmak, Neşesi kalm a kırıklık.
mak; canı sıkılmak.]] keyfi olmamak, 1. H asta ol keyik1, [key-ik / giy-ik / kedik] (keyik) {eT} is. zool.
mak. 2. N eşesi yerinde olmamak; canı sıkkın ol
1. Geyik. [DLT] [ETY] [EUTS] [KB] [Gabain] 2. Vah
mak; içi sıkılmak. || keyfi oluncaya kadar, Birinin
şi av hayvanı. [ETY] 3. Vahşi büyükbaş hayvan; eti
bir işi yapm ak için gönlü oluncaya kadar; istediği
yenen hayvanlardan ceylan, sığın, dağ keçisi gibi
ana kadar.]] Keyfim böyle. "Ben öyle olmasını,
av hayvanları. [DLT] [EUTS] [ETY] 4. Aslında ya
istiyorum ” anlamında kullanılır.]] keyfince git
bani olan her şey. [DLT] 5. sf. (İnsanlar için) may
m ek, Birinin isteğine uygun hareket etmek.|| key
m un yapılı. [DLT] S keyik kişi, {eT} Yabani
finden baydmak, Aşırı derecede zevk ve kıvanç
adam .|| keyik söğüt, {eT} Yaban söğüdü. [DLT]
duymak. |[ keyfinden dört köşe olmak, Aşırı ölçü
keyik2, -ği [key-mek > keyik] {ağız} is. 1. Çoban
de zevk duymak. || keyfine bakmak, D ilediği gibi
abası. 2. K adınların başlarına aldıkları bir tür ye
yaşam ak; rahatını düşünmek; dilediğince ya şa
meni. 3. M avi çiğdem. [DS]
mak.]] Keyfine diyecek yok! Sıkıntısız; neşeli.||
keyikçi, [keyik-çi] {eT} is. 1. Büyük hayvan avcısı;
keyfine gitmek, 1. Birinin isteğine uygun hareket
avcı. [EUTS] [İKPÖy.] 2. Geyik avcısı. [EUTS]
etmek. 2. Hoşlandırmak.]] keyfine göre, İstediği
[İKPÖy.]
Ö I ü H I I îM • 2587 KEZ
keyim, [ked-im > key-irn] {eT} is. -* kedim. [Yüknekî] Keynesçi, [İng. Johan Maynard Keynes (İngiliz ik
tisatçısı) > keynes-çi] sf. K eynes’in ortaya attığı
keyin, [? keyin] {ağız} zf. Özellikle; özel olarak. [DS]
faiz oranı, sermaye, gelir seviyesi, işçi çalıştırm a
keyir, [Ar. gayr] {ağız} zf. Başka. [DS]
arasındaki dalgalanmaları açıklayan görüşler için
keyirgençik, [keyir-gen-çik] {eT} is. Karışıklık; is
kullanılan terim,
yan; kargaşalık. [EUTS]
keyirmez, [keyir-mez] {ağız} bağ. Ama; zararı yok. keynunet, [Ar. kevn > keynünet c^ j-S -] (keymr.net)
[DS] {OsT} is. Var olma; varlık,
keyiş, [Far. keşîş] {ağız} is. Papaz; keşiş. [DS] keyre, [? keyre] {ağız} is. Sıra; nöbet. [DS]
keykenek, -ği [eT. ked-m ek > key-(i)k-en-ek] {ağız} keyrek, -ği [key-re-k] {ağız) is. Kaburga kem ikleri
is. 1. Yağmurdan korunm ak için baştan aşağı örtü nin alttan birinci ve ikinci çifti. [DS]
nülen uçları birleştirilerek külah haline getirilmiş keyri, [Ar. gayr] {ağız} zf. Sonra; artık. [DS]
çuval. 2. Başlıklı bir tür yağmurluk. 3. Çoban aba keys, [Ar. keys ^-X] {OsT} is. Anlama, kavrama ye
sı. [DS] teneği; anlayış; kavrayış,
keyki, [lceyk-i] {ağız} sf. Kıvrık; kıvırcık. [DS] keysekey, [ki+i-se+ki] {ağız} zf. Olsa olsa; olsun ol
keykirde, [key (yans.)>key-kir-de {eAT} {OsT} sun; ancak. [DS]
is. Heyecan; korku; helecan, keysi, [eT. ked-mek > key-e-si] {ağız} is. 1. Ç am aşn;
keykirdemek, [key-kir-de-mek dLojSLS"] {eAT} {OsT} giyecek; giysi. 2. İç çamaşırı. [DS] S keysi yıka
mak, {ağız} Çamaşır yıkamak. [DS]|| keysi yumak,
gçsz. f. [-r] Korkmak; endişe etmek; heyecanlan
mak. {ağız} -*■ keysi yıkamak. [DS]
keysilik, -ği [keysi-lik] {ağız} sf. Çamaşırlık; giysilik.
keyl, [Ar. keyl J ^ ] {OsT} is. 1. Tahıl ölçmekte kul [DS]
lanılan bir ölçek; kile. 2. Kile ile ölçme. S1 keyl keysilmek, [eT. ke (arka) > ke-y-(i)s-i-l-mek] {ağız}
etmek, {OsT} Kile ile ölçmek. dönşl. f. [-ir] Arkaya dayanarak oturmak. [DS]
keyli1, [key-li] {ağız} is. Tarlanın su basmayan, sel keysiye, [Ar. kis > keysiye {OsT} is. zool. Y av
gelmeyen yüksek yeri. [DS]
ruları doğumdan sonra kam ında bir kesenin içinde
keyli2, [eT. ke (arka) > ke+ile ? / Ar. gayr] {ağız} zf.
aylarca kalan etenesiz mem eliler takımı; keseliler,
1. Başka 2. Sonra; artık. [DS]
(M arsupialia).
keyli3, [ki + o + ile ?] {ağız} zf. Dolayı; için. [DS]
keyüg, [ked-üg > key-üg] {eT} is. Kebe ve kepenek
keyli4, [Ar. keyl > keylî {OsT} sf. K ile ile ölçü
gibi şeyler. [DLT]
len.
keyvan, [Far. keyvân ö \^ Ş \ (keyva:n) {OsT} is. 1. gök
keylig, [keyik-lig > keylig] {eT} is. Maymun. [DLT]
S keylig kişi, {eT} Şaşkın ve yabancı gibi iki tara b. Zuhal gezegeni; Satürn. 2. Yıldız. 3. {ağız} Yaşlı
fın a bakınarak yürüyen adam. [DLT] kadın. [DS]
keyvanı, [Far. ked-bânü] {ağız} is. 1. Emeği çok
keylus, [Ar. keylüs (keylû:s) {OsT} is. B ağır
geçen işçi. 2. Çok yaşlı kadın. [DS]
saktan gelen, içinde yağ damlacıkları bulunan ak
keyvani, [Far. ked-bânü] {ağız} is. Yaşlı kadın. [DS]
kan; kilüs.
keyvene, [Far. ked-bânü] {ağız} is. Aşçı kadın. [DS]
keyman, [? keyman] {ağız} is. Pastırm a çemeni. [DS]
keyveni, [Far. ked-bânü => keyveni {ağız} is.
keyme1, [key-me / kay-ma] {ağız} is. Bahçe çiti. [DS]
keyme2, [key-me] {ağız} is. Su deposu. [DS] 1. Aşçı kadın; düğün yemeği yapan kadın. 2. Y aşlı
keyme3, [key-me] {ağız} is. Kadın tellak. [DS] kadın. 3. Ekm ek yapan kimse. [DS] 4. {OsT} Ev ida
resini iyi bilen,
keyme4, [eğ-mek > key-m e ?] {ağız} is. H evenk ve
eşya asm ak için kullanılan ağaç askılık; çengel. keyyal, [Ar. keyl (tahıl ölçüsü) > keyyâl JLS-] (ke-
[DS] ya.T) {OsT} sf. Kile ile tahıl ölçen; kileci.
keyme5, [eT. ked-mek > key-me] {ağız} is. Kadın keyyaliye, [Ar. keyyâl > keyyâliye ■»JLS’] (keyya.Tiye)
gömleği. [DS] {OsT} is. K ilerinin aldığı ücret,
keymek, [ked-mek > key-mek] {eT} g ç l . f [-er] 1. -► keyyaz, [? keyyaz] {ağız} is. İkinci kez doğuran
kedmek1. [EUTS] [Yüknekî] 2. {ağız} Giymek. [DS] koyun. [DS]
keymelemek, [keyme-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [- keyyis, [Ar. kiyâset > keyyis / keyyise / 4- ^ ]
l(i)-yor] Çiğnemek. [DS] {OsT} sf. 1. Akıllı; zeki; uyanık. 2. İnce; zarif,
keymus, [Ar. keymüs (keymu:s) {OsT} is. Yi keyyiş, [kayış] {ağız} is. Kemer. [DS]
yeceklerin mide öz suyu ile karıştıktan sonra aldık kez1, [kez (1934 'te tekrar kullanılmaya başlandı)\
ları durum; kimüs. {eT} zf. 1. {eT} Sonra; başka. [EUTS] 2. (Bir sayıdan
KEZ Ö IÜ M IİM tS Ö M • a ssa
sonra kullanıldığında) bir olayın veya olgunun kezemek, -ği [kez-mek > kez-emek] {ağız} is. M erdi
meydana geldiği durumlardan her biri; defa; kere; ven. [DS]
sefer. {eT} {eAT} (aynı) [Üç İtigsizler] [DK] 3. {eT} is. kezenti, [kez-en-ti / gez-en-ti / Far. gezend [Tietze]
A n; zaman. [Üç İtigsizler] ö nıunta kez, {eT} Bun {ağız} s f 1. Çok gezen; işsiz; serseri. [DD] 2.
dan başka; bundan sonra. [EUTS]
Başıboş. [DS]
kez2, [kez] {eT} is. Gez. [DLT]
kezgere, [Far. dest-gâre] {ağız} is. Teskere, [DS]
kez3, [Far. kaz / kaj / kac] {eT} is. İpekli Çin kumaşı.
[DLT] kezgermek, [kez > kez-ge-r-mek] {eT} gçl. f. [-ür]
Gezlemek; geze getirmek. [DLT]
kez4, [kez] {eT} is. 1. Süt ve hamur gibi şeylerin ten
cere dibinde yapışıp kalan parçaları. 2. Tortu; çö kezi, [eT. kez] {ağız} is. Bürümcük. [DS]
kelti. [DLT] kezig, [kez-mek > kez-ig] {eT} sf. 1. Tertipli; düzenli;
kez5, [kez] {eT} sf. Sefil; bedbaht. [Gabain] [EUTS] muntazam; sıralı. [EUTS] 2. is. Sıra; dizi; saf. [E-
UTS] [KB] [Gabain] [Üç İtigsizler] 3. Sıra ile yapılan
kez6, [Soğd. k ’dy => ked / ket] {eT} zf. -*■ ked. [Yük
iş; nöbet. [KB] [Gabain] 4. Sıtma. [EUTS] [KB]
nekî]
keziglig, [kez-mek > kez-ig-lig] {eT} is. Nöbetçi.
kez7, [kez] {ağız} is. 1. Tepe. 2. Kenar; kıyı. 3. Köşe. [KB]
4. İki tepe arasındaki alçak geçit. [DS] kezik1, [Moğ. kez-ik] {eT} is. -*■ kezig. [DLT]
kez8, [kez] {ağız} is. Sahip; malik. [DD] kezik2, [kez-mek > kez-ik ?] {eT} sf. Cesaret. [DLT]
kez9, [kez-mek > kez] {ağız} is. İmece usulü çalışm a kezikçe, [kez-mek > kez-ik-çe] (kezikçe;) {eT} sf.
da sıra; nöbet. [DS] Tertiplice; düzenlice. [EUTS]
keza, [Ar. ke (cer harfi) + zâ (işaret zamiri) US'] keziklig, [kez-mek > kez-ig-lig] {eT} sf. Sırası gelmiş
(k e ’za:) {OsT} bağ. Tekrarlamalardan kaçınm ak a- olan; nöbette olan. [EUTS]
m acıyla "böyle, böylece; aynı biçimde; aynı; öyle kezil, [Ar. gazi] {ağız} is. Keçi kılından bükülerek
ce " anlam ında kullanılır, yapılan ip. [DS]
kezabir, [Ar. küzber > kezâbir y.IİS-] (keza:bir) {OsT} kezilemek, [kez-i-le-mek] {ağız} g ç l f. [-r] [-l(i)-
is. Asmacıklar. yo r] A vlam ak için nişan almak. [DS]
kezalik, [Ar. kezâlik dUliS"] (k e ’za.Tik) {OsT} bağ. kezim, [Ar. kezm > kezım jvJiS"] (kezi:m) sf. Öfkesini
yenen.
Bunun gibi; bu da öyle; böylece; keza,
kezan, [kızan / kezan] {ağız} is. Erkek çocuk; deli kezin1, [kez (defa) > kez-in] {eT} zf. Kez; defa.
kanlı. [DS] kezin1, [kez-in] {ağız} is. 1. B ir yaşm a girmiş dişi
keçi. 2. Üç yaşında ilk kuzusunu veren koyun. [DS]
kezaz, [Ar. kezâz / kezâzet otU iS-] (keza;z) {OsT} is.
kezişmek, [kez-mek > kez-iş-mek] {eT} işteş, f . [-ür]
tıp. Soluk alam ayacak derece mide dolgunluğu, Birlikte gezmek. [DLT]
kezban, [Ar. ked jS + Far. bânü ^U] (kezba:an) is. kezitmek, [kez-mek > kez-it-mek] {eT} gçl. f. [-ür]
Evi çekip çeviren kadın; vekilharç, Gezdirmek. [DLT]
kezbi, [? kezbi] {ağız} is. 1. Kavun ve karpuza zarar kezkiç, -ci [kez-mek > kez-kiç / gezgiç] {ağız} sf.
veren karıncadan ufak bir böcek. 2. Bu böceğin Gezici; gezgin. [DS]
kavun ve karpuzda yaptığı hastalık. [DS] kezküttt, [kez+küt-ü] {ağız} is. Değirmen oluğunun
keze, [kez-mek > kez-e / gez-e] (keze;) {eT} is. 1. yastığı. [DS]
Yavaş yavaş. [EUTS] 2. Sıra ile. [EUTS] [Gabain] kezleme, [kez-le-me] {ağız} is. 1. Üç yaşında ilk
kezek1, [kez-mek > kez-ek] {eT} is. Bir tür ilaç adı. kuzusunu veren koyun. 2. K ısır koyun. [DS]
[EUTS] kezlem ek1, [kez > kez-le-mek] (kezle:mek) gçl. f. [-
kezek2, -ği [kez-ek / kesek / gezek] is. 1. İri ve sert r] [-l(i)-yor] 1. {eT} {ağız} N işan almak; gezlemek;
toprak parçası; kesek. 2. Kurutulmuş gübre. gezini düzeltmek. [DLT] [Yüknekî] [DS] 2. B ir sayı
kezek3, -ği [kez-mek > kez-ek] {ağız} is. 1. Otlatma yı başka bir sayı ile çarpmak. 3. Bir işi yapm ak için
ya götürülen koyun veya sığır sürüsü; köy sürüsü; zaman ve fırsat kollamak.
gezek. 2. Geceleri evlerde sıra ile yapılan aile top kezlem ek2, [kez-le-mek] gçl. f. [-r] {eT} Temizle
lantısı. [DS] mek. [DLT]
kezekçi, [kez-ek-çi] {ağız} is. Bir süre için tutulan kezlem ekJ, [kez-le-m ek / göz-le-mek] {ağız} is. Bir
sığır çobanı. [DS] şeyi yapmak için zam an ve fırsat kollamak. [DS]
kezel, [Ar. gazel] {ağız} is. Kuru yaprak; gazel. [DS] kezleşmek4, [kez > kez-le-m ek > kez-le-ş-mek] {eT}
S1 kezel ağaç, {ağız} Kızılağaç. [DS] işteş, f. [-ür] Birlikte gezlemek; gezleşmek. [DLT]
kezeme, [kez-mek > kez-eme] {ağız} is. Merdiven. kezletmek, [kez-mek > kez-le-m ek > kez-le-t-mek]
[DS] {eT} gçl. f i [-iir] Gezletmek. [DLT]
ö I M lR lM l f . 2589 KIB
kezlik, [kez > kez-lik] is. 1. {eT} Küçük kadın bıçağı. damayı, ağır veya hızlı hareket etmeyi anlatan kök.
[DLT] 2. {ağız} Çakı; bıçak. [DS] [Zülfikar] kıb-ıl kıbıl, kıb-ır-t-mak
kezm, [Ar. kezm (JaS”] {OsT} is. Öfkesini yenme. kıbab, [Ar. kubbe > kıbâb u l i ] (kıba:b) {OsT} is.
kezm ek1, [kez-mek] {eT} gçl. f. [-er] Geçmek. [E- Kubbeler.
UTS] [Gabain] kıbah, [Ar. kabîh > kıbâh ^Li>] (kıba:h) {OsT} is.
kezmek2, [kez-mek] {eT} gçsz. fi [-er] 1. Gezmek;
Çirkinler.
dolaşmak. [DLT] [ETY] [EUTS] [KB] [Üç İtigsizler] 2.
İçeri girmek. [ETY] 3. Oymak. [ETY] kıbal, -li [Ar. kıbâl JLü] (kıba.T) {OsT} is. 1. Hareket;
kezmek3, [çez-mek > kez-mek] {ağız} gçl. fi [-er] davranış şekli. 2. (Yazı için) karşılaştırma. 3. {ağız}
Çözmek. [DS] Yüz. [DS] 4. {ağız} Yaradılış; huy. [DS] 5. {ağız}
Değişik ve özel biçim; yol; usul; durum; tarz. [DS]
kezub, [Ar. kizb > kezüb ljjaS"] (kezu:b) {OsT} sf.
5. {ağız} (Giyim kuşam, görünüş vb. için) biçim.
Çok yalan söyleyen, [DS] 6. {ağız} Benzer. [DS]
keziik, [kez-mek > kez-ük] {eT} is. Mekik. [DLT]
kıbale, [Ar. kıbâle JLü] (kıba:le) {OsT} is. Çocuk do
kezvi, [? kezbi / kezvi] {ağız} is. -* kezbi. [DS]
ğurtma işi; ebelik,
kezyarma, [kez+yar-ma] {ağız} sf. (Koyun için) kısır.
[DS] kıban, [? kıban] {ağız} is. İyi yetişmemiş bitki. [DS]
kezzab, [Ar. kizb > kezzâb ^ i 5”] (kezza:b) {OsT} sf. kıbat, [? kıbat] {ağız} is. Diz. [DS]
1. Çok yalancı. 2. kim. Kezzap. S kezzâb-i bî- kıbde, [Ar. ğıbta] {ağız} is. İmrenme; özenme; gıbta.
hicâb, {OsT} Utanmaz yalancı. [DS]
kezzap, -bı [Far. tiz (keskin) + âb (su) > tız-âb kıbel, [Ar. kıbel J J ] {OsT} is. 1. Taraf; yön; cihet. 2.
Yan; kat; huzur. 3. B ir şeyi kolayca yapabilme;
=> kezzâb v '- ^ ] {OsT} is. kim. D erişik sülfürik
muktedir olma. S1 kıbeünden gelmek, {OsT} B iri
asidin halk arasındaki adı.
sinin yanından gelmek. || kıbeline v ü sö l bulmak,
kezzek, -ği [kes-ek / kezek] {ağız} is. Sert toprak {OsT} Birinin yanm a varmak.|[ kıbel-i şer’-i şerif
topağı; kesek. [DS] ten, {OsT} Şeriat tarafından; şeriat gereğince.
kezzez, [Ar. kazzâz jljS"] {ağız} is. İpek işi yapan; kıbı, [? kıbı] {ağız} is. Çocuk ayakkabısı. [DS]
kazzaz. [DS] kıbıçkan, [kıbıç-kan / kıbış-kan] {ağız} is. Semizotu.
kg [Fr. kilo-gramme] kısalt. K ütle birimi olan kilog [DS]
ram ın kısaltması, kıbıdık, -ğı [kıb (yans.) > kıb-ıt-ık] {ağız} is. Çocuk
kgm [Fr. kilo-gramme-meter] kısalt. Enerji birim i ların hayvan tırnağı dikip taşla vurarak oynadıkları
olan kilogrammetrenin kısaltması. bir tür kaydırak oyunu. [DS]
kgm/m3 [kilo-gram-metre bölü metre küp] kısalt. kıbık, -ğı [kıb-ık] {ağız} is. Bir bölgeye özgü hasta
Metre küpün kilogram cinsinden kütlesini veren lık. [DS]
yoğunluk birimi; bir cismin bir metre küpünün ki kıbıktırmak, [kıb-ık-tır-mak / kıv-ık-tır-mak / kıc-
logram cinsinden ağırlığı, ık-tır-mak] {ağız} g ç l . f [-ır] Acele ettirmek; ivm e
khaos, [Yun. khaos] is. mit. Yaratılıştan önce var si için sıkıştırmak. [DS]
olan ve karmakarışık, insanın akimın alamayacağı kıbıl1, [kıb (yans.) > kıb-ıl] is. Kırpmayı, kıpırdam a
biçimdeki boşluk; kaos. yı, ağır veya hızlı hareket etmeyi anlatan yansımalı
-ki1, [-gı / -gi / -ğı / -ğı / -ki / -kı / -gu / -gü / -kü / - gövde, i? kıbıl kıbıl, {ağız} Çok kıpırdayan; kıpır
ku] yap. e. -*■ -gı. kıpır; yaramaz. [DS]
-kı2, [-k ı / -ki] {eT} yap. e. 1. Zam an ve mekânla kıbıl2, [Ar. kufi [Tietze] Jüs => kıbıl / kıfıl] {ağız} is.
ilgili olarak aitlik veya durum bildiren, ... ya ait Anahtar. [DS]
olan, .. olan, ... da bulunan, ... ile ilgili olan anla
kıbıla, [Ar. kıble] {ağız} is. Güney. [DS]
mında ilgi zamiri ile aynı görevleri üstlenen isim
kıbılamak, [kıbı-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor]
den isim türetme eki. [ETY] y u y a -k ı (kuzeyde) 2.
çoc. dili. Çalmak; aşırmak. [DS]
Akrabalık bildiren kelimelere getirilerek acım a ve
sevme bildirir. [DLT] ata-kı (babacık, babacığım) kıbılık, -ğı [kıb-ı-hk] {ağız} is. Yaramazlık. [DS]
-kı3, [-kı / -ki / -ğı / -gi] {eAT} yap. e. Aslında ilgi kıbırtmak, [kıb (yans.) > kıb-ır-t-mak] {ağız} gçl. f.
ekidir; sıfatlar türetir, ilerü-ki, kan-kı, arkanda-ğı [-ır] Koşmak; hızla gitmek. [DS]
ki, [kı] {eT} ünl. 1. Seslenme, çağırma sözü: Hey! kıbış1, [kıbış] {ağız} sf. (Karşılaştırılan hayvan boyla
[DLT] [EUTS] [Gabain] 2. {ağız} "Hey k ız !” anla rı için) denk; aynı; eşit. [DS]
mında seslenme sözü. [DS] kıbış2, [kaba-ş / kıbış] {ağız} sf. Saçsız; kel. [DS]
kıb, [kep / kıb / kıp / kip (yans.)] is. Kırpmayı, kıpır kıbışkan, [kıbış-kan] {ağız} is. Semizotu. [DS]
KIB D IM BifflfCESÖ M . a®»
kıbışlanmak, [kıbış-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] yaranın ve derinin kaşınmasını veya buna benzer
Yaltaklanmak. [DS] sinirsel tepki uyandıran hareketleri anlatan kök.
kıbıt, -dı [kıbıt] {ağız} is. Karm. [DS] [Zülfikar] kıc-ık (gıcık), kıc-ık-la-mak, kıc-ı-la-mak
kıbız, [kap > kap-uz / kıbız] {ağız} is. Çok kayalık kıc2, [kıc / kıç / kiç / kuç (yans.)] is. Köpek ve benze
boğaz; dar geçit. [DS] ri hayvanlarla keçi çağırma ünlemi, kıc-ı, kıc-ık,
kıbla, [Ar. kıble] {ağız} is. Güney. [DS] kıc-ık-la-m ak
kıble, [Ar. kıble ıU ] {OsT} is. 1. Namaz kılarken dö kıcalak, -ğı [kıc (yans.) > kıc-ala-k] {ağız} is. Çam
kozalağı. [DS]
nülm esi gerekli olan yön; M ekke ve Kâbe tarafı. 2.
Güney; cenup. 3. Güneyden esen rüzgâr; kıble rüz kıccık, -ğı [kıc(c)-ık] {ağız} is. Topal. [DS]
gârı. 4. mecaz. Herkesin dara düştüğünde yardım kıçı1, [kıc (yans.) > kıc-ı Lîş^] {ağız} is. 1. Dolu. 2.
istediği kapı. S kıble-gâh, {OsT} K âbe'nin bulun Toz gibi ince dolu. 3. Kırağı. [DS]
duğu yer ve yön.|| kıble-i âlem, {OsT} “Dünyanın kıçı2, [kıc (yans.) > kıc-ı] {ağız} is. Çam kozalağı.
kıb lesi” anlamında padişahlar ve Müslüman hü [DS]
küm darlar hakkında kullanılmıştır.|| kıble-i hacet, kıçı3, [kıc (yans.) > kıc-ı] {ağız} is. Y uvarlak ve katı
{OsT} "İhtiyaçların karşılandığı y e r ” anlamında koyun, keçi pisliği. [DS] S kıçı olmak, {ağız} (Kü
herkesin bir isteğinin karşılanması için başvurduğu çük çocuklar için) toprakla oynayıp kirlenmek. [DS]
makam veya kimse.\\ kıble-i İslam, {OsT} M üslü
kıçı4, [kıc (yans.) > kıc-ı] {ağız} is. Baharda kayısı ve
manların namazda yönelecekleri taraf.\\ kıble-
erik ağaçlarında görülen parlak ve yapışkan madde;
keşişleme, {OsT} Güney ile güneydoğu yönleri ara
zamk. [DS]
sından esen rüzgâr.\\ kıble-lodos, {OsT} Güney ile
güneybatı yönleri arasından esen rüzgâr. \\ kıblenin kıçı5, [eT. kıç! ly*£] {ağız} is. 1. Hardal tohumu. 2.
keşişlem eden kertesi, {OsT} Güneydoğu rüzgârı.\\ {OsT} Taze sürgünleri salata olarak yenilebilen har
kıble-rü, {OsT} Yüzünü kıbleye döndürmüş olan dal. [DS]
kim se.|| kıble rüzgârı, {OsT} Güneyden esen rüz kıçı6, [kıc (yans. ) . > kıc-ı] {ağız} is. Koyun, keçi,
gâr. || kıblesi belli olmamak, Neye inandığı, dü kuzu. [DS]
şüncesinin ne olduğu ve kime hizmet ettiği belli kıçı7, [kıçı] {ağız} is. Tütün fıdesi yetiştirilen yer.
olmamak.\\ kıbleye dönmek, Yönünü K âbe'ye çe [DS]
virmek; nam az kılmak. kıcık1, -ğı [kıc (yans.) > kıc-ı-k] {ağız} is. 1. Koyun,
kıblename, [Ar. kıble + Far. nâme ^ aJls] (kıblena:- keçi, kuzu. 2. Kuyruksuz, kıvırcık koyun. 3. Kuy
me) {OsT} is. Kıbleyazar; pusula, ruğu küçük ve içine doğru kıvrık koyun. 4. Kendi
sini sağdırmayan ve kuzusuna süt vermeyen koyun.
kıblenüma, [Ar. kıble + Far. nümâ U 4İJ] (kıblenü
5. Yaşlı hayvan. 6. sf. (Koyun, keçi için) çok kü
ma:) {OsT} is. Bulunulan yerin kıblesini gösteren çük; ufak tefek; çelimsiz. [DS]
özel pusula.
kıcık2, -ğı [kıc (yans.) > kıc-ı-k] {ağız} sf. Yozlaşmış;
kıbletan, [Ar. kıbletân ul^Ls] (kıbleta.n) {OsT} is. -*■ soyu bozulmuş. [DS]
kıbleteyn. kıcık3, -ğı [kıc (yans.) > kıc-ı-k] {ağız} is. Kızdırma;
kıbleteyn, [Ar. kıbleteyn {OsT} is. 1. İki kıble. fit. [DS] S 1 kıcık verm ek, {ağız} 1. Dedikodu yapa
2. M ekke’de bulunan Kâbe ile K udüs’te bulunan rak bir kimseyi başka biri hakkında kışkırtmak;
Beyt-i M akdis’in ikisine birden verilen ad; Kıble-i kişileri birbirine düşürmek. 2. Kızdırmak; sinirlen
M uham m et ve Kıble-i Musa, dirmek; öfkelendirmek. 3. Oyunbozanlık etmek.
[DS]
kıblî, [Ar. kıblî (kıbli:) {OsT} sf. 1. Güneye ait;
kıcık4, -ğı [kıc (yans.) > kıc-ı-k] {ağız} sf. 1. Geveze.
güney ile ilgili. 2. Güneyli, 2. Sözünde durmayan; dönek. [DS]
kıbrak, -ğı [kıb-ra-k] {ağız} is. Yasadışı cinsel ilişki
kıcık5, -ğı [kıc (yans.) > kıc-ı-k {OsT} {ağız} is.
lere aracılık eden kimse. [DS]
kıbrız, [Ar. kırmiz] {ağız} is. -*■ kırbız. [DS] 1. Boğazda yanma; gıcık. 2. Bir tür cilt hastalığı.
[DS]
Kıbt, [Ar. kıbt -M] {OsT} is. Eski Mısır halkı.
kıcık6, -ğı [kıcık] {ağız} is. Güveç. [DS]
Kıbti, [Ar. kıbtı / kıbtiye (kıbti:) {OsT} is. kıcıklam ak1, [kıcı-k-lâ-mak (kıcıkla:mak)
1. M ısır’ın eski yerli halkından olan. 2. sf. Çingene gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. {eT} {OsT} {ağız} Gıdıkla
ile ilgili. mak; tahrik etmek; güldürmek. [Nevâyî] [DS] 2.
Kıbtiyan, [Ar. kıbtı >kıbtiyân jL ~i] (kıbtiya:n) {OsT} {ağız} Huylandırmak; şüphelendirmek; kızdırmak.
is. Çingeneler, [DS]
kıc , [kac / kıc / kıç / kic (yans.)] is. Sert şeylerin kıcıklam ak”, [kıc-ı-k-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(ı)-
kulak tırmalayıcı bir sesle birbirine sürtünmesini, yo r] Hayvanı sürmek. [DS]
o T M r i i E f S i M K . 2591 K IÇ
kıcıklanmak, [kıcık-la-n-mak] {ağız} dönşl. f [-ır] 1. kıcır6, [kıc-ı-r] {ağız} is. Öç; intikam. [DS]
Gıdıklanmak. 2. Kimi cisim lerin sürtünmesinden kıcır7, [kıc-ı-r] {ağız} is. Tahterevalli. [DS]
çıkan sesten tedirgin olmak; gıcıklanmak. [DS] kıcır8, [kıc-ı-r] {ağız} is. Yuvak taşının iki yanından
kıcıktırmak, [kıcık-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Acele takılan ağaç. [DS]
ettirmek; acele etmesi için sıkıştırmak [DS] kıcır9, [kıc-ı-r / kır-cı] {ağız} is. Dolu; dolu taneleri.
kıcıl, [kıc-ıl] {ağız} is. Çocukların oyunda yaptıkları [DS]
sayı. [DS] kıcır10, [kıc-ı-r] {ağız} sf. Fıtıklı. [DS]
kıcılam ak1, [kıcı-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor] kıcır11, [gıc-ır > kıc-ı-r] {ağız} sf. İyi; yeni. [DS]
1. Birinin üstüne yürümek; saldırmak. 2. İlerlemek. kıcır12, [kıc-ı-r] {ağız} sf. Etli; yağlı; semiz. [DS]
[DS]
kıcıra, [kıl + Far. çâr > kıc-ı-r-a] {ağız} is. Yumuşak
kıcılamak", [kıcı-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)-
keçi kılından dokunmuş kumaştan yapılma panto
yor] (Dolu için) yağmak. [DS]
lon; çakşır. [DS]
kıcılamak3, [kıcı-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)-
kıcıramak, [kıc (yans.) > kıc-ı-ra-mak] {ağız} gçl. f.
yor] (Rüzgâr için) hızlanmak; kuvvetli esmek. [DS]
[-r] [-r(ı)-yor] Azarlamak. [DS]
kıcılamak4, [kıcı-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)-
kıcırganmak, [kıc (yans.) > kıc-ı-r-ga-n-mak] {ağız}
yor] Gıcırdamak. [DS]
dönşl. f. [-ır] İlgi göstermemek; ilgilenmemek;
kıcılamak3, [kıcı-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor] önemsememek. [DS]
Köpeği çağırmak. [DS]
kıcırım, [kıc-ır-ım] {ağız} sf. Bol; çok. [DS] fi1
kıcılamaz, [kıcı-la-maz] {ağız} sf. Tembel. [DS]
kıcırım bükme, {ağız} Tavşan kaçışı. [DS]
kıçım, [eT. kâ (akraba) > ka-cı-m ? / kıcı-m] {ağız}
kıcırik, -ği [kıc-ı-r-ik] {ağız} sf. Kaygan. [DS]
ünl. 1. “Canım, şekerim ” anlamında çocuklara söy
kıcırlanm ak, [kıc-ır-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
lenen sevgi sözü. 2. Ağabeyim. [DS]
İyileşmek; şişmanlamak. [DS]
kıçıma1, [kıc-ı-ma] {ağız} is. Çam kozalağı. [DS]
kıcırlı, [kıc-ır-lı] {ağız} sf. Etli; yağlı; semiz. [DS]
kıçıma2, [kıç > kıç-ım-a] {ağız} zf. Sonra; daha sonra;
kıcıt, -dı [kıc-ıt] {ağız} is. Gıcık; kızgınlık; kıskanç
ileride. [DS]
lık. S kıcıt etmek, {ağız} Kıskandırmak. [DS]||
kıcımak', [kıc-ı-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] 1. Boşa
kıcıt vermek, {ağız} Tahrik etmek. [DS]
gitmek; boş yere tüketilmek; harcanmak. 2. (İş
-kıç, [-gıç / -giç / -guç / -güç / -kiç / -kıç / -küç / -
için) gereği gibi yapılmamak; baştan savma yapıl
mak. [DS] kuç] yap. e. -*■ -gıç.
kıcımak2, [kıc-ı-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] (Bıçak vb. kıç1, [kac / kıc / kıç / kic (yans.)] is. Sert şeylerin
keskin araçlar için) keskinliğini yitirmek; körleş kulak tırmalayıcı bir sesle birbirine sürtünmesini,
mek. [DS] yaranın ve derinin kaşınmasını veya buna benzer
sinirsel tepki uyandıran hareketleri anlatan kök.
kıcımık, -ğı [kıcı-mık] {ağız} zf. Yeniden; tekrar. [DS]
[Zülfikar] kıç-ık-la-mak, kıç-ı-la-mak
kıcımuk, -ğu [kıcı-muk] {ağız} sf. 1. Doymak bilm e
kıç2, [kıc / kıç / kiç / kuç (yans.)] is. K öpek ve benze
yen; aşırı istekli. 2. Cimri. [DS]
ri hayvanlarla keçi çağırma ünlemi, kıç-ı kıçı
kıcındırm ak1, [kıc-ı-n-dır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır]
Fırlatmak. [DS] kıç3, [kıç gâ] is. 1. Arka; son taraf; {eAT} {ağız} (aym).
kıcındırmak2, [kıc-m-dır-mak] {ağız} g ç l f. [-ır] [DS] 2. {ağız} Bir şeyin ucu. [DS] 3. İnsan ve hay
Pişman etmek. [DS] van vücudunun gerisi; kuyruk sokumu kısmı. 4.
kıcır1, [kıc (yans.) > kıc-ır] is. Sert şeylerin kulak tır {ağız} Bacağın diz kapaktan aşağı bölümü; bacak.
malayıcı bir sesle birbirine sürtünmesini, yaranın [DS] 5. Bacağın uyluk bölümü. 6. Ayak. 7. dnz.
ve derinin kaşınmasını veya buna benzer sinirsel Geminin arka tarafı, gerisi; dümen ile ana posta
tepki uyandıran hareketleri anlatan yansımalı göv arasında kalan bölümü; pupa. 7. {ağız} Ayak bileği.
de. ö kıcırı kıçın, {ağız} A çm a ksızın ; acımadan. [DS] 8. {ağız} Diz. [DS] 9. {ağız} Topuk. [DS] 10.
[DS]|| kıcırı kıcırı kesmek, {ağız} K ıtır kıtır kes {ağız} Sağrı. [DS] 11. sf. Arka kısım da olan. S kıç
mek. [DS] altı, dnz. Geminin kıç güvertesi altında kalan bö-
kıcır2, [kıc-ı-r] {ağız} is. Güç; kuvvet. [DS] fi1 kıcır lümü.|| kıç atmak, 1. Aşırı istekli olmak; gö t at-,
bükme, {ağız} Çabuk; zorlam a ile. [DS]|[ kıcırı mak. 2. (Hayvan için) çifte atmak.|| kıç attırmak,
bükmek, {ağız} 1. Zorla yapm ak. 2. İşten vazgeç Üstün gelmek; yenm ek; alt etmek; geçmek; geride
mek, [DS]|| kıcır kemiği, {ağız} K alça kemiği. [DS] bırakmak. || kıç ayak, {ağız} Ö zel bir ayakkabı kalı
kıcır3, [kıc-ı-r] {ağız} is. M or renkli mısır sırçanı. bı; bir ayakkabı kesimi. [DS]|| kıç dingili, {ağız}
[DS] K ara güreşte kalçanın yardım ıyla yapılan kafa, kol
kıcır4, [kıc-ı-r] {ağız} is. Neşe; zevk. [DS] oyunu. [DS]|| kıç gönderi, dnz. Gemilerin arkasın
kıcır5, [kıc-ı-r] {ağız} is. Oyunda yenen kim senin da bulunan ve bağlı bulunduğu ülkenin bayrağı
aldığı sayı. [DS] çekili gönder; sancak gönderi.\\ kıçı kırık, D eğer
le iü M t M .,,; ,,
siz; önemsiz; işe yaramaz. || kıçına b a k a b a k a git k ıçın lam ak , [kıç-ın-la-mak {ağız} gçsz. fi [-
m ek, Umduğunu bulamayarak gitmek; istediğini
ır] 1. {OsT} Bir şeyden korkarak geri çekilmek; sa
elde edemeden dönmek. || kıçına b atm ak , Rahat ve
kınmak. 2. (Hayvan için) geri geri gitmek. 3. gçl. fi.
huzur bulduğu yerden ayrılarak huzursuz bir orta
Karşı koymak. [DS]
ma gitm ek.|| kıçına k ına y ak m ak , (Kendisinin zor
durumda kalmasından sevinç duyacak olanlara k ıçın lan m ak , [kıç-m-la-n-mak {eAT} dönşl.
söylenen sitem sözü) düşmanının zor durumuna fi [-ur] Geri geri gitmek,
sevinmek.\\ K ıçına soksun! (Bir şeyi çok isteyenler k ıçm latm ak , [kıç-ın-la-t-mak {OsT} gçl. fi
veya bir kimseye fa zla ilgi gösterenler için) “alsın,
[-ur] Geriletmek,
onun olsun; ne yaparsa yapsın. " anlamında kulla
k ıçırık , -ğı [kıç (yans.) > kıç-ır-ık] {ağız} is. Sızlan
nılır. || kıçına tekm eyi atm ak , Birini kovmak;
ma. [DS]
uzaklaştırmak; y o l vermek.|[ kıçına tekm eyi v u r
k ıçırışm ak , [kıç (yans.) > kıç-ır-ış-mak] {ağız} işteş.
m a k (yapıştırmak), İşten çıkarmak; kovmak; y o l
fi. [-ır] Bağrışmak. [DS]
vermek; uzaklaştırmak,|| kıçında p ire le r uçuşm ak,
Derin uykuda olmak; başkaları uyanıkken uyuyor k ıçırm ak , [kıç (yans.) > kıç-ır-mak] {ağız} gçsz. f i [-
olm ak.|| kıçın dönülm ek, {eAT} Geriye dönm ek.|| ır] Bağırmak. [DS]
kıçını k ald ıram am ak , Tembellik veya uyuşukluk k ıç ırtm ak , [kıç (yans.) > kıç-ır-t-mak] {ağız} gçl. fi. [-
yüzünden işi zamanında yapamamak; geç kalmak; ır] Bağırtmak,
çok tembel olmak.\\ kıçını sıkm ak, dnz. B ir gem i k ıç ırttırm a k , [kıç (yans.) > kıç-ır-t-tır-mak] {ağız}
nin kıçını, başına göre iskele veya rıhtıma daha g ç l . f [-ır] Bağırttırmak. [DS]
fa z la yaklaştırmak.^ kıçını y ırtm a k , 1. Bütün g ü kıçıruvçı, [kıç (yans.) > Karaç. kıç-ır-uv-çı] {ağız} is.
cünü kullanarak uğraşmak; didinmek. 2. Bağırıp Horoz. [DS]
çağırmak.|j kıçının kılı a ğ a rm a k , İhtiyarlamak.|| h ıçk ırık , -ğı [kıç (yans.) > kıç-kır-ık] {ağız} is. Kö
kıçının k ılları ile b alık tu tm ak , Şansı yerinde ol- peği saldırtmak için çobanın çıkardığı ses. [DS]
mak.\\ kıçın kıçın, {eAT} {OsT} {ağız} 1. G erisin g e k ıçk ırm ak , [kıç-kır-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır] Şölen
riye; geri geri. 2. (Yürüyüş için) oturarak. [DS]|| vermek. [DS]
kıçın kıçın gitm ek, 1. Geri geri gitmek. 2. (Bebek k ıçm alam ak , [kıç > kıç-ma-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r]
ler için) kıçının üstünde sürünerek gitmek. || kıçın [-l(ı)-yor] Çifte atmak. [DS]
ü stü , {ağız} Kıç üstü. [DS]|| kıçı ü stü n e o tu rm a k , k ıçm ık 1, [*kıç-mak > kıç-mık] {eT} is. 1. Küçük
B ir konuda yenilmek; söyleyecek şey bulamamak.\\ kırıntı; toz. 2. Atom. [EUTS] [Gabain]
kıçı yer görm em ek, Uzun süre ayakta kalmış ol
kıçm ık2, -ğı [kıç-mık] {ağız} is. Tekme. [DS]
mak; oturmaya fırsa t bulamamak; götü y e r gör
kıçm uk, -ğu [kıç-mık / kıç-muk] {ağız} is. Tekme.
memek,|| kıçı yoluk, {ağız} Yoksulluğuna bakmadan
[DS]
gösteriş yapm aya kalkan kimse. [DS]|| kıç p a la m a
k ıç ta n k a ra , [kıç-tan+kara] is. dnz. Baştan demirle
rı, dnz. Gemilerin kıç tarafını sahile veya iskeleye
yen, kıçtan da halatlarla kıyıya bağlanan gemi,
bağlamaya yarayan halatlar.\\ kıç serp m ek , {OsT}
Kıç atmak. || kıçta kalm ak, dnz. Başka gemilerin kıçtın, [kıçtın] {eT} is. Kaşıntı. [EUTS]
peşinde kalmak. || k ıçtan bacaklı, Kısa boylu insan; k ıç u rm a k , [*klç-mak > kıç-î-mak (gıdıklamak) >
bodur. || dnz. kıçtan gitm ek, (Gemi için) kıç taraf klçu-r-mak] {eT} gçl. fi [-ur] Kınamak; ayıplamak;
tan su alarak batmak; kıç taraftan suya göm ül başkasının kaygısından sevinç duymak. [DLT]
mek.'^ kıç ü stü, dnz. 1. Kıç kasara güvertesi. 2. Kıç [EUTS]
tarafı suya çok gömülmüş gemi. kıçü stü , [kıç+üst-ü] sf. Kıçı yere gelmiş durumda, ö
kıçayak, -ğı [kıç+ayak] {ağız} is. Çizmeye benzeyen, kıçttsttt o tu rm a k , 1. Kıçı yere gelm iş durumda
ayağa giyilen bir tür yemeni. [DS] oturmak veya düşmek. 2. mecaz. B ir konuda yenil
mek; söyleyecek şey bulamamak. 3. Beklentisine
kıçgırm ak, [kıç-gır-mak] {ağız} gçl. f . [-ır] Ateşi a-
uygun gitmeyen bir işte umutsuzluğa düşmek.
levlendirmek; körüklemek. [DS]
k ıd 1, [kıd (yans.)] is. Keçi, köpek vb. hayvanları
kıçgırtm ak, [kıç-gır-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ır] Dedi
çağırma ünlemi, kıd-ı, kıd-ı kıdı (gıd-ı gıdı), kıd-ık
kodu ile iki kişiyi birbirine düşürmek; kışkırtmak.
[DS] kıdık, kıd-ı+kıdı
k'Çi, [kıç!] (kı;çı:) {eT} is. Hardal. [DLT] kıd", [kıd (yans.)] is. Sinir tepkisi uyandıracak hare
kıçık1, [kıçı-k] {eT} is. Kaşıntı. [EUTS] ketleri anlatan kök. [Zülfikar] kıd-ık-la-mak (gıd-ık-
kıcık2, [kıçı-k / kıdık] {ağız} is. Köpek yavrusu. [DS] la-nıak), kıd-ı
kıçıklamak, [kıçı-k-la-mak] {ağız} gçl. fi [-r] Gıdık kıd 3, [kıd (yans.)] is. Tavuk ve kümes hayvanları ile
lamak. [DS] benzeri hayvanların seslenmelerini anlatan kök.
kıçılam ak, [ k ıç l - lâ - m a k ] (kıçı;la:mak) {eT} gçl. f. /- [Zülfikar] kıd-ak-la-mak (gıd-ak-la-mak)
r] G ı d ı k l a m a k . [DLT] kıd4, [kıd / kıt (yans.)] is. Bir şeyi kesip parçalamayı,
Ö İH İ l l i M . 2593 KID
ufak parçalara ayırmayı, koparmayı, kem irerek ve kıdemlilik, -ği [kıdem-li-lik] is. Kıdemli olma duru
ya keserek ufaltmayı anlatan kök. [Zülfikar] kıd-ık, mu.
kıd-ım midim, kıd-ı-mık kıdemsiz, [kıdem-siz] sf. Bir işte görev süresi ve iş
kıda, [? kıda] {ağız} is. ipekten para kesesi ve bel deneyimi bakımından yeni olan; kıdemi az olan;
kemeri dokumaya yarayan küçük el gergefi. [DS] yeni.
kıdah, [Ar. kadeh > kıdâh j-l-ü] (kıda.h) {OsT} is. kıdem sizlik, -ği [kıdem-siz-lik] is. Kıdemi az olma;
Kadehler. bir işte yeni olma durumu.
kıdak, -ğı [kıd-a-k] {ağız} is. Bir işi yapm ak için en kıdı1, [k ıd ı/k ıcı] {ağız} is. Hardal tohumu. [DS]
uygun durum, yer veya zaman. S kıdağına gel kıdı2, [kıdı] {ağız} is. Topraktan yapılmış küçük su
mek, {ağız} Biçimine, yerine gelmek. [DS]|| kıda- kabı. [DS]
ğında, {ağız} Yerinde; biçiminde. [DS] kıdı3, [kıdı / kıçı] {ağız} is. Çam kozalağı. [DS]
kıdaklamak, [kıd (yans.) > kıd-a-k-la-mak] {ağız} kıdı4, [kıdı / kıd-ık] {ağız} is. Köpek yavrusu. [DS] S1
gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor] Tavuk, yumurtlayacağı za kıdı kıdı, {ağız} 1. K öpek çağırma ünlemi. 2. D avar
man ve yumurtladıktan sonra ötmek. [DS] çağırma ünlemi. [DS]
kıdakmak, [kıd-a-k-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] A lış kıdıg, [kıd-mak > kıd-ığ] {eT} is. Hudut; sınır; kıyı;
mak; dadanmak. [DS] yan; kenar. [DLT] [EUTS] [Üç İtigsizler] [İKPÖy.]
kıdaksınmak, [kıd-a-k-sm-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] kıdıglam ak, [kıd-mak > kıd-ığ-lâ-mak] (kıdığla
Alışmak; dadanmak. [DS]
mak) {eT} gçl. f. Kıyı dikmek; kıyılamak. [DLT]
kıdaktımak, [kıd-a-k-tı-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] A-
lışmak; dadanmak. [DS] kıdıglanm ak, [kıd-mak > kıd-ığ-lâ-mak > kıdığ-la-n-
kıdalak1, -ğı [kıd-ala-k] {ağız} is. Küçük adım. [DS] mak] {eT} dönşl. f. [-ur] 1. Kıyılanmak; kenar
kıdalak2, -ğı [kıd-ala-k] {ağız} sf. (Kişi için) kısa lanmak. [DLT] 2. Sınırlanmak,
boylu; tıknaz. [DS] kıdıgsız, [kıd-mak > kıd-ığ-sız] {eT} sf. 1. Kıyışız;
kıdalamak, [kıd-ala-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı]- kenarsız. [Üç İtigsizler] 2. Hudutsuz; sınırsız. [EUTS]
yor] Kusur bulmak; titizlik etmek. [DS] kıdıh, [kıdık] {ağız} is. Gerdan. [DS]
kıdan, [kıd-an] {ağız} is. Oğlak. [DS] kıdıhlamak, [kıd-ıh-la-mah / kıd-ık-mak] {ağız} is.
kıdatmak, [kıd-a-t-mak ?] {eT} gçl. f. Düzeltmek; Gıdıklamak. [DS]
iyileştirmek. [EUTS] kıdık', [kıd-mak > kıd-ığ] {eT} is. Sınır; kıyı. [Gabain]
kıddı, [kıt (yans.) > kıd(d)-ı] {ağız} is. Leblebi. [DS] kıdık2, [kıd-ık] is. 1. Sinir tepkisi uyandıracak hare
kıdem1, [Ar. kıdem j>Ji] {OsT} is. 1. Bir işte eski ol ketleri anlatan yansımalı gövde. 2. Gıdıklanma;
ma; eskilik. 2. Bir görevde, hizm ette geçirilen süre. gıcık alma vb.
3. Bir görevde rütbece eskilik. 4. Başlangıcı olm a kıdık3, -ğı [kıd-ı-k] {ağız} is. 1. Keçi yavrusu; oğlak.
yacak derecede eskilik; ezel; A llah’ın isimlerinden. 2. Kuzu. [DS]
S kıdem-i âlem, {OsT} Evrenin eskiliği.\\ kıdem-i kıdık4, -ğı [kıd-ı-k] {ağız} is. 1. Küçük ve dar el
zaili anî, {OsT} Zaman bakımından eskilik. || kıdem- sepeti; sepet. 2. Küçük yum urta sepeti. [DS]
i zatî, {OsT} B ir kimsenin bir işte rütbe bakımından kıdık5, -ğı [koduk / kıdık / kadak] {ağız} is. Eşek
eskiliği.|| kıdem tazm inatı, {OsT} H izm et sözleş yavrusu; sıpa. [DS]
mesinin bitiminde, belli bir çalışma süresini dol kıdık6, -ğı [kıdı-k] {ağız} is. Köpek yavrusu. [DS] 0
durmuş işçiye, işverenin ödediği tazminat. kıdık kıdık, {ağız} K öpek çağırma ünlemi. [DS]
kıdem, [? kıdem] {ağız} is. Küçük çocuk. [DS]
kıdık7, -ğı [eT. kıd-mak > kıd-ık] {ağız} is. Bir şeyin
kıdemce, [kıdem-ce] (kıde ’mce) zf. Kıdem bakım ın
en küçük parçası; molekül. [DS]
dan; b ir işte geçirilen süreye göre; bir işteki tecrü
kıdık8, -ğı [gıd-ı-k] {ağız} is. 1. Gerdan; çene altı. 2.
beye dayalı olarak,
Çene. 3. Boyuna takılan inci, boncuk dizisi, ger
kıdemen, [Ar. kıdemen l»-üj] (kıd e’men) {OsT} zf. K ı danlık. 4. Bir çeşit çocuk bileziği. [DS]
dem bakımından; kıdeme göre, kıdıklam ak, [kıdık-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
kıdemi, [Ar. kıdemi / kıdam iye / -u*ji] (kıdemi:) yo r] 1. Gıdıklamak. 2. Kaşımak. 3. İki kişiyi dedi
{OsT} sf. Kıdemle ilgili olan, kodu yaparak birbirine düşürmek; fit vermek. [DS]
kıdemli, [kıdem-li] sf. Kıdemi bulunan; b ir işte görev kıdıklanm ak, [kıdık-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
süresi ve tecrübe bakım ından daha eski olan. S Gıdıklanmak. [DS]
kıdemli başçavuş, K ıdem i olan başçavuşun rütbe kıdılık, -ğı [gıdı-lık] {ağız} is. Gerdanlık. [DS]
si. || kıdemli üstçavuş, Kıdem almış bulunan üstça kıdılparmak, [kıd-ıl + parmak] {ağız} is. Küçük par
vuşun rütbesi. mak.
KID Û I Ü M I Ü M f SÖZLÜK • 2594
kıdım 1, [kıd-ım] {ağız} is. 1. Küçük adım. 2. Rüşvet. mak; kesmek. 3. İlerletmek. [ETY] 4. Sınırlara u-
3. Çorap ve halı ilmiği. 4. Beş taş oyunu. [DS] laşmak. [İKPÖy.]
kıdım ', [kıd-ım / kıd-ım-ık] {ağız} sf. 1. Az; çok az; kıdorik, -ği [? kıdorik] {ağız} is. ince bulgurdan
azıcık. 2. {ağız} is. Bir cismin en küçük parçası; yapılan yağsız pilav. [DS]
molekül. 3. Taksit. [DS] S1 kıdım kıdım, {ağız} 1. kıdr, [Ar. kıdr / kıdre j-ü] {OsT} is. Çömlek,
A za r azar. 2. K üçük küçük. 3. A ğır ağır; yavaş y a
vaş. [DS] kıduk, [kıd-mak > *kıd-uk / kıy-uk] {eT} sf. Eğri
kıdıman, [kıdı-man] {ağız} sf. 1. (Hayvan ya da insan kesilmiş. [DLT]
için) zamanından önce doğan. 2. Sırasız doğuran. kıdve, [Ar. kıdve / kıdvet ojjî] {OsT} is. 1. Kendisine
[EG] 3. is. Çiğdem. [DS] güvenilerek peşinden gidilecek örnek kişi. 2. Bir
kıdım cık1, -ğı [kıdım-cık] {ağız} is. Bir cismin en kü sın ıf veya topluluğun başı. 0 kıdvetü’l-ârifîn,
çük parçası; molekül. [DS] {OsT} Bilgililerin en bilgilisi.\\ kıdvetü’l-ebrâr,
kıdımcık2, -ğı [kıdım-cık] {ağız} zf. Birazcık; azıcık. {OsT} D indarların ve iyi kimselerin en büyüğü.\\
[DS] S kıdımcık kıdımcık, {ağız} 1. A zar azar; kıdvetü’l-hükemâ, {OsT} T asavvuf yolunda iler
küçük küçük. 2. A ğır ağır; yavaş yavaş. [DS] lemiş kimselerin bağlı olduğu ve kendisine boyun
kıdım ık1, -ğı [kıdım-ık] {ağız} is. Küçük adım. [DS] eğdikleri kişi.|| kıdvetü’l-ıılem â, {OsT} Bilginlerin
kıdımık2, -ğı [kıdım-ık] {ağız} is. Bir cismin en kü bağlı oldukları ve kendisine boyun eğdikleri kişi. ||
çük parçası; molekül. [DS] kıdvetü’l-ümerâ, {OsT} Beylerin bağlı oldukları ve
kidir, [kıd-ır] {ağız} sf. 1. (Kişi için) kısa oylu; tık kendisine boyun eğdikleri kişi.
naz. 2. Zayıf; iyi gelişmemiş. [DS] ö kidir kıymık, k ıf1, [kef / k ıf / lcif / k ö f / k ü f (yans.)] is. Sık sık
{ağız} (Geçim için) kıt kanaat; güçlükle; zorla. [DS] solumayı, rüzgârın esmesini anlatan kök. [Zülfikar]
kıdırım 1, [kıd-ır-ım] {ağız} is. Uçurum. [DS] kıf-ıl kıfıl,
kıdırım 2, [kıd-ır-ım] {ağız} is. Sıkıntı; bunaltı. S kı- kıf2, [kıf (yans.)] is. Hızlı ya da yavaş hareket etme
dırım olmak, Sıkıntıdan bunalmak; sıkılmak. yi, cilveleşmeyi, kıpırdanm ayı anlatan kök. [Zülfi
kıdırış, [kıd-ır-ış] {ağız} sf. 1. (Kişi için) kel; saçsız. kar] k ıf k ıf k ıf k ıf etmek, kıf-ı-da-k, kıf-ı-dan-ak, kıf-
2. Yüzü buruşuk. 3. iyi gelişmemiş. [DS] ıl-da-mak, kıf-ır kıf-ır, kıf-ıt-mak
kıdırm ak1, [kıd-ır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Zayıfla kıf3, [kıf ı-i-ii] is. 1. {eAT} {OsT} Kadeh; bardak. 2.
m ak. [DS] {ağız} K adayıf dökmek için kullanılan bir tür süz-
kıdırmak2, [kıd-ır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] 1. Kız geçli tas. [DS]
aramak, araştırmak. 2. Görücü gitmek. [DS] laf4, [kıf] {ağız} is. Kir; pislik. [DS]
kıdış1, [? kıdış] {ağız} is. Topraktan yapılmış su bar kıf5, [kıf] {ağız} is. Çaba. [DS] S kıfı tutm ak, {ağız}
dağı. [DS] Isteklenmek; heveslenmek. [DS]
kıdış2, [kıd-ış] {ağız} ünl. “Canım, şekerim ” anla kıf*, [kıf] {ağız} is. Ekin biçilm eden koparılmış buğ
m ında çocuklara söylenen okşama sözü. [DS] day başağı. [DS]
kıdış3, [? kıdış] {ağız} is. Koyun ve keçi kellelerinin kıf7, [kıf] {ağız} is. insanın her şeyi hoş görür olduğu,
kulaklarını çiğ yiyen kimse. [DS] en uygun zamanı ve durumu. [DS]
kıdışmak, [kıd-mak > kıd-ı-m ak > kıdı-ş-mak] {eT} kıf8, [kıf] {ağız} zf. (Dönmek, kalkm ak vb. eylemler
işteş, f. [-ur] Birlikte kenar dikmek; değirmi bir için) derhal; çarçabuk. S kıfadan dönmek, {ağız}
şeyin kenarını birlikte dilemek. [DLT] Olduğu yerde çabucak geri dönmek. [DS]
kıdıt, [kıd-ı-t] {ağız} is. Kabuğundan kolayca ayrıl kıfar, [Ar. kafir > kıfar jlS ] (kıfa;r) {OsT} is. Susuz
m ayan ceviz. [DS] yerler; çöller.
kıdıtmak, [kıd-mak > kıd-ı-m ak > kıdı-t-mak] {eT} kıfı1, [kıf-ı] {ağız} is. K uytu yer; rüzgâr tutmayan yer.
gçl. f. [-ur] K enar diktirmek; kıyılatmak. [DLT] [DS]
kıdik, -ği [kıd-ık] {ağız} is. Keçi yavrusu; oğlak. [DS] kıfı2, [kıf-ı / kıp-ı] {ağız} is. 1. Şaka; eğlence; alay. 2.
kıdlamak, [kıt-la-mak / kıd-la-mak] {ağız} gçl. f [-r] sf. Güldürücü; eğlendirici. 3. Şakacı. [DS]
[-l(ı)-yor] Dişlemek; ısırmak. [DS] kıfıdak, -ğı [kıf-ı-dak] {ağız} zf. Ansızın; birdenbire.
[DS]
kıdm a, [kıd-mak > kıd-mâ / kıy-mâ] (kıdma:) {eT} is.
kıfıdanak, -ğı [kıf-ı-dan-ak] {ağız} zf. Yavaşça. [DS]
Hamuru serçe dili gibi eğik kesilmiş bir tür erişte.
[DLT] kıfık, -ğı [kıf-ı-k] {ağız} sf. Soylu olmayan. [DS]
kıfıl1, [kıf (yans.) > kıf-ıl] is. 1. Sık sık solumayı,
kıdmaç, [kıd-mak > kıd-maç / kıy-maç] {eT} is. Yan
rüzgârın esmesini anlatan yansımalı gövde. 2. Hızlı
bakış; gözleri kısarak bakış, ya da yavaş hareket etmeyi, cilveleşmeyi, kıpır
kıdmak, [kıd-mak / kîd-mak] {eT} gçl. f. 1. Kıymak; danmayı anlatan yansımalı gövde. S kıfıl kıfıl,
öldürmek. [ETY] 2. Dilimlere veya parçalara ayır {ağız} 1. (Yel esmesi için) ılık ılık. 2. (Yumak için)
n n e H K E E B Ü K . 2595 KIĞ
mışıl mışıl. 3. (Düşüp ölm ek için) birbiri ardınca; kıftır, [kıf (yans.) > kıf-(ı)t-ır] is. Hızlı ya da yavaş
sapır sapır. [DS] hareket etmeyi, cilveleşmeyi, kıpırdanm ayı anlatan
kıfıl2, [Ar. kufi [Tietze] J is => kıbıl / kıfıl] {ağız} is. yansımalı gövde. S kıftır kıftır, {ağız} (Yürümek
için) cilveli davranışlarla; kırıtarak. [DS]
Anahtar; kilit. [DS]
kıftu, [kırp-mak / *kıp-mak / kıp-tü / kıf-tü ? / Y a
kıfıl3, [Ar. kafr [Tietze] yü => kıfıl / kıfır] {ağız} is. kut. kıptıy] {eT} is. Makas; kırkı. [DLT]
Böceklerden korum ak için asm a kütüklerine ve kıftulamak, [kıp-tü > kıftü-lâ-mak] (kıftu:la:mak)
filiz yerlerine sürülen macun. [DS] {eT} g çl.f. [-r] Makas ile kırkmak; kırpmak. [DLT]
kıfıl4, [kıf (yans.) > kıf-ıl] {ağız} is. 1. Çam ağaçları kıg1, [kag / kağ / kah / kak / kek / kıg / kığ / kik / kok
nın dökülen yaprakları. 2. Kurutulmuş labada çiçe / kug / kuğ / kuk (yans.)} is. Tavuk ve diğer kümes
ği. [DS] hayvanlarının ve benzeri kuşların seslenişini ve bu
kıfılanmak, [kıfı-la-n-mak] {ağızj dönşl. fi [-ır] Ko biçimde bağırmayı, seslenmeyi anlatan kök. [Zülfi
miklik yaparak çevresindekileri güldürmek; şakla kar] kıg-ır-dan, kıg-ır, kıg-ı-ru
banlık yapmak. [DS] kıg2, [kağ / kah / kak / kıg / kığ / kıh / kik / kik
kıfıldamak, [kıf-ı-l-da-mak] {ağız} gçl. fi. [-r] [~d(ı)~ (yans.)] is. Kurutulmuş meyve vb. şeylerin birbiri
yor] 1. (Kadın için) erkeğin dikkatini çekmeye, ona ne sürtünmesini, çarpmasını anlatan kök. [Zülfikar]
hoş görünmeye çalışmak; cilvelenmek. 2. Telaşa kıg-ış kıgış
düşmek; çabalamak. [DS]
kıg3, [klğ ,M] (kı:ğ) {eT} {eAT} {OsT} is. Hayvan güb
kıfıllanmak, [kıf (yans.) > kıf-ıl-la-n-mak] {ağız}
resi; kuru koyun, keçi ve deve pisliği; tezek. [DLT]
dönşl. f i [-ır] Kendisine çeki düzen vermek; süs
[EUTS] [Gabain]
lenmek. [DS]
kıgıç, -cı [kıg (yans.) > kıg-ıç] {ağız} is. V olkanik
kıfıltı1, [kıf (yans.) > kıf-ıl-tı] {ağız} is. 1. Rahatsız
bölgelerde bulunan, hafif, suya batmayan, yuvar
edici davranış; kıpırtı; patırtı. 2. Evecenlik; telaş.
[DS] lak, süngerimsi taş. [DS]
kıfıltı2, [kıf (yans.) > kıf-ıl-tı] {ağız} is. İstek; arzu. kıgıçtak, -ğı [kıg-ıç-ta-k / kığ-ış-ta-k] {ağız} is. Eşek
[DS] sürmekte kullanılan, ucunda birkaç tane halka veya
kıfır1, [kıf (yans.) > kıf-ır] is. Hızlı ya da yavaş küçük bir çıngırak bulunan sopa. [DS]
hareket etmeyi, cilveleşmeyi, kıpırdanm ayı anlatan kıglatmak, [klğ > kığ-la-mak > kığ-la-t-mak] {eT}
yansımalı gövde. S kıfır kıfır, {ağız} (Kaybolan gçl. fi [-ur] 1. Fışkı ile gübreletmek. 2. Ata dışkı
şeyi aram ak için) Çabuk çabuk; acelecilikle; eve yaptırtmak. [DLT]
cenlikle. [DS] kığ1, [kag / kağ / kah / kak / kek / kıg / kığ / kik / kok
kıfır2, [Ar. kafr [Tietze] yâ => kıfıl / kıfır] {ağız} is. 1. / kug / kuğ / kuk (yans.)] is. Tavuk ve diğer kümes
hayvanlarının ve benzeri kuşların seslenişini ve bu
Böceklerden korum ak için asm a kütüklerine ve
biçimde bağırmayı, seslenmeyi anlatan kök. [Zülfi
filiz yerlerine sürülen macun. 2. Üzüm salkım ları
kar] kığ-ır-mak, kığ-ıl kığıl, kığ-la-t-mak
nın dökülmesine neden olan bir hastalık. 3. Tırtıl
kığ2, [kağ / kah / kak / kıg / kığ / kıh / kik / kik
böceği. [DS] S 1 (gözüne) kıfır aka, {ağız} "Gözün
(yans.)] is. Kurutulmuş meyve vb. şeylerin birbiri
kör olsun ” anlamında bir ilenç sözü. [DS]
ne sürtünmesini, çarpmasını anlatan kök. [Zülfikar]
kıfıramak, [kıf-ır-a-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-r(i)-yor]
kığ-ış kığış, kığ-ış-ta-mak, kığ-ış-tı
(Ağaç için) kesmek; parçalamak; budamak. [DS]
kığ3, [kağ / kığ (yans.)] is. Akarsuyun çıkardığı sesi,
kıfırcan, [kıf-ır-can] {ağız} is. Salgın hastalık. [DS]
gürültüyü buna benzer gürültülü konuşmayı; yıkıl
kıfırkak, [*lcıvır-mak > kıvır-ğâk] (kıfırga:k) {eT} is.
mayı, çökmeyi anlatan kök. [Zülfikar] kığ-ış kığış,
-* kıvırgak. [Gabain]
kığ-ış-da-mak
kıfırkamak, [*kıvır-mak > kıvır-ğâ-mak] (kıfırga:-
mak) {eT} gçsz. f . Hasislik etmek; cim rilik etmek. kığ4, [eT. klğ > kığ / kıh £ i] (kı:ğ) {eT} {eAT} {OsT}
[EUTS] {ağız} is. Koyun, keçi ve deve pisliği; kığı. [DS]
kıfıtmak, [kıvır-t-mak > kıf-ıt-mak] {ağız} g ç l . f [-ır] kığa, [eT. kâ (kardeş) > ka-da / ka-ğa ?] {ağız} is.
Kalçasını oynatarak, salma salma yürümek. [DS] Ağabey. [DS]
kıflamak, [kıf-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] kığalak, -ğı [kığ-a-la-k] {ağız} is. Koyun, keçi pisliği.
Arpa, buğday, vb. tahılın başağım koparmak. [DS] [DS-]
kıflı, [kıf-lı] {ağız} sf. 1. Oynak; cilveli. 2. Şımarık. kığanışmak, [kıv-a-n-ış-mak / kığan-ış-mak
[DS]
{eAT} işteş, fi. [-ur] Birlikte övünmek,
kıft, [? kıft o is ] {eAT} is. Yaklaşma; rağbet. S kıft kığaşık, -ğı [kıy(ı)n-aş-ık / kınaş-ık] {ağız} sf. 1.
olmak, {eAT} Yakınlık duymak; rağbet etmek; bağ (Kapı, pencere vb. için) hafifçe aralık kalmış. 2. is.
lanmak.|| kıft etm ek (eylemek), {eAT} Teşvik et Aralık. [DS]
mek; rağbetlendirmek. kığaştırmak, [kıy(ı)n-aş-tır-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır]
KIĞ ÛIÜMIİİMtSÖM • 2598
(Kapı, pencere, kapak vb. için) hafifçe aralamak. kığırlam ak, [kığ-ır-la-mak] {ağız} gçsz. f i [-r] [-l(ı)-
[DS] yor] (Koyun, keçi ve deve için) pislemek; pisliğini
kığı1, [eT. kîğ / kıh > kığ-ı] {ağız} is. Koyun, keçi ve yapmak. [DS]
deve pisliği; kığ. [DS] kığırm ak1, [eT. kakı-r-m ak / kıkı-r-mak > kığır-mak
kığı2, [kığ (yans.) > kığı-ı / kıy+kıy / kıy + kıy] {ağız} J»>İ] {eAT} {OsT} {ağız} gçl. fi [-ır] 1, Çağırmak;
is. Çalgı. [DS]
davet etmek; seslenmek; haykırmak. [DK] [DS] 2.
kığıl1, [kığ (yans.) > kığ-ıl] is. Tavuk ve diğer kümes {ağız} Yollamak. [DS] 3. {ağız} Koyun ve keçileri
hayvanlarının ve benzeri kuşların seslenişini ve bu çağırmak. [DS]
biçim de bağırmayı, seslenmeyi anlatan yansımalı
kığırm ak2, [kığ-ır-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ır] (Horoz
gövde. 0 kığıl kığıl etmek, {ağız} 1. Çabalamak;
için) ötmek. [DS]
ağlayıp sızlayarak tepinmek. 2. Yaltaklık etmek; el
kığırm ak3, [kığ-ır-malc] {ağız} gçl. fi [-ır] Yenmek;
ovuşturmak. [DS]
yiğitlik göstermek. [DS]
kığıl2, [kığ-ı-1] {ağız} is. Koyun, keçi ve deve pisliği.
kığırmak4, [kağ-ır-mak] {ağız} gçl. fi [-ır] Bükmek;
[DS]
kanırmak. [DS]
kığılama, [kığ-ı-la-ma] is. K ığılamak eylemi.
kığırşak, -ğı [kığ-ır-(ı)ş-a-k] {ağız} sf. 1. Buruşmuş.
kığılam ak1, [kığ-ı-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r] [-l(ı)-
2. (Saç için) ondüleli; kıvrılmış, [DS]
yo r] (Keçi, koyun vb. için) pisliğini yapmak; pis
lemek. [DS] kığırtmak, [kığ-ır-t-mak ji> 5 ] {eAT} gçl. fi [-ur] 1.
kığılam ak2, [kığ (yans.) > kığ-ı-la-mak] {ağız} gçsz. Tellal çağırtmak; bağırtmak. 2. D avet etmek; ça
f M [-l(l) - y ° r] (Tavuk için) gıdaklamak. [DS] ğırtmak.
kığılatmak, [kığ (yans.) > kığ-ı-la-t-mak] {ağız} gçl. kığıru, [kığ-ır-u Lj>Ji] {eAT} zf. Bağırarak; haykıra
f i [-ır] Üzerine çıkıp bağırtmak. [DS] rak.
kığılcım, [kıv (yans.) > kıv-ıl-cım / kığ-ıl-cım f=J^] kığış1, [kığ (yans.) > kığ-ış] is. 1. Kurumuş şeylerin
{OsT} {ağız} is. Kıvılcım. [DS] S kığılcım gibi, birbirine sürtünmesini anlatan yansımalı gövde. 2.
{ağız} Sürekli ve tez. [DS] is. Kuruyan dalların yel estikçe çıkardığı ses. 3.
kığımsı, [kığ-ımsı] sf. 1. Kığ gibi; kığa benzer. 2. Y apraklan üstünde kurumuş ağaç dalları.
(İnsan dışkısı için) koyun pisliği şeklinde olan. kığış2, [kığ-ış j ü î ] {ağız} is. 1. Kışın akarsuların sü
kığır1, [kığ (yans.) > kığ-ır] is. 1. Tavuk ve diğer kü rüklediği buz parçalan. 2. Kırağı gibi ince kar; kırç.
m es hayvanlarının ve benzeri kuşların seslenişini 3. Kırağı. 4. İri ve kaim saman. 5. Çalı çırpı. [DS]
ve bu biçimde bağırmayı, seslenmeyi anlatan yan fi1 kığış kığış, {ağız} 1. (Derenin akışı için) çakıllar
sımalı gövde. 2. Kurutulmuş meyve vb. şeylerin arasında ses çıkararak. 2. (Sert cisim ler için) bir
birbirine sürtünmesini, çarpmasını anlatan yansı birine sürtünm e sonucu ses çıkararak. 3. (Cisimler
m alı gövde. 3. Akarsuyun çıkardığı sesi, gürültüyü, için) çok kuru ve katı. [DS] 4. {OsT} Şıngır şıngır.
buna benzer gürültülü konuşmayı; yıkılmayı, çök kığışdam ak1, [kığ-ış-da-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] [-
m eyi anlatan yansımalı gövde. d(ı)-yor] 1. (Dere suyu için) çakıllar arasından a-
kığır2, [kığ-ır] {ağız} sf. (Kişi için) burnundan konu karken ses çıkarmak. 2. (Kuru yaprak ve buna ben
şan; hımhım. [DS] zer cisim ler için) rüzgârda birbirine sürtünme so
kığırdamak, [kığ-ır-da-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-d(ı)~ nucu ses çıkarmak. [DS]
yo r] (Köpek için) soğuktan sızlanmak. [DS] S kığışdamak2, [kığ-ış-damak] {ağız} is. gçsz. f i [-r] [-
kığırdayıp durmak, {ağız} Sözü ağzında gevele d(ı)-yor] Yerli yersiz konuşmak. [DS]
mek; söylenmek. [DS] kığışık, -ğı [kığ-ış-ık / kına-ş-ık] {ağız} is. Aralık.
k ığ ırd an m ak , [kığ (yans.) > lcığ-ır-da-n-mak j i a y i] [DS]
kığışlamak, [kığ-ış-la-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] [-l(ı)-
{OsT} dönşl. f. [-ur] Mırıldanmak,
yor] -*■ kığışdam ak1. [DS]
kığırdıcı, [kığ (yans.) > kığ-ır-dıcı ^ ^ y â ] {eAT} kığışlanmak, [kığ-ış-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır]
{OsT} is. Tellal, (Su için) buz tutmak. [DS]
kığırıcı, [kığ (yans.) > kığ-ır-ıcı ^ > 3 ] {eAT} is. kığışmak, [kığ-ış-mak] {ağız} gçsz. f i [-ır] Soğuktan
Tellal. donmak. [DS]
kığırık, -ğı [kığ-ır-ık] {ağız} is. Kınalı keklik. [DS] kığıştak, -ğı [lcığ-ış-ta-k] {ağız} is. 1. Sinir hastalığı
nın iyileştirilmesinde kullanılan, kaynatılarak suyu
kığırılmak, [kığ-ır-ıl-mak j l y f l {eAT’} {OsT} e d il.f.
içilen bir çeşit bitki. 2. Çıngıraklı değnek. [DS]
[-ur] Çağırılmak. kığıştam ak, [kığ-ış-ta-mak] {ağız} gçl. fi [-r] [-t(ı)-
kığırışmak, [kığ-ır-ış-mak {eAT} {OsT} işteş, yo r] (Kuru yapraklar ve sert cisimler için) birbirine
f. [-ur] Bağrışmak; haykırışmak. dokunarak ses çıkarmak. [DS]
f « I I K S İM . 2597 KİK
kığıştı, [kığ-ış-tı tîJ-üs] {OsT} {ağız} is. K um yap k ıj1, [kıj (yans.)] is. Kıvılcım saçmayı anlatan kök.
[Zülfikar] kıj-kır-mak
rakların ve sert cisimlerin rüzgârda birbirine değe
rek çıkardıkları ses; hışırtı. [DS] k ıj2, [kıj (yans.)] is. Sert yüzeylere sürtünmeyi anla
tan kök. [Zülfikar] kıj-gır-mak
kığlam ak1, [kığ-la-mak] {ağız} g ç sz.f. [-r] [-l(ı)-yor]
Tuttuğu işin sonunu getirememek; başaramamak. k ıj3, [kıj / kış (yans.)] is. Karga ve benzeri hayvanla
[DS] rın ötüşünü ve bu biçimde bağırmayı, haykırmayı
anlatan kök. [Zülfikar] kıj-gır-mak
kığlamak2, [kığ-la-mak l>iü>] {eAT} {ağız} gçsz. fi [-
k ıj, [kıj / kıçı] {ağız} is. Ağaçlardan sızan zamk. [DS]
rl [-l(l) - y ° r'] (Koyun, keçi vb. için) pisliğini yap
k ıjg ırm a k ', [kıj-gır-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] (Ateş
mak. [DS]
için) kuvvetlenmek; alevlenmek. [DS]
kığlamak3, [kığ-la-mak] {ağız} g ç sz.f. [-rj [-l(ı)-yor]
k ıjg ırm a k 2, [kıj-gır-mak] {ağız} gçsz. fi [-ır] Ekşi
Yerli yersiz konuşmak. [DS]
mek. ,[DS]
kığmık, -ğı [kıy-mık] {ağız} is. Yonga; kıymak. [DS]
kıjı, [kıj-ı / kıc-ı] {ağız} is. A ğaçlardan sızan zamk.
kığrılmak, [kığ-ır-ıl-mak Jİ>S] {eAT} edil. fi. [-ur] [DS]
Çağrılmak. kıjık, -ğı [kıj-ık] {ağız} is. Saksağan. [DS]
kığrımca, [kığ-(ı)r-ım-ca] {ağız} is. B ir çeşit cevizli k ik 1, [kag / kağ / kah / kak / kek / kıg / kığ / kik / kok
ham ur tatlısı. [DS] / kug / kuğ / kuk (yans.)] is. Tavuk ve diğer kümes
kığnşm ak, [kığ-(ı)r-ış-mak {eAT} işteş, fi. hayvanlarının ve benzeri kuşların seslenişini ve bu
biçimde bağırmayı, seslenmeyi anlatan kök. [Zülfi
[-ur] Bağrışmak; çağrışmak,
kar] kık-ır
kığşadak, -ğı [kığ-(ı)ş-adak] {ağız} zf. Yığın hâlinde;
topluca. [DS] k ik 2, [kağ / kah / kak / kıg / kığ / kıh / lcık / kik
(yans.)] is. Kurutulmuş meyve vb. şeylerin birbiri
kıh1, [kağ / kah / kak / kıg / kığ / kıh / kik / kik
ne sürtünmesini, çarpmasını anlatan kök. [Zülfikar]
(yans.)] is. Kurutulmuş meyve vb. şeylerin birbiri
kık-ır-da-k
ne sürtünmesini, çarpmasını anlatan kök. [Zülfikar]
kıh-ıl-tı k ik 3, [kak / kik / kik / kih (yans.)] is. Kahkaha atmayı
veya gülmeyi anlatan kök. [Zülfikar] kık-ır kıkır,
kıh2, [kağ / kah / kak / kıh (yans.)] is. Öksürme ve
kık-ır-da-mak
balgam çıkarmayı anlatan kök. [Zülfikar] kıh kıh,
kıh+kıh-la-mak k ik , [kik (yans.)] is. Titreme veya can çekişmeyi
anlatan kök. [Zülfikar] kık-ır-da-mak
kıhJ, [eT. kığ > kıh] {ağız} is. 1. Koyun ve keçi pisli
ği; gübre. 2. İnsan dışkısı; pislik. [DS] 3. çoc. d. k ik 5, [klğ] (kı:ğ) {eT} is. Gübre; çer çöp; pislik.
Kir; pislik. [EG] [EUTS]
k ik 6, -ğı [kik] {ağız} sf. Eski. [DS]
kıhf, [Ar. kıhf {OsT} is. anat. Beyinin içinde
k ik 7, [kırk] {ağız} sf. Kırk. [DS]
bulunduğu kemik; kafatası,
k ık a ç 1, -cı [kık-aç] {ağız} sf. Eğik olarak dizilmiş;
kılıfı, [Ar. k ıh f > kıhfı (kıhfiı:) {OsT} sf. K afa arkaya doğru eğilmiş. [DS]
tası ile ilgili; kafatasına ait. k ıkaç2, -cı [kı(yı)k-a-ç / kıygaç] {ağız} is. Üçgen.
kıhfıyat, [Ar. kıhfıyât o L w i] (kıhfiya:t) {OsT} is. Ze [DS]
k ık ı2, [eT. kığ > kığ / kıh / kik / kıkı] {ağız} is. 1.
kâ ve yeteneklerin kafatasının şeklinden bilinebile
Koyun ve keçi pisliği. 2. İnsan dışkısı; pislik. [DS]
ceğini ileri süren görüş,
k ık ı1, [kı (yans.) > kıkî] (kıkı:) {eT} is. Gürültü. [DLT]
kıhıldı, [kıh (yans.) > kıh-ıl-dı ejJİ^i] {OsT} is. H ışır
k ık ı3, [kık-ı] {ağız} is. 1. Çocukların boyunlarına
tı; hışırtılı ses; kanat sesi, taktıkları boncuk dizisi. 2. Boğazda çıkan yum ruk
kıhkeler, [lcıh+keler] {ağız} is. Bukalemun. [DS] biçimindeki şişlik; guatr hastalığı. [DS]
kıhkıhlamak, [kıh+kıh-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r] [- kıkık, -ğı [kık-aç / kık-ık] {ağız} sf. Eğik olarak
l(ı)-yor] Kesik kesik öksürmek. [DS] dizilmiş; arkaya doğru eğilmiş. [DS]
kıhlamak, [kıh-la-mak] {ağız} g ç sz .f. [-r] [-l(ı)-yor] kıkıl, [kık-ıl] {ağız} is. Tavuk, kaz, ördek ve kuş
Büyük aptesini yapmak; pislem ek. [DS] yumurtası. [DS]
kıhra, [? kıhra] {ağız} is. Keçi yününden dokunmuş k ik in 1, [kık-m] {ağız} is. Kılçık. [DS]
kilim. [DS] kik in 2, [eT. kığ > kık-m] {ağız} is. İnsan dışkısı;
knn, [kıy-mak (doğramak; öldürmek) > kıy-(ı)n > pislik. [DS]
kîn / kın] (kı:n) {eT} is. -* kın2. [Gabain] [EUTS] k ık ır, [kik (yans.) > kık-ır] is. Gülme sırasında çıkan
kımçı, [kîn > kîn-çî] (kı:nçı:) {eT} is. -*• kınçı. [EUTS] ses. S k ık ır k ık ır (Gülmek için) içinden gelerek
kunlık, [kin > kîn-lık] (kı.nlık) {eT} is. Hapishane; sesli biçimde. || k ık ır k ık ır gülm ek, İçinden gelerek
ceza evi. [EUTS] [Gabain] seslice gülmek.
KİK Û IÜ M IİİIC tS Ö M • 2598
kıkırdak, -ğı [kik (yans.) > kıkır-da-mak > kılcır-da- kıkrışmak, [kıkı-r-mak > kık(ı)-r-uş-mak] {eT} işteş,
k] is. 1. Kemik kadar sert olmamakla birlikte daya f. [-ur] Çağrışmak; bağrışmak. [DLT]
nıklı, esnek ve bükülgen doku. 2. Koyun kuyruğu kıkuruşmak, [kıkı-r-mak > kıku-r-uş-mak] {eT} iş
eritildikten sonra geri kalan posa. 3. {ağız} Gırtlak. teş, f. [-ur] Bağrışmak. [EUTS]
[DS] 4. {ağız} Kavrulmuş yufka kırıntıları. [DS] S
kıl1, [kıl Ji] is. 1. Hayvanların postunda ve insan vü
kıkırdak bilimi, Anatominin kıkırdakları inceleyen
cudunun çeşitli yerlerinde çıkan, üst deri uzantısı
bölümü.\\ kıkırdak dokusu, biy. Kemiklerin eklem
yerlerinde bulunan esnek, saydam ve bükülgen do- olan boynuzsu yapıdaki ipliksi uzantılar. {eT} (ay
ku. || kıkırdak hücresi, biy. K ıkırdak dokusunun nı). [EUTS] [DLT] [KB] [Gabain] 2. Keçi tüyü. 3. bot.
aslını oluşturan, bir matriks içine gömülü, Bitkilerde görülen ince, uzun, silindirimsi, içi boş
uzantılar. 4. {eT} Yaban ördeği. [KB] 5. {eAT} {OsT}
matriksin proteoglikanı ile kollagen ve esnek telle
Saz teli. 6. sf. Keçi kılından dokunmuş olan. 7. Söz
rini salgılayan hücre. | kıkırdak kemiği, anat. K ı
ve davranışlarıyla başkalarını sinirlendiren; çileden
kırdağın kemikleşmesi ile oluşan kemik. || kıkırdak
çıkaran, fi1 kıl ağ, D ürbünleri doğrultmakta kulla
örtüsü, anat. Eklem kıkırdağı dışındaki kıkırdakla
nılan ve üzerinde çapraz iki kıl bulunan yuvarlak
rı örten, sık telli bağ dokusundan oluşmuş, kıkırda
ğın büyümesini sağlayan katman.\\ kıkırdak poğa delikli disk; retikül.\\ kıl alma, Kılları koparma,
çası, mutf. İçine kuyruk kıkırdağı konularak yapı yolm a işlemi. || kıl biti, zool. Bitler takımının, vücu
lan bir tür poğaça. dun bütün kıllı bölgelerinde yaşayan böcekler sını
fın a ait bir bit türü; kasık biti, (Phthirius pubis). |
kıkırdaklı, [kık-ır-da-k-lı] sf. Yapısında veya içinde
kıl burun, D eniz içine uzanmış ince burun. || kıl
kıkırdak bulunan. S kıkırdaklı balıklar, zool. İs
çadır, K eçi kılından dokunmuş parçalardan kurulu
keletleri kemikleşmiş kıkırdaktan oluşan, ağızları
çadır; kara çadır. || kıl çekmek, Birini pohpohla
karm tarafında bulunan, kafatasları tek parçalı
mak; dalkavukluk yapm ak; yardakçılık etmek. || kıl
balıklar alt sınıfı, (Chondrichtyes / selachii).
dan dönmek, {ağız} Duygulu, alıngan olmak; du
kıkırdama, [kık-ır-da-ma] is. Kıkırdamak eylemi,
yarlı olmak. [DS]|| kıldan kıla, {eAT} Dakik; titiz.||
kıkırdamak, [kık-ır-da-mak] gçsz. f. [-r] [-d(ı)-yor]
kıl darağı (tarağı), {ağız} K eçi kıllarını temizleme
1. Kıkır kıkır gülmek. 2. Kıkırtılı sesler çıkarmak.
y e yarayan, tahta üzerine çakılmış 32 çividen iba
3. {ağız} A şırı derecede üşümek; donmak. [DS] 4.
ret tarak. [DS]|| kıl dökücü, Vücut kıllarını temiz
{ağız} argo. Ölmek. [DS]
lemekte kullanılan bir tür kozm etik ürünü.\\ kıl
kıkırdatma, [kık-ır-da-t-ma] is. K ıkırdamasına yol
durgunu, {ağız} Göğüste şişm e ile beliren hastalık.
açm ak eylemi,
[DS]|| kıl durmak, {ağız} (Kadın m emesi için) süt
kıkırdatmak, [kık-ır-da-t-mak] gçl. f. [-ır] 1. K ıkır
birikmesi ile ağrımak. [DS]|| kıl duzağı, {ağız} -*■ kıl
damasına yol açmak; kıkırdam asına sebep olmak.
tuzağı. [DS]|| kıl elek, {OsT} A t kuyruğundan yapı
2. {ağız} Öldürmek. [DS]
lan elek. || kıl evi, {ağız} Göbeğin alt kısmı; mahrem
kıkırdayış, [kık-ır-da-y-ış] is. K ıkırdamak eylemi
yer. [DS] 11kıl fırça, Tezhipçilerin ve minyatürcüle-
veya biçimi.
rin kullandığı tek kıldan yapılm a fırça.\\ kıl gibi,
kikirik, -ği [kık-ır-ık] {ağız} is. 1. Yer fıstığı. 2. ince; çok ince; ipince. || kıl gömlek, Çile doldur
Tem iz giyinmiş kimse. 3. Çömelerek oturma du
m ak için keşişlerin ve dervişlerin giydiği at veya
rum u. [DS]
keçi kılından yapılm ış gömlek. | kdı kıpırdama
kıkırlık, -ğı [kık-ır-lık] sf. 1. İçten gülme durumu. 2. mak, Herhangi bir olay karşısında ilgisiz kalmak;
{ağız} K ılkuyruk kuşu. [DS]
durumunu ve konumunu değiştirmemek; aldırış
kıkırmak, [*kakî > kakı-r-m ak / kıkı-r-mak] {eT} gçl. etmemek; umursamamak.\\ lalı kırk yarmak, Bir
f. 1. Bağırmak; haykırmak; seslenmek. [DLT] ,[ETY] şeyi bütün ayrıntıları ile ele almak, incelemek; titiz
[EUTS] [Gabain] 2. Y üksek sesle çağırmak. [DLT] bir şekilde gözden geçirmek; aşırı özen göstermek. ||
[EUTS]
kılına dokunm am ak, Birine veya bir şeye zarar
kıkırt, [kık-ır-t] {ağız} is. Bir şeyin sonu. [DS]
verecek en küçük bir davranışta bulunmamak.\\ kı
kıkırtı, [kık-ır-tı] is. Gülerken çıkan ses; kıkırdama
lm a halel gelm emek, En küçük bir zarar görme-
sesi.
mek. | kılına hata gelm emek, -*• kılına halel gel
kıkıruşmak, [kıkı-r-mak > kıkı-r-uş-mak] {eT} işteş. memek. |l kılını kıpırdatmam ak, Herhangi bir
f. [-ur] Bağrışmak. [Gabain]
olay karşısında ilgisiz kalmak; durumunu ve konu
kikirik, -ği [kık-ır-ık] {ağız} is. Kıkırdak. [DS] munu değiştirmemek; aldırış etmemek; umursa
kıkkı, [kık-kı] {ağız} is. Ördek, kaz, tavuk vb. kuş mama,k.\\ kıl kadar, Çok az miktarda veya çok az
yumurtası. [DS] derecede.\\ kıl keçi, {ağız} K ıl keçisi; kara keçi.
kıkkılık, -ğı [kık-kı-lık] {ağız} is. Ağaçların en yük [DS]|| kıl keseciği, biy. Üst derinin içeri çökmesi ile
sek yeri; tepesi. [DS] oluşmuş, tüyün alt bölgesini saran tüp biçimindeki
kıkramak, [kık-(ı)r-a-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-r(ı)- kılıf; kıl folikülü, (folliculus),\\ lal kibir, {ağız} Toz;
yor] (Koyun için) melemek. [DS] çöp. [DS]|| kıl kudruk, {eT} K ıl kuyruk; ördeğe
H H fC E S H I.r a KIL
benzer bir kuş. [DLT]|| kıl kurdu, {ağız} vet. Soğuk kılağısız, [kılağı-sız] sf. (Kesici alet için) taşta bilen
tan, nemden davarların ciğerlerinde, nefes borula dikten sonra yağlı taşa veya kayışa sürtülerek kıla
rında olan ince ıızun bir kurt. [DS]|| kıl kuş, {eT} ğıları giderilmemiş olan; kılağısı alınmamış; kılağı
Ördeğe benzer bir kuş. [DLT]|| kd payı, Çok az; lanmamış.
neredeyse.\\ kıl pranga kızıl çengi, (Kadın için) kılağız, [kıl+ağız] {ağız} is. Puhu kuşu. [DS]
hafifmeşrep ve oynak. || kıl şaşmadan, Büyük dikkat kılağlanmak, [kılağı-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
ve özen gösterilerek.|| kıl testere, Oyma işlerinde Süslenmek; boyanmak. [DS]
kullanılan çok ince testere. || kıl tuzağı, {ağız} Tilki, kılalanmak, [kılağı-la-n-mak / kılâ-la-n-mak] (kı-
sansar ve kuş avlam ak için dere üzerine at kuyruğu la:lanmak) {ağız} dönşl. f. [-ır] Kızmak; öfkelen
kılından kurulan tuzak; öltse. [DS]|| kıl tüyü, biy. mek. [DS]
Kuşlarda ince ve uzun bir ekseni olan ve tüy bay
kılalı, [kılağı-lı] (kıla.Tı) {ağız} sf. 1. Keskin; bilen
rağı körelmiş veya hiç bulunmayan, telekler ara
miş. 2. (Kişi için) kavga etmeye hazır; öfkeli, [DS]
sında dağınık olarak y e r alan tüyler.\\ kıl yarığı,
kılama, [Yun. khlima [Tietze]] {ağız} is. Budanmış
K ütahya çini ve seramiklerinde oluşan kalın ve
bağ çubuklarından yapılan deste. [DS]
uzun çatlaklara verilen isim.
kılamada, [Yun. khlimata [Tietze]] {ağız} is. Bağ
kıl2, [Far. gîl] {ağız} is. 1. Kil. 2. Çamaşır veya baş
çubuğu; budanmış ve kurumuş bağ çubuğu. [DS]
yıkamakta kullanılan kil. [DS]
kılamık, -ğı [kıla-mık / kıla-muk] {ağız} is. 1. Ayrık
kıla1, [Moğ. kıra / kıla] {eAT} is. Dağ sırtı; dağ sırtın
otu. 2. Süpürge otu. [DS]
daki otlak.
kılamuk, -ğu [kıla-mık] {ağız} is. -*• kılamık. [DS]
kıla2, -a’ı [Ar. k al'a > kılâc j_ ^ ] (kıla:) {OsT} is. Ka
kılan1, [kıl-an] {ağız} is. 1. Sert keçi kılı. 2. Tiftik
leler; surlar, fi1 kılâ’-ı erbaa, {OsT} D ört kale.|| kı- keçisi azmanı. 3. Tüyü bozulmuş, kılı çoğalmış
lâ’-ı hâkânî, {OsT} Hakan kaleleri.\\ kılâ’-ı metîne, tiftik keçisi. [DS]
{OsT} Sağlam kaleler. || kılâ’-ı rasîne, {OsT} Sağ kılan2, [? kılan] {ağız} is. Çoluk çocuk. [DS]
lam kaleler.
kılan3, [kıl-mak > kıl-an] {ağız} is. Karar. [DS]
kılaa, [Ar. k ılâ 'a ^ p ^ ] (kılâ:a) {OsT} is. Yelken, kdan4, [? kılan] {ağız} is. Yapılarda kullanılan kiriş
kılade, [Ar. kılâde <o!>ls] (kılâ:de) {OsT} is. Boyuna ten daha ince ve kısa ardıç dalı. [DS]
takılan süs eşyası; gerdanlık, kılanı, [kıl-an-ı] {ağız} is. -*• kılan1. [DS]
kılafatlı, [kalafat-lı] {ağız} sf. Gösterişli. [DS] kılanlı, [kılağı-lı] {ağız} sf. Keskin; bilenmiş. [DS]
kılap, [Ar. kullâb] {ağız} is. Eskiden kadınların fesle
küafet, [Ar. kılâfet oi^Aî] (kılâ:fet) {OsT} is. Gemi
rine sardıkları ince ipekli kumaş. [DS]
kalafatlama tekniği,
kılapa, [Yun. khlâpa [Tietze]] {ağız} is. 1. Hatılların
kılağı, [kıla-ğı] {ağız} is. -*■ kılağı. [DS]
üzerine vurulan yarım metre uzunluğundaki ağaç.
kılaglı, [kıla-ğı-lı] {ağız} is. -* kılağılı. [DS] 2. İyi gelişmemiş ekin. [DS]
kılağ, [kıla-ğ] {ağız} is. -* kılağı. [DS]
kılaptan1, [Ar. kullâb (çıkrık) + Far. -dân OI-ijİÜ] (kı-
kılağı1, [kıla-ğı > kılağı] is. 1. Çarkta bilenen kesici
aletin ağzında yapışıp kalan, aletin kesiciliğini l&ptan) {OsT} is. 1. Pirinç, bakır gibi metallerden
azaltan çok ince metal parçaları. 2. {ağız} Keskin çekilerek altm veya gümüş ile yaldızlanmış saç k a
lik. [DS] 3. {ağız} U stura yarası. [DS] 4. {ağız} Süs; lınlığındaki ince metal iplikler. 2. Bu ipliklerin p a
boya; cila. [DS] S kılağısını almak, Çarkta bilen muklu ipliklerle bükülmesi ile elde edilen simli
miş kesici aletin keskinliğini arttırmak için yağlı iplikler. 3. sf. B u ipliklerden yapılmış. S kılaptan
taş veya kayış üzerine sürtmek; kılağılamak. işi, H avlu veya keten üzerine kılaptan ile yapılan
kılağı2, [kılağı] {ağız} is. Y ol gösteren; kılavuz. [DS] işleme. || kılaptan işleme, Sırma taklidi iplikle iş
lenmiş jhj.|| kılaptan şerit, Taklit altm iplikle iş
kılağdama, [kılağı-la-ma] is. Kılağıyı gidermek ey
lenmiş şerit. || kılaptan tel, Sırmalı nakış ipliği.
lemi.
kılaptan2, [kılaptan] {ağız} sf. Giyimi, kuşamı çok
kılağılamak, [kılağı-la-mak] g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor] 1.
süslü olan; süslü. [DS]
Çarkta bilenen kesici bir aletin yüzünde meydana
gelen ve aletin kesiciliğini azaltan ince metal par kılaptana, [kılaptan-cı] is. Kılaptan yapan veya sa
çalarını yağlı bir taş veya köseleden yapılma bir tan kimse.
kayış üzerine sürterek gidermek; keskinliğini art kılaptanh, [kılaptan-lı] sf. Taklit sırma ile karışık o-
tırmak; kılağısını almak. 2. {ağız} Bilemek; keskin larak dokunmuş olan.
letmek. [DS] kılav1, [kıla-ğı] {ağız} is. 1. Keskinlik. 2. Kılağı. [DS]
kılağılı, [kılağı-lı] sf. 1. (Kesici alet için) taşta bilen fi1 kılav vermek, {ağız} Bilemek; keskinletmek.
dikten sonra yağlı taşa veya kayışa sürtülerek kıla [DS]
ğıları giderilmiş olan; kılağısı alınmış; kılağılan kılav2, [lcılav] {ağız} is. 1. Korku. 2. Öfke. 3. Dikkat.
mış. 2. {ağız} Keskin; bilenmiş. [DS] 4. Bağırıp çağırma; uyarma. [DS]
KİL G ie iiiM tS M .-
kılav3, [kılav] {ağız} is. Beden sağlığı; dinçlik; neşe. kılavuzlam a, [kılavuz-la-ma] is. 1. Kılavuzlamak
[DS] eylemi. 2. M akine üretim inde hareketli bir dona
kılav4, [kılav] {ağız} is. Keçe. [DS] nım ın, belli bir yörüngeye uygun olarak yerleşti
kılav5, [kılav] {ağız} is. Yarış. [DS] rilmesini sağlayan teknik düzenlemelerin tümü,
kılav6, [kılav] {ağız} sf. 1. Yerli yerinde; düzenli. 2. kılavuzlam ak, [kılavuz-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(u)-
is. Çeki düzen verm e işi; düzeltme; cila. [DS] S yo r] 1. Kılavuzluk etmek. 2, Bir gemiyi limana
kılavına getirmek, {ağız} Sırasına getirmek. [DS] veya demirleme yerine kılavuz yardım ıyla çekmek,
kılavan1, [kılavan] {ağız} is. Düğün halkı. [DS] kılavuzluk, -ğu [kılavuz-luk] is. 1. Kılavuz olm a hâli
kılavan2, [kılavan] {ağız} is. M ezarların başına diki veya kılavuzun işi. 2. Tehlikeli sularda, yabancı
len söğüt dalı. [DS] gemi kaptanlarına yardımcı olmak, danışmanlık
kılavat1, [? kılavat] {ağız} is. Yüz. [DS] etm ek veya gemiyi kullanm ak üzere eğitilmiş ve
devlet tarafından görevlendirilmiş usta kaptanın
kılavat2, [? kılavat] {ağız} is. Yaradılış; huy. [DS]
yaptığı iş. S kılavuzluk etm ek, Yol göstermek;
kılavlam ak', [kılağı-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(ı)-
rehberlik etmek. || kılavuzluk hakkı, dnz. Gemiler
y o r j Bilemek; keskinletmek. [DS]
kılavuzluk yapan görevlilerin gem i kaptanı y a da
kılavlamak2, [kılav-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
gem inin bağlı olduğu denizcilik şirketinden aldık
y o r j At yarışı yapmak. [DS]
ları ücret.
kılavlanm ak, [kılav-la-n-mak / kılağ-(ı)-la-n-mak]
kılbaşı, [kıl+baş-ı] {ağız} is. 1. İnsanlarda parmak ü-
{ağız} dönşl. f. [-ır] 1. Süslenmek; boyanmak. 2.
zerinde çıkan yum ruk büyüklüğünde bir tür çıban.
(Karşı cinsle arkadaşlık etmek için) göz koymak
2. Koyun ve keçilerin ayaklarında çıkan bir tür çı
[DS]
ban. [DS]
kılavlı1, [kılağı-lı] {ağız} sf. Keskin; bilenmiş. [DS]
kılavlı2, [kılav-lı] {ağız} sf. Yaşı büyük olup da genç kılbaz, [T. kıl + Far. bâz jU i] (kılba.z) {OsT} is.
gösteren. [DS] argo. Dalkavuk; pohpohçu,
kılavlı3, [kılav-lı] {ağız} sf. 1. İştahı yerinde; sağlıklı. kılbık, -ğı [kılb-ı-k] {ağız} sf. (Kadın için) hoppa;
2. İstekli. [DS] oynak. [DS]
kılavulam ak, [kılağı-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(u)- kılbız, [kılb-ı-z] {ağız} sf. 1. (Kişi için) sinsi. 2. Tez
yor] Bilemek; keskinletmek. [DS] canlı. [DS]
kılavuz, [Kumanca, kalauz / Soğd. kulabuz > kıla kılcal, [kıl > kıl-ca (küçük kıl) > kıl-ca-1] sf. Kıl gibi
vuz] is. 1. Bir yabancıya yol gösteren kimse; reh olan; kıl gibi ince; kıla benzer; kılçık, (1944). ö
ber. 2. Y apılacak bir işte yanılmayı önlemek için kılcal boru, Kılcallık olayının meydana geldiği çok
yol, yöntem veya bilginin doğrusunu gösteren şey; ince boru. || kılcal dam ar, Atardamarların son.
rehber. 3. mecaz. Manevi ve zihinsel yönden bir toplardamarların ilk damarlarını birleştiren çok
topluluğa, bir ülkeye yön veren, önderlik eden, yol ince damarlar.\\ kılcal damarcık, anat. K ılcal da
gösteren kimse. 4. Evlenmek isteyenlere aracılık marlardan daha ince olan le n f damarlarına verilen
eden ve düğün hazırlıklarında yardımcı olan kimse. ad. || kılcal etki, Birbirine değen sıvı ile katı cisim
5. Herhangi bir konuda yol gösteren el kitabı. 6. arasındaki etki; kılcallık. [| kılcal olaylar, Kılcal
B ir somun veya boru içine yiv açmakta kullanılan etkilerden doğan olaylar.
teknik araç. 7. Bir boru içinden veya dar ve uzun kılcallaşma, [kıl-ca-l-la-ş-ma] is. Kılcal hâle gelme,
boşluktan tel, ip vb. şeyleri geçirmekte kullanılan kılcallaşmak, [kıl-ca-l-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1.
bükülgen ve dayanıklı tel. 8. Sinema filmi, fotoğraf Kılcal hâle gelmek. 2. (Atardamarlar için) incele
filmi, ses kayıt bandı gibi araçlarda asıl kaydın ya rek kılcal damar oluşturm ak; kılcal damarlara ay
pılacağı ya da bulunduğu yerin öncesinde makine rılmak.
nin sarım veya çekimi için kullanması gereken boş kılcallık, -ğı [kıl-ca-l-lık] is. 1. Kılcal olan bir şeyin
luk alan. 9. dnz. Deniz araçlarının, liman, haliç, durumu. 2. fiz. Sıvıların, yüzey gerilimi yüzünden
boğaz ve kanal gibi tehlikeli yerlerde güvenle sey kılcal borular içinde yükselmesi olayı. 3. Toprağın
redebilm esi için ilgili yerden almak zorunda olduk derinliklerinde bulunan suyun topraktaki çok ince
ları, yolu ve denizi bilen yol gösterici kaptan. 10. boşluklar yoluyla yukarılara taşınması olayı,
sf. yol gösteren; kılavuz olan. S kılavuz çekme, kılcan', [kıl-can] {ağız} is. A t kuyruğu kılından ya
Vida takılacak bir boru veya somun içine y iv açma pılm a kuş tuzağı; ökse. [DS]
işlemi.|| kılavuz halatı, dnz. 1. Gemiden gem iye kılcan", [kıl+can] {ağız} is. Cılız, içlenmemiş fasulye.
veya sahilden gem iye bir donanım verilirken, do [DS]
nanımdan önce çekilen halat. 2. D algıçlarla yüzey kdcan3, [? kılcan] {ağız} is. Fundalık; ormanlık. [DS]
deki gem i arasında bağlantıyı ve haberleşmeyi sağ kılcar, [kıl + Far. car] {ağız} is. 1. Keçi kılından do
layan halat.|| kılavuzu karga olmak, Ehliyetsiz ve kunan kumaştan yapılan şalvar; çakşır. 2. Kıldan
beceriksiz biri tarafından yönetilmek. yapılmış kepenek; kıl yağmurluk. [DS]
ü l f f l f l t l f l l C t S Ü l i I • 2601 KIL
kılcı, [kıl-cı LS>Ji] {OsT} is. Kılçık, (Kadın yürüyüşü için) kıvrak kıvrak; salına salma.
2. Oynak davranışlarla; kırıtarak. 3. Yaltaklana
kılçıklı, [kıl-cık-lı] {ağız} sf. Belalı. [DS]
rak. [DS]|| kıldır kıbıç, {ağız} Çer çöp. [DS]|| kıldır
kılcıda, [kire / gırç (yans.) > kırc-ıd-â / kılcıda] {eAT} mildir, {ağız} Yuvarlana yuvarlana. [DS][| kıldır
is. Hışırtı; zırh hışırtısı. [DK] zildir, {ağız} Bozuk düzen; düzensiz. [DS]
kılçam, [kıl-can] {ağız} is. -*■ k ılçan '. [DS] kıldır2, [kıld-ır] {ağız} is. 1. Patiska. 2. Bir çeşit kadın
kılçan1, [kıl-can] {ağız} is. Keçi kılından yapılan ke gömleği. 3. Hırka. [DS]
çe; çul. [DS] kıldır3, [kıld-ır] {ağız} is. 1. Domates. 2. Yeşil dom a
kılçan2, [kıl-can] {ağız} sf. 1. (Kişi için) seyrek saçlı. tes. 3. Küçük domates. [DS]
2. (Toprak için) seyrek bitkili. [DS] kıldır4, [kıld-ır] {ağız} sf. 1. iyi gelişmemiş; cılız;
kılçan3, [kıl-can] {ağız} is. Kılçık. [DS] zayıf. 2. Aksi. 3. Yaramaz; afacan. [DS] 0 kıldır
kılçan4, [kıl-can] {ağız} is. Sert lifli yün. [DS] gücük, {ağız} 1. Ufak tefek; çelimsiz. 2. Önemsiz. 3.
kılçar1, [kıl+ Far. car] {ağız} is. 1. Keçi kılından (Geçim için) az çok; orta halli; kıt kanaat. [DS]
dokunan kumaştan yapılan şalvar; çakşır. 2. Kıldan kıldır5, [kıld-ır] {ağız} sf. (Kadın için) hoppa; oynak.
dokunmuş kumaş. 3. Kıldan örülmüş çorap. 4. Ke [DS]
penek. 5. Boyalı yün ipliği. [DS] kıldır6, [kıld-ır] {ağız} zf. Sürekli; arka arkaya; birbi
kılçar2, [kıl-çar ?] {ağız} is. Atın kuyruğundan kopa rini takip ederek. [DS]
rılan kıl. [DS] kıldırak, -ğı [kıld-ır-ak] {ağız} is. Oğlak ve kuzuların
kılçatmak, [kılça-mak > kılça-t-m ak j^W^s] ı’eAT} boyunlarına takılan küçük çan; küçük zil; küçük
gçl. f. [-ur] 1. Uğraşmak. [DK] 2. Korkmak; ürk çıngırak. [DS]
mek; çekinmek. kıldıramak, [kıld-ır-a-mak] {ağız} g çsz.f. [-r] [-r(ı)-
kılçık1, -ğı [kıl-çık] is. 1. Balıkların omurgalarından yor] (Dere suyu için) akarken çakıllar arasından ses
ayrılan ince uzun ve sivri kemikler; iğne gibi sivri çıkarmak. [DS]
ve uzun kemikler. 2. bot. Arpa, buğday gibi tahılla kıldıran, [kıld-ır-a-n] {ağız} is. Keçi kılından do
rın başakçığmda bulunan kavuzların orta damarının kunmuş kumaştan yapılan şalvar; çakşır. [DS]
kıl şeklindeki sert uzantısı. 3. Baklagillerin badı kıldıravuk, -ğu [kıld-ır-a-ğu-k] {ağız} is. -*■ kıldırak.
cında çeneklerin bitişme çizgisinde bulunan katı ve [DS]
tel şeklindeki lif. 4. Yaprak, yaprak sapı, çiçek gibi kıldırayık1, -ğı [kıld-ır-a-y-ık] {ağız} is. -*■ kıldırak.
bazı organların ucunda yer alan ipliksi, sert çıkıntı. [DS]
5. spor. Güreşte, alttaki güreşçinin birden kalçasını kıldırayık2, -ğı [kıld-ır-a-y-ık] {ağız} is. Patiska. [DS]
kaldırarak üzerine abanmış olan rakibini sırtından kıldırdak, -ğı [kıld-ır-da-k] {ağız} sf. Seyrek; aralıklı.
baş aşağı yuvarlaması şeklindeki oyun. S kılçık [DS]
atmak, argo. Birinin işini, düzenini bozmak, karış kıldırdam ak1, [kıld-ır-da-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
tırmak. d(ı)-yor] 1. (Kuru yaprak ve küçük katı cisimler
kılçık2, [kıl > kıl-çık] {eT} is. Çayır dikeni, için) birbirine sürtünme ile ses çıkarmak. 2. G ürül
kılçıklı, [kıl-çık-lı] sf. 1. Kılçığı bulunan. 2. mecaz. tü etmek. 3. H afif ince ses çıkarmak. [DS]
içinden çıkılması zor olan; pürüzlü; güç; çapraşık; kıldırdam ak2, [kıld-ır-da-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
karışık. S1 kılçıklı ebru, İç içe geçm iş V harflerine d(ı)-yor] 1. Geçimini sağlayacak kadar çalışmak. 2.
benzeyen bezeklerden oluşmuş ebru. Oyalanmak; sallanmak. 3. (Kadın için) bir erkeğin
kılçıksız, [kıl-çık-sız] sf. Kılçığı olmayan, dikkatini çekecek davranışlarda bulunmak; kırıt
kıld, [kald / laid / küld (yans.)] is. Birbirine çarpma mak. 4. Yaltaklanmak. [DS]
yı, sürtünmeyi; bir yüzey üzerinde dönmeyi, yuvar kıldırdek, -ği [kıld-ır-da-k] {ağız} is. 1. M ısır kavur
lanmayı; kendi kendine hızlı hızlı hareket etmeyi m ak için kullanılan araç. 2. Küçük çan. [DS]
anlatan kök. [Zülfikar] kıld-ır gücük, kıld-ır-a-mak, kıldırgı, [kıld-ır-gı] {ağız} is. Kuzu ve oğlakların
kıld-ır kıldır, kıld-ır-ık boynuna takılan küçük çan; çıngırak. [DS]
kıldak, -ğı [kıld-a-k] {ağız} sf. (Erkek için) kadınlarla kıldırgıç, [kıld-ır+kıç] {ağız} zf. (Yürümek için)
arkadaşlıktan hoşlanan; kadınsı. [DS] salınarak; ağır ağır; eğri eğri. [DS]
kıldam, [kıl-da-m ?] {ağız} is. Balta, çapa gibi araçla kıldırık, -ğı [kıld-ır-ık] {ağız} sf. Yuvarlak. [DS] ö
rın kazmaya yarayan tarafı; ağzı. [DS] kıldırık olmak, {ağız} (Kadın memesi için) süt bi
kıldık, -ğı [kıld (yans.) > kıld-ık] {ağız} is. Koyun, rikmesi nedeniyle ağrımak. [DS]
keçi gübresi. [DS] kıldırlamak, [kıld-ır-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
kıldır1, [kıld (yans.) > kıld-ır] is. Birbirine çarpmayı, yor] Y uvarlayarak götürmek; yuvarlamak. [DS]
sürtünmeyi; bir yüzey üzerinde dönmeyi, yuvar kıldırlanmak, [kıld-ır-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
lanmayı; kendi kendine hızlı hızlı hareket etmeyi Yuvarlanmak. [DS]
anlatan yansımalı gövde. S kıldır kıldır, {ağız} 1. kıldırma, [kıl-dır-ma] is. Kılm ak eylemini yaptırma.
KIL öIÜMIÜMM • 2602
kıldırm ak1, [kıl-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Kılınmasını kılıbık, -ğı [kıl+ibik > kılıbık] is. ve sf. (Erkek için)
sağlamak; kılmak işini yaptırmak. 2. (Namaz için) karısının etkisi altında kalan ve onun sözünden dı
kılm ak işini yaptırmak. şarı çıkmayan; karısının her dediğini yapar duruma
kıldırmak2, [kıld-ır-(a)-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] (De gelmiş olan.
re suyu için) çakıllar arasından geçerken ses çıkar kılıbıklaşm a, [kılıbık-la-ş-ma] is. Kılıbık durumuna
mak. [DS] gelme.
kıldırtma, [kıl-dır-t-ma] is. Kıldırm ak eylemini yap kılıbıklaşm ak, [kılıbık-la-ş-mak] gçsz. f. [-ır] (Erkek
tırma. için) karısının her dediğini yapar durum a gelmek;
kıldırtmak, [kıl-dır-t-mak] g çl.f. [-ır] 1. Kılınmasını karısının etkisi ve baskısı altında kalm ış olmak,
sağlatmak; kıldırm ak işini yaptırmak. 2. (Namaz kılıbıkhk, -ğı [kılıbık-lık] is. Kılıbık olm a durumu;
için) kıldırmak işini yaptırmak, kılıbığa yakışır davranış; kılıbık olan kişinin niteli
kildik, -ği [kıld-ık] {ağız} is. Koyun ve keçi pisliği. ği. S1 kılıbıklık etmek, K ılıbık olana yakışır bi
[DS] çimde davranışlarda bulunmak.
kıldruk, [kıl > kıl-duruk] {eT/ is. Buğday başakların kılıca, [kıl-ı-ca] {ağız} is. Ispanak ya da başka otlar
daki kılçık. [DLT] dan mısır unu ile kanştırılarak pişirilen bir tür tepsi
kıldurm ak1, [kıl-mak > kıl-tur-mak] {eT} g ç l . f [-ur] pidesi. [DS]
Kıldırm ak; yaptırmak. [EUTS] [KB] kılıcan, [kıl-ı-ca-n ?] {ağız} is. Keçi kılından dokun
kıldurmak2, [kıl+dur-mak ?] {ağız} gçsz. f. [-ur] muş kumaştan yapılan şalvar; çakşır. [DS]
(Kadın mem esi için) süt birikmesi yüzünden ağrı kılıcına, [kılı(ç)-ı-n-a] zf. 1. Keskin tarafı yukarı
mak. [DS] gelecek biçimde. 2. Bir şeyin dar tarafı yukarı ge
kile1, [kıl+ağa ?] {ağız} is. Bayağı kimse. [DS] lecek biçimde; dikine. S kılıcına koymak, {ağız}
kile2, [? kile] {ağız} is. Çukur ve tüm sek yanlan belli (Dikdörtgen prizm ası biçimindeki ağaç, taş, tıığla
olm ayan aşık kemiği. [DS] vb. şeyler için) uzunlamasına fa k a t dar olan yüzleri
kılfıranga, [kıl + Fr. france] {ağız} sf. Çok süslü, t- üzerine koymak. [DS]
em iz ve güzel giyinen. [DS] kılıç, -cı [kıl-mak > kıl-gıç > kıl-ıç / kıl-ınç / kıl >
kılgan, [kıl-mak > kıl-ğân] (kılga:n) {eT} sf. Çok ya kıl-ıç] is. 1. Bele asılmış bir kın içinde taşman, si-
pan, aşırı kılan. [DLT] perlikli bir kabzaya tutturulmuş, bir veya iki yüzü
de keskin, uzun ve sivri, çelikten yapılmış kesici
kılgı, [kıl-mak > kıl-gı] is. Bir bilim ve sanat alanın
bir silah. {eT} (aym) [ETY] [DLT] [EUTS] [KB]
daki düşünce ve tasarımları uygulamaya geçirme;
[OKD] [Gabain] 2. {ağız} Saban ökçesi ile oku birbi
uygulam a; gerçekleştirme; tatbik; ameliye; pratik,
rine bağlayan ağaç parça. [DS] 3. İstenen kâğıdı
kılgıl, [kıl+gıl] {ağız} is. Darı. [DS]
desteden çeken kişinin kazandığı bir kumar oyunu.
kılgılı, [kıl-gı-lı] sf. Düşüncede kalmayıp uygulam a 4. İki duvarın birbirine bağlantısını sağlayan duvar
ya geçen; uygulanan; kılgı hâlinde olan; uygulam a içine gömülmüş, ucuna X, Y, T, S biçiminde tutucu
lı; pratik. parçalar takılm ış metal çubuk. 5. M asonların tapı
kılgın1, [kıl-gın] sf. Davranış hâlinde ortaya dökül nakta taşıdığı sem bolik silah. 6. Eskrim sporunda
m esi, uygulanm ası mümkün olan; kılgı durumuna bir tür silah ve bu silahla yapılan spor karşılaşması.
geçmesi müm kün olan; kılgı durumuna geçirilebi- 7. {ağız} El dokuma tezgâhlarında ağızlığın düzgün
len; amelî; pratik. açılabilmesi için çözgüler arasına sokulan, dar ince
kılgın2, [kılg-m / kıld-ıç] {ağız} is. Küçük testi. [DS] uzun çıta. [DS] 8. Binek hayvanları ile çift öküzle
kılgın3, [kılg-m / ıl-gm] {ağız} is. Dere kıyılarında rinde ön kürekler arası ile sağrı arasında yer alan,
yetişen, selvi gibi ince yapraklı, kendisine'özgü yukarı doğru keskinleşen omurlar dizisi; sırt. 9.
tozu ve kokusu olan bir ağaççık; ılgın. [DS] {ağız} Boyunduruğun ortasındaki deliğe takılan kısa
kılgısal, [kıl-gı-sal] sf. Uygulamaya dönük; kılgıyla ağaç. [DS] 10. {ağız} Saban okunu sabana bağlayan
ilgili; kılgıya yönelik; uygulamalı; kılgılı; pratik, ağaç. [DS] 11. {ağız} K endir liflerini dövmekte kul
kılgu, [kıl-mak > kıl-ğü] (kılğu:) {eT} is. Kılış; yapış; lanılan çatal sopa. [DS] 12. {ağız} Y üksek dağların
kılgı. [DLT] doruklannı birleştiren hayalî çizgi; doruk çizgisi.
kılguyruk, -ğu [kıl+kuyruk] {ağız} is. zool. -*■ kılkuy [DS] 13. {ağız} Başağın sivri ucu. [DS] 14. {ağız}
ruk. [DS] Peteğini uzunlamasına, temiz ve özenle yapan arı;
kılıç arı. [DS] 15. {ağız} Tekerlekle ekseni birbirine
kılı1, [kıl-ı ?] {ağız} sf. (Kişi için) şakacı; güldürücü.
bağlayan ağaç parçası. [DS] S kılıca bindirmek,
[DS]
{eAT} Yalnız kılıçla savaşm ak.|| kılıca doğranmak,
kılı2, [kıl-ı ?] {ağız} sf. Ufak tefek; çelimsiz. [DS]
{eAT} Kılıçtan geçirilm ek.|| kılıcı kına katmak,
lulı3, [kıl-ı] {ağız} is. Çocuk oyunlarında bir süre için
{eAT} Kılıcı kınına sokmak.\\ kılıcı kınına koymak,
oyundan ayrılanın yerine konan iz, işaret. [DS]
Savaşı bırakmak; savaşmaktan vazgeçmek.|| (biri
kılı4, [kılı] {ağız} is. Dana. [DS] nin) kıkcın çalmak, {eAT} O kimsenin tarafını tut-
B I R R S U . 2603 KIL
mak. || kılıcını arşa asmak, E lde ettiği başarı y ü kılıççı, [kılıç-çı] is. Kılıç yapan usta.
zünden istediği kadar övünmeye hakkı olmak.\\ kılı kılıçhane, [T. kılıç + Far. hâne] (kılıçhame) {OsT} is.
cını kırmak, Askerlikten ayrılmak.\\ kılıç ağzı, K ı Kılıç yapılan yer; kılıç yapım atölyesi,
lıcın keskin yeri; kılıç y ü zü .|| kılıç arı, {ağız} P ete kılıçkuyruk, -ğu [kılıç+kuyruk] is. zool. On santi
ğini sepetin uzunlamasına yapan arı. [DS]|| kılıç metre kadar boyunda, tropik kökenli, kolay üreyen,
arpa, {ağız} Başağının tane sırası ikili, sivri ve erkeklerinin kuyruk tarafında kılıç denilen uzantısı
uzunca, besleyici olduğu için yem olarak kullanılan bulunan bir süs balığı, (Xiphphorus helleri).
bir tür arpa. [DS]|| kılıç atmak, B ir topluluğu veya kılıçlama, [kılıç-la-ma] is. 1. Kılıçla kesm ek veya
çok sayıda insanı tamamen öldürmek.\\ kılıç bacak, öldürmek eylemi. 2. zf. Bir şeyin keskin veya dar
Bacakları eğri olan; çarpık bacaklı.\\ kılıç bağı, tarafı yukarı gelecek biçimde; kılıcına. 3. Bir yan
K ılıç asılan bel kemeri. || kılıç babğı, zool. Kılıç dan öbür yana; çaprazlama S kılıçlama kaçmak,
balığıgillerden, yü z kemiğinin bir kısmı ile üst çene Yan yan kaçmak; çaprazlamasına kaçmak.
kemiği ileri doğru uzayarak bir kılıç görünümü kılıçlamak, [kılıç-la-mak gçl. f i [-r] [-l(ı)
veren, bütün denizlerde rastlanan, boyu dört m et
-yor] Kılıçla vurmak; kılıçla saldırmak; kılıçtan
reyi bulan, eti lezzetli bir kemikli balık, (Xiphias
geçirmek; kılıçla yaralamak veya öldürmek; {eT}
gladius).\\ kılıç balkağı, {ağız} K ılıç kabzası. [DS]||
{eAT} (aynı). [Tekin] [ETY] [DK]
kılıç çekme, {ağız} İskam bil kâğıdı ile kılıç adı ve
rilen kumarı oynamak. [DS]|| kılıç çekmek, 1. K ı kılıçlanmak, [kılıç > kılıç-lâ-mak > lcılıç-la-n-mak]
lıçla saldırmak. 2. Kılıcı kınından çıkararak özel {eT} dönşl. fi. [-ur] Kılıç sahibi olmak. [DLT]
bir tutuş ile selamlamak,|| kıhç çıkarmak, {OsT} kılıçlaşmak, [kılıç > kılıç-lâ-mak > kılıç-la-ş-mak gÜ
K ılıç çe!önek.\\ kılıç çivisi, {ağız} Boyunduruğun j^ -ii] {eAT} işteş, fi [-ur] Karşılıklı olarak kılıç ile
ortasındaki deliğe takılan ağaç parçası. || kılıç de
vuruşmak. [DK]
liği, {ağız} Boyunduruğun ortasındaki delik. [DS]||
kılıçlayış, [kılıç-la-y-ış] is. Kılıçlamak eylemi veya
kılıç eri, {eAT} Savaşçı.\\ kılıç etmeği, {eAT} K ılıç
biçimi.
hakkı.|| kılıç gagalı, zool. Yağmur kuşugillerden,
kılıçlı, [kılıç-lı] sf. Kılıcı bulunan; kılıca sahip olan;
bir martı büyüklüğünde, ucu yukarıya doğru bir
kılıç asınmış olan. S kılıçlı bağlam a, mim.. Bina
kılıç görünüm ünde kıvrık, ince uzun gagalı, uzun
ve köprülerde çekme y a da itme etkisi altında bulu
bacaklı, beyaz ve siyah tüylü, su kıyılarında ya şa
nan yapı elemanlarının dengede kalması için bir
yan bir göçmen kuş, (Recuvirostra avocetta).\\ kılıç
destek veya çekme bağı ile bu bağın ucuna X, S, Y,
girmek, {eAT} Kılıçla katledilmek; toptan kılıçtan
T biçimli bağlama elemanı (kılıç) yerleştirilm ek
geçirilmek. || kılıç hakkı olarak, Fetih için; fetih
sureti ile yapılan bağlama işi.
dolayısıyla. || kılıç kabzası, Kılıcın elle tutulan y e
ri; kılıç sapı. || kılıç kalkan oyunu, folk. K ılıç ve kdıf, [Far. ğılâf ıJ^la] is. 1. Bir şeyi korum ak üzere, o
kalkanla yapılan Bursa yöresine özgü bir erkek nesnenin biçimine uygun olarak, yum uşak fakat
halk oyunu.|| kılıç kına katılm ak, {eAT} K ılıç kına daha dayanıklı maddeden yapılmış özel dış koru
girm ek.|| kılıç kını, Kılıcın ağzını korumak ve daha yucu. 2. Bir şeyi içine alan özel koruyucu; kın. 3.
kolay taşıyabilmek için m etal veya ahşaptan ya p ıl Bir organı, bir kirişi çevreleyen farklılaşmış doku.
mış, içine kılıç sokulan sert k ılıf || kılıç koymak, 4. H a k a n la rd a kamışı koruyan, insandaki sünnet
{eAT} Kılıçla saldırmak; kılıçtan geçirmek.\\ kılıç derisinin karşılığı olan karına yapışık deri kıvrımı.
kuşanmak, 1. B ir kılıca sahip olmak. 2. Kılıcı taşı 5. mecaz. Uygunsuz bir işe uydurulan inandırıcı
yacak bir güce ve yetkiye hak kazanmak.\\ kılıç olmasa da savunmayı müm kün kılan gerekçe; su
kuymak, {eAT} K ılıç dökmek. || kılıç otu, {ağız} bot. dan gerekçe. 6. {ağız} Kabuk. [DS] 7. {ağız} Taze
1. Kantaron. 2. Arap saçı otu. 3. Yaprakları kamışa fasulye. [DS] 8. {ağız} Paçavra. [DS] 9. {ağız} Torba.
benzeyen kenarları keskin ve kısa bir ot. [DS]|| kılıç [DS] S kılıfına uydurmak, Yapılan bir işe, ya sa l
oynatmak, Egemen olarak yaşamak.\\ kılıç oyun ve kuralına uygun biçim vermek.
cusu, Kılıç oyunlarına katılan sporcu; eskrimci.\\ kılıfçı, [kılıf-çı] is. 1. Kılıflama işini yapan kimse. 2.
kılıç oyunu, Dürtücü, delici ve kesici kılıçlarla K ılıf yapan ve satan kimse,
oynanan bir spor dalı; eskrim.\\ kılıç pabucu, Kılıç kılıfçık, -ğı [kılıf-çık] is. bot. Karayosunlarmda sap
kınının sağ ya n ı.|| kılıç salmak, {eAT} K ılıç kul çığın dibinde bulunan zarımsı boru,
lanmak; kılıç sallamak.\\ kılıçtan geçirmek, Bir kılıflama, [kılıf-la-ma] is. 1. Kılıflamak eylemi. 2.
topluluğu veya çok sayıda insanı tamamen öldür Daha iyi ergimesini sağlamak için kaynak elektro
mek,|| kıhç üşürmek, 1. K ılıç çekerek saldırmak; tunun üzerini özel maddelerle kaplam a işlemi. 3.
kılıçla hücum etmek. 2. {eAT} K ılıç dökmek. 3. Gömlek geçirme,
{OsT} H er taraftan kılıçla hücum etm ek.|| kıhç kılıflamak, [kılıf-la-mak] gçl. fi [-r] [-l(ı)-yor] B ir
vurmak, Kılıçla saldırmak.\\ kılıç yürütm ek, şeyin üzerine k ılıf geçirmek,
{eAT} Kılıçtan geçirmek. kılıflı, [kılıf-lı] sf. Kılıfı bulunan; k ılıf geçirilmiş o-
KIL Ö I Ü M I İ İ C E S Ö M • 2604
lan. S kılıflı virüsler, biy. Kılıflı sarm al nükleik Güzel vücutlu; yakışıklı; gösterişli. [DS] 4. {ağız}
asit içeren virüsler, İrfluenza ve Simplex virüsleri. Güzel. [DS] 5. {ağız} Temiz. [DS] S1 kılıklı kıyafet
kılıflık, -ğı [kılıf-lık] sf. 1. K ılıf yapmaya uygun li, Kıyafeti temiz, düzgün ve yerinde olan; iyi gi
olan; kılıf yapmak için ayrılmış bulunan. 2. Koyun yinmiş.
derisinden yapılma süs eşyası kılıfı, kılıklı2, [kılık-lı] {ağız} sf. 1. Kenarlı. 2. Bütün; ek
kılıfsız, [kılıf-sız] sf. Kılıfı bulunmayan; üzerine kılıf siksiz. [DS]
geçirilmemiş olan, kılıklık, -ğı [kılık-lık] {ağız} is. Ayna. [DS]
kılıg, [kıl-mak > kıl-ığ] {eT} is. -*• kılık. [Yüknekî] fi1 kılıksız, [kılık-sız] sf. 1. Giyinişi, görünüşü, üstü başı
kılıg salıg, {eT} B ir tür vergi. [EUTS] düzgün olmayan; dağınık; perişan; pejmürde. 2. zf.
kılığ, [kıl-mak > kıl-ığ] {ağız} is. Usul; metot; teknik; Ü st baş dağınık ve düzensiz olarak,
yol. [DS] kılıksızlaşma, [kıl-ık-sız-la-ş-ma] is. Kılıksız bir hâl
kılık1, -ğı [kıl-mak > kıl-ık j i i ] is. 1. Yaratılış; ka alma.
kılıksızlaşmak, [kıl-ık-sız-la-ş-mak] is. Kılıksız bir
rakter; huy; ahlak; gidiş; hareket tarzı; davranış.
hâl almak; kılıksız durum a gelmek,
{eT} {eAT} (aynı) [EUTS] [KB] [Gabain] [Yüknekî] 2.
kılıksızlık, -ğı [kıl-ık-sız-lık] is. 1. Kılıksız olma
B ir kimsenin giyinişi ve bu giyimi ile beliren dış
durumu. 2. Kılıksız olan kim senin niteliği,
görünüşü; giyinme biçimi. 3. Görünüş; suret. 4.
B enzer şekil; biçim. 5. {ağız} Bir kim senin resmi; kılılmak, [kıl-mak > kıl-ıl-mak] {eT} edil. fi. [-ur] K ı
fotoğraf; suret. [DS] 6. {ağız} Değişik ve özel biçim; lınmak. [EUTS]
yol; usul; metot. [DS] 7. {ağız} Üniforma. [DS] fi1 kılım ada, [Yun. khlim ata [Tietze]] {ağız} is. Bağ
kılığı kıyafeti yerinde, D ış görünüşü düzgün, g i çubuğu; kurumuş bağ çubuğu. [DS]
yim i iyi olan.|| kılığı kıyafeti yerinde, Dış görünü kılımbaz, [? kılımbaz] {ağız} is. -*■ kılımboz. [DS]
şü, giyimi düzgün olma durumu. || kılığına çeki dü lulım boz, [? kılımboz] {ağız} is. Pancar. [DS]
zen verm ek, Giyimine dikkat etmek; özen göster kılım sınm ak, [kıl-mak > *kıl-ım > kıl-ım-sm-mak]
m ek.|| (birinin) kılığına girmek, O kimse gibi g i {eT} edil, f i [-ur] Yapıyor gibi davranmak. [EUTS]
yinm ek; biçimini, görünüşünü ona uydurmak. || kı [Gabain]
lık çekmek, F otoğraf çekmek; resim çekmek] ] kı k ıh n , [kıl-ın ?] {ağız} is. Baykuş. [DS]
lık çıkarmak, Resim yapmak; fo to ğ ra f çektirmek.\\ k ılm b o z1, [? kılmboz] {ağız} is. -*■ kılımboz. [DS]
kılık değiştirmek, Giyimini veya davranışlarını kılınboz2, [kıl-m+boz] {ağız} sf. Orta yaşlı. [DS]
değiştirmek; tanınmamak için başka görünüşe bü k ılın ç1, [kıl-mak > kıl-m -m ak > kılm-ç ^ılâ] {eT} is.
rünm ek,|| kılık kıyafet, B ir kimsenin giyimi, görü
1. Eylem; iş; amel; icraat. [İKPÖy.] [ETY] [KB] [Ga
nüşü; üst baş. | kılık kıyafet düşkünü, Giyecekleri
bain] [Üç İtigsizler] 2. {eAT} Huy; ahlak; davranış.
aşırı eskimiş olan; yırtık elbiselerle dolaşan.]] kılık
[ETY] [KB] S kılınç (etmek) eylemek, {eAT} Çok
kıyafet düzmek, Yeni elbiseler almak; elbiselerini
alçak gönüllü davranmak; yaltaklanmak.]] kılınç
yenilemek.]] kılık kıyafet köpeklere ziyafet, Üstü
tengrisi, {eT} İş ve hareket tanrısı. [EUTS]
başı çok eski; pejmürde; perişan]] kılık kıyafet
kılmç2, -cı [kıl-ınç] {ağız} is. 1. Peteğini uzunlam ası
yerinde, D ış görünüşü ve giyimi iyi olan]] kılıktan
na ve beyaz yapan titiz arı. 2. Bademciklerin şiş
kılığa girmek, 1. Giyimini ve görünümünü sık sık
mesiyle çene altında beliren bezeler. [DS]
değiştirmek. 2. D üşüncelerini sık sık değiştirmek.
ktlınç3, -cı [kıl-ınç] {ağız} is. 1. Saban ökçesini,
kılık2, -ğı [kıl-ılc] {ağız} is. Koyun, keçi pisliği. [DS]
okuna bağlayan ağaç, 2. Köprü gözü. [DS]
kılık3, -ğı [kıl-ık] {ağız} is. Kuru fasulye. [DS]
kılmçlıg, [kılm-ç > kılınç-lığ] {eT} sf. 1. Yaradılışlı;
kılık4, -ğı [kıl-ık] {ağız} is. Peksimet. [DS]
mizaçlı; huylu. [ETY] 2. İş yapıcısı; kılmçlı. [EUTS]
kılık5, -ğı [kıl-ık] {ağız} is. 1. Palam ut ağacı. 2. Pala kılınış, [kıl-ın-ış] is. 1. Kılınmak eylemi veya biçimi.
m ut meyvesi. 3. Mazı. 4. Çalı yemişi. [DS] 2. {ağız} Saygı; beğeni. [DS]
kılık6, -ğı [kıl-ık] {ağız} sf. Küçük. [DS] kılınma, [kıl-m-ma] is. K ılm ak eyleminin yapılma
kılıkçı, [kılık-çı] {ağız} is. Fotoğrafçı. [DS] durumu.
kılıkesik, -ği [kıl-ı+kes-ik] {ağız} is. Bir yaşındaki
kılınm ak1, [kıl-mak > kıl-ın-m ak ^^-Jıs] {eT} ed il.f. [-
erkek keçi. [DS]
ır] 1. Kılm ak eylemi yapılmak. 2. {eT} Yaratılmak;
kılıkılı, [kıl-ı+kıl-ı] {ağız} is. Ardıç yemişi. [DS]
doğmak; vücuda gelmek. [ETY] [Gabain] 3. {eT}
kılıklanmak, [kıhk-la-n-mak j^-dili] {OsT} dönşl. fi {OsT} Yapılmak; vücuda getirilmek; işlenmek.
[-ur] Başka birinin davranışını takınmak. [ETY] [DLT] [KB] [Tekin]
kılıklı1, [kılık-lı] sf. 1. (Belirtilen kimsenin veya şe kılınm ak2, [kıl-mak > kıl-m-mak] {eT} dönşl. fi [-ır]
yin) görünüşünde, kılığında olan; o kılıkta olan; 1. Bir şeyin yapılması için uğraşmak; meşgul ol
ona benzeyen; onun gibi giyinen. 2. (Belirtilen mak; esaslı yapmak; hazırlanmak; gayret etmek;
kim senin) davranışlarında, huyunda olan. 3. {ağız} icraata girmek. [EUTS] [Gabain] 2. Edinmek. [Yük-
IlE M I® S İ M . 2605 KIL
nekî] 3. (ağız} Bir işe istekle başlamak, bir şey k ılk ıran , [kıl+kır-an] is. Bir mantar yüzünden oluşan
yapm ak isteği göstermek. [DS] 4. {ağız} B ir işi yap ve saçları döken hastalık; saçkıran,
mak için hazırlanmak. [DS] kılkirişi, [kıl+kiriş-i] {ağız} is. Yaban soğanı. [DS]
k ılınm ak3, [kıl-mak > kıl-m -mak JaJs] {eT} dönşl. fi kılkobuz, [kıl+kobuz] {ağız} is. 1. Keman. 2. Kemen-
[-ır] 1. {eAT} Tavır takınmak. [DLT] 2. (Kadın için) çe. [DS]
nazlanmak. [DLT] 3. {ağız} Yaltaklanmak. [DS] 4. k d k u y ru k 1, -ğu [eT. lcıl+kudruk j - is. zool. 1.
{ağız} Boyun eğmek. [DS] 5. {ağız} Saygı gösterme {eAT} {OsT} Kışı Akdeniz kıyılarında geçiren, K u
ğe çalışmak. [DS] zey yarım kürede yaşayan, karışık beyaz, gri ve
kılınm am ak, [kıl-mak > kıl-m-ma-mak] {eT} edil. fi siyah tüylü, ince uzun gövdeli, uzun ve sivri kuy
[-ur] Yaratılmamak. [Tekin] ruklu bir tür ördek, (Anas acuta). 2. zool. Sıcak de
kılır, [kıl-ır] is. bot. Çakıllı ve çorak topraklarda ye nizlerde kıyalara yalcın yerlerde yaşayan, şerit gibi
tişen, odunsu gövdeli, yaprakları sert ve dalgalı, uzun,.pulsuz gövdeli, kıl gibi uzamış bir kuyruğu
40-100 cm. boyunda, meyve sapları kürdan olarak olan bir kemikli balık, (Trichiurus lepturus). 3. {tı
kullanılan, kırmızı veya beyaz çiçekli koyu yeşil ğız} Çulluk. [DS] 4. {ağızj sf. Z ayıf ve çelimsiz. [DS]
bitki; diş hilali; hıltan; diş otu; köşni; kürdan otu; 5. {ağız} Yalancı; düzenci. [DS] 6. argo. Züğürt. 7.
Mısır anasonu. (Ammi visnaga). S k ılır otu , {ağız} argo. Niteliksiz. 8. argo. Kıyafeti bozuk; kılıksız.
-*■ kılır. [DS] k ılk u y ru k 2, -ğu [kıl+kuyrulc] {ağız} is. Tohumluk o-
k ılırtm ak , [kıl-ır-t-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ır] Koşmak. larak kullanılmaya elverişli olmayan buğday. [DS]
[DS] kılla, [? kılla] {ağız} is. 1. Üzeri delikli çekmece; para
kılış, [kıl-ış] is. Kılmak eylemi veya biçimi, çekmecesi. 2. Kumbara. [DS]
kılışm ak, [kıl-mak > kıl-ış-mak] {eT} işteş, fi [-ur] kıllam a, [kıl-la-ma] {ağız} is. 1. Köylü kızların belle
Beraber yapmak. [DLT] rine bağladıkları yünden yapılm a püsküllü kuşak.
kılıtır, [kıl-ıt-ır] {ağız} is. İncir; incir dizisi. [DS] 2. Özenti. [DS]
kılıvan, [? kılıvan] {ağız} is. Düğüne gelenlerin getir kıllam ak, [kıl-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor] 1.
diği armağan. [DS] Bir işi boş yere gereğinden çok uzatmak. 2. Y uvar
kili, [? kili] {ağız} is. Boşboğaz, [DS] lamak. [DS]
kılibik, -ği [kıl+ibik] {ağız} is. Ağaçkakan. [DS] k ıllam am ak , [kıl-la-ma-mak] {ağız} gçl. f i [-z] [-
lulide, [Ar. k ilid e > kilide oi^i] (kıli:de) {eT} is. G er m(ı)-yor] Kimseyi dinlememek; saymamak. [DS]
k ıllan m a, [kıl-la-n-ma] is. Kıllı hâle gelme,
danlık. [DLT]
kıllan m ak , [kıl-la-n-mak] dönşl. fi. [-ır] 1. Kıllı hâle
kılik1, -ği [Yun. khoulikhi [Tietze]] {ağız} is. Y uvar
gelmek. 2. (Kıl olmayan yerler için) kılları çıkmak;
lak, ortası çukur küçük ekmek. [DS]
kıl bitmek. 3. Sakalı bıyığı çıkmak. 4. mecaz. K art
kılik2, -ği [gil-ik > kıl-ik] {ağız} is. 1. M eşe palam u
laşmak. 5. dönşl. f. argo. Huylanmak; kuşkulan
du. 2. Koyun ve keçi pisliği. [DS]
mak; kıl kapmak,
kılikıli, [kıl-ı + kıl-ı] {ağız} is. 1. Ardıç meyvesi. 2.
kıllavun, [? kıllavun] {ağız} is. Tütün lülesi; pipo.
Ardıç meyvesi peltesi. [DS] [DS]
kılistirik, -ği [? kılistirik] {ağız} sf. Küçük. [DS] küle, [? kille] {ağız} is. Kâr; kazanç; gelir. [DS]
kılk1, [kıl-mak > kıl-ık] ;eT} is. Huy; gidiş; tavır. kıllem ek, [kıl-le-mek] {ağız} gçl. fi [-r] [-l(i)-yor]
[DLT] [KB]
Kızdırmak; sinirlendirmek; öfkelendirmek. [DS]
kılk2, [Bul. kflka] {ağız} is. K alça ile m akat arası.
kıllenm ek, [kıl-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir] H uy
[DS]
lanmak; sinirlenmek. [DS]
k ılk ab ar, [kıl+kaba-r] {ağız} is. Çoğunlulda parm ak
kıllensinnıem ek, [kıl-le-n-si-n-me-mek] {ağız} dönşl.
uçlarında görülen, ağrısı çok şiddetli bir yara. [DS]
f. [-ir] İnsan yerine koymamak; önem vermemek.
kılkıl1, [kıl+kıl] {ağız} is. Sürahi büyüklüğünde boğa
[DS]
zı süzgeçli testi. [DS]
k ıllet1, [Ar. kıllet cJS] {OsT} is. 1. Azlık; eksiklik, {çı
kılkıl2, [k ıh fa!] {ağız} is. Mısır. [DS]
kılkıla, [kıl+kıl-a] {ağız} zf. (Dolu olm ak için) ağız ğız} (ay-'r [DS]. 2. Kıtlık; yokluk, {ağız} (aym) [DS]
ağıza; ağzına kadar. [DS] 3. {ağız} zf. Güç; zor. [DS] 0 kıllet-i akl, {OsT} A kıl
azlığı; akılsızlık,|| kıllet-i dem , {OsT} K an azlığı.|j
k ılkırdam ak, [kıl-kır-da-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] [-
d(ı)-yor] İş yapmak; çalışmak. [DS] kılîet-i fehm , {OsT} Anlayışsızlık.]] kıllet-i iştigâl,
{OsT} A z meşgul olma.j| kıllet-i m a ta r, {OsT} K u
kılkıvrık, -ğı [k.ı1+kıv(ı)r-ık] {ağız} is. 1. Tarlalarda
raklık.]] kıllet-i m iib alât, {OsT} D ikkat ve ihtimam
yeni ekilmiş tohum a veya yine bitmiş ürüne zarar
azlığı.|| kıllet-i n u k u d , {OsT} Para darlığı.]] kd let-i
veren bir tür kuş. 2. Yumurtadan ölü çıkan civciv.
[DS] tecrü b e, {OsT} Deneyimsizlik.
KIL ÜIÜMTİİICE SÖZLÜK• 2606
kıllet2, [İt. ghirlando] {ağız} is. Y uvarlak ya da kare k im 1, [kim (yans.)] is. A ğır ağır hareket etmeyi, m ı
şeklinde köşe yastığı; kırlent. [DS] rıldanmayı anlatan kök. [Zülfikar] kım-ıl, kım -ıl kı
kıllı1, [kıl-lı] sf. K ılı olan; kıl ile kaplı olan, fi1 kıllı mıl, kım-ıl-da-mak, kim kim emek, ktm-ra-mak,
kozak, {ağız} Kestane. [DS]|| kıllı yumak, {ağız} kım -şa-n-m ak
Şeftali. [DS] kim2, [kim (yans.)] is. A ğır ağır konuşmayı anlatan
kıllı2, [kıl-lı] {ağız} is. Çocuk oyunlarında ebeden kök. [Zülfikar] kim kim, kim kim etm ek fi1 kim kim
sonra gelen çocuk. [DS] etmek, {ağız} Sözü anlaşılmayacak biçimde söyle
lullık1, -ğı [kıl-lık] {ağız} is. 1. -*■ kıllı2. 2. Oyunda mek. [DS]
bozgunculuk; mızıkçılık. [DS] kim3, [kim] {ağız} is. “Sus, salcın ha!” anlam mda u-
kıllık2, -ğı [kıl-lık ?] {ağız} is. Tas şeklinde olan gü yarı sözü. [DS]
veç. [DS] kim4, [kim] {ağız} is. Koyun, keçi gübresi. [DS]
kıllıkçı, [kıİlık-çı] {ağız} is. Düzenci; hileci [DS] kim 5, [kim] {ağız} is. Bağlanm ış at. [DS]
kıllıs, [kıl-lı+(ı)s] {ağız} is. Çorap. [DS] kim6, [kim] {ağız} is. Külah. [DS]
kılloz, [kıl-lı+ Yun. -os] {ağız} sf. Ahmak; dangalak. kırnak, [kî-mak] (kı:mak) {eT} gçl. f. Yapmak; kıl
[DS] mak. [ETY]
kılma, [kıl-mak > kıl-ma] is. Yapma, etme; yapış; kımar, [Ar. kım âr jU i] (kıma:r) is. Kumar. S kı-
{eT} (aynı). [DLT]
mar-bâz, {OsT} Kumarcı.\\ kım âr-hâne, {OsT} K u
kılmak, [kıl-mak j^iii] {eT} {eAT} {OsT} gçl. yard. f. m ar oynatılan yer.
[-ar] 1. Yapmak; etmek; eylemek; işlemek; icra kımat, [Ar. k ım â to U i] (kıma:t) {OsT} is. 1. Sargı be
etmek; [DLT] [ETY] [KB] [İKPÖy.] [OKD] [Yüknekî]
zi; sargı. 2. Örgü,
[Gabain] [Tekin] [Üç İtigsizler] 2. Üretmek; temin
kımbıl, [kımb-ıl] {ağız} is. Eskimiş giysi. [DS]
etmek; vücuda getirmek. [EUTS] [İKPÖy.] 3. (Na
m az için) yerine getirmek; eda etmek. S kılu kımcaşmak, [kim (yans.) > kım(ı)ç-a-ş-mak] {ağız}
bermek, {eT} Yapıvermek. dönşl. f. [-ır] Kımıldamak; kıpırdamak. [DS]
kılmakla», [kıl-mak > kıl-mak-lığ] {eT} sf. -*• kıl- kımcışmak, [kim (yans.) > kım(ı)c-ış-mak] {ağız}
maklıg. [EUTS] dönşl. f. [-ır] (El ayak vb. için) karıncalanmak; u-
yuşmak. [DS]
kılmaklıg, [kıl-mak > kıl-mak-lığ] {eT} sf. Kılınan;
icrası gereken. [EUTS] kımçı, [kamçı / kımçı] {ağız} is. Küçük, ince değnek;
kamçı. [DS]
kılovan, [kıl+ov-an] {ağız} is. Gelinlerin başına ta
kılan tel; gelin teli. [DS] kım çık, -ğı [kım-çık] {ağız} sf. 1. İnce. 2. is. Dal par
çası. [DS]
kılovu, [kıl+ov-u] {ağız} is. Çocukların, küçük sabun
parçalarını sığır tüyü içine koyup ovalayarak yap kım çımak, [kım-(ı)ç-ı-mak] {ağız} gçsz. f. [-r]
tıkları yuvarlak el sabunu. [DS] (Yumru köklü bitkiler için) sökülürken topraktan
kökü ile çıkmamak; sıyrılıp kopmak. [DS]
kılpık, -ğı [kılp-ık] {ağız} sf. 1. (Kadm için) hoppa;
kım çınmak, [kım-(ı)ç-m-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
oynak. 2. Yerinde duramayan; çok hareketli. [DS]
(Dişsiz ve yaşlı hayvan) otlarken otu kavrayam adı
kılsız, [kıl-sız] sf. Kılı olmayan; üzerinde kıl bulun
ğı için salyasını akıtarak otlamaya çalışmak. [DS]
mayan.
kım çırık, -ğı [kım(ı)ç-ır-ık] {ağız} is. M ürver ağacı.
kılt, [kılt] {ağız} is. Yatağın baş ya da ayak ucu. [DS]
[DS]
kıltı, [kıltı] {ağız} is. Omuz. [DS]
kım çırmak, [kım(ı)ç-ır-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] İs
kıttık1, [kıl > kıl-tık / kıl-çık] {eT} is. 1. Kılçık. 2. hal olmak. [DS]
B aşta bulunan kepek; konak. [DLT]
kım çıtm ak1, [lcım(ı)ç-ıt-mak] {ağız} gçl. fi [-ır] U-
kıltık, -ğı [kılt-ık] {ağız} is. -*• kılt. [DS] yarmak; sezdirmek. [DS]
kıltıma, [kılt-ı-ma] {ağız} is. Y ayık olarak kullanılan kım çıtm ak2, [kım(ı)ç-ıt-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır] (Çe
küp. [DS] kilen veya köklenm ek istenen bir bitki için) elde
kılturmak, [kıl-mak > kıl-tur-mak] {eT} gçl. f. [-ur] olmadan yarı yerden koparmak. [DS]
K ıldırmak; yaptırmak. [EUTS] [DLT] kım danmak, [kım-(ı)d-an-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır]
kılurmak, [kıl-ur-mak {eAT} g ç l . f [-ur] Kıl B ir işe istekle başlamak. [DS]
dırmak. kimdik, -ğı [eT. kıd-m ak > kıd-m ık / kıymık] {ağız}
kılükal, [Ar. kîl (söz) + ü (ve)+Aı. kal (söz) J li j JJs] is. Yonga; kıymık. [DS]
(kı:lüka:l) {OsT} is. Dedikodu; söylenti, kım dım ak, [kım-dı-mak] {ağız} gçl. fi [-r] (Az olan
kılvan, [? kılvan] {ağız} is. folk. Düğünün ertesi gü bir şey için) idareli harcamak. [DS]
nü, o köydeki gelin ve kızların gelin evinde yaptık kım dınm ak1, [kım-(ı)d-m-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır]
ları eğlence. [DS] -*■ kımdanmak. [DS]
lU lM lK tM . 2607 KIM
kım dınmak2, [kım-(ı)d-ın-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır] kımıltı, [kımıl-tı tsJİai] {eAT} {OsT} is. Hareket; de
Bir şeyi verm ek istemediği için çok az vermek; eli vinme; hafif ve sürekli kımıldama durumu,
nin ucu ile vermek; cim rilik etmek. [DS]
kım ınmak, [kım-m-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır] Bir işe
kımfıs, [kım+fıs] {ağız} is. Yavaş ve gizli konuşma; istekle başlamak. [DS]
fiskos. [DS] kım ır1, [kım-ır] {ağız} sf. (Kişi için) zayıf ve çopur.
kımga, [kım-ga / kam-ga] {ağız} is. Yonga; talaş. [DS]
[DS] kım ır2, [? kımır] {ağız} is. Kimsesiz mal. [DS]
kimicik, -ğı [kım-ı-cılc] {ağız} sf. 1. Küçük; ufak; kım ırdamak, [kim (yans.) > kım -ır-dâ-mak / kımıl-
minik. 2. Çok az; azıcık. 3. B ir cismin en küçük dâ-mak] {eT} gçsz. fi Kımıldamak; sallanmak. [Ne
parçası; molekül. [DS] vâyî]
kımıç, -cı [kım-ıç] {ağız} is. K uyruk sokumu. [DS] kımırmak, [kımır-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır] Kimsesiz
kımık, -ğı [eT. kıd-m ak > kıd-m ık / kıy-m ık > kımılc] bir malı sahiplenmek. [DS]
{ağız} sf. 1. Küçük; ufak; minik. 2. Azıcık; çok az. kımış, [kım-ış] {ağız} is. Gözünü sürekli açıp kapa
3. (Küçüklük bildiren m iktar olarak) karış. 4. is. yan kimse. [DS]
Yonga; kıymık. [DS] kım ışırık, -ğı [kım-ış-ır-ık] {ağız} sf. Yılışık. [DS]
kım ıl1, [kim (yans.) > kım-ıl] is. Sürekli hareket; ol kımışmak, [kım-ış-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır] 1.
Kıpırdamak; kımıldamak. 2. {ağız} (El, ayak vb.
duğu yerde kıpırdanıp durm a bildiren yansımalı
için) karıncalanmak. [DS]
gövde. 0 kımıl kımıl, 1. Sürekli bir kımıldanış hâ
linde olan. 2. {ağız} Yavaş yavaş; ağır ağır. [DS]|j kımıştamak, [kım-ış-ta-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r] [-
(dı)-yor] Kımıldamak. [DS]
kımıl kım ıl kım ıldamak, {ağız} Yavaş ve ağır iş
yapmak. [DS]|j kım ıl kızı, {ağız} D urmadan kım ıl kımıştatmak, [kım-ış-ta-t-mak] {ağız} gçl. fi [-ır]
dayan; hareketli. [DS]|| kımıl kurdu, {ağız} -*■ k ı Ağzını yavaş yavaş kımıldatarak bir şey çiğnemek.
[DS]
mıl kızı. [DS]
kımıt, -dı [? kımıt] {ağız} is. Hamam havlusu. [DS]
kımd2, [Ar. kaml (bit) / kim (yans.) > kımıl] is. kımıt, -dı [kam-mak > kam-ıt / kamit] {ağız} is. -*■
zool. 1. Yarım kanatlılardan, gençleri ekin yaprak kamit2. [DS]
larını, erginleri de tanelerin sütlerini emen, tahıllara kımız, [kımız > s] is. 1. Kısrak sütünün ekşitilmesi ile
zararlı yeşil bir böcek, (Aelia acuminata / rostrata).
elde edilen, az alkollü, ekşi ve içindeki C 0 2 dolayı
2. {ağız} Zayıflıktan insana dadanan bit. [DS] S
sıyla gazozum su bir niteliği olan eski bir Türk içki
kımd biti, {ağız} 1. Zayıflıktan insana dadanan bit.
si. {eT} {eAT} {OsT} (aynı) [DLT] [KB] [Nevâyî] 2.
2. K üçük su kurdu. [DS]
{eAT} Kısrak sütü. [DK] 3. {ağız} Temm uz sıcakla
kımıl3, [kım-ıl] {ağız} sf. (Kişi için) kendisini ilgilen rında çobanların taşı ısıtıp batırarak koyulttukiarı
dirmeyen her işe karışan; münasebetsiz. [DS] [EG] süt. [DS] 4. {ağız} Pişmiş süt ile ağız karışımı. [DS]
kımddak1, -ğı [kım-ıl-da-k] {ağız} is. Sinema. [DS] 5. {ağız} İyi tutmamış yoğurt. [DS] S kım ız almıla,
kımddak2, -ğı [kım-ıl-da-k] {ağız} sf. (Kişi için) ağır {eT} Ekşi elma. [DLT]
iş gören; yavaş çalışan. [DS] kımızlanmak, [kımız-lâ-mak / kımız-la-n-mak] {eT}
kımıldama, [kımıl-da-ma] is. Kım ıldam ak eylemi, dönşl. fi Kımız sahibi olmak. [DLT]
kımıldamak, [kımıl-da-mak] gçsz. f. [-r] [-d(ı)-yor] kım kak, -ğı [kım-ka-k] {ağız} is. Kelebek. [DS]
1. Yerinde hafifçe oynamak; hafifçe hareket etmek; kımkım, [kim (yans.) + lam (yans.)] sf. 1. (Kişi için)
oynamak. 2. Harekete geçmek; davranmak. 3. O l ağır ağır konuşan. 2. (Kişi için) yavaş hareket eden.
duğu yerde belli belirsiz hareket etmek, 3. {ağız} Konuşması iyi anlaşılmayan. [DS] S kım-
kımıldanış, [kımıl-da-n-ış] is. K ımıldanm ak eylemi kım almak, {ağız} Kaygılanmak; üzülmek. [DS]||
veya biçimi. kımkım etmek, {ağız} 1. B ir işi ağırdan almak;
kımıldanma, [kım-ıl-da-n-ma] is. Bulunduğu yerde oyalanmak. 2. Yapmaktan çekinmek. [DS]
kendi kendine hareket etm ek eylemi, kımlanma, [kım-la-n-ma] {ağız} is. Kımlanmak ey
kımıldanmak, [kım-ıl-da-n-mak] dönşl. f. [-ur] Bu lemi.
lunduğu yerde kendi kendine hareket etmek, kım lanmak [kım-la-n-mak] {ağız} gçsz. f i [-ır] 1.
(Kuş için) uçm aya davranmak. 2. (Kişi için) kalka
kımıldatma, [kımıl-da-t-ma] is. Kımıldam asını sağ
cakmış gibi kıpırdamak,
lamak eylemi,
kimli, [kım-lı] {ağız} sf. Rahat; sessiz. [DS]
kımıldatmak, [kımıl-da-t-malc] g ç l.f. [-ır] 1, K ım ıl
damasını sağlamak; kım ıldam asına neden olmak. 2. kımme, [Ar. kımme -ui] is. bot. 1. Kömeç. 2. Deste
Hafifçe oynatmak, şeklinde olan çiçek,
kımıldayış, [kımıl-da-y-ış] is. Kım ıldam ak eylemi kımpaça, [kım+paça] {ağız} is. Ağsız kadın donu.
veya biçimi. [DS]
KIM ÖIÜMIÜR SÖZLÜK, ases
kım peş, [kım+peş] {ağız} sf. Aykırı; ters. [DS] [DS]|| k ın a basm ası, {ağız} folk. K ına gecesi geline
kım pış, [kımp-ış ?] {ağız} sf. Cimri. [DS] verilen hediye. [DS]|| k m a çiçeği, bot. Park ve bah
k ım ra m a k , [kım-ra-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-r(ı)- çelerde süs bitkisi olarak yetiştirilen, göz alıcı
yo r] Kımıldamak; kıpırdamak. [DS] renklerde çiçekleri bulunan, meyvesi kapsül biçi
m inde olup olgunlaştığında h a fif bir dokunma ile
k ım ra n m a k , [kım-ra-n-mak {OsT} {ağız} dönşl.
birden açılarak tohumlarını fırlatan, iki çenekli çok
fi [-ır] [-ur] Kımıldanmak; kıpırdanmak, yıllık otsu bitki, (Balsamina).\\ k ın a çiçeğigiller,
k ım raşm ak , [kım-ra-ş-mak {eAT} {ağız} bot. Örneği kına çiçeği olan iki çenekli bitkiler f a
dönşl. fi. [-ır] [-ur] -* kımranmak. milyası, (Balsaminaceae)\\ k ın a d ü ğ ü n ü , {ağız}
folk. K ına gecesi. [DS]|j k m a ezm ek, {ağız} folk.
k ım ra tm a k , [kım(ı)r-a-t-mak {eAT} gçl. fi [-
K ına gecesi konuklar gittikten sonra aile arasında
ur] Kıpratmak; kımıldatmak, yapılan eğlenti. [DS]]| k m a gecesi, folk. D üğünler
k ım san m ak , [kımsâ-mak / kımsa-n-mak] {eT} dönşl. de gelinin başına kına yakılm ası dolayısıyla kadın
fi [~ur] İmrenmek; çok arzu etmek. [Nevâyî] lar arasında ve kız evinde yapılan eğlence. || kına
k ım sır, [kım(ı)s-ır / kım-sı-r] {ağız} sf. Cimri; pinti. kağnısı, {ağız} folk. Kına günü oğlan evinin hazır
[DS] ladığı armağanları içine koyarak gelin evine geti
k ım şan m ak , [kim (yans.) > kım-(ı)ş-â- mak / kımşa- ren kağnı. [DS]|| k ın a la r y ak m ak , (Birinin başına
n-mak] {eT} {ağız} dönşl. fi Sallanmak; yavaşça, gelen kötü duruma) çok sevinmek; durumdan mem
usulca kımıldamak. [Nevâyî] [DS] nun olmak. || k m a tası, {ağız} folk. Gelin ve damada
kım u şm ak , [kim (yans.) > kım-uş-mak] {ağız} dönşl. kına yakm akta kullanılan tas. [DS]|| k m a toyu,
fi. [-ur] Kımıldam ak; kıpırdamak. [DS] {ağız} folk. K ına gecesi. [DS]|| k ın ay a çıkm ak,
kım zınm ak, [kımız-â-mak / kımıza-n-mak] {eT} {ağız} folk. (Gelin için) K ına gecesi, giyinme ve süs
dönşl. f. [-ur] Arzulamak. [Nevâyî] lenme odasından düğün salonuna geçmek. [DS]||
-k ın 1, [Çin. kun ( sürü; kalabalık; topluluk; toplantı; k m a y a k m ak , 1. folk. Kınayı su ile karıştırdıktan
sınıf; türdeş) > -kun / -kün / -km / -kin / -ğın / -gin sonra boyanacak olan yere sürmek. 2. mecaz. B iri
/ -ğun / -gün] {eT} yap. e. -►-gm 1. nin başına gelen sıkıntıya sevinmek.\\ k m a yengesi,
-k ın 2, [-kın / -kin] {eT} yap. e. İsimden isim yapma {ağız} folk. Düğünlerde y o l gösteren kadın. [DS]
eki. kır-kın (cariye) k ın a 2, -a ’ı [Ar. kınâ‘ £_bi] (kına;) {OsT} is. Örtü; baş
k ın 1, [kîn] (kı;n) is. 1. Bıçak, hançer, kılıç gibi silah
örtüsü; peçe.
ve kesici aletlerin koruyucu kılıfı. {eT} (aynı) [DLT]
k ın acık , -ğı [kına-cık] is. Pas m antangillerden, ta
[KB] [DK] 2. Buğdaygillerde görülen, gövdenin bir
hılların yapraklarında küçük sarı noktacıklar hâlin
kısmım saran yaprağın dip kısmı. S k ın k an a t,
de beliren, yaprak kını ve kavuzları da sararak ta
zool. K ın kanatlı böceklerin gövdeyi saran dış ka
hıllara büyük zarar veren, sporları rüzgârla savrul
natlarına verilen isim. || k ın k a n atlıla r, zool. Uç
duğu için kolay bulaşabilen bir mantar hastalığı;
maya yarayan kanatlarını örten boynuzsu bir çift
pas; sarı pas, (Puccinia glumerium).
kanadı bulunan ve tam başkalaşma geçiren, çene
leri çiğneme ve parçalamaya uygun olarak geliş k ın acu k , -ğu [kma-cık] {ağız} is. -*■ kınacık. [DS]
miş, bütün hayvan türlerinin yarısına yakınını oluş kın aç, -cı [kın-aç] {ağız} is. Yanlama, kısa ve dar
turan böcekler takımı, (Coleoptera). üzüm bağı setleri. [DS] S kınaç etm ek, {ağız} B ir
k ın 2, [kıy-mak (doğramak; öldürmek) > lcıy-(ı)n > iyilik yaparak sevindirmek; mutlu etmek. [DS]
k m açlam ak , [km-aç-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-
kin / kîn jî ] (kı:n) {eT} {eAT} is. 1. İşkence; eziyet;
yo r] Y an yan bakmak. [DS]
azap; ıstırap. [EUTS] [İKPÖy.] [KB] [Gabain] 2'. Ceza;
k ın afır, [? kınafır] {ağız} sf. Hoppa. [DS]
cezalandırma. [KB] [İKPÖy.] [Gabain] 3. Zorluklar;
engeller; zahmet. [EUTS] k ın ağ an , [kma-ğan ^ 5 ] {eAT} sf. Çok kınayan; çok
kın 3, [km] {ağız} sf. Eğri; yamuk. [DS] ayıplayan.
-k ın a, [-kıya / kiye / -kma / -kine] {eT} yap. e. -*■ - k m aguçı, [kîn > kın-â-mak > kmâ-ğu-çî] (lana:guçı:)
kıya. {eT} sf. 1. Kmayıcı. [EUTS] [Gabain] 2. Azap veren
k ın a 1, [Ar. hınna / hına a^-] is. Kına ağacının kuru kimse; işkenceci. [EUTS] [Gabain]
tulmuş yapraklarının öğütülmesi ile elde edilen ve k ın a k 1, -ğı [kın-a-k] {ağız} is. Keklik avında, çığırt
kan kekliğin konulduğu yer. [DS]
saç, el, vb. boyamakta kullanılan toz. {eAT} (aynı)
[DK] S1 k ın a ağacı, bot. K ına ağacıgillerden A ra k ın a k 2, -ğı [kın-a-k] {ağız} is. Eksiklik; kusur. [DS]
bistan 'da ve K uzey Afrika ’da yetişen, ince dallı k ın ak ın a, [Keçuva d. quin-quina > İsp. quinaquina]
beyaz kabuklu, karşılıklı yapraklı, yapraklarından is. 1. bot. K ök boyasıgillerden, sıcak ülkelerde ye
km a elde edilen ağaççık, (Lawsonia alba / tişen ve kabuğundan kinin elde edilen bitki, (Cinc
inermiş).|| kına basm a, {ağız} folk. K m a gecesi. hona). 2. Bu bitkiden yapılan içecek. S 1 k ın ak ın a
annum m . 2609 KIN
şurubu, Kınakına yapraklarının kara üzüm ile bir Yaptığı davranışın veya söylediği sözün uygun ol
likte kaynatılmasından elde edilen soğuk içecek. madığı halckmda başkaları tarafından uyarılmak;
kınalama, [kına-la-tna] is. Kına sürmek eylemi; kma kınam a eylemine uğramak; ayıplanmak; takbih
ile boyama. edilmek.
kınalamak, [kma-la-mak] gçl. fi. [-r] [-l)ı)-yor] Kma kınara, [Ar. kanara] {ağız} is. Kasap dükkânında et
sürmek; kma yakmak, asılan çengel. [DS]
kınalanma, [kına-la-n-ma] is. 1. Kma sürünme ey kınasız, [kına-sız] sf. Kınası bulunmayan; kınalan
lemi; bir yerine kma yakma. 2. [kına-lan~ma] Kma mamış olan; km a yakılmamış,
sahibi olma; km a edinme, kınaşık, [kıy(ı)n-aş-ık > kînaş-ık] {ağız} sf. (Kapı,
kınalanmak, [kma-la-n-mak] dönşl. fi. [-ır] 1. Bir pencere, kapak vb. için) aralık. [DS]
yerine km a yakınmak; kına sürünmek. 2. edil. fi. Bir kınatire, [? kınatire] {ağız} s f Yeşil, mavi renkli ker
yerine km a yakılmak; kına sürülmek. 3. [kına-lan- tenkele. [DS]
mak] gçsz. fi. Kma sahibi olmak; toz km a edinmek, kınatmak, [km-â-mak > kına-t-mak] {eT} gçl. fi. [-ur]
kınalı, [kma-lı] sf. 1. K m a yakılmış, km a ile boyan İşkence yaptırmak; cezalandırmak. [DLT]
mış olan. 2. {ağız} Kınalanm ış gibi kızıl renkte kınayış, [km-a-y-ış] is. Kınamak eylemi veya biçimi,
olan; kırmızı; al. [DS] 3. {ağız} Ahlaksız. [DS] 0 kmbıçağı, [kın+bıça(k)-ı] {ağız} is. Kında taşman
kınalı bödük, {ağız} Havuç. [DS]|| kınalı keklik, bıçak; küçük kama. [DS]
Avrupa ve A s y a ’nın büyük bir bölümünde yaşayan, kınbık, -ğı [kımb-ık] {ağız} sf. Züppe; oynak. [DS]
sülüngillerden, sırtı g ri ve kahverengi, gagası ve kine1, [kine (yans.)\ is. Sert şeylerin birbirine ya da
ayakları kırmızı bir tür keklik; kaya kekliği, bir yüzeye sürtünmesini, bu sebeple sinir tepkisi
(Alectoris graeca).\\ kınalı parmak, {ağız} Havuç. uyandıran hareketleri anlatan kök. [Zülfikar] km c-
[DS]|| kınalı tetir, {ağız} Halı iplerim boyamakta ık-la-mak, kınc-ı-mak, kmc-ır-a-k, km c-ır-ık
kullanılan ceviz yeşili renk. [DS][| kınalı yapıncak,
kine2, [kmçı] {ağız} sfi'. Sessiz; uslu. [DS]
Seyrek taneli, kırmızı benekli bir tür üzüm.
kıncal, [kmc-al] {ağız} sfi Zayıf; cılız. [DS]
kınam, [? kınam] {ağız} is. Akraba. [DS]
kmcalamak, [kmc-ala-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r] [-l(ı)-
kınama, [km-a-ma] is. Kınamak eylemi; ayıplama;
yor] Bilip bilmeden fikir yürütmek. [DS]
takbih. S kınama cezası, B ir görevlinin iş yerin
kmcalı, [kmc-a-lı ?] {ağız} sf. Çok renkli. [DS]
deki, öğrencinin okuldaki davranışlarının, ya sa ve
yönetm eliklere aykırı olduğunu bildiren en h a fif kıncal mak, [kmc-al-mak] {ağız} gçsz. fi [ -ır] O ldu
ğundan başka görünmek; yapmacık davranışlarda
disiplin cezası.
bulunmak; gösteriş yapmak. [DS]
kınam ak1, [kîn > km-â-mak] (kma:mak) {eT} gçl. fi
Bıçak veya kılıca kılıf yapmak; km yapmak. [DLT] kıncıfıllı, [kmcıfıl-lı] {ağız} sf. (Kişi için) süslü ve
temiz giyinen. [DS]
kınamak2, [eT. kîn >kın-â-m ak j^Us] (kına:mak) gçl.
km cıfır1, [? kıncıfır] {ağız} sf. 1. (Kadın için) hafif;
fi [-r] [-n(ı)-yor] 1. {eT} {eAT} Cezalandırmak. hoppa; oynak. 2. is. Naz; cilve. [DS]
[DLT] [EUTS] [KB] 2. {eT} {eAT} İşkence yapmak; kmcıfır2, [? kmcıfır] {ağız} sfi 1. (Kişi için) düzenli,
acı ve elem vermek; eziyet çektirmek.; incitmek. süslü ve temiz giymen. 2. Her şeyi ince ince düşü
[EUTS] [KB] [Gabain] [Nevâyî] [Üç İtigsizler] [Yüknekî]
nen. 3. Hoş görmeyen. 4. Zeki; anlayışlı. [DS]
3. {eAT} Yapılan bir davranışın iyi olmadığını, kötü
kmcıfır3, [? kmcıfır] {ağız} sf. 1. (Kişi için) sözünde
olduğunu belirtir biçimde söz söylemek; uygunsuz
durmayan; dönek. 2. Kötü; ara bozucu. [DS]
bulmak; ayıplamak; suçlamak; takbih etmek,
kmcıfırdamak, [kıncıfır-da-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r]
kınamsavuk, -ğu [kına-msa-ğuk] {ağız} sf. Kibirli;
[-d(ı)-yor] Naz etmek; cilve yapmak. [DS]
kurumlu; övüngen. [DS]
kıncıfırlanmak, [kmcıfır-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-
kınamsık', -ğı [kına-msı-k] {ağız} sf. Her şeyi kına
ır] 1. Nazlanmak; cilvelenmek. 2. İstemeyerek razı
yan, tenkit eden; ayıplayıcı. [DS]
olmak; istem eyerek gönlü yatmak. [DS]
kınamsık2, -ğı [kına-msı-k] {ağız} sf. 1. H er şeyden
kıncıflı, [kınc-ıp-lı] {ağız} sf. Cilveli. [DS]
tiksinen. 2. İştahsız. [DS]
kıncıfmak, [kmc-ıp-mak] {ağız} g ç sz.f. [-ır] 1. H uy
kınamsımak, [km-a-msı-mak] gçl. fi. [-r] Tenkit et
lanmak; çekinti etmek; gıcıklanmak. 2. Üşenmek.
mek; olumsuz eleştirmek; kmayıcı bir tavırla ince
[DS]
lemek; muaheze etmek,
kıncık1, -ğı [kmc-ık] {ağız} sf. 1. Düzenli ve temiz. 2.
kınan, [eT. kulan ?] {ağız} is. B ir yaşını geçmiş tay.
is. Süs; işlemek. 3. Kırıtma; naz; cilve. [DS]
[DS]
kıncık2, -ğı [kmc-ık] {ağız} sf. (Kişi için) sözünde
kınanma, [kııı-a-n-ma] is. K ınama eylemine uğra
durmayan; dönek. [DS]
mak; ayıplanma; takbih edilme,
kıncıklam ak1, [kınc-ık-la-mak] {ağız} gçl. fi [-r] [-
kınanmak, [km-a-n-mak jil-â] {OsT} edil. fi. [-ır] l(ı)-yor] Gıdıklamak. [DS]
KIN f l i e i ü T O M • 2610
kın cıklam ak2, [kmc-ık-la-mak] {ağız} g ç sz .f. [-r] [- k ın d a m 2, [kmd-a-m] {ağız} sf. Züppe. [DS]
l(ı)-yor] (İplik için) dolaşmak. [DS] k ın d a m 3, [kmd-a-m] {ağız} sf. (Yol için) az meyilli.
km cıklanm ak, [kmc-ık-la-n-malc] {ağız} d önşl f. [- [DS]
ır] Gıdıklanmak. [DS] k m d a p , [Ar. kınneb] {ağız} is. Sicim. [DS]
km cıl1, [kmc-ıl] {ağız} sf. (Elbise vb. için) parça k ın d ık , -ğı [kım-dık / kındık] {ağız} sf. 1. Azıcık;
parça olmuş; eskimiş. [DS] km cıl kadife, {ağız} biraz. 2, Bulgurdan fındık büyüklüğünde yapılan
(Kişi için) ince; kibar; süslü. [DS] köfte. [DS]
km cıl2, [kınc-ıl] {ağız} is. Koyunların kuyruk altından km dıl, [kınd-ıl] {ağız} is. Gevene benzeyen dikenli
sarkan yünlere yapışmış pislik. [DS] bir ot. [DS] S k m d ıl p a rm a k , {ağız} Küçük p a r
k ın cım ak 1, [kınc-ı-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] 1. M ızık mak. [DS]
çılık etmek. 2. Yum ru köklü bitkiler sökülürlcen k m d ıllam ak , [kmd-ıl-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
sapı kopmak. [DS] yor] 1. Yuvarlamak. 2. (Çocuklar için) baş salla
k m cım ak2, [kınc-ı-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] (Yumu mak. [DS]
şak nesneler için) iki sert cisim arasında ezilmek. k m d ıllan m ak , [kınd-ıl-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
[DS] Y uvarlanmak. [DS]
k m cır, [kmc-ır] {ağız} is. Henüz ötmeyen yavru ho k ın d ım 1, [kmd-ı-m] {ağız} is. Eğlenti. [DS]
roz. [DS]
k ın d ım 2, [kmd-ı-m] {ağız} sf. 1. Oynak; züppe; hop
k ıncırak, -ğı [kınc-ır-a-k] {ağız} is. 1. Tosunu çifte
pa. 2. Düşkün. [DS] 0 kın d ım k ındım , {ağız} Sal-
alıştırm ak için boynuna bağlanan basit boyundu
lana sallana; kırıta kırıta. [DS]
ruk. 2. Tahterevalli. 3. Salıncak. [DS]
km d ım a, [kmd-ı-ma] {ağız} is. Baharda biten ilk ot.
k ın cırd ak , -ğı [kmc-ır-da-k] {ağız} is. Tahterevalli. [DS]
[DS]
km dım cı, [kınd-ım-cı] {ağız} is. Çalgıcı. [DS]
k ıncırık, -ğı [kınc-ır-ık] {ağız} is. Tahterevalli. [DS]
k ın d ır, [? kındır] {ağız} is. K ızdırılarak sıcak su tor
kıncırlık, -ğı [kmc-ır-lık] {ağız} is. Tahterevalli. [DS]
bası yerine kullanılan, bir kenarında deliği bulunan
k m cıtm ak, [kmc-ıt-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] 1. Sinir
topraktan yapılmış yuvarlak ve düzgün yüzeyli tuğ
lenerek dişlerini sıkmak. 2. Ezmek; örselemek.
la. [DS] [EG]
[DS] 3. Dolaştırmak. [EG] 4. Buruşturmak. [EG]
k ın d ır, [kmd-ı-r] {ağız} sf. (Kişi için) kısa boylu. [DS]
kıncifirlenm ek, [kmcıpır-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-
ir] Cilve yapmak; nazlanmak. [DS] k ın d ıra , [kind (yans.) > kmd-ır-ga / kındıra °j-uS] is.
k ın c ik 1, -ği [kmc-ık] {ağız} is. Can sıkıntısı. [DS] bot. 1. Sulak yerlerde yetişen, yapraklarının ucu
k ıncik2, -ği [kmc-ık] {ağız} sf. (İp için) dolaşık. [DS] sivri, koyu renkli bir çayır bitkisi. 2. {ağız} Bir tür
kıncik3, -ği [kınc-ık] {ağız} is. Kadınların başlarına kamış. [DS] 3. {ağız} Hasırotu. [DS] 4. {ağız} Zurna
bağladıkları yazmanın çene altından geçirilerek yapmaya yarayan bir tür kamış. [DS] 5. {ağız} Saz
üçgen biçiminde bağlanmış durumu. [DS] dan yapılan sapan. [DS] 6. {ağız} Eğrelti otu. [DS] 7.
km ciklem ek, [kınc-ık-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [- {ağız} Sulak yerlerde yetişen, keskin kokulu, göv
l(i)-yor] Gıdıklamak. [DS] desi bölmeli ve delikli, kurusundan düdük yapılan
kıncola, [kmc+ol-a ?] {ağız} is. Çok küçük. [DS] bir ot. [DS] 8. {ağız} Sazlı yer; sazlık. [DS] 9. {ağız}
Tarla sınırlarını belirlem ek için dikilen, uzun, yeşil
km ç, -cı [kmç] {ağız} is. Kırkım zamanından önce
koyunun sırtından elle koparılan yün. [DS] dikenli bir çalı. [DS] ö k ın d ıra kam ışçını, zool.
Ötleğengillerden, uzunluğu 12-13 cm kadar, sırtı
k ınçak, -ğı [kmç-a-k] {ağız} is. Yırtıcı hayvan pençe
sarımsı kahverengi, gerdan ve karın ortası beyaz,
si. [DS]
Trakya ve Orta Akdeniz bölgesinde kuluçkaya y a
km çı, [kın > kîn-çî / kîn-çî] (kv.nçı;) {eT} sf. Ceza
tan, böceklerle beslenen bir ötücü göçmen kuş,
veren; ceza kesen; kmayıcı; işkenceci. [Gabain] [E-
(Acrocephalus schoenobaenus).
UTS]
k ınçım ak, [kınç-ı-mak] {ağız} g çsz.f. [-ır] Sıçramak. k ın d ıra ç , -cı [kınd-ır-aç] is. Oluk ve yiv açmakta
[DS] kullanılan bir araç.
kınçırık, -ğı [kmç-ır-ık] {ağız} is. Tahterevalli. [DS] k m d ıra k 1, -ğı [kmd-ır-a-k] {ağız} sf. Çok temiz, süslü
km çırlık, -ğı [kmç-ır-lık] {ağız} is. Tahterevalli. [DS] giyinen. [DS]
kind, [kind (yans.)] is. Yuvarlanmayı anlatan kök. k m d ıra k 2, -ğı [Yun. khülindros [Tietze]] {ağız} is.
[Zülfikar] kınd-ıl-la-n-mak, kınd-ır-da-mak, kınd-ıl H am ur açmakta kullanılan merdane. [DS]
kındıl, kınd-ıl-la-mak k ın d ırd a k , -ğı [kınd-ır-da-k] {ağız} sf. (Kadın için)
k ın d ak , -ğı [kmd-a-k] {ağız} is. Bilye ile oynanan bir hoppa; oynak; hafif. [DS]
çocuk oyunu. [DS] k ın d ırd a m a k , [kmd-ır-da-mak] {ağız} gçsz. f i [-r] [-
k ın d a m 1, [kmd-a-m] {ağız} is. Balta, kazm a gibi a- d(ı)-yor] 1. Naz yapmak; cilve yapmak. 2. İşi ağır
raçlarm sivri tarafı. [DS] yapmak; oyalanmak. [DS]
n a i l î » 1 .2 6 1 1 KIN
kındırga, [kınd-ır-ga] {ağız} is. Çayır otuna benzer kıngılık, -ğı [kmgı-lık] {ağız', is. Ağacın doruğu. [DS]
derin köklü bir bitki. [DS] km g ır, [km > lcın-ır] (kıhır) {eT} sf. 1. Kızgın; hiddet
kındırgeç, -ci [kmd-ır-geç] {ağız} is. Tahterevalli. li. [DLT] 2. Şaşı; yan bakışlı. [DLT]
[DS] lo n g ıraç, -cı [kıng-ır-a-ç] {ağız} is. Tahterevalli. [DS]
k ındırğa, [kmd-ır-ğa] {ağız} sf. Kurumuş; sertleşmiş. tan g ırd an m ak , [kmg-ır-da-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-
[DS] r] [-d(ı)-yor] Yavaş sesle şarkı söylemek; m ırıl
k ın d ırık 1, -ğı [kınd-ır-ık] {ağız} is. Ham ur açmakta danmak. [DS]
kullanılan merdane. [DS] kıngırgıç, -cı [kmg-ır-gıç] {ağız} is. Tahterevalli.
k ın d ırık 2, -ğı [kmd-ır-ık] {ağız} sf. (Kapı, pencere vb. [DS]
için) aralık. [DS] la n g ırtı, [kın > km-ır-tı] (kınırtı) {eT} sf. Eğri başlı.
k ın d ırık 3, -ğı [kınd-ır-ık] {ağız} is. Ekm ek yapılırken [Gabain]
yere serilen, tüyleri yolunup tem izlendikten sonra k ın g ra k , [km > *km-râ-mak > km-râ-k] (kmra:k)
kurutulmuş keçi derisi. [DS] {eT}-is. Et veya hamur kesilen satıra benzer büyük
bıçak. [DLT]
k ın d ın şm a k , [kmd-ır-ış-mak {OsT} işteş, f.
k m g ra n m a k , [kın > *km-râ-mak > kmra-n-m ak
[-ur] Birbirini teşvik etmek.
& J£ ] (kınranmak) {eT} dönşl. f. [-ur] 1. A zarla
k ın d ırm a k 1, [kı(yı)n-(ı)d-ır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır]
(Pencere, kapı vb. için) aralık bırakmak; aralamak. mak; darılmak. 2. M ırıldanarak sızlanmak. 3. İnat
[DS] etmek. [Nevâyî] 4. {OsT} Mırıldanmak,
k ın g ru , [kın > *km-râ-mak > kın-(ı)r-ü] (kınru:) {eT}
k ın d ırm ak 2, [kan-dır-mak/kmd-ır-m ak,>»j->^] {eAT}
sf. Yan; şaşı. [DLT]
{OsT} {ağız} gçl. f. [-ır] [-ur] 1. Kandırm ak; inan k ını, [km-ı] {ağız} is. B ir kişiye verilen takma ad.
dırmak. 2. Kışkırtmak. 3. Sinirlendirmek. [DS] [DS]
k ın d ırtm ak , [kmd-ır-t-mak jij-us] {OsT} g ç l . f [-ur] kınıcık, -ğı [km-ı-cık] {ağız} sf. Azıcık; biraz. [DS]
Teşvik ve tahrik etmek, kınıg, [km-mak > kın-ığ] {eT} is. 1. Şiddetli arzu.
kındışlam ak, [kmd-ış-la-mak] {ağız} dönşl. f. [-r] [- [EUTS] 2. sf. Sert; kuvvetli; kızgın; cesur; sağlam.
l(ı) -yor] Çok incelemek. [DS] [EUTS] [Gabain]
k in ik 1, -ğı [km-ık] {ağız} sf. Genizden konuşan. [DS]
kındız, [kmdız] {ağız} is. Kâkül. [DS]
kin ik 2, -ğı [eT. kın-ığ] {ağız} is. 1. İstek; arzu. 2. sf.
kindik, -ği [kmd-ık] {ağız} is. K üçük üzüm salkımı.
[DS] Obur. 3. (Köpek için) ava alışmış; ava istekli. 4.
(Kişi için) obur. 5. (Kadın için) kötü. [DS] ö k m ık
km dil1, [Ar. kmdıl J i - ^ ] (kmdi.T) {OsT} is. Kandil. çekm ek, {ağız} Karşısındakinin ağzını sulandır
kındil2, [kınd-ıl] {ağız} sf. Küçük; ufak; minik. [DS] mak; imrendirmek. [DS]
fi1 kındil p a rm a k , {ağız} ->■ kmdıl parmak. [DS] kin ik 3, -ğı [kayna-k] {ağız} is. Kaynak. [DS]
k ın d u rm a k 1, [kın-mak > km -tur-mak ?] {eT} gçsz. f. kin ik 4, -ğı [kıy-ın-ık > km-ık] {ağız} is. 1. Darlık. 2.
[-ur] -*■ kınturmak. Kapı ve pencere kanatlan gibi yerlerdeki aralık. 3.
k ın d u rm ak , [kınd-ur-mak jjj-Uİİ] {eAT} gçl. f. [-ur] sf. A z açık; aralık. [DS]
k in ik 5, -ğı [kan-ık] {ağız} sf. Gereğinden çok dolu.
Tahrik etmek; teşvik etmek,
[DS]
kınetir, [? kmetir] {ağız} is. Pinti; cimri. [DS]
k ın ık m ın a, [km-ı+kın-ı-n-a] {ağız} zf. Tastamam;
king1, [kang / kank / km g / kong / konlc (yans.)\ is. tıpatıp. [DS]
Metal eşyaların birbirine çarpmasını, sürtünmesini
k ın ık ın m d a, [km-ı+km-ı-n-da] {ağız} zf. Cinsel ilişki
ve buna benzer çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfikar]
sırasında. [DS]
kıng-ır-gaç,
k ın ık ırık , -ğı [km-ı+kır-ık] {ağız} sf. Eski çapkın.
king2, [kın] (kın) {eT} sf. Şaşı. [EUTS] [Gabain] [DS]
king3, [kıy-mak (doğramak; öldürmek) > kıy-(ı)n > k ın ık m a, [kın-ık-ma] {ağız} is. Kıskanma. [DS]
kın / kîn] (kı:n) {eT} is. -*■ kın2.
k ın ık m a k 1, [lcın-ık-mak ,3*^] {OsT} {ağız} gçl. f. [-
-kınga, [-kınga / -kına] (kına) {eT} ek. Küçültme
ır] 1. Bir şeye aşın düşkün olmak; tutkun olmak. 2.
isimleri yapar. [ETY] az-kınga (azıcık, p e k az, kala
Kanmak; doymak; alışmak: kanıkmak; kanıksa
balık olmayan)
mak; {eAT} (aynı). [DS]
kınga, [kmg-a] {ağız} is. -*• kıngak. [DS]
k ın ık m a k 2, [km-ık-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Ağaçları
kıngak, -ğı [kmg-ak] {ağız} is. Bütün olarak çıkarıl
aşılamak. [DS]
mış ceviz içi. [DS]
k ın ık m ak 3, [km-ık-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] 1. Kıs
kınggaym ak, [kın +kay-mak] (kıngaymak) {eT} gçsz. kanmak. 2. Sevinmek. [DS]
f [-ur] 1. Bir tarafa eğilmek. 2. Doğru yoldan az k ın ık sım ak , [km-ık-sı-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır]
mak. [Nevâyî] Kanmak; doymak; alışmak. [DS]
KIN Û I Ü M I Ü M îI M • 2612
k ın ık tırm ak , [kın-ılc-tır-mak] {ağız} gçl. fi [-ır] Bık kınneb, [Ar. kmneb {OsT} is. İnce sicim; kınnap.
tırmak. [DS]
k m n ık 1, -ğı [km-lık] {ağız} is. Y aşamak için gerekli
k u ıırtm a k , [km-ır-t-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır] Kapıyı
olan şeyler. [DS]
yarı açmak. [DS]
k ın n ık 2, -ğı [km-lık] {ağız} is. -* kinlik. [DS]
k in iş1, [kın-ış] {ağız} sf. Salak; aptal. [DS]
kınnış, [km-ış / kın(n)-ış ^ ia ] {OsT} is. Naz; eda;
kiniş2, [kın-ış jiü ] {OsT} is. Naz; işve; eda; kırıtış. S
cilve; kırıtış.
kiniş yanış etm ek, {ağız} Yaltaklanmak. [DS]
kınpıçağı, [km+bıca(k)-ı] {ağız} is. Efelerin yanla
km ışık, -ğı [kıy-(ı)n-aş-ık] {ağız} is. Aralık; biraz a-
rında ya da kuşaklarında taşıdıkları km içindeki
çık. [DS]
sivri uçlu, küçük bıçak. [DS]
kınışm ak, [km-mak > km-ış-mak] {eT} dönşl. fi. [-ur]
İstekle işe koyulmak. [DLT] kınsız, [km-sız] sf. 1. Kmı olmayan. 2. zf. (Bıçak,
k ın ıtm a k ', [kın-ıt-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ır] Dadan kılıç vb. için) km geçirmeden; kılıfsız olarak,
mak; tutkunlaşmak. [DS] k m t, [kınt] {ağız} is. Köşe. [DS]
k ın ıtm ak 2, [kın-ıt-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır] Bir şeyi, k m ta m 1, [kmt-a-m] {ağız} is. Kenar yer; uç. [DS]
bilgiyi olduğu gibi hatırlamak; ezberlemek. [DS] km ta m 2, [kmt-a-m] {ağız} is. 1. Güreşte, karşısında
k ın ıtm ak 3, [kın-ıt-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır] Kovmak. kini yenm ek için beklenen uygun zaman. 2. Bir
[DS] şeyin sırası; tam zamanı. [DS]
kınk, -gı [kmk] {ağız} is. Bir şeyin bittiği yer; son. k ın ta r, [Ar. kmtâr jlküs] (kınta:r) {OsT} is. Kantar.
[DS]
k ın ta rm a k , [km-(ı)t-ar-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ır] Yüz
kınkılıç, -cı [kınk-ıl-ıç] {ağız} is. Tahterevalli. [DS]
çevirmek. [DS]
kınkılız, [kmk-ıl-ız] {ağız} sfi. İnce. [DS]
k m taş, [kmt-a-ş] {ağız} sf. 1. Yan; eğri; yamuk. 2.
k ınlam a, [kın-la-ma] is. Km yapm a veya kınına
Aykırı. [DS]
koym ak eylemi,
k ınteş, [kınt-ış / kmt-a-ş] {ağız} is. Geniş yol döne
kınlam ak, [kın > km-lâ-mak] (kınla:mak) gçl. fi. [-r]
meci. [DS]
[-l(ı) -yor] 1. {eT} Bıçak veya kılıç türü kesici alet
ler için km yapmak. [DLT] 2. Bu tür araçları mev k ın tık 1, -ğı [kınt-ık] {ağız} sfi 1. Yayvan burunlu. 2.
cut kını içine koymak, Genizden konuşan. [DS]
kınlı, [km-lı] sf. 1. (Bıçak, kılıç vb. kesici aletler k ın tık 2, -ğı [kınt-ık] {ağız} sfi Cimri. [DS]
için) kını bulunan. 2. Kını içine konulm uş olan. 3. k m tım a 1, [kmt-ı-ma ?] {ağız} is. 1. Besin; gıda. 2.
bot. (Yaprak için) km ı gelişerek bağlı bulunduğu İlkbaharda çayır ve kırlarda yetişen otlar. 3. Yeni
sapı saran. ürünün kaldırılm asına kadar mevcut zahire ve un
k m lık ', [kîn > kın-lık] {eT} is. Cezalandırma yeri; yetm ediği durumlarda, ekm ek ihtiyacım karşılamak
hapishane; ceza evi. [EUTS] [İKPÖy.] için daha ekin biçilirken az bir miktarı geçici har
kinlik2, -ğı [kın-lık] {ağız} is. Kama, bıçak vb. gereç manda dövülerek kaldırılan tahıl. 4. Hayvanların
lere kın yapmak için hazırlanan ağaç veya meşin. ilkbahar yaylımı. [DS]
[DS] k ın tım a 2, [kınt-ı-ma] {ağız} sfi 1. Cimıi. 2. is. Kıtlık;
kınm a, [? kınma] {ağız} zf. H er zaman. [DS] azlık. [DS]
k ın m a k 1, [km-mak / hın-mak] {eT} gçl. fi A rzu et k ın tım alı, [kmtıma-lı] {ağız} sfi İdareli; eldekini azar
mek; istemek; çalışıp çabalamak. [EUTS] [Üç İtig azar kullanan. [DS]
sizler] kıntı m an, [kmt-ı-man] {ağız} sf. Biraz; küçük bir
k ın ın ak 2, [km-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ar] İleri geçmek; parça, [DS]
üstün gelmek. [DS] k ın tm a , [kmt-ı-n-a] {ağız} is. Pay. [DS]
kın m ak 3, [kın-mak] {ağız} g ri f i [-ar] Isırmak. [DS] k ın tın m a k , [kınt-ı-n-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır] (Otu
kınm ak4, [kan-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ar] Aldanmak. az olan yerlerde otlayan hayvan için) karnım doyu-
[DS] ram adan otlamak. [DS]
kınnaçlam a, [kın-la-ç-la-ma] {ağız} zf. (Kesm ek ey k ın tır, [kıl+çar / kıl+ Fa. -dâr ? > kmtır] {ağız} is.
lemi için) yanlamasına; meyilli olarak. [DS] Çakşır. [DS]
kınmak, -ğı [kın-la-k ?] {ağız} sf. Azıcık; biraz. [DS] lu n tırla m a k , [kı:.ı;-ır-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-
kınnap, -bı [Ar. kınneb ı_^] {OsT} is. Kenevirden yo r] Bir yerden, bir işten yavaşça kaçmak; sıvış
yapılma oldukça kalın iplik; sicim, mak. [DS]
km nare, [Ar. kınnâre «jLa] (kınna:re) {OsT} is. M ez k m tış1, [kınt-ış] {ağız} is. Genişçe yol dönemeci. [DS]
baha; kanara. k ın tış2, [kınt-ış] {ağız} sf. 1. Titiz; kuşkulu. 2. Süslü;
gösterişli. 3. Oynak; havalı. [DS]
kınnav, -ğs [kır(ı)n-av] {ağız} sf. (Dişi kedi için) çift
leşmek isteyen; kızgın. [DS] k ın tışık , -ğı [kmt-ış-ık] {ağız} sf. Çıkıntılı ve pürüzlü.
[DS]
IİIIİ H i t » 1 .2 6 1 3 K IP
kıntışlı, [kmt-ış-lı] {ağız} sf. (Kadm için) çok süslü; az açık. [DS] fi5 kıp ık gözlü, Gözleri yarı kapalı
giyimi çok gösterişli; hoppa. [DS] duran.
k ın tu rm ak , [km-mak > km-tur-mak] {eT} gçl. f. [- k ıpıklık, -ğı [kıp-ık-lık] is. 1. Kıpık olma durumu. 2.
ur] B ir şey için zahmete katlanmak; mihnet çek Göz kaslarından birinin işlevini yitirmesi sonucu
mek; iştiyak etmek. [EUTS] [Gabain] oluşan göz kapağı sarkması,
kınu, [kın-ü y i] {OsT} is. Ayıp; kusur; suç; günah. k ıp ık tırm a k , [kıp-ık-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır]
Aradığı kimseyi yakalamak; sıkıştırmak. [DS]
kınyaş [? lcmyaş] {ağız} is. Tarlalarda yağm ur suları
kıp ıl1, [kıp-ıl] {ağız} sf. Yan duran; eğik; meyilli.
nı akıtmak için çekilen eğik çizi. [DS]
[DS]
k ıp 1, [kep / kıb / kıp / kip (yans.)] is. Kırpmayı, kıpıl2, [kıp-ıl] {ağız} sf. Şaşı. [DS]
kıpırdamayı, ağır veya hızlı hareket etmeyi anlatan
k ıp ın d ırm ak , [kıp-m-dır-mak] {ağız} gçsz. fi [-ır]
kök. [Zülfikar] kıp-ı, kıp-ık, kıp-ır, kıp-ır-da-mak,
Sıçramak; zıplamak. [DS]
kıp-ırı-mak, kıp-ır kıpır, kıp-mak, kıp-ış-mak, kıp-ış-
k ıpınıiıak, [kıp-ın-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır] 1. B aş
ık kıp kıp, kıp-ra-m ak ö k ıp a b a k m a k , {ağız} Gö
lamak. 2. Bir işe kendini kaptırmak. 3. Bir işin ol
zünü kısarak bakmak. [DS]
masını gizlice belli etmek. [DS]
k ıp2, [kıp / kap] {eT} e. Sıfatları pekiştirir. S kıp
k ıp ır1, [kıp (yans.) > kıp-ır] is. Hareket etme, hare
kızıl, {eT} Kıpkırmızı; kıpkızıl. [EUTS] [KB]
ketlilik bildirir yansımalı gövde. S k ıp ır k ıp ır, 1.
kıpçak, [kıpçâk / kıf-çâk / kıv-çâk] {eT} is. Ağaç (Kıpırdamak için) sürekli ve aralıksız. 2. {ağız} (Iş
kovuğu. yapm ak için) becerikli ve uygun hareketlerle. [DS]
K ıpçakça, [kıpçak-ça] is. On birinci yüzyıldan, 3. (Kuzuların ot yerken çıkardığı ses için) yavaş
Altm ordu Devletinin kuruluşuna kadar (15. yy) yavaş.\\ k ıp ır sa p ır etm ek, {ağız} Kımıldanıp dur
Güney Rusya bozkırlarında göçer olarak yaşayan, mak. [DS]
Y imek ve K itnek boylarının birleşm esinden m ey k ıp ır2, [kıp-ır] {ağız} sf. Yavaş. [DS]
dana gelen ve bir Türk boyu olan K ıpçakların ko
k ıp ıra tm a k , [kıp-ır-a-t-mak] {ağız} gçl fi [-ır] K ı
nuştuğu Türk lehçesi; Kumanca.
mıldatmak; yavaşça oynatmak. [DS]
k ıpçık1, -ğı [kıp-çık] {ağız} sf. 1. Yaramaz; afacan. 2. k ıp ırd ak , -ğı [kıp-ır-da-k] sf. 1. Yerinde duram aya
Şakacı. [DS] cak kadar çok hareketli olan; çok hareketli; cevval;
kıpçık2, -ğı [kıp-çık] {ağız} is. folk. A cıpayam yöre yaramaz, {ağız} (aynı) [DS] 2. Yerinde sabit durması
sinde vücut titretilerek oynanan bir halk oyunu. gerekirken sabit durmayan; oynak. 3. {ağız} Çabuk.
[DS] [DS] 4. {ağız} (Kadın için) hoppa; oynak; hafif. [DS]
kıpçık3, -ğı [kıyp-ıt-ık] {ağız} sf. Sözünde durmayan; k ıp ırd a k lık , -ğı [kıp-ır-da-k-lık] is. 1. K ıpırdak olma
dönek; mızıkçı. [DS] durumu. 2. K ıpırdak olanın niteliği,
kıp çm m ak 1, [kıp-(ı)ç-m-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1. k ıp ırd a m a , [kıp-ır-da-ma] is. Yerinde sürekli hare
İmrenmek. 2. Başkasının sırtından geçinmek. [DS] ket etme eylemi; kımıldama; oynama,
kıpçınm ak2, [kıp-(ı)ç-m-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] k ıp ırd a m a k , [kip-ır-da-mak] gçsz. fi [-r] [-d(ı)-yor]
Sakınmak. [DS] H afif fakat sürekli hareket etmek; kımıldamak; oy
k ıp çm m ak ’, [kıp-(ı)ç-m-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1. namak.
Oturmak. 2. Oturarak yem ek yemek. [DS] k ıp ırd an m a, [kıp-ır-da-n-ma] is. Olduğu yerde kendi
kıpçıtm ak1, [kıp-(ı)ç-ıt-mak] {ağız} gçl. fi [-ır] Bir kendine hareket etme; oynama,
şeyi çekerken koparmak. [DS] k ıp ırd a n m ak , [kıp-ır-da-n-mak] dönşl. fi [-ır] 1.
kıpçıtm ak2, [kıp-(ı)ç-ıt-mak] {ağız} g ç l.f. [-ır] (Ka Olduğu yerde kendi kendine hareket etmek; kım ıl
dın ve erkek için) karşılıklı birbirlerini beğendikle danmak. 2. Kımıldamak,
rini belli etmek. [DS] k ıp ırd a şm a , [kıp-ır-da-ş-ma] is. Hep beraber olduğu
kıpçıtm ak3, [kıp-(ı)ç-ıt-mak] {ağız} gçl. fi [-ır] 1. yerde hareket etme,
Amacı saptırmak. 2. Y alan söylemek. [DS] k ıp ırd aşm ak , [kıp-ır-da-ş-mak] işteş, fi. [-ır] 1.
kıpçur, [kıpçur] {eT} is. B ir tür vergi. [EUTS] Birlikte kıpırdamak; beraberce hareket etmek. 2.
kıpı1, [kıp (yans.) > kıp-ı] is. K ıpm a eylemi; çok dönşl. fi. Kıpırdanmak,
çabuk kapayıp açma. k ıp ırd a tm a , [kıp-ır-da-t-ma] is. Bir şeyi yerinden
kıpı2, [kıp-ı / kıfı] {ağız} is. Şaka; eğlence; alay. [DS] hafifçe hareket ettirmek eylemi; kımıldatma,
kıpı3, [kıp-ı] {ağız} is. Saban boyunduıngunun orta k ıp ırd a tm a k , [kıp-ır-da-t-mak] gçl. fi. [-ır] Bir şeyi
sında bulunan iki kazık. [DS] yerinden hafifçe hareket ettirmek; oynatmak; kı
kıpık, -ğı [kıp-ık] sfi. 1, (Göz için) yarı kapalı. 2. mıldatmak.
{ağız} (İnsan ya da hayvan için) iki gözü farklı bü kıpırız, [kıp-ır-ız] {ağız} sf. Az gelirli: yoksul. [DS]
yüklükte olan. [DS] 3. {ağız} (Kişi için) gözünü sık k ıp ırtı, [kıp-ır-tı] is. Yerinde hafifçe fakat sürekli
sık kırpan. [DS] 4. {ağız} Şaşı. [DS] 5. {ağız} Aralık; hareket etme eylemi; kımıldama; sürekli kıpırdanış.
KIP İ i i e i Ü M M • 2614
kıpırtılı, [kıp-ır-tı-h] sf. Kıpırtısı olan, K ıptice, [kıpti-ce] is. 1. Kıptilerin dili. 2. sf. Çinge
kıpırtısız, [kıp-ır-tı-sız] sf. Kıpırtısı olmayan, nelerin davranışına ve biçimine uygun olan.
kıpırtmak, [kıp-ır-t-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] Yürü K ıptilik , [kıpti-lik] is. 1. Kıpti olm a durumu. 2. Kıp-
m ek; kımıldatmak. [DS] tilere yakışır davranış.
kıpış, [kıp-ış] is. Sürekli kırpmayı anlatan yansımalı K ıp tiy an , [Ar. kıptı > kıptîyân oLLjs] (kıpti.ya.n) is.
gövde. S kıpış kıpış, {ağız} (Göz kapaklarını kırp
Çingeneler.
m ak eylemi için) sürekli olarak. [DS]
kıpışık, -ğı [kıp-ış-ık] {ağız} sf. (Kişi için) kirpikleri k ıp tırd ı, [kıp-ur-dı {eAT} is. Kıpırtı; hareket.
yapışık gibi olan. [DS] -k ır-1, [-k ır- / -kur- / -kir- / -kür- / (-kar- / -ker-)]
kıpışmak, [kıp-ış-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Kıpırda {eT} yap. e. Ettirgenlik bildiren fiilden fiil yapma
mak; yerinde salınmak. [DS] eki.
kıpıştırma, [kıp-ış-tır-ma] is. 1. Gözü çabuk çabuk -k ır-2, [-kir- / -kur- / -kür- / -gır- / -gir- / -ğur- / - gür-
açıp kapama; göz kapaklarım birbirine hızlı hızlı ] yap. e. Y ansım a bildiren kelimelerden o sesle il
değdirip açma; kırpıştırma. 2, Bazı işaret verici ci gili fiiller türeten ek, (hıçkırmak, püskiirmek, hay
hazlarda ışığın sürekli olarak, art arda yanıp sön kırmak) aslında bu ekle yapılmış olmasına rağmen
m esi durumu, askırmak, öskürmek, tıskırmak kelimelerinde sk >
kıpıştırmak, [kıp-ış-tır-mak] gçl. f . [-ır] (Göz için) ks göçüşmesi yüzünden öksürmek, tıksırmak, ak
göz kapaklarını sık sık ve çabuk çabuk açıp kapa sırm ak halini almışlardır; {eT} (aynı) yang-kur-m ak
mak; göz kapaklarım birbirine hızlı hızlı değdirip (yankılanmak)
açmak; kırpıştırmak, k ır 1, [kır (yans.)] is. Kedilerin çiftleşme zamanında
kıpıt, [kıp-ıt] {ağız} sf. Gizli. [DS] S kıpıt sapıt, çıkardığı sesleri anlatan kök. [Zülfikar] kır-nav
{ağız} (Davranış için) amaçsız; yararsız. [DS] k ır2, [eT. kır] is. 1. Y erleşim birimi dışında olan yer
kıpıtmak, [kıp-ıt-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] 1. Oya ler; şehir ve kasabalar dışında kalan yerler. 2. Or
lanmak. 2. Göz kapaklarını az aralayarak bakmak. m ansız, ağaçsız açıklık alanlar. 3. {eT} Basık dağ;
[DS] açık yer. 4. {eT} Dağ sırtı tepe. [Nevâyî] [DLT] 5.
kıpkıp, [kıp+kıp] sf. (Kişi için) gözünü çok açıp {eT} A çık alan; sahra. {eAT} (aym) [KB] [DK] 6. {eT}
kapayan kim se; gözünü çok kırpan, M ezar. [KB] S1 k ır alan g , {eT} D ağların üstünde
kıpkırmızı, [kı(p)+kı/rmızı] (kı ’p kırmızı) pekşt. sf. 1. bulunan düzlük. || k ır bekçisi, K ırsal alanlarda bi
Ç ok parlak kırmızı. 2. Her tarafı kırmızı olan, fi1 na ve ekili arazilerin korunması, güvenliğin sağ
kıpkırm ızı (kesilmek) olmak, (Yüz için) utanma, lanması ile görevli kimse; korucu. || k ır çiçeği, K ır
kızm a vb. sebeplerle kızarmak. larda kendiliğinden yetişen çiçek; yabani çiçek. |j
kıpkızıl, [kı(p)+kı/zıl] (kıpkızıl) pekşt. sf. 1. Çok k ır eğlencesi, K ırda yapılan eğlence. || k ır g erilla
aşırı kızıl. 2. Her yanı kızıl olan. 3. mecaz. Aşırı; sı, 1. Şehir ve kasaba dışında yürütülen gerilla fa a
koyu. liyeti. 2. Bu tür faaliyetin içinde bulunan kimse. ||
kıpma, [kıp-ma] is. 1. Gözü açıp kapatm a eylemi; k ır gezisi, Gezip eğlenm ek için kıra çıkma; piknik.\\
kırpma. 2. {ağız} Gözü kapayıp açıncaya kadar ge k ır gülü, bot. K ır ve çorak bölgelerde yetişen bir
çen zaman; bir göz kırpımlık süre. [DS] tür çiçek, (Fum ana).j| k ır kahvesi, Yerleşim birim
kıpmak, [kıp (yans.) > kıp-mak] g ç l . f [-ar] Refleks leri dışında kırda, açık havada kurulmuş, çoğun
olarak göz kapaklarım hızlıca açıp kapamak; kırp lukla küçük ya zlık türü kahvehane.\\ k ır kem esi,
{eA T} Tarla faresi.\\ k ır kızı, {ağız} Köylerde, kır
mak.
larda oynatılan kadın. [DS]|| k ır k iştik, {ağız} Ya
kıppa, [? kıppa] {ağız} is. Toplu çamaşır yıkam a yeri;
ban kedisi. [DS]|| k ır koşusu, spor. A çık arazide
yunak. [DS]
yapılan dayanıklılık koşusu; kros.|| k ır n üfusu, Şe
kıpra, [Ar. kırba] {ağız} is. 1. İki kulplu testi. 2. Su
hir ve kasabalar dışında yaşayan insan sayısı. || k ır
tulumu. [DS]
ro m an ı, ed. Şehir hayatı dışındaki yaşayışı konu
kıpramak, [kıp-(ı)r-a-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-r(ı)-
edinen roman türü; pastoral roman. || k ır se rd arı,
yo r] Yavaşça kımıldamak. [DS]
1. K ırlık alanlarda fa a liyet gösteren kanun dışı ey
kıpraşmak, [kıp-(ı)r-a-ş-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
lemde bulunanların peşine düşen, onları yakalayan
Kımıldanmak; kıpramak. [DS]
güvenlik kuvvetlerinin başı. 2. {ağız} İşsiz güçsüz,
Kıpt, [Yun. aigytios (Mısırlı) > Ar. kıbt JaJ] is. 1. başıboş dolaşan kimse; serseri. [DS] 3. {ağız} Yaşlı
M ısır’ın eski halkı; Fellah; Kopt. 2. Çingene, ağaç. [DS]|| k ır ta b a n , {ağız} A z ürün veren toprak;
kıptı, [kıp-(ı)t-ı] {ağız} is. Makas; makas ucu. [DS] verimsiz tarla. [DS]|| k ır ta rla , {ağız} Eğim li arazi
Kıpti, [Ar. kıbt > kıbtî LSM ] (kıbti:) is. 1. Kıpt so deki tarla. [DS]|| k ır yerleşm esi, Şehir ve kasaba
lar dışında tarım ve hayvancılığın etkin olduğu
yundan olan kimse; Çingene. 2. M ısır’da dokunan
alanlardaki yerleşim.
bir tür keten kumaş. 3. sf. Çingenelerle ilgili.
k ır ', [eT. kır] is. 1. Beyaz ve çok az siyahın karışma-
o r « i ü s i £ » ü « .2 6 i 5 KIR
sından meydana gelen renk; kül rengi; gri. {eT} (ay kıracak, -ğı [kır-acak] is. 1. Ceviz, fındık vb. şey
nı) [DLT] 2. (At için) diğer renklerle birlikte karışık kırmaya yarayan el aleti. 2. {ağız} N albantların
beyaz kılları bulunan (kızıl kır, bakla kırı, demir hayvan tırnaklarım düzeltmekte kullandıkları kaim
kırı, üveyik kırı, pam uk kırı). 3. G ök rengine çalan dişli törpü. [DS]
beyaz renk. 4. Kır donlu at. S kır düşmek, (Saç ve kıraç1, -cı [kır > kır-aç <r IJ] sf. 1. (Toprak, arazi için)
sakal için) yaşlılık dolayısıyla kırlaşmak.\\ kır kişi, bitek olmayan; verimsiz. 2. Sulanmayan. 3. {OsT}
{eAT} Saçına sakalına ak düşmüş; yaşlı.\\ is. Otsuz, susuz, çorak yer. S1 kıraç yılanı, {ağız}
kır4, [kır-mak > kır] {eT} is. Su bendi; germeç. [DLT] Kötülüğünden korkulan, tehlikeli kimse. [DS]
kır3, [kır] {eT} sf. Gizli. S kır yağı, {eT} Gizli düş kıraç2, -cı [kır-aç] {ağız} sf. Eğri. [DS]
man. [DLT] kıraça, [? kıraça] is. zool. İstavrit balığının küçüğü,
kır6, [kır] {ağız} sf. Saçsız; kel. [DS] kıraçlaşma, [kır-aç-la-ş-ma] is. Kıraç hâle gelme;
kır7, [kır] {ağız} sf. Yabancı. [DS] S1 kıra çıkarmak, verimsizleşme,
{ağız} (Kız için) gelin etmek. [DS]|| kıra çıkmak, kıraçlaşmak, [kır-aç-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Kıraç
{ağız} (Kız için) gelin olmak. [DS] duruma gelmek; verimsizleşmek,
kır8, [kır] {ağız} is. Mayalanmış hamur. [DS] kıraçlık, -ğı [kır-aç-lık] is. 1. Kıraç olm a hâli. 2.
kıra1, [kır-â] (kıra:) {eT} is. Tarla; ekin yeri. [EUTS] Kıraç yer.
kıra2, [kıra (yans.)] {ağız} is. Bağırtı; çığlık. [DS] S kırağı, [eT. kırâğü] {ağız} is. Kırağı. [DS]
kıra kıra, {ağız} f. Tüyleri p a rla k kül renkli karga. kıragu, [kırâğü] {eT} is. Kırağı. [DLT]
2. "Kıra kıra ” diye ses çıkaran yeşil renkli göçmen kırağ1, [eT. kıran > kırâğ j-Jjâ] {eAT} {ağız} is. Çevre;
bir kuş. [DS]
kıyı; kenar; uç. [DS]
kıra3, [lcıra / hıra] {ağız} sf. Küçük. [DS]
kırağ2, [kırağ] {ağız} is. İstek; neşe; sağlık. [DS]
kıra4, [kıra] {ağız} is. Daha çiçeği düşmemiş, ceviz
kırağan, [eT. kıran] {ağız} is. D ağlar arasındaki geçit;
büyüklüğündeki kavun, karpuz. [DS]
dağ üzerinden aşılabilecek yer; dağın boynu. [DS]
kıra5, [kıra] {ağız} is. Yalçın, sert kaya. [DS] kırağı1, [eT. kırâğü > kırağı] is. Soğuk havalarda yer
kıra6, [kıra / kır-an ?] {ağız} is. Çevre; kıyı; kenar; de ve bitkiler üzerinde görülen donmuş çiy taneleri.
uç. [DS] kırağı çalmak, (Sebze ve meyveler için) kırağı
kıra7, [kıra] {ağız} is. Fasulye. [DS] düştüğü zamanlarda soğuktan dolayı zarar g ö r
kıraat, -ti [Ar. lçırâ’at c j I j£] (kıra:at) {OsT} is. 1. mek, donmak.\\ kırağı düşmek, Yerde kırağı oluş
Okuma. 2. Okuma kitabı. 3. K ur’an’m, tecvit ve se- mak; kırağı yağmak. || kırağı vurmak, (Sebze ve
cavent adı verilen kural ve işaretlere göre okunma m eyveler için) kırağı düştüğü zam anlarda soğuktan
sı. S1 kıraat etmek, 1. Okumak. 2. K u r ’a n ’ı usul ve dolayı zarar görmek, donmak.
kurallarına göre okumak.\\ kıraat ile okumak, kırağı2, [eT. kıran > kırağ-ı] {ağız} is. Çevre; kıyı;
Kur ’an ’ı usul ve kurallarına uygun ve düzgün ola kenar. [DS]
rak okumak.|| Kırâat-i Asım, {OsT} K u r 'a n ’ın o- kırağı3, [kırağı] {ağız} is. Yeni bilenmiş bıçak vb.
kunma usullerinden en yaygın olanı. |[ kırâat-i keskin araçların yüzündeki pürüz; kılağı. [DS]
seb’a, {OsT} K u r ’a n ’m yedi çeşit okunuş tarzı.|| kırağılı1, [kırağı-lı] sf. 1. Kırağısı bulunan; üzerine
kıraat ilmi, {OsT} K u r ’a n ’ı usul ve kurallarına uy kırağı düşmüş olan. 2. (Hava, iklim, mevsim, gün
gun okuma bilimi.\\ kırâat kitabı, {OsT} Okumaya için) kırağı görülen.
yeni başlayanlar için hazırlanmış okuma kitabı.\\ kırağılı2, [kırağı-lı] {ağız} sf. Keskin. [DS]
kırâat ü kitabet, {OsT} Okuma yazma. kırak, -ğı [eT. kıran > kırak] {ağız} is. Yan; yakm;
kıraat, [Ar. kırâat o lsl _,£] (kıra:a:t) {OsT} is. kenar; kıyı. [DS]
kıral, [kıral] {ağız} is. 1. Üzüm asması. 2. A kasya
Okumalar.
ağacı. [DS]
kıraatçi, [kıraat-çi] is. ve sf. Okuyan; okuyucu, kiralanmak, [kıra-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
kıraathane, [Ar. lcırâ’at + Far. -hâne -üU^IJb] (kıra:- İmrenmek. [DS]
atha:ne) {OsT} is. 1. M üşterilerin okumaları için kıralı, [kıra-lı] {ağız} sf. Parlak; cilalı. [DS]
gazete ve dergi bulundurulan, zaman zaman edebi kıralmak, [kır-al-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
yatçıların kendi aralarında tartışıp konuştukları, iyi Kırarmak; kırlaşmak. [DS]
döşenmiş büyük kahvehane; okuma salonu. 3. kıraliyet, [Slav, kral > Ar. kırâliyyet c J lJ i] (kı-
Kahvehane; kahve,
ra:liyet) {OsT} is. Krallık,
kıraathaneci, [kıraathane-ci] (kıra:atha:neci) is. Kı
kıraltı, [kır-al-t-ı / kır-ar-t-ı] {ağız} is. Kırlık; saçtaki
raathane işleten kimse; kıraathane sahibi,
aklık. [DS]
kırab, [Ar. kırâb j ] (kıra.b) {OsT} is. Kılıç veya kıraltmak, [kır-al-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] A ğart
bıçak kmı. mak. [DS]
KIR İIÜ M IÜ IftSÜ M .^16
kiram, [kiram] {ağız} sf. (Su vb. içecekler için) so kıranat, Ar. kıran > kıranat o lilJ ] (kıra;na:t) {OsT}
ğukluğundan ya da sıcaklığından dolayı içileme-
is. Yakınlıklar; yakınlaşmalar,
yen. [DS]
kıranbığ, [? kıranbığ] {ağız} is. H afif geçen bir tür
kıram ık', -ğı [kıra-mık] {ağız} is. Dağ sırtı; yamaç;
kızam ık hastalığı. [DS]
bayır veya tepe. [DS]
kırancık, -ğı [kıran > kıran-cık] {ağız} is. Y akm yer
kıramık", -ğı [kara-mık] {ağız} is. Karamık, (Ber- ler; çevre. [DS]
beris vulgaris). [DS]
kırang, [kıran iliy] (kıran) {eAT} {OsT} is. 1. Kenar;
kıramise, [Aim. Kremis (Avustuıya altını)] {ağızj is.
İki yüz elli kuruşluk Osmanlı altını. [DS] kıyı. [DK] 2. Ufuk.
kıranlık1, -ğı [kır-an-lık] {ağız} is. 1. Kıtlık; kuraklık.
kıran1, [kır-mak > kır-an 01J] sf. 1. Kırm ak eylemini
2. Kötülük; fenalık. [DS]
yapan. 2. is. Bir çok insan veya hayvan ölümüne kıranlık2, -ğı [Ar. kıran => kıran-lık] {ağız} is. 1.
sebep olan salgın hastalık; bulaşıcı ve öldürücü Çokluk; kalabalık. 2. Çoluk çocuk. [DS]
salgın hastalık; ölet; afet; öldürücü salgın. {eAT}
kıranmak, [kır-m-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] N azlan
{OsT} (aynı) [DK] 3. {ağız} Tırpan. [DS] 4. {ağız} Taş mak; durumundan yakınmak. [DS]
yontm aya yarayan bir yanı sivri öbür yanı keskin
kırannam ak, [kıran-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
keser. [DS] S kırancıklar gire, {ağız} "Öl, g eb e r!"
n(ı)-yor] Çevrede dönmek. [DS]
anlamında ilenç sözü. [DS]|| kıran gibi, {ağız} (Ye
kıranta, [İt. quaranta (kırk)} is. 1. Saçı ve bıyıklan
mek, içmek için) sömüriircesine; çok. [DS]|| kıran
kırlaşm ış orta yaşlı erkek. 2. sf. (Saç ve sakal için)
girm ek, {OsT} K ısa zam anda çok sayıda insan veya
kırlaşmış. 3. (Erkek için) yaşm a rağmen süslü ve
hayvan ölmek; öldürücü hastalık salgım göriil-
itinalı giyinen. 4. {ağız} (Erkek için) yaşlı. [DS]
m ek.|| kıran kırana, Birbirini yo k etm ek istercesi
kırarmak, [kır-ar-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] (Saç için)
ne; karşılıklı öldürürcesine.\\ kıran yıldızı, {ağız}
ağarmak; kırlaşmak. [DS]
Gece saat dört ile beş sıralarında doğan yıldız;
kırartı, [kır-ar-t-ı] {ağız} is. Kırlık; saçtaki aklık. [DS]
Kervankıran. [DS]
kıraş, [kır-aç] {ağız} is. Az meyilli yol. [DS]
kıran2, [? kıran] {eAT} sf. Büyük; en büyük. [DK]
kıraşmak, [kır-ış-mak] {ağız} işteş, f. [-ır] (Sığır
kıran3, [eT. kıran (kenar) > kiran 01,*5] {ağız/ is. 1. cinsi boynuzlu hayvanlar için) birbiri ile vuruşmak;
Dış çevre; kıyı; kenar; uç. 2. Yakın yerler; yakın süsüşmek. [DS]
çevre. 3. B ir köy, tarla veya bahçenin üst sınırından kırat, [Yun. keration (keçiboynuzu) >Ar. kırat U J]
sonra yükselen yamaç; tepenin bu tarafa bakan ya
{OsT} is. 1. Eskiden kullanılan, miskalin yirmi dört
macı. 4. Ufuk. 5. Dağın çizgi gibi görünen ağaçsız
te birine denk, dört arpa tanesi veya dört keçiboy
sırtı veya yamaçları; bayır. 6. İki tarla arasındaki
nuzu çekirdeği ağırlığında olup 0.2128 grama eşit
sınır. 7. Birbirine paralel uzanan iki ırmak arasında,
ağırlık ölçüsü birimi. 2. Elm as ve diğer kıymetli
kalm ış dağ sırası. 8. Dağ tepesindeki ağaçsız, çıp
madenlerin tartılm asında kullanılan iki desigramlık
lak düzlük. 9. Dağ üzerinden geçen yol. 10. Dağ
ağırlık ölçüsü birimi. 3. mecaz. Nitelik; düzey; se
eteği. 11. Kıraç arazi. 12. Sazlık. 13. Büyük kaya.
viye; değer; kalite, ö kırat-ı örfî, {OsT} Geleneğe
[DS] 14. {eAT} Pirinç tarlalarında ayrılan tarhlardan göre bazen dört, bazen de beş arpa veya dört keçi
her biri. S1 kıran dibi, {ağız} Tepenin en aşağı böl boynuzu çekirdeği ağırlığına denk ölçü birimi.||
gesi; etek. [DS] kırat-ı şer’î, {OsT} Yasalara göre belirlenmiş olan
kıran4, [Ar. kam > kıran 01J] (kıra.n) {OsT} is. 1. beş arpa tanesi ağırlığındaki ölçü birimi.
Yakınlaşma; bir araya gelme; bitişme. 2. Yakınlık. kırata, [? kırata] {ağız} is. 12 k g ’lık tahıl ölçeği. [DS]
3. Gezegenler için aynı burçta birleşme durumu. 4. kıratlı1, [kırat-lı] {ağız} sf. Rahat; sessiz; sakin. [DS]
{ağız} Çoluk çocuk. [DS] S kırân-ı nahseyn, {OsT} kıratlı2, [kırat-lı] {ağız} sf. Hırslı; öfkeli. [DS]
Uğursuzluk sayılan Mars (Merih) ile Satürn (Zu kıratlı3, [kırat-lı] {ağız} is. İltifat olarak kullanılan
hal) gezegenlerinin aym burçta bulunması,|| kırân- şaka. [DS]
ı sa ’deyn, {OsT} K utluluk işareti sayılan, Venüs kıratlık, -ğı [kırat-lık] sf. (Belirtilen miktarda) kırat
(Zühre) ile Jüpiter (Müşteri) gezegenlerinin aynı değerinde olan,
burçta bulunması. kıratsamak, [kırat-sa-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-s(ı)-
kıran5, [kır-an] {ağız} is. Suyun buz tutmuş durumu; yor] Özlem duymak; istemek. [DS]
don. [DS] kırav1, [kırağı] {ağız} is. Kırağı. [DS]
kıran6, [kıran] {ağız} is. Dağlardan denize doğru esen kırav2, [kırav] {ağız} sf. (Kişi için) sinirli; sert. [DS]
yel. [DS] kırav3, [kıran] {ağız} is. Kıraç. [DS]
kıran7, [kıran] {ağız} is. Aşınan değirmen taşlarına kıravana, [? kıravana] {ağız} is. Aba kumaşından ya
sivri uçlu bir tür keserle açılan küçük izler. [DS] pılan şalvar. [DS]
1 M 1 K I M İ .2 6 İ 7 K IR
kıravaş, [karavaş] {ağız} is. Uşak; oğlan. [DS] kırbız, [eT. kobuz] {ağız} is. Keman ve benzeri yaylı
kıravat, [? kıravat] {ağız} is. Kağnı tekerleklerinin çalgılar. [DS]
üstüne oturtulan kağnı iskeleti. [DS] kırbız, [? kırbız] {ağız} is. Haydut; yol kesici. [DS]
kıravga, [kıran] {ağız} is. Kıraç toprak. [DS] kırbız eşeği, [Kıbrıs + eşe(k)-i] {ağız} is. İri, damızlık
kıravka, [kıran] {ağız} is. -*■ kıravga. [DS] eşek. [DS]
kıravu, [kırağı] /ağızj is. Kırağı. [DS] kırca1, [kır-ca] sf. 1. (Saç, sakal vb. için) hafif k ır
kıray, [Bul. krâdl’o] {ağız} sf. 1. Yol kesen; haydut; laşmış. 2. (Arazi için) biraz kır durumda olan.
asi. 2. Genç; delikanlı. [DS] kırca2, [kırca] {ağız} is. Hamura ıspanak karıştırılarak
kırba, [Ar. kırba - v ] {OsT} is. 1. Tulum. 2. Eskiden yapılan bir tür ekmek. [DS]
sakaların su taşıdıkları ağzı dar, altı geniş, deriden kırca3, [kır-ca] {ağız} is. 1. Dolu (yağış biçimi). 2.
su kabı. 3. Çocuklarda karnın şişmesine sebep olan Kırağı. [DS] S kırca hava, {ağız} Açacağı veya
her tür hastalığa halk arasında verilen ad. 4. mecaz. yağacağı belli olmayan bulutlu hava. [DS]
Çok su içen kimse. S kırba olmak, (Çocuklar kırcama, [? kırcama / kırcana / kırcına] {ağız} is. K ü
için) kırba hastalığına yakalanmak. çük şamdan. [DS] [EG]
kırbacı, [kırba-cı] is. 1. Kırba yapıp satan kimse. 2. kırcan1, [kır-can ?] {ağız} is. 1. Hayvanlarca yenil
Kırba hastalığına yakalanan çocuklara okuyup üf m eyen kaba ot. 2. İri saman. [ÜS]
leyerek iyileştirdiğine inanılan afsuncu, kırcan2, [kır-can] {ağız} sf. Az. [DS]
kırbacık, [kırba-cık] is. anat. İç kulak dalızı içinde kırcana, [? kırcana] {ağız} is. Küçük el şamdanı. [DS]
bulunan küçük kesecik, kırcı, [kır-cı ^ / ] {eAT} {ağız} is. 1. Küçük taneli do
kırbaç, -cı [kır-mak > kır-maç] is. 1. Kayıştan ya
lu. 2. Sert ve küçük taneli kar. 3. Kırağı. 4. Rüzgâr
pılmış uzun ve esnek kamçı. 2. Koşum hayvanları
la karışık yağmur; bora. [DS] S1 kırcı günü, {ağız}
nı harekete geçirmekte kullanılan uzun değnek
Sıkıntılı gün. [DS]|| kırcı mantı, K üçük ve içi iyi
ucuna bağlanmış kamçı. 3. Eskiden kırbaçla dövme
doldurulmuş mantı.
biçiminde verilen caza türü. S kırbaç kurdu, zool.
İnsan ve memeli hayvanlarda asalak olarak ya şa kırçıl, [kırc-ıl] {ağız} sf. Şaşı. [DS]
yan bir asalak ipliksi solucan, (Trichııris tric- kırcıldanmak, [kire (yans.) > kırc-ıl-da-n-mak
hiura).|| kırbaç kurtları, zool. Örnek hayvanı kır jijJ U js] {eAT} dönşl. f. [-ur] Gıcırdamak. .
baç kurdu olan, bedenlerinin ön kısmı kırbaca ben
kırcıldatmak, [kire (^ans.^kırc-ıl-da-t-m ak J>]
zeyen yuvarlak solucanlar fam ilyası, (Tric-
hinidae).\\ kırbaç vurmak, Kırbaçla dövmek.\\ kır {eAT} {OsT} g ç l.f. [-ur] Gıcırdatmak,
baç yemek, Kırbaçla dövülmek. kırcımak, [kırcı-mak] {ağız} g çsz.f. [-ır] Kışm soğuk
kırbaç, -cı [kır+baş] {ağız} is. Saçları ağarmış insan. havalarda küçük ve sert taneli kar serpiştirmek.
[DS] [DS]
kırbaçka, [? kırbaçka] {ağız} is. H armanda saman kırcıman, [kırcı-man] {ağız} sf. Kır saçlı. [DS]
atmak için kullanılan bir tarım aracı; yaba. [DS] kırcın, [kır-mak > kır-cm] is. Hayvanlara gelen sal
kırbaçlama, [kırbaç-la-ma] is. Kırbaçla vurma, gın hastalık; hayvan kıranı,
dövme eylemi, kırcına, [? kırcına] {ağız} is. Küçük el şamdanı. [DS]
kırbaçlamak, [kırbaç-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] kırç1, [karç / kırç (yans.)] is. Zorla çiğneme, kesm e
Kırbaçla dövmek; kırbaçla vurmak, ve koparm a sırasında çıkan sesleri anlatan kök.
kırbaçlanma, [kırbaç-la-n-ma] is. 1. Kırbaçla dövül [Zülfikar] kırç kırç, kırç-ıl-da-mak, kırç-ıl-mak,
mek durumu. 2. Kırbaç edinme; kırbaç sahibi olma, kırç-mak, kırç-ıl-mak S kırç etmek, {ağız} (Kapı
kırbaçlanmak, [kırbaç-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. için) açılırken ses çıkarmak. [DS]
Kırbaçla dövülmek; kırbaç yemek. 2. dönşl. f. Kır kırç2, -cı [kırç] is. 1. Kışın soğuk havalarda, sis ol
baç edinmek; kırbaç sahibi olmak, duğu zaman ağaç dallarından, telefon direklerinde
kırban, [Ar. kırba => ? kırban jLys] {OsT} is. Sadak; veya taşların bir tarafında görülen buz tabakaları. 2.
{ağız} Üzerinde yürüyünce batmayan, donmuş, sert
yay torbası.
kar. [DS]
kırbanak, -ğı [? kırbanak] {ağız} is. Çocuk, [DS]
kırç3, -cı [kırç] {ağız} is. Lahana, pancar, havuç gibi
kırbas, [kır +baş] {eT} is. Kırbaş. S1 kırbas er, {eT}
sebzelerin yeşil kısmı. [DS]
Başında saç olmayan erkek. [DLT]
kırç4, -cı [kırç] {ağız} is. Ufak tefek yakacak; çer çöp.
kırbıdak, -ğı [kırb-ıd-ak] {ağız} is. Yenilen bir tür ot.
[DS]
[DS]
kırça1, [kırç-a] {ağızt is. Dolu (yağış biçimi olarak).
kırbız1, [Ar. k ım ız ] {ağız} is. 1. Kırmızı boya. 2.
[DS]
Kırmızı renk. 3. Koyu renk. [DS]
kırça2, [kırç-a] {ağız} is. Biçilmiş buğday veya arpa
kırbız, [kırp-mak > kırb-ız] {ağız} is. Tüyü az olan
başağı. [DS]
koyun; kırpık. [DS]
KIR
kırçak, -ğı [Bul. kırcag] {ağız} is. Dibi dar, üstü geniş kırçıl1, [kır > eT. kır-ğıl] sf. 1. Kırlaşmış; kır renkli.
su fıçısı. [DS] 2. {ağız} (Kişi için) kır saçlı. [DS] 3. {ağız} (Hayvan
kırçal, [kırç-ıl / kır + çal-mak] {ağız} sf. 1. (Hayvan için) kır tüylü. [DS] 4. is. K ısa ve birbirine girgin
için) kır tüylü. 2. (İnsan için) kır saçlı. [DS] sert kıl. 5. Yaşlı kimse; ihtiyar. 6. {ağız} Yaşlanmış
kırçalatmak, [kırça-la-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] L af erkek domuz. [DS] 7. {ağız} Tavşan. [DS] S kırçıl
dokundurmak; ldnayeli söz söylemek. [DS] kafalı, {ağız} Sarı saçlı; sarışın. [DS]
kırçalnıak, [kır-çâ-malc > kırça-l-mak] {eT} gçsz. fi. [- kırçıl2, [kırç-ı-1] {ağız} sf. (H ava için) soğuk, bulutlu
ur] Değmek; değip sıyırmak. [DLT] ve değişken. [DS] S1 kırçıl düşm ek, {ağız} Dolu
kırçam 1, [kırça-m] {ağız} is. Taşlı yer. [DS] yağmak. [DS]|| kırçıl yağmak, {ağız} K üçük dolu
kırçam2, [kır-ça-m] {ağız} is. Soğuk algınlığı sonucu yağmak. [DS]
olan üşüme. [DS] kırçıl3, [kır-çıl] {ağız} sf. Melez. [DS]
kırçam ak1, [kır-mak > kır-çâ-mak] (kırça:mak) {eT} kırçıl4, [kırç-ıl] {ağız} sf. Çopur. [DS]
gçl. f. [r] Hedefin kenarına dokunmak; hedefi, silip kırçıldam ak1, [kırç-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] [-
geçmek. [DLT] d(ı)-yor] Cayır cayır yanmak; kavrulmak. [DS]
kırçamak2, [kırç-a-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-ç(ı)- kırçıldam ak2, [kırç-ıl-da-mak _£] {OsT} gçsz. fi
yor] (Yağmur veya kar için) yavaş yavaş yağmak. [-r] Gıcırdamak,
[DS]
kırçan1, [kırç-a-n] {ağız} is. 1. Yel ile savrularak ya kırçıldatmak, [kırç-ıl-da-t-mak ^J-U -y] {OsT} {OsT}
ğan kar. 2. Kış günleri, soğuk yüzünden insanların g ç l.f. [-ur] -* gırcıldatmak.
sakal ve bıyıklarında, hayvanların tüylerinde, bitki kırçıllanma, [kırçıl-la-n-ma] is. Kırlaşmaya başla
lerin yapraklarında oluşan buz. [DS] ma; kırlaşma.
kırçan2, [kırç-an] {ağız} is. 1. Ekinleri vuran sam kırçıllanm ak1, [kırçıl-la-n-mak] dönşl. fi [-ır] Kır
yeli. 2. Koyun, keçi vb. hayvanlarda olan bir hasta laşmaya başlamak; kırlaşmak; kırçıl hâle gelmek.
lık. [DS] kırçıllanmak2, [kırçıl-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır]
kırçan3, [kırç-an] {ağız} is. 1. Diken ucu. 2. Kenger (Hava için) bulutlanmak. [DS]
filizi. [DS] kırçıllaşma, [kırçıl-la-ş-ma] is. K ırlaşmaya başlamak
kırçan4, [kırç-an] {ağız} is. Keçi kılından yapılan eylemi; kırlaşma,
iplik. [DS] kırçıllaşmak, [kırçıl-la-ş-mak] dönşl. fi. [-ır] Kırlaş
kırçan5, [kırç-an] {ağız} sf. Vücudu kırgın; hastalıklı; maya başlamak; kırlaşmak; kırçıl hâle gelmek.
sağlıksız. [DS] 0 kırçan ayı, {ağız} 1. (Ege bölgesi kırçılm ak1, [kırç-ıl-mak] {ağız} dönşl. f i [-ır] B ö
için) nisan ayı. 2. (İç Anadolu bölgesi için) 28 Ma- lünmek; parçalanmak; parça parça olmak. [DS]
yıs-28 Haziran arası, bir aylık süre. [DS] kırçılm ak2, [kırç-ıl-mak] {ağız} edil. fi. [-ır] 1. (Bitki
kırçanlanmak, [kırçan-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [- için) sapı uzunca kalarak ucundan kesilmek. 2.
ır] Hastalanmak. [DS] Dipten kesilmemek. [DS]
kırçanmak, [kırça-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] H as kırcım, [kırç-ım] {ağız} is. Sulu kar. [DS] ö kırçım
talanmak. [DS] atm ak, {ağız} Sulu kar yağmak. [DS]
kırçannanm ak, [kırçan-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [- kırçımak, [kırç-ı-mak] {ağız} gçsz. fi [-ır] 1. (Yağ
ır] Neşesi kaçmak; tedirgin olmak. [DS] m ur için) ince ince yağmak; çiselemek. 2. (Kar
kırçarm ak1, [kırça-r-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] Kır için) ince ince yağmak. [DS]
rengini almaya başlamak; kırlaşmak. [DS] kırçm, [kır-çm] {ağız} sf. (Kişi için) kinci. [DS]
kırçarmak2, [kırç-ar-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] Sert
kırçınlam ak, [kırçm-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
leşmek. [DS] yo r] 1. Korunmak; sakınmak. 2. Kaçınmak; çekin
kırçatmak, [kır-çâ-mak > kırça-t-malc] {eT} gçl. fi [- mek; yapm ak istememek. [DS]
ur] Sıyırtmak; yaralamak; hedefi delip geçmek.
kırçınlanm ak, [kırçm-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır]
[DLT]
Y apm ak istememek; çekinmek; kaçınmak. [DS]
kırçav1, [kırçan] {ağız} is. Kış günlerinde insanların
kırçınmak, [kırç-ın-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır] Y ap
sakal ve bıyıklarında, hayvanların tüylerinde, bitki
m ak istememek; kaçınmak; çekinmek. [DS]
lerin yapraklarında oluşan buz tabakası. [DS]
kırçıtmak, [kırç-ıt-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Kırmak;
kırçav2, [kırçal] {ağız} is. 1. Kır saçlı. 2. Kır tüylü.
[DS] koparmak. [DS]
kırçava, [kırçan] {ağız} is. -*• kırçav1. [DS] kırçik, -ği [? kırçik] {ağız} is. Eski bez parçası; pa
kırçeman, [kırça-man] {ağız} is. Kırçıl. [DS] çavra. [DS]
kırçı, [kırc-ı / kırç-ı] {ağız} is. 1. Küçük ve sert taneli kırçma, [Bul. kricma] {ağız} is. Bir işin bitmesi
kar. 2. Çatı saçaklarını, ağaç dallarını saran buzlar. üzerine verilen eğlenceli kır yemeği. [DS]
3. Rüzgârla birlikte yağan kar; bora. [DS] kırçm ak1, [kırç-mak] {ağız} gçl. f. [-ar] 1. Bir vuruş
ü I Ö M I M J I M İ.2 6 1 9 KIR
ta biçmek. 2. Bir şeyi çekerken koparmak. 3. Bir yaramayacak duruma gelmiş, ekin, sebze ve m ey
şeyi dişle kesmek. 4. Bir şeyi sert iki cisimle ezerek ve. [DS] 6. {ağız} Ekinin biçilmesinden sonra tarla
koparmak. 5. gçsz. f. Kırılmak; burkulmak. [DS] da kalan artıkları toplama işlemi. [DS] fi1 kırf et
kırçmak^, [kırç-mak] {ağız} gçsz. fi [-ar] (Hava için) mek, {ağız} 1. Paramparça etmek; altüst etmek. 2.
kar veya yağmur öncesi kararmak; bulutlanmak. (Hastalık için) yatağa düşürmek. [DS]|| kırfı cerf
[DS] etmek, {OsT} Yok etmek; ortadan kaldırmak.
kırço, [kır + Kürt, -ço] {ağız} is. Saçı sakalı ağarmaya kırfacan, [lcırf-a-can] {ağız} zf. 1. Acınacak durumda;
başlamış kimse. [DS] bozgun; ezgin. 2. Acınacak, utanılacak durum. [DS]
kırçoğu, [kırç+çoğ-u] {ağız} is. Sürülmüş tarlalarda, 0 kırfacan etmek, {ağız} 1. Koparmak; ezmek;
içleri buz tutmuş toprak kesikleri. [DS] kırmak; dağıtmak. 2 Utandırmak. [DS]|| kırfacan
kırd, [Ar. kırd ■>J>] {OsT} is. Maymun, kesilmek, {ağız} Tedirgin etmek; bozup dağıtmak.
[DS]
kırdaban, [kır+taban] {ağız} is. Orta verimlilikteki
tarla. [DS] kırfaç,' -cı [kırf-a-ç ?] {ağız} is. -* kırf. S kırfacını
lurdak, -ğı [kır-da-k] {ağız} is. 1. Gelin eşyası. 2. K a almak, {ağız} Paramparça etmek; altüst etmek.
[DS]
dınların başlarına örttükleri tepelik. [DS]
kırğa, [? kırğa] {ağız} is. Erkek piliç. [DS]
kırdan1, [? kudan] {ağız} is. Büyük. [DS]
kırgacı, [kırga-cı] {ağız} is. Dolambaçlı iniş yol. [DS]
kırdan2, [kırdan] {ağız} is. Enenmiş manda. [DS]
kırdap, [Ar. kmneb] {ağız} is. Kendir ip; sicim; kın kırgag1, [kır-ğâ-mak > kır-ğâ-ğ] {eT} is. Beylerin
nap. [DS] emir altındakilere kızması. [DLT]
kırdar, [kır(ı)t-ar] is. Ölçülü davranma; sıkılma; sa kırgag2, [*kır-ğâ-mak > kır-ğâ-ğ] {eT} is. Elbisenin
kınma. yanı, kenarı. [DLT]
kırdarlı, [kırdar-lı] {ağız} sf. Ölçülü davranan; sakın kırgaglıg, [*kır~ğâ-mak > kır-ğâ-ğ > kırga-ğ-hğ] {eT}
gan. [DS] sf. (Kumaş için) kenarlı; kenarları işlenmiş; kıyı
kırdavlamak, [kırdav-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [- lanmış. [ETY] [Tekin]
l(ı)-yor] Başıboş gezmek. [DS] kırgagmak, [kır-ğâ-mak > kır-ğa-ğ-mak] {eT} gçl. fi.
kırdavuç, -cu [? kırdavuç] {ağız} is. 1. Tandır ya da [-ur] (Bey veya han için) emri altındakilere kız
fırındaki ateşi kızıştırm ak için karıştırm aya yarayan mak. [DLT]
sopa. 2. İnce uzun ağaç sırık. [DS] kırgal, [? kırgal] {ağız} is. Öküz bağlam ak için başlık
kırdavuş, [? kırdavuç] {ağız} is. -*■ kırdavuç. [EG] yerine kullanılan halka biçimindeki ağaç. [DS]
kırdık, -ğı [kırd-ık] {ağız} is. Yeşil ot. [DS] kırgamak, [karğâ-mak > kırğâ-mak] /eT} gçl. fi [-r]
kırdım, [kırd-ım] {ağız} is. Hoplama; zıplama. S (İnsan için) birine kızıp ondan yüz çevirmek; birine
kırdım kırdım, {ağız} (Koşmak için) tek ayak üs kızıp uzaklaştırmak. (Tanrı için ise kargam ak kul
tünde. [DS] lanılır). [DLT]
kırdır, [kırd-ır] {ağız} sf. (Kişi için) kaşsız; kirpiksiz. kırgan, [kır-gan] {ağız} is. Toptan ölüme götüren
[DS] bulaşıcı hastalık; kıran. [DS]
kırdırayak, -ğı [kır-dır+ayak] {ağız} sf. (Kişi için) kırganmak, [kır-ga-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır] K ir
topallayarak yürüyen. [DS] lenmek. [DS]
kırdırma, [kır-dır-ma] is. Kırmasını sağlama, kırgaşmak, [kırğâ-mak > kır-ğa-ş-mak] {eT} işteş, fi
kırdırmak, [kır-dır-mak ,>°jV] gçl- f [~lrJ !• Kır [-ur] Birbirinden yüz çevirmek. [DLT]
mak eylemim yaptırmak; kırmasını sağlamak. 2. kırgatmak, [kırğâ-mak > kır-ğa-t-mak] {eT} gçl. fi. [-
Bir ticarî senedi vadesi gelmeden önce bankaya ur] Kızarak yüz çevirtmek; kovlamak. [DLT]
devrederek, kalan günler sayısı kadar faizini düşür kırğı1, [kır-gı] {ağız} is. 1. Dağ ve yaylaların yalçın,
terek tahsil etmek. 3. {eAT} (Hayvan için) kestir sarp, keskin yerleri. 2. Taşlık arazi. 3. D ağ eteği. 4.
mek; boğazlattırmak. [DK] 4. {ağız} Göbek atarak Bayır yer. [DS]
oynamak. [DS] kırğı2, [eT. kurğüy] {ağız} is. 1. Şahin kuşu. 2. A tm a
kırdış, [kırd-ış] {ağız} is. -*■ kırdır. [DS] ca. [DS]
kırdurmak, [kır-mak > kır-dur-mak] {eAT} gçl. fi [- kırğı3, [kır-gı] {ağız} is. Kumaşa yapılan pili. [DS]
ur] 1. Kırdırmak; kestirtmek. 2. Öldürtmek. [DK] kırğı4, [kır-gı] {ağız} is. 1. Gövdeden ayrılmış ve
kırede, [Ar. kırd > kırede J] {OsT} is. zool. Prim at yaprağı dökülmüş ince ağaç dalı. 2. Hayvanın ye
lar. mediği kalın kuru ot kırıntısı. [DS]
kırf, [Ar. kırf^J^s] {OsT} is. 1. Buğday başağı, {ağız} kırğı5, [kır-gı] {ağız} is. Küçük parça. [DS]
kırgıç1, -cı [kır-gıç] {ağız} is. Topaç. [DS]
(aym). [DS] 2. Ekmeğin kabuğu. 3. {ağız} Gevrek
yufka ekmeği kırıntıları. [DS] 4. Meyve, sebze ka kırgıç2, -cı [kır-gıç] {ağız} is. Ham ur kazım aya yara
buğu. 5. {ağızj Çeşitli nedenlerle yere serilmiş, işe yan araç. [DS]
KIR ÜIÜHIİiMtSÖM • 2320
kırgıglıg, [kırk-mak > kırğ-ığ-lığ] {eT} sf. Kırkılan; zamanı, {ağız} Koyunların yünlerini kesme zamanı.
kırpılan. [ETY] [DS]
kırgıl1, [kır > kır-ğıl / Ji_£] {eT} {eAT} {OsT} sf. kırhhh, [kırk-lık > kırh-lık y ] {OsT} {ağız} is. -*■
1. Kırçıl. [DLT] [KB] 2. {ağız} Kır saçlı. [DS] 3. Ya kırklık. [DS]
rısı ak, yarısı siyah olan saç veya sakal. 4. is. Saç kırı, [kırı (yans.) / Far. kürra / kurrak > Erme,
ve sakala ak düşme. S kırgıl olmak, {OsT} S a ç ve k ’urak] {ağız} is. Eşek yavrusu; sıpa. [DS] S kırı
sa k a la ak düşm ek. kırı, {ağız} Katır ve eşek çağırma ünlemi. [DS]
kırgıl2, [Bul. krıg] {ağız} is. Ağaçtan oyularak yapıl kırıbenek, -ği [kır-ı+benek] {ağız} is. Beyazı az olan
m ış tekne. [DS] renle. [DS]
kırgılı, [kır-gı-lı] {ağız} sf. (Yol, yer, arazi için) inişli kırıcı, [kır-ıcı] sf. 1. Kırm ak eylemini yapan; kıran.
yokuşlu. [DS] 2. mecaz. Çevresindekileri inciten; sert ve kaba. 3.
kırgını, [? kırğım] {ağız} is. Geline yakınlarının ver fiz. K ırılm a meydana getiren. 4. spor. Sert oyna
miş olduğu hediyeler. [DS] yan. 5. is. bank. Senet, para, tahvil, bono ve vadesi
kırgın1, [kır-gm] sf. 1. Bir kimseye gönülden kırılmış gelmemiş alacaklarla ilgili alış veriş ve işlemler
olan kimse; gücenik. 2. Hayvanlar arasında görü yapan kimse; sarraf. 6. M atbaadan gelen basılı yap
len, ölümle sonuçlanan salgın hastalık; kırım. rakları kitap hâline getirmek için katlayan işçi. 7.
Bir işin gelişimini engelleyen, yapılmasına karşı
kırgın2, [kır-mak > kır-ğm J ] {eT} {eAT} {OsT} is.
çıkan kimse. 8. {ağız} H ayvan vb. alıp satan kimse.
1. Y ok etme; soy kırımı; toptan öldürme; kırıp ge [DS]
çirme. {ağız} (aym) [DS] 2. Öldürücü ve bulaşıcı kıncık, -ğı [kır-ı-cık] {ağız} sf. Azıcık. [DS]
hastalık; veba, {ağız} (aynı) [DS] 3. Istırap. [Gabain]
kırıcılık, -ğı [kır-ıcı-lık] is. 1. Kırıcı olma hâli ve
4. {eAT} Öldürülmüş kimse; maktul.
özelliği; huşunet. 2. fiz. Işığı kırma özelliği,
kırgın3, [kır-mak (bozm ak) > kız / kır + Çin. kun
kırıç, -cı [kır-ıç] {ağız} s f H afif aralık. [DS]
(sürü, kalabalık, topluluk) > kır-km] {eT} is. -* kır
kırıçmak, [kır-ıç-ttıak] {ağız} gçl. fi [-ır] Kesmek;
kın. [EUTS]
kırkmak. [DS]
kırgın4, [kır-gm] {ağız} sf. (Fiyat bakımından) düşük;
kırıdak, -ğı [kır-ı(t)-ak] {ağız} sf. 1. Şıklığa özenen,
aşağı. [DS]
gösteriş çabasında olan. 2. Oynak; ahlaksız. 3. (Ki
kırgın5, [kır-gm] {ağız} is. Dağarcık satan kimse. şi için) dik yürüyen. [DS]
[DS]
kırık1, -ğı [kır-ık] sf. 1. Kırılmış olan. 2. mecaz. Soyu
kırgınlık, -ğı [kır-gın-lık] is. 1. Güceniklik; dargınlık.
karışık olan; ırkı karışmış; halis cins olmayan. 3.
2. Vücutta duyulan ağrı, sızı veya hastalık durumu;
Gücenmiş olan. 4. is. Kırılmış olan bir şeyin parça
kırıklık; rahatsızlık.
sı. 5. Bir şeyin kırılmış yeri. 6. Kemik gibi sert ya
kırgıt1, [kırgıt] {ağız} is. Cimri. [DS]
pıdaki organ ve dokularda meydana gelen kırılma
kırgıt2, [kırgıt] {ağız} is. İçi güçlükle çıkan ceviz. olayı. 7. D övülerek irice parçalardan ibaret kırıntı
[DS]
lar hâline getirilmiş olan şey. 8. mecaz. Z ayıf veya
kırgıy, [eT. kırğuy] is. Atmaca; şahin. kötü not. 9. argo. Güzel çocuk; oğlan. 10. Tavlada
Kırgız, [kırğız] is. 1. M.Ö. üçüncü yüzyıldan beri oyun dışı kalan pul. ö kırık aramak, {ağız} Birini
varlığım sürdüren bir Türk boyu ve bu boydan olan kötülem ek amacıyla kusur ve eksik aramak. [DS]||
kimse. 2. sf. Kırgız boyuna ilişkin olan. kırık aşı, {ağız} B ulgur pilavı. [DS]|| kırık bulmak,
kırğız1, [kırğız] {ağız} sf. Gezici; gezgin. [DS] {ağız} K usur bulmak. [DS]|| kırık çizgi, Bir veya
kırğız2, [kır+kız] {ağız} is. Davranışları erkek gibi o- birkaç noktada doğrultu değiştirerek devam eden
lan kız. [DS] çizgi. || kırık derik, {ağız} Ufak tefek; döküntü ev
Kırgızca, [kırgız-ca] is. 1. Kırgızların konuştuğu eşyası. [DS]|| kırık don, {ağız} Şalvar gibi bol, büz
kuzeybatı Türk lehçesi. 2. sf. (Eser için) Kırgız leh gülü ve sarkık kadın donu. [DS]|| kırık dökük, 1.
çesi ile yazılmış olan. 3. Bu lehçe ile ilgili olan, Sağlam ve düzgün olmayan; derme çatma. 2. İşe
kırgun, [kır-mak > kır-ğun] {eAT} is. Ölüm salgını. yaram ayan; gereksiz eşya; ufak tefek. || kırık döl,
[DK] {ağız} Piç. [DS]|| kırık dölii, {ağız} Evlilik dışı ilişki
kırguy, [kırğüy / kurğuy] {eT} is. Atmaca, (A ccipiter lerden doğan çocuk; piç. [DS]|| kırık düzen, {ağız}
nisııs). [DLT] Karışık; düzensiz. [DS]|| kırık gönül, Gücenmiş,
kırılmış, üzülmüş gönül.\\ kırık hava, Hareketli ve
kırh, [kırk > kırh ^ J] {eAT} is. Kırk.
canlı oyun havası ve sözleri. || kırık kalp, İncinmiş
kırhalık, -ğı [kırk-a-lık > kırha-lık ^ J ] {OsT} is. ve gücenm iş kimsenin taşıdığı sevgi tükenimi.\\ kı
Koyun makası, rık kapı, B ir kanadı diğerinin üzerine katlanabilen
kırhım, [kırk-ım] {ağız} is. Koyunların yünlerini kes kapı. || kırık kasık, {ağız} Ufak tefek ve işe yaram az
m ekte kullanılan büyük makas. [DS] S kırhım ev eşyası. [DS]|| kırık kıllık, {ağız} -*• kırık derik.
Ö 1 H l i l t M . 2621 K IR
[DS]|| kırık kırpık, {ağız} A ğaç ve odun parçalan. gözü kalmak; göz koymak. 2. Umutlanmak; um
[DS]|j kırık kırtık, {ağız} 1. Kurum uş ve dökülmüş mak. 3. Kendini beğendirmeye çalışmak; cilvelen
çalı çırpı; çer çöp. 2. -*■ kırık derik. 3. Çerez; eğ mek. 4. Çıkarı için boyun eğmek. 5. Hoşlanmak.
lencelik kuru yemiş. [DS]|| kırık sarık, {ağız} -*■ [DS]
kırık derik. [DS] kırıklanmak", [kırık-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır]
kırık2, -ğı [kır-ık j j î] {ağız} is. 1. Bir kadının, evlilik Dost edinmek. [DS]
kırıklı1, [kırık-lı] sf. 1. Kırığı bulunan. 2. İçinde kırık
dışı, yasa ve törelere aykırı olarak ilişki kurduğu
parçalan olan. [DS]
erkek; oynaş; dost. 2. Yolsuz birleşm elerde arabu
kırıklı2, [kırık-lı] {ağız} sf. (Kadm için) âşığı bulu
lucu erkek. 3. Cinsî sapık. 4. Hafif; hoppa. [DS] 5.
nan; dostu olan. [DS]
{OsT} Çapkın. S kırık dölü, Gayri meşru ilişkiden
doğan çocuk. || kırık tutm ak, {ağız} (Kadın için) kırıklık1, -ğı [kır-ık-lık]-is. 1. K m k olma durumu. 2.
Vücutta m eydana gelen hafif rahatsızlık; üşüme,
yasalara ve törelere aykırı ilişki kurm ak üzere bir
titreme veya yorgunluk gibi halsizlik veren durum;
erkek sevgili edinmek. [DS]
halsizlik. 3. Güceniklik; kırgınlık; bu sebeplere da
kırıkJ, -ğı [kır-ık] is. jeol. Kayaç kütlelerinin bir
yanan isteksizlik. 4. {ağız} Ormandan açılan tarla.
düzlem boyunca yerlerinden kayması; fay.
[DS]
kırık4, -ğı [Bul. kng] {ağız} is. Ormandan açılmış tar kırıklık2, -ğı [kır-ık-lık] {ağız} is. Çalılık vb. başka
la. [DS] yerlerden açılmış tarla. [DS]
kırık5, -ğı [kır-ık] {ağız} is. 1. Küçük çömlek. 2. İb kırıkta, [kır-ık-ta] {ağız} is. Vergi kalıntısı. [DS]
rik. [DS] kırılan, [kır-ıl-an] sf. Kırılma özelliği olan; kırılabi-
kırık6, -ğı [Erme, k ’rik] {ağız} is. B ir tür kılçıksız len. 3 kırılan ışın, fiz. Farklı bir ortama geçerken
başaklı buğday. [DS] doğrultusunu değiştiren ışın.
kırık7, -ğı [kır-ık] {ağız} is. Çıkmaz yol. [DS] kırıldak, -ğı [kır-ıl-dak] {ağız} is. Öldürücü ve bula
kırık8, -ğı [kır-ık] {ağız} is. Döveni boyunduruğa şıcı hayvan hastalığı. [DS]
bağlayan ucu çengelli ağaç. [DS] kırılgan, [kır-ıl-gan] sf. 1. Kırılabilir olan; kolay
kırık9, -ğı [kır-ık] {ağız} is. Kötü tütün; döküntü. [DS] kırılan; kırılan. 2. Kolay ve çabuk gücenen; alın
kırık10, -ğı [kır-ık] {ağız} is. K üçük kulaklı kara keçi. gan.
[DS] kırılganlık, -ğı [kır-ıl-gan-lık] is. 1. Kırılgan olma
kırık11, -ğı [kır-ık] {ağız} is. Ot, çalı biçm ek için hâli; kırılgan şeyin niteliği. 2. Bir maddenin çarp
kullanılan küçük orak. [DS] ma etkisi ile kırılma özelliği bulunan,
kırık12, -ğı [kır-ık] {ağız} is. Su oluğu. [DS] kırılış, [kır-ıl-ış jiL ji] is. 1. K ırılm a eylemi veya bi
kırık13, -ğı [kır-ık] {ağız} is. Ufalanm ış pirinç. [DS]
çimi. 2. {OsT} Eda; naz; işve; cilve; km tm a.
kırık14, -ğı [kır-ık] {ağız} is. Yanılgı; kusur; suç. [DS]
kırılma, [kır-ıl-ma] is. 1. K ırılm ak eylemi. 2.fiz . Bir
kırık15, -ğı [kır-ık] {ağız} sf. Melez. [DS] S kırık ışın demetinin farklı yoğunluktaki saydam ortam
zağar, {ağız} Bayağı köpekle iyi cins bir av köpeği lardan geçerken doğrultu değiştirmesi olayı,
nin çiftleşmesinden doğan melez köpek. [DS]
kırılm ak, [kır-ıl-mak Jİj^ ] edil, fi [-ır] 1. Kırm ak
kırık16, -ğı [kır-ık] {ağız} sf. Şıklığa özenen; gösteriş
budalası. [DS] eylemine uğramak. {eT} {eAT} (aynı) 2. {eT} {eAT}
Kesilmek. [DK] 3. Toplu bir biçimde ölmek; yok
kırık17, -ğı [kır-ık] {ağız} sf. Yol kesen. [DS]
olmak; kırana uğramak; ölmek; öldürülmek. {eT}
kırık18, -ğı [kırık (yans.)] {ağız} is. Eşek yavrusu;
{eAT} {OsT} (aym) [DK] 4. {eT} Kabuğu soyulmak;
sıpa. [DS] S kırık kırık, {ağız} E şek ve katır ça
kazınmak. [DLT] 5. {eT} M alı alınmak. [DLT] 6.
ğırma ünlemi. [DS]
{eT} (Kar için) kürünmek. [DLT] 7. dönşl. fi İki ve
kırıkçı, [kır-ık-çı] is. K ırık ve çıkık kemikleri yerle daha çok parçaya ayrılmak. 8. (Beklenti ve cesaret
rine getirerek saran ve tedavi eden kimse, için) azalmak veya yok olmak; umutsuzluğa düş
kırıkçılık, -ğı [kır-ık-çı-lık] is. Kırık ve çıkık kem ik mek. 9. {eT} Yoksullaşmak. [DLT] 10. (Kumaş, kâ
leri yerlerine yerleştirm e sarma işi; kırıkçının işi ve ğıt vb. için) bükülme veya ağır bir cismin baskısı
mesleği. sonucu kat yeri oluşturmak. 11. (Soğuk, rüzgâr,
kırıklama, [kır-ık-la-ma] is. K ırık hâle getirme ey sıcak, güneş etkisi vb. için) etkisi azalmak; şiddeti
lemi. azalmak; yatışmak. 12. Kendini hasta veya yorgun,
kırıklamak, [kır-ık-la-mak] gçl. fi [-r] [-l(ı)-yor] 1. bitkin hissetmek; kırıklık duymak. 13. Birine karşı
Kırık hâle getirmek; kırık yapmak. 2. Pazarlıkta kırgın duruma gelmek; gücenmek; incinmek; da
küçük artıklar olacak biçimde artırmak veya indir rılmak. 14. mecaz. (Ağaç, dal, meyve, yaprak için)
mek. çok olmak. 15. fiz. (Işın demeti için) farklı yoğun
kırıklanmak1, [kırık-la-n-mak] {ağız} dönşl. f i [-ır] luktaki saydam ortamlardan geçerken doğrultu de
1. Bir şeyi istediğini davranışları ile belli etmek; ğiştirmek. 16. balıkç. (Babk için) sıcak veya soğuk
KIR Ö IÜ H IİlftfS Ö M • 2622
sebebiyle suyun yüzünde baygın ve ters olarak yat kırıntı, [kır-mak > kır-ıntı] is. 1. Bir şeyden ayrılan
mak. 17. (Dalga için) herhangi bir sebeple alt kı ufak parça. 2. Bir şeyden arta kalan küçük parçalar,
sımdaki hızın azalmasıyla üst kısım lar yıkılarak artıklar; küçük kalıntı. 3. {ağız} Bir yerde kuruması
köpürmek. ö kırılıp bükülmek, Kibarlığa özene için bırakılmış odun parçaları veya ağaç dalları.
rek konuşmak.\\ kırılıp dökülmek, 1. Eskimek; kul [DS] 4. {ağız} Yemiş; çerez. [DS] 5. {ağız} Gelinin
lanılamaz hâle gelmek. 2. K ibarlık taslamak; kibar arkadaşlarına cumartesi günü verdiği yemek. [DS]
görünm eye çalışmak. 3. Vücudunda kırıklık duy 6. {ağız} Hayvanların böbrek, ciğer, yürek gibi etle
mak. ri ile yapılan kebap. [DS] 7. {ağız} Süprüntü. [DS] 8.
kırıltuk, -ğu [kır-ıl-dık] {ağız} sf. Kıskanç; günücü. H afif dalgalı deniz. 9. argo. Küçük esrar parçası.
[DS] S kırıntı külte, Kırıntılardan oluşmuş demet.
kırım 1, [kır-ım] is. 1. Savunmasız halkın veya tut kırıntılı, [kır-ıntı-lı] sf. 1. Kırıntısı olan. 2. Kırıntı
sakların toplu olarak öldürülmesi; katliam. 2. {ağız} lardan meydana gelmiş olan. 3. jeol. (Tortul olu
Hayvanların hastalık, soğuk vb. sebeplerle toplu şum lar için) kayaların mekanik ufalanması sonucu
olarak ölmesi. [DS] 3. Kırılan yer; kırık yer. meydana gelen,
kırım2, [kır-ım] {ağız} is. Fiyatta indirim; iskonto. kırış, [? kırış] {ağız} is. Güç; kuvvet. S’ kırış çek
[DS] mek, {ağız} K uvvet kullanmak; güç s a r f etmek. [DS]
kırım3, [kır-ım] {ağız} is. Köy sandığına, yatırılan pa kırışmak, [kırıs-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] Kibirlen
ra. [DS] mek. [DS]
kırım4, [kır-ım] is. Kırıtma durumu; naz. S kırım kırıştık, -ğı [? kırıştık] {ağız} is. Balmumundan yapı
kırım, Kırıtarak; nazlı nazlı; kırıta kırıta. || kırım lan ince mum. [DS]
kırım kırıtmak, 1. Çok naz etmek. 2. Aşırı kırıta kırış1, [kır-mak > kır-ış J^.J] is. 1. Kırm a biçimi ve
rak yürümek.
eylemi. 2. {eAT} Kırma. [DK] 3. {eAT} Öldürme.
kırım5, [kır-ım] {ağız} is. 1. Yemek peşkiri; peçete. 2. [DK] 4. {eAT} Savaş. [DK] 5. {ağız} Güreş. [DS] 6.
Y üz havlusu; dokuma peşkir. [DS] {ağız} Keçi, koyun güreşi. [DS] S’ kırış etmek,
kırım6, [kır-ım] {ağız} is. Çiftçinin tarlayı süreceği ya {ağız} Saldırmak; üzerine atılmak. [DS]|| kırış tut
da tohum atacağı zaman ayırdığı parçalar, bölüm mak, {ağız} K afa tutmak. [DS]
ler. [DS] kırış2, [kır-ış] is. Büklüm; kırışıklık, ö kırış kırış,
Kırımlı, [kırım-lı] ( k ı’nm lı) is. ve sf. 1. Kırım hal Çok m iktarda kırışığı olan; aşırı kırışmış olan; kı
kından veya bu halkın soyundan olan kimse. 2. Kı rışık bir biçimde.
rım da doğmuş veya orada yerleşmiş olan kimse. 3. kırış3, [kır-ış] {ağız} is. Tarlalardaki su yolu. [DS]
K ırım ’da bir müddet bulunmuş ve sonra oradan kırış4, [kır-ış] {ağız} is. Gurur. [DS]
gelm iş olan kimse.
kırış5, [kır-ış] {ağız} is. Kene. [DS]
kırım sa1, [kır-ımsa] {ağız} is. Yakacak; çer çöp. [DS]
kırış6, [kır-ış] {ağız} is. 1. Pis; pasaklı. 2. Çirkin. [DS]
kırımsa2, [eT. kar (yağmur) > kar-ımsı / karımsa
kırış7, [kır-ış] {ağız} is. Ahlat kurusu. [DS]
4~-ojs] {ağız} is. 1. Kırağı. 2. Dolu (yağış biçimi). 3. kırışak, -ğı [kıı-ış-ak] {ağız} sf. 1. Kendini beğenmiş;
Ancak yeri beyazlatacak kadar yağan ince kar. 4. mağrur. 2. (Kişi için) dik yürüyen. 3. Süslü; güzel
Çiy. [DS] ve tem iz giyinen. [DS]
kırımsa3, [kır-ımsa] {ağız} is. 1. İnce bulgur. 2. K ı kırışgan, [kır-ış-kan] {ağız} sf. (Tosun için) iyi dövü
rıntı. [DS] şen; dövüşken. [DS]
kırımsız, [kırım-sız] {ağız} sf. Aç gözlü. [DS] kırışgı, [kır-ış-kı] {ağız} sf. Süslü; güzel ve temiz
kırın, [kır-ın] {ağız} is. Tekirdağ dolaylarında dansa giyinen. [DS]
verilen isim; raks; oyun. [DS] kırışık1, -ğı [kır-mak > kır-ış-mak > kır-ış-ık] sf. 1.
kırındı, [kır-mak > kır-m-mak > kır-m-dı] {eT} is. Kırışmış olan. 2. is. Kırışmış yer. 3. Deride kalınlı
Her şeyin kırıntısı, kazıntısı, soyuntusu. [DLT] ğın artması veya esnekliğin azalması gibi sebepler
kırmgı, [kır-m-gı] {ağız} is. Bulutlu hava. [DS] le ortaya çıkan kıvrımlar. 4. Bazı meyvelerin yü
kırınım, [kır-mak > kır-m-mak > kır-ın-ım] is. fiz. zeylerinde görülen kıvrımlar. 5. Elbise yakalarının
Işık, ses ve radyoaktif dalgaların karşılaştıkları bazı kıvrılmasıyla meydana gelen kıvrımlar. 6. {ağız}
engelleri dolaşarak geçmesi olayı; difraksiyon, Davarlarda görülen bir tür hastalık. [DS]
kırınıvermek, [görün-ü+ver-mek] {ağız} gçl■ b- f kırışık2, -ğı [kır-ış-ık] {ağız} is. Övünen kimse. [DS]
Azarlamak. [DS] kırışıklı, [kır-ış-ık-lı] sf. 1. Kırışığı bulunan. 2. Düz
kınnm a, [kır-m-ma] is. Kırınmak işi. günlüğü bozulmuş,
kırınmak, [kır-malc >kır-ın-mak] dönşl. f. 1. Y ürür kırışıklık, -ğı [kır-ış-ık-lık] is. 1. K ırışık olma duru
ken salınmak. 2. {ağız} Dans etmek; oynamak; raks mu. 2. Kırışmış yer; kırışık,
etmek. [DS] "i. fiz. Kırınıma uğramak. 4. {eT} Soyar kırışıksız, [kır-ış-ık-sız] sf. Kırışığı olmayan; kırışık
veya kazır görünmek. [DLT] yeri bulunmayan.
f llM IÜ R İ İC Î m u t i . 2623 KIR
kırışıvermek, [kırış-mak + ver-mek] {ağız} gçsz. b. f . dikerek gösteriş yapmak; kasılmak. [DS] 3. {ağız}
[-ir] Uyuyuvermek. [DS] Göğsünü gererek oturmak. [DS] 4. {ağız} Arsızlaş
kırışka, [? kırışka] {ağız} is. Binaların çatılarına ör mak; sırnaşmak. [DS] 5. Bir yere dikilip durmak. 6.
tülen oluklar; çinko sac. [DS] {ağız} Üşüyüp titremek. [DS] 0 kırıta kırıta, H op
kırışkın, [kır-ış-kın] {ağız} sf. 1. Asık yüzlü. 2. K en p a bir şekilde; nazlı ve işveli bir biçimde; cilvele
dini beğenmiş; mağrur. [DS] nerek.
kırışma, [kır-ış-ma] is. 1. Kırışıklıklar meydana gel kırıttırmak, [kırıt-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] G urur
me durumu. 2. Yarı yarıya bölüşme eylemi. lu, çalımlı yürümek. [DS]
kırışm ak1, [kır-mak > kır-ış-mak] dönşl. f. [-ır] 1. kırız1, [kırk-mak > kır(k)-ız] {ağız} sf. 1. Saçsız; tıraş
Kırışıklıklar m eydana gelmek; ince ince katlar olmuş. 2. (Hayvan için) tüyleri kesilmiş. [DS]
meydana gelerek düzgünlüğü bozulmak. 2. (Deniz kırız2, [kır-mak > kır-ız] {ağız} sf. Soyu karışık;
yüzeyi) hafif rüzgâr etkisi ile ince ince dalgalan melez; hibrit. [DS]
mak. 3. {ağız} Başını dikerek gösteriş yapmak; ka kırızlam ak, [kırız-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
sılmak. [DS] 4. {ağız} Kendini beğendirmeye çalış yor] Saçlarını tıraş ettirmek. [DS]
mak; cilvelenmek; kırıtmak. [DS] 5. {ağız} Öfkeden kırk1, [kırk (yans.)] is. Kesme ve koparmayı anlatan
yüzü buruşmak. [DS] kök. [Zülfikar] kırk-mak, kırk-lık, kırk-ın-tı
kırışmak2, [kır-mak > kır-ış-m ak J ] işteş f. [-ır] kırk2, [kırk] is. 1. Otuz dokuzdan sonra gelen ilk
1. Karşılıklı birbirini kırmak; karşılıklı öldürmek, sayı. {eT} (aynı) [ETY] [EUTS] [DLT] [Gabain] [Tekin]
yok etmek; vuruşmak. {eAT} (aym) [DK] 2. B ir şeyi 2. Dört kere ona eşit sayı. 3. Kırkıncı yaş. 4.
karşılıklı veya birlikte kırmak. 3. Satranç ve dama (Ölüm, doğum vb. için) kırkıncı gün. 5. Bu sayıyı
gibi taş oyunlarında birbirinin taş veya piyonlarını gösteren rakam. 6. spor. Teniste bir oyuncunun
karşılıklı olarak oyun dışı bırakmak. 4. Pazarlık kaydettiği üçüncü sayı. 7. sf. Sayıca dört kere ona
etmek; bir pazarlıkta satıcının indirimine karşılık eşit olan. 8. Bir sıralamada sırası kırk olan; kırkın
alıcının da bir m iktar artırımda bulunarak orta veya cı. 9. mecaz. Pek çok. S kırka gelmek, (Genç
ortaya yakın fiyatta anlaşmak. 5. {ağız} Bahse gir için) akıllanacak, davranışlarını kontrol edecek
mek; lades tutuşmak. [DS] 6. {ağız} (Boğalar için) yaşa gelmek.\\ kırk ambar, argo. D eğişik çok sa yı
birbiri ile boğuşmak; güreşmek; süsüşmek; toslaş da sigara izmaritinin ezilmesi ile elde edilen tütün
mak. [DS] 7. gçl. f. B ir şeyi yarı yarıya paylaşmak. den sarılan sigara. || kırk anahtar sahibi, Taşınır
8. {eT} Birlikte kazımak; birlikte soymak. [DLT] ve taşınmaz p e k çok m al sahibi olan kimse. || kırk
kırıştak, -ğı [kır-ış-ta-k ?] {ağız} is. 1. Teneke parça artum ı yeti, {eT} K ırk yedi. || kırk ayaklu, {eAT}
sı. 2. Topaç. [DS] D eriye yapışıp kalan bir tür kene.|| kırk basması,
K ökü Gök Tanrı dinine dayanan ve doğaüstü g ü ç
kırıştırma, [kır-ış-tır-ma] is. Kırışma eylemini yap
lerin etkisi ile meydana geldiğine inanılan, doğumu
tırma.
izleyen ilk kırk gün içinde anne ve çocuğun ateşli
kırıştırmak, [kır-ış-tır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Kırışma
hastalığa yakalanm ası durumu. || kırk bir buçuk
sını sağlamak; kırışm asına neden olmak. 2. {ağız}
m aşallah, (Şaka veya ciddî olarak) “N azar değm e
Öküzleri birbiri ile yarıştırmak; dövüştürmek. [DS]
s in !” anlamında iyi dileksözü.\\ kırk bir kere, P ek
3. gçsz. f. Karşı cinsten biri ile ilgilenmek; cilve
çok defa; binlerce. || kırk bir kere maşallah, “P ek
lenmek; flört etmek,
çok kere söylüyorum, nazar değmesin diye. ” anla
kırıtak, -ğı [kırıt-mak > kır-ıt-ak] {ağız} sf. 1. K endi m ında kullanılır,|| kırk boğum, {ağız} Su kenarla
ni beğenmiş; mağrur. 2. (Kişi için) dik yürüyen. 3. rında, çayırlarda biten süpürge çöpüne benzer bir
Şıklığa özenen; gösteriş düşkünü. 4. (Kadm için) tür ot. [DS]|| kırk budak, 1. {eAT} Üzerindeki kırk
ahlaksız; oynak. [DS] kadar dala mumlar dikilerek âyin geceleri şeyhin
kırıtım, [kır-ıt-ım] is. K ırıtm ak eylemi, iki tarafında yakılan ve altında etek denilen geniş
kırıtış, [kır-ıt-ış] is. K ırıtm ak eylemi veya biçimi, bir tablası bulunan şamdan. 2. {ağız} Fesleğen çi
kırıtkan, [kır-ıt-kan] sf. 1. İlgi çekmek ve hoşa çeği. [DS]|| kırk dereden su getirmek, B ir işi y a p
gitmek için cilve yapmayı, kırıtmayı alışkanlık hâ m am ak için çeşitli bahaneler uydurmak. || kırk dü
line getirmiş olan; her zaman kırıtan; kırıtma alış ğüm, {ağız} (Iş için) çözülmesi mümkün olmayan.
kanlığı olan. 2. {ağız} Kendini beğenmiş; mağrur. [DS]|| kırk ev kedisi, 1. Hemen her eve girip çıkan.
[DS] 2. Gününü başkalarının evinde geçiren.\\ kırk fırın
kırıtkanlık, -ğı [kır-ıt-kan-lık] is. Kırıtkan olm a du ekmek yemek, Bir işi yapabilm ek için daha çok
rumu; kırıtkan olan kim senin niteliği, em ek vermek; çok çalışmak.\\ kırk hamamı, folk.
kırıtma, [kır-ıt-ma] is. K ırıtm ak eylemi; cilve; işve, Çocuğun doğumunu izleyen kırkıncı günde anneyi
kırıtmak, [kır-ıt-mak] g ç sz .f. [-ır] 1. Çekici görün hamama götürerek düzenlenen tören. || kırk hara
mek amacıyla cilveli ve nazlı davranışlarda bulun m iler, 1. Masallaşmış bir soyguncu ve haydutlar
mak; işvelenmek; cilve yapmak. 2. {ağız} Başını çetesi. 2. mecaz. H ırsız ve soyguncu topluluğu. ||
KIR flü tü lÜIİKCî SÛM • .,
kırkı çıkmak, (Doğum veya ölümden sonra) kırk kırkaf, [? kırkaf] {ağız} sf. Kara kuru. [DS]
gün geçmek.\\ kırkından sonra at olup kuyruk Kırkağaç kavunu, [kırk+ağaç (İlçe adı) + kavun-u)
sallamak, Yaşı ve zamanı geçtikten sonra bir iş is. t. Kabuğu alaca sarı tatlı bir kavun türü,
yapm aya kalkışmak.\\ kırkından sonra azmak, 1. kırkal, [? kırkal] {ağız} is. Sığır ve mandaları bağla
Yaşına uymayan davranışlarda bulunmak. 2. Genç mak için boyunlarına geçirilen daire biçimindeki
lik döneminde yapılabilecek taşkınlık ve azgınlıkla ağaç; boyunduruk. [DS]
rı ileri yaşlarda yapm ak.|| kırkından sonra saz kırkalık, [kır+kal-ık] {ağız} is. Ekin bitmeyen kıraç
çalmak, İleri yaşlarda, çok uzun zam an ve büyük yer.
bir ıığraş isteyen işe girişmek.\\ kırkını görmek,
kırkam bar, [kırk+ambar] is. 1. İçinde çok değişik
folk. 1. (Doğum yapan kadın ve doğan çocuk için)
türden eşyanın bulunduğu yer. 2. mecaz. Çok deği
kırk gün geçmek; kırklamak. 2. (Korkan veya tehli
şik konuda bilgisi olan kimse; ansiklopedici; ayaklı
keli bir durumdan kurtulanlar için) hayatta kal
kütüphane. 3. Köy köy dolaşarak ufak tefek tuhafi
mak; yaşıyor olmak.|| kırk ikindi, İkindi zamanı
ye eşyası satan, çoğu zaman da bunları köylünün
sürekli yağan yağmur.\\ kırk kalem, {ağız} Alaca
ürünleri ile değişmek suretiyle alış veriş yapan es
renkli yünlü y a da ipekli bir tür kumaş; Şam kum a
naf; çerçi. 4. argo. İzm aritlerden elde edilen tütün.
şı. [DS]|| kırk kanat, {ağız} Yaprakları yara iyileş
5. dnz. Taşınması gereken karışık yük ve mal. 6.
tirmekte kullanılan bir ot; sinir otu. [DS]|| kırk ka
{ağız} Çeşitli ürünlerin karışımı. [DS] fi1 kırkam
pının ipini çekmek, 1. Pek çok eve veya kimseye
bar sözleşmesi, Taşıyanın bir yükii deniz yolu ile
uğramak. 2. Bir iş için çok sayıda kimseye başvur
taşımayı üstlendiği sözleşme; navlun sözleşmesi.
m ak,|| kırk kat, Geviş getiren hayvanların midesi.\\
kırk kıran, {ağız} Herkes. [DS]|| kırk kırıklı, {ağız} kırkar, [kırk-ar] sf. 1. Kırk sayı sıfatının üleştirme
Sıkı fık ı görüştüğü dostları çok olan. [DS]|| kırk biçimi. 2. H er birine kırk tane düşecek biçimde
kıvrım, {ağız} 1. Şirden. 2. Bir kilim türü. [DS]j| üleştirilmiş olan. S kırkar kırkar, Kırkarlı birim
kırk kilit, {ağız} K ırk boğum. [DS]|| kırkları ka lerden oluşan öbekler hâlinde.
rışmak, 1. (iki ayrı kadın için) aynı kırk günlük kırkat, [? kırkat] {ağız} is. Kırmızı ya da kestane ren
süre içinde doğurmuş olmak. 2. (İki ayrı çocuk gi meyveleri olan, m uşmulaya benzer bir tür diken
için) aynı kırk günlük süre içinde doğmuş olmak. 3. li ağaç. [DS]
(Ölen kişiler için) aynı kırk günlük süre içinde öl kırkavul, [Moğ. kirğağul] is. Sülün,
m üş olmak. || kırk kere, Pek çok defa; sayısız. || kırkayak, -ğı [kırk+ayak] is. 1. zool. Julidae famil
kırk merak, H er şeyi anlamak isteyen; çok merak- yasından, nemli ve karanlık yerlerde yaşayan sert
lı. || kırk mevlidi, Doğum veya ölümden kırk gün bir deri iskelete sahip, çok bölüm lü ve çok ayaklı
sonra okunan m evlit.|| kırk para, 1. Eskiden kulla bir böcek türü, (Julus terrestris). 2. argo. Tren ka
nılan bir kuruş değerindeki madenî para. 2. mecaz. tarı; tren.
Ç ok az para. || kırk sekiz yüzlü, Kübik sistemden kırkayaklu, [kırk+ayak-lu jlsU J^s] {eAT} is. Deriye
bazı billurlarda görülen ve kırk sekiz yüzü bulunan,
yapışıp kalan bir tür kene,
küp simetrisinde çokyüzlü.\\ kırk sinir, {ağız} Sinir
otu. [DS]|| kırk sual, İnsanı yoran ve usandıran çok kırkbaş, [kırk+baş] is. Asya ve Güney A vrupa’da
sayıda ve uzun sorular.|| kırk tarakta bezi olmak, yetişen, saponin bakımından zengin, eskiden çama
P ek çok iş ve kişi ile iş ilişkisi içinde bulunmak; on şırları kirden arıtmakta kullanılan kök sapı yumru
parm ağında on marifet olmak.\\ kırk tokmak, lu, yaprakları birleşik, çiçekleri gevşek salkım du
{ağız} Lor peyniri. [DS]|| kırk uçurmak, D oğum rum unda fakat toplu, çok yıllık otsu bitki, (Leotice
dan sonraki kırkıncı günde anne ve çocuğun birlik leontopetalum).
te yaptıkları gezi ve törenler. || kırk yalan, Çok y a kırkbayır, [kırk+bayır ju I SJ] is. zool. Geviş
lan söyleyen kimse.\\ kırk yıl, Çok uzun süre.\\ kırk getiren hayvanlarda, iç yüzü kat kat kıvrımlardan
yılda bir, Çok seyrek olarak; p e k ender; binde oluşan dört bölüm lü midenin börkenek ve şirden
bir.\\ kırk yıl bir gün, En sonunda; bir gün.I| kırk arasında kalan üçüncü bölümü. {eAT} {OsT} (avm)
yılın başı, Çok seyrek olarak; p ek ender; binde
kırkbudak, -ğı [kırk+budak jl-b j y ] {OsT} is. Üze
bir. |î kırk yıllık, Geçmişi çok eski ve köklü.|| Kırk
yıllık Yani, olur mu Kâni. “Bir insanın aslı ne rine kırk lcadar mum dikilen, altında etek denilen
ise, geçm işi nasılsa kendisi de öyledir, değişmez. ” geniş bir tepsisi bulunan bir tür avize,
qjnlaminda kullanılır,|| kırkı çıkmak, fo lk (Doğum kırkgeçit, -di [kırk+geçit] is. 1. Üzerinden pek çok
yapan kadın, doğan çocuk ve ölen için) kırk gün kere geçilmek zorunda kalman birçok büklüm ler
geçm iş olmak. den m eydana gelmiş akarsu. 2. Üzerinde pek çok
kırka, [kırka] {ağız} is. Bir tarafı enli, diğer tarafı geçit bulunan akarsu,
sivri kazma. [DS] kırkı, [kırk-mak > kırk-ı] is. 1. Davarların ve koyun-
kırkaç, -cı [kırk-mak > kırk-aç] {ağız} is. Koyun ların kıl ve yünlerini kırkmaya yarayan, maşa gibi
makası; kırklık. [DS] iki kolu birbirine sürtündükçe tüyleri kesen bir tür
û « ı r i i t » ü « . 2625 KIR
makas; kırklık. 2. {ağız} Dağların sarp ve engebeli kırkışm ak2, [kır-kı-ş-mak] {ağız} is. Çekişmek; kav
yerleri. [DS] ga etmek. [DS]
kırkıcı, [kırk-ıcı] is. 1. Davar ve koyunların yün ve kirkit1, -di [kırk-ıt] {ağız} sf. 1. (Kişi için) kuvvetli.
kıllarını kırkan kimse. 2. {ağız} zool. Danaburnu. 2. Kendisinden sakınıldığı için sözü geçen; dişli.
[DS]
[DS],
kırkık, -ğı [kırk-mak > kırk-ık] {ağız} is. 1. Bir ya kirkit", -di [Yun. kerkida] {ağız} is. 1. Kirkit. 2. Ço
şındaki keçi. 2. Keçi. 3. sf. (Koyun için) yünü kır rap şişi. [DS]
kılmış. [DS] kırkkat, [kırk+kat] {ağız} is. İşkembe. [DS]
kırkıl, [kır+kıl / kırgıl Jv>] {eAT} sf. 1. Saçma kırklama, [kırk-la-ma] is. Kırklamak eylemi,
sakalına kır düşmüş. 2. {ağız} Kır renkte olan. [DS] kırklamak, [kırk-la-mak] gçsz. fi [-r] [-l(ı)-yor] 1.
kırkılık, -ğı [kırk-lık / kırh-lık {eAT} is. Koyun (Doğum yapan kadın veya doğan bebek için) do
ğumdan sonraki kırkıncı günü doldurmak; kırk gün
kırkma makası,
geçmek. 2. gçl. f. Bir şeyi kırk defa yıkamak. 3. Bir
kırkılırak, -ğı [kır-gıl-ırak ö j ^ ji\ {OsT} sf. Akı çok şeyi pek çok kere yıkamak. 4. {ağız} Boğaza masaj
olan kırçıl. yapmak. [DS]
kırkılma, [kırk-ıl-ma] is. K ırkm ak işi yapılm a duru kırklanma, [kırk-la-n-ma] is. 1. Kırk kere yapılmak
mu. eylemi. 2. Doğum sonrasında kadın ve çocuğunun
kırkılmak, [kırk-mak > kırk-ıl-mak] edil. f. [-ır] kırkıncı günü özel olarak yıkanıp temizlenmesi du
Kırkm ak eylemi yapılmak; saç, tüy ve kılları ke rumu.
silmek; kırpılmak; kesilmek, kırklanmak, [kırk-la-n-mak] dönşl. fi 1. (Doğum
kırkım, [kırk-mak > kırk-ım] is. 1. D avar ve koyun- yapan kadın ve çocuğu için) kırkıncı günü özel su
ların kıl ve yünlerinin kırkılma işlemi. 2. Sürülerin rette yıkanmak. 2. edil, fi Kırk kez yıkam a eylemi
kırkılm a mevsimi. 3. {ağız} Halı ilmiği. [DS] 4. yapılmak. 3. Pek çok kez yıkanmak; tekrar tekrar
{ağız} Gelin olacak kıza arkadaşlarının km a gece yıkanmak.
sinde verdiği armağan. [DS] 5. {ağız} Bir yaşından kırklar, [kırk-lar] is. tasvf. Evreni yönettiğine inanı
iki yaşına kadar olan erkek oğlak. [DS] lan, başlarında kutup veya kutuplar kutbu adı veri
kırkımcı, [kırk-ım-cı] is. 1. Yün, yapağı kırkan len bir zat bulunan kırk kişilik ermişler grubu; kırk
kimse; kırkım yapan kimse; kırkıcı. 2. {ağız} Ku kişilik evliyalar topluluğu. S kırklara karışmak,
maş tüccarı. [DS] Ortadan kaybolmak; uzun süre ortalıkta görünmez
kırkın1, [kır-mak (bozmak) > kız / kır + Çin. kun olmak; sırra kadem basmak.
(sürü, kalabalık, topluluk) > kır-km] is. 1. Kızlar. kırklı, [kırk-lı] sf. 1. Kırk parçası bulunan; kırk par
[İKPÖy.] 2. Cariye; karavaş. [EUTS] [Gabain] 3. çadan oluşan; içinde kırk tane aynı nesneden bulu
Genç kız; bakire. [Gabain] [EUTS] nan. 2. (Anne ve bebek için) doğumdan sonra kırk
kırkın2, [kır-km] {eT} is. Azap; ıstırap. [EUTS] günü henüz doldurmamış olan. 3. (Bebek için) b i
kırkıncı, [kırk-mcı] sf. Sırası ve yeri kırk sayısı ile rinin kırkı çıkmadan öbürü doğan.
belirtilen. kırklık1, -ğı [kırk (sayı) kırk-lık] sf. 1. (Kişi için)
kırkınlık, -ğı [kır-mak > kır-km-lık jL s / ] {OsT} sf. kırk yaşlarında olan. 2. (Ölçü için) içinde kırk b i
Çok can kaybına mal olan, rimi bulunduran. 4. is. Doğacak çocuk için hazırla
kırkınnıak, [kırk-m-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] (Kö nan bebek giysi ve bezleri. 5. Eskiden kırk para
pek için) havlamak. [DS] yani bir kuruşa verilen isim.
kırkıntı, [kırk-ıntı] is. 1. Bir şeyin kenar ve uçların kırklık2, -ğı [kırk-mak > kırk-lık] /ağız} is. Davar ve
dan kesilmiş olan kısımlar; parçalar; kırpıntı. 2. koyun kırkmaya yarayan makas; kırkı. [DS]
Kırkılan saç, sakal, yün ve yapağıdan düşen parça kırklım, [kırk-mak > kırk-ıl-mak > kırk(ı)l-ım] {el}
lar. is. 1. (Saç, sakal vb. için) kazıma; kesim. 2. Vergi
kırkır1, [kır (yans.) > kır + kır /' gır+gır] {ağız} is. 1. toplayıcılarının belli oranda aldıkları tahıl. [DLT]
Boğazı dar, uzun sürahiye benzer kulpsuz testi. 2. kırkm a1, [kırk-ma] is. 1. Kırkmak eylemi. 2. Bir
Kurbağa. 3. Yaban ördeği. 4. Serçe. [DS] hayvanın tüylerini kesm e işi; kırkım. 3. {ağız) Alın
kırkır2, [kır+kır] {ağız} is. 1. Dedikodu; geçimsizlik. üzerine dökülmüş, uçları kesik saç; kâkül. [DS] &
2. Çok konuşan kadın; geveze. [DS] kırkma kamış, {ağız} Sulak yerlerde yetişen bo
kırkır3, [? kırkır] {ağız} is. Tav; en uygun zaman. ğum lu gövdesinden kaval yapılan bir tür kamış.
[DS] [DS]
kırkışm ak1, [kırk-mak > kırk-ış-mak] (eTj işteş, f. [- kırkma2, [kırk-ma] {ağız} is. Dişli küçük orak. [DS]
ur] Birlikte kırkmak; yardımlaşarak kırkmak. kırkm a3, [kırk-ma] {ağız} is. Sığırların dilinde oluşan
[DLT] bir hastalık. [DS]
KIR İ M M iff SOM • 2626
kırkmak, [kır-mak > kır-(ı)k-mak > kırk-mak J] balığıgiller, zool. İlık ve sıcak denizlerde yaşayan
hepçil beslenen, oldukça yavaş yiizen, dikenli yü z
gçl. fi. [-ar] 1. B ir şeyin fazla taraflannı kesmek;
geçtiler alt takımından bir balık fam ilyası, (Trig-
kısaltmak; kesmek; kırpmak. {eT} {eAT} {OsT} (aynı)
lidae).|j kırlangıç dönümü, Ekim ayının ilk günle
[EUTS] [DLT] 2. Bir hayvanın tüylerim kesmek,
ri; ekim başı. || kırlangıç dönümü fırtınası, Ekimin
{eT} {eAT} (aynı) [EUTS] [DLT] 3. (Saç, sakal için)
on yedi veya on sekizinde esen şiddetli rüzgârlar. ||
kesmek. {eT} {eAT} {OsT} (aym) [EUTS] [DLT]
kırlangıç fırtınası, Nisan ayının başında görülen
kırkm erdiven, [kırk+merdiven] is. 1. Çok dik yo
sayılı fiırtına.\\ kırlangıç kuyruğu, 1. Marangoz
kuş; kırk merdiveni. 2. Ağız kısmı kertikli ve dü
lukta ahşap parçalarını küçük üçgenimsi erkek ve
ğüm düğüm olmuş kılıç,
dişi oymalarla karşı karşıya getirerek birleştirme
kırkm erdiveni, [kırk+merdiven-i] is. Çok dik yokuş, işlemi. 2. K oyunlarda üç buçuk dört yaşına doğru
kırkpare, [kırk + Far. pare] (kırkpa:re) is. 1. Kare, ön dişlerinde, aşınmadan dolayı meydana gelen
üçgen, dikdörtgen, eşkenar dörtgen gibi geometrik kırlangıç kuyruğu biçimindeki işaret. 3. İki taşı ve
şekillerde kesilmiş değişik renk ve desenli kumaşın y a yapı elemanını birleştirmekte kullanılan kırlan
birleştirilmesi ile bir süs öğesi meydana getirme gıç kuyruğu biçimindeki bağ. 4. Hayvanın kulağını
tekniği. 2. Bu tekniğe göre yapılmış süsleme, ucundan V biçiminde keserek yapılan eneme.\\ kır
kırktırma, [kırk-tır-ma] is. Kırkmak işini yaptırma langıç otu, bot. Gelincikgillerden, K uzey Anadolu
eylemi. bölgelerinde yıkıklıklarda yetişen, içerdiği alkaloit
kırktırmak, [kırk-tır-mak] g ç l.f. [-ır] K ırkm ak eyle ler sebebiyle hekimlikte kullanılan, sarı çiçekli, in
mini yaptırmak; kırkm asına neden olmak; kırkm a ce uzun kapsül biçiminde meyveleri olan çok yıllık
sını sağlamak, otsu bitki türlerine verilen isim, (Chelidorium ma-
kırkuy, [kırğûy / kurğuy] {eT} is. -*■ kırguy. [DLT] jus ve G laucium flavum ).
kırlaç, -cı [kırlangıç] {ağız} is. Küçük kayık. [DS] kırlangıçgiller, [kırlangıç-gil-ler] is. zool. Yeni Ze
kırlagıç, [kırlaguç] {eAT} is. Kırlangıç, landa dışında bütün dünyada görülen, örnek tipi
kırlangıç olan ötücü kuşlar familyası, (Hirundi-
kırlağan, [kırla-ğan] {ağız} is. Gericiler topluluğu.
[DS] nidae).
kırlankuç, [kırlankuç J>] {eAT} is. Kırlangıç.
kırlağuç, [kırlaguç {eAT} is. Kırlangıç,
kırlanm ak1, [kır > kır-lâ-mak > kır-la-n-mak] {eT}
kırlak, -ğı [kır-la-k] {ağız} is. Tuzluk. [DS]
dönşl. fi. [-ır] 1. Yerde hendekler ve çatlaklar mey
kırlam ak1, [kır > kır-lâ-mak] (kırla:mak) gçl. f i [-r]
dana gelmek. [DLT] 2. Kırlaşmak; kıraçlaşmak.
[-l(ı) -yor] 1. {eT} Yerde çukurlar açmak; kazmak. [DLT]
[DLT] 2. {ağız} Kaçmak. [DS] 3. {ağız} Bir işte başa kırlanm ak2, [kır-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır] Y a
rı gösteremeyip çekilmek. [DS] kın yoldan değil de daha uzak ve dolambaçlı yol
kırlamak2, [kır > kır-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r] [- lardan gitmek. [DS]
l(ı)-yor] Ağaçsız kalmak. [DS] kırlanm ak3, [kır-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır] Çok
kırlamak3, [hır / kır (yans.) > hır-la-mak] {ağız} gçsz. konuşmak; gevezelik etmek. [DS]
f i [-r] [-l(ı)-yor] Gevezelik etmek; gereksiz ko kırlaşma, [kır-la-ş-ma] is. 1. K ır renk olma. 2. Kıraç
nuşmak. [DS] hâle gelme eylemi.
kırlan, [kır-la-n ?] {ağız} sf. Yıkık; bakımsız. [DS] kırlaşm ak1, [kır-la-ş-mak] dönşl. fi [-ır] (Arazi ve
kırlangıç, -cı [eT. Teleüt. karılık-aç > karlığaç / toprak için) kır hâline gelmek; kıra dönmek.
kargılaç > kırlangıç] is. 1. zool. Serçegillerden, tüy kırlaşmak2, [kır-la-ş-mak] dönşl. fi. [-ır] 1. Kır ren
leri parlak siyah, beyaz karışımı, gagası kısa ve gini almak. 2. (Saç, sakal için) beyazlaşmak; kır
derin yarık biçiminde, kanatları uzun ve sivri, kuy düşmek.
ruğu çatal, bacakları kısa, uçarak avlanan, sinek ve kırlatma, [kır-la-t-ma] {ağız} is. Lahana yemeği. [DS]
zararlı böceklerle beslenen, dik yüzeylere çamur kırlatmak, [kır > kır-lâ-m ak > kır-la-t-mak] gçl. f fi
dan yuva yapan, göçmen ve ötücü bir kuş, ır] 1. {eT} Kıyı, kenar yaptırmak; kıyılatmak. [DLT]
(Hirundo). 2. Eskiden, buharlı gemilerin icadından 2. {ağız} Dışarı atmak; fırlatmak. [DS] 3. {ağız} Te
önce keşif, haberleşme ve karakol hizm etlerinde dirgin edip kaçırmak. [DS] 4. {ağız} Çok konuştur
kullanılan karamürsel çektirmelerinin en küçüğü mak. [DS]
olan, kürekli ve yelkenli bir tür gemi. 3. {ağız} kırlent, [İt. ghirlando / Fr. guirlande] is. 1. Yastık ve
Öküz ve at arabalarında arka tekerlekleri ve dingili yatak örtülerinde yer alan meyve, yaprak ve çiçek
özeğe bağlayan çatal ağaç. [DS] 4. K öy köy dolaşa şekillerinden oluşan zincirleme süs unsuru. 2. Ya
rak göz hastalıklarını tedavi eden diplomasız göz tak üzerine konulan işlemeli veya işlemesiz yastık.
hekimi. S1 kırlangıç balığı, zool. Hemen bütün k ırlı1, [kır-lı] {ağız} is. Sebze fıdesi. [DS]
denizlerde rastlanan, başı piramidimsi, eti lezzetli kırlı2, [kır-lı] {ağız} is. 1. Taşralı; köylü; yabancı. 2.
ve makbul bir kemikli balık, (Trigla).|| kırlangıç İşçi. 3. Testici. [DS]
Û K H İ M İ S 8 2 M H . 2627 KIR
kırlık1, -ğı [kır-lık] is. Kırarmış olm a durumu. kırmaç, -cı [kır-ma+aş] {ağız} is. Sıcak m ısır ekm e
kırlık2, -ğı [kır-lık] is. Şehir dışında bulunan açık ğine yağ karıştırarak yapılan bir yiyecek. [DS] S 1
yer; kır olan yer; kır. kırm acını almak, {ağız} 1. Öldürmek; kökünü ka
kırlık3, -ğı [kır-lık] {ağız} is. Kırlangıç. [DS] zımak; sonunu almak. 2. Yenmek. [DS]
kırm a1, [kır-ma] is. 1. Kırm ak eylemi. 2. Elbisede ve kırmaçek, [? kırmaçek] {ağız} is. Harman kaldırılır
döşemeliklerde kumaşı katlamak suretiyle yapılan ken yoksullara ve çocuklara dağıtılan buğday. [DS]
süs. 3. Hayvan yemi olarak kullanılan kırık tahıl. 4. kırmaçı, [kır-mâ > kır-ma-çî] (kırmaçı:) {eT} is. 1.
înce bulgur elde etm ek için ıslatılmış buğdayın kı Deri. [KB] 2. Marangoz; doğramacı. [Clauson]
rılarak öğütülmesi işlemi. 5. Nam lusu kırılarak kırmağan, [kır-ma-ğan] {ağız} is. İbrik. [DS]
doldurulan tüfeklerin genel adı. 6. matb. Basılmış kırmak, [eT. kır-mak !&>_£] g ç l . f [-ar] 1. Sert
olan geniş yüzey kâğıtları işaretli yerlerinden kıra
şeyleri vurm a veya ezme yoluyla parçalamak; p ar
rak kitap boyutuna indirme işlemi. 7. Küçük bakır
çalara ayırmak. 2. Vücuttaki kemiklerden bir veya
sahan. 8. {ağız} Pili. [DS] 9. {ağız} Omurların yerle
bir kaçında düşme, çarpma vb. şekillerle kırık
rinden oynamasından oluşan ağrı; bel fıtığı. [DS]
oluşmasına sebep olmak. 3. (Tahılı) iri olarak
10. {ağız} İri olarak öğütülmüş tahıl. [DS] 11. {ağız}
öğütmek. 4. Katlamak; bükmek. 5. (Ceviz, fındık,
Bir tür av tüfeği. [DS] 12. {ağız} Hayvanlara verilen
yum urta vb. için) iç kısmından yararlanm ak am a
arpa ezmesi. [DS] 13. {ağız} Un kepeği. [DS] 14. sf.
cıyla kabuğunu parçalamak; içinden yararlanmak;
(Tabanca, tüfek, sandalye, oturma grubu mobilya
çatlatmak. {eT} (aym) [DLT] [Clauson] [DK] 6. (So
vb. için) ortasından kırılır gibi katlanıp açılarak
ğan, ekmek, salatalık, kavun vb. için) bıçak kul-
kullanılabilen. 15. {ağız} (Hayvanlar için) soyu baş
lanmaksızın elle iri parçalara ayırmak. 7. {eT} Bir
ka cinslerle karışık olan; farklı veya zıt iki türün
şeyi kökünden çıkarmak; kazımak; soymak; sıyır
karışımından doğan; ırkî karakteri kesin olarak
mak. [DLT] [Clauson] 8. (Savaş, bulaşıcı hastalık,
ayırt edilemeyen; melez. [DS] ö kırma çatı, Aynı
soğuk vb. için) çok sayıda insan ve hayvan öldür
yam aç üzerinde iki değişik eğimi olan çatı. || kırma
mek; topluca öldürmek; yok olm asına sebep olmak.
köpek, Başka cins iki köpeğin birleşmesinden do
9. {eAT} {OsT} {ağız} Ö ldünnek; yok etmek; imha
ğan köpek. || kırma m ercan, zool. Kem ikli balıklar
etmek; tenkil etmek; kökünü kazımak. [DS] 10. (Fi
takımının izmaritgiller fam ilyasından K aradeniz’de
yat için) pazarlık sonucu indirimde bulunmak; in
yaşayan bir balık, (Pagrus erythrinus). || kırma mı
dirmek; azaltmak. 11. Baskı işlemi bitmiş tabaka
sır, {ağız} 1. K üçük m ısır koçanları. 2. A z taneli
halindeki kâğıdı bir kitap boyutuna indirmek am a
mısır koçanları. 3. M ısır koçanlarının kırıkları.
cıyla kurallanna uygun biçimde katlamak. 12. Ça
[DS]|| kırma taş, Kayalardan kırılarak elde edilen,
lışma ile elde edilen sonucu ortadan kaldırmak;
elenerek boyutlarına göre ayrılan kalınlığı 5-25
etkisiz hâle getirmek. 13. (Neşe, heves, vb. soyut
mm. arasında değişen y o l yapım veya beton agrega
şeyler için) yok etmek; ortadan kaldırmak. 14. Et
malzemesi.\\ kırma yaka, H a fif bir kumaştan ya p ı
kisini, gücünü kesmek; şiddetinin azalmasına sebep
lan ve kırma şeklinde pililerle süslenen yaka. ||
olmak; yatıştırmak. 15. {ağız} (Kişi için) küçümse
kırma yazı, Eski yazıda talik ve nesih yazı üslûbu
mek. [DS] 16. {ağız} Gözden düşürmek; küçük dü
nun özel bir çeşidi.
şürmek. [DS] 17. Henüz vadesi gelmemiş bir ticarî
kırma2, [kır-mak > kır-mâ] (kırma:) {eT} sf. Söbe. senedi, belirli bir oranda indirim yaparak alacaklı
[DLT]
dan satın almak; iskonto etmek. 18. Hareket halin
kırma3, [kır-ma] {ağız} is. 1. Küçük dere. 2. Ot bit deki bir taşıtın yönünü değiştirmek amacıyla direk
meyen bayır yer. 3. Engebeli toprak. 4. Birbirine siyon veya dümeni çevirmek. 19. mecaz. Birinin
paralel küçük sel yarıntıları. 5. Dağ ve tepelerdeki incinmesine veya gücenmesine sebep olacak bir
küçük kuytu yerler. 6. Dağlardan akan sellerin aç davranışta bulunmak; gücendirmek; incitmek. 20.
tığı tarak dişini andırır çıkıntılar. 7. Kesildikten (Olum suz biçimiyle) reddedememek; geri çevire-
sonra yeniden yetişen orman. [DS] memek. 21. Tavlada rakip oyuncunun pulunu oyun
kırma4, [kır-ma] {ağız} sf. 1. İri yan. 2. Yeni yapılan dışı bırakmak. 22. fiz. Doğrultusuna farklı indisi
binaların üzerine atılan büyük ağaçlar; atkı. [DS] olan bir saydam cisim getirerek ışığa yön değiş
kırma5, [kırp-mak > kır(p)-ma] {ağız} is. Peşkir; hav tirtmek. 23. (Sonuç için) kim senin ulaşamadığı ba
lu; peçete. [DS] şarıyı elde etmek. 24. {ağız} İskambilde karşı tara
kırmacalık, -ğı [kır-ma-ca-lık] {ağız} is. Değirm en fın elinde bulunan kozu alarak gereği gibi değer
ciye verilen öğütme ücreti. [DS] lendirmesini engellemek. [DS] 25. gçsz. f. argo.
kırmacı, [kır-ma-cı] is. 1. K ırm a yapan kimse. 2. Ta Kaçmak; uzaklaşmak; ortadan kaybolmak. 26. ar
hıl dövme ve ezme değirmeni. 3. Değirmenci. 4. go. Gitmesi gereken bir yere gitmemek. 27. argo.
K ınk tahıl satıcısı. 5. Basılmış formaları kitap bo Esrarı küçük parçalara ayırmak. 28. argo. U yuştu
yutunda katlayan işçi. rucu maddeyi bir başka uyuşturucu ile karıştırmak.
KIR o w n m m m ı • îm
fi1 k ıran k ıra n a , (Kavga, güreş, dövüş için) birbi 1. Zar kanatlılardan, kaynana dilleri üzerinde geli
rini yo k etm ek istercesine; karşılıklı öldüriircesi- şen, kabuğundan kırmız elde edilen bir böcek,
ne. || K ır boynunu! "Defol, çek git, g it başımdan! ” (Coccus ilicis). 2. K abuklu bitler fam ilyasına veri
anlam larında kullanılır.\\ k ırd ığ ı ceviz k ırk ı geç len genel ad; koşnil.\\ kırm ız m adeni, Antimon
m ek, Sürekli yakışıksız ve uygunsuz davranışlarda bileşiklerinden al renkte olanı; madenkırmız.
bulunmak.\\ kırd ığ ı koz b in i aşm ak, Sürekli yakı kırm ızı, [Ar. kırmiz > kırmız! j y J ] sf. 1. {eAT}
şıksız ve uygunsuz davranışlarda bulunmak.\\ K ır
Kızıl; al. [DK] 2. Gün ışığının görünür tayfında
düm eni! argo. "D efol!” anlamında kullanılır.|j k ı
portakal renginden önce gelen renk; gelincik çiçeği
rıp dökm ek, Öfke veya dikkatsizlik sebebiyle bir
veya kan rengi; al; kızıl. 3. Bu rengi veren boyar
çok şeyi kırmak; harap etmek; bozmak. || k ırıp ge
madde. 4. Trafikte tehlike ve "D ur!” anlamlı işa
çirm ek, 1. Çok sert ve kırıcı davranışlarda bulun
ret. 5. {ağız} Domates. [DS] 6. {ağız} Altın. [DS] 7.
mak. 2. Toptan y o k etmek; çok büyük zararlara,
s f Bu renkte olan; kan renginde olan; gelincik çi
can ve m al kayıplarına sebep olmak. 3. Güldürücü
çeği renginde olan; al; kızıl. S k ırm ızı ayaklı
söz ve davranışlarla herkesi katıla katıla güldür
sü m sü k k uşu, zool. Leylelcsiler takımının, sümsük-
mek; çok güldürmek.\\ k ırıp sa rm a k , B ir iş için
giller fam ilyasından, tüyleri is renginde, tropik de
gerekli olan parayı her türlü imkânları kullanarak
nizlere yakın kıyılarda yaşayan, balıkla beslenen
elde etmek.
bir kuş, (Sula piscator).\\ k ırm ızı b acak lı, Yaban
k ırm alaşm ak , [kır-mak > kır-ma > kırma-la-ş-mak]
çileği gibi toprak üstünde uzanan dalları ezilerek
{eT} işteş, f. [-ur] (Birlikte) parçalamak; kırmak.
[EUTS] yaralara sarılan kırmızı renkli bir ot. |j kırm ızı çiz
gi, Çam ağaçlarında görülen, uygun şartlarda ku
k ırm alı, [kır-ma-lı] sf. Üzerine kırmalar yapılmış ci
rutulmayan ağacın çatlayan hücre zarından giren
lan; kırması olan. S kırm alı k e n a r, B ir kitabın
basma, oym a ve yaldızlam a yoluyla süsleme ya p ı mantarın y o l açtığı bir tür hastalık. || k ırm ızı çü
lan kenarı. rü k , Çam türü ağaçlarda zararlı mantarlar etkisi
ile göbek odununun kırmızı kahverengi bir hâl al
k ırm alık , -ğı [kır-ma-lık] is. Deniz kıyılarındaki u-
ması]] k ırm ızı dipli m u m la d av e t etm ek, Birinin
fak taşlarla kaplı sığ bölge,
gelm esi için ısrarla yalvarmak; ısrar etmek. || k ır
k ırm a n , [kır-man] {ağız} is. 1. Çatı kurarken ağaçları
mızı d o ru k , {ağız} Ticar değeri yüksek olan, tütün
b ir eksen etrafında dizerek meydana getirilmiş kub-
bitkisinin uç yaprakları. [DS]|| k ırm ızı et, Sığır ve
bemsi örtü. 2. Yuvarlak; dairemsi. [DS]
koyun cinsi hayvanların y a ğ ve protein bakımından
k ırm an ço , [kır+manço] {ağız} is. A k sakallı kimse.
zengin etleri.|| k ırm ızı fener, argo. Genel ev.\\
[DS]
k ırm ızı gevrek, {ağız} Kırmızı ile siyah arası şa
k ırm an d al, [Yun. kremantalis] {ağız} is. Yaş tütün
raplık üzüm. [DS]|| k ırm ızı göm lek, mecaz. N e ka
dizilerini kurutm ak için kullanılan ve kazıklara ge
dar saklamaya gayret edilirse edilsin bir türlü giz-
rilm iş tellerden oluşan düzen; ızgara. [DS]
lenemeyen yey.H kırm ızı k an , Omurgalı hayvan
kırm asız, [kır-ma-sız] sf. 1. Kırması bulunmayan; ü-
larda görülen, rengi hemoglobinden ileri gelen
zerinde kırm alar olmayan. 2. Hiçbir indirim yapıl
kırmızı renkli kan.\\ k ırm ızı k a rt, spor. D aha önce
madan; indirimsiz,
sarı kart ile hakem ler tarafından uyarılmış olan
k ırm aşm ak , [kim (yans.) > kım-ra-ş-mak] {ağız} sporcunun aynı davranışı gösterm esi veya kural
dönşl. f. [-ır] Kıpraşmak; yerinden oynamak; kı dışı çok sert davranışta bulunması halinde oyun
mıldamak. [DS]
dan çıkarılması cezası.|| k ırm ızı k a r t görm ek, 1.
kırm ıççı, [? kırmıççı] {ağız} is. 1. Emziksiz su testisi.spor. Oyundan çıkarılmak. 2. mecaz. Herhangi bir
2. Su küpü. [DS] yerden veya kurumdan uzaklaştırılmak,|| kırm ızı
k ırm ış, [kır-mak > kır-mış] {ağız} is. İnsan ya da k ö rlü ğ ü , tıp. Kırmızı ve yeşilin birbirinden ayırt
yırtıcı hayvan tırnağı veya pençesi ile çizilmek su edilememesi biçiminde ortaya çıkan görm e bozuk
retiyle meydana gelmiş yara; tırmık. [DS] luğu,|| k ırm ızı oy, B ir oylamada, ileri sürülen g ö
k ırm ıt1, [Yun. keramida > Ar. kirmîd - v v ] {ağız} is. rüş veya teklifi kabul etmediğini belirten oy; ret
1. Kiremit. 2. Karm sancısını dindirmek için ısıtıla oyu; hayır oyu.|| k ırm ızı m am ye, {ağız} Domates.
rak kullanılan küçük yassı taş. [DS] [DS]|| k ırm ızı p atlıcan , D omates.|| kırm ızı plak a,
k ırm ıt2, -dı [kır-mak > kır-(ı)m-ıt] {ağız} is. Ağaç Cumhurbaşkanı, başbakan, meclis başkanı, y a r
parçaları; kırıntı. [DS] dımcıları ve bakanlara ayrılan resm î otomobillere
takılan kırmızı renkli p laka.|| k ırm ızı yaka, argo.
kırm ız, [Far. kirmiz > Ar. kırmiz y>J>] is. 1. Kırmız
Polis.
böceğinden çıkarılan, parlak al bir boya maddesi k ırm ızıb ib er, [kırmızı+biber] is. bot. Patlıcangiller
olan glikozit; çiçek boyası; karmen; koksin; karmi-
den iri ve etli bir tür biber; Hint biberi; M acar bibe
nik asit. 2. {OsT} Kırmız böceği, ö k ırm ız böceği,
ri; Türk biberi, (Capsicum anmıum). 2. Olgunlaşın-
örmıt ı i K t s e m ü . 2629 KIR
ca acılaşan bu biberin kurutularak öğütüldükten kırnata, [İsp. Granada / Fr. clarinette] (kırna'ta) is.
sonra yemeklerde bahar olarak kullanılan tozu, Tahtadan yapılma, perdeleri metal üflemeli bir tür
kırmızılahana, [kırmızı+lahana] is. bot. Rengi kır çalgı; klarnet,
mızı olan bir tür lahana, (Brassica oleracea / Ca- kırnav, [kımav (yans.)] {ağız} is. 1. Çiftleşmek iste
pitata rubra). yen dişi kedi. 2. sfi İnatçı. [DS] S kırnava gelmek,
kırmızılarıma, [kırmızı-la-n-ma] is. Kırmızı renge {ağız} (Dişi kedi için) çiftleşmek için erkek kedi is
bürünmek eylemi, temek. [DS]|| kırnav olmak, {ağız} -*■ kım ava gel
kırm ızılanmak, [kırmızı-la-n-mak] dönşl. fi. [-ır] mek. [DS]
Kırmızı renge bürünmek; kırmızı bir durum almak, kırnavlamak, [kımav-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ı] [-
kırmızılaşma, [kırmızı-la-ş-ma] is. Kırm ızı bir hâl l(ı)-yor] (Dişi kedi için) çiftleşmek istemek. [DS]
alma. kırnavlamış, [kımav-la-mış] {ağız} sf. (Dişi kedi
kırmızılaşmak, [kırmızı-la-ş-mak] dönşl. fi. [-ır] için) çiftleşmek isteyen; kızana gelmiş. [DS]
Rengi kırm ızıya dönmek; k ım ız ı bir durum almak; kırngak, [kın > *kın-râ-mak > km-râ-k] (kınra.k) is.
k ım ızılık kazanmak; kızarmak, -*■ kmgrak.
kırmızılık, -ğı [kırmızı-lık] is. 1. K ım ız ı olm a du kırnı, [? kım ı] {ağız} is. Kene. [DS]
rumu; k ım ız ı olan şeyin niteliği. 2. K ım ız ı olarak kırnık, -ğı [kır-(ı)n-ık] {ağız} sf. 1. Kel. 2. is. Küçük
görünen yer; kırmızısı belli olan şey. 3. Vücutta küp. [DS]
görülen k ım ız ı leke veya belirtiler; kızartı, kıro, [Kürt, kıro] sf. 1. argo. (Kişi için) kaba ve
kırmızımsı, [kırmızı-msı] sf. K ırm ızıya yakın; kır görgüsüz; taşralı. 2. ünl. {ağız} Ulan; hey! [DS]
mızıya çalan; biraz k ım ız ı; kırmızım tırak; kızılım kıroğ, [? kıroğ] {ağız} is. Saçı kırlaşmış adam. [DS]
sı. kırp1, [kerp / kırp (yans.)] is. Kıpırdamayı, ağır veya
kırmızımtırak, -ğı [kırmızı-mtırak] sf. Kırm ızıya ya hızlı hareket etmeyi ve bu biçimde göz açıp kapa
kın; kırmızıya çalan; biraz k ım ız ı; kırmızımsı; kı mayı anlatan kök. [Zülfikar] kırp-mak, kırp-ık, kırp-
zılımsı. ış-mak
kırmızıturp, [kım ızı+turp] is. bot. K ökleri k ım ız ı kırp2, [kırp (yans.)] is. Kesme ve koparma, küçük
renkte olan bir tür turp, (Raphanus sativus / Ra- parçalara bölme sırasında çıkan sesleri anlatan kök.
dicula). [Zülfikar] kırp-mak, kırp-ıl-mak, kırp-ıt-mak, kırp-
kırna1, [kır-ma] {ağız} sf. Melez. [DS] ın-tı
kırna2, [? lam a] {ağız} is. Yaban zambağı. [DS] kıı pa, [Bul. klrpa [Tietze]] {ağız} is. 1. Bez parçası. 2.
kırna3, [kırna] {ağız} is. Hastalıktan sa ram ış kimse; Mendil; yağlık. 3. Peşkir; havlu. [DS] S’ kırpa
sıska. [DS] bakmak, {ağız} Gözünü kısarak bakmak. [DS]
kırnacuk, -ğu [Ar. ğurnük (yakışıklı genç erkek veya kırpe, [? kırpe] {ağız} is. Taş yapı. [DS]
kız) => kırnak > kım a(k)-cuk 3jsrUj5] {OsT}} is. kirpi, [kırp-ı] {ağız} is. Ekin biçilirken tarlaya dökü
Küçük cariye. len başaklar. [DS] S kırp etmek, {ağız} Dökülen
başakları toplamak. [DS]
kırnak1, -ğı [Ar. ğurnük => kırnak jl J / ] is. 1. {eT}
kırpık1, -ğı [kırp-ık] sf. 1. Kırpılmış olan. 2. Bölük
{eAT} {OsT} {ağız} Cariye. [DLT] [DK] [DS] 2. Bayan
pörçük. 3. is. Kesilmiş kumaş ve kâğıt artıkları;
hizmetçi; halayık; hizmetçi. {eAT} {ağız} (aynı) [DK]
kırpıntı. 4. {ağız} H ah dokuma sırasında makasla
[DS] 3. {ağız} s f (Kişi için) gösterişli; çalımlı; süs
kesilen yünler; yün kırpıntıları. [DS] 5. argo. K öşe
lü. [DS] 4. {ağız} Güzel; titiz. [DS] 5. {ağız} Boylu
leri yuvarlatılmış tavla veya barbut zan. S kırpık
boslu, çevik; atik. [DS] 6. {ağız} (Kadın için) oynak;
sözcük, dbl. B ir bölümü atılarak kullanılan sözcük,
cilveli. [DS] 7. {ağız} Becerikli. [DS] 8. {ağız} O-
otom obil > oto.
yunbozan; kalleş. [DS] 9. {ağız} Alıngan. [DS] S
kırpık2, -ğı [kırp-ık] {ağız} sf. Sürekli gözünü kırpan.
kırnak saçı, {ağız} Koyun tüyü gibi kıvırcık saç;
[DS]
Arap saçı. [DS]
kırpılm a, [kırp-ıl-ma] is. K ırpılm ak eylemi ve du
kırnak2, -ğı [kır-ın-ak] {ağız} is. Arının üçüncü o-
rumu.
ğulu. [DS]
kırpılmak, [kırp-ıl-mak] ed il.f. [-ır] 1. Kırpma ey
kırnak3, -ğı [kır-la-k] {ağız} is. 1. Rüzgâr etkisi ile
lemine uğramak; kırpmak işi yapılmak; kırkılmak.
karı sürüklenerek çıplak kalmış tepeler. 2. Ağaçsız,
2. argo. Parası alınmak; kum arda yenilmek,
çıplak ve kayalık tepeler. [DS]
kırnap, [Ar. kmneb] {ağız} is. Urgan. [DS] kırpıntı, [kırp-mtı] is. 1. Kırpılmış, kesilm iş şeyler
den kalan küçük parçacık. 2. Bir kumaşı, deriyi
kırnaşık, -ğı [kır-(ı)n-aş-ık] {ağız} sf. Kıvırcık. [DS]
işlerken çıkarılan parça veya kısım. 3. {ağız} Halı
kırnaşmak, [kır-(ı)n-aş-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır] 1.
artıkları. [DS] 4. sf. Kırpıntı biçiminde olan, fi1 kır
Yüzünü döndürüp bakmak. 2. Çalışan kimsenin
pıntı bohçası, 1. İçine kumaş kırpıntıları konulan
başında dolaşarak işine engel olmak. [DS]
KIR öiüraiü M tM • 2630
bohça. 2. mecaz. Kafasını gereksiz bilgilerle dol Çoğunlukla tarım ve hayvancılığın egemen olduğu,
durmuş olan. az sayıda insanın yaşadığı yer. j[ k ırsa l ekonom i,
k ırp ışm a, [kırp-ış-ma] is. 1. K ırpışmak eylemi. 2. İv. Ekonominin çoğunlukla tarım ve hayvancılıkla ilgi
Görüntünün parlaklığında ve renginde görülen tit li alanını inceleyen dalı.\\ k ırsa l nüfus, Şehir dı
rem e veya açılıp kapanma şeklindeki bozukluk, şında oturan çoğunlukla tarımla uğraşan insan
kırp ışm ak , [lcırp-ış-mak] dönşl. fi [-ır] 1. (Göz için) lar. || k ırsal to p lu m , folk. sosy. Geçimlerini çoğun
aşırı aydınlıktan sık sık kırpılmak. 2. (Işık için) ya lukla tarımla sağlayan, yaşantılarını geleneksel bir
nıp söner gibi olmak; titremek. 3. {ağız} Çabuk iş düzen içinde sürdüren, bağlı oldukları toprak üze
yapmak. [DS] 4. {ağız} Çevresindekilerle sürekli rinde barınan bireylerden oluşmuş toplumsal ve
tartışmak. [DS] ekonom ik birim.
k ırp ıştırm a , [kırp-ış-tır-ma] is. Kırpıştırmak eylemi, k ırsa m ak , [eT. kars-mak] {ağız} gçl. fi [-r] [-s(ı)-
k ırp ıştırm a k , kırp-ış-tır-mak] gçl. fi. [-ır] Gözleri yor] 1. El çırpmak. 2. Parm ak eklemlerini kütlet-
çabuk çabuk açıp kapamak; kırpmak; kıpıştırmak. mek. [DS]
k ırp ıî, [kırp-ıt] {ağız} is. El örgüsü ve yünden yapıl k irş, [? kirş] {ağız} is. Ürün toplandıktan sonra geriye
m ış pantolon. [DS] kalan sebze gövdeleri. [DS]
k ırp ıtm a k , [kırp-ıt-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır] 1. (Hay k ırşa , [kırcı / kırça] {ağız} is. Donmuş kar. [DS]
van için) kulaklarını korkudan dikmek. 2. Saç kes k ırşa k , -ğı [kır(ı)ş-ak] {ağız} is. B ir tür kene. [DS]
tirmek. 3. Kıyısından bir parça almak. [DS] k ırşa k la n m a k , [kır(ı)ş-ak-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi
k ırp m a , [kırp-ma] is. 1. Orasını burasını kesm ek ey [-ır] (Cok bükülmüş ip için) bükülerek dolaşmak.
lemi. 2. {ağız} Dağın dereye doğru olan sırt kesimi. [DS]
[DS] 3. {ağız} K urutularak ufalanan asma yaprağı k ırşa n , [kır(ı)ş-an] {ağız} is. Hasta hayvan. [DS]
ile bulgur karışımından yapılan yemek. [DS] 4. {a- k ırşa n , [kır(ı)ş-an] {ağız} is. Pudra. [DS]
ğız} Diş etlerinin şişmesiyle beliren b ir tür inek has k ırşa rm a k , [kır(ı)ş-ar-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır] Has
talığı. [DS] 5. {ağız} Kâkül. [DS] ta olmak. [DS]
k ırp m aç, -cı [kırp-maç] {ağız} is. Dikilmek için bir k ırşırm a , [kır(ı)ş-ır-ma] {ağız} is. Davarlarda görülen
çiçekten koparılan dal. [DS] bir hastalık. [DS]
k ırp m a k 1, [kırp-mak / kırk-mak] {eT} gçl. fi. [-ar] 1. k ırştırm a k , [kır(ı)ş-tır-mak] {ağız} g ç l.f. [-ır] Pürüz
B ir şeyin orasını burasını kesmek; kırkmak. 2. (Pa lü ve sert olmak. [DS]
ra ve harcamalar için) kısıntı yapmak; tutumlu dav k ır t1, [kart / kırt / kirt / kürt (yans.)] is. 1. Pütürlü
ranmak. 3. argo. Birisinin parasını almak; kumarda yüzeylere sürtünmeyi, kırmayı, kesmeyi, kemirm e
ütmek. yi, kazıyıp koparmayı, diş diş yapmayı anlatan kök.
k ırp m a k 2, [kırp-mak] g çl.f. [-ar] Refleks olarak göz [Zülfikar] kırt etmek, kırt-ıl kırt-ıl, kırt kırt, kırt-la-
kapaklarını açıp kapamak; kıpmak, m ak 2. Kesilen veya ısırılan sert bir cismin çıkardı
k ırp tırm a , [kırp-tır-ma] is. Kırpma işini yaptırmak ğı ses. S1 k ır t k ırt, 1. (Kesmek, yem ek eylemleri i-
eylemi. çin) kırt sesi çıkararak. 2. {ağız} Havuç. [DS] 3. {a-
ğız} Kibrit. [DS]
k ırp tırm a k , [kırp-tır-mak] gçl. fi. [-ır] K ırpm ak işini
yaptırmak; kırpmasını sağlamak; kırpmasına neden k ır t2, [kır-mak > kır-t] sf. 1. {eT} Kısa. [DLT] 2. {ağız}
olmak. Küçük. [DS] S k ır t kişi, {eT} Kötü huylu kimse;
cim ri kişi. [DLT]
k ırp u k , -ğu [kırp-ık] {ağız} is. Mantı yemeği. [DS]
k ırta ç , -cı [kırt-a-ç] {ağız} is. Salyangoz. [DS]
k ır r, [kırr] {ağız} ünl. Eşek kovalama, çağırma ve
çevirme ünlemi. [DS] k ırta l, [? kırtal] {ağız} is. Kadınların başlık ya da
feslerinin düşmemesi için çene altından geçirdikleri
k ırra n , [kır-mak > kır-an] {ağız} is. Veba. [DS]
bağ. [DS]
k ırrey , [kırrey] {ağız} ünl. Eşek çağırma ünlemi. [DS]
k ırta n , [kırt-an] {ağız} is. Sürülüp ekilemeyen tarla.
k ırrık , -ğı [kır-rı-k] {ağız} is. Orak bileme taşı; bileği
[DS]
taşı. [DS]
k ır ta r m a k 1, [kırt-ar-mak j v J] {eAT} gçl. fi. [-ır]
k ırrık la m a k , [kırrı-k-la-mak] {ağız} gçl. fi. [-r] [-l(ı)
-yor] El veya parm ağıyla birinin kalçasına dokun (Kaş vb. için) kırıştırmak; çatmak.
mak. [DS] k ır ta rm a k 2, [kır(ı)t-ar-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ır] Üşü
kırs, [kırs] {ağız} sf. Kıskanç. [DS] S' k ırs olm ak, mek; donmak. [DS]
{ağız} 1. (Uzun süre hasta yatan kimse için) sinirli k ırta s, [Yun. khartes>Ar. kırtâs (kırta:s)
olmak; bağırıp çağırmak. 2. (Uzun süre kapalı ka {OsT} is. Papirüsten elde edilen kâğıda Arapların
lan hayvan için) dışarı çıkmak için tos vurmak. verm iş olduğu isim,
k ırsal, [kır-sal] sf. Kır ile ilgili; kıra ait; kırları ilgi k ırta sî, [Ar. kırtâsî jS] (kırta.si:) {OsT} sfi. Kâ
lendiren. S 1 k ırsal alan, Üretim ilişkileri tarıma
ğıda ait; kâğıtla ilgili. S1 k ırta si işler, {OsT} 1. K â
dayanan kimselerin yaşadığı yerler.\\ k ırsal bölge,
m i l U f B Ü K . 2631 KIR
ğıtla yapılan işler. 2. Büroya ait işler. || kırtâsî m u kirtil7, [kırt-ıl] {ağız} is. Gelişmesi, büyümesi durmuş
amele, {OsT} 1. K âğıt üzerinde yürütülen işlemler. ağaç. [DS]
2. Büroyu ilgilendiren işlemler. kırtılcı, [kırtıl-cı] {ağız} is. Vergi toplayan. [DS]
kırtasiye, [Ar. kırtâs > kırtâsiyye (kırta;siye) kırtıpil, [kırt-ı-pil (kuralsız)] argo. Değersiz; bayağı;
{OsT} is. 1. Defler, kâğıt, kalem vb. büro gereçleri yarım yamalak; perişan; dağınık; pejmürde.
nin genel adı. 2. K âğıt üzerine yazılarak yapılan kırtış1, [kır-mak > kır-t-m ak > kır-t-ış] is. 1. {eT}
işlemler; kâğıt ve kayıt işlemleri. 3. Yazı araçları {ağız} B et beniz; yüzün rengi; yüz güzelliği. [DLT]
için ayrılan ödenek, [EUTS] [DS] 2. Deri. [KB] 3. {ağız} sf. Şık; yakışıklı.
kırtasiyeci, [kırtasiye-ci] (kırta.siyeci) is. 1. Kırtasi [DS]
ye olarak adlandırılan malzemeleri satan kimse. 2. kırtış2, [kırt-ış] {ağız} is. 1. İki tarla arasındaki ırm ak
mecaz. Resm î kurum larda işleri aşın derecede kâğıt seti. 3. Tarlalarda sulama amacıyla açılmış geçici
bolluğuna boğan ve gereksiz yere uzatan kimse; küçük ark. [DS]
şekilci; formaliteci; bürokrat, kırtış3, [kırt-ış] {ağız} is. 1. Pürüz; girinti çıkıntı. 2.
kırtasiyecilik, -ği [kırtasiye-ci-lik] (kırtasiyecilik) Yüzü ve boynu buruşuk adam. 3. {ağız} Çiçek bo
is. 1. Kırtasiyecinin yaptığı iş. 2. mecaz. K amu ku zuğu yüzlü kimse. [DS] ö kırtış kırtış, {ağız} Gi
ram larında işlerin gereği yokken çoğaltılıp uzatıl rintili çıkıntılı; pürüzlü; diş diş. [DS]
m ası durumu; devlet işlerinde şekilciliğin aşırılığa kırtış4, [kır > kır-tı-ş] {ağız} is. A k sakallı adam. [DS]
vardırılması durumu; bürokrasi. kırtışıklı, [kırtış-ık-lı] {ağız} sf. (Hava için) açılıp
kırtaş1, [kırtaş] {ağız} sf. Kel. [DS] kapanan. [DS]
kırtaş2, [kırtaş] {ağız} sf. Eğri. [DS] kırtışlamak, [kır-t-ış > kırtış-lâ-mak] (kırtışla;mak)
kırtçala, [kırt-ça-la ?] {ağız} sf. (Çocuk için) yara {eT} gçl. f. [-r] Yüzeydeki tabakayı kaldırmak; ka
maz; haylaz. [DS] zımak. [DLT]
kırtdık, -ğı [kırt-(d)ık] {ağız} sf. Çok az; azıcık; bir kırtışlanmak, [kırtış-lâ-mak > kırtış-la-n-mak] {eT}
lokma. [DS] dönşl. f. [-ur] Kazınmak. [DLT]
kırtıç, -cı [kırt-ıç] {ağız} sf. Hevesi çabuk geçen; kırtışlıg, [kır-t-ış > kırtış-lığ] {eT} sf. Bozulmamış,
maymun iştahlı; zevki çabuk değişen. [DS] dokunulmamış güzel yüzlü.. [EUTS] [DLT]
kırtık1, -ğı [kırt-ık] {ağız} sf. (Kişi için) şakaya gel kırtışm ık, -ğı [kırt-ış-mık] {ağız} sf. (Y üz için) çok
meyen; çabuk kırılan. [DS] buruşmuş. [DS]
kırtık2, -ğı [kırt-ık] {ağız} sf. 1. U fak tefek. 2. is. Kısa kırtız, [? kırtız] {ağız} is. Y ün ipliğinin pürüzlerini
ağaçlı alan; makilik. 3. Sigara izmariti. 4. K üçül tem izlemek için kullanılan 10-15 cm. boyundaki
müş sabun; sabun parçası. 5. Bez parçası. [DS] düz ağaç ya da kamış parçası. [DS]
kırtık-5, -ğı [kır(ı)t-ık] {ağız} sf. (Kişi için) alımlı; kırtik, -ği [kır(ı)t-ık] {ağız} sf. 1. Kırılıp ufalanmış. 2.
çalımlı. [DS] Az. 3. (Ekmek vb. için) kurumuş. [DS]
kırtık4, -ğı [kırt-ık] {ağız} is. Y apraksız çalı. [DS] kırtiş, [kir(i)t-iş / kırtiş ?] {ağız} is. Küçükbaş hay
kırtıklı, [kırt-ık-lı / tırt-ık-lı] sf. Kenarları girintili çı vanların kışın derilerinde oluşan kir. [DS]
kıntılı olan; kirtikli; tırtıklı. kırtlak, -ğı [kırt-la-k] {ağız} is. Zayıflamış hayvan.
kirtil1, [kırt (yans.) > kırt-ıl] is. Pürüzlü, diş diş ol [DS]
mayı anlatan yansımalı gövde. S1 kirtil kirtil, kırtlama, [kırt-la-ma] {ağız} is. Çay şekerini ağızda
{ağız} D iş diş; girintili çıkıntılı; pürüzlü. [DS] tutarak çay içme usulü. [DS]
kirtil", [kırt-ıl] {ağız} sf. (Yüz için) çiçek bozuğu. kırtlam ak1, [kır-t-lâ-mak] (kırtla. mak) {eT} gçl. f. [-
[DS] r] 1. Kötü huylu saymak; 2. Yarayı iyi etmek.
[DLT]
kirtil3, [kırt-ıl J t y ] is. 1. {OsT} Köprü ve derbent
kırtlamak2, [kırt-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(i)-yor]
lerden geçenlerden alman vergi; baç. 2. {ağız} Otlak
1. Yavaş yavaş pişirmek. 2. B ir şeyi az az ısırmak.
parası; otlalciye. [DS] 3. {ağız} Kira; vergi. [DS] ®
3. Bir şeyi küçük parçalara bölmek. [DS]
kirtil hakkı, {ağız} Otlak parası. [DS]
kırtlatm ak, [kırt-la-t-mak] {ağız} g çl.f. [-ır] Parm ak
kirtil4, [kırt-ıl] {ağız} is. 1. M ısır ekmeği. 2. Taze ek
ları bükerek eklem yerlerinden ses çıkartmak. [DS]
mek içine pekm ez katılarak yapılan bir tatlı. 3. El
kırtlaz, [kırt-la-z] {ağız} is. Ekin bitm eyen tarla. [DS]
değirmeninde çekilmiş buğday. 4. Aşlık. [DS]
kirtil5, [kırt-ıl] {ağız} is. Yaylalarda, yamaçlarda su kırtmak, [kırt-mak] {ağız} gçl. f. [-ar] 1. Ovmak. 2.
gözelerine yakm yerlerde yetişen sert ve parlak gçsz. f. (Kemik için) yerinden çıkmak. [DS]
yapraklı, dikenli tohum lu bir çayır bitkisi. [DS] fi1 kırtmıl, [Ar. kıtmir] {ağız} sf. Sürekli kaşınan; uyuz.
kirtil sapı, {ağız} Saman. [DS] [DS]
kirtil6, [kırt-ıl] {ağız} is. 1. M ülk; toprak. 2. Yayla. kırturmak, [kır-mak > kır-tur-mak] {eT} gçl. fi [-ur]
[DS] Kazıtmak; sıyırtmak. [DLT]
KIR Ö I Ü M I İ l f f S İ İ M • 2C32
kıruk, [kır-mak > kır-uk] {eT} sf. 1. Sakat. [DLT] 2. 29,1 ile 3.5 MHz. arasında değişen elektro-man-
Yıkılmış. [KB] 3. Yıkıcı. [KB] ö kıruk adak, {eTl yetik dalgalara verilen ad.\\ kısa devre, Gizil güç
Topal. [DLT]|| kıruk er, {eT} Çolak. [DLT] fa rk ı yüksek olan iki uç, direnci çok küçük iletkenle
kıruk, [Far. kürra / kurrak > Erme, k ’urak JjJî] {OsT} birleştirildiğinde oluşan elektrik olayı. || kısa eyle
mek, {eAT} K ısaltm ak.|| kısa far, Otomobillerde
is. Sıpa.
yakını gösteren ışıklar.\\ kısa üş, kütp. Kaynakla
kırva, [? kırva] {ağız} is. Gemilerde kayıkları kaldı
ilgili kimliğin ancak bir bölümünü veren kısa kata
ran büyük demir. [DS]
log fiişi.\\ kısa geçmek, Ayrıntılarına inmeden an
kırvan1, [Ar. kîrvân jljjrfl (kı:rva:n) {OsT} is. 1. Ker latmak]] kısa görüşlü, Yeni ve değişik görüşleri
van; kafile. 2. Dünyanın tarafları; doğu ve batı. benimseyemeyen; anlayışsız; dar görüşlü. || kısa
kırvan2, [? kırvan] {ağız} is. Erkek manda. [DS] günün kârı, Süre kısa olmasına rağmen az da olsa
kırvanka, [Rus. grivenka => kırvanka] {ağız} is. bir şeyler kazanmış olma; hiç yoktan iyi sayılma.\\
Tartı aracı; kantar. [DS] kısa hece, ed. İçinde uzun ünlü bulunmayan hece.||
kırvet, [Yun. kraveti] {ağız} is. Sofa. [DS] kısa kafalı, antr. Kafasının ön-art ekseni, yan ek
senine göre daha kısa olan; brakisefal.\\ kısa kes
kıryeşil, [kır+yeşil-i] {ağız} is. Kertenkele. [DS]
mek, 1. (Söz için) uzun ve dolaylı yollardan veya
kırza, [? kırza] {ağız} is. 1. Büyümemiş ağaç. 2. M e
ayrıntılı değil de konunun özünü söylemek; kestir
şe odunu. [DS]
meden anlatmak. 2. Söyleyeceği daha çok olmasına
kırzala, [? kırzala] {ağız} is. Sararmış, kurumuş ağaç rağmen çeşitli sebeplerle sözü uzatmamak; az sözle
yaprağı. [DS] anlatmak.\\ kısa kısa, Uzun olmayan; kopuk ko
kırzalamak, [kırza-la-mak] {ağız} g ç sz .f. [-r] [-l(ı)- puk]] kısa koşu, Kısa mesafeli, sürat koşusu;
yo r] (Ağaç için) yaprakları solmak; sararmak. [DS] sprint) | kısa koşucu, K ısa mesafe koşucusu; sprin
kırzam, [Ar. kırzâm j-ljjü] (kırzaım) {OsT} is. 1. Kal ter ,|| kısa kuyruklu, {ağız} Küçük, kısa kuyruklu,
dırım şairi. 2. Saçma sapan söz söyleyen, sütü az fa k a t çok yağlı bir manda. [DS]|| kısa
kırzaval, [? kırzaval] {ağız} is. Çeki çivisi. [DS] kütlez, {ağız} (Kişi için) kısa boylu; tıknaz. [DS]||
kısa m esafe, Uzaklığı az olan. || kısa mesafe yarışı,
kıs1, [kıs / kis (yans.)] is. 1. Sinsice ve sessizce gül
spor. Uzunluğu 100, 200, 400 metre olan koşulara
m eyi anlatan kök. [Zülfikar] kıs kıs, kıs-kır-mak 2.
verilen ad; sprint.\\ kısa metrajlı film, Kısa süreli
A lay ederek içten gülme sırasında çıkan ses. S1 kıs
film .|| kısa ömürlü, 1. Ömrü kısa olan. 2. Uzun
kıs, (Gülmek için) alaycı ve içten.
zam an devam etm eyen.|| kısa süreli film. sin.
kıs", [kıs / kız] {eT} is. Kız.
Uzunluğu 100 ile 1000 m. arasında değişen film . ||
kıs3, [Ar. kıyâs > kıs ^-i] {OsT} ünl. 1. Kıyasla; bu kısa tutmak, 1. B ir şeyi gerektiği kadar sürdür
nunla ölç. 2. Buna benzet. S ve kıs âla hâza, {OsT) memek. 2. Geniş ve ayrıntılı vermekten kaçınmak]]
B una kıyas et!|| ve kıs âla aleyhi’l-bevâkî, {OsT} kısa ünlü, dbl. Boğumlanma süresi kısa olan ün
Üst tarafını, arada kalanlarını buna benzet. lü]] kısa vadeli, /. Yapılması, yerine getirilmesi
kıs4, [kıs] {ağız} is. 1. Çürük kaya. 2. Sert toprak. için kısa bir süre tanınan. 2. Hemen yapılması ge
[DS] reken.]] kısa yoldan, 1. Fazla uzatmadan; kestir
kısa, [kısga > kıs-a] sfi 1. Uzunluğu veya boyu az meden. 2. Kesin olarak; kesinlikle.
olan. 2. Benzerlerine göre uzunluğu, yüksekliği az kısaca, [kısa-ca] sf. 1. Biraz kısa; kısa sayılabilir ni
olan. 3. Zaman bakımından az süren; az bir zamanı telikte; oldukça kısa. 2. (k ısa ’ca) zf. Kısa olarak;
kaplayan; süresi az olan. 4. Yol olarak çabuk gidi özetle. 3. Kısa tutarak; kısaltarak,
len; diğer yerlere ve yollara göre daha az zamanda kısacası, [kısa-ca-s-ı] zf. Kısa söylemek gerekirse,
varılan. 5. A ynntısız ve az kelimeyle anlatılan; kısacık, -ğı [kısa-cık] sf. 1. Çok kısa. 2. zfi. Çok kısa
kapsam ı geniş olmayan; çabuk bitirilen; çok yer olarak; çok kısa biçimde,
işgal etmeyen. 6. {ağız} Kıt; az. [DS] 7. is. Uzunlu
kısaç, -cı [kıs-mak > kıs-aç <r L i / ^LaS] {eAT} {OsT}
ğu veya boyu az olan şey. 8. zfi. Uzun bırakmaksı
zın; kısaca; kısaltarak. 9. Az bir süre içinde. S kısa {ağız} is. 1. Kıskaç. [DS] 2. Kerpeten,
anlatımlar, dbl. Reklam, tabela gibi yerlerde kul kısag, [kıs-mak > kıs-ağ] {eT} sf. Dar; daraltma;
lanılan bir iki sözcük ile cümle değerinde anlam hapis; kısık; daraltılmış; bağ. [Gabain] [EUTS]
taşıyan sözcüklerden oluşan anlatım. Bu ev kiralık kısağı, [kısa-ğı] {ağız} is. 1. Davarlarda, omuz ile
tır > kiralık ev.\\ kısa ayak, {ağız} Kadın. [DS]|| kı sağrı arası; bel kısmı. 2. Çevresi sarp ve engebeli
sa çizgi, 1. Satır sonlarına sığmayan kelimeleri yer. [DS]
bölerken heceler arasına konulan noktalama işare k ısak1, -ğı [kıs-ak] {ağız} is. 1. Köşe; bucak. 2. Dar
ti: (-). 2. Birleşik kelime, ekleme yerini belirtme vb. geçit. 3. Sel yarıntısı. [DS]
am açlarla kullanılan noktalama işareti; tire. || kısa kısak", -ğı [kıs-mak > kıs-ak] {ağız} is. Özet; kısalt
dalga, rady. Dalga boyu 10 ile 100 metre, frekansı ma. [DS]
OlHIİlIÇi S M . 2633______________________________ __________ _______ _____________________________________________________ K I S
kısak3, -ğı [kıs-ak] {ağız} is. Küçük direk. [DS] kısar1, [kıs-ar] sf. Sıkışık.
kısalatmak, [kıs-mak > kıs-ğâ > kıs-ğa-la-t-mak] kısar2, [Ar. kışâr jU ü] (kısa:r) {OsT} is. 1. Kısalar;
{eT} gçl.f. Kısaltmak. [ETY] boyu küçükler. 2. K ur’an-ı K erim ’in az ayetli sure
kısaleyin, [kısa-leyin] {ağız} z f Kısaca; biraz kısa. leri.
[DS]
kısarak, -ğı [kısa-rak] {ağız} s f Biraz kısa; kısaca;
kısalık, -ğı [kısa-lık] is. 1. K ısa olm a durumu. 2. Ka
kısaya yakın; kısa sayılabilir. [DS]
dın ya da erkek ceketi,
kısaret, [Ar. lçışâret ojUıS] (kısa:ret) {OsT} is. 1. Le
kısalış, [kısa-l-ış] is. Kısalmak eylemi veya biçimi,
kısalkı, [? kısalkı] {ağız} is. Gelinin arkadaşları; tür ke çıkarma tekniği; leke temizleyiciliği. 2. Temiz
kücüler. [DS] likçilik; çırpıcılık.
kısalma, [kısa-l-ma] is. K ısa durum a gelm ek eylemi, kısarlamak, [kıs-ar-lâ-mak j l j l —S /jİjU îJ /jijl^ s]
kısalmak, [kısa-l-mak] g ç sz .f. [-ır] 1. Kısa duruma (kısarla:mak) {eAT} g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. Sıkış
gelmek; boyca uzunluğu azalmak. 2. (Kumaş vb. tırmak; muhtaç etmek. 2. {OsT} Kıstırmak. 3. {ağız}
için) yıkam a veya diğer etkenlerle çekmek. 3. Azarlamak. [DS] 4. {ağız} Zor duruma düşürmek;
Uzunluğu veya süresi azalmış görünm ek korkutmak. [DS] 5. {ağız} Toplamak; bağlamak.
kısaltılma, [kısa-l-t-ıl-ma] is. Kısa duruma getirilme [DS] 6. {ağız} Kımıldayamayacak duruma getirmek.
eylemi. [DS] 7. {ağız} Yakalamak. [DS]
kısaltılmak, [kısa-l-t-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. Kısa kısas1, [Ar. kaşş > kışâş ^ U ü ] (kısa:s) {OsT} is. huk.
duruma getirilmek. 2. Kısaltma eylemine uğramak, 1. Bir katili, öldürdüğü kişinin hayatı karşılığında
kısaltılmış, [kısal-t-ıl-mış] sf. Kısa hâle getirilmiş; öldürme veya bir suçluyu yaptığı suçun karşılığı
kısmen özetlenmiş, kısaltılm ış basım, kütp. Bir olarak aynısı ile cezalandırma; misilleme suretiyle
kitabın değerine zarar vermeden, ayrıntılarından cezalandırma. 2. isi. huk. Şeriat hükümlerine göre
arındırılarak yapılan basım. fiilin geri döndürülmesi; yapıldığı nitelikte failine
kısaltım, [kısa-l-t-ım] is. 1. Kısaltmak eylemi veya uygulanması S kısasa kısas, Yapılan bir kötülüğe
işlemi. 2. res. Resmi yapılan nesneyi derinlik duy aynısı ile karşılık verme; göze göz, dişe kısas
gusu uyandıracak biçimde verm e işlemi; perspek etmek, B ir suçluya, başkasına karşı işlediği kötü
tif. lüğü aynen uygulamak.\\ kısas fi’l-etrâf, {OsT} Ya
kısaltış, [kısal-t-ış] is. K ısaltm ak eylemi veya biçimi, ralanan veya kesilen bir organa karşılık suçlunun
kısaltma, [kısa-l-t-ma] is. 1. Kısaltmak eylemi; kısa da aynı organını kesme veya yaralama. j| kısas fi’n-
hâle getirme; taksir. 2. Uzun bir kelimenin veya nefs, {OsT} Adam öldüreni, kurallarına göre öl
kelime grubunun yazıda fazla yer kaplam asını ön dürm ek suretiyle verilen ceza; kana kan.\\ kısas
lemek için anlamlı biçimde veya ilk harflerle be yasası, B ir suçu aynısı ile işleyene çektirme esası
lirtme işlemi; ihtisar. 3. Bu şekilde yazılmış harf na dayanan yasa.
veya harf grubu. S1 kısaltma grubu, Birtakım kısas2, [Ar. kışşa > kışaş ^ ^ s ] {OsT} is. Kıssalar; di
cümle ve kelime gruplarından bazı kelimelerin düş
nî hikâyeler; öyküler, ö kısas-ı enbiyâ, {OsT} P ey
mesiyle m eydana gelm iş ve bu düşmeye rağmen es
gamberlerin hayatına ait hikâyeler,|| kısas-ı evliyâ,
ki anlamını koruyan kalıplaşmış kelime grubu,
{OsT} Velilere ait hayat hikâyeleri.
“başı açık olan > başı açık, devletin başındaki kişi
> devletin başı ’’ kısasen, [Ar. kışâş > kışâşen U jU=ü] (kısa: ’sen) {OsT}
kısaltmak, [kısa-l-t-mak] g ç l . f [-ır] 1. K ısa duruma zf. Kısas olarak; kısas yoluyla; göze göz, dişe diş
getirmek; kısalm asını sağlamak. 2. Kısa imiş gibi anlayışı ile.
göstermek. kısasî, [Ar. kışâş > kışâşı ^ U ^ s ] (kısa:si:) {OsT} sf.
kısaltmalı, [kısa-l-t-ma-h] sf. 1. Kısaltm a durumuna K ısasla ilgili; kısasa ait; kısasa ilişkin,
getirilmiş olan; kısaltılmış. 2. Kısaltması olan. 3. kısat, [? kısat] {ağız} is. A z eskimiş ayakkabı. [DS]
İçinde kısaltılmış şey bulunan. S1 kısaltm alı keli
kısatlamak, [kıs-a-t-la-mak] {ağız} gçl. f . [-r] [-l(ı)-
me, Kelimelerin kısaltmalarının birleştirilmesi ile
yor] Sıkıştırmak. [DS]
kurulmuş kelime. “TUSİAD: Türkiye Sanayici ve
kısca, [kıs-ca] {ağız} sf. (Hava için) bulanık; kapalı.
Iş Adam ları Derneği, TÜBİTAK: Türkiye Bilim sel
[DS]
ve Teknik A raştırm a K u ru m u ’’
kısdırgaç1, -cı [kıs-tır-gaç] {ağız} is. İki parçasının
kısalttırma, [kısa-l-t-tır-ma] is. K ısa duruma getirt
arası çok dar olan don. [DS]
mek eylemi.
kısdırgaç2, -cı [kıs-tır-gaç] {ağız} is. 1. Kuyruğu
kısalttırmak, [kısa-l-t-tır-mak] gçl. f. [-ır] Kısa du
kıskaçlı bir böcek. 2. Saç tokası. 3. Çamaşır m an
ruma getirtmek; kısaltılmasını sağlamak,
dalı. [DS]
kısamuk, [kızıl > kızıl-â-muk] {eT} is. Kızamık.
[EUTS] kısdırm a1, [kıs-tır-ma <ujjwas] {eAT} is. Mengene.
K IS l e n r a ı ı • 2634
kısdırma2, [kıs-tır-ma] {ağız} is. -*■ kıstırm a1. [DS] kısılış, [kıs-ıl-ış] is. K ısılm a durum u ve biçimi,
kısga, [kıs-mak (bastırmak, sıkıştırmak) > kıs-ğâ] sf. kısılma, [kıs-ıl-ma] is. K ısılm ak durum u ve eylemi,
Kısa; az. [EUTS] [ETY] [DLT] [KB] [Gabain] kısılmak, [kıs-mak > kıs-ıl-mak] {eT} dönşl. f. 1.
kısgaç, [kıs-mak > kıs-ğâç] (kısğa:ç) {eT} is. 1. Kıs Arada kalmak; daralmak; darlaşmak. [DLT] [EUTS]
kaç. [EUTS] [Gabain] 2. Küçük boyunduruk. [Gabain] [KB] [Gabain] 2. Sıkışmak. [DK] 3. {eAT} Sığınmak.
3. însanı ısıran küçük bir böcek. [DLT] [DK] 4. edil. f. K ısm ak eylemine uğramak. 5. Sayısı
kısgak, [kıs-mak > kıs-ğâ-k] (kısga:k) {eT} sf. (Kişi veya hacmi azalmak. 6. (Ses için) azaltılmak; al
için) cimri; bayağı; açgözlü. [Clauson] çalmak. 7. (Göz ve dudaklar için) hafifçe kapan
kısganmak, [kıs-ığ > kıs-(ı)ğ-an-mak] {eT} gçl. f. [- mak. 8. (Lamba vb. için) hafifçe alevi, aydınlığı
ur] 1. Kıskanmak. [DLT] 2. dönşl. f. Cimrilik et azaltılmak. 9. Kaçam ayacak şekilde kapatılmak;
mek. [DLT] alıkonulmak. 10. Yakalanmak; baskı altına alın
kısgıt, -dı [kıs-gıt] {ağız} is. Cimri. [DS] mak; sıkışmak. 11. (Harcama, gider, harçlık vb.
kısgıt, [kız-gıt] {ağız} is. Tandır ekmeğinin kızarmış için) azaltılmak,
ince yeri. [DS] kısılmış, [kıs-ıl-mış] sf. Dar bir boşluk içinde anor
kısgu, [kıs-kı y-Js\ {eAT} 1. Mengene; cendere. 2. İki mal olarak sıkışmış olan,
nesne arasına kıstırılan ağaç kama, kısıltmak, [kıs-mak > kıs-ıl-m ak > kıs-ıl-t-mak] {eT}
g ç l . f [-ur] A bluka etmek. [Clauson]
kısı, [kıs-ı / kıs-u {eAT} {ağız} is. 1. Sıkıntı; ezi
kısım 1, [kıs-mak > kıs-ım] is. Tek bir elin içi; avuç;
yet; acı. [DS] 2. Daracık yer. avuç dolusu.
kısıcak, -ğı [kısı-cak JW«as] {eAT} is. Daracık, kısım2, -sm ı [Ar. kısm p -i] is. 1. Parçalara ayrılmış
kısıg, [kıs-mak > kıs-ığ] {eT} sf. 1. Kısık; dar; daral bir şeyin öğelerinden her biri; bölüm. 2. Bir şeyin
tılmış. [DLT] [EUTS] [Gabain] 2. is. Daraltma. bir bölüğü; bölük; kesim. 3. Bir şeyin bir yerde bir
[Gabain] 3. Hapis. [DLT] [Gabain] 4. Kısı; sıkıntı. leşen kollarından her biri; kol; cins; çeşit; takım. 4.
[DLT] Bir şeyin bütününe göre, ele alman parçası. 5. Bir
kısıglamak, [kıs-ığ > kıs-ığ-lâ-mak] (kısığla:mak) cins ve m eslekten olanların tümü. 6. as. A skerî bir
{eT} gçl. f. 1. İtelemek; itmek. [DLT] 2. Avurduna karargâhın şubelerinden herhangi birinin ikinci de
vurmak. [DLT] recedeki bölümü. 7. M angadan büyük, takımdan
kısıgsız, [kıs-ığ > kıs-ığ-sız] {eT} sf. Kısıksız; dertsiz; küçük birim. S1 kısım kısım, Ayrı ayrı; bölüm bö
hür. [EUTS] lüm.
kısık1, -ğı [kıs-mak > kıs-ık] sf. 1. Kısılmış olan; kısımlama, [kıs-ım-la-ma] is. Tek elle avuçlama ey
gücü azaltılmış; şiddeti azalmış. 2. (Ses için) güç lemi.
lükle duyulabilen; boğuk veya hırıltılı. 3. (Göz,
dudak vb. için) yumulmuş; yumuk; hafifçe kapan kısımlamak, [kıs-ım-la-mak jj%w=S] {OsT} {ağız}
mış. gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] Tek bir elle avuçlamak. [DS]
kısık2, -ğı [kıs-mak > kıs-ık i / j - î ] {ağız} is. 1. kısınma, [kıs-m-ma] is. Tutumlu davranma; imsak.
kısınm ak1, [kıs-m-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Kendi ih
D ar yer. {eAT} (aynı) 2. coğ. Bir vadinin dik yamaçlı
tiyaçlarını karşılam ada tutumlu davranmak; imsak
ve dar kısmı; dar geçit; klüz. 3. İki dağ arasına sı
etmek. 2. {eT} Cim rilik etmek; kısmak. [DLT]
kışm ış ufak dere. 4. Sıralanmış tepelerin küçük va
dileri. 5. İki kayanın arası. 6. Dağlarm kuytu yeri. kısınmak", [kıs-mak > kıs-ın-mak] {eT} dönşl. f. [-
7. Y üksek kayalıkların üstündeki aralıklar; yarıklar. ur] 1. Sidiği tutulmak. [DLT]
8. Derenin ya da ırmağın dar yeri. 9. Küçük derele kısıntı, [kıs-m-tı] is. Harcamada yapılan tutum; bir
rin birleştiği yer. 10. Dar ve uzun sokak; yol. 11. gideri azaltmak; bir konuda yapılması planlanan
Uçurum. 12. Köşe; bucak; ara. 13. İki tarla arasın harcam a miktarını daha sonra düşürmek, azaltmak.
daki dar yol. 14. Çıkmaz sokak. 15. Eğri büğrü yol. 0 kısıntı yapmak, Giderleri azaltmak; tutumlu
16. Yol dönemeci. 17. Kol ve bacaktaki oynak yer davranmak.
ler; eklemler. 18. Apış arası; kasık. {eAT} (aynı) kısıntılı, [kıs-m-tı-lı] sf. 1. Kısıntı yapılmış olan. 2.
[DS] Kısıntısı olan. 3. K ısıntıya dayanan,
kısık3, -ğı [kıs-ık] {ağız} is. Kısa. [DS] 0 kısık kal kısıntılık, -ğı [kısıntı-lık] {ağız} is. İki ev ya da duvar
mak, {ağız} Büyüyememek. [DS] arasında yağm ur sularının akması için açılan dar
kısıkça, [kıs-ık-ça] (kısı’kça) zf. 1. Kısılmış olarak. yol. [DS]
2. sf. Kısık bir şekilde; kısılmış hâlde, kısıntısız, [kıs-ın-tı-sız] sf. 1. Kısıntı yapılmam ış o-
kısıklık, -ğı [kıs-ık-lık] is. K ısık olma durumu, lan. 2. Herhangi bir kısıntısı olmayan.
kısıl, [kıs-mak > kıs-ıl] {eT} is. Dağ arası; boğaz; kısır1, [eT. kıs-m ak > kıs-ır [Clauson]] sf. 1. (İnsan ve
vadi; dar dağ geçidi; dar vadi; çukur; küçük geçit. hayvan için) üreme yeteneği kalmamış; döl verm e
[EUTS] [ETY] [Tekin] [Gabain] yen. {eT} {eAT} (aynı) 2. (Toprak için) ürün verm e
Ö I I 1 I M M . 2635 K IS
yen; verimsiz. 3. (Bitki için) meyve vermeyen; ve kadm için) cinsel ilişki ve sağlık üzerinde etkide
ürün vermeyen. 4. mecaz. Sonuç vermeyen; yapıcı, bulunm ayacak şekilde çocuk yapm a yeteneğini or
verimli bir sonuca ulaşamayan; sonuç getirmeyen; tadan kaldırm a işlemi,
boş; yararsız; akim. 5. mecaz. Y eni b ir şey ortaya kısırlaştırmak, [lcısır-la-ş-tır-mak] g ç l.f. [-ır] 1. K ı
koyamayan; yeni buluşlar gerçekleştiremeyen; üre sır hâle getirmek; kısır olmasına sebep olmak. 2.
temeyen; 6. biy. (Hücre, çekirdek vb. için) içinde (Canlı varlıklar için) üreme yeteneğini ortadan kal
hiçbir ürem e olayı gerçekleşmeyen. 7. (Ocak için) dırmak. 3. (Toprak için) ürün vermez duruma ge
aranan m ineral veya m aden bakım ından zengin tirmek; verimsizleştirmek. 4. mecaz. (Soyut kav
olmayan; yeterli oran veya miktarda maden bulun ram lar için) üretici olma niteliğini kaybettirmek,
durmayan. 8. is. Kısrak. {eT} (aym) [DLT] 9. {ağız} kısırlık, -ğı [kısır-lık] is. 1. Kısır olm a durumu ve n i
N adasa bırakılmış tarla. [DS] 10. {ağız} Ü züm kü teliği; akamet. 2. Dölleme ve döllenme durumu
tüklerinin filizi. [DS] 11. {ağız} Öteberi; eşya. [DS] olmama; bu durumdaki bir canlının durumu. 3. V e
S kısır almak, {ağız} Asm aların üzüm verm eyecek rimsizlik; verimsiz olan şeyin niteliği. 4. Düşünce
filizlerini yolmak. [DS]|| kısır ay, {ağız} Temmuz. ve zihinsel açıdan verimsizlik; akamet. 5. bot. Ç i
[DS]|| kısır bolmak, {eT} (Kısrak dışındaki hayvan çekli bir bitkinin çimlenebilir tohum yapamaması.
lar için) kısır kalmak. [DLT] 11 kısır bulut, {ağız} 6. Sebebi ne olursa olsun bir canlının ürem e yete
Yağmur yağdırmayan beyaz bulut. [DS]|| kısır neğini yitirmesi,
döngü, 1. Aynı olumsuz sonucu veren tutum ve
kısıru, [kıs-ı-ru {OsT} zf. Zorlayarak; zorla.
davranışların tekrarlanması; çıkmaz. 2. man. is
patlanm ası gereken varsayımı, kanıt olarak alan [Kamus]
kusurlu ve yanlış akıl yürütm e biçimi. kısış, [kıs-ış] is. Kısmak eylemi veya biçimi,
kısır2, [? kısır] is. Bulgurla yapılan bir soğuk yemek, kısıt, [kıs-mak > kıs-ıt] is. 1. Yargı kararı ile bir
kısırgalanmak, [kısır-ga-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [- kişinin yurttaşlık haklarını kullanm a yetkisinin kal
ır] Vermekten çekinmek. [DS] dırılması durumu; hacir, (1944). 2. Bunama ve
mahkûm iyet gibi durumlarda kişinin m alını diledi
kısırgamak, [kısır-ga-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-g(ı)-
ği gibi kullanmasına, parasını dilediği gibi harca
yor] -* kısırganmak. [DS]
m asına izin verilm emesi durumu; hacir, fi1 kısıt
kısırgan, [kıs-ır-ga-n] {ağız} sf. Verm ekten çekinen;
altına almak, huk. Yasal yollardan, birinin y u rt
esirgeyen; cimri. [DS]
taşlık haklarını kullanma hakkını elinden almak;
kısırganma, [kıs-ır-ga-n-ma] is. V erm ekten çekinme hacir altına almak; kısıtlamak.
durumu ve eylemi,
kısıtlama, [kıs-ıt-la-ma] is. Kısıtlamak eylemi; da
kısırganmak, [kıs-ır-ka-n-mak > kıs-ır-ga-n-mak] raltma; sınır koyma,
gçl. f. [-ır] 1. B ir şeyi birine verm ekten çekinmek;
kısıtlamak, [kıs-ıt-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
normal durum da verilm esi gerekirken, çeşitli et
Kısıtlı hâle getirmek; sınırlamak. 2. Önceden v e
kenler yüzünden verm ekten vazgeçmek; verm e
rilmiş hak ve hürriyetlerin kapsam ını daraltmak;
mek; esirgemek. 2. {ağız} Kıskanmak. [DS]
bazı sınırlamalar getirmek. 3. B ir kim senin dilediği
kısırık, -ğı [kıs-ır-ık ?] {ağız} sf. Pısırık. [DS] gibi davranmasına izin vermemek; belirli sınırlar
kısırın, [kıs-mak > kıs-ır-m ?] {eT} is. B ir bitki adı. içinde, kurallar altında tutmak. 4. huk. Yasal y o l
[EUTS] lardan, birinin yurttaşlık haklarını kullanma hakkı
kısırkanmak, [kıs-mak > kıs-ırkâ-mak > kıs-ırka-n- nı elinden almak; hacir altma almak,
mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Yedirm ekten çekinmek; kısıtlanış, [kıs-ıt-la-n-ış] is. Kısıtlanmak eylemi veya
kısırganmak. [DLT]
biçimi.
kısırlanmak, [kıs-ır-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
kısıtlanma, [kıs-ıt-la-n-ma] is. Kısıtlı durum a geti
Oyalanmak. [DS] rilm ek eylemi,
kısırlaşma, [kısır-laş-ma] is. K ısır durum a gelmek kısıtlanmak, [kıs-ıt-la-n-mak] e d il.f. [-ır] 1. Kısıtlı
eylemi. hâle getirilmek; sınırlanmak. 2. Önceden tanınan
kısırlaşmak, [kısır-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Kısır hak ve hürriyetlerin kapsamı daraltılmak; bazı sı
hâle gelmek. 2. (Canlı varlıklar için) ürem e yetene nırlam alar getirilmek. 3. Dilediği gibi davranm ası
ğini kaybetmek. 3. (Toprak için) ürün verm ez du na izin verilmemek; belirli sınırlar içinde, kurallar
ruma gelmek; verimsizleşmek. 4. mecaz. (Soyut altında tutulmak. 4. huk. Yasal yollardan, yurttaşlık
kavramlar için) üretici olm a niteliğini kaybetmek; haklarını kullanma hakkı elinden alınmak; hacir
akim kalmak. altına alınmak,
kısırlaştırma, [kısır-la-ş-tır-ma] is. 1. K ısır duruma kısıtlayıcı, [kıs-ıt-la-y-ıcı] sf. 1. Kısıtlayan; kısıt
getirmek eylemi. 2. biy. (Canlılar için) ürem e or altma alan; sınır koyan. 2. Daraltan,
ganlarından birini çıkarm ak veya tahrip etm ek su kısıtlı, [kıs-ıt-lı] sf. 1. K ısıt altında olan. 2. huk.
retiyle ürem e faaliyetini durdurma işlemi. 3. (Erkek M edenî haklarını kullanma hakkı yasal yollardan
K IS O D m U E E H • 2636
elinden alınmış olan; mahcur. 3. D ar sınırlar içinde kıskandırmak, [kıskan-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1. K ıs
bulunan; kapsam ı dar olan; yeterli imkânları bu kanm asına yol açmak. 2. K ıskançlık duymasına
lunmayan. 4. Sınırlanmış, sebep olmak.
kısıtlılık, -ğı [kıs-ıt-lı-lık] is. 1. Kısıtlı olma durumu. kıskanılma, [kıskan-ıl-ma] is. 1. Kıskanm a eylemine
2. huk. Bir kim senin yargı karan ile medenî hakla uğram a durumu. 2. İmrenilme,
rını kullanma ehliyetinden yoksun bırakılması; ha kıskanılmak, [kıskan-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. Kıs
cir. kanm ak işine uğramak; kendisi hakkında kıskanç
kıska, [Ar. gizh / gizha => kıska [Tietze]] {ağız} is. 1. lık duyulmak. 2. İmrenilmek,
Baş soğan elde etm ek için tohum dan yetiştirilen bir kıskanış, [kıskan-ış] is. Kıskanm ak durumu veya bi
yıllık küçük soğan; arpacık soğanı. 2. Soğanın iç çimi.
bölümü. [DS] kıskanma, [kıskan-ma] is. Kıskanm ak eylemi,
kıskacı, [kıs-ka-cı] is. Arpacık soğanı yetiştiricisi, kıskanmak, [eT. kız (kıt) > kız-kâ-m ak > kıs-ka-n-
kıskacılık, -ğı [kıs-ka-cı-lık] is. A rpacık soğanı ye mak] gçl. f. [-ır] 1. Başkalarının üstünlüklerini,
tiştirm e işi. içinde bulundukları iyi şartları çekememek; haset
kıskaç, -cı [kıs-mak > kıs-ğâç / kıs-kâç] {eT} is. 1. etmek. {eT} (aym) [EUTS] 2. Sevgide paylaşmayı
B ir şeyi sıkıca tutm aya yarar pense veya kerpetene kabullenememek; ortaklığa taham mül edememek.
benzer aletlerin genel adı. {eT} (aynı) [EUTS] [Ga 3. Sevdiği, bağlandığı kişinin başka birini seçeceği
bain] 2. zool. Bazı hayvanların kendilerini savun korkusu içinde yaşamak; sadakatsizliğe uğramak
m aya veya yiyeceklerini tutup parçalamaya yara korku ve endişesi içinde olmak. 4. B ir şeyi birine
yan ağız parçaları. 3. Açılıp kapanır merdiven. 4. çok görmek; esirgemek. 5. Yerinde olmayı iste
Demircilerin kızgın demiri, camcıların sıcak camı mek; imrenmek,
tutmakta kullandıkları bir tür maşa, {ağız} (aynı) kıskar, [? kıskar] {ağız} is. Çul, kilim dokunan tez
[DS] 5. A çılır kapanır ağzı ile yaka kartı, kâğıt de gâh. [DS]
m eti vb. tutturm aya yarar yaylı bir tür tutucu araç. k ıskı1, [kıs-mak > kıs-kı ^yi-S] is. 1. {OsT} İki şey
6. {eT} K üçük boyunduruk. [Gabain] 7. {eT} İnsanı
arasına sokuşturulan küçük parça; takoz; kama. 2.
ısıran küçük bir böcek. [DLT] 8. {ağız} Cımbız. [DS]
İnci, boncuk, deniz kabuğu gibi süs m alzemelerin
9. {ağız} Kerpeten. [DS] 10. {ağız} Saç tokası. [DS]
den yapılmış kısa gerdanlık; kıstı. 3. {ağız} Alna
11. {ağız} Çamaşır mandalı. [DS] 12. sf. Kıskaç bi
takılan altınlı bağ. [DS] 4. {ağız} is. A ltm gerdanlık.
çiminde olan. S kıskaç gözlük, Buruna tutturula [DS]
rak kullanılan sapsız gözlük; kelebek gözlük.
kıskı4, [kıs-kı LSi-s] is. 1. {OsT} M engene; cendere. 2.
kıskal, [kıs-ka-1 ?] {ağız} is. Çocuk önlüğü; m am a
önlüğü. [DS] {ağız} Balık ızgarası. [DS] 3. {ağız} Saç tokası. [DS]
kıskan, [kıs-ka-n] {ağız} sf. Cimri. [DS] kıskı2, [kıs-kı] {ağız} is. zool. Yengeç. [DS]
kıskanç, [kıskan-mak > kıs-kan-ç] sf. 1. Başkalarının kıskıJ, [kıs-kı] {ağız} is. Hırs. [DS]
üstünlüklerini, içinde bulundukları iyi durumları kıskı5, [kıs-kı] {ağız} is. K arnıyarık yemeği. [DS]
çekemeyen; hasetçi; haset eden; hasut. 2. Sevgide kıskıç1, -cı [kıs-kıç] {ağız} is. 1. Yengeç. 2. Kulağa
paylaşm ayı kabullenemeyen. 3. Sevdiği, bağlandığı kaçan kuyruğu çatal bir böcek. [DS]
kişinin başka birini seçeceği korkusu içinde yaşa kıskıç2, -cı [kıs-kıç] {ağız} is. Kalem tokası. [DS]
yan; sadakatsizliğe uğramak korku ve endişesi i- kıskıs, [kıs-mak > kıs+kıs] {ağız} sf. Cimri, [DS]
çinde olan. kıskıslamak, [kıs (yans.) > kıs+kıs-la-mak] {ağız}
kıskançlık, -ğı [kıskan-ç-lık] is. 1. Kıskanç olm a du g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor] Kışkırtmak. [DS]
rumu. 2. Başkalarının üstünlüklerini, içinde .bulun kıskıt, -dı [kıs-kıt] {ağız} is. İyi kızarmış tandır ek
dukları iyi şartlan çekememe durumu; hasetlik; meği. [DS]
haset. 3. Sevgide paylaşmayı kabullenememe; or kıskıvrak, [kıs+kı/vrak] (kı'shvrak) zf. 1. Kurtulma
taklığa tahammül edememe. 4. Sevdiği, bağlandığı sı ve çözülmesi müm kün olmayacak biçimde; sım
kişinin başka birini seçeceği korkusu içinde yaşa sıkı. 2. Apansız. S kıskıvrak (bağlamak) yakala
m a; sadakatsizliğe uğramak korku ve endişesi için mak, 1. K urtulam ayacak şekilde tutmak. 2. Çözü
de olma. S kıskançlık etmek, Sevdiğinin ve ilişiği lem eyecek biçimde bağlamak. 3. mecaz. Tamamen
olan kimsenin başkasını tercih etmesine veya baş etkisi altında kalmak. 4. mecaz. B ir şeyle sürekli
kasına ilgi duymasına tahammül edememek; katla- m eşgul olmak.
namamak.\\ kıskançlık hezeyanı, Kişinin eşi veya kısku, [kıs-mak > kıs-kı {OsT} is. -*■ kıskı.
dostu tarafından aldatıldığı saplantısından kaynak
kışlı, [kıs-lı] {ağız} sf. 1. Suçlu; kabahatli. 2. Gizli.
lanan hezeyan. || kıskançlıkla, Kıskanarak; üzerine
[DS]
dört elle sarılarak.
kıslmm ak, [kıs-mak > kıs-ıl-m-mak] {eT} dönşl. f
kıskandırma, [kıskan-dır-ma] is. K ıskanm asına yol
Kısılmak; araya sıkışmak. [DLT]
açma eylemi.
r
Û l I î l I İ î C f S E İ I İ . 2637 KIS
lusm, [Ar. kism ^-J] is. -*• kısmı. S' kısm-ı a’şarî, olmak. 3. (Kız için) kendisi ile evlenmek isteyen
adaylar çıkmak. |[ kısmeti ayağına gelmek, H iç
mat. M antis.|| kısm-ı tâm, mat. 1. Logaritmanın
beklemediği bir anda çok elverişli bir iş veya du
tam kısm ı; belirtken. 2. Karakteristik.
rumla karşılaşmak.|[ kısmet-i ayn, {OsT} Elde bu
kısm a1, [kıs-ma] is. 1. Kısm ak eylemi. 2. {ağız} Boy
lunan ortak bir malın ortaklar arasında eşit olarak
nuzları başa yapışık gibi olan koç veya teke. [DS]
bölüştürülmesi,|| kısmeti bağlanmak, 1. İstediği
kısma2, [kıs-ma] {ağız} is. Çakı. [DS]
hâlde evlenememek. 2. Yapılan bir yanlış yüzünden
kısma3, [lcıs-ma] {ağızj is. Menenjit. [DS] başarılı olamamak. 3. (Yaygın bir inanç olarak)
kısmak', [eT. kıs-mak 5/ gçl. f. [- büyü veya şanssızlık gibi sebeplerle başarısız
ar] 1. (Güç, ses, yoğunluk, hacim vb. için) azalt olunmak.\\ kısmeti çıkmak, (Kız veya kadın için)
mak; küçültmek; daha kısa yapmak; kısaltmak. {eT} evlenmek üzere bir erkek tarafından istenmek; iste
(aynı) [EUTS] [DLT] [KB] [Gabain]. 2. (Göz için) bi yeni çıkmak; talibi çıkmak. |j kısmet-i ganâ’im, S a
raz kapamak. 3. (İp, gem vb. için) çekerek kısalt vaş ganimetlerinin paylaştırılm ası. || kısmet-i kazâ,
mak; bojomu kısaltmak; gerdirmek; boşluğu gi O rtak bir malın, sahiplerinden bir veya birkaçının
dermek. 4. (Işık, ışık kaynağı vb. için) aydınlığım isteği üzerine yargı yoluyla bölüştürülmesi.|] kıs
azaltmak. S. mecaz. (Hak ve özgürlükler için) ön meti kıt, K ısm eti çıkmayan; kısmetsiz]| kısmetine
ceden verilenleri kaldırm ak veya sınırlamak. 6. mani olmak, 1. B ir kimsenin kazancına engel ol
mecaz. (Gider, harcam a vb. için) tutarını azaltmak; mak. 2. Birinin evlenmesine engel olmak.\\ kısm e
tutum yapmak. 7. mecaz. Sinmek; korkup çekin tini ayağıyla tepmek, Gerçekleşmesi mümkün olan
mek. 8. {ağız} Cim rilik etreıek. [DS] 9. {eT} Kısarak iyi bir evliliği, iyi ve rahat bir yaşayışı, güzel bir
çalmak [DLT], 10 {eT} {eAT} {OsT} Bastırmak; kıs durumu bilerek veya bilmeyerek reddetmek.\[ kıs
tırmak; sıkıştırmak; sıkmak; daraltmak. [DLT] metini bağlamak, (Yaygın bir inanç olarak) biri
[ETY] [KB] [DK] 11. H ükmü altma almak; baskı nin evlenmesine büyü yoluyla engel olmak.\\ kısmet
altında tutmak. [ETY] [KB] 12. Çimdiklemek. kapısı, Geçim için kazanç sağlanan yer; iş yeri;
[EUTS] [Gabain] kazanç kapısı. j| kısmet olmak, 1. Talihi yardımcı
kısmak2, [kıs-mak > kıs-mâk] (lasma.k) {eT} is. olmak; şansı olmak. 2. (Tasarlanan bir iş için) na
Üzenginin iki yanında bulunan kayış; ilmikli ip; sip olmak; yapmak, etm ek şansını ele geçirmek.
kemeut. [DLT] kısmetli, [kısmet-ii] sf. 1. Kısmeti olan. 2. Kısmeti,
kısmen, [Ar. İpsm > kısmen U^i] (kı ’smen) zf. Bütün talihi, nasibi açık olan kimse. 3. (Zaman dilimi
için) bir kimsenin kısmetinin açık olduğu,
olarak değil de bir bölüm ü için; bir bölüm hâlinde;
kısmetsiz, [kısmet-siz] s f 1. Kısmeti olmayan. 2.
bölüm olarak; bir parçası olarak,
Kısmeti, talihi, nasibi açık olmayan kimse. 3. (Za
kısmet, [Ar. kısmet c ^ _ J] is. 1. Bölme; pay etme; man dilimi için) bir kim senin kısmetinin açık ol
hisselere ayırma. 2. Şans; talih; nasip; kader. 3. A l madığı.
lah’ın insan için ayırdığı ve uygun gördüğü rızk, kısmetsizlik, -ği [kısmet-siz-lik] is. Kısm etsiz olm a
olgu ve yaşam a biçimi. 4. Sonucu ne olursa olsun, durumu.
olayları tevekkülle karşılayan eylem sel kadercilik. kısmık, -ğı [kıs-mık] {ağız} sf. Cimri; pinti; hasis.
5. Evlenme; uygun eşi bulm a şansı. 6. İran edebi [DS]
yatında ve oradan da K lasik Türk edebiyatına geç kısmıkçı, [kıs-mık-çı] {ağız} sf. kısmık. [DS]
miş olan, insanın başına gelen kaçınılm az ve akla kısmıklanmak, [ias-mık-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-
uymaz etkinin ifadesi; çarkıfelek. 7. ünl. “Ya olur ır] Bir şeyi verm ekten çekinmek; esirgemek. [DS]
ya olm az” anlam ında “kısmet olursa" veya “kısmet
kısmî, [Ar. lçısm > kısmî ^yo.-s] (kısmi:) {OsT} sf. 1.
ise” dilek sözlerinin kısaltılmış ifadesi. S k ısm et
açmak, 1. Evlenemeyen bir kıza evlenme şansı ka Bir bütünün bir bölüm ü ile ilgili; bir bölüm ünü il
zandırmak için birtakım büyü uygulamak. 2. K a gilendiren; tikel; cüzî. 2. Bölgesel, kısmî felç.
zancı yerinde olmayan birinin kazancını artıracağı Vücudun bir bölümünde görülen felç. || kısmî ört
düşüncesi ile büyü yapm ak. || kısm et ağacı, Sıcak me, Güneş ve ayın kısmen tutulması,|] kısm î seçim,
ülkelerde yetişen, boru şeklinde ve talkım biçimin Genel seçimler dışında, eksilen milletvekilleri y e ri
de güzel çiçekleri olan bir süs bitkisi, (Clero- ne, ait oldukları seçim çevrelerinde yapılan ara
dendron).|| kısm et beklemek, (Kadın ve kızlar seçim.
için) evlenmeyi veya evlenebileceği, evlenme teklif kısm ır, [kıs-mır] {ağız} sf. Cimri. [DS]
edecek birini beldemek\\ losııast bulmak, Evlene kısnak, -ğı [kıs-(ı)n-ak] {ağız} s f î. Dar geçit; boğaz.
bileceği birini bulmak.\\ kısmet-i âdile, E şit biçim 2. Patikanın dar yeri. 3. Sel yarıntısı. [DS]
de bölüşme.\\ kısmeti açık, Talihi iyi olan; şanslı.|| kısnık, -ğı [kıs-mık / kıs-(ı)n-ık] {ağız} sf. Cimri. [DS]
kısmeti açılmak, 1. Talihi iyi, doğru yolda gitmek. kısrak, -ğı [kıs-ır > kıs-(ı)r-â-mak > kısrâ-k [EREN]]
2. Kazancı artarak rahat ve bolluk içinde yaşıyor (kısra:k) {eT} {eAT} is. Dişi at. [DLT]
I
KIS 0 IÜ H IK S Ö M • 2638
kısraklanmak, [kısrak>kısrak-la-n-mak] {eT} dönşl. Görevde bulunulm ayan zamanlar için kesilen ücret
f. [-ur] K ısrak sahibi olmak. [DLT] miktarı. 2. B ir günlük kazanç; günlük gelir; günde
kısruşmak, [kıs-mak > kıs-ur-mak > kıs(u)r-uş-mak] lik.
{eT} işteş, f. [-ur] Birlikte kısmak. [DLT] kısteyn, [Ar. kısteyn j^a-S] {OsT} is. İki parça; iki
kıssa1, [Ar. kışşa i*as] is. 1. Hikâye; fıkra. 2. Olay. 3. hisse. 0 kısteyn m evâcibi, {OsT} İki p a y ulûfe.
Macera. 4. Konu; bahis. S el-kıssa, Sözün kısası; kıstı, [kıs-tı] is. 1. İnci, boncuk, deniz kabuğu gibi
sözün özü; alınması gereken ders. || kıssadan hisse, süs m alzemelerinden yapılmış kısa gerdanlık; kıs
B ir olaydan alınacak ders; ibret.\\ kıssadan hisse kı. 2. {ağız} Altınlardan yapılan bir tür gerdanlık.
almak, Olmuş bir olaydan veya anlatılan bir hikâ [DS]
yeden kendisi için yararlı sonuçlar çıkarmak; ibret kıstır, [kıs-tır] {ağız} is. 1. Pantolon. 2. sf. (Kişi için)
alm ak.|| kıssa-gü, {OsT} Hikâye, m asal anlatan.\\ kötü giyimli. [DS]
kıssa-güzâr, {OsT} Masal, hikâye anlatan, söyle kıstırgaç, -cı [kıs-tır-gaç] {ağız} is. 1. Saç tokası. 2.
yen..|| kıssa-perdâz, {OsT} Hikâye, m asal düzen Çamaşır mandalı. 3. B ir şeyi sıkıştırmak için soku
kimse. lan ağaç çivi. 4. Kerpeten. 5. Yengeç. [DS]
kıssa2, [Ar. kışsa5 *hS] {OsT} is. Hıyar. S kıssaü’l- kıstırgeç, -ci [kıs-tır-gaç] {ağız} is. Kıskaç gibi açılır
kapanır kuyruklu küçük bir böcek; kıskıç. [DS]
himâr, {OsT} bot. E şek hıyarı.
kıstırgı, [kıs-tır-gı ^ j-l^ ü ] {OsT} is. İki tahta ara
kıssahan, [Ar. kışşa + Far. hân v i ] (kıssaha;n)
sındaki yarığı açmak için kullanılan ağaç kama,
{OsT} is. M asal anlatıcısı; hikâye anlatan; meddah,
kıstırık, -ğı [kıs-tır-ık] {ağız} is. Pantolon. [DS]
kıssaiye, [Ar. kıssa’iyye 4*5bs] (kıssa:i:ye) {OsT} is.
kıstırılma, [kıs-tır-ıl-ma] is. K ıstırm ak eylemine uğ
bot. Kabakgiller, ram a durumu,
kıssis, [Ar. kıssıs ^ y -^ ] (kıssi;s) {OsT} is. Keşiş; pa kıstırılmak, [kıs-tır-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. Kıstırmak
paz. eylemine uğramak. 2. (Kaçan bir kim se veya hay
van için) kaçam ayacak durum da sıkıştırılmak,
k ist1, [Ar. kist {OsT} is. 1. Hisse; pay; nasip 2.
kıstırm a, [kıs-tır-ma] is. 1. Kıstırm ak eylemi. 2. {a-
Parça parça ödenen bir borcun ödenen her bölümü; ğız} İçine peynir, kıym a vb. konularak sac üzerinde
taksit. 3. Tartı, ölçü ve bölüşmede doğruluk; adil pişirilen börek. [DS] 3. {ağız} K adın tepeliklerinin
olma. 4. Eskiden Arapların kullandığı bugünkü ya önüne dikilen altm dizisi. [DS] 4. {ağız} Karnıyarık
rım litreye yakın hacim ölçüsü. S kıste’l-yevm, yemeği. [DS] 5. {ağız} İmambayıldı yemeği. [DS] 6.
{OsT} -*■ kıstelyevm.|| kist mevâcibi, {OsT} Hisseye {ağız} Yelek. [DS] 7. {ağız} İki çatallı balıkçı aracı.
düşen paranın verilmesi.\\ kist mevâcibleri, {OsT} [DS] 8. {ağız} Saç tokası. [DS]
Üç aylık ulûfe.
kıstırm aç, -cı [kıs-tır-maç] {ağız} is. Kadın başlıkla
kist2, [? kist] {ağız} is. Çıbanın üzerinde oluşan ka rının önüne dikilen altm dizisi. [DS]
buk. [DS]
kıstırm ak, [kıs-tır-mak] gçl. f. [-ır] 1. Bir şeyi iki
kışta1, [Ar. kışşa] {ağız} is. Öykü; kıssa. [DS] nesne arasına alarak sıkıştırmak; kısmasını sağla
kışta2, [lcıs-mak > kıs-(ı)t-a] {ağız} is. Tuzak. [DS] mak; kısm asına sebep olmak. 2. (Kaçan kişi veya
kıstafanlanmak, [kıstafan-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. hayvan için) kaçam ayacak biçimde çevirerek veya
[-ır] Çalımlanmak. [DS] aşılması m üm kün olmayan bir yere sokarak yaka
kıstak, -ğı [kıs-mak > kıs-t-ak (1935)] is. 1. coğ. Bir lamak; sıkıştırarak yakalamak. 3. Bir şeyi düşmesi
yarım adanın karaya bağlantısını sağlayan dar kara ni engelleyecek biçimde iki nesne arasına yerleş
parçası; berzah. 2. B ir organda görülen dar kısım la tirmek; sıkıştırmak. 4. {ağız} Birleştirmek. [DS]
ra verilen ad. 3. {ağız} Sel yarıntısı. [DS] 4. {ağız} kıstlı, [kıst-lı] sf. 1. Borçlu veya vergi borcu olan. 2.
İki dağ arasındaki dar geçit; boğaz. [DS] Asker.
kıstalam ak, [kıs-ta-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)- kısturmak, [kıs-mak > kıs-tur-mak] {eT} gçl. f. 1.
yo r] Baskı yapmak; daraltmak; bunaltmak. [DS] İşkence ile cezalandırmak; kıstırmak. [DLT] 2. K ı
kıstamak, [kıs-mak > kıs-tâ-mak] {eT} gçl. f. Zorla salmasını emretmek; azalmasını emretmek. [DLT]
mak; sıkıştırmak; mecbur etmek. [Nevâyî] kısu, [kıs-mak > kıs-ı / kıs-u / > -J ] {eAT} {OsT}
kıstas, [Ar. kist > kıstas ^ Ik -s ] (kısta.s) {OsT} is. 1. is. 1. Sıkıntı; eziyet. 2. D aracık yer. S kısu gör
mek, {eAT} Sıkıntıya düşmek.
Büyük terazi. 2. Ölçü. 3. A llah’ın adalet terazisi. 4.
fel. Kriteryum. kısurmak, [kıs-mak > kıs-ur-mak] {eT} gçl. f. [-ur]
Kısaltmak. [DLT] [KB]
kıstaşmak, [kıs-(ı)n-â-mak > kısna-ş-mak] {eT} işteş.
f [-ur] Sızlaşmak; titreşmek. [DLT] k ış1, [kıj / kış (yans.)] is. K arga ve benzeri hayvanla
rın ötüşünü ve bu biçimde bağırmayı, haykırmayı
kıstelyevm, [Ar. kıste’l-yevm p J I h —s] {OsT} is. 1. anlatan kök. [Zülfikar] kış-gıl-da-k
İ M IM P M . 2639 K IŞ
kış2! [kış (yans.)] is. Tavuk ve kuşlan ürkütme, kova ğırarak kovalamak; ürkütmek; kovalamak; kaçırt
lama, insanları ise teşvik etmeyi bildiren kök. [Zül mak; kışkışlamak; kışlamak,
fikar] kış kış, kış-ı-la-mak, kış-kır-t-mak, kış-kır-t-ı kışçı, [kış-çı] is. argo. H afif bir suç işleyerek kışı
S kış kış etmek, Kuşları ürkütüp kovalamak.\\ kış geçirmek amacıyla hapse giren kimse,
etmek, {ağız} ileri sürmek; öne atmak. [DS] kışe, [kışe] ünl. Kümes hayvanlarını kovalam a ünle
kış3, [kış (yans.)] is. Terlik vb. ayakkabıyı, özellikle mi. S kışe kışe, {ağız} Kümes hayvanlarını kova
çanğı yerde sürüyerek yürüm eyi bildiren kök. [Zül lama ünlemi. [DS]
fikar] kış kış, kış kış etmek kışgana, [? kışgana] {ağız} is. Kara dut. [DS]
kış4, [kış / kiş (yans.)] is. Gürleme ve bu biçimde ses kışgırmak, [kış-gır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Haykır
çıkarmayı, seslenmeyi bildiren kök. [Zülfikar] kış- mak; bağırmak. [DS]
gır-mak kışgırtı, [kış (yans.) > kış-gır-tı] {eAT} is. K uş kana
kış5, [eT. kış] is. 1. (Kuzey yarım küre için) sonbahar dının çıkardığı ses; hışırtı,
ile ilkbahar arasında yer alan, yılın en soğuk ve kışgurmak, [kış (yans.) > kış-gur-mak ^ y ^ ı ] {eAT}
yağışlı mevsimi; güneşin O ğlak dönencesine dik
gçsz.f. [-ur] Haykırmak,
geldiği 22 A ralık’tan, ekvatora dik geldiği 21
kışgun, [Far. işğün ? => kuşğun] {eT} is. Kuzukulağı.
M art’a kadar geçen dönem. {eT} {eAT} (aynı) [DLT]
[DLT]
[ETY] [EUTS] [KB] [Gabain] 2. mecaz. Yağmur, kar,
kışık, -ğı [kış-ık] {ağız} is. Ekşi bir kışlık armut. [DS]
soğuk, rüzgâr gibi kış mevsim ine ilişkin belirtiler;
kışılamak, [kış-ı-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor]
soğuk ve yağışlı hava. 3. (Güney yarım küre için)
Kümes hayvanlarını, kuşları kovalamak; kişele-
21 H aziran’dan 22 E ylül’e kadar geçen dönem. 4.
mek. [DS]
{ağız} Kar. [DS] S kış algını, {ağız} Kışın soğuk
kışın, [kxş-m] (k ı’şın) zf. 1. Kış mevsiminde. {eT}
vurmuş asma. [DS] j| kış baba, Şiddetli soğuklara
(aynı) [Tekin] 2. Kış süresince,
verilen ad. || kış basm ak, Kışın soğuk günleri gel-
kışırmak, [kış-ır-mak] {ağız} g ç sz.f. [-ır] Bağırmak;
mek. || kış doğusu, {ağız} Güneş batarken etkisinin
haykırmak. [DS]
en az olduğu yer, ortalama doğuya oranla 230 g ü
neydedir. [DS]|| kış dönemi, K ış süresince yapılan; kışkene, [? kışkene] {ağız} is. Küçük çocuk. [DS]
kışa rastlayan. || kış dönencesi, Güneşin güney y a kışkı, [kış-kî] (kışkı:) {eT} zf. Kış gibi; kışa yakışır.
[KB]
rım kürede 21 A ra lık ’ta dik geldiği dönence; Oğlak
dönencesi. || kış eldmi, Kışın yapılan ekim. || kış evi, kışkıldak, -ğı [kış-kıl-da-k jlj-Uia] {OsT} is.
{OsT} K ışlık ev. || kış gözü, {ağız} Sonbahar ve kış K arabatak denilen su kuşu. [Bürhan-ı Katı’]
aylarında bahçelerde kendiliğinden yetişen ve kav kışkırlak, -ğı [ış-kır-la-k] {ağız} is. Bir çeşit külah.
rularak yenilen bir ot. [DS]|| kış günü, Kışın.|| kışı [DS]
çıkarmak, Kış mevsiminin sonuna kadar bir yerde kışkırtı, [kış-kır-t-ı] is. 1. Kötülük yapm aya yönlen
kalmak. || kışı etmek, B ir yerde kış gelene kadar dirme; kışkırtma; tahrikât; tahrik. 2. Cinsel istek
durmak, oturmak; kışa ulaşmak.\\ kışı geçirmek, uyandırma.
Kış mevsimini bir yerde yaşamak. || kış görmek, kışkırtıcı, [kış-kır-t-ıcı] sf. 1. İnsanları baş kaldm na-
Kış mevsiminde soğuk günler yaşamak. \\ kış kayıtı, ya, şiddet kullanmaya veya kınanacak bir şey yap
{ağız} Kışın yenm ek üzere saklanan yiyecekler. maya yönlendiren (kimse); muharrik; tahrikçi; p ro
[DS]|| kış kıyamet, I. Çok zorlu geçen kış; çok şid vokatör. 2. (İstek, duygu, davranış vb. için) kınana
detli kış. 2. Yağmurlu ve fırtınalı hava.\\ kış kuru cak bir şey yapmaya veya şiddet kullanmaya iten.
su, {ağız} Kışın soğuk vurmuş asm a kütüğü. [DS]|| 3. (Davranış, bakış, görünüş vb. için) başkalarında
kış mesaisi, K ış günlerine göre ayarlanan çalışma cinsel istek uyandırana, var olan arzulan da kam çı
süresi.\\ kış meyvesi, Kışın olgunlaşan m eyveler.|| lama, harekete geçirme amacı taşıyan, f? kışkırtıcı
kışta kıyamette, Çok soğuk havalarda. || kış ordu ajan, B ir örgüte veya bir gösteriye sızarak ya sa
gâhı, Askerin kışın kaldığı kışla.|j kış uykusu, 1. karşısında suçlu düşülecek bir davranış içinde bu
Soğuk mevsimlere karşı koyabilmek için canlı var lunmaya teşvik ve tahrik eden kimse; ajan provoka
lıkların vücudunda m eydana gelen her türlü deği tör. || kışkırtıcı dürtü, psikol. B ir dış uyaranın et
şim. 2. Ilım an bölgelerde kışın bitkilerin, özellikle kisi altında ortaya çıkan dürtüler; kışkırtma.
yaprağını döken bitkilerin, ongun besi suyunu kes kışkırtıcılık, -ğı [kış-kır-t-ıcı-lık] is. 1. Kışkırtıcı
mesi olayı. 3. mecaz. Durgunluk, hareketsizlik dö- olma durumu. 2. Kışkırtıcı olan şeyin veya kim se
nemi. || kış üstü, Kış yakın zamanlar. | kış yapmak, nin niteliği.
(Hava için) soğuk ve karlı geçmek. kışkırtılm a, [kış-kır-t-ıl-ma] is. Kışkırtm ak eylemine
kışalama, [kış (yans.) > kış-a-la-ma] is. “Kış! ” diye uğram a durumu,
bağırarak kovalam ak işi. kışkırtılm ak, [kış-kır-t-ı-l-mak] edil. f. [-ır] K ış
kışalamak, [kış (yans.) > kış-a-la-mak] gçl. f. [-r] kırtm ak işi yapılmak; kışkırtm ak eylemine uğra
(Kuş veya kümes hayvanlan için) “Kış! ” diye ba mak.
KIŞ û iü r a iü iıiiffso z ijiiii. ,
kışkırtış, [kış-kır-t-ış] is. Kışkırtm ak eylemi veya kışın ot ve suyundan yararlanılan yer. 4. Kış mev
biçimi. siminde orduların, göçerlerin hayvanları ile birlikte
kışkırtma, [kış-kır-t-ma] is. 1. Kışkırtm ak eylemi; yayladan inip konakladığı yer. 5. {ağız} Köy. [DS]
tahrik; tahrikât. 2. Önceden tasarlanarak devlete, S kışlağa çekilmek, (Eskiden savaş halindeki or
bir kim seye veya bir gruba zarar vermek amacıyla, dular için) kış mevsimini geçirm ek üzere kasaba ve
bir topluluğu veya kişiyi yönlendirm e veya zorla şehirlerin yakınlarına yerleşmek.
m a girişimi. 3. psikol. Bir dış uyaranın varlığı ile kışlakçı, [kış-la-k-çı] {ağız} is. Sürekli olarak yazlıkta
ortaya çıkan iştah, istek, korku vb. dürtüler katego oturan kimse. [DS]
risi; kışkırtıcı dürtü, kışlama, [kış-la-ma] is. 1. K ışı bir yerde geçirmek
kışkırtm acı, [kış-kır-t-ma-cı] is. Kışkırtm ak eylem i eylemi. 2. as. Seferdeki bir ordunun kışı geçirmek
ni yapan kimse, üzere yakm bir yerdeki yerleşim birimi civarına
kışkırtm acılık, -ğı [kış-kır-t-ma-cı-lık] is. K ışkırt yerleşmesi. 3. dnz. Fırtına, buz ve soğuklar dolayı
macının yaptığı iş. sıyla bir deniz aracının sefere çıkm ayarak korunak
kışkırtm ak, [kış-kır (yans.) > kış-kır-t-mak] gçl. f. [- lı bir lim anda kışı geçirmesi. 4. Bazı bitkilerin to
ır] 1. (Kuş ve kümes hayvanları için) ürkütüp ko hum veya cücüklerinin uyku döneminden üreyici
valamak. 2. Birine m eydan okuyucu söz: ve davra uyanıklık durum una geçebilmeleri için oldukça
nışlarda bulunarak onun kendisine saldırmasına uzun bir dönem düşük sıcaklıkta beklemeleri du
sebep olmak; tahrik etmek. 3. Birini kınanabilecek rumu. 5. Bitkilerin gelişme, çimlenme, çiçeklenme
davranışlar yapmaya yöneltmek. 4. Birini, birisine gibi olağan dönemlerini, mevsimlerini geciktirmek
veya bir yere başkaldıracak ruhsal etkilenmede bı veya değiştirmek için tohum veya fıdeleri soğukta
rakm ak veya zorlamak; tahrik etmek. 5. {ağız} Sal bekletme. 6. Arıların, kışı kovanda kapalı olarak
dıran bir hayvanı veya kişiyi durdurmak; geri çe geçirmesi. 7. Sürü ve yılkı olarak yazı yaylalarda
virmek. [DS] geçiren hayvanların kışı kışlakta geçirmeleri.
kışkış, [kış (yans.) + kış] is. ikile. Balıkları ürkütüp kışlam ak1, [kış > kış-lâ-m ak ^ ^ lü ] (kışla:mak) gçsz.
ağlara doğru kaçırm akta kullanılan, ipe bağlı ortası f M [-l(ı)-yor] 1. Kışı bir yerde geçirmek; {eT}
delik taş. {eAT} {OsT} (aym) [ETY] [EUTS] [DLT] [Gabain] [Te
kışkışlama, [kış+kış-la-ma] is. Kışkışlamak işi. kin] 2. Kış gelmek. 3. argo. Kış mevsimini hapis
kışkışlam ak, [kış (yans.) > kış+kış-la-mak] gçl. f [- hanede geçirmek. S (birinin başında) kışlamak, 1.
r] [-l(ı)-yor] 1. (Kuş, kümes hayvanı vb. için) ür istenm ediği yerde, bir kimsenin başında uzun süre
kütüp kovalamak; kovalamak; kışlamak. 2. mecaz. kalmak. 2. Birine musallat olmak.
K ovalamak. kışlamak2, [kış (yans.) > kış-la-mak] gçl. f. [-r] [-
kışla, [eT. kış-lağ > kış-la] is. I. as. A skerlerin toplu l(ı)-yor] 1. (Kuş veya kümes hayvanları için) ür
olarak barındığı büyük bina ve bu binaların bulun kütmek; kovalamak; kaçırtmak; kışkışlamak; kışa-
duğu yer. 2. {ağızj Koyun ve keçi sürülerinin kışı lamak. 2. argo. Birisini başından defetmek; kov
mak.
geçirdikleri veya geceleri konuldukları kapalı ağıl.
[DS] 3. {ağız} Köye yakm tarla. [DS] 4. {ağız} Yakm kışlatm a, [kış-la-t-ma] is. Kışı bir yerde geçirmesini
köye gönderilen kışlık eşya. [DS] ö kışla gemisi, sağlamak eylemi,
D eniz kuvvetlerinde muharip hizmetlerin dışında kışlatm ak, [kış > kış-lâ-mak > kış-la-t-mak] g ç l.f. [-
askerlerin ikametine ayrılan gemi. | kışla hastane ır] 1. Kışlamasını sağlamak; {eT} (aym). [DLT] 2.
si, Kışla içinde bulunan revir.\\ kışla komutanı, Birine, bir hayvana veya bir deniz aracına kışı bir
K ışla bölgesinde görevli en üst komutan. || kışla yerde geçirtmek. 3. {eT} Bir şeyi üzerine alıp sak
subayı, Kışlanın bakım, onarım, demirbaş eşya, lamak. [DLT] 4. argo. Birini, birinin başına musal
arazi, tapu vb. gibi hizmetleriyle uğraşan subay. lat etmek.
kışlag, [kış > kış-lâ-m ak > kış-lâ-ğ] (kışla.ğ) {eT} is. kışlık, -ğı [kış > kış-lık] sf. 1. K ışa ait; kışla ilgili;
1. Kışı geçirecek yer; kış geçirilen yer; loşlanacak kışa uygun. 2. Kışın kullanılan; kış için. 3. is. Kışın
yer; kışlak; kışlık. [DLT] [ETY] [Gabain] oturulan konut. 4. Kışın giyilen elbise. 5. {eT} Kış
için hazırlanmış şey. [DLT] [EUTS]
kışlağ, [eT. kış > kış-lâ-mak > kış-lâ-ğ ^M si] (kış
kışm ak1, [kı-nıak (yapmak, kılmak) > kı-ş-mak] {eT}
la: ğ) {eA T} is. -*■ kışlak, dönşl. f. [-ur] 1. Kılmak; yapmak; etmek. [Tekin] 2.
kışlaglanmak, [kış-lâ-ğ > kışlâğ-lâ-n-mak] {eT} işteş, f. Birlikte kılmak; birlikte yapmak. [ETY]
dönşl. f. K ışlak edinmek; kışlamak. [DLT] kışmak2, [kış -mak] {eT} gçsz. f. [-ur] Meyletmek;
kışlak, -ğı [kış > kış-lâ-mak > kış-lâ-k {eT} kaymak; sapmak; dömnek. [DLT]
ı'eAT} {OsT} is. 1. Kışlık mesken. [Nevâyî] 2. {ağız} kışr, -şrı [Ar. kışr is. 1. Bir şeyin dış yüzü veya
K ışı geçirmek üzere geçici olarak kalman yer. [DS] kabuğu; kabuk. 2. gnşl. Yeryüzü. 3. ta sv f Bu dün
3. Kış m evsim inin geçirildiği yer; kışlanan yer; ya ve bu dünyaya ait zahirî varlıklar âlem i.S' kışr
ÖİBTİEİ1ML 2641 K IT
bağlamak, K abuk tutmak; kabuk bağlamak; ka lirsiz; hayal gibi. [DS]|| kıt kımır, {ağız} kıt k ı
buklanmak.]] kışr-ı arz, {OsT} Yer kabuğu.|| kışr-ı mıl. [DS]|| kıt sildi, {ağız} Ucu ucuna; kıl payı; da
badem, {OsT} Badem kabuğu.\\ kışr-ı dimağ, {OsT} ra dar. [DS]|| kıt tepe, {ağız} Ağaçların tepesi; do
anat. Beyin zarı.|| kışr-ı muh, {OsT} Beyin kabuğu; ruk. [DS]
pallium. || kışrında kalmak, B ir gerçeği anlaya kıt5, -ttı [Ar. kıtt Jas] {OsT} is. Kedi.
mamak; yüzeysel kalmak. || kışr-ı sânî, {OsT} bot.
İç kabuk.\\ kışr-ı sin, {OsT} anat. D işin dış kısmını kıt6, [kıt (yans.) ö i ] is. 1. {OsT} Çelik çomak oyu
kaplayan kısım; seman. |j kışr-ı şecer, {OsT} Ağaç nunda değneğin çeliğe hafifçe değmesi. [DS] 2.
kabuğu.\\ kışr-ı tâlî, {OsT} bot. İkincil kabuk. {OsT} A şık kemiğinin S şeklindeki oyuk tarafı. <3
kışrınca, [kışr-mca] (kışrı ’nca) zf. 1. Dış kısmından; kıt kıt, {ağız} Cimri. [DS]
dıştan. 2. Yüzeysel olarak; basitçe; sathî olarak, k ıt’a, -yı [Ar. kat‘ (kesme) > k ıt'a 4*LS] {OsT} is. 1.
kışrî, [Ar. kışr > kışrı tsyü] (kışri:) sf. 1. Kabuğa ait; Parça; tane; kısım; bölüm. 2. coğ. Yeryüzünün b ü
kabukla ilgili. 2. Kabuklu olan, ö kışrî hayvanlar, yük toprak parçası. 3. Komşu adalara oranla büyük
Kabuklu hayvanlar; kabuklular. toprak parçası; ana kara. 4. as. Silahlı veya silahsız
erlerin bir kumandanın emrinde toplanması ile
kışriye, [Ar. kışr > kışriyye ^.y^] {OsT} is. -*■ kışrî.
meydana gelen birlik. 5. ed. İki beyitten kurulmuş
B kışriye-i âliye, {OsT} zool. Yüksek kabuklular.
matlasız gazel biçimindeki nazım türü. 6. Ülke;
kışt, [kışt (yans.)] is. K arganın ötüşünü, seslenmesini memleket. 7. Kesilen bir organın bedende kalan
anlatan kök. [Zülfikar] kışt etmek. S1 kışt etmek, kısmı. 8. Ölçek. 9. mat. Herhangi bir geometrik
{ağız} Kuş, köpek ve kedileri ürkütmek; kovalamak. şeklin elips veya parabol biçiminde kesilmiş şekli.
[DS] S kıt’a buzulu, {OsT} Kutup bölgelerinde görülen
kıt1, [kat / ket / kıt / kit (yans.)] is. Pütürlü, tırtıklı ve çok geniş alanları kaplayan buzullar.\\ kıt’a-i
yüzeylere sürtünmeyi, kırmayı, kesmeyi, çatırdat- arz, {OsT} Yeryüzünün büyük kara parçalarından
mayı, kazıyıp koparmayı, kemirmeyi, diş diş yap her biri; yeıyü zü parçaları,|| k ıt’a-i cesîme, {OsT}
mayı anlatan kök. [Zülfikar] kıt-ır, kıt-ık, kıt-ır-da- B iiyükparça. || k ıt’a-i dâire, {OsT} mat. Daire p a r
mak, kıt-ır-cı, kıt-ır-tı, kıt-ır kıtır, kıt-la-mak, k ı t l çası; daire kesmesi.|| k ıt’a-i harkâfîye, {OsT} anat.
ık Kalça kemiği.\\ kıt’a-i kebîre, {OsT} ed. İki beyitten
kıt2, [kıd / kıt (yans.)] is. Bir şeyi kesip parçalamayı, fa zla olan kıt'a.\\ kıt’a-i küre, {OsT} mat. K üre
ufak parçalara ayırmayı, koparmayı, kemirerek ve kesmesi.|| kıt’a-i muhayyel, {OsT} Tasarlanan, h a
ya keserek ufaltmayı anlatan kök. [Zülfikar] kıt-ım yalde canlandırılan kıt'a; hayal k ıt'a .|| kıt’a-i
kıtım, kıt-ır-ık, kıt(t)-ık münkasime, {OsT} Bölüt; segment.]] k ıt’a-i m üs
kıt3, [kat > kıt c J ] is. 1. {eAT} Ön; yan; bir kimsenin takime, {OsT} mat. Doğru parçası.]] k ıt’a k ıt’a,
karşısı; huzur. 2. {ağız} Yön. [DS] 3. {ağız} Bir şeyin {OsT} Parça parça.]] kıt’a kumandanı, Sürekli ve
yakını. [DS] 0 kıta gitmek, {ağız} 1. Ölü çıkan bir y a geçici olarak emrindeki çeşitli sınıflardan kuru
eve yem ek vermek. [DS] 2. Muhtaç bir aileye yem ek lu birliklerin kumandanı.]] k ıt’alar arası, Bütün
vermek. || kıt ekmeği, Ölü evine kom şular tarafın kıt'aları birbirine bağlayan; k ıt’alar arasında bağ
dan gönderilen yemek. lantı ve ilişki sağlayan; k ıt’adan kıt'aya uzanan. ||
kıt’a sahanlığı, 1. coğ. Kıyı ile genellikle 200 m.
kıt4, [eT. kız (kıt) > kıt is ] sf. 1. İhtiyacı karşılaya
derinlikteki dip arasında uzanan az meyilli ve ka
mayacak kadar az; eksik. {eAT} (aynı) 2. (Duygu ve radan taşınmış tortullarla kaplı dip. 2. huk. K ıyıla
soyut kavram lar için) olması gerekenden, bekle ra bitişik ama karasuları dışında kalan doğal kay
nenden az olan; gelişmemiş olan. 3. Kıtlık. S1 kıtı nakları işletilmeye elverişli deniz yatağıyla onun
kıtına, ihtiyacı karşılamağa güçlükle yetecek ka toprak altında oluşan deniz alanı.]] k ıt’a yaylası,
dar; ucu ucuna; ancak.|| kıtı kıtına hesaplamak, K ıt 'aları çevreleyen ve denizlerin en sığ yerlerin
En ince, en küçük ayrıntılarına kadar hesaplamak,|| den kara bayırına kadar yayılan deniz bölgesi.]]
kıtı kıtına idare etmek, Yalnızca ihtiyacını karşı kıt’a-yı arz, {OsT} -* k ıt’a-i arz.11 kıt’a-yı askerî
layacak kadar az şeyle işini görmek. || kıtı kıtına ye, {OsT} A skerî birlik.|| kıt’a-yı cesîme, {OsT} -*
yetişmek, Son anda yetişm ek; ucu ucuna yetişmek; k ıt’a-i cesîme.|| k ıt’a-yı harkafîye, {OsT} anat. -*■
zamanından az önce gelmek. || kıtı kıtına yetmek, k ıt’a-i harkafiye.il k ıt’a-yı muhayyel, {OsT} -*
ihtiyaç duyulan kadar olmak; ancak yetm ek; hiç k ıt’a-i muhayyel.
artmadan yeterli olm ak.|| kıt kanaat, Sıkıntı, yo k
kıta, -a ’ı [Ar. k at' > kıta' jAtss] {OsT} is. 1. Kesme. 2.
luk ve güçlük içinde olma durumu; güçlükle; yo k
sulluk içinde. || kıt kanaat geçinm ek, Sıkıntı ve mat. Daire kesmesi. £? kıtâ’-ı dâire, {OsT} mat.
yokluk içinde, ancak çok zaruri ihtiyaçlarını karşı Daire parçası; daire kesmesi.
layarak yaşamak.\\ kıt kıdırım, {ağız} Kıtı kıtına; kıtaat, -ti [Ar. k ıt'a > k ıt’aât is. 1. Parçalar;
ucu ucuna; ancak. [DS]|| kıt kımıl, {ağız} Belli be bölükler; cüzler. 2. D ünyanın büyük kara parçaları;
KIT Û I ü M I İ İ f f lf C f S Ö M • 2642
k ıt’alar. 3. Ülkeler; memleketler. 4. Askerî birlik (Mısırlı) => kıtıpiyos] sf. argo. Değersiz; bayağı;
ler. S kıt’aât-i fenniye, {OsT} İstihkâm birliği.|| düşük nitelikli; işe yaramaz; sünepe.
kıt’aât-i fenniye subayı, {OsT} İstihkâm birliği kıtıpiyozluk, [kıtıpiyoz-luk] is. Kıtıpiyos olm a du
kom utanı.|| kıtaat-ı ham se-i m a’lûme, {OsT} D ün rumu.
yanın bilinen beş büyük kara parçası. kıtır1, [kıt (yans.) > kıt-ır] is. K ınlan bir cismin çı
kıtal1, -li [Ar. kati > kıtal J lâ ] {OsT} is. 1. Birbirini kardığı ses; kuru ve gevrek ses. S kıtır kıtır, 1.
