Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 242

F R EUD'D A N L A C A N ' A P S İ KANALİZ

SAFFET MURAT TURA


SAFFET MURAT TURA, 1 955 yılında dogdu. 1980
yılında l.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ni bitirdi. 1982
yılına kadar l.Ü. lstanbul Tıp Fakültesi Fizyoloji Ana
Bilim Dalı'nda beyin biyofıziği ağırlıklı çalışmalar
yaptıktan sonra aynı fakültenin Psikiyatri Bölümü'ne
geçti ve 1986 yılında "Organo-dinamik Teorinin
Epistemolojik Kriligi" adlı teziyle psikiyatr oldu.
Elektroansefalografi Tekniği ve Psikanalitik Psikoterapi konusunda özel eğitim
gördü. 1993 yılında lmago Psikoterapi Merkezi'ni kurdu. Çeşitli makaleleri ve
çevirilerinin yanı sıra Metis Yayınlan'nın "Ötekini Dinlemek" dizisinin yayın
editörlügünü yapu. Çeşidi akademik ve entelektüel dergilerin yayın kurulu
üyeliklerinde bulundu:- Öteki kitapları: Günümuzde Psikoterapi (Metis Yayınları,
2000), Şeyh ve Arzu (Metis Yayınlan, 2002), Histerik Bilinç (Metis Yayınları,
2007).
Freud'dan Lacan'a
Psikanaliz
SAFFET MURAT TURA


KANAT
Kanat Kitap 20

Kuram dizisi 4

FREUD'DAN LACAN'A PSiKANALiZ

SAFFET MURAT TURA

Psikanaliz • Antropoloji • Felsefe

1. Baskı: Haziran 1989, Aynnn Yayınlan

2. Baskı: Mart 1996, Ayrıntı Yayınları

3 . Baskı: Nisan 2005, Kanat Kitap

4. Baskı: Kasım 2010, Kanat Klıap

ISBN 975-8859-1 6-0

©.Yayın haklan Pusula Yayıncılık Ltd. Şti., 2004

Kanaı Kitap, bir Pusula Yayıncılık Ltd. kuruluşudur.

Yayına hazırlayan: Ceyhan Usanmaz

Düzelti: Alper Zorlu

Kapak: Selahattin San

Sayfa düzeni: Mehmeı Oztürk

Baskı: Express Basım Evi, tlf. (0212) 671 61 5 1

Kanat Kitap

Omer Avni Mah. Tank Zafer Tunaya Sokak No. 18 Gümüşsuyu 34427 lsıanbul

tlf.: (021 2) 252 42 80 pbx • faks: (0212) 293 ıs 44

e-posıa: kanaı@kanatkitap.com

www.kanatkitap.com

'lliW.W pusula.com
İÇİNDEKİLER

Üçüncü Baskıya Onsöz vii

ikinci Baskıya Ônsöz xi

Birinci Baskıya ônsöz xii

Dün ve Bugün Psikanaliz 1


Psikanalizde Görünmeyen 23
Freud ve Diğerleri 51
Lacan'a Giriş 93
Lacan'ın Avrupa Düşüncesindeki Yeri 1 17
Dilbilim ve Yapısal Antropoloji 1 49
Lacan'ın Psikanaliz Kuramına Toplu Bir Bakış 165
Doğa ve Kültür 20 3
Freud'a Liyakat 211
G İ R İ S N OTU
Ü ÇÜ N CÜ BASKIYA Ö NSÖZ

Ps i kanali z in ilk baskısı 1989 yılında


F
reud'dan Lacan'a '

yapılmakla beraber, kitaba temel teşkil eden çalışmalar çok


daha önce, seksenlerin başında yapılmıştı. Ancak 1996 yılında
yayımlanan ikinci baskıyı hazırlarken düşüncemde, özellikle de
psikanalitik kuramı epistemolojik olarak değerlendirmem
konusunda önemli değişiklikler oldugunu görmüştüm. Bu
nedenle de kitabın ilgili bölümlerini önemli ölçüde değiştirmiş­
tim. Şimdi, ikinci baskıdan sekiz yıl sonra elinizdeki bu üçüncü
baskıyı hazırlarken psikanalizle ilgili yargılarımın gene, ama bu
sefer çok köklü bir şekilde değiştiğini fark ediyorum. ôyle ki,
bir an için ikinci baskıdaki bazı bölümleri karşıma alıp kendi
düşünsel geçmişimle acımışız bir tanışmaya girişmek bile iste­
dim. Ama bugün daha çok önem verdiğim çalışmaları erteleme­
mi gerektiren böyle bir çaba, insanın zamanlı varlık olması
gerçeğiyle çelişiyor maalesef! Bu nedenle üçüncü baskıya özgün
bir felsefi tartışmayı dile getiren ulacan'ın Avrupa Düşüncesindeki
Yeri" adlı yeni bir bölüm ve bugün psikanalize nasıl baktığımı
açıkça dile getiren "Freud'a Liyakat" adlı bir sonsöz yazmakla
viii F R E U D ' D AN L A C AN ' A P S i K A NA L i Z

yetinmek zorunda kaldım. Kitabın diğer bölümlerini ise, okuru,


içimdeki düşünsel tartışmayı izlemeleri ve değerlendirmeleri
amacıyla, kendimi yaygın anlaşılış ve takdim ediliş biçimiyle
psikanalize en yakın hıssettiğim dönemimi temsil eden ikinci
baskıdaki hallerini hemen hemen hiç değiştirmeden, koruyarak
sunuyorum.
Gençliğinde yazmış olduğu bir kitap dolayısıyla insanın
kendi düşünsel geçmişini defalarca gözden geçirmesi tuhaf bir
duygu. O günlerde neyi, niçin düşündüğümü gayet iyi anlaya­
bilmeme rağmen, artık bunları nihai olarak aştığımı ve son
sekiz-on yıldaki okumalarım, çalışmalarım, klinik deneyimim
sayesinde yepyeni bir platforma ulaştığımı sanıyorum. Ancak
şimdilik bunlar o kadar önemli değil. Bence üçüncü baskı nede­
niyle kendimde karşılaştığım bir başka ve çok daha kişisel
tereddüt, altı çizilmeye daha fazla değer görünüyor. Çünkü pek
çok konuda müteşekkir olduğum ve kabul ederse pek çok
konuda hocam addettiğim değerli dostum Orhan Koçak'ın
bütün ısrarına rağmen, bu üçüncü baskıyı hiç :yaptırmamayı ve
bu kitabın artık unutulmaya terk edilmesini istediğirri zamanlar
bile oldu. Gerçi genel olarak psikanalizle ilişkim daima gel git­
lerle, şüphe, tereddüt ve ikna olma arasında yalpalamalarla,
yaklaşıp uzaklaşmalarla, daima belli bir gerilimi koruyarak
sürüp gitmişti. Ne bazı meslektaşlarım gibi psikanalizi benimse­
yip defteri kapatmış, belki başka açılardan ciddi bir mücadele
vermeme rağmen kuramsal açıdan kafam rahat bir şekilde yolu­
ma devam etmiştim, ne de bazıları gibi onu büsbütün bir safsa­
ta olarak damgalayıp bir kenara bırakmıştım. Mesela zamanında
psikanaliz eğitimimi fomıel kalıplar içinde sürdürme konusu
ciddi bir şekilde önüme geldiğinde de önemli bir tereddüt yaşa­
mıştım ve cam anlamıyla istekli olmamıştım. Sonuç itibariyle
muhtemelen psikanalizle bu gerilimli ilişkim nedeniyle psikana­
liz ve psikanalizden türeyen psikoterapiler konusuna her iki
cenahtan meslektaşlarımdan çok daha fazla çaba harcamak
zorunda kaldım sanının. Ama dikkatli okurların gözünden kaç­
mayacağı gibi, bu konudaki bütün çalışmalarım daima bir
ÜÇÜ N C Ü B A S KIYA ÖN S ÖZ ix

"acaba" sorusunu gündeme getirmiştir, içim hiçbir zaman tam


anlamıyla rahat olmamıştır. Kimi kez de kendimi ikna etmeye
çalışırcasına psikanalizi savunan epistemolojik yargılar geliştir­
meye çalışmıştım. Ama gene de beni bu kitabın üçüncü baskısı­
nı yapma konusunda tereddüde sevk eden ve hatta artık unu­
tulmasını istememe kadar varan bütün bunlardan daha derin
bir kaygının varlığını hissediyordum.
Belki psikanaliz karşısındaki gerilimli tavnmı bilimsel şüp­
heciliğin bir gereği olarak niteleyebilirdik. Ne de olsa bilimde
bir tarikat sadakatiyle kuramlara, geçmiş bilim adamlarına,
ustalara vs. bağlanılmaz, iman edilmez. Geçmiş bilim adanılan,
mirasını korumak zorunda oldugumuz "baba"lar ya da "anne"ler
degildir. Bilimde söylenen her söz, bir gün aşılmak için ve aşıl­
sın diye, yani bir aşama olarak söylenir. Zaten gayet net bir
kafası olan ve bilimin esasını gayet iyi kavramış bir bilim adamı
olarak Freud, son tahlilde kendi eserine geçici ve o gün için
yararlı bir çalışma varsayınu gözüyle bakmış, üstelik bütün
çalışmalarında da ısrarla kendisine iman edilmemesi konusunda
uyarmıştır okurlannı. Varsayımlannı açıkça dile getirmiş, eksik
kalan noktaları adına yakışır bir bilimsel dürüstlükle belirtmiş,
karşılaştığı sorunların geleceğin doğabilimleri tarafından çözü­
leceğini ummuştur. Ama gene de kendi kaygılarım konusunda
bilimsel şüpheciliğe istinat eden bu yanıt tatmin etmiyor beni.
Çünkü ben psikanalizle ilişkimden sadece bilimsel şüphecilik
gereği, mesela bir "genel görelilik kuramı"ndan veya "kuvantum
mekaniğinin Kopenhag yorumu"ndan şüphe ettiğim gibi şüphe
etmemiştim. Acaba psikanaliz konusunda niçin bilimsel vicda­
nım bir türlü tam huzur bulmuyordu?
Bu noktada bir yamı olarak psikanalizin herhangi bir kuram
olmayıp insan sağlığını ilgilendiriyor olması da yeterince tatmin
etmiyor beni. Çünkü hem mesleki pratiğimde psikanalitik
kuramlardan gerçekçi buldugum bir düzeyin üstünde asla
medet ummadım hem de genç meslektaşlarımı bu konuda
daima uyardım. Kaldı ki, bilimsel şüphecilik gereği bazı durum­
lar için daha gerçekçi bulduğum uygulamaları da daima eleştirel
x F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S İ K A N A LİZ

olarak düşündüm, hatta her zaman bütünüyle psikiyatrik kuru­


mu bile sorguladım kafamda, yazılarımda. Peki, o halde bu
üçüncü baskıyı yaptırma konusunda beni derin bir tereddüde
sevk eden neydi?
Kendimce bulabildığim tek yanll psikanalitik kuramın ken­
disinden kaynaklanmıyor; Freud'dan da ... Psikanalitik kuram
başlangıç için iyi bir çalışma varsayımıdır ve zaten kurucusu da
onu açıkça böyle koyar ortaya. O zaman kuramda sorun yok.
Doğru olabilir, yanlış olabilir veya daha gerçekçisi, her kuram
gibi belli sınırlar çerçevesinde belli bir doğruluk değeri taşıyabi­
lir. Gerçi bugün anık bu kuramı birçok bakımdan aşmamız
gerektiğini ve üstelik aşabileceğimizi de sanıyorum. Ama bu
mütevazı kitap Çe_rçevesinae şimdilik o kadar önemli değil bu
tanışma. Sarıırım benim açımdan psikanalizin aydın, yarı-aydm
ve hatta maalesef bazı meslektaşlarım tarafından yaygın algılanı­
şında ve takdim edilişinde ciddi bir sorun var. Galiba beni bu
yaygın algılanış ve takdim tarzı rahatsız ediyor. Tam bir gizem
bozucu, put kıncı olan Freud'un gizernlileştirihnesi, putlaştırıl­
ması, tarikatlaştırılması ve tam tersini yapmaya çalı�ırken benim
çalışmalarımın da bu yönde kullanıma açık olması endişesi beni
huzursuz ediyor.
Bu nedenle okurdan rica ediyorum; lütfen bu kitabı bilimsel
bir kuramı anlamaya çalışır gibi, yani her kuramın hak ettiği
şekilde eleştirelliğinizi koruyarak, uk�nızı kullanarak okuyun.
inanmayın; ölçün, değerlendirin, anlayın ve en önemlisi, çok
daha köklü dogabilimi alanlarından ögrendiklerinizle karşılaştıra­
rak okuyun. Çünkü sorunumuz bilim adamı Freud'a sadakat
değil, liyakattir.
Ağustos 2004
lstanbul
İ Kİ N C İ BAS KIYA Ö N SÖZ

B
eş yılı aşan bir aradan sonra yapılan b u ikinci baskıda bazı
bölümleri düzeltme ve kitabı destekleyip genişletme gereğini
duydum.
Kitabın birinci bölümünü ise tamamen değiştirdim. Bu bölüm­
de, ilk baskıda olduğu gibi eleştirel bir tavırla psikanalize yaklaş­
maya çalıştım, ama bu defa ona çok daha anlayışlı bir şekilde
bakmaya yöneldim. Aradan geçen yıllann, bugün "pozitivist" ola­
rak nitelemekte sakınca görmediğim kan yönlerimi törpülemiş
olduğunu fark etmek. yıllarca "epistemoloji mi, ontoloji mi?" tar­
tışması yaptığımız dostlarımı sevindireceğini umduğum kadar
sevindirdi beni de.
Geniş ölçüde Lacan'a yönelmiş bu kitapta, onunla ilgili
bölümlerde önemli bir değişiklik yapmaya yönelmedim. Çünkü
ilk olarak bu kitap, "Birinci Baskıya Önsöz"de belirttiğim gibi,
Lacan'a giriş bakımından mütevazı bir denemedir, bunu daha
fazla zorlamanın gereği yok diye düşünüyorum.
ikincisi, her ne kadar bazı çevrelerde Lacan'cı bir psikanalist
olarak tanınıyorsam da, mesleki pratiğimde Lacan'a pek az yer
veren bir psikiyatrım. Bu saplama Lacan'ı önemsemediğim anla-
xii F R E U D ' D A N L A C A N 'A P S i K A N A L İ Z

mına gelmiyor tabü. Ancak özellikle "Benlik Psikolojisi"ni psiko­


terapi pratiği açısından da, insanın "iç dünyasını" kavramak
bakımından da, hatta felsefi açılımlar yönünden de kendime çok
daha yakın buluyorum. Böylece Lacan ile ilgili daha aynntılı çalış­
maları ilgilenenlere bırakarak, sadece bir giriş denemesinden
ibaret olan bu kitabı bazı destekler, genişletmeler, düzeltmelerle
yeniden sunuyorum. Umanm yaran olur.
Mart 1995
Tstanbul
B İ R İ NCİ BAS KIYA Ö NSÖZ

B
u kitap aslında henüz psikiyatri asistanı oldugum yıllarda
Lacan üzerine hazırladığım seminerlerin bir ürünü. Sanırım
1983 yılında, o sıralarda baş asistan olan dostum Doç. Dr. Olcay
Yazıo, asistanlar, psikologlar ve tıp öğrencilerinden oluşan bir
grupla detaylı bir psikiyatri okuması başlatmak istemişti. Bu
amaçla bazı çalışma alt grupları oluşturularak iş bölümüne gidil­
di. Bu çerçevede ben ve arkadaşım Dr. Talat Parman, L'lcan konu­
sunu üstlendik.
Ancak bu güzel ve verimli çalışma kürsü-içi bazı sorunlar nede­
niyle kesintiye uğrama tehlikesiyle karşılaşınca, aktivitemizi dışarı­
da. evlerde toplanarak sürdürmeyi kararlaştırdık. Sürecin böyle bir
yola gim1esi bence olumlu iki sonucu da beraberinde getirdi. ilk
olarak, grubumuz fakülte dışından sosyologlar, psikologlar; felsefe,
ikıisat öğrencilerinin katılımıyla zenginleşti. lkinci olarak da, söz
konusu seminerler fiilen Lacan üzerine seminerler halini aldı ve bir
kış boyunca hemen her hafta aralıksız devam etti.
lşte bu kitap doktorlar, psikologlar, sosyologlar ve üniversite
ögrencilerinden oluşan söz konusu grupta anlatılanların bir öze­
tini içeriyor.
xiv F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L i Z

Şunu hemen kaydetmek isterim ki, Lacan'a olan ilgim mesleki


kaygılardan ziyade Althusser okumamdan, Althusser'in Lacan'a
göndermeleri olan kuramını geliştirme egilimimden kaynaklanı­
yordu. Nitekim bu yolda birkaç yazım da yayımlandı. Lacan'ı bir
amaçtan çok bir araç olarak görmem nedeniyle de doğnıdan
Lacan kuramını nasıl yorumladığımı anlatan bir yazı yazmayı
düşünmemiştim. Ancak aradan geçen yıllar olaya daha soğukkan­
lı yaklaşmamı sağladı. Lacan üzerine sadece Türkiye'de degil,
dünyada bile pek az inceleme olduğunu göz önüne alarak, pek
çok hata ve yanlış anlamayı içermesi muhtemel bu kitabı kaleme
alma cesaretini buldum. Sanırım Lacan'ı pek çok kişi için muam­
ma haline getiren sayısız engeli aşmak bakımından pek güvenilir
olmasa bile, yirfe. de bir başlangıç noktası görevini yerine getire­
cek ufak bir., çalışma çıktı onaya. Kitapta sadece bir Lacan özet­
yorumu vertnek yerine, onu psikanaliz geleneği çerçevesine yer­
leştirmeye de çalıştım. Ancak kitabın ilk bakışta iddialı görünen
bu yapısına rağmen, ben hiç de iddialı değilim: Sonuç olar"!_k bu
çalışmanın ilgilenenler için orta halli sayılabilecek bir deneme
olduğunu düşünüyorum, o kadar.
"Ônsöz"ün son satırlarını, bu kitabın hazırlanmasına temel
teşkil eden çalışmaları birlikte yaptığımız, ancak sonra ne yazık ki
elimizde olmayan nedenlerle ayn düştüğümüz ve bu nedenle de
kitabın yazarlarından biri olma şerefini çoktan hak etmiş olması­
na ragmen, sadece bir vefa borcu çerçevesinde adını anmakla
yetinmek zorunda kaldığım arkadaşım Dr. Talat Parman'a teşek­
kür etmeye ayırmayı, yerine getirilmesi zonınlu, ancak hiçbir
şekilde yeterli olamayacak bir ödev gibi görüyoıum.
Haziran 1988
Diyarbakır
1.

D Ü N VE B U G Ü N PS İ KANALİZ *

P
sikanaliz. psikiyatride hiçbir zaman temel teori, "paradigma"
düzeyine ulaşamadı. Aslında psikiyatrinin hiçbir zaman
Kuhn anlamında bir "paradigma"sı da olmadı. Ama doğrusu bir
aralar psikanalizin saygınlığı artmış, psikiyatrlann gözünde etkin­
liği, egemenliği dünyanın hemen her yerinde hissedilir bir düzeye
ulaşmıştı. Bugün artık psikanalizin o altın dönemi de hemen
tamamıyla tükendi.
Psikiyatrlann önemli bir bölümünün -en güçlü oldugu gün­
lerde bile- daima psikanalize biraz şüphe ile bakmış olması, üze­
rinde dikkatle düşünülmesi gereken bir konu. Psikiyatride bir
dönemin "tutuculugunu" simgeleyen "organik" bakış açısını savu­
nanlann şu sıralardaki biraz abamh gururunu da anlayışla karş1-
lamak gerek. Kabul etmek gerekir ki, zaman "turuculugu" haklı
çıkardı ve ne de olsa fikir tarihinde zamanın "tutuculugu" haklı
çıkarması pek az görülen bir durumdur.

* Psikanalize bakışımda meydana gelen değişikliği özetlemek için ilk


baskının ve ikinci baskının birinci bölümlenni karşılaştırmanıza sunu­
yorum. Bu ve izleyen bölümde -aynı kaynaklara istinat etmekle beraber­
yaklaşun tamamen değişmiştir.
2 F R E U D ' DA N LACA N ' A P S i KA N A L i Z

Burada psikanalizin uğradığı yenilginin nedenleri üzerin­


de duralım. Açıktır ki., bu yenilginin önemli bir tek nedeni
vardır: Biyoloji, fizyoloji ve farmakoloji gibi temel tıp disip­
linlerine dayanan organik psikiyatri çalışmalarının son yıllar­
da gösterdiği olağanüstü atılım.
Yani psikanaliz, rakip görüş açısını destekler gibi yorum­
lanan önemli deneysel veriler karşısında yetersiz kalmıştır.
Çünkü psikanaliz teorisi Freud'un zannettiğinin tersine, bu
tipte organik verilerle uzlaşmaya elverişli kavramsal aygman
yoksun gibi durmaktadır. Bugün elbette hala psıkanalizi psi­
kiyatrik yaklaşımın temeli olarak kabul eden odaklar vardır.
Ama kanımca amk psikiyatride, en azından "ortodoks" anla­
mıyla psikanı!li_zi savunmak uyeni tutuculuk"tan başka bir
şey değildir.
Organik görüş açısını temel alan çalışmaların da dikensiz
gül bahçesi olduğunu söylemiyorum. Bu alanda da pek çok
metodolojik, teorik ve bence en önemlisi, epistemolojik_ güç­
lükler mevcuttur. Ancak bu sorunları başka bir çalışmada ele
almayı düşünüyorum. Şimdi burada başka bir noktayı taruş­
mayı gerekli görüyorum. Psikanaliz, neden güçlü olduğu
dönemde, yani organik verilerin böylesine güçlü bir karşıt
kanıt oluşturmadığı, her şeyin psikanaliz için yolunda gittiği
dönemde dahi psikiyatrinin temel teorisi olamadı? Psikanaliz
neden bütün psikiyatrların üzerinde anlaştığı temel bir hare­
ket noktası, bir "paradigma" haline gelemedi?
Bu soruya yanıt olarak tutucuların "dar kafalılığı" sebep
gösterilebilir. Denebilir ki, psikiyatrlar klasik tıp eğitiminden
geçmiş kişilerdir, dolayısıyla psikanaliz gibi eğilimlerinin
temeline ters gelen bir teori ve tedavi tekniğini geniş bir kitle
halinde benimsemeleri zaten beklenemezdi. Belli bir haklılık
payı taşıdığını kabul etsek bile, psikanalizin bir psikiyatrik
paradigma olamayışını sadece bu yanıtla açıklamaya çalış­
mak hem fazlaca kolaya kaçmak hem de tamamen yanlış bir
çizgiyi savunmak anlamına geliyor bence. Klasik eğitimlerini
Newton fiziği çerçevesinde görmüş fizikçilerin, "mutlak uzay
ÜÇÜNCÜ BASKIYA Ö NS Ö Z 3

ve zaman" kavramının karşısında Einstein'ın "bağıl uzay­


zaman süreklisi" kavramını anlamalan ve başlangıçta göster­
dikleri bütün dirence rağmen benimsemeleri, eminim, klasik
tıp eğitimi almış psikiyatrların psikanalizi benimsemelerin­
den çok daha zorlu bir düşünsel yenilenme sürecini gerektir­
miştir. Kaldı ki, psikanalize en büyük katkıda bulunan teo­
risyenler hemen daima psikiyatrlar olmuştur.
Psikanalizin karşılaştığı direncin herhangi bir teorinin
karşılaşabileceği dirençten daha büyük olduğunu düşünmek
için hiçbir sebep olmadığına göre, bence söz konusu noktayı
daha çok bizzat psikanalizin yapısında, teorisinde ve prati­
ğinde aramak gerek. Hem psikanaliz, analistlerin, neredeyse
ilk Hıristiyanların çektiği çilelere maruz kaldıklannı iddia
eden kendi yazdıkları kendi tarihleri hilafına klasik psikiyat­
riden oldukça anlayışlı yaklaşımlara da "maruz" kalmıştır.
Ama Freud'dan beri analistler neredeyse Yahudiliği andıran
"kapalı" ve persecute• bir topluluk kurmayı yeğlediler.
Sözgelimi Eugen Bleuler ve Theodore Floumoy gibi klasik
psikiyatri devleri psikanalizi tartışmaya, hatta benimsemeye
eğilimliydiler. Öte yandan hocamız Dr. Metin Özek'in, asis­
tanı olduğu büyük psikiyatr Emst Kretschmer hakkında
naklettiği "psikanaliz" düşmanlığına rağmen, hemen bütün
asistanlarının "hoca"dan "gizli" (?) psikanaliz eğitimine
yönelmeleri de ilginç bir konu. Yani kısaca, psikanaliz en
azından bir dönemin tüm genç kuşak psikiyatrları tarafından
ilgiyle karşılanıyordu. Buna rağmen psikanaliz bazı ulusal ve
uluslararası derneklerde, yine "dava"ya inanmış, bu dernek­
ler tarafından yetiştirilmiş üyelerden oluşan küçük ve kapalı
gruplarla sınırlı kalmayı yeğledi ve psikanaliz deneyimleri
üzerine "bilimsel" tartışmaların esas itibariyle dışına taşma­
masına özen gösterildi.
jean Piaget bu tutumu aynı prensipleri benimsemiş kapalı bir
grupta, tekrar tekrar başlangıçta aşılan problemlere dönmeden,

� Persecuıe: Çevrenin kendisine yönelik saldırganlık ve düşmanlık duygu­


lan beslediği hezeyanını taşıyan.
4 F R E U D ' DA N LACAN'A P S i KA N A L i Z

daha hızlı bir ilerlemenin mümkün olabileceğini söyleyerek


mazur göstermeye çalışır.! Ama bilimsel bir disiplin "tarikat"
zihniyeti ile kurulamaz.
Psikanaliz "tarikatçılıgı" bana, geometrinin bilim öncesi­
ni, yani Eukleides öncesi geometriyi hatırlatıyor. Eski
Yunan'da "geometri," başlangıçta gizli ve mistik bir yön taşı­
yan okullarda geliştirildi. Bunların en önemlilerinden biri de
Pythagoras'ın Kroton'da kurduğu okuldu (M.Ô. 572). Bu
okulun bahtsızlığı şu ki, bugün bize Pythagoras adından
kalan ve hala bu adla anılan teorem, o günkü geometrinin
"nokta" kavramıyla düşünülünce, açık bir paradoks ortaya
çıkıyordu. Metapontionlu Hippasos bu mistik okulda söz
konusu paradDksu açıklayınca analık karıştı. Hippasos okul­
dan kovuldu ve bir deniz kazasında ölmek suretiyle de
Tanrılar tarafından cezalandınldı. 2
Tannlar bu işe ne derse desin, Hippasos sayesinde Pythagoras
geometrisinin kavranılan yeniden gözden geçirildi, tartışıldı.
Sonuçta iki bin yıl rakipsiz kalan bilimsel geometri, Eukfeides
geometrisi doğdu.
Bilim herkese açıktır ve açıklık bilimin varlık koşuludur;
yoksa "kerameti kendinden menkul şeyh" zihniyeti ile bilim
yapılamaz. Nitekim psikanaliz de daha Freud zamanında bile
fireler vermeye başlamış, bazı Hippasoslar kendini kapının
dışında bulmuşlardır (neyse ki Tanrılar bu konuda daha
insaflı davranmıştır).
Demek ki psikanalizin psikiyatri içinde "paradigma" ola­
mayışı klasik eğitimli psikiyatrların tutuculuğuna bağlanabi­
leceği gibi, psikanalizin bilimsel açıklık yerine kapalı bir
örgütlenme seçmiş olmasına da bağlanabilir. Ama bu ikinci
yanıt da ilki kadar geçersiz görünüyor bana. Çünkü gerçi
analist olmak adeta bir "tarikat" üyesi olmak gibi ritüellere
bağlanmış ise de, psikanaliz teorisi herkesin ulaşacağı kitap-

1 jean Piaget, Ep istemologie des Sciences de l'Homme, Gallimard, 1972.

2 Lucien Godeaux, Çeşitli Geometriler, çev. F. Şemin, Türk Matematik


Demegi Yayınlan. 1965.
ÜÇÜ N C Ü B A S K I YA Ö N S Ö Z 5

!arda yazılmış çizilmiştir. Hana itiraf etmek gerekir ki, ana­


listler, bilimsel bir teorinin savunucularından sarf etmeleri
beklenenden çok daha büyük bir gayret ile teorilerini geniş
halk kitlelerine anlatmaya çalışmışlardır. Zaten psikiyatrların
önemli bir bölümünü psikanalize karşı cephe almaya yönel­
ten de, psikanalizin bir tedavi tekniği olarak klinik başarısı
ya da başarısızlığı değil (çünkü o dönemde psikiyatride kli­
nik başarı söz konusu bile olmadığından, psikanaliz bir
umut ışığı gıbi de görülebilirdi), psikanalizi teori olarak tat­
min edici bulmamalarıdır.
Bütün dönemlerde psikanalize cephe alan bütün psiki­
yatrların, bilinçli epistemolojik incelemeler neticesinde böyle
bir noktaya ulaştıklarını savunmak elbette gerçeklere uymaz.
Tam tersine, psikanaliz pek çok psikiyatrın sağduyusuna
"uçuk", "havada," mantıksız geldiği için, yani bilinçli bir
epistemolojik eleştirinin sonucu olarak değil de, sadece sez­
giye dayanan gerekçelerle psikanalize cephe alınmıştır. Ama
pek <;ok psikiyatrın sezgi ile yakaladığı şeyler, ciddi episte­
molojik bir tartışmanın sonucunda ulaşılan neticeler de ola­
bilir. Sözgelimi Kari Popper böyle bir sonuca ulaşmakta­
dır. 3,4 Yeri gelmişken bu tanışmayı bir Popper yorumu ışı­
ğında özetlemekte yarar var. Bilimsel teorilerin içerdiği
önermelerin doğrudan doğruya deneyle test edilemeyeceği
kabul edilir. Çünkü bunlar evrensel önermelerdir, oysa
deney, tanımı gereği tekilin bilgisini verir. Bu durumda, teo­
rinin içerdiği teorik önermelerin, bazı ara önermeler aracılı­
ğıyla belli bir "deneysel öndeyi" önermesine mantık yoluyla
bağlandığım ve bu "deneysel öndeyi" önermesi sayesinde
deneysel olarak dolayısıyla test edilebildiğini kabul etmek
gerekiyor.
Popper·a göre teorik önermeler deney yoluyla ancak "yan-

3 Bryan Magee. Kari Poppcr'ııı Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı, çev.


Mete Tunçay, Şahin Alpay, Remzi Kitabevi, 1982.

4 Kari Popper, Conjectures and Refuıaıions. Rouıledge and Kegan Paul,


1963.
6 F R E U D ' D A N LACA N 'A P S i KA N A L İ Z

lışlanabilir", ama asla dogrulanamaz. Şimdi sanırım bu anla­


yışın çok basit bir mantıki dayanağı var. Sözgelimi, en çok
bilinen mantık çıkarımı olan şu örneği göz önüne alalım:

1- "Bütün insanlar ölümlüdür."


ll- "Sohrates de insandır."
Ill- "O halde Sohrates de ölümlüdür."
Şimdi buradaki 1 önermesi, evrensel olduğu için doğru­
dan deneylenemeyen teorik önerme olsun. il önermesi ampi­
rik olarak doğruluğunu bildiğimiz, IIl ise dolayımı sayesinde
!'in dogruluğunu deneysel olarak sınayacağımız "deneysel
öndeyi" önermesi olsun. Şimdi Ill "deneysel öndeyi" önerme­
sinin deneysel"a_!llamda doğru olduğunu saptadığımızı varsa­
yalım; acab? bu sonuç 1 teorik önerınesinin de deneysel ola­
rak doğru blduğu anlamında yorumlanabilir mi?
Hayır. Açıkça görmek için şöyle bir çıkarımı göz önüne
alalım:

1- "Bütün ölümlüler insandır." (teorik önerme).


II- "Sohrates de ölüm lüdür." (deneysel ara önerme)
lll- "O halde Sollrates de insandır." (deneysel öndeyi)

Şimdi burada akıl yürütme tam anlamıyl:ı mantık kuralla-


rına uygundur. il deneysel ara önermesi ve llI deneysel
öndeyi önermesi de deneysel anlamda doğru olmakla birlik­
te, bütün bunlar l teorik önermesinin deneysel anlamda
doğru olmasını gerektirmemektedir (çünkü insanlardan
başka canlıların da ölümlü olduğunu biliyoruz). O halde
"deneysel öndeyi" önermelerinin deneysel anlamda doğru
olması. bu önem1elerin mantık yoluyla elde edildiği teorik
önermelerin deneysel anlamda doğruluğuna deneysel bir
kanıt teşkil etmez. Yani teoriler deney yoluyla doğrulanamaz,
ancak yanlışlanabilir. Biz teorileri deney yoluyla yanlışlayana
kadar doğru kabul ederiz, o kadar.
D Ü N V E B U G Ü N PSİKA N A L i Z 7

Popper'ın "yanlışlanabilirlik" ilkesi şöyle de yorumlanabilir


gibi görünüyor: Yanlışlanamayan önermeler aslında olgusal
anlamda bilgi vermez. Yani bir önermenin deneysel olarak yan­
lışlanabilir olması, onun olgusal bilgi vermesinin koşuludur. Bir
örnekte görelim: "Bugün haftanın günlerinden biridir" önermesi,
daima dogru bir önermedir, yani koşullar ne olursa olsun
(bugün hangi gün olursa olsun) doğrudur bu önerme. Ancak
biz bu kesin "doğru" önerme sayesinde olgusal anlamda neyi
öğrenmiş oluruz? Açıkça hiçbir şeyi... Eğer önermemiz mantı­
ken mümkün ihtimalleri daraltsaydı, yani mesela "Bugün hafta
sonudur" gibi bir önermemiz olsaydı, açıktır ki, bu önerme
mantık ihtimallerini daralttığına göre, mantık açısından yanlış
olması muhtemel (yanlışlanabilir) bir önerme olurdu, ama biz
bu önerme sayesinde olgusal anlamda bir bilgiye sahip olurduk.
Eğer önermemiz "Bugün pazardır" olsaydı, bu durumda yanlış
olması ihtimali göz önüne alınan durum açısından en yüksek,
fakat verdiği bilgi miktarı da en yüksek bir önermemiz olurdu
(bu söylediklerimizi matematik enformasyon ve antropi teorisi­
nin formülleri ile ifade etmek bile mümkündür).
Şimdi bütün yanlışlanamaz önermelerin, "Bugün hafca11111
günlerinden biridir" önem1esinde olduğu gibi, mantıken kesin
doğru (analitik) olduğunu da düşünmemek gerek. Çünkü bu
durumda, Popper'a göre psikanalizin de kesin bir doğru, adeta
bir matematik olduğu iddia edilmiş olurdu ki, bu Popper'a
tamamen ters bir yorumdur. Çünkü Popper'a göre psikanaliz
"yanlışlanamaz" bir teori olmakla birlikte, bu "yanlışlanamazlık"
ınamıki kesinliğe dayanmaz, psikanalizin bir metafizik olmasına
dayanır.
Demek ki Popper'a göre bazı önermelerin mantıken kesin
doğru olmamakla birlikte (yani semetik olmakla birlikte) yine
de yanlışlanamaz olduğunu kabul etmek durumundayız, işte
sanının Popper'ın metafizik olarak yorumladığı teoriler bu tipte
önermeleri içerirler.
8 F R E U D ' DAN LACAN'A P S i KANALiZ

Şimdi Russel'den ilham alarak şöyle bir önerme ileri süre­


lim: "Bütün evren, mm astronomi k verileri, jeolojik, arheolojik,
vs. verileri, canlıların lıafızalan, vs. ile birlikte, sanki milyon­
larca yıldır varmış gibi, beş dakika önce yaratıldı." Bu önerme
mantıken kesin dogru (analitik) degildir (çünkü bu önerme­
nin aksini iddia eden önermeler de, mesela aynı koşulların bir
saat, iki saat, vs. önce yerine geldigini bildiren önermeler de
mantıken mümkündür). Ancak bu önerme mantıken kesin
doğru olmamakla -yani sentetik olmakla- birlikte, yine de
önermenin yanlış olduğu ispaclanamaz. Çünkü onu yanlışla­
mak için gösterecegimiz her türlü olguya karşı baştan bağışık­
lığı vardır bu ö'"�ermenin� Şimdi bu önerme, sentetik olmakla
birlikte olgıJsal anlamda bilgi vermemektedir. Çünkü bu öner­
me yanlış ölsaydı olgu düzeyinde neyin farklı olması gerekti­
ğini bilmiyoruz. Bu önerme olgular üzerine bilgimize bir şey
katmış olmuyor. lşte sanırım Popper bu tipte önermeleri meta­
fizik olarak yorumluyor. Söz konusu tipte öilermeleri içeren
"teoriler" (?) adeta doğayı bilmeksizin açıklamaya Ç alışan ilkel
kabilelerin, antik çağm, dinlerın masalları gibidir. Aynı ger­
çekliği açıklamak için pek çok masal anlatabilirsiniz. Bu
masallar ilk bakışta bilgi verir gibi dursa da, olgular hakkında­
ki bilgimize hiçbir şey katmazlar.
Bu nedenlerle, Popper'a göre bilimsel teorilerin yanlışlana­
bilir, yani gerçeklik hakkında olgusal anlamda bilgi veren,
yani yanlış olması durumunda olgu düzeyinde neyin farklı
olması gerektiğini bilmemizi sağlayan teoriler olmaları gerekir.
Popper'a göre bilimsel metodoloji de teorileri doğrulayan
olguları değil. teoriyi yanlışlaması muhtemel olguları almalı­
dır. Böylece teori her deney ile test edilmeli, yanlışlamaya
açılmalıdır. Yoksa bilim adamları sadece teorilerine uyan olgu­
ları göz önüne alır, diğer olgularda gözlerini kapatırlarsa yine
metafizik yapılmış olur (Popper'a göre sadece analistler değil,
Marksistler de metodoloji düzeyinde bunu yapmaktadır).
DÜN VE BUGÜN PSi KANALiZ 9

lşte bu epistemolojik çerçevede, Popper'a göre psikanaliz,


metafizik bir masaldan ibarettir. Analistler bütün klinik olgulan
kendi teorileri çerçevesinde öyle yorumlarlar ki, sonunda olgu­
nun teoriye uymaması diye bir şey söz konusu olamaz. Teorinin
yapısı yanlışlanmaya kapalıdır. lçerdiği çok sayıda, yer yer çelişik
varsayımlar bütün karşıt olgu imkanlannı ortadan kaldım. Eğer
kazara teoriye mevcut varsayımlar çerçevesinde uymayan bir olgu
ile karşılaşırlarsa, analistler hemen gerekli varsayımı teoriye ilave
ediverirler. Böylece hastalanın birtakım kötü ruhların, cinlerin
etkisinde kaldığına inandmp sonra bu ruhları, cinleri kovan ilkel
büyücüler gibi, analistler de önce hastalığı açıklayan bir masal
anlatırlar, sonra da hastalığı "kovarlar." Psikanaliz çağdaş bir
masal, analistler de çağdaş büyücülerdir.
llginç nokta şu ki, böyle bir eleştiriden yeni bir psikoterapi
teori ve tekniği bile çıkanlabilir. Gerçekten de bazı masallarla
(mesela Perili Köşk) çocuktan ve ilkelleri korkutmanın mümkün
olduğunu herkes bilir. Tam tersine, bazı masallarla çocuklann
korkulan yatıştınlabilir. lşte, belki de psikoterapi, büyükler için
masallardan ibarettir. Bu masalın bir kısmını hastalar anlatır, boş­
lukları da psikoterapist dolduruverir.
Popper'a dayanan Eliot Slater5 ilginç bir örnek veriyor: Aynı
rüya ya da psikopatolojik durum, Freud, Adler ve jung açısından
tamamen farklı bir şekilde yorumlanabilir ve bunlardan hangisi­
nin yanlış olduğunu bilmek için elimizde hiçbir deneysel ölçüt de
yoktur. Bu "teoriler" anlamsız bir gerçekliğe anlam veren masal­
lardan başka bir şey değildir. Nasıl dünyanın yaradılışını "açıkla­
yan" (?) değişik masallardan hangisinin doğru olduğunu araştır­
mak söz konusu bile değilse, bu tipte teoriler de deneysel araştır­
maya kapalıdır. Eğer bu deneye kapalılık, mesela matematikler­
deki gibi bir kapalılık olsaydı, sorun yoktu. Ama söz konusu
teoriler gerçeklik hakkında olgusal bilgi verdikleri iddiasınday-

5 Eliot Slater, "The Psychiatrist in Search ofa Science lll", British ]our­
nal of Psychiatry, Mart 1975, sayı 1 26.
10 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S İ K A N A L İZ

ken, -biz bunların yanlış olması halinde olgu düzeyinde neyin


farklı olacagını bilmediğimize göre- bunlar iddialarının tersine,
olgusal bilgi vermezler. Söz konusu teorileri metafizik kılan da
işte bu özellikleridir.
Şimdi psikiyatrlann psikanaliz karşısındaki güvensiz tavırlaıı­
nı bu tipte epistemolojik çözümlemelere bağlamak şüphesiz faz­
laca iddialı bir tutum olurdu. Nitekim psikiyatrlar, zaman zaman
disiplinlerine epistemolojik kaygılarla yaklaşmak gereğini duy­
muşlar ise de, bu kaygılardan hareket eden çalışmaların sayısı
oldukça sınırl ıdır. Fakat psikiyatrların psikanaliz karşısındaki
güvensizlikleri, pekala bazı episremolojik sezgilere bağlanabilir.
Psikiyatrlar fiz�. kimya;'biyoloji gibi doğa bilimlerine dayanan
tıp eğitiminden geçmiş kişilerdir. Şimdi bu çerçevede psikiyatrla­
rın psikanalizde bir şeylerin ters gittiğini sezmeleri kolay anlaşılır
bir durum gibi duruyor. Belki bu sezgilerinin adını her zaman
açık bir epistemolojik çerçeve içine koyamamışlardır, ama -psika­
nalize de daima biraz kaygıyla yaklaşmışlardır. işte sanının psi­
•.

kanalizin psikiyatri içinde hiçbir zaman bir "paradigma"· düzeyine


yerleşememiş olması, böylesi epistemolojik sezgilere ve kaygılara
bağlanabilir.
Burada bir parantez açıp, psikanalize yaklaşırken göz önüne
alınacak tek epistemolojik çerçevenin Popper'ınki olmadığını
kaydetmek gerek. Nitekim mesela Althusser açısından psikanaliz
bilimsel bir teoridir. Burada Popper'ı ele almamızın nedeni hem
psikanalize getirdiği eleştirileri hatırlamak hem de psikiyatrların
sezgilerine denk düşen bir epistemolojik çerçeve vem1ektir.
Yoksa psikanalizin epistemolojik taruşmasını Popper ile kapan­
mış bir süreç olarak görmüyornm.
Burada Popper epistemolojisini tartışmak yerine, Popper'a
karşı, psikanaliz lehine görülebilecek birkaç basil noktayı dile
getirmek istiyorum. Sözgelimi Popper. psikanalitik teorilere
güvensizliğini pekiştiren şöyle bir anı nakleder: 1919 yılında
Popper, Alfred Adler ile yapugı bir görüşmede, kendisine pek de
D Ü N VE B U G Ü N P S i K A N A L i Z il

Adler'in kuramına uymazmış gibi görünen bir hastadan söz eder.


Adler de vakayı kendi "aşağılık karmaşası" leorisi ile yorumlar ve
açıklar. Bunun üzerine Popper, Adler'e sonuçlan nasıl böylesine
emin olabildiğini sorar. Adler, "Daha öncehi bin deneyimim saye­
sinde," der. Popper de dayanamaz, "Bu yeni vaka ile deneyiminiz
bin bir oldu herhalde," diye karşılık verir. Kısaca Popper'a göre
Adler, sürekli olarak olgulan kendi teorisini doğrulayacak şekilde
yorumlamakta, yanlışlama yollannı tıkamaktadır. Ama bir an için
Popper'ın Adler ile değil de, bir çocuk doktoruyla konuştuğunu
ve ona başlangıçta ateş, bulantı, ishal, halsizlikle kendini belli

eden, giderek ateşin düşmesini izleyen dönemde halsizlik, gözler­


de ve derinin renginde sararma, dışkının renginin açılması ile
seyreden şikayetleri olan bir hastadan söz ettiğini düşünelim.
Doklar, söz konusu hastanın hepalili (karaciğer iltihabı) olduğu­
nu, hastalığa da gözle görülmeyen virüslerin karaciğeri tutması­
nın neden olduğunu, hastalığın muhtemel seyrini, vs. duraksa­
madan söyleyecektir. Eğer Popper doktora "Nasıl bu lwdar hen­
dinizdeıı em insi niz ?" diye sorarsa, doktor, "Daha önce bin tane
benzer vaha ile karşılaştım," diyebilir. Ama o zaman Popper, bu
vaka ile doktorun deneyiminin bin biri bulduğunu mu düşünür­
dü? Anladığım kadanyla Popper, hekimlik pratiği ile bilimsel
metodolojiyi kanştırmaktadır. Hekimlikte, daha önceki deneyim­
lerimizi, hatta binlerce yıldır hastalarla ilgilenmiş eski hekimlerin
deneyimlerini bir tarafa atarak her vakayı sanki ilk tıbbi deneyim
gibi ele alsaydık, dahası, bildiklerimizi sürekli yanlışlamaya çalış­
saydık, bu meslek icra edilemez bir hal alırdı. Hekimlikte daha
önceki deneyimlerimizden elde euiğimiz sonuçlara güvenmek
genellikle en emin yoldur. Popper'ın hatası, bilim adamı Adler ile
hekim Adler'i kanşnrmasıdır ve muhtemelen psikanaliz pratiğini.
yargılarken de benzeri hatalara düşmekledir.
Yukarıda Slater'den aktardığımız aynı rüyanın, psikopatolojik
durumun Freud, Adler, jung açısından lamamen farklı yoruınla­
nabilip de bunlardan hangisinin yanlış olduğunu deneysel olarak
12 F R E U D' D A N L A C A N ' A P SiKA N A L i Z

ayırt etmeye elverişli hiçbir deneysel ipucunun olmaması duru­


muna gelince: jung\m bu konuya ışık tutabilecek çok ilginç bir
çalışması vardır.6 jung, Freud'la analitik yöntemleri arasındaki
farklılığı açıklamak için l 916'da bir çalışma yayımlar. Bu çalışma­
sında jung, bir rüyayı önce Freud'cu yöntemle, sonra da kendi
yöntemiyle ele alır. Sonuç itibariyle Freud ve jung arasında bir
karşıtlık söz konusu değildir. jung'a göre Freud, rüyanın nedeni­
ni, neden şu ya da bu rüya değil de belli bir rüya görüldüğünü
anlamaya çalışırken, kendisi rüyanın amacını, hastanın dünyasına
ne kattığını araştırır. Yani sadece bakış açılan farklıdır. lşte, söz
konusu rüya:
Kelt kökeni� genç lfü Fransız kadın, rüyasında, toprağa
gömülmüş:,eski bir kılıcın topraktan çıkanldığını görür. Bu eski
bir Kelt kılıcıdır; süslü, tam sanat eseri bir kılıç. Kılıcı topraktan
çıkaran tanımadığı bir adam, onu genç Fransız kadına hediye
eder.
jung'un bu rüya üzeıine uyguladığı Freud'cu serbest çağnşım
şu sonuçlan verir: Fransız kadın kaybettiği babasınln askeri kılı­
cını anımsar, bu kılıcı küçük bir kızken babası ona gösterdiğinde,
güneşte parlayan kılıç karştsında duyduğu heyecanı anlatır.
Babası enerjik, erkeksi özellikleri ön planda, yiğit, gözü kara bir
adamdır. Cesur olduklan söylenen Kelt kökenlerine bağlıdır.
Freud'cu analiz şöyle özetlenebilir: Hasta, babası karşısında
ambivalan bir tutum içindedir. Bir yandan ona hayran, hatta ona
erotik fantezilerle bağlı iken, öte yandan da babasının saldırgan
tavırlarından acı çeken annesi ile özdeşleşmektedir (bu özdeşleş­
meden dolayı da erkeksi özellikleri ön planda erkeklerden kaç­
makta, daha çok kadınsı, zayıf, nevrotik erkeklerle ilgilenmekte,
ancak bu ilişkilerine de pek değer vermemektedir. Zaten analiz
süresince de erkek analist karşısında şiddetli dirençler geliştirmiş­
tir). Rüyası, babasının fallusuna sahip olma arzusunu dile getir-

6 G. Morf. La psydıotlınapi de Cari Gı.ıstav ]ııng. Encyclopedie Medico­


Chinırgicale. 378 14 AlO. 1976.
D Ü N VE B U G Ü N P S i K A N A L i Z 13

mektedir. Rüyada kılıcı almakla bu çocuksu arzusu sannsal bir


şekilde tatmin edilmiştir.
Aynı rüyanın jung tarafından yapılan, kendi teorisine uygun
yorumu ise şöyle özetlenebilir: Hasta, babasının silahını almakla
onun enerjisine, karar verme gücüne, sorunların üzerine gitme­
deki yeteneğine, kendinden daha emin olmaya duyduğu ihtiya­
cı dile getirmiştir. Bir bölümüyle mirasçısı olduğu bu silah,
potansiyel halinde bilinçdışında mevcuttur. Onu topraktan,
gizli olduğu derinlikten çıkaran analizdir. Hasta böylece babası­
na daha çok benzeyecek, şimdiye kadar kullanmadığı gizli sila­
hını kullanacakur. Yaşamını eski atalarından kalma değerler
üzerine inşa edecek. daha güçlü ve kararlı olacaktır. Onu nevro­
tik kılan korkular, kaçınmalar, boyun eğmeler bu yol ile son
bulacaktır.
Şimdi bu iki analiz arasındaki fark nedir? llki rüyanın görül­
mesini sağlayan bilinçdışı nedenleri araştırırken, diğeri bu rüya­
nın hastanın yaşamına nasıl bir yön verdigini incelemektedir.
jung'a göre Freud'cu analiz hastaya bir şey vermez, ama aksine,
kendi analizi hastaya izlemeyi arzuladığı yolu, uzun zamandır
kullanmadıgı, görmediği gizli psişik güçlerini gösterir.
Kompleksinin altını çizmek yeıine, olması gereken ve olabilecegi
kişiliği gösterir.
Şimdi kanımca Freud ve jung birbirinden çok farklı yorumlar
yapnuyorlar. Söz konusu yorumlan karşıt, uzlaşmaz yorumlar
olarak görmek gereksiz. Farklılık, tedavi edici faktörün ne olduğu
konusundaki anlaşmazlıkta dügüınleniyor; ilki bilinçdışı karma­
şayı bilinç düzeyine çıkarmakla nevrozun tedavi edileceğini
düşünürken, diğeri bilinçdışının kendisini tedavi edici bir potan­
siyel olarak görüyor. Bu bilinçdışı faktörleri güçlendirmeyi hedef
alıyor. Bu nedenle, Slaıer'ın yukarıda sözünü ettigimiz iddiası
karşısında daha dikkatli düşünmemiz gerek. Söz konusu teoriler
gerçekten uzlaşmaz, çelişik, dolayısıyla birinin yanlışlanması
gereken teoriler mi, yoksa bir şekilde bütünleştirilebilir yaklaşım-
J4 F R E U D ' DA N LA C A N ' A P S i KA N A L i Z

lar mı? Bana bu ikinci varsayım daha kuvvetli gibi görünüyor.


Sözgelimi Adler de aslında Ödip kam1aşasım reddetmez, ancak
bu karmaşayı Freucl'dan farklı bir şekilde yorumlar: Şiddetli aşa­
gılık karmaşası olan ve sosyal duygusu gelişmemiş çocuk, dış
dünyaya açılmak yerine aile içine kapanır ve arzularına, bu arada
cinsel arzularına da aile içinde nesneler arar; Ödip karmaşasının
nedeni budur Adler'e göre. Freud ise, şiddetli Ödip kaımaşası
nedeniyle nesne libidosunun karşı cinsten ebeveyne bağlı kalaca­
gım, nesne libidosunun bu saplantısının toplumsal nesnelere
yönelmeyi, wplum duygusunun gelişimini engellediğini söyleye­
cektir. Bu biraz tavuk-yumurta hikayesini andınrsa da, her iki
teorinin aynı --anda dogrt.ı olması, yani bu iki sürecin birbirini
pekiştiren ]aktörler olması da mümkündür. Yani bunları mantı­
ken zorunlu olarak karşıt olmaktan çıkaracak bir yorum müm­
kündür. Bu dunımda da bir seçim yapma zonınlulugu ortadan
kaldınlabilir pekala.
Popper'a karşı psikanalitik yaklaşımları destekler gibi görünen
.
bu itirazların Popper'cı yaklaşıma önemli bir eleşiiri getirdiği söy­
lenemez tabii. Böyle bir eleştiri tüm Popper epistemolojisinin
eleştirisini gerektirir ki, bu tartışmanın yeri burası değil. Aricak
söz konusu itirazlar, Popper epistemolojisi dogru bile olsa,
Popper'ın psikanalizi yeterince incelemediğini gösteriyor kanısın­
dayım.
Psikanalizi epistemolojik açıdan daha ayrıntılı bir şekilde tar­
tışmaktan kaçınarak kendi kanımı basitçe şöyle özetleyebilirim:
Psikanaliz, diğer bilimsel teorilerde alışık olduğumuzdan çok
daha fazla sayıda varsayıma dayanır. Bu varsayıınlann pek çoğu­
mm gereksiz olduğu düşünülebilir. Şöyle ki, psikanalizde bazen
bir varsayımı açıklamak için bir dizi varsayımın ileri sürüldüğünü
görmek mümkündür. Oysa epistemolojik açıdan varsayımları
açıklamak için yeni varsayımlara gerek yoktur. Çünkü varsayım­
larla açıklama sürecine bir son düşünülemez. Bu çok sayıda var­
sayımlara dayanan (yapısı itibariyle) psikanalizin, psikiyatrik
D Ü N V E B U G Ü N P S i KA N A L i Z IS

olguları açıklamak bakımından atıl bir teori görünümü aldığını


kabul etmek gerek. Bununla beraber psikanaliz, klinik olgulardan
ziyade, daha bütünsel alanlan açıklamak için elverişli bir teori
olabilir. Yani psikanaliz esas dogum yeri olan psikopatolojide
değil, ama sözgelimi antropoloji gibi bir alanda ciddiye alınabilir
bir teorik yaklaşım olarak değer kazanabilir. Nitekim bu ufk
a
kitapçığı kaleme almaya değer bulmamda antropoloji açısından
psikanalizin, özellikle Lacan'ın henüz yeterince değerlendirilme­
diğine inandığım potansiyellerini sergilemek kaygısı da rol oyna­
dı. Lacan'ın elinde kazandığı yoıumla psikanalizi filogen ez (türün
,

gelişimi) düzeyinde bir hayvan türünün kültürel bir yaratık olma


sürecini, ontogeııez (bireyin gelişimi) düzeyinde bireyin biyolojik
bir varlıktan kültürel bir toplum üyesi, yani "özne" olma sürecin­
de özetleyen, bu itibarla da her şeyden önce insanı açıklayan hir
varsayım gibi görmenin mümkün oldugunu düşünüyorum.
Gerçekten de psikanaliz, içerdiği antropolojik yaklaşımlar
ile amropoloji içindeki tartışmalara önemli katkılarda bulun­
muştur. Sözgelimi Malinowski, Freud'dan hareketle, toplum­
sal yaşamın, gücünü temel biyolojik itkilerden almakla birlikte
bu itkileri esas yataklarından saptırmak, hatta bastırmak
zorunda olduğunu, kültür olgularının böylece ikincil bir
nedensellik çerçevesinde organize olduğunu ileri sürer (geniş
ölçüde Freud'un ego gelişimi teorisine benzeşmesi ilginç).
Ancak temel itkiler ile kültürel olgular arasında öylesine bir
bağ vardır ki, işte antropolojinin esas ödevi bu bağı ortaya
koymaktır (psikanaliz pratiğinin özüyle benzerlik). Malinowski,
Freud'un Ödip karmaşasının evrenselliği tezini eleştirmesine
rağmen, psikanalizden geniş ölçüde yararlanmıştır. Kültürel
antropoloji okulunun önde gelen isimleri Margaret Mead,
Ruth Benedict, Ralph Limon ve Abram Kardiner psikanaliz
teorisini antropolojide başarıyla uygulamıştır. 7 Söz konusu

7 Claire Brisset. Antlıropologie Cıılııırelle et Psyclıiaırie, Encyclopedic


Medico-Chirurgicale, .3 7 715 AlO. 1960.
16 F R E U D ' D A N LAC A N ' A P S i KA N A L i Z

yazarlar farklı kültürel özellikler gösteren toplumlarda, birbi­


rinden farklı onalama bir kişilik yapısının ortaya çıktığım,
kültürel faktörlerin söz konusu kişiligi belirlemek bakımından
önemli olduğunu düşünürler ve kültürel faktörlerin kişilik
yapısının gelişimi üzerine etkilerini incelerken , özellikle psi­
kanalitik teoriyi göz önüne alırlar.
Bir örnek olarak Margaret Mead'in Samoa ve Yeni Gine'de
yapngı çalışmaları ele alabiliriz: Mead, Samoa'da öyle bir egitim
sistemi, psikanalitik açıdan öyle bir toplumsallaştırma süreci
saptadı ki, bu toplumda çocukluktan genç erişkinliğe geçiş,
Batı toplumunda sık rastlanan "buluğ krizi"ne (puberU) yol
açmıyordu. &öz konusu toplumda çocuk çok küçük yaştan
itibaren s�nım-luluk üstleniyor ve toplumsal işbölümüne katılı­
yordu. Gocuklardan problemleri çözmeleri beklenmiyordu,
ama özellikle dans gibi toplumsal etkinliklerde kendilerini ser­
bestçe ortaya koyabiliyorlardı. Tüm yaşlar için belirlenilliş bir
toplumsal statü vardı. Cinsel yaşama geçiş yeniyetmelik (aclo­
/escence) çağında kolay ve çabuk gerçe.kleşiyor, l:iu alanda top­
lumsal sınırlamalar söz konusu olmuyordu. Mead, söz konusu
toplumda kuşaklar arası çatışmanın , gençlik sorunlarının, hatta
nevroz ve psikoz olgularının bile gözlenmediğini bildirir.
Buna karşılık Mead, Yeni Gine'de incelediği bir toplumda
Samoa'dakinden tamamen farklı bir eğitim sistemi saptadı. Bu
toplumda çocuk yaşamı ile erişkin yaşamı arasında şiddetli bir
kopuş söz konusuydu. Çocuklardan buluğa kadar hiçbir şey
beklenmiyordu. Bedensel beceri ve kuvvete aşın önem verilen
bu kültürde erişkinliğe geçiş ani bir rol değişikliği gerektiriyor,
bu insanlardan güçlü, kahraman, kararlı, becerikli olmaları bek­
leniyordu. Mead, söz konusu toplumda yaşayanların kaygı
(anxiett) düzeyinin çok yüksek olduğunu bildirmekteydi.8
Antropolojideki bu yaklaşım, psikanaliz içinde de yankısını

8 Hemi Ey, Paul Bemard, Charles Brisset . Manurl ele Psyclı iatrie. Mas­
son, 1978.
DÜN VE BUGÜN PSİKANALİZ 17

bulmakta gecikmedi; "yeni Freud'cu" kültüralist Amerikan


okulu, psikanalizin biyolojik vurgusunu kültürel faktörler üzeri­
ne kaydırdı. 9 Bu çerçevede Harry Stack Sullivan, Clara
Thompson, Karen Homey gibi yazarlara ilerki bölümlerde deği­
neceğiz. Ancak psikanalizdeki kültüralist eğilime güzel bir örnek
olarak Thompson'dan bir bölüm aktaralım. Thompson, "oral
dönemdeki" biyolojik faktörleri kabul etmekle birlikte, psikana­
litik açıdan esas önemli olanın kültürel faktörler olduğunu şöyle
açıklıyor:

Oral dönem temel olarak biyolojik gelişimle belirleniyor gibi


duruyor. Doğuşta, en gelişmiş beyin kabuğu bölümü "oral böl­
geyi" yöneten kısımdır. Çocuğun oral yol ile dünyayla ilişkiye
geçtiğini ve dünyayı başlangıçta ilkesel olarak ağız sınırlanyla
kavradığını düşünmek için önemli sebeplerimiz var. Bununla
birlikte elde edilen oral tatminin belirleyici faktör olup olmadı­
ğını sorgulamamız gerek. Gerçekten de en uygun organ oldu­
ğuna göre çocuğun dünya ile ilişkiye ağız yoluyla girdigini,
böylece oral dönemin, haz degeıi nedeniyle organik olarak
belirlendiğini kabul edebiliriz, anc.ak birinci dereceden değil.

Olaya başka bir açıdan yaklaşacak olursak, agızın ilişkiye geçtiği


dünya tipi evrensel olarak aynı degildir ve bu deneyimde söz
konusu edilebilecek farklılıklar kişiliğin gelişimi üzerinde oral
dönemdeki organik baskınlıktan çok daha anlamlı bir etkiye
sahiptir. Farklı uygarlıklarda çocuğun anne memesi ile beslen­
diği süre konusunda, hatta beslenmenin sıklıgı konusunda
önemli değişiklikler söz konusudur. Belli bazı uygarhklarda
çocuk yıllarca anne memesi ile beslenir, halbuki bizim toplu­
mumuzda bu süreyi mümkün olduğunca kısaltma eğilimi var­
dır. Aynı şekilde, pek çok toplumda çocuk ağladıgı zaman
emzirilir, halbuki bizim toplumumuzda, en azından yakın
9
C. Brisseı, "Le Culturalisme en Psychiatrie," Evolution Psyclıiatrique. 1963.
18 F R E U D ' DAN LACAN'A P S i KA N ALiZ

zamana kadar çocuğa katı bir emzirme rejimi empoze edilmek­

le kalınmaz , hatta bu tutumun çocuk için daha hayırlı olacağı


düşünülürdü. Moloney, Okinava yerlileri üzerine yaptığı bir
çalışmada, yumuşak bir beslenme alışkanlığı ile bu yerlilerin
yumuşak başlı, sevecen ve anksiyetesiz kişilikleri arasında belli
bir bağ görüyor. Böylece oral dönemin organik bir temeli
olmakla birlikte, bu dönemin kişiliğin gelişimi üzerindeki neti­
celeri, hiç şüphe yok ki , çocuk karşısında takınılan kültürel
10
faktörlere bağlı tutumdan geniş ölçüde etkilenmektedir.

Bu kitabın temel görevi Lacan'ı açıklığa kavuşturmak olduğuna


göre, hemen belirtelim ki, Lacan'ın söz konusu kültüralist Amerikan
okulu ile hiçbir ilgisi yqı<'.tur ve Lacan'dan antropolojik tartışmalara
yapılacak .. henüz yeterince değerlendirilmediğine inandığım- muh­
temel katla bu yolda olmayacaktır. tık olarak Lacan farklı kültürler
ile değil, doğa-kültür karşıtlığı bağlamındaki "külrür" ile ilgilidir.
Bu bağlamda da, olsa olsa Claude Levi-Strauss'un yapısal antropo­

lojisine yaklaşabilir. ikinci olarak da, Laqı.n degişik ültürel faktör­
lerin kişilik üzerine etkilerini tartışmak yerine, değişik kültürleri
temellendiren yapının psikanalitik bir açıklamasını verebilir ancak.
Psikanalizin antropolojiye yönelik katkılannın ya da muhte­
mel katkılannın bizzat Freud'un bu konudaki çalışmalarını aşan
bir yönü olduğunu iddia etmek, sanınm yanlış sayılmaz. Bilindiği
gibi, psikanalizi klinikten antropolojiye taşıyan Freud olmuştur.
Freud'un antropolojik yaklaşımında şu varsayım vardır: insanları
klan, kabile, politik parti, toplumsal sınıf, dini ya da milli toplu­
luklara bağlayan güçler, öz itibariyle insanları aileye bağlayanlar­
dan farklı değildir; hatta ilk güçler ikincilerden türemiştir.
Bu varsayımı biraz açıklarsak, temelde "özdeşleşme-kimlik
*
kazanma" sürecinin bulunduğu görülür. Tün'i toplumsal "özdeş-

10 Clara Thompson, PsycJıoanalysis: Evolution and Develop nıent, Her-


mitage House, 1950.
·

* ldentification kelimesinin analitik bağlaındakı anlamının Türkçede

ancak "özdeşleşme-kimlik kazanma" kavram çifti ile karşılanabilecegini


dQşünüyorum.
DÜN VE BUGÜN PSiKANALiZ 19

leşme-kimlik kazanma" süreçleri, "özne"nin ilk "toplumsal-kültü­


rel" model olan "baba" karşısındaki konumunun kazanılması
sürecinin bir tekran olarak ele alınabilir. Niçin "anne"nin değil de
"baba"nın ilk toplumsal kültürel model olduğu konusu ileride
aydınlıga kavuşacak. Ancak şimdiden şunu söyleyebilinz: insanlar
tüm "toplumsal-kültürel" yaşanılan boyunca bilinçd1şına yerleşik
bulunan. sürekli olarak duygulanımlarını yapılandıran ve "biyo­
lojik-dogal" yaşamdan "kültürel-toplumsal" yaşama geçişin miras­
çısı olan çatışkılan tekrar tekrar, yeniden yaşarlar (bir anlamda
psikanalitik ıeoriye göre psikanaliz tedavi tekniğini mümkün
kılan "aktarma" ve "aktarma çözümlemesinin" bu "tekrarlama"
ilkesine dayandığını hatırlatmak yerinde olacaktır).
Şimdi eğer bireyle "toplumsal-kültürel" gerçeklik arasındaki
tüm ilişkileri, "özne"nin ilk hültürel llişkisi olan "baba" ile ilişkisi
temelinde ele alacak olursak, "toplumu-kültürü" birey karşısında
"yasaklayıcı," biyolojik eğilimleri bastıran bir güç olarak kabul
ennek durumundayız. Ancak "toplum-kültür," kültürün dünya­
sındaki yaşama ters düşen itkileri bastırırken, bu bastırmaların
sonunda ortaya çıkabilecek bireysel saldırganlığı ve isyanı çeşitli
"yüceltmeler" sayesinde bertaraf etmeye yönelik düzenlemelere
de sahiptir. Demek ki toplumsal-kültürel yaşam, tıpkı Ôdip
durumunda olduğu gibi, "yasak" ile birlikte bir "vaat" de taşır.
Bu noktada Marcuse'ün 1 1 Freud ve Marx'ı biraraya getimıe
çabası ile tüm toplumlann, kısacası uygarlığın belli bir "baskıyı
gerektirdiğini, ancak sınıflı toplumlarda bu zorunlu baskıya
"artık-baskı"nın da eklendiğini ileri sürdüğünü hatırlatmakta
yarar var. Söz konusu çerçevede sınıfsız toplumu, bi.reyin toplum
karşısında mümkün olan en büyük özgürleşmeyi elde ettiği top­
lum olarak ele almak gerekir.
Freud'a göre toplumun başlıca etkinl ikleri esas itibariyle
cinselliğe yöneliktir; toplumsal yasaklann ilki ensest yasağıdır.

1 1 H erberı Marcuse. Eros et Civilisaıion. Minuiı, l 966.


20 F R E U O ' O A N LA C A N ' A P S İ K A N A L 1 Z

Freud, yasakçı ve bütün kadınlara sahip "baba" ile oğullar arasın­


daki mitik mücadelenin, "baba"nm öldürülmesi i le son buldugu­
nu, ancak babanın ölümünden sonra doğan kaos ortamının
Babanın Yasası'mn yerleşmesine yol açtığını savlar. 12 Nitekim
Freud, "Musa ve Tektanncılık"ta da aynı temayı işler ve Musa'nın
Tanrısının, Musa, kavmi tarafından öldürüldükten sonra Tanrı
konumuna tam olarak yerleştiğini söyler. 13 (şunu kaydetmekte
yarar var: Musa'nın kavmi tarafından öldürüldügü tezi tarihi bir
veri değil, Freud'un analitik bir yorumundan ibarettir).
Şimdi bu antropolojik çerçevede Ödip karmaşası (yani hem
hayranlık duyulan hem nefret edilen yasakçı baba teması) top­
lumsal plana taşınmıştır. Arnbivalan duygular* uyandıran kabile
şefi, "baba"nın _ konumdhdadır. Ve Babanın Yasası'nı babayı
öldürdüktep. sonra benimseyen, içselleştiren oğullann her biri
anık birer küçük baba olur; ensest yasağının koruyucusu ve egzo­
gaminin (dış-evlenme) kollayıcısı. Zaten Levi-Strauss'u belli bir
şekilde yorumlarsak, ailenin ve kültürün temelinde de bu yasağın
olduğunu görürüz. Freud'a göre Babanın. Yasa5ı ''Totem"de sim­
geleşirken, yasaklar da tabularda kutsallaştmlır.
Demek ki psikanalize göre dinsel gereksinimler temelde, top­
lumu birarada tutma ve anarşiye karşı düzeni sağlama amacından
kaynaklanmıştır.
Bir başka açıdan bakınca da, toplum doğal dürtüleri baskı
altına alırken, aym zamanda bu dürtülerin baskı altına alınmasıy­
la nesnesiz kalan enerjiye ikame nesneler bulmakta, toplumsal
''yüceltmeler" zincirini başlatmaktadır. Freud'a göre bastırılmış
arzulan yönlendirmek bakımından dinin temel bir işlevi vardır.
Din, insandaki temel güçsüzlük ve güvensizlik duygulanm telafi
eder; sınırsız güven ihtiyacına sannsal bir taınıin sağlar. Dahası,

1 2 Sigmund Freud, Totem et Tabou, Payet, 1


947 (Fr ansızca çeviri).
13 Sigmund Freud. Moise et le Morıotlıeisme, Gallimard. 1948 (Fransızca
çeviri).
*
Ambivalan duygular: Birbirine karşıt duyguların birarada yaşanması.
D Ü N VE B U G Ü N P S i K A N A L i Z 21

tamamen kültürel yasaklara, insan ve kültür-üslü bir köken atfet­


mek yoluyla bu yasalan tartışılmaz kılar.
Freud'a göre din yanılgısı, içselleştirilmiş "baba" imgesine
büyüsel ve fantastik bir görünüm vem1eye de imkan tanır. Aynı
şeyi tersten söylemenin ele Freud·a ters düşmeyeceği açıktır:
Tann, vicdanın, Üst Ben'in sommlaşngı bir simgeden i barettir. Bir
başka deyişle, Tann fikrinin temelinde tamamen etik kaygılar
vardır. Dostoyevski bunu pek güzel sezmişti: "Eğer Tanrı yohscı
lıer şey yapılabilir." Bu söz, fenomenolojik açıdan Tanntanır
varoluşçuluk için güzel bir çıkış noktası olarak kabul edilebilir.
Zaten Dostoyevski'nin düşüncesi de buradan hareket eder: insani
değerleri saymacılı ktan kurtaracak tek güç Tann'dır.
Şimdi ahlak sonmunu ele alırsak, Freud'a göre her türlü "top­
lumsal-kültürel" eğitim, bireyde bir Üst Ben geliştim1eye yönelik­
tir. Freud , kül lürün düzeninin insanların biyol�jik kaynaklı
dürtülerinden vazgeçmesini isterken, onlara bazı telafi edici tat­
minler de sağladığını ileri sürer. Toplumun sağladığı kültürel
yüceltmeler, sanat, bilimsel faaliyetler, vs. şeklinde özetlenebilir.
Ancak Freud , bu yüceltmeler yolunun toplumun büyük bir bölü­
mü için kapalı olduğunun da bilincindedir. 1 4
Bütün bunlardan sonra Freud'u romantik bir uygarlık düşma­
nı gibi ele almamak gerek. Tam tersine, eğer yanlış anlamıyorsak
uygarlığı savunur Freud. Gerçi insanlann uygar maskeler altında
biyolojik güdülerinin olması onlan bazı "doğal durum" fantezile­
rine yöneltir. Uygarlığın baskılarından arınmış mit ik ve yitik bir
cennet arayışı, vahşi yaşama nostaljisi, ilkel insanların , köylülerin,
çocukların sadece insan olmakla insanda kültür tarafından bozul­
mamış bir erdemi koruduğu yanılgıları aslında insanların çocuk­
su "benmerkezciliğinden" ve yasaksız doyum arayışından kay­
naklanır. Batı düşüncesi, en "akılcı" olduğu, en pozitivist olduğu
dönemde, yani Rönesans'tan başlayıp "Aydınlanma Çagı'nda"
doruğuna ulaşıp günümüzde de süren dönemde, sanki zıt karde-

1 4 Sigınund Freud. Malaise dans la Civi/isation. PUF, 1 9 7 1 .


