You are on page 1of 69

HAKİKAT’te Bu Ay:

TAKDİM

BAŞYAZI

ÂDİL-İ MUTLAK OLAN ALLAH-U TEÂLÂ ADALETİ EMREDER

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hud: 112)

İyi Âmir; İlâhî Hoşnutluğu ve Halkın Sevgisini Kazanmıştır,


Vatanını ve Halkını Düşünür, Rahmeti ve Bereketi Celbeder.

Kötü Âmir; Dinine ve Vatanına İhanet Eder,


Kendine ve Halkına Zulmeder, Uğursuzluk ve Bereketsizlik Sebebidir.
Devlet Yönetiminde Adalet
İslâm Dini ve Adalet
İyi Âmirler
Kötü Âmirler
Hainleri Savunmak Hıyanettir
Devlet Malından Çalmak
Allah-u Teâlâ’nın Hoşnutluğunu Kazanan İyi Âmirler ve İcraatları
Hazret-i Ebu Bekir -Radiyallahu Anh-
Hazret-i Ömer -Radiyallahu Anh-
Hazret-i Osman -Radiyallahu Anh-
Hazret-i Ali -Radiyallahu Anh-
Ömer Bin Abdülaziz
Selâhaddin Eyyûbî
Sultan Alparslan
Osman Gazi
Murad Hüdâvendigâr
Yıldırım Beyazid
Sultan Murad
Fatih Sultan Mehmed
/ İsmail Yavuz
VÂKIA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ - 4

“DEFTERLERİ SOL TARAFINDAN VERİLENLER”

MEKTUBAT

SEVGİLİNİN CEFÂSI SAFÂDIR / Muhammed Es'ad Erbili -ks.-

HÂTEM-İ VELİ HAKKINDA RESULULLAH -


SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM- EFENDİMİZ’İN
HADİS-İ ŞERİF’LERİ VE ONA VÂRİS OLAN
VEKİLLERİNİN İFŞAATLARI (21)

“SEYYİD ABDÜLKÂDİR-İ GEYLÂNİ -Kuddise Sırruh-”

KISAS-I ENBİYA ALEYHİMÜSSELÂM

HAZRET-İ SÜLEYMAN ALEYHİSSELÂM

“Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan teşekkül etmiş orduları toplandı. Hepsi bir
arada düzenli olarak sevkediliyordu.” (Neml: 17)

SİLSİLE-İ SÂDÂT
MUHAMMED ES’AD ERBİLİ -Kuddise Sırruh- / Mehmet Ali Körpe

“Eski devirlerde pek büyük zevât gelmiştir. Şimdi ise öyle zevât yetişmiyor.”
deniliyor. Onlarla şimdikilerin farkı araştırılıyor. Yağmurun hangisi hayırlı olduğu
belli olmadığı gibi onların da evvelkilerin mi, yoksa sonrakilerin mi daha hayırlıdır,
pek de belli olamaz. Herhangi bir zamanda yağan yağmur ancak o zaman için
hayırlı olduğu gibi, evvel gelen evliyaullah da o zaman için hayırlı olur, denilebilir.

BAHTİYAR KULLARIN BAYRAMI / Halil İbrahim Emre

Gerçek mânâda hakiki bayramlar, ahireti kazananların bayramıdır. Onlar dünyayı boşamış, ahiretle
evlenmişlerdir. Hazret-i Allah’ın selâmı, esenliği onların üzerine olunca, Hakk Teâlâ Hazretleri’nin
Cemâlullah’ını seyre dalınca; o daldıkları nur deryasının içinde hakiki mânâda bayram sevincini
yaşayacaklardır. İşte hakiki bayram da bu bayramdır.

ŞİİR
Özden Allah diyen bir sevgili var,
CANLARIN, CANANLARIN HAYRAN KALDIĞI Şeker, bal damlayan nefis dili var,
BENİM SEVGİLİM / Abdullah Kotan Her an Hakk’a giden tam menzili var,
Muhabbeti Hakk’tan gelen Sevgili.

GÜNDEM
SOYGUNCULARIN SONU GELDİ, ARTIK ADALETİ AYAKTA TUTMAK
İSTEYENLER VAR!
/ Uğur Kara

Cumhurbaşkanı Sezer’in 19 Şubat’ta yapılan MGK toplantısındaki çıkışı


küçümsenmemesi gereken çok önemli bir harekettir.
Zira devlet malını kendi aralarında pay eden yapılanmanın devamı anlamına
gelebilecek her türlü düzenleme yakın ve uzun vadede memleketin daha çok
mahvolmasına, ülkemizin siyasi bağımsızlığının daha fazla kaybedilmesine sebep
olabilecek büyük bir tehlikedir.

FRANSA’NIN TÜRK DÜŞMANLIĞI VE GERÇEKLER / Şinasi Çapa

Biz onları ne kadar anlasak bile onlar bizi anlamak yüksekliğine ulaşamayacaklardır. Bizde bu kimlik, bu
din olduktan, onlarda bu kin bulunduktan sonra bu çatışmalar devam edecektir.

KURBAN BAYRAMI VE ÇOCUK / Canan Büşra Kara

Çocuklarımıza dinimizi sevdirmek için her fırsatı güzel değerlendirmemiz


gerekmektedir. Bayramlar da bu fırsatların değerlendirilebileceği senenin en
güzel günleridir.

| Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Bismillahirrahmanirrahim

"Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, zâtında ve sıfâtlarında eşi benzeri bulunmayan; kâinâtın
Hâlik'ı, âlemlerin Rabbi, dilek makamının en yücesi, ümit makamının en keremlisi, merhametlilerin en
merhametlisi olan Allah-u zül-celâl vel-kemâl Hazretleri'ne; O'nun sevdiği ve beğendiği şekilde bitmez-
tükenmez hamd-ü senâlar olsun.

Bütün kâinat zât-ı Ahmedî'si ve nûr-i Muhammedî'si şerefine yaratılan, Allah-u Teâlâ'nın yüce Resul'ü
ve biricik Habib'i, Rubûbiyet esrarının emini, ahlâk-ı hamide'nin ve eşsiz faziletlerin menbaı, dünyâ ve
ahirette en büyük rehberimiz, en güzel nümunemiz, Peygamberimiz Efendimiz'e, onun diğer
peygamber kardeşlerine, hepsinin Âl ve Ashab-ı kiram'ına, etbâına, ihsan duygusuyla kıyamete kadar
onlara tâbi olup izinden gidenlere; sonsuzların sonsuzuna kadar salât-ü selâmlar olsun."

Muhterem Okuyucularımız;

Allah-u Teâlâ inanan kullarına istikamet üzerinde olmalarını, dosdoğru yolda sebat etmelerini farz
kılmış ve şöyle buyurmuştur:

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)

Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten
uzak olması demektir.
Halkı kandırmakla, peşkeş çekmekle doğruluk olmaz. Olmayan bir şeyi olmuş gibi göstermekle, kötü
olan bir şeyi iyi gibi göstermekle doğruluk olmaz.

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in herkesçe bilinen yolsuzlukların ve hırsızların üzerine cesaret
ve kararlılıkla gitmesi şâyân-ı takdir bir harekettir.

Onun adaleti ve cesareti ilâhi emir ve hükümlere uygundur.

Birçok büyük yolsuzluk hadiselerinin üzerine cesaret ve kararlılıkla giden İçişleri bakanı Sadettin
Tantan’ın ve savcı Talat Şalk’ın bu hareketleri de tebrike şâyandır.

Bu gibi adaletli ve cesaretli kimselerin bulunması memleket için çok lüzumludur. Çünkü bu gibi
kimseler iş başında durdukça Allah-u Teâlâ’nın lütuf ve ihsanı üzerimizde olur ve devlet gemisinin
batmamasına vesile olur.

Bir beldede adalet mevcut oldukça Allah-u Teâlâ o memleketi muhafaza eder, korur, batırmaz.

Reisicumhur’un kokuşmuş ve ayyuka çıkmış bunca yolsuzlukların üzerine cesaretle gitmesi, cerahat
toplamış bir yaraya neşter vurmaya benzer. Şimdi pislik, irin, cerahat toplamış bir yaraya elbette neşter
vurmak gerekir. Bütün vücudu kurtarmak, bütün vücuda sirayet etmesinin önüne geçmek ve bilhassa
şifa bulması için. Bu neşter görünüşte acı verir ve fakat sıhhat bulması için faydalıdır ve şarttır.

Bir de şu var ki, bu acı durum saf, temiz, vatanperver halkımızı ve dost memleketleri üzdüğü gibi,
düşmanın da hırsının artmasına sebep oluyor.

Haysiyetli yaşamanın yolu adaletin ayakta tutulmasına bağlıdır.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz:

“Adalet mülkün temelidir.” buyurmuştur.

Bu ay içinde idrak edeceğimiz Kurban Bayramınızı ve Hicri Yeni yılınızı tebrik eder, hayırlara vesile
olmasını Cenâb-ı Erhamerrahimin Hazretlerinden niyaz ederiz.

Allah'a emanet olunuz.

Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

BAŞYAZI

ÂDİL-İ MUTLAK OLAN ALLAH-U TEÂLÂ ADALETİ EMREDER

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hud: 112)


İyi Âmir; İlâhî Hoşnutluğu ve Halkın Sevgisini Kazanmıştır,
Vatanını ve Halkını Düşünür, Rahmeti ve Bereketi Celbeder.

Kötü Âmir; Dinine ve Vatanına İhanet Eder,


Kendine ve Halkına Zulmeder, Uğursuzluk ve Bereketsizlik Sebebidir.
Devlet Yönetiminde Adalet
İslâm Dini ve Adalet
İyi Âmirler
Kötü Âmirler
Hainleri Savunmak Hıyanettir
Devlet Malından Çalmak
Allah-u Teâlâ’nın Hoşnutluğunu Kazanan İyi Âmirler ve İcraatları
Hazret-i Ebu Bekir -Radiyallahu Anh-
Hazret-i Ömer -Radiyallahu Anh-
Hazret-i Osman -Radiyallahu Anh-
Hazret-i Ali -Radiyallahu Anh-
Ömer Bin Abdülaziz
Selâhaddin Eyyûbî
Sultan Alparslan
Osman Gazi
Murad Hüdâvendigâr
Yıldırım Beyazid
Sultan Murad
Fatih Sultan Mehmed
/ İsmail Yavuz

ÂDİL-İ MUTLAK OLAN ALLAH-U TEÂLÂ ADALETİ


EMREDER
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hud: 112)

İyi Âmir; İlâhî Hoşnutluğu ve Halkın Sevgisini Kazanmıştır,


Vatanını ve Halkını Düşünür, Rahmeti ve Bereketi Celbeder.

Kötü Âmir; Dinine ve Vatanına İhanet Eder,


Kendine ve Halkına Zulmeder, Uğursuzluk ve Bereketsizlik Sebebidir.

Bu sahte kahramanlar, bu koyun postuna bürünmüş kurtlar!..


Bunlara vatan haini de denilebilir. Çünkü bu gemiyi batırmak istiyorlar.
İmansız, asaletsiz, cibilliyetsiz insanlar acep kimlere hizmet ediyorlar?
Kimlere peşkeş çekmek istiyorlar?
Kimin uşağıdırlar? Güzel vatanımızı parselleyip, satıp yutmak istiyorlar.
Bu hırsızlara dur denmesin mi?

Devlet Yönetiminde Adalet:

Adalet; fert ve toplum hayatında en önemli huzur ve emniyet kaynağıdır. Devletlerin ve hükümetlerin
temel direğidir.
Allah-u Teâlâ'nın gerek peygamberlerini göndermesi, gerekse kitabı ve mizanı indirmesi, insanların
adaleti ayakta tutması, adaletle ömür sürdürmeleri içindir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde emir sahiplerine hitap ederek şöyle buyurmuştur:

"Allah size insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.

Allah size ne güzel öğütler veriyor.

Şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve görendir." (Nisâ: 58)

Adalet, Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesine girmek için en yakın vasıtadır. Allah'tan korkmayan bir
âmir, adaleti de uygulayamaz. Allah-u Teâlâ'nın hakkının tanınmadığı yerde kul hakkından söz
edilemez.

Çünkü devlet adaletle yönetilir, devlet idaresi adaletle korunur. Adaletin olmadığı yerde zulüm hakim
olur, zulüm ise zevali davet eder.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"De ki: Rabbim bana adaleti emretti." (A'raf: 29)

Adalet kelimesi Kur'an-ı kerim'de ve Hadis-i şerif'lerde; eşitlik, denklik, düzen, dürüstlük, tarafsızlık,
gerçeğe uygun olarak hükmetme, hak sahibine hakkını verme, meydana gelen haksızlığı düzeltme,
haksızlık yapanı cezalandırma, yolsuzlukların önüne geçme, yolsuzluklara meydan vermeme,
haksızlığa uğrayanların yanında olma, doğru yolu izleme, iyiliğe iyilikle karşılık verme, zarar
vermeyene zarar vermeme, görevini yerine getirme ve hakkını alma, her işi ehline verme, borcunu
ödeme, alacağını isteme, halkın refah ve huzurunu gözetme... gibi mânâlarda kullanılmıştır.

Haysiyetli yaşamanın yolu adaletin ayakta tutulmasına bağlıdır.

Her adaletsizlik bir zulümdür.

Allah-u Teâlâ inanan kullarına istikamet üzerinde olmalarını, dosdoğru yolda sebat etmelerini farz
kılmış ve şöyle buyurmuştur:

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)

Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten
uzak olması demektir.

Ashâb-ı kiram'dan bir zât "Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta
sizden başka hiç bir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın." diye sorduğunda Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!" buyurdular. (Müslim)

Halkı kandırmakla, peşkeş çekmekle doğruluk olmaz. Olmayan bir şeyi olmuş gibi göstermekle, kötü
olan bir şeyi iyi gibi göstermekle doğruluk olmaz.

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in herkesçe bilinen yolsuzlukların ve hırsızların üzerine cesaret
ve kararlılıkla gitmesi şâyân-ı takdir bir harekettir.

Onun adaleti ve cesareti ilâhi emir ve hükümlere uygundur.


Birçok büyük yolsuzluk hadiselerinin üzerine cesaret ve kararlılıkla giden İçişleri bakanı Sadettin
Tantan’ın ve savcı Talat Şalk’ın bu hareketleri de tebrike şâyandır.

Bu gibi adaletli ve cesaretli kimselerin bulunması memleket için çok lüzumludur. Çünkü bu gibi
kimseler iş başında durdukça Allah-u Teâlâ’nın lütuf ve ihsanı üzerimizde olur ve devlet gemisinin
batmamasına vesile olur.

Bir beldede adalet mevcut oldukça Allah-u Teâlâ o memleketi muhafaza eder, korur, batırmaz.

Reis-i cumhur’un kokuşmuş ve ayyuka çıkmış bunca yolsuzlukların üzerine cesaretle gitmesi, cerahat
toplamış bir yaraya neşter vurmaya benzer. Şimdi pislik, irin, cerahat toplamış bir yaraya elbette neşter
vurmak gerekir. Bütün vücudu kurtarmak, bütün vücuda sirayet etmesinin önüne geçmek ve bilhassa
şifa bulması için. Bu neşter görünüşte acı verir ve fakat sıhhat bulması için faydalıdır ve şarttır.

Bu sahte kahramanlar, bu koyun postuna bürünmüş kurtlar!.. Bunlara vatan haini de denilebilir. Çünkü
bu gemiyi batırmak istiyorlar.

İmansız, asaletsiz, cibilliyetsiz insanlar acep kimlere hizmet ediyorlar? Kimlere peşkeş çekmek
istiyorlar? Kimin uşağıdırlar? Güzel vatanımızı parselleyip, satıp yutmak istiyorlar. Bu hırsızlara dur
denmesin mi?

İmanlı, asaletli, doğru insanlara sözümüz yok ve fakat asaletsiz, vicdansız, cibilliyetsiz hırsızlara
sözümüz çok.

Bunların bütün pisliklerini, rezaletlerini, hırsızlıklarını herkes görüyor. Bir hırsız bir şey çaldığı zaman
onu mahkemeye çıkarırlar ve muhakeme ederler. Onlar ise alenen devlet hazinesini soyuyorlar. Bu
hırsızlara dur denmesin mi?

Bir de şu var ki, bu acı durum saf, temiz, vatanperver halkımızı ve dost memleketleri üzdüğü gibi,
düşmanın da hırsının artmasına sebep oluyor.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İslâm Dini ve Adalet:

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Muhakkak ki Allah adaleti, iyilik yapmayı, akrabaya yardım etmeyi emreder. Hayâsızlığı,
fenâlığı ve haddi aşmayı da yasak eder. Düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl: 90)

Bu Âyet-i kerime’de üç şey emredilmekte, üç şey de yasaklanmaktadır.


Allah-u Teâlâ hususiyetle adaleti, yani hakkı korumayı, haklının tarafında yer almayı, haksızlıktan
kaçınmayı, halkın refah ve huzurunu gözetmeyi, yolsuzlukların önüne geçmeyi emretmektedir.

İhsan ise iyilik yapmaktır.

Emredilen üçüncü husus, akrabaların ihtiyaçlarını temin etmek, sıkıntılarını gidermek ve kendilerine
ikramda bulunmaktır.

Yasaklanan ilk şey ise, zinâ ve fuhuş gibi her türlü hayâsızlıklar, çirkinliklerdir.

İkinci yasak kötülüktür. İnsanın hakkı olmayan bir şeyi elde etmeye kalkması, başkalarının haklarına
tacavüz etmesi gibi hareketleri Allah-u Teâlâ yasaklamaktadır.

Üçüncü yasak ise başkalarının haklarına tecavüz etmektir. Allah-u Teâlâ’nın gadabını en fazla
celbeden kötülük budur. Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Allah-u
Teâlâ’nın dünyadaki cezasını çabucak vereceği iki günahtan birinin başkasının hakkına tecavüz,
diğerinin akrabalarla ilgiyi kesmek olduğunu beyan buyurmuştur.

Bütün müslümanları ilgilendiren bu emir, idarecileri de idaresi altındakilerin hakkını çiğnemekten


hususiyetle sakındırmaktadır.

İslâm idare hukukunun en mühim ve en esaslı hükümlerinden birisi de; müslümanların, başlarına
ehliyetli, iktidarlı bir âmir seçmesi ve bu suretle bir devlet idaresi kurmasıdır.

Allah-u Teâlâ müslümanlara hitap ederek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Allah size emanetleri (millet işlerini) ehil (yani iktidarlı ve emniyetli) olanlara vermenizi
emreder." (Nisâ: 58)

Bu mühim vazifenin ehemmiyetini tebarüz ettirmek için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"İşler ehil olmayanlara verildiği zaman kıyameti bekle!" (Buhari)

Millet yapısında en büyük emanet, âmirleri seçerken işi ehline vermektir. Devlet başkanından mahalle
muhtarına varıncaya kadar bu böyledir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz rastgele kişileri iş başına getirmemiş, takvâ ile
birlikte liyâkat ve ehliyet aramıştır.

Ebu Zerr-i Gıfârî -radiyallahu anh- "Yâ Resulellah! Beni bir göreve tayin etmez misin?" diye
sorduğunda, mübarek ellerini omuzuna koyarak şöyle buyurmuştur:

"Yâ Ebu Zerr! Sen zayıfsın, vazife ise emanettir ve kıyamet gününde rüsvaylıktır. Ancak bu
emaneti hakkıyla yürütenler müstesnadır." (Müslim)

Diğer taraftan devlet idaresi kendilerine birer emanet olarak verilen âmirlere de halk üzerinde adaletle
muamele etmeleri emrolunmuştur.

Ebu Musa -radiyallahu anh- anlatıyor:

"Yanımda amcamın evlatlarından iki kişi daha olduğu halde, Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna
girdim.

Yanımdakilerden biri 'Yâ Resulellah! Allah'ın sana tevdi ettiği işlerden bazıları üzerine bizi emir tayin
et!' dedi. Diğeri de aynı istekte bulundu.
Resulullah Aleyhisselâm onlara şu cevabı verdi:

"Allah'a yemin olsun ki, biz bu işe onu tâlep eden veya ona hırs gösteren bir kimseyi tayin
etmeyiz." (Müslim: 1733)

Memurluktan kaçınmak hususunda bu Hadis-i şerif bir delildir. Fakat memuriyete ehil ve âdâleti
gözeten kimseler için hiç şüphesiz ki büyük bir fazilet vardır.

Ehliyet ve salâhiyeti olmayan, yapacağı işe hakkıyla vakıf olamayan bir kimse, bir işi üzerine alıp da
lâyıkıyla yapamazsa, emanete hıyanetlik yapmış olur.

Diğer taraftan devlet idaresi kendilerine birer emanet olarak verilen âmirlere de halk üzerinde adaletle
muamele etmeleri emrolunmuştur.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde emir sahiplerine hitap ederek şöyle buyurmuştur:

"Allah size insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder." (Nisâ: 58)

Bu hitab-ı ilâhi hüküm verme mevki ve makamında bulunan âmirlerin adaleti gözetmeleri hususunda
farziyet ifade eden kesin bir emirdir. Her müslümanın adaletli olması lâzımgelmekle beraber, bu gibi
kimseler için en mühim şey adaletli olmaktır.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz:

“Adalet mülkün temelidir.” buyurmuştur.

Adaleti ayakta tutmanın iki büyük mükâfatı vardır. Dünyada huzur ve emniyeti sağlar, ahirette ise,
adaletten ayrılmayanlara, adalet ve hakkaniyetle iş görenlere büyük mükâfatlar verileceği
vâdolunmuştur.

Abdullah bin Amr -radiyallahu anh-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Hükmünde ailesine karşı ve idaresi altında olanlar hakkında adaletli davrananlar, Allah katında
nurdan minberler üzerinde bulunacaklardır." (Müslim)

İdaresi altındaki kimselere adaletle davranan idrareciler, Allah-u Teâlâ’nın katında pek büyük itibara
sahip olacaklardır.

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Dikkat edin! Hepiniz muhafızsınız ve maiyyetinizde bulunanların hukukundan mesulsünüz.


İnsanlara hükmeden âmir maiyyetindekilerin muhafızı durumundadır ve onların hukukundan
mesuldür.” (Müslim: 1829)

Bu Hadis-i şerif, bir kimsenin idaresi altında bulunanlara karşı adaletli olması gerektiğine delil olduğu
gibi, herkesin bir sorumluluk dairesi olduğunu göstermektedir.

Yalnız devlet reisi değil; hane reisi de böyledir, evin hanımı da, memuru ve işçisi de böyledir.

Nitekim Buharî’nin rivayetinde Hadis-i şerif şöyle devam etmektedir:


“Erkek âile efradının muhafızı durumundadır ve onların hukukundan mesuldür. Kadın da
kocasının evinde muhafız durumundadır ve onların hukukundan mesuldür.

Hizmetçi (yani işçi ve memur) işverenin malının muhafızı durumundadır ve onların hukukundan
mesuldür.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 487)

Bu mesuliyetten aklı başında olan hiçbir kimse kurtulamaz.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyurmuştur ki:

Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i şöyle duâ ederken işittim;

"Ey Allah'ım! Her kim benim ümmetimin idaresinden bir vazifeye tayin olunur da, onlara zorluk
gösterirse, sen de ona zorluk göster.

Her kim benim ümmetimin idaresinden bir vazifeye tayin olunur da, onlara karşı yumuşaklıkla
muamele ederse, sen de onlara (dünya ve ahirette) yumuşaklık göster." (Müslim: 1828)

Müslümanların işlerinde zorluk çıkaran bir idareciye, Resulullah Aleyhisselâm’ın bedduâsı erişirse o
artık iflâh olmaz.

Kendisine canlısı cansızı ile koskoca bir devlet emanet edilen devlet başkanının, üstlendiği
sorumluluğun çok ağır olduğunu düşünerek, yönettiği herkese karşı adaletli davranmaya gayret
etmesi, sorumluluk sınırı içinde bulunan hiç kimsenin, bir başkasının hakkını yemesine izin vermemesi
gerekir.

Allah-u Teâlâ insanları yarattı ve imtihan sahnesi olan dünyaya denemek için gönderdi.

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.

O Âziz'dir, çok bağışlayıcıdır." (Mülk: 2)

Nice iyi âmirler geldi, bunun yanında nice vatanına ihanet edenler de geldi. Bu sahnede imtihanlarını
verip gittiler.

Kimisi Kelimâtullah'ın yükselmesi için canını ve malını seve seve Allah uğrunda feda etti, şehadet
şerbetini içti, ebedî saâdete erdi.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İyi Âmirler:
İyi âmirler Allah-u Tâlâ’nın hükmü ile hükmedenlerdir. Onların her iş ve icraatlarında ilâhî hüküm
mevcuttur, o hükümden ayrılmazlar. Resulullah Aleyhisselâm’ın yolundan da, o çizgiden de çıkmazlar.
Onlar bu hayatı yaşamışlardır. İslâm gibi görünerek iş görmek başka, o hayatı yaşamak başka.