öldürme; vuruşma, savaş. 2. Savaş; cenk. S kı- Ç ok kuru ve gevrek olan. 2. (Yemek, çiğnemek, kır
tâlü’l-bahr, {OsT} D eniz savaşı. mak, kesmek, doğram ak vb. için) “kıtır" sesi çıka
rarak]] kıtır kıtır kesmek, Acım a duymaksızın g ö
kıtal2, [Yun. lchotaâli [Tietze] => kıtal] {ağız} is. Ye
zünü kırpmadan öldürmek.
m iş toplamaya yarayan ucu torbalı çatal değnek.
[DS] kıtır2, [kıt-ır] {ağız} is. 1. Henüz olgunlaşmamış ka
kıtalmak, [kıt-al-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] Azalmak; vun; kelek. 2. Patlam ayarak kalmış m ısır taneleri.
kıtlaşmak. [DS] 3. Patlamış mısır. 4. Ateşte gevretilerek küçük par
çalara bölünmüş yufka ekmeği. 5. Bisküvi. [DS]
kıtar, [Ar. lçıtâr jUü] (kıta:r) {OsT} is. 1. Birbiri ar
kıtır3, [kıt-ır] {ağız} is. Kel hastalığı. [DS]
dınca sıralanmış hayvan sürüsü. 2. Bir lokomotifin
kıtır4, [Ar. kutr => kıtır] {ağız} is. Güç; kuvvet. [DS]
arkasında bulunan vagonların hepsi; tren dizisi. S
kıtârü’l-feres, {OsT} gök b. Tay takımyıldızı. fi1 kıtırdan düşm ek, {ağız} Yaşlılık dolayısı ile cin
kıtarmak, [kıt-ar-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] Çok üşü sel güçten kesilmek; çocuğu olm ayacak hâle gel
mek. [DS]|| kıtırı kesilmek, {ağız} Gücü kuvveti ke
m ek. [DS]
silmek; takatsiz düşmek. [DS]
kıtasal, [kıt’a-sal] sf. Kıtalara ilişkin; kıtaların yapısı
ile ilgili olan. S kıtasal iklim, coğ. Gece ile gün kıtır5, [Ar. hetir / hitr (boş lâf)/* ] is. 1. Anlamsız
düz, yaz ile kış arasında sıcaklık fa rk ı çok, yağışı söz; boş laf; saçma sapan söz. 2. Yalan ve uydunna
az olan iklim; kıta iklimi; kara iklimi. söz; palavra, {ağız} (aym) [DS] S1 kıtıra almak,
kıtıg, [kıd-mak > kıd-ığ] {eT} is. -*■ kıdıg. [EUTS] A lay etmek, {ağız} (aym) [DS]|| kıtır atmak, Yalan
söylemek; palavra atmak; uydurmak, {ağız} (aym)
kıtık1, [eT. kıd-m ak > kıd-ık] is. 1. {eT} Pamuk. [DS]
[EUTS] 2. D okum ada kullanılamayan, ancak m in kıtırak1, -ğı [kıt (az) > kıt-(ı)rak] {ağız} sf. Az; kıt.
der ve yastık gibi döşeme eşyalarının veya sıva [DS]
harcının içine konulan keten ve kenevir liflerinin kıtırak2, -ğı [kıt (yans.) > kıt-ır-a-k] {ağız} sf. Gev
kalın olanı. 3. {ağız} Taranması güç saç. [DS] 4. rek. [DS]
mim. Sıva harçlarına katılan keten lifi. kıtırayık, -ğı [kıt-ır-a-y-ık] {ağız} is. B ir tür kalın
kıtık2, -ğı [kıt-ık] {ağız} is. 1. Leblebi. 2. M ısır ek patiska. [DS]
m eğinin kabuğu. [DS] kıtırcı, [kıtır-cı] sf. argo. Çok yalan söyleyen; palav
kıtıklama, [kıtık-la-ma] is. Etrafına veya içine kıtık racı; {ağız} (aynı). [DS]
doldurm ak eylemi, kıtırcılık, -ğı [kıtır-cı-lık] {ağız} is. Yalancılık. [DS]
kıtıklamak, [kıtık-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1.
kıtırdak1, -ğı [kıt (yans.) > kıt-ır-da-k jb^Ls] {eAT}
(Yastık, m inder vb. için) kıtıkla doldurmak. 2.
Sandığa konularak ambalajlanmış kırılabilir eşyala {OsT} {ağız} is. K uyruk ve iç yağı gibi maddeler
rın sarsılarak kırılmaması için etrafını kıtıkla bes eritildikten sonra geriye kalan katı kısımlar; yum u
lemek. şak kemiksi madde; kıkırdak. [DS]
kıtıklı, [kıtık-lı] sf. İçine kıtık konulmuş, kıtıkla dol kıtırdak2, -ğı [kıt (yans.) > kıt-ır-da-k] {ağız} sf. 1.
durulmuş olan, Gevrek. 2. is. İyice patlamamış mısır. [DS]
kıtırdama, [kıt-ır-da-ma] is. Kıtırtı sesi çıkarmak
kıtıklıg, [kıd-mak > kıd-ığ-lığ] {eT} sf. Pamuklu.
eylemi.
[EUTS]
kıtırdamak, [kıt-ır-da-mak] gçsz. f. [-r] [-d(ı)-yor]
kıtıl1, [kıt-ıl] {ağız} is. 1. Yüzsüz yorgan. 2. Yatağın,
1. (Kuru ve gevrek bir nesne için) kınlırken “kıtır”
yorganın iç astarı. [DS]
diye ses çıkarmak. 2. {ağız} (Eklemler için) oyna
kıtıl2, [kıt-ıl] {ağız} is. Kuru ağaç yaprağı. [DS]
tırken veya bükerken ses çıkarmak. [DS]
kıtım, [kıt > kıt-ım] {ağız} is. Az; küçük parça. S
kıtırdatm a, [kıt-ır-da-t-ma] is. Kıtırtı sesi çıkartmak
kıtım kıtım, {ağız} Azar azar; parça parça. [DS] eylemi.
kıtımak, [kıt-ı-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] (Çocuklar için)
kıtırdatm ak, [kıt-ır-da-t-mak] g ç l . f [-ır] 1. (Yeme,
birbirini oyunda ütmek. [DS]
çiğneme, kesme, kırma, doğrama sırasında) kıtırtı
kıtınak, -ğı [kıt-ın-ak] {ağız} is. Üzüm salkımların sesi çıkartmak; kıtır kıtır etmesine sebep olmak. 2.
daki küçük salkım aklardan her biri; çıngıl. [DS] {ağız} (Ekm ek için) gevretmek. [DS]
kıtıpiyos, [Yun. kata (aşağı) + piyos (kim) / egiptios kıtırık1, -ğı [kıt-ır-ık] {ağız} is. 1. Ateşte gevretilerek
■ 1 İ R » i l . 2643 KIV
küçük parçalara bölünmüş yufka ekmeği. 2. sf. Çok kıtmık, -ğı [eT. kıd-mak > kıt-mık] {ağız} is. Yonga;
kuru. [DS] kıymık. [DS]
kıtırık2, -ğı [kıt-ır-ık] {ağız} is. Yüzeydeki girinti çı kıtmır, [kıt-mır] {ağız} sf. 1. Cimri; pinti; hasis. 2.
kıntı; pürüz. [DS] Elinden iş gelmeyen; beceriksiz. 3. (Kişi için) kısa
kıtırım, [Ar. hetr => kıtır > kıtır-ım] {ağız} is. Yalan boylu. [DS]
söz; palavra. [DS] kıtmırlanmak, [kıt-mır-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-
kıtırış, [kıtır-ış ?] {ağız} is. İyici büyüdüğü hâlde ır] İnatçılık etmek. [DS]
olgunlaşmamış bitki veya ekin. [DS]
kıtmir, [Ar. kıtm îr (kıtmi:r) {OsT} is. 1. Hurm a
kıtırm ak1, [kıt-ır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Aşık oyu
çekirdeğinin üzerindeki zar. 2. Eskiden kullanılan
nunda, aşığı sıkarak ve döndürerek atmak. [DS]
çok küçük bir ağırlık ölçüsü birimi. 3. A z ve değer
kıtırmak2, [kıt (yans.) > kıt-ır-mak] {ağız} is. 1. İyice siz şey. Ashab-ı K e h f in yanında bulunan köpeğin
kızarmış ekmeklerin üzerinden kopan sert ve ince adı. 4. Türkistan Türklerinin yerine ulaşması için
kabuklar. 2. Kıkırdak. [DS] yardımı dokunacağı düşüncesi ile mektup zarfı
kıtırnak, -ğı [kıt (yans.) > kıt-ır-(ı)n-ak] {ağız} is. üzerine adresten sonra yazdıkları kelime. 5. gnşl.
Bütün çıkarılmış ceviz içi. [DS] Köpek. 6. {ağız} sf. Çok kaşınan; uyuz. [DS]
kıtırtı, [kıt-ır-tı] is. 1. K ıtırdam a sesi; kırılan gevrek kıtnaşmak, [kıt-(ı)n-a-ş-mak] {ağız} işteş, f. [-ır]
bir şeyin çıkardığı ses. 2. {ağız} Eklem lerde oyna Aşırı açlık yüzünden yiyecek için itişip kakışmak.
ma, bükülme sırasında çıkan ses. [DS] 3. {ağız} Sert [DS]
ve kuru yiyecekleri ağızda çiğnerken çıkan ses. kıttı, [kıt (yans.) > kıt(t)-ı] {ağız} is. Leblebi. [DS]
[DS] kıttık, -ğı [kıt(t)-ı-k] {ağız} is. Küçük sabun; sabun
kıtış, [kıt-ış] {ağız} is. Küçük, kara bir tür mantar. parçası. [DS]
[DS] kıttırh, [kıt(t)-ır-lı] {ağız} is. İdare lambası; kandil.
kıtkıtlamak, [kıt+kıt-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(ı)- [DS]
yor] Yavaş yavaş pişirmek. [DS] kıv1, [kıv (yans.)] is. Fırlama, atlama, sıçrama anla
kıtlama, [kıt (yans.) > kıt-la-ma] is. 1. “K ıt” sesi tan kök. [Zülfikar] kıv-ıl, kıv-ıl-cım
çıkarma durumu. 2. sf. (Çay için) bir parça kesme kıv2, [kıv (yans.)] is. 1. Hayvan seslerini, bağırışları
şekeri kırdıktan sonra ağızda tutarak içilen. 3. nı andıran sesleri bildiren kök. [Zülfikar] kıv-cı, kıv-
{ağız} Azla idare etme. [DS] 4. {ağız} Isırma. [DS] 5. la-m ak 2. {ağız} Sürek avında, yaban hayvanlarını
zf. (Çay içmek) kırılarak bir parça şekeri ağızda inlerinden çıkarmak için avcıların çıkardığı ses;
tutarak. kuru gürültü; bağırtı. [DS]
kıtlamak, [kıt (yans.) > kıt-la-mak] gçsz. f. [-r] [- kıv3, [kıv (yans.)] is. Kaynaşmayı, kıpırdanmayı
l(ı)-yor] (Parmak, ayak bileği vb. eklem ler için) anlatan kök. [Zülfikar] kıv-ıl kıvıl, kıv-ıl-da-mak,
herhangi bir hareket sırasında “kıt” sesi çıkarmak, kıv-ış kıvış,
kıtlaşma, [kız / kıt3-la-ş-ma] is. İhtiyaçları giderme kıv4, [kıv j j ] {eT} {eAT} is. 1. Kut; devlet; baht; sa
yecek duruma gelme eylemi, adet; azamet. [DLT] [EUTS] [KB] [Gabain] 2. İstek.
kıtlaşmak, [kız / kıt3-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. [Gabain] 3. {ağız} Baht; yazgı; kader. [DS]
İhtiyaçları karşılayam ayacak duruma gelmek; kıt kıv5, [kıv] {eT} is. Ayakkabı. [EUTS]
duruma gelmek. 2. (Ticaret eşyası için) piyasada az kıv6, [kıv] {eT} is. Hasislik. [Gabain]
bulunur olmak, kıv7, [kıv] {ağız} is. 1. Bir iş ya da ürünün olgunlaş
kıtlık, -ğı [kız / kıt3-lık] is. 1. İhtiyacı karşılayamama ma zamanı. 2. Fırsat. [DS]
hâli; kıt olma; azlık; yetersizlik. 2. Kuraklık vb. kıv8, [kıv] {ağız} is. Kıvılcım. [DS]
sebeplerle bir ülkede temel ihtiyaç maddelerinin kıv9, [kıv] {ağız} is. Fırsat; koz. [DS]
yeterli olamaması halinde m eydana gelen ve halkın k ıv 10, [kıv / kıp / kıb] {ağız} sf. Tez; ivedi. [DS]
aç kalm asına veya açlıktan ölmesine sebep olan kıv ad m ak , [kıv > kıv-â-mak > kıva-d-mak] {eT} gçl.
açlık hâli; genel olarak giyecek ve yiyecek yoklu 1. Kutlam ak; hürm et etmek; saymak; saygı göster
ğu. 3. Besin maddelerinde ülke çapında görülen mek. [EUTS] 2. M esut etmek. [EUTS] [Gabain]
büyük darlık. 4. mecaz. (Duygular ve soyut kav kıval, [kıvâl] {eT} sf. (Burun için) çekme; düzgün.
ram lar için) yokluk; azlık; bulunm am a hâli. S (bir [DLT] S kıval burun, {eT} Çekme burun. [DLT]
şeyin) kıtlığına kıran girmek, H iç bulunmaz ol
kıvam 1, [Ar. kavım > kıvam fljS] (kıva;m) {OsT} is.
mak; piyasadan çekilmek; köküne kıran girmek. ||
kıtlıktan çıkmış gibi, Oburca; açgözlülükle; doy Dikler; doğrular.
m ak bilmeden. kıvam2, [Ar. kıvam f\y ] (kıva:m) is. 1. Durma biçi
kıtmak, [kıt-mak] {ağız} gçl. f. [-ar] 1. Azaltmak. 2. mi; varlığını devam ettirme; durma; duruş. 2. D i
Az vermek. [DS] rek. 3. (Sıvı veya sıvı niteliği ta şıla n maddeler
KIV IM IİİK E S ü M • 2644
için) koyuluk derecesi; koyuluk. 4. mecaz. B ir şe kıvançlı, [kıv-an-ç-lı] sf. 1. Övünç duyan; iftihar
yin en uygun zamanı; en uygun durumu; tav. 5. eden. 2. Sevinç duyan,
Gerekli şartların var olması. 6. Olgunluk. 7. Bir kıvandırma, [kıv-an-dır-ma] is. Kıvandırmak eyle
şeyin var olma sebebi; temel unsur; dayanak; te mi.
mel. 8. Betonun donmaya başlamadan önceki sıkı kıvandırmak, [kıv-an-dır-mak {eAT} {OsT}
lığı. 9. (Bir yağlı boya, vernik vb. için) akmaya
gçl. f. [-ır] 1. Kıvanç duymasını sağlamak; mem
karşı gösterdiği direnç. S kıvâm -ı dîn, {OsT} D i
nun etmek; sevindirmek. {ağız} (aynı) [DS] 2. He
nin direği.|| kıvam ını bulmak, Tam istenilen nite
veslendirmek; istekli hâle getirmek,
liğe ulaşmak; olgunlaşmak.|| kıvam ü’d-dîn, {OsT}
kıvandurm ak, [kıv > kıv-â-mak > kıva-n-mak >
D inin direği.
kıvamlandırma, [kıvam-la-n-dır-ma] is. Kıvamlan kıvan-dur-m ak {eT} {eAT} gçl. f. [-ur]
dırm ak eylemi, Sevindirmek.
kıvam landırmak, [kıvam-la-n-dır-malc] gçl. f. [-ır] kıvanış, [kıvan-ış] is. Kıvanmak eylemi veya biçimi,
1. (Sıvı ve sıvı sayılan maddeler için) koyuluğunu kıvanışmak, [kıvan-ış-mak {eAT} işteş, f. [-
istenen niteliğe getirmek; kıvamlaştırmak. 2. U y ur] Hep birlikte sevinmek; birlikte kıvanmak,
gun duruma getirmek; olgunlaştırmak. 3. Kıvam
kıvanm a, [kıvan-ma] is. K ıvanmak eylemi; iftihar
almasını sağlamak; koyuluk kazandırmak,
etme.
kıvamlanma, [kıvam-la-n-ma] is. Kıvamlanmak ey
kıvanm ak, [kıv (kut, baht) > kıv-â-mak > kıva-n-
lemi.
m ak jiljs ] dönşl. f. [-ır] 1. {eT} {eAT} {OsT} {ağız}
kıvam lanmak, [kıvam-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1.
(Sıvı ve sıvı sayılan maddeler için) koyuluğu iste Ö vünülecek bir iş yapmaktan dolayı gurur duymak;
nen niteliği almak; kıvamlaşmak. 2. Uygun duruma övünmek; iftihar etmek; sevinmek; memnun ol
gelmek; olgunlaşmak. 3. Kıvam almak; koyuluk mak. [DK] [DS] 2. {eAT} {ağız} Haz duymak; iş
kazanmak. görmeye özenmek; heveslenmek. [DS] 3. {ağız}
Övünmek. [DS] 4. {ağız} Güvenmek. [DS]
kıvamlaşma, [kıvam-la-ş-ma] is. K ıvamlaşm ak eyle
mi. kıvanuşmak, [kıv-an-uş-mak {eAT} işteş, f.
kıvam laşm ak, [kıvam-la-ş-mak] dönşl. f [-ır] 1. [-ur] Hep birlikte sevinmek,
(Sıvı ve sıvı sayılan maddeler için) koyuluğu iste kıvaşdam ak, [kıv-ış-da-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
nen niteliği almak; kıvamlanmak. 2. Uygun duru d(ı)-yor] Kımıldamak. [DS]
ma gelmek; olgunlaşmak, kıvcı, [kıv-cı] {ağız} is. 1. Sürek avında, hayvanlan
kıvam laştırıcı, [kıvam-la-ş-tır-ıcı] is. 1. Sıvı bir ürkütm ek için ses çıkaran kimse. 2. Yol gösteren;
ürünün kıvamını arttırmaya yarayan kim yasal bağ kılavuz. [DS]
layıcı. 2. B ir asıltıyı kıvamlaştırmaya yarayan ay kıvçak, [kıv > kıv-çak] {eT} is. 1. Kof; boş. [KB] 2.
gıt. 3. Bağlayıcı, kıvamlaştırıcı etken, Şanssız. [KB] 3. Yabani. [KB]
kıvam laştırma, [kıvam-la-ş-tır-ma] is. Kıvamlaştır- kıvgaşmak, [kıv-(ı)g~a-ş-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
malc eylemi. (Kapı, pencere vb. için) açık kalmak; kıygaşmak.
kıvamlaştırmak, [kıvam-la-ş-tır-mak] g ç l.f. [-ır] 1. [DS]
(Sıvı ve sıvı sayılan maddeler için) koyuluğunu kıvgıds, [kıv-gıd-ı] {iğiz} is. Ağız mızıkası. [DS]
istenilen niteliğe getirmek; kıvamlandırmak. 2. kıvı, [kıv-ı] (kivi;) {eT} sf. 1. Boş. [KB] 2. Süreksiz.
Uygun duruma getirmek; olgunlaştırmak, [KB] 3. Kısa. [KB]
kıvamlı, [kıvam-lı] s f 1. Kıvamında olan; gerektiği kıvıcık, -ğı [kıv-ı-cık / kıv-ı(ç)-ık] {ağız} is. Süt
şekilde koyu. 2. mecaz. En olgun durumda olan; en pişirirken kazanın dibine yapışan tasım. [DS]
uygun zamanında olan; tavında olan, kıvıç1, -cı [kıv-ıç] {ağız} is. 1. înce çam dalı. 2. Çam
kıvamölçer, [Ar. kıvam + T. ölç-er] is. Boya, vernik ların iğne gibi yapraklan. [DS]
ve yağların koyuluk derecesini ölçmekte kullanılan kıvıç2, -cı [kıv-ıç] {ağız} sf. (Kişi için) kısa boylu,
alet. zayıf ve kuru. [DS]
kıvamsız, [kıvam-sız] sf. 1. Kıvamında olmayan; kıvık, -ğı [kıv-ık] {ağız} sf. Biraz aralık; kıynaşık.
koyuluğu gerektiği şekilde olmayan. 2. mecaz. Ol [DS]
gunluk derecesi yeterli olmayan; durumu ve zama kıvıktırmak, [kıv-ık-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] 1.
nı elverişli olmayan; tavında olmayan. A cele ettinnek. 2. G özünü korkutarak istediğini
Kıvan, [kıv-an] {ağız} is. Ahmak; budala; şaşkın. [DS] yaptırmak. [DS]
kıvanç, -cı [kıv-an-ç] is. 1. Övünme; övünç; iftihar. kıvıl, [kıv (yans.) (atlama, sıçrama) > kıv-ıl] is. 1.
2- Memnunluk; sevinç; hoşlanma; {ağız} (aym). [DS] {ağız} Ateşten sıçrayan küçük ateş parçaları; kıvıl
® kıvanç duymak, Memnun olmak; sevinmek; cım. [DS] 2. Kaynaşma; kıpırdaşma. S kıvıl kıvıl,
iftihar etmek. {ağız} 1. K ıpır kıpır. 2. (Çalışmak için) durmadan,
flliiffiti İHBCE S İ M • 2645 K IV
harıl harıl. 3. Birçok canlının hareket etmesinden kıvırcıklaşmak, [kıv-ır-cık-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır]
doğan kaynaşma; canlılık. 4. Kalabalık; çokluk. Kıvırcık hâle gelmek; kıvırcık durum almak,
[DS] kıvırdım, [kıv-ır-dım] {ağız} is. 1. Gelin çeyizi. 2.
kıvılcık, -ğı [kıv-ıl-cık] {ağız} is. Can sıkıntısı. [DS] Evlenirken oğlanın babası tarafından kıza verilen
kıvılcım, [kığ-ıl-cım > kıv-ıl-cım / kıv (atlama, sıç ve kızın öz malı sayılan para ya da eşya. [DS]
rama) + çmg (çarpma sesi) > çıng-ı (kavı tutuştur kıvırgak, [*kıvır-mak > kıvır-ğâ-mak > kıvırğa-k]
m ak için çakmaktan çıkan ateş parçası) > kıv- {eT} sf. Hasis; haris. [Gabain]
ıl+cıng > kıvılcım ?] is. 1. Yanan bir maddeden kıvırış, [kıv-ır-ış] is. Kıvırmak eylemi veya biçimi,
kopup sıçrayan küçük ateş parçaları. 2. Gerilim
kıvırkak, [*kıvır-mak > kıvır-ğâ-mak > kıvırğa-k]
altında bulunan iki iletken uç arasında elektron at
{eT} sf. Tamahkâr; hasis; eli sıkı. [EUTS]
laması sonucu oluşan yanıp sönen ışık. 3. Demir ve
kıvırkaklanm ak, [kıvırğa-k > kıvırğak-lâ-mak >
taş gibi sert iki cismin çarpması sonucu meydana
gelen ateş sıçraması. 4. mecaz. Önemli bir sonuca kıvırğak-la-n-mak] {eT} dönşl. f. Hasislik etmek;
neden olan harekete geçirici etken veya sebep. 5. cim rilik etmek. [EUTS] [Gabain]
{ağız} Koyun kılı ve samanla karıştırılm ış tandır kıvırkanmak, [*kıvır-mak > kıvır-ğâ-mak > kıvırğa-
yakacağı. [DS] fi1 kıvılcım gibi, {ağız} Sürekli ve n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Hasislenmek; hasislik
tez hareket halinde. [DS] etmek; cimrilik etmek. [EUTS]
kıvılcımlama, [kıv-ıl-cım-la-ma] is. 1. Elektrik kı kıvırma, [kıv-ır-ma] is. 1. Kıvırmak eylemi; kıvrık
vılcımı ile bazı dokuları harap etme yöntemi. 2. hâle getirme. 2. Kıvrılmış yer veya parça. 3. {ağız}
K ıvılcımların ısı yolu ile aşındırm asından yararla Bir tür tatlı; saraylı. [DS] 4. {ağız} Sapı bükülerek
narak elektrik akımı yardımı ile metal üzerinde zamanından önce olgunlaşması sağlanan kavun
aşındırma işlemi, veya karpuz. [DS]
kıvılcımlanma, [kıv-ıl-cım-lan-ma] is. Kıvılcımlan- kıvırmak, [kıv (yans.) > kıv-ır-mak] gçl. f. [-ır] İ .
mak eylemi. Eğrilterek bükmek. 2. Kıvrık hâle getirmek; bük
kıvılcımlanmak, [kıv-ıl-cım-lan-mak] gçsz. f. [-ır] lüm büklüm yapmak. 3. Bir şeyin kenarlarını par
Kıvılcım saçarak yanmaya başlamak; kıvılcımlı mak uçları ile bükerek kıvrık hâle getirmek. 4. B el
hâle gelmek. li bir yana doğru çevirmek; döndürmek. 5. K atla
kıvılcımlı, [kıv-ıl-cım-lı] sf. Kıvılcım saçan; kıvılcı mak; kırmak. 6. (Saç için) çeşitli araçlarla dalgalı
mı olan. bir biçim vermek. 7. Kalçaları iki tarafa sallayarak
kıvılcımsız, [kıv-ıl-cım-sız] s f Kıvılcım saçmayan; yürümek. 8. Kalçaları iki yana sallayarak veya gö
kıvılcımı olmayan, bekle beraber bir daire çeviriyormuşçasına oyna
kıvıldamak, [kıv-ıl-da-malc] {ağız} g ç sz.f. [-r] [-d(ı)- mak. 9. mecaz. Bir işin üstesinden gelmek; becer
yor] (İnsan ve hayvan kalabalığı için) kaynaşmak. mek. 10. B ir kumaşın kenarlarını katlayarak tersin
[DS] den dikmek. 11. Yapmak istememek; dönmek; yan
kıvıldaşmak, [kıv-ıl-da-ş-mak] {ağız} işteş, f. [-ır] -*■ çizmek; vazgeçmek. 12. Uydurarak anlatmak; ya
kıvıldamak. [DS] lan söylemek. 13. {ağız} Çalmak; aşırmak. [DS] 14.
kıvılık, [kıvı > kıvı-lık] {eT} is. Süreksizlik. [KB] argo. Elde etmek; kazanmak. S1 kıvır kıvır, K ıv
kıvındırık, -ğı [kıv-m-dır-ık] {ağız} sf. (Kapı, pence rım kıvrım; büklüm büklüm.\\ kıvır zıvır, 1. D erm e
re vb. için) az aralık; az açık. [DS] çatma; önemsiz; değersiz. 2. Önemsiz ayrıntı.
kıvırcık, -ğı [kıv-ır-cık] sf. 1. Küçük küçük kıvrıntı kıvırsık, -ğı [kıv-ır-sık] {ağız} is. Semizotu. [DS]
ları olan; kıvır kıvır olmuş; aşırı kıvnntılı. 2. is. kıvırşak, -ğı [kıv-ır-(ı)ş-a-k] {ağız} sf. 1. Buruşuk;
zool. Trakya ve M arm ara Bölgesinde yetişen beyaz kırışık. 2. (Saç için) ondüleli. [DS]
yünlü, ince uzun kuyruklu koyun ırkı; kıvırcık ko
kıvırşık, -ğı [kıv-ır-(ı)ş-ık] {ağız} is. 1. Pazı bitkisi. 2.
yun. 3. Bu koyunun yapağısı; Trakya yapağısı. 4.
Pancar yaprağı. [DS]
Bu koyunun eti. 5. bot. Yaprakları küçük ve kıvrım
kıvırtma, [kıv-ır-t-ma] is. Kıvırmak işini yaptırmak
kıvrım olan, göbeksiz ve damarsız yeşil salata; kı
eylemi.
vırcık salata. 6. {ağız} Sığırcık kuşu. [DS] S kıvır
cık karanlık, {ağız} Akşam la yatsı arası; alaca ka kıvırtmak, [kıv-ır-t-mak] g ç l.f. [-ır] 1. Kıvrılmasını,
ranlık. [DS]|| kıvırcık koyun, zool. Trakya ve bükülmesini sağlamak. 2. gçsz. f. Kalçalarını kıvı
Marmara Bölgesinde yetişen beyaz yünlü, ince rarak yürümek. 3. Sözünden dönmek; caymak.
uzun kuyruklu koyun ırkı. || kıvırcık h’hana, bot. kıvış1, [kıv-ış] {ağız} is. Kaynaşmayı, kıpırdanmayı
Yaprakları ufak ufak kıvrılan bir tür lahana. || kı anlatan yansımalı gövde. 0 kıvış kıvış etmek,
vırcık salata, bot. Yaprakları küçük küçük kıvrılan {ağız} Yerinde duramamak; kımıldamak. [DS]||
ve salatası yapılan bir cins marul, (Lactuca sativa). kıvış yavuş etmek, {ağız} Ağzı sulanmak. [DS]
kıvırcıklaşma, [kıv-ır-cık-la-ş-ma] is. Kıvırcıklaş kıvış2, [kıv-ış] {ağız} is. Keçi pisliği. [DS]
mak durumu. kıvışdamak, [kıv-ış-da-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
K IV ÖIÜMIKSİİM • 2646
d(ı)-yor] 1. Yerinde duramamak; yaram azlık yap kıvraklaşma, [kıv-(ı)r-a-k-la-ş-ma] is. Kıvraklaşmak
mak. 2. A cı duymak. [DS] eylemi.
kıvışık, -ğı [kıv-ış-ık] {ağız} is. Pazı bitkisi. [DS] kıvraklaşm ak, [kıv-(ı)r-a-k-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır]
kıvışkan, [kıv-ış-kan] {ağız} is. Pazı bitkisi. [DS] Kıvrak duruma gelmek,
kıvışmak, [kıv-ış-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Soğuktan kıvraklık, -ğı [kıv-(ı)r-a-k-lık] is. 1. Kıvrak olma
donmak. [DS] durumu. 2. Hareketlerdeki yumuşaklığa rağmen
kıvıtm ak1, [kıv-ıt-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] (Kapı, canlılık ve hareketlilik; kıvrakça davranış. 3. Zihin
pencere vb. için) biraz aralık bırakmak. [DS] sel işleklik; çabuk karar verebilme; olaylar, olgular
ve m eseleler arasında kolayca doğru ilişki kurabil
kıvıtmak2, [kıv-ıt-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] Çalmak.
[DS] me; zihin canlılığı; zihin uyanıklığı. 4. Anlatımın
akıcılığı; dilin işlekliği,
kıvkı, [kıv-kı] {ağız} is. Su kabağından yapılma tas.
[DS] kıvraltm ak, [kıvra-l-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] (İplik
kıvlam ak1, [kıv-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] vb. için) bükmek. [DS]
1. Kışkırtmak; isteklendirmek. 2. Sürek avında ya kıvram , [kıv(ı)r-a-m] {ağız} is. Kıvrım, ö kıvram
ban hayvanlarını inlerinden çıkarmak için gürültü kıvram, {ağız} Kıvrım kıvrım. [DS]
yapmak. [DS] kıvram a, [kıv-(ı)r-a-ma] is. Kıvram ak işi.
kıvlam ak2, [kıvra-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor] kıvram ak1, [kıv-ır-a-mak > kıv-(ı)r-a-mak] g çsz.f. [-
Koşmak. [DS] r] [-r(ı)-yor] 1. Aşırı bükülm ekten dolayı buruşup
kıvlanmak, [kıv-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Se toplanmak; kıvırcık hâle gelmek. 2. Hızlı hızlı yü
vinmek; kıvanmak. [DS] rümek; yürüyüş hızını arttırmak; acele gitmek.
kıvmak, [kıv-mak] {ağız} gçsz. f. [-ar] Koşmak. [DS] {ağız} (aynı) [DS] 3. Harekete geçmek; davranmak.
kıvlıg, [kıv > kıv-lığ] {eT} sf. Mutlu; mesut; bahtiyar. kıvram ak2, [kıv-(ı)r-a-mak] {ağız} g ç sz.f. [-r] [-r(ı)-
[EUTS] yor] A ğır yük altında ezilmek; oflayıp püflemek.
[DS]
kıvracık, -ğı [kıv-r-a-k-cık > kıv-r-a-cık] (kı ’vracık)
kıvram ak3, [kıv-(ı)r-a-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-r(ı)-
zf. 1. Fazla uğraşmayı gerektirmeyen; derli toplu;
yo r] (İplik vb. için) bükmek. [DS]
işi kolay olan. 2. İşini tez elden yapan; ayağına ça
buk; hamarat, kıvram baç, -cı [kıv-(ı)r-a-mbaç / kıvran-maç] {ağız}
is. Dönemeç. [DS]
kıvrak’, -ğı [kıv-ır-mak > kıv-ır-a-k > kıv-(ı)r-a-k
kıvrandırılm a, [kıv-(ı)r-a-n-dır-ıl-ma] is. Kıvrandır
j b j 5] sf. 1. Canlı; hareketli; hamarat; atik; çevik;
m ak eylemi yapılm a durumu,
çalışkan, {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} mecaz. Güzel; kıvrandırılmak, [kıv-(ı)r-a-n-dır-ıl-mak] edil. f. [-ır]
şık; yakışıklı; hoşça. [DS] 3. {ağız} Dayanıksız; di 1. Kıvranm asına sebep olunmak. 2. mecaz. Acı
reşmez. [DS] 4. mecaz. Akıcı; takıntısız; işlek. 5. çekmesine sebep olunmak; ıstırap verilmek; üzül
{ağız} Erken davranan; erkenden olgunlaşan; acele mesine sebep olmak,
ci; tez; ivedi. [DS] 0 kıvrak buğday, Erkenden
kıvrandırm a, [kıv-(ı)r-a-n-dır-ma] is. Kıvrandırmak
olgunlaşarak ilkbaharda hasat edilen buğday. ||
eylemi.
kıvrak darı, {ağız} İnce taneli, çok patlayan bir tür
kıvrandırm ak, [kıv-(ı)r-a-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1.
mısır. [DS]|| kıvrak kıvrak, K ıvrak olarak; kıvrak
K ıvranm asına sebep olmak. 2. mecaz. Çok acı çek
ça,|| kıvrak olmak, {ağız} Çabuk olmak. [DS]|| kıv
tirmek; üzmek; ıstırap vermek,
rak yürüyüş, (Al için) sağa sola ahenkli bir salın
kıvranıklı, [kıv-(ı)r-a-n-ık-lı] {ağız} sf. (İplik, ipek
m a ile yürüyüş.
vb. için) çok bükülmüş ve bu yüzden birbirine do
kıvrak2, -ğı [kıv-(ı)r-ak jl jj î] {ağız} is. 1. El tezgâh laşmış. [DS]
larında dokunmuş siyah kumaştan yapılm a üste kıvranış, [kıv-(ı)r-a-n-ış] is. Kıvranmak eylemi veya
giyilen bir tür entari; yeldirme; ferace. 2. İnce tül biçimi.
bent veya ipekliden yapılma baş örtüsü veya gelin kıvranka, [Rus. grivanka [Tietze]] {ağız} is. Ağırlık
lerin yüzüne örtülen krep. {OsT} (aym) 3. El tezgâh ölçüleri. [DS]
larında kıvrılmış temiz iplikten dokunmuş bez. 4. kıvranm a, [kıv-(ı)r-a-n-ma] is. Kıvranmak eylemi,
K ısa kadın eteği. 5. Kısa pantolon. [DS] 6. Sürfile.
kıvranm ak, [kıv-(ı)r-a-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1.
7. {OsT} {ağız} sf. (İp için) kıvrık; fazla bükülmüş. Şiddetli ağrı, sızı, sancı gibi fiziksel bir sebep ya da
[DS] S kıvrak büküm, Sürfile. || kıvrak gömlek,
korku, üzüntü, heyecan gibi aşırı duygusal sebep
{ağız} Çok bükülmüş iplikten dokunmuş dayanıklı lerle olduğu yerde eğilip bükülmek, {ağız} (aynı)
kumaştan yapılan gömlek. [DS] [DS] 2. mecaz. Acı çekmek; ıstırap çekmek; üzül
kıvrakça, [kıv-(ı)r-a-k-ça] (kıvra’kça) sf. 1. Kıvrak mek. 3. mecaz. Bir şeye şiddetle ihtiyaç duymak;
biçimde davranan. 2. zf. Kıvrak bir biçimde; kıvrak bir şeyi ele geçirmek için uğraşmak, {ağız} (aynı)
olarak. [DS] 4. {ağız} Bir şeyin çevresinde dönmek. [DS]
Ö l ü M I İ M Î S İ M . 2647 K IY
kıvrantı, [kıv-(ı)r-a-ntı] ıs. Kararsızlık; karar vere 3. Büküle büküle devam eden; çok dönemeçli. 4.
memekten ileri gelen iç sıkıntısı, Kıvrılarak. || kıvrım kıvrım kıvranmak, 1. Çok acı
kıvraşık, -ğı [kıv-(ı)r-a-ş-ık] {ağız} sf. Birbirine sa çekerek kıvranmak; çok kıvranmak. 2. Çeşitli se
rılmış. [DS] beplerle sıkıntı içinde bulunmak; şiddetli ihtiyaç
kıvraşmak, [kıv-(l)r-a-ş-mak] {ağız} işteş, f. [-ır] içinde bulunmak. || kıvrım kıvrım olmak, Dalgalı
Helezon gibi birbirine sarılmak. [DS] bir hâl almak; büklüm büklüm olmak.
kıvratm a1, [kıv-(ı)r-a-t-ma] is. 1. K ıvratmak işi. 2. kıvrımca, [kıv-(ı)r-ım-ca] {ağız} is. Toprak altında
{ağız} El tezgâhında temiz ve kıvrılmış iplikten do fındık büyüklüğünde yumrusu olan bir ot; deveta
kunmuş bez. [DS] banı. [DS]
kıvratma2, [kıv-(ı)r-a-t-ma] {ağız} is. Su musluğu. kıvrımlanma, [kıv-(ı)r-ım-la-n-ma] is. Kıvrımlı bir
[DS] durum alma eylemi,
kıvratm ak1, [kıv-(ı)r-a-t-mak gçl. f. [-ır] (İp, kıvrımlanmak, [kıv-(ı)r-ım-la-n-mak dönşl. f. [-ır]
1. Kıvrımlı duruma gelmek. 2. Kıvrım kazanmak,
tel vb. için) katladıktan sonra kendi üzerinde bük
kıvrımlaşma, [kıv-(ı)r-ım-la-ş-ma] is. Kıvrımlı bir
mek; {eAT} {ağız} (aynı). [DS]
durum alma eylemi,
kıvratmak2, [kıv-(ı)r-a-t-mak] gçl. f. [-ır] H ızlan
kıvrımlaşmak, [kıv-(ı)r-ım-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır]
dırmak; kıvraklık kazandırmak; {ağız} (aynı). [DS]
Kıvrımlı duruma gelmek; kıvrım kıvrım olmak,
kıvrık1, -ğı [kıv-(ı)r-ık] sf. 1. Bükülmüş; yuvarlakça
kıvrımlı, [kıv-(ı)r-ım-lı] sf. Kıvrımı olan; kıvrılmış,
şekil verilmiş. 2. Bükülü durumda olan; kıvrılmış
kıvrımsı, [kıv-(ı)r-ımsı] sf. H afif kıvrımlı görünümde
olan. 3. Katlanmış; bükülmüş. 4. {ağız} is. Döne
olan.
meç; viraj. [DS] fi1 kıvrık dal, Heykel, resim, ku
kıvrımsılaşma, [kıv-(ı)r-ım-sı-la-ş-ma] is. jeol. Y er
yum culuk gibi sanatlarda dal ve yaprakların bü
hareketleri sonucu toprak tabakalarının birkaç san
kümü şeklinde oluşturulmuş süs öğesi.
tim etrelik kıvrımlar oluşturması,
kıvrık2, -ğı [kıv-(ı)r-ık] {ağız} is. 1. Çömlek; tencere.
kıvrınka, [? kıvrınka] {ağız} is. (M etrik sisteme geç
2. İki kulplu testi. 3. Yılan. [DS]
meden önce) ağırlık ölçüleri. [DS]
kıvrık3, -ğı [kıv-(ı)r-ık] {ağız} is. Z ayıf kalmış çocuk.
kıvrıntı, [kıv-(ı)r-ıntı] is. 1. Kıvrımlı bir şeyin kıv
[DS]
rılma yeri; bükülme noktası; kıvrım; büküm; bük
kıvrık4, -ğı [kıv-(ı)r-ık] {ağız} sf. Kendini beğenmiş.
lüm. 2. Yol, su gibi uzayıp giden şeylerin kıvrıldığı
[DS]
bölüm; dönemeç; kıvrım; büküntü.
kıvrıklık, -ğı [kıv-(ı)r-ık-lık] is. Kıvrık olm a duru
kıvrış, [kıv-(ı)r-ış] {ağız} is. 1. Arası açık boynuz. 2.
mu.
Açık ayaklı at. [DS]
kıvrıktırmak, [kıv-(ı)r-ık-tır-mak] {ağız} g ç l . f [-ır]
kıvrışık, -ğı [kıv-(ı)r-ış-ık] {ağız} sf. 1. Kıvırcık. 2.
Hızlandırmak; ivdirmek. [DS]
Buruşuk; kırışık; eğri büğrü. [DS]
kıvrılış, [kıv-(ı)r-ıl-ış] is. K ıvrılm ak eylemi veya
kıvrışmak, [kıv-(ı)r-ış-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1.
biçimi.
Bükülmek. 2. Birbirine karışmak; dolaşmak. [DS]
kıvrılma, [kıv-(ı)r-ıl-ma] is. 1. K ıvrılm ak eylemi;
kıvrız, [kıv-(ı)r-ız] {ağız} is. 1. Gelinlerin yüzüne
kıvrık hâle getirilme. 2. jeol. Yüzey katmanlarının
örtülen renkli tül ya da krep. 2. Kadınların başları
tektonik etkilerle kırılmadan bükülü bir hâl alm ala
na örttükleri ince tülbent. [DS] S kıvrıza karmak,
rı.
{ağız} (Tarlaya ekilen tohum için) derine düşm ek ya
kıvrılmak, [kıv-(ı)r-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. Kıvırmak
da gübre altında kalarak yeryüzüne çıkam adığın
eylemi yapılmak; kıvrık hâle getirilmek. 2. gçsz. f.
dan sararmak. [DS]
Eğilip bükülmek; katlanmak. 3. (Saç vb. için) dal
kıvşak, -ğı [kıv-(ı)ş-a-k] {ağız} is. Tavşan çalısı. [DS]
galı bir görünüm almak; kıvırcık hâle gelmek; bük
kıvşamak, [lcıv-(ı)ş-a-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-ş(ı)-
lüm büklüm olmak. 4. Kangal hâline gelmek; çö
yor] Hızlı yürümek; kıvramak. [DS]
reklenmek. 5. Bir yere büzülerek yatmak. 6. (Yol,
su, yolcu vb. için) belli bir yöne dönmek; sapmak, kıvşdtı1, [kıv-(ı)-ş-ıl-tı] {ağız} is. Çabuk ve kısa
adım larla gezinme; gidip gelme. [DS]
kıvrım, [kıv-ır-mak > kıv-(ı)r-ım] is. 1. Kıvrılan yer;
kıvşdtı2, [kıv-(ı)-ş-ıl-tı] {ağız} is. Gizli konuşma;
kıvrıntı yeri; büklüm; katlanan bir şeyin büklümü.
fısıltı. [DS]
2. Yol, su gibi uzayıp giden şeyin büküldüğü, yön
değiştirdiği yer; dönemeç, {ağız} (aynı) [DS] 3. jeol. kıvşırılmak, [kıv-(l)ş-ır-ıl-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
(Yer kabuğunu oluşturan katm anlar için) yer kabu Kendine çeki düzen vermek; derlenip toplanmak;
ğunun hareketleri sonucunda sıkışan katmanların bir büyüğe hürm et için toparlanmak. [DS]
meydana getirdiği dalgalı oluşum. 4. B ir tür tatlı; kıvurmak, [kıv-ur-mak] {eAT} g ç l.f. [-ur] Kıvırmak.
saray burma, {ağız} (aym) [DS] 5. {ağız} Çörek. [DS] [DK]
S kıvrım kıvrım, 1. D algalı bir görünüm de olan; kıy1, [kıy (yans.)] is. Keman yayının sesini, sürtmeyi
kıvrımları olan. 2. Çok kıvrık; kıvır kıvır; buruşuk. anlatan kök. [Zülfikar] kıy-kı
KIY İ M m u t S O M . 2648
kıy2, [kıy] {ağız} ünl. “Hey! ” anlamında çağırma sö İnsanın giyimine veya dış görünüşüne bakarak ve
zü. [DS] buna dayanarak kişiliğini, ahlakını, kişilik özellik
kıy3, [kıd > kıy ,_/] is. 1. {eT} Sınır; hudııt; mahalle. lerini tahmin bilgisini içeren kitap,
kıyafetsiz, [kıyafet-siz] (kıya:fetsiz) sf. Giyinişi ve
[EUTS] 2. {eAT} {ağız} Kıyı; kenar; yan. [DS]
görünüşü düzgün veya uygun olmayan; kötü gi
-kıya, [-kıya / -kiye / -kma / -kine] {eT} yap. e. Pekiş
yimli kimse; kılıksız,
tirm e veya küçültme anlamı veren edat veya isim
kıyafetsizlik, -ği [kıyafet-siz-lik] is. Kıyafeti kötü ol
den isim türetme eki. söz-kiye (sözcük)
ma durumu; kılıksızlık,
k ıy a 1, [kıy-mak > kıy-a L5] zf. 1. {eAT} {OsT} Öldü
kıyağı, [kıd-ak-ı / kıyağı / kıyakı ^ L s ] {eAT} is. 1.
resiye. 2. is. Cana kıyma; adam öldürme; cinayet.
B ir topluluğun bir ağızdan çıkardığı gürültü. 2. sf.
fi1 kıya b a k m ak , {eAT} Yan bakmak; öfkeyle bak
Kıyasıya; haddinden çok. 3. M ükemmel; öngörülen
mak; öldüresiye bakmak. [DK]|| kıya k ıya b a k
gibi; layıkıyla. 4. Korkunç; dehşet verici; müthiş.
m ak, {eAT} Öldürecekmiş gibi kinle bakmak.\\ kıya
u ru şm a k , {eAT} Şiddetli çarpışmak; kıyasıya dö k ıy a k 1, -ğı [kıy (yans.)] is. Sürtünmeyi veya sürtün
vüşmek. meye benzer durum larda çıkan sesi anlatan yansı
malı gövde. S k ıy ak k ıyak, {ağız} (Tavuk sesi için)
k ıya2, [kı-yâ L3] (kıya:) {eAT} sf. 1. Yatay. [DK] 2.
hiç durmadan bağırarak; cıyak cıyak. [DS]
{eAT} {OsT} (Bakmak için) dik dik; dikkatle; kes k ıy ak 2, [kanak] {eT} is. 1. Et suyu yağı. 2. Tereyağı;
kin. t? kıya b ak m ak , {eAT} Göz ucuyla bakmak; kaymak. [DLT]
ya n bakmak. || kıya kö rm ek , {eT} Yan bakmak;
k ıy ak 3, -ğı [eT. kıd-m ak > kıd-ak / kıy-ak jL s] sf. 1.
arkaya bakmak. [DLT] 11 kıya tikm ek, {eT} Dikkatle
bakmak. {eAT} {OsT} {ağız} Kıyıcı; yırtıcı; vurucu; kırıp dö
kıyacak, -ğı [kıy-mak > kıy-acak] {ağız} is. 1. Çam kücü; zalim; gaddar. [DS] 2. Benzerlerinden üstün;
kabuğunu ufalamak için kullanılan araç. 2. Üzerin mükem mel; eşsiz; şık. 3. Güzel; biçimli; iyi giyim
de et kıyılan tahta. [DS] li; yakışıklı; hoş; âlâ; {ağız} (aym). [DS] 4. {ağız}
kıyacı, [kıy-a-cı] is. Cana kıyan kimse; adam öldüren Yiğit; yürekli. [DS] 5. {ağız} Çok tatlı. [DS] 6. {ağız}
kişi; cani. (Söz, davranış için) ağır; okkalı. [DS] 7. is. Hoşgö
rü; ayrıcalık tanıma. S k ıy ak çekm ek, argo. K ar
kıy ad alam ak , [kıy-a-da-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-
şılıksız iyilikyapmak.\\ k ıyak geçm ek, argo. Birine
l(ı)-yor] (Kapı, pencere vb. için) biraz aralamak;
karşılıksız yardım da buhmmak.\\ k ıy ak k açm ak,
aralık bırakmak. [DS]
argo. P ek uygun düşmek; yakışmak. || k ıy ak y ap
kıyadalı, [kıy-a-da-lı] {ağız} sf. (Kapı, pencere vb.
m ak , argo. Birine yardım etmek.
için) az açık. [DS]
k ıy ak 4, -ğı [kıy-mak > kıy-ak] {ağız} is. Sazlıklarda
kıyadet, [Ar. kıyadet o^Ls] (kıya;det) {OsT} is. Ku biten, hayvanların aç kalm adıkça yemediği, kuru
mandanın yaptığı iş; kumandanlık, fi1 k ıy ad et et duğu zam an yanlan keskinleşen bir çayır otu. [DS]
m ek, Kumanda etmek. k ıy ak 5, -ğı [kıy-a-k] {ağız} sf. (Kapı, pencere vb. için)
kıyafet, [Ar. kıyafet ciL s] (kıya.fet) {OsT} is. 1. Bir biraz açık; aralık. [DS]
topluluğun, bir kurumun veya bir ülkenin belirli bir kıyakçı, [kıy-ak-çı] is. 1. Atları çiftleştirirken erkek
döneme ait giyinme biçimi; giyim. 2. Bir elbisenin atın erkeklik organım tutup dişi atın dişilik organı
çeşitli kısım larının tümü. 3. Resmî giyim; ünifor na yönelten kişi. 2. argo. K umarda çok cesur dav
ma. 4. Bir şeyin dış görüntüsü; genel görüntüsü; ranarak bütün parasını bir seferde oyuna süren
biçim; şekil; suret, S’ kıyafet balosu, Alışılmış kimse. 3. Başkalarına çok yardımı dokunan kimse;
günlük giysilerin dışında her türlü özel giyimin iyiliksever. 4. Hep başkalarının yardımı peşinde
serbest olduğu balo.|| kıyafet değiştirm ek, 1. Elbi koşan kimse; bedavacı; beleşçi. 5. Esrar içen kim
se değiştirmek. 2. Tanınmayacak bir kılığa bürün se; esrarkeş.
mek. 3. (Topium için) m illî kıyafet ve giyiniş tarzını kıyakı, [kıd-mak > kıyak-ı ^ U i] {eAT} {OsT} is. -*
değiştirmek.|| kıyafet d ü şk ü n ü , Kıyafeti kötü olan kıyağı.
kim se.|| kıyafetine düşk ü n , Giyim kuşamına özen kıy ak laşm a, [kıy-ak-la-ş-ma] is. Kıyak duruma gel
gösteren; süslü giyinmekten zevk alan. || kıyafet me.
ilm i, Yüze ve dış görünüşe bakarak bir kimsenin iç k ıy ak laşm ak , [kıy-ak-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Kıyak
dünyasını okuma sanatı; ilmü 'l-kıyâfe.
durum a gelmek; hoşa gidecek biçim almak,
kıyafetli, [kıyafet-li] (kıya.fetli) sf. Belirtilen nitelik
k ıyaklık, -ğı [kıy-ak-lık] is. 1. K ıyak olma dunımu.
te bir kıyafete sahip olan,
2. Kıyakçıya yakışan davranış,
kıyafetnam e, [Ar. kıyafet + Far. -nâme -utüiUi] (kı k ıy alam ak , [kıy-a-la-mak] {ağız} gçl. f [-r] [-l(ı)-
y a fe tim : me) is. 1. Çeşitli dönemlere ve toplumlara yor] (Kapı, pencere vb. için) biraz aralamak; aralık
ait giyinme biçimlerini gösteren resimli albüm. 2. bırakmak. [DS]
A M I » M S . 2649 K IY
kıyalı, [kıy-a-lı] {ağız} sf. (Kapı, pencere vb. için) başka bir şey ile karşılaştırma; aralarındaki uyum
biraz aralık; az açık. [DS] ve uyumsuzluğun miktarını belirleme; oranlama. 3.
kıyam , [Ar. kıyam j»Ls] (kıya:m) {OsT} is. 1. Ayağa (Kelime için) bir kelimenin şekil ve anlam bakı
mından başkalarından örnek alınarak türetilmesi;
kalkma; ayakta durma. 2. Bir işe kalkışma; girişme;
ömekseme. 4. Benzetme yolu; ömekseme. 5. huk.
teşebbüs etme; davranma; girişim. 3. İsyan etme;
Bir olaya uygulanan bir hukuk kuralının benzer
karşı gelme; başkaldırma. 4. Namazın ayakta kılı
olaylara da uygulanması. 6. İsi. huk. Hakkında açık
nan kısmı; namazda ayakta durma; namaz. 5. isi.
ve kesin bir hüküm bulunmayan bir olay hakkında,
Ölümden sonraki tekrar diriliş; kıyam et günü diri
ayet ve hadislerle kesin bir hüküm konulmuş ben
lip kalkma. S kıyanı b illâh, {OsT} tasvf. M anevi
zer bir olaya ait kuralı örnek alarak, bir hüküm çı
menzillerin hepsini geçtikten sonra oluşan beka
karma. 7. man. Doğru iki yargıdan üçüncü bir yar
bi'llah mertebesindeki istikamet.\\ kıyam binefsihi,
gıya varma; tasım, t? kıyasa m u halefet, {OsT} B ir
{OsT} Varlığını kendiliğinden sürdüren; A llah.|]
kelimenin anlam ve söyleniş bakımından kurallara
kıyam etm ek, 1. Ayağa kalkmak. 2. Girişmek; kal
aykırı olarak kullanılması; kurallara aykırılık. ||
kışmak; başlamak. 3. İsyan etmek; baş kaldırmak;
karşı gelmek.\\ kıyâm -ı kıyam et, {OsT} isi. Kıyam et kıyas etm ek, Karşılaştırmak; mukayese etmek. ||
kıyas eylem ek, Karşılaştırmak; mukayese etmek. ||
günü ölülerin dirilerek ayağa kalkması. || kıyam
li’llâh, {OsT} tasvf. Gaflet uykusundan uyanık olma kıyâs-ı b âtıl, {OsT} Anlamsız veya gülünç benzet-
ve Allah yolunda gafletten uzak bulunma.]] kıyâm me. || kıyâs-ı celî, {OsT} mant. B üyük önermesinden
ve isyan, {OsT} Ayaklanma. hüküm çıkarılan kıyas; açık kıyas.\\ kıyâs-ı fâsit,
{OsT} mant. Mantığa aykırı kıyas.|| kıyâs-ı fu k ah â,
kıyam et, [Ar. kıyam et c~»L5] (kıya;met) {OsT} is. 1. {OsT} İsi. huk. Bilginler tarafından din î konularda
Ölülerin tekrar dirileceği ve mahşerde toplanmak çıkarılan hükümler.\\ kıyâs-ı hafi, {OsT} Büyük
üzere, A llah’tan başka bütün varlıkların yok olaca önermesi hatırlanmayan veya gizli olan kıyas. || kı-
ğı zaman; hesap günü; din günü. 2. mecaz. Gürültü yâs-ı istik ra n î, {OsT} mant. Tam ve eksiksiz kıyas.\\
ve karışıklık. 3. Büyük sıkıntı; felaket; bela, ö k ı kıyâs-ı kazîb, {OsT} mant. H atalı kıyas; güvenil
yam et alam eti, 1. Kıyametin kopacağını önceden m ez kıyas.\\ kıyâs-ı lügâvî, {OsT} Ö m eksem e yolu
belirten işaret ve olgular. 2. İçinde bulumdan za ile kelime türetme.|| kıyâs-ı m atvî, {OsT} mant. B ü
manı beğenmeyenler tarafından beğenilmeyen olay y ü k veya küçük önermesi söylenmeyen y a da gizli
ve olgular için kullanılan söz. | k ıyam ete k a d a r, olan kıyas.|| kıyâs-ı m evsülü’n-netâyiç, {OsT}
Dünya durdukça; dünya var oldukça; dünyanın mant. Vargısı başka bir kıyasta iki önermeden biri
sonuna kadar; çok uzun süre. || k ıyam ete k alm ak , durumunda olan kıyas; ön tasım. || kıyâs-ı m ukas-
Bir işin bitirilmesi, halledilmesi imkânı kalmamak.\\ sem , {OsT} mant. İki seçeneği bulunan ve her iki
kıyam et gibi, P ek çok; çok.\\ k ıy am et g ü n ü , A l seçeneğinin de vargısı aynı olan kıyas; ikilem. ||
lah 'tan başka bütün varlıkların y o k olacağı, ölüle kıyâs-ı m üdellel, {OsT} mant. Önermelerinden biri
rin hesap verm ek üzere tekrar diriltileceği gün. |] veya her ikisi de kanıtıyla birlikte belirtilen kıyas;
kıyam eti k o p arm ak , Ortalığı birbirine katmak; kanıtlı kıyas.|| kıyâs-ı m ü lh ak , {OsT} mant. Büyük
bir şeye kızmaktan dolayı bağırıp çağırmak; kar veya küçük önermelerinden biri başka bir kıyasın
gaşa ve tartışma, çekişme ortamı yaratmak.\\ kı vargısı durumunda olan kıyas; astasım.]] kıyâs-ı
yam et k o p m ak , 1. Allah 'tan başka bütün varlıklar m ü rek k ep , {OsT} mant. Önermesi ikiden fa zla olan
yok olmak; kıyamet günü gelmek. 2. Aşırı gürültü kıyas.]] kıyâs-ı m üselsel, {OsT} mant. Zincirleme
ve karışıklık olm ak.|| k ıyam et k ö p rü sü , {OsT} Sırat kıyas.|| kıyâs-ı sah îh ii’l-erk ân , {OsT} mant. Büyük
köprüsü. |1 k ıy am etler k o p a rm a k , Ortalığı birbiri ve küçük önermeleri, vargısı eksiksiz ve yanlışsız
ne katmak; bir şeye kızarak bağırıp çağırmak; fe r olan kıyas.]] kıyâs-ı nefs, {OsT} mant. Kendinden
yat fig a n etm ek.|| K ıy am et m i k o p a r? (Bir dilek örnek alma; kendine benzeterek hüküm çıkarma. ||
veya iş için) yapılırsa çok kötü bir sonuç doğmaya kıyas k a b u l etm ez, K arşılaştırılmak istenen iki şey
cağını anlatmak için kullanılan söz; “N e önemi arasındaki fa rkın çok fa zla olduğunu belirtmek için
var?”; "Ne çıka r? ”; “N e olmuş sanki?" söylenir.
kıyan, [kıy-an] {eT} is. 1. Dağdan inen gür ve hızlı
k ıyasat, [Ar. kıyâsât oL-Ls] (kıya;sa;t) {OsT} is. 1.
sel; azgın sel; kükrem iş sel. [DK] 2. Sert; çevik;
kuvvetli. [Reşidettin] Kıyaslar. 2. mant. Tasımlar.
kıyand, [Sansk. ganda] {eT} is. Gergedan. [EUTS] kıyasen, [Ar. kıyâsen L-Ls] (kıya ’.sen) {OsT} zf. 1.
[OKD] Kıyas edilerek; kıyas yoluyla. 2. Benzetme yoluyla.
k ıyandkat, [Sansk. ganda => kıyand-kat] {eT} is. -*■ 3. Oranla; karşılaştırarak. 4. Kurala uygun olarak.
kıyand. [OKD]
kıyasım ukassem , [Ar. kıyâs-ı mukassem p—i» j-L j]
kıyas, [Ar. kıyâs j-Ls] (kıya:s) {OsT} is. 1. B ir şeyi
(kıya; ’sımukassem) {OsT} is. man. İki seçeneği bu-
başka bir şeye denk sayma; bir tutma. 2. B ir şeyi
K IY öIÜMIİİffliCE SOM • 265ö
lunan ve her iki seçeneğinin de vargısı aym olan kıygaç2, -cı [kıy-gaç] {ağız} is. Yorgan iğnesi. [DS]
kıyas; ikilem, kıygaç3, -cı [kıy-gaç ?] {ağız} is. Büyük bakraç. [DS]
kıyasıya, [kıy-mak > kıy-a-s-ı-y-a] (kıya’siya) zf. 1. kıygaç4, -cı [kı-gaç / kız-gaç] {ağız} is. Güneş gören
Ö ldürm ek amacıyla; canına kıym ak düşüncesiyle. ve kuytu yer. [DS]
2. sf. Çok şiddetli; müthiş; korkunç. k ıy g alam ak , [kıy-ga-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
kıyasî, [Ar. kıyâsı (kıya:si:) {OsT} sf. 1. Ben l(ı)-yor] Aksamak; topallamak; yektirmek. S
zetm e veya karşılaştırma yoluyla elde edilen; kı kıygalaya kıygalaya, {ağız} Aksaya aksaya; topal-
yaslanarak varılan; benzetme yoluyla elde edilen. laya topallaya. [DS]
2. Kurala uygun olarak yapılmış olan; kurala uy kıygan, [kıy-gan] {ağız} is. Kaldırım vb. döşeme iş
gun; kurallı. 3. man. (Yargı için) Bilinen iki öner lerinde kullanılan büyük tabaka halindeki taş. [DS]
meden hareketle elde edilen, k ıy g an ak , -ğı [kıy-ga-n-ak] {ağız} is. Bütün olarak
çıkarılmış ceviz içi. [DS]
kıyasiyat, -ti [Ar. kıyâsiyyât o l_ L 5 ] (kıya:si:ya:t)
kıygaşık, -ğı [kıy-(ı)k-aş-ık] {ağız} sf. (Kapı, pencere
{OsT} is. Benzetm e ve kıyaslama ile olanlar; kıyasi-
vb. için) biraz açık; az aralık. [DS]
ler.
k ıy g aştırm ak , [kıy(ı)-k-aş-tır-mak] {ağız} g ç l.f. [-ır]
kıyasiye, [Ar. kıyâsiyye (kıya:siye) {OsT} is. -* (Kapı, pencere vb. için) biraz açmak; az aralık et
kıyasiye. mek. [DS]
kıyaslam a, [kıyas-la-ma] is. Karşılaştırm ak eylemi; kıygaşuk, -ğu [kıy-(ı)k-aş-ık] {ağız} is. -*• kıygaşık.
mukayese etme, [DS]
kıyaslam ak, [kıyas-la-mak] g ç l . f . [-r] [-l(i)-yor] 1. kıy g ı1, [kıy-gı] is. 1. Haksızlık; gadir. 2. Acımazlık;
B ir yönden iki ve daha çok şeyin nitelik ve nicelik zulüm.
lerini karşılaştırmak; mukayese etmek. 2. Benzet kıygı2, [kıy-gı] {ağız} is. Bütün olarak çıkarılmış
mek; bir tutmak; denk tutmak, ceviz içi. [DS]
kıyaslanm a, [kıyas-la-n-ma] is. Kıyaslanmak eyle kıygıç, -cı [kıy-gıç] {ağız} is. Bağ bıçağı. [DS]
mi; karşılaştırılma, kıygıdı, [kıy-(ı)g-ıt-ı] {ağız} is. Yaylı saz; çalgı. [DS]
kıy aslanm ak, [kıyas-la-n-mak] edil. f. [-ır] Kıyas kıygılam ak, [kıy (yans.) > kıy-gı-la-mak] {ağız} gçl.
lam ak işi yapılmak; karşılaştırılmak. f M [-l(L)- y ° r] M adenî bir seyi azıcık eğelemek.
k ıy a t1, [Sansk. ganda => kıyand > kıyat] {eT} is. [DS]
Gergedan. k ıy g ın 1, [kıy-gın] sf. Haksızlığa uğram ış; mağdur.
k ıy at2, [Far. kâğız => kâğıt] {ağız} is. Kâğıt. [DS] kıygın2, [kıy-gın] {ağız} is. Arduaz taşı; kayağan taş.
kıyça, [kıd > kıy-ça] {eT} sf. Yakında olan; uzakta [DS]
kıygınlık, -ğı [kıy-gm-lık] is. Haksızlığa uğramış
olmayan. [EUTS]
olmak; haksızlığa uğramak; mağdurluk; mağduri
k ıydak, -ğı [kıy-da-k] {ağız} is. Kısa adımlarla hızlı
yet.
yürüyüş. [DS]
kıygışık1, -ğı [kıy-(ı)g-ış-ık] {ağız} is. (Kapı, pencere
k ıy d ırık , -ğı [kıy-dır-ık] {ağız} is. Bacağı eğri ve
vb. için) az açık; biraz aralık. [DS]
topal kimse. [DS]
kıygışık2, -ğı [kıy-(ı)g-ış-ık] {ağız} sf. Eğri bacaklı;
k ıy d ırm a, [kıy-dır-ma] is. Küçük parçalar hâlinde
topal. [DS]
doğratma eylemi.
kıygıy, [kıy+gıy] {ağız} is. Keman benzeri yaylı çal
k ıy d ırm a k 1, [kıy-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1. B ir şeyi
gı. [DS]
küçük parçalara böldürmek; kıym ak işini yaptır
kıyguk, -ğu [kıy-gu-k] {ağız} is. Yorgan iğnesi. [DS]
mak; doğratmak. 2. (Tütün, et vb. için) ince ince
doğratmak; ince ve küçük parçalar hâlinde kestirt- kıyğaç, -cı [kıy-(ı)g-aç] {ağız} sf. Eğri; çapraz. [DS]
mek. kıyı, [eT. kıd-m ak > kıd-ığ > kıyı] is. 1. Kenar; uç.
k ıy d ırm ak 2, [kıy-dır-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] K endi {eAT} (aym) [DK] 2. Deniz, göl, akarsu gibi her türlü
ni pahalıya satmak; naz etmek. [DS] doğal su kütlesinin etrafını saran toprak şeridi; kara
kıyem , [Ar. kıymet > kıyem |*J] {OsT} is. Kıymetler; ile suyun birleşim yeri. 3. Denizin en alçak olduğu
değerler. yerdeki çizgi ile kara arasındaki değme bölgesi;
karanın deniz boyunca uzanan kesimi; sahil. 4.
kıyem i, [Ar. kıyem i ,_ ^ ] (kıyemi:) {OsT} sf. Az
gnşl. B ir ülkenin, bir okyanusun veya bir denizin
bulunan, kıymetli ve pahalı şey. kara ile kom şu olan yerlerinin tümü; sahil. 5. Sınır
kıyem iyat, [Ar. kıyem iyât ü U i ] (kıyemi:ya:t) {OsT} lı iki alanı birbirinden ayıran engelin bulunduğu
is. A z bulunur, değerli şeyler; kıymetli eserler. yer; kenar. 6. mecaz. Tenha yer; ıssız yer; ücra yer.
kıygaç1, -cı [kıy-gaç] {ağız} sf. 1. Köşeleme; çapraz; 7. {ağız} Sınır. [DS] 8. {ağız} Duvar; bahçe duvarı.
eğri. 2. Üçgenimsi. [DS] [DS] 9. {ağız} Çit. [DS] ö kıyı akıntısı, coğ. Hızı
İ I Ü M I lîE S Ö M .2 6 5 1 K IY
günde on iki mili geçmeyen yavaş akıntı; kıyıya rına acımadan kötülük yapan; acımasız; gaddar;
eğik gelen dalgaların oluşturduğu akıntı. || kıyı ba zalim; merhametsiz; insafsız.
lıkçılığı, Küçük teknelerle kıyıya vakın yerlerde kıyıcı2, [kıyı-cı] is. dnz. Kıyıya vurmuş olan gemi
yapılan balıkçılık.\\ kıyı bucak, Göze çarpmayan kalıntılarını devletten izin alarak toplayan kimse,
yer.II kıyı çizgisi, dnz. Herhangi bir anda deniz ile kıyıcık, -ğı [kıyı-cık] {ağız} is. Çok yakın yer; kom
karanın sınır oluşturduğu çizgi. || kıyı çizmek, şu. [DS] S kıyıcığından geçmek, {ağız} Görüp g e
{OsT} Bir tarafa çekilmek; yan çizmek; kaçm ak.|| çirmek; oldukça maceralı bir hayatı olmak. [DS]
kıyı çulluğu, zool. Yağmur kuşları takımının çul- kıyıcılık, -ğı [kıy-ıcı-lık] is. 1. Kıyıcı olm a durumu.
lukgiller fam ilyasından yarım metre kadar boyda 2. Gaddarlık; zulüm; insafsızlık. S kıyıcılık et
Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika 'da yaşayan bir kuş, mek, Başkalarına hiç çekinmeden kötülük etmek;
(Limosa lapponica).\\ (bir) kıyıda, Dikkati çekme acımasız davranmak; gaddarlık etmek; zalimce
yecek, göze çarpmayacak bir yerde; gözden uzak davranmak; merhamet etmemek; insafsızlık etmek.
bir yerde. || kıyıda bucakta, Göze çarpmayan; dik kıyığ, [eT. klğ / kıyığ] {ağız} is. Koyun, keçi pisliği;
kati çekmeyen yerlerde; ötede beride; kenarda kö- gübre. [DS]
şede. || kıyıda köşede, Göze çarpmayan; dikkati kıyığlamak, [kıyığ-Ia-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] (H ay
çekmeyen yerlerde; ötede beride; kenarda köşede. || van için) pisliğini yapmak; terslemek. [DS]
kıyıdan açılmak, dnz. Rüzgâr veya akıntı sebebiy
kıyıh, [eT. klğ > kıyıh] {ağız} is. -*• kıyığ. [DS]
le kıyıya sürüklenmişken buradan açılmak, uzak-
laşmak. || kıyıdan gitmek, dnz. Kıyıya yakın yerler k ıyık1, [kıd-uk / kıy-ık {eT} is. 1. Cayma. [DLT]
den seyretmek. || kıyı dili, coğ. Körfezin önünü ka [KB] 2. Eğrilik; eğri olan; çarpık; kıyılmış. [EUTS]
patan, denizle bağlantısı olsa bile körfezi gö l du [DLT] [KB] 3. Sözde durmama; sözde durmayan.
rumuna sokan, denizin getirip yığdığı kum çakıl [DLT] 4. {OsT} (Parmak vb. için) bir şeyin üzerine
birikintisi.|| kıyı düzlüğü, coğ. Karanın kıyı bo binm iş olarak; üzerine yatmış veya yapışmış.
yunca uzanan düzlük kesimi. || kıyı gölü, coğ. Bir kıyık2, -ğı [kıdığ-mak (kıyılamak; kenarını dikmek) >
koyun önünün deniz birikintileri ile kapanması so kıdı-mak > kıdı-k > kıyı-k {OsT} {ağız} is. 1.
nucu meydana gelen göl; lagün. || kıyı görünüşü, Yorgan iğnesi; kalın iğne. 2. Çuvaldız. [DS]
Kıyının kıvrım ve engebelerini şem a biçiminde gös
kıyık3, -ğı [kıd-mak > kıd-ık j-ü] {eAT} {OsT} sf. K ı
teren desen. || kıyı izlemek, dnz. Kıyı boyunca g it
mek; kıyıyı yakından takip etmek; kıyıdan ayrıl yıcı; yırtıcı; zalim.
mamak. || kıyı kapağı, {ağız} Tomrukların dört ta kıyık4, -ğı [kıy-ık] sf. Kıyılmış olan; ince ince doğ
rafından çıkarılan, bir tarafı düz, diğer tarafı y u ranmış olan. S kıyık kıyık kıymak, Çok küçük
varlak kalın tahta. [DS]|| kıyı kırlangıcı, zool. parçalara ayırmak; ince ince doğramak.
Kumlu, balçıklı göl ve ırmak kenarlarında yaşayan, kıyık3, -ğı [kıy-mak > kıy-ık] {ağız} is. 1. Yonga;
sırtı gri kahverengi, karnı beyaz, göçm en böcekçil kıymık. 2. Köşeli kesilmiş kumaş parçası. 3. E k
bir kuş, (Riparia reparia) || kıyı kıyı, Kıyıdan; ka meğin kabuğu. [DS]
raya yakm . || kıyı kıyı gitmek, B ir deniz aracı ile kıyık6, -ğı [kıy-ı-k] {ağız} is. 1. Mısır, buğday vb.
derinliğin elverdiği ölçüde kıyıya yakm gitmek. || tahılların biçildikten sonra toprakta kalan sivri uçlu
kıyı kordonu, coğ. Denizin kabarma sırasında kökleri; anız kazıkları. 2. Y aprak kenarları keskin
bastığı kumsalda bıraktığı döküntü tabakası. || kıyı bir cins hasır otu. [DS]
rüzgârları, coğ. Karaların geceleri daha çabuk kıyık7, -ğı [kıy-ık] {ağız} sf. (Kişi için) çok üşümüş;
soğuması ile karadan denize doğru esen serin rüz soğuktan donmak üzere olan. [DS]
gârlar.|| kıyı sıra, dnz. Kıyı boyunca; kıyıyı takip kıyık8, -ğı [kıy-ık] {ağız} sf. 1. (Kapı, pencere vb.
ederek. || kıyı suları, coğ. Karaya ya km olan ve için) az açık; biraz aralık. 2. is. Yarık; çatlak. [DS]
kara boyunca uzanan deniz şeridi; kara suları.|| 6> kıyık etmek, {ağız} (Kapı, pencere vb. için) bi
kıyı vurmak, {ağız} Tahtanın kenarını düzeltmek. raz aralık etmek; azıcık açmak. [DS]
[DS]|| kıyıya çıkmak, dnz. Gemiden karaya çık kıyık9, -ğı [kıyı-k] {ağız} is. Börek tepsisi. [DS]
mak; kıyıya çıkmak.\\ (bir) kıyıya atılmak, Önemi kıyıklatmak, [kıyı-k-la-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır]
ni ve değerini kaybederek unutulmak.\\ kıyıya at (Kapı, pencere, kapak vb. için) aralık etmek; biraz
mak, Kıyıya sürüklem ek.|| kıyıya çıkmak, Gemi açmak. [DS]
den karaya ayak basmak.\\ kıyıya düşmek, dnz.
kıyıklık, -ğı [kıd-ık-lık Jİ5J] {eAT} is. Öldürücülük;
Kıyının önüne oturmak; kıyıya vurmak. || kıyıya
inmek, dnz. Gemiden karaya çıkmak; karaya çık kıyıcılık; insafsızlık,
mak.\\ kıyıyı dövmek, (Dalgalar için) açıktan kıyı kıyıksız, [kıyık-sız] {eT} sf. 1. Eğrisiz. [KB] 2. Cay-
ya dik olarak gelmek. masız. [KB]
kıyıcı', [kıy-ıcı] is. 1. K ıyma işini yapan kimse; kıyıl, [eT. kıd-ıl-mak > kıy-ıl] {ağız} is. Kaçma;
mesleği bir şeyi kıym ak olan kimse. 2. sf. Başkala kurtulma. [DS]
KIY ÖIüMIÜUKCE S0M . 26M
kıyılam a, [kıyı-la-ma] is. 1. Kıyılamak eylemi. 2. rek. 2. {ağız} Gizli gizli; kenardan. [DS] 3. {ağız}
Ç ift sürerken dönek başlarına birkaç çizi gidip gel Yol değiştirerek. [DS]|| kıyın sayın, {ağız} Ezile bü-
mek. züle; sıkılarak. [DS]
kıyılam ak, [kıyı-la-ma.k] g ç l.f. f-r] [-l(i)-yor] 1. K ı k ıy ın ', [kıy-mak (doğramak; öldürmek) > kıy-(ı)n >
yıdan veya kıyıya yakm yerden kıyı boyunca git kin / kin (kı:n) {eT} is. 1. Bir kim senin başka
mek. 2. Çarşaf, yorgan vb. şeylerin kenarlarını sına yasaya aykırı veya vicdanın kabul etmeyeceği
dikmek; kenarını bastırmak. 3. {ağız} (Kapı, pence biçimde yaptığı kötülük; zulüm; azap; işkence.
re vb. için) biraz aralamak; azıcık açmak. [DS] [KB] [Gabain] 2. Cezalandırana; tenbih; tevbih.
kıyılaşık, -ğı [kıyı-la-ş-ık] {ağız} is. Ara; boşluk. [DS] [ETY] [EUTS] [KB] [İKPÖy.] S kıyın verm ek, {eAT}
k ıy ılı1, [kıyı-lı] sf. 1. Kıyısı olan. 2. Belirtilen nitelik İşkence etmek; eza etmek; cefa etmek.
te kıyıya sahip olan. 3. {ağız} is. Börek tepsisi. [DS] kıyınm a, [kıy-m-ma] is. Açlık, eziklik duyma eyle
kıyılı2, [kıy-ıl-ı] {ağız} sf. (Kapı, pencere vb. için) mi.
biraz açık; az aralık. [DS] k ıyınm ak, [kıy-m-mak] dönşl. f. [-ır] 1. (M ide için)
kıyılı3, [kıy-mak > kıy-ıl-mak > kıy-ıl-ı] sf. Kıyılmış; açlık dolayısıyla ezilmek; kıyılmak. 2. (Beden için)
doğranmış olan. bir rahatsızlık, kırıklık hissetmek; kırılmak,
k ıyılık1, -ğı [kıyı-lık] is. 1. Kıyı olan yer. 2. Kıyıya k ıyıntı, [kıy-ıntı] is. 1. A çlık dolayısıyla midede
uygun veya kıyıda olan şey. 3. Saya veya kumaş duyulan eziklik; açlığın verdiği mide rahatsızlığı.
kenarlarına sağlamlık vermek için dikilen şerit. 2. İnce ince doğranm ış şeyler; kıyılmış şeyler. 3.
kıyılık2, -ğı [kıy-ı-lık] {ağız} is. 1. Yorgan. 2. Çoban H erhangi bir nedenle vücutta duyulan rahatsızlık;
abası. [DS] kırıklık.
kıydık3, -ğı [kıy-ıl-ık] {ağız} is. Büyük acı. [DS] k ıyıpm ak, [kıyp (yans.) > kıyp-mak] {ağız} gçsz. f. [-
kıyılm a, [kıy-ıl-ma] is. Kıymak eylemine uğramak, ır] A yağı kaymak. [DS]
k ıyır, [kıy (yans.) > kıy-ır] {ağız} is. Kumlu toprak.
kıyılm ak, [kıd-ıl-mak / kıy-ıl-mak ja Jl^ ] edil. f. [-ır]
[DS] <5 k ıy ır k ıy ır, {ağız} (Elma, armut vb. şeyleri
1. Kıymak işi yapılmak; kıym ak eylemine uğra yem ek için) ses çıkararak; hışır hışır. [DS]
mak. 2. Kötülük edilmek; zulme uğram ak 3. {eT} k ıy ırcak , -ğı [kıy (yans.) > kıy-ır-ca-k] {ağız} is. Bal
İnmek; geçmek. 4. {eT} (Ağaç için) eğrilemesine veya pekm ezin şekerlenmiş durumu. [DS]
yarılmak. [KB] 5. {eT} Sözden dönülmek. [DLT] k ıy ırk a k , [kıy-ır-kâ-mak > kıyırka-k] {eT} sf. Ta-
[KB] 6. dönşl. f. {eT} Bir tarafa eğilmek. [Gabain] 7. mahkâr; hasis; eli sıkı. [EUTS]
{eT} Kusur işlemek. [KB] 8. (Para, mal, eşya vb. k ıy ırk a k la n m a k , [kıyırka-k-lâ-mak > kıyırkak-la-n-
için) acımadan verilmek; hiç çekinmeden harcan mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Hasislik etmek; cimrilik
m ak. 9. mecaz. İçi ezilmek; açlık, yorgunluk gibi etmek. [EUTS]
sebeplerle aşın halsizlik duymak, {ağız} (aym) [DS] kıyırlı, [kıy-ır-lı] {ağız} sf. Girintili çıkıntı. [DS]
10. {eAT} Huşu etmek; niyazda bulunmak. [TS] k ıy ış1, [kıy-ış] is. Kıym ak eylemi veya biçimi.
kıyım , [kıy-ım / kıd-ım] is. 1. K ıym ak eylemi. 2. kıyış2, [? kıyış] {ağız} sf. 1. Yamuk; eğri. 2. Aksi.
K ıyılm a biçimi; kıyılış şekli. 3. Yaptığı iş veya gö [DS]
rev bakımından haksızlığa uğratma; kıyma; kötülük kıyışak, -ğı [kıy-ış-a-k] {ağız} is. Ebegümecigillerden
etme; gadir. 4. Yaşlı, kadın, çocuk gibi kendini sa- bir çeşit ot. [DS]
vunam ayacak durumda olan kimselerin topluca k ıy ışam am ak , [kıy-ış-a-ma-mak] {ağız} gçsz. f. [-z]
öldürülmesi; katliam. 5. {eT} Düşman yüzünden bir Göze alamamak. [DS]
şehir halkının korku ve dehşete düşmesi; panik. kıyışkan, [kıy-ış-kan] {ağız} sf. Yiğit; yürekli. [DS]
[DLT] 6. {ağız} Acımadan vemıe; bağışta bulunma. kıy ışlan m ak , [kıy-ış-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
S kıyım kıyım , İnce ince. Yüreklenmek. [DS]
kıyım lı1, [kıy-ım-lı] sf. Belirtilen şekilde kıyılmış kıyışm a, [kıy-ış-ma] is. Kıyışmak eylemi,
olan. k ıy ışm ak ', [kıy-ış-mak işteş, f. [-ır] [-ur] 1.
kıyım lı2, [kıy-ım-lı] {ağız} sf. Cömert; eli açık. [DS] B ir konuda karşılıklı olarak anlaşıp uyuşmak; an
kıyım lık, -ğı [kıy-ım-lık] is. Bir defada kıyılabilecek laşmak; uyuşmak; mutabık kalmak. 2. Biri ile ya
miktarda olan, rışm aya kalkışmak; boy ölçüşmek. 3. (İki ve daha
kıyım sız, [kıy-ım-sız] {ağız} sf. Cimri. [DS] çok şey için) kesişmek. 4. {eAT} {ağız} dönşl. f. Yü
k ıy ın 1, [kıyı-n] (k ı’y ın) zf. 1. Kıyıdan. 2. {ağız} is. reklilik göstermek; cesaret etmek; göze almak;
Yön; taraf. [DS] 3. {ağız} Yan. [DS] fi1 kıyın gücUn, atılmak; girişmek. [DS] 5. argo. (Fahişe ile m üşte
{ağız} Güçlükle; zar zor. [DS]|| kıyın kıçık, {ağızj risi için) pazarlık etmek.
Zar zor; güçlükle. [DS]|| kıyın kıçın, {ağız} (Yemek kıy ışm ak 2, [kıy-mak > kıy-ış-mak] {eT} işteş, f. [-ur]
için) az az; ucundan ucundan; isteksiz olarak. Eğrilemesine ağaç kesmekte birbirine yardım et
[DS]|| kıyın kıyın, 1. Kıyıdan kıyıdan; kıyıyı izleye mek; birlikte kesmek. [DLT]
ffDMIICf » 1 . 2653 K IY
kıyıt, [kıy-mak > kıy-ıt] {eT} is. Acı; ıstırap. [Clauson] k ıy m a k 1, [eT. kıd-mak] gçl. f. gçl. f. [-ar] 1. {eT}
kıykaç, -cı [kıy-kaç] {ağız} sf. 1. Eğri büğrü. 2. Eğri Acımadan ortadan kaldırmak; öldürmek. [ETY] 2.
bacaklı; topal. 3. is. Üç köşeli, beyaz renkli başör {eT} Yanlamasına doğramak; eğrilemesine doğra
tüsü. [DS] mak; dilimlere veya parçalara ayırmak; kesmek.
kıykaşık, -ğı [kıy-(ı)k-aş-ık] {ağız} sf. A z açık; biraz [DLT] [İKPÖy.] 3. Bir şeyi küçük parçalara ayırmak;
aralık. [DS] küçük küçük, ince ince doğramak. 4. {ağız} B iç
kıykı, [kıy (yans.) > kıy-kı] {ağız} is. Keman. [DS] mek. [DS] 5. {eAT} Kast etmek; birine büyük bir
kıykını, [kıy-(ı)k-ım / kıy-(ı)h-ım / ^ i f \ {eAT} kötülük yapmak; acımamak; zulmetmek. [DK] 6.
(Nikâh için) kadın ve erkeğin evliliğini ilan edip
{OsT} is. 1. Şiddet; öfke. 2. Çalım; heybet; ihtişam,
kayıtlara geçirmek. 7. {eT} Sözden dönmek. [KB] 8.
kıykım lı, [kıy-(ı)k-ım-lı] {ağız} sf. 1. Çalımlı; gurur
{eT} Süzmek. [KB]
lu. 2. Uyumlu giyinen; gösterişli. [DS]
k ıy m ak 2, [kıy-mak] g ç l.f. [-ar] 1. Gözden çıkarmak;
kıykım lu, [kıy-(ı)k-ım-lı {eAT} sf. 1. Şiddetli. acımadan vermek; düşünmeden harcamak; feda
2. Çalımlı; muhteşem, etmek; esirgememek. 2. (Olumsuz olarak) duyulan
kıykım sız, [kıy-(ı)k-ım-sız] {ağız} sf. Kılıksız. [DS] sevgi ve hayranlıktan dolayı (bir şey yapmaktan)
k ıy k ırm ak , [kıy-kır-mak] {ağız} g çl.f. [-ır] Ekşimek; sakınmak; çekinmek.
bozulmak. [DS] k ıy m ak 3, [eT. kıd-mak > kıy-mak] {eT} gçl. f. [-r] 1.
kıykıy, [kıy (yans.) > kıy+kıy] {ağız} is. K eman türü İlerletmek. [ETY] 2. Sınırlara ulaşmak. [İKPÖy.]
yaylı çalgı. [DS] kıym alı, [kıy-ma-lı] sf. 1. (Yemek için) içine kıym a
kıylam a, [kıy-la-ma] {ağız} is. Parm ak uçlarında çı konulm uş olan; kıyma ile pişirilmiş olan. 2. {ağız}
kan iltihaplı yara; dolama. [DS] Kıymalı pide. [DS] S kıym alı b ö rek , Doğranmış
k ıy lam ak 1, [kıy-(ı)-la-mak] {ağız} g ç sz .f. [-r] [-l(ı)- soğan ve kıyma kavrulup baharat vb. eklendikten
yor] Bir işi yapmaktan kaçmak; çekinmek. [DS] sonra iç olarak kullanılan bir börek türü. || kıym alı
kıylam ak2, [kıy-(ı)-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)- ısp an ak , Soğan, kıyma ve doğranmış ıspanak kav
yor] Ayakkabıların sağlamlığını artırmak için yeni rulduktan sonra içine pirinç ve salça konulmak
iken yüzü ile tabanını bir kat daha dikmek. [DS] suretiyle yapılan bir ıspanakyemeği,\\ kıym alı m a
kıylı, [kıy(ı)-lı] {ağız} is. Tencereden biraz büyük k a rn a , İçine kavrulmuş kıyma konulmuş makarna
kazan. [DS] yem eği.|| kıym alı pide, Kıyma ve doğranmış sebze,
kıylıklı, [kıy(ı)-lık-lı] {ağız} is. 1. Kenarlı tepsi. 2. sf. açılmış hamıır üzerine serilerek fırın d a pişirilen bir
Kenarlı çıkıntılı olan. [DS] tür pide; etli pide. || kıym alı y u m u rta , İçine kav
rulmuş kıyma konularak hazırlanan bir yum urta
k ıym a1, [eT. kıd-m ak / kıy-m ak > kıy-ma] is. 1.
yemeği.
K ıymak eylemi. 2. Kıyılmış et. {eAT} {ağız} (aym)
kıym alık, -ğı [kıy-ma-lık] sf. 1. (Et için) kıyma yap
[DK] [DS] 3. {ağız} Küçük kuşbaşı etlerden bol yağ
m ak üzere ayrılmış olan. 2. Kıyma yapmaya uygun
da kavrularak teker gibi dondurulmuş kışlık ka
nitelikte olan,
vurma. [DS] 4. {ağız} Bulgur ve çiğ etle yapılmış
kıym an, [kıy-man] {ağız} is. Pastırm a çemeni. [DS]
dolma harcı. [DS] 5. {ağız} D oğranarak kurutulmuş
kıym asız, [kıy-ma-sız] sf. (Yemek için) içine kıym a
taze fasulye. [DS] 6. {ağız} Kurşun külçeden kesile
konulmamış, kıym a ile pişirilmemiş olan,
rek yapılmış saçma. [DS] 7. {ağız} K umaşın kenarı
nı büküp çırpa çırpa dikme. [DS] 8. {eT} sf. K ıyıl kıym et, [Ar. kıym et c~«Js] {OsT} is. 1. Bir şey için
mış. [DLT] 9. Kıyım a uğram ış gibi olan. S k ıym a biçilen değer; paha. 2. Bir kimsenin üstün niteliği;
bıçağı, Eti kıymakta kullanılan özel bıçak. || kıym a şeref; onur; itibar; değer. 3. Y üksek değeri olan
m akinesi, Elle veya elektrikle çalışan, içine konu kimse. 4. Değerli şey. 5. Bir şeyi geçerli kılan özel
lan eti kıyma hâline getiren alet. || k ıym a tah tası, likler veya gerekli şartlar. 6. Ahlak, inanç, ülkü
Üzerinde et ve diğer besin m addelerini doğramak, gibi manevi alanda toplumsal saygınlık taşıyan il
kıymak amacıyla kullanılan, çoğunlukla gürgenden ke. S kıym et-âgâh, {OsT} Değerbilir; kıym et bi-
yapılmış tahta. lir. || k ıym et biçm ek, B ir şeyin değerini tespit et
kıym a2, [kud-mak > kuy-m a {eAT} sf. 1. Çukur. mek; değer biçmek. || kıym ete binm ek, Önceden
önem verilmezken aranır olm ak veya ihtiyacın art
2. (Göz için) süzgün, çekik, yarı kapalı. [DK] 3.
ması gibi sebeplerle değeri artmak. || kıym et-i ade-
{eAT} (Göz için) koyu ela. fi1 k ıym a göz, 1. (Bir
renkle beraber) koyu renkli göz 2. {eAT} Çekik göz. diye, {OsT} mat. Sayasal değer.|| kıym et-i a h lâ k i
ye, {OsT} A hlak değerleri.|| kıym et-i hakikiye,
[DK] 3. {eAT} Koyu ela göz. [Kadı Burhaneddin]
{OsT} Gerçek değer.|| kıym et-i h arb iy e, {OsT} 1.
kıym aç, [kıd-mak / kıy-m ak > kıd-maç / kıy-maç] Savaşma gücü yüksek olan. 2. Uğrunda savaş göze
{eT} is. Çiğillerin giydiği tiftikten yapılan beyaz alınabilecek değerde olan. |] k ıym et-i h arb iy esi
başlık. [DLT]
KIY M M U K C E SÖZLüH • 2 6 6 4
olm amak, Herhangi bir değeri, geçerliliği olma kıym etlenm e, [kıymet-le-n-me] is. 1. D eğer kazan
mak; bir değer taşımamak.\\ kıymet-i i’tibâriye, m a durumu ve eylemi; değerlenme. 2. Değeri art
{OsT} {OsT} Bir malın devletçe belirlenen fiyatı; ma; değer kazanma. 3. Kıym et biçilme; değeri tes
geçerli değer.|| kıymet-i ittihâdiye, {OsT} kim. pit edilme.
Hidrojen atomuna oranla diğer atomların birleşme kıym etlenm ek, [kıymet-le-n-mek] dönşl. f. 1. Değeri
değeri. || kıym et-i izafiye, {OsT} fiz. Özgül değer. || artmak; değer kazanmak; değerlenmek. 2. Önem
kıym eti kalm amak, D eğerini yitirmek; işe yara kazanmak; önemi artmak. 3. Yararlı ve kullanılır
m am ak^ kıym et-i mevzua, {OsT} Fiyatı devletçe hale gelmek; işe yaramak; değer sağlamak. 4. edil,
belirlenemeyen m allar için satıcının kendiliğinden f i Kıymeti tespit edilmek; değeri belirlenmek,
biçtiği değer.|| kıymet-i mutlaka, {OsT} mat. Mut kıym etleşme, [kıymet-le-ş-me] is. Kıymetli duruma
lak değer. || kıym et-i nakdiye, {OsT} B ir şeyin p a gelmek eylemi; değerlenme,
raca değeri.|| kıym etini bilmek, B ir şeyin önemini
kıym etleşm ek, [lcıymet-le-ş-mek] dönşl. fi [-ir] Kıy
ve değerini anlamak ve ona göre davranmak.\\
metli durum a gelmek; değerlenmek; değeri artmak,
kıym etini kaybetmek, (Değerli bir şey için) bir
kıym etleştirme, [kıymet-le-ş-tir-me] is. Kıymetli du
olaydan sonra önemini yitirmek; değersizleşmek.\\
rum a gelmesini sağlama eylemi; değerlendirme;
kıymet-i rayice, {OsT} Bir malın geçerli ve yürür
lükte olan değeri. || kıymet-i takribiye, Yaklaşık değerini arttırma,
değer.|| kıym et itibariyle, {OsT} Değeri bakımın kıym etleştirmek, [kıymet-le-ş-tir-mek] gçl. f i [-ir]
dan; değer olarak. | kıymetini bilmek, B ir şeyin Kıymetli duruma gelmesini sağlamak; değerini art
değerini bilmek ve ona göre davranmak.\\ kıymet-i tırmak; değerlendirmek,
vasatiye, {OsT} mat. Ortalama değer; yaklaşık de kıymetli, [kıymet-li] sf. 1. M addî ve manevi bir de
ğ er,|| Kıym eti yok! 1 .“Artık iş işten g eçti!" an ğeri bulunan; değerli. 2. Fiyatı çok fazla olan. 3.
lamında kullanılır. 2. “Önemi yok; değersiz; önem Saklanması ve korunm ası gerekli olan; önemli. 4.
li değil." anlamında kullanılır,|| kıymet-i zâtiye, (Kişi için) çalışkan ve yetenekli olan. 5. (Eşya için)
B ir kimsenin kişisel değeri; şahsının taşıdığı değer; yüksek bir değeri veya yararı olan. 6. Saygı uyan
öz değer.|| kıymet koymak, B ir şeyin değerini tak dıran; değerli; onurlu; şerefli. 7. Aslında pek fazla
dir etmek.\\ kıymet-nâ-şinâs, Değerbilmez; kıymet bir değeri olm am akla birlikte sahibi tarafından de
bilmez.\\ kıym et-nâ-şinâsân, {OsT} K ıym et bilme ğerliymiş gibi gösterilen. 8. is. Değeri olan şey. 9.
yenler; değerbilmezler.|| kıym et nazariyesi, mant. Bir kimsenin yanında farklı bir yeri ve önemi olan
D eğer kuram ı.|| kıym et-şinâs, {OsT} Kıymetbilir; kişi. 0 kıym etli evrak, B ir hakkın yazılı olduğu,
değerbilir,|| kıymet-şinâsân, {OsT} D eğer bilen bu belge olmadan söz konusu hakkın ileri sürüte
ler. || kıymetten düşmek, (Değerli bir şey için) eski bilmesine imkân olmayan yazılı senet; değerli kâ
değerinde olmamak; değerini yitirmek. || kıymet ğıt; değerli evrak; önemli yazı; belge.
tenezzülü, {OsT} B ir şeyin değerinin azalması. || kıym etlilik, -ği [kıymet-li-lik] is. Kıymetli olma du
kıym et urmak, {eAT} Bir değer biçmek; değer tak rumu; değerlilik,
dir etmek; fiy a t biçmek.|| kıymet vermek, Önem
kıymetsiz, [kıymet-siz] sf. Kıymeti olmayan; bir de
vermek; değer vermek; saygı göstermek.
ğer taşımayan; değersiz; önemsiz; ucuz,
kıymetdar, [Ar. kıym et +Far. -dâr {OsT} sf. kıym etsizlik, -ği [kıymet-siz-lik] is. Kıymetsiz olma
Kıymetli; değerli; pahalı, durumu; değersizlik; ucuzluk; önemsizlik,
kıymetlendirilme, [kıymet-le-n-dir-il-me] is. 1. Kıy kıym ettar, [Ar. kıymet + Far. -dâr {OsT} (kıy
metlendirilmek eylemi; değerlendirilme; değer ve
m e tta r) sf. Kıymetli; değerli; pahalı,
rilme; değer biçilme. 2. Değer kazanması sağlan
ma. 3. işe yarar duruma getirilme, kıym ıcık, -ğı [kıy-mı(k)-cık] {ağız} sf. 1. Biraz; çok
kıym etlendirilmek, [kıymet-le-n-dir-il-mek] edil. f . az; küçük bir parça. 2. is. Kıymık; küçük yonga.
[-ir] 1. Kıymeti takdir edilmek; değer biçilmek; [DS]
değerlendirilmek. 2. Değer kazandırılmak. 3. İşe kıymık, -ğı [eT. kıd-m ak > kıy-mık] is. İnce ve sivri
yarar duruma getirilmek, uçlu küçük tahta, kemik parçası,
kıymetlendirme, [kıymet-le-n-dir-me] is. 1. Değer kıym ıklama, [kıymık-la-ma] is. Kıymıklara ayırma;
kazandırma durum ve eylemi. 2. Kıymet kazanm a kıymıklı hâle getirme,
sını sağlama. kıym ıklam ak, [kıymık-la-mak] g ç l.f. [-r] Kıymıkla
kıym etlendirmek, [kıymet-le-n-dir-mek] gçl. fi [-ir] ra ayırmak; kıym ıklı hâle getirmek,
1. Bir şeye değer kazandırmak. 2. Bir şeyin değer kıym ıklanma, [kıymık-la-n-ma] is. Kıymıklı hâle
kazanmasını sağlamak. 3. Bir şeyin işe yarar duru
gelme; kıym ıklara ayrılma,
m a gelmesini sağlamak. 4. Bir şeyin nicelik ve ni
kıym ıklanm ak, [kıymık-la-n-mak] dönşl. fi [-ır]
teliğini belirtmek; yorumlamak. 5. Fiyatını belirle
Kıymıklı durum a gelmek; kıym ıklara ayrılmak.
mek.
S IM T O R M . 2655 K IY
kıym ıklı, [kıymık-lı] sfi Üzerinde veya içinde kıy k ıy p ık 1, -ğı [kıyp (yans.) > kıyp-ık] {ağız} sf. 1. (Kişi
mıkları bulunan, için) gözünü sık sık açıp kapayan. 2. (Göz için)
kıym ış, [kıy-mış] fağız} sf. (Keçi kulağı için) bir yana doğru çekik veya kısık. [DS]
tarafa bükülm üş olan. [DS] k ıypık2, -ğı [kıyp (yans.) > kıyp-ık] {ağız} is. 1. Ağaç
kıym ucak, -ğı [kıymık > kıym u(k)-cak {eAT} yongası. 2. Kıymık. 3. Parça. [DS]
is. Küçük kıymık; kıymıkçık. kıypıkJ, -ğı [kıyp (yans.) > kıyp-ık / kayp-ak] {ağız}
kıym uk, -ğu [lcıy-mık] {ağız} is. Yonga; kıymık. [DS] sfi Dalkavuk. [DS]
kıyna, [kıy-(ı)n-a ?] {ağız} sf. (Kişi için) yavaş; sakin; k ıy p ın m a k 1, [kıyp (yans.) > kıyp-m-mak] {ağız}
düzenli. [DS] dönşl. f. [-ır] Yukarıdan aşağıya sürtünerek inmek;
kıynaç, -cı [kıy-(ı)n-a-ç] {ağız} sf. Biraz açık; az a- kaymak. [DS]
ralık. [DS] k ıy p ın m ak 2, [kıyp (yans.) > kıyp-ın-mak] {ağız}
k ıy n ak 1, -ğı [kıd-mak > kıy-ın-m ak > kıy(ı)n-ak dönşl. f i [-ır] Arsızca gülmek; yılışmak. [DS]
k ıypışm ak, [kıyp (yans.) > kıyp-ış-mak] {ağız} işteş,
/ j L i ] {eAT} {OsT} {ağız} is. Pençe; yırtıcı hayvan
fi. [-ır] Kıskançlık yüzünden birbiri ile yarışmak;
pençesi. [DK] [DS] S k ıy n a k u rm a k , {OsT} Tırnak boy ölçüşmek. [DS]
geçirmek; pençe vurmak. k ıy p ıtm a k 1, [kıyp (yans.) > kıyp-ıt-mak] {ağız} gçsz.
kıynak2, -ğı [kıy-(ı)n-a-k j h J ] {ağız} is. 1. Bütün f i [-ır] Görünmeden kaçmak. [DS]
olarak çıkarılmış ceviz içi. 2. Cevizin yarısı. 3. Ce k ıy p ıtm ak 2, [kıyp (yans.) > kıyp-ıt-mak] {ağız} gçl. fi.
viz içinin dörtte biri. 4. Dilim. [DS] 5. {OsT} K alça [-ır] 1. Saklamak; gizlemek; kaçırmak; almak. 2.
lardan her biri; kaba etler, Çalmak; aşırmak. [DS]
kıynalm ak, [kıy-(ı)n-al-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] k ıy p ıtm ak 3, [kıyp (yans.) > kıyp-ıt-mak] {ağız} g ç l.f.
Üzülmek; tasalanmak. [DS] [-ır] 1. Sapıtmak; başka yere kaydırmak, yönlen
k ıynaşık1, -ğı [kıy-(ı)n-aş-ık / kıy-(ı)g-a-ş-ık] {ağız} dirmek. 2. Gözünü yana doğru kaydırmak. 3. Eski
sf. (Kapı, pencere vb. için) biraz açık; az aralık. söylediğini yinelemek. [DS]
[DS] k ıy p m a k 1, [kıyp (yans.) > kıyp-mak] {ağız} g ç sz.f. [-
kıynaşık2, -ğı [kıy-(ı)n-aş-ık] {ağız} sf. 1. Güzel; ar] (Ayak için) kaymak. [DS]
biçimli. 2. Birbirine uygun. [DS]
k ıy p m ak 2, [kıp (yans.) > kıp-m ak / kırp-mak ] {ağız}
k ıy n aşm ak 1, [kıy-(ı)n-aş-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1.
gçl. f i [-ar] 1. Gözünü açıp kapamak. 2. (Göz için)
Kötü bir şey yapmaya veya söylemeye cesaret et
kısmak. [DS] S kıypa b a k m a k , {ağız} Gözünü kı
mek; kıymak. 2. Kımıldam ak; davranmak; oyna
sarak bakmak. [DS]
mak. [DS]
kıynaşm ak2, [kıy-(ı)n-aş-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] k ıy ra t, [Ar. kırat] {ağız} is. (Altın vb. için) ölçü; ayar.
Biraz açılmak; aralaşmak. [DS] [DS] fi1 k ıy ra t k ıy ra t, {ağız} Ölçülü olarak; oran
k ıy n aştırm ak , [kıy-(ı)n-aş-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] layarak. [DS]
(Kapı, pencere vb. için) biraz açmak; az aralamak. k ıy ta k 1, -ğı [kıy-(ı)t-ak] {ağız} is. Yonga. [DS]
[DS] k ıy tak 2, -ğı [kıy-(ı)t-ak] {ağız} sf. 1. U fak boylu; ufak
kıynık1, -ğı [kıy-(ı)n-ık] {ağız} sf. A z açık; biraz tefek; cüce. 2. Oynak; ele avuca sığmaz. [DS]
aralık. [DS] k ıy ta k 3, -ğı [kıy-(ı)t-ak] {ağız} sf. A z açık; biraz
kıynık2, -ğı [kıy-(ı)n-ık] {ağız} is. 1. Kıymık; parça. aralık. [DS]
2. Yonga. [DS]
k ıy ta rık , -ğı [kıy-(ı)t-ar-ık] {ağız} sf. Biraz aralık; az
kıy n ık tırm ak , [kıy-(ı)n-ık-tır-mak] {ağız} gçl. f i [-ır] açık. [DS]
(Kapı, pencere vb. için) biraz açmak; az aralık et
k ıy ta rm a k 1, [kıy-(ı)t-ar-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır]
mek. [DS]
(Kapı, pencere vb. için) biraz aralamak; azıcık aç
kıyış, [kıy-(ı)n-ış] {ağız} is. Y ol kenarı; yol kıyısı.
mak. [DS]
[DS]
kıynışık, -ğı [kıy-(ı)n-ış-ık] {ağız} sf. A z açık; biraz k ıy ta rm a k 2, [kay-(ı)t-ar-mak] {ağız} g ç sz.f. [-ır] Bir
aralık. [DS] yolunu bulup kaçmak; kaytarmak. [DS]
kıyn ıştırm ak, [kıy-(ı)n-ış-tır-mak] {ağız} g ç l . f [-ır] kıytas, [Ar. kıytas {OsT} is. zool. İspermeçet
(Kapı, pencere vb. için) biraz aralık etmek; azıcık balinası; kadırga balığı,
açmak. [DS]
kıytasiye, [Ar. kıytasiyye {OsT} is. zool. Bali-
kıynız, [kıy-(ı)n-ız] {ağız} is. Boynuz. [DS]
nagiller.
kıypak, -ğı [kıyp (yans.) > kıyp-ak] {ağız} sf. K ay
gan. [DS] kıytı, [kıy-tı] {ağız} sf. Güzel ve iyi giyimli. [DS]
kıypalam ak, [kıyp (yans.) > kıyp-a-la-mak] {ağız} kıytık, -ğı [kıy-tı] {ağız} is. 1. Yonga. 2. Kumaş
gçl.f. [-r] [-l(ı)-yor] Çalmak; aşırmak. [DS] parçacıkları döküntüsü; kırpıntı. [DS]
K IY Ö I Ü M I K S Ö M • 2656
kıytırık, -ğı [kıy-mak > kıy-tır-ık] sf. Değersiz; ö- lula deprassa). || kız böcekleri, zool. Örneği kız
nemsiz; derm e çatma; basit, böceği olan, larvaları suda yaşayan eksik başka-
kıytırıklık, -ğı [kıy-tır-ık-lık] is. Kıytırık olma du laşmalı böcekler takımı, (Odonata).\\ kız bulmak,
rum u; önemsizlik; değersizlik, folk. Kendi oğullarına uygun bir eş adayı bulmak.\\
kıyturmak, [kıy-mak > kıy-tur-mak] {eT} gçl. f. Eğ kız çıkarm ak, K ızm ı gelin etmek; evlendirmek;
rilem esine kestirmek. [DLT] {eAT} (aym).|| kız çıkmak, Yapılan muayene sonun
da bâkire olduğu anlaşılmak.\\ kız evi, {ağız} Gelin
kıyye, [Ar. kıyye a-s] {OsT} is. Eskiden kullanılan
olacak kızın ailesi; kız tarafı. [DS]|| kız evi naz evi,
1282 gramlık ağırlık ölçüsü birimi; okka; 400 dir K ız tarafı nazlı olur; kızını verm ek için ağırdan
hem. S kıyye-i âşâ rî, {OsT} 1. Ondalıklı okka. 2. alır. || kız evli, {ağız} K ız evi. [DS]j| kız gibi, 1. (Er
B in gram; kilogram .|| kıyye-i atîka, {OsT} Eski ok kek için) sıkılgan, terbiyeli. 2. Çok güzel ve yepye
ka; 1282 gram lık ağırlık ölçüsü birimi.|| kıyye-i ni; hiç kullanılmamış; gıcır gıcır. 3. K ıza benze-
cedîde, {OsT} 1. Yeni okka. 2. Bin gram; kilogram. yen. || kızı kısrağı, Evde kız, kadın kim varsa, hep
kıyyık1, -ğı [kıy(y)-ık] {ağız} is. Yorgan iğnesi. [DS] si. |j kız istemek, folk. Bir kızla evlenmek için anne
kıyyık2, -ğı [eT. kığ / kıh] {ağız} is. Koyun, keçi ve ve babasından istemek. || kız kaçırmak, folk. Bir
deve pisliği. [DS] kızı ailesinin veya kendisinin rızası olmadan ev
k ız1, [kız (yans.)] is. Bir yüzeyde sürtünmeyi, sürtü lenm ek amacıyla zorla alıp götürmek.\\ kız kalını,
nerek ilerlemeyi anlatan kök. [Zülfikar] kız-ak, kız- {ağız} folk. Düğünde kız evine verilen armağan.
ağ-a çekmek, kız-ak-lık [DS]|| kız kardeş, B ir kimsenin kendinden küçük ve
kız2, [kız (yans.)] is. Kızartmayı, yakmayı anlatan cinsiyeti kız olan kardeşi.\\ kız kırkın, {eT} Cariye.
kök. [Zülfikar] kız etmek, kız-(ı)-r-ık, kız(z)-ık [DLT]|| kız kız, {eT} Genç hanım; kız evlat. [EUTS]|(
kız3, [kîz] (kı;z) {eT} sf. Sıcak; kızgın. [Gabain] [EUTS] kız kızan, E v halkı; çoluk çocuk; {OsT} {ağız} (ay
nı). [DS]|| kız kilimi, Kızların çeyizine konulmak
kız4, [kîz j j ] (kı;z) {eT} sf. 1. Nadir bulunan; az bu
üzere dokunan değişik tip ve desendeki kilim. || kız
lunur; kıt. {eAT} {OsT} (aym) [DLT] [KB] [OKD] koduz, {eT} K ızlar ve kadınlar. || kız kurusu, Ev
[Yüknekî] 2. Pahalı; ağır pahalı. {eAT} (aym) [DLT] lenmemiş yaşlı faz.|| kız kuş, {eT} insanın üzerine
[KB] 3. Hasis. [EUTS] 4. {eAT} is. Kıtlık; darlık; düşecek gibi alçaktan uçan ve tüylerinin rengi bu
azlık; pahalılık. 0 kız görmek, {eAT} Pahalı bul kalemuna benzeyen bir kuş. [DLT]|| kız kuşu, zool.
mak; pahalı görmek. |[ kız kişi, {eT} Cimri kimse. Yağmur kuşugillerden, bataklık ve çayırlarda y a
[DLT]
şayan, hızla üreyen, böcek, kurt ve kabuklularla
kız5, [eT. kîz (nadir)] (kı;z) is. 1. Cinsiyet bakım ın beslenen, siyah sorguçlu, kırmızı uzun bacaklı
dan dişi olan çocuk veya genç kız çocuk. {eT} (aym) göçm en kuş, (Vanellus vanellus). || kızlar ağası,
[DLT] [ETY] [EUTS] [KB] [İKPÖy.] 2. {eT) Cariye. İm paratorluk döneminde, saraylardaki harem ağa
[DLT] 3. Genç veya yaşlı olmasına rağmen evlen larının başı.|| kızlar anası, Baş rahibe.|| kızlar
memiş, bekâreti gitmemiş bayan. 4. Anne ve baba bayramı, folk. Batı Karadeniz bölgesinde her y ıl
sına göre ele alındığında kadın. 5. Kadın cinsten Kurban B ayram ı'nın son gününde, gençlerin ken
diğerlerine göre daha küçük yaşta olan kimse. 6. dilerine eş aram ak amacıyla topluca kent içinde
(Düğün sırasında) geline ve gelin tarafına ait. 7. şenlik yaparak dolaşmaları,|| kız oğul, {eT} Kız
Evlerde çocuk bakımı, tem izlik gibi işlerde çalıştı e v te .|| kız oğlan, {eT} {eATj Hiç cinsel ilişkide bu
rılan genç bayan. 8. İskambil kâğıtlarında, üzerinde lunmamış; kızlığı bozulmamış; erden; bâkire. || kız
kız resmi olan kartlar; dam. 9. müz. Gerdaniye per oğlan kız, H iç cinsel ilişkide bulunmamış; kızlığı
desinin 440 frekanslı la notasına karşılık gelen bir bozulmamış; erden; bâkire.|| kız övmesi, folk. Ge
tür ney ve akort. 10. sf. (İnsan için) dişi cinsiyetti lin olacak kıza, kına gecesi arkadaşları tarafından
olan; dişi. 11. (Bayan için) henüz kızlığı bozulm a söylenen övgü dolu maniler. || kız tarafı, folk. Evli
m ış olan; kız oğlan kız. 12. ünl. Yaşlı bir kimse liklerde kadının ailesi ve akrabalarına verilen
tarafından küçük yaştaki dişi cinsten kim seye hitap isim. || kız tavlası, Pulları önce hanelere yığm a ve
sözü. 13. argo. (Erkek için) sevdiği veya flört ettiği sonra da atılan zara göre indirme ve en sonunda
kız. S kız alıp verm ek, (İki aile için) birbirlerinin elde toplamaya dayanan bir tür tavla oyunu; Ya
kızlarını oğulları ile karşılıklı olarak evlendirmek.\\ hudi to v te i.|| kız ticareti, Kızları erkeklere cinsel
kız almak, 1. (Erkek için) bir kızla evlenmek. 2. ilişki için pazarlam a işi.|| kız verm ek,/o/fc 1. Kızı
(Aile için) bir ailenin kızını gelin olarak alm ak.|| nı bir erkekle evlendirmek. 2. B ir aileye gelin ola
kız ardı, {ağız} -*• kızardı. [DS]|| kız bitirmek, rak vermek; oğulları ile evlendirmek.
{ağız} Bir erkeğe kız istemek; söz kesmek. [DS]|| kız
kızagu, [kld-mak > kız-â-ğü ?] (kıza:ğu;) {eAT} is.
böceği, zool. Uzun kanat ve uzun bedenleri ile dik
kati çeken, yuvarlak başlı, kurtçukları etçil, su ke Kızak. [DK]
narlarında uçuşan bir su böceği; yusufçuk, (Libel- kızağan, [kız-ağan] {ağız} sf. Kızana gelmiş. [DS]
I f l M I M C f S a ö l i . 2657 KIZ
kızağlamak, [kızağ-la-mak] {ağızj g ç sz .f. [-r] [-l(ı)- kızaklık1, -ğı [kızak-lık] is. Döşeme tahtalarının al
yor] Oyunda mızıkçılık etmek. [DS] tına çapraz olarak yerleştirilen uzun yassı direkler.
kızak1, -ğı [eT. *kaz-mak (kaymak) > kız-ak / kay-ak kızaklık2, -ğı [kız-mak > kız-ak-lık] {ağız} is. Sinirli
[EREN]] is. 1. Kar, buz, çimen veya toprak üstünde lik; kızgınlık. [DS]
kayarak hareket eden tekerleksiz araç. 2. dnz. De kızalak, -ğı [kız-ala-k] {ağız} is. Gelincik çiçeği. [DS]
niz taşıtlarının onarım veya imalatı sırasında, taşıtı kızalamak, [kız-ala-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)-
denize indirmek ya da kıyıya çekmekte kolaylık yor] Mızıkçılık etmek. [DS]
sağlayan, su üstüne kadar inen meyilli raylar üzeri kızam ak, [kız > kız-â-mak] (kıza:mak) {eT} gçl. f . [-
ne oturtulmuş ızgara. 3. A ğır yüklerin taşınm asında r] Kızlık bozmak. [DLT]
kullanılan tekerleksiz araba. 4. Ekin demeti, odun kızambuk, -ğu [kız-a-muk] {ağız} is. Karamık çalısı.
vb. çekmek için ağaçtan yapılmış ayak adı verilen [DS]
uzun sırıklar üzerinde kaydırarak kullanılan ilkel kızamık, -ğı [eT. kızıl > kız(ı)l-â-muk > kıza-mık
taşıt. 5. Torna, planya vb. tezgâhlarında ileri geri [EREN]] is. tıp. Deride kırmızı lekeler ile kendini
hareket ettirmede kolaylık sağlaması için işlenecek belli eden, ateş, titreme ve sonunda döküntülerle
malzemenin üzerine konulduğu kaydırm a düzene geçen, hastada tam bir bağışıklık sağlayan kızam ık
ği. 6. Saban veya pulluk gibi ağır tarım araçlarını virüsü denilen param yxovirus türü bir virüsün ne
bir yerden bir yere taşırken yerden bağlantısını den olduğu bulaşıcı çocuk hastalığı,
kesmek için kullanılan metal araba veya çapraz kızamıkçık, -ğı [kıza-mık-çık] is. tıp. Küçük çocuk
odun parçaları. 7. A raba yerine kullanılan ve hay larda görülen, len f bezlerinin şişmesine neden olan,
vanlar tarafından çekilen taşım a aracı. 8. as. Topta, kızamıktan burun ve göz akıntısının olmaması ile
namluyu taşıyan ve namlunun geri tepm e hareketi aynlan, kızam ığa göre daha az ateş ve döküntü gö
ne katılan ağır çelik gövde. 9. spor. İki paten üzeri rülmesine ve dolayısıyla daha az tehlikeli olmasına
ne yerleştirilmiş bir oturma yerinden ibaret 'kayma rağm en gebeliğin ilk üç ayında hamile kadınlar ya
aracı. 10. spor. Bu araçla yapılan spor. 11. Ağaçla kalandığı takdirde çocuğun kalp damarları ile göz
rın kamburlaşmaması için liflere dikey olarak açı lerinde ciddi bozukluklara neden olan,
lan kanala yerleştirilen parça. 12. Ambalaj sandık param yxovirus türü bir virüsten ileri gelen bulaşıcı
lanılın dibine yerleştirilen, hem eşyanın dibe bağ hastalık.
lanmasını hem de kaydırılarak taşınmasını kolay kızam ıklı, [kıza-mık-lı] sf. Kızamığa yakalanmış o-
laştırılan kereste parçası. S kızağa almak, Etkin lan.
bir makamda bulunan bir görevliyi etkin olmayan kızamıksı, [kıza-mık-sı] sf. Kızamıktan ileri gelm e
bir göreve atamak; kızağa çekmek. | kızağa çek mesine rağmen kızamık döküntüsüne benzer dö
mek, 1. (Deniz taşıtı için) onarm ak veya bakımını küntüler.
yapm ak üzere kıyıda kızak adı verilen iskele üzeri kızam uk1, [kızıl > kız(ı)l-â-muk / kızâ-muk] (kı-
ne almak. 2. (Kamu görevlisi için) etkin görevden za:muk) {eT} is. Kızamık. [EUTS] [Gabain]
etkin olmayan bir göreve getirmek. || kızak kılmak, kızam uk2, -ğu [kıza-muk] {ağız} is. Arıların petekle
{ağız} K ızak kaymak. [DS]|| kızak yapm ak, (Taşıt rin bazı gözlerine doldurdukları acı madde. [DS]
için) frenler tuttuğu hâlde tekerlekler üzerinde kızan1, [kız-an / kız-an] is. 1. {eAT} {ağız} Arkadaş;
kaymaya devam etmek; kızaklamak.\\ kızak yıl dost. [DK] [DS] 2. Erkek çocuk; genç; delikanlı.
mak, {ağız} K ızak kaymak. [DS]|| kızak yolu, Tez {eAT} {ağız} (aym) [DK] [DS] 3. {ağız} Çocuk. [DS] 4.
gâhlarda kızağın ileri geri hareket ettiği birbirine {ağız} Kız çocuk. [DS] 5. {ağız} Kadın. [DS] 6. Ço
paralel iki raydan oluşan düzenek. luk çocuk. 7. Silahlı, yiğit köy delikanlısı. 8. Efenin
kızak2, -ğı [kız-ak] {ağız} is. Sokağın köşesi, bucağı. silahlı adamları. 9. {ağız} Meyve ağaçlarının dibin
[DS] den çıkan sürgünler. [DS] 10. {ağız} Kedi, köpek
kızak3, -ğı [kız-mak > kız-ak] {ağız} sf. 1. Öfkeli; yavrusu. [DS]
kızgın. 2. Çabuk kızan. [DS] kızan2, [kız (kıt) > kız-an jljs] {eAT} is. Kıtlık.
kızak4, -ğı [kız-mak > kız-ak] {ağız} sf. 1. (Köpek kızan3, [kız-mak > kız-an] is. Dişi kedi ve köpeklerin
için) yorgun. [DS] 2. (Köpek için) kızana gelmiş çiftleşme dönemleri, t? kızana gelm ek, (Dişi kedi
olan, fi1 kızak kaymak, {ağız} (Çiftleşmek isteyen ve köpekler için) çiftleşme dönemine girmek; erkek
köpek için) yere sürtünerek yürümek. [DS] istemek.|| kızan olmak, {ağız} (Dişi kedi, köpek
kızaklama, [kız-ak-la-ma] is. K ızak yapm ak eylemi; için) çiftleşmek istemek. [DS]
kayma. kızan4, [kıs-mak / kız-an] {ağız} sf. Cimri. [DS]
kızaklamak, [kız-ak-la-mak] gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor] kızanbık, -ğı [kıza-mık] {ağız} is. Kızamık. [DS]
(Taşıt için) frenler görevini yaptığı hâlde durama kızanlamak, [kız-an-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
yarak tekerlekler üzerinde kayarak ilerlemek; kızak l(ı)-yor] (Dişi kedi ve köpek için) çiftleşme döne
yapmak; ileri doğru kaymak. mine girmek; kızana gelmek. [DS]
KIZ ÛIÜM TÜR SÖZLÜK. 2 6 5 3
kızanlanma, [kız-an-la-n-ma] is. Kızana gelme du kızartıcı, [kız-ar-tı-cı] sf. 1. Kızartan; kızarmaya
rumu. neden olan; kızarm ayı sağlayan. 2. mecaz. Utan
kızanlanm ak, [kız-an-la-n-mak] dönşl. f i [-ır] (Dişi m aya neden olan; karalayıcı; lekeleyici; kirletici,
kedi ve köpekleri için) çiftleşme dönemine girmek; kızartılı, [kız-ar-tı-lı] sf. Kızartısı olan; kızarmış,
çiftleşm ek istemek; kızana gelmek, kızartılma, [kız-ar-t-ıl-ma] is. Kızarm ası sağlanmak
kızanlaşm a, [kız-an-la-ş-ma] is. 1. Delikanlılaşma; eylemi.
kızan olm a durumu. 2. Çiftleşme isteği, kızartılmak, [kız-ar-t-ıl-mak] edil, f i [-ır] Kızartma
kızanlaşmak, [kız-an-la-ş-mak] dönşl. fi. [-ır] Deli işi yapılmak; kızartm a eylemine uğramak,
kanlı olmak; kızan olmak, kızartma, [kız-ar-t-ma] is. 1. Kızarmasını sağlamak
kızanlık, -ğı [kız-an-lık] is. Kızan olma durumu, eylemi; kızartm ak eylemi. 2. Kızgın yağ ve ateşte
kızanm ak, [kız-an-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ır] Kızakla kırmızı bir renk alıncaya kadar tutularak, susuz pi
kaymak. [DS] şirilmiş yemek. 3. sf. K ızartılarak pişirilm iş olan,
kızansak, -ğı [kız-an-sa-k] {ağız} sf. (Dişi kedi veya kızartmah, [kız-ar-mak > kız-ar-t-m ah çijjs] {eAT}
köpek için) çiftleşme dönemine girmiş olan; kızana gçl. fi (Gizli şeyler için) açıklamak; açığa vurmak.
gelmiş olan. [DS] [Kadı Burhaneddin]
kızansama, [kız-an-sa-ma] is. Kızana gelme duru kızartmak, [kız-ar-mak > kız-ar-t-mak] gçl. fi. [-ır]
m u; çiftleşme isteği, 1. {eT} Kızarmasını sağlamak; kızarmasına sebep
kızansamak, [kız-an-sa-mak] g ç sz.f. [-r] [-s(ı)-yor] olmak; kor haline getirmek; kırmızılaştırmak.
(D işi kedi ve köpekleri için) çiftleşme dönemine [EUTS] [DLT] [KB] [Gabain] 2. Et, balık ve sebze
girmek; kızana gelmek; çiftleşmek istemek, türü yiyecekleri kızgın yağ içinde susuz olarak ren
kızarantı, [kız-ar-an-tı] {ağız} sf. 1. H afif kırmızılık; gi kırm ızıya dönünceye kadar pişirmek. 3. (Bazı
kızartı. 2. is. Harman sonu harm an yerinde kalan meyve ve sebzeler için) renginin kırmızıya dönme
topraklı buğday. [DS] sini sağlamak; olgunlaşmasını sağlamak. 4. {eT}
M utlu etmek. [KB]
kızarcı, [kız-ar-cı] {ağız} sf. Oyunbozan; mızıkçı.
[DS] kızaşı, [kız + aş-ı] {eT} is. Düğün; düğün ziyafeti;
kızardı, [kız+ar(t)-ı] {ağız} is. folk. Düğünden sonra, düğün şöleni; toy. [EUTS]
gelinle damadın el öpmek ve baklava yem ek için kızban, [Ar. kadıb > kıdbân jL-^s] (kızba:n) {OsT} is.
kız evine gitme geleneği. [DS] 1. İnce düz fidanlar; çubuklar; dallar. 2. Erkeklik
kızarık, -ğı [kız-ar-mak > kız-ar-ık] sf. Kızarmış, organı.
kızarıklık, -ğı [kız-ar-mak > kız-ar-ık-lık] is. 1. kızcağız, [kız-ca(k)-ız > kız-cağız] is. Kendisine acı
Deride yoğun kan toplanması nedeniyle meydana m a veya şefkat duyulan kız.
gelen kırmızılık. 2. Kırmızı renge bürünm e duru kızçukaz, [kız-çuk-az {eAT} is. Kızcağız.
m u; kızarma durumu,
kızdırılma, [kız-dır-ıl-ma] is. Kızdırılmak durumu
kızarış, [kız-ar-ış] is. Kızarm ak eylemi veya biçimi, ve eylemi.
kızarma, [kız-ar-ma] is. Kızarmak eylemi, kızdırılmak, [kız-dır-ıl-mak] edil. fi. [-ır] 1. (Tence
kızarmak, [kız (sıcak) > kız-ar-mak] {eT} gçsz. f.[ - re, tava vb. için) ısıtılmak suretiyle kızgın duruma
ur] Kızıla dönmek; kızarmak. [ETY] getirilmek. 2. mecaz. (Kişi için) öfkelenmesine,
kızarmak, [kız-ıl-gar-mak > kız-ar-mak] gçsz. f i [- kızm asına sebep olunmak,
ır] 1. K ırm ızıya yakm bir renk almak; kırmızılaş kızdırınılm ak, [kız-dır-m-ıl-mak J/Jijijs] {OsT} edil.
m ak. 2. (M eyveler için) olgunlaşmaya yüz tutmak;
f i [-ur] Kızdırılmak,
olgunlaşmak. 3. (Yiyecekler için) ateşte ve yağ
içinde rengi kırmızı veya ona yakm bir renk alın kızdırma, [kız-dır-ma *-»j-yi] is. 1. Kızdırmak eyle
caya kadar pişmek. 4. Heyecan, çekinme, utanma mi. 2. {ağız} H astalık ateşi. {OsT} (aym) [DS] 3. Bir
veya öfke gibi duygusal nedenlerle kanın yüze top şeyi kızdırm akta kullanılan kap veya yer. 4. {ağız}
lanm ası dolayısıyla yüzde kırmızılık meydana gel Sıtma. [DS] 5. {ağız} Bağ çubuklarını köklendirmek
mek; özellikle utanmak. 5. Güneş ışınlarının etkisi için yere daldırm a işlemi; daldırma. [DS] 6. {ağız}
ile deride kırmızılık oluşmak; yanmak, ö kızarıp Sirke yapm ak için ezilmiş üzüm üzerine sıcak su
bozarm ak, Kızgınlık, utanma, suçluluk gibi neden dökerek m ayalanmaya bırakılma işlemi. [DS]
lerle yüzü değişik renklere bürünmek]] kızarıp kızdırmak, [kız-dır-mak g ç l . f [-ır] 1. Isısını
morarm ak, Kızgınlık, utanma, suçluluk gibi ne arttırarak kızgın hâle getirmek; {eAT} {OsT} (aym).
denlerle yüzü değişik renklere bürünmek. 2. mecaz. Birinin öfkelenmesine, kızm asına sebep
kızartı, [kız-ar-tı] is. 1. Kızarmış yer; ciltte görülen olmak.
kızarıklık. 2. Heyecan sonucu yüzde görülen kır kızeylim , [kız+ ey-li-m ?] {ağız} ünl. Kadınların
mızılık. 3. İltihaplı kırmızı leke. birbirini çağırm a ünlemi. [DS]
ÜM UİİÜE S82İIİİÜ• 2659 KIZ
kızgaç1, [kıs-mak > kıs-ğâç] (kısğa:ç) {eT} is. -*■ kıs- yakıcı; kızgın. [DK] S1 kızgun dilli, {eAT} Ateş gibi
gaç. [Gabain] yakan dilli. [DK]
kızgaç2, -cı [kız-mak > kız-gaç] {ağız} is. 1. Rüzgâr kızgun2, [kız-gun] {ağız} is. Evin damına çıkmak için
almayan, kuytu ve güneş gören yer. 2. sf. (Toprak bırakılan delik. [DS]
vb. için) çabuk ısınan. [DS] kızgunca, [kız-ğun-ca js] {eAT} sf. Acele; ivedi.
kızgak, [kıs-mak > kıs-ğâ-k] (kısga:k) {eT} sf. -*■ kıs-
fi1 kızgunca haber, {eAT} Acele haber; tez haber.
gak. [EUTS] [Gabain]
kızgurmak, [kız-mak > kız-ğur-mak] {eT} gçl. f.
kızgamak, [karğâ-mak > kırğâ-mak] {eT} gçl. f. [-r]
İşkenceye koymak; cezasını çektirmek; cezalan
(İnsanlar için) kızıp uzaklaştırmak; kakımak. [DLT]
dırmak. [DLT]
kızganmak, [kıs-ığ > kıs-(ı)ğ-an-mak] {eT} dönşl. f .
kızgut, [kız-mak > kız-ğut] {eT} is. 1. Cefa; zahmet;
[-ur] 1. Hasislik etmek; cimrilik etmek. [EUTS]
eziyet; zorlama; ıstırap. [EUTS] [Gabain] 2. Başkala
[Gabain]2 . g ç l.f. Kıskanmak. [Gabain] [Nevâyî]
rının görerek çekinmeleri için uygulanan ceza ve
kızgı1, [kız-gı] {ağız} is. 1. Güneşin sıcaklığı; ısı. 2.
işkence; ceza. [DLT]
Ucu ateşte kızdırılarak ağaç delmekte kullanılan
kızgutlanmak, [kız-ğut > kız-ğut-lâ-m ak > kız-ğut-
biz. [DS]
la-n-mak] {eT} dönşl. f. Suçunun cezasını görerek
kızgı2, [kız-gı] {ağız} is. 1. Can sıkıntısı. 2. Öfke.
rüsva olduğundan bir işten çekinmek. [DLT]
[DS]
kızhanım, [kız+hanım] {ağız} is. Hüsnüyusuf; Çin
kızgıl, [kız-mak > kız-ğıl {eT} {eAT} {ağız} sf.
karanfili. [DS]
Kızılımsı; kızılımtırak. [DS] ® kızgul at, {eT} Boz kızıg, [kıs-malc > kıs-ığ] {eT} sf. ■* kısıg. [EUTS]
ile kır arasında olan at. [DLT] [Gabain]
kızgılı, [kız-gı-lı] {ağız} sf. Öfkeli; sert; kinci. [DS] kızık1, -ğı [kız-ık] {ağız} sf. Öfkeli; sert; kırıcı. [DS]
kızgın, [kız-mak > kız-gm] sf. 1. Çok ısınmış olan; kızık2, -ğı [kız-ık] {ağız} is. İstek; arzu. [DS]
sıcak. 2. Ç ok ısıtılmış olan; kızdırılmış; sıcak. 3. kızık3, -ğı [kız-ık] {ağız} is. 1. Uyuz. 2. Sıcaktan
(Mevsim, güneş, yer için) sıcaklığı fazla artmış vücutta oluşan küçük sivilceler; isilik. 3. Güneş
olan. 4. mecaz. Bir şeye çok öfkelenmiş olan; öfke yanığı. [DS]
li; sinirlenmiş olan; hiddetli; çok kızm ış olan; mü-
kızık4, -ğı [kız-ık] {ağız} is. N em yüzünden çürümeye
tehevvir. 5. mecaz. Şiddeti fazla olan; sert; zorlu;
başlamış, kızışmış tahıl. [DS]
şiddetli; kızışık. 6. (Hayvanlar için) azgın. 7. (Hay
kızık5, -ğı [kıy-ık / kız-ık] {ağız} is. Çuvaldız. [DS]
vanlar için) cinsel isteği artmış olan; eş arayan.
{ağız} (aym) [DS] S kızgın bulut, jeol. Yanardağ kızık6, -ğı [kız-ık] {ağız} is. Odun isi. [DS]
lardan fışkıran yüksek ısıda su buharı ve volkanik kızıl1, [kız-mak > kız-ıl Jjs] sf. 1. Çok kırmızı olan;
parçacıklar içeren, bulut görünümünde, son derece parlak kırmızı olan; kızıl renk. {eT} (ayın) [DLT]
yakıcı gaz kütlesi. || kızgın dam, {ağız} Hamam. [ETY] [EUTS] [KB] [Gabain] 2. mecaz. Çok fazla;
[DS]|| kızgın gülle, B ir ye ri yakm ak için atılan aşırı derecede; çok. 3. is. Kızıl renk. 4. mecaz. Ko
yangın güllesi.\\ kızgın su, Basınç altında tutularak münistlere halkın verdiği isim. 5. Altm para; altm.
sıcaklığı 100°C’nin üzerindeki su. {eAT} {OsT} {ağız} (aynı) [DK] [DS] 6. tıp. Deride
kızgınlaşma, [kız-gın-la-ş-ma] is. Kızgınlaşm ak ey kızıl renkli döküntülere sebep olan, hemolitik
lemi. streptokokların yol açtığı bulaşıcı bir hastalık. 7.
kızgınlaşmak, [lcız-gın-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Kız {ağız} Akciğer. [DS] 8. {eAT} Bakır. 9. {ağız} K asık
gın durum a gelmek, ta çıkan bir çeşit çıban. [DS] S 1 kızıla çalmak, K ızıl
kızgınlık, -ğı [kız-ğın-lık Jİ^-js] is. 1. Kızgın olma renge yakın olmak. || kızıl ağaç, 1. {OsT} K ızıl sö
ğüt. 2. {ağız} H uş ağacıgillerden, kışın yapraklarını
durumu. 2. {OsT} Çok ısınmış, kızm ış olan şeyin
döken, 20 m. kadar boylanabilen, bazı türlerinin
taşıdığı bu nitelik; sıcaklık. 3. mecaz. Öfkeli ve
kabukları kırmızı boya olarak kullanılan ağaçların
sinirli olm a durumu. 4. Dişi hayvanların, özellikle
genel adı, (Alnus glutinosa). [DS]|| kızıl ağız, {ağız}
memeli hayvanların yum urtlam a dönemlerine denk
Çekinmeden, açık saçık konuşan kimse. [DS]|| kızıl
düşen çiftleşme isteği; cinsel istek, ö kızgınlık
akçe, Altın para. || kızıl altı, Işık tayfında, kırm ızı
dönemi, M emeli dişi hayvanların çiftleşme isteğin
dan daha az kırılan görünm ez ışınımların genel
de bulundukları dönem.
adı; kızıl ötesi; enfraruj.\\ kızıl arı, {ağız} B alansı
kızgırmak, [kız-gır-mak] g ç sz.f. [-ır] 1. (Yılan için)
büyüklüğünde, sarı renkli bir yaban arısı. [DS]||
ıslığa benzer ses çıkarmak. 2. (Doğan için) avının
kızıl atmak, {ağız} (Keçi y a da koyun için) yavru
üzerine saldırırken tiz bir sesle bağırmak. 3. (Erkek
düşürmek. [DS]|| kızıl ayak, Antalya dolaylarında
at için) kısrak gördüğünde kişnemek,
seyirlik köy orta oyunlarını düzenleyen kişi. || kızıl
kızgu, [kız-ğu ji-yj] {eAT} sf. Pembe; kızıl. bağarsuk, {eAT} Yemek borusu.|| kızıl boya, K ök
kızgun1, [kız-mak > kız-ğün u ^jS ] {eAT} sf. Sıcak; boyası.\\ kızıl bozul olmak, {ağız} Utançlık vb. yü
K IZ ÖTÜMIÜfflfCESÖM• 2660
zünden renkten renge girmek; kızarıp bozarmak. p a ra.|| kızıl ot, {ağız} Havuç. [DS]|| kızıl önlük,
[DS]|| kızıl cahil, H içbir şey bilmeyen; çok cahil; {ağız} 1. Yemek borusu. 2. Gırtlak. [DS]|| kızıl
kara cahil.\\ kızıl canh, {ağız} 1. Öfkeli; sinirli. 2. örtlek, {ağız} Yemek borusu. [DS]|| kızıl ötesi, fiz.
Atılgan; yorulmaz. [DS]|| kızıl çam, bot. Çamgiller Işık tayfında kırmızı ötesinde yayılan ve gözle gö
fam ilyasından her dem yeşil ve iğne yapraklı, 25 m. rünmeyen ısı ışınları; enfraruj.\\ kızıl pelit, {ağız}
kadar boylanabilen, deniz seviyesinden 1200 m. K ızıl meşe. [DS]|| kızıl su, {eAT} Kan. || kızıl su yo
kadar yüksekliklerde yetişen ve geniş orman alan sunları, bot. D enizlerin 200 m. derinliklerinde y a
ları oluşturan bir ağaç türü, (Pinus buritia).|| kızıl şayan kırmızı renkli su yoswıları.\\ kızıl süci, {eAT}
çiçek, {ağız} Mineden biraz büyük, mavi renkli, top {OsT} Kırmızı şarap.|| kızıl şaka, {OsT} Çok ileri
lu çiçek açan, kısa ve kızıl kahverengi, saklı bir götürülen şaka. || kızıl tüylü, {ağız} B ir yaşındaki
çiçek. [DS]|| kızıl deli, Azgın; çılgın. || kızıl dip, oğlak. [DS]|| kızıl ünttk, {eAT} Yemek borusu. || kızıl
{ağız} Pancar. [DS]|| kızıl eğlim, {ağız} Domates. üzüm, {ağız} Beyaz üzüm kurusu. [DS]|| kızıl vala,
[DS]|| kızıl ermek, {eT} Kızarmak. [DLT]|| kızıl {OsT} Kırmızı mendil.\\ kızıl yara, {ağız} tıp. Stafı-
ganat (kanat), {ağız} Tomruğun yanlarından çıkarı lokoklarm sebep olduğu deri altı doku ve y a ğ bez
lın 5 cm. kalınlığında, bir tarafı yuvarlak diğer ta lerinin iltihaplanmasıyla ortaya çıkan, yaygınlaştı
rafı düz tahta. [DS]|| kızıl ger, {ağız} Kulakları kır ğında tehlike oluşturan iltihaplı bir kan çıbanı;
m ızı olan siyah keçi. [DS]|| kızıl geren, {ağız} Top şirpençe. [DS]|| kızıl yel, {ağız} 1. Güneyden esen
rağı kırmızı ve sert olan yer. [DS]|| kızıl gevrek, sıcak ve kuru rüzgâr. 2. tıp. Albümin hastalığı. 2.
{ağız} Şaraplık kara üzüm. [DS]|| kızıl gicik, {ağız} K im i yiyecekler nedeniyle karnın sağ yanında du
Kaşıntı veren bir tür göz hastalığı. [DS]|| kızıl gö yulan gaz sancısı. [DS]|| Kızıl yıldız, Mars gezege
ğüs, {ağız} Serçe büyüklüğünde, göğsü kırmızımsı ni.|| kızıl yörük, {ağız} tıp. Yılancık hastalığı. [DS]||
bir dağ kuşu. [DS]|| kızılı çıkmak, {eAT} B ir kötü kızıl yum urta, Paskalya yumurtası.
lüğü ortaya çıkmak; kötü olduğu anlaşılmak.\\ kızıl kızıl2, [kız-ıl] {ağız} sf. 1. Geçimsiz; idaresiz. 2. Öf
çıngı, {ağız} Kuşku; üzüntü; od. [DS]|| kızıl gevrek, keli; sinirli; kırıcı; sert. 3. Bilgisiz; toy; genç. 4.
{ağız} K ızıl hastalığı. [DS]|| kızıl gicik, {ağız} Bir Tembel; iş görmez; iş bilmez. [DS]
tür göz hastalığı. [DS]|| kızıl gücük, {ağız} Havuç. kızılaç, -cı [kızıl-aç ?] {ağız} is. 1. Kızıl toprak. 2.
[DS]|| kızıl ger, {ağız} Kulaklarının üstü ve omuz Verim siz toprak. [DS]
başları kızıl olan kara keçi. [DS]|| kızılı çıkmak, kızılağaç, -çı [kız-ıl+ağaç] is. bot. 1. Huşgillerden,
{OsT} B ir kötülüğü ortaya çıkmak.|| kızılını aşikâre Kuzey yarım kürede serin ve nemli yerlerde yeti
etmek, {eAT} Kötülüğünü sergilem ek.|| kızıl ısı, şen, bir evcikli, dişi çiçekler oval ve tırtılsı, erkek
Temmuzun çok sıcak olan ikinci yarısı; eyyam-ı bu çiçekler uzun ve sarkık, yaprakları almaşık, yuvar
hur. || kızıl iblis, Ç ok kötü ruhlu insan.\\ kızıl ikin lak ve kabartılı, köklerinde baklagillerde olduğu
di, {ağız} ikindiden sonra güneşin batmaya yakın
gibi azotu tutan yum rular bulunan, kerestesi m a
olduğu zaman. [DS]|| kızıl issi, {ağız} Ağustosun ilk
rangozlukta kullanılan bir orman ağacı, (Alnus). 2.
haftasında olan en sıcak günler; eyyam-ı buhur. {18. yy.} Kızıl söğüt,
[DS]|| kızıl işgildi, {ağız} Kırmızı yaban mersini.
kızılak, -ğı [kızı-la-k] {ağız} is. 1. Alıç ağacı, (Ro-
[DS]|| kızıl kabık, {ağız} Çam ağacının dış kabuğu.
saceae crataegus). 2. Alıç meyvesi. 3. Kızılcık a-
[DS]|| kızıl kâfir, K oyu dinsiz.|| kızıl kanat, 1. K a
ğacı. 4. Kızılcık meyvesi. [DS]
natları yen i tüylenen kuş yavrusu. {OsT} (aynı) 2.
{ağız} Kimsesiz. [DS]|| kızıl Karaman, Sağım za Kızılay, [kız-ıl+ay] is. 1. H içbir ayırım gözetmeksi
manı 30-35 kg. kadar süt veren Karaman koyunu- zin savaşta ve barışta her türlü felakete uğrayan
nun kırmızı-mor renkli bir türü; m or Karaman.\\ kişilere yardım da bulunan, özel hukuk hükümlerine
kızıl kır, {OsT} Pekmez köpüğünü andıran, kırmızı bağlı tüzel kişiliğe sahip, kamu yararına çalışan,
ile kır arası bir at donu. {eAT} {ağız} (aynı) [DS]|| bağım sız, tarafsız yardım demeği; Osmanlı Mec-
kızıl kıvrım, {ağız} 1. Kuraklık nedeniyle filizlenen ruhîn-i A skeriye İane Cemiyeti; Osmanlı Hilal-i
tohumun toprağın yüzüne çıkamaması. 2. K uluçka A hm er Cemiyeti; Türkiye Hilal-i Ahm er Cemiyeti;
y a konulmuş yum urtalardan çıkamayıp çeşitli se Türkiye Kızılay Cemiyeti; Türkiye Kızılay D em e
beplerle ölen civciv. [DS]|| kızıl kıyamet, Büyük ve ği. 2. argo. Karşılıksız olarak başkalarının cinsel
aşırı kavga, gürültü; kızılca kıyamet. || kızıl konur, tatminlerini sağlayan kimse. 3. argo. Karşılıksız
{OsT} Kızılı andıran esmerlikte sığır donu.|| kızıl çıkar sağlanan kimse veya kurum,
kulak, {ağız} zool. Çipura. [DS]|| kızıl kurt, {ağız} kızılbacak, -ğı [kız-ıl+bacak] {ağız} is. bot. Odunu
A t ve eşeklerin kıç ve kalın bağırsaklarında yerle güç yanan, yaprakları yapışkan, meyvesiz bir tür
şerek yaşayan ve onların kanlarını emen kırmızı bir ağaç. [DS]
asalak kurt. [DS]|| kızıl kurt ye, {ağız} tlenç sözü. Kızılbaş, [kız-ıl+baş (eskiden mensuplarının giydik
[DS]|| kızıl kuru, {ağız} A hlat kurusu. [DS]|| kızıl leri kırmızı başlık ve hırka dolayısıyla] is. 1. Şiî
kuş, {ağız} Doğan kuşu. [DS]|| kızıl mangır, Bakır mezhebinin İmamiye kolunu benimseyenlere Sün-
H D IB S M . »61 KIZ
nilerce verilen isim; A li Allahiler; Şah Safı süreği; Kızılcıktan yapılan şerbet.|] kızılcık şurubu, K ızıl
Purut; Dönük. 2. On sekizinci yüzyıldan sonra, cık meyvesinin özü ile hazırlanmış bir içecek. || kı
N adir Şah’m istilası ile A fganistan’a yerleşmiş zılcıktan düşmek, {ağız} Erginleşmek. [DS]|| kızıl
olan bir Türkmen boyu. S kızılbaş ördek, Erkeği cık tarhanası, {ağız} Kızılcık meyvesinin suyu ile
nin rengi siyah, böğrü beyaz, başı iri ve kırmızı yoğrularak yapılan bir tür tarhana. [DS]
renkli, dişisinin rengi açık esm er bir ördek türü; kızılcık2, -ğı [kızıl-cık] {ağız} is. 1. tıp. Kızamık
M acar ördeği, (Netta rufına). hastalığı. 2. B ir çeşit çiçek hastalığı. 3. Çok yağ
Kızılbaşlık, -ğı [kız-ıl+baş-lık] is. Kızılbaş olm a du mur yağması nedeniyle oluşan ve başakların bü
rumu. yümesini engelleyen hastalık. [DS]
kızılca1, [kız-ıl-ca -tA-js] sf. 1. Biraz kırmızı; kızıla ça kızılcık3, -ğı [kızıl-cık] {ağız} is. 1. Ekşi kiraz. 2.
Kırm ızı renkli, nohut iriliğinde tek çekirdekli di
lan. 2. Çok aşırı; aşırı derecede; kızıl. 3. is. Kadın
kenli bir meyve; yaban elması. 3. Harman süpürge
ların yanaklarına hafif bir pem belik verm ek için
si yapılan kızıl gövdeli, bodur b ir ot. 4. Kırlarda ve
sürdükleri boya; allık. 4. {eAT} A ltm para; altın. 5.
nadasa bırakılan tarlalarda yetişen bir tür ot. 5. Y e
{ağız} Kızıla yakm renkli bir buğday türü. [DS] 6.
şil, parlak yapraklı, sannaşıkgillerden bir bitki. 6.
{eAT} {OsT} Allık; kızıllık. S1 kızılca ikindi, {eAT}
N ar çiçeğine benzer çiçekleri olan bir ot. [DS]
{OsT} İkindi ile akşam arası; akşam a yakm ikindi
vakti.|| kızılca kıyamet, Büyük ve aşırı kavga, g ü kızılcıkgiller, [kızı-cık-gil-ler] is. bot. Şemsiye
rültü; kızıl kıyamet.\\ kızılca kıyam et kopmak, çiçekliler takımından, örnek bitkisi kızılcık olan,
Birden çok gürültü patırtı olmak; karışıklık çık karşıt yapraklı, dört erkek organlı, iki bölümlü yu
murtalığı bulunan, sert çekirdekli zeytinimsi m ey
mak; baş kaldırmalar çoğalmak. || kızılca üğeyik,
veli, çalı hâlinde bitki familyası, (Cornaceae).
{OsT} D işi tavusa benzer bir kuş.|| kızılca yel, L o
dos. || kızılca yil, {OsT} Lodos. kızılcuk, -ğu [kızıl-cuk ö jrjs] {eAT} is. H afif geçen
kızılca2, [kız-ıl-ca] {ağız} is. Göğsün, koltuk altma kızam ık hastalığı,
gelen kısmı. [DS] kızılçam , [kız-ıl+çam] is. bot. Kışın yaprağını dök
kızılca3, [kız-ıl-ca] {ağız} is. 1. Çocuk. 2. Erkek ço meyen, gövdesinden reçine elde edilen, kozalaklı,
cuk. [DS] iğne yapraklı büyük bir orman ağacı; pür çam;
kızılca4, [kız-ıl-ca] {ağız} is. Yemek borusu. [DS] (Pinus brutia).
kızılca5, [kız-ıl-ca] {ağız} is. Buzağı. [DS] kızılçuk, -ğu [kızıl > kızıl-çuk] {eAT} is. Kızılcık a-
kızılca6, [kız-ıl-ca] {ağız} is. 1. Y aprakları geniş ve ğacı. [DK]
tohumları şeker pancarına benzer bir ot. 2. Pancar. Kızılderili, [kız-ıl+deri-li] is. 1. A merika kıtası yer
3. Pazı bitkisi. [DS] lilerine verilen ortak ad. 2. sf. Kızılderililerle ilgili
kızılca7, [kız-ıl-ca] {ağız} is. Vücuttaki hastalık ateşi. olan; Kızılderililere ait.
[DS] kızılelma, [kız-ıl+elma (Bizans döneminde Ayasofya
kızılca8, [kız-ıl-ca] {ağız} is. Kızamık hastalığı. [DS] önündeki bir sütun üstünde yer alan, ata binmiş
kızılca9, [kız-ıl-ca] {ağız} sf. Küçük yapılı. [DS] vaziyette bir elinde kızıl küre, diğerinde ise altın
kızılcadişi, [kız-ıl-ca+dişi] is. bot. Kızılcıkgillerden, dan büyük bir elma bulunan Justinianus heykeline
beş metre kadar yükselebilen, kışın yapraklarını gönderm e yapılarak)] is. 1. Türkler (İstanbul’u fet
döken, beyaz çiçekli, çiçeklerini yapraklardan son hetm eden önce) İstanbul; İstanbul’u fethetme idea
ra açan, meyvesi küremsi ve kırmızım tırak siyah, li. 2. tar. İmparatorluk döneminin başlangıç yılla
bir ağaççık; dişi kızılcık; demircik, (Cornus san- rında, yeri kesin olmamakla birlikte bir ideal olarak
guinea). benim senen ve Türk ordusunun ele geçireceği, fet
kızılcık1, -ğı [kızıl-cık] is. bot. 1. Kızılcıkgillerden, hedeceği her yer. 3. Yine o devirlerde Roma ve
kışın yaprağını döken, dem et veya kömeç hâlinde M oskova şehirlerine verilen ad. 4. (Yirminci yüzyıl
san çiçekli, çiçekleri yapraklardan önce açan, kır başlarında) yeri ve zamanı belli olmamakla birlikte
mızı meyveli, meyvelerinden ezme veya şerbet ya siyasal, kültürel ve ekonomik Türk birliği ülküsü
pılan ağaççık; karaniya; eyir; erkek kızılcık, nün simgesi; bütün Türklerin bir araya toplanması
(Cornus mas). 2. Bu ağacın yenilen kırmızı renkli ülküsü.
zeytinimsi meyvesi. S kızılcık çıkarm ak, {ağız} Kızılhaç, [kız-ıl+haç] is. Savaş kurbanlarına ve do
K ızam ık çıkarmak. [DS] || kızılcık çorbası, {ağız} ğal afetlere uğramış olanlara yardım etmek üzere
Kızılcık tarhanasından yapılan çorba. [DS]|| kızıl kurulmuş uluslar arası yardım kurumu,
cık hoşafı, argo. Dayak.\\ kızılcık hoşafı içirmek, kızılkanat, [kız-ıl+kanat] is. zool. Sazangillerden, kı
argo. Dövmek. || kızılcık reçeli, K ızılcık meyvele sa ve oval gövdeli, sırt yüzgeci kısa ve daha geride,
rinden şeker ile yapılan ve genellikle ishale iyi ge iri pullu, gözleri ve yüzgeçleri kırmızı, göl, su biri
len reçel.\\ kızılcık sopası, D ayak.|| kızılcık süz kintisi ve akarsularda yaşayan kılçıklı bir tatlı su
mek, {ağız} Güçlük çekmek. [DS]|| kızılcık şerbeti, balığı, (Scardinius erythrophthalmus).
K IZ Öliffil TİKÇESOM • 2662
kızılkantaron, [kız-ıl + Yun. kentauron] is. bot. Cen- ve kırmızı durum unda olan bir tür hastalık; sam
tiyangillerden karşılıklı yapraklı kırmızı çiçekli, 75 vurgunu. [DS]
cm. kadar boylanabilen, halk hekimliğinde çiçekli kızıllık, -ğı [kızıl-lık] {ağız} is. Üzerinde kızılcığa
dalları iştah açıcı olarak kullanılan iki yıllık otsu benzer meyveleri biten bir tür çalı. [DS]
bitki, (Centaurium erythraea). kızıllırak, -ğı [kızıl-lı-ra-k Jjj ^ j â ] {OsT} sf. Kızıla
kızılkantarongiller, [kız-ıl+kantaron-gil-ler] is. bot. çalan; çil.
İki çeneklilerden kızılkantaron, acı yonca gibi tür
kızılma, [kız-mak > kız-ıl-ma] is. K ızılm ak işi.
leri içine alan, taç yapraklan bitişik, yumurtalığı
kızılm ak1, [kız-mak > kız-ıl-mak] {eT} e d il.f. Yaptı
üst durumlu, düzgün çiçekli pek çok süs bitkileri
ğı suça bir daha dönm em ek üzere ceza görmek;
familyası, (Gentianaceae).
nedamet etmek; kıyılmak. [DLT]
kızılkök, [kız-ıl+kök] is. 1. bot. K ök boyasıgillerden, kızılm ak2, [kız-mak > kız-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1.
köklerinden kırmızı boya elde edilen 1-2 m. yük Kızmak eylemi yapılmak. 2. Kızgın, öfkeli duruma
seklikte, soluk sarı çiçekli, rizomlu, çalı görünü gelinmek.
şünde, gövdesi sert dikenli, çok yıllık bitki; kök
kızılot, [kızıl+ot] {ağız} is. 1. Havuç. 2. Eğrelti otu. 3.
boyası; kızıl boya; boyacı kökü, (Rubia tinctorum).
Bir tür ot. 4. Bağlarda teveklere sarılan bir tür sar
2. kim. Bu bitkinin köklerinden elde edilen kırmızı
maşık. [DS]
boya maddesi; alizarin,
kızılsağı, [kızıl-sağı / kızıl-sağu / Jjs
kızılkurt, -du [kız-ıl+kurt] is. zool. Kurtçuğu at ve
eşeklerin karm atardamarlarında, erişkini kör ba J jjJ / JjS] {eAT} {OsT} sf. Kızılımsı,
ğırsaklarında yaşayan, tehlikeli bir hastalığa sebep kızılsavu, [kızıl-sağu] {ağız} sf. Kızıla çalan renk;
olan asalak bir ipsi solucan, (Strongylus equinus). kızılımsı. [DS]
kızılkuyruk, -ğu [kız-ıl+kuyruk] is. zool. Sinekka kızılsı, [kız-ıl-sı ^ j S ] {OsT} sf. Kızıla çalan; kızıla
pangillerden, duvar kovuklarına yuva yapan, or
yakın; kızılımsı,
manlarda, meyve bahçelerinde ve köylerdeki ağaç
kızılsıg, [kız-ıl > kız-ıl-sığ] {eT} sf. Kırmızımsı. [Ga-
lıklarda yaşayan, erkeğinin tüyleri siyah-külrengi,
bain]
kızıl, beyaz; dişisinin rengi tamamen düz esmer,
kızılşap, [kızıl+şap] is. 1. A çık eflatun renk. 2. sf. Bu
yavrularm ınki ise benekli am a hepsinin kuyruğu
renkte olan.
kızıl, yalnızca böceklerle beslenen küçük bir ötücü
kızıltı, [kız-ıl-tı] is. 1. H afif kırmızılık. 2. Solgun
kuş, (Phoenicurus phoenicurus).
kızıl. 3. Bir yerden akseden kızıllık,
kızıllamak, [kızıl-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] Birine
kızılfingttk, [kızıl+ünük J J j s ] {eAT} {OsT} is.
haksızlık etmek. [DS]
kızıllanmak, [kız-ıl-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1. Yemek borusu,
K ızıl renkli bir durum almak; kızıllaşmak. 2. Öfke kızılyaprak, [kız-ıl+yaprak] is. bot. Gülgillerden, yol
lenmek; hırslanmak. 3. Haksızlık etmek. [DS] kenarlarında biten, bir metre kadar boylu, sarı çi
Kızıllar, [kız-ıl-lar] is. Abakanlardan, destanları ve çekli, rizomlu, çok yıllık otsu bir bitki; kasık otu;
fıtık otu; kuzu pıtrağı; koyun otu, (Agrimonia
kahram anlık hikâyeleriyle tanınan, Yüs bozkırla
eupatria).
rında yaşayan bir Türk boyu,
kızılyörük, -ğü [kız-ıl+yörük] is. tıp. Streptokok türü
kızıllaşma, [kız-ıl-lş-ma] is. Kızıllaşmak eylemi,
mikropların bir sıyrık veya yara dolayısıyla bulaş
kızıllaşmak, [kız-ıl-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Kızıl bir
ması sonucu m eydana gelen bir hastalık; yılancık.
renge bürünmek; kızıl olmak.
kızm m ak1, [kız-mak > kız-ın-m ak / ji* s ] {OsT}
kızıllık1, -ğı [kız-ıl-lık] is. 1. Kızıl olma durumu. 2.
K ızıl bir renk almış olan yer. 3. Güneş doğarken ve {ağız} dönşl. f. [-ır] Isınmak. [DS]
batarken ufukta meydana gelen kızıl görünüm. 4. kızınm ak2, [kız-ın-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1. Kıs
tıp. Demir ve melanin karışımı eritromelanin pig kanmak. 2. Çeşitli sebeplerle vermemek; esirge
mentinin varlığı sebebiyle saçların kırmızı renkte mek; göstermem ek [DS]
olması. 5. {ağız} Pudra; düzgün; aklık. [DS] ö kı kızırganmak, [kız (kıt) > kız-ır-ğan-mak
zıllık etmek, {ağız} H aksızlık etmek. [DS]|| kızıllık {eAT} dönşl. f. [-ır] 1. Pahalı bulmak. 2. {ağız} Kıs
otu, Sığırdiligillerden, menekşeye benzer, su ke kanmak. [DS] 3. {ağız} V ennem ek; esirgemek; gös
narlarında yetişen, beyaz ve mor renkli çiçekler termemek. [DS]
açan, halk hekimliğinde ishale karşı kullanılan bir
kızırkanılmak, [kız-ır-ka-n-ıl-mak j J dIîjjJ] {eAT}
otsu bitki; karakafes otu, (Symphytum officinale).
ed il.f. [-ır] Pahalı bulunmak; pahalı sayılmak,
kızıllık2, -ğı [kız (kıt) > kız-ıl-lık {eAT} is.
kızırkanmak, [kız-ır-ka-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
Kıtlık. S kızıllık gelmek, {eAT} K ıtlık gelmek. Y alan bahanelerle işten kaçmak; işi savsaklamak.
kızıllık3, -ğı [kızıl-lık] {ağız} is. Başaklarda görülen [DS]
• 2663 K IZ
kızış, [kız-ış] is. Kızmak eylemi veya biçimi, kızlanm ak2, [kîz (kıt; pahalı) > kız-lâ-mak > kızla-
kızışık, -ğı [kız-ış-ık] sf. Kızışmış olan; şiddetli, n-mak] {eT} dönşl. fi. Pahalı bulmak. [DLT]
kızışma, [kız-ış-ma] is. Kızışm ak eylemi, kızlanmak3, [kız-la-n-mak] {ağız} dönşl. f i [-ır] (K e
kızışmak, [kız-ış-mak] dönşl. fi [-ır] 1. Çok ısınmak; silmiş tavuk vb. için) deri üstünde kalm ış küçük
aşırı sıcaklığa ulaşmak. 2. (Eğlence, neşe vb. için) tüyleri yakılmak; ütelenmelc. [DS]
gayrete gelmek; hızlanmak; hareketlenm ek; coş kızlarcık, -ğı [kız-la-r-cık] {ağız} is. Saksağan. [DS]
mak. 3. mecaz. Şiddetlenmek, 4. (Bitki, gübre vb. kızlaşmak, [kîz > kız-lâ-mak > kızla-ş-mak] {eT}
için) nemli ortamda çürürken bakterilerin etkisi ile işteş, fi. [-ur] Bahse bir kız veya cariye koymak.
ısınmak. 5. (Memeli hayvanların dişileri için) çift [DLT]
leşme zamanı gelmek; kösnümek; boğasamak. 6. kızlığ, [kız-lığ ^Jjs] {eAT} {ağız} is. -*• kızlık1. [DS]
{ağız} Öfkelenmek; sinirlenmek; hırslanmak. [DS]
kızhh, [kız-lıh jjJjs] {eAT} is. -*■ kızlık1.
7. işteş, fi. (Kavga, tartışm a vb. için) daha gürültülü,
sert bir durum almak, kızlık’j [kîz (kıt, pahalı) > kız-lık jljâ] {eT} {eAT} is.
kızıştırma, [kız-ış-tır-ma] is. K ızıştırmak eylemi, 1. Pahalılık. 2. Az bulunur olmak; kıt oluş; nadir
kızıştırmak, [kız-ış-tır-mak] gçl. fi. [-ır] 1. K ızışm a lik; kıtlık, {ağız} (aynı) [KB] [DS] 3. {eAT} K urak
sını sağlamak; kızışm asına sebep olmak. 2. mecaz. giden yıl. 6 1 kızlık etmek, {OsT} Pahalılaştırmak.\\
İsteklendirmek; gayrete getirmek; coşturmak; can kızlık yıl, {eAT} K ıtlık yaşanan yıl.
landırmak. 3. {ağız} Fit sokmak. [DS] kızlık2, -ğı [kız-lık] is. 1. Kız olm a durumu; hiç cin
kızkalbi, [kız+kalb-i] is. bot. Şahteregillerden, kalp sel ilişkide bulunmamış kızın durumu; erdenlik;
biçiminde kırmızı çiçekli bir süs bitkisi, (Dicentra bâkirelik; bekâret. 3. Üvey kız. {ağız} (aym) [DS] 4.
spectabilis) {ağız} Manevi kız; evlatlık edinilmiş kız. [DS] 5. sf.
kızkanç, -cı [kıs-ka-n-ç / kız-ka-n-ç gâjs] {OsT} sf. Bir kadının evlenmeden önceki çağına ait olan. 0
kızlık adı, B ir kadının evlenmeden önce taşıdığı
Kıskanç.
soyadı. || kızlık zarı, anat. Cinsel ilişkide bulunma
kızkanmak, [kıs-ka-n-mak / kız-ka-n-mak] {ağız} dan önce kızlarda döl yolunu kısmen kapatan ve
dönşl. f i Herhangi bir şeyi başkalarına karşı koru cinsel ilişkiye girdikten sonra yırtılarak erdenliğin
mak. [DS] ortadan kalktığının belirtisi olan zar; bekâret zarı;
kızkı1, [kız-kı Jijs] {eAT} sfi Çok kızıl. himen.
kızkı2, [kız-kı] {ağız} is. Isı gücü; ısı enerjisi; kalori. kızlıksız, [kız-lık-sız jJjs] {eAT} sf. (Bayan için)
[DS] kız olmayan; bâkire olmayan.
kızkı), [kız-mak > kız-ğıl] {eT} sf. -*■ kızgıl. [EUTS] kızm a1, [kız-ma] is. 1. Kızmak eylemi. 2. Isıtılan
kızkıldırak, -ğı [kız-kıl-dı-ra-k / kızıl-lı-ra-k maddedeki sıcaklığın artma durumu. 3. mecaz. Ö f
{eAT} sf. K ızıla çalan; çil. kelenme; sinirlenme. 4. (Dişi kuşlar için) kuluçka
kızkırmak, [kız (yans.) > kız-kır-mak] {ağız} gçsz. fi. ya yatm a isteği. 5. (Dişi memeli hayvanlar için)
[-ır] (At için) kişnemek. [DS] çiftleşmek isteği. 6. (M akine elemanları için) so
ğutma ve yağlam a eksikliğinden kaynaklanan, sür
kızkırt, [kız-kır-t ?] {ağız} sf. Beyazla karışık kızıl
tünm e dolayısıyla parçayı bozan aşırı sıcaklık. 7.
renk; kızılımtırak; kızılımsı. [DS]
{ağız} Yazın fazla sıcaktan dolayı vücutta oluşan
kızkut, [kız-mak > kız-ğut] {eT} is. -*■ kızgut. [EUTS]
kabarcıklar; isilik. [DS] 8. {ağız} Atların tüylerini
kızlaç1, -cı [kız-(ı)l-aç] {ağız} is. 1. Sıcaklığa daya
döken bir tür cilt hastalığı. [DS]
nıklı bir tür kızıl toprak. 2. İçinde saçm a büyüklü
kızma2, [kız-ma] {ağız} is. 1. Tuğladan yapılm a soba.
ğünde beyaz çakıl taşları olan kırmızı toprak. [DS]
2. Soba. [DS] S kızma hamam, {ağız} Hamam;
kızlaç2, -cı [kız-(ı)l-aç] {ağız} is. 1. Sıkıntılı; havasız sıcak. [DS]
yer. 2. Güneşli, kuytu yer. [DS]
kızma3, [kız-ma] {ağız} is. Nadas edilmiş tarla. [DS]
kızlamuk, [kızıl > kız(ı)l-â-muk] (kızla:muk) {eT} -*■
kızmabirader, [kız-ma+birader] is. Bir karton üstü
kızamuk. [DLT]
ne çizilmiş, üzerinde haneler bulunan değişik yol
kızlan, [kız-(ı)l-an] {ağız} is. 1. Killi, çorak toprak. 2. larda atılan zara göre piyonları ilerleterek oynanan
Kırmızı topraklı yer. 3. Çoğunlukla krom madeni bir tür eğlence aracı ve bu oyunun adı.
çıkarılan yer. [DS] S kızlan taprak, {ağız} K um sal
kızmaca, [kız-ma-ca] is. Kızgınlığa, öfkeye dayanan
toprak. [DS] herhangi bir davranış.
kızlanm ak1, [kız > kız-lâ-m ak > kızla-n-mak / kızm ak1, [*kız (sıcak) > kız-m ak jjîjs] gçsz. fi [-ar]
{eT} dönşl. fi. [-ur] 1. K ız edinmek. [DLT] 2. 1. Çok yüksek bir sıcaklık derecesine ulaşmak; çok
{eAT} (Kadın için) bâkire olmadığı hâlde kız gö ısınmak; sıcaklığı çok artmak; {OsT} (aym). [DK] 2.
rünmek. (M akine elemanları için) soğutma ve yağlam a ek
K IZ OIÜMIİlCtSÖM • 2664
sikliğinden kaynaklanan, sürtünme dolayısıyla par k i1, [Far. ki «S'] {OsT} bağ. 1. Birbiri ile anlam ilişkisi
çayı bozacak kadar ısınmak.
bulunan cümleleri birbirine bağlar "Erkenden gide
kızm ak2, [kız-mak] {ağızj gçsz. fi [-ar] 1. Öfkelen lim ki y e r bulabilelim. ” 2. Cümlede özne veya tüm
mek; sinirlenmek. {eT} (aym) [ETY] [KB] 2. (Dişi leç durum unda bulunan öğeleri güçlendirir ve cüm
kuşlar için) kuluçkaya yatm ak istemek. 3. (Dişi lenin temel bölüm üne bağlar. “Önce sizi aradım ki
memeli hayvanlar için) çiftleşmek istemek; erkek zo r durumda kalmayasınız. ” 3. “Öyle; o kadar; o
istemek; eş istemek; kösnümelc. denli” gibi öğelerle birlikte kullanılarak sonuç bil
kızm ak3, [kız-mak J»js] {eAT} gçsz. f i [-ar] Kızar diren cümleye geçiş ve anlama güç katar. “Öyle bir
mak. [KB] bağırdı ki ödüm k o p tu ." 4. Aslında bir varlığın sı
kızm ak4, [kız-mak] {ağız} g çsz.f. [-ar] (Yemek için) fatı olan ortaçlar yan cümle olarak kullanıldığı za
ekşimek; bozulmak. [DS] man o yan cümleyi yükleme bağlar, (Daha çok ya
kızman, [kız-man] {ağız} is. Anahtar. [DS] bancı dillerden çevirilerde kullanılır). “B ir koltuk
kızmemesi, [kız+meme-s-i] is. 1. Altıntop; greyfurt. ki oturanı yakar, (oturanı yakan bir koltuk) ” 5. Ay
2. Bir tür şeftali, nı anda yapılan ve birinci eylemin yapılışından
sonra ortaya çıkan ve şaşkınlığı ifade eden ikinci
kızmet, [? kızmet] {ağız} sf. Cılız. [DS]
bir eylemi bildiren cümleleri birbirine bağlar.
kızmık, -ğı [kız-mık / kıs-mık] {ağız} is. 1. Harmanda
"Şöyle bir dokundum ki elleri buz gibi olmuş. " 6.
elenen buğdayın kalbur üstünde kalan kapçıklı ta
Aslında bağ fiille kurulabilen bir cümleciği bulu
neleri. 2. Yıkanan buğdayın suyun üstünde kalan
nan birleşik cümleyi iki ayrı cümle hâlinde birbiri
ve su ile akan kısmı. [DS]
ne bağlar. (Daha çok yabancı çevirilerin etkisi ile
kızmışla, [kız-mak > kız-mış + ile / kız-mış-lı(k)-a
kullanılır.) "Bütün balıkçılar bilir ki böyle bir fırtı
4 İ zf. (Beden için) yürüme vb. sonucunda ısın nada balığa çıkılmaz. ” (Böyle bir fırtınada balığa
m ış iken. çıkılmayacağını bütün balıkçılar bilir.) 7. İkincisi
kıznaç, -cı [kız-(ı)n-aç] {ağız} is. Güneş doğan yer; birincinin muhtemel bir sebebi olan iki cümleyi
doğu. [DS] birbirine bağlar. "Amcam bize gelm iş olmalı ki
kıznak, [kîz (lat, pahalı) > kız-(ı)n-â-mak > kızna-k arabası kapının önünde duruyor. ” 8. İkincisi birin
?] {eT} is. Hazine. [EUTS] cisinin açıklaması olan, özneleri ortak iki cümleyi
kızoğlan, [kız+oğ(u)l-an >i] {eAT} {OsT} sf. birbirine bağlar. “Bu at öyle hızlıdır ki arkasından
kurşun bile yetişemez. ” (Bu at arkasından kurşun
Bakir; bakire,
bile yetişem eyecek kadar hızlıdır.) 9. Birbiri ile se-
kızrak, [kîz (kıt, pahalı) > kız-rak] {eT} sf. Az bulu
bep-sonuç ilişkisi içinde bulunm ası gereken ilki
nur; nadir rastlanır. [KB] olumsuz, İkincisi olumlu iki cümleyi birbirine bağ
kızrık, -ğı [kız-(ı)r-ık] {ağız} sf. (Et için) çok kavrul lar. “Çiğ yem edim ki karnım ağrısın. " 10. Beklen
muş; yanmış. [DS] m edik bir durum la karşılaşmada şaşkınlık ifade
kızsız, [kız-sız] sf. 1. Kızı olmayan. 2. zf. Kızı olm a etm ek için birinci cümledeki eylemin yapıldığı sı
dan. rada ikinci cümledeki eylem in gözlemlendiğini bil
kızsız, [kîz (kıt, pahalı) > kız-sız] {eT} sf. Tok; gözü dirir. “Baktım ki herkes uyuyor. " (Herkesin uyudu
tok. [EUTS] ğunu görünce şaşırdım). 11. İlki, İkincisinin amacı
kızumak, [kîz (kıt, pahalı) > kız-ü-mak] (kızıcmak) durum unda olan iki cümleyi birbirine bağlar. “K a
{eT} gçsz. f i [-ur] Fiyatı yükselmek; pahalanmak. p ıyı araladım ki havalandırm a kolay olsun. ” 12.
[DLT] “Bilmem” fiili ile bir soru cümlesini birbirine bağ
kızyık, -ğı [kız-ık / kızyık] {ağız} sf. Arsız; pişkin. layarak çaresizlik veya tereddüt anlatır. “Bilmem ki
[DS] buna can dayanır m ı? ” 13. Yakınma, kınama, be
kızzık, -ğı [kız-ık / kızzık] {ağız} is. Oyunda yenilen ğenmeme, yerme gibi duyguları ifade edebilmek
çocuğa verilen ceza. [DS] için bazı ünlem cümlelerinin sonuna konur. “Böyle
-k i1, [-gı / -gi / -ki / -kı / -gu / -gü / -kü / -ku] yap. e. olmaz k i! ” 14. Şüphe, endişe ve korku anlatmak
-►-gı. için soru cümlesinin sonuna getirilir. "Böyle gider
-ki2, [-kı / -ki / -ğı / -gi] {eAT} yap. e. -*■ -kı. m i ki? ” 15. Bazı kelimelerle birleşme ve kaynaşma
-ki3, [-ki / -kü] çek. e. 1. İlgi eki. İsimlere, zamirlere yoluyla zarflar, edatlar meydana getirir. "Çünkü,
gelerek aitlik, ilgi, iyelik bildiren ek. Büyük ünlü belki; halbuki, sanki, mademki. ” 16. Kesik cümle
uyumu kuralına aykırıdır, bir kaç örnekte küçük lerin sonuna getirilerek aşırılık; coşku, abartma ifa
ünlü uyumu kuralına tabi olduğu görülür: alttaki, de edilir. "O kadar eğlendik ki... " 17. Soru edatı ile
seninki, onunki, bahçedeki, bugünkü, dünkü. 2. Bu birlikte cümleye olum suzluk anlamı katar. "Ağzın
lunm a halindeki isimlere eklendiği zaman sıfat tü dan çıkanı biliyor mu k i? ” 18. “Kim, ne” gibi soru
retir: bahçedeki (tavuk), sınıftaki (çanta), dünkü zamirleri ile birlikte cümleye olumsuzluk anlamı
(olay). katar. "Kim biliyor ki? " S ki bağlacı, dbl. İki
O İ I H I If M .2 6 6 5 KİB
cümleyi birbirine aralarında ilgi kurarak bağlayan ranmak..|| kibarlık budalası, Kibar davranmak is
ve ayrı yazılan ki. terken gülünç durumlara düşen kimse. || kibarlık
ki2, [ke] (ke:) {eT} is. -*• ke. [ETY] [EUTS] [İKPÖy.] düşkünü, Kibarlığa aşırı derecede önem veren
ki3, [kim / ki] {eT. } bağ. -*■ ki. [Yüknekî] kimse. || kibarlık etmek, Kibara yakışır biçimde
ki4, [iki] {ağız} is. İki. [DS] davranmak. || kibarlık taslamak, Kaba birisi ol
masına rağmen kibarmış gibi görünmeye çalışmak.
kiang, [Tib. kiang] is. zool. Tibet kulam,
kib, [kıb] {eT} is. Misal; ömek. [Gabain] kibarzade, [Ar. kibâr + Far. -zâde ‘o 'jj'-^ ] (kiba:r-
kibar, [Ar. kebir > kibar jLS"] (kiba:r) {OsT} is. 1. za:de) {OsT} is. Kibar çocuğu; soylu bir aileden ge
len kişi.
Büyükler. 2. Yüce ve ulular; seçkinler. 3. (Kişi i-
çin) davranış ve duygularında incelik ve zariflik kibaş, [Ar. kebş > kibâş J ^ ] (kiba:ş) {OsT} is. E r
olan; inci; nazik; zarif. 4. (Elbise için) giyen kim kek koyunlar; koçlar.
senin ince ve seçkin bir zevk sahibi olduğunu gös kibe1, [kibe] (kibe:) {eT} zf. Az zaman; kısa zaman.
teren. 5. (Nesne için) hoşluğu ve seçkinliğiyle dik [DLT] 0 kibe bolmak, {eT} A z bir zam an geçmek.
kati çeken. 6. (Aile için) soylu, köklü, seçkin, var [DLT]
lıklı. 7. zf. Kibar bir kim seye yakışır biçimde. S kibe2, [? kibe] {ağız} is. Merdiven. [DS]
kibar düşkünü, Varlıklı iken yoksul düşmüş, çev kibe3, [? kibe] {ağız} is. İşkembe. [DS]
resinde itibarını yitirm iş olan; refahını, zenginliği kibelik, -ği [kibe-lik] {ağız} is. İşkembe dolması
ni, saygınlığını yitirmiş. || kibar hastalığı, {ağız} yapm ak için kabuğu soyularak kırdırılmış buğday.
(Erkek için) cinsel sapıklık. [DS] || kibar hırsız, [DS]
Güzel giyinerek dolandırıcılığını, hırsızlığını gizle kibem umbar, [kibe + Far. mubar] {ağız} is. İşkembe
yen kim se.|| kibâr-ı müderrisin, {OsT} 1. Seçkin ve bağırsağın içine pirinç ve kıyma doldurularak
müderrisler; değerli müderrisler. 2. İm paratorluk yapılan bir yemek. [DS]
döneminde yüksek kademelerden olan Süleymaniye
kiber, [Ar. lcibr > kiber jZ ] {OsT} is. 1. Büyüklük;
müderrisliğinin üstündeki öğretim üyeliği derece
sine verilen ad.|| kibâr-ı rîşat, {OsT} İri ve sert lal büyük olma hâli. 2. Yaşlılık; ihtiyarlık. 3. K ibirli
veya tüy. | kibar illetine uğramak, Kendini gerek lik; büyüklenme; gururluluk. S kiber-i sin, {OsT}
siz yere aşırı biçimde kibar davranm aya zorla Yaş büyüklüğü.
mak. 1| kibar lokması, Gösterişli; tantanalı; gör kibermek, [kebe > kebe-r-mek] (kebermek) {eT}
kemli. || kibarlar âlemi, {OsT} Toplumun üst kesi g çsz.f. [-ür] Yırtılmak; patlamak. [EUTS]
mini oluşturan fa rklı bir yaşam a biçimi sürdüren kibernetik, -ği [Aim. kybemetik] is. Canlılarda ve
grup; yüksek sosyete. || kibar sürgüsü, {ağız} Bir makinelerde denetim, işleyiş ve iletişimi inceleyen
şeyi açıkça söyleyememe; dolayısıyla söyleme; bilim; güdüm bilimi; sibernetik,
ima. [DS]|| kibar ü sigar, {OsT} Büyük, küçük her kibet, [? kibet] {ağız} is. Tahta kanepe. [DS]
kes. kibi, [kıb > kibı] (kibi:) {eT} is. 1. -► kib. 2. {eAT} e.
kibarane, [Ar. kibar + Far. -âne jLS-] (kiba:ra:ne) Gibi. [DK]
{OsT} zf. Kibar olana yakışır biçimde; kibarca; na kibik, [kibi-k] {ağız} e. Gibi. [DS]
zikçe; incelikle, kibir1, -bri, [Ar. kibr j£ ] {OsT} is. 1. Büyüklük; ulu
kibarca, [kibar-ca] (kiba ’rca) zf. Kibar olana yakışır luk; azamet. 2. Kendini başkalarından üstün gör
biçimde; kibarane; nazikçe; incelikle, meye yol açan, kendine aşırı değer verm e duygusu;
kibariye, [Ar. kibâriyye ■vjLS’] (kiba.riye) {OsT} is. büyüklük taslama; kendini üstün sayma; büyük
bot. Gebreotugiller. lenme. 3. Gurur; onur. S kibrine dokunmak, Gu
ruru zedelenmek. || kibrine yedirem emek, Gururu
kibarlaşma, [kibar-laş-ma] is. K ibarlaşm ak eylemi,
ve onuru ile bağdaştıramamak.
kibarlaşmak, [kibar-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Kibar
kibir2, [? kibir] {ağız} is. Kömür tozu. [DS]
duruma gelmek; kibarlık kazanmak; kibar olmak.
2. Kibar biri gibi davranmaya başlamak. 3. Çevre kibirleniş, [kibir-le-n-iş] is. Kibirlenmek eylemi ve
sindekileri, önceki durum unu küçük görerek be ya biçimi.
ğenmez olmak, kibirlenme, [kibir-le-n-me] is. Kibirli durum alma;
kibarlık, -ğı [kibar-lık] is. 1. Kibar olm a durumu; kibir sahibi olma,
incelik; zarafet. 2. Kibar olana yakışacak biçimde kibirlenmek, [kibir-le-n-mek] gçsz. f. [-ir] Başkala
olan söz ve davranış. 3. İnce, seçkin, zarif bir zevki rını küçümseyerek kendini onlardan üstün saymak;
yansıtan şeyin niteliği. 0 kibarlığı tutmak, H er büyüklük taslamak; kendini üstün saymak; büyük
zam anki tutumundan fa rklı olarak bir olay karşı lenmek.
sında ince davranm aya yeltenmek.\\ (üstünden ba kibirli, [kibir-li] sf. 1. Kibir sahibi olan. 2. Başkala
şından) kibarlık akmak, Aşırı biçimde kibar dav rını hor görerek kendisini onlardan üstün sayan;
KİB Ö IÜ M IİİIC fS İM • 26B6
büyüklük taslayan; kendini üstün sayan; büyükle dan olarak) her yönüyle mutlak büyük kudret ve
nen. 3. Gururlu; kıvançlı, azam et sahibi olan; Allah. 0 kibriyâ-penâh, {OsT}
kibirsiz, [kibir-siz] sf. 1. K ibir sahibi olan. 2. Başka Ulu sığınak; Allah.
larını hor görmeyen, kendisini onlardan üstün tut kibriyaî, [Ar. lcibriyaî (kibriya:i:) {OsT} sf. 1.
mayan; büyüklük taslamayan; kendini üstün gör
Ululuk; yücelik. 2. Allah ile ilgili olan; tanrısal,
meyen; büyüklenmeyen. 3. Gurursuz,
kibt, [Far. kibt c-S ] {OsT}is. Bal arısı,
kibitka, [T. kibit (kapalı yer) > Rus. kibitka] is. 1.
Ü zeri örtülü kızak. 2. Orta A sya’da Türklerin kul kibutz, [İbra, kibbuts] is. İsrail devletinde ortak ça
landığı keçe çadır; yurt, lışm a esasına dayanan tarımsal üretim kooperatifi,
kible, [Ar. kıble] {ağız} is. Estiği yön belli olmayan kic, [kac / kıc / kıç / kic (yans.)] is. Sert şeylerin
rüzgâr. [DS] kulak tırmalayıcı bir sesle birbirine sürtünmesini,
kibrin, [Yun. kuprini] {ağız} is. Sazan balığı. [DS] yaranın ve derinin kaşınmasını veya buna benzer
sinirsel tepki uyandıran hareketleri anlatan kök.
kibrit, [Ar. kibrit (kükürt) c ^ . / ] {OsT} is. 1. Kükürt.
[Zülfikar] kic-i, kic-ile-m ek
2. Kırmızı yakut. 3. Altm. 4. Bir ucu sürtünmekle
kice, [keç-melc > ldç-e * ^ ] {eAT} is. Keçe.
tutuşabilecek biçimde . özel kimyasal madde ile
kaplanm ış tahta veya karton çöp. 5. İçinde bu çöp k iri1, [keç-mek > kıç-ig > kıc-ı ^ y ^ ] {eAT} sf. Kü
lerin bulunduğu kutu; kibrit kutusu. 6. tasvf. Doğru çük.
yolu gösteren; mürşit. 7. Kırmızı ten; al ten. 8. kici2, [kici] {ağız} is. Kızgınlık; öfke; kin. [DS]
{ağız} Kenevir çöpü. [DS] S kibrit çakmak, Yak kicilemek, [kici-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(i)-yor]
m ak için kibriti bir yere sürtmek. || kibrit-i ahmer, Öfkelenmek; kinlenmek. [DS]
1. Kırmızı kükürt. 2. Eskiden toprağı altına çevir kirim, [kicim] {eT} is. A t zırhı; kiçim. [Nevâyî]
diğine inanılan madde. 3. tasvf. Mürşit.\\ kibrit-i
kirine, [kici-n-e] {ağız} zf. (Söz için) kızdıracak bi
nebatî, {OsT} Bazı bitkilerin köklerinden elde edi
çimde; damarına basarak. [DS]
len tedavi edici sarı bir toz. || kibrit otu, bot. A t
kuyruğu ve eğrelti otlarına yakın, dik veya sürün kicük, [keç-mek > kiç-ig > kıc-ük {eAT} sf.
gen dallı, spor keseleri çok sık, tozları fişekçilikte Küçük.
parlayıcı, eczacılıkta da nemden koruyucu olarak -kiç, [-gıç / -giç / -guç / -güç / -kiç / -kıç / -küç / -
kullanılan bir bitki, (Lycopodium). || kibrit suyu, kuç] yap. e. -*■ -gıç.
Zehir; ağı. kiç1, [kıc / kıç / kiç / kuç (yans.)] is. Köpek ve benze
kibritçi, [kibrit-çi] is. 1. Kibrit satan kimse. 2. me ri hayvanlarla keçi çağırma ünlemi, kiç-i kiçi
caz. Tutumluluğu cimrilik derecesine vardıran kiç2, [ke (sonra; sonraki) > ke-çl (ke;ç) {eT} zf. -*
kim se; cimri; hasis. 3. Giyinişine dikkat etmeyen keç. [EUTS] [KB] [Gabain]
kim se; pejmürde giyimli kimse, kiç3, -ci [kiç] {ağız} is. Baharda erik ve kiraz ağaçla
kibritî, [Ar. kibriti (kibriti:) {OsT} sf. 1. Kü rında görülen şeffaf yapışkan madde; ağaç püzü;
zamk. [DS]
kürt renginde olan; açık sarı renkte olan; limon sa
rısı. 2. Kükürtle ilgili olan; kükürde ait. kiçe1, [keç-mek > keç-e] (kiçe:) is. 1. Akşam. [ETY]
[KB] [Gabain] 2. zf. Akşamüstü; akşamleyin. [ETY]
kibritiye, [Ar. kibritiye (kibri:tiye) {OsT} is. 3. Gece; geceleyin. [EUTS] [OKD] [Gabain] [Yüknekî]
bot. Kısa kökleri yapraklarla örtülü otsu bitkileri
kiçe2, [kîz / kiyiz > kidiz / keç-m ek > kıç-e ? *?~Ş]
içine alan familya,
{eAT} is. Keçe. [DK]
kibritiyet, [Ar. kibritiyyet (kibrT.tiyel) .{OsT}
kiçi1, [kiçi] {ağız} ünl. Köpeği çağırma ünlüme. [DS]
is. Birleşim ve karışım ında kükürt bulunan madde. kiçi2, [keç-mek (geç olmak; sonraki olmak) > kiç-ig /
fi1 kibritiyet-i hadîd, {OsT} kim. Yeşil vitriyol.||
kiçi ^ ~ 5 ] (kiçi:) {eAT} {OsT} {ağız} sf. Küçük. [DK]
kibritiyet-i magnezî, {OsT} kim. Magnezyum sül
fa t. || kibritiyet-i nuhâs, {OsT} kim. Üzüm asmala [DS] S1 kiçi boy, {eAT} K ısa boy.|| kiçi etmek,
rını bazı bakteri ve böceklerden kurtarm ak için {OsT} Küçültmek.
kullanılan bakır sülfat; göztaşı. || kibritiyet-i sûd, kiçi3, [keçî / lciçî {y f£ ] (kiçi:) {eAT} is. Keçi. [DK] 0
{OsT} Sodyum sülfat. kiçi bayram ı, {eAT} {OsT} Kurban bayramı.|| kiçi
kibritlik, -ği [kibrit-lik] is. 1. Kibrit konulan yer. 2. kiçi, {ağız} Keçi çağırma ünlemi. [DS]|| kiçi yol,
K olayca tutuşarak yanıp yok olacak nitelikte olan. {eAT} K eçi yolu; patika.
“M alına mülküne o kadar güvenmesin; bir kibritlik kiçicük, -ğü [kiçi-cük lİU- ^ S ] {eAT} sf. Küçücük.
hâli var. "
kiçig, [keç-mek (geç olmak; sonraki olmak) > kiç-ig]
kibriya, [Ar. kibr > kibriyâ’ *1>j£] (kibriya:) {OsT} {eT} sf. 1. Geç kalan; som a gelen; sonrakiler.
1. Büyüklük; ululuk; azamet. 2. (A llah’ın adların [İKPÖy.] 2. Küçük; ufak; genç. [ETY] [EUTS] [Yük-
9
Ö T Ö M l M M f l . 2667
nekî] [KB] [Gabain] [İKPÖy.] 3. is. U fak bir sikke. -kiden, [-ki-den] {eAT} yap. e. -kinden,
[EUTS] 4. zf. Pek az; azıcık; az; hiç [Tekin] [ETY] kidermek, [ket-mek (gitmek)>kst-et-meY\ {eT} gçsz.
S kiçig baçag, {eT} K üçük oruç. [EUTS]|| kiçig iş, fi. [-ür] 1. Gidermek; uzaklaştırmak. [Gabain] [E-
{eT} K üçük iş. [EUTS] UTS] 2. Alıp götürmek. [EUTS] 3. Tahkir etmek.
kiçigkiye, [kiçig > kiçig-kiye] {eT} sf. Ufacık. [EUTS] [EUTS]
kiçiglik, [kiçig > kiçig-lik] {eT} sf. Küçüklük; çocuk kidim, [ked-mek > ked-im / kidim] {eT} is. Giyim.
luk; gençlik. [KB] [Yüknekî]
kiçik, [keç-mek (geç olmak; sonraki olmak) > kiç-ig] kidin1, [ket-mek (yontmak) > ket-en] {eT} is. Keten.
{eT} sf. Küçük; küçüklük. [DLT] [EUTS]
kiçiklemek, [kiçig > kiçik-le-melc] {eT} gçl. f. [-r] kidin2, [ke (sonra) > ke-din (-din; bulunma hali eki)]
Küçük saymak. [DLT] {eT} zfi 1. Arkadan. [EUTS] 2. Karşı yaka. [EUTS] 3.
kiçilik, -ği [lciçı-lik d l L ^ ] {eAT} is. Küçüklük, Geri; arka; sonra. [ETY] [EUTS] [KB] [Yüknekî] 4.
Batı. [EUTS] [ETY] 5. Arkada. [Gabain] 6. Batıda.
kiçilmek, [kiçi-l-mek dil L5s=S'] {eAT} {OsT} dönşl. f. [Gabain] 7. Kuzey; kuzeyde. [Gabain] 8. Öte tarafta.
[-ür] Küçülmek, [Gabain]
kiçiltmek, [kiçi-l-t-mek d U ^ f ] {eAT} gçl. f. [-ür] kidirti, [ke (sonra) > ke-dir-ti] {eT} zf. 1. Batıda.
[EUTS] [Gabain] 2. Arkada. [EUTS]
Küçültmek.
kidişmek, [ket-mek (sonra) > kid-iş-mek ?] {eT}
kiçim, [ked-mek (giymek) > ked-im / kiç-im] {eAT} dönşl. fi. [-ür] Ayrılmak. [EUTS]
is. 1. Geçim. 2. Giyim kuşam; giyecek; elbise. 3. kidiz, [kîz / kiyiz > kidiz] {eT} is. 1. Keçe. [ETY]
Zırh; teçhizat. [DK]
[DLT] [EUTS] [KB] [Gabain] 2. Kilim,
kiçimek, [kiç (yans.) > kiç-ı-mek] (kiçtm ek) {eT}
gçsz.f. [-r] Kaşınmak; gidişmek. [DLT] kidizgek, [kidiz-gek] {eT} s f (Kavun için) tazeliği
kiçinmek, [kiçı-mek > kiçi-n-mek] {eT} dönşl. f i [- gidip keçeleşmiş. [DLT]
ür] 1. Kaşınmak; gidişmek. [DLT] 2. (Kadın için) kidizlig, [kidiz > kidiz-lig] {eT} sf. Keçe sahibi olan;
sürtük olmak. [DLT] keçeli. [DLT]
kiçirek, -ği [kiçi-rek i ) / i ! / i {eAT} kidizlik, [kidiz > kidiz-lik] {eT} sf. Keçe yapılabilir;
{OsT} sf. 1. Küçücük; küçükçe; ufarak. 2. Daha kü keçe yapmak için ayrılmış. S kidizlik yün, {eT}
çük. Keçe yapm ak için hazırlanan yün. [DLT]
kiçirmek, [kiçı-mek > kiçi-r-mek] {eT} gçsz. f. [-ur] kidmek, [ket-mek] {eT} gçsz. f i [-ür] 1. Gitmek.
-*■ kiçinmek. [Clauson] [EUTS] 2. Zail olmak. [EUTS]
kiçisinmek, [kiçi-si-n-mck d U j _ ^ ] {eAT} dönşl. f. [- kie, [? kie / kiye ] (kie:) {eT} sf. Biraz. [EUTS]
ür] Küçük görmek; küçümsemek, k if1, [kef / k ıf / k if / k ö f / k ü f (yans.)] is. Sık sık
kiçit, [keç-mek > kiç-it] {eAT} is. Geçit; geçiş yeri; solumayı, rüzgârın esmesini anlatan kök. [Zülfikar]
geçme yeri. [DK] kif-il kifil, kifi-ir kifir
kiçitm ek1, [kiçi-mek > kiçi-t-mek] {eT} gçl. f. [-ür] k if2, [? kif] {ağız} is. Frengi hastalığı. [DS]
Kaşıtmak; tahriş etmek. [DLT] kif3, [? kif] {ağız} is. Örtü. [DS]
kiçitmek2, [kiçi-t-mek S ^ > S ] {OsT} gçl. f. [-ür] kifaet, [Ar. kifa’etoJUS'] {OsT} is. -»kifayet.
Küçültmek. kifaf, [Ar. keffe > k ifaf (kifa;f) {OsT} is. 1. Te
kiçkine, [kiç(i)k-in-e] {ağız} sf. Küçücük. [DS] S razi gözleri; kefeler. 2. Ancak yaşayacak m iktarda
kiçkine bala, {ağız} M eme çocuğu; bebek. [DS] ki yiyecek. S kifâf-ı nefs, {OsT} K işinin kendi ha
kiçm ek1, [keç-mek] {eT} g çsz.f. Gecikmek. [Yüknekî] yatını devam ettirebilmesi için gerekli olan en az
kiçmek2, [keç-mek] {eT} gçsz. f i 1. -► keçmek. [E- miktardaki yiyecek.^ kifâf-ı nefs etmek, {OsT} A n
UTS] [Yüknekî] 2. {eAT} Geçmek. [DK] S kiçmedin cak yaşm aya yetecek kadar az bir yiyecekle ye tin
ara, {eT} Vakit geçmeden; derhal; hemen. [EUTS] mek; ölmeyecek kadar yemek; biraz yem ek; az y e
[Gabain] mek.
kiçük, [keç-mek (geç olmak; sonraki olmak) > kiç kifaflanma, [kifaf-la-n-ma] is. Çok az yiyecekle ye
ig] {eT} sfi ■* kiçig. [DLT] tinme.
kiçürek, -ği [kiçü-re-k i j {OsT} sf. -*■ kiçirek. kifaflanm ak, [kifaf-la-n-mak] dönşl. f i [-ır] 1. Öl
meyecek kadar yemek; az yemek. 2. Elde bulunan
kiçürmek, [keç-mek > keç-ür-mek] {eT} {eAT} gçl. fi
çok az yiyeceklerle yetinerek kam ını doyurmak. 3.
-* keçürm ek1. [EUTS] [Yüknekî] [DK]
Ancak açlık duygusunu giderecek kadar yemek,
kid, [ke (arka) > kıd] {eT} is. 1. Arka; son; nihayet;
sonra. [DLT] [EUTS] 2. zfi Arkada. [EUTS] [Gabain] kifah, [Ar. kifah ^US"] (kifia:h) {OsT} is. Savaş.
K İF 6I Ü M « C E S İ M • 2668
kifat, [Ar. kifat oliS'] (kifa:t) {OsT} is. 1. Eşler; ben veya gülmeyi anlatan kök. [Zülfikar] kih kih 0 kih
kih, {ağız} (Gülmek için) kıs kıs. [DS]
zerler; denkler. 2. Arkadaşlar,
kifayet, [Ar. kifayet / kifaye -v.US' / oj.US'] (kifa.yeı) kih2, [Far. kıh g Z ] (ki:h) {OsT} is. Göz çapağı.
{OsT} is. 1. Yetişir miktarda olma; yeterli olma; kıh3, [Ar. kıh £ İ] (ki;h) {OsT} is. İrin; cerahat, ö
kâfi gelme; yetme. 2. Bir işi yapabilecek yeterlikte kîh-i kâzib, {OsT} irine benzeyen akıntılar.\\ kıh-i
olma; yeterlik; iktidar; erke; liyakat. 0 kifayet et mesane, {OsT} M esane akıntısı.
m ek, {OsT} Yetmek; yeterli olmak; kâfi gelmek. || kih4, [Far. kih ■&] {OsT} sf. Küçük.
kifayet-i mertebe, {OsT} Yeterli olan miktar; y e
terlik derecesi. || kifâyet-i müzakere takriri, {OsT} kihal, -li [Ar. kehl > kihâl JL ^ ] (kiha.l) {OsT} is.
Yeterlik önergesi. Olgunluk çağında bulunan kimseler; 30-50 yaş ara
kifayetli, [kifayet-li] (kifa:yetli) sf. Yeterli; kâfi, sındakiler.
kifayetsiz, [kifayet-siz] (kifa.yetsiz) sf. 1. ihtiyacı kihalet, [Ar. kihâlet cJU^S-] (kiha;let) {OsT} is. 1.
karşılam ayacak durumda olan; yetersiz; az. 2. Güç
Sürme yapma; göze sürme çekme işi. 2. tıp. Eski
süz.
den göz hastalıklarını ve tedavisini konu edinen
kifayetsizlik, -ği [kifayet-siz-lik] (kifayetsizlik) is. 1. bilim dalı.
İhtiyacı karşılayamama durumu veya niteliği; ye
kihan, [Far. kih > kihân O'-jS’] (kiha;n) {OsT} is. Kü
tersizlik. 2. Güçsüzlük,
kifde, [Far. köfte] {ağız} is. Köfte. [DS] çükler. S kihân ü mihân, {OsT} K üçükler ve bü
yükler.
kifi, [? kifi] {ağız} is. Eğlence. [DS]
kifil, [kif (yans.) > kif-il] sf. (Rüzgâr için) serin ve kihanet, [Ar. kihânet cJlgS"] (kiha;net) {OsT} is. Fal
h afif esme durumu bildirir. S kifil kifil, {ağız} cılık; büyücülük; bakıcılık,
(Rüzgâr için) serin ve h a fif hafif. [DS] kihdemek, [kih+de-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [-d(i)-
kifir1, [kif (yans.) > kif-ir] is. Gevrek yiyecekler yen yo r] Bıkmak; usanmak. [DS]
diğinde ağızda çıkan ses. S kifir kifir, (Yemek kihin, [Far. kihîn j-j^ ] (kihi;n) {OsT} sf. Küçük.
için) yiyeceğin gevrekliği yüzünden ses çıkartarak,
kihlamak, [kıh (yans.) > kıh-la-mak] {ağız} gçl. f. [-
kifir2, [Ar. küfr] {ağız} is. Küfür. [DS]
r] [-l(ı)-yor] Deveyi çöktürmek. [DS]
kifi, [Ar. kifi JiT) is. Hisse; pay; nasip.
kihter, [Far. kih-ter jj S ] {OsT} s f Çok küçük,
kifleyebilmek, [kif-le-y-e + bil-mek] {ağız} gçl. f. [-
ir] B ir işi başarmak; altından kalkabilmek. [DS] kihterî, [Far. kihterî L (kihteri;) {OsT} is. Çok
kifsiyh, [küf-sü] {ağız} sf. Küflenmiş; kokmuş. [DS] küçük oluş.
kift, [? kift] {ağız} sf. Yorgun; hâlsiz. S kift düş kihterîn, [Far. kihterîn ^ J ^ ] (kihteri;n) {OsT} sf. En
m ek, {ağız} Yorgun düşmek; güçsüz kalmak. [DS] küçük; daha küçük; pek küçük.
kig, [Far. kığ (ki;ğ) is. Göz çapağı. kiiz1, [kîz / kiyiz > kidiz] {eT} is. Keçe. [Gabain]
kigen, [? kigen] {eT} is. Hastalık; salgın. [EUTS] [Ga kiiz2, [Yun. âya-georgis => geyis / giyiz / kiiz] {ağız}
bain] is. K uru ve kavurucu soğuk; ayaz. [DS]
kiginç, [kig-inç] {eT} is. Karşılık; yanıt; cevap. [Üç k ik 1, [kağ / kah / kak / kıg / kığ / kıh / kik / kik
İtigsizler] [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] (yans.)] is. Kurutulmuş meyve vb. şeylerin birbiri
kigmek, [*kig-mek] gçsz. f. 1. Girmek; sokulmak; ne sürtünmesini, çarpmasını anlatan kök. [Zülfikar]
içeri gitmek. [İKPÖy.] 2. Geri gitmek. [İKPÖy.] 3. kik-ir-de-mek, kik-ir-de-k, kik-ir-ik
K onuştuğu kişinin düşüncesine nüfuz etmek; cevap k ik 2, [kak / kik / kik / kih (yans.)] is. K ahkaha atmayı
verm ek; karşılık vermek. [İKPÖy.] veya gülmeyi anlatan kök. [Zülfikar] kik-ir-e-mek,
kigürmek, [kir-mek >kir-gür-mek / kig-ür-mek] {eT} kik-ir-ik, kik-ir kikir, kik-(i)r-e-mek
g ç l . f 1. Girdirmek; içeri sokmak; sokmak. [EUTS] kik 3, [kik] {eT} is. Av. [OKD]
[ETY] [İKPÖy.] [KB] [Gabain] [Tekin] 2. Gidermek.
,kik4, [kik] {ağız} is. Kumluk yer; kumsal. [DS]
[EUTS] 3. İfa etmek. [EUTS] 4. Getirmek. [EUTS]
kik5, [İng. kick] is. D ar ve uzun yarış kayığı; futa,
kigürsük, [kig-ür-mek > kigür-sü-k] (kigürsii;k) {eT}
kikçürmek, [kik-mek > kik-iş-m ek > kik(i)ş-ür-mek]
is. Sunuş; sunma. 0 kigürsük törü, {eT} Sunma
{eT} g ç l . f -* kikşürmek.
yasası. [EUTS]
kiket, [? kiket] {eT} is. Toplam; yekûn. [EUTS]
kiğ, [eT. kığ] {ağız} is. Keçi, koyun, deve gibi hay
vanların yuvarlak gübresi. [DS] kikil, [Ar. heykel] {ağız} is. Heykel. [DS]
kiğçe, [? kiğçe] {ağız} is. Çok hafif, beyaz ve sünger kikinç, [kik-mek (bilemek) > kik-in-m ek > kik-in-ç]
görünüm ündeki taş. [DS] {eT} is. 1. Açıklama; izahat; cevap. [EUTS] 2. So
nuç. [EUTS]
kih1, [kak / kik / kik / kih (yans.)] is. Kahkaha atmayı
s ı ı m i i c f m ı . 2669 KİL
kikir1, [kik (yans.) > kik-ir] is. Gülerken çıkan ses. ve çamurları temizleme işlemi. || kil tablet, Üzerine
0 kikir kikir, {ağız} (Gülmek için) gevrek gevrek; çivi yazısı ile yazılm ış bilgiler bulunan, dışında ise
kıkır kıkır. [DS] içindeki bilginin özetini kapsayan kilden yapılm ış
kikir2, [? kikir] {eT} is. Leke. [EUTS] bir kabı bulunan tablet.\\ kil taşı, Kömürlü arazi
kikirdek, -ği [kik-ir-de-k] {ağız} sf. (Kişi için) olur lerde görülen beyaz renkli, yağlı, yanardağ külle
olmaz şeye gülen. [DS] S kikirdek çorbası, {ağız} rinin tabakalaşmasıyla oluşmuş kil çeşidi. || kil ya
Yoğurtlu ham ur çorbası. [DS] tağı, K il çıkarılan yer; kil ocağı.
kikirdemek, [kik (yans.) > kik-ir-de-mek] {ağız} kila, [Ar. kilâ / MS'] (kilâ;) {OsT} s f H er iki; her
gçsz. f. [-r] [-d(i)-yor] Gevrek gevrek gülmek; kı ikisi. S kila’ş-şıkkeyn, {OsT} H er iki seçenek.
kır kıkır gülmek. [DS] kila, [? kila] {ağız} is. Dişi sineğin et üzerine bıraktığı
kikiremek, [kik (yans.) > kik-ir- mek] {ağız} gçsz. f. yumurta. [DS]
f-r] [-r(i)-yor] Kesik kesik gülmek. [DS]
kilab, (Ar. kelb > kilâb (kilâ:b) {OsT} is. K ö
kikirik, -ği [kik (yans.) kik-ir-ik] {ağız} sf. 1. (Kişi
için) zayıf, uzun boylu; narin; çıtkırıldım. 2. Yerli pekler. 0 kilâb-ı ehliye, {OsT} Evcilleştirilmiş,
yersiz çok gülen. 3. is. Y er fıstığı. [DS] eğitilmiş köpekler.|| kilâb-ı mahalle, {OsT} Sokak
kikirsiz, [kikir-siz] {eT} sf. Lekesiz. [EUTS] köpekleri.\\ kilâb-ı zııİm, {OsT} 1. Zulüm köpekleri.
2. Halkına zulmeden yöneticiler.
kikişmek, [kik-mek (bilemek) > kik-iş-mek] {eT} iş
teş. f. [-ür] Karşılıklı çekişmek. [ETY] kilar, [Far. kilâr j ^ ] (kilâ:r) is. Kiler.
kikla, [Yun. kykla] (ki'klâ) is. zool. Lapinagillerden, kilavlamak, [kıla-ğu-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(u)~
sıcak ve ılık denizlerde yaşayan, göz bebekleri yor] Kılağılamak; bilemek. [DS]
kırmızı çizgili, yüzgeçleri koyu kahverengi üzerine kildan, [Far. gıl-dân] {ağız} is. 1. İçine sabun, kese,
mavi, mor-kırmızı dalgalı, omurgasız ve küçük ba lif konulan dibi süzgeçli bakır kap; hamam tası. 2.
lıklarla beslenen etçil, lezzetli ve güzel görünüşlü Hamam lifi. [DS]
bir kemikli balık, (Labrus bergylta). kilden, [Far. gıl-dân] {ağız} is. 1. Kildan. 2. Bakır ya
kiklon, [Aim. kyklon] is. Atmosferde bir alçak ba da çinkodan yapılmış yemek tabağı. 3. Bakır, çin
sınç alanı etrafında hızla dönen rüzgârların oluştur ko, tunç veya topraktan yapılmış tek kulplu su ka
duğu fırtına; siklon, bı. 4. Bardak. 5. Hamam tası. [DS]
kiklotron, [Yun. kyklotron] is. fiz. Atom araştırmala kildence, [Far. ğıldân-çe] {ağız} is. Bakır, çinko, tunç
rında elektriklenmiş cisimlere yüksek hız vermeye veya topraktan yapılmış tek kulplu su kabı. [DS]
yarayan bir aygıt, kildik, -ği [kild-ik] {ağız} is. Bilye. [DS]
kikmek, [kik-mek] {eT} gçl. f. Bıçağı keskinleştir
kildirik, -ği [kild-ir-ik] {ağız} is. Daire. [DS]
mek için birbirine sürtmek; bilemek. [ETY] [İKP
Öy.] [DLT] kile, [Ar. kîle ■ili'] {OsT} is. 1. Tahıl ölçmekte kulla
kiknemek, [kik-mek (bilemek) > kik-in-m ek > kik- nılan hacmi belirli, ortalama 25 kg. tahıl alabilen
(i)n-e-mek] (kilme:mek) {eT} gçl. f. Fitne uyandır kap. 2. {ağız} İki gaz tenekesi oylumunda tahıl öl
mak. [KB] çeği. [DS]
kikre, [? kikre] {ağız} is. El değirmeni. [DS] kileçeri, [? kileçeri g j? *K] {OsT} is. Buğday içinde
kikremek, [kik-re-melc] {ağız} g ç sz.f. [-r] [-r(i)-yor] bulunan siyah taneler,
K ikir kikir gülmek. [DSj
kilem, [Ar. kelime > kilem (US’] {OsT} is. Kelimeler;
kikrülmek, [kik-mek (bilemek) > kik-ir-mek > kik-
(i)r-ül-mek] {eT} edil. f. [-ür] Sokulmak; girdiril sözler; kelimat.
mek. [DLT] kilemek, [kile-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(i)-yor]
kikşürmek, [kik-mek > kik-iş-mek > kik(i)ş-ür-mek] Yakınmak. [DS]
{eT} gçl. f. [-ür] 1. Birine kızmak; hiddetlenmek; kilen, [Çin. k ‘i-lin => kilen / kelen] {eT} is. Tek
öfkelenmek. [EUTS] 2. İki kişiyi birbirine kışkırt boynuzlu bir efsanevi hayvan; gergedan. [EUTS]
mak; aleyhte tahrik etmek; kışkırtmak. [DLT] [ETY] [Gabain]
[Gabain] [Tekin] 3. Sürttürmek. [DLT] kilepe, [? kilepe tJS'] {OsT} is. Kelepçe.
kil1, [Ar. kîl J^i] (ki:l, k kaim söylenir) {OsT} is. Söz; kiler1, [Far. kilâr / Yun. kellâri] is. 1. Yiyecek, içe
laf; kelam, fi1 kîl ü kal, {OsT} 1. Konuşma; söyleş cek ve erzak saklanan yer veya dolap. 2. mecaz.
me. 2. Dedikodu. Bol miktarda yiyecek, özellikle de tahıl ihraç eden
kil2, [Far. gil / gir] is. Islandığı zaman kolayca çeşitli ülke veya bölge. 3. {ağız} Uzun sofa. [DS] 0 kiler
biçimlere girebilen yumuşak ve yağlı görünümde, ağası, İm paratorluk döneminde sarayda valide sul
geçirimsiz, küçük parçacıklar hâlinde sulu alümin tanın şeker, şerbet vb. yiyecek maddelerine bakan
yum silikat olan toprak veya topraksı kaya. 0 kil görevli. |1 kiler evi, ta sv f Hacı Bektaş-i Veli der
giderme, B ir maden cevherinin içinde bulunan kil gâhındaki meydan evlerinden birinin adı. || kiler
KİL İ M T Ü M E SÖ Z L Ü K • 2670
koğuşu, im paratorluk döneminde kiler işlerini y ö kilindür, [Far. kilindür j-uls"] {eAT} {OsT} is. -*■ ki
neten kurum.
lindir.
kiler , [? kiler] {ağız} is. 1. Göllerde yaşayan, güzel
kiline, [Yun. khlîna [Tietze]] {ağız} is. Budanmış as
öten bir kuş. 2. Vücudu yassı köpek balığı. [DS]
m a çubuğu. [DS]
kilerci, [kiler-ci] is. Saray ve konaklarda kilerden so
kilisa1, [Far. kilîsâ \^JS\(kili:sa:) is. Kilise.
rum lu kim se veya görevli, t? kilerci başı, tar. İm
paratorluk döneminde mutfaktan alman yem eklerin kilisa2, [kil-li + say] {ağız} is. Killi toprak. [DS]
getirilmesi, padişahın sofrasının hazırlanması, y e kilise, [Lat. ecclesia / Yun. ekklesia] is. 1, Hris-
m ek sahanının kapağının açılması ve yem eklerin tiyanlarm tapmağı. 2. Hristiyan mezheplerinden her
değiştirilmesi gibi işlerle görevli memur. || kilerci biri. 3. H ristiyanlara ait dinî kurum. 4. Hristiyan
defteri, tar. im paratorluk döneminde saray mutfa doktrininin öğretilmesi, çeşitli dinî işlerin yöneti
ğına giren her türlü eşyanın kayıt edildiği defter. miyle görevli papa ve piskoposlar topluluğu. S
kilermeni, [Far. gıl-i ermeni] is. Peklik verici özelli kilise adamları, Ruhban sınıftan olanların tümü. ||
ği dolayısıyla eczacılıkta, cilt işlerinde yaldızlı bo kilise aleyhtarlığı, Rahiplerin veya rahipler sınıfı
yalar hazırlam akta kullanılan kırmızı renkli bir tür nın dünya işlerine karışm asına karşı cephe alanla
kil; Ermeni kili; şark kili; Sinop kili, rın tutumu. || kilise direği gibi, (Ense veya boyun
kileyden, [ki-le-y-den] {ağız} zf. Yeniden. [DS] için) çok kalın. || kilise hamursuzu, Bazı kiliseler
kilh, [? kilh] {ağız} sf. 1. (Kişi için) işe yaramayan. 2. de kudas ayininde sunulan ekmek. || kilise hukuku,
İşe yaramayan şey; tortu. [DS] Kilisenin kuruluşunu, işleyişini ve iç disiplinini dü
zenleyen kurallar bütünü. || kiliseler birliği, Bütün
k ili1, [? kili] {ağız} is. 1. Bağ bahçe duvan. 2. Tarla
sınırı. [DS] kiliselerin tek bir merkezden yönetilm esi için bir
leşmesini öngören hareket. || kilise önünde, K ilise
kili2, [kili] {ağız} is. Kabuksuz ceviz. [DS]
de, dinî işlemleri ve ayinleri yapm aya yetkili rahip
kili3, [kili] {ağız} is. Eşyanın ince, zayıf kısmı. [DS]
önünde.
kili4, [Ar. kile] {ağız} is. Dört ölçek. [DS]
kilit, -ti, [Yun. kleidi > Far. kelıd / kilîd is. 1.
kili5, [lce-li] {ağız} zf. Sonra. [DS]
k ilik 1, -ği [Far. kilîd] {ağız} is. Kilit. [DS] Anahtar, düğme, tokm ak gibi takılıp çıkarılabilen
bir parça veya uzaktan kumanda tekniği ile açılıp
kilik2, -ği [Yun. kholıki [Tietze]] {ağız} is. Çocuklar
kapanabilen kapatm a düzeneği. 2. dnz. B ir yanı
için yapılmış küçük pide. [DS]
değirmi, öbür yanına dem ir çubuk geçirilmiş metal
kilik3, -ği [kıl-ık] {ağız} is. Yüz. [DS]
halka. 3. Tekerleğin dingil çivisi. 4. {ağız} Atların
kilim , [Far. gilım => kilim] is. 1. Döşeme, sedir, alnından alt çenesine kadar uzanan beyazlık. [DS]
divan gibi yerlere serilen, genellikle renkli ve deği 5. {eAT} Anahtar. 6. sf. (Kişi veya bölüm için) bir
şik desenlerle süslü, havsız, kalın yün veya kıl do kuruluş ya da örgütte bir işin çözümünün bağlı ol
kum a yaygı. 2. Yoksulların veya dervişlerin giydiği duğu, çok önemli bilgi ve yetkilere sahip olan. S
kaim ve kaba üstlük; hırka. S kilimi kebeyi ser kilidi küreği olmamak, 1. (Yer için) her zaman
mek, B ir yere yerleşmek. |] kilimi suya bırakmak, açık ve girilebilir, alınabilir durumda olmak. 2.
{eAT} K ötü bir işi veya gidişi düzeltmekten vazgeç (Nesne için) saklanmamış, korunak altına alınma
mek; işi oluruna bırakmak.\\ kilim i suya salmak, mış, kilitlenmemiş olmak. ]| kilit ağızlığı, Anahtarın
{eAT} -*■ kilimi suya bırakmak.|| kilim-pflş, A ba girmesi için açılmış olan kilit üzerindeki d elik j|
giyen; hırka giyen; derviş. || kilim-şüy, Kilim, keçe, kilit altma almak, Korunması, saklanması gereken
aba yıkayıcısı. || kilim ucu, {ağız} Itır çiçeği. [DS] bir şeyi kilitli bir yere koyarak saklamak. || kilit
kilim bi, [? kilimbi] {eT} is. Şeytan adı. [EUTS]1 dili, 1. Açılan kanadın sabitleştirilmesi için kilidin
kilim ci, [kilim-ci] is. Kilim dokuyan veya satan anahtarla sürülen küçük parçası. 2. {eAT} Anah
kimse. S kilim ci ile kör hacı, Herhangi bir kimse. tar,|| kilit düzeneği, bsy. Bilgisayar donanım veya
kilim cilik, -ği [kilim-ci-lik] is. 1. Kilim dokuma işi; yazılım ında izinsiz ve yetkisiz erişimleri veya ge
kilim dokuma sanatı. 2. Kilim satma işi; kilim tica çersiz işlemleri engelleyen düzenek. || kilit gibi ol
reti. mak, Birbirine çok bağlı ve samimi o lm ak || kilit
kilimli, [kilim-li] sf. 1. (Yer için) üzerinde, içinde kürek olmak, (Yer için) korumak; güvenilir bir
kilim bulunan. 2. (Kişi için) kilime sahip olan; ki kimsesi olmak. || kilit mevkii, mecaz. Bütün işlerin
limi bulunan. S kilimli büğe, {ağız} B oz renkli, bağlı olduğu, önemli yer, makam veya nokta; kilit
uzun gagalı, çulluğa benzer bir kuş. [DS] noktası. || kilit noktası, mecaz. Bütün işlerin bağlı
kilindar, [? kilindar] {ağız} is. Dalyanlarda deniz olduğu, önem li yer, makam veya nokta; kilit mev
tarafında balıkların sıkıştırıldığı ağ bölümü. [DS] ki. || kilit sarma, maden. Karşılıklı olarak iki ve
daha çok bağ boyundurukları üzerine atılmış ve
kilindir, [Far. kilindir j-ulS"] is. 1. Şarap ölçeği. 2.
birbirine fırçalarla bağlanmış çift sarma. || kilit
{eAT} {OsT} Küçük testi; emzikli su kabı. taşı, mim. Kubbe; kem er ve tonoz örtülerin tepe
O İ M I İ f f l î S O M . 2671 KİL
noktalarına konan ve üzerine yukarıdan binen kofa. [DS] S kiliz balığı, zool. Sazangillerden A v
ağırlıkla yanlardan yüklenen itmeleri ya stık taşla ru p a ’da, H azar D en izi’nde ve Türkiye’nin bütün
rına aktaran taş; anahtar taşı. || kilit vurmak, K i tatlı sularında yaşayan, kışları kendisini çamura
litle kapatmak; kilitlemek; kilit takarak kapatmak. || göm erek geçiren, çıplak başlı, vücudu pullu, hepçil
kilit yeri, Kilidin yerleştiği yuva. || kilit yetkili, bir tür sazan; mavritsa; tatlı su kayası; yeşil sazan,
Son derece önemli bir yerde görev yapan kimse. (Tinea tinca).
kilitçi, [kilit-çi] is. K ilit yapan, takan veya tam ir eden kilizm an, [kiliz-man / kiliz-men] is. Sazlık; kamışlık
kimse. yer.
kilitçik, -ği [kilit-çik] is. dnz. K ayıklarda küreklerin kilizme, [Yun. grein (döndürmek) > kirisma /
geçirildiği kısım, kulisma] {ağız} is. Toprağı diz boyu sürerek ya da
kilitleme, [kilit-le-me] is. 1. K ilitlem ek eylemi; kilit kazarak altını üstüne getirme. [DS]
ile kapama; kilit altma alma. 2. Bir parçayı hare k ilk 1, [Far. kilk viUS"] {OsT} is. Kamış kalem; kalem,
ketsiz hâlde tutm a eylemi, ö kilk-i dürr-efşan, {OsT} Çok güzel yazan veya
kilitlemek, [kilit-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] 1. söyleyen; inci saçan kalem. || kilk-i i’caz, {OsT}
(Kilit için) anahtarı kullanarak kilidin dilini hare Mucize derecesinde güzel ve düzgün yazan kalem.
ketli kanat içindeki yuvasına geçirmek; kilitli hâle kilk, [? kilk] {ağız} is. Tarandıktan sonra yünün ge
getirmek. 2. Üzerine kilit takmak; kilit altma al riye kalan çöplü ve kepekli kısmı. [DS]
mak. 3. Birini veya bir şeyi kilitli yere koyarak
kilkit, -di [Yun. kerkida] {ağız} is. -*• kirkit. [DS]
üzerinden kapatmak. 4. Daha iyi tutması için karşı
killem e', [kil-le-me] is. 1. Kile batırm a veya kil ile
lıklı girinti ve çıkıntıları olan malzemeyi birbirine
işlemden geçirme. 2. (Çamaşır için) killi toprağa
yapıştırmak veya takmak; kenetlemek. 5. Sıkıca
bulayarak tokaçla yıkama. 3. Şekeri beyazlatmak
tutmak
için kaynatılmış killi sudan geçirme işlemi.
kilitlenme, [kilit-le-n-me] is. 1. Kilitli hâle gelme. 2.
killem e2, [kül-le-me] {ağız} is. ■+ külleme. [DS]
Çeşitli nedenlerle tekerleklerin dönme hareketinin
killem ek, [kil-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] 1. Kile
durması. 3. Kilit sahibi olma; kilit edinme. 4. Üze
batırm ak veya kil ile işlemden geçirmek. 2. (Çama
rine kilit takılma, fi1 kilitlenme önleyici sistem,
şır için) killi toprağa bulayarak tokaçla yıkamak. 3.
Tekerleklerin kilitlenmesini önleyecek biçimde fren
Şekeri beyazlatmak için kaynatılmış killi sudan
yapm ayı sağlayan sistem; ABS.
geçirmek.
kilitlenmek, [kilit-le-n-mek] edil. f. [-ir] 1. Kilit
killi, [kil-li] sf. 1. İçinde veya birleşiminde kil bulu
veya anahtarla kapanmak; kilitli hâle gelmek. 2.
nan. 2. Kil ile karışmış olan. 0 killi flaks, Gang
K ilitli bir yere kapatılmak; kilit altm a alınmak. 3.
kısmı kalker olduğu zaman dem ir cevheri veya m e
dönşl. f. Birbirinin içine geçerek sıkıca bağlanmak;
talürji kokuna yüksek fırınlarda karıştırılan ergiti-
kenetlenmek. 4. Çözümsüz durum a gelmek; tıkan
ci. || killi kayaç, Çok hidratlı alüminyum silikatla
mak. 5. K ilit edinmek; kilit sahibi olmak. 6. (Yer
rından oluşan kayıaç. || killi toprak, K il birikimle
ve nesne için) üzerine kilit takılmak,
riyle oluşan toprak katmam.
kilitletme, [kilit-le-t-me] is. Kilitleme işini yaptırm a
killik1, -ği [kir-lik] {ağız} is. 1. Yeldirme. 2. Dış göm
eylemi.
leği. [DS]
kilitletmek, [kilit-le-t-mek] gçl. f. [-ir] Kilitleme
killik2, -ği [kil-lilc] is. 1. {ağız} Kil alınan yer; kil
işini yaptırmak; kilit veya anahtarla kapattırmak;
çıkarılan yer; kil yatağı; kil ocağı. [DS] 2. Kil konu
kilitlemesine sebep olmak,
lan yer.
kilitli, [kilit-li] sf. 1. Kilidi olan; kilidi bulunan. 2.
killü, [kir-li] {ağız} sf. Kirli. [DS]
Kilitlenmiş olan. 3. {ağız} (At için) alt ve üst dudağı
kilme, [kil-me ?] {ağız} is. 1. Arabanm dört köşesine
beyaz olan. [DS] 4. {ağız} (Hayvan için) ağzının
konulan kazık. 2. Bağ çubuğu. [DS]
üstü siyah tüylerle kaplı olan. [DS] 5. (Toprak için)
kilmek, [kel-mek] {eT} gçsz. f. [-ür] kelmek.
çok sert ve taşlı. S kilitli iğne, Çatal iğne; çengelli
[OKD] [Yüknekî]
iğne.
kilo, [Yun. khilioi (bin) > Fr. kilo] (l ince söylenir)
kilitmek, [kilit-mek] {ağız} gçl. f. [-(d)-ir] Elini
ön ek 1. Önüne getirildiği sembolü bin ile çarpan
ayağını ip ya da zincirle bağlamak. [DS]
bir ön ek; sembolü: k. 2. is. Kilogramın kısaltılmış
kilitperi, [? kilitperi] {ağız} is. Kilitlerin içinde anah şekli. S kilo almak, Beslenme dolayısıyla vücudu
tarın çevirdiği ince dil. [DS] nun ağırlığı artmak; şişmanlamak. || kilo kaybet
kilitsiz, [kilit-siz] sf. 1. Kilidi olmayan; kilidi bulun mek, Çeşitli nedenlerle vücut ağırlığının azalması;
mayan. 2. Kilitlenmemiş olan, S' kilitsiz kttreksiz, zayıflamak. || kilo vermek, Çeşitli nedenlerle vücut
Açıkta bulunan; kapalı bir yerde güven altına ağırlığının azalması; zayıflamak.
alınmamış olan; kilit altına alınmamış olan. kiloamper, [Fr. kiloampere] is. elkt. Bin amper de
kiliz, [? kiliz] {ağız} is. bot. Kamış; saz; hasır otu; ğerindeki akım şiddeti birimi, sembolü: kA.
KİL lie iÜ R S Û M • 2872
kiloampermetre, [Fr. kiloamperemetre] (kiloamper- lipitlerin taşınm asını sağlayan küçük lipoprotein
me ’tre) is. On binlerle ifade edilen doğru akımları parçacıkları.
ölçen ve doğrudan doğruya okunmasını sağlayan kilosikl, [Fr. kilocycle] is. fiz. Saniyedeki devir sayısı
aygıt. bin olan bir elektrik akımının frekansına eşit birim,
kilobaz, [Fr. kilobase] is. biy. N ükleik asitlerde 1000 kiloton, [Fr. kilotonne] is. 1. Değeri bin ton olan
nükleotide eş değer uzunluk birimi. S kilobaz çif kütle birimi; sembolü: kt. 2. (Nükleer bom ba veya
ti, biy. Nükleik asitlerde 1000 baz çiftine eş değer m erm iler için) bin ton trinitrotolüenin (TNT) pat
uzunluk birimi. lam asıyla meydana gelen enerjiye eşit birim,
kilogram, [Fr. kilogramme] is. Uluslar arası standart kilovat, [Fr. kilo + Watt] is. fiz. Değeri bin vat olan
ölçüler sisteminde temel ağırlık birim i olup bir de- güç birimi; 1,36 beygir gücü; 102 kilogrammetre;
simetreküp artı dört derecedeki saf suyun ağırlığı; sembolü: kW. S kilovat saat, Gücü bir kilovat
kısaltması: kg. olan bir makinenin bir saat süreyle yaptığı işe eşit
kilogramağırlık, -ğı [Fr. kilogramme + T. ağır-lılc] enerji veya iş birimi; 3,6 megajul veya 367.200
is. Bir kilogram lık bir kütleye Yer tarafından uygu kilogrammetre y a da 860 kilokalori; sembolü:
lanan kuvvete eşit kuvvet birimi; kilogramkuvvet; kW /saat
9.81 nevtona eşit. kilovolt, [Fr. kilovolt] is. fiz. Potansiyel farkı bin
kilogramkuvvet, [Fr. kilogramme + Ar. kuvvet] is. volta eşit elektrik gerilimi birimi; sembolü: kV
B ir kilogram lık bir kütleye Yer tarafından uygula kiloz, [? kiloz] {ağız} is. Tüyleri dökülmüş tavuk.
nan kuvvete eşit kuvvet birimi; kilogramağırlık; [DS]
9.81 nevtona eşit.
kils, [Ar. kils ^-Af] {OsT} is. Sönmemiş kireç; kireç,
kilogram m etre, [Fr. kilogrammetre] (kilogram
m e ’tre) is. Bir kilogram ağırlığındaki bir kuvvet ta kilsi, [Ar kilsî / kilsiyye (_s—JLS" / <u_lS'] (kilsi:) {OsT} sf.
rafından, uygulandığı m addî bir noktanın kuvvet Kireçli; kireç türünden olan.
doğrultusunda bir metre yer değiştirmesiyle yapılan kilt1, [? kilt] {ağız} is. Yön; yan. [DS]
işe eşit iş birimi; sembolü: kgm; 9.81 jule eşittir, kilt2, [İng. kilt] is. 1. İskoç dağlılarının giydiği İskoç
kilohertz, [Fr. kilohertz] is. fiz. Saniyedeki titreşim kumaşından yapılm a kısa eteklik. 2. Ekose kumaş
sayısı bin olan elektromanyetik dalga boyu ölçüsü tan yapılan plise etek.
birimi; sembolü: kHz
kiltan1, [Far. gîl-dân] {ağız} is. Çanta. [DS]
kilojul, -lü [Fr. kilo-joule] is. fiz. Bin jul değerinde iş
kiltan2, [? kiltan] {ağız} is. Fare. [DS]
veya enerji birimi; İO10 erg; 102 kilogrammetre;
sembolü: kj kilte, [Ar. kilte «JS-] {OsT} is. 1. Demet; küme. 2. {a-
kilokalori, [Fr. kilo-calorie] is. fiz. Değeri bin kalori ğız} Saç, pantolon vb. tokası. [DS] 3. {ağız} Yular.
olan ısı miktarı; büyük kalori; militem i; sembolü: [DS] 4. {ağız} İplikten ya da ipten örülmüş düğme
kkal iliği. [DS] 5. {ağız} Düğme. [DS]
kiloluk, -ğu [kilo-luk] sfi 1. Ağırlığı bir kilogram kilten1, [Far. gîl-dân] {ağız} is. kildan. [DS]
gelen. 2. (Bir sayı ile birlikte kullanıldığında) belir kilten2, [? kilten] {ağız} is. Eklem yeri. [DS]
tilen m iktar kadar ağırlığı olan, kilter, [Yun. khiltari [Tietze]] {ağız} is. Köpeklerin
kilometre, [Fr. kilo-metre] (kilom e’tre) is. Bin met boynuna takılan halka. [DS]
reye eşit uzunluk ölçüsü birimi; sembolü: km S kiltürmek, [kel-mek > kil-tür-m ek / ketür-mek] {eT}
kilom etre kare, Kenarları birer kilometre olan bir g ç l.f. Getirmek. [OKD] [Yüknekî]
karenin alanına eşit yüzey ölçüsü birimi; sembolü:
kilükal, [Ar. kîl ü kal (denildi ve dedi) JIS j J^s] is.
km 2 1| kilometre levhası, Yollar üzerinde kilometre
lerin yazılı olduğu levha. || kilometre taşı, 1. Şehir Söylenti; dedikodu; güftügû. ö kilükal etmek,
ler arası yollarda bir şehirden diğer şehre giderken Dedikodu yapm ak; söylenti çıkarmak.
ne kadar y o l alındığını veya bir sonraki şehre var kilttri, [Fr. chlurie] is. tıp. İdrarda emülsiyon hâlinde
m ak için kaç kilometre kaldığı yazılı olan belirli ve kilüs gibi sütsü bir görünüm veren yağ tanecik
aralıklarla dikilmiş taşlardan her biri. 2. mecaz. lerinin bulunm ası durumu,
Önemli bir olayı veya durumu belirleyen, üzerinde kilüs, [Fr. Yün. chymos > Ar. kîlüs / keylüs
durulması gereken geçiş noktası; dönüm noktası; ki:lü:s) {OsT} is. Bağırsaktan gelen ve içinde yağ
ç aşım noktası. || kilometre yolcu, B ir yolcunun bir damlacıkları bulunan lenf. S kilüs damarı, Kilüsü
kilometre uzağa taşınmasını esas alan bir toplu ince bağırsaktan alarak göğüs kanalına taşıyan
taşımacılık ölçü birimi.
damar.
kilomikronlar, [Fr. chylomicrons] is. biy. Plazmada
kilya, [İt. chiglia] (ki ’lya) is. Geminin omurgası,
ve diğer vücut sıvılarında bulunan ve bağırsaktan
Yag dokusuna kolesterol, triasil gliseritler ve diğer kilye, [Ar. kilye 4JS"] {OsT} is. Böbrek.
H M H t S M . 2673 KİM
kilyetan, [Ar. kilyetan jU ^ ] (kilyeta;n) {OsT} is. a- durum, olay veya kimse arasında bir ilgi ve bağ
bulunmadığım belirtmek için kullanılır. || kim k i
nat. Böbrekler.
m e, d u m d u m a, l. (Yer için) düzensiz. 2. K işiler
kilyeteyn, [Ar. kilyeteyn {OsT} is. anat. İki birbirinden habersiz. 3. H iç kimseye ilgi gösteril
böbrek. mez bir hâlde. || kim oluyor, (Bir kimsenin başka
kilyevi, [Ar. kilyevî ıSylZ] {OsT} sf. 1. Böbreğe ait; larına karışmaya kalkışması durumunda) “Buna
hakkı yok. Kendini ne sanıyor? Ona ne? " anlam ın
böbrekle ilgili. 2. Böbrek şeklinde olan.
da kullanılır. || K im ta k a r Y alova k ay m ak a m ın ı?
k im 1, [eT. kim p£] zm. 1. İnsanlar için kullanılan soru B ir kimseye değer verilmediğini, sözü geçen du
ve belirsizlik zamiri. {eT} {eAT} (aym) [DLT] [EUTS] rumda hiçbir yetki ve ilgisinin bulunmadığını be
[İKPÖy.] [Üç İtigsizler] [KB] [Yüknekî] [DK] 2. İnsan lirtmek için kullanılır; onu kimse dinlemez; onu hiç
lar tarafından yapılan eylem in öznesi olan bir isim umursamam; önem vermem; o kendim ne sanıyor?
veya kişi bizzat öğrenilm ek istendiğinde kullanılan || kihı v u rd u y a gitm ek, Kalabalık bir yerde dövü
soru zamiri; hangi kişi. “Kim bağırdı? K im i aradı len veya öldürülen kimseyi kimin vurduğu veya öl
nız? Kim e gidiyorsunuz?" 3. Aynı şekilde dolaylı dürdüğü belli olmamak; karışıklıktan asıl fa ilin kim
anlatımda bağımlı soru cümleciğinin başında kul olduğu bilinmemek; kim tarafından yapıldığı belli
lanılır. “Kim e başvuracağını o da bilmiyor. " 4. (İl olmamak.
gi halinde) iyeliğin hangi kişiye ait olduğunu sor k im 2, [kim ^ ! ^S] {eT} bağ. 1. “Ki” bağlacının es
mak için kullanılır. “Kimin oğlusun?" 5. Kişilerle
kiden kullanılan biçimi; sebep bildiren bağlaç;
ilgili olarak genelleme ve belirsizlik ifade etmekte
çünkü. [İKPÖy.] 2. {eT} Amaç bildiren bağlaç; ...
kullanılır; herhangi biri; her kim; rastgele biri.
için. [İKPÖy.] 3. Ki. {eAT} {OsT} (aym) [EUTS]
“Kim e gitsen o lu r." 6. Cevap beklenm eyen soru
[İKPÖy.] [OKD] [Gabain] 4. {eT} Ola ki; eğer; şayet.
cümlesini olum suzlaştırm ak için kullanılır; hiç
[EUTS] S kim m e? {eT} Kim olursa olsun. [EUTS]
kimse. "Böyle bir durumda kimden yardım umabi
lirsin?" 7. (Yükleme hâlinde) bir grup oluşturan k im 3, [kim] {eT} İlgi zamiri; ki; {eAT} (aynı). [İKPÖy.]
bireyleri, nesneleri birbirinden ayırmak için kulla
[DK]
nılır; kimisi. “Kimine az, kim ine çok, kim ine de yo k ldm 4, [Ar. kimm {OsT} is. bot. Çiçek kapçığı; ça
vermiş Allah. Ağaçların kim i küçük kalmış. ” 8. {eT} nak yaprağı; çiçek kâsesi.
Belirsizlik zamiri; her kim. [İKPÖy.] 9. Kimler. k im 5, [? kim] {ağız} is. Kuşak. [DS]
[DLT] [EUTS] [Üç İtigsizler] 10. {eT} {eAT} (Olum
k im am , [Ar. kimâm j-lS"] (kima.m) {OsT} is. 1. bot.
suz) hiç kimse. [EUTS] [İKPÖy.] 11. {eAT} Kimse ki.
“Şu kim kendi asayişin gözetir / Ayağın kilimi ka Tomurcuklar. 2. Hayvan ağızlığı; burunduruk,
dar uzatır." Hoca M esud 12. {eAT} {OsT} Kimi; k im bag, [Çin. kimbag] {eT} is. Yaprak halinde altm.
kimisi. "Sazlar çalınır, kim oynar, kim karsar. ”M. [EUTS]
Darîr S kim b ilir, 1. B ir olay veya durum la ilgili k im d an , [? kimdan] {ağız} is. Evlilik dışı doğan ço
olarak belirsizlik ifade eder. 2. Olabileceğine ina cuk. [DS]
nılan şeyler için kullanılır; olasılık veya olabilirlik kim e, [kemî] {eT} is. Gemi. [KB]
bildirir. || kim b ilü r v a rd ır, {eAT} Bilen kim var- M inece, [kim-e-ce] {ağız} zf. (Vermek, istemek için)
dır?|| kim e gerekse, {eAT} İhtiyacı olana.|| kim e kime. [DS]
ne, "Kimseyi ilgilendirmez, kimsenin karışmaya kim eçi, [kemi-çi] {eT} is. Gemici; kayıkçı. [Nevâyî]
hakkı yok. ” anlamında kullanılır. || kim e niyet, kim ek, [ked-mek > kı-mek] (ki;mek) {eT} gçl. f. [-y-
kim e kısm et, B ir kimse için hazırlanan bir şeyden
ür] Giymek. [Yüknekî]
çeşitli nedenlerle hiç ilgisi olmayan veya o anda
akla gelmeyen birinin yararlanm ası durumunda k im erd e, [kim(i) + er-mek > kimerde a y S ] {OsT} zf.
söylenir; biz fila n için hazırlamıştık, oysa fala n A ra sıra; bazen. “Kimerde kimerde belirsiz olur / O
kişiye yaradı. || kim i kim sesi o lm am ak , H içbir y a yârin bir kılca yoktur beli. ” Edirneli Nazmî
kını veya koruyucusu bulunmamak; kimsesiz kal k im erse, [kim+er-se {eT} {eAT} zm. Kim ise;
mak. || kim in a ra b a s ın a b in erse o n u n tü rk ü sü n ü
kimse.
çalm ak, D avranışlarım kendisine çıkar sağlayan
kişi veya gruba göre düzenlemek; dalkavukluk et- kim esne, [kim + i-se + ne > kimesne {eAT}
mek. || kim in eksüği, {eAT} Kimin nesine gerek; hiç {OsT} is. Kimse,
kimseyi ilgilendi.rmez.\\ kim in iki, {eAT} Kimin kim ez, [kim-ez] {ağız} sf. Biraz. [DS]
acaba; kimin ki; kimin ola ?|| kim in nesi, Hakkında k im i1, [kim-i zm. 1. Bazıları; bazısı. 2.
bilgi edinilemeyen ve m erak edilen kişi için kullanı
{eAT} {OsT} Kimisi; kimisini. 3. sf. Sınırlı ancak
lır; hangi çevredendir; yakınları, soyu sopu kim
belirsiz bir çokluğu belirtir; bazı; birtakım, ö K im i
dir? || ... kim , ... kim , B ir kişi ile ona yakıştırılan
k ö p rü b u lam az geçmeye, kim i de su bu lam az
KİM Ö IÜ H IÜ fK S Ö M • 2674
içm eye. Herkese düşen nasip fa rklı farklıdır. || lumsuz cümlelerde) hiç kimse; hiçbir kişi; tek bir
Kim ine hay hay, kimine vay vay. Olayların, ki kişi bile.
m ine yararken kimine de zarar verdiğini anlatmak kimsemiz, [kim + i-se-m iz >•—* ^ ] {eAT} zm. Bizden
için kullanılır. || Kiminin parası, kiminin duası,
hiçbir kimse; hiç birimiz,
H er şey pa ra için yapılmaz; çalışma bazen para
kazanmak, bazen de hayır için yapılır. || kimi za kimsen, [Çin. chin hsien (altın iplik)] {eT} is. Başlık
ları ve kavukları süslemekte kullanılan altm kırıntı
man, Ara sıra; bazen.
ları. [DLT]
kimi2, [kemi] {eT} is. -*• kemi. [Gabain] [EUTS] [DLT]
kimi3, [kibi / kimi] {ağız} e. Gibi. [DS] kimsene, [kim + er-se + ne ■u-~»S'] {eAT} zm. Kimse.
kimin, [kibi-n / kimi-n] {ağız} e. Gibi. [DS] [DK]
kimince, [kim-i-n-ce -^-—o '] {eAT} zm. Kimi; kimisi. kimseniz, [kim + er-se-n-iz jS'L^S'] {eAT} zm. İçi
“K im incesi Sur şehrine vardılar. ” Erzurumlu M. nizden biri; biriniz; herhangi biriniz,
D arîr kimsesi, [kimse-s-i ^ ■<—^S ] {eAT} zm. Hiç biri.
kimirtlek, -ği [kim-ir-t-le-k] {ağız} is. 1. Gırtlak. 2. kimsesiz, [kimse-siz] sf. 1. A nası babası, bir yakını,
Kıkırdak. 3. sf. (Kişi için) tuhaf. [DS] arkadaşı veya bir koruyucusu olmayan. 2. (Yer
kimisi, [kim-i-s-i] zm. Bazısı; birtakımı; kimi, için) hiç kim se bulunm ayan; insansız; boş.
kimişke, [*kem-mek > kem-iş-mek > kemiş-ke ?] kim sesizlik, -ği [kimse-siz-lik] (k i'msesizlik) is.
{eT} is. K âşgar’da çıkan üretilen bir keçe. [DLT] K imsesiz olm a durumu; yalnızlık,
kimişmek, [*kem -mek > kem-iş-mek / kimiş-mek] kim tik, -ği [kim-(i)t-ik] {ağız} is. Fiske. [DS]
{eT} g ç l . f [-ür] -*■ kemişmek. [Yüknekî] kim ünçe, [kimün-çe ?] {eT} is. Sivrisinek. [DLT]
kimiye, [? kimiye] {ağız} is. Büyük gelir yeri; hazine. kimiis, [Yun. chymos > Lat. chymus > Ar. kımüs /
[DS]
keymüs {OsT} is. Yemeklerin mide öz suyu
kimken, [kim-i + i-ken] {ağız} zf. Ara sıra; arada bir.
ile karıştıktan sonra aldığı durum; keymus.
[DS
kimya, [Yun. khemeia (öz su; usare; iksir) > Ar.
kim lik, -ği [kim-lik] is. 1. Bir kimsenin toplum i-
çinde, insana özgü olan özellik ve niteliklerle belir kım yâ5 > U / ] (kimya;) {OsT} is. 1. M addelerin te
li bir insan olmasını sağlayan şartların bütünü, biri mel yapılarını, birleşimlerini, dönüşümlerini; çö
nin belli bir kişi olmasını sağlayan şartların tümü; zümleme; birleşim ve üretim yöntemlerini incele
hüviyet, (1944). 2. Bir kimsenin kim olduğunu ta yen bilim; simya ilmi. 2. mecaz. Üstün özellikleri
nıtlayan belge; kim lik belgesi; kim lik kartı; hüviyet dolayısıyla çok değerli sayılan şey; az bulunan ve
kartı. 3. (Nesneler için) tanımaya ve belirlemeye çok değerli şey. S1 kimya doğrulumu, bot. Bitki
yarayan özelliklerin bütünü. S kim lik belgesi, Bir lerde kim yasal maddelere karşı olan yönelm e du
kimsenin kim olduğunu tanıtlayan belge; hüviyet rumu; şimiotropizm. || kim yâ-eser, {OsT} İksir gibi
cüzdanı.|| kimlik kartı, B ir kimsenin kim olduğunu etkili olan, şifa verici şey. || kimya göçümü, biy.
tanıtlayan belge; hüviyet cüzdanı. B ir hücreli varlıklarda, kim yasal maddelerin etkisi
kimlikçe, [kimlik-çe] is. kütp. Bir kitabın iç kapağı altında görülen yaklaşm a ve uzaklaşma biçiminde
nın "b yüzü ”nde yer alan kaynakça notu ile basım ki y e r değiştirme hareketi; şimiotaksi. || kimya
kaydı. harbi, Zehirli kim yasal maddelerin top, roket ve
kim ono, [Jap. kimono (giyecek) > İng. kimono] (ki- diğer silahlarla kullanıldığı savaş. || kimya mua
mo ’no) is. 1. Önden çapraz olarak kavuşturulan ve delesi, {OsT} Kim ya denklemi. || kimya olmak, Bu
geniş bir kemerle bağlanan, Japonya’da hem erkek lunmaz olmak. || kim yâ-yı ahmer, {OsT} Eskiden
lerin hem de kadınların giydiği uzun kollu ve uzun çeşitli madenleri altına çevirme özelliği olduğu
etekli geniş bir elbise. 2. Geniş kollu sabahlık, sanılan taş; filo z o f taşı. || kimyâ-yı bâtıl, {OsT}
Eskiden simyacıların konusu olan şeyler. || kimyâ-
kimnon, [Ar. kemmün => j {OsT} is. Kimyon.
yı can, {OsT} Can iksiri; şarap. || kim yâ-yı cedit,
kimse, [kim + er-se / kim + i-se] is. 1. Kim olduğu {OsT} Yeni kimya; kimya bilimi. || kim yâ-yı ekber,
bilinm eyen ve belirtilmeyen herhangi bir kişi; şa {OsT} Eskiden simyacıların sonsuz hayatı
hıs; nefer. 2. zm. (k i’mse) (Olumsuz cümlelerde) s ağlayacağınainandıkları ve bazı şeylerden altın ya
hiçbir insan; hiçbir kişi. {eAT} (aym) [DK] 3. {eAT} da güm üş elde edileceğini düşündükleri iksir. ||
Kim olsa; herkes. "Aşak budağın yem işin kimse kim yâ-yı fizikî, {OsT} F iziksel kimya. || kimyâ-yı
yer. " Hoca M esud S1 kim sesi olmamak, B ir yakını gayr-i uzvî, {OsT} İnorganik kimya. || kimyâ-yı
veya arkadaşı bulunmamak. harürî, {OsT} Isı kimyası. || kim yâ-yı maânî, {OsT}
kimsecik, -ği [kimse-cik] (kim secik) zm. (Olumsuz Gerçeğin araştırılması. || kim yâ-yı m a’denî, {OsT}
cümlelerde) hiç kimse; hiçbir kişi; tek bir kişi bile, Kim ya biliminin madenleri inceleyen dalı. || kim-
kimsecikler, [kimse-cik-ler] (kimsecikler) zm. (O yâ-yı saâdet, {OsT} 1. M utluluk iksiri. 2. Nefse ait
ö i ı n ıi i m ı . 2675 KİN
şeylerden vazgeçerek erdeme ulaşma. || kim yâ-yı âver, Kin besleyen; kinci. || kin bağlam ak, Öç al
uzvî, {OsT} Organik kimya. m ak amacıyla birine karşı şiddetli ve gizli düşm an
kimyaca, [kimya-ca] (kimya ’ca) zf. Kim ya bakım ın lık içinde bulunmak. || kin beslemek, Öç alm a
dan; kim ya yoluyla. S kim yaca mücerret, Kim ya duygu ve isteğini sürdürmek.\\ kin biçmek, {eAT}
bakımından soyut ve yalın olan şey. || kimyaca saf, Öç almaya hazırlanmak; kin beslemek.\\ kin dart-
Kim ya bakımından katışıksız durum da olan şey. mak, {eAT} K in gütm ek.|| kin davşırmak, {ağız}
kimyacı, [kimya-cı] (kimya:cı) is. 1. K im ya ile uğra Kin tutmak; kin beslemek; kin gütmek. [DS]|| kin
şan kişi; kim ya bilen adam; kimyager. 2. Kimya duymak, Öç alma duygusu içinde bulunmak veya
dersi veren öğretmen, bu duyguyu hissetmek.|| kin gütmek, Öç alma duy
kimyacılık, -ğı [kimya-cı-lık] (kimya:cılık) is. K im gu ve isteğini sürdürmek. || kinini ödemek, {OsT}
yacı olm a durumu; kim ya uzmanlığı mesleği; kim K inini yatıştıracak bir karşılıkta bulunmak.\\ kîn-i
yagerlik. peleng, {OsT} mecaz. Devamlı sürdürülen bir türlü
sona erdirilemeyen kin; kaplan kini; deve kini. || kin
kimyager, [Ar. kim ya’ + Far. -ger _ / L ^ ] (kimya irkmek, {OsT} Kin ve intikam duygusu beslemek.\\
ger) is. K im ya uzmanı; kimyacı, kin saklamak, Geçmişe ait düşmanlık yaratan ola
kimyasal, [kimya-sal] (kimya:sal) sf. Kimyaya ait; yı unutmamak ve düşmanlığı sürdürmek. || kin tu t
kim ya ile ilgili; kimyevi. S 1 kim yasal gazışı, Bazı mak, Öç alma duygu ve isteğini sürdürmek.\\ kin
kimyasal tepkimeler sırasında m eydana gelen so tutmaz, Hoşgörü sahibi olduğu için düşmanlık
ğuk ışık yayımı. || kim yasal harekât, as. Savaşlar beslemeyen.
da bazı kim yasal maddelerin düşmanı y o k etmek kin2, [ken / kin] {eT} is. Akraba. [ETY]
için kullanıldığı askerî harekât. || kim yasal sentez, kin3, [ki / ke (içerdeki; iç; içine girmiş) > ki-n] {eT}
biy. Bazı bakterilerin ihtiyaçları olan organik is. 1. Göbek. [İKPÖy.] 2. Misk; misk kokusu; iyi bir
maddeleri doğrudan doğruya yaptığı sentez; ke- koku; güzel koku. [EUTS] [KB]® kin agırlıg, {eT}
mosentez. || kim yasal zayiat, as. B ir kim yasal ha Tenasül uzvu; cinsel organ. [EUTS]
rekâtta ölen ve savaş dışı kalan kişi ve canlılar.
kin4, [kıın / kıyn] {eT} is. Azap; ceza. [Gabain]
kimyevi, [Ar. kim yevî (kimyevi:) {OsT} sf. kin5, [kin] {eT} is. 1. Sonra; son; istikbal; gelecek.
Kimya ile ilgili; kim yaya ait; kimyasal. S kim yevi [EUTS] [ETY] [KB] [Gabain] [Üç İtigsizler] 2. Arka;
aksü’l-amel, {OsT} kim. K im yasal tepkime. sırt; geri. [KB] [Gabain]
kimyon, [Yun. kym inon > Ar. kemimin d y ^ ] is. bot. kin6, [Çin. kin] {eT} is. İpekli kumaş. [EUTS]
1. M aydanozgillerden tohum ları bahar olarak kul kinane, [Ar. kinâne (kina:ne) {OsT} is. Okluk;
lanılan, yarım metre boyunda, beyaz veya pembe ok kılıfı; sadak,
çiçekli, tohum ları keskin ve hoş kokulu, sinirleri
kinar, [Far. kenar] {ağız} is. Kıyı. [DS]
uyarıcı, mideyi yatıştırıcı, bağırsak gazlarını gide
rici özellikte, bir yıllık, ıtırlı ve otsu bitki, kinayat, -ti [Ar. kinâyât olL£"] (kina:ya:t) {OsT} is.
(Cuminum cyminum). 2. Bu bitkinin tohum lanılın Kinayeler.
öğütülmesi ile elde edilen ve bahar olarak kullanı kinaye, [Ar. kinaye *>.'-£’] (kin a ye) {OsT} is. 1. D ü
lan toz.
şünüleni doğrudan değil de dolaylı yoldan anlatan
kimyoni, [Osm. kimyon! (kimyoni:) {OsT} sf. söz; dolaylı anlatım . 2. Üstü kapalı, dokunaklı ve
1. K ahverengiye çalan yeşil renkte olan; açık zey sitemli söz. 3. ed. B ir düşüncenin açık söylenmesi
tuni renk; adaçayı yeşili. 2. mecaz. Samimiyetsiz, nin hoş olmayacağı durumlarda, sözün hem mecaz
kimyonlu, [kimyon-lu] sf. İçinde kim yon bulunan, hem de gerçek anlamıyla kullanılması ve mecaz
kimyotrof, [Fr. chim iotrophe] sf. (Bakteri için) anlamın kastedilmesi sanatı. S kinâye-i baîde,
kimyasal sentez yoluyla besinlerini sağlayan, {OsT} Uzak veya gizli mecaz.|| kinâye-i hafife,
kimyotropizm, [Fr. chimiotropisme] is. Gelişmekte {OsT} 1. Kinayemsi söz veya şiir. 2. Uzak veya gizli
olan bir organizma veya organın kim yasal m adde mecaz.\\ kinâye-i karîbe, {OsT} {OsT} Başka bir
ler sebebiyle bu kimyasal maddeye doğru veya ters anlama gelm esi ihtimali olmayan apaçık kinaye.\\
yana yönelmesi olayı; kim ya doğrulumu. kinâye-i vazıha, {OsT} Başka bir anlama gelm esi
-kin1, [Çin. kun ( sürü; kalabalık; topluluk; toplantı; ihtimali olmayan apaçık kinaye.
sınıf; türdeş) > -kun / -kün / -km / -kin / -ğm / -gin kinayeli, [kinaye-li] (kinayeli) sf. (Söz için) içinde
/ -ğun / -gün] {eT.} yap. e. -*■ -kün. kinaye bulunan,
-kin2, [-km / -kin] {eT} yap. e. -*• -kın. kinayın, [Ar. kinaye => kinay-m] {ağız} is. Üstü
kin1, [Far. kîn jiT] {OsT} (ki:n) is. B ir kişi veya şeye örtülü, dokunaklı söz. [DS]
karşı öç alm a amacını güden şiddetli ve gizli düş kinaz, [Yun. kinesis > Fr. kinase] is. biy. kim. Başka
manlık; garez. S kîn-â-kîn, K in ile dolu. || kîn- bir enzimi etkin kılm a özelliği olan enzim.
KİN ÜMÜKÇE SOM • 2676
kincek, -ği [kin-cek] {ağız} is. Öfke; kızgınlık; kin. kinetik, -ği [Yun. kinesis > kinetikos > Fr. cinetique]
[DS] sf. 1. Hareketle ilgili; harekete ait. 2. Hareket sebe
kincer, [Far. kincer {OsT} is. Büyük fil. biyle oluşan. 3. is. fiz. Hareketleri inceleyen meka
nik dalı. 4. kim. Kimyasal tepkime hızlarını incele
kinci, [kin-ci] sf. Öç alma duygusu içinde bulunan;
yen bilim dalı. 5. fel. H areket hâlinde bulunan
kin tutan; kindar,
m addî parçacıkların ve bunlara bağlı enerjinin te
kincil, [kin-cil] {ağız} sf. İntikamcı. [DS]
mel varlıklar olduğunu, kuvveti enerjinin aktarıl
kincilik, -ği [kin-ci-lik] is. Kinci olm a durumu; kin ması ve değiş tokuşu ile belirdiğini savunan görüş.
darlık; kin tutma, fi1 kinetik enerji, H areket halindeki cisimlerin bu
kindar, [Far. kîn-dâr (ki:nda:r) {OsT} sf. Öç hareketlerinden dolayı kazanmış oldukları enerji;
alm a duygusu içinde bulunan; kin tutan; kinci, bir cismin hareketini sağlayan ve hareket halindeki
cisimlerde bulunan enerji; hareket enerjisi.\\ kine
kindaran, [Far. km-dâr-ân üIjIjj-S-] (kinda:ra:n)
tik sanatlar, Güzellik duygusu yaratm ak amacıyla,
{OsT} is. K in tutanlar; kinciler; kindarlar, sun ’î ışıktan, parıltısından ve hareketlerin oluştur
kindarane, [Far. kîn-dâr-âne ■üIjIjj-S'] (kinda:ra:ne) duğu göz yanılmasından faydalanarak biçimleri
{OsT} zf. K in tutan kimselere yakışır biçimde; kinci karıştırmasından m eydana getirilm iş yarı otomatik
olarak; kincilikle; kindarcasına, eserler.
kindarlık, -ğı [kindar-lık] is. Kinci olma durumu; kinetlemek, [kenet-le-mek] {ağız} gçl. f. f-r] [-l(i)-
kincilik; kin tutma. yor] Kenetlemek; bağlamak; tutturmak. [DS]
kindik1, -ği [kin-dik / kin-tik] {eT} is. 1. Göbek; kinetlenmek, [kenet-le-n-mek] {ağız} edil. f. [-ir]
insan göbeği, {ağız} (aynı) [DS]. 2. Merkez. [Clauson] Kenetlenmek. [DS]
kindik2, -ği [kin-dik] {ağız} is. Ayak uzatma; çelme. kinetli, [kenet-li] {ağız} sf. Kenetli. [DS]
[DS] kineyit, -di [? kineyit] {ağız} is. Arıların bal yapmak
kindik3, -ği [kin-dik] {ağız} is. Çoban köpeği. [DS] için topladıkları maddeler; balözü. [DS]
kindiklig, [kin-dik-lig] {eT} sf. Göbekli. kinez1, [kin-ez] {ağız} zf. Sanırım; galiba. [DS]
kindir1, [? kindir] {ağız} is. Pantolon. [DS] kinez2, [king (yans.) > kin-ez] {ağız} is. Ceviz. [DS]
kindir2, [? kindir] {ağız} is. K öy muhtarı. [DS] king1, [kang / king (yans.)] is. Zıplamayı, fingirde
kindirek, -ği [Yun. khilindros [Tietze] ] {ağız} is. meyi anlatan kök. [Zülfikar] king-ir-de-mek
Ham ur açmakta kullanılan merdane. [DS] king2, [ken] {eT} sf. 1. Geniş; mufassal. [KB] [Yük
kindtt, [kendi / kindü] {eT} zm. Kendi. [Yüknekî] nekî] [Gabain] 2. En; genişlik. [EUTS] [DLT] [Üç
-kine, [-k ıya / kiye / -kma / -kine] {eT} yap. e. -*■ - İtigsizler]
kıya. king3, [kin] {eT} sf. Tıpkı; aym; tam. [EUTS]
kinge, [kiii-e] {eT} sf. Geniş. [KB]
k in e1, [Far. kın > kîne (ki:ne) {OsT} is. Gönülde
kingem ek, [kin-e-mek] {eT} gçl. f. [-r] Danışmak;
gizlenen düşmanlık; kin. fi1 kîne-cû, {OsT} İntikam
görüşmek. [KB]
alm ak isteyen.|| kîne-dâr, {OsT} K in tutan; kinci;
kingeş, [kin-e-mek > kan-e-ş] {eT} is. 1. Danışma;
kindar.|| kîne-gâh, {OsT} Vuruşma yeri.\\ kîne-hâh,
görüşme. [KB] 2. Düşünme. [KB]
{OsT} İntikam almalı isteyen. || kîne-keş, {OsT} İnti
kam alan.\\ kîne-meşhûn, {OsT} Kin ile dolu.|| kîn- kingeşçi, [kin-e-mek > kin-e-ş-mek > kin-e-ş-çi] {eT}
ver, {OsT} Kin duyan; kinci. is. Danışman; müşavir. [KB]
kine2, [kine] (kine:) {eT} bağ. Yine; bizzat; ve. [E- kingeşinmek, [ken (yans.) > ken-eş-mek > kineş-in-
UTS] [OKD] mek] (kineşinmek) {eT} dönşl. f. [-iir] -*■
kinefe, [Ar. kinâfe] {ağız} is. Kadayıf. [DS] kengeşmek. [EUTS] [Gabain]
kinem atik, -ği [Yun. kinematos > Fr. cinematique] kingeşmek, [ken (yans.) > ken-eş-mek] (kiheşmek)
is. fiz. Nedenleri dışında hareketin yörünge ve za {eT} işteş, f. [-ür] -*■ kengeşmek. [KB] [OKD] [Ga
bain]
m ana bağlı olarak hız, ivme gibi konularını incele
yen mekanik dalı; sinematik, kingir, [king (yans.) > king-ir] is. Zıplamayı, fingir
demeyi anlatan yansımalı gövde, fi1 kingir kingir,
kinergemek, [Moğ. kiner-ge-mek] {eT} is. Sermek;
{ağız} (Gülmek için) kıkır kıkır. [DS]
döşemek; yaymak; açmak. [Nevâyî]
kingirdemek, [king (yans.) > king-ir-de-mek] {ağız}
kinestezi, [Fr. kinesthesie] is. fızy. Vücuttaki çeşitli
g ç s z .f [-r] [-d(i)-yor] Fingirdemek. [DS]
kısımların birbirine bağlı olarak hareket edişini,
vücudunun bütün hareketlerini ve konumunu bi kingitmek, [ken (geniş) > ken-ü-mek > ken-üt-mek]
linçli olarak algılamayı sağlayan bedensel duyum (kih itmek) {eT} g ç l.f. -* kengütmek. [DLT]
ların tümü; kas duyumlarının tümü; devin duyum, kingrenm ek, [ken (yans.) > ken-re-mek > kenre-n-
kinet, [? kenet] {ağız} is. Kenet. [DS] mek] (kihrenmek) {eT} dönşl. f. [-ür] -*■ kengren-
mek. [EUTS]
IfflUE S İ İ j I . 2 KIP
kingrü, [ken (geniş) > ken-ür-mek > ken(ü)r-ü] (kin- kininli, [kinin-li] is. İçinde kinin bulunan; kinin ka
tılmış olan.
rii:) {eT} sf. -*■ kingürü. [Yüknekî]
kininte, [kin (sonra) > kin-in-te] {eT} zf. Gelecekte;
kingrünmek, [ken (geniş) > ken-ür-m ek > ken(ü)r-
istikbalde. [EUTS]
ün-mek] (kihriinmek) {eT} dönşl. f. [-iir] Genişle
kiniş, [kin-iş] {ağız} is. M arangozlukta birbirine geç
mek. [DLT]
mesini sağlamak üzere tahta üzerinde boydan boya
kingsürmek, [kik-mek > kik-iş-mek > kik(i)ş-ür-
açılan kara veya dikdörtgen kesitli kanal. [DS] S
mek] (kinsürmek) {eT} gçsz. f. [-iir] K ıyam etmek;
kiniş açmak, Tahta üzerinde boydan boya rende
ayaklanmak; ayağa kalkmak. [ETY]
veya freze ile kiniş meydana getirmek.\\ kiniş ren
kingşürraek, [kik-mek > kik-iş-m ek > kik(i)ş-ür-
desi, Tahta üzerinde kiniş açmakta kullanılan ren
mek] (kinşiirmek) {eT} gçl. f. [-ür] -*■ kikşürmek.
de.
[DLT]
kinişli, [kiniş-li] sfi Kinişi olan. 0 kinişli birleştir
kingümek, [ken (geniş) > ken-ü-mek] (kinü:mek)
me, Geniş ahşap parça elde etm ek amacıyla kiniş
{eT} g çsz.f. [-ür] Genişlemek. [DLT] [KB]
açılarak yapılan birleştirme.|| kinişli geçme, K iniş
kingürmek, [ken (geniş) > ken-ür-mek] (kinürmek)
açılarak yapılan geçme.
{eT} gçl. f. [-ür] Genişletmek. [Üç İtigsizler] [DLT]
kiniya, [Ar. kinaye] {ağız} is. Alay; şaka. [DS]
[KB]
kinizm, [Yun. kynos (köpek) > kynismos > Lat.
kingttrtmek, [ken (geniş) > ken-ür-mek > kenür-t-
cynismus > Fr. cynisme] is. fel. 1. İnsanın erdem ve
mek] (kinürtmek) {eT} gçl. f. [-ür] 1. Genişletmek.
mutluluğa hiçbir değere bağlı olmadan, bütün ge
[EUTS] [Gabain] 2. Tefsir etmek; yorumlamak.
reksinmelerden sıyrılarak bağım sız kaldığı zaman
[EUTS] [Gabain]
ulaşabileceğini savunan öğreti; kelbiye; sinizm. 2.
kingürü, [ken (geniş) > ken-ür-mek > ken(ü)r-ü] (ki-
psikol. Toplum hayatının sınırlamalarına aldırma
hürii:) {eT} sf. 1. Tıpkı; aynı; tam. [EUTS] 2. Geniş
dan yalnız kendi istek ve içgüdülerinin yönlendiri
bir surette; mufassal. [EUTS] [Gabain]
ciliğine göre hareket etme; sinizm; kelbiye.
kingütmek, [ken (geniş) > ken-ü-m ek > kenü-t-mek]
kinkar, [Far. kinker] {ağız} is. Deve dikeni; kenger.
(kinütmek) {eT} g ç l . f [-ür] 1. Genişletmek. [EUTS]
[DS]
[KB] [Gabain] 2. Bollaştırmak. [KB]
kinki, [kin (sonra) > kin-ki] {eT} sf. Sonraki; sonda
kinidin, [Fr. quinidine] is. ecz. Kalp atışlarım düzen
ki. [EUTS]
leyici olarak kullanılan ve kınakınada bulunan bir
kinlemek, [*kin > kin-le-mek ?] {eT} gçl. fi. Eritmek;
alkaloit.
aşındırmak; ufaltmak. [EUTS]
kinifi, [? kinifı] {ağız} is. Çelik çom ak oyunu. [DS]
kinlenme, [kin-le-n-me] is. Kinlenm ek işi; öç alm a
kinik, -ği [Yun. kynos (köpek) > Lat. cynicus > Fr. isteği duyma.
cynique] is. \.f e l. İnsanın erdem ve m utluluğa hiç
kinlenm ek1, [kile-n-mek] dönşl. fi [-ir] Öç alm a
bir değere bağlı olmadan, bütün gereksinmelerden
isteği duymak; kin beslemek; kin tutmak.
sıyrılarak bağım sız kaldığı zaman ulaşabileceğim
kinlenmek2, [kin-le-n-mek] {eT} dönşl. f i 1. Ezilmek;
savunan öğreti taraflısı; kinizm yanlısı; kelbî. 2.
öğütülmek. [Clauson] 2. Dönmek; çevrilmek.
psikol. Toplum hayatının sınırlamalarına aldırma
[EUTS] [Gabain]
dan yalnız kendi istek ve içgüdülerinin yönlendiri
kinli, [kin-li] sfi. Kin sahibi olan; kin tutan; öç alm ak
ciliğine göre hareket eden. 3. sf. K inik öğretisine
isteyen; kinci,
ilişkin; kinik öğretisine bağlı olan.
kinlig, [kin (misk) > kin-lig] {eT} sf. M isk kokulu.
kinikmek1, [kin-mek > kin-ik-mek] {eT} gçsz. f. [-
[ETY]
ür] Gecikmek. [KB]
kinlik, -ği [kin-lik] {ağız} is. Ocak kenarı. [DS]
kinikmek2, [kin > kin-ik-mek] {ağız} g ç sz .f. [~(ğ)ir]
kinneşmek, [kin-le-ş-mek] {ağız} dönşl. fi [-ir] 1.
Öfkelenmek; kin tutmak. [DS] Kinlenmek; kin bağlamak. 2. Sözünde direnmek.
kiniktirmek, [kin-ilc-tir-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] [DS]
Birinin kin tutm asına sebep olmak. [DS] kinsiz, [kin-siz] sf. Kini olmayan; herhangi bir öç
kinilmek1, [ken > ken-il-mek] {eT} gçsz. f. Zayıfla alm a duygusu taşımayan,
mak. [Clauson] kintik, [kin-dik / kin-tik] {eT} is. 1. Göbek. [Gabain]
kinilmek2, [kin-mek > kin-il-mek] {eT} edil, fi Geci 2. Sis; bulut. [EUTS]
kilmek. [KB] kintimek, [kin-ti-mek ?] {eT} gçl. fi [-r] Kaşağıla
kinin, [Keçua. kina (kabuk) > İsp. quinquina > Fr. mak. [EUTS] [Gabain]
quinine] is. ecz. Kınakınadan elde edilen ve sıtma kinzi, [? kinzi] {ağız} is. Kişniş, [DS]
tedavisinde kullanılan beyaz bir alkaloit: kionit, [Fr. cionite] is. tıp. Küçük dil iltihabı.
C20H24N 2O2. S kinin gibi, Çok acı. || kinin sülfatı,
k ip 1, [kep / kıb / kıp / kip (yans.)] is. Kırpmayı,
Tedavide kullanılan kinin tuzlarından biri; sulfata.
kıpırdamayı, ağır veya hızlı hareket etmeyi anlatan
KİP f l i e i i i T O M • 2678
kök. [Zülfikar] kip-ir-de-mek, kip-ir-de-t-mek S kip d(i)-yor] 1. Göz seğirmek. 2. Kımıldamak. 3. Gözü
kip, {ağızj İnce ve gevrek şeylerin kırılıp dökülür açıp kapamak; kırpıştırmak. [DS]
ken çıkardığı sesi anlatır. [DS] kipirdetm ek, [kip-ir-de-t-mek] {ağız} gçl. fi [-ir]
kip2, [eT. kıb > kip] is. 1. {eT} Kalıp; benzer; öğür; Gözünü kırpmak. [DS]
örnek, (1 9 3 5 'te yeniden). [DLT] 2. {eT} Şekil; m e kipiş, [kip-iş] {ağız} is. Kız çocuğunun dişilik organı.
tot. [Üç İtigsizler] 3. dbl. Fiillerin eylemleri, oluşları[DS]
ve durumları zamanla ilgili olarak anlatırken gir kipişik, -ği [kip-iş-ik] {ağız} sf. H astalık nedeniyle
dikleri biçim; sıyga. 4. fel. Değişken, geçici nitelik; gözlerini kırparak bakan. [DS]
b ir tözün, özün belirlenişi. 5. {ağız} sf. Tıpatıp uy kipkirli, [kip+ki/rli] (k i’p kirli) sfi 1. Çok kirli olan.
gun gelen. [DS] 6. {ağız} Dar; sıkı. [DS] 7. {ağız} 2. Çamura ve pisliğe bulaşmış olan.
Sağlam; dayanıklı. [DS] 8. {ağız} Biçimli; güzel; kipleme, [kip-le-me] is. fiz. Bir olayın, genlik ve
yakışıklı. [DS] S kip eki, dbl. Eylem kök ve gövde frekans gibi ayırt edici niteliğini, zaman içinde
lerine gelerek, cümlenin kipini belirleyen ek. || kip başka bir olayın ayırt edici bir niteliğinin değerleri
gelmek, {ağız} Tıpatıp, uygun gelmek. [DS] ne bağlı olarak değiştirme; modülasyon.
kip3, [kip] {ağız} is. İçi dolu yumuşak bir tür sazdan kiplem ek1, [kip-le-mek] {ağız} gçl. fi. [-r] [-l(i)-yor]
örülmüş hasır. [DS] 1. Korumak; saklamak. 2. Daraltmak. [DS]
kip4, [kıb {eAT} {ağız} sf. 1. Sağlam; dayanıklı; kiplemek2, [kip-le-mek] g ç l . f [-] [-l(i)-yor] Bir kip-
muhkem. 2. Şık; zarif; biçimli. 3. Tutumlu; kulla lemeyi gerçekleştirm ek amacıyla kipleyici işareti
nışlı. [DS] uygulam ak; modüle etmek,
kip5, [kip] {ağız} is. Bitişik; yan. “Şöyle kipime gel. ” kiplenim , [kip-le-n-im] is. B ir kipleme olayının, kip
Erzurum. [DS] leyici çıkışında elde edilen sonucu; modülat.
kipçik1, -ği [kıp-çık] {ağız} sf. 1. Yerinde duramayan; kipleşmek, [kip-le-ş-mek] {ağız} dönşl. fi [-ir] 1.
çok hareketli. 2. Kararsız. [DS] Güçlenmek; sağlamlaşmak; kuvvetlenmek. 2. Da
k ip e1, [Aim. kippe] is. spor. 1. Y er jim nastiğinde ralmak. 3. Şıklaşmak. [DS]
kalçanın hızla bükülerek birden gerilişi ile vücudun kipleştirme, [kip-le-ş-tir-me] is. dbl. Bir konuşucu
yatış durumundan ayak üstü duruşa geçmesi veya nun söylediklerine katılm a derecesini değerlendir
asılm adan dayanmaya geçmesi. 2. Grekoromen gü meyi sağlayan sözceleme bileşeni,
reşte, ayakta iken rakibi elinden ve vücudundan sı kipleştirmek, [kip-le-ş-tir-mek] gçl. fi. [-ir] 1. {ağız}
kıca yakalayarak ağırlığını kalça üzerine alıp min Birleştirmek. [DS] 2. {ağız} Sağlamlaştırmak. [DS]
dere indirme biçimindeki oyun. 3. dbl. B ir dilsel öğeden söz ederken sözcenin kip-
kipe2, [? kipe] {ağız} is. Geviş getiren hayvanlarda leştirilmesini sağlamak.
sindirim sisteminin bir parçası; şirden. [DS] kipleyici, [kip-le-y-ici] sf. 1. Kiplemeyi gerçekleşti
kipeki, [köpek (Çağatay hakanlarından birinin adı) ren elektronik aygıt. 2. dbl. Konuşanın söyledikle
> köpekî > kipekî] is. Türkistan’da kullanılan ve rini tasarlam a biçimini sağlayan anlatım veya yön
üzerinde Uygur harfleriyle “kutluğ bolsun” yazan tem.
altın, gümüş ve bakır para, kiplik, -ği [kip-lik] is. 1. fel. Önermelerin, yalın,
kipekip, [kip(e)+kip] {ağız} sf. Tastamam; tıpatıp uy belkili veya m ecburî olma niteliklerinden her biri.
gun gelen. [DS] 2. man. Bir önerm ede yüklem in o önermenin özne
kipeltmek, [kip-e-l-t-mek] {ağız} g ç l.f. [-ir] Sağlam sine bağlanm a biçimi. 3. tıp. Bir kim sede görülen
laştırmak; pekiştirmek; sıkıştırmak. [DS] ağırlaşm a veya iyileşme gibi belirtilerin, çeşitli et
kipem ek, [kip-e-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-p(i)-yor] m enler altında değişiklik göstermesi durumu. 4.
Samanlığı, saman ve mısır sapı ile doldurup kapı dbl. Konuşmacıya, sözlerinin içeriğim nasıl tasar
sını kapamak. [DS] ladığını belirtme imkânı veren biçimler bütünü. 5.
dbl. Üretici dilbilgisinde cümlenin konumunu ta
kipi1, [kib-ı] (kibi:) {eT} e. Gibi. [DLT]
nım lam akla yükümlü kurucu. 6. {ağız} Şıklık; zarif
kipi2, [kip-i] {ağız} sf. Şık, zarif. [DS]
lik. [DS]
kipi3, [kip-i] {ağız} is. Uygun; tıpatıp. [DS]
kippedek, -ği [kip(p)-e-dek] {ağız} zf. Tastamam uy
kipi4, [kip-i] {ağız} is. Boyunduruk ortasına kayışı
gun; tıpatıp. [DS]
kaydırmam ak için geçirilen ağaç. [DS]
kipri, [kirpi] {ağız} is. 1. Kirpi. 2. Saçaksız bina. [DS]
kipidetmek, [kip-i(t)-et-mek] {ağız} gçl. fi [-ir] Gö
kiprik, -ği [kirp-ik] {ağız} is. Kirpik. [DS]
zünü kırpmak. [DS]
kiprili, [kirpi-li] {ağız} sf. Girintili çıkıntılı; tırtıklı;
kipir, [kip-ir] is. Sürekli kıpırdamayı anlatan yansı
pürüzlü, kiprili sahan, {ağız} K en a n tırtıklı sa
malı gövde, ö kipir kipir, {ağız} K ıpır kıpır; sü
han. [DS]
rekli hareket hâlinde. [DS]
-kir-, [-kir- / -kur- / -kür- / -gır- / -gir- / -ğur- / - gür-]
kipirdemek, [kip-ir-de-mek] {ağız} gçsz. fi. [-r] [-
yap. e. -* -kır-.
İ I f f iM M M . 2679 KİR
k ir 1, [eT. kır] is. 1. Herhangi bir şeyin veya vücudun tutularak yük taşımaya yarayan dört kollu sedye
üzerinde meydana gelen veya biriken pislik tabaka biçiminde tahta araç; teskere. [DS]
sı; pislik. {eT} (aym) [EUTS] [DLT] [KB] [Gabain] kiracı, [kira-cı] (kira:cı) is. 1. huk. Kira sözleşmesi
[Yüknekî] 2. mecaz. Utanılacak durum; leke. S (bir ne göre bir malı kiralayan ve ondan yararlanan
şey) k ir g ö türm ek, (Eşya veya elbise için) kirini kimse; bir yeri, bir şeyi kira ile tutan kimse; müste-
belli etm eyecek renkte olmak; kirini belli etmemek; cir. 2. Hayvanlarını başkasına kira ile veren kimse,
kir kaldırmak.\\ (bir şeyi) k ir g ö tü rm ek , Çok kirli kiracılık , -ğı [kira-cı-lık] (kira:cılık) is. 1. Kiracı
olmak; kirden dolayı yüzeyi görünm em ek.|| k iri olma durumu. 2. Hayvan kiralayarak çalıştıran kişi,
k a b a rm a k , Nem ve ısı gibi sebeplerle bir şeyin
k ira h a n e , [Ar. kira + Far. hâne ajU-Ij^S"] (kira:ha:ne)
üzerinde bulunan kir kolaycı çıkarılabilecek du
rumda olm ak.|| k ir k a ld ırm a k , (Eşya veya elbise {OsT} is. Gelir getirmek üzere yapılmış ve kiraya
için) kirini belli etm eyecek renkte olmak; kirini bel verilen ev.
li etmemek; kir kaldırmak.\\ k ir tu tm a k , 1. K irini kiraholr, [Ar. kira + Far. -hör {OsT} sf. K ira
hemen belli edecek bir renkte olmak; kirlenebilir layan.
olmak. 2. Çok kirlenmek; kirli olmak. || k ir pas, Kir. k iral, [? kiral] {ağız} is. Mutfak. [DS]
k ir2, [Ar. kır ji] (ki:r, k kalın söylenir) is. Katran; k ira la m a, [kira-la-ma] (kira.lama) is. K ira ile tu t
zift. m ak eylemi.
k ira la m a k , [kira-la-mak] (kira:lamak) gçl. f. [-r] [-
kir3, [Far. kır j ^ ] (ki;r) is. Erkeklik organı.
l(ı)-yor] 1. Kiraya verenden, belli bir ücret karşılı
k ira 1, [Ar. kira’ *1.^] (kira:) is. 1. Bir konut, mülk ğında belli bir süre için bir şeyin kullanma hakkını
veya taşıt gibi herhangi bir m al üzerindeki kullan almak; kira ile tutmak; tutmak. 2. Bir şeyin, belli
ma ve yararlanm a hakkının, belli bir bedel karşılı bir ücret karşılığında ve belli bir süre için kullanma
ğında, belirli bir süre için bir başkasına verilmesi; hakkını kiralayana devretmek; kiraya vermek; kira
icar. 2. Bu şekilde yararlanm ak üzere kiralanan şe karşılığı vermek,
ye ödenen bedel. S k ira a ra b a sı, K iralık taşıt.|| k ira la n m a , [kira-la-n-ma] (kira:lanma) is. 1. K ira ile
k ira bedeli, Kiralanan m al için ödenen bedel. || tutulma. 2. Kira ile verilme eylemi,
k ira beygiri, Yük taşım ak y a da binmek için yolcu k ira la n m a k , [kira-la-n-mak] (kira:lanmak) edil, f i [-
lukta kiralanan at.|| k ira d a n k u rtu lm a k , Oturaca ır] 1. Kira ile tutulmak. 2. K iraya verilmek,
ğı bir ev satın almak.|| k ira d a olm ak, 1. (M al veya k ira la y a n , [kira-la-y-an] (kira:layan) sf. 1. Bir malı
mülk için) bir başkasına kiralanmış olmak; kiraya başkasına kiraya veren; kiraya veren. 2. is. huk. Bir
verilmiş olmak. 2. (Kişi için) kira ile tutulan bir malı kiraya vererek karşılığında kiracıdan ücret
konutta oturmak; kiralanmış dükkân vb. iş yerinde alan kişi.
çalışmak; kirada oturmak; kira ile oturmak. 3. (Ku k iralayıcı, [kira-la-y-ıcı] (kira. layıcı) sfi 1. Bir malı
lak, el vb. organ için) gereği gibi iş yapmamak; kira ile tutarak kullanan; kira ile tutan. 2. is. huk.
yeterince ilgilenmemek.\\ k ira d a o tu rm a k , K ira ile Bir malı bir ücret karşılığında belirli bir süre için
tutulmuş bir konutta oturmak. || k ira etm ek, Bir kiralayarak kullanan kişi,
şeyi kiraya vermek. || k ira evi, Kiraya verilm ek üze k iralı, [kira-lı] (kira.iı) sf. Kiralanmış olan,
re yapılm ış ev.\\ k ira ile, K ira bedeli ödeyerek.|| k iralık , -ğı [kira-lık] (kira.iık) sf. 1. K iraya verilecek
k ira ile o tu rm a k , B ir yerde kira ödem ek suretiyle olan. 2. Kiraya verilm ek üzere yapılmış. S k ira lık
oturmak.\\ k ira ile tu tm a k , Kiralamak.\\ k ira ad am , B ir iş yaptırm ak üzere tutulmuş olan kişi.||
k o n tratı, ->• kira sözleşmesi. || k ira k o n trato su , -*• k ira lık ev, Kiraya verilmek için düzenlenmiş ev.\\
kira sözleşmesi.|| k ira m ukavelesi, huk. -*• kira k ira lık k ad ın , Para y a da bir başka çıkar karşılı
sözleşmesi.|| k ira m ü d d eti, Kiralama işinin sona ğında erkeklerle cinsel ilişki kurarak geçinen ka
ereceği tarih veya süre; kira bitim tarihi.\\ k ira p a dın. || k ira lık k asa, bank. Müşterilerin değerli eşya,
rası, K ira için ödenen ücret.\\ k ira sözleşm esi, huk. mücevher ve değerli kâğıtlarını saklamaları için
Kiraya veren ile kiralayan arasında varılmış an bankalar tarafından kiraya verilen özel kasa. || k i
laşmaya göre yüküm lülükleri ve kiralananın nite ra lık k atil, Para veya başka bir çıkar karşılığında
liklerini belirtir yazılı belge; kira sözleşmesi. || k ira birini öldürtm ek için tutulmuş kimse. || k ira lık kız,
tahdidi, K iralama işine konulan sınırlama. || k ira P ara y a da bir başka çıkar karşılığında erkeklerle
verm ek, B ir şeyin bedeli olan kira parasını öde- cinsel ilişki kurarak geçinen genç kadın veya kız.
mek.\\ k iray a verm ek, 1. (Bir m ülk veya taşıtı) kira k ira m , [Ar. kerem > kerîm > kiram j > l (kira:m)
ile bir başkasına yararlanm ası için vermiş olmak.
{OsT} is. 1. Soylu kimseler; ulular; şerefliler. 2. İyi
2. (Bir organ için) gerektiği gibi yararlanamamak;
kalpli ve eli açık kimseler; cömertler,
dikkati başka yerde olmak; dalgın olmak. || k ira
vergisi, mal. K ira gelirinden ödenen vergi. k ira m ü d d in , [Ar. kirâm ü’d-dîn jj.jJI fljS’] (kira:-
k ira2, [Far. glrâ (tutan)} {ağız} is. İki kişi tarafından müddi:n) {OsT} is. D in büyükleri; din ululan.
KİR O Ü M IÜ T O M • 288Ü
kiram ünkâtibîn, [Ar. k iram ü V k atib în ^ f '/ l kirç2, -ci [kirç] {ağız} sf. (Sebzeler için) gevrek; sert.
[DS]
(kira:miinkâ:tibi:n) {OsT} is. isi. İnsanların yaptık
kirç3, -ci [kirç] {ağız} is. Giysi. [DS]
ları iyi ve kötü her hareketi yazmakla görevli m e
leklere verilen isim. kirçal, [kirç-al] {ağız} is. Köpek ile çakalın çiftleş
kiran1, [Yun. krano => kiren] {ağız} is. Kızılcık. [DS] mesinden doğan melez yavru. [DS]
kiran2, [? kiran] {ağız} is. Çok kalın direk. [DS] kirçikli, [kirç-ik-li] {ağız} sf. Kirli; pis; pasaklı; çir
kiran3, [kıran] {ağız} is. Dağ eteği. [DS] kin. [DS]
kirar, [Ar. kerre > kirâr j \ £ \ (kira:r) {OsT} is. Pek kirde1, [Far. girde > kirde / girde <OjS"] {OsT} is. 1.
çok defa; tekrar, M ısır unundan m ayalı veya mayasız olarak yapılan
ve tandırda pişirilen, haşhaşlı ya da peynirli bir tür
kiraren, [Ar. kirâren \j\/] (kira:ren) {OsT} zf. Tekrar
pide, {ağız} (aym) [DS] 2. {eAT} {OsT} Tandır ekme
tekrar; defalarca. S kirâren mirârâ, {OsT} M üker ği; pide.
rer olarak. kirde2, [? kirde] {ağız} is. Tabaklanmış deride pala
kiravat, [Yun. keravati] {ağız} is. 1. Üzüm asması. 2. muttan dolayı oluşan beyaz dalgalar. [DS]
Ü züm hevengi. [DS]
kirde3, [? kirde] {ağız} sf. Eli işe yatkın; usta. [DS]
kiraz, [Yun. kerasos (kuş kirazı) / kerasi / Lat.
kirdeci, [kirde-ci] is. K irde1 yapıp satan kimse,
cerasia > kerasus] is. bot. 1. Gülgillerden, anayurdu
kirdel, [? kiıdel] {ağız} is. Döven sürmek için ip
Anadolu olan, A vrupa ve Türkiye’de bol olarak
takılacak halka. [DS]
pek çok türü yetiştirilen, 25-30 m. kadar boylanabi-
kirdeş, [*kir / *ker / Moğ. ger (ev) > kir-deş] {eT} is.
len, ışığı çok seven, yüz yıl kadar yaşayan, 40-50
yaşlarında kerestesinden yararlanılan, çiçekleri Bir avluda birlikte oturan komşu. [DLT]
yapraklarından önce açan, çoğu kırmızı meyveli, Kirdgâr, [Far. kird-gâr (kirdgâ:r) {OsT} is.
bir meyve ağacı, (Prunus cerasus / avium). 2. Bu Allah.
ağacın kırmızı renkte, etli ve sulu, tek çekirdekli kirdiman, [? kirdiman] {ağız} is. 1. Tabaklanmış de
meyvesi. 3. sf. K iraz şeklinde ve renginde olan; rinin üstünde biriken harç kirleri. 2. Harçtan çıkan
kırmızı. S 1 kiraz ayı, {ağız} Haziran. [DS]|| kiraz deriler. [DS]
biberi, Süs biberi.|| kiraz dudak, K üçük ve kırmızı kire1, [? kire] {ağız} is. 1. Altında killi ve kireçli ta
dudak.\\ kiraz dudaklı, Dudakları kiraz biçiminde baka bulunan yer. 2. Bağ yetiştirm eye uygun beyaz
olan.|| kiraz elması, bot. Kırmızı renkli, küçük ve topraklı yer. 3. Taşlı yerler. [DS] S kire toprak,
p arlak kabuklu bir elma türü. || kiraz gibi, Koyu {ağız} K aya gibi sert toprak. [DS]
kırmızı; ço k kırmızı. || kiraz sineği, zool. M eyve si-
kire2, [Ar. kira] {ağız} is. Para ile orm andan odun
neğigillerden, larvası alaca kirazlarda yaşayan bir
taşıma. [DS]
tür sinek, (Rhagoletis cerasi).\\ kiraz zamkı, Kiraz,
kirebeli, [Yun. kyrepolu] {ağız} is. -*■ kirebolu. [DS]
erik, kayısı, badem ve şeftali gibi meyve ağaçları
kirebet, [Yun. keravati] {ağız} is. 1. Avlu; hayat. 2.
nın gövde ve dallarında oluşan zamk.
Tahta kanepe. [DS]
kirazlı, [kiraz-lı] sf. 1. Kirazı olan; üzerinde veya
içinde kiraz bulunan. 2. Kiraz resmi bulunan. 3. is. kirebolu, [Yun. kyrepolu] is. Arıların kovanlardaki
Tokat yöresinde üretilen ve kullanılan, üzerinde delik ve çatlakları kapamak için kullandıkları es
kiraz gibi kırmızı desenler bulunan yazma, m er ve yeşilimsi sarı renkli yapışkan madde; yeşil
bal mumu; pirebolu. {ağız} ( aynı) [DS]
kirazlık, -ğı [kiraz-lık] is. 1. Kiraz ağaçlarının çok
olduğu yer. 2. Kiraz bahçesi, kireç, -ci [Far. gireç] is. 1. Mermer, tebeşir, kireç
taşı, alçı taşı gibi birçok taşın ana maddesini oluş
kirbas, [Yun. karpasos > Ar. kirbâs j - L ; (kirba:s)
turan, kim yasal adı kalsiyum oksit olan madde,
{OsT} is. Keten veya pamuktan yapılmış ince bez; CaO. 2. Bu maddenin su ile söndürülmesi sonu
tülbent; muslin, cunda elde edilen yapı ve badana malzemesi,
kirbe, [? kirbe] {ağız} is. Kilim. [DS] Ca(OH). 3. Kireç taşlarının kavrulması ile elde edi
kirbet, [Yun. keravati] {ağız} is. 1. Balkon ve evlerin len, suyla söndürülmüş veya söndürülmemiş bütün
önündeki çıkıntı. 2. Tahta kanepe. [DS] kalsiyum oksitli ürünler. S kireç badana, 1. B a
kircikm ek1, [kirc-ik-mek] {ağız} gçsz. f. [-(ğ)-ir] 1. dana işlerinde kullanılan sönmüş kirecin sudaki
Gücenmek. 2. Darılmak. [DS] çözeltisi. 2. Bu çözelti ile yapılmış badana. || kireç
kircikmek2, [kir-cik-mek] {ağız} gçsz. f. [-(ğ)-ir] gibi olm ak, Korku, heyecan gibi sebeplerle yüzde
Kirlenmek. [DS] hiç renk kalmamak; yüzü bembeyaz kesilmek. || ki
kirç1, -ci [kirç] {ağız} is. 1. Kurumuş çam dallan. 2. reç kaymağı, Mikrop öldürücü, ağartıcı ve yük-
Küçük çam kozalağı; çam tohumu. 3. Ardıç yapra seltgen olarak kullanılan, klor kokusunda, sarımsı
ğı. 4. Ardıç ağacı dalı. 5. Ağaçların taze sürgünleri. beyaz renkli, fo rm ü lü Ca(OCl)2 4H20 olan mad
6. Sebze yaprakları. 7. Ham dut. [DS] de. || kireç kuyusu, İçinde kireç söndürülen geniş
• 2681 KİR
çukur.|| kireç merhemi, Yanık tedavisinde kullanı ha fazla olan. 3. Kireçle badana edilmiş veya kireç
lan eşit miktarda kireç suyu ve zeytinyağı karışı sürülmüş olan; kireçlenmiş olan. 4. Kirece sürün
mı]| kireç ocağı, Kireç üretimi için kireç taşlarının müş veya dokunmuş olan; üzerine kireç bulaşmış
yakıldığı fırın. || kireç söndürm ek, Kireci kullan olan. 5. İçine kireç katılmış olan. S kireçli toprak,
madan önce üzerine bolca su dökerek kalsiyum Binde beşten daha fa zla kalsiyum karbonat içeren
hidroksit durumuna getirmek.\\ kireç suyu, Sön toprak.
memiş kirecin suda söndürülm esiyle elde edilen ve kireçlik, -ği [kireç-lik] is. 1. Kireç konulan yer. 2.
içinde erimiş hâlde % 2 kireç bulunan i« .|| kireç Tabaklıkta derilerin yatırıldığı kireç ve sodyum
sütü, Badana için hazırlanmış sulu kireç sm .|| ki sülfür eriyiği banyosu ve bu banyonun konulduğu
reç taşı,jeo l. 1. Kireç elde etmekte kullanılan, ana kap veya havuz, {ağız} (aynı) [DS] 3. sf. (Arazi veya
bileşeni kalsiyum karbonat olan tortul kayaç; kal yer için) birleşiminde çok miktarda kireç bulunan;
ker. 2. B uhar kazanlarında m eydana gelen kireçli kireçli.
kabuk. kireçlilik, -ği [kireç-li-lik] is. Bir sıvıdaki karbonat
kireççi, [kireç-çi] is. Kireç taşından kireç üreten ve tuzları oranı.
satan kimse. kireçsever, [kireç+sev-er] sf. bot. (Bitki için) kireçli
kireççil, [kireç-çil] sf. 1. (Bitki için) kireçli toprakları topraklardan hoşlanan ve bu tür topraklarda yeti
seven; kireçli toprakta yetişen. 2. Toprakta bol şen.
miktarda kireç bulunm asına dayanan, kireçsevmez, [kireç+sev-mez] sf. bot. (Bitki için)
kireçleme, [kireç-le-me] is. 1. K ireçlemek eylemi. 2. kireçli topraklardan hoşlanmayan,
Tarım arazisini, kireç veya kireçli maddelerle iyi
kireçsileme, [kireç-si-le-me] is. Kireçsilemek eylemi
leştirmek işlemi. 3. Pamuklu kadifeyi, atkı atm ala
ve işlemi.
rını kesmeden önce sertleştirmek amacıyla kireç
kireçsilemek, [kireç-si-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor]
sütüne batırm a işlemi,
1. kim. Isı yardımıyla kirece çevirmek. 2. Bir m ad
kireçlemek, [kireç-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] 1.
denin uçucu birleşenlerini ısı yardımıyla uzaklaş
İçine kireç katmak. 2. Ü zerine kireç sürmek. 3. K i
tırmak; yüksek ısı ile kurutmak,
reçli sıvı ile işleme tabi tutmak. 4. Kireçle badana
kireçsiz, [kireç-siz] sf. 1. Birleşiminde kireç bulun
lamak. 5. tarım. Kireçleme işlem ini uygulamak. 6.
mayan veya çok az miktarda bulunan; kireç olm a
tekst. Pamuklu kadifeyi kireçlem e işleminden ge
yan. 2. (Su için) birleşiminde karbon tuzlarının
çirmek. 7. {ağız} gçsz. Soğuk algınlığından ölmek.
[DS] oranı çok düşük olan; sertlik oranı düşük olan,
kireçlenme, [kireç-le-n-me] is. 1. Kireçli hâle gelme; kireçsizlendirici, [kireç-siz-le-n-dir-ici] sf. tıp. Ki-
kireçleşme. 2. Kemik oluşumunu sağlamak üzere reçsizlenmeye sebep olan,
kalsiyum tuzlarının kıkırdaklarda birikmesi duru kireçsizleııme, [kireç-siz-le-n-me] is. 1. Toprağın
mu. 3. tıp. Kemikler dışındaki dokularda çeşitli veya kayacın kireçli kısmını oluşturan kalsiyum
sebeplerle kalsiyum tuzlarının birikmesi biçiminde karbon tuzlarının sel ve sızıntı sularının etkisiyle
ortaya çıkan hastalık. 4. Kireç sahibi olma; kireç çözünerek alınması. 2. tıp. Diyet vb. sebeplerle
edinme. kemiklerdeki kalsiyum miktarınm eksilmesi olayı,
kireçlenmek, [kireç-le-n-mek] e d il.f. [-ir] 1. Kireçli kireçsizlenmek, [kireç-siz-le-n-mek] dönşl. fi [-ir]
hâle gelmek. 2. İçine kireç katılm ış olmak. 3. Ü ze Kireçsiz duruma gelmek; kireçten arınmak,
rine kireç sürülmüş veya bulaşmış olmak. 4. Kireç kireçsizleştirme, [kireç-siz-le-ş-tir-me] is. Kireçsiz
badana yapılmak; kireçle badanalanmak. 5. dönşl. duruma getirme; kireçten arıtma,
(Kazan, çaydanlık vb. için) içinde kireç tortuları kireçsizleştirmek, [kireç-siz-le-ş-tir-mek] gçl. fi [-ir]
oluşmak; kireç bağlamak. 6. Kireç sahibi olmak; Kireçsiz duruma getirmek; kireçten arıtmak; kire
kireç edinmek, cini arıtmak.
kireçleşme, [kireç-le-ş-me] is. Kireç durumuna gel kireçyeren, [kireç+yer-en] sf. bot. (Bitki için) kireçli
me; kalkerleşme, topraklardan hoşlanmayan; kireçli topraklarda ye
kireçleşmek, [kireç-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] Kireç tişmeyen; kireçsevmez.
durumuna gelmek; kireçlenmek; kalkerleşmek, kireği, [Yun. kyriaki] {ağız} is. Pazar günü. [DS]
kireçleştirme, [kireç-le-ş-tir-me] is. 1. Kireç hâline
k irek1, [ker-ge-mek > ker-ge-k] {eT} is. Gerek.
getirme. 2. Kireç taşını yüksek sıcaklıkta ısıtarak
[Yüknekî] ö kirek yarakçı, {eT} Levazımatçı; si
kirece dönüştürme işlemi,
lahçı, silah zanaatkârı. [Nevâyî]
kireçleştirmek, [kireç-le-ş-tir-mek] gçl. f. [-ir] İ.
kirek2, -ği [? kirek] {ağız} is. Bal peteği. [DS]
Kireç hâline getirmek. 2. Kireç taşını yüksek sıcak
kireksiz, [ker-ge-k > kerge-k-siz] {eT} sf. Gereksiz,
lıkta ısıtarak kirece dönüştürmek,
kireçli, [kireç-li] sf. 1. İçinde veya birleşiminde kireç kirelemek, [kira-la-mak] {ağız} gçl. fi [-r] [-l(i)-yor]
bulunan. 2. İçinde kireç miktarı olağandan çok da Kiralamak. [DS]
KİR lMIİİfflİCtSÖM. 2682
k irdik, -ği [Yun. khellâri [Tietze] => kire-lik] {ağız} kirgin, [kir-mek > kir-gin] {eT} sf. (Erkek deve için)
is. Ev içindeki küçük banyo yeri. [DS] kızışm a dönemine ilişkin. [DLT]
kiremete, [Yun. khlimata [Tietze]] {ağız} is. Bağ çu kirgit1, [? kirgit] {ağız} is. Tatlı ve gevrek bir tür ü-
buğu kömürü. [DS] züm. [DS]
kiremit, -di [Yun. keramos / keramidi / keram ida / kirgit2, [Yun. kerkida] {ağız} is. Kirkit. [DS]
Ar. kırm îd j-o^s] is. Yan yana dizilerek yağmur kirgü, [kir-mek > kir-gfi] {eT} is. Girme zamanı;
sularını dışarıya akıtmak amacıyla binaların çatısını girecek. [DLT]
örtmekte kullanılan, değişik biçim ve türlerde üre kirgüci, [kir-gü > kirgü-çi] {eT} sf. Girici; giren.
tilm iş, pişm iş topraktan kırmızı levha, fi1 kiremit [DLT]
aktarm ak, Çatıdaki eski ve kırık kiremitleri atarak kirgürm ek, [kir-mek > kir-gür-mek] {eT} gçl. f. İçeri
yerlerine sağlamlarını koymak. |[ kiremit düzeni, sokmak. [Gabain]
Çiçek çevresindeki kısımların birbirini tamamen kirigsemek, [kir-mek > kir-ig > kirig-se-mek] (gi-
veya kısmen örtecek biçimde dizilmesi durumu.\\ rikse.mek) {eT} gçl. f. 1. Girmek istemek. [DLT]
kirem it fabrikası, Kirem it üretilen fabrika.\\ ki [İKPÖy.] [Gabain] 2. Denize gitmek istemek. [İKP
rem it harmanı, Kiremitlerin pişirilm ek üzere y ı Öy.]
ğıldığı yer. || kirem it kaplamak, Çatıyı, yağm uru k iri1, [kir-mek > kir-i / Ar. kira5 > {eAT} {OsT}
içeriye sızdırmayacak biçimde kiremitleri ya n yana
is. 1. Ücret; karşılık. 2. M ükâfat; ecir. 3. Kira.
getirerek örtmek.|| kiremit kebabı, îk i kiremit ara
sında pişirilen bir et yemeği. || kirem it ocağı, K i kiri2, [ki-ri] {ağız} is. Sonra. [DS]
rem it pişirilen fırın. || kirem it rengi, 1. K ahveren kiri3, [? kiri] {ağız} sf. İnat. [DS]
giye çalan kırmızı renk; kiremidin rengi. 2. Bu kirici, [kiri-ci {eAT} is. Gündelikçi; ücretli; iş
renkte olan. || kirem it tozu, Tuğla tozu veya kireç çi.
karışımı ile yapılan harç; horasan.
kirik', [kir-mek > kir-ik] {eT} is. Girme; giriş. [E-
kirem itçi, [kiremit-çi] is. 1. Kiremit üreten ve satan UTS]
kimse. 2. Çatılara kiremit döşeyen veya kirem it ak kirik2, -ği [kir-ik] {ağız} sf. 1. Boza yakm renk. 2.
taran kimse.
Deli; ahmak. 3. is. Sincap. 4. Kılsız keçi; tüysüz
kirem itçilik, -ği [kiremit-çi-lik] is. Kirem itçinin işi koyun. 5. Kulakları kısa, beyaz benekli oğlak ve
ve mesleği. keçi. 6. Bağ budam a bıçağı; bıçak. 7. Ördek yavru
kirem ithane, [kiremit + Far. hâne] (kiremitha. ne) is. su. 8. Kısa kılçıklı, başağı dört köşeli buğday. 9.
1. Kirem it yapılan yer; kiremit fabrikası. 2. Kiremit Kılçıksız, toparlak buğday. 10. Bağ budama bıçağı.
satılan dükkân, [DS]
kirem itli, [kiremit-li] sf. Kiremidi olan; kiremitle ör kirik3, -ği [Erm. k ’rik] is. Soğuğa dayanıklı, kısa
tülü olan. kılçıklı, başağı dört köşeli bir tür sarı buğday.
kiremittik, -ği [kiremit-lik] {ağız} is. Dam. [DS] kirik4, -ği [kir-ik] {ağız} sf. İnatçı. [DS]
kirem itsi, [kiremit-si] sf. Kiremit gibi dizilmiş olan; kirikm ek1, [kir > kir-ik-mek] {eT} dönşl. f. [-ür]
kiremit tarzında dizili. Kirlenmek. [DLT]
kiren, [Yun. krano => eğren / kiren j j f ] {OsT} is. kirikm ek2, [kir-i (geri) > kiri-k-mek] {ağız} g çsz.f. [-
bot. Kızılcık, ö kiren ekşisi, {ağız} Kızılcık mar (ğ)-ir] 1. İnat etmek; ayak diremek. 2. Huylanmak.
meladı. [DS] 3. Geri çekilmek. [DS]
kirenlik, -ği [kiren-lik] {ağız} is. Evlerdeki küçük kiriktirmek, [kirik-tir-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] 1. Gö
banyo yeri. [DS] zünü korkutmak; kaçındırmak. 2. İnatlaştırmak.
kirevet, [Yun. keravati] is. 1. {OsT} Asma çardağı. 2. [DS]
{ağız} Tahta kanepe. [DS] kiriksem ek, [kir-mek > kir-ig > kirig-se-mek] (gi-
kirevit, [Yun. keravati] {ağız} is. Evlerdeki küçük rikse;mek) {eT} g ç l.f. -*■ kirigsemek. [EUTS]
banyo yeri. [DS] kiril, [Slav, kiril (Slav havarisi Aziz Kiril)] sf. Kirille
kirez, [Yun. kerasos (kuş kirazı) l kerasi / Lat. ce- ilgili; kirile ilişkin. S Kiril alfabesi, A ziz K iril ta
rasia > kerasus] {ağız} is. Kiraz. [DS] ö kirez ar rafından, Slav uluslarına Hristiyanlığı benimset
mudu, {ağız} K iraz zamanı olgunlaşan bir armut m ek amacıyla Yunan büyük harflerinden geliştirile
türü. [DS]|| kirez ayı, {ağız} Haziran. [DS]|| kirez rek düzenlenmiş, bugün Rus, Bulgar, Sırp ve Slav
sapı, {ağız} N e ince ne de kaim, orta kıyılmış tütün; ların kullandığı alfabe.
ana tütün. [DS] kirildek, -ği [kiril-de-k] {ağız} is. Topaç. [DS]
kirfam, [Far. kır-fam f l i ^ ] (kirfa:m) {OsT} s f Kat kirildem ek, [kiril-de-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [-d(i)-
ran renginde; simsiyah, yor] (Rüzgâr için) hafif hafif esmek. [DS]
kirfet, [? kirfet] {ağız} is. Balkon. [DS] kirildik, -ği [kiril-de-k] {ağız} is. -*■ kirildek. [DS]
Ö t M T O M • 2683 KİR
kirilm ek, [kir-mek > kir-il-mek] {eT} edil. f. [-ür] kiriş2, [kir-mek > kir-iş] {eT} is. Adamın akarların
Girilmek. [DLT] dan olan geliri. [DLT] [KB]
kirim ek, [ker-i-mek {eAT} g ç sz .f. [-r] 1. İnat kiriş3, [? kiriş] {ağız} is. Pırasa. [DS]
etmek; ayak diremek, {ağız} (aym) [DS] 2. {ağız} k irişan , [eT. kirşen] {ağız} is. Pudra. [DS]
Huylanmak. [DS] 3. {ağız} Geri çekilmek. [DS] kirişçi, [kiriş-çi] is. 1. Kiriş yapan ve satan kimse. 2.
kirim işçe, [kiri-miş-çe] (kirimi ’şçe) {ağız} zf. Sessiz (Eskiden idama mahkûm edilenler ya y kirişi ile
ce. [DS] boğularak öldürüldüğünden) cellat,
kirim sinm ek, [kir-mek > kir-im > kirim-sin-mek] k irişek, -ği [Far. kirişek (kiri:şek) is. Savaşçı,
{eT} dönşl. f. Girer görünmek. [DLT]
k irişh an e, [kiriş + Far. hâne (kirişha.ne)
kirinci, [kir-in-ci] {ağız} is. 1. Üç ile yedi yaş arasın
{OsT} -is. 1. Kiriş yapılan atölye. 2. Yapılarda kiriş
daki erkek deve. 2. İki üç yaşındaki dişi ya da er
olarak kullanılacak kerestenin hazırlandığı atölye,
kek deve. 3. Boz renkli dişi deve. [DS]
k irin cim ek 1, [kir-in-ci-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] 1. İş kirişlem e, [kiriş-le-me ^ J - - ^ ] is. 1. Kirişlemek ey
bozulmak. 2. Kendisine verilen işi başkalarına yük lemi. 2. Döşeme ve tavan tahtalarının çakılması
lemek için tem bellik etmek. 3. (Y em ek için) iyi için kılıcına yerleştirilmiş kereste; {OsT} (aym). 3.
pişmemek; çiğ kalmak. [DS] zf. Eni dik gelmek üzere; kılıcına; kılıçlama,
kirincim ek2, [kir-in-ci-melc] {ağız} gçsz. f. [-ir] (Ça kirişlem ek, [kiriş-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] 1.
maşır için) kiri arınmayacak kadar çok kirlenmek. (Yay için) kirişini germek; kirişini çekmek. 2. Kiriş
[DS] olarak kullanılacak keresteyi döşemek. 3. Kirişle
kirinç, -ci [kir-mek > kir-in-ç] {ağız} sf. (İp vb. için) boğarak idam etmek,
çok dolaşık; karmakarışık. [DS] kirişli, [kiriş-li] sf. 1. Kirişi olan; kirişi bulunan. 2.
kirinm ek, [kir-mek > kir-in-mek] {eT} dönşl. f. [-ir] Kiriş yapısında olan,
1. Girer gibi göstermek; girmek. [DLT] 2. {ağız} kirişlik, -ği [kiriş-lik] sf. 1. (Kereste için) kiriş olarak
Kendisine verilen işi başkalarına gördürmek için kullanmaya elverişli olan. 2. {ağız} is. İnce bağır
tembellik etmek; üşenmek. [DS] 3. {ağız} İnat et sak. [DS] 3. {ağız} Raf. [DS]
mek; ayak diremek. [DS] kirişm e, [? kirişme] {ağız} is. Geç pişen et yemeği.
k irinte, [? kirinte] {ağız} is. İçinde biraz un bulunan [DS]
kepek. [DS] k irişm ek , [kir-mek > kir-iş-mek] {eT} işteş, f. [-ir] 1.
k irin ti1, [kır-ıntı] {ağız} is. Sabun parçası; küçük sa Girişmek; birlikte girmek; girmekte yardım ve ya
bun; sabun ufağı. [DS] rış etmek. [DLT] 2. {ağız} (Develer için) çiftleş
k irin ti2, [kir-inti] {ağız} is. Ot kesmekte kullanılan mek. [DS]
bir tür tırpan. [DS] kirişte, [Far. kirişte ^ / ] {OsT} is. Çer çöp.
kiriş, [Far. kiriş (kirvs) is. 1. Aldatma. 2. Yal
k ir it1, [Skr. krita] {eT} is. Taç. [EUTS]
taklanma. k irit2, [Yun. kleis / Hint-Avr. kleidos => kilit / kirit]
k iriş1, [eT. kir-iş] is. 1. Sinir ve bağırsaktan yapılan {eT} is. Anahtar; kilit. [DLT]
tel çeşidi. 2. Telli çalgılarda kullanılan ve hayvan kiritlem ek , [kirit > kirit-le-mek] (kiritle:mek) {eT}
ların ince bağırsağından yapılmış tel. 3. Ok atılan g çl.f. [-r] Kilitlemek. [DLT]
yayın iki ucunu birleştiren esnek bağ; yay; yay ki
kiritlig , [kirit > kirit-lig] {eT} sf. Anahtarlı; kilitli;
rişi; ok kirişi. {eT} {eAT} (aynı) [EUTS] [DLT] [DK] 4.
kilit. [DLT]
mim. Binalarda döıt köşe kalın keresteden, demir
k iritm ek , [kir-it-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir] 1. İnat
den veya betonarmeden yapılm a yatay destek par
etmek; ayak diremek. 2. Yüzünü asmak. [DS]
çası. 5. anat. Kasların uçlarında bulunan, kasları
k iriz 1, [? kiriz] {ağız} sf. 1. Soyu karışık; melez. 2.
kemiklere ve diğer organlara bağlayan sert, esnek
Anası tazı, babası köpek olan yavru. 3. Yaban ör
ve beyazımsı kordon; tendon. 6. mat. Bir eğrinin
deği yavrusu. [DS]
iki noktasını birleştiren doğru parçası. 7. Pamuk
atmaya yarayan hallaç yayının hayvan bağırsağın k iriz2, [? kiriz] {ağız} sf. Çok zayıf. [DS]
dan yapılmış teli. 8. tar. Tabanının kenarları yarım k iriz 3, [Far. gizir] {ağız} is. Köy muhtarı. [DS]
ayak, yüksekliği on iki ayak olan bir kare prizm a k irizlenm ek, [kiriz-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir]
nın hacmine denk eski bir odun hacim ölçü birimi; Sarkıntılık etmek. [DS]
yaklaşık 102.8 dm3’e eşittir, fi1 kiriş b ac a k , {ağız} k irizm a, [Yun. grein (döndürmek) > kirism a / ku-
ince uzun, z a y ıf kimse. [DS]|| k iriş germ e, {ağız} lisma] (kiri’zma) is. Toprağı derin olarak sürme
Kestirme; kısa yol. [DS]|| k iriş k a ld ırm a k , {ağız} işlemi. S1 k irizm a bizi, {ağız} Ayakkabı onarımın-
Yemek yem eğe gitmek. [DS]|| k iriş kesm ece, {ağız} da kösele ve deriyi delm ek için kullanılan eğri biz.
Dosdoğru. [DS]|| k iriş sın ğ ı, {ağız} B ağ y a da ço [DS]|| k irizm a etm ek, Toprağı derince alt üst ede
ban kulübesinin ortasındaki delikli sırık. [DS] cek şekilde derince sürmek.|| k irizm a y a p m ak , I.
KİR IM IÜ fC E S Ö İM • 2684
Toprağı derince alt üst edecek şekilde derince sür kirleşmek, [kır > kir-le-ş-mek] {eT} dönşl. f. [-ür]
mek. 2. Tarlayı ağaç dikm ek üzere kazıp temizle Kirlenmek; pislenmek. [EUTS]
mek; hazırlamak. kirletme, [kir-le-t-me] is. Kirli hâle getirmek eylemi,
kirizmalama, [kirizma-la-ma] is. Toprağı derince alt kirletmek, [kir-le-t-mek] g ç l . f [-ir] 1. Bir şeyi kirli
üst edecek şekilde sürme eylemi, hâle getirmek; pisletmek. 2. Küçük ve büyük ab-
kirizmalamak, [kirizma-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)~ destini kaçırmak, çamaşırına yapmak. 3. mecaz.
yo r] Toprağı derince alt üst edecek şekilde sürmek, (Kişi için) şerefine, nam usuna zarar vermek; dü
kirizme, [Yun. koilisma] (kiri'zme) is. -*■ kirizma, rüstlüğü, ahlakı üzerinde çevrede kuşku uyandır
kirizmen, [? kirizmen] {ağız} sf. Kibirli. [DS] mak; iftira atmak; kara çalmak. 4. (Soyut şeyler
kirk, [? lcirk] {ağız} is. Nadasa bırakılmış tarla. [DS] için) erdemsiz ve ahlak bozucu imiş gibi göster
mek. 5. (Kadın için) ırzına geçmek; namusuna za
kirka, [? kirka] {ağız} is. İki taraflı çapa. [DS]
rar vermek.
kirkel, [? kirkel] {ağız} is. 1. Eğirilm ek üzere ele
kirli, [kir-li] sf. 1. Kirlenmiş olan; kirli hâle gelen. 2.
geçirilen yün veya kıl. 2. Üstüpü. [DS]
Leke, toz, yağ vb. bulaşmış olan; bu tür istenmeyen
kirkele, [kir+kele(r)] {ağız} is. 1. Kertenkele. 2.
maddelere bulaşmış olan. 3. Üzerinde, içinde kir
Bukalemun. 3. Falcı. 4. sf. (Kişi için) pis; kirli. [DS]
sayılan maddeleri bulunduran. 4. (Işık için) berrak
kirkillemek, [kirk-il-le-mek] {ağız} g çsz.f. [-r] [-l(i)-
olmayan; bulanık. 5. (ICadm için) aybaşı hâlinde
yo r] Mayalanmak. [DS]
olan. 6. mecaz. Toplumun değer yargılarına ve ah
kirkin, [kir-mek > kir-gin] {eT} sf. -*■ kirgin. [DLT] lak kurallarına aykırı iş ve eylemler, davranışlar. 7.
kirkire, [kir+kir-e ?] {ağız} is. El değirmeni. [DS] (Renk için) duru, berrak, canlı ve parlak olmayan.
k irk it1, -di [Yun. kerkida [EREN] cJZ_f\ is. 1. Halı 8. Dinî yönden yıkanıp temizlenmesi gereken; ce
dokurken atkı ve düğümleri sıkıştırmakta kullanı nabet. 9. is. Yıkanmak üzere ayrılmış çamaşır. S
lan ağaç veya metalden yapılma taraklı bir araç. kirli çamaşır, A hlakî suç; ahlak dışı tutum ve dav
{OsT} {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Çorap şişi. [DS] 3. ranışlar,|| (birinin) kirli çam aşırlarını ortaya
{ağız} Tığ. [DS] dökm ek, Birinin ahlak dışı ve suç oluşturan gizli
kirkit2, -di [? kirkit] {ağız} is. Çökelek; yağsız pey davranışlarını açığa çıkarmak, açıklamak.\\ kirli
nir. [DS] çıkı, Zengin fa k a t cim ri kimse. || kirli çıkın, Zengin
fa k a t cimri kimse. || kirli hanım peyniri, Yalnız
kirkit3, -di [? kirkit] {ağız} is. 1. Kesilmem iş çam
İstanbul ’da yapılan tuzsuz, yağlı ve yumuşak, da
ağacındaki kurumuş çıralı gri renkteki budaklar. 2.
yanıksız bir p eynir türü. || kirli kan, Toplardamar
K uyruk yağının eritildikten sonra kalan posası. 3.
larla organ ve dokulardan kalbe dönen oksijensiz
Eski, yamalık parça. [DS]
kan. || kirli kokoş, Savruk, dağınık ve tertipsiz, p a
kirkm ek, [kirk-melc] {ağız} gçsz. f. [-er] Darılmak;
saklı çocuk. || kirli kukla, Pasaklı kadın veya kız. ||
gücenmek. [DS]
kirli paçavra, {ağız} K olera hastalığı. [DS]|| kirli
kirlemek, [kir-le-mek] g ç l . f [-r] [-l(i)-yor] Kirli hâ para, Suç işlenerek kazanılmış para; yasa dışı yo l
le getirmek; kirletmek, lardan kazanılmış para; haram para. || kirli sarı,
kirlenme, [kir-le-n-me] is. 1. Kirlenmek eylemi; kirli Koyu ve donuk sarı renk. || kirli sepeti, K irli çama
hâle gelme. 2. Şerefi lekelenme. 3. (Kadın için) şırların konulduğu sepet. || kirli yağız, {ağız} B ir at
nam usuna zarar gelme. 4. (Kadın için) aybaşı hâli donu. [DS]|| kirliye atmak, (Çamaşır için) yıkan
görme. 5. (Erkek için) cinsel ilişki dışında sperm m ak üzere ayırm ak veya kirli sepetine atmak. || kirli
gelmesi. 6. (Hava, çevre vb. için) sağlığa ve canlı yün, K oyunun sırtından kırkıldıktan sonra herhan
ların yaşayışına zarar verecek durumun ortaya gi bir temizleme ve ayıklama işlemi görmemiş olan
çıkması. yün; ham yün.
kirlenm ek, [kır > kir-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] 1. Kirli kirlice, [kir-li-ce] {ağız} is. Şarap ve sirke yapmaya
hâle gelmek; temiz sayılmayan bir görünüm almak; yarayan, üzeri benekli üzüm; yapıncak. [DS]
pislenmek. {eT} (aynı) [EUTS] [DLT] 2. mecaz. Şere kirlig, [kir > kir-lig] {eT} sf. Kirli. [EUTS] [Üç İtig
fine, adına zarar gelmek; onuru lekelenmek. 3. sizler]
(Kadın için) ırzına geçilmek; namusu zarar gör
kirlik, -ği [kîr-lik is. 1. {OsT} Kâğıdı
mek; iffetine leke düşmek. 4. (Kadın için) aybaşı
hâli görmek. 5. (Erkek için) cinsel ilişki dışında mühürlerken altma konulan kâğıt. 2. {ağız} Kadın
sperm gelmek. 6. (Hava, çevre vb. için) sağlığa ve elbisesi; gömlek. [DS] 3. {ağız} Yeldirme; ferace;
canlıların yaşayışına zarar verecek durum ortaya çarşaf [DS] 4. {ağız} Çocuk zıbını; çocuk iç çamaşı
çıkmak. rı. [DS] 5. {ağız} Yorgan çarşafı. [DS] 6. {ağız} A t
kirlenm ek, [kir-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] 1. {eT} (Göz eyerinin altma konan keçe. [DS]
için) yumulmak. [DLT] 2. {ağız} Kendi ekseni etra kirlilik, [kir-li-lik] is. Kirli olm a durumu; pislik,
fında dönmek. [DS] kirlim sük, -ğü [kir-li-msük] {ağız} sf. Kirlimsi. [DS]
öFlilfllHIKE B İ • 2685 KİR
kirloş, [kir > kirloş (kural dışı)] sf. Üstü başı pasaklı, kirpas1, [Far. kirbas ^ .J Z ] (kirba:s) {OsT} is. 1.
kirli; pis. Astar olarak kullanılan ham pam uk ve keten bezine
kirloz, [kir > kirloz (kural dışı)] sf. Üstü başı pasaklı, eskiden verilen isim. 2. Padişah ve vezir evlerinde
kirli; pis. ki divanhane; dergâh.
kirm, [Far. kirm j>/ ] {OsT'} is. Böcek; kurt. S kirnı- kirpas2, [? kirpas] {ağız} is. Cimri. [DS]
nurde, {OsT} K urt yem iş; kurt yeniği.|| kirm-i kirpasak, -ğı [kir+pas-ak] {ağız} sf. Çirkin; pis;
badame, {OsT} İpek böceği.|| kirm -i çerâğ, Ateş pasaklı. [DS]
böceği.|| kirm-i çüp, {OsT} Ağaç kurdu.\\ kirm-i kirpeden, [kirp-e-den] (kirpe'den) {ağız} zf. 1. B ir
ebrişîm, {OsT} İpek böceği.\\ kirm -i şeb-efrflz, denbire. 2. Büsbütün. [DS]
{OsT} Ateşböceği.\\ kirm-i şeb-tâb, {OsT} Ateş bö kirpet, -di [Yun. khrevvâti [Tietze]] {ağız} is. Taraça;
ceği. hayat. [DS]
kirm an1, [Far. kirm > kirm-ân j l ° £ \ (kirma:n) {OsT} kirpi, [er. kirpi] is. 1. zool. Kirpigillerden sırtı sivri
dikenlerle kaplı, düşm anlarından korunm ak için tor
is. Kurtlar.
top olabilen böcekçil, memeli bir hayvan, (Erina-
kirman2, [Far. kirman O U/'] (kirma:n) {OsT} is. H i ceus europaus). {eT} (aym) [EUTS] 2. as. Dikenli
sar; büyük kale. tellerle hazırlanmış küçük engel; eskiden düşman
kirman3, [eğir-men > kirman jU JZ] {eAT} {ağız} is. 1. süvarilerinin saldırısını durdurmak için tahta üzeri
ne çakılmış uzun ve sivri çivilerden meydana gelen
Kirmen. 2. Topaç. [DS]
savunma gereci. 3. Avlu veya bahçe duvarları ü ze
kirmanı, [Far. kirmanı (kirma.ni:) {OsT} is. rinden geçmeyi engellemek için değişik biçimlerde
Bir tür kılıç. yerleştirilmiş çivi veya dikensi engeller. 4. {ağız}
kirmanlaşmak, [kir-man-la-ş-mak] {ağız} işteş, fi [- Su borularının, künklerin içine girerek gelişen ve
ır] Birbirine geçmek; karışmak. [DS] boruları tıkayan ağaç ve ot kökleri demeti. [DS] 5.
kirm ek1, [ki (içeri; arka) > ki-r-mek] (ki.rmek) {eT} {ağız} Kestanenin dikenli kabuğu. [DS] 6. {ağız}
Dağ yollarında insan ve hayvanların ayaklarının
dönşl. fi. 1. Girmek; atılmak; sokulmak. [DLT]
[EUTS] [ETY] [KB] [OKD] [Yüknekî] [İKPÖy.] kayıp düşmemesi için yapılan dişli kaldırım. [DS]
[Gabain] [Üç İtigsizler] 2. (Saraya) gelmek. [İKPÖy.] S kirpi balığı, zool. Sıcak denizlerin sığ kesimle
3. (Denize) gitmek; dalmak. [ETY] [İKPÖy.] [Tekin] rinde yaşayan, omurgalı ve om urgasız canlılarla
beslenen, eti zehirli, vücudu dikenlerle kaplı, iste
4. Sığınmak; tabi olmak; katılmak. [ETY] [Tekin] 5.
diği zaman balon gibi şişebilen bir kemikli balık,
(Güneş için) batmak. [EUTS] [Gabain]
(Diodon hystrix). || kirpi başı, bot. Bileşikgillerden,
kirmek2, [ker-mek / kir-mek] {eT} gçl. fi. -*■ kermek.
kayalıklarda yetişen ve uçuk mavi renkte yuvarlak
[Yüknekî]
baş biçiminde toplu çiçek açan tüylü, dikenli, halk
kirmen, [eğ-ir-men > kirm en [EREN] / kirman OU/"] hekimliğinde dam ar büzücü etkisinden dolayı teda
is. Elde yün veya pam uk ip bükmekte kullanılan vide kullanılan iki veya çok yıllık otsu bitki,
araç; eğirmeç; örelce. {OsT} (aym) S kirm eni alı- (Echinops).|| kirpi gibi büzülmek, K orkarak bir
vermek, H ile ile iş görmek; dolap çevirmek. kenara sinm ek.|| kirpi saçağı, {ağız} Hamam kub
kirmik, -ği [kir-mik] {ağız} is. Çam ağacının çıralı belerinin üzerindeki yollar. [DS]
olan kökünün çürüyüp toprakta yayılmış parçaları. kirpiçe, [kirpi-çe] is. as. Sivri çivilerden yapılmış
[DS] kirpinin küçüğüne verilen ad.
kirmişçe, [kir-mek > kir-miş-çe] {eT} zf. Girmiş gibi. kirpidin, [? kirpidin] {ağız} is. Bahçelerde sebze dip
[DLT] lerini çapalamakta kullanılan, bir ağzı kesere ben
kirmit, -di [kir-(i)m-it ?] {ağız} is. Ağaçların arasında zer, öbür ağzı sivri demir çapa. [DS]
biten; yenilen bir tür mantar. [DS] kirpigiller, [kirpi-gil-ler] is. zool. Ö rnek türü kirpi
kirmiz, [Ar. kırm ız y>J] {OsT}i.s. -*■ kırmız. olan, sırtı dikenlerle kaplı böcekçil mem eliler fa
milyası, (Erinaceidae).
kirna1, [? kima] {ağız} is. Ev. [DS]
kirpik, [eT. kirpi > kirpi-k] is. 1. G öz kapağının
kirna2, [? kima] {ağız} is. Küçük kene. [DS]
kenarlarındaki kıllar ve bu kılların her biri; müje;
kirna3, [? kim a] {ağız} is. Yığınak yeri; insan ve müjgân. {eT} (aym) [EUTS] [Gabain] 2. biy. Bazı kü
hayvanların toplandığı yer. [DS] çük canlılarda görülen kamçı biçiminde fakat daha
kirnak, -ğı [? kimak] {ağız} is. Demirsiz kağnı teker kısa uzantılar; titrek tüy, (Cilium). ö kirpiği kir
leği. [DS] piğine değmemek, Hiç uyumamak; gözlerini
kirnez, [? kimez] {ağız} is. Bir tür olta. [DS] kırpmamak. || kirpiği kurumamak, Gözünün yaşı
kirnek, -ği [? kim ik] {ağız} sf. Küçük; ufak. [DS] dinmemek; çok ağlamak; sürekli ağlamak; {eAT}
kirp, [kip / kirp] {ağız} sfi Tastamam; tıpatıp. [DS] (aym).|| kirpik bezleri, Kirpiklerin dibinde bulunan
KİR • 2686
basit ve küçük ya ğ bezleri; zeiss bezleri. || kirpik kirteden, [kirt-e-den] (kirte'den) {ağız} zf. Birdenbi
çatm ak, {OsT} Gözleri kapamak; uyumak.\\ kirpik re; aniden. [DS]
le harman sürmek, {OsT} Gerçekleşmesi mümkün kirtek, -ği [kirt-ek] {ağız} is. Kazılm aya uygun olma
olmayan bir işi yapm aya kalkışmak. yan toprak tabakası. [DS]
kirpikli, [kirpik-li] sf. 1. (Belirtilen nitelikte) kirpiği kirtelmek, [kirt-el-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] 1. Bü
olan. 2. bot. zool. (Bitki veya hayvan için) üzerinde zülmek. 2. (Saç için) kirden birbirine yapışıp ta
kirpiğe benzer düzgün sıralı uzantıları olan, ranm az durum a gelmek. 3. G evrek duruma gelmek;
kirpikliler, [kirpik-li-ler] is. zool. Serbest veya asa sertleşmek. [DS]
lak yaşayan, kavuşma yoluyla eşeyli üreyebilen, kirtelmiş, [kirt-el-miş] {ağız} sf. Sertleşmiş. [DS]
hareket ve beslenmelerinde kirpiksi uzantılarının kirtermek, [kirt-er-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir] Donma
önemli bir rol oynadığı bir hücreli mikroorganiz ya yüz tutmak. [DS]
maların alt şubesi, (Ciliata). kirtginsem ek, [kert-mek > kert-gün-m ek > kert-gün-
kirpiksi, [kirpik-si] sf. Kirpiğe benzeyen veya kirpi se-mek] (ke:rtgünse:mek) {eT} gçl. f. [-r] Tasdik
ğe ilişkin. S kirpiksi cisim, Üzerinde çok sayıda etm ek istemek. [DLT]
uzantı yer alan dam ar tabakanın ön kısmı. || kirpik
kirtgünç, [kert-mek > kert-gün-m ek > kert-gün-ç]
si kas, Kirpiksi cismin kenarında bulunan damar
{eT} is. 1. İnanç; din; Dharma. [Üç İtigsizler] 2.
tabaka. İman. [Gabain] 3. sf. M ümin; inançlı; imanlı; mute
kirpilenm ek, [kirpi > kirpi-le-n-mek] {eT} dönşl. f. kit. [EUTS] [Gabain]
Sertleşerek kirpi gibi büzülmek; yüzü asılmak.
kirtgünçlüg, [kert-gün-mek > kert-gün-ç > kertgünç-
[DLT]
lüg] {eT} sf. (Kişi için) inanılır; itikadı ve inancı
kirpinik, -ği [? kirpinik] {ağız} sf. Cimri. [DS]
yerinde olan. [EUTS]
kirpişmek, [kirp-iş-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] Ürper
kirtgünçsüz, [kert-gün-mek > kert-gün-ç > kertgünç-
m ek. [DS]
süz] {eT} sf. İnançsız; itikatsız. [EUTS]
kirpit1, -di [Ar. kibrit] {ağız} is. Kibrit. [DS]
kirtgünçülüg, [kert-gün-mek > kert-gün-çü >
kirpit2, -di [? kirpit] {ağız} is. Salkım söğüt. [DS]
kertgünçü-lüg] {eT} sf. Sofu; halim; imanlı; [Gabain]
kirpüklenmek, [kirpik > kirpik-le-n-mek] {eT}
kirtgünmek, [kertü (doğru) > kertü-k > kert(ü)-g-ün-
dönşl. f. Gözde kötü kıl bitmek. [DLT]
mek] {eT} gçsz. f. [-ür] 1. İnanmak; itikat etmek.
kirrik, -ği [kir(r)-ik] {ağız} is. Bir tür, küçük ve se
[EUTS] [DLT] [Gabain] 2. Gerçeklemek. [DLT]
m iz yaban ördeği. [DS]
[Gabain]
kirs, [Ar. kils LrK] {ağız} is. 1. Killi, çakıllı ve kay kirtgürmek, [kertü (doğru) > kert(ü)-gür-mek] {eT}
gan toprak. 2. Kum, çakmak taşı, kuvars gibi silis gçsz. f. İnanmak. [EUTS]
yum oksit bileşikleri. [DS] kirti1, [eT. kertü] {ağız} sf. 1. Doğru; gerçek. 2. Cid
kirse1, [Yun. eklesia] {ağız} is. Kilise. [DS] di. [DS]
kirse2, [? kirse] {ağız} is. Çorap. [DS] kirti2, [? kirti] {ağız} is. Ağaçtan yapılmış köprü. [DS]
kirşi, [kir-si] {ağız} sf. Az kirli. [DS] kirti3, [? kirti] {ağız} sf. Dolu; bol; yığınla. [DS]
kirsik, -ği [kir-sik] {ağız} sf. A z kirli. [DS] kirtiç, -ci [kirt-iç] {ağız} is. Kurumuş tandır ekmeği.
kirşiz, [kır > kir-siz] {eT} sf. A n; temiz; pak; kirşiz. [DS]
[EUTS] [Üç İtigsizler] kirtik1, -ği [kirt-ik] {ağız} is. 1. Ufalmış sabun parça
kirş, [Aim. kirschwasser] is. kısalt. Kirazın m ayala sı. 2. sf. B ir parça; azıcık. 3. Bir damla; az. 4. Kırık
narak damıtılması ile elde edilen bir içki, parça. [DS]
kirşan, [eT. kirşen] {ağız} is. -*■ kirşen. [DS] kirtik2, -ği [kirt-ik] {ağız} is. 1. Kulak kıkırdağı. 2.
kirşen, [kerşen / kirşen] {eT} is. Üstübeç; yüze' sürü Geç olgunlaşan bir tür sert kiraz. [DS]
len düzgün. [DLT]
kirtik3, -ği [kirt-ik] {ağız} is. 1. Rüşvet. 2. Vergi
kirşenlenmek, [kirşen > kirşen-le-n-mek] {eT} dönşl. makbuzu. [DS]
f. [-ür] Yüze düzgün sürünmek. [DLT]
kirtikli1, [kirtik-li] {ağız} sf. (Kap için) kenarları tır
kirşon, [eT. kirşen] {ağız} is. Pudra. [DS]
tıklı. [DS]
kirt1, [kart / kırt / kirt / kürt (yans.)] is. Pütürlü yü
kirtikli2, [kirtik-li] {ağız} sf. 1. A ğzına kadar dolu;
zeylere sürtünmeyi, kırmayı, kesmeyi, kemirmeyi,
dopdolu; yığınla. 2. is. Bir tür aşık oyunu. [DS]
kazıyıp koparmayı, diş diş yapmayı anlatan kök.
kirtil1, [Yun. lcertallos [EREN]] is. 1. balıkç. Büyük
[Zülfikar] kirt-e-den, kirt-e-l-mek, kirt-ik, kirt-iş
deniz kabuklulannı avlam akta kullanılan, sorgun
kirt2, [kirt] {ağız} sf. 1. (Yemek için) iyi pişmemiş;
ağacı veya telden yapılmış kafes halindeki av sepe
sert. 2. (Söz için) ciddî olmayan. [DS]
ti. {ağız} (aym) [DS] 2. {ağız} Develerin bağlandığı
kirt3, [kirt] {ağız} sf. Derli toplu. [DS]
kazık. [DS]
kirt4, [Slav, krt [Tietze]] {ağız} sf. 1. Sert. 2. Çabuk
kirtil2, [? kirtil] {ağız} is. Hayvan vergisi. [DS]
kırılan; gevrek. [DS]
m flW R C t S K lıl • 2687 KİS
kirtil3, [kirt-il] {ağız} sf. Girintili çıkıntılı; pürüzlü. iman etmek. 3. {eAT} Doğru bulmak; tasdik etmek,
[DS] kirtürmek, [kir-mek > kir-tür-mek] {eT} g ç l.f. [-ür]
kirtil4, [? kirtil] {ağız} is. Havuç. [DS] Girdirmek. [DLT]
İçirtilmek, [kirt-il-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] Zayıfla kirü, [*ke > ke-rü / ki-rü] (ke:rü) {eT} zf. -*■ kerü.
mak. [DS] [DLT] [EUTS] [ETY] [Gabain] [Tekin]
kirtim, [kirt-im] {ağız} is. 1. D eri üzerinde yaranın kirve, [Erm. k ’awor [EREN]] is. 1. {ağız} Sünnet
bıraktığı iz. 2. Girinti çıkıntı; pürüz. [DS] çocuğunu, sünnet sırasında kucağında tutan kimse.
kirtinmek, [kertü (doğru) > kertü-n-m ek / [DS] 2. Sünnet çocuğunun masraflarını üstüne alan
kimse. 3. Erkekler arasında yakm dost. 4. {ağız}
iİU-ü'jS"] {eT} {eAT} gçsz. f. [-ür] 1. İnanmak; iman İsim babası. [DS] 5. {ağız} Sağdıç. [DS] 6. {ağız}
etmek. [DLT] 2. {eAT} Tasdik etmek, Düğünde damadın yanında duran güzel giyimli ço
kirtiş, [kirt-iş] {ağız} sf. 1. (Nesne için) eğri. 2. Pü cuk. [DS] 7. {ağız} Bacanak. [DS]
rüz; girinti çıkıntı; engebe. [DS] 6" kirtiş kirtiş, kirvelenmek, [kirve-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi. [-ir]
{ağız} 1. Yüzeyi pürüzlü. 2. K enarı girintili çıkıntılı. Söyleşmek; konuşmak. [DS]
[DS] kirvelik, -ği [kirve-lik] is. 1. Kirve olm a durumu. 2.
kirtişmek, [kirt-iş-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] 1. İnat {ağız} Kirveye gönderilen armağan. [DS] S kirve
etmek; sırnaşmak. 2. İteleyip kakalamak. [DS] lik etmek, Kirve olma görevini yüklenmek.
kirtkünmek, [kertü (doğru) > kertü-k > kert(ü)-g- kis1, [kıs / kis (yans.)] is. Sinsice ve sessizce gülmeyi
ün-mek] {eT} gçsz. f. -*■ kirtgünmek. [EUTS] [Ga anlatan kök. [Zülfikar] kis kis, kis+kis-le-m ek S kis
bain] kis, {ağız} (Gülmek için) için için; kıs kıs. [DS]
kirtlek1, -ği [kirt-le-k] {ağız} is. Yangın yerinde biten
kis2, [kis] is. Köpek ve koyunlara seslenme bildirir.
mantar. [DS]
S kis kis, {ağız} 1. K öpek çağırma ve birbirine
kirtlek2, -ği [kirt-le-k] {ağız} sf. Biraz yumuşak; saldırtm ak için kışkırtma ünlemi. 2. Koyun kova
yumuşakça. [DS] lama ünlemi. [DS]
kirtlek3, -ği [kirt-le-k] {ağız} is. Kıkırdak. [DS] kis2, [kis / kisi] {eT} is. Karı. [DLT]
kirtleşmek, [kirt-le-ş-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] Katı
kis3, [Ar. kils jJS" => kis] {ağız} is. Taş, kum, kil
laşmak. [DS]
karışım ı sert toprak tabakası. [DS] 0 kis bağla
kirtlik1, [kirt-lik {OsT} is. Gırtlak başı; han
mak, {ağız} Toprak yüzeyinde taş, kum ve kil karı
çere. şımı sert tabaka oluşmak. [DS]
kirtlik2, [kirt-lik] {ağız} is. Sabah serinliği. [DS]
kis4, [Ar. kıs ^-^S"] (ki:s) {OsT} is. 1. Para kesesi;
kirtm ek1, [kirt-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] Halı dokurken
torba. 2. anat. Dölyatağı. 3. anat. Vücutta sıvıların
iplikleri düğümlemek. [DS]
toplandığı bazı kesecikler,
kirtmek2, [kirt-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] 1. Birine
kızdığını yüzüne karşı belli etmek; darılmak. 2. D i kisa, [Ar. kisâ US'] (kisa:) {OsT} is. 1. Y ün elbise. 2.
renmek; dediğinden dönmemek. 3. A şık oyununda Kilim; halı. S kisâ ehli, Hz. M uham m ed’in ailesi.
çizgi yanma gelen aşığı el ile ayırmak; aldatmak. kisari, [Sansk. kesarin] {eT} is. Aslan. [EUTS]
[DS] kisb, [Ar. kisb / kesb] {OsT} is. -*■ kesb. 0 kisb ü
kirtmek3, [kirt-mek] {ağız} g ç l . f [-ir] Vurmak. [DS] kâr, {OsT} İş güç; kazanç.
kirtten, [kirt-ten] (k i’rtten) {ağız} zf. Doğru olarak;
kisbe, [Far. küsbe v~S"] {ağız} is. Posa. [DS]
gerçekten. [DS]
kirtü, [kertü y / ] (kertü:) {eT} sf. 1. Doğru; gerçek; kisbî, [Ar. kesb > kisbı S] (kisbi:) {OsT} sf. D o
hakiki; sahih. {eAT} {OsT} (aynı) [Üç İtigsizler] [Yük ğuştan olmayan, sonradan kazanılmış; sonradan
nekî] [Gabain] [EUTS] [KB] 2. M ümin; imanlı; mute edinilmiş olan. S kisbî bilgi {OsT} Doğuştan ol
kit. [EUTS] [Gabain] 3. Yemin; ant. [DLT] 4. G erçek mayan sonradan edinilmiş bilgi.
lik; doğruluk. [DLT] ö kirtü kılmak, {eAT} Ger kise, [Far. kîse 4--S'] (ki:se) {OsT} is. 1. Kese; torba.
çekleştirmek. 2. bot. Tohumu çevreleyen zar; kılıf. 3. tıp. Kist;
kirtüç, [kirtüç] {eT} sf. Kıskanç. [KB] S kirtüç kişi, ur. 4. mecaz. Para gücü; para. S kîse-bud, {OsT}
{eT} K im seyi çekemeyen huysuz kişi. [DLT] Çokyoksul.\\ kîse-bür, {OsT} Yankesici.|| kîse-dâr,
kirtülemek, [kertü > kertü-le-mek] (kertüle:mek) {OsT} -*■ lcisedar.il kîse-düz, {OsT} -*• kiseduz.||
{eT} g çl.f. [-r] Tasdiklemek. [DLT] kîse-i dem ’iye, {OsT} anat. Gözyaşı kesesi.|| kîse-i
kirtülüg, [kertü > kirtü-lüg] {eT} sf. M ümin; inanmış divanî, {OsT} Eskiden kullanılan 416 ile 450 kuruş
kimse; dindar kimse. [EUTS] arasında değişen p a ra birimi.|| kîse-i fem, {OsT}
kirtünmek, [kertü > kertü-n-m ek d i ^ , S ] {eT} dönşl. zool. Bazı hayvanların ağızları içindeki kese. || kîse-
i havâiye, {OsT} anat. Hava kesesi.\\ kîse-i meşî-
fi [-ür] 1. D oğru olmak. [Gabain] 2. {eAT} İnamnak;
KİS Ö IÜ fttlÜ M tSoM • 2688
miye, {OsT} anat. bot. Embriyon keseciği. || kîse-i kism ek1, [kes-mek > kıs-mek] (ki:smek) {eT} gçl. f .
m ısrî, {OsT) Altı y ü z kuruşluk para birimi veya öl -*• kesmek. [Yüknekî]
çüsü.,|| kîse-i misbâhiye, {OsT} zool. Yüzme kesesi.|| kism ek2, [? kismek] {ağız} is. Küçük fıçı. [DS]
kîse-i rieviye, {OsT} anat. Akciğer keseleri.\\ kîse-i kispet, [Ar. kisvet / kisve => kisbet] is. Yağlı güreşte
rumî, {OsT} Beş y ü z kuruşluk p ara ö7çüs«.|| kîse-i pehlivanların giydikleri meşinden yapılm a dar pa
safrâviye, {OsT} anat. Safra kesesi.\\ kîse-i seb- çalı pantolon. S kispet çıkarılm ası, Yağlı güreşte
hiye, {OsT} zool. Yüzme kesesi. || kîse-i tal’iye, yenilginin en ağır şekli olarak hasım tarafından
{OsT} bot. Çiçek tozıı kesesi. kispetin yırtılm ası veya çekip çıkarılması.
kise1, [keçe / kise] {eT} is. ■* keçe. [Yüknekî] kispi, [Ar. kesb > kisb! S’] (kispi:) {OsT} sf. -*■ kis
kisedar, [Far. kıse-dâr j b <^S] (ki:seda:r) {OsT} is. bî
1. Kese tutan. 2. İm paratorluk döneminde resmî kisra, [Ar. kisrâ (kisra:) {OsT} is. Eskiden
dairelerde evrak işlerine bakan memur. 3. Saray
İran’da hüküm süren Sasanî hükümdarlarına veri
mensuplarının hesaplarına bakan kimse. 4. Şehir
len unvan.
lerde esnaf birliklerinin vekilharcı; esnafa ait gelir
leri toplayan ve koruyan kimse; kesedar, kisre, [ke-s (arka) > kî-s-re / kis-re] {eT} zf. 1. Sonra,
ondan sonra (zaman). [EUTS] [Gabain] [ETY] [Tekin]
kiseduz, [Far. kıse-düz j j i (ki:sedu:z) {OsT} is. 2. Geri. [ETY] 3. Arkada; geride. [ETY] 4. Batıda.
Kese yapan; keseci. [ETY] [Gabain]
kisef, [Ar. kisfe > kisef <—i—S"] {OsT} is. Parçalar; bö kisreki, [kisre-kî] {eT} sf. Sonraki. [EUTS]
lümler; cüzler; kısımlar, kisren, [Yun. ksisterin] {ağız} is. 1. Ham ur kazımaya
yarayan demir araç. 2. Kenarsız ateş küreği. [DS]
kisek, -ği [? kisek] {ağız} is. Ahşap evlerde duvar
yapım ında kullanılan köşeli ya da silindir biçimin kist, [Yun. kystis > Fr. kyste] is. tıp. 1.İçinde koloit,
de kalas. [DS] yağ ya da yarı sıvı bir madde bulunan patolojik
torba. 2. biy. Tek hücreli veya çok hücreli küçük
kisfe, [Ar. kisfe {OsT} is. Parça; bölüm; cüz;
hayvanların çevre şartlarının uygun olmadığı du
kısım. rum larda veya üreme sırasında çevrelerine saldıkla
kisi, [kis / kisi / kişi] {eT} is. 1. Kişi. [EUTS] 2. Kadın; rı koruyucu kabuk. 3. bot. M antar ve su yosunlan
zevce. [ETY] [KB] 3. Canlı. [EUTS] 4. Yaratık. [E- gibi sporlu bitkilerde bir veya birkaç hücreden
UTS] oluşmuş organ; diyaspor.
kisik, [kisik] {eT} is. Gezinti. [EUTS] kistat, -dı [? kistat] {ağız} is. Kirli, bakımsız, uyuşuk
kisil, [kis-il] {ağız} is. Kireç. [DS] kimse. [DS]
kisip, [? kisip] {ağız} is. Gördüğünü, doğru ya da kistik, -ği [? kistik] {ağız} is. 1. Kumaştan dikilmiş
yanlış olduğunu düşünmeksizin acele yansılama. patik. 2. Çok eski ayakkabı. [DS]
[DS] ' kistleşme, [kist-le-ş-me] is. 1. Bir organizmada
kisir, [Ar. kils [Tietze] => kis-ir] {ağız} is. Taş, bulunan yabancı cismin etrafının sert bir kabukla
kum ve kil karışımı sert toprak tabakası. [DS] sarılması. 2. zool. Tek hücreli veya küçük bir can
im in kist içinde hareketsiz kalması,
kişiye, [Ar. kısiyye (ki:siye) {OsT} is. zool.
kistleşmek, [kist-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] Kist ile
Keseliler.
sarılmak.
kiskil, [kis-(i)k-il ?] {ağız} is. Atın perçemi. [DS]
kistleşmiş, [kist-le-ş-miş] sf. K ist hâline gelmiş olan.
kiskilemek, [kis-ki-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(i)- S kistleşmiş madde, Organizma içinde hareketsiz
y o r j Kışkırtmak. [DS] duran, herhangi bir iltihap olayına sebep olmayan
kiskis, [kis+kis] {ağız} sf. Cimri. [DS] S kiskis nene, ve etrafı katılgan doku ile sarılmış yabancı madde.
{ağız} zool. B ahar geldiğinde öten, dolayısı ile hal
kisve, [Ar. kisve / kisvet a y S / o ^ -S -] {OsT} is. 1.
kın baharın geldiğini anladığı, bülbül büyüklüğün
de boz renkli bir ötücü kuş. [DS] Elbise; kılık; kıyafet. 2. Bir sınıf veya mesleğe öz
kiskislemek, [kis+kis-le-mek] {ağız} g ç l.f. [-r] [-1(0- gü kıyafet. 3. mecaz. Bir kimsenin veya herhangi
y o r j Kışkırtmak. [DS] bir şeyin dış görünüşü. 4. Hacıların K âbe’yi ziyaret
ederken giydikleri beyaz üstlük. 5. Yağlı güreşler
kisle, [kilise] {ağız} is. Kilise. [DS]
de pehlivanların giydiği m eşin pantolon; kispet. S
kislegüg, [kis-le-güg] {eT} sf. Gizlenen; saklanan.
kisvesini kendi dikm ek, K endi işini kendi gör-
[EUTS]
mek.\\ kisvesini kendi ilm ek, Kendi işini kendi
kisli, [Ar. kils 0JS’ [Tietze] => kis-li] {ağız} sf. (Top görmek.
rak için) taş, kum, kil karışımı sert bir katmanı bu k iş1, [kış / kiş (yans.)] is. Gürleme ve bu biçimde ses
lunan. [DS] çıkarmayı, seslenmeyi bildiren kök. [Zülfikar] kiş-
kism e, [kimse] {ağız} zm. Kimse. [DS] ir-di
• 2689
kiş2, [kiş (yans.)] is. 1. Kuşları kovalam ak için söy şahıs; kimse. {eT} {eAT} {OsT} (aym) [EUTS] [ETY]
lenen söz. 2. Bir kimseyi aşağı sayarak kovmak [KB] [İKPÖy.] [OKD] [Gabain] [Tekin] [DK] 2. (Bir
için söylenen söz. 3. Satranç oyununda şahı hareke sayı sıfatı ile birlikte) belirtilen sayıda insan; kim
te geçirmek için rakibe söylenen söz. se; şahıs; birey. 3. Tanınmayan, bilinm eyen veya
kiş3, [kîş] (ki:ş) {eT} is. 1. Derisinden kürk yapılan adı bilinmeyen ya da adından söz edilmek istenm e
bir hayvan; samur. [DLT] [ETY] [KB] [OKD] [Tekin] yen kimse; şahıs. 4. Kendisi olarak ele alman birey.
2. Samur kürk. [DLT] [ETY] [KB] [OKD] [Tekin] 3. 5. Erkek. 6. (Kadın için) evin erkeği; erkek eş; ko
Ketenden dokunan bir tür kumaş. ca. {ağız} (aym) [DS] 7. {eAT} Sahip. 8. ed. Tiyatro,
kiş4, [keş] (ke:ş) {eT} {eAT} sfi 1. İçine ok konulan roman, hikâye gibi bir edebî eserde yer alan ve o-
kılıf; sadak; ok kuburu. [DLT] [DK] 2. Şimşirden layları yaşamış olarak anlatılan veya oyunda can
yapılmış eşya. S kiş kurman, {eT} Ok ve ya y ko landıran tip. 9. dbl. Çekimli fiillerde ve zamirlerde
nan kap. [DLT]|| kiş kurugluk, {eT} Sadak; konuşan, dinleyen ve kendisinden söz edilen varlık.
gedeleç. [DLT] 10. sin. Bir çizgi film, film, çizgi roman gibi türler
de canlandırılan, kişileştirilen tip veya aile. 11. huk.
kiş5, [Far. kîş (ki:ş) {OsT} is. 1. Din; mezhep;
Hak sahibi olabilen varlık; şahıs. 12. psikol. Somut
inanış. 2. Adet; huy; töre. insan varlığı. 13. Resim ve heykel gibi sanatlarda
kiş6, [Far. kiş j £ ] {OsT} is. 1. Satrançta bir taşı zor bir kompozisyonda yer alan insan şekillerinin her
lama. 2. /ağız} Satrançta şah. [DS] biri. 14. {eAT} Erkek. 15. {eT} {eAT} Zevce; eş; ka
kiş7, [keş / kiş] {ağız} is. Kurutulmuş, yağsız, tuzlu dın. [DLT] [EUTS] 16. {eT} {eAT} Kul; köle. [EUTS]
yoğurt; keş. [DS] 17. {eT} {eAT} Prenses. [EUTS] S kişi adı bilimi,
dbl. Kişilere verilen adları, anlamlarını ve köken
kişa, [kiş (yans.) > kiş+a] {ağız} ünl. Kümes hayvan
lerini inceleyen özel ad bilimi dalı;
larını kovalama ünlemi. [DS]
anthroponymie.\\ kişi dokunulmazlığı, Kişinin s i
kişbir, [? kişbir] {ağız} sf. 1. (İnsan için) sevimsiz. 2.
ya sa l iktidara karşı güvenlik içinde serbestçe hare
(Hayvan için) sevimli. [DS]
ket edebilme hürriyetinden yararlanm a imkânı.\\
kişçi, [keş > kiş-çî] (kişçi:) {eT} is. Avcı. [KB] kişi eki, dbl. F iil çekimlerinde eylemi yapan kim
kişdeme, [kiş-de-me] {ağız} is. Kıtlama. S kişdeme senin kaçıncı kişi olduğunu belirten ek; şahıs eki.||
çay, {ağız} Kıtlam a çay; şekersiz çay. [DS] kişiler arası, D iğer bütün insanları da ilgilendiren
kişdik, -ği [kiş-(i)d-ik] {ağızl is. Kedi. [DS] ve onları da göz önünde bulunduran.\\ kişiler arası
kişe, [kiş (yans.) > kiş-e] {ağız} ünl. Tavuk kovalama ilişki, Toplum içinde bulunan bireyler arasındaki
ünlemi. [DS] etkileşim ve karşılaşma.|| kişi oğlu kişi, {eAT} D o
kişelek, -ği [kiş (yans.) > kiş-e-le-k dULiS"] {OsT} is. ğuştan soylu ve hür olan kimse; esir olmayan; asil
zade. || kişi salmak, {eAT} Adam göndermek.\\ kişi
Yelpaze.
sürüsü, {eAT} İnsan topluluğu.\\ kişiye özel, Yal
kişelemek, [kiş (yans.) > kiş-e-le-mek] {ağız} gçl. f .
nızca ilgili kimseyi ilgilendiren; sadece o kişiye ait
[-r] [-l(i)-yor] 1. Kümes hayvanlarını sesli olarak
olan. || kişi zamiri, dbl. Kişilerin adlarının yerine
kovalamak. 2. mecaz. M üşterileri kaçırmak. [DS]
kullanılan zamir; şahıs zamiri, “ben, sen o, biz, siz,
kişelmek, [kişe-mek > kişe-l-mek] {eT} edil. f. [-ür]
onlar"
Kösteklenmek; köstek bağlanmak. [KB]
kişi2, [kiş-i] {ağız} is. Düğünden sonra yapılan yem ek
kişemek, [kişe-mek] (kişe:mek) {eT} g ç l . f [-r] K ös
çağrısı. [DS]
teklemek; köstek vurm ak; bağlamak. [DLT] [ETY]
kişicilik, -ği [kişi-ci-lik] is. fel. 1. H ür ve yaratıcı
[KB] [Gabain]
kişilerin varlığını kabul eden ve bunların çok
kişen, [kişe-mek > kişe-n] {eT} is. 1. Bağ; uçkur.
önemli bir yeri bulunduğunu ileri süren metafizik
[EUTS] [Gabain] 2. Köstek. [DLT] [KB]
öğreti; kişiselcilik. 2. din. Kişisel bir Tanrının var
kişenlig, [kişe-mek > kişe-n-m ek > kişen-lig] {eT} sf.
lığına inanma; kişiselcilik. 3. Kişiliği en üst ve en
Köstekli; bağlı. [KB]
yüce kategoride gören ve ahlakın amacının kişile
kişenmek, [kiş-en-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] İntikam rin eksiksiz gelişmesi olduğunu savunan ahlakî gö
duygusu ile bir kimsenin ardından söylenmek. [DS] rüş; kişiselcilik. 4. İnsanı ben-sen bağlantısında
kişergek, [köşer-mek > köşer-gek] (köşerge:k) {eT} arayan öğreti; kişiselcilik.
s f -*■ köşergek. [DLT] kişiflem ek1, [Ar. keşf => keşif-le-mek] {ağız} gçl. f.
kişgirmek, [kiş-kir-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] Kışkırt [-er] [-l(i)-yor] 1. Sezdirmeden birinin davranışla
mak. rını izlemek, gözlemek. 2. Bulmak. [DS]
kişgirtmek, [kiş-kir-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] K ış kişiflemek2, [kişif-le-mek] {ağız} gçl. f i [-r] [-l(i)-
kırtmak; saldırtmak. [DS] yor] Birini suçlamak, kötülemek; çekiştirmek. [DS]
kişi1, [kişî (kişi:) is. 1. Cinsiyet farkı gö kişik1, -ği [Moğ. kezik => keşik] {ağız} is. 1. Yardım.
zetilmeden kadın veya erkek kimse; insan; adam; 2. Nöbet; sıra. [DS]
KİŞ O İM T IİK IM • 2890
kişik2, -ği [kiş-ik] {ağız} is. Satranç oyunu. [DS] sını istemeyen, fi1kişirgek er, {eT} Evinde birini
kişilem ek1, [kişi-le-mek {eAT} [-r] f-l(i)- görünce canı sıkılan, evi kendine dar gelen kimse.
[DLT]
yo r] Ağırlamak; ikram etmek.
kişilem ek2, [kiş (yans) > kiş-e-le-mek] {ağız} gçl. f . kişirti, [kiş-ir-t-i < s - { O s T } is. Kişneme sesi.
M [-l(i)-yor] Kişelemek. [DS] kişisel, [kişi-sel] sf. K işi ile ilgili; kişiye ait. 0 kişi
kişilenmek, [kişî > kışi-le-n-m ek d U J-iT ] dönşl. f. [- sel tenkit, ed. B ir eserin kusurlarım ortaya koy
maktan ziyade yazarın hayatını, davranışlarını,
ür] 1. {eT} Evlenmek. [EUTS] 2. {eAT} {OsT} Ö-
karakterini kınayan eleştiri.
vünmek; böbürlenmek,
kişiselcilik, [kişi-sel-ci-lik] is. fel. 1. Hür ve yaratıcı
kişileşme, [kişi-le-ş-me] is. Kişilik kazanma,
kişilerin varlığım kabul eden ve bunların çok
kişileşm ek, [kişi-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] Kişilik ka
önemli bir yeri bulunduğunu ileri süren metafizik
zanmak.
öğreti; kişicilik. 2. din. Kişisel bir Tanrının varlığı
kişileştirme, [kişi-le-ş-tir-me] is. 1. Kişilik kazan na inanma. 3. Kişiliği en üst ve en yüce kategoride
dırma. 2. ed. Cansız varlıklarla hayvanları insan gören ve ahlakın amacının kişilerin eksiksiz geliş
özelliklerine büründürerek canlandırma sanatı; teş mesi olduğunu savunan ahlakî görüş; kişicilik. 4.
his. 3. psikol. Soyut bir kelime ile somut görüntüler İnsanı ben-sen bağlantısında arayan öğreti; kişici
arasında herhangi bir temelden yoksun ve öznel lik.
benzetm e yapma eğilimi,
kişisiz, [kişî > kişi-siz] {eT} sf. İnsansız; boş; kim se
kişileştirmek, [kişi-le-ş-tir-mek] gçl. f. [-ir] Kişi siz. [EUTS]
özelliklerine büründürmek; kişilik kazandırmak.
kişizade, [kişi+ Far. zade »alj (kişiza.de) {eAT}
kişilik2, -ği [eT. kişî > kişi-lik diLiS"] is. 1. Bir kim
sf. Soyca asil olan; soylu,
seye özgü belirgin özellik; şahsiyet. 2. Kendi varlı
kişizadelik, [kişizade-lik] (kişiza:delik) is. Soylu ol
ğının bilincinde olan kişinin psikolojik açıdan taşı
ma hâli; soyluluk,
dığı birey olma özelliği; bilinçli bireylik. 3. Kişiyi
kişkene, [Kırım, kiş-ken-e] {ağız} sf. Küçük. [DS]
ötekilerden ayıran bedensel ve ruhsal özelliklerin
tüm ü; karakter. 4. Bir kişinin diğer kimselerden az kişki, [kiş-ki] {ağız} is. Çabuk ufalanan yumuşak taş.
[DS]
veya çok ayrılık gösteren görünüşü. 5. Bir insana
yakışacak nitelikteki davranış; insanca davranış; kişkilemek, [kiş-ki-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(i)-
insaniyet; insanlık; adamlık; iyilik. {eT} {eAT} {OsT} yo r] Kışkırtmak. [DS]
(aynı) [KB] 6. Bir kimsenin gerçek hayatta oynadığı kişkilli1, [kiş-ki-l-li] {ağız} sf. (Kadın için) hoppa;
rol. 7. {ağız} Bayram veya bir konuk yanına çıkar oynak; kötü. [DS]
ken giyilen daha temiz ve düzgün kıyafet. [DS] 8. kişkilli2, [Far. işkil / Yun. skylos => işkil-li] {ağız} sf.
sf. (Bir sayı sıfatı ile beraber) belirtilen sayıdaki (Kişi için) kuşku duyan; şüpheci; işkilli. [DS]
insana yetecek miktarda olan. 9. (Topluluk veya kişkiri, [kiş-kir-i {OsT} is. Kışkırtma, S1 kiş-
grup için) belirtilen sayıda kişiden oluşmuş. 10. kiri verm ek, {OsT} Kışkırtmak.
{OsT} Bir kim senin başka birisine gönderdiği mey
kişkirme, [kiş-kir-me] {ağız} is. Köpekleri saldırtmak
ve, çerez gibi armağan, fi1 kişilik dışı, K işisel ol
için söylenen sözler. [DS]
mayan; kişilik dışında kalan; gayr-i şahsî. || kişilik
eylem ek, {eAT} İnsanca davranmak.\\ kişilik kişkirmek, [kiş-kir-mek dU_£iS'] {eAT} {OsT} gçl. f .
geyecek, {eAT} {OsT} R esm î günlerde giyilen süslü [-ür] Kışkırtmak,
ve pahalı elbise.|| kişilik giyesi, -*■ {eAT} kişilik kişkirtm ek, [kiş-kir-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] Kış
geyecek.|| kişilik kaftan, {eAT} {OsT} -* kişilik ge- kırtmak. [DS]
yecek.|| kişilik libası, {eAT} {OsT} -* kişilik ge kişkiş, [Far. kişniş] {ağız} is. Kişniş. [DS]
yecek. kişlemek, [kiş (yans.) > kiş-le-mek] {ağız} g ç l.f. [-r]
kişilikli, [kişi-lik-li] sf. 1. Kişilik sahibi olan. 2. [-l(i)-yor] Kovmak; ilgisini kesmek. [DS]
Kişiliği güçlü olan; tutarlı; kararlı; karakterli; şah kişmat, [? kişmat] {ağız} is. İstek; heves. [DS]
siyetli.
kişmek, [kiş-mek] {ağız} gçsz. f. [-er] Saplanmak;
kişiliksiz, [kişi-lik-siz >-£) sf. 1. Kişilik sahibi kakılmak. [DS]
olmayan. 2. Kişiliği zayıf olan; tutarsız; kararsız; kişmir, [kiş-mir] {ağız} sf. Sevimli; güzel. [DS]
zay ıf karakterli; şahsiyetsiz. 3. {OsT} Alçak; insan- kişmiş, [Far. kişmiş is. Küçük taneli çekir
lıksız; namert,
deksiz siyah üzüm; {OsT} (aynı).
kişioğlu, [kişi+oğ(u)l-u] is. 1. İnsanoğlu; insan. 2.
kişnek1, -ği [kiş-ne-k] {ağız} sf. (At için) çok kişne
Soylu ve tem iz kimse,
yen. [DS]
kişirgek, [kişî > kişi-r-ge-m ek > kişir-ge-k] {eT} sf.
kişnek2, -ği [? kişnek] {ağız} is. Kendir tohumu. [DS]
insandan rahatsız olan; bulunduğu ortamda başka
I M tiilC E M • 2691 KİT
kişneme, [kiş (yans.) > kiş-ne-me] is. (A t için) ses kit2, [Soğd. k ’dy => ked / ket] {eT} zf. -*■ ked. [Yük
çıkarma; atın bağırması, nekî]
kişnemek, [kiş (yans.) > kiş-ne-mek] gçsz. f. [-r] [- kit3, [*ke > ke-t / kî-t] (ki:t) {eT} zf. Son; nihayet.
n(i)-yor] 1. (At için) ses çıkarmak; bağırmak. 2. [EUTS] S kite kit, {ağız} Ağzına kadar dolu. [DS]
Gürültülü biçimde gülmek, kit4, [kit] {ağız} sf. Parasız denecek kadar ucuz; çok
kişnemek, [kişne-mek] {eT} {eAT} g ç sz.f. Kişnemek. ucuz. [DS]
[DLT] [DK] kit5, [kilit > kit] {ağız} is. 1. Kilit. 2. Anahtar. [DS]
kişneşdiirmek, [kişne-mek > kişne-ş-m ek > kişne-ş- kit6, [İng. kit] is. Montaj planı ile birlikte satılan ve
dür-mek] {eAT} gçl. f. [-ür] Birlikte kişnetmek; alıcının kendi başına kurabileceği parçalardan
kişneştirmek. [DK] meydana gelmiş eşya,
kişnetmek, [kişne-mek > kişne-t-mek] {eAT} g ç l.f. [-
kitab, [Ar. kitâb ^bS -] (kita:b) {OsT} is. Kitap. {eT}
ür] Kişnetmek. [DK]
(aym) [EUTS] fi1 kitâb-hâne, {OsT} 1. Kütüphane.
kişneyiş, [kiş-ne-y-iş] is. K işnem ek eylemi veya
2. K itabevi.|| kitâb-ı bahriye, {OsT} D enizcilik ki
biçimi.
tabı.]] kitâb-ı güzide, {OsT} Seçkin kitap; beğenil
kişniç, [Far. kişmiş => g~iZ] {eAT} {OsT} is. -* kiş miş kitap.|| Kitâb-ı Hakk, {OsT} H a k k ’ın kitabı;
miş. K u r ’an-ı Kerim.]] Kitâb-ı Hakîm, {OsT} K ur'an-ı
kişniş, [Far. kişniş is. bot. 1. M aydanoz Kerim.]] Kitâb-ı Hâkim, {OsT} K u r ’an-ı Kerim.]]
kitâb-ı hükmî, {OsT} huk. Eskiden, bir kimsenin
gillerden, anavatanı Akdeniz çevresi olan, parçalı
vekille temsil edilemeyen gaip bir kim se ile olan
yapraklı, beyaz ve pem be çiçekli, tüysüz parlak
davasında, alm an ifadeyi, kaybolan kimsenin bu
saplı bir yıllık otsu bitki; yaban maydanozu, (Cori-
lunduğu yerin yargıcına göndermesi. || Kitâb-ı M u
andrum sativum), {ağız} (aym) [DS] 2. Bu bitkinin
kaddes, {OsT} İncil ve Tevrat.|| Kitâb-ı M übîn,
bahar ve ilaç olarak kullanılan kurutulmuş tohum
{OsT} (İyiyi, kötüyü her şeyi ayıran kitap), K ur 'an-ı
lan. 3. {ağız} Çiçekleri papatyaya benzer, kötü ko
Kerim.]] K itâb’ullâh, {OsT} {OsT} K u r ’an-ı Kerim.]]
kulu bir ot. [DS] 4. {ağız} Pirinç. [DS] S kişniş şe
kitâbü’l-âmâl, {OsT} Günah ve sevapların yazıldı
keri, Kişniş tohumlarını şekere bulayarak yapılm ış
ğına inanılan kitap.|| kitâbü’l-egânî, Musiki kita
küçük ve renkli bir tür şeker.
bı.]] K itâbü’l-M übîn, {OsT} -* kitâb-ı mübin.|| ki-
kişniz, [Far. kişnîz (kişni:z) {OsT} is. -*■ kişniş, tâbü’n-nakz, {OsT} Düşman tarafından yazılmış,
kişt, [Far. kişter > kişt c-iS -] {OsT} is. 1. Ekin. 2. Ekin var olan bir antlaşmayı bozduğunu belirten m ek
tup; nota.
tarlası, ö kişt etm ek, Toprağa tohum serpmek.\\
kişt-kâr, {OsT} Toprağa tohum eken; çiftçi.\\ kişt- kitabe, [Ar. kitabe (kita. be) {OsT} is. 1. B ir bi
zâr, {OsT} Ekin tarlası; ekinlik. nanın kapısı üzerine kabartma olarak yazılan m i
kiştene, [? kiştene / fışkene] {ağız} is. Salyangoz; marın adı, yapım tarihi gibi yazılar. 2. M ezar taşları
sümüklü böcek. [DS] üzerindeki doğum, ölüm tarihi ve isim gibi yazılar.
kiştik, -ği [kiş-(i)t-ik] {ağız} is. Kedi. [DS] 3. Bir olayı veya büyük bir devlet adamının fikir ve
düşüncelerini anlattığı büyük kaya ve taşlar üzerine
kiştirmek, [kiş-tir-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] K ışkırt
yazılmış olan metin; yazıt. 4. B ir kitabın ilk sayfa
mak. [DS]
sında yer alan, kitabın ve yazannın adının yazılı
kişür, [Far. geşür => j j A f l {eAT} is. -*■ keşür. olduğu metin. 5. Bir levhanın etrafına yapılan ka
kişver, [Far. kişver jj-iS"] {OsT} is. Ülke; memleket; bartm a çiçek ve diğer nakışlar. 0 kitâbe-i mezâr,
{OsT} M ezar yazısı.|| kitâbe-i seng-i mezâr, {OsT}
il. S kişver-ârâ, {OsT} 1. M em leket süsleyen. 2.
Mezar taşı yazısı.
Padişah; kral; hükümdar.\\ kişver be kişver, {OsT}
Ülke ülke; memleket memleket.|| kişver-gîr, {OsT} kitaben, [Ar. kitâben L>US"] (kita:'ben) {OsT} zf. Ya
Ülke tutan; m em leket tutan; padişah.]] kişver- zılı biçimde; yazılı olarak,
gîrân, {OsT} M em leket tutanlar; ülke yönetenler; kitabet, [Ar. kitâbet c^bS"] (kita.bet) is. 1. B ir ko
padişahlar.]] kişver-gîrâne, {OsT} Ülke tutarak;
nuyu kurallarına uygun biçimde, düzgün olarak
padişahça.]] kişver-güşâ, {OsT} M em leket alan;
yazm a sanatı; kompozisyon. 2. Yazı. 3. Kâtiplik;
ülke açan; cihangir. || kişver-güşâyî, {OsT} Ülke
yazmanlık; sekreterlik. 4. Kâtiplerin görev yaptığı
açıcılık; fütuhat.]] kişver-hfidâ, {OsT} Hükümdar.]]
yer; büro; daire. 5. huk. Eskiden köle ile efendisi
kişver-i Rûm, {OsT} Rum ülkesi; Anadolu.
arasında yapılan anlaşma. S kitâbet dili, Yazı di
kit1, [kat / ket / kıt / kit (yans.)] is. Pütürlü, tırtıklı
li.]] kitabete kesmek, {eAT} Deftere geçirmek.
yüzeylere sürtünmeyi, kırm ayı, kesmeyi, çatırdat-
[TS]|| kitâbet-i bâtıla, {OsT} Geçersiz sözleşm e bel
mayı, kazıyıp koparmayı, kemirmeyi, diş diş yap
gesi.]] kitâbet-i faside, {OsT} Geçersiz, bozuk söz
mayı anlatan kök. [Zülfikar] kit-ir leşme.]] kitâbet-i müştereke, {OsT} B ir köle y a da
KİT O İM IÜ K S Ö M • 2692
cariyeye müşterek sahip olan efendilerin, bu köle bir tür bıçak. || kitap adı fişi, kütp. Kitap adlarına
veya cariye hakkında kendi aralarında yaptıkları göre düzenlenmiş fiş.\\ kitap cebi, kütp. Kitap kartı
sözleşm e.|| kitâbet-i resmiye, {OsT} R esm î yazış konulm ak üzere kitabın arka kabının içine yapıştı
malarda kullanılan dil.\\ kitâbet-i sahîha, {OsT} rılmış kese.\\ kitap dam gası, kütp. K itabın ait ol
Şartları yerine getirilerek yapılmış bir sözleşme; duğu kitaplığı belirten iç kapağa basılmış damga. ||
doğru sözleşme; geçerli sözleşme. kitap delisi, Kitap toplama tutkusunu aşırıya var
kitabevi, [Ar. kitâb + T. ev-i] is. Kitap satılan, bazen dırmış olan kişi. j| kitap düşkünlüğü, Kitapları seç
de kitap basım ve yayımı yapan yer. m e yapm adan toplama hastalığı; bibliomani.\\ ki
kitabî, [Ar. kitabı (kita:bi:) {OsT} sf. 1. Kitapla tap düşkünü, H erhangi bir seçim yapm aksızın ki
tap toplayan; kitap meraklısı; biblioman.\\ kitap
ilgili; kitaba ait. 2. (Kişi için) pratik düşünceden
düşm anı, Kitapları y o k eden kimse. || kitap ehli,
uzak kitaba fazlasıyla bağlı olan. 3. dbl. (Anlatım
{OsT} Zebur; Tevrat, Incil ve K ur 'an gibi dört kut
için) dilbilgisi kurallarına uygun ve düzgün. 4. din.
sal kitaptan birine inanan ve tabi olan kimse. || ki
Dört kutsal kitaptan birine inanan; Tanrı’nm birli
tap evi, -*• kitabevi.|[ kitap falı, K u r ’an, İncil,
ğine inanan. 5. İsi. K ur’an ’ın koyduğu kurallara
İlyada, H afız Divanı, Mesnevi gibi bir kitabı bir
uyanlar; K ur’an’a bağlı olanlar. 6. is. Eskiden H in
şeye ve kimseye niyetle rastgele açarak, karşılaşı
distan ve Şam ’da üretilen renkli, nakışlı bir tür ku
lan bölüm, cümle veya kelimelerden niyete yönelik
maş. 7. Padişahın ve diğer devlet büyüklerinin ki
yorum lar çıkarmaya dayanan kehanet.\\ kitap fua
taplarına bakm akla görevli kimse. S kitabî ko
rı, kütp. Kitaplarla ilgili geniş sergi. || kitap göm
nuşmak, H itabet kurallarına uygun, kitap gibi
leği, kütp. K itabın kapı üzerine geçirilmiş renkli ve
düzgün konuşmak.
alımlı k ılıf şömiz. || kitap gibi, (Kadın için) görü
kitabiyat, [Ar. kitâbiyyat o lobT ] (kita:biya:t) {OsT} nüşü düzgün ve vücudu biçimli, güzel. [| kitap gibi
is. 1. Belli bir konuda yazılan kitapları ve bunların konuşm ak, Düzgün, özenli ve bilgiç bir eda ile
yayım larını inceleyen bilim dalı; bibliyografya. 2. konuşmak. || kitap güvesi, zool. E ski kitap ve döşe
B ir kitap yazılırken baş vurulan kitap ve kaynakla me aralıklarında, şekerli maddeler ve tahta kırıntı
rın listesi; kaynakça. ları yiyerek yaşayan, vücudu pullarla örtülü, p ü s
kitabiye, [Ar, kitâbiyye (kita:biye) {OsT} is. kül kuyruklulardan, kanatsız bir böcek; kitap güve
Eskiden kâğıt yapmaya yarayan ve ağaçların iç si, (Lepisma saccharina).\\ kitap kartı, kiitp. Kitap
kısm ından elde edilen bir madde. cebinde bulunan ve ait olduğu kitabın kimliğini
taşıyan, okura verildiğinde kütühanede alıkonulan
kitakse, [Yun. koitadze] is. Bakış. S kitakse etmek,
ve kitabın kimde olduğunu ve ne zaman geri getiri
argo. Bakmak; gözetlemek.
leceğini belirten kart. || kitap kurdu, 1. Kitap, kâ
kitap, -bı [Ar. ketebe > kitâb tjbS'] ıs. 1. Ciltli veya ğıt, karton ve cilt derisi gibi malzemeleri kemiren
ciltsiz olarak bir araya getirilmiş, elle yazılmış ve ve kitaplarda büyük tahribat yapan bazı böceklerin
ya matbaada basılm ış sayfalar topluluğu. 2. Belli kurtçuğu. 2. mecaz. Çok kitap okuyan ve sürekli
bir konuda yazılmış ve basılm ak üzere hazırlanmış kitaplarla uğraşan kimse. || kitap sarayı, Halkın
eser. 3. A llah’ın peygamberleri aracılığıyla insanla yararlanm ası için kurulmuş büyük kütüpharıe.\\ ki
ra gönderdiği vahiyleri içine alan eser; kutsal kitap. tapta yeri olm ak, 1. Yasalarda ilgili bir hüküm
4. kütp. B ir konuyu belli bir düzen içinde sunan, bulunmak. 2. K ur ’an 'da veya dinî eserlerde hak
yazılmış ya da basılmış yaprakların bir araya geti kında bir yargı olmak; söz konusu edilmek.
rilmesinden* oluşan ve 49 sayfadan az olmayan kitapçı, [kitap-çı] is. 1. Kitap satan kimse. 2. Kitap
eser. S1 kitaba el basmak, K ur 'an üzerine el koya satılan dükkân; kitap evi. 3. Eskiden devlet büyük
rak yem in etmek.|| kitaba ulaşım, kütp. Okuyucu lerinin kitaplarına bakan kimse. S1 kitapçı basım
nun kitaplıkta bulunan gereçlerden yararlanması cı, H em kitap basan hem de bastığı kitabı satan
işlemlerinin tümü.|| kitaba uydurmak, Yasalara kimse.\\ kitapçı başı, Padişahın kitaplarına bak
aykırı olan bir işi, hile veya yasaların açıklarından m akla görevli kimse. || kitapçı yayım cı, Yazarların
yararlanarak usule uygunmuş gibi göstermek. || ki eserlerini sözleşm e ile satın alarak bastırıp satan
taba uygun, Yasalara uygun; yasalara göre. || ki kimse.
tabı kapamak, Herhangi bir konu ile ilgisini kes
kitapçılık, -ğı [kitap-çı-lık] is. 1. Kitapçının işi ve
mek; o konu ile ilgili gelişmelere katılmaya kendi
mesleği. 2. Devlet büyüklerinin kitaplarına bak
açısından son vermek. || kitabına uydurmak, Yasa
makla görevli kimsenin işi.
lara aykırı olan bir işi, hile veya yasaların açıkla
rından yararlanarak usule uygunmuş gibi göster- kitaphane, [Ar. kitâb + Far. hâne (kitapha;-
mek.\\ kitap açacağı, Sayfalarının kenarı kesilme ne) {OsT} is. 1. Kitaplık; kütüphane. 2. Kitapçı
miş olan kitap, dergi vb. ile zarfları açmaya yara dükkânı; kitap evi. 3. Bir camide kütüphane olarak
ya n metal, boynuz, kem ik veya plastikten yapılmış ayrılmış bölüm.
I»
O l u r a l Ü B e B ü l l . 2693 KİT
kitaplaştırma, [kitap-la-ş-tır-ma] is. Kitap hâline ge kitgü, [kit-mek > kit-gü] (kitgü;) {eT} is. Zail olma.
tirme. [Gabain]
kitaplaştırmak, [kitap-la-ş-tır-mak] gçl. fi. [-ır] De kitgülüg, [kit-gü > kit-gü-lüg] fer; sf. Gidecek; gi
ğişik zamanlarda ve değişik yerlerde yayımlanmış dici.
olan makale, inceleme vb. yazıları bir araya getire kitgiisi, [kit-gü > kit-gü-si] {eT} sfi Giderilmesi ge
rek kitap hâlinde yayımlamak, rekli. [EUTS]
kitaplık, -ğı [kitap-lık] is. 1. K itapların yerleştirildiği kiti, [kilit > kit > kit-i] {ağız} is. Anahtar. [DS]
raflı dolap. 2. Evlerde ve iş yerlerinde içinde kitap kitih, [kit-ik] {ağız} sfi Çok sıkı; birbirine girmiş.
ların bulunduğu oda veya bölme. 3. Kitap, film, vb. [DS]
yayınları toplayan ve ilgilenenlerin hizm etine su kitig, [kıd-mak (kıymak, dilimlemek) > kıd-ığ] {eT}
nan kuruluş; kütüphane. 4. sf. (Kâğıt, karton vb.
is. Sınır; kıyı. [Gabain]
için) kitap yapmaya uygun olan, elverişli olan. 5.
kitik, -ği [kit-ik] {ağız} is. 1. Kusur; eksiklik. 2.
(Yazı için) kitap m eydana getirecek kadar olan. 6.
K adıhın dişilik organı. [DS]
(Kütüphane vb. için) belirtilen sayıda kitabı bulu
kitikmek, [kit-ik-mek] {ağız} gçsz. fi. [-(ğ)-ır] Z ıt
nan. ö kitaplık bilim ci, Kütüphanenin düzenlen
laşmak; birbirine düşmek; düşman olmak. [DS]
mesi, yönetim i ve kitapların tasnifi üzerine eğitim
görmüş ıızman; kütüphaneci,|| kitaplık bilimi, K ü kitili, [kit-i-li] {ağız} sf. Çok küçük; bir parça. [DS]
tüphanede kitap sayısını artırma, kitapları sınıf kitin, [Fr. chitine] is. Böceklerin ve kabukluların
landırıp katalog hazırlama, m evcut kitapları oku kabuğuna sertlik veren azotlu organik yapıdaki
yucunun hizmetine sunm a kural, teknik ve metotla destek madde,
rım konu edinen bilim dalı; kütüphanecilik.\\ kitap kitinli, [kitin-li] sf. 1. Kitini bulunan; kitinden olu
lık görevlisi, 1. K ütüphanecilik eğitim i görmüş şan. 2. Kitin bakım ından zengin olan.
kimse. 2. K ütüphaneyi düzenlemek ve yönetm ekle kitir1, [kit-ir] {ağız} is. 1. Yalçın, sarp ve taşlık yer. 2.
görevli kimse; kütüphaneci. Sert toprak. [DS]
kitapsever, [kitap+sev-er] is. Öz ve biçim yönünden kitir2, [kit-ir] {ağız} is. Leblebi. [DS]
değerli ve az bulunur kitapları arayıp bulan ve top kitire, [kitre] {ağız} is. Keven bitkisinin kökünden
layan kimse; bibliyofil, çıkarılan sakız. [DS]
kitapseverlik, -ği [kitap+sev-er-lik] is. Kitapsever kitireli, [kitre-li] {ağız} is. K olalanarak gevşekliği
olma durumu; bibliyofili, giderilmiş sert kumaş. [DS]
kitapsevmezlik, -ği [kitap+sev-mez-lik] is. Kitaplar kitiret, -di [küt-mek > küt-ür-e-t / kitir-e-t] {ağız} is.
dan hoşlanmama; kitap sevm eme durumu, Kin. [DS]
kitapsı, [kitap-sı] is. K itaplıklarda raftan alınan ki kitiş, [kit-iş] {ağız} is. Biçilmiş arpa demeti. [DS]
tabın yerine konulan kitaba benzer nesne, kitiz, [kit-iz] {ağız} is. -*■ kitiş. [DS]
kitapsız, [kitap-sız] sf. 1. Kitabı olmayan; elinde, e-
kitişmek, [ket-mek > kit-iş-mek] {eT} dönşl. f i A y
vinde veya çantasında, yanında kitap bulunmayan.
rılmak. [EUTS] [Gabain]
2. mecaz. D ört kutsal kitap olan K ur’an, İncil, Tev
kitle, [Ar. kütle => kitle] is. 1. Belli nitelikteki insan
rat ve Z ebur’dan hiç birine inanmayan kimse; din
lardan meydana gelen topluluk; insan topluluğu;
siz. 3. mecaz. Acımasız; insafsız,
yığın, (1944). 2. İri parça; topak; kütle. S kitle
kitara, [Lat. cithara > Yun. kithara / İsp. guitara] is.
haberleşmesi, D ağınık ve geniş bir insan toplulu
1. Eski Arap musikisinde kullanılan ve İspanyol
ğunun, örgütlenmiş bir kaynaktan verilen haber ve
gitarı gibi ses veren yassı gövdeli m üzik aleti. 2.
uyarılara m aruz kalması; birtakım kaynaklardan
Gitar.
elde edilen bilgilerin ve haberlerin geniş halk top
kitçe, [kit-çe] {ağızj sf. Küçücük; ufak; küçük. [DS]
luluklarına yaygın olarak duyurulması; kitle ileti-
kitekit, [kit-e+kit] {ağızj sf. A ğız ağza dolu. [DS] şimi. || kitle iletişim araçları, Yazı, ses veya görün
kitelmek, [küt-el-mek] {ağız} g ç sz.f. [-ir] Kütelmek; tü aracılığıyla geniş insan toplulukları ile iletişim
körelmek. [DS] kurmaya yarayan radyo, televizyon, yazılı basın,
kitermek, [ket-mek > ket-er-m ek / ketür-mek / kel- kitap, bilgisayar, video vb. araçların tümü; med-
(i)t-ür-mek] {eT} g ç l . f [-ür] 1. Gidermek; uzaklaş y a .|| kitle iletişimi, D ağınık ve geniş bir insan top
tırmak; çıkarmak. [DLT] [EUTS] [KB] [Yüknekî] [Üç luluğunun, örgütlenmiş bir kaynaktan verilen ha
İtigsizler] 2. Alıp götürmek; tahkir etmek. [DLT] ber ve uyarılara maruz kalması; birtakım kaynak
[EUTS] 3. Ortadan kaldırmak. [DLT] [Üç İtigsizler] lardan elde edilen bilgilerin ve haberlerin geniş
kitefe, [Ar. k itf > ketefe / kitefe {OsT} is. anat. halk topluluklarına yaygın olarak duyurulması;
Kürek kemiği; omuz kemiği, kitle haberleşmesi.
kitfeyn, [Ar. k itf > kitfeyn j ^ " ] {OsT} is. anat. İki kitlek1, -ği [ki(l)it-le-k] {ağız} is. 1. Kilit. 2. Kilit
lenmiş kapı, dolap, çekmece vb. [DS]
kürek kemiği.
KİT Û IÜ M I Ü M M • 2694
kitlek2, -ği [kit-le-k] {ağız} is. Küçük sabun parçalan. kivare, [Ar. kivâre / küvare ojl^S-] (kiva:re) {OsT} is.
[DS]
Petek.
kitlek3, -ği [kit-le-k] {ağız} is. Kurutulmuş ekmek.
[DS] kiveni, [? kiveni] {ağız} is. İş bilir, iyi yemek yapan
kitleme, [ki(li)t-le-me > kit-le-me] {ağızj is. 1. -*■ ev kadını. [DS]
kilitleme. 2. Çakı; küçük bıçak. [DS] kivenilik, -ği [kiveni-lik] {ağız} is. Temizlik; becerik
kitlemek, [ki(li)t-le-mek > kit-le-mek] gçl. f. [-r] [- lilik. [DS]
l(i)-yor] -*■ kilitlemek, kivi, [İng. kiwi] is. zool. 1. Yeni Zelanda orm anla
kitlenme, [ki(li)t-le-n-me > kit-le-n-me] is. -*■ kilit rında yaşayan, kanatsız sayılabilecek biçimde, es
lenme. m er kaba tüylü, uzun ve eğri gagalı, tavuk iriliğin
kitlenmek, [ki(li)t-le-n-mek > kit-le-n-mek] ed il.f. [- de, uçamayan üç kuş türünün ortak adı, (Apteryx).
ir] -*■ kilitlenmek. 2. bot. Eskiden chinaberry (Çin meyvesi) denilen,
kitleşm ek1, [kit-le-ş-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] Alış Çin kökenli, tırmanıcı ve sarmaşık bir bitkinin yu
mak; dadanmak; üzerine düşmek. [DS] murta büyüklüğünde tüylü, lezzetli ve vitamince
kitleşmek2, [kit-le-ş-mek] {ağız} işteş, f. [-ir] Yapış zengin meyvesi, (Actinidia sinensis).
mak; sıkışmak; iyice bitişmek. [DS] kivigiller, [kivi-gil-ler] is. zool. Yeni Zelanda’da
kitletme, [ki(li)t-le-t-me > kit-le-t-me] is. -*■ kilitlet yaşayan üç kivi türünü içeren, uçamayan kuşlar
me. familyası, (Apterygidae).
kitletmek, [ki(li)t-le-t-mek > kit-le-t-mek] gçl. f. [- kiviler, [kivi-ler] is. zool. Yeni Zelanda’da yaşayan,
ir] -*■ kilitletmek, çok kısa kanatlı uçam ayan kuşlar takımı, (Aptery-
kitleyik, -ği [kit-le-y-ik] {ağız} is. Killi sarımtırak ges).
toprak. [DS] kivir, [kiv (yans.) > kiv-ir] ün. Gevreklik, kırılma
kitli, [ki(li)t-li > kit-li] sf. ■* kilitli, bildiren yansımalı gövde. S kivir kivir, {ağız}
kitlik, -ği [kit-lik] {ağız} is. Küçük sabun parçası. (Ezmek ve kırm ak için) kolaylıkla ve çıtırtılı sesler
[DS] çıkararak. [DS]
kitman, [Ar. ketm > kitmân OU^f] (kitma:n) {OsT} is. kiviz, [Soğ. kiwij] {eT} is. Yaygı; halı, kilim gibi şey
ler. [DLT]
Bildiği gerçeği söylememe, saklama. 0 kitmân-ı
esrar, {OsT} Sırları saklama. kivra, [Erm. k ’awor [EREN] => kirve] {ağız} is. Dost;
kitm ek1, [ket-mek] {eT} g çsz.f. 1. Gitmek; çekilmek; arkadaş. [DS]
zail olmak. [DLT] [EUTS] [ETY] [KB] [OKD] kivre, [Erm. k ’awor [EREN] => kirve] {ağız} is. 1.
[Yüknekî] [Gabain] 2. mecaz. Ölmek. [ETY] Sevgi; dostluk. 2. Kirve. 3. Sağdıç. [DS]
kitmek2, [ked-mek / kit-mek] {eT} gçl. f. -*■ kedmek. kivrik, -ği [kiv(i)r-ik] {ağız} sf. Çapkın; kopuk; kül
[Yüknekî] hanbeyi. [DS]
kitmen, [? kit-men] {eT} is. Bel (tarım aracı). [EUTS] kivrizlem ek, [kiv(i)r-iz-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-
kitm ir1, [kit-mir] {ağız} is. 1. Kir. 2. Çok kirli kişi. (i)-yor] Tavşanı köpeğe göstererek tutması için
[DS] işaret etmek. [DS]
kitm ir2, [kit-mir / kıt-mır] {ağız} sf. Cimri; pinti. [DS] kivse, [? kivse] {ağız} is. Aptal. [DS]
kitpevül, [Moğ. kebtem ek (yatmak) > kebtegül / kivürmek, [kir-mek > kir-gür-mek] {eT} gçl. f. [-ür]
kitpevül] {eT} is. Gece muhafızı; nöbetçi kıtası; -*■ kirgürmek.
kütüvel. [Nevâyî] kivzine, [kiv-(i)z-i-n-e] {ağız} zf. (Söz söylemek için)
kitre, [kitre o is. 1. Kevenden çıkarılan, eczacılık aksine. [DS]
ta iç sürdürücü olarak, kozmetik üretiminde ve kiya, [Far. kedhüda => kâhya > kiyâ] (kiya:) {ağız}
tekstilde apreleme işlerinde kullanılan bir tür zamk; is. 1. K öy kâhyası. 2. Muhtar. 3. K öy bekçisi. [DS]
keven kökü zamkı. {eAT} (aynı). 2. {ağız} Zamk. kiyan, [Far. kiyân Cits'] (kiya:n) {OsT} is. 1. Yıldız. 2.
[DS] 3. {ağız} Kola. [DS] Merkez.
kitret, [? kitret] {ağız} is. Kin. [DS] 6> kitret gütmek,
kiyani, [Far. kiyân! ^ b S -] (kiya:ni:) {OsT} sf. fel. Ev
{ağız} Kin beslemek. [DS]|| kitret kovmak, {ağız}
K in beslemek. [DS] ren doğumsal; kozmogonik,
kitti, [kit-ti] {ağız} is. Leblebi. [DS] kiyaniyat, [Far. kiyâni + Ar. -yyât => kiyâniyyât
kittik, -ği [kit] {ağız} is. Yağsız yoğurt. [DS] oLiUS-] {OsT} is. Evrenin doğuşu, yaratılışı ile ilgili
kitürmek, [ket-mek > ket-er-mek / ket-ür-mek] {eT} yazılanlar ve ileri sürülen görüşler; kozmogoni;
gçl. f. [-ür] Getirmek. [Yüknekî] evren doğumu.
kivan, [Soğd. kewân] {eT} is. Satürn gezegeni.
[EUTS] [ETY] f? kivan j-mnu, {eT} Cumartesi. [E- kiyanus, [Yun. kyanus =>OsT. kiyânüs {OsT}
UTS] is. kim. Doğada serbest bulunm amasına rağmen
ı r a r u M fs s M . 2695 KLA
birçok maddenin birleşimine giren karbon ve azot kizetmek, [kiz-e-t-mek] {ağız} gçl. fi [-(d)-er] D eri
tan oluşan gaz; siyanojen; siyanür. S1 kiyânfls-i nin kıllarını ateşe tutarak yakmak. [DS]
hadîd, {OsT} D em ir siyanür. kizik, [kez-mek > kiz-ik] {eT} is. Gezi; seyahat.
kiyaset, [Ar. kiyaset e —US'] (kiya:set) {OsT} is. A kıl [EUTS]
lılık; anlayışlılık; uyanıklık; zeyreklik, kizikmek, [kiz-ik-mek] {ağız} gçsz. fi [-ir] 1. Çekin
mek.; sakınmak. 2. Bir şeyden soğumak. [DS]
kiyasetti, [kiyaset-li] (kiya:setli) sf. Akıllı; anlayışlı,
kiyasetsiz, [kiyaset-siz] (kiya:setsiz) sf. Akılsız; an kiziktirmek, [kiz-ik-tir-mek] {ağız} gçl. f i [-ir] K en
layışsız; budala. dinden usandırmak; bıktırmak. [DS]
-kiye, [-kıya / -kiye / -kına / -kine] {eT} yap. e. 1. kizir1, [Far. gizır] {ağız} is. 1. K öy bekçisi; köy kâh
Küçültm e eki. [EUTS] 2. Pekiştirme bildirir; -kına, - yası. 2. Muhtar. 3. Vergi toplayan memur. 4. Çı-
gına biçiminde de söylenir. [EUTS] ğırtmaç; tellal. [DS]
kiyesi, [eT. ked-m ek > kiy-e-si / giysi] {ağız} is. İç kizir2, [kiz-ir] {ağız} sf. 1. Cüce; bodur; boysuz. 2.
Zayıf; iyi gelişmemiş; küçük. [DS]
çamaşırı. [DS]
kizir3, [kiz-ir] {ağız} is. A ra bozucu kimse. [DS]
kiyesilik, -ği [kiyesi-lik] {ağız} is. Çamaşırlık. [DS]
kizkil, [kiz-kil ?] {eT} sf. Kızıl. [Gabain]
kiyik, [key-ik / giy-ik/ kedik] (keyik) {eT} {ağız} is. 1.
kizlegüliik, [kiz-le-mek > kiz-le-gü-lük] {eT} sf. Sak
-* keyik. [ETY] [EUTS] [Gabain] [Nevâyî] [DS] 2.
lanan; gizlenen. [EUTS]
{ağız} sf. Yabanî. [DS]
kizlemek, [kiz (kasa; m isk kutusu) > kiz-le-mek]
kiyikçi, [key-ik / keyik-çî] (kiyikçi:) {eT} is. -► ke-
(kizle:mek) {eT} g ç l.f. [-r] 1. Gizlemek; saklamak.
yikçi. [Nevâyî]
[DLT] [EUTS] [KB] [Gabain] [İKPÖy.] [Yüknekî] 2.
kiyim, [kiy-im] {eT} sf. Uyuşuk. [DLT] S k iy im ke
Gizli tutmak. [İKPÖy.] 3. Kapatmak. [İKPÖy.]
sim olmak, {ağız} Tutumlu olmak. [DS]|| kiyim ki
kizlençtt, [kiz-le-mek > kiz-le-n-çü] {eT} sfi Gizli.
yim , Uyuşukluk; ne çalışm ak ne de işi büsbütün
[DLT]
bırakmak; gaflet; elevaylık. [DLT]
kizlenmek, [kiz-le-mek > kiz-le-n-mek] {eT} dönşl. fi.
kiyir, [kiy (yans.) > kiy-ir] ün. Gevreklik, kırılma
[-ür] Gizlenmek; saklanmak. Saklar görünmek;
bildiren yansımalı gövde. S kiyir kiyir, {ağız}
kendi kendine saklamak. [DLT]
(Ezmek ve kırm ak için) kolaylıkla ve çıtırtılı sesler
kizleşmek, [kiz-le-mek > kiz-le-ş-mek] {eT} işteş, fi
çıkararak. [DS]
[-ür] Birbirini gizlemek, saklamak. [DLT]
kiyiz, [eT. kidiz] {ağız} is. Keçe. [DS]
kizletmek, [kiz-le-mek > kiz-le-t-mek] {eT} gçl. fi
kiymek, [ked-mek / kiy-mek] {eT} gçl. f. [-ür] -* Gizletmek; saklatmak. [DLT]
kedmek. [Yüknekî] kizm ek1, [kiz-mek] {ağız} g ç sz.f. [-er] Korkarak çe
kiysi, [ked-mek > kiy-e-si] {ağız} is. Elbise; çamaşır; kilmek; yılmak. [DS]
giyecek. S kiyesi yum ak, {ağız} Çamaşır yıkamak. kizm ek2, [kiz-mek] {ağız} gçsz. fi. [-er] 1. Büyüklen
[DS] mek; kibirlenmek. 2. Öfkelenmek; kin tutmak. [DS]
kiytermek, [kiyt-er-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir] Soğuk klakson, [Fr. klaxon (bir Amerikan firm ası ve üretti
tan titremek. [DS] ğ i otom obil düdüğünün markası)] (Ulâ ’kson) is. 1.
kiytik, -ği [kıy-mak > kiy-(i)t-ik] {ağız} is. Odun ve M otorlu taşıt, bisiklet vb. araçlarda sesli uyanda
çıra kırıntıları. [DS] bulunm ak amacıyla içinden hava geçirilerek y a da
kiz1, [kidiz] {eT} is. -*• kidiz. elektrik akımıyla çalman düdük; havalı koma; kor
kiz2, [kiz] {eT} is. 1. Kasa. [İKPÖy.] 2. M isk kutusu. na. 2. Bu aletten çıkan ses. S klakson çalmak,
[DLT] [İKPÖy.] 3. Kap. [EUTS] [Gabain] 4. Taht; kür Uyarmak amacıyla aracın klaksonundan ses çı
sü; sandık. [DLT] 5. Sır; giz. kartmak; korna çalmak.
kizb, -bi [Ar. kizb i-j-İT] {OsT} is. 1. Y alan söyleme; klan, [İri. clann > İng. elan / Fr. elan] (klân) is. sosy.
1. Kabile kuruluşunda, ortak bir atadan gelen, ara
kandırma; aldatma. 2. Yalan,
larında kan bağı bulunan, çoğunlukla belli bir to
kizbî, [Ar. kizb > kizbî y i S ] (kizbi:) {OsT} sf. Yalan; tem e bağlı, dışarıdan evlenme esasına dayalı aile
hatalı; asılsız; esassız, birim lerinin oluşturduğu topluluk. 2. Birkaç aileden
kizbiyat, [Ar. kizbiyyât olo iS '] (kizbiya:t) {OsT} is. m eydana gelen İrlanda veya İskoç toplumsal biri
Yalanlar; aldatmalar; kandırmalar, mi.
kizelemek, [kiz-e-le-mek] {ağız} gçsz. f i [-r] [-l(i)- klapa, [Al. klappe] (klâpa) is. terz. Alt yakanın aşağı
yor] M ızıkçılık etmek. [DS] doğru inen devrik kısmı. 0 klapa işçisi, Ceket y a
kizermek, [kiz-er-mek] {eT} gçsz. f i 1. Şiddetli açlık kalarını, dik veya dökümlü durm alarım sağlamak
hissetmek. 2. (Dudaklar için) çatlamak. 3. Cimrilik üzere vatka veya telaya ince dikişlerle tutturan işçi.
etmek. [Nevâyî] klape, [Fr. elapet] (Klâpe) is. mek. İçinden akışkan
KLA rnmwmsözlük • 2696
geçen boru, pom pa vb. yerlerde açılarak akışkanın abartıdan uzak olarak oran ve düzenlemelerin den
tek yönlü geçişini sağlayan supap, geli, tutarlı olmasını ve biçimlerdeki uyumunu esas
klarnet, [İt. clarus (bağırmak) > clarinetto > Fr. cla- alan sanat eğilimi; klasisizm.
rinete] (klarnet) is. müz. 1. Abanoz ağacından ya klasikleşme, [klâsik-le-ş-me] (klâsikleşm e) is. Kla
pılma, silindir biçimli, basit dilli, en güç ezgileri en sik durum una gelme,
hızlı biçimde çıkarabilen üflemeli bir çalgı. 2. klasikleşmek, [klâsik-le-ş-mek] (klâsikleşm ek) gçsz.
K larnet çalan; klarnetçi, f. [-ir] 1. Klasik durum una gelmek. 2. (Sanatçı ve
klarnetçi, [klâmet-çi] (klârnetçi) is. müz. Klarnet ça ya eser için) geçen zaman içinde değerini kaybet
lan müzikçi. m eyerek klasik bir değer kazanmak. 3. Bir yenilik
klas, [Lat. classis > Fr. classe] (klâs) is. 1. Aynı sos ve değişiklik göstermeyerek hep aynı özellikte kal
yal tabakadan olan kişilerin meydana getirdiği top mak; alışılmış durumda kalmak; basmakalıp hâle
luluk; sınıf. 2. sf. mecaz. Üstün nitelikli; üstün ye gelmek.
tenekli; usta; as; birinci derecede olan, klasiklik, -ği [klâsik-lik] (klâsiklik) is. Klasik olma
klasik, -ği [Lat. classicus (birinci sınıf) > Fr. clas- durumu.
sique] (klâsik) sf. 1. Eski Yunan ve Roma çağma klasisizm, [Fr. classicisme] (klasisizm ) is. 1. On ye
ait dil ve sanat ürünlerine ait. 2. On yedi ve on se dinci yüz yıl Fransız yazarlarının edebiyat öğretisi.
kizinci yüzyıllar arasında yaşamış Fransız yazar, 2. Ölçülü olm a düşüncesi, dengeli ve sağlam kalma
şair, müzisyen ve güzel sanatları ile ilgili olan. 3. zevki, biçim ler arasında uyum kaygısı, anlatımda
(Sanat eseri için) eski Yunan ve Roma dönemi es edep dışına çıkmama terbiyesi gibi belirgin nitelik
tetiğinden etkilenerek meydana getirilmiş olan. 4. ler taşıyan sanat eğilimi; klasikçilik,
Eski Yunan ve Roma dil ve edebiyatını temel alan. klasman, [Fr. classement] (klâsm an) is. Sınıflama;
5. Kurallara ve ideale uygun olan; köklü bir gele sınıflandırma; tasnif. S klasmana girmek, spor.
neğe dayalı olan; geleneksel. 6. Kökleşmiş törelere, (Sporcu veya takım için) önceden belirlenmiş bara
alışılagelen biçim ve kullanımlara, geleneğin oluş j ı aşarak dereceye girm ek; dereceye girm ek.||
turduğu zevke uygun olan. 7. (Eser veya yazar için) klasman grubu, spor. Elem eli sistemde üst kümeye
bir ülkenin ortak kültürünü oluşturan; üzerinden giremeyen takımların y e r aldığı grup; alt küme.
uzun zaman geçmiş olmasına rağmen değerini yi klasör, [Fr. classeur] (k'lâsör) is. İçine evrak vb.
tirmeyen; genel kültürde yer almaya layık görülen; kâğıtların belli bir sıra ile yerleştirildiği kaim kar
türünde m odel ve örnek olarak alınabilen; okullar tondan yapılma, metal veya plastik kıskaçlı büyük
da okutulabilecek nitelikte olan. 8. Tekrarlanmak dosya veya dolap; musannif; cilbent; sıralaç,
tan dolayı etkisini kaybederek insanı şaşırtmayan; klavsen, [Lat. clavis + cymbalum > Fr. clavecin]
alışılagelen; alışılmış. 9. dbl. (Dil için) okullarda (klâvsen) is. On altıncı ve on sekizinci yüzyıllar
öğretime temel olan biçimi. 10. is. Eski Latin, Y u arasında A vrupa’da önemli ölçüde kullanılmış olan
nan ve Fransız klasik dönemine ait yazar veya eser. telli ve klavyeli bir çalgı,
11. Eski Yunan, Latin devri ve romantiklere karşıt
klavsenci, [klâvsen-ci] (klâvsenci) is. Klavsen çalan
olarak on yedinci yüzyıl Fransız yazarı. 12. Klasik
kimse.
doktrin taraftarı kimse. 13. Kendi türünde üstünlük
klavye, [Fr. clavier (anahtar takımı)] (klâvye) is. 1.
sağlayarak kazandığı ün dolayısıyla okunması, in
(Piyano, org vb. çalgılarda) parm aklarla hareket
celenmesi, dinlenmesi gereken yazar veya müzikçi;
ettirilen ve tuş adı verilen düğmelere bağlı kaldıraç
bu kişilerin eserleri. 14. eğ. Latincenin önemli bir
ile tellere vurarak ses çıkarmaya yarayan düzenek.
yer tuttuğu dönem. 15. zf. Geleneksele bağlı olarak.
2. Yazı ve hesap makinesi ile bilgisayarlarda par
fi> klasik okul, eko. On yedinci yüzyılın sonları ile
m aklarla tuşlarına basılarak istenilen harf, rakam
on sekizinci yüzyılın ilk yarısında eserleri yayım
ve diğer işaretlerin yazılmasını ve komut verilme
lanmış olan ve iktisadı bir bilim dalı hâline getir
sini sağlayan belirli bir düzene göre yerleştirilmiş
miş olan, özel çıkarlarla genel çıkarların bir arada
tabla. 3. (Dil adlarından sonra) o dilin özelliklerine
ve birlikte var olduğunu, iş bölümünün üretimi
göre en kolay yazılabilecek biçim de ve o dilin h arf
olumlu yönde etkilediğini, tam rekabetin özel çıkar
ve işaretlerini bütünüyle kapsayan yazı makinesi
ların uyumunu ve dengesini sağladığını savunan
klavyesi.
İngiliz ve Fransız ekonomi bilginleri,|| klasik son
klavyeli, [klâvye-li] (k'lâvyeli) sf. 1. Klavyesi bulu
rası, K lasik dönemden sonra gelmekle beraber bu
nan. 2. (Dil adlarından sonra) o dilin özelliğine gö
dönemden türemiş olan.
re belirlenmiş klavyeye sahip olan,
klasikçilik, [klâsik-çi-lik] (klâsikçilik) is. 1. On
kie, [Fr. clef / ele (anahtar)] (kie) is. spor. Güreşte
yedinci yüzyılda 14. Louis döneminde Fransız ya
kolu rakibin koltuğu altından geçirdikten sonra elle
zarlarının eserlerinde görülen eğilim ve kuramların
enseden başını mindere doğru bastırma biçimindeki
tüm ü; klasisizm. 2. Bu öğretiyi esas alan edebiyat
oyun.
ve sanat eserlerinin tümü; klasisizm. 3. Gösteriş ve
» m a s u . 2*7 KLİ
klemantin, [Fr. elementine (Pere elem entin ‘Ceza ekol. Belli bir doğal ortamın belirgin özelliği olarak
yirli Fransız botanikçisi’) (kflemantin) is. bot. 1. toprak bitki bütünleşmesinin verdiği ideal denge
Sedef otugillerden, 19. yy. sonlarında Cezayir’de durumu.
turunç ve mandalinanın çaprazlamasıyla elde edi klimatizasyon, [Fr. elimatisation] (klim atizasyon) is.
len bir meyve ağacı, (Citrus elementinia). 2. Bu İklimleme.
ağacın m andalinaya benzer, tatlı ve kokulu m eyve klimatolog, -ğu [Fr. elimatologue] (klim atolog) is.
si. İklim bilimci.
klemens, [Al. klemens] (klem ens) is. elkt. Elektrik klimatoloji, [Fr. elimatologie] (klim atoloji) is. İklim
hatlarından ayrı hat çekerken bu hatları birbirine bilimi.
bağlamaya yarayan vida veya cıvata ile sıkılan par klinik, -ği [Yun. klinikos (yatakla ilgili) > Fr. cli-
ça. nique] (klinik) is. 1. Ayakta hasta muayene ve te
kleps, [Aim. klaps] (kleps) is. oy. Bilardoda, vuruş davi eden, gerekli sıhhî ve fennî şartları taşıyan
yaptıktan sonra topun geriye doğru gelmesini sağ kuruluş; hastanın tedavi edildiği kurum. 2. Tıp öğ
layan 45° lik isteka vuruşu, rencilerinin hasta başında ve profesörler gözeti
kleptoman, [Yun. kleptes (hırsız) > Fr. kleptomane] minde eğitim görmelerini sağlayan bölüm. 3. sf.
(kleptom an) is. Çalm a hastalığına tutulm uş kimse, Kitaptan veya teorik olarak değil de bizzat hastanın
kleptomani, [Fr. kleptomanie] (kleptom ani) is. Bazı yatağının yanında ve üzerinde yapılan. 4. (Hastalık
kişilerin kendilerine ait olm ayan bir şeyi gizlice ele belirtisi için) muayene sonucu vücutta görülen, ö
geçirme konusunda duydukları dayanılmaz istek ve klinik belirtiler, tıp. Hekimin biyolojik verilere
ele geçirdikten sonra da bir rahatlam a biçiminde dayanarak değil de doğrudan duyuları yardımıyla
ortaya çıkan psikolojik rahatsızlık; çalm a hastalığı, algıladığı belirtiler.\\ klinik metot, psikol. Deneyci
tarafından bilinen durumlar karşısında bırakılan
klerikalizm, [Lat. clericus (din adamı) / Yun.
deneğin doğrudan doğruya gözlenmesine dayanan
klerikös (adanmış) > Fr. clericalisme] (klerikalizm )
teknik. || klinik öncesi, Herhangi bir klinik belirti
is. Dinin ve dinî kurum lann toplum yaşam ının bü
nin ortaya çıkmadığı hastalık devresi.\\ klinik psi
tün kesimlerinde güçlü bir yeri olmasını amaçlayan
koloji, Kişiliğin derinliğine ve tek başına araştı
toplumsal ve ekonomik akım; din erkçilik,
rılmasını esas alan psikoloji dalı.|| klinik sınavı,
klik, -ği [Fr. cliquer (gürültü yapm ak) > clique]
Tıp öğrenimi sonunda hasta başında teşhis ve te
(klik) is. 1. sosy. Bir toplum içinde düşünce, inanç
daviyi belirlemek suretiyle verilen sınav. || klinik
vb. yönlerden ayrılıkçı davranarak toplumun büyük
şefi, K linik servislerinde stajyer doktorlara eğitim
kısmıyla çatışma durum undaki alt topluluk; hizip.
yaptırm akla görevli hekim .|| klinik vak ’a, 1. Tıbbî
2. Düzen kurm ak ve başkalarına zarar verm ek am a
yardıma, tedaviye ihtiyacı olan kimse; hasta. 2.
cıyla bir araya gelmiş bulunan kişiler topluluğu,
A kla ve mantığa sığmayan davranışları olan kişi;
klikçi, [klik-çi] (klikçi) sf. K lik oluşturan; oluşmuş garip adam.
bir klik içinde yer alan, klinker, [İng. clinker] (klinker) is. 1. Çoğunlukla ta
klikçilik, -ği [klik-çi-lik] (klikçilik) is. 1. Klikçi olma ban döşemesinde kullanılan camlaşmış kiremit. 2.
durumu; klikçinin yaptığı iş ve eylem. 2. Örgütlü Çimento üretiminde fınndan öğütülmeden çıkarılan
bir topluluk içinde bütünlüğü bozacak nitelikte ve pişirme ürünü. 3. İçinde maden artıklarının kül ve
örgüte aykırı biçimde bir iç örgüt kurma; hizipçilik, ya köpük hâlinde bulunduğu asfalt karışımı.
klikleşme, [klik-le-ş-me] (klikleşm e) is. Örgütlü bir klinometre, [Fr. elinometre] (klinom etre) is. B ir yü
topluluk içinde bütünlüğü bozacak ve örgüte aykırı zeyin, yolun vb. yatay bir düzleme göre eğim açı
biçimde bir iç örgüt kurma; hizipçilik yapma; hi sını ölçmeye yarar alet; eğimölçer.
zipleşme. klip, -bi [İng. clip (kırpma)] (klip) is. 1. Sinema
klikleşmek, [klik-le-ş-mek] (klikleşm ek) dönşl. f. [- filmlerinden kesilmiş kısımlar; görüm. 2. Televiz
ir] Örgütlü bir topluluk içinde bütünlüğü bozacak yon ekranlarından sunulan müzikler için arka ze
ve örgüte aykırı biçim de bir iç örgüt kurmak; hi m in olarak hazırlanmış görüntüler; görüntüleme;
zipçilik etmek; hizipleşmek, görümsetme.
klima, [Fr. elimat] (klim a) is. Ev, iş yeri, fabrika gibi klips, [İng. elips (tutturucu)\ (klips) is. 1. Bir küpe,
sınırlı hacimde bir mekânın sıcaklığını, hava akı takı veya broşu tutturmaya yarayan yaylı çengel. 2.
mını, nem oranını dışarıdaki hava şartlarından ba Bu tür takı.
ğımsız olarak düzenleyen elektrikli cihaz; klim a klişe, [Fr. cliche] (klişe) is. 1. Baskıda kullanılmak
aygıtı; iklimleme aygıtı. S klima mühendisliği, üzere üzerine kabartma resim veya yazı kopya
Kapalı alanları ısıtma, havalandırma ve nemlen edilmiş levha. 2. sf. Kalıplaşmış; basmakalıp.
dirme gibi işlere ait tekniklerin tümü. klişeci, [klişe-ci] (klişeci) is. Klişe hazırlayan usta.
klimaks, [Yun. klimaks] (klim aks) is. 1. biy. Bitki klişecilik, -ği [klişe-ci-lik] (klişecilik) is. Klişe yap
oluşumu aşam alarının en son gelişim evresi. 2. m a işi ve sanatı.