22 F R E U O ' O A N LACA N ' A P S i KA N A L i Z

şi gibi bu nostalj iyi de geliştirmiştir. Rousseau'dan gunumuz


"yeşilci"lerine uzanan nostalji. Ama Freud'a göre mitik özgür ve
vahşi yaşam fantezileri aslında bir yanılgıdır: Doğal durum bir
özgürlük durumu değildir. Özgürlük, biyolojik itkilere kayıtsız
şartsız boyun eğmekten ibaret degildir. Ama "toplumsal-kültürel"
baskılara köru körüne bağlı olmak ve boyun eğmek de değildir
özgürlük. Özgürlük "toplumun-kültürun" temelini oluşturan
yasaklann gerekçesini anlamak ve özgürce bazı itkilerden vazgeç­
mektir. Freud, "lnsan, }zendi arzularına tabi olduğu yalmzlıh
durumundan çok, yasahlaıım bilinçli o/aralı habııl ettiği sitede
özgürdür," diyen Spinoza gibi düşünür.
Freud'un antropolojik ilgileri aşağı yukan bu çerçevede özet­
lenebilir ise de., yukanda da beli miğim gibi psikanalizin insanı
açıklamak. bakımından amropolojiye çok daha zengin katkılan
olduğunu ya da olabileceğini düşünmek için pek çok neden var.
lşte bu kitapçıkta özellikle psikanalizin Lacan'ın elinde kazandığı
yorumu vermeye çalışırken, ashnda söz konusu i mkanlara işaret
etmeyi de hedef aldım.
Psikanaliz, elbette insan materyalinin en zengin çeşitliliği
gösterdiği psikopatoloji alanında filizlendi . Bugün psikiyatri
içindeki etkinliğini koruyamıyor ise de, bu durum , psikanalizin
insanı açıklamak bakımından önemine gölge düşürmez. Söz
konusu açıklama bir masal bile olsa.
11.

PSİ KANAL İ Z D E GÖ R Ü N M EYEN

u kitabın ilk baskısının birinci bölümünü, psikanalizi episte­


B molojik açıdan sorunlu hale getirmeye ve bu yolla okuru
kitabın içeriğine eleştirel bir bakışla yaklaşmaya davet etmeye
ayırmıştım. Şüphe yok ki, psikanalizi sorunlu hale getirmeye
yönelik yegane yaklaşım epistemoloji değildir; zaten epistemolo­
jik açıdan sorunsuz bir bilim de düşünemiyorum.
Bu durumda okurun kitabın içeriğine bir mesafe almasını
sağlamak bakımından epistemolojiyi ön plana çıkarmamın
sebebi ne?
Çünkü psikanaliz iki yön içerir. Bunlardan birine "pozitif yön
diyelim. Bu yön, psikanalizi hakkında düşünülebilir, ele alınabi­
lir, tanışılabilir kılan "bilgi ve gerçeklik" yönüdür. Ancak psika­
naliz bir yön daha içerir ki, bu kolaylıkla ele gelmeyen, gizemli ve
alaca karanlık bir yöndür. Meslek yaşamımın geride kalan yılların­
da, bir tür "tarikatçılık" gibi de görme eğiliminde oldugum bu
"negatif' yön, alacakaranlıktan korkmamaya alıştığımdan beri
giderek cazibesini artınyor. Çeşitli ontolojik, etik tartışmalara
24 F R E U D ' D A N L AC A N ' A P S i K A N A L i Z

açılabilecek söz konusu "negalif' yön, "bilgi ve gerçeklik"le degil,


"anlam ve hakikat"le alakalıdır; zaten bu yüzden kolayca düşünü­
lebilir bir konu değildir.
O halde psikanalizi zaten çetrefil olan "negatif" yönüyle değil,
ele gelebilir tarafı ile, "bilgi ve gerçeklik"le ilgili yönüyle tartışmak
daha kolay görünüyor. Ama gene de bu bölümün kolaycılık
olmadıgı anlaşılacaktır. Birinci bölümde psikanalizin pozitif
yönünü eleştirel bir tarzda incelerken, birkaç noktadan alacaka­
ranlık tarafına uzaktan işaret etmekle yetineceğim .
Yeri gelmişken belirtmeliyim ki, Lacan dilbiliıne dayanarak
psikanalizi pilimleştirp;ıeye, nesnelleştinneye çalışırken. aynı
zamanda asla lerk etmediği o gizemli üslubuyla da bir derinlik
duygusu .yaratırken, psikanalizin sislerle kaplı ve ancak ulaşılma­
sı için gerekli yolculuk yapıldıktan sonra meşnı bir tarzda girile­
bilecek muhteşem manzarasına işaret etmeye de çalışmıştır. Ben
ise bu bölümde, pozitif yönünün hak etJiği. açık bir diİi tercih
etmekten başka ne yapabiliıim?


u kitabın ilk baskısına. oku ı psikanaliz kar ısınd uya�ık� �
B . .
hır tavır almaya sevk etmek ıçın, Karl Popper ın psıkanalıze
yönelttiği eleştiriyi konu alarak başlamıştım . Bugün de aynı
hareket noktasının doğıu olduğunu düşünüyoru m ; Popper'ın
psikanalize yönelttiği eleştiriyi mesleki pratik açısından çok
ciddiye aldığım için değil, psikanalitik teorinin , bilginin ve bun­
ların gerçeklik ile ilişkisinin ne olduğunu kolayca düşünebilme­
mizi sağlayacağını sandığım bir sorunlu alanı açtığı için yapıyo­
rum bu tercihi .

Popper'ın eleştirisine temel teşkil eden tespiti 1 ·2 kısaca şöyle


ifade edebilirim: Bilimsel teoriler öylesine teoriler olmalıdır ki,

1 Bryan Magee, Kari Popper'ın Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı, çev.


Mete Tunçay, Şahin Alpay, Remzi Kitabevi, 1 982 .
2 Kari Popper, Coııjecıııres cıııd Refutcııioııs, Rouıledge aııtl Kegan Paul,
l 963 .
PS 1 KANALIZDE G Ö R Ü N M EYEN 25

bunlardan mantıki yollardan türetilecek deneysel önermeler saye­


sinde teori yanlışlanabilsin. Çünkü Popper'a göre hiçbir deney,
teorinin doğrulugunu kesin olarak göstermez. Nitekim Newton
teorisi yüzyıllarca deneysel olarak doğrulanmıştır, ama bugün
Newton teorisinin geçersiz olduğunu biliyoruz. O halde yanlış bir
teoriden deneysel olarak doğrulanabilecek önermeler elde edile­
bilir. Bir örnekte görelim: Mesela "Bütün ölümlüler insandır," gibi
bir teorimiz olsun. Şimdilik bu teorinin yanlış olduğunu (yani
insandan başka canlıların da ölümlü oldugunu) unutup, bu öner­
meyi deneyde doğrulamaya çalışalım. Sokrates'in ölümlü olduğu­
nu biliyoruz, o halde teorimize göre Sokrates'in de insan olması
gerekir ki, bu deneysel anlamda dogru bir sonuçtur. Bu küçük
örnek, yanlış bir teorinin deneysel olarak doğru sonuçlar verebi­
leceğini gösteriyor.
lşte Popper diyor ki, teorilerin deneysel olarak doğrulanması
durumuna bakarak bunların bilimsel olduğuna karar veremeyiz.
Bilimsel bir teori, geçersizliği, yanlışlığı gösterilmeye yatkın bir
teori olmalıdır. Bu bağlamda, yukarıdaki örnekteki "Bütün ölüm­
lüler insandır," teorisi yanlış olmakla beraber, bilimsellik sıfatına
açıktır. Çünkü biz bu teoriden yola çıkarak şöyle diyebiliyoruz:
"Bu tavşan insan değildir", o halde "Bu tavşanın bizim teorimize
göre ölümlü olmaması gerekir". Oysaki deney, bu düşüncenin
doğru olmadığını gösteriyor. Demek ki, sadece sonuçta ulaştığı­
mız deneysel önermemiz değil, mantıken bu önermeyi zorunlu
kılan tezimiz de yanlıştır. Teori yanlıştır, ama çürütülebilmeye,
geçersizliği gösterilebilmeye kapalı olmadığı için, yani biraz geniş
düşünürsek, ona inanmakla düşünce ufkumuz tıkanıp kalmaya­
cağı için bu teori bilimseldir.
Bir de Russell'dan ilham alarak şöyle bir teori ileri sürelim:
"Evren, bütün astronomik, jeolojik verilerine, canlılann hafızala­
nna, vs. bütün aynntılanna vanncaya dek, sanki milyarlarca
yıldır vannış gibi delillerle iki dahika önce yaratıldı." Böyle bir
önermenin yanlış oldugunu göstermenin imkanı olmadığı hemen
26 F R E U D ' DA N LACAN'A P S i KANALİZ

anlaşılır. Eger bu teoriye inanırsak, bunu çürütmeye, geçersizligi­


ni göstem1eye imkan bulamayız; düşünce ufkumuz tıkanmış,
ilerleme durmuştur. lşre Popper'a göre bu tipte, başlangıçta açık­
layıcıymış gibi görünen teoriler aslında metafıziktir. Bunları
bilimselmiş gibi ele almak mümkün değildir. Üstelik bu teoriler
gerçekten de doğrunun ta kendisi olabilirler, ama bilimsel olarak
ele alınamazlar.
Popper psikanalizin de Marksizm gibi, bu tipte bir metafizikle
benzeştigini düşünür. Psikanaliz çeşitli nedenlerle yanlışlanamaz
bir teoridir. Doğru olabilir, ama bilimden çok metafiziğe benzer.
Bu düşüQı:e, bir döpemde psikiyatri ve psikanaliz içinde de
ciddiye alınmış, bazı yazarlar Popper'ı destekleyen sonuçlara var­
mışur.3
Yazının bundan sonraki bölümünde psikanalizin gerçekten de
yanlışlanamaz önermeler ürettigini, hatta bunların yanlışlanamaz­
lığını, Popper'ın düşündüğünden çok daha. içeriden bir gözle
sergileyecegim. Bu yanlışlanamazlığın nedenlerini irdelemeye
çalışırken aslında tam da Popper ile tartışmayı degil, psikanalitik
bilginin özgün doğasını sergilemeyi hedef alıyorum.
Aynca gerek psikanalizi gerek diğer bilimleri ele alırken, bili­
min, bilimselligin nasıl bir şey olarak düşünülmesi gerektiğine
dair kendi epistemolojik görüşlerimi aktarmaya çalışacağım;
Popper'ın ve diğer bazı filozofiann düşüncelerinin, ne kadar
düşünce açıcı ve uyarıcı olurlarsa olsunlar, genel olarak bilimleri,
ama özel olarak da psikanalizi kavramak bakımından yetersiz
kaldıklarını telkin etmeye çalışacağım.
Bilimlerin yanlışlanabilirlikten çok öte bir gelişim dinamiği
olduğu, bu dinamikte bilim adamlarının tartışmalarının, bazı
inançlarının. uzlaşmalarının ne denli rol oynadığı bugün pek çok

3 Eliot Slater. "The Psychiatrist in Search of a Science IW. Briıislı ]our­


nal of Psyclıiatry, Mart 1 9 75 , sayı 1 26.
P S i K A N A L İ Z D E G Ö R Ü N M EY E N 27

filozof tarafından kabul ediliyor. Bunlara en bilinen örnek


Kuhn'un çalışmasıdır. 4
Nitekim psikanaliz, bu bölümde açıklayacağım gerekçelerle,
deneysel olarak yanlışlanabilir önermeler üretemezken büyük
bir gelişme dinamiği göstermiş, daha Freud döneminde teori
hızlı dönüşümlere uğramış, izleyen dönemde de bu dinamizm
devam etmiştir. Bugün psikanaliz, diğer bilimlerde olduğu gibi,
kökenden (Freud'dan) çok ötelerde karşıt teorilerin çarpıştığı
canlı bir alandır. Yani psikanalistler Freud'a inanmakla düşünce
ufuklannı kapatmamışlar, ketlememişler, onu aşmanın, hatta
bazı yönleriyle geçersiz kılmanın yollannı bulmuşlardır.
Sözgelimi, bugün Freud'cu klasik dürtü teorisine dayanan bir
tek psikanalitik bilimsel yayın bulamazsınız. Klasik teorinin bu
bölümü artık kullanışsızdır. Ve psikanalizin bu dinamizminin
temelinde yatan yanlışlanabilirlik değil, geniş ölçüde "açıklama
gücünün yükselmesi"dir.

onuya psikanalizin yanlışlanamazlığından girmek istiyorum.


K Popper'ın düşünsel olarak gerçekten uyancı tespitlerinden
yola çıkarak, yanlışlanamazlıgı bilgisel (enfonnatik) anlamda da
önemsediğimi söyleyeceğim.
Popper'ın yanlışlanabilirlik ilkesi ile "matematik enformasyon
teorisi"S arasında belli bir ilişki kurulabilir. Matematiğin teoriden
yola çıkılarak bilginin başlangıçtaki olasıltk belirsizliğini (entropi)
azalttığı, hatta bilginin başlangıçtaki olasılık belirsizliğini azaltan
şey olduğu söylenebilir.
Bu tespitleri açıklayalım: Sözgelimi, bugünün haftanın hangi
günü olduğunu bilmediğimiz bir belirsizlik durumunu göz
önüne alalım. Bu belirsizliği bir soruyla ifade ettiğimizde "Bugün

4 Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devıimlcriıı Yapısı, çev. Nilüfer Kuyaş,


Alan Yayıncılık, 1 982.

S A.M. Yaglom, l.M. Yaglom, lhıimaliyet ve lnfomıasyoıı, çev., Lütfi Biran,


Türk Matematik Derneği Yayınlan. 1988.
28 F R E U O ' D A N LAC A N ' A P S İ KA N A L İ Z

haftanın günleıinden biıidir," şeklinde bir yanıt alırsak, her koşul­


da kesinlikle doğru, asla yanlışlanamayacak bir önermeyle karşı­
laşmış oluruz. Bu önerme mantıken zorunlu dogrudur, ama
belirsizliği azaltmaz. Oysa "Bugün salıdır," gibi bir yanıt, elbette
yanlış olması ihtimalini taşıyan, yanlışlanabilecek, ama bilgi veren
bir önermedir, başlangıçtaki belirsizliği azailan bir önermedir. O
halde Popper, bir teorinin bilimsellik bakımından yanlışlanabilir
olması koşulunu koyarken, bilimsel teorilerin deneysel anlamda
bilgi vermesi gerektiğini de söylemiş oluyor.
Manuken kesin dogru, deneysel dogru ve yanlış, deneyleme
gibi çok ö9emli ta�malan erteleyerek şu soruyu soralım:
Psikanalitik i:inermeler, "Bugün haftanın günlerinden biıidir,"
örneğinde olduğu gibi, başlangıçtaki olasılık belirsizliğini azalt­
mayan önermeler olduğu için mi yanlışlanamazlar? Yani psikana­
litik önermeler, başlangıçtaki olasılık belirsizliğini azaltan öner­
melere felsefi gelenekle bir yakınlık kurmak için sentetik adını
verirsek, sentetik önerme değil midir? Bu soruya "Hayır, psilwna­
litik ônemıeler sentetiktir," yanıtını vermemiz gerekir. Bir örnekte
görelim.
Aşagıda aktaracağım örneğin gerçek bir kısa süreli psikanalitik
psikoterapi pratiginden alınmakla beraber, ne psikanalizin ne de
psikanalitik psikoterapinin ruhunu yansıttıgını, ne aktarmayı ne
bilinçdışı arzunun mahiyetini ilgilendirdiğini, sadece bu vakaya
özel, kısa sürede sonuç almaya yönelik aktif terapötik manevrala­
ra dayanan bir terapiden alındıgını kaydetmeliyim. Bununla
beraber, verilen yorumlar (psikanalitik önermeler) psikanalitik
yorumun mantıgını sergilemek için yeterlidir.
Bayan A, kısa süreli psikanalitik yönelimli psikoterapisine
başladıgında yirmili yaşlannın ortalannda, ueııfan til" (çocuksu)
kişilik özellikleri gösteren, yüksekokul mezunu ve yaklaşık bir
yıllık evli genç bir hanımdı. Evliliğinin ilk ayından sonra, görü­
nüşte bazı küçük örseleyici olaylarla (mesela arabalannın çalın­
_n1ası, vs.) ilişkiliymiş gibi duran ve hasta tarafından da bu tür
P S İ KA N A L İ Z D E G Ö R Ü N M E Y E N 29

olaylara bağlanan şiddetli sıkıntı, uykusuzluk. delirme ve kudur­


ma korkusu gibi nevroz benzeri şikayetler ve bu korkulara eşlik
eden "panik atakları" tarzında belirtiler gelişlirmişti. Bu nedenle
bir süre ilaç tedavisi görmüş ise de, yalnızca kısmi bir fayda elde
etmişti.
Kısa süreli psikanalitik yönelimli bir çalışma, bu korkulann
simgesel mahiyetini gösterdi. Bayan A, bilinç alanındaki değerlen­
dirmesiyle mutlu olması gereken , dolayısıyla "şu ltastalığı bir
tarafa bırahılırsa" mutlu olarak ifade ettiği bir evliligi sürdürüyor,
eşinin ailesiyle ilgili ufak tefek şikayetlerini pek önemsemiyordu .
Rüya materyali ve psikanalitik psikoterapinin temel kuralı olan
"serbest çağnşını" ile yapılan inceleme, Bayan A'nın bilinç alam­
mn marjinal uçlannda yer alan bazı ufak ve anlamsız görünen
kaygılan da ortaya çıkardı. Mesela Bayan A, bazen bir an için
"Acaha kontrolümü kaybedip eşimin ailesine saygısızlık yapar
mıyım?" gibi kaygılara kapılıyordu.
Bayan A çok hareketli, neşeli, dışadönük, uyaran ihtiyacı fazla
ve daha önemlisi enfantil kişilik özellikleri gösteren bir hanımdı.
Görünüşte, bu özellikleri bekarlık ve öğrencilik yıllannda önemli
bir sorun yaratmamıştı. Evlendikten sonra ani bir sosyal rol degi­
şimine girmiş, kendini çevresinin beklentilerine uygun olmadığı­
na inandırdığı bazı çocuksu taleplerini kontrol altında tutmaya,
olgun ve evli bir genç kadın rolü oynamaya zorunlu hissetmişti.
Bununla beraber, zaman zaman aniden -bir an için mesela­
"Ya otostop çelıersem?'' veya "Arabayı eslıiden oldugıt gibi delice
lıullanırsam ?" gibi kaygılara kapılıyordu. Psikanalitik açıdan bu
kaygılar, bilinç alanını adeta dürtüsel (impulsij) bir tarzda zorla­
yan arzulann ve bunlan kontrol etmeye çalışan yapıların çatışkı­
sının sonucuydu. Deliıme, kudurma gibi kontrolünü kaybetme
ile ilgili korkular da. derinden gelen enfantil arzular ve bu arzula­
n kontrol etme çabalarıyla alakalıydı.

Durumu daha netleşrirmek için psikoterapinin dördüncü


ayından hir seansı özetlemek isterim. Bu dönemde belirtileri
30 F R E U D ' DAN LACAN ' A PSİKANALİZ

oldukça gerilemiş, yorum çalışması sayesinde hem belli bir " içgö­
rii" hem de klinik bir salah ortay� çıkmışken, Bayan A bir seansa
yeni gelişen obsesyon benzeri yakınmalarla geldi. Sabahleyin eşi
henüz Bayan A kalkmadan işe gidiyor ve Bayan A da uyanıp ısrar­
la eşinin dairenin kapısını iyice kapalmasını istiyordu . Bununla
da yetinmeyip eşi evden çıktıktan sonra gidip kapıyı birkaç kez
kontrol ediyor, saçma olduğunu bilmesine rağmen sıkıntıyla
kapının iyice kapandığından emin olmak istiyordu. Eğer kapı
açık kalırsa kedisinin evden kaçacağı. sokakla diğer kedilerden
kuduz kapacağı şeklindeki takınnlardan kurmlamıyordu. Bayan
A bu şikayetlerini anlatuklan sonra "serbesL çağnşmı" çerçevesin-
� , , .t

de dikkati giElerek o sabah gördüğü bir rüyaya yöneldi. Rüyada


eşi evder1 çıktıktan sonra bazı eski arkadaşlan eve geliyor ve ona
dışan çıkmayı teklif ediyorlardı. Rüya çeşitli macera ve seyahat­
lerle sürüyordu. Rüyanın anlatımından sonra gelen "serbest çağ­
"
nşım materyali de kullanılarak . yeni ortaya çıkan obsesyon
benzeri belirti şöyle yorumlandı: Bayan A, bilinçdışında, eşi
evden çıktıktan sonra evden fırlayıp çıkmayı arzuluyor, fakat bu
arzusunu kontrol etmek için kapının kapalı olduğunu kontrol
etmeye, adeta kendini kilit altına almaya çalışıyor, evden kaçma,
çeşitli maceralara atılma arzusunu ve bağlı kontrolünü kaybetme
(kudurma!) arzusunu da korku şeklinde kedisine yer değiştiriyor­
du (söz konusu belirtinin de bu yorumla kayboldugunu kaydet­
meliyim).
Başlangıçta sözünü euiğim gibi, bu örnekte sadece belirtiye
yönelinmiş, terapinin temel konulan incelenmeden geçilmiştir.
Mesela hastanın özellikle Oidipus döneminde alkolik olduğu
(kontrolünü kaybettiği) için babası tarafından terk edilen ve daha
sonra pek az gördüğü annesi ile ilişkisi, aktarma, bilinçdışı arzu­
nun derinlemesine incelenmesi, vs. dışta bırakılmıştır. Ancak
gene de bu basit örnek, basitliği sayesinde yukarıda koyduğumuz
soru açısından yeterlidir: Psikanalitik önermeler (yorumlar) sen­
. tetik midir?
P S i K A N A L i Z D E G Ö R Ü N M EY E N 31

Bu sonıyu yanıtlamaya yönelmeden önce , psikanalizin, bölü­


mün başında sözünü ettiğim o "negatif' sisli yönüne uzaktan
işaret etmeden geçemeyeceğim. Dikkat edilirse, verilen yorum
başlangıçta özne'ye anlamsız, hatta saçma görünen korkulan,
belinileri anlamlı, anlaşılabilir hale getirmekte, özneyi yabancılaş­
mış gibi ortaya çıkan yönleriyle bütünleştirmektedir. Ama bu
bütünleştirme çabası, öncelikle teorik olarak özneyi karşıt eğilim­
lerin çatıştığl bir bölünmenin, bir yarılmanın farkında olmayan,
kendini bilmeyen bir nesne olarak, bir "öteki için şey" olarak
nesneleştirmeye dayanmaktadır.
Psikanaliz ve psikanalitik psikoterapi, özneye bir şekilde , bir
miktar özne olmadığını da gösterir. Öte yandan daha yakından
bakacak olursak, birbiriyle çatışan eğilimler de bir amaçlılık, bir
yönelirnlilik gibi temelde özneye atfettiğimiz nitelikler taşır
(Lacan, "Bilinçdışı ötekinin söylemidir," diyecektir). O halde psi­
kanalizdeki özneyi nesneleştiren şey, onun kontrolünde olmayan
bir amaçlılı k, bir öznelik çoğulluğu içermesidir diyebiliriz. Bu
bakımdan psikanalizde özne, bütünlüğü içinde birey olmaktan
çok, karmaşası ve çatışmaları içinde bir gruptur. "ôzne bir bütün
olmayı hedefleyemez," der 1.acan.
Ama ilginç, hana paradoksal bir şeki.lde, psikanalizin özneyi
bu tarzda nesneleştirmesi , psikanalitik yorumun burada, bu
görünümüyle anlamsızı anlamlandıran "lıermeneııtik" bir nitelik­
te olduğundan çok "enfonııatih" nitelikte karşımıza çıktığına işa­
ret eder. Çünkü bu durumda psikanaliz ancak öznede, klasik
özne statüsünde olmayan bir şeyi, bir nesneyi yani bilinçdışı
süreçleri kabul etmek durumunda kalmak gibi bir noktadan
hareket edebilir. Bir nesnenin ise anlamından çok bilgi.si vardır.
Bir başka ifadeyle, burada anlamsızı anlamlı kılan psikanalitik
yorum, teorinin özneyi farkında olmadığı bir bölümüyle nesne­
leştirip bir bilgi konusuna dönüştürmesi sayesinde verilebilir.
Fakat psikanaliz bir yandan özneyi kendini bilmeyen şey,
"öteki için şey," bir nesne statüsüne indirir; bu sayede hakkında
32 F R E U D ' D A N LACA N A P 5 1 KA N A L İ Z
'

bilgi üretilebilir bir durum yaratırken, onu gene de kendine


yabancılaşmış, bölünmüş bir özne olarak kabul eder ki , bu son
tahlilde bir özneyi kabul etmek anlamına gelir. Düşüncenin bu
aşamasında jean-Paul Same'ın psikanalize yöneluiği eleştirileri
hatırlamak, fikir açıcı olduğu kadar eğlenceli de olabilirdi.6 Ama
konumuza teget oldugu için girişmediğimiz böyle bir inceleme­
den yoksun olmamıza ragmen hissediyorsunuz ki, psikanalitik
öznenin statüsü, kartezyen filozofik özneden çok farklıdır.
Şimdi, psikanalizin sisli alanlarına böylece uzaktan baktıktan
sonra yukarıda önümüze koydugumuz "pozitif' soruya dönelim.
Psikanalitik önerme (yorum), başlangıçtaki olasılık belirsizliğini
azaltan, potansiyel olarak bilgi veren, yani "sentetik" olarak isim­
lendirdigiı:İii& türden"bir önerme midir?
Yukarıdaki örnekteki yorum, bütün ikna ediciligine ragmen
potansiyel olarak yanlış olması ihtimali olan, yani potansiyel ola­
rak yanlışlanabilecek bir önermedir. O halde bu önerme, semetik
bir önermedir. Potansiyel olarak başlangıçtaki enfonruıtik belir­
sizliği daraltan bir öneıU1edir. "Bayan A neden �ıı beli11iyi göste­
riyor?" sorusuna verilebilecek pek çok yanıttan biridir bu.
Başlangıçta nedenle ilgili bir belirsizlik vardır, yorumdan sonra
belirsizlik azalquştır. Fakat psikanalitik yorum, sentetik bir öner­
me olmakla beraber deneysel olarak yanlışlanamaz. Neden?
Bence bu neden sorusunun ileride daha ayrıntılarıyla incele­
yecegimiz üç yanıtı var:
1- Çünkü psikanalitik yorum önermesi sentetik olmakla bera­
ber, deneysel değil , teorik-hipotetik bir önermedir. Diğer bir
deyişle, şu ya da bu deneyleme prosedürü sayesinde olgu ile kar­
şılaştırılabilecek bir önemle değil, bazı olgular dile getiren öner­
meleri (Bayan A'nın şikayetleri, bazı duyguları, düşünceleri,
rüyaları, vs.) açılllayan, bunların hipotetik olarak nedenini göste­
ren bir önermedir.

6 jean-Paul Sanre, L'E.ıre et le Neanı. Gallimard, 1943.


PSİKANAL İ Z D E G Ö R Ü N M EYEN 33

2- Bu yorum önermesinin deneylenmesi, eger <leneylemeden


fizik ya da fizyolojide olduğu gibi bir prosedür anlaşılacak ise,
mümkün değildir. Çünkü psikanalizin "bilgi nesnesi" bu tipteki
bilimlerinkinden kökten farklıdır, bu tipte bir deneylemeye elve­
rişli değildir.
3- Yukarıda psikanalizin "negatif' yönüyle ilişkili olarak işaret
ettiğim gerekçelerle, başlangıçtaki yani psikanalitik yorum veril­
meden önceki belirsizliğin enformatik bir belirsizlik mi, yoksa
hermönetik bir belirsizlik mi oldugu kesin değildir, sorunludur.
lnsan için bilgiden başka, bilgiden öte bir "anlam" var mıdır?
Mesela Heidegger'e bakarsak böyle bir farkın, omik olan ile onto­
lojik olan arasında bir farkın olması lazım. 7 Öte yandan Levi­
Strauss, psikanalizin anlamlandırma yönünün alunı çizerek,
modern bir Şamanlık olduğunu telkin eder.8 Psikanalizin, zaten
herkesin bildiği bir gerçeği anlamış olmak gibi i fade edebilecegim
(yani bir cümle sayesinde öznenin yeni bir şey öğrenmiş olmaya­
cağı, ama gene de bu cümleden önce olduğundan farklı olacağına
inandığım) garip ve gizemli bir yön de içerdiğinden söz etmek
isterdim. lnsanın zaten bildiği bir şeyi anlaması ne demektir? Bu
soruya verilecek yanıtın belirsizliği, bu üçüncü gerekçeyi daha
baştan "pozitif' bir çerçeveyle sınırlamaya çalıştığımız bu incele­
menin kenarlarında bırakıyor.
Bütün bunların dışında göstermeye çalı,şacagım ki, psikanali­
lik yorum önermesi bir şekilde deneysel olarak yanlışlanmış
olsaydı bile, bu Popper'm beklediği gibi psikanalitik teorinin yan­
lışlanmasına yol açmayacaktı.
$imdi bu noktalan daha ayrıntılı bir şekilde incelemeye
geçelim.
lncelemenin geri kalan bölümüne, yukarıda psikanalitik
yorum önermelerinin yanlışlanamazlıgının gerekçelerinde ikinci

7 Martin Heidegger, fıre et Tcmps. Gallimard, 1 986.


8 Claude Levi-Sırauss, Aıııhropologie Sırucı ıı ra le . Plon, 1 985.
34 F R E U D ' D A N LACA N ' A PSİKANALİZ

sırada saydığım noktaya uygun bir soru ile başlamak istiyorum:


Psikanalizin "bilgi nesnesi'' nedir?
Psikanalizin "bilgi nesnesi"ni araşurmak için önce psikanalizin
neyin bilgisi olmadığına bakalım. Mesela sıradan dost sohbetle­
rinde psikanalizin toplumsal olaylar, sınıflar, kurumlar, vs. karşı­
sında duyarsız olduğu söylenir ki, Freud'un ve diğer pek çok
psikanalistin toplumla ilgili düşüncelerini anlatan yüklü literatüre
ragmen doğrudur bu tespit. Psikanalitik psikoterapide toplumsal
sınıflar, kurumlar, vs. analiz edilmez, sorgulanmaz.
Organikçi bakış açısından yaklaşırsak, psikanaliz beyinde
geçen fiziko kimyasal-fizyolojik olaylan da incelemez. Oysaki
hipotez gereği, psişizma (ruh) merkezi sinir sisteminin işlevlerin­
den biridir�
Hatta psikanalitik bir psikoterapiye giren bir özne, belki şaşı­
rarak yavaş yavaş fark etmeye başlayacaktır ki, terapist aslında
onun gerçek dünyadaki ilişkileriyle de, ne olup b ittiğiyle de ilgili
değildir; ya da ilgili gibi görünüyor ise bu, olaylann kendisinden
tamamen farklı bir nedenle ilgilidir. .
Psikanalizin çocuklukla yakından ilişkili olduğu söylenir ki,
doğrudur bu. Ama psikanalizin çocukluğu ele alışında ortaya
çıkan gerçek ço�ukluk değildir, kurmaca ve uzlaşımsal bir çocuk­
luktur.9
Böylece elle tutulur, gözle görülür hemen hiçbir şey bırakıl­
madığına göre psikanaliz neyin bilgisidir?
Bu soruya yanıt vermek için bazı epistemolojik kavramlar
geliştirme ve kendi epistemolojik kavrayışımı özetleme gereğini
duyuyorum. Burada geliştireceğim kavramlar ve kavrayış, Fransız
filozof Louis Althusser'denlO etkilenmiştir, ancak sorumluluğun
ona yüklenemeyeceğıni kaydetmeliyim.

9 Daniel N. Stem, The lnterpasonal World of ılıe lnfaııt, Basic Books, 1985.

1 0 Louis Althusser, Lire le Capiıal, Maspero, 1 975; Pour Marx, Maspe­


ro, 1977.
PSiKANALiZDE G Ö R Ü N M EYEN 35

Öncelikle bir saptama ile başlayalım. Her bilimin bir görün­


mez alanı. bir unutma alanı vardır. Sözgelimi fizik. bizden
"masa"yı fizik içinde bir nesne olarak düşünebilmek için öncelik­
le bildik bazı niteliklerini (mesela ne işe yaradıgını, vs. ) unutma­
mızı ister. Fizik içinde masayı düşünebilmek için onu bir "cisim"
olarak ele almamız gerekir. Fizik açısından artık bu masa "cisim"e
devşirilmiş, kütle, kuvvet gibi fiziğin "teorik-hipotetik" kavram­
lan aracılıgıyla düşünülebilen bir bilgi nesnesine dönüşmüştür.
Teorik-hipotelik kavram derken, kütle örneğinde olduğu gibi,
gerçekte doğrudan gözlenebilir bir nesneden, bir özellikten değil,
gözlenebilir olaylan, mesela ağırlık, süredurumluluk, vs. gibi bazı
olaylan açıklamak için kabul etmek gereken kavranılan kastedi­
yorum. Sözgelimi, aslında ısı enerjisi de, haua enerji de teorik­
hipotelik kavramlardır. Çünkü gözlenen yalnızca sıcaklık deği­
şiklikleri ya da harekettir. Yeri gelmişken hemen kaydedelim,
psikanalizin kullandığı anlamda bilinçdışı da gözlenebilir değil,
gözlenen bazı olaylan açıklamaya yarayan "teorik-hipotetik" bir
kavramdır.
Düşüncemizi bu çizgide sürdürürsek, aynı masanın ekonomi
politik içinde düşünülebilmesi de bir unutmaya dayanır; ekono­
mi politik aynı masayı "meta" kavramına devşirerek kendi sorgu­
lama alanı içine alır. Marksist ise aynı masayı insan emeğinin bir
ürünü olarak görecek ve ancak belli tarihi koşullarda, emeğin
yaygın olarak metalaşmasını sağlayan tarihsel koşullarda "meta"
formunu aldığını söyleyecek ve bu koşullan belirlemeye çalışa­
caktır. Böylece bilimlerin, bir unutma, bir ihmal etme ile belirle­
nen ve gerçekliği kendi teorik-hipotetik kavramlan ile düşünüle­
bilir kavramlara devşirerek içine aldıklan bu özel sorgulama
alanlarına. Althusser'den esinlenerek "teorik sorunsal" diyoruz.
Acaba bilimler gerçekliği düşünmek için, onu günlük-doğal
dilin sunduğu hazır kavramlarla değil de kendi teorik sorunsalla­
rının içinde, bu sorunsalın teorik-hipotetik kavramlan ile düşü­
nülmeye elverişli kavramlara devşirmek gereğini niçin duyarlar?
36 F R E U D ' DAN LACA N ' A P S i KANALiZ

Burada bir tez olarak şunu ileri sürüyorum: Bilimin temel


amacı, gerçeklik hakkında mantıki işlem yapabilme kapasitesini
artırmaktır. Söz konusu devşirme de bu kapasiteyi artırmanın
aşamalarından biridir. "Mantıki işlem" derken, doğru olan ya da
doğru olduğu varsayılan önermelerden, eğer bu önermeler doğru
ise zorunlu olarak doğru olması gereken önermeler elde etme
işlemini kastediyorum. Mantıki işlem kapasitesini artırmak der­
ken de mesela fiziğin "masa" hakkında, fizik onu "cisim" olarak
düşünmese ulaşılamayacak yeni önermeler elde etmesinde oldu­
ğu gibi, günlük-dogal dillerin imkanlarında düşünülemeyecek
noktalara ulaşabilmekten söz ediyorum.
Mantık� işlem ya,Bmak konusundaki vurgumu artırmak ve
ileride kullanacağımız bir anlayışı iyice yerleştirmek bakımından
Piaget'den bazı satırlar aktarmak istiyorum:" [Ç]ocuğun düşünce­
si benmerhezlidir, yani çocuk kendisini anlatmak, başkasının
bakış açısına yerleşmek tasası olmadan hendi için düşünür. Bu
benmerkezci alışhanlıhlann düşüncenin yap.ısı üzerine iıatın sayı- ·
lır etkileri olduğunu defalarca göstermeye çalıştık. özellikle de
düşüncesini sosyalize etme i htiyacından yoksun olan çocuğun, eıı
azından bizim ölçümüzde ne ikna etmek, sonuç olarak ne de kanıt­
lamak tasası vardır... Gerçekten de mantık kanıtlama sanatı değil­
se nedir?"l l
Mantıki işlem yapmak, kanıtlamak, göstermek; bunlar
daima kendinden merkezsizleşmiş bir düşüncenin, ötekini
hesaba katan bir düşüncenin, çocuksu degil, olgun bir düşün­
cenin karakteristikleridir. Bilimin temelinde bilim adamlannın
her kez için ortak bir platforma (mantığa) çıkıp kendilerinden
merkezsizleşme çabalan vardır. Habermas da, bilim adamlan­
nın birbirlerini ikna etmeye yönelik mantıki çalışmalarından
yola çıkarak neo-Kantçı olarak nitelemenin yanlış sayılamayaca­
gı bir etik temellendirmeye çalışır.

l 1 jean Piaget, Le ]ugement et le Raisonnement chez l'eııfaııt, Delachaux


et Niestie S.A., 1930.
P S İ KA N A L İ Z D E G Ö R Ü N M E Y E N 37

Mantık kanıtlama sanatı ise bunu ancak bir dilde, ne kadar


fonnel, soyut, yapay, vs. olursa olsun, bu insanlar arası "medium"
sayesinde yapabilır.
işte yukarıda sözünü euiğimiz devşirme de çeşitli sebeplerle
mantıki işlem yapmayı sınırlayan günlük-doğal dillerden, bilim­
lerin yapay ve fonnel diline doğnı yapılır. Bu yeni dil, gerçekliğin
özel bir ilişkiler manzumesini daha kesin ve daha geniş bir şekil­
de düşünmeye elverişli olarak kunılmuş bir dildir.
Bu noktada, okudugunuz satırlardaki dil ve bilim anlayışının
Wiugenstein'ın ilk eserinden tamamen farklı, hatta bir bakıma
tam tersi olduğunu vurgulamalıyım. Bazı deneysel-elemanter
önermelerden giderek genişleyen bir dilbilim sistemi değil, tam
tersine uzlaşımsal, saymaca, hipotetik, kurgulanmış tanımlardan
hareket edip gene uzlaşımsal olarak türetilmiş bir dilbilim anlayı­
şı söz konusu burada.

lster günlük-doğal diller olsun, ister bilimlerin yapay formel


dilleri olsun, dilleıi bir şekilde, bir düzeye kadar "aksiyomatik
sistemlere" benzetmek mümkündür. Burada aksiyomatik bir sis­
temde, aksiyomlar arasındaki karmaşık ilişkiyi söz konusu etme­
yeceğim. Kaydetmek istediğim yalnızca şu: Aksiyomatik bir siste­
min temel tanım, aksiyom ve postulatları ile (ki modern anlayışta
bu son iki grup da aslında bir şekilde tanım olarak kabul edilebi­
lir) dillerin "temel sözlükleri" arasında bir benzerlik vardır. Doğal
diller için böylesi iyice formalize olmuş bir sözlük hazırlamanın
güçlüklerini biliyorum. Benim kastettiğim kabaca bir benzerlik
sadece. Şöyle ki; gerçek aksiyomatik bir sistemde (mesela Öklid
geometrisi) bazı başlangıç önermelerinden yola çıkılarak bu
düşünce sistemi içinde kesinlikle doğru olması ve kesinlikle yan­
lış olması gereken önermelere varılabilir. Kant , önermeleri anali­
tik, sentetik, a priori, a pvsteriori olarak sınıflamış, mantıken
zorunlu totolojik doğnı önermeleri analitik, zorunlu dogru olma­
yan ama bilgi veren önermeleri sentetik, doğru olduğunu deney
yapmadan bildiğimiz önermeleri a pıiori, doğruluğu deneye bağlı
38 F R E U D ' DA N LACAN ' A PS iKANALiZ

olan önermeleri a posteriori olarak isimlendirmiştir. 12 Kam'a


göre bazı önermeler, mesela geometrinin temel önermeleri a pri­
ori semetikti, yani bu tipte önermeler bilgi vermesine ragmen,
doğruluklan kesin, deneylemeye istinat etmeyen önermelerdi.
Oysa bugün, analitik ve sentetik önermelerin temel tanımlara
bağlı olduğunu biliyoruz. Böylelikle her dilin, o dile vakıf bir insan
için anlamlı önermelerini, dilin temel tanımlarına, sözlüğüne göre
mantıken zorunlu dogru, yani analitik, yine bu sözlüğe göre mantı­
ken zorunlu yanlış, yani çelişik ve yine bu sözlüğe göre doğruluğu
belirlenemeyen, yani sentetik önermeler olmak üzere üç gruba ayıra­
biliriz. Bu durumda analitik bir önermenin yanlış olduğunu söyleyen
önerme çelişik çelişik bir·önermenin yanlış olduğunu söyleyen öner­
me analitik, sentetik bir önermenin yanlış olduğunu söyleyen öner­
me ise yin'e sentetikolacaktır. Sentetik önermeler, dil içinde kalarak
doğruluğuna karar veremediğimiz önermelerdir. Bunların doğruluğu
deneye bağlıdır. Bir önermenin deneylenmesi konusunun ne kadar
çetrefil relc;efi problemleri olduğunu burada .anlatmaya gerek yok;
ancak felsefi açıdan çetrefıl olan bu problem, gerf'.k günlük hayaua
gerek bilim yaşamında basitçe çözülür. Benim burada esas hatırlat­
mak istediğim nokta, bütün sentetik önermelerin deneylenmesinin
mümkün olmadığıdır. Bu, gerek deneylemenin fiilen imkansızlığın­
dan (mesela Güneş'in yüzey ısısını bildiren önerme hipotetik kalmak
zorundadır) gerek deneyleme koşullarını bilmeyişirnizden ya da
bizzat önermenin yapısından (mesela yukarıda Russell'dan ilham
alarak verdiğimiz önerme) kaynaklanıyor olabilir.
Bilimlerin kurduklan özel diller sayesinde, günlük-doğal dil­
lerin ulaşamayacağı mantıki sonuçlara varabildiklerini söylemiş­
tim. Acaba bilimsel teoriler, kendi özel bilimsel dil yapılan çerçe­
vesinde hangi tipte önermeler sayesinde Popper'ın beklediği
tarzda yanlı.şlanabilirler?
Bilimsel teorilerin kendi özel biçimsel dil yapısı çerçevesin­
de sentetik kalan önermelerden dolayı yanlışlanamayacağı

1 2 Emınanuel Kant, Critiqııe de la Raison Pure, PUF, 1 950.


P S İ KA N A L i Z D E G Ö R Ü N M E Y E N 39

açıktır. Çünkü bir teori ancak temel tanımları, varsayımları


açısından mantıken zorunlu doğru olan , yani bu özel dil için
analitik (veya zorunlu yanlış, çelişik) önermeleri sayesinde
yanlışlanabilir. Bu önermeler sayesinde bilim adamı şöyle
demiş olur: Eğer benim temel önermelerim doğru ise bunun
mantıki sonucu olan şu önerme de doğru olmalıdır, ama bu
önerme yanlış olmalıdır. lşte bu koşulda deney, teoriyi yanlış­
layabilir.
Bununla beraber, bütün bilimler bu tipte önermeler üret­
meye elverişli midir? Fiziğin böylesine deneyle iddialaşabile­
cek önermeler üretebil diğini biliyoruz, Ancak, mesela bir
doğabilimi olmasına rağmen fizyoloji böylesi önermeler ürete­
mez. Çünkü fizyoloj ide tamamen fiziksel ve kimyasal temel
önemıelerden yola çıkılmakla beraber, bu öncüller açısından
zorunlu doğru ya da yanlış olmayan, doğruluğu deneye bağlı,
ol um.sal yani sentetik önermeler üretilebilir. Bu da fizyolojiyi
fizikten çok daha fazla deneye dayanan , teoriden uzaklaşan bir
bilim kılar. Heisenberg biyoloji ve fizyolojinin geniş ölçüde
fizik ve kimyaya bağlı olduğunu, ama bir gün biyoloji ve fiz­
yoloji alanında yapılacak yeni deneylerin fizik ve kimya}'l
kökten sarsabileceğini telkin eder. Böyle bir anlayış, genel
olarak Quine'nin görüşlerine de uygundur. 1 3 Bir bütün olarak
bilim aslında kesinliği belli olmayan birıakım hipotezler,
tanımlar, ön kabuller, vs. üzerine kuruludur. Tıpkı balçıga
çakılmış direkler üzerine kurulu bir köyün giderek büyüyen
nüfusunun bu temelleri çökenmesinde olduğu gibi, deneysel
birikim, bilimsel ön kabulleıin taşıyamayacağı bir boyuta da
ulaşabi1ir.
Psikanaliz de fizikten çok fizyolojiye benzer. Terapide, teo­
rinin öncüllerini mantıken zorlayacak deneysel bir önerme
üretmek çok güçtür. Bununla beraber birikimler sayesinde,
yukarıda da sözünü et liğim gibi, klasik Freud'cu dürtü kuramı

1 3 Paul Gochet, Quiııc en Perspective. Flammarion. 1 978.


40 F R E U D ' DAN LACA N'A P S i KANALiZ

olguların ağırlığını taşıyamamış, dağılmış, giderek kullanışsız


bir kuram halini almıştır.
Demek ki kısaca şunu söylemiş oluyoruz: Psikanal itik
önermeler (yorumlar), geniş ölçüde teorinin kendi özgün dili
içinde sentetik önermelerdir. Bir başka deyişle psikanalitik
önermeler (yorumlar), bu teorinin öncüllerinden yola çıkıl­
dığında zorunlu olarak doğru olması gerekmeyen, dolayısıy­
la yanlışlandıklannda öncüllerin , teorinin temel lerinin de
sarsılacağı tipte önermeler değildir. Bu bakımdan fiziğin
değil , fizyoloj inin önermelerine benzerler. Demek psikanali­
tik önermeler (yorumlar) , bir şekilde yanlışlanabilseydi de
teorinin tem�Jlerini 51lrsmazdı . Kaldı ki bu önermeler, aşağı­
da ifade edecegim sebeplerle deneylenemezler bile.
__

Yukarıda psikanalizin bilgi nesnesinin ne olduğu sorusu­


nu koymuş ve yanıtlamadan bırakmıştık. Ancak söz konusu
bilgi nesnesinin ne olmadığını anlatmaya çalışmış- ve bir
başka yerde diğer bilimlerin pek çoğundan far�l ı bir doğada
olduğunu , dolayısıyla bunl:;ırda alışık olduğumuz deneyleme
prosedürlerinin psikanalitik süreçte geçersiz kalacağını
düşünmüştük . .
Lacan , Freud'a dayanarak psikanalizi "bilinçdışının bili­
mi" diye ilan eder. Allhusser de bu kanıdadır. l 4 Bence bu
tez, fiziğin kütlenin ya da enerj inin bilimi oldugunu söyle­
mek kadar kabul edilemez bir tespittir. Çünkü bilinçdışı,
psikanalizin teorik-hi potetik bir kavramıdır. Tıpkı kütle ve
enerjinin, fiziğin teorik-hi potetik kavramları olması gib i .
Fizik dış dünyanın, fizik içine devşirilebilece k, b u kurgu
sisteminde düşünülebilecek özelliklerinin bili midir. Burada
kütle, enerj i , vs . teorik-hipotetik kavramlar kurgulanmış sis­
temin parçasıdırlar, bunlar sayesinde üzerinde düşünülen,
fiziğin bilgi nesnesi haline gelen şeyin degi l. Psikanaliz de

1 4 Lotıis Althusser, Frcud ve Laccm , çev. Selahauın Hilav, Yazko Felsefe


Y�ıları Kilap 1 .
P S i KA N A L i Z D E G Ö R Ü N M EY E N 41

bilinçd ışını düşünmez; bilinçdışı ve daha pek çok teorik­


hipotetik kavramı sayesinde düşünülebilir kıldığı, kendi
bilgi nesnesi haline devşirebildiği şeyi düşünür.
Fiziğin ve diğer pek çok bilimin bilgi nesnesine dönüş­
türdüğü yönleriyle dış dünyanın bilimi olduğu doğru ise,
psikanalitik psikoterapinin bilgi nesnesi Sandler ve
Rosenblatt'ın Labiriyle "temsili dünya" ıs ya da "iç dünya"dır.
"Psikanalitik psikoterapinin ayırt edici özelliği (. . . ) hasta­
nın iç dünyasının araştırılmasıdır . " 1 6
Hatırlanacağı gibi, aslında analistin genellikle gerçekte yer
alan olaylara yönelmediğini söylemiştim. Psikanalitik terapist
açısından önemli olan, bu dış dünya olgularının hastanın iç
dünyasında nasıl yaşantılandığı, değerlendirildiği, yorumlandı­
ğı, anlamlandınldığıdır. lşte analitik yorum da genellikle bu
tipte bir neden sorusunun yanıtıdır aslında.
iç dünyayı biraz anlamaya çalışalım. iç dünyanın bir
bölümünü aslında herkes bilir, çünkü bu herkese doğrudan
verilmiştir: Söz konusu olan sübjektif iç dünyadır. Algılar,
duygular, heyecanlar, düşünceler, fikirler, vs . . . Genellikle
bu iç dünyayı çok iyi isimlendirmeden, kendimize bile Lam
olarak dile getirmeden, burada geçen olayların bağlamıları­
nı kurmadan algılarız. Ancak kendisiyle bir şekilde yüzleş­
mekten korkmayanlanmız, meşru ve erişkin gibi duran
taleplerin ardında daha başka güdülenmeler, daha çocuksu
arzular olduğunu fark eder. Psikanalitik psikoterapide de
terapist, burada ifade edemeyeceğimiz araçlarla hastasının
iç dünyasına girdiğinde karşılaştığı olayları düzenleyebil­
mek ve aralarındaki bağlantıları kurabilmek için özel teorik
bir dil kullanır ki, teori bundan ibarettir.

1 5 joseph Sandler, B. Rosenblatı, "The Concept of the Representational


World", Psychoanalytic Study of the Child, 1 962, sayı 1 7 .
16 Frank E. Yeomans vd., Treating the Borderllne Paıienı , Basic Books,
1 992.
42 F R E U O ' O A N LACA N ' A PSiKANALİZ

*
Kırk yaşlarında narsistik ve "histrionik" özellikler taşıyan
bir erkek hastam kansından şikayet ediyor, onu pek çok açıdan
yetersiz buluyor, ona kötü davranıyor, ama çeşitli "kişiler arası"
baskılar ve pasif-agresif tutumlarla onun istediği yönde değiş­
mesini engelliyordu. Görünüşte bu davranışlarını öfke duydugu
eşine karşı dogal tepkiler olarak meşrulaştınyordu. Ancak gide­
rek önemli bir içgörü gücü ile, aslında eşinin talep ettiği yönde
değişmesini pek de arzulamadığını fark etmeye başladı.
Görünüşteki talebi ile çelişen bu ikinci egilimi ilk planda sadis­
tik tatminlerdcn vazgeçmeme ve evlilik dışı ilişkilerini sürdü­
rürken yaşadığı suçluluk duygularını hafiiletme, ilişkileri meş­
rulaştırm<l hedefine yönelikti. Psikanalitik nesne ilişkileri kura­
mına göre sürdürülen daha derinlemesine çalışma, üç yılda,
daha pek çok sonucun yanında şu sonucu verdi: Tamamen
bilinçdışı düzeyde kendisini daima yetersiz hissetmesine yol
açan, yeterliliği konusunda bir türlü tatmin edilemeyen bir tarzc
da algıladığı ve kompulsif bir hırsla :yeterİiliğin_i kabul ettirmeye
çaltŞtığı Oidipal annesi karşısındaki öfkesini ona ikame ettiği
eşine yönelttiği gibi, eşini sürekli yetersiz olarak algılayarak
Oidipal annesi ile özdeşleşiyor ve iç dünyasındaki Oidipal ben­
lik tasarımını da eşine yansıtarak onu yetersiz konumda tutma­
ya, böylece kadınlar karşısında yaşadıgı derin yetersizlik duygu­
larını bastırmaya, bu sadistik manevralarla düşük benlik saygı­
sını yüksel tmeye çalışıyordu.
Bu durumda görüldüğü gibi, terapist için dış dünyada gerçek
bir kötü evlilik ilişkisinden ya da gerçekten yetersiz bir eşten çok,
iç dünyada bu ilişkinin neden böyle algılandığı , yorumlandığı,
yaşantılandığı sorunu ön plana çıkar. Bu elbette ki gerçek dünya­
da gerçek hiçbir olumsuzlugun olmadığı arilaınına gelmez. Ama
terapıstin bilgi nesnesi gerçek dünya değil, bu imgesel dünya. iç
dünyadır. Terapist ne gerçek eşi . ne gerçekte yaşanan ilişkiyi , ne

* Hist rion ik: Hisleri benzeri . Günümüz psikiyatrisinde histerik kişilik


özellikleri ı..aşıyan . ancak genellikle daha ciddi bir klinik seyir gösteren
· güruhu nitelemek için kullanılan kanam.
P S i KA N A L İ Z D E G Ö R Ü N M EY E N 43

gerçek ana babayı ne gerçek çocukluğu bilir; aslında bilmesi de


gerekmez.
Nitekim yukandaki örnekte özellikle annenin gerçekten söz
konusu niteliklere sahip olmasından çok. hastanın iç dünyasın­
da annesi ile giriştiği nesne ilişkisinden içselleştirdiği benlik ve
nesne "tasanmlannı" vurgulayan bir dil kullanılmıştır. Böylece
"iç dünya", kendi içinde kapalı ve kendi iç dinamikleri olan bir
sistem olarak düşünülmüştür. Yani bu düşünce sisteminde her
şey adeta dış dünyadan bağımsız gibidir. işte psikanalizde
görünmeyen, unutulan, ihmal edilen bu şey, yani gerçek ger­
çeklik sayesinde bir görünür alan. bir inceleme alanı, bir bilgi
nesnesi yaratılır ki, psikanaliz kendi teorik-hipotetik kavramla­
nyla söz konusu ihmal etme, indirgeme sayesinde ön plana
çıkan bu alanı düşünür. Bu noktada ilginç olan şey şu ki, aslın­
da terapist inceledigi şeyi asla doğrudan gözleyemez. insanın
sübjektif iç dünyası ancak kendine verilmiştir ve başka bir insa­
nın doğrudan algısına kapalıdır. Terapist bu iç dünyayı ancak
jest ve mimiklerden, davranışlardan, ama özellikle bu iç dünya­
nın özne tarafından dile getirilmesinden yola çıkarak, "dolayı­
sıyla" anlayabilir.
Analitik ortamda özne, başarılı bir terapinin vazgeçilmez
koşulu olarak tüm dürüstlüğüyle bu sübjektif iç dünyayı dile
getirmeye başladıkça daha kamıaşık deneyimlerle karşılaşır.
Kendisinde akılcı benliği ile kontrol edemediği yönleri fark eder;
bazı duygulann, heyecanlann, fikirlerin sübjektif iç dünyasında
adeta yerden biter gibi beliriverdiğini fark eder ve bunların nere­
den geldiğini araştırmaya koyulur.
Terapist ise özel bir dinleme konumundadır. Hastasını dinler­
ken kendi iç sesine, iç dünyasına kulak verdiği, hastasını kendi iç
dünyasında dinlediği çok özel ve ulaşılması güç bir dinleme tar­
zıdır bu. Terapist herhangi bir yorum vermek için kendini zorla­
maz. bir sorunu derhal çözmek için kafa patlatmaz. debelenmez
bu teknik dinlemede. Yorum, hastaya verilebilir kıvama ve teorik
44 F R E U D ' DA N LA C A N ' A P S i KA N A L i Z

bütünlüğe ulaşmadan önce terapistin iç dünyasında öncelikle bir


hammadde, bir sübjektif yaşantılama olarak kendiliğinden belirir.
Ve terapist kendi iç dünyasında giderek beliren bu fenomenleri
inceleyerek ve teori ile açıklayarak yorumu hastaya verilebilir
kıvama getirir. Bu süreçte, ilginç bir şekilde kendi iç dünyasını
dile getirdikçe, ona dışarıdan bakmaya başladıkça, hasta da aynı
süreci tersten yaşantılamış ve yorumu alacak kıvama gelmiştir;
kimi kez en "doğru" yorumlar hastanın kendisinden gelir.
Esasını gizleyerek bizim buradaki tartışmamız için yeterli ola­
cak yönlerini verdiğimiz bu koşullarda psikanalitik bir önerme­
nin (yorumun) deneylenmesi nasıl mümkündür?
Şüphe yôk_ ki, diğet'pek çok bilimde olduğu gibi elle tutulur,
gözle görj.lnür bir materyal üzerinde, gene ele gelir bir araçla çalı­
şılmamaktadır söz konusu koşullarda. Bununla beraber iç dene­
yim sayesinde duygulann, düşüncelerin, heyecanların, kısaca
sübjektif iç dünyanın bir varlık durumu olduğunu biliyoruz. Bu
durumda yorumun kendisini bu deney 9rtaniına uygun bir deney
aracı olarak kabul edemez miyiz? Nitekim hastanın terapistle
ilişkisi sırasında bu iç dünyaya bir müdahalede bulunulmuş, bir
dönüşüm yaraulmışur� Nitekim soyut bir bakış açısından fizikte,
mesela mekanikte deney bir bakıma benzer koşullar sağlamaz mı?
Hastanın terapistle ilişkisinde iç dünyasında verilen yorumlar
sayesinde belli bir dönüşüm olduğunu ve eğer terapi başarılı
olmuş ise genellikle nevrotik belirtilerin gerilemesine yol açtığını
biliyoruz. O halde bu sonuçlar, yapılan müdahalenin "doğru"
olduğunu göstermez mi? "Doğru" ile "yararlı"yı karıştırmamak
gerek diyelim kısaca.
Bizim burada araştırdığımız şey müdahalenin yararlı olup
olmadığı değil, psikanalitik önermenin (yorumun) doğru olup
olmadığına deneysel olarak nasıl karar vereceğimizdir. Bizi çık­
maza sokan durum şudur: Verilen yorum yanlış olduğunda has­
tanın iç dünyasında şu değişiklik, doğru olduğunda bu değişiklik
meydana gelir diyemiyoruz.
PS 1 KANALiZDE G Ö R Ü N M EYEN 45

Sözgelimi Claude Levi-Strauss'a dayanarak, antropolojik veri­


lere göre Şamanlann da belli bir ölçüde psikoterapi yapabildiğini,
daha doğrusu psikoterapi ile ulaşılan iyileşmeye benzer değişik­
liklere ulaşabildiğini söyleyebiliriz. Modern insanın bu yöntemle­
re ve bu yöntemlerin ardındaki teorilere inanmasına imkan yok­
tur. Demek ki sadece iyileşme bir ölçüt olamaz.
Kaldı ki, çok doğru olduguna emin olduğumuz, hatta hasta
tarafından doğruluğu kabul edilen yommlar da bazen -en azın­
dan geçici bir süre için- olumsuz etki gösterebilir. Bu olgu. muh­
temelen kimi kez hastanın iç dünyasında belli bir yapılanma ile
uğraşırken, onunla bağdaşık daha karmaşık bir yapılanmayı göz­
den kaçırmamızdan kaynaklanır. Kimi kez hastanın kendi iç
dünyasını tanımasına ragmen, dış dünyadaki gerçek ilişkilerinin
gerçekten de bazı temel nitelikleri taşımaması, dolayısıyla tam bir
hüsran ile alakalıdır. Ancak bu son koşulda "bazı temel
nitelikler"den ne anlamak gerektiği de psikanalizin araştınna
alanı dışındadır.
Tekrarlarsak, psikanalitik önermenin (yorumun) doğru ya da
yanlış olması halinde iç dünyada ne gibi bir değişiklik görülmesi
gerektiğini deneysel anlamda önceden bilemiyomz. Demek ki
psikanalitik önermeler (yorumlar) deneylenebilir gibi görünmü­
yor.
Acaba neden? Çünkü psikanalitik önermeler (yommlar) deney­
sel değil, hipotetik önermelerdir. Bir başka deyişle, psikanalitik
önermeler (yorumlar) bazı olgulan açıklamaya yarar, hepsi bu.
Psikanalitik yorum verildiği zaman, hastanın iç dünyasında
ilk bakışta bağlantısız, dağınık gibi duran bazı fenomenleri açık­
layan küçük bir teori kurulmuştur aslında. Bu küçük teori büyük
teorinin, yani hangi genel psikanalitik teori ile çalışılıyor ise onun
içinde, bu genel teori açısından mümkün, olumsal bir önermeye,
bir hipoteze dayanır ki, yonım bu hipotezden ibarettir.
Psikanalitik çalışmada her bir yorum bir dizi iç dünya olayını
açıklayan, bağlantılandıran, anlamlandıran, küçük bir teoridir
46 F R E U D' DA N LACAN'A PSİKANALİZ

dedik. Ancak analitik süreçte verilen yorumlarla hastanın iç dün­


yasında yeni fenomenler, rüyalar, dirençler, duygular, vs. gelişir,
unutulmuş anılar canlanır, tepkiler yenilenir. Bu süreç analizin
giderek derinleşmesine, yeni yorumlara, bunlar da yeni iç dünya
fenomenlerine yol açar. Böylece yeni ortaya çıkan fenomenlerde
ilk planda yorumlanmayan, diğer fenomenlerle birlikte ele alınır,
yorumlanır, giderek olgulan adeta öbek öbek toparlayan hipotez­
ler daha büyük, kapsayıcı hipotezlerle biraraya getirilir, açıklanır.
ideal koşullarda bu teorik-hipotetik bütünleşme "gelişimsel tam
yeniden kurgulama" noktasına ulaşır. Bir başka deyişle, hastanın
hemen hemen bütün olarak iç dünyasının gelişimi açıklanır.
Dikka('e_çiilirse, öurada yapılan işlem bir teori kumıaktır. Bu
teori ge,nel psikanaliz teorisinin temel ilkelerine uygun, ama onun
tarafından mantıken zorunlu kılınmamış bir küçük teoridir. lşte
bu nedenle psikanaltik önermeler deneylenemez, çünkü deneysel
değildirler, yanlışlanamazlar.

Hatta bu noktada daha da ileri gidip psikanal in, genel olarak
bilimlerin amacı olarak koyduğumuz şu koşuiu bile saglayarrıadı­
ğını söylemek durumundayız: Bilimlerin temel amacı, gerçeklik
hakkında rrıanuki işlem yapma kapasitesini anırmaktır. Çünkü
eğer mantıki işlem yapmaktan, doğru kabul edilen önermelerden
-eger bunlar doğru ise- mant ıken zorunlu doğru önermeler elde
etmeyi anlarsak, psikanalitik önermeler (yorumlar) teorinin temel
önermelerinden mantıki zorunlulukla elde edilmiş öneımeler de
değildir. Tam tersine, bunlar adeta bazı iç dünya olaylarını dile
getiren önennelert açıklayan, bir başka deyişle bu ikinci önerm.e­
ler grubunu mantıken elde etmeye yarayan kurgulanmış önerme­
lerdir. Demek ki psikanalitik önermeler, gerçeklik (burada iç
dünya olaylan) hakkında mantıki işlem yapmayı bile sağlamaz.
sağlayamaz.
Peki, o halde psikanalitik önermeleri (yorumları) ve psikana­
litik teorileri nasıl bir çerçevede düşünmeliyiz? Psikanalitik teori­
leri bilimsel olarak kabul edebilir miyiz?
P S i KANA L İ Z D E G Ö R Ü N M EY E N 47

Psikanaliz özel bir "teorik sonınsalı"nın olması, bu sorunsala


devşirerek düşündüğü, ele aldığı bilgi nesneleri (iç dünya olayla­
n), içerdiği teorilerin mantıki yapısı itibariyle diğer bilimlerin
çalışma tarzına benzer. Ancak özellikle deneylenebilir önermeler
üretmek konusunda diğer bilimlerden farklılaşır. Üstelik pratikte,
deneyde mantıki çalışma tarzı da bir bakıma diğer bilimlerin tersi
istikamettedir.
Ancak psikanaliz mantıki işlem kapasitesini artıramamakla
beraber, bilgi nesnesini, yani iç dünya olaylarını akılcı bir tarzda
düşünebilme imkanlarını genişletir. Bu bakımdan da bir ölçüde
olsun diğer bilimlere yaklaşır.
"Akılcı bir tarzda düşünınek"le neyi kastediyorum?
Yukarıda Piaget'den yaptığını alıntıda "mantığın kanıtlama
sanatı" olduğu söyleniyordu. Aslında günlük yaşamda mantıken
kanıtlanamayan, üstelık deneysel olarak da kesinlikle göstereme­
diğimiz pek çok şeye inanırız. Bu tipte inançlanmızın bir bölü­
müne de bize akılcı geldiği için inanırız. Akılcı gelen inançlarımız
mümkün gibi görünür bize. Emin olmasak da ikna oluruz. Şüphe
yok ki, ikna olduğumuz, bize akılcı gelen inançlarımız çağın ve
kültürün özelliklerini taşır.
Şimdi genel olarak bilimlerin durumuna bakalım. Yukarıda
bilimlerin kökeninde bazı tanımların. kabullerin, hipotezlerin, vs.
bulunduğunu söylemiştim. Bilimler bu temel önermelerden yola
çıkarak mantıki kannlamalara gidebiliyorlar ise de, temel öner­
melerin daima kanıtlamanın dışında kaldığı göz önüne alındığın­
da, genel olarak bilimlerin de aslında kanıtlamadığı. sadece bize
akılcı görünen, ikna edici sonuçlara ulaştığı hemen fark edilir.
ikna etmek, şüphe yok ki inandım1anın bir biçimidir. Ama
diğer inandırma türlerinden farklı olarak inandınlanın da akıl
yürütmesine, karşı çıkmasına fırsat tanıyan bir inandınnadır bu.
ötekini hesaba katan bir tartışmanın ürünüdür. Bu bakımdan
aslında mantığın temel özelliğini taşır; kendinden merkezsizleşe­
bilmek, ortak bir platforma çıkabilmek. Bu bağlamda verdiği
48 F R E U D ' DAN LACAN ' A P S i KANALiZ

yorumu mesleki otoritesini kullanarak hastasına kabul ettirmeye


çalışan terapist doğru çalışmıyor demektir.
Psikanalitik önermeler (yorumlar) ne mantıken kesin doğru
ne de deneysel anlamda doğrudur, ama akılcı ve ikna edicidir.
işte tam da bu noktada psikanalitik teoriler genel olarak bilimle­
rin ortak özelliğini paylaşırlar. Bu özelliğin en azından modem
relsefe tarafından da paylaşıldığını kabul etmek gerekir.
Sonuç olarak Popper'a geri dönersek, gerçekten de psikanali­
zin yanlışlanabilir önermeler üretmeye yatkın olmadığını tekrar­
lamak gerekir. Ancak bu sebeple psikanalızin bilimsel olmadığı
söylenebilir mi?
Psikanalitik teoriler pozitif yönleri bakımından kendine özgü
teorik şorurisallan, özgün bilgi nesneleri, teorilerin mantıki iç
ğı
tutarlılı , akılcılığı ve ikna ediciliği, bilgi nesneleri hakkında
manuki işlem yapabilme değilse de genel anlamıyla düşünebilme
alanını genişletmeleri bakımından diğer bilimlere benz�r. işte bu
nedenle psikanalitik teorilerin gelişmesi� . giderek daha çok "iç
dünya olayını" açıklayan daha kapsayıcı teoriler kµrulabilmesi,
eski bazı teorilerin unutulması, terk edilmesi mümkün olabil­
mektedir.

ukarıda psikanalitik önermelerin deneysel anlamda doğruluk


Y ya da yanlışlık değeri alamayacağım, ancak ikna edici ve akıl­
cı oldugunu söylerken basitçe ve sadece analizdeki öznenin i kna
edilmesi sürecini anlatmak istemedim. Doğruluk, yanlışlık değeri
ile ilgili bu saptama sadece epistemolojik düzeyde geçerlidir,
ontolojik düzeyde değil.
Epistemoloji bilginin düzeyidir, anlamın düzeyi ise farklıdır.
Basil bir örnek alalım. $üphe yok ki, herkes ölümlü olduğunu
bilir. Ama bir ölümlü oldugunu anlamak başka bir şeydir. Bu
noktada bilincine varma, bilinçlenme diyebileceğimiz bir dene­
yim meydana gelir ki, bu değişik bir yaşanulama demektir. Şüphe
yok ki, Freud "Bilinçdışı olem her şey bilinçli kılıııacak," derken,
PSiKANALiZDE G Ö R Ü N MEYEN 49

her şeyden önce teknik-terapötik bir ilke koyduğunu düşünmüş­


tür. Ama Freud gibi bir dehanın bilinçli kılınan materyalin "bilin­
cine varılması" ile meydana gelen deneyimi kavramamış olmasına
imkan yok gibi duruyor. lşte bu noktada şöyle diyebiliyoruz;
psikanalitik yaklaşımın amacı sadece öznenin kendisini bilmesini
sağlamak değil, ama daha çok öznenin kendisini anlamasını sağ­
lamaktır. Psikanaliıik yaklaşım kendiliğinden, zaten, adını koy­
madan, belli bir varoluşçuluğu içermiş olur. Ote yandan "anla­
mak", bilmenin tersine, bir bakıma yaşamı kolaylaştırmaktan çok
güçleştiren bir şeydir.
Bilmek muktedir olmaktır, yapabilmektir. Kendini anlamak
ise basit bir aydınlanma anıdır. Eğer böyle bir deneyim epistemo­
lojik açıdan bir doğruluk ölçütü olsaydı, bu bölüm açısından
mesele kalmayacaktı. Ne çare, kendini anlamak sadece güç bir
sınavla karşı karşıya bırakır psikanalitik özneyi; kendini kabul
etmek. Bu güçlük de önceden kestirilemez tabii.
insanın kendini anlamasL, her şeyden önce kendini anlamlan­
dıran bir varlık olarak kavraması anlamına gelir psikanalizde. Su
anlamda ki, özne için ötekinin varlığı, ancak bir yorum sayesinde
düşünülebilir. Ötekinin varlığını bilmez özne; yorumlar, anlam­
landırır. O halde psikanalitik ortamdaki özne , ötekinin, yani
terapistin yaptığı şeyi bilinçdışı bir süreçte bizzat kendisinin de
yapllğını anlar. Bu, özne tarafından aktarma'nın anlaşılmasıdır.
Özne, analitik orıamdaki ötekini (terapisti) yorumladığını anlar­
ken, kendini anlamlandıran varlık olarak anlar.
Analitik sürecin bir tür solipsizme vardığı da düşünülmemeli.
Tam tersine, bu süreç iki iç dünyanın karşılaşması, iki insanın
tanışmasıdır aslında. Ve büyük ustalardan birinin söylediği gibi,
analiz, özne psikanalist tarafından anlaşıldığında bitmez; tam
tersine, özne analistini tanıdığı zaman biter.
Psikanalilik yaklaşımın bu anlam ve hakikat yönü, onu sadece
epistemolojinin konusu olmaktan çıkanr. Hakikat, gerçeğin bilgi­
sini aşan bir yön taşır. Çünkü hakikat, gerçeğin bilgisinın anlaşıl-
50 F R E U D ' D A N L AC A N ' A P S İ K A N A L İ Z

mas1 ve kabul edilmesi deneyimidir. Bu ise daha mutlu kılmaz

insanı, olsa olsa vahşi ve çocuksu acılannı biraz daha olgun


biçimlere dönüştürür; böylece de özneyi, kendini anlamdıran
varlığı karşısında daha az celaşa kapıldığı bir duruma ulaştırır.
111.

