Professional Documents
Culture Documents
Hakikat Sayı 83
Hakikat Sayı 83
BAŞYAZI
/ İsmail Yavuz
BİTKİLER VE AĞAÇLAR
MEKTUBAT
Âyet-i kerime’de:
“Davut Câlut’u öldürdü.” buyuruluyor. (Bakara: 251)
Câlut güçlü kuvvetli, cesur ve cebbar bir hükümdar olmasına rağmen, Allah-u Teâlâ onun ölümünü bir ibret
nümunesi olarak yaşı küçük bir delikanlının eline verdi.
SİLSİLE-İ SÂDÂT
GÜNDEM
Kimileri yapacak, kimileri yıkacak. Devran dönüp duracak. Herkes hesap vermek üzere hesap menziline
varacak. Hakettikleri yeri boylayacaklar. Her zaman söylediğimiz gibi bizim Türkiye’den başka vatanımız
yok. Bu vatanın selâmeti için elbirliği ile ne gerekiyorsa onu yapmalıyız. Vatanımızın altını oyan kim olursa
olsun mücadelemizi sürdürmeliyiz.
Her karesi, her ânı haz veren, güzellik kokan iki diyardan, Kahire ve
Kudüs’ten tüm müminlere selâm olsun...
/ İsmail Yavuz
İkinci bin yıl olan ahir zamanda üç yıkıcıyı Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-
Efendimiz şöyle haber veriyorlar:
İkinci bin yıl olan ahir zamanda üç yapıcı ise “Hâtem-i Veli”, “Hazret-i Mehdi”
ve “Hazret-i İsa Aleyhisselâm”dır.
Bütün âlemleri yaratan, terbiye eden, herşeye şekil veren Hazret-i Allah’tır.
Âlemlerin Rabbi olan Allah-u Teâlâ’yı tanımak, mükevvenâtı da O’nun donattığını bilmek insanın en
başta gelen vazifesidir.
“Ben insanları ve cinleri ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım.” buyuruyor.
(Zâriyat: 56)
Evvelâ Yaratan’ı bil de ondan sonra ibadet et. Bilinmeyen Allah’a ibadet suretî olur.
Cin ve insan cinsinin yaratılmasının hikmeti, Allah-u Teâlâ’yı tanıyıp O’na ibadet ve kulluk etmek, emir
ve yasaklarından mükellef tutulan şeyleri eksiksiz yerine getirmektir.
Aslında insanlar böyle bir marifete müsait olarak yaratılmışlardır. Böyle bir istidada başlangıçta sahip
olmasalardı, zaten mükellef bulunmazlardı.
Beşeriyeti yeryüzüne yerleştiren, insanoğluna imkân ve iktidar veren, yaşamalarına elverişli olacak
şekilde birçok hususiyetler bahşeden Allah-u Teâlâ’dır.
Yeryüzünün menfaatlerini insanlar için mubah kılmış, dağları ve denizleri ile, havası ve suyu ile,
hayvanı, bitkisi ve meyvesi ile, yeraltı ve yerüstü kaynakları ile herşeyi onların emrine vermiş, insanları
yeryüzünün yaratıklarının efendisi yapmıştır. Yeryüzünde ticarette bulunmak üzere sebepler,
kazançlar ve sarılacakları çeşitli vesilelerle geçimlikler halketmiştir.
Âyet-i kerime’de:
Çünkü rizik O’nun elindedir. Çalışanın çalışmasını zâyi etmez, isteyenin ümidini boş çıkarmaz.
Yemek, içmek ve ticaret yapmak gibi hususlarda yeryüzünde birçok nimetler ve maişetler halketmiştir.
İnsanların rızıklarını elde etmeleri için gerek duyacakları herşeyi yeryüzünde var etmiştir.
Herşeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet verir, düzenler ve en güzel bir biçimde terkip eder. Yarattigi
şeylerde güzelliginin kemâlini gösterir.
Bir şeyi yaratmak istediginde, onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç
degildir. Kâinati ve içindeki herşeyi misilsiz, benzersiz yaratmiştir. Herşeyin en güzelini, en güzel
hikmetlerle yaratan O’dur.
“İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şânı ne
yücedir!” (A’raf: 54)
İnsanların yaptığı sadece O’nun verdiği akıl sayesinde yaratılanların sırlarını keşfetmekten ibarettir.
Bir mahlûk ancak O’nun izniyle, kendisine verdiği akıl ve ilimle, kendisine verdiği nimetlerle bir şey
yapabilir. Fakat verdiği nimetlerden onun aklını, gözünü, kulağını ve elini çektiği zaman o kul hiçbir şey
yapamaz.
DEVAM
Herşeye hâkim olan, bütün varliklari ayakta tutan, herşeye belirli bir zamana kadar ayakta durmasi için
sebepler ihsan buyuran O’dur. Herşey Hakk ile kâimdir.
“Allah o Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyum’dur.” (Bakara: 255)
Yaratılanları “Ol!” emriyle yarattı, herşey O’nun varlığı ile kâimdir. Her görünen şey maskedir, insan
da böyledir, kâinat da böyledir.
İnsan, Allah-u Teâlâ’nın yarattığı ve donattığı bütün âlemlerin “Lâ”dan ibaret olduğunu görmedikçe
hiçbir zaman “İlâhe” yani Allah-u Teâlâ’yı göremez ve lâyık-ı veçhile bilemez. Bilgileri zandan ibarettir.
Bu böyledir.
Yaratılmış hiçbir şey Allah değildir. Herşey Hazret-i Allah’a perdedir, içinde O var. O herşeyden
herşeye yakin. Herşey O degil, fakat hiçbir şey de O’ndan ayrı değil.
Yani O yarattı. Yarattığı herşey O’nun varlığı ile kaim. Amma sen de oradasın, sen de Hazret-i Allah ile
kaimsin, bir zerre de Hazret-i Allah ile kaimdir. Bir kainat da Hazret-i Allah ile kaimdir.
Bütün insanlar bir araya gelseler, ilimlerini fenlerini ortaya koysalar bir tek incir çekirdeğini, bir buğday
tanesini yapabilirler mi? Veyahut bir sivrisineği, bir tek kılı yoktan var edip onlara can verebilirler mi?
Bir tek yaprak karşısında bütün kâinat acze düşüyor. Şu halde yaratıcı yalnız Hazret-i Allah’tır. O
Hayy’dır, Kayyum’dur, her yarattığı O’nunla kaimdir.
Âyet-i kerime’sinde:
“Biz bir şeyin olmasini diledigimiz zaman, sözümüz ona ancak ‘Ol!’ dememizden ibarettir. O da
derhal oluverir.” buyuruyor. (Nahl: 40)
Allah-u Teâlâ’nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk âleminden varlık
âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa burada kendisine emir verilen bir
şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.
O; bir şey için sadece bir tek emir verir, bu emrin tekrarına ihtiyaç yoktur. “Ol!” dediği şey kaçınılmaz
olarak varolur.
O Allah ki yarattığı her şeyde bir hassa koymuştur. Hassa demek, emrinin özü demektir. Toprakta,
havada, suda... Her şeyde o hassa mevcuttur.
Âlemleri yaratan Hazret-i Allah’tır. İlâhî nizamını kurmuş, her yarattığına; güneşe, aya, gündüze,
geceye, dağlara, denizlere, hülâsa bütün âlemlere bir nizam vermiştir.
Farz-ı muhal ki bir meyve olgunlaşabilmesi için toprağa, suya, havaya ve güneşe muhtaçtır.
Toprağı O yarattı, suyu O yarattı. Her şeyi topraktan ve sudan yarattı. Amma toprak da O’na muhtaç,
su da O’na muhtaç.
Bir meyve tekâmül edebilmesi için havaya ve güneşe muhtaçtir. Hava da O’nun emrinde, güneş de
O’nun emrinde.
Her şey O’na muhtaç olduğu gibi, güneş de O’na muhtaç. Her şey O’nun yed-i kudretinde ve O’nun
emrindedir.
Hülâsa olarak; cemâdatı, nebâtatı, hayvanatı, insanları, melekleri hep O yaratıyor, hepsi de O’na
muhtaç. O yaratıyor, O tekâmül ettiriyor, O öldürüyor... Hep O...
“De ki: O Allah bir tektir. Allah Samed’dir (Her şey O’na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç
degildir).” (İhlâs: 1-2)
Bir meyveyi düşünün. Bütün insanlar, cinler bir araya gelseler; bir elma, bir nar, bir portakal, veyahut
bir buğday, bir arpa tanesi yaratabilirler mi? Hayır! İşte Hazret-i Allah budur.
Hadi sen de bir tanesini yap! Fakat yapamazsın! Çünkü insan âcizdir, mahlûktur. Bakınız daha bir tek
meyvenin karşısında kâinat acze düşüyor. Bir tek arpanın karşısında kâinat bakar, fakat kör bakar.
Yaratıcısını onda görmez.
Mevye dalına güvenir, dal ise ağacına, ağaç ise köküne, kök ise toprağa güvenir. Meyve olması için de
ayrıca suya, havaya, güneşe, aya... ihtiyaç vardır. Dalı kessen meyve yok olur, kökünü çıkarsan ağaç
yok olur.
DEVAM
Bitkilerde yarattığı berekete bir bak! Toprağa yüzlerce buğday tanesi atıyorsunuz, topraktan binlerce
alıyorsunuz. Öğüttüğünüz zaman un oluyor. Unlar yoğurulduğu ve pişirildiği zaman ekmek oluyor. O
buğdayda ne var ki, sana gıda veriyor? Alçı veya çiriş aynı una benziyor, fakat yutsan mideni
dondurur. Birine başka hassa vermiş, diğerine başka hassa vermiş. Yani hepsinde O’nun “Ol!” emri
var.
Bazi bitkilerden fevkalâde ilaç oluyor. Her bitkiye nasil bir hassa koydugunu yalniz O bilir.
Agaçtan bir portakal aliyorsun. Tadlanmiş, kokulanmiş, pişirilmiş, paketlenmiş, paket içinde paketlere
sarilmiş. Vitaminleri ayri, vücuda verdigi faydalari ayri, şifâlari ayri ayri.
Küçücük bir findigin özü var, o özde besleyici protein var. Dişinda zar var, kabuk var. En dişinda tekrar
bir kabugu daha var.
Agaç mi yapti bunlari? Hayir! Agacin hükmü yok. Allah-u Teâlâ agaca tepsilik vazifesi yaptiriyor.
Hüküm O’nundur. O ağaç o suyu alamaz, o tadı, o lezzeti, o kokuyu, o rengi veremez. Çünkü
kendisinde o hassalardan hiçbirisi yok. Meyve o tadı, o kokuyu, o diziyi, o güzelliği “Ol!” emrinden
aldı. Hepsi O’nun ihsanı, O’nun ikramı. O görünmüyor da ağaç görünüyor. Vereni, ağaca tepsilik
vazifesi yaptıranı kimse görmüyor.
“Yeryüzünde rengârenk şeyleri de sizin için yaratmiştir. Bunda da ögüt alan bir topluluk için
ibret vardir.” (Nahl: 13)
Gökten inen aynı suyu aldıkları, aynı güneşten faydalandıkları halde, binlerce bitki türünün renkleri,
çiçekleri, şekilleri, tadları ve kokuları hep ayrı ayrıdır.
Hazret-i Allah’ı bilmeyen, tanımak istemeyenler hakkında ise Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"İnsanlardan kimi de, Allah'a bir yar kenarındaymış gibi kulluk eder." (Hacc: 11)
DEVAM
Nur, Allah-u Teâlâ’nın “Zâhir” İsm-i şerif’inin tecelli etmesidir. Varlıklar o “Nur”un tecellisi ile vücud
bulmuştur. Bütün âlemleri meydana koyan, mükevvenâti gösteren, hakikati bildiren O’dur.
Kur’an-ı kerim’de Nur sûre-i şerif’inin 35. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurulmaktadir:
“Gökler ve yer” ibaresi Kur’an-ı kerim’de hususiyetle “Kâinat” için kullanılmaktadır. Dolayısıyla Âyet-i
kerime’nin mânâsı: “Allah bütün kâinatın nurudur.” demektir.
Gökleri meleklerle ve parlak yıldızlarla, yeri de kendi dostları olan nebilerle, velilerle aydınlatan,
nurlandıran O’dur.
Allah-u Teâlâ Zât-ı akdes’ine “Nur” ismini vermiş, Kitab-i kerim’ini ve Resul-i Ekrem’ini nur kılmış,
mahlûkatı ile kendisi arasına bu nur ile perde çekmiştir.
“Hamd sana mahsustur. Sen göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin nurusun!”
buyurmuştur. (Buhârî)
Vücud O, mevcud O... Bütün mevcudat, vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir. O’ndan başka
müstakil bir vücud da yoktur.
“O hem Evvel’dir, hem Âhir’dir, hem Zâhir’dir, hem Bâtın’dır. O her şeyi bilendir.” buyuruyor.
(Hadid: 3)
Bu Âyet-i kerime’yi okuyabilen bir kimse, hem “O” olduğunu, hem her şey “O’ndan” olduğunu ilmel-
yakîn de olsa, gayet rahat bilmiş olur.
“Rabbinizin katında ne gece ne gündüz vardır. Göklerin ve yerin nûru, O’nun zâtının nûrudur.”
DEVAM
Arş-ı Âzam:
Allah-u Teâlâ bir şeyi yaratmak istedigi zaman, onu düşünüp taşınmaya, mekâna ve numuneye
muhtaç degildir. O’nun istemesiyle o şeyin meydana gelmesi bir olur.
“Allah gökleri ve yeri ve bunların arasında olan şeyleri altı günde yaratan(dır).” (Secde: 4)
Yaratmak; bir anda dilemek ve meydana getirmek, “Ol!” demekle oluvermekten ibaret olmakla birlikte,
O bunların hepsini birden değil, ilâhî hikmetleriyle geliştire geliştire, olgunlaştıra olgunlaştıra
yaratmıştır. Bu yükseklik ve genişlikteki yedi kat gökleri, bu yoğun ve geniş yerleri bir anda da
yaratmaya gücü yeten Kâdir-i mutlak, her birini bir ölçü ile takdir ve bir zamana tahsis etmiştir.
O’nu gören, yani Allah-u Teâlâ’yı gören, bütün âlemleri O’nunla görür. Hepsinin bir örtüden ve
kabuktan ibaret olduğunu görür. Örtüyü yaratan, her yarattığı şeye ayrı ayrı şekil veren, ziynetlendiren
O’dur.
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selim
sahipleri için elbette deliller vardır.” (Âl-i imran: 190)
O, semâvâtı da, yeri de yarattı. Geceyi gündüzü de O yaratıyor ve O yönetiyor. Hep O, vücud O,
mevcut O...
Bu şekilde yaratma da ilâhî kudrete delâlet etmektedir. Hiçbir tedricen ilerleme olmadan bütün
yaratıklar bir defada ve bir anda yaratılmış olsaydı, hiçbiri diğerinin yaratılışına şâhid olamazdı. Diriden
ölü, ölüden diri, ateşten toprak, topraktan su, çamurdan hayat ortaya çıkması şöyle dursun; gece ve
gündüz birbirini takip etmez, insandan insan bile doğmazdı. Atalarımız yaratılırsa biz olmazdık, biz
olursak onlar olmazdı veya hepimiz olur ata-evlât olmazdık. Şu halde birçok yaratılışları da içine alan
dereceleme ile yaratmada Allah-u Teâlâ’nın ayrıca bir kudreti ve azameti gözler önüne serilmektedir.
Günlerden maksat, yirmidört saat süren dünya günleri değil, müddetini ancak O’nun bildiği merhaleler
ve devrelerdir.
Çünkü gün, güneşin doğuş ve batışıyla ortaya çıkan bir durumdur. Gökler yaratılmadan önce ise
gündüz ve gece yoktu.
Arş’ın tahsisi mahlûkatın en büyüğü olmasındandır. Kâinat Arş ile son bulmakta ve Allah-u Teâlâ
mekândan münezzeh olarak O’nun da ötesinde ve aslında her yerde bulunmaktadır.
Bu istivâ; keyfiyetsiz, teşbihsiz, temsilsiz bir istivâdır. Kâinat yaratıldıktan sonra Allah-u Teâlâ onu
yönetmekte ve onunla ilgili bütün düzenlemeleri yapmaktadır.
Arş, diğer cisimleri kuşatan bir cisimdir. Yüksekliğinden dolayı veya hükümdarın tahtına
benzetildiğinden dolayı bu isim verilmiştir.
Kur’an-ı kerim’de Arş’ın Allah-u Teâlâ’ya nisbet edildiği onsekiz kadar Âyet-i kerime mevcuttur ve yedi
gökten ayrı bir âlem olarak ele alınmıştır.
Allah-u Teâlâ Arş’ı ihtiyaç için değil, azametini ve kudretini göstermek için yaratmıştır.
Bir kısım melekler de Arş-ı âzam’ın çevresini sarmış olup tavaf ederler, Allah-u Teâlâ’yı övgü ve tesbih
ile anarlar.
Yerden göklere, göklerden Arş’a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O’nun hüküm ve idaresinin altında,
andan âna, halden hâle, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yokoluş, farklılık ve benzeyiş ile
değişip gitmektedir.
O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve cisimlerin,
güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem yaratıyor, hem
yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.
“Sizin O’ndan başka bir dostunuz ve şefaatçiniz yoktur. Hâlâ düşünüp ögüt almiyor musunuz?”
(Secde: 4)
Herşeyi yaratan, herşeye kâdir olan O’dur. O benzersizdir, yardımcısı, eşi ve dengi yoktur. O’ndan
başka hiçbir ilâh, O’nun dışında hiçbir Rab yoktur.
O yaratıyor, O yönetiyor. Meselâ gökten yağdırıyor, yağdıran O’dur. Yerden fışkırtıyor, fışkırtan O’dur.
Sonsuz nimetleri ihsan ve ikrâm eden yine O. Hazine-i ilâhî’den durmadan akıyor.
“Sonra işler sizin hesabiniza göre bin yil kadar tutan bir günde yine O’na yükselir.” (Secde: 5)
Allah-u Teâlâ’nın bir iradesinin hükmü olan bir emir, bir iş, bir hadise, bazen böyle bin senelik bir devir
ile biter. O’nun bir günü, böyle büyük bir devir teşkil eder.
“İşte O, görülmeyeni de görüleni de bilendir, Azîz’dir, merhamet edendir.” (Secde: 6)
DEVAM
İnsan:
Herşeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden Allah-u Teâlâ’dır. Her güzelliğin, her tekâmülün ilk
numunesi O’nundur.
“O Allah ki, yarattığı her şeyi güzel yapan, yaratmaya da çamurdan başlayandır.” (Secde: 7)
Her şey güzel yaratilmiştir. Çünkü her bir şey, hikmetin geregi ne ise o şekilde düzenlenmiştir. Gül
güzel oldugu gibi dikeni de güzeldir.
“Sonra O, bunun zürriyetini kerih bir sudan meydana gelen nutfeden yapmıştır.” (Secde: 8)
Zayıf ve bayağı birer su katrelerinden, görüldüğü üzere o kadar mükemmel insanlar teşekkül etmiş
oldu.
Ana rahminde iken bütün uzuvlarını kemâle erdirip, gerektiği biçimde şekiller verdi.
Allah-u Teâlâ insana kendi ruhundan üfürmekle hayat vermiş ve büyük bir şeref bahşetmiştir. Böylece
insanda hayat fiilen başlamiş oldu.
DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |
Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak herşeyi en iyi bilen O’dur.
“Göklerde de yerde de Allah O’dur. Gizlinizi ve açığınızı bilir, ne kazandığınızı da bilir.” (En’am:
3)
Dolayısıyla yaptıklarınızdan dolayı sizi sorguya çekecektir. İyiliklerinize karşı sizi mükâfatlandıracak,
kötülüklerinize karşı da cezalandıracaktır.
Onun içindir ki insan bâtıl düşüncelerden, münafıkça kuruntulardan, kötü işlerden son derece
kaçınmalı; kâinatın bütün esrarını bilen Allah-u Teâlâ’nın ilminin ve kudretinin azametini tefekkür
ederek rızâ-i Bâri’sine uymayan şeylerden çekinmelidir. Nimetlerini yerinde sarfetmeli, hamdini ve
şükrünü yerine getirmeli, huzuruna yüz akiyla gitmeli, küfür ve nifak, isyan ve tugyan ile yüz karasi
içinde gidip de ilâhî azaba atilmamalidir.
“Allah’tan korkun ve iyi bilin ki Allah her şeyi bilendir.” (Bakara: 231)
O bakımdan siz O’nun nimetlerini unutur, hukukuna saygılı olmaz, hükümlerini gözetmezseniz,
düşünemeyeceğiniz her türlü cezanın başınıza geleceğini bilmelisiniz.
“Eğer siz şükreder, iman ederseniz, Allah size ne diye azap etsin? Allah şükrün karşılığını
veren ve her şeyi bilendir.” (Nisâ: 147)
Kişi şükür ve imanla cehennemden kurtulur. Aksi halde kendini azaba maruz birakir.
“Biliniz ki Allah’ın azabı pek şiddetlidir ve şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve merhamet
edendir.” (Mâide: 98)
Bunun içindir ki ilâhî hükümlere çok dikkat etmeli, bunları hem yüksek bir haşyet, hem de yüksek bir
bağışlama ümidi ile tatbik ve icrâ etmelidir.