O hayatı yaşamak, Allah-u Teâlâ’nın yaşatması ile kaimdir. Onları O destekler. O destekleyince her iş
ve icraat ona göre olur.

Onun desteklemediği âmirler, nefisleri ile hareket ederler. Hakk için çıkar, amma “Ben yapıyorum!” der.

İdare mevkiinde olan âmirlere, Allah’a ve Peygamber’e itaat ettikleri takdirde itaat etmek vaciptir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine
de.” (Nisâ: 59)

Burada “Sizden” ile kastedilen, müslümanlardan olmasıdır. Ulül-emr müslüman olan emir sahipleridir.
Müslüman olmayan ulül-emr’in ise, müslümanlar üzerinde hiçbir itaat hakkı yoktur.

Fert ve toplum olarak bütün müslümanlar Allah-u Teâlâ’ya bağlıdırlar ve bu bağa boyun eğmek
mecburiyetindedirler. İslâm dininin ikinci mühim prensibi Peygamber’e itaat ve bağlılıktır. Bu itaat
bizatihi Allah-u Teâlâ’ya itaattır. Çünkü itaatin başka bir yolu yoktur.

Diğer bir Âyet-i kerime’de:

“Peygamber’e itaat eden, muhakkak ki Allah’a itaat etmiş olur.” buyuruluyor. (Nisâ: 80)

Bu iki bağlılıktan sonra bir de ulül-emr denilen âmirlere bağlılık vardır. “Kendilerine salâhiyet verilenler”
mânâsına gelen bu tâbir, müslümanların herhangi bir işinin başında bulunan herkesi kapsar. Onun
içindir ki müslümanlar arasından seçilip kendilerine yetki verilen her âmire itaat edilmelidir.

Bu bir emr-i ilâhidir. Eğer bir müslüman Hazret-i Allah ve Resul’üne itaat edip ulül-emre itaat etmezse,
Hazret-i Allah’ın emrine itaat etmemiş demektir.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:

“Hükümdar yeryüzünde Cenâb-ı Allah’ın gölgesidir. Emirlerine itaat ve inkıyat edeni Cenâb-ı
Allah aziz ve hilâfı halinde bulunanları zelil eyler.” (C. Sağir)

Zira bir devletin ferahı ve salâhı ancak dirayetli bir iyi âmirin yapacağı güzel iş ve icraatlarla kaimdir.
Bunun içindir ki ona itaat etmek emrolunmuştur. İsyan ise yasaklanmıştır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“Üzerinize, sizi Allah’ın kitabı ile idare eden bir köle bile vâli tayin edilse, onu dinleyin ve itaat
edin.” (Müslim: 1838)

Buradan anlaşılıyor ki ancak Hazret-i Allah’a itaat edene itaat emrediliyor.

Hadis-i şerif’te:

“Yaratana isyan yolunda yaratığa itaat edilmez.” buyuruluyor. (Ahmed bin Hanbel)

Seni isyana sevk eden bir âmire de itaat etmemek gerektiğini bu Hadis-i şerif beyan ediyor.
İyi âmirin bütün iş ve icraatları rızâ-î Bârî’ye göredir. Ahkâm-ı ilâhîye göre hareket eder ve ettirir. Rızâ-î
Bârî’ye nâil olmak için, dini ve vatanı için canını malını feda eder.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Cenâb-ı Allah’ın sultanını yücelteni, Cenâb-ı Allah kıyamet gününde yüceltir.” (Tirmizi)

O kimseyi dünyada şerefli kılar. Hazret-i Allah ve Resul’ünün yanında makbuldür, meleklerin yanında
makbuldür, insanlar arasında da itibarlıdır.

Fakat âsi olanı ise zelil eder.

Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

“İslâm hükümdarına hürmet etmeyeni Cenâb-ı Allah zelil eyler.” (Tirmizi)

Buradan da ancak Hazret-i Allah’a itaat edene itaatın gerektiği ifadesi çıkıyor.

Allah-u Teâlâ’nın zelil ettiği kimseye hiç kimse şeref veremez.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde Allah-u Teâlâ’nın kıyamet
gününde arşın gölgesinde gölgelendireceği yedi sınıf insanı arzederken ilk olarak adaletli
hükümdarları beyan buyurmuştur.

“Yedi grup insan vardır ki, Allah-u Teâlâ bunları başka gölgenin bulunmadığı günde kendi
gölgesinde gölgelendirecektir:

1. Adaletli, dürüst başkan.

2. Rabbine ibadet (ve kullukla) yetişegelen genç.

3. Gönlü mescidlere bağlı olan kimse.

4. Allah için birbirini seven, Allah sevgisi üzere bir araya gelen ve bu sevgi ile birbirinden
ayrılan iki kişi.

5. Zengin ve güzel bir kadının gayri meşru dâvetine: “Ben Allah’tan korkarım!” diyen erkek.

6. Sağ elinin verdiğini sol eli görmeyecek şekilde gizli veren.

7. Tenha bir yerde Allah-u Teâlâ’yı zikredip de gözyaşı döken.” (Buhârî)

Çünkü gördükleri işler pek çoktur ve faydası da umumidir. Onlar vasıtasıyla pek büyük işler yoluna
girer.

İyâz bin Himâr -radiyallahu anh-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:

“Cennetlikler üç gruptur:

Adaletli ve başarılı devlet başkanı,

Yakınlarına ve müslümanlara karşı merhametli ve yufka yürekli olan kişi,

Âilesi kalabalık olduğu halde haram kazançtan sakınıp kimseden birşey istemeyen adamdır.”
(Müslim)
Devlet reisinin başarısı, Allah-u Teâlâ’nın ona, iyiliğe giden yolları açması ve gerekli imkânları
hazırlamasıyla mümkündür.

Allah-u Teâlâ’nın emirleri doğrultusunda hareket ettikleri sürece, Allah-u Teâlâ onlara her türlü
imkânları bahşeder.

Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:

“Şüphesiz ki kıyamet gününde Allah katında kulların en faziletlisi; yumuşak tabiatlı ve


merhametli olan adaletli hükümdardır.” (Tirmizi)

İşte Allah-u Teâlâ’nın sevdiği, övdüğü böyle âmirler; hem ilâhî hoşnutluğu kazanmışlardır, aynı
zamanda insanların sevgisini de üzerlerinde toplamışlardır. Bu gibi merhametli insanlar hep
müslümanın iyiliğini düşünürler, kötülüğünden incinir ve rahatsız olurlar. Çünkü onlara verilmiş
gerçekten bir merhamet var ki, kendilerinden daha çok maiyetlerini düşünürler ve onlar için üzülürler.
Bunlar Hakk katında övülmüş kimselerdir.

Bu gibi âmirler hakkında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyururlar:

“İslâm hükümdarının muvaffakiyet ve muzafferiyeti için duâ etmek mağfiret sebebidir.” (Münâvî)

Bunun içindir ki bunlara gerçekten bağlanmak, itaat etmek, muvaffak ve muzaffer olmaları için canla
başla gayret etmek gerekmektedir. Bunu yapamayanların hiç olmazsa duâ etmeleri lâzımdır.

Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

“Sizi idare edenlerinizin hayırlıları o kimselerdir ki, siz onları seversiniz, onlar da sizi severler.

Siz onlara duâ edersiniz, onlar da size duâ ederler.” (Müslim: 1855)

Bu karşılıklı anlayış, uhuvvet ve tesanüt sayesindedir ki, Allah-u Teâlâ bu gibi topluluklara huzur ve
sükûn bahşetmiştir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Her kim bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş
olur.

Bir de kim âmire itaat ederse bana itaat etmiş, kim âmire baş kaldırırsa bana isyan etmiş olur.”
(Müslim: 1835)

Görülüyor ki âmire itaat, Hazret-i Allah ve Resül’üne itaatla birlikte zikredilmektedir.

Bu hüküm her ümerâya şâmil değildir. Ancak Hazret-i Allah ve Resul’üne inanmış ve itaat etmiş, ilâhi
ahkâma göre amel eden ümerâya şamildir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde iyi bir âmirin müslümanlar
için ne büyük bir lütuf ve nimet olduğunu veciz bir şekilde beyan buyurmaktadır:

“İyi bilinmelidir ki devlet başkanı (millet için) siperdir. Onun önünde onun başkanlığında
düşmanla harp olunur, onunla (düşmandan) korunulur.” (Buhâri. Tecrid-i sarih: 1240)

Hakk ile olan, bütün iş ve icraatlarını Hakk için yapan kimse her saâdete ermiş, her lütfa mazhar
olmuştur. Hem dünyada hem de ahirette.
Allah-u Teâlâ’nın inayet ve desteğine mazhar olan iyi âmirler, devleti Allah-u Teâlâ’nın emr-i şerif’i
dairesinde idare ederler. Hakk ile hükmederek verdikleri hükümlerde adalet yaparlar. Halkı dünya
saadetine erdirmek, ahiret selâmetine çıkarmak isterler. İşlerinde kolaylık gösterirler. Bunun için de
gerekirse uykularını terkederler, dini ve vatanı için canlarını dahi feda etmekten çekinmezler. Bütün iş
ve icraatları rızâ-i Bâri’ye uygundur.

Çünkü onlar şu Âyet-i kerime’ye gönülden inanmışlardı:

“Allah size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. Küfrü, fasıklığı ve isyanı ise çirkin
gösterdi.

İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” (Hucurat: 7)

Bu güzel sıfatları taşıyan kimseler, yaşayış ve icraatlarında doğru yolu bulmuş kimselerdir.

Adaletli devlet başkanı niçin bu kadar önemlidir?

Çünkü o; halkın derdine çözüm arar, onları huzur içinde yaşatmaya çalışır ve böylece insanlara iyiliği
ve faydası dokunur. Allah-u Teâlâ da onları sever.

Nitekim Osmanlı hükümdarlarının hayatlarına dikkat edildiği zaman, Allah yolunda nasıl mücadele
ettiklerini görmüş oluruz. Bu iman aşkı ile canlarını ve mallarını Allah uğrunda seve seve verdiler.
Kendi hayatlarını hiçe saydılar, vatanın ve ordunun selâmetini düşündüler. Böylece şan ve şerefleri
bütün dünyaya yayıldı. Gittikleri yerlere adalet götürdüler, huzur ve saâdeti, barışı yaydılar. Emri
altındaki bir kâfire dahi, bir müslümana gösterdikleri ihtimamın aynısını gösterdiler. Bu eşsiz adaleti ve
apaçık hakikatı gören nice gayr-i müslimler hidayete nail oldular. Kâfir dahi olsa, beşeriyet hâlâ onları
saygıyla, hayranlıkla anmaktadır.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Kötü Âmirler:

Yöneticilerin iyi ve kötü olmaları o kadar önemlidir ki, doğrudan doğruya halkın huzuru ve
huzursuzluğunu ilgilendirmektedir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“O yanından ayrıldığında (iş başına geçip idareci olduğunda) yeryüzünde fesat (anarşi)
çıkarmaya, ekini (ekonomiyi) ve nesli helâk etmeye çalışır.

Allah fesadı sevmez.” (Bakara: 205)

Ne fesadı sever, ne de fesat çıkaranları.


Bütün kötülükler kötü âmirlerin kötülüklerinden kaynaklanır, müsebbib onlardır. Her ne kadar iş yapıcı
gibi görünseler de, gerçekte yıkıcıdırlar, çünkü başkasına hizmet etmektedirler.

Onlar idareyi ele aldıklarında fesat çıkmasının sebebi “Sen öl, ben yaşayayım!” felsefesi ile hareket
etmelerinden dolayıdır.

Birçok adaletsizliklerin ve kötülüklerin neticesi olarak da anarşi ve terör husule gelir. İnsanlar arasında
kan dökmeler yaygınlaşır. Katil niçin öldürdüğünü, maktul de niçin öldürüldüğünü bilmez olur.

Devlet kasasını aralarında taksim ederler. Allah-u Teâlâ da bereketi kaldırır, ekonomi altüst olur,
memlekette büyük sefalet husule gelir. Fakir inler, onlar ise sefa sürerler. Zevk ve sefaları bozulmasın
diye, bu iniltiyi duymak bile istemezler. Bu ise doğrudan doğruya ihanettir.

Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ’nın ve Resul-i Ekrem’inin yolundan ayrıldıktan sonra,
artık onun Din-i mübin ile işi kalmaz, vatanperverlik de ondan gider, vatanına ihanet etmekten
çekinmez. Nefis putuna tapar, var gücüyle madde ve makama dalar. Bütün fenalıklara yol verir. Çeşitli
vasıtalarla zehirini akıtmaya gayret eder. Yeryüzünde fesat çıkarmaktan başka bir çabası yoktur. Sözü
yalan, inancı fasid, icraatları kötüdür.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Demek ki sizler iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabalık bağlarını
keseceksiniz öyle mi?” (Muhammed: 22)

İş başına geçer, kumandayı elinize alır da memleketinizi bozguna verir, halkı, hısım ve akrabalarınızı
perişan mı edeceksiniz?

“İşte bunlar, Allah’ın kendilerini lânetlediği, sağır yaptığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir.”
(Muhammed: 23)

Artık bunlara kim hidayet edebilir?

Kötü âmirler hakkında pek büyük bir tehdit olmak üzere Ma’kıl bin Yesâr -radiyallahu anh-dan rivayet
edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadırlar:

“Allah bir halk kitlesinin başına getirip de, öldüğü gün halkını aldatmış olarak ölen hiçbir kul
yoktur ki, Allah ona cenneti kesinlikle haram etmesin.” (Müslim: 142)

Ve bütün yaratıklar ona lânet etmemiş olsun. Yani bu gibi kimseler Cennet-i âlâ’ya giremezler. Onlara
destek verenlerin de onlarla beraber olacakları şüphesizdir.

Yaptıkları hıyanetlerin hesabı ahirette kendilerine bir bir sorulacak, bu kadar insanın vebali üzerlerine
yüklenecektir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Allah kime müslümanların işlerinden bir şeyler tevdi eder, o da onların ihtiyaçlarına,
isteklerine, darlıklarına perde olur giderirse; kıyamet gününde Allah da onun ihtiyaç, istek ve
darlıklarına perde olur, giderir.” (Tirmizi)

Bu Hadis-i şerif, hangi mertebede olursa olsun halkın idaresinde bulunan kimselerin halka yakınlık
göstermesi, işlerini kolaylaştırması gerektiğine işaret etmektedir.
Ebu Saîd -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet günü insanların Allah’a en sevgili ve mekân olarak en yakın olanı, adaletli âmirdir.

O gün insanların Allah’a en menfuru ve O’ndan mekân olarak en uzak olanı da zâlim âmirdir.”
(Tirmizi: 1329)

Kötü âmir, dinine ve vatanına ihanet eder. Hem nefsine hem de halkına zulmeder.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Âiz bin Amr -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir
Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“İdârecilerin en kötüsü insafsız ve katı kalpli olanlardır.” (Müslim)

Bu gibi kimseler yaptıkları haksızlıkların hesabını kolay kolay veremeyecekler, cennetin kokusunu
duyamayacaklardır.

Kötü âmir haindir, devlete en büyük ihaneti eder. Her fırsatta devlet kalesinin taşlarını bir bir yuvarlar,
yıkmak için çalışır. Çünkü o kime hizmet ediyorsa onun kuludur. Herkes sevdiği ile beraberdir ve
sevdiği ile beraber haşrolunacaktır.

Âyet-i kerime’de:

“Onların kalpleri iman etmedi.” buyuruluyor. (Mâide: 41)

Sen ise onları müslüman zannediyorsun.

Allah-u Teâlâ’ya gönül veren kimse Hakk’ın kuludur. Kâlbini bâtıla çevirenler halkın kuludur. Bu gibi
kimselerin cismine aldanman, senin aptallığına delâlet eder.

Şerefsiz bir âmir olmaktansa, şerefli bir vatandaş olmak ondan çok daha hayırlıdır. Zira şerefi ile yaşar.

Şerefsiz bir âmirin ruhu ölmüştür. Vicdanı ona rahat vermez ve kalbi daima huzursuzdur.

Bir âmir konuşurken sözüne dikkat et! Doğru mu konuşuyor, yalan mı konuşuyor? Eğer yalancı ise
onun hiçbir sözüne ve icraatına itibar edilmez. Çünkü o haindir, hainliğini yürütür.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Hâinlerin savunucusu olma!” buyuruyor. (Nisâ: 105)

Allah-u Teâlâ’nın halkettiği bütün mahlûkat bu hainlere lânet eder. Niçin? Çünkü müslüman gibi
görünüyor, fakat Din-i İslâm’a ihanet ediyor. Bir taraftan dini, diğer taraftan devleti yıkmaya çalışıyor.
Fakat onlar bunu bilmezler, gayeleri peşinde koşarlar.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birçok Hadis-i şerif’lerinde âhirzaman âlimlerinden
haber verdiği gibi, kötü âmirlerden de haber vermiştir.

Kâ’b bin Ucre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:
“Ey Kâ’b bin Ucre! Seni, benden sonra gelecek ümerâya karşı Allah’a sığındırırım. Kim onların
kapılarına gider ve onları yalanlarında tasdik eder, zulümlerinde onlara yardımcı olursa, o
benden değildir, ben de ondan değilim.

Ahirette Kevser Havz’ının başında yanıma da gelemez.

Kim onların kapısına gitmeyip, yalanlarında onları tasdik etmez, zulümlerinde yardımcı
olmazsa, o bendendir, ben de ondanım. O kimse Havz’ın başında yanıma gelecektir.

Ey Kâ’b bin Ucre! Namaz burhandır. Oruç sağlam bir kalkandır. Sadaka hataları söndürür, tıpkı
suyun ateşi söndürdüğü gibi.

Ey Kâ’b bin Ucre! Haramla biten bir ete mutlaka ateş gerekir.” (Tirmizi: 614)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Kâ’b bin Ucre -radiyallahu anh-i muhatap ederek
müslümanlara yalancı, zâlim ve sefih âmirlere karşı nasıl davranılacağını ders vermektedir.

Namaz, oruç, zekât gibi farzları eda ederek, sefih ümerânın yalanlarına kapılmamalı, istikametten
ayrılmamalıdır.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Eğer ümerânız sizin hayırlı olanlarınızdan iseler, zenginleriniz sehavetli cömert kimselerse,
işlerinizi aranızda istişare ile hallediyorsanız, bu durumda yerin üstü altından hayırlıdır.

Yok eğer ümerânız şerlilerinizden, zenginleriniz cimri ve işleriniz kadınların elinde ise, yerin altı
üstünden (yani ölmek yaşamaktan) daha hayırlıdır.” (Tirmizi: 2267)

Görülüyor ki âmirlerin hayırlı veya şerli olmalarının yanında zenginlerin cömert ve cimri olmaları da
toplumun huzuru ile yakından ilgilidir.

Mervan bin Hakem’in Medine valiliği yaptığı yıllar idi. Bir gün yüzünü Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimizin Kabr-i şerif’lerinin taşına koymuş bir kişiyi gördü. Yakasından tutarak “Ne yaptığını
sanıyorsun?” dedi. O kişi başını çevirince bir de ne görsün, meğer o zat Ebu Eyyûb Ensârî -radiyallahu
anh- Hazretleri imiş.

Şöyle cevap verdi:

“Evet, ne yaptığımı biliyorum. Ben taşa değil, Resulullah Aleyhisselâm’a (şikâyete) geldim.
Çünkü onu şöyle buyururken duymuştum:

“Din (işlerin)i ehil olanlar üzerlerine aldığı zaman din için kaygılanmayın. Fakat ehil olmayanlar
din (işlerin)i tedvire başladıklarında, ne kadar endişelensen, ağlasan yeridir.” (Ahmed bin
Hanbel. c. 5, sh. 422)

Hadis-i şerif, ehliyetsiz âmirlerin topluma vereceği büyük zararları gözler önüne sermektedir.
Hususiyetle din-dünya ayrılığı kabul etmeyen, her hadisenin dini bir hükmünü ortaya koyan bir dinin
mensuplarının idaresini üzerlerine alan âmirlerin durumu çok daha önemlidir.
Ebu Eyyûb Ensârî -radiyallahu anh- Hazretleri, Resulullah Aleyhisselâm’ın kabr-i şerif’lerine yüz
sürerek vali Mervan’a en canlı bir şekilde ikazını yapmış, Hadis-i şerif’te haber verilen günlere
gelindiğini duyurmaya çalışmıştır.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Hainleri Savunmak Hıyanettir:

Nice münafıklar sûret-i haktan görünüyorlar, haince maksatlarına nail olmak için her türlü hilelere
başvuruyorlar. Hakikat ile dalâleti ayıramayan gafiller ise onlara aldanıyorlar. Bu noktada ne büyük
kayıplara uğradıklarının farkında bile değiller.

Bir Âyet-i kerime’de:

“O halde sakın kâfirlere arka çıkma!” buyuruluyor. (Kasas: 86)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Allah’a isyan eden kimseye itaat yoktur.” (İbn-i Mâce: 2865)

Allah-u Teâlâ haksızların haksızlığını, hainlerin hainliklerini bildiği halde zulüm ve hainliğe yardım
edenlere, Hakk’ın hükümlerini esas almayıp kendi arzusuna tâbi olanlara karşı bir tehdit mahiyetinde
olmak üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Kendilerine hainlik edenleri savunma. Çünkü Allah hain günahkârları sevmez.” (Nisâ: 107)

Sevmemekle kalmaz buğzeder, onu ikaba ve azaba uğratır.

Onlar zâhirde başkalarına hainlik ediyorlarsa da, gerçekte kendi nefislerine hıyanet etmektedirler. Bu
hıyanetleri sebebiyle cezaların en şiddetlisine sebep olan bir günaha kendilerini mahkûm ettiler.

Haine taraftar olmak ve onları savunmak da bir hıyanettir. Allah-u Teâlâ hain günahkârları
sevmediğine göre, bir müslüman nasıl olur da onları savunmaya kalkışır?

“Onlardan hiçbir günahkâra veya hiçbir nanköre itaat etme!” (İnsan: 4)

“Bunlar (hâinliklerini) insanlardan gizler de Allah’tan gizlemezler. Oysa O, râzı olmayacağı sözü
geceleyin uydurup düzdükleri zaman onlarla beraberdi.” (Nisâ: 108)

Bu gibi kimseler zihinlerinde veya aralarında hâinlikler düşünürler. Allah-u Teâlâ’nın hoşlanmayacağı
bir takım kararlar alırlar. Bunları yaparken de Allah’tan korkmazlar, insanlardan son derece çekinirler
ve onları aldatmaya çalışırlar.

Bu gibi hâinlere taraf olup onları savunanlar, onlardan yana mücadele edenler hakkında nasıl bir
sonuç hazırlandığına dair Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“İşte siz öyle kimselersiniz ki, dünya hayatında onlara taraf çıkıp savunuyorsunuz.

Peki kıyamet gününde Allah’ın huzurunda onları kim savunacak? Yahut onlara kim vekil
olacak?” (Nisâ: 109)

Onları azap ile yakaladığı zaman ahirette onları kim savunmaya kalkışabilir? Allah-u Teâlâ’nın
azabından ve intikamından onları kim koruyabilir?

Kişiler o hâinleri savunmakla onları kurtarmış olmadıkları gibi, aksine onların mesuliyetlerine iştirak
ederek kendi nefislerine de hâinlik etmiş, kendilerini aldatmış ve zulmetmiş oluyorlar.

Halkın karşısına çıkarlar, onları aldatmak için dinden imandan bahsederler. Aslını bu perde altında
gizlemeye çalışırlar.

Bu hale neden düştüler?

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık bir
ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)

Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edindikleri için bu hale düşmüşlerdir, icraatlarını ona göre
yaparlar. Devlet işlerini bozma azminde ve gayretinde olurlar. İyileri ve ehil olanları vazifeden alırlar, o
işle hiç ilgisi olmayan naehil kimseleri iş başına getirirler. Yani işe adam değil de adama iş verirler.

Böyle olunca da işler bütünüyle naehlinde olduğu için, devlet düzeni tamamen bozulur. Büyük
huzursuzluklar başgösterir. Bu durum devletin çökmesine sebep olur.

Devlet ittifaktan doğduğu gibi, ittifaksızlıktan ötürü de çöküntüler husule gelir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Devlet Malından Çalmak:

“Bir şeyi gizlice almak, hırsızlık yapmak” mânâlarına gelen gulûl; taksim edilmeden önce ganimet
mallarından bir şey çalmak demektir. “Devlet malına hıyanet etmek” de bu türdendir.


