Professional Documents
Culture Documents
Hakikat Sayı 79
Hakikat Sayı 79
BAŞYAZI
SAÂDET-İ EBEDİYE’NİN YARIŞINI KİMLER KAZANDI?
/ Sayfa: 3 / İsmail Yavuz
MEKTUBAT
DİNDE KOLAYLIK / Sayfa: 34 / Muhammed Es'ad Erbili -ks.-
SİLSİLE-İ SÂDÂT
MUHAMMED ES’AD ERBİLİ -Kuddise Sırruh- / Sayfa: 35 / Mehmet Ali Körpe
ŞİİR
YETER Kİ OL! / Sayfa: 44 / Mehmet Ali Körpe
Saâdet-i Ebediye’nin
Yarışını Kimler Kazandı?
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:
“Yâ Ebâ Zerr! Gemiyi yenile, çünkü deniz derindir. Tekmil azığını al, çünkü
sefer uzaktır. Yükünü hafiflet, çünkü dağlar arasındaki yol sarp ve
meşakkatlidir. Amelini halis kıl, çünkü iyiyi kötüden ayırt eden Allah basirdir,
her şeyi, her yapılanı görür.”
Müferridler:
Dönüşü olmayan ahiret gününde hafif olmak, hiç şüphesiz ki bahtiyarlıkların en büyüğüdür.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“-Onlar o kimselerdir ki, Allah-u Teâlâ’nın zikrine bütün benlikleri ile dalmışlardır, başka
şeylerle uğraşmazlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin bu Hadis-i şerif’lerinde tarif buyurduğu müferridler
ahiret müferridleridir.
Ahiret müferridleri bütün benlikleri ile âlemlerin Rabbine yönelmişler, Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimizin nurlu yolu üzerindedirler. Dünya malının ağırlık olduğunu, hesaba mucip olduğunu
bilirler. Onlarda hiç dünya malı bulunmaz. Dünyada iken yavaş yavaş dünya yüklerini sırtlarından
attıkları için hesapları kolaylaşmıştır.
Allah-u Teâlâ’nın zikrine öylesine dalmışlardır ki, rikkatli bir kalp ile yalnız şunu isterler:
“Allah’ım! Rızânı ve hoşnutluğunu diliyoruz. Bize o rikkatli kalbi ver ve o kalp ile yürüt.”
Onlar Allah-u Teâlâ’dan hiçbir şey istemezler. Onlarda başka bir arzu yoktur ve yaşamaz.
Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Benim nazarımda insanların en çok imrenmeleri uygun olan kişi şu vasıfları taşıyan kimsedir:
(Yükü ve) hali hafif, namazdan nasibi fazla, insanlar içinde gizli kalan (pek tanınmayan) ve
(toplumda) kendisine değer verilmeyip iltifat edilmeyen mümindir.
Onun rızkı (zaruri ihtiyaçlarına) yetecek kadardı, o buna sabretti. Ölümü de çabuk oldu. Az
miras bıraktı. Kendisi için ağlayan kadın da az oldu.” (İbn-i Mâce: 4117)
Allah-u Teâlâ murad ederse kulunu istediği gibi hallendirir, o halleri O koyar ve o kul o hallerle hemhâl
olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin beyanlarının zâhiri mânâsı olduğu gibi, bâtınî
mânâsı da vardır. Zâhirî mânâ çoğu zaman anlaşılıyorsa da, bâtınî mânâ anlaşılmıyor.
Herkes nasibi kadar alır. Zâhirden nasibi olan zâhirîni alır, bâtından nasibi olan bâtınını alır, ledünden
nasibi olan ledünîsini alır.
Onlar şeytanın izindedirler. Onlar birbirleriyle şöhret yarışına çıkmışlardır. Şöhret ise âfâttır.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin kıyamet gününde, oranın hâl ve ahvalini gördükleri, o büyük korkuları
gözleri ile müşahede ettikleri zamanki durumlarını Âyet-i kerime’sinde haber vermektedir:
‘Ey Rabbimiz! Gördük ve işittik. Bizi dünyâya geri gönder de, salih bir amel işleyelim. Artık biz
kesin olarak inandık!’ derken bir görsen!” (Secde: 12)
Dünyanın şâşâsına, gelip geçici zevklerine öyle kapılmışlar ki, hiç ölmeyeceklerini zannediyorlar.
Dünyanın süsüne lüksüne kimin daha çok sahip olduğu, kimin daha müreffeh yaşadığı hakkında
böbürlenirler, kibirlilik yaparlar ve bununla da iftihar ederler. Her biri nam peşinde gezerler, bunlar
gururludurlar.
Oysa bakarsın ikisi de bir câmidedirler. Fakat bu müferridlerin birisi Allah ehlidir, birisi de şeytan
ehlidir.
Amellerin Tartılması:
Ahiret günü; kimin aldanıp kimin aldanmadığı ve aldatıldığı, kâr ve zararın belli olacağı gündür. O gün
kimin kazanıp kimin kaybettiği, kandırılanın kim, aklını kullananın kim olduğu, kimin hakkının kime
geçtiği, kimin hakkından mahrum olduğu anlaşılacaktır.
Yine o gün, ömür sermayesini yanlış işlere yatırarak iflâs edenlerle kârlı işlere yatırarak ebedî saâdet
ve selâmetini kazananlar ortaya çıkacaktır.
İnsanlar mahşer yerinde amel defterlerinde belirtilen sevap ve günahları ölçtürmek için mizan başına
gideceklerdir. Orada her şeyin kıymeti, her işin değeri, her sevabın ağırlığı ve her günahın derecesi
ölçülür. Her şahıs kendi sevap ve günahının miktarına, mahiyetine vâkıf olur.
Mizan; amellerin tartılması, iyilerinin kötülerinin belirlenmesi için Allah-u Teâlâ’nın mahşer meydanında
ortaya koyacağı terazidir.
“O gün insanlar, yaptıklarının kendilerine gösterilmesi için gruplar halinde (ilâhi divana)
çıkarlar.” (Zilzâl: 6)
Herkes ameline göre bölük bölük olur. İman ehli ayrı gruplar, küfür ehli ayrı gruplar halinde
sevkedilirler, muhasebeye tâbi tutulurlar.
Müminin terazi kefesinde öncelikle imanının ağırlığı olacak, bunun yanı sıra amel-i salihleri de ağırlık
yapacaktır. Kâfirlerin hiçbir iyiliği kötülük kefesini kaldırmayacaktır. Çünkü küfür, kötülük kefesini ağır
bastıracak kadar büyük bir kötülüktür.
Allah-u Teâlâ’nın adaleti tecelli edecek, herkes bu ilâhî adaletin icabı olarak ya mükâfat veya mücâzat
görecektir.
Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür.” (Zilzâl: 7-8)
Bir mümin bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görecektir. Kötülük yapmışsa ondan da haberdar
edilecektir. İyilikleri kötülüklerinden çok ise ilâhi bir lütuf olarak o kötülükleri affa uğrayabilir veya onun
cezasını dünyada iken görmüş bulunur.
Bir kâfir ise, iyilik yaparsa, o iyiliği iman dahilinde olmadığı için Allah katında makbul değildir. Ahirette
kendisini azaptan kurtaramaz.
Mahkeme-i Kübrâ:
Öyle bir gün ki; inananla inanmayanı, itaatkârla isyankârı, şükredenle nankörü, zulmedenle zulme
uğrayanı orada ayıracak, iyileri mükâfatlandırıp kötüleri cezalandıracak, dilediğini de bağışlayacaktır.
Ne emir buyurursa o olacaktır.
“Din günü” her yapılanın karşılığının verileceği son gün demektir. O gün, kendi mülkünde tasarrufta
bulunan mülk sahibi gibi tasarrufta bulunacak, tasarrufuna ortak olacak hiç kimse bulunmayacaktır.
“Bu gün mülk kimindir? Tek ve kahhar olan Allah’ındır!” (Mümin: 16)
Bir ortağı olmak şöyle dursun, her şey O’nun kahrına mahkûmdur.
Dünyada geçici olarak emaneten mülk ve saltanat sahibi olanların hükümleri, ölümleri ile ellerinden
alınır. İyi veya kötü, yaptıkları işlerin hesabı yanlarına kâr kalır. O gün O’ndan başka hiç kimse mülk
sahibi değildir.
İlâhi mahkeme kurulduğunda yürekler çarpar, akıllar şaşkına döner. Herkes sadece kendisinin hesaba
çekileceğini zanneder.
“Ey insan ve cin toplulukları! Sizin de hesabınızı ele alacağız.” (Rahman: 31)
Bu ilâhi bir tehdittir. O’nun bir meşguliyeti olup, O bu meşguliyeti bitirdikten sonra hesaba başlayacak
değildir. Hiçbir şey O’nu bu işten alıkoymayacaktır. İnsanlarla cinlerin hesabını görecek, geriye bir şey
bırakmayıp hükmünü verecektir. O gün perdeler kaldırılacak, her şeyin içyüzü açığa çıkacaktır.
“Hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Yapılan bir iyilik hardal tanesi ağırlığınca da olsa,
onu getirir tartıya koyarız.” (Enbiya: 47)
Her insan ne yapmışsa, her türlü sevap veya günahı mizanda tartılır. İyilikler mükâfatsız, kötülükler
cezasız kalmaz.
Allah-u Teâlâ dilerse ufacık bir iyiliği dağlar kadar yaparak kulunu kurtarır.
Tartı neticesinde sevabı ağır gelenler cennete girmeye hak kazanırlar, günahı ağır gelenler ise
cezalarını çekmek üzere cehenneme sevkedilirler.
Kişinin yükü Allah-u Teâlâ ile yakınlığı nisbetinde hafif veya ağır gelecektir. O yakınlığın verdiği
ağırlıkla tartılacak ve sadece o ölçü ile hesaba çekilecektir.
Allah-u Teâlâ’nın kudretinin, adaletinin bir büyük tecellisi olmak üzere, o gün insanların amelleri
tartılırken, dereceleri ve mahiyetleri umuma karşı meydana çıkarılırken; imanı ve amel-i salihleri
sebebiyle tartıları ağır gelenler, gazab-ı ilâhiye uğramayacaklar, her türlü korku ve azaplardan emin
olacaklar, nâmütenahi sevaplara nâil olacaklar.
Âyet-i kerime’de:
“Tartıları ağır gelen kimse hoş bir hayat içinde olacaktır.” buyuruyor. (Kâria: 6-7)
Tartılan ameller her ne kadar cisim değilse de, Allah-u Teâlâ onları cisim haline getirir. İyilikler nurânî,
kötülükler zulmânî birer cisim suretinde tartılırlar.
Mizanın tehlikesinden ancak dünyada nefsini hesaba çeken; duygu ve düşüncelerini, söz ve
davranışlarını, amellerini ahkâm terazisi ile tartan kimselerle, tevbeleri kabul edilenler kurtulurlar.
Amelleri tartılacak olanlar, iyilikle kötülüğü birbirine karıştırmış olan kimselerdir. Yani hem sevap hem
de günah işlemiş olanların amelleri tartılacaktır. Amel defterlerinin dağıtımında, defterini sağ eline
alanlar, kolay bir hesap ile kurtulacaklardır.
“Kimin kitabı sağından verilirse, onun hesabı pek kolay görülür.” (İnşikak: 7-8)
Bu gibi kimselerin amelleri Allah-u Teâlâ’ya arzolunur. İbadetlerine sevap verilir. Eğer günahı varsa
günahından geçilir, affolunur, asla şiddet olmaz. Yaptıklarının bütün incelikleri sorulmaz. Çünkü yaptığı
şeylerden bütün incelikleriyle hesaba çekilecek kimse azaba uğrayacaktır.
“Yâ Resulellah! Allah-u Teâlâ: ‘Kimin kitabı sağından verilirse, onun hesabı pek kolay görülür’
buyurmuyor mu?” diye sorduğunda:
“O hesap değildir, sadece bir arz edilmekten ibarettir. Yoksa kimin hesabı inceden inceye tetkik
edilirse azaba uğrar.” cevabını verdiler. (Buhari)
“Resulullah Aleyhisselâm’ı dinledim, namazlarının bazısında: ‘Allah’ım! Beni kolay bir hesapla
muhasebe et!’ diyordu. Namazı bitirince: ‘Yâ Resulellah! Kolay hesap nedir?’ diye sordum.
‘Kitabına bakılıp geçiştirilivermesidir’ buyurdu.” (Ahmet bin Hanbel)
“Kimin tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.” (Müminun: 102)
Hiç isyan etmeyen sıddıklar ile şehidler mizan ve hesap görmeden cennete gireceklerdir.
İyiliklerinin bulunmaması, sevaplarının olmaması, inkâr etmesi veya günahlarının sevaplarından çok
olması neticesinde, bu gibi kimselerin de tartıları hafif gelir.
“Tartıları hafif gelenler, âyetlerimize yaptıkları haksızlıktan ötürü (âyetlerimizi inkar ederek
zulmettikleri için) kendilerine çok yazık etmiş kimselerdir.” (A’raf: 9)
Ulvi hayata yönelmeyip sufli bir hayat süren, davete kulak asmayan, emir-yasak dinlemeyen kimselerin
yaptığı yanına kâr kalmayacak, herkes amelinin cezasını görecek ve hak yerini bulacaktır.
“Tartıları hafif gelenler ise, onların anası (varacakları yer) Hâviye’dir.” (Kâria: 8-9)
Cennet nasıl ki salih amelleri ağır gelenlerin ana yurdu ve ana kucağı ise, cehennem de kötülükleri
ağır gelenlerin ana kucağı mesabesindedir.
Tepetakla, kafa üstü cehennem uçurumuna düşüp yuvarlanırlar. Sığınıp barınacakları en şefkatli anası
Hâviye’den ibarettir.
“Hâviye’nin ne olduğunu sen bilir misin? O kızgın bir ateştir!” (Kâria: 10-11)
Ateş zaten kızgın demek olduğu halde “Nâr” denildikten sonra Allah-u Teâlâ’nın bir de kızgın
manasına gelen “Hâviye” kelimesi ile tavsif etmesi, “Hâviye”nin çok şiddetli olduğuna, o hararetin
cehennemin diğer tabakalarında bulunmaz bir derecede yakıcı olduğuna işaret etmektedir.
Küfür Öncüleri:
Başkalarını dalâlete, küfür ve isyana sevketmiş olan her isyankâr topluluğun kötülükte önder olanlarını,
sapıtmış ve saptırıcı liderlerini ve ileri gelenlerini Allah-u Teâlâ çıkarıp ayıracak, suçu en büyük
olanlardan başlanacaktır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Sonra her gruptan Rahman’a karşı isyanda en ileri gidenleri ayıracağız.” buyuruyor. (Meryem:
69)
Onların mahkemesi daha şiddetli görüldüğü gibi, azapları da kat kat olacaktır.
Mizanda hasenatın en ağır geleni Kelime-i şehadet’tir. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Allah-u Teâlâ kıyamet günü bir kimseyi hesaba çekmek için herkesin önünde ayırır ve günahla
dolu doksandokuz defterini ortaya koyar. Her bir defterin büyüklüğü gözün uzanabileceği
mesafe kadardır.
Allah-u Teâlâ: ‘Bu günahlardan kabul etmediğin ve meleklerin sana fazla yazdığı hususunda bir
diyeceğin var mı?’ diye sorar. Kul: ‘Hayır ya Rabbi!’ der. Allah-u Teâlâ: ‘Bunlara karşı herhangi
bir mazeretin var mı?’ buyurur. O kimse de: ‘Hayır ya Rabbi!’ buyurur. Sonra, içinde:
‘Allah’tan başka ilâh olmadığına Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in O’nun kulu ve
resulü olduğuna şehadet ederim.’
Cümlesi yazılı küçük bir kağıt parçasını çıkarır ve: ‘Gel kendi tartında bulun!’ buyurur.
Kağıdı gören kimse: ‘Ya Rabbi! Şu doksan dokuz defterin karşısında bu kağıdın ne kıymeti
olur?’ der. Allah-u Teâlâ: ‘Sana hiçbir haksızlık yapılmayacaktır.’ buyurur ve defterler terazinin
bir kefesine, Kelime-i şehâdet yazılı kağıt da diğer kefesine konur. Şehadet-i Celile’yi ihtiva
eden kağıt doksandokuz defterden ağır gelir.
“İki kelime vardır ki, Rahman’a sevimli, dilde hafif ve mizanda ağır gelir.
Bunlar;
‘Sûbhanellahi ve bihamdihi, Sûbhanellahil-azîm = Yüce Allah’ı hamd ile tesbih ederim, Yüce
Allah’ı tenzih ederim.’ kelimeleridir.” (Buhari Tecrid-i Sarih: 2189)
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde dünya hayatının gelip-geçici, ahiret hayatının ise ebedi olduğunu
haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedi hayatlarını mahvetmekten sakındırmıştır:
O, gökten indirdiğimiz suya benzer ki, o su sayesinde yeryüzünün bitkileri birbirine karışır,
arkasından da rüzgarın savurduğu çöp kırıntısı haline döner.
Allah her şeyin üstünde bir kudrete sahip olandır.” (Kehf: 45)
İşte dünya hayatının sonu böyledir. Başlangıçta pek güzel bir manzara teşkil ediyor, daha sonra bir
felaketle mahvolup gidiyor.
Servet ve evlat, gayesine uygun olarak kullanılırsa cennetin, kullanılmazsa cehennemin kapısını açar.
Bunlar dünya hayatına âit birer ziynettir. Allah katında asıl hayırlı olan şey ise salih amellerdir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde dünya hayatının az bir süre ve bir geçimlik olduğuna dair,
yağan yağmur sebebiyle yeşeren bitkilere kısa bir ömür verilmesini misal olarak beyan buyurmaktadır:
“Dünya hayatı tıpkı gökten indirdiğimiz yağmura benzer. O yağmurla insan ve hayvanların
yiyerek beslendikleri bitkiler bol bol yetişir; yeryüzü renk renk, çeşit çeşit mahsullerle süslenir.