KLİ ÖIÜMIÜMtSÖM • 2698
klişehane, [Fr. cliche + Far. hane] (klişeha:ne) is. klorlu, [klor-lu] (klorlu, l ince) sf. İçinde veya birle
Baskı kalıplarının hazırlandığı atölye, şiminde klor bulunan,
klişeleşme, [klişe-le-ş-me] (klişeleşm e) is. Kalıplaş klorofil, [Yun khloros (yeşil) + phyllon (yaprak) >
ma; basm a kalıp durum alma, Fr. chlorophylle) (klorofil, birinci l ince) is. biy.
klişeleşmek, [klişe-le-ş-mek] (klişeleşm ek) dönşl. fi Bitkilerin körpe sap ve yapraklarında bulunan, gü
[-ir] Kalıplaşmak; basm a kalıp durum almak, neş ışığını soğurarak, bitkinin karbon özümlemesi
klitoris, [Yun. kleitoris (tepecik) > Fr. clitoris] (kli ni sağlayan ve onlara yeşil rengi veren tanecikler,
toris) is. anat. Kadın cinsel organının üst tarafında kloroflüorokarbon, [Fr. chlorofluorocarbone] (klo-
bulunan küçük çıkıntı; bızır, roflüorokarbon, birinci l ince) is. kim. Bazı aero-
klor, [Yun. khloros (sarı-yeşil) > Fr. chlore] (k lo r l sollerde, yalıtkanlarda ve soğutucularda kullanılan,
ince ) is. kim. N orm al sıcaklıkta gaz hâlinde bulu ancak açığa çıkması ile atmosferin üst tabakasın
nan, atom numarası 17, atom ağırlığı 35,46 ve yo daki ozonu parçalayarak zararlı güneş ışınlarının
ğunluğu 2,5 gr/cm3 olan, yeşil sarı renkte, keskin dünyaya ulaşm asına sebep olan bir gaz.
ve pis kokulu, zehirli bir element; sembolü: Cİ ® kloroform, [Fr. chloroforme] (kloroform , l ince) is.
klor ölçümü, B ir çözeltide bulunan etkin klor mik tıp. kim. Alkol üzerine klorun etkimesi ile elde edi
tarını belirleme işlemi; klorometri. len, eskiden genel anestezide kullanılan, eter koku
klorhidrat, [Fr. chlorhydrate] (klorhidrat, l ince) is. sunda renksiz bir sıvı, CHCİ.
kim. Azotlu organik bir baz ile hidroklorik asitten klorom etre, [Fr. chlorometre] (k lo ro m e ’tre, l ince)
türeyen tuz; hidroklorür; hidrojen klorür. is. Bir çözeltide bulunan etkin klor miktarını belir
klorhidrik, -ği [Fr. chlorhydrique] (klorhidrik, l leyen alet; klorölçer.
ince) sf. kim. K lorla hidrojenin birleşmesinden klorom etri, [Fr. chlorometrie] (klorom etri, l ince) is.
meydana gelmiş olan. 0 klorhidrik asit, Hidrojen Bir çözeltide bulunan etkin klor miktarını belirleme
ve klorun birleşmesiyle meydana gelm iş olan asit; işlemi; klor ölçümü,
hidroklorik asit, HCl. kloropikrin, [Fr. chloropicrine] (klo ro p ib in , l ince)
klorik, -ği [Fr. chlorique] (klorik, l ince) sf. kim. is. kim. as. Formülü CCI3NO2 olan, böcek öldürücü
K lor ve oksijen birleşiminden meydana gelmiş o- ve savaş gazı olarak kullanılan kloroform un azotlu
lan. 0 klorik asit, Klor, oksijen ve hidrojenin bir türevi; trikloronitrometan; nitrokloroform.
leşimi ile m eydana gelm iş olan asit, HClO} kloroplast, [Fr. chloroplaste] (kloroplâst, l ’ler ince)
klorlama, [klor-la-ma] (klorlama, l ince) is. 1. Klor is. biy. Yeşil bitkilerde klorofil moleküllerinden
la işlemden geçirme. 2. Suyu çok düşük oranda m eydana gelen ve fotosentezi sağlayan karmaşık
klor ekleyerek tem izleme işlemi. 3. Organik bir yapılı organit; klorolösit; klorofil taneciği
m olekülde hidrojen atomunun yerine klor atomunu kloroz, [Fr. chlorose] (kloroz, I ince) is. tıp. 1. Genç
geçirm ek için uygulanan kimyasal işlem. 4. Bir kızlarda görülen bir tür kansızlık. 2. bot. Fazla
dokuma ürününü beyazlatmak amacıyla ldor gaz nem lilik veya kök asalakları gibi sebeplerle bitki
veya sıvı çözeltisi etkisinde bırakma işlemi. 5. Sa lerde yaprak sararması biçiminde görülen hastalık,
vaşta insan ve hayvanlan zehirleyerek öldürmek klorölçer, [klor+ölç-er] (klorölçer, l ince) is. Bir
amacıyla klor püskürtme, çözeltide bulunan etkin klor miktarını belirleyen
klorlamak, [klor-la-mak] (klorlamak, l ince) gçl. f. alet; klorometre.
f-r] [~l(u)-yor] 1. Klorla işlemden geçirmek. 2. Su klorstrom ani, [Fr. claustromanie] (klostro ’mani, l
yu mikroplardan arındırmak veya am onyak gibi ince) is. tıp. psikol. Bazı akıl hastalannın kendileri
bazı yabancı maddelerden temizlemek amacıyla ni çeşitli sebeplerle bir yere kapamaları, inzivaya
çok düşük oranda klor eklemek. 3. Organik bir mo çekilmeleri veya saklanmaları şeklinde kendini
lekülde hidrojen atomunun yerine klor atomunu gösteren anormal davranış,
geçirmek. 4. Bir dokuma ürününü beyazlatmak klorür, [Fr. chlorure] (klorür, l ince) is. kim. Klorun
amacıyla klor gaz veya sıvı çözeltisi etkisinde bı oksijen ve flüor dışındaki elem ent veya bileşiklerle
rakmak. 5. Savaşta insan ve hayvanları zehirleye m eydana getirdiği tuzlara verilen isim,
rek öldürmek amacıyla klor gazı püskürtmek, klorürleme, [klorür-le-me] (k'lorürleme, l ince) is.
klorlanma, [klor-la-n-ma] (klorlanma, l ince) is. 1. kim. Bir bileşiğe klorür veya klor bileşiklerinden
Klorlama işlemine tabi tutulma. 2. Klor etkisinde birini katm a işlemi
kalma. 3. K lor edinme, klor sahibi olma. 4. Klorlu klorürlemek, [klorür-le -me] (klorürlemek, l ince)
hâle gelme; klor bulaşma, is. kim. Bir bileşiğe klorür veya klor bileşiklerinden
klorlanmak, [klor-la-n-mak] (klorlanm ak, l ince) birini katmak,
edil. f. [-ır] 1. Klorlama işlemine tabi tutulmak. 2. klorürlendirm e, [klorür-le-n-dir-me] (kİorürlendir-
K lor etkisinde bırakılmak. 3. dönşl. fi K lor edin me, l ince) is. kim. K lorla birleştirme; klorüre dö
mek; klor sahibi olmak; klor bulaşmak. nüştürme.
Ö İM IK S İM • 2699 KOB
klorfirlendirmek, [klorür-le-n-dir-mek] (klorürlen- koalisyon, [Lat. coalescere (birilket büyümek) > İng.
dirmek, l ince) is. kim. K lorla birleştirmek; klorüre / Fr. coalition] is. 1. Birbirine karşı topluca hareket
dönüştürmek, etm ek için birleşen parti veya devletlerin meydana
klorürlenme, [klorür-le-n-me] (klorürlenm e l ince) getirdiği birlik. 2. Çoğunluğu sağlamak amacıyla
is. kim. Klorüre dönüştürme işlemine uğratılma, çeşitli partiler arasında meydana getirilen anlaşma.
klorürlenmek, [klorür-le-n-mek] (klorürlenm ek, l S koalisyon hükümeti, B ir partinin tek başına
ince) is. kim. K lorüre dönüştürme işlemi uygulan çoğunluğu sağlayamaması durumunda birden çok
mak. partinin katılımıyla kurulan ortak hükümet.
klorürleştirme, [klorür-le-ş-tir-me] (kloriirleştir- koaptör, [Fr. coapteur] is. Kırılmış kemiğin parçaları
mek, l ince) is. kim. Bir organik molekülde hidrok yerli yerine konduktan sonra bunların aynı durum
sil (OH) grubu yerine klorür (Cİ) getirme işlemi; da kalmasını sağlayan araç,
klorürle birleştirme; klorüre dönüştürme, kob, [köb / kop] (ko:b) {eT) is. Sevinme. [DLT]
klorürleştirmek, [klorür-le-ş-tir-mek] (klorürleştir- koba, [? koba] {ağız} is. 1. Baca. 2. Mağara. [DS]
mek, l ince) gçl. fi [-ir] kim. B ir organik molekülde kobacık, -ğı [koba-cık] {ağız} is. Çalıkuşu. [DS]
hidroksil (OH) grubu yerine klorür (Cİ) getirmek; kobak1, -ğı [Slav, ökomak [Tietze]] {ağız} is. 1. M eşe
klorürle birleştirmek; klorüre dönüştürmek, ağacı meyvesi; palamut. 2. Karaçalı yemişi. 3. K o
klorürsüzleştirme, [klorür-süz-le-ş-tir-me] (klorür- zalak. 4. Haşhaş kozalağı. 5. M ısır koçanı. 6. Taze
süzleştirme, l ince) is. tıp. Organizmayı, fazla bulu mısır. 7. Ham incir. [DS]
nan ve ödemlere sebep olan sodyum dan arındırma kobak2, -ğı [kob-a-k] {ağız} is. 1. Başta çıkan ur. 2.
metodu ve işlemi, Balık ağlarında kullanılan mantar. 3. Topaç. 4. Y ü
klostrofobi, [Fr. claustrophobie] (klo stro fo b i, l zük oyununda kullanılan huni biçimindeki teneke
ince) is. tıp. psikol. D ar ve kapalı yerlerde duyulan ler. [DS]
korku ve kaygı; kapalı yer korkusu, kobak3, -ğı [kob-a-k] {ağız} is. Otuz kiloluk tahıl
kloş, [Fr. cloche (çan)] (kloş, l ince) sf. (Etek için) ölçeği. [DS]
alt tarafı çan gibi genişleyen,
kobal, [kob-a-1] {ağız} is. 1. Büyük değnek; sırık. 2.
kloz, [Lat. claudere (kapama) > clausula (cümlenin Bir başı kalın ve yuvarlak sopa. 3. Çamaşır tokacı.
son bölümü) > İng. cluse (alt tümce)] (kloz, l ince) [DS]
is. Sigorta sözleşmesi maddesi, kobalak1, -ğı [kob-al-ak] {ağız} sf. Yuvarlak; topar
klozet, [Lat. clausus (kapalı) > İng. closet (kapalı lak. [DS]
yer)] (klozet, l ince) is. Batı tarzında, üzerine otu kobalak2, -ğı [kob-al-ak] {ağız} is. 1. Palam ut m ey
rularak büyük veya küçük boşaltım işlem inin ger vesi. 2. Kozalak. 3. Haşhaş kozalağı. 4. M ısır ko
çekleştirildiği, kapaklı tuvalet gereci; alafranga tu
çanı. 5. Ham meyve. 6. Etli meyve. [DS]
valet.
kobalt, [Aim. kobalt (efsanevî bir şeytan adı)] is.
kliiz, [Fr. cluse] (klüz) is. coğ. Bir kıvrımı keserek
kim. Yoğunluğu 8,8, atom numarası 27, atom küt
iki yandaki çukurlan birleştiren dar ve boğaz biçi
lesi 58,93 olan sert ve kırılgan, kırmızımsı beyaz
m indeki koyak; kısık; dar boğaz,
metal, sembolü: Co. 0 kobalt bombası, 1. Gövde
km, [kilometre] kısalt. U zunluk ölçüsü birimlerinden si kobalttan veya dolaylı yoldan radyoaktif duruma
bin metre karşılığı olan kilometrenin kısaltması. S geçebilen bir metalden yapılm a termonükleer bom
km2, Alan ölçüsü birimlerinden bir milyon m etre
ba. 2. K anserli tümörlerin tedavisinde kullanılan
karenin kısaltması. || km/saat, H ız birimlerinden
yalnız alfa ve beta ışınları yaym ak üzere hazırlan
saatte kilometrenin kısaltması. mış radyoaktif bomba. || kobalt tedavisi, K obalt
know-how [İng. know (bilmek)+how (nasıl)] (knov-
6 0 ’tan yayılan ışınların kanser tedavisinde kulla
hov) is. 1. Bir işin nasıl yapılm ası gerektiği hak
nılması.
kında bilgi; yöntem bilgisi. 2. ek. B ir şirket veya
koban, [Kazak, koyan / koyon] {ağız} is. Tavşan.
kuruluşun bilgi, üretim veya işletme yöntemlerini
[DS]
satması veya kiralam ası işi; bilgi satma; bilgi kira
kobar, [Bul. gâbır] {ağız} is. M eşe ağacı. [DS]
lama.
kobarlanm ak, [kobar-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
ko, [ko-mak] {ağız} ünl. Bırak; koy! [DS]
Karşı gelmek. [DS]
koala, [Avustralya d. koala] is. zool. Kuskusgiller-
den, A vustralya’da yaşayan, koyu soluk gri, boz kobartm ak1, [kob-ar-t-mak] {ağız} gçl. f i [-ır] Kış
veya sarımsı renkte, yaklaşık 80 cm. boyunda, tık kırtmak; coşturmak. [DS]
naz gövdeli, kuyruksuz, küt burunlu, geniş yüzlü, kobartm ak2, [kob-ar-t-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ır]
kulakları geniş ve tüylü, geceleri ortaya çıkan, ya (Doğurm ak üzere olan inek için) mem esi büyümek.
vaş hareket eden, okaliptüs yaprakları ile beslenen, [DS]
tırmanıcı ağaççıl ve m em eli keseli bir hayvan; ke kobaşık, -ğı [kob-aş-ık] {ağız} is. Ortaklaşa, yardım
seli ayı, (Phascolarctus cinereus). laşarak iş yapma; imece; kubaşık. [DS]
KOB Ö IueiÜ M İC tM • 2701)
kobaşm ak, [kob-aş-mak] {ağız} işteş, f. [-ır] Y ardım kobu, [kob-u] {ağız} is. Engebeli toprak. [DS]
laşarak iş görmek; imeceye katılmak. [DS] kobuk, -ğu [kob-u-k] {ağız} sf. (Kişi için) kolsuz;
kobat, [kob-at / kub-at] {ağız} sf. 1. Kaba; biçimsiz; parmaksız. [DS]
şişman. 2. (Eşya için) Görünüşü biçimsiz; kaba; kobul, [Bul. kı'bıl [Tietze]] {ağız} sf. 1. İçi oyuk veya
kullanışsız. [DS] çukur. 2. Kof. 3. is. Toprak kap. 4. Küp. [DS]
kobay1, [Amer. yer. d. cebiai] is. zool. 1. Güney A- koburga, [kob(u)r-â-mak > kobur-ğâ / kobhurğa]
m erika’da yaşayan, tombul fakat küçük yapılı, boz (koburga:) {eT} is. Baykuş. [EUTS] [Gabain]
ve kahverengi tüylü, kısa bacaklı, ön ayaklarında
kobuz, [kob-mak / kov-m ak > kob-uz / kop-uz
dörder, arka ayaklarında üçer parm ak bulunan, bir
{eT} {eAT} is. 1. -►kopuz. [EUTS] 2. {ağız} Akorde
türü laboratuarlarda deney için kullanılan kemirgen
onun küçüğü bir tür çalgı. [DS]
bir hayvan; Hint domuzu, (Cavia porcellus). 2.
Deneyde kullanılan herhangi bir canlı. 3. mecaz. koca1, [koca] (eTkoca:) {eT} {eAT} {OsT} sf. 1. Yaşlı;
D eney konusu. ihtiyar. [Yüknekî] 2. {eAT} Yaşlı erkek; erkek. [DK]
3. Y aşça büyük olan; yaşlı; ihtiyar. 4. mecaz. Say
kobay2, [Mac. kopö > Bulg. kopoj] {ağız} is. ■* ko
gıdeğer, büyük; ulu. S1 koca ana, {ağız} 1. Nine. 2.
poy. [DS]
B üyük amcanın karısı. [DS]|| koca baba, {ağız} 1.
kobaygiller, [kobay-gil-ler] is. zool. Başlıca türü
B üyük amca. 2. Dede. 3. Yaşlı erkek. [DS]|| koca
kobay olan, Güney A merika’da yaşayan oklu
başı, {OsT} B ir obanın başı; köyün yöneticisi.]] ko
kirpim sigillerden kemiriciler familyası, (Caviidae).
ca bebek, Yaşına göre davranışları gelişmemiş
kobçır, [? kobçır] {eT} is. Bir tür vergi. [EUTS]
çocuk. || koca bılla, {ağız} B ir ailenin en yaşlı kadı
kobdo, [ ? kobdo] is. zool. Anayurdu A sya olan, at nı. [DS]|| koca dölü, {ağız} Sıska çocuk. [DS]|| koca
ile eşek arası görünüşte, donu düz, bir tür yabani at; gelin, {ağız} Kaynana. [DS]|| koca hala, {ağız} Baba
kulan. y a da annenin halası; büyük hala. [DS]|| koca herif
kobı1, [kobî] (kobı:) {eT} is. M irastan düşen hisse; olm ak, (Çocukları onurlandırm ak için) çocukluk
m iras payı. [EUTS] tan çıkmış olmak; büyük sayılabilecek ya şa gel-
kobı2, [kov-mak > kov-îl (kovı:) sf. -*■ kovı. [ETY] mek. || koca kız, {ağız} 1. Yaşlı, geçkin kız. 2. İhtiyar
[EUTS] [İKPÖy.] kadın. [DS]|| koca koyun, {ağız} A ltı yaşını geçmiş
kobık, [kov-mak > kob-ık / kov-ık ?] {eT} is. 1. Keh- koyun. [DS]
rüba. [EUTS] 2. Köpük. [EUTS] koca2, [koca] is. 1. Evli bir kadının eşi; zevç. 2. huk.
kobi, [Yun. khopos [Tietze]] {ağız} sf. Sağır. [DS] Evli erkek, fi1 koca bulm ak, (Kız veya kadın için)
kobisle, [? kobisle] {ağız} is. Su taşırken iki ucuna kendisiyle evlenecek bir erkek bulmak.\\ koca gör
kova asılarak omuza alman sink. [DS] mez, {ağız} Evde yapılan küçük somun. [DS]|| ko
kobmak, [kob-mak / kov-mak] {eT} g ç l.f. [-ur] Kov caya gitmek, (Kız veya kadın için) bir erkekle ev-
mak; boşaltmak. [İKPÖy.] lenmek. || kocaya kaçmak, (Kız veya kadın için)
kobra, [Port, cobra de capello (külahlı yılan)} is. ailesinin izni ve rızası olmadan, evlenmek amacıyla
zool. Afrika ve A sya’nın pek çok bölgesinde yaşa nikâhsız olarak bir erkekle kaçmak. || kocaya var
yan çok zehirli kara yılanlarının genel adı; gözlüklü mak, (Kız veya kadın için) bir erkekle evlenmek;
yılan. evlenmek. || kocaya verm ek, (Kızı için) evlendir
kobrag, [kobrâ-mak > kobra-ğ / kovra-ğ] {eT} is. 1. mek,|| koca yerli, K ocanın akrabalarının bulundu
K urul; meclis; toplantı. [İKPÖy.] 2. Kalabalık. ğ u köyde ev kurarak oturm ak zorunda kalan yeni
[İKPÖy.] 3. Toplanma. [İKPÖy.] evlilerin durumu.
kobragiller, [kobra-gil-ler] is. zool. Sıcak bölgelerde koca3, [koca] sf. 1. Büyük; geniş; iri. 2. Kocaman. 3.
ve A frika’nın tropikal kısmında yaşayan, zehir diş zf. (Sıfatların başına gelerek) anlamı kuvvetlendirir.
leri oyuklu, iki yüz elli cins ve binlerce türe ayrılan S1 koca av, {ağız} Sürek avı. [DS]|| koca bakla,
sürüngenler familyası, (Elapidae). {ağız} B ir bakla türü. [DS]|| koca bayram, {ağız}
kobramak, [ka-mak (eklemek; yığm ak) > ka-b-mak Şeker bayramı; ramazan bayramı. [DS]|| koca bı
> ka-b-(ı)r-â-m ak / kav(ı)r-â-malc > kobr-â-mak / çak, {ağız} D eri ve gönlerin kalın yerlerini incelt
kovr-â-mak] (kobra:mak) {eT} gçsz. f. [-r] Top m ek için kullanılan bıçak. [DS]|| koca boğazlı,
lanmak; sıkış tepiş olmak. [İKPÖy.] {ağız} Obur. [DS]|| koca börklü, {ağız} İri damlalar
hâlinde uzun süre yağan etkili yağmur. [DS]|| koca
kobran, [kob-(u)r-an] {ağız} is. 1. Tef. 2. sf. Tembel.
[DS] buğday, {ağız} iri taneli, yum uşak ve sarımsı bir
tür buğday. [DS]|| koca bulam aç, {ağız} Pişmiş
kobrang, [kob-(u)r-an] (kobran) {ağız} sf. (Ağaç,
ham ur üzerine şerbet dökülerek yapılan bir tür tat
kabuklu yem iş vb. için) içi boşalmış; kof. [DS]
lı. [DS]|| koca darı, bot. Buğdaygillerden, tahıl ve
kobratraak, [kabrâ-mak / kobrâ-mak > kobrâ-t-mak
yem bitkisi olarak yetiştirilen, bazen de tarlalarda
/ kovra-t-m ak] {eT} gçl. f. [-ur] Bir araya getirmek;
zararlı o t olarak kendiliğinden yetişen bitki; H int
toplamak; toplatmak. [EUTS]
• 2701 KOC
darısı, (Sorghum).|| koca dert, {ağız} Çok büyük kocakarılık, -ğı [koca+karı-lık] is. 1. Kocakarı olma
nesne. [DS]|| koca göl, {ağız} Deniz. [DS]|| koca durumu. 2. mecaz. Aksi, geçimsiz ve suratsız yaşlı
gölmez, {ağız} 1. Yağlı hamura kavrularak ezilmiş bir kadın gibi olma,
haşhaş konularak yapıları ekmek. 2. Tuzsuz ekmek. kocalak, -ğı [koca-la-k] is. zool. Uzun kanatlı, çengel
[DS]|| koca kafa, 1. Başı büyük olan. 2. Anlam a ve gagalı, küçük kuşlan ve fare gibi zararlıları avlayan
kavrama yeteneği kıt olan. || koca koca, 1. Büyük tavuk büyüklüğünde yırtıcılardan bir kuş; çaylak,
büyük; kocaman kocaman. 2. iri parçalar hâlinde. || (Milvus migrans).
koca kuş, {ağız} Kartal. [DS]|| koca kuşluk, {ağız} kocalama, [koca-la-ma] {ağız} is. Altı yaşını geçmiş
Öğleye yakın zaman. [DS]|| koca orak, {ağız} E r koyun. [DS]
keklerin kullandıkları bir çeşit orak. [DS]|| koca kocalı, [koca-lı] sf. (Kadın için) kocası olan.
yemiş, bot. Fundagillerden ormanlarda m akiler
kocalık1, [koca > koca-lık is. Yaşlı olma du
arasında yetişen, ya z kış yeşil yapraklı, kırmızı ve
beyaz çiçekli, çileğe benzer kırmızı m eyveli bir rumu; yaşlılık; ihtiyarlık. {eAT} {OsT} (aym) [DK]
ağaççık, (Arbutus unedo, Arbutus andrachnea). kocalık2, -ğı [koca-lık] is. Erkek eş olma durumu;
kocaarap, -bı [koca+arap] {ağız} is. folk. Bergama koca olm a hâli.
çevresinde oynanan tek kişilik zeybek oyunu ve kocalık3, -ğı [koca-lık] {ağız} is. Sidik; idrar. [DS] S
havası. [DS] kocalık tutmak, {ağız} İşem e gereksinim i duymak;
kocabaş1, [koca+baş] is. zool. 1. İspinozgillerden, çişi gelmek. [DS]
kuzey yarım kürede yaşayan, parlak siyah ve kah kocalm a, [koca-l-ma] is. Yaşlanma; ihtiyarlama,
verengi tüylü, böcek ve meyvelerle beslenen, gaga kocalmak, [koca-l-mak ^L^-js] {eAT} {OsT} {ağız}
sı kalın fakat sivri uçlu bir ötücü kuş, (Coccot- g ç sz.f. [-ır] Yaşlı duruma gelmek; yaşlanmak; k o
hraustes coccothraustes). 2. bot. Gövdesi ve yap camak; ihtiyarlamak. [DS]
rakları dikenli, yapraklarının alt yüzü beyaz tüylü,
kocaltma, [koca-l-t-ma] is. Yaşlandırma; yaşlı du
çiçekleri kocaman ve kömeç hâlinde bir tür eşek rum a getirme; ihtiyarlatma,
dikeni, (Onopordon acanthium). 3. {ağız} Şeker
pancarı; pancar. [DS] 4. {ağız} Lahana. [DS] 5. {ağız} kocaltmak, [koca-l-t-mak {eAT} g ç l . f [-ır]
Turp. [DS] Yaşlı duruma getirmek; yaşlandırmak; kocatmak;
kocabaş2, [koca+baş] {ağız} is. U skum runun ufağı. ihtiyarlatmak,
[DS] kocama, [koca-ma] is. Yaşı ilerlemiş olm a durumu;
kocabaşı, [koca+baş-ı] is. 1. {ağız} Köy ihtiyar heye yaşlanma; kocalma; yaşlı duruma gelme,
tinin başı; muhtar. [DS] 2. Eskiden Hristiyan köyle kocamak, [koca-mak] gçsz. f. [-r] [-c(u)-yor] Y aşı
rin muhtarlarına verilen isim, ilerlemek; yaşlanmak; kocalmak; yaşlı duruma
kocacı, [koca-cı] {ağız} sf. (Kadın için) erkeğini çok gelmek; ihtiyarlamak,
seven; eşine düşkün. [DS] kocaman, [koca-man] sf. 1. Çok kocaman; koskoca;
kocacık1, -ğı [koca-cık] {ağız} is. 1. Semerin arka çok iri; çok büyük. 2. Yaşça büyük olan. 3. {ağız}
kısmında urgan takılan demir ya da tahta çengel. 2. Yaşlı erkek. [DS] 0 kocaman kocaman, B üyük
Döveni boyunduruğa bağlayan ağacın baş tarafına büyük; iri iri; koca koca.
takılan küçük ağaç parça. [DS] kocamanca, [koca-man-ca] sf. Biraz kocaman; biraz
kocacık2, -ğı [koca-cık] {ağız} is. Tandır kürsüsü al büyük; irice; büyükçe,
tma konulan çamurdan yapılmış mangal. [DS] kocamanlaştırma, [koca-man-la-ş-tır-ma] is. K oca
kocagöz1, [koca+göz] {ağız} sf. Gözü kararmış. [DS] man durum a getirme eylemi,
kocagöz2, [koca+göz] {ağız} is. 1. İstavrit balığı. 2. kocamanlaştırmak, [koca-man-la-ş-tır-mak] gçl. f .
Mercan balığına benzeyen bir tür balık. [DS] [-ır] Kocaman duruma getirmek,
koçak, -ğı [koçak] {ağız} is. Kadın yeleği. [DS] kocamış, [koca-mış] sf. Yaşlı; kart; yaşı geçmiş. S
kocakarı, [koca+kan] is. 1. Yaşlı kadın. 2. argo. kocamış kuş, {ağız} İri yapılı yaşlı erltek. [DS]
Anne. 3. sf. mecaz. (Kız çocuğu için) çok bilmiş. 0 kocana, [koca+ana] {ağız} is. 1. Nine. 2. Büyük
kocakarı ilacı, Kişisel veya geleneksel deneyimlere amcanın eşi. 3. Yaşlı kadın. [DS]
dayanarak, doğadaki doğal maddelerden yararla kocaoğlan, [koca+oğlan] is. 1. Ayı. 2. {ağız} K uvvet
nılarak yapılan, bilimsel değeri olmayan ilaç.\\ ko li esen yel. [DS]
cakarı lafı, Saçma, boş jdz.|| kocakarı masalı, 1. kocaoğmağı, [koca+oğ-ma(k)-ı] {ağız} is. Yufka
Avutucu ve eğlendirici masal. 2. mecaz. Avutma, ekmek ufalanarak içine peynir, maydanoz, soğan
kandırma; oyalama. || kocakarı soğuğu, On bir ve konularak yapılan yemek. [DS]
on yedi m art günleri arasında devam eden soğuk kocasak, -ğı [koca-sa-k] {ağız} s f (Kız için) evlen
ların halk arasındaki adı; berdelâciz. || kocakarı mek için eş arayan. [DS]
tarhanası, {ağız} K üçük dolu. [DS] kocasan1, [koca-sa-n] {ağız} is. 1. Büyüyüp gelişe-
KOC IM G S U ! •2 7 0 2
m eyen ağaç. 2. Yaşlanmış bitki. 3. Boya kalkmış, luğun birden açılması veya kapanması ile akışkan
sarardığı hâlde başak tutamamış ekin. [DS] borusunda m eydana gelen an î basınç dalgası.\\ koç
kocasan2, [koca+san-] {ağız} sf. (Kişi için) yaşlı gö darbesi önleyici, K oç darbesini sönüm lendirm ek
rünüşlü; yaşlı sanılan. [DS] için geliştirilm iş düzenek. || koç gibi, (Erkek için)
kocasız, [koca-sız] sf. 1. (Kadın için) kocası olm a sağlıklı ve gürbüz.|| koç kaçım ı, {ağız} 1. K oç katı-
yan; eşi olmayan. 2. zf. Eşi yanında bulunmadan, mından önce bazı koyunların koçla çiftleşmesi. 2.
kocasızlık, -ğı [koca-sız-lık] is. Kocasız olm a duru K oç katımından önce çiftleşen koyunun zamansız
mu. doğurduğu kuzu. [DS]|| koç kaçmak, {ağız} (Kadın
kocatm a, [koca-t-ma] is. Yaşlandırma; yaşlı duruma için) evliyken eşinden başka erkekten çocuğu ol
getirme; ihtiyarlatma, mak. [DS]|| koç katımı, 1. Kızışm a zam anında ko-
yunların arasına çiftleşmelerini sağlam ak üzere
kocatm ak, [koca-t-mak] gçl. f. [-ır] Yaşlandırmak;
koçların salınması. 2. Bu işlemin yapıldığı mevsim;
yaşlı durum a getirmek; ihtiyarlatmak,
güz. || koç katımı fırtınası, Kasım ın son yarısında
kocayırcı, [koca+yır-cı] {ağız} is. Geniş meydanlık.
görülen fırtına. || koç koyverim i, {ağız} -*• koç ka
[DS]
tımı. [DS]|| koç kulak, {ağız} İki kulplu küçük küp.
kocayış, [koca-y-ış] iv. Kocamak eylemi ve biçimi,
[DS]|| koç önüne gelm ek, {ağız} (Koyun için) gebe
kocgal, [? kocgal] {ağız} is. 1. Yontulmamış ağaçları kalmak. [DS]|| koç salımı, {ağız} -* koç katımı.
üst üste yığarak yapılan kulübe. 2. Kamıştan yapı [DS]|| koç savm ak, {ağız} Çiftleşmeden sonra koçu
lan kulübe. [DS] dişi koyundan ayırmak, uzaklaştırmak. [DS]|| koç
kocınmak, [koc-ın-mak] {eAT} dönşl. f. [-ur] Geri savum u, {ağız} K oçu dişi koyunlardan ayırma za
lemek; kaçınm ak; gocunmak. [DK] manı. [DS]|| koç yiğit, Yakışıklı, güçlü kuvvetli de
kocik', -ği [Slav, gojik] {ağız} is. Bir tür kadın ceketi. likanlı]] koç yum urtası, Kasaplık koyun ve keçi
[DS] cinsi hayvanların erkeklik bezleri. || koç yumurtası
kocik2, -ği [koc-ik] {ağız} is. 1. Topuk kemiği. 2. Ye ızgarası, K oç yum urtalarını hafifçe unlayarak ız
ni doğmuş manda yavrusu. [DS] garada pişirdikten sonra üzerine limonlu tereyağı
kocmak, [koc-mak] {ağız} gçl. f. [-ar] Kucaklamak. dökülerek yenilen bir et yemeği. || koç yumurtası
[DS] tavası, Tuz, limon, defiıe yaprağı ekilen koç yum ur
kocuk1, -ğu [Slav, gojik] {ağız} is. İçi kürklü kaput; taları suda haşlandıktan sonra unlanarak kızartılıp
gocuk. [DS] yenen et yemeği.
kocuk2, -ğu [kocuk] {ağız} is. 1. Midye. 2. Bakla, Koç2, [koç] is. 1. Kuzey yarım kürede Andromeda ve
nohut gibi bitkilerin çift çenekli kabukları. 3. La Üçgen takım yıldızlarının güneyindeki birkaç yıl
hana sapı. [DS] dızın sıralanm asından m eydana gelmiş, Balık ve
kocuklam ak, [koc-uk-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(u)~ Boğa takım yıldızları arasında yer alan, en parlak
yo r] Kuşkulanmak. [DS] yıldızı 2,2 kadirden H am el olan burçlar kuşağı ta
kocundurm ak, [koc-un-dur-mak] {ağız} gçl. f [-ur] kım yıldızı, (Aries). 2. 21 M art ile 20 Nisan arasın
İçine korku vermek; kuşkulandırmak; gocundur da yer alan burçlar kuşağının ilk burcu; Koç Burcu.
mak; sakındırmak. [DS] koç3, [koç] {ağız} is. 1. Et tahtası. 2. Boynuz. 3. İnce
kocunduruk, -ğu [koc-un-dur-uk] {ağız} is. Silah. dallardan yapılmış tahıl ambarı. [DS] S koç etmek,
[DS] {ağız} D em et yapmak. [DS]
kocunm ak, [koc-un-mak jü] {eAT} {OsT} dönşl. koç4, [İng. coach] is. spor. Bir spor takımını, özellik
f. [-ur] -*■ gocunmak, le basketbol takımını çalıştıran kişi; çalıştırıcı.
kocur, [koc-ur] {ağız} sf. H er şeyden haberi olan; ku koça1, [koç-a] {ağız} is. Siğil. [DS]
lağı delik. [DS] koça2, [koç-a] {ağız} is. Küçük basamak. [DS]
kocuş, [kocuş] {ağız} is. -*■ kocamış kuş. [DS] koçaç, -cı [Sırp, kocijas] {ağız} is. Arabacı. [DS]
kocuşm ak, [koc-uş-mak {eAT} {OsT} işteş. koçadfişmek, [koç-mak+düş-mek *>-^3] {eAT}
f. [-ur] Kucaklaşmak. gçsz. f. [-er] Kucaklayıvermek; sarılıvermek.
k oç1, [eT. koç / Moğ. kuça] is. zool. 1. Damızlık koçak1, -ğı [koç > koç-ak {ağız} sf. 1. (Erkek
erkek koyun. {eT} {eAT} (aym) [DLT] [EUTS] [DK] 2.
için) güçlü kuvvetli; yiğit; yürekli; kabadayı; cesa
mecaz. Sağlıklı ve iri y an genç; delikanlı; yiğit.
ret sahibi; 2. Eli açık; cömert; esirgemez. 3. İş bilir;
{eAT} (aym) 3. {eAT} {OsT} Erkek, fi1 koça gelmek,
becerikli. 4. Yüce gönüllü. 5. Konuksever. 6 . Gös
{ağız} (Dişi koyun için) çiftleşmek istemek. [DS]||
terişçi. 7. Eksiksiz. 8 . İyi. [DS] 9. {eAT} is. Koç.
koç boynuzu, {ağız} İp bağlamak için dem ir y a da
pirinçten yapılm ış boynuz gibi bükülmüş araç. koçak2, -ğı [koç-ak] {ağız} is. Yün ipliği çilesi. [DS]
[DS]|| koç burunlu, (İnsan için) burnu alnı ile aynı koçaklam a, [koç-ak-la-ma] is. Türk Halk edebiya
doğrultuda ve kemerli olan. || koç darbesi, B ir mus tında konusunu savaş ve kahramanlık olayları teş-
n r a ı i K î s i j i • 2703 KOÇ
kil eden, korkusuz ve coşkun bir söyleyişi olan, koçgar, [eT. koçnar] {ağız} is. 1. Yaban koyunu. 2.
dörtlüklerle kurulu manzum tür. Bir yaşındaki erkek koyun; toklu. 3. Koç. [DS]
koçaklanmak, [koç-ak-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi [- koçınm ak, [kuç-m-mak] {eAT} dönşl. f. -*■ kocmmak.
ır] Daha güçlü olmak. [DS] [DK]
koçala, [koç-a-la] {ağız} is. Baklası toplandıktan son koçıra, [koç-ır-a] {ağız} sf. Tutumlu. [DS]
ra kalan kuru sap ve yapraklar. [DS] koçıralık, -ğı [koç-ı-ra-lık] {ağız} is. Kiler; yiyecek
koçam, [koş-a > koş-a-m] {ağız} is. 1. Avuç. 2. sf. dolabı. [DS]
Avuç dolusu. 3. İki kolun sarabildiği kadar; bir ku koçik, -ği [koç-ik ?] {ağız} is. 1. Dişi manda. 2. K ü
cak. [DS] çük manda. [DS]
koçamlamak, [koşa-m > koçam-la-mak] {ağız} gçl. f . koçkar, [koç-mak > koç-un-ğar / koçnar] {eT} is. 1.
[-r] [-l(u)-yor] İki elle birlikte avuçlamak. [DS] Koç. [EUTS] 2. Dövüş için yetiştirilmiş iri boynuz
koçan, [koç > koç-an / Bul. kocan / Yun. koçani ?] lu koç.
is. 1. M arul ve lahana türü sebzelerin yapraklanm n koçlam ak, [koç-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(u)-yor]
çıktığı sert gövde. 2. M ısırın tanelerini taşıyan üze İpi, çıkrıkla iki kat olarak bükmek. [DS] ■
ri kapçık ile örtülü kısım. 3. M ısırın taneleri atıl koçlanma, [koç-la-n-ma] is. Koçlanmak eylemi,
dıktan sonra kalan sert odunsu kısım. 4. gnşl. M ak koçlanmak, [koç-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. (Erkek
buz, çek karnesi vb. defter hâlinde olup da yaprak koyun için) gelişerek koç hâline gelmek. 2 . mecaz.
ları koptuktan sonra dipte kalan bazı bilgilerin ve Koç gibi sert ve atak duruma gelmek; yiğitlenmek.
yaprak sayısının yazılı olduğu kısım. 5. {ağız} Tapu 3. Yürekli ve yiğit bir delikanlı olmak. 4. Azmak;
senedi. [DS] 6 . {ağız} Makbuz. [DS] 7. {ağız} Nüfiıs azgınlık etmek. 5. Koç sahibi olmak; koç edinmek,
cüzdanı; kimlik; kafa koçanı. [DS] 8 . bot. Birçok koçma, [koç-ma] is. Kucaklama,
çiçeğin bir eksene çepeçevre bağlı olduğu birleşik koçmacık, -ğı [koç-ma-cık « ^ jü ] {OsT} is. Şöy
çiçek durumu. 9. {ağız} Boyunduruğu araba okuna le bir kucaklayış,
bağlayan kayış. [DS] 10. sf. (Sebze ve meyve için)
koçmak, [kuç-mak > koç-mak jî] [ko] {ağız} gçl.
henüz olgunlaşmamış; sert. S koçan bağlam ak,
(Mısır için) koçan oluşmak. f. [-ar] 1. Kucaklamak; sarmak; sarılmak; {eT}
koçancı, [koçan-cı] is. M ısırların koçanlannı sapın {eAT} {OsT} (aynı). [EUTS] [DLT] 2. (Erkek hayvan
için) dişisini aşmak; çiftleşmek. 3. gnşl. Cinsel iliş
dan koparıp kapçıklarını soyan işçi,
kide bulunmak. [DS]
koçancılık, -ğı [koçan-cı-lık] is. Koçancının yaptığı
koçmar, [koç-mar] {ağız} is. Bir tür iri kertenkele.
iş.
[DS]
koçar, [koçar] {ağız} is. K ara kertenkele. [DS]
koçngar, [koç-mak > koç-un-ğar / koçnar] {eT} is.
koçara, [koçara] {ağız} is. İnce dallardan örülmüş ta Koç. [DLT]
hıl amban. [DS]
koço, [? koço] {ağız} is. Boğmaca. [DS]
koçan, [koç+arı ?] {ağız} is. Kars dolaylarında oyna koçor, [? koçor] {ağız} is. Köy gençlerinin alınlan
nan bir tür bar ve oyun havası. [DS] üzerinde bıraktıkları saç. [DS]
koçarlamak, [koç-ar-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)- koçsak, -ğı [koç-sa-k] {ağız} sf. (Dişi koyun için) koç
yor] Y akmak için odunları sobanın içine sıralamak. istemek; çiftleşme zamanı gelmek. [DS]
[DS]
koçsama, [koç-sa-ma] is. 1. K oçsamak eylemi. 2.
koçasak, -ğı [koç-(a)-sa-k] {ağız} sf. (Koyun için) Koyunun kızışm a dönemi,
çiftleşmek isteyen; koç isteyen. [DS]
koçsamak, [koç-sa-mak] gçsz. f. [-r] [-s(u)-yor]
koçaş1, [Sırp, kocijas {eAT} {OsT} is. Arabacı. (Koyun için) kızışmak; çiftleşmek için koç iste
koçaş2, [koçaş] {ağız} is. 1. (Deve için) kötü. 2. is. mek.
Yağmur bulutu. [DS] koçsırak, -ğı [koç-sı-ra-k] {ağız} sf. -*■ koçsak. [DS]
koçavuç, -cu [koş-a+avuç] {ağız} is. İki avuç dolusu. S koçsırak olm ak, {ağız} Koçsamak. [DS]
[DS] koçsıramak, [koç-sı-ra-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
koçba, [koca+baba] {ağız} is. Dede. [DS] r(ı)-yor] (Dişi koyun için) koçla çiftleşmek. [DS]
koçbaşı, [koç+baş-ı] is. 1. Topun icadından önce, koçturmak, [koç-mak > koç-tur-mak] {eT} gçl. f. [-
kuşatılan kale ve surların kapılarını kırmakta kulla ur]. Kucaklatmak. [DLT]
nılan, ucunda demirden koç başı bulunan ağır bir k oçu1, [Mac. kocsi jşrjs] {OsT} is. 1. Dört tekerlekli,
direkten ibaret savaş aracı. 2. {ağız} Kabadayı; y i kare biçimli, üzeri saçla örtülü, pencereli bir oda
ğit; koçak. [DS] 3. {ağız} Evin duvarlarım yağm ur cıktan ibaret yaysız, makassız bir tür araba; tahtıre
dan korum ak için yapılan saçak. [DS] van. {eAT} (aym) 2. Direkler üzerine kurulmuş, altı
koçboynuzu, [koç+boynuz-u] is. dnz. Ü zerine ip boş yüksek zahire ambarı. 3. {ağız} Gelin arabası.
bağlamaya yarayan iki uçlu çengel. [DS]
KOÇ O İM IK S Ö İM •2704
koçu2, [koç-u] {ağızj is. Oyuk yer; çukur; hendek. kodak3, -ğı [kodak] {ağız} is. B ir buçuk okkalık tahıl
[DS] ölçeği. [DS]
koçu3, [? koçu] {ağız} is. El havlusu. [DS] kodak4, -ğı [kod-ak] {ağız} sf. (Kişi için) birinin
koçulm ak, [k o ç -u l-m ak d ll^ js] {eAT} ed il.f. [-ur] 1. arkasından giden; onu izleyen. [DS]
Kucaklanmak. 2. dönşl. f. Sarılmak, kodak5, -ğı [kod-ak] {ağız} is. Sığmak; ev. [DS]
koçungar, [koç-mak > koç-un-ğar / koçnar] {eT} is. kodak6, -ğı [kadak / kodak] {ağız} is. Küçük çivi.
[DS]
Koç. [EUTS]
kodak7, -ğı [kod-ak] {ağız} is. Çuval gibi örülmüş
koçunm ak, [koç-un-mak] {ağız} dönşl. f. [-ur] Go
tahıl veya azık torbası. [DS]
cunmak; sakınmak. [DS]
kodak8, -ğı [kod-ak] {ağız} is. Erkeklik bezi; haya.
koçuş, [koç-mak > koç-uş ,ji»-j5] {eT} {eAT} is. Ku [DS]
caklaşma; koçuşma; kucaklayış. [DLT] kodaklam ak, [kodak-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)
koçuşm ak, [koç-mak > köç-uş-mak {eT} -yor] (Eşek için) yavrulamak. [DS]
{ağız} gçl. f. [-ur] 1. Kucaklamak. [DLT] [EUTS] 2. kodal, [? kodal] {ağız} is. Hendek. [DS]
işteş, f. {eAT} {OsT} Kucaklaşmak; sarmaşmak. [DS] kodalak1, -ğı [koda-la-k] {ağız} sf. 1. (Kişi için)
koçyiğit, -di [koç+yiğit] {ağız} sf. 1. Güçlü kuvvetli; kaba; görgüsüz. 2. Kısa boylu; tıknaz. 3. Kısa boy
babayiğit. 2. Cömert; eli açık. [DS] lu ve sarışın. [DS]
k o d 1, [Fr. code] is. 1. Bildirişimde, bildirişimi sağla kodalak2, -ğı [koda-la-k] {ağız} is. 1. Elle itilerek ya
yan araç. 2. Bir bilgiyi gösteren normal dile göre da çekilerek kullanılan ev gereçlerini taşımakta
daha kısa semboller dizgesi. 3. bsy. Bir programı kullanılan araba. 2 . İki yum ruk büyüklüğündeki
oluşturan, makine dilinde yazılmış komutlar. 4. somun. 3. Boğazda olan şişlik; ur. 4. Kavun karpuz
Verileri, programları, bilgileri otom atik olarak iş gibi yuvarlak meyvelerin büyümeyeni. 5. Çam ko
lemeyi ve iletmeyi kolaylaştıran, daha sonra da ilk zalağı. 6 . Erkek hindi. [DS]
şekline dönmeyi sağlayan kurallar bütünü, fi1 kod kodalanm ak, [koda-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
adı, Gizliliği esas olan kuruluşlarda çalışan kişile K avga etm ek istemek; kafa tutmak. [DS]
re verilen takma ad.|| kod aktarıcı, Belli bir koda kodam an1, [Ar. kudem â ? / Yun. kodaim annos (Pers
göre hazırlanmış bilgileri başka bir kotla gösteri kralı 3. Dârâ) ? / kocaman ? > kodaman] is. Para
m e çeviren sistem. || kod aktarımı, Belli bir koda ve mevki sahibi; ileri gelen.
göre hazırlanmış bilgileri başka bir kotla gösteri kodaman2, [? kodaman] {ağız} is. Büyük tepelerin
m e çevirme işlemi. || kod çözme, Televizyon yayın üzerindeki düzlük. [DS]
larında renkli ve karma görüntü işaretinden birin kodam anlık, [kodaman-lık] is. Kodaman olm a du
cil renkleri gösteren üç işareti elde etmeyi sağla rumu; büyüklük,
ya n işlem. || kod çözücü, K ot çözmede kullanılan kodamaz, [kod-a-maz] {ağız} sf. Cahil; görgüsüz.
aygıt. [DS]
kod2, [? kod] {ağız} is. 1. Tahıl ölçmeye yarayan gaz kodamca, [kodam-ca] {ağız} sf. Küçücük. [DS]
tenekesi büyüklüğünde tahtadan yapılmış kap. 2 . kodan, [kod-mak > kod-an / koy-an] {eT} is. Yaban
İçi dar değirmen oluğu. [DS] tavşanı. [Clauson]
koda1, [Lat. cauda] is. müz. 1. Ara nağmesi. 2. Bir k odana1, [? kodana] {ağız} is. İçi boş, silindir gibi
müzik parçasının sonundaki canlı kısım. kap; ortadan kesilm iş yayık. [DS]
koda2, [? koda] {ağız} is. M ısır koçanı. [DS] kodana2, [? kodana] {ağız} is. Ağaçkakan kuşu. [DS]
koda3, [? koda] {ağız} is. 1. Kadının kocasınıh akra kodaş, [? kodaş] {ağız} sf. 1. Kendini beğenmiş;
bası. 2. Boyunduruğu arabaya bağlayan kayışın bencil. 2. is. Kafa dengi, uygun arkadaş. 3. Eşek.
kaym am ası için boyunduruğa geçirilen ağaç çivi. [DS]
[DS] kodaz, [? kodaz] {ağız} is. 1. Horoz. 2. sf. Kendini
kodafa, [? kodafa] {ağız} is. Küçük küfe. [DS] beğenmiş; bencil. [DS]
kodak1, -ğı [kod-ak / koduk {ağız} is. 1. Eşek kodazlanm ak, [kodaz-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
yavrusu; sıpa. 2. Yavru katır. 3. Ayı yavrusu. 4. Kendini beğenmek. [DS]
M anda yavrusu; malak. 5. Annesinin yanından ay koddaz, [kod(d)az] {ağız} sf. Kendini beğenmiş;
rılm ayan çocuk. [DS] bencil. [DS]
kodak2, -ğı [kod-ak / koduk] {ağız} is. 1 . İkinci bir kodein, [Yun. kodeia (haşhaş) Fr. codeine)] is.
kocaya varmış olan kadının, yanında götürdüğü Öksürük kesici, sinir yatıştırıcı ilaçların yapımında
önceki kocasından olan çocuğu. 2. Evlilik dışı dün kullanılan ve afyonda bulunan morfinin metillen-
yaya gelen çocuk. 3. On iki ile on beş yaşlan ara mesi ile elde edilen, formülü C , 8 H 2 ıN 0 3 olan ze
sındaki çiftçi yamağı olan erkek çocuk. [DS] hirli bir alkaloit; metilmorfın.
f if fliııiîm ü ii.2 7 0 5 KOD
kodeks, [Lat. codex] is. 1. İçinde, ilaçların form ülü kodkılık, [kod-mak > kod-ık-mak > kodık-ı-lık / kot-
nü, birleşimini, özelliklerini, yapılış veya hazırlanış kı-lık] {eT} is. -*• kodıkıhk. [Yüknekî]
yöntemlerini, ilaçların kontrol biçimlerini belirten kodlama, [kod-la-ma] «.-►kotlama,
resmî kitap; farmakope. 2. Orta A merika yerlileri
kodlamak, [kod-la-mak] is. -*■ kotlamak,
nin el yazmaları. 3. kütp. Üzerine yazı yazılmış
kodlu, [kod-lu] sf. -*• kotlu.
olan yaprakların üst üste konularak kenarlarından
tutturulmasıyla oluşmuş eski bir kitap türü, kodmak, [*ko-mak (koymak) > ko-d-mak] {eT} gçl. f.
kodes, [Slav, kotec / Yun. kotetsi (kiimes)] [kut] {çı [-ur] 1. Koymak; yere koymak; bırakmak; terk et
ğız} is. [DS] is. argo. 1. Hapishane. 2. {ağız} Kümes. mek; koyuvermek; yerleştirmek. [DLT] [EUTS]
[DS] 3. {ağız} D ar yer. [DS] S kodese atmak, H ap [ETY] [KB] [Yüknekî] [Gabain] [İKPÖy.] 2. Ayırmak;
setmek.|| kodesi boylamak, H apse atılmak; hapis çıkarmak. [EUTS] 3. (Yardımcı fiil olarak) tam ola
haneye girmek. rak yapmak. [İKPÖy.] S kodu birmek, {eT} K oyu
vermek.
kodgu2, [köd-mak > lcod-ğü] (kodğu:) {eT} is. K ara
kodok, -ğu [kodok] {ağız} is. Ü vey çocuk. [DS]
sinek; sinek [DLT]
kodoş, [Erme, kodoş (boynuz)} is. argo. 1. Yasa ve
kodguçı, [köd-mak > kod-gü-çı] (kodgu:çı:) {eT} sf. kurallara aykırı olarak kurulan cinsel ilişkiler için
Bırakan; terk eden. [KB] kadın ile erkek arasında aracılık eden kimse; peze
kodgulanmak, [kod-ğü > kodğu-lâ-mak > kodğula- venk. 2. kaba. (Sövgü sözü olarak) birine bu an
lam da nitelik yükleme sözü. 3. sf. {ağız} Sözünde
n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Sineklenmek; kendinden
durmayan. [DS] 4. {ağız} Dedikoducu. [DS]
sinek kovmak. [DLT]
kodoşluk, -ğu [kodoş-luk] is. 1. Kodoşun yaptığı iş.
kodı, [*ko-mak (koymak) > ko-d-m ak (yere koymak;
2. Kodoş olma durumu,
tam yapmak) > kod-ı] (kodı:) {eT} sf. 1. Alt; aşağı; kodoz, [Erme, kodoş] {ağız} is. Kuş gagası. [DS]
adi. [EUTS] [ETY] [KB] [Yüknekî] [Gabain] 2. Koyu; kodra, [? kodra] {ağız} is. Hayvanın besiye çekildiği
pek. [EUTS]. 3. Sağlam; esaslı. [EUTS] 4. zf. A şağı yer. [DS]
ya doğru; aşağıda; dipte. [İKPÖy.] [KB] 5. Tam a
kodsuz, [kod-suz] sf. -* kotsuz,
men. [İKPÖy.] 6 . Boyunca; arkası sıra. [DLT] [Tekin]
kodturmak, [*ko-mak (koymak) > ko-d-m ak > kod-
7. is. Dip; çukur. [KB] S kodı tabışgan, {eT} Ada
tavşanı. tur-mak] {eT} gçl. f. Koydurtmak; yerleştirmek.
[EUTS]
kodıkarmak, [köd-mak > kod-ık-m ak > lcodık-î >
kodu, [kodu] {ağız} is. Püskül. [DS]
kodık-ar-mak] {eT} gçl. f. [-ur] 1. Aşağı koymak.
koducak, -ğı [koduk > kodu(k)-cak ^ j - ü ] {OsT} is.
[EUTS] [Gabain] 2. Çıkarmak. [Gabain]
Küçük sıpa.
kodikarturmak, [kodık-ar-mak > kodıkar-tur-mak]
kodug, [ko-d-mak > kod-uğ] {eT} is. Koyma. [Gabain]
{eT} gçl. f. [-ur] 1. İndirmek; aşağıya koymak.
[EUTS] 2. Kıymetten düşürmek. [EUTS] [Gabain] koduk, -ğu [?koduk li^jî] {ağız} is. 1. Eşek yavrusu;
kodıkı, [köd-mak > kod-ık-m ak > kodık-î] (kodıkı:) sıpa. {eAT} (aynı) 2. Yavru katır. 3. Yeni doğmuş i-
nek yavrusu; buzağı. [DS]
{eT} zf. Aşağıdaki. [EUTS]
koduk2, -ğu [kod-uk] {ağız} is. Kuyruk. [DS]
kodıkıhk, [köd-mak > kod-ık-m ak > kodık-î-lık /
koduk3, -ğu [kod-uk] {ağız} is. Tahta olarak biçilme-
kotkı-lık] {eT} is. Alçakgönüllülük. [DLT] ye hazırlanm ış ağaç. [DS]
kodiflye, [Fr. codifıer] sf. Kurala bağlanmış. S ko- kodukarmak, [köd-mak > kod-ık-mak > kodık-î >
difiye etmek, Kuralları ayrıntılı biçimde belirle
kodık-ar-mak] {eT} gçl. f. -*■ kodıkarmak. [EUTS]
mek.
kodik1, -ği [koduk / lcodik] {ağız} is. 1. Eşek yavrusu; koduklam ak, [koduk-la-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] [-
sıpa. 2. Kedi köpek gibi hayvanların yavrusu. [DS] l(u) -yor] (At, eşek, köpek vb. hayvanlar için) yav
kodik2, -ği [kod-uk] {ağız} is. 1. Sarımsak döveci; rulamak. [DS]
tahta havan. 2. Ağaçtan oym a küçük kap. 3. Bir kodul, [? kodul] {ağız} is. Orman içindeki çayır. [DS]
kişinin taşıyabileceği büyüklükte yontulmuş tom kodulmak, [köd-mak > kod-ul-mak] {eT} edil. fi. [-
ruk. 4. Beş altı okkalık tahtadan yapılmış tahıl öl ur] koyulmak,
çeği. 5. Suyun damlaya damlaya açtığı çukur. [DS] kodunmak, [köd-mak > kod-un-mak] {eT} dönşl. fi
kodikçi, [kodik-çi] {ağız} is. Yontulm uş tom ruklan
[-ur] Bırakmak. [KB]
yapıp taşıyan kimse. [DS]
kodur, [kotur] {eT} is. ■* kotur. [EUTS]
kodlu, [köd-mak > kod-ık-m ak > kodık-I] (kodıkı:)
kodurçuk, [köd-mak > kod-ur-mak > kodur-çuk]
{eT} zf. 1. -*■ kodıkı. 2. is. Alçakgönüllülük. [KB]
{eT} is. O yuncak bebek; kukla. [DLT]
KOD Ö I Ü H I İ ltE S Û M • 27&6
kodurm ak1, [kod-mak > kod-ur-mak / kadır-mak / kofan, [kof-an] {ağız} is. Soğan ya da turp bağlanan
uzun saplı ot. [DS]
kedür-mek ?] {eT} gçl. fi. [-ur] Bir şeyin üzerine
kofana, [Yun. gouphaina] is. zool. Boyu 35 cm ’yi
düşmek; çok çalışmak. [DLT]
geçen lüferlere verilen ad.
kodurmak2, [ko-mak>ko-d-mak>kod-ur-mak & jjJ i] kofer, [Yun. koteirin] {ağız} is. Bahçe sulamak için
{eAT} gçl. fi. [-ur] Bıraktırmak; bırakmasına izin taş ya da topraktan yapılmış su oluğu. [DS]
vermek. kofeyli, [kof (yans.) > kofeyli ?] {ağız} sf. (Hayvan
koduru, [kod-î + urü > kodur-ü] (koduru:) {eT} zfi. için) yaşlı ve zayıf. [DS]
Tamamıyla; bütünüyle; büsbütün; tam. [EUTS] koffa, [kof (yans.) > kof(f)-a -uü] {eAT} is. Kova.
[Gabain]
kofi, [kof (yans.) > kof-i ?] {ağız} is. 1. Lahana kökü.
kodus, [kutas > hotoz > kodus {eAT} is. Atların 2. Kara lahananın yapraksız bölümü. 3. Tanesi
boyunlarına takılan perçemli, saçaklı hotoz, alınmış mısır koçanı. [DS]
koduş, [kodoş ? / koduş] {ağız} sf. Kendini beğenmiş; kofîk, -ği [kof (yans.) > kof-ik] {ağız} is. 1. Evli köy
bencil. [DS] kadınlarının başlarına giydikleri üstü sargılı ve al
koduşlanmak, [koduş-la-n-mak] {ağız} dönşl. f i [-ır] tınlı fes ve bir tür başlık. 2 . İçi oyulmuş patlıcan ya
1. Sallana sallana gitmek. 2. Kendini beğenmek; da biber kurusu. [DS]
böbürlenmek. [DS] kofir, [Ar. kâfir => köfır] (k o fir) {ağız} is. Dinsiz;
koduşm ak, [köd-mak > kod-uş-mak] {eT} işteş, fi. [- kâfir.
koflak, -ğı [kof (yans.) > kof-la-k] {ağız} sf. 1. (Ağaç,
ıır ] Birbirine güvenmek. [DLT]
kabuklu yemiş vb. için) içi boş; kof. 2. (Kişi için)
koduz, [köd-mak > kod-uz] {eT} is. Kadın; cariye.
dişleri dökülmüş. 3. (Kişi için) abartıcı; yalancı.
[ETY] [DS]
koduzlanm ak, [kod-uz > koduz-lâ-m ak > koduz-la- koflan, [kof (yans.) > kof-la-n] {ağız} sfi (Ağaç,
n-mak] {eT} dönşl. fi. [-ur] Dul kadın almak. [DLT] kabuklu yemiş vb. için) içi boş; kof. [DS] S koflan
k o f1, [kof (yans.)] is. İçi boş olmayı, yersiz gurur koflan, {ağız} (Yürümek için) kendini beğenerek;
duymayı anlatan kök. [Zülfikar] kof-a-la-k, kofi-la-ş- kurumlanarak. [DS]
mak, kof-ur, kof-luk koflaşma, [kof-la-ş-ma] is. K of hâle gelme,
kof2, [kovı / kov > kof] sf. 1. Kuruma veya çürüme koflaşmak, [kof-la-ş-mak] dönşl. fi. 1. K o f hâle
sonucunda içi boşalmış olan; içi oyuk olan; içi boş gelmek; içi boşalmak; içinde oyuk meydana gel
olan. 2. mecaz. (Kişi için) güçlü kuvvetli, becerikli mek. 2. mecaz. Gücünü kaybetmek; zindeliği kal
görünm esine rağm en aslında öyle olmayan; zayıf; mamak. 3. Bilgi veya zekâsı azalmak,
beceriksiz. 3. mecaz. (Kişi için) bilgi ve görgüden kofluk, -ğu [kof-luk] is. 1. İçi boş olm a hâli. 2. İçi
yoksun; değersiz; boş. S kof atmak, {ağız} Yalan boş olan yer; oyuk. 3. mecaz. Bilgisizlik; ahmaklık;
söylemek; abartmak. [DS]|| kof beyinli, Kafası ça beceriksizlik.
lışmayan; ahmak; beyinsiz. || kof çıkmak, Değerli, kofnek, -ği [? kofnek] {ağız} is. Çok yumuşak, hu-
bilgili, işe yarar sanılan birinin öyle olmadığı an m uslu toprak. [DS]
laşılmak. || kof söz, Anlamsız, gereksiz söz; boş laf. kofo, [Yun. kouphös [Tietze]] {ağız} sf. Sağır. [DS]
k ofa1, [kof (yans.) > kofa / kova / koğa] is. Hasır otu; kofos, [Yun. kouphös [Tietze]] {ağız} sf. -*■ kofo. [DS]
saz; kamış; kiliz; {ağız} (aynı). [DS] kofoz, [Yun. kouphös [Tietze]] {ağız} sfi -*■ kofo. [DS]
kofa2, [Yun. khopha [Tietze] «î] {ağız} is. 1. Yemiş kofra1, [Fr. coffret] is. elkt. B ina girişlerine konulan,
sepeti; küçük sepet. 2. Kova. {eAT} (aynı) 3. Tahta içinden üç fazlı şehir şebekesine ait iletkenler ge
dan yapılma beş altı okkalık tahıl ölçeği. 4. Tahta çen ve her birine birer giriş sigortası bağlanan m e
sepet. 6 . Su bardağı. [DS] tal kutu.
kofak, -ğı [kof (yans.) > kof-ak] {ağız} sf. İçi boş; kofra2, [Ar. ğurfa 43jz- [Tietze]] {ağız} is. Kahvelerde
kof. [DS] beş on kişilik özel bölm eler ya da belirli kişiler için
kofalak, -ğı [kof (yans.) > kof-al-a-k] {ağız} sf. 1. İçi ayrılan toplantı yeri. [DS]
Boş; kof. 2. (Kişi için) gururlu; kibirli. [DS] kofti, [Yun. kopto (kes!)] is. argo. 1. (Haber, söz,
kofalık, -ğı [kofa-lık] is. Kofanın çok bulunduğu yer; nesne vb. için) işe yaramaz; değersiz; boş; anlam
sazlık; kamışlık, sız. 2. Yalan; uydurma. 3. (Kişi için) beceriksiz;
kofalmak, [kof (yans.) > kof-al-mak] {ağız} dönşl. fi. yeteneksiz; yalancı. S kofti atmak, Yalan söyle
[-ır] 1. İçi boşalmak. 2. Gururlanmak; övünmek. mek; uydurma haber yaymak. || kofti yutturmak,
[DS] Yalan söyleyerek kandırmak; aldatmak.
kofaltmak, [kof (yans.) > kof-al-t-mak] {ağız} gçl. fi koftiden, [kofti-den] zf. argo. 1. Yalandan; uyduruk
[-ır ] Övmek; abartmak. [DS] olarak. 2. sf. Düşük nitelikli; değersiz; önemsiz.
ö T İîl İ K i S O M U « 2707 KOĞ
koftileşme, [kofti-le-ş-me] is. Koftileşmelc eylemi, kogşatmak2, [koğuş > koğ(u)ş-â-m ak > koğşa-t-m ak
koftileşmek, [kofti-le-ş-mek] dönşl. fi. [-ir] 1. (Nes / kovşa-t-mak] {eT} işteş, fi [-ur] Cilalamak; p ar
neler için) değerini, önemini yitirmek; işe yaramaz latmak. [DLT]
duruma gelmek. 2. (Kişi için) norm al sayılmayan kogıı1, [köğü] (koğu:) {eT} is. Kuğu kuşu. [ETY]
davranışlarda bulunmak; cıvımak. [EUTS]
koful1, [kof (yans.) > kof-ul] is. 1. biy. Bitki hücrele kogu2, [köğü] (koğu:) {eT} is. Sepili, sepisiz deri; ka
ri yaşlandıkça sitoplazma içinde oluşan, içi hücre yış. [DLT]
sıvısı ile dolu boşluk. 2. Sağlam kaya içindeki boş kogulgu, [koğ-mak > koğ-ul-mak > koğ-ul-ğü]
luk. (koğulğu:) {eT} sfi Parlak. [EUTS] [OKD]
koful2, [kof-ul] {ağız} is. 1. B odur ağaç. 2. Uzun kogurmaç, [kağ-ur-mak > kağur-maç] {eT} is. -*■ ka-
otlar. [DS] gumıaç. [DLT]
kofulcan, [kof (yans.) > kof-ul-can] {ağız} sf. Açık; kogursak, [kurl-mak > kurığ > kurığ-sâ-mak >
aralık. [DS] kurığ-sa-k] {eT} is. -*■ kurıgsak. [EUTS]
kofullaşma, [kof-ul-la-ş-ma] is. biy. Hücre içinde kogus, [kök-mak2 > kok-uz / kokoz / koğuz] {eT} sf.
veya hücreler arasında koful oluşma, Bomboş. [EUTS]
kofullaşmak, [kof-ul-la-ş-mak] dönşl. fi [-ır] biy. koğuş1, [*koğ > koğ-uş] {eT} is. 1. H erhangi bir yiv;
Hücre içinde veya hücreler arasında koful oluşmak oyuk. 2. Okları perdahlamak için huş ağacından
kofullu, [kof-ul-lu] sf. îçinde koful bulunan, fi1 yapılan aygıt. [DLT] 3. Oluk; su oluğu; değirmen
kofullu kaya, içinde kofullar bulunan sağlam ka oluğu. [DLT]
ya. koğuş2, [*koğü > koğu-ş] {eT} is. Tüylü hayvan
kofur, [kof (yans.) > kof-ur] {ağız} is. Gösteriş; kibir; derisi; post; deri. [EUTS] [OKD] [Gabain]
kendini beğeniş. [DS] koguşlanınak, [koğuş > koğuş-lâ-mak > koğuş-la-n-
kofurgalık, -ğı [kof (yans.) > kof-ur-ga-lık] {ağız} is. mak] {eT} dönşl. fi [-ur] (Su için) fışkırmak. [DLT]
İlkbaharda çiçek açan, çoğunlukla harm an süpür koguz, [kök-mak2 > kok-uz / kokoz / koğuz] {eT} sfi
gesi yapılan yabani bir bitki. [DS] Tamam en boş; bomboş.
kofurlanmak, [kof (yans.) > kof-ur-la-n-mak] {ağız} k oğ1, [koğ / kov jyS] is. Yerme; çekiştirme; ardından
dönşl. fi. [-ır] Gururlanmak; övünmek. [DS] konuşma; dedikodu; kov; {eAT} {ağız} (aynı). [DS]
kog, [*kö-mak > kö-ğ] (ko:ğ) {eT} is. 1. Toz. [EUTS] koğ2, [lçoğ / kığ jvjâ] {eAT} {OsT} is. Kıvılcım.
[Gabain] 2. Göze veya yemeğe düşen çöp. [DLT] 3.
koğ3, [koğ] {ağız} is. Öfke; kızgınlık. [DS]
Atom. [EUTS] [Gabain]
k oğa1, [koğa] {ağız} is. 1. Güvercin vb. kuşların
kogdurmak, [koğ-dur-mak] {ağız} g ç l.f. [-ur] K oş
gübresi. 2. Ahırda gübre biriktirilen yer. [DS]
turmak. [DS]
kogış, [koğuş] {eT} is. -* koğuş2. [DLT] koğa2, [kov-a / koğ-a *i-js] {OsT} {ağız} is. 1. B atak
koglamak, [kov > kov-lâ-mak] (kovla:mak) {eT} gçl. lıklarda yetişen bir tür saz; hasır otu. 2. U cu dikenli
fi [-r] -*■ kovlamak. [EUTS] [Gabain] uzun saplı bir çayır bitkisi. [DS]
kogşak, [koğ-(ı)ş-â-mak > koğşâ-k] (koğşa:k) (eTj sf. koğa3, [koğ-a] {ağız} is. Arı kovanı. [DS]
Gevşek; çürük. [DLT] [EUTS] koğa4, [Moğ. koboğa > kov-ğâ / kova / kowâ] (ağız}
kogşalmak, [koğuş > koğ(u)ş-â-m ak > koğşa-l-m ak / is. Kova. [DS]
kovşa-l-mak] {eT} edil, fi [-ur] (Ok için) perdah koğak, -ğı [konak] {ağız} is. Saç kepeği. [DS]
lanmak; parlatılmak. koğalama, [koğ-ala-ma / kov-ala-ma] is. Kovalamak
kogşamak1, [koğ-(ı)ş-â-mak / kov-(ı)ş-â-mak] eylemi; kovalama,
(koğşa:mak) {eT} gçsz. fi. [-r] (Katı şey için) gev koğalamak, [koğ-ala-mak / kov-ala-mak] g ç l.f. [~r]
şemek; gevşek olmak; zayıflamak. [EUTS] [DLT] [-l(ı)-yor] 1. Kovmak; kovalamak. 2. Kaçanın ar
[Gabain] kasından koşm ak veya yakalamaya çalışmak; kova
kogşamak2, [koğuş > koğ(u)ş-â-mak] (koğşa:mak) lamak. 3. mecaz. Bir şeyin peşine düşerek sonuç
{eT} gçl. fi [-r] Koğuş (huş) ağacı dalı ile cilala elde etmeye çalışmak; takip etmek; izlemek; kova
mak; perdahlamak. [DLT] lamak. 4. spor. Y arışta önden gidenlere yetişmeye
kogşaşmak1, [koğ-(ı)ş-â-mak > koğşa-ş-malc] {eT} çalışmak; kovalamak,
işteş, fi [-ur] Birlikte gevşemek. [DLT] koğalanış, [koğ-ala-n-ış / kov-ala-n-ış] is. Kovalan
kogşaşmak2, [koğuş > koğ(u)ş-â-m ak > koğşa-ş-m ak ma eylemi veya biçimi; kovalanış,
/ kovşa-ş-mak] {eT} işteş, fi. [-ur] Birlikte cilala koğalanma, [koğ-ala-n-ma / kov-ala-n-ma] is. K ov
mak. [DLT] ma eylemine maruz kalma,
kogşatmak1, [koğ-(ı)ş-â-mak > koğşa-t-mak] {eT} koğalanmak, [koğ-ala-n-mak/ kov-ala-n-mak] edil,
gçl. fi. [-ur] Kuvvetini gevşetmek. [DLT] fi [-ır] Kovma eylemine maruz kalmak; kovalan
mak.
KOĞ olura tüm e sözlük • 2708
koğalık, -ğı [koğ-a-lık jj)LtjS] is. {eAT} {OsT} 1. Hasır koğu3, [koğ-u] {ağız} sf. Bol; gevşek. [DS]
otu. 2. {ağız} Hasırotu vb. bitkilerin yetiştiği batak koğucu1, [koğ-ucu {eAT} {ağız} is. -*• kovcu.
lık. [DS] [DS] ^
koğan, [koğ-an / kov-an] {ağız} is. İnce çubuklarla koğucu", [koğ-ucu] {ağız} is. Askerlikte izleme kolu.
örülüp içi dışı sıvanan arı yuvası; kovan. [DS] [DS]
koğaz, [Far. kâğız] {ağız} is. Kâğıt. [DS] koğuculuk, -ğu [koğ-ucu-luk jJ-ş-jijâ] {eAT} is. -*
koğcu, [koğ-cu / kov-cu {eAT} {OsT} {ağız} sf.
kovculuk. S koğuculuk yapmak, {ağız} Arkadan
1. Söz getirip götüren; fitneci; ara bozucu; gam çekiştirmek; dedikodu yapmak. [DS]
maz. 2. Arkadan çekiştiren; dedikoducu. [DS] d? koğuk, -ğu [koğ-uk {OsT}} is. Kovuk.
koğcu kodak, {ağız} Koğcu. [DS]|| koğ çekmek,
{ağız} -*■ koğlamak. [DS]|| koğ kaybet (gıybet), A r koğulam ak, [koğ-u-la-mak {eAT} {ağız} [-r]
kadan konuşma; çekiştirme; dedikodu. [-l(u)-yor] -►kovlamak. [DS]
koğculuk, [koğ-cu-luk / kov-cu-luk {eAT} koğulm a, [koğ-ul-ma / kov-ul-ma] is. K oğm ak ey
lemine uğrama; kovulma,
{OsT} is. Koğcu olm a durumu; kovculuk; ara bozu
culuk; fitnecilik; gammazlık, koğulm ak, [koğ-ul-mak / kov-ul-mak] edil f. [-ur] 1.
Kovulmak. 2. (İnek için) kızışmak; çiftleşmek,
koğdurm a, [koğ-dur-ma / kov-dur-ma] is. Koğmak
işini yaptırm a eylemi; kovdurma, koğultak, -ğı [koğ-ul-t-a-k] {ağız} is. Delik deşik yer.
[DS]
koğdurm ak, [koğ-dur-mak / kov-dur-mak] is. 1.
K oğm ak işini yaptırmak. 2. {ağız} Koşturmak. [DS] koğuncu, [koğu-n-cu {OsT} sf. Takipçi; ko-
S 1 koğdura koğdura,] {ağız} Koştura koştura; ko valayıcı.
şa koşa. [DS] koğur1, [konur] {ağız} sf. 1. (Sığır için) san ile siyah
koğkun, [koğ-mak > koğ-gun] {ağız} is. Uzun zaman kanşım ı bir renk; koyu kumral; kestane rengi. 2.
ve sürekli izleyiş. [DS] Kara; esmer. [DS]
koğlam a, [koğ-la-ma / kov-la-ma] is. K ovlamak işi; koğur2, [koğ-ur] {ağız} is. Bağ için uygun toprak.
kovlama. [DS]
koğlam ak, [koğ-la-mak /' kov-la-mak {eAT} { koğur3, [koğ-ur] {ağız} sf. (Kişi için) kimseyi be
{ağız} gçl. f. [-r] Birinin yaptığı işi veya söylediği ğenmeyen; kendini beğenmiş; kibirli; gururlu. [DS]
sözü ilgilisine götürüp söylemek; birisini kötüle koğur4, [koğ-ur] {ağız} is. Yanan kıl ya da yün koku
m ek; çekiştirmek; söylediği sözü veya kendisini su. [DS]
yermek; gammazlamak; kovlamak; dedikodu et koğurmak, [koğ-ur-mak] {ağız} gçsz. f. [-ur] (Sarhoş
mek. [DS] için) nara atmak; bağırmak. [DS]
koğlaşmak, [koğ-la-ş-mak] {ağız} işteş, f. [-ır] Bir koğursak, -ğı [koğ-ur-sa-k] {ağız} sf. (İnek için)
likte biri hakkında dedikodu etmek; arkadan çekiş kısır. [DS]
tirmek. [DS] koğursu, [koğ-ur-su] {ağız} is. Yanmış kıl veya yün
koğma, [koğ-ma / kov-ma] is. Koğmak eylemi; kov kokusu. [DS]
ma. koğuşa, [koğ-u-sa] {ağız} is. Öksürük. [DS]
koğmak, [koğ-mak / kov-mak gçl. f. [-ar] 1. koğuş1, [koğ-uş] is. 1. Hastahane, okul, kışla ve
Kovmak. 2. {eAT} (Düşünce için) düşünmemek; hapishane gibi yerlerde pek çok kişinin birlikte yat
kafasından atmak; aklına getirmemek. 3. {ağız} Sü tığı ve barındığı geniş oda. 2. Bu tür odada kalanla
rekli arkasına düşmek; izlemek; takip etmek; iz rın tümü.
sürmek. [DS] 4. {eAT} Koşturmak, koğuş2, [koğ-uş ıjiijs] {eAT} is. 1. Eskiden oklan per
koğsuk, -ğu [koğ-suk] {ağız} is. Duvar ve ağaç deli dahlam akta kullanılan bir alet; koğuş ağacı; kovuş.
ği. [DS] 2. {ağız} K aym ağacı. [DS]® koğuş oku, {eAT}
koğşak, -ğı [koğ-(u)ş-ak] {ağız} is. Eskimiş, gevşe Oluk şeklinde bir ya ta k içinden atılan küçük ok.
miş; yıkılm aya yüz tutmuş. [DS] koğuş3, [koğ-uş] {ağız} is. Tavan ve döşeme tahtası.
koğşam ak, [koğ-(u)ş-a-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [- [DS]
ş(u)-yor] Eskimeye, yıkılm aya yüz tutmak; kağşa koğuşm ak1, [koğ-uş-mak işteş, f. [-ur] 1.
mak. [DS]
{OsT} Koşmada yanşm ak. 2. {ağız} Koşmak. [DS]
kogşatm ak, [koğ-(u)-ş-a-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır]
koğuşm ak2, [koğ-uş-mak] {ağız} dönşl. f. [-ur] (İnek
Sürerek ya da kazarak topağı kabartmak. [DS]
için) boğaya gelmek. [DS]
k oğu1, [kok-u / koh-u jü ] {eAT} is. -*■ koku.
koğuştak, -ğı [koğ-uş-ta-k] {ağız} is. Aralık; açık.
koğu2, [koğ-u / kov-u ^ j s ] {eAT} {ağız} is. -*■ kov. [DS]
[DS] koğuşturma, [koğ-uş-tur-ma / kov-uş-tur-ma] is. 1.
İ H T I ® İ M İ . 2709 KOK
K ovuşturmak işi; kovuşturma. 2. Suçlu sanılan kohulamak, [kohu-la-mak ly>‘slj=-j5] {eAT} {OsT} gçl.
kimse için yapılan soruşturma, inceleme, araştırma;
fi. [-r] 1. Koklamak. 2. Koku sürmek,
takibat.
kohutm ak, [kohu-t-mak y - y ] {eAT} {OsT} gçl. f i [-
koğuşturmak, [koğ-uş-tur-mak / kov-uş-tur-mak]
gçl. fi [-ur] Suçlu olduğu iddia edilen kişi için araş ur] 1. Kokutmak. 2. Koklatmak. 3. {ağız} Kötü ko
tırma, inceleme ve soruşturma yapmak; takibatta ku yaymak. [DS] 4. {ağız} mecaz. Oyunda m ızıkçı
bulunmak; kovuşturmak, lık yapmak; ortalığı karıştırmak. [DS] 5. {ağız} A ç
mak. [DS]
koğut, [koğ-ut] (ağız) is. Yılanın deri değiştirdiğinde
bıraktığı gömlek; kav. [DS] koin, [kon / kön / köy / köyn] {eT} is. Koyun. [EUTS]
kok1, [kag / kağ / kah / kak / kek / kıg / kığ / kik /
koğuz, [koğ-uz jy-y>] {OsT} sf. 1. İçi boş; kof. 2. fçı
kok / kug / kuğ / kuk (yans.)] is. Tavuk ve diğer
ğız} (Üzüm salkımı için) arada çürük taneleri bulu kümes hayvanlarının ve benzeri kuşların seslenişini
nan. [DS] 3. {ağız} Aralık; açık. [DS] 4. {ağız} İçi ve bu biçimde bağırmayı, seslenmeyi anlatan kök.
yeterince sıkışık doldurulmamış; boş veya gevşek [Zülfikar] kok-ur-da-ş-mak
bırakılmış. [DS] S' koğuz olm ak, {eAT} İçi boşal kok2, [Fr. coque] is. tıp. Küre biçimli bakteri; koküs.
mak; içinde boşluk oluşmak. kok3, [İng. coke] is. Yağlı taş kömürünün havasız
koh1, [koh] {ağız} ünl. Yok; hayır; değil! [DS] ortamda damıtılmasıyla elde edilen, içinde çok az
koh2, [koh] {ağız} is. Y aranın üstündeki kabuk. [DS] uçucu madde kalmış olan katı yakıt. S kok köm ü
koh3, [koh] {ağız} is. Bostan kulübesi. [DS] rü, Kok.
koh4, [koğ / koh] {ağız} sf. İçi boş veya çürük; kof. kok4, [*kö-mak > kö-ğ / kök] (ko:k) {eT} is. -*■ kog.
[DS] [EUTS]
koha, [Far. kedhüda => kâhya > koha] {ağız} is. kok5, [kök] {ağız} is. Kök. [DS]
Muhtar. [DS] koka1, [Gün. Amer. yer. d. coca] is. 1. Güney A m e
kohalmak, [koğ-al-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] G urur rika ve Tayvan’da yetiştirilen, sivri uçlu oval yap
lanmak; böbürlenmek; övünmek. [DS] raklı, sarı çiçekli, kırmızı meyveli, yapraklarından
Koh basili, [Aim. koch (Alman hekimi Robert Koch) kokain denilen uyuşturucu elde edilen ağaççık,
+ Lat. bacillus > koh + basil-i] is. Alm an hekimi (Erythroxylum coca). 2. Bu ağaççığın yaprakların
Robert Koch tarafından 1882’de bulunan verem dan elde edilen sakız.
mikrobu, (M ycrobacterium tuberculosis). koka2, [koğ > koğa / koka] {ağız} is. Bataklıklarda
kohen, [İbr. kohen] is. M usevilikte babadan oğula yetişen ucu sivri saz; kofa. [DS]
geçen im tiyazlara sahip bazı ruhbanlık görevlerini koka3, [koka] {ağız} is. 1. Çocuklar için pişirilen
yerine getiren din adamı; rahip, küçük tandır veya sac ekmeği. 2. Peksimet gibi kü
kohenit, [Fr. cohenite] is. min. G ök taşlarında bulu çük ve kurutulmuş ekmek. [DS]
nan demir, nikel ve kobalttan meydana gelmiş kar koka4, [koka / kuka] {ağız} is. Çocukların değnekle
bür. vurarak oynadıkları, ağaçtan yapılma, ceviz büyük
lüğünde bir top. [DS] S koka tespih, {ağız} Servi,
kohezyon, [Fr. cohesion] is. fiz. 1. Cisimlerin m ole
sandal gibi ağaçlardan ya da yem iş çekirdeklerin
küllerini birbirine bağlayan kuvvet. 2. Üzerine ba
den yapılan bir tür tespih. [DS]
sınç uygulanan yağ tabakasının ezilmeye karşı gös
kokain, [Fr. cocaine] is. kim. K oka yapraklarından ö-
terdiği direnç,
zütlenmek suretiyle elde edilen, lokal anestezi ve
kohlidi, [Yun. khohlidi] {ağız} is. Salyangoz. [DS]
sinir sistemi uyarıcısı olarak kullanılan, uzun süreli
kohmak, [kok-mak / koh-m ak jî] {eAT} gçsz. fi [- kullanımlarda bağımlılık yapan, kim yasal formülü
ar] -*■ kokmak, C 17H 2 ]N 0 4 olan alkaloit,
kohrili, [Yun. khohlidi] {ağız} is. Sümüklüböcek. kokainci, [kokain-ci] is. 1. Kokain üreten, içen ve ti
[DS] caretini yapan kimse. 2. Kokain bağımlısı olan
kohşamak, [koğ-(ı)ş-â-mak > kohşa-m ak {e- kimse; kokainman,
kokainman, [Fr. cocai'nomane] is. Kokain kullan
AT} gçsz. f i [-r] [-ş(u)-yor] M etanetini kaybetmek;
maya alışmış kimse; kokain bağımlısı; kokainci,
bozulmak.
kokainm anlık, [kokainman-lık] is. Sonu zehirlen
kohşaşmak, [koğ-(ı)ş-â-mak > koğşa-ş-mak] {eT}
meye varan kokain bağımlısı olma durumu,
işteş, fi. [-ur] -*■ kogşaşm ak1. [DLT]
kokak, -ğı [kok-ak] {ağız} sf. Kötü kokulu; pis; kirli;
kohşatmak, [koğ-(ı)ş-â-mak > koğşa-t-mak] {eT}
murdar; kokmuş; kokar. [DS] S kokak ağaç, S ed e f
gçl.f. [-ur] -*• kogşatm ak1. [DLT]
otugillerden, hava kirliliğine ve kötü iklim şartları
kohu, [eT. kok-I > kohü y - f ] {eAT} {OsT} is. Koku. na dayanıklı, Çin kökenli, p is kokulu bir gölge
[DK] ağacı; kokar ağaç, (Ailanthus glandulosa).
KOK İİM K İH S O M . s™
kokal, [Yun. khokhalo [Tietze]] {ağız} is. Diz kapağı. kokazlanm ak, [kok-az-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi [-
[DS] ır] Kabadayılık taslamak; horozlanmak. [DS]
kokalamak, [kok-ala-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)- köken, [? köken] {ağız} is. Dantel örmekte kullanılan
yo r] Koklayıp durmak. [DS] iplik yumağı. [DS]
kokalmak, [koğ > kok-al-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır] koket, [Fr. coquette (horozcuk)] is. ve sfi (Kadın
Böbürlenmek. [DS] için) giyimiyle, süsüyle kendini göstermeye çalı
kokan, [kok-an ?] {ağızj is. İnsan ya da hayvanın şan; modaya, süse aşırı düşkün olan,
ayağına yapışarak ağırlık yapan çamurlu kar. [DS] kokhane, [İng. coke + Far. hâne] (kokha:ne) is. K ok
kokanlam ak, [koğ > kok-an-la-mak] {ağız} gçsz. fi. [- üretilen fabrika,
r] [-l(ı)-yor] Kötü bir durumdan biraz iyiye doğru kokılık, [kok-mak > kok-ı > kokı-lık] {eT} is. Koku;
gitmek. [DS] parfüm [Tekin]
kokar1, [kok-mak > kok-ar] sf. 1. Kokan; etrafına kokıtmak, [kok-mak > kok-ıt-mak] {eT} gçl. f i [-ur]
koku saçan. 2. {ağız} Tembel; miskin. [DS] 3. {ağız} Kokutmak. [DLT]
(Kadın için) pis; pasaklı. 4. ünl. Kadınlar arasında kokim bit, [Fr. coquimbite (Şili-Coquimbo)\ is. miri.
birbirini aşağılama sözü. S kokar ağaç, bot. S ed e f Hidratlı doğal demir-III sülfat,
otugülerden, hava kirliliğine ve kötü iklim şartları kokkun, [kok-mak > kok-kun] {ağız} sf. (Kişi için)
na dayanıklı, Çin kökenli, p is kokulu bir gölge kötülük yapabileceği bilinen kimse. [DS]
ağacı; m ürver ağacı; kokak ağaç; aylandız, koklagaz, [Yun. khohlias] {ağız} is. Salyangoz;
(Ailanthus glandulosa),\\ kokar ganak, {ağız} bot. süm üklüböcek [DS]
Birleşikgillerden, sarı çiçekli, beyaz tüylü, kötü koklam a, [kok-la-ma] is. K oklam ak eylemi; kokula
kokulu bir yıllık otsu bir bitki; tüylü kanak; kokar rın algılanması işlevi; koku alma, fi1 koklama
ot, (Crepis foetida / C. rhoeadifolia). [DS]|| kokar hücresi, K oku almayı sağlayan koklama organı
ibik, -*■ kokaribik.|| kokar ilik, {OsT} {ağız} is. hücresi. || koklama duyusu, Koku almayı sağlayan
Omurilik. [DS]|| kokar meke, {ağız} İbibik kuşu; duyu.\\ koklama organı, Kokuların algılanmasını
çavuş kuşu [DS]|| kokar ot, {ağız} Kereviz. [DS]|| sağlayan doku ve anatom ik unsurların tümü.
kokar su, {eAT} Sperm; meni; atmık. koklam ak, [kok-mak > kok-u > kok-u-la-m ak > kok-
kokar2, [? kokar] {ağız} is. Domates. [DS] la-mak] gçl. fi [-r] [-l(u)-yor] Bir şeyin kokusunu
kokar3, [Bul. kükara] {ağız} is. Pişirilen ekmeği algılam ak amacıyla o şeyi buruna yaklaştırarak bu
çevirmeye yarayan ucu eğri tahta araç. [DS] rundan havayı içeri doğru çekmek; kokusunu al
kokarca, [kok-ar-ca] is. 1. zool. Yakaladığı tavşan, m aya çalışmak; koku almak,
tavuk vb. hayvanların kanını emerek beslenen, yu koklangoz, [Yun. khohlias] {ağız} is. Salyangoz;
muşak tüylü, geniş ve kabarık kuyruklu, tehlike sümüklüböcek. [DS]
anında anüs çevresindeki salgı bezlerinden birkaç koklaşma, [İng. colce > kok-la-ş-ma] is. Taş kömü
m etre ileriye kadar pis bir koku püskürterek en rünün ve ağır petrol artıklarının ısı etkisi ile kömür
güçlü düşm anlarından bile kurtulmayı başaran bir leşmesi. S koklaşma ısısı, Taş kömürünün koka
memeli hayvan, (Pııtorius fo etid u s). 2. {ağız} Deri dönüşm esini sağlayan tepkime ısısı.
de pis kokulu çıbanlar oluşturan bir tür hastalık. koklaşma, [kok-la-ş-ma] is. Karşılıklı olarak birbiri
[DS] ni koklama.
kokarcık1, -ğı [kok-ar-cık] {ağız} is. 1. Sincap. 2.
koklaşm ak1, [İng. coke > kok-la-ş-mak] dönşl. fi. [-
Sansar. [DS] ır] (Taş köm ürü ve ağır petrol artıkları için) kok
kokarcık2, -ğı [kok-ar-cık] {ağız} is. A rpacık soğanı; hâline dönüşmek.
küçük soğan. [DS] koklaşm ak2, [kok-la-ş-mak] işteş, fi [-ır] 1. Karşılık
kokaribik, -ği [kok-ar+ibik] {ağız} is. 1. Çavuşkuşu; lı olarak birbirini koklamak. 2. mecaz. Birbirini
ibibik. 2. Y aban horozu. [DS] sevmek; sevişmek; anlaşmak,
kokart, -dı [Fr. cocarde] is. as. 1. Askerlerin şapka koklaştırm a, [İng. coke > kok-la-ş-tır-ma] is. Ağır
larına taktıkları, renk ve şekli her millete ve sınıfla petrol atıklarım ısı etkisi ile kömüre dönüştürme
ra göre değişen işaret. 2. Uçakların kanatlarına ve işlemi.
gövdesi üzerine millî renklerle yapılan işaret; am b koklaştırm ak, [İng. coke > kok-la-ş-tır-mak] gçl. fi.
lem. 3. Belli bir sınıf ve topluluğun simgesi olan [-ır] Koklaşm a işlemini gerçekleştirmek,
işaret. koklatma, [kok-la-t-ma] is. Koklamasını sağlama
kokartlı, [kokart-lı] sf. Kokardı olan, eylemi.
kokarzade, [kok-ar+ Far. zade] {ağız} is. -*■ kokar koklatmak, [kok-la-t-mak] gçl. fi. [-ır] 1. Koklama
ganak. [DS] işini yaptırmak. 2. argo. Kendisine ait bir şeyden
kokaz, [kok-mak > kok-az] {ağız} is. Yaban pırasası. biraz vermek; biraz yararlandırmak. 3. (Olumsuz
[DS] biçimde) vermemek; tattırmamak.
S lü t fl l i l t SffilıÜli • 2 7 11 KOK
koklayış, [kok-la-y-ış] is. K oklam a eylem i veya bi kokoreççi, [kokoreç-çi] is. Kokoreç yapan ve satan
çimi. kimse.
koklea, [Fr. cochlea] is. anat. İç kulakta, işitme kokoroz, [Bulg./ Aim. kokoroz / kukuruz] is. bot. 1.
organlarının bulunduğu bölüm; kulak salyangozu, Koçanıyla birlikte mısır. 2. M ısır buğdayı, (Zea
koklık, [kok-mak > kok-ı > kok(ı)-lık] {eT} is. Koku. mays). 3. mecaz. Ucu sivri ve uzun olan şey. 4. sf.
[ETY] argo. Çirkin. 5. Parasız ve durumu kötü olan,
koklukoza, [Yun. khohlias] {ağız} is. Salyangoz. [DS] kokorozlanma, [kokoroz-la-n-ma] is. argo.
kokm a1, [kok-ma] is. Kokmak eylemi. Kokorozlanmak eylemi,
kokma2, [? kokma] {ağız} is. Damın ortasına dikle kokorozlanm ak, [kokoroz-la-n-mak] dönşl. f. [-ır]
mesine konan destek direği. [DS] argo. 1. Kokoroz duruma gelmek. 2. Birine göz
kokmah, [kokmah] {ağız} is. Ucu kalın çoban sopası; dağı vermek; korkutmaya çalışmak; meydan oku
kakmak. [DS] mak; tehdit etmek,
kokorozlu, [kokoroz-lu] sf. argo. Giyimi gösterişli
kokm ak1, [kolç-malç J * ^ ] g ç sz.f. [-ar] 1. {eT} {eAT}
olan; süslü püslü,
,'OsT} Fena kokmak; kokusu yükselmek. 2. Koku kokot, [Fr. cocotte] is. Hafifmeşrep kadm; aşüfte,
çıkarmak; koku yaymak; koku salmak; koku ol
kokota, [? kokota] {ağız} is. M ısır çorbası. [DS]
mak. 3. (Yiyecek için) çürüyüp bozulm a yüzünden
kokoviça, [Lat. caecilia => ? kokoviça] {ağız} is.
kötü bir koku yaymak. 4. V ücudundan veya vücu
Küçük, zehirli kertenkele. [DS]
dunun bir bölüm ünden kötü bir koku yayılmak. 5.
Bozulmak; kokuşmak. 6. mecaz. Bir şeyin, bir ye kokoz1 , [kök-mak2 > kok-uz / kokoz / koğuz] {eT} is.
rin veya bir kimsenin özelliklerini taşımak. 7. me -*■ kokuz.
caz. Olacağına, meydana geleceğine dair bazı belir kokoz2, [eT. kokuz] sf. 1. {ağız} (Aşağılama sözü
tiler ortaya çıkmak; olacağı hissedilmek. 8. gçl. f. olarak) kurnaz ihtiyar; pişkin; kurt. [DS] 2. {ağız}
Koklamak. {eAT} (aym) Yaban armudu; ahlat. [DS] 3. argo. M uhtaç durum
da olan; parasız; cebi delik; züğürt. 4. İhtiyarlıktan
kokmak2, [*kö-mak > kök-mak] (ko:kmak) {eT}
ileri gelen bitkinlik,
gçsz. f. 1. Azalmak; küçülmek. [DLT] [EUTS]
[Gabain] 2. (Su için) durulm ak.[DLT] 3. (Hastalık kokozlama, [kokoz-la-ma] is. argo. Parasız kalma,
için) sakinleşmek. [DLT] kokozlam ak, [kokoz-la-mak] gçsz. f. [-r] [-l(u)-yor]
kokmuş, [kok-muş] sf. 1. Çürüyüp bozulm a yüzün Parasız kalmak; züğürtleşmek,
den kötü kokan; pis koku salan. 2. mecaz. Aşırı kokozlanm a, [kokoz-la-n-ma] is. Parasız kalma,
ölçüde üşengeç; tembel; uyuşuk; miskin. 3. mecaz. kokozlanmak, [kokoz-la-n-mak] dönşl. fi [-ır] 1.
Değersiz olmasına rağm en kendini beğenmiş anla Parasız kalmak; züğürtleşmek. 2. {ağız} Kurnazlık
mında küçümseme sözü, düşünmek. [DS]
koko, [Fr. cocaine] is. argo. Kokain, kokozluk, -ğu [kokoz-luk] is. argo. Parasızlık; zü
kokocu, [koko-cu] is. Kokainman; kokainci. ğürtlük.
kokoç1, -cu [kokoç] {ağız} is. Koç. [DS] kokpit, [İng. cockpit (horoz döğüşii yeri)] is. U çak
larda uçak personeli için ayrılmış ve uçağın ön ta
kokoç2, -cu [? kokoç] {ağız} is. Eskiyerek sapı kırıl
rafında bulunan özel yer.
mış süpürge; süpürge sapı. [DS]
kokpu, [? kokpu] {eT} is. Pamuklu kumaş. [EUTS]
kokoç3, -cu [kak-aç] {ağız} sf. Kuru. [DS]
kokratmak, [kök-mak2 > kok-ır-m ak > kok(ı)r-â-
kokoç4, -cu [? kokoç] {ağız} is. Kuşbum undan yapı
mak > kokra-t-mak] {eT} gçl. fi [-ur] Eksiltmek.
lan pestil ya da şurup. [DS]
[DLT]
kokoç5, -cu [koğ (yans.) > koğ-uç ?] {ağız} is. Ağaç
kokruşmak, [kök-mak2 > kok-ur-mak > kok(u)r-uş-
kovuğu; oyuk. [DS]
mak] {eT} işteş, fi. [-ur] Azalmak. [DLT]
kokoçı, [? kokoçı] {ağız} is. Umacı; öcü. [DS]
kokrutmak, [kök-mak2 > kok-ur-mak > kok(ı)r-ü-
kokol, [? kokol] {ağız} sf. Dik başlı. [DS] mak > kokru-t-mak] {eT} gçl. f i [-ur] -*• kokratmak.
kokoliz, [Yun. khokos] {ağız} is. Kavrulmuş başaktan kokteyl, [İng. cocktail (kuyruk kaldıran, horozla
çıkan taneler. [DS] nan)] (ko ’kteyl) is. 1. Değişik oranlarda alkol, likör
kokom, [? kokom] {ağız} is. Gonca. [DS] ve şurup karışımından meydana gelmiş aromalı
kokona, [Yun. khokhöna] {OsT} is. 1. Eskiden soğuk içki. 2. gnşl. Yeri ve zamanı önceden belir
Hristiyan kadınlara verilen isim; yaşlı Rum kadını. lenen, bir açılış veya kutlama amacıyla düzenlen
2. Süsüne düşkün yaşı geçkin kadın, fi1 kokona miş açık büfeli ve içkili toplantı.
gibi, Çok süslü yaşlı kadın. koktur1, [Bul. koftor / kovtor [Tietze]] {ağız} is. Soba.
kokoreç, -ci [Yun. khokhoretsi ?] is. Şişe takılarak [DS] ^
kömür ateşinde kızartılan kekikli kuzu bağırsağı. koktur2, [? koktur] {ağız} sf. (Kişi için) zengin. [DS]
KOK Ö ie iiiM E S ö M • 2712
kokturmak, [kok-tur-mak j«_,ji3js] {OsT} g ç l.f. [-ur] kokulık, [kok-mak1 > kok-u > koku-lık] {eT} is. 1.
Kokuluk. 2. Kokulu. [ETY]
Koklatmak.
koku, [kok-u] is. 1. N esnelerden yayılarak hava ile kokulmak, [kok-ul-mak {OsT} edil. f. [-ur]
taşman zerreciklerin burun zarı üzerindeki sinirler Koklanmak.
de meydana getirdiği duyum. 2. Güzel kokması kokulu, [kok-u-lu] sf. 1. K okusu olan; koku yayan.
için vücuda veya giyeceklere sürülen kozmetik; 2. Güzel kokan; hoşa giden bir kokusu olan. 3. (Be
esans; parfüm. 3. mecaz. Bir şeyin belirtisi; iz; eser. lirtilen nitelikte) kokusu olan. S kokulu çayır otu,
4. Parfümlerin bileşiminde yer alan ana ürünün Buğdaygillerden, çayır ve ormanlarda yetişen, y a
ayırt edici özelliği, t? koku ağacı, {eAT} Ö d ağa- lın bir sap üzerinde tek kat dizilmiş düz yapraklı,
cı. || koku alma duyusu, Koku almayı sağlayan gevşek başaklar hâlinde top çiçekli, hayvan yem i
duyu; koklama duyusu.|| koku almak, 1. Kokuyu olarak kullanılan güzel kokulu bir ot; kokulu ot,
almak; hissetmek. 2. Sezmek. |j koku alma organı, (Anthoxanthum odaratum).\\ kokulu kiraz, bot. On
Kokuların algılanmasını sağlayan doku ve anato metre kadar boylanabilen, beyaz çiçekli, dalları ve
m ik unsurların tünıü; koklama orgam.\\ koku gide meyvesi hoş kokulu, kerestesi güzel bir tür kiraz;
rici, 1. Ortamda bulunan kötü kokuyu yavaş yavaş mahlep; idris ağacı; endirez, (Cerasus mahaleb /
buharlaşarak gideren katı veya sıvı madde. 2. K a Prunus m ahaleb).|| kokulu narpis, {ağız} Nane.
pa lı bir ortamdaki kötü kokuyu giderm ek için ozon [DS]|| kokulu ot, Kokulu çayır otu.\\ kokulu sabun,
gazı oluşturan elektrikli aygıt.\\ kokusu çıkmak, H oş kokması için üretim sırasında içine çeşitli ko
(G izli tutulan ve çevrede hoş olmayan y a da yasa kular katılmış olan sabun.
dışı bir iş için) anlaşılmak; çevreden öğrenilmek; kokum, [kokum] {ağız} is. A kraba ve yakınlar. [DS]
bir durum dolayısıyla veya başka şekillerde açığa kokumak, -ğı [Yun. koukouvayia] {ağız} is. Baykuş.
çıkmaya başlamak. |j kokusunu almak, 1. Söz ko [DS]
nusu şeyin kokusunu algılamış olmak. 2. mecaz. kokumere, [kok-ra-ma ? / kokumere] {ağız} is. Top
(G izli tutulan şey için) sezmek; anlamak; bir yer raktan yapılmış iki kulplu testi. [DS]
lerden öğrenmek. 3. B ir şeyin olacağım veya olmuş kokun, [kok-m ak1 (duman, koku vb. yükselmek) >
bir şeyi sezmek; anlamak.\\ kokusu sinmek, Bir kok-un [Clauson] ? / kukun] {eT} is. Kıvılcım. [DLT]
şeyin kokusu bir y e r veya nesne üzerinde uzun süre
kokunlug, [kok-mak (duman, koku vb. yükselmek) >
etkisini göstermek; çıkmamak.
kok-un-luğ] {eT} sf. Kıvılcımlı. [DLT]
kokucu, [kok-u-cu] is. Gezici olarak esans, lavanta,
kokunluğ, [kok-m ak1 > kok-un [Clauson] ? / kukun-
kolonya gibi maddeleri satan kimse,
luğ] {eT} sf. Kıvılcımlı. [DLT]
kokuç, [eT. keküç] {ağız} is. Çekiç. [DS]
kokunmak, [kok-u-n-mak J ^ j ü ] dönşl. f. [-ur] 1.
kokulama, [kok-u-la-ma] is. Koku verm e işlemi; ko
kar hâle getirme, {eAT} Koku sürünmek. 2. {ağız} Koklamak. [DS] 3.
gçsz. f. (Öküz için) ineğin arkasından gitmek,
kokulamak, [kolç-u-la-mak ^Xjisjii] gçl. f. [-r] [-
kokurdak, -ğı [kokur-dak] {ağız} is. Tomurcuk. [DS]
l(u)-yor] 1. Koku vermek. 2. {eAT} {ağız} K okla
kokurdamak, [kokur-da-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] {-
mak. [DS]
d(ıı)yor] (Ekin için) olgunlaşmaya başlamak. [DS]
kokulandıncı, [kok-u-la-n-dır-ıcı] is. Tehlikeli ve
kokurdan, [kokur-dan] {ağız} is. Çok sayıda kuyu
yanıcı bir sıvı veya gaz kaçaklarının anlaşılmasını
gibi çukurlukları olan, kalkerli ve karstik özellik
sağlamak amacıyla o gaz veya sıvıya özel olarak
taşıyan engebeli arazi. [DS]
katılan dikkat çekici kokusu olan madde,
kokurdaşm ak, [kokur-da-ş-mak] {ağız} işteş fi. [-ır]
kokulandırma, [kok-u-la-n-dır-ma] is. K okulu hâle
Bir iş için düşüncelerini karşılıklı olarak söylemek.
getirme; koku ekleme, [DS]
kokulandırmak, [koku-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] kokusuz, [kok-u-suz] sf. Kokusu olmayan; çevresine
Koku sahibi kılmak; kokmasını sağlamak; özel bir koku vermeyen.
koku kazandırmak,
kokuş1, [kok-mak > kok-uş] is. Kokmak eylemi veya
kokulanma, [kok-u-la-n-ma] is. 1. Kokar hâle geti biçimi.
rilme. 2. B ir koku sahibi olma.
kokuş2, [kok-mak > kok-uş] {ağız} is. Taze ceviz
kokulanm ak, [kok-u-la-n-mak js] edil. f. [-ır] yaprağı. [DS]
1. K okulu hâle getirilmek; kokar durum kazandı kokuşlu, [kok-mak > kok-uş-lu sfi 1. {OsT}
rılmak. 2. {OsT} dönşl. f. Koku sürünmek. 3. Koku
K okulu. 2. {ağız} (Kişi için) uzun zaman yıkanma-
sahibi olmak; koku edinmek,
maktan dolayı teni pis kokan. [DS]
kokulatmak, [koku-la-t-mak js^S] {OsT} g ç l . f [- kokuşma, [kok-mak > kok-uş-ma] is. 1. Kokuşmak
ır] Koklatmak. eylemi. 2. Birbirini koklama.
• 2713 KOL
kokuşm ak1, [kok-mak > kok-uş-mak] dönşl. fi. [-ur] akarsu. 15. Okullarda bir rehber öğretmenin göze
1. Çürüyüp bozularak kötü bir koku yaymak; kok timinde çalışan öğrenci kuruluşu; eğitici kol. 16.
mak; taaffun etmek. 2. mecaz. (Kurum, kuruluş ve Kapı, pencere vb. açıp kapatm ak için elle tutularak
toplum için) iyi niteliklerini kaybetm ek; yozlaş çekilen veya çevrilen parça; kulp; tokmak; tuta
mak; bozulmak; tefessüh etmek. 3. {ağız} işteş, fi. mak; elcik. 17. İmparatorluk döneminde, yerleşim
Koklaşmak. [DS] birimlerini birbirine bağlayan ve stratejik önemi
kokuşmak2, [kok-mak > kok-uş-mak] {ağız} dönşl. fi. olan yollara verilen isim; güzergâh. 18. Bir m aki
[-ur] Bir yerde uzun süre oturmak. [DS] nede ana gövdeden uzakta bulunan bir düzeneği
kokuşmuş, [kok-uş-muş] sfi 1. Çürüyüp bozularak çalıştıran veya taşıyan sabit ya da hareketli parça.
kötü koku yaymaya başlamış olan; kokmuş. 2. me 19. mim. Sivri tonozlarda kilit taşının iki yanında
caz. (Kurum, kuruluş ve toplum için) iyi nitelikle yer alan bölümlerden her biri. 20. tiy. İmparatorluk
rini yitirmiş; yozlaşmış; bozulmuş, döneminde seyirlik oyunları oynayan oyuncuların
kokuşturma, [kok-uş-tur-ma] is. Kokuşmasını sağ oluşturduğu topluluk; kumpanya. 21. biy. Deniz
lama veya kokuşm asına sebep olma, yıldızı gibi canlılarda vücuttan ışın biçiminde çıkan
uzantılardan her biri. 22. biy. Kafadan bacaklı yu-
kokuşturmak, [kok-uş-tur-mak] gçl. fi [-ur] 1.
muşakçaların sıra hâlinde çekmenleri bulunan, ucu
Kokuşmasını sağlamak; kokuşm asına sebep olmak.
dokunaçlı uzantıları. 23. Bir halatı meydana getiren
2. Kokutmak.
bükülü iplerin her biri. 24. {ağız} Kök; köken. [DS]
kokuşuk, -ğu [kok-uş-uk] sfi 1. K okuşarak bozulmuş
25. {ağız} Avcılıkta, gözetleme deliğinin çevresine
olan. 2. mecaz. Yerinden kım ıldamayan; üşengen;
ve bu deliğe giden yolun iki yanma konan çalı çır
tembel; miskin; kokmuş,
pı. [DS] 26. {ağız} Ağacın dibinden çıkan sürgünler;
kokutma, [kok-ut-ma] is. K okutmak eylemi,
piç. [DS] 27. sf. Kol gibi olan; kola benzeyen, ö
kokutmak, [kok-ut-mak] gçl. fi. [-ur] 1. Koku ver kola almak, {OsT} {ağız} Korumak; himaye etmek;
mek; koku yaymak; koku bırakmak. 2. (Osuruk vb. kollamak; yardım etmek; yardım elini uzatmak.
için) kokular çıkararak çevreyi rahatsız etmek; iğ [DS]|| kola binmek, {eAT} Devriye gezmek; kola
rendirmek. 3. Bozulup kokuşm asına sebep olmak; çıkmak. || kola çıkmak, 1. İm paratorluk döneminde
kokmasını sağlamak. 4. mecaz. Bir işi uzatarak can güvenlik güçlerinin şehirler arası yolların güvenli
sıkmak; tadını kaçırmak; sıkıntı yaratmak. 5. {ağız} ği, çarşı ve pazarın denetimi için yaptıkları görev
İdareli kullanmak; azar azar idare etmek. [DS] 6. gezisi; devriye gezmek. 2. (Güvenlik kuvvetleri
{ağız} B ir işi çıkm aza sokmak; becerememek. [DS] için) kamu düzenini sağlam ak için at veya motorlu
kokuz, [kök-mak2 > kok-uz / kokoz / koğuz] {eT} is. araçla devriye gezmek. || kol akımı, Bir elektrik
Boş; boşluk; eksiklik. [KB] devresini sağlayan ana hat üzerine kurulan ikinci
kokiis, [Fr. coccus] is. tıp. Bir protoplazm a küreciği derecedeki devreden geçen akım.|| kol almak,
ile hücre zarından oluşan, tek çekirdekli, basit bak {ağız} 1. K uvvet almak. 2. (Bir tek işçi için) mısır
teri; kok. tarlasında bir sıra y e r çapalamak. [DS]|| kol altı,
kol1, [kol JjS] (ko:l) is. 1. İnsan vücudunun omuzdan {ağız} Para karşılığında gizlice iş yapan; kaçak
başlayarak parm ak uçlarına kadar olan kısmı. {eT} alıcı bulan. [DS]|| kol askısı, tıp. Yaralı veya kırık
(aym) [DLT] [ETY] [EUTS] [KB] [İKPÖy.] [Yüknekî] kolu sabit tutabilmek amacıyla önde bükülü vazi
[Gabain] 2. {eT} {eAT} El. 3. (Koyun, kuzu, keçi, yette boyuna asmaya yarayan üçgen bez. || kol at
dana vb. kasaplık hayvanlar için) ön ayağın dizden mak, 1. (Bitkinin gövdesinden çıkan dallar için)
kürek kemiğinin ortasına kadar giden üst bölümü. değişik yönlere doğru gelişip uzamak. 2. (Bir du
4. gnşl. B ir bütünden ayrılan bölüm; dal; branş; rum veya olgu için) genişlemek; yayılmak; uzan
kısım. 5. A ğaçlarda gövdeden ayrılan kaim dal. 6. mak; ulaşmak. 3. Kolları ile yüzmek.\\ kol avı, {a-
{eAT} {OsT} Taraf; yan; yön; cihet. [DIC] 7. Giye ğız} Sürek avı. [DS]|| kol ayaz, {ağız} E l ayası; avuç
ceklerde kolu örten bölüm. 8. Koltuk, kanepe gibi içi. [DS]|| kol bağı, Kadınların süs için kollarına
oturma gruplarında kol dayanan, dirsek konulan taktıkları bilezik. {eAT} (aym) || kol bağı inci, {eAT}
kısım; kolçak. 9. Bazı telli çalgıların elle tutulan {ağız} 1. İnci bilezik; kadın bileziği. 2. Büyük taneli
sap kısmı. 10. Bir iş ortamında veya ülke genelinde boncuklardan yapılm ış kadın bileziği. [DS]|| kol
aynı işi yapan çalışm a grubu. 11. Güvenliği sağla bastı, {ağız} spor. Güreşte bir oyun. [DS]|| kol başı,
mak veya denetimde bulunm ak üzere dolaşan asker {ağız} Belirli bir bölgede çalışan bahçıvanların ba
veya polis grubu; devriye; karakol. {OsT} (aym) 12. şı. [DS]H kol bazı, {ağız} Büyük, yassı altın. [DS]||
as. Askerî birliklerin, tankların, araçların birbiri kol böreği, İçine malzemesi konulduktan ve yufka
ardına dizilerek aldıkları düzen ve sıra. 13. Do lar bütün halinde sarıldıktan sonra tepsiye döşe
nanmada, filo ya da konvoy hâlinde seyreden ge mek suretiyle yapılan börek.|| kol burmak, {ağız}
milerin taktik düzeni. 14. coğ. Denize değil de daha Zorlamak; zo r kullanmak. [DS]|| kol çekmek, {ağız}
geniş bir akarsuya kavşak denilen noktada karışan Asma, sarm aşık gibi ağaçların sürgünlerini ip ge-
KOL Ö IÜ M IÜ IC E S Ö M •2 7 1 4
girerek istenen yere doğru yönlendirmek. [DS]|| kol cü tükenmek; bitmek; çökmek. || koluna girmek,
değirm eni, Bulgur, kahve ve göçe yarm akta kulla K endi kolunu başkasının koluna dolayarak tutmak,
nılan ve el ile çevrilerek çalışan küçük taş değir tutunmak]] Koluna kuvvet! Çalışan birisini işlek
men; el değirmeni.\\ kol demiri, B üyük kapıları lendirmek için söylenen takdir sözü]] kolunda, Bi
kapadıktan veya kepenkleri indirdikten sonra dı rinin koluna girmiş vaziyette.|| kolunda altın bile
şardan açılmaması için içerden konulan dem ir des ziği olmak, K azanç sağlayabileceği bir işi, sanatı
tek. iağız} (aym) [DS]|| kol doğurhyan, {ağızj K ırık veya m esleği olmak]] kolun köprüsü, {ağız} K öp
çı çıkıkçı. [DS]|| kol dolaşmak, {eAT} Devriye gez- rücük kemiği. [DS]|| kolun küreği, {ağız} Kürek
mek.\\ kol dolaştırm ak, {eAT} K olunu dolamak; kemiği. [DS]|| kolu uzun, H er işi yapm aya gücü
sarm ak.|| kol döğen, {ağız} Çiçek aşısı yapan kim yeter durumda; etkili; sözü geçer; nüfuzlu. || kol
se. [DS]|| kol eğişi, {ağız} Tandıra yapışan ekmekle uzatm ak, Ulaşmak; varmak; yayılmak. || kol ver
ri kazımaya yarayan demir araç. [DS]|| kol geç mek, {ağız} 1. mecaz. Birine yardım etmek; destek
m ek, {ağız} (Güvenlik görevlisi için) kol gezmek. olmak. 2. (Kavun, karpuz tevekleri için) dal, kol
[DS]|| kol gezmek, 1. (Güvenlik güçleri için) g ü salmak; uzamak. 3. (Şeyh için) müridine el vermek.
venliği sağlamak amacıyla dolaşmak; kontrol ama 4. Tahıl değirmeninde dövülen bulguru, kolları sı
cıyla. dolaşmak; devriye gezmek. 2. mecaz. (Kötü vayarak karıştırmak. 5. Kollara paçavra dolaya
bir durum veya hoş olmayan davranışlar için) ya y rak, havuzların boğazlarını, su gelip giden yerleri
gınlık kazanmak; giderek artmak; yayılmak. 3. ni ayıklamak ve suyun künkler içinde akışını kolay
Baskı kurmak; tehdit etmek. 4. Gezmek; dolaşmak.\\ laştırmak. 6. Başıboş bırakmak; salıvermek. [DS]j|
kol işareti, Bazı askerî elbiselerde kola takılan kol vurm ak, İleri geri gezinmek; dolaşmak; volta
rütbe işaretleri. || kol kanat germek, Birini koru atmak]] kol yorm ak, Aşırı çalışmak; çok çalışmak;
yuculuğu altına alarak onu her konuda destekle yorulmak.
mek: ona yardım da bulunmak.]] kol kanat olmak, kol2, [kol] is. 1. {ağız} Susuz dere. [DS] 2. {ağız}
Birini koruyuculuğu altına almak; onu her konuda Koyak. [DS] 3. {eT} Dağın tepesinden aşağı inen ve
desteklemek; ona yardım da bulunmak.\\ kol kapa derenin ortasından yüksekçe olan yer; yamaç; vadi.
ğı, Elbise veya gömleğin kolunda bileği örten bö [DLT] [KB] [Yüknekî] 4. {eT} Kılıç veya bıçakta bu
lüm]] kol kavşurm ak, {eAT} El pençe divan dur lunan yol biçimi oyma. [DLT] fi1 kol avı, {ağız} D e
mak; elini kavuşturmak,|| kol kemiği, Omuz başın relerde, suyu çekildikten sonra küçük birikintilerde
dan dirseğe kadar olan bölümde ye r alan uzun ve veya kaya diplerinde toplanan balıkları yakalam a
tek kemik; pazı kemiği. || kol kesimi, {ağız} Kesilmiş işi. [DS]
kasaplık hayvan etinin boyunla kolun bir parçasını kolJ, [kol] {ağız} is. Kiler. [DS]
içine alan bölümü. [DS]|| kol kıran, {ağız} Dolandı kol4, [kol] {ağız} is. İmza. [DS] S kol çekmek, {ağız}
rıcı; düzmeci. [DS] | kol kırmak, {ağız} Dolandırı İmzalamak. [DS]j| kol koymak, {ağız} İmzalamak.
cılık yapmak; düzmecilik yapmak. [DS]]| kol kola, [DS]
Kollarını birbirine takmış vaziyette ve yan yana.\\ kol5, [kol] {ağız} is. 1. Orman. 2. Yapılarda kullanılan
kol kola girm ek, Kollarını birbirinin koluna ge- 10x10 cm. veya 15xl5cm . kalınlığında kesilmiş
çirm ek.|| kol koymak, {ağız} Üzüm teveklerini bu ağaç. [DS] S kol ağacı, {ağız} Çatılara yatay ola
darken kim i dallarını kesmemek. [DS]|| kolları rak konan büyük ağaç. [DS]
kopmak, A ğır bir şey taşımaktan veya çok çalış kola1, [Yun. kolla / İt. colla] (ko ’la) is. 1. Gömlek
maktan dolayı özellikle elleri kolları aşırı ölçüde yakası gibi sert ve parlak durması istenilen çama
yorulm uş olm ak.|| kollarını açmak, I. mecaz. Biri şırlarda ütü sırasında kullanılan bir tür nişasta. 2.
ni kabul etmek. 2. Dostça ve sevgi ile karşılamak; Ü st üste konulan kâğıt vb. şeyleri yapıştırmakta
sevgisini belirtmek,|| kollarının arasına almak. kullanılan sentetik reçine, kauçuk türevleri veya
Kucaklam ak; sevmek. || kollarını sallaya sallaya hayvansal ürünlerden olan jelatin gibi yapıştırıcı
gelm ek, H içbir şey getirmemek; hiçbir şey taşı lardan üretilen yapıştırıcı madde; zamk. 3. Kâğıt
m amak,|| kollar] sıvamak, 1. B ir işi yapm ak için üretimi sırasında hamura katılan ve sonradan kâğıt
büyük bir istek duym ak ve hazırlanmak. 2. Bir işe
yüzeyinde biriken madde. 4. Kolalama.
bütün gücüyle girişmek. || kol nizamı, as. Mangala
kola2, [Sudan d. > Fr. cola / kola] (k o ’la) is. bot. 1.
rın yan yana değil de arka arkaya yürüm eleri du
Kolagillerden Afrika kökenli, Afrika ve A m eri
rum u,| kol saati, Bir kayış ve toka yardım ı ile bile
ka’nın ekvatoral bölgelerinde yetişen, 10-15 m.
ğe takılarak taşman ve kullanılan saat.|| kol sal
boyunda, ceviz büyüklüğündeki meyvelerinde ka
mak, {eAT} E l sallamak; el ile işaret etmek.|| kol
fein ve kolatin adı verilen uyarıcı, iştah açıcı, kuv
sarması, Güneşte rakibin kolunu kaptıktan sonra
vetlendirici etkili m addeler bulunan bir ağaç, (Cola
kendi bedenine dolayarak rakibi yere indirme bi
nitida). 2. Bu ağacın kafeince zengin tohumlar içe
çim inde uygulanan oyun.|| kolu kanadı kırılmak,
ren kabuklu meyvesi; kola cevizi. S kola cevizi, -*■
B ir işi yapam ayacak durumda çaresiz kalmak; gü
kola2.
O U V E M I H . 2716 KOL
kola3, [Coca-Cola (Amerikan firm a sı ve ürünü olan kolalanma, [kola-la-n-ma] is. Kolalı hâle getirilme,
bir içecek) > cola] is. Kolalı içeceklerin genel adı. kolalanmak, [kola-la-n-mak] edil, fi [-ır] 1. (G öm
kola4, [Ar. halâ] {ağız} is. Ayakyolu; hela. [DS] lek yakası, örtü vb. için) daha düzgün ve sert bir
kolabak, -ğı [? kolabak] {ağız} is. Zıpzıp. [DS] durum alması için kolalı suya batırılarak ütülen
kolacı, [kola-cı] is. 1. Geçimini gömlek, çamaşır ve mek. 2. (Kâğıt, karton vb. için) kola sürerek yapış
çarşaf gibi eşyaları ütüleyip kolalamakla sağlayan tırılmak. 3. (İçecek için) içine kola katılmak. 4.
kimse. 2. Bu işi yapan kişinin iş yeri, dönşl. fi. Kola sahibi olmak; kola edinmek,
kolacılık, -ğı [kola-cı-lık] is. Kolacının yaptığı iş ve kolalatma, [kola-la-t-ma] is. Kolalanmasını sağlama;
meslek. kolalı hâle getirtme,
kolaç1, [köl + aç] {eT} is. Kulaç, {ağız} (avm) [DLT] kolalatmak, [kola-la-t-mak] gçl. fi [-ır] 1. Daha
[DS] düzgün ve sert bir durum alması için gömlek yaka
sı, örtü vb.yi kolalı suya batırtarak ütületmek; kola
kolaç2, [Slav, kolâc ^Vjs] is. 1. {OsT} Bir tür börek;
lanmasını sağlamak; kolalamak işini yaptırmak. 2.
kol böreği. 2. {ağız} Mayalı ve mayasız hamurdan Kâğıt, karton vb. yapıştırtm ak için üzerine kola
çeşitli biçimlerde yapılan küçük ekmek; fırında sürdürmek. 3. İçeceklere kola kattırmak,
pişen küçük ekmek. [DS] 3. {ağız} Lokma. [DS]
kolalayış, [kola-la-y-ış] is. Kolalam ak eylemi veya
kolaçan, [kol + aç-an] is. argo. Ne olup bittiğini biçimi.
anlamak amacıyla çevreye gizlice göz atma; araş kolalemi, [Fr. cholalemie] is. tıp. Kanda safra tuzu
tırma. kolaçan etmek, Gözlemek.
bulunması durumu,
kolaçka, [Slav, kölecke] {ağız} is. Süreyya yıldız kolalı, [kola-lı] s f 1. (İçecek için) kola katılmış olan.
kümesi. [DS] 2. (Gömlek, örtü vb. için) kolalanmış olan. 3. Kola
kolagen, [Fr. collagene] is. Kirişlerde, kıkırdaklarda, lanarak kullanılan. 4. (Karton, kâğıt vb. için) kola
bağlarda ve kemiklerde bulunan hücreler arası ile yapıştırılmış olan,
maddeleri meydana getiren esnekliği olmayan, be kolalüri, [Fr. cholalurie] is. tıp. Sidikte safra tuzları
yazımsı renkli karm aşık lifli yapı, nın bulunm ası durumu,
kolagiller, [kola-gil-ler] is. bot. Örnek türü kola olan, kolan', [eT. kol > kol-â-mak > kola-n] is. 1. Bağla
kola ve benzerlerini kapsayan ayrı taç yapraklı, iki ma, sıkma, kuşatma gibi işlerde kullanılan kenevir,
çenekli bitkiler familyası, (Sterculiaceae). kıl vb. lifler ile deriden yapılan geniş, enli şerit;
kolağası, [kol+ağa-s-ı] {OsT} is. tar. İmparatorluk bağırdak. {eT} (aym) 2. A rabaya koşulmuş atları
döneminde, yüzbaşı ile binbaşı arasında yer alan ve arabaya bağlam ak için araba koluna ve atın karm
bugünkü kıdemli yüzbaşı karşılığı olan subay rüt altına bağlanan kayış. 3. A tın eyerini veya yük
besi. hayvanının semerini bağlam akta kullanılan hayva
kolağzı, [kol+ağ(ı)z-ı] is. Elbisenin kolunun uç kıs nın karnı altından geçirilen kayış. 4. {ağız} Y ün ve
mı. ya ipekten yapılmış, üzeri işlenmiş ince kuşak. [DS]
kolaj, [Fr. collage] is. 1. Kumaş, kâğıt ve tahta gibi 5. {ağız} Kadınların kullandıkları, üstü işlenmiş, kıl
çeşitli malzemeleri bir yüzeye yapıştırm a işlemi; veya yün kuşak. [DS] 6. Belirli bir kısmın daha sağ
kes yap. 2. Bu şekilde m eydana getirilen kom po lam durmasını sağlamak amacıyla korseye takılan
zisyon. kumaş şerit. 7. {ağız} Kuşakların üstüne gerilen üç
kolak1, -ğı [kol-ak ^i^s] {OsT} {ağız} sf. Çolak. [DS] cm. eninde kayış. [DS] 8. {ağız} Kayış; kuşak; ke
mer. [DS] "5 kolan balığı, Mersin balığıgillerden,
kolak2, -ğı [kon-ak / kolak ö 'i y / JlS"js] {eAT} is. Saç Kuzey yarım kürenin ılık ve soğuk denizlerinde ba
kepeği. zen de tatlı suların kıyıya yakın bölümlerinde yaşa
kolak3, -ğı [kolak] {ağız} is. Ekşi ve iri bir tür kış el yan, dip balıklarıyla beslenen bir kemikli balık,
ması. [DS] (Acipenser sturio).\\ kolan çekmek, Kayığı kıyıdan
kolak4, -ğı [kol-ak] {ağız} is. M ayalı ve mayasız halatla kıyıya doğru çekmek; yedekçilik etmek. ||
hamurdan yapılan küçük ekmek. [DS] kolanı enlü, {OsT} Malı mülkü çok olan; zengin.\\
kolan salıncağı, Bayram yerlerinde kurulan, taba
kolakmak, [kol-ak-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] Y etiş
nına düz bir tahta konulmuş ve ayakta durarak bi
mek. [DS]
nilen bir tür salmcak.\\ kolan vurmak, 1. Salıncak
kolalama, [kola-la-ma] is. Kolalı hâle getirme işle
ta ayakta durarak ileriye doğru salınm ak için vü
mi; kolalamak işi.
cudu yaylandırmak. 2. Yük veya binek hayvanına
kolalamak, [kola-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. vurulan eyer veya sem eri kolan ile bağlamak.
Daha düzgün ve sert bir durum alması için gömlek
kolan2, [kulan j^ ji] {eT} {eAT} {OsT} is. -*■ kulan.
yakası veya örtü gibi şeyleri kolalı suya batırarak
ütülemek. 2. (Kâğıt, karton vb. için) kola sürerek kolancı, [kolan-cı] is. 1. Kolan yapan veya satan kişi.
yapıştırmak. 3. İçeceklere kola katmak. 2. Kayığı kıyıya çeken kişi; yedekçi.
KOL Ö I Ü M I Ü C E S ö M • 2716
kolancılık, -ğı [kolan-cı-lık] is. Kolancının yaptığı iş kolayca, [kolay-ca] sf. 1. K olay olan. 2. Kolay bir
veya meslek, şekilde; zahmetsizce,
kolanç, [kol-aç] (ağız} is. Kulaç. [DS] kolaycacık, -ğı [kolay-ca-cık] zf. Çok kolay bir
kolang, [kol > kol-â-mak > kolâ-n] {eAT} is. Eyeri biçimde; çok kolay olarak; zahmetsizce; kolayca,
atın kam ının altından bağlayan kayış. [DK] kolaycı, [kolay-cı] sf. İşin daima kolayına kaçan;
kolanga, [? kolanga] {ağız} is. Bayram kutlaması. üşengeç.
[DS] kolaycılık, -ğı [kolay-cı-lık] is. Kolaycının davranışı;
kolanka, [? kolanka] {ağız} is. Bayram yemeği. [DS] üşengeçlik.
kolapana', [Yun. kholopno [Tietze]] {ağız} is. 1. kolayın, [kolay-ın j i ^ ] {OsT}} zf. Aklına geldiği
Pamuklu çocuk bezi. 2. Paçavra. 3. sf. Beceriksiz. gibi; kolayca; düşünmeden,
[DS] kolayına, [kolay-ı-na 4-0 . ^ ] {eAT} {OsT} zf. 1. Bildiği
kolapana2, [? kolapana] {ağız} is. İnce çubuktan ö-
rülmüş, yandan kulplu büyük sepet. [DS] gibi; kolay bulduğu şekilde. 2. Başıboş; gelişigü
kolarmak, [kol-ar-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] Birisine zel; rastgele; kolay, d? kolayına büyümek, {eAT}
vurm ak ya da bir şey atmak için kollan kaldırmak. {OsT} Serbest büyümek; gelişigüzel yetişm ek.|| ko
[DS] layına gelmek, {OsT} Kendisine uygun duruma
gelmek. || kolayına komak, {OsT} Serbest bırak
kolay1, [kol-ay (kola uygun) / ^ ] sf. 1. Ya
mak; arzusuna uygun davranmasına izin vermek. ||
pılması için fazla güç harcanması gerekmeyen; kolayına yürümek, {OsT}} İstediği gibi hareket
hiçbir güçlük çekmeden, yorulmadan yapılabilen; etmek.|| kolayında büyümek, {eAT} {OsT} Serbest
bir engel ve güçlük çıkarmayan; elverişli; uygun. büyümek.|| kolayında gezm ek, {eAT} A lla h ’a müte
{eAT} {OsT} (aynı) 2. (Durum için) karmaşık olama vekkil olmak; A lla h ’ın dilediğine boyun eğmek.||
yan; basit. 3. (Kişi için) birlikte yaşaması rahat kolayında gözlemek, {eAT} F ırsat kollamak.
olan; bir sorun çıkarmayan. 4. {ağız} Zayıf. [DS] 5.
kolayır, [kolay-ır] {ağız} sf. Zayıf. [DS]
zf. H içbir güçlük çekmeden; sıkıntısız ve zahmetsiz
kolaylama, [kolay-la-ma] is. K olay durum a getimıek
olarak; kolayca; kolay biçimde. 6. B ir endişe ve
eylemi; güçlükleri giderme,
kaygıya kapılmaksızın; hiç düşünmeden. 7. is. Ko
lay olan şey. 8. Çıkar yol; çare; çözüm; kolaylık. B kolaylamak, [kolay-la-mak jJu/sljS] g ç l . f [-r] [-l(ı)
kolaya bağlu, {OsT} Kolay yapılan; kolaylığı bıılu- -yor] 1. B ir işi kolay duruma getirmek; güçlükleri
nan. || kolay bulmak, {eAT} B ir fırsatını yakala gidermek. 2. B ir işi bitirmek üzere olmak; bitmesi
mak; çalımına getirmek. || kolayda, Kolay olan ne az kalmak. 3. {OsT} Önemsiz görmek; küçük
yerde veya kolayca bulunabilecek durumda olan; görmek. 4. {OsT} Kolaylık göstermek. 5. {eAT} Ko
el altında.|| Kolay gele (gelsin)! Çalışan kimselere layını bulmak; fırsat düşürmek. 6. {OsT} Hazırla
iyi dilekte bulunmak için söylenen jöz.|| kolay gel mak; alıştırmak,
mek, (Rüzgâr için) gem inin gittiği yönde esmek.|| kolaylanma, [kolay-la-n-ma] is. Kolay duruma
kolayı olmak, Çaresi bulunmak]] kolayına bak getirilmek eylemi,
mak, Bir şeyin kolay ve olur tarafını bularak ona kolaylanmak, [kolay-la-n-mak g ç l.f. [-ır]
göre davranmak; bir çıkar yolu bulmak. || kolayına
1. Kolay durum a getirilmek; güçlükleri giderilmek.
gelmek, B ir işin yapılması sırasında kendi işine
2. B itirilm ek üzere olunmak. 3. {eAT} {OsT} Kolay
nasıl geliyorsa öyle yapmak; daha kolay olan yolu
görülmek; önem verilmemek.
izlemek.|| kolayına kaçmak, B ir şeyi gerektiği gibi
kolaylaşma, [kolay-la-ş-ma] is. K olay duruma gel
değil de daha kolay olan biçimde veya üstünkörü
me; kolay bir durum alma,
yapm ak; kestirme yoldan halletmek; özenmemek. ||
kolaylaşmak, [kolay-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1.
kolayını aramak, B ir işi yapm ak için daha kolay
Kolay bir hâl almak; kolay yapılır duruma gelmek;
ve kestirm e teknikler bulmaya çalışmak. || kolayını
güç yapılır olmaktan çıkmak. 2. (Güçlük ve olum
bulmak, Kolaylıkla yapm a imkânını bulmak; kolay
suzluklar için) ortadan kalkmak,
yapılabilir teknikleri bulmak.|| kolayı var, Çaresi,
çözümü bulunabilir.|| kolay kadın, B ir erkekle he kolaylaştırm a, [kolay-la-ş-tır-ma] is. Kolay yapılır
men ilişkiye girebilen hafifmeşrep kadın. || kolay duruma getirm ek eylemi,
kolay, (Olumsuz cümlelerde) gerçekleşmesi nere kolaylaştırm ak, [kolay-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır] 1.
deyse olumsuz olan. || kolay rüzgâr, Yelkenli tek Kolay bir hâl almasını sağlamak; kolay yapılır du
nenin gidiş yönüne göre kıç omuzluğundan esen rum a getirmek; güç yapılır olmaktan çıkarmak. 2.
rüzgâr. || kolay seyir, Kıç omuzluktan esen rüzgâr Bir işin yapılmasını engelleyen veya zorlaştıran
ile yapılan seyir; rüzgârı omuzluktan kullanmak. güçlük ve olum suzluklan ortadan kaldırmak,
kolay2, [Ar. kây] {ağız} is. Mide bulantısı; bulantı. kolaylı, [kolay-lı] {ağız} sf. (İş için) özenmeden ya
[DS] pılmış; gelişigüzel. [DS]
O M D R E E SÖZÜM • 2717 KOL
kolaylık, -ğı [kolay-lık] is. 1. Kolay olm a durumu. 2. (aym) [DS] 2. {eAT} {OsT} {ağız} Kadınların dirsekle
Yorulmadan, sıkıntısız biçimde yaşam ayı sağlayan rine kadar taktıkları basmadan süs eşyası; kola ge
imkân; rahatlık; konfor. 3. Bir şeyi kolayca yapa çirilen kılıf. [DS] 3. M asada çalışan kişilerin kolla
bilme imkânı. 4. argo. Usulsüzlük; yasalara aykırı rının kirlenmesini önlemek amacıyla kol ucundan
lık. <3 kolaylık göstermek, 1. B ir kimseye bir işi dirseğe kadar geçirilmiş bir tür kolluk, {ağız} (aynı)
yapabilm e imkânı sağlamak. 2. argo. Yasalara ve [DS] 4. {ağız} Gömleklerin kol ağzına dikilen parça.
kurallara aykırı iş yapm asına göz yummak, y a r [DS] 5. A yırt edici bir işaret olarak kola geçirilen
dımcı olmak. şerit; pazıbent. 6. {ağız} Askerlerin görev, rütbe ve
kolaylıkla, [kolay-lık-la] zf. Zahmetsiz olarak; her sınıflarını belirtmek üzere kollarına ya da omuzla
hangi bir sıkıntı ve güçlük çekmeden; kolayca; ko rına taktıkları işaret; apolet. [DS] 7. {ağız} Eskiden
lay bir biçimde; kolay olarak, gelinlerin elbiselerinin kollarına yapılan sırma iş
lemeli süs. [DS] 8. {ağız} Kol ve dirseğe vurulan
kolaylu, [kolay-lu A ' j 5] le^T} sf. Gereği gibi ve ko
yam&. [DS] 9. {ağız} Kirman eğirirken kola sarılan
lay olarak iş yapan, yapağı. [DS] 10. {ağız} Kollara, çoğunlukla dirsek
kolaysınmak, [kolay-sm-mak J iji] {OsT} dönşl. ten yukarıya takılan bilezik. [DS] 11. {ağız} Koyun-
f. [-ur] Önemsiz saymak; küçük ve hor görmek, ların kaçmalarını önlemek için çobanın uyumadan
önce bir ucunu kollarına, diğer ucunu da elebaşı
kolaysız, [kolay-sız {eAT} s f K olay olmayan;
koyunun bacağına bağladıkları ip. [DS] 12. {ağız}
zor; güç; müşkül,
Bir çarkı, çıkrığı döndürmek için ona takılan tahta
kolbaka, [kol+baka] {ağız} is. Kurbağa. [DS] veya demir kol. [DS] 13. {ağız} Pantolonun diz ve
kolbastı, [kol+bas-tı] is. spor. Güreşçilerin rakipleri arkasına vurulan geniş yama. [DS] 14. Zırhların
nin aym yöndeki ayaklarını kapmaları sonucu gü dirseğe kadar olan, kolu korum ak amacıyla demir
reşin bağlanması, tellerden örmek suretiyle yapılmış parçası. 15. K ol
kolbaşı, [kol+baş-ı] (ko ’Ibaşı) is. 1. Bir kola başkan tuk ve sandalye gibi eşyalarda oturulduktan sonra
lık eden kim se; kol başkanı. 2. tiy. Orta oyununda, kol dayamaya yarayan kısım. 16. Y alnızca kol da
oyunculara başkanlık eden ve kola adını veren kim yam aya yarar çıkıntısı olan sandalye. S kolçaklı
se; orta oyunu yöneticisi. 3. İm paratorluk döne sandalye, K o l dayama yeri bulunan sandalye.
minde, güvenliği sağlamak veya denetimde bulun kolçak2, -ğı [kol-çak] {ağız} is. 1. İnce çubuktan
mak üzere dolaşan asker veya devriye grubuna örülmüş, yandan kulplu büyük sepet. [DS] 2. {ağız}
başkanlık eden kim selere verilen isim, Küfeyi bağlam ak için takılan ip. [DS]
kolbaşılık, -ğı [kol+baş-ı-lık] is. Kolbaşı olm a du kolçak3, -ğı [kol-çak] {ağız} is. M ısır koçanı. [DS]
rumu; kolbaşmm görevi veya yaptığı iş. kolçak4, -ğı [kol-çak] {ağız} is. Dağların yam açların
kolbıç, [köl + biç / mıç ?] {eT} is. Koltuk altı. [EUTS] da bulunan ocak şeklindeki oyuk ya da çukurlar.
[Gabain] [DS]
kolçak, -ğı [kol+uc-ak] {ağız} is. Ceket, gömlek gibi kolçak5, -ğı [koç-ak] {ağız} sf. Yiğit; mert; yürekli.
giyeceklerin kollarının kirlenmemesi için bilekten [DS]
dirseğe kadar geçirilen kolluk; kolçak. [DS] kolçaklamak, [kol-çak-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-
kolcu, [kol-cu] is. 1. Bir yeri korum ak veya bekle l(ı)-yor] Pontolonun dizlerine ve arkalarına büyük
mekle görevli olarak devriye gezen kimse; bir yeri yamalar dikmek. [DS]
gözlemek için dolaşan muhafız; bekçi; muhafız; koldaçı, [kol-mak (istemek) > kol-dâ-mak > kolda-çı]
devriye. 2. İm paratorluk döneminde gümrük, tekel {eT} is. Dilenci. [DLT]
ve orman işletmesi gibi gelir sağlayan kurumlarda koldakmaç, -cı [kol+tak-maç] {ağız} is. Dizlere
denetim işleriyle görevli kimse; didebaıı. 3. Hiz kadar giyilen tabansız çorap. [DS]
metçilere iş bulan kimse. S kolcu başı, Muhafızla koldam, [kol-da-m] {ağız} sf. Kullanışı kolay; kulla
rı denetleyen kimse. || kolcu hakkı, im paratorluk nışlı. [DS]
döneminde Hristiyan köylerini korumakla görevli koldamca, [kol-da-m-ca] {ağız} sf. 1. Derli toplu;
memurlara aylık ödemek üzere bu köy halkından düzgün. 2. K olda taşınabilecek ağırlıkta ya da bü
toplanan vergi. || kolcu kadın, Genel ev kadınlarım yüklükte. 3. Kullanışlı; kullanımı kolay. [DS]
denetleyen kadın.\\ kolcu sandalı, İm paratorluk
koldami, [? koldami] {ağız} sf. Tıpatıp. [DS]
döneminde deniz koruma görevlilerinin kullandık
koldamh, [kol-da-m-lı] {ağız} sf. Kullanımı kolay;
ları sandal.
kullanışlı. [DS]
kolculuk, -ğu [kol-cu-luk] is. Kolcunun yaptığı iş. .
koldamhca, [koldam-lı-ca] {ağız} sf. Kolay; kullanış
kolçak1, -ğı [kol-çak jU J js ] is. 1. Y alnızca baş par lı. [DS]
mağa geçirilen yeri ayrı, diğer dört parm ağın yuva koldan, [kol-da-n] {ağız} sf. Kurala uygun; normal.
sı bitişik olarak yapılmış bir tür yün eldiven, {ağız} [DS]
KOL Ö ie iİ K C E S Ö M • 271B
koldaş, [kol > lçol-daş jiİJJjü] (koldaış) {eT} {eAT,1 sorum luluk altında bulundukları bir tüzel kişiliğe
sahip ticaret ortaklığı; k o lek tif şirket.\\ kolektif
{ağız} is. B ir işi birlikte yapanlardan her biri; iş ar
psikoloji, psikol. Bireyi tek başına değil de panik,
kadaşı; arkadaş. [DLT] [KB] [DS]
kalabalık coşkusu, kalabalık birsamı veya kalaba
koldaşlanmak, [köl > kol-dâş-lâ-mak > koldaş-la-n-
lık intikamı gibi topluluk bütününün davranışlarım
mak] (kolda:ş) {eT} dönşl. f. [-ur] Arkadaş olmak;
inceleyen psikoloji dalı; bu durumdaki topluluğun
arkadaş saymak. [DLT]
gösterdiği tepki veya yaptığı davranış; kalabalık
koldaşlık, -ğı [kol-daş-lık] is. îş arkadaşlığı,
psikolojisi; toplum psikolojisi.|| kolektif psikoz,
kolduk, -ğu [Kırım. Tat. kol-(u)t-uk] {ağız} is. A ra
psikol. Haberleşme araçları yoluyla yayılan ve be
banın kenarlarına konulan çitten ya da tahtadan
lirli bir durum y a da olay karşısında duyulan kor
kanat. [DS]
kup kolektif şirket, ekon. En az iki gerçek kişi ta
koldur, [? koldur] {ağız} is. Erkek hindi. [DS] rafından, ortak bir ticarî unvan altında bir ticarî
koldurdak, -ğı [kol-dur-da-k] {ağız} is. Saban işle işletmeyi ç a lıştım a k amacıyla kurulan ve ortakla
meyen sert toprak. [DS] rın sınırsız sorum luluk altında bulundukları bir
koldurguveç, -ci [kol-dur+koğ-aç] {ağız} sf. Ü stün tüzel kişiliğe sahip ticaret ortaklığı; ko lek tif ortak
körü. [DS] lık.
koldurum, [kol-dur-um] {ağız} is. Duvarla saçak ara kolektifleşme, [kolektif-le-ş-me] is. Ortak duruma
sındaki boşluk. [DS] gelme; ortak olma,
koledok, -ğu [Yun. khole (öd) + dokhos (içine alan) kolektifleşmek, [kolektif-le-ş-melc] gçsz. f. [-ir] Or
> Fr. choledoque] is. Karaciğer kanalı ile öd kesesi tak duruma gelmek; ortak olmak,
kanalı birleştikten sonra devam eden öd kanalı, kolektifleştirme, [kolektif-le-ş-tir-me] is. 1. Bir şeyi
kolej, [Lat. collegium (tüzel kişilik) > Fr. college] is. toplumun yararına ortak hâle getirme; ortaklaştır
1 . Öğretim programlarında bir yabancı dil öğreti
ma. 2. Bu işin sonucu,
m ine ağırlık veren lise dengi resmî ya da özel okul. kolektifleştirmek, [kolektif-le-ş-tir-mek] g ç l.f. [-ir]
2. Lise dengi bazı meslek okullarına verilen ad.
Üretim ve değişim araçlarını kamulaştırmak ya da
kolejli, [kolej-li] sf. 1 . (Öğrenci için) kolejde okuyan. millîleştirm ek yoluyla toplum un hizm etine sun
2. is. Kolej öğrencisi. mak; ortaklaştırmak,
koleksiyon, [Lat. colligere (seçip toplamak) > Fr. kolektivist, [Fr. collectiviste] sf. 1. Kolektivizme
collection] is. 1 . Öğrenmek, yararlanmak ya da ilişkin olan; ortaklaşacı. 2. is. K olektivizm yanlısı
zevk almak gibi amaçlardan herhangi birisine hitap olan; ortaklaşacı.
etmekle birlikte, tarihî değeri olan veya belgesel
kolektivizm, [Fr. collectivisme] is. ekon. Üretim ve
niteliğe sahip ve az bulunur olmaları dolayısıyla
dağıtım araçlarının bölgesel, millî ya da evrensel
kıym etli bulunarak bir araya getirilmiş ve sınıflan
düzeyde ortaklaşa olarak kullanılması gerektiğini
dırılmış nesneler topluluğu. 2. Moda evleri tarafın
savunan ekonom ik düzen; ortaklaşacılık,
dan, mevsim lik yenilikleri tanıtmak amacıyla defi
kolektör, [Lat. colligere (toplamak) > Fr. collecteur]
lelerle basm a sunulan kıyafetlerin, modellerin tü
is. fiz. 1. Elektrik motor veya bobinlerinde hareketli
mü.
bölüm üzerindeki akımı toplayıp tek bir uca veren
koleksiyoncu, [koleksiyon-cu] is. 1. Koleksiyon yap
iletken süpürge; toplaç. 2. Kanalizasyon sisteminde
m aya meraklı olan kimse. 2. Koleksiyon yapan
ikinci derecedeki boruların toplanıp bağlandığı ana
kimse.
boru; toplayıcı. 3. Transistorun uç bölgesi,
koleksiyonculuk, -ğu [koleksiyon-cu-luk] is. 1. Ko
kolemanit, [W. Coleman (A B D ’li sanayici) > Fr.
leksiyon yapma işi. 2. Koleksiyoncunun yaptığı iş.
colemanite] is. min. Hidratlı doğal kalsiyum borat,
3. psikol. M ülkiyet içgüdüsünün aşırı gelişmesi
kölemi, [Fr. cholîemie] is. biy. kim. Kan serumunda
veya sapma göstermesi ile ortaya çıkan, yararı ol
sun olmasın her türlü eşyayı toplama eğilimi. bilirübin bulunması durumu,
kolektif, [Fr. collectif] is. ve sf. 1. Birçok kişi veya kolera, [Yun. kholera (safra çıkarma) > Lât, cholera
nesnenin bir araya gelmesi ile oluşan. 2. Birçok > Fr. cholera] is. tıp. K olera mikrobundan (Vibrio
kişi veya nesneyi içine alan. 3. Ortaklaşa. 4. istlc. cholera) ileri gelen, kusm a ve ishallerle kendini
İhtim aller teorisinde, sonsuz tekrarlandığı var sayı gösteren, vücutta aşırı tuz ve su kaybına sebep ola
lan denemeler dizisine verilen ad. S kolektif dav rak ölümlere yol açan, bulaşıcı ve kırıcı ince bağır
ranış, psikol. Yalnız başlarına başka bir davranış sak hastalığı.
içinde bulunan bireylerin grup veya kalabalık içine koleralı, [kolera-lı] sf. 1. Kolera hastalığına yaka
girdiklerinde gösterdikleri davranış şekli.\\ kolektif lanmış olan. 2. Kolera bulaşmış olan,
ortaklık, ekon. E n az iki gerçek kişi tarafından, kolesterin, [Fr. cholesterine] is. Kolesterol,
ortak bir ticarî unvan altında bir ticarî işletmeyi kolesterol, -lü [Fr. cholesterole] is. kim. biy. Bütün
çalıştırmak amacıyla kurulan ve ortakların sınırsız hücrelerde, kanda ve safrada bulunan, 148°C’de
IM riiM tSE lıI • 2719 KOL
ergiyen, suda çözülmeyen yapraklar hâlinde billur bağırsakta ve karın boşluğunda nöbet halinde du
laşan, hayvansal kaynaklı, birçok horm on ve vita yulan sancı. 2. İçi boş bir organın kasılmasından
minin sentezine kaynaklık eden, beyaz ve katı bir duyulan ve zaman zaman gelen her türlü karm ağ
madde. rısı.
koleş, [? koleş] {ağız} is. A rıya benzeyen büyük si kolik3, -ği [? kolik] {ağız} sf. 1. Sivri olmayan; ucu
nek. [DS] küt. 2. is. Kazılmış yuvarlak çukur. 3. Boynuzsuz
koley, [kol-ay] {ağız} sf. Zayıf. [DS] keçi, koyun veya sığır. [DS]
kolgak, [kulkak] {eT} is. -* kulkak. [EUTS] kolimasyon, [Fr. collimation] is. Bir dürbünü belirli
kolge, [eT. köl-i-ge > gölge] {ağız} is. Gölge. [DS] bir hedefe yöneltme; nişan alma; yönlendirme. S
kolgırmak, [kol-mak > kol-ğır-mak] {eT} gçl. fi kolimasyon doğrusu, B ir dürbünün optik ekseni;
nişan alınan doğnıltu.\\ kolimasyon hatası, fiz.
İsteye yazmak. [DLT]
Teodolit dürbünlerde optik eksen ile geom etrik ek
kolgrut, [Fr. colgrout] is. Çimento ve su karışımı bu
senin paralel olmamasından ileri gelen sapma.
lamaç hâline getirildikten sonra içine ince kum ka
kolimatör, [Fr. collimateur] is. 1. fiz. Yakınsak bir
tılm ak suretiyle meydana getirilen çimento harcı,
mercek ile bu merceğin odak düzleminde bulunan
kolguçı, [kol-mak > kol-güçl] (kolguıçı:) {eT} is. 1.
aydınlatılmış bir aralıktan oluşan ve sonsuzda gö
Dilenci. [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] 2. Yalvarıcı.
rüntü veren bir optik alet; yönlendirici. 2. Ağır bir
[İKPÖy.]
malzemeden yapılan ve bir tanecik demetini sınır
kolgurmak, [kol-mak > kol-ğur-mak] {eT} gçl. fi.
layan düzen. 3. Birbirine dik iki çizgisi bulunan bir
Yalvarıp yakarmak. [EUTS]
top veya havan ile nişan almaya yarayan alet. 4. sf.
kolhoz, [Rus. kollektivnoye hozyaystvo] is. kısalt. (Optik alet için) nişan almaya yarayan; nişan al
Rusya’da Sovyet yönetimi zamanında, toprak ve m akta kullanılan; yönlendirici,
üretim araçlarının ortak olarak kullanıldığı, gelirin
kolisavra, [? kolisavra] {ağız} is. Kertenkele. [DS]
meslek ve emeğin niteliğine göre bölüştürüldüğü
kolit, [Fr. colite] is. tıp. Kaim bağırsak iltihabı,
tarım kooperatif işletmelerine verilen ad.
koliva, [Yun. khölluva [Tietze]] {ağız} is. Suda haş
kolıçak, [köl > kol-î-çak] (kolv.çak) {eT} is. Kolcuk;
lanmış tahıl. [DS]
kolçak. [EUTS]
kolka, [? kolka] {ağız} is. Yalçın kayalardaki kovuk.
kolışhğ, [kol-ış-lık] {ağız} is. Pamuklu bir tür geniş
[DS]
ceket. [DS]
kolkak, [kuloak] {eT} is. -*• kulkak. [EUTS]
koli1, [İt. colli (boyunduruk)] is. Posta veya taşıma
kolkorçak, -ğı [DS kol+kor-ça-k] is. İçine el sokarak
kuruluşları aracılığıyla alıcısına iletilmek üzere içi
oynatılan kukla,
ne eşya konularak kapatılıp üzerine gönderici ve
kolkotar, [Yun. khalkanthon > Fr. colcotar] is. De
alıcının adresleri yazılı küçük kutu; posta paketi. S
mir sülfatın kavrulmasıyla elde edilen ve optik
koli makbuzu, Posta aracılığıyla gönderilen koli
camların parlatılmasmda kullanılan demir 2 oksit,
ye ait alıcı ve gönderen adresleri ile birlikte kutu
kolkret, [Fr. colcrete] is. İri kum ve çakıl içine
nun ağırlığı, boyutları ve ödenen taşıma giderinin
kolgrut harcı katılm ak suretiyle meydana gelen be
belirtildiği makbuz.|| koli servisi, Postahanelerde
ton.
koli alma ve dağıtma işleri ile uğraşan bölüm.
kollam a1, [kol-la-ma] is. Kollamak işi.
koli2, [Fr. colibacille] is. tıp. Toprakta, suda, sütte ve
diğer gıda maddeleriyle insan bağırsağında yaşa kollama2, [kol-la-ma] {ağız} is. İ. İnce çam odunu. 2.
yan, bağırsak dışında insan vücudunun herhangi bir Kol kalınlığındaki direk. [DS]
yerine yerleştiği zaman çeşitli hastalıklara sebep kollama3, [kol-la-ma] {ağız} is. El tezgâhlarında
olan, yuvarlak uçlu ve çom ak biçiminde gram ne dokunan abadan yapılan bir tür ceket. [DS]
gatif bakteri, (Escherichia coli). kollam ak1, [kol-la-mak] g ç l.f. [-r] [-l(u)-yor] 1. Bir
kolibri, [Karaip d. colibri] is. zool. Kolibrigillerden, şeyin veya durumun ortaya çıkmasını, olmasını
tüyleri çok renkli, Amerika kökenli, bal özü ile beklemek; gözetlemek. 2. Korumak; gözetmek. 3.
beslenen sivri ve uzun gagalı, geri doğru uçabilen Bir yeri göz altında tutmak; gözetlemek.
çok küçük yapılı kuş, (Ficedula colibri). kollamak2, [kol-la-mak] {ağız} gçsz. f i [-r] [-l(u)-
kolibrigiller, [kolibri-gil-ler] is. zool. Ö m ek türü ko y o r j Yaltaklanmak. [DS]
libri olan sağanlar takımından bir ötücü kuşlar fa kollamamak, [kol-la-ma-mak] {ağız} gçl. fi. [-z]
milyası, (Trochilidae). İlerisini düşünmeden bol bol kullanmak; düşünme
kolik1, -ği [Fr. cholique] sf. kim. (Asit için) safradan, den harcamak. [DS]
sodyum veya baryum hidroksit çözeltisi ile işlen kollanılma, [kol-la-n-ıl-ma] is. Biri tarafından kolla
dikten sonra hidroklorik asitle açığa çıkarmak sure nıp gözetilir olma,
tiyle elde edilen ve formülü C 24 H 4 0 O 5 olan. kollanılmak, [kol-la-n-ıl-mak] edil. fi. [-ır] Biri
kolik2, -ği [Yun. kollon > Fr. colique] is. 1. Kaim tarafından kollanıp gözetilmek.
KOL Û liiM T o m M • 2720
kollanma, [kol-la-n-ma] is. 1. Kollama işinin yapıl lenir) is. kim. 1. Fotoğrafçılık ve eczacılıkta kulla
m a durumu. 2. [kol-lan-ma] is. Kolları meydana nılan şurup kıvamında, renksiz bir sıvı olan, eter
gelme; kol sahibi olma; kollara ayrılma. 3. biy. Çan alkol karışımı içindeki nitroselüloz çözeltisi. 2.
hayvanı kolonilerinde ucunda çan hayvanı bulun gnşl. Selülozlu bir maddenin organik bir eritici
mayan anormal uzantıların meydana gelmesi olayı. içindeki çözeltisi,
kollanm ak1, [kol-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. Korun kolofan', [Fr. collophane] is. Küçük billûrlu bir yapı
mak; gözetilmek. 2. Ortaya çıkması beklenmek; gösteren hidratlı doğal kalsiyum fosfat.
olması beklenmek. 3. dönşl. f. Kolları meydana kolofan2, [Kolophon (Anadolu 'da bir Lidya kenti) >
gelmek; kol sahibi olmak; kollara ayrılmak. 4. Yun. kolophania > Fr. colophane] is. Çeşitli elekt
{ağız} Dallanmak; filizlenmek. [DS] rik yalıtkan maddesi olarak kullanılan, çam sakızı
kollanmak2, [kol-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Bir nın damıtılmasıyla elde edilen sarı renkli, saydam,
şeyi çok yemeğe alışmak. [DS] parlak, amber kokulu reçine,
kollaşmak, [kol-la-ş-mak {OsT} {ağız} işteş, kolofi, [? kolofı] {ağız} is. B ir çeşit küçük ekmek.
[DS]
f. [-ur] A ğır bir yükü kaldırmak için, iki kişi birbi
koloidal, -li [Fr. colloidal] sf. Jelatin zamkı niteliği
rinin kolunu tutmak. [DS]
taşıyan; koloit özelliği gösteren; ayrıştırılamayan.
kollığ, [kol-lığ _js] {eAT} is. Kolluk; zırh; kolçak, koloit, -di [Fr. colloi'd] sf. (M adde için) jelatin niteli
kollo, [? kollo] {ağız} is. Kuyruksuz köpek. [DS] ğinde olan, su içindeki çözeltisinin zarlardan geç
kollu', [kol-lu jü y ] sf. 1. Kolu olan; kol sahibi olan. memesi ile billûrsulardan ayrılan,
2. Belirtilen nitelikte kola sahip olan. S kollu di kolokyum , [Lat. colloqium] is. 1. Bilim sel bir konu
vit, {eAT} Boru şeklindeki kalemliği, mürekkep ça yu incelemek, politik, ekonomik, diplomatik vb. bir
nağına bitişik olan divit.|| kollu kolunca, {eAT} K ol konuyu tartışm ak amacıyla yapılan toplantı; forum.
kol; ta ra f taraf. 2. Siyaset, sanat ve kültür üzerine bazı konuların
görüşülerek karara bağlandığı yer. 3. Doçentlik
kollu2, [kol-lu] {ağız} is. 1. Kadınların başlarına
sınavı.
bağladıkları üçgen biçiminde başörtüsü. 2. Çıkrık.
[DS] koloman, [? koloman] {ağız} is. Pekmez konulan
kollu3, [kol-lu] {ağız} Sepet. [DS] büyük küp. [DS]
kolluca, [kol-lu-ca] {ağız} is. Üstten kulplu, kamış ya kolom biyum, [Colombia > Fr. colombium] (l ince)
da söğüt dalından yapılmış sepet. [DS] is. kim. Atom sayısı 41, atom ağırlığı 92,91, yoğun
luğu 8,57 olan oksijen, kükürt ve klor gibi element
kolluk', -ğu [kol-luk jU y ] is. 1. Gömlek gibi uzun
lerle bileşikler veren bir element; niyobyum, kısalt:
kollu elbiselerin kol uçlarında iliklenen bölüm; Nb.
manşet. 2. Elbiselerin iş yaparken aşınmasını veya kolomin, [Fr. colomine] is. Birleşiminde talk bulu
kirlenm esini önlemek için dirsekten bileğe kadar nan bir tür çömlekçi kili,
geçirilen ve uçları lastikle boğulmuş, çoğunlukla
kolon', [Yun. kolon > Fr. colon] is. K aim bağırsağın
koyu renkli bir tür kılıf; kolçak, {ağız} (aym) [DS] 3.
gödenden önce gelen bölümü.
K im lik veya görev belirtmek için kola takılan enli
kolon2, [Fr. colon] is. Roma İmparatorluğu devrinde
şerit parçası; kolçak; pazıbent. 4. {eAT} {OsT} Kola
kendisi özgür olm akla birlikte atadan oğula işlediği
giyilen zırh; kolçak.
toprağa bağlı olarak yaşayan, toprak sahip değiştir
kolluk2, -ğu [kol-luk] is. 1. Güvenliği sağlamakla
dikçe efendi değiştiren kimse.
görevli polis veya jandarma; güvenlik görevlisi;
kolon3, [Fr. colonne] is. 1. Sütun. 2. Bazı şans oyunu
zabıta. 2. {ağız} Karakol. [DS] 0 kolluk bekçisi,
kuponlarında yapılan tahm inleri belirtm ek için ay
{ağız} Polis; inzibat. [DS]|| kolluk kuvveti, Güven
rılmış dikine bölümler; sütun. 3. Üzerine birçok
lik güçlerinin oluşturduğu birlik.
hoparlör takılm ak suretiyle ses yayılım ını iyileşti
kolluk3, -ğu [kol-luk] {ağız} is. 1. A t arabalarında,
recek biçimde düzenlenmiş kutu. 4. Betonarme ve
yastık denilen kısmın dört tarafına kanatları daya
çelik yapılarda düşey yönde yerleştirilen taşıyıcı
m ak için konulan ağaç. 2. M erdiven parm aklıkları
eleman. 5. Birden çok aboneye su, gaz, elektrik vb.
nı tutan boyuna ağaç; tırabzan. [DS]
dağıtılmak üzere bir binaya giren ana boru veya
kolluk4, -ğu [kol-luk] {ağız} is. Gömlek; mintan. [DS] kabloya verilen ad. 6. kim. D amıtma ve kurutma
kolmak, [kol-mak] {eT} gçl. f. 1. İstemek; dilemek; işlemlerinde kullanılan kapalı laboratuar aygıtı. 7.
yalvarmak; rica etmek. [EUTS] [ETY] [KB] Çeşitli amaçlarla kullanılan silindirsi düşey kaplara
[Yüknekî] [Gabain] [İKPÖy.] 2. Sormak. [İKPÖy.] verilen ad.
kolmaşık, -ğı [kol-mak > kol-(u)m-aş-ık] {ağız} sf. kolon4, [Yun. kholon] is. M anzum eserlerde, bağım
Şımarık; çaçaron. [DS] sız bir bütün meydana getirmeyen ölçü öğeleri; ve
kolodyum, [Lat. collodium] (kolo ’dyum, 1 ince söy zin.
ö T Ü M H H K C E S Ö E lıü K . 272ı KOL
kolon5, [kulun / kolon] {ağız} is. 1. Anne kamındaki macıyla yapılan süsleme. 2. Soprano sesinin bir
yavru; cenin. 2. A t ve eşek yavrusu. [DS] türü.
kolona, [İt. colonna] is. 1. Rıhtım ve iskelelerde ge kolordu, [kol+ordu] is. as. Bir korgeneral komuta
milerin bağlandığı ağaç, demir vb. m addeden ya sında, birden çok tümen veya tugay ile çeşitli sınıf
pılmış baba. 2. {ağız} A rabanın alt kısmını tutan lardan birliklerin oluşturduğu, ordudan küçük, stra
ağaç. [DS] fi1 kolona bağı, Palam arlara babalara tejik ve taktik askerî birlik,
bağlamakta kullanılan bir tür bağlama usulü.|| ko koloridye, [Yun. kholoridia] is. Uskumrugillerden
lona durum unda, (Gemi için) serenleri ve çubuk Akdeniz ve K aradeniz’de yaşayan kolyozun küçü
ları aşağı alınmış, yalnız ana direkleri ile bırakıl ğüne verilen ad, (Scomber colias).
mış hâlde. || kolona payı, Gemide ana direklerin, kolorimetre, [Fr. colorimetre] (kolorim e’tre) is. B ir
güverte ve ana arma bağlantısı arasında kalan bö sıvının renk derecesini ölçmeye yarar alet; renköl-
lümü. çer.
koloni, [Lat. colonia (tarım işletmesi) > Fr. colonie] kolorimetri, [Fr. colorimetrie] is. Renk ölçümü; renk
is. 1. Sömürge. 2. Kendi yurdundan aynlarak başka ölçme.
bir ülkeye yerleşmiş insan topluluğu ve bu toplulu kolos1, [Lat. colossus > Fr. colosse] is. Dev boyutlu
ğun yerleştiği yer. 3. Bir ülkede yabancı uyruklula
heykel.
rın meydana getirdiği topluluk. 4. tıp. B ir mikrop
kolos2, [? kolos] {ağız} is. Sepet onarm a işi. [DS]
türünden üreyen mikrop yığını. 5. biy. Aynı türden
kolosal, [Fr. colossal] sf. R önesans’tan 19. y y ’a
pek çok hayvanın oluşturduğu topluluk,
kadar A vrupa mimarisinde kullanılan, gömme sü
kolonlug, [kol-mak (istemek) > *kol-on (ibadet) >
tunları iki kat boyunca yükselen cephe düzeni,
kolon-luğ] {eT} sf. İbadetkâr.
kolostrum [Lat. / Fr. colostrum] is. Hamileliğin son
kolopa, [? kolopa] {ağız} is. Ağaçtan yapılmış küçük
aylarında memeden gelen sarımtırak, donuk renkli
kova. [DS]
salgı.
kolonya, [Lat. colonia > Fr. Cologne (A lm anya’da
kolot1, [Slav, kolâc [Tietze]] {ağız} is. Un, yumurta,
kent; Köln) > eau de cologne (Köln suyu)]
yoğurt ve yağ karışımından ocak ya da tandırda
(kolo ’nya) is. İçinde limon ve bergam ot esansları
pişirilen bir tür pide. [DS]
çözdürülmüş yaklaşık 80°lik tuvalet ispirtosu,
kolot2, [? kolot] {ağız} sf. Kısa. [DS]
kolonyal, [Fr. colognial] sf. (Şapka için) sıcağı ge
çirmemesi için içine m antar yerleştirilm iş. “Ce kolov, [? kolov] {ağız} is. Büyük kuyruklu karaman
bimdeki gazeteden başıma bir gölgelik yaptım çift koyunu. [DS]
lik ağalarının kolonyal şapkaları gibi!.. ’’ M. Özay koloz1, [Rus. kölos [Tietze]] {ağız} is. B ir tür sarı
kolonyalama, [kolonya-la-ma] is. K olonya dökme buğday. [DS]
veya kolonya ile işlemden geçirme, koloz2, [? koloz] {ağız} is. Yalnız küçük kâğıtla yapı
kolonyalamak, [kolonya-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)- lan bir tür küçük uçurtma; şeytan uçurtması. [DS]
yor] Üzerine kolonya dökmek; kolonya ile işlem koloz3, [Yun. kholös [Tietze]] {ağız} sf. (Kişi için) eğri
den geçirmek; kolonyalı hâle getirmek, bacaklı. [DS]
kolonyalanma, [kolonya-la-n-ma] is. 1. K olonya ile kolpo, [İt. colpo / Yun. kolpo] is. 1. Bilardo oyunun
işlemden geçirilme; kolonyalı hâle getirilme. 2. da vuruş; çarpma. 2. argo. (Oyun için) en uygun
Kolonya edinme; kolonya sahibi olma; kolonya zaman; fırsat. 3. argo. Bir amaca ulaşm ak için ola
satın alma. ğan dışı davranışta bulunma; rol yapma. 4. argo.
kolonyalanmak, [kolonya-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. Hile; tuzak. 5. argo. İçinden çıkılması güç durum;
Kolonya ile işlem den geçirilmek; kolonyalı hâle açmaz. S kolpo oynamak, H ile yapm ak; dalavere
getirilmek; üzerine veya içine kolonya dökülmüş yapm ak; düzen kurmak. || kolpoya düşmek, argo.
olmak. 2. dönşl. f. K olonya sürünmek; kolonya dö- Aldatılmak; tuzağa düşmek; oyuna gelmek. ||
künmek. 3. Kolonya sahibi olmak; kolonya edin kolpoya düşürmek, argo. Aldatmak; tuzağa dü
mek; kolonya satın alm ış olmak, şürmek,|| kolpoya gelmek, argo. Aldatılmak; tuza
kolonyalı, [kolonya-lı] sf. 1. Kolonyası bulunan; ğa düşmek; oyuna gelmek.\\ kolpoya getirmek,
kolonya katılmış olan; içinde kolonya olan. 2. K o argo. Aldatmak; tuzağa düşürmek.
lonya sürünmüş olan; kolonya kokan. 3. Kolonya kolsu, [kol-su] sf. Kola benzeyen; kol gibi uzanan. S
sahibi olan. S kolonyalı m endil, M akyaj temizle kolsu ayaldılar, zool. Erginleri kola benzer bir
mek, el yü z silm ek veya serinlem ek için kullanılan sapla bir yere tutunarak yaşayan, bedenleri karnı
kolonya ile nemlendirilmiş küçük kâğıt. örten iki çenetli kabuk ile korunmuş deniz hayvan
kolonyalist, [Fr. colonialiste] sf. Sömürgeci, ları şubesi, (Branchiopoda).
koloratura, [Lat. coloratura (renklendirme) > Aim. kolsuz, [kol-suz] sf. 1. (Kişi için) kolu olmayan. 2.
koloratur] is. müz. 1. B ir şarkıyı güzelleştirm ek a K olunu çeşitli nedenlerle kaybetmiş olan. 3. (Elbi-
KOL K İ K E SU! • 2722
se için) biçim olarak kol takılmadan dikilmiş olan. yuculuğunda olmak; ondan yardım görmek.\\ kol
4. {ağız} Yelek. [DS] tuk altı, 1. K olun omuzla birleştiği yerin altındaki
kolşisin, [Fr. colchicine] is. kim. tıp. Çiğdem den elde çukurluk. 2. mecaz. Kayırma; arka çıkma; himaye.
edilen, lösemi ve damla hastalığının tedavisi ile 3. B ar türü halk oyunlarında, sıranın başında bu
krom ozom sayısını değiştirdiği için bitki türlerinin lunan ve oyunu yöneten bar başının yanındaki
ıslahında kullanılan bir alkaloit, formülü: oyuncu.\\ koltuk altı bezleri, anat. Koltuk altların
c 22h 25n o 6 da y e r alan kol ile memenin lenflerini toplayan le n f
koltak, -ğı [kol-(u)t-ak] {ağızj is. Küçük oda. [DS] bezleri.|| koltuk altı atardam arı, anat. Köprücük
koltaklamak, [koltak-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [- altı atardamarının devamı olarak koltuk altı çuku
l(u)-yor] B ir şeyi yakalayıp götürmek. [DS] runu geçtikten ve komşu organlara p e k çok dal
koltas, [kol+tas] {ağız} is. Uzun saplı, büyük bir tür verdikten sonra kol atardamarı olarak devam eden
tas. [DS] atardamar.\\ koltuk ambarı, E l altında bulunması
gereken yed ek parça, işletme malzemesi veya araç
koltgu, [kol-mak > kol-(ı)t-mak > kolt-ğü] (koltgu:)
{eT} is. 1. İstek. [KB] 2. Muhtaçlık. [KB] ların konulduğu küçük ambar. || koltuk bakkal,
Büyük bir bakkalın başka yerdeki küçük bir şube
koltguçı, [kol-mak > kol-T-mak > kol-ı-t-mak > kolıt-
si. || koltuk başı, Otomobillerde bir çarpma darbe
güçl] (kolgu:çı:) {eT} is. 1. Dilenci. [EUTS] [İKPÖy.]
sine karşı başı korumak için koltukların üst bölü
2. Muhtaç. [KB]
müne takılan yum uşak fa k a t dayanıklı parça.\\ kol
koltık, [köl > kol-(ı)t-ık] {eT} is. Koltuk. [DLT]
tuk çıbanı, {ağız} K oltuk altında çıkan iltihaplı bir
kolti, [Sansk. koti] {eT} sf. Sayısız; hesapsız; hadsiz; yara; köpek memesi. [DS]|| koltuk değneği, 1. A yak
sonsuz. [Gabain] [EUTS] veya bacaklarından sakat olan kişilerin yürüm eleri
koltugat, [koltuk+at] {ağız} is. Boyun ve koltuk için kullandıkları, üstünde koltuk altına dayanacak
altından geçirilen fişeklik. [DS] yerlerinde yastıkları bulunan değnek. 2. mecaz.
koltuk1, -ğu [eT. köl > kol-(ı)t-ık / kol-(u)t-uk] is. 1. Başkaları tarafından sağlanan yardım. || koltuk
Omuz başlarının altında, kolun gövde ile birleştiği değneği ile, 1. mecaz. Başkalarının yardım ve des
yer; koltuk altı. {eT} {eAT} (aym) [EUTS] [DK] 2. A r teği ile. 2. Güçlükle]] koltuk dersi, Eskiden medre
kalığı ve kol dayayacak yeri bulunan geniş ve rahat selerde öğrencilere program dışı okutulan yardım
oturma aracı. 3. gnşl. Tenha ve kuytu yer; kenar. 4. cı dersler.\\ koltuk dirsek, Kapı, pencere veya bal
mecaz. Y aranmak amacıyla söylenen söz veya ya konun altındaki destek. || koltuk düşkünü, İşinden,
pılan iş; koltuklama. 5. mecaz. Kayırma; destek; mesleğinden ve çevresinden çok makamını, mevkii
himaye; koruma. 6. Y üksek mevki veya makam. 7. ni düşünen kimse. || koltuk gözü, bot. Bitkilerde
K öy düğünlerinde gelin ile damadın kol kola gire koltuk altlarında bulunan tomurcuk. || koltuk hala
rek konuklar arasından yaptıkları geçiş. 8. bot. Bit tı, Gemiyi baş ve kıçından bağlamak için atılan
kilerde sapın üst kısmı ile yaprağın meydana getir palamar]] koltuk kaması, {ağız} B ir kayışla omuza
diği açı. 9. inş. A na desteği sağlamlaştırmak için asılan, kın içerisinde koltuk altında taşınan büyük
kullanılan destek; yan destek. 10. Eskiden esnaf bir kama. [DS]|| koltuk kapı, İm paratorluk döne
kuruluşuna bağlı dükkânlara verilen isim. 11. Ti minde sarayın büyük kapısından başka nöbetçilerin
yatro ve sinema salonlarında seyircilere ayrılmış durduğu, akşam ezanının ardından ana kapı ka
numaralı veya numarasız oturma yeri. 12. argo. pandıktan sonra saraya gelenlerin girip çıktığı yan
Genelev; randevu evi. 13. {ağız} M ısır ve buğday kapı. || koltuk kapısı, Büyük ev ve köşklerde yük
fıdelerinin yanlarından çıkan filizler. [DS] 14. Bar hayvanları ile arabaların girip çıktığı ana kapıdan
türü halk oyunlarında, sıranın başında bulunan ve başka hizmet için kullanılan, kişilerin girip çıktığı
oyunu yöneten bar başının yanındaki oyuncu; kol kapı.|| koltuk kapmak, Çoğunlukla siyasî alanda
tuk altı. 15. {ağız} dnz. Gemiyi demirledikten sonra yüksek bir mevkie ulaşmak]] koltuk kavgası, Siya
rıhtıma veya başka bir gemiye bağlayan halat. [DS] sî alanda yapılan m evki ve makam mücadelesi]]
16. sf. mecaz. Tenha yerde bulunan. 17. sf. mecaz. koltuk kısmak, {eAT} Koltuğunun altına almak.]]
Y an tarafta bulunan. S1 koltuğa gelmek, Yaran koltuk-kilom etre, B ir taşıma aracında, bir kilo
m ak amacıyla söylenen güzel ve övücü sözlere ina m etrelik uzaklıkta koltuk başına düşen kişi sayısını
nır veya kanar yaratılışta olmak.\\ koltuğa girmek, gösterir ölçü birim i.|| koltuk kovaltmak, {ağız}
Evlenmek. || koltuğa vermek, Evlenme törenlerinde Birinin yaptığı suçu görmezlikten gelmek. [DS]||
gelini koltuk için damadın yanına getirmek; {ağız} koltukları kabarmak, Sevinç duyulacak bir du
(aym). [DS]|| koltuğu doldurmak, Aldığı bir görevi rumdan, yakınlarına ve kendisine yapılan övgüden
başarabilecek yetenek ve güçte olmak; makama dolayı gurur duymak; sevinmek.]] koltuk meyha
yakışmak. || koltuğuna girmek, 1. Koluna girmek. nesi, işlek semtlerde bulunan ayak üstü içki içilen
2. mecaz. Birinin koruyuculuğuna girmek; sığın- küçiik ve ucuz meyhane.]] koltuk odası, {OsT} Bü
m ak.|| (birinin) koltuğunda olmak, Birinin koru y ü k bir odadan geçilen kapısız ve küçük oda.]] kol
O ru M H C E S Ö M • 2723 KOL
tuk sarrafı, K üçük sarraf.|| koltuk silmesi, Ahşap 2. Koltuğuna girilmek; kolundan tutulmak. 3. m e
tavan kaplaması ile duvarın kesiştiği çizgi boyunca caz. Yüzüne karşı övücü sözler söylenmek; koltuk
dolanan silm e.|| koltuk sipsisi, {OsT} Erganun de larını kabartacak sözler söylenmek; kıvanç verici
nilen çalgı. || koltukta olmak, Başka birisinin da biçimde övülmek; pohpohlanmak; kendisine kom p
vetlisi olarak yemek, içmek, eğlenmek; başkasının liman yapılmak. 4. dönşl. f. Koltuk sahibi olmak;
konuğu olup kendisi m a sra f etmemek. || koltuk taşı, koltuk edinmek; koltuk satın almak.
mim. Kemerlerde kilit taşının sağında ve solunda koltuklu, [koltuk-lu] sf. 1. Koltuğu olan; koltuk
yer alan kem er taşm a verilen isim.\\ koltuk ver sahibi olan; koltuğu bulunan. 2. (Sinema, tiyatro
mek, Birine yaranm ak için güzel sözler söylemek; vb. yer için) belirtilen sayı veya nitelikte koltuk
övmek; pohpohlam ak.|| koltuk yaprağı, Tütün sap bulunan. 3. (Sandalye vb. için) kol dayayacak yeri
larının yukarılarından çıkan sürgünlerde oluşan olan. S koltuklu göynek, {ağız} Bir tür gömlek.
yapraklar.\\ koltuk yastığı, R ahat etm ek için dirsek [DS]
altına alınan küçük yastık.\\ koltuk yileği, {ağız} koltukluk, -ğu [koltuk-luk] is. 1. Elbisenin koltuk
Kim i atların koltuğunda bulunan ve uğursuz sayı altlarının terden lekelenmemesi için içten dikilen
lan kıvrık tüyler. [DS] parça; subra. 2. (Döşemelik kumaş vb. için) koltuk
koltuk2, -ğu [kol-(u)t-ak / kol-(u)t-uk] {ağız} is. 1. kaplam akta kullanılabilecek nitelikte olan; koltuk
Küçük oda. 2. Fırının köşesi. 3. Y apılarda duvarla kaplamağa elverişli olan,
rın kesiştiği yer; köşe. [DS] 4. argo. Gizli birleşme kolturmak, [kol-mak > kol-tur-mak] {eT} gçl. f.
evi; randevu evi. İstetmek. [DLT]
koltukçu, [koltuk-çu] is. 1. Koltuk yapan veya satan kolu, [kol-ü] (kolu:) {eT} is. 1. Zaman ölçüsü olarak
kimse. 2. Eski ev eşyaları alıp satan kimse. 3. Kol on saniye kadarlık birim. [EUTS] 2. Vakit; an; m ev
tuk meyhanesi işleten kimse; koltuk meyhanecisi. sim; iklim; devre. [EUTS] [Gabain] 3. Zaman aşımı.
4. Koltuğunun altına halı, elbise gibi şeyleri alarak [EUTS]
sokak sokak dolaşıp satan kimse. 5. mecaz. Ya kolucak, -ğı [kol+uç-ak] {ağız} is. Kolçak. [DS]
ranmak, çıkar sağlamak amacıyla birini övmeyi koluk1, -ğu [? koluk] {ağız} is. Kulübe. [DS]
huy edinmiş kimse; müdahin. 6. Düğünlerde ev koluk2, -ğu [? koluk / kölük] {ağız} is. 1. Boynuzu
düzenlemesine yardım eden kimse. 7. argo. M u olması gerektiği hâlde, boynuzu olmayan veya kısa
habbet tellalı. 8. argo. D ükkânsız esnaf, olan hayvan. 2. Islak yerde yatan hayvanların dizle
koltukçuluk, -ğu [koltuk-çu-luk] is. 1. Koltuk yap rinin tutulm asıyla beliren bir tür hayvan hastalığı.
ma veya satma işi; koltukçunun yaptığı iş. 2. me 3. sf. Ucu düzleşmiş, kütleşmiş. [DS]
caz. Çıkar sağlamak veya yaranm ak amacıyla biri kolukmak, [kol-u-k-mak] {ağız} gçsz. f. [-(ğ)-ur]
nin yüzüne karşı övgüde bulunmayı alışkanlık (Hayvanlar için) soğuktan, yükten veya yorgunluk
edinmiş kişinin tutumu; övme; methetme, yüzünden ön bacakları tutulmak. [DS]
koltuklama, [koltuk-la-ma] is. 1. Koltuk altına alma kolulamak, [kol-mak > kol-ü > kolü-lâ-mak] (ko
eylemi. 2. K ola girme eylemi. 3. mecaz. Yaranmak lu: la: mak) {eT} gçsz. f. [-ur] 1. Düşünmek; açıkla
amacıyla övgüde bulunma; yaranm ak için birinin mak. [Gabain] 2. Düşünceye dalmak; derin derin
yüzüne karşı söylenen övücü söz; kompliman, düşünmek; mülahaza etmek; [EUTS] 3. Yemin et
koltuklamak, [kol-tuk > koltuk-lâ-mak] (kotukla:- mek. [EUTS] [ETY] 4. gçl. f. Tahmin etmek;
[Gabain]
mak) {eT} is. 1. K oltuğuna almak; koltuğa vurmak.
kolun, [kulan] {ağız} is. 1. Eşek sıpası. 2. Gebe at
[DLT] 2. {ağız} Aşırı övmek; pohpohlamak; abart
veya eşek. [DS] fi1 kolun atmak, {ağız} (Gebe at,
mak. [DS] 3. {ağız} Kışkırtm ak; bir konuda destek
eşek vb. için) yavrusunu düşürmek. [DS]
lemek; fit vermek. [DS]
kolunç, -cu [kol-unç] {ağız} is. 1. Çorabın boğaz
koltuklamak, [koltuk-la-mak] g ç l.f. [-r] [-l(u)-yor]
kısmı; konç. 2. İki kürek kemiği arasındaki dam ar
1. Koltuğu altma alarak taşımak; koltuğuna almak.
lar. [DS] S kolunç olmak, {ağız} D amarlar üst üste
2. Koltuğuna girmek; kolundan tutmak. 3. mecaz.
binmek. [DS]
Birine karşı övücü sözler söylemek; koltuklarını
kolunga, [Hint Av. d. koluna] (koluna) {eT} is. Filiz.
kabartacak sözler söylemek; kıvanç verici biçimde
[EUTS] [Gabain]
övmek; pohpohlamak; komplim an yapmak.
kolunguçı, [kol-mak > kol-un-mak > kolun-guçî]
koltuklanma, [koltuk-la-n-ma] is. 1. Koltuk altma
{eT} is. Dilenci. [EUTS]
alınma eylemi. 2. Koluna girilme eylemi. 3. mecaz.
kolunlug, [kol-mak > kol-un-mak > kolun-luğ] {eT}
Kendisine yaranm ak için övgüde bulunulma. 4. is.
zf. M erhamet isteyerek; rica yoluyla. [EUTS]
Koltuk satın alma; koltuk edinme; koltuklu hâle
kolunm ak, [kol-mak > kol-un-mak] {eT} dönşl. f. [-
gelme.
ur] 1. Dilenmek; yalvarmak; rica etmek. [DLT]
koltuklanmak, [koltuk-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1.
[EUTS] [İKPÖy.] 2. K endi kendine rica etmek; [is
Koltuk altma alınarak taşınmak; koltuğa alınmak. temek. [DLT]
KOL Û I Ü M I İ U t f S Ö Z l ı I • 2724
kolustur, [? kolustur] {ağız} is. Tom ruk kesiminde oluşturan çok küçük aralık. S koma bemolü, Türk
kullanılan büyük bıçkı. [DS] m usikisinde önüne geldiği sesi bir koma yani sesin
kolusuz, [kol-ü (zaman) > kolu-suz] {eT} zf. 1. Vakit dokuzda biri oranında pesleştiren dize.\\ koma di
siz; zamansız. [EUTS] 2. sf. Sayısız; hesapsız. [E- yez, Türk musikisinde önüne geldiği sesi bir koma
UTS] [Gabain] yani dokuzda bir oranında tizleştiren dize.
koluş, [kol-mak > kol-uş] {eT} is. Bir vergi türü. koma4, [Ar. küm e => köme / koma] {ağız} is. 1.
[EUTS] Küme; yığın. 2. K üçük tümsek. 3. D ik bayır. [DS]
kohışmak, [kol-mak > kol-uş-mak] {eT} işteş, f. [-ur] koma5, [kuma / koma] {ağız} is. Bir erkekle evli olan
Birbirinden istemek; isteşmek. [DLT] iki kadından her biri; kuma. [DS]
kolut, [? kolut] {ağız} sf. Çok kısa boylu. [DS]
kom ak1, [kö-mak / köd-m ak ^ jü ] {eT} gçl. f. [-r] 1.
kolüm be, [? kolümbe] {ağız} is. Çıkrığın dönen
parçası. [DS] Koymak; bırakmak; terk etmek. {eAT} (aym) [ETY]
kolye, [Lat. collare (boyun tasması) > Fr. collier] is. [Gabain] [DK] 2. {eAT} Bir şey oluşturmak; bir şey
B ir kordona dizilmiş küçük süs öğelerinden mey ortaya koymak; vazetmek. 3. {eAT} {OsT} Salıver
dana gelmiş boyuna takılan süs eşyası; gerdanlık, mek; serbest bırakmak; izin vermek; müsaade et
mek. 4. {eAT} {OsT} {ağız} Alıkoymak; durdunnak;
kolyoz, [Yun. kolios] is. zool. Uskumrugillerden,
kaçırmamak. [DS] 5. {eAT} Etki etmek; tesir etmek.
gözleri büyük, beyni dıştan görülebilen, 35 cm.
kadar boyunda olup Karadeniz, M armara ve Akde S kom ak etmek, {eAT} “Koymayın, bırakm ayın”
n iz ’de yaşayan, yağlı bir kemikli balık, (Scomber emrini vermek
colias; Japonicus; Pneumatophorus). komak2, -ğı [komak] {ağız} is. Delik. [DS]
kolza, [Holl. coolsaad (lâhana tohumu)] is. bot. komalaşmak, [Ar. küm e => koma-la-ş-mak] {ağız}
Turpgillerden, tohumundan yağ ve yem olarak ya işteş, f. [-ır] (Koyunlar için) sıcakta birbirinin göl
rarlanm ak için üretilen, kazık köklü, dallı saplı, gesine sığınarak serinlem ek için toplanmak, küme
yalın yapraklı, salkım hâlinde sarı çiçekli, bir yıllık lenmek. [DS]
kültür bitkisi, (Brassica napus; Oleifera). komalık, -ğı [koma-lık] (ko ’malık) sf. K oma hâline
kom 1, [kom] {eT} is. 1. Havut. [DLT] [Nevâyî] 2. gelmiş olan, fi1 kom alık etmek, argo. 1. Aşırı de
Eyelti keçesinin parçaları. [Nevâyî] recede sinirlenmesine y o l açmak. 2. D överek kıpır-
kom 2, [köm] (ko:m) {eT} is. Dalga; deniz dalgası. dayam ayacak durum a getirmek.\\ kom alık olmak,
kom 3, [Yun. kome] is. 1. M ısır’da eski yıkıntı ve argo. Çok yorulm ak; yorgunluk sebebiyle kendin
kalıntıların üst üste yığılması ile meydana gelmiş den geçmek.
tepecik; höyük. kom an’, [? koman] {ağız} is. İbrik. [DS]
kom4, [Erme, gom] {ağız} is. is. 1. Ağıl; davar ağılı. koman2, [? koman] {ağız} is. Üç yaşında ve henüz
2. Ağaç dallan veya çamur ile yapılmış küçük ev; doğurmamış kısrak. [DS]
yayla evi. 3. Bir kişinin mülkiyetinde bulunan kü koman3, [? koman] {ağız} is. Umut. [DS]
çük yerleşim yeri; çiftlik; mezra. [DS] komandit, [Fr. commandite] is. Bir şirket sermaye
kom 5, [kom] {ağız} is. 1. Bir ucu topuz halindeki kısa sinin, bazı ortakların ancak koyduğu sermaye ora
çoban sopası. 2. Çadır kazıklarını çakmak için kul nında sınırlanan kısmı. S komandit ortaklık, A la
lanılan bir tür tokmak. [DS] caklarına karşı en az bir sınırlı bir de sınırsız so
kom a1, [kod-mak > ko(y)-ma > ko-ma] is. 1. ->• rumlu bulunması şeklinde tüzel kişiliği olan ticaret
koyma. 2. {ağız} Haydi! 3. Bak! [DSJ0 koma et ortaklığı; kom andit şirket. || kom andit şirket, tie.
mek, {eAT} “Bırakmayın, koymayın, öldürün!" ko -*■ komandit ortaklık,
mutunu vermek. komandite, [Fr. commandite] is. Komandit ortaklı
koma2, [Yun. köma (derin uyku) > Fr. coma] (ko'- ğın sınırsız sorumlu ortağı,
ma) is. tıp. Çeşitli sebeplerle kişinin duyma, anla komanditer, [Fr. commanditaire] is. 1. Bir komandit
m a ve hareket kabiliyetini kaybetmesi ile ortaya şirkette ancak koymuş olduğu sermaye oranında
çıkan derin baygınlık hâli. S1 komaya girmek, 1. sorumlu olan ortak; sınırlı sorumlu ortak. 2. Bir
D uyma ve anlama ile hareket kabiliyetini kaybede kurum veya kuruluşun sermayesini kiralayan kim
rek yarı ölü duruma gelm ek; kendinden geçmek. 2. se. S komanditer ortak, Kom andit ortaklığın,
argo. Kendinden geçecek kadar sinirlenmek,]| ko sınırlı sorumlu ortağı.
maya sokmak, argo. 1. İçinden çıkamayacak ka komando, [Afr. komando (emir) > Port. > İng.
dar güç bir duruma sokmak. 2. Aşırı şekilde döv commando (düzensiz savaşçılar topluluğu)] (ko
mek. m a ’ndo) is. as. 1. Bağmışız olarak çalışan ve bas
kom a3, [Yun. lcomma] is. müz. 1. Eski Yunanlılarda, kın, sabotaj, kurtarm a vb. özel görevler yapan, az
eşit olmayan iki ses arasında hissedilebilir en kü sayıda askerden kurulu vurucu gücü yüksek birlik;
çük aralık. 2. Bir tam seslik aralığın bir kesrini çete; akıncı. 2. Komando birliğinde görev yapan er.
OMUMICESİMİ • 2725 KOM
3. gnşl. Vurucu kuvvet. S komando er, A skerliği gülmesine sebep olan olay veya davranış. S1 ko
ni komando olarak yapan er. medi oynamak, Aslında hissetmediği hâlde bir
komar, [Yun. khömaro [Tietze]] is. Kuzey Anadolu kim se hakkında bazı duyguları varmış gibi göster
dağlarında yetişen, iki üç metre kadar boylu, kışın m ek.|| komedi yazarı, Komedi türü tiyatro eserleri
yapraklarım dökmeyen, iri ve m or çiçekli, çiçekle veren yazar.
rinin bal özü zehirli (deli bal) olan bir ağaççık; kara komedya, [İt. commedia] (kome ’dya) is. Komedi,
ağı, (Rhododendrum ponlicum). komedyacı, [komedya-cı] is. 1. Tiyatro, televizyon
kom at1, [? komat] {ağız} ünl. Haydi! [DS] vb. gösteri yerlerinde rol alan güldürü sanatçısı;
komat2, [Yun. khommâri] {ağız} is. Ekm ek dilimi. komik; komedyen. 2. sf. Y alan ve yapm acık söz ve
[DS] davranışları ile insanları güldüren. 3. mecaz. K endi
komat3, [? komat] {ağız} is. Çocuğun beşikten düş çıkarına göre hareket eden; ikiyüzlü; riyakâr,
mesini önlemek için beşiğe sarılan bir karış eninde komedyen, [Fr. comedien] is. 1. Tiyatro, televizyon
bir bağ. [DS] vb. gösteri yerlerinde rol alan güldürü sanatçısı;
kombalak, -ğı [komb-ala-k] {ağız} is. Takla. [DS] S komik; komedyen. 2. sf. Yalan ve yapm acık söz ve
kombalak atm ak, {ağız} Takla atmak. [DS] davranışları ile insanları güldüren. 3. mecaz. Kendi
kombelik, -ği [kom+belik] {ağız} is. İki bölük örül çıkarına göre hareket eden; ikiyüzlü; riyakâr,
müş saç. [DS] komımak, [köm > kom-I-mak] {eT} gçl. f. f-r] 1.
kombi, [Lat. combinare (ikişerlemek) > Fr. combie] Özlemek. [DLT] 2. Heyecanlanmak; coşmak. [KB]
is. Yakıtı düzenli olarak kullanan bir ısınm a aracı, komınmak, [köm > kom-ı-m ak > kom-ı-n-mak] {eT}
kombina, [Rus. kombinat] (kombi 'na) is. 1. Bir dönşl. f. [-ur] Coşmak. [DLT]
dayanışma sergilem ek amacıyla birçok sanayi ku komışmak, [köm > kom-T-mak > kom-ı-ş-mak] {eT}
ruluşunun aynı ekonomik bölge ve tek bir yönetim işteş, f. [-ur] 1. (İşe) birlikte koyulmak. [DLT] 2.
altında toplanması. 2. Çeşitli sanayi kuruluşların dönşl. f. İşe neşe ile koyulmak. 3. (Su için) dalga
dan oluşan topluluk, lanmak. [DLT]
kombinasyon, [İng. combination (ikili birleşim)'] is. komıtgan, [köm > kom-ı-mak > kom-ı-t-m ak > kom-
Bir işi başarıya ulaştırmak için alm an önlemler; ıt-ğân] (komıtğa:n) {eT} dönşl. f. Her zaman özle
düzenleme; birleşim, ten; her zaman coşturan. [DLT]
kombine, [Fr. combiner > combine] sf. 1. Bir araya komıtmak, [köm > kom-î-m ak > kom-ı-t-mak] {eT}
gelen veya getirilmiş olan; birleşik; toplu. 2. spor. gçl. f. [-ur] Coşturmak; heyecana getirmek. [DLT]
Birden çok ve farklı niteliklerdeki yarışları içine [KB]
alan ve derecelendirmenin bu yarışların sonuçlarına komi, [Fr. commis] is. 1. İş yerlerinde ve otel gibi
göre yapıldığı yarışma, yerlerde ayak işlerine bakan kişi; müstahdem. 2.
kombinezon, [Fr. combinaison (ikili birleşim)] is. 1. Lokantalarda garson yamağı. 3. dnz. B ir gemide
Bir bütün oluşturm ak amacıyla birçok elemanı bir yiyecek işlerini yürütmekle görevli kimse,
araya getirmek, düzenlemek ve ayarlamak işi. 2. komik, -ği [Yun. komikos (kaba eğlence) > Fr.
Bu şekilde düzenlenmiş, birleştirilmiş bütün. 3. Bir comique] sf. 1. Güldürücü; şakacı. 2. Gülme duy
işi sonuçlandırm ak için alm an önlemler, yapılan gusu uyandıran; gülünç. 3. Soytarı. S komiğe
işlemler ve hesaplar bütünü. 4. Omuzlardan bir askı çıkmak, K om ik rolü yapmak.
ile tutturulan ve dizlere kadar inen, yakasız, kolsuz, komikişehir, [Fr. comique + Ar. şehr => komik-i
ince kumaştan yapılm a kadın iç çamaşırı, şehir] is. Tuluat tiyatrolannda başarısı ve üstünlüğü
komçamlamak, [kom-(u)ç-a-m-la-mak] {ağız} gçl. f. çevrede kabul görmüş olan oyuncuya eski esnaf
[-rj [-l(u)-yor] İki eliyle birlikte almak. [DS] geleneklerine uyarak özel bir törenle verilen unvan,
komçik, -ği [? komçik] {ağız} is. Fındık, kiraz, vişne komikleşme, [komik-le-ş-me] is. Gülünç durum
vb. meyvelerin birkaç tanesinin bir arada bulundu alma; gülünçleşme,
ğu dalcık; çatanak. [DS] komikleşmek, [komik-le-ş-mek] gçsz. f. [-ir] Gülünç
komedi, [Yun. kom oidia (eşek şakası) > Fr. durum almak; gülünçleşmek,
comedie] is. 1. Güldürm ek amacıyla yazılmış m an komiklik, -ği [komik-lik] is. 1. Komik olm a durumu;
zum veya m ensur tiyatro oyunu. 2. Kişilerin uyum güldürücü olm a hali. 2. Komiğin yaptığı iş. 3. K o
suzluğunu, olayların ve durumların aksak yönlerini medinin ve komedi türlerinin ayırt edici özelliği. 4.
ince nüktelerle ele alıp gülünç hâle getirerek sunan Güldürücü davranış. 5. Gülünç durum. S komiklik
oyun. 3. Bu türde yazılmış olan tiyatro eserlerinin yapm ak, K om ik kimseye yakışır davranışlarda bu
tümü. 4. Bu eserlerin oluşturduğu edebî tür. 5. me lunmak; güldürmek.
caz. A çık olarak ifade edilmeyen, duyguların giz kominform, [Rus. kom m ünistiçeskaya informatsi-
lenmesi ile ortaya konulan kandırmaca hareket; ya] is. kısalt. H aber alm a örgütü,
sahte davranış; yapm acık hareket. 6. İnsanların komiser, [Lat. commissarius (görevli) > Fr. commis-
KOM ÖIİİMIÖffl®SÖM • 2726
saire] is. 1. G üvenlik kuruluşu dereceleri içinde, kompakt, [Lat. compactus (sıkıştırılmış) > Fr. com-
polis enstitüsünü ve yüksek kısmını başarı ile ta pacte] sf. Sıkıştırılmış; yoğunlaştırılmış. S kom
mam lam ış üniformalı veya sivil memur. 2. Şirket, pakt disk, bsy. H içbir iz taşımayan ve klasik ses
kooperatif veya dem ek toplantılarını hüküm et adı plağından fa rklı olarak sayısal sistemde doldurul
na denetleyen görevli. 3. Spor karşılaşmalarında muş, dakikada 500 devir yapabilen yoğun kayıtlı,
yönetmeliklere uyulmasını sağlayan kişi; saha ko 12 cm. çapında sayısal plak; yoğun teker; CD; YT.
miseri. komparatör, [Fr. comparateur] is. İki işareti karşı
komiserlik, -ği [komiser-lik] is. 1. Komiser olma laştıran, farklarını değerlendiren, var olan sapmayı
durumu. 2. Komiserin işi veya görevi. 3. Komiserin ortaya çıkarmak için öm ek büyüklük ile karşılaştı
makamı. 4. Komiserin rütbesi, ran alet; karşılaştırıcı.
komisyon, [Fr. commission] is. 1. Bir üst kurulca kompartıman, [Fr. compartiment] is. Yolcu trenle
konuyu veya teklifi incelemek, görüş bildirmek, bir rinde, ayrı kapıları olan, yolcuların oturması için
hizmeti yerine getirmekle görevlendirilmiş kişiler kanepeleri, fileleri bulunan vagon bölmesi,
topluluğu; kurul; encümen; komite; yarkurul. 2. Bir kompas, [Fr. compas] is. Bir vida, saç vb. gibi küçük
aracılık işinden belirli bir orana göre alman ücret; şeylerin kalınlıklarını ölçmeye yarayan hassas ölçü
simsariye; simsarlık. 3. Gecikmiş bir işi, nüfuzunu aleti. 2. dnz. Gemici pusulası,
kullanarak sonuçlandıran kişiye verilen armağan kompenant, [Lat. componere (birleştirmek) > Aim.
niteliğindeki para veya başka şey. kompenant] is. Bileşen,
kom isyoncu, [komisyon-cu] is. huk. 1. Alım satım komper, [Bul. krumpir] {ağız} is. Patates. [DS]
veya taşım a işlerinde aracılık yapaıı, müvekkili kompetan, [Fr. competan (gücü yeterli)] is. Bir işi
adına iş yapan kimse; simsar. 2. gnşl. Emlak ve oto iyi bilen, bir şey hakkında yerinde karar verebilen
alım satımında aracılık yapan tellal, kimse; becerikli; uzman; yetkili,
komisyonculuk, -ğu [komisyon-cu-luk] is. Komis kompetitif, [Fr. competitif] is. tie. Daha çok satıp
yoncunun yaptığı iş; simsarlık, kâr etmek için ticarette üstünlük sağlama; yarışım
komita, [Slav, kom ita > Fr. / Lat. comitatus] (ko cı; rekabetçi.
m i ’ta) is. Siyasî bir amacı gerçekleştirmek amacıy kompilasyon, [Lat. compilare (yağm alam ak) > Fr.
la silahlı eylemde bulunan gizli kuruluş, compilation] is. 1. Derleyip toparlama. 2. Derme
komitacı, [komita-cı] is. Siyasi bir amacı gerçekleş çatm a yapılan iş. 3. Yazarın kendi eseri olmayan
tirm ek amacıyla silahlı eylemde bulunan gizli örgüt kaynaklardan, kitaplardan çalma yoluyla meydana
üyesi. getirdiği kitap,
komitacılık, -ğı [komita-cı-lık] is. 1. Komitacı olma komple, [Lat. complere (doldurmak) > Fr. complet]
durumu. 2. Komitacıya özgü davranış. 3. Gizli ör sf. 1. Dolu; dolmuş. 2. Gerekli her şeyi tam olan;
gütlenmeyi veya silahlı mücadeleyi temel alan ör eksiksiz. 3. Aynı kumaş vb. maddeden yapılmış
gütlenme biçimi, olan; takım. 4. mecaz. Aranan bütün nitelikleri ken
komite, [Lat. komitatus (maiyet) > Fr. comite] (ko disinde toplayan, ö komple kilit, B ir işlemle mo
m i’te) is. Bir tasarıyı, bir teklifi incelemek üzere bir bilyanın bütün çekmece ve kapaklarını aym anda
üst kurul veya makam tarafından görevlendirilmiş kilitleyen sistem.
kişiler topluluğu; kurul, kompleks, [Lat. complexus (iç içe geçmiş) > Fr.
komlamak, [kom-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(u)- coplexe] s f 1. Birçok kısım veya öğeden meydana
yo r] 1. M ısır koçanlarını sopa ile döverek mısır gelmiş, karmaşık. 2. H emen kavranamayan; kar
tanelerini koçanından ayırmak. 2. (Sığır, koyun m aşık olan. 3. is. Aynı ekonomik etkinliğe açık
gibi hayvanlar için) bir şeyden ürkerek bir araya üretim zincirinin çeşitli kademelerini içine alan
toplanmak. [DS] sanayi kuruluşu. 4. psikol. Davranışların temelinde
komm ak, [köm > kom-mak] {eT} gçsz. f. (Su vb. yer alan, birbiriyle ilgili bir takım bilinçli ve bilinç
için) dalgalanmak. [DLT] dışı düşünce ve duygu; karmaşa; ruh karmaşası. 5.
komodin, [Lat. commodus (ölçülü) > İt. comodine] kim. karm aşık yapıdaki bileşik. S kompleks sayı,
is. Y atağın baş tarafına konulan çekmeceli küçük O ndalık kesir dışında düzenlenmiş sayı; karmaşık
dolap; komot, sayn. “2 gün 5 saat 10 dakika 7 saniye. "
komodor, [İng. commodore] is. dnz. 1. Bir kuruluşa kompleksli, [kompleks-li] sf. Aşağılık duygusuna
bağlı yolcu gemilerinin en kıdemli kaptanı. 2. Yat sahip olan; kompleksten kaynaklanan anormal dav
kulübü başkanı. 3. Türk Deniz Kuvvetlerinde bir ranışlara sahip olan; kompleksleri olan,
filotillanın sevk ve idaresiyle görevli amiral yetkisi kom plekssiz, [kompleks-siz] sf. Kompleksi olmayan,
taşıyan üst rütbeli deniz subayı, komplikasyon, [Fr. complication] is. 1. Karışık hâle
komot, -du [Fr. commode] is. Küçük çekmeceli do gelme; karm aşık bir durum alma. 2. tıp. Bir hasta
lap; komodin. lığın tedavisi sırasında, bu hastalıkla doğrudan ilgi-
h i h e u i • 2727 KOM
si olmayan bir başka hastalığın ortaya çıkması; ihti- komprador, [Port, comprador] is. 1. Satın alan kim
lat; yan etki. se; alıcı. 2. Eskiden Latin Amerika ülkelerinde,
komplike, [Lat. complicare (ip bükmek) > Fr. comp- yabancılarla her türlü ilişkisi yasaklanmış halk ile
lique] sf. Kendisini meydana getiren öğelerin veya sömürge şirketleri arasındaki ticarete zorunlu ola
yapılan işlemlerin çokluğu ve çeşitliliği yüzünden rak aracılık eden yerli tüccar. 3. gnşl. Yabancılarla
anlaşılması ya da yapılması zor olan; karmaşık; iş birliği yapan kimse; iş birlikçi. 4. Aracı. 5. sf.
zor. mecaz. (Aşağılama ifadesi olarak) emeğinden ziya
kompliman, [Lat. complere (doldurmak) > İsp. de mal varlığı ve nüfuzu sayesinde geçinen kimse.
cumplir con alguien (gerekeni yapm ak) > Fr. 6. Kompradorlarla ilgili,
compliment] is. 1. Bayanlara söylenen zarif övgülü kompres, [Lat. comprimere (sıkmak) > Fr. comp-
söz. 2. Kişinin hoşuna giden, gönül okşayıcı söz; resse] sf. 1. Sıkıştırılmış. 2. is. tıp. Ezikleri dış etki
iltifat. 3. Koltuklama; pohpohlama. 0 kompliman lerden korum ak ya da yaraları pansum an yapmakta
yapmak, Birine karşı hoşuna gidecek sözler söy kullanılan, mikroptan arındırılmış birkaç kat bez.
lemek; övücü ve gönül okşayıcı şeyler söylemek; kompresimetre, [Fr. compressimetre] (kompressi-
pohpohlamak; iltifat etmek; koltuklamak. me ’tre) is. Binaların temellerini taşıyacak olan top
komplo, [Fr. complot] (l ince söylenir) is. 1. Bir rağın direncini ölçmeye yarar alet,
kimse veya kurum a karşı gizlice kurulan düzen; kompresör, [Fr. compresseur] is. 1. Havayı veya bir
küçük entrika. 2. Toplu ve gizli olarak yürütülen akışkanı istenilen basınçta sıkıştırmaya yarayan
herhangi bir plan. 3. Tuzak. 4. huk. İki ve daha çok makine; sıkıştırıcı. 2. Y ol yapımlarında yere serilen
kişi arasında devletin iç güvenliğine karşı alınan çakıl ve diğer malzemeleri sarsıntılı b ir ağırlıkla
suç işleme kararı. S komplo hazırlam ak, B ir kim sıkıştırıp zemini sertleştiren makine; silindir,
seyi kötü duruma düşürmek için düzen kurmak; komprime, [Fr. comprime] is. 1. Hastalığın tedavisi
aleyhte bulunmak.\\ komplo kurmak, B ir kimse ve için gerekli olan maddeler küçük topaklar halinde
ya k ın ım a karşı zarar verm ek amacıyla gizlice ve sıkıştırılarak üretilmiş ve bir defada alınabilecek
toplu olarak düzen kurmak. katı ilaç; tablet. 0 komprime barut, Ekseni bo
komplocu, [komplo-cu] is. Komplo kuran kimse, yunca boşluk bulunan fişe k biçiminde sıkıştırılmış
komposto, [İt. composta] (kom po’sto) is. 1. Şeker kara barut.\\ komprime bilgi, Derinliğine değil de
şurubu içinde kaynatılm ış meyve. 2. tarım. Kireç yüzeysel ve kalıplaşmış bilgi.
ve kireçli maddelerle organik artıkların karıştırıl kompüter, [Lat. computare (hesaplamak) > İng.
ması ile elde edilen gübre, computer] is. 1. Bir hafıza ünitesiyle donatılmış
kompostoluk, -ğu [komposto-luk] is. 1. Komposto sayısal hesap makinesi. 2. Çok sayıda aritm etiksel
veya meyve servisi yapm akta kullanılan yüksek veya mantıksal işlemlerden oluşan bir işi, önceden
ayaklı tabak. 2. sf. (M eyve için) komposto yapm a verilmiş bir program çerçevesinde kısa sürede ya
ya elverişli. pıp sonuçlandıran elektronik araç; elektronik beyin;
kompoze, [Fr. compose] sf. Bir bütün oluşturacak bilgisayar.
biçimde öğeleri bir araya getirilmiş; bileşik. S komsa, [? komsa] {ağız} is. Bilgiçlik taslayan kadın,
kompoze gübre, Verim artırıcı üç elementi içeren komsilamak, [komsi-la-mak ?] {ağız} gçl. f [-r] [-
yapay gübre. l(i) -yor] Birinin arkasından konuşmak. [DS]
kompozisyon, [Fr. composition] is. 1. Çeşitli parça komsoluk, [komsoluk] {eT} is. Erzak deposu; ambar.
ları uygun biçimde bir araya getirerek güzel ve et [EUTS]
kili bir bütün meydana getirme işi. 2. Bu şekilde komsomol, [Rus. vsesoyuznız leninsky komrnu-
meydana getirilmiş biçim; bir bütünü oluşturan nistiçesky soyuz molodyoji] is. kısalt. Komünist
parçaların dengeli düzeni. 3. Okullarda, öğrencile Leninist Gençlik Birliği; Sovyet komünist gençlik
rin düşüncelerini düzgün ve etkili biçimde yazılı kuruluşu.
veya sözlü olarak anlatmalarını uygulamalı olarak komşu, [kom-su] {ağız} sf. 1. İki yüzlü; dalkavuk. 2.
öğreten ders; bu ders ile ilgili yazılı çalışma; tahrir; Söz getirip götüren; boşboğaz. 3. Süslü; şık. [DS]
kitabet. 4. müz. Beste. 5. res. Tablolarda manzara, komsulamak, [kom-su-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-
natürmort vb. görünümlerin sanatçının tasarladığı l(u) -yor] İki yüzlülük etmek; dalkavukluk etmek.
evrensel düzene göre hesaplı bir biçimde bir araya [DS]
getiriliş düzeni, komşu, [konuş-mak > konuş-ı > konşu > komşu] is.
kompozit, [Fr. composite] sf. (Fotoğraf için) görüntü 1. Bitişik konutlarda ya da birbirine yakm yerlerde
çakışmasını sağlamak için birçok eş klişeler yardı oturan kimselerin birbirine göre aldıkları durum. 2.
mıyla aym kâğıt üzerine birkaç kere poz vermekle Bu türden kişilerin konutları. 3. sf. Yakında olan;
elde edilen, sınır ortaklığı olan; bitişik; mücavir. 4. sf. (İnsanlar
kompozitör, [Fr. conıpositeure] is. Besteci. için) birbirine yakın veya bitişik oturan. 5. sf. (Bina
KOM O M M İM ESöM • 2728
için) bitişik veya yakın. 6. sf. (Ülke, şehir, köy, tar komutan, [eT. kom ıt-m ak > kom-ut-an (1935)] is.
la, bahçe, arazi vb. için) sınır ortaklığı bulunan. 0 Bir askerî birliği yönetm ekle görevlendirilen, o
komşu açı, K öşeleri ve birer kenarı ortak olan ve birlikteki en üst rütbeli subay; kumandan,
bu ortak kenarın her iki yanında y e r alan açılardan komutanlık, -ğı [kom-ut-an-lık] is. 1. Komutanın
her biri. || komşu hakkı, Komşuların birbirlerinden görevi ve yetkisi; kumandanlık. 2. Komutanın gö
bekledikleri İnsanî ilişkilerin tümü. || komşu hatırı, rev yaptığı yer ve kendisine bağlı birim lerin bütü
K om şular arasında gözetilen saygı ve sev g i|| kom nü; komutanın makamı; kumandanlık,
şu kapısı, (Yer için) birbirine çok yakm olan. || (bir komutmak, [köm >kom -ü-m ak >kom-ü-t-mak] {eT}
yeri) komşu kapısına çevirmek, Yakm olmadığı gçl. f. [-ur] 1. Coşturmak; heyecana getirmek.
hâlde oraya sık sık gidip gelmek. [DLT] [KB] 2. {ağız} H arekete getirmek. [DS]
komşugezen, [komşu+gez-en] {ağız} is. Evde küçük komün, [Lat. commune (kamuya ilişkin) > Fr. com
alanlarda yetişen ve her tarafa kol atarak uzayan bir mune] is. sosy. 1. İş bölüm ü ve sosyal sınıfların
süs bitkisi. [DS] ortaya çıkmasından önce görülen, üretim araçları
komşuluk, -ğu [komşu-luk] is. 1. Komşu olm a du nın ortak m ülkiyetine dayalı, işlerin ortaklaşa gö
rum u; kom şuların birbirlerine göre durumu. 2. rüldüğü ve herkesin ihtiyaçlarının tek elden karşı
Kom şular arasında kurulan iyi ilişki; komşuluk landığı, bir sosyal gelişm e aşaması; ortak yaşama.
ilişkisi. 0 komşuluk etmek, (Komşu olanlar için) 2. Fransa’da belediye başkanı ve belediye meclisi
gidip gelme, görüşme, yardım laşm a gibi iyi ilişki tarafından yönetilen, merkezden bağımsız, tüzel
lerde bulunmak.\\ komşuluk hukuku, huk. Komşu kişiliğe sahip yönetim birim i ve toprak ortaklığı. 3.
taşınmaz malların malikleri arasındaki ilişkileri Bazı ülkelerde görülen temel yönetim birimi. 4.
düzenleyen hukuk kurallarının tümü.\\ komşuluk Aynı kentte yaşayan ve kendilerine özerklik tanı
yapmak, (Komşu olanlar için) gidip gelme, gö yan bazı ayrıcalıklardan yararlanan şehirli halk top
rüşme, yardım laşm a gibi iyi ilişkilerde bulunmak. luluğu. 5. Soylular sınıfının karşıtı olarak halk ve
komşuy, [Çin. ? => komşuy] {eT} is. -*■ kumşuy. burjuvazi.
[DTL] komünikasyon, [Lat. communicare (imeceleşmek) >
kom turm ak, [köm-mak > kom-tur-mak / kum-tur- Fr. communication] is. Duygu, düşünce ve istekle
mak] {eT} gçsz. f. Dalgalandırmak. [DLT] rin her türlü araç ile başkalarına iletilme işi; haber
kom u, [kom-u] {ağız} s f Yaşlı; ihtiyar; koca. [DS] leşme; bildirişim; iletişim,
kom uk1, [kom-mak > kom-uk] {eT} is. 1. A t gübresi. komünike, [Fr. communique] is. Resmî bildiri; resmî
2. Çamurlu su birikintisi. [DLT] tebliğ.
komuk2, -ğu [kom-uk] {ağız} is. Topuk kemiği. [DS] komünist, [Fr. communiste] sf. 1. Komünizmle
kom uk3, -ğu [Fr. comique] {ağız} sf. Geveze. [DS] ilgili; komünizme ait. 2. is. Komünizm den yana
kom uklam ak, [kom-uk > komuk-lâ-mak] (komuk- olan kimse.
la:mak) {eT} gçsz. f. [-ur] 1. Pislemek; terslemek. komünistleşme, [komünist-le-ş-me] is. Komünist ol
[DLT] 2. K umuk boyuna nispet etmek. [DLT] ma; komünizmi benim sem e eylemi,
komursga, [komurs-ğâ] {eT} {ağız} is. Karınca. [ETY] komünistleşmek, [komünist-le-ş-mek] gçsz. f. [-ir]
[DS] Kom ünist fikirleri ve ideali benimsemek; komünist
komut, [kom-ut] is. 1. Bir asker, öğrenci veya izci olmak.
birliğinin içinde bulundukları durumdan istenen bir komünistleştirme, [komünist-le-ş-tir-me] is. Komü
başka durum a geçmeleri için verilen özel buyruk; nizm i benimsetme; kom ünist fikir ve idealleri yay
emir; kumanda. 2. bsy. Bilgisayarda yürütülecek m a eylemi.
olan temel bir eylem veya işlemi bildiren sayısal komünistleştirmek, [komünist-le-ş-tir-mek] gçl. fi /-
bilgi; bilgisayarı kullanmak için verilen işaret. 0 ir] 1. Komünizm i benimsetmek; kom ünist olmasını
kom ut verm ek, B ir eylemin veya işin nasıl yapıla sağlamak; komünizmi yaymak. 2. Bir ülkeye ko
cağını çeşitli araçlarla bildirmek; buyurmak. m ünist rejim in yerleşmesini sağlamak,
komuta, [kom-ut-a] (kom u’ta) is. 1. as. Bir askeri komünistlik, -ği [komünist-lik] is. 1. Komünist olma
birliği ve o birlikle ilgili işleri yönetme işi ve yetki durumu. 2. Komünizm,
si; kumanda. 2. gnşl. Yönetim; idare. 0 komuta komünizm, [Fr. communisme] is. 1. Özel mülkiyeti
etmek, (Bir askerî birliği) çekip çevirmek ve yönet yok sayarak bütün üretim araçlarının ortak kılın
mek; kumanda etmek.\\ komuta kontrol aracı, B ir masını, tüketim maddelerinin kişinin ihtiyacına
askerî harekât sırasında birliklerin sevk ve idare göre paylaştırılmasını ve sosyal sınıfların ortadan
sinde kullanılan ve çeşitli haberleşme aygıtlarıyla kaldırılarak tek bir emekçi sınıfa dönüştürülmesini
donatılmış araç. || komuta kontrol merkezi, Bir savunan ekonomik ve siyasal düzen; komünistlik.
askerî harekât veya operasyonun sevk ve idaresinin 2. Böyle bir düzenin kurulmasını savunan siyasi,
yapıldığı kom utanlık merkezi. ekonomik ve toplusal öğreti. 3. Komünist ülke,
ö i m « i t m ı . 2729 KON
parti ve komünizmi benim sem iş kimselerin tümü; konuk için bir eve yem ek gönderme görevi yü kle
komünist doktrin taraftarlarının tümü, mek.
kom tttasyon, [Fr. comutation] is. 1. B ir iletkenler k o n ak 4, -ğı [kon-mak > kon-ak] {ağız} is. 1. A raba
kümesinin bağlantısını başka bir kümeye aktarma. veya hayvanla yapılan yolculukta geceyi geçirmek
2. Trafik akışını düzenlemek için kurulan sinyali için kalman yer; konuk olunan yer; menzil; m isa
zasyonun açılma ve kapanma sürelerini isteğe göre firhane; durak. {eAT} {OsT} (aym) 2. biy. Bir asala
ayarlama; anahtarlama. ğın hayatının tümünü veya bir bölüm ünü üzerinde
k o m ü tatö r, [Lat. commutare (başkasıyla değiştir veya içinde geçirdiği, korunduğu, besinini sağla
mek) > Fr. commutateur] is. elkt. Bir veya daha çok mak için zarar verdiği bitki veya hayvan; konakçı.
elektrik devresinin bağlantısını sırayla değiştirme 3. Hayvan ve araba ile yapılan yolculukta bir günde
ye yarayan aygıt; anahtar. alınan yol; bir günlük uzaklık; iki konak arasındaki
k o n 1, [kön / kodun] (ko:n) {eT} is. anat. 1. Koyun; uzaklık. 4. {OsT} Bir konaklık uzaklık. S k o n a k
etm ek, 1. Geceyi bir yerde geçirmek; gecelemek. 2.
göğüs; bağır. [DLT] [KB] 2. {ağız} Koyun, keçi güb
Yolculuk sırasında bir yerde durmak.\\ k o n ak gös
resi. [DS]
term e k , Yolcuya veya misafire yatacağı yeri gös-
kon2, [kön] (ko.fi) {eT} is. Koyun. [DLT] [Gabain] termek.|| k o n a k idinm ek, {eAT} Konaklama yeri
kon3, [kon] {ağız} is. 1. Konut. 2. Çadır. 3. Dağ ke seçmek. || k o n ak verm ek, B ir yerde konaklam ak
meri; dağ beli. [DS] S kon k a şla rı asm ak , {ağız} için yolculuğa ara vermek; konaklamak.\\ k o n a k
is. D argınlık belirtisi olarak surat asmak. [DS] yeri, as. Konaklamak üzere çadır, baraka veya g e
kon4, [kon] {ağız} is. 1. Soba. 2. Tezgâh. [DS] S kon çici binaların kurulduğu yer.
kon oyunu, {ağız} Tahta üzerine para konarak oy k o n ak 5, [konak / konok] {eT} is. 1. Bir tür kaba darı.
nanan bir oyun. [DS] [DLT] [EUTS] [Gabain] 2. Çavdar. [DLT] S K o n ak
kona, [kona] {ağız} is. 1. Ham ur tahtası; sofra. 2. İki b aşı sedregi yeg. {eT} Çavdar başının seyreği iyi-
elle kavranabilecek kadar olan ot ya da çalı çırpı dir.|| k o n ak m eni, {eT} D arı unu. [EUTS]
bağlamı. [DS]
k o n ak 6, [konak j^ â ] {eAT} {OsT} is. Gözbebeğinde
konaç, -cı [kon-aç] {ağız} is. Leylek yuvası. [DS]
aklık; katarakt,
konağ, [konak] {ağız} is. Konuk; misafir. [DS]
konağlam ak, [konak-la-mak] {ağız} g ç sz.f. [-r] [-l(ı) k onakçı, [kon-ak-çı is. 1. Toplu yapılan yol
-yor] Konuk olmak. [DS] culuklarda gidilecek yere önceden varıp yolcuların
k o n ak 1, [eT. * kalınuk / kalnuk > konak / konrak kalacakları yeri sağlamakla görevli kimse. 2. K o
nuğa yer hazırlayan kimse. 3. as. Bir askerî hare
/ JjS'ji] {ağız} is. 1. {eAT} {OsT} Başta saç
kâtta birliklerin kalacakları yeri seçmekle görevli
diplerinde oluşan kepek. 2. Küçük bebeklerin baş kimse. 4. İm paratorluk döneminde padişah sefere
larındaki kepek tabakası. 3. Ölmüş bit kabuğu. 4.
çıktığında, padişahın otağını, tuğlarım nakletmek
Cilt üzerinde kalan çıban veya çiçek hastalığı izi. 5.
ve otağın kurulacağı yeri hazırlam akla görevli su
Yaraların sert kabuğu. 6. Koyunların yün ve yapa
bay. 5. biy. Bir asalağın hayatının tüm ünü veya bir
ğıları arasında kalan kir ve yün topaklan. 7. Afyon
bölüm ünü üzerinde veya içinde geçirdiği, korun
sakızı içine karışmış bulunan kozalak kabuğu. 8.
duğu, besinini sağlamak için zarar verdiği bitki ve
Mısır içinde bulunan kepek ve kabuk. [DS]
ya hayvan; konak. 6. {ağız} Otelci. [DS] 7. {eAT}
konak2, -ğı [kon-mak > kon-ak jU jî] is. 1. Büyük ve K onak yeri hazırlam ak için önden giden kimse,
gösterişli ev. 2. {ağız} İki katlı köy evi. [DS] 3. Hü k o n ak lam a, [kon-ak-la-ma] is. Konaklamak işi. S
kümet işlerinin görüldüğü, devlete ait çeşitli daire k o n ak lam a tesisleri, Turizme yönelik olarak y o l
lerin topluca bulunduğu bina; hüküm et dairesi. 4. cuların veya turistlerin konaklamalarını sağlamak
as. K ıtalarm geçici olarak barındırılması için kuru amacıyla yapılmış, otel, motel, pansiyon gibi yerler
lan çadır, kulübe vb. kapalı barınaklar grubu. <3 ile kaplıca, ılıca, içmece gibi sağlık kuruluşlarında
k o n ak gibi, Konağa yakm büyük ve gösterişli ev. jj insan ihtiyaçlarını içine alan hizmet kuruluşlarının
konak halkı. B ir konakta yaşayan aile üyeleri ile tümü.
bu konağın işlerine bakan hizmetçilerin tümü.\\ ko k o n a k la m a k 1, [kon-ak-la-mak j^isUjs] g çsz.f. [-r] [-
n ak y av ru su , Konağa benzeyen büyükçe ev; küçük
l(ı)-yor] 1. Yolculuk sırasında bir yerde durup ge
konak.
ceyi geçirmek. 2. as. (Askerî birlik için) geçici ola
konak3, -ğı [kon-mak > kon-ak] {eT} {eAT} {OsT}
rak bir yerleşim biriminde kalmak. 3. {eAT} gçl. fi
{ağız} is. Misafir; konuk. [DS] S k o n ak çekm ek,
Konuk etmek; ağırlamak.
{ağız} K öy imamlarına veya köye yatılı gelmiş olan
k o n a k lam ak 2, [konak > konak-lâ-mak] (konakla:-
misafirlere sıra ile birer gün yem ek vermek. [DS]||
mak) {eT} g ç l.f. [-r] Darı yemek. [DLT]
konak sahibi, {ağız} Sürekli konuk ağırlayan kim
se. [DS] !| k o n ak salm ak , {OsT} Köy odasına gelen k o n ak lan m ak , [konak-la-n-mak y ] {eAT} {a-
KON o im iü k s ö m • 2730
ğız) dönşl. f i [-ur] (Saç için) kepeklenmek. [DS] konculus, [Yun. kalikantsaros (kötü bir cin)] {ağız)
konaklık', -ğı [kon-ak-lık] sf. 1. (Yer için) konakla is. Elli ikilik oyun kâğıdından altmış altı oyununun
maya uygun; konaklanabilecek durumda olan; ko kâğıtları çıktıktan sonra kalan kâğıtlar. [DS]
naklam aya elverişli. 2. (Uzaklık için) belirtilen sayı konç, -cu [Altay. konç g^s] is. 1. Ayağa giyilen ço
kadar günde gidilebilecek olan. rap, çizme, çarık gibi şeylerin ayak bileklerinden
konaklık2, -ğı [kon-ak-lık] {ağız} is. 1. Yemekli çağ baldıra kadar olan kısmı. {eAT} {OsT} (aym) 2. spor.
rı; şölen; ziyafet. 2. Kadınların gece yatısına kala Eskrimde eldivenlere takılan deri kolluk. 3. Diz
rak yaptıkları konukluk. [DS] kapağı ile ayak bileği arasını tutan sporcu giyeceği,
konalga, [kon-al-ga jâ] {OsT} {ağız} is. Göçerlerin konçerto, [Lat. concertare (çarpışmak) > İt. con
veya yolculuk sırasında yolcuların konakladıkları certo] (konçe’rto) is. Bir solo çalgı veya orkestra
sulak ve çayırlık yer; konak yeri; konaklam a yeri; için bestelenm iş m üzik eseri,
durak. [DS] konçertocu, [konçerto-cu] is. Solo olarak konçerto
konalm ak, [kon-al-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Övün sunan müzikçi; konçerto solocusu,
mek; böbürlenmek; kurumlanmak. [DS] konçina, [İt. concina / Yun. kontsina] is. İskambil
k onan1, [kon-an] {ağız} is. Henüz doğurmamış, üç kâğıtlarında İkiliden altılıya kadar olan kâğıtlara
dört yaşındaki kısrak. [DS] verilen genel ad.
konan2, [kon-an] {ağız} is. Konuk; misafir. [DS] konçlu, [konç-lu] sf. 1. (Çizme, çorap, çarık vb. için)
koncu bulunan; koncu olan. 2. (Belirtilen nitelikte)
konanka, [konar-ga / konal-ga ?] {ağız} is. Bayram
koncu bulunan,
larda köye m isafir olarak gelenlere verilen yemek;
konçsuz, [konç-suz] sf. 1. (Çizme, çorap, çarık vb.
bayram yemeği. [DS]
için) koncu olmayan. 2. Konç kısmı kısa olan,
konarga, [kon-ar-ga] {ağız} is. 1. Tavukların tünedik
konçuk, -ğu [koyun (kucak) > koyun-cuk > konçuk]
leri sırık veya duvara çakılı kazık. 2. Konaklama
{ağız} is. Cep; yelek cebi; ön cep. [DS]
yeri; konalga. [DS]
konçuy, [Çin. kunğ-çu / kun-çiou (imparator kızı)]
konargöçer, [kon-ar+göç-er] is. 1. Bir yere yerleş
{eT} is. Prenses. [ETY]
memiş, sürekli olarak yer değiştiren kabile veya
kond, [eAT. kunt (sağlam)] {ağız} is. Koyun bacağın
aşiret. 2. A nadolu’da mevsimlik olarak yazlık ve
dan çıkan, hiç aşınmamış taze aşık kemiği. [DS]
kışlık olm ak üzere yer değiştiren, hayvanlarını
kondak, -ğı [kond-ak] {ağız} is. Toprak üzerindeki
mevsim in gerektirdiği coğrafyaya götürerek otla
tan, yurt adını verdikleri çadırlarda barınan kim se çukurlar. [DS]
lere verilen isim; göçerkonar; göçebe. S konar kondansatör, [Lat. condasare (yoğunlaştırma) > Fr.
göçer evli, {eAT} Göçebe. condansateur] is. Elektrik salınım devrelerini ayar
lamak, bir havaî hattı atm osfer elektriğinden kay
kon as, [? konas] {ağız} is. Çoban köpeği ile av köpe
naklanan yüksek frekanslı akımlardan korunmak
ğinin çiftleşmesinden doğan melez köpek. [DS]
vb. amaçlarla kullanılan, iki iletken arasına bir ya
konaşı, [kön-mak > kon-uş-mak (yerleşmek) > kon-
lıtkan levha konulm ak suretiyle meydana getirilen
(u)ş-T] {eT} is. Komşu. [Gabain]
elektrik sığa düzeneği,
konat, [kön-mak > kon-at / konot] is. 1. {eT} Birbiri
kondansör, [Fr. condaseur] is. fiz. 1. Buharlı ısı
ne yanaşan, toplanan insan kümesi. [DLT] 2. Bay
makinelerinde, buharı silindir veya tribünden geç
ram larda köylere konuk olarak gidenlere verilen
tikten sonra yoğunlaştırm aya yarayan aygıt; yoğun
yemek; bayram yemeği,
laştırıcı. 2. fo t. Bir çerçeveye dışbükey yanlan içe
konatmak, [kön-mak > kon-at-mak] {eT} gçl. f. [-ur] gelecek şekilde yerleştirilm iş iki düzlem-dışbükey
Kondurmak; oturtmak. [DLT] mercekten meydana gelmiş optik düzenek. 3. M ik
konayla, [konar-ga / konal-ga] {ağız} is. Konuk roskopta incelenecek cismi aydınlatmaya yarar ters
ağırlama yeri. [DS] çevrilmiş bir objektife benzeyen optik sistem,
konca, [Far. gunçe (top etme) / gönce / konca] is. kondek, -ği [? kondek] {ağız} is. Kısa saplı sopa. [DS]
Tam açılmamış, açılmak üzere olan çiçek; gonca, kondenseleşme, [kondense-le-ş-me] is. Yapay reçi
koncalıs, [Yun. khalikhantsaros (kötü bir cin)'] {ağız} nenin oluşumunu sağlayan kimyasal tepkime,
is. 1. Hortlak. 2. N amazı kılınmayan kimse. [DS] kondıgu, [kon-dı-mak > kondl-gü] (kondı.ğu:) {eT}
koncı, [? koncı] {ağız} is. 1. Kendirin sapları. 2. is. 1. Harman döveni. [DLT] 2. Bileği taşı. [Clauson]
Yarılamayan çıra kütüğü. [DS] kondım ak, [kon-dl-mak] (kondv.mak) {eT} gçl. f. [-
koncik, -ği [koyun (kucak) > koyun-cuk > konçuk > ır] Bilemek; parlatmak. [DLT]
lconcik] {ağız} is. 1. Cep; ön cep; yelek cebi. 2. kondil, [Ar. kındîl] {ağız} is. Fenerlerin gaz konan ve
Cüppe. 3. Sobaya sığacak boyda kısa odun. [DS] ışık veren bölümü. [DS]
koncuk, -ğu [Altay. konç => konc-uk] {ağız} is. kondilik, -ği [? kondilik] {ağız} is. Küçük iskemle.
Pantolon. [DS] [DS]
o iıe iiic îS flM • 2731 KON
kondisyon, [Lat. condicio (arılaşmanın hükümleri) > luk döneminde, yol ve bayındırlık alanında görevli
Fr. condition] is. spor. Bir sporcunun fiziksel ve teknik elemanlara verilen ad.
ruhsal yönden genel durumu; verimlilik; erk; form. kondüktörlük, -ğü [kondüktör-lük] is. Kondüktörün
S kondisyon aleti, Vücut sağlığını korum ak için işi ve görevi; kondüktörün mesleği,
kullanılan bisiklet, koşu bandı vb. araçlar.|| kon koneç, -ci [? koneç] {ağız} is. Kir. [DS]
disyon bisikleti, Vücut sağlığını korum ak için kul konektör, [Lat. connectere (bağlamak) > Fr. con-
lanılan tekerleksiz, pedallı ve üzerinde direnci necteur] is. 1. Elektrikte, haberleşmede, demir yol
ayarlanabilen düzenekleri bulunan bir tür sabit larında vb. teknik alanlarda bağlantıyı sağlayan
spor aracı. düzenek. 2. Fren kumanda kollarını dingilin üzeri
kondisyoner, [Fr. conditionaire] is. Oyuncuların be ne bağlayan ve her iki ucunda kumanda kolunun
den ve ruh bakım ından durumunu, erkini koruyup girmesine uygun deliği bulunan parça,
geliştiren kimse; geliştirici, konfederasyon, [Lat. confederatio > Fr. confe
kondok, -ğu [Yun. kundaki] {ağız} is. Tüfeğin dipçi deration] is. 1. Bazı görev ve yetkilerini merkezî
ği- hükümete devretmiş olan bağımsız devletler toplu
kondom, [Condom (mucidin adı) > Fr. condom] is. luğu. 2. Çeşitli sendikaların ve ortaklıkların oluş
Cinsel ilişki sırasında erkeklerin korunm ak için turduğu birlik, kümelenme,
kullandıkları kauçuk kılıf; prezervatif; kılıf; kaput. konfederatif, [Fr. confederatife] sf. Konfederasyona
kondol1, [? kondol] {ağız} sf. K ısa boylu; cüce. [DS] ilişkin; konfederasyonla ilgili olan,
kondol2, [? kondol] {ağız} is. Yolsuz birleşmelere konfedere, [Fr. confedere] sf. 1. (Halklar ve devletler
aracılık eden erkek. [DS] için) ortak bir düşmana karşı birleşmiş olan. 2. B ir
konduk, [kön-mak > kon-duk] {eT} is. İkamet; yer konfederasyona katılan; bir konfederasyonu oluştu
leşme. [Gabain] fi1 konduk yurt, {eAT} Konulan, ev ran; bir konfederasyonun üyesi olan,
edinilen, yerleşilen yer. konfeksiyon, [Lat. confıcere (yan yana getirerek
kondur, [? kondur] {ağız} is. Çalımlı, kurum lu kim yapm ak) > Fr. confection] is. 1. Belirli ölçülere gö
se. [DS] re seri olarak üretilen ve hazır olarak satılan giysi;
kondura, [Yun. kothom os / İt. condura] {ağız} is. hazır giysi. 2. Seri hâlde elbise üreten sanayi kolu.
Ayakkabı; kundura. [DS] 0 konfeksiyon mağazası, H er türlü hazır giyim
eşyası satılan dükkân; giyim evi.
kondurak, -ğı [kon-dur-ak] {ağız} is. Bir işin ehli;
işinin adamı; becerikli. [DS] konfeksiyoncu, [konfeksiyon-cu] is. H azır giyim iş
leriyle uğraşan kimse; hazır elbise diken ve satan
kondurma, [kon-dur-ma] is. 1. Konmasını sağlamak
kimse; hazır giyimci.
eylemi. 2. Eskiden fesin başta iliştirilmiş gibi dur
ması hâli. S kondurma fes, B aşta iliştirilmiş gibi konfeksiyonculuk, -ğu [konfeksiyon-cu-luk] is.
eğreti duran fes. Hazır giyimcinin işi ve mesleği,
kondurmak, [kö-mak > kö-n-m ak (yerleşmek; otur konferans, [Lat. conferantia > Fr. conference] is. 1.
Dinleyicilere bilim, sanat ve edebiyat alanlarında
mak) > kon-dur-malç jjjJLijs] {eT} {eAT} g ç l . f [-ur]
bilgi verm ek amacıyla yapılan konuşma. 2. Uluslar
1. Yerleştirmek; oturtmak; üzerine oturtmak; iskân arası konulan inceleyen kim seler veya diplomatlar
etmek. [DLT] [ETY] [Gabain] 2. {eAT} {OsT} Konak- toplantısı. 3. Ortak inceleme ve araştırm alannı ilgi
landırmak. [DK] 3. {eAT} {OsT} {ağız} (Yolcu, misa lendiren meseleleri tartışan kişilerin yaptığı toplan
fir, kervan vb. için) m isafir etmek; yerleştirmek. tı. 4. Aynı iş kolunda çalışan kim selerin problemle
[DK] [DS] 4. B ir başkasına konm ak eylemini yap rini görüşmek ve ortak çözüm yolu bulmak am a
tırmak; konmasını sağlamak. 5. Eğreti biçimde, cıyla yaptıkları toplantı. 5. dnz. Belirli hatlar üze
gelişigüzel takmak, iliştirmek. 6. mecaz. (Olumsuz rinde yük ve yolcu taşıyan denizcilik şirketlerinin
biçimde) yakıştırmak; üzerine yormak. 7. Bir şeyi bir araya gelerek kurdukları teşkilât. S1 konferans
anîden ve çabucak yapıvermek; çekinm eden söyle çekmek, Karşısındakini bıktırırcasına uzun uzadı
yivermek. 8. {ağız} Bir sözü tam yerinde ve sırasın ya öğüt verici hitapta bulunmak.\\ konferans ver
da söylemek; taşı gediğine koymak. [DS] 9. {ağız} mek, 1. Dinleyicilere herhangi bir konuda aydınla
İşlemede, işlenen renkleri birbiriyle uygun olarak tıcı bilgi vermek. 2. argo. Kusmak.
yerli yerinde kullanmak; bağdaştırmak. [DS] konferansçı, [konferans-çı] is. Konferans veren kim
kondttit, [Lat. conducere (sevketmek) > Fr. conduite] se; konuşmacı,
is. tiy. Oyunda sırası gelen oyuncuları uyarmakla konferansçılık, -ğı [konferans-çı-hk] is. Konferans
görevli kimse, verm ek işi; konferansçının yaptığı iş.
kondüktör, [Lat. conductor (yöneten) > Fr. con- konfeti, [Lat. confectum (hazır nesne) > İt. confetti]
ducteur] is. 1. Y olcu trenlerinde biletleri kontrol is. Düğün, balo ve karnaval eğlencelerinde atılan
eden ve vagon işlerine bakan kimse. 2. İm parator küçük renkli kâğıtçıklar.
K O N o T u e r i M M • 2732
konfigürasyon, [Lat. confıgurare (modele göre kongala, [kon-ga-la] {ağız} is. Mutfakta, oturmak
üretme) > Fr. configuration] is. Bir dizi değişkenin için yapılmış toprak seki. [DS]
belli bir örneğe göre biçimlendirilme işlemi, kongalak, -ğı [kon-ga-la-k] {ağız} is. 1. Kelebek. 2.
konfirmasyon, [Fr. confirmation] is. Doğrulama; Salyangoz kabuğu. [DS]
tasdik; geçerleme; teminat, kongaz, [Yun. khohlias [Tietze]] {ağız} is. Salyangoz.
konfirme, [Lat. confimare (onaylama, destekleme) > [DS]
Fr. confirme] is. Doğrulanmış; geçerlenmiş; onay kongçi, [kon (koyun) > koii-çı] {eT} is. Koyuncu;
lanmış; tasdik edilmiş olan. S1 konfirme etm ek, 1. çoban. [ETY]
D oğrulamak; geçerlemek. 2. (Gidiş dönüş olarak kongey, [kongey] {ağız} is. Çirkin. [DS]
bilet almış yolcular için) dönüş tarihinden belir konglıg, [kön (koyun) > kon-lığ] {eT} is. Koyunlu;
lenmiş bir süre önce ilgili firm a yı arayarak dönüş koyun sahibi. [Clauson]
lerini onaylatmak. || konfirme ettirmek, D oğru konglom era, [Fr. conglomerat] is. 1. ekon. B ir şirke
latmak; geçerletmek. tin başka alanlarda faaliyet gösteren şirketleri satın
konfor, [Lat. confortare (güçlendirme) > Fr. confort] alması yoluyla m eydana gelen büyüme; yığışma. 2.
is. 1. M addî rahatlık sağlayan ve hoşa giden şeyle jeol. Çimentolaşmış yuvarlak çakıllardan oluşan
rin tümü; rahatlık; kolaylık. 2. Günlük hayatı ko tortul kayaç; yığışım,
laylaştıran, yaşamayı ilgi çekici hâle getiren kongol, [eT. kal-a-ğan > *kalgan > kangal [EREN]]
öğelerin tümü, {ağız} is. 1. Deve dikeni. 2. Tarlada yetişen ve hay
konforlu, [konfor-lu] sf. 1. Konforu olan. 2. Günlük vanlara yem olarak verilen ot. [DS]
hayatı kolaylaştıran ve yaşamayı ilgi çekici hâle kongor, [konur / konor] {eT} is. -*■ kongur1. [DLT]
getiren öğeleri bulunan, kongorm ak, [kon-ur-mak / kongor-mak] {eT} gçl. fi
konform atör, [Fr. conformateur] is. Bir eşyanın [-ur] -* kongurmak.
veya baş biçiminin tam kalıbını almaya yarayan kongoş, [? kongoş] {ağız} is. İnek bacaklarının deri
oynak parçalı alet, sinden yapılan çarık. [DS]
konform ist, [Fr. conformiste] is ve sf. 1. Toplumda kongövde, [kon+gövde] is. bot. Palm iyelerde olduğu
yerleşmiş olan gelenek ve göreneklere, değer yargı gibi üzerinde dal, budak olmayan, toprak üstünde
larına, genel davranış biçimlerine saygı duyan, on dik bir ana eksen oluşturan gövde,
lara karşı çıkmayan ve onlarla barışık olarak yaşa kongövdeli, [kon+gövde-li] sfi bot. (Bitki için) göv
yan; törelere ve geleneklere uyan kimse; uyumcu. desi kongövde olan,
2. Konformist bir kişiye özgün olan, kongragı, [kon-râ-mak > kon-râ-ğî] (konra.ğı:) {eT}
konform izm , [Fr. conformisme] is. Toplum da yer is. -*■ kongragu. [EUTS]
leşmiş olan gelenek ve göreneklere, değer yargıla kongragu, [kon-râ-mak > kon-râ-ğü] (konra:ğu:)
rına, genel davranış biçimlerine saygı duyma, onla {eT} is. 1. Çan; zil; çıngırak. [DLT] [EUTS] 2. Kula
ra karşı çıkm ama ve onlarla barışık olarak yaşama ğın altında bulunan çıkık kemik. [DLT]
biçimi; geleneklere, törelere uyma; uymacılık, kongrak1, -ğı [kon-râ-mak > kon-râ-k] (konra.k)
{eT} {ağız} is. Çan; zil; çıngırak. [EUTS] [DLT] [DS]
konforsuz, [konfor-suz] sf. Hayatı kolaylaştırıcı bir
yanı veya yaşamayı ilgi çekici durumu bulunm a kongrak2, -ğı [kon-ak / kon-ra-k j »_ /y ] (kofirak)
yan; konforu olmayan; sıradan; konfordan yoksun. {OsT} is. Saç kepeği; konak.
kong1, [kag / kağ / kang / kanğ / kan / kong (yans.)] kongram ak1, [konur (konur) > kon(u)r-â-mak]
is. Bir şeyi yerinden güçlükle sökme, çıkartma, ge (konra:mak) {eT} gçsz. fi. [-r] Kestane rengini al
riye doğru bükme veya oynatmayı anlatan kök. mak; konurlaşmak. [DLT]
[Zülfikar] kong-ur-mak kongram ak2, [konur (kalın ve kaba ses) > kon(u)r-â-
kong2, [kang / kank / kmg / kong / konk (yans.)] is. mak] (kofira:mak) {eT} g ç sz.f. [-r] (Ses için) kalın
M etal eşyaların birbirine çarpmasını, sürtünmesini laşmak; betleşmek.
ve buna benzer çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfikar] kongre, [Fr. congres] is. 1. Değişik ülkelerden yöne
kong-ra-k, kong-ur-da-k, kong-ur-ak ticilerin, delegelerin katılım ıyla gerçekleştirilen
kong3, [kön / kön / köy] (ko:n) {eT} is. Koyun. [ETY] toplantı. 2. Bir meslek dalında ortak çıkarlar ve
kong4, [kön / köy] (ko:n) {eT} is. Kucak; koyun; konular üzerinde bilgi alış verişinde bulunm ak üze
göğüs. [DLT] re yapılan toplantı. 3. Parti, dem ek gibi tüzel kişili
ğe sahip kuruluşların yaptığı genel kurul toplantısı;
konga, [kon-ga] {ağız} is. 1. Çilli kümes hayvanı. 2.
kurultay. 4. (Baş harfi büyük yazılır) ABD Temsil
Oyunda aşığın dik durumu. [DS]
ciler M eclisi ile Senatoya verilen ortak ad.
kongaklanm ak, [konak-la-n-mak Ji] (konak kongrulm ak, [konur-mak > konur-ul-mak] {eT} edil.
lanmak) {OsT} dönşl. f. [-ur] (Saç için) kepeklen fi. [-ur] 1. Sallanmak; kanınlm ak. [EUTS] 2. Kopa
mek. rılmak. [Gabain]
Û IM T O T O M « 2733 KON
kongu, [kön-mak > kon-ğü] (kongu:) {eT} is. İkamet konjestiyon, [Lat. congerere (biriktirmek) > Fr.
yeri. [Gabain] congestion] is. Bir organ veya vücudun bir bölge
kongur1, [konur / konor] (kofiur) {eT} sf. Boğuk ses. sinde anormal kan toplanması,
[DLT] konjonktivit, [Lat. conjunctiva (bağ doku) > Fr. con-
kongur2, [kon (yans.) > kon-ur (konur) {eT} jonctivite] is. tıp. 1. Bağ doku enfeksiyonu. 2. Göz
{eAT} {OsT} sf. Kestane rengi. [DLT] [DK] kapaklarının arka yüzünü kaplayan ince zarın ilti
haplanması.
kongurak1, -ğı [kon (yans.) > kon-ur-a-k] {ağız} is.
Eşek arısı. [DS] konjonktür, [Lat. conjunctura (isabet) > Fr. con-
kongurak2, -ğı [kon-ur-a-k] {ağız} is. Hayvanların joncture] is. 1. Hâl ve şartların bir araya gelmesiyle
boyunlarına takılan küçük çan; çıngırak. [DS] oluşan durum. 2. ekon. Bir ülke ekonomisinin belli
bir dönemde nüfus, sanayi, siyasi ve sosyal durum
konguramak, [kon-ur-a-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
lara bağlı olarak gösterdiği inişli çıkışlı, dalgalı
r(u)-yor] (Yün ve kıl gibi şeyler için) yandığında
hareketlerin tümü,
koku yaymak. [DS]
konk, [kang / kank / kmg / kong / konk (yans.)] is.
kongurcak, [konur-cak Jş-jjS'js] {OsT} sf. Y anık ala
M etal eşyaların birbirine çarpmasını, sürtünmesini
yakın; konursu; konurumsu, ve buna benzer çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfikar]
kongurdak, -ğı [kon-ur-da-k] {ağız} is. 1. H ayvanla konk-ul-da-k
rın boyunlarına takılan küçük çan; çıngırak. 2. Ke konka, [Fr. conque] is. K ulak yolunda dış kulağa
di, kuzu, koyun ve at gibi hayvanların boyunlarına açılan derin boşluk,
takılan, renkli ipten örülmüş yuvarlak koza gibi
konkalak, -ğı [konk (yans.) > kong-ala-k] {ağız} is.
şey. 3. Koyun ve kuzuların kuyrukları altında biri
Kelebek. [DS]
ken pislik topakları; çakıldak. [DS]
konkasör, [Fr. concasseur] is. Taş kırm a makinesi,
konguşu, [konuş-u y ^ j S ] {OsT} is. Komşu. konkav, [Lat. conkavare (oymak) > Fr. concave] sf.
konguz, [kon-üz] (konu:z) {eT} is. Böcek; kurt. [ETY] İçbükey; oyuk,
[EUTS] [KB] [Gabain] konken, [İt. conchino] is. Çift deste kâğıt ve dört jo
konğak, -ğı [kon-ak] {ağız} is. Saç kepeği; konak. kerle oynanan bir iskambil oyunu,
[DS]
konkordato, [Lat. concordatum (anlaşma) > İt.
konğaz, [Yun. khohlias [Tietze]] {ağız} is. Salyangoz. concordato] (konkorda'to) is. tic. huk. 1. B atık du
[DS]
rum da olan bir tüccar veya şirketten alacaklı du
konğursu, [kon-ur-su] {ağız} is. Y anık kıl veya yün
rum da olanların alacaklarının tahsili konusunda
kokusu. [DS]
yaptıkları sözleşme; iflâs sözleşmesi. 2. Papalık
koni1, [Yun. könos (çam kozalağı) > Fr. cöne] is. m akam ıyla Katolik devletler arasında kilise disipli
mat. 1. Sabit bir noktadan geçen ve kapalı bir eğri ni ve teşkilâtlanması konularında yapılan antlaşma;
boyunca hareket eden bir doğrunun m eydana getir konkordatum.
diği kapalı yüzey. 2. Tabanı dairesel veya elips bi
konkordatum , [İt. concordatum] (konkorda’tum) is.
çiminde olan ve yukarı doğru gittikçe daralan katı
Papalık makam ıyla Katolik devletler arasında kilise
cisim. 3. B ir volkanın m eydana getirdiği çukur
disiplini ve teşkilâtlanması konularında yapılan
alan. 4. sf. Koni biçiminde olan.
antlaşma; konkordato,
koni2, [? koni] {ağız} is. (Kişi için) kısa bacaklı; kısa
konkoz, [? konkoz] {ağız} is. Beş taş oyunu. [DS]
boylu. [DS]
konkre, [Lat. concretus (katı; sert) > Fr. concret] sf.
konik1, -ği [Fr. conique] sf. 1. Koni biçimli olan 2.
Somut; müşahhas,
Bir koniye ait olan 3. is. mat. Sabit bir noktaya ve
sabit bir doğruya olan uzaklıkları oranı sabit olan konkret, [Fr. concret] sf. Somut; müşahhas; konkre,
noktaların geometrik yeri. konkuldak, -ğı [konk (yans.) > konk-ul-da-k] {ağız}
konik2, -ği [Rus. konik] {ağız} is. Çekirge. [DS] is. Hayvanların boyunlarına takılan küçük çıngırak;
konik3, -ği [? konik] {ağız} is. Köpek yavrusu. [DS] çan. [DS]
koniklik, -ği [konik-lik] is. Koni biçiminde olan konkur1, [Fr. concours] is. Yarışma; yarış; m üsaba
şeylerin taşıdığı nitelik; konik olm a durumu, ka.
konimetre, [Fr. conimetre] is. tıp. Sağlığa zararlı bir konkur2, [kon (yans.) > kon-ur] {ağız} is. •* konğur;
ortamdaki toz zerrelerinin miktarını ölçmeye yarar konur. [DS]
alet. konkurdak, -ğı [konk (yans.) > konk-ur-da-k] {ağız}
konira, [? konira] {ağız} is. Tahtakurusu, bit vb. a- is. Kelebek. [DS]
salaklann yumurtaları. [DS] konkurdaşmak, [konk (yans.) > konk-ur-da-ş-mak]
konje, [Fr. conge] is. Çalışmayı durduran olağanüstü {ağız} işteş, f. [-ır] (Ağaç yapraklan için) birbirine
emir; izin; tatil. değerek ses çıkartmak, hışırdamak. [DS]
KO N 1 M I İ İ I C E S Ö M • 2734
konkurhipik, -ği [Lat. concursus (yarış) + Yun. hip- yapılacak olan harekette toplama. 0 konsantre
pikös (ata ilişkin) > Fr. concours hippique] is. Yal etm ek, Yoğunlaştırmak.\\ konsantre olm ak, D ik
nız spor amacıyla yapılan atlı yarış, katini bütünüyle bir nokta üzerinde toplamak; y o
konkurlam ak, [konk (yarn.) > konk-ur-la-mak] {a- ğunlaşmak.
ğız} gçsz.f. [-r] [-l(u)-yor] Çok ihtiyarlamak. [DS] konsensüs, [Lat. consentire (aynı düşünceye paylaş
konma, [ko-n-ma] is. Konmak eylemi, mak) > Lat. consensus] is. Toplum un çeşitli kesim
konmak, [*kö-mak (koymak) >kö-n-m ak jijs ] (ko:n- lerinin bir konuda aynı düşünceyi paylaşması; aynı
düşünceye ulaşması; fikir birliği; çoğunluğun fikri;
mak) {eT} dönşl. f. [-ur] 1. Gelip bir yere konmak;
uzlaşma; mutabakat.
yerleşmek. [DLT] [EUTS] [ETY] [KB] [İKPÖy.]
konsept, [Lat. concipere (içine almak) > Fr. concept]
[Yüknekî] [Gabain] [Tekin] 2. Y olculuk sırasında ge
ceyi geçirmek veya dinlenmek üzere inmek; gece is. Kavram.
lemek; konaklamak. {eT} {eAT} {OsT} (aym) [EUTS] konseptüalizm , [Fr. conseptüalisme] is. fel. K avra
[DK] 3. {eAT} {OsT} (Yolcu, misafir, kervan vb. mın, onu bildiren dildeki karşılığı olan kelimeden
için) inmek. [DK] 4. {ağız} Bir yere geçici olarak ve sözden farklı bir gerçekliği olduğunu, gerçeğin
yerleşmek; geçici olarak yıırt tutmak. [DS] 5. Bir zihinde bulunm adığını ileri süren skolastik öğreti;
yeri yurt edinmek; yerleşmek. 6. mecaz. B ir şeyi kavramcılık.
em ek harcam adan elde etmek. 7. (Kuş, kelebek vb konser, [İt. concerto > Fr. concert] is. müz. 1. Bir
uçucu şeyler için) bir yere inerek durmak; yere in dinleyici topluluğuna karşı sanatçılar tarafından
mek. 8. edil. f. Koymak eylemi yapılmak. 9. Y er yapılan müzik icrası; sanatçıların dinleyiciye karşı
leştirilmek. 10. Terk edilmek; bırakılmak. S kona m üzik eserlerini söylemesi veya çalması. 2. mecaz.
göçe, D ura kalka; dinlene dinlene. || konmak göç Bir anda ve sürekli olarak çıkarılan gürültü. 3.
mek, {eAT} Kâh oturmak kâh dolaşmak.|| konup (Kuşlar için) düzenli olarak hep birlikte ötme. 0
göçm ek, B ir yerde yerleşm eyerek göçebe bir hayat konser verm ek, Dinleyicilere karşı m üzik eserle
sürm ek rini seslendirmek; müzik eserleri çalm ak veya çalıp
söylemek.
konne, [Ar. kınnîne {ağız} is. Havuz. [DS]
konserto, [İt. concerto] (konçe ’rto) is. Bir solo çalgı
konnektör, [Fr. connecteur] is. 1. Elektrikte, haber
veya orkestra için bestelenm iş müzik eseri; konçer
leşmede, dem ir yollarında vb. teknik alanlarda bağ
to.
lantıyı sağlayan düzenek; konektör. 2. Fren ku
konservatör, [Fr. conservateure] is. ve sf. Tutucu;
m anda kollarını dingilin üzerine bağlayan ve her
muhafazakâr.
iki ucunda kum anda kolunun girmesine uygun de
liği bulunan parça; konektör.® konnektör pensi, konservatuvar, [Lat. coııservare (korumak) > Fr.
B irden çok kablonun birbirine bağlanmasını sağla conservatoire] is. 1. Müzik, bale ve tiyatro eğitimi
yan araç. nin yapıldığı okul. 2. Bu okulun bulunduğu bina.
konok, [kön-mak > kon-uk / konok / konak] {eT} is. konserve, [İt. conserva > Fr. conserver / conserve]
-* konuk. is. 1. Çeşitli şekillerde sterilize edildikten sonra
kapalı kutular içine konulm uş ve havası alınmış,
konordaklı, [konur-dak-lı] {ağız} sf. Kıvırcık saçlı.
[DS] böylece uzun süre bozulm adan kalabilen yiyecek
konot, [kön-mak > kon-at / konot] {eT} is. ■* konat. maddesi. 2. sf. (Yiyecek için) bu yöntem le hazırla
narak kutulara konulm uş olan. 0 konserve etmek.
konragu, [kon-râ-mak > kon-râ-ğü] {eT} is. -*• kong
D ış ortamdan etkilenmesini önlemek. || konserve
ragu. [DLT]
olm ak, mecaz. B ir taşıtta y e r darlığı ve kalabalık
konrak, [konrak 3 o£ f \ {eAT} is. -*■ konak4. yüzünden aşırı ölçüde sıkışmak.
konram ak1, [konur (konur) > kon(u)r-â-mak] (koh- konservecilik, -ği [konserve-ci-lik] is. 1. Besin mad
ra;mak) {eT} gçsz.f. [-r] -*• kongram ak1. [DLT] delerinin dayanma süresini uzatm ak ve kullanımı
konramak2, [konur (konur) > kon(u)r-â-mak] (koh- kolaylaştırm ak amacıyla geliştirilen tekniklerin tü
ra:mak) {eT} gçsz.f. [-r] -*• kongramak2. [DLT] mü. 2. Konserve yapım ve satımıyla ilgili sanayi ve
konsa, [eT. kon-sa (depo)] is. Tane ile beslenen kuş ticaret alanı.
ların taşlık denen ikinci midesi; taşlık; katı, konsey, [Lat. consilium (danışma) > Fr. conseil] is.
konsantrasyon, [Fr. concentration] is. 1. Dikkati bir 1. Yönetim görevi üstlenm iş kimselerden meydana
noktada toplama; yoğunlaşma. 2. kim. Bir çözelti gelen kurul. 2. Bazı konulan görüşüp tartışmak için
içindeki su veya sıvının miktarının azalarak koyu toplanan kurul. 3. Bu tür toplantıların yapıldığı 3 'er.
laşması; derişme; derişim. 3. spor. Oyuncunun bü konsil, [Lat. concilium > Fr. concile] is. din. Kilise
tün dikkatini yapacağı harekette toplaması, disiplini ve öğretisi ile ilgili konular hakkında pa
konsantre, [Fr. concentre] s f 1. Yoğunlaştırılm ış o- panın da görüşünü alarak karar veren piskopos ve
lan; derişik; derişmiş. 2. is. Dikkatini bütünüyle ilâhiyatçılar kurulu.
İ lil i l i M . 2735 KON
konsinye, [Lat. consignare (mühür basmak) > Fr. lerle birlikte oturarak onlara arkadaşlık eden, onlar
consigne] is. Emanet, la birlikte yiyip içerek iş yerine kazanç sağlayan
konsol, [Fr. console] is. 1. D uvar dibine yerleştirilen, kadın.
üzerine ayna veya başka bir süs eşyası konulan, konsom atrislik, -ği [konsomatris-lik] is. Konsomat
çekmeceli, süslü, yüksekçe masa. 2. bsy. Bir bilgi risin yaptığı iş.
sayarda merkez birimle doğrudan bağlantısını sağ konson, [Fr. consonne] is. dbl. Ünsüz,
layan birim. 3. mim. Yalnız bir tarafındaki dayanak konsonant, [Aim. konsonant] is. dbl. Ünsüz,
tarafından taşman, diğer tarafı boşlukta olan yatay konsorsiyum, [İt. consortium] (konso ’rsiyum) is. 1.
yapı öğesi ve bu öğenin altında yer alan S biçimli Uluslar arası kuruluşların ve bazı hükümetlerin
destek. S1 konsol saati, D üz zem inlere oturtulacak ekonomik ve malî yardımları yürütm ek üzere oluş
biçimde yapılm ış saat. turdukları ortaklık; şirketler birliği. 2. İki ve daha
konsolidasyon, [Fr. consolidation] is. eko. Kısa va çok firmanın bir projenin finansmanı konusunda
deli bir devlet borcunun, uzun veya orta vadeli bir yaptıkları iş birliği.
borca çevrilmesi işlemi; devlet borcunun vadesinin
Konstantiniye, [Konstantin (Doğu Rom a imp.) + Ar.
uzatılması; tahkim,
-iyye] is. Arapların İstanbul’a verdikleri ad; K os-
konsolide, [Fr. consolide] sf. 1. Sağlamlaştırılmış;
tantiniye.
pekiştirilmiş. 2. Vadesi uzatılan; tahkim edilen. S
Konstantinopolis, [Lat. Kostantin-o + polis] is. D o
konsolide borçlar, K ısa vadede ödenmesi gerekir
ğu Roma imparatorluğunda İstanbul’a verilen ad.
ken ödeme güçlüğü yüzünden orta ve uzun vadeye
çevrilerek ödenmesi garanti edilmiş borçlar.\\ kon konstellasyon, [İng. constellation] is. 1. Takımyıldız;
solide bütçe, Devletin her türlü gelir ve giderlerini burç. 2. mecaz. Kümelenme,
tek bir bütçe içinde toplam ak amacıyla, kamu ku konstrüksiyon, [Lat. construere (dikmek; kondur
rum ve kuruluşlarının bütün birimlerinin bütçeleri mak) > Fr. construction] is. B ir yapıda taşıyıcı nite
nin bir araya getirilm esiyle elde edilen devlet büt likte olan bütün imalât; bir inşaatta bir araya gele
çesi; destekli bütçe.|| konsolide etmek, K ısa vadeli rek yapıyı oluşturan öğeler bütünü; yapı,
bir borcun vadesini uzatmak; tahkim etmek. konstrüktivizm, [Fr. constructivisme] is. güz. sntl.
konsolit, -di [Fr. consolide] is. 1. Yalnız faizi öde Resim ve heykelde geometrik biçimlerin ağırlıklı
nen, vadesi belli olmayan borç. 2. İm paratorluk olarak uygulandığı son dönem sanat alcımı; kurm a
döneminde, son zamanlarda devlet tarafından çıka cılık; yapımsalcılık.
rılan hisse senedi, faizli tasarruf bonosu ve tahville konsuk, -ğu [koğ-su-k] {ağız} is. Ara; aralık. [DS]
re verilen ad. 3. Bir tür iskambil oyunu. 0 konsolit konsulto, [İt. consulto] is. tıp. B ir hastalığın teşhis ve
hanı, tar. Osmanlı devletinin çıkardığı tahvillerin tedavisi amacıyla hekim in yaptığı muayene; hasta
satıldığı Galata borsasına verilen isim. muayenesi.
konsolitçi, [konsolit-çi] is. Tahvil ve hisse senedi a- konsül, [Lat. consül (danışma)] is. 1. Roma İm para
lıp satan kimse, torluğunda her yıl seçilen iki devlet başkanmdan
konsolos, [Yun. konsolos / İt. console] is. 1. Yabancı her biri. 2. Fransa’da 1799-1804 yılları arasında
ülkelerde, yurttaşlarının haklarını korum ak ve hü birlikte görev yapan üç devlet başkanmdan her biri,
kümetine siyasi, ticarî konularda bilgi vermekle konsüllük, -ğü [konsül-lük] is. 1. Konsülün yaptığı
görevli dışişleri memuru; şehbender. 2. huk. Dış iş veya görevi. 2. Konsül olm a durumu. 3. K onsü
ülkelerde, kendi ülkesinin insanlarını ve bunların lün makamı. 4. Konsül yönetimiyle geçen süre,
çıkarlarını korum akla görevli memur; şehbender. konsültasyon, [Lat. consultare (danışmak) > Fr. con
0 konsolos köpeği gibi kasılmak, Yersiz bir g u sultation] is. tıp. 1. Bir hastalığın teşhis ve tedavisi
rura kapılmak. amacıyla hekim in muayenehanesinde yaptığı mua
konsoloshane, [İt. konsolos + Far. hâne] (konsolos yene. 2. Ağır bir hastanın hastalığı konusunda bir
h a n e ) is. Konsolosluk işlerinin görüldüğü yer; kaç hekim in yaptıkları muayene ve bulgular netice
konsolosluk. sinde verdikleri gerekçeli karar. S konsültasyon
konsolosluk, -ğu [konsolos-luk] is. 1. Konsolosun işi yapm ak, (Birden çok hekim için) bir hastaya teşhis
ve görevi; şehbenderlik. 2. Konsolosun ve bağlı koym ak üzere bir araya gelmek.
birimlerin görev yaptığı bina; konsolosluk işlerinin
konşı, [kön-mak > kon-uş-mak (yerleşmek) > kon-
görüldüğü yer; konsolosun makamı,
(u)ş-ı (konşı:) {eT} {eAT} is. Komşu. [EUTS]
konsomasyon, [Lat. consumere (yiyip yutm ak) > Fr.
consommation] is. 1. Gazino, lokanta gibi yerlerde [Gabain] [DLT]
yiyip içme işi. 2. B u gibi yerlerde yenilip içilen konşimento, [Lat. cognoscere (tanımak) > İt. conos-
şeylerin tümü, cimento (tanıma belgesi)] (konşim e’nto) is. dnz.
konsomatris, [Fr. consom matrice (tüketici bayan)] D eniz taşım acılığında bir malın gemiye yüklendi
is. Bar, pavyon, gece kulübü gibi yerlerde m üşteri ğini ve teslim alındığını belirtmek üzere düzenle
KON İMBİRKCESfiMİ • 2736
nen belge; taşım ak için gemiye teslim edilen mal rak yolu bir süre trafiğe kapatmak; trafik ve taşıtla
için verilen alındı belgesi. ilgili olarak boykot y a da direniş yapm ak; kontak
konşu, [kön-mak > kon-uş-mak (yerleşmek) > kon- kapatmak.\\ kontak kurmak, Bağlantı kurmak;
(u)ş-Ü y il j i / jâ] (konşu:) {eT} temas sağlamak.\\ kontak lens, tıp. Gözün saydam
tabakası üzerine doğrudan uygulanan, göz kusuru
{eAT} {OsT} {ağız} is. Komşu. [DK] [DS]
nu düzeltici mercek. || kontak yapm ak, Elektrik
konşulaşmak, [konşu-la-ş-mak j*-îJysjyi] {eAT} iş yüklü iki iletken birbirine değmek.
teş. f i [-ur] Birbiri ile komşu olmak; komşuluk et konte, [? konte] {ağız} is. (Balta ya da bıçak için) ucu
mek. kütleşmiş. [DS]
konşuluk, -ğu [konşu-luk {eAT} kontekst, [Lat. contextus (bağlantı) > Fr. contexte]
{OsT} is. 1. Komşuluk. 2. Komşu olan yerler; yakm is. 1. Bir olayın m eydana geldiği andaki şartların
çevre; civar. tümü; olaylar, ilişkiler, durum lar örgüsü; genel du
rum; bütünlük; bağlam. 2. Bir söziin gelişi; sözün
kont1, [Lat. comes (hükümdarın adamı) + itis (yol
arkası; bağlam,
daş) > Fr. comte] is. 1. Roma imparatorunun çevre
sindeki kişilerden kendisine danışman olarak seçti kontenjan, [Lat. contingens (temas eden) > Fr. con
ği kimse. 2. Bizans im paratorluğunda devlet adamı. tingent] is. 1. Bir yüküm lülük veya yararlanm a i-
3. Orta Çağın ilk devirlerinde barbar hükümdarlar şinde, o işin kapsam ına girenlerin m eydana getirdi
tarafından savunma ve yönetim işleriyle görevlen ği belirli sayıdaki topluluk; kadro. 2. Herhangi bir
dirilen kimselere verilen unvan. 4. D erebeylik sis malın alım satım ve dağıtım ında ilgililerin payına
tem inde derebeyin unvanı. 5. M arki ile vikont ara düşen pay oranı; kota. 3. Herhangi bir öğretim ku-
sında bir soyluluk unvanı. 6. Bu unvanları taşıyan rum una alınması plânlanan öğrenci sayısı. 4. Bir
kişi. S kont gibi, (Kişi için) şık giyimli; yakışıklı. || kim senin veya kurum un seçip alm akta yararlanabi
kont gibi yaşam ak, H içbir sıkıntıya düşmeden ra leceği ölçü, miktar. 0 kontenjana bağlamak, Sı
hat ve bolluk içinde yaşamak. nırlandırm ak^ kontenjan senatörü, Cumhurbaş
kont2, [kont] {ağız} is. 1. Binaların üstüne atılan kiriş. kanı tarafından Cumhuriyet Senatosuna seçilen üye
2. Bir iki metre boyunda kesilmiş ağaç; tomruk. (1961 Anayasasına dayanarak kurulan çift meclisli
[DS] sistem de uygulanmıştır).\\ kontenjan sistem i, D ı
kontak, -ğı [Lat. contactus (temas etmek) > Fr. şarıdan yurda getirilecek malların tür ve nicelikle
contacte] is. 1. Bağlantı; temas; değme; ilişki. 2. rini belirleyen ve sınırlandıran sistem.
fiz. Farklı elektrik yükü taşıyan iki iletkenin birbi kontes, [Fr. comtesse] is. Kocası kont olan kadının
rine değmesi. 3. B ir elektrik devresinin açılıp ka unvanı.
panmasını sağlayan düzenek. 4. Duyarlı kâğıdı ba konteyner, [Lat. continere (bir arada tutmak) > İng.
sılacak fototiple tem as ettirerek elde edilen baskı. Container] is. 1. tie. Çeşitli eşyaları taşım ak için
5. sf. (Kişi için) aklî dengesi yerinde olmayan; uluslar arası standartlara göre çelik veya alümin
dengesiz; deli; bunak. 0 kontağı açmak, K ontak yum dan yapılmış su sızdırmaz büyük sandık; taşı
anahtarını çevirerek otomobilin motorunu çalış malık. 2. Parça halindeki eşyaları ambalajlamak,
tırm ak.|| kontağı kapamak, K ontak anahtarını g e depolam ak veya taşım ak için kullanılan değişik
ri çevirerek otomobilin motorunu durdurmak.\\ büyüklükteki kap; taşımalık. 3. Çöp kamyonlarına
kontak açmak, Motoru çalıştırmak üzere devreden kolayca takılabilen metal sandık; taşımalık. 4. as.
elektrik geçm esini sağlamak.|| kontak anahtarı, Kara yolu ile ulaştırılması imkânsız askerî m alze
Kumandalı ateşleme sistem i ile çalışan taşıtlarda meyi dost askerî birliklere havadan ulaştırmakta
elektrik devresini açıp kapamaya yarayan anah kullanılan silindir biçim li madenî fıçı,
tar. || kontak atmak, 1. Elektrik devesinde karşı kontinü, [Lat. continuus ( zincirleme) > Fr. continu]
uçlar birbirine değerek elektrik kesilmek. 2. mecaz. sf. Sürekli.
Aşırı sinirlenip olağan dışı davranmak; dengesini
kontluk, -ğu [kont-luk] is. 1. K ont olm a durumu. 2.
kaybetmek. || kontak kapamak, 1. Çalışan motoru
Bir konta bu unvanı kazandıran topraklar ve mali
durdurm ak amacıyla kontak anahtarını çevirerek
kâne.
elektrik devresini kesmek. 2. mecaz. (Sürücüler
kontoş, [Mac. köntös] is. Tatar hanlarının giydiği
için) bir olayı protesto için trafiğe çıkmamak; yo l
yakalı ve uzun kollu kürk,
üzerinde aracı durdurarak yolu bir süre trafiğe
kapatmak; trafik ve taşıtla ilgili olarak boykot ya kontör, [Lat. com pter (saymak) > Fr. comptör] is.
da direniş yapmak; kontak kapatmak.\\ kontak ka Sayaç.
patmak, 1. Çalışan motoru durdurmak amacıyla kontr, [İt. contra / Fr. contre] is. 1. Briçte bir ekibin
kontak anahtarını çevirerek elektrik devresini kes karşı ekibin taahhüt ettiği kâğıdı alamayacağını
mek. 2. mecaz. (Sürücüler için) bir olayı protesto bildirmesi. 2. spor. Boksta, rakibin bir yumruğunu
için trafiğe çıkmamak; y o l üzerinde aracı durdura kollarla önleyerek etkisiz hâle getirme.
lif li H C E W . 2737 KON
kontra, [İt. contra] zf. 1. Karşıt; karşı; aksi. 2. is. ne karşı kurulmuş savaş dışı yöntemleri uygulayan
Kontrplâk. S kontra gitmek, Biri ile zıtlaşmak; silâhlı güç.
aksine, inadına hareket etmek. || kontra mizana, kontrol, -lü [Lat. contra rotulare (defterleri karşılaş
dnz. Dört direkli gemilerde en arkadaki direk, tırmak) > Fr. controle] is. 1. Bir işin doğru ve usu
kontrababafingo, [İt. contrapappafıngo] is. dnz. lüne uygun olarak yapılıp yapılmadığını araştırma;
Yelkenli gemilerde direğin ortasındaki yelken, denetim; denetleme; murakabe. 2. B ir belgenin
kontrabas, [İt. contrabasso > Fr. contrebasse] is. -*• gerçeğe ve aslına uygun olup olmadığını araştırma.
kontrbas. 3. B ir kimsenin taşıdığı kim liğin doğru olup olm a
kontrafile, [Fr. contre-fılet] is. Fletoya karşı gelen dığını inceleme. 4. Yoklama; arama. 5. Bir şeye,
tarafın eti. bir gruba veya bunların davranışına egemen olma.
6. B ir aracın hakimiyetini ele alma. 7. Bir kişinin
kontralto, [İt. contralto] is. müz. 1. En kaim kadın
kendi davranışlarını, sözlerini denetim altında b u
sesi. 2. gnşl. Kontralto rolüne çıkan kadın sanatçı,
lundurması; kendine hakim olması. 8. B ir işi denet
kontrapiye, [Fr. contre-pied (ters ayak)] is. -*■ kont-
lemekle görevli kimse; denetçi; kontrolör, ö kont
rpiye.
rol altına almak, 1. (Yangın için) yayılmasını ön
kontraplak, -ğı [Fr. contre-plaque] is. kontrplâk,
lemek; söndürmek. 2. (Hastalık için) durdurmak.\\
kontrasomun, [İt. contra + Fr. saumon] is. Kapı tok (birini, bir şeyi) kontrol etmek, 1. Denetlemek. 2.
mağını ters döndüren somun, Gözden geçirmek; yoklamak; aramak. || (kendini)
kontrast, [Lat. contrastare > İt. contrasto] sf. 1. Bir kontrol etmek, Davranışlarını iradesinin kontrolü
biri ile uyuşmayan; karşıt; aykırı; zıt; tezat. 2. is. altında bulundurmak; kendine hakim olmak; duy
İki şeyin birbirine göre karşıt olm a durumu; karşıt gulardan uzak, aklın verilerine göre hareket et
lık; aykırılık; zıtlık; tezat. 3. tv. Televizyon ekra m ek,|| kontrol kalemi, B ir iletken üzerinde elektrik
nında görüntünün en aydınlık ve en karanlık kısım akımı bulunup bulunmadığını anlamakta kullanılan
ları arasındaki parlaklık oranı, fi1 kontrast madde, neon lâmbalı, kalem şeklindeki küçük tornavida. ||
tıp. Röntgen film i çekilecek bir organa verilerek kontrol kulesi, H ava alanlarında hava trafiğinin
film üzerinde daha ayrıntılı görüntü sağlayan kontrol ve yönlendirmesinin yapıldığı, içinde p e k
madde. çok elektronik aygıt ve personelin bulunduğu y ü k
kontrastlı, [kontrast-lı] sf. Zıt; karşıt; tezatlı, sek yapı.\\ kontrol saati, B ir bekçinin çeşitli yerleri
kontrat, [Lat. contractare (ortaklık kurmak) > Fr. belli zam anlarda kontrol ettiğini kaydeden saat.
contrat] is. 1. Sözleşme; mukavele. 2. Taraflarca kontrolcU, [kontrol-cü] is. Denetim işini yapan kim
imzalanan sözleşme kâğıdı. 3. Briçte karşılıklı ko se; denetçi; kontrolör,
nuşmalar sonunda oyunun bağlandığını belirten en kontrolör, [Fr. controleur] is. Denetim le görevli
yüksek artırım. <5 kontrat yapm ak, Sözleşme ya p kimse; denetçi; kontrolcü.
mak. kontrolörlük, -ğü [kontrolör-lük] is. Denetim yapan
kontratabla, [Fr. contre-table] is. 1. M arangozlukta kişinin görevi; denetçilik,
ağacın çalışma oranını azaltmak için çapraz yapış kontrpiye, [Fr. contre-pied] is. 1. A yak altındaki
tırma yöntem iyle hazırlanan tabla. 2. Ağaç m alze boşluktan ayak üstündeki en yüksek yere olan
menin çarpılmasını önlem ek için ağacın her iki yü uzaklık. 2. spor. Futbolda oyuncunun yaptığı ya
züne çapraz veya 45°’lik açılarda levha yapıştırmak nıltm acı hareket,
suretiyle elde edilen tabla, kontrplâk, -ğı [Fr. contre-plâque] is. En az üç kap
kontratak, -ğı [Fr. contre-attaque] is. spor. Hücum lamanın elyaflarının birbirine çapraz gelecek bi
da iken savunması zayıflayan bir takım a karşı bek çimde tutkallanmasıyla m eydana gelmiş tahta,
lenmedik bir şekilde yapılan saldırı; karşı atak; kar kontrpuan, [Fr. contrepoint] is. Çeşitli melodileri üst
şı hücum; anî akın, üste bindirme, birleştirme sanatı,
kontratlı, [kontrat-lı] sf. Sözleşmeli, kontuar, [Fr. contoir] is. 1. B ir ülkenin başka bir
kontratsız, [kontrat-sız] sfi Sözleşmesiz, ülkedeki ticaret acentesi. 2. Ticaret mallarının ser
kontrbas, [Fr. contrebasse] is. 1. K eman türünden en gilendiği ve satıldığı yer; meşher,
kaim sesli yaylı çalgı. 2. Bu çalgıyı kullanan sanat kontur, [İt. cotom are (çevresini dönmek) > Fr.
çı; kontrbasçı contour] is. Resimde yer alan çevre çizgisi; çevre,
kontrbasçı, [kontrbas-çı] is. Kontrbas çalan sanatçı; konturmak, [kön-mak > kon-tur-mak] {eT} gçl. f i [-
kontrbas. ur] Kondurmak; yerleştirmek; iskân etmek. [ETY]
kontrfile, [Fr. contre-fılet] is. 1. K asaplık büyükbaş [Gabain] [Tekin]
hayvanların bel kemiğindeki dikensi çıkıntıların iki kontuş, [Mac. köntös J ^ j ü ] is. {OsT} 1. Başörtüsü;
yanında bulunan et. 2. Bu etle yapılmış yemek, ferace. 2. {ağız} En üste giyilen elbise. [DS] 3. {ağız}
kontrgerilla, [Fr. contre-guerilla] is. Gerilla güçleri Kollu yelek. [DS]
KON O T U M IİİM M • 27U
konu1, [ko-mak > ko-n-m ak > kon-u] is. 1. B ir ko konuklamak, [kon-uk > kon-uk-la-m ak / jy jJ i y
nuşmada, yazıda sözü edilen, üzerinde durulan, bir
(konukla: mak) g ç l . f [-r] [-l(u)-
eserde ele alman düşünce, olay veya durum; mev
zu, (1935). 2. Üzerinde durulan, hakkında konuşu yor] 1. Birini m isafir olarak alıkoymak; yemeğe
lan şey; bahis. S konu başlığı, kütp. K atalog ha çağırmak; m isafir etmek; konuk etmek; ağırlamak.
zırlam ada kullanılmak üzere belirlenmiş, konuları {eT} {eAT} {OsT} {ağız} (aym) [DLT] [DK] [DS] 2.
kısaca belirten sözcükler.\\ konu mankeni, Olmuş {eT} gçsz. f. (Oğuzlar dışındaki Türk boylarında) ev
bir olayı canlandırm ak için kullanılan oyuncu. || ko sahibinin rızası olmadan evde gecelemek. [DLT] 3.
nu olmak, Bir düşünceye, tartışmaya sebep olm ak; {ağız} Konuk olmak. [DS]
sözü edilmiş olmak.|| (bir şey) konusunda, Onunla konuklanm ak, [konuk-la-n-mak jVUüjs /
ilgili olarak; o konuda.
{eAT} {OsT} edil. f. [-ar] Kendisine ik
konu2, [kon-mak > kon-uğ > konu] is. Konma; yer
leşme; oturma, ff konu komşu, Bütün komşular; ram da bulunulmak; ağırlanmak; konuk edilmek,
birbirine yakın yerlerde oturan kimseler; konukları konuklaşmak, [kon-uk > kon-uk-lâ-m ak > konukla-
ile birlikte komşular. ş-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Birbirine misafir olmak.
konuç, -cu [konuş / konuç] {ağız} is. Ok yayı. [DS] [DLT]
konuklık, [kon-uk > kon-uk-lık] {eAT} is. Misafirlik.
konuğ, [eT. kön-m ak > kon-uğ j\yj»] {eAT} is. Ko
[DK]
nuk. konuklug, [kön-mak > kon-uğ > konuğ-luğ] {eT} sf.
konuglug, [kön-mak > kon-uğ > konuğ-luğ] {eT} sf. Konuk sahibi olan, konuklu. [DLT]
-*■ konuklug.
konukluk, [kon-uk > kon-uk-luk / jlSjijs /
konuk1, -ğu [eT. kön-mak > kon-uk / konok / konak
J j i j i / jijü] is. 1. Birinin evine veya yanma geçici j% aİ] {eT} is. 1. Konuk olm a durumu; misafirlik.
olarak kalm ak üzere gelen kimse; misafir; mihman. {eT} {eAT} {OsT} (aym) [DLT] [EUTS] [KB] 2. {eAT}
{eT) (eAT) {OsT} {ağız} (aym) [DLT] [EUTS] [KB] {OsT} Ziyafet. 3. {ağız} folk. Düğünden sonra kız
[DK] [DS] 2. biy. Konakçıya göre asalak. 3. bot. evinin damat tarafına verdiği yemek. [DS] 4. {eT}
Başka bitkinin desteğinde yaşayan fakat ondan hiç Menzil; konak. [EUTS] [Gabain] ö konukluğa al
besin alamayan bitki. 4. Konulan yer. {eT} (aym) mak, {eAT} K onuk olarak kabul etm ek.|| (birini)
[EUTS] 5. {eT} Ruh. [DLT] 6. {ağız} Konaklanacak konukluk etmek, {eAT) {OsT} 1. M isafir etmek;
yer; durak. [DS] S (birinin) konuğu olmak, Birine ağırlamak. 2. Ziyafet vermek.|| (birine) konukluk
konuk olarak gidip kalm ak\\ konuk ağırlamak, etmek, 1. M isafir olmak, 2. Kendisine ziyafet ve-
K onuk olarak gelen kimsenin yiyecek, içecek, yata rilmek.\\ konukluk eylem ek, {eAT} {OsT} Kendisine
cak vb. ihtiyaçlarını karşılamak; izzet ve ikramda ziyafet verilmek.\\ konukluk kılmak, {eAT} Misafir
bulunmak.\\ konuk edinmek, (eAT} {OsT} Misafir etmek; ağırlamak.
etmek; ağırlamak. || konuk etmek, Birini bir süre konukmak, [kon-uk-mak] {ağız} gçl. fi [~(ğ)-ur] Se
evinde ağırlamak; misafir etm ek || konuk evi, Bir lam vermek; selâmlaşmak. [DS]
kuruluşun kendi görevlilerinin geçici olarak kal konuksever, [kon-uk+sev-er] sfi 1. Konuk gelmesin
m ası için yaptırdığı konut; misafirhane.|| konuk den hoşlanan, konuklarına iyi davranan, onlan iyi
gelm ek, Birinin yanına veya evine kısa süre kal ağırlayan; misafirperver. 2. (Ülke için) misafirleri
m ak üzere gelmek; misafir gelnıek.\\ konuk kon ne iyi davranmayı gelenekleştirmiş olan,
durmak, {eAT} M isafir kabul etmek.|| konuk ol
konukseverlik, -ği [kon-uk+sev-er-lik] is. 1. Konuk
mak, B ir yerde kısa süre ağırlanmak; misafir ol
sever olma hâli. 2. Konukseverce davranış.
mak.
konulga, [kon-ul-ğa UJüjs] {eAT} is. Misafire gön
konuk, -ğu [kon-uk ji^s] {eAT} {ağız} is. Gözbebe-
derilen yemek,
ğindeki aklık; katarakt. [DS]
konulm a, [kon-ul-ma] is. Konulmak işi.
konukçu, [kon-uk-çu / ^ r ? ^ ] is. 1. Yaban
konulm ak1, [kön-mak > kon-ul-mak] {eT} dönşl. fi. [-
dan gelen konukların yanına verilen ve onları gez ur] Yerleşilmek; oturulmak. [ETY]
diren, rehberlik ve arkadaşlık eden kimse; m ih konulm ak2, [kon-ul-mak] edil, fi [-ur] Koymak ey
mandar. 2. {eAT} {OsT} Misafiri olan kimse; misafir
lemi yapılmak; konmak.
ağırlayan. 3. {ağız} Ev sahibi. [DS]
konulu1, [konu-lu] sf. 1. Konusu olan; belli bir konu
konukçuluk, -ğu [kon-uk-çu-luk {OsT} is. 1. su bulunan; mevzulu. 2. Belirtilen konuyu işleyen,
Konuk ağırlama işi; mihmandarlık. 2. M isafir sahi ö konulu film, B ir hikâye anlatan 2.000 - 3.500
bi olma. m. uzunluğundaki film .
konuklama, [kon-uk-la-ma] is. Birini konuk olarak konulu2, [kon-ul-u] sf. Konulmuş olan.
alıkoyma ve ağırlama işi. konum 1, [kön-mak > kon-um] {eT} {ağız} is. Göçerle-
S I B ® İ . 2739 KON
dn geçici bir süre, çoğunlukla bir m evsim oturduk bez külü. [DS] fi1 konursu kokmak, {ağız} (Yün ve
ları yer; yurt; konulan yer; konak. [DLT] [KB] [DS] kıl yandığında) kötü bir koku çıkmak. [DS]
konum2, [ko-mak > ko-n-m ak > kon-um] is. 1. Bir konusuz, [kon-u-suz] sf. K onusu olmayan,
şeyin konulm uş olduğu yer, (1935). 2. B ir kim se konuş, [kon-uş] is. 1. Konmak eylemi veya biçimi. 2.
nin veya bir şeyin bir yerdeki duruş biçimi veya as. Bütün imkânlar göz önünde bulundurularak
durumu. 3. B ir kim senin toplum içindeki yeri. 4. kara, deniz ve hava birliklerinin yerleştiriliş biçimi;
Bir ülke veya şehrin diğer ülke ve şehirlere göre tabiye, {ağız} (aym) [DS] S konuş eylemek, {eAT}
bulunduğu durum veya ilişkilerin tümü. 5. coğ. Bir Konaklamak üzere inmek; karargâh olarak seçmek.
noktanın yeryüzünde enlem ve boylam bakımından konuşaklı, [konuş-mak > konuş-ak-lı] {ağız} sf. (Kişi
bulunduğu yer. için) güzel konuşan; konuşkan. [DS]
konumlama, [kon-um-la-ma] is. 1. B ir şeyi belirle konuşı, [kon-mak > kon-uş-mak (yerleşmek) > kon-
nen durumlara göre yerleştirm e eylemi. 2. K onu uş-ı] is. Komşu,
munu belirleme, konuşkan, [kon-uş-lcan] sf. Çok konuşan; konuşmayı
konumlamak, [kon-um-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(u)- seven; lâkırdıyı seven,
yor] 1. B ir şeyi belirlenen durum lara göre yerleş konuşkanlık, -ğı [kon-uş-kan-lık] is. Konuşkan olm a
tirmek. 2. Konumunu belirlemek, hâli; konuşkan bir kimsenin niteliği,
konumlandırma, [kon-um-la-n-dır-ma] is. B ir ürü konuşlandırma, [kon-uş-la-n-dır-ma] is. Bir askerî
nün pazarda yer almasını sağlama eylemi, birliği yerleştirme,
konumlandırmak, [kon-um-la-n-dır-mak] gçl. fi [- konuşlandırm ak, [kon-uş-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır]
ır] Bir ürünü, rakiplerinden ayırmak için pazarlama B ir askerî birliği, savaş araç ve gereçlerini mevcut
çalışması yapmak, durumları göz önünde bulundurarak stratejik bir
konumlanma, [kon-um-la-n-ma] is. Bir yerde belli mevkide belli biçimde yerleştirmek, toplamak,
bir biçimde yer alma; yerleşme; konuşlanma, konuşlanma, [lcon-uş-la-ıı-ma] is. Uygun biçimde
konumlanmak, [kon-um-la-n-mak] dönşl. fi. [-ır] Bir yerleşme.
yerde belli biçimde yer almak; yerleşmek; konuş konuşlanm ak, [kon-uş-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] (A s
lanmak. kerî birlikler için) savaş veya m anevra amacıyla
konur1, [konur / konor] (konur) sf. (Ses için) boğuk; ağırlıkları ile birlikte belli bir yere yerleşmek;
konur1. [DLT] mevzi almak; konumlanmak,
konur2, [kon > kon-ur j_jSjs] (konur) {eT} sf. 1. A çık konuşm a, [kon-uş-ma] is. 1. K onuşm ak eylemi. 2.
kestane renginde olan; boz renkli, {ağız} (aym) D üşünülen şeyleri sözle ifade etme; dili sözlü ola
[DLT] 2. {eAT} Yağızım sı al; yanık al; kara ile kızıl rak kullanma; söyleme. 3. Birisiyle bir konuda ya
arası. 3. {ağız} (Sığır için) sırtı sarı, diğer yerleri pılan görüşme; müzakere; danışma. 4. Bilim, sanat,
siyah olan. [DS] 4. {ağız} (Halı ipi rengi için) boza edebiyat vb. bir konuyla ilgili olarak yetkin bir
yakın. [DS] 5. {ağız} Kahverengi. [DS] S konur al, kimse tarafından dinleyicilere açıklama ve bilgi
Kumral; açık esmer. verme; konferans. 5. Tiyatro ve sinemada oyuncu
konur3, [kon-ur / koğur] {ağız} is. 1. Kimseyi be ların rol gereği söyledikleri söz; diyalog. 6. T ele
ğenmeyen; kendini beğenmiş; gururlu; kibirli. 2. fonla yapılan haberleşme. 7. man. Düşünceyi açık
Süslü; çalımlı; şık. [DS] 3. mecaz. Kahraman; yiğit. lam aya yarayan kelimelerden, hükümlerden, öner
m elerden kurulu mantıksal dil. 8. dbl. Konuşma
konur4, [koğur / konur / koğursu] {ağız} is. 1. Yanık
diline ait bir kelime veya kullanım a verilen ad. S
yün veya kıl kokusu. 2. İs kokusu. [DS]
konuşm a aygıtı, dbl. K onuşm ada kullanılan sesle
konur5, [konur] {ağız} is. D avar ağılı; ağıl. [DS]
rin meydana gelm esine yarayan organların tümü.\\
konur6, [konur] {ağız} is. U zun zaman yıkanmamış konuşm a bozukluğu, 1. Bazı sesleri gereği gibi
ayakların altındaki ölü deri tabakası ve kir. [DS] çıkaramamaktan ileri gelen söyleyiş; kötü telâffuz;
konurcak, -ğı [konur-cak {eAT} sf. Y anık al söyleyiş bozukluğu. 2. Kelime şekillerinin bozulma
renge yakın; konurumsu, sı veya bir kelimenin yerine başka bir kelime kul
konurlanmak, [konur-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] lanma gibi durumlarla kendini gösteren, konuşm a
Gururlanmak. [DS] da anlam karışıklığına y o l açan bir hastalık.\\ ko
konurmak, [kang (yans.) > kon-ur-mak / konur- nuşm a dili, dbl. Günlük hayatta kullanılan, henüz
mak] {eT} g çl.f. [-ur] Kanırmak; sökmek. [DLT] yazıya geçm emiş ve ya zı dilinden çok az fa rklılık
gösteren dil.\\ konuşm a güçlüğü, Bazı organların
konursa, [konur-sa / konur-su / koğur-su] {ağız} is.
yeterli gelm em esi y a da rahat hareket edememesi
> Yanmış yün kokusu. [DS]
gibi sebeplerle rahat söyleyememe.\\ konuşma
konursu, [konur-su / koğursu] {ağız} is. 1. Yanmış
korkusu, Heyecan, telâş vb. p sikolojik sebeplerle
yün ve kıl kokusu. 2. H alk hekim liğinde, yeni ka
düzgün konuşamama; tutukluk.|| konuşmama hak-
namayı durdurmak için üzerine dökülen yanmış
KON İ M İ K Ç E S İM İ • 2740
kı, Yargı karşısında, suçlunun olay ile ilgili ifade mekten kaçınılan gizli bir şeyi açıklatmak; itiraf
vermeme hakkı.\\ konuşma merkezi, Beyinde ko ettirmek. 5. mecaz. Bir müzik aletini ustaca, çok
nuşma faaliyetlerini denetleyen bölüm. || konuşma güzel çalmak.
öncesi, psikol. Çocuğun konuşmaya başlamadan konuşu1, [konuş-mak > konuş-u] is. 1. Bilimsel bir
önce kendi kendine yarattığı ritme ve melodiye da konuyu incelemek, politik, ekonomik, diplomatik
y a lı ifade tarzı.|| konuşma titremi, dbl. Kişinin vb. bir konuyu tartışm ak amacıyla yapılan toplantı;
konuşmasındaki kişiye özel titrem.|| konuşma yap kolokyum; forum. 2. Siyaset, sanat ve kültür üzeri
mak, Topluluk karşısında bir konuda konuşmak; ne bazı konuların görüşülerek karara bağlandığı
bilgi vermek. || konuşm aya dalmak, İşleri ve diğer yer; kolokyum.
şeyleri bir yana bırakarak konuşmayla vakit ge
konuşu2, [kon-uş-u js] {eAT} {ağız} is. Komşu.
çirmek.|| konuşm a yetersizliği, Yeterli düzeyde ve
beklenen biçimde konuşmama durumu. [DS]
konuşm acı, [kon-uş-ma-cı] is. Konuşm a yapan kim konuşucu, [konuş-ucu] is. 1. Konuşm a yapan kimse;
konuşm a ortamında dilsel bildiriyi üreten kişi. 2.
se; bir topluluğa karşı belli bir konuda konuşan
kimse; hatip; konferansçı. Konferanslara, konuşm alara, görüşmelere katılan,
bildiriyi sunan kişi; konuşmacı; konferansçı; hatip.
konuşm ak1, [kon-şı > kon-şu-mak > konuş-mak]
3. Kusursuz, düzgün ve ilgi çekici, tatlı söz söyle
g ç sz.f. [-ur] 1. B ir dilde bulunan kelimeleri söyle
mesini bilen kişi.
m ek, bu kelimelerle düşüncelerini ifade etmek; m e
ram ını sözle anlatmak. 2. Kelimeleri belli bir bi Konuşuk', [kon-uş-uk] {ağız} is. Venüs gezegeni;
Zühre yıldızı; Çolpan; Kervankıran. [DS]
çim de söylemek; telâffuz etmek; söylemek. 3. Biri
ile sohbet etmek; karşılıklı söz söylemek; görüş konuşuk2, -ğu [konuş-uk] {ağız} is. 1. Sözleşme;
mek. 4. B ir konudan söz etmek; bahsetmek. 5. Bir mukavele. 2. Konuşma; sohbet etme. [DS]
topluluğa bilim, sanat, edebiyat vb. bir konuyla konuşuk3, -ğu [kon-uş-uk] {ağız} is. Çok soğuk ya
ilgili olarak bilgi vermek; söylev vermek; konfe pan cemreler. [DS]
rans vermek; konuşm a yapmak. 6. İlişki kurmak konuşukluk, -ğu [kon-uş-uk-luk] {ağız} is. Dostluk;
veya ilişkiyi sürdürmek. 7. Telefon vb. ile haber ahbaplık. [DS]
leşmek. 8. Düşüncelerini, tasarılarını, isteklerini konuşulma, [konuş-ul-ma] is. Konuşulm ak eylemi,
sözlü dil dışındaki anlaşma araçları ile ifade etmek. konuşulmak, [konuş-ul-mak] edil. f. [-ur] 1. Ko
9. mecaz. (Silâh, dayak vb. için) etkili olmak; gü nuşm a eylemi yapılmak. 2. Birinden veya bir şey
cünü göstermek; geçerli olmak. 10. (Papağan vb. den söz edilmiş olmak; hakkında konuşm a yapıl
için) insan sesini taklit etmek. 11. Birinden veya mak. 3. Gürültü yapılmak; ses çıkarılmak,
bir şeyden söz etmek; bahsetmek. 12. Söylenme konuşumluk, -ğu [konuş-um-luk] is. 1. Konuşma
m esi gereken gizli bir şeyi açıklamak; itiraf etmek; süresi miktarı. 2. (Belirtilen sayıda) konuşm a süre
kaçak birini ele vermek. 13. Boş ve gereksiz şey si.
lerden söz etmek. 14. mecaz. Çok güzel olmak; konut1, [kön-mak > kon-ut] is. İş ve çalışma saatleri
yakışmak; (elbise için) üzerinde çok güzel durmak. dışında içinde yatılıp kalkılan, oturulan, barınılan
15. (Olumsuz olarak) dargın olmak. 16. Briç oyu yer, bina; ev; daire; kat; ikametgâh; mesken,
nunda kozu belirlemek ve oyunda alınabilecek e! (1935). {eT} (aym) [KB] S konut belgesi, B ir kim
sayısında anlaşmak üzere özel ifadeleri kullanmak. senin sabit adresini belirlemek amacıyla muhtarlar
17. Karşı cinsten biri ile flört etmek. 18. gçl. f. Bir tarafından verilen belge; ikametgâh ilmühaberi,||
şeyi anlatmak; söylemek. 19. (Belirtilen bir dili) konut dokunulm azlığı, huk. Kişinin konutuna bel
anlaşma aracı olarak kullanmak; duygu ve .düşün li bazı hukukî şartlar dışında girilmemesi, arama
celerini bir dille anlatmak. yapılmaması, eşyalarına el konulmaması.|| konut
konuşm ak2, [kön-mak > kon-uş-mak] {eT} işteş, f. [- fonu, Toplu konut yapılm ası için devlet tarafından
ur] 1. Karşılıklı konmak; birlikte yerleşmek. 2. Bir çeşitli kaynaklardan toplanmış para. || konut kre
likte oturmak; hep birlikte konmak. [ETY] disi, K onut edinm ek için banka veya diğer kredi
konuşm ak3, [kon-mak > kon-uş-mak {OsTj kurumlarından geniş bir vadeye yayılm ış olarak
işteş, f. [-ur] Birbirinin yakını, arkadaşı olmak, alınan borç para. || konut töreni,fo lk. B ir konutun
konuşturma, [konuş-tur-ma] is. 1. Konuşturmak yapım ı ile ilgili çeşitli aşamalarda veya bitim sıra
sında düzenlenen törenlerin tümü.
eylemi. 2. ed. M asal ve hayvan hikâyelerinde kişi-
leştirilen varlıklara söz söyletme sanatı; intak, konut", [ko-mak > ko-n-ut / kon-ut] is. man. Bir akıl
yürütmeye başlam azdan önce, kendisi hiçbir doğru
konuşturm ak, [konuş-tur-mak] gçl. f. [-ur] 1. K o
önermeye bağlanamayan fakat ispata gerek kalm a
nuşm asını sağlamak. 2. Konuşmasına sebep olmak;
dan, şüphesiz doğru kabul edilen önerme; koyut;
konuşm asına yol açmak. 3. Birden çok kişiyi konu
şup tartışmak üzere bir araya getirmek. 4. Söyle postulat.
lü M I İ İ I C f S Ö M • 2741 KOO
konuz1, [kon-uz] (konu:z) {eT} is. Osuruk böceği. özel kokulu, sarımtırak renkli içkinin patentli ismi;
[DLT] kanyak.
konuz2, [? konuz] {ağızj is. 1. Kabın ağzına dek dolu konzah, [? konzah] {ağız} is. Barınak. [DS]
oluşu. 2. Kabın yarıyı geçmiş haldeki doluluğu. konza, [? konzo] {ağız} is. 1. Yanmış odunun ateşli
[DS] parçası. 2. Uzun ve kaim sarılmış sigara. [DS]
konttk, -ğü [? konük] {ağız} is. 1. Şemsiye. 2. Çadır. kool, [köl] (ko:l) {eT} is. ■* kol. [EUTS]
[DS]
koolıçak, [köl > kol-T-çak] (kolv.çak) {eT} is. Kolcuk;
konvansiyon, [Lat. convenir (buluşmak) > Fr. con
küçük kol. [Gabain]
vention] is. 1. Anlaşma; uzlaşma. 2. B ir anayasa
kooperatif, [Fr. cooperatife] is. 1. huk. Ortaklarının
yapmak veya mevcut anayasayı değiştirmek üzere
belirli ekonomik çıkarlarını karşılıklı yardım, da
toplanan olağanüstü meclis,
yanışm a ve kefalet suretiyle sağlamak ve korumak
konvansiyonel, [Fr. conventionnel] s f A nlaşm a ve amaçıyla kurulmuş, tüzel kişiliği olan, değişir or
uzlaşma ile ilgili; anlaşma ve uzlaşmaya dayanan. taklı ve değişik sermayeli ortaklık. 2. Üreticilerin,
S konvansiyonel silâhlar, Nükleer, biyolojik ve ürünlerini aracısız olarak pazarlayabilmek için k ur
kimyasal silâhların dışında taraflarca gücü bilinen dukları ortaklık,
savaş araçları; klâsik silâhlar,
kooperatifçi, [kooperatif-çi] is. 1. K ooperatif üyesi
konveks, [Lat. convectere (tümseltmek) > Fr. con olan kimse. 2. K ooperatif yöneticisi,
vex] sf. Yüzeyi tümsek, çıkık veya şişkin olan;
kooperatifçilik, -ği [kooperatif-çi-lik] is. K ooperatif
tümsekli; muhaddep; dışbükey, kurm a ve işletme işlerinin tümü,
konveksiyon, [Lat. convehere (taşımak) > Fr. con kooperatifleşme, [kooperatif-le-ş-me] is. K ooperatif
vection] is. fiz. 1. B ir akışkanda m eydana gelen ortaklığı hâlinde örgütlenme,
sıcaklık değişmesi ile ortaya çıkan hareket sonucu
kooperatifleşmek, [kooperatif-le-ş-mek] dönşl. f . [-
ısının taşınması; ısı yayımı; iletim; taşınım. 2. Ha
ir] K ooperatif ortaklığı kurarak örgütlenmek,
reket halindeki cisimlerle ısının taşınması. 3. Hava
kooperatifleştirme, [kooperatif-le-ş-tir-me] is. K oo
kütlesinin düşey hareketi,
peratif ortaklığı hâline dönüştürme veya bu şekilde
konvektör, [Fr. convecteur] is. fiz. Bir ortamı denge
örgütleme.
li olarak ısıtmak amacıyla kullanılan, bir ısıtıcı
kooperatifleştirmek, [kooperatif-le-ş-tir-mek] gçl. f.
akışkanla beslenen ısıtıcı; ısı yayar,
[-ir] Bir işletme veya ortaklığı kooperatif ortaklığı
konvertibilite, [Lat. convertere ( dönmek) > Fr. con
hâline dönüştürmek,
v e rtib le ] is. eko. (Para için) başka bir ülke para
koordinasyon, [Lat. coordinare (düzenlemek) > Fr.
sıyla serbestçe değiştirilebilirlik; serbestçe dövize
coordination] is. 1. Bir alanı ilgilendiren ve amaca
çevrilebilme.
yönelik çeşitli iş ve işlem ler arasında uyum, düzen
konvertibl, [Lat. convertere ( dönmek) > Fr. con ve iş birliği sağlama; eş güdüm. 2. as. Yapılacak
vertible] sf. (Para, tahvil, hisse senedi ve bono için) harekâtın üst, ast, komşu, ateş ve destek birlikleri,
dövize çevrilebilen, hava ve deniz kuvvetleri ile uyumlu olarak ve en
konvertisör, [Lat. convertere ( dönmek) > Fr. con- etkili biçimde planlanması. 3. biy. B ir organizma
vertisseur] is. B ir cismin ve kuvvetin şeklini değiş daki hayatî işlevlerin o organizmanın yaşayabilm e
tiren alet; değiştirgeç; çevirici, sini sağlayacak biçimde düzenlenmesi. 4. ekon.
konvertör, [îng. converter] is. Y üksek karbonlu de Düzensiz rekabetin zararlı etkilerini gidermek için
mir alaşımını düşük karbonlu durum a getirmekte ürün taşımacılığının kara, deniz ve dem ir yolu ula
kullanılan, çeperi ateşe dayanıklı malzeme ile kap şımıyla dengelenmesi.
lanmış aygıt; değiştirgeç; dönüştürücü, koordinat1, [Lat. coordinare (düzenlemek) > Al. ko-
konveyör, [Lat. conviare (taşımak) > Fr. conveyeur] ordinate] is. mat. B ir yüzey veya uzay içinde bir
is. 1. Hava hattı ile yük taşım aya yarayan kapalı noktanın yerini belirlemeye yarayan elemanlar.
devre çalışan taşıyıcı; taşıyıcı. 2. Koruyucu gemi; koordinat2, [Lat. coordinare (düzenlemek) > Fr.
refakat gemisi, coordinat] is. kim. Bir molekül içinde özel b ir ko
konvoy, [Lat. convoio / Fr. convoi] is. 1. Aynı yöne num a sahip atoma bağlı atom veya atom grubu,
giden taşıt dizisi; kafile. 2. Aynı yere nakledilen koordinatlar, [koordinat-lar] is. mat. B ir yüzey veya
insan topluluğu; kafile. 3. as. Asker, malzeme vb. uzay içinde bir noktanın yerini belirlemeye yarayan
taşıyan askerî araçlar grubu. 4. dnz. Savaş gemileri apsis, kot ve ordinatın ortak adı.
refakatinde seyreden ticaret gemileri kafilesi, koordinatör, [Lat. coordinare (düzenlemek) > Fr.
kony, [könğ / kön] (ko:fi) {eT} is. Koyun. [Gabain] coordinateur] is. Birbiri ile ilgili çeşitli işler arasın
[Tekin] da uyum ve düzen sağlayan kimse; eş güdümcü,
konyak, -ğı [Fr. Cognac (Fransa'da y er adı)] is. koordine, [Lat. coordinare (düzenlemek) > Fr. co-
Şarabın damıtılması ile elde edilen yüksek alkollü, ordine] sf. A ralarında uyum ve düzen bulunan; dü
KOP ÖIİİMIÜMÎS0M • 2742
zenli; eş güdümlü; koordinasyonla ilgili. S 1 koor k o p a rılm a , [kop-ar-ıl-ma] is. Koparılmak eylemi,
dine etmek, Bir şeyi diğer ilgili şeylerle uyumlu ve k o p arılm ak , [kop-ar-ıl-mak] edil. f. [-ır] Koparmak
düzenli hâle getirmek; aralarında uyum ve düzen eylemi yapılmak; kesilmek,
sağlamak. k o p arın ılm a k , [kop-ar-ın-ıl-mak jjjs] {Os T} edil.
kop1, [*kö-mak (koymak) > ko-p] {eT} zf. 1. Hep; f. [-ur] Kaldırılmak; ayırtılmak,
bütün; hepsi; tamamı. [Gabain] [EUTS] [İKPÖy.] 2.
k o p arış, [kop-ar-ış] is. Koparmak eylemi veya biçi
Tümüyle; tamamıyla; tamamen. [ETY] [Tekin] 3. sf.
mi.
Çok; bol. [ETY] [Gabain] 4. Abartm a ve pekiştirme
k o p a rm a, [kop-ar-ma] is. 1. Kopmasını sağlamak
edatı; pek. [DLT] S kop kılmak, Sevinmek; fe ra h
eylemi. 2. spor. Halteri çömelerek alıp ayaklan
lamak; içi hop etmek. [DLT]
oynatmadan göğüs hizasına kadar kaldırdıktan son
kop2, [kop] {ağız} is. 1. V ücutta oluşan kabarcık; ra ayakları çaprazlama açarak kol yüksekliğine ka
şişlik; kabartı. 2. Dağların kayalıklarında yer alan dar kaldınna.
mağaralar. 3. Kağnının iki yanında çıkıntı yapan
k o p a rm a k 1, [kop-ar-mak j^jU y] gçl. f. [-ır] 1. (İp
tahta parçası. 4. Yalnız el veya ayak felci. 5. sf.
(K işi için) bir kolu sakat. [DS] vb. şeyler için) kopm asına yol açmak; kopmasını
sağlamak. {eAT} (aym) 2. (Meyve vb. için) daldan
kopJ, [kop] {ağızj is. Kuş. [DS]
toplayarak almak. 3. Bir şeyi bağlı olduğu veya
kop4, [ko-mak > ko-p *_i] {eAT} zf. Koyup; bırakıp. dikili olduğu yerden çekip almak; sökmek; söküp
S kopa başlam ak, {eAT} Çimlenmeye, filizlenm e çıkarmak. {OsT} (aynı) 4. (Ses, gürültü vb. için) bir
y e başlamak. denbire ve şiddetle başlamak, başlatmak; yükselt
kopaç, -cı [Slav, kopâc [Tietze]] {ağız} is. İnce ve dar mek. {eAT} {OsT} (aynı) 5. Bir şeyi bağlı olduğu
ağızlı bir tür çapa. [DS] yerden kesip ayırmak. 6. mecaz. Güçlükle elde et
kopak1, -ğı [kop-mak > kop-ak] {ağız} is. 1. Göllerde mek. 7. D ünyaya getirmek; yaratmak. 8. (Kişi, top
su üstünde yüzen büyük köklü toprak parçası. 2. luluk vb. için) bulunduğu ortamdan uzaklaştırmak;
Yonga; ağaç kırıntısı. [DS] ayırmak; gidermek. {eAT} (aynı) 9. İlişkiyi kesmek;
kopak2, -ğı [? kopak] {ağız} is. Büyük sepet. [DS] görüşmeye son vermek. 10. (Yarışçılar için) birlik
te yarıştığı rakiplerini çok gerilerde bırakmak. 11.
kopal1, [M eksika d. > İsp. copal] is. Tropik bölgeler
{eAT} (Allah için) yeniden diriltmek; haşretmek.
de yetişen bazı erguvangillerden çıkarılan ve cilâ
12. {eAT} {OsT} Ortaya çıkarmak; meydana getir
yapım ında kullanılan bir tür reçine. S kopal ağacı,
mek; peyda etmek; ihdas etmek. S k o p a rıp a t
bot. Erguvangillerden badıç meyveli, dik gövdeli,
m ak , İlgisini tamamen kesmek; artık ona önem
özel reçineli ağaçlar, (Capalina).
vermemek.
kopal2, [Yun. khopâli [Tietze]] {ağız} is. 1. Tokmak.
k o p a rm a k 2, [kop-ar-mak] gçl. f. [-ır] 1. {eAT} Ye
2. Baston. [DS]
rinden kaldırmak; bir yere doğru harekete geçir
kopal3, [? kopal] {ağız} is. Eziyet. [DS] mek. 2. {ağız} Atı dört nala sürmek. [DS]
kopali1, [Yun. khopâli [Tietze]] {ağız} is. 1. Ağaçtan k o p a rtılm a, [kop-ar-t-ıl-ma] is. Kopartılmak eylemi,
yapılmış fındık kıracağı. 2. Biber ve buğday döv k o p a rtılm a k , [kop-ar-t-ıl-mak] edil. f. [-ır] Kopart
m ekte kullanılan tokmak. [DS] mak eylemi yapılmak,
kopali2, [Yun. kopeli] {ağız} is. Evlilik dışı doğan k o p a rtm a , [kop-ar-t-ma] is. Kopartm ak eylemi,
çocuk; piç. [DS] k o p a rtm a k , [kop-ar-t-mak] gçl. f. [-ır] 1. Koparmak
kopan, [kop > kop-an / kop-m] {eT} zf. 1. Hep; hepsi; işini yaptırmak. 2. {ağız} Atı dört nala koşturmak,
tamamı. [Gabain] [EUTS] 2. Hep birlikte. [ETY] k o p a rttırm a , [kop-ar-t-tır-ma] is. Kopartm ak işini
kopana, [Bul. kopana] {ağız} is. 1. Ağaçtan oyularak yaptırma.
yapılan karavanamsı kap; ağaç çanak. 2. Ağaçtan k o p a rttırm a k , [kop-ar-t-tır-mak] gçl. f. [-ır] Ko
yapılm a tekne; yalak. [DS] partmak işini bir başkasına yaptırmak; koparmak
kopanaki, [Yun. kopanaki] is. 1. El ile dantel örmek işini bir başkasına yaptırtmak.
te kullanılan ve üzerine iplik sarılı iğ. 2. Bu iğlerle k o p ç a 1, [Yun. kombitsa / Mac. kapocs > Sırp, kopça]
yapılan dantel. is. 1. Elbise vb. şeylerin iki yakasını birleştirmekte
kopara1, [? kopara] {ağız} sf. Taklitler yaparak gül kullanılan bir halka ve bir çengelden meydana ge
düren. [DS] len tutturmalık. 2. Yırtıcı avcı kuşların arka par
kopara2, [? kopara] {ağız} is. Ceket. [DS] maklarının ucundaki kıvnk tırnak. 3. {ağız} Düğme.
koparan, [kop-ar-an] sf. 1. Koparma işini yapan. 2. [DS] S kopça koyverm ek, {ağız} D izleri tutmaz
{ağız} is. Beyaz keçeden yapılmış, kolları cepken olmak. || kopça sık ırık , {ağız} Sır saklamayan; ağzı
gibi geriye sarkık, kaytanla işlenmiş bir tür ceket. gevşek; geveze. [DS]|| kopça v u rm ak , {ağız} Salın
[DS] 3. {ağız} Yelek. [DS] 4. {ağız} Yağmurun gel cakta sallanırken ayağı yere vurarak hız kazanma
diği ve yağdığı yön. [DS] y a çalışmak. [DS]
» 2743 KOP
kopça2, [kop-mak > kop-ça] {ağız} is. 1. Makbuz. 2. k o p m a k 1, [eT. kop-mak] gçsz. fi. [-ar] 1. (Tel, ip,
Posta alındı kâğıdı. [DS] halat vb. için) üzerine uygulanan çekme kuvveti
kopça3, [? kopça] {ağız} is. Hap; ilaç; em. [DS] dolayısıyla iki parçaya ayrılmak. {eT} (aynı) [KB] 2.
kopçalam a, [kopça-la-ma] is. Kopçalatnak eylemi; {eT} Kalkmak. [DLT] [EUTS] [KB] [Yüknekî] 3. {eT}
kopçasını ilikleme, Yükselmek. 4. {eT} Başlamak. [DLT] 5. {eT} G el
kopçalam ak, [kopça-la-nıak] gçl. fi [-r] [-l(ı)-yor] mek. [DLT] [ETY] [KB] 6. {eAT} {O sT} Ortaya çık
Üzerinde kopça bulunan elbisenin kopçasını ilik mak; zuhur etmek. [KB] [DK] 7. {eAT} Bir niteliği
lemek. baskın olarak belirmek; (bir nitelik) çıkmak. [DK]
8. Bağlı olduğu yerden, tutturulduğu yerden ilişiği
kopçalanm a, [kopça-la-n-ma] is. Kopçalı hâle geti
kesilmek; bağlantısı kalmamak. 9. (Baş, kol, ayak
rilme; kopçası iliklenme,
vb. için) gövdeden ayrılmak. 10. (Gürültü, tehlikeli
kopçaianm ak, [kopça-la-n-mak] e d il.f. [-ır] (Elbise
durum vb. için) birdenbire başlamak. 11. Birdenbi
için) iki yakası bir kopça ile birleştirilmek; kopçası
re ortaya çıkmak; aniden belirmek. 12. Önceden
iliklenmek.
sıkı bağlantısı olan kim selerle veya topluluklarla
kopçalı, [kopça-lı] sf. 1. Kopçası olan; üzerinde kop
ilişkisini kesmek; görüşmemek. 13. (Manevi bağlar
ça bulunan; kopça dikilmiş olan. 2. Kopçası ilik
için) yok olmak; ortadan kalkmak. 14. Bütün ilişki
lenmiş olan; kopçayla iliklenmiş olan,
leri kesilmek; ayrılmak. 15. (Organlar için) şiddetle
kopçasız, [kopça-sız] sf. 1. Kopçası olmayan; üze ağrımak; sancımak. 16. (Sporcu için) rakip sporcu
rinde kopça bulunmayan; kopça dikilmemiş olan. lardan çok öne geçmek. 17. Koşmak; hızlı gitmek.
2. Kopçası iliklenmemiş olan; kopçayla iliklenmiş {ağız} (aynı) [DS] 18. {eAT} {O sT } {ağız} Harekete
olmayan. 3. {ağız} İradesiz. [DS] 4. {ağız} Becerik geçmek; davranmak; atılmak. [DS] 19. {ağız}
siz. [DS] Kalkmak; ayrılmak; çıkmak. [DS] 20. {eAT} {O sT }
kopçık, -ğı [kop-çık] {ağız} is. Y ağm ur yağdıktan Kıyamet günü dirilmek; haşrolmak. 0 kopa k o p a,
sonra toplanan palam ut meyvesi. [DS] {ağız} K oşa koşa. [DS]|| k o p u p gelm ek, 1. İlişkiyi
kopçır, [? kopçır] {eT} is. Bir vergi türü. [EUTS] keserek veya terk ederek ayrılmak. 2. Uzak bir y e r
kopçur, [kop-mak > kop-(u)ç-ur] {ağız} sf. 1. Tez den ayrılıp gelmek. 3. {ağız} Koşup gelmek. [DS]
canlı; ivecen. 2. Kapıp kaçıcı; kapkaççı. [DS] k o p m ak 2, [kop (yans.) > kop-mak] {eT} g ç sz.f. [-r]
kopçurm ak, [kop-(u)ç-ur-mak] {ağız} gçl. f. [-ur] Yankı vermek; çınlamak. [İKPÖy.]
Atı dörtnala koşturmak. [DS] k o p m u k , -ğu [kop-muk] {ağız} is. Davar tezeği. [DS]
kopdon, [? kopdon] {ağız} is. 1. Haşhaş küspesi. 2. kopo, [? kopo] {ağız} is. Kızak veya arabalara eşya
Keten tohumunun dövülüp yağı çıkarıldıktan sonra yükledikten sonra ip sıkmak için kullanılan çengel
kalan ve hayvanlara verilen posası. [DS] veya çivi. [DS]
kopd urm ak, [kop-dur-mak jjjJ jjs ] gçl. fi [-ur] 1. kopolim er, [Fr. copolymere] is. Kopolimerleşme
{OsT} Koşturmak. 2. Atı dörtnala koşturmak. 3. yolu ile elde edilen madde,
{ağız} Oraya buraya koşmak; çok gezmek. [DS] kopolim erleşm e, [kopolimer-le-ş-me] is. Doymamış
kopek1, -ği [Rus. kopek] is. Rus para birimi olan birleşikler karışımının büyük moleküller vererek
rublenin yüzde biri olan para birimi. polimerleşmesi.
kopek2, -ği [köpek] {ağız} is. Köpek. [DS] k o p o rm ak , [kop-mak > kop-ur-mak] {eT} gçl. fi. [-
kopel, [Yun. kopeli] {ağız} is. Sağlıklı küçük çocuk. ur] -*■ kopurmak.
[DS] k o p o rtm ak , [kop-mak > kop-ur-t-mak] {eT} gçl. f i [-
koper, [? koper] {ağız} is. 1. Sağrı; yamaç. 2. A rk ya ur] -*■ kopurtmak.
da kanal gibi su oyuntusu. [DS] kopoy, [Mac. kopö > Bulg. kopoj] {ağız} is. Düşük
kopey, [? kopey] {ağız} is. Sarkıntılık yapan, sırnaşık kulaklı, orta boylu, kısa tüylü av köpeği. [DS]
çocuk. [DS] k oppal, [Yun. khopâli [Tietze]] {ağız} is. Baston. [DS]
kopın, [kop > kop-m / kop-an] {eT} zf. Hep birlikte; k o p p ik , -ği [? koppik] {ağız} sf. Kötürüm. [DS]
tümüyle; toptan; hepsi birden, k o p ro faji, [Fr. coprophagie] is. psikol. Bazı nevroz-
kopil, [Yun. kopeli (çırak) / Rumen, copil] is. argo. lularla bunamış kimselerde görülen dışkı yeme has
1. Arsız erkek çocuk. 2. argo. Piç. 3. {ağız} M üs talığı.
lüman olmayanların çocuğu. [DS] koprofili, [Fr. coprophilie] is. psikol. Kendisinin ve
kopkoyu, [ko(p)+ko/yu] sf. 1. Çok koyu. 2. Aşırı; ya başkasının makat bölgesine duyulan şehevi bir
pek çok; çok fazla, hazdan dolayı dışkıdan hoşlanma biçimindeki bir
koplanm ak, [kop-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ır] Şiş rahatsızlık.
mek. [DS] ko p ro lit, [Fr. coprolithe] is. 1. Fosil hayvanların
kopm a, [kop-ma] is. 1. Kopmak eylemi. 2. {ağız} taşlaşmış dışkısı. 2. tıp. Dışkı içinde bulunan taş
Doğum yeri. [DS] laşmış görünümündeki parçalar.
KOP O lG M M Ü M • 2744
koproloji, [Fr. coprologie] is. tıp. Hastalıkların teş kopuntu, [kop-untu] is. Kopmuş parça; diaspora,
hisi amacıyla insan dışkısını inceleyen tıp dalı, kopurgan, [kop-mak > kop-ur-ğân] {eT} sf. Çok ko
koprostaz, [Fr. coprostase] is. tıp. Bağırsakta biriken paran. [DLT]
dışkıların atılamamasından ileri gelen kabızlık, kopurmak, [kop-mak > kop-ur-mak] {eT} gçl. fi [-
kopruşm ak, [kop-mak > kop-ur-mak > kop(u)r-uş- ur] Y erinden kaldırmak; kurcalamak. [DLT] [KB]
mak] {eT} işteş, f i [-ur] B ir şeyi birlikte yerinden kopurtm ak, [kop-mak > kop-ur-t-mak] {eT} gçl. fi. [-
kaldırmak. [DLT] ur] Y erinden kaldırtmak. [DLT]
koprii, [köprü] {ağız} is. 1. Köprü. 2. Merdiven. [DS] kopuş, [kop-mak] is. 1. Kopmak eylemi ve biçimi. 2.
kopsak, -ğı [Yun. khapsâki [Tietze]] {ağız} is. Çama {ağız} Toprak kayması; heyelân; kayşa. [DS]
şır sepeti. [DS] kopuşm ak, [kop-mak > kop-uş-mak] işteş, f i [-ur] 1.
kopsam ak, [kop-mak > kop-sâ-mak] (kopsa:mak) {eT} Kalkışmak; birlikte kalkmak. [DLT] 2. dönşl. fi
{eT} gçsz. f i Çıkm ak istemek. [DLT] {ağız} Koşmak; seğirtmek. [DS] 3. {ağız} Çıkmak;
kopsi, [Yun. kopsi] is. Kesme, fi1 kopsi kefali et başlamak. [DS] 4. {ağız} Çözülmek. [DS]
m ek, argo. Başını kesmek. kopuz1, [kop (yans.) > kop-m ak (patlamak; yankı
koptar, [Bul. koftor / kovtor [Tietze]] {ağız} is. Bir vermek) > kop-uz / kob-uz {eT} {eAT} {OsT} is.
katlı küçük ev; kulübe. [DS] 1. Eski Türk baksı ozanlarının sagu ve destan okur
koptın, [kop > kop-tın] {eT} zf. H er yerden; her ken veya dinî ayinlerde çaldıkları telli Türk sazı.
taraftan. [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] [DK] 2. Saz; çalgı.
koptor, [Bul. koftor / kovtor [Tietze]] {ağız} is. Yer kopuz2, [kap-uz / kop-uz] {ağız} is. 1. Dağlar arasın
altı evi; izbe. [DS] daki dar geçitler; boğaz. 2. Düz alanlarda görün
koptur, [kop-mak > kop-(u)t-ur] {ağız} sf. Tez canlı; meyen oyuklar; çukur. 3. D eniz kıyısındaki girinti;
ivecen. [DS] körfez. [DS]
kopturm ak, [kop-tur-mak] {ağız} gçl. f. [-ur] 1. Atı kopuzcu, [kopuzcu] is. Kopuz çalan kimse,
dört nala koşturmak. 2. Koşmak; hızlı gitmek. [DS] kopuzlug, [kop-uz > kopuz-luğ] {eT} sf. Kopuzlu.
kopuk, -ğu, [kop-uk] sf. 1. Bağlı bulunduğu, ilişik [DLT]
olduğu yerden ayrılmış, kopmuş olan. 2. is. mecaz. kopya, [Lat. copia (bolluk) > Fr. copie] is. 1. Bir ya
Toplum kurallarına aldırmadan başıboş dolaşan, zının, fotoğrafın, resm in vb. eserin elle veya başka
herhangi bir işi olmayan, parasız erkek; serseri; teknikler kullanarak çıkarılan örneği, taklidi. 2. Ör
hayta. 3. İm paratorluk döneminin sonlarına doğru, nek ve suret çıkarma işlemi. 3. Bir sanat eserinin
İstanbul’da çeşitli sebeplerle evlerinden kaçan, ce aslına uygun olarak yapılmış taklidi. 4. Bir şeyin
ketleri omuzda, sağ omuzları sola göre daha kalkık, aslına benzeyen taklidi. 5. Birine çok benzeyen
ayakkabılarının ökçelerine basan, ceketlerinin sol kimse. 6. Sınavlarda kitaba, deftere, önceden özel
ceplerinde silâh taşıyan, kumarhane ve m eyhanele olarak hazırlanmış kâğıtlara bakarak veya başkası
re devam eden kimselere kabadayılık ve külhan nın kâğıtlarına bakarak yararlanm a işi. 7. Kopya
beylikten ayrı olarak verilen isim. 4. {ağız} (Kişi çekmek için sınav öncesinden hazırlanmış kâğıtlar.
için) şık, süslü ve iyi giyimli; çalımlı; edalı. [DS] 5. 8. Bir plâk, bant veya diskette bulunan ses ve bilgi
{ağız} (Halı iplikleri için) kısacık. [DS] S1 kopuk leri boş bir plâk, kaset veya disket üzerine aktara
alayı, Serserilerin meydana getirdiği grup; serseri rak çoğaltma işlemi. S kopya çekmek, Sınavda
takımı. || kopuk film gibi, Kesintili aralıklarla sü bir kaynak veya kişiden yararlanmak. || kopya def
rüp giden. i| kopuk otomatı, tekst. Bobin veya çöz teri, M ektup kopyalarının çıkarıldığı ince yapraklı
gü ve atkı makinelerine takılan ve iplik koptuğu defter. || kopya etm ek, B ir yazı veya eserin aslına
zam an makineyi durduran düzenek. || kopuk sapık, bakarak benzerini m eydana getirm ek.|| kopya kâ
{ağız} Saçma sapan; abuk sabuk. [DS] ğıdı, Birden çok örnek çıkarmak için beyaz yazı
kopuklu, [kop-uk-lu] {ağız} is. Halıcılıkta, toz ve kâğıtlarının arasına konulan bir yü zü karbonlu kâ
kırpıntı içine karışmış kısa iplikler. [DS] ğıt; karbon kâğıdı.\\ kopya kalemi, En üstteki say
fa y a yazarken, yazılanın alttaki diğer sayfalara da
kopukluk, -ğu [kop-uk-luk] is. 1. Kopuk olm a du
geçm esini sağlayan sivri uçlu, mor renkli kalem. ||
rumu. 2. İşsiz güçsüz ve serseri olm a durumu; bu
kopya mürekkebi, Yazısı üzerine yazılan kâğıdın
tür kişilere yakışır davranış. 3. Bağlantıyı kesmiş
ancak ıslanması durumunda çıkan bir tür mürek
olm a durumu; ilişkisizlik; uzaklık,
kep. || kopyasını çıkarmak, B ir ya zı veya eserin
kopuksuz, [kop-uk-suz] sf. 1. Ara verm eden devam
aslına bakarak benzerini meydana getirmek. || kop
eden. 2. Kopuğu olmayan, ya verm ek, Sınavda birisine gizlice yardım da bu-
kopul, [? kopul] {ağız} is. Bir tür pide. [DS] lunmak. || kopya yapm ak, Sınavda bir kaynak veya
kopunmak, [kop-un-mak] {ağız} dönşl. f. [-ur] Pa kişiden yararlanmak.
m ukla dolmak. [DS] kopyacı, [kopya-cı] is. 1. Yazılı sınavlarda kopya
ı ı e i i i M » » 2745 KOR
çeken ve bunu alışkanlık hâline getirmiş öğrenci. 2. çukur. [DS] ö kor kazan, {ağız} Yüksekten akan
Başkasına ait resim vb. eserlerin kopyasını yaparak su; çağlayan. [DS]
satan kimse. k or10, [kör / kor] {ağız} is. Tahıllarda görülen sürme
kopyacılık, -ğı [kopya-cı-lık] is. Kopyacı olma du hastalığı. [DS]
rumu; kopya yapma işi. kora1, [kör > kor-â] (kora:) {eT} is. Zarar; ziyan.
kopzalmak, [kopuz > kop(u)z-â-l-mak] {eT} gçsz. f [KB]
[-ur] (Kopuz için) çalınmak; seslendirilmek. [DLT] kora2, [Yun. khoreia] (ko'ra) is. 1. Koro hâlinde
kopzamak, [kopuz > kop(u)z-â-mak] (kopza.mak) dans. 2. tıp. Başlıca belirtisi kısa, çabuk, değişken
{eT} gçl. f [-ur] Kopuz çalmak, seslendirmek. güçte ve hiç beklenm edik bir zamanda ortaya çıkan
[DLT] istemsiz hareketler olan sinir hastalığı.
kopzaşmak, [kop-uz > kop(u)z-â-m ak > kopza-ş- kora3, [kora] {ağız} is. Olgunlaşmamış üzüm; koruk.
mak] {eT} işteş, f. [-ur] Birlikte kopuz çalmak; ko [DS]
puz çalmakta yarışmak. [DLT] kora4, [kora] {ağız} is. 1. Anahtar. 2. Kilit. 3. Kapı
kor1, [kol + ordu] is. kısalt, as. Kolordu kelimesinin mandalı; sürgü; kapı kilidi. 4. Çivi. [DS]
kısaltması. kora5, [kora] {ağız} is. Uzun konçlu çorap. [DS]
kor2, [eT. kor / köz] is. 1. İyice yanarak ateş hâline kora6, [kora] {ağız} is. 1. Bir süre. 2. Bir parça; biraz
gelmiş, issiz fakat sıcaklığı en üst seviyede devam cık. [DS]
eden parlak kırmızı renkli köm ür veya odun parça kora7, [kora] {ağız} is. Ev sıvandıktan sonra duvarın
sı. 2. mecaz. Büyük üzüntü, acı; sıkıntı. 3. sf. me alt kısmına bir sıra çekilen renkli sıva. [DS]
caz. Kırmızı, ö kor dökmek, (Odun, köm ür vb. kora8, [kora] {ağız} is. Boyunduruğu sabana bağlayan
için) iyice yandıktan sonra kor p a rça la n oluşmak. || zincirin takıldığı yer. [DS]
kor etmek, {ağız} Arkadan çekiştirmek; gıybet et kora9, [kora] {ağız} is. K arda açılan ince yol; iz. [DS]
mek. [DS]|| kor gibi, 1. Kıpkırmızı. 2. Ateşli; sıcak, kora10, [kora] {ağız} is. Tırpan. [DS]
yakıcı. || kor gibi parlam ak, (Göz için) ışıl ışıl p a r kora11, [kora] {ağız} sf. Eski. [DS]
lamak; güçlü bir şekilde parlamak]] kor gibi yan koraçan, [kor-a-çan] {ağız} is. Kömürde pişirilm iş et.
mak, 1. Çok sıcak olmak. 2. (Göz için) ışıl ışıl p a r [DS]
lamak]] kor ocağı, {ağız} Çamurdan yapılm ış ve
korada1, [Ar. kurâde J] {ağız} sf. 1. (İnsan ve
istenilen yere taşınabilen ocak veya maltız. [DS]||
kor sokmak, {ağız} Birinin sözünü diğerine söyle hayvan için) zayıf; cılız. 2. Eski ve işe yaramaz
yerek kavgaya sebep olmak; fitn e sokmak. [DS] durumda olan; yıkılm aya yüz tutmuş. [DS]
kor3, [kör] (ko;r) {eT} is. O k kılıfı, sadak. [Nevâyî] korada2, [korada] {ağız} sf. Bütün etkilere karşı
kendini korur duruma gelmiş. [DS]
kor4, [kör] (ko:r) {eT} is. Y oğurtm ayası. [DLT]
kor5, [kör] (ko:r) {eT} is. Zarar; ziyan. [DLT] [EUTS] koraf1, [Yun. khorâphi [Tietze]] {ağız} is. Raf. [DS]
[KB] [Gabain] koraf2, [koraf] {ağız} is. 1. Küme; bölük; topluluk. 2.
Sıra; dizi. 3. Odun yığını. [DS] S koraf koraf, {a-
kor6, [kor jjS] is. 1. {OsT} {ağız} Sıra; dizi. [Kamus]
ğız} Sürü sürü; küme küme; dizi dizi. [DS]
[DS] 2. {ağız} A ltın dizisi. [DS] 3. {OsT} Duvarda koraf3, [Yun. khorâphi [Tietze]] {ağız} is. Sebze
aynı boydaki taş ya da tuğlalardan oluşan her bir
tarlalarında dört beş ocaklık yer. [DS]
sıra; dizi, {ağız} (aym) [DS] 4. {ağız} Biçilmiş ekin
korag, [kör (zarar) > kor-â-mak > korâ-ğ] (kora:ğ)
demetlerini yığın yapmadan önce oluşturulan kü
{eT} is. 1. Cenaze. [ETY] 2. Cenaze töreni. [ETY]
meler. [DS] 5. {ağız} Odun yığını. [DS] 6. {ağız} Eş
korak1, -ğı [? korak] {ağız} is. K arda açılan ince yol;
yayı üst üste koyarak yapılan düzgün yığın. [DS] 7.
iz. [DS] ö korak korak, {ağız} (Ateş, ışık vb. için)
{ağız} (Yazıda) satır. [DS] 8. {ağız} Kağnı. [DS] S
sönük; cansız; donuk. [DS]
kor araba, {ağız} Kağnı. [DS]|| kor asma, {ağız}
korak2, -ğı [? korak] {ağız} is. Bakırcıların kullandığı
Dokuma tezgâhlarında ipliğin asıldığı yer. [DS]
küçük demir örs. [DS]
kor7, [Rus. kölokol [Tietze]] {ağız} is. 1. Katır çanı. 2.
korak3, -ğı [? korak / görek] {ağız} is. Ağaç mandallı
Köpeklerin boynuna takılan çıngırak. [DS]
kapı. [DS]
kor8, [kör / kor] {ağız} sf. Kör. [DS] S kor duman,
koraka, [? koraka] {ağız} is. Demir pası. [DS]
{ağız} Sis. [DS]|| kor kesmez, {ağız} (Bıçak vb. için)
kör; kesmez. [DS]|| kor ocak, {ağız} çocuksuz aile. korakor, [Fr. corps a corps] is. spor. 1. Boksta her
[DS]|| kor yapalak, {ağız} Baykuş. [DS]|| kor zeval iki rakibin göğüs göğüse gelerek çok yakından dö
(zevel / zevil), {ağız} Sabam boyunduruğa bağla vüşmesi. 2. zf. Göğüs göğüse; yakından,
mak için geçirilen ağaç çubuğun takıldığı ok ucun koral, -li [Lat. chorus > Fr. choral] is. 1. Ayine
daki deliklerden her biri. [DS] katılanlar tarafından kolayca söylenmek üzere dü
kor9, [kör / kor] {ağız} is. 1. Mezar. 2. Dere; vadi; zenlenmiş basit İlâhi; dinî şarkı. 2. Bu tür İlâhi üze
rine org için düzenlenmiş sözsüz parça.
KOR ÖIİİMIüMîSü21ıüli.2T4s
koralak, -ğı [kora-la-k] {ağız} sf. Boş kafalı. [DS] koratmak, [kora-mak > kora-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur]
koralam ak, [kora-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)- Zarar ettirmek. [KB]
y o r j 1. Kapıyı kilitlemek. 2. Kapıyı aralamak. [DS] korava, [? korava] {ağız} is. Ekşi meyvelerden yapıl
korali, [görek / korak > kora-lı] {ağız} sf. (Kapı vb. mış marmelât; meyve ezmesi. [DS]
için) arkasından kilitlenmiş veya sürgüsü takılmış. koravlı, [? koravlı] {ağız} is. Kundura. [DS]
[DS] korba, [? korba] {ağız} is. K ara keçi; kıl keçisi. [DS]
koralık, -ğı [kora-lık] {ağız} is. Ekini karartan ve korbakar, [kor+bak-ar / korbakor] {ağız} sf. 1. Kötü
cılız bırakan otlar tarafından tarlanın işgal edilmiş ruhlu. 2. ünl. Ölenin arkasından söylenilen ilenme
hâli. [DS] sözü. [DS] ö korbakar olmak, {ağız} K ötü bir du
koralm ak1, [kora-l-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1. Bir ruma düşmek; cezasını çekmek. [DS]
şeye fazla düşkünlük göstermek; alışkanlık kazan korban, [? korban] {ağız} is. Çam ağacının içi oyula
mak. 2. Kendisini destekleyen birisinden yüz bul rak yapılan bir tür kovan. [DS]
mak; arkalanmak. 3. gçl. f. Sağlamlaştırmak; kuv korbaşı, [kol+baş-ı] {ağız} is. Kumandan. [DS]
vetlendirmek. [DS] korcak, -ğı [korça-k] {ağız} is. Oyuncak bebek. [DS]
koralmak2, [kör-el-mek] {ağız} dönşl. f. [-ır] Körel- korcu, [kor-cu] {ağız} is. Ev arkasmda kalan taşlık;
mek; keskinliği gitmek. [DS] avlu. [DS]
koram ak1, [kör (zarar) > kor-â-mak] (kora:mak) korcum, [kor-cu-m ?] {ağız} is. Sarp dağlardaki
{eT} gçsz.f. [-r] 1. Azalmak. [EUTS] [KB] [Gabain] 2. dönemeçler. [DS]
Zarara uğramak; kaybetmek; ziyan etmek. [EUTS] korç, -cu [Rus. kore] {ağız} is. İşkembe kazıntısı.
[KB] 3. (Safra için) çıkarmak; kaldırmak. [EUTS] 4. [DS]
Cenaze töreni düzenlemek. [ETY] korçak, -ğı [? korçak] {ağız} is. 1, Oyuncak bebek. 2.
koramakz, [kora-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-r(u)-yor] Heykel. [DS]
Önce gelmek. [DS] korçan, [? korçan] {ağız} is. Y üksekten akan su; çağ
koramak3, [kora-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-r(u)-yor/ layan. [DS]
Eskimek. [DS] korçel, [? lcorçel] {ağız} sf. Ortadan; eşit olarak. S
koramak4, [kor-a-mak] {ağız} g çsz.f. [-r] [-r(u)-yor] korçel kesm e, {ağız} Ortadan ikiye bölme. [DS]
(Yayık, ağaç testi vb. için) susuzluktan çatlayacak korçı, [kör (sadak) > kor-çl] (korçı:) {eT} is. Silahtar;
durum a gelmek. [DS] cebeci. [Nevâyî]
koramaz, [kor-a-maz] {ağız} is. 1. Odun. 2. sf. (Kişi korçığa, [Kırım, korçığa] {ağız} is. Evin yan yüzü.
için) kimseyi beğenmeyen; kurumlu; kibirli. [DS] [DS]
koramiral, -li [kol + ordu > kor + Ar. em irü’l-m â’ > korçu, [kör (zarar) > kor-çü] (korçü:) {eT} sf. İnanç
Fr. amiral] (k o ’ramiral) is. as. Deniz kuvvetlerin sız. [EUTS]
de, tüm amiral ile oramiral arasında ve kara kuv korda1, [Yun. khoritsa] {ağız} is. Tahta kurusu. [DS]
vetlerindeki korgenerale denk rütbe ve bu rütbeyi korda2, [Rus. körda [Tietze]] {ağız} is. Bir tür eğri
taşıyan üst subay, kılıç. [DS]
koramirallik, -ği [koramiral-lik] (koram irallik) is. korda3, [? korda] {ağız} is. Kiriş; kolon. [DS]
as. Koramiralin görevi ve rütbesi,
kordalılar, [Lat. chorda (ip) > korda-lı-lar] is. zool.
korangal, [Erme, kom kan => korangal] {ağız} is. Vücutları iki yanlı bakışım gösteren, vücut boşluğu
Yaban yoncası; korunga. [DS] bulunan, sırt ipi taşıyan omurgalı ve onlara yakm
koranmak, [korâ-mak > kora-n-mak] {eT} dönşl. f. [- türleri içine alan hayvanlar grubu,
ur] Bedenini kaybetmek; bir uzvunu kaybetmek. korday, [korday] {eT} is. Kuğu kuşu; kuğu cinsi bir
[Clauson] kuş; pelikan; balıkçıl. [DLT] [KB]
koranik, -ği [? koranik] {ağız} is. Tezek yapılacak kordeşeni, [kurd (yans.) > kurd-â-mak (kaşımak) >
gübrenin biriktirildiği çukur. [DS] kurd-a-ş-m ak (kaşınmak) > kurdaş-an] {ağız} is.
korannık, -ğı [koran-lık] {ağız} is. Gübre yığını. [DS] Kurdeşen. [DS]
korap, [Bul. koftor / kovtor [Tietze] ? => korap] kordiplomatik, -ği [Fr. corps diplomatique]
{ağız} is. A hşaptan yapılma küçük yazlık ev. [DS] (ko ’rdiplomatik) is. Bir toplantıda, bir yerde veya
korapa, [kor+ap-a] {ağız} sf. (Kişi için) dikkatsiz ve bir hükümet yanında bulunan yabancı devlet tem
yalpalayarak yürüyen. [DS] silcilikleri topluluğu; elçiler topluluğu,
koraş, [? koraş] {ağız} is. L (Çocuklar arasında) kordon, [Lat. chorda (ip) > İt. chordone > Fr.
yakm arkadaş. 2. K öy evlerindeki aktarmalı baca cordon] is. 1. Çoğunlukla ipekten yapılma kalın ip.
tipi ve ön bacadan ana bacaya geçişi sağlayan kü 2. Madalyon, saat vb. şeyleri asmaya yarayan ince
çük pencere; şönt. [DS] zincir veya kaytan şerit. 3. İp gibi ince uzun sıralar
korata, [? korata] {ağız} sf. Zayıf; cılız. [DS] hâlinde yapılmış oymalı duvar veya mobilya süsü.
P a i i î t M . 2 7 4 7 KOR
4. Elektrikli ve aletlerinde yer alan ince tellerden korgala, [kor-ga-la] {ağız} is. Küçük sinek. [DS]
örülmüş dışı yalıtımlı esnek iletken. 5. Bir yere gi korgan, [korî-mak > korî-ğân] (korı:ga:n) {eT} is. 1.
riş ve çıkışı önlemek, orayı korum ak veya girişleri -*• korıgan. [ETY] [Tekin] 2. {ağız} Gözetleme delik
kontrol altında tutmak için güvenlik güçlerinin yan leri olan sığmak. [DS]
yana sıralanmasından oluşan çember. 6. Süs olarak korge, [eT. kölige] {ağız} is. Gölge. [DS]
birkaç kez dolandırılmak suretiyle boyna takılan korgeneral, -li [kol + ordu > kor + Fr. general]
altın veya gümüş zincir. 7. Denize bitişik olarak (k o ’rgeneral) is. as. 1. Türk silâhlı kuvvetlerinde
uzanan kıyı. 8. Ciltlenmiş bir kitabın sırtına dikilen tüm general ile orgeneral arasında yer alan bir rüt
dar şerit. 9. M arangozlukta ağaç parçaları üzerinde be. 2. Bu rütbeyi taşıyan üst subay,
değişik profillerden açılmış bulunan girinti ve çı korgenerallik, -ği [korgeneral-lik] is. 1. Korgeneral
kıntılara verilen ad; korniş. 10. {ağız} M arangoz olm a durumu. 2. Korgeneralin taşıdığı rütbe. 3.
araçları üzerine vurulan süs. [DS] 11. {ağız} Teneke Korgeneralin görevi ve makamı,
ve çinkodan yapılan eşyaların üzerine süs yapm ak
korgi, [? korgi] {ağız} is. Kartal. [DS]
ta kullanılan araç. [DS] 12. Kabaran denizin çekil
korgu, [korğü] (korgu:) {eT} is. (Kişi için) dikkatsiz;
dikten sonra kıyıda bıraktığı döküntü. 13. anat.
sorumsuz. [DLT]
Birbirine bağlı ve ilişkili organlar dizisi, ö kordon
altına almak, B ir yeri korum ak için giriş ve çıkış korgulanm ak, [korğü > korğü-lâ-mak > korğu-la-n-
ları kontrol altında tutmak.\\ kordon boyu, D eniz mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Taşkınlık etmek; dikkatsiz
kıyısında yer alan şehirlerde denize paralel olarak ve sorumsuz davranmak; yeğnilik etmek. [DLT]
kıyıda uzanan imarlı yol. korguluk, [korğü > korğu-luk] {eT} is. (Kişi için)
kordonblö, [Fr. cordon bleu (mavi şerit)\ is. Usta taşkınlık; yeğnilik. [DLT] [KB]
aşçı. korgurmak, [korğü > korğu-r-mak] {eT} gçl. f. [-ur]
kordone, [Fr. cordonne] is. 1. Sim, gümüş veya ipek (Kişi için) taşkınlık etmek; zevzeklik etmek. [DLT]
ipliklerin bükülm esiyle hazırlanan ve el işlemele korhılık, -ğı [kork-u-luk] {ağız} is. 1. Damın dışa
rinde kullanılan ince kordon. 2. Üç katlı bükülmüş doğru uzanan çıkıntısı. 2. Çocuğun kendisinden
ipek iplik. korkarak hastalandığına inanılan şey. [DS]
kordun, [İt. chordone] {ağız} is. Süs. [DS] korhınç, [kork-ın-ç > korh-ın-ç] {eAT} sf. Korkunç.
[DK]
koregraf, [Fr. choregraphe] is. 1. Baleyi oluşturan
adım ve figürleri düzenleyen sanatçı; dans yazıcısı. korhak, -ğı [korh-ak {eAT} {OsT} sf. Korkak,
2. Koregrafi eserleri yazan. 3. Dans ve bale düzen korhmak, [kork-mak > korh-mak JaJ-jjü] {eAT}
leyicisi.
{OsT} g çsz.f. [-ur] Korkmak. [DK]
koregrafi, [Fr. choregraphie] is. 1. Dans adım lannın
kâğıda geçirilmesi. 2. B ir baleyi meydana getiren korhu, [kork-mak > korh-ü y -jjs ] {eAT} {OsT} is.
adım, figür ve anlatım ların tümü, Korku. [DK]
korgeğiş, [kor+eğiş] {ağız} is. A teş küreği. [DS] korhulu, [kork-u-lu / korh-u-lu J j i- jjü ] {eAT} {OsT}
koreke, [? koreke] {ağız} is. Kefeki. [DS] sf. Korku veren: kendisinden korkulan,
koreki, [Yun. khropi [Tietze]] {ağız} is. Dal kesmeye korhutm ak, [kork-mak > korh-ut-m ak jjâ]
yarayan kısa saplı balta. [DS]
{OsT} g ç l . f [-ur] Korkutmak. [DK]
korekt, [Lat. corrigere (düzeltmek) > Fr. correcte] sf.
k o n , [korî-mak > kon-ğ] {eT} is. Koru; küçük orman,
Doğru.
korıg, [korî-mak > korı-ğ] {eT} is. Koru; küçük or
korel, [? koıel] {ağız} is. Hindi. [DS]
man. [DLT] [Nevâyî]
korelasyon, [Lat. correlatio (ilişki) > Fr. correlation]
korıgan, [korî-mak > korî-ğân] (korı:ga:n) {eT} is.
is. Birbiri ile ilgisi bulunan iki olay, olgu, kavram
Kale; müstahkem mevki; sığmak. [ETY] [Tekin]
veya terim arasında aynı veya zıt yönde var olan
korıgçı, [korı-ğ > korığ-çî] (korığçı:) {eT} is. Korucu.
mantıkî ilişki; bağıntı; bağlılaşım,
[DLT] [Nevâyî]
koreografı, [Yun. chorös (dans) + graphos > Fr.
korıglıg, [korı-ğ > korığ-lığ] {eT} sf. Özel olarak
choregraphe] is. -*• koregrafi. korunan; özel korumalı. [Clauson]
korez, [kör-ez / kor-ez] {ağız} sf. (Ateş ya da lâmba
kongu, [korî-mak > korı-ğü] (korığu:) {eT} is. Kale
vb. için) parlak yanmayan; sönük. [DS] muhafızı; muhafız. [ETY] [Tekin]
korezimek, [kör-ez-i-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir] 1. korıkmak, [korî-mak > korı-k-mak] {eT} gçsz. f i [-
K eskinliği kaybolmak. 2. (Ateş ya da lâmba, mum ur] Korkmak. [ETY]
vb. için) sönmeye yüz tutmak. [DS]
konm ak, [korî-mak] (korv.mak) {eT} gçl. fi. [-ur] -*■
korfa, [Ar. ğurfa [Tietze]] {ağız} is. Küçük köy korumak. [DLT] [ETY] [EUTS] [Gabain]
evlerindeki yer odası. [DS] korınm ak, [korî-mak > korı-n-mak] {eT} dönşl. fi. [-
KOR û r tiH I Ü lC E S Ö M .2 7 4 8
ur] 1. Kendini korumak; kendini savunmak. 2. Sa korkınç, [korî-mak > korı-k-m ak > kor(ı)k-m -m ak >
kınmak. 3. Sıkılık etmek; pintilik etmek. [DLT] kork-mç / kork-unç] {eT} is. 1. Korku; ürküntü; teh
karışmak, [korî-mak > korı-ş-mak] {eT} işteş, fi [- like. [ETY] [EUTS] [Gabain] [İKPÖy.] 2. Korkunç.
ur] Birbirini korumak; birlikte korunmak. [DLT] [EUTS] [Gabain]
k on t, -dı [kont] {ağız} is. B ir yaşına kadar olan erkek korkmçıg, [kork-m-mak / kork-m-çığ] {eT} is. 1.
keçi. [DS] Korkulan şey. [EUTS] 2. sf. Korkunç; müthiş.
k o rt, [? kori] {ağız} is. Suyu tarlaya dağıtan büyük [EUTS] [İKPÖy.] [Üç İtigsizler]
ark. [DS] korkmçık, [kork-m-mak > kork-m-çık] {eT} is.
korida, [İsp. corrida] is. Boğa güreşi, korkmçıg. [EUTS] [Gabain]
korkınçhg, [kork-mç > korkınç-lığ] {eT} sf. Korkunç.
koridor, [Lat. currere (koşmak) > İsp. corridor (yarış
[EUTS]
yolu) > Fr. corridor] is. 1. Bir eve girişi veya bir
korkınçlık, [kork-mç > korkmç-lık] {eT} sf. Kork
kattaki odaların birbirine bağlantısını sağlayan dar
muş. [Gabain]
geçit; geçenek. 2. Geçmeye yarayan dar ve uzun
geçit; dehliz. 3. İki ülke topraklan arasında sıkış korkınçsıg, [kork-mç > korkmç-sığ] {eT} sf. K or
m ış dar toprak parçası. 4. Tarihî kale ve bir şehri kunç. [ETY]
çevreleyen surların kıyısında gidip gelmeyi veya korkınçsız, [kork-mç > korkmç-sız] {eT} sf. Korku
gözetlemeyi sağlayan dar geçit. 5. tiy. Tiyatro sah suz; korkunç olmayan. [EUTS]
nelerinin sağında ve solunda yer alan değişik yük korkıtmak, [kork-mak > kork-ıt-mak] {eT} gçl. f i [-
sekliklerdeki tahtadan asma balkonlara verilen ad. ur] Korkutmak. [DLT] [EUTS] [KB]
6. spor. argo. Futbolda çok gol yiyen kaleci; ko korldak, -ğı [kork (yans.) > kork-la-k] {ağız} is.
layca geçilen savunma hattı. S1 koridor pası, spor. Kuluçka tavuk. [DS]
Futbolda, bir oyuncunun rakip takım oyuncularının korklamak, [kork (yans.) > kork-la-mak] {ağız} gçsz.
bulunduğu bir yerden bir aralık bularak vermiş f f-l(u)~y°r] Gurk olmak; kuluçkaya yatmak.
olduğu pas. [DS]
korindon, [Hint, korindon > Fr. corindon] is. Say korkluk, [kork-mak > kork-luk / kork-lık (kurala
dam ve yarı saydam, cam parlaklığında, alüminden aykırı)\ {eT} sf. Korkak. [DLT] [KB]
m eydana gelen, elmastan sonra bilinen en sert olan korkma, [kork-ma] is. Korku duyma eylemi.
madde, A120 3 korkm ak1, [korî-mak > kor(ı)-k-mak] gçsz. f. [-ar]
koringön, [Erme, komkan] {ağız} is. Korunga. [DS] 1. {eT} Şiddetle savunmak; kendini korum ak için
korit, [? korit] {ağız} is. İki yaşma girmemiş erkek yoğun bir istek duymak. [DLT] [ETY] [EUTS]
keçi. [DS] [İKPÖy.] [Gabain] 2. Acı verici veya tehlikeli bir du
kork, [kork] {ağız} is. Bostan korkuluğu. [DS] rum yaratacağı düşüncesi ile bir şeyden korku
korkak, -ğı [kork-ak] sf. 1. Çok çabuk korkan; hiç duymak; şiddetli bir ürküntü içine düşmek; dehşete
korkulmam ası gereken şey veya durumlardan kor kapılmak. {eAT} {eT} (aynı) [EUTS] [KB] [DK] 3.
kuya kapılan; ödlek. 2. Cesaretsiz; yüreksiz. S Kaygı duymak; kaygılanmak; endişe etmek; endi
korkak bezirgan, Zarar edeceği korkusu ile giri şelenmek. 4. Sakınmak; çekinmek; saygı duymak.
şim de bulunamayan kimse.\\ korkak karga, Çok 5. Cesaret edememek; yapamamak, ö korka kor
çabuk korkuya kapılan, sinirli kimse. || korkak Ya ka, Korkarak; korku ile. || korkacak hiçbir şeyi
hudi, Çok korkak kimse. olm amak, Korkacak, çekinecek veya uygunsuz bir
korkakça, [kork-ak-ça] zf. 1. Korkaklıktan kaynak durumu bulunmamak.\\ korkar olmak, {eAT} K ork
lanan. 2. K orkak bir kimseye özgü olan; korkak bir m ak,|| korktuğu başına gelmek, İhtim al dahilinde
şekilde. olan, endişe ile düşünülen kötü durum gerçekleş
m ek.|| korktuğuna uğramak, Bir gün gerçek olur
korkaklık, -ğı [kork-ak-lık] is. 1. Korkak olma du
endişesi ile kendisinden çekinilen kötü bir durum
rum u; yüreksizlik; cesaretsizlik; ödleklik. 2. Kor
gerçekleşmek.
kakça davranış, ö korkaklık etmek, K orkak dav
ranmak; korkakça davranmak. korkmak2, [kor-(u)k-mak] {ağız} g ç sz.f. [-ar] (Ürün
korkalam a, [kork-ala-ma] is. Korkar gibi olma, için) sararmaya yüz tutmak. [DS]
korkalam ak, [kork-ala-mak] gçsz. f. [-r] [-l(ı)-yor] korkor, [Rus. kölokol [Tietze]] {ağız} is. Küçük zil.
[DS]
1. Biraz korkmak; korkar gibi olmak. 2. {ağız} K or
korkot, -du [? korkot] {ağız} is. 1. İri öğütülmüş
kuya kapılmak; korkmak. [DS]
m ısır unu; göçe. 2. İri öğütülmüş mısır unundan
korkata, [? korkata] {ağız} is. 1. İrice öğütülmüş
yapılan bir tür yemek; göçe aşı; göcaş. [DS]
m ısır taneleri. 2. Kara lahana ve m ısır unu ile yapı
korkota, [? korkota] {ağız} is. -* korkot. [DS]
lan bir tür yemek. [DS]
korku, [kork-mak > kork-ü] (korku:) 1. Bir tehlike
korkgu, [korî-mak > korı-k-mak > kor(ı)k-ğü] (ko-
veya tehlike düşüncesi karşısında duyulan ruhî sar
rıkğu:) {eT} is. Korku. [EUTS]
ö iM iiiic tm • 2749 KOR
sıntı; tedirginlik duygusu. {eT} {eAT} (aym) [EUTS] korkuluk', -ğu [kork-u-luk] sf. 1. Korku ile ilgili;
[Gabain] 2. Herhangi bir tehlike karşısında duyulan, korkuya ait. 2. is. Kuşlardan tarla veya bahçelerde
kaçma, kurtulm a gibi yönelmelere iten kaygı; ki ürünleri korum ak için dikilmiş insan şeklindeki
üzüntü. 3. Bir kötülük gelmesi ihtimalinin yarattığı kukla; oyuk; bostan korkuluğu. 3. Düşme tehlikesi
tedirginlik; kötülük ihtimali; tehlike; muhatara. 4. olan yerlerin çevrelerine takılan parmaklık. 4. K en
psikol. Yoğun bir acı, gerçek ya da beklenen bir disine verilen görevi yapamayan, ancak yer doldu
tehlike karşısında ağız kuruması, beniz sararması, ran; bulunduğu makamı gerektiği gibi yönetem e
kalp ve solunumun hızlanması gibi belirtilerle or yen kimse.
taya çıkan bazen de daha karm aşık fizyolojik deği
korkuluk2, -ğu [korku-luk jJyjjS] {OsT} sf. Korkulu,
şikliklerle kendini gösteren duygu. S korku bas
mak, Korkudan ileri geldiği sandan hastalıkları korkunca, [kork-unca {eAT} sf. Korkulacak;
tedavi etm ek amacıyla hastanın ağzına işaret p a r korkunç.
mağı sokularak üst çenesini üç defa yukarı kaldır korkuıicak, -ğı [kork-un-cak] {ağız} sf. (Hasta için)
mak, kulaklarını kapatarak üç defa yukarı kaldır ölme ihtimali olan. [DS]
m ak veya karnım açarak kasıklarım ovuşturmak. ||
korkunç, [korî-mak > korı-k-m ak > kor(ı)k-m-m ak
korku d ağlan bekler, H er yerde insan için korku
> kork-m-ç / korkunç] sf. 1. Korku veren; insanı
lacak şey vardır; korku her yerde varlığını hissetti
dehşete düşüren; korkulu; müthiş. {eT} (aym) [E-
rir. || korku damarı, Kasıklarda olduğu söylenilen
UTS] [KB] 2. (Taşıdığı bir özellik dolayısıyla) insa
ve sıkıldığı zaman korkunun atlatılacağına inanılan
nı şaşırtan; şaşkınlık veren. 3. Çok aşın; pek çok;
damar.\\ korkudan çıldırmak, Aşırı korku yüzün
şiddetli; güçlü. 4. Çok rahatsızlık veren; yoran. 5.
den aklını yitirmek; delirmek.\\ (içine) korku d ü ş
zf. Şaşkınlık verecek derecede,
mek, Olması muhtem el kötü bir şeyi düşünerek
kaygılanmak, üzülmek; korkuya kapılmak.\\ korku korkunççalık, -ğı [korkunç-ça-lık] {ağız} is. 1. K or
filmi, Seyircide korkuya dayalı heyecan yaratmayı kuluk. 2. Tüfek tetiğini koruyan yarım halka şek
amaçlayan film . || Korkunun ecele faydası yoktur. lindeki metal parça. [DS]
Kişi korkmakla başına geleceğe engel olamaz.\\ korkunçlaşma, [korkunç-la-ş-ma] is. Korkulacak bir
korku saçmak, Çevresinde bulunan herkesi kor- durum alma.
kutmak.|| korku salmak, K endisini bilen ve duyan korkunçlaşmak, [korkunç-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır]
herkeste korku yaratmak.\\ korku vermek, K or Kendisinden korku duyulacak bir durum almak;
kutmak; {eAT} (aynı).|| korkuya kapılmak, Korku korkulacak duruma gelmek,
içinde kalmak; kaygılanmak; endişelenmek.\\ kor korkunçlaştırm a, [korkunç-la-ş-tır-ma] is. Korkunç
kuya kesmek, Korkmak; korkuya kapılmak. durum a getirme,
korkucak, -ğı [kork-acak] {ağız} is. Bostan korkulu korkunçlaştırm ak, [korkunç-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-
ğu. [DS] ır] Korkunç duruma getirmek; korku duyulacak
korkucan, [kork-u-can] {ağızf sf. Korkak. [DS] hâle getirmek,
korkuculuk, -ğu [kork-ucu-luk] {ağız} is. Merdiven korkunçlug, [korkmç > korkmç-lığ] {eT} is. -*■ kor-
parmaklığı; korkuluk. [DS] kmçlıg. [EUTS]
korkudak, -ğı [kork-u(t)-ak] {ağız} is. 1. Bostan kor korkunçluk, -ğu [korkunç-luk] is. 1. Korkunç olm a
kuluğu. 2. Korkuluk. [DS] durumu; korkunç olan şeyin niteliği. 2. {ağız} M er
korkudunulmak, [korku-d-un-ul-mak diven pannaklığı. [DS]
{eAT} {OsT} edil.f. [-ur] Korkutulmak, korkunçsuz, [korkmç > korkınç-sız] {eT} sf. -*■ kor-
korkuldak, -ğı [kork-ul-da-lc] {ağız} is. -*■ korkudak. kmçsız. [EUTS]
[DS] korkunmak, [kork-mak > kork-un-mak] {eT} dönşl.
korkulma, [kork-ul-ma] is. Korkulm ak eylemi, fi [-ur] Korku duymak; korkusunu saklamak. [DLT]
korkulmak, [kork-ul-mak] edil. f. [-ur] 1. Korku korkusuz, [kork-u-suz] sf. 1. K orku duymayan; kor
duyulmak. {eT} (aym) [DLT] 2. Endişe edilmek; kusu olmayan; korkmayan; korkak olmayan; yü
kaygılanılmak. 3. gçsz. f. (Herhangi bir kimse için) rekli; cesur; pervasız. 2. Korku verecek herhangi
kendisinden korkmak. S korkulur, (Bir kişi veya bir durumu olmayan; tehlikesi olmayan; tehlikesiz.
şey için) ne yapacağı belli olmaz, kendisinden çe 3. Korkmadığını belli eden; korkusuzluğu yansıtan,
kinmek gerekir. korkusuzca, [kok-u-suz-ca] (korkusu ’zca) zf. Korku
korkulu, [kork-u-lu] sf. 1. K orku veren; korkutan; duymadan; hiçbir endişeye kapılmadan; kaygısız
ürkütücü. 2. Kendisinden kötülük gelebilen; tehli olarak.
keli. ö Korkulu rüya görmektense uyanık yat korkusuzluk, -ğu [kork-u-suz-luk] is. 1. Korkusuz
mak evlâdır. Tehlikeli bir işe girişmektense, o işin olma durumu; korkmama. 2. Korkmadan yapılan
getireceği kazançtan vazgeçm ek daha iyidir. hareket; ataklık; cesaret.
KOR m m c E H • 2TS0
korkuşm ak, [kork-mak > kork-uş-mak] {eT} işteş, fi kabı; mayalık. 2. İçinde kımız biriktirilen küçük
[-ur] Birbirinden korkmak. [DLT] testi. [DLT] 3. {ağız} M aya. [DS]
korkut', -du [? korkut] {ağız] is. 1. İri dolu tanesi. 2. korluk2, -ğu [kor-luk] is. 1. Kor olm a hâli. 2. {ağız}
U n bulamacındaki ezilmemiş un topakları. [DS] İçine kor konularak ısınmayı sağlayan araç; man
korkut2, -du [kork-ut] {ağız} is. Cin, şeytan gibi kor gal. [DS]
ku veren yaratıklar. [DS] korma, [kor-u-ma > korma] {ağız} is. Çalılardan te
korkuta, [? korkuta] {ağız} is. 1. İyi öğütülmüş mısır mizlenm iş küçük orman. [DS]
unu. 2. M ısır yarması. [DS] korm ak1, [kör-mak] {eT} gçl. fi. [-ur] Korumak; sa
korkutma, [kork-ut-ma] is. 1. Korkmasını sağlamak vunmak. [İKPÖy.]
eylemi. 2. huk. Tehdit, kormak2, [kor-mak] {ağız} gçl. fi [-ur] Terk etmek;
korkutm aca, [kork-ut-ma-ca] is. (Davranış veya bırakmak. [DS]
söylenen söz için) korkutmak amacıyla yapılan. korman, [körmen / korman] {ağız} is. Yaban pırasa
korkutm ak1, [kork-ut-mak gçl. fi. [-ur] 1. sı; bir tür sarımsak. [DS]
kormi, [? kormi] {ağız} is. Küçük, arkalıksız iskemle.
K orkmasını sağlamak; korkm asına neden olmak;
[DS]
korkuya yol açmak; korkuya düşürmek; dehşete
kormutçu, [kormut-çu] {ağız} is. 1. Hizmetçi. 2. A-
düşürmek; endişelendirmek. {eAT} (aym) 2. Korku
rabacı yamağı. [DS]
vererek yıldırmak; tehdit etmek; göz dağı vererek
sindirmek. {eAT} (aynı) korna, [İt. com o (boynuz boru)] is. 1. M otorlu araç
larla bisiklet ve fayton gibi araçlarda sesle uyarmak
korkutm ak2, [kork-ut-mak] gçl. f i [-ur] 1. {eAT}
için içinden hava geçirilerek öttürülen bir tür boru;
(Sıcak vb. için) etki etmek; dokunmak; irkiltmek.
klâkson. 2. Bu borudan çıkan ses.
2. {ağız} Haşlamak. 3. (Et için) tuzlayıp biraz pi
şirmek; börttürmek. [DS] kornapa, [? komapa] {ağız} is. Kenger. [DS]
korkutucu, [kork-ut-ucu] sf. Korku veren; korkuya kornea, [Lat. cornea] is. anat. Gözün saydam taba
düşüren; kaygıya sebep olan, kası.
korkuzan', [kor+kaz-mak > kor+kaz-an] {ağızj is. korner, [İng. comer] is. 1. Köşe. 2. ekon. Stok edil
Çağlayanların döküldüğü yüksek yer veya suların miş malları tek fiyata satarak aşırı kâr sağlamayı
taştığı bent. [DS] amaçlayan vurguncular arası anlaşma. 3. spor. Fut
bolda topun bir oyuncu tarafından kendi kale çizgi
korkuzan2, [kork-uz-an] {ağız} sf. Korkak. [DS]
si dışına çıkarılması ile karşı takımın kazandığı ve
korlam, [kor-lâ-m] (korlâ:m){ağız} is. Y ağmur
taç çizgisi ile avut çizgisinin kesiştiği köşeden ya
vb.nden korunm ak için sığınılan büyük kayaların
pılan serbest vuruş hakkı; köşe vuruşu. S korner
altındaki yerler. [DS]
atışı, spor. Futbolda topun bir oyuncu tarafından
korlamak, [kor-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r [-l(u)-yor] kendi kale çizgisi dışına çıkarılması ile karşı takı
1. Bir şeyin üstünü örterek; saklamak; korumak. 2. mın kazandığı serbest vuruş; köşe atışı.|| korner
Kapıyı arkadan sürmelemek; kilitlemek; dayakla direği, Köşe atışının yapılacağı yeri gösteren bay
mak. [DS] raklı direk.
korlanma, [kor-la-n-ma] is. K or oluşturmak eylemi. kornet, [İt. com etto (küçük boynuz)] is. 1. Huni;
korlanm ak1, [kör (kayıp) > kor-lâ-m ak > kor-la-n- dondurma külâhı. 2. müz. Pistonlu çalgılara verilen
mak] {eT} dönşl. f i [-ur] (Bir kayıp veya zarar için) ad.
acınmak. [DLT] kornetçi, [komet-çi] is. Kornet çalan müzisyen,
korlanm ak2, [kör (maya) > kor-lâ-mak > kor-la-n- korniş, [İt. comice > Fr. comiche] is. 1. Perde asma
m ak] {eT} dönşl. fi. [-ur] (Yoğurt için) mayalan ya yarayan tahta, metal veya plastikten yapılma
mak. [DLT] pervaz. 2. Kayalık, sarp çıkıntı. 3. Bir kapı, pencere
korlanm ak3, [kor-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] (Odun ve veya duvar kenarlarını süsleyen üst üste binmiş
köm ür için) yanarak kor oluşturmak. oyuklardan oluşan silme,
korlanm ak4, [kor-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır] Bir kornişçi, [komiş-çi] is. Korniş yapan ve satan kimse,
şeye iyice alışmak; dadanmak; düşkün olmak; tir kornişçilik, -ği [komiş-çi-lik] is. Kornişçinin işi ve
yaki olmak. [DS] mesleği.
korlaşma, [kor-la-ş-ma] is. K or hâline dönüşme, kornişon, [Fr. comichon] is. Bir tür salatalık,
korlaşm ak', [kor-la-ş-mak] dönşl. fi. [-ır] (Odun korno, [ît. com o (boynuz)] is. 1. Eski Venedik ve
veya kömür için) yanarak kor hâline dönüşmek. Ceneviz dukalarının başlarına giydikleri koni bi
korlaşmak2, [kor-la-ş-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır] 1. çimli külâh. 2. Eskiden bir savaş çağrı aracı olarak
B ir işe koyulmak. 2. Bir şeye iyice alışmak; tirya kullanılan boynuz veya fil dişi. 3. müz. Bir ağızlık
kisi olmak; o maddenin düşkünü olmak. [DS] ile kendi üzerine dolanmış uzun bir boru biçiminde
korluk1, [kör (maya) > kor-luk] {eT} is. 1. Maya olan ve ağzı genişçe açılan konik bir ağızdan mey
lIH IIC fS IW fi. 2751 KOR
dana gelen bakır üflemeli çalgı. 4. Korno çalan sa korsam ba1, [? korsamba] {ağız} is. Çarpmaktan m o
natçı. raran deri üstüne bastırılan sıcak ve ıslak bez. [DS]
kornocu, [korno-cu] is. Korno çalan sanatçı; korno, korsamba2, [? korsamba / karsamba] {ağız} is. 1.
koro, [Yun. khoros (dans) / İt. coro] (c o ’ro) is. 1. Bir Evlendirme. 2. Hayvanları çiftleştirme. [DS]
m üzik eserini icra etm ek üzere bir araya gelmiş korsan1, [Lat. cursus > İt. corsaro (akın)] is. 1. Kendi
topluluk. 2. Böyle bir topluluğun söylediği söz, ulusunun veya başka ulusların gemilerine saldıran
şarkı veya icra ettiği müzik. 3. Dinî görevle şarkı deniz haydudu. 2. mecaz. Başkalarının hakkını zor
söyleyen ses topluluğu. 4. Bir manastırda, görevi kullanarak gasbeden kimse. 3. sf. mecaz. Bir hakkı
koroda söylemek olan rahip ve rahibeler topluluğu. izinsiz olarak kullanan. 4. huk. Korsanlık suçu işle
5. Kilisede mihrap etrafında m erasim in yapıldığı ve yen kimse, t? korsan radyo, Kendisine tahsis
rahibin bulunduğu kısım, edilmemiş bir dalga uzunluğundan yayın yapan
korocu, [koro-cu] is. K oroda şarkı söyleyen sanatçı, verici. || korsan yayın, Yasal olmayan yollardan,
korob, [Bul. koftor / kovtor [Tietze] => korob] {ağız} izinsiz ve başkalarının hakkını gasbederek yayın
is. K ır evi; kulübe. [DS] lanmış eser.
korok, -ğu [korok] {ağız} is. Bekçi; korucu. [DS] korsan2, [ko-mak > kor-sa-n] {ağız} e. Oysa; sanki.
korona, [? korona] {ağız} is. Zavallı. [DS] [DS]
korov, [korov] {ağız} is. Baykuş. [DS] korsanguç, -cu [kor > kor-sa-n-guç] {ağız} is. Fırın
koroydo, [Yun. koroido] sf. argo. Budala; sersem; daki ateşi karıştırmakta kullanılan uzun sırık. [DS]
ahmak. korsankuç, -cu [kor > kor-s-an-kuç] {ağız} is. -*■
korozyon, [Fr. corosion] is. kim. Kimyasal ya da korsanguç. [DS]
elektrokimyasal etkilerle metal yüzeylerde m eyda korsanlık, -ğı [korsan-lık] is. 1. Korsanın yaptığı iş.
na gelen aşınma; yenim, 2. Korsan olm a durumu. 3. B ir hakkı izinsiz olarak
körpe, [körpe / körpe] {ağız} is. Körpe; taze; küçük; kullanma.
genç. [DS] korse, [Lat. corps (beden) > Fr. corset (gövde biçi
korporasvon, [Lat. corporare (ete kemiğe bürün mindeki çamaşır)] (k o ’rse) is. 1. Güzellik, sağlık
dürmek) > Fr. corporation] is. Bir mesleğin usta, vb. sebeplerle giyilen vücudun göğüs, bel ve kalça
kalfa, çırak gibi bütün üyelerini içinde toplayan kısımlarını sıkarak ince göstermeye yarayan esnek
meslek kuruluşu; lonca, iç çamaşırı. 2. Göğüs ve sırtı koruyan, bel ve ba
korporatif, [Fr. corporatif] sf. M eslek örgütleriyle, cakları açıkta bırakan zırh,
demeklerle; loncalarla ilgili olan, ö korparatif korseci, [korse-ci] is. Korse yapan ve satan kimse,
rejim, Loncalara ve lonca örgütlenmesine dayalı korsecilik, -ği [korse-ci-lik] is. Korse yapım ve satış
siyasi düzen. işi.
korporatist, [Fr. corporatiste] is. 1. Korporatizmle korseli, [lcörse-li] sf. Korsesi bulunan; korse takm ış
ilgili. 2. sf. (Kişi veya toplum için) korporatizm olan.
yanlısı; korporatizmi benim sem iş olan, korsesiz, [korse-siz] sf. Korsesi bulunmayan; korse
korporatizm, [Fr. corporatisme] is. Bireyciliğe ve giymemiş olan.
kollektivizme karşı olarak m esleklerin örgütlenme korsuz1, [kör (kayıp) > kor-suz] {eT} sf. Ziyansız;
sine dayanan ve yönetimde m eslek örgütlerinin zararsız. [EUTS]
hakimiyetini esas alan ekonomik ve sosyal kuram, korsuz2, [kor-suz] {ağız} sf. Ahlaksız; terbiyesiz. [DS]
korpus, [Lat. corpus (beden) > İng. corpus] is. Bir kort1, [kork (yans) > kort] {ağız} is. Kuluçka. S1 kort
alandaki kitabî bilgilerin tümü; tam literatür, basmak, {ağız} l. Kuluçkaya yatmak. 2. Tembellik
korramak, [kor-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-r(ıı)-yor] etmek. [DS]|| kort kort yürümek, {ağız} Çalımlı ve
Örtmek; bastırmak. [DS] kurumlu olarak yürümek. [DS]
korranmak, [kor-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Bi kort2, [? kort] {ağız} is. 1. Hiç sürülmemiş ya da yıl
risinden ayrılınca, onun için üzülmek, tasalanmak. larca işlenmemiş topraktan yeni açılan tarla. 2. U-
[DS] zun süre sürülmemiş toprak. 3. Çayırlık; çimenlik.
korruh, [kor-mak2 > kor-luk > korruh] {ağız} is. [DS]
Sıkıntı. S korruh çekm ek, {ağız} Sıkıntı çekmek. kort3, [? kort] {ağız} is. Çukur; çukurluk. [DS]
[DS]
kort4, [Lat. cohors (iç avlu) > İng. court] is. U zunlu
korsak1, -ğı [kor-sa-k] {ağız} sf. (Yer için) sulak. ğu 23,77 m., genişliği 8,23 m. olan bir dikdörtgen
[DS]
biçiminde düzenlenmiş kapalı veya açık tenis oyun
korsak2, -ğı [kor-sa-k] {ağız} is. Maşa. [DS]
alanı; tenis sahası,
korsal, [kor > kor-sa-1] {ağız} is. Sac üzerindeki
korta, [Slav, körito [Tietze]] {ağız} is. 1. İçinde üzüm
ekmeği çevirmekte kullanılan araç; evirgeç. [DS]
çiğnenen şıra teknesi. 2. Şırahane; şaraphane. [DS]
KOR • 2752
kor ta n 1, [? kortan] {ağız} is. Diklemesine kesik yal korucu, [koru-cu ^ j j ^ ] is. 1. Kırsal bölgelerde or
çın kayalar. [DS]
m an veya ekili alanların korunm ası ile görevli bek
kortan2, [kutan] {ağız} is. Pelikan kuşu. [DS] çi; kır bekçisi. 2. huk. K öy sınırları içinde can ve
kortarmak, [kot-ur-mak (boşaltmak) > kotar-mak > mal güvenliğini sağlamak amacıyla m uhtarın em
kortar-m ak {OsT} {ağız} gçl. f. [-ır] Ko rinde çalışan görevli. 3. Olağanüstü hâl bölgesinde
tarmak. [DS] yöre halkından seçilerek güvenliği sağlamak üzere
korte, [İt. corte] (ko ‘rte) is. Ciddi olmayan aşk; âşık görevlendirilen kimse. 4. tar. İm paratorluk döne
taşlık; flört. S korte etmek, Aşıktaşlık etmek; flö rt m inde saraya ait koru ve çayırlan korum akla gö
etmek. revli kimse. 5. tar. Eskiden sefer sırasında ülkenin
kortej, [İt. corteggio (hükümdarın mahiyeti) > Fr. güvenliğini sağlamak ve sefere gidenlerin işlerini
cortege] is. 1. Bir devlet büyüğünün yanında bulu yürütmek için yerlerinde kalan yeniçeriler. 6. {eAT}
nan kimseler; alay; maiyet alayı. 2. Bayram, cenaze Muhafız.
vb. sebeplerle sıra hâlinde giden insan topluluğu, koruculuk, -ğu [kora-cu-luk] is. K orucunun yaptığı
korteks, [Lat. cortex (ağaç, meyve kabuğu) > Fr. iş ve görevi.
cortex] is. anat. 1. Bir organın dış zarı. 2. Beyin korug, [kör-mak > kor-uğ] {eT} is. Korunma. [KB]
zarı. korugan1, [koru-gan] is. 1. Ağaç gövdeleri ile ya
kortik, -ği [? kortik] {ağız} is. 1. Yaylalardaki çukur pılmış, çevresine çukur açılarak çeşitli tehlikelere
ve alçak yerler. 2. Çukur. [DS] karşı korunaklı hâle getirilmiş kare biçimli ev. 2.
kortikoit, -di [Fr. corticoîde] is. biy. kim. Böbrek as. Muharebede düşmanı gözetlemekte kullanılan,
üstü bezinin salgıladığı hormonlar; kortikosteroit. ateş etm ek için mazgalları bulunan, düşman ateşin
kortikosteroit, -di [Fr. corticosteroîde] is. biy. kim. den korunabilm ek için beton, taş veya ahşaptan
Kortikoit. yapılmış korunaklı yer; istihkâm.
kortizol, -lü [Fr. cortisol] is. biy. Böbreküstü bezinin korugan2, [koru-gan] {ağız} is. Otunu biçm ek için
korteksinden salgılanan protein, karbonhidrat ve korunan tarla. [DS]
yağ metabolizmasını düzenleyen çok yönlü etken korugçı, [kor-uğ-çı] {eT} is. Korucu; bir koruyu ko
bir hormon. ruyan. [DLT]
kortizon, [Fr. cortisone] is. Böbrek üstü bezinin ka korugjın, [Moğ. korğolci => koruğjîn] (koruğjı.n)
buk bölgesince salgılanan, iltihaplanmayı önleyici {eT} is. Kurşun. [DLT]
özellikleri olan hormon, k oruk1, -ğu [? koruk / Far. güre ?] is. 1. Olgunlaş
kortizonlu, [kortizon-lu] sf. (İlâç vb. için) birleşi mam ış üzüm; ham üzüm; ekşi üzüm. 2. Yemeklere
m inde kortizon bulunan. S kortizonlu ilâç, İltihap ekşilik verm ek için limon tuzu yerine kullanılan
lanmaların, yaralanmaların, alerjik hastalıkların ekşi pekmez. S koruğunu almak, {ağız} B ir şeyi
tedavisinde kullanılan ve içinde kortizon bulunan bol bol, kana kana yemek. [DS]|| koruk lüferi,
ilâç. Ağustos ayında avlanan turfanda lüfer. || koruk
kortlak, -ğı [kort-la-k] {ağız} is. Kuluçka tavuk. [DS] suyu, Olgunlaşmamış üzümlerin ezilmesiyle elde
kortlan, [kort-la-n] {ağız} is. Kayalarda küçük oyuk edilen ve çoğu zam an limon yerine kullanılan öz
lar. [DS] sm.|| koruk şerbeti, K oruk suyuna şeker ve su kat
kortlangoz, [Yun. khohliankhos] {ağız} is. Salyan m ak suretiyle yapılan bir içecek.
goz. [DS] koruk2, -ğu [koru-k] {ağız} is. 1. Zeytinin çiçeğini
kortmuk, -ğu [kort-muk] {ağız} is. Duvarlarda veya döktükten sonra kalan küçük meyveleri. 2. sf. Yeni
kayalarda açılan oyuklar. [DS] yetişm ekte olan; genç; taze. 3. (Kabuklu meyveler
için) içi boş. [DS]
kortnuk, -ğu [kort-(u)n-uk] {ağız} is. Kapaksız kü
çük dolap. [DS] koruk3, -ğu [koru-k] {ağız} is. 1. Çiftçilerin tarla
kenarlarına, çobanların dağ tepelerine taşları birbiri
kortol, [Rus. kartofel] {ağız} is. 1. Patates. 2, sf. (Kişi
için) bayağı. [DS] üzerine koyarak yaptıkları işaret. 2. Otunu biçm ek
için korunan tarla; koru, korunak. 3. Koruluk; or
kortuk, -ğu [kort-uk] {ağız} is. Çukur. [DS]
man. 4. Korunan ve bakımı yapılan tarla ya da a-
koru1, [kör-mak > kor-ü] {eT} is. Demir dikeni deni
ğaçlık yer. [DS]
len bitkinin pıtrak denilen meyvesi. [DLT]
korukçı, [korı-ğ > korığ-çl] (korığçı:) {eT} is. -*
koru2, [eT. korî-mak > korı-ğ > koru] is. 1. Bakımlı
kongçı. [Nevâyî]
ve korunaklı küçük orman; koruluk. {eAT} (aym) 2.
korukçu, [koru-k-çu] {ağız} is. Korucu; kır bekçisi.
Fidan veya tohum dan düz ve yüksek gövdeli ağaç
[DS]
üretmeye yarayan orman. 3. {ağız} Korunan yer;
korukm ak1, [korî-mak > korı-k-mak] {eT} gçsz. f. [-
korunak. [DS]
ur] -*■ korıkmak. [OKD]
korucak, -ğı [koru-cak] {ağız} is. Kurum; is. [DS]
a f f ı lü fflic t s o m «2753 KOR
korukmak2, [koru-k-mak] {ağız} gçsz. f. [-ur] Yeme korumak, [eT. korî-mak / koru-mak] (koru;mak) gçl.
isteği artmak. [DS] f. [-ur] 1. Bir şeyi veya birini bir tehlikeden, zarar
korukturmak, [koru-k-tur-mak] {ağız} gçl. f. [-ur] dan, dış etkilerden veya zor bir durumdan uzak tut
Körleştirmek. [DS] mak; esirgemek; muhafaza etmek; sıyanet etmek;
korulamak, [koru-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(u)- vikaye etmek. {eT} (aym) [KB] [Gabain] 2. Bir yeri
yor] 1. Otlağın çevresine taştan işaretler koyarak veya bir şeyi tehlikelere karşı savunmak; denetim
otlağı korumak. 2. Beklemek. [DS] altında bulundurmak; muhafaza etmek. 3. Bir yeri
korulanmak, [koru-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] veya orada bulunanların güvenliklerini sağlamak;
Çok yemeğe alışmak. [DS] bütünüyle güvenlik altına almak. 4. Gelebilecek
herhangi bir tehlike, hastalık vb.ne karşı önlem al
koruldurmak, [kor-ul-mak > kor-ul-durmak] {eT}
mak; dayanıklılığını arttırmak; tehlikeleri önlemek;
gçl.f. [-ur] Bozmak; zarar vermek. [Üç İtigsizler]
zararlılara karşı savaşmak. 5. (Güçlü b ir kimse ve
korulmak, [kör (kayıp) > kor-ul-mak] {eT} edil. f. [-
ya kuruluş için) nüfuzunu kullanarak güçsüz birini
ur] Bozulmak. [Üç İtigsizler]
her türlü tehlike ve olumsuzluklara karşı himaye
koruluk, -ğu [koru-luk] is. 1. K oru hâlinde sık ağaçlı
etmek; desteklemek; koruyuculuk etmek; kayır
yer. 2. {ağız} Sahibi olan toprak. [DS] 3. {ağız} Otu
mak; eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmek; suçlu
biçilmek için korunan tarla. [DS] 4. {ağız} Sahip
durum a düşmesine engel olmak. 6. İnsanlık için
çıkılan tarla. [DS]
yararlı olan bir etkinliğe veya sanat çalışmalarının
korum, [koru-m] {eT} is. 1. A ğır ve büyük kaya. gelişmesine malî yönden katkıda bulunmak; yar
[DLT] [KB] 2. Mal yığını. [DLT] 3. {ağız} Dağların dım etmek; onları desteklemek; himaye etmek. 7.
sarp yamaçlarındaki düzlükler. [DS] 4. {ağız} Tepe B ir yiyecek maddesini uzun süre bozulmadan sak
üstünde, yaylam ağa ve tarım a elverişli düzlükler. lamak. 8. mecaz. Bir şeyin iyi ve sağlam durumda
[DS] 5. {ağız} U çurumlarda, yalnız keçilerin geçebi kalması için eskimesini, yıpranmasını önlemek
leceği biçimde basam ak gibi setler. [DS] S korum amacıyla gerekli özeni ve dikkati göstermek. 9.
yeli, {ağız} 1. Karayel. 2. Kuzeydoğudan esen yel. mecaz. Süregelen bir durumun değişikliğe uğram a
[DS]
sına engel olmak; başlangıçtaki durum ve konum u
koruma, [koru-ma] is. 1. K orum ak eylemi. 2. Bir nun aynen kalm asını sağlamak. 10. mecaz. H arca
şeyi saklamak, korum ak ve zarar görmesi muhte nan emek veya yapılan m asraf ile kazanç denk
mel tehlikelere karşı alm an önlemlerin tümü. 3. Bir gelmek; birbirini karşılamak; tekabül etmek. 11.
kimseyi tehlike veya kendisine yapılacak kötülük {ağız} Yetmek; yetişmek; ancak idare etmek. [DS]
lere karşı korumak, savunm ak veya bu yolla kendi 12. {ağız} Kızmak; gücenmek. [DS]
sine sağlanan destek ve yardım. 4. Can güvenliği
korumalı, [koru-ma-lı] sf. Koruması bulunan; koru
tehlikede bulunan bir kim seyi saldırılara karşı ko
nan. fi1 korumalı ek, dbl. Ünlü ile biten kö k ve
rumak üzere görevlendirilen kişi; korum a görevlisi.
gövdelere koruma ünsüzü ile birlikte gelen ve ünlü
S koruma görevlisi, Önemli bir kimseyi saldırıla
ile başlayan ek. bahçe-y-i
ra karşı korum ak üzere görevlendirilm iş özel do
korumalık, -ğı [koru-ma-lık] is. Koruma sağlayan
nanımlı ve eğitimli kişi; koruma.\\ koruma polisi,
şey; korunak,
Can güvenliği tehlikede olan bir devlet adamını
veya başka bir kim seyi saldırılara karşı korumak korumcu, [koru-m-cu] {ağız} is. Su bekçisi. [DS]
üzere görevlendirilen eğitimli ve özel donanımlı korumlug, [korum-luğ] {eT} sf. Taşlı; çakıllı. [DLT]
polis.\\ koruma ünsüzü, dbl. Ünlü ile biten bir ke korun, [koru-n] is. Ü st derinin en dışta kalan tabaka
limeye ünlü ile başlayan bir ek geldiğinde araya sı; boynuzsu tabaka; tabaka-i karniye. ® korun
giren -y- ünsüzü; bağlantı ünsüzü; bağlayıcı ünsüz; dokusu, anat. Korun tabakası ile bu tabakanın de
koruyucu ünsüz. ğişim iyle oluşmuş tırnak, boynuz gibi kısımları ya
korumacı, [koru-ma-cı] sf. 1. Bir ülkenin tarım, pan doku.
ticaret ve sanayi gibi ekonomik faaliyetlerini dış korunak, -ğı [korun-mak > korun-ak] is. Bir tehlike
rekabet karşısında desteklem ek amacıyla gümrük den korunm ak için girilen, sığınılan, saklanılan ya
vergilerini arttıran ve girecek yabancı m allan sınır pı, kovuk, m ağara vb. yer; sığınacak yer; (1935)
landıran; himayeci. 2. (Kişi veya parti için) koru {ağız} (aym). [DS]
macılık yanlısı olan; himayeci, korunaklı, [koru-n-ak-lı] sf. Korunmayı sağlayacak
korumacılık, -ğı [koru-ma-cı-lık] is. 1. Korumacının nitelikte olan,
işi ve eylemi. 2. Bir ülkenin tanm , ticaret ve sanayi korunaksız, [koru-n-ak-sız] sf. 1. Korunmayı sağla
gibi ekonomik faaliyetlerini dış rekabet karşısında yam ayacak durumda olan. 2. (Kişi için) korunmak,
desteklemek amacıyla gümrük vergilerini arttm na sığınmak için bir korunağı bulunmayan,
ve yurda girecek yabancı malları sınırlandırma gibi koruncak, -ğı [koru-n-cak] is. İçinde yiyecek vb. şey
tedbirlerin bütünü; himayecilik. saklanan yer veya kap.
KOR Ö l ü l ü l Ü l C t S Ö İ M • 2754
korunga, [Erme, komkan] is. Baklagillerden kazık tilmesini amaç edinen tıp dalı. || koruyucu ilâç, Bir
köklü, birleşik yapraklı, yuvarlak gövdeli, çiçekleri asalağı konağa geçm eden dış ortamda y o k eden
yapraklarının gövdesinden çıkan uzun bir sapın ilâç.|| koruyucu m adde, Gıdaların bozulmasını
ucunda salkım oluşturan, tacı gül pembesi rengin önleyen veya geciktiren katkı maddesi.\\ koruyucu
de, yem değeri yüksek, çok yıllık otsu bitki; üç gül; ruh, folk. Kesilen kurbanın ruhunun koruyucu bir
tirfil; {ağız} (aynı), (Onobrychis sativa). [DS] görev üstleneceğine ilişkin yaygın halk inancı. ||
korungalık, -ğı [korunga-lık] is. Korunganın bol ol koruyucu ünsüz, dbl. Ünlü ile biten bir kelimeye
duğu yer; korunga çayırı, ünlü ile başlayan bir ek geldiğinde araya giren -y-
korunma, [koru-n-ma] is. 1. Korunmak eylemi. 2. ünsüzii; bağlantı ünsüzü; bağlayıcı ünsüz; koruma
Sığınma; sakınma. 3. Himaye edilme; kayrılma. 4. ünsüzü.
biy. Canlıların olumsuz etkenlerden veya saldırgan koruyuculuk, -ğu [koru-y-ucu-luk] is. Koruyucu
bir canlının saldırısından kendilerini korum a işlevi. olm a durumu; korum ak eylemi; himaye,
5. tıp. Çeşitli hastalıkların kişide veya toplumda or koruyuş, [koru-y-uş] is. K orum ak eylemi veya biçi
taya çıkmasını, yayılmasını önleyen doğrudan tek mi.
niklerin tümü, korvet, [Holl. Korver (gemi adı) > Fr. corvette] is. 1.
korunm ak', [korî-mak > korı-n-mak] {eT} dönşl. fi Firkateynden daha küçük fakat aynı donanım a sa
[-ur] Eli sıkılık etmek; cimrileşmek. [DLT] hip yelkenli savaş gemisi. 2. Günümüzde, denizal-
korunmak2, [korî-mak > koru-n-mak] dönşl. fi. [-ur] tılara karşı özel silâhla donatılmış olan ve konvoy
1. Kendini zarar gelecek bir şeyden, durumdan ve lara refakat amacıyla kullanılan küçük ve hafif sa
ya tehlikeden korumak; sığınmak; sakınmak; ken vaş gemisi.
dini korumak, {ağız} (aym) [DS] 2. Gebe kalmayı koryat, [hoyrat / horyat] {ağız} is. Hoyrat. [DS]
önlem ek için uygun tekniklerden birini kullanmak. korz, [? korz] {ağız} is. Saban ya da pulluğun toprak
3. edil. fi Başkası tarafından koruması sağlanmak; ta açtığı iz. [DS]
güvenlik altında bulundurulmak. 4. edil. Nüfuzlu korza, [İt. croce] (ko ’rza) is. dnz. Su içinde iki zinci
biri tarafından destek ve yardımda bulunulmak; hi rin birbirine takılması ve dolaşması hâli,
m aye edilmek. 5. (Eşya, bina vb. için) aynı durum korzoğlu, [kor+zeval] {ağız} is. -* kor zeval. [DS]
da kalması, niteliklerini yitirmemesi, bozulmaması
korzovul, [kor+zeval] {ağız} is. -*■ kor zeval. [DS]
sağlanmak.
korzövil, [kor+zeval] {ağız} is. -* kor zeval. [DS]
korunmuş, [koru-n-muş] sf. Hakkında korum a ey
kos', [kos (yans.)] is. Çalımlı yürümeyi, caka satma
lem i yapılmış olan; korunan,
yı, kibirli olmayı, böbürlenmeyi anlatan kök. [Zül
koruntu, [koru-n-tu] {ağızf is. Sığınak; sığınacak yer.
fikar] kos-a-la-k, kos-al-mak, kos kos etmek, kos-ta-
korunuk, -ğu [koru-n-uk] {ağız} sf. İyi bakılmış; ko k
runmuş. [DS]
kos2, [kos] {ağız} is. Y ara üstündeki kabuk. [DS]
korunum, [koru-n-um] is. K orunmak hareketi. 0
kos3, [kos] {ağız} is. Kapıya arkadan vurulan dayak;
korunum kanunu, /;z. Ölçülebilen bir büyüklüğün
ağaç sürgü. [DS]
fiziksel bir gelişim boyunca değişmeden kaldığım
kos4, [Far. ğavz] {ağız} is. 1. Üzüm bağı. 2. Ceviz.
ifade eden fiz ik yasası.
[DS]
koruş, [Sansk. kroşa] {eT} is. Çağırma. [EUTS]
kosa1, [Yun. khosa / Bul. kosa] {ağız} is. Uzun saplı
korut, -du [koru-t] {ağız} is. Bir iki yaşlarında erkek büyük orak; tırpan. [DS]
keçi yavrusu; erkek oğlak. [DS]
kosa2, [? kosa] {ağız} is. Saç örgüsü. [DS]
korutmak, [koru-t-mak {eAT} gçl. fi. [-ur] 1. kosa3, [köse] {ağız} is. Köse sakal; köse. [DS]
Korumak; muhafaza etmek. 2. {ağız} (Meyve için) kosak', -ğı [Yun. khosa / Bul. kosa => kosak] {ağız}
olgunlaşm ası için saklamak. [DS] 3. {ağız} gçsz. fi is. Küçük balta; herhangi bir kesecek. [DS]
Yetmek; yeterli gelmek; elvermek; işe yaramak. kosak2, -ğı [kös-mek > kos-ak] {ağız} is. Gevşek
[DS] toprak. [DS]
koruyucu, [koru-y-ucu] sfi 1. Koruyan; korumak ey kosalak, -ğı [kos (yans.) > kos-al-ak] {ağız} sf. Gu
lemini yapan; muhafız. 2. B ir şeyin dış etkilere rurlu; çalımlı. [DS]
karşı zarar görmeden kalmasını sağlayan. 3. (Güçlü
kosalmak, [kos (yans.) > kos-al-mak] {ağız} gçl. fi [-
biri için) bir kimseyi kollayan, kayıran, destekle
ır] Gururlanmak. [DS]
yen; himaye eden; hami. 4. is. M uhafaza eden kim
kosaltılı, [kos (yans.) > kos-al-tı-lı] {ağız} is. Gurur
se; muhafız. S1 koruyucu büyü, folk. K ötü etkiler
lu; çalımlı. [DS]
den korunmak amacıyla başvurulan büyü türü. ||
kosat, [Slav, kusâtak] {ağız} is. Kesilen daim ağaçta
koruyucu hekimlik, tıp. Halkın veya bireylerin
kalan bölümü. [DS]
hastalığa yakalanm alarını önlemeyi, ortalama öm
rün uzatılmasını ve ülkenin sağlık düzeyinin yüksel kosbak, -ğı [kos (yans.) > kos-(ı)t-ak] {ağız} sf. 1. İyi
O İ M T i i I t t S O M . 2755 KOS
giyimli; yakışıklı; çalımlı. 2. Yiğit; yürekli; kaba kosnak, -ğı [kas(ı)n-ak / kos(u)n-ak] {ağız} is. K as
dayı. [DS] nak. [DS]
kosbir, [? kosbir] {ağız} sf. U fak tefek; sıska. [DS] kosot, -du [Slav, kusâtak [Tietze]] {ağız} is. 1. Kütük.
kosdak, -ğı [kos-(u)t-ak] {ağız} s f -*■ kostak. [DS] 2. Eski süpürge. 3. Kısa saç. [DS]
kose, [köse] {ağız} is. -*■ köse. [DS] kossak, -ğı [koç-sa-k] {ağız} sf. (Koyun için) çiftleş
kosengi, [köseği / köseni] {ağız} is. Ateş karıştırılan meye istekli. [DS]
ucu yanmış odun. [DS] kosso, [? kosso] {ağız} sf. 1. (Kişi için) iri yan; hey
kosere, [kös-ür-e] {ağız} is. Bileği taşı. [DS] betli. 2. is. Ayı. [DS]
kosga, [kos (yans.) > kos-ka / kos-ga] {ağız} is. Ka kostak, -ğı [kos (yans.) > kos-(u)t-ak] {ağız} sf. 1.
badayı; yürekli; yiğit. [DS] Güzel giyinmiş; zarif; kibar; çalımlı; yakışıklı;
kosı, [kosı] {ağız} is. Kuluçka. [DS] alımlı; süslü. 2. Kendini beğenmiş; kurumlu; onur
kosık, [Far. kusük => kusık / kuzuk] {eT} is. -*■ kusık. lu. 3. Kabadayı; yiğit; yürekli. [DS]
[DLT] kostaklanma, [kostak-la-n-ma] is. Çalım satma;
kosıklamak, [kusık-lâ-mak] (kosıkla:mak) {eT} gçl. f . kibarlık taslama,
[-ur] -*■ kusıklamak. [DLT] kostaklanmak, [kostak-la-n-mak] {ağız} dönşl. f . [ -
kosıklıg, [kusık-lığ] {eT} sf. -*■ kusıglıg. [DLT] tr] Çalım satmak; kibar görünmeye çalışmak; gös
kosi, [? kosi] {ağız} is. Kuluçka tavuk. [DS] teriş yapmak. [DS]
kosinüs, [Fr. cosinüs] (ko ’sinüs) is. mat. (Açı için) kostaklı, [kostak-lı] {ağız} sf. Kabadayı; yürekli; yi
bir dik üçgende kom şu dik kenarın hipotenüse ora ğit. [DS]
nını veren fonksiyon; sembolü: cos. kostalak, -ğı [kos(u)t-al-a-k] {ağız} sf. Yiğit; kabada
kosist, [Fr. cosiste] is. Depremde bir sarsıntısının ay yı. [DS]
nı anda duyulduğu bütün noktaları birleştiren çizgi, Kostantinlye, [Ar. Kostantiniyye] is. İstanbul’un es
koska, [kos (yans.) kos-ka] {ağız} sf. İyi giyimli; ki adı.
yakışıklı; çalımlı. [DS] köstek, -ği [kös(ü)t-ek] {ağız} is. Köstek. [DS]
koskoca, [ko(s)+ko/ca] (k o ’skoca) sf. pekşt. 1. Çok kostetmek, [Ar. kaşd + et-mek ] {ağız} gçl. f. [-er]
büytik; çok iri; muazzam; devasa. 2. Boyca çok
K ötülük etmek; kin bağlamak. [DS]
uzun.
koster, [İng. coaster] is. dnz. Kıyı lim anlan arasında
koskocaman, [ko(s)+ko/caman] (k o ’skocaman) sf.
yük taşım ak üzere inşa edilmiş ve donatılmış küçük
pekşt. 1. Çok büyük; çok iri; muazzam; devasa. 2.
tonajlı (300 grostonun altında) yük gemisi,
Geniş; büyük. 3. Kalabalık,
kostik, -ği [Yun. koustikos (yakıcı) > Fr. costique] sf.
koskoç, -cu [? koskoç] {ağız} is. N ilüfer çiçeğinin
1. Bitki ve hayvan dokularını yakıp aşındıran. 2. is.
meyvesi. [DS]
kim. Sodyum hidroksit, NaOH. 3. is. fiz. Uzayda
koskol, [kos+kol ?] is. Daldırma tekniğiyle sırlanan
aynı noktadan çıkan bir demet ışık ışınlarına teğet
seramiklerin, fazla sırlarının akması için üzerine
düşen yüzey.
yerleştirildikleri üçgen biçimindeki uzun tahtalara
kostikleme, [kostik-le-me] is. kim. 1. Sulu ve alkali
Kütahya’da seramikçilerin verdiği isim,
bir karbonat çözeltisini sönmemiş kireç etkisine
koskon, [kuskun] {ağız} is. Eyerde atm kuyruğu al
tabi tutarak sulu bir baz çözeltisine dönüştürme. 2.
tından geçirilen kayış parçası. [DS]
tekst. Pamuğun boyar maddelere karşı gösterdiği
koskos, [kos+kos] {ağız} sf. 1. Çalımlı; iyi giyinmiş; farklılıkları gidermek için pamuklu dokum alan
güzel ve yakışıklı. 2. Kollarını sallayarak çalımlı sudkostikle işleme tabi tutma,
çalımlı yürüyen; kabadayıca salınarak yürüyen. 3.
kostil, [? kostil] {ağız} is. Patates. [DS]
Atların rahvanla dörtnal arası yürüyüşü; çalımlı
köstü, [köstü / küssü] {ağız} is. Köstebek. [DS]
yürüyüş. 4. Geveze; dalkavuk. 5. Yaşlı; dişsiz. [DS]
S1 koskos etmek, {ağız} K ıvanç duymak; kurulmak. kostüm, [Lat. consuescere (adet edinmek) > İt.
[DS]|| koskos yürümek, {ağız} Caka satarak yü rü costume / Fr. costüme] is. 1. ceket ve pantolondan
mek. [DS] ibaret erkek elbisesi. 2. Genellikle sokakta giyil
mek üzere dikilmiş kadın elbisesi. 3. tiy. Tiyatro,
koskoslamak, [kos+kos-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r]
sinema ve televizyon oyuncularının rolleri gereği
[-l(u)-yor] Böbürlenmek; kibirlenmek. [DS]
giym ek zorunda oldukları elbise,
koskoslu, [kos+kos-lu] {ağız} sf. Karışık. [DS]
kostümcü, [kostüm-cü] is. 1. Kostüm diken, hazırla
koslamak, [kos3 > kos-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-
yan veya satan kimse. 2. tiy. Oyuncularının rolleri
l(u) -yor] Kapıyı arkadan sürmelemek; sürgü tak
gereği giymek zorunda oldukları elbiseleri hazırla
mak. [DS]
yan, diken ve giydiren kişi,
koşmak, [kos-mak] {ağız} is. 1. Ev çatısı. 2. Hotoz. 3.
kostümlü, [kostüm-lü] sf. 1. Kostüm giymiş olan;
Kile denilen tahıl ölçüsünün dörtte biri. 4. sf. Ça
kostümü bulunan; kostümü olan. 2. (Balo, eğlence
lımlı; iyi giyinmiş; yakışıklı ve güzel. [DS]
KOS f f l D M H S n • 2756
vb. için) günlük giysiler dışmda özel giysi zorunlu fiilinin geniş zamanı olan “turur"un ekleşmesi ile
luğu olan. oluşan “-d ir” eki ile “d eğ il" edatına verilen isim,
kostüm lük, -ğü [kostüm-lük] sf. 1. (Kumaş için) koşaf, [Far. hoş-âb] {ağız} is. Hoşaf; komposto. [DS]
takım elbise yapılmaya uygun. 2. is. Kostüm konu k o şağ rım ak, [koşa-rı-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] Birlik
lan yer. te, bir arada ve mutlu olarak yaşayarak yaşlanmak.
k o şu k 1, [Far. kusük => kusık / kuzuk] {eT} is. -*• ku- [DS]
Slk. [DLT] k o şa k 1, -ğı [koş-ak ?] {ağız} is. Taş yığını; taşlık; top
koşu k 2, -ğu [kos-uk] {ağız} is. Dar sokak. [DS] rak yığını. [DS]
k o şu k 3, -ğu [kos-uk] {ağız} sf. (Kesici, delici araç ko şak 2, -ğı [köşek] {ağız} is. Deve yavrusu. [DS]
için) keskinliği, sivriliği yok olmuş; körelmiş; yıp koşalam ak, [koş-a-la-mak] {ağız} gçl. fi [-r] [-l(ı)-
ranmış. [DS] yo r] 1. Hırpalamak. 2. Kovalamak; kovmak. [DS]
koşulm ak, [kos-ul-mak] {ağız} edil. f. [-ur] Çalım koşalık, -ğı [koş-a-lık] is. K oşa olm a durumu; aym
satmak; gösteriş yapmak. [DS] anda var olan iki şeyin durumu,
kosur, [kos (yans.) > kos-ur] {ağız} sf. Kendini be koşaltı, [koş-al-tı] is. İki hayvanı birbirine bağlam a
ğenmiş; gururlu; kibirli. [DS] veya birlikte koşma,
koş1, [koş-mak (bir araya getirmek) > köş] (ko:ş) koşam , [koş-a-m] {ağız} is. 1. Avuç. 2. İki el çukur
{eT} sf. Çift; herhangi bir şeyin çifti; ikili; eş. [DLT] laştırılarak yan yana getirildikten sonra meydana
[EUTS] [Gabain] S1koş at, {eT} Hakanın yanındaki gelen çift avuç; iki avuç dolusu. [DS]
yed ek at. [DLT] k oşam a, [koş-a-ma] {ağız} is. Yirmi santim çapında,
koş2, [koş] {ağız} is. Çift namlulu av tüfeği; çifte. 3-5 m. uzunluğunda direklik ağaç. [DS]
[DS] ko şam ak , [koş-a-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r] [-ş(u)-yor]
k o şa1, [köş > koş-â Lü / / ji^s] (koşa:) sf. 1. D uvarın sıvası ayrılıp düşecek durum a gelmek.
[DS]
{eAT} {OsT} Çift; ikili; eş; ikiz. 2. Aynı zamanda
koşam lam a, [koş-a-m-la-ma] is. İki elle birden a-
olan; eş zamanlı. 3. Paralel; koşut; muvazi. 4. man.
vuçlama.
Birlikte olan değişmeler; değişme. 5. {ağız} Yan
k o şam lam ak , [koş-a-m-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-
yana; sınırdaş; bitişik. [DS] 6. is. ed. Çift cinaslı
l(ı)-yor] 1. İki elle birden avuçlamak. 2. İki eli yan
mâni. 7. Ç ift namlulu av tüfeği; çifte. 8. {eT} {eAT}
yana getirerek oluşan çift avuçla ölçmek. [DS]
zf. İkişer; çift olarak. [DLT] [DK] S koşa k ard eş,
{eAT} İkiz kardeş.|| koşa k a rım a k , {ağız} Birlikte k o şa n ', [koş-an] {ağız} is. Davarları bir araya koyup
yaşlanmak. [DS]|| koşa kişi, {eAT} Yaşlı adam.|| ko sayma işlemi. [DS]
şa k om ak, {eAT} Yan yana getirm ek.|| koşa koy ko şan 2, [koş-an] {ağız} is. 1. Boyunduruğu araba
m ak , {eAT} -*• koşa komak.|| koşa m ey, {ağız} Çift okuna bağlayan ağaç çivi. 2. Kesilmiş, budanmış
borulu bir tür mey. [DS]|| koşa y aşam ak , {ağız} 1. ağaç gövdesi; tomruk. 3. Boyunduruğa bağlanarak
(Karı koca için) ömürlerinin sonuna kadar birlikte hayvanlara sürükletilerek çektirilen ağaç, odun vb.
yaşamak. 2. Karı koca bir çiftin birlikte, mutlu y a 4. Kalın halat. [DS] S k o şan a v u rm a k , {ağız}
şamaları dileğini ifade eden dua sözü. [DS] Sağm ak için davarı birbirine bağlamak. [DS]|| ko
şan yolu, {ağız} Ormanlarda kesilmiş ağaçları ta
koşa2, [koşa] {ağız} is. 1. Sulanacak tarlanın, suyun
şım ak için koşulmuş bir çift öküzün geçtiği yol.
dağılm asına uygun yüksek yerinde yapılan depo. 2.
[DS]
Eğim li yerlerde tarlanın yüksek yerine su çıkarmak
k o şan 3, [Rus. koşara [Tietze]] {ağız} is. Koyunların
için yapılan set. 3. Binaların üstüne konan, kalın ve
sağılm ak için kapatıldıkları üstü kapalı yer. [DS]
yuvarlak sırık; mertek; düver. [DS]
ko şan 4, [koçan] {ağız} is. 1. Vergi makbuzu. 2. M ısır
koşa3, [koca] {eAT} sf. Yaşlı; ihtiyar.
koçanı. [DS]
koşa4, [koşa] {ağız} ünl. “Mutlu o l!" anlamında kul
k o şan a, [Rus. koşara [Tietze]] {ağız} is. -*■ koşan3.
lanılan iyi dilek sözü. [DS]
[DS]
koşaca, [koş-a-ca] (koşa’ca) {ağız} zf. 1. Çift olarak;
koşane, [kuş + Far. hâne] {ağız} is. -* kuşhane. [DS]
karı koca birlikte. 2. Bir arada; birlikte. 3. Mutlu.
k o şan m ak , [kaş-a-n-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır] İşe
[DS] S koşaca k a rım a k , {ağız} (Yeni evlenenlere
mek. [DS]
söylenen iyi dilek sözü) beraberce yaşamak. [DS]
k o şarlı, [koş-ar-lı] sfi Birbiri arkasına dizilmiş; art
koşaç, -cı [koş-aç] is. 1. Bağlamaya yarayan öge. 2.
arda sıralı, fi1 k o şarlı altın, Başa takılm ak için bir
man. Bir önermenin öznesini yüklemine bağlayan
bant üzerine tutturulmuş birbiri ardına sıralı altın
öge. 3. dbl. Kendi başına bir anlamı bulunmamakla
dizisi.
birlikte, kullanıldığı kelimeye olumluluk, olumsuz
k o şa rm a k , [koş-ar-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır] (Anası
luk, kesinlik, sürerlik, olasılık anlamı katarak isim
ölen bir yavru için) yavrusu ölen bir hayvana alıştı
cümlelerinde özneyi yükleme bağlayan, “turm ak"
rarak beslemek. [DS]
f lI f lf f illI Ü M » .2 T 5 7 KOŞ
koşaştırmak, [koş-a-ş-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] ile üçüncü, ikinci ile dördüncü mısraları, diğer kıta
Kavga edenleri kışkırtmak; kavgayı kızıştırmak. ların dördüncü mısraları birbiri ile, kıtaların diğer
[DS] mısraları kendi aralarında kafiyeli, konusu doğa,
koşat1, [koş-a-t] {ağız} is. Evlerin, kulübelerin üstünü sevgi ve güzellikler olan şiir türü. 8. {ağız} İki katlı
örtmek için konulan ağaçlar; tavan kirişleri. [DS] kilim. [DS]
koşat2, [koç > koç-at ?] {ağız} is. Erkek keçi. [DS] koşma3, [koş-ma] {ağız} is. 1. Üstü susamlı uzunca
koşatlamak, [koş-a-t-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)- simit. 2. Yağlı hamurdan yapılan ve düğün daveti
yor] Birbirine yardım etmek, destek olmak. [DS] yesi olarak gönderilen bir tür çörek. 3. Hamura
koşdaş, [koş-daş jitJ-ijâ] {eAT} is. ■* koştaş. haşhaş katılarak yapılan bir tür çörek. 4. Peksime
tin ilk kez pişmiş hâli. [DS]
koşe, [Far. küşe => koşe] {ağız} is. 1. Köşe. 2. Y apı koşm aca, [koş-ma-ca] is. Birbirini kovalam a ve
larda köşelere konulan iri taş. [DS]
ardından koşm a biçiminde oynanan bir tür çocuk
koşenç, -ci [koş-a > koşenç] {ağız} sf. Yaşıt. [DS] oyunu; kovalamaca.
koşera, [Yun. kodderi / Rus. koşara [Tietze]] {ağız} is. koşm ak1, [koş-mak] g çsz.f. [-ar] 1. A yak ve adım la
Koyunların sağılm ak için kapatıldıkları üstü kapalı rım birbirini izleyen hızlı hamlelerle öne doğru ata
yer. [DS] rak hızla gitmek. 2. Akm akın gitmek. 3. Acele ile
koşgak, -ğı [koç-ga-k] {ağız} is. Koyunların döllenme ilerlemek; hızlı yürümek; acele etmek. 4. (Nesneler
zamanı. [DS] için) hızla hareket etmek. 5. Bir şeyi yapmak için
koşga, [koş-ga] {ağız} sf. Şakacı. [DS] çeşitli yönlere, oraya buraya gidip gelmek; koşuş
koşınmak, [koş-ın-mak {eAT} dönşl. f. [-ur] turmak. 6. Koşu yapmak; bir yarışmaya katılmak.
7. Birinden yardım istemek; başvurmak. 8. Sevin
Katılmak; iştirak etmek,
dirici veya üzücü bir duruma yakm olmak. 9. Bir
koşin, [Çin. koşinsin] is. zool. Nem se tavuğu olarak
şeyi elde etm ek için ısrarcı davranmak. 10. B ir ka
da bilmen Çin asıllı, bol tüylü, iri yapılı bir tavuk
dını baştan çıkarmak istemek; onunla birlikte ol
cinsi.
m ak için çaba harcamak. 11. {ağız} gçl. f. Gönder
köşk, [köşk] {ağız} is. 1. Balkon. 2. Talıta karyola;
mek; yollamak. [DS] S koşar adım, 1. H a fif h a fif
kerevet. 3. Üstüne yatak, sandık ve başka eşya ko
koşarak; koşarcasına. 2. H a fif tempoda jim nastik
nulan yer; büyük yüklük. [DS]
koşusu ile.\\ Koşar adım marş! K oşarak yürü; ile
koşker, [Far. kafş-ger] {ağız} is. Köşker. [DS] ri!
koşkoş, [koş+koş] {ağız} is. Birbirine bitişik olan
koşmak2, [koş-mak gçl. f. [-ar] 1. {eT} {eAT}
meyve veya sebze. [DS]
koşkuş, [koş+kuş] {ağız} is. Hindi. [DS] Bağlamak; koymak; katmak; bir sıraya getirmek;
birleştirmek. [EUTS] [DLT] [DK] [Üç İtigsizler] 2.
koşkoz, [? koşkoz] {ağız} is. Baklagillerden, parlak
{eT} İki katı yapmak. [Üç İtigsizler] 3. {eT} {eAT}
pembe çiçekli, kökünde yum rular bulunan, kök
(Türkü için) düzmek. [DLT] [DK] 4. {eT} Ayırmak.
yumruları çiğ olarak yenilebilen bir otsu bitki,
[EUTS] 5. {eT} {OsT} Yazmak; şiir yazmak. [KB] 6.
(Lathyrus tuberosus). [DS]
{eAT} {OsT} Eklemek; yanma katmak; yardımcı ve
koşlamak, [koş-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(u)-yor]
ya arkadaş olarak vermek. 7. Bir hayvanı araba,
1. İki ipi bir araya getirip bükmek; iki kat etmek. 2.
saban vb. çekeceği şeye ham ut veya boyunduruk
İki kat ipi açmak. [DS]
ile bağlamak. 8. (Araba, kağnı, saban vb. için) çe
koşlanmak, [köş > koş-lâ-m ak > koş-la-n-mak] {eT} kecek hayvanı bağlayarak hazırlamak; tertip etmek.
dönşl. f. [-ur] Kendine yedek hayvan koşmak. 9. (Kişi için) kullanmak; iş gördürmek; bir işte gö
[DLT]
revlendirmek. 10. İstenen bir şeyi yapmak için şart
koşlunmak, [köş > koş-ul-m ak > koş(u)l-un-mak] ileri sürmek. 11. isi. (A llah’a eş, ortak, şirk vb.