F R E U D VE D İ G E R LE R İ

B
u bölümdeki amacım psikanaliz konusundaki bilgisi değişik
düzeylerde olabilecek okurlan psikanalitik teorinin kavram­
larına hazırlarken, Lacan hakkında vereceğim yorum bakımından
önem kazanan bazı noktalan ön plana çıkarıp onun söz konusu
bağlamlardaki konumuna işaret ennek olacak. Şüphesiz, Lacan'ı
psikanaliz geleneği çerçevesinde özgün kılan, dilbilim ve psikana­
liz arasında kurduğu ilişkidir. Ancak Lacan'ı bu en özgün yönü
dışında özgün kılan başka bazı bağlamlar da var. lşte şimdi bun­
ları ele alacağız daha çok.
Bölümün, psikanaliz bilgisine sahip olan okurlan başlangıçta
sıkabilecek bir yapısı var. Ancak olayın giderek ilgi uyandıracağı­
nı umduğum, kam1aşık bir çizgiye dönüşeceğini ifade etmek

isterim.
Öncelikle Freud'un düşünsel gelişimini ana hatlanyla özetle­
yip teorisinin bazı aynnulanna inmeyi düşünüyorum. Bu aynnn­
larda çeşitli psikanalitik teorilerin bir karşılaştırmasını yapmaya
çalışacağım. Üstelik Lacan'ın bu bağlamlardaki konumunu da
yorumlamaya çahşacagım .
52 F R E U D ' DAN LACA N ' A P S İ KANALİZ

Yolumuz uzun; o halde hemen başlayalım:


Psikoloji, Freud'a gelene kadar bilinç fenomenleri ile psikolo­
jik olguları özdeş saymıştır. Bilinç fenomenlerinin tüm psişik
olguları içermesi anlayışını Descartes'a bağlamak mümkündür.
Descanes "ruh tözünün" esası olarak düşünmeyi ele alıyor ve
düşünmeyi de bugünkü anlayışımızla "bilinç eylemi" ile aynı şey
kabul ediyordu. lnsanm bilincinde olmadıgı düşüncesi olamazdı .
Descartes'ın Batı düşünce sistemi üzerinde bugüne dek süren
büyük etkinliği tartışılamaz; tüm Rönesans ve Aydınlanma çagı­
nın düşünsel temelini atmıştır o. Böylece psikolojinin uzun süre
psişik olguları bilinç fenomenleri olarak ele almış olmasını anla­
mak kolaylaşıyor.
Ancak Freud'dan 'Önce de bazı filozofların "bilinçdışı"nı sez­
diklerini' hatırlamak yerinde olur. Sözgelimi Spinoza, "özgür
irade yanılgısının, eylemlerimizin bilincinde olup da bizi harekete
geçiren nedenleıi bilmememizden kaynaklandığını" söylemişti.
Geçen yüzyılda Nietzsche , insan davranışlarının görunürdeki
soylu amaçlarının altında "iktidar tutkusu;' gibi ilkel eğilimleıin
bulunduğunu ileri sürüyordu.
Freud'un parlak çıkışı yüzünden genellikle gözden kaçınlmış
olan çağdaşı filozof-doktor Pierre janet de bilincin insan kişiliği­
nin sadece en yüzeysel bölümü olduğunun farkındaydı.
Freud, hekimlik mesleğinin başlangıcında özellikle fizyoloji­
ye ilgi duymuştu: Nemo physiologus nisi psychologus. * Bir fiz­
yolog olarak Freud'un çalışmaları özellikle merkezi sinir siste­
mine yönelikti ve bu dönemde yaptıgı fizyolojik çalışmalar bile
Freud adının günümüze kalmasına yetecek mahiyettedir. !
Ancak Freud geçinme kaygısıyla çalışmalannı psiko-patoloji
alanına kaydırdı. Charcot, Brenner, Bemheim gibi alanın usta­
larıyla çalışma imkanı buldu.

" '
Nemo physiologus nisi psychologus (Latince): Fizyolog olunmadan
psikolog olunamaz.
1 Henri Hecaen, Les Fonctions du Cerveau, Masson, 1 983.
FREUD VE D 1GERLERi 53

Freud'un başlangıçta özellikle hipnoz olgulanndan çok etki­


lendigi söylenir. Hipnoz altında telkinde bulunulan deneklerin,
uyandıktan sonra davranışlannın gerçek nedenini bilmeksizin
telkinler doğnıltusunda hareket etmeleri, dahası bu davranışlan­
nın sebebi sonılduğunda, tamamen farklı gerekçeler ileri sürme­
leri Freud'un bilinçdışı kavramını geliştim1esinde önemli bir
ipucu sağlamış olsa gerek.
Freud'un tezlerini birkaç cümle ile özetlemek gerekirse şöyle
denebilir: insanların doğumdan itibaren maruz kaldıkları top­
lumsal baskı, bazı arzulann bilinçdışına bastınlmasına neden
olur ve bu bilinçdışı arzular da kendini ! a ps u s l arda (dil sürç­
" "

mesi), "hatalı hareketlerde" (acı maııque), rüyalarda ve nevroz­


larda simgesel bir tarzda şekil değiştirerek gösterir ve tatmin
yollan arar. Aynca toplum tarafından en çok kabul gören
''yüceltmelerimizin" ardında da bilinçdışına basurılmış arzuları­
mızın hedef aldığı nesnelere toplum tarafından kabul gören yeni
nesnelerin ikame edilmesi yatar. Bu nedenle psikanaliz bir
"deıinlikler psikolojisi"dir.
"Bilinçalu" ve "bilinçdışı" kavramlarını da ayırt etmek gerek.
Bil inçaltı , dikkatimizi yoğunlaştırmadığımız algılarımızı, bazı
otomatik hareketlerimizi, fikir çağrışımlannı, hatta üzerinde
bilinçli olarak düşünmediğimiz halde bir anda olgunlaşmış ola­
rak bil inç alanında bulduğumuz fikirlerimizi , vs. ilgilendirir.
Buna karşılık bilinçdışı, toplum tarafından kabul edilmeyen
arzulann bastınlması ve tamamen bilincin alanının dışında
tutulması ile oluşur. Aynı şekilde, çocukluk çağının tüm trav­
matik anılan da (ki bu anılar da doğrudan toplum tarafından
kabul edilmeyen arzular ile ilişkilidir) bilinçdışının materyalleri
arasındadır. Bu durumda bilinçdışına bastırma, toplumsal
Ben'in ilkel dürtülere karşı kendini koruduğu bir "savunma
düzeneği" olarak karşımıza çıkar.
Bu kısa genel çerçeveden sonra Freud'un düşünsel gelişimine
göz atmakta yarar var. Freud psikoterapi pratiğine Breuer ile bir-
54 F R E U D ' DAN LACA N ' A PSİKANALiZ

likte ve esas itibariyle hipnoza dayanan bir Leknikle başlamıştı.


Freud-Breuer işbirliğinin sonunda bazı histerik semptomlar ile
unutulmuş travmatik anılar arasında belli bir ilişki olduğu sonu­
cu açıkça ortaya çıkmışLı . Üstelik söz konusu amlann hipnoz
seanslannda hatırlanması , histerik semptomlann ortadan kalk­
masına neden oluyordu. Ancak Breuer bu sonucu, klasik ve
aslında kendileri de açıklanma gerektiren "hipnoz", ''hipnoid
durum" kavramlarıyla düşünürken, Freud ''bilinçdışı" kavramını
geliştirdi ve olgulan bu kavramla açıklamaya yöneldi (Bachelard­
Althusser çizgisinde bir epistemoloji açısından Freud, bilim kuru­
cu bir "epistemolojik kopuş" gerçekleştirmiştir böylece).
Breuer'e.göre histeı;ik semptomların kökenindeki "bloke" edil­
miş duygular, aslında, şahıs adeta "hipnoid" bir durumda iken
yaşanul1ındıkları için normal yollardan boşalım bulamıyorlardı.
Breuer bu nedenle histerik semptomlann herkeste değil. ancak
merkezi sinir sistemini ilgilendiren "konstütüsyonel" b!r bozuk­
luk zemininde ortaya çıkabileceğini düşünüyordu 2 (bu noktada
Pierre janet'nin de Breuer'e yakın hir görüşü olduğunu kaydet­
mek gerek). Freud ise olayı "dinamik" bir çerçevede yorumluyor­
du. Bilinçdışı çatışkılar ve "bastırma" , nevrotik fenomenleri açık­
ladıgı temel kavramlardı. Bu yaklaşım psikanalizin temelinde yer
alan dinamik görüşü oluşturuyordu. Freud'un bastınlan materya­
lin cinsel içeriği konusundaki ısrarlı görüşleri, Breuer ile birlikte
çalışmasını tamamen imkansız kıldı.
Breuer'den aynldıktan sonra Freud hipnoz tekniğini de terk
etti ve "serbest çağnşım" tekniğini geliştirdi. Serbest çagrışımda
hastadan hiçbir kaygı taşımadan, aklına gelen her türlü fikir ve
imgeyi sansürlemeden söylemesi beklenir. Freud. bu tekniği
uygularken "direnç" olgusu ile karşılaştı. Hasta ya aklına hiçbir
şey gelmediğini söylüyor, ya da düşüncelerini sansürden geçire­
rek aktanyordu. Analizleri sırasında Freud, bu dirençlerin özel-

2 S. Nachı, Psyclıanalyse Freudieııne, Encydopedie Medico-Chirurgicale,


3 781 0110, 1955.
FREUD VE DİGERLERI 55

likle bazı noktalarda yoğunlaştıgını ve bu noktalann da hasralıgın


dinamiğini kavramak bakımından önemli olduğunu fark etti.
Demek ki �direncin" ardında "bastırma" mekanizması vardır.
Freud'un analizleri sırasında geliştirdiği bir başka nosyon da
"aktarma" oldu. UAktarma," psikanaliz ilişkisinde hastanın eski
duygulanım yapılanndan kaynaklanan duygulannı hekime yan­
sıtmasına dayanıyordu. Sözgelimi hasta, babasına yönelik bilinç­
dışı arzularını hekime aktarıyordu. Direnç de, hastanın, travma­
nın meydana gel<ligi dönemde yaşantıladıgı kaygıyı, saldırgan ya
da erotik arzularım hekime aktarmasının bir sonucuydu. Bu
durumda psikanalizin ilerleyebilmesi için hastanın "direnç"
nedenlerinin bilincine vardırılması gerekiyordu ki, bu yol klasik
psikanalizin artık bir "direnç" ve "aktarma" analizi halinde hemen
hemen son şeklini bulması demekti.
Freud, dinamik görüş çerçevesinde "bastırma" mekanizmasını
açıklamak için giderek çelişik psişik güçler arasında bir çatışkının
bulunması gerektigi.ni düşünmeye başlamıştı. Bu çatışkı, bastml­
mış dürtü bilinçdışındaki varlığını sürdürdüğü sürece yeni öğele­
rin ilave olması ile güçleniyordu. Bastınlmış dürtüler, sonunda
bastırma mekanizmasını kökenindekinden farklı birtakım simge­
lerle aşıyor, kendini görünüşte hiçbir anlamı olmayan rüyalarda,
dil sürçmelerinde, hatalı davranışlarda, nevrotik semptomlarda
ifade ediyor ve doyum yollan arıyordu. Bu dunımda da psikana­
liz bir "anlam" arayışı halini almıştı.
Demek ki nevroz, geçmişteki basnrılmış bir çatışkının güncel
olarak ve simgesel bir tarzda ifade edilmesi olarak görülebilirdi.
Daha bu aşamada bile, bir "anlam" araştırması olan psikanalizin
tam olarak teorikleştirilebilmek için dilbilime ihtiyaç duyduğu
söylenebilir. Bu bağlamda Lacan'ın tüm yapugı, söz konusu teo­
rik gereksinimi karşılamaktan ibarettir.
Freud'un analizlerinde "rüya analizleri" giderek daha önemli
bir yer almaya başlamıştı. Rüyalarda, ilk bakışta anlamsız duran
görünür içeriğin ardında anlamlı bir söylemin bulundugunu
56 F RE U D ' DA N L A CA N ' A P S i KA N A L i Z

düşünüyordu Freud: Analiz edilen şahsın özel dili anlaşılmaya


başlandıgında ilk kannaşa ortadan kalkıyor, rüya, bir şifre çözü­
lür gibi belli bir anlama kavuşuyordu.
Düşünce gelişiminin bu düzeyinde Freud "psişik aygıtı".
bugün "birinci topik" ya da "topografik görüş" adını verdiğimiz
şekilde ayınyordu: "Bilinç", "bilinçaltı" ve "hilinçdışı". Bu kavram­
lar ışığında Freud, Rüyalann Yornmu , Rüya ve Yonımlamnası,
Günlük Yaşamııı Psikopatolojisi , Ciıısellilı Teorisi üzeıine Üç
Deneme gibi eserlerini verdi.
Freud, bu donemdeki eserlerinde "bilinçdışı dürtü" kavra­
mına da ışık tutmaya çalıştı . Buna gön· "bilinçdışı dürtü"nün
kaynagı i\S�l, esas 'f!.ibariyle "organik-biyolojik" bir uyarımdı
(sık veJilen örnekle, açlık duygusu gibi)� Dolayısıyla dürtünün
amacı 'bu uyanını ortadan kaldırmak, yani tatmin elde etmek
oluyordu. Dürtünün nesnesi ise uyanını ortadan kaldıracak
nesneden ibaretti. itkiler yönelimlerini, nesnelerini değiştirebi­
liyorlar, ancak enerj ileri (!) bilinçdışında· daima mevcut kalıyor
·

ve doyum yolu arıyordu.


Freud'un Oidipus karmaşası ve çocuk cinselliği konusundaki
görüşleri de i lerlemeye başlamiştı. Çocugun dolayımsız tatmine
yönelik psişizmasım "haz ilkesi"nin organize euigini, daha sonra
gelişen "gerçeklik ilkesinin" ise hazzı erteleme ve gerçekliğin
gereklerine uydurma hedefine yönelik oldugunu ileri sürüyordu.
Bu arada Freucl "libido" kavramını da olgunlaştırdı. Dürtüler
ya da içgüdüler arasında en çok "bastınna"ya maruz kalan, esas
i tibariyle cinsel kökenli olan içgüdülerdi ve bu içgüdülerin
enerjisi "libido" adını alıyordu. Freud "narsistik libido" ile
"nesne libidosu" kavramlarını da ayırt etmeye yöneldi.
Başlangıçta kendi öz bedenine yatırılan libido. bu narsislik
dönemden dış nesnelere taşınıyor (nesne libidosu), hatta köke­
nindeki tüm cinsel mahiyetini kaybederek, · tamamen "toplum­
sal-kültürel" nesnelere yönelmek suretiyle yüceltilebiliyordu.
Kökendeki cinselligini kaybetmiş libidinal enerj i fikri, Ben (Ego)
FREUD VE DIGERLERI 57

kavramının geliştirilmesinde ilk adımı oluşturuyordu.


Freud, böylece teorisindeki bazı kavranılan değiştirmeye
yöneldi. Haz llkesirıin ôtesinde, Kolektif Psikoloji ve Ben'in
Analizi, Ben ve fd gibi çalışmalarla psişik fenomenleri üç boyutta
ele almaya yöneldi.
Ilk boyut, "gelişimsel" görüş açısına dayanır: Bu görüş açısın­
da psişik güçlerin gelişimi esas alınır. Psişik güçlerin gelişimi
bakımından temel gösterge, libidonun geçtiği değişik evrelerdir.
Söz konusu evreler de libidonun yatının tarzlan ve nesnelerinde­
ki farklılıklar bakımından birbirinden aynlır. Gelişimin nihai
aşaması , libidonun "sosyokültürel" çevreye uydurulması olacak­
tır. Oral dönemde erojen (cinsel bakımdan duyarlı) bölge ağızdır,
yani libido ağız yoluyla tatmin edilir. lkinci evre olan "anal"
dönemde ise libido dışkılama fonksiyonuna yönelmiş, bu yolla
tatmin aramaktadır. Anal dönemde nesne libidosu da gelişmeye
başlamıştır. Anal dönemi "fallik dönem" izler. Bu dönemin temel
özelliği, nesne libidosunun giderek ağırlık kazanmasıdır. Erojen
bölge genital organlandır. Ubidinal dünüler karşı cinsten ebevey­
ne yönelirken Oidipus karmaşasının tohumlan da atılmış olunur.
Bu süreç çocukta kastrasyon karmaşasının gelişiminde etkili ola­
*
caktır. Genellikle kastrasyon karmaşası erkek çocuklar için
Oidipus'tan çıkışta, kız çocuk için ise Oidipus karmaşasına giriş­
te etkili olur. Kız çocuk kastre edildiği fantezileriyle, yani eskiden
sahip olduğU bir penisin ondan alındığı imgelemesiyle, penis
sahibi olmak yerine babasından bir çocuk sahibi olmayı düşler ve
böylece libidosunu babaya yöneltirken, erkek çocuk annesine
duyduğU cinsel arzular nedeniyle babası karşısında geliştirdiği
saldırgan duygulan babasına yansıtır ve babası tarafından penisi
kesilmek suretiyle cezalandınlacağı kaygısına (angoise) kapılır.
Karmaşanın çözümü, erkek çocuğUn annesinden vazgeçmesi
(ensest yasağını tanıması) ve babasıyla özdeşleşmesi iken, benzeri
*
Kast rasyon karmaşası: Oidipus döneminde yaşanan penisini kaybetme
(erkek çocukları) ya da penisten yoksun olma (kız çocuklar) kaygısı.
58 F R E U D ' DA N L A CA N ' A P S i KA N A L İ Z

süreç kızlarda çok daha geç ve güç gerçekleşir. Nitekim "kız


çocuk-anne" çatışmalan "erkek çocuk-baba" çanşmalanndan
genellikle daha uzun, kimi kere tüm yaşam boyu sürer ve "anne­
kız çocuk" ilişkisi, hatta iki kadın arasındaki ilişkiler daima daha
çift değerli seyreder.
izleyen dönem "latans" dönemidir. Bastırma mekanizmasının
tüm gücüyle çalıştığı, toplumsal yüceltmelerin yerleştiği dönem­
dir bu. "Ergenlik dönemine" gelince libido tekrar cinsel ilgilerini
kazanır, ancak anık tamamen toplumsallaşmış, kültürün kuralla­
nna uygun düşen nesnelere yönelmiştir: Egzogami (dış evlilik).
Kabaca özetlemeye çalıştığımız bu gelişimsel görüş çerçeve­
sinde Fretfd! "saplantr ve "gerileme" kavramlanm da geliştirmeye
imkan ,bulmuştur. Psikoseksı:.ıel gelişim aşamalanndan birinde
şiddetli bir früstrasyonla (düş kınklığına uğrama) karşılaşan
birey, libidinal tatmini daha doyumlu olarak yaşadığı döneme
"geriler" ve farklı evrelerde "saplantılar" onaya çıkar. .
Gelişimsel bakış açısından nevrozun (ve hatta psikozun)
;
kökeninde böylesi �gerileme" ve "saplantılar , rol oynar. Bir
anlamda nevrotik, duygusal gelişimini tamamlayamadan erişkin
yaşamın toplumsal sorumluhiklannı, güçlüklerini üstlenmek
zorunda kalan kişidir.
Freud'un görüşünün i kinci boyutunu "ekonomik" görüş açısı
oluşturur. Bu açıdan psişik güçler nicel büyüklükler olarak düşü­
nülür. Semptomlarda belli bilinçdışı arzulann değil de diğerleri­
nin kendini göstermesi, bilinçdışı dürıülerin enerjilerinin farklı
"nicelik"lerine bağlanır. Öte yandan dürtülerin gücünün zaman
içinde artması , birikici bir özellikleri olmasına dayandınlır.
Üçüncü boyutu "yapısal" görüş açısı oluşturur. Freud bu
dönemde, daha önce özetlediğimiz topografik ayrımının yeri­
ne ikinci "topik" ya da "yapısal kuram" adı verilen yeni bir
psişik aygıt modelini kullanmaya başlamıŞtır. Freud'un ikinci
"topik" ayrımını, yani topografik görüşü kullanmayı yeğleme­
sinde şu faktörlerin rol oynadığını düşünüyorum: Freud açık-
FREUD VE DIGERLERI 59

ça kendi ilk "topik" ayrımını, yani topografik görüşü eleştir­


mediği ne, bundaki yanlışlıklara ya da yetersizliklere dikkat
çekmediğine göre, ikinci "topik"in ilkini içerdiğini düşünüyor
olsa gerek. ikinci olarak. dinamik görüş açısıyla "topik" görüş
açısını ilişkiye geçirme, bütünleştirme kaygısı rol oynamış
olabilir. Gerçekten de dinamik görüş açısı ve psikoseksüel
gelişim teorisi ilk "topik" ile ilişkiye geçirilemezken, ikinci
"lOpik" için belli bir ilişki söz konusudur. Üçüncü olarak, kay­
nağındaki ci nsel ve saldırgan özelliklerinden arınmış bir libido
fikri Ben'in işlevlerini açıklamaya imkan verir gibi durmaktay­
dı. Dördüncü olarak da, sanırım ilk "topik"te yerleştirilmeyen
Üst Ben kavramı, insan psişizmasını açıklamak bakımından
kendini zorunlu olarak kabul ettiriyordu. Freud'un ikinci bir
topiğe ihtiyaç duymasında daha pek çok faktör söz konusu
edilebilir. Ancak şunu hemen belirtelim ki, Lacan ikinci
"lOpik" tarafından sağlanan bazı teorik avantajları ilki çerçeve­
sinde elde tutmayı başarabilmektedir.
ikinci "topik" ya da diğer bir deyişle yapısal görüş çerçevesin­
de psişik aygıt Id, Ben ve Üst &n'den oluşur. Yeni doğan bebeğin
tüm psişizmasını oluşturan ld, bilinçdışı itkilerin kökeninde yer
alır. Freud, bili nçdışı ile ld'i çoğu kez eşanlamlı olarak kullanmış
ise de, bu tutumu, izleyen analistler tarafından çok eleştirilmiştir.
Bu konudaki Lacan'cı yaklaşımı ileıide tartışacağız. ld haz ilkesi­
ne göre çalışan, sürekli dolayımsız tatmin arayan en arkaik psişiz­
ma bölümüdür. ld'de zaman, mekan ve mantıklı yargı tanımayan
"birincil süreç" düşüncesi hakimdir.
Ben, ld'den farklılaşarak oluşan. ld'in "gerçeklik ilkesi"
çerçevesinde dönüşümüne dayanan ve gücünü, bastırmalar
sayesinde kaynağındaki seksüel ve saldırgan eğilimlerinden
sıyrılmış, "nötralize" bir libido'dan alan psişizma bölümüdür.
Temel işlevi yargı gücü sayesinde gerçekliği değerlendirmek,
gerçeklik ile ld'den kaynaklanan ve sürekli tatmin arayan dür­
tüler arasında uyum sağlamaktır. Ben'de yargı gücü, gerçekli-
60 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i KA N A L i Z

ğin ve koşulların değerlendirilmesine dayanan "ikincil süreç"


düşüncesi egemendir.
Ben, gerçekliğin koşullarına uymayan dürtü ve arzuların
bilinç alanına girmesine engel olacak savunma mekanizmasına
sahiptir. Bastınna ve Ben'in ld'in isteklerine karşı koymada kul­
landığı diğer mekanizmalar bilinçdışıdır; bu nedenle bilinç ile
Ben'i özdeşleştirmek yanlış olur. Ancak gerçekliği değerlendirme,
akıl yürütme, vs. gibi Ben işlevleri bilinçlidir.
Üst Ben , Ben'in bir bölümünün kültürel faktörleri içselleştir­
mesi ile ortaya çıkan ve gene geniş ölçüde bilinçdışı olan psişizma
bölümüdür. Kendisinin de belirttiği gibi Freud, daima insanın
zannedilerıtl en çok d�ha "ahlaksız" olduğunu göstermesi yüzün­
_
den elı:,ştirilmiştir, ama o aynı zamanda insanın, kendisinin san­
dığından çok "ahlaklı" olduğunu da göstermiştir.
Üst Ben, temelleri "ana! dönemde" atılmakla birlikte , esas
olarak Oidipus döneminin mirasçısıdır. Özellikle ensest-yasağının
içselleştirilmesi, babanın yasağının tanınması ile başlayan bu
süreç giderek diğer kültürel ahlak değerleriniıı iÇselleştirilmesiyle
tamamlanır.
Şimdi. Freud'un içgüdü kuramındaki taıihi gelişim bakımın­
dan son aşamayı şöyle özetleyebiliriz: Freud geniş ölçüde cinsel
kökenli olduğuna inandığı yaşam içgüdülerinin (Eros) yanında,
insanın yık1Cı ve saldırgan eğilimlerinin kökeninde yer alan "ölüm
içgüdüsünün" de (Tanatos) bulunduğunu düşündü. Ölüm içgü­
düsü de (Tanatos) başlangıçta narsislik, yani kendi öz bedenine
yönelik iken, daha sonra nesneye taşınmaktaydı. Tanatos konu­
suna ileride döneceğiz.
Demek ki, Freud yukarıda ifade etmeye çalışugımız beş temel
yaklaşıma dayandırmaktadır teorisini: Dinamik, topografik, geli­
şimsel , ekonomik ve yapısal görüşler. . .
Freud kavramlarının gelişimini tarihi bir ·çerçevede vermeye
çalıştıktan sonra, artık kuramın bizim buradaki konumuzu ilgi­
lendiren bazı bölümlerini ön plana çıkanp, yer yer Freud sonrası
F R E U D V E D I G E R LE R I 61

analistler ve Lacan'ı da söz konusu ederek tanışmaya girişebiliriz.


Eğer yanlış anlamıyor isem, Freud kuramı bazı çelişkiler taşır ve
gene yanlış değerlendirmiyorsam , Lacan bu sorunlara en uygun
çözümleri getirir. Söz konusu çelişkilere de yeri geldiğinde degi­
necegim.
Burada Freud'u ve diğerlerini ele alırken aslında temel olarak
birinci ve ikinci "topik" aynmlan değerlendireceğim; içgüdü
kuramı , dinamik görüş gibi noktalan bu "topik" ayrımlar çerçe­
vesinde tanışacağım. Şunu da hemen belirteyim ki, gerekmedikçe
orijinal Freud metinlerine başvurmayıp genellikle Ortodoks ana­
list Otlo Fenichel 3 ile yetindim.
Lacan'ın geniş ölçüde sadık kaldığı birinci "topik" ayıımını ve
bu sadakatin gerekçesini görmek için öncelikle Freud'cu içgüdü
anlayışına bakmakta yarar var.
Fransızca ve lngilizce metinlerde pek çok anlam kargaşasına
neden olan "içgüdü" (iııstincts) ve dürtü (pulsioıı) kavramlarını
-buradaki incelememiz ayrıntılı bir tartışma gerektirmediginden­
genellikle eşanlamda kullanacağız.
Freud'a göre içgüdü ya da dürtü, biyolojik olanla psişik olan
arasında bir kavramdır. Ancak organizma-psişizma ikiliginden
kaçınan Freud, içgüdüyü tamamen psikolojik bir anlamda kulla­
nır: Bedenden kaynaklanan bir uyarımın "psişik temsilcisi." Bir
anlamda içgüdüler, sözgelimi bedendeki uyanını koşullandıran
hormonlar, refleks mekanizmaları, vs. değil, bunların psişizma­
"'
daki yaşantılanmalan, korelatlarıdır. Bu "psişik temsilci" konu­
sunun Lacarı yorumumuz bakımından nasıl bir önem kazandığı­
na ileride deginmeye çalışacağım.
Klasik Freud kaynaklanna sadık kalan Fenichel, içgüdülerin
üç öz niteligi üzerinde durur:

3 Ono Fenichel , La Theorie Psyclıanalytiq ue des Nevroses, Presses Uni­


versitaires de France, 1 9 3 3 .
..
Korclat: Aynı şeyin bir başka açıdan görünümü.
62 FR EU O 'DAN LACAN'A PSİ KANALİZ

1- içgüdünün amacı tatmindir. Tatmin ise organik kökenli


uyarımın sonlandırılmasından ibarettir.
2- lçgüdünün nesnesi , dış dünyaya ait, sayesinde tatminin
elde edileceği herhangi bir nesnedir.
3- içgüdünün kaynağı ise organizmadaki fizikokimyasal olay­
lardır.
Fenichel, içgüdüleri iki ana başlık altında inceler: Basit fizik
ihtiyaçlarla koşullandınlanlar (açlık, susuzluk, vs.) ve cinsel ihti­
yaçlardan kaynaklananlar. llk gruptaki içgüdüler bireyin yaşanu­
nı sürdürmesi bakımından psişik bir itici güç sağlarken, ikinci
grup türün devamlılığı hedefine yöneliktir. Fenichel'e göre bu ilk
grup, psikanaliz aç1S1ndan önem taşımaz. Psikanaliz açısından
aslında bireyin değil, türün devamlılığına yönelik olan cinsel
içgüdlilerin an1amlı olması ilginç bir noktadır kanısındayım: Bu
nokta antropolojik açıdan tanışılabilir. Doğal eğilimleri kontrol
altında, baskı altında tutan kültür, bireyin devamlılığından ziyade
türün devamlılığını hedef almış gibi duruyor. Bir anlamda kültür,
türün devamlılığı için bireyin cinsel dürtüle:in·i yeniden biçim­
lendiren bir yapı lanma olarak görülebilir.
Cinsel içgüdülerse çok daha geniş ve karmaşık bir örgütlen­
meye dayanırlar. Bu içgüdüler kaynağındaki tatminden sapabilir,
amaçlarını ve nesnelerini değiştirebilirler. Nitekim daha önce
cinsel içgüdülerin enerjisi olan libidonun nasıl farklı evrelerden
geçtiğine değinmiştik.
Yeni Freud'cu sosyo-kültüralist Amerikan okulunun temsil­
cisi yazarlar, Freud'u libido konusunda eleştirirler. Daha önce
jung libidoyu bir yaşam enerjisi gibi görmüş, libidonun kayna­
ğını cinsel içgüdülerden aldığı tezini reddetmişti . jung'a göre
libido, tüm içgüdülerin enerjisi idi adeta. Yeni Freud'cular ise
biyolojik gereksinimleri kabul etmekle beraber, özel1i kle libido­
nun biyolojik olarak farklı evrelerden gef;mesinin değil, bu
evrelerde çocuğun karşılaştığı kültürel faktörlerin önemli oldu­
ğunu savlarlar.
FREUO VE O1GERLER1 63

Sullivan, pek çok bakımdan Adler'e oldukça yakın bir yazar


gibi görünür; içgüdüler konusunda insanın doğuştan bir "güçlü
olma ihtiyacı" olduğunu ileri sürer. Bu ihtiyaç doğuştan tam
anlamıyla tamamlanmış bir içgüdü olmasa bile, erken früstras­
yonlar (düş kınklıklan) psişizmada böylesi bir ihtiyacı ortaya
çıkarırlar: Güçsüzlük ve yetersizlik durumunun kaçınılmaz
sonucudur bu.4
içgüdüler konusunda Lacan'ın vurguladığı şey, doğuştan bazı
biyolojik ihtiyaçlanmızın olması ve bunlann özellikle anne tara­
fından karşılanması olgusudur. Ön plana, bir doyum kaynağı
olan anne ile "tatmin-früstrasyon" çizgisinde geçen ilişkiler taşın­
mıştır, yoksa içgüdülerin mahiyeti, vs. değil. Hatta Lacan'a göre
içgüdülere cinsel kimliğini kazandıran şeyin bizzat kültürün bas­
kısı olduğu bile savunulabilir. Belki biraz iddialı bir yorum ola­
cak, ama bence Lacan'a göre biyol�jik gereksinimler neyse odur
ve anne ile ilişkide dolayımsız tatmini ararlar. Ancak kültürün
düzeni, bir simgesel yasayı (anne ile cinsel ilişki yasağı) çocuğa
kabul ettirmekle, ne ise o olan, yani kendinde hiçbir anlam taşı­
mayan biyolojik ihtiyaçlara cinsellik adını koyar, böylece biyolo­
jik gereksinimleri kiilLürii n anladığı anlamda cinselliğe dönüştü­
rür. Şimdi burada L1can ile sosyo-kültüralist ekol arasında kök­
tenci bir farklılık ortaya çıkıyor; yeni Freud'cular farklı kültürel
faktörleri söz konusu ederken. Lacan tüm kültürlere özsel olan
kültürden söz ediyor aslında. Bu sebeple bundan sonra Lacan
baglamında ele aldığım kültürü, "Kültür" şeklinde yazarak aynmı
belirtmeye çalışacağım.
Fenichel , içgüdüleri Eros ve Tanatos şeklinde ikiye ayırmanın
pek yerinde olmadığını düşünür. Sanırım Lacan da bir ölçüde
katılır buna. Fenichel'in bu düşüncesinin temellerini araştıralım.
Freud esas itibariyle cinsel kökenli yaşam içgüdüleri yanında,
yıkıcı saldırgan davranışlann kökeninde yer alan Tanatos'un. yani

4 Harry Stack Sullivan, Conceptions of Modern Psychiatry, William Alan­


son White Psychiatric Foundaıion , 1 94 7 .
64 F R E U D ' D A N LAC A N ' A P S i KA N A L i Z

ölüm içgüdüsünün de var oldugunu ileri sürdüğü zaman, bu


içgüdünün de esas amacının biyolojik kökenli içsel uyarımları
ortadan kaldırmak oldugunu düşünmüştü. Eski inorganik yaşa­
mın kayıtsız devinimsizliği tam bir tatmin, yani içsel uyarımlar­
dan kurtulma olduğuna göre, "yaşam ölüme doğru giden dolam­
baçlı bir yol gibi" de ele alınabilirdi. Freud bu şekilde intihar ve
savaş gibi olguları açıklayabıleceğini sanmlştı. Ölüm nostaljisi
tam bir tatmin arayışı gibi göründüğüne göre, Fenichel, Eros ve
Tanatos'u birbirinden ayırmak için pek önemli bir neden olmadı­
ğını söylemekte haklı gibi duruyor. Gerçi Fenichel de yıkım ve
ölüm arzularının mevcudiyetini kabul eder; ancak o, gerek
Eros'un �rekse Tat')�tos'un bir ve aym ilkeden, "süreğenlik ilke­
sinden" türediğini söyler. Psişizmamn temel amacı, yani "haz
ilkesi''.�içsel uyanmlan ortadan kaldırmak iken, Eros ve Tanatos
bu ilkeyi gerçekleştirı;nenin farklı yollan olarak onaya çıkarlar.
Gerilimlerden ve uyaranlardan kurtulma ilkesi olan "süreğenlik
g
ilkesi" esastır; haz, süreğenliğin sağlanm;ı.sından, or anizmanın
içsel uyaranları nötralize etmesinden başka bir şey değildir.
Yeni Freud'cular ölüm içgüdusünü reddederler ve saldırgan
duygulan daha çok früstrasyonlar karşısındaki bir reaksiyon ola­
rak değerlendirirler:

Bu açıdan ölüm içgüdüsü, Eros ortaya çıkmadığı ölçüde


gelişen ve yayılan hastalıklı bir olgudur. Ölüm içgüdüsü,
Freud'un kuramında önerdiği gibi normal biyolojinin değil,
psikopatolojinin bir parçasıdır. . . Uygun koşullar yoksa
ölümseverlik eğilimleri ortaya çıkacak ve insana egemen
olacakur. s

Melanie Klein'in ilginç psikanaliz teorisine ileride aynca deği­


neceğiz. Ama şimdilik şunu söyleyelim ki, Klein yeni Freud'culann
tersine, ölüm içgüdüsüne temel bir işlev yükler ve hatta Üst
Ş
Ben'in gelişiminde özellikle bu içgüdünün i !evine dikkat çeker.

5 Erich Fromm , Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, çev. Yurdanur Salman, Nalan


içten, Paye! Yayınları, 1979 .
FREUO VE O 1G ERLER1 65

Anladığım kadarıyla Lacan da tatminin esas itibariyle uya­


nmlardan kurtulmak oldugunu kabul eder. Ancak en çarpıcı
örneğini her türlü gereksinimi dolayımsızca karşılanan, demek
ki mutlak bir tatmin durumunda yaşayan dölyatağındaki cenin­
de bulan eksiksiz, devinimsiz mutluluk, yani Nirvana'da
Kültür'ün düzenine düşman olan şeyi görür Lacan. Kültür, anne
ile ilişkiyi simgesel bir ensest yasağında yasaklarken , aslında
dolayımsız tatmini, Nirvana'yı , ölümü yasaklar. Kültürel yaşa­
mın düşmanıdır ölüm; yani anneye dönme. Eğer anne ile dola­
yımsız hazzın yasağı olmasa, biyoloj ik varlık kültürel "özne"ye
dönüşemez. Kültür'ün yasası olan Babanın Yasası bu nedenle
Kültür için zorunlu, dolayısıyla evrenseldir. Görüldüğü gibi
(bence) Lacan esas olarak içgüdü kuramının bütününde doga­
Kültür karşıtlığını ele almaktadır. "lnsanlaşuncı Kastrasyon"
anneden, annenin kendi penis eksikliği ve imrenmesi nedeniyle
kendi fallusu gibi yaşantıladığı yavrusunun kültür adına kastre
edilmesidir. Ve çocuk bir fallus olarak kastre edilir, yani eksik­
sizlik, "narsistik ommpotens" (kadiri mutlak), annenin eksiği
olan şey olarak kastre edilir aslında.
Freud'un birinci "topik" ayrımının ve aslında bütün psikana­
lizin temel kavramı bilinçdışıdır. Hatta Freud psikanalizin bilinç­
dışının bilimi oldugunu ve bu nedenle fizikle kimyanın ayrı sor­
gulama alanlan olan farklı bilimler olması gibi psikanaliz ile psi­
kiyatrinin de farklı bilimler olduğunu, dolayısıyla karşılaştınlma­
larının yersiz olacağım söyler. 6
Freud dahiyane epistemolojik görüşlere sahip olmakla birlikte
(sözgelimi Metapsikoloji'nin ilk sayfaları neredeyse 1960'lann
Althusser'inin elinden çıkmış gibidir) bu yomma katılamıyorum;
psikanalizin bilgi nesnesinin bilinçdışı olamayacagına daha önce
değindim.
O halde bilinçdışı nasıl bir nesnedir? Simdi bu soruyu göz
önüne alalım. Bilinçclışı "teorik-hipotetik" bir nesnedir; yoksa

6 Sigmund Freud, The Question of I.ay Aııalysis, Standard Edition 20


66 F R E U D ' DAN LACAN " A PSi KANALiZ

elbette beynin belli bir bölgesi değil. Psişik olaylan gerçek nesne­
lerde somutlaştırarak düşünmek çocuksu bir düşünce olurdu.
Fenichel "bilinçdışının" teorik bir hipotez olmasını şu satırlar
ile özetler:

Bilinçdışının var olduğu, psikanaliz bilinçli fenomenleri


bilimsel olarak açıklamaya ve anlamaya çalıştırdığı andan
itibaren kendini kabul ettiren bir varsayımdır. Bu varsayım
olmaksızın, sadece kendi ilişkileri içindeki bilincin verileri
anlaşılmaz olarak kalırlar; bu varsayım sayesinde tüm bilim­
sel başarılan karakterize eden bir şey imkan dahiline girer:
Geleceği önceden söyleyebilmek ve sistematik bir etki yara­
tabilmek. 7

Bilinçdışı varsayımı şu olgulan açıklar: Post-hipnotik telkin­


lerin esas sebepleri fark edilmeksizin yerine getirilmesi, rüyala­
rın gizli içeriğinin kavranabilmesi, dil sürçmelerinin, vs. anlamı­
nın ortaya konabilmeleri, belli problemlerin kişi farkına var­
maksızın çözüme ulaştırılması, psikanalitik tedavinin başarılı
sonuçlan, vs . . .
Şimdi, daha önce gördüğÇı.rnüz gibi, bu olguları açıklama­
nın tek yolu psikanalitik bilinçdışı kavramı olsaydı hiçbir
epistemolojik sorun kalmazdı . Oysa yukarıda söz konusu edi­
len olguların en azından bir kısmını olgu haline getiren hem
bir anlamda teorinin kendisidir hem de bu olgular başka var­
sayımlarla açıklanabilir.
Bu noktada Lacan'ın tutumu oldukça farklı gibi görünüyor.
Lacan bilinçdışını adeta mantıki bir zorunluluk ile ispat eder.
Bilinçdışı Lacan'da. onun dil-insan ilişkisi anlayışının mantıki ve
kaçınılmaz bir sonucudur: Bilinçdışı, dil'in mantıki bir içerimidir.
Bir başka deyişle bilinçdışı , "dil (simge)-insan ilişkisi" anlayışının
"totolojik-a prioıi" bir neticesidir.

1 Otto Fenichel , La Tlıtorie Psyclıanalytiqııe des Nı:vroses, Presses Uni­


versitaires ele France, 1933.
FREUD VE DIGERLERI 67

Şimdi bilinçdışının içeriği konusuna gelelim: Bilinçdışının


içeıiği ya hiçbir zaman bilinçli olmamış ya da önceleri bilinçli
olup da sonradan bilinçdışına bastırılmış materyalden oluşur.
Öncelikle bu söz konusu materyalin mahiyetini, sonra da bastır­
ma mekanizmasını tartışalım. Ancak "bir şeyleri bastırma" meta­
forunun ortaya çıkarabileceği bir yanlış anlamayı şimdiden
düzeltmekte yarar var: Bilinçdışı, bilinçdışı arzuların bastırıldığı
bir havuz değil, bilinçdışı olmuş tüm arzulann toplamı ve dina­
mik ilişkileridir; bunlardan başka bir bilinçdışı yoktur. En azın­
dan Lacan'ın anladığı manada bilinçdışının bundan ibaret oldu­
gunu söylemek yanlış olmaz. Aslında klasik metinlerde bilinçdı­
şmı, bilinçdışı materyali işleyen bir aygıt gibi gören bölümler
mevcutlur. Ancak dogru yorumun , bilinçdışı işleyişin, bilinçdışı
mateıyalin kendi dinamiğinden ibaret olduğu şeklinde verilebile­
ceğini düşünüyorum..
Bilinçdışı içerigin mahiyetinin içgüdüler olduğu söylenir.
Aslında bu bir kısa söyleme tarzıdır. Yoksa içgüdülerin, duygula­
nımlann, heyecanların bilinçdışı olduğu düşünülemez. Bilinçdışı
olan, bunlara denk düşen fikirlerdir.
Sözgelimi, bilinçdışma bastırılan, organizmanın içinden kay­
naklanan uyanmlar değildir. Ancak bunlarla ilişkide bulunan
fikirler bilinçdışına bastınlır. Eğer belli bir içgüdü belli bir fikre
bağlı olmasaydı , bu içgüdü hakkında hiçbir şey öğrenemezdik
psikanaliz yoluyla.
Çıkan sonuç şu: Kişi belli bir duygulanım ve heyecanı bilinçli
olarak yaşantılar, ancak bunlara denk düşen fikirler her zaman
bilinç alanında yer almaz; esas fikirler bilinçdışı kalırken, bunla­
rın yerine başka fikirler bilinç alanını kaplar: Kişi duygularını
tamamen farklı fikirlerle yorumlayabilir.
Demek ki bilinçdışına bastırılan fikirsel temsilcilerdir, neyse o
olan yani, dogal haldeki içgüdüler değil. Bu yorum bizi iki açıdan
Lacan'a yaklaştım. llk olarak, bilinçdışı simgelerden oluşur.
çünkü simgeselleşmemiş bir düşünce düşünülemez. ikinci olarak
68 F R E U D ' DAN LACAN 'A PSiKANALiZ

da, bilinçdışı tamamen simgesel kültür yaşantısının sonucudur.


Fenichel tam anlamıyla bilinçdışı duygulanımlardan söz
etmekle birlikte, bunun tartışmaya değer bir yorum olduğunu
sanmıyorum.
Ancak burada bir güçlükle karşılaşıyoruz. Önceleri bilinçli olan
fikrin bilinçdışına bastırılmasını arılamak kolaydır. Ancak Freud ,
bilinçdışı materyalin bir bölümünün hiçbir zaman bilinçli olmadı­
ğını da söyler. Eğer bilinçdışı fikirlerden oluşuyorsa, hiçbir zaman
bilinçli olmamış, bir başka deyişle simgeselleşmemiş bir fikri nasıl
yorumlamalı? Kanımca Freud bu soruyu açık bırakmıştır ve gene
sanının I..acan'da uygun bir yanıt vermeye yetecek ipuçları vardır.
Şimdi S9-runu dah� açıkça formüle etmek için Freud'un "bas-
tırma" mekanizması hakkında söylediklerine bakalım.

Gerçekte bilinç ile bilinçdışı arasındaki karşıtlığın dürtüye


uygulanamayacağını düşünüyorum. Herhangi bir dürtü asla
bilincin nesnesi olamaz, yalnızca bu dürtüyü temsil eden
temsilci için söz konusudur bu. Fakat bilinçdışında da dürtü
sadece temsil edilerek ve bu temsil edilm{ş biçimiyle var
olabilir. Eğer dürtü bir temsilciye bağlı olmasaydı ya da duy­
gulanım durumu biçimi altında ortaya çıkarmasaydı, söz
konusu dürtü hakkında hiçbir şey bilemezdik. . .

Aynı şekilde bilinçdışı duyum, duygulanım, heyecanlanım


gibi konulan ilgilendiren soruya verilecek yanıtın da kolay
olduğu düşünülüyor olsa gerek. Halbuki bir duygulanımın
özü, algılanmış, yani bilinç tarafından ayın edilmiş olması­
dır. Böylece duyumlar, duygulanımlar, heyecanlanımlar için
bilinçdışı olma imkanı tamamen kapanmış oluyor. Fakat biz
psikanalitik pratikte bilinçdışı aşklar, kinler, öfkelerden bah­
setmek gibi bir alışkanlığa sahibiz; hatta kaçınılmaz olarak
karşımızda şu garip bileşkeyi görüyoruz: Bilinçdışı suçluluk
bilinci. Dahası, paradoksal biçimde biıinçdışı kaygıdan
(angoise) söz ediyoruz.
FREUD VE DIGERLERI 69

Bu şekilde konuşmakla "bilinçdışı dünüden" söz ettiğimiz­


den daha anlamlı mı konuşmuş oluyoruz?
Gerçekte olay burada farklı bir şekilde ortaya çıkıyor.
Öncelikle bir duygulanım ya da heyecanlanım çeşidinin
algılanması , ancak bununla birlikte bilinmemesi pekala
mümkün olabilir. Dürtünün kendi öz temsilcisi bastırılmış
olabilir ve o haliyle de bilinç tarafından bu ikinci temsilcinin
tezahürü gibi degerlendiıilebilir. Biz esas baglanuyı saptadı­
ğımızda, kökendeki heyecanlanım biçimini bilinçdışı diye
isimlendiririz, oysa duygulanım asla bilinçdışı olmamıştır,
basurmaya maruz kalan sadece temsilcidir.8
Demek ki Freud, bizim yukarıda fikirler ya da Lacan bağla­
mında simgeler ile ifade ettiğimiz şeyi "temsilci" kavramıyla
düşünmektedir. Bu saptama, "bastırma" mekanizmasını anlamak
ve bastırma mekanizmasına Lacan'ın getirdiği açıklama ile bag­
lantı kurrnak bakımından önemli.
Bu durumda dürtünün psişik temsilcisinin bilinçte yer alma­
yı reddeder görünmesine dayanan kökensel bir bastımıayı,
bastırmanın birinci aşamasını kabul etmek yoluna gidiyoruz.
Bununla bir fiksasyon onaya çıkar ve bundan itibaren teka­
bül eden psişik temsilci bozulmaz bir şekilde devamlılığını
korur, üstelik dürtü de bu temsilciye bağlı kalır...
Bastırmanın ikinci aşaması, yani kelimenin tam anlamıyla
bastırma, kökensel bastırılmış temsilcinin uzantılarını ya da
başka kaynaklardan gelmekle birlikte bu bastırılmış temsilci
ile çağrışımsal bir ilişkide bulunan düşünce zincirlerini ilgi­
lendirir. lşte bu ilişki nedeniyledir ki, bu ikincil temsilciler
de kökensel olarak bastırılmış temsilcilerle aynı kaderi pay­
laşır. Kelimenin tam anlamıyla bastırma, demek ki aslında
olay olup bittikten sonra gerçekleşmiş bir bastırmadır. 9
8 Sigmund Frcud, Mcıapsyclıologie, Gallimard, 1 9 78 .
9 Sigmun<l Freud . agy.
70 FR E U D ' DA N LACAN 'A PSi KANA L 1 Z

Demek ki Freud iki tip basurma ayırıyor; Kökensel bastırma


ve "kelimenin tam anlamıyla bastırma." Kelimenin tam anlamıyla
bastırmada, bastırılan psişik temsilciler aslında kökensel olarak
bastınlmı.ş temsilci ile ilişkisinden ötürü bastırmaya maruz kalır­
lar. O halde kökensel bastırma neye dayanır? lleriki bölümlerde
"bastırma"da rol oynayan mekanizmaları daha ayrıntılı göreceğiz.
Ancak şimdiden söyleyelim ki, Freud bu konuya açıklık getirme­
mektedir. lacan'dan hareketle soruna bir yanıt bulunabileceğini
sanıyorum.
Önemli bir nokta da şu: Freud, yine bizzat aynı kitabında
"bilinçdı.şı biıincil süreçleri" incelerken bilinçdışında dürtü-tem­
silci bağlanusının "bilinç" alamndakinden çok daha oynak oldu­
ğunu, yani -dürtülerin bilinçdışında bir temsilciden diğerine
"
kolayca kaydığını söylerken, yukarıda aktardığımız bölümde
kökensel bastırmada, dürtü ile psişik temsilcisi arasında bozul­
maz bir baglanu olduğunu -adeta bir bilmece gibi- ileri �ürmekte.
Çelişki nasıl açıklanabilir? Sanırım Freud'.da bu soruya da cevap
bulamayız. Ama bu sonma da yine lacan'daıı harel<.eLle belli bir
yorum getirebileceğimizi düşünüyorum.
Şimdilik söz konusu sorunları çözmeyi ileri ki bölümlere bıra­
karak lacan'm bastırma konusundaki görüşünü kısaca ve kabaca
ifade edelim. lacan'ın bastırma mekanizmasını açıklaması dilbi­
limsel metafor kavramına dayanır. Metafor, bir söylemde dilbi­
limsel bir gösterenin yerine onunla eşzamanlı (senkronik-para­
digmatik) ilişkide bulunan bir başka gösterenin ikame edilmesi
edimidir. Böylece gösterilen değişmeden kalmakla beraber, göste­
rilenin kökensel göstereni yerini başka bir gösterene bırakmış
olur. Bir örnek aydınlatıcı olacaktır:
''Daha lıayatmın gençlilı yıllanııdaydı" cümlesinde, "gençlik
yıllan" yerine "bahar" ikame edilebilir: "Daha hayatının bahamı­
daydı". lacan'a göre insan kendi gerçekliğini giderek üst üste
yığılan meLaforlarla düşünür, böylelikle kendi gerçekliğiyle
düşüncesi arasında bir uçurum meydana gelir. Üst liste yapılan
FREUD VE DIGERLERİ 71

metaforlar ardında bilinçdışı simgeler kalmıştır. lnsan kendi ger­


çekliğini giderek daha toplumsallaşmış simgelerle düşünür ve
dile getirirken esas çıplak gerçekliğini dile getiren simgeleri geri­
de, bilinçdışında bırakmış olur. Kültürün simgesel düzeninin
sağladıgı, hatta empoze ettiği metaforlar zinciri, bastınnadan
başka bir şey değildir. insan biyolojik bir varlık'tan Kültürel bir
"özne" olma yolunda, temel dürtülerine toplumsallaşmış tatmin­
ler aramak suretiyle ilerler. O halde "gerçeklik ilkesi" denen şeyde
kastedilen "gerçeklik" doğal bir gerçeklik değil , kültürel bir ger­
çekliktir ve bu ilke de "haz ilkesine" tam anlamıyla karşıt sayıla­
maz. Gerçeklik ilkesi altında "özne", ilkel dürtülerine kültürel
tatminler arar. Her kültürel isteğin ardında bilinçdışı bir arzu
yatar. Peki ama Kültür özneyi nasıl kendine çeker; bunu ileride
göreceğiz.
Demek ki lacan'a göre bastırma, simgesel arzulara toplum
tarafından kabul gören daha "uygar" simgelerin ikame edilmesin­
den ibarettir. Bu durumda lacan'cı analizin dilsel bir regresyon
süreci olarak görülebileceğini ileri sürmek yanlış olmaz.
Freud'un ikinci "topik" ayrımı bakımından olaya yaklaştıgı­
ınızda, lacan'ın Freud'a daha az sadık kaldığı görülür. Şimdi
bunun nedenlerini, ikinci "topik" ayrımını biraz ayrıntılı olarak
izleyerek görelim.
freud'un ikinci "topik" ayrımında psişizmanın ld, Ben ve Üst
Ben katmanlarından oluştuğuna ve bu ayrımın psikoseksüel geli­
şim ile ilişkili olarak da yoıumlanabileceğine değinmiştim.
Yeni doğan bebekte, yani oral dönemde psişizmanın bütünü
ld'den oluşur. Bu açıdan yaklaşınca ld'in bilinçdışından farklı
bir kavram olduğu kolayca onaya çıkar. Bilinçdışı bastınlmış
temsilcilerden oluşmuş ve sadece eşzamanlı bir kavram iken,
yani psişik aygıun sadece eşzamanlı bir kesitinde söz konusu
edilebilirken, ld çok daha biyolojik ve art zamanlı bir yönü de
olan bir kavram olarak karşımıza çıkar. Bir başka deyişle, bilinç­
dışmın en arkaik psişizma bölümü olduğu iddia edilemezken,
72 F R E U D ' D A N LACA N ' A P S İ KA N A L i Z

ld için bu söylenebilir. Eşzamanlı bir düzeyde ele alındığında


ise ld biyolojik kökenli bir kavramdır: Libidonun, içgüdüsel
enerjilerin kaynağıdır ld. ld için bilinçdışına yüklenen "birincil
süreç" özellikleri, haz i lkesine tabi olma, ahlak ve manuk tam­
maına gibi özellikler sayılabilirse de -eğer td'in doğuştan getir­
diğimiz psişizma olduğu düşünülürse- hiçbir simgesel içeri k
taşımıyor olması gerekir. Bu sebeple "bilinçdışı " ve ld kavram­
larının örtüşmediğini düşünüyorum. Çünkü birinci "topik"
ayrımda "bilinçdışı", psişik temsilciler, fikirler, simgelerden olu­
şur. Belki bu noktada Freud'un birinci "topik" ayrımına dayana­
rak ileıi sürdüğü "kökensel bastırılmış materyalin" Id olduğu
düşünülefü_lir. Ancaf< Freud, hem kökensel bastınlmış materya­
lin ps.�ik tem�ilci olması bakımından ikincil bastırılmış mater­
yalden farklı olmadığını açıkça söyleyerek hem de ikincil mater­
yalin çağrışımlar yoluyla birincil materyale bağlı olduğunu ileri
sürerek, birincil materyalin ''.ide" niteliğinin altını çizmektedir. .
Bu dunımda, bilinçdışının simgesel olmay�n hiçbir şey içer­
mediğini kabul ettiğine göre . Lacan açısınJan bir tek uzlaşım
yolu kalmaktadır: Art zamanlı inceleme ile en arkaik psişizma
olan ld'in zaman içinde dönüşüp simgesel bir yapılanma kazan­
mış olması . Sanırım Lacan , ld kavramını kullandığında aslında
böyle bir yola gitmektedir.
Şimdi art zamanlı bir kavram olarak l<l'i ele alırsak, en eski
insan psişizması ile karşılaştığımızı söylemiştik. Demek ki
henüz oral dönem söz konusudur. Bu dönemde cinsel amaçlar
otoerotik niteliktedir. Çocuk omnipotent ( kadiri mutlak) bir
eksiksizlik yaşamaktadır. Keneli ile dışarısı arasındaki ayrım
netleşmemiştir. Henüz Ben gelişmediği için "gerçeklik duygusu"
söz konusu değildir. Çocuğun tek eğilimi olan içsel gerilim ve
uyarımı ortadan kaldı rmak (tatmin) bilinç kaybı ile birlikte
gider; karnı doyan çocuk uykuya dalar.
Lacan 'ın da yaşamın başında böylesi bir solipsist (tekbenci)
dönem varsaydığını kabul etmek gerek. insanın kendini öteki-
FREUD VE DIGERLERI 73

!erden ayırmasının çekirdekleri, Lacan'ın narsistik dönemi olan


Ayna Evresi'nde temellendirilebilirse de, esas itibariyle bu
ayrım, simgenin dolayım sağlayan niteliği sayesinde gerçekleşir.
Şimdi Ben ve gelişimine geçelim. Ben'in gerçekliği değerlen­
diren ve ld'den kaynaklanan dürtüler ile gerçeklik arasında
uyumu sağlayan, bu amaçla hazzı erteleyen, hatta esas yatağın­
dan saptıran psişizma bölümü olduğuna değinmiştim. Ben
işlevleri, çocuk hazzı elde etmek için dış dünyada bir şeyleri
değiştirmeye yöneldiğinde kendini gösterir.
Benin dünyadan ayrışarak kendilik halini alması, anne­
çocuk ilişkilerindeki "tatmin-früstrasyon" diyalektiğine dayanır.
Yaşamın başında yer alan tekbenci dönem früstrasyonlar saye­
sinde yıkılır. Klasik yaklaşıma göre, eğer her ihtiyaç anında
karşılanmış olsa, arkaik Ben'in gelişmesine imkan olmazdı.
Anne-çocuk ilişkisinin kaçınılmaz bir boyutunu oluşturan früs­
trasyonlar sayesinde çocukta bir gerçeklik duygusu gelişmeye
başlar, ld'in bir bölümü dönüşerek dış dünyanın koşullarını
değerlendirmeye başlar: Arkaik Ben.
Fenichel'e göre psikozda, özellikle katatonide * gözlediğimiz
nesnelerin net bir şekilde ayrışmaması, Ben ile Ben olmayan ara­
sındaki sırurlann yitirilmesi, kinestezik duyumlann (vücuttan
kaynaklanan duyumlar) ön plana çıkması gibi olgular, psikotik
"gerileme"nin şiddetini göstermektedir. Bu sebeple psikotik has­
tayı incelerken "arkaik Ben" hakkında bilgi sahibi olabiliriz.
Çocuğun bu dönemde yaşantıladığı narsisizm, kendilik duy­
gusuna aşın bir önem verilmesi, tam bir benmerkezcilik ile karak­
terizedir. Tam anlamıyla omnipotem olma ile içgüdüsel gerilim­
leri ve uyanmlan ortadan kaldırma bir ve aynı şey olarak kalır.
Çocuk giderek omnipotent olma, kendi dolayımsız tatmin
kaynağı olma arzusunun sonuçsuz kaldığını algılar ve erişkinin
..
Kataıoni: Şizofreninin bir tarzı. Bu durumdaki hastalarda hareket
etmeme, konuşmama, yemek yememe , verilen bir pozisyonu saatlerce
a ynen koruma gibi belirtiler görülür.
74 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i KA N A L i Z

omnipmensini paylaşmaya yönelir. Böylece erişkinin sevgisi, bu


sevgiyi kazanmak ve kaybetmemek arzusu ağırlık kazanmaya
başlar.
Dış dünyanın koşulları çerçevesinde gerçekleşen früstrasyon­
lar, gerçeklik duygusunun yanında "gerçeklik ilkesi"nin de geliş­
mesine ışık tutar. Çocuk, davranışlarının muhtemel sonuçlarını
değerlendirmeye başlar. Böylece gerçeklik ilkesi, dolayımsız tat­
min arayışının yerine, gelecekte vaat edilmiş bir tatmini ikame
etmeye dayanır. Aşağıda göreceğimiz gibi, Lacan'ın gerçeklik ilke­
sinden anladığı şey de bu metaforik mekanizmadan ibarettir bir
yönüyle.
y
Dış dün a ile Ben�·n ayrışmasını, gerçeklik prensibinin oluş­
masını lroşullandıran oral früstrasyonlann anneye bağlı olduğu
açıktır. Ancak söz konusu früstrasyonlar kaçınılmazdır bir anlam­
da. Çocuğun oral dönemde ayrıştırmaya başladığı tek nesne olan
anne, gidiş-gelişleri ile narsistik omnipotensi yıkar; anne çocuğa
tabi bir nesne değildir.
Sullivan, paratakc;ik kipliği ele alırken , yeni doğan çocuklarda
Ben ile Ben olmayan'ın, önce ile sonranın, kendilik bilincinin
ayrışmadığını söyler. 1 0 Anne imgesi giderek ve çok belirsiz bir
şekilde gelişmeye başlar. Bu imge öncelikle kendinin bir bölümü
olarak yaşanulanırsa da, "lyi Anne", yani tatmin eden anne ile
"Kötü Anne", yani früstre eden anne imgelerinin bağlanı ısızlığı bu
imgeye gerçeklik statüsünü vem1eye başlar.
Bu aşamada Lacan'a dönmekte yarar var. ôyle görünüyor ki ,
klasik teoride oral früstrasyonlar t amamen biyolojik bir çerçevede
geçmekte, kültürel bir gerçeklikten ziyade doğal bir gerçekliği
aynştırmaktadır. Bu durumda insan gerçeklik ilkesi ile en azın­
dan çocukluk dönemi uzun süren yüksek omurgalıların gerçeklik
ilkesi arasında özce bir farklılık olmasa gerek. Oysa Lacan, insan
"gerçeklik ilkesinin" söz konusu ettiği "gerçekfiğin" doğal bir ger-

1 0 Harl)' Stack Sullivan , Coııcel'tions of Modem Psyclı icıtry, William


· Alanson White Psychialric Foundation, 1947.
FREUD VE DIGERLERI 75

çeklik değil, insani, simgesel, kültürel bir gerçeklik oldugı.ı görü­


şündedir. Bir başka deyişle, erken oral frustrasyonlann kendisi
değil, nasıl simgeleştiği önem kazanır Lacan'da: Çocuklarda bu
früstrasyonlar hangi simgeler ile kodlanmakradır? Nitekim bazı
yeni psikolojik araştırmalar insan hafızasının "hatıra imgelerden"
ziyade bilişsel (cognitij) süreçlerle ilişkili olduğunu, bir başka
deyişle simgesel düşünce ile ilişkili oldugı.ınu göstermektedir. Bu
haliza anlayışı, oral dönemdeki frı:ıstrasyonlann ancak simgesel
bir dola;'lm sayesinde kişilik gelişimi üzerine etkili olabileceğini
gösteriyor. Nitekim Sullivan'da da yakın bir anlayış bulmak
mümkündür:

[Y] aşayan varlıklar yaptıkları tüm deneyimleri belli bir yerde


ve belli bir biçimde anlamlı çizgilerle sabitleştirirler. Ancak
algılama ya da beyin kabuğunun uyarım durumları biçimi
altında değil, daha çok organizmanın ve anlamlı çevrenin
söz konusu anda hangi şekilde mevcut olduğunu saptayan
şemalar halinde . l 1

Yukarıda Lacan hakkında vardığımız yorumu daha ileriye


götürelim, ileride görüleceği gibi, Lacan'da Oidipal duruma geçiş
ile simgesel kültürel düzene geçiş aynı anlama gelir. Bu noktayı
oral früstrasyonların simgesel niteliği ile birleştirdiğimizde onaya
Lacan'da "erken Oidipus" kavranunın bulunması zorunluluğu
çıkıyor. Şunu hemen belineyim ki, böyle bir sonuca ulaşan yal­
nızca ben değilim. Eğer Lacan için erken Oidipus karmaşasını
kabul etmek zorunlu gibi duruyor ise, Lacan ile Klein arasında
ilginç bir paralellik var demektir. Klein-Lacan ilişkisine daha ile­
ride değineceğiz.
Demek ki Lacan'a göre anne-çocuk ilişkisindeki doğal (klasik
teori çerçevesinde oral) früstrasyonlar çocuk için simgesel bir
"yasa-yasak" ile yapılaşır; ne ise o olarak, yani doğal halinde etki­
li olmaz. Bu simgesel yasa ve yasak ise annenin söyleminde geçen

1 1 Harry Stack Sullivan. agy .


76 F R E U D ' DAN LACA N ' A PSI KANALIZ

Babanın Adı'dır. Böylece çocuk Oidipus üçgenine girmiş olur.


Früstrasyonlann kaynağı yasaklayıcı, yoksun bırakıcı, çocugu
anneden kastre eden "Baba"dır. Dikkat edilirse, böylece kültür,
biyolojik bir varoluşu kendi düzenine çekmek için simgesel bir
hile kullanılmış olur: Doğal "anne-çocuk" ilişkisini yasaklayan,
dolayısıyla çocuk için biyolojik bir önem taşımamakla birlikte
birden önem kazanan kültürel baba ile çift değerli özdeşleşme
ilişkisi. Aslında elbette doğal früsLrasyonlar kendinden bir zorun­
lulukla "baba"ya, külLüre gönderim yapmaz. Früstrasyonlan
"baba"ya gönderen annenin söylemidir. O, anne-çocuk ilişkisinde
simgesel bir üçüncüye yer verdiği oranda çocugu kültürün dün­
yasına bagtamıştır. Bôylece çocuk ilk kez bir Nirvana durumu
_
yaşantıljldığı annenin uterus'undan yine bu uterus'un hareketle­
riyle doğal dünyaya auldığı gibi, annenin simgesel hareketleriyle
de kültürün dünyasına atılarak ikinci bir "dogum travmasında"
narsistik omnipotensini yitirir.
BüLün bu yorumlara paralel olarak şunu.da söylemek gerek ki,
Lacan'da Beff ile Ben olmayan'ın ayrışması, gerçekliğin gerçeklik
statüsüne ulaşması özne ile nesne arasına giren simgenin dolayı­
mı sayesinde olmaktadır. Gerçi Lacan'ın narsislik dönemi olan

Ayna Evresi'nde Ben (je) denebilecek bir şey ortaya çıkmış, ayrış­
maya başlamıştır, ama bu sadece bir imkandır ve bu imkanı ger­
çekleştiren bir dolayım aktıdır; simge kullanmaktır. Çocuk, kül­
türel babanın, simgenin dünyasına girdiği oranda, annesi ile
dolayımsız ilişkisini, eksiksiz solipsizmini yitirir, böylece de ken­
disini annesinden ayırt etmeye başlar. Kendisini annenin bir
parçası (fallusu) olarak görmek yerine, annesinden kopmuş bir
bütünlük olarak algılar. Ben'in ayrışması demek, Ben'in Ben
olmayan'dan ayrışması demektir. Gerçekliğin gerçeklik statüsü
kazanmasını koşullandıran süreç de budur zaten.
Klasik teori çerçevesinde Ben'in gelişimini izlemeye devam
edersek, artık psikoseksüel gelişim açısından ana! dönemde
olan çocugu göz önüne almamız gerekir. Bu dönemde çocuk
FREUD VE DIGERLERI 77

hareket kabiliyetini kazanmıştır. Eskiden erişkinlerin sevgisin­


den beklediği omnipotensi kendisi yakalamaya çalışır. Bu
*
dönemde eğitimin de etkisi ile sfilıter lwııtrol de başlamıştır.
Yargı yetisi ve simgesel işlevler gelişmektedir. Dilin öğrenilme­
si Ben'in oluşumunda önemli bir rol oynar. Bu dönemde
çocuk büyüsel düşünce içindedir ve sözcüklere büyüsel bir
nitelik yükler. Adeta sözcüklerle dünyaya egemen olmak arzu­
su söz konusudur. Sullivan, bu dönemdeki çocukta "paratah­
sik" düşüncenin egemen olduğunu söyler; yani düşünce henüz
mantıki ve dilbilimsel bağlantılarından yoksundur. Sentaks,
dolayısıyla mantık kurallarına uymayan bu düşüncede neden­
sonuç ilişkisi de yoktur. Erişkin yaşamdaki rüyalara egemen
olan da paraıaksik düşüncedir. Bu dönemdeki çocuk "otistik"
bir dil içinde düşünür. Bir başka deyişle, kavranılan ona ait
kavramlardır ve henüz herkes tarafından kabul edilen uzla­
şımsal kavramlara ulaşılmamıştır. Bu özel ve kişisel dil anlayı­
.
şının Lacan'ın bilinçdışı kavramına geniş ölçüde yaklaşacağını
düşünüyorum. Her bilinçdışı kendi diline sahiptir.
Şimdi burada bir soruyu daha göz önüne almalıyız: ld'in
isteklerini dış dünyanın koşullarına uydunnaya çalışan Ben,
gerek td ile mücadelesinde gerek dış dünyayı değerlendirmede
zorunlu olan psişik enerjiyi nereden almaktadır? Klasik teoriye
göre bu psişik eneıji ld'den kaynaklanmakla birlikte, esas itibariy­
le "kaynağındaki cinsel ve saldırgan özelliklerinden arınmış",
"nötralize" bir enerjidir. 1 2 Şimdi bu enerji nasıl olmuş da nötrali­
ze edilmiştir? Akla gelen ilk yanıt, "bastınna"lar sayesinde, şeklin­
de olacaktır. Ancak burada bir çelişki vardır. Bastırma ikinci
"topik" ayrımında Ben'in savunma düzeneği olarak ortaya çıkar.
"
Sfihtcr: Anüs bölgesindeki kaslara benzer şekilde işlev gören anatomik
yapılara verilen isimdir. Sfikter kontrolü, çocuğun bu kasları denetleme
yetisini kazanmasıdır.

1 2 Charles Brenner, Psikanaliz: Temel Kavram lar, çev. Yusuf Savaşır,


Işık Savaşır, HYB Yayıncılık, 1 9 77 .
78 F R E U D' DAN LACA N ' A PSiKANALiZ

O halde Ben'in işlevi olan bastırma, Ben'in kurulması için zorun­


lu olan nötralize enerjiden önce nasıl gerçekleşebiliyor?
Kanımca bu soruya klasik metinlerde çelişkiden arınmış bir
yanıt bulunamaz. Oysa olayı bir kez de Lacan hakkında verdiği­
miz yorumla düşünürsek yolumuz aydınlanır. Söz ettiğimiz gibi,
Lacan'da Ben olanla Ben olmayan'm ayrışması, yani klasik teori­
deki Ben işlevine giriş, dogıudan simgesel dlizene, bir başka
deyişle Oidipal düzene girişle koşullanclınlan bir süreç olarak
yorumlanmıştır. Bu durumda Ben'in oluşumu ile Üst Ben'in olu­
şumunu andaş saymak gerekiyor sanırım. Bastırma, Lacan'da
Ben'in bir işlevi olmaktan ziyade "doğa-kültür" karşıtlığının bir
sonucu gil1t � le alınab'ilir. Lacan, "Ben'in içi boş bir maske" der­
ken, bu,yorumumuzu doğrulamaktadır.
Gerek Freud'un kendi düşünsel gelişimi gerekse Freud sonra­
sı psikanaliz teorisinin gelişimi ele alındığında Ben vurgusunun
giderek arıtığı görülür. Lacan ve arkadaşları, bu olguyu,. devrimci .
bir düşüncenin giderek düzene teslim olması olarak yoıumlarlar.
Gerçekten de Lacan'a uygun Freud, genç Freud'dur.
Psikanaliz geleneğinde Ben vurgusunun artmasını psikanaliz
pratiğinden kaynaklanan güçluklere bağlamak mümkün gibi
görünüyor. Psikanalizi bir "Ben psikolojisi" haline getiren süreci
aş;:ığıdaki gibi özetlemenin yanlış olmadığını düşünüyorum.
Psikanaliz pratiği "aktarma"nın (yani temelde hastanın
analiz sırasında hekime aktardıgı bilinçdışı arzularından
köklenen, psikanaliz sırasında güncel olarak, reaktive olarak
kendini çeşitli direnç olgularıyla gösteren nevrotik duru­
mun) ortaya çıkmasını mümkün old uğunca kolaylaşnran bir
ortam yaratmaya çalışır. Bu güncel nevrotik durumdan hare­
ketle ve serbest çagrışım tekniği kullanılarak hastanın çocuk­
luğundaki çatışkı larını hatırlatmaya ve yeniden yaşatmaya
yönelinir. "Bilinçdışında oları Jıer şey bilinçli kılmmalıdır"
(Freud ) . Bu yol sayesinde Ben'in psişizma üstündeki ege­
menliği artacak, hasta bilinçdışı çatışkıları ile uğraşırken
FR EU O V E O1 G ER LE R1 79

harcadığı psişik enerjiyi özgür ve olumlu yönelimlerinde


kullanabilecektir.
Bu şekilde düşünüldüğü takdirde, psikanalizin bilinçdışına
bastırılmış materyal ile uğraştığı kadar, bastıran gücü, yani Ben'i
ele alması da kaçınılmazdır.
Freud'un yakın çalışma arkadaşlan Ferenczi ve Alexander,
uzun ve zahmetli bir teknik olan klasik Freud'cu analizi kısaltmak
için ayrı ayn "aktif bir analiz yömemi geliştirmeye yöneldiklerin­
de, "iyileşmenin kişiliğin olgunlaşmasının bir sonucu olduğunu
ve bu olgunlaşmanın da esas itibaıiyle Ben'in güçlendirilmesi ile
eşanlamlı" olduğunu düşündüler. 1 3
*
Lacan'ın iyice vurguladığı gibi psikanaliz, "regresif' bir süreç
olarak değerlendirilebilir; yani hasta her seansta serbest çagnşım­
larla hem dinamik hem de "topik" bir gerilemeye maruz kalır.
Bu regresyon sırasında bilinçdışı materyalin bilinç alanını
kaplamasının psikotik bir dekompansasyona yol açabileceğini ilk
kez jimg saptamıştı . 1 4 lşte bu nedenle hastanın analize alınabil­
mesi için belli bir Ben gücünün olması gerektiği düşünülür.
Çünkü analiz sırasında regrese olan hastanın tüm bu regresif
süreçten çıkıp yapılan yorumlan kavraması ve gerçek dünyaya
dönebilmesi gerekir.
işte bu zonınluluklann psikanalizi giderek "Ben psikolojisi"
haline getiren bir süreci başlattığını düşünüyorum.
Anna Freud, Hartmann, Klein, Nacht ve N umberg, Ben vur­
gusunu güçlendiren yazarlar olmuştur. Sözgelimi Hanmann,
Ben'in işlevlerini sıralamış, gerçeklik duygusu, gerçekliğin kon­
trolü, algı ve düşüncenin komrolü, semetik işlev, deşarjın ertelen-

1 3 R. R. Held, l/aıiatiorıs de la Technique Psyclıanalytique Classiquc,


Encyclopedie Medico-Chirurgicale , 3 78 1 2 0 1 0. 1 9 6 0 .