Yerin sahipleri bütün bunlara malik olduklarını sandıkları bir sırada, geceleyin veya gündüzün
birden emrimiz geliverir de, orayı hiçbir şey bitirmemişe çeviririz.
İşte biz âyetlerimizi, düşünen insanlar için böylece apaçık beyan ederiz.” (Yunus: 24)
Geçici ve gidici bir hayatın lezzetlerine aldanarak, ahiret için hiçbir hazırlık yapmayanlar; tıpkı
hasadından emin olunan olgun bir bitkinin, aniden bir felaketle karşılaşması gibi, onlarda bu
yaptıklarının karşılığını bir felaket olarak bulurlar.
Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol, nefsini ehl-i kuburdan say.” (Tirmizî)
“Allah esenlik yurdu olan cennete çağırır, dilediğini doğru yola eriştirir.” (Yunus: 25)
Öyle bir cennet ki, orada; herhangi bir kayıp, felaket, üzüntü ve sıkıntı, acı ve tasa yoktur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
Mümin dünyada ne kadar nimet içinde yaşarsa yaşasın, Allah-u Teâlâ’nın Cennet-i âlâ’da ona
bahşedeceği nimetler yanında zindanda gibidir. Fakat bir kâfir ne kadar eziyet görürse görsün,
cehennem azabının yanında dünya ona cennet gibidir.
Dünyada ne kadar büyük menfaatlar ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçicidir.
Dünya hayatı, dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür. Ahiret terazisine
konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık meydana çıkar.
Allah-u Teâlâ bu hususta Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“İyi bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süstür. Aranızda öğünme ve daha çok mal ve
evlat sahibi olmak isteğinden ibarettir.
Ki, sonra kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çer çöp olur.
İşte hayatı bu şekilde olan kimse için ahirette şiddetli azap, müminler için ise, Allah’ın mağfireti
ve rızâsı vardır.
Dünya hayatı insanı oyalayan aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadid: 20)
Dünya hayatının, dünyaya meyil ve gönül verenler nazarındaki sonucu işte bundan ibarettir.
Bu misal, dünya hayatının bir gün olup son bulacağına işaret etmekte, bunun için de meyilleri ve
gönülleri ahiret hayatına doğru yöneltmektedir.
Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları
bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi,
her şey yüzüstü bırakılıp ahiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına
bırakılmaktadır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan kifayet fevkinde (ihtiyacından fazlasını) alan kimse,
şuursuzca kendini helâk etmiş olur.” (C. Sağir)
Bu dünya hayatı, zaman öldürmekten başka bir işe yaramayan eğlence gibidir.
Bu dünya hayatı, “Ben filanın oğluyum! Ben şundan üstünüm!..” gibi bir böbürlenme ve kibirlenmedir.
Dünya, insanı ahireti için çalışmaktan alıkoyuyorsa, bir aldanma sebebi olur. Ahireti kazanmak için
sermaye oluyorsa, kazanma sebebi olur. Daha doğrusu cennete girmeye vesile olursa övülmüş bir yer,
cehenneme girmeye vesile olursa yerilmiş bir yerdir.
Dünya vasıta, ahiret gaye hayattır. Dünyanın cazip güzelliklerinin, gelip geçici tat ve lezzetlerinin
insanı Allah yolundan alıkoymaması ve gaye hayat olan ahireti unutturmaması gerekir.
Çoğu zaman yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile sonsuzluğu tasavvur olunamayan ahiret
hayatı mukayese edilirse, ehemmiyet derecesi kendiliğinden ortaya çıkar.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedi
olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten
sakındırmıştır:
“Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının kısa süreli bir geçimidir. Allah’ın yanında
bulunanlar ise, daha hayırlı ve daha devamlıdır.
Bu mükâfat iman edenler ve Rablerine tevekkül edip güvenenler içindir.” (Şûrâ: 36)
Bu mükâfatı hak edenler Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutlar içinde ömürlerini sürdürürler, her vesile ile
Rızâ-i ilâhî’yi ararlar.
Bir şey zeval bulmakla karşı karşıya ise, çok bile olsa az sayılır. Hem az hem de geçici ise durum
daha da değişir.
Ahiretin kendileri hakkında dünyadan daha hayırlı olacağı kimseler ise takvâ sahipleridir.
Eğer insanlar ahiretin devamını bilselerdi, dünyayı ahiret üzerine tercih etmezlerdi.
Ukbâ’yı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikatı bırakıp
dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Âhiretsiz bir dünya hayatı yaşamak isteyenlerde zaten hayat da yoktur. Kalplerinde yalnız dünya
muhabbeti olduğu için huzursuzdurlar. Hayat ise huzurla kâimdir, huzursuz hayat yaşanmaz. Günahlar
kalp üzerine baskı yaparlar ve onu sıkıştırırlar. Zengin de olsalar, her arzularına nail de olsalar, o
darlıktan o huzursuzluktan kurtulamazlar. Gönül dar olunca koca dünya insana dar gelir.
Allah-u Teâlâ’nın zikrinden yüz çeviren, Rabbi ile rabıtasını koparan, onun uçsuz ve bucaksız
rahmetiyle alâkasını kesen kimseler hakkında Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun hakkı da dar bir geçimdir.” (Tâhâ: 124)
Bu gibi kimseler her ne kadar bolluk içinde olsa da, müreffeh bir hayat yaşıyor görünse de, onun
hayatı sıkıntılarla, şüphelerle ve darlıklarla doludur. Onun için iç huzuru ve gönül ferahlığı yoktur.
Kararsızlıklar ve dengesizlikler içinde bocalar durur. Sürekli vicdan azabı çeker.
Kazandığı servetten tek başına faydalanmak ister, kimseyi o maldan istifade ettirmek istemez. Helâl-
haram demeden servetinin çoğalmasını ister. Malı eksilirse Rabbinden hoşnud olmaz. Her iki durumda
da sıkıntı içindedir.
Dünya Ehli:
Altın ve gümüş biriktirmeyi, mal ve mülk edinmeyi tek hedef seçip; ölümü ve ahireti unutan, dünyada
devamlı kalacağını zanneden bir takım kimselerin nasıl bir cezaya maruz kalacaklarını Allah-u Teâlâ
Âyet-i kerime’lerinde ihtar buyurmaktadır:
“Mal toplayarak onu tekrar tekrar sayan, arkadan çekiştirip yüze karşı eğlenmeyi ve ayıplamayı
adet edinen herkesin vay haline! O, malının kendisini ebedi kılacağını zanneder.” (Hümeze: 1-2-
3)
Malını yığar ve onu sayar durur, saydıkça zevk alır, Allah-u Teâlâ’nın o maldaki hakkını vermez, ölüm
ve ahiret hiç aklına gelmez. Gün gelip dünyadan ayrılacağını, bilcümle malının bu dünyada kalacağını
hiç düşünmez. Malına son derece güvenir, bir takım hülyalara dalar, büyük emeller taşır. O fâni serveti
sayesinde büyük bir mevki sahibi olduğunu zanneder.
İnsanları küçümseyip onlarla alay etmenin sebebi işte budur. Gelip geçici bir servete sahip olmakla
azgınlık eden, isyanını artıran bu gibi kimseler hakkında Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle
buyurur:
“Gerçek şu ki, insan kendini zengin görerek azgınlık eder. Şüphesiz ki dönüş Rabbinedir.”
(Alâk: 6-7-8)
Helâl ve haram demeksizin topladıkları servet yüzünden ahirette pek acıklı bir azaba uğrayacaklardır.
“Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda sarfedip harcamayanlara acıklı bir azabı
müjdele!” (Tevbe: 34)
Ebu Zerr -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Malı şöyle şöyle yapan (yani belirli bir parçasını hayır yollarına, erafındaki fakirlere harcayan)
ve onu helâl yoldan kazananlar hariç, dünyalığı en çok olanlar, kıyamet günü en aşağı
olanlardır.” (İbni Mâce: 4130)
Bir malın zekâtı verilmezse, bu maldan hacc gibi bir farz yerine getirilmezse, bakmakla mükellef
olduğu kişilerin nafakalarına sarfedilmesi gereken miktar sarfedilmezse; bir de bu mal gururlanma ve
övünmeye sebep olursa, hele hele gayr-i meşru şekilde haram yollardan kazanılmışsa, haram yollarda
harcanmışsa, sahibini gaflet ve şehvete düşürmüşse, Rabbine karşı kulluk vazifelerini ifaya mani
olmuşsa, kalbini ulvi düşüncelerden mahrum bırakmışsa... O fazla mal ve servet, sahibi için bir nimet
değil, bir felâket olur.
“O biriktirilen altın ve gümüşlerin üzerleri o gün cehennem ateşinde kızdırılır, bunlarla onların
alınları, yanları ve sırtları dağlanır.” (Tevbe: 35)
O gün bu mallar alevli ateşte kızdırılır, alınları, yanları ve sırtları dağlanarak yakılır, kendi mallarıyla
rüsvay olurlar. “Eyvah!” derler, fakat fayda etmez, artık iş işten geçmiştir. Geri dönüş de yok.