“Şüphesiz ki Allah göklerin ve yerin gaybini bilendir. Şüphesiz ki O gögüslerin özünü bilendir.”
(Fâtır: 38)
Allah-u Teâlâ daha ruh verilmeden önce, cenin halinde iken kişinin bütün mukadderatını biliyordu.
Çünkü O yazdırıyor, nasıl bilmesin?
O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli kalan hiçbir şey yoktur. Bir insanın yüz sene ömrü olsa, en son
nefesinde söyleyeceği sözden, yapacağı işten haberi vardır. İnsanlar ise bundan habersizdirler.
“O’nun dilediğinden başka, insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar.” (Bakara: 255)
İnsanların bilgisi sınırlıdır, ancak Allah-u Teâlâ’nın dilediği kadar kavrayabilirler. İnsana bilmediğini
öğreten O’dur.
Dolayısıyla Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize sadece kıyamete kadar
olacak olan işleri değil, kıyametten sonra olacak işleri de bildirmiş, haber vermişti.
DEVAM
Geçmiş ve geleceklerin ilmini özünde toplayan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
bütün gayb âleminin hazinesi oldu. Hepsini bilerek ve görerek konuşuyordu.
Ümmetinin kıyamete kadar nelerle karşılaşacaklarını bilip bir bir haber veriyordu.
Ahiretteki durumlarını, kabir, mahşer, mizan, sırat, cennet ve cehennem ahvalini de haber veriyordu.
Huzeyfe bin Esid -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardir:
“Akşamleyin şu odanin yaninda ümmetim bana gösterildi. Öyle ki ümmetimden her bir kişiyi
birinizin arkadaşini tanidigindan daha fazla tanirim.” (C. Sağîr: 5422)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinin bir noktasında şöyle
buyururlar:
“Rabbim bana sual sordu. Ben ona cevap veremedim. Keyfiyetsiz bir tarzda elini iki omuzumun
arasına koydu, ben o elin serinliğini kalbimde hissettim. Böylece beni geçmiş ve geleceğin
ilimlerine vâris kıldı.” (El-Mevâhibü’l-ledüniyye)
Allah-u Teâlâ’nın göstermesiyle ve bildirmesiyle herşeyi biliyorum, ümmetimi de tek tek tanıyorum, ne
yapacaklarını da biliyorum.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin geçmişin ve geleceğin ilimlerini özünde
topladığına dair bazı misaller arzedeceğiz.
Adiy bin Hâtim -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanında iken bir kimse geldi ve fakirlikten
şikâyet etti. Derken biri daha gelip, o da yol kesilmesinden şikâyet etti.
“Eğer ömrün biraz uzarsa, devesine binen bir kadının Hire’den tek başina kalkip Kâbe’yi tavaf
edeceğini mutlaka göreceksin. O bu yolculuğunu yaparken Allah’tan başka hiçbir şeyden
korkmayacaktir.”
İçimden kendi kendime: “Memlekete dehşet saçan Tayy kabilesinin eşkiyalari nereye gidecek?”
diye geçirdim.
Bir gün gelecek, aranızda herhangi bir perde, bir tercüman olmaksızın her biriniz mutlaka Allah-
u Teâlâ ile karşılaşacaksınız.
Karşisindaki:
Allah-u Teâlâ:
‘Ben sana mal vermedim mi, ikram etmedim mi?’ diye soracak.
‘Evet ey Rabbim verdin!’ deyip sağına bakacak, cehennemden başka bir şey görmeyecek.
Soluna bakacak cehennemden başka bir şey görmeyecek.”
“Bir hurmanın yarısı da olsa onu sadaka olarak vererek ateşten korunun. Kim ki yarım hurma
bulamazsa, güzel bir söz söyleyerek korunsun.”
“Ben Hire’den kalkıp, Beytullah’ı tavaf eden ve Allah’tan başka kimseden korkmayan yaşli
kadini gördüm.
Eğer sizlerin ömrü uzun olursa mutlaka Ebu-l Kasım -sallallahu aleyhi ve sellem-in şu
söylediğini de göreceksiniz:”
“Kişi, eli altin ve gümüşle dolu olarak çikacak, onu kendinden (sadaka olarak) kabul edecek
adam bulamayacak.” (Buhari, Menâkıb 25)
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün: “Halınız var mı?” diye sordular.
Nitekim dediği gibi oldu. Gün geldi ben hanımıma: “Şu halini benden uzak tut!” diye çıkıştığım
vakit şöyle karşılık verdi:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-: ‘Sizlerin de halıları olacak!’ dememiş miydi?” (Buhari,
Menâkıb 25)
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün bize sabah namazını kıldırdı ve minbere
çıkarak tâ öğle vakti girinceye kadar bize hitap etti. Sonra minberden inip namaz kıldırdı. Tekrar
minbere çıkıp ikindi vakti girinceye kadar bize hitap etti. Sonra inerek namaz kıldırdı. Sonra
tekrar minbere çıktı ve bize güneş batıncaya kadar konuştu. Olmuş ve olacak her şeyi bize
haber verdi. Bunları en iyi bilenimiz, en belleyişli olanımızdır.” (Müslim: 2892)
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- kıyamet kopuncaya kadar olacak her şeyi bana haber
verdi. Bunlardan hiçbir şey yoktur ki ona sormuş olmayayım. Sadece ‘Medine halkını
Medine’den kim çıkaracak?’ diye sormadım.” (Müslim: 2891)
Sevbân -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardir:
“Allah yeryüzünü benim için dürüp topladı, ben de doğusunu da batısını da gördüm.
Ümmetimin mülkü, bana gösterilen yerlere kadar uzanacaktır.” (Müslim: 2889)
“Şam’ın ortasından, adına Süfyânî denilen ve kendisine tâbi olanların çoğunun Kelb
kabilesinden olacağı birisi çıkar. O insanları öldürür, hatta kadınların karınlarını deşip
çocuklarını katleder. Sonra onunla savaşmak için bir ordu toplanır ve onu öldürür.” (İmam-ı
Suyûtî)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ileride olacak işlerden haber verirken bir Hadis-i
şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Kapkara, ince bacaklı, koca ayaklı birinin Kâbe’yi taş taş yiktigini görüyorum sanki.” (Buhari)
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı arasında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimizin mahrem-i esrârı olarak bilinen Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana iki hadise haber verdi. Bunlardan birini gözümle
gördüm, öbürünü görmeyi de gözlüyorum.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana emanetin nasıl indiğini şöyle haber verdi:
‘Emanet (yani din duyguları, adalet ve emniyet umdeleri) bir takım yiğitlerin kalplerinin
derinliklerine indi. Sonra onlar Kur’an’dan bilgiler öğrendiler, daha sonra Peygamber’in
sünnetinden öğrendiler.
(Yani hainliğin zıddı olan emanet veya;
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler.
Korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zâlim ve çok cahildir.” (Ahzab:
72)
Âyet-i kerime’sinde işaret edilen iman, tevhid ve diger emirler o insanin kalbine yerleşti. Sonra
Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye’den buyruk ve yasakları öğrenip yerli yerince yaptılar.)’
‘Bir kişi azicik uyur. O uyurken kalbinden emanet hissi çekilip alinir da; emanetin eseri (izi ve
yeri), rengi uçuk bir nokta halinde yanik yeri gibi kalir. Sonra o yine uyur, bu defa emanetin izi
(geri kalan kismi da) alinir. Bunun eseri ve yeri de balta sallayan bir işçinin avucundaki bere
kabarcigi gibi kalir.
Şu halde (o mübarek) emanet, senin ayagina düşürdügün bir kivilcimin düştügü yeri şişirtip,
senin onu bir kabarcik halinde görmen gibidir. Halbuki bu kabarcikta (vücudun hayatî
açisindan) bir önemi yoktur. Bu eser, siyahliktan daha kötüdür.
Kalplerden emanet böyle silindikten sonra insanlar aliş-verişe devam ederler, fakat içlerinde
emaneti dogruca yerine getirecek kişi zor bulunur. ‘Filân oğullarından emin bir kişi varmış, ne
akıllı, ne tedbirli, ne zarif, ne kahraman adamdır, Allah’tan çekinir.’ derler. HALBUKİ ONUN
KALBİNDE ZERRE KADAR İMAN YOKTUR.’
Ben o güzel günleri görüp geçirdim. Kiminle olursa olsun düşünmeden aliş-veriş ederdim.
O müslümansa dini, başka dinden ise âmiri, valisi onu bana hâinlik etmekten menederdi.
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak.
Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara
dönecektir.” (Beyhâki)
“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, imamınızı öldürmedikçe, kılıçlarınızı
birbirinize karşı kullanmadıkça, dünyânıza şerlileriniz vâris olmadıkça kıyamet kopmaz.”
(Tirmizi)
“Hepsi de Allah’ın peygamberi olduğunu iddiâ eden otuza yakın yalancı deccaller türemedikçe
kıyamet kopmaz.” (Tirmizi)
•
“Şu beş şey sizin aranizda vuku bulsa nasil olursunuz? Onlarin aranizda vuku bulmasindan
veya onlara ulaşmanizdan Allah’a sığınırım.
Bir toplulukta kötülükler ortaya çıktığı, fuhuş açıktan yapıldığı zaman, orada tâun ve geçmiş
nesillerde görülmeyen hastalıklar ortaya çıkar.
Bir topluluk zekat vermeye mâni olduğunda, gökyüzünden gelen yağmur onlardan kesilir.
Hayvanlar olmasaydı hiç yağmur yüzü görmezlerdi.
Bir topluluk ölçü ve tartıyı eksik tuttuklarında, kıtlık, geçim sıkıntısı ve zâlim idareci ile
cezalandırılırlar.
Allah’ın kitabını ve Resulullah’ın sünnetlerini bir kenara bıraktıklarında, Allah onları birbirine
düşürür.” (İbn-i Mâce)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin, ileride zuhur edecek hadise ve fitneleri yalnızca
kendisine bildirdiği Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri buyurur ki:
“Herkes Resulullah -sallallahu aelyhi ve sellem-e (geleceğe âit) hayırdan sorarlardı. Ben de, şer
ve fitneye düşerim korkusu ile (İslâm ümmetine gelecek) şerden sorardım.
Yâ Resulellah! Biz vaktiyle cahiliyet devrinde şirk ve küfür içinde idik. Gelişinizle hayır ve
saâdete erdik. Bu hayır ve saâdetten sonra şer ve fitne olacak mı?
Evet olacak!
O devrin âmirlerinden bir zümre, ümmeti benim sünnetimin hilâfına idare edecekler. Sen
onlardan bazılarının hareketlerini tasvip, bazılarının hareketlerini de reddet!
Evet olacak. O devirde bir takım dâiler (çığırtkanlar) insanları cehennem kapılarına çağıracak.
Her kim onların dâvetine icabet ederse, onu cehenneme atacaklar.
Onlar bizim içimizden çıkacak bayağı adamlardır. Bizim dilimizle (aziz duygularımıza
seslenerek) konuşurlar. (Halbuki gönüllerinde hayırdan eser yoktur.)
O fırkaların hepsinden uzak kal. Velev ki ağaç kökü ile yaşayacaksan da, ölüm erişinceye kadar
böyle ol.” (Buhari, Tecrid-i Sarih: 1471)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardir:
“Andolsun ki siz, kendinizden önceki milletlerin yoluna kulacı kulacına, arşını arşınına ve karışı
karışına muhakkak tıpatıp uyacaksınız. Hatta onlar daracık bir keler deliğine girseler bile, siz de
muhakkak o deliğe gireceksiniz.”
Ashâb-ı kiram “Yâ Resulellah! O milletler yahudiler ve hıristiyanlar mı?” diye sordular.
Resulullah Aleyhisselâm “Bunlar olmayınca başka kimler olur?” buyurdu. (İbn-i Mâce: 3994)
DEVAM
Hazret-i Allah, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e kıyamete kadar ve sonrası ile
ilgili birçok olacak hadiseyi bildirdiği gibi birçok işleri bize bir bir haber verdi.
Birçok hususu da Sahâbe-i kiram’ına, dilediğini duyurdu, bildirdi veya Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz bildirdi:
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Ashâb-ı kiram’dan İbn-i Hudayr -radiyallahu anh-’a “İslâmı yıkacak
olan şeyleri biliyor musun?” diye sorunca, o da: “Hayır” cevabını verdi. Bunun üzerine Hazret-i
Ömer -radiyallahu anh- “İslâm’ı yıkacak olan şeyler, ilmin ortadan kalkması, münafıkların Kur’an
üzerinde cedelleşmeleri ve saptirici imamlarin hükümleridir.” buyurdular. (Darimi-Sünen, Katade:
22)
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde; din-i İslâm’dan sapanların, nefsine tapanların, küfür önderlerinin
peşinden gidenlerin kalplerini mühürlediğini ve böylece şirke saptıklarını, sapıklık içinde ömür
tükettiklerini haber veriyor:
“Hevâ ve hevesini ilâh edinen, Allah’ın bile bile saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği,
gözünün üstüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim dogru yola
eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak misiniz?” (Câsiye: 23)
DEVAM
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde ilmin ortadan kalkmasını
kıyamet alâmetleri olarak göstermiştir:
“İlmin kalkması, cehaletin yerleşmesi, çeşitli içkilerin içilmesi, zinânın aleni yapılması elbet
kıyamet alâmetlerindendir.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 71)
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -
sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardir:
“Allah bir topluluk hakkında hayır dilerse âlimlerini çoğaltır, câhillerini azaltır. Öyle ki, âlim
konuştuğunda kendisini destekleyen pek çok kimse bulur. Câhil konuştuğunda ise sözü
bastırılır.
Allah bir topluluk hakkında şer dilerse, câhillerini çoğaltır, âlimlerini azaltır. Öyle ki, câhil
konuştuğunda kendisini destekleyen birçok kimse bulur. Âlim konuştuğunda ise sözü
bastırılır.” (C. Sağîr: 389)
Allah-u Teâlâ bir topluluğun hayrını murad ederse nur indirir ve o nura lâyık hakiki âlimler halkeder. Bu
hakiki âlimler Hakk’tan konuşur, hakikati söyler.
Âyet-i kerime’si mucibince hiç kimseden çekinmeden, korkmadan hakikatı tebliğ eder.
Müslümanlar onu cân-ü gönülden dinleyip tasdik ederler, sözlerine riâyet ederek iş görürler.
Dolayısıyla iman nuru böylece yayılır ve Allah yolunda bulunanlar çok olur.
“Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabbinden verilen bir nur üzerindedir.”
buyurmaktadır. (Zümer: 22)
Allah-u Teâlâ bir topluluk hakkında kötülük murad ederse nurunu kaldırır, feyzi giderir, rahmetini
azaltır. Beşeriyet imandan yoksun olduğu için kupkuru kalır.
Böyle bir zamanda insanlar boşalırlar, boş teneke gibi olurlar. Bilindiği gibi teneke takır takır eder, çok
ses çıkarır. Boş insanlar da boş tenekenin takırtısından çok iyi anlarlar ve hoşlanırlar. Hakiki bir âlim
bir şey söylerse ona kimse itibar etmez, sözlerini umursamaz. Niçin? Çünkü imandan mahrum,
rahmetten, merhametten, feyizden yoksun olmuş, boş tenekeye dönmüş.
Böyle bir zamanda fâsıklar ortalığı istilâ eder. Fâsıklar konuşurken etrafı da fâsık oldugu için, sözlerini
tasdik eder ve beğenir. Hatta ne kadar cehaleti büyükse etrafindan o kadar destek görür, ne kadar
yalan söylerse, o kadar mertebesi artar. Ne kadar çok çalarsa, o kadar itibari çoğalır.
DEVAM
Cühelâ gürûhu nefislerini ilâh edinmişler, Allah-u Teâlâ’ya hasım kesilmişler, İslâm’mış gibi
görünüyorlar ve fakat küfre hizmet ediyorlar. Din-i İslâm’ı tahrif ve tahrip etmek için çalışıyorlar. Din-i
İslâm’da olmayan şeyleri; hurafe, bidat, yalan-yanliş olarak bütün güçleriyle yaymaya çalişiyorlar. Öyle
ki Hazret-i Kur’an’ın üzerine münakaşa yapıp çekişerek bu yolla tahrip ve tahrif etmeye çalışıyorlar.
Böylece de münafık durumuna düştüler.
Kötü âlimler Allah-u Teâlâ’nın dinini bıraktıkları, şeytanın adımlarına uydukları için bu hale
düşmüşlerdir.
Âlim olduklarını sandılar, ulemâ sıfatı altında cehaletlerini ve küfürlerini yaydılar. Bu gibi kimselerin
ifsatları çok, tahribatları büyüktür.
Onlar Allah-u Teâlâ ile ilgilerini kesmişler, halk ile ilgilerini kurmuşlar. Onların alış-verişi halk iledir.
Yalnız ve yalnız nam, şöhret, gösteriş, riyaset ve mevki düşünürler.
“Onlar hem insanları Kur’an’dan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar.
Ebu Derdâ -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardir:
“Ümmetim hakkında üç şeyden korkuyorum: Âlimin hatası, münafıkın Kur’an’ı âlet ederek
mücadeleye kalkması, kaderin inkârı.” (C. Sağîr: 277)
1. “Âlimim” diye geçinen câhil cühelâ olacak, Allah-u Teâlâ’nın rahmetinden feyzinden mahrum
kalacaklar. İçi boş, dışı dolu. O ilim onun boğazından geçip kendisine faydası olmadığı gibi, beşeriyet
de ondan fayda göremez. Çok konuşur, fakat içi boş olduğu için hiçbir kimse hiçbir şekilde istifade
edemez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyururlar:
“Kıyamet gününde en şiddetli azap görecek kimse, ilminden istifade edilmeyen âlimdir.” (C.
Sağîr)
2. Bugün âlim geçinenlerin durumu budur. Aslında kalbi inkâr ediyor, fakat içyüzünü bildirmemek için
âlim olarak görülüyor.
Bunlara taraftar olanlar, onları başa çıkarırlar. Kendi arzularını savunsun, küfrünü desteklesin, İslâm’ı
içten içe yıksın diye makama çıkarırlar. Bugünkü durum Hadis-i şerif’te olduğu gibi tarif ediliyor.
“Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider, ne söylerlerse dediklerine kulak
verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidir.” (Münafikun: 4)
Allah-u Teâlâ’yı içten inkâr eden, O’nun takdirini inkâr etmez mi hiç? Tabii ki edecek. İşte insanlar bu
duruma geldiği zaman da âfâtları bekleyin.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardir:
“Allah bu Kur’an sebebiyle bazı insanları yükseltir, bazılarını da alçaltır.” (C. Sağîr: 1909)
Hazret-i Kur’an’a iman eden insan, Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a iman etmiştir ve
kalbi iman ile dolmuştur.
“Biz Kur’an’dan öyle şeyler indiriyoruz ki o, müminler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin ise
yalnizca ziyanini artirir.” (İsrâ: 82)
Bu nur ile müminler maddi-mânevî şifâ buldular, ilâhî rahmete erdiler. İmanlarını muhafaza ederek
küfre düşmekten kurtuldular. Hazret-i Kur’an’ın yolundan ayrılanlar ise zâlim oldular, hüsrana
uğradılar.
“De ki: Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan
alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin,
alçaltırsın.
Hayır senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin.” (Âl-i imran: 26)
Allah-u Teâlâ bazen âlime, bazen zâlime verir. Bazı âlimi yükseltir, bazısını alçatır.
Kur’an-ı kerim’e değer vermekle Allah onu âlim eder, değer vermeyenleri zelil eder alçaltır.
DEVAM
“Sapıtıcı İmamlar”:
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardir:
Küfür ortalığı öyle istilâ edecek ki, imanın yerine küfrü yerleştirmeye çalışacaklar, söylediklerini tatbik
ettirmeye gayret edecekler. Onların isteklerini tatbik edenler onların yolundadır.
Ve onlar o kadar çoğalacaklar ki, bölük bölük, alay alay insanlar küfre kayacaklar. Buna sebep de
sapıtıcı imamlarla zâlim âmirler olacak.
Dünyaya aşırı muhabbetten ötürü dünyaya kayacaklar. Bunların hepsi de cehennemdedir. İmandan
yoksun oldukları için bu hale düşmüşlerdir.
Bütün sapıtıcı imamlar, ilâhî emirleri arkaya attılar. Sûret-i haktan göründüler, müslüman gibi
göründüler. Müslümanları kendilerine celbetmek için İslâm’ın ön safında gibi hareket ettiler.
Kendilerinde biraz kuvvet bulunca asliyetlerini ortaya koydular. Dikkat ederseniz sapıtıcı imamların
hepsinin doğru yoldan, din-i İslâm’dan ilk sapış şekli Yâsin sûre-i şerif’inin 21. Âyet-i kerime’si oldu.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Buyurduğu halde, evvelâ halkı İslâm namına soymaya, yolmaya başladılar. Dini bıraktılar, dünyaya
daldılar, yani dünyayı dine tercih ettiler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki bunlar dinlerini dünyalığa alet edeceklerdir.
İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri
şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyurur:
‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı
okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki, aralarında bulunan
yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.” (Tirmizi)
İyileri yok etmek, kötüleri ve kötülüğü ortaya koymak, düzeni bozmak için tahripleri çoktur.
DEVAM
Hazret-i Allah’ın sevdiği, seçtiği ve hususiyetle ikinci bin yılda, ahir zamanda göndereceği bu üç yapıcı
zevât-ı kirâm, bu fitne ve zulümâtı kaldırmak için çalışacaklar ve birbirlerini tamamlayıp, Allah-u
Teâlâ’nın izniyle ve inayetiyle muzaffer olacaklardır.
Bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in haber verdiği Hadis-i şerif’ler ile bilinir.
Evliyaullah Hazerâtının izahlarıyla anlaşılır.
DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |
Hâtem’ül Veli:
Naim bin Hammad’ın Ka’b -radiyallahu anh-dan rivayet ettiği Hadis-i şerif’te Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardir:
“Mehdi’nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan, başlarında Kinde kabilesi’nden ayağı
sakat bir adamın bulunduğu bayraklıların çıkmasıdır.” (İmâm-ı Suyûtî, Kitab’ü-l Arf’il Verdi Fi
Ahbâr’il Mehdi)
Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz Hâtem-i velinin beş işaretini beyan buyuruyorlar, bu işaretler ile
anlaşilir, zira hatem meselesi gizlidir. Resulullah Aleyhisselâm biliyordu, varisi olan evliyaullah’a da
bildirdiler.
Sevban -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Sizin hazinenizin yanında, hepsi de bir halifenin oğulları olan üç kişi öldürülür ve bu hazine
hiçbirisine nasip olmaz.
Sonra Doğu tarafından siyah bayraklılar çıkarak hiçbir kavmin yapmadığı bir şekilde savaş
yaparlar ve ardından Allah’ın halifesi Mehdi gelir.
Siz onun ismini işittiğinizde kar üzerinde sürünerek de olsa ona gelin ve ona biat ediniz. Çünkü
o, Allah’ın halifesi Mehdi’dir.” (Hâkim)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz üçüncü olarak Abdullah bin el-Hâris bin Cez’iz-
Zübeydi -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardir:
Ravi der ki: “O, Mehdi’nin hakimiyetini kastediyor.” (İbn-i Mâce: 4088)
DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |
Hazret-i Mehdi:
Mehdi; kelime olarak hidayet kökünden gelir. Allah-u Teâlâ’nın hidayetine ermiş mânâsını taşır. “Allah-
u Teâlâ’nın izniyle hidayete erdirecek.” mânâsını da ifade eder.
Allah-u Teâlâ kıyametin kopmasına çok az bir zaman kala Hazret-i Mehdi’yi ümmet-i Muhammed’in
başina gönderecek, bu zât-i muhterem dogrudan dogruya Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimizin vekâletini taşiyacak, onun vazifesini yapacak, garip duruma düşen Islâm’ı gariplikten
kurtarmaya çalışacak. Çünkü bunun için gönderilecek. Allah-u Teâlâ onu muzaffer edecektir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde Mehdi Hazretlerini haber
veriyorlar:
“Kıyametin kopmasına bir gün bile kalsa, Allah-u Teâlâ o günü uzatarak benim soyumdan bir
kişi gönderecektir. Adı adımın, babasının adı babamın adının aynısı olacak, zulüm ve zorbalık
altında inleyen yeryüzünü huzur ve adaletle dolduracaktır.” (Ebu Davud, Tirmizî)
“O zât insanlar içerisinde Peygamber’in -sallallahu aleyhi ve sellem- sünneti ile amel eder.
İslâm yeryüzüne tam mânâsı ile yerleşir. Yeryüzünde yedi sene kalır, sonra vefat eder ve
müslümanlar onun üzerine namaz kılarlar.” (Ebû Dâvud. 4286)
DEVAM
İsa Aleyhisselâm:
İsa Aleyhisselâm’ın geleceğini bize Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz 1400 sene evvel
haber veriyorlar:
Deccalin fitnesi ile müslümanların iyice bunaldığı bir sırada yeryüzüne inecek ve icraatlarını
gerçekleştirecektir.
İsa Aleyhisselâm’ın halen sağ olduğuna, âhir zamanda mutlaka yeryüzüne inerek Muhammed
Aleyhisselâm’ın şeriatı ile hükmedeceğine ve Allah yolunda mücadele, mücahede edeceğine inanmak
farzdır.
Bu husus tevatür derecesine ulaşmış; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabit olmuştur.
Ümmet-i Muhammed’in her asırdaki âlimlerinin ileri gelenleri, İsa Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir
zamanda ineceği hakkında icmâ etmişler, muhalefette bulunmamışlardır. Ancak bir takım filozoflar
inkâra kalkışmışlardır.
İsa Aleyhisselâm’ı çok sevmeli ve gelmesini de beklemeliyiz, ancak henüz daha gelmiş değil. Bu
yüzden bu çıkanların hepsi sahtedir, yalancıdır, soytarıdır.
İsa Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir zamanda ineceğine dair Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, çok sürmez Meryem oğlu İsa adil bir
hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye vergisini kaldıracak ve mal o kadar
çoğalacak ki, onu kabul eden kimse bulunmayacak.” (Buhâri, Tecrid-i sarih: 1018)
“İsa bin Meryem’in, arkasında namaz kılacağı kişi bizdendir.” (İmam-ı Suyûtî)
Bu devir, müslümanların paramparça olduğu, bölücülerin her yeri işgal ettiği, saptırıcı imamların, âhir
zaman âlimlerinin insanları hak yoldan uzaklaştırdığı ve imansızlık girdabına düşürdüğü bir devirdir.
Dünya kurulalı beri böyle bir devir gelmiş değil.
Maddecilik, dünyaya aşırı muhabbet gönülleri tutuşturmuş, medya insanların zihinlerini bulandırmış,
felsefe fikirlerde kararsızlık husule getirmiş ve nice insanları imandan, İslam’dan uzaklaştirmiştir.
Binaenaleyh ilk iman kurtarma cihadini Hâtem-i veli başlatacak, onun ardindan Hazret-i Mehdi, onun
ardindan da Hazret-i Isa Aleyhisselâm gelecek, bu cihadi tamamlayacaklar, birbirleriyle mütemmim
olacaklar. Bu noktada üçü de birbirine baglaniyor. Bu merdiven üçtür, üçü birdir.
Çünkü bu iman kurtarma cihadi bu birinci merdivenden başladi. Hâtem-i veli, Hazret-i Mehdi ve Isa
Aleyhisselâm, üçü de birbiri ardindan geliyor. Birisi kalemle, birisi kiliçla, birisi islahatla vazifeli olacak.
Her birinin vazifesi ayri olacak.
DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |
Bu üç zevât-ı kiram’ı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz haber vermişlerdir. Hazret-i
Mehdi ve İsa Aleyhisselâm açık olarak beyan edilmiş, tarif edilmiştir.
Ve fakat Hatemiyet meselesi gizli olduğundan yalnızca, Allah-u Teâlâ’nın sevdiği seçtiği birçok veli
kulları Hatem-i veli’nin ahir son zamanda gönderileceğini Allah-u Teâlâ kendilerine bildirdiği için
biliyorlardı.
İnsana hakikatı bildirecek olan, her şeyden kemâliyle haberdar olan Zât-ı kibriyâ’dır.
“Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez.” buyurmaktadır. (Fâtır: 14)
Her bir velinin ayrı ifşaatı var. Birine verdiğini diğerine vermemiş, birine gösterdiğini diğerine
göstermemiş. İki beyan birbirini tutmuyor. Her birisi bir noktaya temas etmiş.
Onu Levh-i mahfuz’da görmüş, Ümmül-kitab’ı okumuş, tâ asırlar sonra geleceğini bilmiş ve yazmış.
DEVAM
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Allah-u Teâlâ’nın, âhir zaman müceddidi Hâtemü’l-evliyâ’yı
göndermedikçe, onunla hüccet ve delillerini yeniden ayağa kaldırmadıkça kıyâmeti koparmayacağını
on asır öncesinden müşâhade ederek şöyle buyurmuştur:
“Allah Hâtemü’l-evliyâ’yı getirmedikçe dünyâ yıkılmaz. O ilâhî hücceti (âyet ve delilleri) ayakta
tutar. O’nun makâmı Melik’in mülkünde, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in makâmına
en yakın makamdır. O’nun payı ise ferdiyyet yani tekliktir.” (Hatmü’l-evliyâ, sh. 441)
Kendisinden bin küsur sene sonra gelecek olan ve hakkında müstakil bir eser yazdığı zâttan şu
şekilde bahsetmiştir:
“... Dünyanın zeval vakti gelince Allah bir veli gönderir. Bu veliyi seçmiş, kendine
yaklaştırmıştır. Evliyâya verdiğini buna vermiş, buna hâtem’ül-velâye de denmiştir.
Bu, kiyamet gününe kadar Allah’ın, diğer velilere hücceti olur. Muhammed -sallallahu aleyhi ve
sellem-in nübüvvet sıdkı bulunduğu gibi, bunun velâyet sıdkı vardır. Ona şeytan musallat
olamaz, nefis onu velâyetten alıp zevkine düşüremez.”
Her peygamber yerinden sürülmüştür. Hakîm-i Tirmizi -kuddise sirruh- Hazretleri de “Hatm’ül-evliyâ”
isimli kitabını yazması, Allah-u Teâlâ’nın Hâtem-i veli hakkında ona ihsan ettiği bilgileri açığa vurması
sebebiyle memleketinden sürülmüştür.
“Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem’ül-
velâye’den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o
devirde, Allah’ın hücceti olmaya muvaffak olur.
İşte bu son evliyâ âhir zamanda; Allah-u Teâlâ’nın bütün peygamberler üzerine hücceti olan ve
kendisine Hâtemü’n-nübüvvet verilmiş olan, son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve
sellem- gibi olur.”
Dikkat edilirse “Ondan başka adaleti ayakta tutacak kimse bulunmaz.” buyuruyor.
Ona haber verdiği gibi birçok veliye de haber verilmiş, onlar da bu zâttan bahsetmişlerdir.
DEVAM
“Kim ki bu hale ererse, artık Aziz ve Celil olan Allah’ın kapısından onu hiçbir engel alıkoyamaz.
Bayrağı indirilemez.”
O, Hakk tarafindan gönderilmiştir, Hakk onu destekliyor. Onun içindir ki onu hiç kimse maglup edemez.
Ona öyle bir bayrak verilmiştir ki, o bayrak nübüvvet bayragidir. Onu o taşiyor.
Hadis-i şerif’te Hazret-i Mehdi’den evvel siyah bayraklıların çıkacağı beyan buyuruluyor. Siyah bayrak
Resulullah Efendimize âittir, o bayrağı o taşıyor.
“Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter.” (Enfâl: 64)
Allah-u Teâlâ öyle geniş, öyle hudutsuz bir irşad ihsan buyuracak ki, kilicini her tarafa sallayacak.
Lütfu ile onu öyle hallendirmiş ki, kendi lütuf tecelliyatindan başka içindekileri hep atmiş.
O, O’nun tecelliyatı ile yürüyor. Allah-u Teâlâ onda rızâ-i ilâhî’den gayrı ne gaye, ne maksat, ne
menfaat, hiçbir şey bırakmamış.
Allah-u Teâlâ ona öyle bir azim ve irade vermiş ki, Allah-u Teâlâ onu destekledigi için, o azamet ile her
güç iş kolay geliyor.
“O, Hakk Teâlâ’nın huzuruna varıncaya kadar, hiç kimse onu durdurmaya güç yetiremez.”
“Rabbinin huzuruna vardığı an, O da ona lütfeder, ikramlarda bulunur. Onu kendi hücresinde
uyutur. Lütuf ve fazlından yedirir, ülfet bâdesinden içirir. Bunları bulduktan sonra, hiçbir gözün
görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırına gelmeyen hârikulâdelikleri görür.”
“Hakk Teâlâ’nın fazlını, keremini bulduktan sonra, o büyük insan halk arasına yine katılır.”
“Sebebi; onlara hidayet yolunu göstermesi ve mülk sahibi kılmasıdır. Çünkü o kul, sonsuz
mânevî bir mülke sahiptir.”
“Ulaşmiş oldugu mertebelerin bereketiyle diger insanlara feyz saçar, rehberlik ve hidayet
öncülügü eder.
O öyle bir kuldur ki, Hakk’a vâsıl olmuş, O’nu görmüş ve mâsiva denen Hakk’ın zâtından gayrı
şeyleri bilmiştir.”
“Artık işi halkla uğraşmaktır. Yerine göre halkın tepesine bir tokmak olur. Hak olanla bâtıl olanı
birbirinden ayırt eder.”
Bu ilâhi bir lütuftur. “Bu haktır, bu bâtıldır.” diye rahat ayırt eder.
“Onları Aziz ve Celil olan Allah’ın katına götürmek için bir elçi, bir kılavuz olur.”
“Bu zâta melekût âleminde Azîm yani büyük kişi ismi verilir.”
“Bütün halk onun kalbinin ayakları altında durur ve onun gölgesinde gölgelenir.”
DEVAM
“Bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna
verilmiştir.
Şöyle buyuruyorlar:
“...Keza velilerin sonuncusu Hâtem-i evliya da Âdem su ile toprak arasında iken veli idi.
Diğer veliler, ancak ilâhî ahlâk cümlesinden olan velilik şartlarını kazandıktan, Allah’ın Veli ve
Hamid isimlerinin feyzine mazhar olduktan sonra veli oldular.
Şu hale göre sonuncu Peygamber’in veliliği yönünden sonuncu veliye nisbeti Resul ve
Nebilerin ona nisbeti gibidir. Bu itibarla Resullerin sonuncusu hem Veli, hem Nebi, hem de
Resul’dür. Hâtem-i evliya ise irfanı aslından alan Vâris’tir. Mertebeleri müşahede eder.
Ve o, şefaat kapisinin fethinde Âdem oglunun seyyidi ve cemâatin mukaddemi olan Muhammed
-sallallahu aleyhi ve sellem-in hasenâtindan bir hasenedir.” (Fusûsu’l-Hikem. Çeviren: N.
Gençosman. Sh: 46)
DEVAM
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri de Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin buyurduğu
“Bayraklılar”ı tarif ediyor ve tâbi olup iman etmeye teşvik ediyor.
“Mustafa: ‘Ne mutlu benim yüzümü görene, ne mutlu yüzümü göreni görene.’ dedi.
Bir mumdan yakılan mumu gören, gerçekten de asıl mumu görmüştür. Böylece o mumun ışığı,
yüz muma nakledilse, o mumdan yüzlerce mum yakılsa, sonuncusunu gören bile asıl ilk mumu
görmüş sayılır.
Işığı istersen son mumdan al; istersen can mumundan, hiç bir fark yoktur.
İstersen son mumun ışığını gör, istersen geçmişlerin mumunu gör.” (Mesnevi: c. 1 sh. 380)
O nurun nurudur. İster ilk mumdan al, ister son mumdan al. Çünkü ilk de O’nun nuru, son da O’nun
nuru.
DEVAM
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Mektûbat” adlı eserinin “260. Mektub”unda Hâtem-i
veli’den bahsederken şöyle buyurmuştur:
“Kutb-u irşad, ferdî kemâlâtı dahi üzerinde topladığı için pek değerli bir şahıstır.”
Allah-u Teâlâ o zamanda böyle bir kimseyi gönderecek ve kendisinde tecelli edecek.
“Nice uzun asırlardan ve çok uzun zamanlar geçtikten sonra böyle bir cevher dünyaya gelir.”
Görülüyor ki İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri çok ileriyi görmüş ve çok ileriyi tarif etmiş.
Kendisinin “İkinci Bin Yılının Müceddidi” olmadığını, çok uzun asırlardan sonra geleceğini beyan
ediyor. Nitekim dört asır sonra geldi.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Mektubat” adlı eserinin “261. Mektub”unda bu ilmin
Allah-u Teâlâ tarafından geldiğini ve bu devrin Asr-ı saâdet’e benzeyeceğini, diğer Evliyâullah
hazerâtının bu ilmi açıklamadığını, gizli ve kapalı kısımların açılacağını ve izahının yapılacağını, fakat
birçok kimsenin anlamayacağını beyan etmişlerdir.
Buyururlar ki:
“Bu öyle bir kemâlât, öyle bir üstünlüktür ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den bin
sene sonra meydana çıkmıştır. Öyle bir sondur ki, baş tarafa benzemektedir.”
Evvelkilerden murad Asr-ı saâdettir. Sonrakiler ise ikinci bin seneden sonra gelen ve Hâtem-i veli ile
başlayan cihad devresidir.
DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |
Abdülgâni Nablusî -kuddise sirruh- Hazretleri “Cevâhirü’n-Nusûs” adlı eserinde, velâyet ilimlerinin
alındığı asıl kaynak olan Hâtem-i velâyet kandili ile ilgili olarak şu malûmatı vermiştir:
“Kıyâmet gününe kadar her devirdeki veliler bu ilmi ancak Hâtem-i velî’nin, o zamandaki
velâyet kandilinin nûrundan görebilirler.” (Cevâhirü’n-Nusûs, sh: 36)
Hazret eserinde: “Âdem su ile toprak arasında iken ben Peygamber idim.” Hadis-i şerif’inin tefsir
ve izâhını yaparken, mevzunun bir noktasında, Hâtem-i velâyet mevzusu ile ilgili en gizli sırlardan
birisine temas ederek şöyle buyurmuştur:
“Bahsettiğimiz türlerden üçüncüsü olan Hâtemü’l-evliya da velî iken, Âdem henüz su ile toprak
arasında idi. Çünkü o, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in kademi üzerindedir.”
(Cevâhirü’n-Nusûs, sh: 38)
DEVAM
İsmâil Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri “Kenz-i Mahfi” adlı eserinin “10. Bahis”inde Hâtem-i
veli’nin ilmi hususunda mühim ifşaatlarda bulunmuş; bu zâtin diger velilerden üstün oluşuna delil
olarak neşredecegi kitaplari göstermiştir.
Müellif, eserinin 123. ve 162. sayfalarinda, kendisinden ikiyüz sene sonra dünyaya gelecek olan zâttan
ve eserlerinden şöyle bahsetmiştir:
“Vâris-i nebi olanlar arasında, kendilerine ilim nasib edilen, bir de bu ilim üzerine eser
yazabilen, elbette ki yazamayandan daha kuvvetlidir.”
“Hatem’ül-velî ise -kuddise sırruh-, bütün velîlerden üstündür. Çünkü, en kâmil varis odur.
Buna delil ise, tasnif ettiği eserlerinin pek çok olacağıdır. Nasıl ki bu, ehline gizli değildir.”
“Her asırda mevcud olan insan-ı kâmil, Peygamber makamına oturmuştur ve hatem-i velâyetin
üflediği nefesidir.”
DEVAM
Her bir velinin bu hususta beyanları var ise de, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri “Emirdağ
Lahikası” isimli eserinde Mehdi Aleyhisselâm’ın vazifesinden bahsederken, Mehdi Aleyhisselâm’dan
evvel gelecek bu zâttan haber vermiş; bu ilmin, bu kitaplarin Mehdi Aleyhisselâm’a hazır bir program
olarak hazırlandığını işaret ve ifade ederek şöyle buyurmuşlardır:
“Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine intişar etmesiyle,
her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imani kurtarmaktir.
Ehl-i imani dalâletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi birakmakla, çok
zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiginden, Hazret-i Mehdi’nin, o vazifesini bizzat kendisi
görmeğe vakit ve hal müsaade etmez. Çünki hilafet-i Muhammediye (Aleyhisselâm) cihetindeki
saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir tâife bir cihette
görecek. O zât, o tâifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak,
onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.
Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd
sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şâkirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu
kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.” (Emirdağ Lâhikası, sh: 259)
DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |
Üç Merdiven:
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu
kullarından birini gönderir, onunla o ifsadı kaldırır.
Hele dünyanın son zamanında; dinsizliğin, ahlâksızlıkların her türlüsünün son haddine vardığı,
bilhassa Deccâl’den daha beter olan sapıtıcı imamların türeyip, din-i İslâm’ı aslından çıkarmak
istedikleri bir anda, Allah-u Teâlâ yeni bir din değil de, ancak İslâm dinini kuvvetlendirmek, halkı imana
dâvet etmek için bir dâvetçi gönderir.
Bu en büyük fitne zamanında ise; Allah-u Teâlâ hükümlerini ayakta tutmak için, kâfirlerin küfrünü
ortaya koymak için, bu fesadı yok etmek için Hâtem-i veli’yi gönderir.
“Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştirilip seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem’ül-
velâye’den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o
devirde, Allah’ın hücceti olmaya muvaffak olur.”
Dikkat edilirse “Ondan başka adaleti ayakta tutacak kimse bulunmaz.” buyuruyor.
Bu söz sadece Türkiye’yi değil dünyayı kapsıyor. Bu nur değil Türkiye’ye bütün dünyaya yayılıyor.
Bu beyanı ile Hazret-i Mehdi gelmeden evvel adâleti ayakta tutmakla, her ikisini bitiştirmiş oluyor.