Rcgresyon: Psikoseksüel gelişimin daha önce aşılmış dönemlerine
gerileme olarak tanımlanabilir.
14 G. Morf. La Psychoıherapie de Cari Gustav jımg, Encyclopcdic Mcdi­
co-Chirurgicale, 3 78 1 4 AlO, 19 7 6.
80 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i KA N A L i Z

mesi, hatta tamamen ketlenmesi gibi Ben işlevlerini aynntısıyla


tanımlamıştır. 1 5
Lacan, tüm bu "Ben psikolojisinin" karşısında yer alır.
Zannederim Lacan, bastırmayı bir Ben işlevi olarak bile görme­
mektedir. Çünkü -Lacan'ın narsislik dönemi olarak kabul edebi­
leceğimiz- Ayna Evresi'nde çocuk, başlangıçta parçalanmış olarak
yaşantıladıgı kendi beden imgesini çevresindekilerin bütünsel
imgelerinden dolayımlanarak bı:ıtünselleştirir ve böylece ortaya
Ben (je) denebilecek bir şey çıkarsa da, bu bütünlük Oidipus
sayesinde, yani ailenin söylemi sayesinde dilbilimsel bir göste­
ren ile temsil edildiğinde Ben kurulmuş olur. Ben'in bütün
işlevi Ayna J:.vresi'nde.ki gibi imgesel özdeşleşmeler yapmaktır.
Ancak b_u özdeşleşmeler kültürel simgesel düzenle koşullandırı­
ğ
lır. Söz elimi, erkek çocugun Oidipus çıkışında "baba"st ile
özdeşleşmesi i mgesel bir özdeşleşmedir, yani bir Ben işlevidir.
Ancak bu özdeşleşmeyi yapılandıran simgesel bir teme_! vardır.
Ben'i baba ile özdeşleşmeye götüren Oidipal söylemdir. Böylece
Ben, bilinçdışı arzulara giderek daha toplumsallaşmış simgele­
rin ikame edilmesi ile yönlendirilen bir imgesel özdeşleşme
işlevinden ibarettir.
Lacan'ın "özne" kavramı, belki de en tartışılmaya deger yönü­
nü oluşturur. "Özne", Ben değildir. Burada kanımca Lacan,
"özne" kavramının çi ft anlamlılı�ndan faydalanmaktadır; hem
eylemin öznesi hem de sentaktik bir kacegori olarak "özne".
Sanının Lacan, "özne"ye hem simgesel bir belirlenim hem de bir
anlamda "varoluşçu" sayılabilecek bir özgürlük alanı tanımakta­
dır. Bu yorumumu desteklemek için şöyle diyeceğim: Eğer özne
simgesel söylem tarafından tam anlamıyla belirlenmiş olsa, psika­
naliz beyhude bir çaba olurdu: Psikanalizin bir tek faydası varsa,
o da bireyin özgürlük alanını genişletmek olsa gerek. Bununla
beraber, Lacan'cı "özne"nin klasik Ben olmadığını bir kez daha
belirtelim.

1 5 H . Hartmann, "Conınıeıııs on ılıe Psychoanalyıic Tlıeory of thc Ego".


Psychoanalytic Study of the Child, 1 9 50 , sayı
5.
FREUD VE DIGERLERI 81

Ş� i di Ben konusunu kapatıp Üst Ben'e geçelim . Klasik olarak


Ust Ben'in ana) dönemde sfikter kontrolü çatışmalarından
kaynaklandıgı düşünülür. Sfikter kontrolü konusunda annenin
yasaklarının içselleştirilmesi Üst Ben'in öncülleri sayılır. Çocugu
içselleştirmeye yönelten faktör cezalandırılma korkusu ve anne­
nin sevgisini kaybetme kaygısıdır: Psişizmanın bir bölümü "içsel­
leştirilmiş anne" halini alır, Ferenczi'nin deyimiyle bir "sfikter
ahlakı" ortaya çıkar.
Ancak Üst Ben'in tam anlamıyla kuruluşu fallik döneme ve
Oidipus karmaşasına baglanır.
Klasik teoriye göre "nesne libidosunun" ve Ben'irı nesne ilişki­
lerinin gelişimi, başlangıçta erkek çocuklar için daha az örseleyi­
cidir. Çünkü erkek çocukta bu sürecin nesnesi değişmemiştir:
Anne. Fallik dönemdeki çocuğun karşı cinsten ebeveyne karşı
cinsel bir arzu duydugu, buna karşılık aynı cinsten ebeveyn kar­
şısında kin , nefret duygulan taştdıgı kabul edilir.
Klasik teoriye göre erişkin bir cinsellik ve duygusal yapılan-
. maya ulaşabilmek için Oidipal karmaşanın üstesinden gelmiş
olmak gerekir; Oidipus karmaşasının çözüme kavuşmaması nev­
rozun nedenidir. Erkek çocuğun Oidipus'u aşabilmesinde en iyi
yol, rakip babanın yerine geçmeyi arzulamasıdır. Bu, baba ile
özdeşleşmeye açılan yol olacaktır.
Bununla birlikte herkes kendi Oidipus karmaşasını yaşar ve
Oidipus'un olumlu şekilde çözüme kavuşmasını engeller gibi
görünen çeşitli etmenler vardır: Erken cinsel deneyimler (özellik­
le maruz kalınan tecavüz), cinsel ilişkinin görülmesi, yeni bir
kardeşin dünyaya gelmesi, anne-baba arasındaki kavgalar, vs. . .
Kız çocuk için Oidipus daha güç bir deneyimdir. Çünkü
nesne ilişkilerinde libidonun anneden babaya taşınması gerekir.
Bu nedenle genellikle kız çocuklarda kastrasyon kannaşasının
Oidipus'a girişte rol oynadıgı düşünülür. Oysa erkek çocuklarda
bu karmaşa, Oidipus'un sonlarında yer alır. Kız çocuk eskiden bir
penise sahip olduğunu, ancak bu organın annesi tarafından çalın-
82 F R E U O ' D A N LA C A N ' A P S 1 K A N A L I Z

<lığını kurgular. Böylelikle babasından bir penise, giderek çocuğa


sahip olmayı düşler ve annesine karşı kin duymaya başlar. Ancak
eski sevgili anneye karşı beslenen sevgi , olayı karmaşık bir hale
getirir; sonuç "anne-kız" ilişkilerinin "baba-oğul" ilişkilerine göre
daima daha çift değerli olarak, bazen tüm yaşam boyu sürmesidir.
Fenichel'e göre Oidipus karmaşası Batı kültürüne özgü aile
yapısının sonucudur. Farklı kültürlerde bu karmaşa farklı biçim­
ler alabilir. Erich Fromm daha ileri giderek ve bazı antropolojik
verilere dayanarak Oidipus'un evrensel olmadığını ve ataerkil
(daha doğru bir deyimle erkek egemen) olmayan toplumlarda
Oidipus karmaşasının bulunmadığını savlar. Sullivan'a göre ise
Oidipus kamıaşası çoçuğa aynı cinsten ebeveynin yaklaşımından
kaynaklanır. "'Baba erkek çocuğa, anne de kız çocuğa, onu top­
lumsal erkek ve kadın rolüne hazırlama kaygısıyla yaklaşırken
davranışlannı kontrol altına almaya çalışırlar. Sonuçta çocuk
karşı cinse yönelir, sığınır.
.
Karen Homey'e göre de Oidipus durumu biyolqjik veriiere
değil, tamamen kültüre özgü aile ilişkilerine dayanır. Daha çok
ebeveynden kaynaklanan cinsel uyarımlar üzerinde durur Homey.
Çocuk kendisinde cinsel arzular uyaran ebeveyne yaklaşır.
Bu noktada 'hemen şunu belirteyim ki, Lacan'a göre Oidipus
karmaşası kültürel düzenin kökeninde yer alır. Oidipus, biyolo­
jik varlığı kültürel "özne"ye dönüştüren simgesel bir karmaşa­
dır; bireyin toplum içindeki ilk kimliği olan cinsel kimliği
kazandığı, toplumsal bir üye haline dönüştüğü aşamadır.
Oidipus olmasa insan kültürün düzenine giremez, çünkü
Oidipus olmaksızın "tatmin-früstrasyon" diyalektiğinde geçen
biyolojik "anne-çocuk" ilişkisi kültürel bir simgeyi, yani "Baba"yı
da içine alacak şekilde dönüşemez. ileride işleyecegimiz gibi,
psikotik durum bunun bir örneğidir. Şüphesiz, Lacan da
Oidipus'un farklı kültürel formları olduğunu kabul edecektir.
Ama Oidipus'suz kültür mümkün değildir. Çünkü kültür kendi
"taşıyıcı faillerini" Oidipus yoluyla üretir.
FREUD VE DlGERLER1 83

Lacan'ın Oidipus karmaşasına ilişkin görüşleri bir bağlamda


Jung ve Rank'a yaklaşır gibi duruyor: Jung'a göre Oidipus'un
temelindeki cinsel arzular yaşamın orijininde yer alan anneye geri
dönme, narsistik omnipotense yeniden kavuşma arzularının sim­
gesel bir ifadesinden ibarettir. Rank'ın bu konudaki görüşlerinin
de aynı çizgide seyrettiği bilinen bir durumdur. Yukarıda Lacan
için de benzeri bir sürecin söz konusu olduğunu söylemiştik.
Çocuğun arzusu annesi ile bütünleşmek, onda eksik olan şeyin
yerini almak, onun arzusunun nesnesi olmaktır. Çocuk böylece
dolayımsız tatmin durumuna erişecektir. Ancak anne-çocuk iliş­
kisindeki früstrasyonlann Babanın Adı ile simgeselleşmesi ve
giderek Babanın Yasası olan ensest yasagı ile ilişkilenmesi , çocu­
ğun eksiksizlik arzusunu cinsel bir arzu olarak bilinçdışına kod­
lamasına yol açar. Öyle ki, çocuk başlangıçta simgeleşmemiş
eksiksizlik arzusunu, annesi için annenin eksiği fallus olmak şek­
linde simgeselleştirir. Böylece o, fallus olarak anneden kastre
edilmiştir.
Kadın Oidipus karmaşası (ki zaman zaman "Elektra" karma­
şası adını da alır) kastrasyon karmaşası ile başlatılı r (La.can hem
kadın hem erkek için Oidipus ve kastrasyon karmaşalarını iç içe
geçmiş karmaşalar olarak ele almaktadır).
freud , kastrasyon karmaşasının filogenetik faktörlerle ilişkili
olduğunu düşünürdü. Ona göre, insan türünün atalarından
günümüze "biyolojik" yoldan intikal eden bir kaygı söz konusuy­
du. Ancak bu görüşün bugünkü biyoloji bilgimiz ile bağdaşmadı­
ğı açıknr. Kanımca söz konusu kaygıyı açıklamak için iki varsa­
yım kabul edilebilir: llki biyolojik kökenlidir. Erkek çocuk libidi­
nal enerjinin en yoğun olarak doyum bulduğu penisine aşırı bir
önem verir ve bu nedenle, zaten annesine karşı arzulan da cinsel
mahiyette olduğu için, babası tarafından penisi kesilerek cezalan­
dın lacağını düşünür. Ancak bu varsayım erkek çocuktaki kastras­
yon kaygısını açıklasa bile. kız çocuklar için geçerli olamaz. lkinci
varsayım bir ölçüde hem sosyo-kültüralistlere hem de kanımca
84 F R E U D ' DA N LACA N ' A PSiKANALİZ

Lacan'a uyan bir varsayımdır. Kültürel simgelerde, kültürel söy­


lemlerin satır aralannda, deyim yerindeyse kültürün bilinçdışında
kastrasyon tehdidi gizlidir. Fallus merkezli kültürümüzün böyle­
si bir tehdidi bilinçsizce çocuga ilettiği düşünülebilir. Bir başka
deyişle, fallusa yüklenen simgesel degerin erkek çocukta penisi­
nin kesilebileceği, kız çocukta ise bir zamanlar sahip oldugu
penisinin kesilmiş oldugu kaygısını yarattığını kabul edebiliriz.
Daha önce de belirtildiği gibi, kız çocugun Oidipus'a girişi ve
nesne ilişkilerinin gelişmesi daha travmatik bir başlangıç gerekti­
rir. Çünkü libidonun bir anlamda dogal nesne olan anneden
babaya taşınması gerekmektedir. Kız çocuk kendi penis eksikliği­
ni annesine bağlar. Klasik olarak kız çocugunun eskiden sahip
.. ·'
oldugu penisinin annesi tarafından çalındığını düşündügü kabul
edilir. Ancak kız çocugun simgesel anlamda aşın değerler yükle­
nen fallusa sahip olmadıgım fark ettiğinde ve üstelik annesinin de
böyle bir eksiği oldugunu anladığında, gözünde annesinın değe­
rinin düşLügü ve bu sürecin kız çocugunu fallusa sah1p babaya
yönelttiğini düşünmek daha akılcı gibi görünüyor. Nitekim gerek
sosyo-kültüralistlerin gerekse Lacan'ın katılabileceği bir yorum­
dur bu. Kız çocuk babasından bir fallusa sahip olamayacagını
anladığı zaman, bu arzusuna metafor olarak çocuk sahibi olmayı
yerleştirir.
Nitekim kadm kastrasyon karmaşasını ve penis imrenmesini
Fenichel şöyle açıklıyor:

Bugün uygarlıgımızda kadınların erkeklere özenmesini açıkla­


yacak pek çok sebep vardır. Çok değişik şekiller gösterebilen
erkeksi eğilimler birincil penis imrenmesine ilave olurlar, özel­
likle de kadınlık alanında maruz kalınan bahtsız früstrasyon
ve regresyon deneyimlerinden sonra gerçekleşir bu. Erkeksi
ve kadınsı olarak degerlendirilen özellikler bir uygarlıktan
digerine büyük değişiklikler gösterir ve bu kültürel yönelim­
ler, ortaya çıkardıklan çatışkılarda oldugu gibi, anatomik bir
F R E U D V E D İ G E R LE R İ 85

farklılıgın psikolojik sonuçlannı aşın ölçüde kamıaşık bir hale


getirirler. Bu bağlamda Fromm'un özeti mükemmelen yerine
oturuyor: Belli biyolojik farklılıklar karakter farklılıkları haline
dönüşür; bu farklılıklar, dogrudan toplumsal etmenler tarafın­
dan üretilmiş farklılıklarda temellenir. Bu toplumsal etmenler
öylesine güçlüdür ki, biyolojik kökenli farklılıkları elimine
edebilir, abanabilir ya da tam tersine çevirebilir. 1 6

Adler'in kadındaki "Erkeksi Protestoyu," erkek egemen kültü­


re bağladığı bilinir. 17 Kanımca Adler ile Freud arasında bir yerle­
re yerleştirilebilir olan sosyo-kültüralistler, kadındaki penis
imrenmesini tamamen kültürel kadın-erkek statü farklılığına bağ­
larlar. Kadının penise sahip olma arzusu doğrudan doğruya
erkeklere tanınan ayrıcalıklara, bağımsızlığa, güç ve cesarete
sahip olma arzusunun bir sonucudur . 1 8
Yukarıda kastrasyon karmaşasını açıklarken "fallusa kültür
tarafından yüklenen simgesel değerin" rolü üzerinde durmuş,
böyle - bir yorumun hem sosyo-kültüralistlere hem de Lacan'a
uyacağını söylemiştik. Ancak gene de arada kökten bir farklılık
vardır. Daha önce de belirttiğim gibi, sosyo-kültüratistler kültürel
faktörleri bir uygarlıktan diğerine değişen faktörler, bir bakıma
psikanaliz açısından "bağımsız değişkenler" olarak ele alırken,
Lacan Kültürün özü ile ilgilidir. Bir bakıma Lacan'da fallus mer­
kezcilik, Kültürün öz niteliğidir. Çocuğu anne dogurduğu sürece
anne-çocuk ilişkisini yasaklayan simge baba olacak, babanın ege­
menliği de fallusta simgesel özetini bulacaktır.
Freud, Üst Ben'in Oidipus karmaşasının mirasçısı oldugunu
düşünür. Erkek çocuk annesine yönelttiği cinsel arzulanndan
vazgeçip babası ile "özdeşleşme-kimlik kazanma" sürecine girdi-

1 6 Ono Fenichel, La Tlıtorie Psyclıanaly!iqııe des Nevroses, Presses


Universitaires de France, 1 9 3 3 .

1 7 Herberı Schaffer, Psyclıotlıerapie A<llerieııne, Encyclopedie Medico­


Chirurgicale. 378 1 3 AlO, 19 7 0.
l 8 Karen Horney. New Ways in Psyclıoanalysis. Norton. 1 939.
86 F R E U D ' DA N L A C A N ' A P S İ KA N A L i Z

ğinde Üst Ben'in temelleri atılmış olur. Erkek çocuğu annesinden


vazgeçmeye sevk eden etmen kastrasyon korkusudur. Kız çocuk­
ta ise Oidipus (Elektra) karmaşasının çözümü daha uzun zaman
alır ve asla tam olarak gerçekleşmez (bu nedenle kadın Üst Ben'i
daha az gelişmiştir). Kız çocuğu babasına yönelttiği cinsel arzular­
dan vazgeçmeye yönelten tek faktör, annenin sevgisini kaybetme
korkusudur. Çünkü kız çocuk zaten kastre edilmiştir. Oidipus
karmaşasının çözümü nesne ilişkilerine çok önemli bir boyut
katar. Cinsel arzu yasaklanmış nesneden (kız çocuk için baba,
erkek çocuk için anneden) sapar ve kültürün kabul ettiği mela­
forlarla ifade edilmeye başlar. Bu "özdeşle�me-kimlik kazanma"
sürecinde, kişj.. kendini IJ,er şeyden önce cinsel kimliği olan biri
olarak ortaya koyar.
"Özdeş,feşme-kimlik kazanma" süreci sadece kültürel bir yasa­
nın (ensest yasasının) kabul edilmesi yoluyla değil, aynı zamanda
anne-babanın içselleştirilmesi yoluyla da ahlaki yaşamı, Üst Ben'i
.
temellendirir. Çocuk anne-babası ile özdeşleşiı:ken, onların aslın­
da ideal imgeleri ile özdeşleşir. Bir anlamda onlan ic:kalize ederek
kabul eder. Bir başka deyişle , çocuk aslında anne-babanın Üst
Ben'i ile özdeşleşmiştir.
Fenichel'e gC.4re Üst Ben, Oidipus karmaşasının früstre eden
nesnesi ile özdeşleşmenin sonucu olarak değerlendirilir ise erkek
çocuklarda "Anne Üst Ben"inin, kızlarda ise "Baba Üst Ben"inin
olması gerekir. Halbuki her iki cinste de "Baba Üst Ben"inin belir­
leyici bir ağırlıkta olduğunu iddia eder Fenichel. Çünkü belirleyi­
ci ve früstre edici güç her iki cinste de babadır.
Psikanalitik çal�rnalar Fenichel'in tespitini doğnılamamakta­
dır. Lacan açısından bu sonuç pek kolay anlaşılır. Her ne kadar
Üst Ben'in oluşumunda Babanın Yasası temel rolü oynuyorsa da,
bu simgesel yasayı çocuğa kabul ettiren. babaya gönderimde
bulunan "anne"dir. O halde Üst Ben, ancak "ı,mnenin" babayı
naklettiği ölçüde "Baba Üst Ben"i olabilir.
Lacan'ı Üst Ben bağlamında bir kez de Melanie Klein ile kar-
FREUO VE DiGERLERi 87

şılaştırmak istiyorum. Klein'm "erken Oidipus ve Üst Ben" tezini


savunduğu açıktır. Lacan'ın da bir "erken Oidipus"tan söz ettiği
ya da teorisinin en azından böyle de yorumlanabileceğini düşü­
nüyorum. Yukanda belintiğim gibi, bu yorumda yalnız değilim.
Şimdi burada bir parantez açmak gereğini duyuyorum: Okur,
Lacan üzerine yazılmış bir kitapta bir çekinceyi ortaya koyan ifa­
delerden rahatsız olsa gerek. Ancak bu çekinceli notlardan kur­
tulmanın tek yolu, Lacan'ın eserini olduğu gibi (harta tercüme
etmeden) yazmakur. Lacan gerçekten de çok güç bir yazar, hatta
bence Hegel'den bile güç bir yazardır. Onun metinlerini anlamak
için Fransızcanın ayrıntılarına egemen olmak gerektiği, çünkü
L'lcan'ın hep söz aynmlan üzerinde yoğunlaştığı (ki düşününce
teorisine de çok uygun bir yöntem bu) söylenir. Ancak bence
Lacan'ı güç kılan başka birkaç faktör var: Birinci aşamada Lacan'ın
henüz deşifre edilmemiş olması geliyor. Sözgelimi Hegel okurken
ne ile karşılaşacağımızı az çok biliriz. Bunun elbette bir sakıncası
var; Hegel okurken, Hegel okuyorum diye aslında Hegel yorum-
. lannı yeniden okumaktan başka bir şey yapmıyonızdur belki de.
Ama ne olursa olsun . Hegel artık deşifre olmuştur. Oysa Lacan'da
böyle bir şey söz konusu değil. O adeta deşifre olmaya karşı bir
direnç kabuğu oluşturmuştur: Herkes yorumlannı ya da özetleri­
ni değil de kendisini okusun diye. Bu kitabı biraz da -büyük
yanlışlar yapmayı da göze alarak- Lacan'ın kendisini kapamğı
karanlığın uyandırdığı mistisizmi (ki bir aralar epey kendimi kap­
tırmışum bu mistisizme) dağıtmak için kaleme aldım.
Lacan konusunda çekinceli notların bir başka kaynağı da,
Lacan'ın bir yazar olmaktan çok bir hatip olması . Ecıits (Yazılar)
bir yana bırakılırsa, hemen bütün Lacan metinleri, verdiği psika­
naliz teorisi seminerlerinden, Freud yorumu okuması seminerle­
rinden kağıda aktanlmışur. Bu bakımdan Lacan'ın tüm teorisini
derli toplu bir şekilde karşınızda bulmak pek zordur. Ancak bazı
noktalan saptayıp ilişkilendirerek bir sonuca ulaşabilirsiniz genel­
likle. "Yazılar" ise seminerlerinin yoğunlaştırılmış özetlerinden
88 F R E U D ' D A N LACAN'A PSİKANALİZ

oluştuğundan, adeta bir hiyeroglif gibi karşınızda durur.


Bir başka etmen de, lacan'ın okuru ister istemez bir uaşağılık
duygusuna" kapman üslup ve kültürü olsa gerek. Gerçekten de
Lacan. d üşünce leıini açıklamak için geometriden mitolojiye,
antropolojiden edebiyata. taıihten felsefeye uzanan öylesine geniş
bir alandaki bilgilere dayanır ki, bu dehanın kavrayış ve özümle­
yiş biçimi karşısında hayrete düşmemek olanaksızdır. lşte bütün
bu güçlüklerden sonra Lacan üzerine bir kitap yazmayı göze
almış birisinin cekinceli ifadeleri mazur görülse gerek.
Burada ayrıntılı bir Klein özeti verecek değilim. Bizim için
birkaç dönüm noktasını saptamak yeterli olacaktır.
Klein, Ü�t_ Ben gell$imini yaşamın ilk yılında başlatır. Klein'a
göre "er�en Oidipus" çocuk psikanalizlerini (yani "aktam1a" iliş­
kisini) riıümkün kılan yegane açıklamadı r. K!ein'a göre çocuk
analizleri Oidipus'a ilişkin eğilimlerin oral früstrasyonlarla başla­
dığını ve Üst Ben'in de aynı zamanda kurulmaya başladığını
göstermiştir. 1 9
Klein, Eros kadar ölüm içgüdüsüne de önem verir. Ona göre
yaşamın biıinci yılında ileıi derecede gelişmiş nesne ilişkileri
mevcuttur ve bu ilişkiler hem libklinal hem de saldırgan bir tema­
da seyreder. "llkel Ben," kendisi için bir boğuntu kaynağı olan
saldırgan dünülerini dışanya yansıtır ve nesneyi kendisini yıkma­
ya, parçalamaya yönelik bir düşman imgesinde algılar.
Yaşamın birinci yılında meydana gelen früstrasyonlar, zayıf
Ben için bir kaygı kaynağıdır ve saldırgan dürtülerin bir oral
sadizm şeklinde yönetilmesine yol açarlar.
Klein'a göre oral früstrasyonlar çocuğu fantastik baglamda
doğrudan Oidipal üçgene götürür. Çünkü früstrasyonlar bir
üçüncünün devreye girmesine bağlanır.
*
Annenin, babanın penisini "oral koit" yoluyla bedenine aldı-

19 Melanie Klein, 1-a Psyclıanalyse des Enfarıts. Presses Universitaires de


France . 1972.

· * Oral Koiı: Çocugun cinsel ilişkinin ııgız yoluyla kunılduguna ilişl_<irı fantezisi.
FREUD VE D I G E R LE R I 89

ğı fantezileri, çocuğu, annesının bedenini parçalayarak rakip


nesneyi oral sadizm yoluyla içselleştirmeye yöneltir. Annenin
memesi (kısmi nesne) ile ilişkilerin, oral früstrasyonlar yoluyla bir
başka kısmi nesneye (babanın penisi) baglanması ve bu nesne
karşısındaki saldırgan duygular Üst Ben'in oluşumunda temel bir
işlev görür. Üst Ben'in gelişimi Ben'in nesne ilişkilerini yönlendi­
ren önemli bir faktör halini alır. Dikkat edilirse, aslında çocuk
kendi öz saldırgan egilimlerini dışan yansıtıp, sonra içselleştire­
rek, Üst Ben'in çekirdeğini atmaktadır.
Demek ki çocuğun özellikle oral früstrasyonlanyla provoke
olan saldırgan dürtülerinin dış dünyaya yansıtılması, dış dünya­
nın giderek tehdil eden bir gerçeklik halini alması da gerçeklik
nosyonunun temelini oluşturuyor. Oral sadizm sütten kesilme
döneminde artarak bu süreci şiddetlendirir. Freud'un dediği gibi,
"nesne ilişkilerinde kin sevgiden daha eskidir" .

Eğer Üst Ben 'in daha çok erken bir dönemde, Ben'in henüz
gerçeklikten çok uzak olduğu bir sırada kurulduğu dogruy­
sa, nesne ilişkilerinin gelişimini yeni bir açıdan degerlendir­
meliyiz. 20

Basitleştirmek için Klein'ın şizofreni anlayışını özetleyelim:


Ağır oral früstrasyonlann oluşturduğu olagandan yüksek düzey­
deki saldırganlık duygusu o kadar yoğun olabilir ki, Ben bu yolun
sonunda içselleştirdiği Üst Ben'i yeniden dışarıya yansıtmak
zorunda kalır. Çünkü bu Üst Ben tahammül edilmez ölçüde katı
ve saldırgandır. Üst Ben'in dış dünyaya yansıtılması, gerçekliği
yeniden bir düşman haline getirir. Bu da ileri nesne ilişkilerinin
gelişimini, dış dünyaya libido yatırımını ketler. Böylelikle hasta
kendi dünyasına kapanır, gerçeklikten kopar (Lacan benzeri bir
dinamik görür şizofrenide: "Babanın Adı'nın Dıştalanması" ya da
"Babanın Adı'nın Hesaptan Düşülmesi").

2 0 Melanie Klein, agy


90 F R E U D ' DA N LAC A N ' A P S İ KA N A L i Z

Lacan, erken Üst Ben gelişimi, Üst Ben'in, "Ben'in nesne ilişki­
lerini" yönlendirmesi gibi konularda Klein ile aynı sonuçlara
ulaşmaktadır. Çünkü yukanda da belirttiğim gibi, Lacan'a göre
Ben'in işlevi imgesel özdeşleşmeden ibarettir ve bu özdeşleşmeler
de simgesel düzen (Oidipal düzen) tarafından koşullandınlır.
Ancak arada çok kökten bir farklılık vardır: Klein tamamen biyo­
lojik hatta fılogenetik açıklamalara dayanırken, Lacan bu süreçte
sadece doğa-Kültür karşıtlığını görür. Yer yer açıkça belirttiği
gibi, Lacan'a göre Klein iyi bir terapist, kötü bir teorisyendir.
Ancak Klein'in oral früstrasyonlan doğrudan Oidipal üçgene
bağlaması kanımca tam da Lacan'a denk düşen bir yön alıyor.
Şimdi lafa?'ı son kez Adler ile ilişkili olarak ele alacağım.
Burada Aqler'e yer vermem bir ölçüde Adler'ci psikoterapi anlayı­
şına kişisel beğenimden kaynaklanmakla birlikte, esas itibariyle
Adler ile Lacan arasında kurulabilecek çok dolaylı bir karşıt olma
ilişkisine dayanıyor. Şöyle ki, Lacan'ın anlaşılmaz gibi g.örünen
pek çok bölümü, Lacan'ı Sartre ile polemik halinde ele alınca
aydınlanır. Öte yandan da Sartre -belki hiç okumamış olmasına
rağmen- iyi bir Adler okuyucusudur, pek çok bakımdan.
Kaynaklarının (Nietzsche) aynı olduğu düşünülürse şaşırtıcı değil
bu sonuç. Dolayısıyla Lacan'ı Adler bağlamında ele almakla bir
ölçüde bu polemiği aydınlatmış olacağız.
Bilindiği gibi Adler'e göre insan için itici güç "aşağılık
duygusu"dur ve bu duygu "aşağılık karmaşasına" ya da bu karma­
şanın aşın telafisi olan "yükseklik karmaşasına" yol açtığında
nevroz durumlanyla karşılaşmış oluruz.
Nevrotik hastalar "aşağılık karmaşası" ve yetersizlik duygu­
su nedeniyle toplumsal yaşam alanlannın önlerine koyduğu
problemlerden, seçim yapmaktan kaçınırlar. Kendilerini top­
lumdan yalıtarak dar bir aile çevresinde nevrotik egemenlikle­
rini kurar ve bu yol ile de "aşağılık duyguları"nı tatmin ettik­
leri gibi, hastalığa sığınarak da toplumsal yetersizliklerine
açıklama bulmuş olurlar.
FREUD VE D İGERLERI 91

Adler'in "Bireysel Psikolojisine" göre birey bölünmez bir


bütün teşkil eder (individu-indivisible). Bu bütünlüğü sağlayan
şey ise özgün "yaşam planı" ya da "yaşam tarzı"dır. Söz konusu
"yaşam tarzı" kişinin kendisi ve çevresi hakkındaki kanaatlerine
dayanı r ve aslında çocuk, bu planı daha sözlü dilin sentaks bağ­
lantılarını kurmaya başlamadan, yani henüz mantık öncesi
düşünce döneminde (Sullivan'ın parataksik kipliği) kendi yaratıcı
aktivitesi ile geliştirir. 2 1
Adler yaratıcı aktivite derken, içgüdülerin, dürtüleıin, çevre
baskılarının, eğitimin, vs. çocuk için sadece bir materyal sağladı­
ğını, ancak bu materyali kullanarak çocuğun kendi "yaşam
planı"nı gerçekleştirdiğini düşünür (Sartre da bütün bu materyal­
lere "insanın koşulu" der).
Çocuk henüz sözdizimsel (syntaxique) düşünce aşamasma
gelmeden "yaşam plarnnı" oluşturduğu için, bu plan sözdizimsel
düşüncenin mantıki bağlantı izlerini taşımaz. Öte yandan bu plan
bilinçli de değildir. Ancak bilinçdışı kavramını burada kullanmak
· yersiz olur; deyim yeıindeyse bu p lan bilinçsiz bir plandır.
işte biz bu bilinçsiz yaşam planını, bireyin yaşam problemleri
karşısında toplumsal, mesleki , cinsel yaşantıya ilişkin problemler
karşısında takındığı tutumu inceleyerek anlayabiliriz. Böylece de
psikoterapide bu planın içerdiği, kişinin kendisi ve çevresine
ilişkin kanılarını değiştirme yoluna gidebiliriz.
Şimdi Adler'in bireye tanıdığı bu yaratıcılık Lacan ile bağdaş­
maz. Lacan "özne'yi belirleyen değil. belirlenmiş olarak ele alır.
Yukarıda da belirttiğim gibi, Lacan'ın özneye belli bir özgürlük
alanı tanıdığı düşünülebilirse de, bu özgürlüğün alanı pek muğ­
laktır. Hele bir "yaşam planı oluşturmak," Lacan'ın hiç kabul
edemeyeceği bir şey.
Adler'in insan yaşamının başlangıcında gördüğü yaratıcılığı
yaşamın her anına yayan Sartre ile sürekli üstü kapalı bir polemik

2 1 Alfred Adler, Le Sens de la Vie, Payot, 1 950.


92 F R E U D ' D A N LACA N ' A P S İKANALİZ

halindedir Lacan . Eserlerinde Sartre adı pek geçmese de,


Lacan'ı Sanre'dan sonra okuyan birinin tartışmayı sezmemesi
olanaksızdır.
Sartre'm nevroz anlayışı da Adler'e yaklaşır: Karar vermekten
kaçınmak. Şüphesiz Sartre aşagılık duygusuna bağlamaz nevrozu;
kendi varoluşunu gerçekleştinnekten kaçınmak olarak ele alır.
Ama nevrotikte gördükleri aynı şeydir: Problemler karşısında
gerilemek.
Lacan bütün bu "özne"yi (sujet) S (5 bam�) ile işaretler; yani
dilbilimsel gösterenle ilişkisinde belirlenmiş ve bölünmüş ola­
rak. . .

B mek h€m
u bölümdeki· amacımız hem kabaca bir psikanaliz özeti ver­
de bazı tartışmalar ışığında Lacan'ı konumlandır­
Ö
maktı . Bu devleri. ne ölçüde başarabildik, onu ben değerlendire­
mem tabii. Okura şunu haber vermeliyim ki, şimdiye kadar ele
aldıgımız bölümüyle Lacan'ın özgün yönü he!lüz ortaya ·çıkma­
mışur. Ancak bu kadarı bile onun ne öiçüde Özgün olduğuna bir
işaret sayılabilir sanının.
iV.
LACAN 'A G İ R i S *

Varoluşun Sonmlan, Dil ve Bilinçdışı


Lacan üzeıine yapacağımız seminerlerin ilki bu. Bu seminerlerde
-haklı olarak bizden Lacan'ı anlatmamızı bekliyorsunuz. Oysa biz
ancak anladığımız Lacan'ı anlatabiliriz. Masum okumanın olma­
dığını söyler Althusser. O halde biz de baştan suçumuzu kabul
edelim.
Evet, bu seminerlerde Lacan'ı aydmlatmayacağız. Bir Alman
yazar "Günümüzde Lacan'dan ancak bahsedilebiliyor," diyor.
Fakat bugün Lacan'ı karanlıkta bırakmamızın nedeni zor yazma­
sı, anlaşılmaz olması degil; zor yazmayı seçtiği için, anlaşılmayı
pek de istemediği için onu aydınlatamayacagız.
Çünkü bir söylemin aydınlık ve karanlığı, üzerinde geçecek
oyuna göre kurulmalıdır. Tıpkı bir satranç tahtasının siyah ve
beyaz kareleıi gibi. . . Biz de burada geçen oyun, büyük oyuncusu
jacques Lacan'a layık olsun istiyoruz; o halde onu biraz karanlık-

• "
Bu bölüm, "Birinci Baskıya Onsöz"de sözünü ettiğim seminer1 er dizisi-
nin ilkini kapsıyor. Bu semineri hemen hiç değiştirmeden a ktanyonım.
94 F R E U D ' OAN LACA N ' A P S İ KA N A L i Z

ta bırakalım, yani istediği gibi. . .

Lacan'ı karanlıkta bırakmayı vaat eden bir seminerden ne


beklenir peki?
Lacan, "Psilwnalizden ne beklenebilir?" sornsuna şöyle yanıt
verir:

Psikanaliz, özneye gene öznenin yardım etmesini saglarken,


hastayı ancak "sen busun" gerçeğinin esıimeli sınırına, ölüm­
lülük yazgısının anahtanna kadar götürebilir. Fakat onu ger­
çek yolculuğun başladığı yere, yani insanın kendisine başladı­
ğı ana ulaşurmak, tek başına biz pratisyenlerin elinde değil.

Benzer bir,. şekilde �yeceğiz ki, bu seminerlerde sizi ancak


·.gerçek yolculuğun başladığı yere , yani her gerçek yolculuk gibi
ancak tek::'başına yapılacak bir yolculuğun başladığı ana kadar
götürebiliriz. Yani kendi çalışmanıza kadar.
Tek başına yolculuk! Lacan yaşamının çok uzun bir böl�mün­
de tek başına idi. Layık olduğu başarıya çok geç ulaşabildi.
Lacan 190l 'de Paris'te doğdu. Tıp öğrenirırind_en sonra
l 932'de "Kişilikle llişki leıi Açısından Paranoyalı Psi1wz" adlı
teziyle psikiyatr oldu. Başlangıçta .bir şair olarak tanındı. Paul
Nizan ve Sanre ile birlikte şiirleri yayımlandı.
Lacan tüm yaşamı boyunca Freud savunucusu olduğunu
iddia etmiştir, özellikle sosyo-kültüralisı Amerikan okuluna ve
"Ben psikolojisine", Ben'in vurgulanmasına, psikanaliz kavramla­
rını yumuşatarak deforme eden yazarlara karşı çıkar. l..acan'a göre
bir bilim olan psikanalizin bir tek nesnesi vardır: Bilinçdışı.
Psikanaliz bilinçdışının bilimidir. Bu nesneyi , daha doğrusu bu
teorik nesneyi özgün kavramlar ile işlemek, ele almak gerekir. Bu
özgün bir nesnedir; ne biyolojik kökenli kavramlarla ele alınabilir
ne de sosyoloji ağırlıklı olanlarla düşünülebilir.
Lacan bu köktenci ve uzlaşmaz tutumu nedeniyle uzun süre
dışlandı, görmezden gelindi.
Lacan tüm yaşamı boyunca organik psikiyatri teorik temelin-
L AC A N . A G I R I S 95

de gelişen klasik psikiyatrik yaklaşıma da karşı çıktı. Bu tutumuy­


la Lacan anti-psikiyaıri savunucusu olmamakla birlikte, bazı
yazarlar eserini bu yönde yorumlamaya açık bulmuşlardır.
Lacan bir yazar -güç bir yazar- olmaktan önce bir konuşmacı­
dır. Saime-Anne Hastanesi'nde, Ecole Pratique des Hautes Etude
ve Ecole Normal Superieure'de her biri Paıis aydın çevrelerinde
bir olay yaratan ünlü seminerlerini verdi. Temel eseri Eoits
(Yazılar) 1966'da yayımlandı. Bu olağanüstü güç eser, bütün
kapalılığına rağmen bir dönemin aydınlarının elinden düşmeyen
kitap oldu. Lacan da Sokraıes gibi ölümlü idi: 3 Eylül l 98 l 'de,
Paris'te öldü.
Lacan'ın özgün yanı, psikanaliz ile yapısalcı dilbilim arasında
kurduğu ilişkidir. Ancak Lacan , bu ilişkilendirme işleminin
Freud'a yeni bir şey katmak anlamına geldiğini duşünmez.
Aksine, dilbilim adeta psikanalizin temel sorgulama alanında
yapısal olarak, yani bir konum olarak bulunan bir boşluğu dol­
durmakladır. Bu konuda Althusser şöyle diyor:
Lacan yeni bir bilim, yani dilbilim ortaya çıkmamış olsaydı, ger­
çekleştirdiği kuramsallaştırma girişimini yapamayacagım itiraf
edecektir kuşkusuz. Bilimlerin tarihi böyle ilerler işte; bir bilim
ancak öteki bilimlere başvurarak onları dolanarak bilim haline
gelir ve başvurdugu bilim, onun vaftizinde hazır bulunan bilimler
değildir yalnızca, öteki bilimlere geç katılan. doğması için belli bir
zaman gereken yeni bir bilim de olabilir bu.
D ilbilim, zaman bakımmdan psikanalizden sonra ortaya
çıkmıştır. Ancak psikanalizin temel sorunsalı, yalnızca dilbi­
lim ile ilişkisinde netleşen bir sonınsaldır. Bu demektir ki,
yapısalcı dilbilim, psikanaliz için bir sistematikleşme imkanı
tanımaktadır.
Lacan, dilbilimciler arasında, dilbilimin kurucusu Saussure ve
jakobson'dan etkilenmiştir. Dilbilim anlayışı bir bakımdan da
Chomsky'ye yaklaşır. Yapısalcılık başlığı altında eıkilendigi (ve
etkilediği) bir başka yazar ise Fransız antropolog Levi-Strauss'tur.
96 F R E U D ' DAN LACA N 'A P S İ KANALİZ

"Yapısal Antropoloji"nin akrabalık ilişkileri ve mit çözümlemeleri


eserinin bütününe sinmiş bir arka plan gibidir adeta.
Yukarıda sözü edilenler klasik olarak Lacan'ı etkiledigi kabul
edilen kaynaklar. Ancak bence bunlara Sanre'ı da eklemek gere­
kiyor. Kanımca Lacan'ın anlaşılmaz gibi görünen pek çok bölü­
mü, onu Same ile polemik halinde düşününce açıklık kazanıyor.
Lacan da adeta Sartre'ın varoluş sorunları ile ugraşır. Fakat teorik
temel artık varoluşçuluk değil. psikanalizdir.
11. Dünya Savaşı'ndan sonra Fransa'da, giderek hemen tüm
Avrupa aydın ve yan aydın çevrelerinde varoluşçuluk temel bir
dünya görüşü haline gelmişti. Hatta Marksist çevrelerde bile varo­
luşçuluğa ilgi ve anlaXJşla yaklaşılmaya başlanmışu. Özgürlük,
insanın ontolojik yazgısı gibi kabul ediliyordu, diyebiliriz.
Aslında \:1u yaklaşım pek de yeni sayılmaz. Descartes ile başlayan
ve Aydınlanma çağıyla olgunluğunun zirvesine ulaşan Batı
düşüncesi tüm alanlarda. bu arada politik karşıtlarının düşünce
alanlarında da etkili oluyordu. Aydınlanma Tann'yı tahtından
indirmiş ve onun yerine insanı ko:yTiıuştu. Insan, -akıl ve bilinçle
özdeşleştirilip yüceltiliyordu. Bu da "laik", "eşitlikçi", "özgürlük­
çü" Batı toplumunun ideolojik kılıfı oluyordu.
Geçen yüzyıl, insanın yüceltilmesi geleneğine, Batı aklının ,
düşüncesinin temellerine karşı çıkan üç düşünür yetiştirdi;
Nieızsche, Freud ve Marx.
Fikir tarihi açısından oldukça kısır bir yüzyıl olan çağımızdaki
tüm düşünsel çabalar bu üç kaynağa geri götürülebilir.
Bu üç yazann ortak yanı şudur: Kopernikus nasıl dünya mer­
kezli bir evren görüşünü yıktı ise, onlar da insan merkezli. ya da
en azından Batı kültüründe tanımını bulan "sivil" insan merkezli
dünyayı yıktılar; bir anlamda dünyayı merkezsizleşLirdiler.
Günümüzde Fransa'da gelişen ve dünyaya yayılan "yapısalcı­
lık" akımı da dünyayı insandan merkezsizleştiı:mesi bakımından,
geçen yüzyılın teorik isyanına yaklaştırılabilir gibi görünüyor.
Ancak yapısalcılık bir yaşam tarzını belirlememesi bakımın-
LA C A N ' A G i R İ S 97

dan bir dünya görüşü olarak kabul edilemez. Yapısalcılık daha


çok bir araşunna tekniği, yöntemi olarak karşımıza çıkar. işte
yüzyılımızın, yaşam tarzı ortaya koymak bakımından da kısır
olan teorik zemini üzerinde Sartre'ın varoluşçulugunun, tüm Batı
düşüncesi geleneğine uymasına rağmen görünüşteki yeniliğinin
çekiciligi, aydınlan -bir dönemde açıkça, günümüzde de örtük ya
da bilincine vanlmamış bir şekilde- etkilemektedir.
Halbuki Sartre doğrudan Descartes'a baglıdır ve açıkça da iti­
raf eder bunu. Nieızsche'den etkilendiği de dogrudur, ancak
Sartre'ın elinde Nietzsche, kendisinin asla kabul edemeyecegi
kadar akılcılaşmıştır. Lacan'ın düşünsel etkinliğini göstermeye
koyuldugu yıllardaki Same egemenliği düşünülürse, onunla satır
aralanna sinmiş polemiği daha iyi yerleştirilebilir: Lacan, Descanes
gelenegine karşıdır (Chomsky ile ilişkisi bu aşamada biraz para­
doksal gibi görünse de, esasta doğrudur bu saptama). Hem
Freud'cu hem de yapısalcı kökenlerinin kaçınılmaz teorik sonu­
cudur bu. Öte yandan psikanaliz öyle bir alandır ki, bilimsel bir
. araşurmayı hedef almakla birlikte, yaşam problemleri karşısında
örtük bile olsa bazı değerler ortaya koyar. Bu nedenle Sartre­
Lacan polemigimn önemi konusunda ısrar ediyorum.
Lacan psikiyatri kurumu tarafından dikkate alınmamıştır
genellikle. Ancak esas etkisini düşünce dünyasında göstermiştir.
Althusser, Foucault, Deleuze, Guattari gibi düşünürleri etkile­
miş, Mannoni, Safouhan gibi analistlerin formasyonunda etkili
olmuştur.
Yukanda işaret ettiğimiz gibi, Lacan'a göre psikanalizin teorik
sorgulama alanının teorik nesnesi bilinçdışıdır. Özgün bir nesne
olarak bilinçdışını araştırmada kullanılan yeg<1ne araç ise dildir.
Psikanaliz bütünüyle dil'de ve dil aracılığı ile geçer. Yani hem
üzerinde somut olarak çalışılan nesne dilsel bir nesnedir (Lacan
"Bilinçdışı, bir dil gibi yapıla.şmıştır," der) hem de bu nesneyi
araşuran araç dildir.
Fakat bu aşamada tüm psikanalitik çalışmalar için yanıtlan-
98 F R E U O ' DA N LACA N 'A P S i KA N A L i Z

ması önkoşul olan bir soru karşımıza çıkıyor; öyle ki, bu soruya
verilecek yanıt tüm diğer sorulan geçerli ya da bir anda geçersiz
kılabiliyor. Söz konusu soru, bugünkü seminerimizin sorusu
şudur: Bilinçdışı var mı?
Şimdi bu soruyu dönüştürmek gerekiyor. Çünkü bir kere
soru bu biçimiyle Lacan'ın teorik incelikli kavramlannın yanıtla­
yamayacağı kadar kaba bir sorudur. ikinci olarak da, yüzyılın
başından beri hemen hemen bu şekliyle sorulmuş ve doyurucu
bir yanıt bulunamamıştır. Çünkü bir sorunun biçimi (ki kendisi
de üzerinde sorulduğU teorik sorgulama alanı tarafından koşul­
landınlır) kendi yanıtını koşullandınr. Demek ki soruyu dönüş­
\
türmekten k�umız, as yıda sorunun üzerinde sorulacağı sorgu­
lama alanını değiştirmemizin bir göstergesi.
Şimdi "sözgelimi "Masa var mı?" sorusunun yanıtı, masayı
denemeye dayanır. Masaya dokunursunuz, tekme atarsınız,
sonuçta masa var ya da yok dersiniz. Oysa filozofça bir soru şöyle
sorulur: "Masa mümkün mü?" Soruyu böyle sorunca, anıI< gerçek
nesne üzerinde çalışmamız gerekmez. Burada kavramlarla çalışı­
lır. Ve bu çalışmanın sonucunda "Masa mümhün değildir," sonu­
cuna ulaşabilirsiniz. Biri masayı kafanıza geçirse de sonuç değiş­
mez. Örneği değiştirelim: "Psihiyatri var mı?" sorusunun yanıtı
"Evet, var, " şeklinde olacaktır kuşkusuz. Ancak "Psikiyatri müm­
kün mü?'' sorusuna hemen "Evet" demek zor. ikinci soruya yanıt
verebilmek için sosyolojik, felsefi. vs. kavramlarla çalışmamız
gerekiyor. Sonuç olarak "Psikiyacri mümkün değildir." diyebilirsi­
niz. Tabii o zaman sizi bir psikiyatri kliniğine kapatınz, ama
sonuç değişmez. O halde ilk sorumuz yeni bir biçim alacaktır.
"Bilinçdışı mümkün mü?" Bu sonmun yanıtı artık kavramlar üze­
rinde çalışmayı gerektirir. Yani artık burada bilinçdışının varlığı
*
konusunda ileri sürülen deneysel ··verileri", hipnozu, amneziyi ,
histeıiyi, vs. söz konusu etmeyeceğiz. Dogrudaı;ı kavramlara baş­
vuracagız. Varacagımız sonuç, bilinçdışının varlık koşullannı

"' Amnezi: Bellek kaybı.


LAC A N ' A G İ R İ S 99

gösterecek. Ama "Gerçekten bir bilinçdışı var mı?" sorusu açıkta


kalacak. Belki biz insanlar için bilinçdışı söz konusu değildir;
belki de davramşçılann dediği gibi Pavlov'un deney hayvanlann­
dan ibaretiz. Fakat bunun hiçbir önemi yok; evrenin bir ucunda
bilinçdışına sahip yaratıklar olabilir ya da insanın yerini alacak bir
başka canlı -diyelim üstün insan- salt davranışlannın ötesinde, bir
bilinçdışına da sahip olabilir. Soruyu dônüşLüm1ek sayesinde
basit bir deney sorusunu evrensel bir sorun haline getirdiğimizi
fark ediyorsunuz.
Aslında soruyu biraz daha dönüştürmemiz gerekiyor: "Eğer
bilinçdışı mümkün ise, hangi koşullarda mümküııdıi.r?" lşte
evrensel bir soruyu göz önüne aldığımızda yanıtlanması gere­
ken soru bu. Ve araştırmamızın nesnesinin gerçek bir nesne
olmayıp teorik bir nesne olduğunu vurgulamak da istersek,
soru nihai şeklini alır: "Kavramsal bir nesne olarak bilinçdışı
nasıl mümkündür?"
lşte fHozofça bir soru! Bir soru filozofça soruldu mu, yanıtını
. da öyle vermek gerekir. Yani geriye bir at ile üç nal kaldı.
Demek ki sorgulama alanını kökten değiştirdik. Kavramlarla
çalışacağımıza göre de, üzerinde çalışacağımız temel kavramı
bel irleyelim. Bu kavram "bilinç" kavramıdır. Bu kavram üzerinde
Hegel'ci bir diyalektik oyunuyla da çalışmayacağız. Yani doğru­
dan "bilinç" kavramından, sanki onun antitezi imiş gibi "bilinçdı­
şı" kavramını elde etmeye de yönelmeyeceğiz. Araya başka kav­
ranılan da yerleştireceğiz.
Once temel kavramımıza bakalım: "Bilinç nedir?" Aslında
bugünkü psikolojinin ve psikiyatrinin "bilinç" kavramının öykü­
sü Descanes ile başlar; l..acan'm ''Bir karabasan gibi okuyalım,"
dediği zavallı Descartes'la.
Descartes çevresindekilerin zekasına, becerikliliğine şaşam11ş.
Açıkça itiraf eder bunu. Anlaşılan Descartes da birçok düşünür
gibi yaşarken başarısızdı. Descartes kendisini hiç yanıltmayacak
bir düşünce sistemi bulmaya çalışır. Öyle bir sistem olacakur ki
100 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L i Z

bu sistem, malemalik gibi kesin sonuçlara ulaşacaktır. Ancak


Descartes, böyle bir düşünce sisleminin matematiğin aksiyomları
kadar kesin doğrulardan işe başlaması gerektiginin farkındadır.
Çevresinde böyle açık seçik, yani doğrulugu kendiliğinden görü­
len bir doğru arar. Ônce kendisine doğru diye sunulan her şey­
den şüphe eder (sonralan buna "Descartes'çı şüphe" ya da "meto­
dik şüphe" denecektir).
Ancak Descartes şüphe ettiğinden şüphe edemeyeceğini
görür; çünkü şüphe ettiğinden şüphe etse, yine şüphe ediyor
olacaktır (aslında kanımca Descartes'ın akıl yürütmesinde bu
halkaya hiç gerek yoktur) .

Şüphe etmek düşünme �ir. yani bilinç edimi yapmaktır, o
,..
halde düşündüğü kesindir. Düşündüğüne göre kesinlikle vardır:
Cogito, ergo sıim (Düşünüyorum, o halde varım) .
Şimdi bu cümle neden şüphe edilemez bir dogruyu belirliyor?
Her şeyden şüphe edebilirim, ama "düşünüyorum" ya da "bilinç
edimi yapıyorum"dan şüphe edemem. O halde "varım"dan -da
şüphe edemem. Peki, bu kesinlik nereden geliyor? Dikkat edilirse
"varım" önermesi "düşünüyorum"a dayanıyor. Yani "düşünüyo­
rum", zaten "varım" önermesini mantıken içeriyor; dilbilgisi bakı­
"Balık avlıy o­
mından da böyle bu. Aslında şöyle de denilebilirdi:
rnm, o halde vanm. " Bu önerme de bir tek koşul sayesinde kesin
doğru olurdu; "balık avlıyorum" kesin, açık seçik bir doğru olsay­
dı. Oysa "balık avlamam" bu anlamda kesin değildir. O halde
"balık avlıyorum" ile "düşünüyorum" önermesini ayıran ne?
Niçin ilki "belki"li bir önerme oluyor da, ikincisi kesin, açık seçik
bir doğru oluyor?
"Balık avlıyorum"da bir dolayım söz konusudur. Oysa
"düşünüyorum"da bilinç kendi kendini algılamakta, kendi üzeri­
ne katlanmaktadır. Düşündüğümü doğrudan. sezgisel olarak
algılıyorum. lşte bilincin temel özelliği budur: Kendi kendini
algılaması, özne-nesne ikiliğini ortadan kaldırması. Kesinliği apa­
çık, açık seçik veren budur. "Zihin edimi yapıyorum"dan şüphe
L A C A N " A G I R I S 101

edemem. Bu dola)'lmsızdır. sezgiye doğrndan bir kesin doğru


olarak verilmiştir.
işte psikoloji ve psikiyatrinin söz konusu ettiği "bilinç'· de
buraya dayanıyor: "Farkında olmak ve farkında olduğunun far­
kında olmak."
Şimdi bu "bilinç" kavramını geliştirelim ve Sartre ile nasıl bir
doruğa ulaştığını. bilinçdışınm nasıl olanak dışı kaldığını görelim.
Ancak önce Husserl ve fenomenolojisinden geçmemiz gerekir.
Çünkü bilindiği gibi, Sartre'ın varoluşçu fenomenolojisi, kendisi­
nin sandığının aksine, Heidegger'e değil Husserl'e yakındır,
Fenomenoloj i , psikolog Brentano ile matematikçi Husserl'in çalış­
malanna dayanır. Fenomenolojide intentiomıalite, yani ''seçimli
yönelimlilik" kavramını geliştiren Brentano'dur. Ona göre her
bilinç edimi, yani cogito bir yönelimdir, seçimdir. Yani her bilinç
ediminin bir nesnesi vardır. "Düşünüyorum" mutlaka "bir şeyi
düşünüyorum" anlamına gelir. Düşünülen şey de aslında düşün­
cenin kendisinden başka bir şey olamaz. Çünkü "Masayı düşünü­
yorum" demek, aslında "Gerçek masanın bilincimdeki horelatı ile
iş gön1yonmı" demektir. Mademki cogito'nun nesnesi "ide" mahi­
yetindedir. o halde bir cogito bir başka cogito'yu nesne edinebilir.
"Bilinç edimimi" bir başka "bilinç edimimin" nesnesi kılabilirim,
onu da bir başkasının. lşte bu anlayışta epistemolojik "özne-nes­
ne" ikiliği ortadan kalkar.
Husserl, bu yönde açık seçik bir bilgi bütünü elde edilebilece­
ğinden hareket etti. Fenomenoloji, görüngübiliın olarak Türkçeye
çevrilebilir ise de, burada söz konusu olan "fenomen"in özgün
anlamı üzerinde durmak gerek . Fenomenolojinin söz konusu
ettiği "fenomen"ler "özsel" nitelikLedir. "Özsel"in ne anlama geldi­
ğini aşağıda açıklamaya çalışacağım .
Fenomenoloji, "doğal tavır" ya da "tabii tavır" adım verdiği
tavırdan tamamen farklı şekilde düşünmeye dayanır. "Doğal
tav1 r" bizim günlük yaşamdaki tavrımızdır. Mesela günlük
yaşamda masa)'l düşünürken sahiden de somut masa ile iş gördü-
102 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S 1 K A N A L 1 Z

ğümüzü kabul ederiz. Oysa fenomenolojik tavırda, nesneler anık


gerçek nesneler olmaktan çıkmış "ide"ler olarak ele alınmaktadır.
Yani nesneler "doğal tavırda" olduğu gibi değil. birer bilinç feno­
meni olarak bilinçte ortaya çıkmış nesneler olarak işlenirler. işte
fenomenolojinin söz konusu ettiği fenomenler bu nedenle
"özsel"dir. Nesnenin kendisi bir bilinç edimi olarak ortaya çıktı­
ğına göre ve bilinç de kendisine dolaysız, açık seçik verildiğine
göre, söz konusu nesnelerin fenomenolojik bilgisi de kesin, açık
seçik bilgiler olacaklardır.
Fenomenolojik bağlamdaki fenomenlere nasıl u laşılabilir
peki? Fenomenolojinin, özsel fenomenleri elde etmek için kullan­
dığı yönteme "eideJ;ik" yönteı,µ denir. Bir çeşit meditasyondur bu.
Bir bilinç etkinliği -söz konusudur. "Doğal tavır"da bilinç bir
anlamda edilgifldir; işte masa, sandalye, vs ... Onlar bana kendile­
rini bir dış gerçeklik olarak kabul ettirirler. Oysa "eidetik" yön­
temde bilinç, belirtik olarak etkin ve "seçici yönelimli bir tavır "

içindedir. Bu yömemle nesnenin bilinçt.eki tanımlaması yapılİr.


Bilinç kendi içinde kendisinin kurduğu nesneyi bir başka bilinç
edimine nesne kılarak sonışturur, araştırır ve anlamlandırır.
"Anlamlandırır" üzerinde biraz duralım . "Anlamlandınr"dan kasıt
şudur; anlamın kaynağı bilinçtir. Yoksa her şey Demokritos'un
dediği gibi, "atomlar ve boş uzaydan ibarettir". Bu anlamsız ger­
çekliğe anlam veren, onu bilinç edimime nesne edinmemdir.
Anlamın, özün kaynağı bilinçtir. Ama bunu da yanlış anlamama­
lı; "atomlar ve boş uzaydan" oluşan gerçekliği düşünmekle bizzat
bu gerçekliğe anlam katmış olmam. Benim bilincimin nesnesi,
deyim yerindeyse. bu gerçekliğin bilincimdeki korelatlandır; yani
anlam yine bilincime içkin kalır. işte özgürlük de burada temel­
lenir.
O halde söz konusu bilinç etkinliğinin biçimi nedir? Nesnenin
özüne, yani bilinç fenomenlerine ulaşmak için fenomenolojik
paranteze alma işlemi uygulanır. Husserl fenomenolojisinde
paranteze alma işlemi, "doğal tavır"a ait her şeyin dışta buakılma-
L A C A N ' A G I R I S 103

sı anlamına gelir. Tüm değer yargıları, algılar bilincin alanından


atılır. Böylece de sall kendi üzerine kadanmış, kendini algılayan
bilinç elde edilir. Şimdi paranteze alma ile bütün dünya dıştalan­
mıştır, ama dünya gene de bilinç tarafından içerilmektedir.
Çünkü bilinç "ide"lerden oluşur, bu "ide'ler de nesnelerin
"ide"sidir. Yani her şey artık "mutlak bilinç"te ya da "aşkın
bilinç"te bir bilinç aktı olarak var olmaya devam eder. Askıya
almam, paranteze almam, dış dünyaya gönderimde bulunma­
mam olarak kalır yalnızca.
Bilinç kendi üzerine kaLlanmak ve kendini düşünmekle
"özne-nesne" ikiliğini ortadan kaldırmış olur. Böylece "anlamın",
"özgün" kaynağı olan bilinçte, bu özsel fenomenlerin araştırılma­
sına geçilmiş olur. Artık "düşünen Ben"e; ego cogito'ya varılmış,
mutlak, açık seçik bilginin alanı ortaya çıkarılmıştır. lşte bu,
Descartes'ın düşünün gerçekleştiğini gösterir. Gerçi Descartes dış
dünya hakkında kesin bir bilgi istiyordu, ama fenomenolojinin
verdiği bilgi dogrudan dış dünya hakkında değilse bile, dış dün­
yanın nesnelerinin bilinç larafından kurulan özleri, anlamlan
hakkındadır.
işte buradan Sanre ve varoluş sorunlarına girebiliriz artık.
Geniş ölçüde fenomenolojiden elkilenen Sanre, bir anlamda,
Descartes ile başlayan ego cogito geleneğinin içinde yer alır.
Varlıh ve Hiçlih adlı eseri için -ki bu eser temel felsefi eseridir­
varoluş sorunlarına fenomenolojik bir yaklaşım ile çözüm arayan
bir ontoloji denemesidir, diyebiliriz. Sartre için sorun, dünyada
bir ölümlü olarak yaşayan insanın yaşamısının fenomenoloj ik
felsefesini yapmaktır. Aslına bakılırsa Husserl'e göre, insan yaşa­
mının -günlük- sorunları üzerine felsefe yapmak fenomenolojik
felsefenin dışına çıkmak dernekLir. Çünkü böyle bir yolda, artık
özsel fenomenlere "doğal tavır"a ait fenomenler de kaulmış olur.
Ancak bu noktada Sanre için -günlük- yaşam sorunlarının evren­
sel mahiyette olduğuna işarel etmek gerekir.
Şimdi şu sorulan göz önüne alalım: Sartre filozof mudur?
!04 F R E U O ' O A N L A C A N ' A P S i K A N A L İ Z

Sartre'ın yaptığı felsefe midir?