{eT} dönşl. f. [-ur] İki şey birbirine yakm olmak; için) A llah’la denk tutmak; A llah’a ait bir sıfatı
öğür kılınmak; hayvan bir araya koşulmak. [DLT] veya gücü A llah’tan başka bir varlıkta görmek. 12.
koşma1, [koş-ma] is. 1. Koşm ak eylemi. 2. Koşarak {ağız} (Toprak için) sürmek. [DS]
gitme.
koşmak3, [koç-mak / koş-mak / J ^ j i ] {eAT}
koşma2, [koş-ma] is. 1. İki şeyi yan yana getirme;
paralel hâle getirme. 2. İkiye katlama; iki kat yap g ç l . f [-ar] Kucaklamak; sarılmak.
ma. 3. {ağız} Kesilmiş ağaç ve tom rukların ucuna koşmak4, [koş-mak] {ağız} gçl. f. [-ar] 1. (Su vb.
zincir takarak çekme işi. [DS] 4. {ağız} Yapının ça sıvılar için) dökmek. 2. Katmak; karıştırmak. [DS]
tısına konulan ana direk. [DS] 5. {ağız} Çatıyı tutan koşm ar1, [koş-mar] {ağız} is. B ir tür kertenkele. [DS]
ana ağaçlar. [DS] 6. dnz. B ir halatı, sereni veya di koşm ar2, [koş-mar] {ağız} is. Birbirinden ayrılmayan,
reği güçlendirmek için yanm a konulan ikinci halat, kıble yönünde doğan çift yıldız. [DS]
seren veya direk. 7. ed. H alk edebiyatında, saza koşmarkele, [koş-mar+kele] {ağız} is. Siyah kerten
koşularak söylenmek için yazılmış, ilk kıtasının bir kele. [DS]
KOŞ ö ie iiB fS û M • 2758
koşnak, -ğı [? koşnak] {ağızj is. Güzel. [DS] koşuk2, -ğu [eT. koş-uğ > koş-uk (1935)] is. ed. 1.
koşnı, [kön-mak>kon-uş-mak (yerleşmek) >kon(u)ş- M anzume; manzum eser; nazım; şiir, {ağız} (aym)
I] (konşı:) {eT} is. -*• konşı. [DLT] [KB] [DS] 2. Beyit. 3. Bir koşma türü; {ağız} (ağız). [DS]
koşnılık, [kön-mak > konş-T > konşı-lık] {eT} is. 4. {ağız} Türkü. [DS]
Komşuluk. [KB] koşuklug, [koş-uğ > koşuğ-luğ] {eT} sf. Koşulu; ko
koşni, [? koşni] {ağız} is. Diş hilali otu, (Ammi vis- şulacak olan; koşulmuş. [EUTS]
naga). [DS] koşul, [koş-mak (bağlamak) > (şart koşmak) > koş
koşnil, [Fr. cochenille] is. 1. Kırmız. 2. zool. Kabu ul] is. 1. Bir şeyin olması, m eydana gelmesi, ger
ğundan kırmızı lâl boya çıkarılan bir kırmız böceği çekleşmesi veya yapılması için varlığı kesinlikle
türü (Coccus coeti). zorunlu olan durum; dış gereklilik; bağlam; şart. 2.
koşnu, [? koşnu] {ağız} is. Sepet. [DS] B ir anlaşmada ileri sürülen hükümlerden her biri;
koşt, [koşt] {ağız} is. Toprağı kazarken ayrılan sıkış şart. 3. Bir işin gerçekleşmesi, bir olgunun ortaya
mış büyük toprak parçalan. [DS] çıkması için gerekli durumlar; elverişli veya elve
koştaş, [koş-taş / koş + Far. taş (ortak) JiU ija] {eAT} rişsiz durum. 4. Gerekli olan konu; temel. 5. Bir
pazarlığın, bir anlaşmanın olabilmesi için gerekli
{OsT} is. 1. M eslektaş; koldaş. 2. Arkadaş. 3. Kapı
olan anlaşmanın temeli. 6. Kısıtlayıcı hüküm; sınır
yoldaşı.
lama. 7. dbl. Eylemi, muhtemel veya var sayılan
koşturma, [koş-tur-ma] is. Koşmak eylemini yaptır
bir dış gerekliliğin sonucu olarak gösteren fiil kipi.
ma.
8. fel. H egel’e göre dünyada bir şeyin var olabil
koşturmak, [koş-tur-mak] gçl. f. [-ur] 1. Koşmasını
m esi için gerekli olan her şey. S koşul bağlacı,
sağlamak; koşm asına neden olmak. 2. Koşm ak ey
Koşullu bir önermenin başına gelerek onu güçlen
lemini yaptırmak. 3. Çabucak götürmek. 4. Acele
dirip pekiştiren bağlaç.|| koşul cümlesi, Şartlı bir
olarak göndermek. 5. gçsz. f. Koşmak. 6. Çabala
yan cümle ile bir tem el cümleden oluşan birleşik
mak; uğraşmak; didinmek,
cümle. || koşul eki, K elimelere şart kavramı katan -
koşturulma, [koş-tur-ul-ma] is. Koşma eylemi yaptı se, -sa eki. || koşuluyla, K abul edildiği, uzlaşma
rılma. sağlandığı takdirde; yalnızca o durumda.
koşturulmak, [koş-tur-ul-mak] edil. f. [-ur] Koştur
koşulgan, [koş-ul-mak > koşul-ğân] (koşulğa:n) {eT}
m ak eylemi yapılmak; koşm ak eylemi yaptırılmak,
sf. Her zaman koşulan. [DLT]
koşu’, [koş-mak > koş-u] is. 1. Koşarak yapılan her
koşullama, [koş-ul-la-ma] is. Belirli bir şekilde dav
türlü jimnastik. 2. spor. Düz veya engelli bir arazi
ranm aya yönlendirme,
de, belirli mesafede koşm ak suretiyle yapılan çok
koşullamak, [koş-ul-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(u)-yor]
çeşitli spor yarışmalarının genel adı. 3. A t yarışı. 4.
B ir kimseyi veya hayvanı belirli biçimde davran
Ok atma yarışının yeniçeriler arasındaki adı. 5. Es
maya yönlendirme; şartlandırmak; onu şartlamak,
ki Germen geleneklerine göre kocasını aldatan ka
dınlara, kocası tarafından, akrabalarının yanında koşullandırıcı, [koş-ul-lan-dır-ıcı] is. 1. Koşullandır
çıplak ve saçları kesilmiş olarak bırakmak suretiyle m a işleminde kullanılan makine. 2. sf. (Makine i-
uygulanan ceza. 6. {ağız} Arabanın ya da kağnının çin) kapalı bir alanın havasını, nemini, sıcaklığını
dingilinden öküzün koşulacağı yere kadar uzatılan istenen biçimde tutm aya yarayan,
ince uzun sırık. [DS] 7. {ağız} Büyük ark. [DS] 8. koşullandırma, [koş-ul-la-n-dır-ma] is. Koşullu hâle
{ağız} Asker. [DS] S koşu atı, Yarış için yetiştiril getirme.
miş at. |] koşu koparmak, Çabuk koşup gitmek; koşullandırmak, [koş-ul-la-n-dır-mak] g ç l . f [-ır] 1.
hızla ileri atılmak; fırlayıp koşmak.|| koşu pisti, Koşullu hâle getirmek. 2. Bir kimseyi veya bir top
Koşularda atların yarıştığı yer. luluğu, çeşitli yöntem lerle belli bir biçimde tepki
koşu2, [koş-mak > koş-u] is. 1. Yanma katma; birleş göstermeye veya davranmaya, düşünmeye yönlen
tirme; bağlama. 2. Çeki için hayvan bağlanmış ara dirmek; şartlandırmak. 3. Bir hayvanı bazı yöntem
ba, kağnı ya da saban. S koşu mandası, {ağız} Çift ler uygulayarak belli etkilerle belli tepkileri verm e
sürmekte kullanılan erkekliği giderilmiş manda. ye alıştırmak,
[DS] koşullanma, [koş-ul-la-n-ma] is. Önceden belirlenen
koşucu, [koşu-cu] is. Koşuya katılan ve yarışan koşullara göre tepki gösterme,
kimse; koşan kimse, koşullanmak, [koş-ul-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] Önce
koşug, [koş-mak > koş-uğ] {eT} is. 1. Bağ; bent. [Üç den belirlenmiş koşullara göre tepki göstermeye, o
İtigsizler] 2. Şiir; kaside. [DLT] [KB] doğrultuda davranm aya veya düşünmeye başlamak,
koşuglug, [koş-uğ > koşuğ-luğ] {eT} sf. 1. (At için) yönelmek; şartlara bağlı kalmak; şartlanmak,
koşulmuş. [Gabain] 2. Koşulu; bağlı. [Üç İtigsizler] koşullanmam ış, [koşul-la-n-ma-mış] sf. 1. psikol.
koşuk1, -ğu [koş-uk j-ijii] {OsT} sf. Bir araya gelmiş; (Tepki vb. cevap için) her türlü koşullamadan ön
bir arada. ceki veya bu tür uygulam adan bağımsız bir uyartı
ö iü M if l m » • 2759 KO£
nın yol açtığı; her türlü koşullam adan bağım sız bir kağnı, saban y a da pulluk gibi çekilerek kullanılan
tepki veya cevaba yol açan; şartlanmamış. 2. Hiçbir araçlara koşulan at, öküz, manda, eşek vb. hay-
kısıtlayıcı koşula bağlı olmayan; şart konulmamış; van.|| koşum koşum, {ağız} Tura ile oynanan bir
şartlanmamış, çocuk oyunu. [DS]|] koşum kovmak, {ağız} Ortak
koşullu, [koş-ıü-lu] sfi 1. Bilirli bir koşula bağlanmış lar ile tarlayı sıra ile sürmek. [DS]|| koşum takımı,
olan; şartlı. 2. Belli bir biçimde tepki göstermeye Araba, pulluk, saban, kağnı gibi bir araca koşula
yönlendirilmiş olan; şartlanmış. 3. zf. Koşullu ola cak olan hayvanı bu araca bağlayan kayış veya
rak; şartlı biçimde; şartlı. 0 koşullu alım, tie. A lı boyunduruk gereçleri; koşum.
cının, malı inceledikten sonra ihtiyaçlarına uygun koşumcu, [koş-um-cu] is. Koşum araçlarını yapan ve
bulmaması durumunda iptal etme hakkını tanıyan satan kimse.
alım.|| koşullu tepke, psikol. D oğal olmayan, ko koşumlu, [koş-um-lu] sf. (Koşum hayvanı için)
şullandırma yoluyla edinilmiş ve sonradan edinil koşum takımları geçirilmiş, araba veya tarım aracı
miş tepke; şartlı refleks.\\ koşullu yan ciimle, Şart na bağlanm ış olan; koşulmuş olan; koşulu.
lı yan cümle. koşun1, [Moğ. korğolci => koruğjln / koşum] (ko
koşulma, [koş-ul-ma] is. K oşulm ak eylemi. şum ) {eT} is. -*■ korugjm.
koşulmak1, [koş-mak > koş-ul-m ak {eT} edil, koşun2, [Moğ. kosiğun => Kalmuk. hoşıın > koşun
fi [-ur] 1. {eT} {eAT} {OsT} {ağız} Birleşmek; katıl s] {eAT} {OsT} is. 1. Yan yana gelmiş insan di
mak; toplanmak; bağlanmak; tertip edilmek; öğür zisi; saf. 2. Y an yana getirilmiş askerlerden olan
kılınmak. [DLT] [EUTS] [Üç itigsizler] [DS] 2. {eT} dizi; asker; ordu; alay. [DK] 3. Koşu; yarış. 4. Ko
Yazılmak; düzenlenmek. [KB] 3. {eT} Şiir yazıl şum. 5. {ağız} Asker. [DS] 6. {ağız} Arabaya, pullu
mak. [KB] 4. Eklenmek; yanm a katılmak. 5. (Hay ğa koşulacak hayvan. [DS] ö koşun bağlamak,
van için) araba, saban vb.ne bağlanmak. 6. Düzen {eAT} S a f bağlamak; savaş düzenine girm ek.|| ko
lenmek; hazırlanmak; tertip edilmek. 7. (Kişi için) şun koşmak, {OsT} D izi hâline gelmek; s a f tut-
kullanılmak; iş gördürülmek; bir işte görevlendi m ak.|| koşun koşun, {eAT} {OsT} D izi dizi; sıra sı
rilmek. 8. İstenilen bir şeyi yapm ak için şart ileri ra; safi saf.
sürülmek. 9. {ağız} B ir işe ön ayak olmak; önderlik koşundaş, [koşun-daş {OsT}is. Askerlik ar
etmek. [DS]
kadaşı.
koşulmak2, [koş-ul-mak] edil. fi. [-ur] 1. Birbirini
izleyen hamlelerle öne doğru hızla gidilmek. 2. koşuntu1, [koşun-tu is. 1. Bir kimsenin ar
Akın akm gidilmek. 3. Acele ile ilerlenmek; hızla kasından gidenler; yardakçılar. 2. Arkadaşlar; ka
yürünmek; acele edilmek. 4. Amaçsız olarak çeşitli fadarlar. 3. {OsT} M aiyet memuru.
yönlere, oraya bunıya koşturulmak. 5. {ağız} Koşu koşuntu2, [koşun-tu] {ağız} sf. Bilinçsiz; uyuşuk.
yapılmak; yarışmak. [DS] 6. Bir kadını baştan çı [DS] S koşuntuya gitmek, {ağız} Bilinçsizce dav
karmak, onunla birlikte olm ak için çaba harcan ranmak; uyuntuya gitmek. [DS]
mak. koşuşma, [koş-uş-ma] is. K oşuşm ak eylemi,
koşulsuz, [koş-ul-suz] sf. 1. Şarta bağlı olmayan; koşuşmak, [koş-uş-mak] işteş, fi [-ur] 1. Bir yere
herhangi bir koşul taşımayan. 2. is. Dinî bakımdan veya bir şeye hep birlikte ve birden koşmak. 2. Bir
şartlanmamış olan şey. S koşulsuz tepke, H er işi çabuk yapmak için acele ile ilgili yerlere birlikte
hangi bir şartlandırma hareketinin başlangıcında gidip gelmek; koşuşturmak. 3. {ağız} (Hayvanlar
yer alan doğal olarak belirli bir uyaranla sağlanan için) çiftleşmek. [DS] S koşuşa koşuşa, K oşuşa
tepke; şartsız refleks. rak.
koşulu, [koş-ul-u] sf. B ir şeye koşulmuş olan, koşuşturma, [koş-uş-tur-ma] is. Koşuşturmak eyle
koşuluk, -ğu [koş-ul-mak > koşul-u-k ji-ijâ] {OsT} mi.
sf. Bir araya getirilmiş; koşuşturmak, [koş-uş-tur-mak] gçsz. fi. [-ur] 1. Bir
koşum, [koş-mak (bağlamak) > koş-um] is. 1. Araba, işi çabuk yapmak, bitirmek veya pek çok işi bir
pulluk, saban, kağnı gibi bir araca koşulacak olan arada yapabilmek için birlikte veya yalnız olarak
hayvanı bu araca bağlayan kayış veya boyunduruk koşmak, sürekli gidip gelmek. 2. Bir işin peşinden
gereçleri; koşum takımı. 2. Hayvanı bir araca koş gitmek; izlemek; takip etmek,
mak eylemi; koşma. 3. Biri diğerini itmek için kul koşut, [koş-mak (bağlamak) > koş-ut] sfi 1. mat.
lanılan uzay araçları birleşim i ve bu işlem için kul (Doğru ve düzlem ler için) ortak noktalan bulun
lanılan düzen. 4. Bir lokom otifin trene veya iki va mayan, birbirini kesmeyen; paralel; muvazi,
gonun birbirine bağlanması. 5. {ağız} Üç yaşındaki (1944). 2. mecaz. (Olay, durum vb. için) aynı za
erkek manda. [DS] S koşum atı, A rabaya koşulan manda ve aynı yönde gelişen, birbiri ile benzerlik
at.|| koşum gezdirm ek, {ağız} Tarlayı sürerken ler taşıyan. 3. bsy. (İşlem için) ilgili bitlerin aynı
saban değiştirmek. [DS]|| koşum hayvanı, Araba, anda izlendiği. 4. bsy. (Organ veya hesap birimi
KOŞ liM T iiR H C E SÖZLÜK • 2760
için) merkez biriminde aynı anda pek çok işlemin kot4, [? kot] (ağız) is. Y aklaşık sekiz kilo tahıl alan
yapıldığı. 5. eğit. (Bilgi, öğrenme vb. için) okul tahtadan yapılm a ölçek. [DS] S1 kot kafa, {ağız}
larda program gereği öğretilenleri iletişim araçları Akılsız; boş kafa; aptal. [DS]
aracılığıyla destekleyen. 6. is. Başka bir düzleme kota1, [Lat. quota (ne kadar?)] is. 1. Pay listesi;
paralel düzlem; başka bir doğruya paralel doğru, yüzdelik; kontenjan. 2. U luslar arası ticarette, bir
koşutçuluk, -ğu [koş-ut-çu-luk] is. fel. Kişide, arala malın ithalatı için konulan süre, m iktar ve değer
rında hiçbir nedensel ilgi bulunm ayan bedensel ve sınırlaması. 3. sin. Oynatılması zorunlu olan, ya
ruhsal olaylar dizisinin zaman içinde birlikte yer bancı film sayısına göre yerli film oranı.
aldığını ileri süren öğreti; kişide ruhsal olaylarla kota2, [? kota] {ağız} is. M anda yavrusu; malak. [DS]
bedensel olaylar arasında koşutluk bulunduğunu kota3, [? kota] {ağız} sf. 1. Şişman. 2. Kalın. [DS]
ileri süren öğreti; muvazatiye; paralelcilik; parale kota4, [? kota] {ağız} is. 1. Boyundurukta zincir ya da
lizm.
kayışın tam ortada durm asını sağlayan ağaç çiviler.
koşutkenar, [koş-ut+kenar] is. mat. 1. Karşılıklı ke [DS]
narları ikişer ikişer paralel olan dörtgen. 2. Böyle kota5, [? kota] {ağız} is. Önlük. [DS]
bir dörtgenle sınırlanan yüzey parçası,
kotak, -ğı [Bul. kotâk [Tietze]] {ağız} is. 1. Erkek
koşutlama, [koş-ut-la-ma] is. 1. Koşut bir duruma kedi. 2. Erkek cinsel organı. 3. M anda yavrusu. 4.
getirm ek eylemi. 2. tıp. Sabit protezlerin oturtul sf. Yürekli; cesur. [DS]
m ası için diş çeperlerinin birbirine paralel ve ayrık
kotaklık, -ğı [kotak-lık] {ağız} is. Ahırda küçük man
olarak kesilip hazırlanması işlemi,
dalar için ayrılmış bölme. [DS]
koşutlamak, [koş-ut-la-mak] g ç l.f. [-ur] (İki doğru,
kotalam ak1, [kota-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(ı)-
iki düzlem, olay veya durum için) koşut duruma
yor] (M anda için) doğurmak. [DS]
getirmek.
kotalamak2, [kota-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
koşutlaşma, [koş-ut-la-ş-ma] is. K oşut durum a gel
yo r] Kovalamak. [DS]
m ek eylemi.
kotalı, [Yun. khotâli [Tietze]] {ağız} is. K üçük kepçe.
koşutlaşm ak, [koş-ut-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Koşut
[DS]
durum a gelmek; koşut bir durum almak; koşut ol
kotan1, [Erme, gut’an / k ’öt’an] is. 1. Büyük saban;
mak.
pulluk. 2. K ara saban, fi1 kotan kıran, {ağız} bot.
koşutlaştırma, [köş-ut-la-ş-tır-ma] is. Koşutlaştır
B ileşikg illerd en 100 cm. kadar boylu, çok yıllık,
m ak eylemi; paralel duruma getirme,
otsu ve sarı çiçekli bir bitki, (Centaurea glas-
koşutlaştırmak, [koş-ut-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır] tifolia).
Birbirine paralel duruma getirmek,
kotan2, [? kotan] {ağız} sf. (Kişi için) kısa boylu;
koşutluk, -ğu [koş-ut-luk] is. 1. K oşut olm a durumu. tıknaz. [DS]
2. K oşut iki doğru veya düzlemin durumu; paralel
kotanjant, [Fr. cotangente] is. mat. Bir dik üçgende,
lik. 3. Olay, durum ve nesneler arasındaki uyum,
bir dar açıya bitişik dik kenann karşı dik kenara
benzerlik; birbirini izlerlik. 4. bsy. Birçok bitin bir
oranına verilen ad.
birine paralel olarak aktarımı veya birçok komut
kotara, [Bul. kötara [Tietze]] {ağız} is. 1. Koyunların
dizisinin paralel birim lerden aynı anda geçmesi. 5.
sağılmak için kapatıldıkları üstü kapalı ağıl. 2.
ed. İki ve daha çok kişi ve nesne arasındaki benzer
H ayvan kümesi. [DS]
lik ve farklılıkların ortaya konması için bir disiplin
içinde yapılan karşılaştırma. kotara, [Yun. kodderi] {ağız} is. Küçük arı kovanı.
[DS]
kot1, [Aytaç Kot (özel isim, K a yseri’de pam uklu
kotaran, [kotar-an] {ağız} is. İçki dağıtan kimse; sa
dokum a kuruluşu)'] is. 1. Elbise yapım ında kullanı
lan çapraz dokunmuş, pamuklu kaba kumaş. 2. sf. ki. [DS]
Bu kum aştan yapılan. k otan , [Bul. kötara [Tietze]] {ağız} is. Duvar ya da
çalı ile çevrilmiş üstü açık ya da bir kısmı kapalı
kot2, [Lat. costa (kaburga) > Fr. cöte] is. 1. Kaburga.
ağıl. [DS]
2. tie. Bir malın, dövizin veya hisse senedinin res
mî veya gayri resmî yoldan tespit edilmesi. 3. Hari kotarılma, [kot-ur-mak (boşaltmak) > kot-ar-ıl-ma]
tacılıkta bir noktanın seçilen bir karşılaştırma yü is. Kotarılm ak eylemi,
zeyine göre yükseltisine verilen isim; temel ile ze kotarılmak, [kot-ar-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. (Bir iş i-
min arasındaki yükseklik. 4. dnz. Bir sınıflandırma çin) başarı ile bitirilmek; sonuçlandırılmak. 2.
şirketi tarafından bir geminin durumunu gösteren (Pişmiş yem ek için) başka kaplara aktarılmak; bo
ilk sınıflandırma sembolü. 5. Bir dosyadaki, bir şaltılmak. 3. (Yemek için) pişirilmek; yenecek du
envanterdeki belgeleri veya bir kitaplıktaki kitapla rum a getirilmek,
rı sınıflandırmaya yarayan işaret veya sayı. kotarm a, [kot-ar-ma] is. Aktarma; boşaltm a işi; ko
kot3, -du [Fr. code] is. -*■ kot1. tarm ak eylemi.
o M ir a iiiiK • 2761 KOT
kotarm ak1, [kot-ar-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır] 1. K oşa kotkılık, [kod-mak > kod-ık-mak > kodık-ı-lık / kot-
rak gelmek. 2. Konuşmak; söylemek. [DS] kı-lık] {eT} is. A lçak gönüllülük; gönül alçaklığı.
kotarmak2, [kot-ur-mak (boşaltmak) > kot-ar-m ak [DLT]
gçl. fi [-ır] 1. {ağız} B ir işi başarı ile bitir kotkot1, [kot+kot] {ağız} is. Takunya; nalın. [DS]
mek; sona erdirmek; sonuçlandırmak. [DS] 2. {eAT} kotkot2, [kot+kot] {ağız} is. Yumrukları üst üste ko
{OsT} {ağız} Pişen yemeği başka kaplara aktarmak; yarak oynanan bir çocuk oyunu. [DS]
boşaltmak; paylaştırmak. [DS] 3. {eAT} Boşaltmak; kotlağan, [kot-la-ğan] {ağız} is. Topraktan yapılmış
tahliye etmek. 4. {ağız} Yemeği pişirerek yenecek bir tür maltız. [DS]
duruma getirmek; yemeği hazırlamak. [DS] 5. {ağız} kotlama, [Fr. code > kot > kot-la-ma] is. 1. Herhangi
Bir şeyi tutumlu kullanmak. [DS] bir kodu kullanarak bildiri oluşturma. 2. Bir metni
kotas, [eT. kutas > kotas / kotaz] is. 1. Eskiden atları kararlaştırılmış değerlere göre, harf, rakam veya
süslemekte ve tuğ yapm akta kullanılan, bir sığır yüksek frekanslı elektrik salmımlarıyla elde edilen
türü olan yak tüyü. 2. Kadınların süs olarak kullan işaretler dizisi hâlinde düzenleme. 3. bsy. Bir bilgi
dıkları bir tür başlık; hotoz. 3. Bazı kuşların başla yi iki tabanlı m atematik işlemine çevirme. 4. H a
rında bulunan ibik. 4. zool. Tibet yöresinde yetişen berleşmede bir bilgiyi kolayca iletebilm ek için kot
bir tür sığır; Tibet öküzü; yak. uygulama. 5. Bir haritanın kotlarını koyma; ra-
kotaş, [küt > kotaş ?] {ağız} sf. (Burun için) kısa ve kımlama.
kalın. [DS] kotlamak, [Fr. code > kot > kot-la-mak] gçl. f —r] [-
kotay, [Çin. ku-tai] {eT} is. İpek; ipekli kumaş. [ETY] l(u)-yor] 1. B ir bilgiyi daha kısa sembollerle gös
kotaz, [eT. kutas] {ağız} is. 1. Yaban mandası. 2. termek. 2. bsy. Bir bilgiyi iki tabanlı m atematik
Püskül; hotoz. [DS] işlemine çevirmek. 3. Haberleşmede b ir bilgiyi ko
kotdaz, [kot(t)-az] {ağız} is. Fodul. [DS] layca iletebilm ek için kot uygulamak. 4. Seçilmiş
bir karşılaştırma noktasına göre bir noktaya değer
kotdurmak, [*ko-mak (koymak) > ko-d-m ak > kod-
vermek. 5. B ir haritanın kotlarını rakam la göster
tur-mak] {eT} gçl. f. [-ur] -+• kodturmak. [EUTS] S mek; rakımlamak.
kotdurup almak, {eT} Ele geçirmek; almak. [E- kotlan, [kot-la-ğan] (kotla:n) {ağız} is. 1. Küçük
UTS]
fırın. 2. Topraktan yapılmış bir tür maltız. [DS]
kote, [Lat. quotare (ne kadar?) > Fr. quoter] sf.
kotlet, [Fr. cote (kaburga) > cötelette (eğecik)] is.
Sayıca belirlenmiş olan; miktarı tespit edilmiş. S'
Pirzola.
kote etmek, B ir sayı veya m iktar belirlemek.
kotletpane, [Fr. cötlette-pane] is. Galeta ununa bu
kötek, -ği [kötek] {ağız} is. Ucu topuzlu değnek. [DS]
lanarak yağda kızartılmış pirzola,
koter, [Fr. coutere] is. tıp. Dokuyu yakm akta kullanı
kotlu, [Fr. code > kot > kot-lu] sf. Kotlar yardımı ile
lan alet veya kimyasal madde; dağlağı,
belirtilen.
koterizasyon, [Fr. couterisation] is. Bir dokuyu e-
kotm ak1, [*ko-mak (koymak) > ko-d-mak] {eT} gçl.
lektrikle veya kimyasal madde ile yakm a işlemi;
dağlama. f. [-ur] 1. Koymak; bırakmak; terk etmek; yerleş
kotey, [? kotey] {ağız} is. Güneş görmeyen yer; kuz; tirmek. [DLT] [EUTS] [ETY] [Gabain] [Tekin] 2.
kuzey. [DS] Ayırmak; çıkarmak. [EUTS]
kotmak2, -ğı [kot-mak] {ağız} is. 1. Eşek yavrusu;
kotı, [*ko-mak (koymak) > ko-d-m ak (yere koymak;
sıpa. 2. Deve yavrusu. 3. sf. (Çocuk için) iri yarı;
tam yapmak) > kod-I] (kodı:) {eT} sf. -*■ kodı. gösterişli. [DS]
[EUTS]
katm ak3, -ğı [kot-mak] {ağız} is. 1. Silindir biçim in
kotıkı, [köd-mak > kod-ık-mak > kodık-î] (kodıkı:) de, içi boş kutu. 2. Koruyucu kutu. 3. K ütük parça
{eT} zf. -+ kodıkı. [EUTS] sı; büyük odun. [DS]
kotik, -ği [Bul. kötak [Tietze] ?] {ağız} is. 1. M anda kotnak, -ğı [kot(u)n-ak] {ağız} is. Yara kabuğu. [DS]
yavrusu; malak. 2. Eşek yavrusu; sıpa. 3. Kedi bü koto, [? koto] {ağız} is. Yeni doğmuş erkek keçi;
yüklüğünde bir tür sincap; gelincik. [DS] oğlak. [DS] S koto kaşık, {ağız} K ısa saplı y a da
kotikçi, [kotik-çi] {ağız} is. Kesilmiş ağaçlardan tom sapı kırık kaşık. [DS]
ruk yapıp taşıyan kimse. [DS] kotof, [? kotof] {ağız} is. Basamak. [DS]
kotirik, -ği [? kotirik] {ağız} is. tpliksiz, boş makara. kotol1, [? kotol] {ağız} sf. Kısa boylu; cüce. [DS]
[DS]
kotol2, [? kotol] {ağız} is. Lahana ve karnabahar
kotka, [? kotka] {ağız} is. Manda. [DS]
bitkilerinin toprağın üstünde kalan gövde kısmı.
kotkı, [köd-mak > kod-ık-mak > kodık-î] (kodıkı:) [DS]
{eT} sf. A lçak gönüllü; yum uşak huylu; mütevazı. kotolcak, -ğı [kotol-cak] {ağız} is. M ısır bitkisi kesil
[DLT] dikten sonra toprakta kalan sivri uçlu sapları. [DS]
KOT i t e i u f K M • 2762
koton, [Fr. coton / Ar. kutn] is. 1. Pam uk bitkisi ve dınların boyunlarına taktıkları bir tür gerdanlık. 2.
bu bitkinin tohumlarını saran lif. 2. Pamuk lifleri Kadınların tarlada kullandıkları önlük. [DS]
nin bükülmesiyle m eydana getirilmiş iplikten bez koturm ak, [kutur-mak] {eT} gçl. fi [-ur] -* kutur-
ayağı örgüyle dokunmuş hafif veya orta ağırlıktaki m ak1. [DLT] [KB]
kumaş. 3. Pamuktan yapılmış kalın iplik. 4. sf. (Ku koturmuş, [kutur-mak > kutur-muş] {eT} sf. -*■ kutur
m aş için) pamuktan yapılmış, muş. [DLT]
kotonperle, [Fr. coton perle] is. Kalınca bükülmüş, kotuş, [? kotuş] {ağız} is. 1. İnek memesi. 2. Boynuz.
ibrişim gibi parlak merserize iplik. [DS]
kotor1, [? kotor] {ağız} is. M ısır koçanı. [DS] kotuz, [kotuz] {eT} is. Yak; Tibet sığırı. [DLT]
kotor2, [kotur / kotor] {ağız} is. Uyuz. [DS] kotuzlanmak, [kotuz-la-n-mak] {ağız} is. Gururlan
kotoz, [kotoz] {eT} is. -*■ kotuz. [DLT] mak. [DS]
kotra1, [İng. cutter (kesmek) > Fr. cotre] (k o ’tra) is. kotuzlug, [kotuz > kotuz-luğ] {eT} sfi Yaban sığırı
dnz. Genellikle tek direkli, ince ve hafif spor yel sahibi olan; yaklı. [DLT]
kenlisi. kottt, [kötü] {ağız} sfi Kötü. [DS]
kotra2, [Yun. kodderi] (ko ’tra) is. 1. {ağız} Koyunları kotttrge, [köt-ür-ge] {ağız} is. Kaldıraç. [DS]
sağm ak için kullanılan üstü açık ağıl. [DS] 2. {ağız} kov, [köv / köğ / ^ji] (ko:v) {eAT} {OsT} is. Bir
Sağlık kurallarına aykırı ev, oda; in. [DS] 3. {ağız/
kim seyi arkadan çekiştirme; yerme; kötüleme; de
M ısır kurutmak için dört kazık üzerine oturtulmuş
dikodu; gıybet. [DK] B kov çav, {eAT} {OsT} D edi
çatıdan ibaret basit yapı; çardak; kulübe. [DS] 4.
kodu; çekiştirme; gıybet.|[ kov etmek, {ağız} Arka
Irm ak ve göl ağızlarında sazlardan kurulmuş balık
dan çekiştirmek; dedikodu etmek; gıybet etmek.
dalyam.
[DS]|| kov geçmek, {ağız} -*■ kov etmek. [DS]|| kov
kotrulmak, [kutur-mak > kut(u)r-ul-mak] {eT} edil. kovlamak, {ağız} -*■ kov etmek. [DS]|| kov sokmak,
f. [-ur] -*■ kutrulmak. [DLT] [KB] {ağız} -*■ kov etmek. [DS]|| kov vermek, {ağız} -*
kotruşmak, [kutur-mak > kut(u)r-uş-mak] {eT} işteş. kov etmek. [DS]
f. [-ur] -* kutruşmak. [DLT] kova1, [Moğ. koboğa > kov-ğâ / kova / kowâ] (ko
kottaş, [kot-ta-ş] {ağız} sf. 1. Bilgiçlik taslayan. 2. va;) is. 1. Bataklıklarda yetişen bir tür saz; hasır
(Kişi için) kısa boylu; tıknaz. [DS] otu; kofa. {eT} {ağız} (aym) [DLT] [DS] 2. Kova bi
kottaşlanm ak, [kottaş-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır] çiminde açan bir tür çiçek. 3 kova kamışı, {ağız}
Kendini beğenmek; böbürlenmek. [DS] H asır kamışı. [DS]
kottaz, [kot(t)-az] {ağız} sf. Kendini beğenmiş; kibir kova2, [kov-ğa > kova] is. 1. Kuyudan vb. yerden su
li. [DS] çekmek veya her türlü sıvı, katı maddeleri taşım ak
kottik, -ği [? kottik] {ağız} is. Kısa boylu: tıknaz. ta kullanılan tersine kesik koni şeklindeki kulplu
[DS] kap. 2. argo. Çok gol yiyen kaleci. 3. argo. Eşcin
kottuk, -ğu [? kottuk] {ağız} is. 1. K ısa boylu; tıknaz. sel erkek. 4. M erdivenin çevresinde döndüğü boş
2. Büyük; iri. [DS] luk. 5. Minare, kubbe vb. yerlere konulan alemlerin
kotuklamak, [koduk-la-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] [- alt tarafında bulunan kovaya benzer kısım. 6. sf.
l(u) -yor] (Eşek için) yavrulamak; doğurmak. [DS] Belirtilen miktardaki kova dolusu olan; bir kova
kotur1, [? kotur] is. 1. {eT} {ağız} is. Uyuz; uyuz dolduracak kadar. B kova kova, Kovalar dolusu.
hastalığı. [EUTS] [DS] 2. {ağız} Kel. [DS] 3. {ağız} kova3, [kovâ / kowâ] (kova;) {eT} is. 1. Burun kapa
Çıban. [DS] 4. {ağız} Cüzamlı. [DS] ğı. [Clauson] 2. Türklerin kullandığı gemlerde atla
kotur2, [? kotur] {ağız} sfi. 1. Cimri. 2. İşi yaramaz; rın burnuna doğru dikilen kayış. [DLT]
zayıf; cansız. [DS] kova4, [kova] {ağız} is. Kuyu. [DS]
kotur3, [? kotur] {ağız} is. 1. İri yarı, yaşlı kadın. 2. kova5, [? kova] {ağız} is. Çevresi taş, çit veya tezek
Yaşlanm ış büyük kümes hayvanı. 3. Erkek kedi. ile çevrilmiş yer; avlu. [DS]
[DS] kovaçka, [Bul. kolecke [Tietze]] {ağız} is. Yedi Kar
kotur4, [? kotur] {ağız} is. İnsan taşımaya yarayan tek deşler denilen yıldız kümesi. [DS]
atlı araba. [DS] kovaçlamak,. [kov-aç-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)
kotur5, [? kotur] {ağız} is. Tanesi alınmış mısır koça -yor] Kovalamak. [DS]
nı. [DS] kovak1, -ğı [kov-ak] {ağız} sf. Yiğit; yürekli; korku
kotura, [Yun. kodderi] {ağız} is. İçinde mısır kurutu suz. [DS]
lan, dört kazık üzerine oturtulan çıtalardan yapılmış kovak2, -ğı [konak] {ağız} is. Saç kepeği. [DS]
basit kulübe; çardak. [DS] kovak3, -ğı [koy-ak] {ağız} is. Dağlar arasındaki
koturluk, -ğu [kotur-luk] {ağız} Cüzam. [DS] çukur; koyak. [DS]
koturmaç, -cı [kotur-maç] {ağız} is. 1. Eskiden ka kovala, [İt. capanna/cavallo {OsT} is. -»kavala.
flie lü flli » 1 . 2763 KOV
kovalak1, -ğı [kov-al-ak] {ağız} sf. 1. (Kişi için) gu elektriksel çekimle açıklanamayan kohezyon değe
rurlu; çalımlı. 2. Sersem; avanak. [DS] ri; ortak değerlik,
kovalak2, -ğı [kov-al-ak] {ağız} is. İki nesne arasın kovalaşmak, [kov-la-ş-mak] {ağız} işteş, f. [-ır] B ir
daki boşluk; aralık. [DS] kaç kişi bir olup birini çekiştirmek; dedikodu et
kovalam a1, [kova-la-ma] is. 1. Kovalamak eylemi. 2. mek. [DS]
Kaçan bir kimseyi veya uzaklaşan bir şeyi yakala kovalayış, [kovala-y-ış] is. Kovalama eylemi veya
maya çalışma. 3. Takip; izleme. 4. Birbirini izleme; biçimi.
art arda gelme. 5. En az dört kişi ile oynanan bir kovalent, [Fr. covalent] is. fiz. kim. Ortak değerlikli,
çocuk oyunu. kovalı, [kova-lı] sf. Kovası bulunan; kova sahibi
kovalama, [kor-a-la-ma] {ağızj is. Yağda kızarmış olan, ff kovalı şalvar, {ağız} B ol şalvar. [DS]
patlıcan, patates, domates vb. üzerine kıym a ve kovalık1, -ğı [kova-lık] {ağız} is. 1. H asır örülen
biber dökerek yapılan bir tür yemek. [DS] kamış; hasır otu. 2. Sazlık; kamışlık. [DS]
kovalamaca, [kova-la-ma-ca] is. 1. B ir ebe tarafın kovalık2, -ğı [kova-lık] is. Kova konulan yer.
dan kovalanan ve ebenin yakalaması ile yakalana kovalık3, -ğı [kov-al-ık] {ağız} is. İki nesne arasında
nın ebe olduğu, böylece sürüp giden bir çocuk ki boşluk; aralık. [DS]
oyunu. 2. Karşılıklı olarak kovalam a ve kaçm a ça kovalkan, [kov-al-kan] {ağız} sf. 1. Aralarında boş
bası; koşuşturma. luk bulunan. 2. (Kişi için) övünen. [DS]
kovalam ak1, [kov > kov-â > kova-lâ-m ak / koğa- kovalm ak1, [kov-al-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] G urur
lamak > kov-ala-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] 1. Bir lanmak. [DS]
kimseyi sert veya küçük düşürücü söz ve hareket
kovalm ak2, [kov-al-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] 1.
lerle gitmeye zorlamak; kovmak. 2. Bir hayvanı
(Ağaç için) koflaşmak. 2. (Çıban için) içi boşal
bulunduğu yerden gitmesini belirten işaret ve söz
mak. 3. (Ortalık için) tenhalaşmak. 4. (Çalışan
leri tekrar ederek uzaklaştırmak; kovmak. 3. Bir
kimse için) serbest kalmak; boş kalmak. [DS]
kimseyi yakalamak için peşine düşerek arkasından
kovalm ak3, [kov-al-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] (Kapı,
koşturmak. 4. B ir işi sonuca bağlam ak amacıyla
pencere vb. için) genişçe açılmak. [DS]
takip etmek. 5. Bir şeyi ele geçirmek için çeşitli
tedbirlere başvurmak. 6. (Zaman, durum, mevsim kovaltak, -ğı [kov-al-t-ak] {ağız} sf. Gevşek; yum u
vb. için) birbiri ardınca gelmek; birbirini izlemek. şak. [DS]
7. Bir yarışta önde gidenlere yetişm ek amacıyla kovaltaz, [kov-al-t-az] {ağız} sf. 1. Yaşlı; ihtiyar. 2.
arkalarından sıkı bir şekilde takip etmek. 8. {eAT} is. Ağaç kovuğu. [DS]
g ç l . f Takip etmek. [DK] kovaltı, [kov-al-t-ı] {ağız} is. Delik; kovuk; çukur.
kovalamak2, [kov > kov-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [- [DS]
l(ı) -yor] Söz getirip götürmek. [DS] kovaltm ak1, [kov-al-t-mak gçl. f i [-ır] 1.
kovalanış, [kovala-n-ış] is. Kovalanmak eylemi veya {eAT} Yüksekte, havada serbest tutmak. 2. {ağız}
biçimi. A ralık etmek; aralamak. [DS] 3. {ağız} Seyrekleş
kovalanma, [kovala-n-ma] is. Kovalanm ak eylemi. tirmek; boşaltmak. [DS]
kovalanm ak1, [kovala-n-mak] edil f. [-ır] 1. Bir kovaltmak2, [kov-al-t-mak] {ağız} gçl. fi. [-ır] Serbest
kimse tarafından sert veya küçük düşürücü söz ve bırakmak; göz yummak. [DS]
hareketlerle gitmeye zorlanmak; kovulmak. 2. kovaltm ak3, [kov-al-t-mak] {ağız} gçsz. f i [-ır] Etki
(Hayvan) bulunduğu yerden gitmesini belirten işa altında kalmak. [DS]
ret ve sözler tekrar edilerek uzaklaştırılmak; ko kovan1, [koğ / kov (içi boş) > kov-an] is. 1. Arı
vulmak. 3. Bir kimse tarafından yakalanmak ama barınağı. 2. Bir kovanda barınan arı topluluğu. 3.
cıyla peşine düşülerek arkasından koşturulmak. 4. {ağız} Yayık. [DS] 4. {ağız} Küfe. [DS] 5. İçinde bir
(Bir iş) sonuca bağlanm ak amacıyla takip edilmek. ateşli silâh mermisinin sevk barutunu bulunduran
5. (Bir şey) ele geçirilmek amacıyla çeşitli tedbirle metal kılıf; kapçık. 6. {ağız} Boş fişek. [DS] 7. Bo
re başvurulmak. 6. (Bir yarışta önde gidenler) ye şalmış top mermisi. 8. {ağız} Yivsiz av tüfeği. [DS]
tişmek amacıyla arkalarından gelenlerce sıkı bir 9. {ağız} Balta, çapa, keser vb. araçların sap geçen
şekilde takip edilmek. deliği. [DS] 10. {ağız} Edilgen eşcinsel erkek.
kovalanmak2, [kova-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. [DS]® kovan anahtarı, Altı ve sekiz köşe som un
Kova sahibi olmak; kova almak; kova edinmek. 2. lar, cıvataları sökmekte kullanılan anahtar.\\ kovan
(Minare alemi vb. için) kova takılmak. demiri, {ağız} Sabanın ucuna takılan enli ve yassı
kovalanmak3, [koğ (yans.) > kov-a-la-n-mak] {ağız} demir; saban demiri. [DS]|| kovan otu, bot. Ballı
dönşl. f. [-ır] Başkasına güvenip yiğitlik taslamak. babagillerden, halk hekimliğinde yapraklarından
[DS] yararlanılan çok yıllık otsu bitki; oğul otu; melisa,
kovalans, [Fr. covalence] is. fiz. kim. M oleküllerin (Melissa officinalis).
KOV o iü ie riM tM •2 7 6 4
kovan2, [kov-mak > kov-an] sf. Kovmak eylemini kısmetsiz; kutsuz; uğursuz; mutsuz. [DLT] [EUTS]
yapan; uzaklaştıran, [Gabain]
kovanca, [kov-an-ca] {ağız} is. Bir tür büyük bıçak; kovıtmak, [kav-mak > kav-ıt-mak] {eT} gçl. f. [-ur]
saldırma. [DS] 1. Çarpmak. [Gabain] 2. Tahrip etmek; harap etmek;
kovancı, [kovan-cı] is. 1. Kovan yapan ve satan yakıp yıkmak. [EUTS]
kimse. 2. {ağız} Arıcı. <9 kovancı ısranı, {ağız} K o kovlam a, [kov (dedikodu) > lcov-la-ma] is. Kovla
vandan bal peteklerini kolayca çıkarmaya yarayan m ak eylemi; dedikodu; çekiştirme; yerme; gıybet;
bir çeşit araç. [DS] nemime.
kovancık, -ğı [kovan-cık] {ağız} is. Köstebek, fare gi kovlam ak1, [kov (dedikodu) > kov-la-mak / koğ-la-
bi hayvanların yerde açtığı tüneller; köstebek yolla mak / j ^ y ^ ] {eAT} {OsT} {ağız}
rı, yuvaları. [DS] gçl. f. [-r[ [-l(u)-yor] B ir kimseyi arkadan çekiş
kovanlam ak, [kov-an-la-mak] {ağız} gçl. f. f-r] İz tirmek; yermek; kötülemek; dedikodu etmek; gıy
lemek; gözlemek; gözetlemek. [DS] bet etmek. [DS]
kovanlık, [kov-an-lık] is. Kovanların konulduğu yer; kovlam ak2, [kov > kov-lâ-m ak / koğ-lâ-mak] (kov
arılık. la m a k ) {eT} {eAT} g ç l.f. [—r] Kovalamak. [EUTS]
kovar, [? kovar] {ağız} is. Pislik yığını; çöplük. [DS] [Gabain] [DK]
kovaşlamak, [kov-aş-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] f-l(ı)- kovlan, [kov-la-n] {ağız} is. Kaba toprak. [DS]
y o r j Kovalamak. [DS] kovlangoz, [kov-la-n + Far. ğavz] {ağız} sf. 1. İçi boş.
kovaştırmak, [kov-aş-tır-mak] {ağız} g ç l.f. [-ır] Ko 2. (Ağaç vb. için) içi boşalmış; kof. [DS]
valamak. [DS] kovlaşmak, [kov-la-ş-mak] {ağız} işteş, f. [-ır] A rka
kovata, [Yun. gavâta] {ağız} is. 1. Maşrapa. 2. Su dan çekiştirmek; dedikodu etmek. [DS]
kovası. [DS] kovm a, [kov-ma] is. K ovm ak eylemi,
kovböy, [Germ, köu > İng. cow (sığır) + boy (genç) kovmak, [kov-mak / koğ-m ak y ^ j s ] gçl. f [-ar] 1.
> cowboy] (ko vboy) is. A m erika’da sığır çobanla
Birini, bir yerden sert ve onur kırıcı sözlerle uzak
rına verilen ad.
laştırmak; defetmek; kovalamak; sürmek. {eT}
kovboyluk, -ğu [kovboy-luk] (kovboyluk) is. K ov
{eAT} [DLT] [KB] [DK] 2. B ir milleti, bir kavmi ve
boy olma durumu; kovboyun yaptığı iş. ya bir topluluğu topraklarından sürüp çıkarmak;
kovcu, [kov-cu / koğ-cu / koğ-ucu ^ y ] {e- atmak; defetmek. 3. Bir hayvanı ürküterek veya
AT) {OsT} {ağız} is. Dedikodu yaparak insanları ar sopa vb. ile canını acıtarak uzaklaştırmak. 4. Bir
kadan çekiştiren kimse; dedikoducu; gammaz; fit kim senin çalıştığı yer, bağlı olduğu demek, kurum
neci. [DS] vb. ile ilişiğini kesmek; işine son vermek; çıkar
kovculuk, -ğu [kov-cu-luk jl=ry] {eAT} {ağız} is. mak; atmak. 5. (Düşünce için) zihninden çıkarmak;
düşünmemek; aklına getirmemek. 6. mecaz. Orta
Kovcu olm a durumu; dedikodu yapma; çekiştirme;
dan kaldırmak; yok etmek; varlığına son vermek. 7.
gıybet etme. [DS]
{eAT} {OsT} A rkasına düşmek; peşinden gitmek;
kovçak, -ğı [kov-(u)ç-ak] {ağız} is. Delik; oyuk; çu izlemek; takip etmek. 8. {OsT} {ağız} Koşturmak;
kur. [DS] yürütmek; sürmek. [DS] S kova çıkarm ak, {eAT}
kovdak, [kov > kov-dak] {eT} sf. Cılız. [KB] Kovarak çıkarmak.|| kova gitmek, {eAT} K oşarak
kovdaş, [kov > kov-daş] {eT} sf. Obur. [KB] ardına düşmek; takip etmek.
kovdurma, [kov-dur-ma] is. Kovmak işini yaptırma. kovnaz, [Yun. khâvanos] {ağız} is. Küçük küp. [DS]
kovdurm ak1, [koğ-dur-mak > kov-dur-mak] g ç l.f. [- kovoz, [kov-uz] {ağız} sf. İçi boşalmış; kof. [DS]
ur] 1. Kovmak işini yaptırmak; uzaklaştırtmak. 2. kovramak, [kav-ra-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-r(u)-yor]
B ir kimsenin uzaklaştırılmasına, kovulm asına ne Elle ekin yolmak. [DS]
den olmak; kovulmasını sağlamak. kovsak, -ğı [kov-sa-k] {ağızj sf. 1. (Yapı için) yıkıl
kovdurmak2, [kov-dur-mak] {ağız} gçl. f. [-ur] 1. m ak üzere olan; eski. 2. is. Duvarlarda eskilik ve
Koşturmak. 2. A t koşturmak. [DS] S kovduıa yıkıntıdan oluşan aralık, kovuk. 3. İki insan ya da
kovdura, {ağız} Koştura koştura. [DS] nesne arasındaki boşluk; aralık. 4. Ağaç kovuğu.
kover, [? kover] {ağız} is. Taş yığını. [DS] [DS]
kovermek, [ko-mak + ver-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] kovsuk, -ğu [kov-(ü)s-uk] {ağız} is. 1. Yaylalarda
Bırakmak; salmak. [DS] yüksek kayaların eteği. 2. Köşe; bucak. 3. Delik;
kovga, [Moğ. koboğa > kov-ğâ / kova / kowâ] (kov- kovuk; çukur. 4. Boşluk. [DS]
ga:) {eT} is. -*■ kova1. kovşak, -ğı [kov-(u)ş-a-k] {ağız} sf. 1. Gevşek; ara
kovı, [kovı] {eT} sf. 1. Kof; boş; oyuk. [EUTS] [KB] lıklı; kaba. 2. İki insan ya da nesne arasındaki ara
[Gabain] 2. İçi k o f ve çürük olan. [DLT] 3. Bedbaht; lık; açıklık. [DS]
HÜRCE SM • 2765 KOV
kovşalak, -ğı [kov-(u)ş-a-la-k] {ağız} sf. İki insan ya kovurmak, [*kâğ-mak > kağ-ur-mak] {eT} gçl. f i [-
da nesne arasındaki aralık; açıklık. [DS] ur] Kavurmak. [EUTS]
kovşalmak, [koğuş > koğ(u)ş-â-m ak > koğşa-l-m ak / kovurtmak, [kov-ur-t-mak] {ağız} g çl.f. [-ir] Serbest
kovşa-l-mak] {eT} edil.f. [-ur] -*■ kogşalmak. [DLT] bırakmak; salmak. [DS]
kovşam ak1, [koğuş > koğ(u)ş-â-mak] (koğşa:mak) kovuş1, [kov-uş] is. Kovmak eylemi veya biçimi.
{eT} gçl. f . [-r] Koğuş (huş) ağacı dalı ile cilala kovuş2, [kov-uş j * 5ji] is. 1. {OsT} İğ yapımcılarının,
mak; perdahlamak. [DLT]
iğ tıraş ve parlatma işinde kullandıkları oluk gibi
kovşamak2, [kov-(u)ş-a-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [- bir araç. 2. {ağız} Küçük tahta. [DS] <5 kovuş ok,
ş(u)-yor] (Duvarın sıvası için) ayrılıp düşecek du
{eAT} -* çigre.|| kovuş oku, {eAT} -*■ çigre.
rum a gelmek. [DS]
kovuşam ak, [kov-uş-â-mak] {eT} gçl. f i [-r] D üzle
kovşaşmak, [koğuş > koğ(u)ş-â-m ak > koğşa-ş-mak
mek. [EUTS] [Gabain]
/ kovşa-ş-mak] {eT} işteş, f. [-ur] -* kogşaşmak2.
kovuşm ak1, [kov-mak / koğ-m ak > kov-uş-mak] {eT}
[DLT]
dönşl. fi. [-ur] Kovmaya, uzaklaşm aya çalışmak.
kovşatmak, [koğuş > koğ(u)ş-â-m ak > koğşa-t-m ak /
[DLT]
kovşa-t-mak] {eT} işteş, f. [-ur] -*■ kogşatmak.
[DLT] kovuşm ak2, [kov-uş-mak {eAT} işteş, fi [-ur]
kovu1, [koğ-u / kov-u jjü] {eAT} {ağız} is. -*■ kov. [DS] K oşmada yarışmak; yarış etmek; birbirini kovala
mak.
kovu2, [kov-u] {ağız} is. Çukur ve bataklık yer. [DS]
kovuşm ak3, [kov-uş-mak] {OsT} {ağız} dönşl. fi. [-ur]
kovucu, [kov-u-cu ^ J Î ] {eAT} {ağız} is. -*■ kovcu. (İnek için) çiftleşmek istemek; boğaya gelmek.
[DS] [DS]
kovucuk, -ğu [kov-u-cuk] is. biy. Genç ağaç dalları kovuşturma, [kov-mak > kov-uş-tur-ma J is. 1. Ko
nın kabuklarında yer alan ve gaz alışverişine yara vuşturmak eylemi. 2. Bir kim se hakkında güvenlik
yan küçük delik, kuvvetlerince yapılan araştırma ve soruşturma; ta
kovucuktu, [kov-u-cuk-lu] sf. Kovucukları olan, kibat, (1955). 3. huk. Bir kim se hakkındaki isnadın
kuvvetlenmesi durumunda, bu şüphe yerini belirli
kovuculuk, -ğu [kov-u-cu-luk jW j>] {eAT} is. -*■
liğe bırakıncaya kadar Cumhuriyet Savcılığınca
kovculuk.
sürdürülen işlem. S kovuşturma yapm ak, Bir
kovuç, [kov-ğuç / kowuç] {eT} is. 1. Zulüm; eziyet. kimse hakkında güvenlik kuvvetlerince araştırma
2. Cin çarpması eseri. [DLT] ve soruşturma yapm ak; takibatta bulunmak.
kovuk1, -ğu [kov-uk Jjü / S jy ] is. 1. Bir şeyin boş kovuşturmak, [kov-mak > kov-uş-tur-mak] gçl. f i [-
olan iç kısmı; bir şeyin içinde oluşan oyuk. {eT} ur] 1. (Sanık için) yargıç karar verinceye kadar ge
{eAT} {OsT} (aym) [DLT] [EUTS] 2. sf. Oyuğu olan; rekli adlî işlem leri yürütmek, (1955). 2. (Olay için)
oyuklu; kovuklu. {eAT} (aym) 3. {OsT} Çürük. aslını, doğrusunu anlamak için araştırmak, incele
kovuk1, -ğu [eT. kav-uk / kov-uk] {ağız} is. 1. Sidik mek; soruşturmak. 3. {ağız} Kovalamak; izlemek.
torbası; mesane. 2. Huni. [DS] [DS] 4. Kendi işiyle uğraşmak.
kovulma, [kov-ul-ma] is. K ovulmak eylemi. kovuz1, [kök-mak2 > kok-uz / kokoz / koğuz jjjs ] sfi
kovulmak1, [kov-mak > kov-ul-mak] ed il.f. [-ur] 1. 1. {eT} {eAT} Tamam en boş; bomboş. 2. {ağız} Tam
Bir yerden, onur kırıcı ve sert sözlerle uzaklaştırıl dolu olmayan. [DS] 3. {ağız} İçi boşalmış olan; kof.
mak. {eAT} (aynı) 2. Çalıştığı yer, bağlı olduğu der [DS] 4. {ağız} Aralık; açıklık. [DS]
nek, kurum vb. ile ilişiği kesilmek; işine son veril kovuz2, [kov-ğuç / kowuç] {eT} is. -*• kovuç. [DLT]
mek; çıkarılmak; atılmak. kovuz3, [kapuz / kov-uz] {ağız} is. Kenarları dik ya-
kovulmak2, [kov-ul-mak] {ağız} dönşl. f . [-ur] (İnek maçlı dar vadi. [DS]
için) çiftleşmek istemek; boğaya gelmek. [DS] kovzak, -ğı [kov-(u)z-a-k] {ağız} sfi 1. Gevşek; aşın
kovuluş, [kov-ul-uş] is. Kovulmak eylemi veya mış; laçkalaşmış. 2. Hacimce büyük olduğu hâlde
biçimi. ağırlığı az olan. [DS]
kovunmak, [kov-un-mak] {ağız} dönşl. f. [-ur] Ö- kovzalak, -ğı [kov-(u)za-la-k] {ağız} sfi H acmine ba
vünmek. [DS] karak, görünüşte ağır sanıldığı hâlde hafif olan.
kovuntu, [kov-untu] is. Kovulan kimse; kovulmuş [DS]
kimse. kovzam ak1, [kov-(u)z-a-mak] {ağız} gçsz. fi. [-r] [-
kovurgeç, -ci [kav-ur-gaç] {ağız} is. Kahve kavrulan z(u)-yor] Ağır işten kurtulup rahat nefes alm ak ve
tava. [DS] sevinmek. [DS]
kovurmaç, [kağ-ur-mak > kağuı-maç] {eT} is. -*■ kovzamak2, [kav-(ı)z-a-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-z(u)-
kagurmaç. [DLT] yo r] Korumak; saklamak. [DS]
KOV f liü ie iiits ü M • 2766
kovzat, -dı [kov-(u)z-a-t] {ağız} sf. Serbest söz söyle koydurmak, [koy-dur-mak] gçl. f. [-ur] 1. Koymak
yen; çekinmeden konuşan. [DS] eylemini başkasına yaptırmak. 2. Bir kimsenin bir
koy1, [kön / kön / köy (ko:y) {eT} {OsT} {ağız} is. şeyi bir yere koymasını sağlamak,
Koyun. [DLT] [ETY] [EUTS] [KB] [OKD] [Gabain] koygalm ak, [Özb. koy-ga-l-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
[İKPÖy.] [DS] S koy yılı, {eT} On iki hayvanlı tak Kımıldamak. [DS]
vimde bir yıl. koygaşm ak, [kön / köy > koy-ğâ-mak > koyğa-ş-
koy2, [kön / köy] (ko:y) {eT} is. Kucak; koyun; gö mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Koynuna girmek. [DLT]
ğüs. [DLT] koygul, [koy-gu-l(u)] {ağız} sf. (Renk için) koyu.
koy3, [küy] (ku:y) {eT} is. 1. Alt; dip. [KB] 2. Kuytu [DS]
yer. [DLT] 3. Derenin dibi, düzlüğü; koyak. [DLT] koygun1, [koy-gun] sf. 1. İnsanın duygularını etkisi
4. Karanın içerisine girmiş ufak deniz parçası; kör altına alan; dokunaklı; içli; acıklı; etkili; dokunaklı.
fezden daha küçük boyuttaki girinti; küçük körfez. {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Ünlü; onurlu; kuvvetli.
5. {ağız} M ağara. [DS] [DS]
koy4, [Far. küy => köy] {ağız} is. Köy. [DS] koygun2, [koy-gun Oji-jS] {OsT} is. A k doğan,
koyacak, -ğı [koy-acak] is. İçine bir şeyler koymak koygun, [koy-gun] {ağız} sf. (Renk için) koyu. [DS]
için kullanılan, dolap, sepet, tabak, bardak vb. şey koyılmak, [kud-ıl-mak / kuy-ıl-mak] {eAT} edil. f. [-
lere verilen genel ad.
ur] -*■ kuyulmak. [DK]
koyak1, [konak / konok] {eT} is. Konak dansı. [DLT]
koyın1, [kön / kön / koy-m] {eT} is. 1. Koyun, {ağız}
koyak2, -ğı [koy-ak J l j s ] {OsT} {ağız} is. 1. B ir ucu (aym) [EUTS] [DS] 2. Türklerin on iki hayvanlı tak
dağda son bulan iki dağ arasında kalan büyük çu vimlerinde bir yıl adı. [EUTS]
kur; akarsular tarafından açılmış bir yana doğru koyın2, [kön / kön / koy-m] {eT} is. Sine; koyun;
eğim li uzunlamasına çukur; vadi; dere. 2. Dağlarda kucak. [Gabain]
ve kayalıklarda oluşmuş doğal çukur. 3. Dağlar koyka1, [kuykâ / koy-kâ] (koyka:) {eT} is. Deri; kürk;
üzerinde bol otlu, bitek çukurluklar. 4. Güneş gör
post. [DLT]
meyen kuytu yer. 5. Kuytu, basık yer. [DS]
koyka2, [koyka lii] {eAT} is. Bırakılan şey.
koyak3, -ğı [koy-ak / koy-uk / jIjjs] {ağız} sf.
koykalam ak, [kuykâ / koy-kâ > koyka-lâ-mak] (koy-
1. {eAT} Dokunaklı; hazin; müessir. 2. Çok tatlı.
[DS] kala:mak) {eT} gçl. f. [-r] Derinin tüylerini yolmak.
[DLT]
koyak4, -ğı [koy-ak] {ağız} is. Köşe; taraf. [DS]
koylulık, [köd-mak > kod-ık-mak > kodık-î-lık /
koyalm ak1, [koyu-l-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Koyu
laşmak. [DS] kotkı-lık] {eT} is. A lçak gönüllülük. [Yüknekî]
koyalmak2, [koy-al-mak] {ağızj dönşl. f. [-ır] 1. Ol koyku, [koy-ku] {ağız} is. Kabadayı. [DS]
gunlaşmak; yaşlanmak. 2. Uslanmak; durulmak. koykul, [koy-gu-l(u)] {ağız} sf. (Renk için) koyu.
[DS] [DS]
koyanı, [Far. güya => güyam] {ağız} e. Göre. [DS] koylan, [koy-(u)l-an] {ağız} is. Su çevrisi; girdap;
koyan, [? koyan] {ağız} is. Tavşan. [DS] akarsuların durgun ve dönen en derin yeri. [DS]
koyar1, [koyar / kayar] {eT} is. Hayvanlara ve kölele koylıg, [kön / kön / koy > koy-lığ] {eT} sf. Koyunlu.
re karşı kullanılan bir sövme sözü. [DLT] [ETY]
koyar2, [koy-ar] is. İki akarsuyun birleştiği yer; mül- koylu, [Hoy (İra n ’da bir kent) > hoy-lu ] {ağız} is.
teka. Kızılbaş. [DS]
koyarlamak, [Ar. ğiyâr => kayar-la-makl {ağız} gçl. koyluk, -ğu [koy-luk] {ağız} is. Köyün olduğu yer.
f M [-l(ı)-yor] Nallamak. [DS] [DS]
koyasa, [kör (maya) > ? koyasa] {ağız} is. İyi maya koyluşm ak1, [kod-mak / koy-m ak > koy-ul-mak >
lanmış hamur ya da ekmek. [DS] koy(u)l-uş-mak] {eT} işteş, f. [-ur] Dökülüşmek.
koy aşmak, [koy-aş-mak] {ağız} işteş, f. [-ır] K arşı [DLT]
lıklı yardım etmek; yardımlaşmak. [DS] koyluşm ak2, [kod-uğ / koy-uğ > koyu-l-mak >
koycol, [koy (koyun) + Kaz. col (yol)] {ağız} is.
koy(u)l-uş-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Koyulaşmak.
Samanyolu. [DS] [DLT]
koyçı, [kon-çl / koy-çı] (koyçı:) {eT} is. 1. Koyuncu.
koyma, [koy-ma] is. 1. Koymak eylemi. 2. {ağız}
[ETY] 2. Çoban. [KB] [Nevâyî]
Yapma; uydurma; iğreti. [DS]
koyduraklı, [koy-dur-ak-lı] {ağız} sf. (Ses, şarkı vb.
koymaca, [koy-ma-ca] {ağız} is. Çardak. [DS]
için) etkili; dokunaklı; acıklı; içli. [DS]
koym aça, [kuy-ma + aş / kuymaç] {ağız} is. Un
koydurma, [koy-dur-ma] is. Koymasını sağlama ey
çorbası. [DS]
lemi; koydurmak eylemi.
mm TİlRKÇESiZlıMİ» 2 7 6 7 KOY
koymak1, [eT. *ko-mak (koymak) > ko-d-m ak > koy koynak, -ği [eT. könlek] {ağız} is. Gömlek. [DS]
mak / ko-m ak jijâ ] gçl. fi [-ar] 1. {eT} {eAT} Bı koynu, [kön > koynu ^ j S ] {eAT} is. Koyun,
rakmak; terk etmek; yerleştirmek; dökmek; çalka koynuk, -ğu [koy-(u)n-uk] {ağız} is. Topaç. [DS]
lamak. [DLT] [EUTS] [OKD] [Gabain] [Yüknekî] [DK] koyrat, [hoyrat / horyat] {ağız} is. Hoyrat. [DS]
2. {eT} Ayırmak; çıkarmak. [EUTS] 3. Bir şeyi artık koysak, -ğı [koy > koy-sa-k] {ağız} is. Üç yanı kaya
elinde tutmayıp bir yere bırakmak; bir yere yerleş ile çevrilmiş yer. [DS]
tirmek. 4. (Bedenin bir bölüm ünü) bir yere veya bir koysalak, -ğı [koy-sa-la-k] {ağız} is. Ev içinde, du
şeyin üzerine bırakmak, bir şeye dayamak, yasla varlara oyulmuş kapaksız dolap. [DS]
mak. 5. Bir şeyi bir yere iliştirmek; tutturmak; koysuk, -ğu [koy-su-k] {ağız) is. Delik; kovuk; çu
dikmek; takmak; yerleştirmek. 6. Birini veya bir kur. [DS]
şeyi bir yere bırakıp kaçmak; terk etmek; bırak koytak, -ğı [koy-(u)t-ak] {ağız} is. 1. Yel değmeyen
mak. 7. Bir kimseyi veya bir şeyi belli bir durumda yer; çukur. 2. Y er altındaki boşluklar. [DS]
bekletmek; kasıtlı veya kasıtsız olarak öyle durm a
sını sağlamak; öyle bırakmak. 8. Bir kimseyi, baş koytan1, [koy-(u)t-an û l^ jî] is. 1. {OsT} M ezarın bir
ka birine bırakmak; feda etmek; vermek. 9. Birine yanındaki yarık. 2. {ağız} Mezarın iç kısmının kö
yiyecek, içecek vb. ayırmak, bırakmak. 10. (İmza, şesi. [DS] 3. {ağız} Dairemsi köşe. [DS] 4. {ağız}
tarih, isim, adres için) bir yazının altına veya üstü Dağın çıkıntılı yeri. [DS]
ne yazmak. 11. (Y em ek için) pişmesini sağlamak koytan2, [koy-(u)t-an] {ağız} sf. Etkili; dokunaklı; iç
için ateşte tutmak; ocağın üstüne yerleştirmek. 12. li.
Bir işin yapılması için belirli bir para ayırmak; koytarmak, [kay-(ı)t-ar-mak] {ağız} gçsz. f. [-ır]
ödenek ayırmak. 13. (Para için) bir miktar biriktir Döneklik etmek. [DS]
mek; bankaya yatırmak; gelir getirici bir işe har koytu, [koy-(u)t-u] {ağız} is. Kenar; köşe. [DS]
camak. 14. (Kumar, bahis vb. için) bir miktar para koytuk, -ğu [koy-(u)t-uk] {ağız} is. 1. Kenar; köşe. 2.
vermek; yatırmak. 15. (Yasa, kural, yasak vb.) çı Saklanacak, gizlenecek çukurumsu yer. [DS]
karmak; belirlemek; başlatmak; uygulamak. 16. Bir
koyturmak, [*ko-mak (koymak) > ko-d-mak / koy
kimseyi, bir şeymiş gibi saymak; öyleymiş gibi
davranmak. 17. (Nöbetçi, gözcü vb.) dikmek; yer m ak > koy-tur-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Döktürmek;
leştirmek. 18. Nesneleri ve insanları belirli bir dü koydurmak. [DLT]
zene göre sıralamak; dizmek. ® koyduğu yerde koyu, [eT. kod-uğ / koy-uğ > kod-ı / köyü] (koyu:) sf.
otlamak, Uzun bir zam an geçm esine rağmen hiç 1. {eT} Kalın; sık. [DLT] 2. (A kışkanlar için) akış
bir ilerleme kaydetmemek.\\ koydunsa bul, (Ara kanlığı az olan; yoğunluğu fazla olan. 3. {ağız} Ka
nan bir şey veya insan için) olması gereken yerde, tı. [DS] 4. (Renk için) daha yoğun olan. 5. mecaz.
bulamamak. (Kişi için) bir şeye veya konuya bağlılığı çok fazla
koymak2, [eT. kud-mak] gçl. fi. [-ar] 1. (Sıvı vb. a- olan; bu sınırda olan; aşırı; düşkün. 6. Bir hareketin
karları) bir kap veya yere dökerek koymak; kuy- son sınırı; derin; hararetli; ateşli. 7. Bir görüşün son
mak. {eT} (aynı) [Yüknekî] 2. B ir kimse veya hayva sınırı. 8. mecaz. Aşırı hareketli. 9. is. Daha yoğun
nı bir yere kapatmak; hapsetmek. 3. Bir kimsenin olan şey. S koyu gri, Grinin bir ton koyusu; g ri ile
bir yere girmesine izin vermek; içeriye geçmesine siyah arası. || koyu kahverengi, Kahverenginin bir
engel olmamak. 4. B ir şeyin içine başka bir şeyi ton koyusu; kahverengi ile kara arası. || koyu kır,
eklemek, katmak. 5. Bir kimseyi bir işe yerleştir 1. Kırlaşmanın başlangıcında olan; karaya yakm
mek. 6. Birini, bir amaçla hazırlanm ış listeye dahil kır. 2. Bu renkteki at donu. || koyu kırmızı, K ırm ı
etmek, yazmak; sıralamaya almak. zının bir ton koyusu; bordoya ya km kırmızı.\\ koyu
koyu, İyice koyu.\\ koyu koyu düşünmek, Derin
koymak3, [koy-mak] {ağız} g ç sz .f. [-ar] 1. Etkilen
deritı ve uzun uzun düşünmek. || koyu lacivert, La
mek; dokunmak. [DS] 2. (Söz veya bir davranış)
civerdin bir ton koyusu; lacivert ile kara arası. ||
derinden etkilemek; içine işlemek; üzmek.
koyu mavi, M avinin bir ton koyusu.\\ koyu pembe,
koymak4, -ğı [kud-mak] {ağız} is. 1. Yumurta, un ve Pembenin bir ton koyusu.|| koyu sarı, Sarının bir
peynirle yapılan bir yemek; omlet. 2. Un çorbası. ton koyusu. || koyu yeşil, Yeşilin bir veya birkaç ton
[DS] koyusu; yeşil ile kara arası.
koyn, [kön / kön / koy-ın] {eT} is. Koyun. [EUTS]
koyug, [kod-uğ / koy-uğ] {eT} sf. 1. (Sıvı için) koyu.
[Gabain]
[DLT] 2. Derin. [KB]
koynak, -ğı [koy-(u)n-ak] {ağız} is. 1. Koyundan
çıkarılan aşık kemiği. 2. Zıpzıp; bilye. [DS] koyugluk, [kod-uğ / koy-uğ > koyuğ-luk] {eT} is.
koynara, [Yun. khunaria] {ağız} is. Çam fıstığının Koyuluk; (sıvı için) koyuluk. [DLT]
fıstıklı kozalağı. [DS] koyuk1, -ğu [koy-mak3 > koy-uk {eAT} {OsT}
KOY IM IİİK M • 2768
{ağız} sf. Dokunaklı; etkili; içli; hazin. [DS] S koyuluşmak, [koy-ul-uş-mak ^J] {eAT} işteş, fi.
koyuk koyuk, {ağız} Yanık yanık; içli içli; hazin
[-ur] Birlikte saldırmak.
hazin. [DS]
koyun1, [koin / koy > koy-un] is. 1. zool. Geviş
koyuk2, -ğu [koy / kov-uk] {ağız} is. 1. D ağın ve getirenlerden başı gövdesine göre küçük, çoğunlu
kayanın kuytu yeri. 2. Boşluk; kovuk. [DS] ğu boğum boğum boynuzlu, eti, sütü, derisi ve yü
koyulaşma, [koy-u-la-ş-ma] is. Koyulaşm ak eylemi, nü için yetiştirilen, küçükbaş evcil bir hayvan,
koyulaşmak, [koy-u-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Koyu (Ovis aries). 2. Bu hayvanın damızlık dişisine veri
durum a gelmek; akışkanlığı azalmak. 2. (Renkler len isim. 3. Bu hayvanın erkek ve dişisine ait altı
için) bir veya birkaç ton artmak. 3. mecaz. Aşırı aylıktan büyüklerinin kasaplık eti. 4. mecaz. Ken
durum a gelmek; artmak; hararetlenmek; derinleş disine söylenen her şeyi itirazsız kabullenen; veri
mek. len talim atlara harfiyen uyan; uysallığı aptallık de
koyulaştırıcı, [koy-u-la-ş-tır-ıcı] sfi 1. Bir şeyi koyu recesine vardırmış kimse. 5. mecaz. Kendisini ida
laştırmaya yarayan; koyulaştırmayı sağlayan. 2. is. reden aciz kimse. 6. {ağız} Koyun sürüsü. [DS] 7. sf.
Yapışkanlığı arttırmak veya akışkanlığı azaltmak (Giyecek, kürk vb. için) bu hayvanın postundan
için boyalar içine katılan madde, yapılmış, fi1 koyun ağlı (ağılı), {ağız} K üçük ayı
koyulaştırm a, [koy-u-la-ş-tır-ma] is. Koyu duruma yıldız kümesi. [DS]|| koyun ala gözlü, {eAT} Açık
getirm e eylemi, ela gözlü. || koyun ayağı, {ağız} ince ince yağan
koyulaştırm ak, [koy-u-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır] 1. yağm ur; ahm ak ıslatan. [DS]|| koyun bacağı, {ağız}
Koyu durum a getirmek; yoğun olmasını sağlamak; Sapı kısa başakları dolgun ekin. [DS]|| koyun ba
derinleştirmek. 2. Rengini bir ton arttırmak. 3. Şid kışlı, (Kişi için) bakışları anlamsız; bön bön, aptal
detini, etkisini arttırmak, aptal bakan. || koyun başlı, Aklı ermez; aptal; bu-
koyulatmak, [koy-ul-a-t-mak] gçl. f i [-ur] Koyulaş dala.\| koyun bilekli, {ağız} Sol ayak bileği eğri
tırmak; koyultmak, olan at. [DS]|| koyun çiçeği, {ağız} Papatya; koyun
koyulma, [koy-ul-ma] is. K oyulmak eylemi. gözü. [DS]|| koyun dede, Aptal; alık.|| koyun ek
meği, bot. Maydanozgillerden 15-75 cm. boyunda
koyulm ak1, [koy-mak > koy-ul-mak j j y ] edil. fi. [-
tüylü, parçalı yapraklı, kalın köklü, sarı çiçekli çok
ur] 1. K oym a eylemi yapılmak; konmak; konul y ıllık otsu, kökü yenilen bir bitki, (Malabaila
mak. {eAT} {OsT} (aynı) 2. dönşl. fi. Başlamak; gi secacul, M. dasyantha)\\ koyun eri, {eAT} {OsT}
rişmek. 3. {eAT} {OsT} Üzerine saldırmak; hücum Koyun çobanı.\\ koyun eti, B ir besin maddesi ola
etmek; şiddetle girmek; dalmak. rak kasaplarda parçalanıp satılan kesilmiş koyun
koyulm ak2, [kod-uğ / koy-uğ > köyü > koyu-l-mak] eti.|| koyun gibi, 1. Bön; budala. 2. Uysal.\\ koyun
dönşl. fi [-ur] 1. (Sıvı için) akışkanlığı azalmak; göbeği, {ağız} -* koyungöbeği. [DS]|| koyun gözlü,
koyuluğu artmak; koyu hâle gelmek. {eT} (aynı) {eAT} A çık ela gözlü.|| koyun gözü, {ağız} -*• ko-
[DLT] 2. Derinleşmek. [KB] 3. (Renk için) bir ton yungözü. [DS]|| koyun kaval dinler gibi dinle
koyulaşmak. 4. (Dostluk, sohbet vb. soyut şeyler mek, Bakışları konuşan kişide olmasına rağmen
için) derinleşmek; hararetlenmek; şiddeti artmak. söylenenlerden bir şey anlamadan dinlemek; koyu
nun kaval dinlediği gibi. || koyun kıran, {ağız} Sarı
koyulmak3, [koy-ul-mak / kuy-ul-mak ji ^ J ] {eAT}
kantaron, (Hypericum calycinum). [DS]|| koyun
{OsT} edil.f. [-ur] Akmak; dökülmek, mantarı, {ağız} 1. Çam ağaçları arasında yetişen
koyultma, [koy-u-l-t-ma] is. Koyultmak eylemi, yenilebilir, lezzetli bir mantar, (Polyporus ovunus).
koyultmaç, -cı [koyu-l-t-maç / koyult-ma + aş] {ağız} 2. -► koyungöbeği. [DS]|| koyun sıçrayışı, Atın,
is. 1. Yeni yavrulamış hayvanın ilk sütü; ağız. 2. dört ayağını birbirine yaklaştırarak ve sırtını kam
Sonbaharda doğal olarak koyulaşan veya kaynatıla burlaştırarak yaptığı sıçram a hareketi. || koyun
rak koyulaştırılmış süt. 3. Sütlerin koyulaştığı za oğlanı, {eAT} Koyun çobanı.|| koyun otu, {ağız}
man, bu sütten yapılan bir tatlı. 4. Lor. 5. Sonba bot. 20-120 cm. yükseklikte, rizomlu, çok yıllık, sarı
harda sütlerin koyulaştığı zaman bu süt içine yo çiçekli otsu bir bitki, (Agrimonia eupatoria). [DS]||
ğurt katılarak yapılan bir yemek. 6. Kar ile pekmez koyun sürüsü, H enüz bilinçlenmemiş, kolayca
ya da bal karıştırılarak yapılan bir şerbet; kar şuru yönlendirilebilen, her türlü buyruğa kolayca boyun
bu. [DS] eğen toplum.\\ koyun şeridi hastalığı, Daha çok
koyultmak, [koy-u > koy-u-l-t-mak] gçl. fi. [-ur] 1. kuzularda görülen, otlarken oribatidae fam ilyasın
(Akışkan için) koyu hâle getirmek; akışkanlığını dan bir tür keneyi ve barındığı asalağı yem eleri
azaltmak; koyulaştırmak. 2. (Renk için) bir ton da sonucu modniezia expansa adlı şeritten ileri gelen
ha koyulaştırmak. 3. (Dostluk, sohbet vb. soyut öldürücü bir hastalık; koyun tenyası.\\ koyun tarçı-
şeyler için) derinleştirmek; hararetlendirmek; şid ğı, {ağız} Koyun gübresi. [DS]|| koyun yatırma,
detini artırmak, Koyunları geceleterek koyun dışkısı ile tarla veya
koyuluk, -ğu [koy-u-luk] is. Koyu olm a durumu. bahçe gübreleme tekniği.\\ koyun yılı, E ski Türk
O l H I i l B C t S021QK • 2769 KOZ
takviminde sekizinci yıla verilen ad.\\ koyun yüzü, f. [-ur] Etkilemek; tesir etmek. S koyur koyur,
{ağız} 24 şubatta, çobanların evleri dolaşıp topla {ağız} İçin için; derinden derine. [DS]
dıkları bahşiş. [DS] koyurtga, [koy-ur-t-ga] {ağız} is. Özgürlük. [DS]
koyun2, -ynu [kön / kodun > koy-un] is. 1. {eT} Kol koyurtgan, [koy-ur-t-gan] {ağız} sf. Özgürlük veren.
altı; kucak. [DLT] [EUTS] 2. anat V ücutta giyecek [DS]
ile göğüs arasında kalan yer. 3. (Yatar vaziyette) koyurtmak, [koy-ur-t-mak] {ağız} gçl. f . [-ur] Ser
kollar arası; kucak. 4. mecaz. Kişinin kendini rahat best bırakmak; salıvermek. [DS]
ve huzur içinde hissettiği yer; koruyucu ve şefkatli koyut, [koy-ut] is. man. Bir akıl yürütmeye başla
ortam. 5. {ağız} Karm. [DS] 6. {ağız} Göğüste bulu mazdan önce, kendisi hiçbir doğru önermeye bağ
nan iç cep. [DS]® koynuna almak, 1. Birlikte ve lanamayan fakat ispata gerek kalmadan, şüphesiz
kucak kucağa yatmak. 2. Sevişm ek için biri ile yat- doğru kabul edilen önerme; konut; postulat,
mak.|| koynuna girm ek, B iri ile yatıp sevişm ek.|| koyutmaç, -cı [koy-ul-t-maç] {ağız} is. Koyultmaç.
koynunda yılan beslemek, K endisine yakın olan [DS]
ve güvendiği, iyilik ettiği, yardım da bulunduğu bi koyutmak, [koyu-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ur] Koyulaş
rinden ihanet görmek.\\ koyun koyuna, Birbirine tırmak. [DS]
sarılmış olarak. koyuverme, [koy+u-ver-me] is. Koyuvermek eyle
koyun3, -ynu [konur ?] {ağız} sf. A çık renkli. [DS] mi.
koyuncu, [koyun-cu] is. 1. Koyun yetiştirip besleyen koyuvermek, [koy-mak + ver-mek] gçl. f. [-ir] 1.
kimse. 2. Koyun ticareti yapan kimse, (Hayvan, insan için) salıvermek; serbest bırakmak.
2. (İş, uğraş vb. için) herhangi bir yönlendirmede
koyunculuk, -ğu [koyun-cu-luk] is. Koyuncunun
bulunmamak; oluruna bırakmak; doğal gelişimine
yaptığı iş; koyun ticareti,
bırakmak.
koyungöbeği, [koyun+göbe(k)-i] is. bot. Çayır ve
koyuvirm ek, [koy-mak + ver-mek] {ağız} g ç l . f [-ir]
otlaklarda gruplar hâlinde yetişen, yenilebilir bir
Salıvermek; serbest bırakmak. [DS]
mantar türü; koyun mantarı, (Agaricus bitorquis).
koyverme, [koy-mak +ver-mek > koy-ver-me] is.
koyungözü, [koyun+göz-ü o^Ş] {ağız} is. bot. 1. Koyvermek eylemi,
İri ve beyaz bir papatya türü, (M atricaria parthe- koyvermek, [koy-mak + ver-mek > koy-ver-mek]
nium). {eAT} (aym) 2. B ileşikgillerden, çok yıllık, gçl. b. f. [-ir] 1. (Hayvan, insan için) salıvermek;
rozet yapraklı ve beyaz çiçekli, toprak üstü kısım serbest bırakmak. 2. (İş, uğraş vb. için) herhangi
ları Antakya bölgesinde sebze olarak yenilen bir bir yönlendirm ede bulunmamak; oluruna bırak
otsu bitki, (Bellis perennis). 3. M or çiğdem, (Cro mak; doğal gelişimine bırakmak.
cus asumanie, C. antalyensis). 4. Bir mahm ude tü koz1, [koz (yans.)] is. 1. Yellenmeyi, gururlu olmayı,
rü, (Convolvulus betonicifolius). 5. İri ve yassı ta çalım satarak yürümeyi anlatan kök. [Zülfikar] koz-
neli bir tür kara üzüm. 6. zool. Çok ayaklı sürün ur kozur, koz-ur-da-mak, koz-ur-da-k 2 . {ağız} sf.
gen, zehirsiz bir böcek. [DS] Boş. [DS]
koyunlar, [koyun-lar] is. biy. Boynuzlugiller fam il koz2, [Far. ğavz / Ar. cavz > koz ]j>] {OsT} is. 1.
yasının, keçiler alt familyasından, tıknaz yapılı, Ceviz ağacının olgunlaşınca üzerinden sıyrılıp dü
çevik olmayan, boynuzlarının yassı ve yana doğru şen ve “gövek” denilen yeşil bir dış kabukla kaplı
kıvrık oluşu, erkeklerinde sakal bulunm ayışı ile odunsu iç kabuklu, yağlı ve ikişer loplu iki çenetten
keçilerden ayrılan bir cins, (Ovis). oluşan meyvesi; ceviz. {eT} {eAT} {OsT} {ağız} (aym)
koyunmak, [*ko-mak (koymak) > ko-d-m ak / koy [EUTS] [DS] 2. {ağız} Her türlü kabuklu meyve.
mak > koy-un-mak {eT} {eAT} dönşl. f. [-ur] [DS] 3. İskambil oyunlarında diğer üç grup kâğıt
lardan üstün tutulan ve onları alabilen kâğıt grubu;
Kendine su koymak; su dökünmek. [DLT]
atu. 4. mecaz. Başarı elde etme ve üstünlük kurma
koyuntu, [koy-untu] is. 1. Sıkıntı; keder; üzüntü. 2. şansı; savunma fırsatı; saldırm a fırsatı. ® koz aç
Baston veya sopa koym aya mahsus yer. 3. {ağız} sf. mak, Bezikte önce davranarak bir kâğıdın kız veya
Etkili; dokunaklı; koygun. [DS] papazını açm ak ve o rengi koz olarak belirlemek.\\
koyunyünü, [koyun+yün-ü] is. Bir tür sünger; bal koz dönmek, E l alan oyuncunun koz olan bir kâğıt
peteği. oynaması. || koz dürtmek, (Eli alan oyuncu tara
koyunyüzü, [koyun+yüz-ü] {ağız} is. Koç katımının fın d a n diğer oyuncuların ellerindeki kozları çı
yüzüncü gününde köy çobanının evlerden buğday, kartm ak için) küçük bir koz oynamak. || koz helva,
yağ vb. yiyecek toplaması geleneği. [DS] Ceviz, şeker, su, un veya şeker ile yapılan sakız
koyurak, -ğı [koyu-rak j {eAT} sf. Koyuca, kıvamında bir helva; koz helvası. || koz helvacı, Koz
helvası yapıp satan kimse. || koz helvası, Ceviz, şe
koyurmak, [koy-mak3 > koy-ur-mak {eAT} gçl. ker, su, un veya şeker ile yapılan sakız kıvamında
KOZ İH M E M . 2770
bir helva; koz helva.\\ koz kabına komak, {eAT} kozak3, -ğı [kov-(u)z-ak] (ko:zak) {ağız} is. Bitişik
{OsT} Pek sıkmak; sıkıştırmak.|| koz kabuğuna iki cismin arasında kalan boşluk; aralık. [DS]
girmek, Yakalanmamak için hiç kimsenin bulama kozak4, -ğı [? kozak] {ağız} is. Çocuk. [DS]
yacağı bir yere gizlenmek; saklanmak.]] koz kabu kozaklam ak, [kozak-la-mak] {ağız} g çsz.f. [-r] [-l(ı)
ğuna komak, [eAT} Çok sıkmak; sıkıştırmak.|| koz -yor] Saçma sapan konuşm ak; saçmalamak. [DS]
kırmak, 1. İskambilde eldeki kozlardan birini oy kozalak, -ğı [koza(k)-la-lc] is. 1. Kozalaklı bitkilerde
namak. 2. Gizli bir iş çevirmek. 3. Uygun olmayan dibi yuvarlak, ucu sivri odunsu birleşik çiçek ve
ve yanlış bir davranışta bulunmak; p o t kırmak. 4. meyve; kozak. 2. İçinde tohum veya krizalit bulu
{eAT} H üner gösterm ek.|| koz söylemek, O elde nan koruncak; koza. 3. Eskiden tom ar hâlinde dü
hangi rengin koz olacağını söylemek. || kozunu rülmüş mektupların açılmasını engellemek amacıy
kaybetmek, Üstünlüğünü kaybetmek; rakibine is la basılm ış bal mumu m ührün bozulm aması için
tediğini yaptırabilirle fırsatını yitirmek; bir konuda konulduğu küçük fil dişi koruyucu. 4. {ağız} Ol
karşısındakine istediğini yaptırabilm e olanağını y i mamış, hanı meyve. [DS] 5. {ağız} İpek böceği ko
tirm ek.|| kozunu oynamak, Rakibini yenm ek için zası. [DS] 6. {ağız} A ğaçlarda bulunan tırtıl kozası.
elinde bulunan bütün üs;:.,, fırsatları değerlendir [DS] 7. {ağız} Tanesi alınmış mısır koçanı. [DS] 8.
mek.^ kozunu paylaşmak, Biri ile olan anlaşmaz {ağız} Kuru, sert, ham muşmula. [DS] 9. {ağız} sf.
lığı güç kullanarak çözmek. Kendi türü ve emsaline oranla küçük ve cılız kal
koz3, [kor / köz / koz] {eT} {ağız} is. -*■ kor. köz. mış olan; gelişmemiş; olgunlaşmamış; cılız. [DS] 0
[EUTS] [DS] kozalak gibi, Zayıf; cılız; kara kuru.
koz4, [göz] {ağız} is. 1. Evlerin altında bulunan davar kozalaklı, [kozalak-lı] sf. 1. Kozalağı bulunan; koza
ahırı. 2. A hırda yavruların konulduğu bölme. [DS] lağı olan. 2. Kozalaklılar takımında yer alan,
koz5, [kuz] {ağız} is. Güneş görmeyen yer; kuz. S kozalaklılar, [kozalak-lı-lar] is. bot. Çam, sedir,
koz yaka, {ağızj Güneş görmeyen, gölgelik yer. köknar gibi meyveleri kozalak biçiminde olan açık
[DS]|| koz yer, {ağız} -*• koz yaka. [DS] tohum lu bitkiler takımı; iğne yapraklılar, (Coni
koza, [Far. göza / koja o y ] is. 1. İpek böceği ve fe r a).
kelebek tırtıllarının kendi etrafına ördüğü ve içinde kozalaksı, [kozalak-sı] sf. Kozalağa benzeyen; koza
son deri değişimini geçirdiği ipek veya ipeksi ko lak gibi; kozalak görünümünde olan; kozalağı andı
runcak. 2. Bazı bitkilerin içinde tohum ları bulunan ran. S kozalaksı bez, Beynin üçüncü karıncığının
kabuklu meyve koruyucu; kozalak. 3. Pamuğun iri arka kısmında, ön ikiz cisimlerin arasında bulunan,
ceviz büyüklüğündeki meyvesi. 4. {OsT} Gümüşten duyu organı ve ışık algılayıcısı işlevi gören bir iç
ve sırmadan yapılmış süsiü düğme. [Bürhan-ı Katı’] salgı bezi; epifız.
5. {ağız} Püskül. [DS] 6. {ağız} Makara; masura. kozalamak, [koza-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
[DS] 7. {ağız} Bilye. [DS] 8. {ağız} Kozak; kozalak. yor] 1. Havlu, masa örtüsü ve çarşaf gibi dokuma
[DS] S koza biberi, {ağız! Çok acı, kırmızı biber; ların çözgü ipliklerini püskül yapmak. 2. (Yağmur
düğm e biber. [DS]|j kozasına çekilmek, Çevresi ile la karışık yağan kar için) koyunların üzerinde buz
olan ilişkilerini aza indirmek; az sayıda kimseyle tutmak. [DS]
konuşup görüşür olmak; hiçbir şeye karışmadan kozalan, [koza-la-n] {ağız} is. Pam uk kozası. [DS]
yaşam ak; kabuğuna çekilmek. kozalı, [koza-lı] sf. Kozası bulunan.
kozacı, [koza-cı] is. İpek böceği kozası alıp satan kozan1, [? kozan] {ağız} is. 1. Ekini biçilip kaldırıl
kim se; koza ticareti ile uğraşan kişi, mış tarla. 2. Ekin biçildikten sonra toprakta kalan
kozacılık, -ğı [koza-cı-lık] is. 1. Koza alıp satma işi; kökler. [DS]
koza ticareti. 2. İpek böceği kozasının yetiştirilmesi kozan2, [? kozan] {ağız} is. 1. Renkli tülbent; yazma.
ve işlenmesi ile ilgili işlem ve tekniklerin tümü. 2. Çocuk.bezi. [DS]
kozanmak, [kozâ-n-mak ?] {eT} dönşl. f. [-ur] Süs
kozak1, -ğı [Far. ğüze-k / kozak J ljy ] is. 1. Çam ko
lenmek; bezenmek. [DLT]
zası; kozalak. {eAT} {OsT} {ağız} (aym) [DS] 2. tar. kozasız, [koza-sız] sf. Kozası olmayan,
İm paratorluk döneminde padişah mektuplarının, kozay, [kuz > kuz-ay] {ağız} is. Güneş görmeyen,
yabancı devletlere yapılan antlaşma metinlerinin ve gölgelik yer; kuz. [DS]
önemli buyrukların içine konulduğu altın, gümüş,
kozbağ, [koz+bağ] {ağız} is. Kayısı. [DS]
kem ik vb. maddelerden yapılmış kutu. 3. {ağız} Ta
kozgalm ak, [koz-ga-l-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Hare
nesi alınmış mısır koçanı. [DS] 4. {ağız} Ham m ey
ket etmek; kımıldamak; heyecanlanmak; yerinden
ve. [DS] 5. {ağız} Topaç. [DS] 6. {ağız} Deve pisliği.
kalkmak, ayaklanmak. [Nevâyî]
[DS] 7. {ağız} Üç okkalık tahıl ölçeği. [DS] 8. {ağız}
kozı1, [köd-mak > kod-î] {eT} zf. -* kodı. [Yüknekî]
Tohumluk soğanın irisi. [DS]
kozak2, -ğı [kuz (kuzey) > kuz-ak] {ağız} is. Güneş kozı2, [kuz! / lcozî] (kozı:) {eT} sf. Kuzu. [EUTS] [KB]
görmeyen, gölgede kalan yer.[DS] [Gabain]
M ill i r e S İM . 2771 ___________________________ ___________________________________________ KÖB
kozıkaldıran, [kozı+kaldır-an] {ağız} is. Bol yağ, yerinde yetişebilen. 3. (Kişi için) her ulusun, her
peynir ve az un ile yapılan bir yemek; omlet. [DS] ülkenin yaşam biçimine, geleneklerine, düşünce
kozik1, -ği [? kozik] {ağız} is. 1. İçine hayvan, hayvan sistemine kolayca uyum sağlayabilen. 4. (Davranış,
yemi veya gereksiz eşya konulan küçük bina. 2. düşünce, söz vb. için) kozmopolite uygun olan. 5.
Küçük çocukların evcilik oynarken küçük taşlardan is. Kendini dünya vatandaşı sayan, durmadan
yaptıkları evcik. [DS] mem leket değiştiren, alışkanlıkları kolayca değişe
kozik2, -ği [? kozik] {ağız} sf. Kambur. [DS] bilen kimse. 6. Ulusal özelliklerini, benliğini yitir
kozkiştik, -ği [koz + kiştik (kedi)] {ağız} is. Sincap. miş, kendi çıkarları uğruna yabancı çıkar grupları
[DS] ile kolayca ilişki içine girebilen kimse,
kozlak, -ğı [koz-la-k] {ağız} is. Taşları harçsız olarak kozmopolitçilik, -ği [kozmopolit-çi-lik] is. fel. a h i
üst üste koym ak suretiyle yapılan duvar; harçsız Kendilerini dünya vatandaşı sayan stoacıların ahlak
duvar. [DS] kuramı.
kozlamak, [koz-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [~l(u)- kozmopolitlik, -ği [kozmopolit-lik] is. 1. Kozm opo
yor] 1. (Tavuk için) yumurtlamak. 2. (Buğday biti lit olm a durumu; kozmopolit bir kimsenin niteliği.
için) tahılın içerisini yiyerek boşaltmak. [DS] 2. Çeşitli ülkelerde yaşamış olduğu için bir tek ulu
kozlug, [kor / köz / koz > koz-luğ] {eT} sf. Korlü; sal kültüre bağlı olmayan kim senin düşünce ve ya
közlü. [Clauson] şam a biçimi. 3. Çeşitli milliyetlerin özelliğini ve
kozluk, -ğu [kuzu-luk] {ağız} is. Yeni doğan keçi ve öğelerini taşıyan,
koyun yavrularının ahırda konulduğu bölüm. [DS] kozmos, [Yun. kosmos (güzellik)] is. 1. Yıldızlar
kozmetik, -ği [Yun. kosm ein (süslemek) > kos- arası. 2. fel. Bilimsel gerçekle varlığı bilinen ve
metikos > Fr. cosmetique] is. 1. İlaç kapsam ı dışın düşsel olarak tasarlanan her türlü evren; evren;
da, cildi ve saçları güzelleştirm ek için kullanılan acun. 3. bot. Bileşikgillerden Afrika kökenli, parça
maddelere verilen genel ad. 2. Takılmış eşya dışın lı yapraklı ve altm sarısı, parlak kırmızı veya beyaz
da insan vücuduna doğrudan uygulanan süs. çiçekleri olan otsu bir süs bitkisi, (Cosmos). 4. Rus
kozmik, -ği [Yun. kosmos (evren) > cosmique] sf. uzay araçlarının genel adı.
ast. 1. Evren ve onun genel düzeni ile ilgili olan; kozmur, [? kozmur] {ağız} is. Patates. [DS]
uzaysal. 2. Haber alm a ile ilgili olan. S kozmik kozu, [kuzu] {ağız} is. Kuzu. [DS]
ışınlar, Uzayın derinliklerinden, yıldızlar arası kozuk, -ğu [koz-uk] {ağız} is. Cevizin yeşil kabuğu.
derinliklerden gelip atmosfere giren ve kaynağı [DS]
kesin olarak bilinmeyen ışınlar.\\ kozmik madde,
kozuluk, -ğu [kuzu-luk] {ağızj is. Çatıya açılan kapı.
Evreni m eydana getiren madde. || kozmik yıl, {ağız} [DS]
Güneşin Samanyolu çevresinde bir kez dönüş süre
kozur, [koz (yans.) > koz-ur] is. 1. Yellenmeyi, gu
si; 225 milyon Güneş yılı. [DS]
rurlu olmayı, çalım satarak yürümeyi anlatan yan
kozmogoni, [Fr. cosmogonie] is. fel. Kâinatın m ey sımalı gövde. 2. sf. {ağız} Kendini beğenmiş; gurur
dana gelişini, kökenini, doğuşunu ve yaratılışım lu. [DS] S kozur kozur, {ağız} (Yürümek için) hızlı
açıklamaya çalışan kuram; evren doğumu, ve hırslı olarak. [DS]
kozmogonik, -ği [Fr. cosmogonique] sf. Evren do
kö, [kö / kü ] (kö:) {eT} is. Ün; şöhret. [EUTS]
ğumu ile ilgili; evrenin doğumu ile ilgili,
kozmografya, [Fr. cosmographie] is. M atematik ve köb, [köp / köb] {eT} sf. -*■ lcöp. [EUTS]
fiziğin temel kavram larından yararlanarak, evren köbe, [köbe] {ağız} is. 1. Beşik örtüsü. 2. Gömlek ya
deki astronomik sistemlerin tanımını yapan bilim da elbisenin kolu veya kol ağzı. [DS]
dalı. köbek, [köb-ek] {eT} is. Göbek,
kozmoloji, [Fr. cosmologie] is. 1. Evreni yöneten köbel, [Yun. kobeli (çırak)] {ağız} is. Yaramaz ço
genel yasalar bilimi; evren bilimi. 2. fel. Evrenin cuk. [DS]
oluşumunu, yapısını inceleyen felsefe ve bilimsel köbelek1, -ği [köb-el-ek] {ağız} is. 1. Yenilebilir, lez
öğreti. zetli birden çok mantar türünün adı, (Morchella
kozmolojik, -ği [Fr. cosmologique] sf. Evren bilimi conica, M. deliciosa, M. esculenta, M. rotunda). 2.
ile ilgili; evren bilimsel, M ısır koçanı. 3. Tahıllara dadanan bir tür küçük
kozmonot, [Fr. cosmonaute / Rus. kosmonavt] is. kelebek. [DS]
Ruslar tarafından uzaya gönderilmiş, uzay araçları köbelek2, -ğ [köb-e-le-k] {ağız} is. Muştuluk parası.
nın pilotu ya da bu araçta araştırma yapan bilim [DS]
adamı; Rus astronot, köbelmek, [eT. köp (çok) > köb-el-mek] {ağız} dönşl.
kozmopolit, [Yun. kosm os (dünya) + polites (vatan f [-if] Çoğalmak; artmak. [DS]
daş) > Fr. cosmopolite] sf. 1. Çeşitli uluslardan köben, [Sag. köben / köpen] {eT} is. Eyer ve semer
kimseleri barındıran. 2. (Bitki için) dünyanın her keçesi.
KÖB oTOMUg m i W
köbik, [köp-mek > köp-ik / köb-ik] {eT} is. -*■ köpük. köçek3, -ği [küç > köç-e-k] {ağız} is. 1. Kapı, dolap
[EUTS] veya sandık kilidi. 2. Semerlerdeki çengel. [DS]
köbrüg, [köp-ür-mek > köpür-üg] {eT} is. -*■ köprüg. köçekçe, [köçek-çe] is. müz. Köçek ve köçek takım
[EUTS] larının oyunlarına eşlik eden, genellikle Rumeli
köbrüge, [Moğ. ke’ürge / k ö ’ürge] {eT} is. Davul. türküleri formunda bestelenm iş kıvrak oyun hava
[ETY] larına Türk m usikisinde verilen ad.
köbrttk, [köp-ür-mek > köpür-üg] {eT} is. -*■ köprüg. köçekçi, [köçek-çi] (ağız} is. 1. K öçek oynatan kim
[EUTS] se. 2. s f Hoppa; dönek; kötü huylu. [DS]
köbiik, [köp-mek > köp-ik / köb-ik] {eT} is. -*■ kö
köçeklem e, [köçek-le-me] is. Köçeklem ek eylemi,
pük. [EUTS]
köçeklem ek, [köçek-le-mek / köşeklemek] gçsz. f. [-
köbttr, [köb-ür] {ağız} is. Karadut. [DS]
r] [-l(i)-yor] (Deve için) yavrulamak,
köbürge, [Moğ. ke’ürge / k ö ’ürge] {eT} is. Davul.
köçeklik, -ği [köçek-lik] is. 1. Köçeğin yaptığı iş. 2.
[ETY] [Tekin]
mecaz. Köçek gibi davranma; ağırbaşlı olmayan
köccek, -ği [köç-mek (göçmek) > köc-cek] {ağız} sf.
davranış; ölçüsüz davranma; hoppalık,
Yıkılm ak ya da devrilmek üzere olan; göçmek üze
köçemek, [küç > küçe-mek] {eT} gçl. f. [-r] 1. Zor
re olan. [DS]
lamak. [EUTS] 2. Çabalamak. [EUTS] 3. Eşkıyalık
köce, [Far. küçe] {ağız} is. Mahalle. [DS]
yapmak. [EUTS]
köçek1, -ği [? köçek] /ağız} is. Kapı, dolap, sandık
köçeıı1, [köçen / göçen] {ağız} is. Tavşan yavrusu.
kilidi. [DS]
[DS] & köçen olmak, {ağız} (Kedi, köpek için) kı
köçek2, -ği [kök (yeşil) > köğ-cek] {ağız} is. 1. Top
zana gelm ek; çiftleşm ek istemek. [DS]
raktan bir karış kadar yükselmiş ekin; göcek. 2.
köçen2, [köç-en] {ağız} is. Oyun aralarında maskara
Sonbaharda ekilmiş ekin. [DS]
lık, köçeklik yapan kimse. [DS]
köçek3, -ği [köşek] {ağız} is. Deve yavrusu. [DS]
köçer, [köç-er] {ağız} sf. 1. Göçen; yer değiştiren. 2.
köceklenmek, [köcek-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir]
is. Göçebe; Yörük. [DS] S köçer ağaç, {ağız}
(Sonbaharda ekilen buğday için) iyice köklenmek.
[DS] Ağaçtan yapılm ış dingil. [DS]
köcen, [köcen / göçen] {ağız} is. Tavşan yavrusu. köçeymek, [Türkist. köç-ey-mek] {ağız} gçsz. f. [-er]
[DS] Genişlemek; büyümek; arası açılmak. [DS]
köcik, -ği [? köcik] {ağız} is. Kaşık. [DS] köçgün, [köç-mek > köç-gün] {eT} s f Göç eden. [KB]
köctt, [? köcü] {ağız} is. 1. Evin altındaki boşluk. 2. köçkün, [köç-gün] {eT} sf. Göç eden. [KB]
Avlu. [DS] köçmek, [köç-mek] gçsz. f. [-er] 1. {eT} Göçmek.
köç1, [köç] {eT} {ağız} is. Göç. [DLT] [KB] [EUTS] [ETY] [EUTS] [Yüknekî] [DK] 2. {ağız} (Kız için) ev
[DS] lenmek. [DS] 3. {ağız} Yıkılmak; düşmek; devril
köç2, [köç] {eT} is. Saat; an; müddet. [DLT] mek. [DS]
köç3, -cü [köç] {ağız} is. Asma kilit. [DS] köçrüm, [köç-mek > köç-ür-mek > köç(ü)r-üm] {eT}
köç4, -cü [köç] {ağız} is. Üzerinde et kıyılan tahta; et is. Beliııleme; telaş; köy halkının şehre kaçışması.
tahtası. [DS] [DLT]
köç5, -cü [köç] {ağız} is. Ev eşyası. [DS] köçü1, [köç-ü] {ağız} is. Avlu. [DS]
köç6, -cü [köç] {ağız} is. Düzgün biçimde bir araya köçü2, [köç-ü] {ağız} is. Eşek. [DS]
getirilmiş ekin, ot ve çayır yığını. [DS] köçün, [köç-ün] {ağız} is. Çarşı. [DS]
köçek1, -ği [Far. küçek (küçük)] is. 1. Kadın kılığına köçük, [köt > *köt-çük > köçük] {eT} is. Sağrı; bir
girerek eğlence yerlerinde zil, çalpara vb. çalıp oy hayvana binen iki kişiden arkadaki. [DLT]
nayan erkek. 2. mecaz. Ölçüsüz davranışları olan köçttklemek, [köçiik-le-mek] (köçükle.mek) {eT} gçl.
kim se; ağırbaşlı olmayan kişi; hoppa. 3. Deve yav f. [-r] Sağrıya vurmak. [DLT]
rusu. 4. Ocağa yeni girmiş yeniçeri. 5. tasvf. M ev köçürgen, [köç-ür-mek > köç-üı-gen] (köçürge:n)
levilikte, şeyhin, aşçı dedenin ve diğer yaşlı dedele {eT} sf. Göçüren; uzaklaştıran. [DLT]
rin hizmetinde bulunan derviş. 6. Bitişi saba m a köçürme, [köç-mek > köç-ür-me] {eT} sf. Yeri değiş
kamına benzer bir makam. 7. {ağız} Topaç. [DS] ö tirilebilen; göçiirme. [DLT]
köçek havası, Köçeklerin oynayabileceği türden köçürmek, [köç-mek > köç-ür-mek] {eT} g ç l . f [-ür]
oyun havası. || köçek takımı, Köçekler, çalgıcılar 1. Göçürmek; göç ettirmek. [DLT] [ETY] [EUTS]
ve hanendelerden meydana gelen oyuncu toplulu [Gabain] [Yüknekî] [DK] 2. Yazmak; istinsah etmek;
ğu. nakletmek. [DLT] 3. {ağız} Kendi yazısına bir m aka
köçek2, -ği [köşek / köçek dUjS" / l i l t s '] is. 1. {eAT}leden bölüm ler almak. [DS] 4. Y ok etmek.
{ağız} Deve yavrusu. [DS] 2. {ağız} B ir tür av köpe [Yüknekî] 5. (Kız için) evlendirmek; kocaya ver
ği. [DS] 3. {ağız} Köpek yavnısu. [DS] mek. {ağız} (aynı) [DK] [DS]
Ö ie iiM E M » 2773 KÖF
köçttt, [köç-mek > köç-üt] {eT} is. Göçürme aıacı; köfe2, [Yun. kopha > Ar. küfe] {ağız} is. Küfe. [DS]
göç atı. [DLT] [KB] köfeke, [Yun. kouphâki {eAT} is. 1. Yumuşak,
köçütçi, [köç-üt > köçüt-çı] {eT} sf. Göçürecek olan; dayanıksız, kil gibi çabuk ufalanan taş; sünger taşı;
göçüren. [KB] kefeki, {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Suyun dibine çö
köde1, [? köde] {ağız} is. Güvercin. [DS] kerek katılaşan kireç veya kum. [DS]
köde2, [köde] {ağız} sf. (Kişi için) kısa boylu; tıknaz. köfeki1, [Yun. kouphâki] {ağız} is. 1. -*■ köfeke. 2.
[DS] Çürük toprak. [DS]
köde3, [köde] {ağız} is. İyi kurumamış üzüm taneleri. köfeki2, [Yun. kouphâki] {ağızŞ sfi. Dayanıksız; zayıf;
[DS] çürük. [DS]
köde4, [köde] {ağız} is. Yonca. [DS]
köfenç, [küven-mek > küven-ç] {eT} is. -*■ küvenç.
ködeç, [Soğd. kw zt’yk > Far. kuza => küdeç / küzeç] [EUTS]
{eT} is. Bardak; testi. [DLT] köfençlig, [küven-ç > küvenç-lig] {eT} sf. -* kü-
ködek, -ği [? ködek] {ağız} is. Beyaz pullu bir tür vençlig. [EUTS]
balık. [DS] köfene, [Yun. gouphaina] {ağız} is. Kofana. [DS]
ködemek1, [köde-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-d(ü)-yor] köferçile, [kök-er-mek (göğermek) + çil-e / Far.
Müjdelemek; m uştu vermek. [DS] güherçile] {ağız} is. N em yüzünden oluşan küf. [DS]
ködemek2, [küde-mek] {eT} gçsz. f. [-r] -* küde- köfere, [? köfere] {ağız} is. 1. Boş balgümeci. 2. Dolu
mek2. [EUTS] veya boş bal peteği. 3. Bal süzülüp alındıktan sonra
köden, [köden] {eT} is. M isafir. [EUTS] geri kalan petek posası. [DS]
köferez, [? köferez] {ağız} is. Güneş görmeyen, rüz
ködezilmek, [ködez-il-mek / küdez-il-mek] {eT} edil.
gâr tutmayan çukur yer. [DS]
f. [-ür] -*• küdezilmek. [KB]
köfes, [? köfes {ağız} is. verimli toprak. [DS]
ködezlig, [ködez-lig / küdez-lig] {eT} sf. -*• küdezlig. köfne, [Far. köhne] {ağız} sfi Çürük; eski. [DS]
[KB] köfnek', -ği [köfhek] {ağız} is. Çabuk ufalanan kireç
ködezmek, [ködez-mek / közed-m ek / kiidez-mek] taşı; kefeki. [DS]
{eT} gçl. f. [-ür] -*■ küdezmek. [DLT] köfnek2, -ği [Far. köhne => köhne-m ek > köhne-k]
ködmek, [köd-mek / küd-mek] {eT} gçl. f i [-er] Göz {ağız} sf. 1. Yılıcak durumda; çürük; içi boşalmış.
2. (Meyve, bitki için) çürük. [DS]
lemek; görmek. [DLT]
köfnük, -ğü [köhne-mek > köhn(ü)-k] {ağız} sf. 1.
ködrttm, [küd-mek > *küdür-mek > küd(ü)r-üm]
(Kişi için) hastalıklı; yaşlı; ihtiyar. 2. Çabuk ufala
{eT} sf. -*■ küdrüm. [KB] nan kireç taşı; kefeki. [DS]
ködüg, [küd-mek > küd-üg] {eT} is. -*■ küdüg. [EUTS] köfnüm ek, [köhne-mek / köhnü-mek] {ağız} gçsz. fi.
[KB] [Üç İtigsizler] [Gabain] [-ür] 1. (Eşya için) eskimek; çürümek. 2. (Meyve
ködük, -ğü [lcöd-ük] {ağız} is. O n iki veya onbeş için) yumuşamak; gevşemek; tazeliğini yitirmek. 3.
okkalık tahıl ölçeği. [DS] (Kişi için) ihtiyarlamak. [DS]
ködün1, [Erme, koptun] {ağız} is. H ayvanlara yem köfrek, -ği [? köfrek] {ağız} is. Kendir sapı. [DS]
olarak verilen, yağı alınmış tohum küspesi. [DS] köfrez1, [köf-re-z] {ağız} sfi Bakımsız; gelişmemiş;
ködün2, [kü-dün] {eT} z f Güneyden. S1 ködün yı- sönük. [DS]
nak, {eT} Güney; cenup. [EUTS] köfrez2, [körfez] {ağız} is. Gece ayazı. [DS]
ködürmek, [kötür-mek / kötör-mek] {eT} gçl. fi [-ür] köfrez3, [köf-re-z] {ağız} is. V olkanik toprak. [DS]
-*■ kötürmek. [EUTS] [Gabain] köftelaş, [köfte-li+aş] {ağız} is. Nohut, et ve soğanla
ködüşmek, [küd-mek > küd-üş-mek] {eT} işteş, fi. [- yapılan sulu köfte. [DS]
ür] -*■ küdüşmek. [DLT] köfte, [Far. küften (ezmek) > küfte / köfte] is. i.
köf, [kef / k ıf / k if / k ö f / k ü f (yans.)] is. Sık sık so Kıyma, soğan, ekmek içi, baharat ile yoğrulduktan
lumayı, rüzgârın esmesini anlatan kök. [Zülfikar] sonra topaklar hâline getirilip çeşitli usullerle pişi
köf-ül koful rilerek yapılan yemek. 2. {ağız} M ısır unundan ya
köfdere, [Yun. koteirin] {ağız} is. 1. Tarlanın tohum pılmış etsiz b ir tür köfte. [DS] 3. {ağız} Pelte. [DS]
atılmadan önce saban izi ile bölünen parçalarından 4. {ağız} Ü züm şırası ile nişasta kaynatılarak yapı
her biri; evlek. 2. Tarla veya bahçeye su salmak lan ve dilim dilim kurutulan bir tür tatlı; pestil; köf-
için büyük arka veya kanala açılan delik. 3. Bağ ter. [DS] ö köfte demiri, {eAT} İzgara. || köfte ke
evlekleri arasında su akıtmak amacıyla açılan ge silmek, {ağız} Çalışmaktan dolayı ayakta durama
nişçe ark. [DS] ya ca k hâle gelmek; çok yorulmak. [DS]|| köfte ol
köfe1, [köfe] {ağız} is. Suyun dibine çökerek taşlaş mak, {ağız} -* köfte kesilmek. [DS]
mış kireç veya kum. [DS] köfteci, [köfte-ci] is. 1. Köfte yapan veya satan kim
KÖF • 2774
se. 2. Köfte yapılıp satılan yer. 3. {ağız} Düğünlerde kög5, [kü-mek > kü-g] (kü:ğ) {eT} is. -*■ küg4. ffk ö g
koruyucu baş hizmetçi; yasakçı. [DS] yılkı, {eT} Başıboş yayılan hayvan. [DLT]
köftecilik, -ği [köfte-ci-lik] is. Köfte yapıp satma işi. kög6, [küg] (kü:ğ) {eT} is.-*- kiig5. [DLT]
köftehor, [Far. küfte + hör] (köfteho:r) is. 1. Köfte kögedmek, [kök (gökyüzü) > kög-ed-mek] {eT} g ç l . f
yiyen. 2. Birini sevgiyle karışık azarlamak için söy
[-ür] Methetmek. [EUTS]
lenen söz.
kögen1, [kü-mek > kü-gen / kö-gen] (köğe:n) {eT} is.
köftelemek, [köfte-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(i)-
Süt sağılacağı zaman hayvanların ayağına vurulan
yo r] Agaç ve benzeri şeyleri kesici bir araçla çeşitli
ilmikli köstek. [DLT]
yerlerinden kesmek; çentmek. [DS]
kögen2, [kök-en / kög-en] {ağız} is. Kabak yaprağı.
köfteli, [köfte-li] sf. İçinde köfte bulunan. S köfteli [DS]
yahni, {ağız} Bulgur veya etten bilye büyüklüğünde
kögermek, [kök (gökyüzü) > kök-er-mek] (kö:ker-
yapılm ış köftelerle yapılan ekşili bir yemek. [DS]
köftelik, -ği [köfte-lik] sf. (Kıyma, bulgur vb. için) mek) {eT} gçsz. f. [-ür] -*■ kökermek. [DLT]
köfte yapmaya elverişli olan, köget1, [kök (yeşil) > kög+et] {ağız} is. Meyve; ye
köften, [köften] {ağız} is. Küçük mağara; kaya oyu miş. [DS]
ğu; in. [DS] köget2, -di [eT. kün-m ek (yanmak) > kög-et] {ağız}
is. Ateş. [DS]
köfter, [Far. küfter / Yun. kofter => köfter j i (a-
köglem ek1, [küg (şarkı) > küg-le-mek] (kiiğle:mek)
ğız} is. 1. Ü züm şırası ve nişasta kaynatılıp tepsiye
{eT} g ç sz.f. [-ı] -* küglem ek1.
dökülerek kurutulm ak suretiyle elde edilen bir tür
köglem ek2, [küg (bakım) > küg-le-mek] (küğle. mek)
pestil. {OsT} (aym) 2. Üzüm şırasından yapılan su
{eT} g ç l . f [-r] -* küglem ek2. [DLT]
cuk. 3. Ham ur topağı. [DS]
köglenm ek1, [küg (çil) > küg-le-mek > kügle-n-mek]
köftere, [Yun. koteirin] {ağız} is. 1. Tarla veya bah
{eT} dönşl. f. [-ür] -*• küglenm ek1. [DLT]
çeye sulama suyu almak için kanala açılan delik. 2.
köglenm ek2, [küg (şarkı) > küg-le-mek > kügle-n-
Bağlardaki küçük keçi yolları. [DS] S 1 köftere aç
mek] {eT} dönşl. f. [-ür] -* küglenm ek2.
m ak, {ağız} Kanaldan tarlaya ağızlık y a da delik
açmak. [DS] kögşin, [kök (mavi) > kök-çîn / kök-şîn] (kö:kşi:n)
köfterlik, -ği [köfter-lik] {ağız} is. K öfter yapmak i- {eT} sf. -*■ kökçin. [ETY]
çin ayrılan özel üzüm veya şıra. [DS] kögürçgiin, [kök / gö-m ek > kö-gür-mek > kögür-ç-
köftiin, [Erme, kopton] {ağız} is. Sığırlara verilen ke
gün] (kögürçgü:n) {eT} is. Güvercin. [EUTS]
ten, pamuk veya susam tohumu posası; küspe. [DS]
kögürçgünleşmek, [kögür-ç-gfln > kögürçgün-le-ş-
köftttr1, [köfter] {ağız} is. 1. -*■ köfter. 2. Şeker sucu
mek] (kögürçgü:nleşmek) {eT} işteş, f. [-iir] Güver
ğu. 3. İçine dövülmüş sucuk konarak muska gibi
cinine bahse girmek. [DLT]
sarılan üzüm pestili. [DS]
kögürçken, [kök / gö-m ek > kö-gür-mek > kögür-ç-
köftür, [Yun. koteirin] {ağız} is. -*■ köftere. [DS]
köfiik, -ğü [köf-ük] {ağız} sf. Boş. [DS] ken] (kögürçge. n) {eT} is. -*■ kögürçgün. [Gabain]
köfiil, [köf (yans.) > köf-ül] is. Sık sık solumayı, rüz kögürçiin, [kök / gö-mek > kö-gür-mek > kögür-ç-
gârın esmesini anlatan yansımalı gövde. S köfül gün] (kögürçü:n) {eT} is. -*■ kögürçgün; {ağız} (ay
köfiil, {ağız} (Yelin esişi için) serin ve h a fif hafif. nı). [EUTS] [DS]
[DS]
kögürm ek, [*kö-m ek> kö-gür-mek] {eT}gçl.f. [-ür]
köfttn, [köf-ün] {ağız} is. 1. Büyük sepet; küfe. 2.
1. Yaymak; tevsi etmek; genişletmek. [ETY] [E-
K am ın iki yanı; böğür. 3. s f (Kişi için) görünüşte
UTS] 2. Hazırlamak. [Gabain]
güçlü kuvvetli fakat elinden iş gelmeyen; becerik
siz. [DS] kögüs, [kögüs] {eT} is. -* köğüz. [EUTS] [Yüknekî]
köfüne, [lcöfüne] {ağız} is. Ağaç dallarından yapılan köğüz, [kög-üz] {eT} is. 1. Göğüs. [DLT] [EUTS] [KB]
çit. [DS] [OKD] [Yüknekî] [Gabain] 2. Kalp. [EUTS]
köfür, [köf-ür] {ağız} is. İki kulplu küfe biçiminde kögüzlüg, [kögüz-lük] {eT} is. Düşünceli; dalgın. [E-
sepet. [DS] UTS]
köğçü, [köğ-çü / köcü] {ağız} is. Avlu. [DS]
köfürge, [köf-ür-ge] {ağız} is. 1. Sarkıt. 2. Dikit. [DS]
köğet, [kök (yeşil) > köğ+et] {ağız} is. Meyve; yemiş.
kög1, [Çin. k ’jok => kflg] (kü:ğ) {eT} is. K üg1.
[DS]
[Gabain]
köğkii, [köğ-kü] {ağız} is. Y um uşak taş. [DS]
kög2, [küg] (kü:ğ) {eT} is. -*• küg2. [DLT]
köğner, [Yun. kukunaria] {ağız} is. Çam kozalakları
kög3, [kök] (kö:k) {eT} is. — kök1. [EUTS]
nın taze iken yenilen özsulu iç kısmı. [DS]
kög4, [küg] (kü:ğ) {eT} is.-*- küg3. [DLT] köğrek, -ği [kök (yeşil) > köğ-re-k] {ağız} is. bot.
O fM İ I llC M . 2775 KÖK
İlkbaharda dağlarda biten, bir buçuk metre boyun bitkiyi toprağa bağlayan ve topraktan suda erimiş
da, göbeği kuruyunca dik ve mantar gibi olan bir besi maddelerine alarak bitkinin gövdesine ileten
tür bitki; baldıran, (Conium maculatum). [DS] kısım. 6. gnşl. (Diş, saç, sinir vb. için) köke benze
köğşümek, [kağşa-malc / köğ-(ü)ş-e-mek] {ağız} is. yen gömülü bölüm. 7. (Köküyle sökülen sebze vb.
Yumuşamak. [DS] için) tane, adet. 8. İlaç olarak kullanılan bazı bitki
köğtere, [Yun. kotairin] {ağız} is. -* köftere. [DS] lerde toprak altı yumrusu. 9. mecaz. B ir şeyin geç
köğün, [köfün] {ağız} is. -*• köfün. [DS] mişle olan bağı. 10. mecaz. B ir kimseyi bir yere
köğüz, [lcöğ-üz] {ağız} is. Kilim. [DS] bağlayan manevi ve duygusal bağ. 11. dbl. B ir ke
limede, yapım ekleri çıkarıldıktan som a kalan an
köh, [? köh] {ağız} is. Bostan kulübesi. [DS]
lamlı bölüm. 12. huk. Bir zümre içinde yer alan bir
köhe, [Moğ. köhe] {eT} is. Zırh; küpe. [Nevâyî]
mirasçının füruu ile birlikte meydana getirdiği top
köher, [? köher] {ağız} is. Güç; öz; can. [DS] luluk. 13. jeol. Katmanların toprak altında kalan
köhi, [? köhi] {ağız} is. Güneş görmeyen yer. [DS] kısmı. 14. kim. Birçok tepkimeye değişmeden gire
köhle, [? köhle] {ağız} is. Baca. [DS] bilen atom grubu. 15. mat. (Denklemde) bilinm e
köhlen, [Far. küheylan] (köhle:n) {ağız} is. Küheylan. yenin yerine konulduğunda eşitliği sağlayan değer.
[DS] 16. tıp. Bir organın, bir urun çıkış noktası. 17. biy.
köhnar, [Yun. kukunaria] {ağız} is. Susam. [DS] Bir organın bağlantı noktası. 18. Dantelde asıl m o
köhne, [Far. kühen / köhne 4^ ] {OsT} sf. 1. Bakım tife geçişi sağlayan üçgen veya dörtgen biçimli m o
tif; köprü. 19. {eT} Dikiş yeri; teyel. [Nevâyî] 20.
sız kalmış, eskiyip yıpranmış; eski. 2. Yaşanılan
{ağız} Pancar. [DS] 21. {ağız} Salebin yumrusu. [DS]
zamanın gerisinde kalmış, eskimiş; çağdışı; modası
ö kök altı, mat. Bir kök işaretinin içinde bulunan
geçmiş. S köhne bahar, Son bahar.\\ köhne-sâl,
sayı; kök içi. || kök anlam, dbl. A ym kökten türemiş
{OsT} Yaşlı; ihtiyar.
sözcüklerdeki ortak anlam, sev-gi, sev-i, sev-inç,
köhneleşme, [köhne-le-ş-me] is. K öhneleşm ek ey
sev-me.\\ kök anlamı, dbl. B ir sözlükte madde başı
lemi.
olabilen kelimenin taşıdığı anlam demetlerini bir
köhneleşmek, [köhne-le-ş-mek] dönşl. fi [-ir] 1. araya getiren oluşturucu öge; semantem; kavram
Eskimek; yıpranmak. 2. mecaz. Geçersiz hâle gel birimi, ("“sandalye” kök anlamı "oturmak iç in ”,
mek; modası geçmek, “dört ayald i”, “arkalıklı”, “tek kişilik ” anlam bi
köhnelik, -ği [köhne-lik] is. 1. Eskiyip yıpranm a hâ rimi demetlerinden oluşmaktadır.)\\ kök atmak, 1.
li. 2. mecaz. Geçersizleşme hâli; modası geçme du (Bitki için) kök vererek tutmak. 2. (Kişi için) bir
rumu. yere iyice yerleşmek. 3. (Durum, alışkanlık vb. için)
köhneme, [köhne-me] is. Köhnem ek eylemi, iyice yerleşm ek; tutunmak; sağlamlaşmak,]| kök
köhnemek, [köhne-mek] gçsz. fi. [-er] 1. Eskimek; ayaklılar, biy. K ök bacaklılar,| kök bacaklı, K ök
yıpranmak; köhneleşmek. 2. mecaz. Geçerliliğini, bacaklılarla ilgili.\\ kök bacaklılar, biy. H areket ve
güncelliğini yitirmek; modası geçmek; çağ dışı beslenme sırasında sitoplazma uzantısı yalancı
kalmak. 3. Yaşlanmak; ihtiyarlamak, ayak çıkaran bir hücreliler sınıfı, (Rhizopodea),|j
köhnü, [göynü] {ağız} is. İyice olgunlaşmış, içi es kök bilgisi, dbl. Bir dildeki kelimelerin kaynağını
merleşmiş, yumuşamış, sulanmış meyvenin duru gösteren, ne zaman ortaya çıktıklarını, nereden
mu. [DS] geldiklerini, hangi evrelerden geçtiklerini araştı
göhnük, -ğü [göynü-k] {ağız} sf. 1. (Kişi için) çabuk ran; kelimelerin anlam ve biçim tarihlerini tespit
ağlayan; yufka yürekli. 2. is. Çürük toprak. [DS] eden dil bilgisi dalı; köken bilgisi. || kök boya,
köhnümek, [göynü-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] (Meyve {ağız} Ot köklerinden yapılan boya. [DS]|| kök bo
için) toplandığında sert olmasına karşın durduğu yası, bot. 1. K ö k boyasıgiilerden ılıman bölgelerde
yerde kendi kendine olgunlaşmak. [DS] yetişen, soluk sarı çiçekli, kırmızı renkteki kök sap
köhnütmek, [köynü-t-mek] {ağız} gçl. fi [-ür] O l ları boyacılıkta kullanılan, çok yıllık tırmanıcı bit
gunlaşmaya yüz tutmuş meyveyi taplayarak durdu ki; kızıl boya; kızıl kök, (Rubia tinctorum). 2. Bu
ğu yerde olgunlaşm aya bırakmak. [DS] bitkinin köklerinden elde edilen kırmızımsı boya;
kök kırmızısı; alizarin.\\ kök boyasıgiller, bot. K ök
köhrene, [? köhrene] {ağız} is. Babadan kalan bağ,
boyası, kınakına, kahve gibi beş binden çok türü
tarla, bina gibi mallarla para; miras; kalıt. [DS]
bulunan bitişik taç yapraklı iki çenekli bitki fa m il
köhün, [köf-ün] {ağız} is. Küfe. [DS]
yası, (Rubiceae),|| kök boynu, bot. Damarlı bitki
kök1, [eT. kök (asıl; temel)] is. 1. {eT} Asıl; kaynak; lerde ana kök ile sap arasındaki sınır. || kök boz
temel. [DLT] [KB] [Yüknekî] [DK] 2. mecaz. (Bir ması, {ağız} Bakımsızlıktan üzüm kütüğünün ince
olay, durum vb. için) başlangıç noktası; temel; köklerinin kuruyup verimsizleşmesi. [DS]|| kök bu
kaynak; köken. 3. Dip; temel; esas. 4. {eT} Soy. damak, Asmanın yayılan köklerini kesmek] | kök
[DK] 5. Bir bitkinin toprak altma doğru uzayan, çeliği, Yeni bir fid a n elde etm ek için gövde sürgün
KÖK B İ İ B I • 2776
lerinden kesilerek köklendirilmiş bitki dalı. || kök mek. [DS]|| kökünden kesip atmak, Meseleyi te
çiçeği, {ağız} Salep çiçeği. [DS]|| kök çiçekli, bot. melinden halletmek.\\ köküne kıran girmek, (Mal
(Bitki için) çiçekleri kök saptan veya köke yakın için) hiç bulunmaz olmak; piyasada bulunmamak. ||
yerden çıkan.\\ kök dişi, {ağız) Azı dişi. [DS]|| kök kökUne kibrit suyu, Yok olsun, kahrolsun anlam
doğrayıcısı, Yedek besinleri köklerinde depolayan larında kullanılan bir beddua sözü. || köküne kibrit
pancar, patates, şalgam gibi kök yem leri doğra suyu dökmek, Yok etmek; kökünü kurutmak.\\ kö
m akta kullanılan alet. || kök erimesi, D iş kökünde künü kazım ak, B ir daha ortaya çıkm ayacak bi
meydana gelen tahribat. || kök felci, tıp. Sinirleri çimde y o k etmek; üremesini, çoğalmasını engelle
omuriliğin ön köklerinden gelen bir veya birkaç m ek,|| kökünü kurutm ak, B ir daha ortaya çıkma
kasın fe lc i.|| kök hücresi, biy. 1. Bitkilerin kökün yacak, oluşmayacak biçimde y o k etmek; kökünü
deki hücreler. 2. Gerektiğinde bölünerek değişik kazım ak
hücre tiplerine dönüşen, erginde hücre yenilenm e k ö k 2, [kök] (kö:k) {eT} is. 1. Gökyüzü; hava; sema;
sini sağlayan hücreler. \\ kök içi, mat. B ir kök işare
gök kubbe; {ağız} (aym). [EUTS] [DLT] [KB] [OKD]
tinin içinde bulunan sayı; kök içi. || kök işareti,
[Gabain] [Tekin] [İKPÖy.] [Nevâyî] [DS] 2. Gece.
mal. Kareköklerin gösterilişinde kullanılan V işare
[EUTS] 3. Şöhret; ün. [EUTS] S k ö k k alık, {eT} Gök
ti. | kök kaplam a, Ağaç köklerinden elde edilen
yüzü; uzay; esir. [Üç ltigsizler]|| k ö k k a h k tilgeni,
desenli bir tür kaplama.\\ kök karanfil, bot. Gül-
{eT} G ök tekerleği; felek. [Üç İtigsizler]
gillerden, 15-45 cm. boyunda, kurutulmuş kökleri
karanfil kokusu verm ek için çaylara konan, çok kö k 3, [kök] (kö;k) {eT} sf. 1. M avi; gök; gök rengi;
yıllık, otsu bitki, (Orthurus heterocarpus)\\ kök lacivert. [DLT] [EUTS] [ETY] [KB] [OKD] [İKPÖy.]
kırmızısı, Bu bitkinin köklerinden elde edilen kır [Üç İtigsizler] 2. Yeşil. [KB] [İKPÖy.] [Nevâyî] 3.
mızımsı boya; kök boyası; alizarin. || kök kurdu, Şehrin dört yanını saran yeşil bölge. [DLT] 4. Boz.
zool. D üz kanatlılar takımının danaburnugiller f a 0 k ö k b ö ri, {eT} G ök kurt; bozkurt. || k ö k teyeng,
milyasından, yer altında yaptığı uzun dehlizlerde {eT} G ök sincap.
ve geniş yuvalarda yaşayan, kazıcı ve sebzelerin kök4, [kök] {ağız} sf. 1. Şişman; gürbüz; tavlı. 2.
köklerini keserek zararlara sebep olan kadife g ö Büyük; kalın; güçlü. [DS]
rünümlü kahverengi kırmızımsı iri bir böcek; kök
kök5, [kök] (kö:k) {eT} is. Eyer bağı. [DLT]
kurdu, (Gryllotalpa vulgaris). || kök mantar, bot.
Meşe, çam, fın d ık gibi ağaçların kökünde yerleşen, kök6, [kök] {ağız} is. Dar ve derin dere. [DS]
iplik görünüşlü m antar emeciyle, kök ile ortak ya kök7, [Çin. k ’jo k => küg] (kü:ğ) {eT} is.-*- k ü g 1.
şayış içinde olan bir mantar.\| kök nodülü, biy. kök7, [kök] (kö:k) {eT} sf. Yıllanmış; saçlarını ağart
Baklagillerde ve bazı bitkilerde kökte meydana ge mış; ihtiyar; tecrübeli. [KB] ö kök ayuk, {eT} K öy
len ve azotu tutan bakterileri içinde barındıran lü ve Türkmen büyüklerine verilen ad. [KB] [DLT]
yumrular. || kök salmak, 1. (Bitki için) kök vererek kök8, [küg > Far kük] is. 1. Sazı kurmaya yarayan
tutmak. 2. (Kişi için) bir yere iyice yerleşmek. 3. burgu; kulak. 2. Sap.
(Durum, alışkanlık vb. için) iyice yerleşm ek; tu
kökbaşı, [kök+baş-ı] {ağız} is. Sofa. [DS]
tunmak; sağlamlaşmak.\\ kök sap, bot. H er y ıl kök
kökceli, [kök-çe-li] {ağız} is. Güvercin. [DS]
süren ve y e r üstüne sap çıkaran çok yıllık y e r altı
gövdesi. || kök saplı, bot. sf. İnci çiçeği, eğrelti gibi kökçe, [kök-çe] {ağız} is. Ağaçların üstünde sürekli
ço k yıllık kök sapı bulunan ve her y ıl bunlardan yeşil duran asalak bir bitki; burç; ökse otu, (Viscum
yen i otsu sap ve yaprak süren. || kök sökmek, Çok album). [DS] S kökçe giren, {ağız} Kışın lodos
zo r bir işi başarmak. || kök söktürmek, Birine ya p yeliyle ince ince yağan yağmur. [DS]
tığı işte güçlük çıkarmak; uğraştırmak.\\ kök sür kökçek1, -ği [kök-çek] {ağız} sf. 1. (Kişi için) güzel.
günü, bot. B ir ağaç veya çalının dibinden veya 2. Yararlı; kazançlı. [DS]
kökteki ek tomurcuklardan çıkan sürgün. || kök kökçek2, -ği [kök-çek] {ağız} sf. Kendini beğenmiş;
sürm e noktası, B ir kökçüğün oluştuğu çevre teker büyüklük taslayan. [DS]
bölgesi. || kök taslağı, Gelişerek bitki kökü şeklini kökçin, [kök (mavi) > kök-çîn / kök-şln] (kö:kçi;n)
alan embriyon eseninin alt kısmı.\\ kök taş, B ir taş {eT} sf. 1. Mavimsi. [KB] 2. Gri. 3. is. Turna. [ETY]
ocağının son tabakasının altından çıkartılan, kes
kökçü, [kök-çü] is. 1. Eskiden ilaç yapım ında kulla
m e taşın boyutlarından daha küçük ebattaki taş. ||
nılan bitki köklerini toplayıp, satan kimse. 2. {ağız}
kökten sürm e, {ağız} Soyu sopu belli olan; soylu.
İşçi; ırgat. [DS] 3. {ağız} Evlerde ağır işlerde çalıştı
[DS]|| kök tüyü, biy. Topraktan su ve suda çözün
rılan işçi kadın. [DS]
müş maddelerin alınmasını sağlayan epidermis
kökçük, -ğü [kök-çük] is. 1. Küçük kök. 2. bot.
hücrelerinden gelişmiş tek hücreli uzantılar. || kökü
Kökün dallanmasıyla oluşan ikinci derecede kök.
kazınm ak, Bir daha ortaya çıkmayacak biçimde
3. biy. K ara yosunlarında olduğu gibi ilkel bitkiler
y o k edilmek. || kökü kesilmek, {ağız} Soyu tüken
de bulunan, tek veya çok hücreden oluşmuş basit
O T üH IÜ lff S O M . 2777 KÖK
kökler; rizoit. fi1 kökçük kılıfı, bot. Bazı tohumlu biçim tarihlerini tespit eden dil bilgisi dalı; kök
bitkilerin, kök taslaklarını, başlangıçta sıkıca saran bilimi; etimoloji. || köken bilim sel, dbl. Köken bi
bir çeşit km. limi ile ilgili; etimolojik.|| köken ölü, {ağız} (Meyve
kökçttl, [kölc-çü-1] sf. (Zararlı hayvan için) bitkilerin ve sebze için) gelişmemiş; bozuk; köksüz. [DS]||
kökünü yiyen; kök ile beslenen. köken yakıştırma, dbl. Kökeni bilinmeyen bir ke
limeyi, bilinen bir kökene bağlayarak açıklama g i
kökdetmek, [kök (eyer bağı) > kök-de-m ek / kök-
rişimi; yerlileştirme; halk köken bilimi.
de-t-mek] {eT} g ç l . f [-ür] -*■ kökletm ek1. [DLT]
köken2, [kök-en] {ağız} is. 1. Hayvan bağlanan küçük
köke1, [İt. cocca] is. Eskiden kullanılan bir tür savaş
kazık. 2. Bir ucu koyun ya da keçinin ayağında,
gemisi. diğer ucu kazığa bağlı ip. 3. Kalın kıldan, ağaç ü ze
köke2, [köke] {ağız} is. 1. Silisli, kumlu taş. 2. H afif rine yapılmış bir tür tuzak. [DS]
ve yumuşak taş; kefeki. 3. Ç ok sert, yeşile çalan kökenlemek, [köken-le-mek] {ağız} is. Fidan ya da
toprak katmanı. 4. Toprak tencere; güveç. [DS]
asm a çubuğu dikmek. [DS]
kökeç, -ci [kök-e-ç] {ağız} sf. (Kişi için) el ve ayak kökenlenme, [kök-en-le-n-me] is. Kökene sahip ol
parmakları olmayan. [DS] ma; kökeni bulunma,
kökedmek, [köle (gökyüzü) > kök-e-mek > kök-e-d- kökenlenm ek, [kök-en-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] 1.
mek] {eT} gçl. f. [-ür] 1. Yükseltmek; (göğe) yük K ökene sahip olmak; kökeni bulunmak. 2. (Kabak,
seltmek. [EUTS] [Gabain] 2. Övmek. [EUTS] [Gabain] salatalık, kavun, karpuz vb. için) köken salmak;
kökedtürmek, [*köked-mek > köked-tür- mek] {eT} yerde uzanan sürüngen dallar vermek,
gçl.f. [-ür] M ethettirmek; övdürmek. [EUTS] kökenli, [kök-en-li] sf. 1. (Bitki için) kökeni, yerde
uzanan dalları bulunan. 2. (Kişi, veya topluluk için)
kökegttn, [kök (mavi) > kök-e-mek > köke-gün] belirtilen yer veya topluluğa dayanan; soyu belirti
(köke:gü:n) {eT} is. G ök sinek; at sineği. [DLT] len ülke veya halka dayanan. 3. (Bitki, hayvan için)
kökel, [Moğ. kökel] {eT} is. Göğüs. [Nevâyî] ilk ortaya çıktığı belirtilen yere ait olan,
kökelmek, [kök-el-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] Tav kökensel, [kök-en-sel] sf. Kökenle ilgili olan; kökene
lanmak; semizleşmek. [DS] ait.
kökeltaş, [Moğ. kökel + T. -daş] {eT} is. K üçük kız kökensiz, [kök-en-siz] s f Kökeni olmayan; bir kö
kardeş. [Nevâyî] kene dayanmayan,
kökem, [kök-em] {ağız} is. Kök. [DS] köker, [? köker] {ağız} is. Selin getirdiği su üstündeki
köken1, [kök-en ^ £ ] is. 1. Kavun, karpuz, salatalık, odunları toplamak için kullanılan bir çeşit ağ. [DS]
kabak gibi bitkilerin toprak üzerinde yayılan dalla kökere, [? kökere] {ağız} is. K öy evlerine bitişik, iki
rı. {eAT} {OsT} {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Ağaç ya da üç dönümlük boş tarla. [DS]
ot kökü. [DS] 3. {ağız} Fide. [DS] 4. {ağız} Sebze. kökerek, -ği [kök-e-re-k] {ağız} sf. Büyük; gösterişli.
[DS] 5. (Bir sayıdan sonra) bu tür bitkilerin belirti [DS]
len sayıda köke sahip olanı. 6. Bir şeyin geçmişteki kökermek, [kök (gökyüzü) > kök-er-mek] (kö:ker-
esası; bir şeyin ortaya çıktığı, dayandığı temel; mek) {eT} gçsz. f. [-ür] Gök rengini almak; göver-
menşe; kaynak (1935). 7. Yeni bir organın çıkış mek. [DLT]
noktası; organın başladığı yer. 8. Başlangıç, ilk kez kökertme, [kök-er-t-me] is. 1. Kökertm ek işi. 2. {a-
ortaya çıkma ya da görünme. 9. dbl. Bir kelimeden ğız} Filizlenmiş asma çubuğu. [DS]
her türlü ekler çıkarıldıktan sonra geriye kalan an kökertmek, [kök-er-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] 1.
lamlı birim; bir kelimenin türediği, geldiği kaynak Köklemek; kökü ile birlikte sökmek; göçermek. 2.
biçim. 10. Bir bilginin, haberin çıkış noktası; m en (Fide, fidan, asma çubuğu vb. için) kökleriyle sö
şe. 11. Bir kim senin ait olduğu toplumsal sınıf, or kerek başka bir yere dikmek; şaşırtmak; göçeraıek.
tam, grup; ülke; soy; asıl; ata. {ağız} (aynı) [DS] 12. [DS]
Bir malın üretildiği, yapıldığı, getirildiği yer; men kökey, [? kökey] {ağız} is. Toprak tencere. [DS]
şe; orijin. 13. Tulumbacı hortumlarının ucundaki
kökezimek, [kök-ez-i-mek] {ağız} gçsz. f . [-ir] 1.
san metal sap. 14. {ağız} Dip; koçan. [DS] 15. {ağız}
(Bitki ya da ağaç için) çürümeye başlamak. 2. Yo
Kök. [DS] ö> köken atmak, {ağız} (Sebze fid eleri
rulmak. 3. Yürürken düşecek gibi olmak; tökezle
için) dal budak salmak. [DS]|| köken belgesi, Bir
mek. [DS]
malın hangi ülkeden veya bölgeden getirildiğini
gösteren belge. || köken bilim ci, dbl. Köken bilimi kökiremek, [kök (gökyüzü) > kök-ür-m ek > kökür-e-
ile uğraşan dil bilgini.\\ köken bilimi, dbl. B ir dil mek] (kökire:mek) {eT} gçsz. fi [-r] -*■ kökremek.
deki kelimelerin kaynağını gösteren, ne zam an or [Gabain]
taya çıktıklarını, nereden geldiklerini, hangi evre kökiş, [kök (gök)] {eT} is. Bir tür kuş. [KB]
lerden geçtiklerini araştıran; kelimelerin anlam ve kökleın, [kök-l-em] {ağız} is. İlkbahar. [DS]
KÖK İ M İR C E S O M • 2778
köldeme, [kök-le-me] is. 1. Köklemek eylemi. 2. Bir köklenm ek5, [kök (eyer bağı) > kök-le-mek > kökle-
arazide bulunan ağaç ve çalı köklerini, çotuklarını n-mek] {eT} edil, f i [-iir] (Eyer bağı için) sağlam
tem izleme işlemi. 3. (ağız} Ormandan açılan tarla,
laştırılmak; bağlanmak; sıkılmak. [DLT]
bahçe. [DS] 4. {ağız} Başka bir yere dikilm ek için,
kökleşme, [kök-leş-me] is. Kökleşm ek eylemi ve du
köküyle birlikte sökülen fidan. [DS] 5. {ağız} topra
nunu.
ğa gömülerek kök salması sağlanmış bağ çubukları.
[DS] kökleşm ek1, [kök-le-ş-mek] dönşl. fi. [-ir] 1. Kök
hâline gelmek. 2. K öklü durum almak. 3. mecaz.
köklem ek1, [kök-le-mek] gçl. fi [-r] [-l(ü)-yor] 1.
Bir yere sağlam olarak yerleşmek; kök salmak; kök
(Bitki için) köküyle birlikte topraktan söküp çı
karmak. {ağız} (aym) [DS] 2. (Tarla, bahçe, arazi atmak.
için) ağaç ve çalı köklerinden temizlemek. 3. (M in kökleşmek2, [kök (temel) > kölc-le-mek > kökle-ş-
der, şilte vb. için) içine konulan pamuk, kıtık vb. mek] {eT} dönşl. f . [-ür] 1. İlişip sokulmak. [DLT]
toplanm asına engel olmak amacıyla iki yüzünü 2. Hısımlıkla bağlanmak. [DLT]
birbirine iple tutturmak, dikmek. 4. (Saç için) ince kökleşm ek3, [kök (eyer bağı) > kök-le-mek > kökle-
örgülerin birkaçını bir araya getirerek tekrar örmek. ş-mek] {eT} edil. fi. [-ür] Eyer bağlam akta yardım
5. argo. (M otorlu araçların gaz pedalı için) kuvvet etmek. [DLT]
le sonuna kadar basmak. 6. {ağız} (Bağ çubuğu, fi kökleştiriş, [kök-le-ş-tir-iş] is. Kökleştirmek eylemi
dan, ağaç dalı vb. için) toprağa dikerek kök salma veya biçimi.
sını sağlamak. [DS] kökleştirme, [kök-le-ş-tir-me] is. Kökleştirm ek ey
köklemek2, [kök (teyel) > kök-le-mek] {eT} gçl. fi [- lemi.
r] (Dikişte) teyellemek. [Nevâyî] kökleştirm ek, [kök-le-ş-tir-mek] gçl. fi. [-ir] Kökleş
köklemek3, [kök (temel) > kök-le-mek] (kökle:mek) mesini sağlamak,
{eT} gçl. fi [-r] B ir şeyin aslını araştırmak; aslına kökletmek, [kök (eyer bağı) > kök-le-mek / kök-le-t-
vakıf olmak; köküne inmek. [ICB] mek] {eT} gçl. fi. [-ür] Eyer tahtalarını diktirmek;
köklemek4, [kök (eyer bağı) > kök-le-mek] (kökle:- bağlatmak. [DLT]
mek) {eT} gçl. fi. Eyer bağını sıkı bağlamak. [DLT] köklez, [kök-le-z] {ağız} is. Toprağa gömülerek kök
köklemek5, [küg > Far. kük (sazın burgusu) > kök- salması sağlanmış bağ çubuğu. [DS]
le-mek] gçl. fi [-r] f-l(ü)-yor] (Telli çalgılar için) köklü1, [kök-lü] sfi 1. Kökü olan; kökü bulunan; kök
kurmak; tellerini ayar etmek. sahibi olan. 2. Kökü belirtilen biçimde olan. 3.
köklemek6, [kök-le-mek] {ağız} gçsz. fi. [-r] [-1(H)- {ağız} Büsbütün; çok; tüm. [DS] 4. {ağız} mecaz.
y o r] (Yağmur için) bitkilerin köklerine kadar in İyice yerleşmiş; temeli olan; kökleşmiş; temelli;
mek. [DS] eskiden beri; yerli; esaslı. [DS] 5. mecaz. Çok eski
köklendiriş, [kök-le-n-dir-iş / kök-len-dir-iş] is. den beri bilinen; iyi ve sağlam bir geçmişe sahip
Köklendirmek eylemi ve biçimi, olan; soylu; iyi bilinen, ö 1 köklü aile, Herkesçe
köklendirme, [kök-le-n-dir-me / kök-len-dir-me] is. bilinen, tanınan, eskiden beri iyi bilinen aile. || kök
Köklendirmek eylemi, lü ifade, İçinde kök işareti bulunan matematiksel
ifade.
köklendirmek, [kök-le-n-dir-mek / kök-len-dir-mek]
g ç l . f [-ir] 1. Köklenmesini sağlamak; kök salma köklü2, [kök-lü] {ağız} sf. 1. Soylu; görgülü. 2. Var
sını temin etmek; kök saldırmak; kök vermesini lıklı; m addî gücü olan. [DS]
sağlamak. 2. Aşı filizinin kök salması için aşılı bit köklük1, -ğü [kök-lük] {ağız} is. Ormandan yakılarak
kiyi aşı yerinden toprağa gömmek, açılmış tarla. [DS]
kökleniş, [kök-le-n-iş / kök-len-iş] is. Köklenmek köklük2, -ğü [kök-lük] {ağız} is. A sma dallarından ö-
eylemi veya biçimi, rülerek tencere altına konulan sepet. [DS]
köklenme, [kök-le-n-me / kök-len-me] is. Köklen kökmeç, -ci [kök-meç] {ağız} is. Y akılabilecek ağaç
mek eylemi ve durumu. kökü. [DS]
köklenm ek1, [kök-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] 1. (Bitki kökm ek1, [kök-mek] {eT} is. Bir tür geyik. [ETY]
için) kök salmak; kök çıkarmak; kök atmak; kök kökmek2, [kök-mek] {ağız} is. Kurumuş ya da yıkıl
tutmak. 2. Kök sahibi olmak; kök edinmek. 3. me mış ağaçların yerde kalan kökü. [DS]
caz. (Kişi için) esaslı bir şekilde bir yere yerleş köknar, [Far. köknar / Yun. koukounari] is. bot.
mek; temelli oturmak. 4. edil. f. (Bitki için) kökü Çamgillerden, yapraklarını kışm dökmeyen, dalları
ile sökülmek. eş biçimli ve yassı, boz gövdeli, kozalaklı ve reçi
köklenm ek2, [kök (temel) > kök-le-mek > kökle-n- neli bir orman ağacı, (Abies). S köknar içi, {eAT}
mek] {eT} dönşl. f. [-iir] Asaletli veya zengin ol {OsT} Çam fiıstığı.\\ köknar sakızı, Köknar koza
m ak; kökleşmek; sağlamlaşmak. [DLT] laklarından elde edilen reçine; köknar reçinesi.
or® iö k ® ı • 2779 KÖK
köknarlık, -ğı [köknar-lık] is. Köknar ağaçlarının M ukaddes'in mutlak yanılmazlığı ve ona harfi har
çok olduğu yer; köknar ormanı, fin e uyulması gerektiğini savunan Protestan hare
kökneç, -ci [? kökneç] {ağız} is. Peştamal. [DS] keti; fundam entalizm. 2. Mensuplarının inandığı
dinî düşünce dışındaki bütün yönetim ve toplum
kökrek1, [kök (gölmizü) > kök-ür-mek > kök(ü)r-e-
düzeni ile kültürel değerleri reddederi, ortadan kal
rnek> köla'e-k] {eT} is. Gök gürlemesi. [Clauson]
dırm ak için yıkıcı ve kıyıcı her türlü tedbiri haklı
kökrek2, [kök (mavi) > kök-rek] (kökre: k) {eT} sf. 1. sayan görüş.\\ kökten sürme, 1. Soydan gelme;
Mavimsi; biraz gök. 2. -den daha gök. geçm işi çok eskilere dayanma; esaslı; temelli; soy
kökrek3, -ği [kök-rek] {ağız} is. 1. Göğüs; bağır. 2. lu; türedi olmayan. 2. Meslekten yetişme.
Göğüs hastalığı; nefes tıkanıklığı. 3. Göğüse giyi köktenci, [kök-ten-ci (1942)] sf. 1. Köktencilikten
len bir tür gümüş zırh. [DS] yana olan; köktencilik yanlısı; radikal. 2. Köktenci
kökrek4, -ği [kök-rek] {ağız} sf. 1. Çabuk parlayan; liğe özgü olan; köktencilikle ilgili,
atak. 2. is. Kolayca ateş yakmakta kullanılan kabu köktencilik, -ği [kök-ten-ci-lik] is. 1. Ele aldığı ko
ğu soyulmuş ve içi boş bir tür ağaç parçası. [DS] nuyu temelden değiştirmeyi amaçlayan görüş; ra
dikalizm. 2. Bilim, siyaset, din alanlarında kökten
kokremek, [kök (gökyüzü) > kök-ür-mek > kök(ü)r-
yenilikler, değişiklikler yapma eğilimi; radikalizm.
e-melc] (kökre:mek) {eT} gçsz. f. [-ür] Gürlemek;
3. sosy. Kurulu toplum düzeninin temellerine yöne
kükremek; bağırmak; böğürmek. [DLT] [EUTS] [KB]
lik toplumsal ekonomik değiştirmelerden yana olan
[Gabain]
öğreti.
kökreşmek, [kök (gökyüzü) > kök-ür-m ek > kök(ü)r- köktere, [? köktere] {ağız} is. Suyun bölüm yeri. [DS]
e-mek > kökre-ş-mek] {eT} işteş, f. [-ür] Birlikte kökteş, [kök-teş] sf. Kökleri aym olanlar. & kökteş
gürlemek; kükreşmek; kişneşmek; bağrışmak. kelimeler, dbl. Aynı kökten değişik eklerle türeyen
[DLT] ve fa rk lı anlamlara gelen kelimeler. \\ kökteş tüm
köksegüçi, [kök (gölçyüzü) > kök-se-mek > kök-se- leç, dbl. Fiille aym kökten gelen tümleç. Çalgı çal
gfi-çî] (kökse:gü:ci:) {eT} sf. Göğe yükselm ek iste mak, ustalık ister.
yen. [KB] kökteşleme, [kök-teş-le-me] is. Anlatımı kolaylaştır
köksel, [kök-sel] sf. 1. Kökle ilgili. 2. tıp. Bir sinir mak amacıyla aynı kökten gelen fakat ayrı yapı ve
veya lenf damarı köküyle ilgili, görevde olan kelimeleri yan yana kullanma, yem ek
köksemek, [kök (gökyüzü) > kök-se-mek] (kök yemek, dikiş dikmek, soru sormak, iş işlemek.
se: mek) {eT} g sz .f. [-ür] Göğe yükselmek istemek. kökteşmek, [kök (temel) > kök-te-mek > kölcte-ş-
[KB] mek] {eT} dönşl. f. [-ür] -* kökleşmek2. [DLT]
köksöker, [kök+sök-er] is. tarım. Patates, pancar, Köktürkçe, [kök (gök; sema; mavi) + Türk-çe] öz.
yer fıstığı gibi kazık köklü, yumrulu veya taneli is. Yazılı metinleri günümüze ancak Orhun ve Ye-
bitkileri sökmeye veya bunların toprak altındaki nisey yazıtları ile ulaşan, altıncı ve sekizinci y y .’lar
meyvelerini toplamaya yarar makine, da Köktürk siyasi birliğine dahil Türk toplulukları
köksü, [kök-sü] sf. 1. Köke benzer; kökü andıran; tarafından konuşulan Türk dili; Göktürkçe,
kök gibi. 2. is. bot. Ciğer otları ile yosunların kökü
kökün, [kök (mavi) > kök-e-mek > köke-gün > kö
andıran ve bu bitkilerin tutunmasını sağlayan çıkın
tıları. 3. bot. M antarlarda dışa doğru uzanan kalın kün] (köküm) {eT} is. -*■ kökegün. [DLT]
çeperli, sık miselyum tellerinden meydana gelen ve kökünnıek, [kök-ün-mek] {ağız} dönşl. f. [-ür] Kök
köke benzer uzantı, salmak. [DS]
köksün, [kök-sün] {eT} is. Öfke; gazap. [KB] kökür, [Far. kef-gır] {ağız} is. Kevgir; süzgeç. [DS]
köksüz, [kök-süz] sf. 1. Kökü olmayan. 2. mecaz. ö kökür olmak, {ağız} 1. Ezilmek. 2. Uğraşmak;
Sağlam bir tem ele dayanmayan; temelsiz; asılsız; didinmek. [DS]
dayanaksız, fi1 (kendini) köksüz hissetm ek, Ya kökürçgünleşınek, [kökürç-gün-le-ş-mek] {eT}
bancı olduğu duygusuna kapılmak. dönşl. f. [-ür] Güvercini ödül koyarak yarışa gir
mek. [DLT]
kökşin, [kök (mavi) > kök-çîn / kök-şln] (kö:kşi:n)
{eT} sf. Göğümsü; gök renkte. [DLT] kökürçkün, [kök (mavi) > kökürç-gün] {eT} is. Gü
kökten, [kök-ten] sf. 1. Kökün kendisinden kaynak vercin. [DLT]
lanan. 2. Y üzeyde kalmayan, derine kadar inen; kökürek, -ği [kök-ü-re-k] {ağız} is. Göğüs; bağır.
köklü; radikal; cezrî. 3. zf. Esaslı biçimde. S kök [DS]
ten bozuk, Aslı, esası, mayası bozuk olan; temeli köküremek, [kök (gökyüzü) > kök-ür-mek > kökiir-
bozuk. || kökten dinci, Kökten dinciliği savunan; e-mek] (köküre:mek) {eT} gçsz. fi [-r] kökremek.
kökten dinci yanlısı olan; fundam entalist.\\ kökten [Gabain]
dincilik, 1. A BD ’de geçen yüzyılda gelişen, Kitab-ı köküs1, [kög-üz] {eT} is. -*■ köğüz. [DLT]
KÖK İ H i k m a n • 2780
köküs2, [kök-üz] {ağız} is. Su akışı göz önüne alına köleçlenmek, [köl-eç-le-n-mek] {ağız} dönşl. fi [-ir]
rak tarlalarda yapılan bölmeler. [DS] Büyüyüp güçlenmek. [DS]
köküş, [kök-üş] {ağız} is. Hindi. [DS] kölek1, -ği [köl-ek] is. 1. {eT} Küçük göl; gölcük.
köküz, [kög-üz] {eT} is. -* köğüz. [ETY] [EUTS] [ETY] 2. {ağız} Yağmur sularının toplandığı küçük
köküzlüg, [kögüz-lüg] {eT} sf. Kalbe yakm; kıymetli çukur. [DS]
olan. [EUTS] kölek2, -ği [kön-le-k] {ağız} is. 1. Gömlek. 2. Korku
kökfizuıek, [kök-üz-mek] (kökü:zme:k) {eT} is. Gö luk. [DS]
ğüs zırhı. [ETY] köleker, [? köleker] {ağız} is. B ir tür kilim.[DS]
kökyük, [kök (yaşlı) + ayük (başkan)] {eT} is. Köylü kölekge, [eT. kölige] {ağız} is. Gölge. [DS]
ve Türkmen büyüklerine verilen unvan. [DLT] köleleşme, [köle-leş-me] is. Köle olma, köleliği
kabullenme eylemi ve durumu,
köl, [köl] (kö:l) {eT} is. 1. Göl; havuz; birikm iş su.
köleleşmek, [köle-leş-mek] gçsz. fi [-ir] Köle duru
[DLT] [ETY] [EUTS] [OKD] [Yüknekî] [Gabain] [Tekin]
m una gelmek,
[Nevâyî] 2. Deniz. [DLT]
köleleştiriş, [köle-leş-tir-iş] is. Köleleştirmek eylemi
kölçer, [? kölçer] is. Buğday tanelerinin biçimini ve
unu bozan bir tür hastalık, veya biçimi.
köle, [köle] is. 1. Kayıtsız şartsız bir kimsenin buy köleleştirm e, [köle-leş-tir-me] is. 1. Köle durumuna
ruğu altında olan kimse; her türlü bağım sız dav getirm ek eylemi. 2. Bir devletin veya milletin, baş
ranm a ve medenî haktan yoksun bırakılmış, özgür ka bir devlet, halk veya topluluğa bir siyasi rejimi
lüğü olmayan kişi; esir; kul. 2. Savaşta ele geçen veya ekonomik düzeni zor kullanarak kabul ettir
veya para ile satın alman kadın veya erkek. 3. huk. mesi; özgürlüğünü elinden alması; tamammı veya
Bir mülkiyete konu olan ve aynı mal gibi alınıp bazılarım sürgüne göndermesi,
satılabilen kişi. 4. gnşl. B ir zorbanın veya zorba köleleştirmek, [köle-leş-tir-mek] gçl. fi. [-ir] Birini
gücün etkisi altında bulunan kimse; totaliter bir köle hâline getimıek, hürriyetten yoksun bırakmak;
güce boyun eğen kimse. 5. mecaz. Herhangi bir köleleşm esini sağlamak,
şeye aşın derecede düşkün veya tutkun olan kimse; köleli, [köle-li] sf. Kölesi olan; kölesi bulunan,
tutkun olduğu şey karşısında iradesine hakim ola kölelik, -ği [köle-lik] is. 1. Köle olm a durumu; tut
mayan kimse; esir; kul. 6 . {ağız} Süpürge. [DS] 7. saklık; esaret. 2. Köle olarak geçirilen süre. 3. Bir
sf. (Topluluk için) bir kimsenin egemenliğini kabul şeye veya başka bir şeye aşırı bağımlılık; esaret. S
etm iş ve baskısına boyun eğmeyi kabullenmiş olan. kölelik düzeni, Eskiden kölelerin üretim işlerinde
8. (Kişi için) bütünüyle bir şeyin egemenliği altına kullanıldığı toplumsal düzen.
girmiş, kendini teslim etmiş olan. & köle doyuran,
kölem en1, [köle-men jljS ’] is. 1. Birini sahip olduğu
{ağız} 1 . ir i ve yuvarlak taneli, koyu renkli bir tür
üzüm. 2. Pilav. [DS] 11 köle döven (döğen), {ağız} Ev köle veya köleler; karavaş. {eAT} {OsT} (aym) 2.
hanımı. [DS]|| köle hamuru, {ağız} 1. K öz üzerinde Kölelerden kurulu askerî sınıf; memluk.
pişirilen ham ur üzerine kızgın y a ğ dökülerek ya p ı kölem en2, [köl-e-men] {ağız} is. 1. Büyük sepet; kü
lan bir yiyecek. 2. Kavrulmuş mısır ununu pekm ez fe. 2. Deniz kıyısında yaşayan kıl keçisi. 3. Tiftik
le karıştırarak yapılan bir tür tatlı. [DS]|| köle ile kıl keçisinin çiftleşmesinden doğan yavru. 4. sf.
köşliik, {ağız} Yoksulluk. [DS]|| köleleri, 1. (Birine Aksi; inatçı; somurtkan. [DS] 0 kölemen sepeti,
aşırı derecede bağlı olan birisinin söylediği) kendi Taze üzüm veya kuru erzak taşımakta kullanılan bir
sinden bahseden saygı sözü; ben; köleniz; bende tür yayvan sepet.
niz; bendeleri. 2. Aşırı saygı duyduğu kimsenin y a kölem ez, [köl-e-mez] {ağız} is. 1. Çiğ süt ve yoğurt
nında bir erkek yakınından söz ederken ondan bah karışımı ile yapılan bir yemek. 2. Koyulaşmış ko
seden kelimeler katılan saygı sözü. || Kölen ola yun veya keçi sütü. 3. Çobanların kaynatılmış süt
yım! Aşırı yalvarma, yakarm a bildiren ifade.|| kö içine kaym ak katarak koyultmak suretiyle yaptıkla-
leniz, (Birine aşırı derecede bağlı olan birisinin n bir süt ürünü yiyecek. 4. Çiğ süt ile ekmeği
söylediği) kendisinden bahseden saygı sözü; ben; karışıtararak pişirm ek suretiyle yapılan bir yiyecek.
köleleri; bendeniz; bendeleri. || köle sarığı, {ağız} 5. Yoğurt pekmez karışımı yiyecek. 6. M ısır ununu
Sigara böreği. [DS]|| köle tükrüğü (tükürüğü), yağ ve suda kaynatarak yapılan bir tür bulamaç;
{ağız} Adaçayı, (Salvia labiatea). [DS] kaçamak. [DS]
köleci, [köle-ci] is. 1. Köle edinen veya köle edin kölen, [kölen] {ağız} is. Körpe kuzuları barındırmak
m ek için uğraşan. 2. Köle getirip satan, için yapılan çukur yer. [DS]
kölecilik, [köle-ci-lik] is. 1. Kölelik anlayışına da
yandırılmış toplum düzeni. 2. zool. Köle ele geçir kölerm ek1, [köl > köl-er-mek] {eT} gçsz. fi. [-ür] Göl
m ek için bazı türlere saldıran karınca toplumlarının haline gelmek; su göllenmek; gölermek; toplan
durumu. mak. [DLT]
« M » . 3781 _______________________________ __________________________________________KÖM
kölermek2, [köl > köl-er-mek] {eT} gçsz. f. [-ür] (At [Gabain] [İKPÖy.] 2. (Hayvan için) kösteklemek.
[ETY] 3. (Öküz için) sabana koşmak; koşum takı
vb. hayvanlar için) tökezlemek,
mını bağlamak. [ETY]
kölesiz, [köle-siz] sf. Kölesi olmayan,
költürmek, [köl-mek > köl-tür-mek] {eT} gçl. f. [-ür]
köletke, [kölik / kolî > kölik > kölik-ge / kölî-ge / (At vb. hayvanın) ayağını bağlatmak; kösteklet
köletki] {eT} is. -*■ kölige. mek.
kölev, [kölev] {ağız} is. Alev. [DS] kölü, [költt] (kö.iü:) {ağız} is. Köylü. [DS]
köley, [köley] {ağız} s f Küçük kulaklı. [DS]
kölüg, [köl-üg ?] {eT} sf. Ahenkli; makamlı. [EUTS]
kölge, [kölik / kolî > kölik > kölik-ge / kölî-ge / kölük, [köl-mek (koşum takımını bağlamak) > köl
köletki] (köli.-ge:) {eT} {ağız} is. Gölge. [DK] [DS] ük] {eT} is. 1. Arka. [DLT] 2. Y ük yükletilen her
kölgen, [köl-gen] {ağız} is. Yelken bağı. [DS] hangi bir hayvan; iş ve yük hayvanı; gölük; ağız}
kölgöy, [kölige] {ağız} is. Gölge. [DS] (aym). [DLT] [EUTS] [KB] [İKPÖy.] [Gabain] [DS] 3.
{ağız} Binek hayvanı; hayvan. [DS] 4. {ağız} Boy
kölige, [kölik / kolî > kölik > kölik-ge / kölı-ge /
nuzlu olması gerekirken boynuzu olmayan, küçük
köletki] (köli:ge:) {eT} is. Gölge; koyu gölge. [DLT] veya kırık hayvan. [DS] 5. {ağız} Kuyruklu koyun.
[EUTS] [Gabain]
[DS] 6. {ağız} Yaşlı kısrak; kısrak. [DS] 7. {ağız} fi
köligelik, [kölî-ge > kölîge-lik] (köli:ge:lik) {eT} is. şek. [DS] 8. {ağız} Dişi eşek. [DS] S kölük aşı,
Gölgelik. [EUTS] {ağız} 1. Ekşili, etli ve sarımsaklı bulgur pilavı. 2.
köligesiz, [kölî-ge > kölîge-siz] (köli:ge:siz) {eT} is. Çekilmiş mercimek, bulgur ve zeytinyağında kav
Gölgesiz. [Clauson] rulmuş soğanla yapılan bir tür yemek. [DS]|| kölük
kölik1, [kölî-mek > köli-k] (kö:lik) {eT} is. Gölge. koyun, {ağız} Boynuzsuz, iri kuyruklu koyun; ka
[DLT] [KB] raman koyunu. [DS]
kölik2, [köl-mek (koşum takımını bağlamak) > köl- kölfiklüg, [köl-ük > kölük-lüg] {eT} sf. Gölüklü.
ük] {eT} is. -*■ kölük. [DLT]
kölike, [kölî-ke] (köli:ke) {eT} is. -*■ kölige. [KB] költtmbe, [kölümbe] {ağız} is. Çıkrığın dönen yastığı.
[DS]
köliklig, [köli-k > kölik-lig] {eT} sf. Gölgeli. [DLT]
kölümek, [köl > köl-î-mek] (köli:mek) {eT} g ç sz.f. [-
köliklik, [köli-k > kölik-lik] {eT} is. Gölgelik. [DLT] r] -* kölimek. [EUTS]
kölimek1, [köl-mek (bağlamak) > köl-î-mek] (koli kötümüş, [köl-ü-müş] {ağız} is. Köstebek. [DS]
mek) {eT} g ç l.f. [-r] 1. Toprağa sokmak; gömmek; kölüng, [köl > lcöl-ün] (kölün) {eT} is. Kuşların indiği
batırmak. [İKPÖy.] 2. (Ölü için) gömmek. [DLT]
su birikintisi. [DLT]
kölimek2, [köl > köl-î-mek] (köli:mek) {eT} g çsz.f. [- kölüngü, [kölün > kölün-gfl] (kölüngü:) {eT} is. 1.
ı] Gölge etmek. [Clauson] Nakliye vasıtası; taşıt; taşım a aracı. [EUTS] [Gabain]
kölitke, [kölik / kolî > kölik > kölik-ge / kölı-ge / 2. Koşum takımı vb. [Clauson]
köletki] {eT} is. -*■ kölige. kölünm ek, [köl-mek > köl-ün -m ek / külün-mek]
kölitmek1, [köl-î-mek > köli-t-mek] {eT} gçl. f. [-ür] {eT} dönşl. f. [-ür] 1. Gölgelenmek. [Gabain] 2. Hâl-
Gölgelemek; gölge etmek. [EUTS] siz düşmek; eli ayağı tutulmak. [DLT] [KB]
kölitmek2, [köl-î-mek > köli-t-mek] (köli. mek) {eT} kölür, [köl-ür] {ağız} is. Çörek. [DS]
gçl. f. [-ür] Gömmek; toprağa sokmak; batırmak. kölvez, [? kölvez] {ağız} is. Köpek. [DS]
[İKPÖy.] köm 1, [köm / küm (yans.)] is. Homurdanmayı anla
kölle, [Yun. kolliva] {ağız} is. 1. Kaynatılmış buğday, tan kök. [Zülfikar] köm-ür-de-n-mek
mısır, nohut; gölle. 2. Bulgur. 3. H aşlanm ış buğ köm2, [köm] {eT} e. “Kök” kelimesini pekiştiren e-
day, nohut ve bakla özerine ceviz veya susam eki dat. “köm k ö k" (gömgök)
lerek yapılmış kış yemeği. 4. Şeker ve sütle pişiri köm 3, [Erme, gom] {ağız} is. 1. Kışın kullanılan da
len bir kabak yemeği. [DS] var ahin; ağıl. 2. Mandıra. 3. Çalı çırpı veya ça
kölleme, [Yun. kolliva] {ağız} is. Kaynatılmış buğ murdan yapılmış basit barınak; kulübe. 4. Saman
day, mısır, nohut. [DS] lık. [DS]
köllttk1, -ğü [köl-lük] {ağız} is. Kulübe. [DS] köm4, [köm] {ağız} is. 1. Gübre. 2. Çürümüş ağaç kö
köllük2, -ğü [kör-lük] {ağız} is. Nispet; inat. [DS] S kü. [DS]
köllük yapmak, {ağız} N ispet etmek; inadına git köm5, [köm] {ağız} is. Sığırtmaç. [DS]
mek. [DS] kömbe, [köm-mek (gömmek) > köm-(m)e > kömbe]
köllük3, -ğü [hUllttk] {ağız} is. -* höllük. [DS] {ağız} is. 1. Kızgın küle gömülerek pişirilen topak
kölmek, [köl-mek] {eT} gçl. f. [-ür] 1. Bağlamak. ekmek. 2. Fırında pişmiş şişkin, toparlak elemek;
KÖM ı ı e r u M M • 2782
somun. 3. Un, süt veya su ile yoğrulmuş hamur komelice, [köme-li-ce] (kömeli ’ce) {ağız} zf. Çokça.
topaklan içine yağ veya haşhaş gibi yağlı tohum [DS]
ezmesi, şeker veya pekmez gibi tatlı konularak iki kömelti, [köm-el-ti] {ağız} is. Avcı gizlenme yeri.
sac arasında pişirilen bir tür çörek. 4. Mayalı ek [DS]
mek. 5. Açılm ış yufkaya patates, kavurma, soğanlı kömeıı, [kömen] {eT} is. 1. Hayal. [EUTS] 2. Y anıl
kıyma, haşhaş konularak yapılan sac ya da fırın ma; aldanma; hile. [Gabain] [EUTS] 3. Büyü; sihir.
ekmeği. 6. Baklava. 7. Tahin ve m ısır unundan ya [EUTS]
pılan bir tür hafif tatlı. 8. sf. (Kişi için) geniş yüzlü kömes, [Yun. koimasi] {ağız} is. Kümes. [DS]
ve dolgun vücutlu. [DS] kömeyh, [kömek / kömeyh] {ağız} is. Yardım; kö
kömbeli, [kömbe-li] {ağı:} sf. Şişman. [DS] mek. [DS]
kömbes, [? kömbes] {ağız} is. Kestane kebabı. [DS] kömiçe, [kömıçe / kümîçe] (kömi:çe:) {eT} is. Sivri
kömbesti, [? kömbesti] {ağız} is. -> kömbes. [DS] sinek. [DLT]
kömbez, [? kömbez] {ağız} is. -*■ kömbes. [DS] köminçe, [kömıçe / kümîçe] (köminçe:) {eT} is. -*•
kömcek, -ği [köm-cek] {ağız} sf. Sevimli. [DS] kümiçe.
köm çek1, -ği [köm-çek] {ağız} is. Ot kökü. [DS] kömlek, [kön-le-mek > kön-le-k / kömlek] {eT} is.
kömçek2, -ği [könçek / kömçek] {ağız} is. Uzun ve Gömlek. [DK]
paçalı don; şalvar. [DS] körnler, [köm-ler] {ağız} is. Çokluk; topluluk. [DS]
kömçü, [köm-mek > köm-ün-mek > köm-ün-çfi / kömme, [köm-me] {ağız} is. 1. Ekmek içinin üzerine
köm-çfi] (kömçü:) {eT} is. Gömü; define; hazine; ayran ve yağ dökülerek yapılan bir tür yiyecek. 2.
kömüç. [DLT] İçine kavurga konularak ocakta pişirilen ekmek.
[DS]
köm e1, [köm-e] {ağız} is. Cevizli pekmez sucuğu.
[DS] kömmeç, -ci [lcöm-me+aş] {ağız} sf. (Patates vb. için)
köme2, [Ar. küme] {ağız} is. 1. Yığın; topluluk; kü sıcak küle gömülerek pişirilmiş. [DS]
me. 2. K eklik vb. kuş avında avcının içine girerek kömm ek, [köm-mek] {eT} {ağız} gçl. f. [-er] Göm
gizlendiği çalı çırpıdan yapılmış yuva. 3. Yırtıcı mek. [DLT] [EUTS] [KB] [Yüknekî] [Gabain] [DS]
hayvanlan avlamak için yapılan tuzak. [DS] <3 kömneg, [kön-le-k] {ağız} is. Gömlek. [DS]
köm e köme, {ağız} K üm e küme; yığın yığın. [DS] kömselemek, [köm-se-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-
köme3, [köm-e] {ağız} is. Kızamık. [DS] l(i)-yor] 1. İşi baştan savma yapmak. 2. Eşyayı dü
köm eç1, [köm-mek > köm-meç / köm-eç] {eT} is. zensiz olarak şuraya buraya atmak. 3. Başından
K üle gömülerek pişirilen çörek; kül pidesi; kömbe; atmak; savmak. 4. İtmek; iteklemek. [DS]
{ağız}. [DLT] [DS] kömsütmek, [köm-sü-t-mek] {ağız} is. Yemeği yanık
köm eç2, -ci [köm-mek (gömmek) > köm-eç] is. 1. kokacak derecede çok pişirmek. [DS]
bot. Papatya veya ayçiçeğinde olduğu gibi bir sapın kömşütmek, [köm-(ü)ş-üt-mek] {ağız} gçl. f. [-ür]
tepesinde yayvan olarak açılmış bir tabla üzerinde Öfkesini gidermek; yumuşatmak. [DS]
çok sayıda çiçeğin yan yana toplanması şeklindeki kömtürmek, [köm-mek > köm-tür-mek] {eT} gçl.
çiçek durumu. 2. {ağız} Ebegümeci. [DS] 3. {ağız} Gömdürmek. [DLT]
Bal peteği. [DS] kömü, [köm-mek > köm-ü] {ağız} is. 1. Y er altında
köm ek1, [kö-melc] (kö. mek) {eT} gçsz. f. [-r] Y ukar saklanan para veya benzeri mal; gömü. 2. Avcı giz
lenme yeri. 3. Kuytu, çukur yer. [DS]
da olmak. [İKPÖy.]
kömüç, [köm-mek > köm-üç] {eT} is. Gömü; define.
kömek2, [kö-mek] (kö:mek) {eT} gçl. f. [-r] Göm [DLT]
mek. [EUTS] köm ük1, -ğü [köm-ük] {ağız} is. 1. Bataklık. 2. Kuy
kömek3, -ği [kömek] {ağız} is. Yardım. [DS] S kö tu ve çukur yer. [DS]
m ek etmek, {ağız} Yardım etmek. [DS] kömük2, -ğü [köm-ük] {ağız} is. Y edikardeşler deni
kömekçi, [kömek-çi] {ağız} is. Yardımcı. [DS] len yıldız kümesi. [DS]
kömele', [köme-le] {ağız} is. 1. Avcı gizlenme yeri. köm ük3, -ğü [köm-ük / küm-ük] {ağız} is. Yassı
2. Yığın; küme. [DS] burun. [DS]
kömele2, [köm-e-le] {ağız} is. Kavun, karpuz, kabak, kömük4, -ğü [köb-ük / köm-ük] {ağız} is. Köpük.
hıyar çekirdeklerini dikmek için açılan çukur. [DS] [DS]
kömele3, [köme-le] (köme ’le) {ağız} zf. (Ayırma, böl kömüldttrttk, [kön-ül > kömül > kömül-dürük ] {eT}
me işlemi için) ölçmeden, tartmadan, göz kararıyla. is. At göğüslüğü; kümüldürük. [DLT]
[DS]
kömülmek, [köm-mek > köm-ül-mek] {eT} gçl. f. [-
kömeli, [köme-li J - » ^ ] {OsT} sf. 1. Yığın hâlinde; ür] Gömülmek. [EUTS] [KB]
çok. 2. {ağız} Toplu; birikmiş; yığılmış. [DS] kömündi, [köm-mek > köm-ün-mek > kömün-dı]
OlM lgSnal. 2783 KÖN
{eT} sfi Gömülmüş; gömülü. [DLT] komüncü vb. şeylerin kömür hâline getirilmesini sağlayan
neng, {eT} Gömülmüş nesne. [DLT] cihaz.
kömünmek, [köm-mek > köm-ün-mek] {eT} dönşl. f. kömürleştirilme, [kömür-le-ş-tir-il-me] is. Kömür
[-ür] Gömülmek; gömer görünmek. [DLT] durumuna getirilmek eylemi,
kömür, [eT. köm -m ek (gömmek) > köm-ür] is. 1. kömürleştirilmek, [kömür-le-ş-tir-il-mek] edil, f i [-
Siyah renkli, bitkisel kaynaklı, içinde yüksek oran ir] Köm ür durumuna getirilmek,
da karbon bulunan katı yakıt. {eT} (aynı) [DLT] [KB] kömürleştiriş, [kömür-le-ş-tir-iş] is. Kömürleştirmek
[Gabain] 2. ecz. Hayvan kemiklerinin veya odunun eylemi veya biçimi,
kömürleştirilmesi ile elde edilen ve emici özelli kömürleştirme, [kömür-le-ş-tir-me] is. Kömürleş
ğinden dolayı sindirim sistemi hastalıklarında kul tirm ek eylemi,
lanılan toz. 3. Elektrik pili ve bazı motorlarda kul kömürleştirmek, [kömür-le-ş-tir-mek] gçl. fi. [-ir]
lanılan köm ür elektrot veya fırça. 4. sf. mecaz. Ko Kömür hâline getirmek; köm ür hâline gelmesini
yu renkte olan; kapkara; simsiyah, t? kömür başa sağlamak.
vurmak, Mangalda iyi yanm am ış köm ür bulundu kömürlü, [kömür-lü] sf. Kömürü olan; içinde veya
ğu zaman açığa çıkan karbonmonoksit gazından üzerinde kömür bulunan
zehirlenme meydana gelmek; kömürden zehirlen kömürlüg, [kömür > kömür-lüg] {eT} sf. Kömürü
m e k kömür çarpması, Mangalda iyi yanm amış olan; kömür sahibi. [DLT]
kömür bulunduğu zam an açığa çıkan kar
kömürlük, [kömür > kömür-lük] {eT} is. Kömür ko
bonmonoksit gazından meydana gelen zehirlenme;
nulan yer.
kömür başa vurmak.\\ kömür gibi, Çok siyah; sim
kömürlük, -ğü [kömür-lük] is. Kömür konulan yer;
siyah.|| kömür kalem, Desen yapm aya yarar söğüt
köm ür saklanan yer; kömür deposu,
odunu kömüründen yapılm ış kalem; fiizen.\\ kömür
kömürmek, [kemür-mek] {eT} gçl. fi [-ür] -*■ ke-
kayası, zool. Kaya balığı cinsinden siyah renkli bir
mtirmek. [Nevâyî]
balık. | kömür kovası, Sobalara köm ür dökmekte
kollanılan ağzı oval, dibi geniş bir tür kap. kömürsen, [eT. kömürgen] {ağız} is. Kömüren. [DS]
kömürcü, [köm-ür-cü] is. 1. Kömür yapan veya sa kömürtlek, -ği [köm-ür-t-le-k] /ağız} is. Gırtlak. [DS]
tan kimse. 2. Vapur, fabrika vb. yerlerde ocağa kö kömüs, [? kömüs] {ağız} is. Tarlalara su dağıtımım
mür atan veya taşıyan kimse. 3. Köm ür ocaklarında yöneten görevli; su bekçisi. [DS]
çalışan işçi. 4. {ağız} Koyu renkli bulut. [DS] S kömüş, [Far. gâvmeş > kömüş / Ar. câmûs > camız /
kömürcü çırağına dönmek, Eli yüzü, üstü başı camış j u j f ] is. 1. Çift toynaklılar takımının boy
simsiyah kir içinde bulunmak.\\ kömürcü şıkığı nuzlugiller familyasından, iri ve güçlü bir iskelet
(şakayığı), {ağız} B ir tür gelincik. [DS] yapısına sahip, kalın derili, seyrek kıllı, su içinde
kömürcülük, -ğü [köm-ür-cü-lük] is. Kömürcünün ve bataklıklarda yatmayı seven, sütü için veya yük
yaptığı iş. taşım a hayvanı olarak beslenen memeli bir sığır
kömürdek, -ği [kemir-de-k] {ağız} is. Ham kavun; türü; manda; su sığırı, (Bubalus bubalis). {eAT}
kelek. [DS] {OsT} {ağız} (aym) [DS] 2 .,'ağız} Genç, sevimli erkek
kömürdenmek, [köm (yans.) > köm-ür-de-n-mek manda. [DS] S kömüş buyduran, {ağız} D onduru
d is b jy S L Û iijyS ] {eAT} dönşl. f. [-ür] Homurdan cu soğuk. [DS]|| kömüş buynuzu (boynuzu), {ağız}
Saplarının üzerindeki dikenleri eğri olan bir tür
mak.
yaban otu. [DS]|] kömüş ineği, {OsT} {ağız} Dişi
kömüren, [eT. kömürgen > kömüren] is. bot. Halk manda. [DS]|( kömüş malağı, {OsT} Manda yavru-
tarafından çiğ olarak da yenilen yabani sarımsak; ra.|| kömüş öküz, {OsT} E rkek manda.
köpek soğanı, (AUium rotuntum). {ağız} (aynı) [DS]
kömttşmek, [köm-mek / köm-üş-mek] {eT} işteş, f i [-
kömürgen, [köm-mek (7cül veya toprak içine göm ür] Birlikte gömmek; gömmekte yardımlaşmak.
mek) > köm-ür > kömür-gen / kövür-gen] {eT} is. [DLT]
Yabani soğan; kömüren. [DLT] kömüz, [kömür > kömüz] {ağız} is. Yanan odun ko
kömürkayası, -nı, -la n [kömür+kaya-s-ı] {ağız} is. ru; köz. [DS]
Hazirandan eylüle kadar avlanan, esm er renkli bir kömzek, -ği [köm-(ü)z-ek ?] {ağız} is. Ahırdaki
tür kayabalığı. [DS] gübreyi dışarı atmak için açılan delik. [DS]
kömürleşme, [kömür-le-ş-me] is. 1. Kömürleşmek kömzeklik, -ği [kömzek-lik] {ağız} is. Çöplük. [DS]
eylemi. 2. Kömür durumunu alma. 3. Yanığın en kömzelik, [köm-(ü)z-e-lik] {ağız} is. kömzek. [DS]
son derecesi.
kön1, [kön] (kö:n) {eT} is. 1. A t derisi; at gönü. [DLT]
kömürleşmek, [kömür-le-ş-nıek] gçsz. f i [-ir] Kö
mür durumunu almak, 2, Ham deri; gön. [DLT] [EUTS] S kön kesiği,
kömürleştirici, [kömür-le-ş-tir-ici] is. ve sf. Odun {ağız} Yük hayvanlarında eyerin, semerin ezmesi ile
oluşan derin yara. [DS]
KÖN û iıe tim c e m • 2784
kön2, [kön] {ağız} is. Gübre; koyun ve keçi gübresi. könene, [? könene] {ağız} is. Ocak önü. [DS]
[DS]' könenmek, [kön (kıvanç) > kön-e-n-mek] {ağız} is.
kön3, [Erme, gom > kom / köm / kön] {ağız} is. M utlu olmak; rahata kavuşmak; gönenmek. [DS]
Ağıl.[DS] köner, [Yun. khounari] {ağız} is. Çam fıstığı ağacı ve
kön4, [kön] {ağız} is. Buğday başaklarının kararm ası meyvesi. [DS]
na yol açan buğday hastalığı. [DS] könes1, [? könes] {ağız} sf. Kötü; fena. [DS]
könbe, [kömbe] {ağız} is. Kömbe. [DS] könes2, [? könes] {ağız} is. 1. is. Küçük, yaramaz
köncek, -ği [kön-çek] {ağız} is. -*■ könçek. [DS] köpek. 2. Köpek. [DS]
könç, -cü [Altay. konç] {ağız} is. Çizmenin yüz kıs könes3, [? könes] {ağız} is. Eski ve aşınmış nal çivisi.
mı. [DS] [DS]
könçek1, -ği [kön-çek] {ağız} is. Topuklara kadar könez1, [kön-ez] {ağız} is. 1. Anası tazı, babası başka
uzanan, geniş ve paçası büzgülü şalvar. [DS] cins köpek olan yavru. 2. Küçük yaram az köpek. 3.
könçek2, -ği [kök-çek ?] {ağız} is. 1. Bitkinin kökün sf. Büyümemiş; kısa boylu. [DS]
deki yavru kök ve saçakları. 2. Çürümüş ot kökü. könez2, [köhne-mek > köhne-z] {ağız} is. 1. Yaşlı;
[DS] ihtiyar. 2. Sürtülmüş; yıpranmış; boyu kısalmış. 3.
könçük, [kön-çük / kün-çek / kün-çük] {eT} is. Yaka. (Aşık kemiği için) kötü. [DS]
[DLT] könezlem ek, [könez-le-mek] {ağız} g ç sz.f. [-r] [-l(i)-
könçüklenm ek, [kön-çük > könçük-le-mek > kön- yor] Yaşlanmak; ihtiyarlamak. [DS]
çükle-n-mek] {eT} dönşl. f. [-ür] Yaka sahibi ol
köngek, [kön > kön-ek] (könek) {eT} is. Kova. [ETY]
mak; yakalanmak. [DLT]
köndar, [? köndar] {ağız} is. Kayalıklarda biten güzel köngelmek, [kön-mek > kön-ig- > kön-(i)g-el-mek]
kokulu bir ot. [DS] {eT} dönşl. f. [-ür] Görünmek; belirmek. [KB]
köndegU, [kön-mek > kön-it-m ek > könd-egü] (kön- köngermek, [kön-mek > kön-ger-mek] {eT} gçl. f. [-
ür] -* köndgermek. [DLT]
degü:) {eT} is. Gerdanlık. [Clauson]
köndek, -ği [Far. küteng /] {ağız} is. Sopa; değnek. köngig, [kön-ig] (köhig) {eT} ünl. Ne acı!
[DS] köngl, [könül] (könül) {eT} is. -* köngül. [İKPÖy.]
köndelen, [Az. könd-el-en] {ağız} zf. Ters yönde; ak könglek, [kön-le-mek > kön-le-k] (könlek) {eT} is.
si istikamette. [DS] Gömlek. [DLT] [KB] [DK]
könder, [Yun. khuntari] {ağız} is. Balıkçıların kul köngleklenmek, [kön-le-k > könlek-le-mek >
landığı ucu çengelli sırık. [DS] könlekle-n-mek] (könleklenmek) {eT} dönşl. f. [-ür]
köndgermek, [kön-mek > kön-it-m ek > könt > G ömleklenmek; gömlek giymek. [DLT]
könd-ger-mek] {eT} gçl. f. [-ür] 1. Doğrultmak; könglemek, [kön-ül > kön-le-mek] (könle:mek) {eT}
düzeltmek; dikmek; yola kılavuzlamak. [DLT] 2. g ç l . f [-r] H atırlamak; düşünmek; dalmak. [EUTS]
İkrar ettirmek. [DLT] köngmek, [kön-mek] (könmek) {eT} dönşl. f . [-ür]
köndgertmek, [kön-mek > kön-it-mek > könt > Yanmak. [ETY]
könd-ger-mek > könd-ger-t-mek] {eT} gçl. f. [-ür] köngül, [kön-ül] (könül) {eT} is. 1. Gönül; kalp;
Doğrultmak; diktirtmek. [DLT] yürek; duygular; vicdan. {eAT} (aynı) [DLT] [ETY]
köndgürmek, [kön-mek > kön-it-m ek > könt > [EUTS] [KB] [OKD] [Yüknekî] [DK] [İKPÖy.] [Üç
könd-gür-mek] {eT} g çl.f. [-ür] Doğrultmak. [DLT] İtigsizler] [Gabain] [Tekin] 2. Fikir; tefekkür; anlayış.
köndgttrtmek, [kön-mek > kön-it-mek > könt > [DLT] [EUTS] [KB] 3. İstek; arzu; ülkü; dilek.
könd-gür-mek > könd-gür-t-mek] {eT} gçl. f. [-iir] [EUTS] [İKPÖy.] fi1 köngül öritmek, {eT} Karar
-*■ köntgertmek. [DLT] vermek. [Gabain]
köndü, [kön-mek > kön-dı] {eT} sf. 1. Kötü; bayağı. köngüldeş, [kön-ül > könül-deş] (könüldeş) {eT} is.
[DLT] 2. {ağız} Keten döküntüsü. [DS] G önül arkadaşı. [DLT] [KB]
köndiirmek, [kön-mek > kön-dür-mek] {eT} gçl. f. [- köngülgerm ek, [kön-ül > könül-ger-mek] (kömil-
ür] 1. Doğrultmak; düzeltmek; ıslah etmek. [KB] germek) {eT} gçl. f. [-ür] Kalbe taşımak; düşün
[Nevâyî] 2. Y ola çıkarmak. [KB] mek; mülahaza etmek; tefekkür etmek. [EUTS]
[Gabain] [İKPÖy.]
köne, [? köne] {eT} sf. 1. Cıva. 2. Sahte gümüş. B
köngülkerm ek, [kön-ül > könül-ger-mek] (könül-
köne suvı, {eT} Cıva. [EUTS]
kermek) {eT} g ç l . f [-ür] -*■ köngülgermek. [EUTS]
könefe, [Ar. kinâfe] {ağız} is. -*■ künefe. [DS] [Gabain] [İKPÖy.]
könek1, [kön > kön-ek] {eT} is. 1. Kova. [ETY] köngüllenmek, [kön-ül > könül-le-m ek > könülle-n-
[Gabain] [EUTS] 2. Matara. [DLT] 3. İbrik. [DLT] 4. mek] (könüllenmek) {eT} dönşl. f. [-ür] 1. Gönül-
Su tulumu. [DLT] 5. Kova burcu. [KB] lenmek. [DLT] 2. (Çocuk için) düşünmek ve anla
könek2, [eT. köng-le-k] {ağız} is. Gömlek. [DS] mak. [DLT] 3. Arzu etmek. [DLT]
ÖIM»CÎS0Z1)ÜK.2785 KÖP
köngüllttg, [kön-ül > könül-lüg] (köhüllüg) {eT} sf. 1. könttk1, -ğü [kün-lük > kön-ük] {ağız} is. Şemsiye.
Akıllı; ferasetli; müdrik. [EUTS] 2. Gönle yakm; [DS]
sevilen; gönüllü. [EUTS] [DLT] könük2, -ğü [göynük] {ağız} sf. (M eyve için) olgun
köngülsüz, [kön-ül > könül-süz] (köhülsüz) {eT} s f laşmış; olgun.[DS]
1. Gönülsüz. [Üç İtigsizler] 2. Akılsız; idraksiz. könükmek, [kön-mek / köy-ün-mek > köy(ü)n-ük-
[EUTS] 3. Manasız; anlamsız. [EUTS] mek] {eT} gçsz. fi [-ür] Tamamen yanmak. [EUTS]
köngürlemek, [köng-ür-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [Gabain]
[-l(ü)-yor] Uyku veya sıcaklık etkisi ile uyukla könüksü, [köne + suvı] {eT} sf. Gümüş suyu; cıva.
mak; gevşemek. [DS] [EUTS]
köngttz, [kön (gübre, hayvan pisliği) > kön-üz] könül, [kön-ül] (könül) {eT} is. Kalp. [Gabain]
(könüz) {eT} is. Gübre yığını. [DLT] könülm ek, [kön-mek > kön-ül-mek] {eT} dönşl. fi [-
koni1, [kön-mek (doğru olmak) > kön-î] (koni:) {eT} ür] 1. Yönelmek; dönmek. 2. Doğrulmak. [KB]
sf. 1. Düz; dik. [DLT] [KB] 2. Dürüst; doğra; sahih, könümek, [köy-(ü)n-ü-mek] (kö:nümek) {ağız}
gerçek. [DLT] [EUTS] [KB] [İKPÖy.] [Yüknekî] g ç sz .f [-ür] (Meyve için) olgunlaşmak; ermek.
[Gabain] [Üç İtigsizler] 3. Sadık; içten; samimi. [DS]
[EUTS] 4. Güvenli; emniyetli. [DLT] 5. Tam; bütü könürmek, [kön-mek > kön-ür-mek] {eT} gçl. fi [-
nü ile. [EUTS] ür] Dağlamak; yakmak; kızartmak. [EUTS]
köni2, [kön > kön-ek] {eT} is. -*■ könek. [EUTS] könyek, [kön > kön-ek] (könek) {eT} is. Kova.
[EUTS] [Gabain]
konik, -ği [gün+eğik ? > könik] {ağız} is. Hidiba.
[DS] köp1, [köp] {eT} sfi. Bütün; hep. [DLT] [KB] [Gabain]
köp2, [köp] {eT} e. Pekiştirme edatı, köp kök (göm
könikmek, [kön > kön-ik-mek] {eT} gçsz. f. [-ür]
gök)
Arkadaşlardan geri kalacak derecede zayıflamak.
[DLT] köp3, [köp {eT} sfi. 1. Çok; bol. {eAT} {OsT}
könilig, [kön-î > köni-lig] {eT} sf. Adil; dürüst; adil {ağız} (aynı) [EUTS] [OKD] [Yüknekî] [DS] 2. (Saç ve
ce. [EUTS] ağaç için) gür ve sık. [DLT] 3. {eAT} Şişkin; iri.
könilik, [kön-î > köni-lik] {eT} is. Doğruluk; gerçek [DK] 4. {eAT} Şişkinlik; şişme. [DK]
lik. [KB] [Yüknekî] köp4, [? köp] {ağız} is. 1. K ağnının ön ve arkasına
enlemesine konulan uzun tahta. 2. Kağnılarla sap
könitmek, [kön-î > köni-t-mek] {eT} gçl. f. [-ür]
taşırken ok arasına konulan parm aklıkları birbirine
Doğrultmak. [DLT] [KB]
bağlayan parça. [DS]
könkfirlemek1, [könk-ür-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r]
köp5, [köp] {ağız} is. Zehirli ot yiyen hayvanlarda
[-l(ü)-yor] -*• köngürlemek. [DS]
şişme ile belirginleşen bir hastalık. [DS]
könkürlemek2, [könk-ür-lemek] {ağız} gçsz. fi [-r]
köpbasan, [köp+bas-an] {ağız} is. Kağnı okunun
[-l(ü)-yor] ■* könezlemek. [DS]
üstündeki köpleri oka tutturan ağaç çivi. [DS]
könlemek, [kön-iil > kön-le-mek] {eT} gçl. fi. [-r] -*■
köpbece, [köp-mece > köpbece ?] {ağız} is. Y eni
könglemek. [Gabain]
yavrulamış inek veya koyunun sütünü buğday unu
könmek1, [kön-mek] {eT} gçl. f i [-ür] 1. Doğru ol
ve ile karıştırıp ekşittikten sonra sacda pişirilerek
mak; doğrulaşmak; kusurlarını düzeltmek; doğrul
yapılan bir yemek. [DS]
mak; itiraf etmek; yola gelmek; doğruyu söylemek.
köpçek1, -ği [köp-çek] {ağız} is. Köşe. [DS]
[DLT] [KB] [İKPÖy.] 2. İnkârdan sonra ikrar etmek.
[DLT] 3. Yola çıkmak. [DLT] [KB] köpçek2, -ği [köp-çek] {ağız} is. Tekerleğin ortası.
[DS]
könmek2, [kön-mek / köy-ün-mek] {eT} gçsz. fi. [-ür]
Yanmak. [Gabain] köpçük1 , -ğü [Far. kefcek => köpçük J^ S " ] is. 1.
könnek, -ği [kön(n)~ek] {ağız} is. 1. Toplantı ve {eT} {OsT} {ağız} Eyerin ön ve arka yastıkları; içi
toplantı yeri; dernek. 2. Öbek; yığmak. [DS] yün dolu yumuşak yeri. [DLT] [DS] 2. {ağız} M in
köııte1, [Yun. kentia] is. Tütün demeti. der. [DS]
könte2, [Far. künd => könte] {ağız} sf. (Balta, bıçak köpçük, -ğü [köp-çük] {ağız} is. Köşe. [DS]
vb. için) ucu küt. [DS] köpedmek, [köp > köp-ed-mek] {eT} gçsz. fi. [-ür]
köntülmek, [kön-mek > kön-it-mek > kön(i)t-ül- Çoğalmak. [KB]
mek] {eT} edil, fi [-iir] 1. Doğrultulmak; düzeltil köpeğinısiler, [köpe(ğ)-imsi-ler] is. biy. Memeli
mek. [Gabain] 2. D ürüst idare edilmek; gerçeğe hayvanlar sınıfının etçiller takımının, yarık ayaklı
sevk edilmek. [EUTS] lar alt takımından bir üst familya, (Arctoidea).
könü, [könü] {ağız} is. Kasaplık hayvanın iç yağı. köpek, -ği [köp (iri, gür) > köp-ek] is. zool. 1. Kö-
[DS] pekgillerden, insana bağlılığı sebebiyle avcılık,
KÖP O IÜ ffiU IİİM M • 2786
bekçilik gibi işlerde yardımcı olarak kullanılan, çok da ısıran bir tür pire, (Ctenocephalus canis). \\ kö
iyi koku alabilen, boy ve yapı bakım ından pek çok pek pisliği, tıp. inatçı kabızlıklarda görülen katı ve
çeşidi bulunan etçil memeli hayvan, (Canis fa - yuvarlak parçalar halindeki dışkı. || köpek sarım-
miliaris). {eT} (aynı) [KB] 2. mecaz. A şağılık niyet sağı, bot. H alk tarafından çiğ olarak da yenilen
lerle veya kendi çıkarı için yaltaklanan kimse. 3. yabani sarımsak; kömüren, (Allium rotuntum ).|| kö
“Aşağılık, soysuz” anlamında sövgü sözü veya n e f pek soğanı, bot. B ir sapın ucunda demetler oluştu
ret ifadesi olarak kullanılır. S Köpeğe atsan ye ran, yıldız biçiminde beyaz veya uçuk yeşilim si sarı
mez. (Yiyecek için) çok kötü. || köpeğe hoşt, kediye çiçekli soğanlı süs bitkisi; a k yıldız, (Ornithogalum
pist dememek, Kendisine zarar vereceğini sandığı ıımbellatum),|| köpek soyu, "Alçak, so ysu z” anla
kimselere ilişmemek.\\ Köpeği bağlaşan durmaz. m ında kullanılan bir sövgü sözü.\\ köpek tenyası,
(Yer için) çok kötü ve yaşam aya elverişsiz. || köpe Kurtçuğu insanda karaciğer, akciğer, deri ve böb
ğin ağzına kemik atmak, Kavgacı birine bir çıkar reklerde sulu kistler meydana getiren, p e k çok çen
sağlayarak onu susturmak. || köpek balığı, zool. geli bulunan, üç dört halkalı köpek asalağı,
H arharyasgillerden, açık denizlerde yaşayan, me (Taenia echinococcus)\\ köpek üzümü, 1. D iken
kik vücutlu, hilal biçimindeki ağzı altta karnına siz, parçalı yapraklı, bahçelerde yetiştirilen, kırmı
yakın ve sivri dişlerle donatılmış, etkili bir mide zı meyveleri yem len çalımsı bir bitki; fr e n k üzümü;
salgısı ile hemen her şeyi sindirebilen, sindirem e bektaşi üzümü; çeçem, (Ribes rubrum, Ribes
diklerini ağzı yoluyla dışarı atan, güçlü bir kuyru nigrum). 2. B ir yıllık, beyaz çiçekli, yapraklı dallan
ğa sahip, kıkırdak iskeletli, yırtıcı balıkların genel haşlandıktan sonra salata olarak yenilen, bezelye
adı, (Mustelus mustelus).\\ köpek balıkları, zool. büyüklüğündeki siyah meyveleri zehirlenmelere
Bütün kıkırdaklı balıklar ile vatozları kapsayan neden olan bir yıllık otsu bitki; bambul, yaban y a
balıklar alt sınıfına giren bir takım, (Selachii),\\ semini, (Solanum nigrum). 3. Böğürtlen türlerine
köpek barınağı, Etrafı kapalı bir alan ile burada halk arasında verilen isim, (Rubus idaeus; R.
yapılm ış bir köpek kulübesinden meydana gelen saxatilis; R. canescens; R. sanctus; R. discolor).\\
y e r.II köpek çiftliği, Köpek yetiştirilen, eğitilen K öpek yese kudurur. (Söz için) çok ağır ve onur
yer. || köpek dili, 1. bot. Hodangillerden, süs bitkisi kırıcı. || köpek yetiştiriciliği, Cins köpek yetiştir
olarak da yetiştirilen, tazeleri çiğ olarak yenilebi m ek için yapılan araştırma ve çalışmaların tümü.
len, dağlarda, ormanlarda serin ve nemli yerlerde köpekayası, [köpek+aya-s-ı] is. bot. Ballıbabagiller
yetişen, kırmızı veya morumsu çiçekli, gövdesi tüy den yurdum uzda ve A vrupa’da yetişen, yaprakları
lerle kaplı bir otsu bitki, (Cynoglossum officinale). nın koltuğunda küçük demetler hâlinde beyaz çi
2. Yanyüzergillerden A k d en iz’in ve okyanusların çekler açan, üzeri pamuğa benzer beyaz tüylerle
acı sularında yaşayan boyu 45 cm ’y e varan, bakı kaplı, ıtırlı bir ot; köpek otu, (Marrubium vulgare).
şımsız, yassı gövdeli, eti lezzetli bir kem ikli balık, köpekçi1, [kös (göz) > kös+pek-çi] sf. {eT} Basiret
(Flesus flesu s).|| köpek dişi, anat. 1. İnsanda ve sahibi; mükâşefe sahibi.
m emelilerde yiyecekleri parçalam aya yarayan, ke köpekçi2, [köpek-çi] {ağız} sf. 1. {ağız} Köpek besle
sici dişler ile azı dişleri arasında y e r alan tek köklü yen. [DS] 2. {ağız} Köpeklerle cinsel ilişkide bulu
sivri diş. 2. bot. Boş tarlalarda biten, ayrığa benzer nan sapık. [DS]
rizomlu çok yıllık otsu bitki; büyük ayrık otu; do
köpekgiller, [köpek-gil-ler] is. zool. Köpek ve kurt
m uz ayrığı, (Cynodon dactiylon). 3. bot. Zam bak
gibi parm aklan üzerinde yürüyen, kanca tırnaklı,
gillerden, büyük tek çiçekli, küçük soğanlı bir bitki,
arka ayakları dört, ön ayakları beş parmaklı etçil
(Erythronium). || köpek gibi, Çok yaltaklanan,||
memeli hayvanlar familyası, (Canidae).
K öpekler güler buna! (Söz, düşünce için) çok saç
köpekgülü, [köpek+gül-ü] {ağız} is. Yaban gülü.
ma; yersiz; mantıksız,|| köpek mantarı, {ağtz} Ze
[DS]
hirli bir mantar türü. [DS]|| köpek memesi, 1. K ol
köpekkuyruğu, [köpek+kuyru(k)-u] is. spor. Yağlı
tuk altında çıkan iltihaplı kan çıbanı. 2 . It üzümü,
güreşte sarmadan dönen güreşçinin alnından veya
(Solanum nigrum).\\ köpek menekşesi, {ağız} Bir
gırtlağından elle tutarak sırtını yerine getirme bi
tür sarmaşık. [DS]|| köpek otu, bot. Ballıbabagil
çiminde uygulanan oyun,
lerden yurdum uzda ve A vru p a ’da yetişen, yaprak
köpeklem e, [köpek-le-me] is. Köpeklemek işi.
larının koltuğunda küçük demetler hâlinde beyaz
çiçekler açan, üzeri pam uğa benzer beyaz tüylerle köpeklem ek, [köpek-le-mek] {ağızj gçsz. f. [-r] [-
kaplı, ıtırlı bir ot; köpekayası, (Marrubium l(i)-yor] 1. Çok yorulmak; bitkin düşmek. 2. Var
vulgare).\\ köpek papatyası, bot. B ileşikgillerden, lık, güç ve kuvvetten düşmek; zayıflamak; arıkla
Türkiye’nin hemen her tarafında yetişen, ovııştu- mak. 3. Sağlık duram u kötüleşmek. [DS]
rulduğu zam an p is bir koku yayan bir tür papatya, köpekleniş, [köpek-le-n-iş] is. Köpeklenmek eylemi
(Arthemis cotııla).|| köpek piresi, zool. Pireler ta veya biçimi.
kımından, köpeklerde ve kedilerde yaşayan, insanı köpeklenm e, [köpek-le-n-me] is. Köpeklenmek işi.
ö i e i l R M • 2787 KÖP
köpeklenm ek1, [köpek-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] Kö köperle, [köperle] {ağız} is. Suyu tarlaya çevirme.
pek sahibi olmak; köpek edinmek; köpeği olmak. [DS]
köpeklenmek2, [köpek-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [- köpig, [köp > köp-ig] {eT} is. Köpük. [EUTS] [Gabain]
ir] 1. Uykusu bölündüğü için rahatsız olmak. 2. köpirtmek, [köp-mek > köp-ir-m ek > köp-ir-t-mek]
Susup bir kenara sıvışmak. 3. Dargın olduğu kimse {eT} g ç l.f. /"-ö^Köpürtmek. [KB]
ile barışıp konuşm ak istemek. 4. Yalvarmak; yal köpitmek, [kübl-mek > kübitmek / köp-it-mek ] {eT}
taklanmak; yalvararak alçalmak. [DS] g çl.f. [-ür]-*- kübitmek. [DLT]
köpekleşiş, [köpek-le-ş-iş] is. Köpekleşme eylemi köpiye, [? köpiye] {ağız} is. Mürekkep. [DS]
veya biçimi. köplüg, [köp > köp-lüg] {eT} sf. Şiş; şişlik. [EUTS]
köpekleşme, [köpek-le-ş-me] is. K öpekleşm ek eyle köpme, [köp-me] {ağız} is. Tavada yağ içinde kavru
mi ve durumu, larak yapılan bir tür hamur tatlısı. [DS]
köpekleşmek, [köpek-le-ş-mek] gçsz. f. [-ir] [-i(yor] köpm ek1, [köp > köp-mek oJLajjS"] {eT} g çsz.f. [-ür / -
1. Köpek durumuna gelmek; köpek gibi olmak. 2.
er] 1. Köpürmek; taşmak. [ETY] 2. {eAT} {ağız}
Onursuz biçimde yalvarmak, yaltaklanmak.
Şişmek; kabarmak. [DS] 3. {ağız} Çoğalmak; art
köpekli, [köpek-li] sf. Köpeği bulunan; köpeği olan; mak. [DS]
köpeğe sahip olan,
köpmek2, [köp-mek] {ağız} gçsz. f. [-er] 1. (Karın
köpeklik, -ği [köpek-lik] is. 1. Köpek olm a durumu. için) hastalık yüzünden şişmek. 2. (Hayvanlar için)
2. Köpeğe has niteliklerin tümü. 3. Köpekçe dav çok yem ek yüzünden şişmek. 3. Ölmüş gibi yat
ranma. 4. mecaz. Onursuzca yaltaklanm a ve yalva mak; sızmak. 4. (Toprak için) tavlanmak. [DS]
rış biçimi ve davranış; alçaklık; yaltakçılık. 5. Y al
köpmek3, [köp-mek] {ağız} gçsz. f. [-er] Kızarak
takçı kimsenin niteliği. S köpeklik etmek, Yaltak
bağırıp çağırmak. [DS]
lanmak; onursuzca yalvarmak; köpekleşmek.
köpoğlu, [köp(ek)+oğ(u)l-u > köpoğlu] (köpo’ğlu)
köpekoğlu, [köpek+oğ(u)l-u] is. 1. “Hain, düzenbaz,
is. 1. “Hain, düzenbaz, soysuz” anlamında kullanı
soysuz” anlamında kullanılan bir sövgü sözü; kö
lan bir sövgü sözü; köpekoğlu. 2. (Şaka ile karışık
poğlu. 2. (Şaka ile karışık sevgi sözü olarak) kur sevgi sözü olarak) kurnaz, işini bilir, zeki kimse;
naz, işini bilir, zeki kimse; köpoğlu. 0 köpekoğlu köpekoğlu. S köpoğlu salatası, Küçük küçük doğ
köpek, “Köklii ve katı bir soysuzluğa sahip ” an ranmış biber ve patlıcan yağda kavrulduktan sonra
lamında kullanılan sövgü sözü. salatalık ve sarımsaklı yoğurtla karıştırılarak üze
köpeksiz, [köpek-siz] sf. Köpeği olmayan; köpeği rine maydanoz ve domates dilimleri serpmek sure
bulunmayan. S1 köpeksiz köy, Korucusu bulunma tiyle yapıları bir tür meze.
yan yer. || köpeksiz köy bulm ak, Kendisine engel köpoğluluk, -ğu [köpoğlu-luk] (köpo ’ğ luluk) is. 1.
olacak bir güç görmemek. || köpeksiz köyde değ- Hile, düzenbazlık. 2. Kurnazlık; zekilik; iş bilirlik.
neksiz gezmek, Kendisine engel olacak bir göç S köpoğlu köpek, “Köklü ve katı bir soysuzluğa
görmediği için çekintisiz davranmak. sahip " anlamında kullanılan sövgü sözü.
köpelek, -ği [köp-e-le-k] {ağız} is. Kepenek. [DS] köpri, [köp-mek > köp-ür-mek > köp(ü)r-ig / köpri]
köpen1, [Sagu, köben / jjjS"] is. 1. {eT} Eyer ve semer {eAT} is. Köprü. [DK]
keçesi. 2. {ağız} Elde eğrilmiş yün veya kıl iplikten köprii, [eT. köprüg] is. 1. Akarsu, dere gibi bir engel
kondu tipi tezgâhlarda dokunmuş uzun tüylü batta ile ayrılmış iki nokta arasında bağlantı kuran veya
niye veya örtü olarak kullanılan bir tür el dokuma bir araç trafiği akışını başka bir araç trafiği akışı
sı. [DS] 3. {eA T} {O sT} {ağız} Deve çulu. [DS] 4. tarafından kesmeden üstten geçmesini sağlayan
{ağız} Uzun tüylü halı. [DS] 5, {ağız} Bayağı do ahşap, kârgir, beton veya çelik yapı. 2. B ir şeyin iki
kunmuş kumaş; kaba kumaş. [DS] 6. {ağız} Kadın yakasını birleştiren bağ. 3. İki şey arasında bağlantı
ceketi; uzun hırka; kürde. [DS] 7. {ağız} Yama; çok kuran veya ilişkiyi sağlayan şey. 4. dnz. Geminin
yamalı giysi. [DS] 8. {ağız} Eski bez; paçavra. [DS] önünü iyice görecek biçimde sancaktan iskeleye
9. {ağız} Çocuk bezi; kundak bezi. [DS] 10. {ağız} kadar kurulan yönetim yeri. 5. Olmayan dişleri
Beşik üstüne konan örtü. [DS] 11. {ağız} Minder. olanlara bağlayarak tutturm ak suretiyle yapılan
[DS] takm a diş; köprü protez. 6. spor. Güreşte sırtı yere
köpen2, [köpen] {ağız} is. Hayvan akciğeri. [DS] değdirmemek için baş ve ayaklar üzerinde durmak
köpen3, [köpen] {ağız} is. Çapa. [DS] suretiyle alman yay vaziyeti. 7. spor. Sırt aşağı ge
köpene, [Sag. köben / Yun. kholöpano [Tietze]] {ağız} lecek biçimde et ve ayaklar ile alman yay vaziyeti.
8. Y olcu iniş veya binişini sağlamak amacıyla uçak
is. 1. Çocuk bezi; kundak bezi. 2. Küçük çocuk
kapısı önüne getirilen hareketli düzen. 9. Üç boyut
yorganı. [DS]
lu veya ağlı bir polimerin zincirleri arasındaki ek
köper, [köp-er] {ağız} is. 1. Ağaçtan yapılma basit
lenme yeri. 10. müz. Telli çalgılarda tellerin üze
köprü. 2. İki tarlayı birbirinden ayıran sınır. [DS]
rinden geçtiği küçük yükselti; eşik. 11. Bir kemer,
KÖP Ö IÜ B IÜ M M • 2788
kayış, bilezik vb. kapatıldığı zaman serbest ucunu köprücülük, -ğü [köprü-cü-lük] is. Köprü yapma işi.
kendi üzerinde tutturm ak için yapılmış yassı halka. köprüg, [köp-mek > köp-ür-mek > köp(ü)r-üg] {eT}
12. Tüfek, tabanca gibi ateşli silahların tetiklerini is. 1. Davul. [EUTS] 2. Köprü. [EUTS] [DLT] [Ga
koruyan halka. 13. tiy. Oyuncuların üzerine çıkmak bain]
zorunda oldukları bazı dekorasyonların arka tarafı köprük, -ğü [köp-(ü)r-ük] {ağız} is. Höyük. [DS] S
na konulan düzenek. 14. Köşegenlerinden birinde köprük bacak, {ağız} B ir çeşit at. [DS]
bir akım kaynağı, diğerinde bir ölçüm aygıtı bulu köprüleniş, [köprü-le-n-iş / köprü-len-iş] is. Köprü-
nan bir dörtgenin kolları üzerine yerleştirilm iş di lenmek eylemi veya biçimi,
renç, indükleyici kapasiteler gibi devre elemanları köprülenm e, [köprü-le-n-me / köprü-len-me] is.
içeren düzenek. 15. Dantelde asıl motife geçişi sağ K öprülenm ek işi.
layan üçgen veya dörtgen biçimli motif; kök. 16. köprülenm ek, [köprü-le-n-mek] dönşl. fi. [-ir] I.
B ir maden ocağının tavanına tutturulm uş demir
K öprü durumuna gelmek; köprü hâlini almak. 2.
halkalara zincirlerle asılan ahşap geçit. 17. {ağız} gçsz. fi. K öprü edinmek; köprü sahibi olmak; köprü
A ğaçtan ağaca geçmekte kullanılan merdiven. [DS] lü durum a gelmek,
18. {ağız} Dokuma tezgâhında çözgü ipliklerinin
köprülü, [köprü-lü] sf. Köprüsü olan; köprüsü bulu
geçtiği araç. [DS] t? köprii alanı, Köprünün geçişe
nan; köprüye sahip olan, t? köprülü konak, E ski
yarayan üst kısmı. || köprü altı çocuğu, Gideceği,
den harem lik ve selam lık daireleri yukarıdan kapa
kalacağı y e r ve kimsesi olmayan kişi. || köprü ana
lı bir geçişle birbirine bağlanmış konaklara verilen
ayağı, D iğer ayaklardan daha geniş uç ayaklara
isim.
verilen ad.|| köprü bağlamak, {eAT} Köprü oluş
köpsttn, [? köpsün ~ köpen / köpçük] {eT} is. Şilte;
turmak,: köprü meydana getirmek.\\ köprü başı, 1 .
minder. [DLT]
B ir köprünün başlangıç ve bitiş noktalarından her
biri. 2. mecaz. Önemli mevki ve makam. 3. as. iler köpşürm ek, [köp-(ü)ş-ür-mek] {ağız} gçsz. f. [-ür]
lem ek için çıkılan elverişli kıyı veya tutulan önemli K ızarak bağırıp çağırmak. [DS]
nokta. |[ köprü başını tutmak, Çok önem li bir köpten, [köp-en / köp-ten] {ağız} is. Kadın ceketi;
m evki ele geçirmek. || köprüden geçinceye kadar uzun hırka. [DS]
ayıya dayı demek, 1. İşini gördürünceye kadar köptttrme, [köp-tür-me] {ağız} is. M ayalı hamurdan
hoşa gitmek. 2. Zorluk çıkaran birisine güler yü z küçük parçalar kopararak yağda kızarttıktan sonra
gösterip onu övmek; pohpohlamak.\\ köprü git üzerine şeker, bal vb. dökerek yenilen bir tatlı; ka
m ek, {ağız} (Çocuklar için) el ve ayakları üzerinde bartma; lokma tatlısı. [DS]
yürümek. [DS]|| köprü gözü, mim. Köprünün birbi köptttrmek, [köp-tür-mek dUjj-S'] gçl. f i [-ür] 1.
rini takip eden iki ayağı arasındaki açıklık. || köprü {eAT} Kabartmak. 2. {ağız} Pekmez yapılmadan ön
kurmak, 1. Köprü yapmak; köprü inşa etmek. 2. ce şırayı bir taşım kaynatmak. [DS] 3. {ağız} Ço
spor. Sırt aşağı gelecek biçimde el ve ayaklar ile ğaltmak; şişirmek; abartmak. [DS]
y a y vaziyeti almak. || köprüleri yakmak, Başlanan
köpü, [köp-ü] is. Y organ dikişi; kalın dikiş,
bir işten vazgeçmeyi engelleyecek tedbirleri almak;
köpüç, -cü [köp-üç] {ağız} is. Çamaşır tokacı. [DS]
geri dönüşü imkânsız kılm ak.|| köprünün altından
çok sular geçmek, Zaman ve şartlar değişmiş ol köpüg, [köp-mek > köp-üg] {eT} is. Köpük. [DLT]
[EUTS] [ETY] [Gabain]
m ak,|| köprü oda, {ağız} ik i evin arasına yapılan ve
altından y o l geçen oda. [DS]|| köprü üstü, B ir g e köpük1, -ğü [köp-mek > köpüg / köpük] is. 1. Çalka
minin seyir ve kumanda merkezi. || köprü yol, Vadi lanan, yukarıdan dökülen, ısıtılan veya mayalanan
ler, derin dere yatakları ve koyaklar üzerine kuru bir sıvının üstünde meydana gelen havalı kabarcık
lan ve beton direkler üzerinde duran karayolu köp lar. {eAT} (aym) [DK] 2. Sabun, deterjan vb.nin suda
rüsü; viyadük. erimesi ile oluşan beyaz kabarcık yığını. 3. Denizin
yüzeyinde, dalgaların çalkanması veya akıntıların
köprücek, -ği [köprü-cek] {ağız} is. 1. Küçük köprü.
çatışm asından meydana gelen hava kabarcığı yığın
2. Saban okunun üstüne konulan delikli bir ağaç.
ları. 4. Hayvanların ve insanların ağzında zaman
[DS] S köprücek demiri, {ağız} Çeşme yalakları
zaman beliren salyamsı kabarcıklar. 5. D olgu mad
nın altındaki arklara çöp kaçmaması için takılan
süzgeç gibi kapak. [DS] desi olarak kullanılan hafif, yumuşak ve esnek ya
pay madde. 6. Hücresel yapılı bazı plastik madde
köprücü, [köprü-cü] is. 1. Köprü yapan kimse; köp
lere verilen isim. 7. Alevi havasız bırakarak yangı
rü ustası. 2. as. Köprü kurmakla görevli istihkâm
nı bastırma ve söndürmede kullanılan gaz kabar
birliği.
cıkları yığını. 8. Ergimiş madenlerin üzerinde biri
köprücük, -ğü [köprü-cük] is. 1. Küçük köprü. 2.
ken cüruf, fi1 köpüğünü almak, Kaynamakta olan
Köprücük kemiği. ı? köprücük kemiği, anat.
bir sıvının üzerinde biriken köpükleri toplayıp at
Göğsün üst ön kısmında, omuz kemerinin ön bölü
m ak.|| köpük elması, {ağız} Sonbaharda yetişen
münü oluşturan uzun kemik, (Clavicula).
l i e i r g m ı » 2789 KÖP
kırmızı renkli, ekşimsi, dayanıklı bir elma türü. köpürge, [köp-ür-ge] is. 1. Tonoz. 2. D öner sistemli
[DS]|| köpük gibi, l. Beyaz ve hafif. 2. K öklü olm a dik el tezgâhlarında çözgü ipliklerinin üzerine sa
yan; geçici. || köpük gibi sönm ek, Çabuk y o k olup rıldığı yuvarlak ağaç; levent; bazı,
gitmek; uçup gitmek; kalıcı olmamak. || köpük ku köpürgen, [köp-ür-gen] {ağız} is. 1. Tıraş fırçası.
rabiyesi, Yumurta akı ile şekeri çırparak yapılan [DS] 2. Sabun otu.
bir tür şekerleme: beze.|| köpük taşı, {eAT} {OsT} köpürköz, [köp-ür+köz] {ağız} is. 1. Korla dolu m an
{ağız} Sünger taşı; kefeki taşı. [DS] gal. 2. (Ocak, mangal, soba için) iyice yanmış, kor
köpük, -ğü [köp-ük] {ağız} is. H armanda ekin demet haline gelmiş ateşle dolu. [DS]
lerini çekmeye ve dağıtmaya yarayan araç; çekme. köpürme, [köp-ür-me] is. 1. Köpürm ek eylemi. 2.
[DS] Bir sıvı içinden geçerek yüzeyde patlayan gaz ka
köpüklendirmek, [köpük-le-n-mek > köpük-le-n- barcıklarının meydana getirdiği sesli kabarma ola
dir-mek] {eAT} g çl.f. [-ür] Köpüklendirmek. [DK] yı; köpük çıkarma.
köpükleniş, [köpük-le-n-iş] is. K öpüklenmek eylemi köpürm ek1, [köp-mek > köp-ür-mek] gçsz. fi [-ür]
veya biçimi. 1. Köpük meydana getirmek; köpük çıkannak. {eT}
köpüklenme, [köpük-le-n-me / köpük-le-n-me] is. (aym) [DLT] 2. (Sabun, arm dıncı vb. için) suda eri
Köpüklenmek işi. yerek içi hava dolu kabarcıklar m eydana getirmek.
köpüklenmek, [köp-ük > köpük-le-mek > köpük-le- 3. (Yoğurt vb. yiyecekler için) ekşiyip köpüklen
n-mek] dönşl. f. [-ir] 1. Üstü köpük bağlamak; kö mek. 4. (Reçel gibi yiyecekler için) kaynama sıra
püğü olmak. {eAT} (aym) [DK] 2. Köpüklü hâle gel sında, (meyve suları gibi içecekler için) ekşime
mek. sonunda, (yumurta akı gibi m addeler için) telle çır-
köpüklü, [köpük-lü] sf. 1. Köpüğü olan; köpüğü bu pıldığında köpük meydana getirmek. 5. mecaz. Çok
lunan. 2. Köpüklenmiş olan; köpüklenen. 3. {ağız} kızmak; öfkelenmek, fi1 köpüre köpüre, K öpükle
(Kişi için) çabuk sinirlenen; etrafa küfürler savu nerek; köpükler çıkararak.
ran. [DS] S köpüklü akik, K öpük biçimli, dallı köpürmek2, [köp-ür-mek] (ağız} gçsz. fi. [-ür] (Ateş
budaklı şekilleri olan akik. || köpüklü krema, Çal için) çok alevli yanmak. [DS]
kalamak suretiyle köpürtülmüş süt kreması. köpürtme, [köp-ür-t-me] is. 1. Köpürtm ek eylemi;
köpttksüz, [köpük-süz] sf. 1. Köpüğü olmayan; kö köpük meydana getirtme. 2. İçkilerin kendiliğinden
püğü bulunmayan. 2. K öpüklenmem iş olan; köpük veya dışarıdan gaz şırmga etm e yoluyla köpüklen
lenmeyen. mesini sağlama. S köpürtme gücü, fiz. kim. Yü
köpüleme, [köpü-le-me] is. K öpülem ek eylemi, zeysel etkin çözeltilerin hava ve diğer gazlar eşli
köpülemek, [köpü-le-mek] {ağız} gçl. f. [-er] [-l(ü) ğinde köpük verme derecesi.
-yor] Yorgan, şilte vb. içindeki pam uğun dengeli köpürtmek, [köp-mek > köp-ür-mek > köp-ür-t-
durması ve bir yerde toplanmaması için yer yer mek] gçl. fi. [-ür] 1. Köpürmesini sağlamak; kö
bastırarak dikmek. [DS] pürm esine yol açmak. {eT} (aym) [DLT] 2. Bir sıvı
köpülmek, [köp-mek > köp-ül-mek] {eT} edil, f i [- nın üzerinde köpükler meydana getirmek. 3. Bir
ür] (Dikiş için) dikilmek; oyulganmak. [DLT] kim senin öfkelenmesine yol açmak,
köpüme, [köpü-me] is. 1. Köpüm ek eylemi ve du köpürtken, [köpür-t-ken {OsT} is. Çöven;
rumu. 2. {ağız} Kapitone hırka. [DS] 3. sfi {ağız} Şam çöveni. [Bürhan-ı Katı’]
(Yelek, hırka vb. için) iki bez arasına ince pamuk köpürtücü, [köp-ür-t-ücü] is. Köpürtme özelliği ta
konulan ve yer yer elle tutturulmuş; kapitone edil şıyan.
miş. [DS]
köpürtüş, [köp-ür-t-üş] is. Köpürtm ek eylemi veya
köpümek, [köpü-mek di*^jS'] (OsT) {ağız} gçl. f i [-r] biçimi.
Yorgan, şilte, hırka vb. içindeki pamuğun dengeli köpttrttk, -ğü [köp-ür-ük] {ağız} is. Köpük, ö
durması ve bir yerde toplanmam ası için, yer yer köpttrük daşı (taşı), {ağız} Çok h a fif ve sünger gö
bastırarak dikmek; aralıklı dikmek. [DS] rünümlü taş. [DS]
köpür, [köp-ür] {ağız} is. Ağaçtan ağaca geçmekte köpürüş, [köp-ür-üş] is. Köpürmek eylemi veya bi
kullanılan merdiven. [DS] çimi.
köpürcek1, -ği [köp-ür-cek] {ağız} is. M ürekkep ba köpüş, [köp-üş] {ağız} is. 1. Maşrapa. 2. Tokaç. [DS]
lığı. [DS] köpüşken, [köp-üş-ken] {ağız} is. Bulgur ununa pek
köpürcek2, -ği [köp-ür-cek] {ağız} is. Sabun gibi su mez, bal veya şeker katılarak yapılan bir tür tatlı.
da köpüren bir ot; sabun otu; köpürgen, (Sap- [DS]
ronaria officinalis). [DS] köpüşm ek, [köp-mek > köp-üş-mek] {eT} işteş, f i [-
köpttrcük, -ğü [köp-ür-cük] {ağız} is. 1. Sabun otu. ür] Birlikte dikmek; dikmek için yardımlaşmak.
2. Köpük. [DS] [DLT]
KÖP ■ E I U Ü M Z f c Ö K • 2790
küpüz, [köp-üz] is. Durgun ve kirli su yüzeyinde kir, türleri kapsayan kem irgenler fam ilyası, (Spala-
yağ vb. maddelerden meydana gelmiş katman. cidae). || kör gemele, {ağız} Köstebek. [DS]|| kör
kör1, [Fa. kür / kör => kör] sf. 1. Görme duygusun gibi, B ir yere baktığı hâlde görm eme durumu.\\ kör
dan yoksun olan; görme yetisi olmayan; gözü gör gözlü, 1. Kendisine yapılan iyiliği, yardım ı anla
meyen; görmez; âmâ. 2. (Bıçak, balta vb. için) kes mayan; takdir etmekten yoksun. 2. {ağız} Köstebek.
kinlik niteliği kaybolmuş; keskin olmayan. 3. Az [DS]|| kör hat, D em ir yollarında arkası kesik hat. ||
ışık alan; az ışık veren; ışığı az olan; zayıf ışık; ay kör kadı, H atır göniil dinlemeden doğru bildiği
dınlık olmayan. 4. mecaz. (Olay ve durumlar için) şeyi söylemekten çekinmeyen; sözünü esirgeme-
karışık; çözülmesi zor; çetrefil. 5. mecaz. (Yol, so yen .|| kör kadıya körsün demek, Birinin kusurunu
kak, tünel, kuyu, delik vb. için) sonu tıkalı olan; yüzüne söylemekten çekinmemek,|j kör kandil, 1 .
çıkmaz. 6. mecaz. (Yol, cadde vb. için) işlek olm a Işığı çok az olan kandil veya lamba. 2. mecaz. Aşırı
yan; sapa. 7. (İğne için) iplik geçirecek deliği ol derecede sarhoş kişi.|| kör kaya, dnz. Denizlerin
mayan. 8. mecaz. Olguları sezmekten yoksun olan; sığ kesimlerinde üstten görünm eyen ve bu yüzden
dikkatsiz. 9. mecaz. Duyarlılığını yitirmiş; duyar tehlike yaratan kaya. || kör kemer, mim. D uvar y ü
sız; hissiz. 10. mecaz. Gerçekleri fark edemeyen; zeyinde, taşlarla örülmüş, kem er biçimli süsleme. ||
gafil. 11. Bazı deyimlerde “kötü” anlam ıyla kulla kör keven, {ağız} 1. (Kadın için) kıvırcık saçlı. 2.
nılır. 12. is. Gözleri görmeyen kimse. 13. Gerçekle Talaş. [DS]|| kör köfte, {ağız} Suda pişm iş yuvarlak
ri görmeyen veya görmek istemeyen kimse; gafil. bulgur köftesi. [DS]|| kör köpek, {ağız} Köstebek.
S kör ağaç, Konira tablada orta katı oluşturan [DS]|| kör kör, {ağız} 1. Kartal. 2. Sönük; canlılığı
genellikle yum uşak keresteden yapılm a kat. || kör kalmamış. [DS]|| Kör, kör parmağım gözüne!
ağıdı, {ağız} Ağlayıp sızlamayı alışkanlık edinmiş A paçık meydanda olan; göze batacak şekilde belli
kimsenin sızıltısı. [DS]|| kör arı, {ağız} Sarı a n ; y a olan; aşikâr.|| kör kösiü, {ağız} Köstebek. [DS]||
ban arısı; eşekarısı. [DS]|| kör bağa kuş, {ağız} kör kösnü, {ağız} 1. Köstebek. 2. Kaplumbağa.
Baykuş. [DS]|| kör bağırsak, Kalın bağırsağın alt [DS]|| kör köstebek, K ör faregillerden bir tür ke
kısmında, ince bağırsakla kalın bağırsak arasında mirgen hayvan. |j kör köstü, {ağız} 1. Köstebek. 2.
bulunan çıkıntı, (caecus). || kör bakmak, 1. B ir y e Otomobil. [DS]|| kör köstübek, {ağız} Köstebek.
re baktığı hâlde görmemek. 2. Yemin ederken "kör [DS]|| kör kösü, {ağız} Köstebek. [DS]|| kör kurşun,
o lm a k" anlamında kullanılır.\\ kör biliş, {eAT} Am açsız olarak veya başkasına atıldığı hâlde baş
N oksan bilgi.\\ kör boğaz, 1. Yemek ihtiyacı. 2. ka birinin yaralanm asına veya ölmesine sebep olan
Yemeğe çok düşkün olan; obur; pisboğaz. || kör mermi; serseri kurşun. || kör kurttan bile vazgeç
cikcan, {ağız} Siyah renkli serçeye benzer bir tür memek, En küçük varlığı bile hor görm eyerek ko
kuş. [DS]|| kör cinget, {ağız} -*■ kör cikcan. [DS]|| rumak.|| kör kuş, {ağız} Baykuş. [DS]|| kör kuyu,
kör çapa, Tarlada veya bahçede toprağı alt üst Suyu kesilmiş, susuz kuyu. {eAT} (ayın) || kör
ettikten sonra meydana gelen topakları dağıtmakta küsntt, {ağız} Köstebek. [DS]|| kör kütük olmak,
kullanılan küt çapa. || kör çepiç, {ağız} Körebe oyu Aşırı derecede sarhoş olmak. || kör küz (göz), {ağız}
nu. [DS]|| kör çepiş, {ağız} -»kör çepiç. [DS]|| kör Köstebek; kör sıçan. [DS]|| körle yatıp şaşı kalk
çetik, {eAT} zool. K ör sıçan; köstebek.|| kör çıban, mak, K ötü niyetli ve zararlı kişilerle sıkı ilişkiler
{ağız} Başı olmamış çıban. [DS]|| kör değneğini içine girerek birtakım zararlı alışkanlıklar edin-
beller gibi, Hep aynı şeyleri, bıktırırcasına tekrar mek.|| körler sofrasında ışıkla kaşık aramak,
layarak; hiçbir yenilik ve değişiklik getirm eden.|| Yersiz, boş ve gereksiz işlerle uğraşmak.\\ körler
kör dınnak (tırnak), {ağız} Çeşitli sebeplerden y e mahallesinde ayna satmak, Yersiz, boş ve ge
teri kadar düzgün gelişemeyen, kütleşen, yum rula- reksiz işle uğraşmak. || kör nişancı, 1. Hedefi iyi
şan tırnak. [DS]|| kör dikmek, {ağız} Bitmeyen seb nişancı olduğu için değil de rastlantı sonucu vuran.
ze tohumlarının yerine yenisini dikmek. [DS]|| kör 2. Am aca bilerek değil de rastlantı sonucu ulaşan.||
dövüşü, K im in ne yaptığını bilmediği, birlikte hep kör nişancılık, Hedefi iyi nişan alarak veya nişan
beraber olup bir şeyi gerçekleştirecek yerde herke almasını bilerek değil de rastlantı sonucu vurma.||
sin birbirini engellediği durum ve ortam.|| kör kör nokta, anat. Gözde, görm e sinirlerinin sona
duman, {eAT} {ağız} Yoğun ve koyu sis; pus. [DS]|| erdiği, duyu hücreleri bulunmadığı için ışığa du
kör düvası (duası), {ağızj inanılm adan yapılan ve yarsız retina bölgesi, (punçtum caecum).\\ kör
yinelenen dua. [DS]|| kör etmek, 1. K ör olmasına ocak, Çocuğu olmayan aile. || kör olası, İlenme bil
sebep olmak. 2. Köreltmek.\\ kör fare, zool. Kör dirir; beddua sözü. || kör olayım ki... Sözlerinin
faregillerden, Güney Avrupa ve Batı A sy a ’da ya şa doğruluğuna birini inandırmak için edilen yem in
yan 2 0 cm. kadar uzunlukta, yuvarlak bedenli, kısa sözü. || kör olmak, Gözleri sonradan görm ez ol
kulaklı, gözleri deri altında gizli, tüyleri kadife gibi mak]] kör pahal, {ağız} H erhangi bir işi aksatan,
sık ve kaim, y e r altında uzun tüneller açan, kuyruk geciktiren. [DS]|| kör pus, {ağız} Yoğun duman.
suz bir kemirgen, (Spalax zemmi).|| kör faregiller, [DS]|| kör satıcının kör alıcısı, Herkes kendi den-
zool. Kemiriciler takımından, kör fa re ve benzer giyle iş yapar. || kör sepet, {ağız} Balık avlamakta
Û Iö H IR » 1 . 2791 K Ö R
kullanılan, çubuktan örülmüş, yum urta biçiminde kör3, [Far. gur {eAT} {OsT} {ağız} is. Mezar; ka
bir tür sepet. [DS]|| kör serçe, {ağız} Serçe. [DS]||
bir; sin. [DS] ö kör azabı, Büyük acı; ıstırap; ka
kör sıçan, zool. Köstebekgillerden, sürekli olarak
bir azabı.
toprak altında yaşayan, gözleri görmeyen, kazıcı,
kör4, [Fr. coeur] is. İskambil kâğıtlarında kupa serisi
böcekçil, kemirgen bir m emeli hayvan; köstebek,
(Talpa europaea) {ağız} (aym). [DS] || kör şeytan, nin diğer adı.
Kötü kader.\\ kör şeytanından bulmak, “Beni kör5, [kör] {ağız} is. Tahıllarda görülen sürme hasta
kendine karşı kötülük yapm aya kışkırtıp durma, lığı. [DS]
ben sana kötülük yapm ak istemiyorum ama bana kör6, [kör] {ağız} is. Kullanılmış eski pamuk. [DS]
yaptıkların için beddua ediyorum. ” anlamında kul körcesine, [kör-ce-s-i-n-e] (kö ’rcesine) sf. 1. Gerçek
lanılan beddua sözü.\\ kör taka, {ağız} D uvar içine lerden tamamen uzak olan; gerçekleri görmeyen. 2.
yapılan kapaksız dolap. [DS]|| kör talaz, {ağız} H a zf. Gerçeklerden tamamen habersiz olarak; gerçek
va çevirisi; hortum. [DS]|| kör talih, K ötü talih; leri görmeyerek,
kötü kader.|| kör tapa, Borunun kullanılmayan ve körcüklemek, [kör-cük-le-mek] {ağız} g ç l.f. [-r] [-
ya kullanılmayacak olan ucuna takılan yivli tapa. || l(ü)-yor] Aşağılayarak davranışlarını olumsuz yön
kör tarafına rast gelm ek, Ters ve kötü bir zam ana de etkilemek; utandırmak. [DS]
denk gelmek.\\ kör tırnak, H erhangi bir sebeple
kördek, -ği [? kördek] {ağız} is. Eşek yavrusu; sıpa.
büyümeyen tırnak. || kör tiken, {ağız} Kaba yapılı, [DS]
gayet sık, bozumsu y eşil renkte çalı görünüm lü bir
kördüğüm, [kör+düğüm] is. 1. Çözülmesi imkânsız,
bitki. [DS]|| kör topal, İdare edecek kadar; şöyle
ilmiksiz düğüm. 2. mecaz. Çözümlenmesi, halle
böyle; iyi kötü; yarım yam alak; zorlukla; güçlük
dilmesi güç olan mesele; çetrefil.
le,|| kör töstü, {ağız} Köstebek. [DS]|| kör uçuş,
Uçağı sis içinde veya karanlık içinde yönetme.\\ köre1, [Fa. küre] is. Demirci körüğünün kömürlerin
körü körüne, İyiyi, kötüyü, yararlıyı, zararlıyı an yandığı bölüme açılan deliği.
lamadan; düşünüp taşınmadan; yapılan işin nasıl köre2, [köre] {ağız} is. 1. Yuva. 2. Karınca yuvası. 3.
sonuç vereceğini düşünmeden veya tasarlamadan; Karınca kümesi. [DS]
dikkat etmeden. || körün gördüğü sağırın duydu köre3, [köre] {ağız} is. Kuru egzema; temriye. [DS]
ğu, Herkesin bildiği, haberinin olduğu.\\ körün köre4, [köre] {ağız} is. Tahıllarda görülen sürme has
gözü, {ağız} Sakınılması gereken şey; aksi; tekin talığı. [DS]
değil. [DS]|| körün istediği bir göz, Allah verdi iki körebe, [kör+ebe] is. Gözleri bir mendil veya eşarpla
göz, İstenilenden çok verim veya çıkar elde edildi bağlanan ebenin diğer oyunculardan birini yakala
ğini belirten söz. || körün istediği iki göz, biri ela, yarak ebeliği devretmesi esasına dayanan bir çocuk
biri boz, Kendi değerinin üstünde isteklerde bu oyunu.
lunmayı ifade eden söz.\\ körün taşı, 1. Rastlantı
körebi, [Yun. kropı => körebi] is. Çalı, diken vb.
sonucu birine zarar vermiş olan. 2. Hesapta olma-
kesmeye yarayan ağzı yarım ay biçiminde küçük
yan.|| körün taşı, kelin başı, Baştan savm a bir ce
balta; {ağız} (aynı). [DS]
vap vermek istendiği zam an söylenen kaçam ak söz
ler için söylenir.\\ körün taşına benzemem ek, Bir köregen, [kör-egen] {ağız} sf. Güzel. [DS]
işi rastgele değil de, amaçlı, planlı ve düşünüp ta körek, -ği [? körek / görek] {ağız} is. 1. Kapı kilidi;
şınarak yapm ak gerektiğini belirtmek için kullanı- kapı mandalı. 2. Baldıran otu. 3. Baldıran otunun
lır.|| körünü kılmak, H evesini almak. || körünü kurumuş gövdesi. [DS]
öldürmek, Gururunu kırıp acizliğini kabul etmek.\\ köreke1, [köreke / öreke] {ağız} is. İğ; kirmen. [DS]
kör yapalak, {ağız} Baykuş. [DS]|| kör yavşak, köreke2, [köreke] {ağız} is. Y umuşak taş. [DS]
[ağız} Yumurtadan yen i çıkıp da deriye yapışm ış bit köreken, [kör-eğen / kör-eken] {ağız} is. Güveyi; da
yavrusu. [DS]|| kör yılan, zool. Sıcak bölgelerde mat. [DS]
yaygın olan, kör yılangillerden, solucanla besle körekmek, [kör-ek-mek] {ağız} g ç sz.f. [-ir] 1. (Ateş
nen, kızıl renkli, 25-30 cm. boyunda, kazıcı bir tür
için) sönmeye yüz tutmak. 2. (Kaynak suyu için)
yılan, (Typhlops vermicularis).\\ kör yılangiller,
azalmak; kurumaya yüz tutmak. 3. (Bağ, bahçe
zool. Sıcak bölgelerde yaşayan, y ü z otuz kadar türü
için) bakım sızlıktan kurumaya, bozulm aya yüz
bulunan, kaygan pullu, basit gözlü, küçük boylu
tutmak. 4. (Araç vb. için) işe yaramaz hâle gelmek.
tamamen zararsız, kazıcı yılanlar familyası,
5. (Aile için) durumu kötüye gitmek; şansı azal
(Typhlopidae),|| kör yol, {ağız} A raba işlemeyen
mak. [DS]
yol. [DS]j| kör zevel, {ağız} Saban okunun ucunda
bulunan ve okun boyunduruktaki halkadan çıkma körelem ek1, [kör-ele-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(i)-
sını engelleyen ağaç. [DS] yor] 1. Birini yenmek; kötü duruma sokmak. 2. Bir
kör", [Far. kür ?] {eAT} is. Ocakta kütüklerin altına şeyi tutup hızla atmak; fırlatmak. [DS]
konulan destek. S kör oğlu, {ağız} Sacayak. [DS] körelemek", [kor / kör-e-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r]
KÖR ÛIÜMTİİICESÖM • 2792
[-l(i)-yor] (Ateş için) yanmaya yüz tutmak; tutuş buz tutmasından oluşan kar üzerindeki sert buz ta
mak; korlanmak; harlamak; alevlenmek. [DS] bakası.
köreliş, [kör-el-iş] is. Körelmek eylemi veya biçimi, körez1, [kör-ez] {ağız} sf. 1. Sönük; parlak olmayan;
körelme, [kör-el-me] is. Körelm ek işi. az ışıklı; az alevli. 2. U cu aşınmış. 3. (Yazı için)
ince veya silik olduğu için okunamayan. 4. is. İçil
körelmek, [kör-el-mek J ijjS '] g çsz.f. [-ir] 1. (Bıçak,
miş sigara artığı; izmarit. 5. Yaz geceleri dereler
balta vb. kesici araçlar için) keskinliğini yitirmek; den ve dağlardan gelen serin esinti. 6. is. A z ışık
daha az keskin duruma gelmek; körleşmek; {OsT} veren lamba. [DS] S körez yanm ak, {ağız} (Ateş
{ağız} (aym). [DS] 2. (Kuyu, kaynak suyu vb. için) veya ışık için) cansız yanm ak; sönük yanmak. [DS]
suyu çekilmek; kurum aya yüz tutmak; {ağız} (aym).
körez2, [kör-mek > kör-ez] {ağız} sf. Güzel; şirin;
[DS] 3. (Ateş için) sönmeye yüz tutmak; alevi
sevimli. [DS]
azalmak; sönmek üzere olmak; {eAT} {ağız} (aym).
körez3, [kör-ez] {ağız} is. Köpekle tazının çiftleşme
[DS] 4. (Duygu vb. için) coşkunluğunu, neşesini
sinden doğan m elez yavru. [DS]
yitirmek; azalmak; zayıflamak; {eAT} (aym). 5. m e
körez4, [kör-ez] {ağız} is. Küçük taş. [DS]
caz. Değerini, yeteneklerini yitirmek. 6. biy. (O r
gan için) görevi kalmadığı veya etkinliği azaldığı körezi1, [körez-i] {ağız} sf. 1. Sönük. 2. (Renk için)
için küçülmek; dumura uğramak; atrofı. 7. {ağız} soluk.
(Nesne vb. için) çekilmek; büzülmek; azalmak; körezi2, [körezi] {ağız} sf. (Tazı için) melez. [DS]
tükenm eye yüz tutmak. [DS] 8. {ağız} Konuşurken körezimek, [kör-ez-i-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir] (Ateş,
sıkılmak; bozulmak. [DS] lam ba ışığı vb. için) sönmeye yüz tutmak; körel
körelmiş, [kör-el-mek > kör-el-miş] sf. 1. K ör duru mek. [DS]
m a gelmiş olan. 2. (Bıçak, balta vb. kesici araçlar körezim in, [kör-ez-i-men / körezimîn {eAT}
için) keskinliğini yitirmiş; daha az keskin duruma sf. Düşkün; âciz.
gelmiş. 3. biy. (Organ için) görevi kalmadığı veya körezlem ek1, [kör-ez-le-mek] {ağız} gçl. fi [-r] [-l(i)
etkinliği azaldığı için küçülmüş; dumura uğramış; -yor] Fırlatmak. [DS]
atrofi. fi1 körelmiş organ, biy. B ir türe ait atada
körezlemek2, [körez-le-mek] {ağız} gçl. fi. [-r] [-l(i)
bulunandan daha küçük ve basit yapıda olan organ -yor] Hayvanın nalım eski çivi ile çakmak. [DS]
veya yapı.
körfez, [Yun. körphos / kolpos] is. coğ. 1. Kara içine
köreltici, [kör-el-t-ici] sf. Körelmesine neden olan; sokulmuş geniş deniz parçası; büyük koy. 2. Kıyı.
zayıflatan. 3. sf. mecaz. (Yer için) işlek olmayan; kuytu; ıssız;
köreltiş, [kör-el-t-iş] is. Köreltmek eylemi veya bi tenha, {ağız} (aym) [DS] 4. {ağız} Sönük; donuk; par
çimi. lak olmayan. [DS]
köreltme, [kör-el-t-me] is. Köreltmek eylemi, körg, [kör-mek > kör-g / kör-k] {eT} is. -*■ körk.
köreltmek, [kör-el-t-mek] gçl. f. [-ir] 1. Kesici bir [EUTS] [Gabain]
aletin keskinliğini yitirmesine neden olmak. 2. körge1, [? körke] (körge:) {eT} is. Ağaçtan yapılma
(Duygu vb. için) coşkunluğunu, neşesini yitirmesi tabak. [DLT]
ne neden olmak; azaltmak; zayıflatmak. 3. {ağız} körge2, [kölige] {ağız} is. Gölge. [DS] S körge goğa-
(A teş veya ışık için) gücünü azaltmak; kısmak. lam ak (kovalamak), {ağız} Boş ve rahat vakit ge
[DS] çirmek; zam an öldürmek. [DS]|| körgesinden gork-
körem ez1, [Far. görmest] {ağız} is. 1. Çiğ süt ile mak (korkmak), {ağız} Çok korkmak; her şeyden
yoğurt kanşım ı bir yiyecek. 2. Ayran veya yoğurt çekinti duymak. [DS]
karıştırılmış süt. 3. İçine ekmek doğranmış ayran. körgedmek, [kör-k > körk-e-mek > körge-d-mek]
4. İçine ekmek doğranmış şekerli süt. 5. Koyun
(körge.dm ek) {eT} g çsz.f. [-ür] Güzelleşmek,
veya keçiden sağılarak içilen taze ve çiğ süt. 6.
K oyulaşm ış koyun veya keçi sütü. 7. sf. Koyu. [DS] körgezmek, [kör-mek > kör-gür-mek] {eT} gçl. fi [-
ür] Göstermek,
köremez2, [kör-e-mez] {ağız} is. Erkek keçi; teke.
[DS] kör gitmek, [kör-mek > kör-git-mek] {eT} g ç l.f. [-ür]
Göstermek. [KB]
körepe1, [Yun. kropi => körepe f 0jS"]
körgle, [kör-k > körk-le] (körkle:) {eT} is. Güzel.
{eAT} is. Tahra. [EUTS]
körepe2, [? körepe] {ağız} sf. (Kişi için) çalışamaz körglüg, [kör-k > körk-lüg] {eT} is. 1. Görünen.
durum a düşmüş. [DS] [EUTS] 2. Güzel. [EUTS] 3. Manzaralı. [EUTS]
köreş, [kör-eş] {ağız} sf. 1. (İnsan ve hayvan için) körgörmek, [kör-mek > kör-gür-mek] {eT} gçl. fi [-
sevimsiz. 2. Kör gibi bakan. [DS] ür] -*■ körgürmelc.
köreşe, [? köreşe] is. Gündüz güneşinin kar yüzeyini körgü, [kör-mek > kör-gü] (körgii:) {eT} is. İtaat.
eritmesi ile meydana gelen suyun gecenin ayazında [ETY] [Gabain]
S K I I M Z l t U l i • 2793 K Ö R
körgiilttg, [kör-gü > köıgü-lüg] {eT} sf. Sayılır; saygı körksüz, [kör-k > körk-süz / kör-ik-siz] {eT} sf. Ç ir
duyulur. kin; yakışıksız. [EUTS] [KB] [Gabain]
körgülüksttz, [kör-gü > körgü-lük-süz] {eT} sf. Gö körksiizlük, [kör-k > körk-süz-lük] {eT} is. Çirkin
rülmez. [Üç İtigsizler] lik; kabalık. [KB]
körgürmek, [kör-mek > kör-gür-mek] {eT} gçl. f i [- körkürmek, [kör-mek > kör-gür-mek] {eT} gçl. f i [-
ür] Göstermek. [EUTS] [OKD] ür] -*■ körgürmek. [DLT] [EUTS]
körgüzmek, [kör-mek > kör-güz-mek] {eT} gçl. f i [- körkütük, -ğü [kör+küt-ük] sfi. 1. Kendini bilm eye
ür] -*■ körgürmek. cek kadar sarhoş. 2. Kendini kontrol edemeyecek
köri, [Tamil d. coeri] is. 1. Hint mutfağına özgü zen kadar âşık.
cefil, karanfil, zerdeçal, biber, kişniş vb. baharat körlek, -ği [kör-le-k] {ağız} sfi 1. Tembel; uyuşuk. 2.
tozlarının karışımından meydana gelmiş karışım. 2. (Yer için) işlek olmayan; ayak altından uzak; içer
Köri ile hazırlanmış yemek, lek. [DS]
körigen, [körigen] is. bot. Baklagillerden, bir tür körleme, [kör-le-me] is. Körlem ek eylemi,
hayvan yemi, (Coronilla varia). körlem eden, [kör-le-meden] (körlem e'den) {ağız} zfi.
köripliz, [kör + Ar. iblîs] {ağız} sf. Yaramaz. [DS] 1. Bilmeden; anlayıp dinlemeden; rastgele; dikkat
sizce. 2. (Atış, vuruş için) hedefe nişan almadan;
körit, [? körit] {ağız} is. İki yaşında erkek keçi; erkeç.
[DS] rastgele. [DS]
körk1, [kör-mek > kör-g / kör-k] {eT} is. 1. Biçim; körlem ek1, [kör-le-mek] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ü)-yor]
görünüş; şekil; kıyafet. [EUTS] [Gabain] [İKPÖy.] 2. 1. K ötü olmayan birisini veya yaptıklarını kötüle
Güzellik; endam; süs; ziynet. [EUTS] [DLT] [KB] mek; kötüleyerek başarısını engellemek. 2. Alay
etmek; eğlenmek; taklit etmek. 3. İnsanı kızdıran,
[İKPÖy.] [Yüknekî] [Gabain] 3. Resim. [Gabain]
sinirlendiren davranışta bulunmak. 4. Küçümse
[EUTS] 4. Nişan; alamet. [EUTS] 5. sf. Güzel. [DLT]
[Gabain] mek. 5. Başladığı işi gelişigüzel yapmak. [DS]
körk2, [? körk] {ağız} is. Ahırların üstüne yapılan ot körlem ek2, [kör-le-mek] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(ü)-yor]
ve saman konacak yer. [DS] 1. Köreltmek; söndürmek. 2. Ağacı filiz verm eye
cek duruma getirmek. 3. Ku kaynağım kapatmak.
körkdaş, [kör-k > körk-daş] {eT} sf. Kıyafette eş;
4. Balık tutm ak için suyu bulandırmak. [DS]
güzellikte denk; endamda eş. [EUTS]
körlem esine, [kör-le-me-s-i-n-e] (körlem esi’ne) {a-
körke, [? körke] (körke:) {eT} is. körge. [DLT]
ğız} zf. 1. Hesaplamadan; iyice düşünüp taşınm a
körkedmek, [kör-k > körk-e-mek > körge-d-mek] dan. 2. Görmeksizin; bakmadan. [DS]
(körke:dmek) {eT} gçsz. fi. [-ür] -* körgedmek. körlemesiye, [kör-le-me-s-i-y-e] (körlemesi'ye) {a-
[DLT] ğız} zf. -*• körlemesine. [DS]
körketmek1, [kör-mek > kör-git-mek] (körke. tmek) körleniş, [kör-le-n-iş] is. Körlenm ek eylem i veya bi
{eT} gçsz.f. [-ür] -*■ körgitmek. [EUTS] çimi.
körketmek2, [kör-k > körk-e-mek > körge-d-mek] körlenme, [kör-le-n-me] is. Körlenm ek işi.
(körke:tmek) {eT} gçsz. fi. [-ür] -* körgedmek. körlenm ek, [kör-le-n-mek] dönşl. fi [-ir] 1. (Kesici
[DLT] bir alet için) kesiciliği kaybolmak; keskinliği git
körkitdeçi, [kör-git-mek > kör-git-deçı] (körgit- mek; kesmez olmak; körelmek; körleşmek. 2.
de:çi:) {eT} sf. Gösteren; kılavuz. [EUTS] (Duygu, heyecan, yetenek gibi soyut kavramlar
körkitmek, [kör-mek > kör-git-mek] {eT} gçsz. fi. [- için) gelişmesi durmak; gerilemeye başlamak; yok
ür] -*■ körgitmek. [EUTS] [KB] [Gabain] [Üç İtigsizler] olm aya başlamak. 3. Bir köre sahip olmak; kör
edinmiş olmak. 4. {ağız} Birisi tarafından kötülene
körkle, [kör-k > körk-le] (körkle:) {eT} sf. Güzel;
rek başarısı engellenmek. [DS] 5. {ağız} Suçlanmak;
dilber. [EUTS] [Gabain] [İKPÖy.]
utanmak; sıkılmak. [DS]
körklemek, [kör-k > körk-le-mek] (körkle. mek) {eT}
körleşme, [kör-le-ş-me] is. Körleşmek işi.
gçsz. fi. [-ür] Güzelleşmek; süslenmek. [EUTS]
[Gabain] körleşmek, [kör-le-ş-mek] gçsz. fi. [-ir] 1. Kör duru
körkltt, [kör-k > körk-lü] (körklü:) {eT} sf. Güzel, m a gelmek. 2. (Kesici bir alet için) kesiciliği kay
bolmak; keskinliği gitmek; kesmez olmak; körel
körklüg, [kör-k > körk-lüg] {eT} sfi 1. İyi; güzel;
mek; körlenmek. 3. (Duygu, heyecan, yetenek gibi
gösterişli. [DLT] [EUTS] [KB] [Gabain] 2. Manzaralı.
soyut kavram lar için) gelişmesi durmak; gerileme
[EUTS] [Gabain] 3. Dostça. [DLT]
ye başlamak; yok olmaya başlamak,
körklüglttk, [kör-k > körk-lüg-lük] {eT} is. Güzellik.
körleştiriş, [kör-le-ş-tir-iş] is. Körleştirmek eylemi
[KB]
veya biçimi.
körkmeklig, [kör-mek > kör-mek-lig] {eT} sf. Gör
körleştirme, [kör-le-ş-tir-me] is. Körleştirmek eyle
me. [EUTS]
mi.
K Ö R ( İ H n i t r e ü ö m • 2794
körleştirm ek, [kör-le-ş-tir-mek] gçl. f . [-ir] 1. (Kişi lu] is. (K öroğlu’nun sözünü herkese geçirmesinden
için) kör olmasını sağlamak. 2. K örleşmesine ne telmihle) kocanın karısı için kullandığı ad; eş; karı,
den olmak; köreltmek; körletmek. körnek, -ği [kör-(ü)n-ek] {ağız} is. 1. Toplantı yeri;
körletiş, [kör-le-t-iş] is. Körletmek eylemi veya bi demek. 2. Karınca yuvası. [DS]
çimi. körnümek, [kör-(ü)n-ü-mek] {ağız} dönşl. f. [-r] Bir
körletme, [kör-le-t-me] is. Körletmek eylemi, araya gelmek; toplanmak. [DS]
körletmek, [kör-le-t-mek] gçl. f. [-ir] 1. (Kesici bir köröz, [kör+öz] {ağız} is. Ürün vermeyen, verimsiz
alet için) keskinliğinin gitmesini sağlamak; kör ol toprak. [DS]
masını sağlamak; keskinliğini azaltmak. 2. (Duygu, körpe1, [eT. körpe] (körpe:) sf. 1. {eT} Çok genç. 2.
heyecan, yetenek gibi soyut kavram lar için) geliş {eT} (Sebze ve meyve için) mevsimi geçtikten son
mesinin durm asına neden olmak; durdurmak; geri ra çıkan. {eT} (aym) [DLT] 3. (Hayvan için) zama
letmek; söndürmek. 3. (Kişi için) saygınlığını, ye nından sonra doğan; geç doğduğu için henüz bü
teneklerini, değerini yitirmesine sebep olmak, yümemiş; yeterli olgunluğa ulaşamamış. {eT} (aym)
körliğine, [kör-lü(k)-ü-n-e ■uSÜjjS'] {eAT} zf. -*■ kör [DLT] 4. (Bitki için) dalından henüz yeni koparıl
mış; tazeliği üstünde. 5. (İnsan için) yeni yetişm ek
lüğüne.
te olan; genç. 6. mecaz. (İnsan için) taze; genç; hoş;
körlü, [kör-lü] {ağız} sf. (Tahıl için) içinde sürme güzel; henüz bozulmamış, yıpranmamış. 7. {ağız}
hastalığından dolayı kararmış taneler bulunan. [DS] (Koyun ve keçi yavrusu için) yeni doğmuş. [DS] S
körlüğüne, [lcör-lü(k)-ü-n-e ‘uSÜjjS’] {eAT} {OsT} zf. körpe bulut, {ağız} Yeni oluşmaya başlamış uzun
Rağmen; rağmına. bulut. [DS] 11 körpe oğul, {eT} Yazın doğan çocuk.
körlük1, -ğü [kör-lük] is. 1. Görme yetisini yitirme [DLT]
hâli; kör olm a durumu; görme duyusu kaybolmuş körpe2, [? körpe] {ağız} is. Yorgan. [DS]
kim senin veya gözün niteliği. 2. (Kesici araçlar körpecik, -ği [körpe-cik] sf. 1. Çok taze; çok körpe.
için) keskinliğini yitirmiş olm a hâli. 3. Kişinin ger 2. Çok genç,
çekleri görememe, kavrayamama, olup bitenleri körpek, [körpek] (körpe:k) {eT} sf. Hafif. [Nevâyî]
değerlendirememe durumu. 4. Normalde tomurcuk körpelem ek, [körpe > körpe-le-mek] (körpe:le:mek)
vermesi gerekirken bitkilerin tom urcuklanmada ge {eT} gçsz. f. [-r] K örpe ot yemek. [DLT]
cikmesi veya tom urcuk vermemesi durumu. 5. körpelenm ek, [körpe-le-mek > körpe-le-n-mek]
{ağız} Sıkıntı. [DS] (körpelenm ek) {eT} dönşl. f. [~r] Yeniden çıkmak;
körlük2, -ğü [kör-lük dU j^J {OsT} {ağız} is. 1. B irbi yeniden bitmek. [DLT]
rine inat olsun diye yapılan hareket; inatlaşma; nis körpelik, -ği [körpe-lik] is. Körpe olma durumu;
pet. [DS] 2. {ağız} Kıskandırma. [DS] S körlük et körpe olan şeyin niteliği; tazelik,
mek, {OsT} Bir şeyi inadına yapmak; nispet olsun körplem ek, [körpe > körp(e)-le-mek] (körple:mek)
diye yapm ak.|| körlük vermek, {OsT} -* körlük et- {eT} gçsz. f. [-r] (Kuzu vb. için) tandırda kızart
mek.|| körlük yapmak, {ağız} 1. Kıskandırmak. 2. mak. [DLT]
N ispet yapmak; inadına davranmak. [DS] körpü, [köprü / körpü] {ağız} is. Köprü. [DS]
körlük3, -ğü [kör-lük] {ağız} is. Fener. [DS] körsek, -ği [kör-se-k] {ağız} sf. 1. (Ateş ve ışık için)
körmek, [kör-mek] {eT} g ç l . f [-ür] 1. Görmek; bak az pırıltılı; sönük; donuk. 2. (Yol için) işlek olma
mak. {ağız} (aym) [DLT] [EUTS] [ETY] [KB] [OKD] yan; ıssız. [DS] S körsek körsek, {ağız} (Yanmak
[Yüknekî] [Gabain] [İKPÖy.] [Tekin] [Üç İtigsizler] [DS] için) yavaş yavaş. [DS]
2. Tabi olmak; itaat etmek; bağımlı olmak. [ETY] körseklemek, [kör-se-k-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
[Gabain] [Tekin] l(i)-yor] Şaşırmak. [DS]
körmen, [eT. kübü-r-gen / kövür-gen > kömüren] körselemek, [kör-se-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(i)-
{ağız} is. 1. -*• kömüren. 2. Dağlarda yetişen rengi yor] Yoğurmak; çiğnemek. [DS]
açık yeşil yabani soğan. 3. Kokusu naneye benzer körselmek, [kör-se-l-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] Kö
bir ot; dağ nanesi. 4. Yaban sarmısağı. [DS] relmek. [DS]
körm ez1, [kör-mez] sf. 1. {eT} Kör; görmez. [EUTS] körsem ek', [kör-mek > kör-se-mek] (körse:mek)
2. {ağız} Kesmez; körelmiş. [DS] {eT} gçl. f. [-r] Görmek istemek; göreceği gelmek;
körm ez2, [? körmez] {ağız} is. Çamdan yapılmış süt görsemek. [DLT]
kovası. [DS] körsemek2, [kör > kör-se-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-
körmiş, [kör-miş] {eT} sf. Bakmış. [DLT] s(ü) -yor] K örezimek; körelmek. [DS]
körmüz, [Far. Hurmuzda] {eT} is. Görünmez, görül körseng, [kör-sen] {ağız} s f -*• körsek. [DS]
meyen kötü ruh. körsm ek, [körs-mek / kös-mek] {ağız} gçsz. f. [-er]
köroğlu, [kör+oğ(u)l-u > Destan kahramanı Köroğ- (Yığın vb. için) içeriye doğru göçmek. [DS]
İM İK M . 2795 KÖR
körsü1, [kör-sü] jağız} is. Köstebek. [DS] körügsemek, Görmek istemek; görm ek veya kavuş
körsü2, [Ar. kürsî] {ağız} is. Sandalye. [DS] mak istemek. [DLT] [EUTS] [Gabain]
körsük1, -ğü [kör-(ü)s-ük] {ağız} is. Kapı dayağı; ka körüğü, [kör+üğü] {ağız} is. Baykuş. [DS]
pı sürgüsü. [DS] körük1, [kör-mek > kör-ük] {eT} is. 1. Güzel; güzel
körsük2, -ğü [kör-sü-k] {ağız} sf. Sönük; sönmüş. lik. [EUTS] 2. Görüş. [EUTS]
[DS] körük2, -ğü [eT. körü-mek > kör-ük] is. 1. Ateşi
körsülemek, [kör-sü-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [- 1 (H)- alevlendirmek için kullanılan, torba biçiminde k a
yor] Yüzüstü bırakmak. [DS] palı bir bölüm ve iki yanında bir menteşe ile birbi
körsülmek, [kör-sü-l-mek] {ağız} dönşl. f. [-iir] Yüz rine bağlı kanattan oluşmuş, kanatlar açıldığında
üstü yere kapaklanmak, düşmek. [DS] girişten içine hava emen, kanatlar kapandığında ise
körsültmek, [kör-sü-l-t-mek] {ağız} gçl. f. [-itr] Bir içerdeki havayı uçtaki lüleden dışarıya basınçla
işi kolaylamak; derleyip toparlamak; işi yoluna üfleyen bir aygıt. {eT} (aynı) [DLT] 2. B u biçimde
koymak. [DS] yapılmış ve içine konulan toz halindeki ilacı lüle
körsümek, [kör-sü-mek] {ağız} g çsz.f. [-ür] 1. (Yapı sinden püskürterek yaydırtan bir alet. 3. Bazı alet
için) yıkılm aya yüz tutmak. 2. (Işık veya ateş için) ve bölüm lerin üst üste katlanmasını sağlayan esnek
sönmeye yüz tutmak. [DS] bölüm. 4. Hava ile çalışan bazı müzik aletlerinin
körşek, -ği [köşek] {ağız} is. Deve yavrusu. [DS] hava üfleyen üst üste katlanabilir esnek kısmı. 5.
kört1, [kör-(i)t] {ağız} is. 1. Dağların tepelerindeki Otomobil, fayton ve yolcu arabalarında içli dışlı
çukur. 2. Çukur tarla. [DS] katlanarak açılan ve gerektiğinde kapatılabilen ör
tüleri. 6. Fotoğraf makinelerinin karanlık odasını
kört2, [kör-(ü)t] {ağız} sf. Körelmiş; kesmez; kör.
[DS] oluşturan üst üste katlanabilir deri veya bezden ya
pılm a esnek kısmı. 7. Çantaların dipten kalınlığına
kört3, [kört] {ağız} is. Güreşte yere yatırma; yenme.
[DS] açılıp genişlemesini sağlayan kıvrımlı kısım. 8.
körtemek, [kör-(ü)t-e-mek] {ağız} gçl. f i [-r] [-t(ü)- V agonlar arasında geçişi sağlayan üst üste, iç dış
yor] Hayvanın ön ayaklarını bağlamak. [DS] olarak katlanmak suretiyle açılıp kapanabilir b ö
lüm. 9. Binici pantolonlarında budun dış tarafında
körtik, -ği [kör-(i)t-ik] {ağız} is. Dağ tepelerindeki
ki kabarık kısım. 10. {ağız} Demirci dükkânı. [DS]
çukurluklar. [DS]
11. {ağız} Fayton. [DS] S körük mıhı, {ağız} A yak
körtgürmek, [kör-mek > kör-üt-m ek > kör(ü)t-gür-
kabı tamircilerinin kullandığı, 1-1,5 cm uzunlu
mek] {eT} g çl.f. [-ür] Göstermek. [EUTS]
ğunda siyah çivi. [DS]|| körük virm ek (vermek),
körtkürmek, [kör-mek > kör-üt-m ek > kör(ü)t-kür-
{ağız} B ir kimseyi başka birinin kötülüğü için kış
mek] {eT} gçl. f i [-ür] -+ körtgürmek [Gabain]
kırtmak. [DS]
körtkürtmek, [kör(ü)t-gür-mek > kört-gür-t-mek]
körük3, [kör-mek > kör-ük] {eT} is. Casus. [EUTS]
{eT} gçl. fi. [-ür] Göstermek. [EUTS]
körük4, -ğü [kör-ük iljjS'] {eAT} is. Boynuzsuz öküz.
körtle, [kör-k > körk-le / körtle] (körtle:) {eT} sf. 1.
Güzel; dilber. [EUTS] [Gabain] 2. Prenses unvanı. körük5, -ğü [eT. köl-mek > köl-ük / kör-ük / kürülc]
[EUTS] {ağız} is. Eşek yavrusu; sıpa. [DS]
körtrek, [kör-k > körk-rek] (körlere:k) {eT} sfi Daha körükçü, [körük-çü] is. 1. Körük yapıp satan kimse.
güzel. [EUTS] 2. K örük kullanan kişi. 3. {ağız} sf. mecaz. (Kişi
körtük, [kür-ü-mekk > kürü-t-m ek > kür(ü)t-ük / için) bir kavgayı kızıştıran; kışkırtıcı. [DS]
körtük] {eT} sf. 1. Kar yığını; kar sahası; karlı yer. körükçülük, -ğü [körük-çü-lük] is. 1. K örükçünün
[EUTS] [Gabain] 2. Çöl. [EUTS] 3. Âşık; seven. yaptığı iş ve meslek; körük yapm a ve satma işi. 2.
[EUTS] [Gabain] 4. {ağız} Yığın. [DS] K örük kullanma işi. 3. Kavgayı kızıştırm a işi; kış
körtülez, [? körtülez] {ağız} sf. Büyük. [DS] kırtma.
körtürmek1, [kör-mek > kör-tür-mek] {eT} gçl. fi. [- körükleme, [körük-le-me] is. K örüklem ek işi.
iir] Gördürmek. [DLT] körüklemek, [körük > körük-le-mek] (körükle. mek)
körtürmek2, [kör-tür-mek] {ağız} gçl. f i [-ür] K al g ç l.f. [-r] [-l(ü)-yor] 1. Körükle hava vermek; kö
dırmak. [DS] rük ile ateşi canlandırmak. {eT} (aym) [DLT] 2. m e
körü1, [körmek > kör-ü] {eT} son ek. 1. -den daha. 2. caz. (Kavga, tartışma vb. için) kışkırtmak; şiddet
-e göre daha.[KB] lendirmek; kızıştırmak; teşvik etmek; beslemek,
körü2, [kör-ü] {ağız} is. Çalım; caka. [DS] körüklenme, [körük-le-n-me] is. Körüklenmek ey
körüd, [? körüd] {eT} is. Mars gezegeni. [KB] lemi.
körüg, [kör-mek > kör-üg] {eT} is. 1. Güzel; güzellik. körüklenm ek, [körük-le-n-mek] edil, fi [-ir] 1. K ö
[EUTS] [OKD] 2. Görüş. [EUTS] [Gabain] 3. Casus. rükle hava verilmek; körük ile canlandırılmak. 2.
[EUTS] [Gabain] 4. Haberci. [ETY] 5. sfi Görülen. mecaz. (Kavga, tartışma vb. için) kışkırtılmak; kı-
KÖR * 2796
zıştırılmak; teşvik edilmek. 3. dönşl. fi. K örük sahi körünçlegülük, [kör-ün-ç > körünç-le-m ek > kö-
bi olmak; körük edinmek, rünç-le-gü-lüg] {eT} sfi -*■ körünçlegülük. [EUTS]
körükleyici, [körük-le-y-ici] sf. 1. Körüklem e işini körünçlem ek, [kör-ün-ç > körünç-le-mek] (körünç-
yapan; körükleyen. 2. mecaz. Kavga, tartışma vb.ni le:mek) {eT} gçl. f i [-r] Sergilemek; teşhir etmek.
kızıştıran; tutuşturan, [Gabain] [EUTS]
körüklü, [körük-lü] sf. 1. K örüğü olan; körüğü bulu körünçlüg, [kör-ün-ç > körünç-lüg] {eT} is. •* kö-
nan; körük sahibi olan. 2. {ağız} Fayton. [DS] 3. rünçlük. [EUTS] [Gabain]
{ağız} B irçok parçadan yapılm ış elbise eteği. [DS] körttnçlük, [kör-ün-ç > körünç-lüg] {eT} is. Üzerinde
S körüklü çizme, Bilek ile koncu arasında katla eşya sergilenen raf; pano; iskele; sergi iskelesi. [E-
nabilir, gerektiğinde üst üste dökümlii olarak dura UTS]
bilir bölümü olan çizme; körüklü çizme. körttndürmek, [kör-mek > kör-ün-mek > körün-dür-
körüklüg, [körük1 > körük-lüg] {eT} sf. 1. Geniş mek] {eT} gçl. fi. [-ür] 1. Göstermek. [KB] 2. Getir
manzaralı; güzel görünümlü. [ETY] 2. is. Manzara; mek. [KB]
görünüş. [ETY] körünmek, [kör-mek > kör-ün-mek] {eT} dönşl. fi [-
körüklük, -ğü [körük-lük] is. 1. Körük konulan, ür] 1. Görünmek; gözükmek. [DLT] [EUTS] [KB]
körük kurulan yer. 2. Demirci dükkânı. {ağız} [DS] [Yüknekî] 2. Huzura çıkmak. [KB]
körükmek, [kör > kör-ü-k-mek] {ağız} gçsz. f. [-(ğ)- körüs, [? körüs] {ağız} sf. (Keçi veya koyun için)
ür] 1. Güçten düşmek; gücünü kuvvetini yitirmek. kulağı kısa. [DS]
2. Yılmak; pısmak; durgunlaşmak. 3. g ç l . f Onmaz körüsten, [? körüsten] {ağız} is. Dağlardaki koridor
durum a getirmek; yok etmek. [DS] biçiminde mağara. [DS]
körüksem ek, [kör-mek > kör-ük-se-mek] (körük- körüş, [kör-mek > kör-üş] {eT} is. 1. Bakış. [DLT] 2.
se:mek) {eT} is. Görmek istemek; arzu etmek; can ü {ağız} Şaşı. [DS]
gönülden istemek. [EUTS] [Nevâyî] körfişm ek1, [kör-mek > kör-üş-mek] {eT} işteş, fi [-
körüksü1, [körük-sü] sf. Körüğü andıran; körük gibi; ür] 1. Görüşmek; karşılaşmak; yüz yüze bakmak.
kat kat kıvrımlı. [EUTS] [ETY] [KB] [Gabain] [İKPÖy.] 2. Buluşmak;
körüksü2, [kör-mek > kör-ü-k-sü] {ağız} sf. Korkak bir araya gelmek. [ETY] 3. Konuşmak. [İKPÖy.] 4.
olarak yetişmiş; korkalığa alışmış. [DS] dönşl. f i Gözle bakmak. [DLT]
körüksüz, [körük-süz] sf. Körüğü olmayan; körüğü körüşm ek2, [kürî-mek > küre-ş-mek] {eT} işteş, fi. [-
bulunm ayan; körük sahibi olmayan, ür] Güreşmek. [DLT]
körttktürmek, [kör > kör-ü-k-tür-mek] {ağız} g ç l fi körüt, -dü [? körüt] {ağız} is. Bir yaşından üç yaşına
[-ür] 1. B ir kim seyi başka birinin kötülüğü için kadar olan erkek keçi. [DS]
kışkırtmak. 2. Cesaretini kırmak; yıldırmak; ürküt körüvü, [kör+üvü] {ağız} is. Baykuş. [DS]
mek. 3. (Hayvan için) başka bir hayvanı korkut körüyh, [körük] {ağız} is. Körük. [DS]
mak. 4. Bıktırmak; bezdirmek. [DS] körüz1, [kör-üz] {ağız} is. 1. Bir yaşından üç yaşma
körülmek, [kör-mek > kör-ül-mek] {eT} e d il.f. [-ür] kadar olan erkek keçi. 2. Cılız kalmış, büyümemiş
Görülmek; sanılmak. [DLT] [EUTS] [KB] keçi yavrusu. 3. Vaktinden önce çiftleşerek doğur
körüm, [kör-mek > kör-üm] {eT} is. 1. Rüya; düş; muş keçi. 4. zamanından önce yavrulayan koyun,
görünüş. [EUTS] [Gabain] 2. Görüş noktası; bakış keçi vb. hayvan. [DS]
açısı; nazar noktası; nokta-i nazar. [EUTS] 3. Bakış; körüz2, [kör-üz] {ağız} is. Sigara izmariti. [DS]
görüm; görme. [Üç İtigsizler] [EUTS] [Yüknekî] [Ga köryapalak, -ğı [kör+yap-ala-k] {ağız} is. -*■ kör
bain] 4. Fal. [EUTS] [Gabain] yapalak. [DS]
körümçi, [kör-üm > körüm-çı] (körümçi:) {eT} is. körzehil, [kör+zevel] {ağız} is. -* kör zevel. [DS]
Falcı; müneccim; yıldıza bakan; kâhin. [EUTS] [Ga körzevel, [kör+zevel] {ağız} is. -*■ kör zevel. [DS]
bain]
körzoğlu, [kör+zevel] {ağız} is. -*• kör zevel. [DS]
körümen, [kör-ü-men] {ağız} is. Boynunun altı kır
körzövül, [kör+zevel] {ağız} is. -*■ kör zevel. [DS]
mızı bir tür küçük kuş. [DS]
körzüval, [kör+zevel] {ağız} is. -*■ körzevel. [DS]
körümük, [kör+ümük] {ağız} sf. (Kişi için) her bul
k ös1, [kös (yans.)] is. Kabarmayı, sönmeyi, bu bi
duğunu yiyen; pisboğaz. [DS]
çimde sessizce hareket etmeyi anlatan kök. [Zülfi
körünç, [kör-mek > kör-ün-mek > kör-ün-ç] {eT} is.
kar] kös kös, kös-ül-mek, kös-tür köstür S kös kös,
1. Görülecek olan şey; piyes. [DLT] [EUTS] 2. Gö
(Yürümek için) başı önde, etrafına bakmadan; ne
rünüş; manzara. [EUTS] [Gabain] 3. B ir şey seyreden
şesiz ve düşünceli bir halde.
halk; seyirci. [DLT]
kös2, [köz / kös] {eT} is. Göz. [EUTS]
körünçlegülüg, [kör-ün-ç > körünç-le-mek > kö-
kös3, [Far. küsten / küften (tokmakla dövmek, ezmek)
rünç-le-gü-lüg] {eT} sfi Teşhire layık; sergilemeye
> küs] is. 1. Eskiden savaşlarda, alaylarda deve, at
değer; göstermeğe değer. [EUTS]
üffiltriSCf SOSbÖli• 2797 KÖS
veya araba üzerinde taşman ve işaret verm ekte kul köseçlemek, [köz (ateş) > kös-e-ç-le-mek] {ağız} gçl.
lanılan büyük davul. 2. müz. M ehter takımında da f [~rJ [-l(i)-y°r] (Ateş için) karıştırmak. [DS]
vula benzer büyük vurmalı çalgı; kûs-i hakan!. B köseği, [köz-e-mek (ateşi karıştırmak) > közegü >
kös dinlemiş, D aha önce p e k çok korkutma ve teh köse-ği {ağız} is. 1. Ocağı karıştırmaya ya
ditler yaşadığı için küçük çaplı uyarılara neredeyse
rayan demir araç veya maşa. 2. Ucu yanmış odun
ahmaklık veya sağırlık derecesinde aldırış etm e
parçası. {eAT} {OsT} (aym) 3. Saç üzerinde pişen
yen; kaşarlanmış; aldırışsız.
ekmeği çevirmekte kullanılan araç. [DS]
kös4, [kös] {ağız} is. 1. Sokak kapısının arkasına vu
rulan ağaç dayak. 2. Kapı mandalı; kapı sürgüsü. 3. köseğü, [köz-e-mek > köze-gü jSL-jS"] {OsT} is. -*■
Kalın tahta; kalas. 4. Damda üzerine kirem it döşe köseği.
nen veya kiremit gibi kullanılan ince tahta parçala köşek, -ği [köz-e-k] {ağız} is. Köseği. [DS]
rı. 5. Üzerinde çamaşır yıkanan uzun tahta. [DS] B kösekçi, [küse-mek > köse-k] {eT} sf. Y em ek iştahı
kös gelm ek, {ağız} B ir yana, koluna dayanarak olan. [DLT]
yatar gibi oturmak. [DS] kösele1, [Far. gâvsâle (dana) > gosâle / güsâle] is. 1.
kös5, [kös] {ağızj is. 1. B ir dam a oyunu çeşidi. 2. A yakkabı tabam, çanta, kemer vb. yapmakta kulla
Toprak üzerindeki küçük çukurlara taşlar konarak, nılan büyük baş hayvanların işlenmiş derisi. 2. sf.
bir tarafı düz diğer tarafı yuvarlak değneklerle oy K öseleden yapılmış. 3. Kösele gibi. S kösele gibi,
nanan bir oyun. [DS] (Et için) sert ve çiğnenmesi güç.|| kösele surattı,
kös6, [kös] {ağızj is. 1. Sürünün en önünde giden ko (Kişi için) utanmaz.|| kösele taşı, 1. M ermerleri
yun. 2. Teke. [DS] parlatm ak için kullanılan kefeki taşı. 2. Kunduracı
kös7, [kös] {ağız} sf. 1. Çirkin. [DS] 2. Düşük; aşağı ların üstünde kösele dövdükleri taş.
lık. kösele2, [kös-er-e / kös-ür-e] {ağız} is. Bileği taşı.
kös8, [kös] {ağız} is. Bal kabağından kesilen dilim. [DS] S kösele daşı (taşı), {ağız} Bileği taşı. [DS]
[DS] B kös kabak, {ağız} El büyüklüğünde kesile kösele3, [köz-e-le] {ağız} s f Çok güzel. [DS]
rek ateşte pişirilen bal kabağı. [DS] köselik, -ği [köse-lik] is. Köse olm a durumu,
kös9, [kös] {ağız} is. Sürülmemiş ve ertesi yıl dinlen köselmek, [kös-el-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] 1. (İnsan
meye bırakılmış tarla. [DS] için) olduğu yere yığılıp kalmak. 2. Pusmak; ses
kös10, [kös] {ağız} is. Davar ağılı. [DS] sizleşmek; uyuşup kalmak; sinmek. [DS]
kös11, [kös] {ağız} is. Kervanda baştan ikinci hayvana köseltm ek1, [kös-el-t-mek] {ağız} is. gçl. f. [-ir] 1.
takılan çan. [DS] Ağacın tepesini ya da ucunu kesip kısaltmak. 2.
kösçfi, [kös-çü] is. M ehter takımından kös çalan kim Sindirmek; pusturmak. [DS]
se. köseltmek2, [kös-el-t-mek dl«jJu_jST] {eAT} {OsT} gçl.
kösağacı, [köz+ağacı] {ağız} is. Ateş karıştırm aya ya f. [-ür] 1. Uzatmak. 2. Ayağını uzatmak,
rayan ucu yanmış odun veya sopa. [DS] kösem, [köz (göz) > köz-e-mek > köz-e-m > kösem
kösbe, [köz-(e)-me > kösbe] {ağız} is. Köseği. [DS]
I*—j^ ] {OsT} {ağız} is. Çobana alışkın ve önde gide
kösdek, -ği [kös-(ü)d-e-k] {ağız} is. Damların saçak
rek sürüye kılavuzluk eden koç veya teke; köse
larındaki hatılların düşmemesi için konulan ağaç.
men. [DS]
[DS] B kösdek mıhı, {ağız} On on beş cm. uzunlu
ğundaki dem ir çivi. [DS] kösem ek, [küse-mek (küseımek) {eT} gçl. f.
kösdü, [kös-dü] {ağız} is. Köstebek. [DS] [-r] 1. Özlemek; arzulamak; arzu etmek; istemek;
köse1, [köz > köz-e] {ağız} is. Köseği. [DS] dilemek. [DLT] [EUTS] 2. {eAT} İmrenmek; gıpta
köse2, [Far. küse / köse => köse < sfi 1. (Erkek i- etmek; yarsımak.
kösem en, [köz (göz) > köz-e-mek > köz-e-men > eT
çin) sakalı, bıyığı olmayan. 2. (Erkek için) sakalı
köse-men] sf. 1. {eT} (Koç için) sürünün en önünde
ve bıyığı seyrek olan. 3. {OsT} Cılız; bodur. [Ka
giden; çok tos vuran. 2. {ağız} is. Önde giderek sü
mus] 4. is. Bıyığı sakalı çıkm ayan erkek. 5. tiy.
rüye kılavuzluk eden koç veya teke; kösem. [DS] 3.
Anadolu halk oyunlarında yönetmen. 6. {ağız} Yeni
Dövüşe alıştırılmış koç veya teke; dövüşken koç
evlenmiş erkek; güvey. [DS] 7. {ağız} Orta yaşlı
veya teke. 4. {ağız} Yol gösteren; kılavuz. [DS] 5.
erkek. [DS] B köse buğday, Başakları kılçıksız,
{ağız) Koç. [DS] 6. tie. Borsada öncülük eden kim
beyaz bir tür buğday.\\ köse otu, {ağız} Kuraklık
se.
yüzünden büyüyemeyen ot. [DS]|| köse sakal, Çok
kösemenlik, -ği [köse-men-lik] is. Y ol gösterme;
seyrek sakal.\\ köse sefer, {ağız} D olm alık bir tür
kılavuzluk etme. S kösem enlik etm ek, Önderlik
kabak. [DS]
etmek; kılavuzluk etmek; y o l göstermek.
köseç, -ci [köse-ç g - ^ ”] {eAT} {OsT} sf. 1. Köse. 2. kösençig, [küse-mek > küse-n-mek > kiise-n-ç-ig]
{ağız} Tüyü kısa bir tür koyun. [DS] {eT} sf. -*■ küsençig. [EUTS]
KÖS Û I Ü M I İ İ K S O M . 2?98
köseng, [köz-en] {ağız} is. Fırını silmekte kullanılan köskülüğ, [kös-kü-lük / göğüs-lük] {ağız} is. Çocuk
ucuna bez bağlanmış sopa. [DS] önlüğü. [DS]
k ö se re 1, [kös-er-e] {ağız} is. Bileği taşı. [DS] köslem e, [kös-le-me] {ağız} is. Kapı dayağı; kapı sür
kösere2, [köz-er-e] {ağız} is. Fırın karıştırm akta kul güsü. [DS]
lanılan çengelli araç. [DS] köslem ek1, [kös-le-mek] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ü)-yor]
köserlem ek, [kös-er-le-mek] {ağız} is. Bilemek. [DS] Kapıyı arkasından sürgülemek, kilitlemek. [DS]
köseşm ek, [küse-mek > köse-ş-mek] {eT} işteş, fi [- köslem ek2, [kös-le-mek] {ağız} gçl. f i j-r] [-l(ü)-yor]
ür] 1. Birlikte istemek. [DLT] 2. dönşl. Öğünmek. 1. Öfkeli bir kim seyi yatıştırarak kavga çıkmasını
[DLT] önlemek. 2. Hayvanları ayağından bağlamak. 3. (İp
köset, -di [köz-e-t > köset] {ağa} is. Köseği. [DS] için) dolaşmak; bağlanmak. 4. gçsz. f i (İnsan için)
köseü, [köz-e-mek > köse-ği] {ağız} is. Köseği. [DS] olduğu yere yıkılıp kalm ak; kösmek. [DS]
kösev, [köz-e-mek > köse-ği] {ağız} is. Köseği. [DS] köslü, [kös-lü] {ağız} is. Köstebek. [DS]
kösevi, [köz-e-mek > köse-ği] {ağız} is. Köseği. [DS] k ö sm ek 1, [küs-mek] gçsz. fi. [-er] 1. Darılmak; küs
kösevü, [köz-e-mek > köse-ği] {ağız} is. Köseği. [DS] mek. 2. (Çiçek ve sebzeler için) kuraklık ya da bö
kösey, [köz-e-mek > köse-ği] {ağız} is. Köseği. [DS] cekler yüzünden birdenbire sararıp solmak. [DS],
köseyi, [köz-e-mek > köse-ği] {ağız} is. Köseği. [DS] kösm ek2, [eT. kös-mek] gçsz. fi. [-er] 1. {eT} Uza
mak. 2. {ağız} Ayağını uzatmak. [DS] 3. {ağız}
kösgelm ek, [kös+gel-mek] {ağız} gçsz. fi [-ir] Uza
Çökmek; yıkılm ak; göçmek. [DS] 4. {ağız} (İnsan
nıp yatmak; ayaklarını uzatarak oturmak; kösül-
için) olduğu yere yıkılmak; köslemek. [DS] 5. {ağız}
mek. [DS]
Pusmak; sessizleşmek; uyuşup kalmak; sinmek.
kösgi, [köz-e-mek > köse-ği] {ağız} is. Köseği. [DS]
[DS] 6. {ağız} Öfkesi geçmek; yatışmak; kösülmek.
kösgü, [köz-gü] {eT} is. Ayna, [DS] 7. {ağız} (Koyunlar için) sıcakta yatmak. [DS]
kösgüç, -cü [kös-güç] {ağız} is. Tarlalarda kendili 8. {ağız} Gücü azalmak. [DS] 9. Koşarak yorulmak.
ğinden yetişen, 30-80 cm. boyunda, güzel kokulu, 10. {ağız} (Çiçek ve sebze için) hastalık veya böcek
yum ru kökleri çiğ olarak yenilebilen, parlak pembe yüzünden birdenbire sararıp solmak. [DS] 11. {ağız}
çiçekli otsu bir bitki; koşkoz; gaggoç; kuşkuş, gçl. fi A ğacı eğmek; devirmek. [DS] 12. {ağız} Biri
(Lathyrus tuberosus). [DS] ni yere sermek; yıkmak; düşürmek. [DS] 13. {ağız}
kösgük, [*kös-mek > kös-gük] {eT} is. Bostan veya Değnekle vurmak. [DS] [
bağlara dikilen nazarlık. [DLT] k ö sm ü k 1, -ğü [kös-mük] {ağız} is. 1. Toparlak odun.
kösilm ek, [kös-il-mek dL-L.j? / {eAT} edil. 2. Sigara izmariti. 3. İşe yaram ayacak kadar eski
fi. [-ür] 1. Ayağmı uzatmak. 2. Yatıp uzanmak, miş aygıt. [DS]
kösinm ek, [kös-in-mek / kösnü-mek] {ağız} dönşl. fi. k ö sm ü k 2, -ğü [kös-(ü)n-ük] {ağız} sfi (At, eşek vb.
[-ür] (At, eşek için) çiftleşme dönemi gelmek; için) çiftleşmek isteyen. [DS]
kösnümek. [DS] k ö sn e k 1, -ği [kös-(ü)n-ek] {ağız} is. Uyku. [DS]
köskel, [? köskel] {ağız} is. Çanak. [DS] k ö snek 2, -ği [kös-(ü)n-ek] {ağız} sfi-* kösmük2. [DS]
kösken, [kös-(i)k-en] {ağız} is. Üstüne oturulan kü k ö sn em ek 1, [kös-(ü)n-e-mek] g çsz.f. [-r] [-n(ü)-yor]
tük. [DS] is. Yaşlanmak; güçsüz kalmak. [DS] {ağız}
kösken m ek, [kös-(i)k-en-mek] {ağız} dönşl. f i [-ir] kösnem ek2, [kös-(ü)n-e-mek] {ağız} is. Kösnümek.
Uzanıp yatmak; ayakları uzatarak yatar gibi otur [DS]
mak; sere serpe oturmak; kösülmek. [DS] kösnim ek, [kös-(ü)n-i-mek dU-L-jS"] {eAT} g ç sz.f. [-
kösköpen, [kös+köp-en] {ağız} is. Köstebek. [D,S] r] -*■ kösnümek.
k ö sk ö tü rü m , [kös+kö/türüm] sf. Tamamıyla kötü k ö sn ü 1, [köz-(ü)n-ü] {ağız} is. Köstebek. [DS]
rüm ; büsbütün kötürüm olan. k ö snü2, [kös-(ü)n-mek > kösnü] is. Cinsel istek;
k ö şk ü 1, [köz (ateş) > köz-kü > köşkü] {ağız} is. 1. şehvet.
U cu sivri ağaç; kazık. 2. Fırının içindeki közleri ve k ö sn ü 3, [kös-(ü)n-ü] {ağız} is. Beze iltihabı; adanit
külleri toplamak için kullanılan ucuna paçavra bağ hastalığı. [DS]
lanmış sırık. [DS] k ö sn ü k 1, -ğü [kös-(ü)n-ük] {ağız} is. İhtiyar ve güç
köşk ü 2, [kös-kü] {ağız} is. Kapı arkasına konulan süz kimse, [DS]
dayak; kapı sürgüsü. [DS]
k ö sn ü k 2, -ğü [kös-(ü)n-ü-k db—jT] {ağız} sf. 1. (Hay
k ö şk ü 3, [köz-kü] {ağız} is. Köstebek. [DS]
van için) çiftleşmek isteyen; eş isteme zamanı gel
kösküç, -cü [kös-küç] {ağız} is. 1. Ucu sivri ağaç;
miş. {eAT} {OsT} (aym) 2. (Erkek) cinsel sapık. 3.
kazık. 2. Toprak altından çıkan, bitkinin yumru
(Kadın için) isterik kadın; kötü kadın. 4. is. Hay
kökü. 3. Ateş karıştırm akta kullanılan tahta araç.
[DS] vanlarda çiftleşme mevsimi. [DS]
mm w e t m .2799 KÖS
kösnükm ek, [kös-(ü)n-ük-mek] {ağız} gçsz. f. [-ğ)- biçimindeki tünel. 3. Köstebeğin meydana getirdiği
ur] -*■ kösnemek2. [DS] tünellerin tümii. 4. gnşl. K üçük yayvan tepe.
kösniil, [kös-(ü)n-ü-l] sf. 1. Cinsel istekle ilgili; şeh köstebekgiller, [köstebek-gil-ler] is. zool. M em elile
vani- 2. (Resim, heykel vb. için) özellikle cinsel rin böcekçiller takımından gözleri bir deri ile örtü
istekleri işleyen; şehvet uyandıran, lü, kulakları tüyler arasında gizli, ön ayaklan kaz
kösnüllük, -ğü [kösnül-lük] is. Cinsel uyaranlara m aya uygun, köstebekleri ve desm anlan içine alan
karşı aşın duyarlık gösterme hâli, bir familya, (Talpidae).
kösnülme, [kösnül-me] is. Kösnülm ek durumu; eş kösteğe, [? kösteğe] {ağız} is. Çoban. [DS]
isteme; çiftleşme isteği, köstek, -ği [kös-mek > *kös-(ü)t-mek > kös(ü)t-e-
kösnülm ek, [kösnül-mek] dönşl. f. [-ür] (At, eşek ve mek > köste-k / Far. küstî > küstek dJ^jS"] is. 1.
katır için) eş isteme zamanı gelmek, Hayvanın kaçmasını önlemek için iki ayağını uzun
kösnülü, [kösnü-lü] sf. Aşırı cinsel isteği olan; şeh adım atam ayacak biçimde bağlayan ip. {eAT} (aynı)
vetli. [DK] 2. Koşulan hayvanlann tepmesini önlemek
kösnüm ek, [kös(ü)n-ü-mek d U ^S "] {ağız} gçsz. f. [- için kuskun kayışına bağlanan kayış. 3: Saat, kılıç,
ür] (At, eşek vb. dişi hayvan için) çiftleşmek iste anahtar vb. gibi şeylere süs olsun diye takılan gü
mek; {eAT} {OsT} (aym). [DS] müş, altm veya taklit zincir; kordon. 4. mecaz. En
kösoğ, [köz > kös-eği] {ağız} is. •* köseği. [DS] gel. 5. spor. Yağlı güreşte, yerde iken iki kolla ra
kösöv, [kös+ev] {ağız} is. Sürme hastalığı yüzünden kibin ayaklarını sarma durum una verilen ad. 6.
içi boşalmış buğday veya arpa başağı. [DS] {ağız} balıkç. Oltanın ucuna iğne bağlanan misina
kösövi, [köz > kös-eği] {ağız} is. -* köseği. [DS] parçası. [DS] 7. Çığırtkan olarak kullanılan kuşun
bacağına bağlanan meşin halka. 8. {ağız} Arabanın
kösövü, [köz > kös-eği] {ağız} is. -* köseği. [DS]
iniş aşağı giderken hızını kesm ek için tekerleğine
kösre, [kös-(ü)r-e *j~S / v-jS"] {OsT} {ağız} is. Bileği sokulan bir sopa. [DS] 9. {ağız} Kağnı tahtalarını
taşı. [DS] S kösre taşı, {eAT} Bileği taşı.|| kösreye mazıya tutturan zincir. [DS] 10. {ağız} Köpekleri
tutm ak, {ağız} Bilemek. [DS] bağlam ak için kullanılan ağaç sopa. [DS] 11. {ağız}
kösevi, [köz > kös-eği] {ağız} is. -*■ köseği. [DS] D uvardaki hatılları birleştiren ağaçlar. [DS] 12.
kösrelenm ek, [kösre-le-n-mek dU J »j-jS"] {eAT} edil. {ağız} Destek; dayak. [DS] 13. {ağız} Mertek. [DS]
f. [-ir] Bilenmiş, 14. {ağız} Kapıya arkadan vurulan dayak; sürgü.
[DS] 15. {ağız} Küçük dereleri doldurmak için önle
kösrevi, [kös-(ü)r-e-ği] {ağız} is. Bileği taşı. [DS] S
rine çalı ve ot gibi şeyler bastırarak yapılan set.
kösreviye v u rm ak , {ağız} Bileği taşm a sürtm ek;
[DS] 16. Ağaç diplerinde suyu tutabilmek için dip
bilemek; keskinleştirmek. [DS]
lerine açılan set. 17. {ağız} Hallaçlıkta sağrıyı ger
kösrük, [kösür-mek > kös(ü)r-ük] {eT} is. Köstek;
meye yarayan kiriş. [DS] 18. {ağız} Yolsuz birleş
bukağı. [Clauson] 0 k ö srü k tuşag, {eT} Atın ön
melere aracılık eden kadın. [DS] ö kösteği k ır
ayaklarına vurulan köstek; tuşak. [DLT]
m ak, 1. Bağlı olduğu yerle ilişiğini kesmek; kaç
kösso, [köz > kös-eği] {ağız} is. -*■ köseği. [DS]
mak. 2. (Çocuk için) yürüm eye başlamak. 3. {ağız}
kössü, [kös-sü] {ağız} is. Köstebek. [DS]
Gizlice kaçmak; sıvışmak. [DS]|| kösteğini kesm ek,
kössüklemek, [kös-(s)ük-le-mek] {ağız} g ç l . f [-r] [- {ağız} Sık sık düşen küçük çocukların, düşmesinin
l(ü)-yor] Karıştırmak. [DS] önüne geçeceği inancı ile ayağına bağlanan bir
köstebek, -ği [köz (göz) > köz-süz+teb-m ek (tepmek) bağı makasla kesmek. [DS]|| kösteği üzm ek, {eAT}
> teb-ek > köstebek ?] is. 1. zool. Gözleri hemen {OsT} 1. İpi koparmak. 2. Uzaklaşıp gitmek.\\ kös
hiç görmeyen, yer altında oyduğu yuvalarda yaşa te k kancası, {ağız} Çoban köpeğinin boynuna takı
yan, ön ayakları kuvvetli, doymak bilmeden bütün lan mahmuzlu demir halka. [DS]|| köstek olm ak,
yer solucanlarını yok eden, aynı zamanda bitkilerin Engel olmak; ayak bağı olmak. || köstek v u rm a k ,
köklerini kestiği için tarım a zarar veren, böcekçil, Hayvanın ayağına köstek bağlamak; kösteklemek.
memeli bir hayvan; yer sıçanı, (Talpa eurapaea). 2.
kösteklem e, [köstek-le-me] is. K östeklemek eylemi,
Bu hayvanın kısa, sık ve yumuşak tüylü postu. 3.
kösteklem ek, [köstek-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor]
Bir örgütün içine sızan gizli ajan. 4. Killi arazide
fazla suyun akmasını sağlamak amacıyla derinde 1. (Hayvan için) ayağına köstek takmak; köstekle
kanallar açmakta kullanılan bir tür dip kazar. S bağlamak; köstek vurmak. 2. mecaz. (İş için) engel
köstebek illeti, Atların ensesinde meydana gelen olmak; yürümez duruma getirmek; engellemek;
doku iltihabının y o l açtığı hastalık.\\ k östebek k a baltalamak; mani olmak. 3. mecaz. (Kişi için) ça
panı, Köstebek yakalam akta kullanılan yaylı bir lışmasına, yapm ak istediği işe engel olmak; yap
tür tuzak.|| köstebek yuvası, 1. Köstebeğin y e r al tırmamak. 4. {ağız} Evlendirmek. [DS]
tında tünel kazarken dışarı çıkardığı toprak yığını. köstekleniş, [köstek-le-n-iş] is. Kösteklenmek işi ve
2. Köstebeğin y e r altında meydana getirdiği daire biçimi.
KÖS OİMIİİCESİİZİIÜIİ • 2800
kösteklenme, [köstek-le-n-me] is. Kösteklenmek işi. kösükm ek, [kös-ük-mek] {ağız} g ç sz.f. [-(ğ)-ür] Yan
kösteklenmek, [köstek-le-n-mek] edil. f. [-ir] 1. yatmak. [DS]
(Hayvan için) ayağına köstek takılmak. 2. (İş için) kösül1, [kös-ül] is. Büzülme, sessizleşme ifade eden
engel olunmak; engellenmek. 3. (Kişi için) yapmak yansımalı gövde. S kösül kösül, {ağız} Sessiz ses
istediği işe veya çalışmasına engel olunmak; engel siz. [DS]
lenmek. 4. dönşl. f. Köstek sahibi olmak; köstek kösül2, [köz > kös-ül] {ağız} is. Ocak içlerine yapılan
edinmek. kül deliği. [DS]
köstekleyiş, [köstek-le-y-iş] is. Kösteklemek eylemi kösülmek, [kös-mek > kös-ül-m ek d U —jS-] {ağız}
veya biçimi. dönşl. f. [-ür] 1. Geçimini bir yerden, birinin sır
köstekli, [köstek-li] sf. 1. Kösteği bulunan; kösteği tından kolayca sağlamak. 2. Boylu boyunca uzan
olan. 2. (Hayvan için) ayağına köstek vurulmuş mak; uzanıp yatmak; ayaklannı uzatarak yatar gibi
olan. 3. {ağız} (Çocuk için) iyi yürüyemeyen; sık oturmak; sere serpe oturmak. {eAT} {OsT} (aynı) 3.
sık düşen. [DS] 4. {ağız} Tutuk adımlarla yürüyen. Büzülmek; toplanmak; toparlanmak. 4. {eT} edil. f .
[DS] 5. {ağızf İki ayağı beyaz olan at. [DS] fi1 kös (Ayak için) uzanmak; uzatılmak. [DLT]
tekli saat, B ir kordon ile ceket ve yeleğe tutturula kösülmek, [kös-ül-mek] {ağız} dönşl. f. [-ür] 1.
rak cepte taşman saat; cep saati. Öfkesini almak; yatışmak. 2. Hızını almak. 3. Yo
kösteklik, -ği [köstek-lik] {ağız} is. Yürümeye engel rulmak; gücünü kaybetmek. 4. Yılmak; pısmak;
olacak kadar çok dikenli tarla. [DS] korkmak. 5. (Ateş için) yavaş yavaş sönmeye yüz
kösteksiz, [köstek-siz] sf. 1. Kösteği bulunmayan; tutmak. 6. (Süt, yemek, ham ur gibi kabaran bir şey
kösteği olmayan. 2. (Hayvan için) ayağına köstek için) sönmek; inmek; durulmak. 7. (Bitki, meyve
bağlanmamış olan, vb. şeyler için) kurum aya yüz tutmak; çürümek.
köstemek, [kös-(i)t-e-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-t(ü)- [DS]
yo r] 1. Hayvanın ön ayaklarını iple birbirine bağ kösültmek, [kös-mek > kös-ül-t-m ek / kös-el-t-mek
lamak; urganla çatmak. 2. Hayvanın ayağını bir dU^L.jS"] {eAT} {OsT} gçl. f. [-ür] 1. Uzatmak. 2.
iple kazığa bağlamak. 3. Ayağı takılmak; köstek Elini ayağını uzatmak,
lenmek. [DS] kösüm , [kös-üm] {ağız} is. Siyah kayaların üstünde
kösten, [kös-(ü)t-en {OsT} is. Ilıca, biten yün boyamaya yarayan bir tür sarı yosun.
köstengi, [kös-(ü)t-en-gi] {ağız} is. Bal peteğini [DS]
kovana eğik olarak yapan arı. [DS] kösün, [kös-mek > kös-ün] {eT} is. Güç kuvvet; ta
köstenmek, [kös-(ü)t-en-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] [DS] kat. [Clauson]
kösünm ek, [kös-mek > kös-ün-mek] {eT} dönşl. f. [-
kostere, [Yun. ksystra (rende, kaşağı) > Far. küştere
ür] 1. Gözükmek; görünmek. [EUTS] 2. Kabul
ojLâS] {ağız} is. 1. Küçük bileği taşı. 2. Tahta ren
edilmek. [EUTS] 3. Hazır; mevcut olan; şimdiki.
desi. [DS] [EUTS]
kösterenlik, -ği [kösteren-lik] {ağız} sf. Karanlık. kösttr, [kös-ür] {ağız} is. Taranmış yün. [DS]
[DS] kösüre, [kös-ür-e] {ağız} is. Kesici araçları bilemeye
köstii, [kös-tü] {ağız} is. 1. Köstebek. 2. Yılancık yarayan bir tür taş; bileği taşı. [DS]
hastalığı. 3. Bağ ve bahçe kapılarının kilitleri üze kösttrelemek, [kös-ür-e-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-
rine çakılan kaplumbağa biçimindeki tahta kapak. l(ü)-yor] 1. (Bıçak vb. kesici aletler için) bilemek;
[DS] bileği taşm a tutmak; kösüreye tutmak. 2. Artırmak;
köstttbek, -ği [köstebek] {ağız} is. Kaplumbağa. [DS] çoğaltmak. [DS]
köstük', -ğü [kös-(ü)t-ük] {ağız} is. Hafif, hoppa ka kösürge, [köz-ür-ge / kös-ür-ge] (kösürge:) {eT} is.
dın. [DS] Köstebek. [DLT]
köstük2, -ğü [? köstük] {ağız} is. Kireç kaymağı. [DS] kösürgen, [köz-ür-ge / kös-ür-gen] (kösürgem) {eT}
köstür, [kös-(ü)t-ür] is. Sönme, sessizlik ve çevre ile is. Bir tür köstebek. [DLT]
ilgisizlik ifade eder. S köstür köstür, {ağız} (Yü kösürgü, [kös-ür-mek > kös-ür-gfl] {eT} is. Dağarcık;
rüm ek için) başı yere eğerek büyük adımlarla. [DS] kap. [DLT]
köstüre, [Yun. ksystra] {ağız} is. Uzun marangoz kösürken, [köz-ür-gen / kös-ür-gen] (kösürke:n) {eT}
rendesi. [DS] is. -*■ kösürgen. [DLT]
köstürmek, [kös-mek > kös-tür-mek] {ağız} gçl. f. [- kösürm ek, [kös-mek > kös-ür-mek] {eT} g ç l.f. [-ür]
ür] 1. Yıkmak. 2. Koyunları gölgede dinlendirmek. H ayvanın ön ayaklarını kösteklemek. [DLT]
3. Yormak. 4. Vermek; çıkarıp vermek. [DS] kösüş, [küse-mek > küs(ü)-ş] {eT} is. -*■ küsüş.
kösü, [kös-ü] {ağız} is. Kapı dayağı; sürgü. [DS] [EUTS]
kösük, -ğü [kös-mek > kös-ük] {ağız} is. Yıkık; gö kösüşlüg, [küsüş > küsüş-lüg] {eT} sf. -* küsüşlüg.
çük yer. [DS] [EUTS]
lifiifitîl lif f iî SflMli • 2001 __________________________________________KÖŞ
köş, [köş] {ağız} is. 1. Üstüne yatak serilip etrafına ve kısa yoldan sağlamayı ilke edinmiş kimse.\\ köşe
yastık konulan sedir. 2. Ocak kenarında oturulan dönücülük, K ısa sürede em ek harcamadan çıkar
yer; köşe. [DS] elde etme iyz'.|| köşe geçme, Marangozlukta birleş
köşe, [Far. güşe] is. 1. İki çizgi veya düzlem in kesiş tirilecek ahşap parçaların köşelerine uygulanan
tiği nokta. 2. İki duvarın bir açı meydana getirerek geçm e biçimi. || köşe gönderi, spor. K ale çizgisi ile
birleştiği girinti veya çıkıntı. 3. Cadde ve sokakla yan çizgilerin birleştiği yere fla m a takm ak için di
rın birbirini kestiği yer. 4. (Yurt, bölge, şehir vb. kilen direk. || köşe kadısı, Rahatına çok düşkün, iş
için) bir bölüm; parça. 5. mecaz. Kimsenin uğra yapm ayı sevmeyen kim se.|| köşe kapmaca, 1. Tutu
madığı, gelmediği yer; kuytu yer; tenha. 6. (Bir lan köşeyi ebeye kaptırmadan köşeden köşeye y e r
tamlanan olarak) bir yerde belli bir kullanım için değiştirerek oynanan bir çocuk oyunu. 2. Buluşm ak
ayrılmış olan alan. 7. mat. İki ve daha çok yarı doğ amacıyla birbirini arayan fa k a t biri ayrıldıktan
runun ortak başlangıç noktası. 8. spor. Futbol saha sonra diğerinin oraya gelm esi ve bu durumun ardı
sında yan ve kale çizgilerinin kesiştiği nokta; kor ardına birkaç yerde devam etmesi. \\ köşe kapmaca
ner. 9. spor. Boks maçı aralarında boksörlerin din oynamak, B ir türlü buluşup görüşenıeden birbirini
lenmek için çekildikleri bölüm. 10. Göbekli halı arayıp durmak.\\ köşe kavalı, Kapı kenarları ile
larda, iç çerçevenin köşelerine yerleştirilen dörtte duvar köşelerinin sürtünme ile yıpranmasını ö n le
bir daire biçimli süsleme; köşe motifi. 11. {ağız} mek için buralara yerleştirilen çubuk biçimli dikey
Kadınların başlarına takarak yüzlerine ya da şakak silm e.|| köşe kesmek, {ağız} Madencilikte, sert kö
larına sarkıttıkları gümüş ya da altm süs. [DS] 12. mürleri kazıp düşürebilmek için köm ür tabakasının
{ağız} Dört yönden her biri. [DS] 13. {ağız} Yapıda yan taraflarını kesmek. [DS]|| köşe koltuğu, O da
köşelere konulan dört köşe düzgün taş; köşe taşı. nın köşesine uygun biçimde yapılm ış koltuk.\\ köşe
[DS] 14. {ağız} Deriden kesilmiş, çarık dikmekte minderi, Odanın köşesine yerleştirilmiş, baş m isa
kullanılan dört köşe sırım [DS], 15. {ağız} Kanepe fir e ayrılan kabarık minder.|| köşe penceresi, D u
yastığı. [DS] 16. {ağız} Gelin veya sünnet çocuğu varların kesiştiği yerde bulunan pencere. |[ köşe
için ayrılan yer. [DS] 17. {ağız} Ocağın bir kenarı; rafı, Odanın köşesine uygurı biçimde yapılmış raf. ||
ocak başı. [DS] 18. {ağız} Üstüne yatak serip etrafı köşe taşı, mim. Binalarda her iki duvarı da birlikte
na yastık konulan sedir. [DS] 19. {ağız} Anlaşm az tutacak biçimde köşelere konulmuş yapı taşı.\\ köşe
lık; ayrılıkçılık; aykırılık. [DS] S köşe atışı, spor. tutmak, Karışmak; kendini belli etmek; görün
Futbolda topun bir oyuncu tarafından kendi kale m ek,|| köşe vuruşu, spor. Futbolda topun bir oyun
çizgisi dışına çıkarılması ile karşı takımın kazandı cu tarafından kendi kale çizgisi dışına çıkarılması
ğı serbest vuruş; korner atışı; köşe vuruşu. || köşe ile karşı takımın kazandığı, serbest vuruş; korner
başı, 1. B ir sokağın başka sokak veya cadde ile vuruşu; köşe atışı. || köşe yastığı, Odalarda köşe
kesiştiği yer. 2 . İm paratorluk döneminde koğuşun minderi üzerine konulan ve her iki duvarı da tutan
baş köşesine oturmaya hak kazanmış a k ağalardan yastık.^ köşe yazan , B ir gazetede her gün veya
kapı ağası, has oda başı, hazinedar başı, kilerci belli aralıklarla kendisine ayrılan sayfa ve sütunda
başı ve saray ağasına verilen unvan.\\ köşe başım yazısı yayınlanan yazar.\\ köşe yazarlığı, Köşe y a
tutmak, Önemli bir mevki veya makamı ele geçir zarı olma durumu; köşe yazarının yaptığı ij.|| köşe
mek; etkili olabilecek bir yeri elinde bulundurmak. || yazısı, Gazetelerde belli başlık altında belli bir
köşe bingisi, mim. Kare biçimli yan duvarlar üze sütunda güncel konularda yayınlanan kısa yazı;
rine yuvarlak kubbe oturtm ak için kubbenin otur fıkra. || köşeye atılmak, ilgi gösterilmemek; önem
duğu kasnak ile duvar köşesi arasım kapatan üç verilmemek; gözden uzak tutıılmak.\\ köşeye çekil
gen biçimli kubbe p arçası.|| köşe bucak, Dikkati mek, Çevresi ile ilişiğini en az düzeye indirerek
çekmeyen, iyi bilinmeyen yer; ikinci, iiçiincü dere hiçbir şeye karışmadan bir yerde kendi hâlinde
cede önemli yer. || köşe bucak kaçmak, 1. Kimseye yaşam ak; toplum hayatından mümkün olduğu ka
görünmek istememek. 2. Birine görünm em ek için dar uzak kalarak sakin bir hayat sürdürmek.\\ kö
değişik y o l ve taktikler uygulamak. |[ köşe çalığı, şeye oturmak, (Kız için) evlenmek; gelin olmak.\\
Eski Türk evlerinde yapıların sokak köşelerine g e köşeye sıkışm ak, Çok güç bir duruma düşmek\\
len kısımlarındaki yum uşak dönüş. |j köşede bucak köşeye sıkıştırmak, 1. spor. Boksta rakibi dövmek.
ta kalmak, İlgisizlikten gözden uzak bir yerde bu 2. Birini çok güç bir duruma sokmak]\ köşeye
lunmak; unutulmak.\\ köşe demiri, 1. Duvarın kö sinmek, Kimsenin göremeyeceği, bulamayacağı
şesini koruyan demir düzeni. 2. D ik açı yapacak bir yere çekilmek; saklanmak; sesi soluğu çıkma-
biçimde üretilmiş demir. |j köşe dikm esi, mim. Ağaç mak. || köşeyi dönmek, 1. H iç çaba harcamadan,
binalarda köşelere dikilmiş olan direklere verilen kolay yoldan ve kısa sürede zengin olmak. 2. G ere
ad. || köşe dolabı, Odanın köşesine yerleştirilen ği kadar em ek harcamadan, kısa yoldan büyük bir
üçgen kesitli, kapaklı dolap. || köşe dönmeci, Köşe ekonom ik ve sosyal güç edinmek.
dönücü. || köşe dönücü, Çıkarını em ek harcamadan köşebent, -di [Far. kıışe-bend (köşebağı)] is. 1.
KÖŞ İ İM Iİ İ M tS S M • 2802
Birleşen iki kereste vb.ni gönyesinde tutturm ak için köşen, [köşen] {ağız} is. Tavşanların çiftleşme zama
kullanılan dik açı biçimindeki metal parça; L demi nı. [DS]
ri. 2. Bir yere, fotoğraf ve resim tutturmaya yara köşergek, [köşer-mek > köşer-gek] (köşerge:k) {eT}
yan zamklı üçgen kâğıt. 3. C ilt kapağının açılan ke sf. 1. (Kişi için) taşkınlık yapan. 2. (Erkek için)
narlarındaki köşeleri sağlamlaştırmak amacıyla kö evinde yabancı kişi gördüğünde huysuzluk yapan;
şeye geçirilen bez veya deri üçgen, kıskanç. [DLT]
köşedar, [Fr. güşe-dâr] (köşeda.r) sfi Köşeli. S1 kö- köşerm ek, [köşer-mek] {eT} gçsz. fi [-ür] (Göl için)
şedar şal, Köşeleri işlenmiş, kaşm ir boyun atkısı. kabarmak; taşmak üzere olmak. [DLT]
köşegen, [köşe-gen] is. mat. 1. Bir çokgende komşu köşesiz, [köşe-siz] sf. Köşesi olmayan; köşesi bu
olmayan iki köşeyi birleştiren doğru parçası; kutur, lunmayan.
(1937). 2. Birçok yüzlüde aynı düzlem üzerinde köşger, [Far. kavşger => köşlcer] {ağız} is. Kundura
bulunm ayan iki köşeyi birleştiren çizgi. 3. sf. Kö cı; yemenici; ayakkabı tamircisi. [DS]
şegen biçiminde olan, fi1 köşegen fay, Yönü uzun köşgerlenm ek, [eT. köşer-mek. > köş-ger-le-n-m ek
lamasına ve boylamasına fa y arasında yer alan fa y ?] {ağız} dönşl. fi [-ir] Kendini beğenmek; gurur
tipi. lanmak. [DS]
köşegenel, [köşe-gen-el] sf. Köşegen biçiminde olan. köşgü, [köşe > lcöş(e)-gü] {ağız} is. Sandalye; iskem
köşek1, -ği [? köşek dliS" / {e l'} is. 1. Genç le; tahta kanepe. [DS]
hayvan. [Clauson] 2. Oğlak. [Clauson] 3. {eAT} {OsT} köşige, [köş-î-tnek > köşı-ge] (köşi:ge:) {eT} is. Açık
{ağız} Deve yavrusu. [DK] [DS] 4. {ağız} Torun. [DS] gölge; zayıf gölge; gölgemsi. [DLT]
köşek2, -ği [köz-ek / gök-çelc] {ağız} is. Çok güzel. köşik, [köş-ı-mek > köşi-k] (kö:şik) {eT} is. 1. Örtü;
[DS] perde. [DLT] 2. Gölge. [DLT] 3. Kollama; himaye.
köşekleme, [köşek-le-me] is. Köşeklemek eylemi, [KB]
köşeklemek, [köşek-le-mek dUJLSLi^S'] {eAT} gçsz. f. köşiklig, [köşik > köşik-lig] (kö:şik) {eT} sf. Gölgeli.
[-er] [-l(i)-yor] (Deve için) yavrulamak, [DLT]
köşeklenmek, [köşek-le-n-mek dU-dS-ijS"] {eAT} köşiklik, [köşik > köşik-lik] (kö:şik) {eT} is. Gölge
dönşl. f. [-iir] Böbürlenmek; kasılmak, lik. [DLT]
köşekletmek, [köşek-le-t-mek] {eAT} g ç l . f [-iir] De köşimek, [köş-ı-mek] (kö:şik) {eT} gçl. fi [-r] K a
veyi yavrulatmak, patmak; örtmek. [DLT]
köşelek, -ği [köşe-le-k] {ağız} sf. Köşeli. [DS] köşinmek, [köş-î-mek > köşi-n-mek] {eT} dönşl. fi. [-
köşeleme, [köşe-le-me] is. 1. Köşelemek eylemi. 2. ür] 1. Gölgeye çekilmek; gölgelenmek. [DLT] 2.
zf. Köşeye çapraz gelecek biçimde, Kendini gizlemek; örtünmek; köşünmek. [DLT]
köşelemeç, -ci [köşe-le-meç] {ağız} zf. Köşeye doğru; köşitmek, [köş-î-mek > köşi-t-mek] {eT} gçl. fi. [-ür]
köşelemesine. [DS] 1. Kapatmak; örtmek. [EUTS] [DLT] [KB] 2. Siper
etmek. [KB]
köşelemek, [köşe-le-mek] gçl. fi [-er] [-l(i)-yor] 1.
K öşeye uygun gelecek biçimde koymak. 2. Köşe köşk, [köş-î-mek > köşi-k / Far. köşk] is. 1. Bahçe
oluşturmak; köşe yapmak, içine yapılmış gösterişli ve süslü ev. {eAT} (aym)
köşelemesine, [köşe-le-me-s-i-n-e] zfi. Köşesine ge [DK] 2. Türk mimarisinde saray, konak gibi ana
lecek biçimde; köşeye doğru; köşeden geçerek, yapı dışında yer alan, küçük fakat süslü, etrafı açık
köşelemesiye, [lcöşe-le-me-s-i-y-e] {ağız} zfi. Köşele yapı. 3. {ağız} Balkon. [DS] 4. {ağız} Tahta karyola;
mesine. [DS] kerevet. [DS] 5. {ağız} Üç ayaklı sehpa biçiminde
köşeli, [köşe-li] s f Köşesi olan; köşe bulunan; köşe sandalye; tabure. [DS]
yapan, fi1 köşeli ayraç, Köşeleri dik olan ayraç; köşke, [köz-ke ?] {ağız} is. Ateş koru; köz. [DS]
köşeli parantez.\\ köşeli gelen, {ağız} K öşeli gibi; köşkek, -ği [köş-ek / köş-(i)k-ek] {ağız} is. Deve
köşelice. [DS]|| köşeli parantez, 1. Köşeli ayraç. 2. yavrusu. [DS]
B irçok satırı veya sütunu birleştirmeye yarayan köşker, [Far. kafşger > kevşger] is. 1. Ayakkabı ta
baş işareti. || köşeli şemse, Kitap ciltlerine yapılan mircisi; yemenici; kunduracı; {ağız} (aym). [DS] 2.
şem selerden köşeli olanlarına verilen ad. {ağız} Ayakkabı yapan kimse; ayakkabıcı. [DS]
köşelik, -ği [köşe-lik] is. 1. Köşeye konulm ak için köşkerlik, -ği [köşker-lik] is. 1. K öşkerin yaptığı iş
yapılmış sedir veya kanepe. 2. Kapı ve pencere gibi veya mesleği. 2. {ağız} Eskicilik. [DS]
yapı aralıklarının köşelerini oluşturan taş. 3. Düz köşklü, [köşk-lü] sf. 1. K öşkü olan; içinde köşk bu
b ir silmeyle üstten birleştirilen iki teğet kem er ara lunan; köşk sahibi olan. 2. Eskiden yangın kuleleri
sında kalan iki kenarı eğri, üçüncü kenarı düz olan gibi yerlerde gözcülük yaparak yangınları ilgililere
üçgenim si yüzey. haber veren görevliye verilen ad.
ö I İ İ I M J SÖÜuÖÜ• 2803 KÖT
köşköş, [köş+köş] {ağız} is. Dokumacılıkta, çözgü ip kötelek, -ği [köte-le-k] {ağız} sf. 1. Kısa; küçük. 2. is.
liklerinin dağınık, düzensiz biçimi. [DS] Kısa değnek. [DS]
köşkttrctt, [köşker > köşkür-cü] {ağız} is. Köşker. kötelemek, [köte-le-mek] g çl.f. [~r] [-l(i)-yor] I. Bir
[DS] şeyi kaldırıp hızla atmak; fırlatmak; yuvarlamak;
köşlük, -ğü [köş-lük] {ağız} sf. M utlu; sevinçli. [DS] itelemek. 2. Yere vurmak. [DS].
köşmek, [köç-mek / köş-mek] {ağız} is. Göçmek. kötelmek, [köt (yüksek) > köt-e-mek > köte-l-mek]
[DS] {eT} dönşl. f [-ür] Yükselmek; kalkmak,
köşm en1, [köş-men] {ağız} sf. Şişman; tombul. [DS] kötemen, [küt-el-mek / köte-men] {ağız} sf. Kısa
köşmen2, [? köşmen] {ağız} is. Çam fıstığının taze boylu; şişman; bodur. [DS]
meyvesi. [DS] kötem ez, [eT. köte-mek > köte-mez] {ağız} sf. 1.
köşne, [köş(i)n-e] {ağız} is. 1. M ercimek. 2. Burçak. Düşük kaliteli; kötü; fena. 2. îyi gelişmemiş; kav
[DS] ruk., [DS]
köşnemek, [kös-(ü)n-e-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [- köten1, [Erme, gu’tan > kotan] {ağız} is. Büyük sa
n(ü)-yor] Kösnümek. [DS] ban; pulluk. [DS]
köşşek, -ği [köşek / köşşek] {ağız} is. Deve yavrusu. köten2, [köt-en / kötü+en ?] {ağız} is. 1. Hayvanların
[DS] boğazları altında çıkan öldürücü bir u r veya çıban.
köşt, -dü [? köşt] {ağız} is. Üç ayaklı sandalye; tabu 2. -*■ kötegen. [DS]
re. [DS] kötene, [? kötene] {ağız} is. 1. Çizme kalıbı. 2. Çocuk
köştere, [Yun. ksystra (rende, kaşağı) > Far. küştere] ayakkabısı. 3. Koyun ve keçilerin yağlı bağırsağı.
{ağız} is. Tahta rendesi; küştere. [DS] [DS]
köşünmek, [köş-î-mek > köşi-n-mek] {eT} dönşl. f . köterlemek, [köt-e-r-le-mek] {ağız} gçl. f. [->] [-l(i)-
[-ür] -*■ köşinmek. [DLT] yor] 1. Bir şeyi kaldırıp hızla atmak; fırlatmak. 2.
köt1, [kö-mek (yüksek olmak) > kö-t] {eT} sf. 1. Y ük İtelemek; yuvarlamak. [DS]
sek. [İKPÖy.] 2. Yukarı. [İKPÖy.] 3. Seçkin. [İKP köterm ek, [köt (yüksek) > köt-e-mek > köte-r-mek]
Öy.] 4. is. Yükseklik. [İKPÖy.] {eT} g ç l . f [-ür] Kaldırmak; yükseltmek,
köt2, [kö-t] {eT} is. 1. Arka. 2. Göt. [DLT] S köti köteş, [köt-eş] {ağız} is. Arabanın ortasına konulan
kızlak, {eT} Kuyruğu kırmızı bir çeşit kaba kuş. m erdiven gibi ağaç. [DS]
[DLT]
köteşi [köt+eş-i] {ağız} is. Ihlam ur kabuğundan ö-
kötan, [Erme, k ’ötan] {ağızj is. Büyük pulluk. [DS]
rülmüş araba döşemesi; araba yatağı. [DS]
kötay, [kötegen / köte > kötay] {ağız} is. -*■ kötegen. kötev, [? köte-gü] {ağız} is. -*■ kötegen. [DS]
[DS]
kötey, [kötek / kötey] {ağız} is. Büyük sopa; çubuk;
köte1, [köte] {ağız} is. -*■ kötegen [DS]
değnek. [DS]
köte2, [köte] {ağız} is. Demir. [DS]
köteyh, [kötek / köteyh] {ağız} is. Kötek; sopa; değ
köteç, -ci [köte-ç] {ağız} is. Domuz yavrusu. [DS]
nek; dayak. [DS]
kötegen, [köte-gen] {ağız} is. H ayvanların karınları
kötez1, [Yun. khotesi] {ağız} is. 1. Kuzu, oğlak ve
nın altında olan şiş, bir çeşit çıban. [DS]
buzağı konulan yer; ağıl. 2. Kümes. [DS]
kötek1, [köt-mek (dövmek) > köt-e-k / Far. küteng
kötez2, [köte-mek > köt-e-z] {ağız} is. 1. İçinden
db-jS"] {OsT} is. 1. Sopa; baston; dayak. 2. Sopayla çıkılamayan yer. 2. Çıkılam ayan sarp yer. [DS]
dövme; dayak atma, fi1 kötek atmak, D ayak at kötez3, [köt-ez] {ağız} is. Küme; yığın; sürü. [DS]
mak; adamakıllı dövmek.\\ kötek balığı, zool. Göl- kötez, [küt-ez] {ağız} is. (Balta vb. araçlar için) kes
ge'balığıgillerden Akdeniz, Atlas ve H int Okyanu kinliği, sivriliği gitmiş. [DS]
sunda yaşayan, alt çenesinde bıyığı bulunan, basık
kötezitmek, [kötü > kötez-i-t-m ek ?] {ağız} gçl. f. [-
ve uzunca gövdeli, eti lezzetli bir kem ikli balık; taş
ir] Zayıflatmak. [DS]
levreği; minakop, (Umbrina cirrhosa).\\ kötek
kötezlemek, [tökezlemek > kötez-le-mek] {ağız}
çalmak, {eAT} D ayak atm ak.|[ kötek çekmek, D a
gçsz. f. [-r] [-l(i)-yor] Ayağı bir yere takılarak dü
yak atmak; sopa ile iyice dövmek. || kötek iti, {eT}
şecek gibi olmak; tökezlemek. [DS]
{eAT} Sürekli dövülen köpek.|| kötek yemek, D ayak
yemek; dövülmek. kötezlenmek, [tökez-le-n-m ek> köt-ez-le-n-mek] {çı
ğız} dönşl. f. [-ir] Bir yere takılıp düşmek; tökez
kötek2, [? kötek] is. -*■ kötek balığı,
lenmek. [DS]
köteklemek, [kötek-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] 1.
köti, [kötı] (köti:) {eT} sf. Kötü. S köti burt, {eT}
Dövmek; kötek atmak. 2. {ağız} Tutup fırlatmak;
kaldırıp atmak. [DS] Kâbus; karabasan. [DLT]
kötel1, [köte-1] {ağız} is. -*• kötegen. [DS] kötiç, [köt > köt-iç] {eT} sf. 1. (Koku için) göt gibi. 2.
(Çocuklar için sövme sözü) pis kokulu; pis. [DLT]
kötel2, [? kötel] {ağız} is. Toprak dam larda birbirine
paralel olarak konulan mertekler. [DS] kötimek, [köt (yüksek) > köt-i-mek] {eT} g çsz.f. [-ir]
KÖT İ M « C O M • 2804
1. Çıkmak. [İKPÖy.] [Gabain] [EUTS] 2. Binmek. için) rahatsız edici; pis. 13. (Ses için) elverişli ol
[Gabain] [EUTS] 3. (Koku vb. için) yükselmek; mayan; kulak tırmalayan. 14. (Dil, konuşma, şive
kalkmak; yayılmak. [EUTS] için) yanlış; dil kurallanna aykırı; bozuk. 15. (Işık
kötki, [köt (yüksek) > köt-ki] {eT} is. 1. Yükseklik; için) elverişsiz; iyi aydınlatılmamış. 16. (Şair, ya
dağlık arazi; yayla. [DLT] [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] zar, konuşmacı vb. için) yeteneksiz; beceriksiz. 17.
2. Toprak yığını; tepe; tepecik. [DLT] [KB] (Kitap vb. eser için) değersiz; iyi yapılmamış; za
kötlemek, [köt > köt-le-mek] {eT} gçl. f [-r] 1. rarlı. 18. (M eslek m ensubu için) mesleğinin gerek
Kötülük yapmak. [DLT] 2. Anüsten cinsel tecavüz lerine riayet etmeyen; başansız. 19. fel. A hlak ilke
de bulunmak; düzmek. [Clauson] lerine ve ahlakî iradeye aykırı olan. 20. Amaca uy
kötletmek, [köt > köt-le-m ek > kötle-t-mek] {eT} gçl. gun olmayan; kusurlu. 21. İnsan ve toplum üstünde
f. [-ür] Kendisine anüsten cinsel ilişkide bulunul olum suz etkileri bulunan. 22. {ağız} Zayıf; cılız.
masına izin vermek; düzdürmek. [DLT] [DS] 23. is. Ahlaksızlık; erdemsizlik. 24. is. Kötü
lükler yapan insan; kötü davranışları olan kimse.
kötlü, [köt-lü] {ağız} is. Köfte. [DS]
25. (Tamlanan olduğu zaman) tamlayanın belirttiği
kötlük, [köt > köt-ük] {eT/ is. 1. Eyer ve semer gibi
grubun işe yaramayanı, bozuğu. 26. zf. Bozuk ola
yumuşak oturma aracı. 2. (anlam kötüleşmesi ile)
rak; bozuk biçimde. 27. M utsuz olarak; sıkıntılı.
Sövme sözü; puşt; ibne. [DLT]
28. Kaygı verecek biçimde. 29. Çok aşırı olarak.
kötlürmek, [köti-mek > kötü-r-mek > kötür-ül-mek]
30. Y anlış ve hatalı olarak.® kötü adam, tiy. 1 .
{eT} g çl.f. [-ür] -*• kötrülmek. [EUTS]
Film de hep kötü rollere çıkan oyuncu. 2. Filmin
kötmek, -ği [köt-mek] {ağız} is. 1. Arkalıksız alçak kahramanı ile çekişme içinde bulunan kimse.\\ kötü
sandalye; tabure. 2. Fındık ocakları arasında kalan ağrı, {ağız} Frengi. [DS]|| kötü alışkanlıklar, İçki,
kuru kökler. [DS] sigara, kumar, fu h u ş ve uyuşturucu gibi insan sağ
kötörmek, [köti-mek > kötü-r-mek] {eT} gçl. f. [-ür] lığı, toplum düzeni ve yapısı için zarar veren alış
-*■ kötürmek. kanlıklar. || kötü anlam vermek, K ötüye yorum la
kötöş, [köt+eş-i] {ağız} is. -*■ köteşi. [DS] mak.^ kötü anmak, {eAT} Dedikodu etmek; çekiş
kötrüg, [köti-mek > kötü-r-m ek > köt(ii)r-üg] {eT} is. tirmek; gıy’bet etmek.|| kötü beslenme, tıp. Sağlıkla
Götürme; kaldırma; taşıma. [DLT] yaşam a ve gelişm e gereklerine veya çalışma şart
kötrülmek, [köti-mek > kötü-r-m ek > köt(ü)r-ül- larının gerektirdiği enerjiyi sağlayıcı niteliklere
mek] {eT} gçl. f. [-ür] 1. Götürülmek. 2. Yukarı uygun düşmeyen beslenme biçimi; dengesiz besin
kaldırılmak; yükseltilmek. [EUTS] [Gabain] [Yük alm a.|| kötü böcü, {ağız} Akrep. [DS]|| kötü dav
nekî] [Üç İtigsizler] 3. Y ok edilmek. [ICB] ranmak, Birine karşı sert, kırıcı davranışlarda
kötrüm, [köti-mek > kötü-r-mek > köt(ü)r-üm] {eT} bulunm ak veya sözler söylemek. || kötü dert, {ağız}
is. 1. Yükseklik; üstün, yüksek yer. [İKPÖy.] 2. Ü - Hayvanların boyunları altında çıkan öldürücü bir
zerinde oturulan kerevet; seki. [DLT] 3. Dükkân. ur veya çıban. [DS]|| kötü etmek, 1. K eyfini kaçır
[DLT] mak; sağlığını bozmak; üzerinde olumsuz etkide
kötrüşmek, [köti-mek > kötü-r-mek > köt(ü)r-üş- bulunmak. 2. Tehdit etm ek 3. Olumsuz ve kötü bir
mek] {eT} işteş, f. [-ür] Birlikte kaldırıp götürmek; davranışta bulunmak.\\ kötü gitmek, Beklenen ve
götürüşmek. [DLT] umulan gibi olmamak; olumsuz yönde ilerlenıek.\\
kötü1, [köti-mek > kötü] {eT} is. 1. Çatı; dam. [DLT] kötü göz, 1. Baktığı kim seye zarar verdiren ve na
[İKPÖy.] 2. Onun üstü. [İKPÖy.] za r değdiren kimse; kem nazar. 2. Birinin kötülü
kötü2, [eT. kötî / kötü] s f 1. (Mal, malzeme, eşya vb. ğünü istercesine bakma; kötülük yapm ak niyeti ta
nesneler için) iyi nitelikte olmayan; bozuk; kalite şıyan bakış; bakışlarından kötülük yapacağı sezi
siz; kullanıma elverişli olmayan. 2. (Yiyecek, içe len. {ağız} (aynı) [DS]|| kötü gözle bakmak, 1. Bir
cek vb. için) tatsız; kalitesiz; bozuk. 3. (Olay, haber kimse hakkında kötü düşünceler beslercesine bak
vb. için) insana mutsuzluk kaynağı olan; üzücü. 4. mak; kötü niyetini belli eden bakış. 2. Cinsel istek
(İnsan için) zarar verici; zararlı; tehlikeli; bulunm a duyarak bakmak; şehvetle bakmak. || kötü gün,
sı gereken iyi niteliklere sahip olmayan; kötülük M utsuz geçen, acılı ve üzüntülü gün veya günler. ||
yapan veya yapmaya eğilimli olan. 5. (Davranış, kötü hayvan, {ağız} Domuz. [DS]|| kötü huylu, 1.
söz vb. için) kinci; incitici; kaba; yakışıksız. 6. tıp. (Ur için) sürekli büyüyen ve komşu dokulara
(Hava için) fırtınalı; soğuk ve yağmurlu. 7. (Arka yayılan; habis; kötücül. 2. (Kişi için) aksi; huysuz;
daş için) zararlı etkide bulunan. 8. (Zaman için) geçimsiz.\\ kötü huylu tüm ör, tıp. Etrafında kap
insana mutsuzluk veren olaylarla dolu; keyifsiz; sülleri bulunmayan, bulunduğu yerden başka yer
mutsuz; sıkıcı. 9. (Zamanlama için) Yerinde ve lere yayılm a ve işgal etme özelliği gösteren, bö
zam anında olmayan; isabetsiz; uygunsuz. 10. (Alış lünmesi kontrol edilemeyen, tedavisi zo r olan has
kanlık için) sağlığa zarar veren; ahlak dışı. 11. talık tümörü, (malin).\\ kötü kadın, 1. Yasak cinsel
(Sağlık için) yerinde olmayan; bozuk. 12. (Koku ilişkiye girmeyi alışkanlık edinmiş kadın; fahişe;
• 2805 KÖT
orospu. 2. P ara kazanm ak amacıyla erkeklerle cin kötük2, -ğü [kütük] {ağız} is. 1. Asıl; kök; esas. 2.
sel ilişkiye giren kadın. || kötü kakma odun, {ağız} Lahana. [DS]
Ağacın kök kısmından kesilen odun. [DS]|| kötü kötüleme, [kötü-le-me] is. Kötülemek eylemi.
kalpli, Başkalarına sürekli kötülük yapan ve bun kötülem ek1, [kötü-le-mek] g ç l.f. [-r] [-l(ii)-yor] Bili
dan zevk alan kimse; kötü yiirekli.\\ kötü kişi ol veya bir şey hakkında kötü şeyler söylemek; hata
mak, Biriyle arası açılmak; bozuşmak; düşman larını, kusurlarım anlatmak.
kazanmak; sevilmeyen kişilik kazanmak. || kötü kö kötülemek2, [kötü-le-mek] gçsz. f. [-r] 1. {ağız} (İn
tü, 1. K ötü bir niyetle. 2. Üzüntülü bir şekilde; kay san için) sağlığı bozulmak; zayıflamak; bozulmak;
gı ile.\\ kötü kötü düşünmek, İçine düştüğü sıkın arıklaşmak. [DS] 2. (Nesneler için) kalitesi, niteliği
tılı durum veya sorunlarını düşünerek üzülmek; p is
bozulmak; kalitesi düşmek,
pis düşünmek.\\ kötü kötü konuşm ak, K arşısında
kötüleniş, [kötü-le-n-iş] is. Kötülenmek eylemi veya
ki kimsenin istemediği veya onu incitecek nitelikte
biçimi.
sözler söylemek.\\ kötü olmak, 1. (Olay ve durum
kötülenme, [kötü-le-n-me] is. Kötülenm ek eylemi.
lar için) olumsuz bir hâl almak. 2 . İnsanlar tara
fından beğenilmemek; takdir edilmemek. 3. K eyfi kötülenm ek1, [kötü-le-n-mek] edil. f [-ir] Hakkında
kaçmak; üzülmek; nevri dönmek. 4. (Kadın için) kötü sözler söylenmek; hataları, kusurları anlatıl
kötü yola düşmek; fa h işe olmak. || kötü niyet, huk. mak; kötüleme işine konu olmak.
Bir kimsenin haksız olduğunu bildiği bir isteğe ve kötülenm ek2, [kötü-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir]
ya suç olduğunu bildiği bir eylemeyönelmesi.\\ kö (Kişi için) sağlığı bozulm ak ; zayıflamak; arıklaş
tü söylemek, (Biri hakkında) olumsuz ve beğenil mak. [DS]
meyen davranışları bulunduğunu söylemek; kötü kötüleşme, [kötü-le-ş-me] is. K ötüleşmek eylemi,
lemek; tenkit etmek; eleştirmek.\\ kötü yara, {ağızj kötüleşmek, [kötü-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] 1. Kötü
Frengi, cüzam gibi hastalıklar yüzünden oluşan bir durum almak. 2. (Kadın için) toplumun ahlak
yara. [DS]|| kötüye boğmak, argo. Aldatmak.\\ kö kurallarına aykırı ilişkiler içine girmek. 3. işteş, f.
tüye çekmek, Yanlış, beğenilmeyen bir anlam ver Karşılıklı olarak birbiri ile kötü olmak; darılmak;
mek; olumsuz yönünden değerlendirmek; kötüye düşman olmak,
yormak. || kötüye doğru gitmek, Kötüleşmek. || kö kötüleştiriş, [kötü-le-ş-tir-iş] is. Kötüleştirmek ey
tüye gitmek, Gittikçe daha kötü olmak; g it gide lemi veya biçimi,
kötüleşmek.\\ kötüye kullanmak, 1. K endisine ve kötüleştirme, [kötü-le-ş-tir-me] is. Kötüleştirmek
rilen yetkiyi yasalara aykırı biçimde, başkasına eylemi.
kötülük yapm ak y a da kendisine çıkar sağlamak kötüleştirmek, [kötü-le-ş-tir-mek] gçl. f [-ir] Kötü
için kullanmak. 2. Birinin iyi davranışından, iyi duruma getirmek; kötü hâl almasını sağlamak; kö
niyetinden kötülük yapm ak amacıyla y a da istenil tüleşm esine yol açmak,
meyen biçimde yararlanm ak; suiistim al etmek. || kötületmek, [kötü-le-t-mek] gçl. f. [-ir] Kötü bir hâl
kötüye yormak, Kötü bir anlam vermek; kötü ola almasına yol açmak; kötüleştirmek,
rak değerlendirmek.\\ kötü yol, 1. A hlak kuralları
kötüleyici, [kötü-le-y-ici] sf. Kötüleyen; yeren,
na ters düşen davranış ve işler. 2. Yasa dışı işler. 3.
kötüleyiş, [kötü-le-y-iş] is. Kötülem ek eylemi veya
Fahişelik.|| kötü yola düşm ek, (Kadın için) p a ra
biçimi.
karşılığı ve yasa dışı olarak erkeklere kendinden
cinsel yolla yararlanm alarına izin vermek; fa h işe kötülük, -ğü [kötü-lük] is. 1. Kötü olm a durumu;
olmak; kötü kadın olmak. || kötü yola sapmak, şer. 2. Kötü olan şeyin veya kimsenin niteliği; kötü
Doğruluktan ayrılarak ahlak ve yasa dışı işlere nitelik. 3. Zarar verecek davranış veya söz. S' kö
girişmek. |j kötü yürekli, Başkalarına sürekli kötü tülük etmek, Kötü davranmak; zarar vermek; za
rar verici davranışta bulunmak.\\ kötülük yap
lük yapan ve bundan zevk alan kimse; kötü kalpli.\\
kötü yüz olmak, Kötü kişi niteliği kazanmak; biri mak, K ötü davranmak; zarar vermek; zarar verici
ile arası açılmak. davranışta bulunmak.
kötülükçü, [kötü-lük-çü] sf. 1. Kötülük yapmaktan
kötücü, [kötü-cü] sf. 1. Kötülük yanlısı. 2. Gittikçe
zevk alan; kötülüğü seven. 2. Bütün kötülükleri ya
kötüleşen; kötü bir durum alan; habis.
pabilecek karakterde olan; şerir,
kötücül, [kötü-cül] sf. 1. Başkalarının kötülüğünü
kötülükçülük, -ğü, [kötü-lük-çü-liik] is. Kötülük
isteyen; bedhah. 2. Kötülük yapan; zarar veren. 3.
yapmaktan zevk alma; kötülükçü olm a durumu,
tıp. (Hastalık için) tehlikesi olan; habis.
kötüm seme, [kötü-mse-me] is. Kötümsemek eylemi,
kötüg, [köti-mek > kötü-g] {eT} is. -*■ lcötük. [EUTS]
kötüm semek, [kötü-mse-mek] g ç l.f. [-r] [-s(ü)-yor]
[Gabain]
B ir olayı veya konuyu bütün olum suz yönleri ile
kötük1, [köti-mek > kötü-g] {eT} is. İş; iş güç; alış
ele almak; kötü olarak görmek,
veriş; ticaret. [EUTS]
kötümser, [kötü-mse-r] sf. 1. B ir olayı veya konuyu
KÖT İM İ R M • 2806
kötü yönleriyle ele alan; karamsar; bedbin; pesi uzunluğuna konulan köşe taşı. 2. Kaldıraç; kötürge.
m ist, (1942). 2. Geleceğin daha kötü olacağı sanı [DS]
sında olan; karamsar; bedbin; pesimist, kötürüm lemek, [köt-ür-üm-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r]
kötümserleşme, [kötü-mse-r-le-ş-me] is. Kötümser [-l(ü)-yor] Buğdayın içindeki iri samanı kalburla
olm ak durumu, mak. [DS]
kötüm serleşmek, [kötü-mse-r-le-ş-mek] dönşl. f [- kötürüm leşm e, [kötürüm-le-ş-me] is. K ötürüm leş
ir] Kötüm ser olmak; kötüm ser durum a gelmek; mek eylemi.
karamsarlaşmak; bedbinleşmek, kötürüm leşm ek, [kötürüm-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir]
kötümserlik, -ği [kötü-mse-r-lik] is. Kötüm ser olma K ötürüm duruma gelmek,
durumu; karamsarlık; bedbinlik; pesimistlik; pesi kötürüm lük, -ğü [kötürüm-lük] is. Kötürüm olma
mizm. durumu.
kötttrce, [köt-ür-ce] {ağız} is. Torunun torunu. [DS] kötüyh, [kötüyh] {ağız} is. Kütük; ağaç kütüğü. [DS]
kötürge, [köt-ür-mek (yükseltmek) > köt-ür-ge] Sa
köv, [Far. küy > köy / köv jjT ] {eAT}{OsT} {ağız} is.
ğız} is. 1. Kaldıraç. 2. Mancınık. 3. Tahtadan ya
pılm ış alçak sandalye; kürsü. 4. Tarla veya bahçede Köy. [DS]
ateş yakıldığı zaman maşa yerine kullanılan ağaç. kövdöng, [kövdön / Kırg. ködön / Kazk. kevde] {eT}
5. Y ufka pişirilen sacların altına konulan üç ayaklı is. Beden; ceset. [Clauson]
demir; sac ayağı. 6. Küpelerin veya bileziklerin köve, [? köve] {ağız} is. Kadın elbiselerinin eteğine
kilitlendikleri yer. [DS] konulan 5 cm. eninde siyah parça. [DS]
kötürgen, [kötü-r-mek > kötür-gen] (kötürge. n) {eT} köveke, [Yun. kouphâki] {ağız} is. Toprak altından
is. H er zam an götüren; götürmeyi alışkanlık etmiş çıkarılan yum uşak taş; kefeki. [DS]
olan. [DLT]
köveken, [köv-e-ken] {ağız} is. Güveyi; damat. [DS]
kötürgtt, [kötü-r-mek > kötür-gü] (kötürgü:) is. 1.
köveki, [Yun. kouphâki] {ağız} is. Kefeki. [DS]
{eT} Kendisi ile bir şey alınıp taşınan nesne. [DLT]
kövelek, -ği [köv-ele-k] {ağız} is. Mantar. [DS]
2. {ağız} Kaldıraç. [DS]
kötürmek, [kötür-mek / kötör-mek] {eT} gçl. f. [-ür] köveleyh, [köv-el-eyh] {ağız} is. -*• kövelek. [DS]
1. Götürmek. [DLT] [ETY] [EUTS] [KB] [Tekin] 2. kövenç, [küven-mek > küven-ç] {eT} is. -*■ küvenç.
Yüklenmek. [EUTS] [Yüknekî] 3. Kaldırmak; yük [EUTS]
seltmek. [ETY] [EUTS] [KB] [Yüknekî] [Tekin] 4. Yok kövençeng, [küven-mek > küven-çen] {eT} sf. K ibir
etmek. [KB] 5. Tahammül etmek; taşımak. [Gabain] lenen. [EUTS]
[Tekin] [ETY] köveppe, [kök (yeşil) > göveppe ?] {ağız} is. Olma
kötürsemek, [kötür-mek > kötür-se-mek] (kötür- dan ağacın dibine dökülen hastalıklı ceviz. [DS]
se:mek) {eT} gçl.f. [-r] Götürmek istemek. [DLT] kövermek, [köv-er-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] Ocağın
kötürü1, [kötür-mek > kötür-ü] (kötürü:) {eT} zf. Yu kül ve döküntüsünü toplamak. [DS]
karıya. [Gabain] küveş, [eT. kuyaş] {ağız} is. Güneş. [DS]
kötürü2, [kötür-mek > kötür-ü] {ağız} sf. (Satış, iş vb. kövez, [*küve-mek > küve-z] (küve:z) {eT} sf. Ku
için) toptan; götürü. [DS] rumlu; şımarık, burnu havada; mağrur. [EUTS]
kötürügme, [kötür-mek > kötür-üg-me] (kötürüg- [DLT]
me:) {eT} sf. Yükseltmiş olan; yükselten. [ETY] kövezlik, [*küve-mek > küve-z > küvez-lik] {eT} is.
kötürttlmek, [kötür-mek > kötür-ül-mek] {eT} edil. f. Şımarıklık; kurumluluk. [DLT]
[-ür] 1. Götürülmek. [EUTS] 2. Kaldırılmak. [Yük kövke, [Yun. kouphâki {ağız} is. 1. Beyaz kil. 2. Killi
nekî] toprak. [DS]
kötürüm 1, [köt-mek (yükselmek) > köt-ür-m ek (kal kövkek, -ği [köv-(ü)k-ek] {ağız} is. Çam ağacından
dırmak) > köt(ü)r-üm / köt-ür-üm] is. 1. Üzerine yapılmış emzikli su kabı. [DS]
oturulan yüksekçe yer; kerevet; sedir. 2. sf. gnşl.
kovken, [kök (yeşil) > köv-(ü)k-en] {ağız} sf. Boz;
Yaşlılık veya sakatlık dolayısıyla yürüyem ez du
kır. 5 1 kovken toprak, {ağız} Boz toprak. [DS]
rum da olan. 3. (Bacak için) sakat. 4. mecaz. İşlevi
kövnek, -ği [eT. könlek] {ağız} is. Gömlek. [DS]
ni yerine getiremeyen; iş yapamayan; işlemeyen;
mefluç. 5. {ağız} Zayıf. [DS] 6. {ağız} Gözü görm e kövre, [? küvre / kövdön] {eT} is. İçi doldurulmuş
yen; kör. [DS] ö kötürüm kalmak, Sakatlık sebe hayvan bedeni. [DLT]
biyle yürüyem ez durumda kalmak; kötürümleş kövrek, -ği [köv(ü)r-e-k] {ağız} is. Taneleri alınmış
m ek,|| kötürüm olmak, Yaşlılık veya sakatlık sebe m ısır koçanı. [DS]
biyle yürüyem ez olmak; kötürümleşmek. kövremek, [kev-mek > kever > küvre-mek / kevre
kötürüm2, [köt-ür-üm] {ağız} is. Su yolu; ark. [DS] mek] (küvre:mek) {eT} gçsz. f. [-r] -* küvremek.
kötürüm3, [köt-ür-üm] {ağız} is. 1. Yapıda duvarın [DLT]
l i t » M . 2807 KÖY
kövrüg1, [köb-mek > küv(ü)r-üg] {eT} is. Köprü. ması ile görevlendirilmiş kim se.|| köy köy, B ir yol
[EUTS] veya güzergâhtaki bütün köyler; her yer; her ta
kövrüg2, [Moğ. ke’ürge / k ö ’ürge] {eT} is. Davul. raf.|| köy kuşu, {ağız} Serçe. [DS]|| köy meydanı,
[EUTS] [KB] Köyün ortasında y e r alan geniş alan. || köy m uhta
kövşek, [kev-mek > kev-iş-m ek > kev(i)ş-e-mek > rı, Köyü yöneten kimse; köy yöneticisi; koca başı. ||
kevşe-k > kövşe-k] (kövşe: k) {eT} sf. -* kevşek. köy odası, 1. Köylülerin yabancıları m isafir ettik
[EUTS] [Gabain] leri veya çeşitli amaçlarla toplandıkları bina. 2 .
kövtere, [? kövtere] {ağız} is. Bahçe ve tarlalardaki K öy ihtiyar meclisinin toplandığı y e r.|| köy orta
arklardan su almak için açılan ince su yolu. [DS] oyunu, Köy meydanında oynanan seyirlik oyun. ||
kövtüng, [kövdön / Kırg. ködön / Kazk. kevde] {eT} köy oyunu, Mevsim, ürün toplama vb. zamanlarda
oynanan gösteriler]\ köy romanı, Kırsal kesimde
is. -*■ kövdöng. [EUTS]
yaşananları konu edinen roman.\\ köy subaşısı,
kövük, -ğü [köb-mek > köb-tik > köv-ük] (ağız} is.
{eAT} Köyün düzenini sağlayan görevli.|| köy tür
Köpük. [DS]
küsü, K öy ve köylü özelliği taşıyan türkü.'] köyün
kövürgen, [köm-mek (kül veya toprak içine göm mırmırı, {ağız} K öy efesi. [DS]|| köy yanı, {ağız}
mek) > köm-ür > köm ür-gen / kövür-gen] (kövür- Köydeki tarla. [DS]|| köy yeri, Köy; kırsal kesim.
ge:n) {eT} is. Yabanî soğan; ada soğanı. [DLT]
köy1, [köy ^ ] {eAT} is. 1. Köz; kor. 2. Yanık. 3.
kövüyh, [köb-mek > köb-ük > kövüyh] {ağız} is.
Köpük. [DS] Yanma. 4. Istırap; azap,
köycü, [köy-cü] is. 1. Köy sorunlarını kendisine iş
köy1, [Erme, küg / kög / Far. küy ^jS"] is. 1. Yönetim
edinen kimse. 2. Köylülerin kalkınması için uğra
biçimi, toplumsal ve ekonomik özellikleri, nüfus
şan kişi.
etkinlikleri yönünden şehirden, farklı, halkı çoğun
köycülük, -ğü [köy-cü-lük] is. 1. Köy sorunlarıyla il
lukla tarımsal faaliyetlerle geçimini sağlayan, ko
gilenme ve köylünün kalkınmasını esas alan çalış
nutları ve tarımsal yapılan ile bu hayatı yansıtan
maların tümü. 2. {ağız} Çerçilik. [DS]
kır yerleşmesi düzenindeki konutlar topluluğu ve
yerleşim birimi. 2. Böyle bir yerleşim biriminde köyçü, [köy-çü] {ağız} is. Avlu; bahçe. [DS]
oturan halkın bütünü; köy halkı. 3. huk. Belediye köyde, [? köyde / küyde] (köyde:) {eT} is. -*• küyde.
teşkilatına sahip olmayan, nüfusu iki binden az [DLT]
olan, halkın yerel ihtiyaçlarını karşılam akla görev köydek, -ği [? köydek] {ağız} is. Güllaç. [DS]
li, ortak veya özel m allan bulunan ve genel karar köydeş, [köy-deş is. Aynı köyde oturan ki
organları halk tarafından seçilen, yerel yönetim
şilerin birbirine göre durumu ve bu köylülerin her
niteliği taşıyan kamu tüzel kişisi, ö köy ağası,
biri; bir köylü. {OsT} (aynı)
Köyde yönetici durumunda olan nüfuzlu kişi. || köy
köydür, [köy-dür] {ağız} is. Uzun floş eteklik. [DS]
başı, 1. Köyün girişi. 2. Köyün en nüfuzlu kimsesi.\\
köy derneği, Bir köy halkının seçim ehliyetine sa köydürmek, [lcöy-mek > köy-dür-mek] {eT} gçl. f i [-
hip kişilerinden meydana gelen topluluk]] köy dü iir] Yakmak; dağlamak. [EUTS] [Gabain]
ğünü, O çevrenin geleneklerine göre köyde yapılan köyeğen, [kök (yeşil) > köy-eğen ^ .jS "] {OsT} is. fi
evlenme töreni. || köy ekmeği, Tandırda veya saçta şek sineği; büvelek; eğrice,
pişirilen somun veya pide. || köy enstitüsü, eğit. köy elek, -ği [kör > kör-el-ek > köyelek ?] {ağız} is.
Köy okullarına öğretmen, kırsal kesimin kalkınma Körebe oyunu. [DS]
sı amacıyla teknik eleman yetiştirilm ek amacıyla
köygöçüren, [köy+göç-ür-en] is. bot. 1. Ekin tarlala
1940 yılında açılan eğitim kurumlarımn adı.|| köy
rında görülen ve ekine zarar veren, sık dikenli,
ihtiyar heyeti, K öy ve köylülerle ilgili işlere ait
pembe çiçekli, çok yıllık otsu bir bitki, (Cirsiıım
karar organı. || köy ihtiyar meclisi, Köy ve köylü
arvense, C. ciliatum, C. vulgare). 2. Zehirli şapkalı
lerle ilgili işlere ait karar organı. || köy imamı,
mantarlardan bazı türlere verilen ad, (Amanita pan-
Köyde din işleriyle görevli kim se.|| köy kahvesi,
therina, A. phalloides).
Köylerde bütün köyün devam ettiği veya köy m uh
tarlığının denetiminde olan kahvehane.\\ köy kent, köyiçi, [kölı-mek > köli-ci ?] {ağız} is. Evin toprak
Kırsal alanların kalkındırılması, kente göçün dur temeli. [DS]
durulması amacıyla şehirlere özgü bazı hizmetlerin köyirmek, [köy-mek > köy-ir-mek] {eT} g ç l.f. [-ür]
köylere de getirilm esiyle oluşturulan köyle kent Yakmak; dağlamak. [EUTS] [Gabain]
arası yerleşim modeli.|| köy kethüdası, tar. İm pa köyke, [kölige / köy-ke] {ağız} sf. Kuytu. [DS]
ratorluk döneminde köylü ile devlet daireleri ara köyleşme, [köy-le-ş-me] is. 1. Köy durumuna gelme;
sında aracılık eden kem se.|| köy koruculuğu, Köy köy gibi olma. 2. sosy. Göçler dolayısıyla şehirlerin
korucusunun görevi. || köy korucusu, Köyün veya çok göç alan yerlerinde köy özelliklerinin görülme
köy çevresinin, kırsal kesimin güvenliği ve korun si olgusu.
KÖY ü T u ie iü M t M • 2808
köyleşmek, [köy-le-ş-mek] dönşl. fi. [-iı] K öy duru köyünmek, [köy-ün-mek] {ağız} dönşl. f i [-ür] Yan
muna gelmek; köy gibi olmak; köye benzemek, mak; kavrulmak; kararmak. [DS]
köyleştirm ek, [köy-le-ş-tir-mek] gçl. f i [-ir] K öy du köyürmek, [köy-mek > köy-ür-melc] {eT} g ç l.f. [-ür]
rum una getirmek, Yakmak; yaktırmak; yakmış olmak. [DLT] [EUTS]
köylü, [köy-lti] sfi 1. Köyde yaşayan kimse. 2. Köy koyveni, [Ar. ked + Far. bânu] {ağız} is. Evine iyi
de doğmuş kişi. 3. K öy halkı. 4. Aym köyde doğ bakan kadın; iyi ev kadını. [DS]
m uş olanlardan her biri. 5. mecaz. Şehir yaşayışının k öz1, [köy-mek (yanmak) > kor / köz jjS ] (kö:z) is. 1.
gerektirdiği incelik ve titizliği gösteremeyen; kaba; îyice yanarak hiçbir is ve dumanı kalmamış, kor
görgüsüz, ö köylü çorbası, Tavuk eti, pırasa, p a hâlinde bulunan odun veya köm ür parçası; ateş ko
tates, havuç, domates, şalgam, kereviz vb. sebzele ru; kor parçası; kızıl ateş parçası. {eT} {eAT)(OsT}
rin un ve y a ğ karışımına yedirilm esi ile yapılan ve {ağız} (aym) [DLT] [DK] [DS] 2. {ağız} İçinde sön
bol suda pişirilen bir tür sebze çorbası.^ köylü mek üzere olan kor parçaları bulunan sıcak kül.
kentli, Çeşitli yerleşim birimlerinden olan kim se [DS] & köz etmeği, {OsT} Yağlı yufka; gözlem e.||
ler. || köylü pembesi, {ağız} A çık vişne rengi. [DS] köz kavram, {ağız} Mangal. [DS]|| köz komak,
köylüce, [köy-lü-ce] {ağız} is. Köy kuşu; serçe. [DS] {eAT} Kor ile yakmak, tutuşturmak; ateşlemek.\\
köylük, -ğü [köy-lük] sf. 1. (Yer için) köy niteliğinde köz köpmek, {ağız} (Kömür veya odun ateşi için)
olan. 2. is. Köy bulunan yer; köy kurulmuş olan korlaşmak. [DS]|| köz küreği, {ağız} Ateş küreği.
yer; köy. 3. {ağız} Bir yerin çevresi, bir merkeze [DS]|| köz tandırı, {ağız} içinde iri saman, kesmik
bağlı yerler. [DS] S1 köylük yer, Köy olan yer; köy yakılan bir tür tandır. [DS]j| köz tavası, {ağız} Ateş
durumunda olan yer; köy. küreği. [DS]
köylülük, -ğü [köy-lü-lük] is. 1. Köylü olma duru köz2, [köz] (kö:z) {eT} is. Göz. [EUTS] [DLT] [ETY]
mu. 2. Köylülere özgü davranış. [KB] [OKD] [Yüknekî] [Gabain] [İKPÖy.] [Tekin] [Üç
köym ek1, [köz-mek / köy-mek] {ağız} gçsz. f. [-er] 1. İtigsizler] S köz atmak, {eT} Gözetmek; gözetil
Beklemek; gözlemek. 2. Sabırsızlanmak. [DS] mek. [DLT] [| köz erklig, {eT} Görme organı; göz
köym ek2, [kön-mek / köy-mek] {eT} gçsz. f. [-iir] 1. organı. [Üç İtigsizler] || közi çerlig, {eT} Gece görüp
Yanmak; kavrulmak, {ağız} (aynı) [DLT] [EUTS] gündüz göremeyen; ışıktan gözü kamaşan. [DLT]||
[Gabain] [DS] 2. edil.f. Yakılmak. [DLT] köz kesimi, {ağız} Göz kararı; tahminen. [DS]
köymür, [kön-mek / köy-m ek > köy-mür] {eT} is. közbek, -ği [köz+bek ?] {ağız} is. Kağnı okundaki
Kömür. [Gabain] ağaçları birbirine bağlayan ağaç parçası. [DS]
köynek, [kön-le-k] {ağız} is. Gömlek; iç gömleği; iç közeç, [Soğd. k zt’k / Far. küze => küzeç / küveç]
çamaşırı. [DS] {eT} is. Bardak; testi. [DLT]
köyneyh, [könlek > köynek] {ağız} is. Gömlek. [DS] közediglig, [köz-e-mek > köz-e-d-mek > közed-lig]
{eT} sf. Gözcü; korucu; gözetici. [Clauson]
köynik, -ği [köy-(i)n-ik ?] {ağız} is. Yumuşak, parça
lanması kolay kayalık. [DS] közedmek, [köz (kor) > köz-e-mek (ateşi karıştır
mak) > köz-e-d-mek] {eT} gçl. f i [-ür] Göz kulak
köynük1, -ğü [köy(ü)n-ü-k] {ağız} is. Acı ile çıkarı
olmak; beklemek; gözetmek. [ETY] [İKPÖy.]
lan ses; inilti. [DS]
közegü, [köz (kor) > köz-e-m ek (ateşi karıştırmak) >
köynük2, -ğü [köy(ü)n-ü-k] {ağız} is. Dağ yam açla
köz-e-gü] (köze:gü:) {eT} is. 1. Ateş yakm ak veya
rındaki tarla. [DS]
aktarmak için kullanılan aygıt; köseği. [DLT] 2.
köynümek, [köy-(ü)n-ü-mek] {ağız} gçsz. f. [-iir] {ağız} Maşa. [DS]
Göyünmek. [DS] közegü, [kös-e-gü] {ağız} is. Kaldıraç; küskü. [DS]
köyreyh1, [köy-re-k / gevrek] {ağız} sf. (Ekm ek'için) közem ek1, [köz-e-mek] (köze;mek) {eT} g ç l.f. [-r] 1.
çok kavrulmuş; gevrek. [DS] Örmek. 2. (M ısır, üzüm vb. için) tanelemek.
köyreyh2, [köy-mek > köy-(ür)e-k] {ağız} sf. Çabuk közem ek2, [köy-mek (yanmak) > kör / kor > köz
ağlayan; acıya dayanamayan; çabuk duygulanan. (kor) > köz-e-mek] (köze:mek) {eT} g ç l . f [-r] Ate
[DS] şi karıştırmak, çevirmek, toplamak. [DLT] [İKPÖy.]
köytere, [? köytere] {ağız} is. Bahçelerde büyük közemek3, [küse-mek / köze-mek] (köze:mek) {eT}
arktan su almak için açılan küçük ark veya delik. g ç l.f. [-r] -»-küsemek. [EUTS]
[DS]
közemek4, [kü-mek (nöbet tutmak) > kti-z-e-mek /
köytrilmek, [köy-mek > köy-tür-mek > köy-tür-ül- kö-z-e-mek] (köze: mek) {eT} g ç sz.f. [-r] Nöbet tut
mek] {eT} edil.f. [-ür] Yakılmak. [EUTS] [Gabain] mak; beklemek. [İKPÖy.]
köytürmek, [köy-mek > köy-tür-mek] {eT} gçl. fi [- közer, [köz-e-r] {ağız} is. 1. Harmanda tahıl ve saman
ür] Yakmak; yaktırmak. [DLT] elem eye yarayan iri gözlü kalbur; gözer. 2. İyi dö
köyük, [köy-mek > köy-ük] {eT} sfi Yanmış; kav vülm emiş ve kabuğundan ayrılmamış, başaklı kal
rulmuş. [EUTS] yanık. [DLT] mış buğday; harman altı. [DS]
M B ■ { £ B Ö L 280 9 _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ __________________________________________ KÖZ
közere, [köz-e-re] {ağız} is. Çığırtkan olarak kullanı közlem ek1, [köz-le-mek] gçl. fi [-r] [-l(ü)-yor] 1,
lan kekliğin bırakıldığı yer. [DS] (Et, sebze, hamur vb. yiyecek maddeleri için) köz
közeşmek, [köz-e-mek > köze-ş-mek] {eT} işteş, f. [- üzerinde pişirmek. 2. {ağız} Sütü, kor üzerine ko
ür] Birlikte ateş ölçerip alt üst etmek. [DLT] nulmuş kapta yavaş yavaş pişirmek. [DS]
közet, [köz-e-t-mek > köze-t / gözet] {eT} is. Gözet közlem ek2, [köz > köz-le-mek] (közle:mek) {eT} gçl.
leme yeri. fi. [-r] 1. Etrafına bakınmak; gözlemek; gözetle
közetçi, [köz-e-t-mek > lcözet-çî] (közetçi:) {eT} is. mek. [ETY] [Gabain] 2. Göze vurmak. [DLT]
Gözetme işini yapan; gözcü; bekçi; muhafız; göze
közler, [köz > köz-ler] {eT} is. Gözler. [DLT]
tici. [EUTS] [İKPÖy.]
közetdeçi, [köz-e-t-mek > közet-deçı] (közetdeçi:) közleşme, [köz-le-ş-me] is. K özleşm ek eylemi; köz
{eT} is. Gözetici. [DLT] oluşma.
közetgen, [köz-e-t-mek > közet-gen] (közetge:n) {eT} közleşm ek1, [köz-le-ş-mek] dönşl. fi [-ir] Köz duru
sf. Gözeten. [DLT] muna gelmek; köz oluşmak.
közetgü, [köz-e-t-mek > közet-gü] (közetgü:) {eT} sf. közleşmek2, [köz > köz-le-m ek > közle-ş-mek] {eT}
Gözetecek. [DLT] işteş, fi. [-ür] Gözlemek işinde yardımlaşmak; bir
közetigli, [köz-e-t-mek > közet-ig-lı] (közetıgli:) {eT} likte gözlemek. [DLT]
sf. Gözetmeyi düşünen. [DLT]
közleyü, [köz > köz-leyü] {eT} sf. Göz gibi. [DLT]
közetiglik, [köz-e-t-mek > közet-ig-lik] {eT} sf.
Gözetmeye hak kazanan. [DLT] közlüv, [Kırg. közlöv] {ağız} is. Pınar. [DS]
közetişmek, [köz-e-t-mek > közet-iş-mek] {eT} işteş, közlüg, [köz > köz-liig] {eT} s f Gözlü, [DLT]
f. [-ür] Gözetmekte yardımlaşmak; birlikte gözet
közliik1, [köz > köz-lük] {eT} is. Göz ağrıdığı veya
mek. [DLT]
kamaştığı zaman üzerine konulan at kuyruğundan
közetkilmek, [köz-e-t-mek > közet-kii-m ek / gözet +
yapılm a bir dokuma. [DLT]
kıl-mak] {eT} gçl. f. [-ür] Gözetlemek,
közlük2, -ğü [köz-lük] is. 1. İçinde köz söndürülen
közetküçi, [köz-e-t-mek > közet-küçı] (közetküçi:)
kapalı kap. 2. gnşl. Kolay tutuşabilen maddeleri
{eT} is. Gözetici. [DLT]
hava temasından koruyan su geçirmez kapalı kap.
közetlig, [köz-e-t-mek > közet-lig] {eT} is. 1. Gözeti
3. {ağız} Mangal. [DS] 4. {ağız} Ateş yığmı. [DS]
len. [DLT] 2. Saklanan. [DLT] 3. Gizlenen. [DLT]
közmek, -ği [köz-mek] {ağız} is. 1. A hır ve ağıl du
közetmek, [köz-e-t-mek] {eT} gçl. f. [-ür] Gözetmek;
varlarından gübre atmaya yarayan delik. 2. Gübre
gözetilmek, muntazır olmak; saklamak; muhafaza
yığını. [DS]
etmek. [DLT] [EUTS]
közetmiş, [köz-e-t-mek > közet-miş] {eT} s f Göze közmeıı, [köz > köz-men] (kö:zme:n) {eT} is. Közde
tilmiş, pişirilen ekmek; közleme; gömme. [DLT]
közetteçi, [köz-e-t-mek > közet-teçı] (közetteçi:) {eT} köznek, [köz > köz-ün-mek > köz(ü)n-ek] {eT} is.
is. Gözetici. [DLT] Yansıma; aynada görünme. [EUTS] [Gabain]
közgermek, [köz > köz-ger-mek] {eT} is. Gördür közngü, [köz > köz-ün-mek > köz-nü] {eT} is. Ayna.
mek; görüştürmek. [DLT]
[DLT]
közgine, [köz > köz-gine] (közgirıe:) {eT} is. Gözce-
közsüz, [köz > köz-süz] {eT} sf. Gözsüz; kör. [EUTS]
ğiz. [DLT]
közgüç, -cü [köz-güç] {ağız} is. Y erelm ası. [DS] közüç, [Soğd. kzt’k / Far. küze => küzeç / küveç]
közkenek, [? közkenek] {eT} is. Çakır doğana benzer {eT} is. Çömlek. [DLT]
bir kuş. közüçlüg, [küzeç / küveç > köziiç-lüg] {eT} sf. Çöm
közkeni, [? közkenî] (közkeni:) {eT} is. Geceleri ses lek sahibi. [DLT]
vererek uçan bir tür böcek, közüçlük, [közüç-lük] {eT} is. Çömleklik. ®
közkişmek, [köz-ük-mek > köz(ü)k-iş-mek] {eT} közüçlük titik, {eT} Çömlek yapm ak için ayrılan
işteş, f. [-ür] Karşılıklı görmek; birbirini görmek; çamur. [DLT]
görüşmek. [EUTS] [Gabain] közüldürük, [köz > köz-ül-mek > közül-dürük] {eT}
közkiye, [köz > köz-kiye] (közkiye:) {eT} is. Gözcük; is. A t kılından dokunan bir bez parçası; közlük1.
gözceğiz. [DLT] [DLT]
közleme, [köz-le-me] is. 1. K özlem ek eylemi. 2. {a- közün, [köz > köz-ün ?] is. 1. {eT} Güç; kuvvet.
ğız} Köz üzerinde pişirilen yiyecek. 3. Ateşte pişiri [EUTS] 2. {ağız} Nazara karşı yapılan bir tür ilaç.
len et; külbastı. 4. Ateşte pişirilmiş patlıcanların [DS]
üzerine yoğurt dökülerek yapılan bir tür yemek.
köziinç, [köz > köz-ünç] {eT} is. 1. Bir şey seyreden
[DS]
KÖZ IM IİİM tS Ö M • 2810
halk; seyirci. [DLT] 2. Şan; şeref; şöhret. [ETY] 3. sın kral! 1. Eski kralın öldüğünü yerine yenisinin
sf. Ünlü; şanlı; meşhur; şöhretli. [EUTS] geçtiğini ilan eden tellalın sözü. 2. E ski yöneticinin
közüngü, [köz > köz-ün-mek > közü-nü] (köziıngü:) verdiği emirlerin geçersiz olduğunu, yeni yönetici
nin verdiği emirlerin uygulanacağını ifade eden
{eT} is. Ayna; gözgü. [DLT] [EUTS] [Gabain]
söz. 3. Değişen bir şey yok, bir zorba gitti, diğer
közünlüg, [köz > köz-ün-lüg] {eT} sf. Güçlü; kuvvet zorba geldi anlamında kullanılan söz. |j kral suyu,
li. [EUTS] Altın ve p latini eriten nitrik asit ve hidroklorik asit
közünmek, [kör-mek / köz-mek (görmek) > köz- karışımı; altın suyu.
(ü)n-mek] {eT} dönşl. f. [-iir] l . Görünmek; gö kralcı, [kral-cı] (kralcı) sf. 1. Kraldan yana olan. 2.
zükmek. [ETY] [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] [Üç İtig- Krallık yönetimi taraftarı olan,
sizler] 2. Görünür olmak; görülmek. [DLT] [İKPÖy.] kralcılık, -ğı [kral-cı-lık] (kralcılık) is. Kralcı olma
3. Hazır bulunmak. [İKPÖy.] 4. Hazır; mevcut olan; durumu; krallığı isteme; krallığı savunma,
şimdiki. [EUTS] 5. K abul edilmek. [EUTS] kraliçe, [Slav, krâlitsa] (k'rali’çe) is. 1. Kralın eşi. 2.
közttnttk, [köz-ün-mek > köz-ün-ük] {eT} is. Çadır Krallığı yöneten kadın. 3. mecaz. Güzellik, zekâ ve
penceresi. [ETY] [Gabain] değer bakım ından diğerlerinden üstün olan kadm.
közünür, [köz-ün-mek > köz-ün-ür] {eT} sf. Çağdaş; 4. zool. Arı, termit ve karıncalar gibi sosyal böcek
muasır; halihazırdaki. [EUTS] lerde ürem e yeteneğinde olan dişi. S1 kraliçe a n ,
közttş, [küse-mek > küsüş > közüş] {eT} is. İstek; zool. B ir arı kolonisinde üreme yeteneğinde olan
arzu; dilek. [EUTS] tek dişi arı; arı beyi; ana arı. || kraliçe gibi, (Kadm
Kr. [Fr. krypton] kısalt, kim. Atom numarası 36, a- için) çok güzel ve gösterişli giyinmiş; etkileyici bir
tom ağırlığı 83,80 olan, renksiz, kokusuz, tek atom havası olan.
lu, ısıyı az ilettiğinden elektrik ampullerinin içinde kraliçelik, -ği [kraliçe-lik] (kraliçelik) is. Kraliçe ol
eylemsiz atmosfer oluşturmak için kullanılan at m a durumu.
m osferde bulunan ve kolay sıvılaştırılan bir asal kraliyet, [İs. krali + Ar. -iyyet] (kraliyet) is. Krallık,
gaz olan kriptonun sembolü, kraliyetçilik, [kraliyet-çi-1ik] (kraliyetçilik) is. Kral
kraça, [Yun. ? kraça] (kra ’ça) is. zool. istavrit balı lık yönetim ine bağlı olan,
ğının küçüğü, krallık, -ğı [kral-lık] (krallık) is. 1. Kral olm a duru
kraft, [Aim. kraft (güç; kuvvet)] (kraft) is. Koyu mu. 2. Kralın unvanı. 3. Kral tarafından yönetilen
renkli, dayanıklı bir tür ambalaj kâğıdı, fi1 kraft devlet ve bu devletin toprağı,
hamuru, Sülfatla işlenerek elde edilen kâğıt hamu- kramotograf, [Fr. chromatographe] (kromatogıraf)
ru. || kraft kâğıdı, A çık kahverengi, çok dayanıklı is. kim. Bir karışımın birleşenlerini, bunlara seçim-
am balaj kâğıdı.\\ kraft selülozu, Sodyum sülfat sel ilgi gösteren biri sabit diğeri hareketli iki faz
katılmış, mekanik dayanımı daha yüksek kim yasal arasm da değişik hızlarda hareket etmelerinden ya
selüloz. rarlanarak ayırmaya yarayan aygıt,
kraker, [İng. cracker (çıtırdak)] (k'raker) is. Küçük kramotografi, [Fr. chromatographie] (k'romatogı-
tuzlu bisküvi, rafı) is. kim. Bir karışımın birleşenlerini, bunlara
kral, [Slav, krali / Carolus (Şarlman)] (kral) is. 1. seçimsel ilgi gösteren biri sabit diğeri hareketli iki
Babadan oğula veraset yoluyla ya da soylularca faz arasmda değişik hızlarda hareket etmelerinden
seçilerek tahta geçen ve genellikle ömrünün sonuna yararlanarak ayırma yöntemi,
kadar en yüksek devlet otoritesini, bütün devlet kram otogram , [Fr. chromatogrammee] (krom atogı-
başkanlığı yetkilerini elinde bulunduran kimse. 2. ram) is. kim. B ir karışım ın birleşenlerini, bunlara
Herhangi bir alanda emsallerinden üstün olan. 3. seçimsel ilgi gösteren biri sabit diğeri hareketli iki
gnşl. En zengin üretici. 4. (Çoğul ismin tamlananı faz arasmda değişik hızlarda hareket etmelerinden
olduğunda) bir topluluğun başını çeken; yaptıkla yararlanarak ayırma yöntem iyle elde edilen diyag
rıyla öne geçmiş kimse; önder; lider. 5. sf. argo. ram.
Üstün; çok iyi; mükemmel. S kral dairesi, Bir kramp, [Al. kram pf / Frank, kramp (bükme)]
otelin en lüks ve en büyük odası.\\ kraldan çok (k'ramp) is. tıp. B ir veya daha çok kasın istemsiz,
kralcı, B ir kimsenin çıkarlarına kendisinden daha şiddetli, ağrılı, anî ve geçici kasılması. C kramp
çok sahip çıkan kimse.\\ kral hücresi, biy. 1. Bal girmek, Kasılmak.
arılarında, kraliçe olacak larvaları beslemek üzere krampon, [Fr. crampon] ( k r a ’mpon) is. 1. Sıkıca
işçi arılar tarafından yapılan bal mumu gözenekle bağlam aya yarayan bükülmüş demir veya metal
ri. 2. Termitlerde kraliçenin yetiştirildiği özel oda- parçası. 2. İki parçayı aralarında sıkmaya yarayan
cık. || krallara layık, N iteliği çok üstün olan. || kral m etal parçaları. 3. Bacayı kuvvetlendirmek için
lar gibi, Kendisine çok büyük saygı ve hizmet edi etrafına sarılan düz demir bant. 4. spor. Dağcıların
lerek; krallara yakışır biçimde.|| Kral öldü, yaşa ayakkabılarının altına taktıkları ince uzun çivilerle
Ö T İ İ l f l i l i K S O M «2811 KRE
donatılmış madenî plaka. 5. Futbolcuların ayakka evinin ürettiği yeni modellerin her biri. 2. Bir moda
bılarının altına taktıkları deriden yapılma konik evinin defile için hazırladığı elbiselerin tümü.
mantar şeklindeki küçük halka. 6. bot. Bitkilerin k re a tin , [Fr. creatine] (kreatin) is. biy. Kaslarda,
tutunmasını sağlayan kök. beyinde ve çok az miktarda da kanda bulunan, kas
kraniyoloji, [Fr. craniologie] (kraniyoloji) is. Şu ların kasılmasında çok önemli rol oynayan, gua-
anda yaşayan ve tarihî devirlerde yaşam ış olan fosil nidin türevi azotlu madde, HN=C(NH2)-N(CH3)-
insan ırklarının kafatası şekillerini karşılaştırmalı CH2-C 0 2H
olarak inceleyen antropoloji dalı, k re a tin in , [Fr. creatinine] (kreatinin) is. biy. Kasta,
kraniyum , [Yun. kranion / Lat. cranium] is. Kafata kanda ve idrarda bulunan ve suyun atılması ile
sı. kreatinden meydana gelen halkasal bir bileşik.
k ran k , [İng. crincan (bükmek) > crank (dirsek)] k re a tö r, [Fr. createur] (kreatör) is. M esleği kreas
(krank) is. 1. Bir motorda bilyelerin almaşık hare yon hazırlam ak olan kimse.
ketini dönme hareketine çeviren mil. 2. Bir boru k red i, [Lat. credere (güvenmek) > creditum (emanet)
nun yönünü değiştirmeye yarayan kıvrım. S > Fr. credit] (kredi) is. 1. Güven; itibar; saygınlık;
k ra n k mili, Motorlu araçlarda pistonun alm aşık nüfuz. 2. Bir kimsenin veya kurumun borcunu öde
doğrusal hareketini dairesel hareket hâline dönüş yebileceğine dair olan inanç; borç ödemede güve
türen özel düzenek.\\ k ra n k şaft, D ik açılı aks. nilir olma durumu; itibar. 3. Bir banka veya fınans
kranoloji, [Fr. cranologie] (kronoloji) is. İnsan ka kurumundan alman borç. 4. Bedeli sonradan
fatası değişimlerini inceleyen bilim dalı; kafatası ödenmek üzere alman mal ve tutan; borç. S. Belli
bilimi. bir öğretim programını tam amlamak için öğrenci
lerden istenen teorik ve uygulamalı çalışmalara,
-krasi, [Yun. krateia / krâtos > Fr. -cratie] son ek.
öğretim programının bütünü göz önüne alınarak
Latin kökenli kelimelere “iktidar, güç, egemenlik”
verilen nicel birim; not. S k re d i açılışı, B ir ban
kavram lan katan son ek.
kanın belli miktardaki parayı müşterisine vermeyi
-k rat, [Yun. krateia / krâtos > Fr. -crati] son ek. Latin
taahhüt etmesi. || k re d i açm ak , 1. Bir kimseye peşin
kökenli kelimelere “iktidar sahibi, gücü elinde tu p ara almadan mal veya ödünç p a ra vermek. 2 .
tan, egemen” kavramları katan son ek. Banka tarafından müşterisine borç vermek.|| k red i
k rater, [Yun. krater (vazo) / Fr. crater] (krater) is. 1. alm ak, B ir bankadan veya fın a n s kurumundan f a
jeol. Bir yanardağın tepesinde bulunan lav ve püs- izle borç p a ra almak. || k re d i anlaşm ası, Kredi
kürtülerin çıktığı konik çukur; yanardağ ağzı. 2. Bir alımı için kredi veren kurum ile yapılan anlaşma. ||
gök cisminin yüzeyine bir gök taşının çarpması ile k re d i k a rtı, Günlük satın almalarda, nakit p a ra ve
meydana gelen yuvarlak çukurluk. 3. Bir nükleer çek kullanımını kaldırmak amacıyla anlaşmalı tica
patlamanın yer yüzeyinde meydana getirdiği çukur. ret kuruluşlarında alış veriş tutarının bir imza kar
4. Bir doğru akım elektrik arkında pozitif kömür şılığında, sahibinin bankadaki hesabına borç ya
ucunda meydana gelen çukur. 5. Su ile şarabın ka zılm asını sağlayan, üzerinde sahibinin ismini, im
rıştırıldığı geniş ağızlı büyük kap. ö k ra te r gölü, zasını ve alınan kuruluşu belirten bilgilerle birta
Sönmüş bir volkanın tabanının tıkanması ile krater kım şifrelerin manyetik olarak kotlanmış olduğu
çukurunda biriken suyun meydana getirdiği göl. bankaların o kişiye açtığı kredi ile sınırlı küçük
kraterim si, [krater-imsi] (kraterim si) sf. Krateri an kart. || k re d i k u llan m ak , B ir yatırımı gerçekleştir
dıran; krater gibi olan, m ek veya bir m al satın alm ak amacıyla bir banka
kraterli, [krater-li] (kraterli) sf. Krater bulunan; ü- veya fin a n s kuruluşunun verdiği krediden yarar-
zerinde krater olan, lanmak. || k re d i k u ru lu şu , Faizle müşterisine borç
kravat, [Fr. Croate (Hırvat) > cravate] (kravat) is. p a ra veren banka veya fınans kurumu.\\ k red i lim i
Gömlek yakasının altından geçirildikten sonra özel ti, Açılan kredinin en üst sın ın ; borcun azam î tuta
biçimde düğümlenerek uçları sarkıtılan kumaş şe rı]] k re d i m ek tu b u , Banka veya kredi kuruluşunun
müşterisine kredi açıldığını belirten ve başka bir
rit; boyun bağı,
yerdeki şubesine veya krediyi kullandıracak kuru
kravatlı, [kravat-lı] (kravatlı) sf. Kravatı bulunan;
m a yazm ış olduğu mektup; akreditif. || k red i sınırı,
kravatı olan; kravat takm ış olan,
B ir banka veya kredi kuruluşunun kredi vermeyi
kravatsız, [kravat-sız] (kravatsız) sf. Kravatı bulun taahhüt ettiği müşteriye ödemede esas alınan tu
mayan; kravatı olmayan; kravat takmamış olan, tar. || k red isi dü şm ek , İtibarını, kendisine duyulan
kravl, [İng. creawl (sürünmek)] (kravl) is. spor. Diz güveni, saygınlığını yitirmek]] k red isi dolm ak,
leri bükmeksizin bacakları hızla hareket ettirerek Kendisine tanınan borçlanma miktarı dolmuş ol
kulaçla yüzme; serbest yüzme, mak]] k re d i sigortası, Bir Icredi kuruluşunun, ver
kreasyon, [Lat. creare (doğurmak) > Fr. creation diği krediyi borçlusundan geri alamaması durum u
(yaratma)] (kreasyon) is. 1. Bir terzinin veya moda na karşı sigorta. || k re d i sözleşm esi, Kredi veren
KRE e liM IIM b ü ti • 2812
kuruluşun kredi verirken müşteri ile yaptığı söz- lan keskin kokulu, fenol karışım ı bir sıvı; katran
leşme.\\ kredi tesisi, B ir kredinin düzenlenmesi,|| ruhu.
krediyle almak, B ir malı kredi kullanarak satın krep, [Lat. crispus (kırışık) > Fr. crepe] (krep) is. 1.
almak. Çok bükümlü bir iplikle dokunmuş bir tür ince
kredibilite, [Fr. credibility is. Güvenirlik, kumaş. 2. Yumurta, süt, un karışım ı bir hamurdan
kredileme, [kredi-le-me] (kredileme) is. Kredilemek yapılan, tavada pişirilerek yenilen tatlı veya tuzlu
eylemi; kredi açma; borç verme, çörek.
kredilemek, [kredi-le-mek] (kredilemek) gçl. fi. (- krepdöşin, [Fr. crepe de Chine] (k'repdöşin) is. 1.
l(i)-yor) ü re d i açmak; borç vermek, Çin krepi. 2. Krep türünden bir çeşit kumaş,
kredilendirm e, [kredi-le-n-dir-me] (kredilendirme) kreplem e, [krep-le-me] (k'repleme) is. Esnekliğini ve
is. Kredilendirmek eylemi, yumuşaklığım artırm ak için kâğıdı buruşturmak
kredilendirm ek, [kredi-le-n-dir-mek] (k'redilendir- eylemi.
mek) g ç l.f. [-ir] Kredi açmak işini yaptırmak; kre kreplem ek, [krep-le-mek] (krep-le-mek) gçl. fi. [-r]
di açtırmak. [-l(i)-yor] Esnekliğini ve yumuşaklığını artırmak
kredili, [kredi-li] (kredili) sf. Kredi ile yapılan; için kâğıdı buruşturm ak
borçla. S kredili satış, Malın bedeli taksitle veya kreplin, [Fr. crepline] (kreplin) is. Çok ince bir tür
daha ileri bir tarihte örenm ek üzere yapılan satış. ipekli kumaş.
krem, [Lat. / Kelt, cram a > Fr. creme] (krem ) is. 1. krepon, [Fr. crepon] (krepon) is. 1. Kıvrımları olan
Y umuşaklık vermek, güneş, soğuk, yağmur gibi dış yün, pam uk veya ipek kumaş. 2. Süslemede kulla
etkilerden korum ak için cilde sürülen merhem kı nılan, çabuk yırtılmayan, esnek bir tür kâğıt. t3
vamında güzel kokulu kozmetik. 2. A çık bej rengi; krepon kâğıdı, Süslemede kullanılan, çabuk yır
uçuk saman rengi. 3. s f A çık saman renginde olan. tılmayan, esnek bir tür kâğıt.
4. sf. Macun kıvamında olan. S krem karamel, krepsaten, [Fr. crepe satin] (krepsaten) is. Parlak,
Benmari yöntem iyle pişirilen, karamelleşme başla kaygan ve ince bîr tür ipekli kumaş,
dıktan sonra soğutularak kabı ters çevrilip tabağa kreş, [Fr. creche] (kreş) is. İş saatlerinde çocuklarına
alınan yum urtalı ve sütlü bir tür tatlı. || krem şanti, bakamayan ailelerin küçük çocuklarım bakım için
Pasta, dondurma ve meyvelerin üzerine konulan bıraktıkları gündüz bakımevi; çocuk yuvası,
çırpılarak köpürtülmüş soğuk krema. kreşando, [İt. crescendo] (k r e şa ’ndo) zfi. müz. 1.
krema, [Lat. / Kelt, crama > İt. crema] (k re ’ma) is. Sesin şiddetini gittikçe artırarak. 2. is. Şiddetin git
1. Sütün yüzeyinde oluşan yağlı katman; kaymak. tikçe arttırıldığı pasaj. 3. Derece derece yükseliş;
2. Yumurta, süt ve çeşitli aromaların karıştırılıp crescendo.
çırpılması ile elde edilen macun. 3. Kevgirden ge kret, [Fr. cret] (kıret) is. Bir barajın en yüksek nok
çirilmiş, süt veya krem a ile koyulaştırılmış çorba. tası.
kremalı, [krema-lı] ( k r e ’malı) sf. Kreması olan; ü- kretase, [Fr. cretace] (kretase) is. jeol. Alt sınırı zor
zerine krem a konulmuş olan, belirlenen, üst sınırı birçok organizmanın yok oluşu
kremasız, [krema-sız] ( k r e ’maşız) sf. Kreması ol ile belirlenen, İkinci Zamanın son dönemi; tebeşir
mayan; üzerinde krema bulunmayan, dönemi.
krematoryum, [Lat. cremare (yakmak) > Fr. crema kreten, [Fr. cretin] (kreten) is. ve sfi Tiroit bezinin
torium] (krematoryum) is. Ölülerin yakıldığı yer. kana yeterince salgı vermemesi sonucu fiziksel,
kremayer, [Fr. cremaillere] (krem ayerj is. 1. Bir ruhsal ve duygusal gelişimi durmuş kişi; kreteniz
dönme hareketini doğrusal harekete, doğrusal ha m e tutulmuş kimse,
reketi dönme hareketine dönüştürmek için bir çark kretenizm, [Fr. cretinisme] (kretenizm ) is. Tiroit be
la veya bir küçük dişliyle kavrama yapan doğrusal zinin kana yeterince salgı vermemesi sonucu olu
dişli organ. 2. Y üksek eğimli demir yollarında kul şan fiziksel, ruhsal ve duygusal gelişimin durma
lanılan ve üzerinde lokomotifin küçük eş dişlerinin sıyla belirginleşen hastalık; cücelik,
kavradığı dişler bulunan ikinci ray. kretenlik, -ği [kreten-lik] (kretenlik) is. Zekânm ve
kremleme, [krem-le-me] (kremleme) is. Kremlemek duygulanm a yetisinin hemen hemen hiç bulunma
eylemi. ması, vücut gelişm esinde özellikle cinsel organlar
kremlemek, [krem-le-mek] (kremlemek) gçl. fi [-r] da gelişmenin duraklaması, kılsızlık, deride buru
[-l(i) -yor] Krem sürmek, şukluk ve ihtiyarlık hâli şeklinde belirtiler gösteren
kren, [İng. crane] (kren) is. Vinç, organizmanın durumu; kretenizm; cücelik,
kreozot, [Yun. kreas + sozein (korumak) > Fr. cre kreton, [Fr. Creton (N orm andiya’da kent adı) > cre
osote] (kreozot) is. kim. Katranların damıtılmasıyla tonne] (kreton) is. Çoğunlukla döşemelik olarak
elde edilen ve hekimlikte çürümeye karşı kullanı kullanılan, atkı ve çözgü ipliklerinin sayısı birbiri-
fliımıif m ı. 2813 KRİ
ne denk tutulan ve üzerine çeşitli desenler basılabi- olan, renksiz, kokusuz, tek atomlu, ısıyı az iletti
len bir tür pamuklu kumaş, ğinden elektrik ampullerinin içinde eylemsiz at
kretuar, [Fr. gratter (kaşımak) > gratteur] is. K azıma mosfer oluşturmak için kullanılan, atmosferde bu
aracı. lunan ve kolay sıvılaştırılan bir asal gaz; sembolü:
krezol, -lü [Fr. creosote > cresol] (kresol) is. kim. Kr.
Çeşitli katranlardan elde edilen ve dezenfektan ola kriptosiyanin, [Fr. cryptocyanine] (kriptosiyanin)
rak ya da reçine yapım ında kullanılan üç fenol is. kim. Fotoğrafçılıkta duyarlaştırıcı olarak kullanı
izomerinden herhangi biri; lizol: CH 3 -C 6 H 4 -OH. lan m ora çalan kırmızı boyar madde; C 2 5 H 2 5 IN 2 .
k rik et, [İng. cricket] (kriket) is. Tahta sopalarla kristal, -li [Yun. krystallos (buz) > Fr. cristal] (k ris
toplara vurarak kaleye sokm ak amacıyla takım hâ tal) is. 1. A tom ik yapısı üç doğrultuda düzenli ve
linde oynanan bir İngiliz oyunu, periyodik dağılan, yüzeyinde parlak ve değişik
krikkrak, -ğı [Fr. cric crac] (krikkırak) is. Uzun renkli küçük geometrik biçimler bulunan katı m ad
çubuk şeklinde yapılmış bir tür gevrek, de; billur. 2,. Birleşiminde temel olarak kurşun oksit
bulunan, parlak, duru, yoğun, adi cama göre farklı
kriko, [Yun. krikos (zincir baklası) > İt. criocco]
tınıda ve kırılm a indisi yüksek cam; billur. 3. sf. Bu
(kri ’ko) is. Bir ağır yükü kaldırmak, ya da altında
camdan yapılmış olan. S kristal köre, Bazı fa lc ı
çalışma yapılacak otomobili yükseltm ekte kullanı
ların kullandığı, üzerinde oluşabilecek görüntülere
lan alet.
göre tahminde bulunulan cam top. || kristal mavisi,
krimiııel, [Lat. erimen (suç, suçlama) > criminalis <
K ristalin yansıttığı açık mavi renk.
Fr. criminel] sf. Suçla ilgili,
kristalimsi, [kristal-imsi] (kristalimsi) sf. Kristali
kriminolog, -ğu [Fr. criminologue] (krim inolog) is.
andıran; kristale benzeyen; kristal gibi olan,
Suçlunun kişiliğini, suç olayının doğal kaynağım
kristalleşme, [kristal-le-ş-me] (kristalleşme) is. 1.
ve işleyişini, sosyolojik ve biyolojik nedenlerini
Kristal hâline gelme; billurlaşma. 2. Camın uzun
deneysel yollarla araştıran bilim adamı,
süreli yüksek ısı etkisiyle bazı bileşenlerinin kristal
kriminoloji, [Fr. crimiııologie] (krim inoloji) is.
hâlini alması. 3. kim. fiz. Sıvı veya gaz hâlde bulu
Suçlunun kişiliğini, suç olayının doğal kaynağını
nan bir maddenin atomik yapısı üç boyutta düzenli
ve işleyişini, sosyolojik ve biyolojik nedenlerini
ve periyodik dağılım göstererek yüzeyinde parlak
konu edinen bilim dalı, ve değişik renkli küçük geometrik biçimler hâlini
kripto, [Yun. kryptos (saldı)] (kripto) is. 1. Siyasi alması; billurlaşma. 4. Pişirilmekte olan şeker kay
inancını gizleyen kimse. 2. Komünist olduğunu nam a derecesine ulaşınca yüzeyinde boncuk gibi
saklayarak faaliyette bulunan kimse. 3. “Kripto- kristal tanecikleri meydana gelmesi,
gram ”m kısa kullanımı, kristalleşmek, [kristal-le-ş-mek] (kristalleşmek)
kriptofit, [Fr. cryptophyte] (kriptofıt) is. bot. Kış dönşl. fi [-ir] Kristale dönüşmek; kristal yapısı ka
boyunca toprak üstünde hiçbir organı görülmeyen zanmak; kristal durumuna gelmek; billurlaşmak,
bitki. kristalleştirme, [kristal-le-ş-tir-me] (kristalleştirme)
kriptogam, [Fr. cryptogame] (kriptogam ) sf. bot. is. Kristal durumuna gelmesini sağlamak eylemi;
(Bitki için) çiçeksiz ve tohumsuz, billurlaştırma,
kriptogaıni, [Fr. cryptogamie] (k'riptogami) is. 1. kristalleştirmek, [kristal-le-ş-tir-mek] (kristalleştir
Çiçeksiz ve tohumsuz bitkinin özelliği. 2. Çiçeksiz mek) gçl. fi [-ir] Kristal durumuna gelmesini sağ
ve tohumsuz bitkileri inceleyen biyoloji dalı, lamak; kristal yapısını kazanm asına yol açmak;
kriptografi, [Fr. cryptographiee] (kriptografı) is. billurlaştırmak,
Gizli yazıları şifrelemekte kullanılan tekniklerin kristalli, [kristal-li] (kristalli) sfi. Birleşiminde kristal
tümü. bulunan; billurlu. S kristalli kayaç, jeol. Çıplak
kriptokomünist, [Fr. cryptocommuniste] (kriptoko- gözle görülebilen kristallerden meydana gelm iş
münist) is. Komünist olduğu hâlde bunu açıklama kayaç.
yan kimse. kristallilik, [lcristal-li-lik] (kristallilik) is. Üst m ole
kriptolamak, [kripto-la-mak] ( k riptolamak) gçl. f. [- kül yapısındaki bir birleşiğin, üst moleküllerinin
r] [-l(ı)-yor] B ir gizli yazıyı okunmam ası için krip birbirlerine göre düzenli bir yerleşim göstermeleri
to kurallarına göre değiştirmek, özelliği.
kriptolog, -ğu [Fr. cryptologue] (kriptolog) is. Gizli kristalografi, [Fr. cristalographie] (kristalogırafı) is.
yazı ve belgeler uzmanı, K ristalleşmiş maddeleri, bu maddelerin kristalleş
kriptoloji, [Fr. cryptologie] (kriptoloji) is. Gizli yazı mesine, yapısına, geometrik, fiziksel ve kimyasal
ve belgeler bilimi, özelliklerine ilişkin kuralları inceleyen fizik veya
kripton, [Yun. kriptos (gizli) > Fr. krypton] (k'rip- kim ya dalı.
ton) kim. Atom numarası 36, atom ağırlığı 83,80 kristaloit, -di [Fr. cristalloıde] (kristaloit) sf. 1. Kris-
KRİ • 2814
tale benzeyen veya kristal durum una geçebilen; bil- minde depolam ak için kullanılan aşırı iletken sargı;
lursu; kristalsi. 2. K abak gibi bazı bitkilerin tohum soğuk sargı; soğuk bobin,
larında, hücre içindeki alöron taneciklerinde bulu kriyoelektronik, -ği [Fr. cryoelektronique] (kriyo-
nan kristal görünümlü proteinli merkez, elektironik) is. Aşırı iletkene ihtiyaç duyulması hâ
kristalsi, [kristal-si] (kristalsi) sf. 1. Kristale benze linde çok düşük sıcaklıklardan yararlanan elektro
yen veya kristal durum una geçebilen; billursu; kris nik dalı; soğuk elektronik,
taloit. 2. Tuz, şeker gibi geçişim ölçer veya diyaliz kriyofizik, -ği [Fr. cryophysique] (kriyofızik) is. Çok
makinelerinden geçebilen maddeler, düşük sıcaklıkları inceleme ve ölçmeyi konu alan
kriter, [Yun. kriterion (yargılama gücü) > Fr. cri- fizik dalı; derin soğuk fiziği,
tere] (kriter) is. B ir şeyi değerlendirmek, bir yargı kriyoiletken, [Fr. cryo + T. il-et-ken] (kriyoiletken)
ya ulaşabilmek için esas alman öge; ilke; ölçüt; is. Soğuk iletken,
kıstas. kriyojeneratör, [Fr. cryogenerateur] (kriyojenera-
kritik, [Yun. kritike (yargılama sanatı) > Fr. cri tör) is. D üşük sıcaklıkta tutulan bobinleri aşırı ilet
tique] (kıritik) sf. 1. Eleştiri ile ilgili; eleştirme ken olan üreteç; soğuk jeneratör; soğuk üreteç,
özelliği olan; eleştiren; eleştirmeye dayanan; eleşti kriyolelektroteknik, -ği [Fr. cryoelektronique] (kri-
rel. 2. Eleştirici; eleştiren. 3. is. Doğru ve yanlış, iyi yoelektironik) is. Sıvı azot, sıvı hidrojen ve sıvı
ve kötü veya güzel ve çirkin yönlerini bulup gös helyum la elde edilen çok düşük sıcaklıklardan ya
term ek amacıyla bir kişiyi, bir nesneyi, bir eseri, rarlanarak uygulanan elektronik tekniklerin tümü;
bir konuyu inceleme işi; tenkit; eleştiri. 4. ed. Bir soğuk elektronik tekniği,
sanat ve edebiyat eserini değerlendirme sanatı. 5. kriyoskopi, [Fr. cryoskopie] (kriyoskopi) is. Seyrel
B ir sanat ve edebiyat eserini değerlendirmek, açık tilmiş çözeltilerin donm a yasalarım inceleyen fizik
lam ak ve daha iyi anlaşılmasını sağlamak amacıyla dalı; donma bilimi,
m eydana getirilmiş yazı veya eser; tenkit; eleştiri. kriyoşirürji, [Fr. criyochirurgie] (kriyoşirürji) is.
6. fel. Bilginin temellerini, doğruluğunu inceleme, Ameliyat sırasında bölgesel soğutma ve dondurma
sınam a ve yargılam a işi. fi1 kritik edisyon, kütp. tekniklerinden yararlanan cerrahi dalı,
K arşılaştırmalı bası. kriz, [Yun. krisis (dönüş, karar) > Fr. crise] (kriz) is.
kritik, -ği [Lat. criticus > Fr. critique] (kritik) sf. 1. 1. İlerlemiş bir hastalığın anîden ve şiddetle kötüye
Endişe verici; çok tehlikeli; nazik. 2. (Zaman, du gitmesi. 2. M ikroplu bir hastalıkta (antibiyotikler
rum için) olum suz ve tatsız sonuçlan önlemek için bulunm adan önce) ortaya çıkan ve sonu her zaman
kesin ve acil bir karar alınmasını gerektiren karga iyileşmeye giden anî ve yoğun değişiklik. 3. Fizyo
şa, bunalım, anî dönüşüm vb. tehlikelerin gündem lojik bir rahatsızlıkta, tekrar tekrar ortaya çıkan
de olduğu. S kritik alan, B ir aşırı iletkeni çevre şiddetli ağrı veya sıkıntı; nöbet. 4. Bir duygunun,
leyen m anyetik alanın sınır değeri. || kritik günler, bir ruh halinin şiddetli biçimde dışa vurması; nö
tıp. Bir hastalığın gidişinde önemli değişikliklerin bet. 5. Bağım lılık yaratan bir şeye duyulan anî is
gözlendiği günler.|| kritik sıcaklık, 1. Aşıldığında, tek. 6. Büyük bir sorun veya güçlü bir heyecanın
bir aşırı iletkenin aşırı iletkenliğinin kaybolduğu etkisiyle davranışlarım kontrol edemeyen ve ağla
sıcaklık. 2. B ir gazı sıkıştırma ile sıvılaştırmanın ma, gülme, bağırma, kırm a dökme gibi aşın tepki
mümkün olabildiği en üst sıcaklık sınırı. || kritik ler gösteren kişinin durumu; sinir krizi; ruhsal den
yaş, Fizyolojik yapıda ve davranış biçimlerinde gesizlik. 7. mecaz. Bir kişinin, grubun veya toplu
değişikliklerin gerçekleştiği ya ş dönemi. mun yaşayışında, bir kuruluşun işleyişinde, bir et
kritisizm, [Fr. criticisme] (kritisizm ) is. fel. Bilgiyi kinliğin sürmesinde olayların değişik yönlerde ve
eleştiren ve aklın sınırlarını belirlemeye çalışan değişik biçimlerde gelişmesiyle ortaya çıkan güç
A lm an filozofu K ant’ın felsefesi; eleştirici felsefe; ve bunalımlı dönem; bunalım; buhran. 8. mecaz.
eleştirimcilik; eleştiricilik; intikadiye. Bir malın, ihtiyaç duyulan bir ürünün çok kıt olma
kriyoalternatör, [Fr. cryoaltematör] (kriyoalter- sı durumu; bulunmaması hâli; eksiklik; kıtlık. S
natör) is. elkt. Sıvı helyum sıcaklığında tutulan in- kriz geçirmek, 1. B ir organda anîden fizyo lo jik bir
dükleyici bobinleri aşırı iletken olan dalgalı akım değişiklik olmak. 2. mecaz. Bunalım içinde olmak.||
üreteci; soğuk alternator; soğuk üreteç, kriz masası, B ir âfet anında gerekli tedbirleri al
kriyobiyoloji, [Fr. cryobiologie] (kriyobiyoloji) is. 1. m ak üzere yetkililerden ve uzmanlardan oluşmuş
Ç ok düşük sıcaklıkların canlılar ve biyolojik olgu kurul. || kriz yöneticisi, Zorda kalan işletmeye bir
ların üzerindeki etkisini inceleyen bilim dalı. 2. süre yardım ederek sorunun giderilmesine çalışan
Canlı dokuların, organların ve maddelerin çok dü uzman kişi. || kriz yönetim i, İşletmelerde, üretim
şük sıcaklıklarda saklanması, veya daha başka sebeplerle ortaya çıkan sorunlu
kriyobobin, [Fr. cryobobine] (kriyobobin) is. Büyük durumda iş başına getirilen yöneticilerin davranışı.
miktarda elektrik enerjisini, manyetik enerji biçi krizalit, -di [Yun. khrysallis > Fr. chrysalide] (k ri
ö M l g B O l i » 2815 KRO
zalit) is. zool. Pul kanatlı bir böceğin yetişkin bir kinez sırasında kromatin maddesinin iplik görünü
kelebeğe dönüşmeden önce geçirdiği hareketsiz şündeki biçimi.
dönemdeki durumu, kromatin, [Fr. chromatine] (kromatin) is. biy. Hücre
krizalitleşmek, [krizalit-le-ş-mek] (krizalitleşm ek) bölünmesi sırasında kromozomlar hâlinde beliren,
dönşl. f. [-ir] Başkalaşma ile krizalit durumuna hücre çekirdeğindeki temel boyar maddeleri bağla
gelmek. yan madde.
krizantem, [Yun. khrysos (altm) + ânthos (çiçek) > kromatit, -di [Fr. chromotide] (krom atit) is. biy. M i-
Fr. chrysanteme] (krizantem ) is. bot. B ileşik g il toz sırasında aldığı geçici durum olup uzunlam ası
lerden, sonbahardan kışa kadar çiçekler açan, dip na ikiye bölünen bir kromozomun iki yarısından
kısımları odunsu çok yıllık iki türün melezlenmesi her biri.
ile elde edilmiş pek çok renkte çiçekleri bulunan kromatlama, [kromat-la-ma] (kromatlam a) is. B o
süs bitkisi; kasımpatı, (Chrysantem um). yaların yapışmasını kolaylaştırm ak amacıyla metal
krizolit, [Fr. chrysolite] (krizolit) is. min. Billurları parçaların yüzeyinde kromatlardan koruyucu bir
değerli taş olarak da kullanılan, sarı yeşil renkli, yüzey oluşturma işlemi,
cam parlaklığında doğal m agnezyum ve dem ir sili kromatofor, [Fr. chromatophore] (krom atofore) is.
kat; zebercet. biy. 1. Pigmentleri biriktiren her çeşit biyolojik ya
kroket1, [Fr. croquette] (kroket) is. 1. Galeta unu ve pı. 2. İnsanlarda ve pek çok hayvanda renk uyum u
yumurtaya bulanarak kızartm ak suretiyle yapılan sağlayabilen pigm entli alt deri hücresi,
köfte. 2. Çikolata tableti. krome, [Fr. chrome] (krom e) sf. Kromla kaplı,
kroket2, [İng. croquet] (kroket) is. spor. Tahta, plas kromik, -ği [Fr. chromique] (krom ik) sf. Kromla
tik veya sert lastik toplan bir tokm akla belli kural ilgili. S1 kromik asit, K rom ik anhidrit, C r0 3
lara göre belli yolları izleyerek küçük kalelerden kromit, [Fr. chromite] (krom it) is. min. Krom cevhe
geçirme esasına dayanan bir oyun, ri olarak işletilen mineral; kromlu demir; FeCr20 4
kroki, [Fr. croquis] (kroki) is. M odelin temel özel kromlu, [krom-lu] (kromlu) sf. Birleşiminde krom
liklerini ortaya koyacak biçimde bir çırpıda birkaç bulunan. S kromlu demir, Kromit; FeCr 2 0 4
çizgi veya fırça darbesi ile yapılan kaba taslak re
kromonema, [Fr. cromonema] (kromonem a) is. biy.
sim.