Daha önce belirtildiği üzere, bu ilim bugün indi. Eğer bu devir olmasaydı, bu ilim inmezdi. Böyle bir
devire mukabil Allah-u Teâlâ adâletini ayakta tutmak için bu ilmi bugün indirdi. Bu devir böyle gidiyor
ve hamdolsun mücadele devam ediyor.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri çok kesin ve açık olarak beyan ediyor. “Mehdiden evvel
adâlet-i ilâhîyi ayakta tutacak başka kimse olmayacak .” buyuruyor.
Büyük fitne Türkiye’de koptu ve Allah-u Teâlâ bu ilmi Türkiye’ye indirdi. Sonra Hicaz tarafında çok
büyük fitne kopacak, Allah-u Teâlâ o zaman da Mehdi Hazretlerini gönderecek. Bugün buraya
gönderdi, o gün oraya gönderecek. Yerine göre, zamana göre tayin ediyor.
Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş. Yoksa bu bölücüler İslâm dininin hiçbir esasını bırakmayacaklardı.
Hak ile bâtıl tamamen birbirine karışmıştı ve bâtıl galebe etmişti. Niçin galebe etti? Onları müslüman
zannıyla çoğunluk onlara kaydı. İslâm’ı bölüm bölüm böldüler ve parsellediler, dinde şirket kurdular.
Her biri kendi ismiyle bir din kurdu, dini dünyaya âlet ederek halkı alabildiğine yoldular ve soydular.
Hem imandan ettiler, hem de maddelerini aldılar. “Sen çalış bana ver!” Sahte şeyhler gibi.
Fakat Allah-u Teâlâ’nın izniyle “Bu küfürdür, bunlar kâfirdir.” deyince küfürleri meydanda kaldı. Nur
galip geldi, küfrün üzerini ezdi geçti.
Bu sapıtıcı imamların ve türemelerinin örümcek ağı gibi örmek istedikleri tuzakları bu cihadla bertaraf
edildi.
Musa Aleyhisselâm’ın asasının sihirbazların sihirlerini yuttuğu gibi, hakikat da ortaya çıkınca sahtelerin
hepsini yuttu gitti. Ancak donan dondu, imanını kurtaramadı.
Allah-u Teâlâ dilerse nurunu yayacak, bu nur bu zulümâtı delecek, bunlara bu sahayı bırakmayacak.
Buna emin olun.
DEVAM
Hâtem-i veli’den sonra gelecek ikinci bir veli yok. Ancak Hazret-i Mehdi gelecek. Veli gelse de kendi
çapında. Yani resulden sonra gelen nebiler gibi olacak. Fakat irşâda mezun değildir. Bundan sonra
kimseden bir şey beklemeyin. Bu kitaplara tutunun. Çünkü bu mühürdür. Hâtem-i nebi’den sonra bir
peygamber çıksa inanılır mı? Çıkar, fakat sahteler çıkar. Onlar yalancıdırlar.
Bu meyanda ortalık çok bozulacak, daha da karışacak. Çok büyük sıkıntılar olacak. Harp sıkıntıları,
geçim sıkıntıları, telâşlar başgösterecek.
Dikkat ederseniz hadiseler başladı. Bu zelzeleler, yere batmalar, kılık değiştirmeler şimdiden başladı.
Dünyanın birçok yerleri sallanıyor. Artık bu dalga böyle gidiyor. Bu zelzele hadisenin başıdır, sonu
değil.
Öteden beri şunu duyardık: “Âhir son zamanda bina ile zinâ çok olacak.”
Binaya ne kadar önem verildi, amma o binanın içinde hep zinâ. Hiç nikâh yok. Bugün nikâh bilinmiyor,
yapılmıyor, mehir zaten bilinmiyor.
Amma görülüyor ki bina da gitti, zinâ da gitti, hepsi gitti. Dün yıkanmayı kibrine yediremeyen, bugün
yıkanmadan gömülüyor. Dün saraylara sığmayan bugün barakalarda sığınmaya çalışıyor. Ne ibretler
var!
Onun için gün bugün ve bugünün de sonundayız. Dünyanın ömrü pek uzun değil. Fakat insanlar
devrenin ucuna geldiğinin farkında değiller. Dünya ile meşgul olacak, dünyaya meyledecek zaman
değil.
Ancak ihtiyacını, maişetini temin et, ebedî hayatını kazanmak için gayret et!
Zira bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
buyurmuşlardir:
“Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan ihtiyacından fazlasını alan kimse, şuursuzca
kendini helâk etmiş olur.” (C. Sağir)
Yani kelp olarak âhirete çıkacak. Ne oldu? Kazandı! Neyi kazandı? Ateşi kazandı!
Hâtemlikle ıslahat başladı. Birinci ıslahat nurla, hatemlikle olacak. Mehdi Hazretleri kılıçla ıslahat
yapacağı gibi, İsa Aleyhisselâm da müslümanlarla hıristiyanlar arasında hakemlik yapacak ve Deccal’i
öldürecek.
Bu nur çığır açıyor, karanlıkları deliyor. Bu çığır Mehdi Hazretlerinin zamanına kadar gidecek. Nur da
yayılacak, türemeler de türeyecek. Bunlar daima birbirine karşı olacaklar.
Mehdi Hazretleri zuhur ettiği zaman, ona en çok buğz eden ve karşı gelen, imansız imamlarla
türemeleri olacak. İmanları yok çünkü. İmamları var, imanları yok.
İşte Mehdi Hazretleri o zamanki fukaha ile, o zamanki imansız imamlarla çarpışacak.
Bizim bu bölücülerle cihadımız, sanmayın ki küçük bir çarpışmadır. Bütün bölücülerle karşı karşıya
gelmiş durumdayız. Nasipdar olan tenvir oluyor, nasibini alıyor. Nasibi olmayan görmüyor.
“İşte bu yol Allah’ın hidayet yoludur. Allah kullarından dilediğini bu yola eriştirir (kime dilerse
ona nasip eder).” (En’am: 88)
DEVAM
Deccalden daha beter olan sapıtıcı imamlarla, gökkubbe altında bulunan insanların en şerirleri olan
âhir zaman ulemâsı ile.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
- Onlar kimlerdir?
Deccal resmen Deccal olarak çıkacak. İşaretleri de bellidir, doğrudan doğruya Allahlık dâvâsı ile
çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.
Ve fakat bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler,
İslâm’ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara
iltihak etti ve intisap etti. Şu kadar var ki, aslında sûret-i haktan görünen bu deccaller bu kitleleri
görünce asıl hüviyetlerini ortaya koydular. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, hepsi de
ayrı ayrı dinlerini ilân ettiler. Kurdukları dini ayakta tutabilmek için İslâm dininin haram kıldığı hükümleri
helâl saydılar. Dinlerini bu şekilde ayakta tutmaya çalıştılar ve kitleler halindeki müslümanları hem
kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını soydular ve yoldular.
İşte deccal bunu yapamaz. Deccal’den beter oluşlari, sûret-i haktan görünüşlerinden oldu. Böylece
birçok müslümanlari hem imanlarindan soydular, aldilar, hem dünyalarini hem âhiretlerini yok ettiler.
Nitekim onlarin sapitmasi ile yoldan sapanlarin âhirette cehenneme düştükleri zaman bu sapiticilara
şöyle söyleyecekleri Âyet-i kerime’de haber verilmektedir:
Firavun, âhirette avanesinin önünde cehenneme gittiği gibi, bu sapıtıcı imamlar da küfre kaydırdığı
kimselerin hepsinin cehennemde öncüleridir.
Oysa Allah-u Teâlâ’nın dini İslâm dinidir. Onun hükümleri ayrıdır. Hepsi de halkı o kadar soydular ki,
hepsinin trilyonları var. Trilyonlar vurdular, bankalar kurdular. Allah-u Teâlâ ile harbe tutuştular. Hazret-
i Allah’a ve Resul’üne hasım kesildiler. Hem din-i mübin’e hem de vatanımıza ihanet ettiler. Hem dini
hem vatanı parçalamak istediler ve bu zümreler müslümanlara karşı cephe aldılar, düşman kesildiler.
Allah’ım! Nurunla bu fitne ateşini söndür. Sapıtıcı imamlar ile İslâm’a düşman olan kâfirleri kahret ve
öldür.
Evvelâ Erbakan kendi dinini ilân etti. “Hak geldi bâtıl gitti” diye ortalığı çınlattılar. Saf müslümanlar
onlara kandı ve hak zannı ile saflarına geçti. Çünkü imana susamıştı.
Etrafında bir kalabalık olduğunu görünce kendilerini ilâh kabul ettiler. İmanları para oldu ve halkı da
kaz gibi yoldular. Dinlerini ilân edince oraya batanların hepsi imanlarından soyundu.
Bu sapıtıcı imamlar, dinlerini ilân edip ilâhlık dâvâsında bulunduklarından din-i İslâm’dan çıktılar,
onlara tâbi olup ilâh kabul edenleri de dinden çıkardılar. Hepsi iman hırsızı oldular yani imanlarından
soyundular, küfre kaydılar.
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, o ise bu Âyet-i kerime’yi inkâr ediyor ve böyle söylüyor. Bu sözü ile
alenen Hazret-i Allah’a karşi geldigini resmen ilân etti.
Diger taraftan kendi dinini ayakta tutmak için: “Refah partisinden olmayanlar patates dinindendir.”
diyerek, Allah-u Teâlâ’nın dinini patatese çevirdi. Kendi dinini yüceltmek için İslâm dinini küçülttükçe
küçülttü.
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o âhirette
kaybedenlerden olacaktir.” (Âl-i imran: 85)
Gerek din kurmakla, gerekse bu Âyet-i kerime’leri inkâr etmekle bu adam Allahlık dâvâsı gütmüştür ve
bu Âyet-i kerime’ler mucibince küfre kaymıştır. Çünkü bir tek Âyet-i kerime’yi inkâr eden kâfir olur. Bu
böyledir, bunu katiyetle bilin.
Bunlar da sûret-i haktan göründüler. İslâm’ın ön safında görünerek halkı avladılar. Sonra lüzumlu olan
maddeyi elde edince ve etraflarında kalabalıkları görünce, kendilerinde bir güç gördüler ve dinlerini
ilân ettiler, ilâh kesildiler.
Yemekli toplantılar düzenlerlerdi. Halkı mahçup etmek suretiyle senet imzalatırlardı ve bu senetleri
ödemeyenleri icrâ ile tahsil ederlerdi, halka bu kadar zulmederlerdi.
Yani halkı kaz yerine koyarlardı. Bütün bunların hepsi dini dünyaya âlet etmek suretiyle oluyordu.
Bütün bu sapıtıcı imamlar bu şekilde yapıyordu.
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’si ile onların doğru olmadığını bildirdiği halde, halk onların doğru yolda olmadığını
bilemedi. Onları müslüman zannetti ve yardım etti.
Haram lokma midelerine girince, hemen Refah’tan daha çok para toplamak yoluna girdiler. Refah’tan
görerek onlar da sürekli para toplamaya başladilar, para toplamada onu da çok geçtiler ve bu
husustaki Âyet-i kerime’leri tamamen inkâr ettiler. O kadar para topladılar ki, nihayet arzu ettikleri
noktaya gelince paralarını muhafaza edemez oldular ve koyacak yer bulamadılar. Allah-u Teâlâ’nın en
çok buğzettiği haramlardan birisi fâiz olduğu halde onlar banka kurdular.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın
almayın. Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş
olduğunu bilin.” (Bakara: 278-279)
Âyet-i kerime’lerinde haber verildiği üzere, doğrudan doğruya Hazret-i Allah’a ve Resulullah
Aleyhisselâm’a harp ilân ettiler.
Bu nur çıkınca, içyüzlerini açığa vurunca bunların soygunları bitti. Bu para toplama hırsı onları İslâm
dininden rahatça çıkardı.
Bu da yetmiyormuş gibi imanlı talebeleri yavaş yavaş küfre meylettirdiler. Papazlarla anlaştılar,
papazları resmen hazret olarak kabul ettiler. “Küfrü hoş görün!” diye milyonlarca müslümanı küfre
kaydırdılar. Nitekim papaya yazdığı mektup ve muhtevası gazetelerde neşredildi.
Alenen Hazret-i Allah’a karşi geldi ve küfrü hoş gördü, hoşgörüyü ilân etti ve bütün müslümanlari kâfir
olmaya dâvet etti.
Ona tâbi olanlar ona uydular, papazlarini hazret olarak kabul ettiler ve onlara tâbi oldular, hepsi birden
küfre kaydilar.
Böylece kendilerine tâbi olanlari, o masum yavrularin hepsini küfrün kucagina attilar.
“Ey iman edenler! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık bir
ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
Bunların vasıfları daha önce “Nurcu” iken, bu hallerinden ötürü “Nurcu” isimlerini “Narcı” olarak
vasıflandırdık. Bu ismi onlara biz verdik ve artık “Narcı” olarak tanınıyorlar. Nurculuk Said-i Nursî
Hazretlerinde ve onun yolunda olanlarda kaldı.
Çünkü bunlar papazlarını hazret kabul ettikleri için, bunlara nurcu demek, İslâm’a büyük bir zillet
getirir.
Allah-u Teâlâ mümine izzet, kâfire ise zillet vermiştir. Bu zillete düşenlere izzet vermek, Islâm’ın
izzetini yok etmek demektir.
Küfrü hoş görmeyi, her yerde küfrün soluklanmasini ilân edince, hepsi de kabul ettiler. Onu ilâh olarak
kabul edenler böylece küfre kaymiş oldu ve küfür içinde donup kaldilar.
Süleymancılar kendi dinlerini kurunca: “Bizim dinimize göre fâiz helâldir.” diyerek fâizin helâl olduğunu
ilân ettiler. Bu inkârlarını alevlendirerek bütün Türkiye’ye ve dünyaya duyurdular, halkı fâize
bulaştırdılar.
Hazret-i Allah’a ve Resul’üne harp ilân etmekle, din-i İslâm’dan çıkmakla kalmadılar, Hazret-i Allah’ı ve
Kitabullah’ı şikâyete kalktılar.
İlk fâizin helâl olduğunu söylediler. Para, öşür ne varsa topladılar, böylece ilk çığırı açmış oldular.
Oysa fâizin azı da çoğu da İslâm dinine göre şiddetle haramdır.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın
almayın. Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş
olduğunu bilin.” (Bakara: 278-279)
Âyet-i kerime’lerinde haber verildiği üzere, doğrudan doğruya Hazret-i Allah’a ve Resulullah
Aleyhisselâm’a harp ilân ettiler, böylece ebedî hayatlarını kaybettiler.
Âyet-i kerime’de geçen “Harp” ifadesi, başka hiçbir tahrim Âyet-i kerime’sinde görülmez.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadir:
“Fâiz yetmiş çeşit günaha sebeptir. Bunlarin en hafifi, kişinin anasi ile zinâ etmesi gibidir.” (İbn-
i Mâce: 2274)
Dinleri Süleymancılık, imanları para, has huyları gasp, meslekleri de dilencilik olan Süleymancılar;
ellerinden gelen her türlü gasbı yaparlardı, yurtlarına aldıkları çocukları her tarafta dilendirirlerdi.
Dolayısıyla hem paralarını, hem imanlarını aldılar. İşte bunu da deccal yapamaz.
Küfür diyarında İslâm halifeliğini ilân eden nankör ve sahtekâr Kaplan ve oğlu evvelâ Almanya’nın
kuklası idiler, sonra şeytanın maskarası oldular.
Diğerleri gibi bunlar da para topluyorlardı ve halkı yoluyorlardı. Böylece Kaplancılık dinini yaymaya
çalışıyorlardı.
Bunların hepsi hakkında kitaplar yazıldığı gibi; bu dinine ve vatanına ihanet eden nankörün hakkında
da kitap yazıldı.
Âhir zaman ulemasına gelince; bunlar da sûret-i haktan göründüler. Her biri din-i İslâm’ı ifsat etmek
için, tahrip ve tahrif etmek için gerek televizyonlarda gerekse gazeteler vasıtasıyla bütün güçleri ile
çalıştılar.
Bu sapıtıcı imamların kimisi imamlığını ilân etti, Allahlık dâvâsında bulunanlar da oldu.
Bunların içlerinden Yaşar Nuri Öztürk, Edip Yüksel, İskender Evrenesoğlu, Nazmi Sakallıoğlu, Refet
Kayserilioğlu hakkında da “Âhir Zaman Âlimleri” adı ile bir kitap yazıldı. Âyet-i kerime ve Hadis-i
şerif’lerle hepsine bir bir cevap verildi.
Bunların içinde kimisi “İmam benim” dedi, kimisi sahte İsa, kimisi sahte Mehdi kesildi, kimisi “Ben
Dabbet’ül arz’ım” dedi, Yaşar Nuri gibi kimileri çok şiddetli ifsatçi.
Bu gibilerin fesatlarini, sahte, yalanci olduklarini ve küfre kaydiklarini ortaya koymak için her mevzuda
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle izah ve ispat ettik.
Ve hiçbir fert Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le cevap veremedikleri için, onlara isnat edilen küfrü ister
istemez kabullendiler.
Bu suretle İslâm dinini ortadan kaldırmaya çalışan bu dokuz muhalif fırka ortalığı kararttıkça kararttılar,
müslümanları kararsız hale getirdiler.
Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal’den daha beter oldular. Nefsini ilâh edinen bu imansız imamlar bu
halkı kandırmaya çalışıyorlar. Acaba Cenâb-ı Hakk’ı da kandırmaya çalışacaklar mı?
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir.
İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri
şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyurur:
‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı
okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki, aralarında bulunan
yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.’” (Tirmizî)
Buna da âmil olan, İslâm maskesi altında Din-i mübin’e yaptıkları büyük tahribattır.
Fakat bu nur-i ilâhî çıkınca zulümâtı deldi. Nur yayıldı, hem de dünyanın birçok yerlerine.
Bunların içyüzleri meydana çıktı, küfürleri meydanda kaldı. Ne cevap verebildiler, ne de tevbe ettiler,
şaşırıp kaldılar.
“Siz niçin bu kitapları bu kadar ucuz veriyorsunuz? Zira biz bir kitabı iki milyona ciltliyoruz. Siz ise en
güzel kâğıttan, en güzel baskı ile, cildi ile iki milyona veriyorsunuz. Bizi burada hayrete
düşürüyorsunuz?”
Allah ehli Allah için çalışır. Nûr-i Muhammedî’nin yayılması, müslümanların Allah ve Resul’ünde
birleşmesi için çalişir.
Dinimizi ve vatanimizi bölmek isteyen bölücü kâfirleri kahretmek için mücadele ve mücahede eder.
Binaenaleyh, Allah ehli Allah için çalişir. Âlim nefsi için çalişir. Yazar da cebi için çalişir.
Onlar ücretlerini daha dünyada iken aldilar. Ahiret kazancini geriye attilar. Esas budur.
DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |
Bu dini yikmaya çalişanlar; ön safta gibi görünen sapitici imamlar, münafiklar ve kâfirlerdir.
Insanlar günâ gün dini yikmaya çaliştikça, Allah-u Teâlâ da günâ gün dünyayi yikacak.
Âyet-i kerime’sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip
çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya
onu şiddetli bir azapla cezalandırırız.” (İsrâ: 58)
Bu helâk etme ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur. Nitekim küfür
ve fâsıklık sebebiyle yeryüzünde zaman zaman nice felâketler baş göstermektedir.
Ne zaman olacağı, onu gerektiren sebepler ve nasıl olacağı gibi hususlar açıklanmamış, hiçbir şey
bırakmamak kaydıyla Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Bu hüküm kesin olarak yerine getirilecektir.
“Halkı ıslah olmuş (sâlih ve ıslahtan yana) kimseler olsaydı, Rabb’in o memleketleri haksız yere
helâk edecek değildi.” (Hûd: 117)
Allah-u Teâlâ Âdil-i kerim’dir. Halkı ıslah olmuş, hakka hukuka riayet etmiş olan beldeleri felâketlere
uğratmaz, hak etmeden helak etmez, böyle bir ihtimal yoktur.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimizin bu husustaki bir hutbeleri ne kadar arza şayandır. Şöyle
buyurmuşlar:
“Ey insanlar! Sizden önce helak olanlar, günahlara dalmaları, yol göstericilerinin ve dinde
derinleşen alimlerinin de onları men etmemeleri yüzünden helak olmuşlardır.
Onlar günah işlemeyi aralıksız sürdürüp, diğerleri de onları men etmeyince, kötü bir sonuç
onları yakalayıvermiş, başlarına cezalar gelmiştir.
Öyleyse onlara gelen azabın bir benzeri sizin başınıza gelmeden önce iyilikle emredin,
kötülükten de men edin.
Bilmiş olun ki iyilikle emretmek ve kötülükten men etmek; ne rızkı keser, ne de eceli
yaklaştırır.” (İbn-i kesir)
“İnkâr edip de insanları Allah’ın yolundan alıkoyanlara, fesat çıkarmaları yüzünden, azap
üstüne azap vereceğiz.” (Nahl: 88)
Birinci azap kendi isyanları için, diğeri ise başkalarını Allah yolundan çevirdikleri için.
Bir topluluğun başına felâketler gelip belalara uğrayacakları zaman, oranın ileri gelen mütekebbir ve
müstekbirleri azgınlaşır.
