You are on page 1of 65

HAKİKAT’te Bu Ay:

TAKDİM

BAŞYAZI

“Kim Bir İyilikle Huzurumuza Gelirse, Ona Daha İyisi Verilir. Ve Onlar O Günün
Korkusundan Emin Kalırlar.” (Neml: 89)

Âmirlerin Hayırlı, Zenginlerin Cömert Olması Toplumun Huzur ve Saâdetine


Vesiledir.
Âmirlerin Şerli, Zenginlerin Cimri Olması Toplumun Huzursuzluğuna Sebeptir.
Toplumun Huzuru
“Eğer ümerânız sizin hayırlı olanlarınızdan iseler, zenginleriniz sehavetli
cömert kimselerse, işlerinizi aranızda istişare ile hallediyorsanız, bu durumda
yerin üstü altından hayırlıdır. Yok eğer ümerânız şerlilerinizden, zenginleriniz
cimri ve işleriniz kadınların elinde ise, yerin altı üstünden (yani ölmek
yaşamaktan) daha hayırlıdır.” (Tirmizi: 2267) Hadis-i şerif'inin izahı:
1. “Eğer ümerânız sizin hayırlı olanlarınızdan iseler.”
İyi Âmirler
2. “Zenginleriniz sehavetli cömert kimselerse.”
Cömert Zenginler
3. “İşlerinizi aranızda istişare ile hallediyorsanız.”
İslâm Dininin İstişareye Verdiği Önem
4. “Bu durumda yerin üstü altından hayırlıdır.”
Yerin Üstünün Altından Hayırlı Olması
“Az Bir Geçimlik”
5. “Yok eğer ümerânız şerlilerinizden iseler.”
Kötü Âmirler
Hainleri Savunmak Hıyanettir
6. “Zenginleriniz cimri iseler.”
Cimri Zenginler
7. “İşleriniz kadınların elinde ise.”
Kadın İdareci
8. “Yerin altı üstünden (yani ölmek yaşamaktan) daha hayırlıdır.” (Tirmizi: 2267)
Sonuç Olarak
/ İsmail Yavuz

HADÎD SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ - 1

“MÜSEBBİHÂT”

MEKTUBAT

İHSAN NEDİR? (152. Mektup) / Muhammed Es'ad Erbili -ks.-

HÂTEM-İ VELİ HAKKINDA RESULULLAH -


SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM- EFENDİMİZ’İN
HADİS-İ ŞERİF’LERİ VE ONA VÂRİS OLAN
VEKİLLERİNİN İFŞAATLARI (24)

“SADREDDÎN-İ KONEVÎ -Kuddise Sırruh-”

KISAS-I ENBİYA ALEYHİMÜSSELÂM

HAZRET-İ SÜLEYMAN ALEYHİSSELÂM

Süleyman Aleyhisselâm, Belkıs gelmeden önce büyük bir köşk inşâ ettirmişti. Salon kısmı suyun üzerine
oturtulmuş, içine balık ve diğer bazı deniz hayvanları konulmuş, üzeri de şeffaf cam ile döşenmişti. O ince
cam tabaka, adeta bir su havuzu gibi görünüyordu. Bu durumu bilmeyip de âniden görenlere, içi su dolu bir
havuz intibaını verecek bir güzellikte idi.

SİLSİLE-İ SÂDÂT
MUHAMMED ES’AD ERBİLİ -Kuddise Sırruh- / Mehmet Ali Körpe

Bazı kimseler görüyoruz ki, pek çok fenalıklar yapıyor, kendilerini bir türlü
fenalıktan kurtaramıyor. Halbuki, ehl-i tarik böyle değildir. Her ne kadar ehl-i
tarik’in bazılarında da bu hâl bulunuyorsa da, bu şeriate dikkatsizlikleri,
teslimiyet ve râbıtada zafiyet ve kusurları sebebiyledir. Zira râbıtası kuvvetli
olanlara şeytan yaklaşamaz. Râbıtası kuvvetli olan sâlikin kalbi zâkir ve uyanık
demektir. Zâkir olan kalbe şeytan sokulamaz.