Kromozomda bulunan sarmal eksen ipliği;
krokodil, [Yun. krök (taş) + drilos (solcan) > kro-
kromoplast, [Fr. chromoplaste] (krom opilast) is.
ködrilos > Fr. crocodile] (krokodil) is. 1. İşlenmiş
biy. Değişik renkler taşıyan kromotofor.
timsah derisi. 2. sf. (Çanta, kem er vb. için) timsah
kromosfer, [Fr. chromosphere] (kromosfer) is. gök
derisinden yapılmış olan,
b. G üneş’in veya bir yıldızın, taç adı verilen çok az
krom, [Yun. khrome (renk) > Fr. chrome] (krom ) is.
yoğunluklu dış bölgelerinden, yüzey adı verilen
kim. 1. Atom numarası 24, atom ağırlığı 52,01
yoğun ışık küre kuşağını ayıran, kararsız, homojen
olan, bazı alaşım ların elde edilmesinde ve oksit
olmayan atmosferi; renk küre,
lenmediği için koruyucu olarak kaplam ada kullanı
lan, beyaz, sert bir metal element; sembolü: Cr. 2. kromotropizm, [Fr. chromotropsme] (krom otıro-
sf. Kromdan yapılmış olan, pizm ) is. biy. Canlı bir varlığın belli renkteki bir
nesneye doğru yönelme hareketi,
kromaj, [Fr. chromage] (krom aj) is. 1. M etal yüzey
leri paslanm a ve aşınmaya karşı korum ak amacıyla kromozom, [Yun. khrome (renkli) + soma (madde)
krom ile kaplam ak işlemi. 2. Bu işlemle kaplanm ış > Fr. chromosome] (krom ozom ) is. biy. H ücre çe
olan yer. kirdeğinde yer alan kalıtımın maddî dayanağı olan
çomak biçimli yapı,
kromat, [Fr. chromate] (k'romat) is. kim. İki değerli
krom oksit (Cr42) anyonu içeren krom ik asit tuzu, kron, [Aim. krone / İng. crown] (kron) is. İsveç,
Norveç, Danimarka, Grönland, İzlanda, Estonya,
kromatik, -ği [Yun. khrom atikos > Fr. chromatique]
(kromatik) sf. 1. Renklerle ilgili. 2. biy. Krom o Slovakya ve Çek Cumhuriyetinin para birimi,
zomlarla ilgili. 3. Eskiden ışığın dağılmasını, yeni kronaksi, [Fr. chronaxie] (kronaksi) is. Bir elektrik
den birleşimini, tayf çizgilerini inceleyen optik da akımının bir sinir veya kasta uyarım oluşturabilm e
lma verilen isim; renkser. S krom atik aralık, si için gereken en kısa uyarı süresi,
müz. A ym adı taşımakla birlikte biri diyez diğeri kronik, -ği [Yun. khronos (zaman) > khronikos >
bemol almış iki ses arasındaki aralık; tampere sis Lat. chronicus > Fr. chronique] (kronik) is. 1.
temde bir oktavın on ikide birine eşit aralık; yarım Olayların tarih veya oluş sırasına göre yazıldığı
ton. || krom atik indirgeme, biy. E rkek ve dişi g a tarih; ruzname; vakayiname. 2. Soylu bir ailenin
metlerin oluşumu sırasında iki yavru hücrenin, ana tarihî şeceresi. 3. gnşl. Özel bir düzendeki olayların
hücrenin çekirdeğindeki krom ozom ların yalnız y a hikâyesi. 4. B ir gazetenin, derginin vb. yayının ha
rısını devralmaları olayı. || krom atik iplik, K aryo ber veya başka şeylerin özel düzenine ayrılmış bö
KRO İIİMIİİTO; SÖ M . 28ie
lümü. 5. sf. mecaz. (Sorun için) uzun süredir çö- k ru t, [Fr. croûte] (krut) is. Ekmek kabuğu,
zümlenememiş. 6. Süreğen; sürüp giden; müzmin. k ru v aze, [Lat. croix (çapraz) > Fr. croiser (çapraz
7. tıp. (Hastalık için) uzun süreli, gitmek) > croise] (kruvaze) is. (Ceket, yelek vb.
kronikçi, [kronik-çi] (kronikçi) is. Kronik yazan; için) ön parçaları birbiri üstüne kapanan; çapraz. S
vak ’anüvist. k ru v a z e a rm iir, Çözgü tellerinin birer kayması ile
k ronikleşm e, [kronik-le-ş-me] (kronikleşm e) is. ikişer ikişer allayarak birbirine bağlanan kare bi
K ronik hâle gelme; müzminleşme, çiminde armür.\\ k ru v aze yaka, D evrik kısımları
k ronikleşm ek, [kronik-le-ş-mek] (kronikleşm ek) çaprazlanan yaka.
dönşl. fi [-ir] Uzun süre çözümsüz kalmak; kronik k ru v az ö r, [Lat. crux (çarmıh) > Fr. croiser (sahil
hâle gelmek; müzminleşmek, boyu gitmek) > croiseur] (kruvazör) is. D eniz yol
korono-, [Yun. klırönos (zaman) > Fr. / İng. chrono-] larını gözetme, deniz ve hava filolarına kılavuzluk,
ön ek. Başına eklendiği Latin kökenli kelimelere etme, uçak gemilerini düşman uçaklarının ve hafif
"zam an " kavramı katan ön ek. gemilerin saldırılarına karşı korum a amacıyla, top
kronobiyoloji, [Fr. chronobiologie] (kronobiyoloji) larla donatılmış hızlı savaş gemisi,
is. Biyolojik olaylann, zaman içindeki değişimleri ksenofobi, [Yun. ksenös (yabancı) > Fr. xenophobic]
ni nicelik bakım ından inceleyen biyoloji dalı, (ksenofobi) is. Yabancı düşmanlığı,
k ro n o g raf, [Fr. chronographe] (kronograf) is. Za ksenon, [Yun. ksenös (yabancı) > Fr. xenon] (k 'se
m anı hassas bir şekilde ölçen ve olayların süresini rton) is. kim. Atom numarası 54, atom ağırlığı
salisesine varıncaya kadar kaydeden aygıt; süreya- 131,3 ve yoğunluğu 4,5 olan renksiz, kokusuz, tek
zar. atomlu, soy gazlar grubundan bir kimyasal ele
kronoloji, [Fr. chronologie] (kronoloji) is. 1. Tarihî ment; sembolü: Xe.
olayların zam anlannı belirleme bilimi; zaman bili ksilem , [Fr. xyleme] (ksilem ) is. bot. Botanikte o-
mi. 2. Oluş sırasına göre düzenlenmiş olaylar dizi dunun bilim sel adı; odun boru,
si; zaman dizimi, ksilen, [Fr. xylene] (k'silen) is. kim. M aden kömürü
kronolojik, -ği [Fr. chronologique] (kronolojik) sfi. katranından ya da petrolden elde edilen, benzen
1. Kronolojiye uygun; zaman bilimine ait. 2. Tarih grubundan arom atik bir hidrokarbon; C 3H4(CH 3 )2
sırası ile; oluş sırasına uygun; kronoloji ile ilgili; ksilofon, [Yuun. ksylon (tahta) + phones > Fr.
zam an dizimine ait. xylophone] (ksilofon) is. müz. Değişik sayıda a-
k ro n o m etre , [Fr. chronometre] (kro n o m e’tre) is. 1. kortlu madenî veya tahta şeritlerden meydana gel
Zamanı hassas biçimde ölçen saat. 2. Çok kısa sü miş, bir çift tahta çubukla vurulmak suretiyle çalı
releri ölçen fakat saati göstemıeyen alet. nan bir tür müzik aleti.
k ro s 1, [Al. kreutz (haç)] (kros) is. 1. M atbaacılık ve -k u 1, [-gı / -gi / -ki / -kı / -gu / -gü / -kü / -ku] yap. e.
tornacılıkta birleştirilecek yüzeylerin hassas bir -*-&■
şekilde birleştirilmesi için uygun yerlerde konulan -k u 2, [-ğu / -gü / ku / -kü / -a-ğu / -e-gü] {eT} yap. e.
çarpı işareti. Fiilden isim yapma ekidir, ud-ku (uyku)
k ros2, [İng. cross-country (açık arazi koşusu)] (kros) K u 1, [Rus. Kurçatov (Rus fiz ik bilim adamı) > Fr.
is. spor. 1. Kır, orman, akarsu ve dağlardan geçerek kourtchatuvium] kısalt, is. kim. Rus nükleer bilim
yapılan koşu; kır koşusu. 2. Bu gibi yerlerde bisik adamlarının 1965’ten beri yapay olarak buldukları
letle yapılan yarış. 3. Boksta iki rakibin aynı türden fakat tanımadıklarını ileri sürdükleri, atom numara
yumruğu aynı anda atması, sı 104, kütlesi 260 olan yapay elemente önerdikleri
krosçu, [kros-çu] (krosçu) is. spor. Kros yarışlarına kurçatovyumun sembolü. -*• rutherfordyum,
katılan sporcu, k u 2, [küğîı] (ku:) {eT} is. Kuğu. [Nevâyî]
kroşe, [Fr. crochet) (kroşe) is. spor. Boksta, kolla bir k u 3, [ku] {ağız} is. Çeltik tarlaları sulanırken su üs
yay çizilerek atılan yumruk. tünde toplanan çerçöp. [DS]
K rş. [İt. grossi / Al, groschen > T. kuruş] kısalt, is. k u a, [Çin. hua] {eT} Çiçek türü. [EUTS]
T ürk lirasının yüzde biri değerindeki para birimi, k u a fö r, [Fr. coiffeur] is. 1. Berberlik yapan erkek;
k ru asan , [Lat. crescere (büyümek) > Fr. croissant] is. erkek berber. 2. Kadın berberi. 3. Berber dükkânı.
Hilal şeklindeki çörek, 4. Güzellik salonu,
k ru p , [İng. croup] (krup) is. Daha çok çocuklarda k u a fü r, [Fr. coiffure] is. Saç kesim şekli,
görülen, ölüme sebep olan difterimsi boğaz iltihabı, k u a n tu m , [Fr. quantum] is. l.f iz . Işık birimi; foton.
k ru p iy e, [Fr. croupier] (krupiye) is. Bir kumarhane 2. biy. Bir uyartıya cevap olarak sinir hücresinden
de veya bu tür oyunların oynandığı yerlerde oyunu çıkarılan ve sinapsı geçerek diğer bir nöronu veya
yöneten kimse, kas tellerini uyaran asetilkolin, dopomin, serotonin
krupiyelik, -ği [krupiye-lik] (krupiyelik) is. Krupi ve norarenalin gibi kim sayal madde salgılarının en
yenin işi. az birimi.
öI I M R 5 İ M İ K . 2 817 KUB
kuartet, [Lat. quartus (dörtte bir) > Fr. quartette] is. kubat, [Erme, gobid / kopit / khubat] sf. 1. {ağız) is.
müz. Dörtlü. İri yarı; kaba; şişman; biçimsiz; hantal. [DS] 2.
kuasar, [Amer. Q uasi Stellar Astronomical R adio Davranışları ve konuşması kaba saba olan,
source > quasar] is. kısalt, ast. Tayfı kırmızıya doğ kubatça, [papatya] {ağız} is. Papatya. [DS]
ru kayma gösteren, yıldız görünümünde ancak ışı kubatlık, -ğı [kubat-lık] is. 1. K ubat olma durumu;
nım gücü çok yüksek gök cismi. kubat olan şeyin niteliği. 2. Kabalık,
kûb, [Far. küften (dövmek, vurmak) > kılb ] kubbe, [Ar. kubbe <ü>] {OsT} is. 1. Bir yapıyı örten
(kıı. b) {OsT} is. 1. Vurma; vuruş. 2. Vurma sonucu yarım kubbe biçimindeki dam. 2. mecaz. Gökyüzü.
duyulan ağrı. 3. Kubbe ile örtülü binalara bazı İslam ülkelerinde
kuba1, [Ar. kübâ’ fLyS] (kırb a :) {OsT} is. tıp. Tuzlu verilen isim. 4. sf. Kubbe biçiminde olan. S kubbe
balgam hastalığı destâr, {OsT} Başlığın üzerine sarığın kubbe biçi
minde sarıldığı bir tür kavuk sarma biçimi.|| kub-
kuba2, [kub-a] {ağız} is. 1. Gurur; kibir. 2. Yapışkan,
be-i âb, Sıı üzerinde oluşan kabarcık. || kubbe-i
killi toprak. 3. İncir ağacı tomurcuğu. 4. Kuş ve
firüze-fâm, {OsT} Mavi renkli g ö k y ü z ü . kubbe-i
kümes hayvanlarının tüyden tepeliği. [DS]
gerdende, {OsT} Gökyüzü. || Kubbe-i Hadrâ, {OsT}
kuba3, [kubâ] (kuba:) {eT} is. Kumral. [KB] S kuba
1. Yeşil kııbbe. 2. M evlana’nın türbesi. || kubbe-i
at, {eT} Donu kumral (konur al) ile sarı arasında
kanek, {OsT} anat. Ağzın tavanı: damak.\\ kubbe-i
olan at. [DLT]
mînâ, {OsT} Gökyüzü.\\ kubbe-i ser-beft, {OsT}
kubacuk, [kuba-cuk] is. Çömelme vaziyeti. S ku-
Yıldızlı gökyüzü. || kubbe-i ulyâ, {OsT} Gökyüzü.||
bacık oturm ak, {ağız} Çömelerek oturmak. [DS]
kubbe-i zebercedi, {OsT} Gökyüzü.|| kubbe-i zer-
kubai, [Ar. kübâî ^ k jâ] (ku:ba:i:) {OsT} sf. tıp. Tuzlu beft, {OsT} Yıldızlı gökyüzü.\\ kubbe-i zerrîn, {OsT}
balgam hasatlığı ile ilgili, G ü n e ş kubbe-i zümürrüd-fâm, {OsT} Gökyüzü.||
kubak', -ğı [kub-ak (yas)] {ağız} is. Bir tür keklik. kubbeleri çınlatmak, {OsT} 1. Sesini aşırı derece
[DS] S kubak kubak kubaklam ak, {ağız} (Keklik de yükseltmek. 2. Sesiyle gökleri çınlatmak.\\ kub-
için) ötmek. [DS] be-nişîn, {OsT} K ubbealtı’nda toplanan vezirlerden
kubak2, -ğı [Erme, gobit] {ağız} is. -* kubat. [DS] her biri.|| kubbetü’l-arz, {OsT} Yer yuvarlağının
kubalak, [kubal-ak] /ağız} is. Çömlek. [DS] insan bulunan kısmının merkezi.\\ kubbetü’l-ha-
nek, {OsT} anat. Damakkem eri.\\ kubbetü’l-İsIam,
kûban, [Far. küb > kübâıı olyS"] (kû:ba:n) {OsT} is.
{OsT} İslamın kubbesi; Belh şehri.
1. Vurucular; dövücüler. 2. zf. Vurarak, Kubbealtı, -nı [kubbe+alt-ı] {OsT} is. tar. İm parator
kubar, [kuba-r] {ağız} is. 1. Elenm iş saman tozu. 2. luk döneminde vezirlerin devlet işlerini görüşmek
Verimsiz tarla. 3. M eşe ağacı. [DS] üzere toplandıkları Orta Kapı ile Babüssaade K apı
kubarık, [kub-ar-ık] {ağız} sf. Çalımlı; gururlu; o- sı arasındaki bölüm,
nurlu. [DS] kubbeli, [kubbe-li] sf. 1. Kubbesi olan. 2. Kubbe
kubarlanmak, [kubar-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] biçiminde olan. S kubbeli delik, Trakeit gözeleri
Kabadayılık etmek. [DS] nin uçlarında bulunan ve besi suyunun düşey iler
kubarma, [kub-ar-ma] is. K ubarmak eylemi, lemesini sağlayan geçiş yolu. || kubbeli fırın, Üze
kubarmak, [kub-ar-mak] {ağız} g ç sz.f. [-ır] 1. (Hin rinde kubbesi olan fırın.
di, horoz vb. için) tüylerini kabartmak. 2. mecaz. kubbesiz, [kubbe-siz] sf. Kubbesi bulunmayan; kub
Büyüklenmek; kibirlenmek; çalımlanmak; çalımlı besi olmayan,
bir tavır takınmak. [DS] kubca, [Sırp, kupça] {ağız} is. Düğme; kopça. [DS]
kubaşık, [kuma-ş-mak > kuba-ş-ık / kumaşık] {ağız} kubdan, [? kubdan] {ağız} is. Harman toplamaya ya
sf. 1. Ortaklaşarak, yardımlaşarak. 2. Ortak. 3. is. rayan araç. [DS]
İmece. 4. Y ayla komşusu. 5. Bir çoban tarafından
kubeb, [Ar. kubbe > kubeb <_^] {OsT} is. Örtüsü y a
bakılan ve birbirine katılm ış birkaç ayrı sürü. [DS]
s kubaşık gitmek, {ağız} (İki sürü için) birlikte rım küre biçiminde yapılmış bina damları; kubbe
otlamak. [DS] ler.
kubaşma, [kum-a-ş-mak > kub-a-ş-ma] is. 1. Kubaş kubeba, [Ar. kebâbe > kubebâ L-Jj] {OsT} is. bot. K a
mak eylemi; yardımlaşma. 2. {ağızj sf. Kubaşık. rabibergillerden Afrika ve A sya’da yetişen, karabi
[DS] ber tadında üzümsü meyveli, tohumları dövülüp toz
kubaşmak, [kuma > kuba-ş-mak] {ağız} işteş, f. [-ır] hâline getirildikten sonra halk hekimliğinde kulla
1. Birlikte bir işi yapmak; ortaklaşa iş görmek; nılan tırmanıcı bir bitki, (Piper cubeba).
imeceyle iş yapmak; yardımlaşmak. 2. Ortak ol
kubel, [Ar. kuble > kubel J-i] {OsT} is. Öpücükler;
mak. 3. Paylaşmak; bölüşmek. [DS] 4. (Kadınlar i-
çin) iş yaparken yarışmak. öpmeler.
KU ÖIÜMIİİİÇE SOM • 2818
ku’bere, [Ar. ku'bere °j ^ \ (ku-bere) {OsT} is. anat. K ale hendeğinin içinden kaleye gidip gelm ek için
yapılm ış dehliz; üstü kapalı siper yolu.
B ilek kemiklerinden küçük olanı, (radius).
kubeşm ek, [kum-a-ş-mak > kubeş-mek] {ağız} işteş. kubur3, [kubur / kubuz] {ağız} is. Yalan. [DS] S ku
bur atmak, {ağız} Yalan söylemek. [DS]
f. [-ir] (Kadınlar için) iş yaparken yarışmak. [DS]
kubur4, [kubur] {ağız} is. K ürek kemiklerinin çıkıntı
kubh, [Ar. kubh ^ i ] {OsT} is. 1. Çirkinlik. 2. Kötü
lı yerleri. [DS]
lük; fenalık. kuburam ak, [*kuvur-mak > kubra-mak / kuv(u)r-â-
kubhiyat, [Ar. kubhiyyât ü U j ] (kubhiya:t) {OsT} mak] (kııvra:mak) {eT} gçl. f. [-r] -* kuvramak.
is. Kötü ve çirkin işler; kötü davranışlar, [ETY]
kublam ak, [kub-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] (Ağaç kuburga, [kobur-mak > kobur-ğâ] (kuburğa:) {eT} is.
kabuğu, taş vb. için) çatlamak. [DS] -* koburga. [DLT]
kuburluk, -ğu [kubur-luk] is. 1. K ubur adı verilen
k uble1, [Ar. kuble <13] {OsT} is. Öpme; öpüş; öpücük.
tabancanın eyer kayışının iki yanma asılan kılıfı. 2.
kuble2, [? kuble] {ağızj is. Balta veya çapanın sap Barut kabı. 3. Okluk; sadak. 4. {ağız} Deriden ya
takılan deliği. [DS] pılmış çakı ve silah kabı. [DS] 5. {ağız} Bele bağla
kubramak, [*kuvur-mak > kuv(u)r-â-m ak > kubra- nan silahlık. [DS]
mak] (kuvra:mak) {eT} gçl. f. [-r] -*■ kuvramak. kubuş, [? kubuş] {ağız} is. Koyu kahverengi. [DS] f?
[İKPÖy.] kubuş boya, K oyu kahverengi.
kubranmak, [kubra-mak / kuv(u)r-â-m ak > kubra-n- kubuz1, [kub-uz / kopuz] {ağız} is. 1. Yalan; palavra.
mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Toplanmak; bir araya gel 2. Palavracı; övünen kimse. 3. Züğürt. 4. Hokka
mek. [ETY] baz. 5. Körüklü ağız armonikası. 6. Tüfeğin çak
kubratm ak, [kubra-mak / kuv(u)r-â-m ak > kubra-t- m ak kısmı. 7. Çakmaklı tabanca. [DS] S kubuz
mak] {eT} gçl. f. [-ur] 1. Toplamak; derleyip top atmak, {ağız} Yalan söylemek; kubur atmak. [DS]
lamak. [ETY] [Gabain] [Tekin] 2. Toplatmak. [EUTS] kubuz2, [kop (yans.) > kop-m ak (patlamak; yankı
kubray [? kubray] {ağız} is. Sabanın çamurunu sı vermek) > kop-uz / kob-uz] {eT} {eAT} is. -*■ kopuz.
yırmakta kullanılan demir araç. [DS] [DLT]
kubuduk, -ğu [kub-ut-mak > kub-ud-uk] {ağız} is. sf. kubuzcu, [kubuz-cu] {ağız} sf. Yalancı; palavracı.
1. Y alan söyleyen; abartmalı söz söyleyen. 2. Y ük [DS]
sek sesle ve çok konuşan. 3. Kabadayı. [DS] ö kubuzlug, [kop-uz > kopuz-luğ] {eT} sf. -* kopuzlug.
kubuduk atmak, {ağız} Yalan söylemek; övünmek. [DLT]
[DS]|| kubuduk etmek, {ağız} K abadayılık etmek. kubiiş, [? kubüş] {ağız} is. Kel. [DS]
[DS] kubfiz, [kub-uz] {ağız} sf. Cimri. [DS]
kubuduklanm ak, [kubuduk-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] kubzalm ak, [kopuz > kop(u)z-al-mak] {eT} g çsz.f. [-
Kabadayılık etmek, ur] -*■ kopzalmak. [DLT]
kubulam ak, [kub-u-la-mak] {ağız} g çsz.f. [-r] [-l(u)- kubzaşm ak, [kop-uz > kop(u)z-â-m ak > kopza-ş-
yo r] Fısıldamak. [DS] mak] {eT} işteş, f. [-ur] -* kopzaşmak. [DLT]
kubulu, [kubu-lu] {ağız} sf. Y ırtık elbiseli. [DS] kucak, -ğı [kuç-mak (kucaklamak) > kuç-ak / kuc
kubun, [kub-u-n] is. Sanı; kuruntu; düşünü. ak] is. 1. V ücudun açılmış kollarla göğüs arasında
kubur1, [Ar. kabr > kubur j^ î] (kubu:r) {OsT} is. 1. kalan bölümü. 2. O tururken dizlerle karın arası. 3.
Çukurlar. 2. Mezarlar; kabirler. mecaz. Herhangi bir şeyin sınırlarının arası; iç; ku
şatılmış hâlde iken kuşatan ortamın ortası. 4. sf.
kubur2, [Moğ. qobür > Far. kubur j^ J] (kubu:r)
Kollarla kucaklanmış iken kollarla göğüs arasının
{OsT} is. 1. Tuvalet deliği; bu delikten lağıma inen alabileceği büyüklükte olan. S kucağına almak,
boru. 2. B oru biçimindeki kap. 3. Eskiden kullanı 1. Kucaklamak; kucakta taşımak. 2. Bağrına bas
lan bir tür tabanca; dolma tabanca; çakmaklı taban mak; sarılmak. || kucağına atılmak, Kucaklaması
ca. 4. {eAT}{OsT} Ok çantası; sadak. 5. {ağız} Ta için birine doğru gitmek. || kucağına düşmek,
banca kılıfı. [DS] 6. {ağız} Sahtiyandan yapılmış (Tehlike vb. şeyler için) karşı karşıya gelmek; kar
enli bir tür kuşak; silahlık. [DS] 7. {ağız} Belde taşı şılaşmak:.|| kucağına oturm ak, Birinin dizleri üs
nan bir tür para cüzdanı. [DS] 8. {ağız} Samanı ko tüne oturmak. || kucak açmak, Birine barınacak
layca alm ak için samanlıktan ahıra kadar uzanan yer vermek; korumak.\\ kucak çocuğu, Henüz y ü
tahta oluk. [DS] 9. {ağız} Kuru çam yaprakları. [DS] rüyemeyen, kucakta taşman çocuk. || kucak dolusu,
10. {ağız} Gömlek kollarında düğmelenecek yer. P ek çok; p e k bol. || kucak kucağa, Yüz yüze ve bir
[DS] 11. {ağız} Karıncaların yediği küçük beyaz bir birine sarılm ış olarak. || kucak kucak, 1. B ol bol.
böcek. [DS] 12. sf. Boru gibi dar olan. S kubur 2. K ucaklanabilecek miktarda; kucak dolusu. || ku
sıkmak, Tabanca atmak. || kubur yolu, {17. yy.} caktan kucağa, Birinin kucağından öbürünün ku
O T İ M I K M « 2819 KUD
cağına.\\ kucaktan kucağa gezmek, (Kadm için) kûçe, [Far. küçe (kû. çe) {OsT} is. 1. Dar sokak;
p e k çok kişi ile ilişkiye girmek; p e k çok kimsenin
küçük sokak. 2. Kasabanın tenha köşesi. 3. Küçük
sevgilisi olmak; p e k çok erkek ile yatmak.
köy. 4. Çarşı; pazar S küçe-i bâzâr, P a za ry e r i.||
kucaklama, [kucak-la-ma] is. Kucaklam ak eylemi, küçe-i ser-best, Çıkmaz sokak.
kucaklamak, [kucak-la-mak] g ç l.f. f-r] [-l(ı)-yor] 1.
kûçek, [Far. küçek (kû:çek) {OsT} is. müz.
Bir kimseyi kollarla sararak göğsü üzerine bastır
mak; sarılmak. 2. Kucağına almak; kucağında ta Türk müziğinin en eski birleşik makamlarından bi
şımak. 3. mecaz. Sarıp çevrelemek; kuşatmak; içine ri.
almak; kapsamak, kuçgundı, [kuç-mak > kuç-ğün > kuçğun-dl] (Jcuç-
kucaklanış, [kucak-la-n-ış] is. Kucaklanmak durumu ğundı:) {eT} is. Soğan. [DLT]
ve biçimi. kuçı, [kü-çî] (ku:çı;) {eT} is. Kuğu avcısı. [Nevâyî]
kucaklanma, [kucak-la-n-ma] is. K ucaklanm ak ey kuçık, [kü-çık] {eT} is. Yengeç burcu. [KB]
lemi. kuçışmak, [kuç-mak > kuç-ış-mak] {eT} {eAT} işteş.
kucaklanmak, [kucak-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. Bir f. [-ur] Kucaklaşmak; sarmaşmak,
kimse tarafından kollarıyla sarılarak göğsü üzerine kuçka, [Bul. kıicka (kancık köpek)] {ağız} is. 1. K ö
bastırılmak; sarılmak. 2. K ucağa alınmak; kucakta pek yavrusu; enik. 2. İnişte arabanın yavaş gitm e
taşınmak. 3. mecaz. Sarılıp çevrelenmek; kuşatıl sini sağlamak için tekerleğin altma konulan kızak.
mak; içine alınmak, [DS]
kucaklaşma, [kucak-la-ş-ma] is. Kucaklaşm ak ey kuçmak, [kuç-mak] {eT} {eAT} g ç l.f. [-ur] 1. K ucak
lemi. lamak; kollarında sıkmak; bağrına basmak. [İKP
kucaklaşmak, [kucak-la-ş-mak] işteş, f. [-ır] K arşı Öy.] [EUTS] [KB] [Yüknekî] [Gabain] [DK] 2. Bağdaş
lıklı olarak birbirini kucaklamak; kucak kucağa kurmak; kavuşturmak. [Gabain]
sarılmak. kuçturmak, [kuç-mak > kuç-tur-mak] {eT} gçl. f i [-
kucaklayış, [kucak-la-y-ış] is. Kucaklam ak eylemi ur] Kucaklatmak. [DLT]
veya biçimi. kuçu, [Bul. küce (köpek) [Tietze]] is. K öpek çağırma
kucmak, [koç-mak / kuç-mak] {ağız} gçl. f. [-ar] sözü. & kuçu kuçu, Köpek çağırma sözü.
Kucaklamak. [DS] kuçukuçu, [kuçu+kuçu] is. (Çocuk dilinde) köpek,
kucuklamak, [kucuk-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [- kuçulmak, [kuç-m ak> kuç-ul-mak] {eT} ed il.f. [-ur]
l(u)-yor] Kucaklamak. [DS] Kucaklanmak; koçulmak. [EUTS]
kucun, [koçan / kucun] {ağız} is. M ısır koçanı. [DS] kuçura, [kuçu-ra] {ağız} sf. Çömelik. 0 kuçura
kucunmak, [kuc-un-mak / kocun-mak] {ağız} is. durmak, {ağız} Çömelmek. [DS]
Sinirlenmek. [DS] kuçuş, [kuç-mak > kuç-uş] {eT} is. Kucaklama; ku
kucur, [? kucur] [ku] {ağız} sf. 1. Kısa boylu. 2. A - caklaşma. [DLT]
lışılmamış; yabansı. [DS] kuçuşm ak, [kuç-mak > kuç-uş-mak] {eT} işteş, f i [-
kucuş1, [kuç-mak (kucaklamak) > kuc-uş] {ağız} is. ur] Kucaklaşmak. [KB] [İKPÖy.]
Pamuk kozası. [DS] & kucuş kucuş, Sarmaş dolaş; kud1, [kut] {eT} is. 1. Kut; saadet; 2. Kutsama; takdis;
kucak kucağa. ruh. [EUTS] 3. Haşmetpenah; hazret. [EUTS] 4. U n
kucuş2, [kucuş / kocuş / kocamış kuş] {ağız} is. İri sur. [EUTS] 5. Azamet. [EUTS]
yapılı, yaşlı kimse. [DS] kud2, [Rus. kut (köşe) [Tietze]] {ağız} is. is. Uç. [DS]
-kuç, [-gıç / -giç / -guç / -güç / -kiç / -kıç / -küç / - S kud fasulye, {ağız} Kılçıksız fasulye. [DS]
kuç] yap. e. -*■ -gıç. kuda', [? kuda] {ağız} is. 1. Kız görmeye giden görü
kuç, [kıc / kıç / kiç / kuç (yans.)] is. Köpek ve benze cü. 2. Birbirinden kız alıp veren aileler; dünür. [DS]
ri hayvanlarla keçi çağırma ünlemi, kuç-u kuçu S1 kuda gitmek, {ağızj Güce gitmek; kırılmak. [DS]
kuça, [kuça] {ağız} is. Ellerde ve ayaklarda olan, kuda2, [kuda] {ağız} is. Kuyruksuz köpek. [DS]
kökleri derine kadar inen bir tür deri hastalığı; kudadmak, [kut-ad-mak] {eT} gçl. fi [-ur] -*■ ku-
mantar. [DS] tadmak. [EUTS]
kudal, [Yun. khotâli (kepçe)] {ağız} sf. 1. Gerekme
kuçak, [kuç-mak > kuç-ak JU-js] {eT} {OsT} is. K u
diği hâlde her işe burnunu sokan; gereksiz konu
cak. [DLT] ö kuç kucak olm ak, {eAT} K ucak ku
şan. 2. Yemek karıştırmaya yarayan tahta araç; bü
cağa olmak.
yük kepçe. [DS]
kuçaklamak, [kuç-ak > kuç-ak-lâ-mak] (kuçak-
kudallamak, [kud-al-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(ı)-
la:mak) {eT} {eAT} is. Kucaklamak. [DLT] [DK]
yo r] İnsan ve hayvana değnek, odun fırlatmak. [DS]
kuçam, [kuç-mak > kuç-am] {eT} is. Kucak. [DLT]
kudallık, -ğı [kud-al-lık] {ağız} is. Her şeye karışma;
kuçça, [küçük+ağa > kuçça] {ağız} is. Ağabey. [DS] burnunu sokma. [DS]
KUD H Ü R C E S M • 2820
kudama, [Ar. kudame (nohut) [Tietze]] {ağız} is. kudgırm ak, [kııd-ğür-mak / kuz-ğır-mak] {eT} gçsz.
Leblebi. [DS] f. [-ur] -* kuzgırmak. [DLT]
kudamaci, [kudama-ci] {ağız} is. Leblebici. [DS] kudgu, [kod-ğü] (kudğu:) {eT} is. -*■ kodgu. [DLT]
kudarmak, [kuda-r-mak] {ağız} gçsz. f i [-ır] Kaba kudgulanm ak, [kod-ğü > kodğu-lâ-mak > kodğula-
dayılık etmek. [DS]
n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] -*■ kodgulannıak. [DLT]
kudas1, [Ar. kudas ^ l-ü ] {OsT} is. Hz. İsa’nın hava
kudı, [kud-mak (dökmek) > kud-T / kod-î] (kudı:)
rileri ile yediği son yemeği anmak üzere, Hris-
{eT} is. 1. Kuyu; çukur. [DLT] 2. Aşağı; aşağıya;
tiyanlarm kilisede bir kap içine şarap ve ekmek
aşağı doğru. [ETY] [DLT] [Üç İtigsizler]
koyarak yaptıkları takdis töreni; liturya. S1 kudas
kudırm ak, [kurı-mak > kurı-t-mak] {eT} gçl. f. [-ur]
dolabı, Birden çok mihrabı olan kiliselerde kut
Kurutmak. [Gabain]
sanm ış ekm ek ve şarabın saklandığı dolap.
kudas2, [ku-daş] {eT} is. Dost; ahbap; arkadaş. kudız, [kod-mak > kod-uz] {eT} is. -*■ kodız. [ETY]
[EUTS] kudi, [kudu] {ağız} is. -*• kudu2. [DS]
kudaş, [ku-daş] {eT} is. Tanış. [Gabain] kudlışmak, [kud-mak > kud-ul-mak > kud(u)l-ış-
kudat, [Ar. kadı > kııdât / kuzât sUö] {OsT} is. Kadı mak] {eT} işteş, f. [-ur] Bir şeyi bir şeyin içine yer
lar. leştirmekte yardımlaşmak; birlikte koymak,
kudatm ak, [kut-ad-mak] {eT} gçl. fi. [-ur] -*■ kutad- kudma, [kud-mak > kud-mâ] (kudm a:) {eT} is. 1.
mak. [EUTS] K adayıf gibi ince kesilm iş ve tavada kızgın yağa
kudayma, [Ar. kudâme (nohut) [Tietze]] {ağız} atılarak kızartılan ham ur üzerine şeker dökülerek
yenilen bir tür tatlı. [DLT] 2. Ergimiş madenin ka
is. Leblebi. [DS] lıplara dökülmesi ile üretilen eşya. [DLT]
kudayna, [? kudayna] {ağız} sf. Özürlü. [DS]
kudm ak1, [kud-mak / kuy-mak] {eT} gçl. f. [-ur]
kuddam, [Ar. kuddâm j>l.ü] (kudda.m) {OsT} is. Ön
(Sıvı vb. akarlar için) bir kap veya yere dökerek
taraf; ileri. koymak; kuymak. [ETY]
kuddami, [Ar. kuddâmî ^ l-ü ] (kudda:mi:) {OsT} is. kudmak2, [kut-mak / kud-mak] {eT} gçsz. f. [-ıır] -*■
anat. Ön. lcutmak. [EUTS] [Gabain]
kudde, [kud(d)-e] {ağız} sf. 1. Kendini beğenmiş; kudret, [Ar. kudret Oj-ü] {OsT} is. 1. Güç; erk; kuv
bilgiçlik taslayan. 2. Akıllı; zeki; düşünceli. 3. (Ki vet; iktidar; takat. 2. Bir amaca ulaşmayı sağlayan
şi için) güldürücü. 4. (Kişi için) kurnaz. 5. Kibirli; özellik. 3. Yetenek; beceri; kabiliyet. 4. A llah’ın
çalımlı. [DS] bütün varlığı kapsayan ezelî ve sonsuz gücü; Allah.
kuddise, [Ar. lçuddise ^ J i ] {OsT} imi. “Kutlu olsun, 5. M alî bakım dan varlık; zenginlik. 6. Yaratılış. S
kutlu eylesin!" anlamında ermişler için söylenen kudret hamamı, Yerden sıcak olarak çıkan suyun
dua. kullanıldığı hamam; ılıca; kaplıca.\\ kudret helva
sı, 1. Bazı bitkilerin öz sularının kurutulması ile
kudduk, -ğu [? kudduk] {ağız} sf. Kurnaz. [DS]
elde edilen ve m üshil olarak kullanılan macun. 2 .
kuddus, [Ar. kuds > kuddüs ^ j- ^ ] (kuddıı:s) {OsT} Yurdumuzun kuzey batı ve batı bölgelerinde yeti
s f 1. Pek kutsal ve kutlu olan; aziz ve mübarek. 2. şen, beyaz çiçekli, yirm i metre kadar yükselebilen
Ç ok temiz. 3. is. Hiçbir eksik ve hatalı tarafı olm a bir ağaç, (Fraxinus ornus). 3. A lla h ’ın İbranîlere
yan; Allah. gökten indirdiğine inanılan hazıryiyec.ek.\\ kudret-
kuddusi, [Ar. kuddüsı (kuddu.si:) {OsT} s f i cüz’iye, {OsT} psikol. Belirli bir eyleme yönelik
g ü ç.|j kudret-i elektrikiye, {OsT} fiz. Elektrik ener-
Kutsal olm a durumuna ulaşmış kimse; kutlanmış,
jis i.|| kudret-i hararet, {OsT} Isı enerjisi.|| kudret-i
kûdegî, [Far. küdegî (kû:degi:) {OsT} is. 1. kim yeviye, {OsT} fiz. Kim yasal enerji. j| kudret-i
Çocukluk. 2. Çocukça davranış, külliye, {OsT} psikol. B ir işi yapm a veya yapm ama
kûdek, -ği [Far. kııdek (kû:dek) {OsT} is. Ço hürriyet ve gücünü elinde bulunma durıımu.\\ kud-
ret-i mihanikiye, {OsT} fiz. M ekanik enerji.\\ kud
cuk. S kûdek-m enîş, {OsT} Çocuk yaradılışlı.
ret-i müm ekkine, {OsT} psikol. B ir işi yapabilecek
kudema, [Ar. kadım > kudem â’ *l°-iS] (kudema:) gücün en azı; ancak gücii yetebilme. || kudret-i
{OsT} is. 1. Zamanımızdan önce yaşamış olanlar; müyessire, {OsT} psikol. 1. Üst derecede güç. 2.
eskiler. 2. Bir işte uzun zaman uğraşarak değer ka M addî bakımdan zengin sayılabilir olma durumu.\\
zanm ış olanlar, kudret-i şem s, {OsT} fiz. Güneş enerjisi.|| kudret-i
kudeyh, [Ar. kudeyh ^.-ü] {OsT} is. Küçük kadeh; ziyâiye, {OsT} fiz. Işıl enerji.\\ kudret narı, I. bot.
kadehçik. Sarı çiçekli, parçalı yapraklı, tırmanıcı, bir yıllık
İltt İRİMİ. 2821 KUD
otsu bitki, (M amordica charantia). 2. B u bitkinin kuduklamak, [kud-uk-la-mak] {ağız} gçl. f. f-r] [-
on cm kadar uzunluğunda iğ biçimli, önce yeşil l(u) -yor] Gagalamak. [DS]
sonradan sarı veya turuncu olan, mide rahatsızlık kudul, [kud-ul] {ağız} sf. (Hayvan için) Kuyruksuz;
larında kullanılan meyvesi. |] kudret-yâb, {OsT} kısa kuyruklu. [DS]
Gücü yetebilen; gücü olan. kuduldam ak, [kud-ul-da-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] [-
kudretli, [kudret-li] sf. 1. Gücü olan; güçlü. 2. Var d(u) -yor] Birkaç kişi bir arada alçak sesle konuş
lıklı; zengin, mak; fısıldaşmak. [DS]
kudretsiz, [kudret-siz] sf. Güçsüz; takatsiz, kudulu, [kudu-lu] {ağız} is. Göllerdeki sazlık yerler.
kudretsizlik, -ği [kudret-siz-lik] is. Kudretsiz olma [DS]
hâli; takatsizlik, kuduluk, -ğu [kudu-luk] {ağız} is. Sazlıkta biten iki
kudretten, [kudret-ten] zf. İnsan eli değmeksizin; metre boyundaki otlar. [DS]
doğal olarak. kudum, [Ar. kadem > kudüm p -ü ] {OsT} is. 1. Uzak
kudruçak, [*kud-ur-mak > kud(u)r-uk > kudru(k)- bir yoldan gelme; bir yere ayak basma. 2. müz.
çak] {eT} is. -*■ kudurçak. [DLT] M evlevi sema törenlerinde kullanılan vurmalı bir
kudrug, [*kud-ur-mak > kud(u)r-ulc] {eT} is. -*■ çalgı, kudüm. S1 kudum kaldırmak, {ağız} G ürül
tü etmek. [DS]|| kudflm-zen, {OsT} Kudüm çalan
kudruk. [EUTS]
sanatkâr.
kudruk, [*kud-ur-mak > kud(u)r-uk] {eT} is. 1.
kudumi, [Ar. kudümî ^ j - ü ] (kudu.mi:) {OsT} sfi. 1.
Kuyruk. [DLT] [EUTS] [ETY] [KB] [Gabain] 2. Göt;
Bir yere gelme ile ilgili. 2. is. Kudüm çalan sanat
kıç. [DLT]
kâr.
kuds, [Ar. kuds ^ .u ] {OsT} is. 1. Temizlik; paklık;
kudumiye, [Ar. kudümîyye ^ a s ] (kudurmiye) {OsT}
arılık. 2. Kutsallık; mukaddeslik. 3. Cennet. 4. Her
türlü kötülükten arınmış olm a durumu; temizlik; is. 1. Bulunduğu yere dönen veya misafir olarak bir
arınmışlık. 5. Kudüs şehri, yere giden devlet büyüğüne sunulan armağan. 2.
ed. İmparatorluk döneminde, padişah ve devlet bü
kudsî, [Ar. kuds > kuds! ^ J ^ ] (kudsi:) {OsT} sf. 1. yüklerinin bir yere gelmeleri veya gittikleri yerden
Kutsal; mukaddes. 2. İlahî; A llah’a ait; A llah’la dönmeleri dolayısıyla yazılan şiirlere verilen ad.
ilgili olan. S 1 kudsî hadis, {OsT} Allah tarafından kudunm ak1, [kud-un-mak] {ağız} dönşl. fi. [-ur]
ilham edilerek Hz. M uham m ed tarafından söylen Cilveleşmek. [DS]
miş olan hadis.
kudunmak2, [kud-mak (dökmek) > kud-un-m ak /
kudsiyan, [Ar. kudsî + Far. -ân oL~,-ü] (kudsi:ya:n) kuy-un-mak] {eT} dönşl. fi. [-ur] Kendisi için (su
{OsT} is. Melekler, vb.) koymak.
kudsiyat, [Ar. kudsiyât o L - J i] (kudsiya:t) {OsT} is. kudur, [Ar. kıdr > kudür jjJâ] (kudu.r) {OsT} is.
1. Kutsallıklar. 2. A llah’a, meleklere, İlahî âleme Çömlekler.
ait işler. kudurçak, [*kud-ur-mak > kudur-çak] {eT} is. K uy
kudsiye, [Ar. kudsî > kudsiyye ■u-js] {OsT} sf. K ut ruk kemiği. [DLT]
sal; mukaddes, kudurgak, [*kud-ur-mak > kudur-ğâk] (kııdurğa:k)
kudsiyet, [Ar. kudsiyyet is. 1. Temiz oluş; {eT} is. Kaftanın iki eteğinden biri; kaftanın arka
arılık; temizlik. 2. Kutsallık. eteklerinden biri [DLT]
kudu1, [Tamul d. kudu] is. Ensesinde kısa bir yelesi kudurgan, [kudur-gan] sf. 1. Çabuk öfkelenen;
olan büyük antilop. başkalanna saldırmak için bahane arayan. 2. m e
kudu2, [kud-u] /ağız} is. 1. Ağzı dar çömlek; güveç. caz. Azgın; mütecaviz,
2. Hırsız. [DS] kudurganlık, -ğı [kudur-gan-lık] is. Azgınlık.
kudubuk, [? kudubuk] {ağız} is. Hırsız. [DS] kudurgun1, [*kud-ur-mak > kudur-ğün] (kudurğum)
kuduçak, [*kud-ur-mak > kud(u)r-uk > kudru(k)- {eT} is. Kuskun; eyerin kuskunu. [DLT]
çak] {eT} is. -*■ kudurçak. [DLT] kudurgun2, [kudur-mak > kudur-gan] sfi 1. K udur
kudug1, [kud-mak (dölanek) > kud-uğ / kuyuğ] {eT} muş; kuduz olmuş. 2. -*■ kudurgan,
is. Kuyu; pınar; deniz. [DLT] [EUTS] [KB] [Gabain] kudurma, [kudur-ma] is. Kudurmak eylemi,
kudurmak, [eT. kut-ur-mak / kud-ur-mak] gçsz. fi. [-
kudug2, [kıd-mak > kıd-ığ] {eT} is. -*• kıdıg. [OKD]
ur] 1. Kuduz hastalığına yakalanmak; kuduz ol
kuduglug, [kud-uğ-luğ] {eT} sf. Kuyulu. [DLT] mak. {eT} (aym) 2. {eT} Üstüne düşmek; çabalamak.
kuduk, -ğu [kud-u-k] {ağız} is. 1. Kuş ve kümes [DLT] 3. mecaz. Çok öfkelenmek; köpürmek; hid
hayvanlarının gagası. 2. B ir şeyin sivri uçlan. [DS] detlenmek. 4. mecaz. Azmak; yaramazlaşmak; ele
KUD ÖIİİHIÜfflfCESÖM • 2822
avuca sığmamak. 5. mecaz. Gücünü artırarak tehli kuduzlanm ak, [kod-uz > kod-uz-lâ-m ak > koduz-la-
keli bir durum almak; şiddetini artırmak. 6. mecaz. n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Dul karı ile evlenmek.
A şırı davranışlarda bulunmak; taşkınlık etmek. 7. [DLT]
{ağız} Oynamak. [DS] 8. {ağız} Oynamak; elle şaka kuduzluk, [kuduz-luk] is. Kuduz olm a durumu,
laşmak. [DS]
kudübet, [? kudübet] {ağız} sf. 1. Biçimsiz. 2. (Kişi
kudursug, [*kud-ur-mak > kudur-suk] {eT} is. K uy için) kaba; hırçın. [DS]
ruk. [ETY] kudüm, [Ar. kudüm (önden gitme) j*jJi] {OsT} is.
kudurtm a, [kudur-t-ma] is. Kudurtm ak eylemi,
müz. M evlevî müziği ile eski Türk müziğinde kul
kudurtm ak, [kudur-t-mak] gçl. f. [-ur] 1. Kudurma lanılan, toprak ya da metalden, ağzına deri geril
sına yol açmak. 2. mecaz. Öfkelendirmek, miş, yaklaşık 30 cm. çapında iki y an küreden iba
kudurtucu, [kudur-t-ucu] sf. Kudurmasına sebep ret vurmalı çalgı,
olan.
kudttmzen, [Ar. kudüm + Far. -zen oy*.3 Si] {OsT} is.
kuduru, [*kud-ur-mak > kudur-ü] (kuduru:) {eT} zf.
Kudüm çalan sanatçı, fi1 kudümzen başı, {OsT}
1. Tamamıyla; bütünüyle; büsbütün. [EUTS] 2.
M evlevî ayinlerinde kudüm çalarak mutrıp heyetini
{ağız} Tahminen; kararlama; götürü; göz kararı ile.
yöneten kimse.
[DS] 3. {ağız} Gelişigüzel; özensiz. [DS]
kûf, [Far. küf'-ijS'] (kû:f) {OsT} is. Baykuş.
kuduruk1, [*kud-ur-mak > kudur-uk] {eT} is. K uy
ruk. k ufa1, [koğa / kova] {ağız} is. 1. Ağaç su kabı; kova.
2. Ağaçtan yapılmış testi. [DS]
kuduruk2, -ğu [kudur-uk] sf. 1. Kuduz hastalığına
kufa2, [Yun. khophös (sağır) [Tietze]] {ağız} is. Ku
tutulmuş; kudurmuş olan. 2. mecaz. Azgın; saldır
gan. 3. mecaz. Yaramaz. 4. {ağız} Deli gibi davra laksız koyun veya keçi. [DS]
nışta bulunan; sinirli. [DS] kufa3, [? kufa] {ağız} is. Çatal, bıçak konulan tahta
kuduruş, [kudur-uş] is. Kudurmak eylemi veya kutu. [DS]
biçimi. kufa4, [Ar. /Far. kufe] {ağız} is. Küçük sepet; yemiş
kuduruşm ak, [kudur-uş-mak] {ağız} işteş, f. [-ur] sepeti. [DS]
Birbirinin üzerine atılıp oynaşmak. [DS] kufar, Ar. kafir > kufar jliS] (kufa:r) {OsT} is. Susuz,
kuduşmak, [kud-mak (dökmek) > kud-uş-mak / kuy- otsuz yerler; çöller,
uş-mak] {eT} işteş, f. [-ur] -*• kuyuşmak. küfe, [Ar. / Far. küfe & £] (kû.fe) {OsT} is. 1. Kaba
kuduz1, [kod-mak > kod-uz] {eT} is. kodız. [DLT] ve dayanıklı bir tür sepet; küfe. 2. Yalnızca Fırat
kuduz2, [*kud-uğ > kudu-z] {eT} is. Su; kuyu suyu. nehrinde kullanılan, içi ve dışı ziftle kaplı yuvarlak
sepetten yapılmış sandal,
[EUTS]
kufeyli, [Ar. tufeyli] {ağız} is. Yolsuz birleşmelere
kuduz3, [kutuz > kuduz] is. 1. Kuduz hayvanın
salyası ile bulaşan, merkezî sinir sistemini etkileye aracılık eden adam. [DS]
rek muhakkak ölümle sonuçlanan, tehlikeli bir sal kûfi, [Ar. Küfe (Ira k’ta S a ’d ibni E bi Vakkas tara
dırganlık biçiminde belirginleşen, virüs kökenli bir fın d a n 6 3 9 ’da kurulan şehir) > küfî ^ j S -] (kû:fi:)
bulaşıcı hastalık. 2. sf. (Hayvan için) kuduz hasta {OsT} sf. 1. Küfe şehri ile ilgili; K ûfe’ye ait. 2.
lığına yakalanmış olan; kudurmuş olan. 3. {ağız} Arap yazısının dik, sert köşeli, eski bir biçimi,
mecaz. Ele avuca sığmayan; azgın; yaramaz. [DS]
kûfiyûn, [Ar. kûfıyyün {OsT} is. Arap gra
S1 kuduz böceği, zool. K m kanatlılardan, tıpta
ya kı yapm akta kullanılan, parlak yeşil renkli,' insan m ercilerinin aynlm ış olduğu iki koldan, Küfe şeh
teninde kabarcıklar meydana getiren ve cinsel uya rine ait olan grubu; Kûfeliler.
rıcı etkileri olan bir böcek; kunduz böceği; İspan kufi, [Ar. kufi Jis] {OsT} is. Kapı sürgüsü; kilit. S
y o l böceği, (Cantharis),j| kuduz böcekleri, zool. kufl-i Rûmî, {OsT} Asm a kilit.
A teş böceklerine benzeyen, ancak onlar gibi ışık kuflan, [? kuflan] {ağız} is. Salıncak. [DS]
vermeyen kınkanatlılar fam ilyası.^ kuduz kurdu,
kuflankuf, [? kuflankuf] {ağa} is. Salıncak. [DS]
{eAT} Bam bul böceği.|| kuduz otu, bot. Turpgiller
den, salkım lar hâlinde, sarı veya beyaz, toplu çi küfte, [Fr. küfte ^jS"] (kû.fte) {OsT} sf. 1. Ezilmiş;
çekli, yurdum uzda ve Avrupa ’da kendiliğinden y e dövülmüş. 2. is. Kıyılmış, ezilmiş, dövülmüş et. 3.
tişen küçük ağaççık; deli otu, (Alyssum) Köfte. S köfte-hvâr, {OsT} 1. Köfte yiyen; köfte
kuduz4, [kudur / kuduz] {ağız} sf. 1. Şişman. 2. Kısa hor. 2. Geveze; çalçene. 3. Kendini beğenmiş; şar
boylu; bodur. [DS] latan. 4. Çapkın.
kuduz5, [kuduz] {ağız} is. Kesilen ağacın toprakta ka kufu, [Yun. khophös (sağır) [Tietze]] {ağız} sf. Sağır.
lan kök ve parçaları. [DS] [DS]
ı r a nmifö » • 2823 KUK
kuful, [Ar. kufi > kuful Jjis] (kufu.i) {OsT} is. 1. K i p â re , {OsT} 1. D ağ parçası. 2. Kuvvetli at. || kflh-
pâye, {OsT} D ağlık ye r.|| kflh-peyker, {OsT} D ağ
litler; sürgüler. 2. Yolculuktan dönme,
gibi heybetli; iriyarı. || kflh-püşt, {OsT} K a m b u r\
kug, [kag / kağ / kah / kak / kek / kıg / kığ / kik / kok
kfih-sâr, {OsT} -*■ kûhsar.[| köh-1 en, {OsT} D a ğ
/ kug / kuğ / kuk (yans.)] is. Tavuk ve diğer kümes
gibi iri; heybetli]] kflh ü deşt, {OsT} 1. D ağ ve çöl.
hayvanlarının ve benzeri kuşların seslenişini ve bu
2. mecaz. H er yer; her taraf. \\ k ü h -v âr, {OsT} D ağ
biçimde bağırmayı, seslenmeyi anlatan kök. [Zülfi
gibi; iri kıyım; gösterişli; heybetli.
kar] kug-ur-mak
k u h 2, [kuh] {ağız} is. Kamıştan yapılmış çardak. [DS]
k u g ar, [Bul. kükara] {ağız} is. 1. Ucu eğri sink;
çengel. 2. Ocak zincirine asılan eğri ağaç. [DS] k û h â m û n , [Far. kühâmün o ^U jS '] (kû:ha:mu:n)
kuğu, [kü > ku-ğü] (kuğu:) {eT} is. Kuğu. [DLT] {OsT} is. Tepesi düz olan dağ.
[ETY] [KB] [Gabain] k û h a n , [Far. kühân jU jS'] (kû:ha:n) {OsT} sf. 1.
k u g u rçak , [kuğur > kuğur-çak] {eT} is. Kukla,
Kambur. 2. is. Eyer; semer. 3. Deve gibi bazı hay
k u g u rm ak , [*kâğ-mak > kağ-ur-mak] {eT} is. -*■ vanların sırtındaki hörgüç. S k ııh â n -d â r, {OsT} 1.
kagurmak. [DLT] Sırtında kamburu olan. 2. (At için) eyerli.
k u g u rsak , [kuruğ-sı-mak > kuruğ-sâk / kuğur-sâk] k uhçu, [kuh-çu] {ağız} is. Kuşçu. [DS]
{eT} is. -* kurugsak.
k û h e 1, [Far. kühe « 5?] (kû:he) {OsT} is. 1. Dağ. 2.
kuğ, [kag / kağ / kah / kak / kek / kıg / kığ / kik / kok
/ kug / kuğ / kuk (yans.)] is. Tavuk ve diğer kümes Eyer; semer. 3. Dağın tepesi; sivri ve kubbe biçi
hayvanlarının ve benzeri kuşların seslenişini ve bu minde olan şey; hörgüç. 4. Hücum etme; saldırma.
biçimde bağırmayı, seslenmeyi anlatan kök. [Zülfi k u h e2, [kuhe] {ağız} sf. Olmamış; ham; çiğ. [DS]
kar] kuğ-ur-mak. kûhî, [Far. kühı ^ jS "] (kû:hi.) {OsT} sf. D ağla ilgili;
kuğu, [eT. kuğu] is. zool. Ördekgillerin kazgiller alt dağa ait.
familyasından, eğrilebilen uzun boyunlu, genellikle
k û h ista n , [Far. kühistân (kû:hista:n) {OsT}
pembemsi beyaz büyük yapılı, perde ayaklı bir su
kuşu, (Cygnus olor). S k u ğ u boynu, 1. Em pir ve is. D ağlık yer; dağlık bölge,
Restorasyon devri mobilyalarında görülen kuğu k û h k û b , [Far. küh + küb »jS-] (kû:hkû;p) {OsT}
boynunu andırır süslem e unsuru. 2. bot. Salepgil is. 1. Dağı delen. 2. is. Kuvvetli at veya katır. 3.
lerden Tropikal Amerika ’da yetişen, bazı türleri de Kale döven top. 4. gnşl. Şirin’in sevgilisi Ferhat’ın
seralarda süs olarak yetiştirilen epifit orkide, lakabı.
(Cycnoches). || kuğu fırtın a sı, Nisan ayının başın
kuhl, [Ar. kuhl J ^ ] {OsT} is. 1. K adınların kaşlarına
da sürekli ve hızlı esen y a z başı fırtınasının adı.\\
kuğu gibi, İnce, uzun, narin, beyaz. ve kirpiklerinin diplerine sürdükleri boya; sürme.
2. Göz ilacı; göz damlası,
kuğuk, -ğu [kuğ-uk] {ağız} is. Saman. [DS]
kuğun, [kuğ-un] {ağız} is. Sürek avı. [DS] kuhli, [Ar. kuhlî LJ ^ ] (kuhli:) {OsT} sf. Sürme gibi
k uğurm a, [kuğ (yans.) > kuğ-ur-ma] is. K uğurmak siyah olan.
eylemi. k û h sa r, [Far. kühsâr jL« s£ ] (kû:hsa;r) {OsT} is.
k u ğurm ak, [kuğ (yans.) > kuğ-ur-mak] {ağız} gçsz. f. Dağlık yer; dağ başı,
[-ur] (Güvercin, kumru vb. için) ötmek. [DS]
ku hu f, [Ar. k ıh f > kuhüf ^ y ^ ] (kuhu:f) {OsT} is.
k u ğ u ru k , -ğu [kuğ-ur-uk] {ağız} is. Baykuş. [DS]
Kafatasları.
kuğuşm ak, [koğ-uş-mak / kuğ-uş-mak] {ağız} dönşl.
[-ur] (İnek vb. için) çiftleşmek. [DS] k u in , [Çin. k ‘üen] {eT} is. Kitap yaprağı. [EUTS]
k u in tet, [Fr. quintette] is. Beşli.
k û h 1, [Far. küh a£] (ku:h) {OsT} is. Dağ. S k ü h -
k u j, [Far. küj 'j£ ] (ku:j) {OsT} is. Alıç.
beden, {OsT} D ağ gibi iri yapılı. || kflh-ciğer, {OsT}
mecaz. Yürekli; cesur; yiğit. || kflh-i âteş-feşân, k u k , [kag / kağ / kah / kak / kek / kıg / kığ / kik / kok
{OsT} Ateş saçan dağ; yanardağ.\\ kûh-efgen, / kug / kuğ / kuk (yans.)] is. Tavuk ve diğer kümes
{OsT} 1. D ağ deviren. 2. Çok kuvvetli.|| kflh-i celîl, hayvanlarının ve benzeri kuşların seslenişini ve bu
{OsT} Nuh peygam berin evinin bulunduğu dağ.\\ biçimde bağırmayı, seslenmeyi anlatan kök. [Zülfi
K uh-i K af, {OsT} 1. Kafdağı. 2. mecaz. Erişilm e kar] kuk-ku, kuk(k)-u-mav-uk, kuk-u
yen yer.|| kflh-i nflr, {OsT} Işık dağı.\\ K flh-i R a h k u k a 1, [Yun. koka / İt. cocca] is. 1. Halka biçiminde,
m et, M ekke’de bir dağ.\\ k û h -i rev en d e, {OsT} Çok karton üzerine özel şekilde sarılmış dantel veya
iri yapılı at; f i l veya deve. || k ü h -istân , {OsT} -*■ nakış ipliği yumağı. 2. Osmanlı donanmasındaki
kûhistan. 11 külı-ken, {OsT} 1. D ağı kazan, delen. 2. gemilerden biri. 3. İmparatorluk döneminde kulla
Ferhat.\\ kflh-küb, {OsT} -*• kûhkûb.11 kflh-nüm fln, nılan börklerden biri. 4. {ağız} Ebenin önündeki boş
{OsT} D ağ görünüşlü; iri yapılı; heybetli]] kflh- kutuyu uzağa fırlatmak ve ebe bu kutuyu yerine
KUK • 2824
koyarken saklanan oyuncuları teker teker bulmaya kukuça, [? kukuça] {ağız} is. M ısır tanesi. [DS]
çalışmak şeklinde oynanan bir çocuk oyunu. [DS] kukuçi, [? kukuçi] {ağız} is. 1. Ham meyve. 2. Servi
5. {ağız} Dalyanlarda kullanılan bir tür kanca. [DS] ağacının meyvesi. [DS]
6. {ağız} Keçi sakalı denilen bitki dallarından yapı kukuk1, -ğu [kukuk] {ağız} is. Kalça. [DS]
lan içi yumuşak kafes. [DS] 7. {ağız} sf. Çökük bu kukuk2, -ğu [kukuk] {ağız} is. M or renkli bir çeşit kır
runlu. [DS] çiçeği. [DS]
kuka2, [Yun. kuki] is. 1. Tespih; sigara ağızlığı gibi kukul1, [Yun. khoukhoüla (börk)] {ağız} is. 1. Gelin
şeylerin yapıldığı Hindistan cevizi ağacı kökü. 2. fesi. 2. Tavuğun başındaki tüyler. 3. Arı sokmama
{ağız} Değerli bir taş ve bu taştan yapılan tespih, sı için başa giyilen tel kafes. 4. Ağzına kadar dolu
ağızlık vb. [DS] 3. sf. Hindistan cevizi kökünden kap. 5. Çiçek tomurcuğu. 6. M eyve toplamaya ya
yapılmış olan, rayan ince gözenekli ağ. [DS]
kukar, [Yun. kükara] {ağız} is. Ucu eğri sırık; çengel. kukul2, [Yun. kukuli] {ağız} sf. 1. Tombul; yuvarlak.
[DS] 2. is. Bütün olarak yapılan şalgam turşusu. [DS]
kukarca, [kukar-ca] {ağız} is. Soğan tohumu. [DS]
kukula, [Yun. khoukhoüla (börk)] {ağız} is. Püsküllü
kukarlanm ak, [kukar-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] erkek başlığı. [DS]
1. Toplanmak; büzüşmek. 2. Gururlanmak; böbür
kukuleta, [İt. cuculetta] (kukule’ta) is. 1. Soğuk,
lenmek. [DS]
yağmur vb. dış etkilerden başı korum ak için yağ
kukarma, [? kukarma] {ağız} is. Karabatak. [DS] murluğa dikili başlık. 2. Tanınm amak için omuzla
kukkan, [? kukkan] {ağız} is. İçi haşhaşlı küçük ra kadar geçirilen külah. 3. Bazı manastır papazla
ekmek. [DS] rının giydikleri, sivri tepeli başlık,
kukkulik, -ği [? kukkulik] {ağız} is. Ağaçların tepesi. kukuletalı, [kukuleta-lı] (kukule’talı) sf. 1. Kukule
[DS] tası olan. 2. K ukuleta giymiş olan,
ku kla1, [Yun. ldıoukhla] is. 1. Hareket etmesi gere kukuletasız, [kukuleta-sız] (kukule ’tasız) sf. Kukule
ken organlarının uçlarına iplikler takarak perdenin tası olmayan,
üstünden oynatılan karton ve diğer hafif şeylerden
kukuli, [kuku-lu] {ağız} sf. Yuvarlak. [DS]
yapılm a bebeklere verilen ad. 2. İçine el sokularak,
kukuli, [kuku-lu] {ağız} sf. -*■ kukuli. [DS]
kolları veya beli hareket ettirilen ve oynatıcısının
kukullu, [Far. kâkül => kukul-lu] {ağız} is. Tepeli,
seslendirmesi ile oynatılan bebek. 3. Kişilerin kuk
sorguçlu tavuk. [DS]
laları ile yapılan taklit oyun. 4. mecaz. Kendi irade
sinin dışında başkalarının isteğine göre hareket kukulya, [Yun. kukuli] is. İpek böceği kozası. ®
eden zayıf karakterli kimse. S kukla gibi, 1. Ufak kukulya fırtınası, Nisan ortalarında çıkan fırtına.
tefek; çelimsiz. 2. mecaz. Kişiliksiz; ruhsuz ve ira kukulyacı, [kukulya-cı] is. 1. İpek böceği kozası
desiz.]| kukla gibi oynatmak, 1. Birine her istedi yetiştirip satan kimse. 2. mecaz. Falcı kadın. S
ğin i yaptırmak. 2. Birinin istediğini yapıyor görü kukulyacı kıyafetli, Falcılar gibi giyinmiş; çinge
nerek onu oyalamak.|| kukla hükümet, Yabancı ne giyimli.
bir ülke veya güçlerin amaçlarına uygun olarak kukumav, [Yun. khoukhouvayia] is. zool. 1. Bay
kendi hesaplarına kurdukları hükümet; sözde hü kuşgillerden, kahverengi tüylü, basık başlı, yarım
küm et,|| kukla oyunu, Kuklaların oynatıldığı sahne peçeli küçük yırtıcı kuş, (Athena noctua). 2. Tepe-
oyunu.\\ kukla tiyatrosu, K ukla oynatılan tiyatro. liksiz gece yırtıcı kuşlarına verilen ad. 3. {ağız}
kukla2, [kuka / kukla] {ağız} is. Yumak; kuka. [DS] Baykuş. [DS] S kukum av gibi, Yapayalnız; tek
kuklacı, [kukla-cı] is. Kuklaları yapan veya oynatan başına.\\ kukum av gibi düşünüp durmak, N e y a
kimse. pacağını bilemeyerek kara kara düşünmek.
kuklacılık, -ğı [kukla-cı-lık] is. Kukla yapma, satma kukun, [kok-mak (duman, koku vb. yükselmek) >
veya oynatma sanatı, kok-un] {eT} is. -* kokun. [DLT]
kuklalık, -ğı [kukla-lık] is. Kukla olma durumu; kukunlug, [kok-mak (duman, koku vb. yükselmek) >
başkasının isteğine göre davranma, kok-un-luğ] {eT} sf. -*■ kokunlug. [DLT]
kukma, [Slav, kokma / kükuma] {ağız} is. Güğüm. kukur, [? kukur] {ağız} sf. 1. Kambur. 2. Fıtık. [DS]
[DS] kukurlam ak, [kukur-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
kuku1, [kuku] {ağız} is. çoc. d. Yemiş. [DS] l(u)-yor] Kamburlaşmak; eğilmek. [DS]
kuku2, [kuku] {ağız} is. Lale. [DS] kukurtm aç, -cı [kukur-t-maç] {ağız} is. Yağ ve
kuku3, [kuku] {ağız} is. Köpek. [DS] yoğurt karışımı bir yiyecek. [DS]
kukuç1, -cu [Yun. kukkutsi] is. Şeftali, zerdali, kukuruz, [kukur-uz] {ağız} is. M ısır buğdayı. [DS]
kayısı vb. meyvelerin çekirdeklerinin sert kabuğu. kukus, [? kukus] {ağız} is. Tomurcuk. [DS]
kukuç2, -cu [keküç] {ağız} is. Çekiç. [DS] kukuz, [kuk-uz] {ağız} is. Diz çökme durumu. [DS]
kukuç3, -cu [kukuç] {ağız} is. Kertenkele. [DS] kul1, [eT. kul] is. 1. Yabancı ülkelerden tutulup ge
İ M IİİİCE » 1 . 2825 KUL
tirilmiş, alınıp satılabilen köle veya karavaş; uşak; renkte olan at. 5. {ağız} Vücudu koyu sarı, kuyruğu
köle; erkek köle; esir. {eT} (avın) [DLT] [EUTS] ve yelesi siyah olan at. [DS] 6. {ağız} Siyaha yakın
[ETY] [KB] [İKPÖy.] [Yüknekî] [Üç İtigsizler] [Gabain] bir renk. [DS]® kula at, Donu koyu sa n , yelesi,
[Tekin] 2. A llah’a göre insan; abd. 3. mecaz. Bir kuyruğu ve ayak uçları siyah olan at. || k u la k a b a
kişiye derin bağlılık duyan kimse. 4. İmparatorluk ğı, Yassı bir sürahi biçiminde, deriden yapılan ve
döneminde, devşirme yoluyla toplanan genç köle bel kayışına takılan üstü işlemeli barutluk. [DS]
lerden meydana gelen askerlerin her biri; yeniçeri. k u la 2, [Ar. halâ] {ağız} is. Ayakyolu; hela. [DS]
5. ed. Tarikat şeyhlerine veya babalarına bağlılıkla
k û lab , [Far. külâb tj'iljS'] (kû:la:b) {OsT} is. 1. Göl.
rını belirtmek için bazı Bektaşî şairlerin m ahlasla
rının önüne aldıkları sıfat. 6. ed. Yeniçeriler ara 2. Büyük dalga,
sından çıkan şairlerin mensubiyetlerini ifade için k u lab u z, [Kumanca, kalauz / Soğd. kulabuz > ku-
kullandıkları mahlas, ö kul akçesi, Devşirmelerin, lâğuz] (kula:buz) {eT} is. -*■ kulavuz . [DLT]
alındığı yerden merkeze kadar getirilm eleri ve g i kulacık; -ğı [kula(k)-cık ji] {OsT} is. Kulakçık.
yimleri için harcanan para. \ k u la k u l olm ak, B ir
kulaç, -cı [eT. köl + âç > kulaç] is. 1. H alk arasında
kimsenin boyunduruğu altında olmak; bir insanı
pratik bir ölçü birimi olarak kullanılan, iki yana
efendi olarak kabullenmek; bir insanı Tanrı ölçü
gerilerek açılmış iki kolun parm ak uçları arasında
sünde değerlendirmek; köle olmak; esir olmak.\\
kalan uzaklık. {eT} (ayın) [EUTS] [DLT] [KB] [OKD]
kul cinsi, im paratorluk döneminde, cariye iken
2. Denizciler tarafından kullanılan 1,829 m ’ye eşit
çocuk doğuran ve efendisi ile evlenen kadınlara
İngiliz uzunluk ölçüsü. 3. Eskiden denizcilerin kul
verilen ad.\\ k u l etm ek, 1. E sir almak; köle edin
landığı 1.66 m ’ye eşit uzunluk ölçüsü. 4. {ağız} B e
mek. 2. H izmetçi tutmak; hizmetine almak. || kul
şik. [DS] ö kulaç açm ak, Kolları iki yana doğru
hakkı, 1. insanların aralarındaki ilişkilerden do
açmak.\\ kulaç a tm ak , 1. Yüzerken kolları sırayla
ğan ve birbirleri üzerine geçen para, mal, em ek vb.
üstten ileriye uzatma ve suyu geriye itmek. 2. Yüz
türden olan hakları; hangi sebeple olursa olsun
m ek,|| ku laç h attı, D eniz haritalarında eşit derin
birbirlerinde kalan alacakları. 2. Allah 'm em retti
likleri birleştiren çizgi.\\ kulaç kulaç, mecaz. B ol
ği, kişi hak ve yararlarına saygı. || kul kâhyası,
bol; fera h ferah.
jOsT} İm paratorluk döneminde, Yeniçeri Ocağının
yeniçeri ağası ve sekban başından sonra gelen en k u laçk a , [Bul. kloçka 4 % - ^ ] {OsT} is. Kuluçka,
yüksek rütbeli subayı.|| k u l k ılm ak , {eT} K öle y a p k u laçlam a, [kulaç-la-ma] is. Kulaçlamak eylemi,
mak.|| k u l küng, {eT} Budizm öğretisine bağlı kişi k u laçlam ak , [kulaç > kulaç-lâ-mak] (kulaçla:mak)
ler; ümmet. || kul oğlu, Yeniçerilerin asker olarak gçl. fi [-r] [-l(ı)-yor] 1. Bir şeyin uzunluğunu, bo
yetiştirilen çocuklarına verilen isim. || (birine) kul yunu veya bir suyun derinliğini kulaç ile ölçmek.
köle olm ak, Birine karşı, bütün isteklerini yerine {eT} (aynı) [DLT] [KB] 2. {ağız} is. Vuracakmış gibi
getirecek biçimde büyük bir içtenlikle bağlılık yapmak. [DS]3. g çsz.f. Kulaç atarak yüzmek,
duymak.|| (birine) kul k u rb a n olm ak, Birine karşı,
kulaçlayış, [kulaç-la-y-ış] is. K ulaçlamak eylemi ve
bütün isteklerini yerine getirecek biçimde tam bir
ya biçimi.
doğruluk, özveri ve büyük bir içtenlikle bağlılık
duymak. || k u lları, {OsT} Eskiden "ben" yerine kul k u la d m a k , [kul > kul-ad-mak] {eT} gçsz. fi [-ur]
lanılan, alçakgönüllülük bildiren saygı sözü; ben Köle olmak. [ETY] [Gabain] [Tekin]
deleri; köleleri.\\ (birine) k u l olm ak, B ir kimseye kulafe, [Ar. kulâfe ai^?] (kula.fe) {OsT} is. Kılıf;
veya bir şeye aşırı derecede bağlanmak; boyun zarf; kabuk,
eğmek.|| kul savı, {eT} K öle sözü.\\ k u l oğlanı,
kulag, [kul-ğâ-k] {eT} is.-*- kulkak.
{OsT} Vergi toplayan belediye tahsildarı. || ku l ta i
k ulaguz, [Kumanca, kalauz / Soğd. kulabuz > ku-
fesi, {OsT} Yeniçeri Ocağı mensuplarından her bi
lâğuz] (kula:buz) {eT} is. Kılavuz,
ri.,|| kul taksim i, İnsanlar arasm da yapılan, eşit
paylaşım.|| k ulunuz, {OsT} Eskiden "ben" yerine k u lağ ak açan , [kula(k)-a+kaç-an] is. zool. Kulağaka-
kullanılan, alçakgönüllülük bildiren saygı sözü; çangillerden, karın kısmının sonunda sert ve sivri
bendeniz; köleniz. || ku l yapısı, İnsanlar tarafından bir kıskaç bulunan, kısa km kanatlı, uzun yassı
yapıldığı için çok mükemm el olmayan ve zam an hepçil böcek, (Forficula auricularia).
zaman kusurları da ortaya çıkan şey. k u lağ ak a çan g iller, [kula(k)-a+kaç-an-gil-ler] is.
kul2, [Ar. halâ => kul] {ağız} is. Hela; ayakyolu. [DS] zool. Örnek hayvanı kulağakaçan olan, eksik baş-
k ula1, [eT. kula] (kula:) sf. 1. A çıktan koyuya kadar kalaşımlı, yassı ve sert gövdeli, çiğneyici böcekler
pek çok türü bulunm akla birlikte kızıl ile boz ara familyası, (Forficıılidae).
sındaki renk; sarımtırak kahveden sütlü kahveye k ulağuz, [Kumanca, kalauz / Soğd. kulabuz > ku-
kadar olan at donu. {eT} (aym) [ETY] 2. {ağız} Kum lağuz jy -'iji] {eAT}{OsT} {ağız} is. Yol gösteren;
ral. [DS] 3. {ağız} Sarışın; mavi gözlü. [DS] 4. is. Bu kılavuz. [DS]
KUL İ M W CE SO M • 282G
kulağuzlamak, [kulağuz-la-mak {eAT} koymaya yarayan yan direkler. [DS] 26. {ağız} Köp
rünün iki yanındaki duvarlar. [DS] 27. {ağız} M ak
{OsT} gçl. f . [-r] 1. Önüne düşüp yol göstermek;
buz. [DS] 28. {ağız} O ku boyunduruğa bağlayan
rehberlik etmek. 2. Kılavuz olarak vermek; yanma
kayış. [DS] 29. {ağız} Kağnılarda iki oku boyundu
yol gösterici olarak vermek,
ruğa yakın yerde birbirine tutturan sivri ağaç parça
kulağuzlayıcı, [kulağuz-la-y-ıcı {eAT} is. ları. [DS] 30. {ağız} Koyun ve keçilerin butlanndaki
Y ol gösterici; rehber, açı biçimindeki sinir. [DS] 31. {ağız} Kenar. [DS]
külah, [kulak / külah jJjs] {eAT}{OsT} is. -*■ kulak1. 32. {ağız} Mantı. [DS] 33. {ağız} Kolayca taşınması
için çuvalın ağzının iki yanma yapılan tııtma yeri.
fi1 külah urmak, {eAT} {OsT} K ulak vermek; din
[DS] 34. {ağız} Çamlıklarda biten ve yemeği yapılan
lemek; önem vermek.
bir tür ilkbahar bitkisi. [DS] fi1 kulağa almamak,
kulak1, -ğı [eT. kul-ğâ-k / kulkak / kulak J'sljî] is. 1. {eAT} Dinlememek; önemsememek; oralı olma
Başın iki yanında bulunan işitme ve denge duyusu m ak,|| kulağa çan çalm ak, Bıktırıcı bir şekilde ay
organı. {eT} (aym) [DLT] [EUTS] [KB] [Yüknekî] nı şeyleri tekrar edip durmak.\\ kulağa davul ça
[Gabain] 2. Bu organın memelilerde değişik biçim lınm ak, Söylenen sözleri dinlememek; boş vermek;
lerde görünen dış kısmı; kulak kepçesi. 3. mecaz. aldırmamak; anlam ak istememek. || kulağı ağır
Seslerin duyulmasında işitme doğruluğu ve seslerin (duymak) işitmek, Sağırlık nedeniyle yavaş işit
uygunluğunu değerlendirme ve duyma yetisi; işit mek; iyi işitememek; az işitmek.\\ kulağı (bir şeyde
me duyusu. 4. mecaz. Müzik seslerini doğru algı veya bir kimsede) olmak, B ir şeyi veya kimseyi iyi
lam a ve doğru verebilme; müzik yeteneği. 5. gnşl. dinlemek; dinliyor olmak. || kulağı delik, Olup bi
Tutmak, kaldırmak, taşım ak vb. sebeplerle bir yü tenlerle ilgili şeyleri çarçabuk öğrenen; her şeyden
kün, dengin her köşesinden düğümlenmiş veya kıv haberi olan.|| kulağı duvar olmak, Sağır olmak.||
rılm ış tutamak. 6. B ir malın ucuna bağlanmış, fiyat, kulağı düşük, Sağlığı bozuk; neşesi kalmamış;
cins, talimat vb. hususların yazılı olduğu küçük ataklığı gitmiş; görkem i y o k olmuş; süngüsü dii-
kâğıt. 7. B ir belge veya kâğıdın yanma veya köşe şük. || kulağı enseden gösterm ek, B ir işi kısa y o l
sine iliştirilen küçük kâğıt. 8. Pulluk ve sabanda dan çözümlemeyip uzatmak. || kulağı kesik, 1. Bir
sürülen toprağı devirmeye yarayan eğri ve geniş işte deneyim kazanmış, ustalaşmış; eskiden beri
bıçak, {ağız} (aym) [DS] 9. İçine metal bir vida vb. aynı işi yapa yapa ustalık kazanmış; işin kurnazlı
giren delikli çıkıntı. 10. B ir makine parçasını ana ğını öğrenmiş. 2. {ağız} K arışık işlere girip çıkmış
parçaya birleştiren küçük bağlantı. 11. Bir makine olan. [DS] 3. {ağız} İşini bilen; politikacı. [DS]|| ku
parçasının vidalama uzunluğunu artırmaya veya lağı kirişte, Gelecek bir haberi veya söylenecek bir
tespiti sağlamlaştırmaya yarayan çıkıntılı kısım. 12. şeyi dinlem ek için hazır dıırarak.\\ kulağı okşa
İm paratorluk döneminde resmî mektupların alındı mak, Kulağa hoş gelmek; işiteni rahatsız etme-
makbuzu. 13. Yapıda, yandaki taşlar üzerine kay mek. || kulağına çalınmak, 1. B ir yerde biri.leri ko
masını önlemek için bazı kemer veya kilit taşlarına nuşurken işitmiş olmak; tesadüfen duymak; ayrıntı
yapılan çıkıntı. 14. Bir koltukta arkalığın her iki sı ile işitememek. 2. {OsT} Tesadüfen işitmek; kula
yanında bulunan çıkıntılı kısım. 15. Keman, saz vb. ğına gelm ek.|| kulağına dokunmak, {eAT} Kulağı
telli çalgılarda telleri germeye yarayan bir sap ve na gelmek; işitmek.\\ kulağın çarpmak, Duymak;
bir baştan m eydana gelen ağaç parça. 16. Yatağan, işitmek; kulağına çalınmak.\\ kulağına gelmek,
kılıç, bıçak vb. kesici aletlerin kabzasının daha iyi B irisi tarafından söylenmek; duymak; işitmek. || ku
tutulm asına ve elden kaymamasına yarayan çatallı lağına girm ek, Kendisine söylenenler, tembih edi
çıkıntı. 17. Ayakkabıyı kolayca giyebilmek için lenler doğrultusunda hareket etm ek; söylenen sözü
tutup çekilebilecek biçimde arka tarafına koriulmuş anlamak; kabul etmek. || kulağına gitmek, D uy
küçük çıkıntı. 18. Balıklarda başın iki yanında bu mak; işitmek; haberi olm ak.|| kulağına kar suyu
lunan, ağızdan giren suyun oksijeni solungaçlarda kaçmak, Tedirgin edici, hoşa gitmeyen bazı haber
alındıktan sonra bu suyu dışarıya vermeye yarayan ler alm ak.|| kulağına koymak, B ir duruma veya
yarıklardan her biri; solungaç yarıkları. 19. Akarsu söze hazırlam ak için önceden o söz veya durum
ve göllerin karaya giren durgun sulu kısımları; hakkında telkinde bulunmak.\\ kulağına küpe ol
akarsuların karaya giren ve durgunlaşan yerleri; mak, B ir olaydan kolay kolay unutulmayacak ders
göllerin karaya giren sivri kısımları. 20. {ağız} Tar almak. || kulağına pire kaçmak, B ir işten şüphe
lanın köşesi; dar yeri. [DS] 21. {ağız} Yağmur ve sel etm ek.|| kulağına sokmak, Bir duruma veya söze
sularının toplandığı çukur; su yatakları. [DS] 22. hazırlam ak için önceden o söz veya durum hakkın
{ağız} Küçük dereler; küçük vadi. [DS] 23. {ağız} da telkinde bulunmak.\\ kulağına söylemek, Biri
Ark, göl ve dereden tarlaya alınan suyun ağzı. [DS] nin kulağına ağzım yaklaştırarak etraftakilerin du
24. fağız} İki yol arasında kalan toprak parçası. [DS] yam ayacağı biçimde yavaş sesle söylemek. || kula
25. {ağız} Dokuma tezgâhlarında gücü sınğını ğından gebe etmek, B ir düşünceyi söyleye söyleye
ÖTOIE İ M M • 2827 KUL
kabul ettirmek.|| Kulağın elimde! “M üjdeler ol mak; kulak vermek. [DS][| kulak delmek, Gürültü
sun" anlamında kullanılır.|| kulağını açmak, 1. etmek. || kulak demiri, Pulluklarda uç demirinin
Dikkatle dinlemek. 2. D ikkatle dinlemeye hazır ol- kazdığı toprağı çiziye deviren kavisli kanat. || kulak
mak.|| kulağını burmak, {eAT} 1. Uyarmak; ikaz dinç olmak, {OsT} Dedikodudan, gereksiz konuş
etmek. 2. A yar için sazın burgularını çevirmek.|| malardan uzak olmak. || kulak doldurm ak, D inle
kulağını bükmek, Uyarıda bulunmak; uyarmak.\\ mek.|| kulak dolgunluğu, Okuma, inceleme, araş
kulağmı çekmek, B ir kim seyi yaptığı uygunsuz bir tırma yoluyla değil de başkalarından duym a yoluy
davranıştan dolayı h a fif bir şekilde cezalandır la edinilen yetersiz, üstünkörü bilgi.|| kulak
mak.|| kulağını çınlatmak, Birinden söz etmek; dutm ak, {OsT} -*■ kulak tutmak.|| kulak erimi, S e
anmak. || kulağının dibinde, Çok yakınında; yanı sin işitilebileceği uzaklık. || kulak için kafiye, ed.
başında.|| kulağını doldurm ak, Birine, bir konu Kelimelerin yazılış benzerliğine değil de seslerin
üzerinde başkalarından önce kendi fik rin i aşıla benzerliğine dayanan kafiye çeşidi. || kulak iltiha
mak.,|| kulağını kiraya verm ek, K endisi için y a bı, Külağın iç, orta ve dış kısımlarından birinde
nında söylenenleri gerektiği gibi dinlememek; iyi meydana gelen bir iltihaplanma durumu; otit.|| ku
dinlememek.\\ kulağını tıkam ak, D inlem eye y a lak kabartm ak, 1. Başkalarının konuşmalarını
naşmamak; dinlemek istememek. || kulağını uzat belli etmeden dinlemek. 2. İşitmeye, anlamaya ça
mak, B ir konuşmaya veya sese dikkatini vermek. || lışmak,|| kulak kasları, K ulak kepçesini hareket
kulağı tersten göstermek, Kolay yolu varken bir ettiren kaslar. || kulak kemikçikleri, anat. Orta
işi daha zor ve uzun yollardan yapm aya çalışmak. || kulakta bulunan ve ses titreşimlerini dış kulaktan iç
kulağı tıkalı, 1. A ğır işiten; sağır. 2. D inlem ek is kulağa iletmeye yarayan örs, üzengi ve çekiçten
temeyen; dinlemeyen. || kulağı tozlu, {ağız} Çiftçi; ibaret üç küçük kemik. || kulak kepçesi, biy. İnsan
işçi. [DS]|| kulağı yağlıktı, {ağız} K ılçıksız bir tür ve diğer memelilerde dış kulakta sesi toplamaya
buğday. [DS]|| kulağı yolda kalmak, {eAT} H aber yarayan kıkırdaktan yapılm a bölüm; kulak; sa y
beklemek. || kulak akıntısı, K ulak iltihabının belir van. || kulak kesilmek, Büyük bir dikkatle dinle-
tisi veya sonucu olarak dış kulak yolundan gelen mek. || kulak kıvırmak, tar. D omateslerin olgun
akıntı. || kulak altı, Kulaklardan birinin veya her laşmasını sağlam ak amacıyla uygulanan bir iş
ikisinin alt tarafında kalan. || kulak altı bezi, Dış lem. || kulak kiri, Dış kulak yo lu derisindeki y a ğ
kulak yolunun alt tarafında ve alt çene kolunun bezlerinin, dıştan gelen toz ve diğer maddeleri tut
arkasında y e r alan bir çift tükürük bezi. || kulak ması için salgıladığı yağlı madde.|| kulak kulağa,
ardı etmek, Dinlememek; aldırış etmemek; önem Gizli olarak; başkası duym aksızın.|| kulak kuskun
vermemek. || kulak arkası etm ek (yapm ak), (Siga yerinde, {ağız} D erli toplu; gösterişli. [DS]|| kulak
ra için) sonra içmek üzere kulak kepçesinin üzerine kttpesi, {ağız} K ulak memesi. [DS]|| kulakla dinle
sıkıştırmak. || Kulak asma! “Aldırma, boş ver; din me, as. Düşmanın, denizlerde denizaltının varlığını
lem e!" anlamında kullanılır,|| kulak asmak, {OsT} ve hareketim ses ile algılama işi. || kulaklarına ka
Dikkatle dinlemek; söylenenlere önem vermek. || dar kızarmak, Utancından yüzü kızarmak; çok
kulak asmamak, Sözlerine değer vermemek; aldı mahcup olmak. || Kulakları çınlasın. Orada bu
rış etmemek; önem vermemek; dikkate almamak.\\ lunmayan birisi hakkında konuşulurken söylenir. ||
kulak aşı, {ağız} Sarımsaklı yoğurt dökülerek yen i kulakları dolmak, 1. İşite işite, belleğinde iyice
len bir ham ur yem eği; mantı. [DS]|| kulak atarda y e r etmek. 2. Çok duymaktan usanç duymak.\\ ku
marları, K ulak kepçesi atardamarları.|| kulak be laklarını açmak, 1. D ikkatle dinlemek. 2. D ikkatle
lası, Gürültü. || kulak burm ak, 1. Söylenenleri din dinlemeye hazır olmak.|| kulaklarını çınlatmak,
leyip kabul etmek; sözden anlamak; la f anlamak. 2. Birinden söz etmek; anmak. || kulaklarını dikmek,
{eAT} {OsT} Kulağını bükmek; tembih etmek; ikaz (Köpek, at vb. için) bir tehlike sezerek tetikte bek-
etmek; uyarmak. 3. Sazın burgusunu bükerek düzen lemek. || kulaklarının pası açılmak, Uzun bir süre
vermek.|| kulak burulm ak, {eAT} {OsT} Uyarıl sonra m üzik dinlemek şansını elde ederek zevklen
mak; uyarı niteliğinde cezalandırılmak.|| kulak mek.,|| kulaklarının pası gitmek, Uzun bir süre
çalgısı, {ağız} Gramofon. [DS]|| kulak çekmek, sonra m üzik dinlemek şansını elde ederek zevklen
{eAT} {OsT} D ikkatle dinlemek; kulak vermek.|| ku m ek.|| kulaklarının pası silinmek, Uzun bir süre
lak çirki, {OsT} K ulak kiri.|| kulak çivisi, {ağız} sonra m üzik dinlemek şansını elde ederek zevklen
Kağnıda, tekerleğin çıkmaması için milin ucuna m ek,|| kulaklarını tıkamak, Dinlem eye yanaşm a
takılan çivi. [DS]|| kulak çorbası, {ağız} K üçük ke mak; dinlem ek istememek; söylenenleri duyduğu
silmiş yufkaları külah gibi büküp, içine kıyma ko hâlde duymamış gibi davranmak; söylenen sözden
yup ağzmı kapattıktan sonra et suyunda kaynata etkilenmemek.\\ kulakları paslanmak, Uzun süre
rak yapılan çorba; mantı. [DS]|| kulak davulu, dir m üzik dinlememiş olmak. || kulak mekişi, {ağız}
anat. D ış kulak yoluyla iç kulak arasındaki boşluk; K ulak memesinin altındaki çukur. [DS]|| kulak
timpan. || kulak davutm ak, {ağız} K ulak kabart mem esi, anat. K ulak kepçesinin kıkırdaksız ve y u
KUL Û ie iR S ö M • 2828
m uşak olan alt ucu. || kulak misafiri, Yakınında lardamarlarından gelen kanı karıncıklara gönderen
konuşulanları dinleyen; başkalarının konuşmaları iki boşluğun adı.
nı gizlice dinleyen.|| kulak misatlri olmak, 1. Ya kulakçıktı, [kulak-çık-lı] sf. Kulakçığı olan,
kında konuşulanları dinlemek. 2. Farkında olm a kulakçın, [kulak + Far. -çin (toplayan)] is. Takke ve
dan dinlemiş olm ak.|| kulak olmak, {eAT} {OsT} külahlarda, kulakları örtm ek için yan taraflarda bu
D ikkatle dinlemek; kulak kesilmek]] kulak otu, bot. lunan devrik kısımlara verilen ad.
İki çeneklilerden, yaprakları etli, 30-40 cm. boyun kulaklama, [kulak-la-ma] {ağız} is. B ir ucu sivri, di
da, yeşilim si beyaz çiçekli, yaprakları çiğ olarak ğer ucu çatallı olarak kesilm iş odun. [DS]
yenilen çok yıllık otsu bir bitki; dam koruğu, kulaklam ak, [kulak > kulak-lâ-mak] gçl. f. [-ur] 1.
(Sedum telephium),\\ kulak ovmak, 1. Söylenenleri {eT} Kulağa vurmak. [DLT] 2. Odunu bir ucu sivri
dinleyip kabul etmek; sözden anlamak; la f anla ve eğimli olarak kesmek.
mak. 2. {OsT} Bir kimsenin uyanık olmasını sağla
m ak için uyarıda bulunmak; kulak bükmek.\\ kulak kulaklaşmak, [kulak-la-ş-mak jS] {eAT} işteş.
sesi, K ulak içindeki ses iletim organlarının çalış f. [-ır] Birbirinin kulağına fısıldamak,
masından doğan ve bir dış uyartıya bağlı olan ek kulaklı, [kulak-lı] sf. 1. Kulakları olan. 2. Belirtilen
ses. || kulak şakak siniri, Şakak derisinin, dış kula nitelikte kulakları olan. 3. K ulak kepçesi belirtilen
ğın ve kulak altı tükürük bezinin sinirlerini sağla nitelikte olan. 4. (Kap için) iki yanda kulpları olan.
yan alt çene siniri. || kulakta (bir şey) çınlamak, 5. Kulağa benzer çıkıntıları olan. 6. is. İmparator
Geçmişteki bir konuşma, söz veya şiiri hatırlamak; luk döneminde kulak ile gönderilen resm î yazılara
yeniden duyar gibi olmak. || kulakta küpe, Ders verilen ad. 7. {ağız}. Sapında kulak gibi iki çıkıntısı
almayı gerektirecek söz, davranış veya öğüt. || ku olan bir tür yatağan çeşidi; büyük bıçak. [DS] 8. İki
laktan dolm a, Başkasından duymuş olarak; doğ saplı sığ tencere. 9. argo. Büyük ve iki tarafı kes
ruluğunu kesin olarak bilmeden]] kulak tıkacı, kin bıçak. 10. {ağız} Büyük tencere; kazan. [DS] 11.
Çok şiddetli sesleri hafifletmek için kulağın içine {ağız} İki kulplu sahan; yum urta tavası. [DS] 12.
veya üzerine konulan alet.]] kulak tıkamak, B ir şe {ağız} M ersin ağacı çubuklarından örülmüş, tahıl
y i duymazlıktan gelmek. || kulak tırm alam ak, İşit yıkam akta kullanılan büyük sepet. [DS] S kulaklı
m e sırasında kulağı rahatsız etmek]] kulak tır çorba, {ağız} Mantı. [DS]|| kulaklı hamur, {ağız}
malayıcı, (Ses için) kulağı rahatsız eden]] kulak Mantı. [DS]|| kulaklı som un, Vida ve somunlara
ton, {eT} Yenleri kısa elbise. [DLT]|| kulak tozunda bağlı olarak, kolayca çevirmeyi sağlam ak amacıyla
patlam ak, (Tokat için) şiddetle şakağına vurul yapılm ış kelebek kanadı biçimi parça; kelebek so
mak.]] kulak tözü, {eAT} {OsT} {ağız} K ulak dibi; mun.
kulak arkası. [DS]|| kulak tutmak, {eT} {eAT} {OsT} kulaklıg, [kulak-lığ] {eT} sf. Kulaklı. [DLT]
K ulak vermek; dinlemek, dinlediğini anlamaya ça kulaklık, -ğı [kulak-lık] is. 1. Soğuktan ve rüzgârdan
lışmak; dikkatle dinlemek üzere kulağını sesin gel korumak için kulak kepçelerini tamamen örtecek
diği yana çevirmek. 2. {eAT} {OsT} Kulağı dik tut şekilde yapılmış kılıf; kulakçın. 2. Kulak ile verici
mak; kulak dikmek]] kulak urmak, {eAT} {OsT} 1. arasm da bağlantı kurm aya yarayan ve kulağa takı
K ulak vermek; dinlemek. 2. Önem vermek; dikkate lan küçük alıcı. 3. {ağız} Küpe. [DS]
almak; kulak asmak]] kulak uzmanı, tıp. K ulak kulaksam ak, [kulak-sa-mak] {ağız} g ç l . f [~r] [-s(ı)-
hastalıklarının tedavisi ile uğraşan uzman hekim; yo r] Dinlemek; kulak vermek; önem vermek. [DS]
otolojist.|| kulak vermek, 1. D ikkatle dinlemek. 2. kulaksız, [kulak-sız] sf. Kulağı, kulak kepçesi olma
Söylenilenlere uymak; söz dinlemek; itaat etmek. || yan.
kulak zarı, anat. D ış kulak yoluyla orta kulak ara
kulaktan, [kulak-tan] zf. Sadece duyarak; işitme
sında yer alan ve havadaki ses titreşimlerini orta
yoluyla. S kulaktan âşık olm ak, Kendini görm e
kulaktaki kemikçiklere ileten gergin, esnek zar;
diği halde, anlatılanlara göre aşırı bir sevgi bes
timpanik zar.
lemek.]] kulaktan dolma, Araştırma, okuma ve in
kulak2, [Rus. kulak] is. 1. R usya’da on dokuzuncu celemeye dayanmadan duydukları ile öğrenilen. ||
yüzyıl sonları ile yirminci yüzyılın başlarında zen kulaktan kapmak, Okuyarak değil de söylenenleri
gin olmuş köylülere verilen isim. 2. Başkasının duyma yoluyla öğrenm ek.|| kulaktan kulağa, 1.
emeğini sömüren köylü. 3. Toprak sahibi zengin Birinden duyduğunu başkasına aktararak. 2. Yan
çiftçi.
yana dizilen oyunculardan baştakirıin yanm dakinin
kulakçak, [kulak-çak] {ağız} is. 1. Küpe. 2. Kulaklık. kulağına gizli bir şey söylemesi ile başlayan ve
[DS] böylece zincirlem e bu sözün aktarılması ile oyna
kulakçı, [kulak-çı] is. Kulak, boğaz, burun hekimi. nan bir tür çocuk oyunu.]] kulaktan pamuk at
kulakçık, [kulak-çık] is. 1. Küçük kulak. 2. Kulak mak, Söylenenleri dinleyip kabul etmek; sözden
biçiminde olan. 3. anat. Yüreğin üst kısmında bu anlamak; la f anlamak.
lunan, biri ana toplardamardan, öteki akciğer top kulaktozu, [kulak+toz-u] is. K ulak kepçesinin arka-
Ö l Ü f f i î l I M t S û M • 2829 KUL
smdaki tiimseklik. B kulak tozuna vurmak, Tam lemek ve haber vermek amacıyla kurulmuş yüksek
kulağının üstiine vurmak. gözetleme yeri; yangın kulesi; yangın gözetleme
kulamak, [kov-la-mak > kula-mak] {ağızj gçsz. f i [- yeri. 7. dnz. Savaş gemilerinin, çeşitli katlarında
r] [-l(u)-yor] Kovuculuk etmek; gizlice söylemek. köprü üstleri, gözetleme yerleri, ateş idare yerleri
[DS] gibi bölüm lerin bulunduğu yüksek kısım. 8. Cam
kulame, [Ar. kulâme a.otAS'] (kula:me) {OsT} is. Tır bazların birbiri üstüne çıkarak yaptıkları denge
gösterisi. 9. Yüzücülerin atlama ile dalış arasında
nak kesintisi.
çeşitli gösteriler yapabilmeleri için yeterli imkânı
kulameteyn, [Ar. kulâm eteyn j ^ ^ ] (kula.meteyn) sağlamak üzere kurulmuş yüksek iskele. 10. K ilise
{OsT} is. 1. İki tırnak kesintisi. 2. Parantez, lerde çanların bulunduğu yüksek yapı; çan kulesi.
kulampara, [Far. ğulâm (oğlan) + perest (sever)] 11. {ağız} Bağ evi. [DS] B kule eşeği, {ağız} Tan
{OsT} is. Erkeklerle cinsel ilişki kuran ak tif hom o dırda hava deliğine kapatılarak hava girm esini
seksüel erkek; oğlancı, önleyen çamur. [DS]
kulamparalık, [kulamparâ-lık] is. (Erkek için) cinsel kuleça, [kuleça] {ağız} is. Yüzün iki yanında bırakı
isteğin aynı cinsten kişilerle tatmini; kulampara lan sakal; favori. [DS]
olma durumu, kulef, [Far. külah] {ağız} is. Külah. [DS]
kulan, [Kır. kulan] is. 1. {eT} Tek parm aklılar takı külek, -ği [külek] {ağız} is. Su kovası. [DS]
mının atgiller familyasından, eti ve postu için avla kulel, [Ar. külle > kulel JÜ] {OsT} is. 1. Kuleler. 2.
nan, Kırgız steplerinde yaşayan bir tür; yaban eşeği
En yüksek noktalar; tepeler; doruklar. S kulel-i
(Equus hemionus). [DLT] [KB] [OKD] 2. Donu düz
seb’a, {OsT} İsta n b u l’daki Yedikule.
renkli, at ile eşek arası görünüşte yabani at. 3.
kuleli, [kule-li] sf. 1. Kulesi bulunan. 2. Kulesi belir
{ağız} İki üç yaşındaki dişi tay; kısrak. [DS]
tilen nitelikte olan,
kulavuz, [Kumanca, kalauz / Soğd. kulabuz >
kulfal, [Yun. noupharo (nilüfer) [Tietze]] {ağız} is.
kulağuz jy^^s] (kula:vuz) {eT} {eAT} is. Kılavuz.
M or zambak. [DS]
[DLT] kulfar, [Yun. noupharo (nilüfer) [Tietze]] {ağız} is.
kulavuzlamak, [kulavuz-la-mak $>\ {eAT} M or zambak. [DS]
gçl.f. [-r] [-l(u)-yor] -*• kulağuzlamak. kulgak, [kul-ğâ-k] {eT} is. Kulak. [EUTS] [ETY] [KB]
[Gabain] [Üç İtigsizler]
kulavuzlayıcı, [kulavuz-la-y-ıcı {eAT} -*■
kulgaz, [kulgaz] {ağız} sf. Sinirli. [DS]
kılağuzlayıcı.
kulgulu, [kulgu-lu] {ağız} is. Küçük el testeresi. [DS]
kulcakçı, [kulcak-çı] {eT} is. Dişi geyik. [Nevâyî]
kulhak, [kul-ğâ-k] {eT} is. -* kulgak. [DLT]
kulduk, [kul-duk] {ağız} sf. Ahmak. [DS]
kulın, [kulan] {ağız} is. A t ve eşek yavrusu. [DS]
kuldur, [kul-dur] {ağız) is. 1. Fıtık hastalığı. 2. sf.
kuli, [kuli] {ağız} is. 1. Hindi. 2. Sıpa. 3. Kardeş. [DS]
Fıtıklı. 3. Hırsız. [DS]
kulik1, -ği [? kulik] {ağız} is. Ceza evi. [DS]
kulduratmak, [kul-dur-a-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır]
Telaşa düşürmek. [DS] kulik2, -ği [Yun. khoulıkhi (çörek) [Tietze]] {ağız} is.
Y uvarlak küçük ekmek; çörek. [DS]
kuldurdatmak, [kuld (yans.) > kuld-ur-da-t-m ak
kulik3, -ği [köl-ük] {ağız} is. Sıpa. [DS]
jji oijjjJi] {eAT} g ç l . f [-ır] Guruldatmak.
kulis, [Lat. colare (elekten geçmek) > Fr. coulisse] is.
kuldurum, [kul-dur-um / kuld-ur-um] {ağız} is. 1. 1. Tiyatrolarda sahnenin dekorları ile duvar arasm
Uçurum; dik yamaç. 2. Balıkların yumurtalarını da kalan bölüm; sahne dışı. 2. Parlamentoda, top
sakladıkları su kenarlarındaki yerler; ağaç kovuğu. lantı salonu dışında özel görüşme ve tartışmaların
[DS] yapıldığı bölümlere verilen ad. 3. gnşl. B ir topluluk
kule, [Ar. kail (yükseltme) > külle 4İs] {OsT} is. 1. içinde yapılan bir etkinlikte, topluluğu belli bir
Değişik amaçlarla yapılmış, kara veya daire planlı grubun görüşleri doğrultusunda yönlendirm eyi
çok yüksek kütlesel bağım sız yapı veya yapı bö amaçlayan, iç yüzünü genellikle kamuoyunun bil
lümlerine verilen ad. 2. Bazı ev, köşk veya sarayla mediği topluluk dışı her türlü girişim ve ön çalış
rın üst bölümlerinde bulunan büyük pencereli, her ma; bir çalışmanın iç yüzü bilinmeyen yönleri. 4.
tarafı gören çıkıntılı yüksek bölüm; cihannüma. 3. Borsamn dışındaki alış veriş yeri. 5. tekn. Buharlı
as. Eskiden bir kale veya surun bir bölüm ünü oluş araçlarda genleşmeyi ve hareket yönünü değiştir
turan kare veya daire planlı yüksek savunma ve meye yarayan lokom otif orgam.fi1 kulis faaliyeti,
tahkimat öğesi. 4. Bir dağın en yüksek noktası; te Bir toplantıda, otunım lar dışında yapılan gizli ça
pe. 5. Askılı veya asma köprülerde kabloların bağ lışmalara verilen ad. || kulis yapmak, /. Bağlı ol
landığı metal veya betonarme olarak imal edilmiş duğu grubun göıiişü doğrultusunda karar alınma
dikey taşıyıcı eleman. 6. Eskiden yangınları gözet sını sağlama)’a çalışmak; propaganda yapmak. 2.
KUL m m c E H • 2830
B ir işin kendi isteği doğrultusunda gerçekleşmesine kullanışhhk, [kul-la-n-ış-lı-lık] is. Kullanışlı olma
çalışmak. durumu; pratiklik; rahatlık,
kulka, [?kulka tils] {eAT} is. Fundalık. kullanışsız, [kul-la-n-ış-sız] sf. Kullanışlı olmayan;
kullanmaya ve istenilen yararı sağlamaya elverişli
kulkak1, [kul-ğâ-k] {eT} is. -*■ kulgak. [DLT] [ETY]
olmayan; pratik olmayan; kullanması güç olan; ra
[EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] [Tekin]
hatça kullanılmayan,
kulkak2, [kul > kul-kak] {eT} is. Küçük uşak.
[İKPÖy.] kullanma, [kul-la-n-ma] is. Kullanm ak eylemi; işlet
me; çalıştırma; iş gördürme,
kulkasiyye, [Ar. kulkâsiyye v ^ ] (kulka:siy e)
kullanmak, [kul-la-n-mak (kul edinmek)] gçl. f. [-ır]
{OsT} is. bot. Yılanyastığıgiller. 1. Bir şeyi çalıştırarak ondan amacına uygun yarar
kulkaz, [Ar. kulkâs] {ağız} is. 1. B ir yıllık meyve fi sağlamak; işletmek; çalıştırmak; iş yaptırmak, 2.
danı. 2. N ilüfer kökü. [DS] B ir kimseyi hizm ette bulundurmak; iş yaptırmak;
kulkul, [Ar. kulkul Jîls] {OsT} sf. 1. Neşeli, güler çalıştırmak. 3. B ir şey ile yapmak; içine bir şey
katmak. 4. B ir şeyi alışkanlık hâline getirmiş ol
yüzlü; çevik. 2. is. Suyun çıkardığı ses; gulgule.
mak; alışkanlık edinmek; içmek; almak. 5. Tutum
kulkula, [Far. ğulğüle] {ağız} is. Testi; sürahi. [DS]
lu davranmak; idareli hareket etmek; yetirmek. 6.
kulkulu, [Far. ğulgüle] {ağız} is. Testi; sürahi. [DS]
(Elbise, ayakkabı vb. için) giymek. 7. (Araç, at vb.
kullâb, [Ar. kullâb v ^ ] (kulla:b) {OsT} is. U cu eğri için) binm ek; sürmek. 8. (M akine vb. için) idare
şey; çengel; kanca, etmek; işletmek. 9. (Kelime, deyim, söz vb. için)
kullama, [kül-le-me] {ağız} is. Külde pişirilen çörek; söylemek; yazmak. 10. (Herhangi bir tüketim m a
külleme. [DS] lını) harcamak; sarf etmek. 11. (Birini veya bir du
kullandırm a, [kul-la-n-dır-ma] is. Kullandırm ak ey rumu, olayı) kendi şahsî çıkanna veya amacına alet
lemi. etmek; sömürmek; çıkar sağlamak. 12. {ağız} Cin
sel arzularının tatminine alet etmek; cinsel ilişkide
kullandırm ak, [kul-la-n-dır-mak] gçl. f. [-ır] 1.
bulunmak. [DS]
K ullanm asını sağlamak. 2. Kullanm ak işini yaptır
m ak; yararlanılmasını sağlamak, kullap, -bı [Ar. kullâb / Far. kulâb {OsT} is. 1.
kullanılış, [kul-la-n-ıl-ış] is. Kullanılmak eylemi İplik üzerine sırma geçirmeye yarayan bir tür eğir
veya biçimi. <3 kullanılış şekli, B ir ilaç veya malın me dolabı. 2. İki ay n çubuğun birbiri üzerinde kıv
ne şekilde kullanılacağına dair yapılan açıklama; rılması ile yapılmış bir tür çakma menteşe. 3. Ucu
tarife. eğri demir çengel; kanca.
kullanılma, [kul-la-n-ıl-ma] is. Kullanılm ak eylemi, külle, [Ar. külle -üs] {OsT} is. 1. Dağ tepesi; zirve. 2.
kullanılmak, [kul-la-n-ıl-mak] edil. f. [-ır] 1. K ul Kule. 3. Taç. 4. M etal kabartma. 5. Büyük küp. 6.
lanm ak eylem i yapılmak. 2. Bir şeyden şu veya bu as. Savaş gemilerinin güvertesindeki ağır top.
şekilde yararlanmak. 3. Bir iş için harcanmak; tü kullemci, [Ar. a'llem kallem > kullem-ci] {ağız} sf.
ketilmek. 4. (Kişi için) kendisinden çıkar sağlan
Dalgacı; oyuncu. [DS]
m ak; istismar edilmek. 5. (Araç, makine vb. için)
küllet, [? küllet] {ağız} is. Çok ağır ve çok iri nesne.
işletilmek; çalıştırılmak,
[DS]
kullanılmış, [kul-la-n-ıl-mış] sf. Daha önce bir baş
kullıg, [kul > kul-lığ] {eT} sf. -*• kullug. [EUTS] [ETY]
kasının malı olmuş, yeni olmayan; müstamel, [Gabain] [Tekin]
kullanım , [kul-la-n-ım (1942;1944)] is. 1. B ir şeyi kullığ, [kul > kul-luk] {ağız} is. Karakol. [DS]
kullanm a ve ondan yararlanma; kullanmak eylemi.
kullığçı, [kul > ku-luk-çu] {ağız} is. 1. Memur. 2.
2. Kullanm a amacı. 3. Kullanm a biçimi. 4. dbl. Ke
Hizmetçi; işçi. [DS]
limelerin en yaygın biçimleriyle kullanılması. &
kullik’, -ği [? kullik] {ağız} is. 1. Tepelik; başlık. 2.
kullanım da, H alen kullanılmakta olan. || kulla
Başlık üstündeki püskül. [DS]
nım dan düşm ek, dbl. (Kelimeler için) kullanılmaz
kullik2, -ği [kül-lük ?] {ağız} is. Simit; gevrek. [DS]
olmak. || kullanım dan kaldırılmak, K ullanılması
na son verilmek.\\ kullanımdan kalkm ak, Kulla kullug, [kul > kul-luğ] {eT} sf. 1. Köleli; köle sahibi
olan; kullu. [ETY] [Gabain] [Tekin] 2. Hizmetçi sahi
nılmasına son verilmiş olmak.
bi. [EUTS]
kullanış, [kul-la-n-ış] is. Kullanm ak eylemi veya
kulluk1, [kül > kül-lük] {ağız} is. Ağıl; avlu. [DS]
biçimi.
kullanışlı, [kul-la-n-ış-lı] sf. 1. Kullanım amacına kulluk2, -ğu [kul-luk J jls / jU jü / jUü] is. 1. Kul olma
kusursuz ve en fazla uygun düşen; mümkün olan durumu. 2. {eT} Hizmetçi takımı; bekçi. [İKPÖy.] 3.
en fazla yaran sağlayan; uygun; elverişli; pratik. 2. {eT} {eAT} {OsT} H izmet; hizmetçilik; kölelik. [KB]
K ullanm aya elverişli olan; rahat. [DK] [İKPÖy.] 4. isi. A llah’a karşı sorumluluklanm
a r c h i k e a » » 2831 KUL
yerine getinne; kulun yaptığı iş; ibadet. {eAT} (aym) yan veya yasallığı tartışılabilecek bir çözüm yo lu
5. İmparatorluk döneminde, şehir güvenliğini sağ bulmak.\\ kulpunu salıvermek, {ağız} B ir işin veya
lamakla görevli karakol, {ağız} (aym) [DS] 6. {ağız} kimsenin peşini bırakmak. [DS]
Memurluk. [DS] 7. {eT} zf. Bir esir gibi. [Gabain] ö kulpastı, [kül+bas-tı ?] {ağız} is. Pekmez şırasını
kulluğa durmak, {eAT} H izm etçilikyapm ak.\\ kul kestirm ek için kullanılan kireçli toprak; pekmez
luğa tutmak, {OsT} B ir kimseyi köle edinmek; kul toprağı. [DS]
edinmek.|| kulluk etmek, B ir kimsenin hizmetinde kulplama, [kulp-la-ma] is. 1. Kulplam ak eylemi. 2.
bulunmak; efendisinin isteklerini yerine getirmek.\\ Seramikçilikte hazırlanmış kulpları, biçim lendiril
kulluk hakkı, İm paratorluk döneminde, tımarlı miş seramik hamuruna kurumadan önce yapıştırma
sipahilere verilen yerlerde oturanlardan, ektikleri işlemi.
arazi oranında alınan verginin adı.|| kulluk köle kulplamak, [kulp-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(u)-yor]
lik, Birinin buyruklarına boyun eğerek yaşam ak Kulplam a işlemini uygulamak,
durumu.|| kulluk yatı, {eAT} H izm et usulü. kulplaşmak, [kulp-la-ş-mak] {ağız} işteş f. [-ır] Bir
kulluk, -ğu [kul-luk] {ağız} is. 1. Yardım. 2. Evlene şeyi iki kişi tutarak kaldırmak. [DS]
cek erkeğin, gelin ve akrabalarına verdiği hediye. kulplu, [kulp-lu] sf. 1. Kulplu olan. 2. {ağız} Yemek
[DS] tavası. [DS] 3. {ağız} Dibi geniş, üstü dar, iki kulplu
kullukçu, [lçııl-luk-çu is. 1. {eAT} {OsT} Bir toprak kap. [DS] ö kulplu beygir, spor. Jim nastik
kimsenin emrinde çalışan, hizm etinde bulunan te destek olarak kullanılan, gövdesinin ortasında
kimse; hizmetçi; maiyet memuru. 2. {eAT} Bekçi; iki adet kulpu bulunan bir araç.
nöbetçi. 3. Osmanlı devletinde kulluklarda görevli kulpsuz, [kulp-suz] sf. Kulpu bulunmayan; kulpu
yeniçeri. 4. {OsT} Silahtar ağa ve sarayda üst rütbeli olmayan.
ağaların hizmetine bakan oğlanlara verilen ad. 5. kulsıg, [kul > *kul-sî-mak > kulsı-ğ] {eT} zf. Kul
{ağız} Memur; hizmetçi; işçi; besleme. [DS] gibi; köleye yakışır; köle gibi. [EUTS] [KB] [Gabain]
küllü, [küllü] {ağız} is. Kırm ızı topraktan yapılmış su S' kulsıg er, {eT} Köleye benzeyen; huyu köleye
küpü. [DS] benzeyen adam. [DLT]
kulmaş, [? kulmaş jiU jü / j i ^ ] {eAT} {OsT} sf. 1. külte, [? külte] {ağız} is. Çamur taşımaya yarayan
teskere. [DS]
Aldatıcı; hilekâr; sahtekâr. 2. Kalleş. 3. Terbiyesiz,
kültem, [? kültem / kütlem] {ağız} is. 1. Salkım. 2.
kulmaşlık, -ğı [kulmaş-lık {eAT} {OsT} is.
Demet; dizin; bağlam. [DS]
Aldatıcılık; hilekârlık, kulu, [? kulu] {ağız} is. Kedi yavrusu. [DS]
kulnaçı, [kulun > kul(u)n-â-mak > kulnâ-çî] (kul-
kulub, [Ar. kalb > kulüb v 1^ ] (kulîr.b) {OsT} is.
na:çı:) {eT} sf. (Kısrak için) tay doğuracak olan;
kulunlayıcı. ö kulnaçı kısrak, {eT}Doğuracak kıs Kalpler; gönüller,
rak. [DLT] kuluba, [Yun. khalubi] {ağız} is. Tarla ve bağlara
kulnamak, [kulun > kul(u)n-â-mak] (kulna.mak) yapılan barınak; kulübe. [DS]
{eT} gçsz. f. [-r] (Kısrak için) kulunlamak; yavru kuluç, -cu [? kuluç] {ağız} is. 1. Gaga. 2. Eğitilmiş
doğurmak. [DLT] atmaca. [DS]
kuloğlu, [kul+oğ(u)l-u] {OsT} is. tar. Ölen evli yeni kuluçi, [? kuluçi] {ağız} sf. Sivri. [DS]
çerinin, babası gibi Yeniçeri Ocağına alınan asker Kuluçka, [Bul. kloçka] {ağız} is. 1. Kutup yıldızı. 2.
lere verilen isim, Ülker yıldız takımı. [DS]
kulp, [Yun. kolbos / Ar. kulb] is. 1. Tencere, tava, kuluçka, [Bul. klöcka] is. 1. Civciv çıkarmak üzere
sürahi, testi vb. kapları tutup kaldırm aya yarayan yumurtaya yatmış, yatmak üzere olan veya civciv
halka veya kavis biçiminde bükülm üş kısım. {eAT} çıkarmış olan tavuk veya dişi kuş. 2. biy. Tek bir
(aym) 2. Taşınmasını kolaylaştırm ak amacıyla bir doğum ya da bir grup yumurtadan çıkan yavru; er
kasanın veya sandığın her iki ucuna takılan tuta gin tarafından bakılan genç hayvan. 3. biy. D öl
mak. 3. Kapı, pencere, çekmece gibi şeyleri tutup lenmiş yumurtadan embriyonun çıkışı. 4. mecaz.
çekmeye, açmaya yarayan parça. 4. mecaz. U y Y erinden kım ıldamak istemeyen tem bel kimse. S
durma sebep; bahane. S kulp bulm ak, Bahane kuluçka ana makinesi, Kuluçka makinesinden
yaratmak.\\ kulp çekmek, Fincan, testi vb. şeylerin çıkan civcivleri bir süre besleyip büyütmek amacıy
tutacak yerlerini hazırlamak.\\ kulp takm ak, 1. la kullanılan özel ısıtma makinesi. || kuluçka devri,
Kaplara tutacak veya taşıyacak tutamak yapmak. 1. Civciv veya yavru çıkarmak için bir kuşun y u
2. Bir kimseyi veya bir şeyi kusurlu gösterm ek için murtaları üzerinde yatm ası gereken süre; kuluçka
birtakım eksiklikler uydurmak; bahane bulmak. 3. dönemi. 2. biy. Döllenmeden sonra canlı bir orga
Bir suç isnadında bulunmak.\\ kulpunu bulmak, nizma oluşuncaya kadar geçen süre; kuluçka döne
Yapılmak istenen uygunsuz bir iş için ya sa l olm a mi. 3. tıp. Bulaşıcı hastalıklarda, bulaşmanın baş
KUL ıIM IliM tS O İM • 2832
laması ile ilk hastalık belirtilerinin görülmesine yavrusu. [DS] fi1 kulun atmak, {ağız} (At ve eşek
kadar geçen süre; kuluçka dönemi. j| kuluçka do için) yavru düşürmek. [DS]|| kulun dişleri, (At ve
labı, İp ek böceği yum urtalarının çatlaması için eşek için) süt dişleri.\\ kulun eti, Uyluk eti.
içine konulduğu ve özel ısıtma düzeni olan kapalı kulun2, [kulun] {eT} is. Bir tür çiçek. [EUTS]
bir alet.|| kuluçka dönemi, 1. Civciv veya yavru kuluncak, -ğı [kulun-cak js] {eAT} is. Küçük tay.
çıkarmak için bir kuşun yum urtaları üzerinde y a t
ması gereken süre; kuluçka devri. 2. biy. D öllen kulunç, -cu [Ar. külüne gJjâ] {OsT} is. 1. Şiddetli ağ
meden sonra canlı bir organizma oluşuncaya ka rı. 2. Omuz başlarında duyulan ağrı. kulunç
dar geçen süre; kuluçka devri. 3. tıp. Bulaşıcı has kırmak, Ağrıyan yeri ovarak ağrısını hafifi.etmek.\\
talıklarda, bulaşmanın başlaması ile ilk hastalık kulunç otu, {eAT} Havlıcan.
belirtilerinin görülmesine kadar geçen süre; kuluç kulunlacı, [lçulun-la-mak > kulun-la-y-ıcı
ka devri.\\ kuluçka makinesi, Tavukçulukta, tavu
{eAT} {ağız} sf. (Kısrak için) gebe. [DS]
ğun yum urtalara verdiği sıcaklığı sağlayacak dü
zeni bulunan ve çok sayıda yum urtadan civciv çı kulunlama, [kulun-la-ma] is. Kulunlam ak eylemi,
karmaya yarayan alet; civciv çıkarıcı.\\ kuluçka kulunlamak, [kulun > kulun-lâ-m ak (kulun
olm ak, (Tavuk ve diğer dişi kuşlar için) civciv çı la m a k ) {eT} {eAT} {ağız} gçsz. fi [-r] [-l(u)-yor]
karm ak üzere fizyolojik değişikliğe uğramak; y u (Kısrak ve eşek için) doğurmak; tay vermek; yavru
m urta üzerine yatm ak istemek. || kuluçkaya koy doğurmak; kulun meydana getirmek. [DLT] [EUTS]
mak, Kuluçkaya yatırılacak olan yum urtaları ku [ETY] [DS]
luçka makinesine yerleştirmek. j| kuluçkaya yatır kulunlu, [kulun-lu] {ağız} sf. (At veya eşek için)
m ak, Civciv çıkarmak isteyen kuş veya tavuklar karnında yavrusu olan. [DS]
için yum urtalarının üzerine yatabileceği ortamı kulunlug, [kulun > kulun-uğ] {eT} s f Tay sahibi o-
hazırlamak.\\ kuluçkaya yatmak, (Dişi kuş veya lan; taylı. [DLT]
tavuk için) civciv çıkarmak için yum urta üzerine kulunluk, -ğu [kulun-luk] {ağız} is. A t ve eşek gibi
yatmak. hayvanlarda döl yatağına verilen ad. [DS]
kuluçkahane, [kuluçka+ Far. hâne] (kuluçkaha.ne) kulübe, [Yun. kaluby / Far. külbe] is. 1. Basit m al
is. Kuluçka çıkarılan yer; kuluçka makinesinin bu zeme ile yapılmış, ilkel ve küçük barınak. 2. Bir
lunduğu yapı; kuluçkalık, yeri beklem ekle görevli kim selerin görev süresince
kuluçkalık, -ğı [kuluçka-lık] is. 1. Kuluçka olma içinde barındığı küçük yer; kabin. 3. Kedi köpek
durumu. 2. Kuluçkaya yatacak kuş veya tavuğun gibi hayvanların bahçe veya avlu gibi açık alanlar
yumurtalarının yerleştirildiği kutu veya sepet. 3. da kalmasını önlem ek amacıyla yapılmış küçük
K uluçka makinelerinin konulduğu yer; kuluçkaha barınak; köpek barınağı. 4. (Alçak gönüllülük ifa
ne. 4. iki ve daha çok katlı kovanlarda arıların üre desi olarak) bir kim senin sözünü ettiği kendi evi;
diği alt bölüm. 5. Balık üretim tesislerinde, yumur evim veya evimiz. 5. Fakir konut. 6. Halka açık
ta ile beslenen diğer canlılara karşı balık yumurta yerlerdeki telefon makinelerini ve telefon eden
larını korum ak için hazırlanmış ve suya bırakılmış kim seleri sıcak, soğuk, yağış gibi dış etkenlerden
özel kutu; kuluçka kutusu; kuluçka şişesi; Vibert korum ak için yapılmış küçük bölmeler; kabin,
kutusu. 6. sfi Kuluçkada kullanılmaya uygun, kulük, -ğü [? kulük] {ağız} is. Oyuk. [DS]
kuluduk, -ğu [kulu-d-uk / kul-ud-uk] {ağız} sf. Çok kulüp, -bü [Fr. club / İng. club] is. 1. Yalnız üyelerin
aptal. [DS] girebildiği, aynı amacı paylaşan kişilerin oturup
kuluf, [Bul. gluch] {ağız} is. Sağır. [DS] konuşmak, görüşm ek amacıyla devam ettikleri yer.
kuluk1, -ğu [kulu (yans.) > kulu-k] {ağız} is. (. Ku 2. Spor amaçlı demek. 3. Siyasi çalışma, toplantı
luçka. 2. Hindi. [DS] yapılan yer; siyasi demek. 4. gnşl. Herkese açık
kuluk2, -ğu [Yun. khouh'khi (çörek) [Tietze]] {ağız} müzikli, içkili eğlence yeri; gece kulübü,
is. Fırında pişen küçük ekmek; çörek. [DS] kulüpçü, [kulüp-çü] is. Gece kulübü işleten kimse,
kuluk3, -ğu [? kuluk / kulük] {ağız} is. Oyuk. [DS] kulüpçülük, -ğü [kulüp-çü-lük] is. Gece kulübü iş
kuluk4, [? kuluk] {ağız} sf. Korkunç. [DS] letmeciliği; kulüp işleriyle uğraşma,
kulukoca, [kulu+koca] {ağız} is. Baykuş. [DS] kulvar, [Fr. couloir] is. 1. Dar koridor; geçit. 2.
kulukulu, [kulu+kulu] {ağız} is. 1. Hindi. 2. Baykuş. Derin ve dik dağ geçidi; dağ yolu. 3. spor. Atletizm
[DS] pistinde her atletin koşacağı şerit. 4. H er yüzücü
kulun1, [Kır. kulan (yaban eşeği) > kulun J ı y / jjljS ] için ayrılmış yüzme bölgesi. 5. Yolun her bir araca
ayrılmış seyir bölümü; şerit,
is. 1. {eT} Doğumdan sonra bir yaşına kadar olan
tay. [DLT] [ETY] [Gabain] [Nevâyî] 2. {ağız} A t veya kulve, [? kulve] {ağız} is. Tandırın hava yolu. [DS]
eşek yavrusu. [DS] 3. {eAT} {OsT} Tay. 4. {ağız} İki kulzüm , [Ar. kulzüm ^jJlS] {OsT} is. 1. Deniz. 2. Kızıl
üç yaşında kısrak. [DS] 5. {ağız} Kurt ya da köpek deniz.
Ö liflIIR S Ö M • 2833 KUM
kum1, [Çiğil. kum] is. 1. Silisli kayaçlarm, kayaların rularak boks antrenmanlarında kullanılan torba. 2.
ve bazı mineral parçalarının doğal etkenlerle parça Savaşta siper, sel baskınlarında set olarak kullan
lanarak ufalanmasıyla meydana gelen, büyüklüğü m ak amacıyla içi kumla doldurulmuş torba. 3. m e
0.002-2 mm. arasmda değişen sert parçacıkların tü caz. Çok şişman, dayanıksız kimse; lapacı.|| kum
mü. {eT} (aym) [DLT] [ETY] [EUTS] [KB] [Yüknekî] zambağı, bot. Kum luk sahillerde yetişen, beyaz ve
[Gabain] [İKPÖy.] 2. Armut, ayva, çilek gibi meyve çiçekleri kokulu, süs bitkisi olarak kullanılan so
lerin etli kısımlarındaki sert tanecikler. 3. Böbrek ğanlı bir otsu bitki, (Pancratium maritimum).
gibi bazı organ ve dokuların anormal işleyişleri kum2, [kum çji] {OsT} is. Dalga; fırtına. [Evliya Ç e
sırasında meydana getirdikleri ince ve sert m adde
lebi] S kuma urmak, Birbirine kuvvetle vurm ak
ler. 4. sf. Kum gibi veya kum görünüşünde olan. 5.
[DLT]
Kumdan yapılmış. S kum armudu, Sarı renkli bir
kum a1, [Çin. hu-ma (H u ’ların keneviri)] {eT} is.
tür yaz armudu.\\ kum balığı, zool. 1. Ilık denizler
Kenevir. [Gabain] S kuma yağı, {eT} Keten yağı;
de kum içinde yaşayan, hamsiye benzer, bedeni
kenevir yağı; bezir yağı. [EUTS] [Gabain]
eğri olarak sıralanmış pullarla kaplı bir tür kemikli
kuma2, [eT. kuma-ş-mak (yardımlaşmak) > Kıpç.
balık, (Ammodytes). 2. Ilık ve serin sularda ya şa
yan, vücudunun ön kısmı çıplak, kalan kısmı nor kuma / Moğ. kuma (cariye) Ujü / / Ui] is. 1.
mal dizilişte pullarla kaplı bir kemikli balık, Eskiden erkeklerin birinci eşleri dışında aldıkları
(Gymnammodytes). 3. Kum balığıgillerden ılık ve odalıkların her biri; cariye. 2. Eskiden birden fazla
serin suların en çok 40 metreye kadar olan derin kadınla evlenebilen erkeklerin nikâhlı eşlerinin bir
liklerinde yaşayan bir tür kem ikli balık, (Hyperalus birine göre durumu; ortak. {eAT} {OsT} (aym) [DK]
lanceolatus).\\ kum balığıgiller, zool. Kumlu deniz fi5 kuma getirmek, (Evli erkek için) eşinin üzerine
diplerinde yaşayan, üremek için kıyılara yaklaşan bir başka kadınla daha evlenmek.
kemikli balıklar takımının, kefaller alt takımına ait kuma3, [Ar. kıyam > kumâ Ui] (kuma;) {OsT} is. ed.
bir fam ilya, (Ammodytidae) ,|| kum çölü, înce kum
Eski Arap edebiyatında bulunmayan, Abbasiler
larla örtülü ço7.|| kumda oynamak, B ir fırsa tı ka
devrinde B ağdat’ta Ramazan ayında sahurda halkı
çırmak; umulanı ele geçirememek.\\ kum darı,
uyandırmak için şarkıcıların gezerek söyledikleri
{ağız} Tanelerinin uçları sivri ve küçük mısır. [DS]||
şiir.
kum dökmek, İdrarla birlikte kum çıkarmak.\\
kuma4, [? kuma] {ağız} is. M ercan balığı. [DS]
kum engereği, Üçgen kafalı iri bir engerek türü,
(Vipera ammadytes),\\ kum eriği, {ağız} Yaban eri kum as, [? kuma] {ağız} is. Dam üstü; çatı. [DS]
ği. [DS]|| kum fırtınası, Çöllerde kumu savurarak kuma6, [kuma] {ağız}, ünl. Haydi, çabuk! [DS] S
havaya karıştıran kasırga.|| kum gibi, Çok; p ek kuma etmek, {ağız} çoc. d. koşmak. [DS]
çok.|| kum gibi kaynamak, I. P ek çok olmak; p e k kumak, -ğı [kum-ak ?] {ağız} is. Delik. [DS]
fazla bulunmak. 2. Ç ok kalabalık ve kıpırdak ol laım alaşm ak, [kuma-la-ş-mak] {ağız} işteş, f. [-ır]
mak. || kum grisi, Kum renginde olan.|| kum ha Kıskançlık nedeniyle çekişmek, atışmak. [DS]
vucu, Kum luk yerlerde yetiştirilen bir tür havuç.\\ kumalı, [kuma-lı] sf. Kuması olan,
kum havuzu, Atlama sporu ile ilgili atletlerin yere kumame, [Ar. kumâme <uUs] (kuma:me) is. K u
düştüklerinde yaralanmam aları için içine kum dol
düs’te Hz. İsa’nın mezarının bulunduğu bildirilen
durulmuş havuz. )| kum kamyonu, Kasası ve diğer
tapınak.
kısımları kum taşıyacak ve boşaltacak biçimde dü
zenlenmiş kamyon. || kum kayası, Sıcak ve ılık de kum an1, [eT. kumgan] {ağız} is. İbrik. [DS]
nizlerin kayalık yerlerinde yaşayan bir kemikli ba kuman2, [Far. gümân => kuman] {ağız} is. 1. Kara
lık, (Neogobius).|| kum kekliği, zool. A frik a ’nın atma; iftira. 2. Kuşku. [DS] S {ağız} kuman elm a
kuzeydoğusu ve Asya 'nın güneybatısındaki ülkeler sı, B ir tür ekşimsi elma. [DS]
de, ot ve çalılarla kaplı kumlu ovalarda, ılgın ve kumana, [Lat. compania (birlikte yem ek) > İt. co-
otlarla kaplı kum sallarda sürüler halinde yaşayan mania] is. {ağız} Birkaç ailenin ortaklaşa yaptıkları
bıldırcından iri, çilden küçük bir keklik türü; kum yemekli toplantı. [DS]
çili; je t keklik, (Ammoperdrix griseogularis).\\ kum Kum anca, [Kuman-ca] (kuma nca) is. Kıpçakça,
otu, bot. Karanfilgillerden, ılıman bölgelerde y eti kumanda, [Lat. commandare (emretmek) > İt. com-
şen, üst kısımları tüylü ve salgılı olan otsu bir bitki, menda] (kuma ’nda) is. 1. Asker, izci ve öğrencilere
(Spergularia).|] kum saati, İki cam kabın dar bir tören sırasında belirli bir düzende geçmeleri için
boğazla birbirine bağlanması ile m eydana getiril verilen emir; komut. 2. mecaz. Emir verm e yetkisi;
miş, birinden diğerine kumu akıtarak süre belirle sevk ve idare; görev; komuta. 3. Elektrik ve m eka
meye yarayan alet.]| kum şeker, {ağız} Toz şeker. nikte bazı parçaları çalıştırma usulü, fi1 kumanda
[DS]|| kum taşı, Kum tanelerinin tortullaşması ile devresi, Kendisine verilen y a da otomatik olarak
oluşmuş kayaç.\\ kum torbası, 1. İçine kum doldu düzenlenmiş komutları makinenin güç devresine
KUM Ö IÜ M IİİR SÖ M • 2834
ileten düşük düzeyli devre. I kumanda düğmesi, kumanyacılık, -ğı [kumanya-cı-lık] is. Kumanyacı
K ronometrelerde zamanı gösteren ibrelerin hare nın yaptığı iş veya görevi,
ketini başlatan ve durduran düğme. || kumanda kumanyalı, [kumanya-lı] sf. Kumanyası olan; ku
etmek, 1. Yönetmek; sevk ve idare etmek. 2. Komut manyası bulunan,
vermek. || kumanda odası, B ir fa b rika veya kurulu kum anyalık, [kumanya-lık] is. 1. Gemilerde kum an
şun çalışmalarına yön veren veya işleri ayarlayan yaların saklandığı yer. 2. sf. Kumanya için elverişli
cihaz ve yöneticilerin bulunduğu bölüm. || kuman olan.
da tablosu, B ir sanayi makinesinin, makine grubu
kumar, [Ar. kım ar / kum ar jU i] {OsT} is. Ortaya para
nun veya bütün bir kuruluşun işletilmesini, deneti
mini, ayar ve düzenlemelerini sağlayan ölçü, kont vb. değerli şey konularak oynanan talih oyunu. S
rol ve otomatik ayar cihazlarını vb. bir araya top kumar ebesi, K um ar oynatan kimse; kumarcı. ||
layan tablo. || kumanda yeri, as. Sevk ve idareden kumar kâğıdı, K um ar oynamaya yarayan kâğıt;
sorumlu kimsenin, kumandanın bulunduğu, sevk ve iskambil kâğıdı.|| kumar oku, Eskiden Arapların
idare kuruluşlarının olduğu yer.\\ kumanda yetki kum ar oynam akta kullandıkları başı ve temreni
si, as. Emrindeki askerleri sevk ve idare etm ek üze olmayan bir tür ok. || kumar oynamak, 1. Para ve
re komutana verilenyetki.\\ kum andayı ele almak, y a değerli bir şey koyarak talih oyunu oynamak. 2.
Yönetime el koymak; bizzat kendisi yönetmek.\\ ku mecaz. Olumlu sonuç alınması çok düşük bir ihti
manda zinciri, as. Silahlı kuvvetlerde, em ir ve ku m al dahilinde olan bir işe bilerek girişmek.
manda işleyişinde makam ve rütbelerin yukarıdan kumara, [Yun. khomaro [Tietze]] {ağız}is. Dağ çile
aşağıya doğru sıralanma ve uygulanma zorunlulu ğine benzer meyveleri olan bir çalı. [DS]
ğunu belirten terim. kum arbaz, [Ar. kım âr + Far. -bâz jL.y^] (OsT) sf. 1.
kumandalı, [kumanda-lı] sf. Kumandası olan; ku Çok kumar oynayan; kum ar düşkünü; kumarcı. 2.
m anda ile yönetilen; kumanda edilebilen, is. K um ara oynamayı alışkanlık hâline getirmiş
kumandan, [Lat. commandare (emeremek) > Fr. kim se; sürekli kumar oynayan kişi; kumarcı,
commandant] is. 1. Kumanda eden; komuta eden.
kumarbazi, [Ar. kım âr + Far. -bâz + Ar. -î LSjL._^i]
2. as. B ir askerî birliğin sevk ve idaresini elinde
bulunduran kimse; komutan. 0 kumandan gemisi, (kumarba;zi:) {OsT} is. K um ara düşkünlük; kumar
Komutanın bulunduğu ve komuta işlerini yürüttüğü bazlık.
gemi. kum arbazlık, -ğı [kumarbaz-lık] is. Kumarbaz olma
kumandanlı, [kumandan-lı] sf. Kumandanı olan; ko durumu; kumarcılık,
mutanı bulunan, kum arcı, [kumar-cı] sf. 1. Çok kumar oynayan; ku
kumandanlık, -ğı [kumandan-lık] is. 1. Kumanda m ar düşkünü; kumarbaz. 2. is. Kumar oynamayı a-
etm e işi ve yetkisi. 2. as. Askerî kurallara, disiplin lışkanlık hâline getirmiş kimse; sürekli kum ar oy
ve hiyerarşiye göre emir ve komuta etme gücü ve nayan kişi; kumarbaz,
işi; komutanlık. 3. gnşl. Silahlı kuvvetlerde em ir ve kumarcılık, -ğı [kumar-cı-lık] is. Kumarcı olm a du
komuta yetkisinde bulunan yüksek rütbeli askerle rumu; kumarbazlık,
rin tünıii; komutanlık. 4. Bir askerî birliğin kum an kum arhane, [Ar. kım âr + Far. -hâne iiU-^ıi] (kumar
danının bulunduğu yer ve makam; komutanın m a h a n e ) {OsT} is. K um ar oynanan yer.
kamı.
kum arhaneci, [kumarhane-ci] (kumarha:neci) is.
kumandansız, [kumandan-sız] sf. Kumandanı olm a Kumarhane işleten ve burada kumar oynayanlardan
yan; komutanı bulunmayan, belirli bir para alan kimse,
kum andasız, [kumanda-sız] sf. Kumandası olmayan;
kumarhanecilik, -ği [kum aıhane-ci-lik] is. Kumar
kum anda edilmeyen,
hane işleticiliği; kumarhane sahibinin yaptığı iş.
kumanya, [Lat. compania (birlikte yem ek) > İt. co-
kumari, [Ar. kumarı <_SjUi] (kuma:ri:) {OsT} is. Hin
mania] (kuma'nya) is. 1. Yolculukta yenilmek ü-
zere hazırlanmış ve özel olarak paketlenip bohça- distan’ın güneyindeki Comorin burnundan çıkarı
lanmış yiyecek; yolcu azığı. 2. Sefer halindeki as lan çok güzel kokulu öd.
ker için hazırlanan yiyecek. 3. dnz. Gemi zahiresi. kum aru, [Soğd. xwmir (iyi söz, teselli) > kumara]
4. {ağız} K ışın yenm ek için alman erzak. [DS] 5. {eT} is. 1. Teselli. [İKPÖy.] 2. Son öğüt; vasiyet.
{ağız} Harcını ortaklaşa koyarak yem ek yapma usu [KB] [İKPÖy.] 3. Miras. [KB] [İKPÖy.] 4. Ayrılış;
lü. [DS] veda. [EUTS] 5. Armağan. [KB]
kumanyacı, [kumanya-cı] is. 1. Kumanya hazırlayan kumasız, [kuma-sız] sf. Kuması bulunmayan; ortağı
ve dağıtan kimse. 2. dnz. Gemilerde, günlük yiye olmayan.
cek ve içeceği yeteri kadar çıkarıp hazırlayan, de kum aş', [Ar. kumaş jiU i] {OsT} is. 1. İpek, yün, pa
podaki yiyeceklerin temizlik ve korunmasından so
muk, keten gibi doğal veya yapay liflerden dokuma
rum lu görevli.
P İM İM İ; » 1 . 2835 KUM
ve örme yoluyla üretilmiş, elbise yapım ında veya kumbur, [Bul. krumpir] {ağız} is. Patates. [DS]
döşemecilikte kullanılan dokuma. {eAT} (aym) 2. kumburça, [kumbur-ça] {ağız} is. Sefer tası. [DS]
Giyeceklerin yapıldığı dokumanın cinsi. 3. mecaz. kumbuslamak, [kumbus-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-
Bir kimsenin kişilik, yetenek vb. niteliklerinin tü l(u)-yor] Yumruklamak. [DS]
mü. 4. sf. Kumaştan yapılmış olan. S kumaş çi- kumbut, [? kumbut] {ağız} is. 1. Kavrulmuş taze ar
netme (çiğnetme), {ağız} N işan töreni. [DS]|| k u padan öğütülerek elde edilen bulgur. 2. Kavrulmuş
maş mengenesi, D okuma tezgâhlarında dokunmuş buğday ve arpadan çekilerek elde edilen un. [DS]
olan ham kumaşın veya yıkanm ış bir kumaşın düz
kumbuz, [? kumbuz] {ağız} is. 1. Yumruk. 2. Gülle
gün durması için üzerinden geçirildiği silindir alet.
oyununa son katılan oyuncu. 3. sf. Sonuncu; en
kumaş2, [kuma-ş ?] {ağız} is. Tazı. [DS] son. [DS]
kumaşçı, [kumaş-çı] is. Kumaş fabrikası olan veya kum buzlamak, [kumbuz-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-
kumaş satan kimse, l(u)-yor] Parm akların orta boğumları ile yum ruk
kumaşçılık, [kumaş-çı-lık] is. Kumaşçının işi veya lamak. [DS]
mesleği. kumcan, [kum-can] {ağız} is. Kumda yaşayan kaya-
kumaşık, -ğı [kuba-ş-ık] {ağız} is. İmece. [DS] balığı. [DS]
kumaşlı, [kumaş-lı] sf. K umaşı olan; kumaşı bulu kumcu, [kum-cu] is. Kum getirip satan kimse,
nan. kumcul, [kum-cu-1] sf. bot. (Bitki için) kumlu top
kumaşmak, [kuba-ş-mak / kuma-ş-mak] {ağız} işteş. rakta yetişen; kumlu toprağı seven; kum sever,
f. [-ır] Ortaklaşa, yardım laşarak iş yapmak. [DS] kumda, [kum-da ?] {ağız} is. Sulak yerlerde yetişen,
kumaşsız, [kumaş-sız] sf. Kumaşı olmayan; kumaşı ince gövdeli, uzun ve yumuşak sarmaşık ağaççığı.
bulunmayan. [DS]
kumat, [İt. commande] {ağız} is. Emir. S kum at kum dan, [kum+darı] is. bot. Buğdaygillerden, boza
etmek, {ağız} Emretmek. [DS] yapım ında kullanılan ufak darı; ak darı, (Panicum
kumatlamak, [kumat-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [- miliaceum).
l(ı)yor] Ayaklandırmak; uyarmak. [DS] kumdüz, [? kumdüz] {ağız} is. Kabuğu ince, kavrul
kumav, [kum-ağu > kumav] {ağız} sf. Kum lu olan. muş çekirdek. [DS]
[DS] küme, [Ar. küm e -uyS"] (ku:me) {OsT} is. Küme,
kumba, [Sansk. kumbhâ] {eT} is. Su perisi; su adamı.
kumec, [? kumec] {ağız} is. H ayvan sidiği. [DS]
[EUTS]
kümele, [küm / kümele] {ağız} is. İçine ot konulan
kumbak, [kumb-ak] {ağız} is. G öz çukuru. [DS]
kulübem si barınak. [DS]
kumbar, [Far. m ubâr => bum bar > kumbar] {ağız} is.
kumgan, [Ar. kumkuma] {eT} is. Kova; ibrik; gü
1. Et sucuğu. 2. K asaplık hayvanların kalın bağır
ğüm; gül suyu şişesi. [DLT]
sağı. [DS]
kumkazan, [kum+kaz-an] is. zool. Toprakkazangil-
kumbara1, [Far. humbere] (k u ’mbara) is. 1. B irik
lerden, Güney A frika’da yaşayan, köstebek gibi
tirmek için içine para atılan b ir deliği bulunan ka
yerin altında yaşayan, kemirici bir hayvan (Bath-
palı kutu. 2. B ir tür yuvarlak top mermisi; humba-
yergus maritimus).
ra.
kumkertiz, [kum+kert-iz ?] {ağız} is. Bukalemun.
kumbara2, [Ar. kımâr] {ağız} is. Kumar. [DS]
[DS]
kumbaracı, [kumbara-cı] is. 1. K um bara üreten ve kum kum 1, [? kumkum] {ağız} is. Şeker. [DS]
satan kişi. 2. as. Humbarayı kullanan er; humbara-
kumkum2, [? kumkum] {ağız} is. Sakız leblebisi.
cı.s
[DS]
kumbarahane, [Far. humbere + hâne] (k u ’mbara-
kum kum a', [Ar. kımkıma {OsT} is. 1. İçine
ha:ne) {OsT} is. 1. H um bara imal edilen atölye;
humbara döküm yeri. 2. 1739 yılında humbaracı mürekkep konulan yuvarlak şişe; hokka. 2. İçine
yetiştirmek üzere açılan askerî okul, Zemzem konulan şişe. 3. Yuvarlak karınlı testi ve
ya küp; su kabı, {ağız} (aynı) [DS] 4. mecaz. O lum
kumbaşı, [kum+baş-ı] is. Kum luk yer; kumsal,
suz veya kötü bir özelliği kendisinde oldukça fazla
kumbik, -ği [? kumbik] {ağız} sf. Ufacık; yum ruk
bulunduran kişi veya yer.
kadar. [DS]
kumkum a2, [? kumkuma] {ağız} is. Bukalemun. [DS]
kumbili, [? kumbili] {ağız} is. Yığın. [DS]
kumkuvat, [? kumkuvat] is. bot. 1. S edef otugiller-
kumbul, [? kumbul] {ağız} is. 1. Çam, söğüt, çınar
den Çin ve Japonya’da, turunçgillere yakm, hep ye
vb. ağaçların kabuğundan yapılan kap. 2. Bu tür
şil yapraklı, meyve ağacı ve süs bitkisi olarak yetiş
ağaçların kabuğundaki sakız. [DS]
tirilen bir ağaççık, (Fortunella). 2. Bu ağacın p o r
kumbullu, [kumbul-lu] {ağız} sf. Tepelem e dolu. takala benzeyen küçük meyvesi,
[DS]
kumla, [kum-lag] is. 1. Kum birikmesi ile oluşmuş
KUM BÜKÇE SMI • 2836
yüzey şekli; kum luk yer; geniş kumsal. 2. Güneş lıklarını ölçmeye yarayan hassas ölçü aleti. 2.
banyosu yapmak için düzenlenmiş kum luk yer; matb. M atbaalarda dizgicilerin, tek tek harfleri bir
plaj; kumsal. araya getirerek satırları oluşturduğu alet. 3. mecaz.
kumlağı, [kum-lağı] {ağız} is. Kaynaktaki suyun için Düzen, tertip. S kumpasa almak, Birini zor du
de bulunan kumlardan çeşme suyunu arındırmak rumda bırakacak düzen ve tertibi almak; sıkıştır
için çeşmeye su getiren boru veya kiniklerin belirli mak:.|| kumpas kurmak, Birisi hakkında gizli bir
yerlerinde kum birikmesi için yapılan küçük engel işe girişmek; onun hakkında düzen hazırlamak;
ler; kumluk. [DS] gizli bir tuzak hazırlamak.
kumlak, [Lat. humulo / Proto Alt. *9jpmo(lö)] {eT} kumpet, [Far. gümbet] {ağız} is. Toprak yığını. [DS]
is. Kıpçak illerinde yetişen, yaprağı fasulyeye ben kum pil, [Bul. krumpir] {ağız} is. Patates. [DS]
zer sarmaşık gibi bir ot, (Humulus lupulus). [DLT] kumpir, [Bul. krumpir] {ağız} is. Patates. [DS] fi1
kumlama, [kum-la-ma] is. 1. Kumlamak eylemi. 2. kum pir üzümü. Çavuş üzümü.
Çeşitli yüzeylere kum ve benzeri aşındırıcı madde kumral, [konur (esmer) + al > konural > kumral] sf.
ler püskürtmek suretiyle yapılan tem izleme ve 1. Saçı, sakalı veya bıyıkları açık kestane renginde
aşındırm a işlemi. 3. Kumlama işlemi uygulayarak olan; açık kestane rengi; koyu sarı. 2. is. Bu renkte
yapılmış süsleme, fi1 kumlama m akinesi, Sert y ü olan kişi.
zeyler üzerine temizlemek veya süsleme yapm ak kum rallık, [kumral-lık] is. K umral olm a durumu,
amacıyla kum veya aşındırıcı toz parçalarını p ü s kumri, [Ar. kum ri (ay beyazı) J ja j] (kumri:) {OsT}
kürten makine.
is. zool. Kumru,
kumlamak, [kum-la-mak] gçl. fi. [-rj [-l(u)-yor] 1.
B ir yeri kum dökerek örtmek; kumla kaplamak. 2. kumriye, [Ar. kumriye -v.y^] is. Kumru. {OsT}
B ir yüzeyi kum püskürterek aşındırmak, kumru, [Far. kum ri j y J \ {OsT} is. 1. Güvercingil-
kumlıg, [kum > kum-luğ] {eT} sf. -*■ kumlug.
lerden çeşitli tonlarda gri, kahverengi ve pas kızılı
kumlu, [kum-lu] sf. 1. İçinde kum bulunan. 2. (Mey renklerle karışık tüylü, boynunun yanlarında siyah
ve için) etli kısmında sert tanecikler bulunan. 3.
tüyler bulunan, uzun kuyruklu küçük bir tür güver
mecaz. (Kumaş için) üzerinde kum görünümünde
cin, (Streptopelia turtur). 2. {ağız} Teneke kutudan
çok küçük ve sık benekler bulunan. S kumlu eb
yapılmış kandil. [DS] S kumru göğsü, Yanardö
ru, Tek renkli fa k a t çeşitli büyüklükte noktaların
ner renk. || kumrular gibi, (İki insan için) birbirini
oluşturduğu ebru.
çok seven. |[ kum rular gibi sevişmek, Çok iyi anla
kumluç, -cu [? kumluç] {ağız} is. Bulut gibi uçuşan şıp sevişmek. || kumru tüyii, {ağız} K urşunî renk.
bir tür küçük sinek. [DS] [DS]
kumlug, [kum > kum-luğ] {eT} sf. Kumlu. [EUTS] kumsal, [kum-sal] is. 1. Üzeri kum ile örtülü arazi
kumluk, -ğu [kum-luk] is. 1. Kumu olan yer. 2. Kum parçası; bu şekildeki deniz veya nehir kıyısı; kum
alman yer; kum ocağı. 3. Toprağın birleşiminde luk yer. 2. sf. (Yer için) üzeri doğal olarak kumla
çok miktarda kum bulunan arazi. 4. Kumsal. 5. {a- kaplı olan. 3. sf. Kumlu,
ğız} Kaynaktaki suyun içinde bulunan kumlardan kum sallık, -ğı [kum-sal-lık] is. Kumsal olma duru
çeşm e suyunu arındırmak için çeşmeye su getiren mu.
boru veya künklerin belirli yerlerinde kum birik
kumsavı, [kum-sağ-ı] {ağız} is. Kuma benzer bir tür
mesi için yapılan küçük engeller; kumlağı. [DS] 6.
toprak. [DS]
sf. Kumu çok olan,
kumser, [Fr. comissair] {ağız} is. Komiser. [DS]
kummak, [köm > köm-mak / kum-mak] {eT} gçsz. f .
[-ar] -*■ kommak. [DLT] kümse ver, [kum+sev-er] sf. bot. (Bitki için) kumlu
toprakta yetişen; kum lu toprağı seven; kumcul,
kummuş, [kum-muş] {ağızjsf Sivil. [DS]
kumsılam ak, [kum-sı-la-mak] gçl. fi [-r] [-l(ı)-yor]
kumnuk, -ğu [kum-luk] {ağız} is. -* kumluk; kum-
lağı. [DS] Çekiştirmek.
kumol, [kum-ul] {ağız} is. Kum yığını. [DS] kumsu, [lçum-su {OsT} sfi. A ra bozucu; tez-
kumpanya, [Lat. compania (yoldaşlık) > İt. compag- virci.
na] (kumpa'nya) is. 1. im paratorluk döneminde, kum sulanm ak, [kum -su-la-n-mak {eAT}
sanayi ve ticaret etkinlikleri için kurulan yabancı
dönşl. fi. [-ur] Yaltaklanmak; tezellül etmek,
ortaklıklara verilen ad; şirket; ortaklık. 2. Müzikçi,
dansçı, tiyatroculardan oluşan gezici topluluk; trup. kumsuluk, -ğu [kumsu-luk is. Ara bozucu
3. mecaz. A ynı görüş, aynı kafada oluşun kişilerin luk; tezvircilik. S kumsuluk etmek, {OsT} Ara
oluşturduğu grup, bozuculuk etmek.
kumpas, [Lat. compassare (adımla ölçmen) > Fr. kumsuz, [kum-suz] sfi Kumu bulunmayan; içinde
compas] is. 1. Vida, saç vb. küçük şeylerin kalın kum olmayan.
İ K H I R S M • 2837 KUN
kum şuy, [Çin. ? => komşuy] {eT} is. 1. K anla dol [EUTS] [ETY] [İKPÖy.] [Gabain] [Tekin] 2. Bir Uygur
muş kene. [DLT] 2. Çişini yapamadığı için vücudu kağanının eşi. [İKPÖy.] 3. Hatundan bir derece aşa
şişmiş kimse. [DTL] ğı kadm; bige; prenses. [DLT]
kumturmak, [köm-mak > kom-tur-mak / kum-tur- kunçuylug, [kunçuy > kunçuy-luğ] {eT} sf. Kraliçeye
mak] {eT} gçsz. f. [-ur] -*■ komturmak. [DLT] ait; prensese özgü. [EUTS]
kumuç1, [kuy-ma-ç > kuymuç > kumuç] is. İçine et kunda, [? kunda] is. 1. zool. B ir çeşit büyük ve ze
ve peynir konularak yapılan bir tür sigara böreği. hirli bir örümcek. 2. {ağız} sf. Kuyruksuz. [DS]
kumuç2, -cu [eT. kümîçe (sivrisinek)] {ağız} is. zool. kundaçı, [kun-mak > kun-dâçı] {eT} is. Hırsız.
1. Sivrisineğe benzer, açık alanlarda yazın toplu [EUTS]
olarak uçuşan küçük sinek. [DS] 2. Yaprak biti. kundak', -ğı [Yun. kontaki (sap; dipçik)] is. 1. Top
kumuk1, [komuk] {eT} is. -*■ komuk. [DLT] tüfek gibi ateşli silahlara desteklik etmeye veya
kumuk2, [? kumuk] {ağız} is. Kılıç. [DS] çeşitli hedeflere yöneltmeye yarayan, çoğunluğu
kumuk3, [küm-ük] (ku:mu:k) {ağız} is. Basık burunlu ağaç çatı. 2. jeol. Başka kayaların altında kalan
kimse. [DS] kubbemsi veya konik kaya kütlesi. 3. {ağız} A raba
Kumukça, [Kumuk-ça] (kumu'kça) is. D ağıstan’da nın dingil yatağı. [DS] 4. {ağız} M ısır koçanı. [DS]
yaşayan ve K umuk adı verilen bir Türk boyunun kundak2, -ğı [Erme, kntag (top)] is. 1. Y eni doğmuş
konuştuğu dil. bebekleri soğuktan korumak vb. sebeplerle sıkıca
kumuklamak, [komuk > komuk-lâ-mak] {eT} gçsz. f . sarmakta kullanılan genişçe bez. 2. Kundağa sarıl
[-r] -*■ komuklamak. [DLT] mış bebek. 3. Yangın çıkarmak için b ir yere soku
kumul', [küm-ül / kumbul] {ağız} is. Yığın. [DS] lan yağlı paçavra demeti. 4. Yemeni vb. başörtüsü
ile sıkıca bağlanmış ve top hâline getirilmiş saç
kumul2, [kum-ul] is. R ü zg ârla ra taşıması ile oluş
biçimi. 5. Sıkıca sarılmış ve top hâline getirilmiş
muş kum tepeleri, (1944).
bez paketi. 6. mecaz. Korumak amacıyla sıkı sıkıya
kumula, [kum-u-la ?] {ağız} is. Köy evlerinde arka
sarılmış şey. 7. mecaz. Ara bozma; fitne; fesat. 8.
duvarın çatı ile birleştiği yer. [DS]
{ağız} Kedi yavrusu. [DS] 9. {ağız} Üzüm salkımı.
kumullamak, [kumbul > kumul-la-mak] {ağız} gçl. f .
[DS] 10. {ağız} Çember. [DS] 11. {ağız} Yağda kav
[-r] [-l(u)-yor] Tepeleme doldurmak. [DS]
rulmuş soğan ve bulgur ile yapılan bir tür dolma.
kumunsi, [Çin. chu m ân sing] {eT} is. Bir yıldız adı. [DS] 12. {ağız} Tay. [DS] S kundağa konmak,
[EUTS]
{eAT} Kundaklanmak; kundağa sarılm ak.|| kundağı
kumursga, [komur-sâ-mak > kornur-s-ğâ] (komurs- çözülmemiş, Çok yeni; yeni çıkma; çiçeği burnun
ğa:) {eT} is. Karınca. [ETY] [Gabain] da]] kundak bezi, Çocuğun kundaklanması sıra
kumus, [kumus ^^^a] {OsT} sf. Yoksul; fakir; müflis, sında kullanılan bez. || kundak (koymak) sokmak,
kumuşmak, [kom-mak > kom-T-mak > komı-ş-mak] 1. A ra bozacak, karışıklık çıkaracak, isyana sebep
{eT} işteş, f. [-ur] -*■ komışmak. [DLT] olacak şeyler söylemek veya böyle bir eylemde bu
kumuz, [kım-ız] {eT} is. -* kımız. [OKD] lunmak. 2. Yangın çıkarmak amacıyla bir yere ya ğ
-kun1, [Çin. kun ( sürü; kalabalık; topluluk; toplantı; lı bez koyup tutuşturmak; kundaklam ak.|| kundak
tan çıkmak, (Bebek için) büyümek, kundaklamaya
sınıf; türdeş) > -kun / -kün / -km / -kin / -ğm / -gin
/ -ğun / -gün] {eT} yap. e. Topluluk ya da çokluk gerek kalmamak.
bildiren ek. kundakçı, [kundak-çı] is. 1. B ir yeri yakmak için
-kun2, [-gın / -gin / -gün / -gun / -kin / -km / -kun / - kundak koyan kimse. 2. mecaz. Ara bozan; boz
kün] yap. e. {eT} Eylem lerden eylem ismi türeten gunculuk yapan; karışıklık çıkaran; sağlam ve işler
ek, boz-kun kaç-kun (kaçkın) durumdaki bir şeyi bozmayı amaçlayan kimse. 3.
Silahlara kundak yapan kimse,
kun, [Far. kün djS] (ku:n) {OsT} is. K uyruk sokumu
kundakçılık, -ğı [kundak-çı-lık] is. 1. Bilerek ve
bölgesi; kıç. isteyerek yangın çıkarma, kundak koym a işi. 2. me
kuncik, -ği [kun-cik] {ağız} is. 1. O muz başı. 2. Kö caz. A ra bozuculuk; fitnecilik,
şe. [DS] kundaklam a, [kundak-la-ma] is. K undaklamak ey
kunç, [? konç] {eAT} is. Konç. [DK] lemi ve durumu,
kunçı1, [kunçî] (kunçı:) {eT} is. N azarî olarak bilinen kundaklam ak, [kundak-la-mak] gçl. f . [-r] [-l(ı)-
bir aym bir kısmı. [EUTS] yor] 1. (Çocuk için) kundak bezleriyle sarmak. 2.
kunçı2, [? kunçı] {ağız} is. Kendir saplarının dökün Bir yeri isteyeıek yakmak; bilerek yangın çıkar
tüsü. [DS] mak. 3. Silahların namlusunu kundağa takmak;
kunçi, [? kunçî] {ağız} is. K enevir sapı. [DS] kundak takmak. 4. (Saçlar için) yem eni veya baş
kunçuy, [Çin. kung-ciou (imparator k m ) => örtüsü içine toplayarak sarmak. 5. mecaz. Fesat
kunçuy] {eT} is. 1. Prenses; Çin im paratorunun kızı. çıkarmak; karışıklık yaratmak.
KUN o ru n m o m . ,8 3 8
kundaklanış, [kundak-la-n-ış] is. Kundaklanm a ey [DS] fi1 kundura bağı, Ayakkabının ayaktan çık
lemi veya biçimi, masına önlem ek için ayakkabıyı sıkmaya yarayan
kundaklanm a, [kundak-la-n-ma] is. Kundaklanmak bağcık. || kundura boyası, Ayakkabıyı boyayıp p a r
işi. latmakta kullanılan özel boya.
kundaklanm ak, [kundak-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. kunduracı, [kundura-cı] is. Ayakkabı yapan ve satan
(Çocuk için) kundak içine konularak sarılmak. 2. kimse.
(Y er için) isteyerek ve kundak koym ak suretiyle kunduracılık, -ğı [kundura-cı-lık] is. Kundura yap
yakılmak. 3. (Saçlar için) yemeni içine alınarak m a ve satma işi ve sanatı,
sarılmak, bağlanmak. 4. (Silah için) kundak takıl kunduru, [Far. kund (sert) > kunduru] is. Başağı
m ak. 5. mecaz. Fesat çıkarılmak; karışıklık yara dört sıradan oluşan, sert, sarı ve iyi cins bir tür
tılmak. 6. dönşl. f. Kundak edinmek; kundak satın buğday.
almak. kunduz, [eT. *kund > kund-uz [EREN]] is. 1. zool.
kundaklayış, [kundak-la-y-ış] is. K undaklama eyle Kunduzgillerden, akarsularda ağaç dallarından yap
mi veya biçimi, tığı barajlarda yarısı su altında kalan yuvalar ya
kundaklı, [kundak-lı] sf. 1. Kundağı olan; kundağı pan, kavak, kaym, söğüt, akdiken, kızılağaç kabuk
bulunan. 2. (Çocuk için) kundaklanmış olan. 3. (Si ları ve ısırgan, kuzukulağı, labada gibi otsu bitki
lah için) kundak takılmış hâlde olan. 4. (Saçlar lerle beslenen arka ayaklan beş parmaklı ve perdeli
için) yemeni içine alınarak sarılmış, bağlanmış kemirgen hayvan; su köpeği, (Castor fiber; Castor
olan. canadensis). {eT} (aynı) [DLT] [EUTS] 2. Bu hayva
kundaksız, [kundak-sız] sf. 1. Kundağı olmayan; nın derisinden yapılmış kürk. 3. {ağız} Su künkleri-
kundağı bulunmayan. 2. (Çocuk için) kundağa sa nin içinde gelişen ve suyun akmasına engel olan
rılmamış olan. 3. (Silah için) kundak takılmamış bitki kökleri. [DS] 4. sf. {ağız} Siyah. [DS] S kun
hâlde olan. 4. (Saçlar için) kundaklam a biçiminde duz böceği, zool. Yakı böceğigillerden, parla k yeşil
bağlanm amış olan, bedenli, insan teninde kabarcıklara y o l açan ve
kundala, [kund+ala] {ağız} is. Deve tüyü renkli gü cinsel uyarıcı etkileri olan kın kanatlı böcek; İs
vercin. [DS] p a n yo l sineği; kuduz böceği, (Lytta vesicatoria /
kundaş, [koyun+daş] {ağız} sf. Koyun koyuna yatan. cant haris).\\ kunduz buğday, Kalın, kısa ve yuvar
[DS] lak taneli bir çeşit buğday.|| kunduz kayrı, {eT}
kunde, [gün-de] (g ü ’nde) {ağız} is. Her gün; günde. K unduz erbezinden yapılan bir ilaç. [DLT]
[DS] kunduzgiller, [kunduz-gil-ler] is. zool. Akarsularda
kundez, [? kundez] {ağız} is. Kepçe. [DS] ve göl kıyılarında yaşayan, bir paleti andıran kuy
kundı, [? kundı] {ağız} is. K or yığını. [DS] rukları ve perdeli arka ayakları ile suda yüzen, kür
kundıgu, [kondl-mak > kondl-ğü] (kondv.ğu:) {eT} kü değerli, kemiriciler familyası, (Castoridae).
is. -*■ kondıgu. [DLT] kundttme, [? kundüme] {ağız} is. Kıymalı bir tür
kundımak, [kon-dı-mak] (kondı:mak) {eT} sf. -*■ ham ur yemeği. [DS]
kondımak. [DLT] kuner, [Yun. kukunari => künar] {ağız} is. 1. Servi.
kundi, [? kundi] {ağız} is. Yük; denk. [DS] 2. Çam tohumu. [DS]
kundik1, -ği [? kundik] {ağız} is. Gömü. [DS] kuneyve, [Ar. kuneyve o ^ ] {OsT} is. anat. Kanalcık,
kundik2, -ği [? kundik] {ağız} is. Kambur. [DS]
kunfuz, [Ar. kunfuz j i i J {OsT} is. 1. Kirpi. 2. Fare,
kundim, [? kundim] {ağız} is. Yalan. [DS]
kundiye, [gün-de-y-e] {ağız} zf. Gündelik; gündeye. kunget, Kas; adale. [DLT]
[DS] kungçit, [Toh. kuncit] (kuncit) {eT} is. Susam yağı.
kundu, [kundu] {ağız} is. Atın kam ındaki yavru. [DS] [EUTS]
kundul, [kundu-1] {ağız} sf. Tıknaz. [DS] kungfu, [Çin. kung-fu > İng. kung fu fighting] is.
spor. Bir beden eğitimi ve aynı zamanda dövüş
kundulu, [Far. kund (sert) > kunduru] {ağız} is. -►
sporu olan, çıplak elle yapılan, karateden farklı ola
kunduru. [DS]
rak sıçrama ve ayak hareketlerine fazla yer veren
kundume, [? kundume] {ağız} is. Uyku salıncağı.
[DS] bir Çin savaş sanatı,
kundur, [kundu-r] {ağız} sf. 1. Kısa saçlı. 2. Boyu kungkau, [Çin. k ‘önghevu => kunkau] (kuhkau) {eT}
kısa. 3. (Hayvan için) kuyruğu kısa. 4. is. Pancar. is. Çalgı; musiki aleti; harfe. [EUTS]
[DS] kungkauçı, [kunkau-çl] (kunkauçı:) {eT} is. Harp
kundura, [Yun. kothom os / İt. condura] {ağız} is. Dış çalan. [EUTS]
etkilerden ve yoldaki yabancı cisimlerin zararların kungkayu, [Çin. k ‘önghevu (kopuzun Çince söyleni
dan ayakları korum ak için giyilen, çoğunlukla deri şi) => kunkayü] (kunkayu:) {eT} is. Bir tür müzik
ve köseleden yapılma basit, bağcıksız ayakkabı. aleti; ut; kitara. [İKPÖy.]
İ H İ R M • 2839 KUP
kungkiu, [Çin. k'önghevu (kopuzun Çince söylenişi) kuntak, -ğı [Yun. kontaki] {ağız} is. Dipçik. [DS]
=> kunkiyü] (kunkiyu:) {eT} is. Harp; bir musiki a- kuntuk, -ğu [kunt-uk] {ağız} is. Aşırı derecede cinsel
leti. [Gabain] istek. [DS]
kunkula, [Far. ğulğule] {ağız} is. Testinin ağız bölü kuntukmak, [kunt-uk-mak] {ağız} gçsz. fi. [-ur] Aşırı
mü. [DS] derecede cinsel istek duymak. [DS]
kungulu, [Far. ğulğule] {ağız} is. Küçük toprak testi. kuntura, [? kuntura] {ağız} is. Kara sakız üzümü.
[DS] [DS]
kunhauçı, [kunkau-çî] {eT} is. Musikişinas. [EUTS] kuntuz, [kunt > kunt-uz] {eT} is. -*■ kunduz. [EUTS]
kunka, [? kunka] {ağız} is. Tepecik; küçük sırt. [DS] [Gabain]
kunku, [Çin. k ‘önghevu (kopuzun Çince söylenişi) kunu1, [? kunu] {ağız} is. Lifleri alınmış kendir sapı.
=> kunkü] {eT} is. M üzik aleti; harfe adı. [EUTS] [DS]
kunkul, [? kunkul] {ağız} is. 1. Tavukların başındaki kunu", [kulun ?] {ağız} is. 1. Kedi yavrusu. 2. Altı
tüylü tepelik. 2. Tavuğun ibiği. 3. Püskül. 4. İki aylığa kadar at yavrusu; tay. [DS]
omuz arası. [DS] kunuk, [kun-mak > kun-uk] {eT} is. Dolandırıcı.
kunkula, [Far. ğulgüle] {ağız}is. 1. İbrik. 2. Testi, ib [KB]
rik vb. şeylerin kırılmış boynu. [DS] kunuşmak, [kun-mak > kun-uş-mak] {eT} işteş, f i [-
kunkullamak, [kunkul-la-mak] {ağız} gçl. f i [-r] [- ur] Soymakta birbirine yardım etmek; birbirini
l(u)-yor] İki omuz arasına almak; sırtlamak. [DS] soymak; çalmak. [DLT]
kunkur, [Far. ğulğüle {ağız}is. Kulplu veya kulpsu su kunut1, [Ar. kunüt i y i ] (kunu:t) {OsT} is. Ü m itsiz
testisi. [DS] lik; üm it kesme; yeise kapılma.
kunlacı, [kulun-la-y-ıcı {eAT} {OsT} sf. (Kıs kunut2, [Ar. kunüt o j J ] {OsT} is. 1. İtaat etme; uy
rak ve eşek için) gebe, ma. 2. İbadet. 3. Yatsı namazından sonra kılınan ve
kunlamak', [kun-mak (çalmak) > kun-lâ-mak] (kun- “vitir" de denen üç rekâtlık namaz. S kunut dua
la:mak) {eT} gçl. f. [-r] Sürekli çalmak; yağmala sı, Vitir namazında üçüncü rekâtta riikûdan önce
mak. [ETY] okunan dua. || kunut etmek, İtaat etmek; ibadet
kunlamak2, [kulun-la-mak jU iy ] {eAT} gçsz. f i [-r] etmek.
kunut3, [Rus. knut] {ağız} is. Küçük kamçı. [DS]
[~l(ıı)-yor] (Kısrak, eşek için) doğurmak,
kunya, [İt. cugno] is. Dikmelerin tabanına yapılan
kunmak, [kun-mak] {eT} g ç l.f. [-ar] Çalmak; hırsız
yuva.
lık yapmak; uğralamak; yağm a etmek. [DLT]
[EUTS] [ETY] [Gabain] kunzua, [Ar. kunzu'a {OsT} is. 1. Kafatasının
kunna1, [? kunııa] {ağız} is. Kedi, köpek yavrusu. kenarından bulunan saç. 2. Tıraşlı başın üstünde
[DS] bulunan bir tutam saç. 3. Çakıl taşı. 4. Başa takılan
kunna2, [Ar. kume] {ağız} is. Kuma. [DS] kadm filesi. 5. İbik.
kunnacı, [kulun-la-y-ıcı ^ iMjs] {eAT} {ağız} sfi -*■ kup1, [Fr. coupe] is. Elbiseye kesimle verilen biçim;
kulunlayıcı. [DS] elbisenin kesimi.
kunnamak, [kulun-la-mak > kunna-mak] {ağız} gçsz. kup2, [Bul. kup [Tietze]] {ağız} is. Çeç. [DS]
fi [-r] [-n(u)-yor] (Hayvan için) doğurmak. [DS] kupa1, [İt. coppa] (ku'pa) is. 1. G enellikle genişliği
derinliğinden fazla olan altın, gümüş veya bronz
kunneb, [Ar. kunneb v-^] {OsT} is. Kendir; kenevir.
dan yapılmış ayaklı kap. 2. Ayaksız, kulplu büyük
kunt1, [Far. künd / Erme, gund cJjî] sfi 1. İnce ve bardak. 3. Yarışmalarda ödül olarak verilen altm,
sivri olmayan; kalın; küt. 2. (Nesneler için) sağlam; gümüş veya bronzdan yapılmış iki tarafı kulplu,
dayanıklı; kaim; ağır, {ağız} {eAT} {OsT} (aym) [DK] süslü kap veya sanat eseri. 4. İskambil kâğıtların
[DS] 3. (Kişi için) kavrayışı kıt. 4. {ağız} (Çocuklar dan kırmızı renkli ve kalp biçiminde deseni olan. 5.
için) bilmiş; akıllı. [DS] 5. is. {ağız} Tepelikli, gaga Soğuk algınlığında sırta çekilen bardak. 6. {ağız}
sının üstü güllü, ayakları çakşırlı büyük bir çeşit Cam bardak. [DS] 7. sfi Bir kupanın alabileceği
güvercin. [DS] 6. {ağız} Beyaz, sık taneli bir çeşit miktar, fi1 kupa çekmek, Havası boşaltılmış bar
üzüm. [DS] fi1 kunt adam, Kalın kafalı, anlayışsız dağı hastanın sırtına yapıştırmak; şişe çekmek.
kimse. j| kunt akıllı, {ağız} (Çocuk için) bilmiş; akıl kupa2, [Fr. coupe] is. Dört tekerlekli, iki kişilik ka
lı. [DS]|| kunt taşı, {ağız} Yapılarda, duvarlara iki palı at arabası.
taraflı konulan kirişler arasına doldurulan küçük kupa3, [Bul. kupa [Tietze]] {ağız} sf. is. Çeç. [DS]
taşlar. [DS] kupa4, [? kupa] {ağız} sf. (Giyecek için) katlanma
kunt2, [Far. günde] {ağız} is. Yuvarlanm ış ham ur be mış; dürülmemiş. [DS]
zesi. [DS] kupas, [kubâ] {eT} sf. -+ kuba3. [KB]
K U P o n » » ? » • 2840
kupaj, [Fr. kupage] is. Değişik tür ve cinsteki şarap lardan kesilm iş yazı, haber, belge; kesik. 2. Bir his
ları karıştırma işlemi, se senedi veya tahvilin düşük nominal değerdeki
kupak, -ğı [kupak] {ağız} is. Çamurlu, batak, sulak birimleri. 3. Bir bütün oluşturan ve parçaları ayrı
yer. [DS] ayrı satılabilen kıym etli evrakın parçalarından her
kupal, [Far. küpâl J ^ ] is. Gürz türünden eski bir biri.
kupür", [Yun. kopria] {ağız} is. Gübre ve çerçöp ka
topuz.
rışımı; süprüntü yığını. [DS]
kupas, [? kupas] {ağız} zf. Yüz üstü. [DS]
kupüşmek, [kap-ış-mak] {ağız} işteş fi. [-ır] Çarpış
kupaşm ak, [kuba-ş-mak] {ağız} işteş, f. [-ır] İmece
mak; tokuşmak. [DS]
yoluyla iş yapmak. [DS]
kupzalm ak, [kopuz > kop(u)z-al-mak] {eT} g çsz.f. [-
kupay, [Bul. kopoj] {ağız} is. İri kulaklı bir tür av
ur] -*■ kopzalmak. [DLT]
köpeği. [DS]
kupzamak, [kopuz > kop(u)z-â-mak] (kopza:mak)
kupe, [Fr. coupe] is. Vücudun ağırlığını yüklenen
{eT} g ç l.f. [-r] -*■ kopzamak. [DLT]
bacağın öteki bacakla yer değiştirdiği dans adımı,
kupzaşm ak, [kop-uz > kop(u)z-â-m ak > kopza-ş-
kupes, [Yun. gouppes] (k u ’p es) is. zool. İzmaritgil
mak] {eT} işteş, fi [-ur] -*• kopzaşmak. [DLT]
lerden sıcak ve ılık denizlerin kıyı kesimlerinde
kupzatm ak, [kop-uz > kop(u)z-â-m ak > kopza-t-
yaşayan silindir biçiminde uzun, erdişi bir kemikli
mak] {eT} işteş, f i [-ur] -* kopzatmak. [DLT]
balık; çitari, (Boops boops).
-kur-, [-kir- / -kur- / -kür- / -ğır- / -gir- / -ğur- / - gür-
kupdüşen, [güp (yans.) + düş-en] {ağız} is. 1. Bir tür
] {eT} yap. e. -*■ -kır-.
yaz armudu. 2. B ir tür küçük sinek. [DS]
kur1, [kur (yans.)] is. At, eşek vb. binek hayvanlarını
kupeyin, [kup-mek (düşmek) > kup+eğin > kupeyin]
çağırma ünlemi. kur(r)-ıh kurrıh, kur-uk kuruk
{ağız} is. Zenginken yoksul düşen. [DS]
kur2, [kur (yans.)] is. K urbağanın seslenmesini
kupkuru, [kup+ku/ru] (ku ’p kuru) sf. 1. Çok kuru. 2.
anlatan kök. [Zülfikar] kur+bağa, kur+bağa-cık
Ç ok zayıf. 3. mecaz. Belirgin; net. S kupkuru
kur3, [kur (yans.)] is. Guruldam a sesi. S kur kur
etmek, Çok kurutmak; iyice kurutmak. j| kupkuru
etmek, Guruldamak. [DLT]
kesilm ek, Çok kurumak; iyice kurumak.
kur4, [kur] {eT} is. 1. Kuşak; kemer toka. [DLT]
kuplam ak, [kulp-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(u)-
[EUTS] [KB] [Nevâyî] [Gabain] 2. {eAT} Süslü, işle
yo r] Sepet vb. gereçlere kulp takmak; kulplamak.
[DS] meli kemer veya kuşak. [DK]
kupli, [Ar. kufi JiS => kupli] {ağız} is. A sm a kilit. kur5, [kur jjs] {eAT} sf. Süslü; işlemeli, fi1 kur eyer,
[DS] {eAT} Özenle yapılmış, süslü eyer.|| kur kemer,
kuplu, [kulp-lu] {ağız} is. Kulplu büyük kazan. [DS] {eAT} Süslü ve özenle yapılm ış kemer.\\ kur kılıç,
kupmek, [kup-mek] {ağız} gçsz. f. [-er] Düşmek; {eAT} Süslü ve özenle yapılm ış kılıç.|| kur kurama
sendelemek. [DS] kuşak, {eT} Altın işlemeli kuşak. [DK]|| kur kurma
kuşak, {eAT} Süslü ve özenle yapılm ış kuşak.\\ kur
kupol, [Fr. coupole] is. Dökme demiri eritmede
kuşak, {eAT} Süslü ve özenle yapılmış kuşak.
kullanılan silindir biçiminde düşey gövdeli fırın,
kupon, [Fr. coupon] is. 1. Değerli bir kâğıdın, hami kur6, [kur jj£] {eT} is. 1. Mertebe; aşama; rütbe.
line gelir veya bazı haklar sağlayan özel olarak dü {eAT} (aym) [DLT] [KB] 2. Sıra; silsile. [EUTS] [Ga
zenlenmiş ve kesilebilir parçası. 2. B ir gazetenin bain] 3. Maya. [KB] 4. Toy. [KB] 5. {eAT} Akran;
okurlarına bazı çekilişlere katılmalarını sağlamak emsal, fi1 kura körmek, Uzaktan görmek. [DLT]
amacıyla verdikleri basılı kâğıt. 3. Yalnız b irg iy si- kur7, [kurî-m ak > kurüğ] (kuru:ğ) {eT} is. Kuru.
lik dokunmuş özgün kumaş parçası. 4. Bir dokuma [DLT]
parçasından arta kalan ve değerinden daha düşük kur8, [kur] {ağız} sf. 1. (Kişi için) durumundan çok
fiyatla verilen kısa kumaş, yakman. 2. İyilik bilmez; nankör. 3. is. Sert ve kuru
kupsalmak, [kopuz > kob(u)z-a-l-mak] {eT} g ç l . f [- toprak. [DS]
ur] -*■ kopzalmak. [DLT] kur9, [Far. kür jjS'] (ku:r) {OsT} sf. 1. Kör. 2. Ba
kupuz, [kobuz / kopuz / kupuz j_*yS] {eAT} is. Kopuz. siretsiz. S kür-âb, 1. Çok susadığı hâlde az su
kupfik, -ğü [kup-ük ?] {ağız} is. Çamaşır tokmağı. içen. 2. Serap.\\ kür-baht, Talihsiz]] kflr-boğaz,
[DS] K ör boğaz; obur. |( kür-dîl, Gönlü kör; cahil. || kür-
kupül, [Fr. coupure] {ağız} is. İçine kumaş parçaları keş, K ör birini elinden tutarak yola gitmesine ya r
doldurulan bohça; parça bohçası. [DS] dım eden kimse. || kür-nem ek, Nimetlerin hakkım
kupüldem ek, [kıp-ıl-da-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] [- bilmeyen; nankör.
d(ü)-yor] (Lamba için) sönecek gibi olmak. [DS] kur10, [Fr. cour] is. 1. H ükümdar ve çevresindekile
kupür1, [Fr. coupure] is. 1. Gazete, dergi gibi yayın rin oturduğu konut. 2. Karşı cinsten birinin hoşuna
« 2841 KUR
gitmek veya onun gönlünü çelmek için yapılan lak, güzel çocuk. S k u rab iy e gibi, (Yiyecek için)
davranış. 3. Birini elde etmek için onun duygularım çok gevrek ve ağızda çabuk dağılıveren.\\ k u rab iy e
okşama ve ona yakınlık, dostluk gösterme. S1 k u r saat, D üz ve küçük kutulu saat.
davranışı, biy. Hayvanlarda çiftleşmeden hemen kurab iy eci, [kurabiye-ci] is. K urabiye yapan ve sa
önce görülen kalıplaşmış davranış tipi.|| k u r y a p tan kimse.
m ak, 1. İlgi göstererek, iltifat ederek bir kadının kurab iy ecilik , -ği [kurabiye-ci-lik] is. Kurabiyecinin
hoşuna gitmeye, gönlünü kazanmaya çalışmak. 2. işi ve mesleği; kurabiye yapma ve satma işi.
Birini elde etm ek için onun duygularını okşayıcı k u ra cı, [kur’a-cı] (kur-a:cı) is. Askere alınacak
davranışlarda bulunmak. 3. Siyasal ilişkilerde y a gençleri belirlemek amacıyla onlara kura çektiren
kınlık ve dostluk sergilem ek subay.
k u r11, [Fr. cours] is. 1. Geçer fiyat. 2. Yabancı para k u ra d , [Ar. kurâd ilJ ] {OsT} is. Hayvan biti,
ların ulusal para cinsinden değeri; döviz ile ulusal
para arasındaki değişim oranı. 3. Herhangi bir ku k u ra d a , [Ar. kurada / kurâza -usIJ ] {OsT} sf. 1. Altm
rum veya kuruluş tarafından ilgililere bazı bilgi ve ve gümüş kırıntıları. 2. Kumaş parçalan. 3. {ağız}
beceri kazandırmak amacıyla açılan kısa süreli eği (Eşya için) işe yaramaz; eskimiş; yıpranmış; bo
tim ve öğretim faaliyeti; kurs; kurs dönemi. S k u r zulmuş. [DS] 4. (İnsan veya hayvan için) gelişm e
farkı, 1. B ir dövizin alış ve satış fiyatları arasında miş; cılız; bir deri bir kemik kalmış. 5. {ağız} (Kişi
ki fark. 2. B ir dövizin önceki fiya tı ile yen i fiya tı için) dayanıksız; güçsüz. [DS]
arasındaki fark. k u ra ğ , [kur-mak > kur-ağ] is. Sanat değeri olan yapı.
k u r12, [kur] {ağız} sf. Hayırsız; uğursuz. [DS] k u r a k 1, -ğı [kur-mak > kur-ak] {ağız} is. 1. Keklik
k u r’a, [Ar. k u r'a **y ] (kur-a) is. -* kura1. avında avcıların saklandıkları yer. 2. Tuzak olarak
kullanılan evcil kekliğin kafesiyle konulduğu y ü k
k u ra 1, [Ar. k u r'a ^ J ] (kura:) is. 1. B ir iş, b ir seçim
sek yer veya ağaç. 3. Düzen; oyun. [DS]
veya belirleme hakkında tam amen şansa ve tesadü k u ra k 2, -ğı [eT. kun-m ak > kur(ı)ğ > kurığ-a-k >
fe bağlı kalınarak yapılan uygulama; ad çekme. 2. kurak] sf. 1. (Hava, mevsim; yıl için) yağıştan yok
İmparatorluk döneminde aynı dönem doğumlular sun; yağışsız; yağmursuz. 2. (Toprak için) kuru;
arasından kim lerin askere alınacağını, kim lerin as nemsiz; rutubetsiz; çorak. 3. zf. Yağışsız biçimde;
kerlikten m uaf tutulacağını belirlem ek için yapılan kum ve nemsiz olarak. 4. is. Yağmur yağmaması
ad çekme sistemi. 3. Bu usulle askere alınan erler. hâli; kuraklık. 5. {ağız} [DS] Saçak altı; çardak. S3
B k u ra çekm ek, Herhangi bir belirlemeyi şansa k u ra k iklim , İç bölgelerde kaldığı için yağışlardan
bağlı olarak kura çekme yöntem iyle belirlemek; a d yoksun kalan bölge iklimi.
çelanek.\\ k u ra efrad ı, Kurası çıkan askerlik y ü k u ra k ç ı, [kur-ak-çı] {ağız} is. 1. Tuzakçı; düzenci. 2.
kümlüsü,|| k u ra sı çıkm ak, Askere alınmak.\\ k u ra sı sf. (Kişi için) kurnaz. [DS]
olm ak, (Belirtilen y ıl için) o y ıl askerlik çağına
k u ra k çıl, [kurak-çıl] sf. (Bitki için) kurak yerlerde
gelmiş olmak.
yetişen; yağışsız ortamlara uyum sağlayabilmiş o-
kura2, -a ’ı [Ar. k u r'a > kura1 j-y] {OsT} is. Kuralar; lan; kurak yerlerden hoşlanan,
ad çekmeler. k u rak lık , -ğı [kurak-lık] is. 1. Kurak olm a durumu;
k u ra3, [Ar. karye > kurâ iSj] (laıra:) {OsT} is. K öy yağmursuzluk; yağışsızlık. 2. Yağmursuzluktan,
yağış yokluğundan dolayı meydana gelen kıtlık. S
ler; kasabalar. S1 k u râ -y i m ütecav ire, Kom şu köy
k u ra k lık indisi, Irm ak sularının akış veya atm os
ler.
ferin nem durumunu belirlemek amacıyla kullanı
kura4, [Yun. khophös (sağır) [Tietze]] {ağız} is. 1.
lan yıllık yağış ortalamasının yıllık sıcaklık orta
Kulağı kısa olan koyun veya keçi. 2. sf. Kurnaz.
lamasına oranını veren rakam.
[DS]
k u ra k sa m a k , [kurak-sa-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] [-
k u ra5, [Ar. kufi Jis ?] {ağız} is. Anahtar. [DS]
s(ı)-yor] 1. Bir yiyeceği çok istemek. 2. A şın dere
k ûrab , [Far. kürâb (kû:ra:b) {OsT} is. Serap; cede cinsel istek duymak. [DS]
ılgım; yalgın. k u r a l1, [kur-mak > kur-al] is. 1. Düşünce ve davranış
bakım ından uyulması gereken ilke; izlenmesi gere
kûrabe, [Far. kürâbe (kû:ra:be) {OsT} is.
ken zorunlu yol; davranışlarımıza yön veren ilke;
Kubbeli türbe; kümbet, kaide, (1935). 2. Bilinmesi, uyulması törelerce zo
k uraba, [? kuraba] {ağız} is. 1. Şakacı. 2. Kurnaz. runlu kılınan yasa. 3. Bir sanata, bir bilim e veya bir
[DS] etkinlik alanına temel olan, yön veren ilke. 4. Kimi
kurabiye, [Ar. ğureybîye (garip nesnecik) > OsT. şartların, durumların belirlediği şey. 5. ed. Klasik
ğurâbiye {OsT} is. 1. Un, yağ ve şekerle ya Fransız edebiyatında, eleştirmenlerin yazarları uy
pılan küçük yuvarlak pasta. 2. argo. Yakışıklı, par m aya zorladıkları ilkelerin tümü. 6. dbl. Dil olayla
KUR ö IÜ M IİK C fS ü M .^
rı arasındaki düzen. 7. mat. Bazı problem çeşitleri mak. [DS] S k u ra m a bohçası, {ağız} Küçük kumaş
ni çözme metodu. S k u ra la ay k ırı, Belirlenmiş parçalarının konulduğu bohça; yam alık bohçası.
olan esaslara uymayan; kurallara aykırı olan; ay [DS]
rık; müstesna; şaz. || k u ra la ay kırılık, dbl. D il ku k u ra m a k 1, [kura-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-r(u)-yor]
rallarına aykırı olarak kelime kullanma; kıyasa İki parçayı birbirine dikerek eklemek. [DS]
muhalefet.\\ k u ra l dışı, Belirlenmiş olan esaslara k u ra m a k 2, [kura-mak] {ağız} is. Taşınmaz mal;
uymayan; kurallara aykırı olan; ayrık; müstesna; mülk. [DS]
şaz. k u ra m b a , [kuramma ? > kur-am-ba] {ağız} /.s. 1. Do
k u ra l2, [kura-1] {ağız} is. 1. Silah. 2. Araç. [DS] landırıcılık; düzen. 2. Kuruntu; düşünce. 3. Plan;
ku ralcı, [kur-al-cı] sf. 1. Kurallara bağlı kalan; kural tasarı. [DS]
lardan ayrılmayan; kaideci. 2. dbl. Dilin betimle k u ram cı, [kuram-cı] is. 1. Kuramları inceleyen, zen
mesini kurallar yoluyla yapan ve bu kuralların de ginleştiren veya kuram lar üreten kimse; teorisyen;
ğişm ezliğini savunan, fi1 k u ra lc ı dilbilgisi, dbl. nazariyeci. 2. Kuramlara sıkı sıkıya bağlı olan kim
D ilin yapısını kurullar yoluyla betimleyen ve bu se. 3. Belirli bir kuramı savunan kimse,
kuralların değişmezliğini kabul eden, bu yaklaşım ı k u ram cılık , -ğı [kuram-cı-lık] is. Kuramcı olm a du
tem el alan dilbilgisi. rumu; teorisyenlik.
kuralcılık, -ğı [kur-al-cı-lık] is. Kuralcı olma duru k u ra m la ştırm a , [kuram-la-ş-tır-ma] is. Kuramlaştır
mu; kurallara bağlılık; kaidecilik. mak eylemi.
k u rallaşm a, [kur-al-la-ş-ma] is. Kural durumuna k u ra m la ştırm a k , [kuram-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır]
gelme; kurallaşm ak eylemi, Kuram durumuna getirmek; kuram olmasını sağ
k u ra llaşm ak , [kur-al-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Kural lamak.
durumuna gelmek, k u ra m p a , [? kurampa] is. mim. Bire bir ölçekli, ay
k u ra lla ştırm a , [kur-al-la-ş-tır-ma] is. Kural durum u rıntılı çizim.
na getirme. k u ra m sa l, [kuram-sal] sf. 1. K uramla ilgili; teorik;
k u ra lla ştırm a k , [kur-al-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır] nazarî. 2. Kuram durum unda olan; teorik; nazarî.
K ural durumuna getirmek; kurallaşmasını sağla K u r ’an , [Ar. karee (bir araya topladı; okudu; yaz
mak. dırdı) > k u r’ân o Tji (okuttu; düzenledi; belli bir
k u rallı, [kur-al-lı] sf. 1. Kuralı olan. 2. Bir kurala
sıraya koydu; harflerin birleşmesinden kelimeleri,
bağlı olan. 3. dbl. Belli bir kurala göre yapılmış;
kelimelerin birleşmesinden cümleleri, ayetleri, su
kıyasî. <3 k u ra llı cüm le, dbl. Yüklemi sonda bulu
releri bir araya topladı)] (kur-a:n) {OsT} is. İslam
nan cümle.
dininin tem el ilkelerini, Hz. M uham m ed’e vah-
kuralsız, [kur-al-sız] sf. 1. Kuralı olmayan. 2. Bir yedilen İlahî buyrukları insanlık âlemine bildiren
kurala bağlı olmayan. 3. dbl. Belli bir kurala göre
kitap; M üslümanların kutsal kitabı; Tanrı buyruğu;
yapılmam ış olan; gayr-i kıyasî. 4. dbl. (Kelime
K ur’an-ı Kerim; Kelam-ı Kadim; Mushaf. S1 K u r’
için) çekimi temel ve kural olarak kabul edilen tip
an çarpsın! Karşısındakini bir şeye inandırmak
ten olmayan; gayr-i kıyasî. 5. (Deyim için) çağdaş
için yapılan yem in sözü. |j K u r ’an h a k k ı için, {OsT}
kullanım dan farklı olan,
“Allah aşkına, dinin, imanın için ” anlamında kul-
kuralsızlık, [kur-al-sız-lık] is. Kuralsız olm a duru lanılır.\\ K u r ’a n ’la h ü k m etm ek , {OsT} Ş e r'î hü
mu; kuralsız olan şeyin niteliği. kümlere göre bir yeri yönetmek.
k u r a m 1, [kur (sıra) > kur-â-mak > kura-m] {eT} s f
k û r a n 1, [Far. kür > kürân olj £ ] (ku:ra:n) is. Körler.
M ertebeli; aşamalı; sırasına göre. [DLT] S> k u ra m
kişiler, {eT} Sanki hakanın yanına oturuyormuş k u ra n 2, [kur-an] {ağız} is. 1. Sicim. 2. Çatı boşluğu;
gibi sırayla oturan kişiler. [DLT] tavan arası. 3. Atmaca. 4. Dokuz taş oyununda üç
k u ra m 2, [kur-mak > lcur-am] is. 1. Uygulamalardan taşın bir sıraya gelmiş olması. [DS]
bağım sız olarak ele alınan soyut bilgi; nazariye; k u ra n d a , [kur-mak > kur-an-da] {ağız} is. Yaradılış;
teori, (1942). 2. Bir bilime temel olan, sistemli bir biçim; durum. [DS]
biçimde düzenlenmiş, birçok olayı açıklayan temel k u ra n d e r, [Fr. courant d ’air] is. Hava akımı; kapalı
kurallar, yasalar bütünü; nazariye; teori. 3. Belli bir bir yerde karşılıklı iki pencere arasındaki cereyan,
konuda sistemli düşünceler, görüşler bütünü. 4. k û ra n e , [Far. kür-âne ‘üljjS’] (ku:ra:ne) {OsT} zf. Kör
Soyut bir düşünce veya varsayım niteliğinde olan
gibi; körcesine,
şey. 5. Bünye (1935).
k u ra n g a , [? kuranga] {ağız} is. Y üz dirhem. [DS]
k u ra m 3, [kura-m] {ağız} is. 1. Durum; biçim. 2.
k u ra n g a z , [kuru + Ar. enkâz] {ağız} s f 1. Kurumaya
Dokuz taşla oynanan bir çocuk oyunu. [DS]
yüz tutmuş. 2. Zayıf. [DS]
k u ra m a , [kura-ma] {ağız} is. 1. Ortaklaşa yapılan ye
m ek şöleni. 2. Bir iş üzerinde görüşmek, konuş K u r ’a n h a n , [Ar. k ur’ân + Far. -hvân o ly - o Tj ] (kur
ÖIÜIMMSIMI • 2843 KUR
a:nha:n) {OsT} is. 1. K ur’an’ı iyi okuyan kimse. 2. k u rb a ğ a gözü, {ağız} Küçük beyaz taneli bir tür
K ur’an okumayı meslek edinmiş kimse. üzüm. [DS]|| k u rb a ğ a otu, bot. Köklerinde kırmızı
K u r’an-ı K erim , [Ar. kur‘ân-ı kerîm o TJ>] (kur- boyar madde bulunan 30-50 cm. yükseklikte, sık
tüylü, beyaz veya sarı çiçekli otsu bitki; sarı hava
ânıkeri: m) {OsT} is. Ulu K ur’an; hürm et edilen,
cıva; tosbağa otu, (Alkanna orientalis).|| k u rb a ğ a
saygı duyulan K ur’an.
pisliği, {ağız} Su teresi; (Nasturtium officinale).
Kur’anî, [Ar. kur'anî ^ J ] (K u r’a.ni:) {OsT} sf. [DS]|| k u rb a ğ a testi, tıp. Kadınların gebe olup ol
Kur’an ile ilgili; K ur’an ’a ait. madığını anlamak için idrarını, kurbağanın karnı
k u ra rm a k , [kur-ar-mak / kur-ır-mak] {eT} is. Kur na şırınga edilerek kurbağanın iç organlarının in
tarmak. [DLT] celenmesi suretiyle uygulanan test. || k u rb a ğ a zeh
kurası, [kur-mak > kur-â-mak > kura-sî] (kurası:) ri, bot. Kurbağa zehrigillerden gölcüklerde ve su
{eT} is. Kuracak. [DLT] birikintilerinde yetişen, uzun saplı yaprakları ve su
kuraş, [kuraş] {ağız} is. Ocak. [DS] üzerinde yüzen beyaz çiçekleri olan, çok yıllık otsu
bir bitki, (Hydrocharis),|J k u rb a ğ a zehrigiller, bot.
kuraşık, -ğı [kuraş-ık] {ağız} sf. Bulaşık. [DS]
Kurbağazehri ve benzeri bitkileri içine alan, tümü
kurat, [kur (kuşak) > kurat] {ağız} sf. Oğulsuz; ço
veya bir kısmı su içinde olan, çiçekleri düzgün, bir
cuksuz. [DS]
eşeyli yuvarlak meyveli bir fam ilya, (Hydrocha-
ku ratak , -ğı [kurat-ak] {ağız} is. Bilye; zıpzıp. [DS]
ridaceae).
kuratm ak , [kuvrâ-mak > kuvra-t-mak] {eT} gçl. f i [-
k u rb ağ acık , -ğı [kurbağa-cık] is. 1. Kurbağa yavru
ur] -* kuvratmak. [EUTS] [Gabain]
su; küçük kurbağa. 2. Küçük ağızlı bir İngiliz anah
kuraza, [Ar. kurâza / kurada J>] (kura:za) {OsT} tarı türü. 3. Ağız tabanında çıkan, içi sıvı dolu, kü
is. 1- Parça; kısım; kesinti; kırpıntı. 2. Altm veya çük ur. 4. vet. Çoğunlukla tükürük bezi içinde olu
gümüş parçacıkları. 3. Eğe talaşı, şan ve tükürük içeren bir çeşit kist. 5. {ağız} A raba
okunu hamuta bağlayan çengel. [DS] 6. {ağız} D e
kurb, -bü [Ar. kurb v o 5] {OsT}is. 1. Yakın olma;
ğirmenlerde üst yayı çeviren milin oturduğu kurba
yakm bulunma; yalcınlık. 2. tasvf. Bezm-i ezelde,
ğa biçiminde demir parça. [DS]
ruhlar dünyasında Allah ile kul arasında geçen ah
k u rb a ğ a la m a , [kurbağa-la-ma] is. spor. 1. Bir yüz
de uyma; A llah’a yakınlık; A llah’tan başkasıyla
me tekniği. 2. Bu tekniğin uygulandığı yarışma da
ilişkiyi kesme. 3. sfi. Yakm. ö k u rb -i derece,
lı. 3. Jimnastikte, birbirine paralel iki tırm anm a sı
{OsT} eski. huk. Ölen kişiye başkalarına göre dere
rığına baldırları ve ayak sırtlarını kenetleyip veya
ce bakımından olan yakmlık.\\ k u rb -i H u d â , {OsT}
onları dışlarından diz altına sıkıştırarak tırmanma
A llah’a m anevî yakıniık.\\ k u rb -i m esafe, {OsT} Yer
hareketi.
yakınlığı.|j k u rb ü ’s-su ltân , âteş-i sûzân, {OsT}
k u rb a ğ a la r, [kurbağa-lar] is. zool. Kuyruksuz, kalın
"Padişaha yakın olan yakıcı ateş içindedir. ” anla
vücutlu, arka bacakları uzun ve sıçramaya elverişli
mındaki bu söz iktidar sahiplerine ya km olanların
tehlike içinde olduklarını ifade eder. omurgalılar; amfibyumlar, (Anura).
kurbacık, -ğı [kurbağacık > kurbacık] {ağız} is. 1. k u rb a ğ ı1, [kur (kuşak) + bağ-ı] {ağız} is. İçinden su
geçen künk ve su yollarını tem izlemek için tel ucu
Semer dikerken çuvaldızı itmeye yarayan yüksük.
2. Sığırlarda dil ve nefes borusunun şişmesiyle be na takılan paçavra. [DS]
liren bir hastalık. 3. Küçük çocukların dil ve da k u rb a ğ ı2, [kur+baka ^U j^s] {eAT} is. Kurbağa.
maklarında olan kabarcıklar. [DS] k u rb a ğ lam a, [kurbağa-la-ma] {ağız} is. A t ve eşekle
kurbağa, [kur (yans.) + baka > kurbağa] is. zool. 1. rin dili altında çıkan bir kabarcık. [DS]
Çıplak derili, sıçramaya, yüzmeye elverişli vücutlu, k u rb a ğ lık , -ğı [kur (kuşak) + bağ-lık] {ağız} is. Bo
kendine has ötüşü ile tanınan, kuyruksuz iki ya yunduruğun arabaya takıldığı yer. [DS]
şamlıların genel adı, (Rana esculanta). 2. İçine ba k u rb a k a , [kurığ > kur (kuru) + baka] (kurbaka:) {eT}
rut konularak zikzaklı biçimde katlanmış kâğıt bo is. Kurbağa. [DLT]
rudan ibaret fişek. 3. Toprağın sıkıştırılması için
k u rb a n 1, [Ar. kurb (yakm) > kurbân o l^ ] {OsT} is. 1.
kullanılan, sıçramalarla yer değiştiren bir yol ya
pım makinesi. 0 k u rb a ğ a ad am , Özel donanım la A llah’ın rızasını kazanmak amacına yönelik dinî
rıyla su altında hareket edebilen yüzücü; balık bir vecibeyi veya adağı yerine getirmek için sığır,
adam.\\ k u rb a ğ a balığı, zool. Sıcak ve ılık deniz deve, koyun, keçi cinsinden kesilen hayvan. 2.
lerde yaşayan, yanları gri, karnı beyazımtırak, 30 M üslümanların Kurban bayramı. 3. Katoliklerde
cm. boyunda, birinci sırt yüzgeci çok zehirli bir Hz. İsa’ya verilen ad. 4. mecaz. Bir ülkü uğruna
kemikli balık, (Uranoscopus scaber).|| k u rb a ğ a feda edilen veya kendini feda eden kimse. 5. me
balığıgiller, zool. Örnek hayvanı kurbağa balığı caz. Bir kaza veya felaket sırasında ölen kimse. 6.
olan kemikli balıklar fam ilyası, (Uranoscopidae)\\ mecaz. Herhangi bir kimse veya bir şey yüzünden
KUR İM İK Ç E SİMİ • 2844
m addî ve manevî zarara uğrayan, felakete sürükle kurc, [kurc (yans.)] is. K azıma ve karıştırm a bildiren
nen ya da İnsanî değerlerini yitiren kimse. 7. ünl. kök. [Zülfikar] kurc-a-la-mak, kurc-an-mak
Yakınlık duymanın ifadesi olarak halk arasında kurca1, [kurc (yans.) > kurc-a-mak (karıştırmak) >
kullanılan seslenme sözü. B Kurban Bayramı, Ay kur-ca] is. Kurcalamak, karıştırm ak işi; kaşıma, t?
takvimine göre Zilhicce ayının onuncu günü başla kurca çıbanı, Sivilce vb. şeyin kaşınarak azdırıl
yıp dört gün süren ve ilk üç gününde kurban kesi ması suretiyle meydana gelm iş çıban.
len kutsal günler; kurban. j| kurban eti, Kurban
kurca2, [kurca 4=-y ] {OsT} is. Domuz kılı.
olarak kesilmiş hayvanın yoksullara dağıtılan ve
kurban kesen tarafından yenilen eti. || kurban et kurcalam a, [kurc (yans.) > kurc-ala-ma] is. Kurcala
m ek, 1. D inin emrini yerine getirm ek için usulüne mak işi ve durumu,
göre bir hayvanı kesmek. 2. mecaz. Çıkarı uğrunu kurcalam ak, [kurc (yans.) > kurc-ala-mak] gçl. f. [-
bir kimseyi ve bir şeyi gözden çıkarmak.\\ kurban r] [-l(ı)-yor] 1. Elle karıştırmak; ellemek; dokun
gitmek, 1. Suçsuz yere ölmek. 2. B ir kusuru bu mak; elle karıştırarak bakmak. 2. (Kilit, mandal vb.
lunmaksızın zarara uğramak.\\ (bir şeyin veya biri için) sivri bir alet sokuşturup karıştırmak. 3. Kazı
nin) kurbanı olmak, Birinin veya bir şeyin uğruna yarak, sıyırarak karıştırmak. 4. (Sivilce vb. şeyler
büyük ıstırap ve acı çekmek; büyük sıkıntıya gir için) tahriş ederek azdırmak. 5. mecaz. (Kafa, zihin
mek; zarara girmek; ölmek.\\ kurban kesmek, D inî için) meşgul etmek; rahatsızlık vermek; düşündür
vecibeyi yerine getirm ek amacıyla Allah rızası için mek. 6. (Herhangi bir girişimde bulunulması hoş
belirtilen hayvanlardan birini keserek etini yoksul karşılanm ayan durum, konu ve şey için) gündeme
lara dağıtmak.\\ Kurban olayım! 1. Aşırı sevgi ve getirmek; gündemde kalmasını sağlamak; araştır
hayranlık ifadesi için kullanılır. 2. Yalvarmayı ge mak; üstünde durmak; eşelemek,
rektiren durumlarda kullanılır.|| kurban olmak, kurcalanış, [kurc-ala-n-ış] is. K urcalanm ak eylemi
Başkasının çıkarı veya bir değerin var olması, veya biçimi.
ayakta kalması için kendini fe d a etmek; bu uğurda kurcalanm a, [kurc-ala-n-ma] is. Kurcalanm ak işi.
kendi çıkarlarını hiç düşünmemek.\\ kurban payı,
kurcalanm ak, [kurc (yans.) > kurc-ala-n-mak] edil.
Kesilen kurbandan yoksullara dağıtmak üzere ay
f . [-ır] Kurcalam ak eylemi yapılmak,
rılmış parçalardan her biri. || kurban verm ek, Can
kurcalayış, [kurc-ala-y-ış] is. K urcalam ak eylemi
kaybına uğramak.
veya biçimi.
kurban2, [kobran / kurban] {ağız} is. Peteğini yatay
yapan bal arısı; kılıç arı. [DS] kurcamak, [kurc-a-mak {OsT} gçl. f. [-r]
kurban3, [Ar. karaba / Far. kurbân o ^ J3s / o l / ] {eAT} Karıştırmak.
{OsT} is. Sadak, kurcanmak, [kurc-a-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
Çabalamak; uğraşmak. [DS]
kurbanlık, -ğı [kurban-lık] sf. 1. (Hayvan için)
kurban için ayrılmış veya kurban edilmesi uygun kurcuk, [kurc-uk] {ağız} is. Kursak. [DS]
görülmüş olan. 2. mecaz. (Herhangi bir nesne veya kurç1, -cu [kurç] {ağız} is. 1. Kaymağı alman sütten
değer) feda edilmek üzere seçilmiş. 3. is. Kurban kestirilerek yapılmış peynir. 2. Toprak içinde bulu
edilmek üzere ayrılmış hayvan. S kurbanlık ko nan iri taş. [DS]
yun, Kurban edilmek üzere seçilmiş koç veya ko- kurç2, [kurç] {eT} sf. 1. (N esne için) katı; içi dolu;
y u n .|| kurbanlık koyun gibi, 1. (Kişi için) sessiz, som. [DLT] 2. Çelik gibi sert; kuvvetli. [KB] S
sakin; uysal. 2. (Kişi için) kendisi hakkında bazı kurç eren, {eT} Dayanıklı ve yiğ it adamlar. [DLT]||
olum suz kararlar alınmış olmasına rağmen başına kurç temür, {eT} Çelik. [DLT]
geleceklerden habersiz olan. kurça, [kurça] {ağız} is. Küçük sepet. [DS]
kurbat, [kurbet] {ağız} is. 1. Çingene. 2. Eli sıkı; kurçak, [kurç-ak / korçak] {ağız}is. Heykel. [DS]
cimri. [DS] kurçamak, [kurç > kurç-â-mak] (kıırça:mak) {eT}
kurben, [Ar. kurb (yakm) > kurben >j/ ] (k u ’rben) gçsz f . [-r] Katılaşmak; sertleşmek. [DLT]
{OsT} zf. Y akın olarak; yakından. kurçangı, [kurç-an-gı] {ağız} is. Uyuz hastalığına ya
kurbet1, [Ar. kurb (yakın) > kurbet c ^ s ] {OsT} is. 1. kalanan insan ya da hayvan. [DS]
kurçatovyum , [Rus. Kurçatov (Rus fiz ik bilim ada
Yakınlık. 2. Hısım ve akrabalık. 3. A llah’a manevî
mı) > Fr. kourtchatuvium] is. kim. Rus nükleer bi
yakınlığa sebep olan iyi davranışlar.
lim adamlarının 1965’ten beri yapay olarak bul
kurbet2, [? kurbet c~>/| {OsT} {ağız} is. Göçebe Ro dukları fakat tanımadıklarını ileri sürdükleri, atom
man; gezginci Çingene. [DS] numarası 104, kütlesi 260 olan yapay element; rut-
kurbiyet, [Ar. kurb (yakın) > kurbiyyet c —j^s] {OsT} herfordyum, sembolü: Ku.
is. Yalcınlık kazanma; bir şeye kendi gayreti ile ya kurçeli, [? kurçeli] {ağız} is. Kuru m ısır sapı. [DS]
kınlaşmak; yakınlık. k u rçı1, [kur / kor (silah) > kur-çı] is. Safevi şahları-
M M H U Ş » • 2845 KUR
nm koruması. S kurçı başı, tar. Kurçılarm am iri kurdeleli, [kurdele-li] sf. Kurdelesi bulunan; kurde
ne verilen isim. lesi olan.
kurçı2, [kur-çı] {ağız} is. Kaymağı alınmış sütten kes kurdelesiz, [kurdele-siz] sf. Kurdelesi bulunmayan;
tirilerek elde edilen yağsız peynir. [DS] kurdelesi olmayan,
kurçik, -ği [? kurçik] {ağız} is. Böbrek. [DS] kurdeşen, [kurd (yans.) > kurd-â-mak (kaşımak) >
kurd1, [kurd (yans.)] is. Kazıma ve karıştırm a bildi kurd-a-ş-m ak (kaşınmak) > kurdaş-an] {eAT} {OsT}
ren kök. [Zülfikar] kurd-a-la-mak, kurd-an-mak is. Tehlikesiz fakat sebep olduğu kaşıntı yüzünden
kurd2, [kurt] {eT} is. -* kurt'. [ETY] insanı oldukça rahatsız eden, çeşitli sebeplerle in
kurd3, [kurt] {eT} is. -* kurt2. [ETY] san vücudunda beliren küçük kabarcıklar; ürtiker.
kurdağzı, [kurt+ağ(ı)z-ı] {ağız} is. Yapılarda, ağaç kürdin, [kurî-dm] {eT} zf. -*■ kurıdm. [ETY]
atkıların iyi oturması için alttaki direğin tepesine kurdukmak, [kurt-uk-mak] {ağız} gçsz. fi [-ur]
yapılan oyuk; yuva. [DS] Sürüye kurt girmek. [DS]
kurdak, [kur-da-k] {ağız} sf. Titiz; huysuz. [DS] kurdurma, [kur-mak > kur-dur-ma] is. Kurdurmak
kurdalamak, [kurd (yans.) > kurd-a-la-mak] {ağız} eylemi; kurm a işini yaptırma,
gçl ■f M [-l(ı)-yor] 1. Karıştırmak; kurcalamak; kurdurmak, [kur-mak > kur-dur-mak] g ç l.f. [-ur] 1.
dokunmak; yoklamak. 2. İlişmek. [DS] K urm ak eylemini yaptırmak; kurm asını sağlamak.
kurdalanmak, [kurd (yans.) > kurd-a-la-n-mak] 2. {eAT} Diktirmek; dik olarak yerleştirtmek. [DK]
{ağız} dönşl. f i [-ır] Koşturarak iş yapmak; hızlı kurdurtma, [kur-dur-t-ma] is. K urdurtmak eylemi,
çalışmak. [DS] kurdurtm ak, [kur-dur-t-mak] gçl. fi [-ur] Kurmak
kurdam, [kurda-m] {ağız} is. İki taraflı baltanın eylemini bir başkası arıcılığı ile yaptırmak; kurmak
nacak kısmı. [DS] işini yaptırtmak.
kurdama, [kurd (yans.) > kurd-a-ma] {ağız} sfi Y a küre, [Far. küre ojjS’] (kû:re) {OsT} is. 1. Kuyumcu,
ramaz; kıpır kıpır. [DS]
demirci vb. madenci ocağı. 2. Küre,
kurdamak, [kurd (yans.) > kıırd-â-mak j - o jj5] {eT} kure, [? kure] {ağız} is. Anahtar. [DS]
{eAT} {OsT} gçl. fi. [-r] [-d(u)-yor] 1. Karıştırmak; kurebi, [Yun. kropi] {ağız} is. Diken ve çalı kesmeye
dokunmak; yoklamak; ellemek, {ağız} (aynı) [DS] 2. yarayan ucu kıvrık bir tür bıçak; orak; tahra. [DS]
{ağız} Az iş yapmak; oyalanmak. [DS] 3. {ağız} Irzı kurekelem ek, [kürek-le-mek] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(i)-
na geçmek; ilişmek; kızlığını bozmak. [DS] yor] Silip süpürmek; küremek. [DS]
kurdan, [kurî-dan] (kum dan) {eT} zfi. -*■ kurıdm. kureken, [? kureken] {ağız} is. Güveyi. [DS]
[ETY]
kurena, [Ar. karm > kurena’ *\ıj] (kurena:) {OsT} is.
kurdanmak, [kurd (yans.) > kurd-a-n-mak] dönşl. fi
[-ır] 1. Kıvranmak; kımıldanmak; oynamak. 2. 1. Yakın olan kimseler; yakınlar. 2. Padişahın ya
Oyalanmak; uğraşmak; az çalışmak. 3. Barınmak, km adamları; padişaha yakm olanlar; mabeyinciler.
3. N amazda genellikle Fatiha’dan sonra okunan
kurdaş, [kur (akran) > kur-daş JilijjS] {eAT} sf.
sureler.
Akran; emsal,
kûreng, [Far. küreng ^ ojjS”] (kû:reng) {OsT} is. A l at.
kurdaşmak, [kur (sıra) > kur-dâ-m ak > kurda-ş-
mak] {eT} dönşl. fi [-ur] B ir dereceye, b ir sıraya kurevi, [Ar. karye > kurevî ^ j y ] (kurevi:) {OsT} sf.
oturmak. [DLT] 1. Köylü. 2. is. Köylü kimse,
kurdayacak, [kurd (yans.) > kurda-y-acak] {ağız) is.
kureviye, [Ar. karye > kurevîye ^ jJ ] (kurevi:ye)
Kürdan. [DS]
{OsT} sf. 1. Bayan köylü. 2. is. Köylü kadın,
kurdek, -ği [gürdük / kurdek] {ağız} is. Davarlarda
çiftleşme isteği. [DS] kureybe, [Ar. kureybe ^_ /] {OsT} is. anat. Tulum
kurdele, [İt. cordella] (ku rd ele) is. 1. Giyecekleri cuk.
süslemekte kullanılan veya madalyon, hediyelik kureyş, [kureyş (yans.)] {ağız} ünl. 1. Çobanların
eşya, madalya türü nesnelere bağlanan 3 mm. ile 4 davarları sulamak için suya çağırma ünlemi. 2. is.
cm ’ye kadar değişen genişlikte ipek vb. iplikten Geç olgunlaşan, yuvarlak taneli bir tür üzüm. [DS]
yapılma enli şerit; geniş ipekli şerit. 2. Sinema fil kurgadmak, [kuruğ > kur(u)ğ-ad-malc] {eT} gçsz. fi
mi. S kurdele balığı, zool. Kurdele balığıgiller-
[-ur] Kuraklamak. [DLT]
den, çok uzun, basık vücutlu, çok küçük pullu, kuy
ruk yüzgeçleri ipliksi, eti p e k tutulmayan kemikli kurga, [kurga] {ağız} is. Çekirdek. [DS]
bir balık, (Cepola rubescens)\\ kurdele balığıgil- kurgag, [kuruğ > kur(u)ğ-ak] {eT} sf. -*• kurgak.
ler, zool. Örnek türü kurdele balığı olan, sıcak ve [EUTS]
ılık denizlerde yaşayan bir balık fam ilyası, (Ce- kurgak, [kuruğ > kur(u)ğ-ak] {eT} sf. 1. K um toprak.
polidae). [EUTS] 2. Kurak. [DLT]
KUR Û IÜ M ira ijijH • 2846
kurgalmak, [kuruğ > kur(u)ğ-a-mak > kurğa-l-mak] kurguçı, [kur-mak > kur-ğu-çı] (kurgu:çı :) {eT} sf.
{eT} dönşl. f. [-ur] Kurumak üzere bulunmak. Kurucu. [DLT]
[DLT] kurgul, [kurgul] {ağız} is. İnce; narin. [DS]
kurgamak, [kuruğ > kur(u)ğ-â-mak > kurğâ-k] {eT} kurgulama, [kur-gu-la-ma] is. Kurgulamak eylemi,
g çsz.f. [-ur] Kurumak. [DLT]
kurgulam ak, [kur-gu-la-mak] gçl. f . [-r] [-l(u)-yor]
kurgan, [eT. kurî-m ak > kur(ı)-ğân ?] is. 1. {eT} 1. (Film için) değişik yerlerde ve ortamlarda çeki
Kale; iç kale. [EUTS] [Gabain] 2. Bir yerleşim biri len bölümlerini birleştirmek. 2. (M akine gibi kuru
minin çeşitli sebeplerle yıkılması ve üzerine tekrar lan şeyler için) bir bütünün elde bulunan parçaları
yeni binalar yapılması biçiminde yinelenerek gü nı bir araya getirerek onu kurmak; monte etmek,
nümüzde yayvan bir tepe hâlini almış tarihî kalıntı;
kurgulanm a, [kur-gu-la-n-ma] is. K urgulanm ak ey
geniş, kubbe biçimli tepe; höyük. 3. ark. Tepe bi
lemi.
çiminde mezar; höyük,
kurgulanm ak1, [kur-gu-la-n-mak] edil. f . [-ır] K ur
kurgaru, [ku-r(ı)-ğarü] zf. -*■ kurıgaru. [ETY]
gu durumuna getirilmek.
kurgatmak, [kuruğ > kur(u)ğ-â-mak > kurğâ-t-mak]
kurgulanm ak2, [korğü > korğü-lâ-m ak > korğu-la-n-
{eT} gçsz. f. [-ur] Kuraklık olmak; kıtlık olmak.
[DLT] mak] {eT} dönşl. f. [-u r] Taşkınlık etmek; hafifmeş
kurgaz, [kurug-az > kurgaz] {ağız} sf. 1. Kurak. 2. rep davranmak; hoppalık etmek. [DLT]
Kuru; zayıf; cılız. [DS] kurguluk, [korğü > korğu-luk] {eT} is. Zevzeklik;
kurgazlaşmak, [kurgaz-la-ş-mak] {ağız} dönşl. f. [- taşkınlık; hoppalık. [DLT] [KB]
ır] (Otlar, ağaçlar için) kurumaya yüz tutmak. [DS] kurgun, [eT. korğü > kur-gun] {ağız} sf. 1. Kendini
kurgırm ak1, [kur-mak > kur-ğ-ır-mak] {eT} gçsz. f. beğenmiş; kibirli. 2. Törenlerdeki karşılayıcı. [DS]
[-ur] Zevzeklik etmek; hafiflik etmek. [DLT] kurgurmak, [korğü > korğu-r-mak] {eT} g ç l . f [-ur]
kurgırm ak2, [kuruğ > kur(u)ğ-ır-mak] {eT} g ç sz.f. [- -*• korgurmak. [DLT]
ur] (Yer için) kurumak; kuraklık olmak. [DLT] kurgusal, [kur-gu-sal] sf. 1. Kurgu ile ilgili; kurguya
k urgu1, [kur-gu] {ağız}is. 1. Karşılama; tören. 2. Dinî ait; kurguya dayanan. 2. (Düşünce veya görüş için)
tören. [DS] soyut, keyfî, doğrulanması mümkün olmayan; spe
kurgu2, [kur-mak > kur-ğü] (kurgu:) is. 1. Zem be külatif.
rekli bir şeyi kurm aya yarayan alet; kuracak. {eT} kurgut, [kur-gu-t] {ağız} is. 1. Çalı çırpı. 2. sf. Kuru;
(aym) [DLT] 2. Zembereğin kurulmuş durumu. 3. zayıf; cılız. [DS]
Ölçülüp biçilerek yapılan iş. 4. M eydana getirile kurha, [Ar. kurha / karha 4^J ] {OsT} is. Yara; ülser.
cek bir şeyin parçalarını, öğelerini bir araya getir
k u n 1, [ku-rı] {eT} is. 1. Batı; garp. [ETY] [EUTS] [Ga
m e ve birleştirme işi; montaj, (1935). 5. Başka baş
bain] 2. Geri taraf; arka. [ETY] 3. Bir şeyin etrafı.
ka kaynaklardan alınmış parçaları bir araya getirip
[DLT]
bir bütün oluşturm a işi. 6. Kuruntu, vehim. 7. fel.
kurı2, [kur-I] (kurı:) {eT} is. Bayram toplantısı.
B ilm ek ve tanımaktan başka amaç taşımayan, her
[EUTS]
hangi bir çıkar gözetmeyen bilgi. 8. Soyut, keyfî,
kurı3, [kurı (yans.)] {eT} ünl. Tay çağırma ünlemi. S
doğrulanması mümkün olmayan düşünce veya gö
rüş; spekülasyon, (1942). 9. Gelecekle ilgili olan ve kurı kurı, {eT} Tay çağırm a ünlem i. [DLT]
hayal gücüne dayalı olarak meydana getirilmiş fan kurıdm , [ku-rı-dın] {eT} zf. 1. Batıda; batıdan. [ETY]
tastik eser. 10. sin. tv. Bir filmin görüntü, ses vb. [Tekin] 2. Geride. [Tekin]
öğelerini bir araya getirmek işlemi. 11. {ağız} Ölçü kurıg, [kurî-mak > kurı-ğ] {eT} sf. -*■ kuruğ.
lüp biçilerek yapılan iş. [DS] S1 kurgu bilimi^ Tek kurıgaru, [ku-rı-ğarü] {eT} zf. 1. Geriye doğru. [ETY]
nik alandaki gelişm elere bağlı kalınarak gelecekte [Tekin] 2. Batıya doğru; batıda. [ETY] [Tekin]
ulaşılabilecek ileri seviyedeki durumları düşünmek kurıgu, [kurî-ğü] {eT} zf. Kuruyacak zaman; kuru
if i. || kurgu filmi, Önceden var olan parçaların ve mak üzere olan. [DLT]
öğelerin birleştirilmesiyle yapılan film ; montaj kurıh, [kurı] {eT} ünl. -*■ kurı3. S kurıh kurıh, {eT}
film . -*• kurı kurı. [DLT]
kurgu3, [kur-ğu] (kurgu:) {eT} sf. Zevzek; kararsız; kurıkan, [kur-ı (toplantı) > kurî-kan] (kurı:kan) {eT}
hafifmeşrep. [DLT] [KB] is. Çadır. [OKD]
kurgu4, [kork-mak > kor(k)-ğü] (korgu:) {eT} is. (Ki kurılm ak [kur-mak > kur-ıl-mak] {eAT} edil. f . [-ur]
şi için) dikkatsiz; sorumsuz. [DLT]
Kurulmak. [DK]
kurgucu, [kur-gu-cu] is. Bir kurgu işini gerçekleşti
kurıltay, [Moğ. kurultay] {eT} is. Kurultay. [EUTS]
ren kimse; montajcı, [OKD]
kurguculuk, -ğu [kur-gu-cu-luk] is. Bir kurguyu kurılu [kur-mak > kur-ıl-mak > kurıl-ü] (kurılu:)
gerçekleştirm ek işi ve sanatı; montajcılık. {eAT} sf. Kurulu.
oımıctsoMü • 2847 KUR
kurımak [kurî-mak] (kun: mak) {eT} {eAT} g ç l . f [-r] kurlağaz, [kurlağ-az jU-l!jjâ] {eAT} is. -*• kurluğan.
Kurumak. [DLT] [EUTS] [KB] [Gabain] [DK]
kurlağun, [lçurla-ğun Jy-'ljjs] {OsT} is. -*■ kurlağan,
kurınç, [kurî-mak > kun-n-m ak > kurın-ç] {eT} is.
Kuruluk. [Gabain] kurlak, -ğı [kur-(u)l-a-k] {ağız} is. Silah, tuzak,
k u n n m a k , [kurî-mak > kurı-n-mak] {eT} dönşl. f. [- kapan gibi kurulacak araçlar. [DS]
ur] Kurunmak; kurulanmak. [DLT] kurlamak, [kur (kuşak) > kur-lâ-mak] (kurla:mak)
k u rırm a k , [kurî-mak > kun-r-m ak] {eT} g çsz.f. [-ur] {eT} g ç l . f [-ur] Kuşak yapmak ve bağlamak. [DLT]
Kurumaya yüz tutmak. [DLT] kurlanm ak1, [kör (kayıp) > kor-lâ-m ak > kor-la-n-
k u n şm ak , [kurî-mak > kurı-ş-mak] {eT} işteş, f i [- mak] {eT} dönşl. fi [-ur] -*■ korlanm ak1. [DLT]
ur] Birlikte kurumak; kurum akta yarışmak. [DLT] kurlanm ak2, [kör (maya) > kor-lâ-m ak > kor-la-n-
kurıtgan, [kurî-mak > kurı-t-m ak > kurıt-ğân] (ku- mak] {eT} dönşl. fi. [-ur] -*• korlanmak2. [DLT]
rıtga:n) {eT} sfi. Her zaman kurutan; çok kurutan. kurlu1, [kur-lu j)jjs] {eAT} sf. 1. Kurulu; kurulmuş.
[DLT] 2. Düzenlenmiş; düzene sokulmuş.
kuntm ak, [kurî-mak > kurı-t-mak] {eT} gçl. fi. [-ur]
kurlu2, [kur-lu j)J] {eAT} sfi. Süslü; işlemeli. S
Kurutmak. [DLT] [EUTS] [KB] [Gabain]
kurıya, [ku-rı-yâ] {eT} zfi. 1. Batıda; batıya. [ETY] kurlu kılıç, {eAT} Süslü ve özenle yapılmış kılıç,
[Tekin] 2. Geriye. [ETY] 3. Geride. [Tekin] kurlug, [kör (kayıp) > koı-luğ] {eT} sf. -* korlug.
[Clauson]
kurıyakı, [ku-rı-yâ > ku-rı-yâ-kî] (kuruya:kı:) zfi. Ba
tıdaki. [ETY] kurluğan, [kur-lu-ğan jjs] {eAT} is. tıp. Etyaran.
kûri, [Far. lcürî (ku:ri:) {OsT} is. Körlük. kurluk1, [kur-luk] {ağız} is. Garaj olarak kullanılan
üstü kapalı basit yapı. [DS]
kurik, -ği [kurik] {ağız} is. A t ve eşek yavrusu; tay;
sıpa. [DS] kurluk2, [kör (maya) > kor-luk] {eT} is. -*• korluk.
[DLT]
kuriye, [İt. corriere / Fr. courrier ajj^s] (k u ’riye) kurm a1, [kur > kur-mâ] (kurma:) {eAT} is. Kuşak; iş
{OsT} is. -*■ kurye lemeli kemer. [DK]
kurk1, [kurk (yans.)] is. Kuluçka döneminde tavuk kurma2, [kur-ma] is. 1. K urmak eylemi. 2. sf. K uru
ve diğer kümes hayvanlarının çıkardığı sesleri bil larak, parçaları birleştirilerek meydana getirilen;
diren kök. [Zülfikar] kurk (gurk) olmak, kurk-a y a t prefabrike.
mak, kurk-la-mak kurmaca, [kur-ma-ca] zf. 1. Düşünüp tasarlamak
kurk2, [kurk (yans.)] {ağız} is. 1. Kuluçka. 2. Kuluç suretiyle; kurm a yoluyla. 2. sf. Düşünüp tasarlama
ka tavuk. 3. Civciv. [DS] S1 kurka yatm ak, (Tavuk yoluyla meydana getirilen,
için) kuluçkaya yatmak. || kurk basm ak, (Tavuk kurmacı, [kur-ma-cı] is. Kurmak eylemini yapan;
için) kuluçkaya yatm ak.|| kurk olm ak, {ağız} (Ta kuran.
vuk için) kuluçka olmak. [DS][| kurk tavuk, K uluç kurmacılık, -ğı [kur-ma-cı-lık] is. güz. sntl. Resim
ka olmuş tavuk. ve heykelde geometrik biçimlerin ağırlıklı olarak
kurka1, [kurka] {ağız} is. 1. Yeni doğmuş tay. 2. uygulandığı son dönem sanat akımı; konstrükti-
Ufak kalmış, büyüyememiş meyve. [DS] vizm.
kurka2, [Yun. khoürkha / Bul. kûrka [Tietze]] {ağız} kurmak, [kur-mak] g ç l . f [-ar] 1. {eT} (Yay vb. için)
is. Hindi. [DS] germek. [DLT] [EUTS] [KB] [Yüknekî] [Gabain] 2.
kurka3, [Ar. hırka] {ağız} is. Ceket. [DS] (Yaylı ve zemberekli aletler için) hareket ettirici
kurkag, [kurî-mak > kurî-kâ-m ak > kur(ı)k-âğ] düzeneğini, zembereğini gerdirmek; işler durum a
(kurka:ğ) {eT} sf. Kuru. [EUTS] [Gabain] getirmek. {eT} (aym) 3. Dik durmasını sağlamak;
kurkur, [kur (yans.) > kur+kur / Far. ğulğüle] {ağız} dikmek; germek. {eT} {eAT} (aynı) [DK] 4. Bir bütün
is. Ağaçtan yapılmış su testisi. [DS] oluşturan öğeleri bir araya getirerek o şeyi kullanı
kurkuşlamak, [kur-kuş-la-mak] {ağız} gçsz. fi [-r] [- labilir hâle getirmek; monte etmek. 5. {eAT} Y ap
l(u)-yor] Uyanmak. [DS] mak. 6. {eT} Toplamak. [DLT] 7. mecaz. (Tertip,
kurkut, [kur(u)-k-ut] {ağız} sf. 1. Cimri. 2. Zayıf; hile, düzen, tuzak, komplo vb. için) gizlice düzen
cılız. [DS] lemek; tertiplemek; tasarlamak; hazırlamak. {eT}
{eAT} (aym) 8. (Hayal için) kafasında canlandırmak;
kurla, [kur (sıra) > lçur-lâ 4JJ>] (kurla:) {eT} is. 1.
soyut bir varlık olarak canlandırmak; tasavvur et
Sıra. [EUTS] 2. Defa; kat; defa. {eAT} (aym) [Gabain] mek; hayal etmek; düşünmek; tasarlamak. {OsT}
3. {eAT} Derece, (aym) 9. (Sofra vb. için) hazırlamak; hazır duruma
kurlağan, [kurla-ğan/kurluğan {eAT) getirmek; düzenlemek; yerleştirmek. 10. Bir şeyi
{OsT} is. tıp. Tırnak dolaylarında çıkan iltihaplı ve yapmak; inşa etmek. 11. (Devlet, kurum, işletme
ağrılı yara; etyaran; dolama. vb. için) oluşturmak; meydana getirmek; işler du
KUR ■ M R M • S848
rum a getirmek; tesis etmek. 12. Bir şeyi bir yere k u rn a ç , -cı [kur-mak > kur-un-mak (tasarlamak) >
yerleştirm ek; koymak. 13. (Turşu, salamura vb. kur(u)n-az] {ağız} sf. Kurnaz. [DS]
için) gerekli şartları hazırlayıp oluşmaya bırakmak. k u rn a lı, [kuma-lt] sf. K um ası olan; kuması bulunan,
14. (Grup, parti, dem ek vb. için) meydana getir k u rn a sız, [kuma-sız] sf. K um ası olmayan; kuması
mek; oluşturmak. 15. (İlişki, dostluk, samimiyet bulunmayan.
vb. için) sağlamak; oluşturmak. 16. (Silah için) atı k u rn a z , [kur-mak > kur-un-mak (tasarlamak) >
şa hazır duruma getirmek. 17. mecaz. Bir şeyi be kur(u)n-az] sf. Kendisi kolay kanmayan fakat baş
lirgin bir konu veya ilke üzerine oluşturmak; o şeye kalarını kandırmasını ve işini yürütmesini beceren;
dayandırmak. 18. (Cümle için) belli kurallara göre amacına kolayca ulaşan; açıkgöz; becerikli,
meydana getirmek; bir düşünce veya duyguyu an k u rn a zc a, [kumaz-ca] (kurna ’zca) zf. Kurnaz birine
latabilecek hâle getirmek. 19. Psikolojik olarak yakışır biçimde,
kendisine zarar verecek biçimde zihninde büyüt
k u rn a z la n m a k , [kum az-la-n-mak] {OsT} dönşl. f. [-
mek, abartmak. 20. mecaz. Birine telkinlerde bulu
ır] Kendini kurnaz göstermek,
narak kışkırtmak; doldurmak; yalan yanlış şeylerle
k u rn a z laşm a, [kurnaz-la-ş-ma] is. Kurnazlaşmak
birine veya bir şeye karşı öfkelendirmek. 21. Bazı
eylemi.
şeyleri yapmayı tasarlamak; planlamak; düşünmek.
k u rn a zla şm a k , [kumaz-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır]
22. (Ev, aile, yuva vb. için) evlenmek; aile olmak;
K urnaz durum a gelmek,
çoluk çocuk sahibi olmak. 23. mecaz. Ummak. 24.
{eT} Himaye etmek. [DLT] 25. Ortak olmak; ortak k u rn azlık , -ğı [kumaz-lık] is. 1. Kurnaz olm a duru
olunmasını sağlamak. 26. Birlikte çalışılacak kişi mu. 2. Kurnazca davranış,
leri belirlemek; küme olmak. 27. Bir araya getir k u m e , [Ar. kum e aJ^s] {Os T} is. 1. Sivri, çıkıntılı,
mek; toplamak. 28. Aklına koymak. 29. {ağız} (Ba küm sek şey. 2. Hamam kuması,
lık oltası için) atmak, salmak. [DS] S k u rd u ğ u
k u rn e te y n , [Ar. kum eteyn j^ jü ] {OsT} is. Yıkan
tu zağ a kendisi düşm ek, Başkası için hazırlamış
maya yeterli sayılabilen, iki kap ölçüsündeki su.
olduğu tertiplerden kendisi zarar görmek.\\ k u r
m a k yuvm ak, {eT} Erişmek; varmak; m al vererek k u rn ik , -ği [? kunik] {ağız} is. Çukur. [DS]
gönül almak. [DLT]|| k u ru p ta k m a, A raç ve cihaz k u ro n , [Lat. corona (taç) > Fr. couronne] is. tıp. 1.
ların tesisata bağlanması işi; montaj. M etal, seramik veya plastikten dişin taç kısmına
k u rm a n , [Ar. karaba / Far. kurbân => kurmân] {eT} geçirilen kaplama. 2. Dolgulu çürük diş üzerine
is. Gedeleç; yaylık; yay kabı. [DLT] geçirilen kaplama. 3. Baş çelengi. 4. Bir pırlantanın
tabanıyla yuvarlak kısm ı arasındaki façetalarm tü
k u rm ay , [kur-ma-y (?)] is. 1. Sınavla harp akadem i
mü. 5. Kuzey A vrupa ülkelerinde kullanılan para
sine girerek üç yıllık eğitimi başarı ile bitirdikten
birimi.
sonra karargâh ve komuta hizmetlerini yürütebile
cek, ihtisas sahibi subay; erkân-ı harp, (1935). 2. k u rp , [Ar. kulb / Yun kulbos] {ağız} is. kulp. [DS]
Bu subayların dahil olduğu sınıf. 3. sf. Kurmaylık k u rr a , -a ’ı [Ar. kırâ’at > kurrâ’ t\J] (kurra:) {OsT}
yetkisi ve niteliği olan. <3 k u rm ay heyeti, Kuvvet is. K ur’an-ı K erim ’i usulüne uygun olarak okuyan
komutanlığı, ordu, kolordu, tümen vb. birliklerin lar.
karargâhlarında, kadrolarında belirtilen, değişik
k u rre , [Ar. kurre o^s] {OsT} is. 1. Soğuk. 2. Tazelik;
rütbede general ve kurmay subaylardan meydana
parlaklık. 3. Işık,
gelen heyet.
k u rrıh , [kurrıh (yans.)] {eT} ünl. -*• kurı3. S k u rn h
k u rm aylık, [kurmay-lık] is. 1. Kurmay olm a duru
k u rrıh , {eT} -►kurı kun. [DLT]
mu. 2. Kurmay sınıfı,
kurm ış, [kur-mış] {eT} sf. Kumlu. [DLT] k u r s 1, [Ar. kurş / kurşa / <^>J] {OsT} is. 1. Daire
k u r n a 1, [Ar. kum e / Yun. krounion (içki tası)] şeklinde olan şey. 2. Odada güzel koku yayılmasını
(k u ’rna) is. 1. Hamamlarda, içine su biriktirmek sağlamak için yakılan öd ağacı parçası. 3. g ö k b.
için musluk altına konulan taş, m ermer veya be Gök cisimlerinin Y er’deki bir gözlemciye düz bir
tondan yapılmış içi oyuk, yuvarlak bir tür tekne. 2. daire biçiminde görünün yüzü. S k u rs-ı k a m er,
Çıkıntılı köşe. 3. balıkç. Üç katlı balık ağlarının en {OsT} A y ’ın düz görünen yüzü.\\ k u rs-ı m e r’î, {OsT}
dışta bulunan geniş gözlü kısmı. 4. {ağız} Musluk. Görünen halka.\\ k u rs-ı n â n , {OsT} Tekerlek biçi
[DS] <3 k u rn a başı soygunu, Çok yoksul; üstünde mindeki ekm ek.|| k u rs-ı sîm in, {OsT} A y.|| ku rs-ı
başında doğru dürüst bir giyeceği bulunmayan; şem s, {OsT} G üneş’in düz görülen yü zü .|| ku rs-ı
Çıplak. v a ra k , {OsT} Bitkiyaprağı.\\ k u rs-ı zer, {OsT} Altın
para.
k u rn a 2, [Ar. kum e ^ J [Tietze]] {ağız} is. Evin karan
kurs", [Fr. cours] is. 1. Resmî ve özel kurum ve
lık yolu; koridor. [DS]
kum luşlarca sınırlı bir konuda bilgi ve beceri ka
kurnacı, [kulun-la-cı] {ağız} is. -*■ kulunlu. [DS] zandırmak amacıyla yapılan kısa süreli eğitim ve
0 T 8 B riM tıiili.2 8 4 9 KUR
öğretim; kur. 2. Bu öğretimi m eydana getiren ders k u rşa k , [kur (kemer, toka) > kur-şa-k JLij^s] is. 1.
ler. 3. Bilim ve teknikteki yeni gelişm elere uymala
Kuşak. {eAT} {ağız} (aynı) [DS] 2. {ağız} Kadınların
rını sağlamak veya eksiklerini gidermek amacıyla
bellerine bağladıkları işlemeli kuşak. [DS] 3. {ağız}
teknisyenlere verilen tam amlayıcı veya yeni bilgi
Kapının tahtalarını birbirine bağlayan ağaç. [DS]
ler.
k u rş a m a k 1, [kur-ış > kur(ı)ş-â-mak] (kurşa:mak)
kurs3, [kurs] {ağız} is. 1. Çukur yerlere dolan kar yı
{eT} gçl. fi [-ur] 1. Kuşaklamak. [DLT] 2. Sarmak;
ğını. 2. Nargile yakmakta kullanılan dut ya da asma
kuşatmak; çevirmek. [EUTS]
ağacından elde edilen bir tür kömür. 3. sf. (Meyve
k u rş a m a k 2, [kur-şa-mak] {ağız} gçl. fi. [-r] [-ş(u)-
vb. için) dolgun; dolu. [DS]
yor] Aldatmak; kandırmak. [DS]
kursag, [kuruğ-sâ-mak > kuruğ-sâ-ğ] (kursa:ğ) {eT}
k u rşa n m a k , [kur-ış > kur(ı)ş-â-mak > kurşa-n-mak]
is. -*■ kurugsak.
{eT} dönşl. f i [-ur] 1. Kuşaklanmak; kuşak sarmak.
kursak, -ğı [eT. kuruğsâk > kursak j - j j s / Jj~=jjâ] is. [EUT.S] 2. Kuşanmak. [Gabain]
1. Kuşların yem ek borusunda yer alan, sindirime k u rşatılm a k , [kur-ış > kur(ı)ş-â-mak > kurşa-t-mak
doğrudan katılmamakla birlikte yiyeceklerin ilk > kurşat-ıl-mak] {eT} ed il.f. [-ur] Kuşatılmak; çev
giriş yerindeki şişkin kısım. 2. Böcek ve solucan rilmek. [EUTS] [Gabain]
larda, yemek borusu ile mide arasmda yer alan or k u rşa tm a k , [kur-ış > kur(ı)ş-â-mak > kurşa-t-mak]
ganlara verilen ad. 3. Örümcekte, emici sindirim
{eT} g ç l . f [-ur] Kuşak kuşatmak. [DLT]
kesesi. 4. Kuş kursağının veya ince bağırsağın ku
rutulması ile yapılan şey. 5. {eAT} {OsT} {ağız} M i k u rşu m , [eT. kurugjm / kuşun > kurşun ?j-ijjs] {OsT}
de. [DS] 6. Şişirilerek kuş kursağı şekline getirilmiş is. Kurşun.
olan balon vb. şey. 7. {ağız} Yürek; kalp. [DS] 8. k u rşu n , [eT. kurugjın / kuşun > kurşun] is. kim. 1.
{eAT} {OsT} {ağız} İdrak; zekâ. [DS] 9. {OsT} Göğüs. Atom numarası 82, atom ağırlığı 207,21 olan, m a
10. {ağız} Rahim. [DS] 11. sf. K ursak zarı ile yapıl vimsi gri renkte, tırnakla çizilecek kadar yumuşak,
mış olan. S k u rsağ a b in m ek , {ağız} (Ekin için) yoğunluğu 11,3; kimyasal etkenlere karşı dayanıklı
başak tutmaya başlamak. [DS]|| k u rsa ğ ı boş, Karnı bir element; sembolü: Pb. 2. Tabanca, tüfek gibi
aç; acıkmış.\\ k u rsağ ı d a r, {OsT} Tahammülsüz; ateşli silahlarda kullanılan mermi. 3. Ağların, olta
çabuk kızan.|| k u rsağ ı k ay n am a k , {ağız} Midesi ların suya batmasını veya dibe inmesini sağlamak
ekşimek. [DS]|| k u rsa ğ ın d a (hâlâ) b irin in ekm eği amacıyla uçlarına bağlanan genellikle kurşundan
bulunm ak, O kişi tarafından beslenip büyütülmüş yapılmış ağırlık. 4. sf. Bu maddeden yapılm ış.S
olmak; o kişiye karşı bu sebeple saygısı olmak.\\ k u rş u n a dizm ek, 1. Birine verilen ölüm cezasını
(hevesi; iştahı) k u rsağ ın d a k alm ak , dilediğim y a
silahla ateş ederek infaz etmek. 2. Savunmasız, si
pamamak; isteğini yerine getirememek; tadına zev lahsız ve aciz kimseleri toplu bir şekilde, acımasız
kine varamamak. || k u rsa ğ ın d a n geçm em ek, Sevi ca silahla öldürmek.\\ k u rşu n atm a k , 1. Silahla
len bir yakınının yokluğundan dolayı iştahı kesil ateş etmek; kurşunlamak. 2. D üşmanlık etmek. ||
mek]] k u rsağ ın d an sak alb , Sadece çene altında k u rş u n çalım ı, {ağız} Kurşunun yetişebileceği y a
sakalı olan. kın yer. [DS]|| k u rşu n d o k u n m ak , Kurşun isabet
kursaklı, [kursak-lı] sf. 1. Kursağı olan. 2. {ağız} etmek; kurşun değmek.\\ k u rşu n d ökm ek, İslam lık
gnşl. Gerdanında ur olan kimse; guatrı olan kişi. öncesi baksı tedavilerinin kalıntısı olarak, eritilmiş
[DS] 3. {ağız} Akıllı; zeki. [DS] 4. {ağız} Terbiyeli; sıcak kurşunun, içinde soğuk su bulunan bir kaba
namuslu. [DS] dökülm esi ile meydana gelen şekillere bakarak y o
kursaksız, [kursak-sız] sf. 1. Kursağı olmayan. 2. rumlama ve birtakım ruhsal hastalıkları tedavi et
{ağız} Akılsız. [DS] 3. {ağız} Patavatsız; dengesiz. mek]] k u rşu n erim i, Bir silahtan atılan merminin
[DS] en fa zla gidebileceği mesafe. || k u rşu n geçirm ez,
kursiyer, [Fr. coursier] is. Belli bir alanda kur gören (Cam, yelek vb. için) ateşli silahlardan atılan m er
kimse; kurs öğrencisi, minin geçmesine engel olan; kurşun geçirmeyen;
kursuk, -ğu [kur(u)-su-k] {ağız} is. Tandır. [DS] kurşun işlemeyen.
kursünbül, [? kıırsünbül] {ağız} is. Flamam külha k u rş u n gibi, Çok ağır.\\ k u rşu n grisi, Maviye çalan
nında yakılan çalı çırpı gibi yakacakların külü. [DS] gri renk; koyu kül rengi; kurşun rengi; kurşunî. ||
kurşadılm ak, [kur-ış > kur(ı)ş-â-m ak > kurşa-t-mak k u rş u n kâğıdı, Kurşundan yapılm ış ince yaprak. ||
> kurşat-ıl-mak] {eT} e d il.f. [-ur] -*■ kurşatılmak. k u rş u n kalem , Dış kısmı tahta, içi grafit çubuklu
[EUTS] [Gabain] kalem. || k u rşu n m ü h ü r, 1. Postahane, güm rük ida
kıırşag, [kur-ış > kur(ı)ş-â-m ak > kurşâ-ğ] (kurşa:ğ) releri tarafından koli ve paketler bağlandıktan son
leT} is. 1. Y ünden dokunarak çadıra sarılan tura. ra düğüm üzerine talalan mühürlü küçük kurşun
[DLT] 2. Kuşak. [DLT] parçası. 2. Elektrik saatlerinin açılmaması için ka
kurşağ, [kur-şa-k] {ağız} is. Tahta kapıların arkasına pağına takılan mühürlü kurşun parça. || k u rşu n
yatay çakılan tahta parçası; kuşak. [DS] otu, Çakıllı ve çorak topraklarda yetişen, odunsu
İ M I İ M E S 0 M . 2850
KUR
gövdeli, yaprakları seri ve dalgalı 40-100 cm. bo k u rşu n lu , [kurşun-lu] s f 1. İçinde kurşun bulunan.
yunda meyve sapları kürdan olarak kullanılan, 2. K urşunlanmış olan. 3. Kubbesi kurşun ile kap
kırmızı veya beyaz çiçekli koyu yeşil bitki; diş otu; lanmış olan. S k u rşu n lu dam la, K urşun zeh ir
diş hilali; hıltan; kılır; koşni; kürdan otu; Mısır lenmesinin y o l açtığı dam la hastalığı.
anasonu. (Ammi visnaga).\\ k u rşu n otugiller, Üst k u rşu n su z , [kurşun-suz] sf. 1. İçinde kurşun bulun
overli iki çenekli bitkiler fam ilyasından kök sapla mayan. 2. Kurşunu olmayan; mermisiz. S k u rş u n
rında kök yaprakları bulunan ot veya ağaççıklar; suz b enzin, Oktanını düşürmek için içine kurşun
diş otugiller,|| k u rşu n rengi, M aviye çalan gri tetraetil katılmamış olan benzin.
renk; koyu kül rengi; kurşun grisi; kurşunî. || k u r k u r t 1, [eT. kurt] is. zool. 1. V ücudunun iç ve dış kıs
şu n sıkm ak, Ateşli silahla ateş etmek; m ermi at m ında hiçbir sert kısım bulunmayan, uzun gövdeli,
mak; kurşunlamak.|| k u rşu n tu tm a k , Kurşun isa ayaksız, bacaksız veya çok ilkel bacaklı küçük
bet etmek; kurşun değecek gibi olmak; kurşuna he hayvanların genel adı; solucan gibi hayvanlar; bö
d e f olmak. || k u rşu n yağ d ırm ak , Çok sayıda mermi cek. {eT} (aym) [DLT] [ETY]] [EUTS] [KB] [Yüknekî]
atmak; çok ateş etmek; yoğun olarak ateş etmek. || [Gabain] 2. Odun, yün vb. maddeleri kem iren güve,
k u rşu n y a ğ m u ru n a tu tm ak , Birine sürekli ateş tırtıl veya böcek larvaları. 3. M eyvelerin içlerinde
etmek; g ö z açmasına fırsa t vermeden kurşun at yaşayan asalak böcek; kurtçuk. 4. İnsan ve hayvan
mak; uzun süreli ve çok sayıda mermi atmak. || k u r ların bağırsaklarında yaşayan asalak hayvanlar. 5.
şu n yem ek, Bir ateşli silah mermisi ile yaralan Erişkinleri kanatsız kimi böceklere ve om urgasızla
mak; kendisine kurşun isabet etmek; vurulmak. ra verilen ad. S k u rd u n u d ö k m ek , Uzun süredir
k u rşu n cu , [kurşun-cu] is. 1. Kurşun işleyen ve kur yapam adığı ve çok heves ettiği bir şeyi zevkle, doya
şun satan kimse. 2. Kurşun döken kimse. doya yapm ak; hevesini almak.\\ k u rd u n u k ırm a k ,
k u rşu n cu lu k , -ğu [kurşun-cu-luk] is. Kurşuncunun İsteğini yerine getirmek; hevesini alm ış olmak.\\
işi ve mesleği. k u r t bilim ci, K urt bilimi ile uğrayan kimse;
k u rşu n i, [kurşun + Ar. -i => Osm. kurşunî helmintolog.\\ k u r t bilim i, tıp. Solucanları, ya p ıla
rını ve y o l açtıkları hastalıkları inceleyen asalak
(kurşıcni;) {OsT} sf. 1. M aviye çalan gri renk; koyu
bilimi dalı, helm intoloji.|| (içini, beynini) k u r t gibi
kül rengi; kurşun rengi; kurşun grisi. 2. sf. Bu renk
k em irm ek (yemek), Aşırı derecede endişeye dü
te olan.
şürmek; şüphe uyandırmak; tedirgin etmek; aşırı
kurşunileşm e, [kurşuni-le-ş-me] is. Kurşunileşmek üzüntü sebebiyle harap o lm a k || k u r t konguz, {eT}
eylemi. Böcek. [EUTS]|| k u rtla rın ı d ökm ek, Uzun süredir
k u rşunileşm ek, [kurşuni-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] yapam adığı ve çok heves ettiği bir şeyi zevkle, doya
K oyu kül rengi almak; kurşun rengine bürünmek. doya yapm ak; hevesini a lm a k || k u r t m a n ta rı, Ta
k u rşu n la m a , [kurşun-la-ma] is 1. K urşunlamak ey ze iken yenebilen, kuruduktan sonra üzerine basıl
lemi. 2. Benzinin oktan indisini arttırmak ve vurun dığında etrafa toz hâlinde sporlarım saçan bir tür
tuları azaltmak amacıyla kurşun tetraetil karıştırma; mantar, (Lycoperdon),|| k u r t sineği, 1. K urtlara
etilleme. dadanan bir sinek türü. 2. D işi sinek. || k u r t yelm e
k u rşu n la m a k , [kurşun-la-mak] g ç l . f [-r] [-l(u)-yor] si, {ağız} Seğirtme; hızlı yürüyüş. [DS]|| k u r t y eni
1. B ir şeyi veya yeri kurşunla kaplamak; kurşun ği, 1. (Elma, arm ut vb. şeyler için) kurt tarafından
levha ile örtmek. 2. (Koli, paket, elektrik saati, da yenilmiş. 2. Şüphe uyandıran; tedirgin eden; hu
m acana vb. için) kurşun parçası ile mühürlemek. 3. zursuzluk veren şey.
B ir kimseye silah ile ateş etmek; kurşun atmak; k u r t2, -du [eT. kurt] is. zool. 1. K öpekgillerden,
kurşun sıkmak; mermi atmak. köpeğe çok yakın, boyu yüksek, gövdesi ince, bö
k u rşu n la n m a , [kurşun-la-n-ma] is. 1. Kurşunlanmak ğürleri çökük, ayakları ince, kuyruğu tüylü ve sar
eylemi ve durumu. 2. M ermilerdeki kurşun çem kık, postu gri sarı, uzun ve sivri bir burunla son
berler dolayısıyla top namlularındaki yivlerin dol bulan kafası uzun, alnı yatık, gözleri eğik, kulakları
ması. dik, dişleri sivri ve keskin, yırtıcı bir m em eli hay
k u rşu n la n m a k , [kurşun-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. van, (Canis lupus). {eT} {eAT} (aym) [DLT] [DK] 2.
Kurşun ile kaplanmak. 2. Kurşun ile mühürlenmek. Bu hayvanın kürkü. 3. mecaz, sf. İş bilir, b e c e r i k l i ,
3. Kendisine biri tarafından kurşun atılmak; kurşun deneyimli, kurnaz, aldanmaz. 4. mecaz. B ir şey1
ile yaralanmak; ateş edilmek. 4. dönşl. f. Kurşun veya yeri çok iyi bilen. S k u rd a giden, {ağız} K ürt
sahibi olmak; kurşun edinmek; kurşunu olmak. boğm aya alışkın köpek. [DS]|| k u rd a k u z u teslim
k u rşu n laşm a, [kurşun-la-ş-ma] is. Kurşunlaşmak etm ek, B ir şeyi, zarar vereceği kesin olarak bilinen
eylemi. birisine em anet olarak bırakmak.|| k u r d u k u zu y l0
k u rşu n laşm ak , [kurşun-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. b a rıştırm a k , A daleti tam olarak sağlayıp, y url
Kurşun hâline gelmek. 2. Çok ağırlaşmak; kurşun içinde düşm anlıkları ortadan kaldırm ak; güvenli
gibi ağırlaşmak. bir ortam oluşturmak,|| k u rd u olm ak, (Bir y erl
İ İ f f i l t l l C t İ M İ İ • 2851 KUR
veya bir şeyi) çok iyi bilmek; iyi tanımak.|| kurt kurtağzı, [kurt+ağ(ı)z-ı] is. 1. Marangozlukta, çek
ağzı, {ağız} -*• kurdağzı. [DS]|| kurt ağzı bağlamak, mece, sandık gibi eşyaların köşelerinin birbirine iyi
Kaybolan hayvanı kurt yem esin diye ucu düğüm geçmesi ve sağlam olması için açılan girintili çıkın
lenmiş mendili hocaya okutmak. || kurt bağrı, {ağız} tılı doğrama. 2. Maden ocaklarında birbirine dik
İri ve yuvarlak çakıl taşı. [DS]|| kurt baharı, bot. lemesine konulmuş direklerin kaymasını önlemek
Zeytingillerden, 3 m. kadar boylanabilen, çalı g ö için dikey konulan direk üzerine açılan yuva. 3.
rünümünde ağaççıklar, (Ligustrum vulgare).|| kurt Palam ar halatları geçirilerek rıhtım veya iskeledeki
baklası, bot. Tohumu ve otu insan ve hayvanlar babalara yöneltilen dökme demirden alet. 4. K anat
için zehirli olan bir çeşit süs bitkisi; acı bakla; Ya ları basit ağlardan yapılmış ırmak dalyanı. 5. Ağzı
hudi baklası, (Lupinus termiş).|| kurt bengi, {ağız} kıyıya bakan, birbiri ile açı yapan üç çubuğa bağlı
-*■ kurt lingi. [DS]|| kurt çömelten, {ağız} Doğu y ö ağ düzeni. 6. {ağız} Boyunduruğun oka takılan ye
nünden esen soğuk yel; ayaz. [DS]|| kurt dolabı, rine konulan ağaç parçası. [DS] 7. {ağız} Kırılan
Tilki yakalam akta kullanılan bir tuzak. || kurt geçi dingilin yerine çakılan iç içe geçmiş U biçimli de
nip tilkilik etmek, Başlangıçta yiğ it ve sözünün eri mir. [DS] 8. {ağız} Çatılara konulan iki ağacın birbi
gibi görünüp sonradan döneklik etmek.|| kurt gibi, rine bağlanış biçimi. [DS] 9. {ağız} Kayıkta ve ge
(Kişi için) iş bilir, zeki, kurnaz ve girişken; tuttu mide zincir gediği. [DS] 10. {ağız} Saçtan boru
ğunu koparan. || kurt gidişi, Belli belirsiz, h a fif zıp yapmakta kullanılan bir araç. [DS] 11. {ağız} K ay
lamalarla koşma; tırıs yürüyüş; kurt lingi.\\ kurt bolan hayvanı kurt yememesi için okunmuş, ucu
görmüş eşek gibi kulakları dikm ek, Dikkatle din düğümlenmiş mendil veya yazma. [DS] 12. {ağız}
lemek]] kurt kapanı, 1. Kurdu yakalam ak için üstü Çatıya açılan, insan sığabilecek büyüklükte, kapak
çalı çırpı ile örtülü, tabanında sivri bir kazık bulu lı pencere. [DS]
nan, dibe doğru daralan kuyu tuzak. 2. spor. Yağlı kurtalmak, [kurtulmak > kurtal-mak] {ağız} gçsz. f.
güreşte, yerde dört ayak vaziyetinde duran rakibin [-ır] Kurtulmak. [DS]
üzerine oturarak ayaklarım uyluk arasında bağla
kurtaltmak, [kurt-al-t-mak {eAT} gçl. f. [-
yıp elle bileklerinden tutup çekme biçiminde uygu
lanan oyun.\\ kurt köpeği, zool. Bir kurt ile köpe ur] 1. Saldırıdan uzak tutmak. 2. Kurtarmak,
ğin çiftleşmesinden doğan kurt ile köpek arası yav- kurtanmak, [kurt-a-mak > lcurt-a-n-mak] {eT} dönşl.
ru.|| kurt kulağı, {ağız} 1. Yaprakları tüylü, kökün f. [-ur] Bitten kaşınmak; koyunlarda bit aramak.
deki sütten sakız yapılan bir tür bitki. 2. Rizomlu, [DLT]
dalsız gövdeli, tek çiçekli süs bitkisidir; süsen, (iris kurtarıcı, [kurtar-ıcı] sf. 1. Kurtaran; kurtarmayı
elegantissima, I. susiana). 3. Maydanozgillerden, sağlayan. 2. Kendi canını tehlikeye atarak bir kim
çok yıllık, kazık köklü, sarı çiçekli, özel kokulu otsu seyi, bir toplumu veya ülkeyi yok olmaktan veya
bir bitki. (Ferulago trachycarpa). [DS]|| kurt kuş, güç ve tehlikeli bir durumdan kurtaran kimse; ha-
Bütün canlı varlıklar anlamında kullanılır,|| kurt laskâr. 3. Hareket yeteneğini kaybetmiş, bozuk bir
kuş yuvasına dönmek, Herkes evine gelmek. || aracı onarım yerine kadar çekip götürmeye veya
kurt kuyusu, 1. as. İçinde sivri kazıklar bulunan, taşım aya yarayan özel donanımlı araç. 4. Bozuk bir
düşmanı içine düşürerek imha etmekte kullanılan, aracı yol üzerinde onarmak üzere özel olarak dona
üstü doğal görünüm de çalı çırpı ile örtülmüş gizli tılmış araç.
çukurlar. 2. K urt yakalam akta da kullanılan aynı kurtarıcılık, -ğı [kurtar-ıcı-lık] is. Kurtarıcının yap
türden çukur]\ kurtla koyun bir yerde, Herkesin tığı iş.
güvenliği sağlanmış durumda]\ kurt lingi, {eAT} kurtarılma, [kurtar-ıl-ma] is. Kurtarılm ak işi.
Belli belirsiz zıplayarak koşma; tırıs yürüyüş. ]| kurtarılmak, [kurtar-ıl-mak] edil. f. [-ır] Kendisine
kurt masalı, Birini oyalamak, veya kendi suçunu kurtarma eylemi uygulanmak; kurtarma işi yapıl
örtbas etm ek için anlatılan gereksiz, boş sözler]\ mak.
kurt oyunu, Eski Türklerin kurtlardan örnek aldık
kurtarım, [kurtar-ım] is. Kurtarmak girişimi,
ları, tarih boyunca meydan savaşlarında, kale ku
kurtarış, [kurtar-ış] is. Kurtarmak eylem i veya bi
şatmalarında uyguladıkları savaş taktiği; kurt tak
çimi.
ti ğ i kurt yelm esi, {ağız} H ızlı yürüyüş; seğirtme.
[DS] kurtarm a, [kurtar-ma] is. K urtarmak eylemi. 0
kurt3, [kurut > kurt] {eT} is. -*• kurut. [EUTS] kurtarma aracı, Trafikte arızalanan ve hareket
kurt4, [kürt] {ağız} is. Sağlam bir tür ağaç. [DS] edemeyen bir aracı bulunduğu yerden onarım m er
kezine götüren özel donanımlı araç; kurtarıcı.\\
kurt5, [Ar. kurt 1>ys] {OsT} is. Küpe.
kurtarma brandası, Yangınlarda başka kaçış yeri
kurta1, [*kurt-mak > kurtğa] {eT} is. -* kurtga. kalmamış kimselerin balkon veya pencerelerden
[EUTS] [Gabain] atlayarak kurtulmalarını sağlam ak amacıyla itfai
kurta2, [Ar. kurta •&/] {OsT} is. Süs olarak takılan yecilerin kullandıkları etrafında tutacak yerleri
küpe. S kurta-i güş, {OsT} K ulak küpesi. bulunan geniş yuvarlak kumaş]\ kurtarma gemisi,
KUR İMlIİMCt SİM • 2852
Çekme gücü yüksek, karaya oturmuş veya batmış çuklarla beslenen. 2. {ağız} is. Kurt boğmaya alış
gem ileri yüzdürebilerı, deniz altında ve üstünde o- kın köpek; atılgan köpek. [DS]
narım yapabilm ek için gerekli araç ve donanımları kurtdede, [kurt+dede] {ağız} is. Dedenin babası; ba
bulunan, açık denizlerde römorkörlük yapabilen banın dedesi. [DS]
gemi. || kurtarma kazısı, Yeni kurulacak olan y e r kurtga, [kurt-ğâ] (kurtğa:) {eT} is. Yaşlı kadm; ih
leşim yeri, baraj gibi yerlerde bulunan eski eserleri tiyar kadın. [ETY] [EUTS] [KB]
çıkarıp başka yere taşıma işlemi. kurtgarm ak, [*kurt-m ak > kurt-ğar-mak] {eT} gçl. f.
kurtarm ak, [*kurt-mak > kurt-ğar-mak > kut-kar- [-ur] Kurtarmak. [EUTS] [Gabain]
m ak / kut-ğar-mak] gçl. f. [-ır] 1. Kurtulmasını kurtılmak, [*kurt-mak > kurt-ıl-mak] {eA T} dönşl. f.
sağlamak. {eAT} (aym) [DK] 2. Ettiği yardım la bir [-ur] Kurtulmak. [DK]
canlıyı herhangi bir tehlike veya felaketten uzak
kurti, [? kurti] {ağız} is. Kartal. [DS]
laştırmak. 3. Var olan ciddî bir tehlikeyi ortadan
kurtka, [kurt-ğâ / kurt-kâ] (kurtka:) is. Yaşlı kadın;
kaldırmak. 4. Bir şeyin zarar görmesini, ziyana uğ
nine. [Nevâyî]
ramasını, tahrip olmasını veya yok olmasını önle
kurtkıyan, [kurt+kıy-an] is. zool. Sığırcıkgillerden
mek. 5. Elden çıkmış olan, gitmiş bulunan veya
gasp edilmiş olan bir hakkı veya şeyi yeniden elde asalak böcekleri avlam ak için büyükbaş hayvanla
etmek; geri almak; kazandırmak. 6. Rehin alınmış rın sırtlarına konan, esmer tüylü, kısa gagalı, tır
bir şeyi tekrar geri almak. 7. (Sanık için) ceza al nakları güçlü, ötücü bir kuş, (Buphaga ufricana).
masını önlemek; berat ettirmek. 8. (Olumsuz biçi kurtkuzlamak, [kurt+kuz-la-mak] {ağız} gçsz. f. [~r]
m iyle) alış verişte teklif edilen fiyat malın değerim [-l(ıı)-yor] Yağmurdan sonra güneş çıkmak. [DS]
karşılamamak. 9. Bir kimsenin olumsuz etkilerin kurtla, [kurt-la ?] {ağız} is. Binalara konulan çapraz
den uzaklaştırmak. 10. Sonsuz kurtuluşa erdirmek. direk. [DS]
11. Bir tehlikeden, zarardan uzak tutmak. 12. (Bir kurtlamak, [kurt > kurt-lâ-mak] (kurtla:mak) {eT} is.
durum, davranış veya şey için) başka bir şeyin ek K urt çıkarmak. [DLT]
sik ve kusurlarım gidermek, tamamlamak. 13. Bi kurtlandırma, [kurt-lan-dır-ma] is. Kurtlandırmak
lardoda, banda bitişik duran topu oradan ayırmak, eylemi.
kurtayağı, [kur+aya(k)-ı] is. bot. A t kuyruğu ve eğ kurtlandırmak, [kurt-lan-dır-mak] gçl. f. [-ır] Kurt
relti otlarına yakın dik veya sürüngen dallı, spor lanm asına sebep olmak; kurtlanm asını sağlamak,
keseleri çok sık, tozlan fişekçilikte parlayıcı, ecza kurtlanma, [kurt-la-n-ma] is. 1. K urtlanmak eylemi
cılıkta da nemden koruyucu olarak kullanılan kibrit ve durumu. 2. A salak kurtların organizmayı saraıa-
otunun yaygın bir türü, (Lycopodium clavatum). || sı.
kurtayağı tozu, Kurtayağının sporlu başakların kurtlanmak, [kurt-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. İçinde
dan elde edilen ve hekimlikte kullanılan sarı bir kurt üremek. 2. mecaz. Rahat durmayıp bir telaş ve
toz. sabırsızlık içine düşmek. 3. {ağız} Kıskanmak; çe
kurtbağrı, [kurt+bahar-ı > kurt+bağ(ı)-ı] is. 1. bot. kememek. [DS] 4. {ağız} Çabalamak; debelenmek.
Zeytingillerden, yaprakları mızrak gibi, salkım hâ [DS] 5. dönşl. f. Bir yerde çok oturmaktan bıkmak,
linde beyaz çiçekli, güzel kokulu, çit bitkisi olarak kurtlaşma, [kurt-la-ş-ma] is. Kurt hâline gelme,
yetiştirilen bir süs bitkisi, (Ligustrum vulgare). 2. kurtlaşmak, [lcurt-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Kurt
{ağız} İri, yuvarlak çakıl taşı. [DS] hâline gelmek. 2. mecaz. İşini bilir, becerikli ve
kurtboğan, [kurt+boğ-an] is. 1. bot. Boğan otunun kurnaz biri olmak,
bir türü olan, düğün çiçeğigillerden, Kuzey Doğu kurtlu, [kurt-lu] sf. 1. İçinde kurt bulunan; kurtlan
Anadolu dağlarının yamaçlarında, çayırlarda ve mış olan. 2. (Kişi için) yerinde duramayan; sürekli
nem li yerlerde yetişen, kaim kökleri üzerinde şal kıpırdanan; sabırsız. 3. {ağız} Kıskanç. [DS] 4.
gam a benzer yumruları bulunan, zehirli alkaloitler {ağız} Sinsi. [DS] 5. {ağız} B ir şeye düşkün; tutkulu.
den meydana gelen etkin bir madde taşıyan çok [DS] 6. {ağız} Kurnaz. [DS] 7. {ağız} Bir şeye düş
zehirli bir bitki; boğan otunun bir türü; kaplanbo kün; tutkulu. [DS] 8. {ağız} Güldüren neşeli. [DS]
ğan; itboğan, (Aconnitum nepellus). 2. Köpeklerin
kurtluca, [kurt-lu-ca] is. bot. 1. Ballıbabagillerden,
boynuna takılan, sivri uçlan dışa dönük metal hal
su kıyılarında yetişen, kuvvet verici ve uyarıcı ola
ka. 3. {ağız} Güçlü, kuvvetli ve şişman adam. [DS]
rak halk hekim liğinde kullanılan, sarımsak kokulu,
kurtçalık, -ğı [kurt-ça-lık] {ağız} is. Çoban köpeğinin sarı çiçekli tırmanıcı bir bitki; meşecik; yer meşesi;
boynuna takılan mahmuzlu demir halka. [DS] yer palam udu; sarımsak otu; su sarımsağı; (Teuc-
kurtçuk, -ğu [kurt-çuk] is. 1. Küçük kurt. 2. Böcek rium scordium). 2. bot. Sıcak ve ılıman bölgelerde
lerin yetişkin hâle gelmeden önce geçirdiği, gelişi yetişen, borum su çiçekli, çiçekleri kap biçiminde,
m in ilk evresindeki şekli; sürfe; larva, bazı türlerinin kökleri halk hekim liğinde idrar sök-
kurtçul, [kurt-çul] sf. 1. (Hayvan için) kurt ve kurt türücü, müshil olarak kullanılan, sarılgan tırmanıcı
ö i ü m i i i m İ • 2853 KUR
bir bitki; pipo çiçeği, zeravent; kara asma; yılan kurtyem ez, [kurt+ye-mez] {ağız} is. 1. Çirkin adam.
otu; kurtluca; kabakulak otu; loğusa otu, (Aristo- 2. Omurilik soğanı. 3. Geviş getiren hayvanlarda
lochia clematits / A. hirta). işkembenin üçüncü kısmı. [DS]
kurtluk, -ğu [kurt-luk] is. 1. K urt olma durumu; işini kuru1, [eT. kurî-mak > kurî-ğ / kunı-ğ] sf. 1. İçinde
bilme; becerikli ve girişken kim seye ilişkin davra suyu ve nemi bulunmayan; ıslanmamış. {eAT} (aym)
nış. 2. {ağız} Çoban köpeğinin boynuna takılan [DK] 2. İçinde su ve nem kalm amış olan; suyu ve
mahmuzlu demir halka. [DS] nemi uçarak sadece katı kısmı kalmış olan. 3. (Yer
kurtmeç, -ci [kurt-meç] {ağız} is. Çitlem bik ağacının için) yağm ur yağmayan; susuz. 4. (Sebze ve meyve
yenen sürgünleri, [DS] için) ileride kullanılmak üzere kurutulmuş olan;
kurtpençesi, -ni, -eleri [kurt+pençe-s-i] is. bot. 1. saklamak, korumak amacıyla suyu giderilmiş olan.
Kara buğdaygillerden, sulak dağ çayırlarında yeti 5. Yıkandıktan sonra kurumuş olan. 6. (İklim için)
şen, pembe çiçekler açan, sap ve kökünde bol m ik yağışsız, yağmursuz; nemsiz. 7. (Hava, rüzgâr için)
tarda tanen bulunan otsu bitki; kurttırnağı; çıyan nem oranı düşük; yağışsız; az yağışlı. 8. Salgı ye
otu, (Polygonum bistorta). 2. Ballıbabagillerden, su tersizliği olan; sıvı salgılamayan; salgısız. 9. (Y ara
kıyılarında yetişen kırmızı noktalı küçük beyaz çi vb. için) herhangi bir akıntı ve salgısı olmayan. 10.
çekler açan otsu bitki, (Lycopus eurepaeus). (Çeşme, kuyu, kaynak vb. için) suyu kesilmiş; k u
kurtsuz, [kurt-suz] sf. İçinde kurt bulunmayan; kurt rumuş. 11. (Ortam için) nemi olmayan; nemsiz. 12.
lu olmayan. (Bitki için) canlılığım yitirmiş; doğal nemini kay
kurttırnağı, [kurt+tıma(k)-ı] is. bot. K ara buğdaygil betmiş; kurumuş. 13. mecaz. (İnsan ve hayvan için)
lerden, sulak dağ çayırlarında yetişen, pembe çi çok zayıf; etsiz; çelimsiz; bir deri bir kemik; arık;
çekler açan, sap ve kökünde bol m iktarda tanen sıska; kaknem; lagar. 14. is. N em li ve ıslak olm a
bulunan otsu bitki; kurttırnağı; çıyan otu, (Poly yan şey. 15. is. Bir şeyin kurutulmuşu; kurutularak
gonum bistorta). saklanmış yiyecek vb. 16. K uru fasulyenin halk
arasmda söylenişi. 17. {ağız} is. Kuru toprak. [DS]
kurtuk, -ğu [kur(u)t-uk] {ağız} is. Sığır kuyruğu bit
t? kuru ağırlık, B ir ürün içinde bulunan maddele
kisi. [DS]
rin suyu uçurulmuş hâldeki ağırlığı. || kuru ağrı,
kurtulma, [kurt-ul-ma] is. 1. K urtulm ak işi. 2. D o
Üzüntü; tasa; sıkıntı. || kuru ateş, tıp. Terleme ol
ğum; doğumu tam amlayan sonun gelmesi,
maksızın vücutta görülen ateş. || kuru bacak, {ağız}
kurtulmak, [*kurt-m ak> kurt-ul-mak] dönşl. f. [-ur]
Tavuk. [DS]|j kuru besin, Suyu çeşitli tekniklerle
1. Tehlikeli, öldürücü bir durum u atlatmak. {eT}
alınarak kurutulmuş, daha sonra da su eklenerek
(aynı) [DLT] [EUTS] [Gabain] [DS] 2. Hoşlanılmayan,
hazır hâle getirilen yiyecek m addesi.|| kuru buru,
tedirgin eden bir yer veya kişiden uzaklaşmak, ay
{ağız} Gaz sancısı. [DS]|| kuru çay, 1. Suyu sürekli
rılmak; etkisinden sıyrılmak. 3. (Hamile kadm için)
akmayan, ya z gelince kurumuş olan çay. 2. Yeşil
tehlikesiz bir şekilde doğum yapmak; doğurmak.
çay yapraklarının çeşitli işlemlerden geçirilerek
{eT} (aym) [DLT] 4. (Asılı duran nesneler için) bağlı
demlenebilecek hâle getirilmiş şekli.|| kuru çayır,
olduğu, çakılı bulunduğu yerden ayrılmak; düşmek.
Yaz aylarında bitkilerinin çoğu kuruyan doğal ça
5. (Hayvan için) bağım koparıp kaçmak. 6. mecaz.
yır. || kuru çaylarda boğulm ak, A kıl almaz bir be
(Çok yaşlı veya hasta için) ölmek,
laya uğramak. || kuru çeşme, Suyu çekilmiş, kuru
kurtulmalık, -ğı [kurt-ul-ma-lık] is. Tutsakları veya muş çeşme; suyu akmayan çeşm e.\\ kuru çeşmeden
rehin alınmış kim seleri kurtarm ak içiıı verilen para;
abdest almak, Gereksiz ve yararsız iş yapmak. ||
fidye; fıdye-i necat; kurtuluş bedeli,
kuruda kalmak, dnz. (Gemi için) deniz alçaldı
kurtuluş, [kurt-ul-uş] is. 1. K urtulm ak eylemi; kur ğında karaya oturmak. || kurudan gitmek, argo.
tulma biçimi; halas; necat. 2. Güç bir hâlden, bir Toz halinde uyuşturucu kullanmak.\\ kuru dere,
tehlikeden kurtulm ak durumu. 3. Tutsaklığın, ba Suyu olmayan, suyu akmayan dere; susuz dere. ||
ğımlılığın son bulması; halas; necat. 4. Bir yerden kuru dipi (tipi), {ağız} A çık fa k a t çok soğuk hava.
düşman işgalinin kalktığı gün; kurtuluş günü. 5. [DS]|| kuru direk gitmek, dnz. Çok sert havalarda
tasvf. Sonsuz m utluluğa ulaşma. S Kurtuluş yok! yelken açmadan rüzgârı kıçtan alarak y o l almak. ||
Kötü bir durum veya tehlikeden kurtulma imkânı kuru ekmek, Katıksız ekmek; yanında hiçbir katık
nın bulunmadığını belirten söz. olmadan yenilen ekmek. || kuru ekmek aşı, {ağız}
kurtum, [kurt-um ?] {ağız} is. Yudum. [DS] K uru ekmek, yağ, soğan ve sum akla yapılan bir
kurtumcalık, [kurt-ul-ma-lık / kurt-ul-un-ca-lık > yiyecek. [DS]|| kuru erik, Eriğin kurutulmuşu.\\ ku
kurtul-um-calık] {ağız} is. İçine düştüğü sıkıntıdan ru fasulye, 1. Fasulyenin beyaz tohumu. 2. Bu f a
kurtulan kim senin gönül borcunu ödemek için yap sulye tohumlarından yapılan etli, zeytin yağlı, sal-
tığı hayır. [DS] çalı yemek. 3. Yeşil kabukları ile birlikte ayıklanıp
kurturmak, [kur-mak > kur-tur-mak] {eT} dönşl. f. [- temizlenerek kurutulmuş fasulye. || kuru filtre, H a
ur] 1. Kurdurmak; gerdirmek. [DLT] 2. Toplatmak. vadaki tozları bez veya kâğıt torbalar yardım ı ile
[DLT] toplayarak ortamı temizleyen sistem.\\ kuru ha-
KUR l M M f S Ö M . 285»
ulur, balıkç. Olta yem i olarak hazırlanmış ekmek şu,|| kuruya almak, B ir gem i veya tekneyi onar
içi.|| kuru hasır üzerinde bırakm ak, Aç, susuz, m ak için susuz havuza veya kızağa çekmek.|| kuru
parasız bırakmak; çok yoksul duruma getirm ek.|| ya çekm ek, {ağız} A tı çayırdan çekip, ahırda sa
kuru hasır üstünde kalmak, H er şeyini yitirm iş manla beslemek. [DS]|| kuruya çıkarmak, Sağmal
olmak; aç, susuz, evsiz barksız kalmak.\\ kuru has bir hayvanın süt salgılamasının kesilm esini sağla
talık, {eAT} Verem.|| kuru hava, Nem i çok az olan ma tekniği uygulanmak,|| kuruya kalmak, {ağız}
hava.|| kuru incik, Bacağın diz kapağından topuğa Şaşıp kalmak. [DS]|| kuru yaş, {eAT} İyi kötü; de
kadar olan kısmındaki kemik. || kuru incir, Özel ğerli değersiz. || kuru yemiş, Yemek dışında yeni
olarak bandırılmak suretiyle güneşte kurutulmuş len, leblebi, nohut, fındık, fıstık, ay çiçeği gibi kav
incir. || kuru kadit, Çok zayıf; iskeleti çıkmış kim rulmuş yiyecekler; çerez. || kuru yemişçi, 1. Kuru
se]! kuru kafa, İskeletin baş kısmı. || kuru kağşak, yem iş satıcısı. 2. K u ru yem iş satılan dükkân.\\ kuru
{ağız} Hoşaf. [DS]|| kuru kahve, Kavrularak dö yem işçilik, Kuru yem işçinin ;.y;. || kuru yaş, İyi kö
vülmüş veya makinede çekilmiş kahve.|| kuru kah tü; değerli değersiz her şey]\ kuru yel, {ağız} Ro
veci, 1. K uru kahve satan kimse. 2. Kuru kahve matizma. [DS]|| kuru yük, K ara ve deniz taşıtlarıy
satılan dükkân.|| kuru kahvecilik, Kuru kahvecinin la nakledilen katı madde; ticarî eşya.|| kuru yük
yaptığı z'}’.|| kuru kan, {ağız} Ölü. [DS]|| kuru kav gemisi, Katı maddeleri taşım ak üzere özel olarak
şak, {ağız} 1. Kuru yemiş. 2. Kestane. [DS]|| kuru im al edilmiş deniz taşıtı. || kuru ziraat, Kurak ve
kayısı, Kayısının taze iken bandırılmak suretiyle yarı kurak bölgelerde sulama yapm adan ürün
güneşte kurutulmuşu.\\ kuru kayış, {ağız} Pişiril alınmasına dayanan tarım.
dikten sonra ipe dizilip kurutulan kestane. [DS]|| kuru2, [Soğd. khuruğ > eT. kuruğ (boş) jjjü ] sf. 1.
kuru kaymak, Sütün suyu güneşte veya küllenmiş
Üzerinde bitki olmayan; çorak. 2. (Oda, büro vb.
ateşte uçurulduktan sonra kalan yağlı kısım. || kuru
için) gerekli örtüden, döşemeden, aksesuardan yok
kemik, Ç ok z a y ıf kimse; çelimsiz.|| kuru köfte,
sun olan; açık; örtüsüz; çıplak; döşenmemiş; boş. 3.
K ıym a ve ekm ek içi ile yoğrulup tavada kızartılan
Sonuç getirmeyen; sonuçsuz; boş; etkisiz; gereksiz.
köfte. || kuru kuruya, Boş yere; boşu boşuna; ge
{eAT} {OsT} (aym) 4. (Yiyecek için) yanında başka
reksiz yere.II kuru kuyu, Pis suları y e r altına sız
çeşit bulunmayan; sade; katıksız; yavan. 5. Her
dırm ak için duvarları harçsız taş ile örülmüş çu
hangi bir heyecan katmayan; tadı olmayan; yekne
kur. || kuru lâf, Gerçekleşmesinin imkânsızlığı or
sak; renksiz. 6. Duygudan yoksun; içtenlik, coşku,
tada olan vaatler. || kuru meyve, 1. Taze meyvenin
sıcaklık taşımayan; sevimsiz; soğuk. 7. Akıcı ol
kurutulmuşu. 2. Olgunlaşınca dış kabuğu kuruyan
mayan; tutuk. 8. Süsü bulunmayan. 9. (Kişi için)
m eyve.|| kuru mut, {ağız} 1. Arm ut kurusu. 2. K ızıl
tek başına; yalnız; sade. {eAT} (aynı) 10. Yoksun;
ağaca benzer bir yaban ağacı ve kozalaksı meyve
si. [DS]|| kuru öksürük, Balgam çıkarılmayan ök yoksul. 11. {eAT} (Kişi için) eli boş; mahrum; boş.
sürük]! kuru para, Faizsiz anapara.|| kuru pasta, 12. zf. {eAT} {OsT} Boş yere; boşuna; beyhude. 13.
Tuzlu veya tatlı, kremasız çörek.\\ kuru pil, Sızıntı {eAT} {OsT} is. Kara; toprak; yer. fi1 kuru başına,
yapm am ası için elektroliti bir koruyucu ile kap Yapayalnız; tek başına.|| kuru başına kalmak,
lanmış olan pil. || kuru rejim, Suyu ve içkileri kısıt Yalnız başına kalmak; kim sesiz kalmak. || kuru be
layan diyet. || kuru sancı, Hayvanlarda karm ağrı yinli, Akılsız; aptal; boş kafalı.|| kuru buru, {ağız}
sı.|| kuru sebze, Suyu çeşitli tekniklerle alınarak Dizanteri. [DS]|| kuru duvar, Bağlayıcı olarak
kurutulmuş sebze.|| kuru sıkı, 1. Yalnız barut ile herhangi bir harç kullanmadan sadece taş ile
doldurulmuş fişe k veya tüfek. 2. Korku vermek, yıl örülmüş olan duvar.|| kuru gicik, {ağız} Uyuz.
dırm ak amacıyla söylenen tehdit dolu s özler ]\ kuru [DS]|| kuru gösteriş, Gereksiz ve yapm acık çalım. ||
sıkı atmak, Korkutmak, göz dağı verm ek amacıyla kuru gürültü, Yararsız, gereksiz söz veya davra
tehdit dolu sözler söylemek. || kuru soğan, Soğanın nış; bir sonuç vermeyen vaat. || kuru gürültüye
toprak altında kalan yumrusunun kurutulm uşu,|| pabuç bırakm am ak, Kendisini korkutmak için söz
kuru soğuk, Yağışsız havalardaki üşütücü sert ha atanlara aldırmamak; tehditler karşısında bildi
va.|| kuru şemik, {ağız} Topuk kemiği. [DS]|| kuru ğinden şaşmamak; bir olay karşısında telaşa ka
tahtada kalmak, Bütün eşyasını, malını yitirmiş pılmamak]] kuru iftira, Gerçekle hiçbir ilgisi ve
olm ak.|| kuru takırdak, {ağız} Ceviz. [DS]|| kuru ilişiği olmayan iftira; dayanaktan yoksun iftira;
tarım, K urak ve yarı kurak bölgelerde sulama kasıtlı suç yükleme]\ kuru kafa, Akılsız kafa; be
yapm adan ürün alınmasına dayanan tarım. || kuru yinsiz.^ kuru kalabalık, işe yaramayan, gereksiz
tem izlem e, Giyecek ve bazı eşyaları kimyasal insan veya nesneler yığını; sayı çokluğuna rağmen
m adde veya buharla temizleme zj/.|| kuru tem izle kalifiye eleman yokluğu. || kuru kalabalık etmek,
yici, 1. Kuru temizleme yapan kişi. 2. Kuru temiz B ir yerde hiçbir işe yaramadan, bir şey yapmadan
lem e yapılan dükkân. || kuru üzüm, 1. K aynar suya durm ak.|| kuru kaşkaval, Ahmak; budala; akılsız
daldırıldıktan sonra güneşte kurutularak tüketilen kimse.\\ kuru kaval, 1. Boş yere konuşan; çok ge
üzüm. 2. Yaş üzümün doğrudan güneşte kurutulmu veze kimse. 2. Yerine getirilm eyecek söz; boş vaat.
• 2855 KUR
|| kuru kayıp, {ağız} İz bırakmadan kaybolan şey. kurugluk1, [kun-m ak > kuru-ğ > kuruğ-luk] {eT} is.
[DS]|| kuru sancı, {ağız} Hayvanlarda görülen ka Kuruluk. [DLT]
rın ağrısı. [DS]|| kuru söz, Gerçekleşmesinin im kurugluk2, [kur-mak > kur-uğ > kuruğ-luk] {eT} is.
kânsızlığı ortada olan vaatler.\\ kuru umu, {eAT} Ok kuburu; sadak; okluk. [DLT]
Boş ümit.\\ kuru ün, Boş şöhret.|| kuru yaş, {eAT} kurugsak, [kuruğ-sâ-mak > kuruğ-sâ-k] (kuruğsa:k)
Deniz ve kara.\\ kuru yer, {eAT} Kara; toprakpar- is. 1. Kursak. [EUTS] [ETY] [DLT] [Gabain] 2. Mide.
çası.|| kuru yerden, {eAT} Asılsız; boş yere; bir [DLT] [ETY] 3. Karın. [Gabain] [EUTS] 4. Gönül.
sebep yokken. [KB]
kuru3, [kur-mak > kur-u] {ağız} is. Saç örgüsü. [DS] kurugsımak, [kurî-mak > kuru-ğ > kuruğ-sî-mak]
kuru4, [kur-u] {ağız} is. Arı kovam. [DS] (kuruğsı:mak) {eT} gçsz. f. [-r] Kurumaya başla
kurubat, [Ar. kırba > kurubât o L y ] (kuruba:t) is. mak; kurum aya yüz tutmak. [DLT]
Deriden yapılma su tulumu, kuruh, [Ar. karha > kuruh is. Yaralar; ülserler.
kuruca, [kuru-ca *£jjs] {eAT} sf. Boş. S kuruca kuruk1, [kurî-mak > kuru-ğ] {eT} sf. -*■ kurug. [DLT]
kuruk2, -ğu [kuruk] {ağız} is. Eşek yavrusu; sıpa.
umu, {eAT} {OsT} Boş ümit.
[DS] S kuruk kuruk, {ağız} A t ve eşek yavrularını
kurucu1, [kur-mak > kur-ucu] is. 1. Bir kurumun, bir
çağırma ünlemi. [DS]
işin kurulmasına önderlik eden kimse; kuran kişi;
kuruk3, -ğu [kumk] {ağız} is. Tarlada taş yığını. [DS]
banî; müessis. 2. dbl. Bir dilsel birimi oluşturan alt
kurukafa, [kuru+kafa] is. zool. Pul kanatlılardan,
birimlerden her biri, (sevgi sözünün kurucuları
tırtılları patates yaprağı yiyen, kalın bedenli, alt
“sev- ’’ ve “-gi "dir. Okula gittim, cümlesinin kuru
kanatları sarı, üstü kahverengi bir kelebek, (Sme-
cuları “b e n ”, “okul" ve “g it- “ sözcükleridir; “-ti-
rihthus ocellata).
m ” çekim öğesidir.) 3. Kuran; hazırlayan. 4. Bir
kurukan, [kuru+kan] {ağız} is. Ölü. [DS]
şeyin yapısını oluşturan; birleşiminde bulunan.
kuruksam ak, [kurî-mak > kuru-ğ > kuruğ-sâ-mak]
kurucu2, [kuru > kuru-cu] sf. 1. Kuru olan şeyle
(kuruksa:mak) {eT} gçsz. f. [-r] Çok kuru olmak;
ilgili. 2. Kuru fasulye yemeğini çok seven,
gıcırdamak; cızırdamak. [Nevâyî]
kuruculuk, -ğu [kur-ucu-luk] is. K urucu olma du
kurul, [kur-mak > kur-ul (1935)\ is. B ir işi yapmak
rumu; kurucunun yaptığı iş.
veya yönetmekle görevlendirilmiş kişilerden m ey
kurud, [Ar. kırd > kurüd jjjS] (kuru:d) is. M aym un dana gelen topluluk; heyet; konsey,
lar. kurulama, [kuru-la-ma] is. Kurulam ak eylemi,
kurudan1, [kurutan] {ağız} is. Verem hastalığı. [DS] kurulamak, [kuru-la-mak] gçl. f. [-r] [~l(u)-yor] Bir
kurudan2, [kuru-dan ûbjj^s] {eAT} {OsT} is. Patlı şeyin üzerindeki ıslaklığı, nemi silerek gidermek,
kurulan, [kur-ul-mak > kur-ul-an] sf. Kurulmuş
cana benzer bir ot.
olan; yapılmış; bina edilmiş, ö kurulan aile, sosy.
kurug1, [kurî-mak > kurî-ğ / kuru-ğ] {eT} sf. Kuru.
Bireyin evlenerek kurduğu çekirdek aile.
[DLT] [İKPÖy.] [Yüknekî] [EUTS]
kurulanış, [kuru-la-n-ış] is. Kurulanm ak eylemi ve
kurug2, [Soğd. khuruğ] {eT} sf. 1. Boş. [KB] [Gabain]
ya biçimi.
[Üç İtigsizler] [Yüknekî] 2. Asılsız. [DLT] [KB] S
kurulanma, [kuru-la-n-ma] is. K urulanm ak eylemi
kurug ev, {eT} İçinde kim se bulunmayan ev. [DLT]
ve durumu.
kurug3, [kur-mak > kur-uğ] {eT} sf. -* kuruglug.
kurulanm ak, [kuru-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Kendi
kurugan, [kuru-gan] {ağız} is. Ekin içlerinde biten,
kendini kurulamak. 2. edil. f. Kurulam a işi yapıl
yemeği yapılan bir bitki. [DS]
mak.
kurugaz, [kurug-az] {ağız} sf. (Ağaç için) kurumaya
kurulayış, [kuru-la-y-ış] is. Kurulam ak eylemi veya
başlamış. [DS]
biçimi.
kurugjın, [Moğ. korğolci => koruğjîn] (kuruğjv.n)
kurulgan1, [kur-mak > kur-ul-mak] {eT} sf. Daima
{eT} is. -*■ korugjın. [DLT] kurulan. [DLT]
kuruglamak, [kurî-mak > kuru-ğ > kuruğ-lâ-mak] kurulgan2, [kur-ul-gan] {ağız} sf. Onurlu; kibirli;
(kuruğla:mak) {eT} gçl. f. [-ur] Kuru olarak kul gösterişli. [DS]
lanmak. [DLT] kurulgan3, [kur-ul-gan] {ağız} is. Kalkan dikeni de
kuruglanmak, [kurî-mak > kuru-ğ > kuruğ-lâ-m ak > denilen uzun saplı, küçük kırmızı çiçekler açan,
kuruğ-la-n-mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Kuru bulmak. dikenli bir bitki. [DS]
[DLT]
kurulğan, [kur-ul-gan] {ağız} sf. Kendini beğenen;
kuruglug, [kurî-mak > kuru-ğ > kuruğ-luğ] {eT} is. büyüklenen. [DS]
Sadak; okluk; gedeleç. [DLT] S kuruglug ya, {eT} kurulkan, [kur-ul-kan] {ağız} is. Büyük diken. [DS]
Kurulu; kurulmuş yay. [DLT] kurulma, [kur-ul-ma] is. Kurulmak işi.
KUR ÛIÜMIlitfSöM • 2BSe
k u ru lm a k , [kurı-mak > kur-ul-mak jijjâ ] edil. f. [- müş veya yasaların öngördüğü biçimde yürütülen
uygulam a veya kural; müessese. 4. Böyle işleyiş
ur] 1. Üzerinde kurm ak eylemi yapılmak; kurmak
leri sürdürmeyi amaçlayan örgüt; müessese. 5. Ka
eylemine uğramak. {eT} (aym) [DLT] 2. dönşl. f.
{eT/ Büzülmek; kasılmak; gerilmek. [DLT] 3. {eAT} mu yararına iş gören hizm et ocağı. 6. Ordugâh; o-
{OsT} Hazırlanmak. 4. Övünür biçimde durmak; tağ yeri. 7. {ağız} M erhem; em. [DS] S k u ru m u n u
böbürlenmek; kasılmak. 5. Rahat ve güven içinde bozm ak, B ir şeyin sistem veya düzenini, işleyişini
değiştirmek; bozmak.
oturmak; yerleşmek; keyfine bakmak. S k u ru la
k u ru la , Ö ğünür gibi tavır takınarak; kasılarak; k u ru m 2, [eT. kurun > kurum] is. Dumandan meyda
kurularak. na gelen ve bacalarda biriken kalın is. S1 k u ru m
a ta n , {ağız} Karacı; kara süren; iftiracı. [DS]|| k u
k u ru ltay , [Moğ. kurul-tay ıjU!J ] {eAT} {OsT} is. 1.
ru m gibi, Koyu siyah.\\ k u ru m tu tm a k , (Baca
B ir kurumun temel işlerini görüşmek için belirli için) içinde kurum birikmek; is yoğunlaşarak katı
zamanlarda toplanan genel kurul. 2. Ulusal toplan birikinti m eydana getirmek.
tı. k u ru m 3, [Ar. kürüm (ekabir)] is. Kendini büyük ve
k u ru lu 1, [kurul-mak > kurul-u] sf. 1. Kurulmuş olan. önemli gösterme çabası; büyüklük taslama; büyük
2. İşler durum a getirilmiş olan. 3. Belirtilen sayı ve lenme; gurur; kibir; tekebbür; azamet. S k u ru m
nitelikteki kişi veya nesneden meydana gelmiş bu k u ru m k u ru m la n m a k (kurulmak), Aşırı ölçüde
lunan. 4. Yerleşmiş; oturmuş. S k u ru lu düzen , 1. büyüklenmek; gururluluk taslamak; kasılmak. || k u
K işinin kendi rahat ve huzuru için meydana getir ru m satm ak , Büyüklenmek; kendini önemli veya
diği orta ve orta üstü seviyede hayat şartları. 2. büyük gösterm eye çalışmak; böbürlenmek,|| k u ru
Toplum tarafından kabul görmüş, içinde bulunulan m u bozu lm ak , K üçük düşmek.|| k u ru m u n d a n ge
düzen; yerleşmiş, oturmuş düzen. 3. içinde bulunu çilm em ek, Aşırı ölçüde gururlanmak; böbürlen
lan ve toplumun bütününden çok bazı çıkar grupla mek; gururundan yanına varılm am ak
rının işine yaradığı için sürdürülmeye çalışılan
toplumsal düzen. k u ru m 4, [Ar. karm > kürüm (kuru:m) {OsT} is.
k u ru lu 2, [kuru-lu] sf. İçinde kuru olanları da bulu Değerli insanlar,
nan. k u ru m a , [kuru-ma] is. 1. Kurumak eylemi ve duru
k u ru lu k , -ğu [kuru-luk] is. 1. Nemi alınmış, kuru mu. 2. Kuru hâle gelme; nemini ve suyunu kay
tulmuş şeyin niteliği; kuru olma durumu. 2. İnsanın betme.
zevkini okşayacak, hoşa gidecek yanı bulunm ama k u ru m a k , [eT. kurî-mak] (kuru:mak) g ç sz .f. [-r] 1.
durumu. 3. Sanat eserlerinde yumuşaklık eksikliği; Islaklığını veya nemini kaybederek kuru hâle gel
uygulamadaki katılık. 4. Kış için kurutulmuş sebze mek. {eT} (aynı) [EUTS] [DLT] [Yüknekî] 2. (Bitki
veya meyve; kuru yiyecekler. 5. {ağız} Araba han için) canlılığını kaybetmek. 3. (Dere, çeşme, kuyu
garı. [DS] 6. {ağız} Kuru gübre. [DS] 7. {ağız} Evin vb. için) suyu çekilmek; susuz durum a gelmek. 4.
girişi; koridor. [DS] (Meyve, sebze vb. için) suyunu kaybetmek, katı
k u ru lu ş, [kurul-mak > kurul-uş] is. 1. K urulm ak ey laşmak. 5. mecaz. Aşırı ölçüde zayıflamak; sıska
lemi veya biçimi. 2. Kurulma zamanı, tarihi. 3. m e laşmak. 6. (Cilt, saç vb. için) sıvı öğesi azalarak
caz. Bir şeyin yapısı; bünye; yapı; yapılış. 4. Top yumuşaklığı gitmek; sertleşmek. 7. {ağız} Donakal
lum yararına çalıştırılmak üzere meydana getirilmiş mak. [DS]
her şey; işletme; ticarî ve sınaî kuruluş; tesis; mü k u ru m lan ış, [kurum-la-n-ış] is. Kurumlanmak ey
essese. 5. B ir işletmenin, örgütün her türlü bağlantı, lemi veya biçimi.
ast üst ve işleyiş biçimini gösteren şema. 6. as. Bir k u ru m la n m a 1, [kurum2-la-n-ma] is. Kurum bağla
seferi kuvveti oluşturan askerî birliklerin yapısı. 7. m ak eylemi; kurum lu hâle gelme; kurum tutma.
dbl. Cümle veya cümleciği meydana getiren kar k u ru m la n m a 2, [kurum3-la-n-ma] is. Kurumlanmak
m aşık bir biçim elde etmek için birbirini izleyen iki eylemi; kibirlenme; gururlanma.
ve daha çok kurucu öge arasındaki birleşme biçi k u ru m la n m a k 1, [kurum3-la-n-mak] dönşl. f. [-ır]
m ini belirleyen hiyerarşi düzeni; sentagma. 8. dbl. K endini büyük ve önemli göstermeye çabalamak;
Cümle içinde kelimelerin ve cümleciklerin anlam, büyüklük taslamak; büyüklenmek; gururlanmak;
üslup ve dilin özelliğine uygunluk bakımlarından kibirlenmek; tekebbür eylemek.
sıralanması, düzenlenmesi işlemi; sentagma. S
k u ru m la n m a k 2, [kurum2-la-n-mak] edil. f. [-ır]
k u ru lu ş la r b ü tü n ü , Aynı ekonomik etkinliğe açık
(Baca, boru vb. için) kurum bağlamak; içinde ku
üretim zincirinin çeşitli kademelerini içine alan
rum oluşmak; kurum tutmak.
sanayi kuruluşu; kompleks.
k u ru m la şm a 1, [kurum '-la-ş-m a] is. Kurumlaşmak
k u ru m 1, [kur-mak > lçur-um p jji] is. 1. {OsT} {ağız} eylemi; kurum oluşturma; müesseseleşme.
Kuruluş; yapılış; şekil; biçim; yapı. [DS] 2. Kurma; k u ru m la şm a 2, [kurum2-la-ş-ma] is. Kurum hâline
bina etme; koyma. 3. Toplum tarafından kabul gör gelme.
M ie lg SOM. 2857 KUR
k u ru m la şm a k 1, [kurum ’-la-ş-mak] dönşl. fi [-ır] 1. k u ru n 3, [Ar. kam > kurun j» y ] (kuru:n) {OsT} is. 1.
Kurum niteliğini kazanmak. 2. (Toplum yaşayışını
Yüzyıllar; çağlar. 2. Boynuzlar. S K u rü n -ı âh ire ,
ilgilendiren gelenek vb. bazı yöntem ve teknikler {OsT} Yeni Çağ.|| k u rfln-ı haliye, {OsT} İçinde bu
için) toplumca benimsenir, uygulanır olmak; m ües
lunulan çağ. || k u rfln-ı sâlife {OsT}, Geçmiş çağ
seseleşmek. lar.|| K urfln-ı û lâ, {OsT} İlk Çağ.|| K u rü n -ı v u stâ,
k u ru m laşm ak 2, [kurum2-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] (İs, {OsT} Orta Çağ.
duman için) kurum hâline gelmek; kurum tutmak. k u ru n a z , [kurnaz] {ağız} sf. (Kişi için) zayıf; kuru;
k u ru m la ştırm a 1, [kurum'-la-ş-tır-ma] is. K urum laş çelimsiz. [DS]
tırmak eylemi; kurum oluşturtma; m üesseseleştiı- k u ru n ç ı, [kur-mak > kur-un > kurun-çl] (kurunçı:)
me. {eT} sf. Dumandan kirlenmiş olan keçe. [DLT]
k u ru m laştırm a2, [kurum2-la-ş-tır-ma] is. Kurum hâ k u ru n lu g , [kur-mak > kur-un > kurum-luğ] {eT} sf.
line getirmek eylemi.
Kurumlu; isli. [DLT] [EUTS]
k u ru m la ştırm a k 1, [kurum'-la-ş-tır-ma] g ç sz .f. [-ır] k u ru n m a k , [eT. kurî-mak > kurî-n-m ak > kuru-n-
Kurum hâline getirmek; bir kurum olmasını sağla mak] dönşl. fi. [-ur] Kendi kendini kurutmak; ken
mak; müesseseleştirmek. dini kum hâle getirmek. {eT} (aynı) [DLT]
k u ru m laştırm ak 2, [kurum2-la-ş-tır-mak] gçsz. fi [- k u ru n tu , [kur-untu] is. 1. Yersiz ve yanlış düşünce.
ır] İs, duman vb.ni kurum hâline getirmek; kurum 2. Bir konu veya durumla ilgili olarak kötü ihtim al
tutmasını sağlamak; kurum bağlam asına izin ver
leri akla getirerek tasa ve kaygı duyma; evham;
mek. işkil; vesvese. 3. Olması mümkün olmayan bir şeyi
k u ru m lu 1, [kurum ’-lu] sf. (Bahsi geçen) kuruma olacakmış gibi düşünme; vehim, fi1 k u ru n tu e t
bağlı olan; o kurum un üyesi veya personeli olan. m ek, Kötü ihtimalleri düşünerek üzülmek. || k u ru n
k urum lu2, [kurum2-lu] sfi Kurum bağlam ış olan; tu y a k ap ılm ak , Boş yere tasalanmak; yersiz ev
islenmiş, is bağlamış olan; kurum tutmuş. hamlanmak.
kurum lu3, [kurum3-lu] sfi K ibirlenerek kasılan; ki k u ru n tu c u , [kur-untu-cu] sf. Sürekli olarak kuruntu
birli; gururlu; mağrur, ya kapılan; kuruntudan kendini kurtaramayan; iş
kurum luluk, -ğu [kurum-lu-luk] {ağız} is. A ğırbaşlı killi; müvesvis.
lık. [DS] k u ru n tu lu , [kur-untu-lu] sf. K uruntuya kapılan;
k u ru m sak 1, -ğı [Ar. kurum (değerli kişi) > kurum- kuruntuya kapılmış olan; kuruntusu olan; evhamlı;
sa-k] sf. Onurlu; gururlu. mütevehhim.
k urum sak2, -ğı [kurum-sa-k jL-oj^s] {OsT}} {ağız} is. k u ru n tu lu k , [kur-untu-luk] {ağız} is. Kulübe. [DS]
Yolsuz birleşmelere aracılık eden kimse: pezevenk; k u ru n tu su z , [kur-untu-suz] sf. Kuruntusu olmayan,
deyyus; alçak; onursuz, arsız. [DS] k u ru r a k , -ğı [kuru-rak] {ağız} sf. Kuruca; az kum.
kurum sal, [kur-um-sal] sfi K urum la ilgili; kuruma [DS]
ait; kuruma ilişkin, k u ru rm a k , [kurî-mak > kurî-r-mak] {eT} gçsz. f i [-
kurum sallaşm ak, [kurum '-sal-la-ş-m ak] dönşl. fi. [- ur] -*■ kurırmak. [DLT]
ır] Kurumla ilgili hâle gelmek; kurumsal olmak, k u ru ş, [Yun. körios / koris] is. zool. Tahtakurusu.
ku rum sam ak, [kuru-m-sa-mak] {ağız} gçsz. f i [-r] [- k u ru ş 1, [kur-uş] is. Kurmak eylemi veya biçimi.
s(u)-yor] Bir şeye karşı çok istek duymak; susa k u ru ş2, [Lat. grossus > Aim. groschen / İt. grossi] is.
mak. [DS] Türk lirasının yüzde biri değerindeki para birimi;
kısaltması: Kr. S k u ru ş k u ru ş, K uruşu bile hesap
kurum sı, [kur-mak >kur-ım > kurım-sı {eAT}
ederek.\\ k u ru ş u k u ru şu n a , Hesabı tam çıkartıla
is. Bezin yanmasından oluşan isli kül; kül. [DK] rak.
ku ru m su ram ak , [kuru-m-su-ra-mak] {ağız} gçsz. fi. k u ru şla n d ırm a , [kuruş-la-n-dır-ma] is. Kuruşlandır-
[-r] [-s(u)-yor] Bulduğuyla yetinmeyip daha çoğu mak eylemi.
nu istemek. [DS]
k u ru şla n d ırm a k , [kuruş-la-n-dır-mak] gçl. fi. [-ır]
kurum suz, [kurum2-suz] sf. Kurum u olmayan; ku B ir listede yer alan mal veya hizmetlerin her b iri
rum bağlamamış olan; üzerinde veya içinde kurum nin hesaplarını ayrı ayrı çıkarıp tutarlarını yazmak,
bulunmayan.
k u ru şlu k , -ğu [kumş-luk] sf. (Bir sayıdan som a)
kurum şuhn [? krmşuhn] (kurumşukhn) {eT} sf. Hak belirtilen miktarda kuruş eden; belirtilen kuruş de
kından vazgeçme; bağışlama. [EUTS] ğerinde olan; belirtilen kuruşa karşılık olan.
k u ru n 1, [kur-mak > kur-un] {eT} is. Kurum; duman k u ru ş m a k 1, [kurî-mak > kurî-ş-mak] {eT} dönşl. fi. [-
karası. [DLT]
ur] H er tarafı kurumak; kendi kendine kurumak.
k u ru n 2, [kurun] {ağız} is. 1. Çeşme yalağı. 2. Oluk. [DLT]
3. Boş arı kovanı. 4. H ayvan yemliği. 5. İçinde k u ru ş m a k 2, [kur-mak > kur-uş-mak] {eT} işteş, f i [-
üzüm ezilen tekne. [DS] ur] Birlikte kurmak; kurmakta yarışmak. [DLT]
KUR m m w E H f • 2858
kurut1, feT. kun-m ak > k u n -t / kuru-t Oj^a] is. 1. macıyla ayrılmış olan. 2. Kurutm aya elverişli olan;
kurutulacak nitelikte olan; kurutm aya yarar,
jeT} {OsT} Yağı alınmış yoğurttan yapılan çökelek;
yağsız bir tür peynir; kuru yoğurt; keş. {ağız} (aym) kurutsamak, [kurut-mak > kurut-sâ-mak] {eT} gçsz.
[DLT] [KB] [Nevâyî] [DS] 2. Kaynatılıp suyu alınmış f. [-r] K urut istemek; kurut canı çekmek. [DLT]
sütten kurutulm ak suretiyle elde edilen süt ürünü. kurutucu, [kuru-t-ucu] is. 1. Hava ve ısı akımıyla
3. {ağız} Kurutulmuş süzme yoğurt. [DS] 4. Çöke içine konulan şeyleri kurutan alet veya makine;
lek. 5. {ağız} Meyve kurusu. [DS] 6. {ağız} Tarhana. kurutm a makinesi. 2. Çabuk kuram alannı sağla
[DS] mak amacıyla boya ve verniklerin içine karıştırılan
kurut2, [kurî-mak > kurı-t ?] {eT} is. Bir vergi türü. kimyasal madde. 3. D epolanmış ya da ambalajlan
[EUTS] mış bir ürünün nemini alm aya yarayan nem alıcı
kurut3, [Ar. kurt > kurut i (kuru:t) is. Küpeler. madde; desikatör. 4. H avalandırma cihazlarında bi
rikmiş olan nemi almaya yarayan alet veya cihaz;
kurutaç, -cı [kuru-t-aç] is. Bir ham madde veya son
desikatör.
ürünün nemini gidermek için kullanılan aygıt; ku
rutm a kabı. kurutulma, [kuru-t-ul-ma] is. K urutulmak eylemi,
kurutğan, [kurut-gan] {ağız} sf. Kendini beğenen; kurutulmak, [kuru-t-ul-mak] edil. f. [-ur] Kurutma
büyüklenen. [DS] eylemi yapılmak; üzerinde kurutmak işi uygulan
kurutlug, [kurut > kurut-luğ] {eT} sf. Çökelekli. mak.
[DLT] kurutuş, [kuru-t-uş] is. K urutm ak eylemi veya biçi
kurutm a1, [kuru-t-ma] is. 1. Kurutmak eylemi. 2. mi.
Bir cismin içindeki suyu kısmen veya tamamen kuruyakalm ak, [kuru-mak + kal-mak] {ağız} gçsz. f .
gidennek için yapılan işlem. 3. (Bitki için) canlılı [-ır] Donakalmak; şaşmak. [DS]
ğını yitirmesine sebep olma. 4. Bataklıkların suyu kuruyaz, [kuru+yaz] {ağız} is. Nemli ve tavlı olma
nu çeşitli tekniklerle akıtmak suretiyle kuru hâle yan toprak. [DS] S kuruyaz olm ak, {ağız} K uru
getirm e işlemi. 5. Zayıflatma. 6. mecaz. Yiyecekle m aya başlamak. [DS]
ri tüketme, bitirme. 7. mecaz. Uğursuzluk getirme. kuruyuş, [kuru-y-uş] is. K urumak eylemi veya bi
8. {ağız} Havlu. [DS] S1 kurutma kabı, B ir ham çimi.
madde veya son ürünün nemini giderm ek için kul-
kuruz, [Ar. karz / kard > kürüz / lçurüd (ku-
lam lan aygıt; kurutaç.\\ kurutma kâğıdı, Yazı mü
rekkebini kurutmakta kullanılan kaba ve em ici do- ru:z) {OsT} is. Ödünç verilen paralar; borçlar; kre
kulu bir tür kâğıt; tampon kâğıdı.|| kurutma m a diler. fi1 kurflz-ı hasene, {OsT} 1. Güzel niyet ve
kinesi, Yıkanmış ve sıkılmış çamaşırları içinde işler için verilmiş ödünç paralar. 2. Faizsiz olarak
döndürerek kurutan makine; ısı veya kuru hava verilen borçlar.|| kuruz olmak, {ağız} Kumarda
üfleyerek bir şeyi kurutmaya yarayan makine; ku tüm parasını üttürmek. [DS]
rutucu. kurümek, [kürü-mek] {ağızl gçl. f. [-r] Kürekle atıp
kurutm a2, [kuru-t-ma] {ağız} is. 1. Sığır, at ve eşek temizlemek; kürümek. [DS]
lerde burun ya da dudak içinde çıkan kemik. 2. At, kurvaziyer, [İt. crusie] is. dnz. Belli bir program da
eşek ve sığırların bacaklarında olan tutukluk; ak hilinde deniz yolu ile yapılan turistik gezi,
saklık. [DS] kurvı, [? kurvı] {eT} sf. Yuvarlak (?) ö kurvı çuvaç,
kurutm aç, -cı [kuru-t-maç] is. Kurutma kâğıdı ile {eT} H ana ait yuvarlak çadır. [DLT]
onun takılı olduğu araç. kurya1, [ku-rî > kur(ı)-yâ] {eT} (kuıya:) zf. Batıda;
kurutm ak, [kurî-mak > kurî-t-mak > kuru-t-mak] batıya. [ETY]
gçl. f. [-ur] 1. Kuru hâle getirmek; suyunu, ıslaklı kurya2, [İt. curiates / Fr. curia regis] is. V atikan’ı yö
ğını, nemini gidermek. {eT} (aynı) [DLT] 2. Birtakım neten yürütm e ve yargı organlarının bütünü,
işlem lerle bir cismin içindeki suyu kısmen veya kuryakı, [ku-rı-ya > kurya-kı] {eT} sf. Batıdaki.
tamamen gidermek. 3. (Bitki için) canlılığını yitir [ETY]
m esine sebep olmak; kurumasını sağlamak. 4. (Be
kurye, [İt. corriere / Fr. courrier (k u ’rye) {OsT}
sin maddeleri için) içindeki sıvıyı uçurarak sakla
nabilir hale getirmek. 5. Suyunu çeşitli tekniklerle is. 1. Elçilik postasını yerine ulaştırmakla görevli
akıtarak bir yeri kuru hâle getirmek; suyun çekil kimse. 2. U çakla gönderilen posta maddesi. 3. Res
mesine, kesilm esine neden olmak. 6. Aşırı ölçüde mî evrakları yerlerine ulaştırmakla görevli kimse.
zayıflatmak; cılız hâle getirmek. 7. mecaz. Y iye 4. Düzenli olarak ulaştırma hizmeti veren taşıt. <3
cekleri tüketmek, bitirmek; silip süpürmek. 8. m e kurye kredisi, Bir yabancı muhabire, telgraf, tele
caz. Uğursuzluk getirmek; yararlanma imkânını fo n emirleri ile onun hesabına yerine getirilen ve
yok etmek; bereketini kaçırmak. daha sonra kurye ve posta ile ödemenin yapıldığı
kurutm alık, -ğı [kuru-t-ma-lık] sf. 1. K urutm ak a- kısa vadeli kredi.
I K S İM . 2859 KUS
kuryelik, -ği [kurye-lik] is. K uryenin yaptığı iş; kur kusık, [Far. kusuk => kusık / kuzuk] {eT} is. Fındık
ye olma durumu, veya çam fıstığı. [DLT]
kuryer, [İt. eorriere / Fr. eourrier j j j i ] {OsT} is. K ur kusıklamak, [kusık-lâ-mak] (kus ıkla: m ak) {eT} gçl.
f. [-ur] Fındık veya çam fıstığı içi çıkarmak. [DLT]
ye; postacı; ulak,
kusıklıg, [kusık-lığ] {eT} sf. Fındıklı veya çam fıstık
kûs, [Far. küs ^ j S -] (kû:s) {OsT} is. Araba veya katır,
lı. [DLT]
deve gibi yük hayvanları üzerinde taşm an büyük kusmçıg, [kus-mak > kus-ın-m ak > kus-ın-çığ] {eT}
davul; kös. ö küs-ı gaza, {OsT} Savaş davulu.\\ sf. Tiksindirici; iğrenç. [DLT]
küs-i rahîl, {OsT} -*■ kus-i rıhlet.|| küs-ı rıhlet,
kuskak, -ğı [susak / kuskak] {ağız} is. Kuyudan su
{OsT} 1. Göç davulu. 2. Ölüm anı; ecel.
çekmeye yarayan küçük kova. [DS]
kus, [? kus] {ağız} is. Daire. [DS]
kuşku, [kus-ku] {ağız} is. Çamaşır tokacı. [DS]
kusag, [kusag] {ağız} is. -*• kusağ. [DS]
kuskun, [eT. kudurgun > kuskun j i - j ü / d y —j i /
kusağ, [kus-mak > kusağ] {ağız} is. K olera hastalığı.
[DS] jyu-ü] is. 1. At, eşek kuyruğu altından geçirilerek
kusağan, [kus-ağan ji] {eAT} sf. Çok kusan; sü eyere, semere, palana bağlanan kayış kuşak. {eAT}
rekli kusan, {OsT} (aynı) [DK] 2. {ağız} Şalvarın arkasında bulu
kusah, [kusah] {ağız} is. -*■ kusağ. [DS] nan ve kuşağa bağlanan ip. [DS] 3. {ağız} Don paça
kuşak, [kus-ak] {ağız} is. 1. Altından su kaynaması sı. [DS] 4. {ağız} Bebek bezi. [DS] 5. {ağız} K adınla
yüzünden ya da çok yağan yağm ur sularını çekm e rın âdet bezi. [DS] S kuskuna kuvvet, {eAT} {OsT}
diği için üstü sulu olan toprak; batak. 2. Kusmuk. (Kaçmak için) hızla; tabana kuvvet.\\ kuskunu dü
[DS] şük, 1. (At için) kuskun yeri sağrıdan daha aşağıda
kusaklık, -ğı [kus-ak-lık] {ağız} is. Bataklık. [DS] olan. 2. mecaz. (Kişi için) değerini ve itibarını y i
tirmiş olan.|| kuskunu kopmak, {ağız} 1. B ir işi
kusame, [Ar. kusâme ioLi] {OsT} is. isi. huk. M irası
bitirmek için çok em ek vermek ve güçlükle başar
paylaştıran kim senin ana paradan kendi payına dü
mak. 2. Acıkmak. [DS] || kuskunmdan balçığa ba-
şen miktar.
turmak, {eAT} Gülünç duruma düşürmek. [DK]
kusare, [Ar. kuşâre °jUıü] (kusa:re) {OsT} is. 1. Özel kuskunlu, [kuskun-lu] sf. Kuskunu olan,
yer; hususî mekân. 2. dnz. Güvertelerin en üstün kuskunsuz, [kuskun-suz] sf. 1. (Eyer için) kuskunu
deki yarım güverte, olmayan. 2. mecaz. Derbeder; perişan; dağınık. 3.
kusdurmak, [kus-mak > kus-tur-mak] {eAT} g ç l . f [- {ağız} Uğursuz. [DS]
ur] Kusturmak. [DK] kuskus, [Ar. kuskus] is. Pilav ve çorba yapım ında
küse, [Far. küse (kû:se)v sf. Köse, kullanılan çok küçük taneler hâlindeki m akam a, fi1
kuskus çorbası, Kuskus konularak yapılan çorba. j|
kûsec, [Far. küsec (kû:sec) {OsT} sf. Köse,
kuskus pilâvı, Kuskustan yapılan pilav.
kusek, -ği [? kusek] {ağız} is. Taş sökmekte kullanı kuskusa, [? kuskusa] {ağız} is. Siklamen; domuz a-
lan demir araç; küskü. [DS] ğırşağı, (Cyclamen). [DS]
kuseybe, [Ar. kuşeybe {OsT} is. anat. Bronş kuskuslu, [kus+kus-lu] {ağız} sf. Bencil. [DS]
çuk. kuskut, -du [? kuskut] {ağız} is. Çam kozalağı. [DS]
kuseyr, [Ar. kuşeyr jwaS] {OsT} is. Küçük şato, kusma, [kus-ma] is. Kusmak eylemi; midedekileri
çıkarma; istifra; kay.
kuseyra, [Ar. kuşeyrâ ljrw=i] (kuseyra:) {OsT} is. 1.
kusmak, [kus-mak] gçsz. f. [-ar] 1. M idedekileri
Kaburga kemiklerinin en kısası. 2. Gücünün yettiği ağızdan dışarı çıkarmak; istifra etmek; kay etmek.
kadar yapabilme; yetenek.
{eT} (aym) [EUTS] [Gabain] 2. (Yanardağ, deniz, top
kusgaç1, [kuş > kuş-ğâç] (kuşga:ç) {eT} is. -*■ kuşgaç. vb. için) içindekileri şiddetle dışarı atmak, fırlat
[DLT]
mak. 3. gçl. f. Reddetmek. 4. mecaz. Öfke, hınç
kusgaç2, [kıs-mak > kıs-ğâ-m ak > kısğâ-ç] (kusga:ç)
gibi bastırılmış duyguları, bütün şiddeti ile birden
{eT} is. -*• kısgaç. [DLT]
açığa vurmak. 5. (Boya, leke vb. için) sonradan or
kusgak, [kus-mak > kus-ğâk] {eT} sf. M ide bulantısı taya çıkmak; yeniden belirmek. 6. (Balık için) yut
na eğilimi olan. [Clauson] tuğu olta iğnesini geri çıkarmak,
kusgun, [kuskun o y ^ ] {eAT} {ağız} is. -* kuskun. kusmuk, -ğu [kus-muk] is. M ide tarafından dışarı
[DS] S kusgun urmak, {OsT} K uskun geçirmek; atılan, kusulan şeyler; kusuntu,
kuskun takmak. kuspa, [? kuspa] {ağız} is. Tümsek. [DS]
kusgü, [küskü] {ağız} is. -*■ küskü. [DS] kustu, [küstü] {ağız} is. Çuhadan yapılm a işlemeli
kusığ, [kus-mak > kus-ığ] {eT} is. 1. Kusma. 2. Ku kollu yelek. [DS]
suntu. [DLT] kusturma, [kus-tur-ma] is. Kusturmak eylemi.
KUS u m f C E s u f • 2660
kusturmak, [kus-mak > kus-tur-mak] g ç l . f [-ur] 1. kûş, [Far. kuş (kû:ş) {OsT} is. 1. Emek; zahmet;
Birinin kusm asına yol açmak; kusmasını sağlamak.
çaba. 2. sf. Güçlüğü kaldıran; zahmeti kendi üzeri
{eT} (aym) [DLT] 2. {ağız} (Peynir, helva vb. şeyler ne çeken, fi1 kûş etm ek, Emek vermek; zahmet
için) yağını dışarı vermek. [DS]
çekmek; çaba s a r f etmek.
kusturucu, [kus-tur-ucu] sf. 1. Kusturan; kusmaya
kuş, [kuş] is. zool. 1. Vücudu tüylerle kaplı, sıcak
yol açan. 2. is. Kusmayı sağlayan madde veya ilaç,
kanlı, akciğerli, boynuzsu bir maddeden oluşarak
kusturuş, [kus-tur-uş] is. Kusturmak eylemi veya uzamış çenelerine gaga, yürüm eye elverişli arka
biçimi. üyelerine bacak, uçm aya elverişli ön üyelerine ise
kusudra, [ ? kusudra] {eT} s f Küçük; ufak. [EUTS] kanat adı verilen, yumurtlayan, çoğunlukla uçucu
kusug, [kus-mak > kus-ığ] {eT} is. ■* kusıg. [EUTS] omurgalı hayvanların genel adı. {eT} (aym) [EUTS]
kuşundu, [kus-mak > kus-untu {eAT} is. [ETY] [KB] [OKD] [İKPÖy.] [Yüknekî] [Gabain] 2. Kuş
Kusmuk; kusuntu, avlam aya alıştırılmış atmaca, doğan veya çakır gibi
kusuntu, [kus-untu] is. Mide tarafından dışarı atılan, hayvanlara verilen ad. 3. {ağız} Hindi. [DS] 4. Kâ
kusulan şeyler; kusmuk. ğıttan yapılmış uçurtma. 5. {ağız} Uçurtma. [DS] 6.
argo. Acemi; deneyimsiz. 7. çoc. d. Erkeklik orga
kusur1, [Ar. kuşür (kusu:r) {OsT} is. 1. Bir
nı. 8. {ağız} Dokuma tezgâhında gücüyü aşağı yu
kim sede veya bir nesnede görülün eksiklik; nok karı hareket ettiren makaralar. [DS] 9. {ağız} Mente-
sanlık. 2. Bir şeydeki özür; sakatlık. 3. B ir şeyde şesiz kapılarda yatağa geçen küçük kazık çıkıntılar.
var olan aksaklık; elverişsiz hâl. 4. Bilmeden veya [DS] 10. {ağız} İç donun arka tarafına ağım geniş
farkına varm adan yapılan yersiz, başkalarım rahat letmek için konulan üçgenim si parça. [DS] 11.
sız edici davranış; olumsuz ve yersiz davranış; suç; {ağız} Akıl. [DS] 12. {ağız} Mısır. [DS] S kuş ağzı,
kabahat. 5. Bir işi gereği gibi yapmamaktan doğan {ağız} Aslanağzı çiçeği. [DS]|| kuşa benzemek, 1.
hata; ihmal. 6. Hukuka aykırı bir eylemde var olan (Düzeltilmeye çalışılan bir y e r veya şey için) iyice
kasıt veya hata. 7. Bir şeyden artan kısım; küsur; bozulmak. 2. Kesilip kırpılarak ufak ve işe yaram az
fazlalık. 8. Bir şeyin kötüsü. S kusura bakmak, hâle gelmek. || kuşa benzetm ek, B ir şeyi düzeltme
H oş görmemek. || kusura bakmamak, Üzücü bir y e çalışırken iyice bozmak; daha çok kusurlu hâle
söz veya davranışı hoş görmek. || kusura kalm a getirmek; biçimsiz ve eksik bir duruma getirmek. ||
mak, Üzücü bir söz veya davranışı hoş g ö rm ek || kuşa çevirmek, B ir şeyi düzeltmeye çalışırken iyi
kusur aramak, B ir şeyin eksiği, yanlışı, özrü, elve ce bozmak; daha çok kusurlu hâle getirmek; biçim
rişsizliği bulunup bulunmadığını araştırmak, varsa siz ve eksik bir d u m m a getirmek. || kuşa döndür
görm eye çalışmak.|| kusur bulmak, 1. B ir şeyde mek, B ir şeyi düzeltmeye çalışırken iyice bozmak;
veya kimsede var olan eksikliği veya özrü görmek. daha çok kusurlu hâle getirmek; biçimsiz ve eksik
2. Olumsuz davranarak özür veya eksiklik yakış bir durum a getirmek. || kuşa dönmek, (Düzeltilme
tırmak; bahane bulmak; gereksiz yere hoşgörüsüz ye çalışılan bir ye r veya şey için) iyice bozulmak.]]
lük ve titizlik göstermek. || kusur etmek, H oş gö kuş alıcı, {ağız} bot. Tavşan elması, (Pyracantha
rülmeyecek bir davranışta bulunmak; kabahat iş- coccinea). [DS]|| kuş ayağı, {ağız} Böreğe konulan
lemek. || kusur işlemek, K usur sayılabilecek yanlış bir tür ot. [DS]|| kuş bakışı, Yüksek bir yerden,
ve yersiz davranışta bulunmak. aşağı doğru geniş bir alanı içine alabilecek şekil
kusur2, [Ar. kaşr > kusur j>as] (kusu;rj {OsT} is. de; havadan; tepeden.]] kuş beyinli, Aptal; akılsız.]]
Kasırlar; köşkler. <5> kusür-ı Behişt, {OsT} Cennet kuş bilim ci, zool. Kuş bilimi uzmanı; ornitolog. ||
köşkleri.]] kusür-ı cenan, {OsT} Gönül köşkleri.|| kuş bilim i, zool. Yaşayan ve fo s il kuşları incele
kusür-ı cinân, {OsT} Cennet köşkleri. yen, sınıflandıran; şu anda dünyada var olan kuş
kusura, [? kusura] {ağız} is. Eşya konulan kutu; ların şekil ve yapılarını, seslerini, tüy değişimleri
çekmece. [DS] ni, üremelerini, uçuşlarını, göçlerini, yeryüzünde
bulundukları yerleri, beslenmelerini, faydalarını ve
kusurlu, [kusur-lu] sf. 1. Kusuru olan; özürlü; hatalı.
korunmalarını inceleyen hayvan bilimi dalı; ornito
2. (Kişi için) bir kusur işlemiş olan,
loji. || kuş böyreği (böğreği), {ağız} M or renkli, iri
kusurluluk, -ğu [kusur-lu-luk] is. Kusurlu olm a du
taneli gevrek bir üzüm. [DS]|| kuş burnu, {eAT}
rumu.
K uş gagas!.|| kuş dili, 1. Çocukların kelimelerin
kusursuz, [kusur-suz] sf. Hiçbir kusuru olmayan;
veya hecelerin başına bazı sesler ekleyerek yaptık
mükemmel.
ları konuşma. 2. Eskiden esnafların kendi arala
kusursuzluk, [kusur-suz-luk] is. Hiç kusuru olmama
rında konuştukları gizli dil. 3. Okçulukta yaya ko
durumu; kusursuzluk hâli; mükemmeliyet,
nulan kemiğin p u l biçiminde kalkan pürüzleri. 4.
kusva, [Ar. kavş > kuşvâ {OsT} sf. 1. En u- {eAT} Erişte gibi bir ham ur yemeği. 5. {eAT} Kara
zakta, en sonda bulunan. 2. is. Ulaşılacak en son ağacın yemişi. 6. Biberiye, (Rosmarinus offici
nokta; sınır; son. nalis).]] kuş elm ası, bot. Baklagillerden 10-35 cm.
O lM I lie M . 2861 KUŞ
boyunda, beyaz ve pem be çiçekli, çok yıllık otsu bir bitki, (Fircio cruentus). 2. Yol kenarları ile duvar
bitki, (Polygonum aviculare).\\ kuş etli, {ağız} N e diplerinde biten bir yıllık otsu bitki, (Stellaria
z a y ıf ne şişman; balık etinde. [DS]|| kuş fesleği, media) . || kuş palazı, Kuşların henüz uçmaya baş
{ağız} Yaban bezelyesi. [DS]|| kuş geçim i fırtınası, lamış yavrusu.\\ kuş sanı, {eAT} Kuş pisliği.\\ kuş
Göçmen kuşların göç zam anına rastlayan kasım siyiği, {eAT} Kuş pisliği.|| kuş surbası, {eAT} Kuş
ayının ilk haftasında esen rüzgâr ve fırtına. || kuş sürüsü.|| kuş sütü, Bulunmayan şey.|| kuş sütü ile
gibi, 1. Çok h a fif 2. Çabuk iş gören; eline çabuk. beslemek, Çok özen göstererek, en güzel şeylerle
3. B ir yere çabuk gidip gelen; ayağına çabuk. || kuş ve eksiksiz beslemek, bakmak.|| kuş sütünden baş
gibi çırpınmak, Çaresizlik içinde ne yapacağını ka her şey bulunmak, İhtiyaç duyulan ve duyula
bilemeden çabalamak.|| kuş gibi uçup gitmek, 1. bilecek her şey hazır olmak. || kuş togası, {ağız} Çok
Kısa süreli bir hastalık neticesinde ölmek; çabuk kez kuşların yuva yaptığı dama yakın küçük pen ce
kaybedilmek. 2. (Zaman için) çabucak geçip git- re. [DS]|| kuş tüyü, 1. Kuşların vücutlarını örten
mek. || kuş gibi yem ek, Çok az yemek. || kuş kadar üst deri uzantıları. 2. Yatak, yorgan, ya stık gib i
yemek, Çok az yemek.\\ kuş gözü, 1. M obilyacılık kaba durması istenen eşyalara doldurulan, bazı
ta çok küçük ve birbirine yakın benek ve budaklan kuşların ince ve küçük tüyleri. 3. Bu tüylerle doldu
olan kaplama malzemesine verilen ad. 2. Baklava rulmuş olan.|| kuş tüyü gibi, (Yatak, yorgan, ya stık
biçimi küçük armiirlerle dokunan bir tür desenli vb. için) çok yum uşak ve kabarık.\\ kuşu açılmak,
kumaş. 3. {ağız} D okum a tezgâhında gücüyü hare Tepesindeki tüyler dökülmeye başlamak.\\ kuş u ç
ket ettiren makaralar. [DS]|| kuş kadar canı ol maz kervan geçmez, (Yer için) kimsenin uğram a
mak, Çok zayıf, cılız veya küçük olmak. || kuş kafe dığı, sapa ve ıssız. \\ kuş uçurmamak, 1. Çok sıkı
si, Evlerde beslenen kuşların uçup gitm em esi için bir güvenlik önlemi almış o lm ak 2. (Bir şeyin veya
konulduğu kafes. || kuş kafesi gibi, (Ev için) küçük kimsenin) kaçmasına fırsa t vermemek; giriş çıkışı
fa ka t güzel.\\ kuş kanadı, {eAT} Lokm a alm ağa ha kontrol altında tutmak. || kuş uçuşu, Yeryiizündeki
zırlanmış beş parmak.\\ kuş kanadıyla gitmek, belirli iki nokta arasmda düz bir çizgi boyunca. ||
Çok hızlı gitmek; çok acele olarak gitmek. || kuş kuş uykusu, Çok h a fif bir ses veya hareketle uya
kayınmak, {ağız} A kılsızlık etmek. [DS]|| kuş nacak biçimdeki h a fif ve kuşkulu uyku. \\ kuş übüğü
kerdemesi, {ağız) bot. İki karış boyunda, rozet ya p (ibiği), {ağız} bot. Aslanağzı. [DS]|| kuş üvezi, bot.
raklı, beyaz veya pem be çiçekli, ıspanak gibi sebze Gülgillerden kışın yapraklarını döken, dikensiz,
olarak yenilebilen bir veya iki yıllık otsu bitki; basit yapraklı beyaz çiçekli ağaççıklardan olan
kuşkuş otu, (Capsella bursa-pastoris, C. rubella). üvezin bir türü, (Sorbus aucuparia).|| kuş üzümü,
[DS]|| kuş kirazı, bot. Gülgillerden, bütün ılıman bot. 1. Küçük taneli, koyu renkli, çekirdeksiz bir tür
bölgelerde yetişen, boyu on beş m etreyi bulan, p i- üzüm. 2. A hu dudu (Rubus discolors). 3. Çoban
ramidimsi görünüşlü, yapraklardan önce beyaz üzümü, (Vaccinium myrtillus). 4. İt üzümü, (Sola
çiçekler açan, odunu kerestecilikte kullanılan, si num nigrum).\\ kuş vuran, {ağız} L âstik sapan.
yah küçük meyveli yabanî kiraz ağacı, (Prunus [DS]|| kuş vuran daşı (taşı), {ağız} K üçük çakıl taşı.
padus). || kuş kondu, {ağız} Çam fidanının en sivri [DS]|| kuş yemi, {ağız} bot. 1. Tohumları kuş yem i
uç dalı. [DS]|| kuş kondurm ak, O zam ana kadar olarak satılan, 20-80 cm. boyunda bir yıllık otsu
görülmedik bir eser m eydana getirm ek (çok pahalı bitki, (Phlaris minor). 2. Madımak, (Polygonum
ve nazlı iş yapanların, yaptıklarının görülmem iş bir cognatum). || kuş yemişi, bot. Alıç, (Crataegus)\\
sanat eseri olmadığını belirtmek için soru biçimiyle kuş yolı, {eT} Samanyolu.\\ kuş yuvası, 1. Kuşun
kullanılır).\\ kuş konmaz, {ağız} Yapılarda kullanı yum urtaları üzerinde kuluçkaya yattığı, yavrularını
lan uzun ağaç. [DS]|| kuş köşkü, Binaların ön cep besleyip büyüttüğü ot, çalı, çırpı vb. şeylerden y a p
helerinde kuşların yuva yapm aları için özel olarak tığı barınak; aşiyan. 2. Fesin ön tarafındaki çukur
düzenlenmiş köşke benzer öge.|| kuş kuşlamak, luk; y a r tekmesi.|| kuş yürek, {ağız} Tavukların
{eATI Kıış avlamak; avcı kuş yardım ıyla kuş avla- sevdiği açık yeşil yapraklı bir ot. [DS]|| kuş yürek
mak.|| kuş kuyruğu, {ağız} 1. Büyük çıban. 2. {eAT} li, {eAT} K orkak;yüreksiz.
{ağız} Kuşpalazı; difteri. 3. Kuş kuyruğu biçiminde kuşah, [kuşak / kuşah j^ i! ] {eAT} is. -+ kuşak,
yapılan cevizli bir ham ur tatlısı. 4. B ir tür çatı.
[DS]|| kuş lalesi, bot. -*■ keklik gözü, (Adonis kuşak, -ğı [eT. kur-şa-ğ > kuşa-k jLijS] is. 1. Çeşitli
aestivalis).|| kuş mancası, bot. -*■ kuşkuş otu.|| kuş amaçlarla bele sanlan, kaba kumaş veya örgüden
misali, 1. K uşlar kadar özgür ve rahat; huzur dolu. yapılan enli şerit. 2. Bir şeyin dayanıklılığını artır
2. Bir yerden başka bir yere çarçabuk gidiş geliş. \\ mak veya dağılmasını önlemek için etrafına geçiri
kuş otu, bot. 1. B ileşikgillerden, Güney Afrika len çember vb. şeyler. 3. Bir yapıyı sağlamlaştır
kökenli olmasına rağmen A v ru p a ’da süs bitkisi mak için kullanılan yatay, düşey ve çapraz taşıyıcı
olarak yetiştirilen, çiçekleri pembe, mor, m avi ve elemanları bir veya iki yandan birbirine bağlayan
firfirî renkte, yaprakları yü rek biçiminde otsu bir kirişler. 4. mecaz. B ir devirde yaşayan ve hemen
KUŞ o iM riim tE M • 2362
hem en aym yaşta olan, o devrin şartlarında yaşa kuşam ak1, [kuşa-mak {eAT} {OsT} gçl. f. f-r]
mış, aynı olayları görmüş geçirmiş, benzer sıkıntı
Kuşatmak; çevirmek.
ları paylaşmış kişilerin tümü. 5. mecaz. Soy zinci
kuşam ak2, [kuşa-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-ş(u)-yor]
rinde belirli yaş kümelerini oluşturan bireyler; ne
Y er değiştirmek. [DS]
sil; göbek; batın. 6. Taşıma gücünü arttırmak için
kuşam lı, [kuşa-m-lı] sf. Üzerine kuşanm ış durumda
araba tablasının altına veya üstüne konulan ahşap
olan; üzerine bir şey kuşanm ış olan,
parça. 7. iletş. Radyo ve televizyon programlarında
kuşane, [kuş + Far. -hâne > kuşane] (kuşa. ne) is. 1.
belli bir yayına ayrılmış olan zaman dilimi. 8.
A z miktarda yem ek alan küçük, yuvarlak tencere.
Dünyanın üzerinde belli iklim şartlarının oluştuğu
2. {ağız} İki yanm da tutacak yeri bulunan büyük
dilim. 9. Diğer türleri bastıracak biçimde birçok
tencere. [DS]
türün gelişmiş olduğu bitki ve hayvan topluluğu
nun bulunduğu bölge. 10. dnz. Yelkenleri sağlam kuşanılma, [kuşan-ıl-ma] is. Kuşanılm ak eylemi ve
laştırm ak için belli bir boyda dikilen şerit yelken durumu
bezleri. 11. jeol. Belli bir katmanm, bir fosil toplu kuşanılmak, [kuşan-ıl-mak] edil. f. [-ır] Kuşanmak
luğunun belli bir zaman süresince oluşan çökeltile eylemi yapılmak,
rin tümü veya belli bir başkalaşım şiddetiyle belir kuşanış, [kuşan-ış] is. Kuşanm ak eylemi veya biçi
ginleşen taşküre düzeyi. 12. mat. B ir küre yüzeyini mi.
kesen iki paralel yüzey arasmda kalan bölüm; küre kuşanma, [kuşan-ma] is. K uşanmak eylemi,
kuşağı. 13. coğ. Yeryüzünün kutuplar, dönenceler kuşanm ak, [eT. kur(ı)ş-â-m ak > ku(r)şa-n-mak]
ve kutup daireleri ile belirlenen beş bölümünden dönşl. [-ır] 1. H erhangi bir şeyi beline takmak. 2.
her biri. 14. Güreşte, rakibinin bedenini bel hiza mecaz. Giyinmek. 3. {OsT} Silahlanmak. [DK] 4.
sından kavrama. 15. Judo, karate gibi Uzakdoğu {eAT} Yapm ağa girişmek; yeltemnek.
sporlarında sporculara derecelerini belirten bel kuşantı, [kuşan-tı] is. Giyilecek, kuşanılacak şey.
bağı. 16. H ayvancılıkta aynı yaş sınıfında olan hay kuşanti, [? ksanti / kşanti] {eT} is. Nedamet; ikrar
vanların tümüne verilen ad. 17. {ağız} Kapıları duası; itiraf; tövbe. [EUTS]
m eydana getiren tahtaları birbirine bağlam ak için kuşa’rîre, [Ar. k u şa 'rire » (kuşa-ri;re) {OsT} is.
arkalarına yatay olarak çakılan tahta parçası. [DS]
1. Titreme. 2. tıp. Cilt üzerinde, tavuk derisine ben
18. {ağız} Pencere üstlerinden geçerek evin duvar
zer pürtükler oluşması ile ortaya çıkan bir hastalık,
larını çevreleyen ağaç iskelet. [DS] 19. {ağız} Çev
kuşatılm a, [kuşa-t-ıl-ma] ıs. Kuşatılm ak eylemi,
re; yer. [DS] S1 kuşağı berk, {OsT} B el bağlamış;
gönülden inanmış; inancı çok güçlü olan kim se.|[ kuşatılm ak, [kuşa-t-ıl-mak] edil. f. [-ır] Kuşatmak
kuşağına tolu, {OsT} Güçlü kuwetli.\\ kuşağını iki eylemi yapılmak,
yerden bağlam ak, {eAT} Gelecek bir güçlüğe karşı kuşatış, [kuşa-t-ış] is. K uşatm ak eylemi veya biçimi,
iyi hazırlanmak; sıkı durmak. || kuşağını iki yerden kuşatlam ak, [koşa > koşa-t-la-m ak > kuşa-t-la-mak]
kuşanm ak, {OsT} -*■ kuşağını iki yerden bağla- {ağız} g ç l . f [-r] [-lı)-yor] İki şeyi yan yana getire
mak.|| kuşak bağlanmak, {OsT} İşe başlamağa rek ölçmek. [DS]
hazır olm ak.|| kuşak berkitmek, {eAT} B el bağla kuşatma, [kuşa-t-ma] is. 1. K uşatm ak işi. 2. Etrafını
mak; içten inanmak.\\ kuşak çözmek, {ağız} Tuva çevirme, sarma; abluka; ihata. 3. as. A sıl kuvvetler
letini yapm ak; aptes bozmak; ayak yoluna gitmek; le düşm anın çekilme yollarını keserek bulunduğu
işemek. [DS]|| kuşak çözmemek, {OsT} Direncini yerde yok etmeyi amaçlayan, gerisindeki hedeflere
yitirm em ek; metanetini kaybetmemek.\\ kuşak ka yapılan taarruz,
ya, coğ. B ir dağ yam acının bir bölümünü böydan kuşatmak, [eT. kurşa-t-mak > kuşa-t-mak] gçl. f [-
boya aşan yatay veya h a fif eğik dirsek kaya. || ku ır] 1. (Kuşak, kemer vb. bele takılan şeyi) birinin
şak kuşanmak, mecaz. B ir işe aday olmak.\\ kuşak beline bağlamak. 2. B ir yeri, kaçmayı önleyecek
tazelem ek, {ağız} A yak yoluna gitmek; işemek. [DS] biçimde çepeçevre sarmak; etrafını sarmak; çember
kuşaklama, [kuşak-la-ma] is. Kuşaklamak eylemi içine almak; ablukaya almak; ihata etmek. 3. Ele
veya durum. geçirilmek istenen kale veya şehir gibi yerlerin et
kuşaklamak, [kuşak-la-mak[ gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] rafını askerî güçlerle sarmak; çevre ile bağlantısını
K uşak takarak sağlam hâle getirmek. kesmek; m uhasara etmek; ihata etmek. 4. B ir yeri
çepeçevre sarmak; çevrelemek; ihata etmek. 5. Bü
kuşaklı, [kuşak-lı] sf. 1. Kuşağı olan; kuşak bağlamış
tünüyle içine almak; kapsamak; kaplamak; sarmak,
olan; kuşak geçirilmiş olan. 2. {ağız} Büyük küp.
[DS] kuşatrik [Sansk. ksatriya] {eT} is. A sker sınıfına
mensup olanlar. [EUTS]
kuşaksız, [kuşak-sız] sf. Kuşağı olmayan; kuşak
takılmamış. kuşbaşı, [kuş+baş-ı] sf. Küçük bir kuşun başı büyük
lüğünde olan.
kuşam , [kuşa-m] is. Kuşanılan şey.
İie M Ç E S M • 28E3 KUŞ
kuşbaşılı, [kuş+baş-ı-lı] sfi İçinde kuşbaşı bulunan, kuşetli', [kuş+et-li] sf. (Kişi için) ne zayıf ne şişman;
kuşbaz, [kuş+ Far. -bâz jL-ijS] {OsT} is. 1. Süs kuş balık etinde.
kuşetli2, [kuşet-li] sf. Kuşeti olan,
ları yetiştiren kuş meraklısı; kuşçu. 2. Padişahın av
cı kuşlarını yetiştiren görevli; kuşçu, kuşetmeği, [kuş+et-me(k)-i ^ 1 J ijî] {eAT} is. -*■
kuşbudak, -ğı [kuş+buda-k] {ağız} is. Dişbudak. [DS] kuşekmeği,
kuşburnu, [kuş+bur(u)n-u] is. 1. Çoğunlukla gülcü- kuşetsiz, [kuşet-siz] sf. Kuşeti olmayan,
lerin aşılanmak üzere anaç olarak yetiştirdiği çok kuşgaç, [kuş > kuş-ğâç] (kuşğa;ç) {eT} is. Serçe.
uzun ömürlü yabani gül ağacı; yabani gül; yaban- [DLT]
gülü, (Rosa canina). 2. Bu ağaççığın kırmızı m ey kuşga, [kuş-ga] {ağız} is. Bir yerin belirtilmesi için
veleri. 3. Bu meyvelerden yapılan ve sıcak olarak konulan taş. [DS]
içilen çayı; kuşburnu çayı, kuşgana, [kuş + Far. -hâne => kuşgana / kuşane]
{ağız}, is. Tencere. [DS]
kuşça, [kuş-ça sf. 1. {OsT} Kuş gibi; çok zayıf;
kuşgöm ü, [kuş+göm-ü] is. Sığır bonfilesinden veya
bir sıkımlık. 2. {ağız} is. K üçük hıyar. [DS]
ona yakın but etlerinden yapılma sinirsiz, yağsız
kuşçı, [kuş > lcuş-çî] (kuşçı:) {eT} is. 1. Kuşçu; kuş pastırma.
besleyicisi; kuş terbiyecisi. [EUTS] [KB] [Nevâyî] 2.
kuşgöz, [kuş+göz] {ağız} is. Yalnız sağ göz açıkta k a
Kapanla kuş tutan; kuşbaz. [İKPÖy.] 3. Doğancı. lacak şekilde baş örtme biçimi. [DS]
[İKPÖy.]
kuşgözü, [kuş+göz-ü] {ağız} is. Potin veya ayakkabı
kuşçu, [kuş-çu] is. 1. Süs kuşları yetiştiren kuş m e
lara takılan küçük delikli zımba. [DS]
raklısı; kuşbaz. 2. Padişahın avcı kuşlarının ve ha
kuşgun, [? / Far. kışğün] {eT} is. 1. Bir çeşit ekşi ot;
berleşmede kullanılan güvercinleri yetiştiren gö
uşgun; ışgın. [DLT] 2. Hayvanların yediği taze ka
revli. 3. Suç işleyen saray hasekilerinin cezalan
mış. [DLT]
dırmak ve ıslah etmekle görevli haseki subayı. 4.
kuşğu, [kuş-gu] {ağız} is. Yemek masası. [DS]
{ağız} Küçük gövdeli bir çeşit av köpeği. [DS]
kuşçubaşı, [kuş-çu+baş-ı] is. tar. 1. Haberleşmede kuşhane, [kuş + Far. -hâne ‘bU^jS] (kuşha:ne) {OsT}
ve avcılıkta kullanılan kuşları yetiştirm ekle görevli is. 1. İçinde kuş beslenen, üretimi yapılan oda veya
kimse. 2. Padişahın yem eklerinden sorumlu saray büyükçe kafes; kuş evi. 2. Uzun saplı tencere,
aşçısı. kuşık, -ğı [kuş-ık] {ağız} is. Su kabağından yapılan
kuşçuluk, -ğu [kuş-çu-luk] is. 1. Kuş yetiştirip satma testi. [DS]
işi. 2. Kuş yetiştirm e merakı, kuşıl, [kuş-ıl] {eT} is. Atmaca. [DLT]
kuşdili, [kuş+dil-i] is. bot. 1. Bir tür dişbudak ağacı. kûşiş, [Far. küşiş (ku:şiş) is. Çalışma ça
2. Biberiye. balama; gayret,
kûşe, [Far. küşe (kû:şe) {OsT} is. Köşe; bucak. kûşk, [Far. küşk J l i ^ ] (kû:şk) is. Köşk.
S kûşe-i ferağ, {OsT} İnsanın her şeyden elini ete kuşka, [Bul. kücka [Tietze]] {ağız} is. Semerin arka
ğini çekerek oturduğu köşe.|| kûşe-i nisvân, {OsT} kısmı. [DS]
Unutma ve terk etme köşesi. kuşkaldıran, [kuş+kal-dır-an] {ağız} sf. Yüze gülücii;
kuşe, [Fr. couche (yatak)\ is. Kuşe kâğıdı. S kuşe dalkavuk. [DS]
kâğıdı, Gravür işlerinde kullanılan her iki yüzü de kuşkana, [kuş + Far. hâne] {ağız} is. Tencere. [DS]
matlık ve su geçirm ezlik sağlayan bir tür kâğıt; kuşkane, [kuş + Far, hâne] {ağız} is. Tencere. [DS]
kuşe kâğıt; kaym ak kâğıt. kuşkanadı, [kuş+kana(t)-ı] is. Göz akı zarının, göz
kuşekmeği, [kuş+ekme(k)-i] is. bot. 1. Çorak yerler bebeğine bir ok ucu gibi ilerlemesi ile oluşan üçge
de yetişen, halk hekim liğinde kullanılan bir tür ya nimsi oluşum,
ban turpu; çobandağarcığı, (Thlaspi). 2. Toprak kuşkondu, [kuş+kon-du] {ağız} is. Çam fidanının en
üstüne yatık, beyaz ve pembe çiçekli bir yıllık otsu sivri uç dalı. [DS]
bitki, (Polygonum aviculare). 3. {ağız) Ebegümeci. kuşkonmaz, [kuş+kon-maz] is. bot. 1. Zam bakgil
[DS] 4. {ağız} Madımak. [DS] lerden çotuk şeklindeki pençelerden yükselen taze
kuşeleme, [kuşe-le-me] is. M ürekkebi dağıtmaması, sürgünleri sebze olarak yenen, C vitamini bakım ın
baskıya daha elverişli hâle gelmesi ve iyi bir görü dan zengin, çok yıllık bir otsu bitki, (Asparagus
nüm vermesi için kâğıt yüzeyini mat ve su geçir officinalis). 2. Aynı türden, saksılarda süs bitkisi
mez duruma getirm ek işlemi, olarak yetiştirilen uzun saplı ince yapraklı süs bit
kuşet, [Fr. cuchette (yatakçık)] is. 1. Gemi yatağı. 2. kisi, (Asparagus plum osus). 3. {ağız} Yapılarda kul
Tren kompartımanlarında bulunan geçici olarak lanılan uzun ağaçlara verilen ad. [DS]
yatağa dönüştürülebilen açılır kapanır türden kane kuşkovan, [kuş+kov-an] {ağız} is. Kuşları korkutup
pe. kaçırm ak için bahçelere konulan korkuluk. [DS]
KUŞ ö i ü m t u m m • 2864
kuşku, [kuş-ku] is. 1. Güvensizlikten, işkilden ve te anlatan; şüpheli. 3. Kuşku duyan; kuşkucu; şüphe
reddütten doğan uyanıklık hâli; şüphe, (1935). 2. ci. 4. {ağız} U ykusu h afif olan. [DS] S kuşkulu
B ir kimse veya olay hakkında yeterli ve kesin bil kuşkulu, Kuşku içinde bulunarak.
gilere dayanmayan fakat bazı belirti ve sezgilerle kuşkunmak, [kuş-ku-n-mak] {ağız} gçsz. f. [-ur]
oluşan olum suz düşünce; şüphe. 3. B ir gerçeği kes- Sakınmak; korkmak; gocunmak. [DS]
tirem emekten doğan kararsızlık; şüphe. 4. psikol. kuşkura, [kuş+kura] {ağız} is. Ağaçkakan. [DS]
B aşkalarının iyi niyet ve duygularını kötüye yora kuşkusuz, [kuş-ku-suz] sf. 1. K uşkusu olmayan;
rak işkillenme duygusu. 5. fel. Kesin bir yargıya kuşku duymayan; işkilsiz; şüphesiz. 2. zf. Kuşkuya
varam ama. 6. {ağız} sf. Uyanık; kurnaz. [DS] 7. yer verm eyecek biçimde. 3. (k u ’şkusuz) Elbette;
{ağız} Hafif; yeğni. [DS] 8. {ağız} Çevik; atik. [DS] şüphesiz.
9. {ağız} Milli toprak. [DS] 10. {ağız} Saka om uzlu
kuşkuş, [kuş+kuş] {ağız} sf. 1. Sözünde durmayan;
ğu. [DS] ö1 kuşku beslemek, Bir olay veya durum
kararsız. 2. Hindi. [DS] S kuşkuş etmek, I. Çok
hakkında içinde sürekli bir kuşku bulunmak; kuşku
istemek; dayanamamak. 2. İki kişi çocuğu koltuk
içinde olmak. || kuşku duymak, Kuşkulanmak;
altlarından tutarak kaldırmak. 3. Sırt üstü yatıp,
kuşkusu olmak; şüphelenmek; şüphe duymak.\\ kuş
ayaklarından çocuğu kaldırmak, hoplatmak.
ku salmak, Şüphe uyandırmak; şüphelendirmek.||
kuşkuşa, [kuş+kuş-a] {ağız} sf. Akılsız; beyinsiz.
kuşkusu kalm amak, Bir konuda kesin inanca sa
[DS]
hip olmak; o konudaki her şeyi bilmek; bütün kuş
kuşkuşlama, [kuş+kuş-la-ma] is. Seramikçilikte, se
ku la n giderilmiş olmak.\\ kuşku uyanmak, Kuşku
ram ik üzerine çekilen astarın kalın gözenekli bir
belirmek; şüphe uyanmak. || kuşkuya düşmek,
bez ile düzeltilip perdahlanması işlemi,
K uşku duymaya başlamak; içinde kuşku belirmek. ||
kuşkuya kapılmak, Kuşku duymaya başlamak; kuşkuşlam ak, [kuş+kuş-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(u)-
içinde kuşku belirmek. yo r] K ütahya seramikçiliğinde seramiklerin üzeri
kuşkucu, [kuş-ku-cu] sf. 1. Kuşku duyan; şüpheci. 2. ne kuşkuşlam a işlemini uygulamak,
A çık bir şekilde ispatlanmamış her şeyden, herke kuşkuşlanmak, [kuş+kuş-la-n-mak] {ağız} gçsz. fi [-
sin benimsemiş olduğu inanç ve kanaatlerden, ger ır] 1. Uçarılaşmak. 2. Şüphelenmek; kuşkulanmak.
çeklerden şüphe duyma eğiliminde olan; şüpheci; [DS]
septik. 3 .fe l. Kuşkuculuk yanlısı olan; septik; şüp kuşkuşlu, [kuş+kuş-lu] {ağız} sfi Kuşkulu; işkilli.
heci. [DS]
kuşkuculuk, -ğu [kuş-ku-cu-luk] is. fel. Yargı be kuşkuyruğu, [kuş+kuyru(k)-u u ~ jejs is. 1.
lirtmekten kaçınm a esasını güden felsefî öğreti; Büyük çıban. 2. Difteri; kuşpalazı. {OsT} (aym) 3.
şüphecilik; septisizm, Ceviz ve ham ur ile kuş kuyruğu biçiminde yapılan
kuşkulandırma, [kuş-ku-la-n-dır-ma] is. Kuşkulan bir tür tatlı. 4. Bir tür çatı,
dırm ak eylemi, kuşlag, [kuş > kuş-lâ-m ak > kuş-lâ-ğ] (kuşla:ğ) {eT}
kuşkulandırmak, [kuş-ku-la-n-dır-mak] g ç l . f . [-ır] is. 1. Kuşların çok bulunduğu yer, [DLT] 2. Kuş
Birisinin kuşkulanmasına sebep olmak; kuşku avlağı. [DLT]
duymasını sağlamak; şüphelendirmek; kuşkuya kuşlaglanmak, [kuşlâğ > kuşlâğ-lâ-mak > kuşlağ-la-
düşürmek. n-mak] {eT} dönşl. fi. [-ur] Kuş avlağı yapmak.
kuşkulanm a, [kuş-ku-la-n-ma] is. K uşkulanm ak ey [DLT]
lemi ve durumu, kuşlak, -ğı [kuş > kuş-lâ-m ak > kuş-lâ-ğ] is. Av ku
kuşkulanm ak, [kuş-ku-la-n-mak] gçsz. f. [-ır] 1. şlarının bol bulunduğu yer. {eT} (aym) [Nevâyî]
Güvensizlikten, işkilden ve tereddütten dolayı uya kuşlam ak', [kuş-la-mak] {ağız} gçl. fi [-r] [-l(u)-yor]
nıklık hâli içinde bulunmak; kuşku duymak; şüphe Zorlam ak; omuzlamak. [DS]
lenmek. 2. Bir kim se veya olay hakkında yeterli ve
kesin bilgi sahibi olamamakla birlikte bazı belirti kuşlam ak2, [kuş > kuş-lâ-m ak (kuşla:mak)
ve sezgilere dayanarak olumsuz düşünceler içinde {eT} {eAT} gçl. f. M Kuş avlamak; kuş yakalamak,
bulunmak; kuşkusu olmak; şüphe etmek. 3. Bir [DLT] [ETY] [Nevâyî] [DK]
gerçeği kestirem emek yüzünden kararsızlık içinde kuşlar1, [kuş-lar] is. zool. Vücutları tüylerle kaplı,
olmak; kuşkuya düşmek; şüpheye düşmek, kanatlı, yumurtlayıcı omurgalı hayvanlar sınıfı,
kuşkullanm ak, [kuş-ku-(l)la-n-mak] {ağız} gçsz. f. [- (Aves).
ır] Sakınmak; korkmak. [DS] kuşlar2, [kuş-la-mak > kuş-la-r] {ağız} is. Kuyu veya
kuşkullu, [kuş-ku-(l)lu] {ağız} sf. 1. K uşkuda olan; dokum a tezgâhının çıkrığı. [DS]
düşünceli. 2. Şüpheci. [DS] kuşlatmak, [kuş > kuş-lâ-m ak > kuş-la-t-mak] {eT}
kuşkulu, [kuş-ku-lu] sf. 1. Kuşkusu olan; kuşku i- gçl. f i [-ur] K uş tutturmak; kuş avlatmak. [DLT]
çinde bulunan; şüpheli; septik. 2. Kuşku uyandıran; kuşlokumu, [kuş+lokum-u] is. Yumurta, un ve şeker
kuşku belirten; kuşkulanmaya sebep olan; kuşku ile yapılan bir tür kurabiye.
r
İ H I K ® » . 2865
kuşlu, [kuş-lu] sf. 1. Kuşu bulunan; üzerinde veya {OsT} Büyük mutluluk; selamet; talih; uğur; A l
içinde kuş bulunan. 2. {ağa} Titiz. [DS] 3. {ağız} is. lah’ın lütfü; saadet; devlet; baht; bahtiyarlık. [E-
Bir tür ağaç saban. [DS] UTS] [ETY] [Tekin] [DLT] [İKPÖy.] [KB] [OKD] [AH]
kuşlug, [kuş > kuş-luğ] /eT} s f Kuşlu. [ETY] S [Gabain] 3. {eT} Devlet idaresi kudret ve selâhiyeti
kuşluğ ıgaç kışlağım, {eT} Kuşu çok olan yere y e r ve bu kudreti haiz olan şahsın kutsal sayılan şevke
leşime elverişlidir. ti; üstün güç; haşmetpenah; hazret. [EUTS] [İKPÖy.]
4. {eT} Görkem; saygınlık; azamet. [EUTS] [Gabain]
kuşluğun, [kuş-lu(k)-un {eAT} zf. Kuşluk
[İKPÖy.] 5. {eT} Ahret mutluluğu; kutsama; takdis;
vaktinde. rahmet. [EUTS] [İKPÖy.] 6. {eT} Koruyucu melek;
kuşluk, [kuş > kuş-luk / tüş (öğle) > tüş-lük] is. evrensel güç. [İKPÖy.] 7. {eT} Ruh. [EUTS] [Gabain]
Günün sabah ile öğle arasındaki bölümü. {eT} (ay 8. {eT} Unsur, (ağaç, toprak, su, maden, ateş) [Ga
nı). [DLT] 0 kuşluk namazı, I. Celvetiye tarikatı bain] [EUTS] 9. {eT} sf. Kutlu; mübarek. [Üç İtig
mensuplarının güneş iki mızrak boyu yükselince sizler] S kut almak, {eT} M esut olmak. [DLT]]) kut
kıldıkları iki rekât işrak namazının ardından kıldık bulmak, {eT} Baht bulmak; kurtulmak; kutaımak.
ları altı rekâtlık nafile namaz. 2. K uşluk vakti kılı [DLT]|| kut kolunmak, {eT} A n t içmek. [EUTS]||
nan nafile namaz. 3. K uşluk vaktinde kaza edilen kutu kurumak, {ağız} Ödü patlamak; çok kork
vaktinde kılınamayan sabah namazı.\\ kuşluk vak mak. [DS]
ti, Giiniin, güneşin ilk ışıkları ile bir m ızrak boyu kut3, [Ar. kîıt c jji I Far. küt o jS -] (ku:t) is. Kale; h i
yükselm esi arasında kalan süresi.\\ kuşluk yemeği,
sar. S1 kflt-vâl, l. Kale muhafızı; dizdar. 2. Beledi
Kuşluk vakti yenilen yemek.
ye başkanı.
kuşm ar1, [kuş-mar] is. Kuş avlamak için hazırlanmış
bir çeşit kuş tuzağı. kut4, [Ar. küt o^s] (ku;t) is. Yaşamak için gerekli
kuşmar2, [kuş-mar / koçmar] {ağız} is. Yeşil kerten yiyecek; azık; rızk, ö kflt-ı lâyemüt, Ölmeyecek
kele. [DS] kadar yenen azık.|| kût-ı mesîh, 1. Hurma. 2. Şa-
kuşpalazı, [kuş+palaz-ı] is. tıp. M ukozalarda, özel rap.|| kût-ı nâ-büd, Ölmeyecek kadarlık yiyecek.\\
likle boğaz mukozasında yalancı zar oluşumuna kflt-ı rüh, 1. Ruhu besleyen gıda. 2. Can için olan
yol açan coıynebacterium diphtheria (Klebs-Löf- besin.|| kût-ı uşşak, Aşıkların gıdası; öpme.
fler) basilinin yol açtığı ateşli, bulaşıcı hastalık; kut5, [kut] {ağız} sf. 1. Kısa boylu; tıknaz; bodur. 2.
difteri. Akılsız; beyinsiz; düşüncesiz. 3. Sağlam; dayanıklı.
kuşt, [? kuşt] {ağız} is. Çıkın. [DS] 4. Orta büyüklükte 5. is. Boynuzu olmayan keçi. 6,
M endil ucu. [DS] ö kut kemiği, {ağız} Kalça. [DS]
kuştr, [Soğd. gwyştr (reis; usta)] {eT} is. Öğretmen.
[EUTS] [Gabain] kutadgu, [kut > kut-âd-mak > kutad-ğü] (kutadgıı:)
kuşukmak, [kuş-uk-mak] {ağız} gçsz. f i [-(ğ)-ur] {eT} sf. M utluluk veren,
Şüphelenmek. [DS] kutadm ak, [kut (mutluluk; talih; selamet) > kut-âd-
kuşum, [kuş-um] {ağız} is. Kuşku. S kuşum çek mak] (kuta:dmak) {eT} gçl. fi [-ur] 1. U ğur vermek;
mek, {ağız} Kuşkulanmak. [DS]|| kuşum etmek, uğurlu kılmak. 2. M utlu kılmak; mutlu etmek; m e
{ağız} Kuşkulanmak. [DS] sut etmek; m utluluk vermek; saadet vermek; bahti
kuşun, [Moğ. korğolci => koruğjîn] {eT} is. Kurşun. yarlık vermek; kutlamak. [EUTS] [Gabain] [ÎKPÖy.]
[DLT] 3. D evlet idare etmek; tebaasını mutlu etmek. 4.
kuşur, [Ar. kışr > kuşür (kuşu:r) is. Kabuklar. dönşl fi. M utlu olmak; mesut olmak. [EUTS] [KB]
S kuşür-i eşcâr, Ağaç kabukları. [İKPÖy.] 5. Talihli olmak. [İKPÖy.]
kuşurgu, [kuşur-gu] {ağız} is. Yük; denk. [DS] kutadturulmak, [kut-âd-mak > kutad-tur-ul-mak]
kuşvuran, [{ağız} [DS]kuş+vur-an] is. Lastik sapan. {eT} edil, fi [-ur] M utlu kılınmak; mutluluk veril
S kuşvuran taşı, Küçük çakıl taşı. mek. [Clauson]
kuşyemi, [kuş+yem-i] is. 1. Buğdaygillerden, durgun kûtah, [Far. küteh / kütâh / »lijS"] (kû.ta. h) {OsT}
sularda yetişen otsu bitki, (phalaris canariensis). 2. is. Uzun olmayan; kısa. S kûtâh-âstin, {OsT} İyi
Kuşlara yem olarak verilen bu bitkinin küçük tane göründüğü hâlde fen a lık düşünen; başkalarının
leri. fenalığını düşünen.\\ kûtâh-bâl, {OsT} K ısa boylu.||
kut1, [kut / küt (yans.)] is. Çarpma, vurm a ve kırılma kûtâh-bîn, {OsT} K ısa görüşlü.|| kûtâh-dest, {OsT}
sırasında çıkan gevrek sesleri anlatan kök. [Zülfikar] Kısa elli: cimri.\\ kûtâh-endîş, {OsT} B ir işin nere
kııt-ül-tü y e varacağını önceden düşünemeyen; düşüncesiz,||
kut', [eT. ku-m ak (akıtmak, akmak; yayılmak) > ku-t kûtâh-nazar, {OsT} Kısa görüşlü; basiretsiz.\\
oj5] is. 1. {eT} Gökten ya da tanrısal bir kaynaktan kûtâh-pâ, {OsT} K ısa ayaklı; bodur.\\ kûtâh-ter,
yayılmış sıvı; hayat suyu; rahmet; bereket. [ETY] {OsT} Çok kısa. || kûtâh-terîn, {OsT} En çok kısa.
[KB] [OKD] [AH] [Gabain] [İKPÖy.] 2. {eT} {eAT} kutal, [? kutal] {ağız} is. Kısa odun parçaları. [DS]
KUT__________________________ _______________
2866
ÖIÜMIÜİCESÖM« •
k u tali, [? kutalı] {ağız} is. Y em ek kanştırmalcta kul
lanılan yassı değnek. [DS] gtnierm en büyüğü.\\ kutb-ı zem ân, Z a m a n ın e r-
™ W ennm başı.|| kutbü’d-dîn, {OsT} D in in ku tb u . II
kutalmak, [kut (mutluluk; talih; selamet) > *kut-â-
U~ J l '^ k tâ b , {OsT} /. K utupların kutbu. 2. H e r
m ak > kutâ-l-mak] (kuta:lmak) {eT} dönşl. f i [-ur]
M esut olmak. [DLT] a °^ara^ b ufanduğuna inanılan b ü y ü k d in
kutan1, [kutan] is. 1. K ürek ayaklılar takımından, tenteri b ü , ' â rifîn ’ t0xT! A riflerin en ile ri g e -
uzun gagalı, alt gagada deriden oluşmuş geniş bir
kesesi bulunan, derilerinde çok sayıda hava kesesi fıutbeyn, [Ar. kutbeyn ^ {0sT} is. 1. İki k u tu p ;
bulunan, sessiz iri kuşların genel adı; pelikan, (Pe- kuzey ve güney kutbu. 2. m ecaz H z H aşan ve H ü
lecenus onocratalu; P crispus). 2. {ağız} Saka kuşu. seyin.
[DS]
k u tb î, [Ar. kutbî / kutbiyye ^ (kutbi;) {OsT}
kutan2, [Erme, gotan] {ağız} is. Saban. [DS]
s f Kutupla ilgili; kutba ait.
kutana, [kut+ana] {ağız} is. (Kadın için) dünür. [DS]
kutb iy et, [Ar. kutb > Osm. kutbiyyet i] {OsT} is-
kutanm ak, [kut (mutluluk; talih; selamet) > *kut-â-
m ak > kuta-n-mak] {eT} dönşl. fi. [-ur] Kutlu ol 1- Pusula ibresinin kutba dönm e özelliği. 2. ta s v f
m ak; ulu nasipli olmak. [DLT] utup mertebesine erme özelliği, fi1 k u tb iy e t-i
kutarga, [kutar-ga] {ağız} is. Oğul taşım ak için kul U r ^ ’ ^OsT} M anevi rütbelerin en yücesi.
lanılan küçük kovan. [DS] u Ça, [kut-ça] {ağız} is. K ardeş. [DS]
kutarma, [kutur-m ak > kutur-ma] (kutarma:) {eT} is. kûteh, [Far. küteh tfjS] (kû;teh) {OsT} sf. K ısa. &
-*■ kuturma. S1 kutarma börk, {eT} Önde ve arka kuteh-bâl, {OsT} K ısa boylu.j\ kuteh-dest, {OsT} 1-
da iki kanadı bulunan börk. [DLT] r n n r 2 ' Cİm'İ; yardlm sevmez. II k u teh -en d îş,
kutarm ak, [*kurt-m ak > kurt-ğar-mak] {eT} gçl. f i [- iOsT} K ısa düşünen; sonunu düşünm eyen.11 k u te h -
ur] -*■ lcurtgarmak. Pa, {OsT} K ısa ayaklı; bodur.
kutatmak, [kut (mutluluk; talih; selamet) > kut-âd- cutekli, [Far. küteh => kutek-li ?] {ağız} sf. (K işi
ıçm) ırı yapılı ve şişman. [DS]
mak] (kuta;dmak) {eT} gçl. fi. [-ur] -*• kutadmak.
[DLT] kutela, -â ’i [Ar. katil > kuteiâ3 * 5b5] (kutelâ:) {OsT}
kutavva, [? kutavva] {ağız} is. Kaba; yumuşak; kaba is. Öldürülmüş kişiler.
rık. [DS]
k Z o ! k i t a e f kote"Jc"mcJcJ {a^ s çl- f M [ - i(i)-y ° rJ
k u ta y , [Çin. kuei tai => kutay] is. İpekli kumaş; ipek. °ria itmek; ayırmak. [DS]
[ETY] [Gabain] [Tekin] k u tes, [Slav, kotec / Yun. kotetsi (küm es)] {ağız} *-
kutb, [Ar. lçutb t-Jaâ] {OsT} is.-* kutup. S kutb-i Tutsak evi. [DS]
ânıâl, {OsT} İstek ve dileklerin karşılandığı yer; kUn X w a k ‘’ [kut (selâme1) > kut-ğar-m ak / k u t-a r-
{eT} gçl, f [-ur] B irine selam et, m u tlu lu k
huzur. || kutb-ı arz, {OsT} coğ. J. Dünyanın kııtup
noktaları. 2. K uzey kutbu.|| kutb-ı cenubî, {OsT} vermek; m utluluk getirm ek. [İKPÖy.]
Güney kutbu.\\ kutb-ı coğrafî, {OsT} Ekvator daire u g a rm a k , [*kurt-m ak > kurt-ğar-m
L R.uiL-ınaK ak] {eT}
Kun-gar-maKj ie ı / gÇL f
sinin merkezinden dik geçen çizginin Yer küreyi L-urj -*•- kurtgannak. [DLT] [EUTS] [KB] [İKPÖy ]
deldiği iki nokta. || kutb-ı coğrâfî-i cenubî, {OsT} laglıg, f*^urt“mak
[*kurt-m ak > kurt-ğur-m ak > k u rt-
Güney kutbu.\\ kutb-ı coğrâfî-i şîmâlî, {OsT} Kuzey ğur-mak-lığ] {eT} is. Kurtulmalık. [EUTS]
kutbu.\\ kutb-ı deveran, Padişah; Osmanlı haka kutgurm ak, [kut (selâmet) > kut-ğur-m ak] {eT} 8 G '
nı. || kutb-ı hakîkî, gö k b. Kutup yıldızının çizdiği f i [-ur] Saadet saçmak; kut verm ek; u ğ u r v e rm e
[EUTS]
varsayılan eliptik yörüngenin büyük ve küçük çap
larının kesişme noktası. || kutb-ı izâfî, {OsT} g ö k b. kutıkı, [köd-mak > kod-ık-m ak > kodık-î] (k o d ık ı;)
K utup yıldızının bulunduğu yere göre belirlenen {eT} zf. -*• kodıkı. [EUTS]
kuzey kutup noktası.\\ kutb-ı menfî, {OsT} g ö k b. kutırmak, [kut-mak > kut-ır-m ak / k u t-ur-m ak] (e ^
E ksi kutup.|| kutb-ı m er’î, {OsT} g ö k b. M utlak ku gçsz. f i [-ur] Delirmek; aklını kaçırm ak; şu u ru n u
tup noktası.|| kutb-ı m ıknatısî, {OsT} fiz. I. Pusula kaybetmek. [EUTS]
ibresinin gösterdiği yön. 2. Yer kürenin kuzey ve kutik, -ği [? kutik] {ağız} is. K öpek yavrusu. [DS]
güney kutuplarına yakm ve coğrafî kutuplardan kutiklemek, [kutik-le-mek] {ağız} gçl. f i M t ' " 1'
fa r k lı yerlerde bulunan m anyetik kutup noktaları.\\ yo r] Sessizce dürtmek. [DS]
kutb-ı müsbet, {OsT} g ö k b. Artı kutup. || kutb-ı kutkarmak, [kut (selâmet) > kut-kar-m ak] {eT} (a
risâlet, {OsT} Hz. Muhammed.\\ kutb-ı sem avî, g ö k ğız} gçl. f i [-ur] Selam ete götürm ek; k u rtan * 13
b. G ök kürenin ekvator merkezinden dikey olarak [İKPÖy.] [EUTS] [Gabain] [DS]
geçen ve g ök küresini deldiği iki nokta. || kutb-ı kutkut, [Ar. hüdhüd] {ağız} is. Serçegillerden, k u 1"?1*
sem âvî-i şîm âlî, K uzey gök kutbu.\\ kutb-ı şimalî, ni renkli bir kuş; hüthüt kuşu. [DS]
{OsT} coğ. Kuzey kutbu.\\ kutb-ı ulem â, {OsT} Bil- kutla, [Bul. kutla [Tietze]] {ağız} is. 1. O n iki o k k a lı >
f iliiı ı ı iç E b o k » 2867 KUT
ağaçtan yapılmış tahıl ölçeği; şinik. 2. Yarım kile. kutn, [Ar. kutn J&>\ {OsT} is. 1. Pam uk bitkisi,
3. Yirmi okkalık ölçü kabı. 4. K ır at. 5. 300 x 4 x
(Gosrypium). 2. Pamuktan elde edilen ürün; pa
15 ile 400 x 20 x 5 cm. ebatları arasında değişen muk.
kereste. [DS]
kutııamak, [kutna-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-n(u)-
kutlama, [kut-la-ma] is. 1. Kutlam ak eylemi. 2, K ut
yor] Oynamak. [DS]
lamak amacıyla yapılan tören; kutlam a töreni,
kutlamak, [kut-la-mak] gçl. f. [-rj [-l(u)-yor] 1. kutne, [Ar. kutne ■j-üaS] {OsT} is. zool. Şirden.
Birinin karşılaştığı mutluluk verici bir olaydan ve kutni, [Ar. kutni (kutni:) {OsT} sf. 1. Pamukla
ya kazandığı bir haşandan duyulan sevinci belirten ilgili. 2. is. Pamuktan yapılmış kumaş; pamuklu. 3.
sözler söylemek; sevincine ve mutluluğuna söz ve İpek ve pamuk karışığı renkli entarilik kumaş,
armağan ile katılmak; tebrik etmek. 2. Birinin hoşa
kutnu, [Ar. kutııî L^is] {OsT} is. 1. Çoğunlukla pa-
giden bir davranışından dolayı övgüde bulunmak.
3. Bir olayın yıl dönümünde anma amacıyla şenlik m uk ve ipek karışımı iplikten dokunmuş, fes rengi
düzenlemek; tesit etmek. 4. M utluluk verici bir o- zemin üzerine sarı desenli, kalın ve ensiz kumaş.
lay üzerine şenlikler yapmak, {ağız} (aynı) [DS] 2. bot. Batı ve Orta A nadolu’da
kutlanış, [kut-la-n-ış] is. Kutlanm ak eylemi veya yaygın olarak yetişen, yapraklarından elde edilen
biçimi. sıvı yara tedavisinde kullanılan, yapraklan çok sık
kutlanma, [kut-la-n-ma] is. Kutlanm ak eylemi, tüylü bir adaçayı türü, (Salvia dichrantha).
kutlanmak, [kut-la-n-mak] edil. f. [-ır] Kutlam ak kutr, [Ar. kutr jlü] is. -* kutur. {OsT} S kutr-ı arz,
eylemi yapılmak; tebrik edilmek, {OsT} ye r b. Yerin çapı.|| kutr-ı dâire, {OsT} mat.
kutlayış, [kut-la-y-ış] is. Kutlam ak eylemi veya bi Dairenin çapı.\\ kutr-ı hakîkî, {OsT} mat. Gerçek
çimi. çap; uzunluk olarak ölçülen çap. || kutr-ı kürre-i
kutlu, [kut (je/am e^>kut-luğ/kut-lu / semâ, {OsT} gök b. Gök küresinin çapı.|| kutr-ı zû
kesîri’l-adlâ, {OsT} Köşegen.
I sf. 1. K ut sahibi olan. {eAT} {OsT}
kutrani, [Ar. kutrânî J ^ \ (kutra:ni:) {OsT} sf. Çap
(aym) [DK] 2. U ğur getirdiğine, uğurlu olduğuna
inanılan; uğurlu; hayırlı; mübarek. {eAT} {OsT} ile ilgili; kutur ile ilgili,
(aym) S1 kutlu etm ek, {eAT} Tebrik etmek.|| kutlu kutrarmak, [kut-ğar-mak > kut-ra-r-mak] {eT} gçl. f .
eylemek, {eAT} Uğurlu saymak; m übarek saymak.\\ [-ur] -*■ kutgarmak. [DLT]
kutlu kuş, {eAT} H üma kuşu.] Kutlu olsun! Söz kutren, [Ar. kutren IJ ^ ] (ku ’tren) {OsT} zf. Çap ile
konusu olay, durum veya günün "mutluluk, uğur,
ilgili olarak; çap bakımından,
bolluk ve iyilik getirm esi” dileğiyle söylenen kut-
kıi«hıg,sfMt (selamet) > kut-luğ] {eT} sf. 1. Selamet, kutri, [Ar. kutrî is j^ \ (kutri:) {OsT} sf. 1. Çapa ait;
talih, uğur vb.ne sahip olan; mutlu; talihli; kutlan çapla ilgili. 2. Çapraz.
mış; kutlu; mesut; uğurlu; bahtiyar. [DLT] [ETY] kutrulm ak1, [kutur-mak > kut(u)r-ul-mak] {eT} edil.
[EUTS] [Gabain] [İKPÖy.] 2. is. Hayalî güç. [İKPÖy.] f. [-ur] Boşaltılmak. [DLT]
3. Kutsal sıvı. [İKPÖy.] kutrulmak2, [kurtul-mak] {eT} edil. f. [-ur] K urtul
kutluk, [kut-luk] {ağız} is. Kümes; tünek. [DS] mak. [EUTS] [Gabain] [Üç İtigsizler]
kutlulamak, [kut-lu-la-mak {eAT} kutruşm ak1, [kutur-mak > kut(u)r-uş-mak] {eT}
{OsT} gçl. f. [-r] [-l(u)-yor] Tebrik etmek; kut g çsz.f. [-ur] Oynamak ve sevinmek. [DLT]
lamak. kutruşmak2, [kotar-mak > kut(u)r-uş-mak] {eT}
kutluluk, -ğu [kut-lu-luk j ) {OsT} is. Kutlu ol işteş, f. [-ur] Birlikte boşaltmak; boşaltm akta yar
dımlaşmak. [DLT]
ma durumu; saadet,
kutsal, [kut-sal] sf. 1. Çok derin ve güçlü bir dinî
kutlun, [kut(u)l-un] {ağız} is. Yudum. [DS]
saygı uyandıran veya uyandırması gereken; m u
kutmak, [kut-mak] {eT} g ç sz.f. [-ur] 1. T elef olmak;
kaddes, (1942). 2. Bozulmaması, dokunulmaması
takatsizleşmek; gücünü yitirmek; güçten düşmek.
ve karşı çıkılmaması gereken; ulaşılm az ve doku
2. Susuzluktan zayıflamak. [EUTS] [Gabain]
nulm az nitelikte görülen; mukaddes; lcutsî. 3. T apı
kutmek, -ği [kut-mek] {ağız} is. Alçak, küçük iskem
nılan; uğruna can verilecek kadar çok sevilen. 4.
le. [DS]
M utlaka saygı görmesi gereken. 5. fel. A llah’a
kutmu, [Ar. kutn => kutmu] {ağız} is. 1. Üçetek. 2. adanmış olan; İlahî; tanrısal. S 1 Kutsal Emanetler,
Gelinlerin giydiği bir cins kırmızı beyaz çizgili Hz. M uham m ed ile diğer İslam büyüklerinden gü
kumaş. [DS] nümüze kadar ulaşan tarihî, m anevî değeri olan
kutmüz, [kutmüz] {ağız} is. 1. Yumruk; boks. 2. eşyalar; M ukaddes Emanetler; Emanat-i M ukad
Ağacın budaklı yeri. [DS] dese.|| kutsal kitap, 1. Yahudi ve Hristiyan dinleri
için kutsal olan metinlerin tümü; Eski A hit ve Yeni
KUT Ö IÜ M IÜ M M • 23S8
Ahit; Kitab-ı Mukaddes. 2. Bu metinlerin yazılı ol k u tsu zlu k , -ğu [kut-suz-luk a] is. 1. Kutsuz ol
duğu kitap. 3. Tek Tanrılı dinlere ait olup Allah
ma durumu. 2. Kötü olm a durumu; uğursuzluk.
tarafından Hz. D a vu d ’a gönderilen Zebur, Hz. M u
{eAT} (aynı) 3. Zavallılık; mutsuzluk.
sa ’y a gönderilen Tevrat, Hz. İsa 'ya gönderilen İn
cil ve Hz. M uham m ed’e gönderilen K u r ’a n ’a veri k u tta , -a ’ı [Ar. kâtı' > kuttâ' j-Uas] (kutta:) {OsT} is.
len ad; İlahî kitap.|| kutsal su, folk. İnsanı günah Kesenler; kesiciler. S' k u ttâ -i ta rîk , {OsT} Yol ke
lardan arındırdığına, hastalıkları iyileştirdiğine, senler; haydutlar; eşkıyalar.
büyü ve zararlı güçlerin etkilerini y o k ettiğine, in k u tta l, -li [Ar. katıl > lçuttâl JUs] (kutta:l) {OsT} is.
sana güç kazandırdığına inanılan ve oluşumu bir
Öldürenler; öldürücüler; katiller,
efsaneye y a da kutsal bir olaya dayandırılan kay
nak vb. suyu. k u tta n , [Ar. katin > kuttân jUü] (kutta:n) {OsT} is.
ku tsallaşm a, [kut-sal-la-ş-ma] is. Kutsallaşmak ey Yerliler; bir yerde sürekli oturanlar.
lemi. k u tu 1, [Yun. kuti / kutioıı] is. 1. İçine konulan şeyi
k u tsallaşm ak , [kut-sal-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Kut koruyacak biçim ve dayanıklılıkta, karton, iııce tah
sal duruma gelmek; kutsallık özelliği kazanmak; ta, metal veya plastikten yapılmış, kapaklı veya
kutsal bir nitelik kazanmak, kapaksız kap; küçük sandık. {eT} (aynı) [KB] 2.
k u tsallaştırış, [kut-sal-la-ş-tır-ış] is. Kutsallaştırmak Elektrik tesisatında tellerin bağlanma ve kollara
eylemi veya biçimi, ayrılmasını sağlamak amacıyla duvar içine açılmış
kapaklı küçük oyuk; buat. 3. Elektrik ve telefon
k u tsallaştırm a, [kut-sal-la-ş-tır-ma] is. Kutsallaştır
tesisatına ait tellerin toplandığı özel donanım kabı.
m ak eylemi; kutsama,
4. Elektronik donanım ın koruyucusu. 5. Bir makine
k u ts allaştırm ak , [kut-sal-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır]
veya makine parçasına ait donanımların muhafaza
K utsal duruma gelmesini sağlamak; kutsallık özel
sı. 6. mecaz. (Tamlanan olarak kullanıldığında)
liği kazandırmak; kutsamak; kutsal kılmak,
tam layanın veya niteliğinin çokça bulunduğunu
kutsallık, -ğı [kut-sal-lık] is. Kutsal olm a durumu;
belirtir, akıl kutusu. 7. Eskiden tahıl ölçmekte kul
kutsiyet; kutsal olduğu düşünülen şeyin niteliği,
lanılan kilenin sekizde biri (yaklaşık 3,210 kg) öl
ku tsam a, [kut-sa-ma] is. 1. Kutsamak eylemi. 2. Bir çüsündeki kap. 8. {ağız} Tütün tabakası. [DS] 9. sf.
kim seye kutsallık verm ek için yapılan dinî tören, (Bir sayı sıfatından sonra) belirtilen sayıdaki kutu
k u tsam ak , [kut-sa-mak] gçl. f. [-r] [-s(u)-yor] 1. kadar olan. 10. sf. Kutu biçiminde olan. S kutu
Kutsallaştırmak; kutsal kılmak, (1935). 2. Kutsal gibi, K üçük fa k a t kullanışlı, yararlı ve şirin. || ku tu
olmasını dilemek; takdis etmek. 3. Bir şeyi her k ap ağ ı, 1. Eskiden hotoz biçiminde yapılan bir saç
şeyden üstün tutarak ona kutsal ve yüce bir özellik şekli. 2. {ağız} Tahıl ölçmekte kullanılan bir ölçek.
vermek. [DS]|| k u tu k u tu , 1. Çok sayıda kutulardan meyda
ku tsî, [Ar. kudsî / kudsiye (kudsi:) {OsT} sf. 1. na gelmiş. 2. 1 ’den 1 0 ’a kadar sayıların gizli ola
Ç ok derin ve güçlü bir dinî saygı uyandıran veya rak yazılm ası ve karşı tarafça bilinmesi temeline
uyandırması gereken; kutsal. 2. Bozulmaması, do- dayanan bir çocuk oyumı.\\ k u tu n u n k ap ağ ın ı aç
kunulm aması ve karşı çıkıîmaması gereken; ula tırm a k , Birini kızdırarak, söylem ek istemediği ve
şılmaz ve dokunulmaz nitelikte görülen; mukaddes; hoş kaçm ayacak şeyleri söylem ek zorunda bırak
kutsal; lahutî. 3. A llah’a ait; A llah’la ilgili; İlahî. S1 mak.
k u ts î hadis, {OsT} A lla h ’ın ilhamıyla Hz. M uham k u tu 2, [kııtü / kutî] {eT} is. 1. Zümre; sürü. [KB] 2.
m ed tarafından söylenmiş hadisler. Nesil. [KB]
kutsileşm e, [kudsi-le-ş-me] is. Kutsileşmek işi. • k u tu 3, -u ’ı [Ar. kat' > kütü' s] (kutu:) {OsT} is.
kutsileşm ek, [kutsi-le-ş-mek] dönşl. f i [-ir] Kutsal Kesintiler; bölükler; parçalar. 0 k u tû -ı m a h rü ti-
duruma gelmek; kutsallaşmak. ye, {OsT} K oni biçimindeki parçalar veya düzlem
kutsiyat, [Ar. kudsiyyât oL*—>ij (kutsiya.t) {OsT} is. kesitle' i.
1. İlahî âleme mahsus ve mensup olan işler. 2. K ut k u tu 4, u ’ı [Ar. kutu' (kutu:) {OsT} is. 1. Bir
sal olan şeyler, yoldan, bir sudan geçme. 2. (Kuşlar için) göç etme,
kutsiyet, [Ar. kudsiyyet {OsT} is. 1. Kutsal k u tu b , [Ar. kutb > kutüb (kutu:b) {OsT} is. Ku
olm a durumu; kutsallık; mukaddeslik. 2. Arınmış- tuplar.
lık; temizlik. k u tu cu , [kutu-cu] is. 1. K utu yapan ve satan kimse.
kutsuz, [kut > kut-suz {eT} {eAT} {OsT} sfi 1. 2. Bir iş yerinde kutulam a işini yapan kimse,
İşleri ters giden adam; kötü; uğursuz; menhus; m e k u tu c u lu k , -ğu [kutu-cu-luk] is. Kutucunun yaptığı
şum. {ağız} (aynı) [EUTS] [DLT] [DK] [DS] 2. Zaval iş ve meslek.
lı; mutsuz, saadetsiz. [EUTS] [DLT] [DK] k u tu k 1, -ğu [? kutuk] {ağız} is. 1. Gaga. 2. Süs kaba
ÖIÜÜÎI1IÜHHC€IMS. 2869 KUT
ğı. 3. Çocuk dilinde dişi cinsiyet organına verilen kutup ayısı, zool. Etçiller takımının ayıgiller f a
ad. [DS] milyasından, 260 cm. kadar uzunlukta olabilen,
kutuk2, -ğu [? kutuk] {ağız} sf. Kel. [DS] kısa kuyruklu, beyaz renkli, iyi yüzen, postu değer
kutuk3, -ğu [koduk > kutuk] {ağız} is. 1. Köpek yav li, zekâca ayıların en gerisi olan bir tür, (Ursus
rusu; enik. 2. Eşek yavrusu; sıpa. [DS] maritimııs).\\ kutup engel, fiz. kim. Bir pilde elekt
kutuklamak, [kutuk-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] f-l(u) rom otor kuvveti düşüren polarm a olayına karşı
-yor] Gagalamak. [DS] gelen ve elektrik akımının durmasını önleyen kim
kutulama, [kutu-la-ma] is. Kutulam ak eylemi; kutu ya sa l maddelerden her biri. || kutup hücresi, biy. 1.
ya koyma, yerleştirme, M ayoz bölünmesi sırasında yum urta hücresinin
kutulamak, [kutu-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(u)-yor] yanında oluşan ve sonra körelen hücreler. 2. H a l
Kutu içine yerleştirmek; kutuya koymak; dışına kalı solucanların y a da yumuşakçaların em briyon
kutu geçirmek, larında küçük hücrelerden tomurcuklanan büyük
kutulanış, [kutu-la-n-ış / kutu-la-n-ış] is. K utulan hücre. 3. B öcek embriyolarında erken safhada kuy
mak eylemi veya biçimi, ruk ucundan farklılaşan ve eşey hücrelerini oluştu
ran büyük hücreler.\\ kutup kedisi, zool. Etçiller
kutulanma, [kutu-la-n-ma / kutu-la-n-mak] is. K utu
lanmak eylemi, takımından Kuzey Kutbuna ya km bölgelerde, g e
nellikle yerleşim alanları yakınlarındaki bahçeler
kutulanmak, [kutu-la-n-mak] edil, fi [-ır] 1. Kutuya
de, yarı b ıra k alanlarda ve su kenarlarında ya şa
yerleştirilmek; kutuya konulmak; dışına kutu geçi
yan bir memeli tür, (Vormela peregusna).\\ kutup
rilmek. 2. dönşl. fi. K utu sahibi olmak; kutu edin
tilkisi, zool. K uzey Kutbuna ya km bölgelerde toplu
mek.
olarak yaşayan, yazın mavimsi kırçıl, kışın beyaz
kutulayış, [kutu-la-y-ış] is. Kutulam ak eylemi veya
tüylere bürünen köpekgiller familyasından bir etçil
biçimi.
hayvan türü, (Vulpes lagopus).|| Kutup Yıldızı,
kutulgan, [kurt-ul-mak > kurtul-ğân] (kutulga:n)
Gök küresinin kuzey kutbuna en yakın olan ve K ü
{eT} sf. Daima kurtulan. [DLT]
çükayı denilen takım yıldızın en ucunda bulunan,
kutulmak, [*kurt-mak > kurt-ul-mak] {eT} dönşl. fi
kuzey yönü belirleyen sabit yıldız; Demirkazık; K u
[-ur] -*■ kurtulmak. [DLT] [Yüknekî]
zey Yıldızı.
kutulu, [kutu-lu] sfi 1. Kutusu olan; kutu sahibi olan.
kutuplanma, [kutup-la-n-ma] is. 1. K utuplanm ak
2. Kutu içine konulmuş, yerleştirilm iş olan. 3. Ya
eylemi. 2. fiz. Pusula ibresinin kutba doğru yönel
nma, bitişiğine veya içine kutu konulm uş olan. S
me özelliği. 3. fiz. İki iletken arasında b ir potansi
kutulu telefon, iletş. Genel yerlerde halkın kulla
yel farkının meydana gelmesi. 4. fiz. B ir elektroliz
nımına açılmış, m adenî para, jeto n veya manyetik
cihazının pil veya akümülatöründen geçen akımın,
bantlı kartla çalışan telefon; ankesörlii telefon.
kendisini doğuran elektromotor kuvvete zıt yönde
kutun, [kutun] {ağız} is. 1. M ısır, meyve koçanı. 2.
bir elektrom otor kuvvet meydana getirmesi olayı;
sf. Susuz; kuru. [DS]
polarizasyon.
kutuna, [kutana] {ağız} is. Öğütülmüş tahıl kabuğu;
kutuplanmak, [kutup-la-n-mak] edil. fi. [-ır] 1.
kepek. [DS]
Kutup m eydana getirilmek; kutup oluşturulmak. 2.
kutup, -tb u [Ar. kutb {OsT} is. 1. Yoğunluk dönşl. fi (Pusula ibresi için) kutuplara yönelmek. 3.
merkezi; eksen; toplanm a noktası. 2. Y erin Ekva Kutup sahibi olmak; kutup edinmek,
tor’dan en uzak, dönme ekseninin geçtiği var sayı kutuplaşma, [kutup-la-ş-ma] is. Kutuplaşmak eyle
lan iki noktasından her biri. 3. Dönen çark veya mi.
tekerleğin dingili. 4. B ir küresel cismin çevresinde kutuplaşmak, [kutup-la-ş-mak] dönşl. fi. [-ır] 1. K u
döndüğü iki uçtan her biri. 5. G ök küresinin çevre tup meydana getirmek; kutup hâline gelmek. 2.
sinde döndüğü var sayılan eksenin iki ucundan her (Toplum için) birbirine zıt gruplar oluşturmak;
biri. 6. Düşünce ve davranışları birbirine karşıt olan gruplaşmak; zıt gruplarda toplanmak,
kişi veya topluluklardan her biri, l.fiiz. B ir elektrik kutupluluk, -ğu [kutup-lu-luk] is. biy. Büyük m ole
üretecinin dış iletkenlere bağlanm asını sağlayan, küllerin, hücrelerin, embriyonların, organların veya
gerilimin en üst düzeye ulaştığı uçlardan her biri. 8. organizmaların bir ucunun biçim veya işlevsel ola
fiz. Bir mıknatısın çekim gücüne sahip iki ucundan rak diğerlerinden farklı olması durumu; polarite.
her biri. 9. mecaz. Birbirine zıt olan iki şeyden her
kutupsal, [kutup-sal] sfi 1. Kutupla ilgili; kutba ait.
biri. 10. İki uçlu bir organın en son noktalarından
2. Kutup özellikleri taşıyan,
her biri. 11. mecaz. B ir konuda çok geniş bilgisi
kutur, -tru [Ar. kutr] is. 1. mat. Çap. 2. mat. K öşe
olan kimse; otorite. 12. Bir kavmin veya toplulu
gen. 3. Yan; taraf; cihet; bölge,
ğun en seçkini. 13. tasvf. B ir tarikatın kurucusu ve
en büyüğü; manevi derecelerin en yükseği; gavs. kuturm a, [kutur-mak > kutur-ma] (kııturma;) {eT} is.
KUT Ö IÜ M IÜ M M • 2 8 7 0
-*■ kudurma. S kuturma börk, {eT} Önde ve arka kuvaldam , [kuva-l-d-am] {ağız} sf. Çıplak; çorapsız.
da iki kanadı bulunan börk. [DLT] [DS]
kuturm ak1, [kud-mak > *kud-tur-mak > kutur-mak] kuvalmak, [kova-l-mak] {ağız} gçsz. fi [-ır] Gurur
lanmak; öğünmek. [DS]
{eT} gçl.f. [-ur] Boşaltmak; aktarmak. [DLT] [KB]
kuvaltı, [kuva-l-tı] {ağız} is. Kabarıklık. [DS]
kuturm ak2, [kut-mak > kut-ur-mak] {eT} gçsz. f. [-
ur] Delirmek; kudurmak; şuurunu kaybetmek. kuvanmak, [*küve-mak > küve-n-mek / kuva-n-
[EUTS] [DLT] [KB] [Gabain] 2. Haddini aşmak; şı mak] {eT} g çsz.f. [-ur] -*■ küvenmek.
marmak. [DLT] [Gabain] kuvanta, [Lat. quantum > quanta] is. fiz. Enerji ve
ışınımın yayılm a miktarı. S kuvanta sayıları, Bir
kuturm uş, [kudur-mak > kudur-muş] {eT} gçl. f. [-
atomdaki gezeğen elektronlardan her birinin bu
ur] Boşalmış; boşaltılmış. [DLT] lunduğu tabakayı, hareket miktarını, m anyetik alan
kututmak, [kut > kut-âd-mak] {eT} gçl. f. [-ur] etkisinde + 1 ve — 1 arasmda değişen davranışları
kutadmak. [EUTS] nı ve dönme miktarını gösteren dört sayıdan oluşan
kutuz1, [kotuz / kotoz / kotaz / kutas] {eT} sf. Yaban küme.
sığırı; yak. [KB] [DLT] kuvantalaşma, [kuvanta-la-ş-ma] is. fiz. Bir fiziksel
kutuz2, [kut-mak > kut-ur-m ak > kutuz] {eT} sf. büyüklüğün, kuvantum denilen temel bir değişimin
Kuduz. S 1 kutuz it, {eT} K uduz köpek; kudurmuş katları olan kesikli bir değişime uğratılma işlemi,
köpek. [DLT] kuvantum , [Fr. quantum] is. fiz. Planck sabitiyle
kutuz3, [kut-uz] {ağız} sf. 1. Tüysüz. 2. is. Gaga. [DS] kendi frekansının çarpımına eşit olan elemanter
kutuzlug, [kotuz-luğ] {eT} sf. -*■ kotuzlug. [DLT] ışıma enerjisi; bir ışınımın yayılma ve soğurma bi
çimini belirleyen süreksiz büyüklüklere verilen
ku u 1, [Çin. wei] {eT} is. Tehlike. [EUTS]
isim, ö kuvantum sayıları, B ir atomdaki gezeğen
kuu2, [Çin. wei] {eT} is. Alp. [EUTS]
elektronlardan her birinin bulunduğu tabakayı, ha
ku ’ud, [Ar. ku'üd ij^ü] (kuu:d) {OsT} is. 1. Oturma; reket miktarım, m a n yetik alan etkisinde + 1 ve - 1
oturuş. 2. N amaz kılmada en son oturulan kısım. S arasında değişen davranışlarını ve dönme miktarı
k u ’üd etm ek, {OsT} Oturmak. nı gösteren dört sayıdan oluşan küme.
kuuliye, [Ar. ku’üliyye y S ] (kuu:liye) {OsT} is. kuvar, [? kuvar] {ağız} sf. 1. Kısa. 2. is. Kırılmış taş
Alkolle ilgili; ispirto ile ilgili; küuliye. yığını. [DS]
kuun, [Çin. k ’un] {eT} is. Harem dairesi; harem. kuvarı, [? kuvarı] {ağız}is. 1. Tel yumağı. 2. Olma
[EUTS] [Gabain] mış incir. [DS]
kuvarmak, [kuva-r-mak / kuba-r-mak] {eT} gçsz. fi
ku’ur, [Ar. k a 'r > k u 'ü r jyS ] (kuu:r) {OsT} is. Derin
[-ur] Benzi uçmak; solmak; sararmak. [Nevâyî]
likler; dipler; nihayetler.
kuvars, [Aim. quarz / İng. quartz] is. min. Doğada
kuv1, [küv] (ku:v) {eT} is. Kut; saadet. [DLT] çoğunlukla saf hâlde bulunan billûrlaşm ış silis çe
kuv2, [kuv] {ağız} is. Ağaç mantarı. [DS] şitlerine verilen ad; kübait.
ku va1, -yi [Ar. kuvvet > kuvâ / kuvây {OsT} kuvarsin, [Fr. quartzine] min. Birleşiminde lifli
is. Kuvvetler; güçler. S1 kuvâ-yı hamse-i bâtına, kuvars ile az m iktarda opal bulunan Kadıköy taşı
{OsT} psikol. Zihnin beş yetisi.|| kuvâ-yı hamse-i çeşidi.
zahire, {OsT} psikol. Beş duyu.|| kuvâ-yı millîye, kuvarsit, [Fr. quartzite] is. jeol. Ana maddesi kuvars
{OsT} Ulusal güçler; m illî kuvvetler.|| kuvâ-yı tabi olan, kaldırım yapım ında ve bazı taş döşemelerinde
îye, {OsT} D oğal kuvvetler.|| kuvâ-yı umumîye, kullanılan sert kaya,
{OsT} Bütün kuvvetler. kuvarslaşmış, [kuvars-la-ş-mış] sf. İkincil olarak, tü
kuva2, [Çin. hua] {eT} is. Çiçek türü. [EUTS] müyle veya kısmen kuvarsa dönüşmüş olan,
kuvaçka, [Bul. kloçka] {ağız} is. Kuluçka. [DS] kuvaşlamak, [kuvaş-la-mak] {ağız} gçl. f i [-r] [-l(ı)-
kuvaçlam ak, [kov-mek > kov-aç-la-mak] {ağız} gçl. yo r] 1. Kovalamak; sürmek. 2. Silkelemek veya
f M [-l(ı)-yor] Kovalamak. [DS] sopa ile vurm ak suretiyle ağaçtan meyve düşür
mek. [DS]
kuvadiye, [Ar. kuvâdiyye "oaljs] (kuva:diye) {OsT} is.
kuviça, [? kuviça] {ağız} is. 1. Küçük, saplı küfe. 2.
zool. Sıçangiller,
Küçük el sepeti. [DS]
kuvak, [kuv-râ-ğ] {eT} is. Köylünün efendisine karşı
kuvlam ak, [kov-mak > kov-lâ-mak] {eT} g ç l.f. [-ur]
olan mecburi hizmeti. [EUTS]
Kovalamak; takip etmek. [EUTS]
kuvalak, -ğı [kuva-la-k] {ağız} sf. 1. Boşboğaz;
kuvmak, [kov-mak] {ağız} gçl. fi [-ar] 1. Koşturmak;
geveze. 2. Baykuş. [DS]
sürmek. 2. Kovmak. [DS]
kuvaldak, [kovalt-mak > kuval-d-ak] {ağız} sf. (Ka
kuvöz, [Fr. couveuse] is. 1. Kuluçka makinesi. 2.
pı, pencere vb. için) az aralık; biraz açık. [DS]
Erken doğan çocukların dış etkilere karşı normal
OIÜKElt lÜ U K tt S O M U « 2 8 7 1 KUV
bir dayanma gücü kazanm caya kadar konduğu ay ani’l-merkeziye, {OsT} fiz. Merkezkaç kuweti.\\
gıt. kuvve-i askeriye, {OsT} as. Silahlı kuvvetler; aske
kuvrag, [kuvra-mak > kuvra-ğ] (kuvra:ğ) {eT} is. 1. r î g ü <p.|| kuvve-i azm, {OsT} Başarm ak için her tür
Cemaat; meclis; kalabalık; toplantı. Topluluk; lü güçlüğü yenm e kararı. || kuvve-i bahriye, {OsT}
grup. [Üç İtigsizler] [EUTS] 2. Rahipler meclisi; ra as. D eniz kuvvetleri.|| kuvve-i baîde, {OsT} G er
hipler demeği. [EUTS] [Gabain] çekleşmesi uzak ihtimal olan şey.\\ biy. kuvve-i
kuvraghg, [kuvrâ-mak > kuvra-ğ-lığ] {eT} sf. 1. Ce bâsıra, {OsT} biy. Görme duyusu.|| kuvve-i cazibe,
maata ait. [EUTS] 2. Cemaatli. {OsT} fiz. Çekim kuvveti.|| kuvve-i câzibe-i um u
miye, {OsT} fiz. Bir cismi meydana getiren atom la
kuvragsız, [kuvrâ-mak > kuvra-ğ-sız] {eT} sf. Ce-
rın birbirini çekme kuvveti.|| kuvve-i cebriye,
maatsız. [Clauson]
{OsT} Zorlama.|| kuvve-i cerriye, {OsT} fiz. Çekme
kuvrak, [kuvrâ-mak > kuvrâ-ğ] (kuvra:k) {eT} is. -*■
gücü. j| kuvve-i cüz’-i ferdiye, {OsT} fiz. İki cismin
kuvrag. [EUTS] karşılıklı olarak birbirini çekme kuvveti. || kuvve-i
kuvramak, [*kuvur-mak > kubra-mak / kuv(u)r-â- dâfia, Uzaklaştırma, savma, defetmegücü.\\ kuvve-
mak] (kuvra:mak) {eT} g ç l . f [-ur] 1. Toplanmak; i delkiye, {OsT} fiz. Sürtünme kuvveti. || kuvve-i
sıkışmak. [İKPÖy.] 2. Toplamak. [EUTS] devlet, {OsT} D evlet gücü.|| kuvve-i elastikiye,
kuvranmak, [kubra-mak / kuv(u)r-â-m ak > kubra-n- {OsT} Esnek güç. || kuvve-i elektrikiye, {OsT} fiz.
mak] {eT} dönşl. f. [-ur] Toplanmak; bir araya gel E lektrik enerjisi. || kuvve-i ezeliye, {OsT} E zelî güç;
mek. [ETY] A llah. || kuvve-i faile, {OsT} İlahî güç.|| kuvve-i
kuvratmak, [kubra-mak / kuv(u)r-â-m ak > kubra-t- fâile-i elektrikî, {OsT} Elektrik gerilim i.\\ kuvve-i
mak] {eT} g ç l.f. [-ur] 1. Toplamak; derleyip top galibe, {OsT} Üstün gelen güç; ezici g ü ç. || kuvve-i
lamak. [ETY] [Gabain] [Tekin] 2. Toplatmak. [EUTS] gıdâiye, {OsT} Beslenme gücü. || kuvve-i hafıza,
kuvşanmak, [kuv-şa-n-malc] {ağız} dönşl. f. [-ır] {OsT} psikol. Belleme gücü. || kuvve-i Halika, {OsT}
Süslenmek; giyinmek. [DS] İlahî güç. || kuvve-i hasse, {OsT} Duyum alma g ü
kuvurma, [kavur-ma] {ağız} is. Kavurma. [DS] cü.|| kuvve-i hayaliye, {OsT} psikol. H ayal g ü cü . ||
kuvurmak, [kağur-mak] {eT} gçl. f . [-ur] -*■ kagur- kuvve-i hayeviye, {OsT} biy. Hayatın devamım
sağlayan ve sağlığı sürekli kılan güç.\\ kuvve-i
mak. [DLT]
hayvaniye, {OsT} biy. H ayvan gücü. || kuvve-i
kuvuş, [koğ-uş / kuv-uş] {ağız} is. Odun uçlarını
hâzıme, {OsT} biy. Sindirim gücü. || kuvve-i
koymak için ocağın iki tarafına yapılan yükseklik.
hulflliye, {OsT} kim. Yoğunluğu farklı, birbirinden
[DS]
za r ile ayrılmış iki sıvının geçişme özelliği; geçir
kuvut, -du [kavu-t] {ağız} is. M ısır ununu yağda ka
genlik derecesi. || kuvve-i icrâiye, {OsT} huk. Yü
vurarak yapılan bir yiyecek. [DS]
rütme gücü. || kuvve-i ihtilal, {OsT} İhtilal güçleri.\\
kuvuz, [kov > kuv-uz] {ağız} is. (Kapı, pencere vb. kuvve-i ihtiyariye, {OsT} psikol. Seçebilme yetisi;
için) aralık. [DS] irade. || kuvve-i ilahiye, {OsT} Peygamberlere ve
kuvvad, [Ar. ka’id > kuvâd :>l_j3] (kuva:d) {OsT} is. ermişlere Allah 'in verdiği güç; kutsal giiç.\\ kuvve-
Kumandanlar; komutanlar, i ile’l-merkeziye, {OsT} fiz. M erkezcil kuvvet. ||
kuvve-i inbâtiye, {OsT} Biteklik gücü; verimlilik. ||
kuvvani, [Ar. kuvvet > kuvâ > kuvvânî j>bjü] (kuv-
kuvve-i intaşiye, {OsT} biy. Tohumun çimlenme
va:ni:) {OsT} sf. Dinamik, gücü. || kuvve-i iradiye, {OsT} psikol. Seçebilme
kuvvaniyet, [Ar. kuvvânî > kuvvâniyyet o-ilJi] (kuv- yetisi; irade. || kuvve-i istihsaliye, {OsT} ekon. Üre
va:niyet) {OsT} is. Dinamizm, tim gücü. || kuvve-i istinat, {OsT} Dayanılan kanıt
ların gücü; dayanma gücü. || kuvve-i kalbiye, {OsT}
kuvve, [Ar. kuvve =Ş \ is. 1. Kuvvet; iktidar. 2. Duyu. D in î inancı kuwetlendirme.\\ kuvve-i kazâiye,
3. Özellik; nitelik. 4. Düşünce; niyet; tasavvur. 5. {OsT} huk. Yargılama gücü. || kuvve-i kemmiyet,
Yeti. 6. as. Birliklerin, er ve subay m evcudu ile {OsT} fiz. Üretim gücü. || kuvve-i kudsiye, {OsT}
silah, cephane, araç vb. miktarını kumanda m aka Peygamberlere ve ermişlere A lla h ’ın verdiği güç;
mına bildirm ek üzere hazırlanan cetvel. 7. B ir ü l kutsal güç. || kuvve-i lamise, {OsT} biy. Dokunma
kenin silahlı kuvvetlerinin gücü. S 1 kuvvede kal duyusu. || kuvve-i lasıka, {OsT} fiz. Yapışkanlık. ||
mak, (Düşünce, tasarı vb. için) yalnız düşüncede kuvve-i maddiye, {OsT} fiz. Enerji.\\ kuvve-i m ali
kalmak, eylem alanına konulamamak; gerçeğe dö- ye, {OsT} M alî güç. || kuvve-i m a’nevîye, {OsT}
nüştürülememek.\\ kuvveden fiile çıkarm ak, D ü M anevi güç. || kuvve-i mâsike, {OsT} Tutucu g ü ç.||
şünülen, tasarlanan şeyi gerçekleştirmek.\\ k u w e-i kuvve-i mekniye, {OsT} fiz. Potansiyel enerji; gizil
adaliye, {OsT} biy. Kas gücü. | kuvve-i adliye, güç.\\ kuvve-i mihanikiye, {OsT} fiz. H areket ve
{OsT} huk. Kanunları olaylara uygulayan kuvvet.\\ denge meydana getiren güç. || kuvve-i muharrike,
kuvve-i ahize, {OsT} biy. 1. A lm a ve kavrama g ü {OsT} fiz. B ir cismin hareketinden doğan enerji.\\
cü. 2. Büyüleyici, çekici manevi güç. || kuvve-i kuvve-i muharrike-i mıknatısiye, {OsT} fiz. Elekt-
KUV ÖIÜMIÜfflWM.2S7,
rom anyetik k u w e t.|| kuvve-i muhassala, {OsT} fiz. kuvvet almak, D estek ve cesaret alarak gücü art
Kuvvetlerin bileşkesi.\\ kuvve-i musavvire, {OsT} mak; kuvvetlenm ek; güçlenmek.\\ kuvvet bulama
kim. Maddenin çeşitli biçimlere girm e yetisi.\\ kuv mak, Cesaret edememek; göze alamamak.\\ kuvvet
ve-i mutasarrıfa, {OsT} psikol. Bellenen şeye iste bulmak, Güç kazanmak; güçlenm ek.|| kuvvet çifti,
nilen düzeni verebilme ve yerinde kullanabilme fiız. Birbirine ters yönde paralel ve eşit iki kuvvetin
gücü. || kuvve-i müdrike, {OsT} psikol. 1. Anlam a meydana getirdiği kuvvet takımı. || kuvvet dutmak,
ve kavrama gücü. 2. Beş dııyu ile algılama yetisi.\\ {eAT} Kuvvetlenmek; güçlenmek.\\ kuvvet gösterisi,
kuvve-i müessire, {OsT} fiz. Etkin kuvvet.\\ kuvve-i Bütün gücünü ortaya koyarak karşısındakine göz
m üeyyide, {OsT} Yaptırım gücü.\\ kuvve-i mü dağı vermek için yapılan eylem.|| kuvvet-i baht,
meyyize, {OsT} psikol. D uyulan birbirinden ayır {OsT} Talihli oluş.\\ kuvvet-i devlet, Devletin kuv-
m a özelliği.\\ kuvve-i mütefekkire, {OsT} psikol. veti.|| kuvvet-i kalb, {OsT} Güveni artırma. || kuv
D üşünce yetisi.\\ kuvve-i müteharrik b i’i-elek- veti kalm amak, Direncini yitirmek; gücü tüken
trik, {OsT} fiz. Elektromotor kuvvet.|| kuvve-i mü- mek; tahammülünü, dayanıklılığını kaybetmek. ||
tehayyile, {OsT} psikol. B ir algıyı zihinde canlan kuvvet-i karâbet, {OsT} huk. Akrabalık derecesi
dırma gücü; hayal gücü.|| kuvve-i nâbite, {OsT} nin üstünlüğü.\\ kuvvet ilacı, {OsT} Vücudun diren
biy. Yetişme kuvveti.|| kuvve-i ııâmiye, {OsT} K a cini arttırm ak için alm an ilaçlara verilen genel
zandırıcı kuvvet; nemalandırıcı güç.\\ kuvve-i na ad.|| kuvvet-i tab ’, {OsT} Manzum söyleme yetisi.||
tıka, {OsT} psikol. Akıl: idrak.\\ kuvve-i rühiye, kuvvet-i tâli’, {OsT} Baht açıklığı; talihlilik.\\ kuv
{OsT} Ruh inceliği.|| kuvve-i sâmia, {OsT} biy. vet-i tâlî, {OsT} ikinci derecedeki kuvvet; yardımcı
İşitm e duyusu.\\ kuvve-i siyasiye, {OsT} Siyasi güç.|| kuvvet-i talih, {OsT} Baht açıklığı; talihli-
güç. || kuvve-i şâmme, {OsT} biy. Koklam a duyu lik.|| kuvvet komutanları, as. Kara, deniz, hava ve
su.,|| kuvve-i şeheviye, {OsT} Dünya zevklerine, jandarm a komutanlarına topluca verilen ad.\\ kuv
cinsel isteklere düşkünlük gücü.\\ kuvve-i şehvani vet kullanma, H akkım elde etm ek üzere hükümet
ye, {OsT} biy. 1. Cinsel güç; cinsel arzu. 2. Yeme kuvvetlerine başvurma imkânının bulunmadığı du
içme isteği. || kuvve-i teb’îdiye, {OsT} fiz. Kaldırma rumlarda hakkın kaybolmasına engel olm ak için
kuvveti. || kuvve-i teşrîîye, {OsT} huk. Yasama g ü hak sahibinin bizzat harekete geçmesi. || kuvvetle,
cü.}] kuvve-i te’yîdiye, {OsT} Doğrulama ve onay 1. Güçlü bir biçimde. 2. Üzerinde durarak; direne
lam a gücü. || kuvve-i umûmîye, {OsT} Genel güç.|| rek]] kuvvetler ayrılığı ilkesi, Devletin, devlet et
kuvve-i vahime, {OsT} psikol. İmgelem; hayal gü me yetki ve gücünü yasama, yürütm e ve yargı ol
cü. || kuvve-i zahriye, {OsT} Yardımcı kuvvet.|| m ak üzere üç ayrı organ halinde ve birbirinden
kuvve-i zâika, {OsT} biy. Tat alma duyusu.\\ kuv- bağımsız olarak düzenleme ve uygulama ilkesi.\\
ve-i zâkire, {OsT} psikol. Öğrenilen bir şeyi akılda kuvvet macunu, Eskiden bazı hastalıkların tedavi
tutma yetisi; hafıza. || kuvve-i zâtiye, {OsT} K işisel si ve özellikle cinsel gücü arttırmak için kullanılan
nitelik.\\ kuvve-i zihniye, {OsT}psikol. Zihin gücü. bir karışım.]] kuvvet olmak, {ağız} Kolay gelmek.
kuvvet, [Ar. kuvvet o ji ] {OsT} is. 1. Bedensel güç; [DS]|] kuvvet-pezîr, {OsT} 1. K uvvet bulan. 2. Güç
takat. 2. Sağlık yönünden sağlamlık. 3. Bir etki lü; muktedir.\] kuvvet taşı, 1. Yükseğe kaldırmak
gösterebilme, bir eylem yapabilme veya bir etkiye sureliyle kas gücünü ölçmeye yarayan ağır taş. 2.
direnebilme gücü; etkileme gücü. 4. Şiddet; cebir; {ağız} K uvvet denem ek için atılan taş; gülle. [DS]||
zor. 5. Dayanıklılık; tahammül; mukavemet. 6. kuvvetten düşm ek, 1. Etkisini yitirmek. 2. Eski gü
M uktedir olm a hali; otorite; kudret; yetke; erk; nü cünü yitirm ek; dayanıklılığı, gücü kalmamak.]]
fuz; etkinlik; güç. 7. Hayatî enerji. 8. Bir fiziksel kuvvetü’z-zâhr, {OsT} 1. Yardımcı kuvvet; yedek
etkenin etkileme yeteneği; şiddet; güç. 9. Canlılık; kuvvet. 2. Dayanak; kuvvet veren şey veya kimse.]]