Uhud savaşında Ayneyn geçidine yerleştirilen okçuların kendilerine ganimetten pay verilmeyeceği
endişesiyle yerlerini terketmesi ve bunun sonucunda müslümanların büyük zarar görmesi dolayısıyla
nâzil olan Âyet-i kerime’de bir Peygamber’in ganimetlerin taksiminde haksızlık yapmayacağı
belirtilmiştir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Bir peygamber için ganimet malına ihanet etmek olur şey değildir.” (Âl-i imran: 161)

Ganimet malından gizli bir şey çalmak emanete hıyanet etmektir. Devlet malından çalma ve onları
kötüye kullanma da böyledir.

“Kim bu hıyanetliği yaparsa, kıyamet gününde hıyanet ettiği şeyle gelir.” (Âl-i imran: 161)

Çalmış olduğu şeylerle orada bulunanların huzurunda rezil olur.

“Sonra herkese kazandığı tastamam verilir ve onlara aslâ zulmedilmez.” (Âl-i imran: 161)

İsyankârın cezası artırılmayacağı gibi, itaatkârın sevabı da eksiltilmez.

Vahiy Resulullah Aleyhisselâm’a zaman zaman nâzil oluyordu. Bu sebeple ona karşı hâinlik eden
kimse hakkında vahiy geliyordu. Bundan dolayı o kimse hakkında ahiret azabının yanı sıra, dünyada
rezil ve rüsvay olunacağı da bahis mevzuu oluyordu.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

“Hayber savaşının vukû bulduğu gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ashâbından birkaç kişi
gelerek ‘Filân şehit, filân şehittir!..’ dediler. Nihayet bir kişinin yanına vararak ‘Bu da şehittir!’
dediler.

Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:

“Hayır! Ben onu aşırdığı bir hırka yahut yağmurluktan dolayı cehennemde gördüm.” buyurdu.

Sonra da:

“Ey Hattab oğlu! Git de: ‘Cennete müminlerden başkası giremez.’ diye topluluğun içinde nidâ
et!’ buyurdu.

Ben de çıktım ve:

‘Dikkat! Cennete müminlerden başkası giremez!’ diye nidâ ettim.” (Müslim: 114)

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte Hayber savaşına çıktık. Allah da bize fethi
müyesser kıldı. Ganimet olarak altın ve gümüş almadık. Sadece eşya, yiyecek ve giyecek aldık.
Sonra Vâdil-kurâ’ya çekildik. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in kölesi gölgeliğe girmek
için ayağa kalktı. Bu esnada kendisine bir ok isabet etti, eceli de bundan oldu.

Bunun üzerine biz ‘Ona şehadet mübarek olsun yâ Resulellah!’ dedik.


Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:

‘Hayır! Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Hayber’de taksim
edilmemiş olan ganimetlerden almış olduğu şu hırka ateş olmuş, onun üzerinde alev alev
yanmaktadır.’ buyurdu.

Herkesi bir korku almıştı. Derken bir kimse bir veya iki adet pabuç tasması getirdi ve: ‘Yâ
Resulellah! Bunu Hayber’de almıştım’ dedi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Ateşten bir pabuç tasması, yahut ateşten iki pabuç tasması!” (Müslim: 115)

Görülüyor ki çalınan şeyler ateş haline getirilerek hıyanet edenler onlarla azab edilecektir.

Yine görülüyor ki hâin harpte öldürülse bile ona şehit denilemez.

Bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:

“Kimin ruhu şu üç şeyden uzak olarak bedenini terkederse cennete girer: Kibir, hâinlik ve
borç.” (Tirmizî - İbn-i Mâce)

Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-nın şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in seferde eşyasına bakan Kirkire adında biri vardı,
günün birinde öldü.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onun için:

‘Bu adam cehennemliktir!’ buyurdu.

Ashâb: ‘Acaba neden ki?’ diye bakmaya gittiler. Ganimet malından aşırmış bir abayı yanında
buldular.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1283)

Bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:

“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kimsenin, müslümanların ganimetinden (devlet malından)
olan bir hayvana, zayıf düşürüp de öyle geri verecek şekilde binmesi helâl değildir.

Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kimsenin bir elbise eskitip de öyle geri verecek şekilde
giymesi helâl değildir.” (Ebu Dâvud)

Rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Selmân-ı Fârisî -radiyallahu
anh-ı ganimetleri korumakla vazifelendirmişti. Derken bir kimse gelerek: “Selman! Elbisem yırtık idi.
Ganimetten bir iğne iplik alıp onu diktim. Bana günah var mı?” diye sordu. Selman -radiyallahu
anh-: “Herşey miktara göredir.” diye cevap verdi. Bunun üzerine o kimse elbisesinden o ipliği çekip
çıkararak, ganimet malının içine kattı.

Yine rivayet edildiğine göre bir kimse ganimet içinden bir veya iki ayakkabı bağı alıp: “Bunları Hayber
günü ben ele geçirmiştim.” dedi.

Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:


“Cehennemde olan bir veya iki ayakkabı bağı!” buyurdu. (Buhârî - Müslim)

Adiyy bin Amîre el-Kindî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre “Ben Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-in şöyle söylediğini işittim.” demiştir.

“Sizden herhangi bir kimseyi memur tayin ettiğimizde, o bizden bir iğneyi veya iğneden daha
değersiz bir şeyi gizleyecek olursa bu bir hıyanettir. Kıyamet gününde onunla gelir.”

Bunun üzerine Ensar’dan siyah bir kimse ayağa kalkarak: “Yâ Resulellah! Bana verdiğin
memuriyeti geri al!” dedi. Ben onu hâlâ görür gibiyim.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-: “Bu da ne demek oluyor?” diye sordu. O kimse: “Senin
şöyle şöyle söylediğini işittim.” deyince, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Ben aynı şeyleri şimdi bir kere daha söylüyorum. Sizden kimi bir vazifeye tayin edersek, az
çok ne elde ettiyse getirsin. Ondan kendisine, tarafımızdan verileni alsın, men edilenden
kaçınsın.” (Müslim: 1833)

Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise:

“Bir yumurta bile çalsa, Allah hırsıza lânet etsin.” buyuruyorlar. (Buhârî - Müslim)

Lânetçi değil dâvetçi olarak gönderildiğini beyan buyurduğu halde, hırsızlık yapanlara lânet etmesi,
hırsızlığın çok ciddi ve olumsuz tesirlerinin olduğunu göstermektedir.

Nefsinin şehvetine uyarak başkasının hukukuna gizlice el uzatmak, kendisinin hakkı bulunmayan bir
malı Allah-u Teâlâ görmüyormuş gibi çalmaya kalkışmak, elbette Allah-u Teâlâ’nın izzetine bir tecavüz
ve gizliden gizliye bir harptir.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Zâni zinâ ederken mümin olarak zinâ etmez. Hırsız çalarken mümin olarak çalmaz. Şarabı
içerken dahi sarhoş mümin olarak içmez.” (Müslim: 57)

Bir insanı öldürmek veya dövmek, bir uzvuna zarar vermek haram olduğu gibi, malını almak da
haramdır. Bu işte kul hakkı vardır.

İslâm, kıyamete kadar bakî kalacak hükümleriyle insanlık haysiyet ve şerefini koruduğu gibi cana,
mala ve ırza saldırıyı da en büyük günahlardan telâkki etmiştir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


Allah-u Teâlâ’nın Hoşnutluğunu Kazanan
İyi Âmirler ve İcraatları:

Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu, müslümanların sevgisini kazanmış olan iyi âmirlerden bazıları ve
numune-i imtisal olmak üzere bazı icraatları:

Bu iyi âmirlerin başında hiç şüphesiz ki Hulefâ-i râşidin hazerâtı gelmektedir. Resulullah
Aleyhisselâm’ın kemâl ve faziletinden en çok feyz alan zâtlar şüphesiz ki onlardır.

Hazret-i Allah’ın biricik Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine uymaları ve o Nur’u takip
etmeleri sebebiyle büyük muvaffakiyetlere erdiler. O günden bugüne güzellikle anılmışlar, dünya
durdukça da anılacaklardır.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Hazret-i Ebu Bekir -Radiyallahu Anh-:

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Resulullah Aleyhisselâm’ın en sâdık dostu idi. Onun âhirete intikal
etmesinden sonra kendisi hiç istemediği halde müslümanlar onu halife seçtiler. Biat edildiği gün
minbere çıkarak hilâfeti süresince takip edeceği yolun hülâsasını anlattı.

Şöyle buyurdu:

“Ey Müslümanlar! Sizin en hayırlınız olmadığım halde riyaset makamına geçirilmiş


bulunuyorum. Eğer vazifemi gereği gibi güzel yaparsam bana yardım ediniz. Yanılırsam beni
doğrultunuz. Doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir. Zayıf olanınız hakkını alıncaya kadar benim
nazarımda kuvvetlidir. Kuvvetli olan da, hak sahibi kendisinden hakkını alıncaya kadar zayıftır.

Bir millet Allah yolunda cihadı bırakacak olursa, Allah o milleti belâya uğratır.

Ben Allah’a ve Peygamber’e itaat ettiğim sürece siz de bana itaat ediniz. Eğer Allah’a ve
Peygamber’ine isyan edersem siz de bana itaat etmekle mükellef değilsiniz.

Haydi şimdi namaza kalkınız. Allah-u Teâlâ’nın rahmetine nâil olasınız.”

İki sene dört ay bu makamda kaldı. İslâmiyete çok büyük hizmetleri dokundu.

Tecrübe görmüş Ashâb-ı kiram’la her hususta istişare yapıp, onların görüşlerinden istifade etmekle
beraber, mühim ve âni karar verilmesi gereken durumlarda derhal karar vermiş ve haiz olduğu devlet
başkanlığının bütün salâhiyetlerini dirayetle kullanmıştı.

Mütevâzi fakat vakarlı bir insandı. Vazife ve mesuliyet işlerinde zerre kadar müsamaha göstermediği
gibi, din ve devlet işlerinde en küçük bir tereddüte ve müsamahaya göz yummazdı.

Halkın dertlerine ortak olur, yoksullara yardım ederdi.


Şu sözleri ne kadar arza şâyândır:

“Doğru sözlü olun, yağcılık, tabasbus etmeyin! Konuştuklarınız açık olsun! Kendinizin bile
inanmadığı şeyleri söylemeyin! Allah’a ve Resulü’ne ‘şöyle diyorlar’ diye âyet ve hadise iftira
etmeyin! Makam, mevki, para, kadın... gibi menfaatler için, Allah yolunda taviz verip, yalan
söylemeyin, çünkü münafık olursunuz! ‘Allah’ın kanunlarına isyan ederek, akabinde, ‘ben de
müslümanım, ben de hacı çocuğuyum’ diye müslümanları kandırmayın!” buyurmaktadır.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Hazret-i Ömer -Radiyallahu Anh-:

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- halife olunca, İslâm’ın kendisine verdiği dirayetle maliye, adliye, nafia,
maarif, ordu gibi bütün idari şubeleriyle mücehhez bir devlet kurmuştu.

Onun devrinde İslâmiyet çok uzaklara kadar yayıldı. Muhtelif milletler muhtelif ırklar bir araya
toplanmıştı. Gösterdiği adalet ve tarafsızlık sayesinde halk İslâm’a ısınıyor ve bağlanıyordu. Bu
muazzam sahalara huzur ve emniyet hakim olmuştu.

Daha önceleri zâlim bir idare altında inleyen insanlar, İslâm adaleti sayesinde emniyet içinde
yaşadılar.

Onun hükümetini herkese kabul ettiren ve beğendiren ve onun sert emirlerini sükunetle icra etmelerini
temin eden başlıca vasfı insaf ve adaletidir. İstisnasız herkese aynı muameleyi yapardı.

Gözünden hiçbir şey kaçmazdı. Irak’ta isyan edenler, Şam’da mükâfat kazananlar onun tarafından
bilinirdi.

Başarı sebeplerinden birisi de onun âmir ve memur seçme hususunda büyük bir isabet göstermesidir.
Muhtelif mevkilere en münasip, en ehliyetli zevâtı tayin etmiş, her insana lâyık olduğu vazifeyi vermişti.
Akrabalarından hiç kimseyi bir memuriyete tayin etmemiştir.

Onun nazarında bir vali, halkın bir ferdi gibiydi. Adaleti tatbik ederken halktan bir kişi ile bir valiyi
ayırdetmezdi. En küçük bir fert, bir âmirden şikâyetçi olursa, adalet önünde eşit şartlarda hesap
verirlerdi. Çünkü onun prensibi şu idi: “En zayıfınızda olsa, haklı ise bence en kuvvetlidir. En
kuvvetliniz haksız ise bence en zayıf olanınızdır.”

Devlet hazinesine pek çok dikkat eder, bir kimsenin hazineden en ufak bir şey gasbetmesine imkân
bırakmazdı. Mülkî amirlerden kaynağı belli olmayan servetlerinin hesabını sorardı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- birisinden şartlı olarak bir at satın aldı. Atı beğenirse parasını
ödeyecekti. At denenmek için bir biniciye verildiğinde sakatlandı, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de
atı almaktan vazgeçti. Fakat atın sahibi atını geri almak istemiyordu. Halifeden dâvâcı olarak kadı
Şüreyh’e başvurdu.

Kadı Şüreyh şu hükmü verdi:

“At, sahibinin rızâsı ile denendi ise geri verilebilir, değilse verilmez.”

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- kadı Şüreyh’in verdiği bu hükmü doğru buldu, atın parasını da ödedi.

Hacc mevsiminde valileri Kâbe’de toplar, halkın huzurunda hepsini, vazifeleri sırasında yaptıkları
icraatlardan dolayı hesaba çekerdi. Vâliler böyle bir durumda suçları sebebiyle halkın karşısına
çıkmaya cesaret edemeyecekleri için, halka haksızlık yapmaktan çekinirlerdi. Nitekim Sa’d bin Ebi
Vakkas -radiyallahu anh- gibi en değerli valileri Hacc mevsiminde Kâbe’de toplamış ve şikâyetçilerle
yüzleştirmiştir.

Bir defasında toplanan halka şöyle dedi:

“Ey insanlar! Ben valilerimi sizin topraklarınıza, mallarınıza ve namuslarınıza zarar versin diye
göndermedim. Sizin meselelerinizi halletmesi için gönderdim. Kime bunun dışında bir şey
yapılmışsa ayağa kalksın!”

Bir kimse ayağa kalkarak:

“Yâ emirel-müminin! Valin bana yüz kırbaç vurdu.” dedi.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- valiye “Niçin vurdun?” diye sordu. Adama da “Kalk sen de ona
vur!” dedi.

Bunun üzerine Amr bin Âs -radiyallahu anh- ayağa kalkarak:

“Yâ emirel-müminin! Eğer böyle yapmaya kalkarsan, şikâyetin ardı arkası kesilmez. Ve bu, senden
sonra geleceklerin uyma mecburiyetinde kalacağı bir âdet olur.” dedi.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- “Resulullah Aleyhisselâm’ın kendi şahsında kısas yaptığını
gördüğüm hâlde ben kısas yapmayayım mı?” diye sordu. Amr -radiyallahu anh- “Onu bize bırak,
biz kendisini râzı ederiz.” deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- “Haydi onu râzı edin öyleyse.”
dedi. Her kırbaç vuruşuna iki dinar olmak üzere ikiyüz dinar diyet vererek onu râzı ettiler. (İbn-i Sa’d)

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Bahreyn valisi İbn-i Carûd’un Ediryas adında bir adamı yakalayıp,
düşman adına casusluk yaptığı ve düşmana sığınma niyetinde olduğu gerekçesiyle boynunu
vurduğunu duydu.

Ediryas boynu vurulmak üzere iken “Neredesin yâ Ömer, neredesin yâ Ömer!” diye bağırmıştı.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- valiye mektup yazarak Medine’ye gelmesini emretti. Valiyi
beklemekteyken o, elinde bir mızrakla geldi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- “Ediryas’a ne yaptın,
Ediryas’a ne yaptın?” diyerek, valinin tepesine dikildi ve mızrakla vurdu.

Vali “Yâ emirel-müminin! O, müslümanların sırlarını düşmanlara yazıyor ve onlara sığınmak


niyetindeydi.” dedi. Hazret-i Ömer celâlli bir şekilde şöyle buyurdu:
“Onu niyetinden ötürü öldürdün öyle mi? Hangimizin kalbinde kötülük yok? Eğer bunun âdet
hâline gelme korkusu olmasa, bu sebeple seni öldürürdüm.” dedi. (Kenzül-ummâl)

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Câbiye’ye geldiğinde zımmîlerden dilenen bir ihtiyarı görünce
durumunu sordu. “Bu ihtiyarlamış ve zayıflamış bir zimmîdir.” denildi. Bunu öğrenen halife, ihtiyarın
cizye verme mükellefiyetini kaldırdı ve “Onu ihtiyarlayıp, sıhhatten düşünceye kadar cizye ile
mükellef tutuyorsunuz, sonra da sokağa atıyorsunuz.” dedi. Ailesi de olduğu halde hazineden ona
on dirhem maaş bağladı. (Kenzül-ummâl)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Hazret-i Osman -Radiyallahu Anh-:

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in şehadetinden sonra halife olan Hazret-i Osman -radiyallahu anh-
son derece mütevazi olmakla beraber o derece cesur idi. Hiçbir felâket karşısında sarsılmaz, her
musibeti derin bir tevekkül ile karşılardı, oniki sene süren hilâfetinin altı senesi emniyet içinde geçti.
İdare muhkem esaslar üzerine kurulduğundan her yerde âsâyiş hakimdi.

Herşeyini Hazret-i Allah’ın dâvâsı uğruna feda eden Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Efendimiz
hilafet makamında iken bile devletten bir tek kuruş maaş almamıştır.

Hazret-i Osman -radiyallahu anh- kölesine “Vaktiyle ben senin bir kulağını kıvırmıştım. Haydi
benden öcünü al.” dedi. Köle kulağını tuttuğunda “Sıkı çek yavrum. Kısas dünyadadır, ahirette
kısas yoktur.” dedi. (Tâberani)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Hazret-i Ali -Radiyallahu Anh-:

Hazret-i Ali -radiyallahu anh-; Hazret-i Osman -radiyallahu anh-in şehadetinden sonraki karışık
hengamede halife seçilmiş, bu işin içinden son derece kararlılıkla çıkmak ve akl-ı selim dâiresinde
hareket ederek halletmek için çaba harcamıştı. Dahili vahdeti temin etmek için çalıştı. Samimiyet,
fedâkârlık, kahramanlık gibi yüksek vasıflar bakımından müstesna bir mevkiye sahipti.

Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bir gün hizmetçisiyle beraber çarşıya çıkmıştı. Ketenden yapılmış iki
elbise satın aldı ve hizmetçisine “Bunlardan birini kendin için beğen al.” buyurdu. Hizmetçi bu emir
üzerine en iyisini kendisine ayırdı.

Hazret-i Ali -radiyallahu anh- elbisesini giydi. Yenleri biraz uzun gelmişti. O kısımları kesti ve Cuma
namazına gitti. Bu durum herkesin dikkatini çekiyordu. İkisi de yeni elbise giymişler, fakat hizmetçisinin
giydiği elbise daha güzel.

Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e Isfahan’dan ganimet gelmişti. Bu ganimeti yedi kısma ayırdı. Bir de
bütün ekmek vardı. Onu da yedi parçaya bölerek her parçasını bir payın üzerine koydu. Sonra yedi
kumandanı çağırdı. Aralarında kura çekerek bunları kumandanlarına verdi. (İmâm-ı Şâfi. Müsned)

Ca’da bin Hübeyre Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e gelerek “Yâ Emirel-müminin! Sana iki adam gelecek.
Onlardan biri, seni kendisinden daha çok sever. Diğeri ise, şayet seni boğazlamaya gücü yetse
çekinmeden boğazlar. İlkini ikincisine tercih ederek hüküm verirsen iyi olur.” dedi.

Hazret-i Ali eliyle Ca’de’nin göğsüne vurdu ve “Onlar geldiklerinde ben bana düşeni yaparım.
Fakat kalplerinde olan şeyin hesabını Allah’a verecektir.” buyurdu. (Kenzü’l ummâl)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Ömer Bin Abdülaziz:

Ömer bin Abdülaziz, Mekke ve Medine’nin valiliği yapmıştı. Medine’ye gider gitmez ulemadan on kişi
seçerek davet etti. Onlara “Sizi istişare yapmak ve yardımcı olmanız için çağırdım. Kendi fikrime göre
iş yapmak istemiyorum. Her hususta size danışacağım. Memurlarımdan birinin halka zulmettiğini
duyarsanız bana bildiriniz.” dedi. Onlar da bu durumdan çok memnun oldular. Zulmü kaldırmak için her
türlü yardımı yaptılar.

Halka hitaben yaptığı ilk konuşması çok manidardı.

“Ben Cenâb-ı Hakk’a itaat ettikçe siz de bana itaat ediniz. Ben Cenâb-ı Hakk’a isyan edersem
siz de bana isyan ediniz.”

İcraata getirdiği adalet, vergi sistemindeki ıslahât halkta öyle bir memnuniyet hasıl etmişti ki, kendisini
Mehdi sananlar bile olmuştu.

Halife seçildiği vakit dağ başlarındaki çobanlar:


“Halkın başına geçen bu salih kul kimdir?” diye sormaya başladılar.

Kendilerine:

“Bu zâtın salih olduğunu nereden bildiniz?” denilince şu cevabı verdiler:

“Çünkü ne zaman başa âdil birisi geçerse, o vakit kurtlar koyunlarımıza saldırmazlar.”

İkibuçuk sene gibi kısa bir zamanda memleketin iktisadi hayatı her taraftan öylesine düzelmişti ki,
Mısır gibi bazı yerlerde zekât verecek fakir kalmamıştı.

Halife olmazdan önceki hayatı ile, halife olduktan, devlet mesuliyetini üzerine aldıktan sonraki hayat ve
yaşayışı arasında çok büyük değişmeler olmuştur.

Halife olmazdan önce dörtyüz dirheme alınan elbiseyi beğenmez, kaba bulurdu. Halife olduktan sonra
ondört dirhemlik elbise için “Sübhânellah! Ne güzel, ne hoş, ne zarif elbise!” diyerek takdirle
karşılamıştı.

Halife olur olmaz kağıt tahsisatını kısmıştı. Medine vâlisi Ebu Bekir bin Hazm, bir mektup yazarak
tahsisatın arttırılmasını talep edince şu cevabı aldı:

“Kaleminin ucunu incelt, satırları sık tut, ihtiyaçlarını ayrı ayrı değil toptan yaz. Ben
müslümanların malından, lüzumsuz sarfiyata tahsisat ayıramam.”

Bidat ve hurafeler kök salmaya başladığı için Hadis-i şerif’leri toplatarak, Sünnet-i seniyye’yi ihya
etmiştir. Ömer bin Abdülaziz’in adaleti, gayet güzel işler yapması, İslâm memleketlerini huzura
erdirmesi neticesinde Hind ve Berberi’lerden altı milyon kişinin iki yıl içinde müslüman olmaları tarihte
görülmemiş bir hadisedir. Hatta Türklerin müslüman olmalarında çok büyük amil olmuştur.

Daima üzüntülü ve düşünceli görünürdü. Sebebini soran azatlı kölesine “Doğudan batıya kadar
Ümmet-i Muhammed’in hukukunu korumak bana vazife oldu. Bundan büyük üzüntü mü olur?”
diye cevap verdi.

Birçok geliri vardı, halife olunca hepsini dağıttı. Hanımı da ondan geri kalmadı, nesi varsa Beytül-mâl’e
bağışladı.

Emevî halifelerinden Ömer bin Abdülaziz iki sene beş ay olan halifeliği döneminde, kıyamete kadar
adının anılmasını sağlayacak bir şekilde adalet gerçekleştirdi. Bunca yıllar kökleşmiş olan kötü âdetleri
ortadan kaldırdı. Zâlim olan vâlileri ve memurları azletti. Yerlerine o makamlara en lâyık olan kişileri
seçti.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Selâhaddin Eyyûbî:
Ortaçağın en büyük İslâm kumandanlarından olduğu gibi, İslâm tarihinin de en büyük
kumandanlarından birisidir.

1169 yılında Mısır sultanı oldu. Mısır’da şiîliğin bütün izlerini yok etti. Ehl-i sünnet mezhebini tekrar
kurdu. Bir daha şiîliğe dönülmemesi için çok akıllıca tedbirler aldı. Bu işi yumuşaklıkla ve büyük
maharetle yaptı, hiçbir sertlik göstermedi.

Sudan, Suriye, Hicaz, Yemen ve civar memleketlerde hakimiyetini kurdu. Dünyanın en büyük ve en
kudretli hükümdarlarından birisi haline geldi.

Hayatının onbir yıllık kısmını, Suriye ve Filistin’de haçlılarla mücadele ile geçirdi.

1186 yılında büyük haçlı ordusunu imha ederek, ortaçağın en büyük muharebelerinden birini kazandı,
Kudüs yolunu açtı.