BORÇ ZİLLETİ / Halil İbrahim Emre

“Borçlu olarak vefat edenlerin kabirlerinde elleri omuzlarına bağlıdır. Borçlarının


ödenmesinden başka bir şey ellerini açamaz.” (Hadis-i şerif)

GÜNDEM

SAVAŞ ŞİDDETLENİYOR! / Uğur Kara

“Kurtuluş Savaşı yıllarında olsaydınız ne yapardınız?” sorusuna düşünmeden “Ben de vatanım için
savaşırdım!” diye cevap verenler bilmelidir ki, bu yeni savaş durumunda da vatanımızın selameti için
savaşanları desteklemek zorundadırlar. Ancak maalesef Kore’de, Kıbrıs’ta, Güneydoğu’da şehit düşen
evlatlarımıza şehit nazarıyla bakmayanlar, zihnini Batıcılıkla malül edenler, direnemeyiz diye
teslimiyetçiliği tavsiye edenler bu gerçekleri göremezler. Fakat bilinmelidir ki, Hazret-i Allah’ın lütuf ve
desteği ile Türkiye bu savaşı da kazanacaktır.

TÜRKİYE NEREYE SÜRÜKLENİYOR? / Şinasi Çapa

Türkiye’de “Önce yasalar, sonra para” diyen IMF ve batı milletlerarası bir komplo ile oyunun perdelerini
sahneye koyuyor. Turizm, ticaret, sanayi, tarım, hayvancılık gibi vazgeçilmez alanlarda gücü eline almak,
sonra adım adım bağımsızlığımızı bozmak, devleti parçalamak istiyorlar.

ÇOCUKLAR ARASINDA ŞEFKAT VE ADALET


/ Canan Büşra Kara

Çocuklarımızın yetişmeleri ve karakterlerinin oluşmasında anne-babanın ve


çevrenin büyük etkisi vardır. Anne-babanın davranışlarında zaman zaman
değişmelere sebep olan faktörlerden birisi de ilk çocukla ikincisi veya en
küçük çocuklarıyla diğerleri arasındaki adaleti sağlamada zaaf göstermeleri
veya çocuklarıyla beraber kendi gelişmelerinde de yaşanan olumlu veya
olumsuz değişimlerdir.

| Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Bismillahirrahmanirrahim

"Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, zâtında ve sıfâtlarında eşi benzeri bulunmayan; kâinâtın
Hâlik'ı, âlemlerin Rabbi, dilek makamının en yücesi, ümit makamının en keremlisi, merhametlilerin en
merhametlisi olan Allah-u zül-celâl vel-kemâl Hazretleri'ne; O'nun sevdiği ve beğendiği şekilde bitmez-
tükenmez hamd-ü senâlar olsun.

Bütün kâinat zât-ı Ahmedî'si ve nûr-i Muhammedî'si şerefine yaratılan, Allah-u Teâlâ'nın yüce Resul'ü
ve biricik Habib'i, Rubûbiyet esrarının emini, ahlâk-ı hamide'nin ve eşsiz faziletlerin menbaı, dünyâ ve
ahirette en büyük rehberimiz, en güzel nümunemiz, Peygamberimiz Efendimiz'e, onun diğer
peygamber kardeşlerine, hepsinin Âl ve Ashab-ı kiram'ına, etbâına, ihsan duygusuyla kıyamete kadar
onlara tâbi olup izinden gidenlere; sonsuzların sonsuzuna kadar salât-ü selâmlar olsun."

Muhterem Okuyucularımız;

Allah-u Teâlâ inanan kullarına istikamet üzerinde olmalarını, dosdoğru yolda sebat etmelerini farz
kılmış ve şöyle buyurmuştur:

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)

Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten
uzak olması demektir.

Ashâb-ı kiram'dan bir zât "Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta
sizden başka hiçbir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın." diye sorduğunda Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!" buyurdular. (Müslim)


İslâm dini adâleti, doğruluğu, hakkı, hakikatı emreder.

Aslında, müslümanlar İslâmiyet’in nezafetini, ulviyetini, adaletini, doğruluğunu dünyaya yaydılar. Bunu
gören kâfir, bazı güzel hasletleri benimsedi ve kendine mâletti. Fakat müslüman olduğunu zanneden
bu sahteler de kâfirin kötü hasletlerini aldılar ve benimsediler. Kâfir dediklerinde iyi hasletler kaldı,
bunlarda kötü hasletler kaldı. Müslümanlar böyle bozuldu ve bu duruma düştü.