şevk. 10. Cesaret; ataklık; hızlılık. 11. Bir makine kuvvet vermek, l. Kuvveti takviye etmek; kuvvet
nin, motorun veya bir aygıtın iş yapabilme yetene lendirmek; arka vermek. 2. Etkisini artırmak. 3. Ö-
ği; gücü. 12. mecaz. (Sanatçı için) etkileme gücü; tekilere oranla o şeye daha çok önem vermek, üze
ustalık; beceriklilik. 13. Bir şeyin gücüyle yapıl rinde durmak.
mayı bildirir, bileğine kuvvet. 14. as. Bir ülkenin kuvvetlendirici, [kuvvet-le-n-dir-ici] is. ve sf. 1.
savunm asını üstlenen savaşçı, silahlı kuruluş. 15. Kuvveti, gücü arttırıcı nitelikte olan; güçlendirici.
fel. Bir oluş, bir eylem yapma, ortaya koyma yete 2. (İlaç için) kullanıldığında organların kuvvet ve
neği; güç. 16. fiz. B ir hareket meydana getiren, ci gücünü arttıran. 3. foto. N egatiflik etkisini arttıran
simlerin şekillerini veya bir hareketi değiştiren banyo.
özellik. 17. huk. Devlet içinde yönetimi elinde bu kuvvetlendiriş, [kuvvet-le-n-dir-iş] is. Kuvvetlen
lunduran ve kullanan irade ve iradeler. 18. mat. Bir dirmek eylemi veya biçimi.
niceliğin kendisi ile çarpılarak yükseltildiği derece kuvvetlendirme, [kuvvet-le-n-dir-me] is. 1. Kuvvet
lerden her biri. 19. {ağız} Ortaklaşa yapılan çiftçi lendirmek eylemi. 2. tıp. Bir ilacın, başka bir ilacı
likte tarla sahibinin çiftçiye verdiği borç. [DS] fi1 faydalı yönde desteklemesi ve etkisini artırması.
Ö l Ü f f i l l M ü SÖElıÖÜ • 2873 KUY
kuvvetlendirmek, [kuw et-le-n-dir-m ek] g ç l.f. [-ir] kuyar, [kud-mak > kud-ar / kuyar] (kuya.r) {eT} s f
1. Kuvvetlenmesini, güçlenmesini sağlamak; güçlü 1. (Su vb. şeyleri) döken. 2. Ağzından salya akıtan.
kılmak. 2. Kuvvet vermek; desteklemek, 3. Köle ve hayvanlara sövme sözü; salyalı. [DLT]
kuvvetleniş, [kuvvet-le-n-iş] is. Kuvvetlenm ek ey kuyaş, [kuyâş] (kuya:ş) {eT} is. Güneş; koyu sıcak;
lemi ve biçimi, güneşin şiddetli vurması. [DLT] [EUTS]
kuvvetlenme, [kuvvet-le-n-me] is. Kuvvetlenmek kuydaş, [Far. küy + T. -daş] is. Aynı köyden olan
eylemi. lardan her biri; aynı köylü,
kuvvetlenmek, [kuvvet-le-n-mek] dönşl. fi [-ir] 1. kuyım, [kuy-mak (ürkmek) > kuy-ım] {eT} is. Ü rkün
Direnci artmak; gücü artmak; kuvvetli hâle gel tü; panik. [DLT]
mek; güçlenmek. 2. Etkisi artmak. 3. Verimli hâle kuyıtmak, [kuy-mak (iirkmek) > kuy-ıt-mak] {eT}
gelmek. 4. Toplum içinde veya bir kuruluşta yeri g ç l . f [-ur] Ürkütmek; korkutmak. [DLT]
sağlamlaşmak; nüfuzu artmak, kuyka, [kuykâ / koy-kâ] (kuyka:) {eT} is. Deri; kürk.
kuvvetli, [kuw et-li] sf. 1. Kuvveti olan; kuvvet sa [DLT] [EUTS] [Gabain]
hibi olan; güçlü. 2. Sağlam; dayanıklı. 3. Görevini kuykalamak, [kuykâ / koy-kâ > koyka-lâ-mak] (kuy-
iyi yapan; keskin. 4. Şiddetli; sert; hızlı; yeğin. 5. kala:mak) {eT} g ç l.f. [-ur] Derinin kıllarının tem iz
(Kokular için) burnu şiddetle etkileyen. 6. (Ses i- lemek. [DLT]
çin) yüksek. 7. İmkânı, gücü çok olan; varlıklı. 8. kuylamak, [kuyu-la-mak / kuy-la-mak] {ağız} gçl. fi
Çok etkileyici ve inandırıcı; önemli. 9. Yeri sağ [-ar] [-l(u)-yor] Bir şeyi saklamak için toprak içine
lam; nüfuzlu; saygın. 10. Güç veren; vücudun da gömmek; çukura gömerek saklamak. [DS]
yanıklılığını arttıran. 11. Otoritesi ve yaptırım gücü kuylu, [kuy-lu] {ağız} is. Yön. [DS]
yüksek olan, fi1 kuvvetli ünlü, dbl. B ol sesli geniş kuyluç, -cu [? kuyluç] {ağız} is. 1. Derelerin derin
iinlü: /a/, M yerleri; çukur. 2. Körfez. [DS]
kuvvetlice, [kuvvet-li-ce] sf. 1. Biraz kuvvetli. 2. Ol kuyluşınak, [kud-mak > kud-ul-mak > kud(u)l-uş-
dukça çok kuvvetli. 3. zfi. Kuvvetli olarak,
mak / kuyluş-mak] {eT} işteş, fi. [-ur] Birlikte dö
kuvvetölçer, [kuvvet+ölç-er] is. fiz. Bir kuvveti veya
külmek; dökülüşmek. [DLT]
kuvvet çiftini ölçmekte kullanılan alet; dinam omet
kuyluşturnıak, [kuy-(u)l-uş-tur-mak] {ağız} g ç l.f. [-
re.
ur] Yerleştirmek. [DS]
kuvvetsiz, [kuvvet-siz] sf. 1. Kuvveti olmayan; zayıf;
kuyma3, [kuy-ma] {ağız} is. 1. Un çorbası. 2. Un ve
güçsüz. 2. Etkisi olmayan; etkisiz,
bulgur ile yapılan bir ıspanak yemeği. [DS]
kuvvetsizlik, -ği [kuvvesiz-lik] is. Kuvvetsiz olma
kuym a1, [kud-mak > kud-ma / kuy-ma] {eAT} sf. Ç u
durumu; güçsüzlük; etkisizlik.
kur; çökük; çekme. 0 kuyma göz, {eAT} Çekik
kuvvi, [Ar. kuvvî j ^s] (kuvvi:) {OsT} sf. Gücül.
göz. [DK].
kuvviyet, [Ar. kuvviyyet c-jjs] {OsT} is. Gücüllük. kuyma2, [kud-mak > kud-mâ] {eT} is. 1. B ir tür yağlı
kûy, [Far. küy ı>_jî] (kû:y) {OsTf is. 1. Köy. 2. M a ekmek. [DLT] 2. sfi Çekiçle dövme ile değil de
dökme ile yapılmış havan, çırakman vb. aygıtlar.
halle. 3. Ana cadde; işlek yol. 4. ed. Sevgilinin bu
[DLT]
lunduğu yer; sevgilinin yanı, fi3 küy-i y â r, {OsT}
kuymag, [kud-mak > kud-mâğ] {el} is. K at kat yağ
Sevgilinin oturduğu y e r.|| küy-yâft, {OsT} Sokağa
bırakılmış çocuk. lanmak suretiyle yapılmış bir tür çörek; çörek. [Ne
vâyî]
kuy1, [Çin. kuei / k ’un] {eT} is. Harem dairesi. [ETY]
kuy2, [kuy] {ağız} is. 1. Şal ve bez dokunan el tezgâ kuym ak1, [eT. kud-ınak > kuy-mak] gçl. fi. [-ar] (T a
hı. 2. Suyun akarak ağaçlar altında açtığı oyuklar. hıl, şeker, tuz vb. için) çuval, kese vb. bir kap içine
[DS] daha küçük bir kap veya ölçek ile dökerek yerleş
kuy-, [kuy] {eT} is. 1. Tenha yer; kuytu yer; dip; koy. tirmek; koymak; doldurmak. {eT} (aynı)
[DLT], 2. İrmak kıyısındaki düzlük; kıyı; dere. kuymak2, -ğı [kud-mak / kuy-rnak] {ağız} is. 1. Y u
[ETY] [DLT] murta, un ve peynirle yapılan bir tür omlet. 2. Un
kuyacak, -ğı [kuy-acak] {ağız} is. Çocuğa yürümeyi çorbası. 3. Un, şeker ve yağ ile yapılan bir tatlı;
öğretmek için kullanılan araç; yürüteç. [DS] helva; un helvası. 4. Ufalanmış yufka ekmeğin yağ
kuyag, [kuy-â-mak > kuyâ-ğ] {eT} is. 1. Göğüs zırhı; da kızartılması suretiyle yapılan bir tür yemek. [DS]
göğüslük. [KB] 2. Kabuk. [KB] kuymak3, [kuy-mak] {eT} gçsz. f. [-ar] Ürkmek.
kuyak, -ğı [koyak / kuy-alc] {ağız} is. Engebeli, çu [DLT]
kurlu yer. [DS] kuynu1, [? kuynu] {ağız} sfi 1. Kötü ve çirkin. 2.
kuyan, [kuy-an] {ağız} is. Tavşan. [DS] İçinden pazarlıklı; sinsi. 3. Bitli. [DS]
kuyang, [kuyan] {eT} is. Tavşan. [EUTS] kuynu2, [? kuynu] {ağız} is. Kaynak. [DS]
KUY ÖIİİMIİİICESÛM • 2874
kuyrucuk, -ğu [kuyru(k)-cuk {OsT} is. Kü virm ek, Aşırı derecede dövm ek || kuyruğu omuz
çük kuyruk. lamak, argo. Kaçıp gitmek; ortadan çekilmek.\\
kuyruğu örii, {eAT} zool. Akrep.|| kuyruğu tava
kuyruğölü, [kuyru(k)-u+ağı-lı] {ağız} is. Akrep. [DS]
sapma dönmek, {ağız} Oynaklığı, azgınlığı geç
kuyruğul, [kuyruk + ul ?] {ağız} is. K uyruğunun ucu
mek; uslanmak. [DS]|| kuyruğu titretm ek, argo.
ak olan hayvan. [DS]
Ölmek. || kuyruk acısı, Yaptığı kötülükten dolayı
kuyruk1, [eT. kud-m ak > *kud-ur-mak > kud(u)r-uk bir kimseye duyulan öç alm a isteği. || kuyruk bu
M jj*] is. 1. Hayvanların çoğunda, gövdenin arka lamak, {eAT} K uyruk sallamak.\\ kuyruk çekmek,
Boya veya sürme ile göz ucuna doğru uzayan bir
tarafında omurganın uzantısı olarak yer alan uzun
çizgi çekmek.\\ kuyruk kaldırmak, (Dişi hayvan
ve esnek organ. {eAT} (aynı) [DK] 2. K uşlarda göv
için) çiftleşm ek istemek; erkek istemek. || kuyruk
denin arka tarafında teleklerden m eydana gelmiş
kapağı, 1. Bazı hayvanlarda tüysüz ve çıplak kuy
süslü uzantı. 3. Koyunların çoğunda yağ deposu
olarak yer alan omurga uzantısı. 4. Bir şeyin baş ruk yeri. 2. {ağız} Koyun kuyruğunun altındaki tüy
süz deri. [DS]|| kuyruk kemiği, Omurganın en alt
tarafın aksine olan arka uzantısı. 5. Sonda en geride
ucunda ye r alan kuyruk sokum u kemiği ile eklemle-
kalan kısım. 6. Balıklarda kuyruk yüzgeci. 7. Bağ
şen üçgen biçimli yassı kemik. || kuyruk olmak, 1.
lanmış ve örülmüş saç demeti. 8. Bir yere girmek
B ir kimsenin peşinden ayrılmamak. 2. Sıra olmak;
veya gitmek için bekleyen kişilerin geliş sırasına
kuyruğa girmek. || kuyruk sallamak, Çıkarı için
göre oluşturdukları dizi; sıra. 9. mecaz. Bir kim se
birine yaltaklanm ak.|| kuyruk sokum u, anat. İn
nin yanmdan ayrılmayan ve sürekli onun etkisi al
sanda birkaç omurun birleşmesi ile meydana gelen
tında kalan kimse. 10. Bir yürüyüş kolunun veya
ve kalça kemerini taşıyan, omurganın alt uç kısmı,
taşıt dizisinin en gerilerinde kalan bölüm. 11. Kuy
(sacer). || kuyruk sokunu, {eAT} -*■ kuyruk soku
ruklu yıldızın başından çıkan ve çekim etkisi dışın
mu. || kuyruk sokumu kemiği, anat. Omurganın
da kalarak G üneş’in aksi tarafında yer alan gaz ve
alt ucunda bulunan ve kalça kemikleri ile birleşe
toz bulutu. 12. B ir taşın duvar veya toprak içine
rek leğeni m eydana getiren kemik.|| kuyruk yağı,
gömülen kısmı. 13. Yaylı çalgılarda tekne ile telle
Koyun kuyruğunun küçük parçalar hâlinde doğ
rin bağlandığı eşik arasında kalan bölüm. 14. Elbi
randıktan sonra kızgın ateşte eritilmesiyle elde edi
senin arkasında aşağı doğra sarkıtılan bölüm. 15.
len hayvansal yağ. || kuyruk yüzgeci, zool. Balık
B ir harfin, bir rakamın bitiş çizgisine yakm yerde
larda vücudun kuyruk bölgesinde bulunan yüzgeç,
birden dönüş yapan kısa çizgi. 16. Uçağın arka bö
(cauda).
lüm üne takılan denge, kararlılık ve yön vermeye
yarayan parçalarının tamamı. 17. Uçaklardan atılan kuyruk2, -ğu [kuyruk] {ağız} is. Bağ bozumu zamanı
bom baların dengesini sağlayan arkadaki kanatlı doğan bir yıldız. [DS] S’ kuyruk doğumu, {ağız}
bölüm. 18. Top namlusunun arka kısmı. 19. {OsT} Yaz sonu. [DS]|| kuyruk yıldızı, {eAT} Ülker yıldızı.
K ılıç ve bıçak gibi araçların sapları içine giren de kuyrukkakan, [kuyruk+kak-an] is. zool. 1. Karata
m ir bölümü. 20. {ağız} Keçi kılından yapılmış saz vukgillerden, değişik renklerde, çorak ve açık alan
bağı. [DS] 21. {ağız} Sandığı bağlamaya yarayan larda yaşayan, yağlı tohum ve böceklerle beslenen,
yaylara tutturulm uş demir parçası. [DS] 0 kuyruğa ötücü ve göçmen kuş, (Saxiola). 2. Ardıç kuşugiller
girmek, B ir sıranın sonuna geçmek; kuyruk ol- fam ilyasından 15 cm. kadar uzunlukta kam ı beyaz,
mak. || kuyruğu dikmek, 1. (Hayvanlar için) koş sırtı erkekte kül rengi, dişide kahverengi olan, ka
m aya başlamak. 2. Bulunduğu yerden hızla uzak- yalık yerlerde yaşayan, yazın kuluçkaya yatan, bö
laşmak. || kuyruğu dik tutmak, Gerçekte kötü du cek, örüm cek ve kırkayaklarla beslenen göçmen bir
rum da olduğu halde, bunu karşısındakilere hisset kuş, (Oenanthe oenante).
tirmemek, yiğitliğe gölge düşürmemeğe çalışmak. || kuyruklam ak, [kuyruk-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-
kuyruğu kapana kısılmak, İçinden çıkılması zor l(u)-yor] Y atan veya yere düşen hayvanı kuyru
bir durumla karşılaşmak; hiç çıkar yolu olmayan ğundan ve başından tutarak kaldırmaya çalışmak.
bir durumla karşılaşmak.\\ kuyruğu köse, {eAT} [DS]
K uyruğunun kılları seyrek olan. || kuyruğuna bas kuyruklu, [kuyruk-lu] sf. 1. Kuyruğu olan. 2. Kuy
m ak, Kendisine saldırtacak bir davranışta bulun ruk biçiminde uzantısı olan. 3. is. zool. Akrep.
mak; canını yakmak; kışkırtmak.|| kuyruğuna te {ağız} (aym) [DS] 4. Eskiden ayrıcalık taşıyan sarraf
neke bağlamak, 1. Birini herkese rezil olacak bi lara verilen belge. 5. {ağız} Tapu senedi. [DS] 6.
çim de kovmak, uzaklaştırmak. 2. Aşırı derecede {ağız} Yağ tavası. [DS] 7. {ağız} Soğan. [DS] 8.
alaya almak; gülünç duruma düşürmek.\\ kuyru {ağız} K arışık işlere giren kurnaz kadm. [DS] 9.
ğunu kısmak, B ir kenara çekilip sessizce durmak; {ağız} Arkası uzun ve bol kadın elbisesi. [DS] S
sinmek; pusmak; korkudan ses çıkaramamak.\\ kuyruklu bahar, {ağız} Karabibere benzer, uzun
kuyruğunu kıstırmak, Birini içinden çıkılması zor taneli bahar; darülfülfül. [DS]|| kuyruklu biber,
bir duruma sobnak.\\ kuyruğunu tava sapına çe {eAT} K ebabe.|| kuyruklu buyrultu, İmparatorluk
İ i l i I I g S S M » 2875 KUY
döneminde defterdarın imzasına verilen isim. || lek bir yerde olmayan; uğrak yeri olmayan; sapa;
k u y ru k lu kelebek, zool. P ul kanatlılardan, kanat içerlek. 4. is. Sessiz, ıssız yer.
lan siyah, kırmızı benekli, mavi şeritli, sarı renkli, ku y tu l, [kuytu-1 J {eAT} is. Konaklama yeri; k a
ilkbaharda güneşli günler başlar başlamaz görülen
rargâh; barınak,
bir Avrupa kelebeği, (Papillio machaon),|| k u y ru k
lu k u rb a ğ a , Yumurtadan yen i çıkmış ve henüz ev k u y tu lan m ak , [kuytu-la-ıı-mak {OsT}
rim geçirmemiş yavru kurbağa.\\ k u y ru k lu piyano, dönşl. f i [-ır] Bir yere sığınmak; girip barınmak,
Konsol piyano gibi dik durmayan, iiç ayak üstünde k u y tu lu k , -ğu [kuy-tu-luk] is. 1. Kuytu yer; sessiz
yatık duran piyano.|| k u y ru k lu saat, Sarkaçları yer. 2. Kuytu olma durumu. 3. {ağız} Çukur, kuytu
saatin dışında kalan eski tip çalar saat. |[ k u y ru k lu yer. [DS]
sa rra f, Ayrıcalık belgesi olan sarraf. || k u y ru k lu k u y tu rm a k , [kud-mak > kud-tur-mak / kuy-tur-malc]
sürm e, Göz kuyruğuna doğru uzatılarak çekilen
{eT} gçl. f. [-ur] Döktürmek; kuydurmak. [DLT]
sürme.|| k u y ru k lu yalan , Çok büyük yalan; yalan
ile desteklenen yalan.\\ k u y ru k lu yıldız, G ök çev kuyu, [eT. kud-mak > kud-uğ > kuyu] is. 1. Yer altı
resinde yuvarlak veya elips çizen, ku yn tk adı veri suyundan yararlanmak amacıyla, su buluncaya k a
len gaz ve toz bulutundan oluşan ışıklı uzantısı bu dar kazılarak etrafına duvar örülmüş, çoğunlukla
lunan g ök cismi. || k u y ru k lu yıldız başı, Hareket yuvarlak görünümlü büyük çukur. {eAT} (aym) [DK]
halindeki kuyrukluyıldızın önde giden katı kısmı.|| 2. Hangi amaçla olursa olsun toprak içine kazılmış
k u yruklu yıldız çekirdeği, Kuyruklu yıldız başının büyük ve derin çukur. 3. Yeryüzünde çeşitli sebep
ortasında bulunan yıldıza benzer parla k kısım.\\ lerle oluşmuş bulunan derin çukur. 4. mecaz. Ç ıkı
k u yruklu yıldız saçı, K uyruklu yıldız çekirdeğini lamayan veya çıkış yolu bulunamayan herhangi bir
saran gaz ve toz karışımı ışık yuva n . yer veya durum. 5. Petrol, su, maden, gaz vb. ara
kuyruklukuş, [kuyruk-lu+kuş] {ağız} is. Uçurtma. ma veya çıkarma amacıyla Y er’in içine doğru açı
[DS] lan düşey delik, ö> k u y u açm ak, Kuyu kazmak. ||
k u y ru k lu lar, [kuyruk-lu-lar] is. biy. Erişkinlerinde kuyu bileziği, Su kuyusunun ağzına yerleştirilen
dört bacak, uzun bir gövde ve kuyruk bulunan am ortası delik tek parça taş. || k u y u fındığı, Sonra
fibyumlar takımı, (Urodelcı). yenilm ek üzere yeşilken toplanıp toprağa göm üle
kuyrukölüsü, [kuyruğu+örü] {ağız} is. Akrep. [DS] rek bekletilen fındık.^ kuyu gibi, 1. Ç ok derin. 2.
Çok karanlık; basık. || kuyu keb ab ı, Toprak içine
kuyruksalan, [kuyruk+sal-an JjjijS ] {OsT} is. kazılmış ve özel olarak yapılm ış bir tür kuyu fır ın
zool. Kuyruksallayan; yont kuşu, da pişirilen kuzu veya oğlak kebabı. || k u y u su n u
kuyruksallayan, [kuyruk+salla-y-an] is. zool. K uy kazm ak , Bir kimsenin aleyhine çalışmak; kötü du
ruksallayangillerden, beyaz-gri veya yeşil-sarı ruma düşmesi için çaba harcamak; yıkım ına sebep
renkte, ince ve güzel biçimli, uzun ve oynak kuy olacak düzen peşinde olmak.\\ kuyu suyu, Kuyudan
ruklu, açık alanlarda, nemli yerlerde yaşayan, bö çıkarılan içme, kullanma ve sulama suyu.\\ k u y u
ceklerle beslenen küçük ötücü kuş; yont kuşu, to p u ğ u , Kuyuda meydana gelebilecek herhangi bir
(Motacilla). çökme vb. tehlikelere karşı kuyu çevresinde bırakı
kuyruksallayangiller, [kuyruk+salla-y-an-gil-ler] is. lan boş topuk alanı.
zool. Kuyruksallayan, incir kuşu gibi ötücü kuşları kuyucu, [kuyu-cu] is. Kuyu açmayı kendisine m es
kapsayan familya, (M utacillidae). lek edinmiş kimse,
kuyruksu, [kuyruk-su] sf. K uyruğa benzeyen; kuy k u y u cu lu k , -ğu [kuyu-cu-luk] is. Kuyucunun yaptığı
ruk gibi olan. iş veya meslek; kuyu açm a işi.
kuyruksuz, [kuyruk-suz] sf. 1. Kuyruğu olmayan; k u y u d , [Ar. kayd > kuyüd ajJ] (kuyu;d) {OsT} 1. K a
kuyruk bulunmayan. 2. Kuyruğu kesilmiş olan, yıtlar; bağlar; ilişkiler. 2. Kayıt etmeler; deftere
kuyruksuzlar, [kuyruk-suz-lar] is. zool. Erişkinleri, yazmalar. 0 kuyûd-ı h ak an ı, {OsT} tar. Yalnızca
kara ve su kurbağası gibi kuyruksuz, arka bacakları defter eminleri tarafından arazi işlemleri ile ilgili
uzun olan kurbağalar takımı; kurbağalar, (Anura). olarak tutulan Defterhane kayıtlarına verilen ad. ||
k uyşurm ak, [kuy-mak > kuy-(u)ş-ur-mak] gçl. fi [- ku y û d -ı kadîm e, {OsT} Tapu ve Kadastro G enel
ur] 1. Boşaltmak. 2. Yerleştirmek. 3. Y er değiştir Müdürlüğünün arşiv bölümü. || k u y û d -ı vakfiye,
mek. {OsT} Vakıflar Genel Müdürlüğünün arşiv bölümü.
kuytak, [koytak > kuytak] {ağızfis. Çııkur, kuytu yer. k u y u d at, [Ar. kayd > kuyüd > kuyüdât o l j j i ] (ku-
[DS]
yu;da;t) {OsT} is. 1. Resmî defterdeki kayıtlar. 2.
kuytu, [eT. kud-ı (dip) > kuytu] sf. 1. (Yer için) göze
Resmî yazıların kaydedildiği defter. S k u y ü d ât-ı
çarpmayan; gözden uzak; tenha; ıssız. 2. (Yer için) a tîk a , {OsT} Eski kayıtlar.|| k u y ü d â t-ı vakfiye,
rüzgâr almayan; güneş görmeyen. 3. (Yer için) iş {OsT} Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivi.
KUY fllÜMIİİRKCtSÖM • 2876
kuyug1, [kud-mak > kud-uğ] {eT} is. -*■ kudug. [DLT] kuzay, [kuz-ay] {ağız}is. 1. Güneş görmeyen, gölge
kuyug2, [kuy-mak > kuy-uğ] {eT} sf. Titiz. [KB] lik yer. 2. Nemli, ıslak yer. [DS]
kuyuh, [Ar. kayh > kuyüh j- {OsT} is. İrinler, kûze, [Far. küze ojjS'] (kû:ze) {OsT} is. I. Testi. 2.
Saksı.
kuyuiam ak, [kuyu-la-mak J * 1^ ] gçl. f. [-r] [-l(u)-
kûzebaz, [Far. kııze-bâz jU ojjS’] (kû:zeba:z) {OsT} is.
yo r] Bir şeyi saklamak içiıı toprak içine gömmek;
kuyu açarak içine koymak; kuylamak. {OsT} {ağız} Eskiden başının üzerine üst üste koyduğu büyük
(aynı) [DS] testi, küp ve çömlekleri dengede tutarak gösteriler
yapan oyuncu,
kuyulmak, [kud-mak > kud-ul-mak / kuy-ııl-mak]
{eAT} edil, fi [-ur] 1. Katılmak; karışmak. 2. Dö kûzeger, [Far. küze-ger £ ojjS'] (kû:zeger) {OsT} is.
külmek. 3. Akm etmek. [DK] topraktan çanak çömlek yapan kimse; çömlekçi,
kuyum, [eT. kud-mak (dökmek) > kuy-um (döküm) kuzen, [Fr. cousin] is. Teyze, dayı, hala veya amca
nın erkek çocuğu.
i » is. İ . Değerli taş ve madenlerden yapılmış süs
kuzey, [kuz (gölgeli yer) > kuz-ay / kuz-ey lSjjİ] is.
eşyası; mücevher. 2. {OsT} Ev eşyası; gelinin çeyi
zi. 1. {OsT} Güneş görm eyen yer. 2. Dört ana yönden
kuyumcu, [kuy-um-cu] is. 1. Değerli taş, maden vb. sağını güneşin doğduğu yöne çeviren birinin tam
şeylerden takı ve süs eşyası yapan kimse. 2. Bu tür karşısına geleni; Y er’in dönme ekseninin gök kub
süs eşyalarını alıp satarak ticaretini yapan kişi. 3. beyi deldiği var sayılan yön; şimal. 3. Bulunulan
K uyumcu dükkânı. <5 kuyumcu terazisi, Çok kü noktaya göre kuzey tarafta bulunan yerler. 4. Bir
çük ağırlıkları bile tartabilen hassas terazi. ülkenin kuzey bölgeleri. 5. (Tamlayan olarak kul
lanıldığında) tamlananın kuzeyden geldiğini ve ku
kuyum cubaşı, [kuy-um-cu+baş-ı] is. İmparatorluk
zeye ait olduğunu bildirir. 6. Pusulanın ve Dün-
döneminde sarayın değerli taş ve maden ihtiyacım
karşılam akla görevli kişi, y a’nın kuzey yönü; N. 7. Mason locasına girişte sol
yan. 8. sf. K uzeyde kalan veya kuzeyde bulunan. S
kuyum culuk, -ğu [kuy-um-cu-luk] is. Değerli taş ve
Kuzey Kutbu, coğ. Yerküre ekseninin y e r küreyi
madenlerden süs eşyası ve takı yapm a sanatı; ku
deldiği noktalardan ekvatorun kuzeyinde bulunanı;
yum cunun işi ve mesleği,
pusula ibresinin kuzeyi gösteren ucunun gösterdiği
kuyunmak, [kud-mak > kud-un-mak / kuy-un-mak] yön. || kuzey noktası, g ök b. Yer ekseninin gök kü
{eT} dönşl. fi. [-ur] Kendisi için bir şeyi bir şeyin reyi deldiği noktalardan gök küre ekvatorunun ku
içine koymak; dökünmek; koyunmak. [DLT] zeyinde bulunan, K uzey Yıldızının dolaylarında yer
kuyuşm ak, [kud-mak > kud-uş-mak / kuy-uş-mak] alan nokta. || Kuzey Yıldızı, gök b. Gök küresinin
{eT} işteş, fi. [-ur] Birbiri için kuymak; birlikte ku kuzey kutbuna en yakın olan ve Küçükayı denilen
ymak. [DLT] takım yıldızın en ucunda bulunan, kuzey yönü be
kuyutm ak, [kuy-mak > kuy-ut-mak] {eT} gçl. fi. [-ur] lirleyen sabit yıldız; Demirkazık; Kutup Yıldızı.
Ürkütmek. [DLT] kuzeybatı, [kuz-ey+bat-ı] is. 1. Ufkun kuzeye ve
batıya eşit uzaklıkta olan yönü; kuzey ile batı ara
k û z1, [Ar. küz JjS'] (kû:z) {OsT} is. 1. Bardak; içki
smda kalan ara yön. 2. (Tamlayan olarak kullanıl
kadehi. 2. Çanak; çömlek; tas. dığında) bu yönden gelen veya bu yöne ait olan. 3.
kûz2, [Far. küz j ^ ] (kû:z) {OsT} sf. 1. Kambur. 2. is. dnz. Kuzey ile batı arasında yer alan rüzgâr alanı.
mecaz. Gökyüzü, 4. sf. Batı ve kuzeye eşit uzaklıktaki yönde bulu
kuz, [kuz {eT} {eAT} {OsT} {ağız} is. 1. Bir, dağın nan.
kuzeydoğu, [kuz-ey+doğ-u] is. 1. Ufkun kuzeye ve
kuzey yamaçları; güneş görmeyen soğuk yer; göl
doğuya eşit uzaklıkta olan yönü; kuzey ile doğu
geli ve serin yer; kuzey. [DLT] [ETY] [KB] [DS] 2.
arasmda kalan ara yön. 2. (Tamlayan olarak kulla
Nemli, ıslak yerler. 0 kuz yönü, Kuzey.
nıldığında) bu yönden gelen veya bu yöne ait olan.
kuzah, [Ar. kuzah (kuzah) {OsT} is. 1. Bulutlarla 3. dnz. Kuzey ile doğu arasında yer alan rüzgâr
ilgili işleri düzenleyen melek. 2. Şeytanlardan biri alanı. 4. sf. Doğu ve kuzeye eşit uzaklıktaki yönde
nin adı. 3. Renk renk olan çizgi. 4. Işık tayfı, bulunan.
kuzahî, [Ar. kuzahî (kuzahi:) {OsT} sf. 1. kuzeyli, [kuz-ey-li] sf. (Kişi için) kuzey ülkelerinden
Kuzahla ilgili. 2. Renkli, veya kuzeydeki topraklardan olan,
kuzeysel, [kuz-ey-sel] sf. Kuzeyle ilgili; kuzey yö
kuzahiye, [Ar. kuzah > Osm. kuzahiyye j ] (ku-
nüne rastlayan,
zahi.ye) {OsT} is. Gözün renkli olan kısmı; iris, kuzgaç, [kuz-gaç] {ağız} sf. Köşeleme. [DS]
kuzat, [Ar. kâdî’ > kuzât / kudât oLüs] (kuza:t) {OsT} kuzgeçe, [kuz+geç-e] {ağız} is. 1. Kuzey. 2. Kuzey
is. Kadılar. batı. [DS]
®I1 Tl® » İ . 2877 KUZ
kuzgirm ak, [kud-ğır-mak / kuz-ğır-mak] {eT} gçsz. fi k u zm ak , [kus-mak] {eT} gçsz. fi [-ur] Kusmak. [E-
UTS]
[-ur] (Kar için) tipi hâlinde yağmak. [DLT]
k u zm an , [kuz-man ?] {ağız} is. Kedi yavrusu. [DS]
kuzgun, [kuz-ğün] (kuzgu:n) is. 1. {eT} {eAT} Karga;
kuzgun; kara karga. [DLT] [EUTS] [ETY] [KB] [Ga kuzu, [kuzî / lcud-î / kuzü / kuzu] is. 1. Koyunun
bain] [İKPÖy.] [DK] 2. zool. Asıl kargadan daha kü yavrusu. {eAT} (aym) [DK] 2. gnşl. Bir meyve veya
çük yapılı, ekinlerin tanelerini yedikleri için zararlı sebzeye bitişik küçük sebze veya meyve. 3, K uzu
sayılmalarına rağmen, zararlı böcekleri ve tarıma nun işlenmemiş derisi. 4. {ağız} Kerpiç. [DS] 5. sf.
zararlı kemirgenleri yok eden, parlak siyah renkli Kuzu etinden yapılan. S k uzu çevirm ek, Kesilip
karga; kara karga, (Corvus corone). 0 k u zgun a- temizlenmiş kuzuyu bir şişe geçirerek harlı ateş
yağı, bot. Sinir otunun bir türü, (Platango coro- karşısında yavaş yavaş çevirerek pişirm ek.|| k u z u
nopus).|| kuzgun gibi, Çok kara; kapkara.\\ k u z dişi, {ağız} 1. Süt dişi. 2. İleri yaşlarda çıkan diş;
gun otu, bot. Eğrelti otu; kartal eğreltisi. (Pteri- peynir dişi. 3. Küçük taneli dolu. [DS]|| kuzu eti,
tium aquilina).\\ k uzgu n teklifi, {ağız} İçten olma Kesilmiş kuzunun parçalanıp satılan eti.|| kuzu
yan, gönülsüz çağrı. [DS] gibi, Sessiz, uysal ve kendi hâlinde.\\ k u zu gibi ol
kuzguncu, [kuzgun-cu] {ağız} is. mecaz. Hoşa git m ak , Eski taşkınlıklarım, huysuzluklarını bıraka
meyen bilgileri duyuran kimse. [DS] rak uysallaşmak.|| k u zu göbeği, {ağız} Lezzetli ve
kuzguncuk, -ğu [lcuzgun-cuk] is. Hapishane kapıla besleyici özelliği yüksek olduğu için dışarıya da
rındaki demir parmaklıklı küçük pencere, satılan bir tiir mantar, (Murchella deliciosa, M.
rotunda). [DS]|| kuzu kapısı, Büyük avlu veya han
kuzguni, [T. kuzgun + Ar. -I > Osm. kuzgun! j>jijjü ]
kapılarının bir kanadı içinde y e r alan normal boy
(kuzgu:ni :) {OsT} sf. Çok koyu siyah; kuzgun ren daki kapı; enik kapı; yavru kapı. || k u z u k erp iç,
ginde olan. {ağız} Dikdörtgen biçiminde kesilmiş kerpiç. [DS]j|
kuzgunkılıcı, [kuzgun+kılı(ç)-ı] is. bot. Yaprakları k u zu kestanesi, Yenilebilir küçük lezzetli m eyveli
kılıcı andıran, pek çok çeşidi bulunan, çok yıllık yabani kestane. || k u zu kuzu, H iç direnmeden; uslu
soğanlı bitki; glayöl, (Gladiolus communis) ve sessiz bir biçimde.\\ kuzu kuzu d u rm a k , H içbir
kuzgunluk, -ğu [kuzgun-luk] {ağız} is. D am a açılan şeye karışmadan, sessiz, sakin beklemek.\\ k u zu m ,
pencere. [DS] Birine duyulan yakınlığı ifade eden seslenme sözü. j|
kuzgutm ak, [kız-ğü-t-mak ?] {eT} gçl. f. [-ıır] Y ak k u zu m a n ta rı, bot. Yuvarlak veya konik şapkalı,
mak. [EUTS] görünüşü sünger gibi gözenekli, ilkbaharda bayır
kuzı, [kuzl / kud-î] {eT} {eAT} is. Kuzu. [DLT] [KB] larda yetişen, lezzetli, yenilebilir bir ask.li mantar,
[DK] (M orilla / boletus edulis).\\ k u zu otu, bot. B ile ş ik
gillerden, m or veya erguvan renkli çiçekler açan
kuzım ak, [kurî-mak / kuzî-mak] {eT} gçsz. f. [-r] 1.
otsu bir bitki, (Xeranthemum).\\ kuzu p o stu n a b ü
Kurumak. [DLT] 2. Y em eğe iştihası gelmek. [DLT]
rü n m ek , (Yaramaz, huysuz, saldırgan ve kötü ni
kuzıtm ak, [kurî-mak > kurî-t-m ak / kuzî-t-mak] {eT}
yetli birisi için) kişiliğini saklayarak karşısındakini
g ç l . f [-ur] 1. Boğazını kurutmak. [DLT] 2. Y em e
aldatacak biçimde görünmek. || kuzu sarm aşığı,
ğe iştahını getirmek. [DLT]
bot. Sarmaşıkgillerden yaprakları m ızrak veya ok
kuzin, [Fr. cousine] is. Teyze, dayı, hala veya amca
biçiminde, huniye benzer beyaz veya pem be çiçekli,
nın kız çocuğu,
beyaz sütlü, tırmanıcı bir otsu bitki, (Convolvulus
kuzine, [İt. cusina] is. 1. Hem ısınm ada kullanılan arvensis).
hem de üzerinde yem ek pişirilebilen, çoğu fırınlı
kuzugöbeği, [kuzu+göbe(k)-i] is. bot. 1. Ormanlarda
mutfak sobası. 2. Gemi mutfağı,
ve sulak yerlerde biten, kalın konik şapkalı, yenile
kuzla, [kuz-la] {ağız} is. K ar çiçeği. [DS] bilir bir tür mantar, (Agaricus campestris). 2. Ü l
kuzlacı, [kuzu-la-y-ıcı > kuzlacı ^4-j^s] {ağız} sf. kemizde dört tür ile temsil edilen, hepsi de lezzetli
(Hayvan için) doğuracak; gebe. {eAT} (aym) [DS] ve yenilebilir olduğu için halk arasmda pazarlanan
kuzlak1, -ğı [kuzu-la-k] {ağız} is. 1. K aydırak oyunu. mantarların genel adı; göbelek, (Morchella).
2. sf. (Hayvan için) gebe; kuzlacı. [DS] kuzukulağı, [kuzu+kula(k)-ı] is. bot. Karabuğdaygil
lerden, sulak yerlerde yetişen, sapı kırmızımsı, ekşi
kuzlam ak, [kuzu-la-mak > kuzla-m ak jijjü ] {ağız}
yaprakları salata olarak yenilebilen bir bitki,
gçsz.f. [-r] [-l(u)-yor] 1. (Hayvan için) doğurmak; (Rumex acetosa). S1 k u zu k u lağ ı asidi, Canlılarda
(koyun için) kuzulamak. {eAT} (aym) [DS] 2. {ağız} bol miktarda bulunan, boyacılıkta ve boyar madde
(İnsan için, aşağılam a sözü) doğurmak. [DS] üretiminde aşındırıcı olarak kullanılan, oldukça
kuzluk1, -ğu [kuz-luk] {ağız} is. 1, Güneş görmeyen, zehirli bir madde; HOCO-COOH; oksalik asit.][
gölgelik yer. 2. Nemli, ıslak yer. [DS] k u zu k u lağ ı tu zu , kim. D em ir pasından meydana
kuzluk", -ğu [kuzu-luk] {ağız} is. Kuzu ve oğlak ba gelen lekeleri çıkaran ve kuzukulağında bulunan
rındırılan küçük ağıl. [DS] monopotasyum oksalatın diğer adı.
KUZ U m C E H • 2878
kuzulacı, [kuzu-la-y-ıcı] {ağız} sf. (Hayvan için) küplerle ölçme işlemi. 2. Birim küplerle ölçme me
doğuracak; gebe. [DS] todu.
kuzulam a, [kuzu-la-ma] is. (Koyun için) kuzulamak k ü b b ad , [Ar. kübbâd ^LS-] {OsT} is. bot. Ağaç ka
eylemi; yavrulama,
vununa benzer iri bir tür limon,
k u zu lam ak , [kuzu-la-mak] gçsz. f. f-r] [-l(u)-yor] küb eç, -ci [küp > küp-eç] {ağız} is. Yoğurt veya turşu
(Koyun için) Yavrulamak, konulan küçük küp. [DS]
kuzulaşm a, [kuzu-la-ş-ma] is. Kuzulaşmak eylemi, k ü b en , [Sag. köben / köpen] {eT} is. 1. Deve havu
k u zu laşm ak , [kuzu-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. Kuzu dunun altm a serilen çul. [DLT] 2. Gölüğe gerekli
gibi olmak. 2. mecaz. Uysal, sessiz, zararsız bir olan çul ve çula benzer şeyler. [DLT]
durum a gelmek; uysallaşmak; halim selim bir hâle
k ü b e ra , [Ar. kebîr > küberâ5 s-\j£] (kübera:) {OsT}
gelmek.
is. Büyükler; ulular. S k ü b erâ-y ı üm m et, {OsT}
k u zulu, [kuzu-lu] sf. 1. (Koyun için) kuzusu olan. 2.
Ümmetin büyükleri.
mecaz. (M eyve, sebze için) Kendisine bitişik aynı
cinsten küçük bir tanesi olan. S k uzu lu kapı, Bir kiibig, [kübî-mek > kübig] {eT} is. Hırka; iki bezin
kanadı içinde normal boyda bir kapı bulunan han arasına pam uk koyarak dikme; seyrek dikiş; kaba
veya avlu kapısı; enikli kapı; yavrulu kapı; {eAT} dikiş. [DLT]
(aym). || k u zu lu cetvel, Kitap ciltleri üzerinde, y a k ü b ik , -ği [Fr. cubique] sf. 1. Küp veya kesm e biçi
nında ince bir çizgi bulunan kalın çizgiye verilen minde olan. 2. Kübizm anlayışına uygun olan. 3.
isim. mat. Küp biçiminde olan. S1 k ü b ik k ap asite, dnz.
ku zu lu k , -ğu [kuzu-luk] is. 1. Kuzu konulan yer; Gemilerin y ü k taşıma yerlerinin metre küp cim in
kuzu barınağı; kuzu ağılı. 2. mecaz. Yumuşak baş den ölçüsü.|| k ü b ik sekiz yüzlü, D üzgün sekiz y ü z
lılık; uysallık. 3. tasvf. Mutfakta kullanılan yemek lü ile küp biçimi façetaların birleşmesinden mey
takımlarının korunduğu, yemekhanenin duvarında dana gelen kübik billûr.
bulunan hücrelere verilen ad. 4. Büyük han kapıla k ü b im ek , [kübı-mek] (kübi:mek) {eT} gçl. f. [-r] Sık
rının kanadı içinde bulunan küçük kapı; kuzu kapı. dikişle dikmek. [DLT]
{ağız} (aym) [DS] 5. {ağız} Hayvanlarda döl yatağı. k ü b ist, [Fr. cubiste] s f 1. Kübizmle ilgili olan. 2. is.
[DS] 6. {ağız} Akarsularda balık avlam ak için kulla Kübizm taraftarı veya kübizm i uygulayan kimse,
nılan kamıştan tuzak. [DS] 7. {ağız} Y ük dolabı; k ü b itm ek , [kübî-mek > kübitm ek / köp-it-mek] {eT}
yüklük. [DS] 8. {ağız} Y anlan kapalı önü açık çar gçl. f. [-ür] Diktirmek; oyulgatmak. [DLT]
dak. [DS] 9. {ağız} Kapı kanadı. [DS] 10. {ağız} Ça k übizm , [Fr. cubisme] is. Resim ve heykelde doğayı
tıya, dama açılan kapı. [DS] 11. {ağız} Ahırlarda taklitten ziyade silindir, koni, küre veya küp gibi
kuzulara ayrılan yer. [DS] B kuzu lu ğ u n u a ttır geometrik şekillerle anlatmayı yani plastik bir olgu
m a k , {ağız} 1. Sinirlendirmek; tepesini attırmak. 2. olarak ele almayı amaçlayan sanat akımı.
Çocuğunu düşürtmek. [DS]|| k u z u lu k kapısı, H an k ü b m e k 1, [küb-mek / küv-mek] {eT} gçsz. f. [-ür]
larda ve avlularda büyük kapı üzerinde bulunan Boş olmak. [İKPÖy.]
norm al kapı. k ü b m e k 2, [küb-mek / kül-melc] {ağız} gçl. f. [-er] El
kuzzik, -ği [? kuzzik] {ağız} is. Kambur. [DS] ve ayaklanndan bağlamak. [DS]
-k ü 1, [-gı / -gi / -ki / -kı / -gu / -gü / -kü / -ku] yap. e. k ü b r, [Ar. kebr > kübr jS ] is. Büyüklük,
■* -gı- k ü b ra , [Ar. kebîr > ekber > kiibrâ (kübra:) sf.
-k ü 2, [-ğu / -gü / ku / -kü / -a-ğu / -e-gü] {eT} yap. e. -
— -gu. 1. Daha büyük; en büyük; en ulu. 2. man. Büyük
önerme.
-kü3, [-ki / -kü] çek. e. -*■ -ki.
k ü b re m e k , [küb-mek küv-(ü)r-e-mek] (kübre;mek)
k ü 1, [küm / kü (yans.)] is. Çaıpm a, vurm a anlatan
{eT} g çsz.f. [-ur] Boşalmak; oyulmak. [İKPÖy.]
kök. [Zülfikar] kü-msü-k
kttbrttg, [küb-mek / küv-m ek (boş olmak) > > küb-
kü2, [kü] (kü;) {eT} is. 1. Ün; şöhret; şan. [ETY]
(ü)r-e-m ek > küb(ü)r-ü-g] {eT} is. Davul. [İKPÖy.]
[EUTS] [KB] [İKPÖy.] 2. Söylenti, şayia; ün. [EUTS]
[İKPÖy.] [Tekin] [DLT] 3. Haber. [Tekin] [DLT] [İKP k ü b u d , [Ar. kebd > kebed > kübüd (kiibu.d)
Öy.] 4. Gürültü; ses. [ETY] 5. sf. Meşhur. [Gabain] {OsT} is. anat. Karaciğerler,
küb, [küb / küp] {eT} is. Sıvı ölçeği; çömlek. [EUTS] k ü b ü , [küb-ü ? / küvik] {ağız} is. Huni. [DS]
S1 kübe y a rık , {eT} Bütün vücuda giyilen zırh. k ü b ü ç, -cü [küp > küp-üç / kübüç] {ağız} sf. (Kişi
[DLT] için) kısa boylu ve şişman. [DS]
k ü b ad , [Ar. kübâd iL^] (küba;d) {OsT} is. tıp. Kara kü b ttk , -ğü [lcüb-ük] {ağız} is. İki ucu sivri çekiç.
[DS]
ciğer iltihabı.
k ü b ü letm ek , [küb (yans.) > küb-le-t-mek] {ağız} gçl.
k ü b a j, [Fr. cubage] is. 1. Bir cismin hacmini birim
f. [-ir] Kuvvetlice vurmak. [DS]
m m r n sosbun • 2879 KÜÇ
kübiilm ek, [kübı-mek > kübi-l-mek] {eT} edil. f. [- küçana, [küçük+ana] {ağız} is. Babanın küçük erkek
ur] Dikilmek; oyulganmak. [DLT] kardeşinin eşi; yenge. [DS]
k ü b ü r', [Yun. kopria] {ağız} is. Gübre. [DS] küçe, [Far. kü-çe] {ağız} is. Sokak. [DS]
k ü b ü r2, [küb-mek > küb-ür / küv-ür] {eT} sf. 1. Boş; küçedmek, [küç > küç-e-mak > küçe-d-mek] {eT}
oyuk. [İKPÖy.] 2. {ağız} is. Araba sandığı. [DS] 2. g ç l.f. [-ur] 1. Güçlendirmek; kuvvetlendirmek. [E-
{ağız} Sandık. [DS] 3. {ağız} M ısır koçanı. [DS] UTS] 2. dönşl. fi Güçlenmek; kuvvetlenmiş olmak.
kübüşm ek, [kübî-mek > küb-üş-mek] {eT} e d il.f. [- [Gabain] 3. Çoğalmak. [KB]
ur] Dikmekte veya oyulgamakta yardımlaşmak; küçek', [küç > küç-e-mek > küçe-k] (küçe:k) {eT} sf.
birlikte dikmek. [DLT] 1. Güçlü; kuvvetli. [EUTS] 2. Zorba. [KB]
kiica, [Far. kücâ İ^S] (kiica:) {OsT} is. 1. Yer. 2. z f küçek2, -ği [köşek / küçek] {ağız} is. Deve yavrusu.
Nereye. 3. Nasıl. [DS]
küce1, [kilce] {ağız} is. Silindir biçiminde ağaç. [DS] küçelek, -ği [küçe-le-k] {ağız} is. Köpek yavrusu;
enik. [DS]
küce2, [Far. kfl-çe] {ağız} is. Çıkmaz sokak. [DS]
küçelmek, [küçe-mek > küçe-l-mek] {eT} edil, f i [-
kücek, [göcek / kücek] {ağız} is. Topraktan yeni çık
ur] Zulmedilmek; malı elinden zorla alınmak.
maya başlayan bitki filizinin kabarttığı toprak. [DS]
[DLT]
kttcü, [kücü / küci {ağız} is. 1. D okum a tez kttçem, [küçe-mek > küçe-m] {eT} is. Baskı; zulüm,
gâhlarında arış ipliklerini açıp kapayan iplik tarak. küçemçi, [küçe-m > küçem-çî] (küçemçi:) {eT} is.
{eT} (aym) 2. Heybe dokumakta kullanılan üzerine Zulm eden kimse; zalim. [DLT] [KB]
teller çakılmış, tahtadan basit dokuma aygıtı. 3. küçemek, [küçe-mek] (küçe:mek) {eT} gçl. fi. [-r] 1.
Halı dokumada aygıtın iplerini geren ve gevşeten, Zorlamak; baskı yapmak; zulmetmek; zorla fenalık
silindir biçiminde uzun ağaç. 4. Dokuma aygıtında etm ek [DLT] [EUTS] [KB] [Yüknekî] [İKPÖy.] [Ga
uzunluğuna giden iplerin iki ucunu birleştiren yu bain] [Üç İtigsizler] 2. Yağma etmek; eşkıyalık et
varlak tahta çubuklar. 5. İnce sicim kalınlığında, mek. [DLT] [EUTS] [Gabain]
sağlam, bükülmüş pam uk ipliği. [DS] küçemlemek, [küçe-m > küçem-le-mek]
küçük', -ğü [k ü çü k / gücük] {ağız} is. Şubat ayı. [DS] (küçemle:mek) {eT} g ç l . f [-r] Baskı yapmak,
küçük2, -ğü [küçük] {ağız} is. A star olarak kullanılan küçen, [küçen] {ağız} is. Kedi ve köpek yavrusu. [DS]
kırmızı boya; sülüğen. [DS] ö küçen olmak, {ağız} (Köpek için) çiftleşmek.
küçül', [küc-ül] {ağız} sf. Sinsi; kurnaz; iki yüzlü. [DS]
[DS] kttçenmek, [küçe-mek > küçe-n-mek] {eT} dönşl. fi
küvül2, [? küçül] {ağız} is. B ir tür zehir. [DS] [-ur] 1. Gücü kuvveti kalmamak; ağırlaşmak; fazla
kücülemek', [kücü-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-(ü)- yüklenmiş olmak. [DLT] 2. Zorlanmak; kuvvetlen
yor] 1. Tezgâhta halı, kilim, kumaş vb. dokurken mek; güçlenmek. [EUTS] [KB]
çözgü ipliklerini gücü ağacına bağlamak. 2. Ba küçeşmek, [küçe-mek > küçe-ş-mek] {eT} işteş, fi. [-
şarmak. [DS] ur] Yağmada yardım ve yarış etmek. [DLT]
kücülemek2, [kücül-le-mek] {ağız} g ç l.f. f-r] [-l(ü)- kttçetmek', [küç > küç-e-mek > küçe-d-mek] {eT}
yor] Zehirlemek. [DS] gçl. fi [-ur] Güçlendirmek; kuvvetlendirmek. [E-
kücülemek3, [küçük-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [- UTS]
l(ü)-yor] Azalmak. [DS] küçetmek2, [küçe-mek > ldiçe-t-mek] {eT} gçl. f i [-
kücülemek4, [kuçu-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-1(H)- ur] Y ağma ettirmek. [DLT]
yor] Köpek çağırmak. [DS] küçey, [küç > küç-gey / küç-ey] {eT} is. -* küçgey.
kücülük, -ğü [kücü-lük] {ağız} is. Bükülmüş, ince küçeymek, [Türkist. göç > küçey-mek] {ağız} gçsz. fi.
sicim gibi sağlam pam uk ipliği. [DS] [-ir] Kuvvetlenmek; kabarmak. [DS]
kücüre, [Ar. hücre] {ağız} is. Dolap. [DS] küçgey, [küç > küç-gey / küç-ey] {eT} is. Zalim; zor
-küç, [-gıç / -giç / -guç / -güç / -kiç / -kıç / -küç / - ba. [KB]
kuç] yap. e. -*■ -gıç. küçken, [küçken] {ağız} sf. Küçük. [DS]
küç', [küç] (kü:ç) {eT} is. 1. Güç; kuvvet. [DLT] [E- küçkey, [küç > küç-gey / küç-key] {eT} is. -*• küçgey.
UTS] [ETY] [KB] [Yüknekî] [İKPÖy.] [Üç İtigsizler] [KB]
[Gabain] [Tekin] 2. Zor; zulüm. [DLT] [EUTS] [ETY] küçkine, [küç(i)k-in-e?] {ağız} sf. Küçücük. [DS]
[KB] [İKPÖy.] [Üç İtigsizler] [Gabain] [Tekin] 3. sfi küçlemek, [küç > küç-le-mek] {eT} gçl. fi [-r] Zor
Güçlü. [ETY] S küç tegin, {eT} Kuvvetli tegin. lamak; m ecbur etmek. [Clauson]
[DLT]
küçlendürm ek, [lcüç > küç-le-m ek > küçle-n-m ek >
küç2, [Toh. künçit > küç] (kü:ç) {eT} is. Susam; kün- küçle-n-dir-mek] {eT} gçl. fi. [-ür] Kuvvetlendir
cü. [DLT]
mek; güçlendirmek. [EUTS] [Gabain]
KÜÇ 1 M IİM E S 0 M . 28î;
kfiçlenmek, [küç > küç-le-mek > küçle-n-mek] {eT} küçük baba. [DS]|| küçük burjuva, Gelir düzeyi
dönşl. fi [-ür] Güçlenmek; kuvvetlenmek. [DLT] düşük, şehirli halk.\\ küçük çaplı, Değeri, ağırlığı
küçlentürmek, [küç > küç-le-mek > küçle-n-mek > az olan.|| küçük çapta, 1. Olağana göre daha kü
kiiçle-n-dir-mek] {eT} gçl. fi. [-ür] Kuvvetlendir çük veya az. 2. Yaygın olmayan.]] küçük çıkçığı,
mek. [EUTS] {ağız} B ir tür Maraş kilimi. [DS]j| küçük çıkma,
küçlüg, [küç > küç-lüg] (kiiçlilğ) sfi Güçlü; kuvvetli; İm paratorluk döneminde padişah cülusları dışında
kudretli. [EUTS] [DLT] [ETY] [Gabain] [İKPÖy.] yapılan nakil ve atamalara verilen ad.\] küçük
ktiçsirenıek, [küç > küç-sire-mek] (küçsire.mek) {eT} dağlan ben yarattım demek, Aşırı ölçüde kibir
g ç l.f. [-r] 1. Kuvvetten düşürmek; zayıf düşürmek; lenmek; böbürlenmek; büyüklenmek,|| küçiik dal
zayıflatmak. [EUTS] 2. Güçsüz olmak. [Gabain] ga, fiz. Boyu 200 m. ile 600 m. arasında değişen
küçsüz, [küç > küç-süz] {eT} sf. Güçsüz; kuvvetsiz. dalga; orta dalga.]\ küçük defterdar, İm parator
[EUTS] [Gabain] luk döneminde ikinci defterdara verilen ad; Anado
küçii, [küçü / küci / gücü {eT} lu defterdarı; şıkk-ı sâni.\\ küçük dil, anat. D amak
ortasının sarkan küçük ve yum uşak uzantısı,|| kü
{OsT} {ağız} -*■ gücü. [DS] S küçü ağacı, {ağız}
çük dil ünsüzü, dbl. Akciğerlerden gelen havanın
Gücü. [DS]
küçük dilin etrafından dolaşarak sızması ile art
küçücek, [küçü(k)-cek] {eAT} sf. Biraz küçük; daha
damakta oluşan sızıcı ünsüz; /ğ/.\\ küçük dilini
küçük. B küçücek ölüm, {eT} {eAT} Uyku.
yutmak, iradesini kullanamayacak biçimde büyiik
küçücük, -ğü [küçü(k)-cük] sf. Çok küçük; çok ufak; bir şaşkınlığa düşmek; çok şaşırmak; donakalmak,||
ufacık. küçük dolaşım, biy. Sağ kulakçıkta toplanan kanın
küçüçük, [küçü(k)-cük] {eAT} sf. Küçücük. [DK] sağ karıncığa ve oradan akciğer atardamarı ile
küçük', -ğü [eT. kiçi / kiçik / kiçük £ \ sf. 1. Bo akciğerlere taşınarak temizlendikten sonra akciğer
yutları, hacmi normalden daha az olan; ufak. 2. Y a toplardamarı ile sol kulakçığa dönmesi ile oluşan
şı cinsleri arasında daha az olan. 3. Büyümesini, dolaşım.|| küçük düşmek, Kendi değerini ve onu
gelişmesini tamamlamamış olan. 4. Bir şeyin belirli runu sarsacak bir davranışta bulunmak; hakarete
oranda küçültülmüş modeli. 5. Sayı, nicelik ve şid uğrayarak değeri, onuru, saygınlığı gitmek, sarsıl
det bakımından değeri az olanı; az önem taşıyan. 6. mak; itibarı zedelenm ek,|| küçük düşürmek, Biri
M evki bakım ından daha geride olan; nüfuz alanı nin değerini ve onurunu sarsacak davranışta bu
daha dar olan; geri aşamada olan. 7. Yeteneği az lunmak, söz söylemek; onurunu, saygınlığını sars
olan; üstün kabiliyet taşımayan. 8. Niteliksiz; aşa mak; tahkir etmek; şerefine gölge düşürmek.\\ kü
ğı; bayağı. 9. Önemsiz; basit; ufak. 10. (Ses için) çük gelmek, (Giyecek vb. için) giyebileceğinden
kısık; parlak olmayan. 11. is. huk. Reşit olmayan; daha dar veya küçük ölçüde olmak; ölçüleri uyma
yasal ehliyetine kavuşmamış. 12. is. (Kız veya er mak; dar gelmek. || küçük gezegen, gök b. Bilinen
kek) çocuk. 13. Herhangi bir şeyin ufağı. 14. is. dokuz gezegene göre daha küçük olan gezegen. ||
Yaş, mevki, makam, rütbe, derece bakımından da küçük görmek, D eğer vermemek; önemsiz say
ha küçük olan kişi. İS. Küçük abdest. 16. zf. N or mak; hakir görmek, jj küçük görünmek, Görünü
m alin altında. S küçük abdest, İşem e ihtiyacı; şünden, gerçek yaşından daha az yaşta olduğu sa
idrar; pzf.|| küçük abdest etmek, İşemek; çiş et nılmak; yaşını gösterm emek,|| küçük göstermek,
mek; küçük sıt dökmek.\\ küçük ad, Soyadı bulun A sıl yaşından daha az yaşta gösterm ek.]| küçük
mayan ad; soyadının önüne getirilen kişisel ad; ön hacı, {ağız} Serçe parmak. [DS] küçük hanım, Bir
ad; ilk ad.\\ küçük ana, {ağız} Babanın küçük erkek evin kızı veya gelini için kendisine hitap ederken
kardeşinin eşi; yenge. [DS]|| Küçük Asya, Anado veya kendisinden bahsederken kullanılan söz. [| kü
lu,|| küçük ay, Şubat; gücük ay.\\ küçük Ayşe, çük harf, dbl. B üyük harflerden daha değişik bi
{ağız} Serçe parmak. [DS]|[ küçük azı dişleri, anat. çimde yazılan harf; miniskül.\\ küçük Hindistan
H er yarım çenede iki tane bulunan, köpek dişi ile cevizi, /. iki çeneklilerden. Güneydoğu Asya ülke
büyük azılar arasında ye r alan toplam sekiz dişin lerinde yetişen, kışın yapraklarını dökmeyen bir
her biri.|| küçük baba, {ağız} Babanın küçük kar ağaç, (M yristica fra ngrans). 2. Bu ağacın baharat
deşi; küçük amca. [DS]|j küçük basnıacık, {ağız} olarak veya halli hekimliğinde kullanılan fındıkian
Yiın dokumalarda kullanılan bir motif. [DS]|| kü irice m eyvesi.|| küçük kalfa, Saraylarda hizmet
çük başlı, Aptal kimse; akılsız.\\ küçük bayram, 1. gören kıdem li kalfaların yardım cıları.\\ küçük kal
İslam dininin önemli günlerinden olan Ramazan kan bezi, anat. Tiroit içinde bulunan ve paratroit
Bayramı. 2. {ağız} Kurban bayramı. [DS]|| küçük hormonu salgılayan, dört küçiik kahverengi iç salgı
bey, 1. B ir evdeki en küçük erkek çocuk. 2. Nazik, bezi.|| küçük kan dolaşımı, anat. Çeşitli organlar
çıtkırıldım ve şımarık genç.\\ küçük boy, kütp. (Ki dan toplardamarlarla gelen kanın sağ kulakçık-sağ
tap için) sırt boyu 25 cm 'ye kadar olan; kütüpha karıncık, atardamarlarla akciğerler-sol kulakçık
necilikte 8° ile gösterilir,|| küçük buba, {ağız} -*■ yolunda izlediği dolaşım.\\ küçük karga, zool.
» 2881 K Ü Ç
Kargagillerden, A s y a ’da yaşayan, siyah renkli, kokulu, tohumlarından sanayi yağı çıkarılan, kol
ensesi gri, küçük yapılı, ufak gagalı, yapılarda, çan zaya benzer bir y a ğ bitkisi; ya ğ şalgamı, (Brassica
kulelerinde ve kayıklarda barınan bir tür karga, rapa).|| küçük tansiyon, tıp. Kanın beyin içindeki
(Corvus monedula).\\ küçük kaya, zool. Karadeniz basıncı.\\ küçükten, K üçük yaştan başlamak üze
çevresindeki küçük debili akarsularda yaşayan, re. |j küçük tepeli, İm paratorluk döneminde divan-ı
bedeni pullıı, başı çıplak, küçük om urgasızlar ve hümayun paşalarının giydiği tepesi küçük bir tür
balık yum urtaları ile beslenen, çamurlu ve esmer kavuk.|| küçük terim, man. B ir tasımda vargının
su yosunlu dipleri seven, 4 cm. kadar boyda kem ik konusu olan terim.\\ küçük tevbe, {eAT} Şaban
li balık, (bubyr caucasicus)\\ küçük köpek, g ö k b. ayı.|| küçük tövbe ayı, A y takviminde altıncı ay;
Samanyolu 'nıın kenarında, ekvator ile ikizler takım cemaziyülahır.|[ küçük ünlü uyumu, dbl. Türkçe
yıldızı arasında yer alan bir kuzey yarıküre takım kelimelerde düz ünlülerden sonra düz ünlülerin;
yıldızı\\ küçük köprü, spor. E l ve dizler üzerinde yuvarlak ünlülerden sonra y a düz geniş y a da dar
arka yere dönük şekilde kurulan köprü; el diz köp- yuvarlak ünlülerin gelm esi kuralı.|| küçük yaz,
riisii.|| küçük köyün büyük ağası, Yaptığı küçük {eAT} Pastırma yazı; yalancı yaz.
ve önemsiz bir işi çok büyük ve çok önemliymiş gibi küçük2, -ğü [kuçu-k] {ağız} is. Kedi veya köpek yav
göstererek böbürlenen, çalım satan; aşırı derecede rusu. [DS]
büyüklenen, böbürlenen,|| küçük kumru, zool. İn küçükağa, [küçük+ağa] {ağız} is. Ağabey. [DS]
sanlarla birlikte yerleşim alanlarında, bahçelerde Küçükaslaıı, [küçük+aslan] is. gök b. B üyükayı’nın
yaşayan, evlerin uygun yerlerine yuva kuran, baş güneyinde az parlak yıldızlardan meydana gelmiş
ve boyun erguvan renginde, om uz tüyleri kahve kuzey gökkürenin küçük takımyıldızı.
rengi, kuyruk sokumu ve kanat tüyleri kurşun ren
Küçükayı, [küçük+ayı] is. gök b. Gök küresinin k u
ginde, karm ve karın altı beyaz renkte, taneler, to
zey kutbunda, sapının ucunda Kutup Yıldızının da
humlar ve evlerden atılan yiyecek artıkları ile bes
bulunduğu, bir tavayı andırır bir takımyıldız,
lenen bir kumru türü, (Streptopelia senegalensis),||
küçükle küçük, büyükle büyük olmak, 1. H er küçükbaş, [küçük+baş] is. Kasaplık hayvanlardan
yaştaki insanla anlaşıp kaynaşabilmek. 2. H er koyun ve keçiye verilen ad.
mevki ve makamdaki kişilerle düşüp kalkmak.\\ kü küçükçe, [küçük-çe] sf. Biraz küçük; az küçük,
çük martı, zool. Kuzey yarı kürede, deniz kıyıları küçükleme, [küçük-le-me] is. Küçüklemek eylemi,
ile bataklıklarda yaşayan, fırtınalı havalarda kara kttçüklemek, [küçük-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(ü)-yor]
içlerine kadar giden, balık, yumuşakça, böcek ve 1. Küçük hâle getirmek. 2. mecaz. Birine veya bir
çöplüklerde buldukları bütün yiyeceklerle beslenen, şeye gereken önemi vermemek; değersiz saymak.
gerektiğinde küçük memeli ve kuşları avlayan, kü 3. Birine küçük düşürecek, onur kırıcı bir davranış
çük bedenli, başı, boynu ve kuyruğu beyaz, gagası ta bulunm ak veya söz söylemek; tezlil etmek,
sarı-yeşil, ayakları gri-yeşil gezici bir martı, küçükleşme, [küçük-le-ş-me] is. Küçükleşmek ey
(Laıııs canus).|| küçük mevlit ayı, A y takviminde lemi.
dördüncü ay; rebiyülahır.\\ küçük müneccep, müz. küçükleşmek, [küçük-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] 1.
Klasik Türk musikisinde beş kom a değerindeki bir Küçük hâle gelmek. 2. mecaz. Kendi değerini kay
aralık.|| küçük oynamak, K umara az bir para ile bettirecek bir davranışta bulunmak, söz söylemek;
katılmak.\\ küçük ölüm, Uyku.\\ küçük önerme, değerini yitirmek,
man. B ir tasımda kiiçük terimi karşılayan öncül;
küçükleştirme, [küçük-le-ş-tir-me] is. K üçükleştir
minör.\\ küçük parmak, anat. E l parm aklarının en
mek eylemi.
kiiçüğii; serçe parm ak.|| küçük paskalya, H ris
küçükleştirmek, [küçük-le-ş-tir-mek] gçl. f. [-ir]
tiyan dinince kutsal sayılan 25 A ralık günü.|| kü
Küçükleşmesine sebep olmak; küçükleşmesini sağ
çük sakarca, zool. Yurdumuza ekim sonunda gelip
şubat ortasından itibaren kuzeye giden, yaklaşık 60 lamak.
cm. boyunda, koyu gri renkli, kanatları kapanınca küçükletme, [küçük-le-t-me] is. Küçükletmek eyle
uçları kuyruk uçlarına ulaşan, gözlerinin etrafında mi.
sarı bir çerçeve bulunan, ayakları portakal sarısı küçükletmek, [küçük-le-t-mek] gçl. f. [-ir] Küçük
renginde, uçarken tiz bir "ku-yıı, kuyu-yu-yu” sesi hâle getirmek,
çıkaran göçm en bir kuş; küçük kara kaz, (Anser küçükleyin, [küçiik-leyin] {ağız} sf. Küçükçe; az
eıythropus).\\ küçük sesli uyumu, dbl. Türkçe ke küçük. [DS]
limelerde düz seslilerden sonra düz seslilerin; y u küçüklü, [küçük-lü] sf. Küçüğü olan; aralarında
varlak seslilerden sonra ya düz geniş y a da dar küçük olanları da bulunan. S küçüklü büyüklü,
yuvarlak seslilerin gelm esi kuralı.|] küçük su A ralarında hem küçük, hem de büyük türleri olan,
dökmek, Küçiik abdestini yapm ak; işemek; çiş et- küçüklük, -ğü [küçük-lük] is. 1. Küçük olanın özel
mek. |j küçük şalgam, bot. Tuıpgillerden, çiçekleri liği. 2. Boyutları ufak olanın niteliği. 3. Çocukluk.
KÜÇ OIÜKEU lUflliCE S02LÜH • 2882
4. mecaz. İnsana yakışmayacak, insanın değerini ve çükçe. 2. {ağız} Pek küçük; mini mini; minicik.
saygınlığını azaltacak söz ve davranış; manevi nite [DS]
liklerden yoksun olana yaraşır, utanç verici davra küçümencik, -ği [küçü(k)-men > küçü-men-cik] {a-
nış. ğız} sf. Küçüğün de küçüğü; çok küçük; minicik;
küçükseme, [küçük-se-me] is. Küçüksemek eylemi iyice küçük. [DS]
veya tutumu. küçümseme, [küçü(k)-ümse-mek > küçü-mse-me]
küçüksem ek, [küçük-se-mek] gçl. fi. [-r] [-s(ü)-yor] is. K üçümsem ek eylemi ve tutumu,
K üçük görmek; değer vermemek; küçümsemek, küçümsemek, [kiiçü(k)-ümse-mek > küçü-mse-mek
(1942). (1944)] gçl. fi [-r] [-s(ü)-yor] Bir şeye bir kimseye
küçüksünmek, [küçük-sün-mek] {ağız} gçl. fi [-ür] olduğundan daha az değer vermek; küçük görmek;
K üçük görmek; küçümsemek. [DS] küçümsemek,
küçül, [küç-ül] {ağız} is. 1. Büyük fare. 2. Züppe. küçümseniş, [küçü(lc)-ümse-mek > küçü-mse-n-iş]
[DS] is. Küçüm senm ek eylemi veya biçimi,
küçüle, [? küçüle / kücüle] {ağız} is. Bir çeşit zehir. küçümsenme, [küçü(k)-ümse-mek > küçümse-n-me]
[DS] is. K üçümsenm ek eylemi ve durumu,
küçülem ek, [gücü-le-mek] {ağız} gçl. fi. [-r] [-1(H)- küçümsenmek. [küçü(k)-üm se-m ek > küçümse-n-
yo r] Çözgüyü gücüye takmak. [DS] mek] edil. fi. [-ir] O lduğundan daha az değer veril
küçülme, [küçü(k)-ül-me > küçü-l-me] is. Küçülmek mek; küçük görülmek; küçüksenmek.
işi. küçümseyiş, [küçü(k)-ümse-mek > küçümse-y-iş] is.
küçülmek, [küçü(k)-ül-mek > küçü-l-mek] g ç sz.f. [- K üçümsem ek eylemi veya biçimi,
ür] 1. Küçük hâle gelmek; ufalmak. 2. Toplanıp küçün, [küç > lcüç-ün] {eT} zf. Zorla; zorlukla; güç
büzülerek hacimce ufalmış gibi görünmek. 3. m e lükle. [DLT]
caz. İnsanın değerini düşürecek, onurunu kıracak,
küçürek, -ği [küçü(lc)-rek > küçü-rek ~r^\ sf. Daha
toplumun anlayışına, ahlak kurallarına aykırı bir
davranışta bulunmak. 4. Yaşını gizleyerek kendini küçük; küçükçe.
küçük gibi göstermek, küd1, [küt / küd] {ağız} sf. Eli ayağı tutmayan; kötü
küçültme, [küçü(k)-ül-t-me > küçü-l-t-me] is. 1. Kü rüm; sakat. [DS]
çültmek eylemi. 2. Bir cismin veya eşyanın belirli küd2, [küd] {ağız} is. Doğal özellik; alışkanlık; huy.
bir oranda daha küçük modelini yapmak. S1 kü [DS]
çültm e eki, dbl. Kelimelerin anlamına küçüklük, küd3, [küd / küt] {ağız} sf. (Parmak için) kısa ve
azlık, sevgi, acıma kavramları katan eklerden her kaim; küt. [DS]
biri: -ce; -ceğiz; -cek; -cik; -imsi;-imtırak; -rek. küd4, [küt / küd] {ağız} sf. Kesm e özelliği kaybolmuş
küçültnıeli, [küçült-me-li] sf. Küçültülen; küçültme olan; küt; kör. [DS]
işlem ine uğrayan. S küçültmeli ad, dbl. Küçültme küdam, [kü-dam] {eT} sfi Hangi? [Yüknekî]
eklerinden biri ile yapılmış ve küçüklük, azlık, sev küdas, [Ar. küdâs j-l-iS"] (küda:s) is. Hayvan aksırığı,
gi, şefkat kavramları kazanmış ad. |] küçültmeli
sıfat, dbl. Küçültme eklerinden biri ile kurularak kttddüş, [küd-üş / küd(d)-üş] {ağız} sf. Becerikli. [DS]
bildirdiği kavrama azaltma veya yaklaştırm a özel küde1, [küde] {ağız} is. Çam sakızı. [DS]
liği verilmiş sıfat. küde2, [küd-e] {ağız} is. Bir iki yaş arasındaki keçi
küçültmek, [küçü(k)-ül-t-mek > küçül-t-mek] gçl. f. yavrusu; oğlak. [DS]
[-ür] 1. Bir şeyi daha küçük hâle getirmek. 2. m e küde3, [küd-e] {ağız} sf. Kısa. [DS]
caz. Birine karşı onur kinci davranışta bulunm ak küdeç, [Soğd. kw zt’yk => küzeç] {eT} is. -*• küzeç.
veya söz söylemek; tahkir etmek. 3. B ir işe veya [DLT]
kim seye gereken önemi vermemek; önemseme kttdegtt, [kü-mek (nöbet tutmak) > kü-d-m ek (göz
mek. 4. Yaşını daha küçük göstermek; küçük bil
lemek; beklemek) > küd-e-gü] (küde.gü:) {eT} is.
dirmek; bu konuda yargı karan aldırmak,
Yeni evli erkek; güvey; damat. [DLT] [ETY] [EUTS]
küçültücü, [küçü(k)-ül-t-mek > küçü-l-t-mek > kü-
[İKPÖy.] [Gabain]
çü-l-t-ücü] sf. 1. (Fotoğraf, harita vb. aletleri için)
kttdelemek, [küde-le-mek] {ağız} gçl. fi [-r] [~l(i)~
küçülten; modelin daha küçük oranını yapan. 2.
yor] Karışık olan sıvıyı süzmek. [DS]
mecaz. O nur kırıcı; insanı küçük düşürücü; tahkir
edici. küdem ek1, [kü-mek (beklemek, kollamak, korumak)
küçülüş, [küçü(k)-ül-mek > küçü-l-mek > küçü-l-üş] > kü-d-m ek > küd-e-mek] {eT} gçl. fi. [-ür] Gözet
is. K üçülm ek eylemi veya biçimi, mek. [DLT]
küçümen, [küçü(k)-men > küçü-men] sf. 1. Benzer küdemek2, [küde-mek] {eT} gçsz. fi [-ür] Bağırmak;
lerine göre biraz daha küçük olan; daha küçük; kü çağırmak; gürültü etmek. [EUTS]
• 2883 K Ü F
küden1, [küd-mek (gözlemek; beklemek) > küd-en] küdürük, -ğü [küdür-ük] {ağız} is. Sapı ve ağzı kırık
{eT} is. 1. Davetli; konuk. [Gabain] [EUTS]. [İKPÖy.] toprak testi. [DS]
2. Düğün; gerdek. [DLT] [KB] [İKPÖy.] 3. Düğün küdüş, [küd-mek > küd-üş] {ağız}sf. Becerikli. [DS]
yemeği. [DLT] küdttşmek, [küd-mek > küd-üş-mek] {eT} işteş, f. [-
küden2, [köt-en] is. Göden. S küden ig, {eT} Kalın ür] Birbirini beklemek; bekleşmek. [DLT]
bağırsak hastalığı. [EUTS] küf1, [kef / k ıf / k if / k ö f / k ü f (yans.)] is. Sık sık
küdenlik, [küd-en > küden-lik] {eT} is. Konak; m isa solumayı, rüzgârın esmesini anlatan kök. [Zülfikar]
fire mahsus ev. [EUTS] [Gabain] küf-ül küfül, k ü fü r küfür S k ü f küf, {eAT} 1. K üfür
küfür. 2. (Nefes için) sık sık; kesik kesik.\\ küf ver
küdez, [küd-mek > küd-ez] {eT} is. M uhafaza; koru
mek, {ağız} Salıncağı ilk kez itmek; hız vermek.
ma; gözetme. [KB] [DS]
küdezçi, [küd-mek > küd-ez-çı] (küdezçi:) {eT} is. küf2, [küf] is. 1. Yetiştiği ortamda çok büyük kim ya
Gözetici; muhafız. [KB] sal değişiklikler yapan küçük boylu mantarların
genel adı. 2. O ksitlenme sonucu madenlerin yüzey
küdezilmek, [ködez-il-mek / küdez-il-mek] {eT} edil.
lerinde oluşan değişik renkli tabaka; pas. S küf
f. [-ür] Gözetilmek; korunmak. [KB] [Yüknekî] bağlamak, 1. Üzerinde veya içinde k ü f meydana
küdezlig, [ködez-lig / küdez-lig] {eT} sf. Korumalı; gelmek. 2. mecaz. Hareketsizlikten veya çalışma
gözetim altında tutulan. [KB] maktan dolayı eli ayağı tutulmak; paslanmak. 3.
küdezmek, [ködez-mek / közed-m ek / küdez-mek] mecaz. Unutulmak; ört bas edilmek. 4. mecaz. B it
mek; tükenmek]] küf kokmak, (Kapalı ve loş yer
{eT} gçl. f. [-ür] Saklamak; beklemek; korumak;
için) havasızlıktan ve ışıksızlıktan dolayı ağır kok-
gözetmek. [DLT] [KB] [İKPÖy.] [Yüknekî]
mak. || küf kokusu, Ağır, ekşi ve bunaltıcı koku. ||
küdmek, [kü-mek (beklemek, kollamak, korumak) > küf tutmak, 1. Üzerinde veya içinde k ü f meydana
kü-d-mek / kü-t-mek] (kü:dmek) {eT} gçl. f. [-er] gelmek. 2. mecaz. Hareketsizlikten veya çalışm a
Beklemek; gözetmek; gütmek; birinin yolunu göz maktan dolayı eli ayağı tutulmak. 3. Unutulmak;
lemek; durmak; gözlemek; gütmek. [DLT] [EUTS] ört bas edilmek.\\ küf yeşili, (Renk için) açık yeşil;
[ETY] [KB] [İKPÖy.] [Yüknekî] limon yeşili.
küdrüm, [küd-mek > *küdür-mek > küd(ü)r-üm] küf3, [küf] {ağız} is. 1. Çocuk başlığı; takke. 2. K a
{eT} sf. Seçkin; yüksek, dınların başlarına giydikleri altınlı fes. [DS]
küdrüvçü, [küdrüv-çü] {ağız} is. Şarbona benzeyen, kttfat, [Ar. kâfi > küfat o US'] (küfa;t) {OsT} is. Ye-
dağlanarak iyileştirilen bir hastalık; yalana hastalı terliler; yetecek olanlar,
ğı. [DS]
küfe, [Yun. kopha > Ar. küfe *J£~\ {OsT}is. 1. Ço
küdur, [Ar. keder > küdür jj-iS"] (küdu.r) {OsT} is.
ğunlukla sırta alınarak sebze ve meyve taşımakta
Kederler; sıkıntılar; üzüntüler, kullanılan ağaç dalı veya şeritlerinden örülmüş ge
küdurat, [Ar. keder > küdürât (küdu:ra:t) niş ve derin sepet. 2. argo. Kaba et; kıç. 3. sf. Bir
{OsT} is. Kederler; kaygılar; sıkıntılar; üzüntüler, küfenin alabileceği miktarda olan, ö küfe ile geti
rilmek, Başkasının yardım ı olmadan taşınamaya
küduret, [Ar. küdüret O jjjS '] (küdu:ret) {OsT} is. 1.
cak derecede sarhoş olmak.
Sıkıntı; kaygı; üzüntü. 2. Bulanıklık; karışıklık, küfeci, [küfe-ci] is. 1. Küfe yapan kimse. 2. Çoğun
küdüg, [küd-melc > küd-üg] {eT} is. 1. İş; faaliyet; iş lukla pazarlarda sırtında küfe ile yük taşıyan ha
güç. [EUTS] [KB] [Üç İtigsizler] [Gabain] 2. Alış veriş; mal.
ticaret. [EUTS] küfecilik, -ği [küfe-ci-lik] is. Küfecinin yaptığı iş ve
küdük1, -ğü [küd-ük] {ağız} is. Gömlek. [DS] meslek; hamallık,
küdük2, [küd-mek > küd-üg] {eT} is. İş güç; alış ve küfeç, [küfeç / küveç] {eT} is. -*• küveç. [DLT]
küfeçlig, [küfeç / küveç > küfeç-lig] {eT} is. -►
riş. [DLT]
küveçlig. [DLT]
küdüklüg, [küd-ük > küd-ük-lüg] {eT} sf. İş sahibi;
küfek, -ği [Yun. kouphâki dlijS'] {OsT} is. 1. Çabuk
çalışan. [DLT]
kırılan bir taş; sünger taşı. 2. sf. Gevrek; yumuşak,
küdünlemek, [küdün-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-
l(ü)-yor] Bir şeyin ucundan tutup uzağa fırlatmak. küfeke, [Yun. kouphâki {OsT} is. -*• küfek.
[DS] küfeki, [Yun. kouphâki {OsT} is. -*• küfek.
küdür, [küdür] {ağız} is. M ısır unundan yapılan
küfeli, [küfe-li] sf. 1. Küfesi bulunan; küfe taşıyan. 2.
küçük bazlama. [DS]
argo. (Kadm için) kalçası ve kaba etleri büyük o-
küdüret, [küdüret] {ağız} is. Kin. [DS]
lan.
KÜF f i l O M K l M f S M . .-384
küfelik, -ği [küfe-lik] sf. 1. Belirtilen sayıda küfenin küfran, [Ar. küfr (örtme, gizleme) > küfran
alabileceği miktarda olan. 2. mecaz. Kendi kendine (küfra:n) {OsT} is. Y apılan bir iyiliği unutma veya
yürüyem eyecek veya ayakta duramayacak derece
bilmezlikten gelme; nankörlük. S küfrân-ı nimet,
de sarhoş olan. S küfelik olmak, Başkasının y a r
{OsT} Nankörce davranışlarda bulunma; nankörlük
dım ı olmadan taşınamayacak derecede sarhoş ol
etme.
mak.
küfremek, [küv-re-mek > küfre-mek] {eT} g ç sz .f. [-
küfenç, [küve-n-mek > küven-ç] {eT} is. -* güvenç.
r] Gevşemek. [DLT]
[Gabain]
küfretme, [Ar. küfr + T. et-me] is. Küfretmek eyle
küfez, [küve-z > kiifez] {eT} sf. -* küvez. [DLT]
mi; sövme.
küffar, [Ar. kâfir > küffar jUS'] (küffa:r) {OsT} is. küfretmek, [Ar. lclifr + T. et-mek] gçsz. fi [~(d)-er]
Kâfirler; M üslüman olmayanlar; küfür içinde bulu [-(d)-i-yor] 1. Küfür niteliğinde sözler söylemek;
nanlar; A llah’a inanmayanlar, sövmek. 2. (Allah için) varlığını, birliğini reddet
küfle, [Far. külbe] {ağız} is. Tandırın hava deliği. mek; A llah’a inanmamak,
[DS]
küfriyat, [Ar. küfr > küfriyyât oLyiT] (küfriya:t)
küfleme, [küf-le-me] is. Küflemek eylemi,
{OsT} is. 1. K üfürlü sözler; küfürler. 2. Hicivler. 3.
küflemek, [küf-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(ü)-yor] K üf
din. A llah’ın varlığı, birliği ve dinî inançlara aykırı
bulaştırmak; küflü hâle getirmek,
davranış ve sözler,
küflendirme, [küf-le-n-dir-me] is. Küflendirmek
küfte, [Far. küfte] {ağız} is. Köfte. [DS]
eylemi.
küftü, [küftü] {ağız} is. Balta veya keserin keskin
küflendirm ek, [küf-le-n-dir-mek] gçl. f. [-ir] Küf
olmayan tarafı. [DS]
lenm esine yol açmak; küfletmek.
küfü, [küfü] {ağız} sf. Korkunç; kocamış. [DS]
küflenme, [küf-le-n-me] is. Küflenm ek işi.
küflenmek, [küf-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] 1. K üf küfüf, [Ar. k eff > k ü füf J (küfli;f) {OsT} is. A -
tutmak; küflü hâle gelmek; üzeri k ü f ile örtülmek. vuçlar; avuç içleri; el ayaları,
2. mecaz. Zamanı geçmek; kokuşmak; köhneleş küfük, -ğü [küfu-k] {ağız} sfi 1. İçi boş; çürük. 2. is.
m ek. 3. B ir yerde uzun süre hareketsiz kalmaktan Ocağın içinde ana duvara bitişik yarım metre yük
veya istediği ortamı bulamamaktan dolayı yetenek seklikte kalınca set. [DS]
ve değerlerini yitirmek, küfül, [küf (yans.) > kiifül] is. Serin eşen rüzgârın
küfletme, [küf-le-t-me] is. Küfletmek eylemi, çıkardığı ses. S küfül küfül, {ağız} Serin serin;
küfletmek, [küf-le-t-mek] gçl. f. [-ir] Bir şeyin küf küfür küfür. [DS]
lenmesine yol açmak; küflü hâle getirmek; küflen küfür1, [küf (yans.) > küfür] is. Serin ve hoşça esen
dirmek. rüzgârın çıkardığı ses. S küfür küfiir, (Rüzgârın
küflez, [küf-le-z] {ağız} sf. K ısa boylu kalın ağaç. esişi için) tatlı bir serinlik getirir biçimde.
[DS]
küfür2, -frü [Ar. küfr J S ] {OsT} is. 1. Örtme; gizle
küflü, [küf-lü] sf. 1. Küfü olan; üzerinde veya içinde
me. 2. Bir kim seye karşı kullanılan çirkin ve kötü
k ü f bulunan. 2. Küflenmiş olan. 3. mecaz. Zamanı
sözler; sövme; sövgü. 3. mecaz. Olumlu işleri kötü
geçmiş; köhne. 4. is. Cim rilik yüzünden uzun süre
gösterme; gerçeği örtme, gizleme; varlıkları inkâr
saklanmış para. 5. {ağız} Evde kalmış; evlenmemiş
etme. 4. Nankörlük. 5. gnşl. A llah’ın varlığına, bir
kız. [DS] S küflü çıkın, {ağız} Parası olup da sak
liğine ve İslam dininin esaslarına aykırı davranış
layan; yemeyen. [DS]|| küflü peynir telemesi, Üze
rinde veya içinde yeşil p eynir küfleri bulunan bir larda bulunm a veya söz söyleme; bunlara inanma
ma; A llah’a ortak koşma; kâfirlik. 6. İslam dininin
tür peynir.
dışında olm a hâli; gayrimüslimlik. 7. ed. Manevi
küflüce, [küf-lü-ce] is. tıp. Bazı mantarların yol aç
karanlık; zulmet. 8. ed. Sevgilinin saçının rengi;
tığı, insan cildinde, bazı bitki ve hayvanlarda görü
siyah, fi5 küfür savurm ak, Küfretmek; sövmek.
len asalak hastalığı; mantar hastalığı; mikoz,
küfürbaz, [Ar. küfr + Far. -bâz jU j^ ] {OsT} sf. Çok
küfr, [Ar. küfr J S ] {OsT} is. -*■ küfür, ff küfr-bâz,
küfreden; çok söven; ağzı bozuk,
{OsT} -*■ küfürbaz..|| küfr-bâzî, {OsT} Sövüp say
ma; kiifredicilik.\\ küfr-i cahüdî, {OsT} Özünden küfürbazbk, [küfürbaz-lık] is. 1. Küfürbaz olma
bildiği hâlde ağzıyla söylememe.\\ küfr-i inâdî, hâli; çok küfretmek; çok sövmek; ağız bozukluğu.
{OsT} Özüyle bildiği, diliyle söylediği hâlde Islamı 2. K üfürbaz kim seye özgü davranış biçimi,
kabul etmeme. || küfr-i inkârî, {OsT} Özüyle ve sö küfürdem ek, [küfîir-de-mek] {ağız} gçsz. fi. [-r] [-
züyle A lla h ’ı bilmeme.|| küfr-i nifakı, {OsT} Diliyle d(ü)-yor] (Rüzgâr için) serin serin esmek. [DS]
Icabııl ettiğini söylediği hâlde özüyle inkâr etme. || küfürtü, [küfür-tü] {ağız} is. H afif esen yel. [DS]
küfr-i zülf, {OsT} ed. Zülfün karanlığı. kfifttv, -ffü [Ar. küfv y S ] {OsT} is. 1. Birbirine ben-
liI İ Î İ I t » ® . 2885 KÜK
zeyen; eş; ortak; denk. 2. Birbirine çok yakışan; {OsT} 1. Eski yıkıklıklar. 2. mecaz. Bu dünya. || kü-
denk olan, hen-pîr, {OsT} Çok yaşlı.] | kühen-sâl, {OsT} 1. Eski
küfv, [Ar. kiifv jiS"] {OsT} is. -*■ köfüv. yıl. 2. Yaşlı; yaşlanmış; kocalmış. 3. Eski.
küheyl, [Ar. kiiheyl J^ S ”] {OsT} sf. Siyaha boyanmış;
küfye, [Ar. küfye {OsT} is. G eçinecek m iktar
sürmeli.
daki yiyecek.
küheylî, [Ar. küheylî ^İ^S"] (küheyli:) {OsT} is. -*■
küfyenm ek, [küyüm > küy(ü)m -en-m ek / kuyman-
mak] {eT} g çsz.f. [-ür] Üstüne düşmemek. [DLT] küheylan.
kiig', [Çin. ch’ü / k ’jo k => küg] (kü:ğ) {eT} is. Şarkı; küheylan, [Ar. küheylan > Far. koheylân
türkü; makam; melodi; ahenk. [EUTS] [Gabain] [Ne (kiıheylâ:n) {OsT} is. Cins Arap atı.
vâyî]
kühhan, [Ar. kâhin > kühhân jl$T] (kühha:n) {OsT}
küg", [küg] (kii:ğ) {eT} is. 1. Ayna yüzünde meydana
is. Kâhinler; falcılar; bakıcılar,
gelen pas. [DLT] 2. Kadınların yüzünde oluşan çil-
lik. [DLT] kühl, [Ar. kiihl JjS"] {OsT} is. Siyah boya; sürme;
kügJ, [küg] (kü:ğ) {eT} is. Koç veya başka hayvanla antimon.
rın kışa yakm aşması. [DLT] ktthlan, [Ar. kehl > kühlân u^S "] (kiihlâ:n) {OsT} is.
küg4, [kü-mek > kü-g] (kü:ğ) {eT} is. Hayvan bakımı; Olgunluk çağında bulunan kimseler,
hayvan otlatma. [DLT] kühlemek, [küh-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ü)-yor]
küg5, [küg] (kü:ğ) {eT} is. B ir şehir halkı arasında bir Suç işleyip kaçan kim senin arkasından küh küh
sene içinde çıkıp gülünen şey; gülmece; şaka. diye aşağılamak; alay etmek; yuhalamak. [DS]
[DLT]
kühuf, [Ar. k eh f > kühüf >Jj.jS-] (kühu;f) {OsT} is.
küg6, [kük / küg] {eT} is. Sefalet; sıkıntı. [Gabain] [E-
UTS] Mağaralar.
küg7, [kü] (kü:ğ) {eT} is. -*• kü. [EUTS] kühul, -lü [Ar. kehl > kâhil > kühül J^jS"] (kühud)
küg8, [kök] (kü:ğ) {eT} is. 1. Mavi; gök rengi. [EUTS] {OsT} is. Erişkin kimseler; orta yaşlılar,
2. Sema; gökyüzü. [EUTS] kühulet, [Ar. kehl > kâhil > kühület (kü-
küge, [küfle] {ağız} is. Çer çöp; süprüntü. [DS] hu:let) {OsT} is. Olgunluk çağı; orta yaşlılık,
kügettürmek, [küg > küg-e-m ek > küge-t-m ek > kühül, [Yun. koukkuli] {ağız} is. İpek kozası. [DS]
küge-t-tür-mek] {eT} gçl. f. [-ür] M ethettirmek; öv küidung, [? kövdön / küydün] {eT} is. -*■ kövdöng.
dürmek. [EUTS] [EUTS]
küglem ek1, [küg (şarkı) > küg-le-mek] (küğle:mek) küimek, [küy-mek] {eT} gçsz. f. [-r] Yanmak; köy
{eT} g çsz.f. [-r] M üzik söylemek; ırlamak; taganni mek. [EUTS]
etmek. [DLT] küin, [Çin. k ‘üen] {eT} is. Kitap tornan. [EUTS] [Ga
bain]
küglemek2, [küg (bakım) > küg-le-mek] (küğle.ınek)
küjek, [Argu. küjik] {eT} is. -*■ küjik. [KB]
{eT} gçl. f. [-r] H ayvanlara yeşil ot yedirmek; ot
latmak. [DLT] küji, [Soğd. / Moğ. küci] {eT} is. Buhur; buhur değ
neği; tütsü; günlük; yakılınca koku veren nesne; öd
küglenm ek1, [küg (çil) > kiig-le-mek > kügle-n-mek]
ağacı; misk. [EUTS] [Gabain]
{eT} dönşl. f. [-ür] Yüzde çiller çıkmak. [DLT]
küjik, [Argu. küjik] {eT} is. Perçem; zülüf. [DLT]
küglenmek2, [küg (şarkı) > küg-le-m ek > kügle-n-
mek] {eT} dönşl. f. [-ür] Şarkı söylemek; ırlamak; kük1, [kök] (kü:k) {eT} is. 1. Mavi; gök rengi. [EUTS]
taganni etmek; sesi yiikselte alçalta şarkı çağırmak. 2. Sema; gökyüzü. [EUTS] 3. Gece. [EUTS]
[DLT] kük2, [kük] {eT} zf. Belki. [Gabain]
kügülmelt, [küg > küg-ül-mek] {eT} edil. f. [-ür] 1. kükçü, [kürk-çü] {ağız} is. Kürkçü. [DS]
Takdis edilmiş olmak. [EUTS] 2. Tanınmak. [EUTS] kükçük, -ğü [küçük i ) {eAT} is. Küçük,
küğ, [Ar. küh ^j5] {ağız} is. Bağ ve bahçe kulübesi. küke, [? küke 4S ^] {OsT} is. Küçük ve yuvarlak
[DS]
ekmek. [Bürhan-ı Katı’]
küh, [Far. küh > küh o ] {OsT} is. Dağ. S küh-istân, kükele, [? kükele] {ağız} is. Yuvarlak taş. [DS]
{OsT} D ağlık bölge; dağlık y er.|| küh-sâr, {OsT} küker, [? küker] {ağız} is. Yelken bağı. [DS]
Dağlık bölge; dağlıkyer. küki, [? küki] {ağız} is. Kuru köfte. [DS]
kühen, [Far. kühen j ^ ] {OsT} sf. 1. Yaşlı; eski; köh- küklen, [? külden] {ağızjis. İlkbahar. [DS]
nemiş. 2. M odası geçmiş. S kühen-deyr, {OsT} kükm ek1, [kük > kük-mek] {eT} gçsz. f. 1. Ünlü
mecaz. Bu dünya; fa n i dünya.\\ kühen-gürg, {OsT} olmak; meşhur olmak. [ETY] 2. (Kişi için) olaylar
1. Eski kurt. 2. mecaz. B u dünya.\\ deyr-i harabat, ve işler içinde olgunlaşmak; pişmek. [DLT]
KÜK ö iü m iü k s ö m • 288$
kükmek2, -ği [külc-mek] {ağız} is. Boynuz. [DS] kükürt2, -dü [kükürt] {ağız} w .l. Anası tülü, babası
kükre1, [kük-re] {ağız}is. Çam ağacının reçinesi. [DS] boz deve yavrusu. 2. Üç yaşını bitirmiş buhur deve.
kükre2, [kökre-mek > kükre] sf. (Hayvan için) çeşitli 3. Dibekte dövülmüş yaban armudu; ahlat tozu.
sebeplerden, özellikle kızışma dolayısıyla saldırgan [DS] fi1 kükürt deve, {eAT} Ana ve babası başka
olan. başka soydan olan deve; m elez deve.
kükrek1, -ği [ldikre-k] {ağız} is. 1. Kasırga. 2. Sis. 3.kükürtatar, [lcükürt+at-ar] is. jeol. Üzerinden kü
sf. Hırçm. [DS] kürtlü buhar çıkan arazi,
kükrek2, -ği [kük-re-k] {ağız} is. Göğüs. [DS] kükürtleme, [kükürt-le-me] is. 1. Kükürtlemek ey
kükreme, [kükre-me] is. Kükremek eylemi ve duru lemi. 2. Y ün elyafının beyazlatılması için kükürt-
mu. dioksit gazlarının kullanılm a işlemi. 3. Bazı bitki
kükremek, [eT. kür (yans.) > kür-kire-mek > kökre- hastalıklarında bitkilerin üzerine kükürt serpme,
m ek / kük > kük-(ü)r-e-mek / kükre-mek] gçsz. fi [- kükürtlemek, [kükürt-le-mek] gçl. fi. f-r] [-l(i)-yor
r] [-r(ü)-yor] 1. (Aslan için) bağırmak. {eAT} (aym) 1. Üzerine toz kükürt serpmek. 2. Kükürtlü boya
[DK] 2. mecaz. Kızgınlık sebebiyle korkunç sesler maddesine batırmak. 3. kim. B ir maddeyi kükürtle
çıkarmak. {eAT} (aym) [DK] 3. Y üksek sesle bağır birleştirmek. 4. O rtam a kükürt katmak; sülfurle-
mak. 4. (Duyular için) coşmak; taşmak; kabarmak. mek.
5. mecaz. Taşkınlık göstermek; coşmak. 6. (Deniz, kükürtlenme, [kükürt-le-n-me] is. Külcürtlenmek işi.
nehir vb. için) suları taşmak; kabarmak. 7. Kızgın kükttrtlenmek, [kükürt-le-n-mek] edil. fi. [-ir] 1.
lıktan ağzı köpürmek. 8. M ayalanma yüzünden ka Ü zerine kükürt atılm ak veya püskürtülmek. 2. K ü
barmak; hacim ce genişlemek; fazlaca kabarıp taş kürtlü boya maddesine batırılmak. 3. Kükürt ile
mak. 9. (Ot, çiçek vb.için) gür bir biçimde geliş birleştirilmek. 4. (Ortam için) kükürt katılmak; sül-
mek; birden büyümek. S kükremiş aslan gibi, fürlenmek. 5. dönşl. fi. Kükürt sahibi olmak; kükürt
Ofike ve şiddetle taşkınlık göstererek. edinmek.
kükreyiş, [kükre-y-iş] is. Kükremek eylemi veya bi kükürtlü, [kükürt-lü] sfi. 1. K ükürdü olan; üzerinde
çimi. veya içinde kükürt bulunan. 2. Kükürtlenmiş olan.
kükrez, [kükre-z] {ağız} sf. (Kişi için) esmer ve tık 3. Y apısına kükürt katılm ış olan, fi1 kükürtlü fitil,
naz. [DS] Şarap fıçılarının dezenfektanında kullanılan kü
kükü1, [kükü] {ağızfis. Ucu sivriltilmiş kazık. [DS] kürde batırılmış bez. || kükürtlü kibrit, K ibrit ba
kükü2, [kükü] (kükü:) {eT} is. Hala. [DLT] şında başlayan yanm ayı ağaç çubuğa kadar g i
derm ek için yapısına kükürt katılmış olan kibrit.
küküm 1, [kük-üm] {ağız} sf. 1. Elden ayaktan düş
m üş; çok yaşlı; düşkün. 2. Kötürüm; sakat. [DS] kükürtsüz, [kükürt-süz] sf. İçinde ve yapısında
kükürt bulunmayan,
küküm2, [kük-üm] {ağız} is. 1. Yere dökülüp sarar
mış olan çam ve ardıç yaprakları. 2. Davar kılının küküy, [küküy] {eT} is. -* kükü. [DLT]
dip tarafında olan pamuksu birikinti. 3. Tahta kırın kül1, [eT. kül] is. 1. Bazı maddelerin yanmasından
tısı; talaş. [DS] arta kalan toz hâldeki inorganik madde. {eT} {eAT}
kükür1, [kük-ür] {ağız} is. Çok taşlı yer. [DS] (aym) [EUTS] [DLT] [Gabain] [DK] 2. Bir petrol ürü
nünün tam amen yanmasından sonra geriye kalan
kükür2, [kük-ür] {ağız} is. Çer çöp; toz birikintisi.
[DS] madenî artık. 3. Bir yangın sonucu yanmış olan
yerin kalıntısı; yıkıntı; yanık. 4. Bir ölünün yakıl
kükürd, [Far. gügird / kükürd {OsT} is. kim. -*■ dıktan sonra vazoya veya mezara konan kalıntısı. 5.
kükürt. Yanardağların püskürttüğü aynı madenî elementleri
kükürt1, -dü [Far. gügird / kükürd {OsT} is. taşıyan toz halindeki maddecikler. S1 kül atan,
kim. 1. Doğada, saf veya bileşikler hâlinde bol m ik {ağız} Kadın; eş. [DS]|| kül bağlam ak, 1. (Ateş için)
tarda bulunan, atom ağırlığı 32,07, atom numarası alevi kesilmek; sönmek. 2. (Olay ve durumlar için)
16 olan, eski çağlardan beri bilinen, limon sarısı etkisini yitirmek; gücü kalmamak; unutulmak.\\ Kül
renginde, kokusuz, tatsız bir element; sülfür; sem başına! {ağız} “Allah belanı versin!" anlamında
bolü: S. 2. {ağız} Kibrit. [DS] 3. {ağız} Çam ağacı ilenme sözü. [DS]|| kül çiçeği, {ağız} M angal kömü
reçinesi. [DS] ö kükürt çiçeği, Bazı deri hastalık rü yanıp kor olduktan sonra üzerinde oluşan ince
larında losyon veya merhem hâlinde kullanılan, beyaz kül; beyaz kül. [DS]|| kül çöreği, {ağız} Sıcak
kükürt buharının ani olarak soğutulmasıyla elde kül üzerinde pişirilen bir tür çörek. [DS]|| kül de
edilen kükürt.\\ kükürt kibritçiliği, {ağız} Kükürdü miri, {ağız} Ateş küreği. [DS]|| kül doru, {ağız} K ül
eritip pam uk ipliği üzerine dökerek kibrit yapm a rengi. [DS]|| kül döken, {ağız} Kadın eş. [DS]|| (or
işi. [DS]|| kükürt körüğü, Külleme gibi bazı bitki talığı) kül etmek, 1. (Ateş, güneş vb.) yakmak; ka
hastalıklarıyla mücadelede bitkilerin üzerine kü vurmak. 2. mecaz. H er şeyini yo k etmek; mahvet
kürt serpmekte kullanılan körük. mek,|| kül demiri, Ateş küreği.|| kül gibi, (Yüz için)
Û llİM IÖ ltittS ö Z İJ Ö li. 2887 K Ü L
soluk ve renksiz. || kül gibi olmak, (Beniz, y ü z için) Külahım a dinlet! “Söylediklerinle beni kandıra
heyecan, korku vb. sebeplerle rengi kaçmak; sol- m a zsın !” anlamında söz.]} külüh-ı M evlevî, {OsT}
m ak.|| kül ipi, {ağız} Koyunlar kırkılırken ayakları Mevlevilerin giydiği külah.]} külahına anlatmak,
nı bağlamak için kullanılan ip. [DS]|| kül kâhyası, Söylenen yalanlara inanmamak,|| külahını göğe
{ağız} Kadm; eş. [DS]|| kül kedisi, {ağız} Vücudun fırlatmak, Aşırı derecede sevinmek. || külahını ha
şişen, ağrıyan kısmına sarm ak için küle sokulmuş vaya atmak, Aşırı derecede sevinmek. || külahını
ıslak bez. [DS]|| kül kesilmek, (Beniz, y ü z için) he ters giydirmek, (Birini) aldatmak; kandırmak; a-
yecan, korku vb. sebeplerle rengi kaçmak; solmak. || çıkgöz geçinen birine oyun etmek.]] kttlâh-ı seyfi,
kül kömür olmak, Tamamen ortadan kalkmak; {OsT} B ir tür M evlevi sikkesi.}} külâh-ı zerd, {OsT}
mahvolmak.\\ kül küpür olm ak, B ir düşünce veya A cem i oğlanlarının giydiği başlık.}} külah kap
birinin uğruna kendim y o k edercesine çabalamak; mak, Kandırma ve oyun ile hakkı olmayan bir şeye
kul köle olmak. [DS] || kül olmak, 1. Bütünüyle sahip olm ak veya bir işin başına geçmek; hile ile
yanmak. 2. mecaz. Varını yoğunu yitirm ek; her şeyi durumu düzeltmek.|| külahları değişmek, K avga
y o k olmak; helak olmak; mahvolmak.\\ kül öksüzü, etmek; dostluğu, iyi ilişkiyi sona erdirmek; darıl
{eAT} Anadan ve babadan yetim kalmış küçük ço mak; bozuşmak. || külahları değiştirm ek, Kavga
cuk; ölcsüz.]} kül pidesi, Sıcak kül üzerinde pişirilen etmek; darılmak; bozuşmak. || külah peşinde ol
bir tür p id e.|| kül rengi, Siyah ve beyaz arası bir mak, Hile ve yalan dolan ile bir işin başına g eç
renk; gri. || kül rengi et sineği, Eklem bacaklıların meye çalışmak.|| külah sallamak, M enfaatinin bi
böcekler sınıfından, larvalarını et üzerine bırakan teceği herkese yardakçılık etmek; dalkavukluk et
bir tür sinek, (Sartophaga carnaria).\\ kül renkli mek.}} külah urmak, {eAT} B aşlık giydirmek.
ışık, Güneş tarafından aydınlatılmayan A y yüzüne külahçı, [külah-çı] (külâhçı) is. 1. Külah yapan veya
dünyadan vuran aydınlığın etkisi ile oluşan z a y ıf satan kimse. 2. mecaz. Hileci; dolandırıcı; düzen
ışık.\\ kül suyu, Su ile kaynatılıp durultulduktan baz.
sonra çamaşır yıkam akta kullanılan s«.|| kül tabla külahk, [külah-lı] (külâhlı) sf. 1. Külahı olan; külah
sı, Sigaranın külünü silkm ek veya izmariti söndür giymiş olan. 2. (Yapı için) konik çatısı olan,
m ek için kullanılan küçük kap; küllük. || kül ufak, külahsız, [külah-sız] (külâhsız) sf. Külahı olmayan;
Paramparça; tuz buz. [DS] || kül ufak olm ak, Çok külah giymemiş olan,
küçük parçalara ayrılmak. || külünü savurmak,
külale, [Far. külâle <0>K] (külâ;le) {OsT} is. 1. K ıvır
Bütünüyle y o k edip hiçbir eser bırakmamak,|| kül
üzre oturm ak, Yoksulluk çekmek.|| kül yakısı, K ız cık saç. 2. Çiçek demeti,
gın külle yapılan yakı.\\ kül yemek, argo. Hesabını külbastı, [kü+bas-tı] is. Izgarada pişirilmiş kemiksiz
yanlış yapm ak; aldanmak.\\ kül yutm ak, argo. A l ya da bel kemiği ucundan çıkarılmış et.
danmak; oyuna gelmek. || kül yutm amak, argo. külbastılık, -ğı [kül+bas-tı-lık] sf. 1. (Et için) külbas
Oyuna gelmemek. || kül yutturm ak, argo. Oyuna tı yapmaya uygun; külbastı için ayrılmış olan. 2.
getirmek; aldatmak. Külbastı yapmaya uygun veya bu amaçla ayrılmış
kül2, [köl / kül] {eT} is. 1. Göl. [DLT] 2. sf. Göl gibi olan et.
çok; çok birikmiş. kttlbe1, [Far. külbe {OsT} is. 1. Kulübe. 2. H üc
kül3, -İli [Ar. küll JS"] {OsT} is. 1. Bir şeyin tamamı; re. 3. {ağız} Tandırdaki ateşin yanmasını sağlayan
bütünü; tüm. 2. Parçalara ayrılmamış olan şey; bü küçük hava deliği. [DS] S1 külbe-i ahzân, {OsT} 1.
tün; tüm. 3. sf. Her. 4. Çok. ö külle yevm , {OsT} H üzünler kulübesi. 2. Üzüntü evi.
H er gün. külbe2, [Erme, k ’ülpay] {ağız} is. 1. K üçük kazma. 2.
külah, [Far. külah / küleh / -US'] (külâ:h) {OsT} is. Tek ağızlı çapa. [DS]
kttlbeşik, -ği [külbe-ş-ik] {ağız} is. Porsuk. [DS]
1. Erkeklerin giydiği, keçeden yapılm a sivri başlık.
2. Keçeden yapılm a h afif bere. 3. İçine çerez vb. külbütör, [Fr. culbuteur] is. İçten patlamalı m otor
konulan kâğıttan bükülerek yapılmış konik kap. 4. larda supaplar kafanın tepesinde iken, onların hare
mecaz. Hile; dolap; düzen. 5. Bazı bitkilerin çiçek ket kumandasını silindirin kafası üzerinden gön
lerinde görülen m iğfer şeklindeki kubbeleşmiş çi dermeye yarayan parça,
çek kılıfı. 6. Kule ve minare gibi yapıların üstünü külcük, [kül-cük] {ağız} is. K ülde pişirilen çörek.
örten konik çatı. 7. {ağız} İçi oyularak kurutulmuş [DS]
sebze. [DS] S külah eğmek, {eAT} Boyun eğmek; külçe1, [Far. külıçe] is. 1. Ergitilerek kalıba dökül
eyvallah etmek.\\ külah etm ek, H ile yapmak; kan müş metal. {eAT} (aynı) 2. mecaz. Y ığın hâlde bulu
dırmak; dolandırmak; aldatmak.\\ külah giydir nan maddelerin m eydana getirdiği küme. 3. İşlen
mek, 1. Görevden almak. 2. Oyuna getirmek; kan mem iş büyük maden kütlesi. 4. sf. K ülçe durumun
dırmak; dolandırmak; aldatmak.]] kttlâh-ı istivâ- da olan. S külçe gibi, Çok bitkin ve yorgun. || kül
dâr, {OsT} Yeşil şerit dikilmiş M evlevi sikkesi.]} çe gibi oturmak, (Ayakta duram ayacak halde olan
KÜL Ü M IİM C t S İM . asss
kişi için) çöküvermek .]| külçe hâlinde, Çok bitkin küldürüm, [kül-dür-üm] {ağız} is. Bütün; hep. [DS]
ve yorgun. küle1, [Far. külbe => küle] {ağız} is. Tandırdaki
külçe2, [kül > kül-çe] {ağız} is. 1. Tepsi, sac veya ateşin yanmasını sağlayan hava deliği. [DS]
külde pişirilen mayasız çörek. 2. M ısır ekmeği. 3. küle2, [küle] {ağız} is. Et tahtası. [DS]
Sac ya da taş üzerinde pişirilen küçük bazlama. 4. küle3, [küle * i^ ] {OsT} is. 1. Yığın. 2. {ağız} İplik çi
Sim it biçiminde adak ekmeği. 5. Çocuklara yapılan
çörek. 6. B ir tür tepsi böreği. 7. Bir tür cevizli pas lesi. [DS] S kiile küle, Lapa lapa.
ta. [DS] küle4, [küle] {ağız} sf. 1. Çok beyaz. 2. Yumuşak.
[DS]
külçeleşme, [ktilçe-le-ş-me] is. Külçeleşmek eylemi;
küle5, [küle] {ağız} sfi Kısa boylu; cüce. [DS]
külçe durumuna gelme,
külçeleşmek, [külçe-le-ş-mek] dönşl. fi. [-ir] 1. Kül külef, [Ar. külfet > külef cJİS"] {OsT} is. 1. Zahmetler;
çe durumuna gelmek; külçe gibi olmak. 2. mecaz. sıkıntılar; yorulmalar. 2. Törenler; merasimler; se
Y orgunluktan ayakta duramayacak hâle gelmek; remoniler.
yorgun ve bitkin düşmek, küleh, [Far. külah / küleh / aK] {OsT} is. ~+ kü
külçer, [kileçeri / külçer £ ] {eAT} is. -*■ kileçeri. lah. S küleh-düz, {OsT} Külah diken.\\ küleh-
kttlçirmek, [kül-mek > kül-sire-mek / kül-çir-mek] kûşe, {OsT} Külahın köşesi; fesin köşesi.
{eT} g çsz.f. [-ür] Gülümsemek. [EUTS] [Yüknekî] k ülek1, [köl-ek (gölcük) / kül-ek] {eT} is. 1. Deniz
külçöre, [kül+çöreğ-i] {ağız} is. Kül çöreği. [DS] dalgası; fırtına. [Nevâyî] 2. {ağız} Yel. [DS]
küld, [kald / kıld / küld (yans.)] is. Birbirine çarpma külek2, [Erme, kovlak => küvlek / külek / gülek
yı, sürtünmeyi; bir yüzey üzerinde dönmeyi, yuvar dUjS'] (eAT} {OsT} {ağız} is. 1. Yağ, bal, yoğurt vb.
lanmayı; kendi kendine hızlı hızlı hareket etmeyi
şeyleri koymaya yarayan, tahtadan yapılmış kulplu
anlatan kök. [Zülfikar] kiild-ür-mek, küld-ür, kiild-
kap; gerdel; tahta kova; tahta bakraç. [DK] [DS] 2.
ür-tü
{ağız} Su kovası. [DS]
küldi, [küldı] (küldi:) {eT} is. Yüz bin. [EUTS]
külek3, -ği [Yun. khalubi ?] {ağız} is. Küçük bostan
küldöken, [kül+dök-en] is. Kadın; eş.
kulübesi. [DS]
küldremek, [küld (yans.) > küld-re-mek] {eT} g çsz.f.
külelik, [küle-lik] {ağız} is. Tandırın hava deliğine tı
[-r] Güldür güldür etmek; gürüldemek. [DLT]
kanan bez parçası. [DS]
küldür, [küldür (yans.)] is. Ani bir düşme ve yuvar
külem ek1, [küle-mek] {ağız} gçl. fi. [-r] [-l(ü)-yor] El
lanm a sonucu çıkan ses.
ve ayaklarını bağlamak. [DS].
küldürdek, -ği [küldtir-(e)-dek] (kiildü’rdek) {ağız}
külemek", [küle-mek] (kiile:mek) {eT} is. M ethet
zf. -*■ küldüredek. [DS]
mek; övmek; takdir etmek; sena etmek. [EUTS]
küldürdü, [küld (yans.) > küld-ür-dü {eAT} [Gabain]
is. Gürültü patırtı; ses. külem pe, [? külempe] {ağız} is. Sopa. [DS]
küldüredek, -ği [küld > küld-ür-ed-ek] (küdüre 'dek) külen1, [kül-en] {ağız} is. 1. Sulanmayan, verimli ve
{ağız} zf. (Düşme, yuvarlanma için) ansızın; birden çakılsız toprak. 2. Gübreli, kül rengi toprak. [DS]
bire. [DS] külen2, [kül-en] {ağız} sfi (Eşek vb. hayvan için) boz
küldüren, [küld (yans.) > küld-ür-en] {ağız} is. A- renk. [DS]
yakta durduğu yerde çürüyüp içi boşalmış ağaç; içi küleng, [Far. küleng i l S '] is. Turna kuşu,
k o f ağaç. [DS]
külensal, [külen-sal ?] {ağız} sf. Kül rengi. [DS]
küldüret, [küld > küld-ür-e-t] {ağız} is. Sel. [DS]
küldürköme, [kiild-ür+küme] {ağız} zf. -* küldürkü- külergen, [küle-r-gen] {eT} sfi. H er zaman kam ı şişen
me. [DS] ve yıkılıp yere yayılan. [DLT]
küldürkönes, [küld-ür+köme-s] {ağız} zf. -* küldür- külermek, [kiiler-mek] {eT} gçsz. fi. [-ür] Yıkılıp ye
küme. [DS] re yayılmak; karın şişkinliğinden ve benzeri şey
lerden yere yıkılıp yayılmak. [DLT]
kiildürküme, [küld-ür+ktime] {ağız} zf. Hep birden;
toplu olarak. [DS] küleş, [kül-mek > kül-eş] {ağız} is. Ekin demeti;
küldürküp, [küld-ür+kiip] {ağız} zf. (Düşme, yuvar bağlam. [DS]
lanm a için) ansızın; birdenbire; küldüredek. [DS] küleyh, [külek] {ağız} is. -* külek2. [DS]
küldttrmek, [kül-mek > kül-dür-mek] {eTl gçl. fi [- kiileysi, [kül-ey-si] {ağız} is. Kül rengi. [DS]
ür] Güldürmek. [KB] külf, [külf (yans.)] {eT} is. Gürültü. [DLT]
küldürtdek, -ği [küld-iir-t-de-k] {ağız} zf. -* küldü külfahış [kül+ Far. hâş] {ağız} is. -* külfaş. &
redek. [DS] külfahış olmak, {ağız} -*• külfaş olmak. [DS]
küldürtü, [küld-ür-tü] {ağız} is. Y uvarlanarak düş kiilfakıç, -cı [kül + Far. hâş] {ağız} is. -*■ külfaş. 5 1
meden çıkan gürültü. [DS] kttlfakıç olm ak, {ağız} -*■ külfaş olmak. [DS]
İ M İ K 3 1 .2 8 8 9 KÜL
külfakış, [külH- Far. hâş] {ağız} is. -*• külhaş. S k ü lh an ı, [Far. külhanı / külheni (kül-
külfakış olm ak, (ağız} külhaş olmak. [DS] ha.ni;) {OsT} is. 1. Külhanbeyi; serseri. 2. H afif
kiilfan, [Far. külhan => külfan] {ağız} is. 1. Kül gibi azarlama ile karışık okşama ve sevgi sözü olarak
toprak. 2. Hamam; külhan ocağı. [DS] kullanılır.
külfaş, [kül+ Far. hâş (kırıntı, döküntü'•)] {ağız} sf. -* külh aş, [kül+ Far. hâş (kırıntı, döküntü)} {ağızI s f 1.
külhaş. S külhaş olm ak, {ağız} [DS] Ezilip bozulan; dağılıp kırılan. 2. Y orgun argın. 3.
k ü lfe1, [Ar. külfe <ii£] {OsT} is. İmparatorluk döne Kırılıp dökülerek ufalanmış; parçalanmış. [DS] 0
minde M ısır’da görevli asker ve diğer devlet görev kü lh aş olm ak, {ağız} Paramparça olmak; tuz buz
lilerinin giderlerini karşılam ak üzere halktan alman olmak. [DS]
vergiye verilen ad. külhavş, [kül+ Far. hâş] {ağız} sf. -* külhaş. [DS]
külfe2, [Far. külbe] {ağız} is. Tandırdaki ateşin yan küli, [Çin. kü-lı ?] (küli:) {eT} sf. Çekirdekleri ile
ması için açılan küçük delik. [DS] birlikte kurutulan erik, zerdali vb. meyve kurusu.
külfen, [Far. külhan] {ağız} is. Kül gibi toprak. [DS] [DLT]
külfet, [Ar. külfet ojiK ] {OsT} is. 1. Sıkıntı; zahmet; küliçe, [Far. külıçe (küli.çe) {OsT}is. 1. Güneş
meşakkat. 2. Büyük masraf. 3. Resmî davranış; veya Ay kursu. 2. Külçe. 3. Yağ ve un ile yapılan
resmiyet. 4. {ağız} Çokluk; kalabalık. [DS] 5. {ağız} bir tür kurabiye. 4. {eAT} {OsT} Külde pişirilen çö
Evdeki kişiler. [DS] S k ü lfete sokm ak, 1. Sıkıntı rek. S külîçe-i afitâp , {OsT} Güney kursu. || külîçe-
ya sokm ak; yormak. 2. Gereksiz yere m a sra f ettir- i n ü h âs, {OsT} Bakır külçesi.| külîçe-i sîm , {OsT}
mek. | külfet etm ek, Yorulmak; çok uğraşmak. || 1. Gümüş külçesi. 2. mecaz. Ay. || külîçe-i zer,
külfet yastığı, {ağızj Çift kişilik baş yastığı. [DS] {OsT} Altın külçesi.
külfetli, [külfet-li] sf. 1. Külfeti çok olan; uğraşmayı külim ek, [kölı-mek / küll-mek] (küli:mek) {eT} gçl. f .
gerektiren; sıkıntısı olan; zahmetli; meşakkatli; zor. [-r] Gömmek. [DLT]
2. Çok m asraf gerektiren, kttlişm ek, [kölı-mek > köll-ş-mek] {eT} işteş, f. [-ür]
külfetsiz, [külfet-siz] sf. 1. Uğraşm ayı gerektirme Birlikte gömmek; yardımlaşarak gömmek. [DLT]
yen; kolay. 2. Masrafı az olan; az m asrafla yapılan, külitm ek, [kül-mek > kül-it-mek] {eT} gçl. f. [-ür]
külgen, [kül-mek > kül-gen] (külge:n) {eT} sf. Sürek Güldürmek. [DLT]
li gülen; güleğen. [DLT] külke, [kül-ke ?] {ağız} is. Yığın. [DS]
külgü, [kül-mek > kül-gfl] (külgü:) {eT} sf. 1. Gülüş; külkedisi, [kül+kedi-s-i] is. 1. Çok üşüyen ve ateşin
gülme. [DLT] 2. Kalp sektesi. [DLT] yanından hiç ayrılmayan kimse. 2. Y erinden kalk
külgttçi, [kül-mek > kül-gü-çî] (külgü:çi:) {eT} sf. m ak istemeyen uyuşuk, tembel kimse; miskin. 3.
Gülücü; gülen. [DLT] [KB] Yum uşak başlı; uysal. 4. Pasaklı kadm.
külgüm ek, [külgü-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] kül- k ü llab , [Ar. küllâb (külla:b) {OsT} is. Ucu eğri
gürmek. [DS]
demir; kanca; çengel. 0 k ü llâb ü ’l-cenîn, tıp. H e
külgürm ek, [külgü-r-mek] {ağız} gçsz. f. [-ür] Ani kimlerin kullandığı bir tür araç; lâvta.
bir sevinç veya korku yüzünden zıplamak. [DS]
kttUâbi, [Ar. küllâbî LSi^S'] (külla:bi:) {OsT} is. T ı
külgüsüz, [kül-mek > kül-gfl > külgü-süz] (kül-
gü:süz) {eT} sf. Gülmeden. [DLT] marhane hademesi; güllabici.
külhan, [Far. külhan / külhen jU JS / ^jy^dS"] (külha:n) k ü lle1, [Far. külle ^İS"] {OsT} is. 1. Kâkül. 2. Topuk.
{OsT} is. 1. Hamamların altma yerleştirilen büyük külle2, [? külle] {ağız} is. Hayvanın başı ile tos vuru
ocak; cehennemlik. 2. dnz. Kazan. 3. Eski Türk şu.^
hamamlarında ısıtma düzeninin bulunduğu bölüm, k ü lle t [? külle] {ağız} is. Yaz mevsim inde evlerin
külhanbeyce, [külhan+bey-ce] (külhanbe ’y ce) zf. damına dikilen dört direk çevresine bez gerilerek
Külhanbeylere yakışır tarzda; külhanbeyi gibi, yatılan yer. [DS]
külhanbeyi, [Far. külhân+ T. bey-i] is. 1. Geceleri külle4, [? külle] {ağız} is. Uçan çekirge. [DS]
hamamların külhanında yatan yersiz yurtsuz kim se külle5, [Far. külbe] {ağız} is. Tandırın hava deliği.
lere verilen ad. 2. gnşl. K endilerine özgü konuşma [DS]
ve kılık kıyafetleri olan başıboş, haylaz kimselere küllem e, [kül-le-me] is. 1. Küllemek eylemi. 2. B aş
verilen ad; kabadayı, ta Cidium olmak üzere, Erysiphaceae fam ilyasın
külhanbeylik, -ği [külhan+bey-lik] is. 1. Külhanbeyi dan mikroskobik mantarların bitkilerde sebep ol
olma durumu. 2. Ancak külhanbeyine yakışır dav duğu bir hastalık. 3. {ağız} Frengi hastalığı. [DS] 4.
ranış. {ağız} Sofra örtüsü. [DS] 5. {ağız} Yaramaz, ele avca
külhancı, [külhan-cı] is. Külhanı yakm akla görevli sığmaz, terbiyesiz çocuk. [DS] 6. {ağız} Külde pişi
kimse. rilen çörek. [DS] 7. {ağız} Üstü külle kapatılmış
KÜL 0IİM IR S 0 M • 2880
ateşte pişirilen kahve. [DS] 8. {ağız} Külde kızartıl nekesi. [DS] 4. {ağız} Çam aşır yıkam ak için içinde
m ış et. [DS] kül biriktirilen kap. [DS] 5. {ağız} İçine küllü su ko
küllemek, [kül-le-mek] g ç l.f. [-r] [-l(ü)-yor] 1. Bir nulan kırmızı topraktan yapılmış küp. [DS] 6. {ağız}
şeyin, genellikle ateşin üzerini kül ile örtmek. 2. Teneke su kabı. [DS] 7. {ağız} Temizlikte kullanılan
(Çamaşır için) küllü suya bastırmak. 3. mecaz. U- suların konulduğu ağzı geniş, toprak testi. [DS] 8.
nutturmak. 4. {ağız} Göz boyamak; aldatmak. [DS] {ağız} Eğrelti otu. [DS] 9. {ağız} A yak yolu; helâ.
5. {ağız} Üstünkörü, gelişigüzel iş yapmak. [DS] 6. [DS] 10. Çevresi çalı ile sarılarak kış için saklanan
{ağız} Kusurlu işleri örtbas etmek. [DS] saman yığını. 11. {ağız} Kuluçka. [DS] 12. {ağız}
külleniş, [kül-le-n-iş] is. Küllenm ek eylemi veya bi Ateş küreği; kül küreği. [DS] 13. {ağız} Çift sabanı.
çimi. [DS] 14. {ağız} Dağm en yüksek tepesi; doruk. [DS]
küllenme, [kül-le-n-me] is. Küllenm ek işi. 15. {ağız} Harman kaldırıldıktan sonra yerde kalan
tahıl ve saman artıkları. [DS] 16. İnsanın oturduğu,
küllenmek, [kül-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] 1. (Ateş
yaşadığı yer; çevre; mahalle. S Küllüğün bol ol
için) üzeri kül bağlamak; kül oluşmak. 2. mecaz.
sun! "Kolay gelsin !" anlamında iyi dilek sözü.||
(Üzücü bir durum için) unutulur gibi olmak. 3.
küllük ağzı, Külhanbeylerin kullandığı dil; argo. ||
{ağız} (At, eşek için) tozlu yerlerde yatıp yuvarlan
küllük kirişi, {ağız} Ahşap yapılarda binanın bütün
mak. [DS] 4. Kül sahibi olmak; kül edinmek. 5.
yükünü çeken orta direk. [DS]
e d il.f. (Çamaşır vb. için) küllü suya bastırılmak,
küllüm, [lcüllü-m] {ağız} is. M iskin; dağınık; pasaklı.
kttlleşi, [? külleşi] {ağız} is. Yumurta. [DS]
[DS]
kttllî1, [Ar. küli > küllî / külliyye ^ / 4JS"] (külli.) külm ek1, [kül-mek] {eT} gçsz. fi [-ür] Gülmek. [E-
{OsT} sf. 1. Bütüne ait; genel; umumi. 2. Bütün; UTS] [DLT] [OKD] [Yüknekî]
genel; hep. 3. Çok; fazla. 4. man. Tümel. külm ek2, [kül-mek / külimek] {ağız} g çl.f. [-er] 1. El
külli2, [? külli] {ağız} is. Çekirge. [DS] ve ayaklarını bağlamak. 2. Kesilecek hayvanın
külliyat, [Ar. külliye > külliyât o LIS'] (külliya:t) ayaklarını ikişer ikişer bağlamak. [DS]
külm iz, [? külmiz] {eT} is. Karaca. [KB]
{OsT}is. 1. Bir edebiyatçının bütün eserleri. 2. Bir
işin veya şeyin bütünü. S külliyât-ı hams, man. külot, [Lat. culus (saklama) > Fr. culotte] is. 1. Edep
yerlerinin örtmek için kullanılan iç çamaşırı; iç do
A risto mantığında tür, cins, ayrım, özellik, ilinek.
nu; don. 2. Belden lastikli paçaları kısa iç çamaşırı;
külliye1, [Ar. küli > külliyye ids'] sf. K üllî1’nin dişili. don. fi1 külot etek, A ğı bir kıvrımla gizlenm iş etek
külliye2, [Ar. küli > külliyye / külliyet görünüşlü külot. || külot korsa, Hem korsa, hem de
külot olarak kullanılabilen tek parça, lâstik triko
{OsT} is. 1. Genel; bütün. 2. Çok. 3. Bir sosyal m er
dan kadın iç giysisi.\\ külot pantolon, Binicilerin
kez olarak büyük camilerin etrafına yapılmış olan
giydiği üst bölümü geniş, diz kapağından aşağısı
medrese, kütüphane, hamam, aşevi, hastane, arasta
dar pantolon.
çarşı, han, çeşme, sebil, muvakkithane gibi kurum-
larm tümüne birden verilen ad. külotlu, [külot-lu] sf. 1. (Kişi için) külotu olan;
külotu bulunan; külot giymiş olan. 2. (Çorap, korse
külliyen, [Ar. küli > külliyyen US'] (külli ’y en) {OsT} vb. için) ayrıca külot eklenmiş olan. S külotlu ço
zf. Tamamen; bütünüyle; tamamıyla; tümden, rap, Kalçaları da içine alabilecek biçimde yapılm ış
külliyet, [Ar. külliyet oJıS"] {OsT} is. 1. Bir şeyin ge çorap.
nelliği; bütünlük; tamlık. 2. Çokluk; bolluk, külotsuz, [kiilot-suz] sf. Külotu olmayan; külotu
bulunmayan; külot giymemiş olan,
külliyetli, [külliyet-li] sf. Çok miktarda olan; pek
çok; oldukça fazla. külrem ek, [küld (yans.) > küld-re-mek] (külre. mek)
{eT} gçsz. f i [-r] Gürlemek; güldür güldür etmek;
küllü1, [kül-lü] sf. 1. Üzerinde veya içinde kül bulu
küldremek. [DLT]
nan; külü olan. 2. {ağız} İçinde küllü su olan kap.
[DS] 3. {ağız} Bir tür bitki hastalığı; külleme. [DS] külsirgen, [kül-mek > kül-sire-mek > gül-sir-(e)gen]
4. {ağız} K ülü çok olan toprak. [DS] S küllü küllü, (külsirge:n:) {eT} sf. Gülümseyen. [DLT]
D urmadan; sürekli. || küllü su, İçinde kül eritildik külsirmek, [kül-mek > kül-sir-mek] {eT} gçsz. fi. [-
ten sonra kaynatılıp süzülerek çamaşır yıkam akta ür] Gülümsemek; güler görünmek,
kullanılan su. külsü, [kül-sü] sf. K ül rengi ve görünüşünde olan,
küllü2, [? küllü] {ağız} is. 1. Su küpü. 2. Gaz teneke külsümüt, -dü [? külsümüt] {ağız} is. En küçük bul
si. 3. İki kulplu küçük küp; testi. [DS] gur. [DS]
küllük, -ğü [kül-lük] is. 1. Çöp, kül gibi ev artıkları kült, [Lat. cultus (tarım) > Fr. culte] is. 1. A llah’a,
nın atıldığı yer; çöplük, {ağız} (aym) [DS] 2. Sigara kutsal kabul edilen varlıklara, A llah’ın özel sevgi
nın külünü silkmek veya izmariti söndürmek için sine m azhar olmuş varlıklara gösterilen saygı; ta
kullanılan küçük kap; kül tablası. 3. {ağız} Çöp te pınma; tapma. 2. H er çeşit dinî tören. 3. İbadet.
im m ım ıı. 2891 KÜL
külte, [Ar. külte 4JS'] {ağız} is. 1. D em et hâline geti geniş alanları içinde, benzer kültürlerin veya çeşitli
sebeplerle yaygınlaşmış ve başka ulusların kültür
rilmiş şey; demet; bağlam; deste; düzine. 2. Yığın.
leri ile ilişkiler içinde katmanlaşmış olarak görülen
3. İki elin tutabileceği kadar ufak ot bağlamı. 4.
kültürler karm aşası.\\ kültür değişmesi, sosy. B ir
Külçe. 5. jeol. Aynı yapıda büyük taş yığını. 6.
topluma ait kültürü meydana getiren davranış ka
Buğday demeti, 7. Bir araya bağlanm ış m ısır ko
lıplarında veya örneklerinde iç ve dış etmenler so
çanları; kuru biber dizileri. 8. İplik çilesi; kelep. 9.
nucu ortaya çıkan değişme ve gelişme süreci; kül
İç içe konmuş üç dört adet yufka ekmeğin katlan
tür tahavvülü. || kültüre girme, Bireyin, yaşam ı
mış şekli. 10. On beş yirm i sıra inci dizisi. 11. Çö
boyunca içinde bulunduğu ortamın istek ve doğru
reklenmiş yılan. 12. Kadınların saçlarını toplam ak
larına kendini uydurması süreci. || kültür göçü, B ir
ta kullandıkları bir yanı açık süs eşyası. 13. Balta
fenom enin bir kültürden öteki kültürlere geçm esini
veya keserin çivi çakılan kalın yanı. 14. Teskere.
sağlayan sürep.|| kültür ırkı, biy. Ekonom ik açıdan
15. sf. Toplu; çok. [DS]
önemli bazı hayvan ve bitkilerin özel koşullar al
kültek, -ği [külte-k] {ağız} is. Toprak veya ağaçtan
tında yetiştirilm esi ile oluşturulan ırklar.\\ kültür
yapılma su veya yağ kabı. [DS]
kalıbı, B ir kültürün çevresinde kutuplaştığı belir
kültem, [külte-m] {ağız} is. 1. D em et hâline getiril
gin bir ana öge.|| kültür karmaşası, Birbirine bağ
miş şey; demet; bağlam; deste; düzine. 2. İki elin
lı olan y a da bir ana öge çevresinde kümelenen
tutabileceği kadar ufak ot bağlamı. [DS]
kültür öğelerinin bütünü.\\ kültür ortamı, biy.
kültgü, [kül-mek > kül-it-m ek > kül(i)t-gü / kül-gü ] Canlı veya uyku durumunda olan bir mikroorga
(kültgü:) {eT} sf. 1. Kahkaha. 2. Kalp sektesi. [DLT] nizmanın aşılandığı besin maddeleri ortam ı.|| kül
kültivar, [Fr. cultivar] is. Ü stün nitelikli ürün elde tür öğesi, sosy. Belirli bir kültür içinde bulunan,
etmek için ayıklama, m elezlem e vb. yollarla ortaya tanımlanabilen en küçük birim; kültür unsuru. ||
çıkarılıp üretilen bitki tipi, kültür süreci, sosy. Kültür yapısının y a da içeriği
kültivatör, [Fr. cultuvateur] is. Toprağın yüzeyini nin birbirini izleyen değişikliği; kültür vetiresi.\\
işlemekte kullanılan dişli tarım aracı, kültür varlıkları, Bulunduğu ülke veya bütün in
kültive, [Lat. cultivare (tarım) > Fr. cultiver (terbiye sanlık için tarihî nitelik ve kültürel özelliği olan,
etme)\ is. Yetiştirme; terbiye etme. S kültive et korumaya alınmış veya alınması gereken eserler;
mek, (Bir tarım sal ürün için) yetiştirmek. tarihî eserler; eski eserler.\\ kültür yozlaşması, B ir
kültür, [Lat. colere (ekme) > cultura (işleme, tarım) merkezden çıkan ve yayılan kültürün etkisinin her
> Fr. culture] is. 1. biy. Tarım. 2. biy. Flücrelerin, zam an çıkış ve geliş yerindeki yükseklik ve derece
dokuların, mikroorganizmaların, laboratuarlarda sini koruyamayıp bozulması; kültür dejenerasyonu.
besi yerinde yetiştirilm esi; mikrop üretme. 3. Top kültürel, [Fr. culturel] sf. 1. Kültürle, medeniyetle
lumun, insan hayatı ile ilgili olarak tarihî ve sosyal ilgili. 2. Kültürü geliştirmeyi, bazı kültür biçim leri
süreç içinde geliştirdiği ve gelenek hâlinde sürdür ni yaymayı amaç edinen. S kültürel evrim, sosy.
düğü? insanın doğal ve toplumsal çevresine kabul B ir toplumda var olan kültür değerlerinin dölden
ettirdiği egemenliğinin ölçüsünü belirten her türlü döle geçm esi ile daha gelişmiş bir toplum oluşma
duygu, düşünce, dil, edebiyat, sanat ve yaşayış ala sı.|| kültürel kalıtım, biy. Bazı karakter ve davra
nındaki m addî ve manevî değerler bütünü. 4. Top nışların genlerle kalıtım olmaksızın, dölden döle
lumun belirli bir kısm ına veya bir milletin bütünü taşınması.
ne özgü düşünce, davranış, giyim kuşam, zevk ve kültürfizik, -ği [Fr. culture physique] is. spor. V ü
sanat eserlerinin tümü. 5. Belli bir konuda edinil cudu geliştirmek, gücünü ve dayanıklılığını artır
miş geniş ve sistemli bilgi; belli bir alana özgü ye mak, kasları çalıştırm ak veya bazı beden kusurları
terince geniş bilgi. 6. M uhakem e, eleştirme, değer nı gidermek amacıyla yapılan özel hareketlerin tü
lendirme, zevk alm a yetilerini yeterince geliştirmiş mü.
olma durumu. 7. Bireyin kazandığı bilgi; bir gruba kültürlü, [kültür-lü] sf. 1. Kültürü gelişmiş olan. 2.
gereksinim duyduğu geleneksel bilgileri kazandır Belli bir alanda yeterince bilgi ve görgü edinmiş
ma. S kültür akımı, B ir topluma ait bazı kültür olan. 3. Kültür sahibi.
öğelerinin başka bir topluma geçmesi. || kültür kültürlülük, -ğü [kültür-lü-lük] is. Kültürlü olm a
alanı, soyy. Birbirine benzer kültürlerin oluştuğu durumu.
coğrafi bölge; kültür sahası. || kültür balıkçılığı, kültürm ek1, [köl-mek > köl-tür-mek] {eT} gçl. f. [-
Belli ortamlarda özel olarak hazırlanmış havuzlar ür] (At için) bağlatıp köstekletmek; yıktırmak.
da bilimsel yöntem lerle balık üretme işi.\\ kültür [DLT]
basamağı, sosy. 1. K ültür gelişm esindeki durak. 2. kültürmek2, [kül-mek > kül-tür-mek] {eT} gçl. f. [-
Bir toplumun kültürünün bulunduğu evre. || kültür ür] Güldürmek. [EUTS] [DLT] [OKD]
bitkileri, insanlar tarafından çeşitli şekillerde üre kültürsüz, [kültür-süz] sf. 1. Kültürü gelişmemiş
tilen bitkiler.\\ kültür çevresi, sosy. Yeryüzünün olan. 2. Düşünce, eleştirme, zevk alm a duygu ve
KÜL ÖIÜMIİİfflfCESÖM • 2692
yetilerini yeterince geliştirememiş olan. 3. K ültür külüngü, [köl-ün-gü] {eT} is. Taşıt; nakliye aracı.
den yoksun olan, [EUTS]
kültürsüzlük, -ğü [kültür-süz-lük] is. Kültürsüz ol külünk, -gü [Far. külüng J-dS"] {eAT} {OsT} is. Taş,
m a durumu; kültürsüz kişinin niteliği, kaya parçalamakta kullanılan sivri uçlu taşçı kaz
külufak, -ğı [kül+ufak] {ağız} is. Paramparça; darm ması.
adağınık. [DS] külünm ek, [köl-ıin-mek] {eT} dönşl. f. [-iir] Hâlsiz
külü1, [? kuli / külü] {ağız} is. 1. Hindi. 2. Kaz. [DS] düşmek. [DLT] [KB]
külü2, [? külü] {ağız} is. Çocuk oyunlarında kullanı külünm ek, [kül-mek > kül-ün-mek] {eT} dönşl. fi [-
lan yum urta biçiminde taş. [DS] ür] Gülümsemek; sırıtmak. [EUTS]
külüboy, [külü+boy ?] {ağız} is. Sıpa. [DS]
külüp, -bü [? külüp] {ağız} is. D amlara konulan kol
külüçe, [külü-çe] {ağız} is. Kül çöreği. [DS] kalınlığındaki ağaçlar. [DS]
külüfan, [kül+ufa-n] {ağız} sf. Paramparça; tuzla buz.
külür1, [Yun. khoulloüri [Tietze]] {ağız} is. 1. Külde,
fi1 külüfan olmak, {ağız} -*■ külhaş olmak. [DS]
tepside pişen mayasız ekmek; mısır ekmeği. 2. Saç
kttlfig1, [kölük / külüg] {eT} is. 1. -*• kölük. 2. Taşıt; veya taş üzerinde pişirilen bazlama gibi ufak ek
nakliye aracı. [EUTS] 3. sf. İğreti; ödünç. [DLT]
mek. 3. Sim it biçiminde adak ekmeği. 4. Lokma. 5.
külüg2, [kü > kü-lüg] {eT} sf. Ünlü; meşhur; şanlı; Çocuklara yapılan çörek. [DS]
şöhretli. [ETY] [DLT] [Tekin] S külüg bilge, {eT}
külür2, [? külür] {ağız} is. 1. Tanesiz m ısır koçanı. 2.
Ünlü bilgin. [DLT]
Taneli m ısır koçanı. 3. Bezelye. [DS]
külük1, [kü > kü-lüg] {eT} sf. -*■ külüg2. [KB]
külüstür, [? külüstür] sfi. argo. 1. Yıpranmış; çok es
külttk2, -ğü [kü-lüg] {eAT} sf. Hızlı. [DK]
ki. 2. Bakımsız,
külük3, -ğü [Far. külüng => külük] {ağız} is. Taşçı
külüstürlük, [külüstiir-lük] is. K ülüstür olm a duru
çekici; balyoz. [DS]
mu; külüstür olan şeyin niteliği,
külük4, -ğü [külü-k] {ağız} is. 1. Boynuzlu keçi. 2.
külüşefteli, [Far. gül-i şeftali] {ağız} sf. (Ayakkabı,
Sarı benizli, kavruk, cılız çocuk. 3. Çok ağır. [DS]
potin, edik vb. için) açık kırmızı renk. [DS]
fi1 külük koyunu, {ağız} Kuyruğu yuvarlak koyun.
[DS] külüşmek, [kül-mek > kül-üş-mek] {eT} işteş, fi. [-ür]
külük5, -ğü [kül-ük / kül-lük] {ağız} is. Ocağın önün Gülüşmek. [EUTS] [DLT]
de kül toplanan yer. [DS] külttşüg, [kül-mek > kül-üş-m ek > lcül-üş-üg] {eT} is.
külük6, -ğü [kül-ük] {ağız} is. Zamk. [DS] Gülüş. [EUTS] [Gabain]
külük7, -ğü [Yun. khoulıkhi [Tietze]] {ağız} is. 1. külüşük, [kül-mek > kül-üş-m ek > kül-üş-ük] {eT} is.
Sıcak külde pişirilen kalın ekmek. 2. Külbastı. [DS] Gülüş. [EUTS]
külüklemek, [külü-k-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [- külüt, [kül-mek > kül-üt] {eT} is. H alk arasında
l(ü)-yor] M iskinleşmek; uyuşuklaşmak. [DS] gülünç olan nesne. [DLT]
külülmek, [kül-ül-melc] {ağız} dönşl. f. [-ür] Aşın külüz, [kül-üz] {ağız} sfi (İnsan ve hayvan için) düş
m ak; kütleşmek; körelmek; çentilmek. [DS] kün; şaşkm. [DS]
külttlttk, -ğü [külü-lük] {ağız} is. Et ve bulgurdan ya külve, [Far. külbe / külbe] is. 1. Tandırdaki ateşin
pılan bir tür ekşili köfte. [DS] yanmasını sağlayan hava deliği. 2. Ocak. 3. Ocakta
külümbe, [kül > kül-(ü)mbe / Yun. khoulloüri ?] tencere, kazan koymak için yapılmış yer.
{ağız} is. K alın sac ekmeği; bazlama. [DS] külyutmaz, [kül+yut-maz] sfi. K olaylıkla aldanma
külümek, [kül-ü-mek] {ağız} gçl. f. [-ür] Elini ve yan; aldanmaz; kolay kolay kanmayan; inanmaz.
ayaklarım bağlamak. [DS] küm 1, [köm / küm (yans.)] is. Homurdanmayı anla
külümpeli, [külümpe-li ?] {ağız} sf. Koyuca; tortulu. tan kök. [Zülfikar] küm-ür-de-n-mek
[DS] küm2, [küm / kü (yans.)] is. Çarpma, vurm a anlatan
külümsinmek, [kül-mek > kül-î-m ek > külüm > kök. [Zülfikar] küm, küm-sü-k-le-mek
külüm -sl-n-m ek] {eT} dönşl. f. [-ür] Gülümsemek; küm3, [küm] {ağız} is. 1. Aynı dalda bulunan meyve
güler göıünmek; gülümsenmek. [DLT] kümesi; küme. 2. Yeni doğan kuzuların soğuktan
külünç, [kül-mek > kül-ün-mek > kül-ün-ç] {eT} sf. korum ak maksadıyla içine konuldukları çukur. 3.
Gülünç. [DLT] [KB] Küçük ağıl. 4. Kadınların başlarına sardıkları beyaz
külünçe1, [külün-çe ?] {ağız} is. Zararlı hayvanlara peştamal. [DS]
verilen zehir. [DS]
küm4, -mmü [Ar. kümm jv?] {OsT} is. bot. Çiçek
külünçe2, [Yun. khoulloüri ?] {ağız} is. 1. M ısır
unundan yapılan ekmek. 2. Ölünün arkasından ya kapçığı; tomurcuk,
pılan yağlı, soğanlı ekmek. [DS] kümahe, [Far. kümâhe «US'] (kiima:he) {OsT} is.
külüng, [Far. külüng S ;K ] {OsT} is. -*■ külünk. Nazarlık.
İ H IBCİ » 8 Ü . 2893 KÜM
kiim at, [Ar. kemi > küm at o US'] (kûma; t) {OsTjis. dat. [DS] S k ü m ek etm ek, {ağız} Yardım etmek.
[DS]
Yiğitler; kahramanlar,
k ü m ek 2, [kü-mek] {eT} gçl. f. [-r] 1. Korumak; sak
kiim be, [göm-me > köm be > kümbe] {ağız} is. 1. İki
lamak; muhafaza etmek. [DLT] [EUTS] [KB] [Gabain]
saç arasında veya külde pişirilen mayasız ekmek. 2.
2. Gözlemek.
Pide. [DS]
küm ele, [Far. külbe / Yun. khalubi ?] is. 1. Avcı ku
kiim bed, [Far. günbed > künbed J ^ ] {OsT} is. -*■ lübesi. 2. Bekçi kulübesi. 3. Çadır,
kümbet. küm elem e, [küme-le-me] is. 1. Küm elem ek eylemi.
kiiınbelti, [kümb-el-ti] {ağız} is. Tepecik. [DS] 2. Yığm hâlinde bir yerde biriktirme. 3. Kümelere
k ü m b et1, [Far. günbed >küm bed (kubbe) -V ^] {OsT} ayırma işi. 4. zf. Küme hâlinde.
k üm elem ek, [küme-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] 1.
is. 1. {eT} Tepe. 2. Yarım küre biçiminde yapı da
Küme durumuna getirmek; yığmak; biriktirmek. 2.
mı; kubbe. 3. Damı kubbe biçiminde olan yapı. 4.
Kümelere ayırmak,
Kubbe biçiminde toparlak kabartı. 5. Gökyüzü. 6.
küm eleniş, [küme-le-n-iş] is. K ümelenm ek eylemi
anat. Kümbete benzem eleri dolayısıyla bazı organ
veya biçimi.
ların çeşitli kısım larına verilen ad. 7. Eskiden kul
küm elenm e, [küme-le-n-me] is. K ümelenm ek eyle
lanılan büyük ve kubbe biçimindeki kavuk. 8.
mi.
{ağız} Yemekleri korum ak için üzerine kapatılan
kulpsuz oval sepet. [DS] 9. {ağız} İçi tuğlalı soba. küm elenm ek, [küme-le-n-mek] ed il.f. [-ir] 1. Küme
[DS] 10. {ağız} Topraktan yapılmış soba. [DS] 11. hâline getirilmek; yığılmak. 2. Kümelere ayrılmak.
{ağız} Ocak. [DS] 12. {ağız} K ent sularının ana de 3. dönşl. f. Kendi aralarında küm e oluşturmak; bir
posu üzerine yapılan alçak kubbeli yapı. [DS] yere birikmek. 4. Küme hâline getirilmiş bir şey
sahibi olmak.
küm bet2, [kümbet] {ağız} sf. Büyük; kaba. [DS]
küm eleşim , [küme-le-ş-im] is. biy. Bağışıklık ka
küm bü, [kümbü] {ağız} is. Büyük testi. [DS]
zanmış bir vücutta, bağışıklığı sağlayan maddenin,
küm det, Ar. küm det o -u S ] {OsT} is. Renk değiş hastalığı yapan mikrobu küm e hâline getirmesi
tirme. olayı; aglütinasyon.
küm dük, -ğü [küm -(ü)d-ük ?] {ağız} is. Basık burun küm eleşm e, [küme-le-ş-me] is. K ümeleşmek işi.
lu. [DS] küm eleşm ek, [küme-le-ş-mek] işteş, fi [-ir] 1. Bir
küm e, [Ar. küm e -ui"] {OsT} is. 1. Küçük bir tümsek yere yığılarak küme oluşturmak; küme hâlinde top
lanmak. 2. Kümelere ayrılmak; küme küme ayrıl
meydana getirecek kadar yığın, birikinti. 2. (İnsan,
mak. 3. dönşl. fi. Küme durumuna gelmek; yığış-
eşya ve canlılar için) kalabalık; topluluk. 3. g ö k b.
mak.
Aym sisteme ait çok sayıdaki gök cismi; yıldız ve
küm elez, [küme-l-ez] {ağız} is. Kimi yerleri aşınmış
galaksi topluluğu. 4. Niteliklerine göre gruplandı
aşık kemiği. [DS]
rılmış takımlar ve sporcular grubu. 5. Lig. 6. mat.
Eleman adı verilen canlı ve cansız varlıklardan, küm eli, [küme-li] sf. 1. Kümesi olan. 2. Çok; kalaba
lık; yığın yığın,
simgelerden, şekillerden veya soyut kavramlardan
meydana gelen topluluk. 7, {ağız} Bağ ve bahçe küm elti, [küme-l-ti] {ağız} is. 1. Tepecik. 2. Toprak
bekçisinin kulübesi. [DS] 8. {ağız} Gömülmüş zey yığını. [DS]
tin yığını. [DS] 9. {ağız} Topluca kır eğlencesi[DS]. küm eltili, [küme-l-ti-li] 'ağız} sf. Toplu; çok; yığılı.
10. sf. Küme şeklinde olan, kümeyi andıran. S [DS]
küm e b u lu t, Tabanı düz ve esmer, tavam kubbemsi k ü m es1, [Yun. koimasi] is. 1. Tavuk, hindi vb. kanat
ve beyaz, yığın halindeki bulut; küm ülüs.|| küm e lı hayvanların barınması için yapılmış olan yer. 2.
çalışm ası, eğ. Ortak am açlar doğrultusunda, öğ mecaz. Küçük ve mütevazı ev; ilkel ev. ö küm es
rencilerin kendi aralarından seçtikleri bir başkanın gübresi, Kümes hayvanlarının dışkısından m eyda
yönetiminde iş birliği yaparak çalışmalarına imkân na gelen organik gübre.\\ küm es h ay v an la rı, E vcil
veren öğretim tekniği}\ k ü m ed en düşm e, spor. olarak yetiştirilen tavuk cinsi hayvanların tümü.
Aldığı puanlar sebebiyle en alt sırada bulunduğu küm es2, [kümes] {ağız} is. Arı peteği. [DS]
için, bir takımın bir alt kümeye düşm esi.|| k üm e k ü m e t1, -d i [? kümet] {ağız} is. Çocuğun doğum h a
küm e, K üm eler hâlinde; yığın yığın. berini veren kişiye babanın verdiği bahşiş; m uştu
küm eç1, -ci [gömeç > kümeç] {ağız} is. Süzülmüş bal luk parası. [DS]
üzerinde kalan petek kırıntıları. [DS] k iim et2, -di [? kümet] {ağız} is. Kiremit. [DS]
kümeç2, -ci [göm-meç > kümeç] {ağız} is. M ısır küm eyt, [Ar. kümeyt c^S"] {OsTjis. 1. K oyu doru at.
unundan yapılan, içine ceviz konularak külde pişi 2. Kırmızı şarap. 5 s küm eyt-i hâm e, Söz meydanı
rilen çörek. [DS] nın atı; kalem. || küm eyt-i m uhtelif, Kahverengi
küm ek1, [kö-mek > kü-mek] {ağız} is. Yardım; im doru at.
KÜM Ğ liiH IÜ fflffl; S Ö M • 2894
kümge, [kümge / küfle] {ağız} is. Gübre; pislik. [DS] küm ük4, -ğü [küm-ü-k] {ağız} sf. 1. Küçük. 2. (Kadın
kümgeçi, [kümge-çi] {ağız} is. Çöpçü. [DS] için) kısa boylu. [DS]
kümiçe, [kümîçe] (küm i.çe:) {eT} is. Sivrisinek. kttmül, [Yun. kim a (yığmak) / Ar. küme] {ağız} is. 1.
[DLT] B ağlam olarak kurutulup, taneleri alman susam,
kümkü, [küm-kü] {ağız} sf. 1. Beli bükük; kambur. 2. nohut, mercimek, burçak kökü. 2. Susam bağlam la
B asık burunlu; kümük. [DS] rından oluşan yığın. [DS]
kümküm e, [? kümküme] {ağız} is. Mayalı hamurdan kümülatif, [Fr. cumuler (yığmak) > cumulatif] sf.
yapılan el büyüklüğünde yağlı ekmek. [DS] Y ığın olarak; toplu,
kümmel, [Ar. kâmil > kümmel J^S"] {OsT}is. O lgun kümüldürük, [*kömül > kömül-dürük] {eT} gçl. f. [-
ür] A t göğüslüğü. [DLT]
lar; kâmil kimseler,
kümüle, [Lat. cumulare > Fr. cumuler] is. Yığın. S
kümmelîn, [Ar. kâmil > kümm el > kümmelîn kümttle etmek, Yığmak.
(kümmeli:n) {OsT} is. (çoğulun çoğulu) Olgun kim kümülmek, [küm-ül-mek] {ağız} dönşl. f. [-ür] Çen
seler; kâmiller, tilmek; aşınmak; kütleşmek; körlenmek. [DS]
kümm î, [Ar. kümmî (kümmi:) {OsT} sf. 1. Koni kümültü, [kümül-tü] is. O rmanda yapılmış eğreti
biçiminde olan; konik. 2. is. Bilginlerin yanlarında kulübe.
taşıyabilm ek için özel olarak yaptırdıkları uzunca kümülü, [Yun. kim a / Ar. küme] {ağız} is. 1. Susam
el yazması kitaba verilen ad. sapları yığını. 2. Koni. [DS]
kümp, [kümp (yans.)] is. Yere düşmeyi, çarparak küm ülüs, [Lat. cumulus (yığın)] is. Güzel havalarda
dağılmayı anlatan kök. [Zülfikar] kümp-mek, görülen altı düz ve gri, üstü kubbemsi ve beyaz
kfimpmek, [kümp-mek] {ağız} gçsz. f. [-er] Birden yığınlar halindeki bulut; küm e bulut,
bire düşüp kalmak. [DS] küm ür, [kümiir] {ağız} is. Dökülmüş, kuru çam
kiimre, [küm-(ü)r-e ?] {ağız} is. Küçük iskemle. [DS] yaprakları. [DS]
kümrenm ek, [küm-(ü)r-e-n-mek] {ağız} gçsz. f. [-ir] kümürdek, -ği [kümürd-e-k] {ağız} is. 1. Olmamış
B eyit söylemek. [DS] kavun; kelek. 2. Gırtlak. 3. Otların sertleşmemiş
kümrü, [güm-lü > küm-rü ?] {ağız} is. Topraktan ya sapları. [DS]
pılmış, kulpsuz testi. [DS] kümürdenm ek, [kümür-de-n-mek] {ağız} dönşl. fi [-
kttmrük, -ğü [küm-(ü)r-ük] {ağız} sf. Dalsız; budak- ür] (Yaban hayvanlan için) bağırmak; homurdan
sız. [DS] mak. [DS]
kümrüş, [küm-(ü)r-üş] {ağız} is. Ağzı kırılmış ibrik, kümürgen, [kövür-gen / kömür-gen] {eT} is. Dağ
testi vb. şeyler. [DS] soğanı. [DLT]
küm sük1, -ğü [küm-sülc] {ağız} is. Yumruk; muşta. kümürken, [kövür-gen / kömür-gen] {eT} is. -*■ kö
[DS] mürgen. [DLT]
kümsük2, -ğü [küm-(ü)s-ük] {ağız} is. Çıralı odun; kümürtlek, -ği [kümürt-le-k] {ağız} is. K ıkırdak [DS]
çıra yarması. [DS] kümürüç, -cü [kümür-üç] {ağız} is. Kulpu ve emziği
kümsük3, -ğü [küm-(ü)s-ük] {ağız} is. Yanık kokulu kırık testi. [DS]
yemek. [DS] kümürük, -ğü [kümür-ük] {ağız} sfi. (Kişi için) basık
kttmsüklemek, [küm-sü-k-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] burunlu. [DS]
Avcunu yumup yumruk yaparak vurmak; muştala kttmüş, [kümüş] {eT} is. Gümüş; akça. [DLT] [EUTS]
mak. [DS] [ETY] [KB] [İKPÖy.] [OKD] [Gabain] [Tekin]
kümsümek, [küm-(ü)s-ü-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] kümttşlüg, [kümüş-lüg] {eT} sf. Gümüşlü. [EUTS]
(Yemek için) yanmak; yanık kokmak. [DS] -kün1, [Çin. kun ( sürü; kalabalık; topluluk; toplantı;
kümtük, -ğü [küm-(ü)t-ük] {ağız} sf. Ucu kaim; kı sınıf; türdeş) > -kun / -kün / -kın / -kin / -ğm / -gin
rık; küt. [DS] / -ğun / -gün] {eT} yap. e. -*• -kun1.
kûmun, [Ar. kümün (kümu:n) is. Gizlenme, -kün2, [-kun /-kün] {eT} yap. e. -*■ -kun2.
-kün3, [-gin / -gin / -gün / -gun / -kin / -km / -kun / -
küm ü, [? kümü] {ağız} is. Loğusalıkta al basma. [DS]
kün] yap. e. -*■ -gm.
küm ük1, -ğü [ktim-ü-k] {ağız} sf. 1. (Kişi için) basık
kün1, [Toh. kaum (güneş) > kün] (küm ) {eT} is. 1.
burunlu. 2. (Kişi için) dişi dökülmüş. [DS] 3. (Diş,
Güneş; gün. [ETY] [EUTS] [DLT] [KB] [İKPÖy.]
aşık kemiği vb. için) çürük.
[OKD] [Gabain] [Tekin] [İKPÖy.] 2. Gündüz; gün.
kümük2, -ğü [küm-ü-k] {ağız} is. 1. Küçük kulaklı [ETY] [EUTS] [DLT] [KB] [OKD] [Yüknekî] [Gabain]
keçi. 2. Gövdesi kesilmiş ağaç. 3. Topraktan çıkarı [Tekin] 3. Güney. [DLT] [Gabain] [Tekin] [EUTS] 4.
lan küçük, yuvarlak kökler. [DS] Zaman. [EUTS] 5. S’ Kün-ay, {eT} Tanrı adı.
küm ük3, -ğü [küm-ü-k] {ağız} sf. 1. (Hayvan için) [EUTS]|| kün batsıg, {eT} Batı. || kün batsıkıngaru,
kulağı kesik. 2. U cu kaim; kırık; küt. [DS] {eT} Güneşin battığı yer; batı. [EUTS] 11 kün kü-
m m iC E S E M D İ . 2895 KÜN
ninge, {eT} H er gün. [EUTS]|| kün orta, {eT} 1. Gü küncüt, [Toh. küncit] {ağız} is. 1. Susam. 2. Susam
neye doğru. [EUTS] 2. Öğle. [EUTS]|| Kün Tengri, tohumu. 3. Kara susam. [DS]
{eT} Güneş tanrısı. [EUTS]|| kün togsug, {eT} D o künç, -cü [künç] {ağız} is. Kireçli toprak. [DS]
ğu. [DLT] || kün yıpar, {eT} M isk göbeği. [DLT] künçek, [könçük] {eT} is.-* könçük. [DLT]
kün2, [Çin. kun (sürü; kalabalık; topluluk; toplantı; künçi, [? künçı] (künçi:) {eT} is. bot. Küçük, sivri
sınıf; türdeş) > kün] {eT} e. Çokluk edatı. (Çoğul yapraklan mor veya pembe renkli, yaklaşık on ta
eki yerine kullanılır.) [Gabain] nesi bir gram gelen tohumları parlak kırmızı renk
kün3, [Çin. kun (sürü; kalabalık; topluluk; toplantı; üzerine siyah noktacıklı görünümüyle göz alan, bu
sınıf; türdeş) > kün] {eT} is. El gün; halk. [ETY] sebeple Hindistan’da kaynatılarak zehiri giderildik
[KB] [OKD] fi1 il kün, {eT} İller; millet; kavim. ten sonra gerdanlık türü mücevher yapımında k u l
[EUTS] lanılan, fakat zehiri giderilmeden kaza ile tohum
kün4, [Çin. k ’uen] {eT} is. 1. Harem dairesi. [EUTS] kırılacak olursa, içinden çıkan proteinleri yok edici
2. Cariye. [ETY] 5 gliko-protein içeren, ani körlüğe ve ardından
kün5, [kığ / küğ > kün ?] {ağız} is. 1. Birkaç yıl ye ölüme sebep olan bir Uzak Doğu bitkisi, (Abrus
rinde kalarak iyice yanmış ve kül gibi olmuş hay precatorius). [EUTS]
van gübresi. 2. Kömür ve tütün tozu. 3. Toprak ve künçit, [Toh. kuncit] {eT} is. Susam; susam yağı.
ince saman karışımı. [DS] [EUTS] [Gabain]
kün6, [Ar. kün jS"] {OsT} ünl. Ol! t? küıı fe-kân, künçük, [kön-çük / kün-çek / kün-çülc] {eT} is. -*■
könçük. [DLT]
Olan oldu. || kün fe-yekün, Olan oldu.
künçüklenınek, [kön-çük > könçük-le-m ek > kön-
kttna, [Far. lcünâ L^] (küna;) {OsT} is. Etrafı duvar çükle-n-mek / künçük-le-n-mek] {eT} dönşl. f. [-ür]
veya çitle çevrilerek ekilen yer. -* könçüklenmek. [DLT]
künam, [Far. künâm fbS"] (küna:m) {OsT} is. 1. İn künd, [Far. künd -US'] {OsT} sf. 1. (Kesici araç için)
sanın dinleneceği yer; dinlenme yeri. 2. Kuş yuva keskin olmayan; kör. 2. Cesur; yiğit. 3. Kısa; b i
sı. 3. Yaban hayvanı ini. çimsiz. 4. Anlayışı kıt; ahmak; aptal. 5. is. Bukağı.
-künan, [Far. -künân jbS"] (küna:n) {OsT} son ek. 6. {ağız} is. Kök. [DS] 7. {ağız} Ekmek yapm ak için
Sonuna getirildiği Farsça kelimelere “yaparak, e- ayrılmış hamur topağı; beze. [DS] fi1 künd-güş,
derek; yapan, eden " anlam ı katarak birleşik zarf ve {OsT} Sağır.
sıfatlar yapan son ek. künde1, [Far. künd > künde »JcS'] {eAT} {OsT} is. 1.
künar, [Far. küknâr / Yun. khoukhounari / kounâri Kaim ağaç gövdesi; kütük. 2. Eskiden suçluların
[Tietze]] (kü;nar) is. Çam fıstığı; {ağız} (aym). [DS]. ayaklarına takılan tomruk; ayak bağı; köstek; b u
künasat, [Ar. künâse > künâsât oU bS '] (küna:sa;t) kağı. 3. İri yarı, güçlü kuvvetli fakat yakışıksız
genç. 4. Çömlekçi çarkı. 5. mecaz. Tuzak; düzen. 6.
{OsT} is. Süprüntüler,
Anlayışsız, kafasız kimse. 7. spor. Güreşte tuş
künase, [Ar. künâse (küna;se) {OsT} is. Süp amaçlı, rakibi altına alarak bir elini önünden diğe
rüntü. rini arkadan geçirerek kilitlem ek suretiyle uygula
künat, [Ar. kânî > künât ob S -] (küna;t) {OsT} is. K i nan oyun. 8. {ağız} Et tahtası. [DS] 9. {ağız} Çamur
taşım akta kullanılan, iki tarafında tutacakları olan
nayede bulunanlar; kinaye edenler; kinayeciler.
ve iki kişi tarafından kullanılan tahtadan yapılm a
künbed, [Far. gümbed / günbed] {eT} is. Tepe,
araç; teskere. [DS] 10. {ağız} Çanak, çömlek yap
künc, [Far. künc ] {OsT} is. 1. Köşe; bucak. 2. mak için hazırlanmış çamur topağı. [DS] 11. {ağız}
Evin altındaki bodrum. 3. Elbise vb. şeylerde olu Ekmek yapmak için ayrılan ham ur topağı. [DS] 12.
şan buruşukluk. 4. Evin altında bodrum şeklinde {ağız} Set. [DS] 13. {OsT} Ava alışkın doğanın üze
açılmış yer. 5. sf. Kambur. S künc-i kanaat, {OsT} rinde oturduğu ağaç. £? kttndeden atmak, Aldata
Kanaat köşesi.\\ künc-i mihen, {OsT} Mihnetler rak yanlış davranışta bulundurmak; tuzağa düşür
köşesi. mek.^ künde-i çehâr-bend, D ünya.|| künde-i
künci, [künci] {ağız} is. -* küncü. [DS] hizem, Yakacak odun.\\ kündeye gelmek, spor. 1.
küncü, [Toh. kuncit > e T künçit > küncü] {ağız} is. Rakibi tarafından künde uygulanmak. 2. Tuzağa
Susam tanesi; susam. [DS] S1 küncü yağı, Susam düşürülmek; aldatılmak; kandırılmak.\\ kündeye
yağı; şırlağan. getirmek, 1. spor. Rakibine künde uygulamak. 2.
küncüd, [Far. küncüd {OsT} is. bot. Susam, Tuzağa düşürmek; aldatmak.
künde2, [gün-de] (kü ’nde) {ağız} zf. Sürekli; her gün;
küncülü, [küncü-lü] sf. Ü zerinde veya içinde susam
her zaman; günde. [DS]
tanesi bulunan. S küncülü taş, D eğirmen taşı
yapm akta kullanılan, üzerinde susam tanesi gibi kündekâr, [Far. künde-kâr jlS" ».US'] (kündekâ;r)
tanecikler olan bir tür kaya. {OsT} is. Kakmacı; ince marangoz
KÜN Û IÖ M IÜ İIî M .
kiindekâri, [Far. künde-karî ıjj'S oJ-ıS-] (kündekâ.ri:) künende, [Far. künende {OsT} sf. 1. Edici; ya
{OsT} is. 1. Birbirine geçme küçük ve düzgün ahşap pıcı. 2. Eden; yapan,
çıtalarla, parçalarla yapılan bezem e sanatı ve tekni küner, [Far. küknâr / Yun. koukounari [Tietze]] (kü:-
ği; kakmacılık. 2. Bu teknikle elde edilen eser; ner) {ağız} is. Çam fıstığı. [DS]
kakm a suretiyle yapılmış olan sanat eseri, künere, [kün-er-e] {ağız} sf. Eski. [DS]
kündeleme, [künde-le-me] is. Kündelemek işi. küneş, [kün > kün-eş] {eT} is. 1. Gün ışığı. [ETY]
kündelem ek, [künde-le-mek] g ç l.f. [-r ] [-l(i)-y o r] 1. [Gabain] 2. Güneşli taraf; güneşli yer. [ETY]
spor. G üreşte rakibi altma alıp bir elini önünden künet1, [? kitnet] {ağız} is. Ekmek tepsisi. [DS]
diğerini arkadan geçirerek kilitlem ek suretiyle tuşa künet2, [? künet] {ağız} is. 1. Asılsız, boş şey. 2.
getirmek. 2. mecaz. Birine hile yapmak; oyun et Uygunsuz, değersiz şey. [DS]
mek. 3. {ağız} (Hastalık için) bütün vücudu sarmak.
küney, [kün-ey] is. Güneş yönü; güneşe bakan taraf;
[DS]
güneş gören yer; güney,
kiindeletm ek, [Far. kunda / künde > künde-le-t-mek]
küneyigni, [künl > kün-e-m ek > küne-yi-ni ?] {eT}
{eT} gçl. f. [-ü r] Döndürmek; yuvarlatmak; künde
is. Kıskanç; hasetçi; günücü. [EUTS]
ye vurdurmak; hapishaneye koydurmak. [Nevâyî]
küng, [kün] (kün) {eT} is. Cariye; kadın köle; kara
kündelmek, [künd-el-mek dUİj^S"] {eAT} dönşl. f. [-
vaş. [EUTS] [DLT] [KB] [Gabain], 0 küng kılmak,
ir] Keskinliği, sivriliği gitmek; kütleşmek; körel {eT} Cariye yapmak.\\ küng kul, {eT} Cariye ve er
mek. kek köle.
k ü n d em , [kün > kün-de-m] (kiinde:m) {eT} is. 1. küngdürmek, [kün-mek > kün-dür-mek / köy-dür-
Güneşe benzer; parlak; güneş gibi. [EUTS] [Gabain] m ek / küy-dür-mek] (kiindürmek) {eT} gçl. fi [-ür]
2. Güneşli. [EUTS] Yakmak. [DLT]
k ü n d i, [kön-mek > köndı] (köndi :) {eT} sf. -*■ köndi. k ünge1, [? künge] {ağız} is. 1. Toz; çöp; süprüntü. 2.
[DLT] Pislik; gübre. [DS]
kündin, [kün > kün-dün] {eT} is. 1. Güney; cenup.
künge2, [? künge] {ağız} is. Semerlerin yanlarında
[EUTS] 2. zf. Güzel. [EUTS]
yük taşım ak için kullanılan ipler. [DS]
kündini, [kün > kün-dünî] (kündini:) {eT} is. Güney;
küngeci, [künge-ci] is. Çöpçü,
cenup. [EUTS]
küngedmek, [küng (cariye) > küng-ed-mek] {eTj
kündiye, [gün-de-y-e] {ağız} zf. Gündelik; günlük;
her zaman. [DS] gçl. fi [-ür] Cariye olmak. [ETY] S küngedmek
kuladm ak, {eT} Cariye olmak ve köle olmak.
kiindlük, -ğü [künd-lük kiUj ^ ] {Os T} is. Ahmaklık.
küngelem ek, [küng-e-le-mek] {ağız} gçl. fi. [-r] [-l(i)-
kündü1, [Far. künd => kündü lS-J^] {Os T} {ağız} is. yor] Kirletmek. [DS]
1. Çakmak taşı ile tutuşturulan kükürtlü kav. [DS] küngelik, [künge-lik] {ağız} is. Çöplük; küllük. [DS]
2. {OsT} Ağacın ortasındaki yum uşak kısım. küngerlem ek, [küng-er-le-mek] {ağız} gçl. fi. [-ı] [-
kündü2, [? kündü] {ağız} is. İçinde değirmen çarkla l(i)-yor] {ağız} Para sıkıntısına düşmek; işi bozul
rının bulunduğu tahta dolap. [DS] mak; işi ters gitmek. [DS]
kündüç, -cü [küncü / küncüt] {ağız} is. -*■ küncü. küngetm ek, [küng-e-t-mek] {ağız} gçl. fi [-ir] Bir
[DS] şeyi işe yaram az hâle getirmek; bozmak. [DS]
kündük, -ğü [künd-ük] {ağız} is. 1. Sapı kırık ağaç künglig, [kün > kün-lig] (künlig) {eT} sf. Kadm
kaşık. 2. sf. Basık burunlu; kümük. [DS] kölesi olan; cariye sahibi. [ETY]
kündükü, [? kündükü] {ağız} sf. Koyu mavi. [D'S] küngmek, [küy-mek / göy-(ü)n-ü-mek > küıî-mek]
kündün, [kün > kün-dün] {eT} is. -*■ kündin. [EUTS] (künmek) {eT} g çsz.f. [-ür] -*■ küymek. [DLT]
kündüri, [kün > kün-dü-rî] (kündüri:) {eT} zf. G ü küngrenmek, [kün > kün-re-mek > kün-re-n-mek]
neyde. [EUTS] [Gabain] (künrenmek) {eT} dönşl. fi [-iir] Kendi kendine söy
kündüz, [kün > kün-tüz] {eT} is. 1. Gündüz; gün lenmek; homurdanmak; mırıldanmak. [DLT] [Ne
ışığı. [DLT] [EUTS] [KB] [Gabain] [Yüknekî] 2. zf. vâyî]
Gündüzün, {ağız} (aynı) [DLT] [DS] küngük, [kün-mek (yanmak) > *kün-ük / göynük /
küne, [küne] {ağız} is. 1. İpek böceklerine verilen dut küyük] (künük) {eT} sf. Yanık; yanmış. [Clauson]
yaprağı. 2. Cevizli sucuk; köme. [DS] küngül, [küng-ül] {ağız} sf. Elden ayaktan düşmüş;
künefe, [Ar. kinâfe / Mısır Ar. künâfe «LS"] {OsT} is. yaşlı; ihtiyar;. [DS]
1. Çevresini kapatarak korum aya alma. 2. Arasına küngüldem e, [küng-ül-de-me] is. K üngüldemek ey
peynir, tuzsuz lor, kaymak konulm ak suretiyle pişi lemi; küngürdeme.
rilip sıcak olarak yenilen tel kadayıf tatlısı. 3. {ağız} küngüldem ek, [küng-ül-de-mek] {ağız} gçsz. fi. [-r]
T el kadayıf. [DS] [-d(ü)-yor] 1. Uyuklamak; uyuklarken düşecek gibi
Q lf f i l i l g i S İ M . 2897 KÜN
olmak; küngüllemek. 2. (Yaşlı kişi için) uyurgezer künk', [küng] {ağız} sf. 1. (Çocuk için) tutuk; unut
gibi olmak. 3. Elden ayaktan düşmek. [DS] kan; akılsız. 2. Ağır ve isteksiz yiyen. [DS]
küngülenmek, [kün-ü-le-n-mek (künülen- künk2, -gü [Fars, küng / künk / &£~\ {OsT} is.
mek) {OsT} dönşl. f. [-ür] Kamaşmak, Pişmiş toprak veya çimentodan yapılan kalın su
küngüllemek, [küng-ül-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] borusu; büz.
[-l(ü)-yor] -*■ küngüldemek. [DS] künke, [? künke / künge] {ağız} is. -*• künge. [DS]
küngürdeme, [küng-ür-de-me] is. K üngürdem ek ey künken, [künke-n] {ağız} is. Çöplük. [DS]
lemi. künklük, -ğü [künk-lük] {ağız} is. Baca çıkıntısı.
küngürdemek1, [küng-ür-de-mek] {ağız} g ç sz .f. [-r] [DS]
[~d(ü)-yor] 1. Uyuklamak. [DS] 2. Elden ayaktan künkül, [Far. kâkül => künkül] {ağız} is. Kuşların
düşmek. başındaki sorguç. [DS]
küngürdemek2, [kün > kün-re-m ek > kün-(ü)r-de- künküllemek, [küng-ül-le-mek] {ağız} g ç sz.f. [-r] [-
mek] {eT} gçsz. f. [-r] Boğuk ses çıkarmak; hom ur l(ü)-yor] 1. Yaşı ilerlemek; elden ayaktan düşmek;
danmak; mırıldanmak. [Nevâyî] gözleri görm ez olmak. 2. -*■ küngüldemek. [DS]
küngüre, [Far. küngüre is. 1. Kubbenin en kttnkülük, -ğü [kün-gü-lük] {ağız} is. Sisli, puslu
yüksek yeri, tepesi. 2. {ağız} Baca. [DS] hava. [DS]
küngiirlem ek1, [küng-ü-r-le-mek] {ağız} g ç sz .f. [-t] künküm, [künk-üm] {ağız} sf. Elden ayaktan düş
[-l(i)-yor] Eskimek. [DS] müş; yaşlı; küküm. [DS]
küngürlemek2, [küng-ür-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] kiinkürdemek, [künk-ür-de-mek] {ağız} g ç sz .f. [-r]
[-l(ü)-yor] U yuklamak; uyuklarken düşecek gibi [-d(ü)-yor] Yaşı ilerlemek; elden ayaktan düşmek.
[DS]
olmak. [DS]
künkürlemek, [künk-ür-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r]
küngürlemek3, [küng-ür-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r]
[-l(ü) -yor] 1. Pişman olmak. 2. Y aşı ilerlemek;
[-l(ü)-yor] İşleri bozulmak; para sıkıntısına düş
elden ayaktan düşmek; gözleri görmez olmak. 3. ->•
mek. [DS]
küngüldemek. [DS]
küngürlük, [küng-ür-lük] {ağız} is. U ykunun verdiği
uyuşukluk; mahmurluk. [DS] kttnkürlttk, [künk-ür-lük] {ağız} is. Düşünce; fikir;
ide. [DS]
küngttrmek, [kün-mek > kün-ür-m ek / ldiy-ür-mek]
(kühürmek) {eT} g çl.f. [-ür] Yakmak. [DLT] künlük', [kün (gün) > kün-lük] {eT} sf. 1. Günlük.
[ETY] [KB] 2. Gün hesabıyla yapılan iş; gündelik.
küngüz, [kön (gübre, hayvan pisliği) > kön-üz]
[DLT] 3. {ağız} Şemsiye. [DS] S künlük yem, {eT}
(küitiiz) {eT} is. -*• küngüz. [DLT]
G ünlük azık. [DLT]
küngzedmek, [kün > kün-I-mek > kün-ı-z-ed-mek]
künlük2, -ğü [Far. hung => günlük / künlük] {ağız}
(kühzedmek) {eT} gçsz. f. [-ür] Cariye olmak; kara
is. Tütsü olarak kullanılan günlük sakızı; günlük.
vaş olmak. [EUTS]
[DS]
künh, [Ar. künh <£] is. 1. B ir şeyin özü; iç yüzü; as künlüksüz, [kün3 > kün-lük-süz ?] {ağız} sf. (Kişi
lı. 2. Kök; dip; asıl. S künhü’l-ahbâr, Haberlerin için) kimseye yararı dokunmayan. [DS]
özü. || künhttne varmak, B ir şeyin aslım, esasını kttnmek, [kün-mek] {ağız} gçsz. f. [-er] Alçakgönül
anlamak; gerçeği öğrenmek. lülük etmek. [DS]
küni1, [küm] (küni:) {eT} is. Kıskançlık; günü; haset
künnaşe, [Ar. künnâşe iilS '] (künna:şe) is. Kök.
[EUTS] [ETY] [Gabain] [Tekin]
küni2, [kün (cariye) > kün-ı] küni:) {eT} is. Kuma. künnemek, [günü-mek > kün(i)-le-mek] {ağız} gçsz.
[DLT] f [~rl [-n(ü)-yor] Kıskanmak. [DS]
küniçi, [künî > küni-çı] (küniçi:){eT} sf. Hasetçi; künnük, -ğü [Far. hung => günlük / künlük] {ağız}
kıskanç; günücü; hasut. [EUTS] is. Günlük; künlük2. [DS]
künikeki, [kün (gün) > kün-ı-ge + İd] {eT} zf. Her kttnorta, [gün+orta > kün+orta] {ağız} is. Öğle vakti.
gün; daima. [EUTS] [DS]
künilemek, [künî > küni-le-mek] (künile:mek) {eT} künt, -dü [Far. künd -uS] {OsT}sf 1. Yiğit; cesur;
g ç l .f [-ür] Kıskanmak. [EUTS] atılgan. 2. (Kesici aletler için) kesmez; kör. 3. Kısa.
künilik, [eT. köni (doğru) > küni-lik] {ağız} is. A da 4. {ağız} Anlayışsız; beceriksiz; elinden iş gelm e
let; doğruluk. [DS] yen. [DS] 5. is. Nallanan öküzün ayağına bağlanan
küninte, [kün (gün) > kün-in-te] {eT} zf. H er gün; ağaç; bukağı. 6. {ağız} Ham ur veya çamur topağı.
devamlı; sürekli. [EUTS] [Gabain] [DS] 7. {ağız} Pişerken tandıra düşen ekmek. [DS] 7.
kttnişt, [Far. künişt c^ S "] {OsT} is. Y ahudilerin tapı {ağız} Değirm en çarkı. [DS] ö künt olmak, Uyu
şuk olmak.
nağı; havra; sinegog.
KÜN • 2898
künte, [kiint-e] {ağız} ıs. 1. A vcılann av astıkları ip. ile ilgili kim lik bilgileri. 4. Kitap, dergi, gazete gibi
2. Kurutulmuş tütün demeti. 3. Et tahtası. 4. Pullu bir yayının yazar, editör, yayınevi, basımevi, basım
ğun çıkardığı büyük toprak kesekleri. 5. spor. Kün yılı ve baskı sayısı gibi bilgileri içeren kayıtlar. 5.
de. [DS] Bir silâhın üzerinde yazılı olan yapım yılını, mode
künteki, [kün (harem) > kün-te-ki] {eT} zf. Harem lini ve seri numarası gibi bilgileri içeren kayıtlar.
dairesindeki. [EUTS] S künye defteri, {OsT} İm paratorluk devrinde y e
küntekü, [kün-te-kü ?] {eT} is. Gerdanlık; boyuna niçeri ve diğer askerlerin adlarını, baba adlarını,
takılan süs. [EUTS] memleketlerini, eşkâllerini, askere alındıkları tari
küntemek, [kun-te-mek] {eT} zf. Her gün. [Gabain] hi ve terfileri içeren defter; kütük defteri. || künye
mimlem ek, {OsT} İm paratorluk döneminde, seferi
kttntki, [kün (harem) > kün-te-ki] {eT} zf. -*■ künteki.
[EUTS] durumdaki orduda yapılan yoklam alarda bulun
mayan askerlerin adlarının yanına mim işareti
küntlük, [künt-lük] {ağız} is. Aptallık; bilgisizlik; u-
koymak. || künyesi bozuk, K ötü durumları görül
yuşukluk. [DS]
m üş veya kayda geçm iş olan; sabıkalı. || künyesi
küntüle, [kün > kün-tü-le ?] {ağız} is Akşamdan de
gelmek, Savaşta şehit düşen bir askerin ölümü ai
nize bırakılan, sabahleyin çekilen balık ağı. [DS]
lesine bildirilmek.|| künyesi okunmak, Bir kimse
küntün, [kün (güney, güneş) > kün-din] {eT} zf. nin ayıpları yüzüne karşı söylenmek; rezilliklerini
Güneyde. sayıp dökerek sövmek.\\ künyesini silmek, argo.
küntür, [kün-tü-r ?] {ağız} is. Dağlarda, güneş gör Bir kim seyi sürmek; sürgün etmek; kovmak.
m ediği için karların erimediği yer. [DS] künyedm ek, [Çin. k ’uen => kün > kün-ed-mek] {eT}
küntüre, [künt-ür-e ?] {ağız} is. Bağları sel basm ama
g çsz.f. [-ür] Cariye olm ak [Tekin]
sı için yapılan çit set. [DS]
künyek, [gönlek / köynek > künyek] {ağız} is. Göm
küntüz, [kün (gün) + tüz / kün-tüz] {eT} is. 1. Gün
lek. [DS]
düz. 2. zf. Gündüzün; gündüzleyin. [ETY] [EUTS]
künyelem ek, [künye-le-mek] g ç l.f. [-r] [-l(i)-yor] 1.
[Gabain] [Tekin]
M eyve ve diğer bitkilerin dallarına çeşitli bilgileri
künud, [Ar. künüd (künu:d) {OsT} is. N ankör taşıyan çinko veya alüm inyum levhalar asmak. 2.
lük. Göçmen kuş ve diğer yaban hayvanlarının yeryü-
künun', [Ar. künün oyS"] (künu:n) {OsT} is. B ir şeyi zündeki hareketlerini incelemek amacıyla görül
dükleri yeri, tarihi vb. bilgileri taşıyan levhaları
saklama; gizli tutma.
kanat veya ayaklarına bağlamak,
künun2, [Far. eknün > künün oy £ ] (künu. n) {OsT} zf. künylüg, [Çin. k ’uen > kün > kün-lüg] {eT} sf. Cari-
Şimdi. yeli; hizm etçili [Tekin]
künuz, [Ar. kenz > künüz j vS-] (künu:z) {OsT} is. küp1, [küp (yans.)] is. Çarpma, tepme, dürtme, kay
Hazineler. nayıp çıkm a ve bol bol akmayı anlatan kök. [Zülfi
kar] küp küp, küp-ül küpül, küp-ür-tü, küp-ür küpür
künuzat, [Ar. künüzât olj^S"] (künu:za:t) {OsT} (ço S küp düşm ek, {eAT} Birdenbire düşm ek.|| küp
ğulun çoğulu) is. Hazineler, küp, {eAT} K üt küt; güm güm.
künücü, [künü-cü] {ağız} sf. Kıskanç. [DS] küp2, [eT. küp / küp / küb] (kü;p) is. 1. Eskiden,
künüç, -cü [künii-ç] {ağız}is. Hayvanın omuzu. [DS] şimdiki kadar plâstik ve metal kapların yaygın ol
künük1, [? künük] {eT} is. Gümüş. [EUTS] S künük madığı dönemlerde yiyecek ve içecekleri koymak
SUV, {eT} Gümüş suyu. [EUTS] ve saklamakta kullanılan ağzı ve dibi dar, kamı
künük2, -ğü [? künük] {ağız} is. İnsan göbeği. [DS] geniş, pişmiş toprak kap. {eT} (aym) [DLT] [ETY]
künün, [kün (gün) > kün-ün] {eT} zf. Gündüzün; [EUTS] [Gabain] 2. {eT} Kap; fıçı. [ETY] [EUTS]
gündüzleyin. [Gabain] 3. Küçük bir küp üzerine deri gerilmek
suretiyle meydana getirilmiş bir tür darbuka. 4. ar
künUr, [? künür] {ağız} is. M ısır unundan yapılan içi
go. Çok sarhoş. 5. (Tamlanan olarak kullanıldığın
kıym alı bir tür börek. [DS]
da) tam layanın aşırı m iktarda bulunduğunu ifade e-
künttşlemek, [künü-ş-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
der, sinir küpü. 6. {ağız} Telli çalgılarda sazın göv
l(ü)-yor] 1. (Tavuk için) tüyünü dökmek. 2. Sersem
de kısmı. [DS] ö küp armudu, {ağız} Kışın küpe
sersem durmak. [DS]
basarak olgunlaştırılan ahlata benzer bir armut.
küny, [Çin. k ’uen] {eT} is. Kadın köle; cariye [Tekin] [DS]|| küpe binm ek, {ağız} Büyücülük, cadılık
künye, [Ar. künv (ad verme) > künye (takma ad) yapmak. [DS]|| küpe dönmek, Çok şişmanlamak]]
■uiS"] {OsT} is. 1. B ir kimsenin, adı, soyadı, doğum küp elm ası, {ağız} K üp içinde saklanarak ekşitilen
yeri ve tarihi ile ilgili kim lik bilgilerini gösteren elma. [DS]|| küp gibi, 1. (Kişi için) çok şişman. 2.
kayıt. 2. Bu tür bilgilerin işlendiği bilezik ya da (Eşya vb. için) çok ağır]\ küp kıran, {ağız} Gelin
plâka biçiminde kolye. 3. Bir kimsenin soyu sopu cik çiçeği. [DS]|| küp kuzusu, {eAT} K üçük küp.||
Û İ H İ M İ S ü M . 2899 K Ü P
küplere binmek, Ç ok öfkelenmek; öfkesinden ne küpe2, [küpe] {ağız} is. Bir ile üç yaşındaki dişi tay.
yapacağını bilememek; kırıp geçirmek.\\ küp mavi [DS]
si, {ağız} Küpte mayalandırılarak lâcivert renk elde küpe, [küp / küpe] {ağız} is. 1. Küp. 2. Geniş gövdeli
edilen bir boya. [DS]|| küp uçuran, (Cadı vb. için) toprak kap; bir çeşit küp. [DS]
çok güçlü; çok kuwetli.\\ küpünU doldurm ak, Eli küpecik, -ği [küpe-cik d U ^ \ {ağız} is. 1. Kulplu,
ne geçen fırsatlardan y a da bulunduğu makamdan
küçük küp; çömlek; kazan. 2. Küçük testi. 3. me
yararlanarak oldukça fa zla p a ra ve servet sahibi
olmak. || küp yıkam ak, argo. H ovardalık etmek. caz. Küçükler; gençler. [DS] 4. {eAT} {OsT} Küçük
küp veya kavanoz,
küp3, [Lat. cubus / Yun. kybos > Fr. cube] is. 1.
Birbirine eşit karelerden m eydana gelmiş, altı yüz küpecük, [küpe-cik jiy r ^ ] {eAT} {OsT} {ağız} is. -*
lü dik paralel yüz; mikâp. 2. Biçimi böyle olan her küpecik. [DS]
hangi bir cisim. 3. mat. B ir sayının üç kez kendisi küpeç, [küp-eç] {ağız} is. Küçük küp; çömlek; kazan.
ile çarpımını veren sayı; bir sayının üçüncü kuvve [DS]
ti. 4. Cisimlerin hacim lerini hesaplam akta kullanı küpeli, [küpe-li] sf. 1. Küpesi bulunan; kulağına
lan birim ölçü; mikâp. S küp şeker, küp biçiminde küpe takm ış olan. 2. (Hayvan için) boynunun iki
altı yüzü olan şeker; kesme şeker. yanında küpe gibi sarkmış deri çıkıntısı olan. 3.
küp4, [küp i köp] {ağız} is. 1. Kürek, balta vb.nin sap tasvf. Bazı manevî derecelere erdiklerini ifade
takılan yeri. 2. A rabaların ön ve arkasında bulunan amacıyla, kulağına küpe takm ış olan tarikat m en
iki kaim tahta. [DS] subu. 4. {ağız} Kulplu kazan. [DS] 5. {ağız} Bir sapta
küp5, [küp] {ağız} is. 1. Çalılık. 2. Kesilmiş ağaç. 3. üç dört başak çıkaran buğday. [DS] 6. {ağız} Küpe
Kısa boylu ağaç. [DS] çiçeği. [DS] S küpeli arpa, Çifte kılçıklı, taneleri
küpcttk1, -ğü [köp-çük / küp-cük] {ağız} is. Eyerin beyaz ve dolgun bir tür arpa.|| küpeli buğday, {a-
üzerine konulan yastık. [DS] ğız} Bir sapta üç dört başak çıkaran buğday. [DS]||
küpçük2, [küp-çük / küp-cük {OsT} is. 1. küpeli kazan, {ağız} İki yanı kulplu kazan. [DS]
Küçük küp. 2. Kavanoz, küpelik, -ği [küpe-lik] sf. 1. Küpe yapmaya uygun o-
lan. 2. is. dnz. Dalyan direklerini dikerken alt ucun
küpdüşen, [küp+düş-en j - i j j {ağ,zl is. 1. Kaz
suya batmasını sağlamak amacıyla bağlanan taş ve
yumurtası büyüklüğünde tatlı bir çeşit kış armudu. ya zincir.
2. Tatarcık. [DS] 3. {OsT} Tavşancıla benzer bir
küpemek, [köp-mek > küp-e-mek] {ağız} gçsz. f . [-r]
kuş.
[-p(ü)-yor] Doyuncaya kadar yemek. [DS]
küpe1, [eT. küpe] (küpe;) is. 1. Genellikle kadınların
küpen, [Yun. kolöpano [Tietze] => köpen / küpen]
kulaklarına taktıkları, değişik biçim ve m addeler
{ağız} is. 1. Gömlek. 2. Beşiğin içine konulan ya
den yapılmış süs eşyası. {eT} {eAT} (aynı) [DLT]
tak; şilte. [DS]
[DK] 2. Kimi hayvanların boyunlarının iki yanın
dan sarkan deri parçası. 3. B ir avizeye veya şam küpenez, [küpen > küpen-ez] {ağız]is. Şalvann paça
dana asılmış, façetalı veya yontulmuş kristal parça bağı. [DS]
sı. 4. Eski Türklerde, koruyucu olduğuna inanıla küper, [köp-mek > küper] {ağız} is. Bağ, bahçe, tarla
rak, totemin boyun, kulak veya bileğe takılm ış tır gibi şeyleri birbirinden ayıran sınır. [DS]
nak, boynuz veya herhangi bir kemiği. 5. Erdebil küperimli, [köp-er-mek > küp-er-im-li] {ağız} sf.
Sofileri denilen tarikat m ensuplan ile bazı Alevî Güçlü; kuvvetli; becerikli. [DS]
erkeklerinin dinî bir gelenek olarak kulaklarına tak küpeşte, [Yun. koupasti] (küpe ’şte) is. dnz. 1. K ayık
tıkları manevî mertebeleri ifade eden sembol. 6 . ta kürek konulan yer. 2. Teknelerde borda kapla
{ağız} K ulak memesi. [DS] S küpe altlığı, {ağız} masının devamı olarak güverteye tutturulm uş lev
Küpeleri korum ak için gerdanın altından geçerek halara verilen ad; borda kaplam alannın en üstü. 3.
bir kulaktan diğer kulağa uzanan altın zincir. [DS]|| M arangozlukta korkuluk dikmelerini birleştiren üst
küpe çiçeği, bot. K üpe çiçeğigillerden yetm iş ka parça. 4. D uvar üstlerine, pencere ve balkon içleri
dar türü bulunan, tropikal iklim kökenli, çelikleme ne çimento ve mozaik karışım ı ile yapılan koruyu
ile üretilen, çiçekleri küpe gibi sarkan süs bitkileri cu set. 5. {ağız} Toprak taşım aya ve hayvan gübre
nin genel adı, başlıcaları (Fuchsia magellanica, F. lerini atmaya yarayan tahta araç; teskere. [DS]
speciosa, F. splendeans),\\ küpe çiçeğigiller, Örnek kttpez, [küp-ez] {ağız} is. 1. Hindi. 2. Başörtüsü ya
türleri küpe çiçeği olan, basit, karşılıklı veya sar
pılan siyah ve beyaz renkli ipek kumaş. [DS]
mal yapraklı, dal uçlarında başak biçiminde topla
küpik, [kübî-mek > kubig] {eT} is. -*■ kübig. [DLT]
nan çiçekleri er-dişi olan, kapsül meyveli, çoğu süs
bitkisi olan ağaççık hâlinde bitkiler fam ilyası, küpleği, [küp (yans.) > küp-leği ?] is. Balta, keser,
(Oenotheraceae),\\ küpe kilit, {ağız} Asm a kilit. kürek, kazma vb. aletlerin sap takılan delik kısmı;
[DS] kovan.
KÜP liftti I K S O M • 2900
küplek, -ği [küp-le-k] {ağız} sf. (Kişi için) şiş karınlı; küpületmek, [küp (yans.) > küpü-le-t-mek] {ağız}
sıska; sıtma yüzünden kamı şiş. [DS] g ç l . f [-ir] Atıp vurmak. [DS]
kttpleme, [küp-le-me] is. tıp. Karın boşluğunda su küpültü, [küp (yans.) > küp-ül-tü jjJjjjS-] {eAT}
toplanması. {OsT} is. Gümbürtü; patırtı,
kttplemek, [küp-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ü)-yor] küpür', [Yun. khöpri [Tietze]] {ağız} is. Gübre. [DS]
1. Kam ı şiş çocukların karınlarını ovarak iyileştir
küpür2, [küp-ür] {ağız} is. K apı aralıklarına serilen,
m eye çalışmak. 2. gçsz.f. Atlamak. [DS]
kıldan dokunmuş kilim gibi yaygı; yolluk. [DS]
kfiplengi, [küp (yans.) > küp-leği ?] {ağız} is. -*■ küp-
küpürdü, [küp (yans.) > küp-ür-tü Ls* a £ ] {OsT} is.
leği. [DS]
kttplengü, [küp (yans.) > küp-leği ?] {ağız} is. -* -*• küpültü.
küpleği. [DS] küpürmek, [küpür-mek] {ağız} gçl. f i [-ür] Saman,
kfiplentii, [küp (yans.) > küp-leği ?] {ağız} is. -*■ toprak, tahıl vb. şeyleri kürekle kürüyüp atmak.
küpleği. [DS] [DS]
kttpletmek, [küp-le-t-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] Kamı küpürttt, [küp (yans.) > küp-ür-tü] {ağız}is. Ayak se
şişen çocukları, ovacak olan kimselere baktırmak. si; patırtı. [DS]
[DS] kttpüşmek, [küp (yans.) > küp-üş-mek] {ağız} işteş, fi.
küplü', [küp-lü] sf. 1. Küpü olan; küpü bulanan; küp [-ür] Tos vurmak; toslaşmak. [DS]
sahibi olan. 2. is. mecaz. Çok içki içen kim se; ay -k ü r -', [-kir- / -kur- / -kür- / -gır- / -gir- / -ğur- / -
yaş. 3. İm paratorluk döneminde G alata’nın kenar gür- / (-kar- / -ker-)] {eT} yap. e. -*■ -kır-.
semlerinde, içkileri küplerde saklayan ucuz mey -kür-2, [-ğur- /-gür- / -kur- / -kür-] {eT} yap. e. ■* -
hanelere verilen ad. 4. argo. Ucuz meyhane. gur-,
küplü2, [küp (yans.) > küp-lü ?] {ağız} is. -* küpleği. kür', [kar / kür (yans.)] is. G ök gürlemesini, karın
[DS] gurultusunu anlatan kök. [Zülfikar] kür-le-n-mek
küpmek2, [küp (yans.) > küp-mek] {ağız} g ç l . f [-er] kür2, [kür j<£] {eT} is. 1. Hile; desise; fesat; alda; al;
(Hayvan için) tos vurmak. [DS]
kandırma; sahtekârlık. [ETY] [EUTS] [Gabain] 2.
küpmek2, [küp (yans.) > küp-mek] {ağız} gçsz. f i [- {eAT} sf. (Kişi için) idraksiz. [DK] 3. {eAT} İnatçı;
er] 1. Kaymak. 2. Birden yıkılmak. [DS] inadına kötü iş yapan; aksi; dik başlı; hırslı adam.
kübren, [Yun. khöprano] {ağız} is. Gübre. [DS] {ağız} (aym) [DK] [DS] 4. {eAT} Yaramaz; kötü; huy
küppeli, [küpe-li] {ağız} is. İki kulplu çamaşır kazanı. suz; kötü huylu. [DK]
[DS] kür3, [kür] {eT} sf. 1. Gür; bol. [DLT] 2. Ele avuca
küppü, [küpe] {ağız} is. Küpe. [DS] sığmaz; yönetilmez. [DLT] [ETY] 3. Özgür. [ETY]
küprü, [küp (yans.) > küp-rü] {ağızj is. -*■ küpü. [DSj 4. Müthiş. [ETY] 5. Sarsılmaz, pek yürekli; kabada
küpsii, [küp (yans.) > küp-sü] {ağız} is. -*■ küpü. [DS] yı; cesur; yiğit. [ETY] [KB]
küpsümek, [küp-sü-mek] {ağız} gçsz. f i [-r] Ekşi kür4, [kür] {ağız} is. 1. Böğürtlen. 2. İçine girileme
mek; tadı bozulmak. [DS] yecek kadar sık orman, çalılık; fundalık yer. 3. Ba
küpteği, [küp (yans.) > küp-leği] {ağız} is. -*■ küpü. taklık. [DS] S kür kuşu, Serçe.
[DS] kür5, [Lat. cura (dikkat) > Fr. cure] is. tıp. 1. (Hasta
küptü, [küp (yans.) > küp-tü] {ağız} is. -*■ küpü. [DS] için) iyileşmeyi sağlam ak için baş vurulan çarelerin
küpü, [küp (yans.) > küp-ü] {ağız} is. Balta, keser tümü. 2. Özel tedavi yöntemleri; özel tedavi. 5 1
vb.nin kesmeyen, topuzlu yanı. [DS] kür yapm ak, Sağlığı korum ak amacıyla seçilen bir
kttpüç', -cü [küp-üç] {ağız} sf. (Kişi için) kısa boylu; uygulamayı düzenli olarak sürdürmek.
şişman. [DS] küra, [? küra] {ağız} is. Tahta sürgü. [DS]
küpüç2, -cü [küp-üç / küp-eç] {ağız} is. 1. Maşrapa. küran, [Far. kürân j\jZ] (küra:n) {OsT} is. Al renkli
2. Küçük testi. [DS]
at.
küpül', [küp (yans.) > küp-ül] is. Çarpma, tepme,
kürar, [Fr. currare] is. 1. Amazon, O renok ve Guya
dürtme, kaynayıp çıkma ve bol bol akmayı anlatan
na yerlilerinin zehirli ok yapım ında kullandıkları
yansımalı gövde, ö küpül küpül, {ağız} is. (Suyun
bitkisel zehire verilen ad. 2. Çok güçlü felç etkisi
akışı için) gürül gürül; bol bol. [DS]
gösteren zehirlerin ortak adı.
küpül2, [küp-ül ?] {ağız} is. 1. Eski pantolon. 2.
kürarlam a, [kürar-la-ma] is. tıp. 1. B ir hastaya, te
Eskimiş, param parça olmuş elbise. [DS]
davi amacıyla yapma ve doğal kürar uygulama. 2.
küpül3, [küp-ül] {ağız} sf. (Kişi için) iri karınlı. [DS] Kürarlayıcı maddelerin kullanılması sonucu ortaya
küpülemek, [küpü-le-mek] {ağız} gçl. fi. [-r] [-l(ü)~ çıkan fizyolojik olayların ve durumların genel adı.
yor] Bir şeyi ağzına kadar doldurmak; tıka basa, kürarlam ak, [kürar-la-mak] gçl. fi. [-r] [-l(ı)-yor]
silme doldurmak. [DS] tıp. Anestezi amacıyla kürar etkisi altına sokmak.
M U H K E M • 2901 K Ü R
kürarlayıcı, [kürar-la-y-ıcı] is. Çizgili kasların veya Hacı A rif Bey tarafından kürdî makamını rast p er
sinirlerinin kronaksisinde değişiklikler meydana desine taşıdıktan sonra hicazkâr makamı ile birleş
getirerek kas gevşemesini sağlayan ve anestezik tirm ek suretiyle yapılan ve şarkı formunda pek çok
maddenin etkisini arttıran doğal ve sentetik ilâçla eserler meydana getirilen bir birleşik makam,
rın genel adı. kürdimek, [kür-dük-mek / kür-di-m ek {eAT}
kürasi, [Ar. kürsı > kürâsı £ ] (küra:si:) {OsT} is. {OsT} gçsz. f. [-ür] (Dişi hayvan, çoğunlukla kedi
Kürsüler. için) erkeği ile çiftleşmek istemek; kızmak,
küraso, [Antil d. curaçao] is. Acı portakal kabuğun kürdü, [Far. kürte ^ { a ğ ı z } is. is. Yeldirme. [DS]
dan yapılan bir içki,
kttrdttğü, [kürt (gilaboru ağacı, viburnuk lantana) +
kiirat, [Ar. kürre > kürrât o l f \ (küra:t) {OsT} is. 1.
iğ-i {OsT} is. İğ.
Küreler. 2. Y uvarlak cisimler.
kürdüğüşmek, [kür-dü-mek > kürdü(ğ)-üş-mek]
kürbe1, [Far. kürbe {OsT} is. Dükkân. {ağız} işteş, fi [-ür] El şakası yapmak. [DS]
kürbe2, [? kürbe] {ağız} is. B ir tür çömlek. [DS] kürdük1, -ğü [kürü-mek > kürü-t-ük] {ağız} is. K uytu
kürbe3, [? kürbe] {ağız} is. İki ağızlı küçük çapa. [DS] yerlere toplanmış kar veya kum yığını. [DS]
kürbet, [Ar. kürbet c j / ] {Os T} is. Üzüntü; kaygı; kürdük2, -ğü [Far. kürte {ağız} is. 1. Gömlek;
tasa. S kürbet-i gurbet, {OsT} Yaban sıkıntısı. mintan; bluz. 2. Kadın ceketi; uzun hırka. [DS]
kürcelemek, [kürce-le-mek] {ağız} gçl. f . [-r] f-l(i)- kürdük3, -ğü [kür-dük ? / gür-dük] {ağız} is. (Kedi,
yor] Fırlatmak. [DS] köpek vb. hayvan için) kızana gelmiş olan. [DS]
kürçe, [Far. külıçe => külçe / kürçe j £ ] {Os T} is. kürdükmek, [kür-dük-mek dUS'jjjS'] {OsT} {ağız}
Külçe. gçsz. f i f-(ğ)-ür] (Kedi için) kızışmak; çiftleşmek
Kürd, [Ar. kürd :>jS] {OsT} is. Kürt, istemek. [DS]
kürdan, [Fr.cure-dent] is. D işlerin arasına sıkışmış kürdülü, [kürdü-lü] {ağız} sf. Kırkılmamış, tüylü ke
yiyecek artıklarının çıkararak tem izlemekte kulla çi. [DS]
nılan ince uçlu, ağaç, plâstik, fil dişi vb. m addeler kürdün, [kür-dü-n / kürtün] {ağız} is. Palan; semer;
den yapılma çubuk. S kürdan gibi, Çok ince; za kürtün. [DS]
y ıf kttrdünlemek, [kür(ü)-t-ün-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r]
kürdanbk, [kürdan-lık] is. Kürdan konulan kap. [-l(ü)-yor] Çukuru doldurarak düzlemek. [DS]
kürde1, [Rus. körda [Tietze] {eAT} {OsT} is. 1. küre1, [Far. küre ojjS-] is. 1. {eAT} {OsT} Topraktan
Bir tür kama. 2. {eAT} {OsT} Şiş gibi bir tür ince yapılmış madenci ocağı; madenci fınnı. 2. {eAT}
kılıç. S kürde sıyırm ak, {OsT} Kılıcı kınından {OsT} Demirci ocağı. 3. {ağız} Çamurdan yapılmış
sıyırmak. taşınabilir yemek ocağı. [DS] 4. {ağız} Ateş körüğü.
[DS] 5. {ağız} Demirci dükkânı. [DS] 6. {ağız} Pek
kürde2, [Far. kiirte {OsT} is. Kadın ceketi; uzun
mez kaynatm ak için yapılan yuvarlak ocak. [DS] S
hırka; {ağız} (aynı). [DS] küre m aşası, {ağız} Biiyük maşa; dem irci maşası.
kürdeği, [Far. kürte ^ => kürdeği {eAT} is. [DS]|| küre ocağı, {ağız} P ekm ez kaymatılan büyük
Eteği ve kollan kısa mintan. ocak. [DS]
kürdek1, -ği [Far. kürte => kürdeği / kürdek] küre2, [Ar. küre o/ ] {OsT} is. 1. mat. Bütün noktaları
{ağız} is. Kısa, kolsuz hırka. [DS] merkezden aynı uzaklıkta bulunan kapalı yüzey;
kürdek2, -ği [kür-(ü)d-ek] {ağız} is. Sabahlan kuzey böyle yüzey tarafından sınırlanan kapalı cisim. 2.
den esen hafif rüzgâr. [DS] Dünya; yeryüzü. 3. Eğitim amacıyla hazırlanmış
kürdenk, [kürü-mek > kür-(ü)t-ek] {ağız} is. Har- dünyanın küçük bir örneği. 4. dnz. G emilerde ve
manda yığını yaymakta kullanılan çengelli, uzun limanlarda işaret için kullanılan zincir bağlı balon
saplı araç. [DS] lara verilen ad; simafor. 5. tasvf. Bektaşilikte m ey
dan ocağına verilen isim. S kttre-i arz, {OsT} Yer-
Kürdî, [Far. kürdî ^^_S] (kürdi:) {OsT} is. 1. Kürt
yuvarlağı. || küre-i arz ü mâ, {OsT} Yeryüzündeki
tarzı; Kürtlerinkine benzer. 2. müz. Türk müziğinde su ve kara parçaları.\\ küre-i âteş, {OsT} A teş kü
üç numaralı basit m akam ın adı. S 1 kürdî hotoz, re.|| küre-i ayn, {OsT} anat. Göz yuvarlağı.]] küre-i
{OsT} im paratorluk döneminde kadınların başları beyziye, {OsT} biy. Oosfer.|| küre-i esîr, {OsT}
na taktıkları bir tür hotoz.\\ kürdî perdesi, {OsT} Uzay boşluğu.|| küre-i hâcerî, {OsT} Taş küre; li
Türk müziğinde, orta sekizlide si bem ol sesinin adı. tosfer.]] küre-i hadîdiye, {OsT} D em ir küre; demir
kürdilihicazkâr, [kürdî-li+hicâz-kâr top.|| küre-i hak, {OsT} Yeryüzü.|| küre-i hevâ,
(kürdi. lihicazkâ. r) {OsT} is. müz. Türk müziğinde {OsT} Gök küresi.|| küre-i kamer, {OsT} Ay.\] küre-
K Ü R IM U K C E S O M • 2902
i lâceverd, {OsT} Gök kubbe; hava küre.\\ küre-i m ı.|| kürek cezası, Eskiden ağır cezayı gerektiren
levniye, {OsT} R enk küresi.|] küre-i mâiye, {OsT} durumlarda, suçlulara verilen gem ilerde kürek
Su küresi.\\ küre-i m usattaha, {OsT} Düzlem küre.\\ çekme cezası; mahkûmun ayaklarına dem ir ağırlık
küre-i mücesseme, {OsT} Yerküre. || küre-i nâriye, lar bağlanmak suretiyle ağır işlerde çalıştırma ce
{OsT} Ateş küre.|| küre-i nesîmî, {OsT} Havakiire; zası; ağır hapis.\\ kürek çalmak, {eAT} Kürek
atm osfer.|| küre-i semâ, {OsT} g ö k b. Yıldızların çekmek. || kürek çekmek, Kayık, sandal vb. deniz
yerini gösteren m odel küre.\\ küre-i sulbe, {OsT} teknelerini yürütm ek için küreği suya daldırarak
Taşküre. || küre-i şems, {OsT} Güneş. || küre-i ze tekneyi ileri ittirme biçimindeki hareketi art arda
m in, {OsT} Yeryüzü; yer yuvarlağı.|| küre-i ziyâ, yapm ak; kürek hareketi ile sandalı yürütmek. || kü
{OsT} Işık küresi; fotosfer.|| küre kuşağı, {OsT} rek kemiği, anat. Göğüs kafesinin arka üst bölü
mat. Bir küre yüzeyi iki paralel düzlem ile kesildi münde y e r alan, üçgen şeklinde, ince, yassı ve ge
ğinde iki kesit arasında kalan yüzey; kuşak. || niş kemik, (scapula) . || kürek kürek, I. Kürekle. 2.
küretü’l-kevâkib, {OsT} g ö k b. Astronom i olayı. || B ol miktarda.\\ kürekle dağıtm ak, K umarda bütün
küretü’l-kül, {OsT} D okuz kat olduğu söylenen parasını kaybetmek.|| kürekleri arya etmek, K ü
göğün dokuzuncu katı. rekleri yerlerinden çıkararak oturakların üzerine
küre3, [Far. kürre ° {OsT} is. -*• kürre. sıra ile koymak.\\ kürekle toplamak, Kumarda
oyun için sürülen paraları toplamak.]] kürek mah
küre4, [kür-e] {ağız} is. Düzgün odun yığını. [DS]
kûmu, K ürek cezasına çarptırılmış kimse.]] kürek
küre5, [küre] {ağız} is. Hayvanların öğle üzere sıcakta palası, Sandal küreğinin suya daldırılan geniş ve
otlam ak istemeyip toplu hâlde dinlenme biçimi. yayvan kısmı; küreğin kendisi. || kürek tahtası,
[DS]
{ağız} Sıva yaparken üzerine sıva çamuru konulan
küre6, [küre] {ağız} is. Küçük kulaklı koyun veya ke kulplu tahta. [DS]|| kürek takımı, K ürek yarışla
çi. [DS] rında yarışa katılan teknedeki kürekçilerin tümü.
küre7, [küre] {ağız} sf. (At, eşek için) çiftleşmek kürek2, [kür (özgür) > kür-e-mek > küre-k] (kü
isteyen. [DS] r e n e li) {eT} is. Kaçak. [KB]
kürebi, [Yun. khropi [Tietze]] {ağız} is. Çalı, diken kürek3, -ği [kür-e-k] {ağız} is. Cezve. [DS]
kesm ekte kullanılan yarım ay biçiminde küçük bal
kürek4, -ği [küre-k] {ağız} is. Boyuna takılan altın;
ta; körepe. [DS]
kolye. [DS]
kttrebiye, [Yun. khropi] {ağız} is. -*■ kürebi. [DS]
kürekçi, [kürek-çi] is. 1. K ürek yapan veya satan
kürecik, -ği [küre-cik] is. 1. Küçük küre. 2. Küçük kimse. 2. dnz. Teknelerde kürek çeken kimse. 3.
balçık ocağı. 3. Çok küçük cisim; zerre. 4. fiz. Fırın, tren, vapur vb. yerlerde ocağa kürekle kömür
Elektron. 5. biy. D eniz kestanesinin kabuğundaki atan kimse. 4. İm paratorluk döneminde Tanzi
küçük dokunma organı, m at’tan önce harp gemilerinde kürek çekmek ve
küreg, [kür (özgür) > kür-eî-m ek (özgür olmak) > yelken toplamak, yelken açmak gibi görevleri olan
küre-g] is. Kaçak; firari. [ETY] kim se, fi1 kürekçi avarızı, B üyük deniz seferleri
küregü, [kür (özgür) > kür-e-mek > küre-gü] yapılacağı sırada Hristiyan tebaaya uygulanan
(.küregü:) {eT} is. 1. İtaatsiz olma; zapt-u rapt altma zorunlu hizmet. || kürekçi bedeliyesi, tar. Büyük
almamama; itaatsizlik; disiplinsizlik. [Tekin] [ETY] deniz seferleri yapılacağı sırada kürekçilerin aylık
2. Kaçak olma. [ETY] larını karşılam ak üzere kürekçi alınmayan
kürek1, -ği [eT. kürî-mek > kür(i)-ge-k / kür-ge-k > Hristiyan tebaaya ait evlerden belirli oranda alı
kürek] is. 1. Uzun bir sapla yayvan ve çukurca m e nan vergi.
tal veya ahşap levhadan m eydana gelmiş, toprak, küreken, [Moğ. küregen] {ağız} is. Güvey; damat.
kömür, kum, harç gibi şeyleri aktarmakta kullanı [DS]
lan el aleti. {eT} (aynı) 2. dnz. Küçük deniz araçları kürekke, [kürek-ke] {ağız} is. Kar kürümekte kulla
nın yürütülm esinde kullanılan, pala adı verilen enli nılan geniş ağızlı ağaç kürek. [DS]
ucu suya daldırılan, sap adı verilen diğer ucuna da küreklem e, [kürek-le-me] is. K üreklem ek eylemi
kuvvet uygulanan uzunca ağaç eleman. 3. Kürek küreklem ek1, [kürek-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor]
cezası. 4. K asaplıkta hayvanların kürek kemikleri K ürekle toplamak, yığmak.
üzerindeki lop et. 5. spor. Tekneleri kürekle hare
küreklem ek2, [görek > görek-le-m ek / kürek-le-
ket ettirme esasına dayanan bir yarış. 0 küreğe
mek] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(i)-yor] Kilitlemek. [DS]
vurm ak, K ürek cezası vermek. || küreğe yüklen
kürel, [? kürel] {ağız} is. Dişi hindi. [DS]
mek, Bütün gücüyle kürek çekmek. || kürek ayaklı
kürelem e, [küre-le-me] is. K ürelem ek eylemi; küre
lar, zool. Pelikanları, karabatakgilleri, sümsükgil-
leri, firkateyn ve tropik kuşu gilleri kapsayan, baş me; kürüme.
lıca özelliği ayak parm aklarının dördü birleşmiş kürelem ek, [kürek-le-mek > küre-le-mek] gçl. f. f-r]
olan, denizde ve tatlı sularda yaşayan kuşlar takı [-l(i)-yor] 1. Kürekle sıyırıp atmak, temizlemek. 2.
IBM IK E SIM » 2903 K Ü R
mecaz. Ortadan kaldırmak; defetmek; uzaklaştır müz. Tunç veya gümüşten yapılan, ucu kıvrık nefi
mak; kovmak; küremek; kürümek. 3. {ağız} Birisini re benzer, Türk musikisinde eski üflemeli bir çalgı,
veya bir hayvanı taşlayarak kovalam ak; uzaklaş kttrend, [Far. kiirend / küreng / -fi Jt] {OsT} is.
tırmak. [DS] 4. {ağız} Sürüklemek; itelemek. [DS] 5.
Al at.
{ağız} Çok yemek; ne varsa silip süpürmek. [DS] 6.
{ağız} Bir şeyi hızla kaldırıp atmak; fırlatmak; yu küreng, [Far. kürend / küreng j / & £ ] {OsT} is. -*■
varlamak. [DS] kürend.
kürelenme, [küre-le-n-me] is. Kürelenm ek işi. kürenk, [küre-mek > küre-k] {ağız} is. H armanda e-
kürelenmek, [küre-le-n-mek] edil. f. [-ir] 1. K ürekle kin saplarım dağıtmaya yarayan ucu eğri tarım ara
atılmak; kürünmek. 2. dönşl. f. Küre hâline gelmek; cı. [DS]
küre oluşturacak biçimde toplanmak. 3. Küre sahi kürenlemek, [küre-n-le-mek] {ağız} gçl. f . [-r] [-(i)-
bi olmak; küre edinmek. yor] 1. Bir şeyi tutup hızla atmak; fırlatmak; yuvar
kürem1, [küre-mek > küre-m] {ağız}is. 1. Küme; lamak; itelemek. 2. Pirinç, şeker, un vb. şeyleri k ü
bölük; sürü. 2. Koyunların sıcakta serinlem ek için rek veya avuçla almak. [DS]
birbirinin gölgesine sığınarak oluşturdukları küme; kürepe, [Yun. kropi] {ağız} is. 1. Harmanda ekin
topluluk. 3. sf. Çok; hep. [DS] S kürem kürem, saplarını çekip dağıtmaya yarayan ucu eğri tarım
{ağız} 1. Yığın yığın; küm e küme; bölük bölük. 2. aracı. 2. Çalı kesmekte kullanılan ağzı geniş tahra.
Bol bol. [DS] [DS]
kürem2, [Yun. krano] {ağız} is. Kızılcık; küren. [DS] küres col [küre-mek > küres + Kır. col (yol)\ {ağız}
is. Ormanda kesilen ağaçların sürüklenirken açtık
kürema, [Ar. kerîm > kürem â U / ] (kürema:) {OsT}
ları iz ve yol. [DS]
is. 1. Cömert ve iyiliksever kişiler. 2. Büyükler; u- küresel, [küre-sel] sf. 1. mat. Küre ile ilgili olan;
lular. küreye ait. 2. Küre biçiminde olan; kürevi. 0 kü
küreme, [küre-me] is. K ürem ek eylemi; küreleme; resel gök bilim i, Gök cisimlerinin g ö k küresindeki
kürüme. yerlerini dünyaya göre belirleyen bilim dalı; küre
küremek1, [kü-mek (beklemek, kollamak, korumak) sel astronomi.|| küresel üçgen, Küre üzerine çizi
> kür (özgür) > kür-eî-m ek] (küre;mek) {eT} gçsz. len iç açıları toplamı iki dik açıdan küçük, kenarla
f. [-ür] 1. Özgür olmak; bağım sız olmak; yönetil rı büyük birer çember yayı olan üçgen.\\ küresel
mez olmak. [DLT] [ETY] 2. Kaçmak. [ETY] [KB] valf, B ir boru ile taşınan akışkanları, küresel bir
küremek2, [eT. küri-m ek > küre-mek] gçl. f. [-r] [- yuva içinde bir yarım kürenin hareketi ile kesen bir
r(ü)-yor] 1. Kürekle sıyırıp atmak, temizlemek. 2. tür valf.
mecaz. Ortadan kaldırmak; defetmek; uzaklaştır küresellik, [küre-sel-lik] is. Küresel olan nesnenin
mak; kovmak; kürelemek; kürümek. durumu; küresel biçim,
küremek3, [küre-mek / kür-ük-m ek {eAT} küreşmek, [kürî-mek > küreş-mek] {eT} işteş, f. [-ür]
1. Birlikte kürümek; kürümekte yardım ve yarış
{OsT} gçsz. f. [-r] [-r(ü)-yor] (Dişi hayvan için)
etmek. [DLT] 2. Güreşmek; boğuşmak. [DLT] [KB]
erkeği ile çiftleşmek istemek,
küret, [Fr. curette] is. 1. Silâh, cihaz, alet vb. şeyleri
küremi, [küre-m-i] {ağız} zm. Tamamı. [DS]
tem izlemekte kullanılan demir veya tahta palet. 2.
kttremlemek, [küre-m-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-
tıp. keskin veya kör kenarlı kaşık biçiminde kürtaj
l(i)-yor] 1. Toparlamak; yığmak; yığın yapmak. 2.
aleti.
İki elle birlikte avuçlamak. [DS]
küretm ek1, [kür-e-mek > küre-t-mek] {eT} gçl. f. [-
kürempe, [küre-mek > küre-m e / kürempe] {ağız} is.
ür] 1. Aldatmak. [EUTS] 2. Kaçırmak. [DLT] [KB]
1. Bir çeşit ağaç sürgü; merdane. 2. K ar kürümekte
küretmek2, [kürî-mek > küri-t-mek] {eT} g ç l . f [-ür]
kullanılan geniş ağızlı kürek. [DS]
-*■ küritmek. [DLT]
küremsi, [küre-msi] sf. 1. Küre gibi olan; küreye
benzeyen. 2. is. mat. D önel elipsoit. 3. Çekme eğri kürevi, [Ar. kürevi J'] (kürevi;) {OsT} sf. 1. Şekli
sinin, kendi asim ptotu etrafında dönmesiyle mey yuvarlak olan; küreye benzeyen; toparlak; küremsi;
dana gelen dönel yüzey. küresel. 2. mat. Küre biçiminde olan. S kürevi
küren1, [Yun. krano] is. Kızılcık. hey’et, {OsT} Gök bilimi; astronomi.\\
küren2, [kür-en ?] {ağız} is. Hayvan sürüsü. [DS] küreviyyü’ş-şekl, {OsT} Küre biçiminde olan geo
metrik şekil.
küren3, [Far. lcürend] {ağız} is. 1. Doru at. 2. Alnında
beyaz lekesi olan sarı renkli at. [DS] küreybe, [Ar küreybe {OsT}is. biy. Tulumcuk,
küren4, [küre4 > küre-n] {ağız}is. 1. Ü st üste yığılmış küreyi, [Yun. kropi] {ağız} is. -*■ kürebi. [DS]
arı kovanı. 2. Düzgün odun yığını. [DS] küreyvat, [Ar. küre > küreyve > küreyvât o U ^ ] (kü-
kürenay, [Ar. küre + Far. nây » /] (kürena:y) is. reyva;t) {OsT} is. Kürecikler; yuvarlar. S kürey-
KÜR n İR C E M • 29Ü4
vât-ı beyzâ, {OsT} biy. A lyuvarlar.|| küreyvât-ı kullanılan ve bazı hayvanlardan elde edilen, ince,
hamrâ, {OsT} biy. Alyuvarlar. || küreyvât-ı mene- sık tüylü hayvan postu. {eT}feAT} (aym) [DLT] [DK]
viyye, {OsT} Sperm hayvancıkları,|| küreyvât-ı 2. Bu posttan yapılmış giyim eşyası. 3. sf. Kürkten
yâbise, {OsT} biy. Kanın yapısında bulunan demir yapılmış olan, ö kürk böceği, zool. D eri böceği-
bileşikleri. giller fam ilyasından, kurtçukları derileri ve yünlü
küreyve, [Ar. küre > küreyve o {OsT} is. 1. Çok giyecekleri kemiren, esm er siyah renkli, küçük ve
silindir biçiminde kın kanatlı bir böcek, (Attegenus
küçük küre; kürecik; zerre. 2. biy. Yuvar. 3. fiz.
pellio).\\ kürk giydirmek, Yüksek mevkie geçen bir
Molekül. 4. fiz. Elektron. S küreyve-i beyzâ,
kimseyi mükâfatlandırmak için kürk vermek.\\ kürk
{OsT} A kyuvar.|| küreyve-i hamrâ, {OsT} A lyuvar.||
kabı, Kürklü bir elbisenin dış y ü zü .|| kürk kedisi,
küreyve-i şahmiye, {OsT} Yağ yuvarı.
{ağız} Yaban kedisi. [DS]|| kürk sırçası, Kürkün iyi
küreyvî, [Ar. küre > küreyvî (Icüreyvi:) {OsT} boyanmadığını gösteren p a rla k beyaz tüy.\\ kürk
sf. Küresel. zağarası, 1. Kürkle kaplanmış yaka. 2. K ürk kaplı
küreyvin, [Ar. küre > küreyve > küreyvîn ceket veya mantonun tersi.
kürk2, [kürk] {ağız} is. Kurutulmuş otlan koymaya
(küreyvi.n) {OsT} is. Alyuvarlara rengini veren
kırmızı sıvı madde, yarayan küçük bina. [DS]
kttrez, [kör-ez / kürez] {ağız} is. Köpekle tazının kürk3, [gurk (yans.)] {ağız} sf. Gurk; kuluçka. [DS] S
çiftleşmesinden doğan melez yavru. [DS] kürk toyuh, {ağız} G urk tavuk; kuluçka. [DS]
kürezlem ek, [küre-z-le-mek] {ağız} gçl. fi [-r] f-l(i) kürkas, [Lat. curcas] is. bot. Sütleğengillerden,
-yor] Bir şeyi kaldırıp hızla atmak; fırlatmak. [DS] tropik A m erika’da yetişen, meyve çekirdekleri ze
kürgek, [kürî-mek > kür(i)-gek] {eT} is. Kürek. [DLT] hirli, cücüğü çıkarılmak şartıyla tohum lan yenebi
len bir ağaç; Hint fıstığı, (Jatropha curcas).
küri', [Çin. tou => küri] {eT} is. Hacim ölçüsü; litre;
ölçek; kile (22,4 kg). [EUTS] [Gabain] kürkçü, [kürk-çü] is. 1. K ürk hayvanlarından alman
derileri bozmadan tabaklamayı, onları kürk yapımı
küri2, [kürî-mek > kür(i)-gek] {eT} is. Kürek. [EUTS]
için hazırlam ayı bilen ve bu işin ticaretini yapan
kürige, [? kürige] {ağız} is. M üslüm an’la evlenerek
kimse. 2. Kürk alım ve satımı yapan kimse. 3. İş
din değiştiren Ermeni kadın. [DS]
lenmiş kürkleri elbise hâline getiren kimse. S
kürik, -ği [kür] {ağız} is. A t veya eşek yavrusu; sıpa;
kürkçü dükkânı, 1. K ürk alınıp satılan dükkân. 2.
tay. [DS]
En son ve mutlaka gelinecek olan yer.
kürilemek, [kürile-mek] {eT} gçl. fi. [-ür] Kebap
kürkçübaşı, [kürk-çü+baş-ı] is. tar. İm paratorluk
kızartmak. [DLT]
döneminde padişahın kürklerini korum ak ve bakı
kürilik, [Çin. tou => küri > küri-lik] {eT} is. Desilit
mını yapm akla görevli kimse,
re; ölçek; hacim ölçüsü. [EUTS] [Gabain]
kürkçülük, -ğü [kürk-çü-lük] is. 1. Postları kürk hâ
Mirimek, [kürî-mek] (küri:mek) {eT} gçl. f i [-ür] 1.
line getirm ek için tüyleri ile birlikte terbiye etme
Eşinmek; yeri eşmek. [DLT] 2. Kürümek. [DLT] 3.
sanatı. 2. K ürk alım ve satımı; kürk ticareti,
(Hayvan için) haşarılık etmek. [DLT]
kürke, [kürke] {ağız} is. A ğaç sakızı. [DS]
kürin, [? kürin] {eT} is. İçerisinde kavun, karpuz,
hıyar gibi şeyler taşman küfe; sepet. [DLT] kürklem ek1, [gurk-la-mak] {ağız} g ç sz .f. [-r] [-l(ü)-
kürit, [Fr. curide] is. kim. Atom numarası 96 ile 103 yo r] (Tavuk için) kuluçkaya yatmak; kuluçka ol
mak. [DS]
arasm da olan elementlerin genel adı.
küriterapi, [Fr. curietheraphie] is. tıp. Radyum kürklem ek2, [kük(ü)r-e-mek / kürk-le-mek] {ağız}
ışınları ile gerçekleştirilen tedavi; radyum tedavisi, gçsz. f. [-r] [-l(ü)-yor] (Hamur, yoğurt vb. için) ek
şimek. [DS]
küritmek, [kürî-mek > küri-t-mek] {eT} gçl. fi. [-ür]
Kürütmek. [DLT] kürklü, [kürk-lü] sfi. 1. Kürkü olan; kürk sahibi olan.
küriyum , [Fr. Cürie (radyumu bulan Fransız fizikçi 2. (G iyecek için) üzerine kürk geçirilmiş olan;
si) > curium] is. kim. Plütonyum 239’un helyum kürkle süslenmiş olan. 3. Kürkten yapılm a giyecek
çekirdekleri ile bombardımanı sonucunda bulunan, giymiş olan. 4. (Hayvan için) postu kürk olarak
atom numarası 98, atom kütlesi 248 olan ve birçok kullanılabilen. 5. gnşl. Kürklü hayvan derilerinden
izotopu bilinen uranyum ötesi aktinitler grubundan yapılan bir tür kürklü keçe başlık,
radyoaktif bir element, sembolü: Cm. kürkük, -ğü [kürk (yans.) > kürk-ük] {ağız} is. Ku
luçka. [DS]
küriz, [Far. kürîz jj.^S-] (küri:z) {OsT} is. Hizmetçi,
kürküm, [Sansk. kunkum a / Far. kurkum] {eT} is.
kürizi, [Far. kürîzî <sy..£] (küri:zi:) {OsT} sf. Beli Safran; Hint safranı. [DLT] [EUTS] [KB] [Gabain]
bükük ihtiyar; düşkün yaşlı. kürkün, [eT. körküm (safran) > kürkün] {ağız} is.
kürk 1, [eT. kürk] is. 1. İşlenerek giyecek yapım ında Bir çeşit ot; hodan. [DS]
İ M İ K S A M . 2905 KÜR
kürküt1, -dü [kükürt / kürküt] {ağız} is. 1. Kükürt. 2. kürrük1, -ğü [Far. kürre] {ağız} is. 1. A t ve eşek
Yoz deve ile tüylü deveden doğan yavru. [DS] yavrusu; sıpa; tay. 2. Deve yavrusu. [DS]
kürküt2, -dü [kür(ü)k-üt] {ağız} is. 1. Halı kilim do kürrük2, -ğü [kür (yans.) > kür(r)-ük] {ağız} is. Ü-
kurken taraktan dökülen yün kırıntıları. 2. Teke kıl veyik kuşu. [DS]
larının dibinden kırkılarak alman ince tüyler. [DS] kürrttş, [Far. kürre => ktirrü-ş] {ağız} is. At, eşek
kürlem ek1, [kür (hile) > kür-le-mek] (kürle: mek) yavrusu; tay; sıpa. [DS]
{eT} gçl. fi [-ür] Aldatmak; tavlamak. [EUTS] kürs, [kürs] {ağız} is. Kuytu yerlere toplanmış kar
kürlemek2, [kür (yans.) > ktir-le-mek] (kürle:mek) yığını. [DS]
{eT} g çsz.f. [-iir] Gürlemek, kürsem ek, [kür (gür) >kür-se-mek] (kürse:mek) {eT}
kürlenmek, [kür-le-mek > kürle-n-mek] {eT} dönşl. gçsz. f i [-ür] 1. Kanlanmak; etlenmek. 2. (Hamur
fi [-ür] 1. Gürültülü konuşmak; badırdanmak, 2. için) mayalanıp kabından taşmak. [DLT]
Gürlemek. [DLT] kürseyh, [kür-se-k] {ağız} sf. (Köpek için) kızana
kürlig, [kür (hile) > kür-lig / kür-lüg] {eT} sf. Aldatı gelmiş; çiftleşmek isteyen. [DS]
cı; hilekâr; hileli; yalan; aldatan. [EUTS] [ETY] [Te kürsi, [Ar. kürsı ^ (kürsi:) {O sT } is. -*■ kürsü. 0
kin]
kürsî-dâr, {O sT} tar. Padişah, atla bir yere gittiği
kürlik, [Çin. tou => küri > küri-lik] {eT} is. -*■ zam an ata kolayca binilebilmesi için kiirsî-i hüm a
kürilik. [Gabain] yun denilen iskemleyi taşıyan görevli. || kürsî-i hak,
kürman, [? kürman] {ağız} is. -*• kürkün. [DS] {O sT } Evrenin dayanağı; dünya.|| kürsî-i hat, {O sT}
kürmeyh, [kür-mek] {ağız} is. îlmek; ilmik. 0 K urallara uygun olarak yazılm ış güzel el yazısı. \\
kürmeyh bağlam ak, {ağız} (Boynundan bağlanan kürsî-i hükümet, {O sT } Parlamento.\\ kürsî-i hü
hayvanlar için) ipi hayvan asdtınca, boğazını sık mâyun, {O sT} tar. Padişahların ata binecekleri za
mayacak biçimde bağlamak. [DS] man ayaklarının altm a konulan kırmızı çuha ve ka
kürmemek, [kör-mek > kör-me-mek] {eT} gçl. f i [-z / dife kaplı iskemle.|| kürsî-i mem leket, {O sT} B a ş
-s] Görmemek. [Tekin] kent. || kürsî-i şeş-kûşe, {O sT} Bu dünya. || kürsî-i
kürmet, [kür > kür-m et ?] {eT} sfi. Pek kuvvetli. zer, {O sT } Güneş.\\ kürsî-nişîn, {O sT } Tahta otu
[DLT] ran; padişah; vali; vaiz.|] kürsîye binmek, {eA T}
kürmez, [kür > kür-mez] {ağız} is. İçine girilemeye Tahta oturmak.
cek kadar sık çalılık. [DS] kürsm ek, [kür (gür) > kür-se-m ek / kürs-mek] {eT}
küm ek, [kür-(ü)n-ek] {ağız} is. 1. Sıcaktan bunalıp gçsz. fi. [-ür] -+ kürsemek. [DLT]
birbirinin gölgesine başını sokarak güneşten ko kürsör, [Fr. curseur] is. Bilgisayarlarda b ir karakteri
runmak için bir araya toplanmış koyun sürüsü. 2. yazma, silme, araya sokma veya düzeltme gibi da
Hayvanların sıcak günlerde toplanarak yattıkları, ha sonradan yapılacak olan yazım konumlarını be
dinlendikleri gölge yer. 3. Eşya yığını. 4. Toprak lirlemeye yarayan ışıklı, hareketli benek; imleç.
altındaki karınca vb. hayvanların yuvası. [DS] kürsü1, [Ar. kürsı (sandalye) {O sT } is. 1. K o
kürneme, [lcüme-me] is. K üm em ek işi. nuşm acının topluluğa hitap etm ek için üzerine çık
kürnemek, [kür(ü)n-e-mek] {ağız} gçsz. fi. [-r] [- tığı yüksekçe yer. 2. Öğretmenlerin ders verirken
n(ü)-yor] 1. (Hayvan için) soğuk veya sıcağın etki üzerine çıktıkları yüksekçe yer. 3. mecaz. B ir fa
si ile birbirine sokulmak; birbirine sokulup toplan kültedeki öğretim ve araştırma birimi. 4. Cami ve
mak. 2. (Hayvan için) yuvarlanmak; çırpınmak. mescitlerde vaizlerin vaaz verdikleri, birkaç basa
[DS] makla çıkılan, ağaç veya m erm er oymalarla süslü
kürnüş, [kür-(ü)n-üş] {ağız} is. Tavukların tüy değiş mekân. 5. Kilise vb. tapmaklarda vaaz verilen tri
tirmesi. [DS] bün. 6. Bir piskoposun kilisesinde oturduğu san
kürpecik, [kürpe-cik ?] {ağız} is. 1. Sertleşmiş yuvar dalye. 7. Duruşma sırasında hakim ve savcıların
lak kar tanesi. 2. K üçük dolu tanesi; bulgurcuk. oturdukları yer. 8. Görev; makam. 9. Taht. 10. H ü
[DS] küm et merkezi; başkent. 11. Kaide; ayaklık. 12.
kürplemek, [körpe (genç hayvan) > körp(e)-le-mek] M edreselerde müderrislerin oturarak ders verdiği
(körpleımek) {eT} gçl. fi. [-ür] (Kuzu vb. için) tan yer. 13. Sandalye; tabure. 14. Padişahların ata bi
dırda kızartmak; kebap kızartmak. [DLT] nerken üzerine bastıkları kadife veya çuha kaplı
kürras, [Ar. kürrâs o i (kiirra:s) {OsT} is. Pırasa, iskemle. 15. M inare kaidesi. 16. Padişah tuğrala
rında, padişahın ve babasının adının yazılı olduğu
kürrase, [Ar. kürrâse 4-JJZ] (kürra:se) {OsT} is. Ei bölüm. 17. din. A llah’ın gücü, kudreti. S kürsü
yazması bir kitabın sekiz sayfalık forması, başkanı, Üniversitelerde, bir bölümün eğitim, öğ
kürre, [Far. kürre *>_£] {OsT} is. 1. Tay. 2. Sıpa. S retim, araştırma ve yönetim iş ve görevlerinden
sorumlu profesör. || kürsü diş, {ağız} anat. Azı dişi.
kürre-i har, {OsT} Sıpa.
[DS]|| kürsü hocası, Camilerde kürsüden vaaz ve
KÜR O ie iiM M • 2906
ren hoca; kürsü şeyhi.\\ kürsü şeyhi, Camilerde lu ve şişman. [DS] 2. {eAT} (Boyun vb. için) kalın,
kürsüden vaaz veren hoca; kürsü hocası. || kürsü kuvvetli.
taşı, H eykel ayaklığının bir parçasını teşkil eden kürtül2, [kür(ü)t-ül] {ağız} is. Kuytu yerlere toplan
küp biçimindeki taş. mış kar yığını; kürtün. [DS]
kürsü2, [kürsü] {ağız} is. Üst üste yığılm ış tütün de kürtül3, [? kürtün / kürtül] {ağız} is. Palan; semer.
metleri. [DS] [DS]
kürsülmek, [kür(ü)s-ül-mek] {ağız} g ç sz.f. [-ür] (İn kürtün1, [kürt > kürt-ün] {ağız} is. 1. Çalılık, dikenlik
san için) düşmek. [DS] yer. 2. Suyun sürükleyerek getirdiği çubuk, dal,
kürsümek, [kür-sü-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] 1. (Kar yaprak vb. şeyler. [DS]
için) çukurluklara dolmak; çukurlarda birikmek. 2. kürtün2, [kür(ü)-t-ün] {ağız} is. 1. Rüzgârın etkisi ile
(Nesne için) kaymak. [DS] kuytu ve çukur yerlerde birikm iş olan kar yığını;
kürsüz, [kür (hile) > kür-süz] {eT} sf. Hilesiz; yalan kürdün. 2. Çığ. 3. Yeni yağan yum uşak kar. 4. Sert
sız. [EUTS] leşmiş, buz tutmuş kar. [DS]
kürşek, [kürşek] (kürşe.k) {eT} is. Darı özü su veya kürtün3, [? kürtün is. 1. {eAT} {OsT} {ağız}
sütte kaynatıldıktan sonra üzerine yağ dökülerek Y ük hayvanlarına vurulan semer; içi otla doldurul
yenen bir yemek. [DLT] muş palan; kürdün. [DS] 2. {ağız} Hayvanın sırtına
kfirt1, [kart / kırt / kirt / kürt (yans.)] is. Pütürlü konulan çul, çuval gibi şeyler. [DS] 3. Havut,
yüzeylere sürtünmeyi, kırmayı, kesmeyi, kemirme kürtüncü, [kürtün-cü] {ağız} is. Semerci. [DS]
yi, kazıyıp koparm ayı, diş diş yapmayı anlatan kök. kürtüncülttk, -ğü [kürtün-cü-lük] {ağız} is. Semer ve
{eT} (aynı). [Zülfikar] S1 kürt kürt yemek, {eT} {eT} palan yapm a işi. [DS]
B ir şeyi kütür kütür ses çıkararak yemek. [DLT] kürtünnü, [kürtün-lü ?] {ağız} is. Alevi. [DS]
kürt2, [kürt] is. bot. 1. {eT} Kaym ağacı; huş; (Betula kürtür, [kür(ü)t-ür] {ağız} is. M arangoz rendesi. [DS]
alba, Pyrus cinsi ağaçlar) (yay; değnek, kamçı vb.
kürtüyh, [kür(ü)t-ük] {ağız} is. Sertleşmiş kar yığını;
yapılır.) [DLT] 2. {ağız} Dağlık ve kayalık yerlerde
kürtün. [DS]
yetişen, çiçekleri beyaz ve top halinde, meyveleri
siyah ve küçük, yapraklar tam dişli kenarlı, alt yü kürub, [Ar. kerb > kürüb (küru;b) {OsT} is.
zü tüylü ve zeytin yeşili, Sivas dolaylarında ağızlık Kaygılar; kederler; üzüntüler,
yapım ında kullanılan, kerestesi çok sağlam bir kürüm , [Ar. kerm > kürüm p j£ ] (küru.m) {OsT} is.
ağaççık; gilaburu; germeşe; özübüyük, (Viburnuk
Bağ kütükleri; üzüm asmaları,
lantana). [DS]
kürur, [Ar. kürur j j S ] (küru:r) {OsT} is. 1. Bir şeyin
kürt3, [kürümek / küre-m ek > kür(ü)-t] {ağız} is.
K uytu yerlerde toplanmış kar yığını. [DS] <9 kürt belirli zamanlarda tekrarı. 2. Üst üste iki kat kıv
bulguru, Yuvarlak ve sert kar tanesi; bulgurcuk.|| rılma. S kürür-ı avam, {OsT} Yılların birbirini
kürt büzttlgen, Çığ. || kürt koçu, Sonbaharda y a izlemesi.|| kürür-ı edvar, {OsT} D evirlerin birbiri
p ıla n koç katımı.\\ kürt yarması, K üçük dolu. ni izlemesi.
kürtaj, [Fr. curetage] is. tıp. 1. Hasta bir dokudan küruş, [Ar. keriş > kürüş (küru:ş) {OsT} is. İş
veya doğal bir boşlukta bulunan yabancı cismi kü kembeler.
ret ile çıkarıp alma işlemi; kazıma. 2. Döl yatağını kürü, [Far. kürre => kürü?] {ağız} is. 1. Tavuk yu
kazıyarak dölütü çıkarıp alm a işlemi, murtası. 2. Balık yumurtası; havyar. [DS]
kürtajcı, [kürtaj-cı] is. Kürtaj yapan kimse, kürü, [Far. kürre => kürü] {ağız} is. 1. Eşek yavrusu;
kürte, [kül-te] {ağız} is. Bağlam; demet; külte. [DS] sıpa. 2. A t yavrusu. [DS]
kürtek, -ği [Far. kürte] {ağız} is. Elbise. [DS] kürüç1, [? kürüç] {eT} is. Kimyon. [EUTS]
kürtmeç, -ci [kür(ü)t-meç] {ağız} is. Kütük. [DS] kürüç2, -cü [gür / kür > kür-üç] {ağız} sf. (Hayvan
kürtük', [eT. kürt (yans.) > kürt-ük] {ağız} is. 1. için) etli; tavlı. [DS]
Rüzgâr tarafından savrularak kuytu yerlerde birik kürüç3, -cü [kür-üç] {ağız} is. B ir çeşit sert ağaç. [DS]
m iş kar yığınları; kar yığını. {eT} (aym). 2. Çığ. [DS] kürüd, [kürüd] {eT} is. M erih yıldızı. [KB]
kürtük2, [kürü-t-ük > kürtük] {ağız} sf. Aşınmış; pü kttrüden, [kürü-mek > kürü-t-en > kürüden / kürden]
rüzlü. [DS] {ağız} is. Toprak dam üzerinde biriken karlan kü
kürtük3, -ğü [Far. kürte] {ağız} is. Hırka; yelek; kür rüm ekte kullanılan tahtadan yapılmış geniş ağızlı
dük. [DS] bir tür kürek; kürük. [DS]
kürtükmek, [gürdük-mek] {ağız} gçsz. f. [-ür] (Kedi kürttk1, -ğü [Far. kürre => kürük ■^jjS'] {ağız} is. 1.
için) kızana gelmek; çiftleşmek istemek; gürdük-
Eşek yavrusu; sıpa. 2. A t yavrusu; tay. 3. Küçük
mek. [DS]
kulaklı koyun veya keçi. 4. K ıvrık kulaklı keçi ve
k ttrtttl1, [kürtül J ;/]{ağız} sf. 1. (Kişi için) kısa boy ya koyun. [DS] 5. {OsT} Boynuzsuz öküz.
İ M lOmtÇESOZbQK« 2 9 0 7 KÜS
kürük2, -ğü [kürü-k] {ağız} is. Sapı ve ağzı kırılmış kürüzlük, [kür-üz-lük] {ağız} is. Yeni yetişen orm an
toprak su kabı. [DS] lık alan. [DS]
kürük3, -ğü [kürü-mek > kürü-k] {ağız} is. K ar kü- kürzenk, -gi [? kürzenk / kürdenk] {ağız} is. Harman
rümeye yarayan geniş ağızlı kürek; kar küreği. [DS] yerinde sapları toplamakta kullanılan ucu eğri bir
kürük4, -ğü [kör-ük] {ağız} is. Körük. [DS] tarım aracı. [DS]
kürük5, -ğü [kürü-k] {ağız} is. Gece esen serin yel. küs1, [küs] {eT} is. Ün. [Gabain]
DS] küs2, [küz] {eT} is. Güz; sonbahar. [EUTS]
kürükmek, [kür-ük-mek liUS"_,^] {OsT} g ç sz.f. [-ür] küs3, [küs] sf. Küsmüş; küskün; dargın. S küs küs,
Darılmış gibi sessiz ve büzülmüş olarak; bozulmuş
-*• küremek3,
ve dargın olarak.
kürül, [kür-ül ?] {ağız} is. Yaban bezelyesi. [DS]
küs4, [küs] {ağız} is. 5-10 cm. çapında ağaçtan yapıl
kürülenmek, [kürü-le-n-mek] {ağız} dönşl. f . [-ir]
ma küre şeklinde bir oyun aracı. [DS]
(Hayvan için) ayakları tutulmak. [DS]
kürüm, [kürü-m] {ağız} is. Topluluk; sürü. [DS] küs3, [Far. küs {OsT} is. D işilik organı,
kürüme, [kürü-me] is. Kürümek eylemi; ktireleme. küsa, [Ar. kisve > küsâ urS ] (küsa:) {OsT} is. Elbi
kürümek, [kürü-mek gçl. f i [-r] 1. Kar, ça seler; kıyafetler,
mur, toprak vb. şeyleri kürekle sıyırıp atmak, te kttsahat, -ti [Ar. küsâhat c^-L-T] (küsa:hat) {OsT} is.
mizlemek; küremek; kürelemek. {eAT} {ağız} (avm) 1. Sıskalık. 2. Kemik hastalığı; raşitizm,
[DS] 2. mecaz. Ortadan kaldırmak; defetmek; uzak
küsbe, [Ar. kiisbe {OsT} is. Yağı ve suyu çıka
laştırmak; kovmak; küremek; kürelemek.
kürümse, [kürü-mse] {ağız} is. Süprüntü; çer çöp. rılmış her türlü bitki artığı,
[DS] küsbek, -ği [küsbek] {ağız} is. Ağaç zamkı. [DS]
kürün1, [Ar. kum e / Yun. krounion] {ağız} is. 1. A- küsbere, [Far. küsbere S'] {OsT} is. bot. Kişniş;
ğaçtan yapılm a çeşme yalağı. 2. Hamam kurnası. 3. kara kimyon,
Hamamdaki odacıklar. 4. Hayvan yemliği. 5. Tek küsdü, [küs-dü / küs-tü] {ağız} is. Kadın ceketi. [DS]
ne. 6. Su kabı. [DS]
küsedmek, [köz > köz-ed-mek] {eT} g ç l . f [-ür] G üt
kürün2, [? kürün] {ağız} is. Loş, karanlık, kapalı yer.
[DS] mek. [EUTS]
kürünç, [kürü-nç] {ağız} is. 1. K aydırak oyunu. 2. küsedük, [küse-mek > küse-dük] (küse:dük) {eT} is.
Kumrudan biraz daha küçük bir kuş. [DS] Arzu; istek. [EUTS] [Gabain]
kürüş1, [? kürüş] {ağız} is. Küçük kulaklı koyun veya küsegçi, [küse-mek > küse-g > küse-g-çı] (küse. g ç i:)
keçi. [DS] {eT} is. İştahlı. [DLT]
kürüş2, [? kürüş] {ağız} is. B alık yumurtası; havyar. küseğen, [küs-eğen] {ağız} sf. 1. Çabuk küsen; sık sık
[DS] küsen; alıngan; küsek. [DS] 2. is. bot. Küstüm otu.
kürüşke, [Yun. kystra] {ağız} is. M arangozun rende küseği, [közeği / küseği] {ağız} is. Kürek. [DS]
sinden çıkan yonga; ince ağaç parçası. [DS] küsek1, -ği [kös-ek] {ağız} is. 1. Destek; dayak. 2.
kürüşlemek1, [kürüş-le-mek] {ağız} gçsz. fi. [-r] [- Küskü; kaldıraç. [DS]
l(i)-yor] Zengin olmak; çok para biriktirmek. [DS] küsek2, -ği [küs-ek] {ağız} sf. Çabuk küsen; sık sık
kürüşlemek2, [kürüş-le-mek] {ağız} gçsz. fi. [-r] [- küsen; alıngan; küseğen. [DS]
l(ü)-yor] (Tavuk için) tüylerini dökmek. [DS] küsem ek, [küse-mek] (küse:mek) {eT}. gçl. fi [-r] [-
kürüşlü1, [kürüş-lü] {ağız} sf. Malı ve parası çok s(ü)-yor] 1. Özlemek; arzulamak; arzu etmek; is
olan; zengin. [DS] temek; dilemek. [DLT] [EUTS] [KB] [İKPÖy.] [Yük
kürüşlü2, [kürüş-lü] {ağız} sf. Şişman; tombul; tık nekî] [Gabain] [Üç İtigsizler] 2. {ağız} Beğenmek. [DS]
naz. [DS] 3. {ağız} dönşl. fi. İmrenmek. [DS]
kürüşmek, [kürü-ş-mek] {ağız} işteş, fi [-ür] Birlikte küsenç, [küse-mek > küse-n-mek > küse-n-ç] {eT} is.
kürümek. [DS] İstek; arzu; dileme; dilek. [EUTS] [Gabain]
kürüşne, [kürüş-ne] {ağız} is. Tavuğun yumurtalığın küsençig, [küse-mek > küse-n-mek > küse-n-ç-ig]
daki küçük yumurtacıklar. [DS] {eT} sf. A rzu edilen; temenni edilen; istenen. [E-
kürütgü, [kürü-t-gü] {ağız} is. Saman toplam aya ya UTS] [Gabain]
rayan tahta araç. [DS] küsenmek, [küse-n-mek] {ağız} dönşl. f i [-ir] Be
kürüz1, [kür-üz] {ağız} is. 1. Çalılık; fundalık; koru. ğenmek; imrenmek. [DS]
2. Yeni biten çam fidanları kümesi. [DS] küsgtt1, [közegü > küsgü] {ağız} is. -*■ küskü1. [DS]
kürüz2, [kür-üz] {ağız} sfi. 1. (İnsan ve hayvan için) küsgü2, [küsgü] (küsgü:) {eT} is. -* küskü2.
küçük kulaklı. 2. Kambur. 3. is. Bir yaşında doğu küsi, [küsı] (küsi:) {eT} is. Yakılınca koku veren nes
ran keçi. [DS] ne; günlük; öd ağacı; misk. [EUTS]
KÜS IMIİMCESÖM • 2908
küsin, [küsin] (küse:dük) {eT} is. Güç; kuvvet. [E- küskütlü, [küsküt-lü] sf. K üsküt bulunan; küsküt
UTS] kaplı olan.
küski, [küz > küz-kı] (küski:) {eT} sf. küzki. [Ga küskütük, -ğü [küs+kü/tük] (k ü ’skütük) sf. 1. Hare
bain] ket edemez durum da olan; kütük gibi hareketsiz. 2.
küskü1, [eT. köz > köz-e-gü > küskü] is. 1. Ateş vb. Çok sarhoş; körkütük,
şeyleri karıştırm aya veya fırını temizlemeye yara
küslü, [küs-lü ijJ—jS"] {eAT} sf. Küsmüş; dargın; gü
yan uzun dem ir çubuk; maşa, {ağız} (aym) [DS] 2.
Fırındaki ateşi karıştırmakta, odun itmekte kullanı cenik.
lan balta sapından biraz daha kalın, bir ucu yanmış küslük, -ğü [küs-lük] is. Küs olm a durumu; dargın
odun parçası. 3. Kaldıraç. 4. Taş ve beton gibi sert lık.
yerlerde delik açmak için kullanılan bir ucu sivri, küsm e, [küs-me] is. K üsm ek işi; dargın olma.
ağır çubuk demir, {ağız} (aym) [DS] 5. {ağız} Değir küsm ek1, [kü-mek (beklemek, kollamak, korumak) >
m en taşını kaldırm akta kullanılan uzun demir çu kü-d-m ek / kü-s-mek] (kü.smek) {eT} g ç l.f. [-ür] -*
buk; basit kaldıraç. [DS] 6. {ağız} Bir tür balta. [DS] küdmek. [Yüknekî]
7. {ağız} Kunduracıların kullandığı örs. [DS] 8. küsm ek2, [eT. küs-mek] gçsz. f. [-er] 1. Gücenme
{ağız} Teknede kalan hamurları sıyırmakta kullanı dolayısıyla bir kimseden yüz çevirmek; o kimse ile
lan bir tür kürek. [DS] arası açılmak; darılmak. {eT} {eAT} (aym) [DLT] 2.
küskü2, [küskü] (küskü:) {eT} is. 1. Sıçan; fare. [ETY] B ir şeyle arası açılmak; onunla ilgilenmemek. 3.
[EUTS] [Gabain] 2. Eski Türk takviminde birinci (Bitkiler için) gelişememek; büyüyememek. 4. Gö
yılın adı. revini yerine getirememek; canlılığını yitirmek;
küskü3, [kös-mek > küs-kü ?] {ağız} is. Doğum is istenen nitelikleri kaybetmek. 5. (Sofra için) alın
kemlesi. [DS] dığı için yemeğe gelmemek. 6. {ağız} (Yoğurt için)
küsküç, -cü [küskü-ç] {ağız} is. 1. Taş ve beton gibi tutmamak. [DS] 7. {ağız} (M uhallebi, un çorbası vb.
sert yerlerde delik açmak için kullanılan bir ucu yem ekler için) iyi karıştınlm adığı için top top ol
sivri, ağır çubuk demir; küskü. 2. Havuç, çiğdem mak. [DS]
vb.ni kazıp çıkarmakta kullanılan ucu sivri ağaç so kttsmelemek, [küsme-le-mek] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(i)
pa. 3. Çelik, çomak. [DS] -yor] İtelemek; itip kakmak. [DS]
küsküleme, [küskü-le-me] is. Küskülem ek eylemi, küsmenttt, [küsme-nti] {ağız} sf. (Kişi için) üstü başı
küskttlemek, [küskü-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(ü)-yor] dağınık; düzensiz. [DS]
1. Küskü ile delmek, karıştırmak veya temizlemek. küsm ük, -ğü [küs-mük] {ağız} is. 1. Toparlak odun,
2. {ağız} K ıyıda balık avlarken sırıkla taş aralarını kütük. 2. Tos. [DS]
karıştırmak. [DS] küsm üklem ek, [küs-mük-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r]
küsküllemeç, -ci [küskü(l)-le-meç] {ağız} is. Havuç, [~l(i)-yor] Tos vurmak. [DS]
çiğdem vb.ni kazıp çıkarmakta kullanılan ucu sivri küsnek, -ği [kös(ü)n-ük] {ağız} sf. -*■ kösnük. [DS]
ağaç sopa. [DS] küsnük, -ğü [kös(ü)n-ük] fağız} sf. -*■ kösnük. [DS]
küsküllemek, [küskü(m)-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-
küspe, [Far. küsbe -u-S"] {OsT} is. 1. Yağlı bitki to
l(ü)-yor] -* küskülemek. [DS]
küskün, [küs-kün] sf. 1. Küsmüş olan; gücenmiş hum veya meyvelerinin ezilm ek suretiyle yağı a-
kim se; dargın. 2. mecaz. (Bitki, saç vb. için) geliş- lındıktan sonra arta kalan katı madde. 2. Özü ve
m eyip küçük kalmış olan. 3. Gözden düşmüş; gad suyu alındıktan sonra geri kalan meyve artıklan;
re uğramış. 4. z f Küsmüş, gücenmiş olarak. 5. is. posa. 3. Hayvan yemi olarak kullanılan meyve su
bot. Küstüm otunun diğer adı. S küskün küskün, yu, şeker fabrikası vb. artıkları,
Küsm üş olarak ve dargın bir biçimde. küspet, [Ar. kısbet] {ağız} is. Kispet. [DS]
küskünleşme, [küs-kün-le-ş-me] is. Küskünleşmek küsri, [? küsrî] (küsri:) {eT} is. Kaburga kemikleri;
eylemi. göğsün yanlan. [DLT]
küskünleşmek, [küs-kün-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] küsse, [küs-se] {ağız} is. Topaç. [DS]
K üskün duruma gelmek, küssü, [küs-sü] {ağız} zf. Küs gibi; küs olarak; dar
küskünlük, -ğü [küs-kün-lük] is. Küskün olm a du gın. [DS] 0 küssü durm ak, {ağız} Dargın durmak.
rum u; dargınlık, [DS]
küsküt, [Fr. cuscute] is. Sarm aşıkgillerden birçok küssüklem ek, [kös-le-mek / küs(s)ük-le-mek] {ağız}
türü bulunan, sapı ile bazı bitkilere sarılarak besle K apıyı arkasından sürmelemek. [DS]
nen, eflâtun renkli, çiçekli bir asalak bitki; cin saçı, küstah, [Far. güstâh / küstah {OsT} sf.
(Cuscuta). & küsküt kalburu, Yem bitkisi tohum 1. K endinden emin. 2. Sergilediği davranış ve söz
larından küsküt tohumlarını ayırmakta kullanılan leri ile karşısındakini kıran. 3. Hakaret sayılabile
bir tür kalbur. cek saygısızlıkta bulunan; hareketlerinde her türlü
W U . 290. KÜS
saygıyı bir kenara bırakan; utanmaz; edepsiz. 4. küsud2, [Ar. küşüd (küsu;d) {OsT} is. Amaca
tasvf. M evlevîlikte suçlu için kullanılan kelime. 5. ulaşmadan geri dönme; çekilme,
is. Küstah kimse,
küsuf, [Ar. küsııf tij- S ”] (küsu:f) {OsT} is. gök b. Gü
kttstahane, [Far. küstâh-âne .uU-li-S-] (küsta:ha:nej
neş tutulması. S küsüf-i cüz’î, {OsT} K ısm î Güneş
{OsT} zf. Küstah kimseye yakışır biçimde; küstah
tutulması.\\ küsüf-i halkavî, {OsT} g ö k b. Halkalı
çasına. Güneş tutulması.\\ küsüf-i küllî, {OsT} Tam Güneş
küstahça, [kiistah-ça] zf. Küstah birine yakışır tarz tutulması.
da.
küsül, -İÜ [Ar. küsül J_j-f] (küsud) {OsT} sfi Ü şen
küstahı, [Far. küstahı (küsta.'hi;) {OsT} is.
geç; tembel.
Küstahlık.
küsur, [Ar. kesr > küsür jj-S"] (küsu;r) {OsT} is. 1.
küstahlaşma, [küstah-la-ş-ma] is. K üstahlaşm ak işi.
küstahlaşmak, [küstah-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] K üs Parçalar. 2. Geriye kalan; artan kısım. 3. mat. Tam
tah durum a gelmek; küstah bir durum almak; say sayıdan sonra gelen kesirli sayı,
gısız ve terbiyesiz olmak, küsurat, [Ar. kesr>küsürât o l j j —S'] (küsu:ra:t) {OsT}
küstahlık, -ğı [küstah-lık] is. 1. Küstahça davranış is. 1. Kesirler; artan parçalar; kalanlar. 2. Aritmeti
larda bulunma durumu. 2. Saygısız ve edepsizce ğin kesirlerle ilgili bölümü. S küsürât-i âdiye,
davranış veya söz. 3 küstahlık etmek, Küstahça {OsT} mat. Bayağı kesirler.|| küsürât-i âşariye,
davranışlarda bulunmak; saygısızlık etmek; edep {OsT} mat. Ondalık kesirler.
sizlik etmek; terbiyesizce davranmak. küsü1, [küs-ü] {ağız} is. zool. Kaplumbağa. [DS]
küstel, [Far. küstel J^-S"] {OsT} is. zool. Bokböceği, küsü2, [küs-mek > küs-ü y S ' / j-.jS’] {eAT} {OsT} is.
küştere, [Yun. ksystra (rende, kaşağı)\ is. 1. Ağaçtan Küskünlük; güceniklik; dargınlık. S küsü dutm ak
bir gövde üzerine yerleştirilm iş bıçağı ve bu bıçağı (tutmak), {ağız} Dargınlığı sürdürmek. [DS]
sıkıştıran bir kam ası olan, rendeye benzer bir m a
küsü3, [kös-ü / küsü] {ağız} is. U nu çuvala yerleştir
rangoz aleti. 2. Değirm en taşı yapılan kaya parçası.
mekte kullanılan kalın uçlu sopa. [DS]
3. Bıçak, m akas vb. aletleri bilemekte kullanılan
küsük1, [kös-mek > kös-ük / küs-ük] {ağız} is. Kar
yuvarlak taş.
yığını. [DS]
küstü, [kös-mek > küs-tü] {ağız} is. zool. Köstebek.
[DS] küsük2, [küskü > küsük] {ağız} is. 1. Kaldıraç. 2.
küstü, [küs-tü] {ağız} is. 1. G elin elbisesi; gelinlik. 2. Kapı sürgüsü. [DS]
Kadın ceketi. [DS] küsük3, [küs-mek > küs-ük] {ağız} is. 1. Ayrandan
küstüm, [küs-tü-m] {ağız} is. Eflâtun renkli b ir tür yapılan taze çökelek, peynir. 2. Bozulmuş süt veya
boru çiçeği; kahkaha çiçeği, (Ipomoea acuminata) yoğurt. 3. Çürümeye yüz tutmuş şey. [DS]
[DS] S küstüm otu, bot. Küstüm otugillerden, sap küsül, [kösül-mek > küs-ül] {ağız} is. Çatıların orta
ları ince ve tüylü, yaprak saplarının dibi dikenli, sına atılan uzun ağaç. [DS]
çiçekleri sapsız ve başak biçiminde olup yaprak küsülemek, [küsü-le-mek] {ağız} gçl. fi. [-r] [-l(ü)-
saplarının koltuklarından çıkan, yaprakları doku yor] Tahıl ya da unu çuvala küsü ile bastırarak yer
nur dokunmaz pörsüyerek sarkan bir bitki, (Mi leştirmek. [DS]
mosa padica). || küstüm otugiller, bot. Baklagiller küsülmek, [küs-ül-mek] {ağız} edil, fi [-ür] 1. D arıl
takımından, akasya ve küstüm otunu içine alan, mak; küsmek. 2. gçsz. fi. (Süt, yoğurt vb. için) bo
yaprakları çok yaprakçıklı birleşik ya p ra k hâlinde zulmak; pıhtılaşmak. [DS]
olan, düzensiz çiçekli, tohumları besi dokusuz, kuru küsülü, [küs-ü-lü ^ j S " ] sf. 1. A ralarında küskünlük
meyveli bitkiler, (M imosaceae).
bulunanlardan her biri. 2. {eAT} {ağız} Birine karşı
kiistü relemek, [Yun. ksystra (rende, kaşağı) > küş-
dargın olan; küskün; dargın; gücenik. [DS]
türe > küştüre-le-m ek / küstüre-le-mek] {ağız} gçl.
küsümek, [küsü-mek] {ağız} gçl. fi. [-r] A ğır bir
fi [-r] [-l(i)-yor] Tahtayı rendelemek. [DS]
cismi, küskü ile kaldırmak; yerinden oynatmak.
küstürme, [küs-tür-me] is. Küstürm ek eylemi,
[DS]
küstürmek, [küs-tüı-mek] gçl. fi. [-ür] Birinin küs
küsün, [küsün] {eT} is. Güç; kuvvet. [EUTS] [Gabain]
mesine yol açmak; küsm eye neden olacak davra
küsüngü, [köz > köz-ün-gü] {eT} is. Ayna; gözgü.
nışta bulunm ak veya söz söylemek,
[EUTS]
küstürülük, [Yun. ksystra (rende, kaşağı) > küştüre
küsünlüg, [küsün-lüg] {eT} sf. Güçlü; kuvvetli.
> küstürü-lük] {ağız} is. O da kapısının üstündeki
[EUTS]
raf. [DS]
küsünm ek1, [küs-ün-mek / küs-ü-n-m ek dü^-S']
küsud1, [Ar. küsüd (küsü;d) {OsT} is. D urgun
dönşl. fi [-ür] 1. {OsT} D anlm ak; küsmek; gücen-
luk; sürümsüzlük.
KÜS • 2910
mek. 2. {ağız} İmrenmek. [DS] 3. {ağız} Yaşamaktan Açm ak.|| küşad olm ak, {OsT} Açılm ak.|| küşad
bıkıp usanmak; hayata küsmek. [DS] resmi, {OsT} Açılış töreni.
küsünmek2, [eT. küse-m ek > küs-ün-mek] dönşl. f. kttşatname, [Far. küşâd+nâme -ul^liS"] (küşa:tna:-
[-ür] İmrenmek,
me) {OsT} is. 1. Padişah buyruğu. 2. huk. Boşan
küsünsüz, [küsün-süz] {eT} sf. Güçsüz; kuvvetsiz. manın belirtildiği belge; boşanm a ilâmı veya eski
[EUTS] den erkeklerin boşadıkları karılarına verm iş olduk
kttsörge, [köz > kösür-ge] (kösürge:) {eT} is. -*■ ları boşanm a belgesi,
kösürge. [DLT]
küşayiş, [Far. küşâden (açmak) > küşâyiş
küsüş, [küse-mek > küs-üş] {eT} sf. 1. Özlenen. 2.
(küşa.yiş) {OsT} is. Açıklık,
Değerli; aziz; nadir. [KB] 3. is. Arzu; dilek; istek;
küşden, [güç-ten > küşden] {ağız} zf. Güçlükle; zorla;
temenni. [İKPÖy.] [EUTS] [Gabain] fi1 küsüş tut
ancak. [DS]
mak, {eT} A ziz tutmak. [KB]
kttşderi, [Yun. ksystra] {ağız} is. -*■ küştüre. [DS]
küsüşlüg, [küsüş > küsüş-lüg] {eT} sf. Arzulanan; is
tenen; dilenen. [EUTS] [Gabain] küşende, [Far. küşende {OsT} sf. Öldüren;
küsüşme, [küs-mek > küs-üş-me] is. K üsüşm ek ey öldürücü.
lem i ve durumu, küşermek, [köşer-mek] {eT} gçsz. f. [-ür] -* kö-
küsüşmek, [küs-üş-mek] işteş, f. [-ür] Karşılıklı o- şermek. [DLT]
larak birbirine küsmek; birbirine danlm ak, gücen küşetlemek, [gözet-le-mek > küşet-le-mek ?] {ağız}
mek. g ç l.f. [-r] [-l(i)-yor] Kollamak; gözetmek. [DS]
küsüşsttz, [küsüş > küsüş-süz] {eT} sf. İsteksiz; ar- küşi, [Soğd. / Moğ. küci] {eT} is. -►küji. [EUTS]
zusuz. [Clauson] küşkûye, [Far. küşküye (küşkü.ye) {OsT} is.
-küş, [Far. küşten (öldürmek) > -küş ] son ek. Sonuna K lâsik Türk müziğinin eskiden kullanılmış birleşik
getirildiği kelimelere "öldüren" anlamı katarak m akam larından biri,
birleşik sıfatlar yapan son ek. küşküş, [küş+küş] {ağız} is. Çağlayan. [DS]
küş1, [Far. küşten (öldürmek) > küş] sf. 1. (Ateş ve küşlü, [küş-lü] {ağız} sf. Mutlu. [DS]
ışık için) söndüren. 2. (Hastalık için) tedavi eden; küşne, [Ar. kuşnâ / Erme, k ’usnay {OsT} is. bot.
iyi eden; hastalığı gideren. K ara burçak.
küş2, [küş] {ağız} is. bot. Mısır. [DS] küşşe, [küşşe] {ağız} sf. (Saç, iplik vb. için) dolaşık;
-küşa, [Far. güşâdan / güşüden (açmak) > küşâ / güşâ karışık. [DS]
LiS" / IzS] (küşa:) {OsT} so k ek. Sonuna getirildiği küştah, [? küştah] {ağız} is. İstek. [DS]
kelimelere "açan, açıcı ” anlamı katarak birleşik sı küştahlı, [küştah-lı] {ağız} sf. H er zaman ve her
fatlar yapan son ek. yerde neşeli olan; üzüntüsüz. [DS]
küşad, [Far. küşâden > küşâd itiS"] (küşa:d) {OsT} sf. küştar, [Far. küştâr jt^ü"] (küşta:r) {OsT} sf. 1.
cehân, {OsT} Cihan pehlivam.\\ küştî-gîrî, {OsT} mak, düşm ek vb. için) birdenbire ve “küt!" diye
Pehlivanlık. bir ses çıkararak. [DS]
küşti2, [küşti] {eT} is. İlâç olarak kullanılan bir tür küte1, [Erme, g e’tey] {ağız} is. M ısır, darı vb. tahılla
bitki. [EUTS] rın unundan yapılan ve iki saç arasmda pişirilen
kUştiire, [Yun. ksystra (rende, kaşağı)] {ağız} is. 1. ekmek; kete. [DS]
Ağaçtan bir gövde üzerine yerleştirilm iş bıçağı ve küte2, [küte] {ağız}is. bot. B ir tür salatalık; yaban hı
bu bıçağı sıkıştıran bir kaması olan rendeye benzer yarı. [DS]
bir marangoz aleti; küştere; küştere. 2. Tahtaya yiv küteçi, [kü-t-mek > küt-e-çı] {eT} sf. Güden; sakla
açmakta kullanılan araç. [DS] yan; koruyan. [EUTS]
kttştttrmek, [kış-kır-mak > küş-tür-mek] {ağız} gçl. f . kütedek, -ği [küt (yans.) > küt-edek] (küte'dek) {a-
[-ür] Köpeği havlam ası için kışkırtmak. [DS] ğız} zf. (Vurmak, düşmek vb. için) birdenbire ve
kttşüm, [küş-üm] {ağız} is. 1. Kuşku; kaygı; işkil; “küt! ” diye bir ses çıkararak. [DS]
tasa. 2. U tanm a çekinme. 3. Tasa; kaygı. [DS] S 1 küteden, [küt (yans.) > küt-e-den] (kü te’den) {ağız}
kiişfim çekmek, {ağız} Tasalanmak; kaygılanmak; zf. -*■ kütedek. [DS]
üzülmek. [DS] kütelek, -ği [küt-ele-k] {ağız} sf. (Kişi için) kısa boy
küşttmlenme, [küşüm-le-n-me] is. Küşümlenmek lu; şişman; bodur. [DS]
eylemi. kütelemek, [köte-le-mek] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(i)-yor]
küşümlenmek, [küşüm-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [- Bir şeyi hızla kaldırıp atmak; fırlatmak; itelemek;
ir] 1. Kaygılanmak; kuşku duymak. 2. Üzülmek. 3. yuvarlamak. [DS]
Utanmak; sıkılmak. [DS] kütelez, [küt-ele-z] {ağız} sf. (Kişi için) Kısa boylu;
küşümlü, [küş-üm-lü] {ağız} sf. (Kişi için) kuşkulu; şişman; bodur. [DS]
işkilli. [DS] kütelmek, [küt-el-mek] dönşl. f. [-ir] 1. Yoksun
küşttş, [küsüş] {eT} is. -*■ küsüş. [EUTS] kalmak. 2. {ağız} (Kesici ve sivri araçlar için) ağzı
küt1, [kut / küt (yans.)] is. 1. Çarpma, vurm a ve körleşmek; körelmek. [DS]
kırılma sırasında çıkan gevrek sesleri anlatan kök. kütem ek, [kü-t-mek > küt-e-ırıek] (küte:mek) {eT}
[Zülfikar] küt-le-me, küt küt, küt-le-mek, küt-le-k, gçl. f. [-ür] Gütmek. [OKD]
küt-ür kütür, küt-ür-de-k, küt-ür-tü 2. is. Sert ve küteş, [küt-eş] {ağız} is. Arabanın döşeme tahtaları.
kalın bir şeye vurulduğunda çıkan ses. 0 küt diye, DS
Ansızın; birdenbire. || küt küt, Sürekli ve üst üste küteşek, -ği [küt-eş-ek] {ağız} is. Y uvarlak küçük o-
küt sesi çıkararak; hızlı hızlı. dun; kütük. [DS]
küt2, [Far. künd] sf. 1. Kısa ve kaim olan; sivri ve kütgüçi, [kü-t-mek > küt-ğü-çî] {eT} is. Çoban,
uzun olmayan. 2. Kesme özelliği veya sivriliği ktttikula, [Lat. cuticula] is. -*■ kütikül.
kaybolmuş; keskin olmayan; kör. 3. {ağız} Felç ol
kütikül, [Fr. cuticule] is. 1. bot. Yaprak yüzeylerinde
muş; kötürüm; sakat. [DS] 4. {ağız} (Burun için)
bulunan, suyu sızdırmadığı için bitkinin kurum ası
kısa ve yuvarlak. [DS] 5. {ağız} (Kuluçka tavuğun
nı önleyen bal mum u özelliğindeki zar. 2. zool.
altındaki yum urta için) bozulmuş. [DS] 6. is. Tan
Kabuklularla böceklerde örteneğin kitinli koruyucu
dırda pişirilm ek için konulan ham urlardan düşen
katmanı.
p a r ç a la r .S küt bucak, Geniş açı.\\ küt demir, D e
kütin, [Lat. cutis (deri) > Fr. cutine] is. Bitkilerin yü
riyi genişletmekte kullanılan rende. || küt düğüm,
zeyindeki selülozun değişikliğe uğram asıyla m ey
{ağız} Çözülmesi zor düğüm; kördüğüm. [DS]|| küt
dana gelmiş, bal m um u yapısında, mantar tabakası
harf, matb. Gözü büyük, kuyruğu çok kısa olan
oluşuncaya kadar bitkiyi koruyan kimyasal madde:
harfler.\\ küt olmak, 1. {eAT} {ağız} Kötürüm ol
(CğH 10O)3.
mak; elden ayaktan düşmek. [DS] 2. {ağız} (Kesici
ve delici araçlar için) keskinliğini ve sivriliğini kütinleşme, [kütin-le-ş-me] is. Selülozun kütin şek
line dönüşmesi,
kaybetmek; kütelmek. [DS]
küt3, [küt] {ağız} is. Kepçe vb. eşyaların asıldığı kütle, [Ar. kütle 4İ5'] {OsT} is. 1. (Katilar için) büyük
yuvarlak ağaç çivi. [DS] parça; toplu şey; yığın; küme; topak. 2. Bir yerde
küt4, [küt] {ağız} is. Pam uk çekirdeği. [DS] toplanmış büyük insan topluluğu; kalabalık; kitle.
küt5, [Erme, gotan] {ağız} is. Pulluk; saban. [DS] 3. Belirli işlev yüklenmiş insan topluluğu. 4. Bir
kütan, [Erme, gotan] {ağız} is. Pulluk; saban. [DS] ülke veya bölgedeki insanların çoğunluğu. 5. Bü
kütay, [? kütay] {ağız} is. A tlarda şişme ile belirgin yük hacimli su birikintisi. 6 .fiz . Bir nesneye uygu
lanan kuvvet ile meydana gelen ivm e arasındaki
leşen hayvan hastalığı. [DS]
oranı veren kat sayı veya nesne niceliği. 7. elkt. Bir
kütçi, [küt-mek > küt-ğü-çı / küt-çı] (kütçi:) {eT} is.
elektrik tesisatında toprağa bağlanm ış madenî par
Çoban. [KB]
çalar veya iletkenler grubu. 8. coğ. Çoğunlukla bir
kütdek, -ği [küt (yans.) > küt-dek] {ağız} zf. (Vur
KÜT ö in t iü f ç t m • 2912
dağ niteliği gösteren yükseklikler bütün. 9. res. Ge deki mem urlara verilen ad. S küttâb-ı divân-ı
rek renk birliğiyle, gerekse çizgilerin kümelenme hümâyun, {OsT} D ivan-ı hümayunun yazı işlerini
siyle bir bütün m eydana getiren birçok kısmın yan görenler.
yana gelmesi. B kütle hâlinde, Toplu olarak.j] küttedek, [küt (yans.) > küt-te-dek] (k ü ’ttedek) zf. I.
kütle-i izâfiye, {OsT} fiz. Öz kütle.|| kütle-i tal’iye, Birdenbire; ansızın. 2. “K ü t!" diye ses çıkararak.
{OsT} bot. Çiçek tozu küm esi.|| kütle oranı, Füze kttttürmek, [kü-t-mek > küt-tür-mek] {eT} gçl. f. [-
lerde, hareket halindeki ağırlığın varış anındaki ür] Güttürmek. [DLT]
kütleye oranı,
kütüb, [Ar. kitâb > kütüb *_*^] is. Kitaplar. <9 kü-
kütlek, -ği [küt (yans.) > küt-le-k] {ağız} is. B ir çeşit
çocuk oyuncağı; patlangaç. [DS] fi1 kütlek tav, tüb-i mukaddese, {OsT} K utsal kitaplar.\\ kütüb-i
{ağız} Tarlaların kurumaya yüz tutmuş durumu. mttnzele, {OsT} Vahiy yoluyla indirilmiş kitaplar.\\
[DS] kütüb-i mütedâvile, {OsT} H erkesin okuduğu ki-
kütleklik, -ği [küt-le-k-lik] {ağız} is. V ücut yorgunlu taplar.|| kütüb-i sem âviye, {OsT} K utsal kitaplar;
ğu; kırgınlık. [DS] İlâhî kitaplar,|| kütüb-i sitte, {OsT} H adis kaynak
ları arasında doğruluğu kabul görm üş bulunan
kütleme, [küt-le-me] is. Kütlem ek işi.
B uhârî ve Müslim 'e ait iki adet Cami ’-i Sahih ile
kütlemek, [küt (yans.) > küt-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-
Ebu Davud, Tirmizî, N eseî ve Ibni Mâce ye ait bi
r] [-l(ü)-yor) 1. B ir yere vurma, çarpma veya zor
rer Sünen olm ak üzere toplam altı hadis kitabından
lam a sonucunda “k ü t” diye ses çıkarmak. 2. işteş,
m eydana gelen külliyat.\\ kütüb-i tefasir, {OsT}
fi Çarpışmak. [DS]
Tefsir kitapları.\\ kütüb-i tevârih, {OsT} Tarih ki
kütlesel, [küt-le-sel] sf. Kütle veya kütle birimiyle
tapları.
ilgili olan. S1 kütlesel güç, fiz. (Motor için) buhar
kütük, -ğü [küt (yans.) > küt-ük / Far. kündek] is. 1.
beygiri cinsinden ölçülen gücün kilogram sayısına
Bir ağacın gövdesinin, toprak üstünden ana dalları
bölümü.
nın ayrıldığı yere kadar olan kalınca kısmı. 2. Bir
kütleşme, [küt-le-ş-me] is. Kütleşmek işi.
ağacın kesilm iş kalınca gövde kısmı; tomruk. 3.
kütleşmek, [küt-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] 1. Küt hâle
Kesim den sonra ağaç gövdesinin toprakta kalan
gelmek. 2. Keskinliğini kaybetmek,
kısmı. 4. A sma fidanı; bağ. 5. Resmî kayıtların iş
kütleştirme, [küt-le-ş-tir-me] is. Küt duruma getir lendiği esas defter; ana defter. 6. {ağız} Makara.
m ek eylemi. [DS] 7. Y ük kayığı. [DS] 8. {ağız} Lahana. [DS] 9.
kütleştirmek, [küt-le-ş-tir-mek] gçl. f . [-ir] Kütleş {ağız} Kalıba dökülerek tuğla biçimi verilmiş tezek.
mesini sağlamak; küt duruma getirmek, [DS] 10. {ağız} Deri kazım akta kullanılan ağaç. [DS]
kütletme, [küt-le-t-me] is. Kütletmek eylemi, 11. {ağız} Kasap veya çapulacı tezgâhı. [DS] 12.
kütletmek, [küt (yans.) > küt-le-t-mek] {ağız} gçl. f . {ağız} K ağnı ve araba tekerleği parm aklarının takıl
[-ir] “K ü t!" diye ses çıkartmak. [DS] dığı Oltadaki kaim ağaç bölüm. [DS] 13. {ağız} A i
kütlez, [küt-ele-z / kütle-z] {ağız} is. -*■ kütelez. [DS] lenin büyüğü. [DS] 14. sf. Görgüsüz; saygısız; eği
kütlü, [küt-lü] {ağız} sf. 1. (Pamuk için) çekirdekli; tim görmemiş; kaba saba. S kütüğe geçirmek,
çiğitli. 2. Ağırbaşlı; onurlu. [DS] ilgiliyi kütük adı verilene esas deftere kaydetmek ve
kütlük, -ğü [küt-lük] is. Küt olma durumu; küt olan hakkındaki değişiklileri işlemek; ana deftere yaz-
şeyin niteliği, rnak.|| kütük atmak, {ağız} (Köy delikanlıları tara
kütmeç, -ci [küt-meç] {ağız} is. Ağaç kökü; kütük. fından) ilk kez oğlu olan babayı kutlam ak için evi
[DS] nin önünde on beş yirm i el silâh atmak. [DS]|| kü
kütm ek1, [kü-mek (beklemek) > kü-d-mek > kü-t- tük defteri, Okullarda öğrencilerin, askerlik daire
lerinde yükümlülerin, tapuda taşınmaz malların,
mek] (kü:tmek) {eT} gçl. f. [-er] 1. Gütmek; bak
nüfııs dairelerinde vatandaşların her türlü kaydının
mak; özenmek; itina göstermek. [DLT] [EUTS] 2.
tutulduğu ve korunması, saklanması zorunlu olan
Beklemek. [EUTS] [ETY] S küte turmak, {eT}
ana defterlere verilen ad.|| kütük gibi, I. (Yara
Beklemek. [EUTS]
veya bertikler için) çok şişmiş. 2. Çok sarhoş. 3.
kütmek2, -ği [küt-mek] {ağız} is. 1. Ağaç kökü; bu
K aba saba; görgüsüz.|| kütük gibi olmak, I. (Yara
daklı kütük. 2. Tabure. [DS]
ve bertikler için) çok şişmek; aşırı ölçüde şişmek.
kiitmen, [küt-men] {ağız} is. Sandalye. [DS] 2. Çok sarhoş olmak.\\ kütük mantarı, bot. Yaşlı
kütmük, -ğü [küt-mük] {ağız} is. -* kütmek2. [DS] ağaç kütüklerin üzerinde yetişen yenilebilir bir
kütner, [Far. küknâr / Yun. koukounari] {ağız} is. mantar türü; ağaç mantarı, (Pholiota mutabilis).||
K ara çam; köknar. [DS] kütük ocağı, {OsT} Büyük ocak.
küttab, [Ar. kâtib > küttâb (kiitta:b) {OsT} is. kütükçü, [kütük-çü] {ağız} is. Kereste tüccarı. [DS]
1. Kâtipler; yazmanlar; sekreterler. 2. tar. İmpara kütttkçülük, -ğü [kütük-çü-lük] {ağız} is. Kereste a-
torluk döneminde dış işlerinde çalışan üst kademe lım satımı; kereste tüccarlığı. [DS]
l e i M i ı i • 2913 KÜ
kiitiikleme, [kütük-le-me] {ağız} is. Söz arasında ve kütüphanecilik, -ği [kütüphane-ci-lik] is. 1. Kütüp
ya vaaz esnasında anlatılan gerçek dışı hikâye. [DS] hane memurunun işi ve görevi. 2. Bir kütüphaneyi
kiitiiklemek, [küt-ük-le-mek] {ağız} g ç l.f. [-r] [-1(0- düzenleme, kitap sayısını çoğaltma, sınıflandırma,
yor] 1. Büyük ağaçları dört ya da beş m etrelik tom kataloglama, okuyuculan yararlandırma, yönetme
ruklara ayırmak. 2. Ekilecek olan tarladaki yabanî vb. teknikleri kapsayan bilim; kitaplık bilimi,
bitki ve ağaç köklerini çıkarmak; tarlayı tem izle kütür, [küt-ür (yans.) is. 1. Kırılma, kesilm e ve bir
mek. [DS] şeyi ısırm a anında çıkan ses. 2. {ağız} is. Küçük sac
kütükleşme, [küt-ük-le-ş-me] is. Kütükleşmek işi. ekmeği. [DS] 3. {ağız} Olmuş karpuz. [DS] 0 kütür
kütükleşmek, [küt-ük-le-ş-mek] dönşl. f . [-ir] 1. kütür, 1. (Kırılan, kesilen veya ısırılan sert şeyler
Kütük hâline gelmek. 2. mecaz. Kütük gibi kaba ve için) art arda "kütür" sesi çıkararak. 2. (Nesneler
duygusuz bir hâl almak, için) bu türlü ses çıkaran; gevrek olan.
kütüklük, -ğü [küt-ük-lük] is. 1. mecaz. K ütük gibi kütürdek, -ği [küt-ür-de-k] {ağız} sf. Gevrek; sert ve
olma durumu; kaba sabalık; duygusuzluk. 2. as. dolgıin. [DS]
Askerlerin içine tüfek mermisi koydukları palaska kütürdeme, [küt-ür-de-me] is. Kütürdem ek eylemi,
ya bağlı meşin veya plâstik özel çanta. 3. Avcıların kütürdem ek, [küt-ür-de-mek] gçsz. f. [-r] [-d(ü)-
fişeklerini koydukları silindir biçiminde yuvaları yor] “Kütür, kütür! ” diye ses çıkarmak,
bulunan özel bir kemer, kütürdetme, [küt-ür-de-t-me] is. Kütürdetmek eyle
kütül [küt (yans.) > küt-ül] {ağız} is. Gür akan suyun mi.
çıkardığı ses; gürleme sesi. [DS] 0 kütül kütül,
kütürdetmek, [kütür-de-t-mek] gçl. f. [-ir] “Kütür,
{ağız} (Akan suyun çıkardığı ses için) çağlayarak;
kütür! ” diye ses çıkartmak; kütürdemesine yol aç
gürül gürül. [DS]
mak.
kütüldü, [küt (yans.) > küt-ül-dü/kütüîtü jjJuS] {eAT} kütüre, [küt-ür-e] {ağız} is. 1. Saçma; boş söz. 2. sf.
is. Gümbürtü; kütürtü. Küçük. 3. zf. Çabuk; tez. [DS]
kütülemek, [küt-ül-e-mek] g ç sz .f. [-rj [-l(ü)-yor] 1. kütüredek, -ği [küt-ür-e-de-k] {ağız} zf. “K ü t!" diye
(Su için) bol bol, çağıl çağıl akmak. 2. (Sıvılar için) ses çıkararak. [DS]
donmak; katılaşmak. 3. {ağız} (Silâh için) patlamak. kütürge, [köt-ür-ge > küt-ür-ge] {ağız} is. 1. Küskü.
[DS] 2. Küçük ağaç sandalye. 3. Çocuk oturağı. [DS]
kütülmek, [küt-ül-mek dU-bS"] {eAT} dönşl. f. [-ür] kütürtdek, -ği [küt-ür-t-de-k] (kiitü’rtdek) {ağız} zf.
Ucu veya ağzı kütleşmek, “K ü t! ” diye ses çıkararak. [DS]
kütüp, -bü [Ar. kitâb > kütüb {OsT} is. -*■ kü kütürtdenek, -ği [kütür-t-den-ek] (kütürtde ’nek)
tüb. {ağız} zf. -*■ kütüredek. [DS]
kütürtü, [küt-ür-tü] is. Elma, karpuz vb. şeyler ısı-
kütüphane, [Ar. kütüb + Far. hâne -üU^S"] (kütüp
rıldığm da ya da buna benzer şeyler kesilirken çıkan
h a n e) {OsT} is. 1. İçinde çok sayıda ve belli bir ses.
düzen içinde kitap bulunan bina veya salon. 2. K i
kütüval, [Far. kütvâl => kütüval JU jS '] {eAT} {OsT}
tapların belli bir düzene göre sınıflandırılmış oldu
ğu bütün. 3. Her türlü basılı m alzemeden meydana is. Kale dizdarı; kale muhafızı.
gelmiş düşünce ve sanat eseri ürünlerini toplayıp, kütüz1, [küt-üz jji'jS"] {OsT} {ağız} sf. Kısa boylu;
düzenleyen ve isteyenlerin hizm etine sunan kuru şişman ve tıknaz. [DS]
luş; kitaplık; bibliyotek. 4. Kitap koym aya yarayan
kütüz2, [küt-üz] {ağız} is. Sarp, geçilmesi güç yer.
belli bölmeleri olan dolap. 5. Bazı özel konulan [DS]
belli bir amaç ve teknikle inceleyen kitaplar dizisi.
6. Eskiden kitap satan dükkânlara verilen isim; ki kü’ub, [Ar. kü'üb v .r ^ ] (küu.b) {OsT} is. Kız m e
tapçı dükkânı; kitap evi. 0 kütüphane faresi, Za mesinin büyümesi; kabarması,
manının çoğunun kütüphanelerde kitap okumak, kü’ubet, [Ar. kü'ûbet (küu:bet) {OsT} is. -*■
araştırma yapm akla geçiren kimse. || kütüphâne-i k ü ’ub.
umûmî, {OsT} Genel kitaplık.
kü’ul, -lii [Ar. kti’ül J (kiiu:l) {OsT} is. kim. A l
kütüphaneci, [kütüphane-ci] (kütüpha.neci) is. 1.
Bir kütüphanede kitapların sınıflandırılması, iste kol; ispirto. 0 küul-perest, {OsT} A lkole düşkün
yenlere ödünç verilmesi vb. işleri yürütmekle gö kimse; alkolik.
revli kişi; kitaplık memuru. 2. K ütüphanecilik öğ kü’uli, [Ar. küülı / küüliye (küu:li;)
renimi yapmış, kitap tasnifi ve hizm ete sunulması {OsT} sf. İçinde alkol bulunan; ispirtolu,
üzerine eğitim gönnüş uzman kimse; kitaplık bi
kü’us, [Ar. ke’s > kü’üs $£} (küu;s) {OsT} is. 1. İçi
limci. 3. Eskiden kitap satanlara verilen isim; ki
tapçı. dolu kaplar. 2. Kadehler; bardaklar. 3. Şarap dolu
KÜÜ o m HIKE H • 2914
bardaklar; bardaklardaki şaraplar. 4. bot. Çanak küvij, [Soğd. küvij] {eT} is. 1. Söğüt gibi çürüyen, içi
yapraklar, kovalan her ağaç. [DLT] 2. Tadı bozulan, kaçan her
küü, [kö] (kü:) {eT} is. -*• kü. [EUTS] şey. [DLT] fi1 küvij turm a, Tadı bozulan, tadı ka
kiiülüg, [kü-lüg] (kü.iüğ) {eT} is. -*■ külüg. [EUTS] çan turp. [DLT]
kttvare, [Ar. küvâre ojl£ ] (küva.re) {OsT} is. Petek. küvle, [Far. külve] {ağız} is. Tandırın yanması için
açılan küçük delik. [DS]
küveç, [küfeç / küveç] {eT} is. 1. Güveç. 2. Gem;
küvlek, [Erme, kovlak => küvlek / külek / gülek]
damaklı gem. [DLT]
{ağız} is. 1. Ağaçtan yapılmış su kabı. 2. Tahta yağ
küveçlig, [küfeç / küveç > küfeç-lig] {eT} is. Gemli.
kutusu. [DS]
[DLT]
küvlelik, -ği [küv-le-lik] {ağız} is. Tandırların hava
küveki, [? küveki] {ağız} is. Boğaz ağrılarında kulla
deliklerini kapatm aya yarayan paçavra. [DS]
nılan bir ilâç. [DS]
küvlem ek1, [kovlamak > küv-le-mek] {ağız} gçl. f. [-
küvem , [Ar. küme > küvem p£ } {OsT} is. Kümeler, r] [-l(ü)-yor] Birini başkasına karşı kışkırtmak;
küvemek, [*küve-mek] (küve. mek) {eT} gçsz. f. [-r] fitlemek. [DS]
Güven duymak, küvlem ek2, [küv (yans.) > küv-le-mek] {eAT} gçsz. f.
küvenç, [*küve-mek > küve-n-mek > küven-ç] {eT} [-r] Feryat etmek; haykırmak; gürlemek. [DK]
is. 1. Güvenç; iftihar. [EUTS] [KB] [Gabain] 2. Ken küvlük, [küv-lük / küvî-m ek > küv(ü)-k ?] {eT} is.
dini beğenme; ululanma; büyüklenme; gurur; kibir; Çamurdan yapılan zıpzıp büyüklüğündeki bilye.
azamet; güven. [EUTS] [KB] [DLT]
küvençeng, [*küve-mek > küve-n-mek > küven-ç-en küvmek, [küv-mek] {ağız} gçl. f. [-er] Beklemek.
?] {eT} sf. M ağrur; kendini beğenmiş. [EUTS] [DS]
küvençlig, [küven-ç > küvenç-lig] {eT} sf. Kibirli; küvre, [küv-re] (küvre:) {eT} is. 1. H ayvan ölerek
mağrur. [EUTS] içerisindeki nesneler çürüdükten, eti kemikler üze
küvençlik, [küven-ç > küvenç-lik] {eT} is. Güvenlik. rinde kuruduktan sonraki kalıbı. [DLT] 2. Çürümüş
[KB] ceset; leş. [EUTS]
küvenm ek, [*küve-mek > küve-n-mek] {eT} dönşl. f. küvremek, [kev-mek > kever > küvre-m ek / kevre
[-ür] Güvenmek; övünmek. [DLT] [KB] mek] (küvre:mek) {eT} gçsz. [-r] Gevremek. [DLT]
küvere, [Ar. küvâre] {ağız} is. Çamurdan yapılmış küvrüç, -cü [küv(ü)r-üç] {ağız} is. Dayanıklı ve uzun
tahıl ambarı. [DS] boylu bir ağaç. [DS]
küvermek, [küv-er-mek] {ağız} gçl. f. [-ir] Bırak küvrüg, [küvrüg] {eT} is. Davul; kös. [DLT] [Gabain]
mak; koyuvermek. [DS] küvşek, [kevşe-k / küvşe-k / köv-şe-k] {eT} sf. Gev
küvet, [Fr. cuvette] is. 1. İçinde el, yüz yıkam aya şek; yumuşak; sölpük. [DLT] S1 küvşek et, {eT}
yarayan ve leğen olarak kullanılan kapların genel G evşek et; sölpük et. [DLT]|| küvşek etm ek, {eT}
adı. 2. Banyoda içine girilip yıkanm aya mahsus iy i ham urdan yapılan ekmek. [DLT]
tekne. 3. kim. Gazların toplanmasına veya başka küvşenm ek, [gev(i)ş-en-m ek > küv-(i)ş-en-mek]
kaplara aktarılmasına yarayan su veya cıva dolu {ağız} dönşl. f. [-ir] Geviş getirmek. [DS]
kap. küvüç, [küvü-ç] {eT} sf. Küçük. [DLT] 11 küvüç yü-
küveys, [Ar. küveys {OsT} is. 1. bot. Kadeh gün, {eT} K üçük yular; çilbir. [DLT]
çik. 2. biy. Kesecik, küvük1, [küvü-mek > küvü-k] {eT} is. Erkek. [DLT]
S küvük muş, {eT} E rkek kedi. [DLT]
küvez, [*küve-mek > küve-z / küfez] (küve:z) {eT} sf.
1. Kurumlu; şımarık; burnu havada; gururlu; mağ küvük2, [küvük] {eT} is. Saman. [DLT]
rur. [DLT] [EUTS] [KB] 2. Şanlı; sevgili. [Gabain] 3. küvürgen, [köm-mek (kül veya toprak içine göm
is. Büyüklenme; kendini beğenme; kibir; gurur. mek) > köm -ür > köm ür-gen / kövür-gen] {eT} is.
[DLT] Dağ soğanı. [DLT]
küvezlengülüg, [*küve-mek > küve-z > küvez-le-n- küvürken, [köm -mek (kül veya toprak içine göm
m ek > küvez-le-n-gü-lüg] (küvezlengü:lüg) {eT} sf. mek) > köm-ür > kömür-gen / kövür-gen] {eT} is. -*■
Kendini beğenmiş; mağrur, küvürgen. [DLT]
küvezlenm ek, [*küve-mek > küve-z > küvez-le-n- küvüstür, [Yun. khistrain] {ağız} is. Sacayağı. [DS]
mek] {eT} dönşl. f. [-ür] Gururlanmak; kibirlen küvüz, [küv-üz] {eT} is. Yaygı; yünden dokunmuş
mek. [KB] döşek ve yaygı gibi şeyler. [DLT]
küvezlig, [*küve-mek > küve-z > küvez-lig] {eT} sf. küy, [küy (yans.)] is. Gevrek şeylerin kırılırken
Kibirli. [DLT] çıkardığı sesleri anlatan kök. [Zülfikar] küy-ür kü-
küvezlik, [*küve-mek > küve-z > küvez-lik] {eT} is. yür, küy-ür-de-mek, küy-ür-tü
1. Şımarıklık; kurumluluk; küstahlık. [DLT] 2. Gu küyde, [? küyde / köyde] (küyde:) {eT} is. Altm ve
rur; kibir. [KB] gümüş eritilerek süzülen ocak. [DLT]
iim im ;e s m .2915______________________ ____________________________________________ KÜZ
kiiydttng, [kövdön / Kırg. ködön / Kazk. kevde] {eT} küyürdemek, [küyür (yans.) > küyür-de-mek] {ağız}
g çsz.f. [-r] [-d(ü)-yor] Gevremek; kurumak. [DS]
is. -*■ kövdöng.
kttyürdetmek, [küyür (yans.) > küyür-de-t-mek] {a-
k ü y d ttrm ek ', [kün-mek > kün-dür-mek / köy-dür-
ğız} gçl. f. [-ir] (Gevrek bir şeyi yerken) ses çı
mek / küy-dür-mek] {eT} gçl. f. [-ür] Yaktırmak.
kartmak. [DS]
[EUTS]
küyürmek, [kün-mek > kün-ür-mek / küy-ür-mek]
küydürmek2, [küy-dür-mek dJUjjujS"] {eAT} {OsT}
{eT} gçl. f. [-ür] 1. Yakmak. [EUTS] [KB] 2. Y ak
g çl.f. [-ür] Bekletmek. tırmak. [KB]
küydttrmek3, [küy-dür-mek] {ağız} gçl. f. [-ür] 1. küyttrttt, [küyür (yans.) > küyür-tü] {ağız} is. Gevrek
Elinden bir şeyi atmak; fırlatmak. 2. B ir şeyi eliyle şeylerin kırılırken çıkardığı ses. [DS]
itmek; sürmek. 3. Y erinden etmek; ayağını kaydır küyüş, [küyüş] {ağız} is. 1. Kilim. 2. B ir tür çelik
mak. [DS] çomak oyunu. [DS]
küye1, [küye] (küye:) {eT} is. Güve. [DLT] küz, [küz] (kü:z) is. Güz; güz mevsimi; sonbahar.
küye2, [küy-mek > küy-e] {ağız} is. Yanık; is. [DS] [DLT] [ETY] [EUTS] [KB] [Yüknekî] [Gabain]
kttyegörmek, [küy-e+gör-mek Sj=£ L^S"] {eAT} gçl. kttzaz, [Ar. küzâz jljS'] (küza;z) {OsT} is. tıp. Sinir
f. [-ür] Bekleyedurmak. gerilmesi; tetanos, fi1 kttzâz-ı fizyoloji, {OsT} F iz
kttyelemek, [küye-le-mek] (küye.le.m ek) {eT} gçl. f . yolojik tetanos.
[-r] Güve silkmek; güveden kurtarm ak ve koru kttzbere, [Ar. küzbere oj>£] {OsT} is. bot. Asmacık.
mak. [DLT] S küzbereü’l-bi’r, {OsT} bot. Tere.\\ kttzberetü’l-
küyfenmek, [küyfe-n-mek] {eT} dönşl. f. [-ür] Üstü kanât, {OsT} bot. Baldırıkara.
ne düşmemek. [DLT] küze, [Far. küze «jjS'] {OsT} is. Çam ağacından ya
kiiyi, [eT. küd-m ek > küd-ı / küyi j..£ ] {eAT} is. pılmış su kabı,
Vade; mühlet. S kiiyi verm ek, {eAT} Süre tanı küzeç, [Soğd. kw zt’yk => küzeç] {eT} is. Testi; top
mak; vade tanımak; m ühlet vermek. rak kap; çömlek; çanak. [DLT] [EUTS] [Gabain]
küyktt, [küy-kü] {ağız} is. R üzgâr tutm ayan kuytu küzeçlig, [küzeç-lig] {eT} sf. Çöm lek sahibi olan;
yer. [DS] çömlekli. [DLT]
küymek1, [kü-mek (beklemek, kollamak, korumak) > küzedmek, [köz (göz) > köz-e-mek (kollamak) >
kü-d-mek / kü-t-mek dUjS"] (kü.dm ek) {eT} {eAT} köz-e-d-mek] {eT} gçl. f . [-ür] 1. Gözetmek; kol
{OsT} {ağız} gçl. f. [-er] 1. Beklemek; gözetmek; lamak; korumak. [ETY] 2. Gütmek. [EUTS]
gütmek; birinin yolunu gözlemek; durmak; gözle kttzemek1, [köz (göz) > köz-e-mek] {eT} gçl. f. [-r]
mek; gütmek; sabretmek. [DLT] [EUTS] [ETY] [KB] Korumak. [ETY]
[İKPÖy.] [Yüknekî] [DS] 2. {ağız} Kaçmak. [DS] 3. küzemek2, [küz (güz) > köz-e-mek] {eT} gçsz. f. [-r]
{ağız} Sessiz olmak. [DS] Güzlemek. [DLT]
küymek2, [kün-mek / küy-m ek / göy-(ü)n-ü-mek] kttzen, [küzen / Moğ. küren / küren] {eT} is. K okar
{eT} {ağız} gçsz. f. [-er] Yanmak. [DLT] [KB] [E- ca; kır sıçanı.
UTS] [DS] küzençtt, [köz (göz) > köz-e-mek (kollamak) > köz-
küym enm ek, [küyüm > küy(ü)m -e-m ek > küyme-n- e-n-çü] (küzençü;) {eT} is. Koruyucu; muhafız.
mek] {eT} dönşl. f. [-ür] Bahane etmek; sebep ve [ETY]
vesile bulmak. [Nevâyî] küzengü, [köz (göz) > küz-e-mek > küz-e-n-m ek >
küyner, [Yun. khoukhounari] {ağız} is. 1. Çam sakı küzen-gü] (küzengü;) {eT} is. 1. Ayna. [ETY] 2.
zı. 2. Gürgen ağacı. [DS] Çan; zil. [ETY]
küynük, -ğü [göynük > küy-nük] {ağız} sf. (Ağaç ve küzermek, [küz (güz) > küz-er-mek] {eT} gçl. f. [-ür]
meyve için) içi çürümüş; kof. [DS] Güzleşmek. [DLT]
küyük, -ğü [kün-mek (yanmak) > *kün-ük / göynük / küzet, [köz (göz) > küz-e-mek > küz-e-t] {eT} is. 1.
küyük] {eT} sf. 1. -*■ küngük. 2. {ağız} Çürük. [DS] Karakol. 2. N öbet zamanı. 3. Bekçi. [Gabain]
[EUTS]
küyttkm ek, [küy-ük-mek] {ağtz} gçsz. f. [-ür] Çürü
kttzetçi, [köz (göz) > küz-e-mek > küz-e-t > küzet-çî]
mek. [DS]
(küzetçi;) {eT} is. Gözetici; muhafız. [EUTS]
küyüm, [küyüm] {eT} is. Gaflet; uyuşukluk. [DLT]
küzetdürm ek, [köz (göz) > küz-e-m ek > küz-e-t-
küyünmek, [kün-mek / küy-m ek > küy-ün-mek] {eT}
dür-mek] {eT} g ç l.f. [-ür] Yerine getirmek. [EUTS]
dönşl. f. [-ür] -*■ küym ek2.
küzetmek, [köz (göz) > küz-e-mek > küz-e-t-mek]
küyttr, [küyür (yans.)] is. G evrek bir şeyi yerken çı {eT} gçl. f. [-ür] Gözetmek; korumak; kollamak;
kan kırılma ve çiğnem e sesi. 0 küyür küyttr, saklamak; m uhafaza etmek. [EUTS] [KB] [Gabain]
{ağız} Küyiirtülü bir şekilde; kütür kütür. [DS] [Tekin]
OlMIİİfCESÖM • 2916
küzgernıek, [küz (güz) > küz-ger-mek] {eT} g ç l.f. [- küzttn1, [küz (güz) > küz-ün] {eT} zf. Sonbaharda;
ür] Güzleşmek; güze doğru gitmek. [DLT] güzün. [ETY]
küzgü2, [köz (göz) > küz-gü] (küzgü:) {eT} {ağız} is. küzün2, [küzen / Moğ. küren / küren] {eT} is. K endi
-* küzkü. Ayna. [Yüknekî] [DS siyle serçe kuşu, tarla sıçanı, köstebek gibi şeyler
küzgü1, [küskü] (küskü:) {eT} is. -* küskü. [EUTS] avlanan sıçan cinsinden bir hayvan. [DLT]
kü zi1, [Soğd. / Moğ. küci] {eT} is.-* küji. [Gabain] kttzüngü, [köz-ün-mek > küzünû] (küziinü) {eT} is.
[EUTS] Ayna. [KB]
küzi2, [kücü / küzi .sjS] {eAT} is. Gücü. küzürük, -ğü [küzür-ük] {ağız} is. Kavrulmuş kuy
ruktan elde edilen kıkırdak. [DS]
küzki, [küz > küz-kî] (küzki:) {eT} sf. Sonbahara ait;
güzünki. [Gabain] kV [Fr. kilovolt] is. fiz. Elektrik gerilimi veya potan
siyel farkı birim inin bin katı olan kilovoltun kı
küzkü, [köz (göz) > köz-kü] (közkü:) {eT} is. Ayna.
[ETY] saltması.
küzkünek, [? közkünek] {eT} is. Çakıra, kelere ben kW [Fr. kilo + Watt] is. fiz. Değeri bin vat veya 1,36
zer bir kuş; hava yutm akla geçinir. [DLT] beygir gücü yahut 102 kilogram metre olan güç bi
küzküni, [küzkünı] (küzküni:) {eT} is. Ateş böceği. rim inin kısaltması.
[DLT] kW /saat, [Fr. kilo + W att / saat] is. fiz. Gücti bir
küzlüg, [küz-lüg] {eT} is. Güz; sonbahar. [EUTS] kilovat olan bir makinenin bir saat süreyle yaptığı
kttzngü, [köz-ün-mek > küzn-gü / küznü] (küzhü) işe eşit enerji ve iş birim i(3,6 megajul veya
{eT} is. Ayna. [ETY] 367.200 kilogram metre ya da 860 kilokaloıi)’nin
küzük, [küzük] {eT} is. 1. Dokuma tezgâhında üst kısaltması,
erişler ile alt erişleri birbirinden ayırmaya yarayan kye [kiye] {eT} bağ. Ve; bizzat. [EUTS]
iplik düğümlü aygıt. [DLT] 2. Dokumacı. [DLT] kyu, [Jap. kyu] (kiyıı) is. spor. Uzakdoğu sporların
küzükmek, [küz (güz) > küz-ük-mek] (küskü:) {eT} dan judo ve kar,atede beyaz, sarı, turuncu, yeşil,
g ç sz.f. [-ür] Güzleşmek. [DLT] mavi ve kahverengi ile derecelendirilen çıraklık
küzüm eti, [küz-üm + et-i] {ağız} is. t. Kışın yemek aşaması.
için tuzlanarak kurutulmuş et. [DS]
1, [1 / L] (le) is. 1. Latin asıllı Türk alfabesinin on aynı zamanda sıfat olarak da kullanılabilir: ağıl,
beşinci harfi olup sızmalı, tonlu, ön ve art olmak kumul, buzul, tekil (isim), çoğul (isim), nesnel (kav
üzere iki çeşidi bulanan avurt ünsüzüdür. 2. Arap ram), eril (isim), ısıl (işlem).
asıllı Türk alfabesinde 26. h a rf olan "lam ”ın karşı -la-1, [-la- / -le-] {eT} {eAT} yap. e. İsimden geçişli ve
lığıdır; ebcet hesabında 30 sayısını gösterir. S L geçişsiz fiiller türeten ek. aruk-la-mak, tang-la-
demiri, Sanayide kullanılan L şeklinde bükülmüş mak, ağır-la-mak, günü-le-mek, yok-la-m ak (yukarı
demir çubuk. çıkmak)
L mat. Rom a sayı sisteminde 50 rakamını gösterir. -la-2, [eT. ula-m ak (ulamak, birleştirmek) > -la- / -le-
1, [Yun. litar] kısalt. Akışkanların hacmini ölçmekte / -lâ-] yap. e. 1. İsimden fiil yapm a eki. İşlek bir
kullanılan ve bir desimetre küp karşılığı olan litre ektir. "Eklemek, katmak, ... şekline girmek, sağla
nin kısaltması. m a k ” gibi anlamlar kazandıran isimden fiil türetm e
1, kısalt, fiz. Yörünge kuvantum sayısını belirtir. eki. sulamak, tuzlamak, yağlamak. 2. İsimle ilgili
-I-1, [-1- / -i-1- / -ı-l- / -u-1- / -Ü-1-] yap. e. 1. Fiilden fil işleri yapm a kavramı katar, ab-la-m ak (avlamak)
yapan ek. Edilgen çatı kurm aya yarar. {eT} (aym) [ETY], avuçlamak, parçalamak, avlamak, gözle
[ETY] adır-ı-l-m ak (ayrılmak) basılmak, yazılmak, mek, sızlam ak (< sızılamak), işlemek, ciltlemek. 3.
durulmak, görülmek. 2. D önüşlülük kavramı taşı Yansım a kökenli kelimelerden yansımalarla ilgili
yan fiiller yapar: serp-il-m ek (gelişmek, boy at eylemin yapılm a kavramını katarak fiiller türetir:
mak), irk-i-l-mek, kas-ıl-mak, dir-il-mek, saç-ıl- çınlamak, gıdaklamak, hırlamak, havlamak, zırla
mak, düg-ül-mek, şeş-il-mek. mak, çatlamak, patlamak, vızlamak.
-I-2, [-1- / -al- / -el-] yap. e. Sıfattan fiil türeten ek. -la 1, [il-mek (bir şeye takılı, ilintili, bağlı olmak) > il-
Belli nitelikleri ve özellikleri bulundurm ak kavram ı e (-e: z a r f fiil eki) > -la / -le] {eT} yap. e. İsimden
katarak fiiller türetir, azalmak, boşalmak, daral sıfat ve zarf türeten ek.
mak, çoğalmak, düzelmek, doğrulmak, durulmak, -la2, [-la / -le / -ila / ile / -y-ıla / -y-ile / -y-la / -y-le]
kısalmak, küçülmek, yönelmek, yücelmek, çaw-ıl- {eT} {eAT} çek. e. 1. İsmin vasıta hâli (araçlılık du
mak, (meşhur olmak) rum u) ekidir; "ile ” edatının ekleşmiş şeklidir. Edat
-l1, [-1 /-al / -el] yap. e. 1. Fiilden isim türeten ek. Fi olan "j7e"nin başındaki "z-“ sesinin düşmesi ile ek
ilin belirttiği eylem in sonucu olarak ortaya çıkmış durum una gelmiştir. Getirildikleri kelimelere ya
kavramı katarak isim ve sıfatlar yapar: doğal (or nında olma, beraberlik kavramı katar: postayla,
tam), çatal, kural. 2. Geçişsiz fiilden sıfat ve zarf mektupla, seninle, çiçekle, {eAT} tünle (geceyle, ge
yapan ek. düke-l. celeyin) 2. Bağlaç olan “î7e”nin başındaki " i-” se
-I2, [-1 / -il / -ıl / -ul / -ül] yap. e. 1. Fiillerden isim sinin düşmesi ile ek durum una gelmiştir. Eş görevli
yapan ek. Kökteki anlamı bulundurma, işin veya kelime ve kelime öbeklerini birbirine bağlar, ve
oluşun sonucu, ürünü kavram larını taşıyan isimler bağlacının görevinde kullanılır: çiçekle kelebek,
yapar: ışıl, kısıl, ardıl, kurul, koşul. 2. Yapılan ey çocukla annesi, kediyle fare, kadıyla kaymakam.
lemle ilgili araç, gereç adları yapar: çekül (ses ba -la3, [-la / -le / -lak] yap. e. 1. İsimden isim yapma
kımından şakul etkisinde kalmıştır). eki. Kökteki ismin taşıdığı anlamın yapıldığı yer
-I3, [-1 / -il / -ıl / -ul / -ül] yap. e. 1. İsimden isim ve anlamı katar: kışla, yayla. 2. İsmin belirttiği nesne
sıfat yapan ek. R enk kavram ı katar: y e şil (< yaş-ıl), nin çokça bulunduğu yer kavramı katar: kumla,
yeşil (yaprak), kızıl, kızıl (bayrak). 2. İsme bulun tuzla.
durulan, yansıtılan kavram ları verir. Bu kelimeler -la4, [-la / -le] {eAT} yap. e. 1. ... iken; ... olarak; -
LA OTÜMIÜfflfffSÖM • 2920
lıkla. "Çekeriz aşk ile esrükle (esriik olarak) y ü k lî, {OsT} Çiftleşme olmadan veya cinsinin yardımı
biz. ” Çengname 2. Zaman zarflarına eklenerek an olmadan yetişen bitki. || lâ-teşbih, {OsT} “Benzet
lamı pekiştirmeye veya "... va kti” anlamını belirt m ek gibi olmasın. ” anlam ında kullanılır; benzet-
m eye yarar. “Hastalıktan yengile (pek yeni) kal meksizin. || lâ-tuhsâ, {OsT} Sayısız; sayıya gelmez;
mışların.. ”. M üntehabü’ş-Şifa. 3. ... vakit. “Bu şa hesaplanmaz.|| lâ-ubâlî, {OsT} Alakasız; kayıtsız;
rabın menfaatleri çokla (çoğu vakit) i ’tidale yakın hürmetsiz; senli benli; dikkatsiz.\\ lâ-ubâliyâne,
dır. ” Yadigâr-ı İbni Şerif, {OsT} Saygısız ve kayıtsız biçimde.|| lâ-v’allah,
la-, [Ar. lâ (lâ:) {OsT} e. Arapça kelimelerde o- {OsT} Yemin deyim i olarak kullanılır,|| lâ ve naanı,
{OsT} N e hayır, ne evet.|| lâ-vttcûd, {OsT} fel. Ben
lum suzluk ifade eden bir ön ek; değil. S1 lâ-ahlâkî,
dışı; özgeye ait; dış dünya veya bilgi nesnesi. || lâ-
{OsT} 1. A hlak dışı. 2. Töre dışı.|| Iâ-ahlâkiye,
y a ’lem, {OsT} B ir şey bilmez; bilmeyen.]] lâ-yâ’nî,
{OsT} 1. Ahlakdışıcılık. 2. Ahlakdışıcı kişi veya top-
{OsT} 1. Anlamsız; boş; saçma. 2. Önemsiz; kulla
luluk.|| lâ-akal, {OsT} En azından; en aşağı.|| lâ-
nışsız; yararsız.]] lâ-yecûz, {OsT} 1. D in î kurallara
alet-ta’yîn, {OsT} A yırt etmeksizin; rastgele; geli
aykırı olan; haram; olamaz; m üsaade edilmez. 2.
şigüzel'.|| lâ-alet-teşbîh, {OsT} Benzetm e yoluyla
Caiz olmayan; fa zla ; gereksiz. || lâ-yefhem, {OsT}
olmaksızın; benzetilmeksizin.\\ lâ-an-şey, {OsT} Yok
Anlayış göstermeyen; anlayışsız.]] lâ-yefnâ, {OsT}
yere; boşuna; sebepsiz yere. || lâ-be’s, {OsT} Zararı
Yok olmaz; bitmez; tükenmez; ölmez; fe n a bulmaz.]]
yok; zararsız; sakıncası yok. || lâ-bi-şartın, {OsT}
lâ-yemût, {OsT} Hayatı sona ermez; mahvolmaz;
Şartsız olarak; bir şarta dayanmaksızın; koşulsuz
ölmez. || lâ-yen-azl, {OsT} Görevden alınamaz; gö
olarak. || lâ-bttdd, {OsT} 1. A yrılık yok. 2. Çok ge
revinde sürekli duran.]] lâ-yen-bagî, {OsT} Uygun
rekli; her hâlde; mutlaka; muhakkak.\\ lâ-cerem,
olmayan; yakışıksız; uygunsuz; layık olmaz; yakış
{OsT} Şüphesiz; elbette; besbelli; naçar; zarurî.\\
maz; uymaz.]] lâ-yen-fekk, {OsT} Ayrılmaz; bölün
lâ-cevâb, {OsT} 1. Cevapsız. 2. Sessiz kalış; 3. Ce
mez.]] lâ-yen-katı’, {OsT} Durmadan; aralıksız;
vap dışı. || lâ-cezrî, {OsT} bot. Tohumu ve kökü ol
kesilmeksizin; devamlı olarak; biteviye. || lâ-yen-
mayan otların genel adı. || lâ-dinî, {OsT} D in ile
kesîr, {OsT} Kesilmez; bölünmez; kırılmaz. || lâ-
ilgisi olmayan; dinsiz; din dışı; laik. || lâ-ene, {OsT}
yetebeddel, {OsT} Değişmez; değişemez.|| lâ-yete-
fe l. Bilgi nesnesi “b en ” olmayan; özneye karşıt
cezzâ, {OsT} Parçalanmaz; ayrılmaz; bölünmez; en
olarak dış dünya veya bilgi nesnesi, || lâ-garv,
küçük parça.]] lâ-yetegayyer, {OsT} Değişmez; bo
{OsT} (Olay, durum vb. için) şaşılası değil; şaşm a
zulmaz.]] lâ-yetehamm el, {OsT} Dayanılmaz; ta
m ak gerek. || 19-haIâ, {OsT} Gök kubbenin arkası
ham m ül edilmez.]] lâ-yetenâhî, {OsT} Sonsuz; niha
kabul edilen yerler. || iâ-kelâm, {OsT} 1. D iyecek
yetsiz.]] lâ-yetezelzel, {OsT} Sarsılmaz; güvenilir;
bir şey yok. 2. Başka bir söze gerek kalmayacak
istikrarlı; ebedî.]] lâ-yezâl, {OsT} Zeval bulmaz;
kadar kesin; açık. || lâ-lebenî, {OsT} 1. Sütü yetersiz
ölümsüz; bitimsiz; ebedî; Allah.]] lâ-yezâlî, {OsT}
kadın. 2. Süt ememeyen çocuk. || lâ-maddiye, {OsT}
E bedî olana ait.]] lâ-yuadd, {OsT} Sayısız; p e k çok;
Varlıkların maddîliğini inkâr edenlerin mesleği. ||
sayısı belli olmayan; sayılam az.|| lâ-yuadd ve lâ~
lâ-m ahâl, {OsT} Yeri olmayan; yersiz.\\ lâ-mantıkî,
yuhsâ, {OsT} Sayısız; hesapsız. || lâ-yugleb, {OsT}
{OsT} M antık dışı; mantığa aykırı. |j lâ-mehâle,
Yenilmez; mağlûp edilemez.]] la-yuhsâ, {OsT} H e
{OsT} 1. Hilesiz. 2. Çaresiz; ister istemez.|| lâ-me-
saba gelmez; hesapsız; p e k çok.]] lâ-yuhtî, {OsT}
kân, {OsT} 1. Yere ihtiyacı olmayan; yersiz; me
H ata yapm az; yanılmaz.]] lâ-yukâl, {OsT} Cinsel
kân sız. 2. Allah.\\ lâ-melâ, {OsT} G ök kubbenin ar
organ; tenasül aleti. || lâ-yu’kal, {OsT} A kıl almaz;
kası kabul edilen yerler. || lâ-muhâle, {OsT} M utla
anlaşılmaz.|| lâ-yu’lâ, {OsT} Üstüne çıkılamaz; çok
ka; behemehâl.\\ lâ-mttsellim, {OsT} Teslim etme-
yüksek; galip ve üstün gelinemez.]] lâ-yu’lem,
miş.\\ lâ-nazîr, {OsT} Benzeri olmayan; eşsiz; ben
{OsT} Bilinemez; bilinmez. || lâ-yu’ref, {OsT} T a rif
zersiz}] lâ-nazîr-e-leh, {OsT} Emsalsiz; eşsiz.|| lâ-
edilemez; anlaşılamaz; kavranılamaz; bilinemez.]]
rahâte, {OsT} R ahatsız. || lâ-rahâte fi’d-dünyâ,
lâ-yutâk, {OsT} Dayanılmaz; tahammül edilmez;
{OsT} D ünyada rahat yoktur; durup dinlenmeden
takat yetm ez; güç yetm ez; çekilmez.]] )â-ytızâl,
çalışm ak gerektir. || lâ-sânî, {OsT} B ir İkincisi ol
{OsT} izale edilmez; tükenmez; zeval bulmaz.]] Jâ-
mayan; eşi olmayan; tek. || lâ-siyyemâ, {OsT} Buna
yüfhem , {OsT} Anlaşılmaz; kavranmaz; fehm edil-
gelince; özellikle; her şeyden ziyade; bâhusus; en
mez.\] lâ-yüfnâ, {OsT} Yok edilemez; tüketilmez;
çok. || lâ-şebihe-leh, {OsT} H içbir yerde benzeri ol
ebedî; fe n a bulmaz. || lâ-yüs’el, {OsT} Sorumlu tutu
mayan. || lâ-şekk, {OsT} Şüphe yok; şüphesiz; elbet
lamaz; sorumsuz; mesuliyetsiz; sorulmaz. || 13-
te ,|| lâ-şerîke-lehu, {OsT} Eşi ve benzeri olmayan;
yüs’elü-emmâ y e fâ l, {OsT} Yaptığının hesabı so-
ortaksız. || lâ-şey, {OsT} Önemi yok; bir şey değil;
nılm az; yaptığından sorumlu tutulamaz; A llah.|| lâ-
değmez.|| lâ-tâil, {OsT} Yararı olmayan; anlamsız;
yüzâl, {OsT} Yok edilemez.]] lâ-zâle, {OsT} I. Yok
boş; gereksiz. || lâ-temsil, {OsT} “Benzetm ek gibi
olmasın; zeval bulmasın; baki dursun; daim olsun.
olm asın.” anlamında kullanılır.|| lâ-tenâhi, {OsT}
2. (...) olsun.|| lâ-zeval, {OsT} Zeval bulmaz; sonu
B itm ez tükenmez; sonsuz; nâmiitenahi.\\ lâ-tenâsü-
İ H M O T H . 2921 LAB
gelmez; yükselişi durmaz; zevalsiz. || lâ-zevâle-leh, labbut, -du [Ar. nebbüt] {ağız} is. Kalın sopa. [DS]
{OsT} A sla zeval bulmaz. labe, [Far. lâbe aj'î!] (lâ:be) {OsT} is. 1. Yalvarma;
L a, [Yun. lanthanein > Fr. lanthane] is. kim. Atom birine yaltaklanma. 2. Yaltaklanma amacıyla söy
ağırlığı 138,92, atom numarası 57, yoğunluğu 6.1 lenen söz.
olan periyotlar cetvelinde nadir topraklar grubunun
label, [İng. label] is. 1. Meslek odalarınca hazırlana
ilk elementi lantanm sembolü.
rak malın üzerine konulan kaynak ve üretim koşul
la 1, [-la] {eT} e. 1. İşin tahakkukunu ve bitmesini gös larını belirten etiket. 2. Bir ürünün kalitesini garanti
teren fiiller sonuna gelen bir edat. B u söz, Oğuz eden işaret.
larda işin olduğunu bilmediği için dinleyen adamda
labıt, -dı [Ar. nebbüt] {ağız} is. 1. Saç üstündeki
bir parça inkâr anlamı olduğu zaman kullanılır. “Ol
yulka ekmeği çevirmekte kullanılan tahta kürek. 2.
bardı la (o gitti be. ”) [DLT] 2. {ağız} -*■ le [Atalay] Öküzleri dürtmekte kullanılan üvendirenin ucun
la2, [Çin. lo] {eT} is. Y ük hayvanı; katır. [EUTS] daki yassı demir. [DS]
[Gabain]
labıt, -dı [Far. nevbet => nöbet] {ağız} is. Kez. [DS]
la3, [Lat. labii (Vaftizci Yahya ilahisinde geçen bir
labıtak, [lab (yans.) > lab(b)-adak > labıdak] {ağız}
kelime) is. müz. Gamda sol ile si arasmda yer alan,
zf. Çabucak. [DS]
saniyede 435 çift titreşim li diyapazondan elde edi
labirent, [Yun. labyrinthos] (lâbirent) is. 1. İçine
len ses ve nota,
girenin kolay kolay çıkamayacağı biçimde, birbiri
laahlakiye, [Ar. lâ-ahlâkiyye 4J"^-I^] (lâahlâ:kiye) içine geçmiş ve karm aşık olarak düzenlenmiş ge
{OsT} is. fel. 1. Bütün toplum larda var olan ahlak çitlerden meydana gelmiş yapı. 2. mecaz. İçinden
kurallarını ve yasalarının yetkisini kabul etmeyen çıkılamayacak kadar karışık ve güç durum; çözümü
dünya görüşü; ahlakdışıcılık. 2. Bu dünya görüşünü güç mesele. 3. anat. İç kulağı oluşturan bölüm lerin
benim seyen kimse, tümü. 4. D ik açılarla birbirini kesen desen ve yol
laakal, -İli [Ar. lâ-akall J ^ ] (lâ:akal, k kalın söyle larla yapılmış süsleme biçimi. 5. Çok yollu birta
kım çizgilerden m eydana gelen ve çıkış yolunu
nir) {OsT} zf. En azından; hiç olmazsa; asgarî,
bulm a esasına dayanan bir tür çizgi oyun. 6. psikol.
laalettayin, [Ar. lâ-‘alâ-e’t-ta‘yîn ^] (lâ:- Çoğunlukla hayvanların öğrenme yeteneklerini
letta:yi:n) {OsT} zf. -*■ lalettayin, araştırmak amacıyla düzenlenmiş karm aşık geçit ve
laaletteşbih, [Ar. lâ-'alâ-e’t-teşbıh ^] (7a:- yollardan oluşan cihaz,
labirentit, [Yun. labyrinthite] is. tıp. Genellikle bir
letteşbi:h) {OsT} zf. Teşbih yolu ile olmaksızın;
orta kulak iltihabından veya bir orta kulak ameliya
benzetilmeksizin.
tından sonra görülen, işitme ve denge bozuklukla
la’alle, [Ar. la'alle J*J] (lâalle) {OsT} zf. (Olabilecek rıyla belirginleşen iç kulak iltihabı,
şeyler için) belki; um ulur ki; ola ki. labis, [Ar. libâs > lâbis (lâ:bis) {OsT} sf. (Bir
la’anne, [Ar. la'anne j*l] (lâanne) {OsT} cümle. La şeyi) giymiş olan; giyen,
net etti. labit, [? lâbit] {ağız} zf. N e de olsa. [DS]
lab1, [lab / lap (yans.)] is. Düzensiz adım atmayı, labiye, [lobiye > labiye] {ağız} is. 1. Börülce. 2.
dengesiz yürüm eyi anlatan kök. [Zülfikar] lab(b)-ak, Fasulye. [DS]
lab(b)-an lubban lablak, [lab (yans.) > lab+lak] {ağız}is. Ağda. [DS]
lab2, [Moğ. lab] {eT} sf. Emin; sağlam; muhakkak. labne, [Ar. leben (süt) > labne <uJ] is. Bir tür peynir.
[EUTS]
laba, [? laba] {ağız} is. Koyun veya keçinin boyun laborant, [Lat. laborans > Aim. laborant] is. 1. Tahlil
eti. [DS] ve araştırma laboratuvarlarında yardımcı olarak
çalışan kişi. 2. Bir öğretmenin dersi için gerekli
labada1, [Yun. lâpato] is. bot. Karabuğdaygillerden,
laboratuar deneylerini hazırlayan kimse,
su kıyılarında, sulak yerlerde kendiliğinden biten,
yaprakları sebze gibi pişirilip yenen, kök ve yap laborantlık, -ğı [laborant-lık] is. Laborantın işi ve
raklarından tıpta yararlanılan, kazık köklü, çok yıl mesleği.
lık otsu bitki, (Rumex patientia). laboratuvar, [Fr. laboratoire] (lâboratuvar) is. 1.
labada2, [Far. libâçe => labada] {ağız} is. 1. Bluz. 2. Bilimsel araştırmalar, sanayi deneyleri, çeşitli ana
lizler, fotoğraf çekimleri, çizimler vb. çalışm alar
Cüppe. [DS]
yapılabilen araç, gereç ve makinelerin bulunduğu
labaltı, [yaba+alt-ı] is.-*- yabaltı.
yer. 2. Bir fabrikada üretilen malların kontrol ve
labbak, -ğı [lab (yans.) > lab(b)-ak] {ağız} sf. (Kişi
denemelerinin yapılmasını sağlayan bölüm. S
için) davranışları yavaş olan. [DS] S labbak hel
laboratuvar muayeneleri, tıp. H astalığın tanısını
vası, Yağ, nişasta ve pekm ezle yapılan bir tür pelte. sağlamakta ve uygulanacak tedavinin seçiminde
labbızık, -ğı [lab(b)ı-z-ık] {ağız} sf. Basık; yassı. [DS] klinik muayenelere ışık tutacak her türlü biyokim
LAB ö r i İ M I Ü f f l f f i M «2922
ya, hücre bilimi, doku bilimi, bakteriyoloji, parazi beyaz benekli, karm enine koyu lekeli, 38-48 cm.
toloji, elektroloji, seroloji, radyoloji m uayene ve arasmda değişen boyda, dağ ve düzlüklerdeki kaya
tahlilleri. lıklarda, sivri kayaların tepesinde ve yüksek ağaç
labrador, [Fr. labrador (Kanada 'da bir yarımada)] larda yuvalanan, çoğunlukla kuşları avlayarak bes
(lâbrador) is. jeol. K anada’nın doğu kıyısındaki lenen, eğitilm ek suretiyle avcılıkta kullanılan bir
Labrador kıyılarında bol miktarda rastlanan, feld tür doğan; gök doğan; göçmen doğan; keklik ker
spat grubundan, plajiyoklaz dizisinde yer alan do kenezi, (F alcoperegrinus). 2. {eAT} {OsT} Şahin. 3.
ğal alüminyum, kalsiyum ve sodyum silikatı; lab- Çıkılması güç kayalık yer. 4. {ağız} Bir tür halk
radorit. oyunu; bar. [DS] 5. {ağız} Doğan. [DS] 6. {OsT} sf.
labradorit, [Fr. labrodarite] (lâbrodit) is. -*■ labra Sarp; yalçın. 7. Cüretli; cesur; şiddetli,
dor. laçka, [ît. lasca] (la ç k a ) is. dnz. 1. G emi halatının
labros, [Fr. labrus] (lâ ’broş) is. Lapina balığının bü gevşetilmesi, boş bırakılması. 2. sf. mecaz. (Alet,
yük boylusu. makine vb. için) işlem ez durum a gelmiş; gevşemiş;
labunya, [Çing. lubnia (fahişe)] {ağız} is. 1. Kundu düzensiz bir durum alm ış olan; düzeni bozulmuş;
racılıkta ayakkabıya cila vurmakta kullanılan araç. verimini yitirmiş. 3. mecaz. (Kişi için) bir çaba
[DS] 2. argo. K adınsı davranışlı edilgin eşcinsel harcamayan; çalışmayan. 4. ünl. dnz. “Bırak” an
erkek. lam ında halatın gevşetilmesi için verilen komut. S
laçka etm ek, 1. dnz. H alatı bırakmak; gevşetmek.
labut1, [Ar. nebbut labut / lobut] is. 1. Sac
2. mecaz. Gevşetmek. 3. mecaz. Bitkin duruma ge
üstündeki yufka ekmeği çevirmekte kullanılan tah tirmek.]| laçka olm ak, 1. (Halat için) gevşetilmek;
ta kürek. 2. Balıkları ürkütüp, serpilen ağ yönünde bırakılmak. 2. (Vida, cıvata vb. için) gevşemek; tut
gitmelerini sağlamak için üstüne vurarak ses çıkar mamak; işlerliğini yitirmek; aşınarak gevşemek;
tılan, saplı, madenden yapılmış kap. laçkalaşmak. 3. (İş, yer, düzen vb. için) iyi işlemez
labut2, [? labut] {ağız} zf. Er geç; şüphesiz. [DS] olmak; düzeni bozulmak.
lac, [Far. lâc j-V] (lâ:c) {OsT} sf. Çıplak. laçkalaşma, [laçka-la-ş-ma] (lâçkalaşma) is. Laçka
-laca, [-la-ca / -le-ce] {eAT} yap e. 1. -leyin; ...vakti. laşmak eylemi veya durumu,
... “sabahlaca (sabahleyin) varm ak.” B abüsü’l- laçkalaşm ak, [laçka-la-ş-mak] (lâçkalaşmak) gçsz. f .
Vasıt. 2. ... olarak. “Yengilece (yeni olarak) bir işe [-ır] 1. (Halat için) gevşetilmek; bırakılmak. 2.
başlayan kim se." B abüsü’l-Vasıt. (Makine, alet, vida vb. için) gevşemek; bozulmak;
işlerliğini yitirmek; aşınm a yüzünden tutm az ol
laceverd, [Ar. lâceverd ^ j j ^ ] (lâ:ceverd) {OsT} sf.
mak; laçka olmak. 3. mecaz. (İş, yer, düzen vb.
1. Lacivert. 2. K oyu mavi renkli değerli bir süs taşı. için) iyi işlem ez olmak; düzeni bozulmak; gevşe
0 lâceverd-hün, {OsT} Gökyüzü.
mek.
laciverdî, [Far. lâcverd + Ar. -î lP j .? ^ ] (lâ.civerdi:) laçkalık, -ğı [laçka-lık] (lâçkalık) is. 1. Laçka olma
{OsT} sf. Lacivert renkte olan; lacivert renkli; laci durumu. 2. mecaz. Bozukluk; gevşeklik; düzensiz
verde çalan. lik; aldırmazlık,
lacivert, -di [Far. lâceverd (lâ:civert) {OsT} lad, [Far. lâd j"İ] (lâ;d) {OsT} is. Duvar.
sf. 1. Koyu mavi renkte olan. 2. is. Koyu mavi lada, [Slav, leda] is. Eski Slav tanrılarından düğün ve
renk. S lâciverd-hfin, {OsT} Gökyüzü; felek.\\ laci eğlence tanrısının adı.
vert taşı, min. İçinde düzgün bir şekilde dağılmış ladanum , [Fr. labdanum] (lâ.danum) is. Bir laden
kükürt bulunan, sodyum ve alüminyum silikattan türünden özütlenerek elde edilen ve parfümcülükte
oluşan, koyu mavi renkte değerli bir taş; lapis. kullanılan reçineli b ir sakız,
lacivertlik, -ği [lacivert-lik] (lâ:civertlik) is. Koyu ladas, [Yun. neatos => nadas / ladas] {ağız} is. Bah
m avi renkte olma durumu; lacivert renklilik, çe. [DS]
laç, [Far. lâç ^ 'i] (lâ:ç) {OsT} is. Aldatma; oyun et İade, [Far. lâde =^'J] (lâ.de) {OsT} sf. Akılsız; aptal;
me. budala.
laçm , [Moğ. nacin / ? lâçın / laşm] (lâçın) {eT} is. 1.
laden, [Yun. ladania / Far. lâden j ^ ] (lâ. den) {OsT}
Şahin; doğan, {ağız} (aynı) [EUTS] [DLT] [Gabain]
[DS] 2. Y iğit adam. [DLT] 3. {ağız} Atmaca. [DS] 4. is. bot. 1. Ladengillerden, Akdeniz Bölgesinde ye
{ağız} Çıkılması güç kayalık yer. [DS] tişen, kışın yapraklarını dökmeyen, beyaz, pembe
laçik, -ği [? laçik / larçik] {ağız} sf. (Ekmek vb. yiye çiçekli, tüylü ve yapışkan yapraklı, bir türünden ak
cek için) içini çekmemiş, hamur kalmış. [DS] amber yerine kullanılan kokulu bir reçine çıkarılan,
on yedi türü bulunan ağaççıkların genel adı; pamuk
laçin, [eT, Moğ. nacin / ? lâçın / laşm] (lâçin) is.
otu; tavşancık; karağan, (Cistus cireticus, C. laufo-
zool. 1. Ayakları ve gagası kırmızı, kanat üstü mavi
lius). 2. Bu bitkinin bir türünden (Cistus creticus)
gri renkte, yer yer siyah bantlı, göğüs ve karın kirli
T
0 IM İÜ İC ÎS IİJ Ü İİ.2 9 2 3
çıkarılan ve kadm lann ben yapm akta kullandıkları, nan (kimse). 3. A llah’ın ve evrenin nereden ve n a
aynca halk hekim liğinde balgam söktürücü, nezle, sıl türediğinin bilinemeyeceğini ileri süren öğretiyi
dizanteri hastalıklarında tütsü olarak kullanılan, benim seyen kimse; bilinemezci; agnostik.
hoş kokulu, siyah ve kırmızı renkli bir zamk. 3. Bu laedriye, [Ar. lâ-edriyye (lâ:edriye) {OsT} is.
bitkiden elde edilen sürme veya rastık,
fel. 1. M utlak bilginin insan aklınca kavranamaya-
ladengiller, [laden-gil-ler] (lâ.dengiller) is. bot. Ö r
cağmı, doğanın özünün ve varlıklann kökeninin ve
nek türleri laden olan, kurak yerlerde yetişen, iki geleceğinin bilinemeyeceğini savunan öğreti. 2.
evcikli, birçok türü reçineli öz su salgılayan, çiçek A llah’ın ve evrenin nereden ve nasıl türediğinin
leri parlak renkli, büyük ve çapraz döllenmeli, çi
bilinem eyeceğini ileri süren öğreti; bilinemezcilik;
çekli bitkiler familyası, (Cistaceae).
agnostisizm.
ladenli, [laden-li] (lâdenli) sf. Laden sürünmüş olan,
laf, [Far. lâf ü'sl] (lâ:f) is. 1. Duygu ve düşünceleri
lades, [Far. yâd-dâşten (akılda tutmak; not) > yâd-
anlatmak için söylenen söz veya sözler; söz; lakır
dâst / yâdest j - ^ ] (lâ:des) is. Ortaya bir armağan
dı. 2. mecaz. B ir geçerliliği olmayan, uygulanması
konulduktan sonra, iki kişinin lades kemiğinin birer imkânsız söz; hiçbir şey ifade etmeyen boş, yarar
ucundan tutup kırarak girdiği, daha sonraları ise sız düşünce. 3. Konuşma. 4. Konuşma konusu;
diğerinden bir şey alırken “aklımda ” demeyi unu mevzu; bahis. 5. ünl. Söylenen söze karşılık olarak
tanın kaybettiği bir bahis. <9 lades kemiği, zool. “Bu sözün bir önemi ve değeri yok! Olmayacak
Kuşların göğsünün ön tarafında bulunan ve iki ş e y ” anlam ında kullanılan hafifseme sözü. 6. A n
köprücük kemiğinin alt uçlarının birleşmesinden lamsız söz; boş öğünme. S lafa boğm ak, Bir konu
meydana gelen V şeklindeki kemik. || lades oyunu, üzerinde konuşup tartışırken, konu ile ilgisi olm a
Ortaya bir armağan konulduktan sonra, iki kişinin yan bir şey söyleyerek konuşmanın yönünü değişti
lades kemiğinin birer ucundan tutup kırarak girdi rip asıl konuyu unutturmak; gürültüye getirerek
ği, daha sonraları ise diğerinden bir şey alırken geçiştirmek; değiştirmek; karıştırmak. || (bir kim se
“aklım da" demeyi unutanın kaybettiği bir bahis.\\ yi) lafa boğmak, Birinin sö z söylemesine fırsa t
lades tutuşmak, (İki kişi için) lades kemiğinin bi vermemek. || la f açmak, i. Söz etmeye başlamak;
rer ucundan tutarak bahse girişmek. || lades yap söz etmek; konuşmaya başlamak; konuşmak; konu
mak, Ladeste yenm ek; bahsi kazanmak. y a girmek. 2. Üzerinde konuşulacak y e n i bir konu
ladiger, [Far. yad-gâr j l f i l j (lâ:diğer) (ağız) is. A r y a girm ek veya böyle bir konu bulmak. || laf açm a
mağan. [DS] zı, argo. Anlaşılması güç veya nükteli söz. || lafa
ladin, [Lat. ladonum] is. bot. Çamgillerden, Kuzey dalm ak, Çok konuşmak; uzun süren bir sohbette
Yarım kürenin ılım an bölgelerinde yetişen, tepesi bulunmak; kendini konuşmaya kaptırarak asıl
konimsi, dallan çevresel dizimli, gövdesi ince, pul- yapm ası gereken işi unutmak. || la f ağzında kal
su ve çatlaklı kabukla örtülü, kışın yapraklannı mak, Sözünü bitirmeye fırsa t bulamamak.|| lafa
dökmeyen, yapraklan iğne olm akla birlikte daha az karışmak, (İki ve daha çok kişi konuşurken, dışa
yassı, kozalakları aşağı doğru sarkık, olgunlaşınca rıdan bir başkası) konuşmaya katılmak; başkaları
açılmadan yere düşen, kızılımsı kül renkli, 30-40 nın konuşmasına katılmak; söze karışmak.\\ lafa
m. kadar boylanabilen, kerestesinden geniş bir limon sıkmak, Uygunsuz davranışlarda bulunarak
alanda yararlanılan, pek çok türü bulunan orman konuşmanın akışını kesm ek veya değiştirmek. || laf
ağacı, (Picea). altında kalm amak, A ğız kavgasında her sözün
cevabını vermek; kırıcı ve sert sözleri karşılıksız
ladim, [Ar. nadim job] (lâ.dim ) {ağız} sf. Yaptığına
bırakmamak; söylenenlere aynı biçim, anlam ve
pişman olan. [DS] tonda karşılık vermek; kendisini ilgilendiren ve
ladine, [Far. ladine ■^'/] (lâ:dine) {OsT} is. Kendir; rahatsız eden her türlü ithamı çürüterek durumu
kenevir. düzeltmek; lakırdı altında kalmamak; söz altında
ladinga, [? lâdinğa 4üi^] (lâdi'nga) {OsT} is. Palaska, kalmamak. || laf anası, {ağız} Söz ve cevap bulmakta
usta olan; la f ebesi. || laf anlamak, Anlayış sahibi
ladini, [Ar. lâ-dinî ^p'sf] (lâ:di:ni:) {OsT} sf. 1. Din olmak; söz dinlemek.\\ la f anlam amak, 1. Söylene
dışı; dinî olmayan; din ile ilgisi bulunmayan. 2. ne kulak vermemek; kulak asmamak; aldırış etm e
Dine aykırı olm amakla birlikte din ile ilgisi bulun mek. 2. Söyleneni idrak edememek. || la f anlamaz,
mayan. 3. Laik, 1. Anlayışsız; kaba; aptal. 2. Söz dinlemeyen, kendi
laedrî, [Ar. lâ-edrî (bilmem) ıi_pl^] (lâ:edri:) {OsT} bildiğinden şaşmayan; inatçı; dik kafalı; sabit fı-
kirli. j| laf anlatmak, 1. Konuşmak. 2. Birini bir
sf. 1. Kime ait olduğu bilinm eyen; yazarı bilinm e
konuda ikna etmeye çalışmak; onu ikna edinceye
yen; kim e ait olduğu bilinm eyen şiir ve yazıların
kadar konuşmak. || lafa paça salmak, {ağız} Sözü
altına konulan kayıt. 2. fel. Bilginin bağıntılı oldu
uzatmak. || la f aramızda, "Kimse duymasın; söyle
ğunu, bundan dolayı bilginin salt olm adığm a ina
LAF O TM TUTO M • 2924
diklerim ikimizin arasında kalsın. ’’ anlamında kul mak, B ir konu üzerinde son sözü söylemek; sözü
lanılan uyarı sözü.|| la f atmak, 1. B ir kimseyi, bitirmek.\\ lafı çevirmek, Konuşm anın akışının sa
uzaktan uzağa dokunaklı sözle rahatsız etmek; inci kıncalı bir durum aldığım sezerek konuyu değiş
tici bir sözü işitmesini sağlayacak biçimde uzaktan tirmek; konuşmanın akışını değiştirmek; lakırdıyı
söylemek. 2. B ir kadm veya kıza sözle sarkıntılık çevirmek. || lafı çiğnem ek, Gereksiz ayrıntılarla
etmek; sözle sarkıntılık etmek. 3. Konuşmak; söze sözü uzatarak bir türlü sonunu getirememek; lakır
başlamak; söyleşmek. 4. {ağız) Yalan söylemek. dıyı çiğnemek. || lafı değiştirm ek, 1. Konuşulan
[DS]|j lafa tutm ak, Zam ansız ve yersiz sözlerle bi konunun dışında başka bir konudan söz ederek ko
rini oyalamak; konuşarak meşgul etmek; boş söz nuşmaları o yöne çevirmek; başka bir şeyden söz
lerle zam an almak; sözü uzatarak birini işinden etmeye başlamak. 2. Başka birisinin yanında, ön
alıkoymak; oyalamak; lakırdıya tutmak. || lafa ceden kararlaştırılan biçimde konuşmamak.\\ lafı
yekiin tutm ak, Konuşmayı bir özetle bitirmek; geçmek, 1. Kendisinden söz edilmek; hakkında ko
sonuca bağlamak; sözü bitirmek. || laf cambazı, nuşulmak. 2. K endisine saygı duyulduğu için emir
Başkalarını etkileyici ve kandırıcı konuşma yapan leri hemen yerine getirilir olmak; sözü etkili olmak;
kimse. || la f cambazlığı, 1. Etkileyici ve kandırıcı sözü dinlenmek.\\ lafı götünden anlam ak, {ağız} -*•
söz söyleme durumu. 2. Kelimeleri kendi anlamı lafı kıçından anlamak. || lafı kesmek, Sözü bitir
dışında kullanarak sözcük oyunlarına başvurma; mek; konuşmaya son vermek. || lafı kıçından anla
sözü gerçek anlamından saptırma. || la f çatlatmak, mak, Söylenenleri iyi dinlemem ek veya anlayama
{OsT} {ağız} Büyük konuşmak; yüksekten atmak; m ak yüzünden yanlış anlamak; ters anlamak.\\ lafı
abartmak. [DS]|| la f çıkarmak, 1. Yeni bir şey söy kıçından dinlemek, Konuşulan konuyu ilgisizce,
lemek; yen i bir fik ir ortaya atmak. 2. Dedikodu üstünkörü ve önem vermeden dinlemek.\\ lafı kısa
yapmak. 3. Aslı olmayan bir şeyi gerçekmiş gibi kesmek, Söylenecekleri az ve öz sözlerle ifade et
yaym ak; lakırdı çıkarmak.\\ laf çıkmak, Hakkında mek; az ve öz konuşmak.\\ Lafı mı olur? I. “Şu
söylenti dolaşmak; dedikoduya sebep olmak; söy anda onun sırası değil, daha önemli konular var. ”
lenti dolaşmak.\\ L af değil! Bir şeyin önemini vur anlamında söylenen söz. 2. B ir şey yaptırm ak için
gulam ak için kullanılır; önemli.|| laf dinlemek, 1. ricada bulunulduğunda “Seve seve yaparım. ”
Konuşulanları kendisini ilgilendirmediği hâlde “Söylemeye değer m i? " veya “Önemi y o k .” an
işitmeye çalışmak. 2. Kendisine yapılan öğüde uy lamında söylenen söz. || Lafın gümrüğü olmaz
mak; söz dinlemek.\\ laf dokundurmak, Birine bir ya!.. "Herhangi bir karışan, engel olan yo k da bil
konuyu dolaylı biçimde anlatmaya çalışmak; ima diği gibi konuşuyor.” anlamında kullanılır.|| lafın
etm ek.|| la f düşmemek, 1. Çeşitli sebeplerden ken kepeği, {ağız} Gereksiz söz. [DS]|| lafını ağzında
disine konuşm a sırası gelmemek; söz düşmemek. 2. bırakm ak, Konuşan kimsenin sözünü tamamlama
D aha yetkili kişiler varken görüşünü belirtmesine sına imkân vermemek; sözünü kesmek. || lafını balla
gerek duyulmamak.\\ laf ebeliği, Gevezelik.\\ laf kesmek, Birisi konuşurken izin isteyip araya gir
ebesi, Herkese cevap yetiştiren, çok konuşan kim mek, konuşmak. || Lafını balla kestim. Konuşan
se; geveze. || laf etm ek, 1. Biriyle konuşmak. 2. Söz birinin sözlerini kesip araya girm ek istendiği an
etmek; bahsetmek. 3. Dedikodu konusu yapmak. 4. "Müsaade ed in !” anlamında izin alm ak için söyle
M ünakaşa etmek. || laf geçiştirmek (geçüştürmek), nir,|| lafını bilmek, 1. Söyledikleri ile başkalarım
{ağız} ik i kişi arasında söz taşıyarak ara bozmak. rahatsız etmemek; ölçülü, tutarlı ve başkalarını
[DS]|| laf götürüp getirmek, Kişilerin arasım aç incitmeyecek biçimde konuşmak; konuştuklarının
m ak için, birbiri aleyhinde söylediklerim diğerine nasıl yorum lanacağını bilmek; yanlış yorum lana
iletmek.\\ lafı ağzına tıkamak, Konuşan birinin cak sözler söylememek. 2. Güzel ve tutarlı konuş
söyleyeceklerini çeşitli şekillerle söyletmemek; söy mak]] lafını esirgememek, Düşüncelerini açık açık
lediklerine tepki göstererek konuşmasına imkân söylemek; dobra dobra konuşmak; sözünü esirge
tanımamak; konuşmasını engellemek; konuştur memek; sözünü sakınmam ak,|| lafını etmek, Birin
mamak; sözlerini bitirmesine fırsa t vermemek; la den veya bir şeyden söz etmek; hakkında konuş
kırdıyı ağzına tıkamak.\\ lafı ağzında bırakmak, mak; onunla ilgili bazı şeyler söylemek; onun üstü
Birinin söyleyeceklerini söylemesine izin verme ne konuşmak; ondan bahsetmek; lakırdısını etmek. ||
mek; konuşmasını kesmek; sözlerini bitirmesine lafını kesmek, 1. Birinin sözlerini tamamlamasına
fır s a t vermemek. || lafı ağzında gevelemek, A sıl fırsa t vermemek; susmasına neden olmak. 2. K o
söylem ek istediğini bir türlü söyleyemeyerek, yakın nuşmanın arasına girmek. || lafını şaşırmak, K o
ve çağrıştırıcı şeylerden söz etmek; lakırdıyı ağzın nuşm a sırasında şaşırarak başka şeyler söylemek
da gevelemek.|| lafı ağzında kalmak, Sözünü ta veya ne söyleyeceğini bilememek; heyecan veya
mamlamaya fırsa t bulamamak.\\ lafı ağzından ka korkudan söyleyeceği şeyleri bilememek.\\ lafını
çırmak, Söylenmemesi gereken veya gizli tutulan yedirm ek, Bir iddia ile söylenen veya hakaret taşı
bir sözü düşüncesizce söyleyivermek. || lafı bağla yan sözleri geri aldırmak.\\ lafın kubbesini dik
ÖIÜlfEltruMtSÜSLÜH • 2925 LAF
m ek, {ağız} Gereksiz bir tartışmayı yerinde bir söz tirmek. 3. Anlayış sahibi olmak; söz dinlemek.\\ la f
le bitirmek.\\ lafın u rm a k , {eAT} Sözünü etmek.|| ta n ib a re t k alm ak , Yapılması planlanan bir iş sa
lafı su lan d ırm ak , Ciddî ve önem li bir konudan söz dece düşünce aşamasında kalmak; gerçekleşm e
edilirken araya ilgisiz, anlamsız, boş veya h a fif bir mek; uygulanmamak.\\ la f taşım ak , Kişilerin ara
söz karıştırarak işin ciddiyetini dağıtmak. || lafı sını açm ak için, birinin aleyhinde söylenenleri d i
uzatm ak, Konuşmayı gereksiz ve boş sözlerle g e ğerine iletmek; dedikodu ederek la f götürüp getir
reğinden fa zla sürdürmeye çalışmak; esastan ayrı mek; lakırdı taşımak. || la f u rm a k , {eAT} {OsT} Yük
larak gereksiz ayrıntıları anlatmaya çalışmak. || lafı sekten atmak; atıp tutmak; böbürlenmek,|| la f ü
yab an a a tm am ak , Söylenenlere gereken önemi ve güzâf, Boş söz; gereksiz konuşma; dedikodu.\\ la f
değeri vermek; uyarılara önem vermek; söylenen v u rm a k , Övünmek; çalım satmak; dem vurmak. ||
leri yerine getirmek; uymak. \ la f işitm ek, A zar la f y ak ıştırm a k , Gerektiği şekilde ve uygun bir sö z
lanmak; paylanmak.\\ la f kalabalığı, Gündemde söylemek; gerekeni ifade etmek; tam yerinde cevap
olan sözle, konuşulan konuyla, esasla veya sorunla vermek.\\ la f y ap m ak , Dedikodu etmek.|| la f yetiş
ilgisi olmayan söz; boş ve gereksiz sözler.\\ la f k al tirm ek , Birinin ikazlarına veya söylediklerine yerli
d ıram am ak , K endisine söylenen kırıcı sözlere ve yersiz cevap vermek; bütün söylenenlere karşılık
ya eleştirilere dayanamamak; sabırsızca tepki ver- vermek; çene yapmak; lakırdı yetiştirmek. || L a f
mek. || la f kaynayıp gitm ek, Söylenen sözlerin etki yok! "Çok mükemmel; eleştirilecek bir kusuru
si olmamak; anlaşılmaz olmak; hiçbir etkisi olnıa- yok. ” anlamında beğenme ifade eden söz.
mak. || la f kesesi, {ağızj Çok konuşan; geveze. || L a f lafazan , [Far. lâf-zen jljs'i] (lâfazan) {OsT} sf. Ç ok
kıtlığında a sm a la r buday ay ım . Yersiz, boş ve g e
konuşan; geveze.
reksiz şeyler söylendiğinde söylenen tepki sözü. ||
lafazan lık , -ğı [lafazan-lık] (lâfazanlık) is. Çok k o
laf k ö rü ğ ü , Geveze; çalçene; çenesi düşük. || la f
nuşma; gevezelik.
kö rü k , Konuşkan; tatlı dilli.|| la f k ü p ü , {ağız} Çok
konuşan; dedikoducu.\\ la f lafı açm a k , B ir sözden lafçı, [laf-çı] (lâfçı) sf. 1. Çok konuşan; geveze. 2.
başka bir söze, konudan konuya geçerek sözü g e Ağzı iyi la f yapan; güzel konuşan. 3. mecaz, iki
reğinden çok uzatmak; söylenen bir söz başka bir kişinin arasını açmak amacıyla birinin söyledikle
konuyu çağrıştırarak, konuşmayı o yönde devam rini öbürüne götürüp söyleyen; söz taşıyan; la f gö
ettirmek. || lafla p ey n ir gem isi y ü rü tm e k , Uygula türüp getiren; dedikoducu.
maya bir türlü yanaşm adan sadece konuşm a ile lafçılık, -ğı [laf-çı-lık] (lâfçılık) is. 1. Çok konuşma
sorunları çözüyormuş havası vermek.\\ L a f m ı? durumu; gevezelik. 2. mecaz. İki kişinin arasını
Söylenen sözün yersizliğini belirtmek için "Saç açmak amacıyla birinin söylediklerini öbürüne gö
m a!” anlamında kullanılır.\\ L a f ola! 1. "Saçma türüp söylemek işi; söz taşımak; laf götürüp getir
söz! Bu da la f mı? " anlam ında kullanılır. 2. Geli mek; dedikoduculuk.
şigüzel.|| L a f ola b e ri gele! Konuşulan konu ile lafk, -k ı [Ar. lafk ji)] {OsT} is. İki nesneyi birbirine
ilgili vlm ayan bir söz söylendiğinde, bu sözün saç çarpma.
malığını, anlamsızlığını ifade etm ek için kullanılan
lafz, [Ar. lafz JüJ] (lâfz) {OsT} is. -*■ lafız. S lafz be
söz. || la f olm ak, 1. Dedikodu konusu olmak; hak
kında dedikodu yapılmak. 2. (Bir durum için) baş lâfz, {OsT} K elimesi kelimesine.|| lâfz-ı hâs, {OsT}
kaları tarafından uygun görülmeyip söylenmek; Tek bir kavramı ifade eden söz. || lâfz-ı küllî, {OsT}
hoş karşılanmamak,|| L a f olsun, â d et y e rin i b u l man. Anlamı geniş ve genel olan söz.|| lâfz-ı m u h
sun! K onuşacak konu kalmadığı durumlarda ras tem el, {OsT} huk. İki ve daha çok anlam a geldiği
tgele söz söylemeyi ifade etm ek için kullanılır. || L a f için hangi anlamın kast edildiği delil ve karinelerle
olsun diye. H erhangi bir amaç gütmeden, yalnızca belirlenen söz.|| lâfz-ı m u ra t, {OsT} 1. Anlamına
konuşmuş olm ak için; söylemiş olm ak için. || la f bakılmadan, sadece lafzı kasdedilerek söylenen
o tu rtm ak , Tam yerinde ve beklenmedik bir şekilde, söz. 2. Önemsiz; ismi var cismi yok.\\ lâfz-ı m u te
uygun bir söz söylem ek veya cevap vermek. || la f b e r, {OsT} Anlam lı söz.\\ lâfz-ı m üfesser, {OsT}
salatası, Çeşitli sözleri ve konuları içine alan kar huk. B ir kuşkuya ya da yorum a y e r verm eyecek bi
ma karışık, anlamsız ve boş sözler.\\ L a f söyledi, çimde açık ve anlaşılır söz. || lâfz-ı m ühm el, {OsT}
bal kabağı! K onuşm a sırasında biri gereksiz ve İnsan ağzından çıkan anlamsız söz. || lâfz-ı m ü re k
anlamsız bir şey söylediğinde onu alaya alm ak için kep, {OsT} man. Öğelerden biri anlamın
söylenen söz; konuyla ilgisiz şeyler söyleyenleri öğelerinden birine delalet eden söz. || lâfz-ı
alaya alm ak için kullanılır,|| la fta k alm ak , Yapıl m ü şeb b i’, {OsT} Doyurucu, tatmin edici söz.|| lâfz-
ması planlanan bir iş sadece düşünce aşamasında ı m ü şte re k , {OsT} Birçok anlama geldiği için hangi
kalmak; gerçekleşmemek; uygulanmamak,|| laftan anlama geldiği açıklanmadıkça anlamsız sayılan
anlam ak, 1. Söylenenleri idrak edebilmek; anla söz.|| lâfz-ı v âhid, {OsT} Tek bir söz.|| lâfz-ı zâid ,
mak. 2. Söyleneni dinleyip uygulamak, yerine ge {OsT} Gereksiz söz.|| lâfz-ı z a h ir, {OsT} Hiç dii-
LAF O İM IİM M • 2926
şünmeye gerek kalmadan, söylenir söylenmez an insanlar tarafından gelişigüzel çıkarılan sesleri, çe
lamı hemen ve açıkça anlaşılan söz. ne çalmayı, gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfikar]
lafız, -fzı [Ar. lafz iüJ] (lâfız) {OsT} is. 1. Ağızdan çı lag-ur lugur
kan söz; kelime. 2. huk. Yasanın özünden ayrı o- lagar, [Far. lâğâr jl i'i ] (lâ.gar) {OsTf sf. 1. (Hayvan
larak, sözle ifade etm ek istediği, bildirm ek istediği için) besili olmayan; zayıf; arık; çelimsiz. 2 . mecaz.
anlam. 3. ed. Anlamlı olsun veya olmasm, insan (Kişi için) hareketlerinde yavaş olan; uyuşuk,
ağzından çıkan sözlerin hepsine birden belagatçılar lagari, [Far. lâğârî L$ j'i'i] (lâ .g a .ri:) {OsT} is. Zayıf
tarafından verilen ad. S lafızdan ibaret, Anlam
lık; arıklık; çelimsizlik,
dan yoksun, yalnızca söz olarak; anlamsız. || lafız
lagos, [Yun. vlahos] (lâ:gos) is. zool. Hanigillerden,
sanatları, Söze dayanan cinas, seci, telmih, akis
sıcak ve ılık denizlerin 2 0 ile 2 0 0 m. arasındaki
gibi edebiyat sanatları.\\ lafız ve mâna, {OsT} Söz
derinliklerindeki kumlu, çakıllı diplerinde yaşayan,
ve anlam.
omurgasızlarla beslenen, lezzetli bir kemikli balık;
lafi, [Far. lâf! ^"il] (lâ:fı:) {OsT} is. Övüngen. kaya hanisi; lahos, (Epinephelus aeneus).
lafis, [Far. lâfîs (lâfı:s) {OsT} is. Şeytan. lagt, [Ar. lağt J^J] (lâgt) {OsT} is. H afif h afif ses çı
lafkörük, [Ar. lâf + T. kör-ük] (lâfkörük) {ağız} sf. karma; mırıldanma,
K onuşkan; tatlı dilli. [DS] lagün, [Yun. lâgoinos / Sur. Ar. lecinâ] {eT} is. Ay
laflam a, [laf-la-ma] (lâflama) is. Laflamak eylemi, ran, süt gibi şeyleri içmeye yarayan, tahıl veya sıvı
laflam ak, [laf-la-mak] (lâflamak) gçsz. f. [-r] f-l(ı)- ölçeği gibi çukur kap; maşrapa; külek. [DLT]
yo r] Havadan sudan bahsetmek; sohbet etmek; çe lagün, [İt. (Vend.) laguna] is. coğ. Denizden bir kum
ne çalmak; konuşmak, setiyle ayrılmış ve sonradan göl haline gelmiş sığ
laflanm ak, [laf-la-n-mak] (lâflanmak) {ağız} dönşl. f . koy veya körfez; deniz kulağı,
[-ır] Konuşmak; dertleşmek. [DS] lagzm , [Toh. lakzın / lağzîn] (lagzı.n) {eT} is. Domuz
laflaşm ak, [laf-la-ş-mak] (lâflaşmak) {ağız} işteş, f . [ETY] [EUTS] [İKPÖy.] [Gabain] [Tekin]
[-ır] Konuşmak; dertleşmek. [DS] lağ1, [lag / lağ / lah / lak (yans.)] is. Hayvanlar ve
insanlar tarafından gelişigüzel çıkarılan sesleri, çe
lafza, [Ar. lâfza -JüJ] (lâfza) {OsT} is. Söylenen tek
ne çalmayı, gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfikar]
b ir söz; bir tek kelime. S Lâfza-yı Celâl, {OsT} lağ-ır-da-mak, lağ-ır luğur etm ek
Allah (sözü).
lağ2, [Far. lâğ jo!] (lâ:g) {OsT} is. -*■ lag.
lafzan, [Ar. lafz > lafzan Uül] (lâ ’fza n ) {OsT} zf. -*■
lağam , [Yun. lakhoma] is. Lağım. S lağam almak,
lafzen2. S lafzan ve mânen, Söz ve anlam olarak {ağız} K irizm a yapmak. [DS]
lafzen1, [Ar. lâf + Far. -zen (lâfzen) {OsT} is. 1. lağar, [Far. lâğâr jli-'j] (lâ.ğar) {OsT} is. Doğal ola
Geveze; lafazan. 2. Övüngen; çok övünen. rak böğürleri kalçalara doğru daralan at.
lafzen2 [Ar. lafz > lâfzen \Lü](lâfzen) {OsT} zf. 1. lağara, [Ar. n a‘r e »y i] {ağız} is. Bağırtı; nara. [DS]
Sözün taşıdığı anlam a göre değil de söylenene gö -lağı, [-lağı / -leği] {eAT} yap. e. ... olarak. “Habere
re; sözün kelime anlamından ziyade sözün gelişine artuklağı (fazla olarak) söz katıp... ” Babüsü’l-
göre. 2. Yazılı olarak değil, sadece sözle; söz ola Vasıt.
rak; söyleyerek; sözel olarak; söylemsel olarak,
lağım, [Yun. lakhöma] (lâğım) is. 1. Bir toplama
lafzenî, [Far. lâfzenî (lâfzeni:) {OsT} s f Övün merkezinden pis sulan uzaklaştırm ak için yer altına
gen. açılmış olan geniş kanal; geriz. 2. as. Kuşatma bir
lafzı, [Ar. lâ f zî / lâfziyye L5lüJ / aJüJ] (lâfzi:, z kalın likleri tarafından sahra veya tahkimli düşman tesis
lerini patlayıcı ile uçurm ak için yer altından açılan
söylenir) {OsT} sf. dbl. Bir kelimenin söylenişi ile geçit. 3. K ayalan patlayıcı ile uçurm ak için açılan
ilgili olan; söylemsel; sözel. S lâfz! murâd, A nla çukur. 4. M aden ocaklarında cevher dışında açılan
mından çok, söylemiş olm ak için söylenen söz; sö galeri. 9 lağım açmak, Yer altına lağım düzeneği
ze l erek. || lâfzî tefsir, {OsT} Sözel yorum. kurmak.]| lağım atm ak, as. Kuşatılan bir kaleyi
lafziye, [Ar. lâfziyye -ulül] (lâfzi:ye) {OsT} is. 1. Söz düşürmek veya düşman ordugâhına zarar vermek
de ve yazıda süse kaçan fazladan öğeler. 2. Boş amacıyla y e r altından açılan yo la patlayıcı yerleş
sözcülük. 3. Ezbercilik. tirerek ateşlemek. || lağım bağlayıcı, as. Patlayıcı
-lag, [-lığ / -lig / -lag / -leg / -luğ / -lüg] {eT} yap. e. döşem ek üzere açılan tünellerin yerini, uzunluğum
-*■ -lig- ve birbiri ile bağlantısını planlayan, yapım ını uy
gulayan bir tür teknisyen, eleman. || lağım çukuru,
lag, [Far. lâğ j^i] (lâ:g) {OsT} is. Şaka; latife; nükte,
Kanalizasyon düzeneği olmayan evlerin p is suları
lag, [lağ / lağ / lah / lak (yans.)] is. Hayvanlar ve nı toplamak için açılmış, zam an zam an vidanjörler-
Û I H IlimtCi SÖ2L0H • 2927 LAĞ
le boşaltılan kapalı p is su kuyusu; fosseptik.]] lağım feshetme. 2. Boş ve anlamsız söz. 3. Yanılma; hata
döşemi, P is suların belli m erkezlerde toplanarak etme.
yer altına düşenmiş olan kanallarla uzaklaştırılma lağvedilm e, [Ar. lağv+e(t)-il-me J-jj I y J] is. Lağve
sını sağlayan sistem; kanalizasyon.]] lağım kaşığı,
dilmek eylemi veya durumu; feshedilme; ortadan
{ağız} D elik açılan yerdeki pisliği çıkarmaya ya ra
kaldırılma; durdurulma,
yan araç. [DS]|| lağımla atm ak, B ir kayada açılan
deliğe yerleştirilen patlayıcıyı ateşleyerek kayayı lağvedilm ek, [Ar. lağv+e(t)-il-mek dU_ul yJ] edil. fi.
parçalamak.]] lağım mili, {ağız} Kayaları delmeye [-ir] (Bir etkinlik vb. için) durdurulmak; ortadan
yarayan araç. [DS]|| lağım patlamak, Lağım dö kaldırılmak; feshedilmek,
şemi, herhangi bir yerinden delinerek p is sular ve lağvetme, [Ar. lağv+et-me y J] is. Lağvetm ek
çirkef dışarı sızmak.
eylemi veya durumu; feshetme; ortadan kaldırma;
lağımcı, [lağım-cı] (lâğımcı) is. 1. Lağım açan, te
durduraıa.
mizleyen veya onaran kimse. 2. Kale duvarlarını
yıkmak veya düşm an istihkâmını atm ak için yer lağvetmek, [Ar. lağv+et-mek I y J] gçl. / [-(d)-
altma tünel açan veya bu amaçla düşm an tarafından er] (Bir etkinlik vb. için) durdurmak; ortadan kal
açılan lağımları körleten asker. 3. M aden ve taş dırmak; feshetmek.
ocaklarında matkap yardımı ile patlayıcı yerleştiri lağvî, [Ar. lağvı ısyt] (lâğvi;) {OsT} sf. Ortadan kal
lecek çukuru açan işçi. 4. argo. Kulampara. S la dırma ile ilgili; yok etme ile ilgili,
ğımcı dirliği, tar. İm paratorluk döneminde, lağım
lağviye, [Ar. lağvıyye ^.yJ] (lâğviye) {OsT} sf. -*■ lağ
cılara geçinm eleri için verilen dirlik. || lağımcı
mülazimleri, as. Stajyer lağımcılar. || lağım cı oca vî.
ğı, as. Ordunun ağırlıkları ile geçirilm esi için köp lağviyat, [Ar. lağviyât o L y J ] (lâğviya;t) {OsT} is. 1.
rü yapım ı veya var olan köprülerin tamiri, kaleleri Boş sözler; gereksiz sözler. 2. Boş işler; gereksiz
barutla atm ak için lağım açma, düşman tarafından işler.
açılmış olan lağımları körletme gibi işleri yapan
lağvolma, [Ar. lağv+ol-m a 4İ 5 I y J] (lâğvolma) is.
kuruluş; istihkâm sınıfı. || lağım cı tımarları, K uşa
tılan kaleleri düşürmek için gedik açm ak veya Lağvolm ak eylemi veya durumu; fesholma; yürür
düşman ordugâhına zarar verm ek gibi işleri yerine lükten kalkma; sona erme,
getiren görevlilere geçim kaynağı olarak verilen lağvolmak, [Ar. lağv+ol-mak j l j l y J] (lâğvolmak)
dirliklere denir.]] lağım cı zeam etleri, Lağım cı su g ç sz.f. [-ur] (Bir etkinlik, kuruluş işleyişi vb. için)
baylarına verilen dirliklere eskiden verilen ad. biri tarafm dan durdurulmuş olmak; yürürlükten
iağımcıbaşı, [lağım-cı+baş-ı] (lâğımcıbaşı) {OsT} is. kalkmak; fesholmak.
İmparatorluk döneminde lağımcı ocağının başında
lağvolunma, [Ar. lağv+ol-un-ma <u-üj! y i] (lâğvo
ki kişi.
lunma) is. Lağvolunm ak eylemi veya durumu;
lağımcılık, -ğı [lağım-cı-lık] (lâğımcılık) is. 1. La
fesholunma; yürürlükten kaldırılma; sona erdiril
ğımcının yaptığı iş. 2. Kale duvarlarını yıkm ak ve
me.
ya düşman istihkâmını atm ak için yer altma tünel
açma işi. lağvolunmak, [Ar. lağv+ol-un-mak y J] (lâğ
lağımlamak, [lağım-la-mak] (lâğımlamak) gçl. f i [- volunmak) edil. fi. [-ur] (Bir etkinlik, kuruluş işle
r] [-l(ı)-yor] Bir yeri, yer altından tünel açarak pat yişi vb. için) biri tarafm dan durdurulmak; yürürlük
layıcı yerleştirm ek suretiyle havaya uçurmak, ten kaldırılmak; fesholunmak.
lağıp, [Ar. lakab ç J ] {ağız} is. Takm a ad; lakap. [DS] lağz, [Far. lağzıden (kaymak) > lağz >J] (lâğz) {OsT}
lağır, [lağır (yans.) is. Boğazdan çıkan anlamsız ses. is. Ayağın kayması; kayma; sürçme,
S lağır luğur etmek, {ağız} K onuşur gibi yaparak lağzan, [Far. lağzân j!>J] (lâğza;n) {OsT} sf. Ayağı
anlamsız ses çıkarmak. [DS] kayan; ayağı sürçen,
lağıv, -ğvı [Ar. lağv y J] (lâğıv) {OsT} is. -*> lağv. lağzide, [Far. lağzıden > lağzıde oJj.jjJ] (lâğzi;de)
lağız, [? lağız] {ağız} is. 1. Mısır. 2. M ısır unu. [DS] {OsT} sf. Kaymış; sürçmüş, ö lağzide-pâ (pây),
lağlanmak, [Far. lağ (şaka) > lağ-la-n-mak] {ağız} Ayağı kaymış olan.
dönşl. fi [-ır] A lay etmek. [DS] lağziş, [Far. lağzıden (kaymak) > lağzîş jü j i l ] (lâğ-
lağlaşmak, [Far. lağ (şaka) > lâğ-la-ş-m ak j^ ] zi:ş) {OsT} is. 1. K ayma eylemi veya biçimi; kayış;
{OsT} işteş, f i [-ur] Şakalaşmak, sürçme. 2. Dilin veya kalem in kayması.
lağv, [Ar. lağv yJ] (lâğv) {OsT} is. 1. (Kurum, kuru -lah, [Far. lâh j ^ - ] (lâh) {OsT} son ek. Sonuna geti
luş vb. için) ortadan kaldırma; hükümsüz bırakma; rildiği, Farsça isim lerden "çok bulunan y e r " anla-
LAH ( İ M T Ü K S Q M . zm
m m da birleşik isim ler yapan son ek; Türkçedeki lahayrefih, [Ar. la-hayre-fîh je-^ ] (lâ:hayrefı:h)
lık ” ekinin görevini yapar, seng-lâh (taşlık, taşı çok
{OsT} ünl. 1. Bu işte hayır yok! 2. sf. Değersiz; ya
olan yer), div-lâh (devi, cini çok olan yer).
rarsız; beş para etmez,
la h 1, [lag / lağ / lah / lak (yans.)] is. Hayvanlar ve lahça, [? lahça] {ağız} is. Ateş. [DS]
insanlar tarafından gelişigüzel çıkarılan sesleri, çe
lahd, [Ar. lâhd jJ-] (lâhd) {OsT} is. 1. Çukur. 2.
ne çalmayı, gevezelik etm eyi anlatan kök. [Zülfikar]
lah lah, lah-ır-da-mak, lah-ır-dı Mezar.
lah2, [lah (yans.)] ünl. Kınama durum larında “A şk lahe, [Far. lâhe <^^] (lâ:he) {OsT} is. -* laha.
olsun!" anlam ında söylenen söz.
lahib, [Ar. lâhib (lâ:hib) {OsT} is. A çık yol.
laha, [Far. lâha ^ V] (lâ:ha) {OsT} is. Parça; yama,
lahid, -hdi [Ar. lâhid jJ-] (lâhid) {OsT} is. lahd.
lahaddeleh, [Ar. la-hadde-leh aJjis-Iİ] (lâ:haddeleh)
lahif, [Ar. lâhif ^i*^] (lâ:hif) {OsT} sf. Zulüm gör
{OsT} sf. Sınırsız,
müş; bağrı yanık; mazlum. S lâhifü’l-kalb, Gönlü
lahalleleh, [Ar. lâ-halle-leh J J^ ] (lâ.halleleh) yaralı; gönlü ezik.
{OsT} sf. Çözümsüz; çözülemez, lahik1, -kkı [Ar. lâhk ji-] (lâhik) {OsT} is. Alüvyon;
laham , [Ar. lihâm > lehim /p-$J] {ağız} is. Lehim. mil.
[DS] S laham çalmak, {ağız} Lehimlemek. [DS] lahik2, -kı [Ar. lühük > lâhik (lâ:hik, h ve k
laham et, [Ar. lahâm et c~oU-] (lâha:met) {OsT} is. kalın söylenir) {OsT} sf. 1. Ulaşan; yetişen; kavu
(Kasaplık hayvanlarda) tavlılık; etlilik; semizlik, şan. 2. (M em ur için) bir m em urun yerine tayin olup
lahana, [Yun. lakhanon / lâhano] (lâha’na) is. bot. da halen görev yapan; şimdiki. 3. Eklenen. 4. isi.
Turpgillerden, sebze ve hayvan yemi olarak kulla N am az imamla birlikte başladığı hâlde, namazın
nılan pek çok türü bulunan kaim yapraklı iki yıllık bir kısmını im amla kılamayan.
bitki, (Brassica olaracea). S lahana bastısı, Baş lahika, [Ar. lühük > lâhik > lâhika i S ^ ] (lâ:hi.ka, h
lahanadan bir sıra soğanla kavrulmuş kuş başı et,
ve k kalın söylenir) {OsT} is. 1. Yazının sonuna ek
bir sıra doğranmış lahana dizerek, üzerine de kır
lenen şey; zeyil. 2. dbl. Ek. S lâhika-i müteah-
mızı biber ekleyerek yapılan bir yemek. || lahana
hire, {OsT} Son ek.|| lâhika-i mütekaddime, {OsT}
dolm ası, Gevşek yapraklı ve iri göbekli baş laha
Ön ek. || lâhika-i tasrîfiye, {OsT} Çekim eki.
nadan zeytin yağlı veya etli olarak yapılan dolma. ||
lahana güvesi, zool. Güvegillerden lahana ve şal lahim 1, -hm i [Ar. lahm pJ-] (lâhim, h kalın söylenir)
gam yapraklarını kemiren, pulkanatlı bir güve, {OsT} is. -»-lahm.
(Plutella cruciferarum).\\ lahana kapuskası, La lahim2, [Ar. lâhim / lâhime pj-’i / *^-'sl] (lâ:him, h
hanalar ince ince doğrandıktan sonra içine kıyma kalın söylenir) {OsT} sf. 1. Et yiyen; etçil. 2. Başka
veya et konularak pişirilen bir yemek.\\ lahana ke larını etle besleyen.
lebeği, zool. Lahana kelebeğigillerden, tırtılı ekin
lahim 3, [Ar. lahim / lahıme] (lâhi:m, h kalın söyle
lere ve p e k çok tarım bitkisine zararlı, siyah veya
nir) {OsT} sf. Etli; şişman; toplu,
gri benekli, beyaz veya sarımsı renkli bir kelebek,
(Pieris brassicae).|| lahana salatası, H er türlü la lahime, [Ar. lâhim > lâhime (lâ:hime, h kalın
hanadan haşlanmış veya çiğ olarak yapılan sala- söylenir) {OsT} is. 1. Etle beslenen hayvan; etçil
ta. || lahana turşusu, Beyaz lahanadan yapılan tur hayvan. 2. biy. Etoburlar.
şu. lahin1, [Ar. lâhin j ^ ] (lâ:hin, h kalın söylenir)
lahar, [Cava d. lahar] is. Yanardağların yamacından {OsT} sf. Bir şeyi, özellikle K ur’an-ı K erim ’i okur
akan çamurlu akıntı, ken yapılan telaffuz yanlışı.
lahasıl, [Ar. lâ-hâşıl (lâha:sıl) {OsT} sf. 1. lahin2, -hni [Ar. lahn (lâhin, h kalın söylenir)
Verimsiz. 2. Yararsız, {OsT} is. -+• lahn.
lahavle, [Ar. lâ-havle (ve lâ-kuvvete illâ billâh’il-
lahis, [Ar. lâhis (lâ:his) {OsT} sf. (Köpek için)
'aliyyü’l-'azim ) (kuvvet ve kudret ancak A lla h ’
sıcaktan ya da susuzluktan dolayı dilini çıkararak
ındır.) J ^ ’sf] (lâ:havle){OsT} is. Sabrın bittiğini sık sık soluyan,
ifade etm ek için söylenen söz. S lahavle çekmek, lahit, -hdi [Ar. lahd jJ-] (lâhit) {OsT} is. 1. Duvarları
Sıkıntıyı, öfkeyi yatıştırmak, sabırlı davranabilmek taş veya tuğla ile yapılmış, kapak taşlarıyla örtülü
için “L ahavle” ile başlayan duayı okum ak,\\ lâhav- mezar. 2. Taş veya mermerden oyulmuş tek parça
le-güyân, {OsT} Sabrı tükenerek lahavle çekenler. mezar.
lahayr, [Ar. lâ-hayr (lâ:hayr) {OsT} sf. Hayır lah iz1, [Ar. lahîz (lâhi:z, h ve z kaim söylenir)
sız; uğursuz. {OsT} sf. Benzer.
İ M İ R SÜZ». 2929 LAİ
lahiz2, [Far. lâhız (lâ.hiz, h kalın söylenir) sızlarla beslenen, lezzetli bir kemikli balık; kaya
hanisi; lagos, (Epinephelus aeneus).
{OsT} is. Sel suyu; seylap,
laht, [Far. lâht cJ-] (lâht) is. Bir bütünün parçası. S
lahk, -kı [Ar. lahk ji-] (lâhk) {OsT} is. Alüvyon; lığ.
Iaht-dûz, {OsT} Eski elbise tamircisi.|| laht-i ciğer,
lahkî, [Ar. lahk! (lâhki:, k kalın söylenir) {OsT} {OsT} Ciğerden kopma.
is. 1. Alüvyonlu; lığlı. 2. Alüvyal. lahuraki, [Urd. Lahor (Pakistan ’da şehir) > Yun.
lahlah, [Ar. lahlâh (lâhlâ:h) {OsT} is. bol. Çiğ lahuraki] (lâ:hura:ki:) is. 1. Lahor şalına benzer
dem. şekilde dokunmuş, düz renkli bir tür yünlü kumaş.
2. L ahor’a ait.
lahlaha, [Ar. lahlâha (lâhlâha) {OsT} is. 1. Gü
lahurî, [Urd. Lahor (Pakistan 'da şehir) > Ar. lâhürî
zel koku. 2. Misk, amber, kâfiır, laden gibi mad
(lâ:hu:ri:) {OsT} is. 1. Pakistan’ın Lahor
delerden oluşan koku,
kentinde dokunan, atkı ve çözgüleri el eğirmesi
lahlahiye, [Ar. lahlâhiyye (lâhlâ:hi:ye) yün ipliklerinden yapılan, önü ve arkası aynı de
{OsT} is. bot. Çiğdemgiller. sende olan süslü bir tür şal kumaş; Lahor şah. 2.
lahm, [Ar. lahm (J-] (lâhm) {OsT} is. 1. Et. 2. M ey Bu şalm yerli tezgâhlarda dokunan taklitlerine veri
len isim. S lahurî şal, Hindistan 'daki Lahur şeh
venin kabukla çekirdek arasında kalan kısmı. S
rinde dokunan değerli bir şal.
lahm-i zâid, {OsT} anat. Vücutta hastalık olarak
beliren fazladan et, ur vb. şey. || lahm ü şahnı, lahus, [Ar. lâhüs ^ ^ ^ ] (lâ:hu:s) {OsT} is. Uğursuz;
{OsT} E t ve yağ. meşum.
lahm acun, [Ar. lahm (et) + 'acin (yoğrulmuş) > lah- lahut, [Ar. lâhût ü y 'i ] (lâ:hu:t) {OsT} is. 1. İlahî
m ü’l-‘acin o y r T j*J-] (lâhma:cun) is. Üzerine kıy âlem; ulûhiyet dünyası; 2. sf. Kutsal. S lâhüt-
ma, soğan, biber, domates vb. karışımı harç konu nişân, {OsT} İlahî âleme benzer; lahutî gibi.\\ lâ-
larak fırında pişirilen özel pide, hüt-pâye, {OsT} (Yükseklik için) lahut derecesinde.
lahm acuncu, [lahmacun-cu] (lâhma:cuncu) is. Lah lahutî, [Ar. lâhütî ^ y » ^ ] (lâ:hu:ti:) {OsT} sf. İlahî
macun yapıp satan kimse, âlemle ilgili olan; İlahî; Tanrısal,
lahm acunculuk, [lahmacun-cu-luk] (lâhmaıcuncu- lahutiyan, [Ar. lâhütiyân oLîy'il] (lâ:hu:tiya:n)
luk) is. Lahmacuncunun yaptığı iş veya meslek.
{OsT} is. Kutsal âleme ait olanlar; melekler,
lahme, [Ar. lahme ■uJ-j (lâhme) {OsT} is. Et parçası.
lahz, [Ar. lahz JiJ-] (lâhz) {OsT} is. Göz ucu ile bakış.
lahm i1, [Ar. lahmî L5*J-] (lâhmi:) {OsT} is. 1. tıp.
lahza, [Ar. lahza a Ü ] (lâhza) {OsT} is. 1. Bir bakış;
Bağdoku yangısı. 2. sf. Şişmanca; etli butlu.
gözü bir kere açıp kapama; göz kırpma. 2. Göz açıp
lahmi2, [Ar. lahm > lahmi ? ] (lâhmi:) {ağız} sf. 1. kapayana kadar geçen, çok kısa zaman; göz kırpma
(Kişi için) güçsüz; bitkin. 2. (Kişi için) ağır kanlı; süresi; an.
uyuşuk. 3. (Kişi için) aptal. 4. is. Kepek, tuz ve su lahzada, [lahza-da] (lâhzada) s f (Bir) anda; birden
karıştırılarak yapılan hayvan yemi; yal. [DS] bire.
lahmiye, [Ar. lahmiyye v ^ - ] (lâhmiye) {OsT} is. bot. lahzan, [Ar. lahzan jUii-] (lâhza:n) {OsT} is. -*■ lahz.
Damkoruğugiller, (Crasslaceae).
lahze, [Ar. lahza iÜ ] (lâhze, z kaim söylenir) {OsT}
lahn, [Ar. lahn j i ] (lâhn) {OsT} is. 1. K ulağa hoş ge
is. -*■ lahza.
len melodik ses; nağme; ezgi. 2. Ahenk. 3. Sözlük;
laic, [Ar. lâ‘ic (lâ:ic) {OsT} sf. (Kişi için) aşk
lügat. 4. Dil. 5. Bir ülke veya kim seye mahsus söy
leyiş kusuru; yanlış telaffuz. 6. Okurken yapılan ateşi kalbini sarmış olan,
telaffuz yanlışı. 7. Özellikle K u r’an okumada yapı laicabiye, [Ar. lâ-icâbiyye (lâ:ica:biye) {OsT}
lan yanlışlık. 0 lahn-i dâvüdî, {OsT} Tok ses; ka is. fel. 1. H er zaman sebep-sonuç ilişkilerinin ge
lın ses.|| lahn-i inkisar, {OsT} 1. K ırılm a sesi. 2. çerli olmadığını, bir sebebe bağlı olm ayan olayların
Kırgınlık nağmesi. da var olduğunu öne süren felsefî görüş; belirlen
lahnî, [Ar. lahm ljaJ-] (lâhni:) {OsT} is. 1. Sesle ilgili; mezcilik; indeterminizm. 2. İnsanın özgür iradesi
sese ait. 2. Ahenkle ilgili; ahenge ait. nin hiç bir kayıt ve şarta bağlı olmadığını, içinde
bulunduğu şartlarla belirlenmediğini savunan gö
lahs, [Ar. lahs ,jJ-] (lâhs) {OsT} is. Yalama.
rüş.
lahos, [Yun. vlahos] is. zool. Flanigillerden, sıcak ve
laice, [Ar. lâ'ice (lâ:ice) {OsT} sf. -*■ laic.
ılık denizlerin 20 ile 200 m. arasındaki derinlikle
rindeki kumlu, çakıllı diplerinde yaşayan, omurga laih, [Ar. Iâ'ih (lâ:ih) {OsT} is. -*■ layih.
LAİ Û M M İ İ M M • 2S3Ö
laik1, -kı [Ar. lâ'ik y (lâ ik, k kalın söylenir) {OsT} ot-lak 2. İsmin belirttiği nesnenin çokça bulunduğu
yer kavramı katar: sulak, otlak. 3. İsm in taşıdığı
is. -*• layık.
belirgin özellikle ilgili aşağılama kavram ı katar; bu
laik2, -ği [Yun. laikos (halk) / Lat. laicus > Fr. laic /
isimler sıfat olarak da kullanılabilir: dişlek, dazlak,
la'fque] (lâik) sf. 1. Rahip sınıfından olmayan. 2.
ödlek, hortlak (hort-la-k), avurtlak. 4. Yansıma
Kilisenin devlet işlerinden uzaklaştırılmasını sava
kökenli isim lerden bitki, hayvan ve organ isimleri
nan. 3. Din işlerini devlet işlerine, devlet işlerini de
yapar: bağırtlak (bağırtı-lak), hırtlak, gırtlak.
din işlerine karıştırmayan; din işlerini devlet, devlet
-lak 2, [-la-k / -le-k] {eAT} yap. e. Y er ve yön isimle
işlerini de din baskısından ayrı tutan. 4. Dünya işle
rini dinî etkilerden bağım sız olarak ele alan. 5. Dinî rine "azıcık....; birazcık.... ” anlamları katar. "Don
larım a l göm leğim i at beri / Çıkayım sudan
kurum ve kuruluşların yetkisi dışında kalan; din
angarlak (biraz öte) g it geri. ” Camasbname.
dışı; dinî olmayan; ladinî. 6. Dünyasal; dünyevi;
seküler. 7. is. Hristiyanlıkta din adamlarından ol la k 1, [lag / lağ / lah / lak (yans.)] is. Hayvanlar ve
mayan kimse. 8. Laik kimse, insanlar tarafından gelişigüzel çıkarılan sesleri, çe
ne çalmayı, gevezelik etmeyi anlatan kök. [Zülfikar]
laikleşme, [laik-le-ş-me] (lâikleşme) is. Laikleşme
lak-gıl-da-mak, lak-ır-da-mak, lak lak, lak+lak-ı
eylemi veya durumu,
çalm ak
laikleşmek, [laik-le-ş-mek] (lâikleşmek) dönşl. f. [-
lak2, [lak (yans.)] is. Gevşemiş, dağılıp dökülecek
ir] Laik durum a gelmek; laik olmak,
durumda olan eşyaların durumunu ve hareketlerini
laikleştirm e, [laik-le-ş-tir-me] (lâikleştirme) is. La
anlatan kök. [Zülfikar] lak luk, lak-ır-da-ş-mak 5"
ikleştirm ek eylemi; laik durum a getirme,
lak luk olmak, {ağız} Bir şey kırılacak, parçalana
laikleştirm ek, [laik-le-ş-tir-mek] (lâikleştirmek) gçl. cak duruma gelmek. [DS]
f. [-ir] Din ile ilgisi olmayan işleri, dünya ve devlet
lak3, [lak (yans.)] is. Tam gelmeyi, kalıbına oturma
işlerini dinî görüşlerden bağımsız hâle getirmek;
yı, ölçülerine uygun olmayı, yerine geçmeyi anla
laik durum a getirmek,
tan kök. [Zülfikar] lak(k)-a-da, lak(k)-a-dak
laiklik, -ği [laik-lik] (lâiklik) is. 1. Laik olm a duru
lak4, [lak / lığ / lık / lok / luk (yans.)] is. 1. Sıvıların
mu; siyasal ve toplumsal sistemin din ve devlet
kap içinde çalkalanmasını, kaynatılmasını ve buna
ayrılığı ilkesine dayanması; laisizm. 2. huk. Soyut
benzer seslerle gülmeyi anlatan kök. [Zülfikar] lak-
olarak devlet ve dinin birbirine karışmaması ilkesi; ır-da-mak, lak-ır-dı, lak-ır lakır 2. is. Köpeğin su
devlet ve din işlerinin ayrılığı. 3. siy. Siyasî iktida
içerken veya yal içerken çıkardığı ses. 3. {ağız} Ke
rın dinî kudretten ayrılması ilkesi. 4. fel. İman ve
pek, tuz ve su karıştırılarak yapılan hayvan yemi.
inanç yerine aklın egemenliğini kabul eden görüş.
[DS] 4. {ağız} Köpeğe yedirilmek için suda ıslatıl
5. Devletin din ve vicdan hürriyetinin gerçekleşme
mış ekm ek kırıntısı; sofra artığı. [DS] S1lak lak,
si bakım ından tarafsız olması; laisizm,
(Sulu yiyecekleri içerken) ses çıkararak.
lailac, [Ar. lâ-‘ilâc (lâ:ilâ:c) {OsT} sf. Her lak5, [lak (yans.)] {ağız} is. 1. Bozuk yumurta. 2. sf.
hangi bir çözüm yolu olmayan; çaresiz; ilaç kabul Tembel; beceriksiz. [DS]
etmeyen. lak6, -kı [Far. lâk ilV] (lâ:k) {OsT} is. 1. Tahta kadeh;
laim, [Ar. levm > lâ’im (lâ:im) {OsT} sf. Aşağı kâse veya tepsi. 2. sf. Aşağı; hakir.
gören; ayıplayan; levm eden, lak7, -kı [Hint, lah / Port, laca > Fr. laque] (lâk) is. 1.
laime, [Ar. levm > lâ’ime 4^JSİ] (lâ:ime) {OsT} is. Vernik. 2. sf. Vernikli; verniklenmiş; cilalı.
lak a1, [Lat. lacca] (lâ k a ) is. 1. Uzak Doğuda yetişen
Aşağı görme; ayıplama; levm etme.
bazı ağaçların kabuğundan elde edilen ve boyacı
lain1, [Ar. la'net > la‘în j J ] (lâiın) {OsT} sf. 1. La lıkta kullanılan bir tür zamk. 2. Bir Hindistan kır
netlenmiş; lanetli; m el’un. 2. Kovulmuş; istenme m ız böceğinin (Taechardia lacca) üst deri bezleri
yen. 3. Dinden çıkmış, çıkarılmış. nin salgıladığı madde. 3. kim. Hindistan’da kumaş
lain2, [Ar. la'net > lâ'in (lâ:in) {OsT} sf. Lanet boyam ada kullanılan laka reçinesinin alkali çözelti
si içinde, şapın meydana getirdiği çözelti.
eden; şeklinde düzeltelim,
laisizm, [Fr. laîcisme] (lâisizm) is. Laiklik, laka2, [Ar. lıkâ UJ] (lâka) {ağız} is. M ürekkep hok
lajverd, [Far. lâjverd (lâ.jverd) {OsT} sf. La kalarına konulan ipek parçası. [DS]
lajverdî, [Far. lâjverdî (lâ:jverdi:) {OsT} sf. lakap urmak, {eAT} A d takmak.
lakacı, [laka-cı] (lâ ’kacı) is. Eşyaları süslemek için
Lacivertle ilgili; laciverde ait.
laka veya vernik süren kimse,
-lak 1, [-la-k / -le-k] yap. e. 1. İsimden isim yapma
eki. Kökteki ismin taşıdığı anlamın yapıldığı yer lakah, [Ar. lakah £*)] (lâkah) {OsT} is. Hurma, incir
anlamı katar; ...-lanacak yer: kışlak, yaylak, avlak; gibi ağaçların erkeğinden dişisine vurulan aşı.
0 İB 1 İÖ Z M İU 2931 LAK
lakalama, [laka-la-ma] (lâ ’kalama) is. Lakalamak Palamut, torik, sivri gibi balıklar temizlenip dilim
eylemi. lendikten sonra tuza yatırılarak hazırlanmış sala
lakalamak, [laka-la-mak] (lâ ’kalamak) gçl. f. [ -r] [- mura.
l(ı)-yor] Bir eşyanın üzerine laka sürerek parlat lakerdacı, [lakerda-cı] (lâ ke’rdacı) is. Lakerda ya
mak. pan ve satan kimse.
lakan, [? lakan] {ağız} sf. Cimri. [DS] lakır, [lak (yans.) > lakır] is. İçi dolu su testisi boşal
lakanet, [Ar. lakânet oJlîi] (lâka:net) {OsT} is. Ça tılırken veya taşınırken çıkardığı ses. S lakır la-
kır, (İçilen veya dökülen sıvılar için) lakır lakır se
buk kavrayış; zeyreklik,
si çıkararak.
lakap, -bı [Ar. lakab ı_Ji)] (lâkap) {OsT} is. 1. Bir lakırdak, [lak (yans.) > lak-ır-da-k] {ağız} is. Leyle
kimsenin kendi özel adından başka, onun özellikle ğin öterken çıkardığı ses. [DS]
rini belirten sonradan takılan ad; takm a ad. 2. Bir takırdamak, [lak (yans.) > lak-ır-da-m ak Jj> ^ yi)]
yazının başına konulan ve hitap edilen kişinin m a {ağız} gçsz. f. [-r] [-d(ı)-yor] 1. (İçi dolu su testisi
kam ve rütbesini belirten söz. S lakap takmak, boşaltılırken veya taşınırken) lakır lakır ses çıkar
Bir kimseye onun bir özelliğini belirtecek bir ad mak; lıkır lıkır etmek; {OsT} (aynı). 2. Gereksiz ko
vermek. nuşmak. [DS]
lakaplı, [lakap-lı] (lâkaplı, k kalın söylenir.) sf. Özel lakırdı, [lak (yans.) > lak-ır-da-mak > lak-ır-dı] is.
isminden başka kendisine bir lakap takılmış olan; -*■ lakırtı.
lakabı bulunan, lakırdıcı, [lakırdı-cı] is. 1. Konuşmayı seven; konuş
lakaş, [lakaş] {ağız} sf. 1. (Et için) satılması doğru kan. 2. Geveze. 3. mecaz. Dedikodu yapan; dedi
olmayan; yağsız. 2. is. Yal. [DS] koducu.
lakat, [Ar. lakat i»iJ] (lâkat) {OsT} is. Yerden topla lakırtı, [lak (yans.) > lak-ır-tı] is. 1. B ir düşünceyi
nan şey; lûkta; lükate. anlatmak için söylenen sözcük, sözcükler dizisi. 2.
Söz. 3. Boş söz; dedikodu; laf. S lakırtı açmak,
lakayd, [Ar. lâ-kayd Jus's!] (lâ:kayd) {OsT} is. -*■
Söz etmek; konuşmak; konuya girmek; la f açmak;
lakayt. söz açmak.|| lakırtı ağzından dökülm ek, 1. İstek
lakaydane, [Ar. lâ-kayd + Far. -âne ajIj.j'İ] (lâ:kay- siz biçimde konuşmak. 2. Rahatça yalan söylemek. ||
da. ne) {OsT} zf. Kayıtsızca; ilgilenmeyerek, lakırtı altında kalmamak, A ğız kavgasında her
sözün cevabını vermek; kırıcı ve sert sözleri karşı
lakaydî, [Ar. lâ-kaydı (lâ:kaydi:) {OsT} is.
lıksız bırakmamak; söylenenlere aynı biçim, anlam
Kayıtsızlık; ilgisizlik; aldırış etmemek; umursam az ve tonda karşılık vermek; kendisini ilgilendiren ve
lık; aldırmazlık; kayıtsızlık; umursamama. rahatsız eden her türlü ithamı çürüterek durumu
. B lakaydî-i tâm , tıp. Hissizlik; duygusuzluk. düzeltmek; la f altında kalmamak; söz altında kal-
lakaydiye, [Ar. lâ-kaydiyye ^ . J ^ ] (lâ:kaydi:ye) mamak.|| lakırtı çıkarmak, 1. Yeni bir şey söyle
mek; yeni bir fik ir ortaya atmak. 2. D edikodu ya p
{OsT} is. fel. İlgisizlik veya bilinçli bir tutum yü
mak. 3. A slı olmayan bir şeyi gerçekm iş gibi yay
zünden belli durumlar, olaylar, öğretiler karşısında
mak; la f çıkarmak.\\ lakırtı ebesi, Geveze; la f ebe
kayıtsız kalma; aldırmazlık; sekincilik; kiyetizm.
si. || lakırtı etmek, i. Konuşmak; la f etmek; söz
S lakaydiye mezhebi, fel. Dingincilik.
etmek. 2. Dedikodu konusu etmek; çekiştirmek. ||
lakaydiyun, [Ar. lâ-kaydiyyün üjj.-lj'İ] (lâ:kaydi- lakırtı götürüp getirmek, Kişilerin arasını açmak
yu;n) {OsT} is. Lakaytlar; kayıtsızlar; ilgisizler; u- için, birbiri aleyhinde söylediklerini diğerine ilet
mursamazlar. mek; la f götürüp getirmek.\\ lakırtı karıştırmak,
lakayt, -di [Ar. lâ-kayd ^ . J ^ ] (lâ:kayt) {OsT} sf. 1. Bir konuşma yapılan yere konuşulanları duyması
istenmeyen birinin gelm esi üzerine sözü başka bir
Aldırış etmeyen; ilgisiz kalan; aldırışsız; ilgisiz;
konuyayönlendirm ek.\\ lakırtı kavafı, Geveze; çal
ilgilenmeyen; kayıtsız. 2. (Bir şeye karşı) ilgi gös
çene,|| lakırtı lakırtıyı açar, Konuşm a sırasında
termeyen; ilgisiz kalan,
bir konudan ilgili veya ilgisiz başka başka konula
lakaytlık, -ğı [lakayt-lık] (lâ:kaytlık) is. İlgisiz olma; ra geçildiğini ifade etm ek için söylenilir. || lakırtısı
kayıtsız kalma; ilgilenmeme; aldırış etmeme, ağzında kalmak, Çeşitli nedenlerden ötürü sözünü
lakaz, [lakaz] {ağız} is. K öy evlerinde mutfaktan tamamlamaya fırsa t bulamamak.\\ Lakırtısı mı
bölme ile ayrılan genişçe yer. [DS] olur? 1. “Şu anda onun sırası değil, daha önemli
lake, [Fr. laque] sf. Laka ile cilalanm ış olan. S lake konular var. ” anlamında söylenen söz. || Lafı mı
cilt, Mukavva, ahşap ve deri üzerine yaldız veya olur? 2. B ir şey yaptırm ak için ricada bulunuldu
boya ile yapılm ış çeşitli motiflerin üzerine vernik ğunda “Seve seve yaparım. ” "Söylemeye değer
çekmek suretiyle yapılm ış cilt. mi? ” veya “Önemi yok. ” anlamında söylenen söz. ||
lakerda, [Lat. lacerta > Yun. lakerda] (lâke'rda) is. takırtısını bilmek, i. Söyledikleri ile başkalarını
LAK ÖIİMTİİICESöM • 2932
rahatsız etmemek; ölçülü, tutarlı ve başkalarım lakit, [Ar. lakat > lakıt / lakıta (lâki: t, k ve
incitmeyecek biçimde konuşmak; konuştuklarının
t kalın söylenir) {OsT} is. 1. Yerden kaldırılan; alı
nasıl yorumlanacağını bilmek; yanlış yorum lana
nan nesne. 2. Sokakta bırakılmış küçük çocuk,
cak sözler söylememek; lafını bilmek. 2. Güzel ve
tutarlı konuşmak.\\ takırtısını etmek, Birinden ve lakita, [Ar. lakita (lâki:ta, k kalın söylenir)
y a bir şeyden söz etmek; hakkında konuşmak; o- {OsT} is. Sokağa bırakılmış kız çocuğu,
nunla ilgili bazı şeyler söylemek; onun üstüne ko lakka, [lak (yans) > lak-ka] (lâ ’kka) {ağız} is. 1.
nuşmak; ondan bahsetmek; lafını etmek; sözünü Parasız verilen yemek. 2. Hocalara verilen yemek.
etmek. || takırtısını şaşırmak, N e söyleyeceğini bi [DS]
lememek; lafını şaşırm ak.|| takırtı taşı, Dedikodu takkadak, [lak (yans.) > lak(k)-ada-k] (lakka’dak)
yapan; söz götürüp getiren; la f taşıyan. ]| takırtı {ağız} zf. 1. Birdenbire; damdan düşercesine. 2.
taşımak, Kişilerin arasını açmak için, birinin “Lak” diye ses çıkararak. [DS]
aleyhinde söylenenleri diğerine iletmek; dedikodu laklak1, -ğı [lak (yans.) > lak+lak / Ar. lâklâk] is. 1.
ederek la f götürüp getirmek; la f taşımak; söz taşı Leyleğin gagasını birbirine vurarak çıkardığı ses. 2.
m a&.|| takırtıya boğmak, B ir konu üzerinde konu mecaz. Hiç durm adan konuşulan boş sözler; saçma
şup tartışırken, konu ile ilgisi olmayan bir şey söy söz; boş konuşma; gevezelik. 9 laklak çalmak,
leyerek konuşmanın yönünü değiştirip asıl konuyu {ağız} Dedikodu etmek. [DS]|| laklak etmek, Karşı
unutturmak; gürültüye getirerek geçiştirmek; de lıklı olarak, havadan sudan, gelişigüzel konuşmak;
ğiştirmek; karıştırmak; lafa boğmak. || (bir kimseyi) sohbet etmek; gevezelik etmek. || laklakla ömür
takırtıya boğmak, 1. Birinin söz söylemesine fırsa t geçirmek, 1. Yapmakta olduğu işe engel olacak
vermemek; lafa boğmak. 2. Sözü gereksiz yere ve biçimde bol bol konuşmak. 2. Çalışmaktan ziyade
boş sözlerle uzatmak. || takırtıya çanak tutmak, konuşmayı, başkalarına öğüt vermeyi veya onları
H oşa gitmeyen bir konu hakkında birisinin konuş eleştirmeyi yeğlemek.
m asına fırsa t verecek sözler söylemek.\\ takırtı ya laklak2, -kı / -ğı [Ar. laklak Js M / ö^U^] (lâklâ:k)
kası açmak, Eskiden yapılm ış bir konuşmayı hatır {OsT} is. Leylek.
latarak aym konuyu tekrar başlatmak. || takırtıya
laklak3, [lak (yans.) > lak +lak] {ağız} is. 1. Küçük
tutmak, Zam ansız ve yersiz sözlerle birini oyala
toprak testi veya sürahi. 2. Taş oyuklarında biriken
mak; konuşarak m eşgul etmek; boş sözlerle zaman yağm ur suyu; kak. [DS]
almak; sözü uzatarak birini işinden alıkoymak;
oyalamak; lafa tutmak.\\ takırtı yetiştirmek, B iri laklaka, [Ar. laklâka « jUJ] (lâklâ:ka) {OsT} is. Ge
nin ikazlarına veya söylediklerine yerli yersiz ce reksiz, anlamsız ve boş söz.
vap vermek; bütün söylenenlere karşılık vermek; laklakı, [lak (yans.) > lak+lak-ı] {ağız} is. Kahkaha.
çene yapm ak; la f yetiştirmek; söz yetiştirmek. || [DS] S laklak çalmak, {ağız} D edikodu etmek.
takırtıyı ağzına tıkamak, Konuşan birinin söyle [DS]
yeceklerini çeşitli şekillerle söyletmemek; söylem e laklakıyat, [laklak +Ar. -iyyât o U M il] (lâklâ.kıya. t)
sine imkân tanımamak; konuşmasını engellemek; {OsT} is. 1. Konuşma; söz. 2. Boş ve saçma sapan
konuşturmamak; sözlerini bitirmesine fırsa t ver sözler.
memek; lafı ağzına tıkamak.\\ takırtıyı ağzında lakma, [? lakma] {ağız} is. Kadınların giydiği pa
gevelemek, A sıl söylem ek istediğini bir türlü söy- muklu ve uzun bir tür yelek. [DS]
leyemeyerek yakın ve çağrıştırıcı şeylerden söz et lakonik, -ği [Yun. lakonikös (Sparta usulü) > Fr.
mek; lafı ağzında gevelemek. || takırtıyı çevirmek, laconique] (lâkonik) sf. (Söz, anlatım vb. için) kısa
Konuşmanın akışının sakıncalı bir durum aldığını ve özlü; veciz,
sezerek konuyu değiştirmek; konuşmanın akışını lakoz, [Yun. vlahos] (lâkoz) is. zool. Hanigillerden,
değiştirmek; lafı çevirmek. || takırtıyı çiğnemek, sıcak ve ılık denizlerin 20 ile 200 m. arasındaki
Gereksiz ayrıntılarla sözü uzatarak bir türlü sonu
derinliklerindeki kumlu, çakıllı diplerinde yaşayan,
nu getirememek; lafı çiğnemek. || takırtıyı ezip
omurgasızlarla beslenen, lezzetli bir kemikli balık;
büzmek, Sözün sonunu getiremeyip bazı cümle ve
kaya hanisi; lagos, (Epinephelus aeneus).
sözleri tekrar edip durmak.
lakrim al, -li [Fr. lachrymal] (lâkrimal) sf. Gözyaşı
laki, [Ar. lak! (lâki:) {OsT} sf. (Kişi için) değer ile ilgili.
siz; itibarsız. laksatif, [Fr. laxatif] (lâksatif) is. Yumuşatıcı,
•akim, [Ar. lâkım p-i!] (lâki:m) {OsT} is. Yontulmuş; laksma, [? laksma] {eT} sf. Bir tanrı. [EUTS]
yonulmuş. lakş, [? lakş] {eT} is. Şehriye. [EUTS]
lakşa, [? lakşa] {eT} is. Şehriye. [EUTS]
lâkin, [Far / Ar. lakin/lâkin (lâ;kin) {OsT}
lakşan, [Sansk. laksana] {eT} is. 1. Güzellik alameti;
2f İkincisi birincinin karşıtı anlam taşıyan iki cüm güzellik belirtisi; güzellik işaretleri. [Gabain] [E-
leyi birbirine bağlam akta kullanılır; ama; fakat. UTS] 2. İşaret. [Gabain]
IB B l i l t İ M İ . 2933 LAL
lakt, [Ar. lakt Jaü!] (lâkt) {OsT} is. Yerden toplama. S la l1, -li [Ar. lacl J*l] (lâ-l) {OsT} is. -*■ la’l.
laktü’l-izâm v e’l-mismâr, {OsT} Atın ayağının lal2, -li [Ar. lâl J^ ] (lâ;l) {OsT} «.] sf. 1. Konuşamaz
yerde bulunan çivi y a da kırık cam gibi şeyler tara
durum a gelmiş olan; dili tutulmuş olan; dilsiz. 2.
fından yaralanması.
Sessiz; sakin. 3. Sözsüz oynanan seyirlik köy oyun
laktaflovin, [Fr. lactoflavine] (lâlctoflavin) is. Pirinç
larına verilen genel ad. fi1 lâl ü ebkem, Şaşırarak
kabukları ile sütte bulunan B2 vitamini; riboflovin.
konuşamaz duruma gelmiş olan; donakalmış olan.
laktaz, [Fr. laktase] (lâktaz) is. Bağırsak mukozasın
lal3, [lal] {ağız} sf. (Eşya, araç vb. için) ağır. [DS]
da bulunan süt şekerini (laktoz), üzüm şekerine
(glikoz ve galaktoz) dönüştüren enzim, lala, [Far. lâlâ ^ ] (la ’la) {OsT} is. 1. Çocuk eğitim
laktik, [Fr. lactique] (lâktik) sf. Laktozla ilgili olan. ve öğretimiyle görevli erkek eğitimci. 2. im parator
S laktik asit, Peynir, yoğurt gibi mayalanmış süt luk döneminde şehzadeleri eğitmekle görevli devlet
ürünlerinin başlıca bileşenlerinden olan, peygam adamı. 3. Saraya yeni alınanlara hizm eti ve genel
ber çiçeğinde, afyonda, şarapta, bazı hayvanların kuralları öğretenlere verilen isim. 4. {ağız} Kız kar
iç organlarında bulunan, karboksilli asitler sınıfın deş. [DS] 5. ünl. Padişahların sadrazamlara sesle
dan organik birleşik; süt asidi; form ülü: CH3- nirken kullandıkları hitap, fi1 lala destur, Sarayda
C H 0 H -C 0 2H.\\ laktik mayalar, Laktozu, laktik birbiri ile karşılaşan iki kişinin diğerinden y o l is
aside çevirerek kazeinin çökelmesini sağlayan p a s temek için kullandığı söz.|| lala divan etti, (Lala
törize edilmemiş sütte bulunan mayalar ve bakteri için) eskiden, eğitimine verilen çocuğa tembih etti,
ler. anlamında kullanılır, terim.\\ lala nizam etti, -*■
lakton, [Fr.. lactone] (lâkton) is. İşlevsel grupları bir lala divan etti.|| lala paşa eğlendirmek, Yapmakta
halka oluşturabilen çevrimsel esterlere verilen ad; olduğu bir işi veya kendisini bekleyen işleri bıraka
olit. rak kapris sahibi veya nazlı birinin gönlünü hoş
laktoz, [Fr. lactose] (lâktoz) is. Sütte bulunan, glikoz etmeye çalışmak. || lala paşa oyununa çıkmak,
ve galaktoza ayrışabilen disakkarit; süt şekeri; for Kaprisli davranmaya başlamak; naz etmek; hoppa
mülü: C 12FI2 2 O 11 ca davranmak.\\ lala yörgüç akçası, 2. M u ra t’ın
lakün, [Lat. lacuna] is. biy. Boşluk; aralık, vezirlerinden Yörgüç P aşa tarafından Anadolu 'da
kestirilen paralara verilen ad.
lakve, [Ar. lakve »yi] (lâkye) {OsT} is. tıp. Ağız çar
laladaş, [Far. lâlâ + T. -dâş j i b ^ ] (lalada:ş) {OsT}
pılması.