“Biz bir memleketi yıkıp yok etmek istediğimiz zaman, oranın şımarık varlıklılarına (iyilikleri)
emrederiz. Buna rağmen onlar orada itaatsizlik edip kötülük işlerler. Artık o memleket helake
müstehak olur, biz de orayı darmadağın ederiz. “ (İsrâ: 16)
Abdullah İbn-i Abbas -radiyallahu anh- bu Âyet-i kerime’ye şu şekilde mânâ vermiştir:
“Onların kötülerini başa getiririz, onlar o memlekette isyan ederler. Böyle yaptıkları zaman da
Allah-u Teâlâ onları azap ile helâk eder.”
“Böylece biz her memleketin ileri gelenlerini (kodamanlarını veya idarecilerini) en büyük
günahkârlar yaptık ki, orada hileler çevirsinler.” (En’am: 123)
Hususiyetle ileri gelenlerin mevzu edilmesi, onların sahip oldukları geniş imkânların daha çok
olmasından; başkalarına kıyasla kendilerini hile ve tuzaklara, isyan ve tuğyana, küfür ve inkâra daha
çok yöneltmiş olmasındandır.
Her biri koyun postuna bürünmüş bir kurda benzer. Makamları yükseldikçe, servetleri çoğaldıkça,
isyan ve günahları da artar.
Bu ise imtihanın tam olarak yapılabilmesi, ilâhi takdirin bütünüyle yerine gelmesi, herkesin kendisine
kolaylaştırılan yolda yürümesi ve en sonunda herkesin hak ettiği karşılığı bulması içindir.
“Halbuki onlar aslında yalnız kendilerini aldatıp hile yaparlar, amma farkında olmazlar.” (En’am:
123)
DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |
Pişmanlıklar:
Şirk koştukları halde iman ettiklerini zanneden inkârcıların ahirette ne kadar perişan bir durumda
kalacaklarını Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
‘Ey Rabbimiz! Gördük ve işittik. Bizi dünyaya geri gönder de, sâlih bir amel işleyelim. Artık biz
kesin olarak inandık!’ derken bir görsen!” (Secde: 12)
Allah-u Teâlâ bir imtihan sahnesi olan dünyada insanları kendi serbest iradeleriyle başbaşa bırakmış,
iradelerini küfre sarfeden insan ve cinlere ebedî azabı haber vermiştir.
Fakat: ‘Andolsun ki cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla tamamen
dolduracağım!’ diye benden kesin söz çıkmıştır.” (Secde: 13)
“Bu gününüzle karşılaşmayı unutmanizin cezasını tadın! Dogrusu biz de sizi unuttuk.” (Secde:
14)
Tabii ki Allah-u Teâlâ hiç kimseyi unutmaz. Fakat onlar unutulmuş muamelesi görerek cehennemde
terkolunacaklardır.
Bu hitap, onların azaplarını şiddetlendirir, hasretlerini arttırır, yaralarının üzerine tuz biber eker.
Dünyada iken kendilerine bu azabı haber veren uyarıcılara kulak vermiyorlardı, başlarına böyle bir
felâketin geleceğini hiç hesaba katmıyorlardı.
Allah-u Teâlâ onlara dünyada vereceği azap ile tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki biz onlara, en büyük azaptan önce de mutlaka yakın azaptan tattıracağız. Umulur
ki dönerler.” (Secde: 21)
Allah-u Teâlâ onların ne halde devam edeceklerini bilir, bir hikmete göre haklarında böyle bir
muamelede bulunur. Onların artık bir mazeret ileri sürmelerine imkân kalmamış olur.
“Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren
kimseden daha zâlim kim olabilir?
•••
Bitkiler ve Ağaçlar:
Varlıklar, yokluktan varlık âlemine çıktıklarından beri bütün vakitlerinde Allah-u Teâlâ’yı tesbih
etmektedirler. Tesbihleri belirli bir vakte has olmamış, geçmişte daima tesbih etmişler, gelecekte de
devamlı tesbih edeceklerdir.
Bütün mahlûkat Allah-u Teâlâ’nın vahdaniyetine, kudret ve azametine delâlet ve şehâdette bulunur
dururlar.
Bir kısmı kendi iradesiyle Allah-u Teâlâ’yı tesbih ve tenzih etmek suretiyle ibadet eder, bir kısmı ise
yaratıldığı gayeye bağlı kalıp lisan-ı hâl ile Allah-u Teâlâ’yı her türlü noksan sıfatlardan tenzih eder.
“Bitkiler ve ağaçlar secde ederler.” (Rahman: 6)
Yaratılışları itibariyle Allah-u Teâlâ’nın iradesi ne ise ona tâbi olarak boyun eğerler. Onların böyle
muhtelif şekillerde ve hassalarda olarak dünya sahasına gelmeleri, ilâhî iradeye bağlanmalarının bir
neticesidir.
Gökyüzü:
Âyet-i kerime’de uçsuz bucaksız gökyüzüne işaret edilmekte, kâinatın azamet ve güzelliği karşısında
insanlar uyarılarak düşünmeye dâvet olunmaktadır:
Göğün bina edilmesi, düzenlenip dengede tutulması, hem bir plânın hem de bir plânlayıcının varlığını
ve azametini göstermektedir.
Göğü sağlam yapılı, direksiz ve kazıksız bir şekilde yüksek olarak yaratmıştır. Bu öyle bir yapıdır ki,
cisimlerin her biri yörüngelerinden ayrılmadan dönerler, hepsi de birbirleriyle ahenkli durumdadır.
Nitekim yaratıldığı günden bu yana, kâinatın ayakta durması, bu gerçeğe şâhitlik etmektedir.
Bu Âyet-i kerime’de gök cisimleri arasında itme ve çekme kuvvetleri bulunduğu, göklere denge kanunu
konulduğu belirtilmektedir.
Yer ile gök arasını ayırdıktan sonra bütün kâinatın mizanını da O koydu.
Güneş kendi mihverinde döner, ay kendi mihverinde yüzer, yıldızların her birisi kendilerine tahsis
edilen yollarla yürürler. Bunların hepsi bir ölçü, mizan ve intizam dairesindedir.
Her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur, tesadüf diye hiçbir şey yoktur.
Ölçü ve Tartı:
Allah-u Teâlâ insanların mallarını korumalarını, haklarını meşru yollardan elde etmeleri için tartı ve
ölçü tanzim edilmesini, hile yapılmamasını emir buyurmuştur. Ölçü ve tartıyı tam tutmak, doğru terazi
ile tartmak farzdır.
Allah-u Teâlâ ölçüyü; insanların ölçüsüzlük yapmamaları, adaleti çiğneyip haddi aşmamaları için
koymuştur.
Alırken fazla almak, satarken ölçü ve tartıda eksik ölçüp tartmak haram kazanç yollarındandır ve bir
nevi hırsızlıktır.
Ticari hayatta aynı zamanda kul hakkı da bahis mevzudur. Bu ise şirkten sonra günahların en ağırı,
ödenmediği takdirde affedilmeyenidir.
Bu Âyet-i kerime ölçü ve tartıda haksızlıktan kaçınmaya işaret olabileceği gibi, kıyamet günü kendisi ile
terazisinin hafif gelmeyeceği şeylerle uğraşmaya da işaret vardır.
Yeryüzü:
Yeryüzünün canlıların yaşamasına uygun bir şekilde düzenlenmesi ve döşenmesi, güzel güzel
bitkilerin yetişmesi, hiç şüphesiz ki ilâhî bir plâna göre olmaktadır.
Yerin bu şekilde aşağıya kurulması, üzerinde bulunan yaratıkların menfaati içindir. Ki, orada yerleşip
Allah-u Teâlâ’nın orada yarattıklarından faydalansınlar.
Kâinat içinde her mahlûk için elverişli şartları sağlayan ve onu yaratan Allah-u Teâlâ’dır.
Bitki Örtüsü:
Allah-u Teâlâ insanlar için hazırlayıp ihsan buyurduğu ve sayılamayacak kadar çok ve çeşitli
nimetlerini Âyet-i kerime’lerinde beyan etmektedir.
Cinsleri ve şekilleri ayrı ayrı olan meyvelerin yanı sıra, duruşlarının güzellikleri de bir başkadır.
O bitkiler sinirlere ve ruhlara neşe ve canlılık verir. Bütün bunlar, yeryüzünün insanlar için hazırlanmış
olduğunun tecellileri arasındadır.
Durum böyle olduğuna göre, o halde size bunları yaratana, bunları verene şükretmek düşer.
Bu Âyet-i kerime’nin otuzbir yerde tekrarlanması, ilâhî nimetleri hatırlatmak, ihsan ve ikramları itiraf
içindir.
İnsanın Yaratılışı:
Âdem Aleyhisselâm’ın yaratıldığı toprak muhtelif Âyet-i kerime’lerde değişik terimlerle ifade
edilmektedir.
Âl-i imran sûre-i şerif’inin 59. Âyet-i kerime’sinde Âdem Aleyhisselâm’ın vücud buluşunun ana
maddesinin toprak oluşu;
Secde sûre-i şerif’inin 7. Âyet-i kerime’sinde bu toprağın su ile hamur edilip çamur haline getirilişi;
Hicr sûre-i şerif’inin 26. Âyet-i kerime’sinde çamurun şekillendirilerek kurutulması ve havanın tesiri ile
renginin değişik olması;
Rahman sûre-i şerif’inin 13. Âyet-i kerime’sinde ise çamurun iyice ıslah edilmesi ve âdeta saksı gibi
merhalelerden geçirilerek pişmesi belirtilmektedir:
“Allah insanı ateşte pişmiş gibi kuru bir balçıktan yarattı.” (Rahman: 14)
Şu halde insanların asıl yaratılışlarını düşünerek Allah-u Teâlâ’ya imanla beraber çok şükretmeleri
gerekmektedir.
Cinlerin Yaratılışı:
Mevcudatta cin adı verilen lâtif yaratıklar da vardır. İnsanlarla birlikte yeryüzünde hayatlarını
sürdürürler. Yaratılışları insanların yaratılışlarından daha evveldir. İnsanlar topraktan yaratıldığı gibi,
onlar da ateşten yaratılmışlardır.
Âyet-i kerime’de:
Şeytan da cinlerdendir.
Onların insan toplulukları, kabileleri ve cinsleri gibi muayyen toplulukları vardır. Evlenirler-çoğalırlar,
yer-içerler, genci-ihtiyarı vardır. Ancak nerede yaşadıkları bilinmemektedir. Dünyanın dışındaki
yıldızlarda yaşama kabiliyetleri de vardır. Onlar insanları görürler, söylediklerini işitebilirler, dillerini
anlayabilirler. İnsanlar ise onları göremezler.
Uzunluk-kısalık ve bir mekânda bulunmak gibi sıfatlara haizdirler. Kendilerine mahsus ilimleri vardır.
Muhtelif şekillere girme hassaları mevcuttur. Çok defa yılan suretinde görüldükleri rivayet
olunmaktadır.
Hem hidayet yoluna hem de dalâlet yoluna girmeye müsait kabiliyette yaratılmışlardır.
Cinlerin mümin olanları müminlerle beraber cennette, kâfir olanları kâfirlerle beraber cehennemde
olacaklardır.
Allah-u Teâlâ sadece insanların ve cinlerin yaratıcısı olmakla kalmayıp; bütün varlık yönlerinin,
görünen ve görünmeyen bütün nimetlerin ve bütün tekâmül mertebelerinin hepsinin sahibidir.
Mülkü olan bütün bu gökleri, yeri ve bunlardaki her şeyi Allah-u Teâlâ bir düzen üzere bir irade ile ve
sadece “Ol!” demekle icad etmiştir. Her oluş bir yaratıcıya muhtaçtır ve Allah-u Teâlâ böyle bir
yaratıcıdır.
Dünyanın küre şeklinde yuvarlak olması nedeniyle; güneş bir yarı kürede doğarken, diğer yarı kürede
batar. Bu şekilde düşünülürse yeryüzünün iki doğusu ve iki batısı olmuş olur.
Bir kimse üzerine güneş batarken, bir başkası üzerine doğmaktadır. Bir tek anda bile doğuş ve batış
olabilmektedir. Dolayısıyla Allah-u Teâlâ burada doğuların da batıların da Rabbi olduğunu
bildirmektedir.
Âyet-i kerime’lerinde salıverilen iki denizin, aralarına konulan bir perde ile birbirlerine karışmalarının
önlenmiş olduğunu beyan etmektedir:
“Acı ve tatlı sulu iki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar.” (Rahman: 19)
Onlar birbirine kavuşurlar, satıhları birbirine değer, görünüşte aralarında fark yoktur.
“Fakat aralarında bir berzah (perde) vardır, birbirine geçip karışmazlar.” (Rahman: 20)
Birbirleriyle karşılaştıkları halde, karışarak taşkınlık etmezler. Görünüşte aralarında bir ayrılık yoktur.
Böylelikle birinin ötekini bozması önlenmiştir. Bu durum karada ve denizde pek çok yerde
görülmektedir.
Nitekim son yıllarda Batılı deniz araştırmacısı Kaptan Kusto, Cebelitarık boğazında araştırmalarını
sürdürürken, Akdeniz ile Atlas okyanusunun birbirine karışmadığını; bu iki denizin karışmasına,
birleşme noktasında bulunan harika bir su engeli bulunduğunu tesbit etmiştir.
Allah-u Teâlâ’nın azâmetinin aklî delillerinden olan zâhirdeki bu mânânın yanısıra, bu karışmamanın
bâtınî mânâsı da şudur.
Berzah; iki şey arasında bulunan engel ve ayırıcı sınır demektir. Allah-u Teâlâ hakikatı da salmıştır,
dalâleti de salmıştır.
Burada Allah-u Teâlâ kudretini izhar ediyor. "Ol!" demekle perde husule geliyor, "Karışma!" emrini
veriyor. Tatlı ve tuzlu sular birbirine karışmıyor. Bu engeli koyan O'dur.
Âyet-i kerime'sinde:
"(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara yemin olsun
ki!.." buyuruyor. (Mürselât: 4)
Kudretini öyle bir koyuyor ki, o perde O'nun hükmü oluyor. O böyle hükmetti, o berzahı kurdu. O
berzahı aşmak mümkün değil. Hakikat bir tarafta kaldı, dalâlet bir tarafta kaldı. Hükmünü yürüttü,
berzah oldu, perde oldu. Fakat görünüşte perde. Aslında perde diye bir şey yok, Allah-u Teâlâ'nın
hükmü var.
"Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip,
aralarına da karışmalarına engel olan bir perde koyan Allah'tır." (Furkan: 53)
Allah-u Teâlâ o arşa emanetleri indiriyor, sonra o mânevî arştan dilediğine taksim ediyor.
O tatlı denizden murad, susuz olanları sular, onların gönüllerini yıkar, nasibini verir, mutmain eder, yol
aldırır. Bunlar hakiki mutasavvıflardır.
Diğeri ise tuzlu ve acıdır. Onlarınkisi fayda vermez. O berzahın ötesinde kalanlar dalâlet ehlidirler.
Onlarda su var gibi görünür. Fakat ne susuzluğunu giderir, ne de suya kandırır.
Asıl perde O'nun emri ve hükmüdür. O'nun emri ve hükmü yürüyünce hakikat ile dalâlet birbirine
karışmıyor.
Bu iki denizin faydalarını, bunlardaki alınacak ibretleri nasıl inkâr edersiniz? Bunları bir kere olsun
düşünmez misiniz?
MEKTUBAT
53. MEKTUP
ŞEYH MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ
(Kuddise Sırruh)
Hayri Bey’in durumlarını anlatan yazılarınız bize ulaştı. Tekrar sıhata kavuşmanız, kaçmış olan
âfiyetimi geri getirdi. Cenâb-ı Hakk zâtınızı dünyevî kederlerden korusun, âmin.
Nefs latifesi üzerinde müşâhede olunan kutlu ve mutlu haller için Cenâb-ı Mevlâ’ya ve şefâat sahibi
Efendimiz’e pek çok şükürler edildi. Sihatine hamlolundu. Sadece Allah rizâsi için Cenâb-i Allah’ın bir
meteliğe değmeyen bir kuluna bunca şefkat, bunca inâyet ve bu kadar merhamet elbette zâyi olamaz.
Kim Allah için ise, Allah da onun içindir açık hükmüne girer.
Faziletli Ali Rıza Efendi hakkındaki sağlam inanç ve iyi zannınızdan dolayı ayrıca teşekkür ettim.
Hakkında fetvâ istenen durum ise sizin görüşünüze bırakılmıştır. İzzetli Âsım Bey kardeşimizle
müzâkere edersiniz. Nasıl münâsip görülürse öyle olsun. Önceki durumlara göre daha sonraki
durumlardan dolayı beyan ettiğiniz memnûniyete ayrıca şükrettim.
Nitekim tarikat ulularından bir zâtın “İki günü bir olan ziyandadır.” buyurmuş oldugu gibi, bugünkü
günü dününden hayirli olmayan mümin, kendisini ziyanda bilmelidir. Gelecegini teminat altina almak
için kâmil insanlarin çalişip gayret göstermeleri daima artarak devam etmelidir.
Faziletli Hoca Yekta Efendi Hazretlerine vâki olan intisâbinizi tebrik eylerim. Beni de hatirinizdan
çikarmamanizi, hayir duâdan unutmamanizi rica ederim.
Ve’s-Selâmu aleyküm.
Abdürrezzak-ı Kâşânî
-Kuddise Sırruh-
Yediyüz küsür sene önce yaşamış olan Abdürrezzak bin Ahmed el-Kâşanî -kuddise sırruh-
Hazretlerinin doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Bazı kaynaklarda İlhanlı hükümdarı Ebu Said
Bahadır Han döneminde, İran'da bulunan Kâşan şehrinde yaşadığı ve 1329 senesinde aynı yerde
vefat ettiği rivâyet edilmektedir.
Şeyh'ül-Ekber Muhyiddin-i İbn'ül-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretlerinin izinde yürümüş olan bu zât;
tasavvufî konuları içeren “Letâifü'l-İ'lâm”, “Istılâhâtü's-Sûfiyye” ve “Risâle fi'l-Kazâ ve'l-Kader” isimlerini
taşiyan kiymetli eserlerin müellifidir. Bu eserlerin yaninda “Tevilât'ül-Kur'an” isminde bir de tefsir
yazmış olup, bu tefsir uzun yıllar Şeyh'ül-Ekber Hazretlerine izâfe edilmiştir.
“Fusûs'ül-Hikem”deki gizli mânâları açmak üzere “Şerh'ül-Kâşânî alâ Fusûsü'l-Hikem” adında bir de
şerh yazmış olan Hazret, eserinin 34. ve 36. sayfalarında, Hâtem-i velî'nin ilmine işâret ederek şöyle
buyurmaktadır:
“Bütün Resuller bu ilmi eğer Hâtem'ür-Rüsul olan zâttan elde ediyorlarsa, Hâtem'ül evliyâ
olmak hasebiyle bu zât dahi onu kendi Sırr'ının mişkâtından almaktadır. Öyle ki bütün Resuller
ile bütün veliler nurlarını en sonunda Hâtem'ül-evliyâ'dan almış olurlar.”
Savaş Başliyor
Tâlut’un sayıca az olan imanlı ordusu, Câlut’un sayıca çok olan putperest müşrik ordusu ile
karşılaştılar.
Âyet-i kerime’de:
Câlut’un ordusu karınca gibi kaynıyordu. Müminler hep birden ellerini açarak âlemlerin Rabbine duâ
etmeye, yalvarmaya başladılar:
“Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır! Ayaklarımıza sebat ver! O kâfirler güruhuna karşı bize
yardım et!” (Bakara: 250)
Sabır ve sebat O’nun elindedir, O dilediğini sebat ettirir, azim ve gayret verir.
İki ordu karşı karşıya geldiler ve savaş başladı. Tâlut’un imanlı ordusu büyük bir azimle savaşa
girmişlerdi. Câlut’un müşrik ordusu ise neye ugradiklarini bilemediler, kisa zamanda bozguna
ugradilar.
Netice bekledikleri gibi oldu. Allah-u Teâlâ duâlarını kabul buyurdu, sabır ihsan etti, sebatlarını artırdı,
onlardan yardımını ve nusretini esirgemedi.
Savaşlar Olmasaydı:
Nitekim Allah-u Teâlâ Kuran-ı kerim’inde Tâlut ile Câlut arasında cereyan eden savaş emrinin
hikmetini ve insanlığa olan büyük faydasını beyan ederek şöyle buyuruyor:
“Eğer Allah, insanların bir kısmı ile diğerlerini savmasaydı, yeryüzünün düzeni bozulurdu.
Fakat Allah bütün âlemler üzerine lütuf ve kerem sahibidir.” (Bakara: 251)
Zira eğer savaş olmasaydı, yeryüzünde fesat çıkaran şer kuvvetler dünyaya hakim olurlar, akla hayale
gelmeyen zulümler işlerlerdi. Düzen bozulur, yeryüzünde insan namına bir şey kalmazdı.
Fakat Allah-u Teâlâ âlemler üzerindeki sonsuz lütuf ve keremi ile zaman zaman salih kullarına inayet
ve nusret ihsan eder, onların vasıtası ile dünyayı fesad ehlinin şerrinden korur, bir çok fesadların
zuhurunu önler. Beşeriyete Hakk’ı bildirecek, hakikatı duyuracak zatlar yaratır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde “Allah’ın def’i, Allah’ın savması olmasaydı!” mânâsına gelen “Ve
levlâ def’ullahi” buyurmak suretiyle fesad ehlini defedip savma işini bizzat kendisine nisbet etmiştir.