Allah-u Teâlâ’nın emirleri alenen reddediliyor, nehiyler çiğneniyor, küfür ve nifak adetleri yayılmaya
çalışılıyor. Helâl, haram karışmış, şer-î nikâh, mehir nedir bilinmiyor. Zekât ve öşür verilmiyor. Kötülük
moda, İslâm’ı yaşamak ayıp sayılıyor. Fuhuş alenileşmiş, içki su gibi içiliyor, kumar oynanıyor, fâiz alıp
verme son haddini bulmuş, bölücülük ateşi her yeri sarmış.

Seyyiat zamanındaki bu fitne ve fesatlar; birçok sıkıntıyı, musibeti, felâketi, uğursuzluğu ve


bereketsizliği celbediyor ve çok ciddi maddi-mânevi sıkıntıları beraberinde getiriyor. Din ve vatan
düşmanları çalışıyor, hazine soyuluyor. Ülkenin altı oyuluyor.

Kasalarını, keselerini doldurayım derken bu kadar büyük zararlar verdiler. Birkaç kişinin yüzünden
devlet batırılmaya çalışılıyor, hazine soyuluyor, halk inliyor ve böylece bütün dünya bizi ayıplıyor ama
düşmanın da hırsı artıyor.

Bu hırsızlama ve hortumlamalar, bu kayırma ve iltimaslar vatanı nasıl sarstı gördünüz. Koca bir ülke
sarsıldı yani. Çok büyük paralar çekildi.

Farelerin ambarları kemirip, altını delip çok büyük zararlar vermesi gibi bu zamandaki birkaç büyük
farenin yüzünden de devlet hazinesi, kasası delinmiş, boşaltılmış, ülkemiz büyük bir sarsıntı
geçirmiştir. Zamanın fareleri neler kemirdi? Vatanı nasıl sarstılar?

Bu çok büyük paraların çekilmesi, vatanın çok büyük sarsılmasına sebep olmuştur.

Bütün iç ve dış düşmanlar, bölücüler bu vatan gemisini bütün güçleri ile batırmaya çalışıyorlar.

Buna rağmen ayakta tutan Hazret-i Allah’a hamd-ü senâlar olsun.

“Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan.”

Bu nifakın, bu ihanetin sonu ne olacak?Bu vatan hâinlerinin eline ne geçecek?Nedamet ve pişmanlık


çok olacak. Zira mülkün sahibi, mülkünü dilediğine verecek.

Allah'a emanet olunuz.

Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

BAŞYAZI

“Kim Bir İyilikle Huzurumuza Gelirse, Ona Daha İyisi Verilir. Ve Onlar O Günün Korkusundan
Emin Kalırlar.” (Neml: 89)
Âmirlerin Hayırlı, Zenginlerin Cömert Olması Toplumun Huzur ve Saâdetine Vesiledir.
Âmirlerin Şerli, Zenginlerin Cimri Olması Toplumun Huzursuzluğuna Sebeptir.
Toplumun Huzuru
“Eğer ümerânız sizin hayırlı olanlarınızdan iseler, zenginleriniz sehavetli cömert
kimselerse, işlerinizi aranızda istişare ile hallediyorsanız, bu durumda yerin üstü altından
hayırlıdır. Yok eğer ümerânız şerlilerinizden, zenginleriniz cimri ve işleriniz kadınların
elinde ise, yerin altı üstünden (yani ölmek yaşamaktan) daha hayırlıdır.” (Tirmizi: 2267)
Hadis-i şerif'inin izahı:
1. “Eğer ümerânız sizin hayırlı olanlarınızdan iseler.”
İyi Âmirler
2. “Zenginleriniz sehavetli cömert kimselerse.”
Cömert Zenginler
3. “İşlerinizi aranızda istişare ile hallediyorsanız.”
İslâm Dininin İstişareye Verdiği Önem
4. “Bu durumda yerin üstü altından hayırlıdır.”
Yerin Üstünün Altından Hayırlı Olması
“Az Bir Geçimlik”
5. “Yok eğer ümerânız şerlilerinizden iseler.”
Kötü Âmirler
Hainleri Savunmak Hıyanettir
6. “Zenginleriniz cimri iseler.”
Cimri Zenginler
7. “İşleriniz kadınların elinde ise.”
Kadın İdareci
8. “Yerin altı üstünden (yani ölmek yaşamaktan) daha hayırlıdır.” (Tirmizi: 2267)
Sonuç Olarak
/ İsmail Yavuz

“Kim Bir İyilikle Huzurumuza Gelirse, Ona Daha İyisi Verilir.