ünl. Sarayda aynı lala tarafından eğitilen acemilerin
lakzın, [? lakzm / lağzm] {eT} sf. is.-*- lagzm. [ETY]
birbirlerine karşı durumu ve birbirlerini çağırmakta
la’l, -li [Ar. la'l J*J] (lâ-l) {OsT} is. 1. Parlak kırmızı kullandıkları hitap sözü,
renkte, billûrlaşm ış alüminyum oksidi olan değerli
lalak, -ğı [Far. lâğ (şaka) j^sl => lağ-la-k] {ağız} sf. 1.
bir süs taşı. 2. Eskiden hattatlar ve tezhipçiler tara
fından kullanılan kırmızı renkli bir tür mürekkep. Çok konuşan; geveze. 2. Aptal. 3. Güzel konuşm a
3. Kırmız böceğinden çıkarılan parlak kırmızı bo yı beceremeyen. [DS]
ya; kırmızı boya. 4. gnşl. ed. (Renginden dolayı) lalalam ak, [Far. lâğ (şaka) joi => lağ-la-la-mak]
sevgilinin dudağı. 5. mecaz. Kırmızı şarap; şarap. {ağız} g ç l . f [-r] [-l(ı)-yor] -*■ lalamak2. [DS]
6. sf. Rengi kırmızı olan; kırmızı, fi1 la ’l-fânı, lalalık, -ğı [lala-lık] is. Lala olm a durumu; lalanın
{OsT} Kırm ızı renkli; al.\\ la ’l-gûn, {OsT} Kırmızı yaptığı iş veya mesleği; çocuk bakıcılığı.
renkli; al.|| la’l-i âb-dâr, {OsT} 1. Su dağıtan kişi lalam ak1, [Çin. la (kesmek) > la-lâ-mak] (lala:mak)
nin dudağı. 2. Güzelin dudağı.\\ la’l-i dürr-efşân, {eT} gçl. f. [-r] Ufalamak; ezmek; toz haline getir
{OsT} 1. İnci ve lal saçan. 2. Arasından inci gibi
mek. [EUTS]
dişler görünen dudak.\\ la ’l-i gül-feşân, {OsT} Gül
ler saçan d u d a k || la’l-i kehrubâ, {OsT} Kehribar lalamak2, [Far. lâğ (şaka) ^ => lağ-la-mak] {ağız}
dudak; sevgilinin dudağı.|| la’l-i meygûn, {OsT} gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] Bir kim senin yaptıklarını tek
Şarap renkli dudak.\\ la ’l-i m üzab, {OsT} 1. Şarap. rarlayarak eğlenmek; alay etmek. [DS]
2. K an.|| la ’l-în, {OsT} Kırmızı renkli.|| la ’l-i nâb, lalanga, [Yun. lalangion] (lâlânga) is. Yumurta, un
{OsT} S a f dudak; kıpkırmızı dudak.\\ la ’l-i nâ-sflhte ve kabartıcı ile hazırlanan ham ur parça parça kızar
{OsT} İşlenm iş lal.|| la ’l-i revân, {OsT}l. Akan lal. tıldıktan sonra üzerine şeker veya şerbet dökülerek
2. Şarap. || la’l-i sâkî, {OsT} Sakinin dudağı. || la ’l- yenilen bir tür hamur tatlısı,
istân, {OsT} Yakutu çok olan ülke.\\ la ’l-i şeker- lalangı, [Yun. lalangion] (lâlângı) {ağız} is. Lalanga.
bâr, {OsT} 1. Şeker döken, şeker saçan dudak. 2. [DS]
Sevgilinin dudağı. || la ’l-i yâkut, {OsT} 1. D eğerli lalanmak, [Far. lâğ (şaka) > lağ-la-n-m ak / la-la-n-
bir taş; rena taşı. 2. Seylan taşı. || la ’l-reng, {OsT} mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] A lay etmek; birinin yap
Kırmızı renkli. || la’l-veş, {OsT} Yakut gibi. tıklarını taklit ederek alay etmek. [DS]
LAL m U K C E H I • 2934
lalas, [? lalas] {ağız} sf. Kel. [DS] laleruh, [Far. lale-ruh ç j j (lâ:leru:h) {OsT} is. 1.
lalaş, [Far. lâğ (şaka) => lağ-la-ş / la-la-ş / la-la-ç] Lale yanaklı. 2. Türk musikisinde, pençgâh ile a-
{ağız} sf. 1. (Kişi için) ağır kanlı; uyuşuk. 2. Peltek şiran makam larından meydana gelen birleşik bir
konuşan; söyledikleri anlaşılamayan. 3. Aptal. [DS] makam.
lalavuç, [lalav+iç ? > lalavuç] {ağız} is. Çekirdekli laleruhsar, [Far. lâle-rüh-sâr j L j - j j <ül!] (lâ:leru:h-
kayısı kurusu. [DS] sa:r) {OsT} is. Lale yanaklı,
lalçaba, [? lalçaba] {ağız} is. Bardak. [DS]
lalesar, [Far. lâle-sâr jL* <Jll] (lâ:lesa:r) {OsT} is. 1.
lale1, [Far. lâle ■J'sl] (lâ:le) {OsT} is. bot. 1. Zambak
Lale bahçesi. 2. zool. Sığırcık kuşu,
gillerden, çan şeklinde gösterişli ve güzel çiçekli,
laleş, [Far. lâğ (şaka) jjil => lağ-le-ş] (lâ:leş) {ağız}
yüz kadar türü bulunan soğanlı bir bitkinin genel
adı, (Tulipa). 2. {ağız} Kırmızı gül. [DS] 3. {ağız} sf. -*■ lalaş. S laleş kalmak, {ağız} İş yapam az du
Gelincik çiçeği. [DS] S lale ağacı, M anolyagiller rum a gelmek; çaresiz kalmak. [DS]
den, Güney Am erika 'da yetişen, yeşil, sarı ve tu lalettayin, [Ar. lâ-‘alâ-e’t-ta‘yîn l / ^ ] (lâ:let-
runcu alacalı lale biçimindeki çiçekleri ile güzel ta:yi:n) {OsT} zf. A yırt etmeksizin; özensiz; gelişi
görünüşlü, açık kahverengi ve yum uşak kerestesi güzel; rastgele; herhangi; ayırt edici özelliği olm a
marangozlar tarafmdan tercih edilen bir süs ağacı; yan; sıradan.
sarı kavak, (Liri odandron tulipifora),\\ lâle-fâm,
lalezar, [Far. lâle-zâr jlj aJ'W] (lâ:leza:r) {OsT} is.
{OsT} Lale renginde olan.\\ lâle-gûn, {OsT} Lale
renginde olan.|| lâle-hadd, {OsT} Laleyanaklı.\\ lâ- Lale yetiştirilen yer; lale bahçesi; lalelik
le-i hamrâ, {OsT} Kırmızı lale.|| lâle-i nfiman, lalık 1, -ğı [? lalık] {ağız} sf. Tembel. [DS]
{OsT} D ağ şakayığı. || lâle-veş, {OsT} Lale gibi. lahk2, -ğı [Ar. lâl => lal-ık] {ağız} sf. Dilsiz. DS]
lale2, [Far. lâle 43^] (lâ.ie) {OsT} is. 1. Eskiden suç lalıkga, [lalık-ga] {ağız} sf. Kelimeleri doğru dürüst
söyleyemeyen. [DS]
luların ve esirlerin boynuna takılan, iki ucu lale
lalik 1, -ği [? lalik] (lâlik) {ağız} is. Domates. [DS]
biçiminde kıvrık, ağır, demir halka. 2. Ağaçların
yüksek dallarından meyve toplamakta kullanılan, lalik2, -ği [yağlık (yemeni) > lalik] (lâlik) {ağız} is.
ucuna üç veya daha çok çatal takılmış uzun sırık. 3. Yemeni. [DS]
Topun ağzına yakm olan bileziğinden ağzına kadar lalik3, -ği [Ar. lâl (dilsiz) => lal-ik ?] (lâlik) {ağız} sf.
olan kısım. 1. Dilsiz. 2. Dili tutulmuş; ne söyleyeceğini şaşır
mış. [DS]
laleberg, [Far. lâle-berg -JlT] (lâ:leberg) {OsT} is.
lalin, [Ar. na'leyn (bir çift ayakkabı, nal) jJj-j =>
1. Lale taçyaprağı. 2. Taze ve kırmızı yanak.
nalin / lalin] (lâlin) {ağız} is. Takunya. [DS]
lalegUl, [Far. lâle+gül J ? ■J's!] (lâ.legül) {OsT} is.
lalis, [? lalis] {ağız}is. 1. Çok ince dokunmuş bez;
T ürk musikisinde, hüzzamla başlayıp yegâhta karar
tülbent. 2. İnce elek. [DS]
kılan birleşik bir makam (H. Sadettin Arel bulm uş
lallala, [lal-la-la] {ağız} sf. Salak; bön; beceriksiz.
tur).
[DS]
lalek1, -ği [Far. lâlek / lâlekâ tül i /lS3“ıl] (lâ:lek) {OsT} lalloş, [lal-loş] {ağız} s f Yeni konuşm aya başlamış
is. 1. Ayakkabı. 2. Taç. 3. Horoz ibiği. çocuk gibi konuşan. [DS]
lalek2, -ği [leylek] {ağız} is. Leylek. [DS] laluk, [Ar. lâ'uk => laluk] (lâluk) {ağız} sf. 1. Bir şey
laleli, [lale-li] (lâ.leli) sf. 1. Lalesi olan. 2. (Kumaş bilmeyen. 2. Dilsiz gibi konuşamayan. 3. Anlayış
için) üzerinde lale desenleri bulunan, sız duran. [DS]
lalelik, -ği [lale-lik] (lâ.ielik) is. 1. Lale bahçesi veya
lalüebkem , [Far. lâl ü + Ar. ebkem j J^ ] (lâ:lü-
lale yetişen yer. 2. Lale konulan vazo vb. 3. Lale
ebkem) {OsT} sf. Konuşamaz hâle gelmiş; dili tu
devrinde çok kullanılmış, ağzı geniş, saksonya, bil-
lûr, Beykoz çeşmibülbül türleri ile altın, gümüş gi tulmuş; dilsiz.
bi kıymetli madenlerden yapılmış, içine lale konu -lam, [-la-m / -le-m] yap. e. İsimden isim türeten ek.
lan bir tür vazo. İsimden fiil yapan -le eki ile, fiilden isim yapan -m
ekinin birleşip kalıplaşmasıyla oluşmuştur: boylam,
lalename, [Far. lâle + nâme 4 )^] (lâ:lena:me)
gözlem, önlem, enlem; içlem.
{OsT} is. 1. Lale çeşitlerinin özellikleri ve bunların
lam 1, [Ar. lâm J] (lâ:m) {OsT} is. 1. Arap alfabesinin
yetiştirilm esi ile ilgili olarak yazılmış risale; lale
kitabı. 2. Divan edebiyatında laleyi konu alan man yirmi altıncı harfi olup Türkçe "l" sesini verir. 2.
zum eser; lale kasidesi, Ebcet hesabında 30 sayısını karşılar. 3. Kamerî ay
lardan şevval ayı. fi1 lam elif, {OsT} -*■ lamelif. ||
lalereng, [Far. lâle-reng -d^] (lâ:lereng) {OsT} sf.
lam ı cim i kalm amak, Söylenecek herhangi bir şey
Lale renginde olan; lale renkli. kalmamak; kesinlik kazanmak; değişmemek,|| lamı
■ i * ; î m . 2935 LAM
cim i yok. “Kesinlikle yapılm ası g e re k ” "bahane lam b 2, [lamb / lomb / lömb (yans.)] is. Ansızın orta
bulunam az” "başka yolu y o k ” gibi anlamlarda ya çıkmayı, yuvarlanmayı ve beklenm edik biçimde
kullanılır.|| la m ü ’I-fi’l, {OsT} dbl. Arapçada üçlü patavatsızca konuşmayı anlatan kök. [Zülfikar]
kökten gelen bir kelimenin son harfi. lamb-a-da-n, lamb-ur lumbur
lam 2, [Fr. lame] (lâm) is. 1. Mikroskop incelemele la m b a 1, [Yun. lampâs / lampâ] (lâ'mba) is. 1. G örü
rinde incelenecek örneğin üzerine konulduğu dört nür ışık vermeye, çevreyi aydınlatm aya ya da kızıl
gen cam. 2. bot. Y aprak ayası. 3. Çanak yaprak ve altı, mor ötesi ışımalar yaymaya yarayan alet. 2.
taç yaprakta yayvan kısım. 4. Dar ve uzun metal B ir ampul ile onun takılı olduğu düzeneğin bütünü.
parça. 3. A lev veya ışıma üreten aygıt. 4. Elektrotları ara
lam 3, [Yun. lakkoma] {ağız} is. Lağım. [DS] sm da elektrik yükü dolaşan, elektrik işaretleri
-lam a, [-la-ma / -le-me] yap. e. 1. İsimden isim tü üretme, yükseltme, kipleme veya kipleri çözme
reten ek, isimden fiil yapan -le eki ile, fiilden isim işine yarayan, içinde boşluk oluşturulmuş veya dü
yapan -me m astar ekinin bazı örneklerde kalıplaştı şük basınçlı gaz içeren cam tüp. 5. K ara yolu taşıt
ğı görülür. Yapılan işin adı kavram ını katar: açık larında aydınlatma, işaret verme için kullanılan
lama, anlatma, aydınlatma, beslenme, çabalama. 2. ışıklı aygıtların genel adı. S1 lam b a b o ru su , {ağız}
Yapılan işin tarzı veya durumu kavram ım katarak Lamba şişesi. [DS]|| lam b a d a n geçirm ek, Lamba
zarflar türetir: balıklama, çivileme, tepeleme, uzun- kontrolü yapm ak.|| lam b a k am ası, {ağız} Lamba
lama. 3. Kökte mevcut isme bağlı olarak onunla şişesi. [DS]]| lam b a k a rp u z u , Lam baları korumak,
yapılan yem ek ve yiyecek adları yapar: şekerleme, ışığı dağıtmak vb. amaçlarla kullanılan camdan
buğulama, tuzlama, közleme, gözleme. yapılma, saydam olmayan küresel koruyucu. || lam
la m a 1, [Lat. lam ina > Fr. lame] (lâma) is. 1. Keskin, ba k o n tro lü , Yumurtaların tazeliğini, kalitesini ve
delici veya tıraş edici bir aletin bu işler için kullanı embriyonun durumunu incelemek için yumurtayı
lan metal kısmı. 2. Yassı ve uzun demir veya çelik lamba ışığına tutarak yapılan inceleme. || lam b a
parçası. 3. Sütunun iki tamburası arasına, taşların suyu, {ağız} Gaz yağı. [DS]|| lam b ay ı açm ak , 1.
ezilmesini önlemek için konulan kurşun levha. Gaz lambasının fiıtilini yükseltm ek suretiyle ışığın
miktarını artırmak. 2. Elektrik devresini açarak
lam a2, [Peru / Keçua d. İlama] (lâma) is. zool. Deve-
lambanın yanm asını sağlamak. || lam b ay ı kısm ak,
gillerden, Güney A m erika’da yaşayan, uzun bo
Gaz lambasının fitilin i küçültmek suretiyle ışığın
yunlu, uzun bacaklı, yum uşak yünlü, rahatsız edil
miktarını azaltmak.
diklerinde tüküren ot ve otsu bitkilerle beslenen
büyük yapılı, hörgüçsüz, çift tırnaklı bir hayvan, la m b a 2, [İt. lembo] (lâ ’mba) is. 1. Çıkıntı. 2. Ahşap
parçada boyuna açılan derin oyuk. 0 lam b a aç
(Lama glama).
m ak , Bir ahşapta çeşitli aletlerle boydan boya de
lam a, [Tib. blama] (lâma) is. Tibet ve M oğolistan’da
rin oyuk açmak. || lam b a altı, {ağız} Yapı altından
Buda dinin rahiplerine verilen isim; dinî önder; en
geçen yol. [DS]|| lam b a atm a k , {ağız} Duvarın sı
yüksek rütbede olanına dalay lama denir.
vası bozulmak. [DS]
L am acı, [lama-cı] (lâma 'cı) sfi Lamacılık yanlısı o-
lam b a 3, [? lamba] {ağız} is. Su tenekesi. [DS]
lan.
Lam acılık, -ğı [lama-cı-lık] (lâmacılık) is. 1. Orta lam bacı, [lamba-cı] (lâ ’mbacı) is. Lam ba yapan veya
Asya ve T ibet’te yaşanan, özel Budizm ’e verilen satan kimse.
ad. 2. Tibet’te B udizm ’de yaşanan hiyerarşik dü lam b a d a, [Port, lambo ( kalça) > Güney Amer. yeri,
zen. d. lambada] (lâmbada) is. Güney A m erika’da arka
L am aist, [Fr. lamaist] (lâmaist) sf. Lamacı. arkaya dizili pek çok kişi tarafından yapılan b ir tür
plaj dansı; kalça dansı. S lam b ad a dansı, Lam ba
L am aizm , [Fr. lamaism] (lâmaizm) is. 1. Orta Asya
da.
ve Tibet’te yaşanan, özel B udizm ’e verilen ad. 2.
Tibet’te Budizm ’de yaşanan hiyerarşik düzen, lam b ad an , [lamb (yans.) > lamb-ada-n] (lamba ’dan)
{ağız} zf. (K onuşm ak için) birdenbire ve patavatsız
lam an, [ne yaman / ne aman] (la:man) {ağız} sf. Y a
ca. [DS]
kışıklı. [DS]
-lam asına, [-la-ma-s-ı-n-a / -le-me-s-i-n-e] yap. e. lam b ak , -ğı [lamb (yans.) > lamb-ak] {ağız} is. Gü
İsimlerden zarf türeten ek. Sondaki -sine eki çekim veç kulpuna bağlanan ip. [DS]
eki kaynaklıdır. Y apılan işin tarzı veya durumu lam b alam a, [lamba-la-ma] (lâ’mbalama) is. Lamba-
kavramını katarak zarflar türetir: diklemesine, lam ak eylemi,
uzunlamasına, yanlamasına. lam b a la m a k , [lamba-la-mak] (lâ’mbalamak) gçl. fi
lam b 1, [lamb / limb / lömb (yans.)] is. 1. Gevşeme ve [-r] 1. (Yumurta vb.ni) lam ba ışığında incelemek;
dağılıp dökülme anlatan kök. [Zülfikar] lamb-ır lambadan geçirmek. 2. (Ahşap parça için) boyuna
lumbur 2. Kap içindeki sıvıların çalkalanmasını, derin oyuk açmak,
sıvı içine atılan bir şeyin çıkardığı sesi ve düşüşünü lam b a la n m a , [lamba-la-n-ma] (lâ ’mbalanma) is.
anlatan kök. [Zülfikar] lamb-ır-da-t-mak Lambalanmak eylemi ve durumu.
LAM Ö I İ İ H I İ İ fflftE M • 2936
la m b alan m ak , [lamba-la-n-mak] (lâ ’mbalanmak) lam ek ân , [Ar. la-mekan jlSLo^] (lâ:mekâ:n) {OsT} sf.
edil f [-ır] 1. Lambadan geçirerek kontrol edilmek.
1. M ekânı olmayan; yeri olmayan; barınacak yeri
2. Uzunlam asına derin oyuk açılmak; lamba açıl
bulunmayan; mekânsız. 2. Yer yurt sahibi olma
mış olmak. 3. dönşl. f. Lamba sahibi olmak; lamba
yan; belli bir adresi olmayan. 3. tasvf. (A llah’ın sı
edinmek. 4. (Araç, eşya vb. için) lam ba takılmış fatlarından) m ekâna gereksinimi olmayan, mekânla
olmak. sınırlı olmayan; Allah. S lam ek ân ili, Tanrısal
lam balı, [lamba-lı] (lâ'mbalı) sf. 1. Lambası olan; âlem. || lam ek ân tak ım ı, Yersiz yurtsuz, adresi be
lam bası bulunan; lam ba sahibi olan. 2. (Bir sayı ile lirsiz kişiler topluluğu,
birlikte) o kadar lambaya sahip olan veya lamba lam el, [Fr. lamelle] (lâmel) is. 1. M ikroskopta ince
takılı olan. 3. (Araç ve alet için) lamba ile çalışan. lenm ek üzere lam üzerine konulm uş örneğin üzeri
4. (Ahşap parçalar için) kenarları birbirine geçecek ne konulan küçük ve ince dörtgen cam parçası. 2.
biçimde oyuklar açılmış bulunan; lamba açılmış biy. M antarlarda şapka altında bulunan ve spor ya
olan. S lam b alı birleştirm e, Birinin yüzüne diğe pıcı tabakayı taşıyan düzende dizili zarların her
rinin de altm a lamba açılmak ve biri diğerini bas biri. 3. biy. Çok ince tabaka.
tıracak biçimde taban ve lambri döşemelerinde
lam elif, [Ar. lâm -elif ı-AJI p'i!] (lâ;melif) {OsT} is.] is.
kullanılan birleştirme tekniği.
lam balık, -ğı [lamba-lık] (lâm balık) is. 1. Eskiden 1. Arap alfabesindeki lam ile elif harfinin birleşm e
evlerde lam ba koym ak veya takmak için yapılmış sinden meydana gelmiş Osmanlı alfabesinin 26.
özel yer; lam ba konulacak yer. 2. sf. (Gaz yağı harfi. 2. sf. Dolambaçlı, eğri büğrü. S lam elif çe
için) lambaya bir defada konulabilecek miktarda virm ek , B ir yerden p e k uzaklaşmadan dolaşıp geri
olan. gelmek. || lam elif çizm ek, L a m elif çevirmek.
lam basız, [lamba-sız] (lâm basız) sf. 1. Lambası ol lam es, [? lames] {ağız} is. İçine sebze konularak pi
mayan; lam ba sahibi olmayan. 2. Lam ba ile çalış şirilmiş pide. [DS]
mayan. 3. (Ahşap parça için) lamba açılmamış o- la m i1, [Ar. lâmî (lâ:mi:) {OsT} sf. 1. Lam (^)
lan. şeklinde olan; eğri büğrü. 2. Lam harfine ait. 3. At
la m b ırd a tm a k , [lamb (yans.) > lambır-da-t-mak] {çı nalı şeklinde olan. 4. ed. (Kaside için) kafiyesi lam
ğız} gçl. f. [-ır] İçinde sıvı bulunan kabı sallamak; harfiyle düzenlenmiş. 5. dbl. (Arapça isim tam la
çalkalamak. [DS] ması için) lam ile kurulmuş.
lam b ri, [Fr. lambris] is. 1. Isı yalıtımı sağlamak veya lam i2, -m i’i [Ar. lem e'an > lâm ic £»■)!] (lâ.mi) {OsT}
daha güzel bir görünüm sağlamak amacıyla duvar sf. Parlayan; parıldayan; ışıldayan. S la m iü ’n -n ü r,
ların iç yüzeyine kaplanan ahşap, formika, mermer {OsT} N ur saçarak parlayan.
vb. malzeme; iç duvar kaplaması. 2. Aynı amaçla
lam i2, [? lami] {ağız} is. Tanesiz taze fasulye. [DS]
yapılan tavan kaplaması. S la m b ri k ap lam ak ,
D uvar üzerine daha güzel görüntü vermek veya ısı la m i’a, [Ar. lem e'ân > lâm i'a 4 * ^ ] (lâ:mia) {OsT} sf.
yalıtım ı sağlam ak üzere ahşap, formika, mermer Parıldayan; parlayan; parlak,
vb. malzeme ile kaplamak. lam ih, [Ar. lem h > lâmih / lâm iha / ^-"i] (lâ:mih)
lam bsw ool, [İng. lamb (kuzu) + wool (yün)] (lembs- {OsT} sf. Parlayan; parlak,
vul) is. 1. Kuzu yünü. 2. sf. (Kumaş, örgü vb. için)
lam in a, [Lat. lamina] (lâmina) is. 1. İnce katman. 2.
bu yünden yapılmış olan,
anat. Kafatası kubbesinin yassı kemiklerini oluştu
la m b u r, [lamb (yans.) > lambur] is. 1. Sallanan veya ran tıkız dokulu iki tabakadan her biri. 3. Omurlar
yuvarlanan büyük bir kabın veya eşyanın çıkardığı da, eklem çıkıntısı ile diken çıkıntısı arasmda omu
ses. 2. {ağız} Su tenekesi. [DS] S la m b u r lu m b u r, run arka yayını m eydana getiren ince katman. 4.
{ağız} 1. (Yuvarlanmak için) gürültü çıkararak; jeol. Her tortul çökeltide bulunan, kalınlığı mikron
dangır dungur. 2. (Eşya için) laçka olmuş; kağşa ve milimetre ile ölçülebilen temel öge.
mış. 3. (Söz için) patavatsızca söylenen. [DS] la m in a ry a , [Lat. laminaria] (lâminarya) is. bot. Bü
lam çı, [yam-çı] {ağız} is. Yamçı. [DS] tün denizlerde rastlanan, emici köklerle kayalara
lam d a, [Fr. lamda] (lâmda) is. fiz. Işık dalga boyu. tutunan, sarı veya esmer renkte, ince silindirimsi
la m e 1, [Far. lâme / lâm ek ■u'sl / d M ] (lâ:me) {OsT} is. gövdeli (kongövde), basit şeritler hâlinde metreler
1. Hintlilerin sarık üzerine sardıkları bir tür tülben ce uzanan esm er su yosunları, (Laminaria).
de verilen ad. 2. Baştan ayağa kadar bütün vücudu lam in a ry a la r, [laminarya-lar] (lâminaryalar) is. bot.
saran baş örtüsü. Denizlerde özellikle gelgit alanlarında yaşayan,
otuz kadar türü bulunan, esm er su yosunları takımı,
lam e2, [Fr. lame] (lâme) sf. 1. (Kumaş için) metal
(Phaeophyceae).
ipliklerle veya metal görüntüsü veren polyester ip
liklerle dokunmuş olan. 2. M etal parlaklığı verilmiş lam is, [Ar. lems > lâmis a ~ ^ ] (lâ:mis) {OsT} sf. El
deri veya kumaştan yapılmış olan. ile dokunan; elle tutan; temas eden.
1 M İ & H . 2937 LAN
lamise, [Ar. lems > lamise ‘t~~o'i] (lâ:mise) {OsT} is. 1. ana çarmıhlarının boğatalarmı bordaya bağlayan
demir kollar.
Dokunma duyusu. 2. Dokunum. 3. biy. Duyarga. 4.
Anten. landar, [? lândar] (la:ndar) {ağız} sf. Kullanışlı
olamayacak derecede büyük olan. [DS]
lam işger, [Far. lâm işger (lâ;mişger) {OsT} is.
lando, [Fr. Landeau (Alman şehri)] (lâ'ndo) is. Dört
bot. Karaağaç, tekerlekli ve içinde dingillere paralel iki oturma
lamiye, [Ar. lâmıyye ‘Uj'îI] (lâımiye) {OsT} sf. -*■ la- sırası bulunan, üstü açılıp kapanabilen çift körüklü
mı . binek arabası; landon.
lamlı, [Yun. lamni] {ağız} is. 1. Namlu. 2. U fak çakı. landon, [Fr. Landeau (Alman şehri) > landon] ( lâ ’n-
3. Harmanda tınaz savrulduktan sonra uzunlam ası don) is. -*■ lando.
na bir kılıç namlusu görünümü alan tahıl yığını. İane, [Far. lâne 4 ^ ] (lâ:ne) {OsT} is. 1. Kuş yuvası. 2.
[DS] Aile ocağı; ev; aşiyan. S lâne-gîr, Yuva tutan; y u
lamlık, -ğı [lamlı-k] {ağız} is. Sapı kırılmış bıçak. va yapan.\\ lâne-i harâb, Yıkılmış, bozulmuşyuva.\\
[DS] lâne-i nermîn, Sıcak yuva. || lâne-i peder, Baba
lampa, [lamp (yans.) > lamp-a] {ağız} sf. 1. Tembel; ocağı.
uyuşuk. 2. Sözünü bilmez; salak. [DS]
lanet, [Ar. la'n et o jjJ] (lâ-net) {OsT} is. 1. A llah’ın
lampar, [lamp (yans.) > lam p-ar ?] {ağız} sf. (İnsan
için) kaba saba; iri. [DS] insanı sonsuza kadar bağış ve merhametinden yok
sun bırakması durumu. 2. A llah’ın bağış ve m er
lamsa, [? lamsa] {ağız} is. Cibinlik. [DS]
hametinden yoksun kalma. 3. Bir kim se için Al
-lan-, [-la-n- /-le-n-] yap. e. İsimden fiil türeten ek.
lah’tan sonsuza kadar bağış ve merhametten yok
İsimlerin belirttiği kavramı bulundurmak, sahip
sun kalmasını dileme; beddua; ilenç. 4. sf. (Yer,
olmak, edinmek anlam ında fiiller türetir: um utlan
nesne vb. için) can sıkıcı; sinir bozucu; sıkıntı ve
mak, duygulanmak, güneşlenmek, havalanmak,
ren. 5. (Kişi için) ters; berbat; çok kötü; uğursuz;
suçlanmak, sonuçlanmak, öfkelenmek, gururlan
aksi. S lanet etmek, 1. Birinin veya bir şeyin kötü
mak, {eAT} ğussa-lan-mak, kuvvet-len-mek.
lüğünü istemek; ilenmek; beddua etmek; lanetle
-lan1, [-la-n / -le-n] {eAT} çek. e. - l a ; ... ile.
mek. 2. N efret etmek; tiksinmek.]] lanet halkası,
-lan2, [-la-n / -le-n] yap. e. İsimden isim türeten ek. Evlilik sözleşmesi; nikâh.\\ lanet halkası boynuna
Hayvan adı yapmakta kullanılır: yılan, aslan, kap geçmek, H er zaman yakınm aya sebep olacak ve
lan, sırtlan. bir türlü kendini kurtaramayacağı bir duruma düş
la’n, [Ar. la'n ^yJ] (lâ-n) {OsT} is. Lanetleme; bed mek,[| la’net-i Hak, {OsT} 1. A lla h ’ın merhamet ve
dua; ilenç. bağışından yoksun bırakması. 2. A lla h ’ın m erha
lan1, [lang / lanğ / lan / long / lonğ / löng (yans.)] is. m et ve bağıştan yoksun bıraktığı.\\ la ’net-i İlâhiye,
Metal eşyaların birbirine dokunmasını, çarpmasını {OsT} 1. A lla h ’ın merhamet ve bağışından yoksun
ve bu biçimde gürültü çıkararak konuşm ayı anlatan bırakması. 2. A lla h ’ın merhamet ve bağıştan yo k
kök. [Zülfikar] lan lan, lan lan etmek sun bıraktığı.|| la’net-i Rabbaniye, {OsT} 1. A l
lah ’in merhamet ve bağışından yoksun bırakması.
lan2, [?lan] {eT} is. Bir tür göz hastalığı. [EUTS]
2. Allah 'in merhamet ve bağıştan yoksun bıraktı
lan3, [oğlan > ulan / lan] ünl. 1. Kaba biçimde ses
ğ ı.]| la’net-i Sâmedânîye, {OsT} 1. A lla h ’ın m er
lenme sözü; ulan. 2. Çok kaba biçimde nefret ve
hamet ve bağışından yoksun bırakması. 2. Allah ’in
öfke ifade eden söz; ulan.
m erhamet ve bağıştan yoksun bıraktığı. || (birine)
lan4, [Far. lan j^ ] (lâ:n) {OsT} is. 1. Vefasızlık; sa lanet okumak, Birinin Allah 'ın bağış ve m erhame
mimiyetsizlik. 2. Nankörlük; kıym et bilmezlik, tinden uzak kalmasını dilemek.\\ Lanet olası! (Kişi
lanarkit, [Fr. lanarkite] is. [Lanark (İskoçya'da bir veya nesne için) kendisine kızgınlık ve öfke duyulan
kontluk) > Fr. lanarkite] (lânarkit) is. kim. Hidratlı şey için kullanılan söz.|| Lanet olsun! Şiddetli bir
doğal kurşun sülfat, öfkeyi veya kini ifade etmek için “Allah kahretsin! ”
lanat, -dı [? lanat] {ağız} is. Kenevirin işe yaramayan anlamında söylenen ilenç sözü.\\ L a’net’ullah!
ince sapları. [DS] {OsT} 1. Allah lanet etsin! 2. Allah kahretsin/||
la’net’ullâh-âne, {OsT} Allah 'ın lanetine uğram ış
lanazir, [Ar. lâ-nazır jrJü'i] (lâ:nazi:r) {OsT} sf. Eşsiz;
çasına; lanete uğramış gibi. || la ’net’ullâhu aleyh,
benzersiz, t? lâ-nazîre-leh, {OsT} Eşsiz; benzersiz. {OsT} Allah ’ın laneti onun üstüne olsun!
lanca, [İt. lance] (lâ:nca) {ağız} is. Zeytin yağı koy lanetleme, [lanet-le-me] (lâ:netleme) is. Lanetlemek
maya yarayan galvanizden yapılmış silindir biçi eylemi veya durumu.
minde büyük kap. [DS] lanetlemek, [lanet-le-mek] (lâ;netlemek) gçl. f. [-r]
lança, [İt. lance] is. 1. Çanak. 2. Kefe, [-l(i)-yor] 1. (Allah) bağış ve merhametinden son
landa, [İt. landa] (la ’nda) is. dnz. Yelkenli teknenin suza kadar yoksun bırakmak. 2. Dinden kovmak. 3.
LAN O n iK E H • 2938
(B ir kimseye) başına bir bela gelmesini A llah’tan la n g ırd ak , -ğı [lang (yans.) > lang-ır-da-k] {ağız} sf.
dilemek; beddua etmek; lanet etmek. 4. (Bir kim 1. Çok bağırarak konuşan. 2. G ür sesli. 3. H ayvan
senin) A llah’ın gazabına uğramasını dilemek; bed lara takılan büyük çan; löngürdek. [DS]
dua etmek. la n g ırd a m ak , [lang (yans.) > lang-ır-da-mak] {ağız}
lanetlenm e, [lanet-le-n-me] (lâ.netlenme) is. Lanet g çsz.f. [-r] [-d(ı)-yor] 1. G evezelik etmek. 2. Bağı
lenm ek eylemi; lanete uğrama, rarak konuşmak. [DS]
lanetlenm ek, [lanet-le-n-mek] (lâ:netlenmelc) edil. f . la n g ırt1, [ langırt (yans.) ] {ağız ünl. 1. Küçümseme
[-ir] 1. (Allah tarafından) bağış ve merhametinden belirten bir ünlem. 2. sf. Hemen; çabucak; çarça
sonsuza kadar yoksun bırakılmak; lanet edilmek; buk. [DS]
lanete uğramak. 2. Hakkında A llah’ın laneti isten la n g ırt2, [langırt (yans.)] is. Dikdörtgen bir kutu i-
mek; beddua edilmek. 3. Toplum dışına itilmek, çinde oynanan m inyatür futbol oyunu. S la n g ırt
lanetli, [lanet-li] (lâ:netli) sf. 1. A llah’ın merhamet salonu, Jeton veya p a ra ile çalıştırılan langırt ve
ve bağışından yoksun bırakılmış olan; lanet edilmiş diğer oyun kutularının bulunduğu oyun salonu.
olan; lanetlenmiş. 2. Reddedilmiş; dinden kovul lan g ırtı, [langırt (yans.) > langır-t-ı] {ağız is. 1. Bü
muş. 3. Toplum ca dışlanmış. 4. is. mecaz. Nefret
yük çanın çıkardığı ses. 2. Anlam sız ve can sıkıcı
edilen şey; kötü; berbat; uğursuz. 5. din. Cehennem
söz. [DS]
azabını hak etmiş kimse.
langi, [? langi] {ağız} sf. İnce uzun. [DS]
la n g 1, [lang (yans.)\ is. Y üksek sesle konuşmayı
lango, [? lango] {ağız} is. Hamalların yük taşıdığı ip.
ifade eden ünlem, fi1 lang lan g a tm a k , {ağız} Yet
kisi olmadan konuşmak; yüksekten atmak. [DS] langona, [? langona] {ağız} is. 1. Küçük, zehirsiz
lang2, [lang (yans.)] is. Birden düşmeyi, yerine otur yılan. 2. Sarı yılan. [DS]
m ayı anlatan kök. [Zülfikar] lang-a-da, lang-ır-t lan g u n a, [? languna] {ağız} is. -*■ langona. [DS]
lang3, [lang / lanğ / lan / long / lonğ / löng (yans.)] is. la n g u r, [Hint, lagur > İng. langur] (lângur) is. zool.
M etal eşyaların birbirine dokunmasını, çarpmasını Uzun kuyruklu maym ungillerden, Hindistan ve
ve bu biçimde gürültü çıkararak konuşmayı anlatan Güneydoğu A sya’da yaşayan, iri gövdeli, meyve,
kök. [Zülfikar] lang-ır-da-mak, lang-ır langır, lang yaprak ve diğer bitkisel besinlerle beslenen, midesi
ır lungur, lang-ır-t S 1 lang lan g etm ek, {ağız} (Atın toplam ağırlığının dörtte birine ulaşan, gri veya sarı
boynuna gelen koşum için) gürültülü ses çıkarmak. kızıl tüylü, yuvarlak başlı, Hintlilerce kutsal sayı
[DS] lan büyük bir m aym un türünün adı, (Presbytis
la n g a 1, [lang (yans.) > lang-a] {ağız} sf. 1. Davranış entellus).
ları kaba ve kırıcı olan. 2. is. Beş taş oyununda alı lan g u st, [Fr. langouste] (lângust) is. zool. Kabuklu
nan sayı. [DS] lardan, duyargalarının ucunda kıskaçları olmayan,
lan g a2, [lang-ga] {ağız} is. Dalganın çarpıp kırıldığı ancak duyargaları güçlü ve dip taraflarında dikenli,
uzun sığlık. [DS] sıcak ve tropikal denizlerde yaşayan, eti yenen ıs
langada, [lang (yans.) > lang-ada] (langa’da) {ağız} takoza benzer bir böcek, (Palinurus vulgaris).
zf. Çabucak. [DS] lanğ, [lang / lanğ / lan / long / lonğ / löng (yans.)] is.
langadan, [lang (yans.) > lang-ada-n] (langa’dan) M etal eşyaların birbirine dokunmasını, çarpmasını
{ağız} zf. Birdenbire; çabucak. ve bu biçimde gürültü çıkararak konuşmayı anlatan
la n g a r1, [Fr. hangar => langar] {ağız} is. Üstü çinko kök. [Zülfikar] lanğ-ır lunğur
ile örtülü, çevresi açık çatı; sundurma. [DS] lan k , [lank / link / ling / long / löng / lönk /lön
la n g a r2, [lang (yans.) > lang-ar] {ağız} sf. Şişman. (yans.)] is. Dengesiz ve düzensiz yürümeyi ve gidi
[DS] şi; kaba saba ve gelişigüzel konuşmayı anlatan kök.
la n g a z ', [lang (yans.) > lang-az] {ağız} sf. Tembel. [Zülfikar] lank-ır lunkur
[DS] la n k u r, [lank (yans.) > lank-ur] {ağız} is. 1. Metal
langaz2, [Yun. loggos => longoz > langaz] {ağız} is. eşyaların birbirine dokunmasını, çarpmasını ve bu
1. Tepeler arasındaki çukur yerler; uçurum. 2. De biçimde gürültü çıkararak konuşmayı anlatan yan
niz ve büyük ırmaklarda birdenbire derinleşen yer sımalı gövde. 2. D engesiz ve düzensiz yürümeyi ve
ler; suların en derin yeri. 3. Su çevrisi. [DS] gidişi; kaba saba ve gelişigüzel konuşmayı anlatan
lan g ır, [langır (yans.) is. Düşen veya yuvarlanan bir yansımalı gövde. S la n k u r lu n k u r, {ağız} (Ko
metal parçasının çıkardığı ses. S la n g ır lan g ır, nuşma ve yürüyüş için) biçimsiz. [DS]
{ağız} (Ses için) kaba ve gürültülü. [DS]|| lan g ır lanolin, [İt. lana (yiin) + oleum (yağ) > Fr. lanoline /
lu n g u r, 1. M adenî bir gürültü ile; metal sesi ile. 2. lanoleine] (lânolin) is. Parfümeri endüstrisi ile ec
D ikkat etmeden; savruk bir şekilde. 3. {ağız} (Ko zacılıkta kullanılan, koyun yapağısından elde edi
nuşm a ve yürüyüş için) biçimsiz. [DS] 4. {ağız} len, yağ asitleri esteri ile kolesterol, dihidrokoles-
(Masa vb. için) iğreti ve sallantılı. [DS]
terol vb. sterol grubu alkollerin karmaşık birleşi-
o r u M R f f l j f . » 2939 LAP
ininden meydana gelmiş, katı kıvamda, amberimsi şak ve gevşek; koyu bulamaç kıvamında,|| lapa
sarı renkte bir yağ. vurmak, Tedavi amacıyla ağrıyan yere keten to
lanse1, [Fr. lance] (lâm e) is. Değişik renkte iplik ka humu, patates vb. lapası uygulamak.
tılmış mekiklerle dokunan ve her atkı ipliğinin ren lapa3, [? lapa] {ağız} is. 1. Denizin dibinde yetişen ve
gi birbiriyle karşılaşarak bir desen meydana getiren beyaz çiçek açan bir bitki. 2. Kupes balığı. 3. B ul
kumaş türü. gur ve soğanla yapılan bir tür çorba. [DS]
lanse2, [Lat. lanceeare (mızrakla öne atılmak) > Fr. lapa3, [İt. cocaletta = > lata] {ağız} is. Pardösü. [DS]
lancer (başlatmak)] (lânse) sf. İleri sürülmüş; ileri lapacı, [lapa-cı] sf. 1. Lapa yemeyi seven; lapa yiyen.
atılmış; ortaya çıkarılmış, S1 lanse etmek, Tanıt 2. mecaz. Beden bakımından iri olduğu hâlde güç
mak üzere öne sürmek; ortaya çıkarmak. süz ve dayanıksız olan. 3. mecaz. Yorgun; bitkin,
lantan, [Yun. lanthanein (saklanmak) > lanthane] lapacılık, -ğı [lapa-cı-lık] is. 1. Lapa yapm a ve uygu
(1ân tan) is. kim. Periyotlar cetvelinin nadir toprak lama işi. 2. mecaz. Tembellik; gevşeklik; uyuşuk
lar grubunun ilk sırasında yer alan, atom numarası luk.
57, atom ağırlığı 138,92, yoğunluğu 6,1 olan, ha lapaç, -cı [? lapaç] {ağız} is. Sopa, fi1 lapaç yemek,
vada çabuk oksitlenen, parlak bir alevle yanan, lüks {ağız} Sopa yemek. [DS]
lambalarının gömleklerinin yapım ında kullanılan lapadak, -ğı [lap (yans.) > lap-ada-k] {ağız} zf. A nsı
gri renkli bir element; sembolü: La. zın; birdenbire. [DS]
lantanit, [Fr. lanthanide] (lântanit) is. Periyotlar cet lapak, -ğı [lap (yans.) > lap-ak] {ağız} is. 1. İri kar
velinde ilki lantan olan ve atom sayıları 57 ile 71 parçası. 2. Deveye yedirilen kepek topağı. 3. ünl.
arasında yer alan, birbirine çok yakm kimyasal Oyunda önceden kararlaştırılan sayıya gelindiğinde
özellikler taşıyan on beş nadir toprak elem entleri söylenen söz; kama. [DS] <9 lapak lapak, {ağız} 1.
nin genel adı. Topak topak. 2. (Kar yağışı için) lapa lapa. 3. (Kan
lap1, [lab / lap (yans.)] is. D üzensiz adım atmayı, için) pıhtı hâlinde. [DS]|| lapak oyunu, {ağız} Topu
dengesiz yürümeyi anlatan kök. [Zülfikar] lap lap, duvara vurup düşürmeden yüze kadar sayarak oy
lap-an ayak, lab+bas-tı S' lap lap, (Ayağına büyük nanan oyun. [DS]
gelen ayakkabı giym iş biri için) yürürken çıkardığı lapakaz, [? lapakaz] {ağız} is. Yasa ve kural dışı cin
ses.|| lap lap ayaklı, (Kişi için) kirleteceğini dü sel ilişki. [DS]
şünmeden temiz bir yere çamurlu ayakları ile g i lapan, [lap (yans.) > lap-an] {ağız} is. Üstü az çamur
ren. lu altı kuru toprak. [DS] 0 lapan ayak, {ağız} (Kişi
lap", [lap / lep / lop (yans.)] is. 1. Peltemsi, sulu ve için) yavaş ve büyük adımlarla yürüyen. [DS]
cıvık maddelerin yere düşerek yayılmasını; buna lapara, [? lapara] {ağızj sf. 1. Ahmak. 2. is. anat.
benzer yürümeyi ve konuşmayı anlatan kök. [Zülfi Dalak. [DS]
kar] lap-a-dak, lap(p)-a-dak, lap lap, lap-ak lapak lapatga, [? lapatga] {ağız} is. Kalın sacdan yapılmış
2. Ağır fakat yumuşak şeylerin düştüğü anda çıkar kürek. [DS]
dığı ses.S lap lap, (Kedi, köpek vb. için) su ve y a l lapatka, [? lapatka] {ağız} is. -*■ lapatga. [DS]
içerken çıkardığı ses.|| lap lap, Büyük ve yum uşak lapban, [lap(b)-a-n] {ağız} sf. (Yürüyüş için) lap lap
parçalar hâlinde.\\ lap lap hamuru, Yoğurtlu man- sesler çıkararak, fi1 lapban lupban, {ağız} (Yürüyüş
tı.|| lap lap konuşm ak, B ilgiçlik taslayarak ko için) düzensiz ve gürültülü adımlarla. [DS]
nuşmak; büyük konuşmak.
lapbasan, [lap (yans.) + bas-an] {ağız} sf. 1. (İnsan ve
lap3, [lap] {ağız} is. Taze incir. [DS] hayvan için) ağır kanlı; çok yavaş. 2. Şişman. 3.
lap4, [? lap] {ağız} is. Avuç içi. [DS] (Kişi için) dengesiz ve sarsak yürüyen. 4. Patavat
lap5, [lap] {ağız} zf. 1. En çok; çok. 2. Tam. 3. İyice. sız. [DS]
[DS] S lap labına, (Yüzeyleri düzgün olan iki şeyin labbastı, [lab+bas-tı] {ağız} sf. Ağır kanlı; çok yavaş.
değmesi için) aralık bırakmadan. [DS]
lapa1, [lap (yans.) > lap-a I eA T yapa] zf. (Kar yağışı lapçın, [Far. lab-çîn [Râsânen]] is. 1. Tabanı m eşin
için) iri; kuş tüyü gibi. S lapa lapa, (Kar yağışı den yapılmış, çorap gibi bacağı saracak kadar uzun
için) iri ve yassı taneler hâlinde. ve geniş konçlu, baldır üzerine bir kaytanla bağla
lapa", [Lat. lappa (dulavrat otu)] (lâpa) is. 1. N işas nan bir tür mest, {ağız} (aynı) [DS] 2. Lastikli ayak
talı ve unlu tanelerin genellikle pirinç suyuyla kay kabı. 3. {ağız} Takunya. [DS] S lapçın ağız, {ağız}
natılmasıyla elde edilen kıvam lıca bulamaç. 2. Ke (Kişi için) büyük ağızlı. [DS]|[ lapçın ayak, {ağız}
ten tohumu, bazı çiçek ve yapraklar iyice kaynatıl iri ve tabanı çok sert ayak. [DS]
dıktan sonra bir tülbende sarılarak, sıcak hâlde ağ lapçınlı, [lapçm-lı] sf. Lapçını olan; lapçın giymiş
rılı olan bölgeye dışardan sarılmak suretiyle uygu olan.
lanan kıvamlı ilaç. 3. Koyu bulam aç biçiminde kı lapçin, [? lapçin av~^] (lâ;pçi:n) {OsT} is. -*■ lapçın.
vamı olan şeylerin genel adı. S1 lapa gibi, Yumu
LAP m U flC E H • 2940
lapıdak,-ğı [lapa-da-k > lap-ı-da-k] /ağızj zf. (K o lapor, [Fr. rapport] {ağız} is. Rapor. [DS]
parm ak için) birdenbire. [DS] lappadak, [lap (yans.) > lappa-da-k] zf. 1. (Düşmek
lapit, [Slav, löpata] {ağız} is. 1. Ucu kaim sopa; lo için) lap diye ses çıkararak. 2. (Yapmak ve etmek
but. 2. Saç üstündeki ekmeği çevirmekte kullanılan bildiren eylem ler için) ansızın ve şiddetle,
tahta kürek; bisleğeç. 3. Çamaşır tokacı. [DS] lappak, [lap (yans.) > lap(p)-ak] {ağız} is. Portakal,
lapilli, [İt. lapilli] (lâpilli) is. 1. Küçük taşlar. 2. Ya karpuz vb. kabuğunun yuvarlak kesilm iş üst parça
nardağlardan fırlayan 5 - 5 0 mm. çapındaki katı sı. [DS] S lappak lappak, {ağız} (Kar yağışı için)
parçalar. büyük parçalar hâlinde; lapa lapa. [DS]
lapina, [Yun. lapina / lepaiva / lempaina] is. zool. 1. lappaş, [lap (yans.) > lap(p)-aş] {ağız} sf. (Kişi için)
Lapinagillerden kayalık kıyılarda ve sığ sularda şişman ve ağırkanlı. [DS]
yaşayan, oldukça büyük, yumurtalarını yosunlar lapşat, [lap (yans.) > lap (ı)ş-a-t ?] {ağız} sf. Aptal;
arasına yaptığı yuvalara bırakan, oldukça renkli sersem; sarsak. [DS]
kemikli balık, (Labrus merula). 2. Lapinagillerden, laptop, [İng. lap (kucak) + top (üstü)] (lâptop) sf.
kıyıların bol bitkili kesimlerinde ve kayalıklar ara (Bilgisayar için) kucak üstü; diz üstü,
sında yaşayan, erkeklerinin rengi kahverengimsi lapudasız, [lapuda-sız] {ağız} sf. (İş için) bozuk
sarı on - on beş cm. boyunda kemikli balık; ördek düzen. [DS]
balığı, (Labrus bimaculatus). lapuğa, [lap (yans.) > lap-u(k)-a ?] {ağız} is. Ağrılı ya
lapinagiller, [lapina-gil-ler] is. zool. Örnek türleri la da şiş yere konulan lapa. [DS]
pina, cırcır balığı ve gün balığı olan, kayalık yer lapurdak, -ğı [lap (yans.) > lap-ur-da-k] {ağız} is. Su
lerde yaşayan, canlı renklerle bezeli, yutaklarında tası. [DS]
parçalayıcı dişleri bulunan iri dudaklı, yuvarlak -lar1, [eT. ula-m ak (ulamak, birleştirmek) > ula-r (-
kuyruk yüzgeçli kemikli balıklar familyası, (Lab- r: geniş zaman eki) > -lar / -1er] çek. e. 1. İsim, za
ridae). mir ve çekimli fiillere gelerek topluluk, çokluk ve
lapisik, -ği [? lapisik] {ağız} sf. Oval. [DS] saygı çokluğu bildiren en işlek çokluk eki; topluluk
lapistik, -ği [? lapistik] {ağız} sf. Kırılm adan ezilip veya bir sınıfa ait olanların bütününü ifade eder;
yassılaşmış; yassı. [DS] 0 lapistik olmak, {ağız} bütün şeyler; o şeyin hepsi, at (isim) + ul-a-m ak >
(Bir şeyin altında kalmaktan dolayı) ezilmek; ya m at+ul-a-r (-r; geniş zam an eki; at topluluğu; atın
yassı olmak. [DS] toplanması) > atular > at-lar. 2. Belirli sayıda bir
lapkadife, [lap+kadife] {ağız} is. Kadife çiçeğinin iri çokluk bildirir. 3. Bütünü oluşturan sınıfı gösterir.
ve sarı renklisi. [DS] 4. Geniş zaman çokluk üçüncü kişide “zaman ve
Iaplabına, [lap+lap-ı-n-a] (laplabı ’na) {ağız} zf. (Yü kişi” eki “-ır-lar; -ur-lar” değeriyle kullanılır. “Gi
zeyleri düzgün iki şeyin birbirine değmesi için) rip çıkup alup verier (verirler) kemakân. ” Tarih-i
aralık bırakmamacasma; tıpatıp. [DS] Al-i Osman.
laplak, [lap (yans.) > lap-la-k] {ağız} is. 1. Ağaçtan -lar2, [eT. ula-mak (ulamak, birleştirmek) > ula-r (-
oyularak yapılmış su tası. 2. Keten helvası yapmak r; geniş zam an eki) > -lar / -1er] yap. e. 1. Özel ad
için koyulaştırılmış şerbet. 3. Akide şekeri. [DS] lardan kişi adlarına, soyadlara, unvanlara gelerek
laplam, [lap-la-m] {ağız} is. Çamur, hamur gibi cıvık aile kavram ı katar: Cemler, Demireller, A li Beyler,
olan şeylerin bir kürek dolusu parçası. [DS] Ayşeler. 2. Oğul ismi ile kurulmuş tam lam a biçi
laplanga, [lap (yans.) > lap-la-n^ga] {ağız} is. -*• lap- mindeki özel isim lere beylik kavramı katar:
Aydınoğulları, Tekeoğulları; Osmanoğulları. 3.
langı. [DS]
Kavim ve millet adlarına getirilerek milletin tüm ü
laplangı, [lap (yans.) > lap-la-n-gı] {ağız} is. Saç üs
nü kapsayan kavram lar katar ve topluluk adları ya
tünde yufkayı çevirmekte kullanılan kürek biçi
par: Türkler, Araplar, Moğollar. 4. -li eki ile ku
mindeki tahta araç. [DS]
rulmuş özel isimlere getirilerek kavim ve devlet
laplangıç, -cı [lap (yans.) > lap-la-n-gıç] {ağız} is. -*■ kavramı katar: Osmanlılar, Gazneliler, Karakeçili
laplangı. [DS] ler. 5. Bir yere mensubiyet anlatan sıfatlara gelerek
laplup, [lap (yans.) > lap+lup] {ağız} is. İncir. [DS] genelleme kavramı katar: liseliler, köylüler, böyle-
Lapon, [Lap. Lapon] (lâpo ’n) is. 1. Laponya halkın ler. 6. Din adı taşıyan özel isimlere gelerek o dine
dan olan veya bu halkın soyundan gelen kimse. 2. ve tarikata bağlı olm a kavram ı katar: Müslümanlar,
(İsim tamlamalarında) Laponlarla ilgili olan; La- Hristiyanlar, Budistler, Şiiler. 7. Tanınmış kimse
ponlara ait olan. 3. sf. Laponlara veya Laponya’ya ve yer isimlerine gelerek onların özelliklerini yü
ilişkin; Laponlara özgü. celtip benzerlik ve saygı kavramı taşıyan isimler
Laponca, [Lapon-ca] (lâpo’nca) is. 1. Lapon dili. 2. yapar: Fatihler, Yunuslar, Istanbullar. 8. İyelik eki
zf. Lapon gibi; Lapon’a özgü biçimde. almış akraba isimlerine gelerek aile kavram ı katar:
Laponyalı, [Laponya-lı] (lâpo ’nyalı) is. Lapon. eniştemler, teyzenler, halanlar, görümceleri, am-
iiinıııt$fiı«. 294i LAS
camlar. 9. Meslek, taraftar bildiren isim ve sıfatlara olduğu kadar ağır tempo ile. 2. is. Bu şekilde icra
gelerek aynı grup, meslek veya görüşte bulunma edilen eser bölümü.
kavramı katar: gazeteciler, Ülkücüler, Atatürkçü -ları1, [-lar-ı /-ler-i] çek. e. İyelik eki. Getirildikleri
ler, mimarlar. 10. Üçüncü tekil iyelik eki almış bir isme, ilgi, aitlilc, sahiplik kavramları katan ve ismi
kelimeye gelerek saygı kavram ı katar: eşleri, baba isme bağlayan çoğul üçüncü kişi iyelik eki: evleri,
ları. 11. Zamirlere gelerek saygı kavram ı katar: odaları, okulları, anneleri.
sizler, kendileri. 12. Saygın ve tanınmış tek bir ki -la n 2, [-lar-ı / -ler-i] yap. e. 1. Sınırları belli olmayan
şiden bahsederken yaptığı eylem le ilgili olarak çe zamanı anlatmaya yarayan zarflar yapan yapım elci:
kim li fiilin sonuna gelerek saygı ifade eder: geldi akşamları. 2. Getirildiği kelimeye bir saygı anlamı
ler, buyurdular, aldılar. 13. Sayı adlarından sonra katar: eşleri.
gelerek siyasi veya başka amaçlarla m eydana gel larıklamak, [larık-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-
miş gruptaki üye sayısını ifade eder: üçler, kırklar. yor] Davar çağırmak. [DS]
14. Sayı adlarına gelerek matematikteki basam ak larj, [Lat. largus > Fr. large] (lârj) sf. 1. Bol; geniş.
ları belirten sıfatlar yapar: birler, onlar, yüzler, bin 2. Cömert.
ler. 15. Canlı isimlerine gelerek biyolojide canlılar lark, [lark (yans.)] is. Kalıbına, ölçülerine uygun gel
dünyasının üçüncü kademesi olan takım admı ya meyi, yerine oturmayı ve geçmeyi anlatan kök.
par: sürüngenler, kelebekler, omurgalılar, tek hüc [Zülfikar] lark-a-dak
reliler, memeliler. 16. Biyolojide -gil ekinden sonra larkadak, -ğı [lark (yans.) > lark-ada-k] {ağız} zf.
gelerek canlılar dünyasının dördüncü kademesi
(Bir şeyi bir yere sokmak veya oradan çıkarmak
olan aile kavramını karşılar: aslangiller, kedigiller,
için) birden ve “la rk” sesi çıkararak; kolayca; he
gelincikgiller, baklagiller. 17. Zaman bildiren isim
mencecik. [DS]
lere üçüncü tekil kişi iyelik ekiyle birlikte gelerek
larkadan, [lark (yans.) > lark-ada-n] {ağız} zf. -*■ lar
belirsizlik kavramı taşıyan sıfatlar yapar: geceleri,
kadak. [DS]
akşamları, yazları, kışları. 18. Semt ve mahalle
isimleri yapar: Kırkkavaklar, Beşevler, Aydınlık- larki, [Ar. lârkı (lâ;rki;) {OsT} is. bot. Keçi
evler. boynuzu; harnup,
-lar3, [eT. ula-mak (ulamak, birleştirmek) > ula-r (- larp, [larp (yans.)] is. Birden çıkıvermeyi, ortaya
r: geniş zam an eki) > -lar / -1er] {eAT} yap. e. 1. atılmayı anlatan kök. [Zülfikar] larp-a-da-k
lan; -larda; -leyin ” değeriyle zaman zarfları yapar. larpacak, -ğı [larp (yans.) > larp-a-cak] {ağız} -*•
“K im dir geceler (geceleri) tapuna mahrem. ” Leyla larpbacak.
ve Mecnun. 2. çek. e. Sayı sıfatları ile kullanıldığı larpadak, -ğı [larp (yans.) > larp-ada-k] z f Ansızın
zaman, tekil olması gereken belirtilenin aldığı ço ve şiddetli biçimde; larp diye; şiddetle,
ğul eki. “Yolda birkaç müşriklere (müşrike) sataş larpbacak, -ğı [larp (yans.) > larp(b)-a-calc] {ağız} zf.
tı. ” Tefsir-i Ebilleys Tercümesi (Fırlayıp ayağa kalkm ak için) birdenbire. [DS]
laran, [? laran] {ağız} is. K ıldan yapılmış çuval bağı. lars, [? lars] {ağız} is. Biçilmiş olardan yapılmış ot
[DS] dizisi. [DS]
larengoskop, [Fr. laryngoscope] (lârengoskop) is. larva, [Lat. larva (hayalet; maske)] is. zool. 1. Ergin
tıp. Gırtlağı m uayene etmeye yarayan aygıt, karakterini kazanm adan önceki genç hayvan. 2.
larenjit, [Fr. laryngite] (lârenjit) is. tıp. Gırtlağın Bazı böceklerin, yumurtadan çıktıktan sonra kriza
iltihaplanması; gırtlak iltihabı. lit oluncaya kadar geçirdiği evredeki durumu; kurt
lareyb, [Ar. lâ-reyb (şiiphe) v o 'f l (lâ:reyb) {OsT} sf. çuk.
Tereddüde yer bırakmayan; şüphesiz; kesin ve las’, [Far. lâs Lr.’f] {OsT} is. 1. Bayağı ipek. 2. Dişi
açık. S1 lâ-reybe flh, {OsT} B u işte hiç şüphe yok; hayvan. 3. Köpek.
bundan hiç şüphe edilmez; K ur ’an. las2, -ssı [Ar. laş j J ] {OsT} is. Hırsız.
lareybi, [Ar. lâ-reybı (lâ;reybi:) {OsT} sf. 1. las, [? las] {ağız} is. Biçilm iş otlardan yapılan ot di
Şüphe götürmeyen; şüphesiz. 2. (Hüküm için) zisi. [DS]
K ur’an’dan çıkan, lasa, [? lasa] {ağız} is. Ihlamur kabuklarından örülen
largâh, [? largah] {ağız} is. Dokuma tezgâhlarında ve arabanın tabanına konulan kanat. [DS]
çözgü tellerinin birbirine karışmaması için kullanı
lasak, -kı [Ar. laşak Lj-J] (lâsak) {OsT} is. Akciğer
lan ağaç araç. [DS]
zarı yapışıklığı,
larghetto, [İt. largo (geniş) > larghetto] (lârge 'tto) zf.
lasan, [? lasan] {ağız} Çitle çevrilmiş tarlalar arasın
müz. 1. Largodan biraz daha hızlı olarak. 2. is. Bu
dan geçen dar yol. [DS]
tempoda icra edilen bölüm, 3. Bir sanat veya bir
konçertonun ikinci bölümü, lasani, [Ar. lâ-sânî Şii'si] (lâ;sa:ni:) {OsT} sf. Eşsiz;
largo, [İt. largo (geniş)] (lâ ’rgo) zf. müz. 1. Mümkün benzersiz.
LAS 0 IİİM IİİIC E S Ö M . 2942
lasık, -kı [Ar. lüşük > lâşık 'i] (lâ:sık) {OsT} sf. 1. len. ö lastikli söz, D eğişik anlamlara çekilebilen,
fa rklı yorum lanabilen söz veya konuşma.
Yapışan; yapışıcı; yapışkan. 2. Yapışmış,
lastikotin, [İng. leasting + coating] (lâstikotin) is.
lasif, [Ar. lâşıf ^ - i ^ l (lâsi.fi s kalın söylenir) {OsT}
Smokin dikiminde kullanılan, sık ve diyagonal do-
sf. Parlayan; parlayıcı, kunuşlu, parlak, ince esnek bir cins kumaş,
lasiyem a, [Ar. lasiyemâ U-w.'s!] (lâ:siyema:) {OsT} zf. lastiksiz, [lastik-siz] (lâstiksiz) sf. 1. İçinde veya ü-
Özellikle. zerinde lastik bulunmayan. 2. Lastik takılmamış;
lastik geçirilmemiş.
lask, [Ar. laşk j - J ] (lâsk) {OsT} is. Yakı.
-laş-, [-la-ş- / -le-ş-] yap. e. İsimden fiil türeten ek.
laski, [Ar. laşkı (lâski:, k kalın söylenir) {OsT} İsmin belirttiği anlama uyan, benzeyen kavramları
sf. Yakı ile ilgili, katarak fiiller türetir. Bu fiiller çoğunlukla işteş ve
laskine, [Fr. lansquenet] (lâskine) is. İskambil kâğıt dönüşlü çatıdadır: aptallaşmak, yüzleşmek, kötü
ları ile oynanan bir tür oyun, leşmek, çağdaşlaşmak, güzelleşmek.
laso, [İt. / Fr. lasso] (lâso) is. Kement, la ş1, [Far. lâş j i ’i] (lâ:ş) {OsT} is. 1. Yağma; çapul. 2.
last, [? last] {ağız} is. Biçilmiş otlardan meydana ge sf. (Kişi için) aşağılık; bayağı; adi.
len ot dizisi. [DS] laş2, [laş] {ağız} is. Dudak. [DS]
lasta, [Holl. last (yük) / İt. lasta] (lâsta) is. 1. Kuzey laşan , [laş-an] {ağız} sf. Darmadağınık; karmakarışık.
A vrupa’da büyük miktardaki gemi m allarının ağır [DS] S laşan etm ek, {ağız} K arm akarışık etmek.
lığını belirtmek amacıyla kullanılan yaklaşık iki [DS]
ton ağırlığındaki ölçü birimi. 2. Dört köşe olarak
İaşe, [Far. İaşe ■u;'}!] (lâ:şe) {OsT} is. 1. Leş. 2. İskelet
biçilm iş veya yontulmuş meşe veya çam kereste
ithalatında kullanılan hacim ölçüsü birimi. halinde kalmış hayvan; zayıf; cansız; cılız; etsiz. 3.
dnz. Batmış gemi enkazı; batık. 4. mecaz. Kıyıda
la stary a , [? lastarya (lâstarya) {OsT} is. Kı
kalmış, çürümeye terk edilmiş tekne. 0 laşe-h ar,
vırcık salata veya kara lahana, {OsT} Leş ile beslenen hayvan.
iasteks, [Tescilli isim lastex] (lâsteks) is. 1. Eldiven,
laşey, -y ’i [Ar. lâşey' t ^ ^ ] (lâ;şey) {OsT} sf. Pek
m ayo vb. dayanıklı veya esnek dokuma ürünleri
yapım ında kullanılan, üzerine pamuk veya ipek değersiz; hiçbir şey değil.
iplik sarılmış kauçuk ipliği. 2. sf. (Kumaş vb. için) la şg a 1, [İt. lasca] (lâ ’şka) {ağız} is. -*■ laşka. [DS]
bu tü r iplikten üretilmiş olan, laşga2, [? laşga] {ağız} is. 1. Makat. 2. Suyla oynaya
lastik, -ği [Fr. elastique / lastex (don lastiği m arka rak üstünü başını ıslatan çocuk. 3. Geceleri altını
sı.)] (lâstik) is. 1. Kauçuk. 2. İnce kauçuk veya kau ıslatan çocuk. [DS]
çuktu şerit. 3. K auçuk lifleriyle desteklenmiş ve laşg alan m ak , [laşga-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-
çeşitli işlerde kullanılan dokuma. 4. Yazı silgisi. 5. ;r/-»-laşkalanmak. [DS]
Süveter, yelek, kazak vb. giyeceklerin kol, yaka la ş k a 1, [İt. lasca] (lâ ’şka) {ağız} is. 1. Laçka. 2. İşi
veya belindeki esnek örgü. 6. Bazı ayakkabı, terlik gevşetme. [DS]
ve mestlerin üzerine giyilen kauçuk ayakkabı. 7. laşk a 2, [? laşka] {ağız} is. 1. Alay; şaka. 2. Aldırış
Bazı taşıtların jantlarına yerleştirilmiş ve içi hava etmeme. [DS] S1 laşk a geçm ek, Aldırış etmemek;
ile şişirilmiş esnek tekerlek bandajı. 8. Korse. 9. dikkat etmemek.
{ağız} Çocukların kuş vurm ak için kullandıkları la şk alan m ak , [laşka-la-n-mak] {ağız} dönşl. fi [-ır]
sapan. [DS] 10. sf. Kauçuktan yapılmış. S’ lastik Laçka olmak. [DS]
ağacı, bot. Sıcak ülkelerde yetişen, odunsu gövdeli,
laşo, [? laşo] {ağız} sfi. Büyük ağızlı. [DS]
öz suyu yapışkan, süt kıvamında, yaprakları 'oval
biçimli bir ağaç; kauçuk, (Ficus elastica).\\ lastik L at, [Ar. lât o "i] (lâ:t) {OsT} is. İslam lık öncesi A-
gibi, 1. Çevik. 2. (Et için) iyi pişmemiş; sert. || las rapların, K âbe’de bulundurdukları putlardan birinin
tik örgü, ilm ekleri bir ters bir yüz örülmek suretiy adı.
le yapılan esnek örgü. || lastik tu tk a lı, Lastiklerin la ta 1, [İt. latta / Fr. latte] is. Kalınlığı 3-4 cm., geniş
kasnağa yapıştırılmasını sağlayan yapıştırıcı. liği 8-12 cm. olan dikdörtgen kesitli dar ve uzun
lastikçi, [lastik-çi] (lâstikçi) is. 1. Lastik ve lastik tahta parçası.
ürünlerini satan kimse. 2. Otomobil lastiklerinin la ta 2, [İt. cocaletta] is. 1. Yakası ve kolları setre
tam ir ve bakımını yapan kimse, biçiminde ilmiye sınıfı cüppesi; pardösü. 2. {ağız}
lastikçilik, -ği [lastik-çi-lik] (lâstikçilik) is. Lastikçi- Palto. [DS]
nin işi ve mesleği, latan , [Lat. latere > Fr. latent] sf. Gizil; potansiyel,
lastikli, [lastik-li] (lâstikli) sf. 1. İçinde veya üzerin la ta n y a, [Karaip d. alattani > Fr. latania] is. bot.
de lastik bulunan. 2. mecaz. (Konuşma ve söz için) Palmiyegillerden, bazı türleri evlerde ve limonluk
değişik yorum lara uygun; türlü anlam lar verilebi larda süs olarak yetiştirilen, bazı türlerinin de yel-
I I M I I Î f lM . 2943 LAT
paze biçimindeki yaprakları hasır dokuma işlerinde {OsT} sf. 1. Lütfeden. 2. İnce, hoş ve yum uşak bir
kullanılan, kon gövdeli, güzel görünüşlü bir tür güzelliği olan; narin. 3. Cisimle ilgili değil m ane
palmiye, (Latama rubra). viyatla ilgili olan; gökçe. 4. isi. En ince işlerin bü
latdik, -ği [? latdik] {ağız} is. Kuşburnu meyvesini tün inceliklerini bilen; nasıl yapıldığına akıl erdiri-
ezip yumuşattıktan sonra yapılan topak. [DS] lemeyen ve bilgi olarak ulaşılamayan en ince şeyle
lateks, [Lat. latex (sıvı, öz su)\ (lâteks) is. 1. Bazı ri yapan; ince ve sezilmez yollardan kullarına çeşit
bitkilerin süt kıvam ve görünüşündeki öz suyu. 2. li faydalar ulaştıran; Allah.
Kauçuk ağacından elde edilen ve lastik üretiminde latife, [Ar. latife -üJa)] (lâtife, t kalın söylenir) {OsT}
kullanılan süt. 3. Yapay olarak üretilen kauçuk ve is. 1. Güldürmek, eğlendirmek için söylenen söz
plastik maddelerin genel adı. veya yapılan davranış; nükte; şaka. 2. ed. Güldürü
lateksli, [lateks-li] (lâteksli) sf. (Bitki için) lateks cü niteliği olan kısa hikâye; fıkra. S latife berta
salgılayan. raf, {OsT} Latife bir tarafa. || latife beyanı, huk.
latent, [Lat. lanens (saklı) > Fr. latente] (lâtent) is. Karşı tarafın işi ciddiye almayacağı hesabıyla y a
Belli şartlar oluşuncaya kadar uyku hâlinde olma. pılan irade beyanı.|| latifeden anlam ak, Şaka y a
S latent demir bağlam a kapasitesi, biy. D oym a pıldığını bilerek, anlayarak ona göre davranmak;
mış demiri bağlama kapasitesi.|| latent enfeksiyon, hoş görmek; alınmamak; şaka kaldırmamak.\\ latife
tıp. 1. Tipik hastalık belirtileri göstermeyen, genel etmek, Şaka yapmak. || latîfe-gû, {OsT} Latife söy
tekniklerle izlenmesi zo r bakteri enfeksiyonu. 2. leyen]] latîfe-gûyî, {OsT} Şakacılık,|| latîfe-i
Tipik belirtileri olmayan virüs enfeksiyonu,|| latent gaybiye, {OsT} Allah ’ın görünmeyen bir kimse eliy
enzim, biy. Şartlar değiştiğinde etkenleşen enzim. || le bağışladığı lütuf]] Latife latif gerek. Şaka y a
latent görüntü, fiz. Radyasyon etkisinde kalan f o parken kaba olmamalı, nezaketten ayrılmamalı,
toğraffilm inde görülmeyen, ancak fo to ğ r a f banyo anlamında kullanılır]] latîfe-perdâz, {OsT} Şaka
larından geçirildiği zam an ortaya çıkan görüntü.\\ yapan.]] latîfe-perdâzâne, {OsT} Şaka yollu]] latî-
latent virüs, tıp. K onukçusunda tümör yapan, fa k a t fe-perdâzî, {OsT} Latifecilik.
belli bir süre belirtisini göstermeyen virüs tipi. latifeci, [latife-ci] (lâtifeci) is. Latife yapan; şakacı,
lateral, -li [Fr. laterale] (lâteral) sf. biy. Yanal. S latiflik, [latif-lik] (lâtifilik) is. L atif olma durumu,
lateral çizgi, biy. Balıkların vücutlarının yanların latifundia, [Lat. latifundia] (lâtifundia) is. 1. Eski
da boydan boya bulunan ve sudaki hareketlerin Roma aristokrasisinde, çok geniş özel mülkler. 2.
dalga etkilerini algılayan sinir hücrelerinin bulun İlkel yöntemlerle işlenen ve az gelir elde edilen
duğu çizgi; yanal çizgi. || lateral karıncık, anat. geniş kıraç arazi; işletme ilkelliği yüzünden tarımın
Beyin yarımkürelerinin ortasında bulunan içi sıvı geri kaldığı geniş özel mülkler,
dolu büyük boşluk] ] lateral meristem, biy. Yalnız
latifundiacılık, -ğı [latifundia-cı-lık] (lâtifundiacılık)
bir yönde yüzeye paralel olarak bölünerek organın is. Az gelişmiş ülkelere özgü, topraklarının büyük
çapını artıran taslak hücrelerden oluşan meristem. bir bölüm ü büyük toprak sahiplerinin elinde bulu
laterit, [Fr. laterite] (lâterit) is. Sıcak ve nemli iklim nan tarım sistemi,
lerde çeşitli kayaçların ufalanması ile oluşan tuğla latilokum, [Ar. râhatü’l-hulküm (boğaz rahatı)
renginde, demir oksit ve alüm inyum bakım ından
=> j-ji) l_sy‘>!] (lâ:tilokum) is. Şekerli ni
zengin toprak,
lateritli, [laterit-li] (lâteritli) sf. İçinde ve özünde şasta eriyiğini kaynatarak kestirdikten sonra küp
laterit bulunduran, şeklinde keserek yapılan şekerleme; lokum; kesme.
laterna, [Lat. laterna (fener)] (lâte ’m a ) is. Bir kolun Latin, [Lat. latium] (lâtin) is. 1. Latiumda doğmuş
çevrilmesi ile değişik müzikal melodiler çıkaran olan veya bu bölge halkından olan kişi. 2. (İsim
sandık biçimindeki çalgı, tamlamalarında) Latinlere ait. 3. Romen. 4. sf.
Latium veya orada oturan halkla ilgili olan. S 1 La
laternacı, [latema-cı] (lâternacı) is. ve sf. 1. Laterna
tin ayini, Rom a K ilisesi ayini]] Latin çiçeği, bot.
yapıp satan kimse. 2. Laterna çalan kimse.
Latin çiçeğigillerden, Orta ve Güney Amerika kö
lateşbih, [Ar. lâ-teşbıh «s-ü'sl] (lâ:teşbi:h) {OsT} zf. kenli, sarıdan kırmızıya kadar p e k çok renkli çiçek
“Benzetmek gibi olm asın.” anlam ında kullanılır; leri olan, dünyanın hemen her yerinde yetiştirilen
benzetmeksizin. tırmanıcı bir süs bitkisi, (Tropaeolum majus)]] La
lateyir, [? lateyir] {ağız} zf. (K onuşm a için) yakışık tin çiçeğigiller, bot. Örnek türü Latin çiçeği olan
sızca; uygunsuzca; gelişigüzel. [DS] bitki fam ilyası, (Trapaeolacae).]] Latin çiçekleri,
latha, [Ar. lâtha a^JsJ] (lâtha) {OsT} is. Leke. Latin çiçeği]] Latin dilleri, Kökeni Latin olan İtal
yanca, Fransızca, İspanyolca ve Portekizce d il ai
latır, [? lâtır] (la:tır) {ağız} is. 1. Yonca. 2. Bezelye.
lesinin genel adı]] Latin halkları, Latin dilleri ai
[DS]
lesinden olan ve bu dillerden birini konuşan millet
latif, [Ar. lutf > latif e iJ J ] (lâtifi, t kalın söylenir) ler topluğunun genel adı]] Latin harfleri, Bugün
LAT ÖIÜMIÜMEM • 2944
Roman dilleri ile p e k çok dünya dillerinin kullan ba:liya:ne) {OsT} zf. Saygısız ve teklifsiz bir bi
dığı, esası 26 harften oluşan yazı türü.|| Latin kili çimde; saygısızlık ve terbiyesizlik derecesinde.
se babaları, Eserlerini Latince yazm ış olan kilise lauk, [Ar. la‘ük 3yJ] (lâuk) {OsT) is. 1. Tutkal ve ba
büyiikleri.\\ Latin kilisesi, Latinceyi ayin dili ola
dem veya badem yağıyla hazırlanm ış koyu kıvamlı
rak kullanan ve bu kilisenin ayin kurallarına bağlı
içecek. 2. Yalanarak yenilen macun.
kilise. || Latin yelkeni, Orsa yakası seren yakasın
dan kısa olan ve genellikle küçük teknelerde kulla la v 1, [lav (yans.)] is. Gelişigüzel ve gürültülü ko
nılan bir tür yelken. nuşmayı anlatan kök. [Zülfikar] lav lav, lav-ıır
lııvur, lav+lav-cı
latin, [Ar. hatim ?] {ağız} is. Kocasının evine gitmek
lav2, [Çin. lap => law / lav] {eT} is. M ühür mumu.
üzere ata bindirilm iş gelin için hocanın okuduğu
[DLT]
dua. [DS]
lav3, [Lat. lavare (yıkamak) > Nap. lava > İt. lave]
Latince, [Latin-ce] (lâ ti’nce) is. 1. Latin dili. 2. MÖ
(lâv) is. Yanardağların püskürmesi sırasında, yerin
iki bin yıllarında Kuzeybatı A vrupa’dan gelerek
derinliklerinden gelerek fışkıran 700 ile 1200°C
İtalya’nın Latium bölgesine yerleşen kabilelerin
arasında değişen sıcaklıkta akışkan madde; bu
konuştuğu dil. 3. Roma İm paratorluğunun yıkılm a
maddenin soğuması ile oluşan katı katman, ö lav
sından sonra bütün Orta çağ boyunca kullanılan
silahı, Uzun menzilli bir tür ateşli silah.\\ lav taş
konuşm a ve yazı dili.
ması, Lavın püskürm e sırasında yanardağın ağzın
Latinlik, [Latin-lik] (lâtinlik) is. Latin gibi davran
dan çıkarak yeryüzünün alçak yerlerine doğru ak
ma; Latin gibi olma durumu,
ması.
latka, [? latlca] {ağız} is. İki kulplu küçük küp; çöm
lava, [İt. lava] ünl. dnz. Bir yere yanaşmış olan fili
lek; testi. [DS]
kanın kürek çekilmeden elle ilerletilmesi için veri
latm, [Ar. lâtm jüaJ] (lâtm) {OsT} is. Tokat atma. len emir; "Çek, yısa et!" emri, fi1 lava etmek, 1.
latma, [Ar. lâtma -uisi] (lâtma) {OsT} is. -*■ latme. Bir filika yı kürek çekmeden ilerletmek; yısa etmek.
2. mecaz. Birini çekiştirmek; dedikodu etmek. 3.
latm e, [Ar. lâtma *^U] (lâtma) {OsT} is. Tokat; şa Bir şeyi birden yutmak. 4. Olta ile yakalanan balığı
mar. S latme-hâr, Tokat y iyen. | latme-zen, Tokat yakına getirip alm ak için kamışı yekindirerek ipi
atan. makaraya sarıp oltayı yaklaştırmak.
latmetmek, [Ar. lâtm + T. et-mek ^JJ] (lâtm- lavabo, [Lat. lavare (yıkamak) > İt. lavabo (yıkaya
cağım)] (lâvabo) is. 1. Ayinde rahibin ellerini yıka
etmek) {OsT} is. 1. Tokat atmak. 2. Sitem etmek,
dığı kap. 2. El, yüz, baş ve bulaşık yıkam ak ama
lato, [İt. cocaletta] {ağız} is. -*■ lata. [DS] cıyla sac, emaye, seramik ve kum taşından yapıl
latu, [Çin. len-t’eo => letü] (le:tu:) {eT} is. -*■ letu. mış, sıcak ve soğuk su muslukları ve pis su akış
[DLT]
borusu gibi tesisatlarla donatılmış küçük küvet. 3.
latüad, -ddi [Ar. lâtü'ad (lâ:tüad) {OsT} is. Lokanta, kahve vb. yerlerde bu tür tesisatın bulun
Sayısız; sonsuz; çok. duğu kapalı bölme. 4. gnşl. Ayak yolu; tuvalet; he
la; yüznumara. S lavabo bataryası, Lavabolarda
laubali, [Ar. lâ-'übâlı (aldırmam) ^ î ^ ] (lâ:üba:li:)
kullanılan sıcak, soğuk su muslukları ile atık sula
{OsT} sf. 1. Saygısızlık derecesinde teklifsiz, senli
rın akıtılması ile ilgili boru ve tesisatın tümü. || la
benli olan; bir çekinmesi veya utanması olmayan.
vabo musluğu, Sıcak ve soğuk su akışını açıp ka
2. B u tür kişilere özgü davranış biçimi; saygısız;
pam a ve düzenlemeye yarayan lavabonun uygun
teklifsiz; senli benli. 3. zf. Saygısızlık derecesinde
bir yerine yerleştirilm iş musluk.
samimilikle; teklifsizce. S laubali olmak, 4 ş ın
lavaj, [Lat. lavare (yıkamak) > Fr. lavage] (lâvaj) is.
sam im i ve teklifsiz olmaya başlamak; laubalîleş
1. İşlemden geçmiş olan bir metal yüzeyi su ile yı
mek.
kama. 2. tıp. Bir organı su vererek yıkama işlemi.
laubalice, [laubali-ce] (lâ:uba:li'ce) zf. Laubalî bi
0 lavaj yapmak, B ir organı mikroplardan arın
çiminde; laubaliye yakın olarak,
dırm ak amacıyla yıkam ak; arıtmak.
laubalileşme, [laubali-le-ş-me] (lâ:uba:li:leşme) is.
lavanta, [Lat. lavare (yıkamak) > İt. lavanda (yıkan
Laubalileşmek eylemi veya durumu,
m a gereci)] (lâva ’nta) is. Lavanta çiçeğinden yapı
laubalileşmek, [laubali-le-ş-mek] (lâ:ııba:li:leşmek) lan alkollü esans. S lavanta çiçeği, bot. Ballıba
dönşl. f. [-ir] Laubalî davranışlarda bulunmak; bagillerden, çalı görünümünde, dip kısmı odunum
saygısızca ve senli benli davranmak, su, mavi, morumsu veya kırmızı çiçekleri sap ucun
laubalilik, -ği [laubalî-lik] (lâ;uba:li:lik) is. Laubalî da başak şeklinde olan giizel kokulu bir bitki,
olm a durumu veya laubalice yapılan davranış; say (Lavandula) ,|| lavanta mavisi, Mora çalan açık
gısızlık. mavi.
laubaliyane, [Ar. lâ'ubâlı + Far. -âne aiU lî'i] (lâü- lavantacı, [lavanta-cı] (lâvantacı) is. 1. Lavanta ya
pıp satan kimse. 2. Gezici olarak dolaşıp esans sa lavlavcı, [lav (yans.) > lav+lav-cı] {ağız} sf. Palavra
tan kimse. cı. [DS]
lavantacılık, -ğı [lavanta-cı-lık] (lâvantacılık) is. Tu lavlaz, [lav (yans.) > lav-la-z / loğ-la-z] {ağız} is.
valet yapmakta kullanılan güzel koku, kozmetik ve Fasulye. [DS]
esansların yapım ve satımı işi. lavman, [Fr. lavement] (lâvman) is. tıp. 1. Kalın
lavantalık, -ğı [lavanta-lık] (lâvantalık) sf. (Lavanta bağırsak, mide vb. organları yıkama. 2. Çeşitli
çiçeği, alkol vb. için) lavanta elde etmeye uygun, amaçlarla m akat yoluyla kalın bağırsağa sıvı şırın
lavantin, [Fr. lavandine] (lâvandin) is. Sabun yapı ga edilmesi; tenkıye. 3. Bu amaçla kullanılan sıvı
mında ve lavanta sanayiinde kullanılan, bayağı la veya aygıt.
vanta çiçeği ile büyük lavanta çiçeğinin melezle- lavot, [? lavot / lavut] {ağız} is. Ketenleri ağartmak
mesinden elde edilen bir tür lavanta çiçeği, için üzerlerine su püskürtmekte kullanılan araç.
lavardak, [lav (yans.) > lav-ar-da-k] {ağız} sf. Çabuk [DS]
çabuk konuşan. [DS] lavotlamak, [lavot-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(u)-
lavaş, [Erme, lavaş / Far. lâvaş (lâvaş) is. 1. yor] Keteni ağartmak için üzerine su püskürtmek;
su dökmek. [DS]
Mayalı hamurdan yapılan, boyu yörelere göre deği
lavra, [Yun. nevro] is. dnz. Filikaların m atafora veya
şen ince pide. 2. {ağız} Y ufka inceliğinde açılmış
karaya çekildiklerinde sintinedeki suyu boşaltm ak
uzun pide; yufka pide. [DS]
için karinaya açılmış olan kapaklı delik,
lavaşa, [? lâvaşa (lâ:va:şa) {OsT} is. İnce, yap
lavrensiyum, [Ernest Orlando Lawrence (Norveç
rak hâlinde gümüş külçesi, asıllı Amerikalı fizikçi) > Fr. lawrencium] (lâvre 'n-
lavat, [? lavat] {ağız} is. K ayığın suyunu atm ak için siyum) is. kim. 1961 yılında Berkeley’de kaliforni
kullanılan tahtadan yapılmış kürek. [DS] yum atomlarının bor iyonlarıyla bombardım anı
lavda, [? lavda] {ağız} is. Öküzlerle çift sürerken kul sonucunda elde edilen, atom numarası 103 olan
lanılan, bir ucuna çivi ,öbür ucuna çamur kazım ak uranyum ötesi element; lorentiyum, sembolü: Lr.
için yassı bir demir parçası konulm uş uzun sopa; lavrovit, [Fr. lawrowite] (lâvrovit) is. jeo l. B ileşi
üvendire. [DS] minde vanadyum bulunan, piroksen grubundan bir
lavdanom, [Lat. ladanum (laden reçinesi) > Fr. doğal silikat.
laudanum] (lâ ’vdanum) is. 1. Eskiden, arıtılmış af lavsonit, [Audrew Comper Lawson ( Am erikalı
yon özüne ve sinir yatıştırıcı diğer ilaçlara verilen madenci) > Fr. lawsonite] (lâvsonit) is. min. H id
isim. 2. Safranlı afyon tentürü. ratlı doğal alüminyum ve kalsiyum çift silikat.
la’ve, [Ar. lâve ojjJ] (lâ:ve) {OsT} sf. 1. Cimri; aç lavta1, [Ar. el-üd > İt. lauta > Fr. liuto] (lâ ’vta) is.
gözlü. 2. Pasaklı; dağınık, miiz. 1. Kökeni Arap udu olan armut biçimli bir
lave, [Fr. laver] (lâve) sf. (K öm ür için) yıkanmış, tekne ile kısa bir sap ve geriye bükülü burgu düze
lavgar, [lav (yans.) > lav-(ı)g-a-r] {ağız} sf. 1. Geve ninden oluşan mızrap veya parm akla çalınan bir
ze; boşboğaz; palavracı. 2. Boğazına düşkün. 3. is. telli çalgı. 2. Türk müziğinde on dokuzuncu y ü z
Alay; küçümseme. [DS] yıldan sonra kullanılmaya başlayan, teknesi sığ ve
lavgara, [lavgar-a] {ağız} is. Alay; küçümseme. [DS] küçük, sapı daha uzun uda benzer bir telli çalgı.
lavgaracı, [lav (yans.) > lavga-r-a-cı] {ağız} sf. A lay lavta2, [İt. levatrice / Yun. lavida] (lâ ’vta) is. 1. Ebe.
cı. [DS] 2. Kendiliğinden doğamayan yavruyu ana rahm in
den çekip almaya yarar bir tür kıskaç. 3. Erkek do
lavgarlık, -ğı [lavgar-lık] {ağız} is. Gevezelik. [DS]
ğum hekimi. 4. Doğacak çocuğu ana rahm inden
lavın, [lav-ın] {ağız} is. Çağrı. [DS]
çekmeye yarayan araç,
lavırtı, [lav (yans.) > lav-ır-t-ı] {ağız} is. Palavra; boş
lavtacı, [lavta-cı] (lâ'vtacı) is. 1. Lavta çalan kişi. 2.
gürültü. [DS]
Lavta yapıp satan kimse,
lavi, [Fr. laver (yıkamak) > lavis] (lâvi) is. 1. Bir
lavtacılık, [lavta-cı-lık] (lâ vtacılık) is. Lavtacının işi
deseni sulandırılmış çini m ürekkebi veya daha baş
ve mesleği.
ka bir boya ile boyam a işlemi. 2. Bu yolla elde edi
len boyalı desen, lavuar, [Fr. lavoire] (lâvuar) is. 1. Bir m aden cevhe
rinin yıkanıp konsantre edildiği atölye. 2. Köm ür
lavik, -ği [lav-ik] fağız} is. Uzun hava. [DS]
hazırlama ve arıtma atölyesi, f? lavuar ürünü,
lavkar, [lav (yans.) > lav-(ı)k-a-r] {ağız} sf. -*■ lavgar.
[DS] Yıkanmış köm ür veya maden cevheri.
lavlak, -ğı [lav (yans.) > lav-la-k] {ağız} sf. Aptal. lavuk, -ğu [Kürt, lav (oğul) > lavik (oğulcağız)] sf. 1.
[DS] Oğlan çocuğu. [DS] 2. argo. Erkek; adam,
lavlav, [lav (yans.) > lav+lav] {ağız} s f 1. Geveze; lavur, [lav (yans.) > lav-ur] {ağız} is. Anlaşılmayan
boşboğaz. 2. (Kişi için) ne söylediği anlaşılmayan. sözler için kullanılan küçümseme sözü. [DS] ö
3. is. Gürültü patırtı. [DS] lavur luvur, {ağız} Dedikodu. [DS]
LAV o ie iK S ö M • 2946
la v u rta , [lav (yans.) > lav-ur-ta] {ağız} sf. Abartarak layetenahi, [Ar. lâ-yetenâhı ^ L u ^ ] (lâ:yetena:hi:)
konuşan. [DS]
{OsT} sf. Sonu gelmez; sonsuz; nihayetsiz,
lav u t, [lav (yans.) > lav-ut] {ağız} is. 1. Çeşme ve pı
layetenahiyet, [Ar. lâ-yetenâhîyyet oy.l^-.'i] (lâ:ye-
narlara konulan tahtadan yapılmış su tası. 2. K eten
leri ağartmak için üstlerine su püskürtmeye yara tena:hiyet) {OsT} is. Sonsuz olma durumu; nihayet-
yan tahta araç. 3. Kayığın suyunu atmaya yarayan sizlik; sonsuzluk,
tahta kürek; lavat. 4. sf. Bulduğunu yiyen kimse; layezal, [Ar. lâ-yezâl JU X I (lâ.yezal) {OsT} sf. Sonu
obur. [DS] olmayan; bitimsiz; zeval bulmaz,
-lay, [Far. lâyiden (söylemek) > -lây ı£^-] (lâ:y) {OsT}
layezalî, [Ar. lâ-yezâlî Jlji's!] (lâ.yezali:) {OsT} sf.
son ek. Birleşik sıfat yapmakta kullanılan ve söyle
Sonsuz olanla ilgili; sonsuza ilişkin,
yen, diyen anlamları veren bir son ek; söyleyici.
layfe, [Ar. levha] {ağız} is. Bir yere asm ak için ya
lay, [Far. lây (lâ:y) {OsT} is. 1. Çamur. 2. Sıvıla zılmış yazı. [DS]
rın dibinde oluşan çöküntü; tortu. 3. Kül. S lây- layıh, [Ar. levh > lây ıh (lâ:yıh) {OsT} sf. -*■
hâr, 1. Tortu içen. 2. İçkinin tortusunu içebilecek
layih.
kadar sarhoş olan; ayyaş.
layiha, [Ar. levh > lâyiha ■tA’s!] (lâ:yıha) {OsT} is. -*■
lay’akıl, [Ar. lâ-‘akl > lâ-y‘akl J-**^] (lâ:y-akıl)
{OsT} sf. N e yaptığını bilmeyen; aklı başında olm a layiha.
yan; dalgın, layık, [Ar. liyâkat > lâyık ^.'sl] (lâ y ık ) {OsT} sf. 1.
lay’akılane, [Ar. lâ-'akl > lâ-y‘akl+Far. -âne Nitelikleri, özü veya davranışları ile bir şeyi elde
(lâ:y-akı ’lâ:ne) {OsT} zf. A kla gelmediğinden; dal etmeye hak kazanmış olan. 2. Nitelikleri ve/veya
gınlıkla; fark edilmeyerek, her zamanki durumu dolayısıyla bir kimseye uygun
olan; yaraşan. 3. Bir şeye elverişli olan. 4. zf. Uy
laya’lem, [Ar. lâ-ya'lcm (Jjv.'s!] (lâ:ya-lem) {OsT} sf.
gun; yakışır. 0 . layığını bulm ak, 1. Kendine ya ra
B ir şey bilmeyen; bilmez, ö la-ya’lem ü’l-gaybe şanı, eşini, dengini bulmak. 2. Yaptıklarının karşı
ill’Allâh, {OsT) Allah 'tan başkası bilmez. lığını görmek; hak ettiği cezaya ıığramak.\\ layığı
laya’nî, [Ar. lâ-ya'nî Lr>;.‘!İ] (lâ:ya-ni:) {OsT} sf. An veçhile, Uygun ve münasip biçimde; layıkıyla.\\
lamsız; manasız, layık bulm ak, Uygun bulmak; yakıştırmak.\\ layık
laydar, [? laydar] {ağız} is. O t ve ekin saplarının düş değil, Uygun düşmez; yaraşm az; değmez; yakış
memesi için arabanın yanlarına konulan parmaklık mayan!.|| layık değül, {eAT} Yaraşmayan.\\ layık
lı özel kapak. [DS] görmek, Yakıştırmak; uygun görmek. || layık ol
laydır, [? laydır] {ağız} is. 1. Ağaçtan yapılmış büyük mak, 1. İyi veya kötü anlamda hak etmek. 2. Uygun
merdiven. 2. -*■ laydar. [DS] olmak; münasip görülmek.
layefhem, [Ar. lâ-yefhem (lâ.yefhem) {OsT} sf. layıkane, [Ar. lâyık + Far. -âne ^U;.‘ii] (lâ:yı’ka;ne)
Anlayışsız. zf. Layık olduğu biçimde; yaraşır şekilde,
layıkıyla, [Ar. lâyık + T. ile] (lâ.yıkı ’y la) zf. Gerek
layefna, [Ar. lâ-yefnâ (lâ.yefna:) {OsT} sf. Yok
tiği gibi; gereğince,
olmaz; tükenmez; fena bulmaz,
layılga, [Ar. lâyık => layı(k)-ıl-ga ?] {ağız} is. Takma
layem ut, [Ar. l â - y e m ü t o ^ ] (lâ:yemu:t) {OsT} sf. 1. ad; lakap. [DS]
Ölümsüz; hayatı sona ermez; ebedî. 2. isi. A llah’ın -layın, [-la-y-ın / -leyin / -laymca / - leyince] {eAT}
sıfatlarından; ölmezlik, yap. e. 1. Z arf yapar. ... gibi; -ca; -casma. “K azılık
layem utane, [Ar. lâ-yemüt + Far. -âne (lâ:- K oca k a l’aya yetdüğinleyin (yetişince) cenge baş
yem u ’ta:ne) {OsT) zf. Ölümsüze yakışır biçimde; ladı. " Dede Korkut. 2. -inci olarak; -inci kez. “N i
ölümsüzce. ce dersen ikileyin (ikinci kez) sor dahi. ”
Camasbname. 3. -ınca; -ır; -maz; -dığı vakit. "...
layem utiyet, [Ar. lâ-yemütiyyet ^ ' i 1] (lâ.yemu:-
yum duğumuzlayın (yumunca) o d d u ta ...” Enfesü’l-
tiyet) {OsT) is. Ölümsüzlük; ölmezlik. Cevahir. 4. ... olarak. 5. ... kadar. “Ulu ırmaklar
layen’azl, [Ar. lâ-yen'azl Jj^.'i!] (lâ:yen-azl) {OsT} olur gem i yürüyecekleyin (yürüyecek kadar). " Ta-
is. Azlolunmaz; azledilemez. rih-i Şahî
layenbagî, [Ar. lâ-yenbağî ^ j? ^ ] (lâ.yenbagi:) -laymca, [-la-y-ın / -leyin / -laymca / - leyince] {eAT}
yap. e. -*■ -layın.
{OsTf sf. Uygun düşmez; yakışmaz; uymaz.
laym cak, -ğı [lay-m-cak] {ağız} is. Salıncak. [DS]
layenkati’, [Ar. lâ-yenkati‘ ^ k î ^ ] (lâ.yenkati) {OsT}
layış, [? layış] {ağız} is. Tencereden az büyük kazan.
zf. Kesintisiz; aralıksız; ara vermeden; kesilmeksi- [DS] S layış kazanı, {ağız} Tencereden az büyük
zin. kazan, [DS]
D İM IÜ IÎfS Ö M • 2947 LD
layih, [Ar. levh > layih £?.">!] (lâ:yih, h kalın söylenir) yan eski bir Kafkas ırkından olan kimse. 2. sf. Laz-
larla ilgili olan. S Laz baltası, {ağız} Kereste
sf. 1. Açık; belirgin; belli; aşikâr. 2. Parlayan; par
yontm aya yarayan bir tür balta. [DS]
lak. 3. M eydanda olan; görünen. 4. Hatıra gelen;
akla geliveren. 5. İçine doğan, laza1, [Ar. lazâ JiJ] (lâza:) {OsT} is. 1. Ateş; alev. 2.
layiha, [Ar. levh > lâyiha (lâ.yiha) is. 1. Dü Cehennemin bir başka adı.
şünülen veya tasarlanan şeylerin kaleme alınması, laza2, [? laza] is. Bal koymaya yarar küçük tekne,
yazılması. 2. Düşünceleri dile getiren yazı. 3. Akla lazanya, [İt. lasagna] (lâ za ’nya) is. Kat kat dizilmiş
gelen düşünce; fikir; tasavvur; tertip. 4. Tasarı. 5. ham ur veya haşlanmış makam a şeritlerinden olu
huk. Dilekçe. 6. huk. Kanun tasarısı. S lâ y ıh a -i şan bir tür İtalyan yemeği.
kânüniye, {OsT} huk. H enüz kabul edilmemiş yasa Lazca, [laz-ca] (lâ ’zca) is. Lazlar tarafm dan konuşu
tasarısı. lan, Gürcüceye yakm bir Güney Kafkas dili,
layik, [Ar. liyâkat > lâyık (Iâ:yık) {OsT} sf. -*■ lazebeliye, [Ar. lâzebeliyye ‘^Lj's!] (lâ:zebeliye) {OsT}
layık. is. bot. Horozibiğigiller.
layka, [Rus. layka (havlayan)] (lâyka) is. Kuzey lazer, [İng. ligth amplification by stimulated em is
Asya’da pek yaygın orta boy bir av köpeği; Sibirya sion o f radiation (uyarılmış ışınım yayımıyla ışık
köpeği. yükseltilmesi) > laser] is. 1. Çok şiddetli ışık parıl
layla, [lay-la] {ağız} is. Uçurtma. [DS] tıları meydana getiren ışık kaynağı. 2. Uzay ve za
laylay, [lay+lay] {ağız} is. Ninni. [DS] man bakım ından bağdaşık bir biçimde yayılan ışı
ma. 3. Bu ışımaların sebep olduğu uygulamalar. S 1
layley, [lay+ley] {ağız} ünl. Kavgayı kızıştırm ak için
lazerle işleme, Fotonlarla bombardıman ederek
söylenir. [DS]
mekanik parçalara şekil verme metodu.
laylon, [İng. nylon] {ağız} is. Naylon. [DS]
layner, [İng. liner] is. dnz. 1. Birbirine sürtünen yü lazık, -kı [Ar. lâzık Jjj^] (lâ:zık) {OsT} sf. Yapışan;
zeyler arasına konulan ince çelik, bakır veya bronz yapışkan.
levhalara verilen ad. 2. Bir program a göre belirli lazım, [Ar. lüzüm> lâzım p 'i] (lâ:zım) {OsT} sf. 1.
bir hat üzerinde düzenli sefer yapan yolcu ve yük Gerek; gerekli; lüzumlu. 2. dbl. (Fiil için) geçişsiz.
gemisi. S lazım gelmek, Gerekmek; lüzumlu olmak.\\ lâ-
layşmanya, [İng. W. B. Leishman (İngiliz hekimi) zım -ı gayr-i müfârık, {OsT} Çok gerekli olan;
Fr. leishmanie] is. tıp. Şark çıbanı de denilen hasta vazgeçilemeyen. || lazım olmak, Gerekli olmak;
lığa sebep olan asalak bir hücreli, gerekli görülmek.\\ lâzım ve kâfi şart, {OsT} mant.
layşmanyoz, [Fr. leishmaniose] is. tıp. Omurgalı bir Gerek ve yeter şart. || lâzım ve melzüm, {OsT} B iri
hayvanın kanında veya dokularında kamçısız ola bulununca öbürünün de bulunması zorunlu olan.
rak geliştikten sonra bir ısırıcı sineğin kanında
lazıme, [Ar. lüzüm > lâzıme <«_;■>!] (lâ;zıme) {OsT} is.
kamçılanarak gelişimini tamamladıktan sonra bu
böcek tarafından ışınlan insanda meydana gelen 1. Bulunması ve yapılması mutlak gereken şey;
kala-zar ve H alep çıbanı hastalıklarına verilen ad; mutlak gerekli olan şey. 2. man. mat. Gerekçe,
şark çıbanı. lazımlık, -ğı [lazım-lık] (lâ;zımlık) is. Küçük çocuk
layter, [İng. lihter] is. dnz. Kıyı ile limandaki gemi ların veya hastaların apteslerini yaptıkları özel kap;
arasında yük taşım akta kullanılan altı düz, sağlam oturak.
yapılı saç tekne, lazi, [Ar. lazî ^ ] (lâzi;, z kalın söylenir) {OsT} is. 1.
laytmotif, [Aim. leitmotiv] (lâytmotif) is. 1. Kılavuz Ateş. 2. Cehennemin altıncı tabakası,
motif. 2. Bir müzik eserinde, zaman zaman ortaya lazib, [Ar. lâzib ujj'İ] (lâ;zib) {OsT} sf. 1. Yapışan. 2.
çıkan bir fikir ve duyguyu, bir durumu veya bir
Sürekli bir şekilde duran. 3. Gerekli olan.
kişiyi hatırlatm aya yarayan ayırt edici tem a veya
motif. 3. mecaz. Bir edebî eserde sık sık tekrar edi Lazistan, [Laz + Far. istan] (lâzi ’sta;n) is. On doku
len tem a veya ana fikir. 4. Bir siyasi program veya zuncu yüzyıl sonlarında merkezi Rize olm ak üzere
propaganda konuşm asında sık sık tekrar edilen gö Doğu Karadeniz bölgesi (önceleri Batum dahil) k u
rüş. rulan sancağın adı.
Lazlık, [laz-lık] (lâzlık) is. Laz olma durumu; Laz
layuhti, [Ar. lâ-yuhtî ^ s ^ ^ ] (lâ.yuhti:) {OsT} sf. Hata
gibi davranma,
yapmayan; kusur işlemeyen; yanlış yapmayan, lazot, [Erme, lazut] {ağız} is. -► lazut. [DS]
layüs’el, [lâ-yüs’el (lâyüs-el) zf. Sual olun lazut, [Erme. Lazut] {ağız} is. Mısır. [DS]
maz; sorumsuz. lazzo, [İt. lazzo / lazzi] is. tiy. Oyundaki kaba şakala
Laz, [Laz] is. 1. Kökenleri kesin olarak bilinm emek ra verilen ad.
le birlikte K aradeniz’in güneydoğu kıyısında yaşa LD. [Fr. dose letale (öldürücü doz)] is. Bir zehirli
LDL 1 M Iİ1 C E S İİM • 2948
maddenin, bir virüsün, vb. maddenin belirlenen narı.\\ leb-i cüy-bâr, {OsT} Su kenarı.|[ leb-i derya,
zaman içinde denek olarak kullanılan hayvanların {OsT} 1. Denizin dudağı. 2. mecaz. D eniz kenarı.\\
tüm ünü öldürdüğü miktar; öldürücü doz. leb-i dilber, {OsT} 1. D ilber dudağı. 2. B ir tür ha
LDL. [İng. low densty lipoprotein] is. biy. Kolestero mur tatlısı.|| leb-i hadrâ, {OsT} Ufuk.|| leb-i han
lü, çevresel dokulara taşıyan, yeniden kolesterol dan, {OsT} Gülen dudak.\\ leb-i keştî-gâh, {OsT}
sentezini düzenleyen, kolesterol esterleri bakım ın Nehirlerin geçit yeri; boğaz. |[ leb-i şefkat, {OsT}
dan zengin bir grup plazm a proteini; düşük yoğun Şefkat dudağı.|| leb-i sagâr, {OsT} Kadeh ağzı.||
luklu lipoprotein. S LDL alıcısı, biy. Diişük y o leb-rîz, {OsT} Ağzına kadar; ağzından taşacak mik
ğunluklu lipoproteinlerin hücre zarına tutunduğu tarda; dolu.|| leb-teşne, {OsT} Susam ış.|| leb-
za r glikoproteini.\\ LDL reseptörü, biy. -*■ LDL teşnegân, {OsT} Susamışlar.
alıcısı. leb2, [? leb] {ağız} is. Büyük testere; bıçkı. [DS]
-le -1, [-la- /-le-] yap. e. -*■ -la1-. leba, -a’i [Ar. lebâ’ * U] (leba:) {OsT} is. Doğumdan
-le-2, [ula-mak (ulamak, birleştirmek) > -la- / -le-] sonra gelen ilk süt; ağız,
{eT} yap. e. -*■ -la2-.
lebabet, [Ar. lebâbet iU ] (leba:bet) {OsT} is. Akıllı
-le 1, [il-mek (bir şeye takılı, ilintili, bağlı olmak) > il-
e (-e: z a r f fiil eki) > -la / -le] {eT} yap. e. -*■ -la 1. olma; zekilik; zeyreklik,
-le2, [-la / -le / -ila / ile / -y-ıla / -y-ile] {eAT} çek e. -*■ lebaçe, [Far. lebâçe ^ U l] (leba:çe) {OsT} is. Önü a-
-la2. çık dış giysisi; hırka; cüppe; ferace,
-le3, [-la / -le / -ile / -y-la / -y-le] çek. e. -*■ -la3. lebad, [Far. lebâd / lebâde / <oU] (leba:de) {OsT}
-le4, [-la / -le / -lak] yap. e. -*■ -la4.
is. 1. Yağmurluk. 2. K ısa hırka,
-le5, [-la / -le] {eT} yap. e. -*■ -la5.
lebakat, -ti [Ar. lebâket o iU ] (leba:kat) {OsT} is.
le 1, [eT. -la1 > -le] {ağız} e. Yapılması, olması, ger
çekleşmesi beklenmediği, şüpheli görüldüğü hâlde Akıllı oluş; akıllılık; zekilik,
eylem gerçekleşmişse, beklenm edik durumu ifade lebalep, -bi [Far: leb-â-leb (dudaktan dudağa) v-lLJ]
için, çekimli fiilden sonra getirilir. [Geleceği tah (le ’badep) {OsT} zf. A ğzına kadar dolmuş olarak;
min edilmeyen biri gelirse veya gelm eyi başarırsa silme dolu; taşacak kadar dolu,
“geldi l e ”, okuyacağı tahmin edilmeyen birinin o-
kuduğuna tanık olunursa "okudu le " denir.] [Ata- leban, [Ar. lebân jU ] (leba:n) {OsT} is. Göğüs,
lay] lebban, [Ar. lebbân OU] (lebba. n) {OsT} is. Sütçü.
le“, [oğlan > lan / len > le] (le:) {ağız} ünl. Çağırma, lebbe, [? lebbe] {ağız} is. Boyuna takılan altın dizisi.
seslenme ünlemi. [DS] [DS]
leal, [Ar. Ar. lüMü5 > leâl JY] (lea:l) {OsT} is. İnciler. lebbelep, -bi [Far. leb-be-leb ^ v-^] {OsT} sf. Dudak
leali, [Ar. Ar. lü’lü5 > leâlı J ^ ] (leadi:) {OsT} is. İn dudağa.
ciler. S leâlî-feşân, {OsT} İnci taneleri saçan. lebbeyk, [Ar. lebbeyk dLJ] {OsT} ünl. Buyurun;
leam et, [Ar. le’âmet c~»Y| (lea.met) {OsT} is. Alçak efendim; emredin, fi" lebbeyk-zen, E vet diyen; razı
lık; bayağılık, olan.|| lebbeyk-zen-i icabet, (Ölmüş kişi için) A l
leasing, [İng. leasing] (lî:sing) is. Taşınır ya da ta lah 'ın emrine uyup koşan.
şınmaz bir malın, belirli bir süre için ve bu sürenin lebdeğm ez, [Far. leb + T. değ-mez] is. ed. Türk halk
sonunda tek taraflı satış vaadiyle kiraya verilmesi şiirinde saz şairlerinin içinde çift dudak (b, m, p) ve
ve bu işlemle ilgili kira sözleşmesi; kiralama; fı- diş dudak (f, v) seslerinden hiç biri geçmeden ve
nansal kiralama. doğaçlama olarak söyledikleri şiir ve bu tür şiir
söyleme yarışması,
leb 1, [Far. leb ^ 1 {OsT} is. 1. Dudak. 2. Kenar; uç;
lebe, [? lebe] {ağız} Tabakhanelerdeki havuzun dibine
kıyı. 3. {ağız} Yapıda, kerpiç aralarına konulan ça
çökmüş kireç ve kıl tortusu. [DS]
mur. [DS] 0 leb-be-leb, {OsT} D udak dudağa.\\
leb-ber-leb, {OsT} D udak dudağa.\\ leb-beste, lebeb, [Ar. lebeb {OsT} is. Deriden örülmüş at
{OsT} 1. D udağı bağlı. 2. Konuşmayan; suskun.|| başlığı.
leb-cünbân, {OsT} 1. D udağını oynatan. 2. Söz lebedir, [Far. nâ-bedıd] {ağız} sf. Kayıp. [DS] S
söyleyen; konuşan. || leb demeden leblebiyi anla lebedir olm ak, {ağız} Kaybolmak. [DS]
mak, D aha söze başlamadan ne dem ek istendiğini
leben1, [Ar. leben j J ] {OsT} is. 1. Süt. 2. İnek sü
anlamak. (Buradaki "leb ” leblebi kelimesinin ilk
hecesidir.)|| leb-güşâ, {OsT} 1. Dudağı açık. 2. K o tünden yapılan jelatin kıvam ında mayalı bir içki. 3.
nuşan; söyleyen, leb-i aftâb, Gölge.\\ leb-i cânân, {ağız} Yoğurt. [DS]
{OsT} Sevgilinin dudağı.|| leb-i cü, {OsT} Irm ak ke- leben2, [? leben] {ağız} is. Ağaç bıçkısı; hızar. [DS]
l Û M l f l ü t t S U I . 2949 LED
lebeni, [Ar. leben! / lebeniyye ^ / 4*~J] (lebeni:) leccac, [Ar. leccac ^ Ü-] (lecca:c) {OsT} is. 1. İnatçı
{OsT} sf. 1. Sütle ilgili. 2. Sütlü, lık. 2. sf. İnatçı,
lebeniyat, [Ar. lebeniyyât o L ü ] (lebeniya.t) {OsT} lecce, [Far. leç] {ağız} is. Yüz; çehre. [DS]
is. Sütten yapılmış yiyecekler; süt ürünleri, leccesiz, [lecce-siz] {ağız} sf. (Konuşma için) yersiz;
gereksiz. [DS]
lebi, [Far. leb! {OsT} is. Ekmek, kavun, karpuz
-lece, [-la-ca / -le-ce] {eAT} yap e. -*■ -laca,
vb. dilimi; dilim,
lecek, -ği [Far. leçek dUJ] {OsT} is. 1. Ü ç köşeli ka
lebib, [Ar. lebâbet > lebıb ı_ ^ ] {OsT} (lebi:b) sf. A-
dın baş örtüsü. 2. {OsT} Üç köşeli şey; üçgen.
kıllı; zeki. [Bürhan-ı Katı’]
lebiderya, [Far. leb-i derya (deniz dudağı) ı_J] leclac, [Ar. leclâc jr^U-] (leclâ:c) {OsT} sf. K onu
(lebiderya:) {OsT} is. D eniz kıyısı. şurken tutukluk gösteren; sözü tutuk söyleyen,
lebik1, -kı [Ar. lebık {OsT} (lebi.k, k kalın söy leclece, [Ar. leclece *?-Ü-] {OsT} is. Sözdeki kararsız
lenir) sf. 1. Akıllı; zeki. 2. Tatlı sözlü; hoş sohbet. lık; tereddüt.
lebik2, -ği [? lebik] {ağız} is. Kayrak taş. [DS] lecuc, [Ar. lecüc ] (lecu:c) {OsT} sf. Çok inatçı;
leblab, [Far. leblâb (leblâ:b) {OsT} is. bot. Sar çok çekişen,
maşık. S leblâbü’l-arz, bot. Yer sarmaşığı. leç, [Far. leç ^!] {OsT} is. 1. Yanak. 2. Yüz.
leblabiye, [Ar. leblâbiyye ^ ^ J ] (leblâ:biye) {OsT} leçce, [Far. leç => leç-ce ?] {ağız} is. Yüz; surat. [DS]
is. Sarmaşıkgiller, (Hederacaea). leççek, -ği [Far. leçek] {ağız} is. Peçe. [DS]
leblebi, [Far. lablabü (çerez) / leblâb (sarmaşık leçe, [? leçe] is. 1. Yer yer m ağara oyukları ve yarık
tohumu)] is. 1. Kabuğu soyulduktan sonra özel fırın larla kaplı yüzey şekli. 2. {ağız} Taşlı tarla. [DS] 3.
ve tavalarda kavrulup eğlencelik olarak yenilen {ağız} Orman. [DS] 4. {ağız} Geçilmesi zor yer. [DS]
nohut. 2. argo. Tabanca veya tüfek kurşunu. S
leçek, -ği [Far. leçek dl>J] {OsT} is. 1. Başa örtülen
leblebi küresi, {ağız} Leblebi kavurma aletinin ka
vurma bölümü. [DS]|| leblebi şekeri, D ışı şeker ile dörtgen başörtüsü; tülbent; yazma, {ağız} (aym) [DS]
kaplanmış leblebi.\\ leblebi unu, Leblebinin öğü 2. Kulakları kapatacak biçimde ensede bağlanan
tülmesi ile elde edilen ve eğlencelik olarak yenilen kaim başörtüsü. 3. Üçgen biçimine getirilen başör
un. tüsünün köşegenini alna, uç kısmını enseye getire
rek yapılan bir çeşit baş örtüsü bağlam a biçimi. 4.
leblebici, [leblebi-ci] is. Leblebi kavurup satan kim
{ağız} Y ün atkı. [DS] 5. Sargı bezi. S leçeğini aya
se.
ğa salma, {ağız} Kadının, peçesini yere atarak
leblebicilik, -ği [leblebi-ci-lik] is. Leblebi kavurup
'‘ayağına düştüm ” anlamında yalvarması. [DS]
satma işi; leblebicinin mesleği,
leçelik, -ği [leçe-lik] {ağız} is. 1. Taşlı tarla; leçe. 2.
leblek, -ği [leb (yans.) > leb-le-k] {ağız} is. Darbuka.
Tepelerin ardındaki kuytu düzlükler. [DS]
[DS]
lebleki, [leb (yans.) > leb-le-ki] {ağız} is. 1. Küçük leçer1, [? leçer] {ağız} is. Arsız kadın; kötü kadm.
[DS]
toprak kap. 2. Küçük emaye tabak. 3. Çinko veya
bakır tabak. 4. Cam tabak. [DS] leçer2, [? leçer] {ağız} is. Kıl elek. [DS]
leçer5, [Far. riçâ r/riç â l] {ağız} is. Reçel. [DS]
lebs2, [Ar. lebs ^-J] {OsT} is: İki şeyi birbirinden a-
leçik, -ği [Far. leçek] {ağız} is. Üç köşeli börek. [DS]
yırt edememe; kafa karışıklığı. ledan, [? ledan] {ağız} is. Arının kovandaki yarıkları
lebs1, [Ar. lebs c^J] {OsT} is. 1. Giyme. 2. Giyecek, kapatm ak için salgıladığı koyu esmer sıvı; propolis.
[DS]
lebun, [Ar. leben > lebün OjJ] (lebu:n) {OsT} is. Çok
lede, [Ar. ledâ > lede ^ jJ] {OsT} zf. 1. ... olundukta;
süt veren; sağmal,
lebut, [Ar. nâbit (bitki)] {ağız} sf. Duygusuz. [DS] ... edilince; ... edildikte; ...edildiği zaman. 2. Sıra
sında; esnasında. 3. Durumunda; hâlinde. S led e’l-
lec1, -cci [Ar. lecc çJ] {OsT} is. 1. D ar şey. 2. D üş
hâce(t), {OsT} Gerek görüldüğünde; ihtiyaç hâlin
manlıkta inat etme. de.]| lede’l-havâle, {OsT} Gönderildiğinde; havale
lec2, [Far. lec jJ] is. 1. {OsT} Tepme. 2. {ağız} Tar olundukta,|| lede’l-îcâb, {OsT} Gerektiği zaman;
tışma. [DS] S lec etm ek, {ağız} Tartışmak. [DS] gereğinde; icabı hâlinde.\\ lede’l-ihtiyac, {OsT}
İhtiyaç hâlinde; ihtiyaç duyulduğu zam an.|| led e’l-
lec3, [? lec] {ağız} is. Pürüz. [DS]
iktizâ {OsT} Gerektiğinde; iktiza ettiği zaman. ||
lecac, [Ar. lecâc/ lecâcet / oş-li-] (leca:cet) Iede’l-muayene, {OsT} Muayene edildiğinde; göz
{OsT} is. Düşmanlıkta ayak direme; çekişme; inat den geçirildiğinde; kontrol edildiği zaman. |j led e’l-
laşma.
LED Ü I Ü M I İ İM E S İ M • 1950
mütalâa, {OsT} Okunduktan sonra; okununca.|| leff ü neşr-i müşevveş.|| leff ü neşr-i müretteb,
led e’l-müzâkere, {OsT} Görüşülünce; müzakere {OsT} ed. Sayılan isimlerin sırası ile bunlarla ilgili
sırasında.|| lede’l-vüsül, Kavuşulunca; kavuştuktan özellik veya fiillerin aynı sıra ile sayılması.\\ leff ü
sonra.|| lede’s-suâl, {OsT} Soruldukta; sorulduğu neşr-i müşevveş, {OsT} ed. Sayılan isimlerden son
zam an.|| lede’t-tahkîk, {OsT} İncelendikte; soruş- ra bunlara ait özelliklerin karışık olarak sıralan
turuldukta; tahkik olununca. || lede’t-teemmül, ması.
{OsT} D üşündükte; düşünüldüğünde,|| lede’t-tet- letîf, [Ar. lefîf ı- ^ l] (7efi;f) {OsT} sf. 1. Sarılmış, kat
kîk, {OsT} Tetkik edildikten sonra; incelenince.
lanmış olan. 2. dbl. Arap dilbilgisinde, bir kelime
ledg, [Ar. ledğ joJ] {OsT} is. Akrep ve yılan sokması, kökünde aslî harflerden ikisi illetli olan. S lefîf-i
ledig, [Ar. ledîğ ^.jJ] (ledi.ğ) {OsT} sf. (Kişi için) yı makrün, {OsT} Yan yana iki harfi illetli olan]\
lefîf-i mefrük, {OsT} Birinci ve üçüncü harfleri
lan, akrep vb. zehirli hayvan tarafmdan sokularak
illetli olan.
zehirlenmiş.
lefir, [lef (yans.) > lef-ir] {ağız} is. Öfke; kızgınlık;
ledin, [Lat. ladonum] {ağız} is. bot. Ladin; salon ça
parlama. [DS] S lefir lefir etmek, {ağız} (İnsan ya
mı. [DS]
da hayvan için) öfkeli öfkeli solumak; köpürmek.
ledün, -nnü [Ar. ledünn OjJ] {OsT} is. 1. Yan; kat; [DS]
huzur; nezd. 2. A llah’ın huzuru; A llah’ın katı. S' lefk, -kı [Ar. lefk j ü ] {OsT} sf. İki şeyi birleştirme
ledün ilm i, İlahî âleme ait bilinmezleri çözmeye veya bir araya getirip dikme.
uğraşan bilim dalı.
leflafe, [Ar. leflâfe 4s^iJ] (leflâ:fe) {OsT} is. bot. Kurt
ledünnî, [Ar. ledünnı / ledünniye / -^jJ] (7e-
tırnağı denilen bir bitki.
dünni:) {OsT} sf. A llah’a ait bilgilerle veya İlahî
leftere, [Far. leftere ojui)] {OsT} sf. Alçak; sefil.
sırlarla ilgili olan; İlahî; Tanrısal.
-leg, [-lığ / -lig / -lağ / -leg / -luğ / -lüg] {eT} yap. e.
ledünniyat, [Ar. ledünniyyat cjLsjJ] (ledünniya:t)
-*■ -hg.
{OsT} is. 1. A llah’a özgü ezelî bilgi. 2. İlahî âleme legal, -li [Lat. legalis > Fr. legal] sf. Yürürlükteki
ilişkin gizlilikler. 3. mecaz. Bir şeyin iç yüzü; gizli yasalara uygun olan; yasal; kanunî; meşrû.
yönleri. legalleşme, [legal-leş-me] is. Legalleşmek eylemi
lef1, [lef (yans.)] is. Öfke ile solumayı anlatan kök. veya durumu.
[Zülfikar] lef-ir lefir, lef-ir lefir etmek. S lef lef, legalleşmek, [legal-leş-mek] gçsz. fi [-ir] Yasal du
{ağız} (Yürümek için) lap lap. [DS][| lef lef geçmek, rum a gelmek; meşrulaşmak; yasalara ve gelenekle
{ağız} G üçsüzlük yüzünden kendinden geçmek. [DS] re uygun duruma gelmek.
lef2, -ffı [Ar. leff ^J] {OsT} is. 1. Sarma; dürme; dev legato, [İt. legato] (leg a ’to) zf. 1. Bağlı. 2. müz. Ses
şirme; toplama. 2. Bohça, zarf gibi şeylerin içine lerin birbirini takip etmesi gerektiğini belirten mü
koyup kapatarak gönderme; içine sokma; içine iliş zik terimi.
tirme; raptetme. leğen, [Far. leken] {ağız} is. Yemek konulan çinko
lef3, [? lef] {ağız} is. Yontulmuş taş parçası. [DS] kap. [DS]
lefelenm ek, [lefe-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir] legleg, [Far. legleg S & ] {eT} {OsT} is Leylek. [Ne
Açlığını yatıştırm ak için biraz bir şey yemek. [DS] vâyî]
leffaf, [Ar. leffaf ‘- ilil] (leffa:f) {OsT} sf. Çok söz legorn, [İt. Livom o (İta lya ’da bir bölge) > İng.
leghom] is. İtalyan Livom o tavuğunun ıslahı ile
söyleyen; çok laf eden; konuşmaları ile can sıkan,
elde edilen bol yum urta veren beyaz tüylü tavuk
leffen, [Ar. leffen l«J] (le'ffen) {OsT} zf. Zarf, bohça ırkı.
vb. şeylerin içine sokulmuş, iliştirilmiş olarak; be legümin, [Fr. legume (sebze) > legumine] is. Bakla
raber sararak; iliştirilmiş olarak; raptedilmiş olarak, gillerin tanelerinden çıkarılan bitkisel protein; bit
leffetme, [Ar. leff + T. et-me ^i)] {OsT} is. İliş kisel kazein.
tirm ek veya içine koymak eylemi veya durumu, leğançe, [Far. leken-çe] {ağız} is. Küçük leğen; le-
ğençe. [DS]
leffetm ek, [Ar. leff + T. et-mek dUjol l-AJ] {OsT} gçl.
leğen, [Yun. lekâni / Far. leken jS3] is. 1. Çoğunluk
f i [-(d)-er] Bir şeyi katlayıp bir zarf veya bohça
içine koymak; iliştirmek. la, içinde bir şey yıkam ak için kullanılan, metal,
çinko, plastik vb.den yapılmış derinliği az, genişçe
leffüneşir, -şri [Ar. leff ü neşr j ^i)] {OsT} is. ed. kap. 2. anat. Bütün üst yapılı omurgalılarda omur
Birkaç adı sözün başında sıraladıktan sonra bunlar ganın bel kısmı ile bacaklarla eklemleşen kemik
la ilgili sıfatları veya özellikleri daha aşağıda sıra çatı; pelvis. 3. {ağız} K aravana denilen yem ek kabı.
lama. S leff ü neşr-i gayr-i müretteb, {OsT} -+ [DS] 0 leğen açıklığı, Kalça çıkıntılarının en dış
I
İ l l i n t f S I M . 2951 LEH
uçları arasındaki uzunluk. || leğen b a şın d an al leheban, [Ar. leheb > lehebân OL4J] (leheba. n) {OsT}
m ak, (Bir kızı) iş yaparken görüp çalışkanlığını ve
is. Ateşin alevlenmesi,
hamaratlığını beğenerek seçm ek ve evlenmek.|| le
ğen ib rik , Leğen ve ibrikten oluşan el y ü z yıkam ak lehef, [Ar. lehef cj^J] {OsT} is. Kaybolan bir şey için
ta kullanılan takım.\\ leğen ölçüm ü, tıp. Kadında üzülme.
kem ik leğeninin boyutlarının ölçülmesi işlemi; lehen, [Far. leken] {ağız} is. Leğen. [DS]
pelvimetri. lehevat, [Ar. lehât > lehevât o l^ J ] {OsT} is. anat.
leğençe, [Far. leken-çe 4^ 53 ] is. 1. Küçük leğen. 2. Küçük diller,
Karavana. lehf, [Ar. leh f ı-i*J] {OsT} ünl. Eyvah; yazık!
leğenölçer, [leğen+ölç-er] is. tıp. Leğenin iç çapları
nı ölçmekte kullanılan alet; pelvimetre. lehfan, [Ar. lehfan OU^J] (lehfa;n) {OsT} sf. Gönlü
leğer, [Erme, kever] {ağız} is. Tarla sulamak için kırık; kalbi yanık; üzgün; müteessir,
yapılan küçük su bendi; büğet. [DS] S leğer ol lehfet, [Ar. lehfet c ^ J ] {OsT} is. Flerhangi bir kayıp
m ak, 1. Durgunlaşmak. 2. Pıhtılaşmak.
için duyulan büyük üzüntü; hayal kırıklığı,
leğın, [Far. leken] {ağız} is. Leğen. [DS]
-leği, [-lağı / -leği] {eAT} yap. e. -*■ -lağı. leh h an , [Ar. lehhân oU~] (lehha;n) {OsT} sf. Okurken
Leh, [Leh (Polonya kabilesinin ilk efsanevî kahra çok yanlışlık yapan,
manı)] is. 1. Polonya halkından veya bu soydan lehib, [Ar. lehîb y - ^ ] (lehi;b) {OsT} is. 1. Alev. 2.
olan kimse. 2. (İsim tam lam alarında) Leh ve Lehli
Ateşin sıcaklığı. 3. (Ateş için) alevlenme,
lerle ilgili.
lehif, [Ar. lehıf <-i^] (le h i.f {OsT} sf. Kalbi yanık,
leh, [Ar. li (için) + hü (o) > lehü / leh 4)] {OsT} e. 1.
Onun için; ona; onun tarafına; ondan yana. 2. is. lehim , [Ar. lihâm > lehim p-jJ / ^ ] {OsT} is. 1. B ir
Bir şeyden veya bir kim seden yana olma; birinin leştirilecek metal parçalar arasına kolay ergiyen b ir
tarafını tutma; birinin iyiliğinden veya çıkarından alaşım damlatmak suretiyle elde edilen bir tür kay
yana olan davranış. 3. Yarar; menfaat; fayda. <9 nak. 2. Lehimleme işlerinde kullanılan erime dere
lehinde b u lu n m ak , B ir kim se veya şeyin tarafını celeri düşük kurşun ve kalay alaşım ı.0 lehim k a y
tutmak; onu desteklemek.\\ lehinde olm ak, Birin nağı, A na metali eritmeksizin, yavaş yavaş elde
den veya bir şeyden yana olmak. || lehinde söyle edilen sert birleştirme tekniği. || lehim lam b ası,
mek, B ir kimse veya şeyin iyiliğini, yararını sa Muslukçuların kullandıkları bir tür alkol ve p etro l
vunmak; iyiliğini söylemek. || lehine olm ak, Birine lambası. || lehim m askalası, Boruları uç uca birleş
yarar sağlayacak yönde etkili olmak. || lehte olm ak, tirmede kullanılan kurşunu sıkıştırmaya veya ko
Bir şeyden yana olmak. parm aya yarayan kesici olmayan kalem.
leha1, [Ar. lehâ Lfl] (leha;) {OsT} e. -*■ leh. lehim ci, [lehim-ci] is. Lehim yapan kimse. S lehim
leha2, [Ar. lehât > lehâ l^J] (leha;) {OsT} is. Küçük ci ocağı, lehimlenecek veya onarılacak bakır ve
dem ir boruları ısıtmak için lehimcilerin kullandığı
diller.
özel ocak.
lehat, [Ar. lehât o ljJ] (leha;t) {OsT} is. Küçük dil.
lehim cilik, -ği [lehim-ci-lik] is. Lehim cinin yaptığı
lehaz, [Ar. lehâz -kljJ] (leha:z) {OsT} is. Göz ucu; göz iş.
kuyruğu. lehim lem e, [lehim-le-me] is. 1. Lehim lem ek eylemi.
2 . İki metali lehim ile birbirine birleştirme işi ve
lehçe, [Ar. lehçe 4^$J] {OsT} is. -*■ lehçe.
tekniği.
Lehçe, [Leh-çe] (le ’hçe) is. Leh dili; Polca.
lehim lem ek, [lehim-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor]
lehçe, [Ar. lehçe 4^ ] {OsT} is. 1. dbl. Bir dilin belli (İki metal parçayı) birbirine lehim ' ile tutturmak;
bir bölgede, tarihî ve bölgesel sebeplerle ses, yapı lehim ile birleştirmek, yapıştırmak,
ve söz dizimi özellikleri yönüyle ayrılan kolu; di lehim lenm e, [lehim-le-n-me] is. Lehimlenmek işi ve
yalekt. 2. Sözlük; lügat. 3. Yüz; çehre. 4. Şive; ko durumu.
nuşma tarzı, fi1 lehçe bilim i, dbl. B ir dilin lehçele lehim lenm ek, [lehim-le-n-mek] edil. f. [-ir] 1. L e
rini çeşitli yönlerden inceleyip değerlendiren dil him ile yapıştırılmak; tutturulmak; lehim yapılmak.
bilimi dalı; diyalektoloji.
2. dönşl. fi Lehim sahibi olmak; lehim edinmek,
lehdar, [Ar. leh + Far. -dâr jtJ*!] (lehda;r) {OsT} is. lehim letm e, [lehim-le-t-me] is. Lehim letmek işi.
1. Bir şeyden veya bir kim seden yana olan; lehte lehim letm ek, [lehim-le-t-mek] gçl. fi. [-ir] (İki metal
olan. 2. huk. bank. Lehine poliçe çekilen kimse, parçayı) lehim yaptırarak tutturtmak; yapıştırtmak;
leheb, [Ar. leheb {OsT} is. Alev. S le h e b ü ’n- lehim yaptırmak,
nâr, {OsT} Ateşin alevi. lehim li, [lehim-li] sf. 1. Lehimle tutturulm uş olan; le-
LEH ÜMÜKÇE SÖM • 2952
him yapılmış olan. 2. Lehim bulunan; lehim sahibi lejyon, [Lat. legio > legion] is. 1. Roma ordusunda
olan; lehimi olan yaya ve süvarilerden oluşan askerî birlik. 2. as.
lehle, [leğ (yans.) > lehle] {ağız} sf. (Hayvan için) Birkaç takımdan oluşan askerî birlik,
zayıf; cılız. [DS] lejyoner, [Fr. legionnaire] is. 1. Romalı lejyon aske
lehlemek, [leh (yans.) > leh-le-mek] {ağız} gçsz. f. [- ri. 2. Fransa’da lejyon donör almış kimse. 3. Fran
r] [-l(i)-yor] Yorgunluktan solumak. [DS] sa’da yabancı lejyona bağlı asker.
Lehli, [Leh-li] is. Lehistan halkından olan kimse; Po -lek, [-la-k / -le-k] yap. e. -*■ -lak.
lonyalI. le k 1, [Ar. lekciD] {OsT} zm. Sana; senin için.
lehm , [Ar. lehm jv-^J] {OsT} is. Bir şeyi hemen yutma, lek2, [Far. lekdU] {OsT} sf. 1. Ahmak; sersem. 2. Yüz
lehre, [? lehre] {ağız} is. Üstüne tepsi koymaya yara bin.
yan, açılır kapanır ayakları olan araç; altlık; sofra
lek3, [Far. lek üJJ] {OsT} is. Kırmızı boya yapılan bir
altı. [DS]
maden.
lehs, [Ar. lehs ıt^J] {OsT} is. Dili dışarı çıkma; nefesi
lek4, [lek] {ağız} is. 1. Küçük tarla; evlek. 2. Pirinç
kesilme.
tarlası. [DS]
lehii, [Ar. li (için) + hü (o) > lehü *!] {OsT} zf. Onun lek5, [lek] {ağız} 1. Dişbudak ağacı. 2. Hasır. [DS]
için; onun yararına; ondan yana, lek6, [lek] {ağız} 1. Aşık. 2. Bilye. 3. Sigara paketle
lehüm , [Ar. lehüm |V$J] {OsT} is. Birinden yana olan rinin yazılı olan yanı. [DS] S lek durmak, Oynar
ken atılan aşık kemiği, düz olan yanı görünecek
lar; birinin tarafını tutanlar.
biçimde durmak.
Iehüma, [Ar. lehümâ UjJ] (lehüma:) {OsT} is. Birin
lekalik, -ği [Ar. leklak > lekâlik jJLii] (leka:lik, k ’ler
den yana olan, birinin tarafını tutan iki kişi,
kalın okunur) {OsT} is. Leylekler,
lehv, [Ar. lehv j«J] {OsT} is. Yararsız ve gereksiz iş;
lekan, [? leken] {ağız} is. -*■ leken1. [DS]
eğlence.
lekanet, [Ar. lekânet c_Jlil] (leka:net) {OsT} is. Çabuk
lehviyat, [Ar. lehv > lehviyyât oL ^jJ] (lehviya;t)
anlayışlı olma; zeyreklik.
{OsT} is. Gereksiz işler; oyunlar; eğlenceler.
leke1, [Far. leke aS3] {Os T} is. 1. Kirliliği gösteren iz;
Leibnizci, [Aim. Leibniz (Alman matematikçi ve
filozofu) > leibniz-ci] (laybnizci) is. ve sf. 1. kir izi. 2. Belli bir renkteki zemin üzerinde beliren
Leibniz felsefesiyle ilgili olan. 2. Bu felsefeyi sa başka renkten bir kısım. 3. (Güneş, ay vb. gezegen
vunan. ler için) parlak bir cismin üzerinde karanlık görü
nen kısım. 4. Vücudun üzerinde görülen herhangi
Leibnizcilik, -ği [Aim. Leibniz (Alman matematikçi
ve filozofu) > leibniz-ci-lik] (laybnizcilik) is. fel. bir renk değişmesi. 5. tıp. B ir organın röntgen fil
minde görülen olağan olmayan bir yoğunluk veya
Bilginin salt deneyle açıklanamayacağını, kişide
koyuluk. 6. Televizyon görüntüsü üzerinde çözüm
zorunlu ve evrensel gerçeklerin bulunduğunu, bun
leyici ve birleştirici tüpün hatasından kaynaklanan
ları deneyler yardımıyla keşfettiğimizi; kötülükle
karanlık alan. 7. mecaz. Bir kimsenin adını kötüye
rin dar kafalıların mükemmel olmayışlarından ileri
geldiğini savunan Leibniz’in ve onu takipçisi çö çıkaran yüz kızartıcı durum; namussuzluk; kara;
m ezlerinin felsefesi, şaibe. & leke çıkarm ak, Kumaş vb. üzerindeki
lekeleri temizlemek.|| leke-dâr, {OsT} Lekeli.|| leke
leim , [Ar. levm > le ’îm p-sJ] (lei:m) {OsT} sf. 1. A l etmek, Lekelemek; lekelenmesine sebep olmak.||
çak; bayağı. 2. Cimri; hasis, leke getirmek, 1. Onur kıracak veya y ü z kızarta
leiman, [Ar. le’îm ân OLo^J] (lei:ma:n) {OsT} sf. A l cak bir durumla karşılaşmak. 2. Davranışları ile
çak ve cimri kimseler, yü z kızartıcı ve onur kırıcı bir duruma sebep ol
mak]] leke giderici, Kumaş, dokuma, yaygı vb.
leimane, [Ar. le’îm + Far. -âne -üU-j;i](lei:ma:ne)
üzerindeki lekeleri çıkarmaya yarayan madde. ||
{OsT} zf. 1. Alçakça; bayağıca. 2. Cimrice, leke olm ak, Üstünde leke oluşmak; lekelenmek,||
lejant, -dı [Fr. leğende (alt yazı)] is. 1. Bir fotoğra leke sabunu, Kumaş üzerindeki lekeleri temizle
fın, karikatürün veya resmin özünü yansıtan yazı. m ekte kullanılan sabun. || leke sürmek, Birinin
2. Bir haritanın başlığını ve çeşitli bilgileri içeren onurunu kıracak, itibarını sarsacak biçimde iftira
süslü yazı. da bulunmak; suç yüklemek; lekelemek. || leke tut
lejitim, [Lat. legitimus > legitime] sf. Yasal; hukuka mak, Üzerine bir şey bulaştığı zaman bunu belli
uygun. etmek; hemen lekelenmek,|| leke yapmak, Bir şey
lejitimist, [Fr. legitimiste] is. 1. Tahttan indirilen bir üzerinde leke bırakmak; leke meydana gelmesine
hükümdarın yeniden tahta çıkarılmasına taraftar sebep olmak.
olan. 2. Meşrutiyetçi. leke2, [leke] {ağız} sf. Korkak; ödlek. [DS]
I M Î ü I C Î » ® • 2953 LEL
leke3, [Bizans. Rum. oikhion] {ağız} is. Kayığı yö lekgele, [lek+gel-e] {ağız} is. Tek mi, çift mi oyunu.
netmeye yarayan dümenin kolu; yeke. [DS] [DS]
lekeci, [leke-ci] is. 1. Elbiselerdeki lekeleri tem izle lekin, [Far. / Ar. leken] {ağız} is. 1. K üçük pekmez
yen ve geçimini bu yolla sağlayan kimse. 2. Resim kazanı. 2. Büyük ve derin bakır tepsi. [DS]
lerini lekeler hâlinde renkleri dağıtarak yapan res lekle, [? lekle / lele] {ağız} is. Yalan. [DS]
sam; taşist. S lekeci kili, Kumaşlardaki lekeleri leklek, -ği [Far. leklek / lekleke / «SİKİ] {OsT} is.
temizlemekte kullanılan bir tür kil.
Dedikodu; gevezelik; boş söz.
lekecil, [leke-cil] sf. (M antarlar için) bitkisel dokular
lekleşmek, [lek-le-ş-mek] {ağız} dönşl. fi [-ir] C ıvıt
üzerinde meydana gelen lekelerde sporlanan.
maya başlamak. [DS]
lekecilik, -ği [leke-ci-lik] is. 1. Lekecinin işi ve m es
lekm at, [? lekmat] {ağız} sf. Tatsız tuzsuz; yavan.
leği. 2. Fırça darbeleri yerine damlatma, akıtma,
[DS]
sıçratma vb. tekniklerle boyayı zemin üzerine ya
lekme'k, [Far. leng (topal) > lek-mek] {ağız} gçsz. fi
yarak, duygulardan ziyade tekniklerin aracılığı ile
[-er] A ksayarak yürümek. [DS]
ortaya çıkan biçimi belirlem e düşüncesine dayanan
leksikbirim, [Fr. lexique + bir-im] is. dbl. Sözlükte
resim anlayışı; taşizm.
m adde başı olarak yer alacak anlamlı söz varlığı;
leked, [Far. leked -iS3] {OsT} is. Tekme; çifte. S le- sözlük birimi,
ked-hâr, {OsT} Tekmelenen; çifte yiyen.\\ leked- leksikograf, [Fr. lexicographe] is. dbl. Sözlük bilimi
kûb, {OsT} Tekmelenen; çifte yiyen. || leked-zede, uzmanı; sözlülcçü; sözlük yazarı,
{OsT} Tekmelenen; çifte yiyen.|| leked-zen, {OsT} leksikograf!, [Fr. lexicographie] is. dbl. Sözlük yaz
Tekmeleyen; çifte atan. m a ve hazırlam a işi; sözlük yazarlığı; sözlükçülük,
lekeleme, [leke-le-me] is. 1. Lekelem ek eylemi. 2. leksikolog, -ğu [Fr. lexicologue] is. dbl. Sözlük bi
mecaz. N amus ve iffete dokunur bir suç yükleme;
limci.
namusuna iftira etmek
leksikoloji, [Fr. lexicologie] is. dbl. Sözlük bilimi.
lekelemek, [leke-le-mek] gçl. fi [-r] [-l(i)-yor] 1. Bir
leksikon, [Yun. leksikön] is. Sözlük.
şey üzerinde leke m eydana getirmek; bir şeyi kir
lektirmeç, [Far. leng (topal) => lek-tir-meç] {ağız} is.
letmek. 2. mecaz. Birinin namus ve iffetine zarar
Sopa; değnek. [DS]
verici davranışta bulunmak. 3. Birine böyle bir suç
yüklemek; nam usuna iftira etmek, lektör, [Lat. legere (okumak) > lector > Fr. lecteur]
lekelenme, [leke-le-n-me] is. 1. Lekelenm ek eylemi is. Okutman,
ve durumu. 2. mecaz. Adı kötüye çıkma, lektörlük, -ğü [lektör-lük] is. Okutmanlık,
lekelenmek, [leke-le-n-mek] edil. fi. [-ir] 1. Lekeli lelbebi, [Far. leblebi] {ağız} is. Leblebi. [DS]
bir durum almak; pislenm ek. 2. mecaz. Kötü ta lele1, [Far. lâlâ] {ağız} is. 1. Baba. 2. Delikanlı. [DS]
nınmak; namusuna zarar verici bir suç yüklenmek; lele2, [lele] {ağız} is. El (organ). [DS]
namus ve iffeti ile ilgili iftiraya uğramak, lele3, [lele] {ağız} Yalan. [DS] <9 lele hoy demek,
lekeli, [leke-li] sf. 1. H erhangi bir şekilde üzerinde İster istemez evet demek.\\ lele hoy kalmak, Yoksul
benekler m eydana gelmiş olan; lekelenen. 2. m e kalmak.\\ lele manisi, Ölüm veya yıkım sırasında
caz. Herhangi bir sebeple namus, iffet ve şerefi za söylenen mani.
rar görmüş olan; adı kötüye çıkmış olan; kötü ün lelek, -ği [yilek / yelek] {ağız} is. Kazın kanat tüyü.
kazanmış olan. 3. (Elmas, değerli taş vb. için) leke [DS]
leri olan. S lekeli humma, tıp. Tifüs. lelengi, [lele-n-gi] {ağız} is. K abuğu kolay soyulan
leken1, [? leken] is. K arda yürürken ayağın batm a bir tür portakal. [DS]
ması için giyilen örgüden yapılm a geniş kar ayak leleş, [lele-ş] {ağız} is. 1. Ağabey. 2. Baba. 3. Çocu
kabısı. ğun evde en güvendiği erkek. [DS]
leken2, [Far. / Ar. leken {OsT} is. Leğen. lelevan, [? lelevan] {ağız} sf. İşsiz güçsüz dolaşan.
[DS]
lekende, [Far. nigende => lekende] is. 1. Kaba
lelevün, [? lelevün] {ağız} sf. 1. Çok zayıf. 2. Bitkin;
dikiş; teyel. 2. Saat zincirinin üzerine sarıldığı si yorgun argın. [DS] fi1 lelevün etmek, 1. Yaltak
lindir. 3. Silindir; üstüvane, lanmak. 2. D arm adağınık etmek; alt üst etmek. ||
lekes, [Far. nâ-kes => OsT. nekes] {ağız} is. Cimri. lelevün olmak, Yanıp yakılmak.
[DS] lelik, -ği [lel-ik] {ağız} is. Çok ağlayan kimse. [DS]
lekesiz, [leke-siz] sf. 1. Lekesi veya kirlenmiş her lelimek, [leli-mek] {ağız} gçsz. f i [-r] [-l(i)-yor] 1.
hangi bir yeri olmayan; pırıl pırıl; tertemiz. 2. me Çok ağlamak. 2. Yalvarıp yakarmak. [DS]
caz. Ahlaken herhangi bir kusuru olmayan; kusur
leliyhçi, [lel-ik-çi] {ağız} sf. Yalvarıp yakarıcı. [DS]
suz; tertemiz; namus,
lelle, [lel-le] {ağız} is. Deli. [DS]
lekeşi, [lekeş-i] {ağız} sf. Tıpkısı; özdeşi. [DS]
LEL Ü T Ü M T Ü K S O M . M 5.
lellük, [lel-lük] {ağız} is. Karşılıklı iki duvara çivi lem h at, [Ar. lem ha > lem hat s^Jı] {OsT} is. -*■ lemha.
çakılarak yapılan salıncak. [DS] S le m h a tü ’l-b a sa r, {OsT} Göz açıp kapayıncaya
lelöyiin, [lel+öğün] {ağız} sf. Çok yoksul; yarm a yi kadar; çok az bir zamanda.
yeceği olmayan. [DS] lem is, [? lemis] {ağız} is. İçine peynir, patates, ıspa
lem -, [Ar. lem- ^ {OsT} ek. A rapça’da olum suzluk nak konularak katlanmış yufka. [DS]
belirten önek. lem le, [? lemle] {ağız} is. Çizgi. [DS]
-lem , [-la-m / -le-m] yap. e. -* -lam. lem li, [Far. nem => lem-li] {ağız} sf. Nemli; hafif
le m 1, [lem / lom (yans.)] is. Birden düşünmeden ve ıslak.
patavatsızca konuşmayı anlatan kök. [Zülfikar] lem lem liim , [lem (yans.) > lem+lüm] {ağız} is. Anlaşıl
lüm, lem lüm etm ek fi1 lem lüm etm ek, A çıkça söy mayan, ağızda gevelenen söz. S1 lem liim etm ek,
lememek; gevelemek. {ağız} Açıkça söylememek; gevelemek. [DS]
lem m a, [Yun. lemma] sf. 1. Varsayılan. 2. Tutulan,
lem 2, -m ’ı[Ar. lem ‘ <*!] {OsT} is. Parlama; parıldama.
lem nisk, [Fr. lenisque] is. Kutsal kitaplarda kelimesi
lem 3, [Far. nem => lem ^.] {eAT} {ağız} is. Nem; ıslak kelimesine sadık kalm adan aktarılan bölüm leri be
lık. [DS] ö lem k ap m a k , {eAT} Alınmak. lirtmekte kullanılan altı ve üstü noktalı yatay çizgi:
M
lem ’a, [Ar. lem'a-uJ.] {OsT} is. 1. Parıltı. 2. Lamba. 3.
lem p er, [? lemper] {ağız} is. Hendek. [DS]
El ile veya bir şey ile işaret etme. S 'Iem ’a-pâş,
lem s, [Ar. lems ^J.] {OsT} is. Bir şeye elle dokunma;
{OsT} Parıldayan,|| lem ’a-rîz, {OsT} Parlayan; p a
elle dokunarak hissetme,
rıldayan.
lem se, [? lemse] {ağız} is. Tükrük. [DS]
lem beki, [? lembeki] {ağız} is. Küçük tabak; küçük
sahan. [DS] lem setm e, [Ar. lems+et-me jJ .] {OsT} is. Lem-
lem berlep, [Far. leb-be-leb] {ağız} sf. Çok dolu; setmek eylemi,
ağzına kadar. [DS] lem setm ek, [Ar. lem s+et-m ek dU^.I ^Jl] {Os T} g ç l . f
lem b irlep , [Far. leb-be-leb] {ağız} sf. -*■ lemberlep. [-(d)-er] Dokunarak algılamak; dokunarak hisset
[DS] mek.
lem cim ek, [lem-ci-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] Kirden lem sî, [Ar. lems! / lem siye ^^-i] (lemsi:) {OsT} sf.
kokmak. [DS]
Dokunm a duyusu ile ilgili; dokunma ile ilgili,
-lem e, [-la-ma / -le-me] yap. e. -*■ -lama,
lem siyet, [Ar. lem siyyet c~ _ i] {OsT} is. Dokunmakla
lem e, [? leme] {ağız} is. An. [DS]
algılanan şeyin özellikleri,
lem ean, [Ar. lem‘ > lem e'ân jU l] {OsT} is. 1. Para
lem u r, [Lat. lemures (ölülerin ruhu) > lemur] is.
lama; parıldama. 2 .fiz. Gazışı, fi1 lem eân-ı fosforî, zool. Bir memeli,
Fosfor ışı.
lem yezel, [Ar. lem-yezel J jj ^] {OsT} sf. 1. Ebedî;
lem eat, [Ar. lem 'a > lem e'ât o U İ] {OsT} is. Parıltı son bulmaz; kalıcı; baki; zeval bulmaz; zail olmaz.
lar; parlayışlar. <9 lem eât-ı şem s, {OsT} Güneşin 2. Ölümsüz, zeval bulm az tek varlık anlam ında Al
parıltıları. lah’ın sıfatı.
lem ehat, [Ar. lem ha > lem ehât o U J ] (lemeha:t) lem yezelî, [Ar. lem-yezelı Jıy. |1] {OsT} is. Son bul-
{OsT} is. Bir defacık bakış; bir göz atış, mazlık; kalıcılık; bakilik,
lem erm ek, [Far. nem => lem-er-mek] {ağız} gçsz. f. lem za, [? lemza] {ağız} is. Gökkuşağı. [DS]
[-ir] Nemlenmek. [DS] lem ze, [Ar. lemze ojl] {OsT} is. Göz veya kaş ile işa
-lem esine, [la-ma-s-ı-n-a / le-me-s-i-n-e] yap. e. - ret etme; işmar.
lamasına. -len-, [-la-n- /-le-n-] yap. e. -*• -lan-.
lem h, [Ar. lemh £İ] (lemeha;t) {OsT} is. 1. Bakma; -le n 1, [-la-n / -le-n] {eAT} çek. e. -*■ -lan1.
bakış; göz atma; göz gezdirme. 2. Parıltı; parlama. -len2, [-la-n / -le-n] yap. e. -*■ -lan2.
fi1 lem h-i b a sa r, {OsT} Çabucak bakıverme; göz le n 1, [oğlan > ulan > len] {ağız} ünl. Çağırma, ses
gezdirme. lenme ünlemi. [DS]
len2, [Far. leken = > leğen > len] (lee:n) {ağız} is. Le
lem ha, [Ar. lemh > lemha 4^=1] {OsT} is. 1. Bir kere
ğen. [DS]
bakma; bir defa göz atma. 2. Parlama; parıltı, ö
lenc, [Far. lenc g-J] {OsT} is. Naz ve eda ile salınma,
lem ha-i b a sa r, {OsT} Göz açıp kapayıncaya kadar
geçen zaman; an; kısa zaman. || lem ha-i iftitâh , lença, [? lença] {ağız} is. 1. Azarlama. 2. Sorgu. 5 1
{OsT} 1. ilk defa bakma. 2. Gözün dünyaya ilk defa lençaya alm ak , {ağız} I. Azarlamak; hırpalam ak
bakışı. |] lem ha-i flla, {OsT} İlk bakış. 2. Sorguya çekmek. [DS]
r
iie r iw som . 2955 LEN
lenduha, [Far. lend-i har (eşeğin erkeklik organı)] sf. (gemi demiri) / Far. lenger _^J] {OsT} is. 1. K enar
1. Kaba; çok büyük; çok iri. 2. Ahenksiz; biçimsiz, ları yatık, yayvan ve geniş bakır yem ek kabı. 2.
lenf, [Lat. lympha (su) / Ar. len f {OsT} is. L enf Gemilerin bir noktada durabilmesini sağlamak için
damarlarında dolaşan, kan ile doku öğeleri arasmda denize atılan çapa. {eAT} (aym) 3. {ağız} Kova. [DS]
aracılık yapan, kan serumu ve lenfositten oluşan, 4. sf. Böyle bir kabın alabileceği miktarda olan. S
solgun, saydam sarı renkli sıvı; ak kan. S lenf lenger atmak, D em ir atmak; dem irlemek,|| lenger
damarları, Güvercin yuvası biçiminde kapakçık bırakmak, dnz. 1. D emir atmak; demirlemek;
larla ayırt edilebilen, içinde le n f dolaşan damarlar. {eAT} (aym). 2. {eAT} Oturup kalmak.|| lenger-dâr,
lenfa, [Lat. lympha / Ar. lenfa UJ] {OsT} is. L enf da {OsT} dnz. 1. (Gemi için) demir atmış; demirli. 2.
(Gemi için) rüzgârdan etkilenmeyen. || lenger-en-
marlarında dolaşan, kan ile doku öğeleri arasında
dâz, {OsT} 1. (Gemi için) dem ir atmış. 2. mecaz.
aracılık yapan, kan serumu ve lenfositten oluşan,
İyice yerleşm iş; kımıldamaz,|| lenger-endâz ol
solgun, saydam sarı renkli sıvı; ak kan. S lenfâ-i
mak, {OsT} 1. dnz. (Gemi için) dem ir atmak. 2. m e
dahilî, {OsT} İç akkan.
caz. Uzun zaman bir yerde kalmak; yerleşmek.\\
lenfaî, [Lat. lympha > Ar. lenfaî / lenfaiye / lenger-gâh, {OsT} dnz. Geminin dem ir atmasına
■ljUJ] (lenfai:) {OsT} sf. L enf ile ilgili; lenfatik. uygun yer.\\ lenger-hâne, {OsT} Lenger yapılan
yer.|| lenger-karâr, {OsT} dnz. (Gemi için) dem ir
lenfanjit, [Fr. lymphangite] is. L enf damarlarının il
atarak bir yerde sabit olarak duran.|| lenger ko
tihaplanması.
parmak, {eAT} dnz. D em ir almak.|| lenger üzerin
lenfatik, -ği [Fr. lymphatique] sf. Lenfle ilgili. S
de, {OsT} dnz. D em ir atmış olarak.
lenfatik bünye, Beyaz ve yum uşak etli, gevşek ha
lengere, [lenger] {ağız} is. Tavır; tutum. S lenge-
reketli insan tipi.
resini bozmamak, {ağız} Acele etmesi gerekirken
lenfatizm, [Fr. lymphatisme] is. tıp. Vitam in eksikli
yavaş davranmak. [DS]
ğinden veya lenf boğumlarının büyümesinden do
ğan, derinin aşırı beyaz, tenin çok yumuşak, ayak lengeri, [Far. lengeri (lengeri;) is. 1. {OsT}
larda şişme, boyundaki bezlerde büyüme gibi belir Büyük bakır sahan. 2. {ağız} Bakır tepsi. [DS] S
tilerle kendini gösteren bir hastalık, lengeri tatarı, {ağız} Mantı. [DS]
lenfavî, [Lat. lym pha > Ar. lenfavı cSjUjJ] (lenfavi:) lengerlenmek, [lenger-le-n-mek] dönşl. f. [-ir] 1.
Kıvrılıp oturmak. 2. Yuvarlak olmak,
{OsT} sf. L enf ile ilgili; lenfatik,
lenfoblast, [Fr. lymphoblaste] is. tıp. Lenfosit hücre lengerli, [lenger-li] sf. 1. Lengeri olan. 2. (Gemi için)
si. Demir atmış; demirli. 3. Sabit; kımıldamaz. 4. {a-
ğız} A ğır başlı; onurlu. [DS]
lenfosit, [Fr. lympocyte] is. tıp. L enf düğümlerinde,
bağırsak mukozası foliküllerinde, dalakta vb. yer lengfahte, [Far. lenk-fahte 4 ^ i J ] {OsT} is. müz. -*■
lerde meydana gelen, çekirdeği çok iri olan ve he lenkfahte.
men hemen hücrenin her tarafını kaplayan küçük lengî, [Far. lengı (lengi:) {OsT} is. Topallık; ak
akyuvar.
saklık.
lenfositoz, [Fr. lymphocytose] is. tıp. Kanda veya be
lengir, [Far. lenger] is. 1. Kevgir. 2. Çömleklerin
yin, omurilik gibi organizmanın başka bir sıvısında
kulpuna takılarak tandıra indirmekte kullanılan uç
lenfosit sayısının artması: lenfositemi.
ları kıvrık iki demir çubuktan yapılmış araç,
lenfoyit, [Fr. lymphoîde] sf. Lenfe ve lenf düğümle
rine benzeyen. S lenfoyit sistem , D alak ve le n f lengüist, [Lat. lingua > Fr. lunguist] sf. Dilci,
düğümleri gibi lenfoyit organları meydana getiren lengüistik, -ği [Fr. linguistique] is. dbl. Dillerin
dokuların tümü. yapısını, gelişmesini, dünyada yayılmasını ve ara
larındaki ilişkileri ses, biçim, anlam ve cümle bilgi
leng, [Far. leng J-i] {OsT} sf. Topal; aksak; aksayan.
si bakım ından genel veya karşılaştırmalı olarak
fi1 leng atmak, {ağız} Yersiz nükte ve eleştiri ile inceleyen bilim dalı; lisaniyat; dil bilimi,
birinin konuşmasını kesmek. [DS] lenhua, [Çin. lian-hua => lenkua] is. Lotus çiçeği.
lenga, [? lenga] {ağız} is. Küçük çekül. [DS] [ETY]
lengâne, [Far. leng-âne <ü15jJ] (lengâ:ne) {OsT} zf. leni, [öyle mi] {ağız} ünl. Öyle mi? [DS]
Topallayarak; topalcasına, Leninci, [Lenin (Rus devlet adamı) > lenin-ci] is. 1.
lenge, [? lenge] {ağız} is. Kadınların boyunlarına Lenin taraftarı olan kimse. 2. sf. Lenin’e özgü olan.
astıkları altm; beşibiryerde. [DS] Lenincilik, -ği [Lenin-ci-lik] is. Marksizmin, R us
lengeç, [Fr. langouste => leneç / yeneç] {eT} {eAT} -*■ y a ’nın özel şartlarına uyarlanması biçiminde belir
yengeç. [Clauson] ginleşen, Lenin’in çelişkiler içine giren kapitalizm
lenger, [Yun. ânkyra (bükülmüş şey) / Ar. el-encer ve emperyalizmin bir savaşa yol açacağı ve bu sa
LEN IMIliCESÖM.asss
vaştan kom ünizm in galip çıkacağı şeklinde savun lep3, [Far. leb / leblebi (ilk hecesi) > lep] is. “Leble
duğu görüşlerinin tümü. bi” kelimesinin ilk hecesi. S lep dem eden leble
L eninist, [Fr. leniniste] is. Leninci. biyi an la m ak , N e denilm ek istendiğim daha söze
L eninizm , [Fr. leninisme] is. Lenincilik. başlarken anlamak; söylenilecek sözü baştan kes
tirmek.
le n k 1, -gi [Far. lenk dJ-ü] {OsT} is. Topal.
lep4, [lep / lap] {ağız} is. Avuç içi. [DS]
len k 2, -gi [Far. yek] {ağız} sf. Tek; bir. [DS] lepbik, -ği [lep (yans.) > lep(b)-ik] {ağız} is. Kayrak.
lenkfahte, [Far. lenk-fahte «»Lü] {OsT} is. müz. Türk [DS]
musikisinde bir küçük usul; aksak fahte; nim fahte. lep e1, [lep (yans.) > lep-e] {ağız} is. 1. Lapa. 2. Bul
lenkm ek, [lenk-mek] {ağız} gçsz. f. [-er] 1. Sarsıla gur ufağından yapılan yemek. 3. Pirinç ve merci
rak kalkmak. 2. Tek ayak üstünde yürümek; sek mekten yapılan bir tür yemek. 4. Bulgur veya p i
mek. [DS] rinçten yapılan bol soğanlı, kırmızı biberli yemek.
lenkua, [Çin. lian-hua => lenhua] {eT} is. bot. Lotus 5. Sütle pişirilen pirinç lapası. 6. Az yağlı, yum u
çiçeği. [İKPÖy.] şak pirinç pilavı. [DS]
lens, [Lat. lens (mercimek) > İng. contact lens (göze lepe2, [? lepe] {ağız} is. Kayrak. [DS]
yapışık mercek)] is. 1. Mercek. 2. Kontak lensin lep eç1, -ci [lep (yans.) > lep-eç] {ağız} sf. Islak; ıs
kısaltılmışı. 3. M ercimeğin bilimsel adı. lanmış. [DS]
len tam ente, [İt. lentamente] zf. müz. Bir parçanın lepeç2, -ci [lep (yans.) > lep-eç] {ağız} is. (Kişi için)
veya bölümün yavaş çalınacağını ifade eden terim, şişman. [DS]
len tan d o , [İt. lentando] zf. müz. Bir parçanın tem po lepede, [lep (yans.) > lep-ed-e] (lep e’de) {ağız} zf.
sunun gittikçe düşürüleceğini belirten terim, Ansızın; birdenbire. [DS]
lentiye, [İt. lentiya] is. dnz. Bir yükü kaldırıp indirir tepelem ek, [yepe-le-mek > lepe-le-mek] {ağız} is.
ken belirli bir durumda tutmak için bağlanan ince g ç l.f. [~r] [-l(i)-yor] Okşamak. [DS]
ip. lepez, [lep (yans.) > lep-ez] {ağız} sf. 1. Kullanıla
le n to 1, [Fr. linteu] (le ’nto) is. Kapı, pencere açıklık kullanıla aşınmış; düzleşmiş olan. 2. Geveze. 3.
ları gibi boşlukların üstündeki duvarın ağırlığını K ötü kadm. [DS] S lepez aşığı, {ağız} Yüzsüz arsız;
taşım ası için atılan ahşap ya da beton üst eşik. her yere sokulan. [DS]
lento2, [İt. lento] zf. müz. 1. B ir parçanın aşırılığa lepiç, -ci [lep (yans.) > lep-iç] {ağız} sf. Islak; ıslan
kaçmadan, largo ile adagio arasmda çalınacağını mış. [DS]
ifade eden terim. 2. is. Bu tempo ile icra edilecek lepik, -ği [lep (yans.) > lep-ik] {ağız} is. 1. Bulgurdan
parça. yapılan yassı köfte. 2. Çocukların oyunda kullan
lentonit, [Fr. lintonite] is. min. Hidratlı doğal alü dıkları düz, yuvarlak ve yassı taş. [DS]
minyum, kalsiyum ve sodyum silikat, lep ird ek , -ği [lep (yans.) > lep-ir-de-k] {ağız} is.
lenzük, -ğü [? lenzük] {ağız} sf. Gevşek; buruşuk; Trampet. [DS]
pörsük. [DS] lep irlek , -ği [lep (yans.) > lep-ir-le-k] {ağız} is. Ağzı
leonit, [Leo Strippelmann (Alman mühendis) > Fr. geniş testi. [DS]
leonite] is. min. Hidratlı tabiî sodyum ve magnez lep irlik , -ği [lep-ir-lik ?] {ağız} is. 1. Tek kulplu
yum sülfat. küçük testi. 2. Turşu kurulan büyük küp. [DS]
leo p ar, [Yun. leon (aslan) + pârdos (pars) > Lat. lep irt, -di [lep (yans.) > lep-ir-t] {ağız} sf. Çok ıslak;
leopardus] is. 1. zool. Kedigillerden, Afrika ve A s sırılsıklam. S le p irt olm ak, {ağız} Yağmurdan sı
y a ’nın tropik bölgelerinde yaşayan, geceleri av rılsıklam olmak. [DS]
lanm aya çıkan, çoğunlukla tek başına yaşayan bü lepiska, [lipsk > Leipzig (A lm anya’da bir şehir) =>
yük yırtıcı hayvan; pars, (Fells pardus). 2. Bu hay lepiska] (lep i’ska) is. 1. Leipzig şehrinde üretilen
vanın düzgün, yumuşak, sağlam sarılı siyahlı postu. ipek. 2. sf. (Saç için) yumuşak, sarı ve uzun,
lep1, [lap / lep / lop (yans.)] is. Peltemsi, sulu ve lepişek, -ği [lep (yans.) > lep-iş-ek] {ağız} sf. Yapış
cıvık maddelerin yere düşerek yayılmasını; buna kan. [DS]
benzer yürüm eyi ve konuşmayı anlatan kök. [Zülfi lepleki, [? lepleki] {ağız} is. Cam tabak. [DS]
kar] lep lep, lep lep dökülmek, lep-e-dek, lep-ek leplik, -ği [lep (yans.) > lep-lik] {ağız} is. Yassı ve
lepek, lep-ir-t olmak mavi renkli boncuk. [DS]
lep2, [lep (yans.) > lep] {ağız} is. 1. Sac üstünde pi leppez, [lep (yans.) > lep(p)-ez] {ağız} sf. Düzleşmiş.
şirilen elemek. 2. Kağnı tekerini tutmaya yarayan [DS] S leppez aşığı, {ağız} (Kişi için) her yere so
ağaç çivi. [DS] S lep lep, {ağız} 1. Topak topak. 2. kulan; yüzsüz. [DS]
B üyük parçalar durumunda. [DS]|| lep lep k ülahlı lep ra , [Yun. leprös (pullu)] is. tıp. Bir tür basilin se
(kulaklı), (At için) düşük kulaklı. bep olduğu deri hastalığı; cüzam.
S İM İM İ S M . 2957____________________________________________
________________________________le £
lepralog, [Fr. leprologue] is. Cüzam hastalığı uzma da, balık atmığında, sinir dokusunda ve sütte bulu
nı. nan, fosforik asit, gliserin ve organik bir baz olan
lepraloji, [Fr. leprologie] is. Cüzam hastalığının se kolinin birleşm esi sonucu meydana gelen karmaşık
bepleri ve tedavisi ile ilgili tıp dalı, lipit.
leprom, [Fr. leprome] is. tıp. Cüzam hastalığında gö lesker, [? lesker] {ağız} is. Toprağı kazmaya yarayan
rülen düğüm biçimindeki ur. tanm aracı; bel. [DS]
lepromin, [Fr. lepromine] is. tıp. Cüzam basili kül lesme, [Ar. leşme iasJ] {Os T} is. Peçe; yüz örtüsü,
türlerinden elde edilen ve bu hastalığın teşhisinde
lest, [Ar. lest o _ J] {OsT} sfi. 1. Güzel. 2. İyi. 3. Kuv
kullanılan madde.
Iepton, [Yun. lepton] is. 1. Yunanlıların kullandığı vetli.
13 santigram lık ağırlık ölçüsü. 2. Yunanlıların kul lesus, [Ar. leşüş / leşüşiyyet (lesu:-
landığı en küçük para. 3. fiz. Z ayıf etkileşimlerin si:yet, s ’ler kalın söylenir) {OsT} is. Hırsızlık etme;
etkisi altında olan elektron, pozitron, nötron gibi çalma; hırsızlık.
afif atom altı parçacıklarının genel adı. -leş-, [-la-ş- / -leş] yap. e. -*■ -la-ş-.
leptoten, [Yun. leptos (ince) + teinein (uzatmak) >
le ş1, [Ar. İaşe (cansız beden) •a-i'sJ] is. 1. Kokmuş veya
Fr. leptotene] is. Kromozom ların ince ip gibi upu
zun bulunduğu m eyoz evresi. kokuşm aya yüz tutmuş hayvan ölüsü. 2. mecaz.
Sevilmeyen ve nefret edilen kimsenin ölüsü. 3. dnz.
-ler, [ula-mak (ulamak, birleştirmek) > ula-r (-r:
Batmış bir geminin su yüzünde görünen veya kara
geniş zam an eki) > -lar / -ler] {eT} çek. e. -► -lar.
ya vurm uş enkazı. 4. argo. Koşarken yorulan ve
-leri, [-lar-ı / -ler-i] çek. e. yap. e. -*■ -lan.
yolda kalan tulumbacı. 5. {ağız} Tabaklanacak deri
lerduven, [Far. nerdbân] {ağız} is. Merdiven. [DS] lerin üstündeki et parçaları. [DS] 6. {ağız} Et. [DS]
lerzan, [Far. lerzîden (titremek) > lerzân oljji] {OsT} 7. sf. Çok kötü kokan. S leş akbabası, zool. K ar
(lerza:n) sfi Titreyen; titrek. S lerzân etmek, tallar takımının, akbabagiller fam ilyasından, beyaz
{OsT} 1. Titretmek. 2. mecaz. Korku ve dehşet ver tüylü, siyah kanatlı, boynunda açık sarı yaka tüyle
mek. ri bulunan, yüksek dağlarda yaşayan bir yırtıcı kuş,
lerze, [Far. lerzîden > lerze ojjJ] {OsT} is. Titreme; (Neophron percnopterus).\\ leş gibi, 1. (Koku için)
çok kötü; çok fena. 2. (Yer için) çok pis. 3. Tembel;
titreyiş. S lerze-bahş, {OsT} Titreten.|| lerze-bahş-
yerinden kalkmaz.\\ leş gibi sarhoş olm ak, Çok
ı dil, {OsT} Gönül titreten.|| lerze-dâr, {OsT} Titrek;
sarhoş olmak; kör kütük sarhoş olmak. || leş gibi
titreyen.|| lerze-nâk, {OsT} Titrek; titreyen.\\ lerze- serilmek, Kollarını, bacaklarım sererek dağılıp
resân, {OsT} Titreten. yatmak. || leşini çıkarmak, (Birini) çok dövmek. ||
lerzende, [Far. lerzende »JijjJ] {OsT} sf. Titreyen, leşini sermek, Birine göz dağı vermek için edilen
küfür içinde “öldürm ek” anlamıyla kullanılır.\\ leş
lerziş, [Far. lerziş jijjl] {OsT} is. Titreme; titreyiş,
kargası, 1. zool. Kargagillerden, Asya ve A vru
les, -s’ı [Ar. les‘ £~J] {OsT} is. Yılan, akrep vb. zehirli p a ’nın orman, çayır ve bahçelik yerlerinde eşi ile
hayvan sokması, birlikte belli bir bölgeyi sahiplenerek yerleşik y a
şayan, başı siyah, vücudu kül rengi, ötücü hepçil
les, -ssi [Ar. leş c J ] {OsT} sf. Sürekli olan; daim olan.
bir kuş; kuzgun, (Corvus cornix). 2. mecaz. Başka
lesa, [? lesa] {ağız} is. Fındık ağacı filizlerinden ya larının uğrayacağı kötü durumlardan yararlanm a
pılmış tuzak. [DS] y ı fırsa t bilen kim se.|| leş karın, 1. Çok yem ekten
lesas, [Ar. leşâş ^ U J ] (lesa:s) {OsT} is. Hırsızlık et karnı büyümüş kimse. 2. Şişman. || leş sineği, zool.
me; çalma. Leşler üzerinde yaşayan, iki kanatlılardan bir bö
cek.
lesaset, [Ar. leşâşet o ^ sU J] (lesa:set) {OsT} is. H ır
leş2, [leş] {ağız}is. Tane; adet; sayı. [DS]
sızlık.
leş3, [Toh. leşp / leş] (le:ş) {eT} is. -*■ leşp. [DLT]
lesbi, [? lesbi] {ağız} is. Killi, çorak toprak. [DS]
leşçil, [leş-çil] sf. (Hayvanlar için) leş ile beslenen. S
lese1, [? lese <-J] {OsT} is. 1. Çalı çırpı. 2. Çit. 3. {a- leşçil akbaba, zool. Gündüz yırtıcısıgillerden, hay
ğız} Sepet. [DS] van leşleri ile beslendiklerinden çevre temizliğinde
lese2, [? lese] {ağız} is. Boy. [DS] büyük yararları olan, tüyleri beyaza yakm , sarı
lesepase, [Fr. laisez-passer] is. 1. Sınırdan geçmek çıplak başlı, kanatlarının kenarı siyah bir tür ak
için verilmiş izin. 2. Bu iznin verildiğini belirten baba, (Neophron percnopterus).
belge; vize. leşe, [Ar. neş’e] {ağız} is. Neşe. [DS]
lesitin, [Fr. lecithine] is. biy. D okulann beslenmesi leşen, [? leşen] {ağız} is. İyi bağlanmamış ekin sapla-
ve büyümesi üzerinde etkili olan, yumurta sarısm- nm n döküntüsü. [DS]
LEŞ ÜIİİffillIİİfflfCESOZİJİ • 29SS
leşgarın, [leş+karm] {ağız} is. Çok yem ekten kamı Leton dili, [Leton + dil-i] is. L etonya’da konuşulan
şişmiş ve büyümüş kimse. [DS] dil; Leton dili; Letçe.
leşke, [? leşke] {ağız} is. Davranışları ağır olan; tem Letonca, [Leton-ca] (leto ’nca) is. Letonya’da konu
bel. [DS] şulan Baltık-Slav dilleri öbeğinden dil; Leton dili;
leşker, [Ar. el-'asker ? / Far. leşker / leşger / Letçe.
letraset, [letraset (tescil edil, isim)] is. mat. Sürtme
i)] {OsT} is. 1. Asker; ordu. 2. mecaz. Kahraman;
yoluyla düzgün bir zemin üzerine aktarılan grafik
yiğit; cesur. 9 leşker-gâh, {OsT} Ordugâh. || leş- karakter; kuru ofset,
ker-i aremrem, {OsT} K alabalık ordu; büyük or letrizm, [Fr. lettre (harf) > lettrisme] is. ed. Şiirde
du,|| leşker-i İslam, {OsT} Osmanlı ordusuna veri kelimenin anlamından daha çok ses değerine ve
len isim; İslam ordusu.\\ leşker-keş, {OsT} Ordu harflerin dizilişine önem veren edebî alcım,
çeken; orduyu idare eden; kumandan; komutan.\\
lettezlemek, [lettez-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(i)-
leşker-keşân, {OsT} Kumandanlar,|| leşker-şikâf,
yo r] M asa üstüne iyi oturmayan eşyayı taşa tutarak
{OsT} Ordu kıran; ordu bozan. || leşker-şiken,
düzeltme işlemi. [DS]
{OsT} Ordu kıran; ordu bozan.|| leşker-şüküf,
letu, [Çin. len-t’eo => letü] (le. tu;) {eT} is. Su, kar,
{OsT} Ordu kıran; ordu bozan.
buz gibi şeylerle soğutulup içine baharat eklenerek
leşkerî, [Far. leşkerî / leşkeriye (s j^ / ^ j ^ ] (leş- soğuk içecek olarak sunulan bir tür şehriye çorbası
keri;) {OsT} sf. Askerî; askerlikle ilgili,
lev 1, [Ar. lev ^1] {OsT} e. Olsa bile.
leşkeriyan, [Fr. leşkeriyân OL.._^iJ] (leşkeriyam)
lev2, -v’i [Ar. lev’ *^J] {OsT} is. dnz. Yısa etme; çek
{OsT} is. Askerler; ordular,
me.
leşp, [Toh. leşp] {eT} is. 1. Balgam. 2. Sümük. [Cla
uson] lev3, -v’ı [Ar. lev' j^ l] {OsT} is. 1. Yakma. 2. Yanma.
leşter, [Far. nîşter] {ağız} is. Neşter. [DS] fi1 lev’-i garâm {OsT} Sevgi ile, aşk ile yanma.
let1, -tti [Ar. lett c J] {OsT} is. 1. Karıştırma. 2. Bağ lev’a, [Ar. lev 'a *pjJ] {OsT} is. Y ürek yanıklığı; gönül
lama. 3. Yaklaşma; yanaşma. 4. Dövme; vurma. acısı. S Iev’a-İ kalb, {OsT} Gönül acısı; iç yanıklı
let2, [Far. let c J] {OsT} is. 1. Dayak atma; dövme. 2. ğı-
Şiddetle çarpma. S let vurmak, Dövmek; dayak leva1, [Bul. leva] (le ’va) is. B ulgaristan’ın para biri
atmak. mi, kısaltması; LVA.
let3, [? let] {ağız} sf. Yoksul. [DS] leva2, [? leva] {ağız} is. Kavukta içeriye dolan suyu
leta, [? leta] {ağız} is. Derileri tabaklama sırasında, akıtmaya yarayan delik. [DS]
harçtan çıktıktan sonra bol suda yıkama işlemi. levahık, -kı [Ar. lâhika > levâhık {OsT} is.
[DS] Eklenen şeyler; ekler. 0 levâhık-ı lamise, D oku
letafet, [Ar. letafet ciU J] (leta.fet) {OsT} is. 1. Gü naçlar.
zellik; hoşluk. 2. Yumuşaklık; nezaket; incelik, levaic, [Ar. lâ'ic > levâ'ic (leva:ic) {OsT} is.
letaif, [Ar. lâtife > letâ’if L-islU] {OsT} is. Güldürecek Kalbi aşktan yananlar,
sözler; latifeler. S letâif-i rivâyât, Söylentilerin levaih, [Ar. lâyihâ > levâ’ih j^ljJ] (leva;ih) {OsT} is.
öyküleri.\\ letâif-i sttnbüle, g ö k b. K uzey ya rı gök- Layihalar.
küresinde bulunan Başak Burcunun en parlak y ıl
levaim, [Ar. lâ’ime > levâ’im jwl^J] (leva;im) {OsT}
dızı, Alfa Virgo.|| letâifü’l-hiyel, {OsT} Savaş hile
leri, oyunları. is. Çekiştirilecek, kötülenecek şeyler; kötülemeler,
letal, -li [Lat. letalis] is. Adlî tıp. levam i, -i’ı [Ar. lâm i'a > levâm i' £»l_j)] (leva.mi)
letarji, [Yun. lethe (unutma) + argia (tembellik) > Fr. {OsT} is. Parlayan şeyler; parıltılar,
lethargie (uyuşukluk)\ is. tıp. 1. Yaşama işlevlerinin levant, [Fr. levant (doğu)] is. 1. Eskiden M üslüman
neredeyse ortadan kalkacak derecede zayıflaması. ların oturduğu Hristiyan tacirlerin uğradığı Akde
2. Çok derin ve sürekli, ateşsiz, enfeksiyonsuz, n iz ’in doğu kıyısına verilen ad. 2. A kdeniz’in batı
komasız patolojik uyku durumu. kesimi ile Fransa ve Ispanya’nın güney kıyılarında
Letçe, [Let-çe] (le ’tçe) is. Letonya’da konuşulan dil; sert esen rüzgâr.
Letonca; Leton dili. Levanten, [Fr. levantin] is. 1. Yakm doğuda yerleş
lete1, [Far. lete *J] {OsT} is. Kırık parça; parçacık. miş ve evlenerek soyu yerli halk ile karışmış olan
A vrupa asıllı kimse. 2. sf. (Küçük 1 ile başlar)
lete2, [İt. lete <ul] (le ’te) {OsT} zf. Düzgün bir şekilde,
. Levantene özgü olan; Levanten gibi olan,
letice, [netice] {ağız} is. Netice; sonuç. [DS] levanti, [Fr. levanti] is. A kdeniz’in batı kesimi ile
letke, [? letke] {ağız} is. Kaysı kurusu. [DS]
[
0 T « T l i l ! I W m i . 2959 LEV
Fransa ve Ispanya’nın güney kıyılarında sert esen levh, [Ar. levh ^ j i ] {OsT} is. Düz ve üzerine resim
rüzgâr; levant yapılan, yazı yazılan yüzey; levha. 0 levh-i cebîn,
levayih, [Ar. lâyiha > levâ’ih / levâyih £.I_jJ] (7e- {OsT} A lın.|| levh-i dü-reng, {OsT} Gece ve gün-
va:yih) {OsT} is. Levhalar; layihalar, düz.|| levh-i emles, {OsT} 1. Üzerinde hiç yazı ol
levaz, [? levaz] {ağız} is. Kuru fasulye. [DS] mayan levha. 2. Yeni doğan bebeklerin hiçbir etki
ve bilgi taşımayan beyni.|| levh-i hamüşî, {OsT}
levazım, [Ar. lezımet > levazım (leva;zım)
Sessizlik levhası; üzerine hiçbir şey yazılm amış boş
{OsT} is. 1. Gerekli olan şeyler; gereçler; ihtiyaçlar. levha. || levh-i hâtır, {OsT} Hafıza. || levh-i mahfüz,
2. Silahlı kuvvetlerin silah ve cephane dışında ka {OsT} -► levhimahfuz.
lan yiyecek, içecek, giyecek gibi ihtiyaç maddele
levha, [Ar. levha *=-^1] {OsT} is. 1. Duvara asılmak ü-
rine verilen genel ad. S levazım bölüğü, as. Sa
vaşta ve barışta silahlı kuvvetlerin levazım ikmal zere yazılmış yazı; safiha. 2. Tablo; resim. 3. Tabe
maddelerini ve levazım hizmet desteğini sağlayan la. 4., mecaz. Manzara; görünüş. 5. ark. Tablet. 6.
bölük seviyesindeki askerî birlik. || levazım servisi, Kaplama olarak kullanılan kurşun, çinko vb. m al
Bir işletmede, diğer servislerin ihtiyaçlarını karşı zemeden yapılmış büyük plaka. 7. M arangozlukta
layan hizmet ve destek bölümü.\\ levazım sınıfı, as. kabaca biçilm iş büyük kereste. 8. matb. Aynı k o
Savaşta ve barışta silahlı kuvvetlerin levazım ikmal nuyla ilgili sayfanın büyük bir bölüm ünü kaplayan
maddelerini ve levazım hizm et desteğini sağlayan resim ler bütünü. 9. matb. Kitabın sayfasının tam a
askerî yardım cı sınıf. mını veya bir bölümünü kaplayan resim veya şekil.
10. fiz. Bir elektron tüpünün anoduna verilen ad.
levazımat, [Ar. levazımât olojljJ] (levazıma:t) {OsT}
11. zool. Başka organlara bağlı olmayan veya bir
is. Lazım olan şeyler; gereçler; levazımlar, bütünün bölümlerinden birini oluşturan düz yapı.
levazımcı, [levazım-cı] is. as. Levazım sınıfından o- fi1 levha-i nuhuset, Uğursuzluk levhası.
lan kimse. levhacı, [levha-cı] is. Levha yapan ve satan kimse,
levazımcılık, -ğı [levazım-cı-lık] is. Levazımcının levhacık, -ğı [levha-cık] is. Çok ince ve çok küçük
yaptığı iş; levazımcının görevi ve sınıfı, levha.
levc, [Ar. levc ] {OsT} is. A ğızda lokmayı evirip levhacılık, -ğı [levha-cı-lık] is. Levhacınm yaptığı iş
çevirme. ve mesleği.
levçe, [? levçe] {ağız} is. Geveze. [DS] levham sı, [levha-msı] s f Levha biçiminde olan; lev
ha görünümünde olan. S levham sı pulcuklar,
levend, [Far. levend Jjj)] {OsT} is. -*■ levent,
Kemikli balıkların üzerindeki ince ve yum uşak p u l
levendan, [Far. levendân 01-üjJ] (levenda:n) {OsT} is. cuklar.
Leventler. levhaşallah, [Ar. lâ-evhaş’Allâh (Allah ırak etmesin;
levendane, [Far. levendâne -üIjüjJ] (levenda:ne) {OsT} korusun) 4 JJI (levhaşa’lla;h) {OsT} ünl. B e
zf. 1. Çabuk ve acele olarak. 2. Boylu poslu kim se ğenme ve aferin sözü,
lere yakışır bir biçimde; yakışıklı ve gösterişli bi levhateyn, [Ar. levhateyn j c ^ i ] {OsT} is. Kitap, def
çimde. ter sayfaları gibi açılır kapanır iki sayfa,
levendat, [Ar. levendât oİJJjJ] (levenda:t) {OsT} is.
levhimahfuz, [Ar. levh-i mahfuz ç ji ] (levhi-
Leventler. mahfu:z) {OsT} is. isi. Her şeyin, insan kaderinin,
levent, -di [İt. levantino (doğu) / Far. levend (ahlâk olmuş ve olacakların âlem yaratılmadan önce Allah
sız, tembel; ayyaş) JJjJ] {OsT} is. 1. Eskiden Vene tarafm dan takdir edilerek, üzerine yazıldığına ina
dik gemilerinde çalışan, doğu ülkelerinden toplan nılan İlahî levha.
mış maaşlı asker. 2. Osmanlı İm paratorluğunda levid, [Far. levıd -bjJ] (levi;d) {OsT} is. Kazan; büyük
gemilerde ve kıyılarda askerî sınıftan olan kimse; tencere.
denizci; deniz eri. 3. Dokuma tezgâhlarının bir par
çasını oluşturan tornadan çekilmiş düzgün tahta levin, -vni [Ar. levn jjJ ] {OsT} is. 1. Renk. 2. Yüzün
silindir. 4. sf. Çevik; hareketli; atik. 5. sf. Kabada rengi; beniz. 2. Çeşit; tür; nevi. 0 levni dönmek,
yı; cesur. 6. sf. Emsallerine göre daha gösterişli ve Benzi sararmak; yüzünün rengi değişmek.
uzun boylu; güçlü kuvvetli; yakışıklı, levke, [? levke] {ağız} is. Ot ve ekin taşm an arabala
leventlik, -ği [levent-lik] is. 1. Levent olma durumu; rın arkasındaki merdiven. [DS]
boylu poslu ve atak olm a durumu. 2. Levendin işi levlaz, [loğ-la-z / levlaz] {ağız} is. Taze veya kuru
ve görevi. fasulye. [DS]
levger, [? levger] {ağız} is. Ayakkabıların dikiş yerle levlek, -ği [Yun. labraki] {ağız} is. Levrek. [DS]
rini ütülemekte kullanılan bir araç. [DS] levli, [? levli] {ağız} is. Ateşte yanan odun. [DS]
LEV k h h k e e u • 2960
levm , [Ar. levm p J] {OsT}is. 1. Aleyhte konuşma; levzî, [Ar. levzı j j j l ] (levzi;) {OsT} sf. 1. Badem bi
zemmetme; çekiştirme. 2. Kınama. 3. Başa kakma. çiminde olan. 2. Bademle ilgili,
4. Paylama. S1 levm etmek, {OsT} 1. Çekiştirmek; levzin, [Ar. levzîn jo .^ ] (levzi;n) {OsT} is. tıp. Ba
kınamak; ayıplamak. 2. Serzenişte bulunmak; azar
dem hulasası,
lamak; paylamak. || levm-i laim, {OsT} Çekiştirenin
kınaması. levzine, [Ar. levzıne ^ j j i ] (levzi;ne) {OsT} is. 1. Ba
levm e, [Ar. levme ***!] {OsT} is. Çekiştirilmeyi ge dem helvası. 2. Bademli helva,
rektirecek bir durum veya iş. levzinec, [Ar. levzînec (levzi:nec) {OsT} is.
levn, [Ar. levn j jJ] {OsT} is. -+ levin, Bademli helva,
levnî, [Ar. levnl ^JjJ] (levni:) {OsT} sf. 1. Renkle il levziyat, [Ar. levziyyât o b j ^ ] (levziya;t) {OsT} is.
gili; renge ilişkin. 2. Nitelikle ilgili, İçine badem konularak yapılan tatlılar,
levrek, -ği [Lat. labrum (dudak) > Yun. lavrâki / lav- levziye, [Ar. levzlye ■vjjl] (levzi:ye) {OsT} is. bot.
raks] is. zool. Levrekgillerden, sıcak ve ılık deniz Gülgiller.
lerin sığ sularında yaşayan, boyu bir metreyi, ağır ley 1, [Far. ley J ] {OsT} is. 1. Kap; zarf. 2. Çamur.
lığı 15 k g ’ı bulabilen, ufak balık, yengeç ve ısta
kozlarla beslenen, kuvvetli ve çevik olduğu için ley2, [Rum. ley] is. Rom anya’nın para birimi,
avlanması oldukça zor, lezzetli, beyaz etli, üzeri ley"’, [ley] {ağız} ünl. Seslenme ünlemi; hey! [DS]
pullu bir kemikli balık, (Dicentrarchus labrax / ley4, [? ley] {ağız} is. Çaylak. [DS]
Stizostedion luciperca / Lucioperca lucioperca). leyail, [Ar. leyi > leyâil J iU ] (leya:il) {OsT} is. Ge
levrekgiller, [levrek-gil-ler] is. zool. Yüzgeçleri di celer.
kenli, pulları pütürlü, döş yüzgeçlerinin durumu
leyal, -li [Ar. leyi > leyle > leyâl J U ] (leya:l) {OsT}
göğüs yüzgeçlerine dikey, bir kısmı tatlı sularda,
b ir kısmı da denizlerde yaşayan sazan, uzun levrek, is. Geceler. S leyâl-i hasret, {OsT} Ayrılıkgecesi.\\
levrek, apagon vb. kemikli balıklar familyası, (Per- leyâl-i hoş-nümâ, {OsT} insana hoş gelen geceler.||
ciformea). leyâl-i vesvese-hîz, {OsT} Vesvese koparan gece
ler.
levs, [Ar. levs o^J] {OsT} is. (M addî ve manevi an
lam da her türlü) pislik; kir. S levsü’l-katl, {OsT} leyalî, [Ar. leyi > leyle > leyâlî J U ] (leya:li:) {OsT}
huk. K atil zanlısı ile öldürülen arasında var olan is. Geceler.
düşmanlık. leyan1, [Ar. leyân OU] {OsT} is. Konforlu, lüks hayat.
levsiyat, [Ar. levsiyât o U ji] (levsiya;t) {OsT} is. Ah
leyan2, [Far. leyân OU] {OsT} sf. Parlayan, parlayıcı.
lak bozuklukları; kirli işler; pislikler,
leyden, [? leyden] {ağız} is. Ot demetlerini bükmekte
levüloz, [Fr. levulose] is. kim. Kimyasal formülü
kullanılan ağzı kemikten, sapı ağaçtan yapılma
C 6H i20 6 olan keton ve hidroksil grupları içeren
orak biçiminde bir tür tarım aracı. [DS]
monosakkarit; meyve şekeri; früktoz.
leydi, [İng. lady] is. 1. Lordun dişili. 2. mecaz. Cen
levün, [Ar. levin] {ağız} is. Biçim. [DS]
tilm enin dişili,
levvam, [Ar. levm > levvâm / levvâme p y / ^ 'jl] leydig, [Aim. Franz Leydig] (Alman zooloji bilgini -
(levva.m) {OsT} sf. 1. Başa kakıcı; paylayıcı. 2. D e 19.yy) is. Testosteron hücreleri.S leydig hücrele
dikodu yapan; çekiştiren, ri, biy. Testiste, sem inifer tüpçiikleri arasmda bu
levye, [Fr. levier (kaldıraç)] is. 1. Bir mekanizmanın lunan, testosteron hormonu salgılayan hücreler.
kumanda kolu. 2. Bir ağırlığı kaldırmaya veya ha leyi, [? leyi] {ağız} is. Sel. [DS]
reket ettirmeye yarayan metal çubuk; kaldıraç, -leyin1, [-la-y-ın / -leyin / -laymca / - leyince] {eAT}
levz, [Ar. levz jji] {OsT} is. Badem, yap. e. -*■ -layın.
levzai, [Ar. levza'î ^ i j ) ] {OsT} sf. (Kişi için) akıllı; -leyin2, [-le-y-in] yap. e. 1. İsimlerden zarf türeten
ek. Uyum kurallarına aykırılık gösterir. Zaman bil
zeki; zarif.
diren isimlerden o zam anla ilgili zarf yapar: akşam
levze, [Ar. levze oj^J] {OsT} is. 1. (Bir tek) badem. 2. leyin, sabahleyin, geceleyin. 2. Zamirlere de gele
anat. Bademcik, rek tarz ifade eder: bencileyin, sencileyin, kendi-
levzetan, [Ar. levzetân (levzeta.n) {OsT} is. a- leyin.
nat. İki bademcik; bademcikler, leyin, [Ar. leyin j J ] {OsT} sf. Yumuşak.
levzeteyn, [Ar. levzeteyn j^'j^l] {OsT} is. anat. Boğa -leyince, [-la-y-ın / -leyin / -laymca / - leyince] {eAT}
zın her iki yanında yer alan iki bademcik; badem yap. e. -*■ -layın.
cikler. leyir, [Ar. nehr] {ağız} is. Nehir. [DS]
l B l M R m i . 2961 LEY
leyk, [Far. leyk dAJ] {OsT} bağ. Lâkin; amma; fakat; iri bir göçmen kuş, (Ciconia ciconia, Ciconia alba,
C. nigra, C. maguari). S leylek otu, bot. Kişniş.\\
ancak.
leylek o rak , {ağız} B üyük orak. [DS]
leykin, [Ar. leylcin {OsT} bağ. Lakin.
leylekayağı, -m, - k la n [leylek+aya(k)-ı] is. bot. Itır
leyi, [Ar. leyi J J ] {OsT} is. Gece, fi1 leyl-i dim ağ, çiçeği cinsinden, meyvesi uzun gaga gibi olması ile
{OsT} Zihnin iyi çalışmaması; dim ağ bozukluğu.\\ tanınan, bazı türleri sebze olarak yenilen bir otsu
leyl-i serd, {OsT} Soğuk gece. \\ leyl-i tâ rik , {OsT} bitki; iğnelik; çobaniğnesi, (Geranium).
K aranlık gece. \\ leyi ü n e h â r, {OsT} Gece ve gün ley lek b u rn u , -nu, -u n ları, [leylek+bur(u)n-u] {ağız}
düz. is. bot. -*■ leylekayağı; iğnelik. [DS]
leyla1, -a ’i [Ar. leylâ5 S1J] (leylâ:) sf. 1. (Gece için) leylekgaga, [leylek+gaga] {ağız} is. bot. -*■ leyleka
yağı; iğnelik. [DS]
çok karanlık; zifiri karanlık: 2. is. Çok karanlık ve
leylekgagası, -nı, -a la rı [leylek+gaga-s-ı] is. 1. B ir
uzun gece. 3. Arabî ayların son gecesi.
çizimi belirli bir oranda büyütm ek veya küçültmek
leyla2, [Ar. leylâ %] / |_sJlJ] (leylâ:) {OsT} is. 1. Siyah için kullanılan bir çizim aleti. 2. {ağız} bot. -*■ ley
şarabın kokusu veya şarabın verdiği ilk sarhoşluk. lekayağı; iğnelik. [DS]
2. argo. Çok sarhoş olmuş kimse. 3. Kadm adı. leylekgiller, [leylek-gil-ler] is. zool. Leyleksiler takı
leylah, [Ar. leylâk => leylah]) {ağız} is. Leylak. [DS] m ından, özellikle Afrika ve A sya’nın tropikal b ö l
leylak, -ğı [Far. nil (mavi) + ak / Ar. leylâk J5 U ] gelerinde, ovalarda ve bataklıklarda yaygın olarak
yaşayan, leylek, Amerika doymazı vb. büyük kuş
(leylâ:k) {OsT} is bol. 1. Zeytingillerden, her top
rakta yetişen, karşıt yapraklı, salkım çiçekleri güzel ları kapsayan familya, (Ciconiidae).
ve hoş kokulu bir ağaççık, (Syringa vulgaris). 2. leylekler, [leylek-ler] is. zool. Uzun bacaklı, uzun
Bu ağacın beyaz ve eflatun renkli güzel kokulu çi gagalı ve uzun boyunlu kuşlar takımı, (Ciconiae).
çekleri. 0 leylak reng i, 1. Pembeye çalan açık leyleksiler, [leylek-si-ler] is. zool. Gagası, bacakları,
mor. 2. Pembeye çalan açık renkte olan; leylakı. boynu ve kanatları uzun, balıkçıl, ibis, leylek gibi
leylak, -ğı [Far. leklek => leylak] (leylak) {ağız} is. kuşları kapsayan takım, (Ciconiiformes / Ardeifor-
Leylek. [DS] mes).
leylaki, [Ar. leylâkl J ^ J ] (leylâ:ki:) sf. Pembeye leylen, [Ar. leylen t>LJ] (le ’y len) {O sT } zf. Geceleyin;
çalan açık renkte olan; eflatun, gece vakti.
leylam ba, [? leylamba] {ağız} sf. (Kişi veya hayvan leylî, [Ar. leyi > leylî J J ] (leyli:) {O sT} sf. 1. Gece
için) çok uzun bacaklı. [DS] yatıya kalan; yatılı. 2. (Yer için) gece kalınan. 3.
leyle1, [Ar. leyle aLİ]{OsT} is. (Belirli ve tek bir) Geceye ait; geceyle ilgili. S1 leylî m eccani, {O sT }
gece. S leyle-i b ed r, {OsT} Ayın on dördüncü ge- Parasızyatılı.\\ leylî m ektep, {O sT} Yatılı okul.
cesi.|| leyle-i B erat, {OsT} Şaban ayının on beşinci leylim 1, [leylim] {ağız} is. Her zaman; sürekli. [DS]
gecesi; Berat kandili.\\ leyle-i g a rrâ , {OsT} Cuma leylim 2, [Ar. leymün] {ağız} is. 1. Tatlı limon. 2. Por
gecesi.\\ leyle-i e rb a â , {OsT} Çarşamba gecesi.|| takal. [DS]
leyle-i ham üş, {OsT} Sessiz gece. || leyle-i K a d r, leylingiç, [leylin-giç] {ağız} is. Bir çeşit dut. [DS]
{OsT} Ramazan ayının yirm i yedinci gecesi; K adir leylum , [Ar. leymün] {ağız} is. Tatlı limon. [DS]
gecesi. || leyle-i leylâ, {OsT} 1. En karanlık gece. 2.
leym un, [Ar. leymün jj-«J] (leymu:n) {O sT } is. L i
Uzun ve ıstıraplı gece. 3. K am erî ayların otuzuncu
gecesi.\\ leyle-i M irâç, {OsT} Recep ayının yirm i mon.
yedinci gecesi; M iraç kandili.\\ leyle-i R egâip, leys1, [Ar. leys e J ] {O sT } is. zool. Aslan. S1 leys-i
{OsT} Recep ayının ilk cuma gecesi; Regaip kandi- ıffırîn, {O sT} 1. Orman aslanı. 2. Hızla hücum eden
li.|| leyle-i şeyba, {OsT} K am erî aym son gecesi.\\ kimse.
leyle-i vasi, {OsT} K am erî aym son gecesi.\\
leys2, [Ar. leys j^ J ] {O sT} is. Yokluk,
leyletü’l-aru s, {OsT} M evlana'm n ölüm y ıl dönü
münde Mevlevîlerin yaptıkları tören; şeb-i cırus. || leysiye, [Ar. leysiyye ■ç^-J] {O sT} is. fel. Nihilizm;
leyletü’l-isrâ, {OsT} M iraç gecesi. hiççilik.
leyle2, [leyle] {ağız} is. Ninni. [DS]
Ieyte, [Ar. leyte 4~J] {O sT} e. (Olması imkânsız şeyler
leyleh, [leyleh] (leylekh) {ağız} is. Leylek. [DS]
için) “N e olurdu!”, keşke. S’ leyte laalle, {O sT}
leylek, -ği [Far. leklek dUSO / dlU] is. zool. Leylek Savsaklama.
gillerden, kış aylarında Orta ve Güney A frika’ya leyvaz, [loğlaz] {ağız} is. Taze ve kuru fasulye. [DS]
göç eden, siyah ve beyaz tüylü, kırmızı ayaklı,
leyyin, [Ar. leyin > leyyin jJ ] {O sT} sf. Yumuşak. S
uzun bacaklı, uzun gagalı, kurbağa, fare, köstebek,
kertenkele, solucan, böcek, balık vb. ile beslenen leyyinü’l-asa, {O sT } Yumuşak huylu; sıcak kanlı
LEZ O TU M r a w M • 2962
kim se,|[ Ieyyintt’l-cânib, {OsT} Yumuşak huylu; sı mak; tadına varmak.|| lezzet-i ilm, {OsT} Bilim zev
ca k kanlı kimse. ki; bilginin, bilmenin verdiği zevk. |[ lezzet-i nân,
lez1, [Ar. lezz JJ] {OsT} is. İmparatorluk döneminde, {OsT} Ekmeğin tadı. || lezzetini tatmak, M utluluğu
nu, zevkini duymak.\\ lezzet-i pehlü, {OsT} Biri ile
Kuzey Afrika’da meyve ağaçlarından ve kuyular
yan yana olmak mutluluğu. || lezzet-i sahbâ, {OsT}
dan alınan vergi.
Şarabın lezzeti.|| lezzet-şinâs, {OsT} Tat almış
lez2, -zzi [Ar. lezz JJ] {OsT} is. Lezzet; tat; çeşni. olan. || lezzet-yâb, {OsT} Tat almış olan.
lez3, [lez] {ağız} sf. Kaygan, parlak ve düz olan. [DS] lezzetlendirme, [lezzet-le-n-dir-me] is. Lezzetlendir
lezaiz, [Ar. lezize > lezâ’iz isli!] (leza:iz) {OsT} is. mek eylemi.
lezzetlendirm ek, [lezzet-le-n-dir-mek] gçl. f i [-ir]
Hoşlanılacak şeyler; tatlılar. S lezâ’iz-i dünyevi
Lezzetlenmesini sağlamak; baharat vb. katarak tat
ye, {OsT} D ünya nimetleri; dünya zevkleri.
vermek.
lezar, [Fr. lezard] is. Kertenkele derisinin sepilenme
lezzetlenm e, [lezzet-le-n-me] is. Lezzetlenmek eyle
si ile elde edilen deri,
mi veya durumu,
lezbiyen, [Yun. Lesbos (Midilli adası) > Fr. lesbien-
lezzetlenm ek, [lezzet-le-n-mek] dönşl. fi. [-ir] 1.
ne (M idilli’li eşcisel kadm ~ bayan şair Sappho,
Lezzetli hâle gelmek; hoşa gidecek bir tat kazan
MÖ. 6. yy)] sf. (Kadm için) eşcinsel; sevici,
mak; iyi bir tat kazanmak. 2. edil, f i Baharat vb.
lezbiyenlik, [lezbiyen-lik] is. Kadınlar arasındaki eş
katarak tat verilmek; lezzetli hâle getirilmek,
cinsellik; sevicilik,
lezzetli, [lezzet-li] sf. 1. Ağızda hoşa giden bir tat
lezez, [Ar. şevval (son harfi), zilkade (ilk harfi),
bırakan; tadı güzel olan; beğenilerek yenilen. 2.
zilhicce (ilk harfi) > lezez ii)] is. İmparatorluk dö İnsana zevk veren; haz dolu; zevkli,
neminde askere verilen üç aylık maaşın Şevval, lezzetlilik, -ği [lezzet-li-lik] is. 1. Tadı güzel olma
Zilkade ve Zilhicceye rastlayan dördüncü bölümü durumu. 2. Zevk verme, haz uyandırma durumu,
ne verilen ad. lezzetsiz, [lezzet-siz] sf. Lezzeti olmayan; tadı hoşa
lezgi1, [? lezgi] {ağız} sf. Sersem; aptal; beceriksiz. gitmeyen; tadı güzel olmayan; tatsız; yavan,
[DS]
lezzetsizlik, -ği [lezzet-siz-lik] is. Tatsız, lezzetsiz ol
lezgi2, [? lezgi] {ağız} is. Eğri burun. [DS] ma durumu.
lezgi3, [? lezgi] {ağız} is. Tek dolma tüfek. [DS] lezzo, [Fr. lezbien => lezzo] is. argo. Eşcinsel kadın;
lezgi4, [? lezgi] {ağız} is. Kars yöresinde erkek, kadın sevici.
karışık oynanan bir halk oyunu. [DS] -lı1, [eT. -lığ > -lı / -li / -lu / -lü] yap. e. 1. İsimden
lezgilik, -ği [lezgi-lik] {ağız} is. Anlayışsızlık, S1 sıfat ve isim türeten ek. Bulunma, bulundurma ve
lezgilik etm ek, {ağız} Anlamazlıktan gelmek. [DS] sahip olma kavramları katarak sıfatlar türetir: var
lezgü, [1? ezgü / lezgi] {ağız} sf. -*■ lezgi1. [DS] lıklı (kimse), çocuklu (kadm), düzenli (birlikler),
lezim, [Ar. lezim pjJ] {OsT} is. Gerek; lüzum, boyalı (pencere), güneşli (hava). 2. İsme nitelik ve
özellik kavramı katarak sıfatlar türetir: başarılı
lezin, [? lezin] {ağız} is. Lastik. [DS]
(öğrenci), saygılı (komşu), uyumlu (siyaset), görgü
lezir, [Ar. lezîr j J ] {OsT} sf. Akıllı, lü (kadın), içli (çocuk). 3. İlgili olma karamı kata
leziz, [Ar. leziz / lezize i i) / ojj.il] (lezi:z) sf. 1. Tadı rak sıfatlar türetir: geçişli (fiil), dönüşlü (fiil), do
laylı (tümleç). 4. Yer adlarına gelerek bildirilen
güzel olan; zevkle yenilip içilen; ağızda hoş bir tat
yere ait olma kavramı katan isim ve sıfatlar türetir:
bırakan; lezzetli. 2. Zevk veren; memnun eden,
köylü, köylü (kadm), Ankaralı, Ankaralı (tüccar),
lezletsiz, [Ar. lezzet => lezzet-siz] {âğız} is. Tatsız.
güneyli, güneyli (üreticiler). 5. Herhangi bir kuru
[DS]
luş, millet ve kavme ait olan kavramını katarak
lezli, [lez-li] {ağız} sf. Pürüzsüz; düz. [DS]
isim ve sıfatlar türetir: partili, partili (kadınlar),
lezuk, [Ar. lezük jjjJ] (lezu.k) {OsT} is. tıp. Yakı; sendikalı, sendikalı (işçiler), İranlı, (îranlı gazete
vücuda yapıştırılarak kullanılan ilaç, ciler), Osmanlı, (Osmanlı kadın). 6. Sayı adlarına
lezyon, [Fr. lesion] is. tıp. Bir hastalık sebebiyle gelerek grupların kaçar kişiden oluştuğunu belirten
herhangi bir organın yapısında meydana gelen bo sıfatlar yapar: üçlü, onlu, binerli, beş yüzerli. 7.
zulmaya yönelik değişiklikler, İsmin belirttiği yetki veya izni bulunduran anlamı
vererek isimler yapar: izinli, yetkili, görevli.
lezzat, [Ar. lezzet > lezzât olJJ] (lezza:t) {OsT} is.
-lı2, [-lı / -li] {eT} yap. e. İsimden isim yapma eki. bil-
Tatlar; lezzetler,
ig-li (bilgili; bilgin) B - l ı ... -h, [-h ... -lı / - l i .... -li]
lezzet, [Ar. lezzet o i l ] {OsT}is. 1. A ğız yoluyla algı {eT} Yığılma anlamı veren y a da bildirme özelliği
lanan tat; çeşni. 2. mecaz. Herhangi bir şeyden alı olan ve nesneleri çift y a da dizi hâlinde belirtmekte
nan haz, duyulan zevk. S lezzet almak, Hoşlan kullanılan isimden isim türetme eki.
ı r a İ R C E S H I . 2M3 L IH
hbır, [lib (yans.) > lıb-ır] {ağız} is. Cıvık çamur. [DS] 4. (Kap için) çok dolu duruma gelmek. [DS]
S lıbır lıbır, (Yemek için) çabuk çabuk. lığlanm ak2, [lığ2-la-n-mak] {ağız} edil, f i [-ır] 1.
hbıska, [Leibzig > lepiska] {ağız} sf. (Saç için) ipek (Toprak için) lığlı hâle getirilmek; alüvyonlanmak.
gibi yumuşak; lepiska. [DS] 2. (Toprak için) üzerinde lığ birikmek; lığ oluşmak,
lıca, [ı-lı-ca] {eAT} is. Ilıca; kaplıca, lığlatmak, [lığ2-la-t-mak] {ağız} gçl. fi [-ır] Lağım
lıfker, [? lıfker] {ağız} is. Çok kirli; bulaşık. [DS] ayaklarını bahçeye akıtarak pisliği toprak üzerine
-hg, [il-mek (bir şeye takılı, ilintili, bağlı olmak) > il- yaymak. [DS]
(i)k il-(i)g (bağlayan) > -lık / -lik / -lığ / -lig / -luk / hğh, [lığ2-lı] sf. 1. (Toprak için) üzerinde veya içinde
-luğ / -lük / -lüg] {eT} yap. e. 1. Sahip olan anla lığ bulunan; üzerinde lığ birikmiş olan; alüvyonlu.
mında sıfatlar türeten ek; -lı. [Üç İtigsizler] [ETY] at- 2. {ağız} Bulanık [DS]
lıg (at-lı) 2. Eklendiği isimle ilgili olarak ... ile do lığlığa, [lığlığa] {ağız} is. Boğaz. [DS]
natılmış, ...ya ait, ...ya bağlı, ... kökenli anlamı ve hğhğa, [lığlığa] {ağız} sfi Esnek. [DS]
ren isimden isim türeten ek. 3. -► -lık. lığlığa, [lığlığa] {ağız} is. 1. Su yatağının yumuşamış
lığ1, [lak / lığ / lık / lok / luk (yans.)] is. Sıvıların kap hâli. 2. sf. (Çamur için) vıcık vıcık. [DS]
içinde çalkalanmasını, kaynatılmasını ve buna ben lığlık, [bğ-lık] is. Bataklık. S lığlık kaz, {ağız} Ya
zer seslerle gülmeyi anlatan kök. [Zülfikar] lığ-ır- ban kazı. [DS]
da-mak, lığ-ır lığır, lığ-ır-dı hğra, [lığ-ra] {ağız} sf. Kaygan. [DS]
lığ2, [Yun. lığda] is. Suların getirdiği ve çekilirken lıhçı, [lıh-çı] {ağız} sfi (Kişi için) ince, uzun boylu.
bıraktığı çamur; alüvyon; {ağız} (aym). [DS] [DS]
lığa, [Yun. lığda] {ağız} is. 1. Tortu. 2. Kireç tortusu. hhçor, [lıh+çor] {ağız} sfi (Yapılan iş için) kirli; pa
3. Bataklıklarda yığılmış pislik; birikinti. [DS] saklı. [DS]
hğars, [? lığars] {ağız} is. Balgam. [DS] -lık, [-lık / -lik / -luk / -lük] yap. e. 1. İsimden isim ve
lığda, [Yun. h'gda] {ağız} is. Lığ; alüvyon. [DS] sıfat yapan ek. Ayırma, sınırlama ve bir iş için sak
lığcü, [lığ-cıl] sf. (Hayvanlar için) okyanusların dip lama kavramı katarak sıfatlar türetir; liyakat ve sa
çamurunda yaşayan ve bu çamur içindeki organik hip olunma anlamı katar; [ETY] beg-Iik (bey olm a
maddelerle beslenen, y a layık), göm leklik (kumaş), hediyelik (eşya), kış
lığılmak, [lığ-ıl-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] Bitkin lık (giysi), ya zlık (pantolon), tohumluk (buğday). 1 .
düşmek; yığılıp kalmak. [DS] İsim veya sıfatın taşıdığı anlamı genelleştirerek,
nitelik veya özellik kavramı katarak isimler yapar:
lığırık, -ğı [lığ (yans.) > lığ-ır-ık] {ağız} sf. (Et için)
kadınlık, hanımlık, annelik, Türklük, Hristiyanlık,
gevşek; pörsük. [DS]
uzaklık, yükseklik, güzellik, çirkinlik. 3. “Nesnele
lığırt, [Yun. lığda => lığ-ır-t] {ağız} is. Alüvyon; lığ.
rin tümü, h epsi" anlamında topluluk isimleri yapar:
[DS]
gençlik, insanlık, Türklük. 4. Nesnelerin, varlıkların
lığlak1, -ğı [Yun. lığda => lığ-la-k] {ağız} is. Lığ;
çokça bulunduğu, saklandığı veya konulduğu özel
alüvyon. [DS] yer kavramı katarak isimler yapar: zeytinlik, kö
lığlak2, -ğı [eT. ığ-mak > (l)ığ-la-k] {ağız} is. Düz mürlük, mezarlık, ayakkabılık; elbiselik. 5. Sayılar
gün, yuvarlak, ince ağaç direk. [DS] dan grup veya bir arada bulunma kavramı katarak
lığlak3, -ğı [loğ > lığ-(ı)l-a-k] {ağız} sf. Düz ya da çok isimler türetir: birlik, yüzlük, ellilik, yedişerlik, o-
az eğri yüzey. [DS] narlık. 6. İsimlerden, ait oldukları varlıkların ne işe
Iığlamak, [lığ2 > lığ-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [- 1 ( 0 - yaradıklarım belirten kavramlar katarak araç, gereç
yor] 1. (Sel, akarsu için) ince çamur, birikinti geti isimleri yapar: tuzluk, ağızlık, başlık, kulaklık, y ıl
rip yığmak; ince maddeli çamur, birikinti bırak dırımlık. 7. Uğraş veya iş edinme kavramı katarak
mak; alüvyonlamak. 2. gçsz. f i Dibe çökmek; tortu meslek adları yapar: kılavuzluk, yataklık, manavlık,
lanmak. 3. (Yemek için) mideye oturmak; sindiri- öğretmenlik, mimarlık. 8. Yakınlık belirten isimlere
lememek. 4. Yorularak yere oturmak; çökmek. 5. gelerek üveylik kavramı katan isimler yapar: a na
Hastalık nedeniyle kendinden geçmek; dalmak. 6. lık, evlâtlık, babalık. 9. Giyeceklerin kullanılma
Kaymak; yıkılmak. 7. Toprak parçası suyun etkisi yerlerine uygun olarak adlandırılmalarım sağlayan
ile gevşeyip kaymak. 8. (Kar için) ilkbaharda bir isimler türetir: gecelik, yağmurluk, gelinlik, adam
den eriyecek duruma gelmek; gevşemek. 9. Tıka lık. 10. Renklerin genelleştirilmesini ve yaygınlaş
mak; kapamak; doldurmak, 10. Yuvarlamak. [DS] tırılmasını sağlayarak bürünme, kaplanma kavramı
lığlanma, [lığ-la-n-ma / lığ-lan-ma] is. Lığlanmak taşıyan isimler yapar: mavilik, morluk, allık, p e m
eylemi ve durumu. belik. 11. Ölçü birimlerinden ölçü birimlerini belir
lığlanmak1, [lığ (yans.) > hğ-la-n-mak] {ağız} dönşl. leyen sıfatlar yapar: ...litrelik (şişe), ...metrelik
fi [-ır] 1. Yuvarlanmak. 2. (Su için) çıkış yolu ka (kumaş), ... günlük (izin), ... tonluk (çekici). 1 2 .
panarak birikmek. 3. (İş için) birikmek; yığılmak. Yerleşim birimleri adı yapar: Yumurtalık, Ayvalık,
LIK e ie iiitfs o M • 2964
İncirlik, Çamlık. 13. Zaman adlarından belirtilen çıkardığı sesi ve düşüşünü anlatan kök. [Zülfikar]
sürelerde olan veya yapılan kavramı katarak sıfat lımb-ır lımbır
lar türetir: asırlık (çınar), yıllık (aidat), aylık (kira) lımbır, [lımbır (yans.)] is. İçi sıvı dolu olan tulum
14. {ağız} Eklendiği işaret zamirlerinden genişle gibi esnek bir kabın çıkardığı ses. 0 lım bır lımbır,
tilmiş işaret zamiri yapar; ora > ora-lık. [DS] {ağız} (Sulamak için) bol suyla. [DS]
lık1, [lak / lığ / lık / lok / luk (yans.)] is. Sıvıların kap hng, [lmg / long (yans.)] is. Kap içindeki sıvıların
içinde çalkalanmasını, kaynatılmasını ve buna ben çalkalanmasını, kaynamasını anlatan kök. [Zülfikar]
zer seslerle gülmeyi anlatan kök. [Zülfikar] lık-ır- lıng-ır-da-mak, lıng-ır lıngır
da-mak, lık-ır lıkır, lık lık etmek, lık-man 0 hk lık, lınga, [lmg (yans.) > lıng-a] {ağız} is. Atın bozuk
(Gülmek için) h a fif sesle. || lık hk etmek, [DS] yürüyüşü; eşkin. [DS] 0 lınga kalkmak, {ağız} (At
{ağız} (Kuyu, yalak ve derin kaplar için) çok dolu için) sallanarak yürüm eye başlamak. [DS]
olmak. lıngır, [lıng (yans.) > lmg-ır] is. Sulu şeyler dökülür
lık2, [lık (yans.)] {ağız} is. Çocukların oyunda birbir ken çıkan sesi ve dökülmenin çabukluğunu belirten
lerinin sırtına vurdukları sırada söyledikleri söz. söz. 0 lıngır lıngır, {ağız} (İçmek için) gırtlaktan
[DS] ses çıkartarak. [DS]
lıkaç, -cı [lık+aş ?] {ağız} sf. Katı. 0 hkaç olmak, tıngırdamak, [lmg (yans.) > lmg-ır-da-mak] {ağız}
{ağız} (Yemek için) katılaşmak; suyunu çekerek ko gçsz. f. [-r] [-d(ı)-yor] (Su ve sulu şeyler için) içer
yulaşmak. [DS] ken veya dökülürken ses çıkarmak. [DS]
lıkadak, -ğı [lık (yans.) > lık-ada-k] {ağız} zf. 1. Bir tıngırdatmak, [lmg (yans.) > lıngır-da-t-mak] {ağız}
denbire. 2. Tamamıyla; tıpatıp. 0 lıkadak otur g ç l.f. [-ır] Su vb. içerken ses çıkartmak. [DS]
m ak, {ağız} Tıpatıp yerine oturmak. [DS]
İmha, [Çin. lian-hua] {eT} is. Lotus çiçeği. [EUTS]
Iıkalık, -ğı [lık-a-lık] {ağız} zf. (Doluluk için) ağzına
link, [lank / link / ling / long / löng / lönk /lön
kadar. [DS]
(yans.)] is. Dengesiz ve düzensiz yürümeyi ve gidi
lıkı, [lık (yans.) > lık-ı] {ağız} is. Küçük testi. [DS] şi; kaba saba ve gelişigüzel konuşmayı anlatan kök.
hkıc, [lık-ıç / lık + iç] {ağız} sf. (Ekmek için) iyice [Zülfikar] link link 0 link link, {ağız} (Atın yürüyü
pişmemiş; içi çiğ kalmış. [DS] şü için) sallanarak. [DS]
hkıc, [lık-ıc] {ağız} is. Yapışkan madde. [DS] lıpahp, [Far. leb a leb (dudak dudağa)] {ağız} z f 1.
-hkın [-lı-km] {eT} çek. e. “İ le ” anlamında bir ek. (Dolu olma hâli için) ağız ağıza; tepeleme. 2.
[DLT] (Gelme eylemi için) tam zamanında. [DS]
lıkır, [lık (yans.) > lılc-ır] is. 1. Sıvıların bir kaptan lıpbık, -ğı [lıp (yans.) > lıp(b)-ık] {ağız} sf. (Meyve
yavaş ve orta kararda akarken çıkardığı ses. 2. için) ele alınmayacak kadar olgunlaşmış. [DS]
{ağız} Testi. [DS] S1 lıkır lıkır, (Bir kaptan başka lıpbız, [lıp (yans.) > lıp(b)-ız] {ağız} sf. 1. Çıplak;
kaba akan sıvı için) “lık lık " veya “lıkır lıkır ” sesi yoksul. 2. Kel. [DS]
çıkararak.
lıpız, [lıp (yans.) > lıp-ız] {ağız} sf. Yoksul. [DS]
tıkırdama, [lık-ır-da-ma] is. Lıkırdamak eylemi,
Iıs, -ssı [Ar. lış ^ai] {OsT} is. Hırsız.
tıkırdamak, [lık-ıı-da-mak] gçsz. f. [-r] [-d(ı)yor]
(Sıvılar için) bir kaptan başka bir kaba orta kararda Iıştik, -ği [? lıştik] {ağız} is. Etin çiğnenemeyen, kötü
akarken “lıkır lıkır” sesi çıkarmak, yeri. [DS]
kklık, -ğı [lık (yans.) + lık] {ağız} is. 1. Küçük testi. liva, [? liva] {ağız} is. Kuzunun ilk yünü; ana yünü.
2. Kulpsuz testi. 3. Toprak sürahi. [DS] [DS]
lıklıkı, [hk (yans.) > lık+lık-ı] {ağız} is. 1. Küçük lıvır, [lıvır (yans.)] {ağız} sf. 1. (Domates, erik, zerda
testi. 2. Tek ya da iki kulplu toprak testi. 3. Toprak li vb. yiyecekler için) ezik; ezilmiş. 2. Boşboğaz;
testi. [DS] geveze. [DS]
tıkman, [hk (yans.) > lık-man] {ağız} sf. Şişman. [DS] lıvırcık, -ğı [lıvır (yans.) > lıvır-cık] {ağız} sf. (Do
mates, erik, zerdali vb. yiyecekler için) ezik; ezil
-Iılık, [-lı-lık / -lilik / -luluk / -lülük] yap. ek. Sıfattan
miş. [DS]
isim türeten ek. İsimden -li eki ile yapılmış sıfat
lardan bazı nitelikleri içinde bulunduran kavramı -li1, [eT. -lığ > -lı / -li / -lu / -lü] yap. e. -* -lı1.
katarak soyut isimler yapar: pahalılık, verimlilik, -li2, [il-mek (asmak; iliştirmek) > il-i (bağlı; asılı) > -
alımlılık, tutarlılık, çok seslilik, eşitsizlik. li] {eT} yap. e. -*■ -İl2,
Iılık, -ğı [lı-lık] {ağız} sf. Laçkalaşmış, gevşemiş olma li- [Ar. li- J] {OsT} e. Başına getirildiği Arapça ke
durumu; laçkalık; gevşeklik. [DS] limelere “için, ötürü, dolayı, yüzünden ” anlamı ve
lılm ak, [lıl-mak] {ağız} gçsz. f. [-ar] Baş aşağı düş ren ön ek. 0 li-eb, {OsT} Baba tarafından; baba
mek; pike yapmak. [DS] yoluyla.|| li-ebeveyn, {OsT} A na baba yoluyla.\\ ti
limb, [lamb / lımb / lömb (yans.)] is. Kap içindeki e d , {OsT} ... den dolayı; ... maksadıyla.\\ li-hâzâ,
sıvıların çalkalanmasını, sıvı içine atılan bir şeyin {OsT} Bunun için; bundan dolayı.|| li-hikmetin,
İ liM M K tS Ö E b O I • 2965 LİB
{OsT} B ir hikmete dayanarak.\\ li-kfilli, {OsT} Hepsi reysel özgürlük taraftan; erkinci. 2. Devletin m ü
içirı.\\ li-I’arziye, {OsT} Yer merkezli; jeosantrik.]] dahale etmediği, özel girişimci bir ekonomik düzen
li-Fbeşeriye, {OsT} İnsan için.]] li-maslahatin, yanlısı. 3. gnşl. Hoşgörülü. 4. (Kişi, görüş, tutum
{OsT} İşin gereği olarak; iş icabı.]] li-m uharririhi, vb. için) bu tür nitelikleri kendisinde toplayan. 5.
{OsT} Yazarı tarafından.]] li-m üellifihi, {OsT} Ya is. Liberalizm yanlısı olan kişi; erkinci,
zarı tarafından.]] li-miinşihi, {OsT} D üz ya zı yazan liberalizm, [Fr. liberalisme] is. 1. Özü aklın her şeyi
tarafından.]] li-mütercim ihi, {OsT} Çevirmen tara yapabileceğine, insan kalbinin ve insan içgüdüsü
fından.]] li’ş-şemsiye, {OsT} Güneş merkezli.]] li- nün iyi olduğuna inanmak ve kişiyi her türlü top
zâlike, {OsT} Bundan dolayı; bunun için.]] li-zatihi, lum bağından kurtarmak isteğinden doğan, top
{OsT} Kendiliğinden. lum da bireye ve bireyin özgürlüklerine, ekonomide
Li, [Fr. lithium] is. kim. Atom numarası 3, atom birey girişimine öncelik veren ekonomik ve siyasi
ağırlığı 6,94, yoğunluğu 0.55 olan, alkali grubun görüş; erkincilik. 2, gnşl. Geniş görüşlülük,
başında yer alan, bileşikleri alevi kırmızıya boya liberalleşme, [liberal-leş-me] is. Serbestleşmek eyle
yan, termonükleer patlayıcılar arasmda yer alan, mi; serbestleşme,
beyaz, katı bir elem ent olan lityumun sembolü, liberalleşmek, [liberal-leş-mek] gçsz. f. [-ir] 1. Ser
li, [Çin. li] is. Çinlilerin kullandığı yaklaşık 576 m. best durum a gelmek. 2. Serbest düşünce ve görüş
uzunluğundaki bir uzunluk ölçüsü birimi. ler edinmek.
liam, [Ar. le’îm > li’âm pbi] (lia;m) {OsT} is. A lçak liberalleştirme, [liberal-leş-ti-me] is. Liberal duruma
getirmek eylemi; serbestleştirme,
kimseler; aşağılık kişiler,
liberalleştirmek, [liberal-leş-tir-mek] gçl. f. [-ir]
lian, [Ar. la'net > li'ân OUJ] (lia;n) {OsT} is. 1. B irbi Serbest duruma getirmek; liberalizm görüşü doğ
rine lanet etme; karşılıklı lanetleşme. 2. isi. huk. rultusunda çeşitli değişiklikler yapmak,
Kocanın karısına zina isnadıyla ve ondan doğan liberallik, -ği [liberal-lik] is. Liberal olm a durumu;
çocuğunun nesebini kabul etm eyerek delil göster serbestlik.
meden sadece gerçek değilse “Allah ’ın laneti üze liberasyon, [Fr. liberation] is. İthalattan alman güm
rime olsun! ” diyerek yargı merciinin ve halkın hu rük vergisi oranlarının azaltılması veya kaldırılm ası
zurunda başvurduğu yemin, yoluyla dış ticarette yaratılan kolaylık; dış ticaret
liba, [liba] {ağız} is. Atın eşkinden daha hızlı yürüyü serbestliği; serbest bırakma, fi3 liberasyon listesi,
şü. [DS] İthalatta güm rük bağışıklığı tanınan, çoğunlukla
Ubab, [Ar. lebıb > libâb u U ] (liba;b) {OsT} is. A kıl ham ve yarı mamul malları belirten liste; ithal e-
dilmesine izin verilen m allar listesi.
lılar.
libero, [Lat. liber > İt. libero] is. Özgür; serbest,
libaçe, [Far. lebâde -t^U] (liba;çe) {OsT} is. Elbise.
liberten, [Fr. libertin] is. On yedinci yüzyılda, Pro
libade1, [Far. lebâde (elbise)] {ağız} is. 1. Pamuklu testan ve Katolikler tarafmdan dinin açıklamış ol
kadm elbisesi. 2. Arkası ve önü sırma ile işlenmiş duğu gerçeklerden akıl ve deney adına şüphe eden
kısa kollu gelin elbisesi. 3. Yelek. 4. Köy kadınla ve düşünce bağımsızlığı adına da dine inanmama
rının elbise üstüne giydikleri bir çeşit manto. 5. hakkını talep eden düşünürlere verilen ad.
Pamuklu geniş kollu kadm ceketi; hırka. [DS] libido, [Lat. libere (hoşuna gitmek) > libido] is. 1.
libade2, [? libade] {ağız} is. Geniş salon. [DS] Arzu; istek. 2. psikol. Freud’e göre cinsel içgüdü
libal, [? libal] {ağız} is. Ceviz içinin yarısı. [DS] nün belirtilerini doğuran ve insanın gerek moral,
gerek marazî bütün davranışlarının temelini oluştu
liban> [Ar. libân OU] (liba;n) {OsT} is. 1. İnsan sütü.
ran hayat enerjisi,
2. Emzirme.
liboş, [liberal > uyd. liboş] is. B ir yandan liberal e-
libas, [Ar. libâs ^ U ] (liba;s) {OsT} is. Elbise; giye konomiyi ve yönetimi savunurken, öte yandan çar
cek; giysi, fi1 libâs-ı fâhire, {OsT} Padişah veya çabuk zengin olmayı amaçlayan ve bu uğurda hiç
vezirler tarafmdan bir kim seye iltifat veya mükâfat bir değer yargısını kabul etmeyen, her şeyi mubah
için giydirilen değerli kum aş veya kürk kaftan. || gören kimse.
libâs-ı fersüde, {OsT} E ski elbise.|| libâs-ı katrânî, libre, [Lat, libra] is. Eskiden yer ve zamana göre
{OsT} Papazların giydikleri elbise veya cüppe. || miktarı değişmekle beraber bugün Anglosakson ül
libâs-ı matem, {OsT} Matem elbisesi.|| libâs-ı nev, kelerinde kullanılan ve 0.453 592 642 kg. olan
{OsT} Yeni elbise.|| libâsü’t-takvâ, {OsT} Takva ağırlık ölçüsü birimi; pound,
elbisesi; iman; edep; hayâ. libretto, [İt. libretto] (libre ’tto) is. müz. 1. Opera güf
libel, [? libel] {ağız} sf. Çıplak. [DS] tesinin yazılı olduğu kitap. 2. B ir pandomima veya
liberal, [Lat. liberalis (hür bir kimseye uygun) > Fr. baleyi açıklayan broşür,
liberal] sf. 1. Kişi hürriyetlerinden yana olan; bi libs, [Ar. libs 1_r J ] {OsT} is. K âbe’nin örtüsü.
LİB İ M TÜ K SO M • 2966
libse, [Ar. libse J] {OsT} is. Elbise giyme; giyiş. lifin, [Ar. lîfîn ju ü ] (li.fı:) {OsT} is. biy. Fibrin.
Libyah, [Ar. libiyya > libya > libya-lı] (li ’byalı) is. lifir, [Ar. nefir (boynuz boru) _frü] {ağız} is. Zuma.
ve sf. Libya halkından veya bu halkın soyundan [DS]
olan.
lifke, [? lifke] {ağız} is. B aşa sarılan sarık vb. şeyin
libye, [? libye] {ağız} is. Börülce. [DS] sarkan ucu. [DS]
licam , [Far. ligâm > Ar. licâm pü-] (lica:m) {OsT} is. liflem e, [lif-le-me] is. Liflem ek eylemi,
Gem. B licâm-ı kadîb, {OsT} anat. Erkeklik orga liflem ek, [lif-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] 1. Vücu
nının altındaki dil. du lifte sabun köpürterek yıkamak. 2. Liflerden
lice, [ı-lı-ca ^ J ] {OsT} is. -*■ ılıca, meydana gelmiş bir maddeyi lif lif ayırmak,
liflenme, [lif-le-n-me / lif-le-n-me] is. Liflenmek
licim , [? licim] {ağız} is. Kılık. [DS]
eylemi ve durumu,
lider, [İng. leader] is. 1. Bir siyasi partinin, bir hare
liflenmek, [lif-le-n-mek] edil. f. [-ir] 1. Lifli hâle ge
ketin, bir topluluğun, bir kuruluşun başında bulu-
tirilmek; lifleri ortaya çıkarılmak; liflerine ayrıl
narı ve onu yönlendiren kimse; şef; önder. 2. gnşl.
mak. 2. dönşl. f. Lifli hâle gelmek; lifleri çıkmak;
B ir yarışma, çekişme, rekabet veya harekette ön
üzerinde lifler oluşmak; lifleri ayrışmak. 3. Lifle
safta, ilk başta yer alan kişi, kurum veya takım. 3.
sf. Bir yarışm ada en ön sırada yer alan, sabunlanarak yıkanmak. 4.. L if edinmek; lif sahibi
olmak.
liderlik, -ği [lider-lik] is. 1. Lider olm a durumu. 2.
Liderin görevi. 3. Bir grup devlet içinde söz sahibi lifli, [lif-li] sf. Lifi olan. S lifli doku, Kollajen ba
olan ve diğer devletleri etkileyen, ilişkilerde belir kımdan zengin, bağ dokudan m eydana gelm iş ned-
leyici olan bir ülkenin egemenliği, be dokusu.
lido, [İt. lido] is. B ir koyu tamamen kapatan ve kıyı lift, [İng. lift] is. Teniste topa raketle arkadan öne ve
gölünü denizden ayıran kum şeridi. yukarıdan aşağı doğru yapılan vuruş şekli.
lif1, [lif (yans.)] is. Yavaş yavaş konuşmayı anlatan -lig 1, [il-mek (bir şeye takılı, ilintili, bağlı olmak) >
kök. [Zülfikar] lif-il-de-mek il-(i)k il-(i)g (bağlayan) > -lık / -lik / -lığ / -lig / -
luk / -luğ / -lük / -Iüg] {eT} yap. e. -*■ -lık.
lif2, [Ar. lîf (hurma yaprağınım iplikçiği) *-aJ] (li:f)
-lig2, [-lığ / -lig / -lağ / -leg / -luğ / -lüg] {eT} yap. e.
{OsT} is. 1. Çok ince ve uzun telsi iplikçik madde.
-*■ -lig-
2. Bir kum aş, iplik veya kâğıt yüzeyi oluşturan do
lig, [Lat. ligare (bağlamak) > İt. lega > Fr. ligue] is.
ğal veya sentetik ipliksi, uzun telcik. 3. Yıkanırken
spor. B ir ülkedeki spor kulüplerine bağlı takımların
sabun köpürtülen ve bedeni ovuşturmaya yarayan
karşılıklı ve deplasmanlı olarak karşılaşmalarım
örgü veya doğal bitki yumağı. 4. biy. Tel. 5. tekst.
sağlayan yarışma grubu; küme. S ligden düşmek,
Dokuma ham maddelerinin tek kat iplik halindeki
Bulunduğu ligde başarısız olup bir alt lige inmek;
en ince elemanı; elyaf. S lif açıcı, Kâğıt fabrika la
küm e düşmek.
rında hamurlaştırıcıya verilen ad.\\ lîf-i adalî,
{OsT} anat. Kas teli.|| lîf-i hayvani, {OsT} H ayvan ligam, [Far. ligâm pl&] (liga:m) {OsT} is. Dizgin;
sa l tel. || lîf-i höcrevî, {OsT} anat. Gözeli tel. || lîf-i gem. S ligâm-rîz, {OsT} Son hızla; son sürat.
isfencî, {OsTf Sünger teli.|| lîf-i nebatî, {OsT} bot. ligam ent, [Lat. ligamentum (bağ) > İng. ligament] is.
Bitkisel tel.|| lif kabağı, bot. A sya ve A frik a ’nın anat. Kas ucunu kemiğe bağlayan doku.
sıcak bölgelerinde yetiştirilen, meyvesi taze iken Iigant, [Lat. ligare (bağlamak) > ligant] is. biy. Ha
yenilebilen, olgunlaştıktan sonra ise lifleri etli kıs berci moleküller ve enzim ler gibi bağlayıcı protein
mından ayrılarak bitkisel sünger elde edilen bir lere vb. büyük moleküle ya da bir metal iyonuna
kabak türü, (Luffa clindrica).\\ lif lif, Tel tel; ince bağlanan düzenleyici bir atom, bir grup atom veya
ince uzantılar hâlinde. molekül.
lifafe, [Ar. lifafe «U J] (li:fa:fe) {OsT} is. 1. Kefen. 2. ligustrum , [Lat. iigustrum] is. bot. Zeytingillerden,
bot. Çiçeklerin etrafını çeviren yapraklar. 3. tıp. yapraklan mızrak gibi, salkım hâlinde beyaz çiçek
Sargı bezi; bandaj, li, güzel kokulu, çit bitkisi olarak yetiştirilen bir süs
lifçik, -ği [lif-çik] is. Lifleri oluşturan daha ince bitkisi; kurtbağn, (ligustrum vulgare•).
yapılı tel. -ligü, [eT. -ligü] {eT} çek e. Birliktelik durumu eki.
[ETY] ini-ligii (erkek kardeşimle birlikte), kişi-ligü
lifî, [Ar. lîfî ^yU] (lifi:) {OsT} sf. L if gibi; life benzer;
(kişi ile birlikte)
lifsi.
lîğ, [iğ > liğ] {ağız} is. İplik eğirmekte kullanılan iğin
lifildemek, [lif (yans.) > lifli- de-mek] {ağız} gçsz. f . eğri dem ir ucu. [DS]
l~r] [-d(i)-yor] (Köpek vb. hayvanlar için) yavaş
liha, [Ar. lihye > lihâ J - ] (liha:) {OsT} is. Sakallar.
yavaş koşmak. [DS]
B f llO ff lf f i 1 M « 2967 LİK
liha, [Ar. lehat > lihâ Lj)] (liha:) {OsT} is. anat. Kü Kitap ciltçiliğinde yaldızın altına sürülen zamk gibi
yapışkan madde; laka,
çük diller.
likâf, [Ar. likâf>Jl£J] (likâ:f) {O sT} is. Palan; eyer. S
liha, -ai [Ar. lihâ5 <■U-] (liha:) {OsT} is. Ağaç kabuğu,
likâf-ı müzeyyen, {O sT} Süslü palan.|| likâf-ı zer
lihab, [Ar. lihb > lihâb ot^J] (liha:b) {OsT} is. Geçit; rin, {O sT} A ltm yaldızlı palan.
kanyon; vadi. Hkat, [Ar. lakat > likât olsl] (lika:t) {O sT} is. B aşak
lihaf, [Ar. lihâf tili-] (liha:f) {OsT} is. 1. Örtünülecek toplama.
şey; örtü. 2. Yorgan. 3. Sargı. 4. biy. İnsan ve hay likator, [Sırp, lika (Hırvatistan ’da Sırpların oturdu
vanların gövdesini örten deri, tüy, kıl, kabuk vb. ğu bir bölge) + Fr. -teur] {O sT } is. İm paratorluk
şey. 5. bot. Tohumu saran kabuk veya zar. S1 lihâf- döneminde Bulgarlardan seçilen, at ve yol menzil
ı çeşm, Göz kapağı. lerinin bakım ıyla görevli voynuk teşkilatının küçük
lihafî, [Ar. lihâfi J U -] (liha:fi:) {OsT} sfi. bot. Tohum rütbeli subaylarına verilen ad.
likatura, [İt. ligatura] (likatu ’ra) is. dnz. Sicim,
zarı ile ilgili.
likçir, [Çin. li-ji] {eT} is. Takvim.[EUTS]
liham, [Ar. lihâm j*U-] (liha:m) {OsT} is. 1. Lehim. 2.
liken, [Yun. leikhein (yalamak) / Lat. lichen] is. 1.
Lehim yapma; lehimleme, bot. Ortak bir yaşam süren mikroskobik bir su yo
lihavî, [Ar. lihâvı (liha:vi:) {OsT} sfi Sakal ile sunu ile ipliksi bir mantarın birleşm esinden oluş
ilgili. muş bir birleşik bitki. 2. K abarcık oluşmasıyla b e
lirginleşen bir tür deri hastalığı. 0 liken bilim i,
lihaz, [Ar. lihâz Ü ] (liha:z) is. 1. Düşünme. 2. Ri Likenleri inceleyen botanik dalı; likenoloji.
ayet etme. likenleşme, [liken-leş-me] is. 1. Likenleşm ek eylemi
lihb, [Ar. lihb {OsT} is. D ar geçit; kanyon; vadi, veya durumu. 2. Çeşitli sebeplerle derinin kalın
laşması. 3. bot. Karada yetişen bir su yosunu ile
lihevî, [Ar. lihâvı (^ i-] (lihe:vi:) {OsT} sfi -*■ lihavî.
ortak yaşam aya elverişli bir mantar sporunun rast
iihî, [Ar. lihî (lihi:) {OsT} is. anat. K üçük dil. gele karşılaşması sonucu gerçekleşen liken oluşu
mu.
lihyanî, [Ar. lihye > lihyânî ^ U - ] (lihya:ni:) {OsT}
likenleşmek, [liken-leş-mek] gçsz. fi. [-ir] Bir deri
sf. Uzun sakallı, hastalığı sırasında likenleşmeye uğramak,
lihye, [Ar. lihye *J-\ {OsT}is. Sakal. S lihye-dâr, likidasyon, [Fr. liquidation] is. Tasfiye,
{OsT} Sakalı olan; sakallı.|| iihye-i beyzâ, {OsT} A k likide, [Fr. liquider] is. A lacak ve borç dökümü. S
sakal; beyaz sakal. || lihye-i hût, {OsT} Balinaların likide etmek, A lacak ve borçlarım hesaplayarak
kanatları.\\ lihye-i şerîf, {OsT} Hz. M uham med'in sonucu belirtmek.
sakalından kesilmiş kıllara verilen ad; sakal-ı şe likidite, [Fr. liquidite] is. 1. eko. Ticarî ve malî iş
r i fi lihyetü’t-teys, {OsT} bot. K eçi sakalı; teke sa lemlerde kullanılabilen kısa vadeli sermaye; kulla
kalı. nılabilecek durum da olan satın alma gücü. 2. K o
-lik, [il-mek (bir şeye takılı, ilintili, bağlı olmak) > il- laylıkla paraya çevrilebilme özelliği olan varlıklar,
(i)k il-(i)g (bağlayan) > -lık / -lik / -lığ / -lig / -luk / likin, [Ar. lâkin > Far. İlkin j £ J ] (li:kin) {O sT} bağ.
-luğ / -lük / -lüg] {eT} yap. e. -*■ -lık. Lâkin.
lik1, [lik] {ağız} is. Tokmak. [DS] likit, -di [Fr. liquide] is. 1. Akışkan; sıvı; mayi. 2. sf.
lik2, [lik] {ağız} is. 1. Kırağının sıcaklık nedeniyle su eko. Elde hazır bulunan, kullanılabilir durumdaki
damlasına dönüşmüş hâli; çiy. 2. A z ıslaklık; nem. para; hazır para. 3. M iktarında kayıtlı bulunan,
[DS] liklem ek, [lik-le-mek] {ağız} gçsz. fi [-r] [-l(i)-yor]
lik3, [Far. lık d U ] (li:k) {OsT} e. Lâkin; ama. (At için) rahvan ile dört nal arası kesik kesik koş
mak. [DS]
-lika, [Far. lika5 >lil] (lika:) {OsT} sf. Sonuna eklen
liklik, -ği [lik (yans.) > lik+lik] {ağız} sf. 1. Oynak. 2.
diği isimlere, o niteliği taşıyan yüzlü anlamı katan
zf. (Atm yürüyüşü için) sarsıla sarsıla. [DS]
son ek; ... çehreli; ... suratlı; ... şimali. Meh-lika,
likman, [Yun. lukhiâri => ilikmen] {ağız} is. 1. K an
hur-lika (melek yüzlü, huri yüzlü)
dil. 2. Zeytinyağlı küçük çıra.[DS]
lika1, -ai [Ar. lika5 *lil] (lika:) {OsT} is. Buluşma; ka likmen, [Yun. lukhiâri => likmen] {ağız} is. Zeytin
vuşma. S lika-u’llah, {OsT} A lla h ’a kavuşma; kı yağlı küçük çıra. [DS]
yam et günü.|| likâ-yi âfak, {OsT} Gökyüzü. likondu, [? likondi] {ağız} is. Su taşım akta kullanılan
lika2, [Ar. lika UJ] (li’ka:) {OsT} is. 1. Eskiden m ü omuzluk. [DS]
likorinoz, [Yun. likurinos] (likori’noz) is. Bazı balık
rekkep hokkalarına konulan ham ipek parçası. 2.
ların tütsülenm ek suretiyle yapılan pastırması.
LİK ü Iİ İ M I İ Ü C t S 0 M • 2968
likör, [Lat. liquor > Fr. liqueur] is. M ayalanma ol sözleşm e maddesi. || limana giriş hakkı almak,
maksızın alkol, su, şeker ve esanstan meydana ge Gümrük işlemlerinden ve sağlık denetiminden son
len içki. S likör bardağı, Likör ikram edilen kü ra limana girm e hakkını elde etmek. || liman ağzı,
çük z a r if cam bardak. || likör şarabı, Yemek ara Gemilerin limana girip çıkması için bırakılmış ge-
sında ve tatlı yerken içilen tatlı ve kuvvetli şarap. çit.\\ limana inm ek, Açıktan gelerek limana gir-
likzir, [Çin. li-ji] {eT} is. Takvim. [Gabain] mek. || liman başkanı, Ülkenin kanunlarına göre
1111, [lığ / lil] {ağız} is. 1. D uvar sıvasında ve boyasın liman hareketlerim yürüten geniş yetkilere sahip
da kullanılan siyah renkli toprak. 2. A karsuyun ge m ülkî aw ir.|| liman başkanlığı, Lim an başkanlığı
tirip yığdığı çamur; kum; mil. 3. Çamuru çok olan na ait iş ve işlemlerin yürütüldüğü yer.\\ liman
yer. 4. Cıvık çamur. 5. Çamurlu, bulanık su. [DS] cUzdanı, Lim anda çalışm ak isteyenlere belirli şart
1112, [lil] {ağız} is. Su yosunu. [DS] larla verilen çalışma izin belgesi. || liman dairesi,
lila, [Far. nîlak > Fr. lilas] sf. Leylak rengi, Lim an başkanlığı,|| liman feneri, Lim anda demirli
bulunan gem inin görülmesini sağlayacak şekilde
lilarziye, [Ar. li’l-arziyye -W j^J] {OsT} sf. g ö k b.
çekilen fener. \\ liman hizmeti, Lim andaki çalışma
D ünya’nm merkezini başlangıç noktası olarak alan; ların zorunlu kıldığı kontrol ve gözlem hizmeti. ||
Y er merkezli, lim anı kapamak, Lim anda demirli olan gemilerin
lilbeşeriye, [Ar. li’l-beşeriyye <o.j-UJ] {OsT} sf. fel. her ne sebeple olursa olsun limandan çıkışlarını
İnsanı merkez sayan görüşle ilgili; insan merkezli; yasaklam ak,|| lim anı şaşırmak, Lim ana giriş yeri
insaniçinci; insaniçincilikle ilgili. ni bulamamak. || Iimaıı işçisi, Limanlarda gemilerin
yüklem e ve boşaltma işlerinde çalışan, iyi is tif ve
-lilik, [-lı-lık / -lilik / -luluk / -lülük] yap. e. -*■ -Iılık.
sapan yapmasını, vinç kullanmasını bilen deneyim
lilik, [lilik] {ağız} is. Rafadan yumurta. [DS]
li i^çi-H liman kaptanı, Elinde liman sınırları için
lillah, [Ar. lillâh <ü] (lilla:h) {OsT} e. A llah’a mah de kaptanlık yapm a yetkisi ve yeterlik belgesi olan
sus; Allah aşkına; Allah hürmetine; Allah için, kaptan. || liman m anevrası, B ir geminin, kılavuz
lillahi, [Ar. lillâh <dJ] (lilla:hi) {OsT} e. -*■ lillah. S kaptan yönetim inde liman içinde yaptığı manevra. ||
liman m asrafları, B ir gem inin uğradığı limanlar
lillahi derre derrühu, Hayrı, Allah için artsın. ||
da yapm ış olduğu giderler.\\ liman reisi, Gemilerin
lillahi taala, Ulu Tanrı aşkına. || lillahi ve resülihi,
limana girip çıkışını düzenleyen yetkili kimse: li
Allah ve Resul hürmetine.
man başkanı. || liman vinci, Paralel raylar üzerinde
lilliş, [? lilliş] {ağız} is. Topaç. [DS]
y e r değiştirebilen y ü k kaldırma makinesi.|| liman
U m 1, [Çin. 1in] {eT} is. Dam kirişi.[EUTS]
yolu, B ir liman kuruluşunun işlerine yarayan, ray
lim2, [lim] {ağız} is. Kök; temel; dip. [DS] ları genellikle asfalta göm ülü olan dem iryolu.
lim a1, [Ar. lim a 11] (lilla:h) {OsT} e. Niçin; neye? limanlama, [liman-la-ma] is. Lim anlam ak eylemi,
lima2, [Sasakça lim a (Endonezya yerlilerinden)] is. limanlamak, [liman-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı-yorJ 1.
Endonezya yerli kabilelerinden Sasakların, İs (Gemi için) bir limana girip orada kalmak. 2. (De
lam ’ın bazı şartlarını kabul etmedikleri ve kendile niz, rüzgâr vb. için) Yatışmak; durgunlaşmak; sa
rince kıldıkları beş vakit namazın adı. kinleşmek.
lima3, [? lima] {ağız} is. Sabun. [DS] limanlık, -ğı [liman-lık] sf. 1. (Yer için) liman gibi
limaki, [İt. lima] is. Ayakkabıcıların kullandığı kü kullanılan; liman yapm aya elverişli. 2. (Deniz, ha
çük eğe. va, rüzgâr vb. için) sakin; yatışmış; dalgasız,
limba, [İt. lembo] (li’mba) {OsT} is. 1. Bir tür mavna.
limam, [Ar. limâm pli] (lima:m) {OsT} is. Aralıklı
2. -*■ limbo.
tekrar; zaman zaman vuku bulan tekrar, limbek, -ği [limb (yans.) > limb-e-k] {ağız} sf. Aptal.
liınamen, [Ar. Iimâmen loll] (lima:men) {OsT} zf. [DS]
Yineleyerek; tekrar ederek; yinelenerek. lim bo, [İt. lembo] (li’mbo) is. dnz. 1. Nehirlerde ve
lim an1, [Yun. leiomon (ıslak arazi) > Rus. liman] is. sığ denizlerde kullanılan bordaları düz, yassı kayık.
Ukrayna ırmaklarının kısmen bir kıyı şeridiyle ka 2. B ir ticaret gemisinin içindeki yükü bordasına
palı olan deniz kulağına benzeyen ağzı, yanaşan başka bir gemiye aktarma işlemi. 0 limbo
etmek, Yükü borda bordaya yanaşan gem iler ara
liman", [Yun. limen] is. 1. Gemilerin yük alm a ve
sında aktarmak.
boşaltma, yolcu indirip bindirme ve barınmalarına
uygun doğal veya yapm a sığınak. 2. gnşl. Sakin ve limçin, [Çin. tien-tsen] {eT} is. Bir yıldız adı. [EUTS]
durgun yer. S liman âdetleri, Bir navlun anlaşma lim e1, [Far. lime (li:me) {OsT} is. 1. Parça; dilim.
sıyla ilgili taşımada, yüklem e veya boşaltmanın 2. {ağız} Tuğla. [DS] 3. {ağız} İyi kurumamış kerpi
veya her ikisinin limanlarda zamanla yerleşm iş cin küçük parçaları. [DS] 4. {ağız} is. Dövülen çelti
uygulama ve kuı allara göre yapılacağını belirten ğin bir bölüm ünün pirinç, bir bölümünün de çeltik
Ö T Ü il! I l d SÖZbUU • 2969 LİM
olarak kalmış durumu. [DS] S lime lime, Parça likör üretiminde kullanılan uçucuyağ.\\ limon gibi,
parça olmuş; eskimiş; parçalanmış; dilim dilim 1. Çok sarı; sarı. 2. Çok küçük. 3. Çok ekşi.\\ limon
yarılm ış.|| lime lime kesmek, İnce ince doğramak; gibi olmak, Yüzü sararmak; solm ak.|| limon gibi
kıymak. sıkmak, B ir kimseden imkân ölçüsünde yararlan
limi, [limi] {ağız} is. Ekşi olmayan limon. [DS] mak; posasını çıkarırcasına yararlanmak.\\ limon
limit, [Fr. limite (sınır)] is. 1. Ulaşılabilecek veya u- kabuğu, Reçel, likör vb. yapım ında kullanılan li
laşılmasma izin verilen en üst nokta; sınır. 2. mat. monun sulu kısmının etrafını çeviren sarı renkli
Değişken bir büyüklüğün erişmek zorunda olm a kokulu dış kısım.\\ limon kabuğu gibi, (Şapka için)
dan istenildiği kadar yaklaşabildiği sabit büyüklük. çok küçük.|| limon kirişi, Ahşap merdivenlerde ba
3. Bir oyunda ortaya sürülebilecek en az ve en çok samakların iki ucunu taşıyan kalırı kiriş.\\ limon
miktar. küfU, A çık yeşile çalan mavi renk veya bu renkte
limited, [İng. limited] sf. Sınırlı; sınırlanmış, fi1 li olan. || limon nanesi, {ağız} Oğulotu, (Melisa
mited ortaklık, İki veya daha çok ortak tarafından officinalis). [DS]|| limon otu, bot. Mine çiçeğigil-
bir ticaret unvanı altında kurulan, ortaklarının so lerden, yaprakları sıkılınca limon kokusu yayılan,
rumluluğu koydukları sermeye ile sınırlı ve asıl bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilen, kışın y a p
sermayesi sınırlı olan ortaklık; lim ited şirket.|| li raklarını döken, bir boğumda üç yapraklı, salkım
mited şirket, İki veya daha çok ortak tarafından çiçekli bir ağaççık; kandıra ağacı; lipya, (Lippia
bir ticaret unvanı altında kurulan, ortaklarının so citriodora / triphylla),| limon sarısı, A ç ık sarı renk
rumluluğu koydukları sermeye ile sınırlı ve asıl veya bu renkte olan. || limon suyu, Limondan sıkıl
sermayesi sınırlı olan ortaklık; lim ited ortaklık. m ak suretiyle elde edilen acımsı ekşi m || limon
tozu, Sitrik asit; limon asidi.|| limon tuzu, Sitrik
limitsiz, [limit-siz] sf. Herhangi bir sınırlama olm ak
asit; limon asidi.
sızın.
limka, [? limka] {ağız}is. Gol; sayı. [DS] limon, [Yun. limen => OyıJ] {eAT} {OsT} is. Liman,
limkeıı, [Çin. lin-ch’in] {eT} is. Sarı erik. [DLT] limona, [Yun. limen => {eAT} {OsT} is. Liman.
limla, [limla] {ağız}sf. Çorapsız; yalın ayak. [DS]
limonata, [İt. limonada] (lim ona’ta) is. Limon suyu,
limmi, [Ar. limm î J ] (limi;) {OsT} is. mant. Önsel şeker ve su ile yapılan bir soğuk içecek, fi1 lim ona
lik; apriorite. ta bardağı, Limonata sunmakta kullanılan ince
limni, [Yun. limne] {ağız} is. D urgun sulu, sazlık göl. uzun cam bardak. || limonata gibi, (Rüzgâr için)
[DS] sıcak günlerde h a fif h a fif ve serin olarak esen.
limnoloji, [Yun. limne (bataklık) + logos (bilim) > limonatacı, [limonata-cı] is. 1. Lim onata yapıp satan
Fr. limnologie] is. Göl ve bataklı gibi iç sulardaki kimse. 2. Limonatacının iş yeri,
canlıları inceleyen bilim dalı; göl bilimi. limonatacıbk, [limonata-cı-lık] is. Limonata yapıp
limon1, [Lat. limonem (çamur yüklemesi) > Fr. li satma işi.
mon] is. Temel parçacıklarının boyutları 2 ile 50 limoncu, [limon-cu] is. Limon yetiştiren ve satan ki
mikron arasmda olan kumlu, hafif verimli, kahve şi.
rengi toprak. limonculuk, [limon-cu-luk] is. Limon yetiştirm e ve
limon2, [Yun. lemoni / Ar. lımün] is. bot. 1. Turunç satma işi.
gillerden, yüksekliği üç dört metre kadar, çiçekleri limoni, [Yun. lemoni > limon + Ar. -î ^^«U] (li;mo-
beyaz ve taç yaprakların dış yüzü kırmızıyla karı
ni;) sf. 1. Limon renginde olan, yeşile çalan açık
şık, odunu sıkı, sarı renkli ve damarlı, meyvesi
sarı. 2. mecaz. (Kişiler arası dostluk ilişkileri için)
yumurta biçiminde ve soluk sarı renkte, tadı ekşi,
bozukça; bozuk. 3. (Kişi için) umulmadık bir anda
hafifçe acı-ekşi, ferahlatıcı, C vitaminince zengin
alınganlaşan, öfkelenen. S limoni hava, Yağıp
bir meyve ağacı, (Citrus limonum). 2. Bu ağacın
yağm ayacağı belli olmayan hava.
yumurta biçiminde, sarı renkli, kabuğu kokulu, ekşi
limonit, [Fr. limonite] is. min. Demir cevherlerinden
meyvesi. 3. Limon suyu. 4. gnşl. Limondan yapıl
en yaygım olan hidratlı doğal demir III oksit; kah
mış meşrubat; limonata. S’ limon asidi, Birçok
verengi hematit; hidroferrit.
meyve ve sebzede serbest olarak veya potasyum,
kalsiyum tuzları olarak bulunan, hafifçe mayalan limonlama, [limon-la-ma] is. Lim onlam ak eylemi,
mış limon suyunun sıcak kalsiyum karbonatla iş limonlamak, [limon-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(u)-yor]
lenmesinden elde edilen asit; sitrik asî/.|| limon İçine veya üstüne limon veya limon suyu koymak,
çiçeği, 1. Lim on ağacının güzel kokulu çiçekleri karıştırmak.
veya bu çiçeklerin kokusu. 2. Akasma. || limon el limonlu, [limon-lu] sf. İçine limon suyu veya lim o
ması, {ağız} B ir tür elma. [DS]|| limon esansı, Taze nun kendisi doğranarak konulmuş olan,
limon kabuğunun sıkılması veya ısıtılmasıyla elde limonluk, -ğu [limon-luk] is. 1. Soğuktan zarar gö
edilen ve kolonya, lavanta gibi parfüm sanayii ile ren sıcak iklim bitkilerinin konduğu tamamen veya
L İM IM IÜ fC E SÖ M • 2970
kısmen camlı, kapalı yer; ser; sera. 2. Portakal, li lingirdem ek, -ği [ling (yans.) > ling-ir-de-mek] /a-
mon gibi kışın korunm ası gereken bitkilerin kon ğa) gçsz. f. [-r] [-d(i)-yor] Sallanmak; sarsılmak;
duğu yer. 3. Limonun suyunu çıkarmakta kullanı oynamak. [DS]
lan, ortası tüm sek ve pürtüklü m utfak aracı; limon lingildem ek, [ling (yans.) > ling-il-de-mek] {ağızf
sıkacağı. 4. M erdiven, balkon, teras gibi yerlerin gçsz. f. [-r] [-d(i)-yor] 1. (Hayvana yükletilen yük
kenarlarına çekilen 20-30 cm. yükseklikteki set; için) sallanmak. 2. Hızlı yürümek. 3. Yaylana yay
tavhane. lana yürümek. [DS]
limonsu, [limon-su] sf. Lim onu andırır; limon gibi. lingir, [lingir (yans.)] is. Oynama, sallanma, yaylan
fi1 limonsu meyve, biy. Üst durumlu bir ovar- m a ve hareketlilik bildiren söz. 0 lingir lingir,
yum dan oluşan, içinde öz su dolu çok sayıda torba {ağız} F ıkır fıkır; oynak. [DS]
cıkların bir araya gelerek bölmeler oluşturduğu, lingirdem ek, [lingir (yans.) > lingir-de-mek] {ağız}
üzeri derimsi bir kabukla örtülü etli meyve; hes- gçsz. f. [-rj [-d(i)-yor] 1. Şımarmak. 2. Hoppalık
peridyum. etmek; hafiflik etmek. 3. A rabanın üstünde sallana
linıpak, -ğı [? limpak] {ağız} is. Sayı; gol. [DS] rak gitmek. 4. (At için) sarsılarak yürümek; tınsa
lim u, [Far. lîmü j* J ] (li:mu:) {OsT} is. Limon. benzer bir yürüyüşle koşmak; sarsıntılı ve hızlı yü
rümek. 5. Savuşmak; kaçmak. [DS]
limuzin, [Fr. Limousin (Fransada bir bölge) >
linin, [Fr. linine] biy. Hücre çekirdeğinde bulunan ve
limousine] is. Yalnız arka koltukta oturanların üze
kromatin tanelerini taşıyan ağ biçimindeki ipliksi
ri tamamıyla örtülü, önde oturanların ise üzeri açık
yapıya verilen ad.
fakat rüzgârdan korunm ak için öne cam siper ta
linit, [Fr. linite] is. tıp. M ide çeperinin kalınlaşması
kılmış bir eski otomobil karoseri tipi; kuyruklu oto
na sebep olan gastritin özel bir şekli.
mobil.
lin k 1, -gi [link] {ağız} is. 1. Atm koşm a ile yürüme
lin, [Toh. lem] {eT} is. H alvet yeri; çilehane; zaviye;
arasm da bir yürüyüşü; atın eşkin yürüyüşü; tırıs;
hücre. [EUTS]
kurt lingi. 2. zf. B ir çırpıda. [DS]
linç, -ci [Ame. W illiam Lyhch (Virginia ’da yasadışı
link2, -gi [Erme, nig] {ağız} is. 1. Pirinç dövmeye
halk m ahkemesini kuran yargıç yüzbaşı) > İng.
yarayan tahta dibek. 2. A tla çevrilen bulgur değir
lynch] is. Kalabalık insan grubunun, yasa önünde
meni. 3. Dokuma cenderesi. 4. Kendir dövmeye ya
de suç sayılan veya kendilerine göre suç oluşturdu
rayan ve su ile dönen dolap. 5. Kaldıraç. [DS]
ğunu sandıkları bir davranışından dolayı galeyana
link3, -gi [İng. link] is. 1. Zincir baklası. 2. Bağlantı.
gelerek bir kimseyi yasa dışı olarak, yargılanmak-
3. Birbirine bağlı iletişim sistemleri birliği,
sızın taş, sopa vb. şeylerle döverek öldürmesi. S
linç etm ek, (Kalabalık için) bir kimseyi yargısız linklem ek, [link-le-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [-l(i)-
yo r] Çabucak, koşarak gitm ek veya gelmek. [DS]
olarak döverek öldürmek.\\ linç kanunu, A B D ’de
on yedinci yüzyıldan beri uygulanan, suç üstü y a linkoln, [Lat. Lindum Colonia > İng. Lincoln (şe
kalanmış suçluları hemen yargılamak, hüküm ver hir)] is. zool. İri yapılı, uzun tüylü İngiliz koyun
m ek ve hükm ü hemen infaz etm ek biçimindeki basit ırkı.
muhakeme usulü. linografî, [Fr. linographie] is. tekst. Bez üzerine yazı
lineer, [lat. linea (çizgi, iplik) > Fr. lineaire] sf. 1. yazma, kumaş üzerine baskı yapma tekniği,
Çizgilerle ilgili olan; çizgisel. 2. mat. Değişimi linoleik asit, [Fr. acide linoleique] sf. t. Besinle
çizgilerle gösterilebilen; doğrusal elem anlarla ilgili alınması gereken ve bir memelinin büyümesi için
olan; çizgisel. 3. elkt. (Eleman için) ohm kanununa gerekli olan, yapısında çift bağ bulunan 18 karbon
uygun. lu doymam ış bir yağ asidi; C ı3H 320 2
linolein, [Fr. linoleine] is. kim. Kuruyan yağlarda
linet, [Ar. linet c~ü] (li:net) is. 1. Yumuşaklık. 2.
bulunan linoleik asit gliseri.
H afif ishal; sürgün.
linolenik asit, [Fr. acide linolenique] sf. biy. M em eli
ling1, [lank / link / ling / long / löng / lönk /lön lerin büyemesi için gerekli olan, ancak besinle
(yans.)] is. 1. Dengesiz ve düzensiz yürümeyi ve alınması gerekmeyen, linoleik asitten sentezlenebi-
gidişi; kaba saba ve gelişigüzel konuşmayı anlatan len, bezir yağı ile kenevir yağında linoleik asitle
kök. [Zülfikar] ling-ir-de-mek, ling-il-de-mek, ling- birlikte bulunan, üç çift bağlı, 18 karbonlu doyma
ir lingir 2. {OsT} is. Atın bir tür tırıs yürüyüşü. S mış bir yağ asidi; C l8H3o02
ling ling yelmek, {OsT} Tırıs tırıs gitmek. || ling linolyum , [Lat. linum (keten) + oleum (yağ) > Fr.
urmak, {eAT} Tırıs yürümek. linoleum] (lin o ’lyum) is. kim. Y er döşemesi olarak
ling2, [ling] {ağız} is. 1. Dokuma tezgâhlarında tarağı kullanılan, üzeri keten yağı ve mantar tozuyla ya
tutan araç; tefe. 2. Kendir dövmeye yarayan ve su pılm ış jü t bez; muşamba,
ile dönen dolap. [DS] S linge kaldırmak, {ağız} linon, [Fr. lin (keten) > linon] is. Bez ayağı armürle
Ortalığı karm akarışık etmek. [DS] dokunmuş ince ve saydam dokuma.
O IÜ M IİT O M • 2971
linotip, [İng. line o f type (tipografık satır)] is. M at çok özelliği bakımından yağa benzeyen, yağ çözü
baa harflerini dizen ve satırları blok hâlinde döken cülerle özütlenen sterol, steroit gibi maddeler,
matbaa makinesi, lipom, [Fr. lipome] is. tıp. Yağ dokusunun bulundu
linyit, [Lat. lignum (odun) > Fr. lignite] is. Bataklık ğu yerde büyümesinden meydana geleıı zararsız ur;
lardaki bitki kalıntılarının bozuşması, sonra da ya yağ uru.
vaş yavaş alüvyon çökeltileriyle örtülmesi sonucu lipotropin, [Fr. lipotropine] is. biy. M emelilerde hi-
oluşan, birleşiminde yüzde 60 ile 73 oranında kar pofız bezinin ön lobundan salgılanan ve lipofızi
bon bulunan kahverengi veya siyah fosil kömür, uyaran iki hormandan her biri,
linyitti, [linyit-li] sf. Yakıt olarak kullanılan m ineral lipsos, [Yun. lipsos] (li’p sos) is. zool. İskorpitgiller
ler için) reçineli ağaçlara benzeyen açık tohum lula den, Akdeniz ve Atlas Okyanusunda yaşayan, y ü z
rın kalıntılarından meydana gelen. geçlerindeki dikenlerde battığı zaman çabuk iyi
lip1, [lip (yans.)] is. G öz vb. kırpma veya alev kıp leşmeyen bir zehir bulunan, eti lezzetli, en çok 40
ması anında çıkan ses. B lip lip gözlü, (ağız} (Kişi cm. kadar boylanabilen bir kemikli balık, (Scorpa-
için) gözlerini sık sık açıp kapayan. [DS] ena porcus).
lip2, [lip (yans.)] is. Kopma, dayanıksızlık bildiren lip ü ri, {Yun. lipos (yağ) + urein (işemek) > Fr. li-
yansıma kökü. S lip lip, {ağız} 1. Çabuk çabuk. 2. purie] is. tıp. Çeşitli sebeplere bağlı olarak, idrarda
(İp vb. için) dayanıksızlık ve çabuk kopm a anlatır. yağ bulunm ası durumu,
[DS |! lip lip ayrılmak, {ağız} is. Çabuk kopmak. lir, [Lat. lyra > Fr. lyre] is. 1. müz. Kaynağı mitolojik
[DS] çağlara kadar uzanan kirişli b ir çalgı. 2. anat. Be
lipari, [Yun. liparis] (lipa'ri) is. balıkç. Çirozluktan yin üçgenindeki iki arka kordonun başlangıç kısım
çıkarak yağlanm aya başlayan uskumru, ları ile ammon boynuzlarını birleştiren enlemesine
liparit, [Lipari (ada) > Fr. lipare] is. min. Granitle liflerin tüm üne verilen ad.
aynı kimyasal yapıda, içinde mikrolitler olan ka lira, [Lat. libre > İt. liret > lire (çoğul) > lira] (li ’ra)
yaç; riyolit. is. 1. Y üz kuruşluk Türk para birimi; kısaltması: L.
lipaz, [Yun. lipos (yağ) > Fr. lipase] is. kim. M ide ve 2. Değeri yere ve zamana göre değişen çeşitli ülke
pankreas öz suyu, kan ve bitki tohum larında bulu lere ait para birimi. 3. Eskiden yedi gram ağırlığın
nan, molekül ağırlıkları yüksek yağ asidi esterlerini da altm sikke,
hidrolizleyen enzim, liralık , -ğı [lira-hk] sf. 1. (Belirtilen) lira değerinde
lipemi, [Fr. lipemie] is. Kandaki yağlı madde oranı, olan. 2. is. Lira,
lipidek, -ği [lip (yans.) > lip-i(t)-ek] {ağız} zf. He liret, [Lat. libre > İt. liret] is. İtalyan para birimi; kı
men; şıp diye. [DS] saltması: LİT.
lipik, -ği [lip-ik] {ağız} is. Oyunda sayı üstünlüğü. <9 lirik, -ği [Lat. lyricus / Yun. lyrikös > Fr. lyrique] sf.
lipik atmak, {ağız} Oyunda sayı üstünlüğü kazan 1. Coşkun; ilhamla dolu; aşırılığa varan bir taşkın
mak; öne geçmek. [DS]|| lipik yapm ak, {ağız} O- lık yüklü. 2. ed. Öğretici ve kahram anlık şiirine
yunda sayı üstünlüğü kazanmak; öne geçmek. [DS] karşıt olan. 3. (Şiir ve anlatım için) içten gelen
lipit, -di [Yun. lipos (yağ) > Fr. lipide] is. 1. Her duyguların coşkun bir dille anlatıldığı. 4. Bu tür şiir
çeşit organik yağa verilen isim. 2. Yağlı maddeleri yazan. 5. (Şiir için) eski Y unan’da lir eşliğinde
belirtmek için kullanılan genel terim, fi1 lipit dü okunan. S lirik şiir, i. L ir eşliğinde okunan şiir. 2.
şürücü, Yağ metabolizmasını etkileyerek kandaki Şarkı olarak okunmadığı hâlde biçim bakımından
lipit oranım, özellikle kolesterol miktarını norm al Eski Çağ şiirlerine benzeyen şiir. 3. Günümüzde
leştirmeye yarayan ilaç. ise, etkili ve coşkun bir dille yazılmış, kişisel duy
lipitler, [lipit-leı] is. biy. Hayvan ve bitki hücrelerin guları, ortak duyguları veya şairin iç dünyasını
de bulunan, suda çözünmeyen, organik çözücülerle yansıtan şiir.
çözünen, yağ asitlerinin alkollerle teşkil ettikleri lirizm, [Fr. lyrisme] is. 1. Kişisel duyguların anlatı
esterler. mında coşkunluk; coşku. 2. Lirik şiirlerin tümü. 3.
liplip, [lip (yans.) > lip+lip] {ağız} is. İdare lambası. Lirik ilham.
[DS] lirpedek, [lirp (yans.) > lirp-e-dek] {ağız} zf. (Hava
lipo-, [Yun. lipos (yağ) > Fr. lipo-] ön ek. Bilimsel dan inm ek ve düşm ek için) birdenbire. [DS]
terim türetiminde, başına getirildiği Latin kökenli
lisam, [Ar. lisâm j-U] (lisa:m) {OsT} is. 1. Yüze ör
kelimelere “yağla ilgili” anlam ı katan ön ek.
lipogenez, [Fr. lipogenese] is. Hayvan ve bitki bün tülen örtü; yaşmak. 2. Kadınların yüzlerine örttük
yesinde yağ oluşması; lipit ve yağ asitlerinin bile leri tül; yaşmak. 3. Solunum organlarını sıcağa,
şimi. soğuğa, toza ve böceklere karşı korum ak veya Be
lipoit, -di [Yun. lipos (yağı) + eidos (biçim) > Fr. deviler tarafmdan gizlenmek için kullanılan yüzün
lipo'ı'de] is. biy. Gerçekte yağ olmayan, fakat pek alt kısmını örtmekte kullanılan kumaş parçası.
Ö IÜ H IİM M • 2972
lisan, [Ar. lisân OLJ] (lisam) {OsT} is. 1. Bir insan lisansiyer, [Fr. licenciere] is. Üniversitede okuyan
öğrenci.
topluluğuna özgü, seslerden meydana gelmiş, ken
dine göre kuralları olan, sürekli gelişen ve değişen, lisanslı, [lisans-lı] sf. Lisansı bulunan; lisans sahibi,
bireyler tarafından iletişim kurm ada kullanılan, lisansüstü, [Fr. licence > lisans + T. üst-ü] is. Dört
sistemli göstergelere dayalı, anlaşma aracı; dil; ze yıllık üniversite öğrenimi sonrası. S lisansüstü
ban. 2. H er insanın duygu, düşünce ve olay anlatma eğitim, D ört y ıllık üniversite öğrenimi bittikten
yetisi. 3. Bir grubun, meslek mensubunun veya sonra yapılan eğitim.
topluluğun kendine has terim lerin ağır bastığı anla lisanullah, [Ar. lisânü'l-lâh -dil jL J ] (lisa:nulla;h)
tım dizgesi. 4. Kullanan kişiye veya belirli bir dö {OsT} is. A llah’ın sözü; K u r’an.
nem e göre tanımlanan söz dağarcığı veya özel söz lise, [Yun. lykeios (kurtların efendisi anlamında
dizimi. 5. gnşl. Anlatım aracı. S lisana gelmek, Apollon ’un sıfatı) > lykeion (Atina ’da Aristota-
(Konuşmayan şeyler için) söz söylemek; konuşma les'in kurduğu okulun bulunduğu mahalle) > Lat.
y a başlamak; konuşmak; konuşur olmak. || lisâıı- lyceum > Fr. lycee] (li ’se) is. Sekiz yıllık ilköğre
âşinâ, I OsT} D il bilen. || lisân-ı Arabî, {OsT} Arap tim ile üniversite arasındaki öğretim kurumu; orta
dili.|| iisân-ı aşk, {OsT} Sevginin dili.\\ lisân-ı dil, öğretim kurumu. & liseler arası, (Yarışma, karşı
{OsT} Gönül dili.\\ lisân-ı edeb, {OsT} Edebiyat di- laşma vb. için) lise seviyesindeki ortaöğretim kıı-
li.|| lisân-ı Farsî, {OsT} Farsça.|| lisân-ı kâmil, rumlarının aralarında yapılan.
{OsT} Kullananın ustalığını ortaya koyan güzel ve liseli, [lise-li] sf. Lise öğrencisi olan; lisede okuyan,
doğru kullanılmış dil; mükemmel dil. || lisân-ı ma-
lisip, [Toh. leşp / leş] {eT} is. Balgam.[EUTS]
der-zât, {OsT} A na dili.|| lisân-ı mâlflme, {OsT}
liste, [İt. lista] is. A lt alta yazılmış isimler veya nesne
Bilinen dil.|| lisân-ı mizmâr, {OsT} Gırtlak kapa-
adları cetveli. S liste başı, Seçim e tabi herhangi
ğı.\\ lisân-ı şiir, {OsT} Şiir dili.|| lisân-ı Tazi, {OsT}
bir konuda listenin birinci sırasına konulmuş olan.
Arapça.|| lisân-ı Türkî, {OsT} Türkçe.|| lisânü’l-
listeci, [liste-ci] is. 1. Liste yapan kimse. 2. bsy.
bahr, {OsT} M ürekkep balığının kılçığı.|| lisânü’l-
İnternet aracılığıyla alıcıya gönderilen mektup vb.
gayb, {OsT} Bilinmeyen şeylerden, gelecekten ha
şeylerin tümünü liste hâlinde düzenleyen işlem,
ber veren. || lisânü’n-nâr, {OsT} Ateşin dili; alev.
üsteleme, [liste-le-me] is. Listelem ek eylemi,
lisancı, [lisan-cı] is. B ir dilin çeşitli konulan ile uğ
raşan uzman; dilci, listelemek, [liste-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(i)-yor] 1.
Liste hâline getirmek. 2. bsy. Bilgisayar yazıcısı
lisanıhâl, -li, [Ar. lisân-i hâl] (lisa;mhâ:l) is. Bir
sayesinde dizili bir belge hazırlamak. 2. Birtakım
kim senin davranışlarından anlaşılan şey; davranışla
veri ve bilgilerin liste hâlinde dökümünü yapmak,
meram anlatma; davranışlarla düşünüleni anlatma;
listir, [Yun. ulistir] {ağız} is. Kevgir; iliştir. [DS]
hâl dili.
lisanımünasip, -bi [Ar. lisân-ı münâsib] (lisa;nımü- liş, [Toh. leşp / leş] (le;ş) {eT} is. -*■ leşp. [DLT]
na;sip) is. Karşıdakinin kolayca anlayabileceği bir lişer, [? lişer] {ağız} is. İki avcu birleştirerek yapılan
dil ve üslûp. büyük avuç. [DS]
liştik, -ği [? liştik] {ağız} is. Yağsız et; zayıf et. [DS]
lisanı, [Ar. lisânı 1] (lisa:ni;) {OsT} sf. Dille ilgili;
litektom i, [Fr. lithectomie] is. tıp. Vücudun herhangi
dile dayanan. bir yerinde oluşan taşı çıkarmayı öngören ameliyat,
lisaniyat, [Ar. lisân > O. T. lisâniyyât o L U ] (lisa:- literatür, [Lat. litteratura > Fr. litterature] is. 1.
niyya;t) {OsT} is. Dillerin incelemesini konu edinen Edebiyat; yazın. 2. Bir kimse, bir konu, bir sorun
bilim dalı; dil bilimi, üzerine yazılmış kitap, makale, inceleme ve araş
lisans, [Lat. licet (izin) > licentia > Fr. licence] is. 1. tırm aların tümü,
Herhangi bir konuda verilen izin, yetki belgesi. 2. litergol, -lü [Fr. lithergol] is. Bazı füzelerin fırlatıl
Genellikle dört yıl süren üniversite öğrenimi. 3. ması sırasında tepkisinden yararlanılan bir katı ve
Üniversite öğrenimi tamamlanınca alman diploma bir sıvının birleşiminden m eydana gelen madde,
ve akademik derece. 4. spor. Sporcunun resmî ya lito-, [Yun. lithos (taş) > Fr. litho-] ön ek. Başına
rışm alara katılabilmesi için federasyon tarafından getirildiği Latin kökenli kelimelerden “taş, taşla
verilen kayıt fişi ve kim lik belgesi. 5. Yarışlara ka ilgili” anlamı katarak terim ler üreten ön ek.
tılabilm ek için jokeylere verilen kim lik kartı. 6. Dış litofît, -di [Yun. lithos (taş) + phyton (bitki) > Iit-
alım ve satımı serbest bırakılmayarak belirli bir hopyte] is. biy. Y ağmurda bile suyun tutulmadığı
düzen içinde ithal ve ihracı gereken mallar için ida kayalarda yetişen bitkiler,
rece verilen izin belgesi. 7. huk. Bir malı yurt için litografi, [Fr. lithographie] is. 1. Kireç taşının üzeri
de yabancı bir firm a adına üretme izni, ne yağlı bir madde ile çizilmiş şekilleri baskı yo
lisansiye, [Fr. licencie] is. B ir fakülteden lisans dip luyla çoğaltma sanatı; taş baskı. 2. (Yazı veya re
loması alm ış kimse. sim için) bu usulle basılm ış olan.
LİY
litografya, [Fr. lithographie] is. 1. Kireç taşının ü- berin sancağını savaş meydanlarında korumakla
zerine yağlı bir madde ile çizilmiş şekilleri baskı görevli askerî birlik.|| livâü’l-hamd, {OsT} Kıyamet
yoluyla çoğaltma sanatı; taş baskı. 2. (Yazı veya günü Hz. M ııham m ed’in ümmetinin altında topla
resim için) bu usulle basılmış olan. 0 litografya nacağına inanılan bayrak.
taşı, Taş baskıda kullanılan düzgiin yapılı bir tür livan, [Far. eyvan] {ağız} is. 1. Salon. 2. Önü açık
kalker. oda. 3. Balkon. [DS]
litografyacı, [litografya-cı] is. Litografya ile uğra livar, [İt. vivaio / Yun. livâri (balık havuzu)] is. 1. Su
şan; litografya yapan kimse, altı avcılarının kullandığı ağ torba. 2. Tutulmuş
litoloji, [Fr. lithologie] is. Jeolojik yapı oluşturan ka- balıkları canlı olarak saklamak için kullanılan, ağzı
yaçları inceleyen bilim dalı; taş bilimi, içine doğru koni şeklinde örülmüş sepet. 3. G erek
litoral, -li [Yun. lithos (kıyı) > İng. litoral] is. biy. tikçe avlanmak üzere içinde balık bulundurulan ve
dnz. Suların en yüksek olduğu düzeyle en alçak suyu durmadan yenilenen balık havuzu. 4. Balıkla
olduğu düzey arasında kalan, sürekli olarak suyla rın, 'içinde canlı olarak saklandığı herhangi bir kap.
öıtülü olmayan kıyı bölgesi, 5. Küçük balıkları büyütm ek ve zamanı gelince
litosfer, [Fr. lithosphere] is. Y er kabuğunu m eydana yumurtasından yararlanmak için deniz bağlantılı
getiren ve merkez çekirdeği çevresinde yer küresi göllerde yapılan kapalı balık yatakları,
nin eş merkezli tabakalarından birini oluşturan katı livas, [? livas] {ağız} is. Su yolu; kanalizasyon. [DS]
kayaların tümü; taş küre; taş yuvarı, livata, [Ar. lüt (Peygamber ve kavminin adı) > livâta
litre, [Yun. litra > Fr. litre] is. 1. Sıvı ve bazı katila 4İ=ljJ] (liva-.ta) is. Erkekler arasındaki sapık cinsel
rın hacimce ölçümünde kullanılan desimetre küp ilişki; kulamparalık,
değerindeki hacim ölçüsü birimi. 2. sf. (Belirtilen) livcan, [? livcan] {ağız} sf. En küçük. [DS]
litre kadar hacm i olan,
liver, [Fr. revolver] {ağız} is. Tabanca. [DS]
litrelik, -ği [litre-lik] sf. (Belirtilen) litre kadar ha
livik, -ği [? livik] {ağız} is. Yılanyastığıgillerden (A-
cimde sıvı alan, fi1 litre atm osfer,/zz. B ir atmosfer
raceae) mısır yaprağına benzer yapraklarının tadı
basıncı altında hacmi bir litre artan bir gaz kütle
ekşi ve buruk, yemeği yapılan, yumrulu, çok yıllık
sinin sağladığı, ısı motorlarıyla ilgili iş birimi;
bir ot, (Arum dioscoridis, A. italicum). [DS] <9 livik
101,3 joul.
eriği, {ağız} Büyük ve ekşi bir erik türü, [DS]
littan, [? littan] {ağız} is. Serseri. [DS]
livinç, -ci [liviııç] {ağız} is. Yaban pancarı. [DS]
liturya, [Lat. liturgia] (litu ‘rya) is. Hz. İsa’nın hava
livirden, [? livirden] {ağız} is. Tespih tanesi gibi
rileri ile yediği son yemeği anmak üzere,
siyah meyveleri olan, kötü kokulu, acı bir ot. [DS]
Hristiyanların kilisede bir kap içine şarap ve ekmek
livirt, [? livirt] {ağız} sf. Geveze; hoşa gitmeyen. [DS]
koyarak yaptıkları takdis töreni; kudas,
liviş, [? liviş] {ağız} is. Isırgan otundan yapılan ye
litü, [Çin. len-t’eo => letü] (le:tu;) {eT} is. -*■ letu.
[DLT] mek. [DS]
lityum, [Yun. lithos (taş) > Lat. lithium] is. kim. livon, [? livon] {ağız} is. Mezarlık otu. [DS]
Atom numarası 3, atom ağırlığı 6,94, yoğunluğu livor, [Fr. revolver] {ağız} is. Tabanca. [DS]
0.55 olan, alkali grubun başında yer alan, bileşikle livöp, [? livöp] {ağız} is. Çalıları köklenerek açılmış
ri alevi kırm ızıya boyayan, termonükleer patlayıcı tarla. [DS]
lar arasmda yer alan, beyaz, katı bir element; sem livrik, [? livrik] {ağız} is. Dağm tepesi. [DS]
bolü Li. liyakat, -ti [Ar. liyâkat oiL !] (liya;kat) {OsT} is. 1.
liusun, [Çin. lu-ts’un] {eT} is. Bir yıldız adı.[EUTS] Bir kimsenin, bir işi başarabilmesini sağlayan nite
liüm, [Ar. liüm p'i] {OsT} is. Anaları bir, babaları ayrı likleri; yeterlilik; iktidar; hüner. 2. Layık olma; ya-
kardeşler. raşırlık; uygunluk; münasip olma. S 1 liyâkat gös
liv, [Çin. li / liip (buğday)] {eT} is. 1. Kurban yemeği. termek, B ir işte başarı kazanmak; başarı elde et
[EUTS] 2. Tepsi; sofra. [KB] mek; başarmak. || liyâkat madalyası, {ağız} Bağlılık
ve kahram anlık gösterenlerin bu davranışlarının
liva, -ai [Ar. liva’ <-\j>]{OsT} is. 1. Sancak; bayrak. 2.
takdir edildiğini gösteren ve benzerlerini teşvik
Osmanlı im paratorluğunda iki alaydan meydana amacıyla 1890 d a çıkarılmış olan altın ve gümüş
gelen askerî birliğe verilen ad. 3. gnşl. B u askerî madalya. [DS]|| liyâkat-m end, {OsT} Yeterliliği
birliğin başı. 4. İm paratorluk döneminde m utasarrıf olan; liyakat sahibi.\\ liyâkat-m endâne, {OsT} Ye
yönetiminde bulunan il ve ilçe arasındaki yönetim terli olarak; liyakat sahibi birine yakışır biçimde;
birimi; sancak. S liva amirali, {OsT} M iralaylıktan değerli olarak. || liyakat sahibi, Yeterli olan; başa
yüksek deniz subayı.|| livâ-i saadet, {OsT} Hz. P ey rılı; erdemli; yetenekli; muktedir; iş bilir.
gamberin bayrağına verilen ad; liva-yı şerif; san liyakatli, [liyakat-li] (liya:katli) sf. Liyakati olan;
cağı şerif. || livâ-i şerîf takımı, {OsT} Hz. Peygam
başarılı; yetenekli; değimli.
LİY OİM İR S İM • 2974
liyakatsiz, [liyakat-siz] (liya:katsiz) s f Bir işi yap m acıyla, belirli çıkar sahibi kişilerin bir araya gele
mak, çekip çevirmek için gerekli yetenekleri taşı rek, meclis koridorlannda, nüfuzlu çevrelerde, ba
mayan; liyakati olmayan; başarısız; yeteneksiz; de sın, televizyon vb. yerlerde kendi isteklerini siyasal
ğimsiz; iktidarsız, organlara kabul ettirmek, onları kendi çıkarları
liyakatsizlik, -ği [liyakat-siz-lik] (liyakatsizlik) is. doğrultusunda etkilem ek amacıyla kurduktan top
Liyakatsiz olma durumu; beceriksizlik; iş bilm ez luluk; çıkar grubu,
lik; iktidarsızlık, lobici, [lobi-ci] is. Çıkar gruplarının temsilcisi; da
liyaz, [Yun. lyein (çözülmek) > Fr. lyase] is. biy. Bir lancı.
m olekülün parçalanmasını ya da b ir grubun uzak lobicilik, -ği [lobi-ci-lik] is. Belirli bir devletin veya
laştırılmasını sağlayan enzimler, grubun çıkarlannı sağlamak için kulis yapma işi;
liyofillik, -ği [Fr. lyophile > liyofil-lik] is. Bazı dalancılık.
koloidal maddelerin sıvılarda çözünme veya şişme iobik, -ği [? lobik] {ağız} is. 1. Börülce. 2. Yeşil
özelliği. fasulye. [DS]
liyü, [Çin. liao / liu] {eT} is. K uruyunca balçık haline
lobiye, [Ar. lüb (öz, iç) > lübbiye 4~J] {ağız} is. 1.
gelen ince kumlu çamur. [DLT]
Bakla. [DS] 2. Fasulye,
lizar, [? lizar] {ağız} is. Halkasına ip takarak dağdan
odun çekmekte kullanılan demir çivi. [DS] lo b u d u k , -ğu [lob-u(t)-uk] {ağız} sf. U fak tefek;
küçük. [DS]
iizerjik asit dietilam it, [İng. lysergic acid diethyla
mide] is. kim. İnsanda bıraktığı zihnî sakatlık bazen lo b u rt, [lob-ur-t] {ağız} is. Yaylı arabaların ispitleri
şizofreniye benzer etkiye yol açan güçlü bir uyuş nin takıldığı parça. [DS]
turucu madde; LSD. lo b u t, [Ar. nebbüt => / A>jj^İ] is. 1. Kısa, kalın
lizik, -ği [? lizik] {ağızj sf. (Kişi için) oynak. [DS] ve düzgün sopa. 2. Hallaç tokmağı. 3. Jimnastikte
lizol, -lü [Fr. lysol] is. kim. Tolüenden türeyen üç yum uşam a hareketlerini yapm akta kullanılan kısa
fenol türevinden biri; krezol. küçük topuz. 4. Topun icadından önce kale kuşat
lizöz, [Fr. liseuse] is. Kadınların yatakta giydikleri, m alarında atlı askerler tarafm dan kullanılan 70-80
om uzlan ve sırtı bele kadar örten, gevşek örgülü, cm. boyunda, 5-6 cm. çapında kaim sopa. 5. {ağız}
önden açık yük hırka, A raba tekerleğinin tek parça olan dış çevresi. [DS]
lizzik, -ği [? lizzik] {ağa} is. Kağnılarda, ön köpü 6. {ağız} M ısır koçanını döverek tanelemeye yara
kola bağlayan çivi. [DS] yan sopa. [DS] 7. {ağız} Sığırlann aşık kemiği. [DS]
İm, [Lat. lumen (ışık)] kısalt. Işık şiddeti birim i 1 8. {ağız} (Eşya için) kaba yapılmış. [DS] 9. sf. {ağız}
m um olan noktasal bir ışık kaynağının 1 steradyan- İri; kalın; kaba. [DS] 10. {ağız} (Kişi için) kaba sa
lık açı içine gönderdiği ışık akışına eşit ışık akışı ba; sözünü bilmez. [DS]
birim i olan lümenin kısaltması, lobya, [Ar. lübbiye *~J] {ağız} is. Fasulye. [DS]
lo, [loğ / lö] (lo:) {ağız} is. 1. Kiremit. 2. Taş silindir. loca, [İt. loggia (yarı açık barınak)] is. 1. tiy. Tiyatro,
[DS] S lo ağacı, {ağız} Yuvak taşım çekmekte kul sinema vb. yerlerde seyircilerin oturmaları için bö
lanılan tahtadan kol. [DS]
lünmüş hücrelerden her biri. 2. Parlamentoda basın,
loap, [? loap] {ağız} is. Ormandan açılan tarla. [DS] dinleyici vb. kimselerin oturması için aynlm ış özel
loba, [? loba] {ağız} is. K ıvnntı; kırışık. [DS] bölüm. 3. mim. Zeminden yüksek ve derzli düz at
loban, [? loban] {ağız} is. Köstebek. [DS] kılan veya kemerleri taşıyan sütunlardan meydana
lobat, [Far. nevbet] {ağız} is. Nöbet. [DS] gelen dış galeri. 4. M asonların toplantı ve ibadet
lobbak, -ğı [? lobbak] {ağız} is. Fasulye. [DS] yeri
lobban, [? lobban] {ağız} sf. Aptal. [DS] îoç, -cu [? loç] {ağız} sf. Çok ıslak. S1 loç olm ak,
lobelya, [Aim. M aetthias de Lobel (Alman botanikçi) {ağız} Çok ıslanmak; sırılsıklam olmak. [DS]
> Lat. lobelia] (lo b e’lya) is. bot. Kuzey Ameri loça, [İt. occhio] is. Gemilerin baş bodoslamasının
k a ’da yetişen, birçok türü bahçelerde süs olarak her iki yanında çapayı içine alarak ona yataklık
yetiştirilen, salkım durumunda mavi çiçekli, bir eden ve yukarıdaki güverteye açılan, içine yerleşti
veya çok yıllık süs bitkisi, (Lobelia). rilen demir boruyla baş yatırm alara bağlanan çapa
lobi, [İng. lobby (koridor, revak)] is. 1. Otel, sinema, zincir kuyusu.
tiyatro vb. yerlerde girişte yer alan geniş salon. 2. lo d a 1, [? loda] {ağız} is. 1. Küme; yığın; dokurcun;
mim. Bir yapının giriş kapısını geçtikten sonra yer tokurcun. 2. Demet. 3. Harman dövüldükten sonra
alan boşluk; dalan. 3. A BD ’de siyasî faaliyetlerde savrulm ak üzere tınaz yapılmam ış samanlı tane
etkin olabilmek amacıyla çalışan baskı gruplanna yığını. 4. Buğday veya samanı saklamak için top
verilen ad. 4. Milletvekillerini etkilem ek amacıyla rak içine yapılmış, üzeri toprak ve taşla örtülü am
yapılan çalışma. 5. Çoğu zaman çıkar sağlamak al bar. [DS] S> loda etm ek, {ağız} Yığmak; biriktir-
ıtmıesöM. 2975 LOJ
mek; toplamak. [DS]|| loda loda, {ağız}!. Yığın y ı loğay, [? loğay] {ağız} is. Çift atlı arabaya yedek ko
ğın. 2. Parça parça. [DS] şulan at. [DS]
loda2, [? loda] {ağız} sf. (İp, tel vb. için) gergin olma loğdur, [loğ-dur] {ağız} is. Loğ taşını çekmekte kul
yan; gevşek. [DS] lanılan iki kollu ağaç. [DS]
lodol, [? nodul / lodul] {ağız} is. Hayvanı dürtmek loğdut, [loğ+tut-mak] {ağız} is. -*■ loğdur. [DS]
için kullanılan ucu çivili değnek; nodul. [DS] loğkeç, -ci [loğ-gaç] {ağız} is. -*■ loğdur. [DS]
lodos, [Yun. nötos] is. 1. Güney yönünden esen rüz loğlama, [loğ-la-ma] is. Loğlamak eylemi,
gâr; güney rüzgârı. 2. Güneyden esen rüzgârın ya loğlamak, [loğ-la-mak g ç l.f. f- r j [-l(u)-yor]
rattığı fırtına. 3. Bu rüzgârın estiği gün ve zaman.
1. Toprağı loğ ile sıkıştırmak. {OsT} (aym) 2. Tarla
4. gnşl. Güney. S lodos balığı, 1. Lodosun etkisi
ile denizde m eydana gelen çalkantının verdiği ser nın keseklerini loğ ile ezmek.
semlikle avlanan balık. 2. mecaz. (Kişi için) ne loğlan, [loğ-la-n] {ağız} is. İri adam. [DS]
yaptığını bilmez hâlde; alık; sersem; şaşkın. || lodos loğlaz, [loğ-la-z] {ağız} is. 1. Taze veya kuru fasulye.
poyraz, (Kişi için) geçici hevesleri olan; kararsız. 2. Bezelye. [DS]
lodoslama, [lodos-la-ma] is. Lodoslam ak eylemi ve loğloğ, [loğ+loğ] {ağız} is. İplik makarası. [DS]
ya durumu. loğn, [loğ-n] {ağız} is. 1. Silindir. 2. Loğ. [DS]
lodoslamak, [lodos-la-mak] g ç sz.f. [-r] [-l(t)-yor] 1. loğsamak, [loğ-sa-mak] {ağız} gçsz. f. f- r j [-(u)-yor]
(Rüzgâr için) güneyden esmeye başlamak. 2. (Hava Loğ taşı gibi olduğu yerde kalmak; yığılıp kalmak,
için) lodosun esmeye başlamak, loğsıyakalmak, [loğ-sa-mak + kal-mak] {ağız} gçsz.
lodoslu, [lodos-lu] sf. Lodosa sahip olan; lodosu o- b . f [-ır] Yorgunluktan yığılıp kalmak. [DS]
lan; lodosa maruz kalan, loğusa, [Yun. lökhas (çocuk doğurma) > lokhıisa]
lodosluk, -ğu [lodos-luk] is. Lodosun estiği yön; gü (lo ğ u sa ) is. Yeni doğum yapmış kadm. fi1 loğusa
ney. humm ası, Yeni doğum yapm ış kadınların mikrop
lodre, [İt. rottolo / Ar. ritl] {OsT} is. Litre, kapması sonucu yakalandıkları ateşli hastalık; al
lodul, [? nodul] {ağız} is. Hayvanı dürtmekte kullanı bastı,|| loğusa otu, bot. Çorak yerlerde yetişen, ço
lan ucu demir çivili değnek; nodul. [DS] ğunlukla kameriye yapm ak için kullanılan, çok y ıl
-log, [Yun. logos (söz, bilim) > Fr. -log] son ek. So lık, sarılıcı bir bitki; loğusa çiçeği; karaasma; ze-
nuna eklendiği Latin kökenli kelimelere “sö z sahi ravent, (Aristolochia sipho, A. clematitis).\\ loğusa
bi, bilimci” anlamı katan son ek; -ci. şekeri, Loğusa şerbeti yapım ında kullanılan, içinde
loga, [? loga] {ağız} is. Kuluçka. [DS] karanfil, baharat ve şekerci boyası bulunan, bakla
va biçiminde kesilmiş, keskin kokulu renkli şeker. ||
logaritma, [Yun. logos (oran) + arithmos (sayı) > Fr.
loğusa şerbeti, Loğusa şekeri ile yapılan ve m isa
logarithme] is. mat. Hesap makinelerinin gelişme
sinden önce büyük sayılan çarpmak, bölmek, kö firle re ikram edilen bir soğuk içecek.
künü ve kuvvetini alm akta kolaylık sağlayan, 10 loğusalık, -ğı [loğusa-lık] is. 1. Yeni doğum yapmış
tabanına göre sayıların kuvvet ve kökleri esasından olan kadının durumu. 2. Loğusa olm a dununu. 3.
hareketle bulunm uş bir sistem. 1000 iog.= 3 S lo Doğumdan sonra geçen kırk günlük süre,
garitma tablosu, Sayıların logaritmalarını göste lohata, [? lohata] {ağız} sf. Parasız elde edilen; kele
ren tablo. pir. [DS]
logaritmik, -ği [Fr. logarithmique] sf. Logaritma ile lohçı, [loh-çı] {ağız} is. İşçi; emekçi. [DS]
ilgili. lohma, [Ar. lükma] {ağız} is. Lokma tatlısı. [DS]
logo, [Fr. logotype] kısalt. Tek bir blok hâlinde lohtay, [Çin. lo (ham ipek) + tai (kuşak) => lohtây]
dökülmüş olan harfler, kısaltmalar; arma, (lohta.y) {eT} is. Üzeri sarı benekli kırmızı Ç in i-
logos, [Yun. logos] (lo ’gos) dbl. 1. Dil, söz, mimik, peklisi. [DLT]
işaret gibi anlatım araçlarının bütünü; deyi. 2. din. lohtiko, [? lohtiko] {ağız} is. Karalahana çorbasına
FIristiyanlıkta teslisin ikinci kişisi olan ve dünya m ısır ekmeği doğranarak yapılan b ir tür yemek.
yaratılmadan önce de var olan, İlahî kelam ı insan [DS]
lara ulaştıran; Hz. İsa; oğul; deyi. 3. fel. İlk Çağ lohul, [? lohul] {ağız} is. Lokum. [DS]
Yunan felsefesinde varlığın yasası, evrensel zorun loj, [ ? loj / loş] {ağız} is. Loş. [DS]
luluk; idealann kaynağı olan taıın; akıl; kader. -loji, [Yun. logos > Fr. -lo g ie / İng. logy] son ek.
loğ, [Erme, loğal (yuvarlanmak) > loğ y ] is. 1. Ak Sonuna eklendiği Latin kökenli kelimelere "bilimi,
masını önlemek için toprak damlara ve yollara seri bilgisi ” anlamı katan son ek.
len malzemeyi sıkıştırmak veya tarladaki kesekleri lojik, -ği [Fr. logique] is. 1. Mantık, 2. sf. bsy. M an
ezmek için kullanılan taş silindir; yuvak; kaltaban. tıkla ilgili.
{OsT} (aym) 2. Kiremit. S loğ ağacı, Loğu çekmeye lojistik, -ği [Yun. logistikos / Lat. logisticus > Fr.
yarayan tahta kol.\\ loğ (daşı) taşı, {OsT} Loğ. logistique] s f 1. fel. Akıl yürütme ve hesap sanatı
LOJ Ö I Ü M I İ M M • 2976
ile ilgili. 3. as. Askerî birliklerin barındırılm a ve lokantacı, [lokanta-cı] (loka ’ntacı) is. Lokanta sahibi
doyurulması ile ilgili olan. 4. Örgütlenme araç ve veya işletmecisi,
yöntemleri ile ilgili olan. 5. is. as. Orduların iaşe ve lokantacılık, -ğı [lokanta-cı-lık] (lo ka ’ntacılık) is.
ibate şartlan, yer değiştirme ve savaş kabiliyeti ba Lokanta işletme işi; lokanta işletmeciliği,
kım ından en etkili durumda bulundurulm ası ve lokantalı, [lokanta-lı] (lo ka n ta lı) sf. Lokantası bu
personelin tıbbî bakımını sağlamaya yönelik çalış lunan; lokantası olan,
maları kapsayan askerlik sanatı; donanım. 6. Bir lokatif, [Fr. locatif] is. Eylem in geçtiği yeri belirten
işletmenin, bir servisin vb. kuruluşun örgütlenmesi isim hâli; bulunm a hâli; -de hâli; mefulünfıh.
ile ilgili yöntem ve araçlann tümü; donanım. 7.
lokatör, [İng. locator] is. tek. İnce işlem e gerektiren
man. Eskiden m odem mantığa verilen isim,
teknik parçalan tam yerine oturtmak için kullanılan
lojman, [Fr. logement (geçici barınak)] is. B ir kamu düzenek.
kuruluşunun, bir işletmenin veya bir fabrikanın
lokavt, [İng. lock out (yüzüne kapıyı kapama)] is. 1.
çalışanlarına otunnaları için az bir ücretle veya üc
Bir işverenin veya işveren sendikalarının topluca iş
retsiz olarak verdiği konut.
yerlerini kapatm ak suretiyle uyguladıkları iş dur
Iok1, [lak / lığ / lık / lok / luk (yans.)] is. Sıvıların kap durm a karan. 2. h u k B ir iş kolunda veya iş yerinde
içinde çalkalanmasını, kaynatılmasını ve buna ben çalışmayı bütünüyle durduracak biçimde işveren
zer seslerle gülmeyi anlatan kök. [Zülfikar] tok-ur veya tem silcisinin kendi girişimi ya da sendikanın
lokıır, lok-ur-da-mak, lok-ur-da-k verdiği karara uyarak işçilerin topluca işten uzak
lok2, [lok / lök (yans.)] is. Binek ve diğer yük hay laştırılması.
vanlarının koşması sırasında iç organlarının çalka
Iokıldan, [lokıl-da-n] {ağız} is. Eski evlerde duvara
lanması sonucu çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfikar]
eşya konulm ak amacıyla oyularak yapılmış süslü
lok lok, lok-la-mak
raf. [DS]
lok3, [İng. lock] is. Gemilerin düzeyleri farklı deniz
lokko, [? lokko] {ağız} sf. 1. Çok şişman; yakışıksız.
ler arasında geçişini sağlamak amacıyla yapılmış
2. is. Ham incir. [DS]
ara havuz.
Ioklamak, [lok-la-mak] {ağız} gçl. [-r] [-l(u)-yor] 1,
lok4, [Rus. log] {ağız} is. 1. Küçük tarla. 2. Dere, çay
(Araba için) koşmak; harekete hazır duruma getir
vb. sularının taşmasıyla oluşan bataklık. [DS]
mek. 2. (At için) hızlı koşmak. [DS]
lok5, [lok] {ağız} is. Ekinlerin büyümesine ve başak
loklok1, -ğu [lok (yans.) lok+lok] is. 1. Atların ko
tutm asına engel olan bir hastalık. [DS]
şarken karınlarından çıkan ses. 2. {ağız} is. Bu sesi
lok6, [lök] {ağız} is. K ırık veya delik çömlek, testi vb.
çıkaran at. [DS]
tam iri ile künklerin birleştirilmesinde kullanılan
loklok2, -ğu [lok+lok] {ağız} is. 1. Erkek hindi. 2.
zeytinyağı, kireç ve pamuk karışımından elde edi
Çamdan yapılmış emzikli testi. [DS] S loklok tiri
len macun; lök3. [DS]
di, İçine sirke veya limon suyu konularak kaynatı
lok7, [lök4] {ağız} is. 1. Erkek deve; lök. 2. Topaç;
lan suya, yağda kavrulmuş soğan ve parça parça
lök. [DS]
ham ur atılarak pişirildikten sonra, küçük küçük
lokaç, -cı [lapa+aş > lokaç] {ağız} sf. Lapa gibi. S
doğranmış ekmeklerin üzerine dökülerek yenilen
lokaç olmak, {ağız} (Yemek için) çok karıştırılmak
yemek.
tan dolayı lapa gibi olmak. [DS]
lokloku, [lok+lok-u] {ağız} is. Küçük toprak testi.
lokal, -li [Lat. localis > Fr. local] sf. 1. Belli bir yere,
[DS]
bölgeye ait olan; yerel; mahallî; mevziî. 2. tıp. Vü
cudun belli bir bölgesine yerleşmiş olan; mevziî. 3. lokma, [Ar. lukme ‘u-îi] is. 1. Ağza bir defada götü
is. B ir dernek veya kuraluşun üyelerinin toplanma rülebilecek büyüklükte katı yiyecek miktarı; küçük
sı, buluşması amacıyla düzenlenmiş yer; dem ek e- bir yiyecek parçası; sokum. 2. Ağızda çiğnendikten
vi. 4. is. M üzikli eğlence yapılan yer; gece kulübü, sonra dil ile oluşturulan ve boğazdan geçen yum u
lokalizasyon, [Fr. localisation] is. 1. Bir şeyin yerini şak kıvam lı besin topağı. 3. Yemek. 4. mutf. M aya
belirlemek eylemi; yer tespiti. 2. tıp. Patolojik bir lı hamurdan küçük parçalar hâlinde koparılarak
görüntünün veya yabancı bir cismin yerini çeşitli kızgın yağda pişirildikten sonra şerbet içine atıla
teknikler kullanarak tespit etme işlemi, rak tatlandırılan bir tür ham ur tatlısı; lokma tatlısı.
lokalizatör, [Fr. localisateur] sf. 1. Bir şeyin yerini 5. mecaz. Çoğunlukla haksız olarak elde edilen mal
belirleyen. 2. is. X ışınları ile teşhis ve tedavide, veya para. 6. tek. Türlü kalınlıktaki cıvata ve so
ışınların uygulanacağı yerleri sınırlamakta kullanı mun başlarını boşluğuna alarak bir sap ile döndü
lan kaynağın çıkışm a konulan delikli perde veya rülm ek suretiyle sökme ve takm a işleminde kulla
konik metal. nılan içi boş bir kovan biçiminde bir tür metal
lokanta, [Lat. locare (yerleştirmek; para yatırm ak) > anahtar; lokma anahtar. 7. anat. Bir eklemin parça
İt. locanda] (lokanta) is. Para karşılığında yemek sı olan dışbükey, yuvarlak veya yumurtamsı kemik
yenilen bir ticarî işletme; restoran. çıkıntısı. 8. tasvf. M evlevî tekkelerinde pişirilen
Ö ÎIM 5 R M i l . 2977 LOL
pilav. 9. dnz. Dayanıklılığım artırm ak amacıyla li tekerlekli makine. 2. mecaz. Bir işte birlikte ça
zincir baklalarının ortasına kaynakla tutturulan kü lıştığı kişileri harekete geçirerek onların başarıya
çük metal parça. 10. Eskiden, sızdırmazlık sağla ulaşmalarında etkili olan kimse,
mak için üstüpü ve beziryağı karışım ına pam uk lokomotifli, [lokoomtif-li] sf. Lokomotifi bulunan,
eklemek suretiyle lcünklere sarılan bir tür macuna lokom otifsiz, [lokomotif-siz] sf. Lokomotifi bulun
verilen ad. S lokma anahtar, Türlü kalınlıktaki mayan; lokomotifi olmayan,
cıvata ve somun başlarını boşluğuna alarak bir sap lokoro, [? lokoro] {ağız} is. Sümüklü böcek. [DS]
ile döndürülmek suretiyle sökm e ve takma işlemin lokosit, [Fr. leucocyte] is. tıp. Kanda bulunan m ik
de kullanılan içi altı veya sekiz köşeli boş bir kovan roplara karşı vücudu savunan, yapıca iri ve yuvar
biçiminde bir tür metal anahtar.|| lokma basmak, lak yapılı, beyaz ve çekirdekli lenf hücresi; akyu
tasvf. (M utfak görevlisi, kazancı için) yem eğin m ik var; lökosit.
tarını ve malzemesini tespit etmek\ | lokma başlığı,
lokul, [lok (yans.) > lok-ul] {ağız} is. 1. Sarığıburma
Lokm a anahtarda lokmaların takıldığı başlık. ||
gibi yapılan tepsi böreği. 2. Haşhaşlı hamurdan
lokma dökmek, 1. L o lm a tatlısı yapmak. 2. Konuk
yapılan ve fırında pişirilen bir çeşit lokma. 3. Yağlı
için yem ek hazırlamak.\\ lokma etmek, Yemek ye-
ve cevizli pide. [DS]
mek.\ | lokma göz, {ağız} Yuvalarından dışarı fırla
lokum, [Ar. râhat’ul-hulküm (boğaz dinlendiren)
mış göz; patlak göz. {OsT} (aym) [DS]|| lokm a göz
lü, (Kişi için) gözleri yuvalarından dışarı fırlamış; p ili- l cü» lj => latilokum > lukum > lokum] is. 1.
fırla k gözlü. {OsT}} (aynı) || lokm a lokma, Lokm a Şekerli nişasta eriyiğini kaynatarak kestirdikten
lar halinde; küçük parçalar hâlinde; parça parça.\\ sonra küp şeklinde keserek yapılan şekerleme; lati
lokm ası ağzında büyümek, Üzüntü vb. sebepler lokum; kesme. 2. M aden ocaklarında bir deliğe
den ağzındaki yiyeceği bir türlü yutam am ak; iştahı yerleştirilm iş patlayıcı m addeler içinde ateşlemeyi
kaçmak. || lokm ası boğazında kalmak, Üzüntü, başlatan fitilli kapsül ve dinamit kütlesi. 3. {ağız}
acele etme gibi sebeplerle yiyeceği fiz ik î olarak Sarığıburma tatlısı. [DS] 4. {ağız} Dilim dilim tepsi
boğazına takılmak; yutm akta güçlük çekmek.\\ (bi ye yerleştirildikten sonra zeytin yağı ile yağlanıp
rinin) lokm asını dökmek, Ölen birisinin arkasın fırında pişirilen buğday ekmeği. [DS] 5. {ağız}
dan hayır için lokma tatlısı yapıp dağıtmak.\\ (biri Lokma tatlısı. [DS] 0 lokum gibi, 1. (Yiyecek için)
nin) lokm asını saymak, Sofrada yem ek yiyen biri yum uşak ve tatlı. 2. (Kadın için) çok güzel ve hoş.
sinin ne kadar yem ek yediğini kontrol etmek. || lokur, [lok (yans.) > lok-ur] is. K aynayan suyun çı
lokma tatlısı, Mayalı hamurdan küçük parçalar kardığı ses. e lokur lokur, {ağız} Lokurtıılar çıka
hâlinde koparılarak kızgın yağda pişirildikten son rarak. [DS]
ra şerbet içine atılarak tatlandırılan bir tür hamur lokurdak, -ğı [lok (yans.) > lok-ur-da-k] {ağız} is.
tatlısı. Beyaz renkli bir tür üzüm. [DS]
lokmacı, [lokma-cı] is. Lokma tatlısı yapan ve satan lokurdam ak, [lok (yans.) > lok-ur-da-mak] {ağız}
kimse. gçsz. f. [-r] [-d(u)-yor] (Kaynayan su için) ses çı
lokmacık, [lokma-cık] is. Küçük lokma, karmak; fokurdamak. [DS]
lokmacılık, -ğı [lokma-cı-lık] is. Lokmacının yaptığı lokuş, [yokuş] {ağız} is. Yokuş. [DS]
iş ve mesleği; lokmacı olma durumu, lokut, -du [? lokut] {ağız} is. Uzun sırık veya kazık.
lokmalanmak, [lokma-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır] [DS]
Yemek yemek; kam ım doyurmak. [DS] lol, [lol] {ağız} is. Çiş; işeme. B lol etm ek, {ağız}
lokmamsı, [lokma-msı] sf. anat. Lokma biçiminde o- (Çocuk dili) çiş etmek; işemek. [DS]
lan. lolım , [? lolım] {ağız} sf. Güzel. [DS]
lokman, [lokman] {ağız} is. Koncu kısa ayakkabı. lolik 1, -ği [? lolik] {ağız}is. Yuvarlak odun. [DS]
[DS] lolik2, -ği [? lolik] {ağız} is. 1. Domates. 2. Yeşil do
lokman ruhu, [Ar. Lukmân (hekimliğin babası sa mates. [DS]
yılan efsanevî kişi) + rüh-u] is. tıp. Hekimlikte azı loliklemek, [lolik-le-mek] {ağız} gçl. f . [-r] [-l(i)-
ayıltıcı, çoğu bayıltm a veya bölgesel uyuşturma yor] Kâğıdı, yufkayı veya herhangi bir şeyi yuvar
sağlamak amacıyla kullanılan, çok uçucu, renksiz lamak. [DS]
ve kendine özgü kokusu olan sıvı; eter,
loliklenmek, [lolik-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir]
lokomobil, [Fr. locomobile] sf. 1. Y er değiştirebilen. Yuvarlanmak. [DS]
2. is. Tarım ve sanayide kullanılan, tekerlekler üze
lollik, -ği [? lol(l)ik] {ağız} is. Domates. [DS]
rine oturtulmuş patlamalı m otor veya buhar maki
lollipop, [İng, lollypop / lollipop] is. 1. Yalanarak
nesi.
yenebilmesi için bir sap ucuna takılmış şeker. 2.
lokomotif, [Lat. loco moveri (hareket ettirmek) > Fr.
Sokakta öğrencilerin karşıya geçmesini sağlamak
locomotif] is. 1. D em ir yolu üzerinde vagonları
için arabaların durması gerektiğini belirten işaret.
çekmek üzere üretilmiş buharlı, dizel veya elektrik
LOL Ö T Ü M M E S b l • 2978
lolloz, [? lolloz] {ağız} is. Dağın tepesi. [DS] lom budu, [lomb (yans.) > lomb-u(d)-u] {ağız} sf. Ka
loloz, [loğ-la-z] {ağız} is. Fasulye. [DS] ba sözlü. [DS]
lolo, [Yun. lolos (deli) / Çing. lilo (kaçık)] is. 1. Ko lom burdak, [lom (yans.) > lomb-ur-da-k] {ağız} sf.
nuşm a yetersizliği olan kimsenin çıkardığı anlaşıl Düşündüğünü, sözün varacağı yeri ve sebep olaca
m az ses. 2. argo. Oyuna getirip aldatmaya yönelik ğı sonucu düşünmeden söyleyen, konuşan, fi1
sözler. 3. argo. Gösteriş; kabadayılık. 4. çoc. d. lom burdak atıvermek, {ağız} Düşündüğünü çe
Erkek ürem e organı, kinmeden söyleyivermek. [DS]
lololo, [lo-lo-lo (yans.) is. 1. Konuşma yetersizliği lom burlomp, [lombur (yans.) > lomb-ur+lomp] {a-
olan kimsenin çıkardığı anlaşılmaz sesler. 2. argo. ğız} zf. (Gelm ek eylem i için) birdenbire; ansızın;
Ters ve olumsuz davranış için söylenen söz. paldır küldür. [DS]
lolu, [lo-lu] {ağız} is. 1. İğde meyvesi. 2. İki kulplu su lonca, [Katalanca llonja > İsp. lonja / İt. loggia]
testisi. 3. Küçük küp. [DS] (lo'nca) is. 1. Aynı m eslek grubundan olan usta,
loluş, [? loluş] {ağız} sf. Vurdumduymaz. [DS] kalfa çırak gibi kim selerin bir pîrin yönetiminde
lom 1, [lem / lom (yans.)] is. 1. Birden düşünmeden veya bir dem ek çatısı altında meydana getirdikleri
ve patavatsızca konuşm ayı anlatan kök. [Zülfikar] özel m eslek birliği; korporasyon; fütüvvet teşkilatı;
lom lom, lom lom atmak. 2. {ağız} is. Ağır, doku ahilik. 2. Bu dem ek üyelerinin belirli zamanlarda
naklı söz. 3. Abartma. 4. Yalan. 5. Eğlenceli ko toplandıkları yer. S 1 lonca kahvesi, Lonca teşkila
nuşm a; söyleşi. [DS] S lom atmak, {ağız} Çok ko tının olduğu dönemlerde aynı lonca mensuplarının
nuşarak başkalarının uykusunu kaçırmak; onları devam ettiği kahvehane.\\ lonca ustası, B ir lonca
rahatsız etmek. [DS]|| lom lom, 1. (Yemek eylemi nın yöneticisi; lonca başkanı.
için) büyük büyük lokmalarla. 2. (Konuşmak için) loncacılık, -ğı [lonca-cı-lık] is. Lonca kuruluşlarına
kaba saba; gelişigüzel.\\ lom lom atmak, 1. Sözünü dayanan ekonomi ve devlet yönetimi tarzı,
bilmeden, yerli yersiz konuşmak. 2. Büyük lokmalar lonç, -cu [? lonç] {ağız} sf. Islak. S lonç olmak,
hâlinde yemek.\\ lom lom helvası, B ir çeşit helva.|| {ağız} Çok ıslanmak. [DS]
lom lom keşkeği, (Nesneler için) çok bol olarak
london, [Fr. Landau (Alman şehri) > landon > lon-
bulunan.\\ lom sözlü, Sözünü, konuşmasını bilme
don] (lo ’ndon) is. D ört tekerlekli ve içinde dingille
yen.
re paralel iki oturma sırası bulunan, üstü açılıp ka
lom2, [Rus. log] {ağız} is. 1. İrmak. 2. Bataklık. [DS] panabilen çift körüklü binek arabası; lando; landon,
lom3, [lom] {ağız} is. 1. D em ir kazık. 2. Taş veya
londor, [? londor] {ağız} is. Yenmek; üstün gelmek;
duvara delik açm ak için kullanılan bir ucu sivri
alt etmek; düşürmek. [DS]
demir; küskü. 3. Taş kırmaya yarayan dem ir çekiç;
lone, [? lone] {ağız} is. Delik. [DS]
balyoz. 4. A t arabalarında ön ve arka dingili araba
long', [lang / lanğ / lan / long / lonğ / löng (yans.)] is.
ya bağlayan demir parçası. 5. A ğır şeyleri yerinden
M etal eşyaların birbirine dokunmasını, çarpmasını
kaldırm aya yarayan demir kaldıraç; küskü. [DS]
ve bu biçim de gürültü çıkararak konuşmayı anlatan
lom a, [? loma] {ağız} is. Çocukların oynadığı kuka
kök. [Zülfikar] lon-gur-da-k
oyunu; kuka. [DS]
long2, [lank / link / ling / long / löng / lönk /lön
lom b, [lamb / lomb / lömb (yans.)] is. Ansızın ortaya
(yans.)] is. D engesiz ve düzensiz yürümeyi ve gidi
çıkmayı, yuvarlanmayı ve beklenmedik biçimde
şi; kaba saba ve gelişigüzel konuşmayı anlatan kök.
patavatsızca konuşmayı anlatan kök. [Zülfikar]
lomb-a-dak, lomb-u-du, lom b-ur-dak atıvermek, [Zülfikar] long-ur
lomb-ur+lop long3, [ling / long (yans.)] is. Kap içindeki sıvıların
lombadak, -ğı [lomb (yans.) > lomb-a-dak] {ağız} zf. çalkalanmasını, kaynamasını anlatan kök. [Zülfikar]
1. Ansızın; birdenbire. 2. (Konuşmak için) patavat long-ur longur
sızca; tepeden inme. [DS] fi1 lom badak inmek, long4, [Çin. long / lung => lü] {eT} is. Ejder. [EUTS]
{ağız} Damdan düşercesine konuşmak. [DS] longa, [Lat. longus (uzun) > longo / Rom. lung (u-
lombak, -ğı [lomb (yans.) > lomb-ak] {ağız} is. O- zun)] (lo ’nga) is. müz. Türk musikisinde yürük ö-
yunda sayı; kama, fi1 lom bak basm ak, {ağız} O- zellik taşıyan Romen asıllı oyun havası.
yunda yenmek; kam a basmak. [DS] Iongaz, [Yun. loggos > longoz] is. 1. D eniz kıyıla
lombar, [İt. rombaglio > İng. limber] is. dnz. Bir rında kayaların diplerindeki derin yerler. 2. {ağız}
geminin bordasına açılmış top namlularının geçme Dağlar, tepeler arasındaki çukurluklar, uçurumlar.
sine veya kamaraların havalandırılmasına yarayan [DS] 3. {ağız} Suların derin yerleri. [DS]
dörtgen biçimindeki delikler, longöz, [Yun. loggos] {ağız} is. Akarsulardaki derin
lomboz, [Vend, rom bo / Yun. römbos (bakla biçimi)] ve çevrimli yerler. [DS]
is. Bir geminin kamaralarıyla alt güvertelerini ay longhorn, [İng. long hom (uzun boynuz) is. zool.
dınlatm ak ve havalandırmak için kamaralara veya Tüyleri ipek gibi yumuşak ve uzun, koyu kırmızı,
güvertelere açılan yuvarlak pencere. uzun boynuzlu bir İngiliz sığır ırkı.
O İM IüK S İM . 2979 LOP
longoz, [Yun. loggos] is. Deniz ve büyük ırmaklarda lop3, [Yun. lobös (kulak memesi) > Fr. lobe] is. 1.
birdenbire derinleşen yerler, Yuvarlak ve yumuşak nesne. 2. anat. B ir organın
longplay, [İng. long play] (longpley) is. Uzun devirli birbirinden doğal olarak ayrılmış yuvarlak parçala
plak; uzunçalar. rından her biri. 3. bot. Çiçek ve yaprak organlarının
lo n g u r1, [long (yans.) > long-ur] is. 1. Bir kaptan bo derince yarılm ış genellikle yuvarlak parçaları. 4.
şaltılan veya kaynayan suyun çıkardığı ses. 2. coğ. B ir burgacın dışbükey kısmı.
{ağız} is. Huni. [DS] S longur longur, {ağız} (Ak lop4, [lop (yans.) / lüp] {ağız} sf. Karşılıksız; beleş.
m ak veya boşalmak için) "longur " sesi çıkararak. [DS]
[DS] lop5, [lop] {ağız} is. Kuka oyunu. [DS]
lo n g u r2, [long (yans.) > longur] {ağız} sf. Elinden iş lop6, [? lop] {ağız} is. Küçük minder. [DS]
gelmeyen; beceriksiz; ağır davranışlı. [DS] lop a1, [lop-a] {ağız} is. Koyulaşmış yiyecek; lapa.
lo n g u r3, [long (yans.) > long-ur] {ağız} is. Patates. [DS],
[DS] Sopa2, [lop-a] {ağız} is. Özellikle düğün gecelerinde,
Songur4, [long (yans.) > long-ur] {ağız} is. Yaşlı kö kız evi ile oğlan evi arasmda gidiş gelişlerde yolu
pek. [DS aydınlatmakta kullanılan gaza batm larak sopa ucu
longurdak, -ğı [long (yans.) > long-ur-da-k] {ağız} is. na takılm ış tezek. [DS]
Büyük deve çam. [DS] lopadak, -ğı [lop (yans.) > lop-a-dak] {ağız} zf. (Y ut
longurdamak, [long (yans.) > long-ur-da-mak] mak, yemek için) lop sesi çıkararak. [DS]
{ağız} gçsz. f. [-r] [-d(u)-yor] 1. (At, eşek vb. hay lopak1,-ğı [lap-ak / lop-ak] {ağız} is. İri kar parçası.
van için) yavaş yavaş koşmak. 2. (Büyük çan, yu <3 lapak lapak, {ağız} (Kar yağışı için) Lapa lapa.
varlanan kazan vb. için) tok ve dolgun gürültülü [DS]
sesler çıkarmak. 3. (Kişi için) kaba saba, yerli yer lopak2, -ğı [lap-ak / lop-ak] {ağız} is. Oyunda, bitiş
siz konuşmak. [DS] sayısı; kama. [DS]
longurluk, -ğu [long (yans.) > long-ur-luk] {ağız} is. lopçu, [lop-çu] {ağız} sf. (Kişi için) kendisi çalışm a
Çamurlu yer. [DS] dan başkalarının kazancı ile geçinen; hazır yiyici;
longuz1, [? longuz] {ağız} is. Ç ift tırnaklı hayvanların beleşçi. [DS]
tırnağı. [DS] lopçuk, -ğu [lop-çuk] is. biy. 1. Küçük lop. 2. Bir
longuz2, [Yun. loggos] {ağız} is. Derin ve karanlık lopun bölümlerinden her biri. 3. Embriyonlarda
çukur. [DS] birbirine eşit olmayan iki çenekten küçüğüne veri
lonğ, [lang / lanğ / lan / long / lonğ / löng (yans.)] is. len isim, ö lopçuk içi, (Karaciğer için) lopçuğun
M etal eşyaların birbirine dokunmasını, çarpmasını içinde olan. || lopçuklar arası, B ir organın veya
ve bu biçimde gürültü çıkararak konuşmayı anlatan akciğerin lopçukları arasm da bulunan veya olu-
kök. [Zülfikar] lonğ-ur-da-k şan.|| lopçuk lopçuk, {ağız} 1. (Çocuğun mama y e
lonğurdak, -ğı [lonğ (yans.) > lonğ-ur-da-k] {ağız} is. mesi) istekle; iştahla. 2. (Küçük çocuk için) toplu,
Hayvanlara takılan büyük çan; löngürdek. [DS] şişman. 3. (Tükürük için) balgamlı. [DS]
lonkmak, [lonk-mak] {ağız} gçsz. f. [-(g)-ur) (Yara lopçuklu, [lop-çuk-lu] sf. 1. B ir lopçuğu olan. 2.
için) zonklamak. [DS] Lopçuklara ayrılmış olan,
Sop1, [lap / lep / lop (yans.)] is. 1. Peltemsi, sulu ve lopçum, [lop-çu-m] {ağız} sf. Obur. [DS]
cıvık maddelerin yere düşerek yayılmasını; buna iopka1, [? lopka] {ağız} is. Yağm ur sularının biriktiği
benzer yürüm eyi ve konuşm ayı anlatan kök. [Zülfi çukur. [DS]
kar] lop-ak lopak. 2. is. Yuvarlak, iri ve yumuşak lopka2, [? lopka] {ağız} is. Hayvanlara takılan büyük
bir şeyin düşünce çıkardığı ses. 3. H amurdan ya çan. [DS]
pılmış topak. 4. Lokma. 5. gnşl. sf. Yuvarlak; iri ve loplak, -ğı [lop-la-k] {ağız} is. 1. Yatak. 2. Yorgan.
yumuşak. 6. (Hamur yemeği için) iyi karıştınlm a- [DS]
dığı için top top olmuş. 0 lop et, İyi pişmiş, yağsız toplatmak, [lop-la-t-mak] {ağız} gçl. f. [-ır] El çırp
iri parça et. |[ lop incir, İri ve yum uşak bir tür in mak. [DS]
cir. || lop lop, (Yemek ve yutm a k için) iri parçalar loplop, [lop+lop] {ağız} is. Leblebi. [DS]
hâlinde; lop olarak.\\ lop olm ak, {ağız} (Meyve, ioplu, [lop-lu] sf. Lopları olan veya loplara ayrılmış
sebze için) çürümek; içi geçmek. [DS]|| lop yum ur olan.
ta, Kabuklu olarak suda haşlanarak pişirilm iş y u loppadak, -ğı [lop (yans.) > lop(p)-ada-k] (lo ’p pa-
murta. dak) zf. Lop sesi çıkararak,
lop2, [lop / löp / lup / lüp (yans.)] is. Atıştırarak, loppaz, [lop(p)-az] {ağız} sf. 1. Kendini beğenmiş;
iştahla yemeyi ve yutm ayı anlatan kök. [Zülfikar] bencil. 2. Geveze. [DS]
lop-a-da-k, lop-çu, lop-cuk lopçuk, lop(p)-a-da-k, loppolaşmak, [loppo-la-ş-mak] {ağız} dönşl. f [-ır]
lop-ur lop-ur
(Ağaçlar için) su yürümek. [DS]
LOP
lopuh, [lop-uh / lop-uk] {ağız} is. 1. Yanağın şişmiş lantor; gösterişli. S lort gibi, Refah içinde; şık ve
durumu. 2. Bir aşık oyunu. [DS] zengin kimse; bolluk içinde; rahat biçimde. || lort
lopuk, -ğu [lop-uk] {ağız} is. 1. Kam ındaki yavruyu lar kamarası, Ingiliz parlamentosundaki senato.
taşıyam ayan koyun veya keçi. 2. Yanağın şişkin lorta, [İt. lorta] (lo ’rta) is. Ayakkabı kalıbının çapı,
durumu. [DS] loru, [? loru] {ağız} is. Obur. [DS]
lopulmak, [lop-ul-mak] {ağız} dönşl. f. [-ur] (İrin loruk, -ğu [? loruk] {ağız} is. Takma ad. [DS]
lenmiş yara için) sancımak; ağrımak. [DS] losa, [? losa] {ağız} is. Kabuklarını yeni değiştirmiş,
lopur, [lop (yans.) > lop-ur] is. Bir şeyi yutarken yumuşak durumda olan ıstakoz cinsi canlılar. [DS]
çıkan ses. S 1 lopur küpür, {ağız} 1 . (İş için) çarça losdar, [? losdar / lostar] {ağız} is. Saman aktarmakta
buk; ivedilikle. 2. (Yuvarlanmak, düşm ek için) p a l kullanılan beş dişli, büyük tahta yaba. [DS] &
dır küldür. || lopur lopur, 1. Lop lop sesleri çıka losdar atmak, {ağız} D ayak atmak; dövmek. [DS]
rarak. 2. (Et için) dolgun ve yumuşak. losfar, [? losfar] {ağız} sf. Uyuşuk; tembel. [DS]
lopuradak, [lop (yans.) > lop-ur-a-dak] {ağız} zf. loska, [loska] {ağız} is. 1. Kabak ezmesiyle yapılan
(Yutm ak ve yem ek için) lop sesi çıkararak. [DS] tatlı. 2. Kabak yemeği. [DS]
loput, -du [Ar. nebbüt => loput] {ağız} is. 1. Sac ü- lostra, [İt. lustra (parlaklık)] (lo ’stra) is. Ayakkabı
zerinde yufka ekmeği çevirmeye yarayan tahta a- boyama. S lostra salonu, Ayakkabı boyanan yer.
raç; bisleğeç. 2. U cu daha kalın olan sopa. 3. A t üs lostracı, [lostra-cı] is. Lostra salonlarında ayakkabı
tünde oyun oynarken kullanılan bir metre uzunlu boyacılığı yapan kimse,
ğunda boyalı değnek. 4. M ısır koçanı döverken lostromo, [İt. nostro (bizim) + uomo (adam) > nost-
kullanılan kalın sopa. 5. Oyunda kullanılan ucu rom o (adamımız)] (lostro’mo) is. dnz. Ticaret ge
düğümlü mendil. 6. Erkeklik organı. 7. sf. Kaba sa milerinde tayfaların başı,
ba. [DS] lostrom oluk, -ğu [lostromo-luk] is. Lostromonun
lor, [Far. lür jj)] is. 1. Peynir suyundan elde edilen yaptığı iş ve mesleği,
ve taze olarak tüketilen bir tür peynir. 2. {OsT} Pey losura, [? losura] {ağız} is. Oynak, arsız kadın. [DS]
nir suyuna süt veya yoğurt katıp kaynatarak yapılan losyon, [Lat. lavare (yıkamak) > lotuo (banyo suyu) >
süt ürünü. 3. {ağız} Şıranın tortusundan yapılan bir Fr. lotion] is. Deri ve saç bakım ında kullanılan ha
çeşit pekmez; reçel. [DS] 4. {ağız} Eriyip çok yum u fif alkollü veya alkolsüz kokulu su.
şak duruma gelmiş, parçalanmış peynir. [DS] 5. loş1, [Erme, lavaş / Far. lâvaş => loş] {ağız} is. Sacda
{ağız} Kaymağı alınmış sütten yapılan yağsız pey pişirilen bir tür uzun pide; lavaş. [DS]
nir; çökelek. [DS] 6. {ağız} Peynir suyu. [DS] S lo loş2, [? loş] {ağız} sf. 1. Çok yaş; sırılsıklam. 2. (Kişi
runu, peynirini görmemek, {ağız} H içbir yararını için) çok tembel; işe yaramaz; davranışları ağır
görememek. olan. 3. Sölpük; gevşek. [DS]
lordi, [? lordi] {ağız} is. 1. Salyangoz. 2. Sümüklü loş3, [Galce. loch] (l ince söylenir) sf. 1. (Yer için)
böcek. [DS] yeterince ışık almayan veya güneş ışığından yarar
lorentiyum, [Ernest Orlando Lawrence (Norveç lanamayan. 2. (Işık veya ışık kaynağı için) az ay
asıllı Amerikalı fizikçi) > Fr. lawrencium] is. kim. dınlatan; yetersiz; az ışık veren.
1961 yılında Berkeley’de kaliforniyum atomlarının loş4, [? loş] {ağız} is. Şölen; düğün yemeği. [DS]
bor iyonlarıyla bombardımanı sonucunda elde edi loşalmak, [loş-al-mak] {ağız} g ç sz .f. [-ır] Gevşeklik
len, atom numarası 103 olan uranyum ötesi ele gelmek; ağırlaşmak. [DS]
ment; lavrensiyum, sembolü: Lr. loşça, [loş-ça] (lo'şça, l ince söylenir)] sf. Loş du
rumda; az ışıklı; yarı karanlık,
lori, [? lori iŞjj^] is. 1. {OsT}} zool. Balıkçıla benzer
loşga, [loş-ga] {ağız} sf. (Kişi için) tembel; işe yara
b ir kuş. 2. {ağız} sf. Kötü. [DS]
maz. [DS]
lorik, -ği [? lorik] {ağız} is. Çocuk; yavru. [DS]
loşkurtu, [loş-kur-t-u] {ağız} sf. Elinden bir şey gel
lorp, [lorp (yans.)] is. Emme sırasında çıkan ses. S meyen; beceriksiz. [DS]
lorp etmek, {ağız} Yemeği çok yağlı yapmak. [DS]
loşlaşm a, [loş-la-ş-ma] is. Loşlaşmak eylemi veya
lort, -du [Ang. Saks, hlford (ekmekçibaşı) > İng. durumu.
lord] is. 1. İngiltere’de eskiden toprak ağası anla loşlaşmak, [loş-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] Loş bir du
m ına kullanılan kelime. 2. İngiltere’de babadan o- rum a gelmek; loş bir ışıkla aydınlanmak,
ğula veya ailenin ilk oğluna geçen veya kral tara
loşlaştırma, [loş-la-ş-tır-ma] is. Loşlaştırmak eylemi
fından bağışlanan dük, marki, kont, vikont ve ba
ve durumu.
ron gibi soyluluk unvanı. 3. Y üksek M eclis anla
loşlaştırmak, [loş-la-ş-tır-mak] gçl. f. [-ır] Loş bir
mındaki Lortlar Kamarasının üyesi. 4. mecaz. Çok
durum a getirmek; loş bir ışıkla aydınlatmak; hafif
zengin kimse. 5. sf. mecaz. (Kişi için) sükseli; ka
çe aydınlatmak.
o rM IIM tili • 2981 LÜK
loşluk, -ğu [loş-luk] is. Loş olma durumu; alaca ka löğün, [lök-ün ö ^ j i ] {OsT} {ağız} is. -*• lökün. [DS]
ranlık; yarı aydınlık,
löhlemek, [löh-le-mek] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ü)-yor]
lot, [İng. lot (pay, kısmet)] is. Borsada belli sayıda
Görmek. [DS]
hisse senedini içeren demet,
lök1, [lok / lök (yans.)] is. Binek ve diğer yük hay
lota, [Lat. lota] is. zool. M ezgitgillerden, tatlı sularda vanlarının koşması sırasında iç organlarının çalka
yaşayan iki sırt bir kuyruk altı yüzgeci, çenesinde lanması sonucu çıkan sesleri anlatan kök. [Zülfikar]
sakallan bulunan, beş kg. kadar büyüyebilen lez lök lök, lök-ü lökü
zetli bir balık; gelincik balığı, (Lota lota).
lök2, [lök (yans.)] is. Şişmanlıktan, yaşlılıktan dolayı
lotarya, [İt. loteria] (lota ’rya) is. A d çekere oynanan düzensiz adım atmayı, bu biçimde hareket etmeyi,
kumar oyunlarının genel adı. yayılarak oturmayı anlatan kök. [Zülfikar] lök gibi
lotaryacı, [lotarya-cı] « \1. Lotarya oynayan kimse; oturmak, lök-lii, lök-men
lotarya oynayarak geçim ini sağlayan kimse. 2. L o lök3, [Far. lâk ? ] is. 1. Koyu ve yapışkan b ir tür Hint
tarya oynatan kimse, zamkı; kara sakız. 2. Y umurta akı, zeytin yağı, pa
lotaryacılık, -ğı [lotarya-cı-lık] is. Lotarya oynatma muk ve kirecin dövülmesiyle elde edilen ve kırık,
işi; lotaryacının yaptığı iş. çatlak ve delik çanak çömlek ve künkleri yam a
loti, [? loti] {ağız} is. Pisboğaz. [DS] m akta kullanılan bir tür macun. 3. Kurşun lehim
loto, [İt. lotto (kader, kısmet)] is. Talihli sayıları bul lemekte kullanılan pamuklu bez. 4. Yumurta akı,
m a esasına dayanan bir şans oyunu, zeytin yağı ile yapılan ve kırık çıkıkların iyileşti
lottik, -ği [? lottik] {ağız} is. Sulu köfte. [DS] rilmesinde kullanılan bir tür ilaç. 5. Buğday unu ve
lotus, [Yun. lotos / Lat. lotus] is. bot. Nilüfere ben yumurtadan yapılıp çocukların kam ına konulan
zeyen birçok su bitkisinin genel adı. yakı. 6. Sabun ve yum urta ile yapılıp ağrıyan yere
konulan yakı. 7. Gaz lambalarının makine kısmını
lov, [loğ / lov] {ağız} is. -*■ loğ. [DS]
cam kısm ına tutturmaya yarayan şap. 8. Büyük
lovantalık, -ğı [lovanta-lık] {ağız} is. Tembellik; işsiz
çamur parçası. 9. Ekmeğin iyi pişmemiş durumu.
güçsüzlük. [DS]
10. Yalan. S1 lök adam, {ağız} Tok gözlü; cömert.
lover, [? lover] {ağız} is. Bir metre uzunluğunda, ye
[DS]|| lök gibi, {ağız} Koyu; kıvamlı. [DS]
şil ve büyük yapraklı, kokulu, tazeyken hayvanla
rın yemediği bir bitki. [DS] lök4, [Far. lük JjJ] {ağız} is. 1. İri yapılı bir cins de
lovla, [? lovla] {ağız} is. Düğün armağanı. [DS] venin erkeği. 2. Erkek deve. 3. İğdiş edilmiş deve.
lovlaz, [? loğ-la-z / lov-la-z] {ağız} is. Fasulye. [DS] 4. Tek hörgüçlü, damızlık, tüysüz deve. {eAT} {OsT}
(aynı) 5. Çökmüş, oturmuş deve. 6. Kızgın, azgın
loylaz, [? loğ-la-z / loylaz] {ağız} is. Fasulye. [DS]
deve. 7. Doğurması yakm keçi. 8. Gebe hayvan. 9.
lozi, [? lozi] {ağız} is. Tatlı ve güzel kokulu bir tür
Çaylak büyüklüğünde bir kuş. 10. Hindi. 11. To
zerdali. [DS]
paç. 12. sf. A ğır ve hantal. [DS] S lök gibi, 1. Bü
lö, [Çin. long / lung => lü] {eT} is. Ejderha. [İKPÖy.] tün hantallığıyla. 2. Ağırbaşlı; oturaklı, || lök gibi
[ETY]
oturmak, B ir yere bütün ağırlığıyla yayılarak o-
löbbalık, -ğı [löb+balık] {ağız} is. B ir tür nehir balığı. turmak; çökmek.\\ lök lök, 1. A ğır ağır; yavaş y a
[DS]
vaş; hantal bir vaziyette. 2. (Hayvanların gidişi i-
löbet, [Far. nevbet nöbet / löbet] {ağız} is. çin) hoplaya hoplaya, sıçraya sıçraya.
Nöbet. [DS] lökeçe, [lök-e-çe ?] {ağız} is. Lökeşe. [DS]
löbür, [? löbür] {ağız} is. Çukur. [DS] lökedirecen, [lök-e+dire-cen] {ağız} is. Kağnıda üst
löbürdek, [löb (yans.) > löb-ür-de-lc] {ağız} is. H ay ucu söveye, alt ucu dingile geçen ve sövelere
vanlara takılan büyük çan. [DS] dayamklık sağlayan eğri ağaç parçası. [DS]
löbttş, [nöbet ? => löbüş] {ağız} zf. Kez; defa; sefer. löker, [nöker (asker) > löker] {ağız} is. 1. Önde gi
[DS] den; yol gösteren. 2. Gelin olacak kıza arkadaşları
löbüt1, -dü [löb-üt] {ağız} is. Göbek; büyük göbek. nın yaptığı yemekli toplantı. [DS]
[DS] lökeş, [lök-geş / lökeş] {ağız} sf. (Kişi için) davranış
löbüt2, -dü [löb-üt] {ağız} sf. Islak. [DS] ları ağır; durgun. [DS]
löç, -cü [loç] {ağız} is. Bahis; iddia. S löç kurmak, lökeşe, [? lökeşe] {ağız} is. 1. Y aban kazı. 2. Çulluk.
{ağız} Bahis tutuşmak. [DS]|| löç olmak, {ağız} -*■ [DS]
loç olmak. [DS] lökeşeği, [? lökeşeği] {ağız} is. Çulluk. [DS]
löde, [löde] {ağız} sf. İri; büyük. [DS] lökeşi, [? lökeşi] {ağız} is. Çulluk. [DS]
lödük, -ğü [löd-ük] {ağız} is. 1. Heykel. 2. Nişan lökgeş, [? lök-geç] {ağız} is. -*■ lökeş. [DS]
atılacak yer. [DS] lökiye, [? lökiye] {ağız} is. bot. Sardunya. [DS]
löf, [löf] {ağız} is. Kaba adam. [DS] lüklaz, [? löklaz] {ağız} sf. Uyuşuk; tembel. [DS]
LÖK OTUieiiifflfCEM • 2982
lökleme, [lök-le-me] is. Löklemek eylemi, löleş, [löğlez] (lö:leş) {ağız} is. Fasulye. [DS]
löklemeğ, [lök-le-mek] fağız} gçl. f. f-r] [-l(ü)-yor] lölez, [löğlez] (lö:lez) {ağız} is. Fasulye. [DS]
M ühür mum u ile mühürlemek. [DS] löliklemek, [lölik-le-mek / lolik-le-mek] {ağız} gçl. f.
löklem ek1, [lök-le-mek] {ağız} gçl. f [-r] [-l(ü)-yor] f-r] [-l(i)-yor] Kâğıt, mukavva, deri gibi şeyleri
B ir şeyi gereğinden çok vermek. [DS] yuvarlayıp boru haline getirmek. [DS]
löklemek2, [lök-le-mek] {ağız} g çsz.f. [-r] [-l(ü)-yor] lölleş, [löl-le-ş] {ağız} sf. 1. (Kişi için) ağır davranışlı,
(Dişi deve için) erkek deve ile çiftleşmek. [DS] uyuşuk. 2. Aptal. [DS]
löklemek3, [lök-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(ü)-yor] 1. löllös, [löl-le-ş] {ağız} sf. Aptal. [DS]
T esti, çanak çömlek vb. eşyanın kırık ve çatlak yer löllüş, [löl-lü-ş] {ağız} sf. (Kişi için) ağırbaşlı, saf ve
lerini lök ile yamamak. 2. Gaz lambalarının bozuk biraz da şişman. [DS]
vidalı kısmını yakılarak eritilmiş şekerle yapıştır
lölük, -ğü [löl-ük] {ağız} sf. 1. Konuşmasını becere
mak. 3. M ühür mum u ile mühürlemek.
meyen, saçm a sapan konuşan. 2. Kelimeleri doğru
löklemek4, [lök-le-mek] {ağız} gçl. f. f-r] [-l(ü)-yor] dürüst söyleyemeyen. [DS]
Aldatmak. [DS]
lölüyh, [löl-üyh] {ağız} sf. -*■ lölük. [DS]
löklökfi, [lök+lök-ü] {ağız} is. Küçük testi. [DS]
löm, [lömb (yans.) > lömb] is. Sallanma veya çalka
löklii, [lök-lü] {ağız} sf. 1. Löklenmiş olan; lökü bu
lanmayı belirten söz. <5 löm löm , {ağız} 1. (Yutmak
lunan. 2. (Kişi için) yaşı geçkin. 3. (Adam için) iri
için) çiğnemeden veya acele ile. 2. (Devenin yürü
yapılı. [DS]
yüşü için) salınarak ağır ağır. [DS]
lökm e, [lök-me] {ağız} is. Suyun geçilebilecek sığ ye
löm b1, [lamb / limb / lömb (yans.)] is. Kap içindeki
ri; su geçidi. [DS]
sıvıların çalkalanmasını, sıvı içine atılan bir şeyin
lökmek, [lök-mek] {ağız} g ç sz.f. [-er] 1. (Deve için)
çıkardığı sesi ve düşüşünü anlatan kök. [Zülfikar]
çökmek. 2. Y aşlılık sebebiyle yürüyem eyerek çök
lömb-ür-de-mek, löm b-ür bömbür, lömb-ür-t
mek. [DS]
löm b2, [lamb / lomb / lömb (yans.)] is. Ansızın orta
löko- [Yun. leukos] ön ek. Başına getirildiği Latin
ya çıkmayı, yuvarlanmayı ve beklenm edik biçimde
kökenli terim lere “beyaz, a k ” anlamı katan ön ek.
patavatsızca konuşmayı anlatan kök. [Zülfikar]
lökoblast, [Yun. leukos (ak) + blastos (tomurcuk) >
lömb-ür-de-mek, löm b-ür lömbür
Fr. leucoblaste] is. biy. Kemik iliğinde bulunan
lömbüç, -cü [lömb (yans.) > lömb-üç] {ağız} is. K ay
farklılaşmamış granülsüz hücre; miyeloblast.
dırak oyununda kaleye dikilen taş; doma. [DS]
lökoplast, [Yun. leukos (ak) + plastos (oluşmuş) >
lömbür, [lömb-ür (yans.)] is. 1. Dökülen suyun çı
Fr. leucoplaste] is. biy. Bitki hücrelerinde sitop-
kardığı sesi anlatan söz. 2. Y aylanır gibi sallanma
lazm a içinde bulunan ve genellikle nişasta taneci
ğini oluşturan cisimcik, hareketini belirtir, ö löm bür bömbür, {ağız} 1 .
A ğız ağza; iyice dolu. 2. (Yürüyüş için) kaba ve çir
lökosit, [Fr. leucocyte] is. tıp. Kanda bulunan m ik
kin. [DS]|| löm bür bömbür etmek, Sıvının çalka
roplara karşı vücudu savunan, yapıca iri ve yuvar
lanmasından dolayı sallanmak; sıvının yüzünde bir
lak yapılı, beyaz ve çekirdekli len f hücresi; akyu
var; lokosit. inip bir çıkmak.
lökoz, [Fr. leucose] is. Dokularda akyuvarların ço Iömbürdek, -ği [lömb (yans.) > lömb-ür-de-k] {ağız}
ğalması durumu; lösemi durumu, sf. Zam ansız ve gereksiz ayakta dolaşan. [DS]
löktt, [lök-ü] {ağız} is. 1. Gebe hayvan; lök. 2. Sürüye löm bürdem ek1, [lömb (yans.) > lömb-ür-de-mek]
uyamayıp sık sık dum p dinlenen koyun, keçi vb. {ağız} g ç sz.f. [-r] [-d(ü)-yor] 1. Sallana salana, kös
hayvan. [DS] kös yürümek. 2. Sıçrar veya hoplar gibi vücudu
lökUmek, [lökü-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] Yaşlanmak. yukarı doğru kaldırarak yürümek. [DS]
IDS] löm bürdem ek2, [lömb (yans.) > lömb-ür-de-mek]
lökün, [lök-ün {OsT} {ağız} is. Zeytin yağı ile {ağız} g ç sz.f. [-r] [-d(ü)-yor] 1. (Sıvının üzerindeki
nesne için) dalgalanma yüzünden sallanmak. 2.
kireç karışımının dövülmesinden elde edilen ve
Gümbürdemek. [DS]
toprak kapların çatlak ve kırıklarım onarm aya ya
löm bürt, [lömb (yans.) > lömb-ür-t] {ağız} is. Sulama
rayan macun; lök. [DS]
işlerinde kullanılmak için önü kapatılarak bir çu
lökttnleme, [lök-ün-le-me] is. Lökünlemek eylemi,
kurda toplanm ış sel suyu. [DS]
lökünlemek, [lök-ün-le-mek] gçl. f. [-r] [-l(ü)-yor]
löm bürtü, [lömb (yans.) > lömb-ür-t-ü] {ağız} is. A-
Lökünle onarmak; yapıştırmak.
yağı yere vurarak, sıçraya sıçraya yürüyüş. [DS]
löküs1, [Fr. lux] {ağız} is. -*■ lüks1. [DS]
löm ere, [Fr. numara] {ağız} is. Sayı. [DS]
löküs2, [Fr. luxe] {ağız} sf. -* lüks2. [DS]
lön, [lank / link / ling / long / löng / lönk / lön
löküz, [Fr. lux] {ağız} is. -*■ lüks1. [DS]
(yans.)] is. D engesiz ve düzensiz yürümeyi, gidişi;
löle, [Far. lüle] {ağız} is. -*■ lüle. [DS]
i l ra mı® s m . 2983 LUA
kaba saba ve gelişigüzel konuşm ayı anlatan kök. löplek, -ği [löp-le-k] {ağız} is. Darbuka. [DS]
[Zülfikar] lön lön löplöpçü, [löp+löp-çti] {ağız} is. 1. Hazır yiyici;
löng1, [lang / lanğ / lan / long / lonğ / löng (yans.)] is. beleşçi. 2. Obur. [DS]
M etal eşyaların birbirine dokunmasını, çarpmasını löpüdek, -ği [löp-ü(t)-ek] {ağız} zf. (Yutmak için)
ve bu biçimde gürültü çıkararak konuşm ayı anlatan birdenbire. [DS]
kök. [Zülfikar] löng-ür-dek löpür, [löp (yans.) > löp-ür] is. Bir şeyi yer veya
löng2, [link / link / ling / long / löng / lönk / lön içerken çıkan ses. S1 löpür löpür, {ağız} 1. L öpür
(yans.)] is. Dengesiz ve düzensiz yürüm eyi ve gidi sesi çıkararak. 2. (Yemek için) çok istekle ve ağzını
şi; kaba saba ve gelişigüzel konuşm ayı anlatan kök. şapırdatarak; hapur hupur. 3. (Şişman bir kim se
[Zülfikar] löng-ür-de-mek, löng-ür löng-ür nin bedenindeki yağlı kısımlar için) gevşek ve sar
löngalle, [löng (yans.) > löngalle ?] {ağız} sf. 1. Ağır sak. [DS]
canlı. 2. Sorumsuz. [DS] lörkm ek, [lörk-mek] {ağız} gçsz. f. [-er] Hiçbir iş
lönge, [? lönge] {ağız} is. A rk kıyısındaki tarlalarda, yapmadan tem bel tem bel oturmak. [DS]
yengeçlerin toprağm altmda açtıkları, ark suyunu lös, [Al. loess / löss] is. Bitkisel artıklardan meydana
tarlalara geçiren delikler. [DS] gelen soluk renkli, kolay dağılan ince balçık. S lös
löngez, [Yun. loggos > longoz > löngez] {ağız} is. bebeği, Löste sık rastlanan ve biçimleri bazen kü
Çok çamurlu; bataklık tarla. [DS] çük bir bebeğe benzeyen karbonat yumrusu.
löngöz, [Yun. loggos > longoz > löngöz] {ağız} is. 1. lösemi, [Fr. leucemie] is. tıp. Akyuvarların dokularda
Çok derin ve oldukça büyük durgun su. 2. Deniz olağan dışı çoğalması biçiminde ortaya çıkan ve
veya nehirlerdeki derin çukurlar; su çevrisi. 3. Ha sebebi bilinmeyen hastalıkların genel adı; kan kan
vuz gibi yapılarak içi taşla örülmemiş, su biriktiri seri.
len büyük çukur. [DS] löş1, [löş] {ağız} sf. 1. (İnsan veya hayvan için) tem
löngttl, [löng (yans.) > löngül] is. Düzensiz, gelişigü bel ve uyuşuk. 2. (Kişi için) işini düzenli yapm a
zel yürüyüş ifade eden söz. S löngül löngül, {ağız} yan; dağınık. 3. Güçlü. 4. Ağır. 5. Pis. [DS]
(Devenin yürüyüşü için) yavaş ve salınarak. [DS] löş2, [löş] {ağız} is. Küçük toprak yığını; tümsek. [DS]
löngür1, [löng (yans.) > löng-ür] is. D üzensiz ve ge löş3, [löş] {ağız} is. 1. Leş. 2. sf. Çürümüş. [DS]
lişigüzel salınarak yürüm eyi ifade eden söz. löve, [Fr. levee] is. 1. Kaldırma. 2. İskambil oyunla
löngür2, [löng-ür] {ağız} is. 1. Bir tür m eyve şarabı. rında bir seferde alman kâğıtların tümü; el.
2. Taştan oyularak yapılmış yoğurt süzmeye yarar löver, [Fr. revalver] {ağız} is. Tabanca. [DS]
kap. 3. Yayık. 4. Açılan bir çukura belirli bir uzak
lövlez, [loğlaz] {ağız} is. Fasulye. [DS]
lıktan taş atm ak suretiyle oynanan bir oyun. [DS] 3
löylez, [loğlaz] {ağız} is. Fasulye. [DS]
löngür löngür, {ağız} (Yürüyüş için) çirkin. [DS]
Lr. [Ernest Orlando Lawrence (Norveç asıllı A m eri
löngürdek1, -ği [löng (yans.) > löng-ür-de-k] {ağız}
kalı fizikçi) > Fr. lawrencium] is. kim, 1961 yılında
sf. (Adam için) iri yapılı; kaba saba. [DS]
B erkeley’de kaliforniyum atomlarının bor iyonla
löngürdek2, -ği [löng (yans.) > löng-ür-de-k] {ağız}
rıyla bombardımanı sonucunda elde edilen, atom
is. 1. "Longur longur” diye çok ses çıkaran büyük
numarası 103 olan uranyum ötesi element olan lav-
çan. 2. Tahterevalli. [DS]
rensiyumun sembolü.
löngürdemek, [löng-ür-de-mek] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
d(ü)-yor] 1. (A t için) koşarken yer sarsılmak. 2. -lû, [-li / -lı / -lu /-lü j) / J ] (-lû:) {OsT} ek. -lı.
(Deve, kurt ve köpekler için) yalandan koşmak. -İn1, [eT. -lığ > -lı / -li / -lu / -lü] yap. e. -*■ -lı.
[DS] -lu2, [-lu / -lü] {eAT} yap e. 1. İsimlerden sıfat yapar;
löngttz, [Yun. loggos] {ağız} is. Girdap. [DS] -dan gelme; -a ilişkin. 2. -lıklı. 3. İsimlerden sıfat
lönk1, [lank / link / ling / long / löng / lönk /lön yapar; işlektir; -ı olan; -ı bulunan, ad-lu, güç-lü,
(yans.)] is. D engesiz ve düzensiz yürüm eyi ve gidi yazuk-lu, görk-lü
şi; kaba saba ve gelişigüzel konuşm ayı anlatan kök. Lu. [Lat. lutetia (G alya’da bir şehir) > Fr. lutetium]
[Zülfikar] lönk lönk is. kim. Atom numarası 71, atom kütlesi 175 olan,
lönk2, [lönk] {ağız} sf. Çürümüş. [DS] henüz uygulam a alanı bulunmayan ve çok nadir
löp, [lop / löp / lup / lüp (yans.)] is. 1. Atıştırarak, bulunan element olan lütesyumun sembolü,
iştahla yem eyi ve yutm ayı anlatan kök. [Zülfikar] lu, [Çin. long / lung => lü] (lu:) {eT} is. Ejderha; tim
löp löp, löp-ür löp-ür 2. sf. İri ve yumuşak. 3. is. sah. [EUTS]
{ağız} Kemiksiz et. [DS] 4. {ağız} İri lokma. [DS] 5.
luab, [Ar. lu'âb v ^ ] (lua:b) {OsT} is. 1. Salya; tü k ü
{ağız} Karşılıksız ve parasız elde edilen; beleş. [DS]
rük. 2. Koyu şurup. 3. Bal, şekerli şurup vb.den
S löp löp, İri ve yum uşak olarak.
yapılan tatlı. 4. Bitkilerden sızan yapışkan sıvı;
löpçü, [löp-çü] {ağız} is. 1. Hazır yiyici; beleşçi. 2,
zamk. S lu ’âb-ı ankebüt, {OsT} Örümcekağı.\\ lu-
Rüşvet alan kimse. [DS]
LUA m H C E H • 2984
âb-ı gâv, {OsT} Güneşin veya başka bir ışığın p a r lugaviye, [Ar. luğaviyye *j.yJ] (lûgaviye) {OsT} is. -*■
laklığı. || luâb-ı sürür, {OsT} Sevinç tükrüğü. || luâb-
lugavi.
ı şems, {OsT} Serap. || luâbü’n-nahl, {OsT} Bal. ||
luâbü’ş-şems, {OsT} Serap. lugaviyyun, [Ar. luğaviyyün OjijiJ] (lûgaviyyu:n)
{OsT} is. Sözlük ile uğraşanlar; sözlükçüler.
luabî, [Ar. lu‘âbî/lu‘âbîye / İ j UJ] (lua:bi:) {OsT}
lugaz, [Ar. luğâz > !] (lûgaz) {OsT} is. 1. Bilmece;
sf. 1. Salya ile ilgili olan. 2. Salyaya benzeyen; sal
ya gibi yapışkan olan. 3. Salya kıvamında olan, bulmaca. 2. Yanıltmaca. 3. ed. M anzum bilmece,
luğ, [Yun. lığda] {ağız} is. Lığ; alüvyon. [DS]
luabin, [Ar. lu'âbîn (lua:bi:n) is. Salyanın bir
luğap, -bı [? luğap] {ağız} is. Ormandan açılmış tarla,
leşiminde bulunan sudan başka bütün maddeler,
lüğe, [lüğe] {ağız} is. Köstebek. [DS]
luabiye, [Ar. lu'âbî > lu'âbıye 4^UJ] (lua:biye) {OsT}
lu h a , [Ar. luhâ Ü-] (lûha:) {OsT} is. Sakallar,
sf. -*■ luabî.
luhaym e, [Ar. luhayme 4J-J {OsT} is. -*■ lühayme.
lu’b , [Ar. lu 'b {O s T} is. Oyun eğlence. S h ı’b-
bâzân, {OsT} Oyuncular.\\ lu ’b geçmek, {OsT} Hile lu h aza , [Ar. lûhâza -usU-] (lûha;za) {OsT} is. Göz u-
yapm ak; oyun oynamak.|| lu ’b-i taklit, {OsT} Taklit cuyla bir şeye dikkatli dikkatli bakma,
oyunu; tiyatro. luhud, [Ar. luhüd iji-] (lûhu;d) {OsT} is. 1. Çukurlar.
lu’bet, [Ar. lu'bet c~>J] {OsT} is. 1. Oynanılan şey; 2. Mezarlar; kabirler.
oyuncak 2. Karagöz oyunu; kukla. 3. mecaz. Her -luk, [il-mek (bir şeye takılı, ilintili, bağlı olmak) >
kesin eğlencesi, oyuncağı olan kimse. 4. Herkesi il-(i)k il-(i)g (bağlayan) > -lık / -lik / -lığ / -lig / -
şaşırtan durum veya şey. S lu’bet-bâz, {OsT} O- luk / -luğ / -lük / -lüg] {eT} yap. e. -*■ -lık.
yuncu; hokkabaz; kuklacı; hayalci.|| lu ’bet-bâzân, lu k 1, [lak / lığ / lık / lok / luk (yans.)] is. Sıvıların kap
{OsT} Oyuncular.|| lu ’bet-gâh, {OsT} Oyun yeri; içinde çalkalanmasını, kaynatılmasını ve buna ben
tuyatro.|| lu ’betü’I-ayn, {OsT} G özbebeği. zer seslerle gülmeyi anlatan kök. [Zülfikar] luk luk,
lu’bî, [Ar. lu 'b î (lu-bi;) {OsT} sf. O yunla ilgili luk-ur lukur S' luk luk, {ağız} Kaynayan su sesi.
[DS]
olan.
luk2, [? luk] {ağız} sf. 1. Çelimsiz. 2. Konuşmasını,
lu’biyat, [Ar. lu'b > O. T. lu'biyât o L » i] (lu-biya;t) giyinmesini beceremeyen. [DS]
{OsT} is. Sahne oyunları; cambazlık; hokkabazlık; luk3, [Far. lük Jj3] (lû;k) {OsT} is. Kısa tüylü yük
tiyatro. S lu ’biyat kumpanyası, Sahne oyuncula devesi; lök.
rının meydana getirdiği oyuncu takımı.
lukata, [Ar. lukata ■Jail] (lûkata) {OsT} is. Yerden
Iuc, [Far. lüc j-jJ] (lû;c) {OsT} sf. Şaşı.
toplanan şey.
lucaklık, -ğı [lucak-lık] {ağız} is. Kapların konulduğu
lukm e, [Ar. lukme <uJi!] (lûkme) {OsT} is. Lokma. B1
tahta parçası; raf. [DS]
lükıne-şüm âr, 1. H erkesin lokmasını sayan. 2. me
-lug1, [il-mek (bir şeye takılı, ilintili, bağlı olmak) >
caz. Cimri; hasis; pinti.
il-(i)k il-(i)g (bağlayan) > -lık / -lik / -lığ / -lig / -
luk / -luğ / -lük / -lüg] {eT} yap. e. -*■ -hk. lukta, [Ar. lukta ikii] (lûkta) {OsT} is. Yerden topla
-lug2, [-lığ / -lig / -lağ / -leg / -luğ / -lüg] {eT} yap. e. nan şey.
-hg. lukur, [luk (yans.) > luk-ur] {ağız} is. Kaynama ve
lügat1, [Ar. luğat (boğaz, dil) c JJ] (lügat) {OsT} is. -*■ dökülme sırasında suyun çıkardığı ses. S lukur
lukur, {ağız} (Kaynamak için) lıkır lıkır. [DS]
lügat. <5 lügat-çe, {OsT} K üçük sözlük.|| lûgat-
nüvîs, {OsT} Sözlük yazan; sözlük yazarı.|| lügat- lal, -li [Far. lül J^l] (lû;l) {OsT} is. 1. Şarkı söyleyen,
perdâz, {OsT} Konuşmalarında seçkin sözler kul dans eden kadın. 2. Utanmaz, hafifmeşrep kadın. 3.
lanan; lügatparalayan.\\ lügat-şinâs, {OsT} İyi söz sf. Nazik; ince; soytarı. 4. Herkesin eğlencesi olan;
lük bilen. soytarı.
lula, [Far. lüle => lüle] {ağız} is. 1. Pipo. 2. D eğir
lügat2, [Ar. luğât oU l] (lûga;t) {OsT} is. 1. Kelim e
m ende suyun az olduğu zamanlarda seviyeyi yük
ler; sözler. 2. Sözlükler, seltm ek için çıkışa konulan dar halka. [DS]
lugavi, [Ar. luğâvı lS^J] (lûgavi:) {OsT} sf. 1. Sözlü lüle, [Far. lüle «J (lû.Te) {OsT} is. 1. Çeşme vb. yer
ğe ilişkin. 2. Gerçek anlamda olan; sözlük anlamı lere takılan küçük boru; lüle. 2. {ağız} Sigara ağız
ile ilgili. 3. Sözlükten, sözcükten anlayan, lığı. [DS] 3. sf. (Kadm için) utanmaz; hayasız. 4.
lugaviyat, [Ar. luğaviyyât o U ^ J] (lûgaviya:t) {OsT} N azik ve zarif.
is. Sözlük bilimi; leksikoloji. luli, [Far. lülı J^ J ] (lû:li:) {OsT} is. -*■ lul.
im im e mm. 2985 LÜC
lulu, [Fr. loulou] is. Dik kulaklı, sivri üçgenim si baş lutî, [Ar. lût (kavim adı) > lutî J s jJ ] (lû;ti;) {OsT} sf.
lı, uzun ve bol tüylü bir süs köpeği.
Lût kavminin helak olmasına sebep olan erkek er
-luluk, [-lı-lık / -lilik / -luluk / -lülük] yap. e. -*■ - keğe cinsel ilişkiyi alışkanlık edinmiş olan; hom o
Iılık. seksüel; eş cinsel,
lumbago, [Lat. lumbus (kalça) + ago (acı) > lum ba lutr, [Fr. loutre] is. 1. Su samuru. 2. Su sam urundan
go] (lûmba ’g o) is. tıp. Çoğu zaman bir şey kaldı elde edilen post. 3. sf. Bu posttan yapılmış olan,
rırken belin ani bükülmesi yüzünden, bel omurları luu, [Çin. long / lung => lü] {eT} is. Ejderha; timsah.
hizasında birdenbire meydana gelen ağrılı durum, [EUTS]
lumun, [Yun. lemoni] {ağız} is. Limon. [DS] S lu- luub, [Ar. lu‘ub (lûub) {OsT} is. -*■ lû’b.
mun duzu (tuzu), {ağız} Lim on tuzu. [DS]
luva, [? luva] {ağız} is. Kuzu yünü. [DS]
lunapark, [Rus. Lunaçarskiy (Rus siyaset adamı) >
luvaz, [loğ-la-z] {ağız} is. Fasulye. [DS]
luna + Fr. parque] is. Açık havada ve geniş bir a-
landa kurulmuş bulunan atlıkarınca, dönme dolap, luveyha, [Ar. levha > luveyhâ 4=£j] (luveyha:) {OsT}
nişan tahtası vb. oyun ve eğlence birim lerinin bu is. 1. Levhacık. 2. fiz. Lamel.
lunduğu eğlence yeri, -lü, [eT. -lığ > -lı / -li / -lu / -lü jl] yap. e. -*■ -lı.
lungua, [Çin. lien-hua] {eT} is. Lotus çiçeği. [EUTS]
lü 1, [lü (yans.)] is. Sıvıların dar bir kanaldan akışını
lungur, [lung-ur] {ağız} is. 1. Huni. 2. Yoğurt süz
anlatan kök. [Zülfikar] lü lü, lü+lü-k, lü-lük
mekte kullanılan yum uşak taştan oyulmuş kap.
lü2, [Çin. long / lung => lü] {eT} is. Ejderha. [ETY]
[DS]
lup, [Fr. loupe (yumru)] (lûp) is. Büyüteç, lüb, -bbü [Ar. lübb »-J] {OsT} is. 1. İç; öz. 2. Akıl;
lup, [lop / löp / lup / lüp (yans.)] is. 1. Atıştırarak, ruh; sağ duyu. 3. Kabuklu meyvelerin içi, etli kıs
iştahla yemeyi ve yutmayı anlatan kök. [Zülfikar] mı. 4. sf. B ir şeyin en iyisi, özü, halisi, ö lübb-ü
lut etm ek 2. {ağız} is. Undan pişirilen bir yemeğin sin, {OsT} D iş özü.|| lübbü’l-cevz, {OsT} Ceviz içi.
koyusu. [DS] fi1 lup etmek, {ağız} Eline geçeni y e lüban, [Ar. lübân ölyl] (lüba;n) {OsT} is. bot. 1.
mek. [DS] G ünlük ağacı. 2. Bu ağaçtan çıkarılan reçine; gün
lupara, [İt. lupara] (lûpa ’ra) is. argo. M afya adamla lük zamkı. 3. İş; meşguliyet; görev. S lübân-ı
rının hesaplaşmada kullandıkları kısa namlulu tü Câvî, {OsT} Cava zamkı.
fek. lübbî, [Ar. lübbî (lübbi:) {OsT} sf. Özle ilgili o-
lupba, [? lupba] {ağız} is. Erkek cinsel organı. [DS]
lan; içe ait.
luri, [Far. lürî lSj^J] (lû:ri:) {OsT} is. tıp. Cüzam has
lübbiye, [Ar. lübbiye ■uJ] {OsT} sf. -* lübbî.
talığı.
lübs, [Ar. lübs ^ -J] {OsT} is. Giyme,
lurzi, [? lurzi] {eT} is. Topuz; sopa. [EUTS]
lus, -ssi [Ar. laşş > luşş ^ J ] {OsT} is. Hırsız. lübse, [Ar. lübse 4—J] {OsT} is. Sözün karışıklığı,
lusus, [Ar. luşş > luşüş (lusu;s) {OsT} is. Hır lübub, [Ar. lübb > lübûb v j ^ ] (lübu. b) {OsT} is. 1.
sızlar. İçler; özler. 2. Kabuklu meyvelerin içi. 3. mecaz.
Her şeyin en iyileri,
lut, [Far. lü to ^J] (lû:t) {OsT} sf. 1. Çıplak. 2. (Yemek
lübus, [Ar. libâs > lübüs ^ j J ] (lübu;s) {OsT} is. G i
için) tatlı.
yecekler; elbiseler; giysiler,
luta, [Ar. futa -ü'^s] {ağız} is. Başörtüsü. [DS]
lübye, [Ar. lübbiye 4~J] {ağız} is. Börülce. [DS]
lutf, [Ar. lü tf <_iU] (lû:tf) {OsT} is. 1. Hoşluk; güzel
lüc, -ccü [Ar. lücc jJ] {OsT} is. Kalabalık; cemaat;
lik. 2. İyilik; iyi davranış. S lfltf-dîde, {OsT} İyilik
güruh.
gören. || lfltf-ı ahlâk, {OsT} H uy güzelliği; yaradılış
güzelliği.\\ lütf-ı amîni, {OsT} Kamu işlerinin dü lücce, [Ar. lücce 4-] {OsT} is. 1. Engin deniz. 2. K a
zenliliği. lûtf-ı mizâc, {OsT} Ahlakgüzelliği.\\ lfltf-ı labalık; güruh. 3. Gümüş. 4. Ayna. S lücce lücce,
yâr, {OsT} Sevgilinin güzelliği.\\ lûtf-kâr, {OsT} {OsT} Dalga dalga.
İyilikle muamele eden; hoş davranan. || lütf- lücec, [Ar. lücec ^4-] {OsT} is. 1. Engin sular; deniz
kârâne, {OsT} İyilik edene yakışır biçimde.\\ lütf-
ler. 2. Kalabalıklar; cemaatlar,
kârî, {OsT} İyilikçilik; cana yakın oluş.\\ lütf-
perver, {OsT} İyi davranan; güzel yaklaşan}] lfltf- lüceyn, [Ar. lüceyn jJ-] {OsT} is. Gümüş.
şiâr, {OsT} İyilikte bulunan; lütfeden.|| lfltPulIâh, Ittcme, [Ar. lücme <ui-] {OsT} is. coğ. Irmak ağzı.
{OsT} Allah ’ın lütfü; Allah ’ın kayrası.
lücuzetli, [lüzucet-li] (lüzu;cetli) sf. Yapışkan; tutka
lütfen, [Ar. lütfen Ukl] (lû'tfen) {OsT} is. -* lütfen. la benzeyen; yapış yapış.
O l f l M S Û M • 2986
liiciim , [Ar. lücüm ^J-] {OsT} is. Gemler. eklenen ve kitapta geçen bazı kelimeleri açıklayan
sözlük.
lüç, -cü [? lüç] {ağız} sf. Konuşmadan, sessizce du
lügatçi, [lügat-çi] is. Sözlük uzmanı; sözlük yazan;
ran. [DS]
sözlük hazırlayan,
lüçnüt, [Gençek. lüçnüt] {eT} is. Buğday vb. şeyleri
lügatçilik, -ği [lügat-çi-lik] is. Sözlük yazarlığı; söz
tem izlemekte köylülerin yardımlaşması; imece;
[DLT] lükçülük.
lüfah, [Ar. lüfah j-Ul] (lüfa:h) {OsT} is. bot. Güzel- lügavi, [Ar. luğâvî tSy^] (lûgavi:) {OsT} sf. -*■ lugavi.
hatun çiçeği. lügaviyat, [Ar. luğaviyyât o l y J ] (lûgaviya:t) {OsT}
lüfahin, [Ar. lüfahîn j^-UJ] (lüfa:hi:n, h kalın söyle is. -*■ lügaviyat.
nir) {OsT} is. tıp. Atropin, lttgaviyun, [Ar. luğaviyyün j_^.yJ] (lûgaviyyu.n)
lüfen, [Ar. lüffan OUJ] {OsT} is. M ayhoş nar. {OsT} is. -* lügaviyat.
lüfer, [Yun. goufari / gompharion] is. zool. Hanigil lüğep, [? lüğep] {ağız} is. Ormandan açılmış tarla.
lerden, sırtı koyu, yanları açık mavi veya yeşilimsi [DS]
gümüşî, kam ı parlak beyaz, yüzgeçleri çoğunlukla lühat, [Ar. lühat ol$J] (lüha. t) {OsT} is. anat. Küçük
renksiz ve mat, ülkem iz denizlerinde bol bol bulu dil.
nan, gövdesi hafif pullu, boyunun büyüklüğüne lühaym at, [Ar. lühayme > lühaym ât o U J - ] (lühay-
göre defne yaprağı (10 cm ’ye kadar), çinakop (10-
ma:t) {OsT} is. Etçikler,
15 cm), san kanat (15-20 cm), lüfer (20-30 cm),
kofana (30 cm ’den büyük) adlarını alan, eti beyaz lühaym e, [Ar. lühaym e <uJ-] {OsT} is. Etçik,
ve lezzetli balık, (Temmadon saltador). ö lüfere
lühi, [Ar. lühî (lühi:) {OsT} is. anat. Küçük dil.
çıkm ak, Lüfer avlamak. || lüfer otu, bot. D ünyada
ekvator bölgesi dışında hemen her yerde yetişen, lühub, [Ar. lühüb <_j_^İ] (lühu. b) {OsT} is. D ar boğaz
yaprakları 3-5 yaprakçıktan oluşan, küçük saplı, lar; geçitler; kanyonlar,
sarı, kırmızı veya beyaz çiçekli, bakla biçimli mey
lühud, [Ar. lahd > luhüd (lühu:d) {OsT} is. 1.
vesi olan tek yıllık otsu bitki, (Lotus).
M ezarlar. 2. Çukurlar. 0 lühüd-ı şühedâ, {OsT}
lüferci, [lüfer-ci] is. 1. Lüfer avcısı. 2. Lüfer yemeyi
Şehitlerin kabirleri; şehitlik.
seven kişi.
lüfergiller, [lüfer-gil-ler] is. zool. Levrek balığımsı- lühuf, [Ar. lihaf > luhüf (lühu:f) {OsT} is. 1.
gillerden örnek türü lüfer olan, sıcak ve ılık deniz Örtüler; örtünecek şeyler. 2. Sargılar,
lerin orta sularında yaşayan, yırtıcı ve saldırgan lühuk, -ku [Ar. lühük (lühu;k) {OsT} is. Ulaş
kemikli balıklar familyası, (Pomatomidae).
ma; erişme; iltihak etme; birleşme; katılma,
lüfeyfe, [Ar. lüfeyfe 4ijiJ] {OsT} is. bot. 1. Bürümcük.
lühum , [Ar. lahm > lühüm p^A-] (lühu.m) {OsT} is.
2. bot. Küçük çiçek yaprağı topluluğu,
Etler, fi1 lühüm -ı lezize, {OsT} Lezzetli etler.
lüffah, [Ar. lüffah ^UJ] {OsT} is. A dam otu, (Mand-
lühun, [Ar. lahn > lükün j *J-| (lühum) {OsT} is. N ağ
ragora autumnalis). meler; ahenkler.
lüffan, [Ar. lüffan jUJ] {OsT} is. Ekşi nar. -lük, [il-mek (bir şeye takılı, ilintili, bağlı olmak) >
-lüg1, [il-mek (bir şeye takılı, ilintili, bağlı olmak) > il-(i)k il-(i)g (bağlayan) > -lık / -lik / -lığ / -lig / -
il-(i)k il-(i)g (bağlayan) > -lık / -lik / -lığ / -lig / - luk / -luğ / -lük / -lüg] {eT} yap. e. -*■ -lık1.
luk / -luğ / -lük / -lüg] {eT} yap. e. -*■ -lık. lük, [Far. lâk > lük ıiU] is. 1. Boyacılıkta kullanılan
-lüg2, [-lığ / -lig / -lağ / -leg / -luğ / -lüg] {eT} yap. e. Hint zamkı; lök; laka. 2. Yoğun ve kaim şey. 3. K ı
-*■ -lig2. zıl boya. 4. Ur; sıraca. & lük boyası, Kırmızı boya.
lügat, -ti [Ar. luğat c^J] {OsT} is. 1. Bir dildeki keli lükah, [Ar. lükah ^U l] (lüka.h) {OsT} is. Adam otu,
melerin tüm ünü veya bir kısmını, genellikle alfabe (M andragora autumnalis).
sırasına göre aynı dil veya yabancı bir dilde tanım
lükata, [Ar. lukâta -tkUJ] (lüka:ta) {OsT} is. 1. So
layan kitap; sözlük. 2. Kelime; söz. 3. Lügat kitabı;
sözlük. lügat paralam ak, Konuşma sırasında kakta bulunan ve sahibi belli olm ayan şey. 2. huk.
günlük dilde kullanılmayan ve herkesin anlayama M alik ve zilyedin elinden iradesi dışında çıkan ve
yacağı türden kelimeleri kullanmak. henüz kim senin zilyedine girmemiş olan taşınır
mal.
lügatçe, [Ar. luğat + Far. -çe a^ J ] {OsT} is. 1. Kü
lükateçin, [Ar. lukâta + Far. -çın ok- ■»tUl] (lüka.te-
çük sözlük. 2. Belirli bilim ve sanat dalı ile ilgili
terimleri açıklayan sözlük. 3. Bir kitabın sonuna çi:n) {OsT} sf. D eğersiz şeyleri toplayan.
1 M 1 M İ J Û Î İ . 2987 LÜL
lüknet, [Ar. lüknet co£l] {OsT} is. K onuşmadaki tu çalgılarda kamışa verilen ad. 9. Eskiden kullanılan
sekiz m asura m iktan ile ifade edilen ve 30 dirhem
tukluk; pelteklik. S lüknet-i elhân, {OsT} Seslerin,
(96, 210 gr) gelen bir kurşun kürenin içinden geçti
ezgilerin peltekliği.
ği (2,553 cm. çaplı) bir borudan geçen akarsu ölçü
lüknunet, [Ar. lüknünet cj^-<J] (lüknu.net) {OsT} is. sü birimi. 10. D emirci körüğünün borusu. 11. {ağız}
Pelteklik; dildeki tutukluk. Tüfek namlusu. [DS] 12. Baldırdaki içi boş kemik.
lüks1, [Fr. lux (marka)] is. 1. H ava basıncı yardımıy 13. {ağız} Demirci körüğünün borusu. [DS] ö lüle
la içindeki gaz yağmı buharlaştırarak yakacak bir kemiği, {ağız} Baldırdaki içi boş kemik. [DS]|| lüle
düzenekle çalışan ve daha çok aydınlık veren bir lüle, Lüleler biçiminde kıvrılmış olan; lüleler ha
tür petrol lambası; lüks lambası. 2. Aynı düzenek linde. || lüle taşı, Yerin derin katlarında geniş yığın
lere sahip sıvılaştırılmış petrol ile çalışan lamba. S lar hâlinde bulunan, suya değince sabun gibi y u
lüks lam bası, Lüks. muşadığı için kolaylıkla işlenebilen, kim yasal fo r
lüks2, [Lat. lux > Fr. lüx] is. fiz. M etre kare başına mülü 2M gO + 3 S i0 2 +2H20 olan hidratlı doğal
düzgün olarak dağılm ış've dik yönde 1 lümenlik magnezyum silikat; Eskişehir taşı, manyezit; deniz
ışık akışı alan bir yüzeyin aydınlanmasına eşit ay köpüğü.
dınlık ölçüsü birimi, sembolü: lx. lüleci, [lüle-ci] is. Nargile ve çubuklarda kullanılan
lüks3, [Lat. luxus > Fr. lüxe (israf; aşırılık, tantana)] lüle denilen tütün yuvalarını yapan kimse. S1 lüleci
is. 1. Değerli eşyalardan oluşmuş ortam. 2. Pahalı çamuru, Lüle yapım ında kullanılan süzülmüş kızıl
ve kibar yaşayış; aşın gösteriş; gereksiz masraf; balçık.
şatafat. 3. B ir kimsenin gerçek ihtiyacı dışında lüleciler, [lüle-ci-ler] {OsT} is. Çubuklarda kullanılan
kendine tanıdığı pahalı sayılabilecek zevk; alışkan- lüleleri yapan sanatçılar,
lıklan dışında kalm akla birlikte arada bir kendine
lülecilik, -ği [lüle-ci-lik] is. Lülecinin ve lületaşı
özel zevk için istediği şey. 4. Kişi ve toplum için
işçisinin yaptığı iş; lüle yapma sanatı,
gerekli görülmeyen hatta bütünüyle gereksiz oldu
ğu düşünülen şey; gerekli olm a sınırlarını aşan, lüleli, [lüle-li J J^J] sf. 1. Lülesi olan; lüle takılmış
gereksiz sayılan şey. 5. sf. Sıradan olmayıp pahalı olan. 2. (Saç için) kıvnm kıvnm ; bukleli. 3. {ağız}
zevkleri karşılayan. 6. sf. Gösterişli; görkemli; şata is. zool. Çulluk. [DS] 4. {ağız} Toprak ibrik. [DS] S
fatlı. fi1 lüks baskı, matb. Kitapların norm al baskı lüleli bardak, {OsT} Emzikli bardak.
larının dışında iyi c im kâğıtlara yapılan baskısı.\\ lülenmiş, [lü-le-n-miş] {ağız} sf. Bedelsiz; beleş. [DS]
lüks hayat, N orm al yaşayışın dışında fa zla m a sra f lülle, [Far. lüle] {ağız} is. Lüle. [DS] S lülle lülle,
gerektiren gösterişli, süslü ve şatafatlı yaşayış.\\ {ağız) (Suyun akışı için) köpüklü köpüklü. [DS]
lüks koltuk, Sinema ve tiyatro salonlarında özel lüllü, [Far. lüle] {ağız} is. 1. Lüle. 2. M usluk. 3. İnce
bölmelerde bulunan ve diğerlerine göre ücreti yük boru. 4. Huni biçimindeki kese kâğıdı. 5. Çocuğun
sek olan koltuk. || lüks mevki, Yolculuk vb. yerlerde erkeklik organı. 6 . Domates. 7. D ağın sivri yeri. 8.
özel olarak düzenlenmiş ve daha iyi hizmet verilen Un ve bulgur kanşım ından yapılan hamurun, suda
yer. {I lüks tarife, Lüks m evkiler için verilen hizmet
pişirilm iş nohut büyüklüğündeki parçaları üstüne,
karşılığı olarak alm an yüksek ücret.
kıyma, soğan, domates salçası dökülerek yenilen
lüksmetre, [Fr. luxmetre] (lüksm e’tre) is. Birim bir tür yemek. 9. Havuzun ortasında suyun aktığı
zamanda, birim yüzeye düşen ışık eneıj isini ölçe-
taş boru. [DS]
meye yarayan alet; aydınlıkölçer.
lüllttk, -ğü [lül(l)-ük] {ağız} is. 1. Musluk. 2. İnce bo
lükta, [Ar. lükta aLî)] {OsT} is. fıkh. Sokakta bulunup ru. 3. Huni biçiminde yapılmış kesekâğıdı. 4. Ço
sahibi çıkmadığı için sahiplenilen şey. cuğun erkeklik organı. [DS]
lükünet, [Ar. lükünet o ^ Ü ] (lükû:net) {OsT} is. Pel lü ’lü, -ü ’ü [Ar. lüTü5 <J] (lü-lü) {OsT} is. 1. İnci.
teklik; dildeki tutukluk. 2. mecaz. El değmemiş; bâkire. S lü ’lü-bâr, {OsT}
İtila, [Far. lüle] {ağız} is. İki ağaç borunun birbirine in ci yağdıran; inci yağmuru.\\ ltt’lii-feşân, {OsT}
geçmesini sağlayan, borunun birindeki çıkıntı. [DS] İnci saçan; sevgilinin gülüşü. || lü ’lü-i lSlâ, {OsT}
lüle, [Far. lüle ^j)] is. 1. Bükülmüş, dürülmüş olan P arlak inci.|| lü ’lü-i meknun, {OsT} Kabuğu ile
birlikte midyenin içinde saklı olan inci; bâkire; el
şey. 2. Tütün çubuğu, pipo, nargile vb.nin ucuna
değmemiş. || lü ’lü-i münazzad, {OsT) I. İnci dizisi;
takılan pişm iş balçıktan tütün yuvası. 3. K âğıt kü
inci kolye. 2. mecaz. Güzel ve düzgün dişler; inci
lah. 4. Toprak testi, çaydanlık vb.nin emziği. 5. Saç
gibi dişler.\\ lü ’lü-pâş, {OsT} İnci saçıcı; inci sa
kıvrımı; bukle. 6. M usluksuz su borusu; bir hazne
çan]] lü ’lü-i şah-vâr, {OsT} İri taneli inci,
den dışarıya sıvı akışını sağlamak amacıyla çeper
lülü, [lüle > lülii] {ağız} is. 1. U zun sigara ağızlığı. 2,
de açılan deliğe takılan boru, {ağız} (aym) [DS] 7.
Çocuğun erkeklik organı. 3. Çark işi olmayıp elle
Akış halindeki bir akışkanın hızmı arttırmaya yara
yapılan toprak testi. [DS]
yan profıllendirilmiş boru parçası. 8. Bazı nefesli
LÜL İ f l t l Ü R M • 2988
-lülük, [-lı-lık / -lilik / -luluk / -lülük] yap. e. - lay ve bedelsiz olarak elde etmek; hazıra konmak;
Iılık. hazır bulmak.
lülük, -ğü [lüle > lülük] {ağız} is. 1. Musluk. 2. Bal lüpçü, [lüp-çü] {ağız} is. is. 1. Bir şeyi hiç emek
dırdaki içi boş kemik; baldır kemiği; uyluk kemiği. harcamadan, kolay ve bedelsiz olarak elde etmeyi
3. İnce boru. 4. Çaydanlık ve demliğin emziği. 5. seven; hazırcı; hazır yiyici; beleşçi. 2. Rüşvet alan
Huni biçiminde yapılmış kâğıt külah. 6. Çocuğun kimse. [DS]
erkeklik organı. 7. Domates. 8. Dağın sivri yeri. 9. lüpçük, -ğü [lüp-çük] {ağız} sf. (Çocuk için) yerinden
U n ve bulgur karışımından yapılan hamurun suda kım ıldayamayacak kadar şişman. [DS]
pişirilmiş nohut büyüklüğündeki parçaları üstüne, lüpçülük, -ğü [lüp-çü-lük] is. argo. B ir şeyi hiç
kıym a, soğan, domates salçası dökülerek yapılan em ek harcamadan, kolay ve bedelsiz olarak elde
bir yemek. [DS] etme durumu; hazırcılık; lüpçü olma durumu.
lülükler, [lülük-ler] {ağız} is. Toprak ibrik. [DS] Iüpedek, [lüp-e-de-k] (lü p e’dek) {ağız} zf. (Yumuşak
lülüt, -dü [? lülüt] {ağız} is. Çitlembik ağacının mey ve küçük şeyi yutarken) kolayca, birdenbire. [DS]
vesi. [DS] lüpedenek, -ği [liip-e-den-ek] (lüpede ’nek) {ağız} zf.
lülüyh, [? lülüh] {ağız} is. Çaydanlık, demlik emziği. -*■ Iüpedek. [DS]
[DS] lüpletme, [lüp-le-t-me] is. Lüpletm ek eylemi ve du
lümbek, -ği [lümb (yans.) > lümb-ek / limb-ek] (a- rumu.
ğız} s f Aptal. [DS] lttpletmek, [lüp-le-t-mek] gçl. f. [-ir] Hızlı bir bi
lümbürlüp, [lümb (yans.) > lümb-ür+lüp] {ağız} sf. çimde yiyecekleri mideye indirmek; lüp diye yut
Karşılıksız ve parasız elde edilen; beleş. [DS] mak.
lümbürlüpçü, [lümb (yans.) > lümb-ür+lüp] {ağız} lüpm ek, [lüp-mek] {ağız} gçsz. f . [-er] Çökmek; yı
is. 1. Hazır yiyici; beleşçi. 2. Rüşvet alan kimse. kılmak. [DS]
[DS] ltippedek, [lüp(p)-ede-k] {ağız} zf. 1. (İş yapmak
lümen, [Lat. lumen (ışık)\ is. \.fv z. Işık şiddeti birimi için) kolayca, zorluksuz. 2. (Yutm ak için) birdenbi
1 m um olan noktasal bir ışık kaynağının 1 sterad- re. [DS]
yanlık açı içine gönderdiği ışık akışına eşit ışık akı lüpten, [lüp-ten] zf. argo. Bir şeyi hiç emek harca
şı birimi. 2. biy. Tüp ya da kese biçiminde herhangi madan, kolay ve bedelsiz olarak; hazır olarak; açık
bir organ ya da organcığın iç boşluğu, tan; bedavadan; parasız olarak,
lttmensaat, -ti [Lat. lümen + Ar. saat] is. fiz. Işık lüpürdek, -ği [lüp-ür-de-k] {ağız} sf. (Kişi için) üstü
m iktarı birim i lümenlik ışık akışıyla bir saatte yayı başı dağınık; yırtık pırtık. [DS]
lan ışık miktarı, lürpedek, -ği [lürp-e-de-k] {ağız} zf. (Yumuşak ve
lümpen, [Al. lumpe (kaba) + proletariat] is. Sınıf küçük şeyi yutarken) kolayca, birdenbire; Iüpedek.
bilinci taşımayan işçi sınıfına M arx’in verdiği ad. [DS]
lünc, [Ar. lünc ^ J] {OsT} is. 1. Dudak. 2. Ağzın içi. lüseyn, [Ar. lüseyn jwJ] {OsT} is. Küçük dil; dilcik,
3. sf. Çolak, lüsn, [Ar. lisân > lüsn .y J] {OsT} is. Diller; konuşu
lünet, [Fr. lunete] is. Gözlük camı; gözlük, lan diller.
lünger, [lüng (yans.) > lüng-er] {ağız} is. Yağmur lüsuk, -ğu [Ar. lüşük J j^ J ] (lüsu:k) {OsT} is. 1.
birikintisi. [DS]
Ardm a takılıp yapışma; yapışık, bitişik olma; bir
lüngür, [lüng (yans.) > lüng-ür] {ağız} is. 1. Kuyu leşme; yapışma; takılma. 2. Ulaşma,
gibi dibi derin yer. 2. Çeşme oluğu. [DS]
lttsus, [Ar. lüşüş (lüsu:s) {OsT} is. Hırsızlar,
lüngür, [lüng (yans.) > lüng-ür] {ağız} is. 1. Yoğurt
biriktirmeye ve süzmeye yarayan yumuşak taştan liisusiyet, [Ar. lüşüşiyyet (lüsu:siyet) {OsT}
oyulmuş kap. 2. Şıra çıkarmaya veya biriktirmeye is. Hırsızlık etme,
yarayan dibi harçla sıvanmış yer. [DS]
lüsün, [Ar. lisân > lüsün j~J] {OsT} is. Diller; konu
lüp1, [lop / löp / lup / lüp (yans.)] is. 1. Atıştırarak,
şulan diller. S lüsün-i atîka, {OsT} dbl. Eski diller.
iştahla yemeyi ve yutmayı anlatan kök. [Zülfikar]
Lüterci, [Martin Luther (Alman ilâhiyatçı) > lüter-ci]
lüp lüp, lüp-e konmak, lüp-çü-lük, lüp-e-dek. 2 .
is. 1. din. M artin Luther’in görüşlerini savunan
Büyük bir şeyi kolayca yutarken çıkarılan ses. S
kimse; Lütercilik yanlısı. 2. sf. Lütercilikle ilgili
lüp diye yutm ak, Birdenbire ve kolayca yutmak. ||
olan,
lüp lüp atmak, B ir şeyi aç gözlülükle çabuk çabuk
yemek. Lütercilik, -ği [Martin Luther (Alman ilâhiyatçı) >
lüter-ci-lik] is. din. Luther’in öğretisi; Lütercilerin
lüp2, [lüp (yans.)] {ağız} is. 1. argo. Hiç emek harca
mezhebi; Hristiyanlıkla ilgili öğretilerin İncil’e da
madan, kolayca elde edilen şey; beleş. 2. Sünnet ve
yanması gerektiğini savunan M artin Luther’in or
evlenm e törenlerinde verilen yemek. [DS] <3 lüpe
taya attığı dinî doktrin ve mezhep.
konmak, argo. Bir şeyi hiç em ek harcamadan, ko
SlHIIffi İME. 2989 LÜZ
lütesyum , [Lat. lutetia (G alya’da bir şehir, P a ris’in lü tu fk â r, [Ar. lutf+Far. -kar jlSliU] (lütufkâ:r) {OsT}
esik adı) > Fr. lutetium] is. kim. Atom numarası 71,
sf. 1. (Kişi için) iyiliksever; yardımsever; eli açık.
atom kütlesi 175 olan henüz uygulam a alanı bu
2. Kibar; nazik,
lunmayan ve çok nadir bulunan bir element; sem
bolü; Lu. lü tu fk â ra n e , [Ar. lutf + Far. -kârâne ajIjIS^U] (lütuf-
kâ;ra;ne) {OsT} zf. Bağışlayıcı, lütfedici biçimde;
lütf, [Ar. lütf ı-iU] {OsT} is. -*■ lütuf, lütf-dîde, {OsT}
iyilikle davranarak,
iyilik gören; yardım gören. H lütf-i ah lâk , {OsT}
ltttu fk â rh k , -ğı [lütufkâr-lık] is. Lütufkâr olma hâli,
Yaradılıştan gelen huy güzelliği. || Iiitf-i İlah î, {OsT}
lüvelver, [Fr. revolver > lüvelver] {ağız} is. Tabanca;
A llah'ın bağışı.\\ lütf-i y a r, {OsT} Sevgilinin bağı
altı patlar. [DS]
şı,|| lü tf-p erv er, {OsT} İyilikte bulunan; bağışta
bulıtnan,\\ lüver, [Fr. revolver > lüvelver / lüver] {ağız} is. T a
banca; altı patlar. [DS]
lütfen, [Ar. lu tf > lütfen U J] (lü ’tfen) zf. 1. Bir kim
lüveyf, [Ar. lüveyf t-iji] {OsT} is. anat. Sinir telciği.
seden bir şey istenirken, '"Size zahm et olacak ” “R i
ca ederim " anlam larında kullanılır. 2 . mecaz. lüveyfl, [Ar. lüveyfî ^ J ] (lüveyfı;) {OsT} sf. anat.
“Zorlukla; güçlükle" anlam ında alay yollu söyle Sinir telciği ile ilgili,
nir; gönülsüz yapılan bir işi için sitem etm ek ama lüvellenm ek, [lüvel-le-n-mek] {ağız} dönşl. f. [-ir]
cıyla kullanılır. S lütfen ve kerem en , Cömertçe. Yuvarlanmak. [DS]
lütfetm e, [Ar. lu tf + T. et-me] is. Lütfetmek eylemi lü v erv er, [Fr. revolver] {ağız} is. Tabanca. [DS]
veya durumu, lüver, [Fr. revolver] {ağız} is. Tabanca. [DS]
lütfetm ek, [Ar. lu tf + T. et-mek] gçl. f. [-(d)-er] 1. Iüzi, [? lüzi] {ağız} is. bot. Karaağaç. [DS]
Bağışlamak; vermek; ihsan etmek. 2. İyilik etmek;
lüzub, [Ar. lüzüb ^ j jl] (lüzu:b) {OsT} is. 1. Yapışma;
hoşça davranmak. 3. Söylemek; bildirmek. 4. İzin
vermek; müsaade etmek. 5. (Yüksek mevkide bu yapıştırma. 2. Birbirine kafes gibi sokup yapıştır
lunan ve saygın kimse için) alçak gönüllü davran ma.
mak. Iüzucet, [Ar. lüzücet (lüzu;cet) {OsT} is. 1.
lütfeylem e, [Ar. lutf + T. eyle-me] is. Lütfeylemek Yapışkanlık; yapışkan olma durumu. 2. Bir yere
eylemi ve durumu, yapışıp uzayan şeyin durumu,
lütfeylem ek, [Ar. lu tf + T. eyle-mek] gçl. f. [-r] [- lüzuci, [Ar. lüzücet > lüzücî (lüzü:ci:) {OsT}
l(i)-yor] 1. Bağışlamak; vermek; ihsan etmek. 2.
sf. Yapışkan; koyıı; kıvamlı; lezcî.
İyilik etmek; hoşça davranmak. 3. Söylemek; bil
dirmek. 4. İzin vermek; müsaade etmek. 5. (Yük lüzuciyet, [Ar. lüzücet > lüzüciyyet
sek mevkide bulunan ve saygın kim se için) alçak (lüzu;ciyet) {OsT} is. Yapışkanlık; koyuluk,
gönüllü davranmak, lüzum , [Ar. lüzüm j>jjJ] (lüzu:m) {OsT} is. Gerek; ge
lütfî, [Ar. lu tf > lutfî ıjiU ] (lütfı;) sf. Lütfe ait; lütufla rekme; gereklilik; gereklik; icap; lazım olma. S
ilgili olan. lüzum görm ek, Gerekli bulmak; gerek duymak.\\
lütre, [Far. lütre o>J] {OsT} is. 1. A ncak iki kişi ara lüzüm -ı g ayr-ı fek, {OsT} Ayrılm azlık,|| lüzüm -i
g ayr-i m ünfek, {OsT} Ayrılmazlık.\\ lüzüm -ı
sında konuşulan ve başkalarının anlayamayacağı
m âlâyelzem , {OsT} Gerekli olmadığı hâlde yerine
özel dil; kuş dili. 2. sf. Boşboğaz. getirme; şiirde m ukayyet (zengin) kafiye yapm a;
lütuf, -tfu [Ar. lü tf ^iU] {O sT } is. 1. Bir kim seye gös i ’nat ve iltizam.\\ lüzüm -ı m uhakem e, {OsT} huk.
terilen özel yakınlık; dostça davranış; yapılan yar Yapılan soruşturma ve inceleme sonucunda işin
dım ve iyilik. 2. Ü stün bir güç tarafm dan verildiği mahkemeye havale edilmesi gerektiğine dair veri
düşünülen bağış; önem verilen ve saygı duyulan bir len karar; yargılam anın gerekliliği kararı.\\ lü z u
kimse tarafından gelen iyilik; yardım; nimet; ihsan; m u n d a n fazla, Gereğinden çok; aşırı derecede.\\
kerem; inayet; atıfet. 3. Bağışlama; verme; arm a lüzüm -ı vakf, {OsT} huk. Vakfın geri dönülemez
ğan. 4. İzin; müsaade. 5. İyilik; güzellik; hoşluk. S' bir şekilde kesinleşmesi olgusu.
lütfü k a h rın a d en k gelm ek, B ir işi yaparken çeki lüzum lu, [lüzum-lu] sf. 1. B ir işte, bir konuda, bir
len sıkıntı ve eziyetler ile işin sonucunda elde edi sonucun elde edilmesinde zorunlu olan; gerekli;
len kazanç denk olmak. || (bir şey yapm ak) lü tfu n d a lazım. 2. İşe yarar. 3. zf. (Eylem için) yapılması
b u lunm ak, B ir şeyi yapm a alçak gönüllülüğünü, gerekli ve zorunlu olan; gerek duyulan. S lüzum lu
inceliğini göstermek. || lü tu f b u y u rm a k , 1. Bağış lüzum suz, G erek duyulan ve duyulmayan ne var
lamak; ihsan etmek; vermek. 2. B ir şeyi yapm asına sa; yerli yersiz; gerekli gereksiz.
izin vermek. || lü tu f görm ek, B ir kimseden iyilik, lüzum suz, [lüzum-suz] sf. Varlığına gerek duyulma
yardım ve destek görmek. yan; gereksiz; lüzumu olmayan. S lüzum suz a
LÜZ i ie i iw ii O K • 2990
dam , Bir işte veya iş yerinde kendisine g erek du iyonlarıyla bombardımanı sonucunda elde edilen,
yulm adığı hâlde orada bulunan; avare; boş; ilgisiz atom numarası 103 olan uranyum ötesi element;
kim se.|| lüzum suz görmek, Gereksiz bulmak.\\ lü lavrensiyum un sembolü.
zum suz yere, H iç gereği yokken; boş yere. lx. [Fr. lüx] kısalt, fiz. M etre kare başına düzgün
lüzum suzluk, -ğu [lüzum-suz-luk] is. Gereksiz olma olarak dağılmış ve dik yönde 1 lüm enlik ışık akışı
durumu; gereksizlik, alan bir yüzeyin aydınlanm asına eşit aydınlık ölçü
lw. [Ernest Orlando Lawrence (Norveç asıllı Am eri sü birim i olan lüksün sembolü.
kalı fizikçi) > Fr. lawrencium] kısalt, kim. 1961 yı
lında Berkeley’de kaliforniyum atom larının bor
m, [m / M] (me) is. 1. Latin asıllı Türk alfabesinin on metre gelen alan ölçüsü birimi metre karenin kısa
altıncı harfi olup ses bilgisi bakım ından patlamalı yazılışı.
titreşimli (tonlu / ötümlü) bir çift dudak ve geniz m 3 [Fr. metre + Ar. küb] kısalt, mat. Eni, boyu ve
ünsüzünün adı. 2. Sıralama ve sınıflamada kulla yüksekliği birer metre gelen hacim ölçüsü birimi
nıldığına göre (ğ kullanılmazsa) on beşinci, (ğ kul metre küpün kısa yazılışı.
lanıldığında) ise on altıncı sırayı gösterir. 3. Ebcet m a-, [Ar. m â U] (ma:) {OsT} e. 1. Başına getirildiği
hesabında mim) kırk sayısının karşılığıdır. 4. Ro kelimeye “şu nesne ki, o ki” anlamı katar. 2. Olum
malıların sayı sisteminde M olarak yazılır ve bin suzluk eki. S m â -b a ’d, {OsT} 1. Alttaki; sondaki.
sayısını gösterir, 2. Sonu; sonrası.|| m â -b a’d e ’r-rü h î, {OsT} psikol.
m - [-m-] yap. e. Aynı sözcüğün tekrarı hâlinde başa Ruh ötesi. || m â -b a ’d e ’r-rü h iy â t, {OsT} psikol. Ruh
ön ek gibi gelerek ikilem eler kurm akta kullanılır. ötesi.|| m â -b a ’de’t-tabîiye, {OsT} fel. Fizik ötesi;
odun m-odun, ekmek m-ekmek, tuz m-uz, söz m-öz. metafızik.\\ m â-bâkî, {OsT} Arta kalan; geriye ka
0 m -’li ikilem e, dbl. Türkçede, ünlü ile başlayan lan; artan.|| m â-b ek â, {OsT} Artan; geri kalan; ar-
kelimenin başına, iinsiiz ile başlayan kelimenin tık.|| m â-beyn, {OsT} -*■ mabeyn.|| m â-beyne-
baştaki ünsüzünün yerine m- eki getirerek yapılan h ü m â, {OsT} Arası; araları.|| m â-b ih i’l-hayât,
ikileme, ev mev, çocuk mocuk {OsT} Yaşamaya sebep olan; hayata vesile olan. ||
-m 1, [-ı-m / -i-m / -u-m / -ü-m} çek. e. İyelik eki. m â-b ih i’l-iftih âr, {OsT} Kendisi ile övünülen; ö-
Getirildikleri isme ilgi, aitlik, sahiplik kavramları vünç kaynağı olan.\l m â-b ih i’l-ihtiyâc, {OsT} Ge
katan ve ismi isme bağlayan tekil birinci kişi iyelik rekli olan.|| m â-b ih i’l-istihkak, {OsT} H ak etme
eki: evim, isteğim, sözüm, başım, yolum, elim, ba sebebi.|| m â-b ih i’l-i’tim âd , {OsT} Güven kaynağı;
şım, yolum, köyüm. itimada vesile olan.|| m â-b ih i’l-kıvâm , {OsT} mant.
-m2, [-m] çek. e. Birinci tekil kişi fiil çekim eki olup 1. Dayanak. 2. fe l. Varlıkların dayanağı. || m â-
belirli geçmiş zaman, dilek-şart kipi çekimlerinde b ih i’ş-şu F a, {OsT} (Mala sahip olm ak için) bedeli
kullanılır: gittim, yazdım, görsem, bilsem. karşılığında,|| m â-b ih i’t-tem ed d ttn , {OsT} Medenî
olabilmek için gerekli olan.|| m â-cerâ, {OsT} 1.
-m 3, [-m / -ım / -im / -um / -üm] {eT} {eAT} çek. e.
Olup geçen şey; cereyan eden. 2. -*■ macera.|| m â-
Teklik birinci kişi iyelik eki. ata-m, ad-um.
Ç in, {OsT} -*• Maçin.|| m â-ad â, {OsT} Başka; gayrı;
-m4, [-ı-m / -i-m / -u-m / -ü-m] yap. e. 1. Fiilden isim
fa z la .|| m â-d âm , {OsT} -*• madem.|| m â-dâm e,
türeten ek. Eylemden doğan hareketin sonucu kav
{OsT} Devam ettikçe.\\ m â-d û n , {OsT} 1. Alt. 2.
ramım veren soyut adlar yapar: akım, anlam, birle Aşağı derece. 3. Em ir bakımından aşağı olan. || m â-
şim, denklem, düğüm, düzlem, eylem, kavram, ko dflne’ş-şuflr, {OsT} psikol. A lt bilinç; bilinç altı.||
num, ağ-ı-m (yükselme), al-ı-m (suç). 2. İşin adını m â-fât, {OsT} Elden çıkan; kaybolan; fe v t olan. ||
belirten adlar yapar: alım, bakım, çekim, solunum, m â-fevk, {OsT} 1. Üst; yukarı, 2. Üst derecede bu
ölüm, özlem, toplam, doğum, seçim. 3. Fiilin bir lunan; baş; başkan. || m â-fevka’t-tab îa, {OsT} Do
ürün olarak ortaya konulduğu kavram ını katarak ğa üstü; tabiat üstü.|| m â-fîhâ, {OsT} Öteki dünya;
isimler yapar: dilim, eklem, takım, kaldırım, bük ahret.|| m â-fi’I-bâb, {OsT} Kapı içinde.|| m â-fi’l-
lüm (< bükiil-üm), yayım, yapım. bâl, {OsT} Gönüldeki şey; yürekteki.]] m â-fî’I-fuâd,
m [Fr. metre] (m e'tre) kısalt, mat. Y üz santimetrelik {OsT} Gönüldeki şey; içteki; kalpteki.]] m â-fîş (mâ-
uzunluk ölçüsü birimi olan metrenin kısa yazılışı. fîh-şey), {OsT} Kalmadı; yok; hak getire.|| m â-fi’z-
m2 [Fr. metre-carre] kısalt, mat. Eni ve boyu birer zam îr, {OsT} İçteki şey; gönüldeki.]] m â-h alak ’Al-
MA OTiEltTiiMEM • 2394
lâh, {OsT} 1. A lla h ’ın yarattığı. 2. Kalabalık.\\ mâ- binde biri değerinde elektrik akımı şiddet ölçüsü
hasal, {OsT} Meydana gelen; ortaya çıkan; hasıl birim i olan miliamperin sembolü.
olan.|| mâ-hasal-i ömr, {OsT} 1. Evlat. 2. Ömür m a1, [ma / mağ / me / mığ (yans.)] ünl. 1. Hayvanla
boyunca çalışarak edinilen şey.|| mâ-kabl, {OsT} rın böğürm esini, bağırtısını anlatan kök. [Zülfikar]
B ir şeyin kendinden önce olanı; öndeki; geçmiş.\\ ma-ğ-ar-mak, m a-kır-mak 2. {ağız} Sığır sesi. [DS]
mâ-kable şümul, {OsT} Geçmişi kapsayan; geçm i 3. {ağız} inek veya m anda memesi. [DS]
şi de etkileyen.|| mâ-kable’t-târih, {OsT} Tarih ön ma2, [mâ / me] (ma;) {eT} bağ. 1. Ve; ise; de; da.
cesi.\\ mâ-lâ-kelâm (m â-lâ-kelâme-fîh), {OsT} D i [EUTS] [KB] 2. Keza; dahi. [EUTS] 3. Bilhassa; biz
yecek yok; söz götürmez.\\ mâ-lâ-nihâye, {OsT} zat. S biz-ma, {eT} B iz dahi. [EUTS]
Sonsuz; uçsuz bucaksız. || mâ-lâ-yutâk, {OsT} D a ma3, [mâ / me] (ma;) {eT} {eAT} ünl. 1. “Al, işte!"
yanılmaz; takatgetirilm ez.\\ m â-melek, {OsT} Olan
anlamında bir ünlem, {ağız} (aym) [DLT] [DS] 2.
biten her şeyi; nesi varsa.|| mâ-mezâ, {OsT} Geçen
{eAT} Bırak; elleme! 3. {ağız} “Al, buyur.” [DS] 4.
şey; geçmiş zaman; geçmiş.\\ mâ-sadak (mâ-
{ağız} Çağırm a ünlemi. [DS] 5. {ağız} M anda çağır
sadaka aleyh), {OsT} Tasdik edilen; tıpkı. j| mâ-
m a ünlemi. [DS]
sebak, {OsT} Geçen; geçm iş.|| mâ-sivâ, {OsT} -*■
ma4, [ma (yans.)] {ağız} is. 1. çoc. d. Sığır. 2. Doku
masiva.|| m â-şâ’Allâh, {OsT} -*■ m aşallah.|| mâ-ta-
m a tezgâhlarının altma yığılan kıl artıkları. [DS] 3.
ahhâr, {OsT} Sonradan olan şey.|| mâ-tekaddem,
{ağız} D amlara uzunlam asına atılan ağaç kiriş; ke
{OsT} 1. Geçmiş zaman. 2. Geçen şey. \ m â-vak’a,
reste. [DS]
{OsT} Geçmişte olmuş bitmiş şey.|| mâ-verâ, {OsT}
-*■ mavera.il mâ-verd, {OsT} Gül suyu.|| mâ-yen- m a5, -a ’a [Ar. m a' / m a 'a £»] {OsT} e. Başına getiril
kasem, {OsT} Kısımlara ayrılabilen; bölünebilen.\\ diği kelimeye "ile, beraber, birlikte ” anlamı katar.
mâ-yen-kasemiyet, {OsT} Bölünebilme.\\ mâ-ye- S m a’a-fâiz {OsT} Faizle birlikte.|| m a’a-hazâ
tehallel, {OsT} Hallolunabilir; çözülebilir. || mâ- {OsT} Böyle iken; bununla beraber. || m a’a ’l-cemâe
yuhdes, {OsT} Sonradan olan. || m â-yu’kal, {OsT} {OsT} Cemaatle birlikte.\\ m a’a’I-esef {OsT} -*• ma
Anlaşılır,|| m â-yu’kes, {OsT} 1. Aksedebilir; evri- a le se f! m a’a’l-iftihar {OsT} Övünerek; övünçle.\\
lebilir. 2. D eğiştirilebilir ,|| m â-yu’ref, {OsT} 1. B i m a’a’l-kerâha {OsT} İstemeyerek; zorla; kerahet
linir. 2. M inder altına saklanan m al.|| m â-yu’- le.|| m a’a’l-memnüniye {OsT} Seve seve; isteyerek;
refiyet, {OsT} Bilinirlik; cognoscibility.\\ mâ-yüf- memnuniyetle,|| m a’a-mâ-fîh {OsT} Böyle iken;
hemiyet, {OsT} Kavranabilirlik. bununla beraber.|| m a’a’t-teessüf {OsT} Yazık ki;
-ma-, [-ma- / -me-] {eT} {eAT} yap e. Fiillerden olum esefle; teessüfle.\\ m a’a-zâlik {OsT} Bununla bera
suzluk yapan ek. bol-ma-mak (olmamak) 0 -m a ber; şu var ki. || m a’a-ziyâdetin {OsT} B ol bol; fa z
mı? {eAT} -maz mı? “Gayri bana bakma mısın lasıyla.
(bakmaz mısın)? / Yangına su dökme misin (dök
m a6, [Ar. m â5 f-L»] (ma:) {OsT} is. Su. S mâ-i carî,
mez misin)? ” Karacaoğlan.