88 yıldır Hırıstiyan hakimiyetinde bulunan ve müslümanların üçüncü kutsal şehri olan Kudüs-ü şerif’i
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den sonra ikinci olarak fethetti. Kısa bir zamanda bütün Filistin’den
haçlıları kovdu.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Sultan Alparslan:

Sultan Alparslan Anadolu’nun kapılarını müslüman Türklere açmıştır. Ömrü at üzerinde ve cenk
meydanlarında geçen bu büyük hükümdar, aynı zamanda adaletiyle de herkesin gönlünde taht
kurmuştu.

Devlet idaresinde istikrarı sağladıktan sonra fetihlere başladı.

Malazgirt Savaşı öncesi, topluca kılınan bir Cuma namazının ardından askerinin karşısına geçti.
Üzerinde kefene benzeyen beyaz bir elbise vardı. “İşte ben kefenimi giydim. Şehid düşersem beni
böylece gömünüz.” dedi. Atından inerek secdeye kapandı. “Yâ Rabb! Seni kendime vekil
yapıyorum. Azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey
Allah’ım! Niyetim halistir, bana yardım et. Sözlerimde hilaf varsa beni kahret.” diyerek, gözleri
dolu dolu, secdeden başını kaldırdı ve sözlerine şöyle devam etti:

“Burada Allah’tan başka sultan yoktur. Emir ve kader tamamıyla onun elindedir. Bunun için
benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz.”

Dokuz yıl süren hükümdarlığı sırasında büyük işler başarmış, devletin sınırlarını Anadolu içlerine
kadar genişletmiştir.

DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Osman Gazi:

Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi de devletin temellerini adalet üzerine kurmuş ve bu adalet
sayesinde dünyaya hüküm eden bir devlet haline gelmişti.

Osman Gazi son derece dinine bağlı, adaletli, Allah yolunda cihaddan bir an bile geri durmayan bir
mücahid idi.

Osman Gazi oğlu Orhan Gazi’ye şöyle vasiyette bulunmuştu:

“Allah’ın buyruğundan gayrı iş işlemeyesin. Bilmediğini şeriat ulemasından sorup anlayasın.


İyice bilmeyince bir işe başlamayasın. Sana itaat edenleri hoş tutasın. Askerine in’am ve ihsanı
eksik etmeyesin ki, ihsanın kulcağızadır. Zalim olma. Âlemi adaletle şenlendir. Cihadı terk
etmeyerek beni şâd et. Ulemâya riâyet eyle ki, şeriat işleri nizam bulsun. Nerde bir ilim ehli
duyarsan, ona rağbet, ikbal ve hilm göster. Askerine ve malına gurur getirip şeriat ehlinden
uzaklaşma.

Bizim maksadımız kuru bir kavga ve cihangirlik davası değildir. Yolumuz Allah yoludur.
Maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır.”

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Murad Hüdâvendigâr:

Murad Hüdâvendigâr, samimi bir müslüman, dâhi bir asker ve âdil bir devlet adamı idi. Dervişlere ve
ulemayâ hizmet etmekle tanınmıştır. “Derviş gazilerin, şeyhlerin sultanı” diye anılır.

Hangi şehirde bulunursa bulunsun, Cuma namazını cemaatle kılar, namazdan sonra fakirlere sadaka
dağıtırdı. Fethettiği yerlerde kurduğu adaletli ve âlîcenap idare sayesinde gayr-i müslim halk, bir daha
Bizans hakimiyetini aramamışlardır.

Haçlı ordusuna karşı savaşılacağı zaman şöyle bir niyazda bulunmuştur:

“Yâ Rabbi! Bunca kere duâmı kabul edip beni mahrum bırakmadın. Yine benim duamı kabul
eyle. Mülk ve kul senindir. Sen kime dilersen ona verirsin. Ben nâçiz bir kulunum. Sen benim
fikrimi ve sırlarımı bilirsin. Benim maksadım mal ve mülk değildir. Ben yalnız senin hâlis rızânı
isterim. Bu müminleri küffar elinde mağlup edip helâk eyleme. Yâ Rabbi! Bunca nüfusun katline
beni sebep eyleme. Onları mansur ve muzaffer eyle. Bu müminlerden bir tekinin ölümünü bana
gösterme. Askerim için ruhumu teslim etmeye râzıyım. Onlar için ben canımı kurban ederim.
Tek sen kabul eyle. Yâ Rabbi! Müminlerin uğruna beni fedâ kıl. Evvelce beni gazi kıldın, şimdi
şehadet nasip eyle.”

Sekiz saat gibi kısa bir zaman içinde haçlılar büyük bir bozguna uğradılar. Sultan Murad savaş alanını
gezerken bir sırplı tarafından hançerlenerek şehid edilmiştir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Yıldırım Beyazid:

Yıldırım Bayezid; ülkesinde demir gibi bir disiplin ve mükemmel bir âsâyiş kurdu. İlmi ve ulemâyı
sever, şikâyeti olan şikâyetini bizzat kendisine duyurabilir, haklıysa isteği hemen yerine getirilirdi. Bir
kimse tek başına eşya yükü ile, hiç rahatsız edilmeksizin memleketi bir baştan öbür başa geçebilirdi.

Kosova savaşından yedi yıl sonra Hıristiyan Avrupa 130 bin kişilik bir ordu ile Osmanlıların üzerine
yürümüştü. Sultan Beyazid, kendisine Yıldırım ünvanını kazandıran bir süratle Niğbolu’ya gelerek
düşmanın önünü kesti. Yapılan savaşta mağrur haçlı ordusuna Niğbolu mezar oldu, 100 bin ölü, 10
bin esir verdiler. Savaş sonunda esir düşen düşman kumandanı Korkusuz Jan “Başımıza Yıldırım
düştü” demiştir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Sultan Murad:

Derviş gazi diye anılan, kahramanlığı yanında bir gönül adamı olan Sultan Murad; Varna ve Kosova
gibi iki büyük meydan savaşı kazanmış, İstanbul’u muhasara etmiş, Fatih Sultan Mehmet gibi evlât
yetiştirmiştir. Osmanlılar onun zamanında dünyanın birinci devleti haline geldiler.

Haçlı orduları 1444’de Osmanlı topraklarına doğru yürümüşlerdi. Sultan Murad Han 40 bin kişilik
ordusu ile Balkanları aşıp düşmanı Varna’da yakaladı. Demir zırhlarla kaplı haçlı ordusunu gören
hükümdar ellerini kaldırarak niyazda bulundu:
“İlâhi! Mümin kullarını benim günahımın çokluğundan ötürü küffar elinde zebun etme. İlâhi!
Habib’in hürmeti için, ümmetini sen sakla ve sen mansur ve muzaffer eyle!”

Bu içli duâdan sonra mücahidler “Âmin... Âmin...” sesleriyle düşmanın üzerine atıldılar, çembere
alınan haçlılar imha edildiler.

Sultan Murad müstesna dehâda devlet adamı ve kumandan idi. Halk tarafından en çok sevilip sayılan
bir hükümdar olarak bilinir. Halka karşı daima teveccühkâr, fakirlere karşı cömertti. Bu lütuflarını
hıristiyanlara da gösterirdi. İnce ruhlu, hassas bir insandı. İlmî sohbetleri sever, ulemâyı himaye eder,
onlara muayyen tahsisat verirdi.

Hacı Bayram Velî -kuddise sırruh- Hazretlerini Edirne’ye dâvet etmiş, günlerce başbaşa sohbet
etmişlerdi. Kendisini müridliğe kabul buyurması için ricada bulunduğunda bu isteği reddedilerek şu
cevabı almıştı. “Hünkârım! Sizin işiniz başka, bizim işimiz başkadır. Her işte Allah’ın rızası
vardır. Senin bir günlük adaletle hükmetmen, altmış yıllık nafile ibadetten hayırlıdır.”

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Fatih Sultan Mehmed:

Osmanlı topraklarına saldıran Karaman beyini cezalandırdıktan sonra, ilk iş olarak İstanbul’un fethi
hazırlıklarına başladı. Bizansı ortadan kaldırmayı kafasına koymuştu. Projesini bizzat kendisinin
yaptığı Rumelihisarı denilen azametli kale dört ayda bitirildi. Asya kıyısında Yıldırım’ın inşâ ettirdiği
Anadolu hisarı vardı, böylece boğaz kesilmiş oldu.

Kışı Edirne’de geçirerek savaş hazırlıkları yaptı. Ortaçağ insanının hafsalasının alamayacağı
azamette, iki tonluk gülle savurabilen, ikibin asker tarafından çekilen muazzam toplar döktürdü. 6
Nisan 1453’de muhasara başladı. 22 Nisan gecesi yetmiş parçalık donanma Kasımpaşa sırtlarından
kaydırılarak Haliç’e indirildi. Sultan Mehmed’in karadan gemi yürütmesi akıllara durgunluk vermişti. 29
Mayıs günü sabah namazını müteakip yapılan duadan ve hükümdarın hitabesinden sonra yapılan
nihai taarruzda İstanbul fethedildi.

Osmanlı bayrağını Topkapı üzerinde gören ve o andan itibaren Fatih ünvanını alan Sultan Mehmed,
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin müjdesine mazhar olmanın verdiği sevinçle
atından inip yere kapandı ve Allah-u Teâlâ’ya hamd ve senâda bulundu.

Resulullah Aleyhisselâm Fetih’ten sekizyüz sene kadar evvel bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuştu:

“Kostantiniyye muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu


fetheden askerler ne güzel askerlerdir.” (Ahmed bin Hanbel)

İstanbul’u fethettiğinde Fatih Sultan Mehmed 21 yaşında idi. 30 Yıllık hükümdarlığı sırasında yirmiden
fazla devleti ve bu arada iki imparatorluğu tarih sahnesinden silmiş, topraklar kendisinden bir asır
sonra 20 milyon kilometre kareye ulaşmıştır.
Devrinde 308 cami yapılmış, büyük âlimler yetişmiş, mühim eserler yazılmıştır. Fatih, her sene en son
keşiflere göre ordunun silahlarını yeniletmiş, ikinci derecede bir deniz kuvveti olarak teslim aldığı
donanmayı, dünyanın birinci deniz kuvveti haline getirmiştir.

Ortaçağ’ı kapatarak Yeni Çağ’ı açan Fatih Sultan Mehmed Han, güya ihtida edip Yakup Paşa adını
alan Venedikli bir yahudi tarafından zehirlenerek şehid edilmiştir. Vefat ettiğinde 49 yaşında idi ve
nereye yapılacağını kendisinden başka kimsenin bilmediği bir sefere çıkıyordu.

Fatih Sultan Mehmet Han, hıristiyan mimarla, muhakeme esnasında gayri ihtiyari bir adım önde
bulunmuştu. Bunu gören kadı Hızır Efendi;

“Beyim geç şuraya hasmının yanında dur.” diyerek kendilerini ikaz etmişti.

Fatih Sultan Mehmet döneminde, cami yapmak amacıyla arsası elinden alınan bir kişinin kadıya
müracaat etmesi sonucu, kadı Fatih Sultan Mehmet’i suçlu bulmuştu. Adama arsası iade edildi.

•••

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

VÂKIA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-4

Mutlu Sağcıların Cenneti (Devam):

“Ve yüksek döşekler üzerindedirler.” (Vâkıa: 34)

Bu döşeklerin değeri oldukça yüksektir, mânevî yüksekliği ise beşer aklının çok çok üstündedir.
Rahatlatıcıdır, dinlendiricidir. Üzerinde yatmak istendiğinde alçalır, sonra yükselir.

“Biz onları (cennete giren kadınları) yepyeni bir yaratılışla yaratmışızdır.” (Vâkıa: 35)

Dünyaya gelip giden, imanı ile sâlih amelleri ile cennete ulaşan kadınları Allah-u Teâlâ orada yeniden
yaratır gibi bambaşka bir güzellikte ve en mükemmel bir surette yaratacaktır. İhtiyar olan gençleşecek,
çirkin olan güzelleşecektir. Kadınlığın en olgun çağında olacaklardır.

Onlar cennet hurilerinden daha üstün ve daha câzibelidirler. Birbirleriyle en güzel şekilde uyuşurlar.

“Böylece onları hep bakire kızlar yapmışızdır.” (Vâkıa: 36)

Hepsi bakiredirler, bakirelikleri hiç gitmez. Kocaları onlara her geldiklerinde daima bakire olarak
bulacaklardır. Kadınlar için bu durum, iki taraf için de sevgiye vesile olduğu için, Allah-u Teâlâ onları
bekaretle vasıflandırmıştır.

“Eşlerine düşkündürler.” (Vâkıa: 37)


Kocalarına gönülden bağlı ve tutkundurlar, onları çok severler, tatlı bakışlarını yalnız onlara dikerler.
Başkalarına kesinlikle ilgi duymazlar, böyle birşeyi hatırlarından bile geçirmezler. Kadınlık görevlerini
kemaliyle yerine getirirler.

“Hepsi bir yaşta nâzeninlerdir.” (Vâkıa: 37)

Büyük küçük bütün cennet halkı otuzüç yaşında olacaktır. Kadınların ise onaltı yaşında olacakları
rivayet edilmektedir.

“Bütün bunlar Ashâb-ı yemin (sağcılar) içindir.” (Vâkıa: 38)

Allah-u Teâlâ onları sağcılara takdim edecek, onlarla ebedî olarak beraber olacaklardır.

İnsanın fıtratı icabı bu gibi kadınlarla beraber olmak dünyada iken gönlünün arzuladığı bir emeldir.
Ahirette ise takvâ sahiplerine ancak Allah-u Teâlâ’nın bileceği bir düzende bu kadınlar ihsan
edilecektir.

O sağcılar ki;

“Onların birçoğu önceki ümmetlerdendir.” (Vâkıa: 39)

Sayı bakımından geçmiş ümmetlerde bulunan “Öncüler”den çokturlar. Onlar da birer topluluk teşkil
edeceklerdir.

“Birçoğu da sonrakilerdendir.” (Vâkıa: 40)

Muhammed Aleyhisselâm’ın ümmeti arasında Ashâb-ı yemin’den olmak şerefine erenler pek çok
bulunmaktadır.

Vâkıa sûre-i şerif’inin 13. ve 14. Âyet-i kerime’leri nâzil olduğunda Ashâb-ı kiram’ın gücüne gitmişti.
Daha sonra 39. ve 40. Âyet-i kerime’ler nâzil oldu.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:

“Ben her halde ümit ederim ki, siz cennet ehlinin üçte biri, belki de yarısı olursunuz. Kalan
ikinci yarısını da onlarla paylaşırsınız.” buyurdu. (Ahmed bin Hanbel)

Böylece Ashâb-ı kiram’ın, cennette Ümmet-i Muhammed’in az olacağına dair endişeleri giderilmiş
oldu.

Bedbaht Solcuların Âkıbeti:

Ahirette amel defterleri sol tarafından verilen ve “Ashâb-ı şimal” adı ile tanınan solcular; kaypak ruhlu,
uğursuz, mutsuz, yalancı kimselerdir.

Allah-u Teâlâ bu bedbahtların pek feci ve müthiş âkıbetlerini ve bunun sebeplerini Âyet-i kerime’lerinde
şöyle tasvir etmektedir:

“Amel defterleri soldan verilenler! Onlar ne uğursuzdurlar!” (Vâkıa: 41)

Öldükten sonra dirilmeye inanmazlar veya bu hususta devamlı şüphe içindedirler. Onun içindir ki, hem
Allah’tan korkmazlar, hem de içten bir sorumluluk duymazlar.

“İnsanın içine işleyen ateşin alevi ve kaynar su içindedirler.” (Vâkıa: 42)


Onların havaları, vücudun deliklerine işleyen ateşten sıcak bir rüzgar, suları ise çok sıcak kaynar bir
sudur. O su, sıcaklığın en ileri derecesindedir ve onların etlerini eritir, iliklerine ve ciğerlerine işler. Bir
kere yutunca bağırsaklarını döker.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)

Hararet ve dehşet içinde ateşten kaynar suya, kaynar sudan ateşe gidip gelirler. İlelebed bu şekilde
azap üstüne azap görür dururlar.

“Onlar kapkara dumandan bir gölge altındadırlar.” (Vâkıa: 43)

Böyle bir gölgeden hiçbir hayır beklenemez. Öyle bir gölge ki, göz gözü görmez hâle getirir. Onlar,
öyle bunaltır ki nefeslerini keser. Azap üstüne azap verir. Alevli ateş bu gölgeden çok daha hafif kalır.

“Ki ne serindir, ne de hoş!” (Vâkıa: 44)

O dumanın gölgesi hiçbir gölgeye benzemez.

Bu ifade bedbaht solcuları hafife alma ve alay etme mânâsı taşımaktadır. Çünkü ateş yakıcıdır, gölge
ise insanı sıcaktan korur. Onlar hiçbir zaman serinletici gölgelere lâyık değildirler.

Şımarık Sapıklar:

Allah-u Teâlâ daha sonra gelen Âyet-i kerime’lerde bu sapıkların bu acı azabı hak etmelerinin sebebini
açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır:

“Çünkü onlar bundan önce dünyada iken varlık içinde şımartılmışlardı.” (Vâkıa: 45)

Bu durum onların kötülüklerden uzak durmalarını engelledi, böylece arzularına uydular. Helâl dururken
harama yöneldiler. Şehvetlerinin peşine düştüler, günahlardan lezzet aldılar. Hakk ve hakikat önlerinde
güneş gibi parlarken, onlar gözü yumuk baktılar ve körlüğü tercih ettiler. Nimet deryası içinde
yaşadıkları halde Yaratan’ı tanımadılar, Ulu Allah’a kulluk görevlerini yerine getirmediler.
Şükredecekleri yerde nankörlük ettiler.

“Büyük günah işlemekte direnir dururlardı.” (Vâkıa: 46)

Günah üstüne günah işlediler. Tevbe etmeyi, Hakk’a yönelmeyi içlerinden dahi geçirmediler.

“Ve diyorlardı ki:

‘Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, biz mi tekrar dirileceğiz?’” (Vâkıa: 47)

Yoktan var eden Yaratıcı’nın, öldükten sonra kendilerini tekrar diriltebileceğini beyinsiz kafaları bir türlü
almıyordu.

“Önce gelip geçmiş atalarımız da mı?” (Vâkıa: 48)

Son derece azgın ve inatçı olmaları yüzünden, öldükten sonra dirilmeyi uzak bir ihtimal görüyorlardı.

Mahşer:
İsrafil Aleyhisselâm’ın Allah-u Teâlâ’nın emri ile ikinci defa Sur’a üfürmesi sonucunda, evvelce
ölenlerin tamamı bir anda yeniden dirilerek kabirlerinden kalkarlar ve mahşer yerine sevkolunurlar.

“De ki:

Hem öncekiler, hem de sonrakiler, bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır.”
(Vâkıa: 49-50)

Bu vakit belirli bir vakittir. Ne öne alınır, ne de sona bırakılır. Ne artırılır, ne de eksiltilir. O gün, bütün
insanların bir araya toplandığı bir gündür. Allah-u Teâlâ onu, ancak sayılı bir müddet için
ertelemektedir.

Zakkum:

Cehennemde, dalları her tarafa uzanıp yayılan zakkum ağaçları vardır. Cehennemin dibinde yetişir ve
ateşten beslenir. Cehennemlikler, karınları doluncaya kadar ondan yemek zorunda bırakılacaklardır.

Amel defterleri sol yanlarından verilecek olan uğursuz bedbahtların cehennemde ilk olarak zakkumdan
yiyeceklerini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde haber veriyor:

“Sonra siz ey sapıklar, yalancılar!” (Vâkıa: 51)

Hidayetten uzak düşenler! Öldükten sonra dirilişi inkâr edenler!

“Doğrusu siz zakkum ağacından yiyeceksiniz.” (Vâkıa: 52)

Cehennemin dibinden çıkan bu ağaçlar, onları beslemek için değil, azap vermek ve azaplarını artırmak
için yetişir ve çoğalırlar. Manzarası çok çirkin, tadı çok acı, kokusu çok iğrençtir.

“Karınlarınızı onunla dolduracaksınız.” (Vâkıa: 53)

Cehennemlikler takatlerinin de üstünde bir açlığa mübtelâ olup, başka yiyecek bulamayınca; ister
istemez, bu ağaçtan bir şeyler yiyip açlıklarını gidermeye çalışırlar. Fakat açlığa hiç faydası olmaz,
çünkü çok yerlerse, o nisbette açlık hissederler.

“Üzerine de kaynar su içeceksiniz.” (Vâkıa: 54)

Bu kaynar suyu içmekle susuzlukları gitmez, hararetlerine hararet katar, acı üstüne acı verir.

“Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz.” (Vâkıa: 55)

Allah-u Teâlâ onlara öyle bir susuzluk verir ki; o kaynar suyu, susamış develerin içtiği gibi içerler. Bir
türlü kanmazlar, içtikçe de azapları artar.

“Ceza gününde işte onlar böyle ağırlanacaklardır.” (Vâkıa: 56)

Cehennemliklerin azaplarına, bir alay ifadesi olarak “Ağırlama” denmiştir.

Cehennem misafirlerine ilk geldiklerinde ilk defa böyle şeyler takdim edilince, daha sonra kendileri için
hazırlanmış olan şiddetli azabın nasıl olacağı düşünülmelidir. Onlar ancak böyle bir ziyafete lâyık
bulunmuşlardır.
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MEKTUBAT
88. MEKTUP

ŞEYH MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ


(Kuddise Sırruh)

SEVGİLİNİN CEFÂSI SAFÂDIR

Bu defa da oldukça parlak ve gayet mânâlı olan bir kıt’a mektubunuza kavuştuğumdan dolayı kendimi
tebrik ile sâdık zâtınıza karşı teşekkür ederim. Oğlunuzun hastalığından, ailevî geçimsizliğe
katlanmanın güçlüğünden, tedbirinizle hareket etmeyen azarcıların haksız davranışlarından bahsedip
birtakım açıklamalarda bulunmuşsunuz.

Cenâb-ı Hakk’ın kudretine, sevdiği kulları hakkındaki imtihanına, hikmetinin esrarından habersiz olan
bazılarıyla bir arada bulundurmasına Türk’ü Arap, Arab’ı Acem’le birlikte yaşatmasına ne demeliyiz.
Her ne kadar Musa Aleyhisselâm “O ancak senin aldatmacalı bir imtihanından başka bir şey
değildir.” (A’raf: 155) buyurmuştur. Lâkin doğrusu bu gibi tecelliler bu fakir kardeşinize oldukça güzel
gözüküyor. “Sevgilinin vurup kırması bile kişi için bir şereftir” sözü akla geliyor. Sevgili her ne kadar
ezâ ve cefâ ederse de sevgisinde samimi olan âşık bunları hoş görmelidir. Öyle değil mi ya! Bir gam
ve kederden kurtulup rahatlamayı arzu edenler ölümü tercih etmelidirler. Ölmeden evvel ölünüz
makamına girmelidirler. Takirat-ı aliyye’de seyr-ü sülûk’a giren müridlerin gayret ve çalışmalarına ve
özellikle kabiliyetlerine ve mürşidlerinin de dostluk ve sevgisi ilâve edilirse makamlarının yükseleceği
tabiidir. Cenâb-ı Hakk ve Feyyâz-ı Mutlak Hazretlerinin lütuf ve ihsanıyla bir sâlik ölüm makamına
kavuşursa her türlü gam ve sıkıntıdan kurtulup “Dikkat edin Allah’ın veli kulları için bir korku
yoktur. Onlar mahzun da olmazlar.” (Yunus: 62) sırrına mazhar olur.

Mevlâm sizi ve bizi bu yüce makama ulaştırsın.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HÂTEM-İ VELİ HAKKINDA


RESULULLAH -SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM-
EFENDİMİZ’İN HADİS-İ ŞERİF’LERİ VE ONA VÂRİS
OLAN VEKİLLERİNİN İFŞAATLARI (21)

Seyyid Abdülkâdir-i Geylâni -Kuddise Sırruh-

Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Mektûbât-ı Geylânî” adlı eserinin 5.
Mektub’unda Allah-u Teâlâ ile kulun arasındaki gizli hâli açıklamaktadır. Bu ifşaatının daha iyi
anlaşılması için izahı ile beraber arzediyoruz:

“Ey Aziz!

Mârifet güneşinin doğuşunu bekle...”

Allah-u Teâlâ bu güneşi doğduracak. O biliyor.

“O güneş sırlar semâsı canibinden doğacaktır...”

Yani Allah-u Teâlâ tarafından doğacak.

“O güneş doğduktan sonra kalp bostanları nura gark olacaktır...”

İnşaallah... Tabii ki nasipdar olana. Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri diğer bir beyanında:
“Ben sizin aldığınız kadarını satarım.” buyurmuştur. Yani benim mağazam zengindir, malı çoktur,
satmakla bitip tükenmez. Fakat alıcı müşterilerim peşin paraları kadar mağazamdan mal alabilirler.