Buradan da anlaşiliyor ki, mümin kullarini fesad ehlinin şerrinden ve zulmünden korumayi bizzat
üzerine almiş bulunmaktadir.
“Onlarla savaşin ki Allah sizin ellerinizle onlara azaplandirsin, onlari rüsvay etsin, size onlara
karşi zafer versin, müminlerin gönüllerini ferahlandirsin.” (Tevbe: 14)
İşte bu sebepledir ki cihadı farz kılmıştır. Canı ile malı ile düşmana karşı Allah yolunda savaşmak
müminlerin vazifesidir. Onlara yardım edip muvaffak olmalarını sağlamayı, düşmanlarını defedip
tesirsiz bir hale getirmeyi tekeffül etmiştir.
Bütün bunlar O’nun değişmez kanunudur. İnsanlık âlemi için lütuf ve kereminden başka bir şey
değildir. Tarihte görülen galibiyet ve mağlubiyetler de bunun açık bir delilidir.
Şüphesiz ki tâ Adem Aleyhisselâm’dan beri hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, hayır ile şer...
yüryüzünde devamlı var olmuş, inananlarla inanmayanlar arasındaki mücadele sürüp gitmiştir. Bu
hususta Kuran-ı kerim’de bir çok Âyet-i kerime’ler mevcuttur.
Allah-u Teâlâ cihadı takdir buyurmasa idi, dalâlet ehli sapıklıklarını sürdürürler, kendi zamanlarındaki
muhtelif milletler üzerine saldırırlar, yurtlarını istilâ ederler, mabedlerini harap edip dururlardı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Onlar ki, başka degil, sirf ‘Rabbimiz Allah’tır.’ dedikleri için haksız yere yurtlarından
çıkarılmışlardır.
Şüphesiz ki Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile bertaraf edip savmasaydı; manastırlar,
kiliseler, havralar ve içlerinde Allah’ın ismi çok çok anılan mescidler yıkılır giderdi.
Allah kendisine yardım edenlere elbette yardım eder, şüphesiz ki Allah pek kuvvetlidir, aziz
olandır.” (Hacc: 40)
Allah-u Teâlâ’nın insanları birbirleri ile bertaraf etmesinden başka hiç bir şey o mabedleri yıkılmaktan
kurtaramaz. Her peygamberin zamanında düşmanın tasallutuyla ibadet mahalleri hep yıkılırdı.
Allah-u Teâlâ inanan kullarına savaşsız da yardım etmeye kadirdir. Şu kadar var ki kulları ne derece
kendisine itaat edecek diye denemek ister.
“Eğer Allah dileseydi onlardan intikam alırdı, fakat sizi birbirinizle denemek ister.” (Muhammed:
4)
Kim Allah’ın dinine sarılıp yardım ederse, Allah da elbette dalâlet ehline karşı onlara yardım eder.
Müminler her zaman için ilâhi desteğe mazhardırlar.
“Onlar ki, eğer biz kendilerine yeryüzünde iktidar mevkii verirsek namazı kılarlar, zekatı verirler,
iyiliği emreder, kötülükten nehyederler.
Davut Aleyhisselâm:
Bu savaşta babasi ile birilikte Tâlut’un askerleri arasında er olarak Davut Aleyhisselâm da bulunuyordu
ve genç bir delikanlı idi. Attığı bir sapan taşı ile Câlut’u öldürdü.
Âyet-i kerime’de:
Câlut güçlü kuvvetli, cesur ve cebbar bir hükümdar olmasına rağmen, Allah-u Teâlâ onun ölümünü bir
ibret nümunesi olarak yaşı küçük bir delikanlının eline verdi.
Tâlut, Allah-u Teâlâ’nın yardımı ile muzaffer olarak savaş meydanından ayrıldı. İsrailoğulları tekrar
eski topraklarına ve hürriyetlerine kavuşmuş oldular.
O günden itibaren Davut Aleyhisselâm’ın ismi İsrailoğulları arasında parladı, şöhreti yayıldı.
İsrailoğulları Tâlut’un ölümünden sonra toplanıp Davut Aleyhisselâm’a biat ettiler. Yaşi daha otuz bile
yokken onlara hükümdar oldu. Israilogulari ondan önce hiç bir hükümdarin etrafinda bu şekilde
toplanmamişlardi.
Bir müddet sonra da Allah-u Teâlâ kendisini peygamberlikle vazifelendirdi. Böylece saltanatla
nübüvveti şahsinda birleştiren ilk peygamber oldu.
Âyet-i kerime’de:
“Allah ona hükümdarlık ve hikmet verdi, ona dilediğini öğretti.” buyuruluyor. (Bakara: 251)
1. Ey sevgilim, gönül senin güzelliğinin nurundan bir ışık ister. Ey tabibim, gözüm senin
yolunun toprağından sürme ister.
Hazret-i Peygamber "Habibullah" yani Allahın sevgilisidir, mânevi hastalıkların da doktorudur. Göze
sürme çekilince görüş artar. Es'ad Efendi Hazretleri de "Ya Resulallah! Senin bastığın toprağı gözüme
sürme yapayım da bakışlarım keskin olsun" diyor.
Hiç kimse, hiç bir nimete, rahmet ve merhamete nâil olamaz. Olursa ancak o Nur'a tâbi olmakla olur.
İster dünya ister ahiret, ister zâhir, ister bâtın...
2. Gönlümün nurunu karartan günahımın kiridir. Aman, ey cömertliğin kaynağı, kararmış kalbim
senden cila ister.
Gönül Allah'ın tecelligâhıdır. Bu sebeple ayna gibidir. Ancak ayna cilâlı olmalı, yani temiz ve saf olmalı
ki orada akis görünsün. Peygamberler, insanların gönüllerini temizler, cilâlar onu Allah'a layık hâle
getirirler. Gönül karanlığının giderilmesi hususunda Beyazid-i Bestami Hazretleri'nin şu tavsiyesi
rivâyet edilir: "Tevbe kökünü istiğfar yaprağı ile karıştırıp, gönül havanına koymalı, tevhid tokmağı ile
dövüp insaf eleğinden eleyerek gözyaşı ile hamur etmeli, aşk ateşinde pişirip içine muhabbet-i
Muhammediye balından katarak kanaat kaşığı ile gece gündüz yemeli."
3. Ey peygamberler Şahı! Mahşer gününde imdada yetiş zira günahın deva bulunmaz derdi
senden şifa ister.
Onun âlemlere rahmet oluşu sebebiyledir ki; ümmeti cehennemde ebedî kalıp azap görmekten
kurtulacaktır, hasapları bütün ümmetlerden önce görülecek, işledikleri kabahatlere ve diğer hallere
diğer peygamberler ve ümmetleri vâkıf olamayacaklardır. Alacakları mükâfatları kat kat olacak
cennette nimetlerin en büyüğü olarak Cemâlullah'ı müşâhede edeceklerdir.
Kimde onun muhabbeti varsa onda hayat vardır. Kim ki ona tâbi olursa dünya ve ahiret azabından
emin olur.
6. Yanağının gülüne aşık olanlar şüphesiz sensiz olan mülkü, malı mevkiyi, zevk ve sefayı da
istemezler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e tâbi olmak, yolunda bulunmak, onu malından da hatta
canından da fazla sevmek; hem Allah sevgisinin delili ve tezahürü, hem de Allah tarafından sevilmenin
sebebidir.
7. Eşsiz güzelliğinle bir kere mutlu olsa ne çıkar, zavallı köleniz Es'ad sana feda olmak ister.
•
Eylemez Mecnun gibi Leylâyı hülyâ gönlümüz
1. Bizim gönlümüz Mecnun gibi Leyla'ya kavuşmayı hayal etmez. O çılgın gönlümüz bu devrin
Zeliha'sına tutkundur.
2. Yusuf'a benzer güzelliğinle sarhoş olduğumuz günden beri, taş gibi katı gönlümüz yumuşadı,
bir sevgi ülkesine döndü.
Bu beyitte Mısır ve Yusuf kelimeleriyle Hazret-i Yusuf kıssasına telmihte bulunuluyor. Mısır hem
malum ülkenin adı, hem de "memleket" demektir.
3. Yüzündeki benin, âşıkların tavaf yeri olmuşa benziyor. Gönlümüz onun her köşesine bir
nakış ve güzel yazı yazmış.
Kâbe'nin örtüsü siyahtır ve üzeri ayetlerle, nakışlarla süslüdür. Etrafı da müminlerce tavaf edilir.
Sevgilinin yüzündeki siyah ben de hem rengi hem etrafında yazıya benzer ayva tüyleri, hem de
âşıkları cezbetmesi, kendine çekmesiyle Kâbeye benzetiliyor.
4. Gönlümüz, senin güller saçan yüzünü hayal ede ede âdeta güzel bir gül bahçesine döndü.
5. Benlerin ve yüz hatlarının mushafından feyiz sahibi olmak için; gönlümüz suğra ve kübrâ
tertib edip hüküm çıkardı.
Mantıkla mukayese yoluyla bir sonuca varırken kullanılan kıyas basamaklarına suğrâ ve kübrâ adı
verilir. Buna göre:
Mushafın nokta ve çizgilerine bakmak feyiz verir. (Suğra)
Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in yüzündeki ben ve hatlar mushafın nokta ve çizgileri
gibidir. (Kübrâ)
Şu halde, Hazret-i Peygamberin ben ve hatlarına bakmak, mushafa bakmak gibi feyiz verir. (Hüküm)
Hazret-i Kur'an, Peygamber Efendimiz'in mübârek kalbine inzâl buyurulmuştur. Öyle olunca, kalb
deryasından yüz aynasına Kur'an'ın in'ikası ve yüzünün mushaf misâli feyz kaynağı olması bedîhîdir.
6. Ey vaiz! Gönlümüz, Allah'ın isimlerinin sırlarına mazhar olmuştur. O halde sen bize
cehennem ateşinden boş yere bahsedip durma, dinlemem.
Her şey, bu arada cehennem de Allah'ın isimlerinin tecellisi ile mevcuttur. Vaiz cehennemden
bahsedip duruyor. Halbuki o isimlerin sırlarına mazhar olan aşığın gönlü daha bu âlemde Cenneti de,
Cehennemi de nefsinde yaşamaktadır. Vaiz için çok sonra başlayacak bu hayatı âşık şimdiden
yaşamaktadır.
7. Vahdet meclisinin kadehiyle sarhoş, başı kızgın Es'ad gibi aşkın şarabından içen gönlümüz
rintler meclisine girmiştir.
Vahdet meclisinden maksat kâlu-belâ'da vaki olan "Elest" meclisidir. Âşık ruhların sarhoşluğu Allah ile
bu ilk karşılaşmada başlamış ve hâlâ sürmektedir.
Türkiye’nin iç ve dış politikası ile ekonomisine yön veren kişi ve kurumlardaki anlayış, kavrayış ve
stratejik hesap hataları öyle büyük boyutlara ulaşmıştır ki ülkemiz çok büyük tehlikelerle karşı
karşıyadır.
Ülkemizin geleceğini ve tarihimizden gelen yüksek değerlerimizi yok etmek isteyen uluslararası
çember daralmaktadır. Bu çemberi göremeyen yetki sahibi merciler, basın ve yerli işbirlikçiler ülkemiz
üzerindeki hesapların hayata geçirilmesine bilerek veya bilmeyerek hizmet etmektedir.
Uluslararası alanda (özellikle etki alanımızda bulunan Orta Asya, Kafkaslar, Ortadoğu ülkelerinde)
Türkiye’nin kredisini sıfır noktasına indirecek gelişmeler yaşanmakta, Türkiye durmadan mevzileri
başkalarına teslim etmektedir.
İçerde de dışımızdaki gelişmelere paralel faaliyetler bütün hızıyla devam etmektedir. Ege ve Kıbrıs’ta
işler daha kötüye gittigi halde basin “Türk-Yunan dostluğu” çığırtkanlığı yapmaktadır. AB PKK’dan
sonra Alevilere el atmıştır. Yahudi sermayeli şirketler ve Hıristiyan misyonerler Güneydoğumuz’da
hummalı bir faaliyete girişmişlerdir. Bütün bu gelişmelere paralel önemli bir saç ayağı; içimizdeki en
önemli kaleyi, milli ve manevi değerlerine bağlı insanlarımızın direncini yıkmaya yönelik Hoşgörü-
Diyalog çığırtkanlarının faaliyetidir.
İç ve dış politikamıza yön veren kişi ve kurumlardaki kavrayış hatalarının en büyüklerinden birisi
ülkemizin uzun ve kısa vadedeki çıkarları ile ABD’nin çıkarlarının çakıştığına dair genel bir kanaatin
bulunmasıdır. Hatta öyle ki, dış politikamız ABD’nin yönlendirmeleri ile (bilerek veya bilmeyerek)
şekillendirilmektedir.
Türkiye her şeye ragmen Yunanistan kaynakli meselelerinde uyanik hareket edebildigi halde ABD’nin
Türkiye’yi ilgilendiren uzun vadeli hesaplarının neticelerini iyi tahlil edemediği için büyük tehlikelerle
karşı karşıya bulunmaktadır.
AB üyeliği sürecinde ABD’nin AB ülkeleri nezdinde ciddi girişimlerde bulunmasi, hatta Türkiye’nin
adaylığının bu girişimler neticesinde ilan edilmiş olması, bütün enerjisini AB üyeliğine hasretmiş, sırtını
“Doğu”ya, “Tarihi mirasımız”a dönmüş kişilerin gözünün ve fikrinin kapanmasi için yeterli bir sebep
teşkil etmiştir. Fakat ülkesinin menfaatini, vatanin selametini düşünen bu memleketin evlatlari geniş
düşünmek, neyin kâr neyin zarar oldugunu tefrik etmek, gerektigi takdirde en güçlü devletlere dahi
“Dur bakalım!” demek mesuliyetindedir.
Bakü-Ceyhan Boru Hattı ABD şirketleri’nin birer birer konsorsiyumdan çekilmesiyle yatmış bulunuyor.
ABD hükümetinin de bu hat hakkında sebebi irdelenmesi gereken bir gönülsüzlüğe sahip olduğu
herkesin malumu.
Trans-Hazar ve Bakü-Ceyhan boru hattı projeleri ile Türkiye bölgedeki etkinliğini artırmayı, Orta Asya
Türk Cumhuriyetleri ve Kafkas ülkeleri ile daha gelişmiş bir ilişki tesis etmeyi hedeflemekteydi. Fakat
maalesef Türkiye bu projelerin ortaya çıkmasından önceki konumunu dahi muhafaza edememiştir. Bu
projelerin gerçekleşmesini bırakın insiyatif Rusya gibi ülkelere geçmiş görünmektedir.
Bu projelerin en büyük destekçisi zannettiğimiz ABD bilindiği gibi son yıllarda alternatif hatlar üzerinde
durmuş, konsorsiyum üyesi Amerikan firmaları birer birer projeden çekilmişlerdir. Bu ülkenin yetkili
ağızları hep destek sözleri vermesine rağmen olaylar daima aksi yönde gelişmiştir.
ABD’nin bu bölgelerde ne yapmak istediğini irdelersek olan-bitene biraz ışık tutmuş oluruz.
Başkan Carter zamanında Ulusal Güvenlik Danışmanlığı yapmış Zbigniev Brzezinski’nin “Büyük
Satranç Tahtası” isimli eserinde şöyle bir cümlesi var:
“ABD Jeostrateji politikasının en öncelikli bölgesi Avrasya olmalıdır. Bunun birbirine bağlı iki nedeni
var. Birincisi, malum, bu bölge muazzam doğal gaz ve petrol rezervleri ihtiva etmektedir. Ve dünya
enerji tüketimi baş döndürücü bir hızla artıyor. İkincisi, bu “Avrasya Balkanları” (Kafkasya’yı
kastediyor.) büyük bir istikrarsızlığa ve hatta kargaşaya gebe. Bu yüzden, Rusya, İran ve Türkiye gibi
bölgesel güçler, bu alanın kontrolu için çatışabilirler. Böyle bir çatışmayı önlemek ve bunlardan
herhangi birinin bölgede liderliği kapmasına mani olmak için, ABD’nin buraya güçlü bir şekilde
müdahalesi şarttir.”
Bu sözler ABD’nin resmi sözleri değil. Ancak şu andaki ABD’nin oyalama siyasetini çok güzel özetliyor.
Zira ABD için önemli olan petrol ve doğalgazdır. Dolayısı ile bu bölgede liderliği Türkiye, İran, ya da
Rusya lehine çevirecek gelişmeler önlenmelidir ki, buradaki dengeler ABD lehine korunmuş olsun.
Çeçenistan’daki soykırıma karşı sessizliğin arkasında da bu durumun izlerini görmek mümkündür.
Hatta Kafkasya üzerinde yazılı olmayan bir anlaşmanın varlığından söz edebiliriz. Şöyle ki, Kuzey
Kafkasya ABD ve Batı dünyası tarafından Rusya’nın nüfuz bölgesi olarak kabul edilmiş ve buna
karşılık, Güney Kafkasya, ABD ve Batı Dünyası’na açık tutulmuştur. Zira ABD ve Batı için önemli olan
Orta Asya ve Hazar’daki enerji kaynaklarıdır. Bunların Batı’ya ulaştirilmasinda önemli olan bölge
Güney Kafkasya’dır. (Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan)
Kuzey Kafkasya ise Rusya için önemlidir. Zira bu bölge’den “Büyük Rus Platosu”nun merkezine gidişte
dogal hiçbir başka engel yoktur.
Hal böyle olunca Türkiye, Iran ya da Rusya’dan herhangi birinin öne çıkmasını istemeyen ABD Türkiye
lehine büyük bir üstünlük sağlayacak Bakü-Ceyhan’ı niye desteklesin ki? Kafkasya’yı nüfuzuna
aldıktan sonra Bulgaristan üzerinden de bu petrol ve doğalgazı Batı’ya taşiyabilir ya da başka bir yol
bulabilir.
Dolayisi ile Çeçenistan ve Kuzey Kafkasya’nın satışına rıza gösteren Türkiye kendi kuyusunu
kazmaktadır. Nitekim Rusya yukarıda bahsedilen gizli anlaşmaya rağmen Güney Kafkasya’yı
karıştırmak için elinden geleni yapmakta, en büyük desteği de Ermenistan’dan bulmaktadır.
Ermenistan’ın aykırı politikalarına rağmen ABD’nin Güney Kafkasya’da en çok bu ülkeye destek
vermesinde aranması gereken bir çok nokta olduğu kanaatindeyiz.
Trans-Hazar ve Bakü-Ceyhan Boru Hattı Projeleri’nin akamete uğraması ile Türkiye’nin Çin ve Rusya
ile yakınlaşmasını birlikte değerlendirmek gerekmektedir.
Kuzey Irak:
ABD hükümeti Kuzey Irak’ta bir devlet kurma gayesi gütmediğini söyleyip duruyor. Fakat söylenenlerle
yapılanların birbirine zıt olduğu artık iyice ortada.
Türkiye Kuzey Irak’ta bir devlet istemiyor. ABD de “Ben de istemiyorum.” diyor. Fakat bu bölgede fiili
bir devlet kuruldu bile. Unutulmamalıdır ki, 1975’lerde sona eren baba Barzani liderliğindeki
ayaklanmanın destekçilerinden birisi ABD idi. 1996 yılındaki başarısız operasyonda Kuzey Irak’ta
sıkışan binlerce yandaşını hiç üşenmeden ülkesine taşıyan da ABD idi. BM Kuzey ve Güney Irak için
Saddam’a kısıtlama getirmesine rağmen, ABD’nin kuzeye tanıdığı ayrıcalık ve desteğin güneye
tanınmaması düşünülmesi gereken ayrı bir noktadır. Üzerinde düşünülmesi gereken diğer bir nokta
İsrail’de 150.000’den fazla Kürt kökenli yahudinin yaşamasidir. The Israeli Kurdish Friendship League
(Israil-Kürt Dostluk Ligi)’nin 150.000’den fazla üyesi bulunmaktadır. Bu insanların kendilerine Irak
göçmeni Yahudiler veya Kuzey Iraklı Yahudiler gibi bir isim yerine “Kürt yahudileri” ismini
yakıştırmaları önemli bir siyasi tercihten kaynaklanmaktadır. Zira Yahudiliğe göre İsrailoğlu soyundan
gelmeyenler yahudi kabul edilmediği gibi İsrail’e de getirilmezler. Bu kuruluş Israil’in özellikle Kuzey
Iraklı Kürtler üzerindeki hesaplarında önemli roller üstlenmektedir. En önemli rolü Kürtlere en yakın
ülkenin İsrail olduğu yönündeki propagandasıdır. Türkiye’de de Kürt aydını geçinen Medyalı, Beşikçi
gibi yazarların Kürtlerin en yakın dostu olarak yahudileri göstermesi bu bakımdan hangi noktaya
gelindiğinin önemli bir göstergesidir.