Ve Onlar O Günün Korkusundan Emin Kalırlar.”
(Neml: 89)

Âmirlerin Hayırlı, Zenginlerin Cömert Olması


Toplumun Huzur ve Saâdetine Vesiledir.
Âmirlerin Şerli, Zenginlerin Cimri Olması
Toplumun Huzursuzluğuna Sebeptir.

Kasalarını, keselerini doldurayım derken bu kadar büyük zararlar verdiler.


Birkaç kişinin yüzünden devlet batırılmaya çalışılıyor, hazine soyuluyor,
halk inliyor ve böylece bütün dünya bizi ayıplıyor
ama düşmanın da hırsı artıyor.
Bu hırsızlama ve hortumlamalar, bu kayırma ve iltimaslar vatanı nasıl
sarstı gördünüz. Koca bir ülke sarsıldı yani.
Çok büyük paralar çekildi. Bu çok büyük paraların çekilmesi, vatanın çok
büyük sarsılmasına sebep olmuştur. Buna rağmen ayakta tutan
Hazret-i Allah’a hamd-ü senâlar olsun.

Toplumun Huzuru:
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Eğer ümerânız sizin hayırlı olanlarınızdan iseler, zenginleriniz sehavetli cömert kimselerse,
işlerinizi aranızda istişare ile hallediyorsanız, bu durumda yerin üstü altından hayırlıdır.

Yok eğer ümerânız şerlilerinizden, zenginleriniz cimri ve işleriniz kadınların elinde ise, yerin altı
üstünden (yani ölmek yaşamaktan) daha hayırlıdır.” (Tirmizi: 2267)

Görülüyor ki âmirlerin hayırlı veya şerli olmalarının yanında zenginlerin cömert ve cimri olmaları da
toplumun huzuru ile yakından ilgilidir.

Dikkat ederseniz herkes huzur arıyor; zengini fakiri, genci yaşlısı, amiri memuru hepsi.

Halbuki huzur, Hazret-i Allah’a yönelmekle, emirlerini yapmak, nehiylerinden kaçmakla olur.

Doğruluk İslâm’ın en temel esaslarından birisidir.

Allah-u Teâlâ inanan kullarına istikamet üzerinde olmalarını, dosdoğru yolda sebat etmelerini farz
kılmış ve şöyle buyurmuştur:

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)

Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten
uzak olması demektir.

Ashâb-ı kiram'dan bir zât "Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta
sizden başka hiçbir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın." diye sorduğunda Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!" buyurdular. (Müslim)

İslâm dini adâleti, doğruluğu, hakkı, hakikatı emreder.

Aslında, müslümanlar İslâmiyet’in nezafetini, ulviyetini, adaletini, doğruluğunu dünyaya yaydılar. Bunu
gören kâfir, bazı güzel hasletleri benimsedi ve kendine mâletti. Fakat müslüman olduğunu zanneden
bu sahteler de kâfirin kötü hasletlerini aldılar ve benimsediler. Kâfir dediklerinde iyi hasletler kaldı,
bunlarda kötü hasletler kaldı. Müslümanlar böyle bozuldu ve bu duruma düştü.

Gayr-i müslimlerde görülmeyen rezaletler bizde zuhur etti. Hakikaten korkunç bir durum var.
Hatırlanacağı üzere Ebabil kuşları da görünmüştü. Bu çok büyük bir tehdit demiştik. O taşları kime
attıklarını, bundan sonra başımıza ne geleceğini, azgınlığımızın cezasını ne ile çekeceğimizi Yaradan
bilir. Bugüne kadar birçok hadiseler zuhur etti, halk bu sarhoşluk içinde yüzedursun.

Günahlar açık olarak işleniyor ve isyana dönüşüyor. Her türlü kötülüğün anası bugün mevcut. Böyle bir
devir gelmemiş ve görülmemiştir.

Allah-u Teâlâ’nın emirleri alenen reddediliyor, nehiyler çiğneniyor, küfür ve nifak adetleri yayılmaya
çalışılıyor. Helâl, haram karışmış, şer-î nikâh, mehir nedir bilinmiyor. Zekât ve öşür verilmiyor. Kötülük
moda, İslâm’ı yaşamak ayıp sayılıyor. Fuhuş alenileşmiş, içki su gibi içiliyor, kumar oynanıyor, fâiz alıp
verme son haddini bulmuş, bölücülük ateşi her yeri sarmış.