Pascal'dan beri varoluş sorunlarına yanıt arayanların aslında
felsefeyi olumsuzladıkları , bir anlamda negatif bir felsefe yaptık­
ları da savlanır. Bu karşıtlığı Camus gayet güzel vurgulamaktadır
bence. Sisyphos Efsa ııesi nin
' hemen başında sornsunu şöyle for­
müle eder: Felsefenin göz önüne aldığı sorular; aklın kaç katego­
risinin olduğu, bilincin mi maddenin mi önce geldiği, vs. sorula­
n aslında ikinci dereceden sorulardır. Esas soru şudur Camus'ye
göre: "Bu dünya yaşanmaya değer mi?"
Bence tüm filozofça edasına karşın felsefe dışıdır bu soru
(nitekim koyduğu karşıtlık göz önüne alınırsa Camus <le bu
görüşte olsa gere� .. Ancak itiraf etmek gerekir ki, felsefe dışında
geçerli tek sorydur bu.
Şimdi Sart're'da da böyle bir felsefe karşıtlığı görülebilir mi?
Camus'nün sorusu felsefe dışıdır, çünkü pragmanın yönü şöyle­
dir:"Yaşarken felsefeden nasıl faydalanabilirim?" Oysa bence
Sartre'm pragması tam ters yöndedir: "Felsefe.yaparken yaşantım­
dan nasıl faydalaııabilitim?" işte Sartre'ın bu tutumu , onu filozof
kılan şeydir. O, roman yazarken bile filozoftur.
Sartre'ın Varlılı ve Hiçlik adlı eseri ile ilgili bir yazı okumuş­
tum. Yazı görünüşte felsefi metinle uyuşmayan, sanının Sanre'ın
romanlarından birinden alınmış şu cümle ile bitiyordu:
"Macleleine, şu plağı yeniden koyar mısıııız? Gitmeden bir lıez
daha dinlemek istiyornm.'' Bu iki cümlede varoluş sorunları dile
geliyor: Bu cümlelerin öznesi adeta şöyle diyor; şimdi ve burada
varoluşumun ve gidiciliğimin farkındayım. Senin, isteklerinin ve
her an geri alınabilirliklerinin farkındayım. Kısaca, tek yazgım
olan ölümlülükle sınırlı özgürlügümün farkındayım.
Sartre'ın felsefe yaparken arzusu. "şeyler"den, onlara dokun­
duğu , yaşadığı gibi söz etmesi ve üstelik bunun felsefe olmasıdır.
Sartre La Transcemlmıce ele l Ego dan
' ' it ibaren bir bilinç felsefesi
kurmaya girişir. Ona göre "Ego" (Ben) bilinçte değildir; dışarıda­
dır. dünyadadır. Orada varoluş yerini bulur; şimdi burada elbette
LA C A N ' A G I R I S 105

fenomenolojik bir temel var. Sartre «Ego dışandadır, dünyada­


dır," derken, bilinçte onaya çıkan bir özsel fenomen olarak
"Ego"dan söz ediyor.
Sartre "özne-nesne" ikiliğini aşma yolunda, "dünya"yı ve Ben'i
mutlak aşkın bilincin nesnesi haline getirir. Aşkın bilinç "dünya­
nın" ve Ben'in anlamının, özünün kurgulandığı yerdir. Böylelikle
varoluş, felsefenin temeline konmuş olur. Artık ne Tann'dır hare­
ket noktası ne de "dünya". Bilincin şu açık seçik sezgisel gerçeğin­
den hareket edilir: j'(e) existe (Vanm).
Sartre'ın insanın doğası fikrini reddettiği kabul edilir (aslında
bence bu fikri bir başka kapıdan yeniden içeri alır Sartre). Böylece
Sartre, sanki hümanizma geleneğinin ötesindeymiş gibi görünür.
«Sadece insan için varoluş özden önce gelir," derken, insanın
doğuştan hiçbir özü, anlamı olmadığını, nesnelerini seçerken
kendini de seçtiğini, özünü, değerlerini, anlamlarını yarattığını
söyler. lnsan, mutlak fenomenolojik bilinci, aşkın bilinci ile kendi
anlamlanru, özünü yaratır. Bu haliyle doğuştan bir özü yoktur.
Özü olmadığı için de özgürdür, seçerek kendi özünü yaratır. Bir
partili, bir filozof ya da aşık olmayı seçebilir (şimdi burada
Sartre'ın «Sadece insan için varoluş özden önce gelir,'' önermesinin
bir içerimini açmak gerekir. Sartre böyle demekle insandan başka
varlıklar için «Varoluş özden sonra gelir," demiş oluyor. Ancak
burada Sartre'ın savunduğu, Platon'cu bir mutlak idealizm değil
kuşkusuz. Fenomenolojik açıdan anlamın, özün kaynağı olan
bilinç nesneye özünü verir. Yani Sartre'ın söz konusu ettiği öncel­
lik zaman bakımından değil, a priori olmak bakımından bir
ôncelliktir aslında. insan mutlak bilinç olarak önce bir varoluştur,
özünü kendi yaratır; oysa nesnelere statüsünü veren bilincin sağ­
ladığı anlamdır, özdür. Bu bakımdan, onlann ne olduklan bilin­
cin yarattığı anlamla kurulduğu için, fenomenolojik olarak nesne­
ler için öz, varoluşlanndan önce gelir).
Sartre'da bilinç, düşüncenin özel bir modalitesi değildir. Bilinç
var olanın dünyaya doğru patlaması, aşılmasıdır. Burada fenome-
106 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L i Z

nolojik seçici yönelimlik anlayışının izleri var. Bilinç "'kendi"nin


dışanlaşması eylemidir. Yani bilinç, daima bir şeyin bilinci olarak
dışsallaşır. Bilincin esas ravndır bu.
Sartre, cogito'yu iki şekilde ele alır: Cogito ve "prerejleksif
cogito": Basitçe "bilinç edimi yapıyorum" ve "bilinç edimi yaptığı­
mın farkındayım ."
Tekrarlarsak, Sanre'a göre insanın kendinden önce h içbir
insanlık ideali yoktur. Her seçimi ile insanlık idealini yeniden
kurar, işte varoluşunun bu özgürlüğünü hisseden insan "kaygı"
içindedir. Kaygı, Sartre'a göre insan olma durumunun algılanma­
sının, bir anlamda "içgörü" kazanmasının sonucudur. Böylece
Sanre'ın rasarladıgı psikorertipide "kaygı" ile mücadele edilmez.
Nevroz, özgür!üğünün bilincinde olmayı reddetmeklir, özgürlü­
ğü bir yalan ile örtmektir. Bu noktaya ileride döneceğiz.
Özgürlük, Sartre'ın La ınmıvaise Joi (kötü niyel) dediği şeyle
at başı gider.
Yukarıda fenomenoloj ik mutlak bilincin kendi üzerine katla­
nan, "kendini düşünen-nesne ediı:ıen", "seçici-yönelimli" özelli­
ğinden söz ettik. işte bu özellik "Ego"yu dışta, dünyada bırakıyor,
onu dünyada bir şey kılıyordu. Aslında insanın ontik (varlığa
değin) özgürlüğünün temeli buydu zaten. Böylece insan Ben'in
üzerine yükseliyor, kendini seçebiliyordu. Partili olmam, doktor
olmam, kısa boylu olmam ya da çirkin o lmam benim koşullanm­
dır. Ancak bilinç olarak bunların üstüne çıkabilirim ve her an
artık partili olmamayı ya da doktorluk yapmamayı seçebilirim.
Ancak burada bir problem çıkıyor; çirkin olmamayı ya da artık
hapiste olmamayı. seçemem. Fakat Sartre'a göre burada da insanın
ontik anlamdaki özgürlüğü zedelenmez. Same bütün bunlara
"insanın koşulu" der. Bu koşullar içinde de insan mutlak bilinci
ile kendinin üzerine yükselerek, kendini nesne edinerek dünyada
kendi konumunu belirleyecektir. Hapiste arkadaşianmı ihbar
etmeyi ya da işkence altında susmayı seçebilirim. Dönek ya da
kahraman olmayı seçebilirim.
L A C A N ' A G I R I S 1 07

Çarlık Rusyası'nın terorist önderlerinden Ropşin, bireysel


terörü şöyle anlatır: "ôldümıelı yasak, kayıtsız şartsız affedilmez
bir suç, yapılamaz, ama yapılması gereki r... Terörist, 1wrdeşleıi
için yalnızca hayatını feda etmez, temizliğini, ahlakmı, ruhunu da
feda eder. Bir başlw deyimle, öldürmenin hiçbir koşul altıııda
kabul edilemeyeceğini sarsılmazcasına ve lıer türlü kuşlmnım
dışında bilen insanın öldürmesi ahlaksal nitelikte olabilir ancak
Ve Tamı benimle bana yüklenen eylem arasma gıt11ah ı koymuş
olsaydı da, be11 himim ki bu eylemden kaçınabileyim. »

Sartre'm elinde insan bir "trajik kahramandır". Seçildiğinde


cinayet bile bir insanlık degeri sunar. bir ahlak belirler. Anlamsızı
anlama dönüştüren özgürlüğün bir biçimi haline gelir. Bilinç,
insan koşullanmn, insana kabul ettirilen ahlakın bile üzerine
çıkabilir. Çünkü ona sunulan tüm değerler insanın koşuludur.
Bilinç, seçici yönelimli tavır ile Ben'in lüm koşullarının üzerine
çıkıp özgürce seçim yapahilir.
Fakat gene bizzat aynı gerekçelerle "kötü niyet" de söz konusu
edilebilir. Bilinç Ben'i dıştalar ve orada bilinç için bir nesne kılma­
dan da bırakabilir. Bu durumda bilinç adeta görmezden gelmek­
te, bir bilinç edimini bir başka bilinç ediminin nesnesi yapmama­
yı seçmektedir. Dogrusu bilince tanınan "seçici-yönelimlik" özel­
ligi, pekala bu seçime de imkan tanımaktadır. Sartre kendilik
bilincindeki insana "kendi-için-şey," kendilik bilinci olmayan
nesneye de "kendinde şey" der. Böylece "kendi-için-şey", "kötü
niyet"le "kendinde şey"e dönÜŞmüştür. işte Sartre'a göre nevrotik
yönelimin temelindeki mekanizma bu "kötü niyet"ten ibarettir.
Peki , insan neden kendini kandırır? Ontolojik (varlıkbilirnsel)
bir zonmluluk olarak özgürlük, insanın kendini seçmesi ve yarat­
ması, "kaygı"yı da birlikte getiriyordu, insan "kötü niyet"le kendi­
ni kandırarak, kendini kandırmayı seçerek seçimi erteler.
Sözgelimi bir histerik, kocası ile sevgilisi arasında seçim yapması
gerektiğinde kötürüm olduğunu söyleyebilir. Böylece seçimi erte­
lemiş olur. Ne kalmayı seçmiştir ne gitmeyi; ertelemeyi seçmiştir
108 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L i Z

o . Ayaklannı hareket ettirmek istediğini, ancak oynatamadıgını


söyleyecektir ve buna kendi de inanacaktır. Aslında ayaklannı
oynatmaya girişmediğini, ayaklannı kıpırdatmamayı seçtiğini bir
başka bilinç ediminde görmeyi reddedecektir.
Ancak "kötü niyet" sahte bir çözümdür. Oncelikle "kaygı"yı
ortadan kaldırmaz. Çünkü nevrotigin karşısındaki seçim hala
oldugu gibi durmaktadır. Ote yandan "kötü niyet" insanın kendi­
sini yaratmasını engellemektedir. O, evliliğini aşkına tercih eden
bir kadın mıdır, yoksa aşkı her şeyin üstünde olan bir kadın mı?
Kimdir o? Sartre'a göre nevroz, bir anlamda kimlik bunalımıdır
diyebiliriz. ileride Lacan için de nevrozun bir anlamda kimlik
bunalımı olduğumı. Oidipus karmaşasmın uygun çözümünün

gerçekleşmem�inin, nevrotiğin kendisini kültür içinde konum­
landırmasını, kendi simgesel yerini kazanmasını engellediğine
değineceğiz.
Bu nedenlerle Sartre'ın kafasındaki varoluşçu psikoterapi
"kötü niyeti" hedef alır. insanı kendi bilincinin bi'Jincine vardır­
maya, özgürlüğünün farkına vardırmaya yönelecekctr: Böylece
insan kendi özünü yaratmaktan kaçınmayacaktır. Bu, kaygıyı
birlikte getirse de . . .
Buraya kadar kısa ve kaba bir özetini vermeye çalışugım
Varlık ve Hiçlik adlı eserinde Sartre, Freud'u şiddetle eleştirir
(ancak daha sonralan Sartre, Freud'u yüzeysel olarak eleştirdiğini
kabul edecektir).
Varlık ve Hiçlih'te Freud'a yönelik şu eleştirileri ön plana taşı­
mak mümkün gibi duruyor:
1- "lde" niteliğinde olan hiçbir şey bilincin kontrolü dışında
olamaz. Böylece bilinçdışı mümkün değildir.
2- Sartre'a göre, Freud'un sansür düzeneği tamamen bilincin
işlevlerine sahiptir. Neyin bilinçli olacagına ancak bir tasannın
ayırt edilmesi koşulu ile karar verilebilir. Dolayısıyla Freud, bizzat
bilince ait bir kategoriyi bilinçdışı olarak nitelemektedir.
3- Sartre, Freud'u bilinçdışını ve ld'i dogallaştırmakla suçlar:
L A C A N ' A G I R I S 1 09

Libido, sanki bir hayvansal içgüdü gibi ele alınmıştır. Fakat insan
için doğa -ister içimizdeki, ister dışımızdaki doğa olsun- ancak
bir bilinç ediminin nesnesi ise anlam kazanabilir. "Id"in kendisin­
de bir anlam yoktur. O halde rüya ve dil sürçmesi gibi anlamlı
simgeleşlirmenin kaynağını da bizzat bilinçte aramak gerekir.
Seminerimizin başlarında, yönümüzü belirleyecek soruyu
şöyle ifade ettiğimizi hatırlıyor musunuz: "Kavramsal bir nesne
olarak biliııçdışı nasıl mümkündür?" Bu soruya yanıt aramak
üzere "bilinç" kavramını geliştirmeye, mümkün tüm içerimlerini
elverdiğince ortaya koymaya çalışmıştık. Şimdi ulaşngımız sonuç,
-eğer Sartre yanılmıyor ise- bilinç kavramı temelinde "bilinçdışı"
kavramının mümkün olmadığını gösteriyor. Eğer çalışmayı bura­
da kesersek, "Bilinçdışı mümkün değildir," dememiz gerekiyor.
Ancak henüz psikanaliz son sözünü söylemedi . Bize burada bir
başka kavram yardımcı olacak: Dil.
jacques Derrida'nın anahtar niteliğinde bir cümlesi var:
"Dil, paranteze alınamaz."
Gerçekten de fenomenolojik indirgeme yöntemi, paranteze
alma işlemi aslında hiç u mmadıgı bir kalıntı bırakır. Dili bilinçten
atamazsınız, çünkü bu durumda bir bilinç edimi, cogito mümkün
olamaz. Dilden arınmış bir düşünce düşünülemez.
Ancak ilk bakışta bunun önemi yok gibi duruyor. Dil zaten
düşüncenin basit bir aracı, bir ifade biçimi değil mi? Nitekim dil,
yüzyılımızın başına kadar böyle düşünülüyordu. Gerçekten de
söylenecek düşüncenin, söyleme ediminden önce ve tamamen
bağımsız bir varlığı olduğu kabul ediliyordu. Bir söz söylendiği
zaman bir fikrin belli bir imgesini verdiği, ya da en azından bir
imgeyi vermeye çalıştığı varsayılıyordu. Tıpkı bir resmin bir şeyi
temsil etmesi gibi, sözler de bir fikri temsil ediyorlardı. Dil saye­
sinde düşünce, kendisi ve başkası önünde sergilenmiş oluyordu.
Dahası. eski dilbilim okullarından Pon-Royal'e göre de, cüm­
lelerin dilbilgisel yapısı bile düşüncenin zorunlu düzenini taklit
etmekteydi. Cümlelerde kelimelerin çizgisel dizilişinin bile akılda
1 10 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L İ Z

fikirlerin birbirini izleme biçiminin bir tıpkı yansıması olduğu


kabul ediliyordu.
Eğer dil, düşüncenin, "bilinç edimi"nin basit bir yansımasından
ibaret olsaydı, hala "Bilinçdışı ınünı1ıün değildir," diyebilirdik.
Ancak Saussure ile her şey değişir. Kanımca yüzyılın en büyük
bilim adamlarından biri Ferdinand de Saussure'dür. Einstein'ın,
her Galile gözlemcisinin kendi süredurumlu sistemlerine göre
kendi bağıl "uzay-zaman" süreklisini kesitlediğini ileri sürdüğü
"özel bağıllık teorisi"ni ortaya attığı yıllarda, Saussure bir mutlağı,
insanlar arasındaki iletişimin mutlak gönderim sistemi olan dil'in
teorisini işliyordu derslerinde.
Üstelik Sausstfr� buluşutfun öneminin , ne gibi sonuçlar vere­
bileceğinin far�ındaydı. Dilbilimin giderek antropolojiyi, sosyolo­
jiyi, psikolojiyi derinden etkilemesi gerektiğini görüyordu.
Saussure'e göre dil, iletişim amacı ile onu kullanan insanlar­
dan bağımsız ve onlara öncel, kendine özgü bir yapısı ve yapısal
kuralları olan uzlaşımsal bir sistemdir; dil, diHn biı'eysel kullanımı
olan söze kendini kabul ettiren toplumsal bir kurumdur. Fakat
bu şe.kilde ele alınınca dilden bağımsız bir düşünce, dilin kural­
larının dışında ve ötesinde bir düşünce olamaz.
Dil, düşüncenin saydam bir yansıtıcısı değildir. Dil düşünceye
kendini kabul ettirir. Dil "toplumsal-uzlaşımsaltt bir kurum oldu­
guna göre, salt bireysel düşünce de yoktur. Bilinç kendini ancak
dilin, yani "toplumsal-uzlaşımsal" bir kurumun dolayımıyla ele
alabilir. lşte Lacan'a göre bilinçdışı, bu "insan-dil" ilişkisinin kaçı­
nılmaz mantıki sonucudur. lnsan kendi varoluş gerçeğini oldugu
gibi değil, ancak toplumsal bir kurumun ona sağladığı imkanlarla
düşünür. Böylece Anika Lemairc'in dediği gibi, insanda bir yarık
meydana gelir. lşte bilinçdışını temellendiren budur. lnsan kendi
gerçeğini bilinçdışı kılar. i nsan kendi gerçeğini önce ailenin,
sonra diğer kültürel kurumların söyleminden dolayımlanarak
düşünürken, esas otantik gerçekliğini bilinçdışı kılmış olur.
Saussure, dil'in biçimsel kurallarının, saf düşünce tözü ile saf
LACAN'A G i R iŞ 111

ses tözü arasındaki ilişkiyi kurarken düşünceye de kendi biçimle­


rini kabul ettirdigini söylüyordu. Onun bu basite indirgemesinin
didaktik amaçlara dayandığı kabul edilebilir, ancak dilbilim açı­
sından bazı yanlış anlamalara da neden olabilir bu sadeleştirıne.
işte Saussure'ün söz konusu satırları:

Tek başına düşünce, hiçbir zorunlu sınıra rastlanmayan bir


bulutsuyu andını. Önceden oluşup yerleşmiş kavram yoktur,
dilin ortaya çıkmasından ônce hiçbir şey belirgin degildir. (. . .)
Ses tözü de ne dunnuş oturmuştur ne de kesin çizgilerle belir­
lenmiştir. Sundugu bütün biçimlerine düşüncenin de zorunlu
olarak uyacağı bir kalıp değildir. Bundan ötürü (. . .) dili (... ) hem
bulanık kavramların belirsiz düzleminde (... ) hem de seslerin
aynı oranda belirginlikten yoksun düzleminde (...) birbirine
bitişik bir alt bölümler dizgisi olarak gösterebiliriz. Dil biçimlen­
memiş (bu) iki yığın arasında oluşurken kendi biçimlerini
yaratır. (...) Bu birleşim bir töz değil, bir biçim yaratır. 1

Bu satırlarda Saussure, başlangıçta etilin biçimsel kuralların­


dan bağımsız, "mitik" bir düşünce tözü kabul ediyor. Sanırım
Lacan'da da böyle bir töz anlayışı vard ır. Onun "öznede gösteri­
len" ya da "gösterilebilir olan" dedigi şey, yaşamın ilk başlarında­
ki "mitik" solipsizm (tekbencilik) olsa gerek. Ancak biz şimdi
Saussure'den kaynaklanabilecek bu yanlış anlamayı Hjemslev'in
nasıl eleştirdigine bakalım:

Ama doğrusu ne denli başarı ile dile getirilirse getirilsin, bu


egitsel yaklaşım anlamsızdır. Ferdinand de Saussure'ün ken­
disi de düşünmüş olmalı bunu. ister zamansal düzlemde
olsun, ister aşamalama düzleminde olsun, gereksiz her türlü
öngerçekten uzak duran bir bilimde hiçbir şey, "içeriğin
tözünü" (düşünceyi) ya da "anlaumın tözünü" (ses zinciri) ya
da bunların tersini dilden önceye alma yetkisini vermez.
Ferdinand de Saussure'ün terimlerini olduğu gibi kullanır-
ı Ferdinand de Saussurc , Genel Di!bi!im Dersleri , çcv. Berke Vardar,
I Multilingual Yabancı Dil Yayınlan, 1 99 8 1 .
1 12 F R E U D ' DA N LACA N ' A P S i K A N A L İ Z

sak, tözün yalnız ve ancak biçime bağlı oldugunu, hiçbir


anlamda ona (bu töze) bağımsız bir varlık gibi bakılamaya­
cağını anlamamız gerekir.2

Şimdi Hjemslev haklı gibi duruyor. Ancak bu haklılık tama­


men Saussure kaynaklı dilbilim içinde geçerlidir. Bir başka deyiş­
le, dilbilimin kendi inceleme alanı bakımından düşünce tözüne
zaman içinde bir öncelik tanımak gibi bir varsayıma ihtiyacı yok­
tur. Ama bu. psikanalizin böyle bir varsayıma ihtiyaç duyınayaca­
ğı anlamına gelmez. Belki de Lacan'ı yer yer Chomsky dilbilimine
yaklaştıran bir özellik söz konusu burada.
Ancak buraya kadar söylediklerimizden Lacan'a göre bilinçclı­
şmın, salt dolayırnsız yaşanfilaına oldugu sonucu çıkanlmaınalı.
Tam tersine, J.acan'a göre bilinçdışı olan, bu yaşamılamanın ilk
simgeselleştirilmiş halleridir. Yani bilinçdışı da simgelerden olu­
şur aslında. "Nasıl oluyor da bilinçdışı simgelerden oluşuyor?"
sorusunu ileriki çalışmalara bırakıp şimdilik, bilinçdışının "dilin
biçimsel" kurallanndan başka bir şekilde düşünülemeyeceğini
·

pek güzel açıklayan bir metne bakalım.

Althusser. "Freud ve Lacan" adlı çahşmasında şöyle diyor:


Bu biçimsel koşulun karşısına, bilinçdışımn içeriğini düşünür­
ken. Freud'un kullandığı kavramların (yani libido, içtepiler,
istek) biyolojik görünüşü çıkanlacak olursa, aynı biçimsel
koşulun kuramsal önemini kavrayamama tehlikesi ortaya
çıkar. Lacan da bu anlamda insanı, bilinçdışının "isteklerinin
dili"ne yeniden yöneltmeyi ister. Ne var ki, biyolojik gibi görü­
nen bu kavramlar. gerçek anlamlannı bu biçimsel koşuldan
alırlar. Bu anlam ancak bu koşul sayesinde verilebilir ve düşü­
nülebilir, bir sağaltım tekniği belirlenebilir ve uygulanabilir.
Bir başka deyişle, bilinçdışı simgeleşmemiş bir düşünce olsay­
dı, psikanaliz sırasında bu düşünceyi nasıl anlayabilirdik?
Yukanda insanın kendi otantik gerçeğini kültı:İrün sunduğu

2 L Hjelımlev, "Dilbilim Kuramının Temel ilkeleri*, Dilbilim ve Gôs­


tergebiünı Kuramları içinde, çev. M. Yalçın , M. Ril'at, Yazko. l 983.
LACAN ' A G l R IS 113

simgeler aracılığı ile düşünürken kendi gerçeğinden giderek


uzaklaşuğına değinmiştik. Bu kendini kandırma mekanizmasını
bizzat dilbilimsel göstergenin yapısına bağlamak mümkündür.
Umberto Eco, "Bir Yalan Kuramı" adlı çalışmasında şöyle diyor:

Başka bir şeyin anlamlı olarak yerini tuttuğu varsayılabilen


her şey göstergedir. Gösterge kendi yerini tuttuğuna göre de
bu başka şeyin var olması koşulu aranmaz. Bu anlamda ilke
olarak göstergebilim (biz buna şimdilih dilbilim diyelim
-5.M. T.) yalan söylemekte kullanılabilen her şeyi inceleyen
bilim dalıdır. Bir şey yalan söylemekte kullanılmıyorsa,
doğru söylemekte de kullanılmaz. Aslında hiçbir şey söyle­
mekte kullanılmaz. 3

Eğer dil kendi gerçekliğini yaratıyorsa, bunun insanın kendi­


sine söylediği yalanın da kaynağı olduğu ya da olabileceği açıktır.
Fakat burada paramez açıp şunu da belirtmek gerek:
Fenomenolojiyi incelerken, bilincin dış dünyaya gönderim zorun­
lulu.ğundan sıynlabildiğine, kendi içinde ortaya çıkan fenomen­
lerle dolayırnsızca ilgilenebildiğine değinmiştik. Şimdi bilince
tanınan bu özelliğin aslında doğrudan dilbilimsel göstergenin
kendi başına gerçekliğinden ve geçerliliğinden kaynaklandığı
açıkça ortaya çıkıyor. Gösterge, dış dünyada bir şeyin anlamlı
olarak yerini tutar, ama anlamı yine kendi içindedir, yoksa dışa­
nda gönderimde bulunduğu şeyde değil. lşte, bilince otonomisini
sağlayan, dilin bu otonomisi olsa gerek. Dış dünyaya gönderim
zorunluluğu olmaksızın salt dil düzeyinde çalışılabilir; matema­
tikler bunun en açık örneğidir zaten. Matematikler gibi kesin bir
doğru arayan Descartes'ın başlattığı yolun, fenomenolojide bir
matematikçi olan Husserl'de -kendisi belki de hiç farkında
olmaksızın- böyle bir matematik benzerliğine ulaşması ilginç.
Ancak bilincin açık seçik dogrulannın insanın kendi. otantik ger­
çeğinden kopmuş bir yalan olduğunu görmek gerek. Bu anlamda

3 Umberto Eco, "Bir Göstergebilim Kuramının Sınırlan ve Erekleri'",


Dilbilim ve Göstergebilim Kuramları içinde, çev. M. Rifat, Yazko, 1983.
1 14 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S İ K A N A L İ Z

matematikler de yalandır: Hiçbir gerçek üçgen, matematiğin


üçgeni kadar "mükemmel" değildir. ldealizasyonun iki sonucu
vardır: Mantık düzeyinde kesin açık seçik doğru, deney (dış dün­
yaya gönderim) düzeyinde metafortk bir çarpıtma. Neyse, bu
epistemolojik mülahazaların yeri burası değil.
Lıcan'a göre Oidipus karmaşası da gerçek dünyanın bir kar­
maşası değil, simgesel bir karmaşadır; bir başka deyişle simgese­
lin kendi otonom gerçekliğinde geçen bir karmaşadır: Oidipus
için gerçek bir babanın olması koşulu yoktur. Yalnızca simgesel
baba işlevi, Babanın Adı yeterlidir. Kültürel Baba konumunun
tüm anlamını veren bizzat aile söylemidir. Ailenin kendi gerçek
gerçekliği (yani nt! ise o ola11. bu "mmıen" [kendinde şey]) simge­
selin kendi otonom kuralları çerçevesinde anlamını kazanır.
Böylece simgesel düzen biyolojik ihtiyaçlara, onları kültürün
düzeni içinde bir "talep" olarak ifade etmek için simgenin özerk
düzenini sunarken, doğal (yani ne ise o olan) bu gerçekliğe de
·

simgenin özerk kuralları çerçevesinde hiçimini verir.


Dil öylesine yapılaşmışur ki, insanlardan bir insan, dilin
Babanın Adı'na sağladığı tüm kül türel tarihin yükünü taşıyan
bir anlamı (kendisi gerçeklikte bu anlamla ilişkisi olmayan bir
"insancık" bile olsa) üstlenmiş olur: Yasaklayıcı, egemen ,
"mitik" kastre edici baba. Böylece insan yavrusu, biyoloj i k bir
yaranktan kültürel bir "özne" olma yolunda, yani bir toplum
üyesi olma yolunda ilerlerken tüm insanlık kültürü tarihinin bir
özelini de üstlenir: Hatta kendisi bu kültür tarihinin yaşayan bir
özeti haline gelir.
insanın ilk kimliği , aile içinde "fallus" simgesi karşısındaki
konumu ile belirlenen cinsel kimliğidir. Işte psikanalizin cinselli­
ğe verdiği önem de buradan kaynaklanır zaten. Nevroz, Oidipus
karmaşasının kültürün düzenine uyan bir çözüme ulaşmaması­
dır. Bu nedenle nevroz, Freud'un düşündüğü gibi,, cinsel sapık­
lıklann öbür yüzüdür. Her nevrozun altında toplumca kabul
edilmeyen bir cinsellik arzusu vardır.
L A C A N ' A G I R I S l l5

Artık seminerimizin sonuna geldik: Burada "Kavramsal bir


nesne olarak bilinçdışı nasıl mümkündür?" sorusuna yanıt aradık.
Sanının ulaştığımız sonuç, Lacan'm fonnıllüne götürüyor bizi:

"Dil, bilinçdışımn koşuludur."


Bu sonuç hiçbir deneysel gerekçeye dayanmıyor. Bilinçdışmı
deneysel olarak kanıtlamaya çalışan psikanalistlerin tersine,
Lacan'da böyle bir filozofik akıl yürütmeyi görmek mümkündür.
Seminerin başında Althusser'e dayanarak "masum olnımanın
olmadığını" söylemiş ve suçumu baştan kabul etmiştim. Bir saat
boyunca konuştum, sizler dinlediniz.
Okumak, dinlemek; bunlar pasif suçlar degil mi? Şimdi ben,
bu saatin sonunda, kendi ayna imgesini yakalayan narsislik döne­
mindeki çocuk gibi imgesel bir yanılgının hazzı içindeyim. Sizler
ise dinlediniz; gelin suçunuzu itiraf edin; sonılannızı bekliyorum.
v.

LACAN ' I N AVR U PA D Ü SÜ N C ES İ N D E Kİ Y E R İ

Dilin sustuğu gün. Lacan'ı psikanaliz geleneği çerçevesinde


konumlandırmak bugün bile önemsenen bir entelektüel çaba
olarak görülebilir. Bu mütevazı kitapta, uzun yıllar önce değer
verdiğim bir proje kapsamında Lacan'ın kuramının ilginç bazı
yönlerini tanıtmaya yönelirken, söz konusu entelektüel vazifeyi
de kısmen gerçekleştirmeye çalışmıştım. Bugün bu vazifeyi
tamamlayamamış olduğumu görmekle birlikte konunun takip­
çisi olmayacağım. Bu bölümde kısaca da olsa üstlenmem gerek­
liğini düşündüğüm yeni bir vazife var: Lacan'cı düşüncenin
çağdaş Batı düşüncesi içindeki yeri ve yönelimi nedir? Bu soru
meşru bir sorudur, çünkü ne de olsa Lacan psikanalizin ve hatta
patolojik psikolojinin sınırlarının ötesinde, içinde oldugundan
daha büyük etki uyandırmıştır. Ayrıca onu kliniğin dışına taşı­
mak isteyenlerden bazıları, dünyanın psikanalizden büyük
olduğunu unutmaktadır.
Lacan'cı düşüncenin çağdaş Batı düşüncesi içindeki yerini ve
yönelimini sorgularken ilk hatırlanması gerekenin, XX. yüzyıl
düşüncesinin insanı konu alan çalışmalara en önemli katkısının
1 18 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L i Z

dille ilişkili olarak gündeme geldigi olgusu olduğu söylenir. XX.


yüzyılda insan çalışmaları dili yeniden keşfedip Laçlandınnış
olduklarına göre, bir ilk adım olarak şüphesiz doğrudur bu Lespit.
Keza, Lacan da bu dilci akımın öncülerindendir. Ama onun dil
anlayışı ne bakımdan özgündür? Lacan konusunda bir aşama
kaydedilebilmesi için bu sorunun sorulması, kısmen de olsa
yanıtlanması gerekir. Dil söz konusu olduğunda Lacan'ı diğerle­
rinden, ömegin bir I-leidegger'den ayırt eden nedir? GörülecekLir
ki, Lacan'cı ve Heidegger'ci düşünceleri ayırt etmek ve birbirine
göreli olarak konumlandırarak tanımlamak, bir önkoşul olarak
Batı düşüncesinin karşlllıklarla dolu bütünlüğünü anlamamızı
gerektirir.
Defalarca Lekrarlandığı için artık çarpıcılığını yitiren, klişeleş­
miş bir XX. ytızyıl sloganı, konuşanın insan degil, insanda ve
insan aracılığıyla dil olduğunu ifşa eder. Şüphesiz, aradığınızda
Lacan'da da, Heidegger'de de bu tür fikirleri ifade eden cümlel�r­
le sık sık karşılaşırsınız. Ama bu ifadelerin Lacan .ve Heidegger'deki
anlamları Lamamen farklıdır; Fransız ve Alman düşünceleri kadar
farklıdır. Bu bölümde önümüze koyduğumuz vazife Batı düşün­
cesi çerçevesinde lacan'ı konumlandırmak olduğu ölçüde, onu
Heidegger'le birlikle ökumak. yani diyalogsuz bir ikili karşıtlık
oluşturmalarına imkan veren ortak zeminleri bakımından anla­
mak biçimini alacaktır.
Heidegger ve Lacan. Bu iki adam yaşamları boyunca tek bir
günü birlikte geçirdiler; nakledildigi kadarıyla da pek konuşma­
dılar. Kırılgan bir kibrin gölgesinde gerçekleştigi anlaşılan kar­
şılaşmaları soğuk, gergin ve mesafeli bir havada geçmişti.
Konuşmadılar. Belki konuşmaya inanmıyorlardı haklı olarak,
belki konuşmalarına zaten gerek de yoktu. Her halükarda o gün
onlarda ve onlar aracılığıyla dil susmuştu. Heidegger'in psikana­
lize uzaklığı, hatta nefreti bu suskunlugu açıklarnaz. Mesela
otunıp pekala Sartre'ı çekiştirebilirlerdi. Sartre'a ve ardındaki
kartezyen düşünceye olan öfkeleri, onları ikili karşıtlık tarzında
L A C A N ' I N A V R U P A D Ü S Ü N C E S I N O E K I V E R i 1 19

da olsa "dil" bağlamında birleştiren bir ortak payda olabilirdi.


Ama sustular. Sanırım bu suskunluğu psikolojik bakımdan
anlamlandırmak için aşın çaba sarf etmek anlamsız; açıkça sus­
tular işte, bize ne? Yine de bu suskunluk bir düşünsel diyalog
imkansızlığının, yani ortak bir "dil" yoksunluğunun metaforu
olduğu ölçüde yorumu hak eder. Heidegger ve lacan "dil"den
farklı şeyler anlıyorlardı .

Tarihsel bir yanı lsama. Heidegger'le Lıcan'ı anlamak için bir


üçüncü kişiyi devreye sokmak verimli bir fikrin hareket noktası
olabilir. Bu üçüncü kişi Sartre'dır. L.acan'ın önlenemez yükselişi­
nin sahnesi olan bir dönemin Paris'i, Sartre'ın entelektüel hüküm­
ranlığı altındaydı. Lıcan'ın eserinin bu egemenlikle kısmen örtük,
kısmen açık bir karşıtlık içinde gelişt iğini biliyoruz. Öte yandan
Sartre, aynı zamanda, Heidegger'in karşısında yer aldığı temel
düşünsel kutbu da temsil ediyordu. Nihilizmle h ümanizmin
garip ve özgün bir bileşimini temellendiren ilginç bir kartezye­
nizm, Sartre'ın felsefesinin esasıdır; bu da Heidegger'in tiksindiği
her şeyi temsil eder. Gerçi kartezyenizm Heidegger'in olduğu
kadar Lıcan'ın da açık düşmanıdır; ama iki düşünürün bu karşı
çıkışta tamamen farklı düşünsel gerekçeleri vardır. O halde Sartre
bu ikisini birleştirirken ayıran bir ara halkadır; bu yüzden de
konumuz itibariyle iyi anlaşılmalıdır.
SartreVarlıh ve Hiçlik adlı temel eserini tarihsel bir yanılgının
gölgesinde, belki de ışığında vermişti. Heidegger'in Varlık ve
Zaman ını açıkça yanlış anlamış, ilhamını da bu yanlış anlamadan
'

almıştı. Öyle ki, temel fikirlerini gizemini kaybedip gözden


düşme pahasına h erkesin anlayabileceği yalınlıkta ifade ettiği
«Varoluşçuluk Bir Hümanizmadır" adlı ünlü manifestosunda,
Heidegger'i kendisiyle birlikte ateist varoluşçuların öncüleri ara­
sında sayma gafletine düşmüştü. Heidegger'in bu yanlış anlamaya
verdiği sen tepki fazla gecikmedi: "Hümanizma Üzerine Mehtup".
Lacan da kendi hesabına, Sartre'la açık bir polemik oluşturmak
120 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S İ K A N A L İ Z

üzere "Psihahanaliz bir Jııimanizma değildir," diyecektir seminer­


lerinde.
Sartre·ın yanılgısı önemli bir yanılgıdır. Çünkü sadece Sanre'ı
degi.l , nasıl okunmaması gerektiğinin örneğini sunarak Heidegger'i
de anlamamıza imkan verir. Ama bu yanılgının izini sürmek bizi
daha önceki bir döneme , bir yandan Heidegger'in hocası olan.
diger yandan Sartre'ı derinden etkileyen fenomenolojinin kuru­
cusu Edmund Husserl'e geri götürecek, böylece Heidegger'le
Lacan'ı anlama çabamız tarihte bir sayfa öncesine uzanacakur.
Zaten tekrar Heidegger'le Lacan'a dönene kadar bir süre için hep
geriye doğru adımlar atacagız; tarihte geriye dogru izlerini sürece­
giz. onlann.

Hakikat fikri. Avrupa kültürünün özgül yanı sadece neyin


hakikat oldugunu değil, bizzat hakikatin de ne oldugunu ikibin­
beşyüz yıl boyunca tartışan, kendi üzerine katlanmış bir düşünce
geleneğine verdiği önem göz önüne alınarak ayırt edileb1lir.
Avrupa düşüncesi Antik Yunan'daki sofist -akıma gelene kadar,
baskın mateıyalist öğeleri bir yana bırakılırsa, tarihteki diğer kül­
türlerdekinden pek de ayın edilemeyecek bir epistemolojik naif­
lik içinde aradı hakikati. Bildiğimiz kadarıyla hakikat denen şeyin
mahiyetini ilk kez sofizm sorguladı. Sofist akımın bu soruya yanı­
tı olan öznelci epistemik görelilıkle, yani hakikatin tamamen tek
tek öznelliklere göreli oldugu, evrensel . nesnel ve mutlak bir
hakikatin olmadığı yolundaki yıkıcı ve kısmen devrimci rezle
birlikte, akıl insanlık tarihinde belki de ilk kez kendi üzerine
katlanarak kendi sınırlarını araşurdıgı, yani hakikate ulaşmak
bakımından kendi geçerlilik koşullannı tartıştığı bir aşamaya
ulaşmıştı. Bu nedenle güntimüzün postmodem epistemik göreli­
liği öznelci değil. ama nesnelci ve gecikmiş bir sofizm gibi de
okunabilir.
Platon'un Sokratik "Theaitetos" diyaloguyla bu epistemik
göreliliği nasıl eleştirdiğini, Platon'cu nesnelci idealizmin de sofist
L A C A N ' I N A V R U PA D Ü S Ü N C E S I N D E K I Y E R i 121

epistemik görelilik karşısında binlerce yıl sürecek bir üstünlük


ku rmasını sağlayan bir zafer kazandığını biliyoruz. Platon'un en
büyük dayanağının matematik, özellikle de geometri olması
konumuz bakımından bir ayrıntıdan ibaret değildir. Çünkü
Lacan'ın matematiğe, özellikle de geometriye olan hayranlığı, bir
hekimin kişisel hobisi olmanın ötesinde şeylere işaret eder. Aynı
şekilde Heidegger'in her türden bilim karşısındaki açıkça hissedi­
len nefreti de konumuzla bağlantısız değildir.
Daha sonraki dönemler, yani Avrupa'da vahiyin hakikatin
garantörü olduğU yıllar da konumuz bakımından anlamlı. Ama
şimdilik bizi Heidegger'le Lacan'a bağlayacak yoldaki en önemli
aşama,XVU. yüzyıl rasyonalizmiileXVIIl. yüzyılAydınlanmacıltgının
hakikat tartışmasına getirdiği özgül çözümdür. Temelde Descartes'a
atfedebileceğimiz bu modemist çözüm, hakikatin öznel ve bireysel,
ama aym zamanda evrensel ve mutlak olduğunu ilan eder. Böylece
Descartes'la birlikte Avnıpa düşüncesinde Antik Yunan'ın tezi
(sofizm) ve antitezi (Platonizm) belli bir senteze kavuşur. Bu sente­
zi l.acan ve Heidegger'in ayn ayn sebeplerle eleştirdiği, ama
Sartre'ın ve dayandığı Husserl'in çok şey borçlu olduğu Descanes'ın
adıyla anarken çok fazla yanılmıyoruz herhalde. Çünkü XX. yüzyıl­
da Heidegger'in öğrencisi Gadamerl bu kartezyen hakikat fikrine
(hakikatin öznel, ama aynı zamanda evrensel olduğu fikrine)
küçültücü bir tonla "nesnelci öznelcilik" adını önerecektir.
Husserl gibi Descanes'ın da matematikçi olması tesadüf
değildir. Bugün bile bazı matematikçilerin kendilerini fizikçi­
lerden ayırt etmek için şöyle dediğini duyanz: "Onlar (fizikçi­
ler) hakikati dışarıda (olgularda, doğada, vs.) ararlar, bizse
kendi içimize bakarız." Descanes'ın kendi içinde (bilincinde)
bulup en kesin hakikat olarak sunduğu cogito ilkesi öznel bir
hakikattir, ama tıpkı matematik önermeler gibi aynı zamanda
evrensel bir hakikattir.

1 Hans Georg Gadamer, Truth arıd Met1ıod, Sheed and Ward, 2 . basım,
1 989 .
1 22 F R E U O ' O A N L A C A N ' A P S 1 K A N A L I Z

Tek tek her insan iç gözlemiyle kendi varlığının şüphe edeme­


yeceği bir hakikat olduğunu görür. Burada hakikatin delili şüphe­
ye yer vermeyen, öznel bir açık seçiklik halidir ve bu hal, tek tek
her insana eşil olarak verildiği içın evrenseldir. Gerçi kartezyen
hakikat anlayışında Platon'cu bir yön vardır; kanezyen düşünce­
nin dış deneye dayanmaksızın doğuştan gelen (a priori) hakikat­
ler fikri Platon'cudur (sonradan Kam, bu tür a pıiori bilişsel
ögeleri hiçimselleştirerek Platonizmden geniş ölçüde arındırmayı
başaracaktır). Ama kartezyen sistemdeki bu Plawn'cu yön, siste­
mi kısmen psikolojikleştirmek pahasına da olsa ihmal edilebilir;
yani Platon'cu öğe kartezyen düşünce sistematiğine zorunlu ola­
rak içsel değildi,.- (gerek Pfaton'cu gerekse kartezyen hakikat
anlayışı karşısında Xıx. yüzyıldan i tibaren geliştirilen Öklid dışı
"
geometıilerin · örnek gösterilmesi, XX. yüzyıl matematiğini iyi
bilmemekle alakalıdır).
Sanre'ın varoluşçuluğu bu kartezyen hakikat anlayışına daya­
!1lr; insan varlığının özgül "var"lığı olarak varoluşun tüm halleri

öznel, ama evrensel hakikattir. Yaşantılanariın evrenselliği haki­


kattir ve yalın hakikat yaşantılanan evrenseldir; varoluştur.
Böylece edebiyatın kelimeleri , matematiğin sayılarının yerini alır.
Görüleceği gibi Aydınlanmaya oldukça yakındır Sanre. Onun
nihilistik hümanizminin kimilerine yavan gelmesi, belki de bu
yakınlıkla alakalıdır. Sartre'ın yapmak istediği şey yaşanulamanın,
yani tüm-öznel hakikatiyle varoluşun, yani açık seçik varoluş
hakikatinin kritik yönlerinin evrensel fenomenolojisini betimle­
mek, tarif ve tasvir etmektir. Böylece gönüllü bir denek olarak
yaşamını felsefeye vakfeden Sartre'ın kendi dünya deneyiminden
çıkacak varoluşçu fenomenoloji evrensel bir yaşam dersi halini
alacaktır; yani evrensel olanın kendi özelinde yaşantılanmasının
adını koymak, kelimesini bulmak halini alacaktır. Başkalarına
"kelimeler" önerir Sanre; Dostoyevski gibi felsefi gerekçelerle
edebiyat yapar ve tıpkı psikanalizde Freud'un kendini adadığı
naif otoanalizde olduğu gibi, "bu dünyada yaşıyor olmakft dene-
L A C A N ' I N A V R U P A D Ü S Ü N C E S İ N D E K i Y E R i 123

yiminden yola çıkarak kuracağı, varoluşun fenomenolojik ama


gene de aşağıda açı klayacağımız nedenlerle naif felsefesine adar
yaşamını. Ayn ayn nedenlerle gerek Lacan'ı gerekse Heidegger'i
Sartre'a karşı durmaya iten, bu kartezyen hakikat anlayışının keli­
meye (dile) olan mecburiyeti olacaktır. Tıpkı sayılar gibi kelime­
lerin de öznel hakikate aşkın, yani aynı zamanda nesnel hakikate
yakın bir yükü vardır. Ama nasıl? Heidegger ve Lacan'ın bir kar­
tezyen yaşam felsefesi olarak varoluşçuluğa karşı duıuşlanndaki
farklılıgı, bu farklılıkta dil nosyonuna getirdikleri farklı yorumla­
rın önem ve gerekçelerini anlamak, Lacan'ı Batı kültürü içinde
konumlandırma çabasının önemli bir aşamasını oluşturacaktır.

Üç fenomenoloji. Şüphesiz dünya yeterince büyük olduğu


için felsefe var ve bu büyüklükte üç, hatta daha fazla fenomeno­
l�jiye de yer var. Husserl, Sartre ve Heidegger; her biri kendi
hesabına fenomenoloji yaptığını iddia etmekle birlikte fenomeno­
lojiden farklı şeyler anlarlar. Gerçi Husserl ve Sartre'ın fenomeno­
lojileri belli bir yakınlık içindeyse de, bunlar arasında bile bir
ayıncı hat çizilebilir. Bu hattı çizebilmek için gene Descartes'la
başlayalım.
Husserl fenomenolojisi, Descartes'ın felsefi anlamda meşru
olarak ulaşabileceği sınırlan ortaya çıkanr. 2 Bir başka deyişle,
Descartes felsefi olarak (yani eleştirili olarak) felsefe yapsaydı (ki
o naif bir felsefeyi tercih etti), Husserl'in fenomenolojisine ulaşa­
caktı. Descarıes tıpkı yeni bir kıta keşfettiğini anlayamayan
Kristof Kolomb örneğinde olduğu gibi yeni bir düşünsel kıta
açmış, öznel ama mutlak ve evrensel bir hakikat alanını (fenome­
nolojik alanı) keşfetmekle birlikte bu alanın adını koyamamıştır.
Husserl'in eserini gördükten sonra söyleyebiliyoruz bunu.
Gerçekten de Descartes, metodik şüphesiyle sagduyulu dogal
tavrımıza uygun naif hakikatlere olan inancımızı tıpkı bir sofist
gibi öznellige göreli kılarak deıinden sarsmıştı. Ama böylece yeni

2 Edmund Husserl , "fhı: Idea of Pheııonıeııology, Nijihoff. 1 964.


124 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L i Z

ve açık seçik bir hakikat alanı açmış oluyordu; esas keşfi buydu.
Cogito ilkesi bilincin kendine açık seçik verilmesinden yola çıka­
rak kendi hakikatini temellendiriyordu. Ancak kartezyen sistem
hem bu hakikat alanını yeterince değerlendirmemişti hem de
baştan şüphe duyarak yıktığı naif sağduyunun tüm göreli haki­
katlerini yeniden kurmuştu. Descartes bu yeniden kurma eyle­
minde kendinde (kendi bilincinde; bilinç olarak kendinde) bul­
dugu Tann fikrine dayanıyordu. Bu Tann fikri dünyevi deneyim­
den elde edilmiş olamazdı Descartes'a göre. Demek ki Tanrı fikri
doğuştan (a pıiori) bir fikirdi ve bu durumda da onu bilincine
ancak Tann koymuş olabilirdi. Bu durumda eger bir Tann varsa,
bu yüce varlık D�cartes'ı büı>bütün yanıltıyor olamazdı; kandırı­
cı bir Tann, Tann fikrine uymazdı. O halde baştan şüphe ettiği
tüm naif hakik'atler (mesela bilince aşkın bir dış dünyanın varlığı)
dogru olmalıydı.
Descanes'ı felsefi açıdan sağlam görünen tüm yönleriyle
benimseyen, ama Tanrı fikrinin a priori liğinde oldugu gibi kesin­
'

likten uzaklaşıp varsayımlara dayanmaya baŞladığı aşamada terk


eden Husserl, kanezyen yöntemsel şüpheden yola çıkarak bir
meditasyon yöntemi geliştirdi. Bu yöntem, yöntembilimsel bir
tekbencilik oluşturmaya dayanıyordu. Bilincin, yani salt ve tek
şey olarak bilincin tüm saflığıyla kendi kendine verilmişliğini
açıkça ortaya çıkarmak i.çin, doğruluğu bilince açık seçik görün­
meyen her şey, yani tez niteliğindeki (belkili) her şey askıya alını­
yordu bu yöntemde. Tez niteliğinde her şey derken, bilhasa
bilince aşkın bir dış dünyanın varlığı tezini kastediyordu Husserl.
Artık her şey; mesela dış dünyaya ait gibi görünen tüm algılar,
yaşantılamalar bir bilinç içeriği olarak vardı. Bu satırları okurken
felsefi bir kesinlikle söyleyebileceğiniz şey "Karşımda bir kitap var
ve ben onu olıuyorum," şeklinde olmayacaktır artık. "Bende (bilin­
cimde, bilinç olarak bende) harşımda bir kitap varmış ve ben de
onu okuyomıuşum gibi bir yaşantılama var," şeklinde olacaktır.
Kesin olan bu ikinci betimlemedir. Kitabı gerçekten okuduğumu-
L A C A N ' I N A V R U P A D Ü S Ü N C E S İ N D E K i Y E R 1 1 25

za ilişkin ilk betimleme teze (dış dünyanın varlığı tezine) dayanır,


belkilidir; sağduyunun doğal tavnna ne kadar uygun olursa
olsun, açık seçik değildir. Fenomenolojik yöntemde bilince
aşkınlık ortadan kaldınlmışu. Husserl fenomenolojisinde dünya­
yı incelemek demek. her türlü anlamın kaynağı olarak bilincin
kendini incelemesi demekti. Böylece mullak ve evrensel bir bilgi
alanı olarak fenomenoloji ortaya çıkıyordu Husserl'e göre. Bu
alan felsefenin özgül alanıydı. Artık bilinç için her şeyin kesin ve
evrensel bilgisinin kapısı açılmışu, çünkü her şey bilincin kendi
özsel içeriği (fenomen) haline getirilip incelenebiliyordu.
XX. yüzyılın başlarında Alman felsefesinin önde gelen ismi,
matematik kökenli Yahudi filozof Husserl'i bir tür bilinç felsefesi
kum1aya sevk eden güdülenmeleri anlamaya çalışmak konumuz­
la yakından bağlantılıdır. XlX. yüzyılda Auguste Comte, poziti­
vizmi temellendirirken felsefenin sınırlarını da oldukça daraltmış­
tı. Binyıllar boyunca Avrupa düşüncesinin en görkemli eseri ola­
rak görüleri felsefe giderek gözden düşmüş, bilimlerin ortaya
köyduğu gerçekleri biraraya getiren ve ilişkilendiren bir ardıl
konumuna oturtulmuştu. Keza bu pozitivist felsefeden bağımsız
bir şekilde bizzat bilim de sahiden dev adımlarla ilerliyordu; fizik
Maxwell'le kaydettiği büyük açılımla (elektromagmetizma) yetin­
memiş, önemli iki devıimin (görelilik teorileri ve kuvamum
mekaniği) temellerini atmaya başlamıştı. Hala gündelik yaşamda
etkilerini göremediğimiz, günümüzün sıradan insanının havsala­
sının alamayacağı kadar büyük bu atılımlarla da yetinmemişti
bilim. Matematik Frege ve sonra da Russell'm çalışmalanyla gide­
rek biçimsel bir tabana otunulmaya başlamıştı. Ote yandan
Hilbert aksiyomatik sistemlerin yapısını çözmeye çok yaklaşmıştı.
Eskiden beri felsefenin temel konularından biri olan insan, eko­
nomi-politik, sosyoloji ve psikoloji gibi bilimlerin konusu olarak
yöntembilimsel bir incelemeye tabi olmakla kalmıyor, nöroloji ve
psikiyatri gibi doğabilimsel disiplinler de giderek anan bir baskıy­
la felsefi insanı ortadan kaldmyordu. Darwin sonrası biyolojinin,
1 26 F R E U o · D A N L A C A N ' A P S İ K A N A L İ Z

binyıllar boyunca gizemli bir olay gibi görünen canlılıgın mahiye­


Lini çözmesine çok az bir süre vardı. jeoloji, arkeoloji. astronomi
ve asLrofizikteki gelişmeleri, bu gelişmelerin gebe olduğu yeni
gelişme müjdelerini söz konusu bile etmiyoruz. Öyle görünüyor­
du kı, ComLe'un öngörüleri çerçevesinde özgül bir bilgi alanı
olarak felsefenin sonuna geliniyordu. Felsefe ya bir tür edebiyat
olacaktı (kısmen öyle de oldu). veya bilimin hizmetine girecekti
(kısmen de öyle oldu). Felsefe kendi olarak varlıgını korumakta
zorlanıyordu. nefes alacağı bir yer kalmamış görünüyordu, kuşa­
tılmıştı. işte Husserl'in yeni bir felsefi alan olarak fenomenolojiyi
keşfetmesi böyle bir düşünsel atmosferde gerçekleşti . Ne de olsa
bilinç, bilimin hakkında henüz hiçbir şey söyleyemediği gizemli
hüviyetini koruyordu.
Maddi bir ,evrende ·yaşadığım ızın giderek daha iyi anlaşıldığı,
canlılığın sırrının çözümüne bile çok yaklaşıldıgının hissedildiği,
canlılıgın giderek bir doğa olayı olarak görülmeye başladığı )ÇX.
yüzyılın ilk yıllarında bilincin gizemi tüm haşmetiyle mevcudiye­
tini hisseuiriyordu. Gerek Einstein'ın gerek $ohr'un kendi arala­
rındaki felsefi tartışmalarda, özellikle Emst Mach'a yönelik gön­
dermelerinde bulursunuz bu iht işamın izlerini; ne Einstein, ne
&llır ne de fizik (dolayısıyla fiziğe dayanan tüm bilim), bilincin
evrendeki doğal mahiyetinin ne olduğu konusunda tek bir özgün
cümle kuracak düzeyde değildi. Ve Husserl fenomenolojisinde
bilincin gizemi bir tür hakikatin, doğabilimlerinin teze dayanan
(belkili) ilerlemeci hakikatinin karşısına eleştirili bir şekilde çıktı­
gında, hala esas mutlak ve evrensel (fenomenoloj ik) hakikatin
temeli olarak dumyordu. lşte aranan kapı, işte aranan soluk:
Husserl fenomenolojisi. Bir not olarak şunu kaydedeyim; XXI.
yüzyılın başı itibariyle canlılıgın mahiyetini çoktan çözen doğabi­
limi, bilincin doğal (fiziksel) mahiyetinin ne oldugu problemini
çözme konusunda da yetkin bir aşamaya gelmektedir. Bilinç
(genel olarak zihin) bir doğa olayıdır ve ilke olarak fizik bilimi
zemininde incelenebilir mahiyettedir; yani klasik anlamıyla feno-
LACA N ' I N AVR U PA D Ü S Ü N C ES İ N D E K I Y E R İ 127

menolojinin de sonuna gelinmektedir. Biz (insanlar) bir doga


olayıyız ve kendimizi hiçbir romantik yanılsamaya düşmeden,
bôylece, yani bir doğa olayı olarak kavrayacak kararhlıgı göstere­
bilmenin arifesindeyiz.
Husserl fenomenolojisini güdüleyen düşünsel atmosferi
tanımladık. Ama Avrupa'da gelişmekte olan emperyalist bölüşüm
savaşlarını ve Husserl'in bir Yahudi olmasından yola çıkarak faşiz­
min yaklaşan ayak seslerini de konu etmeliydik burada. Ama bu
dipsiz bir çabaya girişmek olurdu. O halde şimdilik kısa kesip
Sartre'ın fenomenolojik varoluşçuluğuna bakalım.
Matematik gibi felsefe de dış olgulardan çok bir tür iç dünya
eylemine dayanır. Bu bakımdan Husserl gibi bir matematikçi
filozofun hakikati dış deneyde değil, kendi içindeki yaşantılama­
nın evrensel yônünde araması anlaşılır bir şeydir. Sartre'ın da
yaptığı budur. Sartre, bir yorumcusunun çok yerinde bir tespitle
ifade ettiği gibi, yaşadığı şeyin doğrudan doğruya ve düpedüz
anlatımının felsefe olması için yazar. Onun yaşantılaması felsefe­
dir. yani felsefesi, kendi özel örneğinden yola çıkarak evrensel
olan insani varoluşun betimlemesidir. Bu evrensellik fikrinin
Avrupa Aydınlanmasıyla bağlarına sonra değineceğiz. Sartre,
insan varlıgının özgün varlıgı olan varoluşunun kanezyen evren­
selliğinden yola çıkarken ele aldığı her bir özel yaşantılamanın da
evrensel özünü bulmaya çalışır. Ancak onu Husserl'den ayın
eden pek çok yön vardır. Bunlardan ilki fenomenolojik naifl iktir;
Sanre'ın varoluşçu fenomenolojisi doğal tavnn fenomenolojisi­
dir. Bir başka deyişle, Husserl'de oldugu gibi metodoloj ik bir
tekbencilik alanı oluşturmak için bir meditasyon yöntemi kul­
lanmaz Sartre. Doğal tavrıyla yaşamın içinde fenomenoloji yapar.
Yaşadıgı şeyin yaşandığı gibiliğinde anlaşılmasıdır onun çabası;
yöntembilimsel bir tekbencilik çerçevesinde anlaşılması değildir.
Sartre bu dünyada gerçekçi doğal tavrıyla varolan insanın çeşitli
durumlarını betimler. insan olmasa dünya bir doluluh olurdu
sadece. Yok'u, eksiği, olumsuzlamayı, "hayır"ı dünyaya getiren
1 28 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S İ K A N A L İ Z

insandır. Bu nedenle onun varoluşunun esası hiçliği fark etmek­


tir. Böylece ulaştıgı sonuç, insanın tamamen köksüz ve sebepsiz
bir varlık olduğudur, insan anlamsızlıktan kurtulmak için kendi
özünü, sebebini, anlamını yaratmak, kendini seçmek zorunda­
dır. Peki ama Sanre'ın yaptığı niçin bir tür psikoloji değil de bir
felsefedir? Bu soruya yanıt bulmak güçtür. Nitekim kendisi de
psikanalize alternatif bir varoluşçu psikoloj iden söz eder.3 Bazı
yazarlar, bu arada anti-psikiyatri savunuculanndan Laing de,
Sartre'da böyle psikolojikleştirilmeye elverişli bir felsefe bulmuş­
lardır.
Heidegger'in fenomenolojik omolojisiyse tamamen farklıdır.
Gerçi burada-ola�ın (Da-sein'ın; yani varlık sorusunu soran insa­
nın) özgül varlık kipi olarak varoluşun derin bir fenomenolojik
tahlilini onda. aa bulabiliriz. Sartre'ı yanıltan, şüphesiz, Varlıh v e
Zcımaıı'ın varoluşçuluk kokan bu temaları olmuştur. Ama
Heidegger'in, eserinin daha başında önüne koyduğu sorun va!o­
luşçuluktan kökten farklı, hatta taban tabana zıttı.r . Onun yapmak
istediği insan varoluşunun betimlemesi ·cteğil , genel olarak
Var'lığın ne'liğini araştırmaktır. Burada-olan'dan; yani varlığı sor­
gulayan insanın varlığından (varoluşundan) hareket etmesi, onun
büyük programını anlamak bakımından yanılucı olmamalıdır.
Onun büyük programı köksüz bir insani varoluşun betimlemesi
değildir; büyük harfle Var'lıgın mahiyetinin betimlenmesidir.
Ama niçin Var'lığı betimlemek için burada-olan'm özgün varlık
kipi olarak varoluşun betimlenmesinden hareket eder Heidegger?
Sanre'ın kanezyen ve öznelci kökenlerine tamamen karşıt
olan Heidegger, gene de insandan hareket eder; çünkü ona göre
Var'lık, dışarıdan gözlem ve deneye dayanan bilimsel yöntemlerle
araştınlamaz. Pozitivizmin ön plana çıkardığı bu yöntemler varlı­
gın çeşitli alanlan hakkında sınırlı bilgiler üretebilirler. Oysa
Heidegger'in ulaşmak istediği bilgi, Var'lık hakkında .dışarıdan bir

3 Jean-Paul Sartre, L'ftre et le Nearı t . Gallimard, l 943; Varoluşçuluk ,


çev. Asım Bezirci, Dönem Yayınlan, 1 964.
L A C A N ' I N A V R U P A D Ü S Ü N C E S I N D E K I Y E R i 1 29

bilgi degildir; bizzat Var'lık olarak erişilebilecek bilgidir. insanın


özel varlıgından (varoluşundan) yola çıkarken onda ve onun ara­
cılığıyla kendini açığa vuran, daha dogrtısu bizzat burada-olan
olarak (bir anlamda bizzat varoluş olarak) kendini açığa vuran
Var'lığı betimlemeye yönelir. Yar'lığın tezahürlerinden biri olan
insanda psikolojikleştirilebilir bir varoluşun peşinde değildir
Heidegger, dogrudan Var'lığın peşindedir. Burada-olan'da ve
burada-olan aracılığıyla ve burada-olan olarak Var'lık kendini ifşa
etmektedir. Burada-olan'a (insana) düşen, bu ifşaya, yani "dil"e
açık olmaktır. Bu durumda artık varlığın dışarıdan deney ve göz­
leme dayalı bir bilgisi söz konusu değildir; bizzat o olarak (Yar'lık
olarak) ifşa olunan bir bilgidir bu. Heidegger (burada-olan, varlı­
ğa açık olan insan) Var'lıktır.
Bu düşünceyi belki bir örnekle anlayabiliriz; insanı konu alan
pozitvist bir bilim dalı olarak psikolojiyi ele alalım. Bu bilim dalı
dışarıdan deneyler ve gözlemlerle insan davranışları hakkında bir
bilgi verecektir. Ama bir insan olmanın ne olduğu, aşkın, can
acısının veya elmanın tadının ne olduğu ancak insan olarak kav­
ranıp betimlenecek şeylerdir. Heidegger bu basit örneğin mantı­
ğını Var'lığa uygular adeta. Burada-olan'ın varoluşunda ifşa olu­
nan Var'lığı betimlemeye yönelir. Deyim yerindeyse, Heidegger'in
yaptığı nesnel bir fenomenolojidir artık; Husserl'in ve Sartre'ın
öznel kartezyen fenomenolojilerinden tamamen farklı, halla
taban tabana zlllır bu düşünce.
Bu bağlamda fenomenoloji terimine de bir tür açıklık getirir
Heidegger.4 Daha sonra sebeplerini göreceğimiz gibi, dile, özel­
likle eski Yunancaya ve etimolojiye özel bir önem veren Heidegger.
kelimeyi Eski Yunanca etimolojisine göre yorumlayarak, fenome­
nin kendini dilde ifşa eden, görünür kılan olduğunu söyleyecek­
tir. Böylece fenomen olarak Var'lık kendini dilde görünür kılan­
dır. Öğrencisi Gadamer ise Hakikat ve Yôntem'de Heidegger'in
Varlık ve Zaman'da Var'lığın kendini zamanda ortaya koyduğunu
4 Martin Heide gger, f.tre et Te.mps, Gallimard, 1992.
1 30 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S İ K A N A L İ Z

değil. Var'lığın bizzat zaman olduğunu SÖylediğini anlatacaktır.


Şimdi bu garip denklemi. Heidegger'de Var'lık, fenomen , dil ve
zamanın garip bağlanm ve özdeşlikleıini çözmeye çalışalım.
Var'lık, dil ve zaman. Geceleri gökyüzüne baktığımızda yıl­
dızların hemen o anda, tam da gördüğümüz yerde olduğu yanıl­
gısına düşeriz. Oysa o yıldızlar bizden milyonlarca ışık yılı uzak­
tadır ve ışıklan bize ulaşana dek tamamen farklı konumlara
ulaşmış, hatta bazıları birer süpemova patlamasıyla çoktan orta­
dan kalkmış olabilir. Yıldızlara bakllğımızda aslında uzayın geç­
mişini, tarihini görürüz. Görünen uzay, yani uzay fenomeni uza­
)'1n tarihidir. Dil de böyledir, şimdi kalemimizin ya da dilimizin
ucundaki kelime.ler tarihticaslında; dil bizde ve bizim aracılığı­
mızla yaşayan tarihtir, zamandır. Kelimeleri düşünmek zamanı
düşünmektir;:işte Heidegger bu neden lerle etimolojiyi. önemser.
Dil bir halkın tarihinin kalıudır. O halde dil, zaman olarak
Var'lığın burada-olan'da (varlığa açık insanda) tezahürüdür. _Dil
konuşur.
Lacan'da da dil konuşur, ama farklı arilamda. Lacan'da dil,
anakronik (zaman-dışı) etkileri bakımından önemlidir. Bu zaman­
d�ılık hem Freud'cu bilinçdışı "birincil süreç" düşüncesinin
özellikleriyle hem de 'Saussure'cü dilbilimin eşzamanlılığa yükle­
diği değerle alakalıdır. Üstelik Lacan'a göre insanla dil arasındaki
ilişki hiç de sorunsuz değildir; insanda Var'lığın ifadesini bulduğu
yer değildir dil. Tam tersine, insanla dil arasındaki ilişki, bilinçle
bilinçdışı arasındaki gibi bir karşıtlık içerir. insanda ve insan ara­
cılığıyla dilin konuşması, insanın susması anlamına gelir.
Heidegger'in fenomenolojisinde etimoloji. Eski Yunanca ve
Almanca yukarıdaki sebeplerle ön plana çıkar. Burada-olan'm
Var'lık ufku, yani zamanlılığı dilseldir. Eğer açık konuşmak gere­
kirse, zamanlılık olarak dile yapılan bu vurgu burada-olan'ın
ufkunu bir halkın, dilsel bir cemaatin tarihiyle sınırlama eğilimi
gô>terecektir. Burada-olan'ın Var'lığa açıklığı bir halkın öyküsünü
anlamak ve ona katılmak halini alacaktır. Bu halk Avrupa, özel-
L A C A N ' I N A V R U PA O Ü S Ü N C E S I N O E K I Y E R i 1 3 1

Jikle d e Alman halkıdır. Heidegger'in felsefesinin, filozofun


Nazilerle kısa süreli Oörtü bakımından bir anlamının olup olma­
dığı çok tartışılmıştır. Şahsen ben Heidegger'in Nazi döneminin
önemli rektörlerinden biri olmasını felsefesi bakımından talihsiz
bir tesadüf olarak görmüyorum. Gerçi Heidegger'in kısa sürede
Nazi partisinin gerçek yüzünü gördüğü bilinen bir gerçektir; ama
bu parti en azından başlangıçta bir şekilde etkilemiştir onu.
Heidegger kısa bir süre için de olsa, klasik Alman romantizminin
bir tezahürünü görmüş olmalıdır bu partide.
Kartezyen, evrenselci, bireyci, bir şekilde nihilist ve hümanist
ama aynı zamanda komünist sempatizanı Sartre'ın ilhamını aldı­
ğını sandığı Heidegger'in halkçı-dilsel cemaatçi-kültürcü özünü
görememiş olması düşündürücüdür. Heidegger'in Varlık ve

Z a m an ının bu cemaatçi özü çok iyi gizlenmiştir ve ancak öğren­


'

cisi Gadamer'in eserindekis bazı açıklamalar göz önüne alınırsa,


geriye dönük bir değerlendim1eyle anlaşılabilir hale gelir. Oysa
Heidegger'in daha eserinin başında felsefi müdahelesini temellen­
diı:diği tezi, yani günümüz Batı dünyasında Var'lığın unutulduğu
tezi ve etimolojiye verilen özel fenomenolojik anlam Sartre'ın
dikkatini çekmeliydi. Var'lık unutulduğuna göre, önceden bilin­
diği romantik ve nostaljik bir altın çağ vard ı . Bu çağ Eski Yunan
halkının dilinde ifadesini bulmaktadır Heidegger'e göre.
Dolayısıyla burada-olan'ın Sartre'a varoluşçu gibi görünen tüm
serüveni , titreyip yabancılaşuğı aslına, yani dilsel cemaatine
dönüş serüvenidir. Var'lık halkın, sıradan insanın dilinde omik
düzeyde kendini ifşa etmektedir. Yaşayan Alman dilindeki keli­
melerin etimolojisi Var'lığın anlamının Eski Yunan kökenini ifade
etmektedir. Ontolojiye düşen, bu omik düzeydeki Var'lığı etimo­
lojik yorumsamayla açığa çıkarmak, dilin söylediğine açık olmak­
tır. Avrupa dillerinin etimolojisi, kendine yabancılaşan bir halkın
tarihini sergiler.

5 Hans Georg Gadamer, agy.


132 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L i Z

Böylece burada-olan'a (yani Var'lığa açık olan insana) düşen,


dilin söylediğini dinlemektir. Var'Iık zamanda tezahür etmiştir ve
burada-olan'ın Var'Iık ufku kendi dilini (tarihi) anlamaktır. Bu
tespitler Heidegger'i kaçınılmaz olarak nesnelci-kültürcü cemaat­
çi bir epistemik göreliliğe götürecektir (Heidegger'in postmodem
akımla ilişkisi, bu epistemik nesnelci görelilik göz önüne alınırsa
kolayca anlaşılabilir). Nitekim öğrencisi Gadamer açıkça bu epis­
temik görelilik tezini savunur. Modemist evrenselciliğin tama­
men zıddıdır bu yaklaşım; Aydınlanmacılıgm da. Gerçi Varlık ve
Zaman tamamlanmamış bir eserdir; Heidegger'in bu kültüralist
göreliliği aşacak bir ontoloji geliştimıeyi hedeflediği, ama bu
programı gerçekl�tiremedigj söylenebilir. Ama elimizdekı eser
budur ve biz bu eser bakımından Heidegger'i ele alıyoruz. Lacan'a
geri dönersek-;-- Aydınlanmacı, bilhassa modernist bir yükü bir
ölçüde de olsa daima taşıyacaktır Lacan. O halde şimdi Avrupa
düşüncesindeki iki temel akıma, Fransız ve Alman yaklaşımlarına
yakından bakalım.

Aydınlanmadan sonra. Michael Löwy6 XIX. yüzyılda poziti­


vizmin doğuşunu, XVIII. yüzyıl devrimci burjuvazisinin toplum­
sal egemenligini kurduktan sonra Aydınlanmacı özelliklerini
yitirip atıllaşmasına bağlar. XVll. yüzyıl doğabilimindeki gelişme­
leri en iyi değerlendiren filozof olan Bacon'ın fikirlerinden doğan
Aydınlanma, akılcı nedeni ve açıklaması olmayan dini ve feodal
her türlü boş inanca karşı güçlü bir mücadele vermişti. Auguste
Comte'un pozitivizminde ilk tanımlarını bulan ve günümüz aka­
demik dünyasına egemen olan düşünce akımıysa toplumsal olay­
lara bakışta devrimci tutumu da bir önyargı olarak görmeye baş­
ladı. Böylece doğabilimlerinde oldugu gibi tamamen yansız bir
toplumbilimin ve giderek insan bilimlerinin kurulması gündeme
geldi. Bu yeni insan bilimi, doğabiliminin olgucu yöntemlerini
kullanacaktı.