Bir ömür boyu topladıkları yükün bir pislik olduğunu görürler. Bir de bakarlar ki iftihar ettikleri şey
pislikmiş!
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:
Hesabın çok şiddetli olduğunu gözü ile görünce dünyaya geri dönmeyi çok isterler.
İnanmayanlar da bu dünyada rızıklanırlar. Allah-u Teâlâ onlara mühlet verir. Bu da haklarındaki ilâhî
azabın artmasına sebep olacaktır.
“Eğer bütün insanlar (küfre meyledip) tek bir ümmet olma durumuna düşmeyecek olsaydı,
Rahman olan Allah’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını, çıkacakları merdivenleri, evlerinin
kapılarını, üzerine yaslanacakları koltukları gümüşten yapar ve onları altın ziynetlere boğardık.
Bütün bunların hepsi sadece dünya hayatının geçimliğidir. Ahiret ise Rabbinin katında, O’nun
azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.” (Zuhruf: 33-34-35)
Allah katında dünya malının hiçbir değeri yoktur. Altın ve gümüşün kıymet olarak bilinmesi insanlara
göredir. O’nun katında değersiz olduğu içindir ki, peygamberlerini dünya hayatında bunlardan mahrum
bırakmıştır.
“Altın ve gümüş kaplardan su içmeyin, altın ve gümüş kaplardan yemek yemeyin. Şüphesiz ki
bunlar dünyada onların, ahirette ise bizimdir.” (Buhari-Müslim)
“Eğer dünya Allah katında sivrisineğin kanadına muâdil olsaydı, hiçbir kâfire dünyadan bir içim
su vermezdi.” (Tirmizi)
Allah-u Teâlâ kullarının dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşmaları için kitaplar salmış,
peygamberler göndermiş, onları hidayete dâvet etmiştir. Bu dâvete icabet edenler ebedî saadete
ermişler, kaçınanlar ebedî felâkete maruz kalmışlardır.
İlâhî davete icabet etmemenin cezâsı olarak cehennem onları alabildiğine kendisine dâvet edecektir.
“(Cehennem) yüz çevirip geri döneni, mal toplayıp yığan kimseyi (kendine) çağırır.” (Meâric: 17-
18)
Helâl yollardan mal toplamak, servet elde etmek her ne kadar meşru ise de; cimrilik yaparak servetinin
zekâtını vermemek, ömrünü mal toplamakla geçirip ibadet vazifelerini ihmal etmek, onu biriktirmeye
düşkün olup hayır hasenat yollarında harcamamak, nâil olunan nimetlerin şükrünü yerine
getirmemek... cehennemin dâvetine sebep olabilir.
Allah-u Teâlâ’nın çizmiş olduğu hudutlar çerçevesinde kazanç sağlamakla beraber; servetinin şer’an
sarfetmesi hakkını veren, gereken yere sarfeden, fisebilillah infak eden kimse cehennemin dâvetine
maruz kalmayacağı gibi, kazandığı serveti cehenneme perde olup sahibinin kurtulmasına sebep
olacaktır.
“Yarım hurma tasadduk etmek suretiyle de olsa, cehennemden korunmaya çalışınız.” (Buhari)
Ensar’dan Sâlebe bin Hâtıb adında bir kimse Resulullah Aleyhisselâm’a gelerek: “Yâ Resulellah! Bana
mal vermesi için Allah’a duâ et!” dedi.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Yâ Sâlebe! Yazık sana! Şükrünü yerine
getireceğin az bir mal, şükrüne güç yetiremeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır.” buyurdu.
“Yâ Sâlebe! Peygamberin gibi olmaya râzı değil misin? Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin
ederim ki, şayet ben dağların altın ve gümüş akıtmasını isteseydim, mutlaka akıtırlardı.”
“Onlardan kimi de: ‘Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, andolsun ki sadaka vereceğiz
ve iyilerden olacağız.’ diye O’na kesin söz verdiler.” (Tevbe: 75)
Sâlebe sürekli olarak Resulullah Aleyhisselâm’a bu husus için başvurmaktan geri durmuyordu.
Sonunda Resulullah Aleyhisselâm: “Allah’ım! Sâlebe’ye mal ver!” diye dua etti.
Sâlebe önce bir koyun edindi. Koyundan kurtçuklar gibi çok sayıda kuzular türedi. Kısa sürede sürüsü
o kadar çoğaldı ki, Medine-i Münevvere dar gelmeye başladı. Oradan dışarı çıkıp, Medine vadilerinden
bir vadiye çekildi. Artık mallarıyla uğraşıyordu. Nihayet öğle ve ikindi namazlarını cemaatla kılmaya,
diğerlerini terketmeye başladı. Sürüleri daha da çoğalınca Cuma namazını ve cemaatı terketti.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün: “Sâlebe ne yapıyor?” diye sormuş,
Ashâb-ı kiram durumunu haber verdiklerinde üç defa “Yazık oldu Sâlebe’ye!” buyurmuştu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birisi Cüheyne kabilesinden, diğeri Süleym
kabilesinden olmak üzere iki kişiyi müslümanlardan zekât almaları için memur olarak gönderdi. Nasıl
zekât alacaklarına dair de ellerine yazı verdi.
Onlar da gittiler, nihayet Sâlebe’nin yanına geldiler, ona Resulullah Aleyhisselâm’ın yazısını okudular.
Emr-i nebeviyi işiten Sâlebe “Bu istediğiniz cizyeden, cizyenin kardeşinden başka bir şey değildir,
bilmiyorum bu nedir?” dedi. Onlar da ayrılıp gittiler, Süleym oğullarından olan kişiye vardılar, durumu
bildirdiler. O da develerinin en iyisini zekât olarak ayırdı. Deveyi aldılar, sonra diğerlerine uğrayıp
zekâtlarını almaya devam ettiler, tekrar Sâlabe’ye geldiler. O ise yine aynı şeyleri söyledi, vermekten
imtina etti.
Memurlar huzur-u nebeviye geldiklerinde, daha onlar bir şey söylemeden: “Yazık Sâlebe’ye!”
buyurdu, Süleym oğullarından zekâtını veren zâtın malına bereket girmesi için duâ yaptı.
“Allah onlara lütfundan verince, onda cimrilik edip yüz çevirdiler, sözlerinden döndüler.”
(Tevbe: 76)
Sâlebe’nin akrabasından biri Resulullah Aleyhisselâm’ın yanında bu Âyet-i celile’yi işitince, gidip
Sâlebe’ye haber verdi. “Yazık sana ey Sâlebe! Allah senin hakkında şöyle şöyle âyet indirdi.” dedi.
Durumu öğrenen Sâlebe, vermesi gereken zekâtını yanına alarak Resulullah Aleyhisselâm’ın
huzuruna geldi, zekâtının kabul buyurulmasını istedi. Resulullah Aleyhisselâm: “Allah senin zekâtını
almamı yasakladı.” buyurdu.
Sâlebe’nin başına toprak saçmaya başlaması üzerine Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
“Ben sana vaktiyle emretmedim mi? Sen ise bana itaat etmedin.”
Zekâtını vermekte ısrar etmesine rağmen kabul edilmeyince evine çekildi. Halife olduğunda zekâtını
Hazret-i Ebubekir -radiyallahu anh-e götürmüşse de kabul etmemiş: “Onu senden Resulullah
Aleyhisselâm kabul etmedi.” buyurmuş, vefatına kadar da almamıştı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de aynı yolu izlemişler, onun zekâtını kabul etmemişlerdi.
Bu durumda Sâlebe mürted kabul edilerek irtidat hükmü uygulanmamış, fakat müslüman olduğu da
tasrih edilmemiştir.
İşte şuursuzca mal toplayanın hali budur. Kalbi işgal ediyor, kendisini de meşgul ediyor, ebedî hayatı
da söndürüyor.
Ki birini muhabbet-i Mevlâ’ya, diğerini muhabbet-i mâsivâya hasretsin. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle
buyurmuşlardır:
“Ümmetimin fakirleri, zenginlerinden yetmiş sene önce cennete girer.” (Ahmed bin Hanbel)
Yükü hafif olanın hesabı da kolaydır. Durum böyle olunca yükü yüklemeye çalışanların durumu nasıl
olur?
“Cennete muttali oldum, ekseri ehlinin fakirler olduğunu gördüm. Cehenneme muttali oldum ve
ekseri ehlinin kadınlar olduğunu gördüm.” (Müslim: 2737)
İnsan dünya malına karşı haris olmamalı, Allah-u Teâlâ’dan hakkında hayırlısını dilemelidir.
Eğer meşru surette bir servete sahip olursa, bunun kıymetini bilmeli, zekâtını ve sadakasını vererek
Allah’u Teâlâ’ya fiili şükürde bulunmalıdır.
Meşru Çalışmalar:
İslâmiyet bir lokma ve bir hırka ile yetinmeyi emreden bir din değildir. Meskenet ve tembelliği,
dilenciliği, başkasına yük olmayı... şiddetle yasaklamıştır.
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere bütün büyükler çalışmayı ihmal
etmemişlerdir.