The Israeli Kurdish Friendship League (İsrail-Kürt Dostluk Ligi)’nin kurucusu Moti Zaken bir söyleşide
Londradaki Oriental and Asian Studies okulunda Kürt ögrencilerle yaptigi toplantida genç bir
katilimcinin saf ve umutla şu sözleri sarfettigini aktarmiştir:
“Öyle öngörüyorum ki, gelecekte Ermenistan, Kürdistan ve İsrail arasındaki ilişkilerin özel bir stratejik
önemi olacak.”
Barzani ailesinin İsrail ile yakın ilişkisi çok eskilere dayanmaktadır. Hatta bu aileden birçok hahamın
çıktığı iddiaları da önemle üzerinde durulması gereken diğer bir konudur.
ABD’nin güneydoğuda irtibat bürosu açmak istemesi, özellikle yahudi sermayeli yerli ve ABD’li
şirketlerin GAP’a olan aşiri ilgisi, ABD büyükeliçisinin Güneydogu ziyaretleri, Kuzey Irak meselesi,
Israil’in su ve buna paralel tarımsal ürün ihtiyacı, yahudilerin “Vadedilmiş Toprak” inancı birlikte
değerlendirildiği takdirde ürkütücü bir tablo ile karşılaşmaktayız.
ABD büyükelçisinin ve Yahudi sermayeli şirketlerin Güneydoğuya ilgisini kim nasıl izah edebilir?
GÜNSİAD ile Mark Parris arasında Amerikan İş Merkezi açılması yönünde bir protokol
imzalanacakken, ABD’li yetkililer niçin “İrtibat Bürosu” isminde ısrar etmişlerdir?
PKK:
PKK’nın Türkiye’li ve Kuzey Irak’lı Kürtleri sindirmeye çalışması, bu terörist örgütün bölgenin ekonomik
kalkınmasına darbe vurması, despotizmin her türlü yöntemlerini uygulaması, ideolojisinin komunizme
yakın olması ABD’nin bölge üzerindeki hesapları ile çelişmekteydi. Avrupa, Türkiye aleyhindeki her
hareketi sonucu ne olursa olsun desteklemek gibi bir dar görüşlülüğe sahip iken, ABD uzun vadedeki
planlarını uygulayabilmek için PKK engelinden kurtulması gerektiğinin hesabını yapmıştır. Kısa
vadede PKK terörünün azalması Türkiye lehine olmuştur. Ancak lehimize olan bu durumu aleyhimize
çevirmeye çalışanlara fırsat verilmemelidir.
Apo’nun yakalanış tarzındaki gelişmeler, canını kurtarabilmek için Türkiye’ye hizmet etmek istediğini
söylemesi, kanaatimizce Güneydoğumuzda hesabı olan bütün ülkelerin beklemediği sonuçlar
doğurdu. Hatta Türkiye ile yakın olmaktan Arap ülkeleri nezdinde çıkar uman İsrail, Suriye’nin
sıkıştırılması ve Apo’nun Türkiye’ye getirilmesi ile açıkça dile getirmese bile büyük bir hesap hatası
yaptığını anladı. Zira Türkiye-Suriye ilişkileri düzelme yoluna girdiği gibi Arap ülkeleri nezdinde de
Suriye’ye karşi takindigimiz tavrin hakli bir sebebi oldugu anlaşilmiş oldu. Üstelik Apo hadisesinde
satildigini düşünen Kürtlerin Israil elçiliklerine saldirmasi, bölgeye ve Kürtlere özel önem veren bu ülke
için istenmeyen neticelerdi.
AB:
Türkiye’nin AB’ye girmesi ABD dış politikasının en önemli öncelik konularındandır. Bunun delillerini
Clinton’un AGİT zirvesi esnasında TBMM’nde yaptığı konuşmada bulabiliriz. O konuşmada Clinton 20.
yy.lı Osmanlı İmparatorluğu’nun parçlanması neticesinde ortaya çıkan siyasi yapının tayin ettiğini, 21.
yy.ın şekillenmesinde de Türkiye’nin bulunduğu yerin belirleyici rolünü dile getirmişti. Bu konuşma
Türkleri okşamak için hazırlanmış sıradan bir metin değildi. ABD Türkiye’nin yerinin önemini bizden iyi
bildiği gibi, bu yerin AB’nin içerisi olması için bütün gayreti ile çalışmaktadır.
Bu Türkiye Orta Asya’da, Kafkasya’da sözü geçen, enerji yollarına hakim, Ortadoğu’da aktif,
Yunanistan’a taviz vermek zorunda olmayan bir Türkiye midir?
Yoksa bu Türkiye Asya, Kafkasya ve Ortadoğuda partner bir ülke olmaktan öteye gidememiş,
güneydoğusunu İsraile, Kıbrıs’ı Yunanistan’a, Balat’ı Ortodoks kilisesine teslim etmeye hazır,
hıristiyanlığa daha yakın bir Türkiye midir?
Türkiye’nin adaylığı konusunda AB’de çok kuvvetli bir direniş var iken ABD Avrupa ülkelerini ve
özellikle Yunanistan’ı ikna etmeyi nasıl becerebilmiştir de bizim aday ülke statümüz ilan edilivermiştir.
Bartholomeos’un Yunan gazetelerine “Türkiye AB’ye girerse Rumlar Anadolu’ya yerleşebilir.” şeklinde
açiklamada bulunmasi, yine Yunan gazetelerinde Heybeliada Ruhban okulunun açilacagina dair
hükümet karari alindiginin yayinlanmasi öyle geçiştirilebilecek haberler degildir. Türkiye’nin aleyhinde
çalışan ne varsa, topraklarında barındıran Yunanistan gibi ulusal siyaseti Türk düşmanlığı üzerine
kurulu bir ülkenin desteğinin arkasındaki gerçekler güzel tetkik edilmelidir.
Türkiye adaylığının ilan edilmesi karşılığında çok büyük tavizler vermiştir. AB’ne girmek için
verebileceğimiz tavizleri düşünmek bile insanın tüylerini ürpertiyor.
AİHM ve Kıbrıs:
Türkiye AB adaylığımızın ilan edilmesi karşılığında Ege ve Kıbrıs gibi bazı Türk-Yunan sorunlarında
sonuç alınamadığı takdirde Uluslararası Mahkeme’ye gitmeyi kabul etmişti.
Tarihten bildigimiz gibi “Misak-ı Milli” sınırlarımız içerisinde olan Musul-Kerkük konusunda Lozan’da
Türkiye ile İngiltere bir türlü anlaşamamıştı. Bu konunun daha sonra iki ülke arasında müzakereler
yoluyla çözülmesi, bu da olmadığı takdirde Milletler Cemiyeti’nin hakemliğine müracaat edilmesi
karara bağlanmıştı. Ve tahmin edilebileceği gibi müzakerelerden sonuç alınamadı. Milletler
Cemiyeti’nin kimin lehine karar verdiği de malum.
Şimdi Türkiye benzer bir oyuna dar görüşlü siyasilerinin sayesinde “Evet” dedi. Veyahut kadim
dostumuz(!), stratejik müttefikimiz ABD tarafından ikna edildik.
Zira AİHM’nin “Loizidou Davası” olarak bilinen kararı başımaza geleceklerin sinyallerini vermek
bakımından büyük bir ibrettir. Şöyle ki, “Kuzey Kıbrıs’taki taşinmazlarini kullanmasina Türk askerinin
izin vermedigini ileri sürerek Türkiye’den tazminat isteyen Loizidou isimli kadın lehine karar veren
mahkeme Türkiye’yi 500.000 $ tazminat ödemeye mahkum etti. Türkiye 1998 yılında bu kararı
uygulamayacağını bildirdi. Zira Kuzey’de bir devlet olduğunu, bu konunun siyasi bir konu olduğunu,
mahkemenin böyle bir karar veremeyeceğini, bu kararı kabul ettiği takdirde yıllardır savunduğu
şeylerin mesnedsizliğini kabul etmiş duruma düşeceğini söyledi.
AB üyesi ülkelerin ülkemiz üzerinde elde ettikleri her türlü yaptırım aracını hiç de dostane olmayan bir
çifte standartla önümüze sürdüğünü hepimiz biliyoruz. Bu kararı da bugünlerde gündeme getirerek
Türkiye’ye mahkeme kararını uygulaması için baskı yapılıyor.
Bu kararın bizim için en önemli tarafı şu: Türkiye mahkeme kararı alınamayacak siyasi bir konuda
mahkeme tarafından işgalci bir devletmiş gibi muamele gördüğüne göre, Ege kıta sahanlığı gibi
konularda uluslararası mahkemede verilecek kararın sonucu şimdiden bellidir.
Bunu bilen Yunanistan Türkiye ile hiçbir konuda anlaşmaya yanaşmamaktadır. Ve görüşmelerden
sonuç alınamadığını ileri sürerek mahkemeye gitme hazırlıkları yapmaktadır.
Nitekim Yunan Savunma Bakanının bir toplantıda PASOK gençlerine “Türkiye ile ilişkiler
dondurulmalidir.” diye konuşmasi basina yansiyinca Başbakan Simitis ve Dişişleri Bakani Papandreu
hükümette Türk-Yunan ilişkileri hususunda görüş ayriligi yoktur.” gibi sözlerle zevahiri kurtarmaya
çalışmışlardır.
Kıbrıs meselesinde de AB Türkiye’ye bir an evvel sonuç alınması için baskı yapmaktadır. AB Kıbrısı
üyeliğe alarak bu işi oldu-bitti’ye getirmeye çalışmaktadır.
Kuzey Kıbrıs’ın içeriden de karıştırıldığı bu günlerde çok büyük oyunlarla karşı karşıya olduğumuzu
söylemek zorlama bir yorum değil, gerçeklerin ta kendisidir.
Bu meselede olduğu gibi AB’nin dayattığı her konuda temkinli yaklaşan ve ülkemiz menfaatlerini
düşünen maalesef çok az kişi ve kurum var.
Türkiye’den gerekli tavizleri kopartma yolunda Batı ülkeleri nezdindeki en büyük engel Türk
Ordusu’dur.
AB’nin dayatmaları memleketimizin menfaatlerine ters düşmeye devam ettiği müddetçe çok büyük
hadiselerle karşı karşı kalabiliriz. Gelişmeler bu yönde seyrediyor. AB ülkeleri bizi işgalci gözüyle
gördüğü sürece, -ki Türkiye din değiştirip hıristiyan olmadıkça bu görüşün değişmesi mümkün
değildir.- savaş dahil her türlü sonuca şimdiden hazırlıklı olmak zorundayız.
Stratejik müttefiklerimiz bizi bunca tavizi vermeye ikna ederken bu tür sonuçları da hesap etmişler
midir bilemiyoruz. Ancak tarih boyunca Doğumuzda netice almak isteyen düşmanlarımız Batı’dakilerle
birlikte hareket etmiştir. Dogumuzda bazi neticeler almak isteyenler için Bati’daki bir savaş bulunmaz
firsatlar dogurabilir!...
Yedigimiz en büyük kaziklardan birisi de Çin gibi ülkeler nezdinde ABD’nin partneri olmayı kabul
etmemizdir.
İnsanlık sicili bozuk Çin ve Asya’da hala etkisi olan Rusya gibi Asya’nın kötü imajlı ülkeleri ile direk
temasa geçmeyi savunduğu değerlere yakıştıramayan ABD bu ülkeler ile ilişkilerinde partner olarak
ülkemizi kullanmayı tercih etmektedir. İşin hazin tarafı bölge ile tarihi hiçbir bağı olmayan ülkeler
sosyolojik ve psikolojik değerlere kendi açışından önem verirken, bölgede din ve kan bağımız olan
birçok ülkeyi gücendirecek şekilde Çin ve Rusya ile yakınlaşmaya girmemiz çok büyük hatadır. Üstelik
bu ülkelere olan yakınlaşma sinyalleri de inandırıcı değildir. Nitekim Çeçenleri terörist ilan etmemize,
Rusya’ya bir fiske söz söylemememize rağmen hala Rusya’ya yaranabilmiş degiliz.
Bu hareketimiz Orta Asya’da elimizde kalan son etkinlik kaynağımızı -“Psikolojik varlığımızı”- sıfıra
indirmekten başka bir işe yaramamıştır.
Uluslararası siyasette etkinliğin en önemli unsurlarından birisi ülke halkları nezdinde olumlu duygu ve
düşüncelere sahip olunmasıdır. Ülkeler ve halkları arasındaki manevi bağın kuvvetli olması gücünüze
görünmeyen güçler katar. Saygınlığınız ve etkinliğiniz bu sayede artar. Unutulmamalıdır ki gerek
Osmanlı’nın son zamanlarında gerek Kurtuluş Savaşı yıllarında dönemin “Güneş Batmayan
Imparatorluk”u İngiltere’yi ülkemiz üzerindeki hesaplarında frenleyen önemli öğelerden birisi o vakit
İngiltere egemenliğinde yaşayan Pakistan ve Hindistan müslümanlarının baskılarıdır.
CNNTürk’te M.Ali Birand’ın sorularını cevaplayan Zeki Yamani söyleşinin bir yerinde “Arap rejimleri
halkı temsil etmez. Ortadoğu’nun temsilcisi halktır. Halk hâlâ sizi seviyor.” demiştir.
Evet, idarecileri Türkiye aleyhine tutum sergilese bile bütün müslüman ülke halklarinin Türkiye’ye karşi
bir sempati ve sevgisi vardir. Biz ise bu sevgiyi köreltmek için elimizden geleni arkamiza koymuyoruz.
Halbuki emperyalist Batili devletler ayak bastiklari ülkelerde sempati toplayabilmek, halka kendilerini
sevdirebilmek için denemedik yol, denemedik yöntem birakmiyorlar.
Ismail Cem’in İslam Konferansı Teşkilatı’ndaki hummalı çalışmasında dahi herkes AB sevdamızın
izlerini aradı. Uluslararası icraatlarımızın özünde hata olduğu müddetçe şekildeki doğruluklardan bir
netice almamız mümkün değildir.
Biz, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile, Ortadoğu, Afrika, Uzakdoğu’ya yayılmış çok geniş bir coğrafya
üzerindeki İslam ülkeleri ile, Kafkasya ile, Balkanlar ile ne kadar ilgiliyiz?
İçimizdeki Çember:
Memleketimiz iktisadî, siyasî, dinî ve sosyolojik sahalarda dışımızdaki gelişmelere paralel olarak
içerden bir kuşatılmışlık ile karşı karşıyadır. İnsanımız gelişmeler karşısında “Balık otu yutmuş gibi”
hissiz, hareketsiz, donuk...
Mavi Akım projesini başımıza ören, memleketimiz için iyinin-kötünün hesabını yapmaya çalışanları
“AB’ye girmemize karşi olan kurumlar var” diyerek sindirmeye çalışan, “AB yolu Diyarbakır’dan geçer”
diyen zihniyetin uzun Amerika seyahatlerinden sonra AB ile ilişkilerde tek yetkili bir konuma getirilmesi
sadece bir tesadüf müdür?
Dininimizde ve vatinimizda bölücülük yapan bütün grup ve kuruluşlar da AB’ye girmemizi istiyorlar.
Sebep sadece bir “İnsan Hakları” meselesi midir? Hangi birisi memleketimiz için iyinin kötünün
hesabını yapıyor? Her birisi kendi derebeyliğini daha rahat idare edebilmenin, daha rahat
menfaatlenebilmenin hevesinde değil midir?
Müslüman gibi görünen münafıkların halkımızın fikrini misyonerlerin sömürgeleştirebilmesine uygun bir
kıvama getirme çalışmalarına ne demeli? Memleketimiz için asıl büyük tehlike budur. Zira çok değil bir
beş on yıl öncesine kadar misyonerler ülkemizde çok zor faaliyet imkanı bulurken, bugün bütün bir
memleket halkına incil dağıtabilecek cesareti bulabiliyorsa, yahudi sermayeli şirketler Güneydoğuda
çekinmeden toprak satın alabiliyorsa bunun en büyük sebebi, “hoşgörü” adı altındaki icraatları ile
ecnebilere zemin hazırlayan işbirlikçilerdir.
Türkiye’de maalesef cebine giren paranın çoğalmasını ülke ekonomisinin heba edilmesine tercih
edenler ekonomimize yön vermektedir. Paradan para kazananların hergün daha da zenginleştiği
ülkemiz tarihte görülmemiş bir borç stokuna sahiptir ve bu stokun çok önemli bir bölümü TL borçlarıdır.
Şimdi bir düşünelim: “TL borcu olan hangi insan enflasyonun düşmesini ister?” veya “TL alacağı olan
hangi insan enflasyonun yüksek olmasını ister?”
İşte bu iki sorunun cevabı şu anda yürütülmekte olan -sanayimizin, tarımımızın, küçük esnafımızın,
memurumuzun daha kötüye gitmesi pahasına- enflasyonu düşürmekten ibaret ekonomi politikamızın
kime hizmet ettiğinin de cevabıdır.
Bu sorularımızın tabii cevabının ispatı için IMF’in ne olup ne olmadığını izah edelim.
Stand by anlaşması diye herkesin bildiği anlaşma; borçlarının ana para ve faizlerini ödeyemeyen
ülkelerin borçlarını erteleyebilmelerinin koşuludur. IMF ile bu anlaşmayı yapan ülkelerin bütün
ekonomisinin bu kuruluşun denetimine girdiğini ülkemizde gözlerimizle seyretmekteyiz. IMF aslında
hepimizin tarihten bildiği ismiyle bir “Düyûn-u umumî”dir.
Peki IMF bu vazifesini yaparken Uluslararası banka ve tefeciler ile bunların yerli uzantılarının haciz
memuru olarak mı çalışmaktadır yoksa borç batağındaki ülkeleri düzlüğe çıkarmaya çalışan iyiliksever
uluslararası bir kuruluş mudur?
Dünya Bankası’nın baş ekonomisti iken istifa eden ve 1993’ten beri Clinton’ın Ekonomik Danışmanlar
Konseyinde görevli ünlü iktisatçı Joseph Stiglitz bakın neler söylüyor:
“Göstericiler; IMF sözde yardım edeceği gelişmekte olan ülkeleri dinlemez diyecekler. IMF saman
altından su yürütür ve demokratik hesap verme mekanizmalarına itibar etmez diyecekler.IMF’in
ekonomik çözümleri çoğunlukla işleri daha da kötüleştirir, ekonomik yavaşlamaları durgunluğa,
durgunluğu depresyona dönüştürür diyecekler. Ve haklılar.”
“IMF bir ülkeye yardıma karar verince ekonomistlerden oluşan bir ‘misyonu’ ülkeye gönderir. Ekibin
beş yildizli otellere ilişkin bilgileri muhtemelen kirsal kesime ilişkin bilgilerinden daha geniştir...
Kurabiye pişirir gibi standart reçeteleri farkli ülkelere uygularlar. Hatta bir keresinde bir ülke raporunu
diger bir ülkeye uygularken ülkenin ismi bile silinmemiş. Çünkü bilgisayarin ‘araştir ve degiştir’ (search
and replace) fonksiyonunda bir aksama olmuş, orjinal ülkenin adi aynen kalivermiş.” (New Republic)
IMF 90’larda eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’nın paldır küldür kapitalizme geçişinde “Daha hızlı,
daha hızlı” komutları verirken olsun, 1994 Meksika krizinde can havliyle ABD’li fonların paralarını
kurtarmaya çalışırken olsun hep zenginleri savunan, yoksulların sorunlarını kaale almayan bir kimlikle
hareket etmiştir.
Türkiye’nin döviz borçları daha ön planda olsa ve döviz darboğazı yaşamış olsa IMF’nin dikte edeceği
politika şöyle olacaktı: “Devalüasyon yapın, paranızın değeri düşsün -enflasyonun çıkması önemli
değil- ki ihracatınız artsın. Böylece elde edeceğiniz dövizle borçlarınızı ödeyin.”
Ülkemiz ekonomisi gibi dışa dönük (sıcak para ekonimisi de deniyor) küçük ekonomiler hakkında da
Stiglitz şu benzetmeyi yapmaktadır:
“Onlar azgın ve açık denizdeki küçük tekneler gibidir. İyi yönetilseler bile dev bir dalganın etkisiyle
alabora olmaları işten değildir. Tabii ki kötü yönetimin durgun bir denizde bile felaket ihtimalini
artırdığını, hele su alan tekneler için felaketin kaçınılmaz olduğunu unutmadan.”
Unutulmamalıdır ki Sömürge zihniyeti Batı kültürünün bir parçasıdır. Bu zihniyet karşıdakinin yok
olması pahasına menfaatlenmek demektir.
Ekonominin nasıl düzeleceği sorusuna gelince: Batan bankaları kurtarmaya devam ettikçe,
güpegündüz devletin trilyonlarını, katrilyonlarını cebine indirenlere göz yumdukça, rüşvet, yolsuzluk,
israf bütün hızıyla devam ettiği müddetçe bizi ne IMF ne de bir başkası kurtaramaz. Kazandığından
fazlasını harcayan, aile fertleri gizlice veya alenen cüzdanından para aşıran hangi insanın işlerini
yoluna koyduğu görülmüş söyler misiniz!...
Sonuç:
Türkiye’nin dış ve iç birçok cephede büyük kayıplarla gerilediğini gözler önüne serebilmek için bu
cepheleri ve kayıplarımızı teker teker özetlemeye, bu yenilgilerde en büyük darbeleri
müttefiklerimizden ve yerli işbirlikçilerinden yediğimizi gözler önüne sermeye çalıştık.