6 Michael Löwy. Paysages de la Vtritt, Anthropos, 1 999.


L A C A N ' i N A V R U P A D Ü S Ü N C E S İ N O E K i Y E R İ 1 33

Burada genellikle yanlış değerlendirilen iki noktayı düzeltmek


gerekir: llk olarak, dogabilimleri, özellikle de fizik yakından ince­
lendiğinde olgucu bir yömembilimin ikinci planda yer aldığı
görülür. Bir başka deyişle fizik, pozitivizmin insan bilimleri için
çizdiği olgucu sınırların çok ötesinde, olgulara değil, teorik açık­
lamalara önem veren bir bilgi tarzıdır. Pozitivizmin doğabilimi
örneğinden devraldığını söylediği olgucu yönteınbilim kraldan
çok kralcıdır. ikinci olarak, psikofizyoloji, bilişsel nörolojik bilim
ve psikiyatri gibi disiplinlerin pozitivist yöntembilimin etkisinde
kaldığı söylenebilirse de, bu disiplinler özü gereği pozitivist değil,
fizikalisttir. Bu ayrımı şöyle netleştirelim: Pozitivizmde doğadan
ayrı bir alan olarak insanı konu alan çalışmalara sözde doğabilim­
sel bir yöntembilim devşirilir. Oysa yukarıda adı sayılan disiplin­
ler, varsayım gereği zaten insanbilim gibi özerk bir bilgi alanı
değildirler; insan fiziksel doğanın bir parçasıdır ve fizik bilimi
temel alınarak incelenebilir. Bugün canlılığın fiziksel aç1klamasmı
yapabiliyoruz. Bizi doğada en çok şaşırtan şey, insan olarak
maddi evrenin geri kalanıyla aynı maddi yapuaşlanndan oluşmuş
varlıklar olmamıza rağmen, fizik bilimi temel alınarak incelene­
mez gihi duran bir zihnimizin, özellikle de bir bilincimizin olma­
sıydı. Oysa son yıllarda artan bir ivmeyle zihnin ve çok daha
kam1aşık bir olgu olan bilincin de maddenin fiziksel bir özelliği
olduğunu kavramaya yöneliyoruz. Bu yönelimle temellenen yeni
bilimsel akım (bilinçbilim), insanbilimlerinin konu aldığı gibi
özerk ve indirgenemez bir alanın varlığını (dolayısıyla pozitiviz­
min temellerini de) tartışmalı bir konuma getirir; doğanın bir
parçası olan insan söz konusu oldugunda da çok yakın bir gele­
ceğin doğabilimi, artık kendi alanında olacaktır. Bu yeni fızikalist
yaklaşım klasik pozitivizmden kökten farklıdır.
Aydınlanmanın güçlü bir devrimci geleneği olan Fransa'daki
kalıntısı pozitivizmse, Aydınlanma karşm ürünü de Alman
romantizmi ve tarihselci-yorumsamacı gelenegiclir. Heidegger bu
Alman tepkisinin bir ürünüdür. Lacan'sa tüm itirazlarına rağmen
1 34 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L i Z

modemist Aydınlanmacı bir yük taşır; çünkü bir psikanalist ola­


rak Freud'cudur. Freud'sa. kimi romantik yönleri olmakla birlik­
te, gecikmeli bir Aydınlanmacıdır; olgulardan çok teorik açıkla­
malara verdigi önem nedeniyle de pozitivist olduğu söylenemez.
Bu zincirleme tepkiyi incelemek için Freud'la başlayalım.
Freud, psikanalizin en genel düşünsel çerçevesini çizdigi ve
toplumsal-antropolojik görüşlerini dile getirdiği eserleri olan
Totem ve Tabu. Mı�sa ve Teluanrıcılık, Bir Yanılsamanın Geleceği
ve Uygarlığın Huzursuzlu� nda yer yer Rousseau'nun yüz elli yıl
'

gecikmeli bir tekran olmak pahasına tipik bir Aydınlanmacı çizgi


geliştirir. Gerçi tıpkı Rousseau gibi romantik bir yön vardır
Freud'da. Ama Fr_çud'un düşüncesinde efsaneler, insanın gizemli
ve mahrem yönleri-daima akılcı bir açıklamayla aydınlıga kavuş­
turulur. Freud'un gayet net düşünen bir kafası vardır. Bu eserler­
deki bir diğer Aydınlanmacı vurgu, psikanalizin evrenselciligi
konusunda düğümlenir. Freud kültüralist-tarihselci bir açıklama­
dansa, insanın ruhsal örgütlenmesinin tüm tarih ve kültürlerde
narsistik ve Oidipal eksenler çerçevesinde tarıımlanabile-cegi fikri­
ni kabul eder. Bu evrenselcilik, güçlü bir modemizm ve
Aydınlanma eğilimini yanslllr.
Yine de bazı postmodem düşünürler Freud'un bilirıçdışı kav­
ramında insana ilişkin bir yeniden gizemlileştirme görmüşler,
insandaki bu akıldışı (irrasyonel) bilinçsiz zihinsel faaliyet vurgu­
sunun Aydınlanma geleneginin akılcı irısan anlayışıyla karşıtlık
içinde olduğunu düşünerek, Freud'a bu bakımdan kısmen sahip
çıkmışlardır. Gerçekten de bilinçdışı zihinsel faaliyet anlayışının
gerek kanezyen düşünceyle gerek klasik anlamıyla Aydınlanma
gelenegiyle, hatta tüm Avrupa düşüncesiyle belli bir uyuşmazlık
içinde olduğu kabul edilmelidir. Tıp. psikoloji ve psikanaliz gibi
disiplinler insan aklının özelliklerini araştırmaya girişmeden önce
bu konunun uzmanı olan filozoflar aklı ve genel olarak zihni
bilinçle özdeş tutmuşlardı. Öyle ki, bugün bile pek çok insan için
bilinçsiz bir akıl ve zihin kendi içinde çelişik bir ifade gibi durur.
L A C A N ' I N A V R U P A D Ü Ş Ü N C E S i N D E K İ Y E R i 1 35

Oysa Freud'un da bazılarının öğrencisi oldugu XIX. yüzyıl


Fransız ve Alman hekimleri, insan sinir sistemi işley1şinin geniş
ölçüde bilinçsiz oldugunun farkındaydılar. XlX. yüzyılın sonun­
da bile sinir sistemi fizyolojisini bilen bir hekim için bilinçsiz bir
zihinsel faaliyeL fikri hiç de gizemli bir olay değildi; Freud da
meslek yaşamına iy1 bir fizyolog olarak başlamışu. Bugün çok
daha iy1 görüyoruz ki, bilinçsiz bir zihinsel faaliyet fikri çok daha
kolay kavranabilir ve biyolojik işlevselcilik anlayışı açısından
kendi içinde tutarlı bir kavramdır; esas sorun en ayrıntılı nano­
biyolojik çalışmalarda dahi evrende bilinen tüm makro ve mikro
fizik yasalara uyduğu kanıtlannuş maddi bir örgütlenme olan
sinir sisteminin zihinsel işlevlerinin bazılarının niçin ve nasıl
(maddenin hangi fiziksel özelliklerine dayanarak) "bilinçli" adını
verdiğimiz, iç yaşantılamaya dayanan fenomenolojik bir özellik
kazandığıdır. Esas muamma fenomenolojik bilinçtir; çünkü
bilinçsiz zihinsel faaliyet biyolojik olarak çok kolay anlaşılıp açık­
lanabilecek bir şeydir. Gerçi sinir sisteminin bilinçsiz zihinsel
faaliyetleri oldugu fikri tam olarak Freud'cu bihnçdışı kavramıyla
örtüşmez. Ama bu fikir doğabilimi eğilimi almış hekimlerin psi­
kanalize niçin bir safsata gözüyle bakmadıklarını, hatta tam tersi­
ne, en azından XX. yüzyılın uzunca bir dönemi boyunca akılcı bir
teori olarak değerlendirdiklerini açıklar.
Freud'un Metapsikoloji'sinde ortaya koyduğu kadanyla bilin­
dışı zihinsel süreçler (yani "birincil süreç" düşüncesi), bilinçli
zihinsel faaliyet alanında gözlenen kimi olguları açıklayan sağlam
bir varsayım statüsündedir ve ne gizemli ne de Aydınlanma kar­
şıtıdır. Ruhsal süreçlerle ilgilenen bir hekim olarak Freud'un
insan zihinsel faaliyetinde güçlü bir akıldışı (irrasyonel) yön gör­
düğü açıktır ve bu anlayış gerçekten de iki bakımdan klasik
Aydınlanmacılıktan farklıdır. llk olarak, klasik Aydınlanmacılık,
akıldışılıgı insan zihinsel faaliyetinin doğasının bir gereği olarak
görmez ve insanın bu akıldışı yönünün dışarıdan (din, boş inanç,
cehalet, vs. sebebiyle) oluşturuldugunu kabul eder. insan bir kez
1 36 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S 1 K A N A L I Z

aydınlandığında bu akıldışılık da ortadan kalkacaktır. Nitekim


Foucault gibi bazı düşünürleıin ileri sürdüğü gibi, bir tıp disipli­
ni olarak ve modernist anlamda psikiyatrinin kuruluşu
Aydınlanma hareketiyle önemli bir ilişki içindedir. Modem psiki­
yatrinin kurucusu olarak kabul edilen ve Fransız devriminde
önemli bir rol üstlenen Aydınlanmacı "ruh hekimi" Philippe
Pinel, akıl hastalanna yapılan muamelelerde zincire vurulmanın
önlenmesi gibi kimi iyileştirmelere gitmekle kalmamış, akıl has­
talığının doğasını da bir tür akıldı.şılıkla açıklamıştı . Gerçi önemli
sayıda hasta üzeıine yaptığı çalışmalarda bu tipte hastalıklarda
güçlü bir kalıtsal yön oldugu yönünde ve günümüz DNA ince­
lemeleriyle de dbğ:rulanarı'' bir görüşü destekleyen neticelere
ulaşmıştı. Ansak, aynı zamanda çevre faktörlerini ve özellikle
boş inançları da bu tipte hastalıklarda rol oynayan faktörler
arasına almış ve bugünkü bilişsel psikoterapiye benzeyen bir tür
grup psikoterapisi teknigi geliştinneye çalışarak hastalann algı­
lama ve düşünme kalıplarındaki akıldışı ögeleri'düzeltmeye de
yönelmişti.
Günümüz psikiyatrisinde bile etkilerini devam ettiren bu kla­
sik Aydınlanmacı tutum Freud'unkinden önemli farklılıklar gös­
terir. Freud'da akıldışılık, insan sinir sisteminin zihinsel faaliyeti­
ne dışarıdan giydirilen ve eğitimle aşılabilecek bir olgu değildir.
Ceyiın yerindeyse, akıldışılık insan zihninin filogenetik olarak
içkin bir özelligidir. işte bu noktada akıldışılık konusunda
Freud'un klasik Aydınlanmacıl ı ktan ayrıldığı ikinci özellik karşı­
mıza çıkar; akıldışılıkla akıl büsbülÜn bir karşıtlık içinde değil,
dereceli bir süreklilik ilişkisi içindedir. Ancak akıldışıyla akıl ara­
sında böyle dereceli bir süreklilik ilişkisi anlayışını gelişlirebilıne­
sinde, psikiyatri tarihinin belli bir dönemde -burada aynntısına
�remeyecegimiz- paradoksal b ır gelişme göstem1esi nedeniyle
nöroloj ik bilim kökenli Freud'un Pinel ve izleyicisi diğer uruh
hekimlerine'' göre normale daha yakı n , hatta nonnal insanlarla
çalışmış olmasının önemli bir rolü o\dugu unutulmamalıdır;
L A C A N ' I N A V R U P A O Ü S Ü N C E S I N O E K I Y E R i 137

Freud gerçek delileri çok uzaktan görmüştür. Her halükarda bu


süreklilik anlayışı Freud'un akıldışı zihinsel faaliyetlere daha hoş­
görülü bir tutumla bakabilmesinde, dolayısıyla hastalarının da bu
akıldışı yönlerini bastırmadan dile getirebilmelerine imkan
veren bir psikoterapi tekniği geliştirmesinde yardımcı olmuştur.
Ama gene de psikanalizdeki nihai tutum Aydınlanmacıdır;
"ld'in olduğu her yerde Ben olacak" veya "bilinçdışı bilinçli kılı­
nacak". Eğer ld'in haz ilkesine tabi, ruyevi, fantazmatik, efsunlu,
akıldışı yaşantılamaların yeri olduğu , buna karşılık Ben'in ger­
çeklik ilkesine bağlı olan akılcı ruhsal faaliyetin egemenliğinde
olduğu düşünülürse, psikanalitik kürü özetleyen bu tipte slo­
ganların tipik Aydınlanmacı tutumla nasıl bir yakınlık içinde
olduğu görülecektir.
Freud'un nevroz olgularında gözlenen akıldışı ve gizemli
insan zihinsel faaliyetlerini açıklamaya yönelik teorisinin ilk
temellerini attığı, ancak ölümünden sonra yayımlanabilen
.
"Bilimsel Bir Psikoloji lçin Proje"sinden başlayarak nasıl akılcı bir
yolda ilerlediği, tüm ömrü boyunca psikanalitik psikolojiyi nöro-
1ojik bilimle uyuşturmak için nasıl spekülatif bir çaba içine girdi­
ği iyi bilinir. Nitekim josef Breuer'le birlikte kaleme aldığı Histeri
Üzerine Çalışmalar'ında amaçlarının "histerik gizemi sıradan
insani drama dönüştürmek" olduğunu söyleyeceklerdir; gizemli
histerik belinilerin (mesela psikojenik körlüklerin , felçlerin, kişi­
lik çözülmelerinin) ardında acılı bir insan vardır, hepsi bu.
Burada da aynı gizem bozucu, Aydınlanmacı güdülenmeyi görü­
rüz.
Açık Aydınlanmacı yönlerine rağmen Freud'un pozitivist
olduğu söylenemez. Hatta akademik çevrelerde bugün psikanali­
ze yöneltilen en önemli eleştirinin, pozitivist bir yöntembilim
yoksunluğu olduğu bile söylenebilir. Bugün çeşitli pozitivist psi­
koterapi teknikleri, mesela insan davranışlarını ölçülebilir kılan,
dolayısıyla uyguladıklan tekniklerin neticelerini açıkça tartışmaya
imkan veren bir yöntembilim kullanırlar ve psikanalizin böylesi
1 38 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L i Z

bir bilimsel kanıtlama yöntemi kullanamamasını şiddetle eleştirir­


ler. Günümüzde psikanalizin ve analitik psikoterapilerin etkinli­
gini ölçmeye yönelik kimi araşurma yöntemleri geliştirilmiş
olmakla beraber, bunlar artık yeni yetişen psikiyatrlan ve psiko­
loglan tatmin etmemektedir. Bilimsel araşurmaya yönelik bu
yöntembilim eksikliği , kimi psikanalistleri tıp ve psikoloji disip­
linlerine sırt çevirmeye ve bir tür edebiyata yaklaşmaya sevk
etmiştir.
Yeniden Lacan'a dönelim. Freud'un izleyicisi olan Lacan'ın
aynı Aydınlanmacı güdülenmeyle çalıştığı söylenemez. Bu farklı­
lık üsluplannda bile gözlenebilir. Freud'un açık, net, akılcı, açık­
lamaya yönelik, ikr:ıa edici �slubuna karşılık Lacan'ın kapalı ve
gizemli bir üsh}bu vardır; eşit ve akılcı bir tartışmada ikna etmeye
çalışan net bir üsluptansa. okurunda yukanlardan bir yerlerden
gelen ulvi bir ses duyuyormuş izlenimi bırakıp ruhunu akılcı
olmayan yönleriyle teslim almaya çalı.şan bir üslup. Ama gene .de
Lacan'da Aydınlanmacı bir öz vardır. Bu yönü Heidegger'e karşıt­
lığı baglamında yeniden ele alacağız. Ama şimdiden bir · İpucu
verelim_
Psikanalizinin pratikte hastaya verilen yoruma dayanması,
dogabilimlerinin netliği açısından bakıldığında bu tekniğin en
zayıf halkasını oluşturur. Çünkü hastaya verilen yommun doğru­
luğunu sınayacak hiçbir ölçüt yok gibi durmaktadır; analistin
hası.anın söylemini şöyle degil de böyle yorumlaması gerektiğini
gösterecek, güvenilir ve nesnel bir kılavuz yoktur. Kuram çok
geneldir ve analistin bu kuramı , karşısındaki özel duruma nasıl
uygulayacağı geniş ölçüde belirsizdir. Bu çerçevede analistin
yanım verirken hasta karşısında hissettiklerini (karşı-aktarımını)
kendi içinde analiz etmekten başka bir güvenilir yöntemi olmadı­
ğı düşünülür. Ancak analistin bu kendini (karşı-aktanmını) ana­
lizinin dogrulugu ise kaçınılmaz olarak kendinden· menkuldür.
işte bu noktada Lacan, dilbilime dayanarak daha güvenilir bir
bakış açısı geliştirmek bakımından umut verici bir kapı aralar
L A C A N ' I N A V R U P A D Ü S Ü N C E S I N D E K İ Y E R i 1 39

gibidir. Ancak psikanalizde bu dilbiümsel yöntem yeterince geliş­


tirilmemiştir. Bununla beraber Lacan'ın dil anlayışı da kültüralist­
tarihselci bir yük taşımaz; evrenselcidir. Lacan'ın e'vTenselciliğiyse
Aydınlanmaya en çok yaklaşugı, yani Heidegger'den en çok uzak­
laşugı noktaya getirir bizi.

Tarihselcilik. Heidegger'le Lacan'a bağlanmadan önce atma­


mız gereken son bir adım var: Alman tarihselciliği ve yorumsama­
cılıgını kısaca da olsa incelememiz gerekiyor. Çünkü Freud üze­
ıinden Lacan'a uzanan Aydınlanmacı bir etki varsa, Alman tarih­
selciliği ve yorumsamacılığından Heidegger'e intikal eden karşı­
Aydınlanmacı bir yön de vardır. Önce tarihsel sürece bir göz
atalım.
Heidegger'i geniş ölçüde etkilediğini bildiğimiz Alman tarih­
selciliğinin önde gelen ismi Dilthey'in açıkça itiraf ettiği gibi,
tarihselcilik ve yorumsamacılık i ki bin yıldan beri hendi içine
"

dönüp kalmış eslzi Alman devletinin topralılannın 1 789 Fransız


Aydınlanma devriminin oı·dulan ta rafmda ıı işgal edilip parçalan­
masına tephi olaralı gelişmiştir" . 7 XIX. yüzyıl AvTUpasında
Aydınlanma hareketi gücünü yitirmeye başladığında Fransa'da
atıllaşmış bir Aydınlanmacılık olan pozitivizmin gelişmesine kar­
şılık, Almanya'da tamamen tepkisel bir hareket olarak romantizm
ve tarihselciliğin ön plana çıkması incelenmesi gereken bir olgu­
dur. Löwy'nin tespitlerine göre, bu süreçten Fransa ve Almanya'da
kapitalizmin farklı şekillerde gelişmiş olması sorumludur.8 Güçlü
Fransız burjuvazisi, köktenci bir tutumla geleneksel toplumla
bağlannı koparan devrimci-Aydınlanmacı bir sınıftı . Almanya ise
teknolojide oldukça geriydi; buna bağlı olarak Alman burjuvazisi
de geleneksel-feodal toplum ve devletle bağlannı koparmadan
gelişen, uzlaşmacı bir sınıf olarak güçlendi. Kapitalist üretim iliş-

7 Wilhelm Dilthey, �Tin Bilimlerine Giriş�, Hermencutik ve Tin Bilimle­


ri iç i nde . çev. Dogan Özlem, Paradigma Yayınlan, 1999.

8 Michael Lôwy, Pour ırnr sociologie des inLellectııels revolııc ionnaires:


L'evolutioıı politiqııe de Lııkacs 1 909- 1929, PUF, 1 976.
140 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L İ Z

kileri, pratikle geleneksel-feodal insani ilişkilerin beli.rleyiciligi


içinde gelişiyordu. Bunun en tipik örneklerinden biri, 1 844 yılın­
da Silezyalı dokuma işçilerinin başlamgı ayaklanmanın (mesela
Fransa'da olduğu gibi) doğrudan kapitalist üretim ilişkilerine
karşı bir hareket halini almayıp makineleri hedef almasıdır.
Ayaklanan işçiler makineleri kırmıştı. Çünkü Alman halkı huzur­
lannı kaçıran şeyin üretim ilişkileri değil. endüstrileşme olduğu­
nu düşünüyordu.
Löwy bu romantik tepkiselliğin ünlü Alman şair Hölderlin'in
eserinde ifadesini bulduğunu yazar. 9 Teknoloji ve hatta bilim
karşısındaki aynı tepkiselligi Hölderlin'den geniş ölçüde etkile­
nen Heidegger'de <le buluıuz)O Bugün en güçlü Yeşilci hareketin
Almanya'da ortaya Çıkmış olması da bu bakımdan düşündürücü­
-:
dür. Almanya daki Aydınlanma karşıtlıgını çok daha gerilere,
hatta bizzat Kam'a kadar bile öteleyebiliriz. Kam'ın eseri bir bakı­
ma Aydınlanmanın doruğu olarak görülürse de, bir başka açıdan
bu akıma karşı ilk güçlü sınır çiziştir. Çünkü Kant, Saf Akim
Eleşli1isi'nde evrenselci-Aydınlanmacı bir çizgi izlerniŞ olmakla
beraber, aklın imkanlannı ve geçerlilik koşullarım da incelemiş,
insan aklının aşamayacagı sınırlan da göstermeye çalışmıştır. Bu
bir bakıma Aydınlanmacı insan aklına "dur bakalım, buraya
kadar, haddini bil," demektir. Böylece akıldan başka bilme
imkanlarına (inanca) belli bir yol açılmıştır. Nitekim izleyicisi
Fichte bu imkanı değerlendirerek insanın sadece aklıyla ele alın­
masına karşı çıktıgı gibi, insanın da sadece aklıyla değil, tüm
heyecanlan ve coşkularıyla kavrayan bir varlık olduğu fikrini
geliştirmeye yönelecektir. Ancak esas Aydınlanma karşıtı tarihsel­
ci yorumsamacılıgın kökeninde Herder'in görüşleri yer alır.
Geçmiş toplumlan bir tür cehalet ve boş inançla açıklayan

9 Michael Lôwy, agy .

10 Martin Heiclegger, Tekniğe Yônelilı Som, çev. Dogan Özlem, Afa


Yayınlan, 1 99 7; "Bilim ve Düşünüm," çev. Hakkı Hünler, Bilim üzerine
iki Ders içinde. Paradigma Yayınlan. 1998.
L A C A N ' I N A V R U P A O Ü S Ü N C E S İ N O E K İ Y E R i 141

Aydınlanmacı anlayışa karş1 ilk kez Herder tarihselci bir episte­


mik görelili k geliştirmiş, her kültürün dışarıdan (mesela bugün
Avrupa toplumu merkez alınarak ilerlemeci bir tarzda) değil de
kendi içinden anlaşılması gerekliğini söylemişti. Schleirmacher
de yorumsamacı tekniği geliştirerek tarihselciliğe büyük katkıda
bulunmuştu. 1 1
Yorumsama, Aydınlanma düşüncesiyle kısmen unutulmuş
eski bir bilme tarzıdır. Tann'mn kelamının ve bu kelama daha
yakın eski bilginlerin eserlerinin yorumlanması entelektüel yaşa­
mın esasım oluşturuyordu bir zamanlar. Bir bakıma karşımıza
çıkan sorularla gelecekte aradığımız Aydınlanmacı-ilerlemeci
hakikat anlayışının tersiydi bu anlayış. Hakikat geçmişte, eski
bilginlerin eserlerindeydi. Yorum , bugünle artık kopmuş geçmişi
birbirine bağlama, bugünle geçmiş arasında bozulmuş bir sürek­
liliği yeniden kunna çabasıdır. Heidegger'in öğrencisi Gadamer
açıkça söyler bunu. 1 2 Heidegger'in Eski Yunanca etimolojisiyle
kurmak istediği de bu bağdır; Var'lıgı Eski Yunanlılann yaşadığı
g1bi anlamak. Alman romantizmiyle yorumsamacılığın örtüşen
yanlan vardır; her ikisi de kökten devrimci bir kopuş olan
Aydmlanmacılıgın tersine çalışırlar.

İki Dil. Dikkatimizi çekmesi gereken bir nokta var: Acaba


neden Heidegger ve Gadamer'in tipik örnekleri oldukları, bir
dönemin Alman filozoflan ısrarla epistemik bir kültürel göreliliğe
dayanarak, bir yandan Avrupa'yı kültürel olarak kendi içine
kapamaya çalışırken diğer yandan kıtanın kendi kültürel tarihi
içinde yorumsamacı bir onam1a ve tarihsel sürekliliği sağlama
çabasına girişiyorlardı da, aynı dönemin Bachelard, Althusser,
Foucaulı gibi Fransız filozoflannda örneğini bulan tipik Fransız
düşüncesi epistemik bir kopuş fikrinde ısrar edip taıihselci kül­
türalizme kapatıyordu kapılannı? Fransa'mn güçlü bir devrim ve
1 1 Saffet Murat Tura, "Dilsel Cemaat ve Evrensel Özne," Birinci Bölüm,
Defter, Kış 200 1 , sayı 42 : ikinci Böhım, Defıer. Bahar 200 1 , sayı , 43 .
1 2 Saffet Murat Tura, agy.
142 F R E U O ' O A N L A C A N ' A P S İ K A N A L İ Z

Aydınlanma yaşamış olmasıyla. mesela bir Sanre'ın köksüz ve


özsüz bir birey olarak algıladığı, tarihinden, kültüründen, vahiy­
den kopmuş, kendini seçmekten başka çaresi olmayan insanı
arasında nasıl bir bağ vardı?
Aynı şekilde Saussure'ün dilbilimi etimolojiye kapalı bir disip­
lin olarak kurmasında da Aydınlanmacılığın Fransız kültüründe­
ki gecikmiş etkilerinin payı hesap edilebilir. Bu dilbilimde dil,
tarihsel bir kalıt olarak incelenmez; tek tek öğelerinin değerini
diğerleriyle eşzaman h ilişkilerinden aldığı bir sistem olarak kav­
ramlaştırılır; bir başka deyişle, dil tarihsel köklerinden kopanl­
mışur. lşte Lacan'ın dil anlayışının temelinde de bu zamandışılık
boyutu önemli btr rol oymır. Aynca Saussure belli bir dili,
Almancayı veya Fransızcayı da konu almaz. Deyim yerindeyse, dil
,,
denen iletişim sisteminin mantığı, evrensel yapısıdır onun ön
plana çıkardıf,rı .
Freud bilinçdışı "birincil süreç" düşüncesinin zaman-dışılı­
ğından söz ederke n . bil inçdışı simgelerin libidi-nal yatırımları­
nın oynaklığını göz önüne almıştı daha çok. ı 3 Lacan'cı bir
çerçeveden bakarsak, bilinçdışı işleyiş birbiriyle eşzamanl ı
ilişkideki simgelerle belirlenecektir. B u işleyiş konuşma eyle­
minde bir seçme işlemini ön plana çıkardığı oranda da simge­
nin kendisiyle aynı pradigmatik düzeydeki eşdeğerlilerinin
bastırılmasında tanımını bulacakllr. Konuşmak kaçınılmaz
olarak baslırmaktır; çünkü dile gelen her şey her koşulda aynı
paradigınatik düzeyde bir başkasının dile gelmemesi zeminin­
de ve sayesinde olanaklıdır. işte bilinçdışı bu dile gelmeyen
zemindedir; sözün zemini olan dildedir. Bu bilinçdışı dilsel
yapılanma ise tarihsizdir, zaman-dışıdır. Şimdi evrensel ve
zamansız bir yapılanına olarak bilinçdışının kendini sergiledi­
ği alanlara daha yakından bakalım ve konumuzla bağını kur­
maya çalışalım.

1 3 Sigmund Freud, Mttapsyclıologie, Gallimard. 1978.


L A C A N ' I N A V R U P A D Ü S Ü N C E S I N D E K I Y E R i 1 43

Lacan'ın psikanalizi ve genel olarak psikanaliz, Husserl'in


fenomenolojisi ve Sartre'm varoluşçuluğuyla belli bir karşıtlık
içindedir. Kartezyen öncüllerden kalkarak bilinç içeriğinin kaçı­
nılmaz hakikati sergilediği fikrine karşı çıkar psikanaliz.
Psikanalize göre tam tersine, bilinçte yaşamılanmayan bir zihinsel
hakikat vardır. Burada biraz durup ne kastettiğimi iyice anlatmak
istiyorum. Eğer insan, mesela elinde bir acı duyuyorsa bu tanış­
masız bir hakikattir. Ama burada tanışmasız olan nedir? Kişinin
elinde acı duyduğu, bir iç yaşantılama olarak doğnıdur. Ama
paradoksal bir şekilde bu acı yaşantılaması, o insanın elinde sahi­
den bir acı duyduğu anlamına gelmez. Çünkü bir hekim olarak
çok iyi biliyoruz ki. o insan elinde acı duyduğunu hayal de ede­
bilir ve bu hayalini gerçek gibi algılayabilir. Mesela bir şizofren
hastanın mülakat yapılırken. o anda anüsüne giren bir penisin
uyarabileceği yaşantılamalan deneyinılediğini ve doğal olarak bu
olayın gerçekleştiğini söylemesi, deneyimli bir psikiyatr açısından
pek de şaşırtıcı olmayan kayıtlardır. Hastanın böyle bir deneyimi
okluğu hakikattir, ama o deneyim bir başka düzeyde hakikat
değildir. O halde kanezyen hakikat anlayışını bir kez daha göz­
den geçirmemiz gerekir.
Matematik bir toplumsal hayal mi? Üçgenin iç açılannın top­
lamının (eğer bir doğruya dışındaki bir noktadan bir tek paralel
doğrunun çizilebileceğini kabul edersek) iki dik açıya eşit oldu­
ğunu söylediğimizde hakikate ulaştığımızı yaşantılıyorsak, toplu
bir hezeyan içinde olmadığımızı nasıl kanıtlayabiliriz? Kartezyen
hakikat fikri, bilince açık seçik görünmeyi hakikatin ölçüsü ola­
rak almıştı; matematik ve felsefenin yol göstericisi bu öznel dene­
yimdi. Oysa psikotik deneyim, hakikatin bizden farklı beyin
yapısı olan bazı (mesela şizofren) insanların iç dünyasında tama­
men farklı şekilde ışıdığını gösteriyor. Ama hakikat deneyimi
hakikatin temeli olarak alınamazsa hakikatin temeli nedir?
Yazının başında sorduğumuz somya bir kez daha geri dönü­
yoruz. Hatırlarsanız, XX. yüzyılın başlarında Alman matematikçi
1 44 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L i Z

Hilbert'in geometrinin aksiyomatik yapısından hareketle öznel­


kartezyen bir hakikat fikri karşısında tamamen biçimsel bir mate­
matik kurma çabalanndan söz etmiştik (Lacan·ın büyük matema­
ük tutkusu hanrlanırsa konudan çok da uzaklaşmadıgımız anla­
şılabilir). Geçen yüzyılın başlarında karizmatik matematikçi
Hilben, evrende insana özgü öznel (dolayısıyla yamltıcı olabile­
cek) bir hakikate ulaşma deneyimine girişmiş olmasaydı bile,
matematigin hakikat olduğunu göstermeye çalışıyordu. Matematik
hakikatin insan öznel deneyimine dayanmadıgını, matematiğin
nesnel bir hakikat olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu Hilben.
Dolayısıyla matematiği, insani iç deneyime dayanan anlamdan
yoksun biçimsel b;ışlangıç l<!Jlımlanna (aksiyomlara) ve birtakım
biçimsel işaret kurallarına indirgeyerek bütünüyle ispatlayabile­
ceğini düşünüyordu . Hatta XX. yüzyılın başlarında dünya ölçe­
ğinde bütün büyük matematikçiler bu çabaya katkıda bulunmaya
çalışular ve tüm matematiği biçimsel kurallar dizgesine indirge­
meye yöneldiler. Bunların arasında Alan Turing'in çalışmaları
önemlidir. Turing, hiçbir öznel hakikat deneyimlemesi olmadan,
tamamen algoriunik biçimsel kurallara göre çalışan, insan zihnin­
den başka bir sistemin de kaçınılmaz olarak aynı matematik
hakikatlere ulaşacagım göstem1ek için bir tür matematik makine­
si düşledi. Bugün kullandıgınız bilgisayarlar bu düşün ürünüdür.
Ancak bi.ı düşünsel makineler (dolayısıyla bugün kullandıgımız
bilgisayarlar) "durma problemi" adı verilen bir matematik prob­
lem çözülemediği için (çözümsüzlüğü ispatlandıgı için) esas
matematik amacım gerçekleştiremedi. Matematigin bir yan ürünü
olan günümüz bilgisayar teknolojisi göz önüne alınırsa böyle bir
başansız sonuç bile azımsanamaz herhalde.
Ama Hilbert'in nesnel bir matematik kurma çabası. genç
matematikçi Kurt Gödel'den gelen bir darbeyle kesin bir yenilgiye
uğradı. Gödel teoremi, bir ak<>iyomatik sistemden biç_imsel olarak
türetilemeyecek matematik hakikatler olduğunu kanıtladı. Bu
ispat, biçimciliğin agır bir şekilde darbe almasını sagladı ve kar-
L A C A N ' I N A V R U P A O Ü S Ü N C E S 1 N O E K 1 Y E R 1 1 45

tezyen hakikat fikrine yeniden bir imkan kapısı açtı. Gödel teore­
mi, sıradan okuru şu bakımdan da ilgilendirir; algoritmik biçim­
sel sistemlere göre çalı.şan hiçbir makine (düşünülebilecek en
gelişmiş bilgisayar) bile insan matematiğine ulaşamaz. 14
Matematik bizi sadece Lacan'ın hobisi olduğu için ilgilendir­
medi. Biz hakikatin peşindeydik . Ve XX. yüzyıl matematiği en
azından Gödel teoremi sayesinde hakikatin kanezyen kavranışı­
nın hala yabana atılamayacak bir anlayış olduğunu gösterdi;
"hakikat öznel ve aynı zamanda evrensel bir iç deneyimdir" tezi
kolayca üstü çizilecek bir tez değildir. Şimdi konumuz olan psi­
kanalize dönelim. Psikanaliz, Husserl'ci fenomenolojinin ve özel­
likle Sanre'ın varoluşçulugunun dayandıgı bu hakikat fikrine bir
itirazdır; insanın kendi deneyimlediği hakikati geniş ölçüde bir
yanılsamadan ibarettir psikanaliz için. Lacan için özellikle böyle­
dir bu. Matematiği yakından takip eden bir hekimin, kendi disip­
linini matematiğe rağmen temellendirmeye çalışmasındaki kaygı­
larını iyi anlamamız gerekir.
Psikiyatrlar olarak çok iyi biliyoruz ki, bir paranoyağa heze­
yanlarının dogrulugu bir üçgenin iç açılarının toplamının iki dik
açıya eşit olması kadar açık seçik bir doğru gibi görünebilir.
Üstelik burada bir zeka zafiyeti de söz konusu değildir. Çünkü
aynı paranoyak, hiç tereddüt etmeden Pisagor teoremini ispatla­
yacak kadar zeki olabilir. Lacan'cı psikanalizin bu paradoksa
getirdiği yanıt şöyle özetlenebilir; matematikten farklı olarak
insan, kendiyle ilgili gerçeği daima imgesel bir yanılsamanın ger­
çeğinde deneyimler. İnsanın kendi gerçeğini düşünmesi, mate­
matik bir önermeyi düşünmesinden tamamen farklıdır. Bu ayrım
çizgisi kartezyenizmden (dolayısıyla fenomenoloj i ve varoluşçu­
luktan) kopuşu kaydeder; insan her şeyi bilse bile kendini bile­
mez. Aklın ve dilin yapısı bunu gerektirir; açıklayalım.
Varoluşçular ölümden (bir anlamda hiçlikten) çok söz ederler
ve onu yaşam hakikatinin temsilcisi olarak görürler. Ölümü insan
14 Roger Penrose, Slıadows of thı: Mind, Oxford University Press, 1 994 .
146 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L i Z

yaşamının bir hakikati olarak koyarlar ortaya ve insanın ölüm


karşısındaki tutumunun belirleyici katmanlannı araştırırlar.
Acaba Lacan'cı psikanaliz için nedir ölüm? Ölümün fenomeno­
loj ik bir betimlemesi yapılabilir mi? Aslına bakarsak, insani
açıdan ölümün üç boyutu vardır: gerçek, imgesel ve simgesel .
Ölüm, insan yaşamının bir gerçeğidir. Onu bilimsel olarak
tanımlayıp açıklayabiliriz. Fizyoloj ik ve biyofizik formüllerini
yazabiliriz. Bu ölüm gerçeğidir. Ama ölüm, insanın toplumsal
dünyasında sadece biyoloj ik bir ölüm değildir; bir ritüel konu­
sudur. Ölüm daima bir başkasının ölümü olarak karşımıza
çıkar. Tüm söylenceleri, etos ve milosuyla sosyal, ideoloj ik ve
söylemsel bir olgµdur ölüll}. Bizim ölümle ilişkimizi hayal edi­
şimiz, yani imgesel ölümümüz de daima gerçekle simgesel (söy­
lemsel) alanırr arasında şekillenecektir. Ölümün hakikatini asla
bilemeyiz. Bir gerçek ölüm vardır, bir de simgesel . Ama bizim
ölümü yaşantılamamız bunlann arasındaki imgesel kayganhkta
kalır. O halde, ölümün ve ölümlülü�n fenome�olojisini ya a­ p
mayız. Ya da, yapacağımız fenomenoloji imgesel bir yanılsama­
lar silsilesi olacaktır; bir rüya gibi.
Ölümün bilmediğimiz (tanışıklığımız olmayan) bir gerçek
olmasının, buna karşılık simgesel etosunun bolluğunun bizi bu
yaşamsal fenomenin fenomenolojisinden mahrum ettiği düşünü­
lebilir; oysa hiçliğin bilinmezliği karşısında varoluşumuz doğru­
dan bir deneyimdir ve fenomenolojisi yapılabilir. lşte bu tez de
yanlıştır Lacan'a göre. insan kendi varoluşunun hakikatini, dene­
yimlediği fenomenolojik-kartezyen hakikat üzerine kuramaz
(eğer kurabilseydi, psikanaliste gerek kalmazdı). insanın kendi
varoluşuyla ilişkisi, daima imgesel bir yanılsamanın zembereğin­
de gidip geleceklir. lnsanın varoluş sorusunun yanıtı gerçek
"ne�lik ile kültürel (simgesel) "kim"lik arasında gidip gelen bir
imgesel bocalama olmaktan öteye gidemeyecektir; ir:ısan ne oldu­
ğunu temel alan bir kimlik mi geliştirecektir, yoksa kim olduğu­
nu temel alan bir ne'lik kavramına mı inanacaktır?
L A C A N ' I N A V R U P A D Ü S Ü N C E S I N D E K I Y E R i 1 47

insanın kendi gerçeğini daima kendisiyle ilgili toplumsal bir


imgeden dolayırnlanarak düşünebilmesi, Lacan'ın sıklıkla sözünü
ettigi spaltmıg'Ia, yarılmayla ilgilidir. insanın kendi hakikatini
ancak bir imgenin yanılsamasından dolayımlanarak görebilir
olması yarılmanın temelidir. lacan'ın insanı. Heidegger'in dille
bütünleşen , onun aracılığıyla dilin (tarihin, zamanın , varlığın)
konuştuğu insanından tamamen farklıdır. Heidegger'de insanla
dilin ilişkisi sorunsuzdur. Sıradan insanların söyleminde dile
gelen, omolojik düzeyde değilse bile omik düzeyde bir hakikattir.
Filozofa düşen bu omik düzeyi yorumsamayla kökenine bağla­
mak, ondaki ontolojiyi açığa çıkarmaktır. Heidegger'de dil kendi
döngüsel etkileri (ontiko-omoloj ik gidip gelmeleriyle) hakikati
sergiler. Oysa Lacan'da dil gizleyen, hakikatten uzaklaşuran, insa­
nın kendi gerçeğini söylem içinde tanım lanan bir imgenin yanıl­
samalı etkilerine bağlayan yönleriyle öne çıkar.
Bu durumda Heidegger'le Lacan, Avrupa kültürünün iki
temel kutbünun nasıl bir karşıtlık zemininde şekillendiğini anla­
tan son örnekler halini alır. Heidegger'in dilsel cemaatçi kültüra­

lizrrıine karşılık, lacan'da evrenselcilik ön plana çıkmıştır.


Psikanalizin temel aldıgı iki evrensel durum, narsisizm ve
Oidipus kompleksi, insanın şu ya da bu dille değil, dilin yapısıy­
la, mantığıyla ilişkisi bakımından tanımlanır.
Lacan'ın Freud gibi açık Aydınlanmacı yönleri olan bir psika­
nalist olmadığı doğrudur. Hatta yer yer Aydınlanmaya ters düştü­
ğü de söylenebilir. Ancak gene de Lacan'ın Avrupa'nın
Aydınlanmacı geleneğiyle bağlan da olan bir kanadından geldiği
unutulmamalıdır. Heidegger'e büsbütün terstir bu yönelim.
vı.

D İ L B İ L İ M VE YAP I SA L ANTR O PO LO J İ

acan'ı tam anlamıyla kavrayabilmek için belli bir "Dilbilim ve


L Yapısal Antropoloji" bilgisine sahip olmak gerektiği kabul
edilir. Şüphesiz, yerinde bir tespittir bu. En azından Lacan'ın
kullandığı kavranılan anlamak bakımından vazgeçemeyeceğimiz
bir temel bilgi düzeyi sağlamayı hedef alıyoruz bu bölümde.
Ferdinand de Saussure, gerçek anlamıyla "dilbilimin" kurucusu
olarak kabul edilir. Aslında eseri, ölümünden sonra öğrencilerinin
ders notlarından derlenerek onaya çıkanlmıştır. Bu bakımdan bazı
nokLalarda -didaktik yönelimin kaçınılmaz sonucu olan- yetersiz­
liklere rastlansa da. dil olgusuna bakışta tamamen yeni ve tanışma­
sız bilimsel bir görüş açısı getirmiştir Saussure'ün dersleri.
Saussure öncesinde dil alanındaki çalışmalar daha çok kelime­
lerin tarihi , dillerin geçirdiği aşamalar, çeşitli dillerin akrabalığı
gibi ampirik çalışmalar ile sınırlıydı. Bu çalışmalann ortaya koy­
duğu bilgi birikimi tamşma götürmez bir katkı ise de, henüz dilin
ne olduğu konusunda bilimsel bir görüş, bir teori ortaya atılma-
1 50 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S İ K A N A L İ Z

ınıştı. Dilin ne olduğu konusundaki görüş Port-Royal okulunun


görüşlerine dayanıyordu. Daha çok Descanes'çı bir anlayışı olan
bu okula göre, dilin yapısı, düşüncenin yapısını temsil eden say­
dam bir taşıyıcıdan ibareui. l
Dilden bağımsız bir düşünce tözünün bulunduğu şeklinde
özetlenebilir olan bu kartezyen (Descanes'çı) görüş, ilk bakışta
garip gibi görünen bir tarzda, Lacan'ııı etkilendiği dilbilimciler
arasında yer alan Chomsky'de de belli bir şekilde devam etmek­
tedir. Bu soruna ileride döneceğiz.
Oysa Saussure'e göre dil "sistemi� (Saussure'de henüz yapı
kavramı gelişmemiştir, bu nedenle daha çok sistem kavramını
kullanır) ile düşüı;ıce ayın e<i,ilemez. Düşüncenin biçimleri de dil
ile birlikte kuıulur:-

Sözcüksel anlatımdan soyutlanarak ele alındığında, düşünce­


mizin, ruhbilimsel açıdan biçimlenmemiş, aynmsız bir )'ıgın
olduğu görülür. Düşüncede dilin ortaya çıkmasından önce
hiçbir şey belirgin değildir. (. . . ) Dilin düşünceye karşı üstlen­
.
diği görev, kavramların anlaumı için özdeksel bir ses arao
yaratmak değil, düşünce ile sese aracılık yapmaktır. (. . .) Dil
biçimlenmemiş iki yığın arasında (yani işitsel imgeler ile
düşünce arasında) oluşurken kendi biçimlerim yaratır. (. . . ) Ne
ses düşünceden aynlabilir ne de düşünce sesten. (. . . ) Demek
ki dilbilim bu iki dı:.ızeye bağlanan öğelerin birleştiği sınır böl­
ge.sinde yer alır. Bu birleşim bir töz değil, bir biçim yaratır.2

(Saussure'ün bu saptamasının dilbilim içindeki sakıncasına,


buna karşılık Lacan ile yakınlığına daha önce dikkat çekmiştik.)
Demek ki Saussure'e göre dil, düşüncenin basit bir aracı sayı­
lamaz. Ancak dilin düşünce tözünü yarattığı da söylenemez. Dil
bir biçimsel koşullar dizgesidir. Bu bağlamda hem düşünceye

1 Oswald Ducrot, Le Sıructuralisme en Liııguisrique: Qu'esı-ce que U


Sırucıuralisme. Editions du Seuil. 1 973
2 Ferdinand de Saussure. Gcııel Dillıilinı Dersleri. çev. Berke Vardar.
TDK Yayınları, l 976.
D i L B İ L i M V E YAPISAL A N T R O P O LO J İ 151

hem d e sese -aralarındaki bağlantıyı sağlarken- kendi biçimsel


koşullannı da kabul ettim1iş olur. Biçimsel koşullar nedir sorusu­
na aşağıda yanıt vermeye çalışacağız.
Dil toplumsal ve uzlaşımsal bir kurumdur. Saussure'ün teori­
sinin içerdiği kavramlar çeşitli karşıtlıklar halinde ortaya kon­
muştur (ki bu anlayış onun dil anlayışına da tamamen uyar); bu
bakımdan dil kavramını anlamak için Saussure'ün "dil-söz'· kar­
şıtlığı kavram bütününe bakmak gerek. Söz bireyin, öznenin dili
kullanması ile ortaya çıkan gerçek bir nesne olarak var olan ve
-zaman içinde birbirini izleyen dilbilimleri ile belirlendiğine göre­
arı zamanlı bir boyuttur. Oysa dil, söze (yani bireysel kullanıma)
olanak tanıyan uzlaşımsal bir kurumdur, yani onu konuşanlar
tarafından üzerinde anlaşmaya varılmış olmasından başka bir
geçerlilik koşulu yokmr. Öte yandan dil, sözün tersine, gerçek bir
nesne değildir; o bir potansiyel. bir gizil imkanlar bütünüdür.
Daha doğrusu bireysel kullanıma (söze) imkan veren biçimsel
kurallar sistemidir. Dil, söz gibi "an zamanlı" da değildir; biçimsel
kurallar dilbilimsel birimlerin eşzamanlı ilişkilerinden ibarettir.
Şimdi biraz yorumlarsak, Saussure bireye, özneye dilin sun­
duğu imkanlar çerçevesinde bir hareket serbestisini tanımaktadır.
Gerçekten de Saussure, "söz" ile doğrudan ilgili değildir. Bireyin
şu kelime yerine bu kelimeyi seçmesi , vs. onu ilgilendinnez. Bu
sorunu daha çok psikolojinin bir sorunu gibi görür, haklı olarak.
Onun esas sorgulama alanı diidir.
Ancak bu noktada bir parantez açıp lacan'ın "dil-söz" ilişki­
si konusundaki görüşüne bakalım. Lacan, Saussure'ün bireye
tanıdığı imkana (yani dilin kuralları çerçevesinde bireyin özgür
seçim imkanına) karşı çıkar. lşte, seminerlerinden birinde
öğrencisi Octave Mannoni ile giriştiği tartışma; lacan , öğrenci­
lerinden "dil-söz ayrımını yapmalarını istemiştir, Mannoni'nin
yanıtı şöyledir:
- Ben kısa kesmek için şöyle diyeceğim; dil geometraldir, söz
ise perspektiftir ve perspektif noktası daima bir başka nokta ola-
1 52 F R E U O ' D A N L A C A N ' A P S İ K A N A L I Z

bilir. Dil bir gerçekliktir, geomelraldir. Yani perspeklif haline


getirilmemiş olandır ve hiç kimseye de ait değildir. Halbuki söz,
bu geomeualin bir perspektifinden ibarettir ve perspektifin mer­
kezi, kaçış noktası daima bir Ben'dir. Dilde ise Ben yoklur.
Kanımca Mannoni'nin bu "geoınetral-perspektif ınetaforu"
tamamen Saussure çizgisine denk düşmektedir. Oysa Lacan sür­
dürür:

Lacan - Emin misiniz?

Mannoni - Dil bir evrendir. Söz bu evrende bir kesit, tam


olarak konuşan öznenin konumuna bağlı bir kesittir. Dil
belki bir anlfima (seııstsahiptir, ama söz bir anlamlandırma­
ya (significatfon) sahiptir. Latincenin anlamı anlaşılabilir,
ama Lat,nce bir söz degildir.

Lacan - Latince anlaşıldıgı zaman, farklı sözcükbilimsel (lexi­


cologiqııe) ve dilbilimsel (grammatical) öğelerinin örgütleniş
tarzı, anlamların birbirlerine sürekli gönderimde bulunma
tarzı anlaşılmış olur. Ve siz niçin şimdi kalkıp dilin içinde
Ben'in sistemlerinin olmadığım söylüyorsunuz? Tam tersine,
Ben mutlak olarak oraya içerilmiŞ durumdadır. ( . . . ) Analitik
deneyimi temellendiren şey, dile herhangi bir şekilde girme­
nin aynı şekilde etkili olmamasıdır. . . 3

Lacan'ın vurgulamak istediği, bireyin kendisinin de dil içinde


belirlenmiş bir konumdan konuştuğudur. Bu konum başlangıçta
Oidipal söylem tarafından verilir. Psikanaliz için dile hangi
konumdan girildiği önemlidir. Öznenin kendisi de kendi sözün­
de bir dilbilimsel gösterenle temsil edilir. Böylece öznenin kendi­
si de dilin kendisini temsil etmesini sağlayan göstereninin dil
tarafından belirlenmesi ile belirlenmiş olur:

Bir gösteren nedir? (. . . ) Bir gösteren bir özneyi temsil eden


şeydir. Fakat kimin için? Bir başka özne için değil, bir başka

3 jacques L1can , Le Moi Dans La Tlıı.'orie de Frcııd er Darıs la Techııique


ele la Psychanalyse, Editions du Seuil , 1 9 78.
D I L B I L I M V E Y A P I S A L A N T R O P O L O J i 153

gösteren için. Bu aksiyomu canlandırmak için hiyerogliflerle


kaplı bir taş bulduğumuzu varsayın. Bunlan yazan bir özne­
nin bulunmuş olduğundan bir an bile şüphe etmezsiniz.
Fakat her gösterenin size bir şeyler söylemek için yazıldığını,
size gönderildiğini düşünürseniz, bu bir yanılgı olur. Kanıtı
da açık, siz ondan hiçbir şey anlamazsınız. Tam tersine, bu
gösterenlerden her birinin diğer birine bağlanması olgusuna
bakarak onları gösteren olarak tanımlarsınız. lşte, öznenin
Ötekinin alanına yönelen (yani simgesel düzene yönelen)
ilişkisinde söz konusu olan budur.

Ôzne, Ötekinin alanında (yani simgesel düzende) gösteren


olarak ortaya çıkar.4

Lacan'a ilişkin bu saptamadan sonra parantezi kapatıp


Saussure'e devam edelim. Yukarıda Saussure için esas araştırma
alanının uzlaşırnsal, eşzamanlı, gizil bir toplumsal kurum olan dil
olduguna değinmiştik. Dilin birimleri "gösterge"lerdir.
Gösterge, bir "gösteren ," bir de "gösterilen"den oluşur.
Gösteren ses değil, "işitsel imge"dir. Yani gösteren fizik bir nesne
değil, bilişsel bir nesnedir. Gösterilen ise dış dünyadaki bir nesne
değil, "kavram"dır. Demek ki göstergenin her iki öğesi de anlık­
saldır. Gösterme ilişkisi, bir işitsel imgeyi (yani göstereni) bir
kavrama (yani gösterilene) bağlayan ilişkidir, Bu durumda;

Gosterge
..
=
! Gösteren (işitsel imge) r şeklinde ı. fade ed.l
ı eb.1.
ı ır.
Gösterilen (kavram)

Şimdi bu aşamada biraz durup "gôsterge"nin bazı özellikleri­


nin altını çizelim. llk olarak dilin "uzlaşımsal" bir kurum olarak
nitelenmesinin gerekçelerinden biri -ama sadece biri- ile karşıla­
şıyoruz. Gösterme ilişkisinde her iki öğenin bağlantısı keyfidir.
Yani mesela "masa" işitsel imgesi ile "masa" kavramı arasında ne
deneysel ne de mantıki ilişki vardır (Saussure'ün bu görüşü, izle-

4 Jacques Lacan. Les Quatre Concepts Fondcımentaux de la Psyclıarıalyse,


Editions du Seuil, 1973.
1 54 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S İ K A N A L İ Z

yen dilbilimciler tarafından eleştirilmiştir. Evet, gerçi bu iki öğe


arasında deneysel ya da mantıki bir zorunlu ilişki yoktur, ancak
dilin yapısı bu ilişkiyi zonınlu kılar. Saussure\in bu eleştiriye
karşı çıkmayacağı, teorisinin bütününden bellidir. O, aradaki
ilişkinin keyfi olduğunu söylerken daha çok dil dışında bir belir­
leyenin olamayacağını ifade etmektedir).
ikinci olarak göstergenin her iki ôğesi de anlıksaldır, bir başka
deyişle "dil" içinde kalır. Masa "işitsel imgesi" (göstereni), kendisi
anlık içinde kalmakla yetinmez, anlamını dış dünyada göndeıiın­
de bulunduğu gerçeklikten değil, gene anlıktaki masa kavTamın­
dan alır. Dış dünyaya gönderimi anlamın kökeni gibi göm1ek
yanılgısı (ki pek Cf()k ampirist teorinin dil konusundaki yanılgısı
buradan kaynaklanir) karşısında şunu belirtelim: Nasıl masa işit­
sel imgesi t�, yasa, vs. gibi işitsel imgelerden. bu imgelerle
aynmsal ilişkisi dolayısıyla aynşarak bir kendilik kazanıyor ise,
masa kavramı da sandalye, eşya, yatak, vs. gibi kavramlarqan
aynşarak bir kendilik kazanır (bu noktada Frege -ile bir yakınlık
kurulabilir).
işte, dile otonomisini veren budur. Dil, kendi içinde bir
bütündür. Dış dünyaya gönderimde bulunma gereksinimi yok­
tur. ''Lacan'a Giriş" bölümünde dilin bu otonomisinin bilinç
fenomenlerinin otonomisini, matematiklerin, hatta akıl yürütme­
nin (mantığın) deneye başvurmaksızın işlerliklerini açıklayabildi­
ği ne değinmiştik. Sözgelimi, geometrinin söz konusu ettiği nokta,
doğru, vs. gibi kavramlar gerçek evrende hiçbir gerçek nesneye
gönderimde bulunmazlar. Ancak geometri içinde belli anlama
sahiptirler. işte, matematikte akıl yürütme yoluyla aslında dil
içinde çalışılmış olur. Bir başka deyişle, matematikler dilin (özel
bir dilin) manuki imkanlarının araştırılmasından ibarettir:
Dilin bu otonom yapısı , yani hem onu kullanan özneden hem
de gerçeklikten bağımsız yapısı, Lacan'a göre "insanın koşulu­
nun" (ilginç nokta; deyim Sartre'a aittir) yeni bir boyutunu oluş­
turur. insan sadece dışandan dış gerçeklikle sınırlı değildir, içeri-
D i L B I L I M V E Y A P I S A L A N T R O P O L O J i 1 55

den düşüncesinin biçimleri açısından da sınırlıdır. lnsan kendisi­


ni ve gerçekliği ancak dilin verdiği dolayım sayesinde düşünebi­
lirken, hem gerçekliği kendisinden ayırt etme -böylece bir gerçek­
lik nosyonu geliştirebilme- imkanına kavuşur hem de giderek
daha toplumsallaşmış, )üceltilmiş" kavramlarla kendini düşü­
nürken, kendi gerçekliğini dile getiren ilk simgeselleştim1eleri de
bilinçdışında bırakmış olur.
$imdi Saussure'de buraya kadar anlattıklanınızda sezilen ve
belki de teorisi içın en can alıcı nokta olan konuya geliyoruz: Değer.
Şimdi, gösterme ilişkisi bir gösteren (işitsel imge) ile bir gös­
terilen (kavram) arasındaki bir ilişki gibi onaya çıkmıştı . Ancak
Saussure'e göre bu il işki bu kadar basit olamaz. Çünkü her bir
dilbilimsel öğenin değeri, dilin sisteminde (yapısında) diğer öğe­
lerle ilişkisinde belirlenir. Bir işitsel imgeni n kendi olması, diğer
işitsel imgelerden ayrımlaşmasına bağlıdır. Bir başka deyişle, her
bir dilbilimsel öğe, olumlu kipte değil olumsuz kipte diğer öge­
lerden farh ile tanımlanabilir. Yukanda verdiğimiz ômegi tekrar­
la:ı-sak, "masa" kavramı, ancak sandalye, yatak, vs. gibi kavramlar­
dan farkı vurgulanarak tanımlanabilir. Bu da bir dilin bütün
ögelerinin sürekli birbirine gönderim yaptığını ve her bir ögenin
değerinin, ancak bu sistem içindeki ilişkileri ile belirlenebileceği­
ni gösterir ki, yapısalcılığın temel tezlerinden biridir bu. Demek
ki "gösterge"nin içerdiği göstem1e ilişkisi (yani anlaşılsın diye
çarpıtmayı da göze alarak bir kelimenin "anlamı" diyelim) göste­
ren (işitsel imge) ile gösterilen (kavram) arasındaki basit bir iliş­
kinin değil, dilin bütünü içinde, "eşzamanlı" olarak mevcuı
bulunan biçimsel ilişkilere dayanan karmaşık bir yapısal ilişkinin
sonucudur.
Bu noktada lacan'a göre göstergenin sadece işitsel bir imge
olmadığını, simgeleştirmeye imkan veren her şey olabileceğini,
gösterilenin ise (ya da Lacan'ın daha sık kullandığı terim olan
"öznede gösterilen"in ise) öznenin yaşantıladıgı şey oldugunu (bir
anlamda, tüm bilişsel lcognitijl simgeselleştim1elerden soyutladı-
1 56 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L i Z

ğımızdaki haliyle heyecanlar demek yanlış olmasa gerek) kayde­


delim_ Demek ki Lacan'da simgeler (yer yer Lacan, simgeyi göste­
ren karşılığı olarak da kullanır). insanın çıplak yaşantılamasım
kendi biçimsel kurallarına göre yapı landım.
Saussure'e göre gösterenin iki ôğesi. gösteren ile gösterilen, bir
kağıt yaprağının iki yüzü gibi birbirinden aynlamaz; birini keser­
seniz diğeri de kesilir. Şimdi bu anlayış, psikanalizdeki "ikincil
süreç" düşüncesine uysa bile elbette Freud'un deyimleriyle "dür­
tüler" ile "psişik temsilcilerin" çok daha oynak ve akışkan bir
şekilde bağlandığı "birincil süreç" düşüncesine uymaz. Şüphesiz
Saussure, ne bireydeki dil gelişimini hatta ne de bir erişkinin
kafasındaki dil performansını konu edinir. Onun nesnesi olan
"dil" -tıpkı geometrinin "nokta"sı ya da fiziğin kütlesi gibi- teorik,
kavramsa\ , ideal bir nesnedir. Ancak psikanalizin sorunsalı baş­
kadır. Onun sorunsalı, Saussure'ün kavranılan ile konuşursak ,
dilden çok "söz"ü (ya da Saussure'den sonra çok daha iyi geli.şti­
rilen bir kavram olan söylemi) sorgular. Bu nedenle Saussure'de
ilineksel gibi duran sorunlar Lacan'da özseldir. Öyle ' ki , Lacan
adeta öznede gösterilen olan saf yaşantılama deneyimi üzerinde
sürekli kayan gösterenler zincirini sabitleştiren, böylece bir göste­
reni bir gösterilene bağlayan gücü ve anı tespit etmeye çalışır.
Öyle sanıyorum ki , bu an ve güç "kökensel bastırma"nın meyda­
na geldiği andır Lacan'a göre. Böylece Freud'un daha önce işaret
ettiğimiz bilmecesi (yani kökensel bastırma sayesinde dürtü ve
temsilcisi arasında meydana gelen -üstelik ilk bakışta "birincil
süreç" düşüncesindeki dürtülerin akışkanlığı ile hiç de uyuşma­
yan- fiksasyon meselesi) bir açıklık kazanmaya başlar. Kökensel
bastırmada -hiç bilinçli olmamış, ama bilinçdışı da zaten köken­
sel bastırma ile kurulacağına göre bilinçdışı da olmayan- bir tem­
silci bilinçdışına bastınlmaktadır. Akla ilk gelen çözüm, kökensel
bastırmada hem ilk simgeselleşmenin meydana geldiği hem ilk
simgenin bir ve aynı operasyonla bastırıldığı hem de böylece gös­
terilen ile gösteren arasındaki kopmaz bağın kurulduğu şeklinde
D İ L B İ L I M V E Y A P I S A L A N T R O P O L O J i 157

oluyor. Söz konusu olayın lacan'm teorisine göre nasıl açıklana­


bileceğine (tabii yorumlanmızdaki bütün sorumlulugu üstlene­
rek) izleyen bölümde işaret edeceğiz. Ancak şunu belirtelim ki,
Lacan'a göre gösterenler zincirinin sabitleşmesi -hatta "ikincil
süreç" düşüncesinde bile- asla tamamlanmaz. insan dile asla ege­
men olamaz. Üstelik bu oynaklık, mutlak diyalog imkanını orta­
dan kaldım.
Şimdi biraz da Saussure sonrası dilbilime bakalım. Andre
Martinet'ye göre dilde iki tip eklemlenme söz konusudur. Birinci
düzeyde fonetik (sesbilimsel) öğeleri ancak anlamlı parçalar
halinde (ki bunlann en kaba örneğini kelimeler teşkil eder) ayırt
edebiliriz. !kinci düzeyde ise anlamlı üniteleri parçalayan, artık
kendisi anlamsız olan ses öğelerini (heceleri, vs.) elde ederiz. Bu
ikinci düzeyde elde edilen öğeler, aynı düzeydeki başka öğelerle
birleştirilerek birind düzeyin anlamlı öğeleri (kelimeler, vs.)
kurulabilir. Dikkat edilirse dil düzeyindeki ilk eklemlenme öğele­
ri anlamlı öğelerdir ki, bunlara "monem" (anlam öğesi) adını
verir. ikinci eklemlenme düzeyinde öğeler ise "fonem"lerdir.5
"Monem"lerin Saussure'ün göstergelerine yaklaştığı düşünülebi­
lir. Ancak ikinci eklemlenme düzeyinde "kavram"a başvurmak
gerekmemektedir (Lacan'cı bazı rüya analizlerinde bu ikinci
eklemlenme düzeyi de ele alınır).
Demek ki bu durumda dilbilim, dilbilimsel öğeleri iki şekilde
ele almaktadır. Birinci düzeyde dilbilirnsel öğeler, önce kendisi ile
aynı düzeydeki öğeler ile ilişkisi çerçevesinde ele alınmaktadır.
!kinci olarak anlamlı bütünler elde etmek için alt düzeydeki öğe­
lerin üst düzeydeki ögeler ile ilişkisine geçilmektedir (Benveniste).
jakobson, Lacan'ı etkilemiş bir dilbilimci olarak kabul edilir.
Bu etkinin sebebi, jakobson'un konuşma edimini ele alan, dola­
yısıyla -Saussure'cü çerçevede konuşursak- dil ile söz arasındaki
ilişkiye önem veren teorik görüşleri olsa gerek.

5 Andre Martınet, işlevsel Genel Dilbilim. çev. Berke Vardar. Birey ve


Toplum Yayınları, 198 5 .
1 58 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S İ K A N A L i Z

Jakobson'a göre konuşurken iki tip edimde bulunuruz:


"Ayıklama" ve "birleştirme". Ayıklama, birbirinin yerini alabilecek
öğeler arasında bir seçim yapma edimidir. Birleştirme ise bu öge­
leri daha üst düzeyde bir öğe e lde etmek için an zamanlı bir
şekilde eklemleme işlemidir.6
Bir başka deyişle, ayıklama Saussure'ün "dil" kavramı düzeyinde
gerçekleşir. Ayıklamada birbiriyle eşzamanlı, gizil ilişkide olan öğeler
arasında bir seçim yapılır. Birleştirme ise Saussure'ün söz düzeyinde
geçer. Yani burası aktüalize olmuş bir düzeydir ve belirtildiği gibi an
zamanlı bir ilişkilendirme süreci söz konusudur. Ayıklamada göster­
geler birbirinin yokluğunda, mevcut olmayı�10cla (in absentia) ilişki­
ye girerken, birleştirmede birbirinin aktüalizasyonunda (gerçekleşti­
rilmesinde), mevcudiyetinde ilişkiye girerler.
Bu iki düzeyi aşagıdaki gibi şematize etmek mümkündür:

Dil Düzeyi
- Eş zamanlı San Sandalye dikdörtgen
- Gizil (virtuel)
1 1
1 1
1 .,

- in absentia Yeşil Koltuk kare


- Ayıklama
- Metafor Kahverengi Masa yuvarlak(t1r)

Söz Düzeyi:
- Art zamanlı
- aktüel (gerçekleşmemiş)
- in presentia
- Birleştirme
- Metonimi

Şimdi mesela "Kahverengi masa yuvarlaktır" gibi bir cümleyi


dile getirirken, "kahverengi" ile eşzamanlı ilişkiye giren, yani kah­
verengi kavramının değerini veren yeşil, san, vs. arasıI].da önce bir
"ayıklama" yaparız. D ikkat edilirse, bu kavramlar arasındaki iliş­
ki, ancak birbirlerinin yokluğunda (in absentia), birbirleriyle
6 Anika Lcmaire, jacqııes Lacan, Mardaga, 1978.
O I L B I L I M V E Y A P I S A L A N T R O P O L O J i 159

aynmsal ilişkilerinde, birbirlerini dışta bırakması yoluyla kurula­


bilir. Bunlar arasında ilişki eşzamanlıdır, yani zaman bakımından
bir öncelik-sonralık ilişkisi kurulamaz. Aynı ayıklama sürecinin
"masa" ile "sandalye", "koltuk" ile "yuvarlak" ve "dikdöngen" ile
"kare", vs. arasında da geçerli olduğu açıktır.
Oysa "birleştirme" edimi (ki söz düzeyinde yer alır) art zaman­
lıdır; göstergeler zaman bakımından bir öncelik, sonralık çizgisin­
de dizilmiştir; öyle ki , bu an zamanlı sıralama değiştirilirse
"anlam" tamamen ortadan kalkabilir. Birleştirme aku ile kurulan
ilişki gerçekleşmiş (aktüalize olmuş) bir ilişkidir. ögeler birbiri­
nin mevcudiyetinde (in presentia) ilişki içindedir.
Bilindiği gibi jakobson, bu çerçevede afazinin * iki tipini
ayın etmiştir. Afazik hastalar incelendiğinde, bunların konuş­
ma edimlerinin ya "ayıklama" düzeyinde ya ''birleştim1e"
düzeyinde (ya da her ikisinde birden) bir bozukluk saptanır
dil bilim açısından . 7
Lacan, "Bilinçdışı bir dil gibi yapılasmıştır," derken, bilinçdı­
şındaki simgelerin yukarıda dil düzeyini özetleyen ilişkiler içinde
olduğunu savunmaktadır sanırım.
Şimdi belki de saptanması en güç konuya, Chomsky dilbili­
mine, bu dilbilimin hem kanezyen gelenekle hem de paradoksal
bir biçimde Lacan ile olan ilişkisine geçiyoruz.
Eğer Chomsky'nin teorisine kabaca bakarsak, üç temel kav­
ram ile karşılaşınz: Yüzeysel karmaşık yapılar, derin ve daha basit
yapılar ve dönüşüm kurallan.
Buna göre karşılaştığımız söylem (ya da Saussure'ün deyimiy­
le söz) dilin sentaksının yüzeysel ve karmaşık yapılarını sergiler.
Bu yapılar aslında daha basit olan, fakat aktüel söylemde açıkça
ortaya çıkmayan derin yapılardan belli dönüşüm kuralları ile elde
edilirler.
Chomsky dilbiliminde dil teorisi üç ayn ögeden oluşur.

* Afazi: Beyindeki organik bozukluklara bağlı konuşma güçlükleri.


7 Henri Hecaen, Lcs Fonctioııs clu Ccrvcau , Masson. 1 98 3 .
160 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S İ K A N A L İ Z

Semantik, sentaks ve fonetik. Semantik teori, kelimelerin anlam­


lanm veren bir sözlüğe dayanır. Sentaks ise yukanda sözünü
ettiğimiz yapılar ile ilgilidir. Bir başka deyişle, semantik düzeyin­
de sentaktik yapılarla ortaya konan cümlenin "anlam" açısından
yorumu, fonetik ile de ses bakımından yorumu yapılır. Demek ki
Chomsky'ye göre sentaks, semantik (anlambilim) ile fonetik (ses­
bilim) arasındaki ilişkiyi sağlar. 8
Kanımca Chomsky dilbilimi semantiğinin içerdiği sözlük, tam
anlamıyla Saussure'ün yapı kavramına uyar. Çünkü bu sözlük her
bir kavramın, diğer kavramlarla aynmsal ilişkisine göre kurul­
muştur.
Bu kaba bilgiJ'i-verdikten;ıonra bizi burada ilgilendiren yönü­
ne geçebiliriz Chomsky dilbiliminin.
Bu dilbilirr)." teorisinin başansı, davranışçı okula karşı geliştir­
diği eleştiri çerçevesinde daha kolay anlaşılabilir. Davranışçı oku­
lun açıklamakta güçlük çekeceği bir saptama yapar Chomsky
dilbilimi. lnsarılar o güne kadar hiç karşılaşmadıklan cümleleri
anlayabilir ve kurabilirler. Bu durumu "uyatan-tepki" mekaniz­
ması ile açıklamak oldukça güçtür. Buna karşılık karmaşık yapı­
lann, derin ve basit yapılardan dönüşüm kurallan ile türediği
düşünülürse olay açıklık kazanır.
Chomsky'nin kanezyen geleneğe yaklaştığını söylemiştik.
Söyle ki, Chomsky'ye göre derin yapılar doğuştan (inne) getiril­
miştir, yani bunlar merkezi sinir sisteminin organizasyonunun bir
ürünüdür. Buna karşılık, gerek dönüşüm kurallan gerekse yüzey­
sel yapılar kazanılmış mahiyettedir. Düşünce (semantik) ile sen­
taks yapılann ilişkilendiği düzey de işte bu derin yapılar düzeyi­
dir. Böylece Chomsky, kanezyen dualite problemini (yani düşün­
ce tözü ile madde tözü ikiliği problemini) yeniden onaya koymuş
olur. Chomsky, insanın daha önce hiç karşılaşmadığı sonsuz
sayıdaki cümleyi anlaması ve kurması olgusunu açı,klamak için
"düşünceyi" bir hipotez olarak kullanır.

8 N oam Chomsky, Les Sırucıures Synıa.xiqııe. Editions du Seuil, 1 969 .


D I L B I L I M V E Y A P I S A L A N T R O P O L O J İ 161

Chomsky, bu nedenle idealist, metafizikçi olarak eleştirilmiş­


tir. Ancak Chomsky okulunun yanıtı oldukça doyurucu gibi
görünüyor:

Dilbilimsel iletişim süreci, söylemin üretimi sırasında konu­


şanın içsel düşüncelerini, fikirlerini herkes tarafından gözle­
nebilir, işitsel bir fenomen biçiminde kodladığı ve dinleye­
nin de bu söylemi anladığı koşulda, bu objektif fenomenleri
aynı düşüncelerin, fikirlerin içsel bir deneyimi biçiminde
çözümlediği bir süreçtir.9

Chomsky'nin filozofik düzeydeki savunucusu olan Katz, dil­


bilim teorileri çerçevesinde bazı gözlenemez fikirleri, düşünceleri
bir varsayım olarak ileri sürdüklerinde, "fizikçilerin bazı 'mikro­
anıitelerin' bazı 'mikrosüreçlerin' gözlenemez oldugunu söyleme­
sinden" daha farklı bir epistemolojik çerçeveye yerleşmediklerini
söylemektedir. 1 0
Kanımca Lacan iki bakımdan Chomsky'ye yaklaşıyor: Ilk
olarak gösterileni "tıpkı bir içsel deneyim" gibi düşünmekle
Chomsky'ye yaklaşır Lacan, öte yandan da yüzeysel ve karmaşık
bilinç yapılarının altında basit bilinçdışı }'apılar olması ve
yüzeysel, kültürel yapıların bi1inçdışı yapılardan türediğini
düşünmesi bakımından. Ancak şunu hemen kaydedeyim ki,
Lacan ile Chomsky arasında indirgenemez bir karşıtlık da mev­
cuttur: llk olarak Lacan'da gösterilen bir iç yaşanulamadır,
ancak bu asla bir "ide", bir "fikir", bir düşünce mahiyetinde
değildir. Simgeselleşmemiş bir düşünce tanımaz Lacan . Onun
"öznede gösterilen" dediği bir soyutlama olarak simgeden
bağımsız gibi düşünülebilen emosyonlar, yaşantılamalar ve
diğerleridir. ikinci olarak, Lacan hiçbir şekilde bilinçdışı yapıla­
rın doğuştan getirildiğini savlamaz. Ancak şunu kaydedeyim ki,
Lacan-Chomsky ilişkisi daha ayrıntılı bir çalışmaya konu olabi-

9 Jerrold j . Katz, La Philosoplıie du Laııgage, Payot, 1 9 7 1


1 O Jerrold ] . Katz, agy.
162 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L İ Z

lecek niteliktedir ve sadece Lacan'ı anlatmaya yönelik bir çalış­


madan bu zor ödevi gerçekleştirmesi beklenmemeli .
Şimdi bu bölümde üstlendiğimiz görevi tamamlamak için
kısaca Claude Levi-Strauss'un "Yapısal Amropoloji"sine değine­
lim.
"Yapısal Antropoloji", tüm bir etnografi geleneğinin tersine,
detaylı ampirik veriler toplamak yerine bazı bütünsel sistemlerin
(akrabalık sistemlerinin, mitlerin, ritüellerin, vs.) evrensel yapısı­
nı ortaya koymaya çalışır . Adeta söz ile değil, dil ile ilgilenen dil­
bilim gibi zaman ve mekan içinde çeşitlilik gösteren kültürel
ürünlerin altında yatan ve bütün bu çeşitliliğe imkan tanıyan
yapıyı ortaya koytnayı hede(.alır.
levi-Strauss'a gelene kadar art zamanlı inceleme ön planda
idi. Buna görd>nceki ölaylar sonraki olayların nedeni sayılıyordu.
Oysa Levi-Strauss eşzamanlı inceleme yöntemini, yani öğelerin
birbiriyle ilişkileri içindeki belirlenimini ön plana aldı .
.
Bu bakımdan özellikle fonolojiden (seşbilim) etkilendi.
Fonoloji, "nükleer fiziğin kesin dogabilimlerihde oynadığı yenile­
yici rolü insan bilimleri karşısında'r oynayaca ktı . 1 1
Bizim için burada önemli olan akrabalık yapılan hakkındaki
çalışmasında Levi-Sttauss, "akrabal ığın elemanter yapılarını"
şöyle tanımlıyor:

Akrabalığın elemanter yapılarından, isimlendirme düzeninin


doğrudan doğruya akraba ve hısım halkası olarak belirlemeye
olanak tanıdığı sistemleri anlıyoruz; yani belli tipte akrabalar
ile evlenmeyi tasvip eden sistemleri ya da eğer deyim yeıinde
ise, grubu tüm üyeleri ile akrabalar olarak tanımlamakla bir­
likte bu üyeleri iki kategoriye, mümkün evlilikler ve yasaklan­
mış evlilikler kategorilerine ayıran sistemleri anlıyomz. 12

1 1 Claude Levi-Strauss, Anılıropologie Structımıle. Plon, 19 5 8.

1 2 Claude Levi-Sırauss, Les Structu res Eltmmıtaires de La Pareme. Pres­


ses Universitaires de France, 1 949.
O 1 L B 1 L i M V E Y A P I S A L A N T R O P O L O J 1 1 63

Uvi-Strauss, akrabalık sistemlerini doğrudan ensest yasağı ile


yapılanmış olarak ele alır. Ensest yasağı evrenseldir; kültürden
kültüre büyük biçimsel farklılıklar göstermekle birlikte, tüm kül­
türlerde değişmeyen bir kural olarak karşımıza çıkar ve akrabalık
ilişkileri de aslında ensest yasağının biçimine göre yapılaşır.
Sözgelimi bazı toplumlarda sadece babanm erkek kardeşinden
yegenler arasında bir yasak varken, diğerlerinde kız kardeşinden
kuzenlerle ilgilidir yasak. Akrabalık ilişkileri de bu yasaklara göre
düzenlenmiştir.
Ensest yasağı nereden kaynaklanır peki? Bu biyolojik bir
kökene sahip olamaz. çünkü yasak toplumdan topluma değişik­
lik gösterir. Üstelik, eğer doğal bir cinsel ilgisizlik söz konusu
olsaydı kültürel bir yasağa ne gerek kalırdı?
Bazı kadınlarla evlenmeyi yasaklamak, o kadınlan dışandan
erkeklere vermekle yapılaşır. Böylece kadınlar bir iletişim aracı
haline gelirler. Levi-Strauss'a göre toplumda üç Lipte iletişim var­
dır. Akrabalığın ve evliliğin kuralları (ekonomik kurallann gelir­
lerin ve hizmetlerin iletişimini sağlamaya hizmet etmesi gibi, ya
da dil kurallarının mesaj iletişimine hizmet etmesi gibi) "gruplar
arasındaki kadın iletişimini sağlamaya hizmet ederler"_ 1 3
Demek ki egzogami (dış evlilik) ensest yasağı ile yapılanmıştır
ve kültürel iletişimin temellerinden biridir.
Lacan, Levi-Strauss'ta "doğa-kültür" karşıtlığının vurgulanma­
sını görür. Ensest yasağını (dolayısıyla Oidipus kamıaşasmı)
kültürün düzeninin temel dayanağı olarak görme konusunda
Uvi-Strauss'a dayanır. Bununla beraber "Lacan-Uvi-Strauss" iliş­
kisinin sorunsuz bir koşutluk içinde geçtiği düşünülemez. Ancak
tanışmanın boyULlan bu çalışmanın sınırlan dışında.
Lacan'ı anlamak bakımından gerekli dilbilim nosyonunu
aktarmaya ayırdığımız bu bölümü, gene Lacan'ın dilbilim hak­
kında söyledikleri ile kapatalım:

1 3 Claude Levi-Sırauss, Aııtlıropologie Strucwralc. Plon, 1 958.


164 F R E U D ' O A N L A C A N ' A P S i K A N A L i Z

Günümüzde insan bilimi denebilecek, ama gene de tüm psiko­


sosyolojiden ayırt etmemiz gereken yeni bir bilimin, yani dilbili­
min oluşum sürecini yaşıyoruz. Bu bilimin modeli tek başına
kendi spontanilesinde presübjektif bir şekilde kombinatuar, *
**
operan bir işleyiştir. lşte bilinçdışına statüsünü veren bu yapı-
dır. Her durumda bu sayede bilinçdışı terimi altında nitelenebilir,
erişilebilir bir şeyler olduğundan emin olabiliyoruz. 1 4

• Kombinatuar: ögelerin birbirine göreli durumuna ilişkin.