Diğer bir beyanları ise şöyledir:

“Ben sizin yalnız zâhirinizi süslemeye değil, amma gönül arazinize mârifet fidanlarını dikmeye
ve onları sulayıp yetiştirmeye memurum.”

Buradaki mârifetullah da aynıdır, doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ ile irtibatlı olduğu için ayrı bir
nezâfeti vardır.

“Bu nurları getiren güneşin esas merkezi:

“Yer Rabbinin nuru ile aydınlanır.” (Zümer: 69)

Âyet-i kerime’sinin özlü mânâsıdır.”

Allah-u Teâlâ onu o nura mazhar edecek ki, o nurla kabre gitmiş olsun ve ebedî saâdete nâil olsun.
Dünyada kazanılan nur ahirete intikal eder.


“Bu aydınlığa kavuşan sâlikin, elbet gönlü rûşen olacaktır. Ve özünün derinliğinde saklı
âlemleri seyre dalmak da, onun hakkıdır.”

En güzel hayat Hakk ile olmaktır. En güzel konuşma Hakk ile mülâkattır. En güzel nefes Hakk ile
alınan nefestir. O’nunla meşgul olan, hayat-ı hakikinin içindedir.

O’nun içindir ki bazen: “Yâ Rabbi! Rahmetinin içine al!” diye niyaz ederiz, bir küpün içine girer gibi
gireriz.

“İşte bu dalış sonundadır ki, cehalet örtüleri, akıllara has basiret gözlerinden kalkar. Amma
nasıl bilir misin? Hangi kalp gözüne? Anlamayı arzular mısın? Elbette arzularsın. O halde oku:

“İşte şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık.” (Kaf: 22)

Âyet-i kerime’sindeki mânâ sürmesi çekilen kalp gözüne. Ne saâdet, ne saâdet!..”

Allah-u Teâlâ oraya tecelli edip nurlandığı zaman, hakikat pınarlarını oraya akıtır. Saâdeti orada
bulursun. O’nunlasın çünkü. O’nunla olduğun için asıl saâdet.

İnsan gözünü kapattığı zaman birşey görmez, açtığı zaman nasibi kadar görür. Mâneviyat da böyledir.
Allah-u Teâlâ’nın kişiye duyurduğu esastır, o zaman hakikatı görür ve anlar. Ondan evvel gördükleri
zandan ibarettir.

“Neleri görmez ve neleri müşahede etmezsin ki! Ve bâtın gözlerine o ilâhî sürme çekilince ne
müşahedeler olmaz ki! Yeter ki, o sürme bir defa mânâ gözüne çekilsin.”

Yeter ki Allah-u Teâlâ’nın lütfu üzerinde olsun.

“Ondan sonra, bâtın anlayışları gözün bir başka şeyler görmeye başlar. Öyle acaip işler görür
ki, hayretten hayrete geçer. Müşahede ettiği mukaddes nurların parıltısı onları öyle kamaştırır
ki, açmakta zorluk çeker.”

Fakir der ki: Tarikat-ı aliyede seyr-ü sülûk esnâsında her gün ayrı bir tecelliyât husule gelir. Kişi o
esrâr-ı ilâhîyi nefisle seyrettiği için ve her bir tecelliyat birbirinden üstün olduğu için herşeyi bildiğini
zanneder. Vaktaki hakikat tahsili başlayınca hiçbir şey bilmediğini öğrenir. Çünkü hiçliğe doğru gidiyor
artık. Marifetullaha alındığında da hiç olduğunu görür ve bilir. Burada Hakk’a vâsıl olur, Hakk’ın
göstermesi ile hakikatı görür.

“Ya fikre gelen hatıralar... Onlar da bir başka acaip işlerdir. Ona da âlem-i melekûtun sırları
çözülür. Kuvve-i fikriye, seyrettiği şeylerin o kadar tesirinde kalır ki, düşünemez, edemez olur.”

İlâhî tecelliyât karşısında insanın kendisinden geçmesi mânâsına geliyor. İlâhî tecelliyâtların
karşısında bir bocalama geçirir, mânevî sarhoşluk olur, âcizliğini idrâk eder.


“Belki de oraya bir talep için gelmişti. Amma bilmeden aşk vâdisine daldı. Zaten bu hale gelen,
bilerek neyi yapabilir ki? O aşk heyecanına kapılan talep vâdisindedir, amma bilemez,
hayrandır. Kendini orada kaybetmiştir.”

Herkesin yaratılışı ayrı ayrıdır. Yüzler birbirine benzemiyor, sesler, tabiatlar birbirine benzemiyor.
Herkesin tecelliyâtları ve terakkiyatları da ayrı ayrıdır. Herkes nasibi kadar payını alır. Birine tecelli
ettiğini diğerine etmez.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:

“Allah bu ümmetten bir âlimi alırsa, bu İslâm’da açılan bir gedik olur ve kıyamete kadar onun
boşluğu kapanmaz.” (Deylemî)

Niçin o boşluk kapanmıyor? Allah-u Teâlâ her gönderdiği kuluna ayrı ayrı vazifeler veriyor. Vazifeler
verdiği gibi tecelliyatları da ayrı ayrıdır. Birine verdiğini diğerine vermediği için ve aldığında verdiği ile
aldığı için yeri boş kalıyor.

Bunlar İnsan-ı kâmil olanlardır. Hazret-i Allah’ın huzur-u ilâhîsine kabul ettiği kimselerdir.

“Bu hâl içinde, onu bir başka kuvvet harekete getirir. Ne olduğunu anlamadan, bir de bakar ki,
Hakk yakınlığı vatanında.”

Allah-u Teâlâ onu cezbe ile kendine çeker.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)

Kimi sevmişse onu seçmiş, kimi de seçmişse onu kendisine çekmiştir. Huzur-u ilâhisine ancak
sevdiğini seçtiğini alır. Bu sevgili kullarını dâire-i saâdetine almış, merkez-i selâmetine çıkarmış,
huzuruna kadar almış ve en büyük saâdetine eriştirmiştir.

O kendisini boş vâdide zannederken, o anda Allah-u Teâlâ onu alır, huzuruna kadar getirir. O anda
dilerse onu çektiğini, huzurda olduğunu ona bildirir. Ve bu onlara sık sık tecelli eder. Dilediği zaman
Cenâb-ı Hakk tecelli eder.

“Nasıl oldu bu iş?” diye soramaz da.

Aslâ!.. Mahlûk ne yaptığını, ne yapacağını, ne olanı biteni, hiçbir şeyi sormaya da öğrenmeye de
sâhib-i salâhiyet değildir. Çünkü O’nun kudret elindedir. Bir çöpün ne kadar hükmü varsa, onun da o
kadar hükmü olur.

“Neredeydim, nereye geldim?” de diyemez.

Katiyyen!... O bir boşlukta idi, çekiverdi onu.

İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bu noktada buyurur ki:


“O zât bu yolda murad olarak seyretmiş, kuvvetle çekilerek bu kemâlâta kavuşturulmuştur.”
(260.Mektup)

“Şevk hâli onu o kadar sarmıştır ki, ne edip ne eylediğini anlayamaz. Hatta, hangi işlere âlet
olduğunun bile farkında değildir.”

Çünkü o bir robot mesabesindedir, o Hakk’ın robotudur, Allah-u Teâlâ onu nasıl dilerse öyle kullanır,
nasıl kullanırsa öyle olur. O robot nereye kullanılacağını bilmez. Kendi arzusu ile hiçbir iş yapmaz,
salâhiyeti de yoktur.

“Olagelen bu haller içinde, onu bir korku sardığı da olur. Öyle ya, belki bir an ayıkır, o baş
döndürücü güzellikler için: “Ya bunlar elimden alınırsa?” diye düşünebilir.”

Lütfeden Hazret-i Allah murad ettiği zaman bir anda alır. Hep O’nun hep O’nun...

Rivayete göre Musa Aleyhisselâm zamanında İsrâiloğullarından Bel’am bin Baura adında bir âlimin
bazı ilâhî kitaplar hakkında bilgisi vardı. Aynı zamanda duâsı makbul bir veli idi.

Bu mertebede olduğu halde Arz-ı mukaddes’e girme meselesinde Yuşâ Aleyhisselâm’ın aksine dünya
sevgisi ile zorbalara arka çıkmıştı.

Bir takım ilimlere, hidayet vasıtalarına nâil olduğu halde, dünya menfaatlerine, şöhret, nam ve makam
arzularına meylederek şeytana tâbi olan; o hidayet vasıtalarını elden çıkararak yoldan sapan, kendisi
saptığı gibi başkalarını da saptıran bu kimsenin çirkin âkıbetini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde
beşeriyete ilân etmektedir.

“Onlara o kimsenin haberini anlat ki, kendisine âyetlerimizden vermiştik. Fakat o bunlardan
sıyrılıp çıkmıştı. Derken şeytan onu arkasına takmış, nihayet azgınlardan olmuştu.

Dileseydik elbette onu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü.

Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, kendi
haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur.

İşte âyetlerimizi yalanlayan kimselerin hali böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde
düşünüp ibret alırlar. Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden bir topluluğun misali ne
kötüdür!” (A’raf: 175-177)

Hidayet yolunu bırakıp Hakk’tan uzaklaşmaktan daha çirkin, hevâ ve hevesine uyarak dalâlete
sapmaktan daha kötü bir sapıklık tasavvur edilemez.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin bir duâları şöyledir:

“Ey Allah’ım! Gözümü açıp kapatıncaya kadar beni nefsime bırakma ve bana verdiğin iyi şeyleri
geri alma.” (Bezzâr)

“Her zaman sarhoş olmaz ya. Ayıktığı da olur. İşte o ayıktığı zamandır ki, Allah’ın mekrinden
emin olmamak aklına gelir ve mey’ûs olur. Belki de bir yalnızlık duyar, içi burkulur.
Amma onu, o makama kadar çıkaran Hakk Teâlâ, nasıl mey’ûs eder ki? Elbette etmez. Onu nasıl
gama boğar ki? Elbette boğmaz. Yalnızlık duygusu ha! İşte bunu hiç vermez.”

Çünkü sen O’nunla mısın? Herşeylesin.

Fakir çok evvel şöyle söylemişti:

“Eğer Hakk ile isen, yalnız da olsan, sen cemaatlasın. Nasıl bir cemaat? Bulunmayan bir cemaat.
Çünkü sen Hakk ilesin, Hakk ehli ilesin. Yalnızsın amma, en büyük cemaatlasın. Hakk ile değilsen, en
büyük cemaatla da olsan yalnızsın, yapayalnızsın.”

Allah-u Teâlâ herkese âile vermiş, çoluk-çocuk vermiş. Fakire ne kadar büyük lütufta, ihsan ve
ikramda bulunmuş ki bunlarla meşgul ettirmemiş, bulandırmamış, oyalamamış, bizi yalnız yaşatıyor.
Zât’ı ile meşguliyeti sevdirmiş. Hâlâ o sevgi duruyor.

Onun içindir ki: “O’nunla olmak hayattır, O’nsuz hayat vefattır.” sözü ile bu noktaya işaret etmiştik.

Yıllar önce bir defasında Hacc’dan dönüyorduk. Boludağı’ndan iniyoruz, hava çok soğuk. O anda
gönlüme bir gariplik çöktü. “Şimdi herkes evine çoluk-çocuğunun yanına gidecek, sobası yanıyor,
sıcak çorbası var. Bizim evde ne soba yanıyor, ne sıcak çorba var, ne de âile var.” diye hafif bir
garipseme durumu oldu.

O anda:

“Amma senin evinde Allah ve Resul’ü var.” buyurdular.

Bunu o anda yanımızdaki kardeşlere söylemişiz, fakat söylediğimi hatırlamıyorum, bize daha sonraları
bir kardeş hatırlattı. “Böyle söylemiştiniz.” dedi.

Rabbime sonsuz şükürler olsun ki bana o hayatı yaşatıyor, hiçbir şeyle meşgul ettirmiyor. O’nunla
olmak hepsinden güzel.

“O’nunla mülâkat mülâkatların en güzelidir. O’nunla nefes, nefeslerin en güzelidir.” dememizdeki sır,
O’nunla beraber yaşanan hayatın hâlâtıdır, gizli bir hâldir.

Bu Zât-ı muhterem bu beyanları ile iç hâli belirtmiş oluyor. Özden bahsediyor, sözden değil.

İnsan zannediyor ki hayat çoluk-çocuğu ile yaşadığı hayattır. Hayır! Gerçek hayat budur. O hayat
eğlencedir, hayat-ı hakiki budur. Çünkü onlar belki kabre kadar bile gelmezler.

“Ayıktırdığı bir anda, o kulunun gönlüne şu ilâhi hitapların ılık sesini duyurur:

“Şüphesiz ki Allah insanlara karşı lütufkârdır.” (Mümin: 61)

“Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (Hadid: 4)

Beraberlik ha! Hakk’ın kulu ile beraberliği. O’nun kuvveti, kudreti karşısında, kulun ne kıymeti
var ki...”

Yalnız şu var ki, tecelli ettiği zaman Allah-u Teâlâ o kulu ile halleniyor, kul da ondan istifade ediyor.
Çünkü Mevlâ onunla meşgul olmasa o meşgul olamaz ki... Mevlâ onunla meşgul, o da O’nunla mest
oluyor.


“Hava boşluğunda bir zerre.”

Havayı da O yarattı, zerreyi de O yarattı. Sen nesin? Hiç!

“Koca sahrada bir milcik. Bu kadar da olamaz. Belki de: “O halde, bu beraberlikte kulun değeri
ne?” diyeceksiniz. Amma sakın şaşmayın ve gerçek olduğunu bilin. Şayet bu sorunuza karşılık
ağzımdan bir: “Hiç” çıkarsa, doğruluğunu derhal kabul edin.”

Bu hâl karşısında mahlûk tamamen hiç olur, O kalır.

Bu noktayı şöyle arzedelim.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Allah o Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur.” (Bakara: 255)

Âyet-i kerime’de geçen “Hû” maskedir. Şu gördüğünüz bütün âlemler “Hû”dan ibarettir. İnsan da
böyledir, kâinat da böyledir. Herşey O’na perdedir.

“Lâ” dediğin zaman, o “Lâ”lar yok olduğu zaman, O’ndan başkası kalmaz.

“O Hayy ve Kayyûm’dur.” (Bakara: 255)

O var, yarattığı şeyler O’nunla kâimdir. O’nunla kâim olan zerreyi de attığın zaman O var.

Onun içindir ki O’na karşı; değil bir sivrisinek kanadı, bir zerre dahi perdedir. Cenâb-ı Hakk onu yok
ederse, o yokluk içinde Var husule gelir.

Eğer bu Âyet-i kerime’nin aslını bir kavrayabilirseniz, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle birçok gizli kapıları
açabilirsiniz.

O çok lütufkâr, mahlûkun aklı ermeyecek kadar lütufkâr...

Fakir bir noktada der ki: “Allah’ım! İhsan ve ikramlarının zerresinin idrâkinden âcizim. Şükür değil
idrâkinden bile âcizim.” O öyle bir Allah’tır. Yalnız kendi kendini bilir ve kendi kendini metheder.

“Kulun bir varlığı olacak ve bir şey yapmaya kalkacak ha! Hem de Hakk’ın kudreti karşısında.
Hayır, hayır... Hepsi silinecek. Kulda varlık vehmi ölecek.”

Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri de aynı noktaya işaret etmiş ve:

“Onun iradesi kendi elinde değildir.” buyurmuştur. (260. Mektup)

Allah-u Teâlâ onu bizzat dilediği şekilde idare eder. Bir yaprak kadar hükmü yoktur. Denize düşen bir
zerreyi, deniz istediği gibi sürüklediği gibi, o da ilâhî hükümler karşısında öyle çalkalanır.

“Hele:

“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinmeyin.” (Zâriyat: 51)


Emrini duyan kul tümden erir. Fenâya varır. Ve; vehmettiği varlığın zerresi bile kalmaz.”

Zerre dahi Hakk’a perdedir. Zerreyi de O yarattı. Yaratan’ı düşündüğü zaman, yaratılmış şey
hükümsüz kalır.

Fakir bu hususta her zaman için şöyle der: “Elhamdülillâh hükümsüz ve değersiz bir mahlûkum.”

Hepsi bunun içinde. “Hükümsüz”, hiç hükmü yok. “Değersiz”, hiç değeri yok.

Hükümsüzün, değersizin lâfı bile olmaz. Çünkü yok oldu. Bir şey olacak ki, değeri olsun. Bir şey
olmadığı için, hükmü de yok, değeri de yok.

Kelime-i Tevhid’de “Lâ” dediğimiz zaman, kâinatı bir bez gibi atıyoruz. Çünkü O’ndan başka hiçbir şey
yok.

Allah-u Teâlâ o lütfu bahşetmiş, o basireti ihsan buyurmuş ve korumayı murad etmiş. Hiçbir şey
gizlenmiyor.

“O’nu görüyorum, başka bir şey görmüyorum.” diyorum. Fakat halk orada duruyor. İleriye de
gidemiyor, geriye de gidemiyor. “Evet” diyemiyor, “Hayır” diyemiyor. Evet diyemeyişi, havsalası
almıyor; hayır diyemeyişi hep Âyet-i kerime var.

“Bunu kim anlar ve kim bulur?” diyebilirsiniz. Gerçekten bu söz çok önemli. Öyle ya, kim anlar,
kim bulur?

Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta:

“Onu söylesem bile, kim anlar, kim idrâk eder?” buyurmuşlardır. (317. Mektup)

“Bu soru çok mühimdir. Üzerinde durmaya değer. İnsanda, onu bulmaya bir güç vehmederek
söylüyorsan, çok yanılıyorsun. Sonra şimdiye kadar anlatılan hallerden bir şey anlamadığın
anlaşılıyor. Yazık! Bu hale göre önce:

“Bu işten dolayı senin yapacağın hiçbir şey yoktur.” (Âl-i imran: 128)

Âyet-i kerime’sinin mânâsını düşünmelisin.”

Halka hitap ediyor ve bu sözleri söylüyor.

Bu kadar kitaplar yazılmış, ilm-i ilâhî husule gelmiş, Hakk’tan, Mârifetullah’tan bahsedilmiş; amma sen
bir tanesine eğilememişin, anlayamamışsın ve sen bundan mahrum kalmışsın. İlâhî lütuf çeşmesi
akmış, su boşa gitmiş, sen bir şey alamamışsın. Bu şekilde gidersen hâlin nice olur?

“Ne demek istediğini, bir daha, bir daha okuyarak anlamaya çalışmalısın.”

Allah-u Teâlâ’ya teslim olan bir kimsenin yapacağı hiçbir iş olamaz.

Şöyle der:
“Allah’ım! Hayır senin kudret elindedir. Benim yaşamam mı hayırlı, yalnız kalmam mı hayırlı, başka
türlü mü hayırlı, ölüm mü hayırlı ancak sen bilirsin.”

O kul Allah-u Teâlâ’dan hayır ister, amma katiyyen: “Şunu istiyorum.” demez. Niçin? Çünkü istemeye
sâhib-i salâhiyet değildir, Allah-u Teâlâ’ya kendisinden fazla güveniyor. O’nu kendisinden fazla
seviyor. Allah-u Teâlâ onu kendisini sevdiğinden daha çok sevdiğini biliyor.

Beni Rabbim kendimden çok fazla seviyor. Ben uçurumdan aşağıya gidiyorum O beni kurtarıyor. Hep
O kurtarıyor, hep O kurtarıyor, hep O kurtarıyor.

Onun için katiyyen bir arzusu olmaz, istek yaşamaz. “Arzum senin arzundur, hükmündür, emrindir.
Dileğim dileğindir.” Bundan başka ikinci söz söylemeye sâhib-i salâhiyet değildir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir.” (Nisâ: 79)

Bu Âyet-i kerime en bâtınî Âyet-i kerime’lerden birisidir.

Hazret-i Allah kişinin içinde olursa, o onu söylerken Allah ile konuşur.

“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zâriyât: 21)

Bunu görenler göre göre söyler. Çünkü o içindekini görüyor ve biliyor, kendisinin bir maske olduğunu
biliyor. İyiliklerin ancak Allah’tan olduğunu çok iyi biliyor. Allah-u Teâlâ’yı bilerek, görerek o sözü
söyler. Diğerleri ise zanla söyler.

“Sakın bunu da kendi gayretinle bulacağın vehmine kapılmayasın. Orası bir tevhid denizidir.
Kim kendi gayretiyle oradan bir şey almaya dalarsa, derhâl Hakk’ın gayret dalgaları ona çarpar
ve azamet bahr-i muhitine atar.”

Siz ne kadar okusanız okusanız alabilir misiniz? Amma bir söz söylenirse, herşey anlaşılır.

Yani sen bir şey anlarsan ancak zannın kadar anlarsın. O hakikat deryasından bir damla erişirse seni
aşar. Amma sen ne kadar okusan perdeyi aşamazsın.

“Şayet hali böyle olan kul; bu bahri muhitten kurtulmak ister, çırpınmaya kalkar ve bütün
bunlarla sahile çıkmak dilerse, o zaman hayret ve dehşet girdabına düşer. Şayet Hakk Teâlâ
ona gerçeği anlamayı nasip etmişse, o zaman şöyle yalvarmaya başlar:

“Rabbim! Ben nefsime zulmettim, beni bağışla!” (Kasas: 16)

İşte bundan sonradır ki, o kula lütuf yardımı binekleri gelir.

“Onları karada ve denizde taşıdık.” (İsrâ: 70)

Fermanı ile, bütün tehlikelerden kurtarır.”

Meselâ Cenâb-ı Hakk fakiri bir anda dilediği yerde bulundurur. Hazret-i Süleyman’ı taşıyan Hazret-i
Allah, gönül yolculuğu ile dilediğini taşıttırır. Bir anda istediği yere gider gelir.

Bütün bunlar Allah-u Teâlâ’nın izni ve emriyle olur. O bunlara yol verir.

Ve:

“Biz rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz.” (Yusuf: 56)

“Fermanı gereğince, en beğendiği sahil yurduna çıkarır.

Bu haller olup biterken, artık kulda varlık kalmamıştır. Tamamen Hakk’a teslim olmuştur.”

Vallahi kendimi bazen bir balık pulu kadar görürüm. Balıkta pul olur ya, ne kadar değersiz ne kadar
kıymetsiz değil mi? Pulun ne hükmü var? Ne kıymeti var? Onu gözümle görüyorum. Değer ve kıymet
yalnız O’nundur.

“İyi bil ki O herşeyi çepeçevre kuşatmıştır.” (Fussilet: 54)

“Emri gereğince, o kulun da nasibine bir şeyler düşer.”

Dilediğine. Ve siz de bunları duymuş oluyorsunuz.

“Sırlar âlemine âit kapı anahtarları ona teslim edilir.”

Nitekim Bâli-i Sofyavî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtem-i veli’nin imdad ve istimdâdından haber
verirken: “Zâtiyet hazinelerinin anahtarlarını elinde bulundurduğunu” söylemiştir. (Fusûsu’l-Hikem
Şerhi. Sh: 39)

O zaman görmüşler.

Bunun mânâsı; Allah-u Teâlâ dilediği esrârını ona bildirir, o da o hazinedekileri görür. Göre göre bilir,
amma söyler amma söylemez. Amma görüyor, anahtar elinde çünkü.

“Bundan sonra onun için hedef gözükmüştür:

“Gidilecek yerin en güzel olanı Allah katındadır.” (Âl-i imran: 14)

Cümlesi, onun için bir işarettir. Bu işareti o artık çok iyi anlar.”

Geçen gün bir kardeşe dedik ki: “Canım hep O’na gitmek istiyor, O’na kavuşmayı istiyorum.”

Amma buna rağmen istemeye hakkım yok, hüküm O’nundur, beni istediği tarafta bulundurur.

“Çünkü ona, mânâları çözme usulü talim edilmiştir. İlhamın ne olduğu, vahyin ne mânâ taşıdığı
onun bildiği şeydir.”

Nitekim İmam-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta şöyle buyurmuşlardır:


“Yine o, meleğin peygamberlere nasıl göründüğünü, vahyin peygamberlere ne şekilde indiğini
ve bunların keyfiyetini bütün inceliklerine kadar anlar.” (İhyâu ulûmiddin)

“Çünkü:

“O anda kuluna vahyedeceğini vahyetti.” (Necm: 10)

Âyet-i kerime’sindeki mânâ ona öğretilmiştir.”

Elhamdülillâh... Çünkü o oradan alıyor.

Nitekim Muhyiddin İbnül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri:

“O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm’a vahiy getiren melek de aynı kaynaktan
alır.” buyurmuşlardır. (Fusûlü’l-Hikem)

Allah-u Teâlâ murad ettiğini bildirir ve öğretir.