Âdem Aleyhisselâm buğday eker, onu hasat eder, harmanda döver, öğütür, un ve ekmek yapardı. İdris
Aleyhisselâm terzi, Nuh Aleyhisselâm ve Zekeriyâ Aleyhisselâm marangoz, Davud Aleyhisselâm
demirci, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise tüccar idiler.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtının her birisi bir işle meşgul oldular. Çünkü kişinin
yediğinin en temiz olanı kendi kazancından olanıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çalışkan insanları çok sever, tembellikten
hoşlanmaz ve dilenciliği sevmezdi.
Bir gün Ashâb-ı kiram’ı ile oturuyorlardı. Gücü kuvveti yerinde bir delikanlının sabahın erken saatinde
oradan geçtiğini gördüler.
Ashâb “Yazık buna! Eğer kuvvet ve gençliğini Allah yolunda sarfetmiş olsaydı, ne iyi olurdu!” dediler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunun üzerine buyurdular ki:
“Öyle söylemeyiniz. Şayet o, küçük çocuklarının rızkını temin için yola çıkmışsa Allah
yolundadır. Kendisini helâl yollardan beslemek için yola çıkmışsa yine Allah yolundadır. Amma
riyakârlık ve övünmek için yola çıkmışsa işte o zaman şeytan yolundadır.” (Taberâni)
Huzur-u saâdetlerine bir gün bir cemaat geldi. Söz sırasında “Yâ Resulellah! Memleketimizde
sulehadan bir zât var, gündüzleri oruçla geceleri namaz ve zikrullahla meşgul oluyor.” dediler. Seyyid-i
Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun yiyecek ve içeceğini kimin temin ettiğini sordu. “Biz
hepimiz...” cevabını alınca: “Öyle ise hepiniz ondan üstünsünüz.” buyurdu.
“Sizin hayırlınız dünyası için âhiretini, âhireti için dünyasını terk etmeyip her ikisi için çalışan
ve halkın başına yük olmayandır.” buyuruyorlar. (Camiüs-sağir)
Dünya gerçekten muvakkat bir zaman içindir, günleri mahduttur, itimada şayan değildir, geçicidir,
gönül bağlamaya değmez.
Lâkin ebedî bir hayatın ekim tarlası olduğu için çok kıymetlidir, çok muhteremdir.
Eğer insan gönderiliş sebebini lâyık-ı veçhile bilirse, gece-gündüz o tarlayı ekmek için çalışır. Böylece
hem dünya saadetine hem ahiret selâmetine nâil olur, hem de kendisini cehennem azabından
muhafaza etmiş olur.
Zaten bunun aksini yapmakla da kişi dini ve dünyevî vazifelerini hakkıyla yerine getiremez.
Binaenaleyh her hususta itidale riayet etmek, ifrat ve tefritten kaçınmak gerekmektedir. Resulullah -
sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz eti gıdaların başı saymış, süt ve balı övmüş, tereyağını sıcak
ekmek içine koyup yapılan tiritten hoşlanmıştır. Şu kadar var ki bütün dünyevî lezzetlere dalmak da
insanı manevî kemâlâttan mahrum bırakır, âhiret saâdetini temine çalışmaktan alıkoyar.
İman etmek, son derece müttaki olmayı gerektirmektedir. Her şeyde takvâ lâzımsa da, yeme-içmede
daha çok lâzımdır.
Mutlak helâl ile haram olmasında hiç şüphe olmayan şeylerin yanında bir de şüpheli saha vardır.
İslâm, bu gibi şüpheli şeylere düşmekten sakınmayı takvâ kabul etmiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Helâli aramak, helâl kazanmak ve helâl yemek her müslüman üzerine farzdır.” buyuruyorlar.
(Taberânî)
İbadetin onda dokuzu helâl lokmada arandığına göre, demek ki insanın ilk önce helâl lokma üzerine
eğilmesi gerekmektedir. Bir insanın ihlâsla Allah’a yönelmesi için helâl lokma şarttır. Helâl lokma
olmazsa ihlâs husule gelmez.
Allah-u Teâlâ sâlih amelden önce helâl olan şeylerden yemeyi emrederek Âyet-i kerime’sinde buyurur
ki:
Haram, insanın içini karartır. Haram yiyen kişiden iyi işler beklemek boştur. Çünkü küpün içinde ne
varsa dışına o sızar.
Helâl yiyenlerin ise içleri nurlanır. Bu nurdan hikmet husule gelir. Hikmet ehlinde en güzel iş ve
icraatlar zuhur eder.
Allah-u Teâlâ mümin kullarına rızık olarak verdiği temiz nimetlerden yemelerini, karşılığında da
şükretmelerini emir buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin. Eğer siz gerçekten yalnız
Allah’a kulluk ediyorsanız, O’na şükredin.” (Bakara: 172)
Allah-u Teâlâ dünyayı geçim uğrunda çalışma ve gayret, mihnet ve meşakkat, imtihan ve ibtilâ yeri;
âhireti ise mükâfat ve mücazat yeri olarak yaratmıştır.
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.”
(Mülk: 2)
Her müslümanın kendisine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar helâlinden kazanması
farzdır. Çünkü bir müslüman, görevlerini kazanç sayesinde yerine getirebilir. Niyeti iyi olursa aynı
zamanda sevap da kazanır.
“Uykunuzu bir dinlenme yaptık, geceyi bir bürgü yaptık, gündüzü ise geçiminize elverişli
kıldık.” (Nebe: 9-10-11)
Uyku ve gece; gündüz çalışmak için dinlenme zamanı olduğu gibi, uyanıp gündüz çalışmak da geçim
temin etmeye vasıtadır. Allah-u Teâlâ tarafından insana tahsis edilmiştir.
Yemek, içmek ve ticaret yapmak gibi hususlarda yeryüzünde birçok nimetler ve maişetler halketmiştir.
“Size yeryüzünü boyun eğdiren O’dur. Öyleyse yeryüzünde dolaşın. O’nun verdiği rızıktan da
yiyin.
Çünkü rızık O’nun elindedir. Çalışanın çalışmasını zâyi etmez, isteyenin ümidini boşa çıkarmaz.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış.” (İbn-i Asakir)
Görülüyor ki İslâm’da zenginlik kötü bir şey değildir. Ve fakat şeytan insanların ekserisini varlıkta
yakalıyor. Varlığın, zenginliğin, paranın yükü çok büyük olduğu için; bu tehlikelerden sakındırmak,
azaba düşürmemek için bu hatırlatmaları yapıyoruz.
Çalışırken ve kazanırken kişinin niyeti, ahiret işlerini rahatlıkla ve kolaylıkla yapmak olmalıdır.
Hadis-i şerif’te:
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz her şeyde sadeliği tercih ederdi. Sade yer, sade
giyinir, sade yaşardı. Bulduğunu yer, bulduğunu giyerdi. Tam mânâsı ile ferâgat sahibi idi.
Sade ve mütevazi bir hayat yaşamış, hiçbir zaman dünya nimetlerinin cazibesine kapılmamıştır.
Hicretin üçüncü senesinden sonra fütuhatlar çoğalmış, dokuzuncu senesinde ise elde edilen
ganimetler Medine-i Münevvere’ye sel gibi akmış, müslümanların durumu düzelmiş, çoğu zengin
olmuştu. Mısır azizi, Bizans imparatoru ve diğerleri kendisine kıymetli hediyeler gönderiyorlardı. Fakat
o bunlara zerre kadar iltifat etmedi, eski yaşama biçimini sürdürmeye devam etti. Eline geçen her şeyi,
bir gün bile yanında tutmadı; fakirlere, gazilere, müslümanların yükselmesine sarfetti.
Kendisine bağışlanan çok kıymetli bağları halkın istifadesine bıraktı. Mahsulleri fukaraya ve
muhtaçlara dağıtılırdı.
Ahzab sûre-i şerif’inin 28. Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre; diğer müslümanlar
seviyesinde bir hayata kavuşmak isteyen hanımlarına küsmüş ve onlardan dünya ile ahiret arasında
bir tercih yapmalarını istemiştir.
Müellefet-ül kulûb adı verilen bir takım gayr-i müslimlerin kalplerini İslâm’a ısındırmak için onlara
yaptığı iyilikler anlatmakla bitmez.
Ümmetinden en fakir bir kimsenin yaşayışı gibi hayat sürmeyi, sadelik içinde yaşamayı tercih etti.
Hadis-i şerif’lerinde:
Süs ise kibre vesile olur. Yani güzel giyinmek güzeldir ve fakat sadeliği tercih etmek daha güzeldir.
Hane-i saâdetleri, eski halini muhafaza ediyordu. Tevazu ve sadeliği o kadar ileri götürmüştü ki, bütün
mefruşat; bir yatak, bir hasır, toprak bir su kabı gibi eşyadan ibaretti. Süse ve lükse hiç önem vermedi.
Yiyecek bir şey bulamadıkları için, hanımları ve çocukları ile beraber, birçok geceler yemek yemeden
yatarlardı.
Hiçbir zaman hiçbir yemeği beğenmemezlik etmez; arzu ederse yer, etmezse bırakırdı.