"' *
Operan: Kendi bütünlüğü içinde işlev gören.
14 jacques Lacan, Les Quatre Concepts Fondamentaux de la Psychanalyse,
Editions du Seuil, 1973.
Vl l .
LACAN ' I N PS İ KANALİZ KU RAM I NA
TOPLU B İ R BAKI$

D
aha önceki bölümlerde lacan'm eserini psikanaliz geleneği
çerçevesinde, varoluşçuluk, yorumsamacılık karşısında ve
dilbilimle ilişkisi içinde degerlendirmiştik. Şimdi bu bölümdeki
amacımız, Lacan'm teorisinin bir özetini vermeye çalışmakla
sınırlı olacak. Ancak şunu hemen kaydetmek isterim ki, söz
konusu ettiğimiz özet aslında bir yorum-özettir.
Lacan'ı özetlemeye çalışırken aynı zamanda bir ölçüde yorum­
ladığımı belirtmeye şu nedenle gerek duyuyorum: tık olarak,
okur her şeyden önce lacan'la değil, sadece bir lacan anlatısı ile
karşı karşıya olduğunun bilincinde olmalıdır ki -eğer istekli ise­
bizzat lacan okumasına yönelmek için bir nedeni olsun. lkinci
olarak da, her lacan okurunun ister istemez belli bir lacan yoru­
muna gitmeye ihtiyaç duyacağım vurgulamak istiyorum. Çünkü
Lacan'ın eseri, daha önce de belirttiğim gibi, bize bir bütün halin­
de sunulmuş değil. Bu eseri bütünleştirmek için okurun çaba
harcaması gerek.
166 F R E U O ' O A N L A C A N ' A P S i K A N A L İ Z

Yani Llı.can'ın kafasında bütünleşmiş, iç tutarlılık kazanmış bir


teorik yapı varsa bile, biz okurlar olarak bu yapıyla karşı karşıya
degiliz. Onun eserini farklı konumlarda, farklı gerekçelerle söy­
lenmiş ya da yazılmış parçalardan hareket ederek, adeta biz yapı­
landırmak zomnda kalıyomz. Şimdi Llı.can'ın da belli bir Freud
okuması onaya koymaya çalıştığı düşünülürse, bu bölüm adeta
üçüncü elden bir Freud okumasına dönüşüyor. Ancak Llı.can'ın
Freud okumasının Freud'u zenginleştirdiğine muhakkak gözüyle
bakabilirsek de, ben kendi Llı.can okumam için aynı şeyi söyleye­
mem kuşkusuz. lşte şimdi size bu mütevazı okumayı sunuyomm.
Daha önceki bölümlerde de belirtildiği gibi. Llı.can'ın psikana­
liz kuramı dilbilim ile yakın bir ilişki içindedir. Llı.can'a göre, bir
"'
...

tedavi tekniği olarak psikanaliz dil içinde ve dilin aynı zamanda


bir araç olarak kullanıldığı bir süreç içinde geçer. Llı.can'a göre
psikanalizin (teori ve pratiginin) nesnesi olan bilinçdışı, dilin
mantıki bir sonucudur: "Dil biliııçdışmın hoşuludıır."
Şimdi dilin bilinçdışını nasıl mantıki bir zorunluluk haline
getirdigini hatırlatalım. Sartre, kartezyen cogito'ya dayaı:ı.arak psi­
kanalitik bilinçdışı kavramının geçersizliğini iddia ve ilan ediyor­
du. Bilinç kendi üzerine katlanıp kendini nesne edinen düzenegi
ile kendine dolaysızca verilmişti ve burada bilinçdışına yer yoktu.
Bilinç her türlü anlamının kaynağı olduguna göre, adeta bir hay­
vani içgüdü gibi düşünülmüş olan ld'in bilinçteki anlamlı fikirle­
rin kaynagı, yönlendiricisi olduğu düşünülemezdi (burada ayrın­
tılı bir hatırlama için "Lacan'a Giriş" bölümüne yeniden bakmak
gerekli olabilir).
Llı.can, aşagıdaki satırlarda adeta bu yanlış psikanaliz yoru-
muyla polemik halindedir:

Bilinçdışı bir arzu oldugu için, derinliklerden kalkan ve bilincin


üst düzeylerine yükselen. ilkel, yamyamca hatta hayvani bir
bilinçdışı arzu olduğu için bilinçdışının olduğu tezi geçersizdir.
Tam tersine, bilinçdışı olduğu için, yani yapısında ve etkilerinde
L A C A N ' I N P S İ K A N A L İ Z K U R A M I N A T O P L U B İ R B A K I S 1 67

öznenin kontrolünden kaçan dil oldugu için ve üstelik buraya


arzunun işlevi yerleşebileceği için bilinçdışı bir arzu vardır. l

Dilin, bilinci aşkın yapısına, yani bilincin saf ve dolayımsız


kendini nesne edinme edimine dışsal olan (toplumsal-kültürel)
bir dolayım sağladıgına (ve aslında bir anlamda bilincin otonomi­
sinin de simgenin bu aşkın niteliğinden kaynaklandığına) ve
üstelik bu dolayım sayesinde insanın kendisine yabancılaşması
sürecinin nasıl mümkün olabildiğine, bilinçdışının da insanın
kendi gerçeğini kültürel bir kod'dan dolayımlanarak kavramak
zorunluluğuna nasıl bağlanabildiğine yer vermiştik. Bu akıl
yürütmenin sonunda bilinçdışımn kendini adeta mantıki bir
zorunlulukla kabul ettirdiğine değinmiştik.
Lacan, "Bilinçdışı, di/'in mantıhi bir içerinıidir," derken böyle­
si bir bilinç felsefesi eleştirisine dayanmaktadır.
Dikkat edilirse, burada Lacan'ın orijinal bir yönü onaya çık­
maktadır. Bilinçdışını ampirik kanıtlarla göstermeye çalışmak
yerine adeta bir filozof gibi davranmaktadır (yer yer Lacan'ın filo­
zof yönü çok agır basar).
Ama bundan çok daha önemli bir özellikle karşılaşıyoruz
Lacan'da. Freud'dan beri tüm analistler, bütün dikkatlerini bilinç­
dışına yöneltmişler ve "bilinç kavramını" eleştirel bir gözle hiç ele
almamışlardır. Hatta "bilinç" kavramını hiç geliştirmeden ve sor­
gulamadan, nasıl buldularsa, yani Bau kültürüne egemen olan
kanezyen gelenek nasıl ortaya koyduysa, bir başka deyişle bu
biçimiyle "bilinç" kavramının kendi teorileri ile bağdaşıp bağdaş­
mayacağını bile düşünmeden, öylece alıp teorilerinin içine bir
yabancı madde gibi karıştırmışlardır.
Oysa her teorik kavram yeni bir sorgulama alanında (sorun­
salda), bu alanın kavramları ile ayrımsal ilişkisinde yeniden şekil
ve anlam kazanır. işte Lacan , karıezyen bilinç kavramına da böy­
lesi bir eleştirel yeni anlam kazandırmaktadır. Sözgelimi lacan,

l Jacques Lacan, Psyclıaııalysı: et Medecinı::, Leltre de l'Ecole Freudien, No 1 .


168 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L İ Z

"dilin düzeyinde daima bilincin ötesinde bir şeyler olduğunu"


(kuşkusuz dilbilime dayanarak) söylerken bilinç kavramına yeni
yorum getirmektedir.
"Dilbilim ve Yapısal Antropoloji" bölümünde işaret ettiğimiz
göstergenin (ya da Lacan'ın yer yer kullandıgı daha geniş kapsam­
lı "simge"nin) dilin kendi otonom kurallanyla belirleniyor olması,
bilince tanınan tüm fenomenolojik ayncalıklann sonu olur.
Lacan'ın psikanalizi adeta bir dil analizi olarak görmesi, psika­
naliz pratiğinde ulaşılmak istenen sonucun bir "anlam" olduğunu
düşündüğünü açıkça gösteriyor. Aslında bu yaklaşımın psikana­
liz için yeni olduğu söylenemez. Nitekim psikanalitik literatürde
bu yönde açık metinler bulmak mümkündür. Sözgelimi Otta
Rarik şöyle diy:ordtİ :
"'

Psikanalizin ödevi kesinlikle psişik yaşamların en mahrem


olgularını açığa çıkannaya, onaya koymaya, anınezik boş­
lukları doldurmaya ve böylece hastanın gözunde hastalığiinn
anlamını (serıs) ve semptomlarının anlamını (sigr,ıifıcation)
ortaya koymaya dayanır. 2

Şimdi bu aşamada iki saptama yapmamız mümkün gibi görü­


nüyor. ilk olarak, eğer başından beri psikanaliz bir anlam araşur­
ması ise, demek ki aslında başından beri dilbilime gereksinim

duymaktaydı. Nitekim Althusser, psikanalizin sistematikleşmesi­


nin bilimler ailesine daha geç kanlan dilbilime ihtiyaç duyduğunu
söyler. Bu bağlamda Lacan'ın bütün yaptığı -ki zaten kendisi de
böyle düşünür- var olan bir potansiyeli aktüalize etmekten (ger­
çekleştirmek) başka bir şey olmuyor. Ama unutmayalım ki, bu
zaten bütün teorik yenilenmelerin kaderidir; Lavoisier oksijeni
bulur ve yanma ola)1Ill oksitlenme ile açıklarken ya da Einstein
"özel görelilik teorisini" geliştirirken, bu teorik yenilenmeler gök­
ten zembille inmedi. Her teori ancak belli bir teorik konjonktür
zemininde ortaya çıkabilir; bir anlamda teorik konjonktür yeni
2
Otto Rank, Le Traımıatisnıe de la Naissance, Payot, 19 28 .
L A C A N ' I N P S i K A N A L i Z K U R A M I N A T O P L U B i R B A K I S 1 69

teoriye imkan tanır; bilim adamına düşen bu imkanı gerçekleştir­


mekten başka bir şey olmaz çoğu kez.
ikinci saptamamız da epistemolojik mahiyette olacak. En çok
tanışılan konulardan biri de "psişik determinizm" konusudur.
Şimdi bilinç olguları bakımından bir nedenselliğin değil de, bir
erekselligin söz konusu olduğu savlarını hatırlayalım. iki fikir
arasındaki ilişki, -iki kütlenin birbirini çekmesi olgusunda olduğu
gibi nedensel bir ilişki değil- bu fikirlerin anlamlarına dayanan
mantıki bir içerim ilişkisidir. Organizma-psişizma ikiliği sorunu­
na en paralelist yaklaşan yazarlar, sözgelimi Piaget bile, psikoloji
gibi bir bilgi alanının olması için psişik olgulara böylesi bir öz
nitelik tanınması gerektiğini dÜŞünürler.

Bilinç durumları arasındaki ilişki yakından incelendiğinde,


tam olarak nedensellikten gelmeyen, özsel bir nitelik ayın
edilir. ( . . . ) Geniş anlamıyla "içerim" denebilecek bir başka
ilişki tipinden kaynaklanır bu nitelik. Bir bilinç durumu,
özünde bir anlam ortaya koyar ve bir anlam bir başka anla­
mın nedeni değildir, fakat bu başka anlamı (az çok mantıki
olarak) içerir; 2 ve 4 kavranılan 2 + 2 = 4 önermesinin nede­
ni değildir, fakat bu önermeyi zorunlu olarak içerirler. 3

Şimdi psikanalizin paradoksu şurada dügümleniyor: Psikanaliz


bir anlam araştırması olarak çıkıyor karşımıza, ama aynı zamanda
-bazen açık, bazen örtük biçimde- psişik bir nedenselliği de söz
konusu ediyor. Lacan, bu paradoksa bir çözüm, belki bir üçüncü
yol bulmuş gibidir. Burada dilin otonom, kendi yapısal kuralları
olan "presübjektif' yapısına dayanılır. Söz konusu olan bir "yapı­
sal belirlenim"dir artık. Lacan'ın "Bilinçdışı
bir dil gibi yapılaşmış­
tır," formülünün içerimlerinden biri de bu olsa gerek:
Yukarıda söylediklerim size "Bilinçdışı bir dil gibi yapı/aş­
mıştır," şeklinde ileri sürdügüm ve bugün bizim için

3 jean Piaget. Epistemologie des Sciences de l'Homme, Gallimard. 1 9 7 2 .


1 70 F R E U D " D A N L A C A N " A P S İ K A N A L i Z

Freud·un çagından çok daha erişebilir bir alana baglanan


önermeden bazı nosyonlar taşıyor. (. .. ) Tüm deneyimden,
tüm bireysel çıkanmdan ve hatta sadece toplumsal ihtiyaçla­
ra bağlanabilir olan kolektif deneyimlerden bile önce bir şey
bu alanı organize eder .. .

Tamamıyla insani olan ilişkiler yerleşmeden önce belli ilişki­


ler belirlenmiştir.4

Toplumun, kültürün belirlenmiş yapısını taşıyan, kuşaktan


kuşağa aktaran dildir. Böylece Lacan, kültürel düzenin insanı
belirlediğini söylemiş olmaz aslında; özne kültüre ginnekle, dilin
düzenine ginnekle-kültüri.i v,ıı dili de içselleştirmiş olur.

Gösterilebjlir olar:nn (sig11ifiable), gösterenin tutkusunda


kendi işaretine mamz kalmak suretiyle gösteıilene dönüş­
mesine yol açan etkilerinin belirleyiciliğinde, gösteren aktif
işleve sahiptir. Gösterenin bu tutkusu o andan i tibaren insa­
nın koşulunun yeni bir boyutunu oluştumr. ôyle �i, konu­
şan sadece insan değildir, fakat insanda ve insan aracılığıyla
ld konuşur. insanın doğası, hammaddesi olduğu dilin yapı­
sının etkileıiyle doludur. Ve insanda, fikirler psikolojisinin
anlayabileceği sınırlann ötesinde, sözün ilişkisi yankılanır. 5

(Burada ufak bir noktaya işaret edelim: Lacan yukarıdaki satırlar­


da Sartre'ın -"Ltıcan'a Giriş" bölümünde ortaya koyduğumuz­
"insanm koşulu" kategorisini kullanmakta ve dilin yarattığı koşu­
lun insanı belirlediğini söylemek suretiyle de varoluşçu özgürlük
temalarını eleştinnektedir.)
Demek ki Lacan'a göre psişik belirlenim, toplumsal simge siste­
minin özneyi aşan yapısından kaynaklanmaktadır. Özne kendi
gerçekliğini, deneyimini ancak bu nesnel kültürel simge sistemin-

4 jacques Lacan, Les Quaıre Coııcepıs Foııdamcııtaııx de la Psyclıanaly­


se. Editions du Seuil, 1973.
5 Jacques Lacan, Eaits, EdiLions du Seuil , 1 966.
L A C A N ' I N P S İ K A N A L İ Z K U R A M I N A T O P L U B İ R B A K I S 171

den dolayımlanarak kavrar, düşünür ve dile geLirirken, bu oLonom


gerçekliğin presübjektif yapısının biçimsel kurallarına da tabi olur.
Lacan'a göre dil ile belirlenme, kültürün simgesel düzenine
girme. Oidipal evre ile aynı anlama gelmektedir. Şimdilik simgesel
belirlenme ile Oidipus arasındaki ilişkiyi kabaca şöyle ifade edebi­
liriz: insan yavrusu dil ile kültürel bir kumru olan ailede ve ailenin
söylemi sayesinde karşılaşır. Demek ki ailenin Oidipal düzenini
yansıLan aile söylemi , öznenin dil ile belirlenmesinin, kültürel
simge sistemine gim1enin, toplumsal öznenin kuruluşunun ilk
adımıdır. Bir başka deyişle toplumsal simge sistemi ne giriş, Oidipus
karmaşası sayesinde gerçekleşir. Bunun anlamını , sonuçlannı ve
gerçekleşmemesi halinde neler olabileceğini ileride ele alacağız.
Şimdi I...acan teorisinin bir başka alanına, gerçeklik nosyonunun
kurulmasında, bir başka deyişle Ben ile Ben olmayan'ın aynşmasın­
da dilin oynadığı role geçelim. Lacan·a göre özne ile nesneyi ayırt
eden, gerçekliğe statüsünü verirken başlangıçta bir karışıklık halin­
de Ben olmayan'dan ayrışmamış olan Ben'e de sübjektivitesini
kazandıran şey dilin sağladığı dolayımdır. Basitçe, dil bireyle nesne
arasına girmese ne bir kendilik sübjektiviLesi gelişirdi ne de gerçek­
lik aynşırdı. Bu noktada Anika Lemaire'i izleyelim:

Noam Chomsky (. .. ) hayvanların ve küç'llk çocukların bir nes­


neler dünyasında değil , bir durumlar dünyasında, yani düzensiz
ve tutarsız bir dünyada yaşadıklarını söylemişti. Sadece dil,
dünyanın düzenini kunnaya ve böylece dünya ve duyulabilir
izlenimler üzerine bilinç ve refleksiyon edimlerini gerçekleştir­
meye imkan verir. Dil bu nedenle yaşantılama üzerine özerk bir
kavrayış sağlar ve bu yaşantılanan gerçeklik karşısında bir mesa­
fe alınınasına izin verir. Alphorıse de Waelhens'in işaret ettiği
gibi, dilin özgün karakteristiklerinden biri, bir şeyi, bir gerçeği
bu şeyden başka bir şey olan bir ikame edici (temsilci) ile hatır­
latmaktır. Başka şekilde söylersek, bu şeyin mevcudiyetini onun
yokluğu zemininde haurlatmakl!r. Dahası. bilimsel bir gösterge-
1 72 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L i Z

nin bir reel'e bu ikame edilme edimi, öznenin kendisini çevre­


leyenden farklı bir özne olarak işareLlemesine imkan vermek
suretiyle yaşantılama karşısında bir mesafe alınmasını sağlayan
bir dolayım edimidir.6

Bu satırlan iyice anlayabilmek için dilden annmış tam bir feno­


menolojik tekbencilik durumu varsayalım (ki kanımca lacan yaşa­
mın başında böyle bir dönem kabul etmektedir). Şimdi böyle bir
psişizrnada tüm duygular, algılar tam bir kannaşa halindedir. içsel
olanla dışsal olan aynmlaşmamıştır, çünkü her şey bir deneyimdir,
bir yaşantılamadır. işte simge bu kaosa son verir, bir deneyimi, bir
yaşantılarnayı bu yaşanulamadan bağımsız olarak temsil ederken,
y
hem bu yaşantılamayı diger ' aşannlamalardan hem de tekbenci
psi.şizmadan aynştırmış olur (böylece tekbencilik de yıkılmışur
zaten). Kısaca dil, hem insanın kendisi hem de dış dünya karşısın­
da mesafe alınmasını sağlayarak "gerçeklik" nosyonunun temelini
de almış olur. Klasik teorinin terimleriyle konuşursak, Ben'in aytı:ş­
ması aslında simgenin dolayımlandmcı özerk gücünü gerçktirir.
Yaşamın başında yer alan dolayımsız dönemin, toplumsal
simge sisteminin devreye girmesi ile son buldugunu, bilincin bu
simge sisteminin dolayımı · sayesinde kendini kavrarken aynı
zamanda kendi özerkliğini de kazandıgını, dahası bu yolla süb­
jektivite ile dış gerçekliğini ayrıştırmaya başladıgım düşünebiliriz.
Demek ki lacan'a göre insan için gerçeklik, simge sisteminin
dolayımı ile düzenlenmiş, simge dolayımı sayesinde düşünülebi­
len, ayın edilip kurgulanan bir gerçekliktir.
insan gerçekliği , nasılsa öyle olan bir gerçeklik değil, dilin
yapısının imkanlan ve kuralları ile düşünülebilen bir gerçekliktir.
Bu noktada Lacan'ın Kant'çı bir eğilimi oldugu düşünülebilir.
Hatırlanacağı gibi, klasik teoriye göre insandaki "gerçeklik
duygusunun" oral früstrasyonlara bağlandığına işaret etmiştik.
Ancak gene aynı yerde, eğer "gerçeklik duygusu"nun kökeninde

6 Anika Lernaire, jacqııes Lacan , Mardaga. 1 978.


L A C A N ' I N P S İ K A N A L i Z K U R A M I N A T O P L U B i R B A K I S 1 73

böylesi bir doğal sürecin bulundugunu kabul edersek, en azından


yüksek omurgalılarda da benzeri bir "gerçeklik duygusu"nun,
hatta dolayısıyla bir Ben'in bulunduğunu kabul etmemiz gereke­
ceğini de kaydetmiştik.
Bu noktada insana özgü bir hastalık olan psikoz aydınlatıcı
olabilir. Psikozda "gerçeklik ilkesi" tahrip olmuştur. Eğer psiko­
zun insana özgü olduğu kabul edilirse (ki hayvanlarda insan
duygularının bozukluklarını düşündüren tablolar ortaya çıkmak­
la birlikte, sözgelimi bir şizofreniden bahsetmek komik olurdu),
insan gerçeklik sisteminin tüm diğer yüksek omurgalı hayvanlar­
dan farklı bir yapısının olması gerektiği sonucu kendiliğinden
ortaya çıkar.
Şüphesiz, Lacan da insan gerçeklik ilkesinin kurulması için
früstrasyonlann gerekli olduğunu düşünür. Ancak Lacan'a göre
insan gerçeklik sisteminin kurulmasında ve yapılaşmasında
önemli olan doğal früstrasyonlar değil, bunların nasıl simgeleşti­
ğidir. ÇünkÜ çocuk, bu simgeler sayesinde doğal früstrasyonlannı
doğal bir gerçekliğe değil, doğrudan kültürel bir gerçekliğe, yani
ailenin Oidipal yapısına bağlar. Bu nedenle insan gerçekliği doğal
değil, kültürel bir gerçekliktir ve çıplak doğa bile ancak kültürün
simgesel dolayımının aracılığı ile düşünülebilir.
Şimdi psikozu insana özgü bir hastalık olarak kavramak
kolaylaşıyor. Psikozun nedeni ne olursa olsun (ister biyolojik,
ister psikolojik), bu hastalığın insamn simgesel işlevlerine ilişkin
olduğu tartışılamaz. Öte yandan, psikoz kliniğinin "gerçeklik
ilkesinin bozulmasını ortaya koyduğunu düşünürsek, Lacan'ın
"gerçeklik ilkesi" ile simgesel işlev arasında kurduğu ilişki ampi­
rik bir dayanak noktasına sahip gibi görünüyor.
Tekrarlamamıza izin verilirse, Lacan'a göre insan gerçeklik
sisteminin kuruluşu doğal früstrasyonlardan çok, bu fnıstrasyo­
nun kültürel simge düzeyinde kazandığı anlama bağlıdır. Çocuk,
annesiyle ilişkisindeki fnıstrasyonlan aile söyleminin sağladığı
simgenin dolayımıyla üstlenir. Böylece biyolojik kökenli früstras-
1 7-t F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L i Z

yon toplumsal-kültürel kod'a bağlanırken , Oidipus karmaşasının


ilk çekirdegi de atılmış olur.
insan kendiliğini (sübjektivitesini) ve gerçekliği aynınlaştır­
masını -kabaca söylemek gerekirse- simgenin sağladığı dolayıma
bağladığına göre, insana özgü bir hastalık olan psikozun bu simge
sistemi ile düzenlenen gerçeklik ilkesinin yıkılması hastalığı oldu­
ğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Psikoz konusuna ileride yeniden
döneceğiz. Ancak bu noktada hemen belirtelim ki, Lacan ·a göre
psikoz simge sistemine girişin motoru olan Oidipus aşamasının
gerçekleşmemiş olmasına bağlanır. Bir başka deyişle, "gerçeklik
nosyonunun" kurulması, klasik teorinin terimleriyle nesne ilişki­
sinin kodlandınlması doğrudan Üst Ben gelişimi ile birlikte ele
alınmıştır. Nitekim,· aslında klasik teoride nesne ilişkilerinde yer
alan "nesne libidosunun" esas olarak Oidipal dönemde (fallik
dönemde) kurulduğu düşünülür.
Daha önce değindiğimiz gibi, Laqm'da nesne ilişkilerinin ıre
gerçeklik ilkesinin kuruluşunda Üst Ben'in gelişimine tanınan
önem, Melanie Klein'ın teorisi ile i lginç bir yakınlaşma ortaya
koyar. Ancak Klein bu süreci tamamen biyolojik, hatta filogenetik
kavramlarla açıklamaya çalışırken, Lacan Kültürel simge sistemini
göz önüne almakta. "doğa-kültür karşıtlığı" çerçevesinde insan
yavrusunun kültürün düzenine uygun bir özne olarak kurulması
sürecini ön plana taşımaktadır. Kanımızca bu anlayış, psikanali­
zin bütünsel bir kavramşı ile tam bir uyum halinde olmanın öte­
sinde, psikanalizin ayrıntıdaki bazı somnlanna ve paradokslanna
da çözüm getirebilme potansiyeline sahiptir.
Demek ki Lacan'a göre simge ya da bütünüyle simge sistemi
üçlü bir etki ifa etmektedir. llk olarak Ben ile Ben olınayan'ı, içsel
olanla dışsal olanı aym etmeye imkan tanımaktadır.
ikinci olarak, sübjektiviteyi, içselliği . bu içselliğin ifadesi
olan söylemden ayırt etme imkanı tanımaktadır. Yani simge­
nin düzeninin özerk yapısı insanın kendi gerçekliğini de bir
mesafe olarak düşünmesine imkan tanımaktadır. insan kendi
L A C A N ' I N P S I K A N A L İ Z K U R A M 1 N A T O P L U B 1 R B A K I S 1 75

sübjektivitesini, bu sübjektiviteden bagımsız olarak düşüne­


bilme imkanına kavuşur. Bir anlamda bilinçdışını kuran da
budur zaten.
Üçüncü olarak da, simgenin düzeni insanı bir özne olarak
diğerleri karşısındaki konumuna yerleştirir. Oidipal dönemi
düşünelim: Burada simgesel düzene giren çocuk, anne ve baba
karşısındaki kültürel konumunu gene simge sayesinde kazanır.
Çünkü daha sonra da görüleceği gibi, Oidipal düzen özünde
simgesel bir düzendir. insanların birbirleriyle kültürel ilişkileri­
nin (sözgelimi en basit ve arkaik biçimi Levi-Strauss'a göre akra­
balık ilişkileri olan kültürel yapıların), dilin birimleıinin birbirle­
riyle ilişkileri çerçevesinde belirlenmesi yapısına tam anlamıyla
uyan bir yapısı vardır. Üstelik bu ilişkilerin belirlediği konumlar
da dilin düzeninde tanımlanmıştır ve bir kültürün eski kuşakla­
nndan yenileıine bu yolla taşınır. Demek ki, simgenin düzenine
girmekle birey kendi kültürel konumunu, her şeyden önce kültü-
re! bir kurum olan ailenin yapısı içindeki konumunu da kazanmış
.
olı:ır. Böylece birey, k"lıltürün düzeni içinde ayrımlaşmış bir
"özne" halini alır. Söyleminin belirleyici bir boyutunu da bu
konum oluşturur. Çünkü bir söz, ancak belli bir konumda anlam
kazanır ve söz konusu konum da bizzat söylemin kendisi kadar
simgesel mahiyettedir.
Lacan . öznenin ötekilerle ilişkisinin de dil ile belirlendiğini
vurgulamak için -daha önce dilbilimle ilgili bölümde de kaydet­
tiğimiz- şu formülü sıklıkla kullanır: "Bir gösteren bir özneyi /Jir
başlw gösteren için ıemsil eder."
Gösterenin düzeni, bir gösterenin bir özneyi bir başka göste­
ren için temsil etmesi ile gerçekleşir. Bu hem bilinçdışının tüm
oluşumlannın yapısıdır hem de öznenin kökensel bölünmesini
açıklayan şeydir. Gösteren ötekinin alanında (yani simgesel
düzende) meydana gelmekle, henüz söze sahip olmayan özneyi
de orada ortaya çıkanr, ama özneyi simgeselde sabitleştirmek
pahasına gerçekleşir bu. Orada konuşmaya hazır olan, artık bir
176 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S İ K A N A L İ Z

gösterenden başka bir şey olmadıgı için gözden kaybolur. 7


Demek ki özne, simgesel düzende kendini bir gösteren aracılığıy­
la işaret ederken, temsil ederken bir simge olarak simgesel düze­
nin kurallanna tabi olur.
Şimdi buraya kadar söylediklerimizi şu basit cümlede özetle­
mekle pek yanlış bir şey yapmış olma}'lz: Dil, öznenin gerçeklik­
le, kendisi ile, ötekilerle ilişkisini düzenler.

Özet olarak dil gerçekliği yeniden üretir. Dilsiz düşünce


olmadıgına göre, dünyanın, ötekilerin ve kendinin bilgisi
dille belirlenmiştir. 8

Şimdi yukarıda lacan'dan özetlediğimiz göıüşlerdeki bir nok­


taya dikkat çekel hn. Lacan';göre özne kendini simgesel düzende
bir gösteren amcılıgıyla temsil ettiğinde sadece bu düzenin kural­
larına tabi olmayı üstlenmiş olmaz, aynı zamanda bilinçdışına yol
açan bölünmeyi de kabullenir. Çünkü artık, bireyin kendiliği ile
kültürel kimliği, kültürel konumu arasında bir uçurum oluşmaya
başlamıştır. Lacan'a göre insanın simgesel düzene kendini bir
gösterenle temsil ederek girmesi yaşantılanan içsel deneyimle onu
temsil eden gösterenler zinciri arasında, yaşam sürecinin her aşa­
masında, her yeni kültürel kimlik ve konum kazanma aşamasın­
da giderek büyüyen bir kopukluk oluşturur. Yaşanulan sürekli
olarak kültürün düzenine uydurmaya, akılcılaştırmaya, bastırma­
ya yönelen özne, sonunda yaşantılanan gerçek deneyimle köklü
bir ayrılık konumuna vanr. Bir başka deyişle. dilin simgesel düze­
nine girme büinçdışının oluşması ile antlaş ve dayanışık bir süreç
haline gelir.
insan, kültürel simge sistemi sayesinde ve çerçevesinde kendi
öz yaşantılamasını düşünmek suretiyle bu yaşanulamadan uzak­
laştıkça, bir başka deyişle kendi gerçeğini toplumsal norm sistem-

7 Jacques Lacan, "D'une Question Prelirninaire a Toit Traite'ment Possible


de la Psychose", Ecrits , cilt 1 , Ediıions du Seui l , 1966.

8 Anika Lemaire, agy.


L A C A N ' I N P S i K A N A L i Z K U R A M I N A T O P L U B i R B A K I S 177

lerine göre düşündükçe bir bilinçdışma da sahip olur.


Simge sistemi insana kendisini bir simge ile, Ben göstereni ile
ifade etmeye imkJn verdiği oranda onun kültürel kimliğinin geli­
şeceği. bir hareket noktası sağlar. Çünkü Ben göstereni dilde Sen
ve O ile yapılaşarak kurulur. Burada ilk Ben'in aile yapısı içinde
kazanıldıgını hatırlatmak gerek. Yani insana bu ilk Ben'i bir
imkJn olarak sunan ailenin kültürel düzene özgü söylemidir.
Çocuk ilk Ben'i bu söylem içine yerleştirir. Ancak Ben'in sadece
Sen'den aynmlaşması olanaksızdır. Çünkü sadece iki kişilik bir
ilişkide Ben ve Sen'in kayışlı geçişleri mümkün değildir. Bir başka
deyişle, iki kişiden oluşmuş bir dünyada Ben ve Sen'e ihtiyaç
yoktur. Bu ihtiyaç ancak bir üçüncünün, O'nun devreye girmesi
ile oluşur. O, Babanın Adı'dır, yani Babanın Simgesi'dir. Anne­
çocuk ilişkisine giren üçüncü ve dolayımlandıncı simgedir.
Çocuk, früstrasyonlannı Ben-Sen-O kayışlı ilişkisinden dola­
yımlanarak üstlenirken, bu früstrasyonlan üstlenen Ben de ancak
. söz konusu aile söylemi çerçevesinde yerli yerine oturur: "Ben
(ego), ben Ge) diyendir."
Bir başka açıdan aynı olaya yaklaşırsak şu saptamayı da yapa­
biliriz: Bir kültürel topluluğun toplumsal bir üyesi, yani "özne"
olmak bu kültürün üyeleri arasındaki iletişimin sistemi olan sim­
gesel ağa katılmakla mümkündür. Yani sadece iletişimin kuralla­
rına sahip olmak yetmez, bu iletişim agında bir yere de yerleşmek
gerekir. Bu yerin, bu konumun kendisi de simgesel iletişim ağı
tarafından belirlenmiştir.
O halde toplumsal bir üye (bir özne) olarak kendi bilincine
ulaşmak, toplumsal simge sistemine girmekle eşanlamlıdır. Bu
simgesel alan, özneden önce organize edilmiş bir alandır.
Böylece özne sadece simgeyi kullanmakla kalmaz, bu edimiy­
le simge sisteminin içine, kültürün ve toplumun dünyasına da
girer:
Dil toplumsal bir veriyi, bir kültürü, yasaklan ve yasaları
taşır. Bu çok boyutlu simgesel düzene giren çocuk bu düzen
l 78 F R E U O ' O A N L A C A N ' A P S İ K A N A L 1 Z

tarafından biçimlendirilecek, onun silinmez damgasını taşı­


yacak ve üstelik bütün bunlar çocuk farkında olmaksızın
gerçekleşecekür. Sözgelimi, Levi-Strauss'un belirttiği gibi
ensest yasağı toplumlann organizasyonunun gizli yapısı ise
de, onu temellendiren yasaklar ve yasalar dilde, toplum
kurallannın organizasyonunda mevcuttur ve çocuk toplum­
sal bir varlık olmak için, toplumun bir üyesi olmak için
buradan geçmek zorundadır.9

Bu noktada Lacan'ın psikanaliz kuramının "Yapısal


Antropoloji"ye yaklaştığını görüyoruz. Dilin simgesel sistemine,
kültürel düzene geçmekle eş anlamlı olduğuna göre, "anne",
"baba", "aile", "akrabalık ilişkileri", vs. sadece dilde ya da aile
süyleminde "�elirlenmiş-tanımlanmış" olmakla kalmaz; kültürel
bir yapı olarak aile bu söylemin gerçekleşmesi , somutlaşması,
maddileşmesidir. O halde kültürel söylemler, ideolojiler sadece
birer tasarım değildir, aynı zamanda nesnel bir niteliktedirler,
ınaddidirler. i deolojiler, söylemler gerçekliği tasanın düzeyinde
temsil etmekle kalmaz, bu gerçekliğin kurucu bir öğesini de oluş­
ıururlar. lşte Althusser'in "ideoloji kuramının" dayanakları da
burada temellenir. 1 0
Şimdi yavaş yavaş simgesel sisteme girişle Oidipus karmaşası
arasındaki ilişkiye, bir başka deyişle bilinçdışının kuruluşu ara­
sındaki ilişkiye daha ağırlıklı yer vermeye çalışalım.

Dilin simgesel kayıt düzeniyle gerçekleşen aynmlann ilki,


içsel olan ve dışsal olanın ayrımıdır. Bu özne için yaşamsal
bir önem taşıyacaktır. [Böylece] dile, öznenin yerleştiği dün­
yadan ve kendisini karıştırması tehlikesi olan ötekilerden
farklı, tekil, benzersiz özne olarak kunılmasında birinci
derecede önem verilir. Dil gerçekten de, daha önce belimi­
ğimiz gibi, kendi ile ötekiler arasında ayrımın olmadığı,

9 Anika Lemaire. agy.


l O Louis Althusser, ideoloji ve Devleıiıı Ideolojilı Aygıtları, çev. Yusuf
Alp. Mahmut Özışık, Binkim Yayınlan. 1 9 78.
L A C A N ' I N P S i K A N A L i Z K U R A M I N A T O P L U B İ R B A K I S 1 79

dolayımsız ilişkilere karşıt olarak dolaylı ilişkileri kurar. Ve


bir dolayımlandmcı olarak özneyi farklı, özel yeline yerleşti­
rir. Sosyokültürel simge...sellik öznenin bizzat kendisi tarafın­
dan kendine özdeş ayrıınsamasını gerçekleştirir. Sözgelimi,
adı ve soyadı ile aile topluluğu içindeki yerine yerleşen
çocuk, anne-baba karşısında işgal ettiği üçüncü konumla,
kendini farklı bir bütünlük olarak ayrımsar. Sosyokültürel
simgeleştirme, yani toplumsal varoluşa geçiş, Lacan düşün­
cesine göre Oidipus durumunun aşılması ile sağlanır. 1 1

Şimdi yukanda kaydettiğimiz b i r noktayı hatırlatalım.


Kültürün simge düzenine geçişi, öznenin yarılmasını da birlikte
getirmekteydi. Özne kendini sosyokült ürel simgeselleştirmede
ayrımsar ve belirlerken, kendi otantik fenomenolojik tekbencili­
gini de yitirmiş olur. Kendini sosyokültürel kod dolayımıyla
düşünen özne giderek kendine yabancılaşır. Işte bilinçdışma yol
açan bu yabancılaşmadır.
Ancak şunu önemle belirteyim ki, yı.ıkandaki ifadeden bilinç­
dişımn saf fenomenolojik bir yaşantılama olduğu çıkarılmamalı­
dır. insanın bireysel yaşamının başında fenomenolojik te.kbenci
bir evre olabilir, fakat bu psikanaliz açısından ulaşılamaz bir
düzeydir. Çünkü insanda ancak simgeleşmiş bir gerçekliği ele
alabilir ve düşünebilir, bir araştırma nesnesi olarak konumlandı­
rabiliriz. lşte bu nedenle, "bilinçdışı bir dil gibi yapılaşmış" ise
araştırabileceğimiz bir alandır.
Kanımca Lacan teorisinin kavranması en güç noktası bu aşa­
mada düğümlenmektedir. Sonınu aşagıda daha ayrıntılı olarak
fom1üle edip kendi yonımumla çözümlemeye çalışacağım . Ancak
şimdilik bu yorum-çözüm hakkında şu kadarını söyleyeyim:
Sosyokültürel simgesellik otantik tekbenciliği yıkmakla kalmaz,
onu tamamen ortadan da kaldırır. Öyle ki. insanda simgeselleş­
memiş hiçbir yaşantılama olamaz. Simgesel düzen, otantik saf

1 1 Anika Lemaire, agy.


1 80 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L İ Z

tekbenciligin üzerini örter ve onu bilinçdışı konuma dönüştürür­


ken, aynı zamanda bu tekbenciliği de simgeleştirir. Yani kaba bir
benzetme ile, simgeleştirme yatay bir düzeyde kültürel özneyi
kendi dolayırnsız yaşantılamasından keserek ayırırken, dikey bir
düzeyde de bu saf fenomenolojik yaşantılamaya da retroaktif bir
etkinlikle kültürel simgesini, adını verir; simgeselleştirmenin
ardında kalan simgeselleşmemiş otantik deneyimde simgeleşir.
Otantik solipsizmin simgesi fallustur; yani kültürel egemenliğin,
eksiksizliğin, bütünlügün simgesi olan fallus. Bu sürecin ayrıntı­
larını ve fallusa neden böylesi bir anlam yüklendiğini ileride
göreceğiz. Şimdilik şunu söyleyelim ki, otantik tekbenciliği yıkan
Babanın Adı, Babanın Yasası olduğu için, baba çocugu annesiyle

dolayırnsız bütünlügünden � yıran güç olduğu için, yani baba
çocugu annedtm kestiği, kastre ettigi için, yitirilen otantik tekben­
cilik fallus simgesi ile kodlanır. Bu kod bilinçdışını kuran köken­
sel bastırmaya denk düşer.
Demek ki Lacan'a göre Oidipus aracılıgı ile sosyokültürel
düzene geçiş iki süreci aynı anda başlatmaktadır: i- Sosy.okültürel
öznenin kuruluşu (ki bunu yukarıda bir ölçüde işleme olanagı
bulduk). 2- Bilinçdışının kuruluşu. Aslında bunlara bir üçüncü­
yü, öznenin Oidipus aracılığı ile baglandıgı kültürün dünyasında
gerçekleştirdiği kültürel yüceltmeler zincirini de eklemek müm­
kündür. Bu noktada şunu özenle belirteyim ki, klasik teoriye
-sözgelimi Anna Freud'a- göre iki farklı mekanizma olan "bastır­
ma" ve "yüceltme", l..acan'da bir tek mekanizmadır. Aşagıda kla­
sik teorinin "bastırma" mekanizması anlayışını ele alacak ve bu
anla11şm Lacan'cı yorumunu verecegiz. Klasik teori "bastırma"yı
"Ben'in savunma mekanizmalarından" biri olarak, fakat hemen
hemen diger mekanizmalarla aynı önemde bir mekanizma olarak
ele alır. Klasik teoride bastırılan materyale karşı ikinci bir savun­
ma olarak, ya olumlu bir mekanizma olan "yüceltme", ya da
başka farklı mekanizmalarla semptom oluşumu devreye sokulur.
Oysa Lacan'da bastırma ve yüceltme (ya da patolojik durumlarda
L A C A N ' I N P S i K A N A L i Z K U R A M I N A T O P L U B İ R B A K I S 18 1

semptom oluşumuna yol açan diğer mekanizmalar bir tek edimde


gerçekleşir. Bu edim de dilbilimsel metafor kavramında anlatımını
bulur. insan kültürün simgelerinde metaforlarla yüceltilirken,
metaforun ardında kalan gösteren, bilinçdışına basunlmış olur.

Ş imdi yukarıda değindiğimiz bilinçdıştnı kuran "yarılma"


konusuna daha ayrıntılı bir şekilde yaklaşalım.

Spaltımg (yanlma), psikanalizde açımlanan varlığın kendisi


ile ya da en mahrem psişizması ile davranışın, kültürün,
bilinçli söylemin öznesi arasındaki aynlmadır.

Öznede gizli bir yapı olarak bil inçdışını yaratan bu ayrılma,


söylemin ve genel olarak tüm simgesel düzenin özneyi dola­
yımlandırmasına bağlıdır. Simgesel düzen, gerçek dünya ile
özne arasında organize olan üçüncü bir düzendir.

Sonuç olarak gerçek, insan ruhunda bu gerçeği birincil konfüz­


yonundan kuna.."111 belli bir düzen kazanır. Kavramlar öncelik­
le karışmış olan şeyleri organize etmekle yükümlüdür. 1 2

Demek ki Oidipus aracılığıyla simgesel sisteme geçme özneyi


kurar ve gerçeklik sistemini oluştururken yarattığı yanlma da
bilinçdışına sebep olmaktadır. Kültüıi1n yabancılaşmalar zincirini
başlatan yarılmanın Oidipus'la ilişkisine bakalım. Oidipus'un
esası şu cümlelerle özetlenebilir:

Değişebilir biçimlerinin ötesinde, yapı olarak Ödipal feno­


men insan varlığının evrensel ve kökten bir dönüşümüdür.
Oidipus ikili dolayıınstz ilişkiden sembolik düzene özgü
dolaylı i lişkiye geçiştir. 1 3

Şimdi Oidipus karmaşasının Lacan'cı yorumunu vermek için


öncelikle "ikili dolaysız ilişkiyi" ya da bu ilişkinin psişizmasının
temelini teşkil ettiği dönem olan Ayna Evresi'ni ele almamız gere-

1 2 Anika Lemaire, agy.


1 3 Anika Lernaire, agy.
1 82 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S İ K A N A L i Z

kiyor. ilk kez Lacan'ın psikanalitik önemine değindiği Ayna


Evresi, klasik teorideki narsisizm kavramı ile yakın ilişkidedir.
Ancak Ayna Evresi tam anlamıyla Oidipus öncesi dönem ola­
rak da kabul edilemez. Ayna Evresi daha çok Oidipus'un sınırla­
nnda kalan, Oidipus'un başlangıcına temel teşkil eden bir dönem
olarak ele alınmalıdır kanısındayım.
Simgesellik öncesi çocuğun çevresiyle ilişkisi ikili bir ilişkidir.
Çocuk bu dönemde bir başkasıyla, yaşıtı bir çocukla, annesinin
görsel imgesi ya da aynadaki kendi bütünsel imgesiyle imgesel
yoldan özdeşleşerek, parçalanmış olarak yaşantıladığı bedeninin
bütünlüğünü kazanmaya yönelir. Çocuk gerek senestezik duyuın­
j<
lannı gerekse hare etlerini �ıdüınleyemediği için bedenini de
bir bütün olarak yaşantılamaz. işte bu dönemdeki çocuk kendi­
nin beden imgesinin bütünlüğünü kazanmaya çalışır. Neden?
ileride göreceğiz.
Bu bütünsel imgenin kazanılması, daha sonra simgenin devreye
gimıesiyle Ben (je) denebilecek bir şeyi, bir bütünlüğü kazandım1a­
sı nedeniyle Oidipus için bir temel, bir başlangıç teşkil eder.

Bu infans (gelişmemişlik, bebeklik) döneminde, henüz


hareket güçsüzlüğü ve beslenme bağlmlılığlnda yaşayan
insan yavrusu olan varlık tarafından hayali imgenin coş­
kuyla ele geçirilmesi, Ben'in (je) -öteki ile özdeşleşmenin
diyalektiğinde nesnelleşmesinden ve dilin özne işlevini
evrensel istem içinde kurmasından önce- temel (prinıordi­
al) bir biçimde çökeldiği simgesel dölyatağını ilginç bir
şekilde sergiler. 14

Hatta Lacan bu evrede istemli bir hareketlilik planında henüz


tamamlanmamış, bütünleşmemiş olarak yaşantılanan çocuğun öz
bedeninin işlevsel bütünlüğünün zihinsel planda önceden kaza­
nılmaya, tahmin edilmeye başlandığını düşünür. 1 5

14 jacques l.acan, "Le slade du miroir", Ecrits. cilt 2, Edıtıons du Seuil. 1 966.
1 5 jacques l.acan , les Ecrits Teclıniques de Freud, Editions du Seuil. 1975 .
L A C A N ' I N P S i K A N A L İ Z K U R A M I N A T O P L U B i R B A K I S 1 83

Ancak bu dönemdeki, yani imgesel özdeşleşme dönemindeki


çocuk, kendisini kendi imgesinden ya da bir başkasının (özellikle
annesinin) imgesinden tam olarak ayırt edemez.
Altı-sekiz aylık çocuk, aynı yaşlaki çocukla karşı karşıya bıra­
kıldıgmda onu taklit etmeye koyulur. Bu yaştaki çocukların iliş­
kisinde Lacan, vücut postürünün toplumsal biçiminin kazanılma­
sı sürecini de tespit eder.
işle, insan yavrusunun kendi bütünsel beden imgesini kazan­
maya yöneldigi bu dönemde Oidipus devreye girerek bu imgeyi
dilbilimsel bir gösterenle temsil elme şansını verir.
Bu dönemdeki çocuk, yani narsistik dönemdeki çocuk neden
kendi bütünsel imgesini kazanmaya yönelir? Onun arzusunu
yönlendiren nedir? Şüphesiz, bu süreçte bedenin parçalanmış bir
biçimde yaşantılanması rol oynamaktadır. Ancak çocugu bir imge
ile özdeşleşmeye iten arzu nereden ka)'llaklanır?
Bu dönemdeki çocuk annesiyle bütünleşmeyi arzular. Annesiyle
bütünleşmeyi, annesinin her şeyi olmayı, annesinin arzuladığı şey
olmayı, annesinin arzusunun nesnesi olmayı arzular.
Böylece narsislik omnipotensine (kadiri mutlak), Nirvana'nın
bütünlüğüne, tüm rahatsız eden uyaranlardan uzak, mutlak tat­
min durumunun devinimsiz hazzına ulaşacakur.
Lacan bu dönemdeki çocugun arzusunun annesi için annesi­
nin eksiği fallus "olmak" oldugunu söyler. Ancak bu dönemde
henüz simgeselleştirmenin olmadığı ve üstelik fallusun da kültü­
rel bir simge oldugu düşünülürse, bu formülasyon bilmecemsi bir
nitelik kazanır. Kanımızca uygun yorum şöyle özetlenebilir: Ayna
Evresi'ndeki çocugun arzusu henüz kültürel bir arzu degildir ve
simge içermez. Ancak Oidipus'un devreye girmesiyle simgenin
retroaktif (geriye etkili) bir etkinliği ile çocugun simge içermeyen
arzusu da simgeleşir. Çocuk arzusunu bir yasaktan, Oidipal bir
yasaklan dolayımlanarak kodladığı için, kökensel arzusu "fallus
olmak" arzusu halinde bilinçdışma kodlanır.
Oidipus aşamasının evrelerine geçmeden önce Ayna Evresi'nin
184 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L İ Z

bir başka gönderimine daha değinelim. imgese l ilişki Ayna Evresi'nin


temel karakteristiği olmakla birlikte, bu ilişki biçimi tfun yaşam
boyunca sürer. Lelaire'in dediği gibi, "Ben (ego), öznenin imgesel
özdeşleşmeleıi11i11 yeıidir." Lacan'a göre Ben'in esas işlevi bir imge ile
özdeşleşmek, bir kültürel imge halinde kendini görmektir.
Daha önce Lacan'ın özne kavramının Ben kavramı ile örtüş­
mediğini söylemiştik. "Özne" kavramı iki boyutlu bir kavramdır.
Eşzamanh bir ele alışta t oplumsallaşmış insanı anlatır. ama aynı
zamanda art zamanlı bir boyuta da sahiptir; insanın kültüre
uygun bir varlık haline dönüşmesini özetler. Özne "kültürel
özne"dir. Yani kültürün simge düzen iyle belirlenmiş insandır .

Bu parantezi 1<..!lpatarak' Oidipus kannaşasının aşamalannı


.

özetleyen bir J Uetni lemeye koyulalım. llk bakışta anlaşılmaz
gibi görünen noktaları ileride aydınlatmaya çalışacağız:

Lacan'a göre Oidipus karınaşası üç aşamada yapılaşmışur.


Birinci aşamada çocuk annesini arar, annenin yöneliminin
(annenin söyleminin) sürekli olarak babanın varlığı ile saptı­
nldıgını bulur. Başka şekilde söylersek, oğul annesiyle ilişkisi­
nin dışarıdan, annenin arzuladığı bir üçüncü tarafından
düzenlendiğini annesi ile başlattığı idealizasyon ve früstras­
,

yon diyalektiğinin kendinden çok babaya bağ;lı olduğunu


keşfeder. Annenin Arzusu'nu arzular, fakat anne i de babayı s
arzular. Çocuk, kendi de bir yasaya (babaya) tabi olan bir
varlığa tabidir. Çocuk özgür bir nesne arıyordu, fakat bir
özne-nesne buldu; kaynaşmaya yönelik bir ilişki aramıştı,
babanın dolayımını buldu. Gerçekte bu dolayım (. .. ) katı anla­
mıyla babanın <lolaynm değildir, toplumsal kodun dolayımı­
dır. Dolayım kavramı sadece geç Oidipus karmaşasını degil,
lngiliz okulunun incelediği erken Oidipus çauşkı.sını da anla­
maya imkan verir gibi görünüyor. Oidipus �m1aşasının
ikınci aşamasında baba, anne ile cinsel ilişkiye sahip olarak iki
anlamda yoksun bırakıcı olarak devreye girer. Birinci olarak

çocuğu arzusunun nesnesinden yoksun bırakt1ğı için, ikinci


L A C A N ' I N P S i K A N A L i Z K U R A M I N A T O P L U B i R B A K I S 185

olarak anneyi fallik nesneden yoksun bırakngı için. Fallik


nesneye sahip olan babadır, anne degil . Çocuk için çözüm,
onu annesinden söken nesne ile özdeşleşmektir. Onun ikilemi
fallus olmak ya da olmamaktır. Anne çocugu kendinin olma­
yan bir yasaya göndermiştir ve öte yandan kendi de yasa ola­
rak yönelttigi şeye aittir. Çocuk fallus olmak istediginde ve
fallus olmanın söz konusu olmadıgını, ama penise sahip olma­
nın söz konusu oldugunu keşfettiğinde Oidipus karmaşasının
üçüncü aşamasına yönelir ve böylece de kaderi çizilmiş olur.
Omnipotent baba imgesi çöker: Baba belki penise sahiptir,
ama fallusa değil. Böylece "olmak" diyalektiginden "sahip
olmak" diyalektiğine yönelir. Babayı yasa olarak değil, insan
olarak ayırt ederek, onu "Benin ldeali" olarak yerleştirir ve
deger sistemleri ile birlikte ahlaki yaşam başlar. 16

Şimdi Lacan'ın Oidipus karmaşası anlayışını biraz daha ayrın­


tıyla işlemeye yönelebiliriz.
Lacan'da Ayna Evresi'nin çocuk için eksiksizliğe, Nirvana'ya
ulaşmak için annesi ile özdeşleştiği, annesi için her şey olmak
arzusuyla kendi bedensel imgesini kazanmaya yöneldigi dönem
olduguna yukanda işaret etmiştik. Demek ki Ayna Evresi'nin iki
temel özelligi vardır:

1- Anne ile bütünleşme arzusu.

2- Beden imgesinin diğer insanların bedensel bütünlüğü ile

özdeşleşme yoluyla kazanılması.

Çocugun annesi ile bütünleşme arzusunun, simgenin retroak­


siyonu (geriye etkili eylem) tarafından fallus göstereni ile kodlan­
dığı şeklinde özetlenebilir yorumundan yukanda söz etmiştim.
Çocuk annesi için her şey olma arzusunu sonradan. simgenin
düzenine girdiği zaman fallus göstereni ile işaret eder. Bu süreç
aşağıda inceleyecegimiz kökensel bastırma sürecidir. Bir başka

1 6 M. Gear, Et. Liendo, "Psychanalyse, Semiologie et Communication


Familiale", L'Evo!ution Psychiatrique. c. XLI, sayı il.
1 86 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S İ K A N A L İ Z

deyişle, çocuğun annesi için fallus "olmak" arzusu, hiçbir zaman


bilinçte yer almadan doğrudan bilinçdışına kodlanır. Bu yorum
"Freııd ve Diğerleıi" bölümünde aktardığımız, Freud'un kökensel
bastırmaya ilişkin görüşüne uymaktadır kanısındayım. Fallus
gôStereni hiçbir zaman bilinçte yer almamıştır, çünkü bu göstere­
nin gösterdiği yaşantılama sırasında fallus göstereni yoktur; dola­
yısıyla bilinç düzeyinde yer alınış bir "ide" söz konusu edilemez.
Böylece Oi<lipus'un ikinci aşamasına bağlanmış oluyoruz
aslında. Çünkü fallus simgesi, aşağıda da inceleyeceğimiz gibi,
aslında Babanın Simgesi, Babanın Adı ile devreye girer. Oidipus
karmaşasının ikinci aşamasında baba bir yoksun bırakıcı, bir
kastratör (kastre �ici) olarak devreye girmektedir.
Burada söz konusu olan tamamen simgesel bir kastrasyondur.
,

Yani kastratör baba sadece simgesel bir babadır, annenin söyle-


minde yer alan bir üçüncüdür, Babanın Adı'dır. Böylece çocuk ilk
kez simgesel bir yasa ile karşılaşır. Bu yasa, ailenin temeli olan
ensest yasağı yasasıdır. işte çocugun ilk dolayıms� arzusunu ret­
roaksiyonla fallus simgesi altında simgeselleştiren de. çocuğun
karşılaştığı yasanın cinsel mahiyetidir. Babanın Yasası fallus ola­
rak çocuğu anneden kastre eder; anne ile dolayın15ız ilişkiye son
vererek çocuğu kültürün dünyasına bağlayacak olan Oidipal
özdeşleşme sürecini başlatır. Lacan bu sürece "insanlaştırıcı kas­
trasyon" adını vermektedir.
Ancak burada üzerinde durulması gereken konu, çocuğu
Odipal üçgene bağlayanın, çocuğu "baba"ya gönderenin bizzat
arnenin söylemi olmasıdır.

Baba sadece, sözden ibaret olan yasası sayesinde mevcuttur


ve bu da sözü anne tarafından tanındığı ölçüde Yasa değerini
kazanır. Eğer babanın durumu kesinlik kazanmazsa, çocuk
anneye tabi kalır. (Lacan)

Çocuk f rüstrasyonlarını annenin söylemi sayesinde Babanın


Adı'na bağlayarak üstlenmekle kültürün düzenine doğru çekilmiş
L A C A N ' I N P S İ K A N A L İ Z K U R A M I N A T O P L U B İ R B A K I S 1 87

olur. Kültürel bir kurum olan "Baba", önemini ve anlamını bura­


dan alır. Eger anne "Baba"ya gönderimde bulunmazsa, çocuk
imgesel ilişkide Lakılıp kalır; psikozun temeli budur.
Oidipus kannaşasının üçüncü aşamasında çocuk, aile içindeki
konumunu , ailenin kurucu yasası tarafından belirlenen kültürel
kimliğini kazanır. Bu kimlik her şeyden önce fallus simgesi karşı­
sındaki konumuyla tanımlanan cinsel kimliktir.
Şimdi Lacan'ın Oidipus karmaşası anlayışındaki üçüncü aşa­
manın klasik psikanalizdeki "Oidipus karmaşası" olduğunu söy­
leyebileceğimizi düşünüyorum. Bu yorumumuzu desteklemek
için şunları söyleyebilirim: Lacan'm Oidipus karmaşası anlayışın­
da üçüncü döneme gelene kadar kız veya erkek çocuk ayrımı
yapılmamaktadır. Bu süreç her iki cins için de ortak bir süreçtir.
Oysa sadece üçüncü dönemde "penise sahip olmak" ya da "olma­
mak" diyalektiği söz konusu olduğuna göre, klasik teorinin
"Oidipus karmaşası" dediği şey, Lacan'da Oidipus karmaşasının
üçüncü dönemine denk düşüyor olsa gerek. Oidipus'un ilk aşa­
ffialan insan yavrusunu Oidipal üçgene, simgesel düzene bağla­
mak bakımından anlamlıdır yalnızca. Oysa üçüncü dönemde
"penise sahip olmak" devreye girer ve böylece Oidipus'u her iki
cins için aynı süreç olmaktan çıkarır. Böyle düşününce her şey
yerli yerine oturuyor gibi görünüyor.
Demek ki Oidipal dönem boyunca çocuk, babanın gerçekliği­
ni simgeselleştirerek, yani babanın metaforuna. Babanın Adı'na
ulaşmakla başladığı süreci Babanın Yasası'na tabi olmayı kabul
ederek tamamlar ve kültürel bir "özne" kimliğini kazanır.
Psikozda, Oidipus aracılığıyla sembolik düzene geçememek
(Oidipus'un başansızlığı) söz konusudur. Oidipus aracılığıyla
simgesel düzene giremeyen özne gerçekliği, kendi sübj ektivitesini
ve diğerlerini aynmsayamaz. lşte psikoz kliniğinin bize gösterdiği
de budur zaten. Psikoz konusuna ileride tekrar döneceğiz. Ancak
şimdi bir klinik olguyu tartışarak ilerleyelim.
Dick olgusunda yaklaşık dört yaşlarında bir erkek çocuğu söz
188 F R E U O ' O A N L A C A N ' A P S 1 K A N A L 1 Z

*
konusudur. Klinik tam olarak "çocukluk otizmi" olarak isimlen­
dirilebilecek bu hasta, aslında Melanie Klein tarafından tedavi
edilmiştir. Lacan, Klein'ın tekniğini doğru, fakat teorisini yanlış
bulur. Lacan'a göre Dick olgusunu açıklayan doğru teori kendisi­
nin kidir.
Hemen hemen hiç konuşmayan Dick'in zaman zaman kullan­
dığı birkaç kelimeden dili bildiği anlaşılmaktadır. Dick, tüm
nesneler ve insanlar karşısında aynı kayıtsız tutumu sergilemek­
tedir. lyi, kötü, güzel, korkulan, vs. hiçbir şey yoktur Dick'in
dünyasında. Adeta insanların dünyasından başka bir dünyada,
başka bir gerçeklikte yaşamaktadır. Çünkü gerçeklik simgesel
dizgeyle yapılanmamış, hiçmr nesne aynmlaşmamışur Lacan'a
göre.

Dick'in eli de zaman zaman ilgilendiği oyuncak bir tren
vardır, bu treni stereotipik (aynı hareketi yineleyecek) bir tarzda
yere sürmektedir. llk seansta Klein, bu stereotipik hareketleri
yapan çocuğa yaklaşır ve şöyle der: "Dick küçük eren, baba t ren
büyük tren."
·

Dick sLereotipik hareketlerine devam ederken, bir süre sonra


"istasyon" kelimesini telaffuz eder. Klein'ın müdahalesi şöyle olur:
"Gar annedir, Dick anneye ginneh."
Daha ilk terapi seansında başlayan bu süreçte Dick ilk duygu­
lanımlarını, istemlerini ortaya koymaya başlar.
Klein'ın tüm terapi boyunca uyguladığı teknik benzeri bir
temada geçer.

Lacan'a göre Klein'ın tüm yaptığı Dick'e Oidipus'u anlatmaktır.


Dick, ancak söylemde Babanın Adı karşısındaki kendi konumu­
nu kazandığında simgesel dizgeye girer. Dick sosyokültürel simge
sisteminde kendi konumunu kazandıktan sonra konuşmaya,
toplumsal iletişim ağına katılmaya başlar. Ama böylelikle onun

• 3-7 yaş arası çocuklarda içe kapanma, toplumsal ilişkilere girmeme,

bazı hareketleri sürekli tekrarlama, konuşmama gibi belirtilerle ortaya


çıkan hastalık.
L A C A N ' I N P S İ K A N A L i Z K U R A M I N A T O P L U B İ R B A K I S 1 89

söylemi de sosyokültürel kodda kendine ayrılan konumla belir­


lenmiş olur. Dick'te "küçük erkek çocugu" dile gelir. Lacan, Dick
olgusunu şu cümlelerle yorumluyor:

Başlangıçta öznede bilinçdışmın hiçbir türü yoktur. Oidipal


durumun ilk simgeleştirmelerini çocuğun moique (Ben'e iliş­
kin) ilgisizligi üzerine aktaran Melanie Klein'ın söylemidir. (. .. )

Bu dramatik olguda, hiçbir çağn formüle edemediğine göre


insan gerçekligine ulaşamamış bu öznede terapöt (psikotera­
pi uygulayan şahıs) tarafından devreye sokulan simgeleştir­
melerin etkisi nedir? Bu simgeleştirmeler, ondan hareketle
öznenin imgeseli ve gerçeği geçirebilecegi ve gelişimini kaza­
nabileceği bir başlangıç konumunu belirler . . .

Gelişim, özne simgesel sisteme bütünleştigi ölçüde gerçekle­


şir. . . Böylece bu dünyanın nasıl harekete geçtiğini, imgeselin
ve geı:çeğin nasıl yapılaşmaya baştadıgım, art arda gelen libi­
dinal yannmlann nasıl geliştiğini görüyoruz. ( . . . )

Sözün yasasında, insanı insanlaştıran temel bir yapıyı (yani


Oidipus'u) formüle eden anlamlandmcı bir sözün oluştur­
dugu freskten hareketle tüm sürecin başladığını görüyoruz.

Gerçek dünya dediğimiz dünya, insanlaşunlmış, simgeselleş­


tirilmiş, primitif gerçekliğe simge ile sokulan "transandans"dan
yapılmış bir dünyadır. 1 7

Böylece Oidipal düzenin insanı kültürün düzenine bağlayan


yapısını daha açık seçik görüyoruz. insan gerçekliğinin dolayımlı
bir gerçeklik olması fikri ampirik bir dayanak kazanmış gibi görü­
nüyor. Kısaca, biyolojik bir varlıgı kültürün düzenine çeken,
kültürel bir özneye dönüştüren sürecin Oidipus olduğunu bir
vaka münasebetiyle bir kez daha tekrarlayabiliyoruz.
Ancak burada daha önce de sözünü ettiğim Kant'çı eğilime bir

17 jacques L..acan, Les Ecrits Tcchııiques de Freud, ı':ditions du Seuil, 197 5 .


190 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L i Z

parantez açmak yerinde olacak. Lacan, dış dünyanın ancak dilin


"kategori"leri çerçevesinde ele alınabileceğini düşünüyor.
Yukarıda Dick olgusu yorumunda aktardıgımız satırlardaki "trnn­
sandans" kelimesi bu bakımdan ilginç bir ipucunu işaret ediyor
sanki.
Şimdi kaldıgımız yerden devam ederek şunlan söylemek gere­
kiyor; Oidipus aşaması sadece özneyi kurmak, gerçekliği yeniden
üretmekle kalmaz, aynı zamanda bilinçdışım da kurar.
Şimdi bilinçdışının kuruluşu sürecini daha yakından izle­
yelim:
Oidipus karmaşasının çözümü, anne ile ikili ilişkiyi yasaklayarak
ömenin kökenselrarzusunu ·bilinmeyen durumuna iter ve baba­
nın metaforu süredne göre ona yeni imgesel, toplumsal biçimler
ikame eder. Başka şekilde söylersek, simgesel düzene geçiş
kökensel bastırmaya antlaş ve aynim.az bir biçimde bağlıdır. 18
Biyolojik varl ığı kültürün düzenine bağlayan süreç. özne­
nin toplumsal olmayan arzusunu bastım1a yoluna gitmektedir
·

demek ki.
Şimdi bastırma mekanizmasının Freud tarafından nasıl açık­
l andığını hatırlayalım. "Freud ve Diğerleri" bölümünde
M�tapsikoloji'ye dayanarak Freud'un iki tipte bastırma ayırt etti­
ğini kaydetmiştik: "Kökensel bastırma" ve "tam anlamıyla bastır­
ma" (ya da ikincil bastırma) sırasında önceden bilinç düzeyinde
yer alıp da -kökensel basnnlmış materyal ile çağrışımsal ilişkisi
nedeniyle- sonradan bastırılan bir materyal, Freud'un terimiyle
"p; işik temsilci" söz konusuydu. Gene "Freud ve Diğerleri" bölü­
miınde bu materyalin "psişik temsilci" statüsünde olmasına ve
üs:elik bilinçte simgesel olmayan hiçbir şey bulunamayacağına
(çünkü simgesel olmayan hiçbir şey bir cogito nesnesi olamaz)
dikkat çekerek ikincil bastırılmış materyalin simgelerden oluş­
muş olması gerektiğine dikkat çekmiştik.

18 Anika Lemaire. agy.


L A C A N ' I N P S i K A N A L i Z K U R A M I N A T O P L U B i R B A K I S 191

Ancak Freud'un pek ilgilenmediği kökensel bastırma bazı


paradokslar içeriyordu. Bir kere bu materyal hiç bilinçli olmamış­
tır. (O halde bir bastırma nasıl söz konusu olabiliyor?) Ancak bu
materyalin başından beri de bilinçdışı oldugu düşünülemez,
çünkü bilinçdışı zaten bu bastırma ile kurulur. O halde acaba
kökensel bastırmanın hem bilinci hem de biltnçdışını kuran bir
edimin sonucu olduğu düşünülebilir mi? Kanımca böyle bir
yorumu Lacan'dan yola çıkarak desteklemek mümkün.
Kökensel bastırmadan karşımıza çıkan bir başka paradoks şu
oluyordu: Kökensel bastırmanın materyali de "psişik temsilci",
yani simge statüsünde idi. Ancak kökensel bastırmada dürtü ile
"psişik temsilci" arasında kopmaz bir bağ meydana geliyordu.
Oysa bu durum bilinçdışının "birincil süreç" düşüncesi ile uyuş­
maz. Çünkü "birincil süreç" düşüncesinde dürtüler ile psişik
temsilciler arasındaki bağ "ikincil süreç" düşüncesine (yani bilinç­
li düşünceye) göre çok daha oynaktır. O halde bu paradoksu nasıl
açıklamalı?- Aşağıda Lacan'ın bastırma mekanizması anlayışını
y.orumlarken bu sorulara yanıt vermeye çalışacağız.
Şimdi Freud'un bastırma anlayışında biraz daha derinleşelim:
Freud'a göre bastınna mekanizmasında bir libidinal yatının çekil­
mesi söz konusudur. Yani dürtünün psişik enerjisi "psişik
temsilci"den geri alınmalıdır. Fakat bu yatının çekilmesi nerede
gerçekleşir?

Bastırılmış temsilci bilinçdışında eylem gücüne sahip olarak


kalır, o halde zorunlu olarak yatırımını korumuştur. Eğer
tam olarak bastırmayı ele alırsak ( . . . ) bastırma temsilciden
19
bilinçli ya da bilinçdışı yatırımın çekilmesine dayanır.

Demek ki bilinçdışı düzeyinde libido yatırımı değişmeden


kalmakta, bilinç düzeyinde ise bir yatırım çekilmesi söz konusu
olmaktadır. Fakat kökensel bastırınada, bastınlan temsilci hiçbir
zaman bilinç sisteminde yer almadığına göre, burada bir yatının

1 9 Sigmund Freud. Mtıcıpsychologie. Gallimard. 1 978.


192 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L i Z

çekilmesi söz konusu değildir. Kökensel bastırmada bilinçdışı


sisteminin uyguladığı bir karşıt-yaunm (contre-investissement)
söz konusudur (ikincil basurmada da bir karşll yatırım vardır,
ancak buna yukarıda sözünü ettigimiz yatının çekilmesi eklen­
miştir).
Şimdi Freud'un basurma ile ilgili düşüncelerini böylece özet­
ledikten sonra Lacan'ın bastırma mekanizması anlayışına geçelim.

Lacan·a göre bastırma. dilbilimsel metafora benzer bir süreçtir.


Metafor, dilbilimsel bir gösterenin yerine, onunla eşzamanlı
ilişkide bulunan bir başka gösterenin ikame edilmesi edimidir.
Daha önce de verdiğimiz örneği hatırlayalım:
"Daha yasammm gençlik yıllarındaydı," cümlesinde, "gençlik
yılları" yerine "bahar" ikame edilebilir.
...
"Daha yaşamının baharındaydı."
Edebiyatın daha ince bir söylem için sıklıkla başvurduğu hu
edime, özne daha toplumsal bir anlatım, bir söylem kurmak i.çin
başvunır.
işte Lacan'a göre bastım1a mekanizmasında benzeri· bir süreç
söz konusudur. Lacan, bastırmayı "metafor" metafonıyla düşünür.
insanın kökensel arzusunu giderek kültürel nom1lara daha
U)'gun gösterenlerle ifade etmesi, böylece giderek esas arzusunun
ilk simgeleştinnesinden uzaklaşmasıdır bastırma.
Lacan'ın öğrencilerinden Laplanche, hu mekanizmayı şöyle
ifade etmektedir:

S'
S' s s
__ x =

s s s
--

Burada S/s ifadesi Saussure'ün gösteren/gösterilen ilişkisini,


yani gösterme ilişkisini ifade etmektedir. S'/S ise S'mn S'ye ikame
edildiğini ifade etmektedir. Böylece S'/s şeklinde yeni bir göster-
L A C A N ' I N P S i K A N A L i Z K U R A M I N A T O P L U B i R B A K I S 193

me ilişkisi kurulurken S/S'de bilinçdışı konumuna düşmektedir


(matematik olarak sadeleştirilmiştir).
Burada küçük s (yani öznede gösterilen) özne tarafından
. *
yaşantılanan deneyimdir. Oznenin afekt'i , sübjektivitesidir.
Başlangıçta bu afekt S göstereni ile simgeselleştirilirken, S'nin
S'ye ikftme edilmesi ile aynı yaşantılanan deneyim (gösterilen) S'
göstereni ile simgeselleşmekte, S ise bilinçdışı olmaktadır. Yani
yaşantılanan, gösterilen, afekt, vs. sürekli bilinç düzeyinde kalır­
ken, bu yaşantılamanın düşünüldügimü gösteren bir başka gös­
terenin, toplum tarafından kabul edilir, kültüre uygun bir göste­
renin onun yerini almasıyla bilinçdışı düzeyine düşmekte, yani
insan kültürün dünyasında ilerlerken arzusunun ilk simgeleştiril­
miş halinden giderek uzaklaşmaktadır.
Bir tedavi tekniği olan psikanaliz regresif bir süreçte üst üste
yığılmış bu metaforlar zincirini geriye doğru kat eder ve arzunun
ilk simgeleşmiş haline, öznenin esas arzusuna ulaşmaya çalışır.
s· yani ikinci gösteren kültürel dizgeye uygun bir gösteren ise,
hu süreç normal olarak kültürel yüceltmeye açılacaktır. Yani bas­
urma ve yüceltme aynı anda bir tek edim aracılığıyla gerçekleşe­
cektir.
Fakat aynı şekilde semptom da oluşabilir. Hasta bilinçdışına
bastırdığı arzusunun ilk simgesi yerine semptomunu da ikame
edebilir. Semptom bilinçdışı arzunun metaforik bir ifadesidir ve
"anlamı"nı bu arzudan alır.
Yukanda Lacan'ın öğrencisi Laplanche'a istinaden verdiğimiz
"metafor bastırma" formülü oldukça didaktik bir nitelik taşımak­
tadır. llk olarak, basunnanın "metafor" kavramı çerçevesinde
nasıl düşünülebileceğini göstermektedir.
ikinci olarak, bilinçdışına bastınlanlann gösterenler olduğu
matematik bir formülasyonda ortaya konmaktadır. Şüphesiz, bura­
da "gösteren" sadece bir işitsel imgeden ibaret değildir. Bu bir gör-

* Afelıt: Bilişsel olmay an psişik olay, duygu.