Hep O’nun bildirmesi, O’nun göstermesi ile olur. Çünkü bir kere insan kendisinin maskeden ibaret
olduğunu bildi mi, içinde O olduğunu bilir. O’ndan konuşur, O’nunla konuşur, işi bitirir.

“Sonra, evet sonra:

“Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.” (Necm: 18)

Âyet-i kerime’sinin özünde saklı işaretleri fehhetmeye, anlamaya başlar.”

“O Hazret-i Allah’ı gördü.” buyuruyor.

“Cenâb-ı Hakk cümlemize bu hallere ermeyi nasib eylesin. Âmin.”

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

KISAS-I ENBİYA Aleyhimüsselâm


Hz. Süleyman Aleyhisselâm
Muhteşem Bir Ordu:

Babasının vefatından hemen sonra hükümdar olan Süleyman Aleyhisselâm’ın zaman-ı saâdetlerinde
İsrailoğulları altın devrini yaşamışlar, dünyanın en medenî milleti haline gelmişlerdi.

Her şeyi bir başka olduğu gibi, Süleyman Aleyhisselâm’ın ordusu da bir başka idi.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan teşekkül etmiş orduları toplandı. Hepsi bir
arada düzenli olarak sevkediliyordu.” (Neml: 17)

Çok disiplinli ve düzenli olan bu ordu ile Süleyman Aleyhisselâm çeşitli yerlere seyahatlar yaptı. Eğer
hava sıcak ise, kuşlar kanatları ile onu gölgelerlerdi. Birçok krallarla komşu olduğu için hükümdarlığını,
Allah-u Teâlâ’nın dinini yaymaya bir vesile yapmıştı. Hiçbir kâfir ve zâlim kral bırakmaksızın hepsini
İslâm’a davet etmişti.

Karınca Vâdisi:

Bu muhteşem ordu ile yolculuklarına devam ederlerken, Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere:

“Nihayet karınca vâdisine geldiler.” (Neml: 18)

O bölgede karınca çok olduğu için “Karınca Vâdisi” denilmiştir.

Karıncalar rızıklarını temin etmek için vâdiye yayılmışlardı. Karınca beyi Süleyman Aleyhisselâm’ın ve
ordusunun gelmekte olduklarını görünce diğer karıncalara şöyle seslendi:

“Ey karıncalar! Yuvalarınıza giriniz! Süleyman ve orduları farkına varmadan sizi ezmesin.”
(Neml: 18)

Karınca Süleyman Aleyhisselâm’ın bir peygamber olduğunu, sebepsiz olarak bile bile bir karıncayı bile
ezmesinin düşünülemeyeceğini, bir zarar gelirse farkında olmayarak gelebileceğini söylemek istiyordu.

Süleyman Aleyhisselâm karıncanın bu tesbitinden pek hoşlandı.

Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere:

“Onun bu sözüne gülercesine tebessüm etti.” (Neml: 19)

Çünkü bu küçücük mahlûkun böyle bir idrak ve anlayışa sahip olması fevkalâde bir şeydi. Kendine
mahsus gayet fasih bir dil ile arkadaşlarına seslenmesi, haklarında şefkat göstermesi Süleyman
Aleyhisselâm’ı duygulandırdı. Allah-u Teâlâ’nın dilediği mahlûkuna bu kadar mühim kabiliyetler
vermesi ve kendisinin de bir karıncanın diğer karıncaları uyardığını farketmesi, dilini anlama nimetine
sahip olması karşısında gönlü huzurla doldu.

Hemen Rabbine yönelerek dergâh-ı ulûhiyetten bazı dileklerde bulundu:

“Ey Rabbim! Bana ve ana-babama lütfettiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi işler
yapmamı gönlüme ilham eyle!” (Neml: 19)

Süleyman Aleyhisselâm’ın böyle bir saltanata sahip olmasına rağmen böyle bir anda bu şekilde duâ
etmekle gösterdiği yücelik; başta ümera olmak üzere her sınıftan insanlara çok büyük dersler
vermektedir.
Salihler Zümresinin Arasına Katılmak:

İbrahim Aleyhisselâm Şuarâ sure-i şerif’inin 83. Âyet-i kerime’sinde geçen duâ ve niyazı ile, salihler
zümresine dahil olmak için Rabbinden yardım talep ettiği gibi; Süleyman Aleyhisselâm da zamanının
en salih insanı olmasına rağmen, kalbinin değişmesinden son derece endişe etmiş, şükür makamında
yaptığı duasını şu şekilde bitirmiştir:

“Rahmetinle beni salih kullarının arasına kat!” (Neml: 19)

Çünkü o mübarek peygamber biliyordu ki salih olmak, Allah-u Teâlâ’nın salih kullarının arasına
katılmak ilâhi bir lütuftur ve ancak Allah-u Teâlâ’nın ikram ve ihsanı sayesinde bu nimete kavuşulur.

Allah-u Teâlâ’nın kendisine nübüvvet ihsan buyurduğu, seçilmiş kullarından kıldığı, cinleri, insanları ve
kuşları emrine boyun eğdirdiği bir peygamber; kendisini Rabbinin siyanetinden müstağni göremiyor,
amellerinde eksiklik yapmaktan, şükrünü tam olarak yerine getirememekten endişe duyuyordu.

Yusuf Aleyhisselâm da:

“Allah’ım! Müslüman olarak ruhumu al ve beni salihler zümresine kat!” (Yusuf: 101)

Diye niyazda bulunmuş ve bu dilekle âhirete intikal etmişti. Gerçekten Allah-u Teâlâ’ya gönülden bağlı
olanların biricik arzu ve gayeleri işte bu sondur.

Bu hususta nasıl duâ edileceğine dair Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde kullarına bir numune veriyor:

“Ey Rabbimiz! Ruhumuzu iyilerle beraber al!” (Âl-i imran: 193)

Hüdhüd:

Süleyman Aleyhisselâm bu seyahati esnasında, insanlardan ve cinlerden meydana gelen ordularını


teftiş ettiği gibi, Âyet-i kerime’de beyan buyurulduğu üzere:

“Kuşları gözden geçirdi.” (Neml: 20)

Sefer esnasında çölde nerede su olup olmadığını tesbit edip haber getirmekle vazifeli olan Hüdhüd
kuşunu göremedi.

“Hüdhüd’ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?” diye sordu. (Neml: 20)

Tayin olunan vazifesinin başından izinsiz ayrılmış olduğuna kanaat getirince buyurdu ki:

“Bana (mazeretini belirten) apaçık bir delil getirmelidir. Yoksa onu ya şiddetli bir azaba
uğratırım, yahut da keserim.” (Neml: 21)

Süleyman Aleyhisselâm bu beyanı ile Hüdhüd’ün mühim bir iş için ordudan ayrılmış olacağını ihtimal
dahilinde tutuyordu.

Suçlu bulunursa Hüdhüd’ün uğrayacağı cezalar; ülfet ettiği kuşlardan ayrı bırakmak, ayrı bir cins kuşla
bir arada hapsetmek, tüyünü yolup güneşte bırakmak... gibi şeylerdi.

Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere:


“Çok geçmeden Hüdhüd geldi.” (Neml: 22)

Süleyman Aleyhisselâm’ın nereye gittiğini sorması üzerine, beraberinde çok faydalı ve mühim bir
haber getirmek suretiyle kendisini mazur göstermek için dedi ki:

“Ben senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana gerçek bir haber getirdim.” (Sebe: 22)

Hüdhüd, Süleyman Aleyhisselâm’ın ne kadar kesin kararlı olduğunu biliyordu. Gözden uzak oluşunu
unutturacak olan bu haberi arzetmekle hükümdarın dikkatini çekmek istiyordu.

Sözlerine devam etti:

“Oranın halkına hükümdarlık eden, kendisine her türlü imkân verilmiş bir kadınla karşılaştım.

Muhteşem bir tahtı da var.” (Neml: 23)

Küçük bir kuşun, böyle bir haber getirmesi de Süleyman Aleyhisselâm’a has bir mucizedir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Silsile-i Sâdât -33-


ŞEYH MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ
(Kuddise Sırruh) -36-

Sâlih Âlimlerle Sohbet:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:

“İlmi ile âmil olan âlimin yüzüne bakmak ibadet makamına kâim olur.” buyurmuşlardır. (Münâvî)

Binâenaleyh, bir âlim-i âmil ve mürşid huzurunda üç cihetten ibadet vardır:

1- Âlimin yüzüne bakmak ibadettir.

2- Orada ikâmetle, masiyet etmemeğe sebat ve keff-i mahârim yani haramdan el çekmek vardır. Bu da
bir ibadettir.

3- Rızâullah maksadiyle gelip zikir ve fikir hizmetinde bulunmak da bir nevi ibadettir.

Şah-ı Nakşibend Hazretleri:


“Bizim Târikimiz sohbetlerdir.” buyurmuştur ki, Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh-in tarîkidir.

Gerek Hazret-i Sıddık ve gerekse bil-cümle Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- sohbet ile istifaza
eylemişlerdir. Sohbetin terakkî ve tasfiye hususunda pek çok faydaları vardır. Sahâbe-i kiram’ın
cümlesi âlimdi, fakat hepsi sülûk ve teslîk bilmezlerdi. Kendileri muhabbet-i Nebeviyye ve teveccüh-i
Hazret-i Peygamberî ile Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olurlardı. Bu kâfi gelirdi.

Feyz göze görünmez. Meselâ, incir ve üzüm gibi meyve büyür ve güneşten istifade ederse de kemâle
gelinceye kadar güneşten gıda aldığını bilmez. Bir sâlik feyz alır, terakki eder. Fakat aldığı feyz ve
terakkisini bilemez. Çünkü feyz göze görünmez. Dünya serîu’z-zevâl ve fânidir. Ukbâ’da ecir ve sevâb
ise ebedîdir.

Hadis-i şerif’te:

“Hayra delâlet eden o hayrı işleyen gibidir.” buyurulmuştur. (K. Hafâ)

Bir kimse bu Hadis-i şerif’in sırrına mâ-sadak olarak yüz kişiyi hayra delâlet etse, onların herbirine bir
sevâb verilmiş ise, delil olana yüz sevâb verilmiş olur. İşte irşâda memur olanlar da bu noktada terakkî
ediyorlar.

Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri bilcümle ihvân-ı dinimizin medine-i vücudlarını mâ-i hayât-ı şeriatla iskâ ve
kalblerini de zülâl-i feyz-i tarikatla ihyâ buyursun, âmin.

Nitekim bir kimse hamamda sıcağı hisseder, fakat sıcaklık göze görünmez, lâkin eseri zâhirdir. Meselâ
bir sâlik eğer, namaza ve diğer ibadetlere başladığında kendisinde muhabbetullah, takvâ ve bir hafiflik
hissederse, bu onun feyz aldığına işarettir.

İşte bu yüzden, sohbette pek büyük istifadeler vardır.

Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- bir şiirinde buyurur ki:

“Gökteki meleklerin, yeryüzünde, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için yârân-ı tarikatın ictima
ve muhabbetlerine gıpta ettiklerini beyân ile musahabe-i cismâniyyenin ulviyyet ve meziyyetini
takdir ve izah ediyor.”

Sahâbe-i kiram Hazerâtının her birisi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Hazretlerinin huzur-i
lâmii’n nûrunda -velev bir saat bile olsa- şeref-i sohbetlerine nâil olduklarından tâbiinin kaffesinden
efdaldirler. Hatta hayru’t-tâbiin olduğuna dair Hadis-i nebevî vârid olmuş olan ve mukarrabînin sertâcı
bulunan Üveys-i Karanî Hazretleri de efdaliyette onlara denk olamaz. Tâbiin ise, tebeut-tâbiin olan
İmâm-ı Âzam ve sâir müctehidinden efdaldir. Çünkü Hadis-i şerif’te buyurulmuştur:

“En hayırlı asır, benim içimde bulunduğum Asr-ı saâdettir. Sonra onu takib edenler, sonra onu
takib edenler.” (K. Hafâ)

Üveys-i Karanî Hazretlerinin İmâm-ı Âzam Hazretlerinden efdaliyyetinden üç şey istidlâl olunur:

1- İlm-i Ledünnî, ulûm-i zâhiriyyeden efdaldir. Zira ilm-i ledünnî vehbidir.

2- Sahâbiler, tabiinden, tabiin, tebe-i tabiinden efdaldir.

3- Üveys-i Karanî Hazretlerinin gıyaben ahz-i feyz etmiş olmaları, gıyaben istifâza olunacağına bir
delildir.
Üveys-i Karani Hazretleri belki bir sahabiden daha fazla ibadet ve taatta bulunmuş olabilir; fakat
sahabiden asla efdal değildir.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Üveys-i Karni Hazretlerinden duâ istemiştir. Fakat bu, Karaniînin
ondan efdal olduğunu göstermez. Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri de
sahabeden bir zâttan duâ teleb buyurmuştur.

Müminlerden biri, kendisinden duâ talebi halinde: “Estağfirullah, ya ben kim oluyorum ki...” diye bir
tabirle cevap vermek muvafık olmayıp, “Peki” diye vad ve duâ etmek muktazâ-i kemâl ve emre
imtisaldir.

Merhum Hoca Yektâ Efendi’ye yazdığı bir mektupta hocası kendisinden duâ talep etmişler. Yektâ
Efendi merhum da meraka düşmüş, nihayet “Üstadımız huzurda iken bizi kâlen irşad buyurdu. Şimdi
de kalemen irşad buyuruyor.” demiş ve bu yolda mânâ vererek izah etmiş.

Nakşî yolu Ashâb-ı kiram’ın yolu olup şeriat-ı mutahharaya ittibadan ibarettir. Çünkü bu yol, doğru
yoldur. İnsanı rızâullah-i Teâlâ’ya, cennet ve cemâline nâil eyler. Tarikatten maksad da bu yolda
muvaffakiyyettir.

Bir tarikata ve mürşide râbıtası olmayanlar daha çok, şeytana tâbi ve Hazret-i Allah’a âsi oluyorlar.
Râbıtası kuvvetli olanlar ise şeytana mağlup olmuyor, meğer ki râbıtada kusuru olsun, kusuru
nisbetinde şeytana mağlup olur.

Hadis-i şerif’te:

“Her asırda benim ümmetimden ‘Sâbikûn’ vardır ki, bunlara büdelâ ve sıddîkûn denilir.
Haklarında inâyet ve merhamet-i ilâhiyye o kadar mebzûldür ki, sizler de o sayede yer ve
içersiniz. Ve ehl-i arz için vukûu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlar sayesinde def’u ref
olur.” buyurulmuştur. (Nevâdil-ül Usûl)

Sabikûn; tekaddüm edenler, mukarrabin demektir. Her asırda sabikûn, zamanı saâdetten beri devam
edegelmektedir. Asr-ı saâdette sabikûn şerefini, birinci olarak erkeklerden Hazret-i Sıddık -radiyallahu
anh-, kadınlardan Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- çocuklardan Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ihraz
etmişlerdir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Hazretleri zikr-i hafinin talim ve müminlere telkinini Hazret-i
Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh-e, zikr-i cehrinin de telkinini Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e tevdi
buyurmuş olduğu gibi, bu Hadis-i şerif’in meâl-i münifine nazaran da bu talim ve telkin vazife-i
mühimmesinin devam ve teselsülü için de her zaman irşad edici ehl-ü erbâb kimseler yetiştirilmiştir.

Cenâb-ı Hakk -Azze ve Celle- Hazretleri ulûm-i zâhiriyeyi tedris ve tâlim için her zaman âlimler
yetiştirmiş olduğu gibi ulûm-i bâtıniyeyi de tâlim için her zamanda ricâl-i sûfiyeyi eksik buyurmamıştır.
Ve mânevi yola girmeyi istemeyen nefs-i emmâre ashabı kullara karşı Allah’ın bir hücceti olmak üzere
ehliyeti tevatürle sabit bulunan bir kulunu kulların gözleri önüne koymuştur.

Bedeni hastalıklardan şifayab olmak için bir tabibin teşhis ve tedavisine ihtiyacın lüzumu bilindiği gibi;
kibir, hased, hubb-i dünya ve sâir emrâz-ı kalbiyenin tedavisi için de bir tabib-i mânevinin tedavisine
daha ziyade eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç bulunulduğundan tegafül ve tecahül edilmemelidir.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri, Âdem Aleyhisselâm’ı topraktan yarattı.

“Ona ruhumdan üflediğim zaman siz derhal onun için secdeye kapanınız.” (Hicr: 29)
Âyet-i celilesinde beyan buyurulduğu vechile, ruh nefhi ile cesed-i Âdem hayat buldu.

Keza ana rahminde dört aylık cenine ruh nefholununca hayat buluyor:

“Bir ölü iken kendisini diriltiğimiz, ona insanların arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse,
içinden çıkamayacak bir karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu hiç?” (En’am: 122)

Fermân-ı celîlinde buyurulduğu gibi bir müminin kalbi de bidâyet halinde meyyit mesabesindedir.
Mutlaka bir mürşid-i mükemmelin biiznillâh-i Teâlâ nefhına muhtaçtır. Yoksa bir mümin kendi kendinin
kalbini ihyâ edemez. Bir mürebbiye muhtaçtır.

Mesela bir çocuk vâlidesini tanır ve ondan süt emer. Başkasının sütünü emmez. Eğer vâlidesinin sütü
fazla olursa hazmedemez. Bunun için vâlidesi, çocuğun gıdaya ihtiyacı nisbetinde süt verir.

Kezalik bir mürşid ve sâlikine bidâyet halinde hazmı miktarı zikir verir ve teveccühte bulunur. Fazla
verirse tahammül edemez.

Nitekim şair:

“Ölü kalbin ihyâsını bir nefes ile gösterirler.

Gönülleri hayât-ı hakiki ile dolu olan nakşî zindegânı, Hazret-i Mesîh’ten veraset almışlardır.

Gül bahçesinin duvarı, bahçenin gerisinde bina edilmiştir. Bu sebeble münkir olan, Nakşi
bahçesinde dikenden başka birşey görmez.” diyor.

Hadis-i şerif’te:

“Ümmetimin kümmelini yağmur gibidir. Evvelinden mi âhirinden mi daha ziyade müstefid


olunacağı malum değildir.” buyurmuştur.

“Yağmur, toprağa nasıl hayat ve feyz verirse, bunlar da öylece ruhlara biiznillâh-i Teâlâ gıdâ ve feyz
verir.” demektir. Feyz almayan kimse, yağmur görmeyen tarla gibidir.

“Eski devirlerde pek büyük zevât gelmiştir. Şimdi ise öyle zevât yetişmiyor.” deniliyor. Onlarla
şimdikilerin farkı araştırılıyor. Yağmurun hangisi hayırlı olduğu belli olmadığı gibi onların da evvelkilerin
mi, yoksa sonrakilerin mi daha hayırlıdır, pek de belli olamaz. Herhangi bir zamanda yağan yağmur
ancak o zaman için hayırlı olduğu gibi, evvel gelen evliyaullah da o zaman için hayırlı olur, denilebilir.

Hakk Teâlâ Hazretleri Hadis-i kudsi’de:

“Kubbelerimin altındaki velilerimi benden başka kimse bilemez.” buyurmuştur.

Kubâb’dan maksad setirdir. Setir, kubbe ile tarif buyurulmuştur. Setirden murad ruhaniyettir. Gerçi bu
zâhir mânâya muhalif gibi görünürse de hakikatta muhalif değildir. Çünkü Şâh-ı Nakşibend -kuddise
sırruh- ve Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh- Hazerâtını herkes tanıyor ve evliya olduklarını
biliyorlardı. Bununla Hadis-i kudsi’ye muhalif mânâ anlaşılamaz. Zira evliyanın bir zâhiri, bir de
ruhâniyeti vardır. Zâhirini herkes görebilir, fakat rûhâniyetlerini göremezler.

Evliyaullah umumiyetle mesturdurlar. Yerler, içerler, halk ile muamele ederler, cismâniyetleriyle halk
içinde bulunurlar.

Cenâb-ı Hakk -Azze ve celle-nin; “Evliyayı benden gayrı kimse bilemez.” buyurması ruhaniyet
itibariyledir.
Evliyaullah’ın cismâni kısmı olduğu gibi ruhâni kısmı da nurdur. Nûr-i ilâhîden muktebestir.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:

“Allah göklerin ve yerin nurudur.” buyurmuştur. (Nur: 35)

Allah Zül-celâl Hazretlerinin nuru kafa gözüyle görülemediği gibi, nur-i ilahiden muktebes olan envâr-ı
evliya da zahiren görülemez. Cenâb-ı Hakk -Azze ve Celle- nurunu gizlediği gibi evliyasını da
gizlemiştir. Zira açık olsa mübtezel olur.

Evliyâ-i kümmelinin feyizleri yeryüzünde bulunan müminlere teveccühleriyle biiznillâh-i Teâlâ ulaşır.
Güneşin tulûiyle ziyası her tarafı tenvir eylediği gibi evliyâ-i kümmelinin nuru da aynı suretle tenvir
eyler. Yeryüzünde her an yüzyirmidörtbin evliya bulunur.

Bunlardan bir kısmı veliyy-i şer’idir. İrşad’a memur olanlar pek nadir bulunur. Bunların vücudu ise
kıyamete kadar bâkidir.

Nitekim Hadis-i şerif’te:

“Yeryüzünde Allah Allah zikri kesilmedikçe kıyamet zamanı gelmez.” (Münâvî) buyurulmuştur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

BAHTİYAR KULLARIN BAYRAMI

Gerçek mânâda hakiki bayramlar, ahireti kazananların bayramıdır. Onlar dünyayı boşamış, ahiretle
evlenmişlerdir. Hazret-i Allah’ın selâmı, esenliği onların üzerine olunca, Hakk Teâlâ Hazretleri’nin
Cemâlullah’ını seyre dalınca; o daldıkları nur deryasının içinde hakiki mânâda bayram sevincini
yaşayacaklardır. İşte hakiki bayram da bu bayramdır.

Bir kulun derecesi; İslâm’dan imana, imandan ikana, ikandan marifete, marifetten ilme, ilimden
muhabbete, muhabbetten mahbubiyyete, istemekten istenilir olmaya yükseldiğinde, artık gaflete düşse
başı boş bırakılmaz. Unutsa hatırlatılır, uyuyacak olsa uyandırılır, cehalet gösterse uyarılır, sırtını
dönse döndürülür, sussa konuşturulur, hep uyanık ve duru kalır.

Onun, gaflete düşmemesi Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden aldığı bir
mirastır. Çünkü Allah Resulü’nün gözleri uyur, gönlü uyumazdı.

Mümin dünyaya göz atınca, onu istemiş, arzulamış, gönlü onun sevgisiyle dolmuş. Bunu gören dünya
bu mümine sahip olmak isteyince, mümin kendisine gelerek hemen dünyayı boşamış, âhiret
sevdasına düşmüş, onu bulmuş, kalbini onun sevdası kaplamış. Bu defa mümin tekrar silkinmiş,
âhiretin kendisini tutsak edeceğinden, Rabbinden alıkoyacağından endişe duymuş ve onu da boşayıp
dünyanın yanına oturtmuş, onlara yönelik vecibelerini yerine getirip Hakk’ın kapısına yönelmiş, çadırını
buraya kurmuş, Hakk kapısının eşiğini yastık edinmiştir. Kendine, öyle ise sen de Hazret-i İbrahim’in
dinine tâbi ol, yıldızı, ayı, güneşi aş, yaratana ulaş ve onun dediklerini söyle, der.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Üzerine gecenin karanlığı basınca bir yıldız gördü. ‘İşte benim Rabbim budur!’ dedi. O batınca
da: ‘Ben batıp yok olanları sevmem.’ dedi.

Ay’ı doğarken görünce: ‘İşte benim Rabbim budur!’ dedi. O da batınca: ‘Rabbim bana doğru
yolu göstermezse, elbette dalâlete düşenler gürûhundan olurum.’ dedi.

Güneşi doğarken görünce: ‘İşte benim Rabbim budur, bu daha büyük!’ dedi. O da batınca dedi
ki: ‘Ey kavmim! Ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden uzağım.’

Ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben müşriklerden değilim.” (En’am:
76-79)

Mümin, yastık edindiği Hakk kapısının eşiğindeki tutumunu ve isteğini samimi bir şekilde sürdürürse
kapı açılır.

Huzura girmesi için kalbine izin çıkar, o durumunu kendisinden çok daha iyi bilmesine rağmen yine de
mümine halinden, dünya ve âhiret karşısında başından geçenlerden istihbarat da bulunur. Mümin de
yaşadıklarını anlatır.

Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onu kendisine yaklaştırır. Ona ünsiyet gösterir, onunla konuşur, sırtına
hoşnutluk hilâtını giydirir. Kalbini ilim ve hikmetiyle doldurur. Asıl bayram burada başlar. Bu Allah-u
Teâlâ’nın sevgililerine muhabbet etmek, onlara intisap etmekle de o sevgi ve muhabbet neticesinde
âhirete köprü atılmış olur. Dünya, âhirete uzanan bir köprüdür. Bu köprünün biri alt, diğeri üst olmak
üzere iki yolu vardır. Üst geçit zâhiri, alt geçit bâtınî...

Köprünün altında da derin bir kuyu. Alttan gidenlerde üstten gidenlerde o kuyuya düşecek. Herkes
mecburen gidiyor. Üstten gidenler de iki kısma ayrılmış. Bilenler ne olacağına ağlıyor, bilmeyenler ise
havaya bakıyorlar, güle oynaya gidiyorlar. Köprüde olduklarını unutmuşlar, kuyuyu görmüyorlar.
Kabrin bir veyl deresi olduğunu da unutmuşlar, onlar için âlem bu âlem, dem bu dem. Hep halk ile
meşguller ve bu halde iken ansızın patır-patır kuyuya düşüyorlar.

Alt geçitten giden mânevi ehli ise gözlerini kuyuya dikmiş. Dâima üzüntü ve ıstırap içinde, murakabe
ile, hesapla meşgul. Muhakkak ölüme mahkûm olduğunu biliyor, nefsine de bildirmeye çalışıyor. Kabri
ve âhireti için hazırlanıyor, düşeceği ânı bekliyor. “Düştüğüm zaman halim ne olacak?” endişesi ve
korkusu içinde her an Cenâb-ı Hakk’a sığınıyor, dâima O’nunla meşgul. Bu hale erenler hakiki bayram
yapacak, ebedî saâdete ereceklerdir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz:

“Ümmetimden yetmişbin kişi ve her birinin yanında ayrıca yetmişbin kişi olduğu halde hiç
hesap görmeden cennete girecektir.” buyurmuştur. (Müslim)

Seyyid Şerif Cürcani -kuddise sırruh-Hazretleri;

“Muhammed Aleyhisselâm’ın ümmetinin çoğu hesapsız cennete gireceklerdir.” buyurmuştur.

Nitekim Vedâ Haccı’nda Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz:

“Ey Âdemoğulları! Namazınızı kılın, orucunuzu tutun, haccınızı yapın, zekâtınızı verin ve bütün
bunları Allah rızâsı ve gönül hoşnutluğu ile yapın da hesapsız ve azâpsız cennete girin.”
buyurmuştur.
Kıyamet günü olunca Allah-u Teâlâ cennet hazinedarına:

“Ey Rıdvan! Dünyada oruç tutanları, aç ve susuz olarak mezarlarından çıkardım, şimdi ne
istiyorlarsa onlara cennetten getir.” diye emreder.

Rıdvan da Gılman’larla, nurdan tabaklar içinde yiyecek ve içecek şeyleri onlara gönderir ve:

“Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü âfiyetle yiyin, için!” buyurur. (Hâkka: 24)

Kıyamet günü olduğu vakit Allah-u Teâlâ’nın emri ile yüzleri nur gibi parlayan birtakım kimseler getirilip
incilerden yapılmış minberler üzerine oturtulurlar. Hatta şehitler ve peygamberler bile onlara imrenirler.

Ashâb-ı kiram tarafından bunların kim olduğu sorulduğunda, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz:

“Bunlar ayrı ayrı memleketlerden toplanarak, Allah’ı zikreden ve birbirleriyle sevişen kullardır.”
buyurur.

Abdullah ibn-i Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle
buyururlar:

“Kıyamet günü bir cemaat gelecek ve mahşer halkının üzerinden yel gibi geçip cennete
gireceklerdir. Bunlar her an ölüm için hazır olup bir an önce Allah’a ulaşmak maksadıyla ölümü
bekleyen kimselerdir.”

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz buyururlar ki:

“Benim ümmetimden olup da denizde ölen kimse mutlu bir insandır. Bu gibiler kıyamet günü
arşın altında toplanırlar.”

Allah-u Teâlâ:

“Varın cennete girin, hurilerle eğlenin, size hesap yoktur.” buyurur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz bir gün “Kıyamet gününde çeşitli hasret ve haller
vardır.” buyurdu.

Ashâb-ı kiram Efendilerimiz:

“Bu hasretlerden kurtulmanın çaresi nedir yâ Resulellah?” dediler.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz ise şöyle buyurdular:

“Dünyada âlimlerin eteğinden sarılmaktır. Zira kıyamet günü Allah-u Teâlâ âlim ve zâhidleri bir
araya toplayıp, zâhidlerin cennete girmelerini emreder. Zâhidler hemen cennetin yolunu tutar,
âlimler ise kalırlar.

Allah-u Teâlâ:

‘Benim sizi cennete göndermeyişim, sizi burada tutmak için değil, dünyada zâhidleri yalnız
kendi nefislerini düzeltmekle meşgul ettiğim için. Âhirette de yalnız kendilerini bağışladım.
Fakat siz dünyada nefislerinizden başka diğer insanlarla da meşgul oldunuz, onlara yol
gösterdiniz ve öğrettiniz. Şimdi dünyada sizi dinleyenleri de bulup yanınıza alın ve onlarla
cennete girin.’ buyurur.
Âlimler de dostlarını alarak cennete götürürler.”

Fahrüddin-i Râzi Hazretlerinin rivayetine göre:

Allah-u Teâlâ:

“Ey âlimler, Allah hakkında zannınız nasıldır?” diye sorar.

Âlimler:

“Sen af edip yarlığayıcı, merhamet sahibi bir padişahsın.” derler.

Allah-u Teâlâ:

“Ben de sizi bağışladım. Zaten ilmi size emanet etmem, hakkınızda hayır murad ettiğim içindir,
haydi cennetime girin.” buyurur.

Müminlere bayram müjdesinin ilki üç yerdedir.

Birincisi ölüm anında, diğeri kabirde ve üçüncüsü de mahşer yerindedir.

Birinci bayrama eren müminlere;

“Sevabınızın kaybolacağından korkmayın.” diye müjdelenir.

İkinci bayramı kazananlar, ihlâs ile amel edenlerdir.

“Amellerinizin kaybolacağından korkmayın, amelleriniz makbul ve sevabınız kat kat mükâfat


görecektir.” diye müjdelenirler.

Üçüncü bayram sahipleri tevbe edenlerdir.

“Müjdeler olsun, tevbeleriniz makbul ve ameliniz mahfuzdur. Bundan korkunuz olmasın.” denir.

Dördüncü bayram sahipleri zâhidlerdir.

“Mahşerin dehşetinden korkmayın hesapsız olarak cennete girin.” buyurur.

Beşinci bayram sahipleri ilmiyle amel edip, halkı aydınlatan âlimlerdir.

“Kıyametin güçlüklerinden korkmayın, ameliniz kat kat artar. Siz ve size uyanlara müjdeler
olsun.” denir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Kıyamet günü dört sınıf insan miskten yapılmış tepecikler üzerinde oturur. Bunlar hesap
görmez ve azâp olmazlar. Bunlar, Allah rızâsı için Kur’an okuyanlar, câhil ve fakat hâlis itikad
sahibi olanlar. Allah rızâsı için müezzinlik yapanlar ve dünyada belâlara mübtela olup
sabretmesini bilenlerdir.”

Bir başka Hadis-i şerif’lerinde ise:

“Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, kıyamet günü şehidler, silahları
omuzlarında olduğu halde mahşer yerine gelirler. Bunlar öyle muhteşem bir tavır içinde
yürürler ki, Allah katında en sevimli peygamberlerden olan İbrahim ve Musa Aleyhimüsselâm’ın
önlerine çıksalar onlar bile bunlara yol verirlerdi. Mahşer halkı, ‘Bunlar acaba kimlerdir?’
derlerken bir münâdi, ‘İşte bunlar Allah yolunda canlarını seve seve veren şehidlerdir.’ der.”
buyurdu.

“Kıyamet günü bir kısım insanlar mezarlarından uçarak doğruca cennete giderler.”

Melekler:

“Siz kimsiniz ki böyle herkesten evvel cennete giriyorsunuz? Siz hesap gördünüz mü?” diye
sorunca:

“Biz ne hesap ve ne de azâp görmeden doğruca buraya geldik.” diye cevap verirler.

Melekler:

“O halde nasıl oldu da geldiniz?” diye sorarlar.

“Biz Allah’ın fazlı ile cennete girdiğimizi biliyoruz. Fakat Allah’ın fazlının da iki sebebi vardır.
Birincisi Allah’ın bize verdiğine râzı olup ona kanaat ederdik, diğeri de gizli günah işlemekte
Allah’tan korkardık.”

Bunun üzerine melek-i kiram:

“Gerçek, cennet sizin hakkınızdır.” derler. (Kütü’l Kulûb)

İşte gerçek mânâda bayram bu müminleredir.

Gerçek bayram ebedî saâdeti kazanmış, O’na kul, Habibine ümmet olabilen, Kur’an ve sünnet
yolundan ayrılmayan o bahtiyar kullaradır.

Allah’ım bizi dünyada ve ahirette sevgili kullarıyla, sâlih kullarıyla, sâdık kullarıyla, şehitlerle,
peygamberlerle beraber kılsın ve beraberce lütfuyla haşr eylesin.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Soyguncuların Sonu Geldi,

Artık, Adaleti Ayakta Tutmak İsteyenler Var!

Türkiye tarihte görülmemiş şekilde bir ekonomik çöküş yaşıyor.

Onlarca yıldır savaş yapmamış, bilgisi ve deneyimi gün geçtikçe artan genç bir nüfusu bulunan, yeraltı
ve yerüstü kaynakları hiçbir ülkeye nasip olmayacak kadar zengin, her türlü provakasyona rağmen
vatanını ve devletini düşünen bir halka sahip olan bu ülkenin ekonomik buhranlar ve çöküşler
yaşaması gerçekten şaşılacak bir durum...

Ülkemizde yaşanan sıkıntıların kaynağı kötü yönetimdir. Uğursuz, yiyici, egosunu ve yandaşlarının
menfaatini memleket menfaatinden önde tutan yöneticilerin bu memlekete verdiği zarar bir değil birkaç
savaşta kaybedilecek zarara denk düşmektedir.

Hazret-i Allah ve Resul’ünün, onların izinden giden Allah dostlarının olacak hadiseler hakkında verdiği
haberlerin gün gün ortaya çıkması bir taraftan imanımızı ve şükrümüzü artırıyor, diğer taraftan
memleketin içine düştüğü kötü durum sebebiyle büyük üzüntü yaşıyoruz.

Dergimizin geçtiğimiz Şubat sayısındaki Başyazı’da bugün gelinen durum şöyle haber verilmişti:

“Yöneticilerin iyi ve kötü olmaları o kadar önemlidir ki, doğrudan doğruya halkın huzuru ve
huzursuzluğunu ilgilendirmektedir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“O yanından ayrıldığında (iş başına geçip idareci olduğunda) yeryüzünde fesat (anarşi)
çıkarmaya, ekini (ekonomiyi) ve nesli helâk etmeye çalışır.

Allah fesadı sevmez.” (Bakara: 205)

Ne fesadı sever, ne de fesat çıkaranları.

Bütün kötülükler kötü âmirlerin kötülüklerinden kaynaklanır, müsebbib onlardır. Her ne kadar iş yapıcı
gibi görünseler de, gerçekte yıkıcıdırlar.

Devlet kasasını aralarında taksim ederler. Allah-u Teâlâ da bereketi kaldırır, ekonomi altüst olur,
memlekette büyük sefalet husule gelir. Fakir inler, onlar ise sefa sürerler. Zevk ve sefaları bozulmasın
diye, bu iniltiyi duymak bile istemezler. Bu ise doğrudan doğruya ihanettir.

Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ’nın ve Resul-i Ekrem’inin yolundan ayrıldıktan sonra,
artık onun Din-i mübin ile işi kalmaz, vatanperverlik de ondan gider, vatanına ihanet etmekten
çekinmez. Nefis putuna tapar, var gücüyle madde ve makama dalar. Bütün fenalıklara yol verir. Çeşitli
vasıtalarla zehirini akıtmaya gayret eder. Yeryüzünde fesat çıkarmaktan başka bir çabası yoktur. Sözü
yalan, inancı fasid, icraatları kötüdür.” (Şubat 2001, sh: 3)

İhanet derecesine varan beceriksizlikler o raddeye varmıştır ki, işbirlikçi basının bütün perdelemesine
rağmen artık gizlenemeyecek bir hal almıştır.

Ekonomi Yönetimindeki Temel Hata:

Türkiye ekonomisine yapılan en büyük ihanet, üretimi ve ticareti teşvik edici sistemin yerine faizciliği ve
tefeciliği teşvik edici sistemin ikame edilmesi olmuştur.

1990 sonrası hükümetler zamanında hız kazanan bu sistem, gittikçe büyüyen ve ülkeyi mahveden bir
canavara dönüşmüştür.

Bu sistem yiyicilere yeni bir kapı açmıştır. Devlet hazinesi resmi ve kanuna uygun şekilde
hortumlandıkça hortumlanmış, tefecilerin, para babalarının, “tapınak şövalyeleri”nin mal varlıkları
korkunç şekilde artmıştır.
Enflasyonu düşürme reçetesi ise bu sistemin yol açtığı yaraların derinleşerek artmasına sebep
olmuştur. Zira döviz kurunun baskı altında tutulması anlamına gelen bu reçete paranın dövize
gitmesini engellemek için yüksek faizlerle piyasadan para toplayarak ikame ettirilmiştir.

Nihayetinde Türkiye’nin iç borç stoku bir-iki yıl içinde 57 milyar dolar gibi korkunç bir rakama
ulaşmıştır.

1999’da toplanan vergilerin %70’den fazlası, 2000 yılında toplanan vergilerin %80’den fazlası borç
faizlerinin ödenmesi için harcanmıştır. Bunlar dahi yeterli olmadığı için dışarıdan yüksek miktarlarda
döviz borcu temin edilerek borçlar kapatılmaya çalışılmıştır.

Uluslararası tefeciler hiçbir ülkede bulamadıkları faizlerle Türkiye’mizin parasını iç etmişlerdir. (Devlet
Dolar bazında yıllık %50’ye varan faizlerle borçlanarak bu işe alet edilmiştir.)

Bu tefecilik sistemine itiraz etmesi gereken halk da varını yoğunu satarak bu sistemden para kazanma
yoluna gitmiştir.

Üretim durmuş, sanayici de parasını faizle çoğaltma yoluna gitmiştir.

Bankacı, tefeci faizden kazanıyor, sanayici faizden kazanıyor, parası olan halk faizden kazanmaya
çalışıyor. Peki kimin parasını?!...

IMF izin vermeden para basamayan Merkez Bankası ve Hazine vadesi gelen borçlarını ödeyebilmek
için yüksek faizlerle yeni borçlanmalar yapmak zorunda kalmıştır. Böylece bir çığ gibi, yuvarlandıkça
ivmesi artan bir büyüklükle Türkiye’nin borçları çoğalmış, çoğalmış, çoğalmış ve bütün ülke
nihayetinde bu çığın altında kalmıştır.

İşte 110 milyar dolar dış borç 57 milyar dolar iç borç bu sistemin kaçınılmaz sonucudur.

Ekonomi Yönetimi Tefecilerden Kurtarılmalıdır:

Ekonominin bankacılıktan (tefecilikten) gelme bürokratlara teslim edilmesi başlıbaşına bir hatadır. Zira
bu insanların ekonomiden anladığı tek şey faiz’dir, paradan para kazanmaktır. Bu zihniyetteki
insanların istikrardan anladıkları şey de bankalar arasındaki işleyişin düzgün bir şekilde devam
etmesidir.

Bu böyle iken bir de bankacılık geçmişi şaibeli insanlar ekonominin başına getirilirse, artık bu bir hata
olmaktan çıkar, bunu tarih “Memleket hazinesine ihanet” olarak kaydeder. Devleti 1.1 milyar dolar
zarara uğratarak iflas eden bir bankanın şaibeli kredilerinde imzası bulunan Bilderbergci genel
müdürünü Merkez Bankası Başkanı yapmanın başka türlü bir izahı yoktur.

Faizci sistemin devam etmesi anlamına gelen her türlü düzenleme ve yönetim değişikliği Türkiye’nin
battıkça batmasına devam etmesi demektir.

Türkiye ekonomik bir kurtuluş savaşı başlatmak zorundadır. Şimdiki kafalarla ve uğursuz, bereketsiz
yiyicilerle devam edilmesi yeni krizlerin ve felaketlerin gelmesinden başka bir işe yaramaz.

Yolsuzluk Ekonomisi, Yahudiler ve Tapınak Şövalyeleri:

İçişleri Bakanı Sadettin Tantan yolsuzluk operasyonları sırasında bunların uluslararası boyutu bulunan
tek bir örgüt gibi çalıştıklarını ifşa etmişti. Ve “Tapınak Şövalyeleri” tabirini kullanarak bu örgüt
mensuplarının hangi yapılanma altında çalıştıklarını duyurmaya çalışmıştı.
Bilindiği gibi yahudiler eskiden beri parayı çok seven ve faizcilikle, tefecilikle diğer halkları sömürmeyi
meslek edinmiş bir millettir. Bu mesleklerini Masonluk teşkilatı altında daha organize icra etmenin
yollarını bulmuşlar, elde ettikleri parasal gücü ülkelerin iktidarlarını kontrol altında tutmanın aracı
olarak da kullanmışlardır. Ve hatta bu teşkilat sayesinde bütün dünya ekonomisini tek elden
yönlendirme ve sömürme imkanına kavuşmuşlardır. İçişleri bakanının işaret ettiği uluslararası boyut
budur.

Küresel ekonomi, dışa açık ekonomi gibi süslü laflarla kandırılan zayıf yapılı ekonomiler aslan kafesine
bırakılan kedi misali bu tefecilerin kucağına itilmiştir. Türkiye de kandırılan (veyahut ihanete uğrayan)
ülkelerden birisidir.

1998 yılında çıkan Asya krizinden sonra Hakikat dergisinde bu gerçekler şöyle dile getirilmişti:

“Ekonomik çalkantıların siyasi krize dönüştüğü ülkelerden birisi olan müslüman Malezya’nın başbakanı
ülkesinde çıkan istikrarsızlıktan Soros’u sorumlu tutmuş, yahudilerin oyununa geldiklerini söylemekte
bir beis görmemiştir.

Tarih boyunca yahudilerin tefecilikle uğraştıkları herkesin bildiği bir gerçek. Bir çok uluslararası
yatırımcının (ekserisi yahudi olan bu sermaye babalarına tefeci demek daha doğru) parasını Soros’un
şirketi aracılığı ile kullandığı düşünülürse Soros’un neden bu kadar güçlü olduğu daha iyi anlaşılır.
Nitekim bu kriz esnasında Uzakdoğu piyasalarından 500 milyar dolar paranın çekildiği söyleniyor.

Evet Soros çok güçlü, ancak müslüman Malezya başbakanı suçlu aramakta haklı mı?

Faizcilikle, tefecilikle dönen uluslararası piyasada kendisini tefecilerin kucağına bırakan, sıcak para(!),
kredi(!) gibi süslü kelimeler altında halkın, ülkenin geleceğini tefecilerin eline bırakan bir ülke bu
akıbetten şikâyet etmek hakkına sahip değildir.” (Nuri Ölçer, Ekim 1998, sh: 51)

Ünlü iktisatçı Joseph Stiglitz ülkemiz ekonomisi gibi dışa dönük küçük ekonomiler hakkında şu
benzetmeyi yapmaktadır:

“Onlar azgın ve açık denizdeki küçük tekneler gibidir. İyi yönetilseler bile dev bir dalganın etkisiyle
alabora olmaları işten değildir. Tabii ki kötü yönetimin durgun bir denizde bile felaket ihtimalini
artırdığını, hele su alan tekneler için felaketin kaçınılmaz olduğunu unutmadan.”

Nitekim Türkiye’deki Kasım krizini tetikleyen de ABD kaynaklı iki fonun Türkiye’den paralarını
çekmesidir. Bu krizin ilginç zamanlaması ise Türkiye’nin Kudüs konusunda bazı çıkışlar yapmak gibi
İsrail’i rahatsız eden icraatlarımızın ertesine rastlamasıydı.

Türkiye’de yolsuzluk skandalları ile yıpranan Demirel ismine rağmen eski cumhurbaşkanımızın
Ortadoğu heyetine dahil edilmesi, Şaron’un Kudüs provakasyonundan sonra Türkiye gelen İsrail
Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Alon Liel’in Dışişleri Bakanı’nın yanında Demirel ile görüşmesi, yine 27
Şubat’ta Türkiye’ye gelen Şaron’un temsilcisi İsrailli dipolamatın aynı şekilde Demirel’le bir araya
gelmesi, bütün kesimlerin desteğini kaybetmesine rağmen ABD başkanı Bush’un hükümeti destekler
mahiyette adımlar atması, Başbakanın ABD Büyükelçisi Pearson ile 27 Şubat’ta 1.5 saat başbaşa öğle
yemeği yemesi, bu tarihten bir-iki gün önce ABD elçiliğinin 2 numaralı temsilcisinin Çiller’e giderek
ortaya attığı attığı Milli mutabakat hükümeti hakkında sorular sorması yukarıda izah edilen perspektif
altında yeniden düşünülmelidir.

Beyaz Enerji operasyonunun hangi Başbakan yardımcısına dayandığı, Halk bankasındaki


hortumlamalardan hangi başbakan yardımcısının sorumlu olduğu, kısaca kimin ne halt yediği iyice
ayyuka çıkmış iken koparılan gürültülerin elbette çok önemli anlamları vardır. Bilderbergci olduğu
söylenen Başbakan kriz tellallığı yaparken, Bilderbergci yardımcısının sırıtması başka nasıl izah
edilebilir? Halkın büyük tepkisine rağmen basının ahlaksız desteğine nasıl kılıf bulunabilir? Bugünkü
tablonun mimarlarından biri olan eski cumhurbaşkanının bir kurtarıcı gibi öne çıkarılmak istenmesi
kimin işine yarar?

Dergimizin geçen ayki başyazısından şu satırları dikkat nazarlarınıza arzediyoruz:


“Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:

“Devlet malı (hazine) belirli çevrelerin menfaati yapıldığı zaman...” (Tirmizi)

Buyurarak zamanımızı ve yaşanan hadiseleri mucize olarak haber vermiştir.

Devletin hazinesi birkaç kişinin etrafında dönecek ve onlar devletin hazinesini, kasasını aralarında
taksim edecekler. Bugün olduğu gibi.

Hikmet-i ilâhi bu uğursuzluk geldikten sonra piyasadan para çekildi. Bankalardaki büyük hırsızlıklardan
sonra bankaların da suyu çekildi. Bu çok büyük isyandan ötürü barajlar suyunu çekti. O zaman
diyorum ki, buna müsebbip olanların suyu ne zaman çekilecek? Onu Mevlâ bilir.” (Şubat 2001, sh: 4)

Adaleti ve Dürüstlüğü

Hakim Kılmaya Çalışanlar:

Yukarıdaki izahların ışığı altında düşünüldüğü takdirde Cumhurbaşkanı Sezer’in 19 Şubat’ta yapılan
MGK toplantısındaki çıkışı küçümsenmemesi gereken çok önemli bir harekettir.

Cumhurbaşkanının çıkışından sonra başbakan ve hükümet marifetiyle çıkartılan kriz ve kriz öncesi
olaylar biraz irdelenirse bazı gerçekler daha net bir şekilde ortaya çıkacaktır.

Bilindiği gibi Beyaz Enerji Operasyonu esnasında bir Jandarma Krizi çıkarılmıştı. Yine DGM Savcısı
Talat Şalk’ın bu operasyon çerçevesinde IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlardan bilgi istemesi üzerine
Başbakan “Devletin itibarı düşürülüyor” diyerek savcıyı hedef almıştı.

Hükümetin belli bir noktadan sonra yolsuzlukların üzerine gidilmesini engellemeye çalışması üzerine
Cumhurbaşkanı kendisine bağlı Devlet Denetleme Kurulu’nu harekete geçirdi. 19 Şubat Krizinden
hemen önce bu kurul üyeleri hazineden bazı belgeler istemiş, verilmeyince hazineye baskın
düzenleyerek bu belgeleri kendi insiyatifleri ile elde etmişlerdi. Ve tahmin edebileceğiniz gibi ertesi gün
yeni bir krizle karşılaşmış olduk.

Devletimiz sanki mevzisini terketmek istemeyen veyahut ben gideceksem başkasına da yar olmasın
diye düşünenlerin elinde tarumar edilmektedir.