Zenginliği kendisinin ve âile fertlerinin bir yıllık nafakasından fazla değildi. Asıl zenginliği de Rabbine
güvenerek beslediği gönül zenginliği idi.
Diğer taraftan o, Allah’tan gafil olmaya sebep olacak fakirlikten ve azdıracak zenginlikten
hoşlanmayarak Allah’a sığınmıştır.
“Her zengin ve her fakir kıyamet günü dünyada rızkının geçinecek kadar verilmiş olmasını
muhakkak arzulayacaktır.” (İbn-i Mâce: 4140)
“Alllah’ım! Muhammed’in ev halkının rızkını geçinecek kadar kıl!” (İbn-i Mâce: 4139)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hâdis-i şerif’lerinde, İslâm dinine erdirilerek
Rabbine itaat eden, ihtiyacına cevap verebilecek derecede helâl rızık verilen ve kanaatkâr olan
müminin kurtuluşa ereceğini beyan buyurmuşlardır:
“İslâm dinine erdirilen, yetecek derecede rızık verilen ve buna kanaatkâr olan kimse muhakkak
ki felâh bulmuştur.” (İbn-i Mâce: 4198)
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- vefat ettiği vakit geride ne dinar, ne dirhem, ne köle, ne
cariye, ne de başka bir şey bıraktı. Onun bıraktıkları beyaz katırı, silâh ve yakınları için
tasadduk ettiği bir tarladan ibaretti.” (Buhari. Vesâya, 1)
Hadis-i şerif’lerinde:
Gerçi Hayber ve Fedek’te hissesine düşmüş arazisi vardı ve fakat onları sağlığında tasadduk etmiştir.
“Resulüm! De ki: Allah’ın, kulları için yarattığı süsü ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmış?
De ki: Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde ise yalnız inananlara tahsis
edilmiştir.
İşte biz bilen kimseler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (Â’raf: 32)
Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki dünyadan el etek çekmek esas değildir. Müslümanların meşru surette
dünyadan faydalanması gerekir.
Allah-u Teâlâ yeryüzünü içindekileri ile beraber insanoğluna musahhar kılmış, istifadesine arzetmiştir.
Bütün bunlar dünya hayatını geçirmek ve faydalanılmak üzere verilmiş birer vasıta olması itibariyle
birer nimet iseler de, asıl aranılacak gaye bunlar değildir, bunların faydası geçicidir. Birçok insanlar ise
bütün bunlara düşkündürler.
“İnsanın gönlünü çeken kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşler, salma ve
güzel atlar, sağmal hayvanlar ve ekinler sevgisi insanlara hoş gösterildi. Bunlar dünya
hayatının geçici birer menfaatıdır.
Oysa gidilecek yerin güzel olanı Allah katındadır.” (Âl-i imran: 14)
1- Allah-u Teâlâ beyanına kadınlardan başlıyor. Zira dünyadaki fitnelerin en şiddetlisi kadınlar
sebebiyledir.
“Benden sonra erkekler için kadından daha zararlı bir fitne bırakmadım.” buyurmuşlardır.
(Müslim)
Şu kadar var ki kadınlarla ülfetin maksadı ırzını koruma ve çocukların çoğalması olursa, bu durum
arzulanan ve teşvik edilen bir husustur.
“Evleniniz, çok olunuz! Zira ben kıyamet gününde sizin çokluğunuzla geçmiş ümmetler üzerine
iftihar ederim.” buyurmuşlardır. (Ebû Dâvud)
2- Çocukları sevmek, övünme ve ziynet için olursa Âyet-i kerime’nin hükmüne girer.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de:
Çocuk, anne-babaya ilâhî bir hediye, ilâhî bir emanettir. Ümmet-i Muhammed’in çoğalması gayesiyle
güzel bir terbiye ile yetiştirirlerse elbette hayırlı bir iş yapılmış olur. Böyle güzel bir terbiye ile yetiştikleri
için anne-baba da onun ecir ve sevabına ortak olurlar.
3- Servete gelince; sahibini gurura kaptırıp onu insanların haklarını çiğneyen bir kişi yaparsa kötüdür.
Fakat mal sahibi, serveti ile hem Yaratan’ının hem de insanların haklarına riâyet ederse o mal güzel
bir şeydir.
4- Övünmek ve nefsini tatmin etmek için yetiştirilen at, sahibi için vebaldir. İnsanlar bu gibi binekleri
hoş gördüler ve sevilecek şey bunlar zannettiler. Bu gibi şeylerin süslü ve hoş görünmesi
insanoğlunun fıtrat ve yaratılışı icabıdır.
5- Deve, sığır ve hayvanlardan binek ve yiyecek için olanlar, ekilen ve dikilen şeyler de bunun gibidir.
Bütün bunlar insanın Allah’tan uzaklaşmasına ve günah kazanmasına sebep olurlarsa kötüdürler.
Zamanımızda birçok insanlarda görülen durum budur.
Bunların haklarına riâyet edilirse, bunlarla dini ve vatanî vazifeler yerine getirilirse her biri birer nimettir,
ilâhi birer lütuftur.
Bununla beraber hepsi de dünyevîdir, geçicidir, fânidir. İnsan bunlarla yetinmemeli, ebedi hayatını
temin etmek için yorulmalıdır.
Takvâ sahipleri için Rableri katında, altlarından ırmaklar akan ve orada ebedi kalacakları
cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah’ın hoşnutluğu vardır.
Bir damla kerih sudan yaratıldığı halde Yaratan’a hasım kesilen, nâmütenâhi nimetlerle donatıldığı
halde şükretmeyip nankörlük eden, Allah’a inanmayan, olanca kibriyle öldükten sonra dirilmeyi inkâr
eden kimseler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
O kadar ilâhî nimetlere nâil olduğu halde hiçbirisinin şükrünü yerine getirmez. Mazhar olduğu bolca
iyilikleri hiç hesaba katmaz. Rabbini unutur da, kulluk vazifelerini yapmaz. Maruz kaldığı musibetleri ve
zorlukları dile getirerek itiraz eder durur.
İnsan dünyanın geçici geçimliğinden ibaret olan mala muhabbetinden dolayı son derece cimri ve
haristir.
Âyet-i kerime’de:
Mala olan aşırı muhabbeti insanı öyle bir dereceye getirir ki; o malın hakkını vermez, hayra harcamaz,
Allah yolunda infak etmez, malın şükrü olan ibadet ve taatı da unutur.
Gönüllerde gizlenen bütün gizli sırlar, niyetler, maksatlar bütünüyle meydana konduğu vakit, insanlar
dünyada neler yaptıklarını anlayacaklar.
Servet ve İmtihan:
Allah-u Teâlâ malı ve zenginliği sevdiğine de verir, sevmediğine de verir. Dilediğine servet verir,
dilediğine de vermez.
Kullarını nimet ve ikramla dener, mal ile, mevki ile tecrübe eder. Gerek rızık bolluğu, gerekse darlığı
kul için imtihandır. Kulun Allah katındaki değeri dünya malı ile ölçülemez. Dünya malından herhangi bir
şeyin verilmesi veya verilmemesi bir ceza değildir. Geniş rızıklı olmak üstün olmayı, rızkın darlığı da
Allah-u Teâlâ’nın o kimseyi hakir kıldığını göstermez. Her iki halde de netice Allah-u Teâlâ’ya itaat
noktasında düğümlenir. Mühim olan bu imtihanın neticesidir. Servet sahibi olunca zenginlik sebebiyle
şükür mü edecek, yoksa nankörlük mü edecek? Fakir düşünce, fakirliğinden dolayı sabır mı edecek,
yoksa isyan mı edecek?
İtaatkâr mümin imtihanda olduğunu bilir, darda da olsa bolda da olsa daima Hakk’a yönelir, O’nun lütuf
ve merhametine güvenir.
Kâfire göre değer ve değersizlik, dünyada mal ve mülkün çokluğu ve azlığına göredir.
“İnsana gelince; Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunur ve ona bol nimet verirse,
‘Rabbim bana ikram etti.’ der.
Amma onu imtihan edip rızkını daraltırsa, ‘Rabbim bana ihanet etti.’ der.” (Fecr: 15-16)
“Rabbim bana ikram etti.” demesi şükür için değil, kibirlenmek ve övünmek içindir. İhanet ettiğini
söylemesi ise sabırsızlığını ve şuursuzluğunu göstermektedir.
Biçare insan! Nâil olduğu nimetlerin ilâhi bir lütuf olduğunu ve bu nimetlere şükretmesinin gerektiğini
düşünmez. Rızık darlığını kendisine bir hakaret sayar, yüzünü ekşitir. Rabbinin lütuf buyurmuş olduğu
diğer nâmütenâhi nimetleri dikkate almaz.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin bu çarpık fikirlerini reddetmek üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle
buyurmaktadır:
Onlar bundan daha kötüsünü yapmaktadırlar. Allah-u Teâlâ onlara birçok mal ikram ettiği halde; onlar
yetime değer vermemekte, haksız yere malını elinden almaktadırlar.
Kendileri yedirmedikleri gibi, başkalarını da buna teşvik etmemektedirler. Şayet bir kimseye ikramda
bulunsalar bile nam yapmak için ikramda bulunurlar.