{OsT} A kar su.\\ mâ-i billurî, {OsT} Billurlaşma
-m a1, [-mâ / -me] {eT} çek. e. Emirlerin sonuna gelen
suyu.|| mâ-i câmid, {OsT} Donmuş su.|| mâ-i dâhi
olum suzluk eki. [DLT]
li, {OsT} coğ. Gün değmemiş s«.|| mâ-i ebyâz,
-ma2, [-ma / -me] {eT} {eAT} yap. e. 1. Fiilden iş ve
{OsT} Gözün üstünde m eydana gelen bir perdeden
hareket adları yapan ek; mastar eki. Bir eylemin
dolayı görüşün zayıflaması; katarakt.\\ mâ-i ha
isim olarak kullanılmasını sağlar. Vurgu bu ek üze
mım, {OsT} Sıcak su.\\ mâ-i harâciye, {OsT} Arap
rindedir. Y apılan işin adı kavramım veren isimler
toprakları dışındaki sular.|| mâ-i kils, {OsT} kim.
türetir: arama, araştırma, benzetme, düzeltme, döv
Kireç taşı.|| mâ-i leziz, {OsT} Tatlı ,S'«.| mâ-i mu
me, koruma, seçme, yarışma. 2. Eylemin gerçek
leştirildiği araç ve gereç kavramını taşıyan isimler kattar, {OsT} D am ıtık su.\\ mâ-i râkid, {OsT} Dur
gun su.\\ mâ-i zerrin, {OsT} A ltm suyu.|| mâtt’l-
türetir: kazma, yazma, çekme, burma. 3. Eylemin
belirttiği kavramı taşıyan yemek adları türetir: bahr, {OsT} D eniz suyu.\\ m âü’l-hayât, {OsT} H a
dolma, sarma, dökme, kavurma, çalkama, dondur y a t suyu; ab-ı hayat. || mâtt’l-verd, {OsT} Gül suyu.
ma. 4. Eylemin belirttiği kavrama uğram ış anla ma7, [Far. m â l»] (ma:) {OsT} zm. Biz.
mında hastalık adları yapar: sıtm a (ısıtma), dolama,
m a’ab, [Ar. ‘ayb > m a'âb u l u ] (maa. b) {OsT} is. 1.
inme, bunama. S. Eylemin belirttiği kavrama uygun
olarak yapılmış, kazandırılmış mekân ve yer adları U tanç verici şey; ayıp şey. 2. İnsan vücudunda ayıp
yapar: sundurma, örtme, çıkartma, çatma, eğme, ve mahrem sayılan yer.
ulama. m a’abid1, [Ar. m a'bed > m a'âbid JuU*] (maa:bid)
-ma3, [-ma / -me] {eT} yap. e. Eylemlerden isim tü {OsT} is. İbadet edilen yerler; mabetler; tapmaklar.
reten ek. [ETY] yâl-m â (keşif kolu) fi3 m a’âbid-i İslâmiye, {OsT} M üslümanların iba
mA, [Fr. milliampere] (m ili’amper) kısalt. Amperin det ettiği yerler.
Ö İ I M T İ İ C t S İ M . 2995 MA
m a’abid2, [Ar. m â'âbid (maa:bi:d) {OsT} is. m a’alif, [Ar. ‘alef > m a 'le f > m a'â lif (maa:lif)
İbadet edilecek şeyler; mabutlar; putlar, {OsT} is. Hayvan yemi konulan yerler; samanlıklar,
ma’abir, [Ar. m a'ber>m a'âbir (maa.bir) {OsT} m a’alim, [Ar. m a'lem > m a'âlim ^Uo] (maa.Tim)
is. Geçilecek yer; köprü; geçit; kemer, {OsT} is. 1. Dinî inançlarla ilgili konular. 2. Kendi
ma’acin, [Ar. m a'cün > m a'âcîn (maa:ci:n) sinden bilgi elde edilen belirtiler, izler, nişaneler,
eserler. S m aâlim ü’l-hayr, {OsT} Hayırlı eserler.||
{OsT} is. Hamur şeklinde yoğrulmuş şeyler; macun
m aâlim ü’l-yakîn, {OsT} Kesin deliller.
lar. S1 m a’âcîn-i tıbbiye, {OsT} Hekim likte kullanı
lan çeşitli macunlar. m a’almemnuniye, [Ar. m a 'a ’l-memnüniyye ^
m a’ad, [Ar. ‘avdet > m a'âd (maa:d) {OsT} is. 1. <u!yjıl] (m aa’lmemnu:ni:ye) {OsT} zf. M em nuni
Dönüş yeri; dönülecek olan yer. 2. Geriye gitme; yetle; seve seve; severek; isteyerek; memnunlukla;
dönme. 3. din. Var olduğuna inanılan öteki dünya; isteye isteye.
ahiret. m a’ami, -m i’ı [Ar. m a'am i' ^ U .] (maa:mi) {OsT} is.
m a’ada, [Ar. m â-‘adâ l-uıl»] (m a :’ada:) {OsT} e. ... A teş çatırtıları.
den b a ş k a ;... den gayrı, m a’a n 1, [Ar. m a' U«] {OsT} zf. Beraber; birlikte.
ma’adin, [Ar. m a'den > m a'âdin (maa.din) m a’an2, [Ar. m a'ân jb u ] (maa:n) {OsT} is. Mekân,
{OsT} is. Madenler. S m a’âdin-i seb’a, {OsT} A l
m a’anî, [Ar. m a'nâ > m a'ânî (maa:ni:) {OsT}
tın, gümüş, bakır, kalay, demir, kurşun ve platinden
ibaret yedi maden.|| m a’âdin m ukâta’ası, {OsT} is. 1. Anlamlar; manalar. 2. ed. dbl. Cümle yapısını
Osmanlı devletinde iltizama verilen madenlerden ve sözün amaca uygunluğunu inceleyen bilim dalı.
yılda bir alm an bedel. 3. Söz inceliği; güzel söz; şiir,
ma’adiyat, [Ar. m a'âd > m a'âdiyyât oLoLu] (maa:- m a’ar, [Ar. m a'âr jU«] (maa.r) {OsT} is. Utanmaya
diya:t) {OsT} is. Ö bür dünyayı anlam aya çalışma; ve yüz kızarmaya sebep olacak şeyler,
metafiziği inceleme, maar, [Al. maar] is. Etrafı püskürük maddelerle
m a’ahaza, [Ar. m a'a+hazâ li» £»] (m a ’ahaza:) {OsT} çevrili, çoğu göllerle kaplı küçük patlam a krateri,
ma’ahid, [Ar. ‘ahd > m a'hed > m a'âhid (ma- daim a çıplak kalan organları,
a. hid) {OsT} is. Buluşm a yerleri; sözleşilen yer. m a’aric, [Ar. m i'râc > m a'ârîc (maa.ri.c)
ma’a’ile, [Ar. m a‘a + 'â ’ile «isU £>] (m a :’a:ile) {OsT} {OsT} is. Merdivenler,
zf. Ev halkı ile birlikte; ailece, m a’arif, [Ar. 'irfan > m a'rifet > m a 'ârif (ma-
a:rif) {OsT} is. -*■ maarif. S1 m a’ârif-i mütenevvia,
ma’a’iş, [Ar. m a 'â ’iş ^ (maa:iş) {OsT} is. Ge
{OsT} Çeşitli bilgiler.|| m a’ârif-i rabbâniye, {OsT}
çinmeler.
İla h î bilgiler; tanrısal bilgiler.\\ m a’ârif-mend,
ma’ak, -ki [Ar. m a'âk ilU«] (maa.k) {OsT} is. 1. {OsT} Bilgili; kültürlü.\\ m a’ârif-mendân, {OsT}
Mezhep; meslek. 2. Sığınacak yer. Bilgi sahibi olanlar; bilgililer.|| m a’ârif-nâme,
ma’akıd, [Ar. 'akd > nıa'kad > m a'âkıd -üU«] (ma- {OsT} Bilgi kitabı. || m a’ârif nâzın , {OsT} M illî eği
tim bakanı.\\ m a’ârif nezâreti, {OsT} M illî eğitim
a:kıd) {OsT} is. 1. Düğümler; bağlar. 2. Toplanıla
bakanlığı.\\ m a’ârif-perver, {OsT} K ültür için çalı
cak yer.
şan; kültürü seven.\\ m a’ârif-perverâne, {OsT}
ma’akıl, [Ar. m a'âkıl (maa.kıl) {OsT} is. 1. B ilgi ve kültürü korurcasına.\\ m a’ârif-perverî,
Gizlenilecek yerler; sığmaklar. 2. Kan bedelleri, {OsT} Bilgileri koruma ve sevme. || m a’ârif-simât,
ma’akis, [Ar. m a'akis (maa:ki:s) {OsT} is. {OsT} Bilgili.\\ m a’ârif vekâleti, {OsT} M illî eğitim
bakanlığı.|| m a’ârif vekili, {OsT} M illî eğitim ba
Ters şeyler.
kanı.
ma’akka, [Ar. m a'akka *£«] {OsT} is. Çocuğun ana
maarif, [Ar. 'irfan > m a'rifet > m a'â rif <JjUo] (ma
ve babaya itaatsizliği,
a r if) is. 1. Bilgiler. 2. Öğretim ve eğitim sistemi.
ma’alesef, [Ar. m a 'a ’l-esef >—â—'sît jj ] (m a a ’lesef) 3. Bilgi; kültür. 4. M illî Eğitim Bakanlığı veya bağ
{OsT} zf. "Üzülerek söyleyeyim k i ” anlam ında kul lı müdürlükleri,
lanılır. maarifçi, [maarif-çi] is. Eğitim öğretim kurum lan
ma’ali, [Ar. m a'lât > m a'âlı JL*-»] (maa.Ti:) {OsT} is. veya kuruluşlarında çalışan kimse,
1. Derin ve yüce düşünceler. 2. Ululuklar; yücelik m a’arik, -ki [Ar. m a'rek > m a'reke > m a'ârik i l j ^ ]
ler. (maa.rik) {OsT} is. Savaş m eydanlan.
MA Ö IÜ M IİİK M • 29Ö6
m a ’ariz, [Ar. m i'râz > m a'ârîz (maa:ri:z) m a’az, [Ar. m a'âz iUu>] (maa:z) {OsT} is. 1. Sığına
{OsT} is. (Anlam için) kapalı, cak yer; sığmak. 2. Sığınma; iltica etme,
m a ’asır, [Ar. m a'şara > m a'âşır (maa.sır) m a’azalik, [Ar. m a'azalik dlJi £»] {OsT} e. “Bununla
{OsT} is. Üzüm, susam, zeytin vb. sıkacak yer. beraber... ”, “Şu da var ki... ” anlam ında kullanılır,
m a ’asi, [Ar. ‘işyân > m a'şiyet > m a'âşî (ma- m a’azallah, [Ar. m a 'â z’Allâh 4 JJİİU0] (m aa;’zalla:h)
a:si: s, kalın söylenir) {OsT} is. 1. Baş kaldırmalar; {OsT} ünl. 1. A llah’a sığındık. 2. “Allah gösterm e
isyanlar. 2. Günahlar, s in !” “Allah korusun!” “Allah esirgesin!" anla
m a’ aş, [Ar. 'ayş > m a'âş (maa:ş) {OsT} is. -*• mında kullanılır,
maaş. ına’azım, [Ar. m u'zam > m a'âzım (maa:zım)
m aaş, [Ar. 'ayş > m a'âş (maa:ş) {OsT} is. 1. {OsT} is. Bir şeyin en büyük kısımları.
G eçinecek şey; rızk. 2. B ir kamu görevi yapan ve m a’azır1, [Ar. m e’zer > m a’âzır jjU ] (maa:zır) {OsT}
bu hizmete yasal yollardan atanmış olan memura, is. Sığınacak yerler.
görevliye ve emeklilere devletçe belirli m iktar ve
m a’azır2, [Ar. m a'zeret > m a'âzır jil»] (maa:zır)
düzen içinde ödenen ücret; aylık, fi1 maaşa geç
m ek, Aylığa geçmek. || maaş almak, Devletten ay {OsT} is. M azeretler; özürler,
lık almak. || maaş bağlamak, A ylık tahsis etmek. || m a’azir, [Ar. m i‘zâr>m a‘âzîr jj.İUj ] (maa;zi:r) {OsT}
m aaş bordrosu, Aylıkla çalışanların, aylık tutarla is. Perdeler.
rını, vergi, sigorta vb. kesintilerin dökümünü göste
m a’aziyadetin, [Ar. m a‘a-ziyâdetin toLj £«] (maazi-
ren cetvel; aylık bordrosu. || maaş cüzdanı, Emekli,
dul ve yetim aylığı alanlara verilen ve her ay öde ya:detin) {OsT} zf. Fazlasıyla; bol bol.
nen paranın işlendiği defter. || maaş verm ek, A ylık m aba’d, [Ar. m â-ba‘d J-vU] (ma:ba-d) {OsT} is. 1.
vermek. Henüz bitmem iş şeylerin devamı; devam; son; ar
m a’aşat, [Ar. m a'âşât (maa:şa:t) {OsT} is. ka. 2. mecaz. Arka; kıç. 3. Kalçalar. S m âba’de’t-
M aaşlar; aylıklar, tabiâ, {OsT} F izik ötesi; metafizik.
m a’aşir, [Ar. ‘işret > m a'şer > m a'âşir yıU*] (ma- m a’bed, [Ar. ibâ'det > m a'bed {OsT} is. -*■ ma
a:şir) {OsT} is. Topluluklar; cemiyetler, bet.
maaşlı, [maaş-lı] sf. 1. Vermiş olduğu hizm et karşı mabal, -li [Ar. vebal => mabal / mobal] {ağız} is.
lığında devletten aylık alan; aylıklı. 2. (Belirtilen Vicdanı inciten şey; günah. [DS]
miktarda) aylığı olan, m a’ber, [Ar ‘ubür > m a'b er jyw] {OsT} is. 1. Geçi
maaşsız, [maaş-sız] sf. 1. (Kişi için) gördüğü hizmet lecek yer; geçit; köprü; kemer. 2. Büyük kiliselerde
karşılığında devletten aylık almayan. 2. (Hizmet binanın diğer bölümlerinden yüksekçe olan dar ve
için) devletçe herhangi bir aylık ödenmeyen, uzun yapılmış orta kısım,
m a’atıf, [Ar. m a'tıf > m a'â tıf (maa:tıf) {OsT} maber, [? m aber / mabere] {ağız} is. Dokuma tezgâ
is. Bakılacak, seyredilebilecek yerler, hında, ipleri tutmaya yarayan gücünün arkasındaki
ma’atir, [Ar. m ı'târ > m a'âtır (maa:tır) {OsT} yuvarlak ağaç. [DS]
is. Sürekli güzel koku sürünenler, mabet, -di [Ar. ‘ibâdet>m a‘bed -u**] (ma:bet) {OsT}
m a’atteessüf, [Ar. m a 'a ’t-te’essüf ı-i-Ü I £»] (ma- is. B ir dine bağlı olanların belirli zamanlarda toplu
veya tek olarak ibadet etmeleri için yapılmış özel
a'tteessüf) {OsT} zf. “Üzülüyorum ki...” “ N e.yazık
yapı; tapınak,
ki...” anlamında kullanılır,
mabeyin, -yni [Ar. m â-beyn joU] (ma:beyin) is. 1.
m a’avil, [Ar. m i'vel > m a'âvil JjU»] (maa:vil) {OsT}
İki şeyin arası; ara; aradaki. 2. mecaz. İki kimse
is. Kaya parçalamaya yarayan sivri uçlu kazmalar;
arasına giren soğukluk. 3. Eski konak ve saraylarda
külünkler.
harem ve selamlık bölüm lerini ayıran daire. 4. Sa
ma’avin, [Ar. m a'ünet > m a'âvin ojUj] (maa:vin) rayda yüksek görevlilerle ilgililerin başvuracakları
{OsT} is. 1. Yardımlar. 2. Yol yiyecekleri; azıklar, ve padişahın yakınlarının bulunduğu yer. 5. Padi
maayib, [Ar. 'ayb > m a'îb > m a'âyib (ma- şah sarayı. S mabeyin baş kâtibi, Sarayın yazı
a:yib) {OsT} is. Ayıp olarak kabul edilen şeyler; işlerini yöneten m em ur ve kâtiplerin amiri. || mabe
özürler; lekeler; kusurlar, yin çavuşu, Padişahı korumak, atlı habercilik
yapmak, davetlileri saraya çağırmak gibi görevleri
m a’ayiş, [Ar. m a'ışet > m a'âyiş jîjUo] (maa:yiş)
yerine getiren askerî saray memuru. || mabeyin er
{OsT} is. 1. Y aşamak için gerekli nesneler. 2. Ge kânı, Saray ileri gelenlerine verilen isim. || mabe
çinmeler; geçmişler. yin feriki, Padişahı korumakla görevli askerlerin
« t u M E s i b ü i i • 2997 MAC
macunlaşma, [macun-la-ş-ma] (ma:cunlaşma) is. caz. Kendini beğenmiş; gösterişe düşkün kim se.||
Macunlaşmak eylemi, maça beyi gibi kurulmak, Saygısız biçimde y a y ı
macunlaşmak, [macun-la-ş-mak] (ma.cunlaşmak) larak oturmak. || maça kızı, 1. Maça dizisindeki on
dönşl. f. [-ır] M acun kıvam ına gelmek; macun gibi ikinci kâğıt. 2. Maça kızının on üç sayı sayıldığı bir
olmak; macun durumunu almak, tür iskambil oyunu.\\ maçası sıkışm ak, argo. Zor
macunlu, [macun-lu] (ma:cunlu) sf. 1. İçinde veya duruma düşmek, bir güçlükle karşılaşmak,|| maçası
üzerinde macun bulunan. 2. M acunu bulunan; m a sıkmak, argo. Yeterince cesaret sahibi olmak.\\
cun sahibi olan. 3. M acun doldurulmuş veya macun maçayı kurtarmak, argo. Zor bir durumdan sıy
çekilmiş olan, rılm ak.|| maçayı sıkmak, argo. Güçlüğe katlan
macunluk, -ğu [macun-luk] is. 1. M acun konulan mak; sıkıntıya dayanmak.
kap. 2. sf. M acun yapmaya uygun olan. maça2, [? maça] {ağız} is. 1. Keserin çivi sökm ek için
m acur1, [Ar. muhacir => mâcur] (ma:cur) {ağız} is. kullanılan delik yeri. 2. Tek taraflı ve uzun saplı
Göçmen; muhacir. [DS] çapa. [DS]
macur2, [? macur] {ağız} is. Kavun ve karpuzun yeni maça3, [? maça] {ağız} is. A tla eşeğin birleşmesinden
olmuşu; tazesi. [DS] doğan katır; babası at, anası eşek olan katır. [DS]
macus, [Ar. mecüs (zerdüşt)] {ağız} sf. (Kişi için) ara maça4, [paça > maça ?] {ağız} is. K oyunun ön bacak
bozucu; iki yüzlü. [DS] larının dizden yukarı bölümü. [DS]
macuş, [Ar. mecüs (zerdüşt) ?] {ağız} sf. -* macus. maçacı, [maça-cı] is. M açalan döküm kalıplarına
[DS] yerleştirm ekle görevli işçi,
-m aç1, [-ma+aş] yap e. Fiilden isim türeten ek. Ey m açalok, -ğu [? maçalok] {ağız} sf. Güzel. [DS]
lemin belirttiği eylemle ilgili olarak yem ek adları maçça, [maçça] {ağız} is. Kötü pişirilmiş, bozuk ye
yapar: bulamaç, oğmaç, tutmaç, bazlamaç, akıt- mek. [DS]
maç. maçcalı, [maçca-lı] {ağız} sf. Eğitim görmemiş; eği
-maç2, [-ma-ç / -meç] ya p e. 1. Fiilden isim yapan ek. tilmemiş. [DS]
Eylemin belirttiği kavram la ilgili olarak araç adları maçcıldamak, [maç (yans.) > maç(c)-ıl-da-mak] {çı
türetir: emmeç, kurutmaç, doğrultmaç. 2. Fiilin be ğız} gçsz. f. [-r] [-d(ı)-yor] Ağız şapırdatarak ye
lirttiği eylemin sonucunda ortaya çıkmış olan du mek. [DS]
rum veya biçim kavramı vererek adlar türetir: y ırt m açça1, [? maçça / maçça] {ağız} is. 1. Üstünde du
maç. rulan konu. 2. Sebep. [DS]
m aç1, [mac / maç / meç / mıc / mıç (yans.)] ünl. maçça2, [? m açça / maçça / macca] {ağız} 1. Dert;
Şapırdatarak yemeyi içmeyi, çiğnem eyi anlatan onulm az hastalık. 2. İltihaplı yara; yangı; iyileşme
kök. [Zülfikar] m aç(ç)-ık maççık, maç(ç)-ır maççır, si güç yara. 3. Aşırı düşünce ve üzüntüden olan
maç maç. S maç maç, {ağız} (Yemek için) şapırtı sıkıntı. 4. A sma kütüklerinin, ağaçların toprağa ya
lar çıkararak. [DS] kın yerlerinde oluşan ve kurum alarına neden olan
maç2, [maç (yans.)] ünl. Öpmeyi, dudakla emmeyi yumrular. [DS] fi1 maççalar çıkası! {ağız} Onulmaz
anlatan kök. [Zülfikar] maç etmek yaralı hastalıklara yakalanm ası dileğiyle edilen
maç'1, [İng. match] is. 1. Bazı spor dallarında iki beddua. [DS]|| maçça etmek, {ağız} Yormak; üz
rakip takım arasmda yapılan karşılaşma; spor karşı mek. [DS]
laşması; karşılaşma. 2. Özellikle futbol karşılaşma maççak, [maçça-lı] {ağız} sf. 1. Pis; kirli. 2. Uyuşuk;
sı. fi1 maç yapm ak, Kazanm ak amacıyla iki kişi terbiyesiz. 3. Haylaz. 4. Aşağılık. 5. Suratsız. 6.
veya iki rakip takım arasında spor karşılaşması Zayıf; çelimsiz. 7. Hastalıklı; dertli. [DS]
yapm ak; karşılaşmak. m aççık1, -ğı [maç (yans.) > maç-çık] ünl. Yemek
yerken veya sakız çiğnerken ağızdan çıkan ses. S
maç4, [Far. m aç ^L»] (ma:ç) {OsT} is. Öpüş; öpücük.
maççık muççuk etmek, {ağız} Yemek yerken veya
maç5, -cı [Erme, mac (saban sapı) => mac / macı / sakız çiğnerken ağzı şapırdatmak. [DS]|| maççık
maç / maçi] {ağız} is. Sabanm tutamağı. [DS] muççuk yemek, {ağız} A ğzı şapırdatarak yemek.
maça1, [İt. mazza / Yun. matsa] (m a ’ça) is. 1. İs [DS]
kambil kâğıtlarından siyah ve m ızrak ucuna benzer m aççık2, -ğı [maç-çık] {ağız} sf. Hastalıklı; dertli.
olan dizi; pik. 2. Bir ağı gergin ve açık tutm ak için [DS]
kullanılan iki ucu çatallı ağaç. 3. Dökümcülükte maçı, [Bul. mâca / maçî] (maçı:) {eT} is. Kedi. 0
dökümde kullanılan kum vb. malzemeyi tutmaya maçı maçı, {ağız} K edi çağırma ünlemi. [DS]
yarayan, ateşe dayanıklı, kalıptan başka kap. 4. maçıl, [? maçıl] {ağız} is. Yalancı altm; mangır. [DS]
{ağız} Dökümcülükte kalıp içine konulan kum. [DS] maçır, [maç (yans.) > maç-ır] ünl. A ğız şapırdatma
5. argo. Kıç; makat. 6. argo. Cesaret.fi1 maça beyi, sesi, fi1 m açır maçır, {ağız} (Yemek veya sakız çiğ
1. Maça dizisindeki kâğıtların on birincisi. 2. me nem ek için) ağız şapırdatarak. [DS]
MAÇ n m n n m c E H • 3000
m açi1, [eT. maçı] {ağız} is. Kedi. [DS] madak3, [? madak] {ağız} sf. (Kişi için) kısa boylu;
maçi2, [? mac / maçi] is. 1. M ısırları tanelemek için bodur. [DS]
kullanılan kaim şimşir sopa. 2. Sabanın elle tutulan madak4, [? madak] {ağız} is. Hayır için yedirilen ye
sap kısmı. mek; toy. [DS]
maçigel, [? maçigel] {ağız} is. -* maçkal. [DS] madalle, [Ar. dâlâl > madalle / mazalle iU*»] {OsT}
Maçin, [Ar. mâ-çln jvç-U] (ma:çi:n) {OsT} öz. is. Gü is. 1. Doğru yolun kaybolduğu yer. 2. Bir kimsenin
ney Çin. doğru yoldan sapması. 3. Doğru yoldan saptıran;
maçka, [eT. maç! (Jcedi) / Bul. mâcka] {ağız} is. Kedi baştan çıkaran; azdıran,
yavrusu. [DS] madalya, [İt. medaglia] (mada ’lya) is. 1. Savaşlarda
maçkal, [? maçkal] {ağız} s f (Kişi için) sabanı, pul yararlık gösterenlere, yarışm a ve sergilerde derece
luğu yöneten. [DS] alanlara, önemli bir olay dolayısıyla veya ünlü bir
maçmaç, -cı [maç+maç] {ağız} is. Bir tür kertenkele. kimse adına bastırılıp ilgililere verilen, üzerinde
[DS] resim, kabartmalı yazı bulunan, genellikle yuvar
maço, [İsp. macho (erkek)] (m a ’ço) sf. 1. (Erkek lak, madenî nişan. 2. Olim piyat yarışlarında dere
için) erkeğin toplum içinde kadına egemen olduğu ceye girenlere verilen metal nişan. S madalya tö
nu ve onun üzerinde efendilik hakları bulunduğunu reni, Savaş, yarışm a vb. durumlarda yararlık gös
savunan ve böyle davranan; maşist. 2. is. Sert er terenlere madalya verilirken yapılan resm î tören.
kek. madalyalı, [madalya-lı] sf. M adalya almış olan; ma
maçoculuk, [maço-cu-luk] is. Erkeğin toplum içinde dalyası bulunan,
kadına egemen olduğunu ve onun üzerinde efendi madalyasız, [madalya-sız] sf. M adalyası olmayan;
lik hakları bulunduğunu savunan görüş; maşizm. madalya almamış olan,
maçoluk, -ğu [maço-luk] is. Kadmı hor görme ve madalyon, [İt. medaglione] (m a d a ’lyon) is. 1. İçine
ona efendilik taslam a durumu, resim vb. konulan, değerli madenden yapılmış ve
maçuk, -ğu [? maçuk] {ağız} is. Domuz yavrusu. boyuna bir zincir ile asılan oval veya yuvarlak süs
[DS] eşyası. 2. N ormal madalyalardan daha büyük ve
maçuna, [İt. manchina / Yun. mautsina] is. dnz. Ağır ağır olan madalya. 3. M imaride yuvarlak veya oval
yükleri kaldırm akta kullanılan, ikisi yük kaldır alçak kabartma veya süs öğesi. S madalyonun
m akta bir diğeri de ileri geri eğimi sağlayan üç di öteki yüzü, Olumlu görülen ve düşünülen bir ola
reğin çatılması ile meydana gelmiş araç, yın bedeli olan ve olum suz nitelikler taşıyan yönü.
maçur, [maç (yans.) > maç-ur] ünl. Ağız şapırtısı. S m adam 1, [Ar. ma-dam j»taU] (ma:da:m) {OsT} bağ. 1.
m açur m uçur yemek, {ağız} Ağzını şapırdatarak
Değil mi ki; madem; çünkü. 2. zf. Devam ettikçe,
yem ek. [DS]
t? m adam ü’l-hayât, {OsT} H ayat devam ettikçe;
mad, [mad / m ıd / m it / mod (yans.)] ünl. Kendi ken
sağ oldukça.
dine söylenmeyi, homurdanmayı anlatan kök. [Zül
m adam 2, [Fr. madame] is. 1. Fransa’da evli kadınla
fikar] mad-ır-a-n-mak, mad-ır-da-mak, mad-ır-dı
ra verilen san. 2. Türkiye’de M üslüman olmayan
m ada', [? mada] {ağız} is. 1. İstek. 2. Yemek yeme
evli kadın.
isteği. [DS]
madam a, [Fr. madame] (m ada’ma) is. M üslüman
mada2, [? mada] {ağız} is. 1. Pide ve yufka ekmeği
olmayan kadınlara halk tarafm dan verilen ad.
arası kalınlıkta bir tür sac ekmeği. 2. Ham ur aç
m akta kullanılan yuvarlak, yassı yastık. 3. Ekmeği madam e, [Ar. m a-dame fbl»] (ma:da:me) {OsT} zf.
tandıra yapıştırmakta kullanılan içi ot dolu minder. Süresince; devam ettikçe.
[DS] -m adan, [-ma-dan /-meden] yap. e. Fiilden zarf
m ada3, [Ar. m i‘de => mâda] (ma:da) {ağız} is. Mide. türeten ek. Z arf fiiller yapar: görmeden (geçmek),
[DS] S1 madası şakıramak, Cinsel istek duymak. konuşmadan (beklemek), başlamadan (bıkmak).
mada4, [Ar. mada / mazâ / Uk>] (mada:) {OsT} madan, [? madan] {ağız} s f Akılsız; serseri. [DS]
madam s, [Yun. makadenosi => maydanoz] (ma:da
çek.f. Geçti.
nış) {ağız} is. M aydanoz. [DS]
madahik, -ki [Ar. madhek > madâhik ı t U . ] (me- madar, [? madar] {eT} is. Şeytan. [EUTS]
da:hik, h kalın söylenir) {OsT} is. D urumuna gülü m adara1, [? madara] sf. 1. argo. Kötü; sevimsiz;
necek nesneler; soytarılar; komikler. bayağı; âdi; boş; niteliksiz. 2. {ağız} (Kişi için) tem
m adak1, -kı [Ar. madâk/mazâk jUâ»] (mada:k) {OsT} bel. [DS] 3. {ağız} İş görmez. [DS] S madara et
is. Darlık; sıkıntı. mek, argo. 1. Birinin yalan veya yanlışını çıkara
rak mahcup etmek; utandırmak. 2. argo. Bir şeyin
madak2, [Ar. m eta' (ticarî mal) => matah > madak]
sahte olduğunu ortaya çıkarmak. || madara olmak,
{ağız} is. Değerli şey. [DS] Yalanı ortaya çıkmak; mahcup olmak; utanmak.
İ M I S I M I . 3001 MAD
madara2, [? madara] {ağız} is. Yassı taşçı çekici. maddecilik, -ği [madde-ci-lik] is. fel. 1. M addeyi tek
[DS] gerçeklik olarak kabul eden, düşünceyi de m addî
madara3, [? madara] {ağız} is. Kiriş. [DS] bir olgu olarak ele alan felsefî öğreti; ruhçuluğun
madaracı, [madara-cı] sf. argo. Kalpazan, karşıtı olarak maddeden başka bir cevherin varlığı
madaralaşma, [madara-la-ş-ma] is. M adaralaşm ak nı kabul etmeyen öğreti; özdekçilik; materyalizm.
eylemi veya durumu, 2, Para, mal gibi zenginliklere önem verme ve
madaralaşmak, [madara-la-ş-mak] gçsz. f. f ı r ] M a maddî zevklere düşkün olma; maddiyatçılık. 3. İs
dara duruma düşmek; kötüleşmek; fenalaşmak, lam felsefesinde, maddenin temel ilke olduğunu
ileri süren düşünce sistemi,
madarib, [Ar. darb / zarb > madrab / mazrab > ma-
maddeleşme, [madde-le-ş-me] is. Madde hâline gel
dârib / mazârib ı_ijUio] (ma:da:rib) {OsT} is. Dövü me.
lecek yerler. 0 madârib-i emsal, {OsT} Atasözü maddeleşmek, [madde-le-ş-mek] dönşl, f. [-ir] (So
söylenecek durum, y e r ve zaman. yut şeyler için) algılanabilir duruma gelmek; m ad
madas, [? madas] is. Şaşkınlık; tutukluk, fi1 madas de durum una gelmek,
kalmak, {ağız} Şaşırmak; donakalmak. [DS] maddesel, [madde-sel] s f 1. Madde ile ilgili olan;
madca, -aı [Ar. m adca1 {OsT} is. Mezar; kabir. maddî. 2. fiz. M addenin niteliklerini taşıyan; m ad
dî. 0 maddesel nokta, B ir maddenin, üç boyuttan
madde, [Ar. madde oiU] {OsT} is. 1. Duyularla algı soyutlanmış var sayılan en küçük parçası; kütlesi
lanabilen, uzayda yer kaplayan ve ağırlığı olan, bir noktada toplandığı var sayılan cisim.
bölünebilen nesne; özdek. 2. B ir şeyi m eydana ge
maddeten, [Ar. maddeten îîU] (m a ’ddeten) {OsT} zf.
tiren öge; unsur. 3. Para, mal gibi zenginlik belirtisi
1. M adde bakımından; cisim olarak. 2. Açıkça an
olan değerler. 4. Bir kanun, bir sözleşme, katalog
vb. yerlerde çoğunlukla rakam la belirtilen kendi laşılır biçimde; kesin olarak; fiilen. 3. Gözle görü
başına bir bütün olm akla birlikte önceki ve sonraki lür, elle tutulur olarak; somut olarak; gerçekte;
bölümlerle genel bir bağı bulunan kısım. 5. A nsik nesnel. 4. Para ve zenginlikle ilgili olarak; malî
bakımdan. 5. İş olarak; iş ile ilgili olarak,
lopedi, sözlük gibi eserlerde açıklanan kelime veya
konulardan her biri. 6. gnşl. fiz. Cisimle veya be maddî, [Ar. m âddı / maddiye j i l » / (maddi;)
denle ilgili nesne. 7. Belirli ayırt edici özelliği bu {OsT} sf. 1. M addeden meydana gelen; maddeden
lunan nesne. 8. Bir yara veya çıbandan akan cera oluşan; maddesi bulunan; elle tutulabilir, duyularla
hat; irin. 9. Erkekte cinsel organ. S madde başı, anlaşılabilir olan; somut. 2. M adde ile ilgili olan;
Sözlükçülükte başlı başına bir kavramı karşılayan maddeye ait; maddeye ilişkin. 3. Kişilerle değil de
ve satır başı yapılarak açıklanan kelime veya keli nesnelerle ilgili olan; eşyalara ilişkin olan; m adde
me grubu; sözlük birimi.\\ madde-i asliye, {OsT} sel. 4. Hayatın gereksinmelerine ilişkin olan; som ut
dbl. 1. Çekim eklerinden soyutlanmış kelime; göv yaşam a ihtiyaçlarım, şartlarını ilgilendiren. 5. D ü
de. 2. Kelimede ekler dışında kalan değişmez kı şünce, niyet vb.nden daha çok yapım özelliklerine
sım; köken.|| madde-i dim âğıye, {OsT} biy. Le- ilişkin. 6. mecaz. Paraya, m ala mülke çok önem
sitin. || madde-i hadrâ, {OsT} 1. Yeşil madde. 2. veren; maddiyatçı; maddeci. 7. Parasal olanaklara
bot. Klorofil,|| madde-i haşebiye, {OsT} bot. Odun ilişkin olan. 0 maddî hareket, huk. Suçun m addî
özü.|| madde-i hücreviye-i zü ’l-surüc, {OsT} kim. unsurunun insan vücuduyla ■yapılan bölümünü
Nitroselüloz.\\ madde-i ibtidâiye, {OsT} kim. Ham meydana getiren hareket. || m addî mesele, Yargıla
madde.|| madde-i kışriye, {OsT} bot. Kabuk bölge- nacak olan uyuşmazlığın olayla ilgili kısmı.
sz.|| madde-i m ahsûsa, {OsT} huk. B ir kimseye, o maddileşme, [maddi-le-ş-me] (maddi.Teşme) is.
kimsenin halkın hakaret ve nefretine maruz kalm a M addileşmek eylemi veya durumu,
sına sebep olacak şekilde belli bir eylem yükleme. || maddileşm ek, [maddi-le-ş-mek] (m addileşm ek)
madde-i musavvire-i müşekkile, {OsT} anat. dönşl. f. [-ir] Maddeye önem verir olmak; para,
Plazma. || madde-i m usavvire-i ülâ, {OsT} biy. mal m ülk vb. şeylere önem verir olmak,
Protoplazma.\\ madde-i m ülevvine, {OsT} kim. B o
maddilik, -ği [maddi-lik] (maddi:lik) is. M addî olm a
yar madde.|| madde-i münevvime, {OsT} kim.
durumu; paraya, mala mülke düşkünlük,
Uyuşturucu madde.|| madde-i müşekkile, {OsT}
biy. Plazma.\\ madde-i sincabiye, {OsT} kim. Boz maddiyat, [Ar. m âddiyyât oUsU] (maddiya:t) {OsT}
madde. || m addetü’l-fesâd, Fesada sebebiyet veren. is. 1. M addî olan, duyu organları ile kavranabilir
maddeci, [ma.dde-ci] is. 1. H er türlü varlığın m adde şeyler; maddeler; madde ile ilgili şeyler; m addî
ye dayandığını kabul eden ve bu görüşü ileri süren şeyler. 2. mecaz. Para, mal m ülk gibi zenginliğe ait
kimse; özdekçi; materyalist. 2. mecaz. Yalnızca şeyler.
maddî, fizikî gerçeklere ve zevklere düşkün olan maddiyatçı, [maddiyat-çı] sf. Maddiyata, paraya,
kimse. 3. mecaz. Para ve mal düşkünü olan kimse. m ala mülke aşırı derecede önem veren.
MAD Ö IÜ M 1 1 K C E S 0 M • 3002
maddiyatçılık, [maddiyat-çı-lık] is. Maddiyatçı olma bilim ci, M inerallerin fizik se l ve kim yasal özellikle
durumu; maddecilik, rini, oluşum ve ortaya çıkış şartlarını, m ineral tür
maddiye, [Ar. m addî / maddîye 4 0 U] (ma:ddi:ye) lerini belirleme işlemini yapan uzman; mineral
uzmanı; m ineral bilimci; mineralog. || maden bili
{OsT} sf. 1. M addeyle ilgili; maddeye ilişkin. 2. is.
mi, Madenlerin fizik sel ve kim yasal özelliklerini,
M ateryalizm.
oluşum ve ortaya çıkış şartlarını inceleyerek ma
m addiyet, [Ar. m addî > mâddıyet aoU] (maıddiyet) den türlerini belirlemeyi amaçlayan bilim dalı; m i
{OsT} is. Gözle görülür, elle tutulur şey; madde neral bilimi; mineraloji.]] maden cevheri, Birleşi
kısmı. m inde önemli ölçüde değerli madenler bulunan
maddiyun, [Ar. mâddiyyün (madiyum) {OsT} doğal madde; maden filizi.]] maden damarı, Yer
kabuğunda maden cevherinin yoğun olarak bulun
is. Maddeciler; materyalistler,
duğu bölüm.]] maden devri, M adenlerin kullanıl
m ade, [Far. mâde »:>U>] (ma.de) {OsT} sf. (İnsan ve maya başladığı, tarih öncesi devirlerin en sonun
hayvan için) dişi, cusuna verilen ad.]] maden direği, Maden ocakla
madegân, [Far. mâde-gân jlfiU ] (ma:degâ:n) {OsT} rındaki tünellerin korunmasında kullanılan ağaç
is. Dişiler. direkler.|| maden filizi, M aden cevheri.]] maden
filizi, Birleşiminde önemli ölçüde değerli madenler
madegî, [Far. mâde-gî (ma:degi:) {OsT} is. D i bulunan doğal madde; maden cevheri. || maden
şilik; kadınlık özelliği; kadınlık, gazı, M adende oluşan gaz. || maden hakları, huk.
madein, [İng. made+in] (meydin) sf. (Bir ülke adının Maden aranması, bulunmuşsa işletilmesi için veri
önünde getirildiğinde) o ülkede yapılmış olan, len izinler ve maden yataklarının bulunmasında
m a’delet, [Ar 'adi > m a'delet / m a'dilet cJ-u*] {OsT} yardım cı olanlara verilen m addî imkânlar.|| m a’-
den-i asîl, {OsT} kim. Soy metal.]] maden işçisi, Bir
is. Adillik; insaflılık; doğruluk. S m a’delet-
giister, {OsT} Adaletli; insaflı; doğru. || m a’delet- maden ocağında veya işletmesinde çalışan işçi.]]
kâr, {OsT} Adaletli; doğru; insaflı.]] m a’delet- maden katranı, P etrol zifti.]] maden kömürü, Taş
nişân, {OsT} Adaletli; doğru; insaflı.]] m a’delet- kömürü.]] maden kuyusu, Maden ocağı.]] maden
perverî, {OsT} Adaletlilik; doğruluk; insaflılık. mavisi, K ül rengine çalan p a rla k mavi]] m a’den
m ukataası, M aden idaresi]] maden mühendisi,
madek, [? m adek / medek] {ağız} is. 1. Dişi manda.
M adenlerin tanımı, çıkarılması ve işlenmesi ile il
2. M anda yavrusu; malak. [DS]
g ili uzman.]] maden ocağı, 1. Maden veya kömür
madem, [Ar. mâdâm j>bU] (ma;dem) {OsT} bağ. çıkarılan arazide yere açılan büyük boşluk. 2. Bir
“...diği için; değil m i ki... ” anlamlarıyla başına ge maden yatağını işletmek için kurulmuş bulunan
tirildiği cümleyi sonraki cümleye bağlar, tesislerin tiimü.]] maden sicili, Bütün madencilik
mademki, [Ar. mâdâm + Far. ki <£<olo] (ma;demki) faaliyetleri ile ilgili bilgilerin kaydedildiği kütük]]
maden sodası, Maden suyu içine sıkıştırılmış gaz
{OsT} bağ. “...diği için; değil m i ki... ’’ anlamlarıyla
başına getirildiği cümleyi sonraki cümleye bağlar; doldurularak şişelenm iş içme suyu]] maden suyu,
madem. İçinde erimiş m ineraller bulunan ve çoğunlukla
tedavide kullanılan kaynak suyu.]] maden yağı,
m aden1, [Ar. m a'den ûJuw] (ma;den) {OsT} is. 1. Yer Petrolden üretilen yağ]] maden yatağı, Maden
kabuğunun içinde veya üstünde bulunan, çeşitli iç filiz i katmanlarının bulunduğu alan.]] maden yü
ve dış etkenler altında oluşmuş, ekonomik değer nü, Yalıtkan olarak kullanılan bir tür yünüm sü
taşıyan m ineral veya fosil. 2. Genellikle ısıyı ve madde. || maden zifti, K öm ür y a da petrol atıkla
elektriği iyi ileten, kendine has parlak bir yüzey rından elde edilen katran.
görünüm ü ve parıltısı olan, çoğunlukla bazik oksit maden2, [maden] {ağız} is. Dağların ufak taşlı ya
ler verme eğilimi gösteren basit cisim; metal. 3. maçları. [DS]
M aden ocağı veya işletmesi. 4. Çok değerli ve zen madenci, [maden-ci] (ma:denci) is. 1. Bir maden o-
gin şeyleri kapsayan yer. 5. İyi kazanç getiren iş. 6. cağı işleten kimse. 2. M aden ocağında çalışan gö
Parası elinden kolayca alınan ve kumarda hep yeni revli veya işçi. 3. M ineraloji veya metalürji ile uğ
len kimse. 7. argo. Parası bol kimse. 8. argo. De raşan kimse.
ğersiz kimse. 9. sf. Madenden yapılmış olan; metal;
madencilik, -ği [maden-ci-lik] (ma;dencilik) is. 1.
madenî. S maden amelesi, Maden ocaklarında
Y er altındaki madenlerin araştırılması, bulunması,
çalışan işçi.]] maden arama, B ir arazide maden
ocaktan çıkartılması, işletilmesi vb. ile ilgili teknik
bulunup bulunmadığını belirlemek için yapılan iş
ve usullerin tümü; m aden işletmeciliği. 2. M aden
ve işlemlerin tümü.]] maden arama izni (ruhsatı),
cinin işi veya mesleği.
huk. Belirli alanlarda maden arama yapılabilmesi
için devletçe verilen izin ve yetki belgesi. || maden m adenî, [Ar. m a'denl (ma.deni;) {OsT} sf. 1.
Ö I Ü M I M Î 1 M İ . 3003 MAD
Madenden yapılmış; metal; metalik. 2. M adene öz m ad ern a m i, [Far. m âder nâmı {OsT} sf.
gü nitelikleri olan. 3. M adene ilişkin; madene ait;
Ana sanlı.
maden ile ilgili. S m ad en î p a ra , Altm, gümüş, ba
kır, alüminyum veya bunların alaşımlarından y a m ad erşah i, [Far. mâder-şâhî pU ] (m a d e r
pılm ış para; demir para. || m ad en î ses, Metalden ş a h i;) {OsT} sf. Kadının soyunun etrafında topla
yapılm ış bir araçtan çıkarmış gibi çın çın öten ses; nan ve buna göre düzenlenen; anaerkil; matriarkal,
metalik ses.|| m adenî yağ, M adensel ürünlerden m ad erşah ilik , -ği [maderşahi-lik] (ma:derşa:hi;lik)
elde edilen yağ. || m ad en î y ü n , Maden yünü. is. sosy. Kadına üstün bir siyasi rol tanıyan sosyal
m adenis, [Yun. makedonis => mâdenis] (ma.denis) düzen; anaerki,
{ağızj is. Maydanoz. [DS] m a d e rz a d , [Far. mâder-zâd _pl»] (ma;derza;d)
m adeniyat, [Ar. m a'deniyât oU -u*] (ma:deniya:t) {OsT} sf. Anadan doğma; doğuştan.
{OsT} is. 1. Madenler. 2. M adenden yapılmış şey m ad g ,'[A r. madğ {OsT} is. Yutmadan önce y i
ler. 3. M aden bilgisi; mineraloji, yecekleri ezme; çiğneme. S1 m adg etm ek, {OsT}
m adeniye, [Ar. m a'deniye (ma:deniye) {OsT} Çiğnemek.
sf. 1. Madenle ilgili olan. 2. M aden bilim iyle ilgili m a d g are, [Ar. madğare o_^.u] {OsT} is. İki tarafın
olan.
şiddetli saldırısı ile olan savaş,
m adeniyun, [Ar. m acdeniyyün (ma:deni-
m ad h ek , [Ar. m adhek {OsT} is. Haline gü
yu:n) {OsT} is. Maden bilim iyle uğraşan kimseler;
lünecek şey; soytarı; komik.
maden bilimciler; mineraloglar,
-m adı, [-madın / -medin / -madı / -medi] {eT} yap. e.
m adenkırm ız, [Ar. m a'den+kırm ız {OsT} is. -* -madın.
kim. Antimonun kırmızı renkli mineraline verilen -m ad ıcak , [-ma-dı-cak] {eAT} yap. e. -madıkça; -m a
isim. diği sürece.
m adenli, [maden-li] (ma:denli) sf. İçinde maden bu
m adıg, [Ar. mâdığ (ma:dığ) {OsT} is. Ağızda
lunan.
çiğneme.
m adensel, [maden-sel] (ma:densel) sf. 1. M adene
özgü olan; madenî; metalik. 2. Madenle ilgili olan; m ad ik , -ğı [Erme, matutak => m adımak > madik]
madenî. 3. Birleşiminde maden bulunan; madenden {ağız} is. 1. Madımak. 2. Devtabanı bitkisi. [DS]
yapılmış; madenî, m ad ım ah , [Erme, matutak => madımah] {ağız} is. -*■
m adenselleşm e, [maden-sel-le-ş-me] (m adenselleş madımak. [DS]
me) is. M adenselleşmek eylemi veya durumu, m ad ım ak , -ğı [Erme, matutak (meyan kökü)] is. 1.
m adenselleşm ek, [maden-sel-le-ş-mek] (m a d en sel bot. Kara buğdaygillerden, yol ve tarla kenarların
leşmek) dönşl. f. [-ir] M aden özellikleri kazanmak; da yaygın olarak yetişen, kısa saplı ve sivri uçlu
maden durum una girmek, oval yaprakları ve küçük pembe çiçekleri sebze
madensi, [maden-si] (ma:densi) sf. 1. M aden gibi o- olarak yenen çok yıllık otsu bitki, (Polygonum
lan. 2. is. kim. M etallerin fiziksel, ametallerin kim cognatum). 2. folk. Orta A nadolu’da kadınlar ara
yasal özelliklerini taşıyan kimyasal elementler; m e smda oynanan türkülü, halay türü bir halk oyunu.
talsi; metaloit, & m a d ım a k aşı, M adımak bitkisini bulgur, soğan
m adensizleşm e, [maden-siz-le-ş-me] (ma:densizleş ve yağla pişirm ek suretiyle yapılan yemek.
me) is. tıp. D okularda bulunan madensel m ad m ad ım alak , -ğı [Erme, matutak => m adımak / ma-
delerin normalden daha fazla boşaltım yoluyla atıl dım alak / madımalagı / madmak pancarı / mar-
ması durumu, dımalak] {ağız} is. Madımalak. [DS]
m ader, [Far. m âder jjlo] {Os T} is. Ana; anne, ö m â- m ad ım an ah , [Erme, matutak => madımanah] {ağız}
is. -*■ madımak. [DS]
d er be h a tâ , {OsT} Anadan kusurlu; piç. || m a d e r-
-m ad ın , [eT. matı / matın > -m a-dm / -medin] {eT}
ender, {OsT} Üvey ana.|| m âd er-n âm î, {OsT} sosy.
{eAT} yap e. Fiillerden zarf fiil türeten ek; zarf fiilin
-*• mademami.|| m âd er-şâh î, {OsT} sosy. -*• m ader
belirttiği eylemin, esas fiilden sonraya kaldığını i-
şahi. || m âd er-zâd , {OsT} Anadan doğma.
fade eder; günümüzdeki “-madan; -maksızm; -
m aderane, [Far. mâder-âne uljiU] (ma:dera;ne) mayarak; -madan önce” değeri ile karşılanabilir.
{OsT} z f Anaya yakışır biçimde; ana gibi, yir-m edin (küçümsemeden), “Suyu sovut-madın i-
m aderî, [Far. mâderî] (m a:deri;) {OsT} is. 1. Anne çerler. ” M iftahü’l-Cenne.
lik; anne olm a durumu. 2. Anne tarafından olan m a d ıra n m a k , [mad (yans.) > mad-ır-a-n-mak] {ağız}
akrabalık. dönşl. f. [-ır] Birine kızıp kendi kendine söylen
m aderiyet, [Far. m âder + Ar. -iyyet co_,jb>] (ma:de- mek. [DS]
riyet)v is. Analık. m ad ırd a m a k , [mad (yans.) > mad-ır-da-mak] {ağız}
MAD fllÜ M IİR S Ü M • 3004
gçsz. f. f-r] f-d(ı)-yor] Çok söylenmek; dırdır et madran, [? madran] {ağız} is. Testi. [DS]
m ek; homurdanmak. [DS] m adrap1, -bı [? madrap] {ağız} is. 1. Y ıllarca insan
madırga, [Ar. mıtrak > matraka => madırga] eli değmemiş, işlenmemiş toprak. 2. Temel atılacak
{ağız} is. Yassı taşçı çekici. [DS] toprak. [DS]
madırıb, [? madırıb] {ağız} sf. Sonuçsuz, ö ma- m adrap2, -bı [? madrap] {ağız} is. İncir. [DS]
dırıbda kalmak, {ağız} A çıkta kalmak; sonuçlan m adraspant, [? madraspant] {eT} is. M anihay tanrı
mamak. [DS] larından birinin adı. [EUTS]
madırka, [Ar. mıtrak > matraka - t a => madırka] madreb, [Ar. darb > madreb / madrıb v v - H {OsT}
{ağız} is. -*■ madırga. [DS] is. (Çadır vb. için) kurm a yeri; kakm a yeri,
madrepor, [İt. madrepora] is. zool. M ercan resifleri
madih, [Ar. mâdih / mâdihe j-ol» / a ^ U ] (ma:dih, h
nin oluşumunda rol oynayan, selentereler sınıfın
kalın söylenir) {OsT} sf. M etheden; öven, dan mercan yapıcı, pek çok türü bulunan hayvanla
madik, -ği [Erme, matik (hile) / matn (parmak)] is. rın ortak adı; mercan, (Madrepora).
1. {ağız} Misketi, baş parm akla işaret parm ağı ara
madreporlar, [madrepor-lar] is. zool. Hem bölüne
sından atarak oynanan bilye oyunu. [DS] 2. argo.
rek hem tom urcuklanarak çoğalan, deniz gülü cin
Hile; dalavere. 3. {ağız} Kara üzüm. [DS] 5" madik
sinden, meydana getirdikleri kalker kolonilerin bi
atm ak (etm ek / oynamak), argo. K azık atmak; hile
rikmesi ile mercan adacıklarını oluşturan mercanlar
yapm ak; dalavere çevirmek; {ağız} (aym) [DS].
sınıfından hayvan takım ının adı; mercanlar, (Mad
madikçi, [madik-çi] is. argo. Dalavereci; hileci; dü repor aria).
zenbaz.
m adrıp, [? madrap] {ağız} is. Yıllarca insan eli değ
m a’dil, [Ar. m a'dil J-bu] (ma-dil) {OsT} is. 1. Sapı memiş, işlenm emiş sahipsiz toprak. [DS]
lacak yer. 2. Bazı Farsça kelimelerde yazıldığı hâl m adribe, [Ar. m adıibe {OsT} is. Kılıcın ağzı.
de okunmayan “M İyi” harfleri,
m adrigal, -li [İt. madrigale] (ma'drigal) is. ed. 1.
m a’dilet, [Ar. m a'dilet oJ-bu>] (ma-dilet) {OsT} is. İnce, zarif ve sevecen bir düşünceyi veya çapkınca
Adillik; doğruluk, iltifatları dile getiren küçük pastoral şiir. 2. müz.
madimak, [Erme, matutak => madımak] {ağız} is. İnsan sesleri için yazılmış oda müziği türü.
M adımak. [DS] madrub, [Ar. darb >madrüb v J j - " ] (madru;b) {OsT}
madiyan, [Far. mâdiyân ol^L»] (ma;diya;n) {OsT} is. is. 1. Vurulmuş; çarpılmış. 2. (Para, m ühür mumu
Kısrak. vb. için) damgalanmış; basılmış. 3. mat. Çarpılan.
madlen, [Fr. madeleine] is. 1. Şekerle çırpılan yu madrubat, [Ar. m adrübât o L j^ io ] (madru.ba.t)
murta, un ve eritilmiş yağdan meydana gelen ha
{OsT} is. mat. Çarpılanlar. S madrubâta tefrik,
m ur kalıplara döküldükten sonra fırında pişirilerek
{OsT} Çarpanlara ayırma.
hazırlanan bir tür Fransız keki. 2. Özel bir çikolata
türü. madrubeyn, [Ar. madrübeyn (madru;beyn)
madmalak, [Erme, matutak => madımak] {ağız} is. {OsT} is. mat. Birbiri ile çarpılan iki sayıdan her
Madımak. [DS] biri.
madoş, [? madoş] {ağız} is. Gururlu; kibirli. [DS] madrubunfih, [Ar. m adrüb’ün-fıh ^ ‘- jjj-iw] {OsT}
madraba, [? madraba] is. 1. A t yarışlarında atların is. mat. Çarpan,
eşit şartlarda yarışmalarını sağlamak amacıyla eye
madrus, [Ar. durs > madrüs (madru:s) {OsT}
re veya eyer altındaki örtüye takılan kurşun ağırlık
levhalarına verilen ad. 2. {ağız} Ürün kaldırma za sf. 1. Taşlarla örülmüş; taşlarla örtülmüş. 2. mecaz.
m anı sap, gübre taşımaya yarayan iki tekerlekli (Davranış için) sert bir şekilde yapılmış,
araba. [DS] m a’dud, [Ar. ‘add > m a'düd / m a'düde
madrabaz, [Far. madara-bâz ? jU (madra (ma-du:d) {OsT} sf. 1. Sayılmış; sayısı belli. 2. Sa
b a z ) {OsT} is. 1. Hayvan, balılc, sebze, meyve balık yılan; addolunan. 3. Belli bir cinsten veya sınıftan
gibi çeşitli yiyecek maddelerini yerinden alarak sayılan.
toptancıya satan kimse. 2. sf. mecaz. M üşteriyi al ına’dudat, [Ar. m a'düd > m a'düdât o b jju u ] (ma-
datan; hileci; hilekâr. S madrabaz kayığı, Os du:da:t) {OsT} is. Tane hesabıyla alınıp satılan şey
manlIlar zam anında ığrıp ve dalyanları dolaşarak ler.
ucuz fiyata balık satın alan madrabazların kullan
m a’dudiyet, [Ar. m a'düd > m a'düdiyyet c-ojJjw ]
dığı kayık.
m adrabazlık, -ğı [madrabaz-lık] is. 1. M adrabaz (ma-du;diyet) {OsT} is. Sayılma.
olm a durumu. 2. M adrabazca davranış. -m aduk, [-ma-duk / -medük] {eAT} yap. e. Fiilden
Ö İM IIC İ » 1 . 3005 MAG
öğrenilen geçmiş zaman sıfat fiili türeten ektir, mafiş, [? mafiş] {ağız} is. 1. Bir tür tatlı. 2. Hamurdan
olumsuzluk eki olan “-ma” üzerine gelir; -rnarnış. yapılan yiyeceklerin genel adı; hamur işi. [DS]
“Yazılmaduk (yazılmamış) yazıya nokta konm az / mafiş, [Ar. mâ-fîhi şey’ün (içinde hiçbir şey yoktur)
Açılm aduk (açılmamış) varaktan hat okunm az." (ma: fış) {OsT} ünl, 1. ‘‘Yok! K alm adı!” an
Y usuf ve Zeliha.
lamında kullanılır. 2. is. Bir tür yumurtalı h afif ha
maduk, -ğu [? maduk] {ağız} is. Kökü yenen bir tür
mur tatlısı.
yaban otu. [DS]
maflak, -ğı [? maflak / mafrak] {ağız} is. Tavada
m a’dul, [Ar. ‘udül > m a'dül / m a'dil Jj-u*] (ma- kavrulan nohudu karıştırmakta kullanılan ağaçtan
du.l) {OsT} is. 1. Bazı Farsça kelimelerde yazıldığı yapılm a silindir biçiminde bir leblebici aracı. [DS]
hâlde okunmayan M , !y/ harflerine verilen ad. 2. mafraç, -cı [? mafraç] {ağız} is. 1. Hurç; denk; yolcu
Sapılacak yer. yükü. 2. Düzgünce yığılmış eşya. 3. Yünden do
m a’dum, [Ar. ‘adem > m a'düm p - J " ] (ma-du:m)v kunmuş çamaşır bohçası. [DS]
sf. Y ok olan; bulunmayan. S m a’düm ü’d-dimağ, mafrak, -ğı [? mafrak / maflak] {ağızf is. -+ maflak.
[DS]
{OsT} Beyinsiz.|| m a’düm ü’I-cenâh, {OsT} zool.
Kanatsızlar. || m a’düm ü’l-ercül, {OsT} zool. Ayak- mafsal, [Ar. faşl > mafşıl / mafsal J ~ ^ ] {OsT} is. 1.
sızlar.| m a’düm ü’z-zühre, {OsT} bot. Çiçeksiz, anat. İki kemiğin birleşme yeri; eklem. 2. tek. B ir
madumak, -ğı [Erme, matutak] {ağız} is. Madımak. birine bağlanmış parçaların her yönde dönmesini
[DS] sağlayan bağlantı elemanlarına verilen ad. S5 maf-
madumiyat, [Ar. m a'düm iyât oLaj-bus] (madır.mi- sal-ı gayrı-müteharrik, {OsT} anat. H areketsiz
eklem. j| mafsal-ı müteharrik, {OsT} anat. Hareket
ya:t) {OsT} is. Bulunmaz şeyler,
li eklem; oynar eklem.
madumiyet, [Ar. m a'düm iyyet (madu.mi-
mafsali, [Ar. mafsalı LSU=jj>] (mafsali:)v sf. Eklemle
yet) {OsT} is. Bulunmazlık; yokluk, fi1 m a’dümi-
ilgili olan; ekleme ait.
yet-i esmâr, {OsT} M eyve darlığı.
mafsallı, [mafsal-lı] s f Mafsalı olan; bağlantısında
madun, [Ar mâ-dün OjiU] (ma:du:n) {OsT} sf. 1. mafsal bulunan.
Aşağıda olan; altta bulunan. 2. Alt derecede bulu mafsıl, [Ar. mafşıl J-«io] {OsT} is. Eklem.
nan kimse; ast.
m a’fun, [Ar. ‘ufunet > m a‘fün o y « ] (ma-fu:n) sf.
madurga, [Ar. mıtrak > matraka => madurka]
Bozulmuş; çürümüş; kokuşmuş,
{ağız} is. -*■ madırga. [DS]
madünüs, [Yun. makedonis => mâdünüs] (ma:dü- m a’füv, -vvü [Ar. ‘afV > m a'füv jiw ] {OsT} sf. 1.
nüs) {ağız} is. Maydanoz.[DS] Affolunmuş; affedilmiş. 2. Ayrı tutulmuş,
maestoso, [İt. maestoso] (maesto'so) is. müz. 1. mafya, [İt. maffıa] is. 1. Yasa dışı işlerle uğraşan, zor
Gösterişli, tumturaklı bir şekilde icra edilen parça. kullanarak çıkarlar sağlayan gizli haydut çetesi ve
2. zf. (Çalm a veya söyleme için) tum turaklı ve gös bu örgüte mensup kimse. 2. Ortak çıkarlarım ko
terişli olarak. rum ak için her türlü çareye baş vuran gizli örgüt,
maestro, [İt. maestro] (mae'sto) is. 1. İtalya’da ö- mafyacı, [mafya-cı] is. M afyadan olan kimse; mafya
nemli eserler yaratan bestecilere verilen ad. 2. Bü üyesi gibi davranan kimse,
yük yorumcu, besteci ve orkestra şeflerine verilen mafyacılık, [mafya-cı-lık] is. M afyacı olm a durumu;
ad. 3. O rkestra şefi. m afya üyesi olma,
maf, [Ar. mahv j*-=> m a f ?] (ağız} sf. 1. Duygusuz. mafyalaşm a, [mafya-la-ş-ma] is. M afyalaşmak eyle
mi veya durumu,
2. Aptal. [DS] S maftan geçinm ek, {ağız} Para
mafyalaşm ak, [mafya-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1.
harcamadan, em ek vermeden yaşamak. [DS]|| m af
M afya özelliği kazanmak; m afya gibi olmak. 2.
olmak, {ağız} Onulmaz durum a gelmek; y o k olmak.
[DS] M afya durum una gelmek; mafya olmak. 3. M afya
işleriyle uğraşmak; m afya üyesi olmak; mafyalık
mafat, [Ar. mâ-fat oliU ] (ma:fa:t) {OsT} is. Kaybo
yapmak.
lan, elden çıkan şey. mafyalık, -ğı [mafya-lık] is. M afyanın yaptığı iş.
mafevk, [Ar. mâ-fevk j^sU] (ma:fevk, k kalın söyle m ag1, [Far. mâng] {eT} is. Ay. [ETY]
nir) {OsT} sf. 1. Üstün; üst. 2. Ü st rütbede bulunan; mag2, [Moğ. mag] {e l} is. Övgü; alkış. [ETY] fi5 mag
amir olan. 3. is. Ü stte bulunan şey; üst taraf. 4. is. itmek, A lkışlam ak,|| mag kılmak, Alkışlamak.
Emreden kimse; amir durum unda olan kişi. 5. Bir mag3, [? mag] {ağız} is. Ağaç gövdesi. [DS]
şeyin fazlası; ondan arta kalan. S’ nıâfevka’t- mag4, [? mag / mağ] {ağız} is. Çatılarda iki kiriş
tabi’a, {OsT} Tabiat üstü; doğa üstü. arasındaki açıklık. [DS]
MAG mnmcEsozMiıt.*.
m ag5, [? mag / mağ] {ağız} is. Yığın. [DS] magazi, [Ar. ğazâ > m ağzâ > m ağ âz i / m e ğ â z i cSj1" ]
nıaga, [? m aga / magal] {ağız} is. Sopa; baston. [DS] (mağa:zi) {OsT} is. Savaş h ik ây e le ri; sa v a ş m e n k ı
m agabin, [Ar. mağben > mağâbin (mağa:bin) beleri; kahram anlık hikâyeleri; ep o p e,
{OsT} is. 1. Uyluk kemikleri. 2. Kasıklar, magazil, [Ar. miğzel > m ağâzil JjU * ] ( m a ğ a : z il) v is.
m agafir, [Ar. miğfer >m ağâfır >Uu] (mağa.fır) {OsT} İplik eğirmeye yarayan aletler; iğler,
is. Miğferler. magazin, [Fr. magasin] is. 1. Ç o ğ u k iş i ta r a f ı n d a n il
gi ile izlenen konulara y er v eren , b o l r e s im li, sü r e li
magair, [Ar. ğavr > m ağâ’ir yU»] (mağa:ir) {OsT} is.
yaym. 2. tek. Depo, t? m agazin g a z e te s i, F o t o ğ r a f
M ağaralar. ve resimlere geniş y e r veren d a h a ç o k d e r g i n it e li ğ i
magak, -ki [Far. m ağâk JU j ] (mağa:k) {OsT} is. 1. taşıyan gazete.|| m agazin p r o g r a m ı, T e le v i z y o n
Çukur. 2. Mezar. S magak-ı gar, {OsT} Çukur] larda sanatçı ve sanat dünyası ile ilg ili ç o ğ u n lu k l a
magâk-ı zulm et, {OsT} 1. Karanlıklar çukuru. 2. dedikodu biçiminde k o n u la n iş le y e n p r o g r a m .||
Dünya. 3. İnsan. magazin sayfası, G azetelerde re s im li r o m a n , r e s im
ve fotoğraf, bilmece, bulm aca, f a l g ib i b e ll i k o n u
magakçe, [Far. mağak-çe {OsT} is. Küçük larda yoğunlaşm ış iç sayfa.
çukur. magazinleşm e, [m agazin-le-ş-m e] is. M a g a z i n l e ş
m agal1, [? magal] {ağız} is. Ürün. [DS] m ek eylemi ve durumu,
magal2, [? m agal / maga] {ağız} is. -*• maga. [DS] magazinleşm ek, [m agazin-le-ş-m ek] d ö n ş l. f [ - ir ]
magallamak, [magal-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı)- M agazin hâline gelmek,
yor] Tarla ve bahçeyi çapalamak. [DS] magbar, [? m agbar / m ağbar] {ağız} is. D o k u m a
magamiz, [Ar. mağmaz > m ağâm iz (ma- tezgâhlarında dokunan bezin sa rıld ığ ı a ğ a ç . [D S]
ğa:miz) {OsT} is. Çukur ve karanlık yerler, magbat, [Ar. m ağbat JoJm] {OsT} is. İ m r e n ile c e k y er
m aganda, [? maganda] sf. Kaba saba, görgüsüz ler.
kim se; yontulmadık; anlayışsız; terbiyesiz, magben, [Ar. ğabn > m ağben ,>">] {OsT} is. a n a t. 1.
m ag an d ah k , -ğı [maganda-lık] is. Kaba saba, görgü U yluk kemiği. 2. Kasık,
süz, terbiyesiz olma durumu; terbiyesizlik; anlayış magbun, [Ar. ğabn > m ağ b ü n (m a ğ b u :n )
sızlık.
{OsT} is. I. Alışverişte a ld an m ış o la n . 2 . Ş a ş k ı n ; ş a
magani, [Ar. mağni > m ağan i (mağa:ni) {OsT} şırmış.
is. Haneler; evler, magbuniyet, [Ar. m ağbüniyet o -j* ,* * ] ( m a ğ b u .n iy e t )
maganim, [Ar. ğanem > mağânim (mağa:nim) {OsT} is. Şaşkınlık,
{OsT} is. Savaşta elde edilen mallar; ganimetler, magbut, [Ar. ğıbta > m ağ b ü t i\* - « ] ( m a ğ b u : t) {OsT}
magaras, [Sansk. mahârâja] {eT} is. -* mihrace. sf. 1. G ıpta edilm iş; im ren ilm iş. 2 . M u t lu ; n e ş e l i,
[EUTS]
m ağdur, [Ar. ğadr > m ağdür ( m a ğ d u . r) {OsT}
magarat, [Ar. mağâre > mağârât o tjU j] (mağa:ra:t)
is. mağdur.
{OsT} is. Mağaralar,
m agdure, [Ar. ğadr > m a ğ d ü re ojj-ia*] ( m a ğ d u .r e )
magare, [Ar. mağâre ojLo.] (mağa.re) {OsT} is. M a
{OsT} is. m ağdure.
ğara.
m ağduriyet, [Ar. ğadr > m a ğ d ü riy y e t o o jj J J u i ] ( m a ğ
magarib, [Ar. ğarb > mağrib > mağârib ojUxi],(ma-
d u riy e t) {OsT} is. -*■ m ağ d u riy et,
ğa. rib) {OsT} is. 1. Batı tarafları. 2. Akşamlar,
magib, [Ar. ğaîb > m ağîb v ^ « ] {OsT} is. K a y b o lm a ,
magarim, [Ar. ğarâm et > mağrem > mağârim pL «]
m aglak, -kı [Ar. m ağlak {OsT} is. K ili tl e y e c e k
(mağa.rim) {OsT} is. 1. Ödenmesi gerekli borçlar.
yer.
2. Diyetler.
magarna, [İt. macorani => m agam a] {ağız} is. M a m aglata, [Ar. ğalat > m ağ lata {O sT} is. Y a n ıl
kam a. S magarna değneği, {ağız} Oklava. [DS] tan; boş söz; saçm a söz. fi1 m a g l a t a - p e r d S z , {OsT}
magaris, [Ar. ğars (ağaç dikme) > mağris > mağâris Zihni karıştıracak, şa ş ırta c a k s ö z l e r sö y le y e n .]]
j- jU .] (mağa.ris) {OsT} is. Fidan yetiştirilen yerler; m aglata-perdâzâne, {OsT} Ş a ş ır tıc ı s ö z l e r s ö y l e
yen e ya ra şır biçimde. || n ı a g l a t a - p e r d â z î , {OsT}
fidanlıklar; fidan bahçeleri, İnsanı şaşırtacak sö zle r s ö y le m e ; y a n ı l t m a ç .
magasil, [Ar. ğasl > mağsel > mağâsil (ma- m aglul, [Ar. mağlül J j JLm ] {OsT} s f 1 . S u s u z k a lm ış .
ğa:sil) {OsT} is. 1. Y ıkanma yerleri; gusülhaneler. 2. Su sıkıntısı çeken. 3. Z in c ire v u r u l m u ş ; z in c ir e
2. Ö lü yıkam a yerleri; gasilhaneler. bağlı. 0 m aglûlü’l-yed, {OsT} E li b a ğ lı.
O H U K E S M • 3007 MAG
magma, [Yun. magma (hamur)] is. jeol. Y er’in de magrem, [Ar. ğarâmet > mağrem j>>»] {OsT} is. 1. Ö-
rinliklerinde yer kabuğunun ergimesiyle oluşan ve
denmesi gereken borç. 2. sf. Borçlu,
çeşitli oranlarda sıvı ve kristal içeren, yüzeye çıkıp
soğuduğunda kayaçlaşan madde. S1 magm a akışı, magres, [Ar. ğars (ağaç dikme) >mağres >-»] {OsT}
B ir magmanın yüzeye çıktıktan sonra akarak y a is. Fidanlık.
yılm ası,|| magma çökelimi, B ir magma içinde kris magri, [Yun. magri] is. zool. A vrupa kıyılarında ya
taller meydana gelerek çökelmesi durum u.\\ mag şayan, yılan balığına benzeyen ancak yılan balıkları
ma haznesi, Magmanın biriktiğiyer.\\ magma ka gibi tatlı sulara girmeyen, yavrulama zamamnı de
yacı, Magmanın kristalleşmesi ile oluşan kayaç. nizlerin derinliklerinde kayalar arasmda bilinm e
magmatik, -ği [Fr. magmatique] s f M agm a ile ilgili yen yerlerde geçiren bir kemikli balık, (Conger
olan; magm aya ait; m agm aya ilişkin, conger).
magmatizma, [Fr. magmatisme] is. 1 .je o l. M agm a magrib, [Ar. ğarb > mağrib ^ j u ] {OsT} is. -*• mağ-
ların oluşması, taşınması ve katılaşması. 2. Granit
rip.
lerin kökenini m agm a olaylarına bağlayan, dönü
şümcülüğe karşı çıkan görüş. mağribî, [Ar. mağrib > m ağribî ^ y ^ ] {OsT} s f -*•
{OsT} sf. Kınma, kılıfına, zarfına konulmuş, magris, [Ar. ğars > mağris {OsT} is. Fidanlık,
magmur, [Ar. mağm ür j^oAo] (mağmu.r) (OsT) sf. 1. magriz, Ar. mağriz jy u ] {OsT} is. 1. B ir şeyin dahil
Adı sanı silinmiş. 2. Harap; yıkık; viran, edildiği, sokulduğu yer. 2. B ir şeyin çıktığı, büyü
magmuriyet, [Ar. m ağm üriyyet (mağmu:- düğü yer. 3. Kuyruk dibi. 4. g ö k b. Büyükayı yıldız
kümesinin dörtgeni ile kuyruğunun birleşme nokta
riyet) {OsT} is. 1. A dı sanı kaybolmuşluk. 2. H arap
sında bulunan ve kümenin dördüncü parlak yıldızı,
lık; viranlık.
(delta Ursus Majors).
magmuz, [Ar. mağmüz (mağmu:z) {OsT} sf.
magruk, -ku [Ar. gark > m ağrük / mağrüka j j /
Suçlu; kabahatli,
asjjjLo] (mağru:k) {OsT} sf. 1. Suya batmış; suda bo
magnat, [Lat. magnus (soylu ikişi) > Mac. magnat]
is. 1. Eskiden M acaristan ve Polonya’da toprak ğulmuş. 2. (Gemi için) batmış; batık,
sahibi soylu kişilere verilen unvan. 2. Bazı yüksek magrukîn, [Ar. m ağrük > mağrükîn j^j_A«] (mağ-
dereceli rahiplere, senatörlere ve mem urlara verilen ru:ki:n, k kaim okunur) {OsT} is. 1. Suda boğulan
unvan. lar. 2. (Gemiler için) batıklar.
magnem, [Ar. ğanem > mağnem j^a»] {OsT} is. Sa magrus, [Ar. ğars > mağrüs / mağrüse / ^ . 3 yw]
vaşta düşmandan ele geçirilen mal; ganimet, (magruıs) {OsT} sf. Toprağa dikilmiş olan,
magnet, [Yun. magnes > Fr. magnette] is. fiz. Yapma
magruz, [Ar. mağrüz ,_As>-°] (mağru:z) {OsT} sf.
veya doğal mıknatıs,
magnetik, [Lat. m agnes (mıknatıs) > magneticus Taze.
(mıknatıslı) > Fr. magnetique] sf. -* manyetik, magsel, [Ar. ğasl > mağsel J —**] {OsT} is. Ö lü yı
magnezyum, [Fr. magnesium] is. kim. A tom num a kamaya mahsus yer.
rası 12, atom ağırlığı 24,32 olan, 1,7 yoğunluğun magsil, [Ar. ğasl > mağsel J-Ao] {OsT} is. -*• magsel.
da, kolay dövülebilir ancak dayanıklı olmadığı için
tel hâline getirilemeyen, gümüş beyazlığında, ha magsub, [Ar. ğaşb > mağşüb / iy -^ u ] {OsT}
vada parlak bir ışıkla yanan bir element; sembolü: sf. Zorla alınmış; gasp edilmiş. & m agsûbü’n-
Mg. S magnezyum karbonat, Eczacılıkta beyaz minh, {OsT} Malı zorla elinden alınmış kimse.
magnezya olarak adlandırılan, giobertit ve dolo- magsul, -lü [Ar. ğasl>mağsül/mağsüle J j —« A)^~J«]
mide kalsiyum ve m agnezyum çift karbonatı şeklin
(mağsu:l) {OsT} sf. Yıkanmış; gusletmiş,
de bulunan ve kim yasal form ülü M gC O j olan mad-
de.|| magnezyum klorür, Hidratlı billurlar vererek magşî, [Ar. ğaşy > m ağşî ^ y ^ ] {OsT} sf. 1. Baygın;
billurlaşan, deniz suyundan elde edilen, kim yasal kendinden geçmiş. 2. Hayran; mest; gaşyolmuş. S
form ülü M gCl 2 olan madde.\\ magnezyum sülfat, m agşiyyü’n-aleyh, {OsT} Baygın; bayılmış.
Deniz suyundan ve bazı maden sularından elde magşiyane, [Ar. m ağşı + Far. -âne -üL^ü*] (mağ-
edilen, renksiz iğnecikler şeklinde billurlaşan ve
şiya:ne) {OsT} zf. Bayılmış gibi; kendinden geç
kimyasal form ülü M g S 0 4 olan madde.
mişçesine.
magnitüt, [Fr. magnitude] is. En yıkıcı depremin
8’den biraz fazla olarak değerlendirildiği deprem magşiyen, [Ar. mağşiyyen L^a«] (m ağşi’y en) {OsT}
şiddetinin sayı ile ifadesi. zf. Baygın hâlde; bayılmış olarak.
MAG Ö IÜ M M E S ü M • 3008
magtamak, [Moğ. mag-ta-mak] gçl. f. [-r] Övmek. mağallak, -ğı [Ar. m u'allâk => mağallak] {ağız} is.
[ETY]
Tezgâhtaki ipleri germeye veya ayırmaya yarayan
m agtus, [Ar. mağtüs (mağtu:s) {OsT} sf. Ha ağaç. [DS]
va, gaz, su gibi maddelerin içine batırılmış olan. mağar, [eT. mınar > pınar] {ağız} is. Çeşme; pınar.
m agza1, [Ar. mağza {OsT} is. 1. İstek; maksat; [DS]
meram. 2. Savaş; kavga. m ağara1, [Ar. m ağâre «jU.»] (mağa'ra) is. K ayalık
larda çeşitli iç ve dış etkenlerle açılmış, oldukça
magza2, [Ar. mağza / lyw] {OsT} is. 1. Savaş hi
geniş, insanlar ve hayvanlar için barınak olarak işe
kâyeleri. 2. Savaş; gaza, yarayabilen doğal yer kovuğu, fi1 mağara bilimci,
magzebe, [Ar. mağzebe v ^ ] {OsT} is. 1. Gazap ve M ağara bilimi ile uğraşan uzman kişi; speleolog.||
hiddeti gerektiren şey. 2. Hiddetlenme; gazap etme, mağara bilimi, Yer altında oluşan doğal kovukları
araştırma, bulma ve inceleme bilimi; speleoloji.\\
magzine, [Far. mağzîne ^ .y ^ ] {OsT} is. Beyin; di
m ağara kesmek, {eAT} Kayayı oyarak mağara
mağ. meydana getirmek. |[ m ağara resmi, Tarih öncesi
magzub, [Ar. ğazab > mağzüb / mağdüb devirlerde mağarada yaşayan insanların mağara
(mağzu:b) {OsT} sf. Kendisine kızılmış. S mag- duvarlarına yapm ış oldukları resim ler.|| mağara
zübü’n-aleyh, {OsT} A llah'ın gazabına uğramış sem enderi, zool. M ağara semenderigillerden göz
kimse. leri küçük ve deri ile örtülü olan bir tür, (Proteus
anguinus).\\ mağara sem enderigiller, zool. İki y a
magzuben, [Ar. mağzüben ly-iAo] (m ağzu’ben)
şamlılardan, kuyruklu iki yaşam lılar takımından,
{OsT} zf. Öfkelenerek; öfke ile. A vrupa m ağaralarında yaşayan türleri içine alan
magzubîn, [Ar. magzubîn jo^iju>] (mağzubi:n) bir fam ilya, (Rana arvalis). || mağara sesi, Derin,
{OsT} is. G azaba uğrayanlar. boğuk ve korku dolu ses.
m ağ1, [ma / mağ / me / mığ (yans.)] ünl. Hayvanların m ağara2, [? mağara] {ağız} is. Tarlalarda kendiliğin
böğürm esini, bağırtısını anlatan kök. [Zülfikar] den biten, kırmızı beyazlı çiçek açan, kökleri çok
m ağ-ır-mak yayılan bir bitki. [DS]
mağ2, [? mağ] {ağız}is. 1. Yığın. 2. Ot yığınının bir mağaracıl, [mağara-cıl] sf. (Hayvanlar için) karanlı
bağlamı. [DS] ğı sevdiğinden veya düşm anlarından saklanmak
için mağaralara sığman,
mağ3, [? mağ] {ağız} is. Başı, kanat ve kuyruğunun
uçları ayrı renkte olan bir çeşit güvercin. [DS] mağaracılık, -ğı [mağara-cı-lık] is. M ağaralara
girmeyi, derinliklerine ulaşmayı amaçlayan spor
mağ4, [Far. mağ £U] {eAT} {ağız} is. Tabaklanmış
dalı.
derinin iç yüzü. [DS] m ağarm ak, [mağ (yans.) > mağ-ar-mak] {ağız} gçsz.
mağ5, [? mağ] {ağız} is. Tav. [DS] S mağı geçmek, f. [-ır] (Sığır için) bağırmak. [DS]
{ağız} 1. Tavı geçmek. 2. Çağı geçmek. 3. Etkisi m ağaza, [Ar. m ahzen > mahâzin > Fr. magasin]
geçmek. [DS] (m ağaza) is. 1. Büyük dükkân. 2. Eşya ve yiyecek
mağ6, [? mağ] {ağız} is. 1. Evin katı. 2. Tavan arası; deposu. 3. {ağız} Bodrum. [DS]
tavan. 3. Evin bölmeleri; oda. 4. Odanın genişliği. mağazacı, [mağaza-cı] is. 1. M ağaza işleten kimse.
5. Çatıların ortasındaki kaim ve dikey direk; baba. 2. M ağazası olan kimse. 3. Depo bekçisi,
6. Evlerin çatılarına enine konulan kalın ağaç; kiriş. mağazacıhk, -ğı [mağaza-cı-lık] is. M ağaza işletme
7. Evlerin çatılarında iki kiriş arasındaki açıklık. ciliği.
[DS]
mağbar, [? mağbar] {ağız} is. Dokuma tezgâhlarında
m ağal1, [mağ (yans.) > mağ-al] {ağız} ünl. Şaşkınlık
dokunan bezin sarıldığı ağaç. [DS]
bildirir. S1 mağal mağal, {ağız} Şaşkın şaşkın; bön
bön. [DS] mağbun, [Ar. ğabn > m ağbün (mağbu;n)
{OsT} is. 1. Alış verişte kandırılmış olan; aldanmış.
m ağal2, [Ar. muğall Ja» => mağal] {ağız} is. 1. Ko
2. Şaşkın; şaşırmış. 3. huk. M ağdur olmuş; aldan
yunun kırda yatırılarak dinlendirilmesi. 2. Koyunun mış. S mağbün olm ak, 1. Aldanmak. 2. Şaşırmak;
kırda yatırılıp dinlendirildiği yer. 3. Münavebeli şaşmak.
ekim için tarlanın ayrıldığı bölümlerden dinlendi
rilm iş olanı. [DS] mağbuniyet, [Ar. mağbüniyyet o-jj-Jw] (mağbu:ni-
m ağal3, [? mağal] {ağız} is. Ağzı çapadan daha dar yet) {OsT} is. Şaşkınlık,
bir tür çapa.[DS] mağdur, [Ar. gadr >m ağdür / mağdüre / 0jj-u.»]
mağallah, [Ar. m u'allâk => mağal-la-k] {ağız} is. (mağdu:r) {OsT} sf. 1. Haksız bir uygulam ayla kar
T akla atma; takla. [DS] şılaşmış olan; haksızlığa uğramış; haksızlık dolayı
H U K » ! • 3009 MAĞ
sıyla zarar görmüş olan. 2. is. huk. Belirli bir suç m ağ lam ak, [mağ (yans.) > mağ-la-mak] gçsz. f. [-r]
sebebiyle zarara veya tehlikeye uğram ış hak veya [-l(ı)-yor] (Sığır için) bağırmak; böğürmek,
menfaat sahibi, m ağ lata, [Ar. mugalata (ağız kalabalığı)] {ağız} is. 1.
m ağduriyet, [Ar. m ağdüriyyet o j j j j j u ] (mağdıı:- Kavga; dövüş. 2. Gürültü; şamata. [DS]
riyet) {OsT} is. M ağdur olma; mağdurluk, m ağlıç, [Ar. mahlüc => mahlıç / mağlıç] {ağız} is. 1.
m ağ d u rlu k , -ğu [mağdur-luk] is. M ağdur olma; Atılmış pamuk. 2. Çekirdekli pamuk. [DS]
mağduriyet. m ağlub, [Ar. ğalebe >mağlüb ^ y ^ ] (mağlû:b) {OsT}
m ağfiret, [Ar. gufran > mağfiret o y ü j] {OsT}is. A l sf. -* mağlup,
lah’ın kullarına acıyarak suçlarını, günahlarını ba m ağlubane, [Ar. mağlüb + Far. -âne Ajlyi«] (mağ-
ğışlaması; affetmesi. S m ağ fire t etm ek, (Allah lû:ba:ne) {OsT} zf. 1. Mağlup olan birine uygun bi
için) kullarının günahlarını bağışlamak; affetmek. çimde. 2. Bitkin bir durumda,
m ağfur, [Ar. gufran > mağfur (mağfu:r) {OsT} m ağluben, [Ar. mağlüben 1>jİAo] (mağlû:ben) {OsT}
sf. 1. A llah’ın bağışına kavuşan. 2. {eAT} Rahmetlik zf. Yenilmiş olarak; yenik bir vaziyette; yenilerek,
olmuş; arkasından duaya muhtaç. S m a ğ fü ru ’n-
m ağlubiyet, [Ar. mağlüb => mağlübiyyet c^JJu>]
leh, {OsT} Allah tarafından bağışlanmış olan; A l
lah ’ın affına uğramış olan. (mağlû:biyet) {OsT} is. 1. Birinin, bir takımın, bir
topluluğun bir karşılaşma, yarışma veya savaşta
m ağıl1, [Ar. muğall Ja* => mağıl] {ağız} is. Meyve. uğradığı başarısızlık; yenilgi; mağlup olma. 2. B ir
[DS] gücün zoru ve emri altında olma; boyun eğme.
m ağıl2, [Ar. m a'kül => mağıl] {ağız} sf. Akla uygun; m ağluk, -ku [Ar. ğalk > mağlük j (mağlû:k)
akıllıca. [DS] {OsT} sf. Kapalı; kilitli; kilitlenmiş,
m ağıllı, [mağıl2-lı] {ağız} sf. Düzgün. [DS] m ağlup, -bu [Ar. ğalebe > mağlüb (mağlû:p)
-m ağın, [-mağın /-meğin / -m ağun / -meğün] {eAT}
{OsT} sf. 1. Bir karşılaşma, yarış veya savaşta başa
yap e. 1. -manın; -maklığın. “Ululuk ve yükseklik
rısızlığa uğramış, yenik düşmüş olan; yenilgiye
derecesine irmeğün (ulaşmanın) zahm eti ve emeği
uğramış olan; yenik. 2. Manevi bir baskı altında
çoktur. ” Kelile ve Dimne 2. -m akla. “Bulmağın
bulunan; boyun eğen. S m ağlup etm ek, Yenmek;
(bulmakla) kadr ü şe r e f lûtfıle sayende senin / Mihr
galip gelmek; üstün gelmek; yenilgiye uğratmak.\\
ü mah üzre fe le k veş geçinir hoş hatem. ” Lâmiî
m ağlup olm ak, 1. Yenilmek; yenilgiye uğramak;
Divanı 3. -m asını; -acağmı. 4. -man. “Iy Hüseyn, yenik düşmek. 2. mecaz. M anevi bir baskı ve eğili
bu diyara gelmeğühden (gelmenden) garaz nedir? ” min altına girmek; isteğine karşı direnememek;
R ahatü’l-Ervah. iradesine hakim olamamak; boyun eğmek; râm ol
-m ağına, [-ma(k)-ı-n-a / -meğine] {eAT} yap e. — mak.
maya. “Varırdı ayda bir gez görm eğine (görmeye)
m ağm um , [Ar. ğamm > mağmüm (mağmu;m)
/ Gelirdi yerine dönerdi gine. ” Şehname Tercüm e
{OsT} sf. 1. (Kişi için) gamlı; kederli; üzgün; tasalı;
si.
mahzun. 2. (Hava için) sıkıcı; sıkıntılı; kapanık;
m ağırlak, -ğı [mağır-la-k ?] {ağız} is. Dokuma tezgâ
bulutlu.
hında dokunan kumaşı mile sarmaya yarayan araç.
[DS] m ağ m u m an e, [Ar. mağmüm Far. -âne <oUj^»]
m ağırm ak, [ma (yans.) > mağ-ır-mak] {ağız} gçsz. f. (mağmu;ma:ne) {OsT} zf. Gamlı, kederli olarak; üz
[-ır] (Sığır için) bağırmak; böğürmek. [DS] gün olarak.
m ağırsık, -ğı [marsık > mağırsık] {ağız} is. Yanarken m ağm um en, [Ar. mağmümen U j^û ] (mağmu.men)
tüten mangal kömürü; marsık. [DS] {OsT} z f Üzülerek; kederlenerek,
m ağıya, [? mağıya] {ağız} is. Büyü. [DS]
m ağm um iyet, [Ar. mağmümiyyet c-^y*Ao] (mağ-
m ağlaç, -cı [Ar. mahlüc {rjM-] {ağız} is. Pamuk. [DS] mıcm iyet) {OsT} is. Gamlı, kederli ve tasalı olma
m ağlak1, -ğı [Ar. m u'allâk => mağlak] {ağız} is. durumu.
Sebze bahçelerinde bölünm üş toprak parçalan; ev m ağm uriyet, [Ar. mağmüriyyet ojj_j^Ao] (mağmu:-
lek. [DS] riyet) {OsT} is. 1. Karanlık; kasvet. 2. Yeteri kadar
m ağlak2, -ğı [Ar. m u'allak => mağlak] {ağız} is. açık ve anlaşılır olmama; muğlaklık. 3. Alçaklık;
Boşluk; orta yer. [DS] S m ağ la k ta k alm ak , {ağız} adilik; sefillik,
Boş, sahipsiz kalmak. [DS] m ağ rak , -ğı [mağ-ra-k ?] {ağız} is. Ağaçların kuzeye
m ağlam ak, [mağ2-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] bakan yönleri. [DS]
Yığmak. m ağ ram a, [Fr. macrome / Ar. makrame / mikrame >
MAĞ Ö I Ü M I Ö R S Û M • »010
K uzey A frika ülkeleri. S M ağrib-i aksâ, {OsT} mağşuş, [Ar. ğışş (aldatmak) > mağşüş js.^ü<] {OsT}
Fas ve Marakeş.\\ M ağrib-i edna, {OsT} Trablus ve sf. S af olmayan; kanşık; hileli,
Berberiye. || Mağrib-i evsât, {OsT} Tunus ve Ceza mağşuşat, [Ar, m ağşüşât o l i y i « ] (mağşu:şa:t)
yir. || Mağrib ocakları, İm paratorluk zam anında
{OsT} is. Karışık, hileli şeyler,
Trablus, Tunus ve Cezayir ’e verilen ortak ad.
m ağşuşe, [Ar, m ağşüşe (mağşu.şe) {OsT} is.
mağrib, [Ar. ğarb > mağrib >-»] is. mağrip.
Birleşiminde çok az m iktarda gümüş bulunan bakır
Mağribî, [Ar. mağrib>m ağribi (mağribi:) para; sikke-i mağşuşe.
{OsT} is. ve sf. Mağrip halkından olan; Mağripli. mağşuşiyet, [Ar. mağşüşiyyet c ~ i y ^ . ] (mağşu.şi-
mağrip, -bi [Ar. ğarb > mağrib u {OsT} is. 1. Gü yet) {OsT} is. Hileli, kan şık olm a hâli.
neşin battığı yer ve yön; batı. 2. Güneşin battığı za -m ağum, [-m a(k)-um / -meğüm] {eAT} yap. e. -mam;
m an; akşam. 3. Gurup, -maklığım. “Benim ol dostluk üzerine durmağum
mağru, [? mağru] {ağız} is. Ham meyve. [DS] (durmam) ve ol hakları saklamağum (saklamam)
sana malûmdur. ” Kelile ve Dinme.
mağrur, [Ar. ğurür > mağrür jj> « ] (mağru:r) {OsT}
-m ağung, [-mağm / -meğin / -m ağun / -meğün] {eAT}
sf. 1. Gururlu; kibirli. 2. G urur belirten, ya p e. -*■ -mağın.
mağrurane, [Ar. mağrur + Far. -âne {mağ -m ağungung, [-mağ-un-un / -meğünün] {eAT} yap. e.
ru: ra: ne) {OsT} z f Gururlu olarak; gururla; mağ -m am n. “İçm eğünün (içmenin) vakti şo l vakittir..
rurca. H azainü’s-Saadet.
mağrurca, [mağrur-ca] (m ağru’rca) zf. Gururlana mağurlaşmak, [mağur-la-ş-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
rak; kibirlenerek; büyüklenerek; gurur duyarak, 1. Yaşlanmak. 2. (Yemek için) bozulmak; ekşimek;
ağırlaşmak. [DS]
m ağrurcasına, [mağrur-ca-s-ı-n-a] (mağru ’rcasına)
zf. Gurur ve kibir duyarak; gururlanırcasına; gurur mağursuk, -ğu [marsık] {ağız} is. -*■ marsık. [DS]
duyarcasına. -m ağüng, [-mağın /-m eğin / -m ağun / -meğün] {eAT}
ya p e. -* -mağın.
mağruren, [Ar. mağrüren U s (m ağru:’ren) {OsT}
mağz, [Far. m ağz >-»] {OsT} is. 1. Beyin; dimağ. 2.
zf. Güvenle; güvenerek; inanarak,
İç; öz; ruh. 3. Akıl; düşünce. 4. anat. İlik. 5. Ka
mağruriyet, [Ar. m ağrüriyyet (mağru. riyet)
buklu meyvelerin içi. S 1 mağz-ı püşt, {OsT} 1.
{OsT} is. M ağrur olm a durumu; mağrurluk, Omurilik. 2. Sperm; meni. || mağz-ı badam , {OsT}
mağrurlanma, [mağrur-la-n-ma] is. Mağrurlanmak Badem içi.|| mağz-ı cevz, {OsT} Ceviz içi.|| mağz-ı
eylem i veya durumu, K ur’an, {OsT} K ur'an-ı K erim 'in özü; K u r ’an-ı
mağrurlanmak, [mağrur-la-n-mak] dönşl. f. [-ır] K erim 'in ruhu.\\ m ağz-ı M esnevî, {OsT} ed. M es
Gururlanmak; kurumlanmak, nevinin ilk on sekiz beytine verilen ad.
m ağrurluk, -ğu [mağrur-luk] is. M ağrur olm a du m ağzdar, [Far. mağz-dâr jb y u ] (mağzda:r) {OsT} sf.
rum u; mağruriyet. 1. (Buğday, mısır vb. için) içi dolgun; içli. 2. İlikli;
mağruşgi, [? mağruşgi] {ağız} is. Üzeri koyu kahve iliği dolgun; besili. 3. Anlayışlı; akıllı.
rengi, yeşil ve siyah pullarla örtülü, eti lezzetli bir
mağzdarî, [Ar. m ağzdârî (mağzda:ri:) {OsT}
D oğu Karadeniz balığı. [DS]
sf. 1. İçli, içi dolgun olm a durumu. 2. İlikli, iliği
mağsakuşu, [? mağsa + kuş-u] {ağız} is. Gece geç
olm a durumu. 3. Anlayışlı, akıllı olm a durumu.
uyuyan yaşlı kimse. [DS]
m ah1, [bak > bah > mah] {ağız} ünl. Şaşma ünlemi.
mağsan, [Ar. mahzen] {ağız} is. 1. Mahzen. 2. M ağa
[DS]
ra. [DS]
mah2, [mah] {eT} {ağız} ünl. 1. “Al, işte !" anlamında
mağsım, [Ar. m a'şüm ] {ağız} is. Çok küçük çocuk. kullanılır. [DLT] [DS] 2. {ağız} Hayvan çağırma ün
[DS] lemi. S mah mah, {ağız} 1. Sığır çağırma ünlemi.
mağsır, [Yun. masuri] {ağız}] is. Dokuma ipliklerinin 2. K öpek çağırma ünlemi, 3. D eve çağırma ünlemi.
sarıldığı parm ak kalınlığındaki kamış; masura. [DS] [DS]
mağsim, [Ar. m a'şüm ] {ağız} is. Çok küçük çocuk. mah3, [Far. mâh / meh oL] is. 1. gök b. Ay. 2. Yılın
[DS] on ikide biri; ay. 3. Genç ve güzel kimse. 4. tasvf.
r u M I iir a M .3 0 1 1 MAH
Çile doldurmaya yeni başlamış derviş. 5. sf. Ay {ağız} Göründüğü gibi olmayan. [DS] 4. {ağız} A h
gibi güzel ve parlak; aya benzeyen. S mâh-be mak; sersem. [DS]
mâh, {OsT} Aydan aya; aylık olarak.|| m âh-cebîn, maha, [Ar. mahiye => mahya] {ağız} is. 1. Evlerin
{OsT} A y alınlı; temiz; alnı açık; namuslu.\\ mâh- çatısında köşeden çatının ortasına doğru uzanan
çehre, {OsT} A y yüzlü; yü zü çok güzel olan.|| mâh- direklerden her biri; mahya. 2. Arabanın ön dingi
gâne, {OsT} Aylık; m aaş.|| m âh-ı âlem -ârâ, {OsT} linin üstündeki hareket edebilen kalın ağaç parçası.
1. Dünyayı süsleyen ay. 2. A y yüzlü güzel; güzel [DS]
sevgili.|| mâh-ı âlem-efrûz, {OsT} 1. Dünyayı ay
m ahabbet, [Ar. hubb > mahabbet c~rf-] {OsT} is. 1.
dınlatan ay. 2. Sevgili; güzel. || m âh-ı arş-ârâ,
{OsT} 1. Gökleri şenlendiren, süsleyen ay. 2. Güzel; Sevgi; muhabbet. 2. İçtenlikle yapılan konuşma;
dostça sohbet; muhabbet. S1 m ahabbet-i İlâhiye,
sevgili.\\ mâh-ı hâl, {OsT} İçinde bulunulan ay.\\
{OsT} tasvf. Gerçek güzellik sahibi olan A llah'ın
mâh-ı kamerî, {OsT} K am erî ay; A ra b î ay. || mâh-ı
kendi görüntüsüne yönelm esi ve özünün aynasında
Kâşgâr, {OsT} Kâşgar ayı; güzel ve hoş Türk kızla
kendi güzelliğini görmesi.
rına verilen isim.|| m âh-ı keş, {OsT} Horasanlı
M ukanna adında birinin N e se f’deki Siyam Dağının mahabib, [Ar. hubb > mahbüb > mahâbib c~obt]
eteğinde bir kuyudan doğar şekilde gösterdiği (maha.bib) {OsT} is. 1. Sevgililer; sevilenler. 2.
yapm a ay.|| mâh-ı Kenan, {OsT} F ilistin ’in ayı; Erkek sevgililer; delikanlılar.
Y usuf peygamber. || mâh-ı müzevver, {OsT} -*■ m ahabis1, [Ar. habs > mahbes > mahâbis ^ U -] (ma
mâh-ı keş.|| m âh-ı nahşeb, {OsT} -*■ mâh-ı keş.||
ha: bis) {OsT} is. Hapishaneler; ceza evleri; zindan
mâh-ı nev, {OsT} 1. Yeni ay; hilal. 2. tasvf. Çile
lar. 0 mahâbis-i kadîme, {OsT} Eski tutukevleri.
doldurmaya yeni başlamış derviş.|| mâh-ı rû, {OsT}
tasvf. İlahî görünüşün aydınlanmalarının başlangı mahabis2, [Ar. habs > mahbüs > mahâbîs ^ L # -]
cı.,|| mâh-ı rflze, {OsT} Ramazan; oruç ayı.|| mâh-ı (maha:bi:s) {OsT} is. Hapsedilmişler; tutuklu ve
siyam, {OsT} Ramazan; oruç ayı.|| m âh-ı si-rflze, hükümlüler; mahpuslar,
{OsT} 1. Otuz gün süren ay (nisan, haziran, eylül, mahabiz, [Ar. mahbeze > mahâbiz yls-] (maha:biz)
kasım aylarından her biri). 2. Küçük yapılı, ince ve {OsT} is. Ekmekçi dükkânları; ekmek fırınlan,
narin kadın. 3. Çok küçük. || mâh-ı sitâre, {OsT} 1.
mahacir, [Ar. mahcer > mahâcir y r^ -] (maha:cir)
Ay talihli. 2. Talihi açık olan; talihli; bahtı açık. ||
mâh-ı siyâm, {OsT} Oruç ayı; ramazan.|| mâh-ı {OsT} is. Göz çukurları,
şeb-ârâ, {OsT} 1. Geceyi aydınlatan veya süsleyen mahadim, [Ar. mahdüm > mahâdım (maha:-
ay. 2. Sevgili; güzel.|| m âh-ı şeb-efrûz, {OsT} 1. dim) {OsT} is. 1. Oğullar; mahdumlar. 2. K işizade
Geceyi aydınlatan ay. 2. Sevgili; güzel. || m âh-ı şid, ler; soylu çocuklan.
{OsT} A y !fîği.|| m âh-ı tâbân, {eAT} {OsT} 1. Parlak mahafet, [Ar. h av f > mahâfet o ils-] (maha.fet) {OsT}
ay. 2. A y gibi parla k yüzlü (güzel).|| m âh-ı
is. Korku; korkma. 0 m ahâfet’u-llâh, {OsT} Allah
Yemânî, {OsT} Yemen ülkesinin ayı; Hz. Muham-
korkusu.
med.|| mâh-likâ, {OsT} A y yüzlü; sevgili; güzel;
dilber. || mâh-pâre, {OsT} A y parçası; yüzü çok gü mahaffe, [Ar. mahaffe t ü ] {OsT}is. Deve, katır gibi
zel olan kimse.|| mâh-perest, {OsT} Aya tapan; bir hayvanların sırtına konulan iki kişilik oturacak yer;
güzele âşık olan; sevgilisini taparcasına seven.|| mahfe.
mâh-perver, {OsT} A y seven; mehtaplı gece. || mahafil, [Ar. mahfil > mahâfıl Jil^-] (maha.fıl) {OsT}
mâh-peyker, {OsT} A y yüzü; yüzü nurlu olan.|| is. 1. Toplantı yerleri; oturulup konuşulacak, tartışı
mâh-ru, {OsT} A y yüzü; yü zü nurlu olan.|| mâh- lacak yerler; lokal. 2. Büyük camilerde padişahla
rüh, {OsT} A y yanaklı; güzel yanaklı; p a rla k ya- r a veya müezzinlerin oturması için yapılmış etrafı
naklı.|| mah-ruhsâr, {OsT} 1. A y yanaklı, 2. Parlak parm aklıkla çevrili yer.
ve güzel yanaklı; yanağı, yü zü dolunay gibi yuvar
mahafir, [Ar. hafr > m ihfer > m ahâfir yU-] (maha:-
lak olan.\\ mâh-rûy, {OsT} A y yüzlü; yüzü nurlu
olan.|| mâh-ruyân, {OsT} A y yanaklılar; güzeller; fıl) {OsT} is. Beller; kazmalar,
dilberler.\\ mâh-şid, {OsT} A y ışığı; ay.\\ mâh-tâb, mahaif, [Ar. m ahüf > m ahâ’ifl ^isU-] (maha. if) {OsT}
{OsT} A y ışığı; mehtap.|| m âh-talât, {OsT} Yüzü ay is. Korkulu ve tehlikeli yerler,
gibi güzel olan.|| mâh-vâr, {OsT} A y gibi; güzel; mahak, [Ar. m ahak / mıhak / muhak j£-\ {OsT} is.
dilber.|| mâh-vâre, {OsT} Aylık; m aaş.|| mâh-yâne,
A yın hiç görünmediği kamerî ayların son üç gece
{OsT} A ylık m aaş.|| mâh-veş, {OsT} A y gibi; güzel;
sine verilen ad.
dilber.
m ahakim, [Ar. hükm > mahkeme > mahakim
mah4, [Far. m âh ^1°] (ma;h) {OsT} sf. 1. (Akçe için)
{OsT} is. Mahkemeler. 0 mahâkim-i âdiye, {OsT}
geçmez; kalp. 2. (Kişi için) rezil; alçak; münafık. 3.
huk. Ceza mahkemelerinin dışında kalan mahkeme-
MAH Ö I İ İ H I İ İ Ç E M • 3012
lerinin tümüne verilen ad. || mahâkim-i adliye, Mahalledeki m escit veya camide görevli olan i-
{OsT} huk. Adliye mahkemeleri.\\ mahâkim -i aske mam]\ mahalle kahvesi, Çoğunlukla mahallede o-
riye, {OsT} huk. A skerî mahkemeler,|| mahâkim-i turanların devam ettiği, oyun oynadığı, meşrubat
nizam iye, {OsT} huk. N izam î mahkemeler.|| mahâ içtiği kahve. || mahalle kahvesi gibi, Havasız, çok
kim -i şer’iye, {OsT} huk. Ş e r ’î mahkemeler. gürültülü ve kalabalık yer]\ mahalle karısı, Gör
mahaklı, [mahak-lı] {ağız} sf. 1. (Kişi için) çok öksü güsüz, kavgacı, edepsiz kadın. || mahalle mektebi,
ren; tık nefes. 2. (Kişi için) lekeler biçiminde beli 1. im paratorluk döneminde okuma yazm a ve basit
ren bir deri hastalığına tutulmuş. [DS] m atem atik öğreten küçük çocukların devam ettiği
m ahal', -İli [Ar. hulul > mahall J^-] {OsT} is. 1. Yer; eğitim kurumu. 2. M ahallede bulunan ilköğretim
okulu.|| mahalle muhtarı, M ahallede oturanların
mevki; yöre. 2. {eAT} Sıra; ara. 0 mahal kalma
ya sa l işlemlerini yapm akla görevli ve o mahallede
mak, G erek kalmamak; lüzum kalmamak.\\ mahall-
oturanlar tarafından seçilen muhtar.\\ mahalleyi
i hendesî, {OsT} mat. Geometrik yer.\\ mahail-i
ayağa kaldırmak, Aşırı gürültü yaparak, bağırıp
ikâm et, {OsT} İkam et yeri; oturulan yer; m esken.||
çağırarak çevredekileri rahatsız etmek.
mahallinde tetkik, Yerinde inceleme. || mahalline
mahallebi, [Ar. halib (süt) > mahallebi / muhallebi
masruf, {OsT} Yerine harcanmış olan; yerli yerin
de yapılan harcama.\\ malıall-i sadaka, {OsT} huk. l5Jl#-] {O s T} is. -*• muhallebi
H ayır için bağışlanan şeyi yasal olarak almaya mahallebici, [mahallebi-ci] is. -*• muhallebici,
yetkili olan kimse. || mahall-i tahaffuz, {OsT} Üzeri m ahallebicilik, -ği [mahallebi-ci-lik] is.-* muhalle
örtülü sığınılacak yer; sığınak.|| m ahallü’l-bey, bicilik.
{OsT} huk. Satış yeri.\\ mahal olmamak, Yeri ve mahallece, [mahalle-ce] (mahalle ’ce) zf. Bütün ma
gereği olmamak; gerekli görülmemek; uygun bu halle halkı tarafından; mahalleliye göre,
lunmamak; lüzumlu sayılmamak]] mahal yok, Yeri mahalleli, [mahalle-li] is. 1. Aynı mahallede oturan
ve gereği yok; lüzumsuz. halkın tümü; mahalle halkı. 2. sf. Aynı mahalleden
m ahal2, -İli [Ar. mahall >mahâll J^ -] (maha;l) {OsT} olan.
is. Yerler. mahallık, -ğı [mahal-lık] {ağız} is. Dik kafalılık. [DS]
mahal3, [? mahal] {ağız} sf. Dik kafalı. [DS] mahalli, [Ar. mahall > m ahallî / mahalliye / -uU-]
mahalib, [Ar. hilb (tırnak) >mahleb >mahâlib (mahalli:) {OsT} sf. B ir yere özgü olan; yerel; yöre
(maha;lib) {OsT} is. Yırtıcı hayvanların pençeleri, sel. S m ahalli idare, İl, belediye veya köy halkının
ortak yerel ihtiyaçlarım karşılayan ve karar organ
mahallat, [Ar. mahalle > m alı ali ât o ^ U ] (mahallâıt)
ları yerel halk tarafından seçilen kamu tüzel kişili
{OsT} is. Mahalleler,
ği; yerel yönetim. || m ahalli isim, Herhangi bir bi
mahalle, [Ar. hulül > mahall > mahalle <U-] {OsT} is. lim sel terim için fa rklı yörelerde kullanılan isim
1. Şehir, kasaba veya büyükçe bir köyün yönetim ler ]\ mahalli örf, Yerel alışkanlık ve gelenekler;
bakım ından veya halkın kabulüne göre bölünmüş ö r f ve âdet hukuku. || mahalli saat, gök b. B ir yerin
parçalarından her biri. 2. Kırsal alanda birbirinden meridyeninden Güneşin tam on ikide geçm esi esa
ayrı ve az sayıda evden meydana gelmiş yerleşim sına göre ayarlanan saat; yerel saat. || mahalli se
birim lerinin her biri. 3. Bir kentin belli özelliklere çim, M ahalli idare organlarında görev alacakların
sahip kendi içinde bir bütün oluşturan bölümü; belirlenmesi için yapılan seçim; yerel seçim.
semt. 4. Şehir, kasaba veya büyük köylerde bu şe mahallileşme, [mahalli-le-ş-me] (m ahallileşm e) is.
kilde bölüm lenm iş yerleşim alanlarından birinde M ahallileşm ek eylemi veya durumu; yöreselleşme;
oturan insanların tümü; mahalle halkı. 5. gnşl. Bir yerelleşme.
yerleşim birim inde oturan kimsenin yakm çevresi. mahallileşm ek, [mahalli-le-ş-mek] (mahalli:leşmek)
6. (Tamlayan olarak) bir kentin bir bölümünde otu dönşl. f. [-ir] M ahalli bir özellik kazanmak; yöre
ran kimselerin uğradığı veya o kimselere hizmet selleşmek; yerelleşmek,
veren iş yeri. S mahalle arası, Mahalle içi; ma mahalsinm ek, [mehel > mahal-si-n-mek] {ağız} gçsz.
hallenin sokaklarının tümü. || mahalle arkadaşı, f. [-ir] 1. Gerçek sanmak. 2. Önemsemek; değer
A ym mahallede oturan ve dost olan kimse; komşu.\\ vermek. [DS]
mahalle baskını, Eskiden mahalle içinde zina ve mahalsiz, [mahal-siz] sf. 1. Yersiz; yeri olmayan; ba-
fu h u ş yapılan evlere mahalle halkı tarafından ya p ı rmaksız. 2. mecaz. Gereksiz; zamansız; sırasız,
lan baskın. || mahalle bekçisi, Mahallede geceleri maham, [Ar. makam => maham] {ağız} is. -* m a
güvenliği sağlamakta yardımcı olan bekçi; gece kam. [DS]
bekçisi.\\ mahalle çapkını, Beceriksiz çapkın.||
mahamid, [Ar. ham d > mahm edet > mahâmid -uU-]
mahalle çocuğu, Sokaklarda zam an geçiren, iyi
eğitim almamış kim se.|| mahalle-i hamüşan, {OsT} (maha.mid) {OsT} is. 1. H am t edilmeğe değer dav
Susanların mahallesi; mezarlık.|| mahalle imamı, ranışlar; hamtlar; şükürler. 2. İyi ve güzel huylar.
ıra h k » . »la MAH
mahamil, [Ar. mahmil > m ihmel > maham il J » li] {OsT} y e r b. Yanardağların çatlak ve yarıklarından
çıkan taş ve kül yığınları,
(maha:mil) {OsT} is. Devenin üzerine konulan iki
kişinin binebileceği şekilde yapılmış sepet, maharma, [makrame] {ağız} is. 1. Baş örtüsü. 2. Y e
mahana, [Far. bahane] {ağızj is. 1. Asıl sebebi giz ni gelinlerin kullandıkları kalın, büyük başörtüsü.
[DS]
lemek amacıyla söylenen sözde sebep; bahane. 2.
Gerçek dışı özür. 3. Vesile, sebep. 4. Eksiklik, ku mahas, [Ar. makaşş] {ağız} is. Makas. [DS]
sur. [DS] S1 mahana bulm ak, {ağız} Kınamak. [DS] mahasal, -li [Ar. mâ-haşal J-^L » ] (ma:hasal) {OsT}
m ahane1, [Far. mâh-âne aiT oU] (ma:ha:ne) {OsT} is. is. Elde edilen şey; hasıl olan şey. S mâ-hasal-ı
Aylık maaş. ömr, {OsT} 1. B ir öm ür boyu çalışarak elde edilen
mahane2, [Far. bahane] {ağız} is. -*■ bahane. [DS] servet, eser veya varlık. 2. Evlat; çocuk.
mahanne, [İt. macaroni => m akam a] {ağız} is. M a mahasin, [Ar. hüsn > mahsen > mahâsin < j-li] (ma-
kama. [DS]
ha:sin) {OsT} is. 1. Güzellikler. 2. Güzel eserler. 3.
maharaca, [Sansk. mahraca] is. -*■ mihrace, sf. (Sakal ve bıyık için) yüze güzellik veren. S
maharagi, [Sansk. m ahoraga > maharagi] {eT} is. mahâsine el urmak, {OsT} Sakal sıvazlam ak.||
Büyük yılan. [EUTS] mahâsin-i ahlâk, {OsT} Yaradılış güzelliği; ahlak
maharani, [Sansk. maharani] {eT} is. M ihrace eşi. güzelliği.\\ mahâsin-i gurbet, {OsT} Gurbetin güzel
maharaurab, [Sansk. maharaurab] {eT} is. Cehen yanları.|| m ahâsin-i sefid, {OsT} A ksakal.
nem. [EUTS]
mahaşşe, [Ar. mahaşşe 4 ü ] {OsT} is. Kıç; makat.
maharet, [Ar. m aharet Ojl^o] (maha:ret) {OsT} is.
m ahat1, -dı [Ar. m ak'ad => mahat] {ağız} is.
Başkalarının yapm akta zorlandığı veya güç buldu
ğu, ustalık isteyen bir işi yapm a beceri ve yetisi; iş Tahta seki; sedir. [DS]
görmede gösterilen başarı; ustalık; beceriklilik; hü mahat2, -dı [? mahat] {ağız} is. Derinin kıyısını çiz
ner sahipliği; iş bilirlik. S maharet kazanmak, mek için kullanılan, çift ağızlı, ağaçtan yapılmış bir
Ustalaşmak; beceri kazanmak. saraç aracı. [DS]
maharetli, [maharet-li] (maha:retli) sf. 1. Başkaları m ahat3, -ttı [Ar. mahatt Ja i] {OsT} is. 1. Yolculukta
nın yapmakta zorlandığı veya güç bulduğu, ustalık dinlenmek için inilen yer; menzil. 2. Liman,
isteyen bir işi yapabilen; iş görmede başarı göste
m ahatim, [Ar. mahtüm > mahâtîm ^ 'U -] (maha:-
ren; usta; becerikli; hüner sahibi; iş bilir; eli işe yat
kın. 2. İşi bilen bir kim se tarafından yapılmış; usta ti:m) {OsT} sf. 1. (Evraklar için) mühürlenm iş. 2.
bir el tarafm dan yapılmış, (Şeyler için) bağlanmış; kilitlenmiş,
maharetsiz, [maharet-siz] (maha:retsiz) sf. Eli işe mahatma, [Sansk. mahatma] is. 1. Büyük ruh. 2.
yatkın olmayan; elinden iş gelmeyen; beceriksiz, Hindistan’da başkalarının ruhunu kurtarm ağa ça
maharetsizlik, -ği [maharet-siz-lik] is. M aharetsiz lışm ak için kendi manevi gelişmelerine bir süre ara
olma durumu; maharet yoksunluğu; beceriksizlik, vermiş, bilgelik ve merham et üstatlarına verilen
maharıma, [makrame] {ağız} is. -*■ maharma. [DS] unvan.
maharib, [Ar. mihrâb > m ahârîb ^ j U - ] (maha;rib) mahatta, [Ar. mahatta 4İai] {OsT} is. İstasyon,
{OsT} is. Mihraplar, mahavif, [Ar. m ahüf > m ahavif ıJjls-] {OsT} is. Kor
maharic, [Ar. hurüc > mahreç > mahâric jrjl^ ] (ma- kunç ve tehlikeli yerler,
ha:ric) {OsT} is. Çıkak yerleri; çıkış yerleri; mah mahavir, [Ar. mihver > mahavir j j l i ] (maha:vir)
reçler.<3 mahâric-i hurüf, {OsT} dbl. Harflerin
{OsT} is. Mihverler; eksenler,
ağızda çıkış yerlerini belirten terim.
mahayil, [Ar. mahile > mahayil JjU-] (maha.yil)
maharim 1, [Ar. haram > mahrem > m ahârim p l i ]
{OsT} is. Hayal ürünleri,
(maha. rim) {OsT} is. 1. Yapılm ası dinen yasak olan
şeyler; haramlar. 2. Gizlenmesi gereken yerler. 3. mahaz, [Ar. mahâz ^ l i ] (maha;z) {OsT} is. tıp. Do
Gizli tutulması gereken davranışlar. ğum sancısı.
maharim2, [Ar. m uharrem > m ahârim jH jli] (maha mahazar, [Ar. m â-hâzar (ma;hazar) {OsT} is.
ri:m) {OsT} is. 1. Haram kılınmışlar. 2. Haram ay Hazır olarak bulunan ne varsa; hazır olan şey.
lar; muharremler, mahazır, [Ar. m ahzar > mahâzır yi=^-\ (maha;zır)
maharit, [Ar. mahrüt > m ahârit J=ujli] (maha:ri:t, t {OsT} is. Genel dilekçeler; müracaatlar; başvurular,
kalın söylenir) {OsT} is. Koni biçiminde olan şey
mahazi, [Ar. mahâz! tsjlü] (maha;zi) {OsT} sf. Kötü
ler; koniler; mahrutlar. fi1 mahârît-i munzama,
davranışlar; rezilce davranışlar.
MAH Ö I İ İ M I İ İ f f f S İ M • 3014
mahazil, [Ar. mahzül > mahâzîl J p l i ] (maha:zi:l) mahcir, [Ar. hacr > mahcir is. 1. Ayrılmış, bö
{OsT} is. Rezil olmuş kimseler, lünmüş yer. 2. Parmaklık,
mahazin, [Ar. m ahzen > mahâzin o jl i] (maha:zin) mahcub, [Ar. hicâb > mahcüb (mahcu:b)
{OsT} is. Mahzenler, {OsT} is. -*■ mahcup,
mahazir, [Ar. mahzür > mahâzîr y>L#-] (maha:zi:r) mahcubane, [Ar. mahcüb + Far. -âne (mah-
{OsT} is. Korkulacak, sakınılacak şeyler; mahzur cu:ba:ne) {OsT} zf. Utanmış, sıkılmış bir durumda;
lar; engeller. utanmış olarak,
mahbel, [Ar. mahbel J - i ] {OsT} is. Hayvanın gebelik m ahcube, [Ar. mahcübe (mahcu:be) {OsT} is.
zamanı. 1. Mahcubun dişili. 2. sf. (Kadın için) utangaç,
mahber, [Ar. mahber / mahbere {OsT} is. mahcubiyet, [Ar. m ahcübiyyet (m a h c u
Mürekkep hokkası; mürekkep kabı; divit takımı, biyet) {OsT} is. 1. Utangaçlık; sıkılganlık. 2. Örtülü
olma durumu,
mahbes, [Ar. habs > mahbes {OsT} is. 1. Ha
mahcuc, [Ar. hüccet > mahcüc (mahcu.c)
pishane; ceza evi; zindan. 2. mecaz. Sıkıntılı, ka
ranlık ve hüzünlü yer. S mahbes-i âmâl, {OsT} {OsT} is. Kanıt gösterilmiş; delil gösterilmiş,
A rzu ve isteklerin hapishanesi. mahcup, -bu [Ar. hicâb > m ahcüb (mahcu:p)
mahbez', [Ar. hubz > mahbez y i ] {OsT} is. Ekmekçi sf. 1. Perdeli; örtülü. 2. Utanmış; sıkılmış. 3. Sıkıl
gan huylu; utangaç. S mahcup çıkarmak, Utan
dükkânı; ekmek fırını.
dırmak,|| mahcup çıkarm amak, Utandırmamak,||
mahbez2, [? mahbez] {ağız} is. Baş örtüsü; yazma.
mahcup dUşmek, Utanmak; sıkılmak.\\ mahcup
[DS]
etmek, Utanmasına y o l açmak. || mahcup kalmak,
mahbub, [Ar. hubb>mahbüb (mahbu:b) {OsT} Utanmış olmak.\\ mahcup olmak, Utanmak; sıkıl
sf. 1. Sevgili; sevilen. 2. Erkek sevgili; mahbup. 3. mak.
{eAT} Güzel; sevimli. 0 mahbüb-dost, {OsT} Oğ mahcur, [Ar. hacr > m ahcür jjş* i] (mahcu.r) {OsT}
lan seven; oğlancı; kulampara.\\ mahbûb-i cihan,
sf. huk. Hacir altma alınmış,
{OsT} Bütün dünyanın sevgilisi.\\ mahbfib-i Hudâ,
{OsT} Tanrının sevgilisi: Hz. Muhammet.\\ mah- mahcuriyet, [Ar. m ahcüriyyet (m ahcubi
biib-i kulflb, {OsT} Gönüllerin sevgilisi. || mahbflb- yet) {OsT} is. Kısıtlılık,
i m uavvec, {OsT} ed. Evirmece.\\ mahbflb-perest, mahcuz, [Ar. hacz > mahcüz j y ? i ] (mahcu:z) {OsT}
{OsT} Erkeklere düşkün eş cinsel erkek; delikanlı
sf. huk. Haciz konulmuş; haczedilmiş,
seven.|| mahbübü’l-kalb, {OsT} Gönlün sevgilisi.\\
m ahbübii’l-kulüb, {OsT} Gönüllerin sevgilisi. mahçe, [Far. mâh + Far. -çe (ma:hçe) {OsT} is.
1. Küçük ay. 2. M inare, sancak; küm bet v b ’nin te
mahbube, [Ar. hubb > mahbübe (mahbu:be)
pesine konulan madenî hilal; alem.
{OsT} is. 1. Sevilen kadm. 2. Değerli ve güzel bir
m ahdıban1, [mah + taban ?] {ağız} sf. Tembel tembel
lale türü. oturan. [DS]
mahbun, [Ar. habn > mahbün Oy?-] (mahbu:n) {OsT} mahdıban2, [? mahdıban] {ağız} is. Manda. [DS]
is. 1. Kıtlık için saklanan şey. 2. Aruz vezninde, ilk mahdub, [Ar. mahdüb / mahzüb (mahdu.b)
heceyi kısaltarak yapılan değişiklik.
{OsT} sf. Boyanmış,
mahbup, -bu [Ar. hubb > mahbüb v yJ-\ (mahbu:b)
mahdud, [Ar. hadd > m ahdüd j j - ü ] (mahdu:d)
{OsT} is.-*- mahbub. {OsT} sf. -* mahdut,
mahbüs, [Ar. habs > mahbüs (mahbu:s) {OsT} mahdudiyet, [Ar. mahdüdiyyet ji] (mahdu:-
is. -* mahpus. S mahbfis-hâne, {OsT} Hapishane. diyet) {OsT} is. Sınırlılık,
mahbusîn, [Ar. mahbüs > mahbüsîn ._r—y i j (mah- mahdum , [Ar. hidm et > mahdüm (mahdu:m)
bu:si:n) {OsT} is. Hapsedilmiş kişiler; mahkûmlar, {OsT} is. 1. Erkek evlat; oğul. 2. Hizmet edilen
mahbusiyet, [Ar. mahbüs > mahbüsiyyet kimse; efendi. 0 mahdflm-i kâinat, {OsT} Evrenin
(mahbu:siyet) {OsT} is. 1. B ir yere kapatılmış olma efendisi; Hz. Muhammet.
durumu; mahpus olm a hâli; hapislik. 2. Hapislik mahdum iyet, [Ar. m ahdüm iyyet c ~ o jJ i] (mahdu:-
süresi. miyet) {OsT} is. Erkek evlat olm a durumu; oğulluk,
mahcer, [Ar. hücre > mahcer y ~ i] {OsT} is. anat. mahdur, [Ar. hıdr > m ahdür j j J i ] (mahdu:r) {OsT}
Göz çukuru. sf. Örtülü; saklanmış.
ö i m i k m • 3015 MAH
mahdure, [Ar. hıdr > mahdure o jj-ü ] (mahdu:re) mahfuf, [Ar. m ahfuf ı J y i ] (m ahfu:f {OsT} sf. Etrafı
{OsT} s f (Kız için) örtünmüş, kim seye görünm e çevrilmiş; kuşatılmış,
yen. mahfuk, -ku [Ar. hafakan > mahfük jy s - ] (mahfu:k)
mahduş, [Ar. mahdüş (mahdu.ş) {OsT} sf. 1. {OsT} sf. Yüreği oynayan; kalp çarpıntısı olan,
Tırmalanmış. 2. Kuşkulandırılmış, mahfur, [Ar. hafr > mahfür j j ü ] (mahfu:r) {OsT} sf.
mahdut, -du [Ar. hadd > m ahdüd ^s-üJ (mahdu:t) (Mezar, çukur vb. için) kazılmış.
{OsT} sf. 1. Sayısı belli; sayılı. 2. Etrafı çevrilmiş; m ahfuz1, [Ar. hıfz > mahfuz i y i ] (mahfu:z) {OsT}
sınırlanmış. 3. huk. Sınırları belirlenmiş. 0 mah
sf. 1. Saklanmış; gizlenmiş. 2. Korunan; muhafaza
dut mesuliyetti şirket, Lim itet ortaklık.
edilen. 3. Gizli. 4. Ezberlenmiş; iyice öğrenilmiş;
mahdiiver, [Far. bahtiyar => mahdüver] {ağız} is. hıfzedilmiş. S1 mahfuz hisse, huk. Yasal mirasçı
Hıdrellez gecesi hazırlanan ve sabah çekilen kısm et nın, miras bırakanın iradesiyle ortadan kaldırıla
oyunu. [DS] mayan payı. || mahfuz liman, Rüzgârlara kapalı
mahe, [Far. mâhe «Lo] (ma:he) {OsT} is. Hilal biçi olan ve gemilerin emniyetle barınabileceği liman.
minde burgu. m ahfuz2, [Ar. mahfuz j ü ] (mahfu:z) {OsT} sf.
mahed, [Ar. ‘ahd > m a'hed -H "] (ma-hed) {OsT} is. Alçalmış.
Buluşma yeri, mahfuzat, [Ar. mahfuzât o l k j i ] (mahfu:za:t) {OsT}
mahfaza, [Ar. hıfz > m ahfaza 4 i ü ] {OsT} is. 1. K o is. 1. Gizlenmiş saklanmış şeyler; korunmuş şeyler.
rum ak ve saklamak amacıyla içine ufak tefek şey 2. Ezberlenmiş şeyler. 3. müz. Notanın kullanılm a
ler konulan küçük kutu. 2. İçine bir nesne konulan dığı zamanlarda müzikçinin ezbere bildiği parçalar,
ve o nesnenin biçiminde olan özel kutu. 3. El yaz mahfuzen, [Ar. mahfüzen I t y i ] (mahfu:'zen) {OsT}
ması kitapları korum ak amacıyla yapılmış bir tür zf. Güvenlik güçleri tarafından göz altında bulun
kap. S m ahfaza-i billflriye, {OsT} tıp. Gözdeki durularak.
saydam zar.|| mahfaza-i büzeyre, {OsT} bot. Küçiik
mahıv, -hvı [Ar. mahv ^ i] {OsT} is. 1. Y ok etme; ha
spor kesesi. || m ahfaza-i bttzûr, {OsT} bot. Spor
kesesi. rap etme; yıkma; bozma. 2. Y ok olma; ortadan
kalkma; yıkılma; bozulma. 3. tasvf. Beşerî zaaflar
mahfazalı, [mahfaza-lı] sf. 1. Mahfazası olan. 2.
dan kurtulm a durumu.
Mahfuz; korunan,
m ahi1, [Ar. mahv > m âhî (ma.hi:) {OsT} sf.
mahfe, [Ar. mahaffe > m ahfe {OsT} is. 1. Deve,
Mahvedici; yok edici; yok eden. S mâhi-i emrâz,
fil vb. hayvanların sırtına konan ve içine oturulabi-
{OsT} Hastalıkları y o k e d e n \ m âhi’n-nükûş, {OsT}
len sepet. 2. Eskiden devlet adamlarını taşım akta
Nakışları silen.
kullanılan iki kişinin oturabileceği biçimde ve in
san omzunda taşman sepet; tahtırevan, mahi2, [Fars, mâhî ^ U ] (ma:hi:) {OsT} is. zool. B a
mahfel, [Ar. hufül > mahfel J j ü ] {OsT} is. 1. Topla lık. S mâhî-dân, {OsT} B alık konulan havuz. ||
m âhî-fürüş, {OsT} B alık satan; balıkçı. || mâhî-gîr,
nılacak yer; toplantı yeri. 2. B ir yerde toplanmış
{OsT} B alık tutan; balıkçı.|| mâhî-hâr, {OsT} 1. B a
kimseler; meclis; mahfil,
lık yiyen; balık avlayan; balıkçıl; balıkla beslenen.
mahfes, [? mahfes] {ağız} is. -*■ mahbez. [DS] 2. zool. Balıkçıl. || mâhî-pttşt, {OsT} B alıksırtı.
mahfez, [? mahfez] {ağız} is. -*■ mahbez. [DS] mahiç, -ci [? mahiç] {ağız} is. Karyola. [DS]
mahfi, [Ar. hafa > mahfı (mahfı:) {eAT} {OsT} mahir, [Ar. maharet > mahir (ma;hir) {OsT} sf.
sf. Gizli; saklanmış, Usta; kabiliyetli; becerikli,
mahfil, [Ar. huful > mahfil J ü ] {eAT} {OsT} is. 1. mahirane, [Ar. mahir + Far. -âne <üly»Lo] (ma;hira;-
Toplanılacak yer; toplantı yeri. 2. Bir yerde top ne) {OsT} zf. Becerikli biçimde; ustaca,
lanmış kimseler; meclis. 3. Camilerde etrafı par
m ahire, [Ar. mâhir > mâhire oy>l»] (ma:hire) {OsT}
maklıkla çevrili, yerden yüksekçe yapılmış yer. S
mahfil-i âli, {OsT} A lla h ’ın huzuru.\\ mahfil-i hü sf. (Bayan için) usta; becerikli,
mâyun, {OsT} Selatin camilerinde padişahların mahis, [Ar. mahış j ^ i ] (mahi:s, h kaim söylenir)
namaz kılmaları için ayrılmış bölüm; hünkâr mah- {OsT} is. 1. Bir şeyden dönme. 2. Kurtulma,
fıli.|| mahfil-i kaza, {OsT} A dalet meydanı.\\ mah mahistak, [? mahistak] {eT} is. M anihey ruhanileri
fil-i şer’iyât, {OsT} Fatihin kurduğu mahkeme. nin bir sınıfı, bir bölümü. [EUTS]
mahfiyen, [Ar. mahfı > m ahfıyyen uy ü ] {OsT} zf. mahitab, [Fars, mâh (ay) + tâb (parıltı) ı_)lx*U] (ma:-
Gizli olarak; saklı olarak. hita. b) {OsT} is. Ay ışığı; mehtap.
MAH ÖIÜMIÜKSÖM • 3016
m a h iy an ', [Far. mâh (ay) > mâhiyân (ma.hi- m ah k em elik , -ği [mahkeme-lik] sf. M ahkem e açma
yı gerektiren; mahkem ede çözülmesi gereken.S
ya:n) {OsT} is. Aylar.
m ah k em elik olm ak, Üzerinde anlaşılamayan veya
m ahiyan 2, [Far. mâhiyân OL&U] (ma:hiya:n) {OsT} anlaşmazlık bulunan bir konu için yargıya başvur
is. Balıklar. mak.
m a h iy an e', [Far. mâhiyâne üL&L] (m a:hiya:’ne) m ah k î, [Ar. hikâyet > m ahkı {OsT} sf. Anlatı
{OsT} zf. A y hesabıyla verilen; aydan ayan; ay ola lan; hikâye edilen,
rak. m a h k u d , [Ar. mahküd j j ü ] (mahku:d) {OsT} sf. Ha
m ahiyane2, [Far. mâhiyâne ^LaU] (ma:hiya:ne) set edilen; haset olunan,
{OsT} is. Balık çorbası. m ah k û k , -ku [Ar. hakk > mahkük i l (mahkû:k)
m ah iy e', [Ar. mâ-hiye ^L»] (ma:hiye) {OsT} e. O şey {OsT} sf. 1. Çelik kalem le kazılmış; kazılarak res
ki. medilm iş; hakkolunmuş. 2. Yazıldıktan sonra sert
m ahiye2, [Far. mâh (ay) + Ar. -iyye => mâhiyye bir aletle kazılmış. 3. is. Yazı üzerinde yapılan si
4 ^ 1 °] (ma:hiye) {OsT} is. 1. Aylık; maaş. 2. zf. Ay linti kazıntı.
lık olarak. m ah k u k , [Ar. hakk > m ahkük ö y ü ] (mahku;k) {OsT}
m ahiyet, [Ar. mâhiyyet (ma:hi:yet) {OsT} is. sf. Doğrultulmuş; doğru hâle getirilmiş,
1. Bir şeyi belirleyen asıl öge; nitelik; vasıf; özel m a h k û k â t, [Ar. m ahkük > mahkükât o IS"jiJ-] (mah-
lik; esas; öz. 2. mecaz. İç yüz. 3. fel. Kendilik. kû:kâ:t) {OsT} is. K azılarak yapılmış resim ve ya
m ahiz, [Ar. hayz > mahiz . J ^ - \ (mahi:z, h kalın söy zılmış resimler,
lenir) {OsT} is. H ayız durumu; ay başı hâli; âdet m ah k û m , [Ar. hükm > mahkûm (mahkû:m)
görme. {OsT} sf. 1. Y argılama sonucu hüküm giymiş olan;
m ah k , -kı [Ar. m ahk ^ - ] {OsT} is. tasvf. Kulun, hükümlü. 2. mecaz. B ir şeye mecbur olan; zorunda
olan; bir şeyi yapması kaçınılmaz olan. 3. Kötü bir
m ahv’m bir ileri aşaması olarak, vücudunun özü
sonuca sürüklenmesi kaçınılm az olan. 4. is. M ah
hakkında, A llah’ın zâtında fenâ bulması; yani var
kemece hüküm giymiş kimse; hükümlü. S m a h
lığıyla ilgili geride hiçbir eser kalm amacasına fe-
k û m etm ek, 1. H üküm giym esini sağlamak. 2. K ö
nâya ermesi.
tü bir sonuca sürüklemek. 3. M ecbur etmek. || m ah
m ahkem e, [Ar. hükm > mahkeme {OsT} is. 1. k û m olm ak, 1. B ir suç yüzünden yargılam a sonucu
Bir yargıç veya birlikte karar veren yargıçlar tara hüküm giymek. 2. K ötü bir duruma düşmek. 3. Bir
fm dan yargı yetkisi kullanılarak anlaşmazlıkların şeyi yapmak, yerine getirm ek mecburiyetinde ol
çözümlendiği ve adalet dağıtıldığı devlet örgütü. 2. mak; zorunda kalmak.|| m a h k û m ü ’n-aleyh, {OsT}
Bir davaya bakılan ve hüküm verilen yer, bina. 3. huk. Aleyhinde hüküm verilen; davayı kaybeden.||
Dava; duruşma. 4. mecaz. Karar verm e yetkisinin m a h k û m ü ’n-bih, {OsT} huk. H üküm ve kararı ve
bulunduğu, yargıladığı kabul edilen şey. fi5 m a h rilmiş; hüküm giymiş; kararı verilmiş. || m ah-
kem ede dayısı olm ak, Yüksek bir makamda koru k û m ü ’n-leh, {OsT} huk. Lehinde karar verilen; da
yucusu veya kayırıcısı bulımmak.\\ m ah k em e d u vayı kazanan.
v a rı, A sık ve utanmaz surat.\\ m ahkem e-i k iib râ , m ah k û m e, [Ar. hükm > mahküm e (mahkû:-
{OsT} K ıyam et günii kurulacak olan yargılam a dü-
me) {OsT} sf. M ahkûm un dişili,
zeni. || m ahkem e-i ş e r’iye, {OsT} Şeriat hüküm leri
ne göre kurulmuş mahkeme; şeriat mahkemesi.\\ m ah k û m în , [Ar. m ahküm în j t . £ j -\ (mahkû;mi:n)
m ahkem e kapısı, Yargı makamı; mahkeme.\\ {OsT} is. M ahkûmlar; hüküm giyenler,
m ahkem e k a ra rı, Yargı sonunda verilen hüküm \\ m ah kû m iy et, [Ar. m ahkûm iyet c~o_j£i] (mahkû;-
m ahkem e m asrafı, Dava açılırken ödenen harç ve
miyet) {OsT} is. 1. Hakkında hüküm verilmiş olma
avukatlık ücretleri.|| m ahkem eye düşm ek, Anlaş
durumu; hüküm giyilmişlik. 2. H üküm giyilen süre.
m azlık konusu olan durumu çözümletmek için y a r
gıya baş vurmak. m a h k u n , [Ar. mahkün öy^-] (mahku;n) {OsT} sf.
m ahkem eleşm e, [mahkeme-le-ş-me] is. M ahkem e M asum; suçsuz. S m a h k ü n u ’d-dem , {OsT} huk.
leşmek eylemi veya durumu. K atli gerekmeyen kimse.
m ahkem eleşm ek, [mahkeme-le-ş-mek] işteş, f. [-ir] m a h k u r, [Ar. malıkür (mahku;r) {OsT} sf. A şa
Karşılıklı olarak birbirinden davacı olup yargıya
ğılık; hakir.
başvurmak.
m ah laç, -cı [Ar. mahlüc] {ağız} is. -*■ mağlıç.[DS]
m ahkem eli, [mahkeme-li] sf. Dava konusu olan; da
m a h la d ır, [? mahladır] {ağız} is. Küçük tabak. [DS]
vası olan.
öruMIÜlIt SİL 3017 MAH
mahlas, [Ar. huluş > mahlas ] (mahlâs) {OsT} is. mahlul, -lü [Ar. hail > mahlul J $>J-\ (mahlûl) {OsT}
1. Eskiden şairlerin şiirlerinde kullandıkları takma sf. 1. Çözülmüş; dağılmış; hallolmuş. 2. Erimiş;
ad. 2. Bir kimsenin doğumda verilen ikinci adı; eritilmiş; eriyik halinde olan. 3. (M ülk için) m iras
göbek adı. S mahlas beyti, {OsT} ed. Eski şiirler çısı olmayan bir kimseden devlete kalan. 4. (M e
de şairin takma adının geçtiği beyit. murluk veya kadro için) boş. 5. is. Eriyik,
mahlashane, [Ar. mahlaş+Far. -hâne ü U ^ ls-] (mah- mahlulat, [Ar. mahlul > mahlulât (mahlû-
lâsha:ne) {OsT} is. ed. Divan şiirinde şairin m ahla la:t) {OsT} is. M irasçısı olmayan bir kimsenin ölü
sının bulunduğu beyit, münden sonra devlete veya vakıflara kalan toprak
ları.
mahlasname, [Ar. mahlas + Far. -nâme
mahlule, [Ar. mahlule (mahlû:le) {OsT} is. K o
(mahlâ:sna:me) {OsT} is. ed. Şiir yazmaya başlayan
birine verilen mahlası dile getiren şiir. cası ölen kadm.
mahleb,1 [Ar. mahleb >_Ji] {OsT} is. 1. Mahlep. 2. mahluliyet, [Ar. mahlül > mahlüliyyet (mah
Bal. lû: liyet) {OsT} is. 1. Çözülme; dağılma; hallolma. 2.
Erime; eriyik halinde olma. 3. (M ülk için) mirasçısı
mahleb2, [Ar. mahleb {OsT} is. Yırtıcı hayvan
olmadığı için devlete kalma durumu. 4. (M emurluk
ların çengelli pençesi, veya kadro için) boş oluş,
mahleç, -ci [? mahleç] {ağız} is. Sümüklü böcek. [DS] mahlut, [Ar. halt > mahlüt / mahlûte ij i s - /
mahlep, -bi [Ar. mahleb bot. 1. Gülgiller (mahlû:t) {OsT} sf. 1. Başka bir şey karıştırılmış
den, on metre kadar boylanabilen, beyaz çiçekli, olan; karışık; katışık; karışmış; karışım. 2. is. Gaz
dallan ve meyvesi hoş kokulu, kerestesi güzel bir ve hava karışımı. 3. Buğday ile çavdar veya yulafla
tür kiraz; kokulu kiraz; idris ağacı; endirez, (Ce- çavdarın eşit miktarlarda karışımından meydana
rasus mahaleb / Primus mahaleb). 2. Bu ağacın gelen ve birlikte ekilen tohum,
nohut iriliğindeki meyvesi, mahluta, [Ar. mahluta (mahlû:ta) {OsT} is.
mahlu, -u’u [Ar. h ar> m ah lü c /m ahlü'a rjSz- / jiz-\ Bulgurlu mercim ek çorbası,
(mahlû:) {OsT} sf. (Hükümdar için) tahtından zorla mahmasa, [Ar. hamş > mahm aşa ı ^ ] {OsT} is. 1.
indirilmiş. 0 hakan-ı m ahlü’, {OsT} Tahtından Açlık. 2. Açlık yüzünden zayıf düşme,
indirilmiş Osmanlı padişahı.
mahmedet, [Ar. hamd > mahmidet o . u i ] {OsT} is.
mahlüc, [Ar. hale > mahlüc (mahlû:c) {OsT}
-* mahmidet.
sf. (Pam uk için) atılmış,
mahmel, [Ar. hami > mahmil {OsT} is. -*• m ah-
mahluf, [Ar. h alf > m ahlüf ^ ] (mahlû:f) {OsT} sf.
mil.
huk. Yemin etmiş. S m ahlüfü’n-aleyh, {OsT} mahmıt, [? mahmıt] {ağız} sf. Avanak; aptal. [DS]
Hakkında yem in edilen konu.
mahmî, [Ar. himâye > mahmî / mahmiye
mahluh, [Ar. mahluk => mahluh] {ağız} is. Soy; aile.
[DS] (mahmi:) {OsT} sf. Biri tarafmdan korunan, kayrı
lan; him aye gören. S mahm î devlet, {OsT} D aha
mahluk1, [Ar. halk > hilkat > m ahlûk Jjte-] (mah-
güçlü bir devlet tarafmdan himaye gören devlet.
lû:k) {OsT} is. 1. Yaratılm ış olan; yoktan var edil
mahmidet, [Ar. hamd > mahm idet o . w i ] {OsT} is.
miş insan veya hayvan; yaratık. 2. isi. Allah tara
fından yaratılmış bulunan evrensel varlıklardan her 1. Övme; methetme; şükretme. 2. Övülmeye veya
şükredilmeye değer bir davranış. S mahm idet-
biri.
sâz, {OsT} H am t ve sena eden; şükür eden; öven.
mahluk2, [Ar. m ahlûk (mahlû:k) {OsT} sf. (Baş
mahmil, [Ar. hami > mahmil J ^ i ] {OsT} is. 1. Taşıt.
veya yüz için) tıraş edilmiş,
2. İki kişinin oturabileceği şekilde deve üzerine
mahluka, [Ar. mahlülça (mahlû:ka) {OsT} is. konulan sepet; mahfe. 3. Bazı İslam hüküm darları
Asıl şairi başkası olup da çalınan şiir; çalıntı şiir, nın Hac zamanı M ekke’ye gönderdikleri içi boş
mahlukat, [Ar. m ahluk > m ahlükât o li y ü ] (mah- süslü mahfe. 4. {ağız} Yemek konulan tel dolap.
[DS] 5. {ağız} Dolap. [DS] 6. {ağız} Kuyulardan su
lû.ka. t, k kalın söylenir) {eAT} {OsT} is. 1. Yaratıl
çekmeye yarayan dolap; kuyu dolabı. [DS] ö
mış olanlar; yaratılmışlar; yaratıklar; mahluklar. 2.
mahm il-i şerif, {OsT} Mekke ve M ed in e’y e hac
isi. Allah tarafından yaratılmış olan, zaman ve m e
zamanı “sürre ” adıyla gönderilen p ara ve değerli
kânla sınırlı bütün varlıklar,
armağanların yükletildiği araç.\\ mahm il kadısı,
mahlul, -lü [Ar. mahlül J j J i ] (mahlû:l) {OsT} sf. Ö- {OsT} M ekke’y e giden hac kafilesinde bulunan g ö
bür tarafına geçilmiş olan; delinmiş. revli kadı.
MAH Ö I Ü M I İ İ ff liC f S 0 M » 3018
nıahnıiye, [Ar. him aye > mahmıye {OsT} is. 1. mahm ure, [Ar. ham r > m ahm ure °jy^-] (mahmu.re)
B ir şeyi him aye etme; koruma. 2. Korunaklı büyük {OsT} is. M ahm urun dişili,
şehir. m ahm urlaşm a, [mahmur-la-ş-ma] is. M ahmurlaş
mahmud, [Ar. ham d > m ahm üd / mahmüde i / mak eylemi.
mahm urlaşm ak, [mahmur-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır]
» i {OsT} sf. -*■ mahmut.
M ahm ur bir durum almak; baygınlaşmak; uykulu
mahm ude, [Ar. mahmüde (mahmu:de) {OsT} bir hâle girmek,
is. bot. 1. Çit sarmaşığıgillerden, soluk sarı çiçekli, mahm urluk, -ğu [mahmur-luk] is. 1. İçki içmiş bir
tem ren gibi sivri yapraklı, 50-100 cm. boyunda çok kim senin duyduğu baş ağrısı ve içinde bulunduğu
yıllık otsu bitki, (Convulvulus scammonia). 2. Bu sersemlik; ayıltı. 2. U ykudan uyanınca duyulan
bitkinin köklerinden elde edilen ve müshil olarak ağırlık ve içinde bulunulan sersemlik; uyku ser
halk hekimliğinde kullanılan reçinemsi bir sakız. 3. semliği. 3. Gözlerdeki baygın ve süzgün bakış. S
M ahm udun dişili. mahm urluğu bozmak, İçkiden sonra duyulan m i
mahm udî, [Ar. mahmüdî / mahmüdiyye / de rahatsızlığını ve baştaki ağrıyı giderm ek ama
cıyla bir şey içmek veya yapmak.
(mahmu:di:) {OsT} is. Eskiden İran ve H in
mahm ut, -du [Ar. ham d > m ahm üd j (mahmu:t)
distan’da kullanılın bir gümüş sikke,
mahm udiye, [Ar. mahmüdiye (Osmanlı padişahı {OsT} sf. 1. H am t olunmuş; sena edilmiş; övülmüş;
övmeye değer. 2. is. Hz. M uham m ed’in adlarından
İkinci Mahmut) a jİja İ] (mahmu.diye) {OsT} is. 1.
biri. S mahm üdü’l-hisâl, {OsT} İyi ahlak sahibi.']
dnz. İkinci M ahm ut zamanında yaptırılan ve kalyon mahm üdü’ş-şiyem, {OsT} Ö vülecek huylara sahip
büyüklüğünde bir savaş gemisi. 2. Birinci M ahm ut olan.
zam anında bastırılan 23 ayar altm. 3. İkinci M ah
m ahm uz1, [Ar. mihmaz (dürtme aracı) ja^>] {OsT} 1.
m ut zamanında bastırılan ve bugün süs altını olarak
kullanılan ince altın sikke, Çizmenin arkasına takılan, binek hayvanını dürte
rek hızlanmasını sağlam ak için yapılmış metal çı
mahmul, -lü [Ar. hami > mahm ül J^ # -] (mahmud)
kıntı. 2. Kuşlarda ayağın topuk tarafındaki küçük
{OsT} s f 1. Yüklenmiş; yükletilmiş; dolu; ham- boynuzsu çıkıntı. 3. anat. D ar açı ile birbirinden
lolunmuş. 2. Bir şey üzerine kurulmuş. 3. (Konuş ayrılan atardamar kollarına verilen ad. 4. dnz. Es
m a için) ağır ve tum turaklı üslubu olan. 4. (Gemi kiden düşman gemisini batırm ak için geminin su
için) yüklü. 5. is. man. Yüklem. 0 mahmul ol seviyesi altma konulan uzun sivri kalas. 5. Dağların
mak, D olu olmak; dolu bulunmak; yüklü olmak.
veya tepelerin eteğindeki çıkıntı. 6. Heykelcilerin
mahmule, [Ar. hami > mahmüle (mahmude) kıvrım lı yerleri kazım akta kullandıkları ucu törpü
{OsT} is. 1. Mahmulün dişili. 2. Yük; hamule, biçimindeki alet. 7. Top kundağını yere bağlayan
mahm ulen, [Ar. mahmülen (mahmuden) parça. 8. Başakta kalan çavdar tanelerine verilen
ad. 9. Arıcıların kovanlara petekleri tespit etmek
{OsT} zf. Yüklü olarak; yüklenmiş vaziyette,
için kullandıkları m aden tekerlekçik. 10. Köprü
mahmum, [Ar. hummâ>mahmüm py ^ -] (mahmu:m) ayaklarında yukarıdan gelen ağırlığı dağıtmak için
{OsT} sf. 1. Hummaya yakalanmış; sıtmaya tutul suyun geliş ve akış yönünde yapılmış olan uzantı
muş; ateşi olan; ateşli. 2. mecaz. Saçma sapan ko lar. 5 1 mahm uz çiçeği, İki çenekliler fam ilyasın
nuşan. dan, Akdeniz bölgesinde yetişen, talkım hâlinde
malımum ane, [Ar. mahmüm + Far. -âne kırmızı, pem be ve sarı çiçekli iki yıllık otsu bitki,
(Centranthus).
(mahmu:ma:ne) {OsT} zf. 1. Ateşli bir hâlde. 2. Sa-
yıklarcasma. mahm uz2, [Ar. mahm üz (mahmu:z) {OsT} is.
mahmur, [Ar. ham r > mahm ür jy ^ -] (mahmu:r) Oksitlenme.
{eAT} {OsT} sf. 1. Sarhoşluk dolayısıyla sersem mahmuzcu, [mahmuz-cu] is. Atların koşum takım la
olan. 2. Sabahları uykudan uyandıktan sonra üze rı ile mahm uz gibi araçları yapan usta,
rinde bir ağırlık ve uyuşukluk olan; uyku sersemli mahm uzcuk, -ğu [mahmuz-cuk] is. 1. Küçük mah
ği. 3. (Göz için) süzgün, dalgın bakışlı. 4. (Göz muz. 2. bot. Salepgillerin çiçeğinde başçığın yakı
için) uyku basmış; ağırlaşmış. S1 mahmur bakış, nındaki gagaya benzer organ,
Baygın, süzgün ve yum uşak bakış. || mahmur çiçe mahm uzculuk, [mahmuz-cu-luk] is. Mahmuz yap
ği, Çiğdem. m a ve satma işi; mahm uzcunun işi ve mesleği,
mahm urane, [Ar. mahm ür + Far. -âne ü\jyji-] (mah- mahm uzlam a, [mahmuz-la-ma] is. M ahmuzlamak
mu:ra:ne) {OsT} sf. ve zf. (Bakış için) mahm urcası eylemi.
na; baygın baygın. mahm uzlamak, [mahmuz-la-mak] g ç l.f. [-r] [~l(u)-
MAH
yor] Binek hayvanım hızlanm ası için çizmede bu çıkılacak kapı vb. şey veya yer; huruç edilecek yer.
lunan mahmuz ile dürtmek, 2. Yatılı olarak okuyan askerî orta dereceli okul
m ah m u zlan m a, [mahmuz-la-n-ma] is. M ahm uzlan öğrencileri. 3. dbl. Seslerin boğumlanma yeri. 4.
mak eylemi veya durumu, mat. Payda. 5. Y urt içinde üretilen malların yurt
m ah m u zlan m ak , [mahmuz-la-n-mak] edil f. [-ır] 1. dışında satıldığı yer; dış pazar; sürüm yeri. S
(Binek hayvanı için) mahm uzla dürtülmek. 2. m ah re ç mevleviyeti, {OsT} İm paratorluk döne
dönşl. f. M ahmuzlu duruma gelmek; mahm uzu çık minde üçüncü derecedeki kadılıklara verilen ad.
mak. 3. M ahmuz sahibi olmak; mahm uz edinmek, m ah ref, [Ar. m ahref jt-\ {OsT} is. Yemiş sepeti.
m ahm uzlu, [mahmuz-lu] sf. 1. M ahm uzu olan. 2. zf.
m a h re k 1, -kı [Ar. hark > mahrek 3y^] {OsT} is. Y a
M ahmuz takmış olarak,
kacak yer.
m ahna, [Far. bahane => m ahana > mahna] {ağız}
m a h re k 2, -ği [Ar. hareket > mahrek il/ - \ {OsT} is. 1.
is. -*■ mahana; bahane. [DS] S m a h n a verm ek,
{ağız}Kusur bulmak; beğenm em ek [DS] Hareketli bir noktanın izlediği yol. 2. g ö k b. Y ö
rünge. 0 m a h re k -i h ak ikî, {OsT} Gerçek yörün-
m ahnı, [Ar. m a'nî (mâni) > mahnı] {ağız} is. Halk k-
ge.\\ m a h re k m üstevisi, {OsT} Yörünge düzlemi.
oşuğu; mâni. [DS]
m a h re m 1, [Ar. harâm > mahrem j>y^J {OsT} sf. 1. H a
m ah n u k , -ku [Ar. hunk > m ahnük 3 y ^ \ (mahnu:k)
ram olan; dinin yasak kıldığı. 2. (Erkek için) yakm
{OsT} sf. Boğazı sıkılmış; boğulmuş; boğuk, akrabadan olduğu için kendisi ile evlenmek yasak
m ah n u k an , [Ar. m ahnükan IsjaS-] (mahnu:kan) olan ve evlenmek mümkün olamayacağı için eve
{OsT} zf. Boğazı sıkılarak; boğulm uş olarak; boğu rahatlıkla girip çıkabilen. 3. Teklifsiz; içli dışlı. 4.
larak. Başkalarına söylenmeyecek kadar gizli olan. 5. is.
m ahös, [? mahös] {ağız} is. Sümüklü böcek. [DS] Sırdaş. 6. isi. Kadının kendisinden çekinmediği,
kaçmadığı erkek. 7. tasvf. A llah’ın sırlarını öğren
m ahpus, [Ar. habs > mahbüs (mahpu:s) {OsT}
meye başlayan kişi. S m a h re m -i e sra r, {OsT} S ır
sf. 1. (Kişi için) bir yere kapatılm ış olan; hapsedil daş,|| m ah re m -i râz, {OsT} Kendisine sır söylenmiş
miş olan. 2. huk. Hapsedilmiş kimse; ceza evinde kimse.
çarptırıldığı cezayı çekmekte olan kimse. 3. B ir tür
m a h re m 2, [Ar. mahrem çjf-] {OsT} is. İki dağ ara
tavla oyunu,
sındaki yol.
m ahpushane, [Ar. mahbüs + Far. hâne
m a h re m a n , [Ar. mahrem > mahremân jl»y=-J (mah-
(mahpusha:ne) {OsT} is. Hükümlülerin kapatıldığı
yer; hapishane; ceza evi. rema:n) {OsT} is. 1. Gizli şeyler; sırlar. 2. Arkadaş
m ahpusluk, -ğu [mahpus-luk] is. 1. M ahpus olma lar; sırdaşlar.
durumu. 2. Hapislik süresi. m ah rem an e, [Ar. mahrem + Far. âne oU yi] (mahre-
m a h ra 1, [Ar. m a h râ ^ y 2-] (mahra:) {OsT} is. 1. Elve ma. ne) {OsT} zf. Kimseye belli etmeden, sezdirme
rişli, uygun şey. 2. D eğerli kimse. den; gizlice.
m ah ra2, [? mahra] {ağız} is. Üzüm taşım aya yarar m ah rem iy et, [Ar. mahremiyyet {OsT} is. 1.
ağzı geniş, dibi dar tahta sandık. [DS] S m a h ra M ahrem olm a durumu; gizlilik; mahremlik. 2. B ir
başı, M or taneli bir çeşit üzüm. şeyin gizli yönü. 3. B ir kimsenin özel yaşam ına
m ah rab a, [Ar. mıkreme => makrame / mah- ilişkin gizlilik. S m ah rem iy etin e g irm ek, B ir
raba] {ağız} is. Büyük mendil; yağlık. [DS] kimsenin özel hayatının gizli kalan yönlerini öğre
necek kadar yakınlığını kazanmak.
m ah ram a, [Ar. mıkreme -uyu => m akrame / m ah
m ah rem lik , [mahrem-lik] is. 1. M ahrem olm a duru
rama] {eAT} {ağız} is. 1. Bazı bölgelerde kadınların mu; gizlilik; mahremiyet. 2. Bir şeyin gizli yönü. 3.
sokağa çıkarken manto üzerine örtündükleri peleri Bir kim senin özel yaşam ına ilişkin gizlilik.
ne benzer işlemeli örtü; başörtüsü. 2. Havlu. 3.
Mendil. [DS] m a h r u b 1, [Ar. mahrüb ^ 3 / - ] (mahru:b) {OsT} sf. 1.
Elinden sermayesi alınmış, mahrum edilmiş. 2.
m ahrava, [Ar. m ıkrem e -uyu» => m akrame / mah-
Gadre uğramış.
rava] {ağız} is. 1. Mendil. 2. Havlu; peçete. [DS]
m a h ru b 2, [Ar. harâb > mahrüb (mahru:b)
m ahreç, [Ar. hurüc > mahreç çj*-] {OsT} is. -*■ m ah
{OsT} sf. Harap edilmiş; yıkılmış,
reç. fi1 m ahrec-i m ü şte re k , {OsT} mat. Ortak p a y
day m ahrec-i m ekâtib -i askeriye, {OsT} A skerî m a h ru k , -ku [Ar. hark > m ahrük lijy 1] (mahru:k)
okullara öğrenci yetiştiren ortaokul. {OsT} sf. Yanmış; yakılmış; yanık. S m a h rü k u ’l-
m ahreç, -ci [Ar. huruç > mahreç ^ jf-\ is. 1. Dışarı fu ad , Yüreği yanık.
MAH Ö ly H IllM ıÖ H • 3020
mahsulat, [Ar. mahsul > m ahsulat y ^ - \ (mahsu:- mahsusa, [Ar. mahşuş > mahşuşa j~^-\ (mahsu:-
la:t) {OsT} is. 1. Elde edilen şeyler; hasıl olan şey sa) {OsT} sf. Birine veya bir şeye ayrılmış olan; ö-
ler. 2. Topraktan yetiştirilen tarım sal ürünler. 3. zel; hususi.
Evcil hayvanlardan elde edilen ürünler. 4. Sanayi mahsusan, [Ar. mahşüş > mahşüşân (mah-
ürünü olan şeyler. £P mahsülât-ı arzıye, {OsT}
su: ’sa:n {OsT}) zf. -* mahsusen.
Toprak ürünleri.\\ mahsülât-ı kim yeviye, {OsT}
K im yasal olarak üretilen maddeler.\\ mahsülat-ı mahsusat, [Ar. hiss > mahsüsât (mahsu:-
sınaiye, {OsT} Sanayi üretimi olan mallar; sanayi sa:t) {eAT} {OsT} is. 1. Beş duyudan biri ile algıla
ürünleri. nabilen şeyler; görülüp duyulabilen nesneler. 2.
mahsuldar, [Ar. mahşül + Far. -dâr j \ j i y ^ - ] (mah tasvf. Duyular yardımıyla algılanıp tanınabilen
surda: r) {OsT} sf. Ürün veren; bereketli; verimli; madde âlemi.
bitek. mahsusen, [Ar. mahşüşen Usy ^ - ] (mahsu: ’sen)
mahsullü, [mahsul-lü] sf. Ü rün veren; mahsulü olan; {OsT} zf. Özellikle,
verimli.
m ahsusiyet, [Ar. mahşüşiyyet c^> ya£-\ (mahsu:-
mahsulsüz, [mahsul-süz] sf. Ürün vermeyen; mahsu
lü olmayan; verimsiz, siyet) {OsT} is. Özellik; hususi oluş,
mahsun, [Ar. hışn > mahşün ö y ^ \ (mahsu.n) {OsT} m ahşer, [Ar. haşr > m ahşer _rü ] {eAT} {OsT} is. 1.
sf. (Yer için) kale durum una getirilmiş; kuvvetlen Kıyamet gününde ölülerin dirilerek toplanacakları
dirilmiş; tahkim edilmiş; müstahkem, na inanılan yer. 2. mecaz. Büyük ve yoğun kalaba
lık. 3. isi. İnsanın dünyada iken yaptıklarının hesa
mahsup, -bu [Ar. hisâb > mahsüb ^ y ~ ^ \ (mahsu:p)
bım verm ek üzere ölülerin Allah katında sorguya
{OsT} sf. 1. Hesap edilmiş; hesaba geçirilmiş olan; çekilmek için diriltilecekleri yer ve zaman. S1
sayılmış. 2. is. Büyük bir kimsenin emrinde çalışan mahşere dönmek, (Yer için) çok kalabalık olmak;
kimse. 3. muh. Kasaya ilişik olmayan, karşılıklı kalabalıklaşmak.\\ mahşere kalmak, (Bir olgu,
hesaplan kendi aralannda borçlandıran veya olay veya hak için) kıyamete kadar hiçbir zam an
alacaklandıran her türlü m uhasebe işlemi. 4. tie. gerçekleşm eyecek olmak; işin yapılm ası imkânı
Borçlanılmış daha yüksek bir tutar üzerinden nak kalmamak.\\ mahşer gibi, (Yer için) ç o k kalabalık
den veya mal olarak yapılan ödeme. S mahsubunu olan. || mahşer günü, Kıyam et günü ölülerin dirile
yapmak, H esaba işlemek; geçirmek.\\ mahsup
rek toplanacakları zaman. || mahşer meydanı, K ı
edilmek, H esaba geçirilmek. |[ mahsup etmek, H e
yam et günü ölülerin dirilerek toplanacakları alan. ||
saba alacak veya borç olarak geçirmek. || mahsup
mahşer midillisi, K ısa boylu fitn e c i kişi.
fişi, Sol üst köşesinde borçlu hesabı, sağ üst köşe
sinde de alacaklı hesabı belirten, karşılıklı hesap mahşerî, [Ar. m ahşerî (mahşeri:) {OsT} sf. 1.
adlarının yazılarak mahsupların yazıldığı fiş. M ahşeri andıran; mahşer gibi. 2. (Kalabalık için)
mahsur1, [Ar. hasr > m ahsür jy ~ ^ ] (mahsır.r) {OsT} aşırı; çok fazla; çok büyük,
s f 1. (Gözler için) çok yorulmuş; feri gitmiş. 2. mahşud, [Ar. haşed >m ahşüd (mahşu:d) {OsT}
mecaz. Çok yoksul; muhtaç; fakir. sf. Toplanmış; yığılmış,
mahsur2, [Ar. haşr > mahşür jya£-\ (mahsu:r) {OsT} mahşur, [Ar. haşr > m ahşür j y ^ - \ (mahşu:r) {OsT}
sf. 1. M uhasara edilmiş; sarılmış; kuşatılmış; çev sf. 1. M ahşer günü diğer ölülerle birlikte sorguya
rilmiş. 2. Belli edilmiş; sınırlanmış; hasredilmiş. 3. çekilmek üzere dirilmiş olan; dirilerek diğer ölüler
Yasak edilmiş. 4. Sıkıştırılmış; tazyik edilmiş. S’ le bir araya gelmiş olan. 2. Toplanmış; bir araya
mahsur kalmak, Bir yerde kapalı kalmak; doğal getirilmiş; koleksiyon yapılmış; birleştirilmiş. 3.
afet vb. sebeplerle dışarı ile ilgisi, bağlantısı kesil K ısım lan bir araya getirilmiş, birbirine uydurulmuş
mek. olan.
mahsus1, [Ar. hiss > mahsüs ^ y -* -] (mahsu.s) {OsT} maht, [? maht] {ağız} Arıyı kovana alıştırmak için
sf. 1. Algılanan; hissedilen; duyulan. 2. Açık; belli; yapılan ilaç. [DS]
ortada olan; aşikâr. 3. Özellikle; yürekten. mahta, [Ar. m akta' (kesim alanı) => mahta] {ağız} is.
mahsus2, [Ar. huşüş > m ahşüş ^ y a ^ - ] (mahsu:s) Orman işletmesince bazı doğal sınırlarla birbirin
{OsT} sf. 1. Başkasında görülmeyen, yalnız bir tek den ayrılıp numaralanan orman bölümlerinin her
şeye veya birine özgü olan. 2. Biri veya bir şey için biri. [DS]
ayrılmış olan; bir kim senin kullanım ına sunulmuş mahtamak, [maht-a-mak] {ağız} gçl. f. [-r] f-t(ı)-
olan. 3. zf. Özellikle; özel olarak; bilhassa. 4. Bile yor] Övmek. [DS]
rek ve isteyerek; bile bile. 5. Şaka olsun diye; ciddi mahtana, [? mahtana] {ağız} sf. Boş kafalı; beyinsiz.
olmayarak; şakacıktan. [DS]
MAH Ö IÜ M IÜ R S Ü M • 3022
m ah tu b e, [Ar. mahtube <4 j k£] (mahtu:be) {OsT} is. is. müz. K lasik Türk m usikisinde şet makam lann-
dan birinin adı.
1. K endisi ile evlenilmek istenilen kadm. 2. huk.
Kendisine nikâh sözü verilen kimse, m a h u r2, [Far. m âhür j^ -U ] (ma:hu:r) {OsT} is. 1.
m ah tu m , [Ar. hatem>mahtüm ?y£-\ (mahtu:m) {OsT} M eyhane. 2. Kumarhane,
sf. 1. M ühürle kapatılmış; mühürlü. 2. Bağlanmış; m ah u rb u se lik , -ği [Far. mâhür+püselik dU
kilitlenmiş. ıiJj jji-Lo /] (ma:hu:rbu:selik) {OsT} is. müz.
m a h tu n , [Ar. hitan > mahtün uy2-\ (mahtum) {OsT} K lasik Türk musikisinde, çargâh dizisinin rastta
sf. Sünnet edilmiş; sünnetli. şeddi olan m ahur dizisine bir buselik beşlisi katıl
m a h tu r 1, [Ar. hatar > mahtür jj ^ - \ (mahtu:r) {OsT} masıyla meydana gelen b ir makam adı.
sf. Tehlikeli; tehlikeye yakm. m a h u re k , -ği [Far. m âhürek iijy -l» / i!j^L*] (ma:-
hu:rek) {OsT} is. müz. K lasik Türk müziğinde bu
m a h tu r2, [Ar. hatır > mahtür j ^ - \ (mahtu:r) {OsT}
gün elde örneği bulunm ayan bir makam adı.
sf. Endişe; düşünce; fikir,
m a h u rh a n , [Far. mâhür-hvân / jly -j^ U ]
m a h tu t, [Ar. hatt > mahtüt / mahtüte i j i a i / 4 L3 LS-]
(ma:hu:rha:n) {OsT} is. müz. K lasik Türk müziğin
(mahtu:t) {OsT} sf. 1. Üzerine çizgi çekilmiş; çizgi- de, İsmail Hakkı Bey tarafm dan m ahur makamına
lenmiş. 2. Yazılmış; yazılı, hicaz dizisinin eklenmesi ile elde edilen bir birleşik
m a h tu ta t, [Ar. mahtüt > mahtütât olLjLs.] (m ak makam.
tu: ta:t) {OsT} is. Yazma kitaplar; yazmalar, m a h u t, [Ar. 'ah d > m a'hüd / m a'hude
m a ’hud, [Ar. ‘ahd > m a'hüd / m a'hude /o (ma:hut) {OsT} sf. 1. Sözleşilmiş; ahdedilmiş. 2.
(ma-hu:d) {OsT} sf. -*■ mahut, Sözü geçen; bilinen; belli olan.
m ah u d an e , [Far. mâhü-dâne (ma:hu:da:ne) m ah u za , [Ar. m ahüza ^ y ^ ] (mahu:za) {OsT} sf. 1.
{OsT} is. bot. Eskiden halk hekim liğinde müshil Katkısız; saf; arı; halis. 2. Temiz; şerefli; asil,
olarak kullanılan ve kana otuna benzer bir bitki, m ah v, [Ar. mahv y*-\ {OsT} is. 1. Y ok etme; ortadan
(Croton tiglium). kaldırma. 2. Y ok olma; ortadan kalkma; yıkım. 3.
m a ’hude, [Ar. cahd > m a'hüde (ma:hude) tasvf. İnsanî eksikliklerden, zaaflardan kurtulma. S
{OsT} sf. (Kadm için) kötü olarak tanınıp bilinen; m ah v ü isbat, {OsT} Yazılı bir şeyi, bazı yerlerini
adı kötüye çıkmış olan, çizerek, bazı yerlerine de ek yapm ak suretiyle dü
zeltme.
m ah u f, [Ar. havf > m ahüf >— (mahu:f) {OsT} sf. 1.
m ahvetm e, [Ar. mahv + T. et-me ^ . I j i ] {OsT} is.
Korku dolu; korkulu. 2. Korkulacak nitelikte olan;
korku veren; korkunç. 3. Tehlikeli, M ahvetm ek eylemi,
m ahufiyet, [Ar. m ahüf > mahüfıyyet c~sy z \ (ma- m ah vetm ek, [Ar. mahv + T. et-mek {OsT}
hu:fıyet) {OsT} is. Korkunç olma durumu; korkunç g ç l . f [-(d)-er] 1. Ortadan kaldırmak; yok etmek. 2.
luk. Bozmak; yıkmak. 3. Zarar görmesine sebep olmak;
maddî ve manevi olarak onulmaz duruma getirmek.
m ah u h , [? mahuh] {ağız} sf. Acımsı ekşi; buruk. [DS]
4. Boş yere harcamak; heba etmek.
m ah u l, [? mahul] {ağız} is. Bayramın ikinci günü.
[DS] m ahviyet, [Ar. m ahv => O sT m ahviyyet c j . / - ] {OsT}
m ahule, [Ar. mahüle (mahu.le) {OsT}, is. K o is. A lçak gönüllülük; tevazu,
cası ölmüş kadm. m ah v o lm a, [Ar. mahv + T. ol-ma * ljl y^] {OsT} is.
m ah u ly a, [Ar. mâhulyâ U ^U ] {OsT} is. -*■ malihulya. M ahvolm ak eylemi ve durumu,
m ah u n , [Ame. yeri. d. mahun / maun] (ma.hun) is. m ah v o lm ak , [Ar. m ahv + T. ol-mak j i j l yS-] {OsT}
bot. Tespih ağacıgillerden, kırmızı renkli kerestesi gçsz. f. [-ur] 1. Ortadan kalkmak; yok olmak. 2.
çok tutulan büyük bir ağaç; akaju, (Swietenia ma- Bozulmak; yararsız duruma gelmek. 3. Onulmaz
hagon). derecede zarar görmek; manevi olarak yok olmak;
m ah u n y a, [Lat. mahonia (McMahon - Amerikan çökmek. 4. H eba olmak; boşa gitmek.
botanikçi)'] (m ahu’nya) is. bot. Kadm tuzluğugil- m a h y a 1, [Far. mahiye > mâhye / mahya
lerden, amberbarise benzeyen tüysü yapraklı, sal (ma:hya:) {OsT} is. 1. Ramazan ayında birden çok
kım hâlinde san çiçekli, bahçelerde süs bitkisi ola minareli camilerde minareler arasına asılan ışıklı
rak yetiştirilen çalımsı bir bitkilerin genel adı, yazı. 2. Çatılarda iki eğik düzlemin kesiştiği üst
(Mahonia). çizgi. S m ah y a ışıklığı, 1. M ahyalar üzerine yazı
m a h u r1, [Far. m âhür / j^»U] (ma:hu:r) {OsT} lan ışıklı yazı. 2. Çatılarda mahya kirişinin üzerin
İlin M CE İ M . 3023 MA
de yükselen aydınlatma bacası.\\ m ah y a k irem id i, m a h z u n 1, [Ar. hazine > mahzun oj_>£] (mahzu:n)
Çatılarda veya duvar üstlerinde mahya kirişleri
{OsT} sf. Hâzinede saklanmış olan.
üzerine döşenen oluk biçimindeki kiremit. || m ah y a
kirişi, Çatı örtüsünü taşıyan merteklerin oturtul m ah zu n 2, [Ar. hüzn >mahzün ojy£] (mahzu:n) {OsT}
duğu çatının üst kenar aşığı. || m ah y a şenliği, Batı sf. 1. Üzüntülü; tasalı. 2. Üzüntü kaynağı olan;
Trakya’da et yem eğinin topluca yenm esi geleneği. üzüntü veren. S m ah zu n etm ek, Üzüntü vermek;
m ahya2, [? mahya] {ağız} is. 1. Pazar; panayır. 2. tasalandırmak.\\ m ah zu n olm ak, Üzülmek; keder
Yersiz ve tatsız söz. 3. sf. Alışılmam ış; yabansı. lenmek; tasalanmak.
[DS] S1 m ah y a etm ek, {ağız} Yağma etmek; ya ğ m ah zu n a n e, [Ar. hüzn > mahzun +. Far. -âne
malamak. [DS]
(mahzu;nâne) {OsT} zf. Tasalı, üzüntülü olarak,
m ahyacı, [mahya-cı] is. M inareler arasına gerilen ip
m ah zu n e n , [Ar. m ahzünen (mahzu: ’nen)
üzerine kandil veya ampullerle yazı yazan kimse;
m ahya yapan, {OsT} zf. Tasa ile; kaygılı olarak,
m ahyacılık, -ğı [mahya-cı-lık] is. M ahyacının yaptı m ahzuniyet, [Ar. mahzüniyyet (mahzu:-
ğı İŞ- niyet) {OsT} is. Üzüntülü ve tasalı olma durumu,
m ahyalık, -ğı [mahya-lık] is. Bir çatının köşelerini m ah zu n laşm a, [mahzun-la-ş-ma] is. M ahzunlaşmak
örten kurşun veya galvaniz levha, eylemi veya durumu,
m ahyar, [? mahyar] {ağız} is. Yerli yünden dokun m ah zu n laşm ak , [mahzun-la-ş-mak] gçsz. f. [-ır]
muş, uzun ve yakasız kadın paltosu; yeldirme. [DS] Tasalı bir duruma gelmek; üzülmek; mahzun ol
mahz, [Ar. mahz ^ {OsT} sf. 1. Halis; katıksız. 2. mak.
is. Halis süt. S m ahz-ı k era m e t, {OsT} Gerçek m ah zu n lu k , -ğu [mahzun-luk] is. Üzüntülü, dertli
keramet.|| m ahz-ı n i’m et, {OsT} H alis nimet. olm a durumu.
m ahza, [Ar. mahz > m ahzâ U ü ] (mahza:) {OsT} zf. m a h z u r1, [Ar. hazer > mahzür j j i i ] (mahzu:r) {OsT}
Yalnız; ancak; sadece, is. Sakınılacak, çekinilecek şey; sakınca; engel.
m ahzana, [Ar. mahzana {OsTfıs. Güvercinlik. m a h z u r2, [Ar. hazr > mahzür jj J ü ] (mahzu:r) {OsT}
m ahzar, [Ar. huzür > m ahzar > * ] {OsT} is. 1. B ü sf. Yanına yaklaşılması yasaklanmış; haram.
yük bir kim senin yanı; huzur; kat; makam. 2. Bir m a h z u ra t1, [Ar. hazer >mahzüre >m ahzürât o l j j j i ]
çok kimse tarafmdan ortak im zalanan dilekçe; or (mahzu:ra.t) {OsT} is. Sakıncalar.
tak dilekçe. 3. M ahkem e sicil defteri. 4. Bir istek m a h z u ra t2, [Ar. hazr > m ahzürât o \jjhf-] (mah-
ve dilekte bulunm ak için ilgili makam lara verilen
zu:ra:t) {OsT} is. Haram edilmiş şeyler.
imzalı dilekçelerin genel adı.
m a h z u re 1, [Ar. hazer > mahzüre (mahzu:re)
m ahzen1, [Ar. mahzâ > mahzen U i ] {OsT} zf. A n
{OsT} is. 1. Sakınma. 2. Çekinilecek şey; sakınca.
cak; tek başına; yalnız.
m a h zu re 2, [Ar. hazr > mahzüre (mahzu:re)
m ahzen2, [Ar. hazn > m ahzen o j i ] {OsT} is. 1. B i
{OsT} is. Haram edilmiş şey.
naların bodrum kısmında bulunan yeraltı deposu. 2 .
Eskiden kamu vergilerinin saklandığı yer. m a h zu rlu , [mahzur-lu] s f Saknıcalı.
mahzu, -u ’u [Ar. m ahzüc (mahzu:) {OsT} sf. m ahzuz, [Ar. hazz > mahzüz J jjlü ] (mahzu: z) {OsT}
m ahzub, [Ar. mahzüb (mahzu:b) {OsT} s f m ah zu zat, [Ar. m ahzüz > mahzüzât o l t (mah-
m ahzuf, [Ar. h azf > m ahzüf ıJ j- ii] (mahzu:f) {OsT} m ahzuziyet, [Ar. mahzüz > mahzüziyyet
sf. 1. Yerinden kaldırılmış; silinmiş. 2. Arap asıllı (mahzu:ziyet) {OsT} is. Memnun olma; hoşlanma;
Türk alfabesinde noktasız harflerle yazılan m an haz duyma.
zum veya mensur parça, m a ’i 1, [Ar. m â (su) > m â’î / mâiyye / ajîLo]
m ahzul, -lü [Ar. hazl > mahzül J jis - ] {OsT} sf. Terk (ma:i:) {OsT} sf. Su ile ilgili olan.
edilmiş; hor; hakir; perişan, m a ’i2, [Ar. mâl ^ U ] (mai:) {OsT} sf. Mavi,
m ahzulen, [Ar. mahazül > mahzülen V j-ii] (mah m a ’ib, [Ar. ‘ayb > m a'ıb UjJU] (mai:b) {OsT} sf. 1.
zu ’len) {OsT} zf. Hakir ve perişan olarak, Ayıplanmış; eksiği kusuru olan. 2. is. Ayıplanm ış
mahzulîn, [Ar. mahazül > m ahzülîn jJ jl s - ] (mah- şey; ayıp; eksik; kusur,
z u ’li:n) {OsT} is. Hakir ve perişan olanlar. m a ’ide, [Ar. m â’ide »jjLo] (ma:ide) {OsT} is. 1. Üzeri
MAİ ü IİİH IÜ flK C î S İ M . 3024
yemekle donatılmış sofra. 2. Yemek; ziyafet; toy. linin yanında çalışan resm î görevli. || m aiyet vapu
fi1 m âide-i M esih, {OsT} İsa peygam ber ve havari ru, {OsT} Kıyı valiliklerinin veya elçiliklerin em
lerine gökten inen sofra. || mâide-sâlâr, {OsT} Sof rindeki vapur.
racı başı.|| m aide-i seniyye, {OsT} Padişah sofrası; m aiyetinde, [maiyet-i-n-de] zf. Yanında; beraberin
padişahın ziyafeti. || mâide-i Süleyman, {OsT} En de.
dülüs fatihlerini birbirine düşüren sofra takımı. || maiz, [Fr. maîz] is. İçinde bol miktarda afyon bulu
M âide Suresi, {OsT} K u r ’an-ı K e rim ’in beşinci nan hidromel.
suresi. m ajal1, [Ar. mecal => majal] {ağız} is. Dayanıklılık;
maidun, [Sansk. mithuna] {eT} is. Bir yıldız adıdır. dinçlik. [DS]
[EUTS] m ajal2, [? majal] {ağız} is. Uygun zaman. [DS]
m a’il, [Ar. meyi > m â’il JsU] (ma;il) {OsT} sf. 1. Bir m ajeste, [Lat. majestas] is. 1. Hükümdarlara verilen
şeye eğilimi olan; hevesli olan; arzu eden. 2. (Nes unvan. 2. D evlet başkanlarm a verilen unvan,
ne için) bir tarafa doğru eğilmiş. 3. Herhangi bir majesteleri, [majeste-ler-i] ünl. Devlet başkanlarma
şeye yeteneği olan; yetenekli görünen. 4. Benze hitap ederken kullanılan seslenme sözü,
yen; andıran; benzer. 5. Birine veya bir şeye âşık majgal, [? majgal] {ağız} is. Güçlü işçi. [DS]
olan; seven; gönlünü kaptıran. 6 . mat. Eğik; eğri. 7. majör, [Lat. major (daha büyük) > Fr. majeur] sf. 1.
hat. K ûfî yazının sağa doğru yatık olarak yazılm a Büyük; önemli. 2. müz. Bir makam, bir akort veya
sıyla geliştirilmiş eski bir Arap yazı üslubu, fi1 mâ- aralığın m eydana geliş tarzı. 3. fel. man. Büyük
il-i inhidam, {OsT} Yıkılmak üzere olan; yıkılm aya önerme. S 1 m ajör gam, müz. Tam akort notaları
hazır; köhne. ile ara notalardan meydana gelen sekiz sesli melo
di dizisi.
m a’ile, [Ar. meyi > m â’ile iLsU] (ma:ile) {OsT} sf. 1.
majüskül, [Lat. majusculus (biraz daha büyük) > Fr.
M ailin dişili. 2. is. coğ. D ağ sıralarının iki yandaki majuscule] is. ve sf. (H arf için) diğerlerinden boyca
eğimli yüzeyleri; vadinin iki yanındaki eğimli ara büyük ve biçim bakım ından farklı olan; büyük
zi; yamaç; aklan. 3. Sularını bir denize gönderen harf; kapital.
akarsuların kapladığı alan; havza; aklan. -m ak, [-mak / -mek] {eT} {eAT} yap. e. 1. Fiilden isim
mailik, [maı-lik] (ma:i:lik) {OsT} is. M avi renkli ol yapan ek. Fiillerden eylem adı olan mastarları ya
m a durumu. par; fiilin belirttiği iş veya oluşun soyut olarak ad
m a’iliyet, [Ar. meyi > m â’iliyyet c^islo] (ma;iliyet) landırılm asını sağlar: ağla-m ak (ağlamak), yemek,
{OsT} is. Eğik olm a durumu; eğimli olan şeyin du tutmak, kaçmak, soğurmak, gelmek, geçmek, 2. Fii
rumu; eğrilmiş şeyin durumu. lin belirttiği eylem ve işle ilgili araç, gereç adları
yapar: tokmak, çakmak. 3. Fiilin belirttiği eylemle
m a’in1, [Ar. m a'in jou] {OsT} is. 1. S af akar su; te
ilgili olarak yem ek adları yapar: yemek, kaymak,
miz su. 2. mat. Eşkenar dörtgen. kuymak. S -m ak itmek, {eAT}, -mak.
m a’in2, [? main] {ağız} is. Kısrak; at. [DS] mak, [? mak] {ağız} is. Daire. [DS]
m a’işet, [Ar. 'ayş > m a'ışet c ^ i ^ ] (mai:şet) {OsT} m aka, [eT. baka (mağa) > maka] {ağız} is. 1. Hay
is. 1. Yaşama; yaşayış. 2. Yaşamak için gereken vanlara nazar değmemesi için takılan büyük mavi
şey; geçimlik; dirlik. 3. Eskiden bilim sel çalışmaya boncuk. 2. Büyük hayvanların aşık kemiği. 3. K ur
yeni başlayanlara verilen harçlık. bağa. [DS]
m a’işetgâh, [Ar. m a'lşet + Far. -gâh ol£^*j>] (mai;- makabih, [Ar. kubh > m akbaha > makâbih gl*»]
(maka;bih, h kalın söylenir) {OsT} is. Yakışıksız
şetgâ. h) {OsT} is. Geçim parasının sağlandığı yer;
davranışlar; çirkin davranışlar,
iş yeri; çalışma yeri.
makabil, -bli [Ar. mâ-kabl (ma;kabil) {OsT} is.
m a’iye, [Ar. m â 5 (su) > mâıyye -uil»] (ma:i;ye {OsT})
Bir şeyin kendisinden önce olan şey; önceki; geç
sf. 1. M ainin dişili. 2. zool. Su canlıları.
miş. ö makable şümul, {OsT} huk. Geçmişe de
m a ’iyet1, [Ar. m â 5 (su) > m â’iyyet c-)L<] {OsT}i.s. etkili olma; geçm işe dönük olma,\\ makabline şâ
kim. B ir maddenin su ile verdiği birleşik; hidrat. mil, {OsT} Geçmişe dönük; geçmişte de olan aynı
m a’iyet2, [Ar. m a 'a (beraber) > m a'iyyet {OsT} şeyleri kapiayan; önceyi de kapsayan; geri dönüş
lü.|| m akable’t-tarih, {OsT} Tarih öncesi; tarihten
is. 1. B ir kim seye hizm et etmek, yardım da bulun
önceki.
mak amacıyla yanında bulunan kim selerin tümü;
makabir, [Ar. kabr > m akbere > makâbir / mekâbir
birine refakat edenler. 2. Beraber olma; arkadaşlık.
3. Bir kimsenin emri altında çalışma, ö maiyet-i ^lio] (maka:bir) {OsT} is. Mezarlar; kabirler,
seniye, {OsT} Padişahın yanında bulunanlar.\\ ma m a’kad, [Ar. £akd > m a'kad .uu*] (ma-kad) {OsT} is.
iyet mem uru, Yüksek makamda bulunan bir görev Sözleşilecek yer.
O M « t i M . 3025 MAK
m a k ’ad , [Ar. ku'ud > m ak'ad Jl«Ao] (mak-ad) {OsT} m ak ale, [Ar. makal > makale JU»] (maka:le) {OsT}
is. 1. Oturulacak yer; minder; makam. 2. Oturak is. 1. Söz. 2. Nutuk. 3. ed. Gazete ve dergilerde ya
yeri; kaba etler; geri; kıç. S m a k ’ad -ı sıdk, {OsT} yınlanan, kendi başına bir bütünlük oluşturacak
Dinin gereklerini ve A lla h ’ın buyruklarım yerine biçimde bir görüşü iddia ve ispat etm ek amacıyla
getirenlerin cennette buluşacakları yer. yazılmış fikir yazısı,
m ak ad a m , [İng. macadam (John Loudon McAdam, m ak alid , [Ar. mıklâd > makâlîd jJli» ] (maka:li:d)
îskoçyalı mühendis)'] is. 1. Kırılm ış taş kaplandık
{OsT} is. 1. Kilitler. 2. Kilit dilleri. 3. Hazineler,
tan sonra üzerinden silindir geçirmek suretiyle ya
pılan yol kaplaması. 2. B u tekniğin kullanılarak m akalim , [Ar. mıklem > makâlim ^.li»] (maka-.lim)
yapıldığı yol. 3. Y ol kaplam asında kullanılan ge {OsT} is. Ucu budanmış veya yontulmuş şeyler,
nellikle 4 - 7 cm. kalınlığında parçalara bölünmüş m ak am , [Ar. kıyâm > makâm pli»] (maka:m) {OsT}
kırma taştan malzeme, is. 1, Durulan yer; bulunulan yer. 2. D evlet dairele
m ak ad am lam a, [makadam-la-ma] is. M akadamla- ri için görev yeri; karar yetkisi bulunan yönetim
mak eylemi. birimi; böyle bir birim in başında bulunan kişinin
m ak ad a m lam ak , [makadam-la-mak] gçl. f. [-r] [- görevi; memurluk yeri; mevki; orun; kat. 3. Bir
lı)-yor] (Yol vb. için) makadam ile kaplamak; m a ermiş kişi için yaptırılan türbe. 4. tasvf. Tasavvuf
kadam döşemek veya sermek, erbabı kişinin kendi irade ve çabasıyla ulaştığı ka
m akadim , [Ar. makdem > m akâdim (maka:- demeli ruhsal ve ahlakî olgunluk düzeylerinden her
dim) {OsT} is. Dönüp gelmeler; geri gelmeler, biri; aşağı varlık katından olgunların olgunu sayı
lan varlık katına yükselmek için aşılması gereken
m a k a d îr, [Ar. mikdar > makâdır (maka:di:r)
manevi basam aklardan her biri; insanın bilgi ve
{OsT} is. Miktarlar. £? m a k â d îr-i m ü şterek e , {OsT} irfan bakım ından kazandığı önem ve değere göre
Aynı ölçü ile ölçülebilen miktarlar.\\ m a k â d îr-i bulunduğu manevi yer. 5. müz. Türk musikisinde
m ütenâsibe, {OsT} mat. Orantılı çokluklar. bir dizinin işleniş biçimine verilen ad. 6. müz. B e
n ıak ad ir, [Ar. kudret > malçdıret > makâdir .pli»] lirli aralıklar dizisine verilen ad. S m ak a m a ra b a
(maka:dir) {OsT} is. Güçler; kuvvetler; kudretler, sı, Yüksek mevkideki bir makamda bulunan görevli
için ayrılmış resm î araba; makam otomobi-
m akaid, [Ar. m ak'ad > m akâ'id -lpU«] (maka:id)
/;.||m akâm -ı âid, {OsT} Yetkili makam.|| m ak âm -ı
{OsT} is. Oturacak yerler. âlî, {OsT} 1. Yüce makam. 2. Bakanlıklara hitapta
m a k a k 1, -ğı [Port, mocaco > Fr. macaque] is. zool. kullanılırdı.|| m ak âm -ı e w e l-i sânî, {OsT} g ö k b.
Uzun kuyruklu m aym ungillerden Güneydoğu A s Gezegenlerin yörüngeleri üzerindeki hareket nok-
ya’da yaşayan, laboratuar deneylerinde kullanılan tası. || m ak âm -ı hizm et, {OsT} H izm et yeri; görev
küçük ve orta boylu m aym unlara verilen ad, yeri.\\ M ak âm -ı İb ra h im , {OsT} K âbe'de gizli olan
(Macacus nemestrinus / M. maurus / M. sylvanus). bir taş.\\ M ak am -ı M ah m u d , {OsT} İslam dinine
m ak ak 2, -ğı [? makak] {ağız} is. 1. K oltuk değneği. 2. göre, kıyam et günü bütün peygam berlerin ve A l
Cambazların kullandığı ayakçak. [DS] lah 'ın veli kullarının toplanacağı yerdeki Hz. Mu-
m ak ak 3, -ğı [? m aka / makak] {ağız} sf. 1. Çok kirli. ham med'in bulunacağı yer. \\ m ak am odası, Yüksek
2. is. Tavşan yavrusu. [DS] m evkide bulunan bir görevli için ayrılmış bulunan
m ak ak 4, -ğı [eT. bakânak / bakâyak > m akalak / çalışma ve görev yeri odası. || m ak am otom obili,
makak] {ağız} is. -*■makalak. [DS] Yüksek mevkide bulunan bir görevli için ayrılmış
m akakak, -ğı [? makakak] {ağız} sf. Çaresiz. [DS] S1 otomobil; makam arabası. || m ak am ödeneği, Yük
m a k a k a k k alm ak , {ağız} Çaresiz kalmak. [DS] sek mevkideki bir görevde bulunan memurlara m a
aş dışında verilen özel ve ek ücret; makam tazmi-
m ak al1, -li [Ar. kavi > m akâl JU«] (maka.l) {OsT} is.
natı. || m ak am şoförü, Makam otomobilini kulla
1. Söz; laf. 2. Söyleme. nan şoför. || m ak am tah sisatı, Özel kanunları g e
m akal2, [Yun. makhelli => makal] {ağız} is. Tarım reğince ağır sorum luluk gerektiren görevlerde bu
araçlarından çapa. [DS] lunanlara veya bazı meslek mensuplarına ödenen
m akal3, [Yun. pakalos => bakal / makal] {ağız} is. ek ücret.\\ m ak am tazm in atı, Yüksek mevkide g ö
Bir tür kuş. [DS] revde bulunan memurlara maaş dışında verilen
m ak alak 1, -ğı [? makalak] {ağız} is. Çok yağlı çıra özel ve ek ücret; makam ödeneği.
parçası. [DS] m a k a m a t, [Ar. malçâm > m akâm ât c^U«] (maka:-
m akalak2, -ğı [eT. bakânak / bakâyak > m akalak / ma;t) {OsT} is. 1. Makamlar. 2. Topluluklar; grup
makak] {ağız} is. İnsanın diz kapağı. [DS] lar. S m a k â m â t-ı âlîye, {OsT} Yüce mevkiler.\\
m akalat, [Ar. makal > m akâlât o ^ lia ] (maka:lâ:t) m a k â m ât-ı m usikiye, Müzikteki makamlar.\\ m a-
{OsT} is. 1. Sözler. 2. M akaleler. k â m ât-ı m ttb ârek e, {OsT} K u d ü s’te hem Müslü-
MAK ö i e i ü M M • 302«
m anlar hem de Hristiyanlar tarafından kutsal sayı makariz, [Ar. mikraz > m akariz j^ jU * ] (m aka.ri.z)
lan yerler.\\ makâm ât-ı rıdvân, fOsT} Cennetler.
{OsT} is. Kesecek araçlar; makaslar,
makame, [Ar. ikâmet > makâme u U ] (maka:me) makarna, [İt. maccherone] (m aka’m a ) is. 1. Yum ur
{OsT} is. 1. Kabile toplantısı. 2. Emevî ve Abbasî ta ve un ham ura ile çeşitli biçimlerde hazırlanarak
hükümdarlarının, din bilginlerinin konuşmalarım kurutulm uş hazır yiyecek. 2. Bu şekilde hazırlan
dinlemek amacıyla düzenledikleri toplantı. 3. ed. mış kuru hamurun haşlanarak üzerine yağ, peynir
Arap edebiyatında küçük hikâye, veya değişik soslar dökülerek yenilen hamur ye
makamında, [makam-ı-n-da] zf. Tarzında; benzer meği. 3. argo. İtalyan lireti,
şekilde. makarnacı, [m akama-cı] (maka ’rnacı) is. 1. M akar
na yapan veya satan kimse. 2. M akam a yemeğini
makami, -i’i [Ar. m ıkm a’a > m akâm i’ ,y>Uo] {OsT}
çok seven kimse. 3. argo. İtalyan. 4. mecaz. Şiş
is. Kesici ve delici, parçalayıcı silahlar, man ve hareketi yavaş kimse,
makana, [İt. maccheroni = > makâna] (maka:na) makarnacılık, -ğı [m akama-cı-lık] (m akarnacılık)
{ağız} is. M akam a. [DS] is. M akam a yapm a ve satma işi; m akam a üretim
makane, [İt. macchina] {ağız} is. Makine. [DS] S sanayii.
makane gibi, {ağız} Makine gibi; çalışkan. [DS] makaryos, [M akarios (K ıbnslı din ve devlet adamı)]
makani, -i’i [Ar. kına’ > m ıknâ’ > m akan i’ is. argo. 1. Hristiyan devlet adamı; papaz. 2. İs
(maka.ni) {OsTf is. Baş örtüleri, kambil kâğıtlarından papaz.
makar, -rrı [Ar. karâr > makarr {OsT} is. 1. m akas1, [Ar. makş > mikâş => makaş j^i»] {OsT} is.
1. Bir eksen üzerinde hareket edebilecek şekilde
K arar kılınan, durulan, oturulan yer. 2. Oturulan,
yerleştirilm iş ve bir ucundan bastırm ak suretiyle
ikam et edilen yer. 3. Başkent; merkez. 0 makarr-ı
araya konulan cismi kesecek biçimde iki tarafları
hükümet, {OsT} Hükümet merkezi; başkent. ||
keskin iki lamadan m eydana gelmiş pek çok çeşit
makarr-ı sefîl, {OsT} A lçak duran.
leri bulunan alet. 2. Birbirine komşu iki demir yolu
m akara1, [Ar. bekre / bekere => makara] (maka'ra)
hattını bir üçüncü hatta bağlam aya ve treni bu yola
is. 1. Üzerine tel, halat, ip, iplik, kablo, şerit, film yönlendirm eye yarayan açılır kapanır düzenek. 3.
vb. sarılan ekseni boyunca delik, kenarları çıkıntılı
Birbirini belli bir açı altında kesen iki demir yolu
silindir; sanm lık. 2. dnz. Bir yükün yukarıya kaldı hattı. 4. Ü st üste konulmuş araba yayı. 5. A ğır ci
rılmasını sağlayan kenarları çepeçevre oluklu te simleri kaldırm akta kullanılan iki çapraz direkten
kerlek. 3. Birbirine paralel iki yüzey arasına geçi meydana gelmiş dikme. 6. Bîr çatının kendi ağırlı
rilmiş birden çok oluklu tekerleklerden meydana ğını, rüzgâr ve kar yüklerini taşıyabilecek şekilde
gelm iş ve çok ağır yükleri kaldırmakta kullanılan döşenmiş kiriş sistemi. 7. Bacakların makas gibi
düzenek. 4. Sürme kapı ve kapak rayları üzerine açılıp kapanması esasına dayanan bir adım türü. 8.
yerleştirilmiş döner silindirlere verilen ad. <5 ma Sporcuların makas hareketine benzer bir hareket
kara çekmek, 1. (Ötücü kuşlar için) sürekli olarak yapması. 9. zool. Bazı kabuklu böceklerin ayakla
ötmek; aynı anda çeşitli nağmeler çıkarmak. 2. ar rındaki makas ağzına benzer kıskaç. 10. Aşağı doğ
go. Burnunu uzun uzun çekmek. 3. A lay etmek. 4. ru açılan mobilya kapaklarının yatay durmasını
Kahkaha atmak. \j makara dili, B ir makaranın çev sağlamak için konulmuş, kapatıldığında bükülen,
resinde zincir ve kablo geçecek biçimde oluk bulu açıldığında doğrulan bir tür menteşe. 11. Dirsek.
nan tekerleği. || makara geçmek, argo. N ifak sok- 12. Kâğıt topu, metal levha vb. türünden şeyleri
m ak.|| makara gibi, (Konuşma için) hızlı ve sürek- kesmekte kullanılan hidrolik veya mekanik olarak
li.|| m akaraları koyuvermek, Kendini tutamaya çalışan alet; giyotin. 13. mecaz. Çalma; kırpma. 14.
rak kahkaha ile gülm eye başlamak.\\ makaraları Oyun kâğıtlarındaki sırayı bozmadan yapılan karış
salıvermek, Kendini tutamayarak kahkaha ile tırma işlemi. 15. Film ve bir yazı metnindeki is
gülm eye başlamak.\\ makaraları zaptedem emek, tenm eyen kısımların başkalarınca yapılan çıkarılma
Kendini tutamayarak kahkaha ile gülmeye başla işlemi. 16. {ağız} A smaların makas biçimindeki
m ak.|| makaraya almak, B ir kimse ile alay etmek; sürgünleri. [DS] 17. {ağız} Üçgen biçimindeki tarla
alaya almak.\\ makaraya sarmak, argo. Alaya al vb. şeyler. [DS] 18. {ağız} Çatılara eğik olarak ko
mak; gırgır geçmek. nulan direk; makas bağı. [DS] 19. argo. Birisinin
makara2, [Sansk. makara] {eT} is. Bir yıldız adı. yanağını işaret parmağı ile orta parm ak arasına alıp
[EUTS] hafifçe sıkıştırarak sevgi gösterisinde bulunma. 20.
makaracı, [makara-cı] is. 1. M akara yapan ve satan argo. İki kişi tarafmdan karşılıklı kıskaca alarak
kimse. 2. mecaz. Alay eden; makaraya saran, hile yapma. 21. argo. Aynı döviz türüne, aynı anda
makaralı, [makara-lı] sf. Makarası olan; makara ile M erkez Bankasının verdiği değer ile serbest piya
çalışan. S1 makaralı kuş, Sürekli öten kuş. sanın verdiği değer arasındaki fark. S makasa
sıra b k m ss. 3027 MAK
alınmak, argo. H ileye düşürülmek; oyuna getiril tarken ayakları bir makas gibi oynatmaya dayanan
m ekti makas almak, argo. B ir kimsenin yanağını yüzme biçimi. 4. sf. Çaprazlama. 5. zf. Çaprazlama
işaret ve orta parm aklar arasına alarak sıkma iş olarak.
lemi; kesme almak. j| makasa almak, B ir kimseyi makaslamak, [makas-la-mak] gçl. fi [-r] [-l(ı)-yor]
birkaç kişi anlaşarak sıkıştırmak; rahatça hareket 1. Bir şeyi makasla kesmek. 2. (Film, yazı vb. için)
etmesini engellemek.|| makas ateşi, as. İki ve daha bir bölüm ünü çıkarmak; sansür etmek; makas at
fa zla noktadan yapılan çaprazlama ateş; çapraz mak. 3. argo. Bir kimsenin yanağını işaret ve orta
ateş.\\ makas atmak, argo. 1. Konuşmayı kısa yo l parm aklar arasına alarak sıkma işlemi; kesme al
dan bitirmek; kısa kesmek. 2. Sansür etmek. 3. (Bir mak; makas almak. 4. argo. Çalmak,
iş yerinde çalışıp p ara işlerine bakan kim se için) makaslanma, [makas-la-n-ma / makas-lan-ma] is.
gelirin bir kısmını kendi cebine atmak. 4. Trafikte Makaslanmak eylemi veya durumu,
kurallara aykırı olarak en so l şeritten en sağa makaslanmak, [makas-la-n-mak] edil.f. [-ır] 1. M a
geçm ek veya bunun tersini yapm ak.|| makas bağı, kasla kesilmek. 2. Kesilmek; kısaltılmak. 3. (Film,
(ağız} Çatılara eğik olarak konulan direk. [DS]|| yazı vb. için) bazı bölümleri sansür amacıyla çıkar
makas bilemek, {ağız} (Kadın için) çalımlı, hırslı tılmak. 4. dönşl. f. Makas sahibi olmak; makas
olarak yürümek.\\ makas değiştirm ek, argo. Ön edinmek; makas takılmak,
ceki savunduğu düşünceden, takındığı tavırdan makaslı, [makas-lı] sf. Makası olan; makası bulunan;
vazgeçerek başka türlü davrarımak.\\ makas hakkı, makas sahibi olan. S makaslı böcek, zool. Kın
Bir elbise için alm an kumaştan elbise kesildikten kanatlılardan, başı ve kıskacı büyük, zararlı bir
sonra arta kalan kısım. || makası kapamak, argo. böcek; bağkesen; geyik böceği, (Lucanius).
Konuşmayı kesmek. || makas payı, B ir kumaşı ke makashk, -ğı [makas-lık] {ağız} is. Hela deliği. [DS]
serken ölçüden biraz fa zla ca bırakılan kısım; ölçü
makastar, [Ar. makâşş + Far. dâr jiJwslio] (makas
fazlalığı,|| makas vurmak, B ir şeyi makasla kes-
mek.|| makas yapmak, argo. (Şoför için) patronun ta r ) {OsT} is. Dikimevlerinde kumaşı ölçüye veya
parasından birazını kendine alıkoymak. kalıba göre kesen, provaları yapan, işçilere iş dağı
tımı yapan, müşterilere elbiseleri teslim eden usta
makas2, -ssı [Ar. m akâşş > makâşş (maka;s)
başı.
{OsT} is. Makaslar,
makat, -dı [Ar. ku'ü d > m ak'ad -ui»] {OsT} is. 1.
makasçı, [makas-çı] ıs. 1. M akas yapan veya satan
Oturulacak yer; küçük ve alçak sedir. 2. Kıç. 3.
kimse. 2. Demiryollarındaki m akaslan açıp kapa
gnşl. anat. Anüs. S makat ağacı, {ağız} Ayakkabı
yarak trenlerin gideceği yolu değiştiren görevli. 3.
cıların gönleri parlatm ak için kullandıkları y u va r
argo. Bir iş yerinde tahsilinden sorumlu olduğu
lak değnek. [DS]
paranın bir kısmını cebine indirmek,
makat2, -dı [? makat] {ağız} is. Soğuğa engel olması
makasçılık, -ğı [makas-çı-lık] is. 1. M akas yapm a ve
için tavan arasına sürülen çamur sıva. [DS]
satma işi. 2. Demir yolu makaslarını açıp kapaya
makatı, -ı’ı [Ar. m aktâ' > m akatı' *iUo] (maka:tı)
rak treni yönlendirme işi. 3. Basında, başka yayın
organlarından haber aktantıa işi. {OsT} is. Kesinti yapılan yerler; kesilen yerler;
maktalar. S m akâtı’tt’l-enhâr, Nehirlerin geçitle
makasdar, [Ar. makâş + Far. -dâr {OsT} is.
ri,|| m akâtı’ü’l-evdiye, Vadilerin alt uçları.
-*■ makastar.
makatil, [Ar. kati > maktel > malçâtil Jj'lic] (maka:-
makasıt, -dı [Ar. kaşd > malşşad > makâşid -UsU«]
til) {OsT} is. Öldürme işlerinin yapıldığı yerler;
(maka:sıt) {OsT} is. Amaçlar; niyetler; kasıtlar; makteller.
maksatlar.
makatir, [Ar. katre > maktâr > m akâtir ^U «] (m a
makasir, [Ar. kaşr > makşüre > m akâşir ^ L î« ] (ma ka: tir, t kalın söylenir) {OsT} is. Damlalar; katreler.
ka: s ir, s kalın söylenir) {OsT} is. 1. Camilerde etrafı makavil, [Ar. kavi > mikvel > makâvil JjUa] (ma-
çevrili yüksekçe yer. 2. Bir evin gizli yerleri; evin
ka:vil) {OsT} is. Diller,
en mahrem tarafları,
makayan, [Sansk. mâhâyâna] {eT} is. Mahayana;
makaskâr, [Ar. makâşş + Far. -kâr => OsT. makâş-
Büyük Taşıyıcı
kâr jlSL^Ua] (makaskâ:r) {OsT} is. Kâğıt oymacılığı makazif, [Ar. m ikzâf > m akâzif <_siU«] {OsT}is. dnz.
sanatı ile uğraşan kimse; kesm e ve oyma sanatı ile Tekne kürekleri,
uğraşan usta.
makbaha, [Ar. makbaha ^--ia] {OsT} is. Çirkin ha
makaslama, [makas-la-ma] is. 1. M akaslamak eyle
reket; yakışık almayan davranış,
mi. 2. A smalarda diğer tanelerin gelişmesini engel
leyecek biçimde ve uygun nitelikte olmayan sal makbaza, [Ar. makbaza w U .] {OsT}. is. Cerrahların
kımların kesilip atılması işlemi. 3. spor. Kulaç a kullandığı bir tür cımbız.
MAK İ H İ R M • 3023
makber, [Ar. kabr > makber jju ] {eAT} {OsT} is. makdurat, [Ar. m akdür > m akduıat oljjA iu] (mak-
M ezar; kabir, du:ra:t) {OsT} is. 1. Güçler; kuvvetler; kudretler. 2.
makbere, [Ar. makber > makbere » {eAT} {OsT} A llah’ın takdirleri; kaderler,
is. Mezarlık; kabristan; mezar. S makbere-i sü m a’kes, [Ar. ‘aks > m a'kes Lr^> ] {OsT} is. B ir şeyin
kûn, {OsT} insanın ölünce dinlenebileceği mezar.|| yansıdığı yer; yankı yeri. S m a’kes bulmak, Yan
m akbere-i şühedâ, {OsT} Şehitlerin mezarı, şehit kı yapm ak; yansımak; aksetmek.
lik. maket, [Fr. maquette] is. 1. Bir heykel, bina vb.
makbuh, [Ar. kubh >m akbüh (makbıı:h) {OsT} şeyin taslak durumundaki küçük örneği. 2. Sanayi
de, yeni geliştirilen bir malı teknik olarak inceleye
sf. Çirkin görülen; beğenilmeyen,
bilm ek amacıyla yeni üretilecek olan bu modelin
makbuha, [Ar. m akbüh > m akbüha (makbu:- küçültülm üş veya tam boydaki örneği. S maket
ha) {OsT} is. Hoşa gitmeyen iş. bıçağı, M aket yapım ında kullanılan ince ve keskin
bir tür bıçak.
makbul, -lü [Ar. kabül > makbül / makbüle J jJ u /
maketçi, [maket-çi] is. İstenen ölçeğe uygun olarak
J j j u ] (makbu:l) sf. 1. Kabul edilen; uygun görülen. tahtadan, balm umundan veya plastik maddeden her
2. Hoşa giden; beğenilen. 3. Geçerli; muteber, ö türlü m aket yapabilen teknik eleman,
makbule geçmek, Çok beğenilmek; hoşa gitmek; m aketçilik, -ği [maket-çi-lik] is. M aket yapm a işi.
işe yaramak. || m akbul olmak, Beğenilmek; hoşa m akferlan, [İng. M cFairlane] is. Omuzdan bele ka
gitmek. dar pelerinli, kolsuz bir tür palto,
makbuliyet, [Ar. makbül > m akbüliyyet o J ^ i o ] makgap, [? makgap] {ağız} is. Sapı baştan geçirilerek
(makbu.-liyet) {OsT} is. Geçerli olm a durumu; mak om za asılan yassı torba. [DS]
bul olma hâli, makhur, [Ar. kahr > m akhür (makhu;r) {OsT}
makbur, [Ar. kabr > m akbür (makbu.r) {OsT} sf. 1. Yenilgiye uğramış: mağlup. 2. Mahvolmuş. 3.
is. Gömülü; gömülmüş, A llah’ın gazabına uğram ış, fi1 m akhür-ı kahr-ı
İlâhî, {OsT} Allah ’ın kahrı ile kahrolmuş.
makbuz, [Ar. kabz >m akbüz (makbu.z) {OsT}
makhurane, [Ar. m akhür + Far. -âne ■ulj^-i»] (mak
is. 1. Bir şeyin veya paranın alındığını belirten im
im: ra: ne) {OsT} zf. Kahra uğram ış b ir hâlde,
zalı belge; alındı. 2. huk. Borcun ödendiğini göste
ren ve alacaklı tarafından im zalanarak borçluya makhuren, [Ar. makhüren (makhu:ren) {OsT}
verilen belge. 3. sf. Alınmış olan; alman. zf. Kahra uğrayarak,
makbuzat, [Ar. makbüzât o U ^ J û ] (makbu:za:t) m akhuriyet, [Ar. makhüriyyet (makhu:-
{OsT} is. 1. Alman paralar. 2. Makbuzlar. riyet) {OsT} is. Kahrolm a durumu; ezilmişlik.
-m akçı, [-mak-çı / mek-çi] {eT} yap. e. Eylem adla m akık1, -ğı [? m akık / mahuk] {ağız} sf. Çok ekşi.
rından eyleyici adı yapan ek. ar-makçı (aldatıcı, [DS]
kandırıcı) makık2, -ğı [? makık] {ağız} is. Yıkılmış evin yeri.
[DS]
makdem, [Ar. kudüm > makdem {OsT} is. 1.
m a’kıl, [Ar. ‘akl > m a'kıl J***] {OsT} is. Sığınak; sı
Gelme; geliş. 2. İmparatorluk döneminde kalyon
cuların giydiği bir tür başlık, ğınılacak yer.
makderet, [Ar. kudret > makderet o jjJ u ] {OsT} is. m a’kılî, [Ar. m a'kıl > m a'kıli L^ i« ] (ma-kıli:) {OsT}
Güç; kuvvet. is. Arap yazı şekillerinden kûfî yazının bir türü,
makırmak, [mak (yans.) > mak-ır-mak] {ağız} gçsz.
makduh, [Ar. kadh > makdüh / m akdüha /
f. [-ır] (Sığır için) bağırmak; böğürmek. [DS]
(makdu:h) {OsT} sf. Beğenilmeyen; ayıpla m aki1, [İt. macchia] is. 1. Akdeniz bölgesinin bodur
nan. ağaç ve çalılardan oluşan tipik bitki örtüsü; çalı
örtü. 2. Akdeniz bölgesinin silisli topraklarında
makdur, [Ar. kadr > m akdür jj-ü»] (makdu;r) {OsT}
mantar meşesi orm anlarının insanlar tarafından tah
sf. 1. A llah’ın takdiri gereği olan; kader gereği. 2. ribi sonucu ortaya çıkan çalı ve bataklık topluluğu.
Elden gelen; insanın yapabileceği; gücünün yettiği. 3. İkinci Dünya Savaşında Alman işgaline karşı
3. is. Kuvvet; kudret. 4. Kader. S m akdür-ı beşer, direnenlerin toplandığı ıssız yer; bu direnişçilerden
{OsT} İnsanın gücünün yettiği, yapabileceği.|| oluşan topluluk.
m akdürü’l-istıfa, {OsT} E le alınması mümkün m aki2, [M adagaskar yer. d. maki] is. zool. Kuyruğu
olan.\\ m akdürü’t-teslim, {OsT} E le geçirilmesi uzun, silindirimsi ve tüylü, açık renkli, kalın ve
mümkün olan. yumuşak kürklü, sincaptan biraz daha irice, orta
• 3029 MAK
boylu, M adagaskar’daki büyük orman ağaçlan üze m akineleştirme, [makine-le-ş-tir-me] is. M akineleş
rinde yaşayan bir gececi m em eli hayvan, (Lemur). tirmek eylemi,
m a’kid, [Ar. 'akd > m a'kid (ma-kid, k kalın makineleştirmek, [makme-le-ş-tir-mek] gçl. f. [-ir]
1. (Kuruluş için) makine kullanmak; makine kulla
söylenir) {OsT} is. 1. Akdedilecek yer. 2. Düğüm
nımını yaygınlaştırmak. 2. (İş için) makine ile
yeri; bağ.
yapmak. 3. (İnsan için) makineleşmesini sağlamak;
makigiller, [maki-gil-ler] is. zool. Örneği maki olan
makine gibi iş yaptırmak. 4. mecaz. M akine gibi
primatlar sınıfı,
düşünmeksizin, duygudan yoksun biçimde hareket
makil, [Ar. makıl (maki:l, k kalın söylenir) eder hâle getirmek,
{OsT} is. 1. Öğle uykusu. 2. Öğle uykusu için yatı makineli, [makine-li] sf. 1. Makinesi olan; makinesi
lacak yer. bulunan. 2. Makine ile işleyen; makine ile çalışan.
makilik, -ği [maki-lik] is. Bodur ağaçların yetiştiği 3. is. makineli tüfek. S makineli tabanca, Tek
yer; maki yetişen alan; makilerle kaplı alan, kişilik otomatik silah.\\ makineli tüfek, Çapı 20
makine, [Yun. mekhos (araç, alet) > mekhane > ît. mm 'den küçük olan mermileri sağlıklı biçimde bü
macchina] (maki'ne) is. 1. Herhangi bir enerji türü y ü k bir hızla ve sürekli olarak atabilen bir kundak
nü başka bir enerjiye çevirerek elde edilen güçten üzerine oturtulmuş otomatiksilah.\\ m akineli tüfek
yararlanılan veya belli bir etki meydana getirmek gibi, Birbiri ardınca ve hızlı bir şekilde.
amacıyla birleştirilmiş parçalar bütünü. 2. Aynı işi m akinist, [İt. macchinista] is. 1. Bir makineyi işleten
görmek üzere bir bütün m eydana getirecek biçimde kimse. 2. Makineden anlayan ve bu makineleri
birleştirilmiş parçalar. 3. Otomobil; araba; taşıt. 4. onaran teknik kişi. 3. Buhar lokomotifini sevk ve
mecaz. B ir alet veya taşıtın hareket sağlayan parça idare eden, harekete hazırlayan, yoldan dönüşte
sı; düzen; mekanizma. 5. argo. Tabanca. 6. argo. muayene ederek depoya teslim eden, gerektiğinde
(Fahişe için) cinsel organ. 7. argo. Hile; düzen, bazı onanm ve bakım işlerini yapan kimse. 4. tiy.
oyun. S maldne çekmek, D ikiş makinesinde bir Dekorları söküp takan kimse,
şey dikmek; makineyle dikiş dikmek. || makine dai m akinistlik, -ği [makinist-lik] is. Makinistin yaptığı
resi, Gemilerde, ana ve yardım cı makinelerin top iş; makinistin görevi,
luca bulunduğu bölüm. || m akine dolabı, M akineler makir, [Ar. m eker > mâkir jS’U] (ma:kir) {OsT} is.
için yapılmış özel dolap.\\ makine gibi, Çok çabuk
Hilekâr; hileci,
ve art arda, aynı şekilde yapılan, olan. || makine
gibi adam, Çabuk, düzgün ve çok iş çıkaran kim m akiriye, [Ar. mâkiriyye U] (ma:kiriye) {OsT} is.
se. || makine gücü, 1. Beygir gücü, vat veya kilovat Eskiden iskelelerde alınan bir tür vergi,
ile ölçülen bir makinenin bir saniyede yapabildiği m a’kis, [Ar. kıyâs > tnakıs (ma-ki:s, k kalın
iş miktarı. 2. İnsan veya hayvan gücü karşıtı olarak söylenir) {OsT} sf. Kıyas edilen; mukayese edilen,
makine kullanılarak yapılan zor işler için kullanı
makis, [Ar. meks > mâkis / makise / ■t-S'L]
lır. || makine odası, 1. Makinelerin tamir edildiği
yer. 2. Sinemalarda, sinem a makinesinin çalıştığı (ma.kis) {OsT} sf. 1. Durup dinlenen; duran. 2. Du
ve bulunduğuyer.\\ makine subayı, Gemilerde m a raksayan.
kine dairesinden sorumlu subay.\\ makine yağı, 1. makit, [Ar. makît cuJu] (maki:t) {OsT} sf. 1. Sevil
Orta sıcaklıkta ve h a fif işlerde çalışan makinelerin meyen; nefret edilen. 2. Buğzedilmiş.
hareketli parçalarını yağlam akta kullanılan made
m akiyan, [Far. mâkiyân OLS'l»] (ma:kiya:n) {OsT} is.
nî yağ. 2. Gres. || makine yapm ak, argo. Hile
yapmak. || makineyi bozm ak, argo. İshal olmak; zool. Tavuk,
bağırsakları bozmak. makkap, [? makkap] {ağız} is. M ukavva. [DS]
makineci, [makine-ci] is. 1. M akine tam ir eden kim -m aklar, [-m ak-lar/ -mekler] {eAT} yap e. -malar,
se; makine onarımcısı. 2. M akine satan kimse, makleb, [Ar. kalb > makleb s - M {OsT} is. 1. D eğiş
makineleşme, [makine-le-ş-me] is. 1. M akineleşm ek tirilme; altı üstüne çevrilme; ters getirilme. 2. D e
eylemi veya durumu. 2. El emeği yerine makine ğiştirme yeri.
kullanımının yaygınlaşm ası durumu, -m aklık, [-mak-lık / -mek-lik] {eAT} y a p e. Fiilden
makineleşmek, [makine-le-ş-mek] dönşl. f. [-ir] 1. isim yapan ek, m astar eki olan “-m ak" ile aynı iş-
(İnsan için) makine gibi olmak; makine hâline gel levlidir.
mek. 2. (İş ve ortamlar için) makine kullanılmaya
maklu, -u ’u [Ar. kal' > m aklü' (maklû:) {OsT}
başlanmak; makine kullanım ı yaygınlaşm ak; ağır
lıklı olarak m akine kullanmak. 3. mecaz. M akine sf. Çekilip çıkanlm ış; kopanlm ış, sökülmüş,
gibi duygu ve düşünceden yoksun olarak sadece iş m aklu’an, [Ar. m aklü' > m aklü'an (maklû: ’-
üretmeye yönelmek. an) {OsT} zf. Sökülerek; çekilip kopanlarak. S
MAK ö lü lü İ İ R S IM • 303!)
m aklu’an kıym et, {OsT} huk. Bina, ağaç vb.nin y ı m akropsi, [Fr. maeropsie] is. psikol. Cisimleri ol
kılmış, sökülmüşüne biçilen değer. duklarından büyük görme şeklinde beliren nevroz
maklub, [Ar. kalb > maklüb (maklû.'b) {OsT} veya psikoz hâli,
makrosefal, -li [Yun. makros (büyük) + kephale (ka
sf. 1. Değiştirilmiş olan. 2. Altı üstüne veya içi dı
fa ) > Fr. macrocephale] sf. (Kişi için) başı anormal
şına getirilmiş olan; çevrilmiş olan. 3. Harfleri ter
derecede büyük olan,
sinden okunduğunda da aynı olan kelime veya
makrosefali, [Fr. macrocephale] is. Başın büyük ol
cümle.
ması durumu,
maklubiyet, [Ar. maklüb > maklübiyyet c -y iiu ]
makrosit, [Fr. maeroeyte] is. tıp. Bir tür kansızlıkta
(maklû.biyet) {OsT} is. Ters çevrilmiş, değiştirilmiş görülen kanda norm alden daha büyük alyuvar,
olm a durumu,
makruh, [Ar. karh > m akrüh £ j y “ ] (makru:h) {OsT}
maklum, [Ar. maklüm / maklüme pjiio / ^Uo] (mak- sf. 1. Yaralanmış. 2. Vücudunda irinli yara ve çı
lû:m) {OsT} sf. Yontulmuş; tıraşlanmış; kesilmiş. S banları bulunan,
nıaklünıü’z-zufr, Tırnağı kesilmiş. makrun, [Ar. kam > m akrün ûjyL»] (makru:n) {OsT}
makmetre, [E. M ach (AvusturyalI fizikçi) > Fr.
sf. 1. Yakınlaştırılmış. 2. Kavuşmuş; ulaşmış, var
mach+metre] is. B ir uçağın hızının, aynı atm osfer
mış olan. 3. Bitişik; yan yana; yakın. & makrfin-ı
deki ses hızına oranı(M ach sayısı)’m ölçmeye ya
müsâade, {OsT} İzin alınış olan; izni yanında.||
rayan alet.
m akrün-ı sıhhat, {OsT} D oğruya yakın; doğru gibi
makmıra, [Ar. makbere => makmıra] {ağız} is. görünen; doğruluğa yakın.
M ezar; mezarlık. [DS] makruniyet, [Ar. makrün > makrüniyyet c~Jjyü>]
makrebe, [Ar. kurb > makrebe *■>] {OsT} is. (makru;niyet) {OsT} is. Yakınlık,
Yakmlık; akrabalık, m akruz, [Ar. karz > makrüz isyij>] (makru:z) {OsT}
makreme, [Ar. makreme / mıkreme **yu] {OsTf is. 1. sf. Ödünç olarak verilm iş olan; ödünç; borç,
Sofra havlusu. 2. El bezi. 3. Köylü kadınların baş makşad, [Ar. kaşd > m akşad -lW ] {OsT} is. -*■ mak
larına sardıkları işlemeli baş örtüsü. 4. Peştamal, sat. S maksad-ı teşbih, {OsT} Benzetme yönü;
makro-, [Yun. makros > Fr. macro-] sf. ve ön ek. vech-i şebeh.
Önüne getirildiği kelimeye “büyük" anlamı katan
maksat, -dı [Ar. kaşd > m akşad -u*£«] is. 1. İstenilen
ek.
şey; niyet; gaye; amaç; erek. 2. huk. Yönetsel işlem
makrofauna, [Yun. makros (büyük) + Lat. faunus
ve eylemlerin, kam u yararım gerçekleştirmek bi
(ormanların ilâhı)] {ağız} is. biy. Büyüklüğü cm.
çimindeki amacı. S m aksat görmek, B ir işte gizli
emsinden ölçülen hayvanların teşkil ettiği fauna.
bir niyeti olmak. || m aksat gütmek, B ir iş yaparken
[DS]
gizli bir amacı olm ak.|| m aksat hasıl olmak, Am a
makrogamet, [Yun. makros (büyük) + gamates (eş,
ca ulaşılmak; amaç gerçekleşmiş olmak.
oğul)] is. biy. Dişi eşey hücresi,
maksatlı, [maksat-lı] sf. 1. Gayeli; amaçlı. 2. Kötü
makroiktisat, [Fr. macro +Ar. kasd > iktisâd] (ma 'k-
niyetli; kasıtlı,
roiktisa. t, k kalın söylenir) is. Daha iyi bir ekono
maksatsız, [maksat-sız] sf. Hiçbir amacı olmayan;
m ik siyaset izlemek amacıyla grupların ve bunların
gayesiz.
davranışları ile ilintili olan küresel nicelikler ara
sındaki ilişkilerin incelenmesi, maksebe, [Ar. makşebe v - 3" ] {OsT} is. Sazlık; ka
m akrokozm oz, [Yon. makros (büyük) + kosmos (ev mışlık.
ren)] is. fel. Evren bütünü, maksi, [Fr. maximum (en üst) > maxi-] sf. Uzun. S
makrome, [Fr. maerome] is. Kalın iplikle yapılmış maksi m odası, Uzun elbise modası. || maksi etek,
el işi. Boyu topuklara kadar uzanan etek.
makromeli, [Fr. maeromelie] is. Kol ve bacaklardan maksil, [Lat. maxilla] is. anat. Ü st çene.
birinin veya birkaçının aşırı gelişmesi, m aksim 1, [Ar. kışm > makşem / maksim ^ u ] (s ka
m akrom olekül, [Fr. macromolecule] is. kim. İçinde lın söylenir){OsT} is. 1. Bir şeyin bölümlere, kollara
çoğunlukla pek çok kere tekrarlanan atom grupla ayrıldığı yer; taksim edilecek yer; taksim yeri. 2.
rından meydana gelmiş bir veya birçok yapısal şe Bentlerde toplanan suyun künklerle kente getiril
kil bulunan molekül, dikten sonra toplandığı üstü örtülü yapıdan oluşan
makropodi, [Fr. maeropodie] is. Aşırı ayak iriliği su haznesi.
şeklinde görülen vücut bozukluğu, m aksim 2, [Lat. maxima regula (en yüksek kural) >
m akropolimer, [Fr. maeropolymere] is. kim. Makro- Fr. maxime] sf. 1. müz. (Aralık için) aynı türün ma
moleküllerden meydana gelmiş yüksek polimer. jö r aralığından daha büyük olan. 2. is. Orta Çağ
lift l i t M I . 303, MA
notalamasına göre değeri iki veya üç uzuna eşit rin resmi veya şekli; kesit. 5. Kaldırım taşlarının
olan nota, 3. fel. Ahlak ilkesi; kaide-i külliye, üzerine döşendiği kum veya başka malzemeden se
maksimal, -li [Fr. maximal] sf. En yüksek derecede rilmiş tabaka. 6. ed. Gazel veya kasidenin son bey
olan. ti; makta beyti. 7. mat. Bir cismin düz kesilmesiyle
maksimum, [Lat. maximus > Fr. maximum] is. 1. meydana gelen düzlem; kesit. S makta ’-ı mahrütî,
B ir şeyin ulaşabileceği en yüksek değer. 2. mat. mat. K onik kesit.
Değişken bir niceliğin belli sınırlar içinde alabile m akta’a, [Ar. m akta'a <t*kio] {O sT} is. Üzerinde ka
ceği en büyük değer, mış kalem ucu kesilerek düzeltilen kemik, şimşir
ınaksud, [Ar. kaşd > makşüd / makşfıde jj v iû / veya metal altlık,
oijvıi»] (maksu:d) {eAT} {O sT } sf. 1. N iyet edilen; maktamak, [Ar. mak => Alt. / Kır. mak-ta-mak
istenilen; istek. 2. Kast olunan. 3. {eA T} is. İstenen {eA T} g çl.f. [-r] Övmek,
şey. maktaylamak, [mak-ta- y-la-mak] {ağız} g çl.f. [-r] [-
maksum, [Ar. kışm > makşüm / makşüme çyaZ* / l(ı)-yor] Övmek. [DS]
(maksu.m) {OsT} sf. 1. Kısım kısım bölün maktel, [Ar. kati > maktel Jxio] {O sT} is. 1. Cinayete
müş; taksim edilmiş. 2. mat. (Sayı için) bölünen. S kurban giden bir kimsenin öldürüldüğü yer. 2. Bir
maksumü’n-aleyh, mat. Bölen. kim seyi öldürme; katletme. 3. ed. Tanınmış bir
kimsenin öldürülmesi üzerine yazılan şiir,
maksumiyet, [Ar. makşüm >m akşüm iyyet c —
maktohumu, [mak+tohum-u] {ağız} sf. Ahmak. [DS]
(maksu:miyet) {OsT} is. 1. Bölünme; taksim olun
maktu, -u [Ar. kat' (kesmek) > m aktü' / m aktü'a
ma. 2. Taksim olma,
maksur, [Ar. kaşr>m akşür / makşüre jjv ıî» / o / apjİjAo] (maktu:) {O sT} sf. 1. Kesilmiş; kesik.
(maksu:r) {OsT} sf. 1. Kısaltılm ış; kasılmış. 2. Y al 2. Kesin olarak değeri biçilmiş; kesin; değişmez. 3.
nız bir tek şeye ayrılmış, hasredilmiş. 3. Alıkonul Herhangi bir ölçü ve tartı ile satılmayan; götürü. S
muş. 4. dbl. Arapça kelimelerden bazılarının so maktu cizye, Fethedilen ülkelerin M üslüman ol
mayan halkından alınan belli miktardaki vergi. ||
nunda (ls) ye şeklinde yazılan elif, da vâ ( j y o )
maktu fiyat, H içbir indirim veya üzerinde pazarlık
ın ak su rat, [Ar. makşür > m akşürat (maksu:- yapılmayan fiya t; değişmez, kesin fiyat.\\ mak-
rat) {eAT} sf. Kısılmış; kısaltılmış; kesilmiş, tu ’ii’I-emel, {O sT} Kırılmış arzu; kesintiye uğramış
emel.
m aksure, [Ar. makşür > makşüre ojjvıâ.»] (maksıı:re)
m aktu’a, [Ar. m aktü' > m aktü'a (maktu:a)
{O sT} is. 1. Camilerde genellikle padişahlara ayrı
lan yüksekçe yer. 2. B ir evin yabancıların girmesi {OsT} sf. (Parça için) gazete ve dergiden kesilmiş,
ne izin verilm eyen en mahrem yeri. maktu’an, [Ar. m aktü' > m aktü'an UjLio] (mak
m aksus1, [Ar. kaşş >makşüş jojvjâo] (maksıv.s) {O sT} tu: ’an) {OsT} zf. 1. Fiyatı kesin şekilde sabitlenmiş
sf. Kesilmiş, kırpılmış olan. olarak. 2. Götürü olarak; toptan,
m aksus2, [Ar. mahşüş => maksus] (m a ’ksus) {ağız} m aktu’at, [Ar. m aktü' > m aktü'ât oU jL i»] (mak-
zf. Bile bile; isteyerek. [DS] tu:a:t) {OsT} is. Gazete ve dergilerden kesilmiş par
-maksuz, [-mak-suz / -meksüz] {eAT} yap e. -mak- çalar.
sızm. maktul, -lü [Ar. kati >maktül / maktüle J Ad _ y s £ « ]
makşur, [Ar. kışr (kabuk) > makşür j j ü ] (makşu:r) (maktu:l) {OsT} sf. Öldürülmüş; katledilmiş. S
{OsT} sf. K abuğu soyulmuş olan, maktul düşmek, Vurulup ölmek; katledilmek; öl
makt, [Ar. m akt o io ] {OsT} is. 1. Öç; kin. 2. Öfke; dürülmekti maktul olmak, Vurulup ölmek; katle
dilmek; öldürülmek.
hiddet.
-makta, [mak-ta / -mek-te] çek e. Fiillere gelir, şim m aktulen, [Ar. maktül / maktülen lljiio] (maktu: ’-
diki zaman kavram ı katar. Ek fiil geniş zaman ekle len) {OsT} zf. Öldürülmek suretiyle; öldürülerek,
ri ile çekimlenir: çalışmaktayım, oturmaktasınız, maktulîn, [Ar. maktül / maktülîn (maktu:li:n)
yüzmektedir, görmekteyiz. {OsT} is. Öldürülmüş kimseler; öldürülenler,
makta, -a’ı [Ar. kat' (kesmek) > m akta' ^Ui»] {OsT} maktur, [Ar. katran > maktür j yju] (maktu:r) {OsT}
is. 1. Bir şeyin kesildiği yer; kesit. 2. O rmanda ke
sf. Katran sürülmüş; katranlanmış; katranlı,
sim yapılacak alan. 3. Üzerinde yazı kaleminin
ucunun düzeltildiği kem ik veya sert bir maddeden m a’kud, [Ar. 'akd > m a'küd İjâm] (maku:d) {OsT}
yapılmış araç. 4. Herhangi bir şeyin içini göster sf. 1. Bağlanmış; düğümlenmiş. 2. huk. is. Bir söz
mek için ortasından kesilm iş var sayılan kesik ye leşmenin yapılmasındaki esas maksat.
MA • 3032
ma’kul, -lü [Ar. ‘akl > m a'kul / m a'kûle J (m a ve fotoğrafçılık gibi işlerin yapıldığı yerlerde m ak
ya j için ayrılan yer. || makyaj takımı, B ir makyaj
kul) {OsT} sf. -*■ m akul1.
için gerekli olan malzemelerin tümü.\\ makyaj
m akul1, -lü [Ar. ‘akl > m a'kül / m a'kûle J (ma- yapm ak, 1. B ir yüzün, kusurlarını gizleyerek, gü
ku:l) {OsT} sf. 1. A kla uygun gelen; mantıklı. 2. zelliğini ve estetik bakımdan değeri olan nitelikle
A kıllıca davranan; mantıklı davranan. 3. mecaz. rini artırarak belirgin duruma getirmek. 2. Sinema
A şırı olmayan; uygun; elverişli. 4. Belirli. S1 ma veya tiyatroda, bir yüzün tabii görünüşünü, bir ro
kul olmak, Akla uygun davranmak; akıllıca dav lün gereklerine uydurm ak için değiştirmek.
ranmak. makyajcı, [makyaj-cı] ıs. 1. Makyaj yaparak geçimi
makul2, -lü [Ar. kavi > makül (maku.i) {OsT} ni sağlayan kimse; düzgüncü. 2. Tiyatro ve sine
sf. 1. Söylenmiş; denilmiş. 2. is. Söylenilen söz. mada, oyunculara rollerinin gerektiği yüz biçimle
rini verm ek için gerekli krem, boya gibi makyaj
ma’kulat1, [Ar. ‘akl > m a'kül / m a'külât
malzemesini kullanm akta uzmanlaşm ış kişi,
(ma-ku:lâ:t) {OsT} is. 1. A kla uygun gelen şeyler; makyajcılık, -ğı [makyaj-cı-lık] is. Makyajcının yap
akla dayanan konular. 2. Aklın idrak ettiği konular; tığı iş veya mesleği,
akılla bulunacak, anlaşılacak şeyler.
m akyajlama, [makyajla-ma] is. Makyajlamak eyle
makulat2, [Ar. kavi > makûl > makülât cj'İy»] (ma- mi.
ku:lâ:t) {OsT} is. 1. Çeşitler; kategoriler. 2. fel. Ge makyajlamak, [makyaj-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-
nel ilkeler; varlığın genel ve kesin ilkeleri. yo r] Makyaj yapmak,
m akule1, [Ar. kavi > makûl > makule -Jy ^ \ (ma- m akyajlı, [makyaj-lı] sf. M akyajı olan,
ku:le) {OsT} is. 1. Cins; çeşit. 2. Bilimsel tasnifi m akyajsız, [makyaj-sız] sf. M akyajı olmayan; mak
yapılmış şey. 3. huk. Bir aşiret başkamnın işlediği yaj yapmam ış olan.
cinayet sonucu ödemesi gerekli diyet. 4. man. M akyavelcilik, -ği [ît. M achiavelli (İtalyan siyaset
Ulam; kategori. çisi) > makyavel-ci-lik] is. 1. Hedefe ulaşm ak için,
makule2, [Ar. makûle] {ağız} is. Yasa dışı cinsel iliş gerektiğinde ahlak kuralını çiğnem ek de dahil ol
kilere aracılık eden kimse; pezevenk. [DS] m ak üzere her türlü yöntem i uygulamayı meşru
gören siyasi sistem. 2. Dürüstlükten yoksun siyaset.
makulî, [Ar. kavi > makül > makülî yj>] (maku.ji:)
M akyavelizm , [ît. M achiavelli (İtalyan siyasetçisi) >
{OsT} sf. Sınıflandırılmış; kategorik,
Fr. M achiavellisme] is. 1. Hedefe ulaşmak için,
m a’kuliyet, [Ar. m a'kûle > m a'küliyyet c~Jy**] gerektiğinde ahlak kuralını çiğnem ek de dahil ol
(ma-ku:liyet) {OsT} is. Akla uygunluk; mantıklılık, m ak üzere her türlü yöntem i uygulamayı meşru
m a’kum, [Ar. m a'küm j>y*-°] (ma-ku:m) {OsT} sf. gören siyasi sistem. 2. Dürüstlükten yoksun siyaset,
Kapalı. makye, -e’i [Ar. m akye’ ü u ] {OsT} is. Konaklanacak
ma’kûs, [Ar. 'aks>m a'küs / m a'küse A ^£«] yer; konacak yer; durak,
(ma-kû:s) {OsT} sf. 1. Baş aşağı getirilmiş; ters çev makzere, [Ar. makzere ojjio] {OsT} is. Dışkılık,
rilmiş. 2. Zıt; ters. 3. Bir yere çarparak geri dönen; makzî, [Ar. kaza > m akzı L5-ü«] (makzi:, z kaim söy
akseden. 4. mecaz. Kötü giden; uğursuz. 5. mat.
lenir) {OsT} sf. 1. Ödenmiş; kaza edilmiş. 2. Ta
Ters; evrik. S m a’kûs talih, {OsT} Uğursuz, ters
mamlanmış. S m akzi’l-merâm, Erişilmek iste-
giden talih.
nen.\\ m akziyyü’n-aleyh, Aleyhinde karar veril
ma’kûsen, [Ar. m a'küs > m a'küsen L,_j£m] (ma- miş; davayı kaybetmiş.
kû: ’sen) {OsT} zf. Ters olarak, ff m a’kûsen
makzuf, [Ar. k azf > m akzüf ıjjjJb ] (makzu:f) {OsT}
mütenâsib, {OsT} Ters orantılı olarak.
sf. 1. Atılmış. 2. İftira edilmiş.
ma’kûsiyet, [Ar. m a'küs > m a'küsiyyet c™._jSU»]
-m al1, [-mal] yap. e. Geçişli fiillerden isim ve sıfat
(ma-kû:siyet) {OsT} is. Terslik; zıtlık, türeten ek. Tek örneği sağm al kelimesidir. {eAT}
makyaj, [Fr. maquillage] is. 1. Yüz, göz, yanak ve sağ-m al > sağmal, sü t veren inek, sağılmakta olan
dudaklara sürülen çeşitli boyalarla bir yüzün görü inek veya süt veren cinsten anlamını gelir.
nüşünü değiştirme tekniği; yüz bakımı; düzgün. 2.
-m al2, [Far. -mâl JU ] (ma.j) {OsT} son ek. Farsça ke
tv. sin. Televizyon ve sinemada oyuncuların daha
iyi görünmelerini sağlamak veya role uygun bir tip limelerden “süren, sürülen, takılan, sarılan" an
yaratm ak için yapılan boyama ve düzeltme işleri. lam larında birleşik sıfatlar yapan son ek. pây-m âl
fi1 makyaj kâğıdı, Yüze sürülen makyaj malzeme (üzerinde ayak sürülen, ayak altında çiğnenen)
lerini temizlemekte kullanılan bir tür kâğıt. || mak m al1, [Ar. m âl Jl»] {OsT}is. 1. Bir kişinin veya tüzel
yaj odası, Sinema, tiyatro, televizyon, reklamcılık kişiliğin mülkiyeti olabilen taşınır veya taşınmaz
Ö I ü M I K M • 3033 MAL
eşya ile bunlara ait hakların tüm üne verilen ad; servete çok değer veren. || m alı beslem ek, {eAT}
mülk; varlık; servet. 2. eko. İnsan ihtiyaçlannı kar- Serveti artırmak.\\ m alı m alına, Hiç kazanç sağla
şılayabilen ve bu amaçla üretilen, yetiştirilen ve madan, kârsız olarak; alış fiyatına. || m alın gözü, 1.
kullanılan ürünlerin genel adı. 3. Almıp satılabilen Kendisine güven duyulmaz; açıkgözlüğü çıkarı uğ
her şey; ticaret eşyası; tüccar malı; emtia; meta. 4. runa kullanan; aşağılık; erdemsiz. 2. En iyi cins
Bir kimsenin sahip olduğu büyükbaş hayvanların mal. || m alı o m zunda, Hiç malı m ülkü olmayan;
tümü; inek, manda gibi hayvanlara verilen ortak ad. berduş; serseri. || m alının hesab ın ı bilm em ek, A şı
5. {eAT} Çift ve yük hayvanlan. 6. N akit para; para. rı zengin olmak; çok zengin olmak. || m âl-i cizye,
7. mecaz. Bayağı, aşağılık, kötü, alçak kimse. 8. {OsT} Araziden alınan cizye.\\ m âl-i ganâim , {OsT}
argo. Hafifmeşrep kadm; cilveli, işveli kadm; fahi Savaş ganimetinden elde edilen paranın beşte biri
şe. 9. argo. Kalça, göğüs, bacak ve cinsel organlara ölçüsünde olan ve yetimlere, öksüzlere, kimsesizle
verilen genel ad. 10. argo. Esrar, eroin vb. uyuştu re verilen p a ra .|| m âl-i gaybî, {OsT} Sahibi çıkm a
rucu maddelerin ortak adı. 11. {ağız} İşlenmiş, bo yan buluntu eşya, mal. || m âl-i g ay r-i m enkul,
yanacak duruma gelmiş sığır derisi. [DS] 12. {ağız} {OsT} Taşınmaz mal; taşınmaz. || m âl-i gayr-i
Bir tarım aracı olan çapa. [DS] fi1m ala kesm ek, m ütekavvim , {OsT} huk. Kullanımı mubah olm a
{eAT} D iyete bağlarrıak.\\ m âl â m âl, {OsT} Çok do dığı için edinimi ya sa k olan mal. || m âl-i K a ru n ,
lu; dopdolu.\\ m al ayrılığı, huk. Evlilikte eşlerin {OsT} 1. K a ru n ’un malı. 2. Çok büyük servet.\\ m âl-
kendi mallarının mülkiyet, yönetim ve yararlanm a i keşüfiye, {OsT} M ısır hâzinesinden padişaha cep
haklarını ellerinde tutukları yöntem.\\ m âl-b ah ş, harçlığı olarak gönderilen para. || m âl-i m enkul,
{OsT} M al veren.|| m al başı, {eAT} Serm aye.|| m al {OsT} Taşınabilir mal; taşınır.|| m âl-i m ugtene-
bekçisi, {ağız} Sincap. [DS]|| m al b eki, {ağız} Sin m ât, {OsT} Vurulan çöl bedevisinden ele geçirilen
cap. [DS]|| m al beşdesi, {ağız} Hayvan vergisi. m al ve hayvanın bedeli. || m âl-i m ukabele, {OsT}
[DS]|| m al beyanı, huk. icra takibi sırasında borç Tımarlardan elde edilen gelirler.\\ m âl-i
lunun sahip olduğu malların alacaklılara olan bor m ütekavvim , {OsT} huk. Edinimi mubah olan
cunu karşılayabilecek durumda olduğunu belirtmek m al.|| m âl-i m îrî, {OsT} Hâzineye ait olan m al.||
üzere ilgili icra dairesine verdiği, kişinin kendisi m âl-i n âtık , {OsT} Konuşan mal; dört ayaklı hay
tarafından hazırlanmış ve kendisinin sahip olduğu van, köle, cariye gibi mallar.\\ m âl-i sa d ak at,
taşınır ve taşınmaz malları ile alacak ve borçlarım {OsT} Yoksullara, savaş düşkünlerine verilmek üze
belirtir liste. || m al b ild irim i, huk. İlgili makama re Müslüman tüccarlardan alınan zekât. || m âl-i
verilmek üzere kişinin kendisi tarafından hazırlan sâm it, {OsT} Cansız mal.|| m âl-i u h rev î, {OsT} Bu
mış ve kendisinin, eşinin ve velayeti altında bulu dünyaya ait olmayan mal; ahret için kazanılan se
nan çocuklarının sahip olduğu taşınır ve taşınmaz vap. || m al k a ç ırm ak , 1. Gümrük vergilerini öde
malların kaynaklarını belirtir liste. || m al birliği, meden bir ülkeye m al sokm ak veya dışarıya çıkar
huk. Evlilikte eşlerin sahip oldukları m al varlıkla mak. 2. Alacaklıların zararına olarak elinde bulu
rının birleştirilmesi esasına dayanan sistem. || m al nan malları gizlemek; yo k göstermek.]] m al k ad ın ,
bulm uş M ağ rib î gibi, B üyük bir servete konmuş {ağız} 1. Baykuş. 2. Üzeri sam an renginde, kalın
gibi; büyük bir sevinç ve heyecanla. || m al canlı, köklü, yenebilir bir tür mantar. [DS] 11 m al k a ld ır
{ağız} M alına çok düşkün olan. [DS]|| m al canlısı, m ak , Ürün elde etmek. || m al kalem i, Maliye daire-
Mala mülke düşkün olan; servete çok değer veren. || si.|| m al k a p a tm a k , Bir yerde üretilen malların
m al cannı, {ağız} -*■ mal canlı.[DS]|| m al d e fte rd a parasını önceden vererek üretim sonrasında kendi
rı, Tanzimat öncesinde devletin m alî işleri ile uğ sine verilmesini sağlamak,|| m a l k ıra n , {ağız} H ay
raşan kimse. || m al d e fte rd a rı, Tanzimat öncesi van [DS]| m alla rı görm ek, {ağız} Hayvan
imparatorluk döneminde devletin parasal işlerini ların sulanma, yem lenm e ve başka bakım işleriyle
yürüten kimseye verilen ad.|| m al d ökm ek, {eAT} uğraşmak. [DS]|| m al m aşat, {ağız} Sığırlar. [DS]||
Bol para harcamak. || m al edinm ek, 1. M al sahibi m al m ey d an d a, B ir şeyin gizlisi ve saklısı olm adı
olmak; kendine m al sağlamak. 2. Sahip çıkmak; ğını, eksik ve kusurlarının görünür nitelikte oldu
benimsemek. || m al eğreği, {ağız} Hayvan sürüleri ğunu belirtmek için kullanılır,|| m al m ü d ü rlü ğ ü ,
nin otlatmak için götürüldüğü yüksek yerler. [DS][| İlçede, devlet gelirlerinin toplandığı ve gerekli
m al etm e, K im in tarafından yapıldığı belli olma harcamaların yapıldığı daire. || m al m ü d ü rü , M a
yan bir eseri bir sanatçıya ait gösterm e /ji.|| m al liye Bakanlığının ilçedeki işlerini yürütm ekle g ö
etm ek, 1. B ir şeyi belirtilen fiy a ta üretmek veya revli yönetim amiri.\\ m al m ü lk , Taşınır ve taşın
temin etmek; o fiya ta getirmek; o kadar lira harca maz her türlü m addî varlık; servet. || m al olm ak, I.
yarak sahip olmak. 2. Bir şeye kendisini veya bir M aliyeti belirtilen miktara çıkmak; o kadar p ara
başkasını sahip kılmak; benimsemek; sahiplenmek; harcanarak meydana getirilm ek veya sahip olun
kendisininmiş gibi gösterm ek.|| m al gelini, {ağız} mak. 2. B ir değer karşılığında birinin sahipliği al
Sincap. [DS]|| m al gözlü, M ala mülke düşkün olan; tm a girmek; değeri ve karşılığı bir şeyle ödenmek.
MAL İ M M C E S O M • 3034
3. B ir iş veya davranıştan dolayı büyük bir zarara çapını ölçmekte kullanılan kesik koni biçimindeki
uğramak. 4. mecaz. Benimsenmek. || mal ortaklığı, alet.
huk. Evlilikte eşler arasındaki m al yönetim i söz malafat, [İt. malafatta] is. 1. {ağız} Erkek hayvanın
leşmesinde, ortaklığa girecek malların sınırlandı cinsiyet organı. [DS] 2. argo. Erkeklik organı,
rılmamış olması durumu.|| mal para, Yapıldığı m alağa, [İsp. malağa (İspanya’da şehir) is. 1. İspan-
m addenin değeri ile para bakımından değeri aynı y a ’da M alaga dolaylarında üretilmiş bir tür likör
olan ödeme aracı.j| mal-perest, {OsT} M al canlısı; şarabı. 2. Kurusu çerez olarak yenilen iri taneli
pinti; mala tapan. || mal rejimi, huk. Evlilikte, eşle m isket üzümü,
rin sahip oldukları malların yönetim ine ilişkin yö n malag, [bala-k > malak] {ağız} is. Buzağı. [DS]
tem. || mal sahibi, B ir malın mülkiyet haklarını elin
malagi, [malagi] {ağız} is. M ısır unu. [DS]
de bulunduran kimse. || mal sandığı, D evlet gelirle
malagma, [Yun. malagma] {ağızf is.-*- malama. [DS]
rinin, p u l ve değerli kâğıtların, emanet olarak veri
malağa, [? malağa] {ağız} is. Kelepçe. [DS]
len para ve malların saklandığı, hesaplarının tu
tulduğu, devlete ait para alıp veren devlet dairesi; malağma, [Yun. m alagma ■ui'^L»] is. 1. {eAT} Dö
m al müdürlüğü ve defterdarlık.\\ mal saklamak, vülmüş, fakat sam anından henüz ayrılmamış tahıl.
{ağız} Hayvan beslemek. [DS]|| mâl ü menâl, {OsT} 2. {ağız} -*• m alam a1. [DS]
M al mülk; eşya; emtia; servet. || mal varlığı, huk. malağra, [Yun. malagma] is. {âğız} Kalburla elene
B ir gerçek ve tüzel kişinin hukukî bütünlük oluştur rek toprak ve samandan ayrılmış tahıl. [DS]
m ak üzere sahip olduğu veya yüküm lü tutulduğu malah, [malak] {ağız} is. 1. M anda yavrusu. 2. D o
p a ra ile ölçülebilen hak ve borçlarının tümü. |j mal muz burnu. [DS]
varlığı hakları, M al varlığına giren ve p a ra ile malahma, [İt. malaria] {ağız} is. Sıtma. [DS]
ölçülebilen, değişim ve kullanım değeri olan hak
malahter, [? malahter] {ağız} is. M eş’ale. [DS]
lar. || mal yapmak, Servet biriktirmek; m al edin
m alak1, -ğı [bala-k (çocuk; yavrucuk) > malak] is. 1.
mek; zengin olmak. || mal yeri, {ağız} Hayvanları
M anda yavnısu. {ağız} (aym) [DS] 2. argo. Aptal;
otlatmaya uygun sulak ve çayırlık yerler. [DS]
sersem; beceriksiz; salak. . 3. {ağız} Buzağı. [DS] 4.
mal2, [Ar. mâl] {ağız} sf. Güzel. [DS]
{ağız} Tavşan yavrusu. [DS] 5. {ağız} Ayı yavrusu.
m ala1, [Far. mâliden (sürmek) > mâle 4JU] (m a ’la) [DS] 6. {ağız} Domuz yavrusu. [DS] 0 malak ardı,
{OsTf is. 1. Harç sürmek ve düzeltmek için kullanı {ağız} Sürünün ardından giderek yeni doğmuş kuzu
lan tahta saplı, üçgen ve yassı metal ağızlı duvarcı ve oğlakları toplayan çoban. || m alakları çevir
veya sıvacı aleti. 2. {ağız} Saçta pişirilen böreğin mek, {ağız} İş yapabilir olmak.[DS]
üstünü yağlam ak için kullanılan ucu bezli tahta. malak2, [? malak] {ağız} is. Pantolon veya donun pa
[DS] 3. {ağız} Tahta, cam vb. silm ek veya bulaşık çaları. [DS]
yıkam ak için kullanılan bez parçası. [DS] 4. {ağız} malak3, [? malak] {ağız} is. Köşe; açı. [DS]
Deve semerinin iç ve arka boşluğuna kıstırılan çul malak4, [? malak] {ağız} is. Çocuk oyunlarında ka
ya da keçe parçası. [DS] zanm a sayısı; kama. [DS] ö malak atmak, {ağız}
mala% [mala] {ağız} is. 1. Unu kaynar suda pişirerek Oyunda sayı kazanmak; kama yapmak. [DS]
yapılan bir tür yemek. 2. Cevizli ham ur tatlısı. [DS] malak5, [? malak] {ağız} is. -*■ malak aşı. [DS] S ma
m ala3, [Far. mâle => mala] {ağız} is. Sürülmüş tar lak aşı, {ağız} Buğday y a da m ısır ununu kaynar
laya, tohum ekilmeden önce çekilen tırmık. [DS] suya dökerek p işirm ek suretiyle yapılan ve çorba
mala4, [mala] {ağız} is. Oyuncak bebeğin elbisesi. veya pekm ezle yenilen bir tür yem ek; kaçamak;
[DS] m alak hamuru; malay. [DS]|| malak malak yemek,
mala5, [mala] {ağız} is. 1. Mısır. 2. H annan dövül {ağız} Büyük lokmalarla yemek. [DS]
dükten sonra savrularak samandan ayrılmış tahıl. 3. malak6, [? malak] {ağız} is. 1. Yüz. 2. Çene; alt du
Harmanda, tahılın dipte kalan topraklı kısmı. [DS] dak. 3. B urun deliklerinin yanındaki etli kısım. 4.
malaba, [Far. mir-âb => maraba / malaba] {ağız} is. Dom uzun azı dişleri. [DS] 0 malağını eğmek, Su
Ortak. [DS] ratını asmak,
m alaçınk, -ğı [mala+çır-ık] {ağızf is. Serçeden az m alak', [? malak] {ağız} is. 1. Killi toprak. 2. Çamur.
büyük, toprak renginde bir kuş. [DS] 3. Dere. [DS]
maladır, [? maladir] {ağız} is. Antika. [DS] malak8, [Ar. miğlâk => malak] {ağız} is. 1. Eğri
malafa, [İt. malafatta] is. 1. Mil; dingil; aks. 2. Üze demir. 2. Kapıları kapamak için arkalarına konulan
rinde çalışılacak parçayı takım tezgâhına bağlam a ağaç çengel. [DS]
ya yarayan parça. 3. Döner frezeleri harekete ge malak9, [? malak] {ağız} sf. 1. (Kişi için) şişman;
çirm ek ve desteklemek için kullanılan mil. 4. Ku gürbüz. 2. Beceriksiz. [DS]
yum culukta dövülmüş veya oyulmuş işleri yuvar-
m alaka1, [? malaka] {ağız} is. Erkeklik organı. [DS]
laklaştırm aya yarayan tahta silindir. 5. Yüzüklerin
O lM lf f Ş Ö M « 3035_________ _______________ ___ _____________________________________________________________________ M A L
malaka2, [? maiaka] {ağız) is. Oyun; düzen; hile. malamağ, [Yun. malagma] {ağız} is. -*■ malama2
[DS] [DS]
malaka3, [malaka] {ağız} sf. 1. Karşılıksız, parasız ve nıalamak, [mala-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor]
emeksiz elde edilen. 2. Kelepir. 3. is. Yağma. [DS] Suçunu gizlemek. [DS]
S malakaya konmak, {ağız} B ir şeyi parasız, malaman, [Yun. malagma] {ağa} is. -*■ malama2.
emeksiz ve karşılıksız elde etmek. [DS] [DS]
malakacı, [malaka-cı] {ağız} sf. Bir şeyi emeksiz, malamar, [Yun. palamariıı => palamar] {ağız} is. Ka
parasız ve karşılıksız elde etmeyi seven. [DS] lın urgan. [DS]
malakâri, [Far. mâle (mala) + kerden (yapmak) > m alamat, [Ar. melâmet => malamat] {ağız} is.
mâlakârı ıi,;lS^] (malakâ:ri:) {OsT} is. Çoğunlukla 1. Açlık; kıtlık. 2. Sıkıntı; üzüntü; güçlük. 3. Boz
bina içlerinde alçıdan yapılmış kabartma süslere gun; utanç verici durum. 4. Ezgin; dağınık. 5. sf.
verilen ad. (Kişi için) alçak; aşağılık. 6. (İş için) kötü; bulaşık.
malakelam, [Ar. mâ-lâ-kelâm (ma:lâ:ke- 7. Kirli; pis. [DS] S malamat etmek, {ağız} 1. Ezi
y e t çektirmek. 2. Birinin ayıbım, suçunu açığa vu
lâ:m) {OsT} sf. Diyecek yok; söylenecek söz yok.
rarak mahcup etmek. 3. A lay etmek. 4. İşi kökün
malakit, [Yun. malakhites > Fr. malachite] is. min. den yo k etm ek; bozmak. 5. Bulunduğu yeri, üstünü
M ücevhercilikte kullanılan parlak yeşil renkli do başını kirletmek. [DS]|| malamat olm ak, {ağız} K ı
ğal bazik bakır karbonat; bakır taşı. S m alakit ye nanacak durumda olmak. [DS]
şili, kim. Benzaldehit ve dimetilanilinden elde edi
malamatlık, [malamat-lık / malamat-lıh] {ağız} is. 1.
len trifenilmetan yapısındaki boyar madde.
Kötülük. 2. Ayıplanacak, kınanacak durum. 3.
malaklama, [malak-la-ma] is. M alaklam ak eylemi. Pişmanlık. [DS]
malaklam ak1, [malak-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(ı) malamga, [Yun. malagma => malamga] {ağız} is. -*■
-yor] 1. Karıştırmak. 2. Toprağı suyla karıştırarak m alama2. [DS]
çamur yapmak. [DS] malamınç, [mala + mınç] sf. Ezilme. S 1 malamınç
malaklamak2, [malak-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [- olm ak, {ağız} (Erik, armut, kiraz vb. m eyveler için)
l(ı) -yor] (Dişi manda için) yavrulamak; m alak do çok olgunluk nedeniyle ezilmek. [DS]
ğurmak. [DS] malanga, [Yun. malagma] {ağız} is. Koşu atlarına
malaklamak3, [malak8-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [- yedirilen arpa ve saman karışımı yem; malama.
l(ı) -yor] Kapıyı sürgülemek. [DS] [DS]
malaklamak4, [malak-la-mak] {ağız} g ç l.f. [-r] [-l(ı) m alanihaye, [Ar. mâ-lâ-nihâye 4j.1^j's!Lo] (ma:lâ: ni-
-yor] (Domuz için) insana saldırarak ısırmak. [DS]
ha:ye) {OsT} sf. Sonsuz; uçsuz,
malaklamak3, [malak-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
malapa, [? malapa] is. Yüzük için parm ak üzerinden
l(ı) -yor] Çabalamak; uğraşmak; didinmek. [DS]
ölçü almakta kullanılan milimetrelere ayrılmış ve
malaklamak6, [malak-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [-
numaralanmış yüzük takımı,
l(ı) -yor] (Çocuk için) emeklemek. [DS]
malarya, [İt. malaria] (mala ’rya) is. tıp. Sıtma,
malaklamak7, [malak-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)
malasi, [Yun. malakia] is. 1. Uyarıcı yemeklere karşı
-yor] Oyunda yenmek. [DS]
duyulan marazi istek; iştah sapkısı. 2. tıp. Bazı sert
malakof, [Rus. malahov (Sivastopol yakınlarında bir dokularda görülen yumuşama durumu; kem ik yu
müstahkem mevki)] is. A rka tarafı kabarık uzun muşaması.
etek.
m alaş1, [mal+aş(ı) ?] {ağız} is. Lapa. [DS]
malalama, [mala-la-ma] is. M alalam ak eylemi. malaş2, [? malaş] {ağız} sf. Ü stü başı pislik içinde
malalamak1, [mala-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(ı)-yor] olan. [DS]
Yeni çimentolanmış veya sıvanmış bir yüzeyi mala m alaş3, [? malaş] {ağız} is. 1. Mavi benekli bir cins
ile düzeltmek; mala sürmek. karga. 2. Beyaz ve kırmızı benekli, çok kılçıklı bir
malalamak2, [mala-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [-l(ı)- tür balık. [DS]
yor] Övücü sözlerle kandırmaya çalışmak. [DS] m alaşa, [Yun. malâkhi [Tietze] => malaşa] {ağız} is.
malama1, [? malama] is. Katran, yağ vb. sürmek için Ebegümeci. [DS]
kullanılan ucu bezli sopa. malaşmak, [may-la-ş-mak / mala-ş-mak] {ağız}
malama2, [Yun. malagma] {ağız} is. 1. Karışım. 2. dönşl. f. [-ır] Gelişigüzel, terbiyesizce oturmak;
Dövülmüş fakat henüz taneleri samandan ayrılma mayışmak. [DS]
mış harman yığını. 3. Dövenle sürülmek için har
m a’Iat, [Ar. m a'lâto ^U * ] (ma-lâ:t) {OsT} is. 1. Y ük
mandan yere serilmiş başaklı ekin sapları.[DS]
sek fikir; derin anlamlı görüş. 2. Şeref; ululuk,
malama3, [Yun. malagma] {ağız} is. Çim ento ve di
ğer malzemelerden su katılarak yapılmış bulamaç. malata, [? m alata / malatka] {ağız} is. Söğüt dalından
[DS] yapılan çamaşır sepeti. [DS]
MAL İ M İ K M • 3036
malatka, [? malatka / malata] {ağız} is. -» malata. maldari, [Ar. mâl + Far. -dar-î (ma:lda:ri:)
[DS]
{OsT} is. Zenginlik,
mala tor a, [? malatora / malatura / meletiire] {ağız} is.
maldır, [? m aldır / maldar] {ağız} is. M edrese hocası;
Bir tür rezene; arapsaçı, (Foeniculum vulgare).
din adamı. [DS]
[DS]
m alay1, f? m alay / malak] {ağız} is. 1. M ısır ekmeği. m ale1, [Far. mâle -JL»] (ma:le) {OsT} is. Mala. S
2. M ısır ununun kaynar suda pişirilmesi ile yapılan, mâle-kârî, {OsT} Alçıdan yapılm ış kabartma süs.
çorba veya pekmezle yenilen hamur yemeği. [DS] male2, [Ar. mahalle => mâle] (ma:le) {ağız} is. M a
malay2, [Kır. / Kaz. mal (zenginlik) > mal-ay] is. halle. [DS]
Hizmetçi. male3, [? male] {ağız} is. Yaban domuzunun yattığı
malaya’ni, [Ar. m â-lâ-ya‘nî ^^ju.'İU] (ma:lâ:ya:ni:) yer. [DS]
{OsT} sf. Anlamsız; yararsız; boş; saçma, m a’lef, [Ar. ‘alef > m a 'le f ı_il»o] (ma-lef) {OsT} is.
m alaya’niyat, [Ar. m â-lâ-ya'niyât oL^j.llto] (ma:- H ayvan yemi konan yer; samanlık,
lâ:ya-ni:ya:t) {OsT} is. Anlamsız, boş, yararsız şey m a’lem, [Ar. m a'lem |Jju>] (ma-lem) {OsT} is. İz; e-
ler. ser; nişan.
malayutak, [Ar. mâ-lâ-yutâk (ma:lâ:yuta:k) malemne, [? malemne] {ağız} is. Sepicilikte, araları
[OsT} sf. Dayanılmaz; takat getirilmez. na dövülm üş mazı serpilmiş derileri üst üste koya
m alaz1, [? malaz] {ağız} is. 1. Sürülmemiş, ot bürü rak terbiye etme işlemi; sepi. [DS]
m üş tarla. 2. Su basan toprak; su altında kalan, su m alemyekûn, [Ar. mâ-lem -yekün jSö. ^U] (ma:lem-
basm ış tarla. 3. Sulak yer. 4. Bataklık, sazlık yer. 5. yekû:n) {OsT} zf. Sözden ibaret,
Çoraklığı nedeniyle ekilemeyen boş arazi. 6. Killi
malen, [Ar. m âl > m âlen ^U] (ma: ’len) {OsT} zf. Mal
toprak. [DS]
malaz2, [Fr. m elasse => melâs] {ağız} is. Hayvanlara olarak; mal bakımından. S malen sorumluluk,
yedirilen kuru ot. [DS] G erçek ve tüzel kişilerin hizmetinde bulunan kimse
malaz3, [Yun. molos] {ağız} is. 1. K üçük taş kırıntıla ler, dikkatsizlik, acemilik, kanun, talim at ve emirle
rı; moloz. 2. Süprüntü; artık. [DS] re uymama sonucu ölüme veya sağlığın zarara uğ
ramasına sebep olurlarsa, hizmetini gördükleri kişi
malaza, [? malaza] {ağız} is. Bademcik. [DS]
tarafmdan m addî tazminat ödeme sorumluluğu,||
malazır, [? m alazır / malhazır / m elezir / melhezir]
malen sorumlu kişi, Emrinde çalıştırdığı kişinin
{ağız} is. Kapaklı bakır sahan; küçük sahan. [DS]
sebep olduğu zarar sebebiyle sorumlu olan kişi,
malazma, [? malazma] {ağız} is. Seyrek dokunmuş
malez, [? malez] {ağız} is. 1. Şırayla undan yapılmış
balık ağı. [DS]
üzüm bulamacı; pestil hamuru. 2. M ısır unundan
malbaş, [mal + baş] {ağız} sf. Anlayışsız; kalın ka
yapılan bir çeşit yemek. 3. Yal. [DS]
falı. [DS]
malezır, [? malazır] {ağız} is. -*■ malazır. [DS]
malca, [mal-ca] (m a ’lca) zf. M al bakımından; servet
ve para yönünden; mal olarak, m alezim , [Ar. lüzum > mâl ezim / mâlezime pjJU /
malç, [malç (yans.)] {ağız} sf. Ezik. [DS] S’ {ağız} iojJl»] (ma:lezim) {OsT} is. Gerekli olan malzeme,
malç olmak, Ezilmek. [DS] eşya.
malçak, [maç / malç (yans.) > liıalç-ak] ünl. B ir şey malezlem ek, [Ar. m araz => malez-le-mek] {ağız}
yerken veya sakız çiğnerken ağızdan çıkan ses; gçsz. f. [-r] [-l(i)-yor] Gücü kalmamak; güçten
ağız şapırtısı sesi. S m alçak malçak, {ağız} Üzüm, düşmek; zayıflamak; farımak. [DS]
incir, vb. yem işleri ağzı şapırdatarak yemek. [DS]
malgama, [Ar. el-m ecm a‘a (erime) > Lat. amalga-
malçıldamak, [malç (yans.) > malç-ıl-da-mak] {ağız}
ma] is. kim. Cıvanın başka metallerle yaptığı ala
gçsz. f. [-r] [-d(ı)-yor] Yemek yerken ağız şapır
şım.
datmak. [DS]
m algam alam a, [malgama-la-ma] is. M algamalamak
maldan, [? maldan] {ağız} is. 1. Ağaçlarla çevrilmiş
eylemi; m algam a hazırlama,
bağ. 2. Karşılıklı kenar uzunlukları aynı olan tarla.
malgamalam ak, [malgama-la-mak] gçl. fi [-<] [-l(ı)
3. Eğik ve dar yerlerde toprağı genişletmek için
-yor] M algam a yapmak; cıvalı birleşik yapmak;
yapılan setler; teras. [DS]
malgam a hazırlamak,
m aldar1, [Ar. mâl + Far. -dâr (tutan) jIjJU] (ma.i-
malgata, [?malgata] {ağız} is. Gürültü patırtı. [DS]
da:r) {OsT} sf. 1. M al tutan; zengin. 2. {ağız} M ed malgaz, [Yun. mazhali => mazgal > malgaz] {ağız}
rese hocası; din adamı. is. Ocak kenarlanna yapılan, içine kibrit, çıra vb.
maldar2, [? maldar / maldır] {ağız} is. -*■ maldır. [DS] koym aya yarayan küçük gözler. [DS]
f l l û l î l l l l î 5 0 2 1 )1 .3037 MAL
malgelini, [mal+gelini ?] {ağız} is. Gelincik denilen kin; maliye ile ilgili olan. 3. Özel veya kamusal
hayvan. [DS] mal varlıklarının yönetilmesine ve sermaye piyasa
malgun, [? malgun] {ağız} sf. Kötü. [DS] sında yapılan uzun vadeli işlemlere ilişkin olan. S
malguna, [? malguna] {eT} is. Ilgın ağacına benzer mali analist, B ir banka veya yatırım kuruluşunda
bir ağaç. [DLT] taşınır değerlerle yatırım projelerinin seçimini ve
malğama, [Yun. malagma] {ağız} is. 1. Harmanda verimlilik d w um larm i inceleyen uzman kişi. || mali
dövüldükten sonra henüz savrulmamış, tane ve sa belge, Kredi açılışını gösterm ek için çıkarılan ve
man karışımı. 2. Killi topraklarda yağm urdan sonra ikrazcı bankaya finansm an yenilem esi yapm ayı
meydana gelen yapışkan çamur. [DS] sağlayan senet. \\ mali bilanço, Mali yasaların koy
duğu kural ve yaptırım lar esas alınarak düzenlenen
malha, [? malha] {ağız} is. Süs altını; altın. [DS]
bilanço.\\ mali bunalım, B ir işletmenin ödeme güç
malhamı, [mal+ham-ı] {ağız} is. Şubatta ekilen ekin.
lüğüne düşmesi; kredi alabilme olanaklarını yitir-
[DS]
meŞi.\\ mali cebir, Para ile ilgili işlemleri esas alan
malhazır, [? malhazır / malhazırı / malazır] {ağız} is.
matematik dalı.|| mali cizye, H araca bağlanmış
1. Tabak. 2. Kapaklı küçük bakır sahan. 3. Çinko
ülkeler halkının veya azınlıkların Osmanlı hüküme
tas. [DS]
tine verdikleri ve bayındırlık işleri ile asker ve m e
malhıta, [? malhıta] {ağız} is. 1. Tahıldan yapılan la
murların ücretlerine harcanan para. || m ali durum,
pa. 2. Kırılmış mercimek. [DS]
B ir kimsenin veya şirketin belli bir anda gereksi
nıalhıtah, [malhıta-lı] {ağız} sf. M ercimekli. B
nimleri karşılığı elinde bulunan parasal kaynaklar;
malhıtalı aş, {ağız} M ercim ek /?z7av;.[DS]|| m al-
bir kimsenin, bir topluluğun bütçesi.\\ mali işlem
lııtalı köfte, {ağız} K ırm ızı m ercim ek köftesi. [DS]
ler, Para piyasası tarafından ticarî ve sınai kuru
malhoş, [Ar. m âl + Far. höş] {ağız} sf. 1. Karışık. 2. luşlara öz sermaye veya vadeli krediler verilmesine
Bitkin, fi1 m alhoş olm ak, 1. Birbirine karışmak. 2. yarayan işlemler.\\ mali kaza, Vergi anlaşmazlıkla
Çok yorulmak. rını çözüm lem ek amacıyla uygulanan yargı siste
-m alı1, [-malı / -m eli] çek. e. G ereklilik kipinin çe mi. || mali kesim, B ir ekonomide, İktisadî faaliyetle
kiminde kullanılan ek. Eylemin yapılması gerekti rin finansm anında rol oynayan tüm kurumların
ğini ifade eder. V urgu -me hecesindedir: gitm eli içinde y e r aldığı kesim. || mali kriz, B ir işletmenin
yim, okumalısın, barışmalı, yazmalıyız, sürm elisi kredi alabilme, kaynak kullanabilme imkânlarını
niz, bilmeliler. yitirerek ödeme güçlüğü içine düşmesi. || mali sek
-malı2, [-ma-lı / me-li] yap. e. Fiilden isim türeten ek. tör, B ir ekonomide, İktisadî faaliyetlerin finansm a
Mastar eki olan -me ile isim den sıfat yapan -li eki nında rol oynayan tüm kurumların içinde y e r aldığı
nin birleşip kaynaşm asından meydana gelmiştir. kesim.\\ mali senet, Kredi açılışını gösterm ek için
Vurgu -li hecesindedir. Fiile ilgili bir özelliği bu çıkarılan ve ikrazcı bankaya finansm an yenilem esi
lunduran kavramı katarak sıfatlar yapar: kurutmalı yapm ayı sağlayan senet.\\ mali taahhütler, B ir ül
(çamaşır makinesi), seçm eli (ders), uzatmalı (sev kenin, yabancıların elinde veya y u rt dışında bulu
gili). üflemeli (çalgılar). nan ve o ülke merkez bankasının talep olduğu za
mah taşı, [? malı + taş-ı] is. t. dnz. Bazı küçük tekne man başka dövizlere çevrilmesini karşılam ak zo
lerde çapa yerine kullanılan ipe bağlı ağır taş. runda olduğu dövizlerin tutarı. || mali yatırım, B e
malıç, [Ar. mahlüc ^ => mahlıç / mağlıç / malıç] lirli bir dönemde, bir ülkedeki kişilerin tahvil, hisse
(ma:lıç) {ağız} is. Pamuk. [DS] senedi gibi taşınır ve bina, arazi gibi taşınmaz mal
mahk, -ğı [? malık] {ağız} is. 1. Boyunduruk kayışına lara yaptıkları harcamaların toplam değeri. || mali
y d , D evlet tahsil ve harcamaları için esas alınan
geçirilen ağaç çivi. 2. İnce çam ağacı. 3. Odun par
çası. 4. Çarık dikmekte kullanılan ağaç biz. 5. Ağaç on iki aylık süre.
çivi. [DS] mali2, [Far. mâlî J U ] (ma:li:) {OsT} sf. 1. Bir şeyle
malıma, [Yun. m alagm a => malıma / malama] {ağız} dolmuş bulunan; dolu. 2. Çok fazla; pek çok.
is. malama. [DS] mali3, [? mali] {ağız} is. A şık kemiğinin çıkıntıları
malıma, [Far. mâle => malıma] {ağız} is. Kerpiç daha silik olan yüzeyi. [DS]
kalıplarının üstünü düzletmekte kullanılan büyük mali4, [? mali] {ağız} is. Çok yumuşak yün ipliği.
mala. DS [DS]
malımsımak, [mal-ım-sı-mak / mal-ımsa-mak] {ağız} malide, [Far. mâlîden (sürmek) > mâlîde »->JL»] (ma:-
gçl. f. [-r] Başkasının malını benimsemek. [DS]
lide) {OsT} sf. (Birleşik sıfat yapım ında) süren; sü
malız, [? malız] {ağız} is. Lapa. [DS] 0 malız olmak,
rülmüş.
{ağız} (Yemek için) lapa olmak. [DS]
malih, [Ar. mâlih jJLo] (ma:lih) {OsT} sf. Tuzlu.
m ali1, [Ar. mâl > mâlî J l» ] (maili:) {OsT} sf. 1. Mal
malihulya, [Yun. melas (kara) + khole (safra) > me-
ile ilgili olan; para ile ilgili olan. 2. M âliyeye iliş
MAL Ö IÜ M IK S Ö M • 3038
lankolia>Ar. malihulya LU^JU] (ma:li:hulya) {OsT} kasına uygun olarak giderleri karşılayacak gelir
kaynaklarını bulmak, gelirleri toplamak, yapılan
is. 1. Karasevda. 2. Kuruntu.
harcamaların ödemesini yapmak, devlet mallarım
m alik1, [Ar. mülk > mâlik liJUl»] (ma.iik) {OsT} is. 1. yönetmek, devlet hesaplarına ait kayıtları tutmak,
Sahip; iye. 2. huk. Taşınır veya taşınmaz bir mal para, kredi ve diğer türlü borçlanmalarla ilgili iş
üzerinde mülkiyet hakkı bulunan kişi. 3. isi. öz. is. leri yürütmek, gerektiğinde hâzineyi temsil etmek,
Yedi cehennemin ve zebanilerin yöneticisi olan uluslar arası ekonom ik ilişkilerde yabancı kuruluş
melek; cehennemin kapıcısı. S malik olmak, 1. ve devletlerle bağlantı sağlam ak üzere kurulmuş en
B ir şeye sahip olma hakkını elinde bulundurmak ve üst seviyede devlet kuruluşu.\\ maliye hukuku,
onu elde etmek. 2. (Kendisi için) yaptıklarının fa r D evlet mallarının ya sa l durumlarını düzenleyen
kında olmak. yönetim hukuku dalı.|| maliye kalemi, {OsT} İm pa
m alik2, [Lat. malum (elme) > Fr. malique] sf. (Asit ratorluk döneminde, devlet harcamalarına ilişkin
için) elmada ve birçok asitli meyvede serbest veya "m alî kanun ve nizam nam e” anlamına gelen buy
tuz olarak bulunan, formülü HOCO-CH2-CHOH- rukların kayıtlarının tutulduğu daire. || maliye
C 0 2H olan diasit alkol, mahkem esi, im paratorluk döneminde maliye ku
malikâne, [Ar. mâlik + Far. -âne ülSÜU] (ma:likâ:ne) rumu ile halk arasındaki uyuşmazlıkları çözümle
{OsT} is. 1. Büyük ve gösterişli köşk; yurtluk. 2. yen kuruluş.\\ Maliye Nezareti, {OsT} İm paratorluk
Eskiden, bir kimseye gelirinden hayatı boyunca döneminde, bugünkü M aliye Bakanlığının görevini
faydalanm ak fakat satmamak ve miras bırakmamak yürütm ek üzere 2. Mahmut tarafmdan batı örnekle
şartıyla verilen, tasarrufu kendisine, mülkiyeti dev rine göre kurulmuş devlet dairesi; Maliye Bakanlı
lete ait beylik arazi; tımar; zeamet, ğı]] maliye politikası, Devletin, gerçekleştirm ek is
tediği ekonom ik ve sosyal hedeflere ilişkin bütçe ve
malike, [Ar. mâlik > mâlike <63lo] (ma:like) {OsT} is.
kam u kredilerinin uygulanma biçimi.
B ir taşınmaz veya taşınır malın sahibi olan kadın. maliyeci, [maliye-ci] (madiyeci) is. M aliye idaresin
Maliki, [Ar. mâlik (M âlik bin Enes) > mâliki t_sSÜLo] de çalışan veya mali konularda uzmanlaşmış kim
(ma.Tiki:) {OsT} is. İslam fıkıh bilginlerinden (8. se.
yy) İmam M alik bin Enes’in görüşleri doğrultu m aliyecilik, -ği [maliye-ci-lik] (madiyecilik) is. 1.
sunda gelişen M alikî mezhebinden olan kimse. Devletin mali işleri. 2. M aliyecinin işi ve görevi.
Malikîler, [mâliki-ler] (m adikider) is. M alikî m ez m aliyet, [Ar. mâliyyet c J U ] (madiyet) {OsT} is. 1.
hebinden olan kimseler.
Bir şeyin üretimi için yapılan harcamaların tümü;
Malikîlik, -ği [mâliki-lik] (ma:liki:lik) is. İslam fıkıh
üretim ve dağıtım ın yol açtığı giderlerin tümü. 2.
bilginlerinden (8. yy) İmam M alik bin Enes’in gö
B ir şeyin parasal değeri; fiyat; bedel. 3. Bir işin,
rüşleri doğrultusunda gelişen ve dört Sünni m ez
davranışın veya kazancın kötü sonucu. S maliyet
hepten biri.
analizi, 1. Bir ürünün maliyetini oluşturan her
malikiyet, [Ar. m ülk > mâlik > mâlikiyyet o-S3Lo] öğenin ayrı ayrı incelenmesi işlemi. 2. B ir ürünün
(ma.Tikiyet) {OsT} is. Bir şeye sahip olma durumu; m aliyetini kontrol altında tutabilmek için maliyete
m alik olma durumu, katılan öğelerin incelenmesi. || maliyet enflasyonu,
maliş, [Far. mâlîden (sürmek) > mâliş ^ l o ] (madiş) Üretimdeki m aliyet artışlarının fiya tla r üzerine
{OsT} is. Sürme; sürtme; ovuşturma. S mâliş-ger, yansım ası sebebiyle m eydana gelen ve giderek ar
{OsT} Ovucu; tellak. tan enflasyon. || m aliyet fiyatı, B ir ürünün üretim,
dağıtım vb. dönemleri dikkate alındığında, o dö
maliyat, [Ar. mâliyât o ü lo ] (ma:liya:t) {OsT} is. 1.
neme kadar yapılan tüm giderlerin toplamı olan
M aliye ile ilgili işler. 2. Maliye bilgisi, değeri. || m aliyet minimizasyonu, Belli bir üretim
maliye, [Ar. mâl > mâliyye aJU] (madiye) {OsT} is. aşamasını en az harcama ile gerçekleştirecek gir
1. Ekonomik alanda kamu yönetimiyle ilgili gelir diler bileşkesini bulma yöntemi; maliyeti en azda
ve giderlerin ve bunlarla ilgili düzenlemelerin tü tutuş bileşkesi, || m aliyet muhasebesi, B ir işletmede
mü. 2. Konusu bu düzenlemeler olan bilim dalı. 3. üretilen ürün veya verilen hizmetin maliyet değeri
gnşl. Devletin gelir ve giderlerini düzenleyen daire; nin saptanması, işletme giderlerinin kontrolü ve
M aliye Bakanlığı. 4. as. Silahlı kuvvetlerde, maliye satış fiyatının belirlenmesini konu edinen muhase
ve bütçe hizm etlerini yürütmekle görevli hizmet be dalı.
sınıfı. 5. İmparatorluk döneminde, bütçe gelirlerini maliyun, [Ar. mâlî > mâliyyün (ma:liyu:n)
toplayan, devlet parasını muhafaza eden, gerekti {OsT} is. Maliyeciler.
ğinde kaynak bulan, giderlerin gereken yerde ve
m alizm e, [Ar. mâlizme <uj)lo] (madizme) {OsT} is.
zamanında ödenmesini sağlayan kamu kuruluşu. 0
M aliye Bakanlığı, Devletin genel ekonomik politi Yirmi sayfadan oluşan kitapçık; cüz; broşür.
i M i i m i i i i . 3039 MAL
malkadın, [mal +kadm] {ağız} is. -*■ mal kadm,[DS] kanlığı ve yumuşaklığı ile ayırt edilebilen bir tür
Malkar, [malkar / balkar] is. 1. Türk soyundan, K u bitüm.
zey Kafkasya’da Kabarday-Balkar Cumhuriyetinde malta , [İt. M alta (Akdeniz'de bir ada) is. Kolayca
yaşayan bir halka yerilen ad; Balkar. 2. Bu halktan kesilip yontulabilen bir tür yum uşak taş; M alta taşı.
olan kimse. 0 Malta eriği, bot. 1. Gülgillerden, büyük ve p ü
M alkarca, [malkar-ca] is. Balkarlarm konuştuğu rüzsüz yapraklı, ilkbahar sonlarında buruk tatlı
Türkçe. meyveleri olan bir ağaççık; yeni dünya, (Erio-
malkat, [? malkat] {ağız} is. Cımbız. [DS] botrya japonica). 2. Bu ağacın meyve olarak y en i
malkıran, [Ar. mâl + T. kır-an] {ağız} is. Sığır veba len kalın sarı kabuklu ve beyaz etli meyvesi. |j M al
sı. [DS] ta eşeği, Oldukça yüksek cıdağlı, ince yapılı, siyah
malkoç, [Ar. mâl + T. koç] {OsT} is. İmparatorluk ve kahverengi bir eşek ırkı. || Malta humm ası, tıp.
döneminde Akıncılar Ocağının kom utanına verilen K eçi ve koyun sütü ile insana geçen, ateş ve titre
isim. me, terleme, halsizlik ve ağrı ile kendini belli eden
bulaşıcı m ikrobik bir hastalık; Akdeniz humması,
mallanma, [mal-la-n-ma] is. M allanm ak eylemi veya
(Brucellosis),\\ Malta köpeği, zool. Boyuna göre
durumu.
uzun gövdeli, yum uşak ve uzun tüylü, beyaz renkli
mallanmak, [mal-la-n-mak] gçl, f. [-ır] 1. Bir şeyi
bir süs köpeği «>m'.|| Malta palam udu, zool. Sıcak
kendine mal etmek; sahip çıkmak; sahiplenmek. 2.
ve ılık denizlerin derinliklerinde yaşayan, sürü
dönşl. Mal m ülk sahibi olmak; zengin olmak; zen
oluşturan küçük balıklarla beslenen, sırtında enle
ginleşmek. 3. Büyük baş hayvan satın almak; bü
mesine birkaç tane mavi şerit bulunan, palam uda
yük baş hayvan edinmek.
benzer, mavimsi gri kemikli balık; kılavuz balığı,
m aile1, [Ar. mevlânâ > monlâ / mollâ ] {ağız} is. 1. (Neucrates ductor).\\ M alta taşı, M alta adasında
İmam. 2. Molla. [DS]
çıkarılan, kolay işlenebilen, boşluklu, sarımsı renk
maile2, [? maile] {ağız} is. Zeytinyağı, sirke gibi li killi kum taşı.
sıvıların dibe çöken tortusu. [DS] malta2, [? malta] {ağız} is. Yaşantısı toplum değerleri
malmaş, [? malmaş] {ağız} sf. 1. Sersem. 2. Kılıksız; ve ahlak kuralları ile bağdaşmayan kadın; kötü ka
uyuşuk; sünepe. [DS] dın. [DS]
malmeki, [? malmeki] {ağız} is. B ir tür büyük sincap. m altak1, -ğı [? maltak] {ağız} is. Minder; şilte. [DS]
[DS]
maltak2, -ğı [? maltak] {ağız} is. 1. Kuzunun boynu
malmuç, -cu [? malmuç] {ağız} is. Büyük bir taş
na takılan tasma. 2. Çoban köpeğinin boynuna takı
üzerine dikilen kukayı atılan taşla düşürmeye çalı lan mahmuzlu tasma. [DS]
şarak oynanan bir çocuk oyunu. [DS]
M altah, [malta-lı] sf. M alta adası halkından veya bu
maloz1, [Yun. molos => moloz] {ağız} sf. 1. (Kişi halkm soyundan olan; Maltız,
için) işe yaramayan. 2. is. Küçük taş kırıntıları; mo
maltaz, [Fr. maltase] is. kim. Bira mayasında, tükü
loz. [DS]
rükte, pankreas ve bağırsak özsuyunda bulunan
maloz2, [Rus. melüz [Tietze] => melas] {ağız} is. Yeni
maltoz ve sakkaroz moleküllerinin glikoz molekül
doğuran hayvanlara verilen m ısır unu çorbası. [DS]
lerine dönüşmesinde katalizörlük yapan enzim.
malpiki, [İt. Marcello M alpighi (anatomi bilgini)] is. M althusçu, [Thomas Robert M althus (İngiliz iktisat
biy. Marcello M alpighi tarafından mikroskop kul
bilgini) > malthus-çu] (maltusçu) is. M althus’un
lanarak bulunan çeşitli anatom ik yapıların adı. 0
nüfus ve ekonomi görüşlerini benim seyen ve savu
malpiki boruları, zo o l Böceklerin boşaltım siste
nan kimse.
mi. || malpiki cisimcikleri, anat. D alak atardamar
M althusçuluk, -ğu [malthus-çu-luk] is. M althus’un
ları boyunca yer alan küçük le n f doku halkaları.\\
ortaya attığı doğumun isteyerek kontrol altma
malpiki piram itleri, anat. Böbrek yumakçıkları.\\
alınması ve üretim in isteyerek yavaşlatılması esa
malpiki tabakası, anat. Üst derinin doğurgan olan
sına dayanan ekonomik görüşlerine verilen ad.
en alt tabakası.
m altız1, [İt. maltese (Malta ile ilgili)] is. Yem ek pi
nıalsmmak, [mal-sı-n-mak] {ağız} g ç l.f. [-ır] -*■ ma-
şirme, ızgara yapma gibi işlerde kullanılan taşınır,
lımsımak. [DS]
ızgaralı bir tür ocak veya mangal.
m alt1, [İng. malt] is. B ira yapmak üzere çim lendiril
M altız2, [İt. maltese (Malta ile ilgili)] is. 1. M alta a-
dikten sonra kökleri ve filizleri ayıklanmış ve kav
dası halkından veya bu halkın soyundan olan kim
rulmuş arpa. S malt fabrikası, Arpadan m alt üre
se; Maltalı. 2. M alta adasında üretilen veya çıkarı
tilen fabrika. || malt küspesi, Hayvan yem i olarak
lan şey; bu adaya ait olan m al veya malzeme. 3.
kullanılan kavrulmuş malt filiz ve kökleri. || malt
argo. Dolandırıcı. <5 M altız keçisi, zool. A na y u r
şekeri, Maltoz.
du M alta adası olan, bol süt veren, kısa tüylü, kü
malt2, [Fr. malthe] is. Petrol içinde bulunan, yapış çük yapılı bir keçi tiirü.
MAL O T Ü M IÜ M M • 3040
M altızca, [maltız-ca] is. M alta adasında konuşulan, {OsT} zf. Sakatlanmış olarak; sakat biçimde; hasta
A rapça’nın güney-orta öbeğinden ve Latin alfabesi olarak.
ile yazılan tek Arapça kökenli dil; M alta dili, m a’lulîn, [Ar. m a'lül > m a'lülîn jJ^Jbu] (ma-lû:li;n)
maltlama, [malt-la-ma] is. M altlamak eylemi,
{OsT} is. Sakatlar; hastalar.
maltlamak, [malt-la-mak] g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor] İçine
m a’luliyet, [Ar. m a'lül > m a'lüliyyet c -Jjİm] (ma
m alt koymak; malt eklemek; malt ile işleme tabi
tutmak. lu liy et) {OsT} is. İnsanda hastalık; sakatlık. 0 ma
maltlanma, [m alt-la-n-ma / malt-lan-ma] is. Malt- luliyet yardım ı, Savaşta yaralanan, sakatlanan,
lanm ak eylemi, uzuvlarını yitiren ve a k tif olarak çalışmasına imkân
olmayan askerlere veya kanunen bakmakla yüküm
maltlanmak, [malt-la-n-mak] edil. f. [-ır] 1. İçine
lü olduğu yakınlarına kanunlar gereği devlet tara
m alt konulmak; malt eklenmek; malt ile işleme tabi
fın d a n verilen ödenek.
tutulmak. 2. dönşl. f. M alt sahibi olmak; m alt satın
almak; malt edinmek, malullük, -ğü [malul-lük] (ma.lûllük) is. M alul olma
durumu; hastalık; sakatlık; maluliyet. 0 malullük
malto, [? malto] {ağız} is. Çok iri bir tür patates. [DS]
sigortası, iyileşm esi mümkün olmayan bir hastalık
maltoz, [Fr. maltose] is. kim. Bira fabrikalarında ni
veya sakatlık yüzünden sürekli iş görem ez duru
şastanın tam olmayan hidrolizi sırasında ortaya çı
mundaki sigortalıya aylık bağlanmasını sağlayan
kan, amilazın nişastaya etkimesi ile elde edilen,
sigorta işlemi.
formülü C 12H 2 2 0 h olan indirgen diholozit (disaka-
rit); malt şekeri. m a’lum , [Ar. 'ilm > m a'lüm / m a'lüm e pl** /
-malu, [-malu / -melü] {eAT} yap. e Eski Anadolu (ma-lû:m) {OsT} sf. -*■ malum.
Türkçesi devresinde ortaya çıkan ve gereklilik ifa malum, [Ar, ‘ilm > m a'lüm / m a'lüm e pU » / -u^bu]
desi taşıyan isim fiil eki. Bugünkü acak; -mağa (ma;lû;m) {OsT} sf. 1. Bilinen; ilgili olan kim seler
layık; -ması gereken” göreviyle kullanılmıştır. ce bilinen; belli. 2. dbl. (Fiil için) öznesi bilinen
"Garip kıssadır ve tuhfe hikâyettir, altun suyıyle yüklem ; etken. 3. mat. V ar sayılan. 4. is. İlgili olan
yazm alu (yazmağa lâyık) ve mermere kazmaludur kim selerce bilinen, belli olan şey, iş, konu vb. 5. z f
(kazımağa lâyıktır)." Yadigâr-ı İbni Şerif. 0 - “Belli; biliniyor; kuşkusuz; evet; tamam; öyle” an
malıca olmak, {eAT} Hemen hemen -acak hâle gel- lam larında cevap olarak kullanılır. 0 M alum de
m ek.|| -m alı etmek, {eAT} -acak hâle getirm ek.|| - ğil! Gerçekleşmesi kesin olarak bilinmeyen şeyler
malu olmak, {eAT} -mak; -m ak hâlinde bulunmak; için kullanılan şüphe ifadesi. || (birine) (bir şey)
-ır hâle gelmek; -ır hâlde bulunmak; -cak olmak; - malum olm ak, İçine doğmak; sezgi yoluyla bil
m ak lazım gelmek; -mağa layık olmak. "Eğer sat- mek-.|| malumu ilam etmek, Herkesçe bilinen ve
malu olsan (satacak olsan) benim gibi müşteri eli belli olan bir şeyi açıklamaya kalkışmak; bilineni
ne girmez. ” Antemam e. "Asitanında yaturdum üs bildirmek.\\ Malum ya! “Bilinen, belli olan şeydir;
tüm e geldi habip / H asta sağalmalu olsa (iyileşecek siz de biliyorsunuzdur y a " anlamında kullanılan
olsa) kapıya gelir tabip. ” Revanı Divanı, ifade.
maluh, [? maluh / m aluh / maluk] {ağız} is. -*■ maluk. m a’lum at, [Ar. m a'lüm > m a'lüm ât üL»^Lu] (ma-
[DS]
lû;ma:t) {OsT} is. -*■ malumat. 0 m a’lümât-dâr,
maluk, -ğu [? maluh / maluh / maluk] {ağız} is. 1.
{OsT} -*• malumattar.|| m a’lüm ât-ı cüz’iye, {OsT}
Boyunduruk kayışının ucuna takılan ağaç çivi. 2.
Yetersiz bilgi; az bilgi.|| m a’lümât-ftirüş, {OsT} -
Çarık dikmeye yarayan ucu sivri ağaç. 3. Ağaç çi
malumatfuruş. || m a’lüm ât-ı külliye, {OsT} Yeterli
vi. [DS]
bilgi; tam ve sağlam bilgi.\\ m a’lüm ât-ı vâsia,
ma’lul, -lü [Ar. ‘illet > m a'lül J^U j] (ma-lû.j) sf. -* {OsT} Geniş ve yeterli bilgi.\\ m a’lüm ât-ı zarüriye,
malul. {OsT} Bilinm esi gerekli olan bilgi; gerek duyulan
malul, -lü [Ar. ‘illet > m a'lül (ma:lû;l) sf. 1. en az bilgi. ||
Bedence bir sakatlığı bulunan; sakatlanmış; sakat. malumat, [Ar. m a'lüm > m a'lüm ât ol»^U»] (ma;~
2. is. Çalışma gücünün en az üçte ikisini yitirmiş lû;ma;t) {OsT} is. 1. Öğrenilen şeylerin tümü; bili
işçi. 0 malül aylığı, İyileşmesi imkânsız bir hasta nenler; bilgiler. 2. Bir kimse, bir iş, bir konu, bir
lık veya sakatlık dolayısıyla sigortalı işçiye bağla mesele hakkında alman haber, bilgi, açıklama gibi
nan aylık. || malul gazi, Savaşta sakatlanarak as bilinen şeyler; bilgi; edinilen bilgi. 3. fel. Bilgi. 4.
kerlikten çıkmış kimse; harp malulü. Bilinen şeyler; bilgiler. 0 malumat almak, Bilgi
ma’lulen, [Ar. m a'lül > m a'lülen i ( m a - l û ; l e n ) almak. || malum at edinm ek, Bilgi edinmek; öğ
renm ek]| malum atı olmak, B ir konu, bir iş veya
{OsT} zf. -*■ malulen,
kimse hakkında bilgisi o lm ak || malumat istemek,
malulen, [Ar. m a'lül > m a'lülen İ >L^«] (ma;lû;len) B ir kimse, konu veya iş hakkında öğrenmek istedik-
o ru M IItS D M • 3041 MAM
lerini bir yerden veya bir kimseden sormak. || m a meydana getiren. 3. Bir şeyin yapım ında kullanılan
lu m at sahibi, {OsT} B ir konu, iş veya kim se hak ve insan eliyle meydana getirilmiş katı madde. 4.
kında bilgisi olan kimse.\\ m a lu m a t v erm ek , Bilgi Bir fabrikada, bir işletmede, bir hizmette veya bir
vermek; açıklamada bulunmak. faaliyette kullanılan araç, gereç ve nesnelerin tümü;
m a’lu m atfu ru ş, [Ar. m a'lüm ât + Far. fürüş gereç; materyal. 5. Kullanılabilecek, çözümlenebi
lecek, bilimsel olarak değerlendirilebilecek öğeler
jijyiyLcyl**] (ma-lû:ma:tfuru:ş) {OsT} sf. Bilgi sa bütünü; materyal. 6. mecaz. Bir eserin yazılm asın
tan; bilgiçlik taslayan; bilgiç, da yararlanılan bilgi ve kaynaklarm tümü. 7. B ir
m alu m atfu ru şlu k , -ğu [malumatfuruş-luk] (ma:lû:- eserde işlenen madde veya resimde kullanılan bo
ma:tfuruşluk) is. M alumatfuruş olm a durumu; bil ya. 8. İnşaatta kullanılan doğal ve yapm a her türlü
giçlik taslama, yapı maddesi,
m alum atlı, [malumat-lı] (ma:lû:ma:tlı) sf. Bir konu, m am , [? mam] {ağız} is. 1. K aydırak oyunu. [DS] 2.
bir iş veya kimse hakkında bilgisi olan; bilgi sahibi Arka; geri. S m am m am , {ağız} Arka arka. [DS]
olan; bilgili; bilgi edinmiş, m a m a 1, [? mamâ] (mama:) {eT} is. Harmanda ortada
m alum atsız, [malumat-sız] (ma:lû:ma:tsız) sf. Bir bulunup diğer öküzlerin etrafında döndüğü öküz.
konu, bir iş veya kim se hakkında bilgisi olmayan; [DLT]
bilgi sahibi olmayan; bilgisiz; bilgi edinmemiş, m am a2, [ma (yans.) > ma+ma] {eT} is. 1. Kadm.
m a lu m a tta r, [Ar. m a'lüm ât + Far. -dâr jljuUyW ] [EUTS] [Gabain] 2. Büyük anne. [Clauson] 3. {eAT}
Ebe. 4. {ağız} Hala. [DS]
(ma:lû:matta:r) {OsT} sf. Bir konu hakkında bilgisi
m am a3, [Çoc. d. mama] is. 1. Çocuk dilinde yiyecek,
olan; bilgi sahibi; bilgili. S m a lu m a tta r etm ek,
yemek. 2. Bebek için hazırlanan veya hazır olarak
Bilgi vermek; aydınlatmak.
satılan besleyici maddelerin genel adı; bebek besi
m a ’lüm e, [Ar. m a'lüm > m a'lüm e <u_jU»] (ma-lû:me) ni.
{OsT} sf. 1. M alumun dişili. 2. Bilinen; açık; ortada, m am a4, [Aim. mama / İt. mamma (çoc. d.: anne)] is.
m a ’lum iye, [Ar. m a'lüm > m a'lüm iyye (ma:- argo. Genelev işleten kadm; çaça.
lû:miye) {OsT} is. İm paratorluk döneminde padi m am a3, [? mama] {ağız} is. Baş. [DS]
şahlar halife unvanını aldıktan sonra her yıl hac m am a6, [? m am a / mamata] {ağız} sf. Kısa boylu;
mevsim inde M ekke ve M edine halkına dağıtılmak bodur. [DS]
üzere Sürre alayı ile gönderilen para, m am aca, [mama-ca] {ağız} sf. 1. Beceriksiz; işin
m a’lum iyet, [Ar. m a'lüm > m a'lüm iyyet kolayını bilmeyen. 2. Hazır yiyici. [DS]
m am acı, [mama-cı] {ağız} sf. -*■ mam aca2. [DS]
(ma:lû:miyet) {OsT} is. Bilinen ve belli olan şeyin
durumu; bilinme, m am aç, [mama-ç] {ağız} sf. Şişman. [DS]
m alus, [Lat. malus] (ma'lus) is. Elm anın bilimsel m am a d o r, [? mamador / manadura] {ağız} is. D om a
adı. tes. [DS]
m aluz, [Rus. melüz] {ağız} is. Pestil yapım ında kul m a ’m afıh , [Ar. m a'-m â-fıh -usU £»] (ma-ma:fıh)
lanılan dut suyu ve un karışımı. [DS] {OsT} zf. Bununla beraber; buna rağmen; durum
malva, [Lat. malva] (m a ’lva) is. Ebegümecinin bi böyle iken.
limsel adı. -m am ağın, [-ma-ma(k)-m / -memeğin] {eAT} ya p e. -
m alya, [? malya] (ma ’lya) is. D eniz dibindeki otlara madiğini.
takılmış oltayı kurtarmaya veya deniz dibindeki ip, m a m a k 1, -ğı [Yun. mammâkhthos => mamak] {ağız}
halat, sicim vb. şeyleri çıkarmaya yarayan dört tır sf. 1. Anlayışsız; aptal. 2. Dilsiz. [DS]
naklı demir kanca, m a m a k 2, -ğı [? barmak > bam ak > mamak] {ağız} is.
m alyağm a, [Yun. malagma] {ağız} is. -*■ malama. 1. Parmak. 2. Küçük çocukların boynu. 3. Gül gon
[DS] cası. [DS]
m alyar, [? malyar / malyer] {ağız} is. 1. B ir meşe m a m a k 3, -ğı [? mamak] {ağız} is. Kabak. [DS]
türü. 2. Ağaçların henüz kabuğu çatlamamış genç m a m a k 4, -ğı [mama-k] {ağız} is. Çocuk yemeği; m a
dallan. [DS] ma. [DS]
malyemez, [mal+ye-mez] {ağız} sf. Cimri. [DS] m am alan m ak , [mama-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-ır]
m alyer, [? malyar / malyer] {ağız} is. -*■ malyar. [DS] Rüşvet almak. [DS]
malyon, [Fr. mailon] is. 1. Küçük halka. 2. tekst.
m am alık, -ğı [mama-lılc 4«~o] {eAT} is. Ebelik.
Dokuma tezgâhlarında gücü tellerine bağlanan ve
içinden çözgü iplikleri geçirilen küçük halka, m am aliga, [Romen, mâmâligâ] (m am ali’ga) is. 1.
M ısır unundan yapılmış peksimet. 2. Karadeniz ve
malzeme, [Ar. mâ-lezime -uU>] (l ince söylenir)
Balkanlarda yaygın olarak yapılan, m ısır unundan
{OsT} is. 1. Gerekli olan şey. 2. B ir şeyin maddesini hazırlanm ış bulamaç pişirildikten sonra ortasında
MAM İ M İ K SOM • 3042
açılan çukura konulan tereyağı, peynir veya çöke m a m ır2, [? mamır] {ağız} sf. Çişli. [DS]
lekle hazırlanmış katıkla yenen bir yemek, m a m ır3, [? mam ır / mamırı] {ağız} zf. 1. Bütün; te
maman, [?maman] {ağız} is. Bir tür iri armut. [DS] melli; büsbütün. 2. Hep birlikte. [DS]
mam ancika, [? mamancika] {ağız} is. Bez parçala m a m ın , [? mam ır / mamırı] {ağız} zf. Hep birlikte.
rından yapılmış oyuncak bebek. [DS] [DS]
mamata, [? mam ata / mama] {ağız} sf. K ısa boylu; mamışık, -ğı [mamış-ık] {ağız} is. Taşlarla oynanan
bodur. [DS] bir tür çocuk oyunu. [DS]
m am atatık, -ğı [mama+tatık] {ağız} sf. Anlayışsız; mam ıştan, [mamış-tan] {ağız} is. K adınlarla konuş
aptal. [DS] mayı seven erkek. [DS]
mamatır, [? mamatır] {ağız} sf. (Kişi için) söz dinle mam ıştırmak, [mamış-tır-mak] {ağız} g çl.f. [-ır] Ez
meyen; ters. [DS] mek; kırmak. [DS]
m am balotu, [bambul+otu] {ağız} is. Tarlalarda biten mamıt, [? mamıt] {ağız} sf. Sersem. [DS]
ve yakacak olarak kullanılan bir ot. [DS] mamıza, [Ar. mahmüde => mamıza] {ağız} is. M ah
mam barak, -ğı [? mambarak] {ağız} is. Çatıya çık mude, (Convolvulus scammonia). [DS]
m ak için tavana yapılan küçük kapak. [DS] m am iloplasti, [Fr. maliloplastie] is. tıp. Estetik gaye
mam bırak, -ğı [? mam bırak / mambarak] {ağız} is. -+ ile meme başının görünüşünü değiştirme işlemi,
mambarak. [DS] ınamir, [Ar. m a'm ür => mamir] {ağız} sf. Sağlam.
mam başka, [ba(m) + ba/şka] {ağız} sf. Bambaşka. [DS]
[DS]
m am iros, [? mamiros] {ağız} is. Sıcak suda haşlanan
mambo, [İsp. mambo] is. Belirli bir düzenlemesi hamurdan yapılan tatlı. [DS]
olmayan, ancak bacaklardan biri gergin dururken
mammat, [? mammat] {ağız} is. Yardımcı. [DS]
diğeri bükük vaziyette kalça kıvırmaya dayanan
m am ografi, [Fr. mammographie] is. tıp. Memelerin
K üba kaynaklı bir tür dans,
doğrudan veya ilaçlı olarak X ışınları ile yapılan
mam bul, [bamb (yans.) > bamb-ul] {ağız} is. Elma,
radyografık muayenesi,
armut ve ayva çiçeklerinin erkek ve dişi organlarını
yiyerek zarar veren bir tür arı. [DS] mam rak, -ğı [? m am barak / mamrak] {ağız} is. -*
mambarak. [DS]
mam ektomi, [Fr. mamectomie] is. tıp. M eme bezle
rinin kesilip çıkarılması işlemi, mamt, [? mamt] {ağız} sf. Hiç konuşmayan. [DS]
mamel, [? mamel] {ağız} is. Koltuk değneği. [DS] m am u1, [mamü] (mamu:) {eT} is. Gerdek gecesi ge
linle beraber gönderilen kadm; yenge kadm. [DLT]
m am elek, -ği [Ar. mâ-melek dUuU] (ma:melek) {OsT}
mamu2, [? mamu] {ağız} zf. Tümü; tamamı. [DS]
is. 1. Bir kimsenin bütün malı mülkü; mal varlığı. m am ucu, [mamu-cu] {ağız} is. Umacı. [DS]
2. argo. Kadın ve kızda göğüsler.
m am uh1, [? mamuh] {ağız} sf. Güzel. [DS]
m am er1, [? mamer / mâmer / mamerik] (ma.mer)
m amuh2, [? mamuh / m am uk / mamık] {ağız} is.
{ağız} is. 1. Dokuma tezgâhında, boy iplerini ger
Yaban eriği. [DS]
m eye yarayan yuvarlak ağaç. 2. Dokuma tezgâhla
m am uk1, [Yun. bom buh / Far. penbe => bamuk] {eT}
rında dokunan bezin sarıldığı yuvarlak ağaç. [DS]
is. Pamuk.
m am er2, [mermer > mamer / mâmer] {ağız} is. M er
mer. [DS] m am uk2, [? mamuh / mam uk / mamık] {ağız} is. -*■
m am uh2. [DS]
mam erik, -ği [? mam er / mamerik] {ağız} is. -*■ m a
m er1. [DS] m a’mul, -lü [Ar. 'am el > m a'm ül Jy«-»j>] (ma-mu.j)
mam eza, [Ar. mâ-mezâ (ma'meza:) {OsT} is. {OsT} sf. -*■ mamul. S m a’mttl-ti hasene, {OsT}
İm paratorluk döneminde, on yedinci yy. sonlarında
Geçmiş şey; geçen.
kullanılan bir tür altın sikke.|| m a’m ulü’n-bih,
mamı, [mamı / m am a ^ U ] {eAT} is. Ebe. {OsT} (Kanun, yönetmelik, emir vb. için) yürürlükte
m am ıh, [? mam ıh / mamıt] {ağız} is. Kedi yavrusu. olan; geçerli.
[DS] mamul, -lü [Ar. 'am el > m a'm ül (ma:mu:l)
mamıhlanmak, [mamıh-la-n-mak] {ağız} dönşl. f. [-
{OsT} sf. 1. B ir ham maddenin işlenmesi sonucu
ır] İyileşmeye yüz tutmak; tavlanmak. [DS]
elde edilmiş olan; üretilmiş olan; imal edilmiş olan;
mamık, -ğı [? mamık / mamuh / mamuk] {ağız} is. 1.
yapılmış olan. 2. (Bir şeyden) üretilmiş olan. 3. is.
Yaban eriği; dağ eriği. 2. Bir tür üzüm. [DS]
Yapılmış, üretilmiş olan şey; ürün. 4. İlk işlendiği
mamıhk, -ğı [mamı-lık / mam a-lık dJJ / jL»lo] biçimiyle kullanılan sanayi ürünü,
{eAT} is. Ebelik. m a’mulat, [Ar. m a'm ül > m a'm ülât (ma-
ınam ır1, [Ar. m a'm ür => mamır] {ağız} sf. Sağlam. mu:lâ:t) {OsT} is. -*• mamulat, fi1 mamülât-ı dâhi
[DSJ liye, {OsT} Ülke sınırları içinde üretilen şeyler.
f l i r a r i r a i ü . 3043 MAN
mamulat, [Ar. m a'm ııl > m a'm ülat (ma- man yaşhg koy, {eT} Dört yaşım geçm iş koyun.
[DLT]
:mu:lâ:t) {OsT} is. Elde, makinede veya fabrikada
man2, [man] {eT} is. -*■ mang. [Clauson]
üretilmiş, yapılmış olan şeyler; yapılmış şeyler;
imal edilmiş şeyler, man3, [Ar. mann] is. Eski bir ağırlık ölçüsü; Ttirkle-
rin eskiden kullandıkları 1283 gram gelen okka.
nıa’mur, [Ar. i'm âr >rna‘m ür (ma-mu:rj {eAT}
man4, [? man] {ağız} is. Yüzde oluşan sarı lekeler;
{OsT} sf. -*■ mamur, çil. [DS]
mamur, [Ar. i'm âr > m a'm ür (ma;mu;r) {eAT} man5, [? man] {ağız} is. Yel değirmeninin tekerlekle
{OsT} sf. 1. Bayındır; şenlikli. 2. (Tarla için) işlen rine geçirilen demir. [DS]
miş, ekilmiş; bakımlı. 3. (Yer için) insanların otur man6, [? man] {ağız} ünl. Şaşma bildirir. [DS] S man
duğu; meskûn; ahalisi olan, man bakmak, {ağız} A ptal aptal bakmak. [DS]
mamuraç, -cı [? mamuraç] {ağız} is. A yı yavrusu. m a’na, [Ar. m a'nâ L^ ] (ma-na: n ince söylenir)
[DS]
{OsT} is. -*• m ana1. S1 m a’nâ-dâr, {OsT} 1. Anlam
ma’mure, [Ar. i'm âr > m a'm ür > m a'm üre lı. 2. B ir şey dem ek isteyen.
(ma-mu:re) {OsT} is. Bayındır hâle getirilmiş yer; m ana1, [Ar. m a'nâ (ma.na: n ince söylenir)
imar edilmiş, mamur yer. S m a’müre-i derün,
{OsT} is. 1. Bir şeyin anlattığı, bir işaret ve işaretler
{OsT} Gönül şehri; gönül mamurluğu.\\ m a’müre-i
sisteminin, bir simgenin, bir hareket veya tutumun
dünyâ, {OsT} Dünyanın bayındırlığı.|| m a’müre-i
ilettiği kavramların tümü; anlam. 2. B ir kişiyi, bir
muhabbet, {OsT} Sevgi ülkesi.
nesneye, bir duruma gönderen ve kelime olarak
ma’muriyet, [Ar. m a'm ür > m a'm üriyyet ortaya konan şey; bir sözün zihinde uyandırdığı
(ma-mu:riyet) {OsT} is. Bayındır olma durumu; ba kavram. 3. Bir şeyin var oluş nedeni, değeri, amacı;
yındırlık; mamur olm a hâli. makul sebep. 4. Cisimden, bedenden ayrı olarak
mam ut1, -du [Tunguzca. mam ut > Rus. mamont] is. var olan şey; ruh; iç yüz. 5. Düş; rüya. 6. Anlatım;
zool. Filgillerden, zamanımızdan on bin yıl kadar ifade. S mana çıkmak, (Belirtilen) anlama g el
önce, dördüncü zamanda Avrupa, A sya ve Ameri mek; o anlamı çıkarmak.\\ mana çıkarmak, 1.
ka’nın kuzeyinde yaşam ış olan üzeri uzun kıllarla Yanlış bir anlam çıkarmak; başka bir şekilde y o
kaplı fosil fil, (Elephas primigenius). rumlamak; yersiz bir yargıya ulaşmak; söyleyenin
mamut2, -du [? mamıh / mamut] {ağız} is. Kedi düşünmediği bir anlamı vermek. 2. Anlatılm ak is
yavrusu. [DS] teneni anlamak; anlam çıkarmak.\\ manada gör
mamya, [Ar. bâmiye => m am ya / mamye] {ağız} is. mek, Rüyada görmek. || mana verm ek, Yorum
Domates. [DS] vermek; tefsir etmek; anlamlandırmak.|| mana ve
mamye, [Ar. bâmiye => bamye / mamye] {ağız} 1. rememek, Anlayamamak; kavrayamamak.|j m ana
Bamya. 2. Domates. [DS] ya gelmek, 1. Belirtilen anlamı çıkmak; o anlama
-m an1, [-ma-n / men] {eAT} çek. e. 1. -mam. “Esir-i gelmek. 2. B ir anlam taşımak; bir şeyi anlatır ol
dam-ı aşkın olalı senden vefa görm en (görmem) / mak.
Seni her kanda görsem ehl-i derde aşina görmen mana2, [Far. mânâ UU] (ma:na;) {OsT} is. Eş; benzer.
(görmem) ” Fuzulî. 2. -ım; -yım. mana3, [Polinezya d. mana] (m a ’na) is. Animist i-
-man", [-man / -men] yap. e. 1. Fiillerden isim türe nançlara göre kişiliksiz, niteliği veya niceliği belir
ten ek. Fiil kökünün belirttiği eylemi uzm anlık de lenememiş doğaüstü güç.
recesinde yapan kişi kavram ını katarak iş ve mes
mana4, [mana] {eT} is. Yumrulu, geniş yapraklı otsu
lek adları yapar: öğretmen, sayman, uzman, danış
bir bitki; göleğez, (Colocasia İndica). [EUTS]
man, belletmen. 2. Fiil kökünün belirttiği eyleme
mana5, [? mana] {ağız} is. Ağaç kazık. [DS]
uğrayan, o niteliği taşıyan kavram ında sıfatlar ya
par: şişman, azman, göçmen. 3. İsim ve sıfatlardan mana6, [? mana] {ağız} is. Tohumluk hıyar. [DS]
isim ve sıfat türeten ek. Fazlalık, aşırılık kavramı mana7, [Kaz. m ana (az önce)] {ağız} is. Zaman. [DS]
katarak sıfatlar yapar: kocaman, azman, küçümen m ana8, [? m ana / mane-lik] {ağız} is. 1. Tohum. 2.
(küçük-men), akman "temiz, beyaz, güzel ”, yaym an Tohumluk hıyar. [DS]
(< yay-van). 4. D üşkünlük ve tutkunluk kavramı manaca, [mana-ca] (ma;na;ca, n ince söylenir) zf.
katarak isimlerden sıfat türetir: evcimen, göçmen. Anlam bakımından; anlamca,
5. Topluluk kavram ı katarak isimlerden isim türe manaç, [? manaç] {ağız} is. Dikdörtgen biçiminde,
tir: kölemen, Türkmen. 6. {eT}. Fiillerden isim türe geniş ve yüksek araba sandığı. [DS]
ten ek. [ETY] tu-man (duman) 7. {eT} Küçültme manaçı, [? manaçı] {ağız} is. Sığırların boynuna bağ
sıfatlan türeten ek. [ETY] ata-man. lanan ip. [DS]
man1, [Çin. mân] {eT} sf. Dolu; dolmuş. [EUTS] S’ manaçi, [? manaçi] {ağız} is. -*• manaçı. [DS]
MAN 0 İM I1 K Ü E S Û M • 3044
manadura, [? manadura / mamador / manator] {ağız} manasız, [mana-sız] (ma;na;sız, n ince söylenir) sf.
is. Domates. [DS] 1. Anlamı olmayan; anlam dan yoksun olan; anlam
m anak1, -ğı [ban-ak > manak] {ağız} is. K aşık biçi içermeyen; anlamsız. 2. M antık açısından yersiz ve
mine sokulmuş yufka ekmeği; banak. [DS] gereksiz olan; saçma sapan. 3. Bir amaç taşımayan;
m anak2, -ğı [? manak] {ağız} is. Yoğurt. [DS] nedensiz. 4. Çekici olmayan; değersiz; boş; yarar
m anak3, -ğı [? manak] {ağız} sf. Kalıplı, gösterişli sız; önemsiz. 5. (Kişi için) yersiz ve mantıksız dav
fakat beceriksiz adam. [DS] ranışlarıyla can sıkan; bıkkınlık ve usanç veren;
münasebetsiz. 6. zf. M antıksız olarak; yersiz bi
m anak4, -ğı [? manak] {ağız} is. 1. Keçi yavrusu. 2.
çimde; anlamsızca.
Yeni uçmaya başlayan güvercin. [DS]
manasızlık, -ğı [mana-sız-lık] (ma;na;sızlık, n ince
m anak3, -ğı [? manak] {ağız} is. Naylon bidon. [DS]
söylenir) is. 1. M anasız olm a durumu; anlamsızlık.
manakadı, [mana+kadı] {ağız} is. Çoban köpeği.
2. Anlam sız olan şeyin niteliği. 3. Boş ve yersiz
[DS]
olma durumu; münasebetsizlik.
manalandırma, [mana-la-n-dır-ma] (ma:na;landır-
manastır, [Lat. monasterium > Yun. monasterion >
ma, n ince söylenir) is. Manalandırmak eylemi,
Fr. monastere] is. 1. B ir baş rahip veya baş rahibe
manalandırmak, [mana-la-n-dır-mak] (ma:na:lan-
nin yönetiminde bir arada yaşayan rahip veya rahi
dırma, n ince söylenir) gçl. f. [-ır] Anlam vermek;
beler topluluğu. 2. B u topluluğu barındıran bina;
anlatmak istediği şeyi kavramak,
keşişhane. 3. Kilise kurallarına göre örgütlenmiş
manalı, [mana-lı] (ma:na:lı, n ince söylenir) sf. 1. kurum.
Belli bir anlam taşıyan; anlamı olan; anlamlı. 2. manaşır, [? manaşır] {ağız} is. Yeşil kertenkele. [DS]
mecaz. Anlam açısından zengin olan; imalı veya
manaşiniği, [mana+şini(k)~i] {ağız} sf. (Hayvan ya da
gizli bir anlam taşıyan; bir şey ima eden; anlamlı;
insan için) çok yiyen, kam ı büyük. [DS]
manidar. 3. zf. Anlamlı olarak; anlamlı biçimde;
m anat1, [Rus. manat] is. 1. Yüz kapiklik Rus para
manidar. S manalı manalı, Bir şey anlatmak, sez
birimi. 2. A zerbaycan ve Türkmenistan para birimi.
dirm ek istercesine; bir şey ima ederek. || manalı
3. {ağız} Kalp para. [DS]
manasız, Yerli yersiz; herhangi bir gereği yokken;
gerekm ediği halde. manat2, [? manat] {ağız} sf. Yaygaracı. [DS]
manat3, [? manat] {ağız} is. 1. Fırında pişirilmiş
manalık, -ğı [mana-lık / mane-lik] {ağız} is. Tohum
kabak yemeği. 2. Kabak dilimi. [DS]
luk hıyar. [DS]
m anav1, [Yun. manavis] is. 1. Yaş meyve ve sebze
-m anam , [-ma-n-am /-menem] {eAT} çek. e. -mam.
satan kimse. 2. Bu tür sebze ve meyvelerin satıldığı
“B ir dahi içmenem (içmem) bade / Sırrımı ver-
dükkân. 3. Sebze ve meyve yetiştiren kimse; bah
menem (vermem) yade. ” Erzurumlu Emrah,
çıvan. 4. Türkler A nadolu’ya geldikleri sırada gö
manar', [Erme, maran => manar] {ağız} is. 1. Tahta
çebeliği bırakarak yerleşik hayata geçen ve tarımla
baraka. 2. Büyük yonga; tahta parçası. 3. Yaylalar
geçim ini sağlayan Türkmenlere verilen ad. 5. {ağız}
da peynir yapılan ve saklanan yer. 4. Büyük yayla
Tahıl satıcısı. [DS] 6. {ağız} Anadolulu. [DS] 7.
evi. [DS]
{ağız} Oturduğu yerin yerlisi olmayıp başka yerden
manar2, [İt. m annara / Yun. manâra] {ağız} is. Balta; gelen; göçmen. [DS] 7. {ağız} Yörük. [DS] 8. {ağız}
nacak. [DS] Yerli halk. [DS]
manar3, [? manar] {ağız} Büyük yonga. [DS] & manav2, [Yun. manavis => manav] {ağız} is. Bahçe
manar manar yanmak, /ağızj 1. (Ocaktaki odun leri sulama işini yöneten su dağıtma görevlisi. [DS]
için) alevli alevli yanmak. 2. için için yanmak. [DS]
manav3, [Yun. manavis => manav] {ağız} sf. 1. (Kişi
M anas, [Kır. manas] is. Kırgız destan kahramanı, için) mavi gözlü. 2. Tutuk tutuk konuştuğu için
m anas', [Sansk. manas (düşünce) is. Duyu verilerini sözleri anlaşılamayan. 3. Akılsız; ahmak; aptal.
birleştirerek bilince vermeden önce düzenleme ye [DS]
tisi. manaviş, [Yun. manavis => manaviş] {ağız} sf. Ça
manas2, [? manas] is. zool. 1. Kın kanatlılardan, ge buk davranan. [DS]
nellikle kızıl sarı renkli ve beyaz hareli, erginleri m anavbk, -ğı [manav-lık] is. Manavın yaptığı iş ve
bitki yapraklarını, kurtçukları kökleri kemirerek mesleği.
tarım bitkilerine ve orman ağaçlarına zarar veren iri m anavnalı, [Fr. m aneouvre => manavna-lı] {ağız} sf.
bir böcek; kıvrık kurt, (Polyphylla fullo). 2. Kın Beden eğitimi görmüş; sporcu. [DS]
kanatlılardan genellikle hayvan pisliklerinde yaşa m anayir, [? manayir] {ağız} is. Peynir. [DS]
yan ve onunla beslenen bir böcek; mayıs böceği,
m anaylı, [Kaz. manay (yakın, çevre) > manay-lı /
(Geotrupes stercorarius). maney-li] {ağız} sf. Tarla kuşu. [DS]
manasçı, [manas-çı] is. Manas destanını çalıp söyle manbul, [bambul / manbul] {ağız} is. M ayıs böceği.
yen saz şairi. [DS]
OFllKtU lÖHKCt SOEIıİlK • 3045 MAN
manca', [İt. mangia] is. 1. Y enecek şeylerin en basiti konan kalın direkler. [DS] 4. {eAT} Eskiden kalele
ve en ucuzu. 2. Kedi, köpek yiyeceği. 3. {ağız} Çor re, hisarlara taş atmakta kullanılan savaş aracı;
ba; aş. [DS] S manca görmek, {ağız} D üğün y e mancınık.
meği hazırlamak. [DS]|| manca kanca, {ağız} İçli m ancılık2, -ğı [? mancılık] {ağız} is. 1. Ç içek inciri.
dışlı; çok yakın olan. [DS]|| manca manca oyna 2. Ham incir. [DS]
mak, {ağız} (Çocuklar arasında) yem ek yapm a o- mancılık3, -ğı [İt. mangia => manca (aş) > mancı-lık
yunu oynamak. [DS] j İ ^ j ] {eAT} is. Büyük bakır kap.
manca2, [? manca] fağız} sf. Sevimli. [DS]
mancınıh, [mancınık / mancımh] {ağız} is. Kaldıraç.
mancak, [? mancak] {ağız} is. Eski kapıların dil bi
[DS]
çimindeki kilidi. [DS]
m ancınık', -ğı [Yun. mekhanike (mekanik tekniği) >
mancaklamak, [ban-mak > mancak-la-mak] {ağız} Ar. mancanîk] is. 1. Eskiden kale kuşatmalarında
g ç l . f [-r] [-l(ı) -yor] Yemeği parmaklamak. [DS] kullanılan, bir ucunda taş gülle fırlatmaya yarayan
mancalak, -ğı [manca-la-k] {ağız} is. Büyük, yeşil bir kepçe, diğer ucunda da karşı ağırlık bulunan,
kertenkele. [DS] kaldıraç türünde bir savaş aracı. 2. dnz. Yirmi m et
mancana, [İt. mezzina] (manca ’na) is. dnz. G em i reye yakm bir kiriş üzerinde kayan b ir şaryodan
lerde içine içme suyu konulan büyük yassı fıçılara m eydana gelen sıkıştırılmış hava, patlayıcı madde
verilen ad; varil. S1 mancana yelkeni, dnz. F ırtı veya buharla çalışan, gemiden kalkacak uçakları
nalı havalarda randa yelkeni yerine asılan küçük fırlatmaya yarayan makine. 3. Kozadan ipek sağ
yelken. m aya yarayan ipekçi çıkrığı. <5 mancınık işi, K o
mancar', [Erme, panjar => mancar] {ağız} is. 1. zadan ipek sağm a işlemi.
Pancar. 2. Lahana; kara lahana. 3. Ispanak; yaban mancınık2, -ğı [mancınık] {ağız} is. 1. Kaldıraç. 2. U-
ıspanağı. 4. Pazı. 5. Sebzelerin genel adı. [DS] S zun sopa. [DS]
mancar sovan (soğan), {ağız} Karmakarışık. [DS] mancınıkçı, [mancınık-çı] is. 1. M ancınık kullanan
mancar2, [mancar] {ağız} sf. Davranışlarıyla başkala kişi. 2. Kozadan çıkrıkla ipek sağan kimse,
rını güldüren; soytarı. [DS] m ancınıklı, [mancınık-lı] {ağız} sf. Deli. [DS]
mancar ak', -ğı [manca-rak] sf. Çakır gözlü. mancır', [? mancır] {ağız} is. Taştan yapılmış yayla
mancarak2, -ğı [? mancalak / mancarak] {ağız} is. evi. [DS]
Yeşil kertenkele. [DS] mancır2, [? mancır] {ağız} is. 1. İncir ağaçlarında,
mancarlık, -ğı [pancar-lık] {ağız} is. İnce yapraklı ve asıl meyveden önce olup dökülen incir. 2. Ham
ince köklü bir tür labada. [DS] incir. 3. İncir çiçeği. [DS]
mancarya, [İt. mangiare] (m anca’rya) is. Yandan mancırak, -ğı [? mancalak] {ağız} is. Y eşil kertenke
çarklı gemilerdeki babalara verilen ad. le. [DS]
mancelina, [İsp. / Lat. mancenillia] is. bot. Sütle m ancırdak, -ğı [? mancırdak] {ağız} is. -*■ mancırak.
ğengillerden, O rta A m erika ve Antil adalarında ye [DS]
tişen, bir sap üzerinde başak biçiminde çiçek açan, mancırık, -ğı [mancınık => mancırık] {ağız} is. 1.
öz suyu yerliler tarafm dan okların ucuna sürülerek Kaldıraç. 2. Yağ çıkarma aracı. [DS]
düşmana karşı kullanılan ve bu öz su deriye değer mancirik, -ği [? mancirik] {ağız} is. Çocuk. [DS]
demez büyük yaralar açan çok zehirli bir ağaççık,
mancuk, -ğu [eT. m onçuk > m ancuk ı3y^>] {eAT} is.
(Hippomane mancenilla).
mancı1, [m anca1 > mancı] {ağız} is. Düğün, m evlit ve Sancağın alemi,
yemekli toplantılar için yapılan yemek. [DS] manculuk, -ğu [İt. mangia => manca > manculuk]
mancı2, [mancı / mancılık] {ağız} is. Y ıkılacak du {ağız} is. Kazandan büyük, yayvan bakır kap. [DS]
rumdaki evlere yapılan ağaç destek. [DS] manettk, -ğü [mançuk / mancük] {ağız} is. 1. Şal
mancık, [man-cık ?] {ağız} is. Ham ur tatlısı. [DS] dokunurken geçme ipliğinin sarıldığı ağaçtan ya
pılmış araç. 2. Mekik.[DS]
mancıklamak, [mine (yans.) > m ınc-ık-la-m ak /
manc-ık-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] f-l(ı)-yor] Bir manç, -cı [? manç] {ağız} is. Saban işlemeyen sert
şeyi elle karıştırm ak; mıncıklamak. [DS] toprak. [DS]
mancıl, [mancıl / mancır] {ağız} is. Ham incir. [DS] mança, [? m ança / manço] {ağız} is. M anda yavrusu.
[DS]
mancıhh, [Ar. m encanık => mancılıh] {ağız} is. Kal
mançalamak, [mança-la-mak] {ağız} g ç l . f [-r] [-l(ı)
dıraç. [DS]
-yor] M anda çağırmak. [DS]
mancılık1, -ğı [Ar. mencam k => mancılık ^4?^-»] mançarak, -ğı [manca-rak] {ağız} sf. (Kişi için) çakır
{ağız} is. 1. Kaldıraç. 2. Yıkılacak durumdaki evle gözlü. [DS]
re yapılan ağaç destek. 3. B ir damın tem eli onarı- mançer, [? mançer / manzer] {ağız} is. Aşısız, yabani
lırken çökmemesi için damın altma dikey olarak kiraz ve meyvesi. [DS]
MAN ııe ire m • 3046
mançeya, [? mançeya] {ağız} is. Öğütülmüş, koçanı mandacılık2, [manda-cı-lık] is. 1. M anda esasına
ile birlikte kurutulmuş taze mısır kırması. [DS] göre ülke yönetm e işi veya rejimi. 2. Birinci Dünya
manço, [? mança / manço] {ağızf is. -*■ mança. [DS] Savaşından sonra bazı Türk aydınlarının savundu
mançu, [Çin. mandu / mançu] {eTf is. Sanat sahibine ğu A merikan mandası altına girme arzusu güden
verilen ücret. [DLT] görüşleri.
M ançu, [Mançu d. mançu] is. M ançurya halkından mandagöz, [manda+göz] {ağız} is. zool. Mercan ba
veya bu halkın soyunda olan kimse. lığı. [DS]
Mançuca, [mançu-ca] is. M ançu dili; Altay dil aile mandagözü, [manda+göz-ü] is. M ecidiye büyüklü
sinin Tunguz dillerinin güney öbeğine giren ve ğündeki nikel yirmi beş kuruşa halkın verdiği isim.
M ançurya’da birkaç bin kişi tarafından konuşulan m andak1, [? mandak] {ağız} is. 1. Boynuzsuz koyun.
dil. 2. K uyruğu kıvrık koyun. [DS]
m ançuk1, [man-mak (yürümek) > man-çuk] {eTf is. m andak2, [? mandak] {ağız} is. 1. Oyunda sayı; gol.
Heybe, torba gibi at eyerine takılan şey. [DLT] 2. Çocukların oyun oynamak için toprakta açtıkları
m ançuk2, -ğu [? mançuk] {ağızf is. -*■ mancük. [DS] oyuk. [DS]
mançuklanmak, [mançuk-la-n-mak] {eT} dönşl. f. [- m andal1, [Yun. mantali / mandalos > Ar. mandal
ur] Elbiseyi eyer heybesine koymak ve heybeyi Jjjji] is. 1. Kapı veya pencere kanadı, dolap kapağı
eyerin arkasına asmak. [DLT] gibi parçaları sabit tutm aya veya kapatmaya yara
m anda1, [Sansk. manda] is. zool. Ç ift toynaklılar yan tahtadan veya m adenden yapılmış parça. 2. İpe
takımının boynuzlugiller fam ilyasından A frika ve serilen çamaşırları tutturmaya yarayan ağaç veya
A sya’nın tropikal bölgelerinde yaşayan, Türkiye ve plastikten yapılm a kıskaç; çamaşır mandalı. 3. müz.
B alkanlarda yetiştirilen iri yapılı, kalın derili, güçlü Ut, kanun; keman gibi telli çalgıların tellerini ger
iskelet yapısına sahip, seyrek kıllı, suyu çok seven, m ekte kullanılan düğme. 4. Kollu dokuma tezgâh
koşum hayvanı olarak kullanılan memeli bir hay larında, çeyrek dönüş yapan silindiri sabitleştirme
van; su sığırı, (Bubalus bubalis). S manda dili, ye yarayan yaylı kol veya tırnak. 5. Telsiz cihazla
{ağız} bot. Bir tür kaktüs; kaynana dili. [DS] |[ man rında bırakıldığında alıcı, basıldığında verici duru
da eriği, {ağız} iri, m or renkli, içi san, güzel koku m unu sağlayan küçük düğme. 6. {ağız} Eski evlerin
lu ve yum uşak bir tür erik. [DS]|| manda gibi, (Kişi kapılarının arkasındaki kol demiri. [DS] 7. {ağız}
için) iri y a n ; hantal; ağır hareket eden; algılaması Ağaçtan yapılmış saban keskisi. [DS] 8. {ağız} Çen
yavaş olan.\\ manda gibi yayılmak, B ir yere bütün gelli iğne. [DS] 9. j'ağız} Büyük kapı kilidi. [DS] ®
ağırlığı ile dikkatsizce çökmek; başkasına y e r bı mandalı kırık, {ağız} (Kadın için) kötü yola düş
rakm ayacak biçimde oturmak. || manda gibi ye müş; aşüfte. [DS]
mek, Çok aşırı biçimde ve acele olarak yem ek; çok m andal2, [? mandal / m anda / andal] {ağız} is. 1.
tüketmek.\\ manda göz, {ağız} Anlam sız anlamsız Evlek. 2. Tarla. 3. Evlekten küçük olup çalılarla
bakan iri gözlü kimse. [DS]|| manda öküzü, {ağız} taşlar arasm da kalan tarla parçası. 4. Eğimli arazide
Çifte ya da arabaya koşulan erkek manda. [DS] toprak kaymasını önlem ek için yapılan setler. 5.
manda2, [Fr. mandat] is. huk. Kendi kendini yönet Eğimli arazide sırt yeri kazıp önüne set yapmak
m e özelliğine ulaşmamış devletlerin daha iyi bi suretiyle kazanılan toprak parçası. 6. Çevresi setle
çim de yaşamalarını ve gelişmelerini sağlamak, ba çevrilmiş yer. 7. Orman ve kayalıklar arasındaki
ğım sızlığa götürecek şartlan hazırlamak amacıyla küçük tarlacıklar. 8. Küçük çayırlık. 9. Çalılık yer.
Birleşmiş M illetler gözetiminde gelişmiş ülkelerce 10. A ğaçların dibine gübre dökmek için açılan yer.
uygulanan yönetim biçimi. [Tabii bu, bir ülkeyi [DS]
söm ürmek isteyen gelişmiş ülkelerce düzenlenmiş m andala1, [? mandala] {ağız} is. Saksı. [DS]
yaldızlı bir gerekçedir.] S manda altındaki ülke, m andala2, [Yun. mantali => mandala] {ağız} is. Kapı
Yönetimi yabancı bir devlete bırakılmış ülke. sürgüsü. [DS]
manda3, [? manda] {ağız} Evlek. [DS] mandalak, -ğı [? mandalak] {ağız} is. 1. Y er elması.
m andacı1, [manda-cı] is. M anda sahibi olan; manda 2. Yaban havucu. [DS]
yetiştiren veya satan kimse. m andalina, [İt. mandorina > İsp. mandarina] (man
mandacı2, [manda-cı] is. 1. Bir ülkeyi manda esasına d a n ’na) is. bot. 1. Turunçgiller / sedef otugillerden
göre yönetm ek üzere Birleşmiş Milletler tarafından portakala benzeyen, yaprakları daha sivri ve küçük,
görevlendirilen devlet: mandater. 2. sf. (Kişi, kuru soğuğa karşı dayanıksız, meyvelerinin kabukları
luş veya parti için) ülkesinin mandater devlet tara daha gevşek ve güzel kokulu, beş veya sikiz metre
fmdan yönetilm esini savunan veya isteyen. 3. is. kadar boylanabilen bir ağaççık, (Citrus nobilis). 2.
İm paratorluk döneminde tersanedeki gemilerin gü Bu bitkinin portakala benzeyen meyveleri,
venliğinden sorumlu kimse; tersane muhafızı. m andallama, [mandal-la-ma] is. M andallamak ey
m andacılık1, [manda-cı-hk] is. M anda yetiştiriciliği. lemi.
öTOMÎüMt S M I. 3047 MAN
m andallam ak1, [mandal-la-mak] gçl. f. [-r] [-l(i)- mandeizm, [Fr. mandeisme] is. hris. Sabiîlik; sa-
yor] 1. (Kapı, pencere kanadı, dolap kapağı vb. biiye.
için) kapatarak mandal ile tutturmak. 2. (Çamaşır mandel, [? mandel] {ağız} is. Bir tür kuş. [DS]
lar için) ipe asarak mandal ile tutturmak. 3. (Telsiz m andeliç, -ci [? mandeliç] {ağız} is. Tuğla. [DS]
için) aym kanaldaki konuşm aları sabote etm ek için mandepsi, [Yun. mandepsie] (m ande’p si) is. argo.
mandala basarak görüşmelere engel olmak. 4. argo. Tuzak, oyun, dalavere. S mandepsiye basmak,
İlgilendirmek. Tuzağa düşürülmek; aldatılmak.\\ mandepsiye
mandallamak2, [mandal-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] [- düşmek, Tuzağa düşmek; aldatılmak.
l(ı)-yor] Tej'ellemek. [DS] mandık, [? mandık] {ağız} sf. Şaşkın, fi1 nıaııdık
mandallanma, [mandal-la-n-ma / mandal-lan-ma] is. mandık bakmak, {ağız} Şaşkın şaşkın, aptal aptal
M andallanm ak eylemi veya durumu, bakmak. [DS]|| mandık mandık oynatmak, {ağız}
mandallanmak, [mandal-la-n-mak] edil. fi [-ır] 1. Birisine bir şeyi vermeden önce çok yormak. [DS]
Mandal ile tutturulmak. 2. (Telsiz görüşmesi için) mandıklamak, [mandık-la-mak] {ağız} gçsz. f. f-r] [-
başkaları tarafm dan m andala basılarak engellen l(ı)-yor] Açlıktan gözü kararmak. [DS]
mek, 3. dönşl. f. Mandal sahibi olmak; mandal e- mandıktırmak, [mandık-tır-mak] {ağız} gçl. f. [-ır]
dinmek; mandal satın almak, Yormak; üzmek. [DS]
mandallı, [mandal-lı] sf. 1. Üzerinde mandal bulu m andıla1, [? mandıla] {ağız} is. A hırların döşeme
nan; mandal takılmış olan. 2. (Kapı, pencere vb. tahtası. [DS]
için) kapatıldıktan sonra üzerine mandal takılmış mandıla2, [Yun. mantali / mandalos > Ar. mandal
olan. 3. (Çamaşır için) m andalla ipe tutturulm uş o- J-u° => mandıla] {ağız} is. Kapı veya pencere sür
lan.
güsü. [DS]
mandallık, -ğı [mandal-lık] {ağız} is. Eğim li arazide
inandır, [mand-ır] {ağızf sf. Şaşkın. [DS] S mandır
set set yapılan tarla; teras. [DS]
mandır, {ağız} Şaşkın şaşkın. [DS]|| mandır inan
mandalsız, [mandal-sız] sf. 1. Üzerinde mandal bu
dır oynatmak, {ağız} 1. Aşırı huysuzluk, şımarıklık
lunmayan. 2. M andalla kapatılmamış olan. 3. (Ça
ederek çok yorgunluk vermek. 2. Şaşırtmak. [DS]
maşır için) mandalla tutturulmamış olan,
mandıra, [Yun. mantra] (m andıra) is. 1. Süt ve süt
mandam, [? mandam / mandan] {ağız} z f Toptan.
ürünlerinin elde edildiği, süt veren hayvanların b a
[DS]
rındırıldığı yer. 2. Kırsal kesimde sütlerin toplanıp,
mandan, [? mandan] {ağız} zf. -*■ mandam. [DS]
süt ürünlerinin elde edildiği işletme. 3. Karagöz ve
mandana, [? mandana] {ağız} is. Su kabağı. [DS] ortaoyununda bir bölümün adı. S mandıra köpe
mandapost, [Fr. mandat-poste] is. Posta havalesi. ği, A ksi ve huysuz kimse.
mandar1, [Far. band (bağ)] {eT} is. A ğaçlara sarılan mandıracı, [mandıra-cı] is. M andıra işleten kimse;
bir bitki; sarmaşık; (Dolichos lablab). [DLT] mandıra sahibi olan kişi,
mandar2, [Yun. mantari] is. 1. Gemilerde kullanılan mandıracılık, -ğı [mandıra-cı-lık] is. M andıra işlet
bir tür küçük makara. 2. Yelkenli teknelerde yan me işi; mandıracının yaptığı iş.
yelkenlerini direğe çekmeye yarayan halat, mandıraz, [? mandıraz] {ağız} is. Kapı mandalı. [DS]
mandarin, [Sansk. mandalin / M alezya d. mantari > mandırı, [Sansk. mandita => mandırl] (mandırı;)
Port, mandarim] is. 1. Danışman. 2. Eskiden {eT} is. Süs. [Clauson]
Çin’de en yüksek dereceli devlet mem urlarına veri mandız, [Yun. mântos => mandoz / m anduz / man-
len unvan. S M andarin dili, Çincenin en yaygın dız] is. M akara takımı; makar.
biçimde kullanılan lehçesi.|| mandarin porselenle
mandik, [? mandik] {ağız} is. Geniş paçalı ve düğme
ri, Üzerinde tepesi düğmeli külah giym iş mandarin
li kadın donu. [DS]
resimleri bulunan Çin porselenleri.
mandil, [Yun. mantali] {ağız} is. Mendil. [DS]
mandarinlik, -ği [mandarin-lik] is. M andarinin rüt
mandiren, [? mandiren] {ağız} is. K urşun boruları
besi veya görevi,
düzeltmeye yarayan ağaçtan yapılmış araç. [DS]
mandarlanmak, [mandar-la-n-mak] {eT} dönşl. fi [-
mandolin, [İt. mandolino] is. müz. 1. K üçük man-
ur] (Ağaç için) sarmaşıklanmak. [DLT]
dola; mandolacık. 2. A rm ut biçiminde oldukça de
mandater, [Fr. mandataire] sf. (Devlet için) bir ül rin bir teknesi ve burguluğu düz, eşiği hareketli,
keyi m anda esasına göre yöneten, sesi kemanınki ile aynı düzende, dört telli, man-
mandaz, [? mandaz] {ağız} is. Samanlık, ahır kapıla doleden bir oktav tize göre ayarlanmış telli çalgı,
rının kilit takmaya yarayan demir kısmı. [DS] mandolin ci, [mandolin-ci] is. 1. Mandolin çalan
mande, [Far. mânde o-uU] (ma. nde) {OsT} sf. Kalmış kimse. 2. M andolin yapan ve satan kimse,
olan. 0 mandeye kalm ak, Orduya katılmamak; mandu, [? mandü] (mandu:) {eT} is. Bir çeşit sirke.
geri kalmak. [DLT]
MAN • 3046
m a n d u k a , [? manduka] {ağız} is. Avcılıkta av kal şeyler. 2. mecaz. Zorluklara, güçlüklere karşı koy
dırmak için kullanılan, uzun, kamış çubuk. [DS] ma, direnme gücü; yürek gücü; moral. 3. fel. İslam
m a n d u rm a k 1, [man-dur-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Ku felsefesine göre zaman ve uzaya bağlı olmayan ve
şandırmak. [DLT] manâ kavram ı ile dile getirilen bütün varlık türleri
m a n d u rm a k 2, [ban-dur-mak] {eT} gçl. f. [-ur] Ban ni kapsayan ad. ö m aneviyatı b ozulm ak, Zorluk
dırmak. [DLT] lara, güçlüklere karşı koymak, direnme gücünü
m a n d u ru s, [Yun. makedonise] {ağız} is. Maydanoz. yitirm ek; yü rek gücünü yitirmek; m oral gücü sar-
[DS] sılmak. |[ m aneviyatını k ırm a k , M oral gücünü
m an d u z, [? manduz] {ağız} is. Palanga. [DS] sarsmak.
m anej, [Fr. manege] is. 1. Yarış atı eğitimi. 2. Atla m aneviye, [Far. mâneviye <4 jiL»] (ma:neviye) {OsT}
rın eğitiminin yapıldığı yer. 3. Dansçıların ayak is. Zerdüştlük etkisinde kalm ış olan iyilik ve kötü
uçlarında veya yarım ayak ucunda dönerek veya lük tanrılarına inanmayı gerekli sayan bir sapık
atlayarak kendi eksenleri ve sahne çevresinde yap mezhep, maniheizm.
tıkları dönme hareketi. 4. Sirk atlarının gösteri yap
m a ’neviyet, [Ar. m a'nevı > m an'neviyyet c j j u i ]
tıkları yer. S m an ej k ırb acı, Sirkte atları koştur
m ak için kullanılan kırbaç. (ma-neviyet) {OsT} is. M anevi olm a durumu; ruhî
olm a hâli; manevilik.
m aneli, [? manay-lı / maney-li / mane-li] (mane. li)
{ağız} is. Tarla kuşu; maneyli. [DS] m a ’neviyun, [Ar. m a'nevı > m an'neviyyün
m anelik, -ği [mana-lık / mane-lik] {ağız} is. Tohum (ma-neviyu:n) {OsTjis. Manevi veya ruhî şeylere
luk hıyar. [DS] inanan kimseler,
m a ’nen, [Ar. m a'nâ > m a'nen Lüu] (m a -’nen) {OsT} m a n ev ra, [Lat. manus (el) + overa (eser; iş) > İt.
zf. -*■ manen. m anovra > Fr. manoeuvre] (m ane’vra) is. 1. Bir
m akinenin, bir cihazın işleyişini düzenleme, yö
m anen, [Ar. m a'nâ > m a'nen b->_o] (m a:’nen) {OsT} netm e eylemi Veya biçimi. 2. Bir geminin istenilen
zf. 1. M anevi olarak; manevi bakımdan; gönülce. 2. yere giriş ve çıkış için yaptığı hareketlerin tümü. 3.
Anlam bakımından; manaca, Lokomotifin, katar takm ak veya katar dağıtmak
m anend , [Far. m ânend -wU] (ma:nend) {OsT} sf. için yaptığı ileri geri hareketi. 4. Hareket; gidiş ge
Benzer; eş olan; gibi, fi3 m ân en d -i b edîhî-i illâ, liş. 5. mecaz. İstenilen am aca ulaşm ak için baş vu
{OsT} İlk bakışta açıkça görünüp bilinen şey gibi.|| rulan çarelerin tümü. 6. as. Savaşta düşmanın savaş
m ân en d -âb âd , {OsT} Ölümle kıyam et arasında gücünü yok etm ek amacıyla elde bulunan askerî
geçen zaman. kuvvet ve gücü en etkin biçimde düzenlemeye yö
nelik hareketlerin tümü. 7. as. Barış zamanında,
m anende, [Far. mânende c-ujU] (ma:nende) {OsT} sf.
kıtalara ve kurm ay heyetine savaştakine benzer
1. Benzeyen. 2. g ö k b. O riyon’un beta yıldızı, şartlar içinde eğitim sağlamak için yaptırılan hare
m a ’nevi, [Ar. m a'nâ > m a'nevı / m a'neviyye ı j j ^ / ket; savaş denemesi. S m an e v ra fişeği, Manevra
sırasında kullanılan ağaç veya plastikten yapılm a
aj^«j>] (ma-nevi:) {OsT} sf. -*• manevi,
m ermisi bulunan fişe k .|| m an e v ra y ap m ak , 1. Bir
m anevi, [Ar. m a'nâ > m a'nevı / m a'neviyye ^ / araca istenilen hareketi yaptırmak. 2. as. (Askerî
<b^u] (ma.nevi:) {OsT} s f 1. Ruha, zekâya, düşün birlikler için) savaş denem esi yapmak. 3. (Kişi için)
amaca ulaşm ak maksadıyla çeşitli yollara, dümen
ceye ilişkin; ruhsal; tinsel. 2. Görünmeyen ancak
lere başvurmak,
duyularla sezilebilen; maddî olmayan; soyut: 3. İyi
m an ey a, [? maneya] {ağız} is. Ocaklarda, baca içinde
olan bir şeyi yaptığına inanan kimsenin bu davranı
biriken kurum. [DS]
şından kaynaklanan; vicdanî. 4. Anlamla ilgili; an
lamsal. ö m anevi değer, Madde ile ilgili olmayan m an ey li1, [? maneyli / manaylı] {ağız} is. Tarla kuşu.
ru h î ve törelerle ilgili değer.\\ m anevi evlat, Bir [DS]
kimsenin evlat edindiği kimse. || m anevi ilim , A nla m aneyli2, [maneyli] {ağız} sf. Serseri. [DS]
y ış yöntem ini esas alan bilim dalı. || m anevi tazm i -m ang , [-ma-n / men] {eAT} çek. e. 1. -mayın. "Yu
n a t, K işilik haklarına verilen zararı ödeme ve bu nus Em re y o k oldu, külli varı H ak oldu / Andan
amaçla ödenen para. || m anevi z a ra r, M anevi yö n artık nesne y o k kalman (kalmayın) güm an içinde. ”
den uğranılan kayıp. Yunus Emre. 2. -mazsın. “Tez elden çalınmışsın
kalem e / Küçükcüksün da)>anaman (dayanamazsın)
m a ’neviyat, [Ar. m a'nevı > m an'neviyyât o L y ju ]
belâm a." Karacaoğlan.
(ma-neviya:t) {OsT} is. -*■ maneviyat,
m a n g 1, [mang / manğ / mank / müng (yans.)] ünl.
m aneviyat, [Ar. m a'nevı > m an'neviyyât o L y » j] H ayvanların böğürm esini, bağırtısını; insanların
(ma.neviya. t) {OsT} is. 1. M addî olmayan, manevi böyle bağırmasını ve gürültülü konuşmasını anla-
« E H M C E I M f i . 3049 MAN
tan kök. [Zülfikar] mang-ıl-a-mak, mang-ır-a-mak, mangaru, [men-ğa > manğa-ru] {eT} zf. Bana doğ-
mang-ır mang-ır ru.[ETY]
mang2, [man / ban] (man) {eT} is. Adım adım yürü mangaş, [Ar. minkâş jiU i» => mankaş / mangaş]
me; adım atma; gidiş. [EUTS] [Gabain] {ağız} is. Cımbız. [DS]
m anga1, [ben / men (ben) > m an-ga (-ga: yönelm e mangaşa, [? mangaşa] {ağız} is. Ağaç tomruklarını
hali eki) > mana] (manâ) {eT} {eAT} zm. Teklik bi çekmekte kullanılan, bir ucu halkalı demir kazık.
rinci kişi zamirinin yönelme durumu; bana. [İKP [DS]
Öy.] [ETY] [DLT] [EUTS] [AH] [DK]
mangçı, [man-çî] (mafıçı;) {eT} is. Avcı; izci. [EUTS]
manga2, [? manga] {ağız} is. 1. Yığın. 2. Biçilmiş e-
manger, [? manger] {ağız} is. Tahta tırmık. [DS]
kin yığını. [DS]
manggal, [Sansk. mangal] (mangal) {eT} 1. Ad;
manga3, [İt banco] (ma'nga) is. as. 1. Tek bir ku
şöhret; şan; ün. [EUTS] 2. Takdis; kutsama. [EUTS]
mandanın kolaylıkla sevk ve idare edebileceği ka
3. Saadet; [Gabain]
dar erden kurulu küçük askerî birlik; on kişiden
mangıf, [? mangıf] {ağız} ünl. 1. “Olmaz ola sı!”
kurulu askerî birlik. 2. Savaş gemilerinde erlerin
anlam ında bir ilenme sözü. 2. sf. (Kişi için) kötü. 3.
yattığı koğuş. 3. Yelkenli gemilerde iki top arasın
(İş için) ters giden. [DS] S mangıfına vermek,
daki kapalı güverte alanı,
{ağız} Tarlayı ürün karşılığı kiraya vermek. [DS]
mangabak, [man+(k)abak] {ağız} sf. Akılsız; sersem.
mangıg, [man-ıg] (mahıg) {eT} is. -*■ mangığ. [DLT]
[DS]
m angığ, [man-mak > man-ığ] (manığ) {eT} is. Adım;
mangafa, [mankafa] {ağız} sf. Anlayışsız; aptal; m an
yürüyüş. [DLT]
kafa. [DS]
mangılay, [Alt. manday > mangılay / m angalay /
mangal1, [Ar. menkâl JI&lo] is. 1. İçine kor konulan, manay] {ağız} is. Alın. [DS]
sac, teneke veya pirinçten yapılma, üstü açık ısın mangıldamak, [mang (yans.) > mangıl-da-mak] {a-
ma aracı; korluk. 2. balıkç. Teknenin önüne bir si ğız} g çsz.f. f-r] [-d(ı)-yor] 1. (Sığır için) bağırmak;
n k ucuna takılan ve balığı kandırm ak amacıyla böğürmek. 2. (Köpek için) havlam a dışında bağır
içinde ateş yakılan araç. 3. Bu araçla yapılan balık mak. [DS]
avı. & mangalda kül bırakm amak, Yapması mangım, [man-mak > man-ım] (manim) {eT} is. Tek
mümkün olmayan şeyleri başaracakmış gibi anla adım; adım. [KB]
tarak çalım satmak; övünm ek için çok fa zla yalan m angır1, [mang-ır (yans.)] ünl. Bağırm a sesi. S
söylemek; yüksekten atıp tutmak. || m angal kedisi mangır mangır, {ağız} (Konuşma veya gürültü
gibi, Uyuşuk ve tembel; oturduğu yerden kalkm ak için) bangır bangır. [DS]
bilmeyen. || m angal kömürü, M angalda kullanılan
mangır2, [Moğ. möngun > mankur] is. 1. Bakır para.
odun kömürü.\\ m angal yağı, Etin yapışm am ası
2. Eskiden akçenin dörtte biri değerindeki bakır
için mangala sürülen yağ. \ m angal yürekli, Gözü
sikke. 3. N argile lülesine konulm ak üzere tahta ta
nü daldan budaktan esirgemeyen; korkusuz; gere
laşından pul şeklinde yapılmış çabuk tutuşan şey.
ğinden çok cesur olan; gözü pek. 4. argo. Para. 5. {ağız} Bakır kaplarda oksitlenme
mangal2, [? mangal] {ağız} is. M arangozların kullan sonucu oluşan pas. [DS] S mangır değmek, {ağız}
dığı delik kalem i de denilen araç. [DS] Bakır çalmak. [DS]|| mangır gibi kızarmak, {ağız}
mangal3, [? mangal] {ağız} is. O cak kenarlarına açı Ç ok yanm ak; kızarmak. [DS]|| mangır mangır,
lan ve içine kibrit, çıra gibi şeyler koym aya yara (Göz için) kızgınlıktan çok açılmış olarak. || mangır
yan küçük delikler. [DS] olmak, {ağız} Zengin olmak; banker olmak.[DS]
mangalay, [Alt. m anday > m anlay / mangalay] {ağız} m angır3, [? mangır] is. zool. 1. {ağız} Karagöz balı
is. Alın. [DS] ğının küçüğü. [DS] 2. M ercan balığı yavrusu.
mangam, [? mangam] {ağız} is. Eğri ağaç. [DS] mangır4, [mangır] {ağız} is. Hamurdan kare biçim in
mangan, [Fr. mangane] is. kim. M anganezin eski de kesilm iş çorbalık. [DS]
adı. mangıramak, [mang (yans.) > mang-ır-a-mak] {ağız}
manganez, [Fr. manganese] is. Atom numarası 25, gçsz. f. [-r] [-r(ı)-yor] 1. Y üksek sesle konuşmak.
atom ağırlığı 54,93 olan, parlak beyaz-gri renkte, 2. Bağırmak; can acısı ile bağırmak. [DS]
7,2 yoğunluğunda katı bir element, sembolü: Mn. mangırcak, -ğı [mang (yans.) > mang-ır-cak] {ağız}
manganin, [Fr. manganine] is. Elektrik dirençlerinin is. Dokuma tezgâhlarındaki makara. [DS]
yapımında kullanılan, birleşiminde yüzde 11-12 mangırcık, [mang (yans.) > mang-ır-cık] {ağız} is.
oranında m anganez ve yüzde 3-4 nikel bulunan Saka kuşu. [DS]
bakır alaşımı. m angırdamak, [mang (yans.) > mang-ır-da-mak]
mangarak, [? mangarak] {ağız} is. zool. Baştankara {ağız} gçsz. f. [-d(ı)-yor] (Sığır için) bağırmak; bö
(kuş). [DS] ğürmek. [DS]
MAN OIÜREHlİİffliCî SÖM. ioso
mangırlı, [mangır-lı] sf. Parası çok olan; zengin; bol manguk, -ğu [man+guk] {ağız} is. Baykuş. [DS]
parası olan. mangum id, [Far. mâng-ümld] {eT} is. Düşünce; te
mangırmak, [man-ır-mak / ban-ır-mak] (mahırmak) fekkür. [ETY]
{eT} g ç l . f [-ur] Bandırmak. [DLT] mangur, [? m angur / mangır / mangürde] {ağız} is.
m angırsız, [mangır-sız] sf. Hiç parası olmayan; pa Hayvanların boynuna ip bağlam ak için takılan ağaç
rasız; züğürt; meteliksiz, halka. [DS]
mangış, [? mangış] {ağız} is. Domuz yavrusu. [DS] -m anguz, [-ma-n-uz / menüz] {eAT} çek. e. -mayınız.
mangıtmak, [man-ıt-mak] (mahıtmak) {eT} g ç l . f [- "Versem karar terk-i şaraba inanmanuz (inanma
ur] Adım atmak. [KB] yınız) / Zira bahar irişti gönül bî-karardır. " Ruhî
mangi, [mani] (mani) {eT} is. Büyü; sihir; tılsım. Divanı.
[EUTS] manguza, [? manguza] {ağız} is. Çubuk kesmekte
mangir, [Moğ. mankır => mangir / mangiz.] {ağızf kullanılan araç. [DS]
A ltın veya gümüş para. [DS] manğ, [mang / manğ / m ank / müng (yans.)] ünl.
mangiz, [Çing. m angav (dilenmek) > mangiz / Moğ. Hayvanların böğürmesini, bağırtısını; insanların
möngun] is. argo. Para. S' mangiz eritmek, argo. böyle bağırmasını ve gürültülü konuşmasını anla
Savurganca, bol keseden p a ra harcamak; har vu tan kök. [Zülfikar] manğ-ıl-da-mak
rup harman savurmak.\\ mangiz tutmak, argo. manğar, [manğ-ar] {ağız} is. Sığırların boynuna ta
Para kazanmaya başlamak; cebi p a ra görmek; p a kılan ağaç halka. [DS]
ra biriktirmek. manğıldam ak, [manğ (yans) > manğ-ıl-da-mak]
manglam ak', [ban-lâ-mak / man-lâ-mak] (manla- {ağızj gçsz. fi [-r] [-d(ı)-yor] (Köpek için) havla
mak) {eAT} gçsz. f. [-r] Bağırmak; feryat etmek. mak. [DS]
[DK]
manğır, [manğır] {ağız} is. Bakır. [DS]
m anglam ak2, [man-lâ-mak] (manlamak) {eT} gçsz. f .
m anğırdamak, [manğ (yans.) > manğ-ır-da-mak]
[-r] Adım atmak; adımlamak; uzun adım larla yü
{ağız} g ç sz.f. [-r] [-d(ı)-yor] (Sığır için) böğürmek.
rümek. [EUTS] [Gabain] [DS]
m angm ak, [man-mak] (mahmak) {eT} gçsz. f. [-ur] m anğırm ak1, [ban-ğır-mak / man-ğır-mak] {eT} gçl.
Yürümek; yürüyerek gitmek; adım atmak. [KB] fi [-ar] Bandırmak; batırmak. [DLT]
mango, [Tamil d. mankay > Fr. mango] is. bot. 1. manğırmak2, [manğ (yans.) > manğ-ır-mak] {ağız}
Sakız ağacıgillerden, tropik bölgelerde yetişen, kı g çsz.f. [-ır] (Sığır için) bağırmak; böğürmek. [DS]
şın yapraklarını dökmeyen, hoş kokulu küçük pem
m anı1, [? manı] {ağız} sf. Serseri; işsiz güçsüz dola
bemsi çiçekler açan, 20 m. kadar boylanabilen bir
şan. [DS] S1 manı manı, {ağız} 1. (Yemek için)
meyve ağacı; Hint kirazı, (Mangifera indica). 2. Bu
oburca; aç gözlülük edercesine. 2. (Kişi için) se
ağacın çeşit çeşit renklerde olan A, C ve D vitamini
vimsiz, kaba ve ağır davranışlı, [DS]
bakım ından çok zengin meyvesi,
manı2, [Yun. mâni => manı / mani] {ağız} zf. Az. S1
mangoz, [Yun. mengkhos => m angoz / rnankoz]
m anı manı, {ağız} 1. A zar azar; yavaş yavaş; bazı
{ağız} is. 1. Sandık. 2. K öy evlerindeki iki gözlü
bazı. 2. S ık sık ve sürekli olarak, [DS]
tahıl ambarı. [DS]
manı3, [? mânı] (ma;m) {ağız} ünl. Şaşma, üzülme
mangram ak, [ban / man (yans.) > banra-mak /man-
bildirir. [DS]
ra-mak] (manramak) g çsz.f. [-r] 1. Böğürmek; ba
ğırmak. [Gabain] [DLT] [İKPÖy.] [EUTS] 2. İnlemek. manıç, [? manıç] {ağız} is. 1. Saman çekmek için tah
[EUTS] 3. (Gök için) gürlemek. [DLT] tadan yapılmış tarım aracı. 2. A t arabalarının yanla
rına yapılan ek. [DS]
mangraşmak, [manra-ş-mak] (mahraşmak) {eT} iş
teş, f. [-ur] Bağrışmak. [DLT] manık, [? manık] {ağız} is. 1. Kedi. 2. Kedi, köpek ve
ayı yavrusu. [DS]
mangratmak, [mafira-t-mak] (manratmak) {eT} gçl.
f. [-ur] Bağırtmak. [DLT] inanılm ak, [ban-mak / man-mak > man-ıl-mak] {eT}
m angnm ak, [man-r(ı)-mak] (manrımak) {eAT} gçsz. edil, fi [-ur] Banılmak. [DLT]
f. [-r] (Hayvan için) bağırmak; melemek. [DK] mamsa, [? mamsa] {ağız} is. Basmadan daha kaluı ve
çizgili bir dokuma. [DS]
mangrışmak, [man-rı-ş-mak] (mahrışmak) {eAT}
işteş, fi [-ır] (Hayvanlar için) meleşmek; bağrış manısız, [manı-sız] {ağız} sf. İş bilmez; beceriksiz.
mak. [DS]
nıanguf, [? m ankof / m anguf / m ankuf / mankıf] manıstan, [Yun. manasterion] {eT} is. Manastır.
[ETY]
{ağız} sf. 1. Kötü; uğursuz. 2. (Kişi için) yıpranmış;
yaşlanmış. 3. (Yapı için) bakımsız kalmış ve yıkı m anış1, [? manış] {ağız} is. İki kişinin çekiştirdikleri
lacak duruma gelmiş. [DS] S m anguf olmak, üçüncü kişi. [DS]
{ağız} Sarsılmak; sersem olmak. [DS] m anış2, [? manış / maniş] {ağız} is. Yürüyüş. [DS]
Ü İ I I I Ü M M • 3051 MAN
m am t, [Ar. m u'annid Jli** => mamt] {ağız} is. 1. Ser B ir yerden geçmeyi önleyen; ilerlemeyi güçleştiren
şey; engel. 2. mecaz. Bir eylemi, bir oluşumu ge
sem; ahmak. 2. İnatçı. 3. Asık yüzlü. [DS]
ciktiren veya önleyen şey. 3. Engel; güçlük; zorluk,
m am ya, [? mamya] {ağız} is. Tencere karası. [DS]
mânialı, [mânia-lı] (mamialı) sf. 1. Engeli olan; en
m a’n i1, [Ar. m a'n â > m a'n l Lr^u>] (ma-ni:) is. -*■ mâ gelli. 2. (Arazi için) engebeli; pürüzlü.
ni2. M anicilik, -ği [Mafıi-i N akkaş (Mezopotamyalı fe l-
ma’ni2, [Ar. m a'nâ > Far. m a'n î Lr^«] (ma:ni:) {OsT} sefeci-3. yy) > manici-lik] is. 1. M anicilerin birbiri
ne karşıt ve eşit iyilik ve kötülük ilkesinin birlikte
is. -*■ mâni4.
ve dengede var olmasına dayanan öğretileri. 2. H er
Mani, [Mani-i Nakkaş (M aniheizmin kurucusu)] {eT}
şeyi, biri tamamen benimsenen ve iyi olan ruh, di
is. 1. M anicilik yanlısı. [EUTS] 2. {OsT} Sevgilinin
ğeri ayrımsız reddedilen ve kötü olan m adde olarak
(M ani’nin yaptığı resim ler kadar) güzel yüzü. 3.
iki parçaya ayıran görüş,
Kâfir.
maniç, -ci [? maniç] {ağız} is. Yağhanelerde burgu
mâni1, [Ar. m a'nâ > m a'n î L5ı« ] (ma.ni:) is. ed. Türk denilen direği çeviren kol. [DS]
halk edebiyatında genellikle dört m ısradan oluşan m a’nidar, [Ar. m a'nâ > Far. m a'nî-dâr jIj^j>j>] (ma-
ve hecenin 7’li kalıbıyla söylenen, hafif alay, aşk,
ni:da:r) {OsT} sf. manidar,
ayrılık gibi konuları ağır basan şiir türü. S1 mâni
atmak, M âni düzenleyip onu güzel bir ezgi ile söy m anidar, [Ar. m a'n â > Far. m a'nî-dâr (ma:-
lemek. ni:da:r) {OsT} sf. 1. Bir anlam taşıyan; b ir şey im a
mâni2, -i’ı, -si [Ar. m en' > m âni' jjL»] (ma:ni) {OsT} eden; gizli ve ince bir anlam taşıyan; anlamlı; m a
nalı. 2. zf. Bir şey ima ederek; anlamlı; manalı.-
is. 1. Bir şeyin yapılmasını, bir eylem in gerçekleş
mesini önleyen veya engel olan şey; engel. 2. sf. m a’nidarane, [Ar. m a'n â > Far. m a'nî-dâr-âne
Önleyici, engelleyici nitelikleri olan. S m âni ol (ma-ni:da:ra:ne) {OsT} zf. Gizli bir şey
mak, B ir şeyin yapılm asına veya olmasına engel ima edercesine; anlamlı bir şekilde; anlamlı anlam
olmak.|| M âni zail olunca mem nu avdet eder.
lı; manidar bir biçimde,
Engel kalkınca yasaklı olan şey veya yasaklanmış
m anifatura, [İt. manifactura] (m anufatu’ra) is. 1.
olma durumuyla ilgili hüküm geri gelir.
Fabrika dokuması olan kumaş, bez vb.nin genel
mâni3, [Ar. m a'nâ > Far. m a'n î (ma:ni:) {OsT} adı. 2. Bu ürünlerin satıldığı yer; manifaturacı dük
is. Mana; anlam. S m ânisiz maddesiz, (Konuşma kânı.
için) gelişigüzel, mantıksız. manifaturacı, [manifatura-cı] is. 1. Fabrika yapımı
mani1, [Yun. m ania > Fr. manie] is. 1. Saplantı an dokuma ürünlerini satan kimse. 2. Bu kişinin iş
lamına gelen kelim eler türeten son ek. 2. Kişide yeri; manifatura mağazası; manifatura,
sevinç, güven ve çeşitli etkinliklerin norm alden çok m anifaturacılık, -ğı [manifatura-cı-lık] is. M anifatu
fazla artarak ruh hastalığı seviyesine yükseldiği, racının yaptığı iş.
içgüdüsel taşkınlık, aşırı ve düzensiz bir ruhsal ha manifesto, [İt. manifesto] (manife'sto) is. 1. dnz.
reketlilik, hızlı düşünme ve düşündüklerini sakla- Kaptan tarafmdan hazırlanarak gümrük ve lim an
yamama şeklinde kendini belli eden ruhsal bozuk işletmesine verilen bir limanda indirilecek olan
luk; m anyak durum. 3. mecaz. B ir şeyden çoğu malların listesi. 2. Bir gemide bulunan malların
zaman gülünç durum a düşecek kadar hoşlanma; cins ve miktarını belirten lise. 3. Bir edebî hareketi
aşırı tutku. 4. Eskiden, düşm anlara karşı büyü yap veya sanatsal görüşü ortaya koyan yazar ve sanatçı
makta kullanılan balm umu heykelcik. ların bu işe başlarken kaleme aldıkları kuramsal
mani2, [Yun. mâni] {ağız} zf. Sürekli olarak; her za yazı; bildirge. 4. Bir kişinin veya toplumsal grubun
man. [DS] S mani mani, {ağız} 1. A zar azar; yavaş bir siyasi görüşü ortaya koym ak üzere kam u oyuna
yavaş; bazı bazı. 2. Sık sık ve sürekli olarak. 3. is yayımladıkları bildiri; bildirge. 5. argo. Rüşvet,
teksiz isteksiz. [DS] m anifold, [İng. m anifold-w riter ] is. 1. dnz. G em i
mani3, [? manık / mani] {ağız} is. Ördek yavrusu. lerde içinden yakıt ve su boruları devrelerinin geç
[DS] tiği sandık. 2. oto. Benzinli motorlarda karbüratör
mani4, [? mani] {ağız} is. K üçük fındık. [DS] den gelen yakıt ve hava karışım ını silindirlerin giriş
mani5, [? mani] {ağız}' is. Ü vendirenin ucundaki üç deliklerine götüren dökme metalden parça (emme
köşeli demir parçası. [DS] manifoldu). 3. oto. Yanma odasında yanmış gazla
mani6, [? mani / ma] {ağız} ünl. Şaşma bildirir. [DS] rın kalıntılarını silindir kafasındaki egzoz çıkışla
mâni’a, [Ar. m en' > m ân i'a <ux«] (ma:nia) {OsT} is. rında toplayan boru donanımı (egzoz manifoldu).
M anihaizm, [Fr. manicheisme] is. -*■ Manicilik.
-*■ mânia.
manik, -ği [? m anik / manık] {ağız} is. 1. Yavru. 2.
mânia, [Ar. m en' > m âni'a 4*jj>] (ma:nia) {OsT} is. 1. Kedi, köpek yavrusu. 3. Ayı yavrusu. [DS]
MAN o r D B lf it r U S İ M . 3052
manika, [İt. m anica / Yun. manika] (m a n i’ka) is. dost. S m anitaya basm ak, argo. H ileye kanmak;
dnz. Gemilerin ambarlarını, makine dairelerini, gü dolandırılmak.
verte aralarım, sarnıçlarını havalandırm aya yarayan m anitacı, [manita-cı] s f argo. Hırsız; dolandırıcı; hi
metal boru. le ile para sızdıran,
m anikür, [Lat. m anus (el) + cura (bakım) > Fr. ma- m anitacılık, -ğı [manita-cı-lık] is. argo. Arkadaşları
nucııre] is. 1. Ellerin ve tırnakların bakımı ile ilgili olan satıcının başına toplanan halkı yankesicilikle
işlem lerin tümü. 2. El ve tırnak bakımı için uygu soyan kim selerin yapmış olduğu hırsızlık,
lanan teknik. manitoba, [İng. M anitoba (K anada’da bir eyalet)]
manikürcü, [manikür-cü] is. Ellerin ve tırnakların is. bot. Adını, anayurdu M anitoba gölü ve yakının
estetik bakım ını yapan ve bu işi m eslek edinmiş da bulunan aynı adlı eyaletten alan camsı albümin-
kimse; manikür yapan, li, ekmeklik buğday türü; Kanada buğdayı,
m anikürcülük, -ğü [manikür-cü-lük] is. El ve tırnak manivela, [İt. m anovella > Fr. m anivelle / J j- ıb
bakımını yapm a işi ve tekniği; manikür uzmanlığı;
m anikürcünün yaptığı iş. Jjilo] (m anive’lâ) is. 1. Kol kuvvetinin gücünü ar
manila, [İt. manovela] {ağız} is. Kaldıraç. [DS] tırm aya yarayan çelikten yapılm a bir tür kaldıraç.
maniple, [Fr. manipuler] is. 1. Elle kullanma. 2. 2. Bir ucunun bağlı olduğu mil etrafında dönerek,
Mors alfabesine göre çalışan telgraf haberleşm e hareket ileten veya iletilen hareketi alan çelik kol.
sinde akım ı kesm ek ve yeniden verm ek amacıyla manivelalı, [manivela-lı] sf. Manivelası olan; mani
elle kullanılan aygıt. 3. B ir elektrik devresini açıp vela ile harekete geçen, işleyen,
kapamaya yarayan ve elle çalıştırılan komütatör. maniya, [? m aniya / maniye] {ağız} is. Domates. [DS]
manipülasyon, [Fr. manipulation] is. 1. Varlıkları maniyerizm , [Fr. manierisme] is. 1. psikol. Kişinin
yapıcı, açıklayıcı ve yararlı bir biçimde kullanma anlatım ında çoğu zaman doğal ve sade olması ge
işi; ustalıkla yapmak; güdümleme. 2. bilişim. İşle reken bir jestin karm aşık, yersiz ve çoğu zaman da
me. 3. ekon. Piyasada canlanma havası yaratmak, durum a aykırı bir hâle gelmesine yol açan bozuk
sermaye kesimini ticarete teşvik etm ek ve piyasayı luk. 2. A nlatımda bilinçli bir şekilde yapmacığa ve
etkilem ek amacıyla yapay olarak menkul alım sa aşırılığa kaçma; sanat ve edebiyatta doğallıktan ve
tım ı yapmak; hileli yönlendirme; hileyle yönlen yalınlıktan yoksunluk. 3. On altıncı ve on yedinci
dirme. 4. genetik. Kalıtsal bakımdan yeni birleşim yüzyıllarda Rönesans ve Barok sanatları arasmda,
de bir organizma elde etmek amacıyla cinsel çev saray çevrelerinde tutulmuş incelik, zarafet dolu,
rim i devreden çıkararak hücrelerin invitro üretimi ancak çok aşırı ve değişik zevklere hatta paradoksu
veya D N A ’nm moleküler yolla işlenmesine verilen düşkünlük derecesine vardıran bir sanat akımı.
ad. m ank1, [mang / manğ / m ank / müng (yans.)] ünl.
manipülatör, [Fr. manipulateur] is. 1. T elgraf gön H ayvanların böğürm esini, bağırtısını; insanların
derirken manipleyi kullanan kimse; yönlendirici. 2. böyle bağırmasını ve gürültülü konuşm asını anla
M aniple; yönlendirici. 3. Bazı tehlikeli ve güç iş tan kök. [Zülfikar] mank-ıl-da-mak, mank-ır-mak
lerde uzaktan kumanda ile çalıştırılan aygıt. mank2, [Kır. mang (şaşkın, uyuşturucu) > rnankjJU ]
M anisa kebabı, [Magnesia => M anisa + Ar. kebâb +
{eAT} sf. 1. Sersem; ahmak; akılsız. {eAT} (aym)
T. -ı] is. t. Manisa yöresine özgü bir tür kebap.
[DS] 2. {ağız} Ağırbaşlı. 3. is. Durgun, rüzgârsız
M anisa lalesi, [Magnesia => Manisa + Far. lâle + T.
hava. [DS] ö 1 m ank olm ak, {ağız} 1. Sersem olmak.
-s-i] zool. Düğün çiçeğigillerden, bahar başlarında
2. Güzel bir şey karşısında çok duygulanmak. [DS]
koru eteklerinde yetişen, çeşitli renklerde çiçekler
rnanka, [Kaz. / Kır. m anka (sakağı)] {ağız} s f (Kişi
açan soğanlı bir yıllık otsu bitki; dağ lalesi, (A-
için) genizden konuşan. [DS]
nemone vulgaris).
m ankafa1, [Kaz. / Kır. manka (sakağı) + Ar. kafa
manistan, [Far. manistân ?] {eT} is. Durak; durm a y-
[EREN]] (m a'nkafa) sf. 1. Geç ve güç anlayan; ka
eri; ikam et yeri. [EUTS]
fası işlemeyen; anlayışsız; aptal. 2. (Kişi için) zihni
maniş, [? manış / maniş] {ağız} is. Yürüyüş. [DS]
yorulmuş; kafası şişmiş. 3. sf. (At için) sakağı has
manişka, [İt. manesco] is. dnz. İki dilli iki m akara ile
talığına tutulmuş. S1 mankafa hastalığı, Atlarda
yapılan palanga,
görülen ruam hastalığının halk arasındaki adı; sa
manit, -di [Ar. m u'annid => manit] {ağız} sf. kağı.
İnatçı. [DS] mankafa2, [mankafa] {ağız} sf. Soğuk çalmış; soğuk
nanita, [Yun. manitari] is. argo. 1. Bir kimseyi ta tan bozulmuş. [DS]
nıyormuş gibi davranarak ondan para sızdırma; m ankafa3, [mankafa] {ağız} is. Fıtık; kavlıç. [DS]
hileyle para alma; dolandırıcılık. 2. Hırsızlık. 3. mankafalık, -ğı [mankafa-lık] is. Mankafa olma hâ
Çalıntı eşyaları satma. 4. Bir erkeğin evlilik dışı li; m ankafa birinden beklenen ve ona yakışır dav
cinsel yönden faydalandığı kadm, kız; flört; oynaş; ranış; aptallık; anlayışsızlık.
S T M I M S S O M • 3053 MAN
mankale, [Ar. minkale => mankale] is. Delikli mano, [İt. mano (el)] is. argo. Kum ar oynanan yere
bırakılan para; komisyon; pay.
bir tahta üzerinde taşlarla oynanan bir oyun,
manolya, [Fr. Pierre Magnol (Fransız hekim ve
mankaş, [Ar. minkâş => mankaş / mangaş] {ağız} is.
botanikçisi) > magnolia] is. bot. M anolyagillerden,
Cımbız. [DS]
A merika ve A sya’da pek çok türü yetişen, meşin
mankaşa, [? mankaşa] {ağız} is. Salıncağa bağlanan
gibi sert, basit ve almaşık yapraklı, beyaz iri çiçek
demir halka. [DS]
li, bazı türleri süs bitkisi olarak yetiştirilen bir a-
manken, [Holl. m annekijn (küçük adam; adamcık) >
ğaççık, (Magnolia).
Fr. mannequin] is. 1. Terzilerin modelleri üzerinde
manolyagiller, [manolya-gil-ler] is. bot. M eşin gibi
uyguladıkları, tahta, mukavva veya plastikten insan
sert yapraklı, tek veya salkım çiçekli basit ve alm a
vücudu biçiminde yapılmış kalıp. 2. Elbiseleri ma
şık yapraklı, iki yüz kadar türü bulunan A merika ve
ğaza vitrinlerinde sergilemekte kullanılan insan
A sya’da yetişen ağaççıklar familyası, (Magnoli-
vücudu örneği. 3. Modaevlerinin hazırladığı model
acea):
ve giysileri üzerinde halka tanıtan ve çeşitli gösteri
manoma, [? manoma] {ağız} is. Kazan ve tava karası.
lere katılan kişi. 4. Ressam ve heykelcilerin çoğun
[DS]
lukla model olarak kullandıkları türlü biçim ler ala
m anometre, [Yun. manos (az yoğun) + metron (öl
bilen insan ve hayvan örnekleri. 5. as. Süngü hü
çü) > Fr. manometre] (manome ’tre) is. B ir akışka
cumunda düşman yerine kullanılan insan şeklinde
nın içinde bulunduğu kabın iç yüzeylerine yaptığı
ki hedef model. S 1 manken gibi, (Kişi için) vücudu
basıncı ölçmeye yarayan alet; basıölçer,
düzgün, güzel ve ölçüleri yerinde olan.
m anom etri, [Fr. manometrie] is. Kapalı bir kapta
mankenlik, -ği [manken-lik] is. M anken olan kişinin
bulunan buhar veya gaz basıncının ölçülmesi işle
yaptığı iş; mankenin mesleği,
mi.
mankıi, [? mankıl] {ağız} is. Ad; san; ün. [DS]
m anram az, [manra-maz] {ağız} is. Şişek, toklu gibi
mankıldamak, [mank (yans.) > mank-ıl-da-mak]
belirli yaştaki koyun. [DS]
{ağız} g ç sz.f. [-r] [-d(i)-yor] (Sığır için) bağırmak;
böğürmek. [DS] mansab, [Ar. munsabb > mansabb ^-~^>] {OsT} is. -*•
mankır, [mangır2 > mankır] {ağız} sf. Değersiz. [DS] mansap.
mankırmak, [mank (yans.) > mank-ır-mak] {ağız} mansap, -bı [Ar. munsabb > mansabb ı_.,.,a :*] {OsT}
g çsz.f. [-ır] (Sığır için) bağırmak; böğürmek. [DS] is. coğ. Bir ırmağın bir denize veya daha büyük bir
mankış, [? mangış / mankış] {ağız} is. Domuz yavru başka ırm ağa döküldüğü, karıştığı yer; ağız; ırm ak
su. [DS] ağzı; kavşak; munsap.
mankobe, [? mankobe] {ağız} is. Sağım dan sonra manşıb, [Ar. naşb > manşıb v_~^] {OsT} is. -*■ m an
koyunların yatırıldıkları yer. [DS]
sıp.
mankoz, [Yun. mângkhos => m ankoz / mankuz]
{ağız} is. Tahtadan göz göz yapılmış tahıl veya yi m ansıbdar, [Ar. manşıb + Far. -dâr jIj~ ^ » ] (man-
yecek ambarı. [DS] sıbda:r) {OsT} sf. M emuriyette bulunan,
mankuf, [? m ankuf / manguf] {ağız} sf. (Yapı için) m ansımana, [marsımana / mansımana / marsıma]
bakımsızlıktan yıkılacak hâle gelmiş. [DS] {ağız} is. Yaban nanesi. [DS]
mankur, [? mankur] {ağız} is. 1. Sığırları boyundu m ansıp, -bı [Ar. naşb > manşıb {OsT} is. 1.
ruğa bağlam aya yarayan ve boyunlarına geçirilen Devlet memuriyeti. 2. Büyük memuriyet; önemli
U biçimli ağaç. 2. B ir ucunu hayvanın boynuna, mevki; makam; derece; orun,
öbür ucu yere çakılmış kazığa bağlı ip; örük. [DS]
m ansız, [ben / men > men-siz / man-sız] {eT} sf.
mankuz, [? m ankoz / mankuz] {ağız} is. -*■ mankoz. A lçak gönüllü; mütevazı; çekingen; muti. [EUTS]
[DS]
mansiyon, [Fr. mention] is. B ir yarışmada konulan
manlay, [Alt. m anday > manlay / mangalay] {ağız}
ödül için yeterli görülmemekle birlikte anılmaya
is. Alın. [DS] S m anlay cazuv, {ağız} Alın yazısı.
değer bulunan eser veya kişiye verilen derece veya
[DS]
başarı ödülü.
manm ak1, [bâ-n-mak / man-mak] {eT} ed il.f. [-ır] 1.
Bağlanm ak 2. Kuşanmak. mansub, [Ar. naşb > manşub ~>_*~^] {OsT} sf. 1.
manmak2, [ban-mak / man-mak] {eT} gçl. f. [-ar] Konmuş olan; dikilen. 2. Tayin edilmiş; atanmış. 3.
Banmak. [DLT] dbl. A rapça’da sonu üstün ile e/a şeklinde okunan
manna, [? manna] {ağız} sf. (Kişi) şişman ve sevimli. kelime.
[DS] mansube, [Ar. naşb > manşübe (mansu:be)
mannasa, [Ar. m annaşa -w ^] {OsT} is. Gelin odası, {OsT} is. 1. Satrançta bir oyun. 2. mecaz. Hile;
mannay, [Alt. manday] {ağız} is. -*■ mangalay. [DS] oyun. S mansübe-sâz, {OsT} Hileci.
MAN HÜRCE SU! • 3054
mansubîn, [Ar. naşb > marişubîn (mansu:- marsız, klorofilsiz her türlü bitki. 6. Nemli odunu
çürütebilen, diğer canlılarda ve insanlarda ayak
bi:n) {OsT} is. Memuriyette bulunanlar; tayin olu
nanlar; atananlar, parm akları arasmda hastalıklara yol açan bitkisel
organizma. 7. Bazı mantarların yol açtığı, insan
mansur, [? mansur] {ağız} is. Mantar. [DS]
cildinde, bitki ve hayvanlarda görülen asalak hasta
mansure, [Ar. nuşret > manşür / manşüre lığı; mantar hastalığı. 8. Bir döşeme plağını taşıyan
(mansu;re) {OsT} sf. A llah’ın yardımı ile üstün ge betonarme bir dikmenin üst bölüm ünde koni veya
len; yenen; galip, piram it biçiminde genişleme. 9. argo. Yalan; uy
mansuriyet, [Ar. manşür > manşüriyyet c~.j durm a söz. 10. sf. Mantardan yapılmış olan. 11.
argo. (Kişi için) aptal; salak; akılsız. 12. {ağız} Çü
(mansu:riyet) {OsT} is. A llah’ın yardımıyla üstün
rük. [DS] S mantara basmak, argo. Başkası tara
gelme, zafer kazanma.
fm d a n hazırlanmış bir oyuna düşmek; tuzağa düş
m ansus1, [Ar. naşş > manşüş / manşüşa / m ekti m antar ağacı, bot. Turunçgillerden, Doğu
(mansu:s) {OsT} sf. Kur’an-ı K erim ’de a- A sya ’nın tropikal ve ya rı tropikal bölgelerinde y e
çıkça anlatılmış bulunan; hakkında ayet bulunan. tişen, kabuğundan mantar elde edilen ve bazen de
süs bitkisi olarak yetiştirilen kerestesi çok gözenek
mansus2, [Lat. mansus (konut)] is. Orta Çağ sonları
li, süngerimsi, açık sarı renkli bir ağaç, (Phello-
na doğru yurtluklar bünyesinde bir tarım işletmesi
dendron amurense).|| mantar atmak, argo. Yalan
birimi olan bahçeli, tarlalı kır evi.
söylemek. || m antar bilim ci, M antar bilimi ile uğ
m anşa, [Far. mâşe] {ağız} is. Maşa. [DS]
raşan uzman.\l m antar bilim i, biy. Mantarların y a
m anşet, [Fr. manchette] is. 1. Bir gömleğin kol pılarını, özelliklerini, y o l açtıkları hastalıkları ve
düğmeleriyle tutturulan dört ilikli devrik ucu. 2. Bir tedavi yollarını inceleyen tıp dalı; mikoloji.H man
gazetenin birinci sayfasının üst kısmında yer alan tar çorbası, Yenilebilir mantar pişirildikten sonra
büyük puntolu yazı başlığı; başlık. 3. Eldivenin un, yağ, sarım sak ve bol su içinde kaynatılması ile
bilek kısmına geçirilen deri parça. 4. Voleybolda hazırlanan çorba. || m antar doku, bot. Ölü hücre
servisleri karşılam ak için ön kolla yapılan vuruş, lerden oluşan, bitkilerin kök ve gövdelerinde su
manşır, [Ar. meşhür] {ağız} sf. Tanınmış; ünlü. [DS] kaybını önleyici, yaralanm alara karşı koruyucu bir
S manşır etmek, {ağız} Açığa vurmak; duyurmak. rol oynayan doku katmanı. || m antar gibi yerden
[DS] bitm ek, Birdenbire ortaya çıkıvermek. || mantar
manşon, [Fr. manchon] is. 1. Elleri soğuktan koru hastalığı, tıp. M ikroskobik mantarlardan ileri g e
m ak için kürkle örtülü içine vatka astar geçirilmiş len cilt hastalığı; mikoz; küflüce.|| mantar ilacı,
ipek kürk. 2. Teyplerde kullanılan m anyetik kayıt insan, hayvan ve bitkilerde mantarlardan ileri ge
ortamı. 3. îki boruyu birbirine bağlam akta kullanı len hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaç. || man
lan vidalı boru parçası. 4. Havai hatların kurulma tar kent, Büyümesi çok hızlı olan ve nüfusu on yıl
sında içine birleştirilecek parçaların geçeceği yuva içinde iki katm a veya daha fazlasına çıkan şehir. ||
bulunan iletkenlerin birleştirilmesine yarayan metal m antar kambiyumu, biy. Odunsu köklerde ve
parça. gövdelerde ağaç kabuğunun m antar tabakasını
mantaka, [? mantaka] {ağız} is. İri dikiş; teyel. [DS] meydana getiren ikincil meristem tabakası. || man
nıantakaiamak, [mantaka-la-mak] {ağız} gçl. f. [-r] tar meşesi, bot. Batı A kdeniz çevresindeki ülkeler
[-l(ı)-yor] Teyellemek. [DS] de yetişen, kabuğundan mantar elde edilen bir me
mantal [Sansk. mandala] {eT} is. Sihir; büyü; tılsım. şe türü, (Quercus suber).|| mantar özü, bot. Kar
[EUTS] bon, hidrojen ve oksijenden oluşan, bazı bitki hüc
m antali, [Sansk. mandala] {eT} is. -* mantal. [EUTS] relerinin çeperlerini kaplayarak sıvı ve gazların
mantalik, [? mantalik / mantelek] {ağız} is. Çelik geçm esini engelleyen ve bu yüzden hücrenin ölü
çomak oyunu. [DS] müne veya m antar oluşumuna y o l açan madde. ||
m antar1, [Yun. emanitâri] is. 1. Karada yetişen, boy, m antar tabakası, bot. Ağaçlarda, hücrelerin çe
biçim ve yöre bakımından çok büyük değişiklikler perlerine m antar özü yığılm ak suretiyle protoplaz
gösteren, bazı türleri zehirli, çiçeksiz, damarsız ve masını kaybederek mantar oluşumuna y o l açan dış
klorofilsiz, yaklaşık iki yüz bin kadar bitki türünün büyütken tabaka. || m antar tabancası, Tabanca
toprak dışında görünen kısım larının ortak adı. 2. biçiminde, ucundaki borusuna patlayıcı mantar
Y er altındaki miselyum adı verilen kısmıyla birlik takılarak patlatılan çocuk oyuncağı. || mantar ya
te bu bitkinin tümü. 3. Çocukların özel bir tabanca kası, balıkç. B alık ağının üst kenarında bulunan ve
ile patlattıkları, içine barut veya başka bir patlayıcı mantarların yardım ı ile ağı yüzer durumda tutan
konulmuş mantar parçası. 4. Balık ağlarını su yü ip. || m antar zehirlenmesi, tıp. Zehirli mantarların
zünde tutmaya veya olta sarmaya yarayan mantar yenm esinden ileri gelen ve çoğunlukla ölümle so
parçası. 5. biy. Özgün çekirdekli hücreleri olan da nuçlanan zehirlenm e olayı. [| mantar zehri, Bazı
Ü l l i t l i W J SÜEÎıÛK • 3055 MAN
mantarların veya küflerin salgıladığı yüksek dere mantelek, -ği [? mantalik / mantelek] {ağız} is. -*■
cede zehirli maddelere verilen ad; mikotoksin. mantalik.
mantar2, [Yun. manitâri] is. bot. 1. Bitkilerin çoğun m antı1, [Çin. mantou (buharda pişirilm iş) > Moğ.
da sap ve kökte soymuk tabakanın dışında bulunan, mantu > manta > mantı [Tekin]] is. 1. İçine sarım
içi hava dolu, zarı mantar özlü sık hücrelerden sak, maydanoz karışımlı kıym a konularak bohça
m eydana gelen ikincil doku; süberin. 2. Bazı bitki biçiminde dürülmüş küçük ham ur parçalarıyla ya
lerde, özellikle mantar meşesinde bulunan, esnek pılan yoğurtlu yemek; tatar böreği; kulak aşı; kulak
ve hafif olduğu için şişe tapası, cankurtaran simidi çorbası; kulaklı çorba; kulaklı hamur. 2. {ağız}
veya yeleği, ayakkabı tabam vb. yapım ında kulla Y aprak sarması. [DS]
nılan, geçirimsiz, katı madde. 3. Bu maddeden ya mantı2, [Yun. lamnı [Tietze] => mantı / mantu /
pılan şişe tıpası. mıntı] {ağız} is. 1. Sapsız bıçak veya çakı. 2. Çakı
mantar3, [mantar] {ağız} is. 1. H ayvanların burnunun ve bıçağın demir kısmı. 3. Sap. 4. Körleşmiş, kes
ucundaki tüysüz yer. 2. Dericilikte, tanen kırmakta mez dürüma gelmiş bıçak. [DS]
kullanılan bir araç. [DS] m antı3, [pat / patı > mantı / mantır] {ağız} is. 1. K a
mantarcı, [mantar-cı] is. 1. M antar yetiştirip satan sımpatı. 2. Şebboy. [DS]
kişi. 2. argo. S af kişileri dolandıran kimse. 3. argo. m antı4, [İt. mante] is. dnz. Gabya serenini kaldıran
D urmadan yalan söyleyen kişi; yalancı; düzenbaz, halat ve makara.
mantarcılık, -ğı [mantar-cı-lık] is. 1. M antar yetiş m antıcı1, [mantı-cı] is. Mantı yapan veya mantı satan
tirme ve satma işi. 2. argo. S af kişileri dolandırma; kimse.
dolandırıcılık. 3. argo. Durmadan yalan söyleme; m antıcı2, [mantı-cı] {ağız} sf. Cimri. [DS]
yalancılık; düzenbazlık,
nıantıfal, [Far. baht-vâr => mantıfal] {ağız} is. Kutu
mantardoğuran, [mantar+doğ-ur-an] is. bot.
içine konan çiçekleri çekerek mâni okuma yoluyla
(Büyütken doku için) mantarlaşmış hücreleri doğu
oynanan bir oyun. [DS]
rarak mantar tabakasını doğuran; fellojen.
mantık, -ğı [Ar. nutk (söz) > mantık j J ^ ] {OsT} is. 1.
mantarhane, [mantar + Far. hâne üU -jlku] (mantar
A it olduğu konudan ve her türlü ruhsal süreçten
h a n e ) {OsT} is. M antarların işlendiği yer.
ayrı, bağımsız ve soyutlanmış biçimde ele alarak,
nıantarlama, [mantar-la-ma] is. M antarlam ak işi. akıl yürütmeyi inceleyen bilim dalı; doğru düşün
mantar lamak, [mantar-la-mak] g ç l.f. [-r] [-l(ı)-yor] me sanatı ve bilimi; düşünme biçimi ve düşünme
1. Bir şeye mantar takmak veya mantar yerleştir yasaları bilimi. 2. fel. Düşüncenin ve düşüncenin
mek. 2. argo. Yalan söylemek; aldatmak, varlık biçimlerinin, öğelerinin, türlerinin; olanakla
mantarlar, [mantar-lar] is. Çiçeksiz, klorofilsiz ilkel rının, yasalarının ve düşünce bağlam larının bilimi.
bitkiler sınıfı. 3. Doğru düşünmenin yolu ve yöntemi. 4. A kla
mantarlaşma, [mantar-la-ş-ma] is. 1. M antarlaşmak uygun, tutarlı ve sağ duyulu düşünme ve buna göre
eylemi veya durumu. 2. Odunun içinde, içi beya davranma yolu; düşünce ve davranışlardaki tutarlı
zımsı çürük odunla dolu kovuk şeklinde değişik lık. 5. (Tamlanan olarak kullanıldığında) belli bir
büyüklükte kusurların oluşması, özelliği bulunan kişi ve gruba özgü kalıplaşmış
mantarlaşmak, [mantar-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1. kuralları ve ilkeleri olan düşünme ve davranış b i
(Hücre zarları için) mantar özü karışarak geçirim çimi. 6. Düşüncelerin birbirine bağlanm a ve birbi
siz bir durum ahnak. 2. Odun içinde çürümeye yö rinden doğma biçimi; akıl yürütme. 7. O lay ve o l
nelik kovuklar oluşmak, guların kaçınılmaz ve belli bir sonucu doğuracağı
mantarlı, [mantar-lı] sf. 1. (Y iyecekler için) içinde düşünülen doğrultusu, yönü; yönelim. 8. Söz söy
yenilebilir mantar bulunan. 2. M eşe m antarı takıl leme; konuşma. 9. Söz; dil; laf. ö m antık dışı, 1.
mış olan. 3. (Şişe için) tıpası olan. 4. M antar hasta M antık ilke ve kurallarından yoksun olan; mantıkla
lığına yakalanmış olan, çözümlenemeyen. 2. Mantıkla olumlu veya olumsuz
mantarlık, -ğı [mantar-lık] is. 1. Sebze gibi kullanı herhangi bir ilgisi olmayan. 3. M antık sınırları d ı
lan mantarların yetiştirildiği yer. 2. incelenm ek şında kalan. j| mantık-ı remzi, Sem bolik mantık. ||
üzere mantar kültürünün saklandığı yer. 3. sf. M an mantık-ı sflrî, Biçim sel mantık; fo rm el mantık. |j
tar yetiştirmek için humuslu ve gübreli toprak yas m antık öncesi, 1. M antıktan önce gelen; kablel-
tık. mantık. 2. (Çocuk için) henüz mantıklı düşünmeye
mantarsı, [mantar-sı] sf. 1. M antara benzeyen; man erişmediği dönem. 3. sosy. (İlkel kabileler için)
tar gibi. 2. M antar sertliğinde ve özelliğinde olan, mantığın kurallarına, özellikle çelişmezlik ve ne
mantaşgabağı, [? mantaş + kaba(k)-ı] {ağız} is. Hel- densellik ilkelerine aykırı akıl yürütme.
vacıkabağı. [DS] m antıka1, [? mantıka / mantaka] {ağız} is. İri dikiş;
mantaz, [? mantaz] {ağız} is. Önlük; peştamal. [DS] teyel. [DS]
MAN fllfll I M M • 3056
mantıka2, [? mantıka] {ağız} is. Davarların kulağını lu. 4. bsy. (Devre, öge, değişken vb. için) "doğru"
keserek yapılan belirlilik; enek. [DS] veya "yanlış ” / ‘‘1 ” veya "0 ” olarak adlandırılan
mantıka3, [? mantıka] {ağız} is. M inarelerin tepesin iki biçimden yalnızca birinde bulunabilen. S man
deki kurşunlan birbirine bağlam ak için kullanılan tıksal deneycilik, fel. Bilginin deneyle veya göz
bir araç. [DS] lemle doğrulanabilir, sınanabilir olması temeline
m antıka, [Ar. mıntaka => mantıka] {ağız} is. Jan dayanan Viyana okulu yöntem i; bilim sel deneyci
lik.,|| mantıksal olguculuk, fel. M antığın matema
darma karakolu. [DS]
tiksel düşünme yöntem leri ile felsefeye yeni ve g ü
mantıkan, [Ar. mantıkan liku] (m antı’kan) {OsT} zf. venilir tem el sağlamaya yönelik akım; yeni olgucu
-*■ mantıken. luk, Viyana Okulu.
mantıkça, [mantık-ça] (mantı ’kça) zf. M antık bakı mantıksız, [mantık-sız] sf. 1. A kla ve mantık kural
mından; m antığa göre; mantıken, larına aykın olan; m antık dışı. 2. (Kişi için) doğru
mantıkçı, [mantık-çı] is. 1. M antık bilimi uzmanı; düşünmekten, akıl yürütmekten yoksun. 3. zf. M an
mantık bilim iyle uğraşan kimse. 2. M antık kuralla tıksız birine yakışır biçimde olan; mantıktan yok
rına uygun biçimde doğru akıl yürüten kimse. 3. sun olarak.
M antık dersleri veren öğretmen, m antıksızlık, -ğı [mantık-sız-lık] is. 1. Mantıksız
m antıkçılık, -ğı [mantık-çı-lık] is. 1. M antığı felse olm a durumu. 2. M antıksız birine yakışır tutum,
fenin başı sayan dünya görüşü; mantık biliminin m antır, [mantı / mantır] {ağız} is. Şebboy. [DS]
her şeyin üstünde olduğunu savunan felsefî görüş. mantırıç, -cı [m antınç] {ağız} is. M art inciri; frenk
2. man. Bütün bilimleri m atematik biçime indirge inciri. [DS]
yen ve matematiği mantığın bir uygulaması duru m antıvar1, [Far. bahtiyar => mantıvar / mantuvar]
m una getiren öğreti, {ağız} is. 1. Hıdrellez geceleri çekilen mâni. 2. M â
mantıken, [Ar. m antıken lik^] (mantı'ken, k kalın nilerden kader çekme oyunu. 3. Kader; baht. [DS]
söylenir) {OsT} zf. M antık bakımından; mantığa mantıvar2, [? m antıvar / mantuvar / mantüvar] {ağız}
göre; mantık açısından; mantıksal olarak; mantık is. -*■ m antuvar2; ölm ez çiçek. [DS]
ça. mantız, [İt. maltase => maltız / mantız / mantiz /
mantoz] {ağız} is. Ü stü ızgaralı, soba biçiminde
mantıki, [Ar. m antık > m antıki (mantıki:, k
sacdan yapılm a ocak. [DS]
kalın söylenir) {OsT} sf. 1. M antık kurallanna uy
mantik, -ği [? mantik / medik] {ağız} is. bot. B ile
gun olan; akla uygun; mantıklı. 2. M antıkla ilgili;
şikgillerden, yapraklan dikenli, 15-20 cm. boyunda
mantığa ilişkin; mantıksal. 3. Gerçeğin doğal akı
morumsu çiçekli, kökü soyularak yenilen, gövdesi
şından doğan; doğal. S mantıkî kıraat {OsT} Yazı
hayvanlara yem olarak verilen çok yıllık otsu bir
işaretlerine ve noktalamaya dikkat ederek okuma.
bitki, (Cirsium rhizocephalum). [DS]
m antıkiyat, [Ar. mantık > mantıkiyyât o L îk u ] m antilya, [İt. mantiglia] is. dnz. Serenleri direklere
(mantıkiya:t, k kalın söylenir) {OsT} is. M antık ve aşm ak için cundalarından direklere alınan halat,
mantık bilim i ile ilgili konular; mantık konulan, mantin, [İsp. mantilla] is. 1. Canfesten yapılmışı bir
m antıkiyyun, [Ar. mantık > mantıkiyyün jj-ikus] tür ağır ipekli kumaş. 2. {ağız} İpekli elbise.[DS] 3.
(mantıkiyyu:n) {OsT} is. M antıkla uğraşanlar; man {ağız} Çiçekli atlastan yapılmış gelin elbisesi. [DS]
tık bilginleri. mantinota, [İt. mantenuta] (m antino’ta) is. argo.
m antıklaştırıcılık, -ğı [mantık-la-ş-tır-ıcı-lık] is. fel. M üslüman olm ayan kapatma; metres,
1. M antıksal olana aşırı değer verme. 2. Mantığı, mantis, [Lat. m antissa (toplama) > Fr. mantisse] is.
ruh bilim inden bağımsız olarak kurm a eğilimi. 3. mat. 1. Bir ondalık logaritmanın artı değerli onda
M antığın ruh bilim ine üstünlüğünü öne sürme eği lık kısmı. 2. Devirli ondalık kesirde, belirtilecek
limi. 4. M atematiği, mantığa indirgeme ve mantı saymın en anlamlı rakam larından oluşan sayı,
ğın bir dalı olarak ele alm a eğilimi, mantiş, [? mantiş] {ağız} sf. (Kişi için) Y uvarlak ve
mantıklı, [mantık-lı] sf. 1. Akla, mantığa, sağduyuya tom bul yüzlü, basık burunlu. [DS]
uygun olan; mantık kurallarına uygun; mantıkî. 2. mantiz, [İt. maltase => m altız / mantız / mantiz /
Doğru düşünen; mantığa göre hareket eden. 3. zf. mantoz] {ağız} is. -►mantız. [DS]
M antığa uygun biçimde. S mantıklı tonlama, dbl. mantoz, [İt. maltase => m altız / mantız / mantiz /
Cümlede anlama göre beliren, düşünce ile paralel mantoz] {ağız} is. -*■ mantız. [DS]
olan ve belirli bir mantığa göre yapılmış tonlama. manto, [Fr. manteau] (m a ’nto) is. 1. Soğuktan ko
m antıksal, [mantık-sal] sf. 1. M antık kurallarına uy runm ak amacıyla daha çok diğer elbiselerin üzerine
gun; mantıklı; mantıkî. 2. M antıkla ilgili olan; giyilen, kalın kum aştan yapılma, uzun kollu ve ön
mantıkî. 3. Olay ve olgulann kendi doğasından den açık kadm dış giyeceği. 2 .je o l. Y er yuvarlağı
kaynaklandığı düşünülen; kaçınılmaz olan; zorun nın çekirdek ile kabuk arasmda kalan bölümü. 3.
I 9 H I I I İ ® J İ . 3057 MAN
zool. Hayvanların vücudunu örten deri, kıl, tüy, pul m anyak1, -ğı [Yun. mania > Fr. maniaque] (m a ’n-
vb.ne verilen ad; örtenek, yak) is. ve sf. 1. M aniye tutulmuş hasta. 2. mecaz.
mantolu, [manto-lu] s f M antosu olan; manto giymiş Gülünç, şaşırtıcı ve garip davranışları olan kimse.
olan. 3. “Aptal; sersem ” anlamında hakaret sözü. 4. p s i
m antoluk, -ğu [manto-luk] sf. (Kumaş için) manto kol. M aniye ilişkin; mani ile ilgili.
yapmaya uygun, m anyak2, [Alt. many-ak] {eT} is. Eski Türk din
mantosuz, [manto-suz] sf. M antosu olmayan; manto adamlarından kamın giydiği özel cüppe; şaman
giymemiş olan, giysisi.
mantra, [Sansk. mandra] {eT} is. Söz; sihir. [EUTS] manyak3, -ğı [? manyak] {ağız} is. Ağaç budam akta
mantu1, [Çin. / Moğ. mantu] {eT} is. Mantı, {ağız} kullanılan ucu eğri bir tür bıçak. [DS]
(aym). [Nevâyî] [DS] manyakça, [manyak-ça] (marıya’kça) zf. 1. M anyak
mantu2, [? m antu / mantı] {ağız} is. 1. Sapsız bıçak birine yakışır biçimde; manyak gibi. 2. sf. M anyak
veya çakı. 2. Bıçak ve çakının dem ir kısmı. 3. K ul birine benzeyen,
lanılmış, eskimiş çakı veya bıçak. [DS] m anyaklaşma, [manyak-la-ş-ma] is. M anyaklaşmak
eylemi veya durumu,
mantuk, [Ar. nutk > m antük / mantülça jjkLo / -üjk^]
manyaklaşmak, [manyak-la-ş-mak] dönşl. f. [-ır] 1 .
(mantu:k) {OsT} sf. 1. Denilm iş; söylenmiş. 2. Söz;
M anyak durumuna girmek. 2. M anyak gibi davra
kelam. 3. Anlam; kavram,
nır olmak.
mantuvar, [Far. bahtiyar => mantuvar / m antıvar /
m anyaklık, -ğı [manyak-lık] is. 1. M anyak olma du
bahtıbar] {ağız} is. 1. M ânilerle kader çekme oyunu.
rumu; manyakça davranan kim senin niteliği. 2 .
2. Kader; baht. [DS]
M anyakça davranış; çılgınlık. 3. Aptallık; sersem
mantuvar2, [? mantıvar / m antuvar / mantüvar]
lik.
{ağız} is. bot. B ileşikgillerden, halk hekim liğinde
manyamak, [Yun. mania => manya-mak] gçsz. f. [-
kulak ağrısını dindirici, idrar ve safra artırıcı, taş
r] [-(y)ı-yor] Yorgunluk, şaşkınlık gibi sebeplerle
düşürücü olarak kullanılan, güzel kokulu, yünümsü
dengesiz hareketlerde bulunmak,
tüylü, sarı çiçekli otlar; ölmez çiçek, (Helichrysum
arenarium). [DS] manyat, [İt. meniâda] is. 1. Alamanadan küçük üç
çift kürekli balıkçı kayığı. 2. Bu kayıkla atılıp sa
mantoz, [İt. maltase => maltız / mantız / mantiz /
hilden iki ucundan çekilen balıkçı ağı; ığrıp. 3.
mantoz] {ağız} is. -*• mantız. [DS]
{ağız} Barbunya, tekir vb. balıkları avlamakta ku l
mantiivar, [? mantıvar / m antuvar / mantüvar] {ağız}
lanılan ince gözlü dip ağı.[DS]
is. -*■ mantuvar2; ölmez çiçek. [DS]
manyatçı, [manyat-çı] is. M anyat çekerek balık tutan
manu, [Moğ. manül / manü / mölun] (mamı:) {eT} is.
balıkçı.
Yabani bir hayvan; step kedisi. [EUTS]
manyetik, -ği [Yun. magnes (mıknatıs) / Lat. magnes
manüel, [Fr. manuel] is. El kitabı,
> magneticus (mıknatıslı) > Fr. magnetique] sf. 1.
manüfaktör, [Lat. manu factura (el işçiliği) > Fr.
M ıknatıs veya mıknatısın özellikleriyle ilgili olan.
manufacture] is. M amul madde üreten sanayi kuru
2. M ıknatıs özelliği taşıyan. S manyetik açıklık,
luşu; imalathane,
M ıknatıslanmış ibrenin sapmasını belirleyen açı.||
manulı, [? m anık / manuh] {ağız} is. Kedi yavrusu. m anyetik direnç, M anyetik bir devrede, manye-
[DS]
tom otor kuvvetin devre içinden geçen indükleme
m anuk1, -ğu [? m anık / manuk] {ağız} is. 1. Kedi. 2. akışına oranı.\\ manyetik alan, fiz. B ir mıknatısın,
Kedi ve köpek yavrusu. [DS] bir elektrik akımının, m anyetik kuvvetler oluşan
manuk2, -ğu [? manuk] {ağız} is. M aydanoz. [DS] çevresi; bir mıknatısın N ucundan S ucuna doğru
manuklamak, [manuk-la-mak] {ağız} gçsz. f. [-r] [- olan kuvvet çizgilerinin yayılm ış olduğu a la n .||
l(u)-yor] İvmek; acele etmek. [DS] manyetik algılayıcı, Maden yataklarının araştı
manusa, [? manusa / mamsa] {ağız} is. Basmadan rılmasında ve bulunmasında kullanılan aygıt.\\
daha kaim ve çizgili dokuma. [DS] manyetik arayıcı, Maden yataklarının araştırıl
manuşır, [? m anaşır / manuşır] {ağız} is. Y eşil ker masında ve bulunmasında kullanılan aygıt.\\ m an
tenkele. [DS] yetik bant, elektron. Üzeri m anyetik bir hâle g eti
m anya1, [Yun. m ania > Fr. manie] (m a ’nya) is. Sap rilebilen bir tabaka ile kaplanmış ve ses, görüntü,
lantı; mani. bilgisayar verileri gibi bilgileri kaydetmeye yarar
manya2, [? manya] {ağız} is. Ocak kurumu. [DS] şerit. || m anyetik bellek, bsy. Çalışma sistem i bazı
manya3, [? manya] {ağız} is. Çocuk oyunlarında maddelerin m anyetik özelliklerinin kullanımına
sonuca varm a veya 0 3 0 1 nun bir bölüm ünü kazanma. dayanan kabarcık, disk veya yaprak halindeki bel
[DS] lekler,|| manyetik daralma, fiz. M anyetik bir alan
manya4, [? manya / mamya] {ağız} is. Domates. [DS] içine konulan bir cismin hacim bakımından deği
MAN O r u M I Ü l t f S D M . 3058
şikliğe uğraması durumu.\\ m anyetik disk, bsy. ve hipnoz yoluyla insanları etkileme sanatı; manye
Yüzeyine m anyetik katman kaplanmış bilgi depola tizmacının yaptığı iş.
nabilir tekercik. || manyetik fırtına, ast. Güneşte manyeto, [Fr. magneto-generatrice] (manye ’to) is. 1.
meydana gelen püskürmelerin Yer ’in m anyetik or Sürekli bir mıknatısın m anyetik alanıyla indükle-
tamında m eydana getirdiği geçici ve ani dalgalan nen elektrik üreteci. 2. M aden veya taş ocağı delik
malar. || m anyetik kart, bsy. Yüzeyine bilgi depo lerine doldurulm uş patlayıcı maddeyi ateşlemek
lanabilir manyetik bir katman yerleştirilm iş kart.|| için gerekli elektrik akımını üreten taşınabilir elekt
manyetik kartuş, bsy. İçine yerleştirildiği koruyu rik üreteci.
cu ile birlikte kullanılan manyetik şerit kııtucuğu; manyetofon, [Fr. magnetophone] is. Teyp,
m anyetik kaset.\\ m anyetik kaset, M anyetik kar m anyetolu, [manyeto-lu] sf. M anyetosu olan; man
tuş.|| manyetik kayıt, elektron. M anyetik etkiler yeto ile çalışan,
den yararlanarak ses ve görüntü kaydetmeye, sak manyetometre, [Fr. manetometre] (manyetome ’tre)
lamaya veya tekrar üretmeye yarayan alet. || man is. M anyetik alanların momentini veya manyetik
yetik kutup, fiz. B ir mıknatıs çubuğunun her iki mom entleri ölçmeye yarayan alet,
ucunda y e r alan dış manyetik alanın en güçlü ol
manyeton, [Fr. magneton] is. fiz. Atom ve atom altı
duğu yer. II m anyetik kuvvet, fiz. Elektrik yüklü
bölgelerine özgü temel m anyetik mom ent birimi,
parçacıkların hareketlerinden kaynaklanan çekme
manyetosfer, [Fr. magnetosphere] is. ast. Y er’i ge
ve itme kuvveti. || m anyetik meridyen, Mıknatıs
zegenler arası uzaydan ayıran üst sınırla iyonos-
lanmış ibre doğrultusunda geçen düşey düzlem. ||
ferin üst kısmı arasında kalan ve içinde Y er’e kuv
manyetik rezonans, fiz. M anyetik alanların etkisi
vetli bir fiziksel etki yapan Y er’in m anyetik alanı
sonucu elektronların veya atom çekirdeklerinin
nın bulunduğu Y er çevresini kuşatan bölgenin dışı,
elektromanyetik ışınım soğurması veya salması.\\
m anyetik şerit, bsy. İki kod temeline dayanan manyezi, [Fr. magnesie] is. M agnezyum oksit; mag-
m anyetik kutuplaşmalar hâlinde bilgileri kaydet nezya.
m eye yarayan duyar bir tabaka ile kaplanmış sarı- manyezit, [Fr. magnesite] is. min. Doğal magnez
labilir nitelikte esnek şerit. || manyetik şerit ünite yum silikat; lüle taşı; Eskişehir taşı,
si, Bir işlem ünitesinde, m anyetik şerit üzerinde manyok, [Tupi d. m anioca > Fr. manioc] is. bot.
bilgileri kaydetmeye veya kaydedilmiş bilgileri Sütleğengillerden, tropikal bölgelerde yetişen, yap
okumaya yarayan parça.\\ manyetik tam bur, bsy. rakları almaşık, nişastaca zengin yumru köklü,
Yüzeyinde bulunan mıknatıslanabilir katman saye kökleri yerlilerce besin olarak kullanılan, ayrıca
sinde bilgi depolamaya yarar silindir. nişastasından tapyoka adı verilen manyok tarhanası
manyetiklik, -ği [manyetik-lik] is. 1. M ıknatıslanmış yapılan büyük bir ağaç, (M anihot utilissima).
m addelerden kaynaklanan olayların tümü. 2. M ık manzak, -ğı [? manzak] {ağız} sf. Köse. [DS]
natıslanmış maddelerin ve mıknatısların özellikle manzam , [Ar. manzam jJ^j] {OsTjis. Dizi; sıra,
rini inceleyen fizik dalı. S manyetiklik giderici,
dnz. Gemileri manyetik mayınlara karşı koruyan manzar, [Ar. nazar > m anzar J ^ jİ\{O s T} is. 1. Bakı
düzen. lan, görülen, seyredilen yer. 2. Görünüş; suret. 3.
m anyetit, [Fr. magnetite] is. min. Siyah renkli, mık Göz bebeği. 4. Çehre; yüz.
natıslı ve çok değerli bir demir cevheri olan demir m anzara, [Ar. nazar > manzara tyi-»] {OsT} is. 1.
oksit: Fe30 4. Bakıldığında dikkati çeken güzel görünümlü yer. 2.
manyetize, [Fr. magnetiser (manyetizma ile uyut Belli bir yöne doğru bakıldığında uzaktan gözün
mak) > magnetise] sf. Telkin ve hipnoz yolu ile etki görebildiği doğa parçası olan her şey; görünüm;
altm a alınmış olan. S1 manyetize etmek, Telkin ve görünüş. 3. mecaz. B ir durumun, bir biçimin ortaya
hipnoz yoluyla etkilemek.\\ manyeti