Resulullah Aleyhisselâm zamanında ihanetlerinin bedelini sürgün edilmekle ödeyen Nadiroğulları


yahudileri yanlarında götüremedikleri evlerini ve eşyalarını tarumar etmişlerdi. Yine 1967 harbinden
sonra işgal ettiği Sina’dan Mısırla yapılan anlaşma gereği çekilen İsrail burada inşa ettiği binaları
buldozer ve dinamitlerle tahrip etmişti. Aynı şekilde Kurtuluş Savaşında İzmir’de denize dökülen Yunan
ordusu ile birlikte kaçan Ermeni ve Rumlar kendi mahallelerini ateşe vermişlerdi, güzelim İzmir 3 gün
boyunca yanmıştı.

Devlet malını kendi aralarında pay eden yapılanmanın devamı anlamına gelebilecek her türlü
düzenleme yakın ve uzun vadede memleketin daha çok mahvolmasına, ülkemizin siyasi
bağımsızlığının daha fazla kaybedilmesine sebep olabilecek büyük bir tehlikedir.

Cumhurbaşkanı’nı eleştirmek isteyenler dahi başbakanın haksızlığını teslim etmek zorunda kalıyorlar.
Çünkü çalınan minareler o kadar çok ki, kılıf yetiştirmek mümkün olmuyor.

Ekonomik Çöküşün Jeopolitik Boyutu,


Türk Milleti’nin ve Türkiye Coğrafyasının Önemi:

Coğrafi imparatorlukların yerini ekonomik imparatorlukların aldığı çağımızda silahların yapamadığını


ekonomik yaptırımlar yapabilmekte, devletler arasındaki işbirliği ve ittifak arayışlarında ekonomik ve
ticari yapılanmalar ön plana çıkmaktadır.

Millet olarak tarihten gelen stratejik bir mirasa ve stratejik ehemmiyeti çok büyük bir ülkeye sahibiz.

Arazi coğrafyasının, enerji coğrafyasının, su coğrafyasının, inanç coğrafyasının ve tarih coğrafyasının


göbeğindeyiz. Dolayısı ile neredeyse bütün kem gözler milletimize ve ülkemize nazar etmektedir.

Mazlum halkların sevgilisi ve hamisi olmuş bir millet olarak tarihimizde kara lekemiz yok. Azmimiz ve
iyi niyetimiz sebebiyle büyük devletler, büyük uygarlıklar kurmuşuz. Gittiğimiz yerlere insanlık, adalet,
huzur götürmüşüz. Uzun asırlar varlığımızı muhafaza edebilmemiz ise dinimizi, vatanımızı,
namusumuzu canımız pahasına müdafaa etmek sayesinde mümkün olmuştur.

Ülkemizin halklar üzerindeki sempatisini yıkmak isteyenler sahte belgeler, düzmece hikayeler
sayesinde amaçlarına ulaşmışlardır.

Bizi çekemeyenler, milletimizi altetmek isteyenler ancak hain işbirlikçiler, gizli casuslar vasıtasıyla
emellerine ulaşabilmişlerdir.

Bu sebeple iç bünyemizde cereyan eden hadiseler ile dış bünyemizde, yakın coğrafyamızda cereyan
eden hadiseleri birlikte değerlendirmek lüzumu doğmakta, dünya üzerindeki hegemonik güçlerin amaç
ve hedeflerini güzel teşhis etmek icap etmektedir.

Nitekim, iç işimiz olan ekonomi, IMF marifetiyle uluslararası bir mesele haline gelmiş ve hatta
ekonomik zaaflarımız ve borçlarımız diplomatik sahada bir silah olarak bize geri yöneltilmiştir.

Krizlerle ekonomisi malul olan Türkiye’nin sesi soluğu zayıflamış, uluslararası manevra kabiliyeti
azalmıştır.

Türkiye’nin Geleceği:

Türkiye çok önemli bir süreçten geçiyor. Her birisi tek başına büyük ehemmiyeti haiz olaylar peşi sıra
cereyan ediyor.

Başka bir ülkenin veya başka bir milletin altından kalkmakta zorlanacağı devasa olayların onlarcası ile
boğuşan bu ülkenin hala ayakta kalması ve hatta Türkiye’nin geleceğini ipotek altına almaya çalışan
soyguncu örgütlenme ile yapılan mücadeleden başarıyla çıkma umudunun iyice artması ancak ve
ancak Hazret-i Allah’ın lütfundan başka bir şey değildir.

Artık süratle vatanperver, işbilici ehil kimseler her yerde vazife başına getirlemeli, topyekün bir
kalkınma savaşı başlatılmalıdır.

Mevcut hükümeti desteklemekten başka bir alternatifi kalmayan hegemonik dünya güçlerinin iç
uzantıları tasfiye olduktan sonra karşılaşılacak taarruzlara hazırlıklı olunmalıdır. Tarım tekrar kendi
kendine yeter hale getirilmelidir. Yerli sanayi kendi silahımızı yapabilecek şekilde dizayn edilmelidir.
Mucitlerimize gerekli maddi ve hukuki destek verilmelidir. Elektronik ve bilgisayar sektöründeki genç
beyinler stratejik hedeflere yönlendirilmelidir.

Türkiye’nin kaybı büyüktür. Ancak hazinesine, ekonomisine, vatanına ihanet edenleri tanımak gibi çok
büyük bir kazanç elde etmiştir.
Hazret-i Allah, adaleti ayakta tutmak isteyenlerin bulunduğu bir ülkeyi batırmaz, batırmak isteyen
işbirlikçilere fırsat vermez.

Cenab-ı Hakk’a sonsuz şükürler olsun.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

FRANSA’NIN TÜRKİYE DÜŞMANLIĞI


VE GERÇEKLER

Fransa, son zamanlardaki Ermeni yanlısı tutumuyla aslında bütün batının tavrını yansıtmıştır.

Batı dünyasının her işinde -ve özellikle “Doğu Meselesi”nde- hesaplarını zaman dilimlerine yaydığını,
ince hesaplarla hareket ettiğini tarih ilmini bilenler hatırlayacaktır.

Gerek Ermeni Soykırım Yasa Tasarısı’nın Batı parlamentolarında görüşülmek istenmesi, gerekse
Türkiye’nin AB’ne alınıp alınmama projesi ve bunun gibi nice meseleler bir çarkın dişlileri gibi bir hesap
dahilinde ortaya konmakta, zaman ve zemin iyi kullanılarak gerektiği anda sahneye çıkarılmaktadır.

Ermenilerin uzun yıllardır sözde soykırım yasası için bütün batı ülkeleri nezdinde harekete geçtiği,
silahlı eylemler de dahil olmak üzere türlü yöntemler kullandığı bilinmektedir.

Türkiye; bu tür oyunlar sahnelenirken net tavır koyamamış, karşı atağa geçememiş, kendine doğru,
gerçekçi ve milli bir strateji çizememiştir. Olayları her zaman geriden takip etmek yanlışlığına
düşürülmüştür.

Batının Türk ve İslâm âlemiyle ilgili her hareketi, her sözü, attığı her adım dikkatle incelenirse istikbâle
ait çok önemli kararların alındığını, bu kararları gerçekleştirmek için sinsice, kahpece tuzaklar
kurduğunu görebiliriz.

Bir zamanlar Osmanlı Sultanlarının mektuplarıyla hayat bulan, ezilmekten, yok olmaktan kurtulan
Fransa, onlara gösterdiğimiz alicenaplığı, kanının gereği olarak çabuk unutmuş, Birinci Cihan
Harbi’nde düşmanlığını açıkça sergilemiş, Maraş, Antep ve Adana dolaylarında Ermeni dölleriyle
birlikte onbinlerce müslüman Türk’ün kanını akıtmıştır.

Bugün de Fransız parlamentosu Ermenilerin safsata isteklerini kabul etmek gibi bir aşağılığı
onaylamıştır.

Fransa Cumhurbaşkanı Chirac 1987 yılında Paris Belediye Başkanı iken şöyle söylemişti: “-Biz
iktidara geldiğimizde Türkiye’ye ikinci Sevr’i kabul ettireceğiz...”

Şimdi iktidarda.
PKK’nın siyasallaştırılması, Kürtçe TV, soykırım tasarısı, demokratikleşme programı gibi meşru isimler
altında dayatılanlar, IMF ve Dünya bankası kanalıyla ekonominin üzerine ipotek koyma çabaları,
Telekom başta olmak üzere THY gibi hayati önem taşıyan kurumların yabancıların alımına sunulması
bir başlangıcın sadece bazı şubeleridir.

Fransa’nın tarihi tetkik edilirse pek çok katliamların, işkencelerin, soykırımların sahnelendiğine şahit
olabilirsiniz. Ruanda’da yaşanan katliamları bütün dünya korkunç dehşetiyle seyretti. Maraş’ta,
Antep’te yaptıklarının canlı şahitlerinden halen hayatta bulunanlar var. Gazetelerden öğrendiğimiz
haberlere göre bu ülkenin Cezayir’de uyguladığı katliamların haddi-hesabı yok. İki milyondan fazla
Cezayirliyi işkenceyle öldürmüşlerdir. Bunu bizzat o zaman Fransız ordusunda subaylık yapan
kimseler ifade etmektedirler. Bizzat kendi gazetelerindeki röportajlardan yapılan alıntılar Türk
kamuoyunda okuyucuya sunulmuştur. Yine Paris’te Protestan oldukları için kendi vatandaşı olan
otuzbin kişiyi işkenceyle beşikteki çocuklara kadar katletmişlerdir.

Tarihinde beyaz sayfası olmayan kara devletin amacı başkadır. Bu ülke bir zamanların Napolyonu De
Gaulle’ün yolundan yürümektedir. Bu yol Atlantik’den Urallara kadar uzanan ve milli hedef olarak
anılan yoldur. Bunun için güçlü, kalkınmış, önünde engelleri olmayan bir Fransa inşa etmelidir. Bu
yolda Fransa’nın önündeki en güçlü engellerden biri olarak Türkiye bulunmaktadır.

Fransa’nın amacı Ermenilere şirin görünmek, hâmîlik yapmak değildir. Akl-ı selim Ermeniler de
bilmektedir ki Fransa gerektiği zaman Ermenileri bir kuruşa pazara çıkarabilecek karakterde bir ülkedir.
Geçmişte Arapları kullandıkları gibi Ermenileri de kullanacaklar, kendi çıkarlarına alet edecekler,
zamanı gelince kaldırıp atacaklardır. Bu, batı emperyalizminin değişik ama sıkça uyguladığı bir
oyundur. Bu oyunun piyonları asla iflah olmamışlar, huzur bulmamışlar, rahata kavuşamamışlardır.

Fransızlar bu emperyalist emellerine Kürtleri de alet etmeye çalışıyorlar. Bu oyunun silahlı safhası elan
devam ediyor, şimdi siyasi cephesini açmanın peşindeler.

Türkiye ise yakın tarihinde büyük hatalar yapmış, BM Teşkilatı’nda Cezayir’e karşı Fransa’yı, Araplara
karşı İsrail’i destekleme gafletinde bulunmuştu. Bugün ise gerek İsrail ve gerekse Fransa Türkiye’nin
altını oymak için her oluşumun, her hareketin içinde bulunmaktadırlar.

“Fransa, ermeni oyları için bu yasayı kabul etti.” demek aptallıktır, ihanettir. Bu kadar önemli siyasi
neticeleri olan bir kararı basit oy hesapları ile izah etmek mümkün değildir. Kesinlikle Fransa çıkarılan
bu yasanın ardındadır. Sıra diğer devletlere gelmiştir. Almanya, ABD, İngiltere ve diğerleri bunun gibi
başka şeyleri Türkiye’nin önüne koyacaklar. “-Soykırım yaptığınızı kabul edin...” diyecekler. Sonra
tazminat istenecek, toprak talebi gelecek, Doğu Anadolu verilecek! kukla Kürdistan kurulacak, Fırat’ın
sularının bereketli toprakları Yahova’nın oğullarına! sunulacak. Kasap, katil Şaron 1982’de “-Türkiye
ilgi alanımızın içindedir...” dememiş miydi?

Nesebi belirsiz Fransız toplumu uyuşturucunun, ayyaşlığın, fuhşun pazarlandığı çok önemli bir
pazardır. Marsilya başta olmak üzere mafyaların üslendiği bu ülkede Ermeniler karanlık işleri
çevirmekte, pek çok bakanı, bürokratları para ile, silah ile dize! getirmektedirler. Akdeniz’in uyuşturucu
trafiğinin İtalya’dan sonra en önemli karar ve dağıtım merkezi burasıdır. Ermeni davasına bu kirli
paralardan milyarlarca dolar transfer edilmektedir. Fransız kamuoyu bu iğrenç ve kirli işlere sesini
çıkarmamaktadır.

Türkiye, kendi gücünü görmek ve göstermek istemese bile batı bunun farkındadır. Büyüyen, gelişen,
kalkınan bir Türkiye istememektedir. Daima ve her an meşgul edilmeli, gücü bölünmeli, enerjisi
harcanmalı, kendine gelmemeli, başına gaileler açılmalı, bölünmeli, parçalanmalıdır. Şükür ki bunu
anlayabilen kimseler, şuurlu topluluklar vardır. Geçmişte bu emelleri için içerde pek çok olaylar ihdas
ettiler, çatışmalar çıkardılar, tutmayınca rafa kaldırdıkları Ermeni soykırımı tasarısını ortaya sürdüler.

AB bir hıristiyan kulübüdür. Bunu, bizim yetkililer kabule yanaşmasalar bile onların en yetkili kimseleri
açıkça ifade ediyorlar. İngiltere eski Başbakanı Lord Palmerston şu ifadelerle birliğin genel yapısını
ortaya koyuyor: “-Türklerin Avrupa Birliği’ne kabul edilmesi hıristiyanlaşmasına ya da İslâmiyetten
kopmasına bağlıdır...” Almanya’nın eski Başbakanı Helmuth Schmidt de aynı görüşte olmasına
rağmen Avrupa’nın esas gayesinin Türkiye’nin bölünmesi, Sevr anlaşmasının yeniden hayata
geçirilmesi olduğunu ifade ediyor. Bunlar batının Türkiye hakkında beslediği düşünceler ve düşlerdir.
Onlar düşlerine bile hayati bir önem veriyorlar, gerçekleştirmek için ellerindeki bütün fırsatları son
kozuna kadar kullanmaya çalışıyorlar. Açıkça Şark’taki Türkiye batının politikalarının ana hedefi olmuş
ve bin yıllık haçlı kini sönmemiş, kuyruk acısı gitmemiş, aşağılık kompleksleri bitmemiştir. Biz onları ne
kadar anlasak bile onlar bizi anlamak yüksekliğine ulaşamayacaklardır. Bizde bu kimlik, bu din
olduktan, onlarda bu kin bulunduktan sonra bu çatışmalar devam edecektir.

Nasıl olsa ayrı kulvarlardayız. Daha net tavırlarla atağa kalkmak, belgelerle, doğru bilgilerle -ki
elimizde haddinden fazlası var- akıllı ve etkili politikalarla, cesaretle, batıda yetişen aklı başında
insanları, kurum ve kuruluşları da yanımıza alarak süratle toparlanmalıyız. Tezlerini çürütecek
çalışmalar yapmalıyız. Ticari, askeri anlaşmaların iptali isabetli olmuştur. Büyükelçinin geri çekilmesi
de. Fransız mallarına boykot uygulanması derinleştirilerek yaygınlık kazandırılmalıdır. Kamuoyu
gelişmeler karşısında doğru dürüst bilgilerle bilgilendirilmeli, milletin daha duyarlı olması sağlanmalıdır.
Şimdilik Fransa’nın çirkef yüzü belgelerle ortaya konmalıdır. Artık bu devlet politikamız olmalıdır. Yerli
işbirlikçiler iyi tesbit edilip, ipi çekilmelidir.

Hıristiyan haçlı dünyası her alanda üzerimize gelmekten, bizi bölmekten, saldırılarına devam etmekten
geri durmayacaktır. Müsteşrikler, oryantalistler, misyonerler haçlı oyunlarının ileri elemanları olarak
çalışmalar yapmaktadırlar. Bütün bunlar gözlerden uzak değildir. 1959 senesinde bir kongrede şu
kararları almışlar ve uygulamaya koymuşlar:

“-...Müslümanlığı içinden yıkmalı. Bunun için müslüman adı taşıyan misyonerler vasıtasıyla sürekli
olarak İslâm âdet ve an’anelerini, İslâm esaslarını kötülemeli, onların bozuk olduğunu ileri sürmeli... Bu
itibarla, İslâm dininde reform yapmak lâzım geldiğine dair aralıksız propoganda yapmalı. Müslüman
gençleri dinlerinden soğutmalı, tecrit etmeli, birbirlerine düşürmelidir.”

Türkiye’nin elinde yapacağı işler bulunmaktadır. Karşı cevap olarak TBMM’nde Fransa’nın yaptığı
katliamların tescili onaylanmalı, arşivlerdeki belgeler gün ışığına çıkarılarak tarihteki vahşetleri gözler
önüne serilmeli, acilen Türk cumhuriyetleri ve İslâm ülkeleri arasında iktisadi, siyasi, kültürel, askeri
ittifaklara zemin hazırlanmalıdır. Yaralar böylece tedavi edilecek, batı dünyası karşısında daha güçlü
konuma gelinebilecektir. Yakın bir gelecekte Avrupa Ordusu’ndan Türkiye’nin tecrid edileceğini
belirtmemiz gerekiyor. Batı, kuvvetten anlar. Gerektiği zaman kuvvetlice vurmasını bilmeli ve
hazırlıklarımızı yapmalıyız. Sözü Piyer Loti’ye bırakalım:

“-...Bütün bunlara ilaveten, Ermeniler bir de Hıristiyanları, Katolikleri ve Ortodoksları Türkiye’ye karşı
bütün batıyı kışkırtma rolünü üstlendiler. Türklerin Hıristiyan olmamaları, Avrupa’nın gözünde temel bir
eksiklik. Ermeniler ve Ortodokslar bu hıristiyan kimliğinden yeteri kadar faydalandılar ve herkesi
bununla aldattılar!..” Bu aldatma batının da işine gelmekte, menfur emelleri için bir bahane
bulmaktadırlar. Biz uyuyoruz ve tarih yeni oyunlarla karşımıza çıkıyor.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

CANLARIN, CANANLARIN HAYRAN KALDIĞI BENİM SEVGİLİM...


Özden Allah diyen bir sevgili var,
Şeker, bal damlayan nefis dili var,
Her an Hakk’a giden tam menzili var,
Muhabbeti Hakk’tan gelen Sevgili.
Özünde Allah var, sözünde de Hakk,
Ey nefis! O özden nur almaya bak,
Duru su misâli rızâ için ak,
Kalbimdeki pası silen Sevgili.

Öyle sevgili ki hâli bambaşka,


Hayâline dalan düşüyor aşka,
Aşkınla eriyip kor olsam keşke,
Beni alıp Dost’a salan Sevgili.

Gözler hayran kalır nurlu yüzüne,


Basa basa yürümeli izine,
Hakk’tan gelir şüphe olmaz sözüne,
Hakk ile ağlayıp gülen Sevgili.

Damladan ne olur düşse denize,


Doğru söz kâr etmez ahmak, densize,
Koşun! O sevgili el verir size,
Seven, sevileni bilen Sevgili.

O güzelin bâdesinden içsem ben,


Bahçesinde fidan fidan açsam ben,
Kanatlanıp ardı sıra uçsam ben,
Hakk’ın hücresinde kalan Sevgili.

Bir tohum misâli toprağına düş,


Aşkla sarhoş olup edelim cümbüş,
Dünyanın hayatı soğuk yüzlü düş,
Ene’l-Hak sırrından deren Sevgili.

Sevdan hasretinle yakar kavurur,


Yel alır da göz yaşımı savurur,
Sevgin dağlar gibi gönlümde durur,
Beni ilmik ilmik ören Sevgili.

Ferhat gibi nice dağlar aşmışım,


Diyarlarda dolup dolup taşmışım,
Akıl almaz sevgiliye düşmüşüm,
Hakk katında postu kuran Sevgili.

Bu sevgi sonunda fenaya ersem,


Rabbim lütfeylese canımı versem,
Aşkından içenler oluyor sersem!
Aşk uğruna canı veren Sevgili.

Yâ Rabbi! Kulunu lütfunla güldür,


O Sevgili benden râzı mı? bildir,
Nefsi aşk oduna sokup da öldür,
Gönlümü fırına süren Sevgili.

Benim sevgilimi bilenler bilir,


Ülfet bâdesinler alanlar bilir,
Mekânında karar kılanlar bilir,
Şu putları bir bir kıran Sevgili...
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

KURBAN BAYRAMI ve ÇOCUK

Hazret-i Allah mübarek Kurban Bayramı günlerine tekrar bizi kavuşturdu. Kendisine sonsuz hamd-ü
senalar olsun.

Bir önceki bayramla bu bayram arasında birçok şey değişti. Çocuklarımız bir yaş daha büyüdü,
bazılarımızın çocukları oldu, bazılarımızın çocukları kendi yuvalarını kurdular.

Fakat değişmeyen bazı şeyler de var. Bu da ebeveynler olarak bu bayramda da çocuklarımıza


dinimizin güzelliklerini öğretmek ve yaşatmak için yakaladığımız fırsatı en güzel şekilde
değerlendirmek kaygısıdır.

Öncelikle Hazret-i Allah’ın bize sunmuş olduğu bu özel günlerin özelliğini vurgulayabilmeliyiz. Zira
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Kurban gününü bayram olarak kutlamakla emrolundum, onu bu ümmet için Allah bayram
kılmıştır.” buyurmuşlardır.

Çocuklarımız Hazret-i Allah’ı tanımakla kuvvet bulur. Yaratıcısının sahip olduklarına bakarak idrâki
genişler, hayranlığı artar. Onun sevgisinde kuvvet bulur; sevmediklerini yapmaktan, O’nun rızâsından
uzak kalmaktan korkar. Her şeyi gerçek anlamıyla görmeye çalışır.

İnançtan yoksun büyüyen çocuklarımız ise, gölgelik yerlerde yetişen çiçeklere benzerler. Güçsüz ve
dayanıksızdırlar. Olaylara tahammülleri, sabır ve tevekkülleri azdır. Akıl, kalp, ruh Yaratıcı’nın emrettiği
istikamette çalıştırıldığı zaman huzur ve sükuna kavuşur. Sağlıklı düşünce sahibi olur ve kabiliyetleri
gelişir. Hayatında üzüntüye de, sevince de belli bir bakış açısı bulur. Problemler karşısında paniğe
kapılmaz, Allah’ın rızasına uygun hareket etmeye çalışır.

Kuvvet ve kudret sahibi, rahmeti bol Rabbimizi tanımak ve sevmek nasıl ki insanoğlunun huzurunu ve
saadetini artırıyorsa çocuklarımız da böyledir. Bu sebeple bu bayramlar birer fırsat bilinmelidir. Bayram
sevgisini çocuklarımıza aşılamaya gayret etmeliyiz.

Çocuklar hayvanları severler. Bu sebeple kurban olarak kesilen hayvanın başına gelenleri anlamakta
zorluk çekebilirler. Ebeveynler olarak onların anlayacağı bir dil ile şu Hadis-i şerif’i anlatır isek,
düşünceleri değişir inşaallah.

Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Hiçbir kul Kurban günü, Allah katında kan akıtmaktan daha sevimli bir iş yapmaz. Zira kesilen
hayvan, kıyamet günü boynuzları ile, kıllarıyla, tırnaklarıyla gelecektir. Hayvanın kanı yere
düşmezden önce Allah katında yüce bir mertebeye ulaşır. Öyle ise onu gönül hoşluğu ile ifâ
ediniz.” buyurmaktadırlar.

Yine Kurban Bayramının Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’dan ulvi bir hatıra olduğu mutlaka
anlatılmalıdır. Bu hatırayı anlatmak için zaman olarak arefe günü ve çocuğunuzun uyumak için yatağa
yattığı anı beklemek iyi bir seçim olabilir. Bu kıssaya İbrahim Aleyhisselâm’ın rüyasını anlatmakla
başlayabilirsiniz. (Bu kıssayı Muhterem Ömer Öngüt’ün İslam İlmihali isimli kitabının 418. sahifesinde
bulabilirsiniz.)

Burada ebeveynler olarak dikkat etmemiz gereken şey çocuklarımıza bilgiyi; uygun dozda, almaya
hazır oldukları zamanda ve alabileceği kadar vermektir.

Bayramlarda hediyeleşmek de önemlidir.

“Hediyeleşiniz ki aranızdaki muhabbet artsın.” Hadis-i şerif’ini bu bayramda da unutmayıp


çocuklarımıza bütçemizi zorlamayan hediyeler sunmalıyız. Bu arada bizim için en güzel hediyenin
kendileri olduğunu hal ve hareketlerimizle belli etmeye çalışmalıyız.

Çocuklarımıza dinimizi sevdirmek için her fırsatı güzel değerlendirmemiz gerekmektedir. Bayramlar da
bu fırsatların değerlendirilebileceği senenin en güzel günleridir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

You might also like