Miras malı helâl olmakla beraber; bunlar nereden geldiğini düşünmeksizin, haram helâl olduğuna
bakmaksızın, yetimlerin, çocukların, kadınların ve diğer mirasçıların haklarını gözetmeksizin hırsla
mirasın hepsine konmak veya kendi hissesinin fevkinde bir hisse almak isterler.
Kimileri de eline geçen mirası meşru bir şekilde harcamayıp, lüks ve israf, zevk ve eğlence yolunda
yiyip bitirirler.
Helâl veya harama aldırmadan, câiz olup olmadığına bakmadan mal toplamaya büyük bir temâyül
göstermektedirler. Ne pahasına olursa olsun malı ele geçirmede tereddüt etmemektedirler. Ne kadar
mal sahibi olsalar da gözleri doymuyor. Hayra sarfedilmeyip yığılan mallar, mirasyedilerin ellerinde
sefahat yollarında yenip bitiriliyor, kendilerine ise vebalinden başka bir şey kalmıyor.
Allah-u Teâlâ bir takım kimseleri zengin veya fakir olmalarının ilâhi bir takdir eseri olduğunu, insanların
çoğunun kendilerine mal-mülk verilmesinin bir imtihan olduğunu bilmediklerini, bir istidraç olduğunu
takdir edemediklerini, yanlış kanaatler içinde yaşadıklarını beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde
şöyle buyurur:
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman, başına bir sıkıntı gelince bize yalvarır. Sonra kendisine
tarafımızdan bir nimet verdiğimizde ‘Bu bana bilgimden dolayı verilmiştir.’ der. Hayır! O bir
imtihandır, fakat çokları bilmezler.” (Zümer: 49)
Öyle bir imtihan ki, kendisine verilen nimetler hususunda itaat mı edecek yoksa isyan mı edecek
kendisi de görsün, sabreden ve şükreden meydana çıksın.
O ise sahip olduğu şeylere kendi kabiliyet ve meziyeti sayesinde sahip olduğunu, kazanç ve ticaret
yollarını iyi bildiği için verildiğini söyler durur.
Karun, Firavun ve diğer ümmetlerden birçok kimseler sahip oldukları nimetleri kendi bilgileri sayesinde
elde ettiklerini iddia etmişlerdi. Fakat Allah-u Teâlâ’nın gazabı geldiğinde zekâ ve marifetleri işlerine
yaramadı, gelen belâyı başlarından defedemedi.
Menkul ve gayr-ı menkul mal vererek dilediği kulunu servet sahibi kılan Allah-u Teâlâ’dır.
Âyet-i kerime’sinde:
Mal bakımından, sıhhat bakımından zengin eder, dilediğini de ahiret zenginliği ile zenginleştirir.
Rızık işi kişinin zekâsının azlığına ve çokluğuna, kulun arzu ve isteğine bağlı değildir. O ancak Allah-u
Teâlâ’nın hikmetine ve iradesine bağlıdır. Hakiki müessir O’dur, bütün işler O’nun tasarrufu altında
olur. Bütün genişlikler O’nun dilemesiyle meydana geldiği gibi, bütün darlıklar da yine O’nun
dilemesiyle olur. Açan ve genişleten de O’dur, sıkan ve daraltan da O’dur.
“Bilmiyorlar mı ki Allah, rızkı dilediğine bol bol verir, dilediğine de kısar. Şüphesiz ki bunda
inanan bir kavim için ibretler vardır.” (Zümer: 52)
Bazı kullarını aklına ve aslına bakmaksızın bir müddet fazlaca merzuk ettiği halde, bir müddet de dar
bir rızık içinde bırakır. Nice kimseleri varlıklar içinde yaşatır, nice kimseleri de yokluklar içinde bırakır.
Rızık bolluğu kişiyi sevdiğinin bir delili olmadığı gibi, yoksulluk da sevmediğinin bir delili değildir. İster
sevsin ister sevmesin, bu husustaki kesin tasarruf O’nundur.
“Şüphesiz ki Allah dilediği kimseye hesapsız rızık verir.” (Âl-i imran: 37)
Allah-u Teâlâ fertlere darlık ve bolluk verdiği gibi, toplumlara da bazen darlık bazen bolluk verir.
Darlıkta ümitsizliğe düşmemeli, genişlikte azıp sapmamalı, her iki halde de Hakk’tan yana olmalı, hayır
ve hasenat yapmayı elden bırakmamalıdır.
Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılanların rızıkları hemen kesilip helâk olmazlar. Bol nimetlerle şımarırlar,
neticede azab-ı ilâhî bilmeyecekleri bir taraftan ansızın gelir ve helâk olurlar.
O’nun açtığı rahmet hazinesini hiç kimse kapayamaz, O’nun kapadığı bir hazineyi de açabilecek bir
mahlûk mevcut değildir. Hiç kimsenin erişemediği, el süremediği hazineler O’nundur.
“Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur. Dilediğine rızkı bol verir, dilediğinden de kısar.
Şüphesiz ki O her şeyi bilendir.” (Şûrâ: 12)
Herkesin haline uygun olanı en iyi bilen O’dur. Şu halde rızık hususunda herkesin eline geçen miktar,
kendisi hakkında hayırlı olandır.
Hiç kimsenin karışmaya ve itiraz etmeye salâhiyeti olamaz. Mülkün sahibinin hiçbir işine mahlûkun aklı
ermez.
Nice zenginler sonradan fakir düşmekte, nice fakirler de sonraları zengin olmaktadır.
Âlemin içinde bulunduğu düzen, hem zenginin hem de fakirin varlığını gerekli kılmaktadır.
Herkesin rızkını bol bol kılmış olsaydı, o varlıklara güvenerek gurura, kibire ve isyana dalarlar,
birbirlerine karşı üstünlük sevdasına kapılırlar, aralarında husumetler, düşmanlıklar başgösterirdi.
“Allah kullarına rızkı bol bol verseydi yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Fakat O, rızkı dilediği
ölçüde indirir. Çünkü O, kullarından haberdardır, onları görendir.” (Şûrâ: 27)
Bazı kullarım vardır ki, ona ancak fakirlik yaraşır. Eğer ona bol rızık verirsem, bu onu yoldan
çıkarır.
Öyle kullarım vardır ki, ona ancak sağlık yaraşır. Şayet onu hastalandırırsam, bu onu yoldan
çıkarır.
Öyle kullarım vardır ki, ona ancak hastalık yaraşır. Eğer onu sağlığına kavuşturursam, bu onu
ifsad eder.
Şüphesiz ki ben kullarımın kalplerindekileri bilerek onları idare ederim. Muhakkak ki ben her
şeyi bilen ve her şeyden haberdar olanım” (Kenz’ül-Ummâl)
İsraf ve Cimrilik:
Meşru yollardan helâl kazanç temin edip muhafaza etmek ve rızâya uygun olarak yerli yerinde
kullanmak farz olduğu gibi, lüzumsuz yerlere ve bilhassa şer’î sınırları aşacak derecede günah yollara
sarf edip israf etmek de haramdır.
“Yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” buyuruyor. (A’raf: 31)
Haksız yere başkasının malını yemeyi yasaklayan dinimiz, insana kendi malını dahi ölçülü
harcamasını emretmiştir. Kişi, Allah ve Resul’ünün koyduğu ölçülere göre harcama yapmazsa,
sarfiyatının her zerresinden mesuldür.
Malın haram olan yollardan harcanması, kişiye ve başkalarına hiçbir faydası olmayan harcamalar,
başkalarına muhtaç hale gelecek derecede ölçüsüzce yapılan bağış ve harcamalar, Allah için değil de
gösteriş için infakta bulunmak hep israftır ve haramdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, deniz kenarında bile olsa, abdest alırken suyu
ölçülü kullanmayı tavsiye etmişlerdir.
İsraf, cömertliğin ifrat dereceye varmış olan şeklidir. Cömertlik ise müslümanda bulunması gereken
güzel huylardan birisidir.
“Cömert insan Allah’a yakın, insanlara yakın, cennete yakın ve cehennem ateşinden uzaktır.”
(Tirmizi)
“Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme! Büsbütün de saçıp israf etme ki, sonra kınanır, hasret
içinde eli boş kalırsın.” (İsrâ: 29)
Buradan anlaşılıyor ki, korunması gereken yerde malı korumalı, sarfedilmesi gereken yerde de bolca
harcamalıdır.
Korunması gereken yerde bolca harcamak israftır. Bolca sarfedilecek yerde sıkılık etmek ise cimriliktir.
Her ikisi de kınanmaktadır.
En makbul ve övülmüş olanı sehavettir.
Âyet-i kerime’de:
“Rahman’ın o kulları ki, harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik ederler. Harcamaları
bu ikisinin arasında dengeli olur.” buyuruluyor. (Furkan: 67)
Cimrilik, nefsin yakalandığı tedavisi zor olan müzmin bir hastalıktır. Cömertlik, insanlarda ne kadar
büyük bir meziyet ise, cimrilik de onun zıddına o kadar kötü bir huydur.