AB üyeliğimizin yolundaki engelleri kaldırmak bahanesi ile Kıbrıs’ta, Ege’de, güneydoğuda bir an evvel
netice almak isteyen mihraklar nezdindeki en büyük engel “Gerekirse savaşiriz” kararlığındaki kişi ve
kurumlardır. Ülkemiz içerden ve dışardan gerekli kıvama geldiği halde bu direnci kıramayacağını
anladıkları an “Savaşmak zorunda” kalabiliriz. Basına göre herşey gül-gülistan.. Fakat her türlü
ihtimale hazırlıklı ve tedbirli olunacak evrelerden geçmekteyiz.
Bütün kuvvet ve kudret Hz. Allah’a aittir. Biz sadece sebeplere tevessül etmekte, bu badireleri ancak
planlı ve azimli gayretlerle atlatabileceğimizi vurgulamaya çalışmaktayız.
Allah’ım! İçimizdeki hainleri, münafıkları, zalimleri kahr-u perişan et! Bize merhamet et! Bize acı! Amin.
Gerek içeride ve gerekse dışarıda hummalı bir faaliyetle Türkiye’nin altı oyulmak istenmektedir.
Her gün değişik adlarla, değişik kimliklerle Türkiye yabancı ekselanslar tarafından teftiş edilmekte,
direktiflerle köşeye sıkıştırılmakta, “Yumuşak karin” olan bölgelerle ilgili akıl almaz oyunlar
oynanmakta, ihanet senaryoları sahneye konulmaktadır.
Dünün batı kulübü taklitçileriyle, günümüzün çağdaş entelleri ağız ve el birliği ile hemen tez zamanda
Türkiye’nin Avrupa Birliği içine alınmasını arzulamaktadırlar.
İslamı kendilerine kalkan yapıp üzerinden siyaset yapan mâlûm zihniyetle dünün komunist, bugünün
kapitalist salon sosyalistleri şimdi “insan hakları”, “hukukun üstünlüğü”, “daha fazla özgürlük” gibi
sloganlarla omuz omuza mücadele etmektediler.
Türkiye, içindeki ve dışardaki iğrenç emelli kimselerin aşağılık oyunlarına daha ne kadar sabır
gösterecek?
Avrupalı vekiller gelir; Güneydoğu’yu teftiş eder, yetkilileri apar topar bir araya getirir, hizaya çeker,
emirler verir, akil hocaliginda bulunur, yapilan barajlara bile burnunu sokar. Bizim yetkililer ise
efendilerinin sözüne uygun olarak sus-pus olurlar. Enerji darbogazinda oldugumuz, Bulgaristan’dan
elektrik almak mecburiyetine düşürüldügümüz şu günlerde iki Ingiliz milletvekili barajlarin yapildigi
bölgede araştirma yapmişlar ve Ingiliz Başbakani’na sunulmak üzere bir rapor hazırlamışlardır. Bu
çıfıtlar bize adeta sövüyorlar, dalga geçiyorlar, bizi kendi vatanımızda küçük düşürüyorlar.
Bu arada Türk hakim ve savcıları da Avrupa kıskacına alınmış bulunuyor. Adamlar ellerini kollarını
sallaya sallaya gelip tam bir şarlatanlıkla cezaevlerini teftiş ediyorlar, belgeler hazırlıyorlar, direktifler
veriyorlar. AİHM Türkiye’yi tazminata mahkûm etmiş. Sonra Adalet Bakanligi bu işe kizmiş ve
sorumlulugu savcilara yüklemiş. Bu işe güler misiniz aglar misiniz? Türkiye adeta “Yol kesen hanı”na
döndürülmüş. Bunda en çok kimin payi var?
Idam cezasinin kalkmasi için büyük bir baski uygulaniyor. Idamin kaldirilmak istenmesinin en önemli
sebebi Apo denen caninin ipten kurtarilmasidir. Ki daha çok adam öldürme, daha fazla vatan hainligi,
daha igrenç devlet düşmanligi yapilabilsin. Hadin iktidarsiz muktedir olma davasindakiler, yapin
yapacaginizi. Bütün bunlar “Avrupa böyle istiyor, üyeliğimiz bundan sonra gerçekleşecek”
safsatasından ibarettir.
Türk milleti AB ve Batı üzerinde yeterince aydınlatıcı bilgiye sahip değildir. Belirli mihrakların, özellikle
hükümet yetkililerinin arzuladıkları türden bilgilerle yönlendirilmektedir. Avrupalı için Türkiye hala
potansiyel bir düşmandır. Parçalanmalı, tamamen etkisiz hale sokulmalıdır. Bu değişmeyen bir
konudur. AB üyesi ülkeler kendi toprakları üzerinde yaşayan halklara tanımadığı hakları bizden; bizim
olan, bizden bir parça olanlardan istemektedir.
Gümrük Birliği’ne tek taraflı girmişiz ve bunu millete çok büyük bir başarı diye yutturmuşuz, bu sayede
alınacak oylarla meclisteki sandalye sayısını artırma yoluna gitmişiz. Gelinen nokta sanıldığı gibi
aydınlık değil, hezimettir. Oysa serbest dolaşım hakları dahil olmak üzere AB hiçbir konuda bize karşı
adil, samimi ve yapıcı olmamıştır, insanca davranmamıştır.
İşin aslı AB bizi kendi içine almayacaktır. Almamak, yahut da almak için pek hain oyunları
sergilemekten kaçınmamaktadır. Rum-Yunan oyunlarının ileri merhalesi olan KKTC’nin ortadan
kaldırılmasına ve Yunan-Rum planlarının tatbik edilmesine çalışmaktadırlar.
Hükümet ise AB’ne karşi tam anlamiyla bir kuzu psikozu içinde teslimiyetini sürdürmektedir. Bu bati
âleminin diyelim ki şimdilik istedikleri işleri yaptik, işin peşini birakacaklar mi? Ege adalarini, Trakya’yı,
Batı Anadolu’yu, Karadeniz’i hatırdan çıkaracaklar mı, rahat duracaklar mı? Sonrasında tam üyelik
verecekler mi? AB’nin asıl amacı hıristiyanlık emellerine uygun bir yapılanma ve Haç’ın Hilale galip
gelme çabasından ibarettir. Bu millet İslâm’dan uzaklaşmadan Bati asla bizi kabul etmeyecek ve de
bizi rahat birakmayacaktir.
Aklimizi başimiza toplamak zorundayiz. Türkiye milletiyle, ülkesiyle, topraklariyla, bayragiyla bölünmez
bir bütündür. Bunun tartişmasini bile kabullenemeyiz. Biz dinimizden, vatanimizdan, bayragimizdan
memnunuz.
Kimileri yapacak, kimileri yikacak. Devran dönüp duracak. Herkes hesap vermek üzere hesap
menziline varacak. Hakettikleri yeri boylayacaklar. Her zaman söyledigimiz gibi bizim Türkiye’den
başka vatanimiz yok. Bu vatanin selâmeti için elbirligi ile ne gerekiyorsa onu yapmaliyiz. Vatanimizin
altini oyan kim olursa olsun mücadelemizi sürdürmeliyiz. Iç ve diş düşmanlara hainlere, gafillere karşi
daima uyanik ve teyakkuz halinde bulunmaliyiz. Bunlari birer birer taniyoruz, maskelerini indiriyoruz ki
hem Rabbimizin katinda mes’ul olmayalım, hem de tarihin önünde. Her zamankinden daha yoğun ve
kesif propagandalarla, siyasi manevralarla içten ve dıştan kuşatıldığımızı üzüntüyle görmekteyiz. Bu
ülkeyi kaosa sürüklemek isteyenler er geç kaosa sürüklenecekler, hakettikleri çukura düşeceklerdir.
GÖZÜMDEN KALBİME
KUDÜS VE KAHİRE
Her karesi, her ânı haz veren, güzellik kokan iki diyardan, Kahire ve Kudüs’ten tüm müminlere selâm
olsun...
Ziyaret ettiğimiz o hoş mekânlar gönül diyarlarımıza nakşolundu ve gönül coştukça coştu, iman lütfuyla
şereflenen kalpler sonsuz bir şükür nidasıyla haykırdı.
İlk günkü ziyaret yerimiz ulvi bir kokusu olmayan fakat dünya hayatına bağlılığı simgelemesiyle ibret
veren, milattan önce Mısır medeniyetinden kalma Firavun mezarları piramitlerdi.
Bir sonraki adresimiz ise bu medeniyetten seslerin, renklerin, çizgilerin somutlaştığı Kahire müzesiydi.
Kahire Müzesinde en ziyade dikkatimi çeken şey mumyalar oldu. Müzenin soğutma sisteminin daha
kuvvetli olduğu bir bölmede bulunan mumyalar, ruhlar çekildiğinde bedenin ne kadar anlamsız ve
kifayetsiz kaldığına bir işaretti adeta...
Firavunların mezarları bir oda şeklinde olup kapkacaktan tutun da yiyecek eşyalarına, süs eşyalarına
varıncaya kadar her şey mevcut. Yani bunlarla gömülüyorlar.
Bir sonraki durağımız birbirinden değişik papirus kağıdından tabloların olduğu bir galeri oluyor. Papirus
kağıdı Mısır’a has, Papirus bitkisinin sapından yapılan bir kâğıt.
İmam-ı Şafii ve Seyyide Zeynep (r.a) annemizi ziyaret ederek o günkü gezimize son noktayı
koyuyoruz. Onlarla gün bitimi bambaşka bir renge bürünüyor.
Ertesi gün ise menzilimiz Kâinatın Efendisinin biricik torunu, gözbebeği Hazret-i Hüseyin’in (r.anh) o
güzel başini agirlayan Hüseyin Camii oluyor. Ondört asirdir Misir’a güzellik veren değerlerin zirvesi...
Lütuf pınarındayız, bir nebze olsun ıslanabilme iştiyakıyla avuçlarımızı açıyoruz. Hüseyin Camii’nin
karşi tarafinda Ezher Camii ve Üniversite Külliyesini geziyoruz. Yine ayni civarda olan Kahire’nin
otantik çarşisi Han-i Halil’de farklı bir iklim yaşıyoruz. Çoğu dükkanın önünün sedef kakmalı kutularla
tezyin edilmiş olması dikkatimi çekiyor.
Endülüs Emevi mimarisini yansıtan yüksek tavanlar, içindeki süslemelerle muhteşem karşılıklı iki cami
Sultan Hasan ve Rıfai Camileri. Burası Memlûk Hanedanının ileri gelenlerinden Hoşyar Hatun
tarafından yaptırılmış ve içinde son Mısır Hanedanının temsilcileri Abbas Hilmi Paşa, Kral Fuat ve
Faruk eşleri ve son İran şâhı Rıza Pehlevi’nin kabirleri var. Sultan Hasan Camiinde bir zamanlar dört
fıkıh mezhebinin ayrı ayrı tedrisatı yapılırmış. Şadırvanını çevreleyen avlu geniş bir düzlüğe yayılmış.
Halı yerine sıcacık mermerleri zevkle adımlayarak Şeyh Rıfai Hazretlerini ziyarete gidiyoruz. Mısır’ı
fetheden Amr bin As (r.anh)’ın adını taşıyan mescidi dışarıdan görüyoruz, tadilat olduğu için içeriye
giremiyoruz.
Ceddimizin şanlı izlerini her yerde görmek mümkün. Osmanlı mimarisini bütün berraklığıyla ortaya
koyan heybetli bir yapı; Kavalalı Mehmet Ali Paşa Camii.
Kahire’den ayrılacağımız gün Gezira Kulesine çıkarak şehiri ve bakmaya doyamadığım Mısır’ın hayat
kaynağı Nil’i son bir kez kuşbakişi görme imkânina sahip oluyoruz. Bagrinda Hazret-i Musa’yı taşıyan
bu esrarlı su, bizleri parlayan bir gülümsemeyle karşıladığı gibi yine aynı pırıltıyla Kudüs’e uğurluyor.
“Kulu Muhammed’i gecenin bir anında Mescid-i Haram’dan alıp civarını mübarek kıldığımız
Mescid-i Aksa’ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Ona âyetlerimizden
nicelerini gösterelim diye böyle yaptık. O, işiten ve görendir.” (İsra: 1)
İşte Kudüs’ün bağrında nur haleleri... 03.30 civarında sabah namazını eda etmek üzere Mescid-i Aksa
Haremine doğru yürüyoruz. Sabahın alaca karanlığında Harem’in ışıklandırılmış olan surları enfes bir
tablo çıkartıyor karşımıza. Surlarla çevrilen Harem 140 dönümlük saha. Buradaki surlar Eyyübiler
döneminde yapılmış, Memlûklüler ve Osmanlılar dönemindeki ilavelerle bugünkü şeklini almış.
Surlardan Harem araziye açılan 14 kapı olup şu anda 10 tanesi kullanılmakta.
Seher vaktinin o hoş esintisi gönlümüzü okşarken, ayak seslerimiz bir ritim, daracık sokakların
arasından haremin giriş kapısına varıyoruz. Girişte nöbet tutan Yahudi askerlerini gördüğümüz zaman
içimiz burkuluyor. Kontrolden geçtikten sonra Âyet-i kerime ile kutsiyet kazanan mübarek mekânlara
ve makamlara ayak basıyorum. Sağımda, solumda nazlı nazlı sallanan ağaçlar... Resul-i Zişan
Efendimiz’in (s.a.v.) semaya mirac ettiği kaya parçasının üzerine yapılmış Kubbetüssahra bütün
güzelliğiyle önümde... Altın varak ile kaplanmış olan kubbe ışıl ışıl... Sessizliği yaran sabah ezanı Aksa
Camii’ne varana kadar bize eşlik ediyor. Aman Yâ Rab, bu ne büyük lütuf, bu ne tatli anlar! Ruhlarimiz
kanatlanip sanki arşa çikiyor. Islâm’ın insanlığa getirdiği izzeti en had safhada hissediyoruz. Ezanının
nağmeleri yüreğimi deliyor sanki. Sonsuz bir şükür halindeyiz. Sahah namazına duruyoruz. Fatiha
sûre-i şerif’inin sonundaki “Amin” ile kuşlarin ötüşleri Aksa Camii’ni inletiyor. Tıpkı Mescid-i Nebevi’deki
kuşlar gibi onlar da kendi dillerince “Amin” diyorlar. Aynı iklim...
Üç mekân da ortak bir mânâyı tezyin ediyor gönül saraylarımıza... Saraylar “Lâ ilâhe illallah
Muhammedür Resulullah” sesleriyle yankılanıyor.
Bu araziye ilk mescid 636 yılında Hazret-i Ömer (r.anh) tarafından yapılmış. Günümüzde var olan
mescid 709 yılında Emevi Sultanı Velid bin Abdülmelik tarafından yaptırılmış. Haçlı işgaliyle kilise
olarak kullanılan mescid, Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü fethiyle tekrar mescid haline gelmiş. Osmanli
döneminde Kanuni Sultan Süleyman, II. Mahmud, Abdülmecid ve II. Abdülhamit Camii’nin bakım ve
onarımıyla ilgilenmiş.
Abdülmelik bin Mervan tarafından Muallak taşının üzerine yaptırılan Kubbetüssahra binası sekizgen
olup, dış cephesinde Sultan Süleyman zamanında yapılan çini süslemeleriyle oldukça zarif bir
görüntüye sahip. Aynı zamanda yine dış cephedeki Yasin sûresi de II. Abdülhamit Han tarafından
yazdırılmış.
Aksa Haremi’nde Burak’ın indiği yerin yan duvarlarının arka kısmı yahudilerin Ağlama Duvarı.
Yahudiler buranın Süleyman Mabedi’nden kalma en son kısım olduğuna inanıyorlar. Bu yüzden
Ağlama Duvarı yahudiler için dünyadaki en kutsal yer. Tahrif olmuş bir dinden tuhaf yansımaları
gözlemledik. Duvar oyuntuları arasına sokuşturulmuş Allah’a yazdıkları pek çok mektuplar. Başlarını
ibadet maksadıyla öne arkaya sallayan insanlar gürûhu... Cennet bahçesi olduğuna inandıkları Zeytin
Dağı’ndaki yahudi mezarlıklarında da ilginç manzaralarla karşılaştık. Kabir ziyareti yapan bir yahudinin
kabrin köşesinde bulunan penceremsi boşluktan parfüm sıkması gibi. Zeytin Dağı hıristiyanlar için de
kutsal. Çünkü Hazret-i İsa’nın buradan göğe yükseldiğine inanıyorlar.
Az bir yol yürüdük. Ruhuma serinlik veren bir mekândayız. Bir mağarayı, mahzeni andıran oda
içerisinde: “Dünyadan olan nasibimi kâfirlere, ahiretten olan nasibimi müminlere bıraktım, ben
yalnız senin ru’yetine talibim.” diyen Rabiatül Adeviye Hazretleri yatmakta... Mânâ çiçeğini
koklamaya doyamıyoruz. Bütün mümin hanımlar olarak tek yürek niyazımız senin gibi buram buram
ilâhi sevda kokan bir bahar olmak... Kervan, ahengini bozmadan bizleri dosttan dosta götürüyor.
“Selman bizdendir ve ehl-i beyttendir.” (Taberani) Hadis-i şerif’inin iltifatına mazhar olan Selman-ı
Fârisî (r.anh) Hazretleri’nin kabr-i şerif’lerinde konaklıyoruz. Ne güzel bir han ki döşeği feyz, azığı
muhabbet...
Ertesi gün Hazret-i Davut (a.s.) ve Hazret-i İsa (a.s.)’ın doğum yeri olan Beyt-i Lahm’a gidiyoruz.
Hazret-i Meryem validemiz hamileyken Nasıra şehrinden buraya hicret ederek, şehrin yakınındaki bir
mağarada Hazret-i İsa’yı dünyaya getirmiş. Bu mağara üzerine büyük bir kilise yapılmış. Kilisenin
muhafaza edilen bu mağara kısmında hıristiyanlar hacı oluyorlar. Hazret-i Ömer (r.anh) Kudüs’ü
fethettikten sonra bu mağarayı ziyaret etmiş, kilisenin yanındaki bir mekânda namaz kılmış ve buraya
Hazret-i Ömer mescidi yapılmıştır. Hazret-i Ömer (r.anh) mescidinden çıkan ezan sesleri ruhlarımıza
tatlı bir esinti verirken, ona karışan çan sesleri kulaklarımızı tırmalıyor. Hazret-i Ömer Mescidi’nin
duvarında din, inanç ve özgürlüklere saygılı olunacağına ahdedilen pek çok sahabenin de imzasının
bulunduğu Hazret-i Ömer (r.anh) belgesi mevcut.
Daha sonraki durağımız geçmiş tarihi oldukça uzun bir periyoda dağılmış olan Ehira şehri... Deniz
seviyesinden 425 metre daha aşağıda olan Lut gölü (Ölü Deniz) şehrin uzun geçmişinden arda kalan
en ibretli manzara... Bu manzara zihinlerimizi zaman tünelinden geçirerek Lut (a.s.)’ın devrine
götürüyor. Lut (a.s.) livata illetine kapılmış olan kavmini bu hayasızlıktan kurtarmak, fıtrat-ı selimeye
döndürmek amacıyla uzun uğraşlar vermiş ve defalarca uyarılarda bulunmuştur. Lut (a.s.)’ın tebliğ ve
irşadları pek az bir kişi dışında bu azgın kavme tesir etmedi. O haldeyken azap onları yakaladı.
“Tanyeri ağarırken o korkunç çığlık onları yakalayıverdi. Şehirlerinin üstünü altına getirdik.
Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.” (Hicr: 73-74)
Kureyşlilerin ticaret kervanlari Şam ve Filistin taraflarina gidip gelirlerken sürekli olarak bu yerlerden
geçiyorlardi.
“Siz onların yerlerinden sabah akşam geçip gidiyorsunuz. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?”
(Saffat: 137-138)
Âyet-i kerime’de başta Mekke müşrikleri olmak üzere, kiyamete kadar gelecek olan inkârcilar
uyarilmaktadir.
Içimiz kipir kipir... Bir anda dört peygamberi ziyaret edecek olmanin mutlulugu, heyecani sariyor
yüreklerimizi. Halil şehrine sükûnet hakim, tek tük insanlar görüyoruz çevremizde. Hazret-i İbrahim
Külliyesi’ne varıyoruz. O zaman anlıyorum ki sükût Halil şehrinde bir peçe, peçeyi kaldırdığınız zaman
mânevi yoğunluğun hakim olduğu bir çehre. Çehre ki güzelliğini gönülleri yıkayan dört ırmaktan almış.
Resul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in can kardeşleri Hazret-i Ibrahim, Hazret-i Yakup, Hazret-i Ishak,
Hazret-i Yusuf ve eşlerinin kabirleri, Ibrahim Külliyesini şereflendirmiş.
Halilullah Hazret-i Ibrahim (a.s.) ateşe atilirken “Allah ne güzel vekildir, O bana yeter.” virdiyle
insanlığa en güzel teslimiyet örneği sunmuş. Bizler de teslimiyet suyundan kana kana içme niyazıyla
bu mübarek mekândan ayrılıyoruz. Halil şehriyle birlikte seyrimiz tamamlanıyor.
Gün kavuşma noktasında... İçimde Kahire ve Kudüs’ten hatıralar oynaşırken yurduma doğru yol
alıyorum.