194 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L i Z

sel imge. bir anı, vs. gibi simge niteliği kazanabilecek her şeydir.
Üçüncü olarak, "Bilinçdışı bir dil gihi yapı/aşmıştır," formülü
yeni bir yomm kazanmaktadır. Yukarıda da belirttiğim gibi,
metaforda ilişkiye geçen gösterenler birbiriyle "eşzamanlı" ilişki­
dedir. Bir başka deyişle, metafor "Dilbilim ve Yapısal Antropoloji"
bölümünde verdiğimiz eksenlerden dil ekseni düzeyinde gerçek­
leşir. Bilinçdışı metaforlar zinciri ile oluşmuş ise, metaforlann
ardında bıraktığı gösterenler birbirleriyle eşzamanlı ilişki içinde­
dir; tıpkı bir dilin yapısında olduğu gibi.
Bu formülasyonun dördüncü bir değeri de, klasik teorinin
kavramlarıyla "birincil süreç"lerin yatırım mobilitesi (mobil ite des
iııvestissement) d�nen süre_çle yakınlık göstermesidir; her bir
metaforda yatırım -bir gösterenden diğerine kaymaktadır, aynı
türden bir yaş-amılama S, S', S" gösterenlerine bağlanabilmekte­
dir.
Ancak Laplanche'ın sunduğu "metaforlaştırma" modelinin en
önemli eksiği. kanımca kökensel bastırmayı açıklayamamasıdır.
Üstelik Lacan'ın bir başka formülünü de yeterince verememek
tehlikesi hasıl olmaktadır. Lacan, "Bili11çdışı arzu, dileğin altında
ahıp giden metonimik bir artıktır," der..
Şimdi Laplanche'ın formülünün eksik bıraktığı kökensel bastır­
ma konusuna geçelim. Yukarıda Freud'un bu konudaki görüşlerini
aktarırken "tanı olarak basurma"da bastırılan simgenin öncelikle
bilinçte (ya da hemen bilinçaltında) yer aldığına, sonra da bir yatı­
nın çekilmesi ve bir karşıt-yatının uygulanması yoluyla bu simge­
nin bilinçdışına bastırıldığına, buna karşılık kökensel bastırmada
hiç bilinçli olmamış bir simgenin karşıt-yatının uygulanması ile
bilinçdışını kurduğuna değinmiştik. Laplanche'ın verdiği formül
"tam olarak bastırma"ya uygulanabilir niteliktedir. Çünkü bu for­
müle göre başlangıçta bilinçte (ya da hemen bilinçaltında) Sis gös­
tenne ilişkisi vardır. Yani simgeselleşmiş bir yaşanUlaf!l<1 söz konu­
sudur. S' göstereninin karşı-yatırım uygulayarak S gösterenini
bilınçdışına ittiği, bu arada Sis ilişkisi bozulduğuna göre aynı
L A C A N ' I N P S İ K A N A L İ Z K U R A M I N A T O P L U B İ R B A K I S 195

zamanda bir yatırım çekilmesinin (yani bilinç düzeyinde bir yatı­


nm çekilmesinin) söz konusu olduğu düşünülebilir.
Fakat kökensel bastım1a söz konusu olunca Laplanche'ın for­
mülü yetersiz kalmaktadır. Bu konudaki taruşmalara değinecek ·
değilim. Bence bu sonuç açıkça ortadadır.
Laplanche'ın formülasyonuna temel olan formülü aslında
Lacan, Oidipus karmaşasını ve bu karmaşada meydana gelen birin­
cil basurmayı açıklamak için aşağıdaki şekilde vermektedir:20

Babanın Adı Annenin Arzusu (A)


----+- Babanın Adı
Annenin Arzusu Öznede gösterilen (Fallus)

Mademki Lacan b u formül ile Oidipus karmaşasını ve bu


karmaşa ile ortaya çıkan kökensel bastınnayı özetlemektedir, o
halde bu formülü doğrudan Oidipus karmaşası çerçevesinde
yorumlamak gerekir.
Oidip�'un birinci aşamasında çocuğun arzusu simgeselleşme­
miş, o halde bilinçli olmamış, bilince nesne olmamış saf bir yaşamı­
lamadan, deneyimden ibarettir. Bu arzu, annesi için her şey olmak,
annenin amıladıgı şey olmakur. Onunla bütünleşmek eksiksizliğe,
Nirvana'ya ulaşmaktır. Lacan'm verdiği formülde bu dönem,

Annenin Arzusu
ile belirtilir.
Öznede gösterilen

Kanımızca bu ilişki, hiçbir simge içermeyen dolayımsız bir


ilişkidir. Ancak arada gene de bir bölüm çizgisinin olduğunu
görüyoruz. Bu Ayna Evresi'nin ikili konfüzyonunu simgelemekte­
dir. Annenin Arzusu [ormüle çocugu Babanın Adı'na gönderim­
lemek için, çocuğun "Baba"ya bağlanması için sokulmuştur.
Annenin Arzusu'nun "Baba"ya gönderimde bulunması
Oidipus sürecini başlaur. Bu gönderim sonucu Babanın Adı'nm
devreye girmesi Lacaıı'ın fom1ülünde,

20 .Jacqucs Lacan. fcıiıs, cilt 1 .


1 96 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L İ Z

Babanın Adı
şeklinde verilmiştir
Annenin Arzusu

Babanın metaforunun devreye girmesi ile "-->" işaretinin


öbür tarafına geçiyoruz. Babanın Adı'nın devreye girmesiyle
çocuğUn zaten hiçbir zaman bilinçli olmamış, yani simgeleşme­
miş arzusu fallus göstereni ile damgalanırken, bu gösteren bilinç­
dışı konumuna düşmektedir. Çocuk bilinç düzeyinde Babanın
Adı ile devreye giren Yasa'ya uyarken, kendi ilk yaşantılamasını
da retroaktif olarak fallus simgesi ile kodlamaktadır.
Çocuk ilk arzusunu, ilk saf yaşantılamasını sımgeleştirirken,
aynı zamanda bu simgeyi bilinçdışına iten bir metaforla karşı
karşıyadır. Böyl�e sadece .. bir karşıt-yatının söz konusudur.
Hiçbir zaman bilinÇli olmamış, simgeselleşmemiş bir yaşanulama
simgeleşirken,'bu simge yasanın (Babanın) gücü sayesinde bilinç­
dışı olmakta, bilinçdışının çekirdegini oluşturmaktadır.
Nitekim Lacan'ın verdiği formülde fallus, ancak Babanın Adı
devreye girdikten sonra, yani " -- >" işaret ettiği yönde ortaya
çıkmaktadır. O halde Oidipus'un ilk döneminde "çocuğun arzu­
sunun annesi için annenin eksiği fallus olmak arzusu" olduğtınu
söylemek tam olarak doğru sayılamaz. -Teorinin iç tutarlılığı için
dogru formülasyon şöyle verilebilir kanısındayım: Oidipus'a
giren çocugun arzusu, Oidipus'un retroaksiyonu ile simgeleştigi
biçimiyle annesi için annenin eksiği fallus olmaktır.
Peki, kökensel basurmada çocuğUn arzusu neden fallus sim­
gesiyle kodlanmaktadır? Bu tamamen ataerkil, hatta fallus mer­
kezci kültürel yapımızdan ve kültürel bir kurum olan ailenin
ensest yasagının yasası ile düzenlenmiş olmasından kaynaklan­
maktadır. Çocugun ilkel yaşantılanması sadece narsistik doyu­
muna, Nirvana'ya yöneliktir. Onun annesiyle bir bütün olma
arzusu bu eksiksizliğe yönelmiştir. Oysa biyolojik früstrasyonla­
nın Babanın Adı ile devreye giren simgeleştirmeler sayesinde
kodlarken, temel arzusunun karşısına dikilen yasak tamamen
L A C A N ' I N P S i K A N A L i Z K U R A M I N A T O P L U B i R B A K I S 197

ensest yasagıdır, özünde cinsel bir yasaktır. Böylece çocuk


Babanın Yasası ile yasaklanan ilk saf deneyimini retroaktif olarak
annenin eksigi olan ve e ksiksizligi egemenliği temsil eden fallus
simgesi ile kodlar. Babanın Adı"nın devreye girmesiyle çocuğun
arzusu anne için fallus olmak biçimini alırken, yine Babanın
Yasası nedeniyle aynı anda bilinçchşı bir arzu haline gelir.
Biraz edebi bir dille söylersek: Günah arzusu oldugu için
yasak yoktur. Tam tersine, yasak olduğu için günah arzusu var­
dır. Bu yonımumuzun bir ölçüde Deleuze ile Guattari'nin L'Ami­
Ocdipe adlı eseri ile uyuştuğunu düşünüyonım. Lacan'a biraz
antropolojik açıdan yaklaşacak olursak şu tespiti yapabiliriz:
Lacan·a göre Oidipus, yani Babanın Yasası, insanın kültürel bir
varlık olarak kurulması için zorunludur. Çünkü Babanın Yasası,
insanın kültürel bir özne olarak kurulmasını sağlayarak, içsel
olanla dışsal ı , sübjektifie objektifi, kendi ile ötekileri ayırt etmesi­
ne imkan veren simgesel düzene ginnesini sağlamakta, onu anne­
siyle dolay.ımsız haz durumunu arayıştan çıkararak toplumsal bir
�ye haline clönüşlÜrmektedir (insanlaştırıcı kastrasyon).
Öte yandan Oiclipus, bilinçdışı arzusunun çekirdeğini alarak
insanın kültürün dünyasındaki yüceltme metaforlanna ilişmesini
sağlamaktadır. Çünkü özne, bilinçdışı arzusunu tatmin için aslın­
da beyhude bir çabayla temel arzusunu kültürel yüceltmelerle
tatmin etmeye çalışacakur. Her aşamada früstre olacak, her aşa­
mada yeni bir imgesel özdeşleşmenin, imago'nun (görsel imge)
peşine takılacaktır. Aslında bilinçdışı arzu külLüre uygun dileğin
ardında metonimik bir anık o larak kalacaktır. Kültürel insanın
temel dramı ve çelişkisi budur işte. Ardında bıraktığını ileride
arayacak, toplumsallaşmanın ilk adımı ile yitirdigini (yani narsis­
lik bütünlügünü) toplumsallaşma sürecinde kapatmaya çalışa­
caktır. işte bizi kültürel dünyada yol almaya iten nostaljinin,
eksiklik duygusunun temeli budur.
Bireyin tüm gelişim aşamalarında, kişilikteki insani gerçek­
leşmenin her düzeyinde, öznedeki şu narsislik anı yeniden
198 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S İ K A N A L i Z

buluruz; bir öncesinde libidinal bir früstrasyonu üstlenmek


zorunda kalır ve bir sonra normatif bir yüceltmede kendini
aşar. (Lacan) 2 l

Şimdi Oidipus aracılığıyla kültürel simge sistemine geçişin


başansızlığı anlamına gelen Psikoz'u incelersek durum daha iyi
kavranacaktır.

Birincil denen bastırma (. . . ) Oidipus'un aşılmasının ve sim­


gesel düzene geçişin koşuludur ve psikotiğin gerçekleştir­
mek gücünde olmadığı şey de budur. 22

Psikoz'u açtklamak için Lacan, "dışıa bırakma" (ya da "hesap-


tan düşme", Fransızca forclusion) kavramını kullanır.

Almanca Venweıfung kavramını biz gösterenin hesaptan


düşülmesi kavramı ile karşılayacağız. Babanın Adı'na aynlan
noktaya Öteki'nin düzeninde (yani simgesel düzende) saf ve
basit bir gedik tekabül edebilir. 2 3

Demek ki bastınna mekanizmasında gösteren bilinçdışında


varlığını sürdürürken, "hesaptan düşme"de gösterenin tamamen
devre dışı kalması söz konusudur. Böylece simgesel dizgede
temel bir gedik meydana gelir.
Psikozda dışta bırakılan simge Babanın Adı'dır. Böylece psiko­
tik kültürel bir özne olarak simgesel iletişim ağındaki yerini,
konumunu kazanamaz. Kendi ile kendi olmayanı bir simge siste­
minden dolayımlanarak ayırt edemediğinden, kendi sübjektivite­
sini bir objektivite gibi yaşantılar (ya da vice versa).
Onun gerçekliği kültürel kodla düzenlenmiş bir gerçeklik
değildir. Çünkü bu gerçekliğe statüsünü veren , onu bu gerçeklik­
ten ayırarak kültürel bir özne olarak kuran simgesel dizge, en
temel noktasında, Oidipus aşamasında gedik vem1ektedir.

2 1 Aktaran Anika Lemaire, agy.


22 Anika Lemaire. agy.
2 3 jacques Lacan, Ecrits. cilt l
L A C A N ' I N P S i K A N A L i Z K U R A M I N A T O P L U B i R B A K I S 1 99

Babanın Adı'nm dışta bırakılması ile psikotiğin gerçekleştire­


mediği şeyin "baba" gösterenini kullanmak olduğu sanılmamalı­
dır. Elbette psikotik bir göstereni kullanır. Ancak psikotik hasta­
nın ulaşamadığı şey, bu gösterenin metaforik anlamıdır. Babanın
Yasası, kültürün düzenidir. Psikotik hastada gerçekleşmeyen şey.
temel früstrasyonlannı Babanın Simgesi'nden dolayımlanarak
üstlenmek, böylece Oidipal üçgene girip kültürel düzene bağlan­
makur.
Psikotik hastada kökensel bastırma meydana gelmemiştir.
Yani dolayımsız yaşantılaması simgeleşmemiş, bu nedenle de
kendi ile kendi olmayan ayrışmamıştır. Kendi sübjektivitesini bir
gerçeklik gibi yaşantılamaktadır, gerçeklikle kendi içsel deneyi­
mini ayırt edememektedir (hezeyan ve halüsinasyonlar).
Psikozda belirleyici olan annenin tutumudur. Eğer anne,
Babanın Yasası'nı tanımazsa (klasik teorideki aşın koruyucu
anne). babayı dışta bırakırsa çocuk imgesel düzene tabi kalır.
Şimdi psikotiğin söylemini kavramak için önce "Dilbilim ve

Yapısal Antropoloji" bölümüne geri dönelim. Bu bölümde, hatırla­


nacağı gibi, Lacan-Saussure ikilisi bağlamında iki saptama yapmış­
tık; öncelikle Saussure'e göre dile herhangi bir yerden girmenin
önemli olmadığını, oysa Lacan'm psikanaliz için tam da bu noktayı
önemsediğini bel�tik (aktardığımız Lacan-Mannoni tartışması­
nı hatırlayın). ikinci olarak da, Saussure'ün daha çok ideal bir teo­
rik nesne olan dil ile ilgili olduğunu, buna karşılık Lacan'ın -gene
Saussure'ün kavramlarını kullanırsak- sözle ilgili olduğt.mu, sözge­
limi gösteren zinciri ile gösterilen arasındaki ilişkinin nasıl stabilize
olduğu konusuna yaklaştığını ele almıştık.
Psikoz bağlamında bu noktalardan ilkini -yani dile, simgesel
düzene geçiş problemi- yukanda işledik. Şimdi yine psikoz bağ­
lamında gösteren zincirinin gösterilenlere bağlanması sürecini ele
alalım.
Lacan'a göre bu süreç, kökensel bastırmaya bağlıdır. Kökensel
bastırma ile yaşantılanan (gösterilen) ilk simgesine ulaşır. işte bu
200 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P 5 İ K A N A L İ Z

simgeleşmeden sonra gösterenler zinciri gösterilenlerle önüşmeye


başlar. Lacan'a göre bu süreç hiçbir zaman tam anlamıyla gerçek­
leşmez. Şimdi burada -"Freııd ve Diğerleri" bölümünde altını
çizdiğimiz- Freud'un bilmecesine bir yamı buluyoruz (Freud,
kökensel bastırmada "dürtü" ile "psişik temsilci" arasında ayrıl­
maz bir bağ kurulduğunu söylüyor ve Freud'un bu saptaması
garip bir şekilde bilinçdtşı "birincil süreçlerin yaurım mobilitesi
ile bir paradoks teşkil ediyordu). lşte, kökensel basıırmamn ger­
çekten de ilk simgeleştirmeyi sağladığı, tüm gösteren zincirinin
gösterilenler üzerindeki hareketinin stabilize olması için ilk refe­
rans noktası sağladığı düşünülürse Freud'un bilmecesi çözüm
... .�
bulur.
Şimdi bu �şamada yukanda açıklamadan geçtiğimiz bir nok­
tayı ele alabiliriz. Lacan, yukarıda verdiğimiz kökensel bastırma
(ya da Oidipus) formülünde ''-->" işaretinden sonra, yanı

Oidipus'un yerleşmesinden sonraki bölümde.

(A)
Babanın Adı ifadesini vemıişlik
(fail us)

Şimdi buradaki A (AuLre) Öteki'ni , yani Lacan'ın ıem1inolojisi


çerçevesinde kasaca simgesel düzeni işaret etmektedir. Öteki'nin
alanı, öznenin kim olduğunu sorgulayıp araştıracağı, kimliğini
kazanacağı yerdir. Kendi cinsiyetini sorgulayacağı alandır.24
Özne simgesel düzene girerken, bu düzende kendi kimliğini
kazanacağı süreci başlatırken kendi ilk kimliğini, yani "fal lus
oimak" kimliğini <le geride bırakmış olur. Böylece kökensel bas­
tırmayla "varlıkta/olmakta eksik" de açılmış olur (maalesef burada
Lıcan'ın bu son kavramını geliştirme vesilesini bulamadık; ancak
şu kadarını söyleyelim, "olmakta eksik" -nuırtC(Ue a tt re- anne için
fallus olmak arzusunun basunlınası ile ilişkilidır),
Demek ki Lacan'a göre kökensel bastınna ile gösteren ve gös­
terilen arasında ilk fiksasyon meydana gelmekle ve Öteki'nin

2+ Jacques l..acan , agy.


L A C A N ' I N P S i K A N A L İ Z K U R A M I N A T O P L U B i R B A K I S 201

alanındaki simgeler bu hareket noktasından iLibaren stabilize


olmaktadır.
işte Psikotik kökensel bastırmayı gerçekleştiremediği oranda,
yani kendi ilk yaşanulamasını, sübjektivitesini , gösterilebilir olanı
simgeleştiremedigi oranda, kendi olmayanın simgeleştirilmesini
de başaramaz, kendi ile kendi olmayanı ayırt edemez.
Simgesel dizgedeki bu temel gedik, sonunda psikotik göste­
renleri gösterilenlere baglamakta yetersiz kalacaktır. Onda pek
çok gösteren bir ve aynı gösterilene tekabül edebilecektir.
Şizofrenik dil, aslında bir tek gösterilenle pek çok gösterenin
s

s
/1� S' S"

ilişkilenmesiyle ortaya çıkan bir söylemdir. Bu süreç şizofreni


kliniginin -klasik olarak negatif semptomatoloj i adı verilen­
düşüncede çözülme, neolojizm, yandan cevap, paralojik ve
somut düşünce gibi semptomlannı açıklar gibi görünüyor.
Birincil bastırmanın gerçekleşmemesi şizofrenideki ikincil
narsisizmi de açıklar; Oidipal üçgene giremeyen çocuk, Ayna
Evresi'nde takılıp kalır.
Dahası, kökensel bastırmanın gerçekleşmemesi şizofreni semp­
tornatolojisinin afektif yönünü, yani şizofrenik kayıtsızlıgı da açık­
lar gibi duruyor: Şizofren, kültürel özneleri kültürün yüceltmeler
zincirine bağlayan nostaljik motivasyondan da yoksundur. insanı
kültürün yüceltmelerine bağlayan "olmakta-eksik"tir. insan kültüre
girmekle yilirdigi narsislik bütünlügü, kültürün sundugu
i mago larla özdeşleşmeye çalışarak, bu imago metaforlannda kapat­
'

maya, tatmin etmeye çalışır. Bu yol ile bilinçdışı arzu asla doyuru­
lamayacagı için insan kültür içinde sürekli ilerler: Doktor olmak,
baba olmak, kitap yazmak, vs. i mago lannın peşinde koşar. Oysa
'

psikotik hiçbir şey yitirmemiştir. O nostaljisi olmayan, kayıtsız bir


insandır. "Früstrasyonlar arzunun zenıbereğidir."
Vlll.

D O GA VE KÜ LTÜ R

L
acan'a göre psikanaliz edilebilir öznenin tüm dramı, doğa­
kültür karşıtlığında düğümlenir. Levi-Strauss'un ortaya koy­
duğu biçimiyle bu karşıtlık, akrabalık ilişkileri (kan bağı) ile
evlilik ilişkilerinin, kültürel bir olgu olarak "aile"yi mümkün kıla­
cak şekilde ayrılmasını sağlayan ensest yasağında ifadesini bulur.
Doğal olanın yasaklanması, egzogarniyi (dış-evlenme) ve kültürel
bir yapılanma olarak aile (akrabalık) ilişkilerini temellendirir
Yapısalcı antropoloji açısından ensest yasağı kültürel aileyi
kuran, o halde doğa-kültür karşıtlığını oluşturan bir yasa olarak
karşımıza çıkarken, psikanaliz ensest yasağının evrensel (çünkü
kültürün düzeni için zorunlu) yasağı Oidipus'un temel bir özelli­
ğinin altını çizer: Oidipus, parantez içinde (özne)nin (yani henüz
özne olmayanın) ilk kültürel kimliğini, yani biyolojik bir organ
farklılığında özetlenemeyecek farklı yerleri, yasakları , vaatleri ve
görevleriyle öznenin kültüre ilişkin cinsel kimliğini verirken , onu
doğal varoluşsal deneyiminden ayım ve böylece bilinçdışı arzu­
nun temelini atar. Özneyi, kültürün düzenine girmekle yitirdiği
şeyi yine kültürün eksiksizlik sembolü fallusta bulma çabasıyla
204 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S 1 K A N A L I Z

acılı, boşuna, fakat vazgeçilmez bir şekilde kültürün metaforik


yüceltmeler dünyasına iliştirir.
Freud'un, çağının fizyolojik kavramlarıyla haz-tatmin çizgi­
sinde düşünmeye çalışugı ve erojen bölgelerin (oral, ana! , fallik)
otoerotik tatmininde tanımını bulan geniş anlamıyla birincil nar­
sistik dönem Oidipus'la yıkılır. Öznenin tüm çabası, Oidipus'la
girdigi kültürün düzeninde, kültürün düzenine girmekle yitirdi­
gini (narsistik kadiri mutlaklığını) aramaktır. lnsan her adımı ilk
adımın narsistik doyumu için atar, fakat her adımda ondan biraz
daha uzaklaşır. Lacan'ın narsistik d önemi, yani Ayna Evresi,
çocuğun annesi için her şey (retrospektif kuruluşuyla annesi için
fallus) olmak, yani 6nda "eksil<" olan şey olmak arzusuyla, bütün­
sel imgesini kazpnmak için aynada kendi imgesiyle ya da başka­
sının, annesinin bütünsel imgesiyle özdeşleştigi, anne-çocuk iliş­
kisinin dolayırnsız dönemidir. Bu dolayırnsız dönemde kendini
başkasından, annesinden ayın edemediğine göre, sadece bfr
(özne) olan , yani henüz bir özne olmayan çocuk, kültürü.n düze­
nine simge ile girer. Simge, dolayımsız ikili ilişkinin arasına giren
bir üçüncüdür. lşte, insan yavrusuna bir simge kullanarak ötekini
kendinden ayırma imkanı veren -aslında bu imkanı bir zorunlu­
luk olarak kabul ettiren- simge, bir dolayım sağlayarak özneyi
kurar. Simgesel düzenin temel simgesi Babanın Adı (Nom-du­
Pere), Anne-Çocuk dolayırnsızlığına son verir ve kendi yasasını
kurar. Simgesel Baba, annede "eksik" olana sahip olandır ve anne­
nin tabi olduğudur. Bu anlamda Baba iki kez yoksun bırakıcı
olarak devreye girer: Hem çocuğu annesiyle dolayımsız ilişkisin­
den çıkanr (annenin tabi olduğu yasa "Baba'nın Yasası"dır) hem
de anneyi fallik nesneden yoksun bırakır (fallusa sahip olan
Baba'dır). Lacan'ın terimiyle "insanlaştmcı kastrasyon", yani insan
yavrusunu kültürel bir özneye dönüştüren kastrasyon, "olmak"tan
(etre), "sahip olmak"a (avoire) yöneltir özneyi. Söz konusu olan,
anne için annenin eksigi fallus olmak degil, fallik nesneye "sahip
olmak" ya da "sahip olmamaktır. Simgesel Baba, Anne-Çocuk
D O G A V E K Ü L T Ü R 205

dolay1msızlıgma bir üçüncü olarak girerek, bu dolayımsızlığı.


temel narsisizm bir "kayıp"a (perte) dönüştürür ve "varlıkta/
olmakta eksik" açılır (manque ci etre). Türkçede bu kavramın tam
vurgusunu vermek için hem varlık'ta (yani dolayımsız kendi ger­
çekliğinde) hem de olmak'ta (yani anne ile fallus olmakta; "etre le
phallus") eksik olarak düşünmeli. lşte, bilinçdışı arzuyu kuran da
bu eksiktir. Bu eksik, simgesel-Odipal düzenin eksiksizlik simge­
si fallus şeklinde bilinçdışının yapısına kodlanır. Çünkü insanda
eksik olan, mitik bir eksiksizliğin simgesi fallustur. Çünkü Baba,
Ana-Ogul ilişkisine bir yasaklayıcı olarak girmekle, çocugun
sahip oldugu organın sadece penis oldugunu (hatta kız çocuk için
bir penis bile olmadıgını), yani fallus olmadığını , yani bir yasaya,
ensest yasagı yasasına tabi oldugunu gösterir (simgesel kastras­
yon).
Dilde ifadesini bulan simgesel düzen böylece üçlü bir etkiye
sahıptir: Önce insan yavrusunu özneye dönüştürür, yani ona ilk
kültürel kimliği olan cinsel kimligini verir; ikinci olarak ve aynı
anda bilinçdışı arzuyu kurar; üçüncü olarak ve aynı anda özneyi
simgenin metaforlannda kültürel yüceltmeler dünyasına acılı,
fakat vazgeçilmez biçimde iliştirir.
Simgesel düzen özneyi kurar: Çünk-ü özne, fenomenol�jik
aşkın bilincin, cogito'nun kaçınılmaz bir sonucu, ontolojik bir
kategori değildir. Fenomenolojik indirgeme umulmadık bir tortu
bırakır aslında: Dil ('Dil paranteze a/111amaz," der Derrida). Ôzne
kültürel bir kodlamadır. Simge insan yavrusu ile başkalan ve
dünya arasına girerek insana Ben deme, yani kendini bir göste­
renle temsil etme imkanını verdiğinde, özne de kurulmuştur.
"Özne simgese/de bir gösteren ortaya çıkarak doğar" (Lacan).
insan yavrusunun dille karşılaşması, ilk kurumun, ailenin
söylemi (Althusser'ci bir vurguyla ailenin ideolojisi) yani Oidipus
çevresinde geçtiğine göre, bu ilk Ben. simgesel Baba karşısındaki
yapısal konumuyla belirlenir; o halde cinsel bir kimliktir. insanın
kültüre ilişkin ilk kimliği, yani kültürün düzeninde aldığı. yer,
206 F R E U O ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L i Z

vaat ve görevin ilk ayrımlaşması, hiçbir biyolojik gerekçede ifade


edilemeyecek cinsel kimliğidir. Homoseksüelliğin ve transseksü­
elligin biyolojik dayatmalara karşın mümkün olmasını sağlayan,
insan cinselliğinin biyolojik değil, kültürel bir kodlama olmasıdır.
Öte yandan, insanın ilk temel kimliğinin cinsel kimlik olması,
psıkanalizin cinselliğe verdiği vurguyu temellendirir.
Oidipal söylem, öznenin temel kimliği olan cinsel kimliğini
veren bilinçdışının söylemidir, "ötekinin" söylemidir. Çünkü
öznenin dili kullanması, ancak dile girmesiyle mümkündür.
Öznenin ilk kimliği, simgeseldeki ilk konumu, ailenin Oidipal
söyleminde ona ayrılan cinsel konumdur. Böylece bu simgesel
y
düzende, simgese( düzenin ' apısal kurallannca belirlenen bir
simgeyle kendini temsil eden, yani simgeselde bir konuma yerle­
şen özne, tüm '"dileklerinde (demande), bilinçli söyleminde ken­
dini özellikle dil sürçmelerinde, esprilerde ya da rüyalarda, yani
simgeseli kullanan öznenin özgün çarpıtmalannda bir ipucu giOi
ortaya koyan ikincil ve gizli yapı şeklinde temel klinligini de dile
getirmiş olur; ya da daha doğrusu, öznede ve özne aracılığıyla bu
gizli yapı dile gelir. işte, bir teknik olarak psikanalizi de mümkün
kılan budur. Analizde . araştınlan, öznenin simgesele girişinde,
yani temel cinsel kimliğindeki yapılaşmadır, Oidipal söylemdir.
Bu temel söylem sadece öznenin tüm bilinçli söylemini mümkün
kılmakla kalmaz, gerçeğin simgesel düzenlemesi çerçevesinde
karşılaşılan tüm rastlantısal imgesel işlevlerde bilinçli söylemi
zorunlu kılar. işte bu nedenlerle Lacan , özneyi (S = S bam:) şek­
linde, yani "gösterenle ilişkisinde ikincil kurulmuş olarak" ifade
eder. O halde bilinçdışı, bilinçli söylemin lwşuludur.
ikincil olarak ve aynı anda simgesel düzen bilinçdışı arzuyu
kurar. "Dil bilinçdışınııı koşuludur," der Lacan . Simge bir şeyin
yokluğunda yerini almakla yabancı laşmaya açılır. Dil her tı:trlıl
yalanın koşuludur (Umberto Eco). (Lacan, Sartre'ın la mauvaise
foi [kötü niyeti kategorisini bu çerçevede yorumlar.) insan
kendi varoluşsal deneyimini, ancak dilin ona sunduğu kendi
D O G A V E K Ü L T Ü R 207

kurallan olan bir yapıdan dolayımlandırarak biçimlendirebilir,


düşünebilir ve ifade edebilir. Böylece dilin kurallarını da ortaya
koyabildiği dileklerde eklemlenen gösterenlerin ardında meto­
nimik bir artık kalır: "Bili nçdışı arzu, gösterenlerin ardıııda
akan metoııomik bir artıktır" (lacan). insanın simgesel düzende
yitirdiği kendi dolayımsız varoluş deneyimi narsisizmdir.
"Varlıkta/olmakta eksik" dille açılır ve bilinçdışında eksiksizin
simgesi fallusla işaretlenir. Çünkü bu eksik, bilinçdışının yapı­
sında simgesel kastrasyonla biçimlenir. insan, dilin metaforlar
düzeninde ilk gerçekliğinden her an biraz daha uzaklaşır ve hep
ilk dolayımsız gerçekliğini, annesinden ona yansıyan bütünleş­
miş bir imge olarak narsislik kadiri mutlaklığını. yani "insanlaş­
tıncı kastrasyon"la yitirdiğini arar. insanın bu acılı çabası boşu­
nadır aslında (fakat Camus'den farklı olarak anlamsız ya da
saçma değildir, çünkü bunlar ontik değildir. Aksine anlam,
simgesel-kültüreldir). Çünkü insanın, kültürün metaforlannda
aradığı. zaten oraya girmekle yitirdiği şeydir. "Bi linçdışı arzu
asla tatmin edilemez" (Lacan).
Burada Oidipus mitlerinin en çok bilineni, fakat bir Oidipus
miti olarak en az bilineni olan Adem'in hikayesini hatırlatmak
istiyorum. Adem'in hikayesini kendi öz hikayemiz/tarihimiz gibi
dinleyelim. Çünkü insan hep düşlerinin peşinden koşar, fakat
sadece düş kınklıklanyla ilerler. Bununla psikanalizin früstrasyo­
na verdiği önemi vurgulamak istiyorum .
Adem, kadının ona sundugu "yasak" -Cennet' le kadınla erke­
ğin ilişkisi bir yasaktan dolayımlanır- nedeniyle Cennet'ten kovu­
lur ve ona Dünya'da Cennet yasaklanır ve ona Cennet vaat edilir.
Tüm bir Cennet'te bir elma neden yasaktır? Çünkü kültürel bir
fantezi olarak Cennet, bir yasakla yapılanarak kurulabilir. Elma,
iskambil kağıtlarının en altındakidir. Onu çekerseniz tüm Cennet
çöker. Yasa(k)ı çekin, tüm kültür çoksun.
Freud, "Yaşam ölıime doğru dolambaçlı bir yoldur," der.
Çünkü yaşamda aranan yitiriliş birincil narsisizmdir, eksiksizlik-
208 F R E U O ' O A N L A C A N ' A P 5 İ K A N A L İ Z

tir, Nirvana'dır. O halde yaşam sadece ölümle bitmez, en eksiksiz


biçimini rahimdeki ceninde bulan mitik bir ölümle başlar. Yaşam,
yitirilmiş/yasaklanmış bir ölümle vaat edilmiş bir ölüm arasında
bir ölüm arayışıdır. Ölüm orada tüm devinimsiz mükemmelliğiy­
le Aristoteles'in mutlak formu gibi çeker. Eros, Tanatos'un ikiz
karde.şidi r.
Kültürel yaşam için narsisizm-Nirvana-ölüm yasaklanmalıdır.
Narsis, bu güzel adam, kendi imgesini yansıtan sularda kendine
aşık olur. Onun kendine aşkı, güzel Ekho'nun aşkını, kültürün
ona sundugu aşkı görmesini engeller. Narsis, imgesini yansıtan
sulara egilir ve kendi imgesinde ölür.
O halde Narsis kültür adına yasaklanmalıdır. Narsis mitinde
if�desini bulan A� Evres(yani çocuğun annesinden yansıyan
bütünsel imge):'le özdeşleştiği clolayımsız ilişki Baba'nın Yasası'yla
yasaklanmalıdır. Babanın Yasası kültürün yasasıdır. Ayna
Evresi'nin yıkılmadığı durumlarda, yani bir üçüncü olarak simge­
sel Baba dışarıda bırakıldığında (forclusion du Nom-dıı-Pere)
simgesel döneme, Oidipal döneme geçemeyen irisan k�ndini bir
özne olarak ayırt edemez. lşte, şizofren budur. Burada insan sade­
ce simgeselde bir özne olarak ortaya çıkmakla kalmaz, küllürün
simgesel düzeninin kuralları çerçevesinde biçiınlendiremediği,
duşünemediği ve ifade edemediği kendi varoluşsal deneyimini de
sanrısal bir gerçeklik olarak yaşanular. Babanın insanlaştırıcı kas­
trasyonundan geçmeyen şizofren, kültürel bir özne olmayandır,
kültür dışıdır. Ve kültür kendi sırrını hiçe sayan deliyi bir sır gibi
demir parmaklıklar ardında saklar.
Üçüncü olarak ve aynı anda simgesel dizge, özneyi kültürün
yüceltmeler dünyasına iliştirir. i nsanlaştırıcı kastrasyondan geçen
özne, eksigini simgesel düzenin metaforlarında kapatmaya yöne­
lir. Yeniden eksiksiz olmak, üsl üsle eklenen metaforlar düzeyin­
de kendi cinsinin ideali ile özdeşleşmeye açılır. Hadım edilmiş
insanın kendi cinsinin idealine yönelen simgesel 6zde.şleşmesi,
imgeselde sürekli özdeşleşmeler zincirini başlatır. lmgesel özdeş-
O O G A V E K Ü L T Ü R 209

leşme bir "düello kuralına göre" erotik saldırganlık ilişkisinde bir


idealin karşısında yer almaktır: Boks şampiyonu olmak, satranç
şampiyonu olmak, filozof olmak kastrasyon kompleksinin kültü­
rel metaforlan olarak kültürel yüceltmelerdir. Kültürel yüceltme
yanşur, yüceltilmiş savaştır.
Kültürün dÜZeninin iki ucu vardır yalnızca: Kadınla-anneyle
yasaklanmış dolaynnsız ilişki ve yüceltilmiş savaş. Savaş ve
Banş'ın Prens Andrey'i, kansını çok sevmesine rağmen -yani
aslında çok sevdiği için- onu yaşlı gözlerle ardında bırakır.
Avrupa'nın kaderi için, büyük idealler için Napoleon'la savaşma­
ya gider. Ardında kadınların "aynnularla dolu" dünyasını bırakır;
büyük ideallerin, yüceltilmiş savaşın, erkeklerin dünyasında
kendi cinsinin ideali karşısında bir "düello kuralma göre" tarana­
n denk kılacak imgesel özdeşleşmesine, kendi Oidipal yazgısına
gider Kadınla dolayımsız hazzın yasağına dayanan küllür, yücel­
tilmiş savaşta noktalanır. .
.
IX.

F R E U D'A LİYAKAT

D
aha şimdiden psikoloj ik terimleri fizyolojik veya kimyasal
terimlerle yer değiştirebilecek konumda olsaydık, tanımı-
-mızdaki yetersizlikler muhtemelen ortadan kalmış olacaktı . . .
(Fizyoloji ve kimyadan) e n şaşırtıcı bilgileıi vermesini bekleyebi­
liriz, ama sanılan ortaya koymamızdan birkaç düzine yıl sonra
yanıtlann nasıl geri dönecegini tahmin edemeyiz. Bu yanıtlar
varsayımlarımızın yapay yapısının tümünü sürükleyip götürebile­
cek tarzda bile olabilir.

Sigmuııd Freud, "Haz lllıesinin Ötesinde".


"Giriş Notu"nda da belirtigim gibi, psikanalizle ilişkim
daima somnlu bir eksende seyretti. lyi sayılabilecek bir doğabi­
lim eğitimi almış ve üstelik bu konuda kendini elinden geldigin­
ce gelişlinniş bir hekim olarak, psikanalizde ne bilimsel teoriler­
den bekledigim ikna ediciligi tam olarak bulabildim ne de eli­
min tersiyle büsbütün safsata gibi değerlendirerek bir kenara
itebildim onu . Gene daha önce belirttigim gibi, meslek yaşarrıı­
mın değişik dönemlerinde kendimi psikanalitik teoriye daha
212 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S İ K A N A L İ Z

yakın, hatta neredeyse içinde bulduğum zamanlar da oldu; daha


uzak, mesafeli bir tavır aldığım zamanlar da. Ama Freud'un ve
izleyicilerinin kuramını daima ciddiye aldım ve belki de hem
klinik hem akademik mesleki yaşamımdaki başans1Zlıklar kadar
başanlan da bu kuramla gerilimli, hatta çift-değerli ilişkime borç­
luyum. Bu aşamaya kadar okuduğunuz ve önemli ölçüde ikinci
baskısına dayanan kitap, kendimi yaygın anlaşılış ve takdim ediliş
biçimiyle psikanalize en yakın hissettiğim dönemin üıünüclür.
Bugün. hekimlik yaşamımın yirmi beşinci yılına girerken,
özellikle son on yıldaki okumalarım, çalışmalarım ve klinik dene­
yimim sayesinde beni daha tıbbiyenin ikinci sınıfından beri zor­
lamış olan kimi öHemli nörolojik sorunları kısmen de olsa çözdü­
gümü ve insan merkezi sinir sisteminin zihinsel faaliyetleri
konusunda artık kendime özgü bir kavrayışa ulaştığımı sanıyo­
rum. Ulaştığım sonuçları halen üzerinde çalıştığı m ve bir süre
sonra yayımlamayı umduğum "Beyin-Ferıomenal Bilinç Problemi
ve Diyalekti/� Psihiyatri" adlı kitabımda tartışınay.ırsunacağım. Bu
durumda benim için daima hem çekici hem de itici bir merkez
rolü oynayan psikanalitik kuramla ilgili henüz nihai değilse bile,
geniş ölçüde netleşmiş sonuç yargılarımı şimdiden kısmen bildir­
mek gereğini duyuyorum.
Aşağıda sunacağım bölüm, 2004'ün Eylül ayında Kuşadası'nda
gerçekleştirilen 40. Ulusal Psikiyatri Kongresi'nde "Felsefe ve
Psiluıııaliz" başlığı altında Dr. Yaman Örs ve Dr. Doğan Şahin'in
de katıldığı panelde, " Fra n sız ve Alman Düşünce Geleneldeıi
Çerçevesinde Psikanalizin Yeri" adlı konuşmamın kısmen değiş­
tirilmiş ve kitabın bütününe uyarlanmış bir özetini içeriyor.
Sonsöz olarak bu özeti seçmemin sebebi, o konuşmanın psikana­
liz ve geleceğiyle ilgili bazı köktenci yargılara varması ve üstelik
bu yargılann da konuyla ilgilenen hekimler arasında belli bir
tartışmaya yol açması. Umanm bu kışkırtıcı konuşma, Türkiye'de
psikanaliz ve psikanalitik psikoterapilerle ilgilenen psikiyatr ve
psikologlar arasında uzunca bir süredir devam eden, neyin veya
F R E U D ' A L i Y A K AT 2 1 3

kimin psikanalizin kurumsal geleneklerine uygun oldugu veya


davrandığı gibi bilimsel düşünceyle pek alakası olmayan verimsiz
polemikleri bilimsel düşüncenin gerek duydugu teorik tartışma
platfonnuna taşımak bakımından küçük bir ölçüde olsun katkıda
bulunmuştur.
Psikanalitik kuramı hala tartışmaya değer bulan hekimler ola­
rak bugün esas sonmumuz, hangi grubun veya kişinin psikanali­
zin kurumsal geleneklerine daha uygun oldugu veya davrandığı
gibi meşruiyeti cemaaten menkul "etik" bir sorun değildir.
Çogumuzun göm1ezden geldiği, çok daha ciddi, ivedi ve hayati
bir sorunla karşı karşıyayız. Bugün esas sorunumuz, günümüzün
gelişen nörolojik bilimleri çerçevesinde psikanalizin ve psikana­
lizden türeyen terapilerin hala dogru ve geçerli bir teori ve teknik
olarak kabul edilip edilemeyeceği ya da daha iyisi, ulaşılan yeni
bilgiler sayesinde psikanalitik teori ve tekniklerde ne gibi düzelt­
melere gitmemiz gerektiği sorunudur. Bir başka deyişle, sorunu­
muz bir sadakat sorunu değil. kendini daima bilim adamı olarak
nitelemekten gurur duyan Freud'a karşı bir liyakat sonınuclur.

chafer, l bir dönem psikanalistler arasında ciddi tartışmala­


S ra yol açan tarihi çalışmalarında psikanahtik pratikte kul­
lanılan fenomenolojik, iç-deneyime yakın dille teorik, özellik­
le de metapsikolojik dil arasındaki tutarsızlıktan söz etmişti .
Buna göre psikanalitik klinik uygulama "anlam", "anlama" ve
"yorumlama" üzerinden çalışırken, metapsikolojik dil daha
çok mekanik, iç-yaşantılarnadan uzak, doğa bilimlerine öykü­
nen ve insanı içeriden anlamadan çok dışarıdan açıklamaya
yönelen bir yapılanma arz ediyordu. Böylece klinik uygula­
mayla teori arasında, deyim yerindeyse, "epistemolojik bir

l Roy Schafer, "Action: lts Place in Psychoanalytic lnterpretation and


Theory", Tlıe Annual of Psychoaııalysis, 1973, 1 ;

"Self-identity: Separatıon-individuation in ado!escence", The Psychoa­


nalytic Qııarterly, 1 973. 42.
214 F R E U D ' D AN LACAN ' A P S İ KANALİZ

kopukluk" ortaya çıkıyordu. Zaten psikanalitik literatürü ince­


lediğimizde de daha Freud'un eserlerinden başlayarak iç­
yaşamılamaya yakm, anlam araştırmasına dönük, hatta bir
ölçüde de olsa yorumsamacı (henneneutih) olarak nitelenebi­
lecek bir eğilimle biyoloj i k verileri temel almaya ve doğa
bilimlerinin diliyle bütünleşmeye çalışan iki ayrı eğilimin bira­
rada yürütül meye çalışıldığını görüyoruz.
Mesela psikanalizin ilk önemli ürünü olarak kabul edilen
1 900 tarihli "Di4lerin Yonımu", geniş ölçüde anlamaya dönük bir
yük taşımakla birlikte, kitabın özellikle yedinci bölümü rüyaların
oluşumuyla ilgili daha nörolojik bir açıklama venne çabasındadır.
Kaldı ki, Freud'un.rüm psikanalitik çalışmalarının hareket nokta­
sı ve nihai hedefi Ölan, fakat ancak ölümünden sonra basılan
1 895 tarihli "Bflimsel Bir Psilwloji Projesi", psikolojiyi tamamen
nörolojiyle açıklamaya dönük bir programdır. Buna karşılık
hemen hemen tüm vaka öyküleri anlama eksenli, hatta yorumsa­
macı olarak nitelenebilecek yönü agır basan çalışmalardır. Ama
1 9 1 5 tarihli Metapsilwloji ve 1 92 3 tarihli Ego ve tel, gene insanı
içeriden anlamadan çok (insan beyninin) zihinsel çalışma meka­
nizmalarım açıklamaya yönelmiş çalı:;;ınalardır. Tahmin edileceği
gibi, Freud'un eserindeki bu tipte iki yönlü örnekleri kolayca
çoğaltabiliriz.
Keza psikanaliz tarihinde önemlı roller oynamış yazarlar da
bu iki kutuplu tutumu sürdürmüştür. Mesela Hartmann,
jacobson, Kernberg gibi psikanalistler, psikanalizin gelişimi açı­
sından hem biyolojideki gelişmeleri degerlendirmeye daha çok
yer verir hem de zihinsel süreçleri açıklamaya (metapsikolojiye)
daha büyük önem atfederler. Keza biyolojiden pek söz etmemek­
le beraber Lacan da iç deneyime ya da anlamaya değil, dilbilimsel
ve antropolojik kuramlardan yola çıkarak açıklamaya önem veren
bir teorisyendir. Buna karşılı k fairbaim, Winnicott, Guntrip,
Kohut gibi psikanalisller özellikle anlama eksenli çalışınalanyla
ön plana çıkarlar. Elbette bu liste de uzatılabilir.
F R E U O 'A L iYAKAT 215

$imdi Schafer'in uyarısını ve yukarıda kaydettiğim tespitle­


rimi temel alarak psikanalitik literatüre.le gözlenen bu iki
kutupl uluğun gerekçelerini açıklamak için birbiriyle bütünle­
şen i ki tez ileri süreceğim ve psikanalizin kuramsal ve pratik
geleceği konusunda bazı öngörülerde bulunacağım . Bunlardan
i lkini "bilgi sosyoloj ik tez" olarak isimlendiıiyorum. Bu teze
göre psikanalitik literatürde gözlenen söz konusu kutuplaşma
eğilimi, psikanalizin ortaya çıktığı XlX. yüzyıl sonu ve XX.
yüzyıl başı Viyanasının kültürel-entelektüel atmosferiyle
yakından bağlannlıdır. Teze göre dönemin Viyanası birbiriyle
çelişen iki güçlü ve çatışmalı düşünce geleneğinin, maddeci,
Aydınlanmacı, pozitivist Fransız geleneğiyle idealist, roman­
tik, tarihselci ve yorumsamacı Alman geleneklerinin etkisi
altında kalan bir kavşak noktasıydı ve analitik literatürdeki
kutuplaşma eğilimlerinin temelleri daha kuruluş aşamasındaki
bu çatışmalı entelektüel ortamda atılmıştı.
llkiyle bütünleşen ama daha derin bir katman oluşturan
ikinci tezimi "epistemoloj i k tez" olarak isimlendiriyonım. Bu
teze göre psikanalitik liLeratürde gözlenen kumplaşma eğilimi,
kendini XIX. yüzyıl Fransız ve Alman düşüncelerinin karşıtlı ­
ğında bir kez daha ifade eden ama aslında çok daha köklü ve
tarihi bir ontoloji tartışmasının kaçınılmaz tezahürlerinden
biridir. insanın doğada ve hatta evrende benzersiz-indirgene­
mez bir varlık olup olmadığı veya insanın doğabilimleriyle
incelenebilir bir doğal oluşum. bir tür doğa olayı olup ol madı­
ğı sorularıyla da çeşitli şekillerde i fade edilebilecek bu köklü
ontoloji tartışması, nihai katmanda ruh-madde ikiliğine veya
tekçilik-ikicilik (evrenin bir tek varlık türünden oluşup oluş­
madığı) çatışmasına indirgenebilir. Bu ikinci tezime göre psi­
kanalitik literatür söz konusu derin omoloj ik probleme açık
yanll teşkil edecek herhangi bir varsayımdan hareket etmeme­
nin bedelini, en azından şimdilik literatürdeki kutuplaşmayla
ödemektedir.
2 16 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S i K A N A L İ Z

ı. Bilgi sosyolojik tez. Psikanalizi XVIII. ve X lX . yüzyıllarda


Avrupa'da geçen fikir taruşmalannın ve bunun da temelinde yer
alan üretim araçlannın gelişmesinin, dolayısıyla da sınıf yapılan­
malarının hızla dönüşümünün bir sonucunu olan sınıf mücade­
lelerinden etkilenmiş, artık eski gücününü yitim1ekle beraber XX.
yüzyılda epey etkin kültürel bir rol oynamış ilginç bir düşünce
akımı olarak ele alabiliriz. Löwy2 kapitalizmin gelişiminin Fransa
ve Almanya'da farklı yollar izlediğini, buna bağlı olarak da bu iki
kültüre egemen olan düşünme tarzlannın farklı ve hatta karşıt
yönelimler aldığını tespit eder. XVlll. yüzyıl Fransasın<la hızlı
teknol�jik gelişimin sonucu olarak oldukça güçlü ve geleneksel­

feodal üretim tarz nyla uz �mak zonında kalmayan, devrimci
bir burjuva sınıfı oluşmuşken, Almanya'da teknolojik gelişim,
dolayısıyla buıji.ıvazinin devrimci bir sınıf olarak ortaya çıkması
gecikmiş, Alman burjuvazisi geleneksel egemen sınıflar ve teokra­
tik özellikler arz eden devlet karşısında daha uzlaşmacı bir politi-
-
ka izlemiştir.
Sınıf mücadelelerinin Fransa'da daha sert bir yol izlemesi, bu
ülkede devrimci-Aydınlanmacı fikirlerin daha kolay bir etkinlik
alanı bulmasını sağlamışur. Bacon'un eserinde ilk örneğini bulan
Aydınlanma, geleneksel önyargılara ve "boş inançlara" karşı
önemli bir mücadele venniş, ancak XIX. yüzyılda buı:juvazinin
sınıf egemenliğini kurması ve devrimci özelliklerini yitirip tutucu
bir sınıf halini almasıyla beraber akademik pozitivizmde atıllaş­
mıştır. Comte'un eserinde ilk örneğini bulan bu akademik tavır,
insanın ve insan toplumlarının doğabilimi yöntemleriyle dışan­
dan, yansız bir tuluınla "açıklama"ya dayanan bir epistemol�ji
çerçevesinde ele alınması gerektiğini savunur. Bu konuları
"Üçüncii Basluya Önsöz"de ele aldığım için daha fazla ayrıntıya
girmiyorum.
Oysa Löwy ye göre Almanya'da sınıf hareketlerinin aldıgı
görece uzlaşmacı yön. Aydınlanma ve pozitivizm karşıtı görüşle-

2 Michael Lowy. Paysages de la Vtrite, Anthropos, 1 999.


F R E U D ' A L İ Y A K A T 217

rin egemen olmasını sağlamıştır. Hegel'in Alman Aydınlanmasının


doruğu olarak gördüğü KanL bile, Saf Alı/ın E/eştilisi adlı eserin­
de insan aklının bilme gücüne sınır çizerek bir bakıma dolaylı
yönden inanca yeniden yer açmıştır. Ancak bilhassa Herder'in
tarihselciliği ve Schleirmacher'in yorumsamacılığına dayanan
Dilthey'in pozitivizm ve Aydınlanma karşın görüşleri XX. yüzyıl
başı Almanyasının gerçek düşünsel doruğu olan Heidegger'in
fenomenolojik ontolojisinde son noktasına ulaşır. Yoğun cemaat­
çi özellikler taşıyan bu düşünce çizgisi, insan ve insan kültürleri­
nin doğabilimlerinden devTalınan ve dışardan açıklamayı esas
alan yöntemlerle kavranamayacağını, yansız bir dış gözlemci ola­
rak değil, içerden taraf olarak yaşantılamaya ve anlamaya dayanan
yorumsamacı yöntemlerle ele alınması gerektiğini savunur.
Hatırlanacağı gibi, bu konuları da "Üçüncü Bashıya Önsöz"de
yeterince işlemiştim.
Psikanalizin doğduğu dönemde Viyana'daki kültürel atmos­
fer, bu iki karşıt akımın kavşak noktasında bulunur. Bugün
· Viyana adını verdiğimiz yöre, Avrupa kıtasındaki coğrafi konumu
itibariyle zaten daima bir kavşak noktasında bulunmuş ve daha
paleolilik çaglardan beri insanların yaşadığı, son beş yüz yıllık
zaman diliminde de büyük bir kent olarak önce Kutsal Rorna­
Gennen lmparatorluğu'na, sonra da Avusturya-Macaristan
lmparatorlugu'na başkentlik elmiş, büyük ve önemli bir tarihi
kültür merkezidir. Avusturya, tarıma elverişli lOpraklannın azlığı
nedeniyle çok erken dönemlerden itibaren kentleşmenin başladı­
ğı bir ülke olmakla beraber, sanayiinin gelişmesi lngiltere ve
Fransa'ya göre gecikmiş bir ülkedir. Ancak XYIII. yüzyılda güçlü
bir ticaret burjuvazisinin varlıgı sayesinde ülke ciddi bir
Aydınlanma hareketi yaşamıştı ve XIX. yüzyıldaki sınıf mücade­
leleri Almanya'dakilere oranla daha sert, Fransa'da geçenleri
yakından izleyen ve hatırlat.an bir seviyede seyretmişti. Bu tarihi
nedenlerle Avustuıya ve bilhassa Viyana sadece müzik ve mima­
ride degil, tıp ve diğer doğabilimleri alanında da güçlü bir merkez
218 F R E U D ' DAN LACA N ' A P S i KA N A L i Z

haline geldi. Müzikte klasisizmle romantizm arasında bir geçiş


aşamasını temsil eden Schuben ve Bonn doğumlu olmasına rağ­
men Avusturya müzigi çerçevesinde ele alınan Beethoven geniş
ölçüde bu kültürü temsil eden örnekler olmakla beraber,
Avusturya romantizmini Alman romantizminden farklı olarak
modemizmle değil. bilhassa klasisizmle tartışma içinde ele almak
dogru olur kanısındayım. Halbuki, eğer yanlış değerlendirmiyor­
sam Alman romantizmi klasisizme daha yakın, ınodemizme ise
daha fazla karşıt bir yük taşımaktadır. Nitekim Stefan Zweig ve
Prag doğumlu olmasına rağmen Avusturya dışavuıumculuğunun
önde gelen ismi olarak kabul edilen Franz Kalka'nın güçlü
ınodemist etkiler ;aşıdı�ını .düşünüyoıum. Tabii bu tespitlerin
tartışı lması bir psikiyatri yazısında merkezi bir rol oynamayacak
ve oynanmatrmsı gereken entelektüel bir lafazanlık görünümü
alabileceginden lafı uzatmıyorum.
Ancak psikanalizin ortaya çıktı� XIX. yüzyıl sonu-XX. }rf.\Z­
yıl başı Viyanasının doğal olarak Al man etk_is.i ne, dolayısıyla
Fransız romantizminden farklı olarak Aydinlanma karşıtı bir
romantizm ve yorumsamacılığa açik olmakla beraber, güçlü bir
modemizm ve Aydınlanma etkisindr de kaldığı ve bu nedenle
Fransız pozitivizmine ve hatta lngiliz ampirizmine de açık oldu­
ğu iddiası yabana aLılmayacak bir tez olabilir. Nitekim, son
güçlü pozitivist akımın (mantıkçı poziti\izmin) psikanalizin
doğum yıllarında bu şehirde ortaya çıkmış olması rastlantı
deği ldir. Bu akım, önermeletin deneysel olarak doğnılanması
sorunuyla yakından ilgilenmiş ve romanıik-yoıumsamacı eği­
limleri tamamen anlamsız önermeler üretmekle ve bir tür sahte
bilgi alanı açmakla suçlamıştı.
Sonuç itibariyle, kanımca psikanaliz Alınan ve Fransız düşün­
ce geleneklerinde temsilini bulan iki karşıt düşünce akınımın
çatıştığı ve kaynaştığı bir kültürel atmosferde ortaya çıkmış ve bu
iki eğilimden de etkilenıniştir. Bu durumu psikanalizin h.-unıcusu
Freud'un, Goethe'den derinden etkilenmiş olmasından da anlaya-
F R E U D ' A L i YA K AT 2 l9

biliriz.3 Bilindigi gibi Goethe'nin ilk eserleri romantizm akımının


içinde yorumlanır, Ancak yazar belirsizlikten. muğlaklıktan tik­
sindiği için giderek bu akımdan kopar. Üstelik büyük dehasına
yakışan geniş ilgi alanı onu dogabiliminin çeşitli dallarında da
araştırmalar yapmaya ve hatta bazı katkılarda bulunmaya sevk
edecektir. Anzieu'ye göre3 Freud\ı tıp eğitimine sevk eden de.
hayranı olduğu Goethe'de bulduğu bu araştınnacı-bilimci yön­
dür. Yani "Üçüncü Baskıya Önsôz "de belirttiğim gibi, Goethe'ye
benzer bir şekilde Freud, kanımca Rousseau gibi romantik yönle­
ri de olan bir Aydınlanmacıclır.
Böylesine zengin bir çeşitlilik ve karşıtlık arz eden kültürel bir
atmosferde gelişen psikanalitik kuram, bir yandan anlamaya
dayanan yorumsamacı yöntemleri kullanırken, daha derin teorik
bir katmanda pozitivist yansızlık ve dışarıdan açıklamaya daya­
nan metapsikolojik bir çerçeve kurmuştur. Bununla beraber.
"Bilimsel Bir Psikoloj i Proj es i nden beri Freud'un kafasındaki
"

nihai hedefin, insan zihinsel faaliyetinin nörolojik bir açıklaması­


na ulaşmak olduğu bilhassa unutul maması ve ısrarla hatırlatılma­
sı gereken bir konudur. Çünkü psikanalizin günümüzdeki yaygın
algılanış ve takdim ediliş tarzı bu gerçeğin unutulması, bastırıl­
ması üzerine kurulmuştur.
Elbette psikanalizin temel niyetinin unutulmasında Freud'un
dehasının çağının ötesine giden. ama çağının biliminin henüz ona
yetişemediği görüşlerinden kaçınılmaz olarak bir ölçüde ve geçici
bir süre için geri çekilmesi, esas çabasıııı ertelemek zorunda kal­
mış olması da rol oynamışım. Çünkü Freud'un yaşamı boyunca
giderek daha iyi kavradıgı gibi , döneminin bilimsel koşulları çer­
çevesinde teknik olarak imkansızdı böyle bir projeyi gerçekleştir­
mek. O dönemde beyin fizyolojisi ve biyofiziği hemen hemen hiç
bilinmiyor ve bu konudaki çalışmalar neredeyse sadece beyin
hasarlı hastalann klinik bel irtileriyle otopsi neticelerinin karşılaş-

3 Didıer Anzieu, Frcud'ım Otoancılizi ve Psilıarıalizin Keşfi . çev. Nesrin


Tura. 2003.
220 F R E U O . O A N L A C A N ' A P S l K A N A L i Z

tınlmasına dayanıyordu. Ama bu bulgular bile XIX. yüzytlın


büyük nörologlannın insan merkezi sinir sisteminin zihinsel
işlevlerinin geniş ölçüde bilinçsiz olduğu sonucuna ulaşmasına
yetmişti. Mesela bir örnek olarak Anton, sağ pariyetal lob hasarlı
hastaların hascalıklannın açıkça gözlenen belinileriyle ilgili bilgi­
lere sözel düzeyde ve bilinçli olarak sahip olmamakla beraber
(cmozognozi), davranış düzeyinde açıkça sanki bu bilgilere sahip­
miş gibi hareket ettiklerini gözlemiş ve bir tür "loş bilgi"den, yani
aslında bildiği şeyi bilinçli olarak bilmemek, farkında olmamak
durumundan söz etmişti. Demek ki Freud'un bilinçdışı zihinsel
faaliyetlerden söz etmesi için gerekli nörolojik ônbilgi zaten XIX.
yüzyıl nörologları �arafından _,üretilmişti. Yani Freud'un kuramı
döneminin nörolojisiyle çelişik değildi. Ama henüz nöroloji,
bilimsel bir psi�loj i kurmak için Freud'un gerek duyduğu bilgi ­
leri üretememişti.
Oysa biz bugün başta bilişsel nörolojik bilim sayesinde olmak
üzere pek çok bakımdan insan merkezi sinir sisteminin zihinsel
faaliyetleri konusunda ciddi bilgilere sahibiz. Mesela �elki de
bugün biz küçük veya büyük bir çalışmayla Freud'un "bastım1a"
adını verdiği metapsikolojik savunma mekanizmasının, özellikle
beynin anatomik olarak "girus siguli" adı verilen episantrının ön
plana çıktığ1 bir tür seçici "dikkat" işlevi olduğunu, yani beyt1in
dikkat sistemi mekanizmaları ağının söz konusu episantrla birlik­
te "pıılvinar talamik nükleuslar"ı da içine alan bir etkinlikle bu
işlevin yerine getirilmesinde esas etkili oldugunu, dahası, hipo­
kampo-antorinal hafıza sistemi agı episantrlannın bazı prefromal
(muhtemelen orbito-fromal) bağlantı alanlarıyla birlikle "bastır­
ma" mekanizması sistemini tetiklediğini, vs. gösterebilecek duru­
ma gelebiliriz. Hatta bir kez "basurma"nın genel fizyolojik mode­
lini kurduktan sonra. "gen ekspresyonlannnın hangi seviyede
meydana geldiğini ve Freud'un düşlediği gibi atom "'.e molekül
düzeyinde kimyasal tepkimelerin nasıl cereyan ettiğini bile ortaya
koyabiliriz (bu örnekte ileri sürdügt:ım muhtemel mekanizmanın
F R E U D ' A L İ Y A K A T 221

tamamen bir fiksiyondan ibaret olmadıgını, bu görüşün ciddi bir


şekilde ele alınması gereken bir varsayım olarak düşünülmesinin
verimli sonuçlara neden olabileceğini düşündügümü özellikle
belirtmek isterim; çünkü çok büyük bir ihtimalle Freu<l'un "bas­
tırma" adım verdiği olay, modem bilişsel nörolojik bilimin diliyle
bir tür seçici "dikkat" mekanizmasıdır) . Şimdi günümüz bilimsel
koşullarında akılcı bir şekilde düşündüğümüzde yapmamız gere­
ken ne? Freud'un kendi çağının nörolojik koşulları çerçevesinde
geçici bir çalışma varsayımı olarak ileri sürdügü görüşlere ve
geliştirebildiği tekniğe sadık kalmak mı, yoksa onun "bilimsel
psikoloji projesi"ne layık olmak mı?

ll. Epistemolojik tez. insanların bir yanıyla kendilerinin de diğer


maddi nesnelerle aynı özellikleri taşıyan varlıklar olduklaıını kav­
ramalaıına ragmen. diğer yandan da iç yaşantılamalannda farkın­
dalık, bilinç, duygu, düşünce gibi maddi varlığa indirgenemez
gibi görünen fenomenolojik özelliklere de sahip olduklannı fark
etmeleri, düşünce ve felsefe tarihinin en temel sorununu yarat­
mıştır. Din ve inanç tarihinden günümüz bilimine uzanan bu
köklü tanışma, konumuz açısından insanı n bi r tür doğa olayı
olarak evrenin diğer maddi özellikleri gibi açıklamaya dayanan
doğabilimsel teorilerle ele alınıp alınamayacağı sorusunu da gün­
deme getirir.
Ruh-madde problemi veya tekçilik-ikilikçilik tanışması olarak
nitelendirilebilecek bu sorun, insanın psikanalitik kuram açısın­
dan nasıl ele alınabileceğine ilişkin pek çok paradoks yaratmak­
tadır. Freud'un kafasındaki biçimiyle insanın ve insan kültürleri­
nin maddi doğanın, yani evrenin bir parçası olduğu açıktır.
Ancak elimizdeki haliyle analitik kuram bu köklü tartışmada
insanı dünyanm anlam, iç yaşantılama, bilinç gibi fenomenolojik
unsurlarını maddi evrenin bir özelliği olarak açıklamamıza ve
bunlan bir doğa olayı olarak ele almamıza imkan verecek kav­
ramsal donanımı üretememiştir. Elbette bu yetersizlikten dolayı
222 F R E U D ' D A N L A C A N ' A P S İ K A N A L i Z

psikanalilik kuramı eleştirmek çok büyük haksızlık olur. Çünkü


bil işsel nöroloj i k bilim de dahil, bugüne kadar başka hiçbir bilim­
sel kuram da istenen açıklamayı üretememiş ve gerekli kavramsal
donanımı sağlayamamıştır. Bilişsel nörolojik bilimin öncü ismi
Gazanica'nın deyimiyle, sadece nörolojik bilimlerin değil, tüm
�modem bilimin en güç problemi� olan ve giderek daha çok sayı­
da fizikçi ve doğabilimcinin ilgisini çeken bu sorunun varlığı,
insanı bir tür doğa olayı olarak ele almamız ve ikna edici bir çözü­
me ulaşmamız konusunda en son ve en büyük engeldir.
Nitekim özellikle XX. yüzyılın ikinci yansından itibaren psi­
kanalitik kunımlar, muhtemelen bazı piyasa kaygılarıyla psikana­
lilik kuramın sadece geçici bir çalışma varsayım ı olarak ileri
sürüldüğünü� üzeİ-ini örtüp. Freud'un eserlerini ardındaki temel
niyeti geri plana çekerek bir ölçüde olsun skolastik bir öğretiye
dönüştürmeye yöneldiklerinde, modem bilimin henüz zayıf olan
bu halkasını istismar etmiş ve örtük ya da açık olarak "psişizm�"yı
sanki evrenin doğabilimleri tarafından incelenemeyecek bir unsu­
ru olarak belirlemişler ve böylece de kurucusunun nlyetinin

hilafına. psikanalizi neredeyse sadece bir tür insan-anlam-kültür


bilimi olarak takdim etmeye çalışmalannı meşru kılacak dayanağı
bulmuşlardır. Maalesef kurucusunun bilimsel niyetiyle tamamen
ters yönde gelişen bu süreç, giderek psikanalitik bilimsel gelişme­
nin de önünü tıkamaya başlamış ve üstelik aydın, yan-aydın
çevrelerde psikanalizin doğabilimlerinden kopuk, sadece bir tür
anlam ve anlamlandırma psikolojisinden ibaretmiş gibi kavran­
ması sonucuna varmıştır. Oysa yapılması gereken, psikanalitik
kuramı ait olduğu yere, yani doğabilimleri seviyesine çıkam1akur.
Bu işlem geniş ölçüde yaygın anlaşılış ve takdim ediliş biçimiyle
psikanalizi aşmayı gerektirse bile, Freud'a layık olan tutum
budur.

Sonuç. Bugünkü haliyle psikanalitik kuram ve uygulamalar psi­


kanalizin kuruluşundan kayanaklanan ciddi epistemoloj i k,
F R E U D ' A L i Y A K A T 223

kuramsal, teknik ve kurumsal problemler içem1ektedir. Eğer


günümüz nörolojik bilimlerinde meydana gelen köklü dönüşüm­
leri ve gelişmeleri göz önüne alarak gerekli kuramsal ve teknik
gelişmeleri gerçekleştirmezsek. sanılabileceginden çok daha yakın
bir gelecekte psikanaliz artık en azından hekimleıi ve ubbı pek
ilgilendirmeyen, meditasyon veya yoga veya bunların çagdaş
çeşitlemeleri sınıfından toplumsal bir oyun halini alacaktır. Oysa
kurucusunun bilimsel psikoloji projesinin layık olduğu son bu
olmamalıdır.
Şiddet ve Kutsal
RENE GIRARD
çev. Necmiye Alpay

"Arzu istedigi yöne gitmekte serbest bırakıldığında,


taklitçiligi onu hemen her zaman bir çifte açmaza sürükler.
Serbest bırakılan taklit, rakip arzunun oluşmrdugu engele
körlemesine saldırır; kendi başansızlığına kendisi yol açar ve bu
başarısızlık. taklit egilimini daha da güçlendirir.

Burada kendi kendini 15'esleyen, kendi kendini azdırarak ve


gitgide basitleşerek yol alan bir süreç var. Tilmiz ne zaman
gerçek 'vaİ-İık'la yüz yüze olduğunu sansa, modelin işaret ettigi
nesneyi arzulayarak ulaşmaya çalışıyor ona.

Hem manllklı hem de saçma olan bir kestint1eden giderek,


çabucak, elinden her zaman kaçırdığı 'varlık'ın en kesin işareti
şiddettir gibi bir kanıya ulaşıyor. Anık şiddet ile arzu birbirine
baglanmıştır. Özne bunlardan birincisine maruz kalınca
kendisinde ikincisinin de uyandığını görür."

"Rene Girard birçok cephede birden saldmyor, ama bütün


hücumlarına tek bir amaç yön veriyor. . . Girard'ın üretken,
savaşçı zihni, mitle peygamber yazılannı, ilkel dinlerle klasik
tragedyayı ilişkilendiriyor. .. Asıl hedefi, her türlü mitin
doguşunu anlamak. .. Tahlilleri her zaman güçlü ve kışkırtıcı."
- Victor Bromben, Chronicle of Higher Educalion


K A N A T
Beden Emek Tarih
GÜLNUR ACAR SAVRAN
-

«Kitabın ana yazılarının ilk üçü, kamusal/özel ,


eşitlik/farklılık, evrensel/yerel, üretim/yeniden -üretim,
değişim değerVkullanım değeri türünden ikiliklerin aşılması,
ötesine geçilmesi perspektifini dile getiriyor. Bu ilk bakışta
yapıbozumuyla akrabağlığı olan bir yaklaşım gibi görünse de
aradaki fark çok önemli: Sözünü ettiğim hegemonik
paradikmada söz konusu ikilikler Aydınlanma düşüncesinin
özgür yapısından kaynaklanan ikili karşıtlıklar olarak
kavramlaştınlır. Bu ikilikler, salt söylemsel, ideolojik,
ya da pratik olarak kurulmuş, dolayısıyla da yapıbozumuna
tabi tutularak gizemsizleştirilecek, doğallıktan anndınlacak ve
bir bakıma işlevi kesintiye uğratılabilecek düşünsel kurgulardır.
Oysa benim formüle etmeye çalıştığım diyalektik ka\Tayış
çerçevesinde bu ikiliklerin zeminini özgür toplumsal ilişki
biçimleri, ya da başka bir deyişle patriyarkal ve kapitalist
ilişkiler evreni oluşturur. Dolayısıyla ikilikleri aşmak. onların
ötesine geçmek, ancak bu ikilikleri besleyen toplumsal
evrenin sınırlarının dışına çıkmakla mümkün olabilir.
Bu sınırların ötesinde, ikiliğin kutuplarının her ikisi de
kendi içinde dönüşür, ikilik çöker. Oysa yapıbozumu bakış
açısının reddettiği tam da bu 'öte' yerin, 'dışarı'nın imkanıdır."


K A N A T
Hınç
Ressentiment
MAX SCHELER

çev. Abdullah Yılmaz

"Ressentiment zihnin kendini zehirlemesidir;


bunun çok belirgin nedenleri ve sonuçları vardır.
Ressentiment, genelde insan doğasının normal bir bileşeni olan
belli duygu durumları ve etkilenimlerinin sistematik
bastırılması sonucu ortaya çıkan
süregen bir zihinsel durumdur.
Bu duyguların bastı n lmasıyla belli türden
değer yanılsamalarına ve buna uygun değer yargılarına kapılma
sürekli bir eğilim halini alır.
Söz konusu duygu durumları i nı.ikam. kin, haset.
garaz, husumet ve kara çalma. dünüsü,dür."

"Doğru ve eksiksiz bir çözümleme."


- Rene Girard, Romantik Yalan ve Romansal Hakikat


K A N A T

You might also like