“Cimri kimse Allah’tan uzak, insanlardan uzak, cennetten uzak, cehenneme yakındır.” (Tirmizi)
Hakk ve hakikatı bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar, büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
“Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah ahireti kazanmanızı ister.” (Enfal: 67)
Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir
şey değildir.
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap
gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Âyet-i kerime’de:
“Dünya hayatı aldatıcı zevkten başka bir şey değildir.” buyuruluyor. (Âl-i imran: 185)
Dünya lezzetlerinin mübahlarının suali, haramlarının ise cezası vardır. Çünkü Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli
hastalığı gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın
süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Allah-u Teâlâ’ya kavuşmayı asla
akıllarına getirmezler. Ahiret yerine dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedi olana tercih ederler.
Âyet-i kerime’de:
Hidayet yolunu seçen müminlerin gönülleri mal ve mülk, para ve pul sevgisine bağlılıktan kurtulmuştur.
Allah-u Teâlâ onların bazı vasıflarını beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer. Başlarına gelene sabrederler,
namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.” (Hacc: 35)
Onlar her hâlükârda Allah yolunda mallarını sarfederler. Bolluk ve darlık zamanlarında, sağlık ve
hastalık hallerinde, sevinçli ve üzüntülü anlarında, az olsun çok olsun, gizli ve açık infak etmekten geri
durmazlar. Hiçbir şey onları Allah’a itaatten, O’nun rızâsına kavuşturacak yerlere mallarını
harcamaktan alıkoyamaz.
“Resulüm! İnanan kullarıma söyle! Namazı kılsınlar, alış-veriş ve dostluğun olmayacağı gün
gelmezden önce kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infak etsinler.” (İbrahim: 31)
Azabı hakeden kimse orada bir kimsenin dostluğu ile bağışlanmayacaktır. O gün herkes kendi derdini
düşünür, nefsani bir meyil ile birbirinin imdadına koşamazlar.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde müminlerin vasıflarını şöyle beyan buyuruyor:
“Onlar ki Allah’ın rızâsına ermek için her güçlüğe sabrederler, namazı kılarlar, kendilerine
verdiğimiz rızıktan gizlice ve açıkça sarfederler, kötülüğü iyilikle savarlar. İşte bunlar var ya,
ahiret yurdu sadece bunlarındır.” (Rad: 22)
Kendilerine lütuf buyurulan nimetlerden gizlice ve açıkça, gece ve gündüz infak edilmesi gereken
yerlere infak ederler. Bir durumda infakta bulunmuş olmaları, diğer durumlarda infakta bulunmalarını
engellemez.
Geçmişten İbret:
Allah-u Teâlâ’ya inanmayıp yolunda bulunmamakla kendisine zulmeden kâfir ve münafıklar dünyada
her ne kadar müreffeh bir hayat yaşasalar da gün gelip dünyadan göçecekler ve ahiretin yanında
dünya hayatının çok kısa olduğunu anlayacaklar.
“Onlar yeryüzünde gezip de kendilerinden önce geçmiş kimselerin sonlarının nasıl olduğuna
bakmazlar mı?
Onlar bunlardan daha çok, daha kuvvetli ve yeryüzündeki eserleri bakımından daha sağlam
idiler.
Onlar yeryüzünü imar etmişler, ziraat için tarlalar sürmüşler, madenler çıkarmak için ocaklar kazmışlar,
su menbâları bulup her tarafa akıtmışlar, arazileri sulamışlar, bağlar-bahçeler yetiştirmişler, sonraki
nesillerden daha fazla kazanç elde etmişler, sağlam binalar, eşsiz sanat eserleri meydana
getirmişlerdi. Fakat onlar kendilerine verilmiş olan nimetlerin kendilerinden hiç alınmayacağını sandılar
ve pek büyük bir aldanış içine girerek, müstehak oldukları en adil cezaya çarptırıldılar. Çünkü onlar
cemiyetlerin helâk olmasını gerektiren günahlar işliyorlardı.
“Sonunda, Allah’ın âyetlerini yalan sayarak ve onları alaya alarak kötülük yapanların âkıbetleri
pek kötü oldu.” (Rum: 10)
Allah-u Teâlâ onların hal ve ahvallerinden haber vererek gelecek nesilleri düşünmeye ve ibret almaya
dâvet ediyor. Âkıbetlerin en kötüsü, en kötü ceza olan cehennem azabıdır.
Onlar hem dünyadaki varlıklarını kaybettiler, hem de bu varlıklarını kötüye kullandıkları için bu yüzden
uhrevî azaba da müstehak oldular.
Allah-u Teâlâ bu dünya hayatında onlara geçimlik vermişti. Bu bolluk ve nimet içinde yaşadılar. Buna
aldanarak bu durumun devam edeceğini sandılar. Kalpleri katılaştı, yükleri ağırlaştı, hesapları zorlaştı,
cezaları da cehennem oldu.
Eğer ahiretin devamını bilselerdi, fâni dünyayı ebedî olan âhiret hayatı üzerine tercih etmezlerdi.
Eğer bu insanlar bu dünya hayatının imtihan için verilmiş bir süre olduğunu, bir gün zevale erip son
bulacağını, insan için gerçek hayatın ölümden sonra başlayacağını bilselerdi, böyle cahilâne hareket
etmezlerdi. Her dakikasını ahiretleri için hazırlık yaparak geçirirlerdi.
Bu beyân-ı ilâhi ahiret hayatının daima göz önünde bulundurulmasını, Allah-u Teâlâ’nın koyduğu
hudutların aşılmamasını öğütlemektedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
Dönüş Allah’adır:
Yeryüzünde Allah-u Teâlâ’nın nimet ve rızıklarından faydalanan insanlar, gün gelecek huzura
çıkacaklar, kendilerine verilen nimetler karşısında şükredip etmediklerinden hesaba çekileceklerdir.
“Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur. Öyleyse yeryüzünde dolaşın, Allah’ın rızkından yiyin.
Öyleyse;
İmtihan Dünyası:
Allah-u Teâlâ insanlara mal ve can vermiş, insanları bunlarla imtihan etmektedir.
“Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olacaksınız.” (Âl-i imran: 186)
Dilediği kuluna mal ve servet verir, onunla kendisini imtihan eder. Tâ ki emr-i ilâhi’ye uyup uymadığı, o
serveti nereden elde edip ne gibi yerlere sarf ettiği, zekâtını verip vermediği meydana çıksın. Kimisini
fakir düşürür, çeşitli musibetlere uğratır, o şekilde imtihan eder. Bazen de sıkıntı ve hastalık vererek
canları hususunda imtihana çeker.
Nimetlerin Hesabı:
Büyük nimetlerden suâl olunacağı gibi, en küçük nimetlerden dahi suâl olunacaktır. Emniyet ve
asayişten, sıhhat ve âfiyetten, mevki ve servetten, ikbal ve itibardan, yenilen, içilen, giyilen şeylerden,
koyu gölgeden, soğuk bir sudan muhasebeye tutulacaklardır.
O nimetleri nereden alıp nereye harcadıkları, helâlinden kazanıp helâlinden mi harcadıkları, haramdan
kazanıp haram mı harcadıkları, şükrünü yapıp yapmadıkları bir bir sorulacaktır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz iki arkadaşı ile Ebu Eyyüp el-Ensârî -radiyallahu
anh-ın evine gitmişlerdi. Onlara hem tazesinden hem de kurusundan hurma ikram etti. Ayrıca bir oğlak
keserek pişirdi ve önlerine koydu.
“Ekmek, et, kuru ve olgun hurma!..” diyerek mübarek gözleri yaşardı, daha sonra şöyle buyurdu:
“Nefsim kudret elinde bulunan Zât’a yemin ederim ki, işte bu kendisinden sorguya
çekileceğiniz nimetlerdir.” (İbn-i Hibban)
“Sizden her kim kendi evinde ve yurdunda emniyetle, vücudu âfiyetle olarak sabaha çıkarsa ve
yanında günlük yiyeceği bulunursa, sanki dünya bütünüyle ona ayrılıp verilmiş gibi olur.”
(Tirmizi: 2449)
Hülâsa-i Kelâm:
Bugün görülüyor ki herkes kendisinin olduğu yolda olduğunu, kendisinin haklı olduğunu, kendi
yaptığının iyi olduğunu zannediyor. “Benim dediğim, benim yaptığım doğrudur, bu böyle olmalıdır.”
diye bastırıyor.
Hakikat ehli onlara bakar, film gibi seyreder. İçinden: “Bu doğruluğu sen yarın öğreneceksin.” der,
fakat hiç kimseye de haber vermez. Çünkü o kati kararlı. “Bu doğrudur, böyle olmalıdır.” diyor,
bastırıyor. İnandığını yaşamıyor, yaşadığı gibi inanıyor. Artık ona söz işlemez. Görülür, bilinir, haber
verilmez.
Bu an nereye kadar devam eder? Hakk’ın huzuruna varıncaya kadar bu zan böylece devam eder.
“O gün bir fırka cennette, bir fırka da çılgın alevli cehennemdedir.” (Şûrâ: 7)