Seyyiat zamanındaki bu fitne ve fesatlar; birçok sıkıntıyı, musibeti, felâketi, uğursuzluğu ve


bereketsizliği celbediyor ve çok ciddi maddi-mânevi sıkıntıları beraberinde getiriyor. Din ve vatan
düşmanları çalışıyor, hazine soyuluyor. Ülkenin altı oyuluyor.
Kasalarını, keselerini doldurayım derken bu kadar büyük zararlar verdiler. Birkaç kişinin yüzünden
devlet batırılmaya çalışılıyor, hazine soyuluyor, halk inliyor ve böylece bütün dünya bizi ayıplıyor ama
düşmanın da hırsı artıyor.

Bu hırsızlama ve hortumlamalar, bu kayırma ve iltimaslar vatanı nasıl sarstı gördünüz. Koca bir ülke
sarsıldı yani. Çok büyük paralar çekildi.

Farelerin ambarları kemirip, altını delip çok büyük zararlar vermesi gibi bu zamandaki birkaç büyük
farenin yüzünden de devlet hazinesi, kasası delinmiş, boşaltılmış, ülkemiz büyük bir sarsıntı
geçirmiştir. Zamanın fareleri neler kemirdi? Vatanı nasıl sarstılar?

Bu çok büyük paraların çekilmesi, vatanın çok büyük sarsılmasına sebep olmuştur.

Bir hırsız bir şey çaldığı zaman, onu mahkemeye çıkarırlar ve muhakeme ederler. Onlar ise alenen
hazineyi soyuyorlar.

Hem yetimin, fakirin hakkını çalıyorlar, hem de haram ile irtikab ediyorlar. Ya âkıbetleri ne olacak?Hem
dünyada rezillik, hem de ahirette rüsvaylık. Ne kıymeti var, değer mi?

Amma bütün bunları biz kendi elimizle hazırladık.

Biz bu hale kabahat bizde olduğu için düştük. Bunları biz doğurmuşuzdur. Bu felâketleri kendi elimizle
hazırlamışızdır.

Zira Hadis-i şerif’te:

“Siz ne halde iseniz, başınıza o halde idareciler getirilir.” buyuruluyor. (Deylemi)

Ve fakat yine de Hazret-i Allah bu memleketi lütfuyla ayakta tutuyor ve tutacak inşallah. Batırmak
isteyenler batıramayacaklar. Ve fakat çok hadiseler zuhur edecek, çok sıkıntılar çekilecek. Bunlar çok
uzak değil.

Bütün iç ve dış düşmanlar, bölücüler bu vatan gemisini bütün güçleri ile batırmaya çalışıyorlar.

Buna rağmen ayakta tutan Hazret-i Allah’a hamd-ü senâlar olsun.

“Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan.”

Bu nifakın, bu ihanetin sonu ne olacak?Bu vatan hâinlerinin eline ne geçecek?Nedamet ve pişmanlık


çok olacak. Zira mülkün sahibi, mülkünü dilediğine verecek.

Âyet-i kerime’sinde şöyle duâ etmemizi emir buyurmaktadır:

“De ki:

Ey Mülkün sahibi Allah!

Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet
verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın.

Hayır senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin.” (Âl-i imran: 26)

Şimdi bu mühim Hadis-i şerif’i izah edelim:


DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

1. “Eğer ümerânız sizin hayırlı olanlarınızdan iseler.”

İyi Âmirler:

İyi âmirler, Allah-u Teâlâ’nın hükmü ile hükmedenlerdir. Onların her iş ve icraatlarında ilâhî hüküm
mevcuttur, o hükümden ayrılmazlar. Resulullah Aleyhisselâm’ın yolundan da, o çizgiden de çıkmazlar.
Onlar bu hayatı yaşamışlardır. İslâm gibi görünerek iş görmek başka, o hayatı yaşamak başka.

O hayatı yaşamak, Allah-u Teâlâ’nın yaşatması ile kaimdir. Onları O destekler. O destekleyince her iş
ve icraat ona göre olur.

Onun desteklemediği âmirler, nefisleri ile hareket ederler. Hakk için çıkar, amma “Ben yapıyorum!” der.

İdare mevkiinde olan âmirlere, Allah’a ve Peygamber’e itaat ettikleri takdirde itaat etmek vaciptir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine
de.” (Nisâ: 59)

Burada “Sizden” ile kastedilen, müslümanlardan olmasıdır. Ulül-emr müslüman olan emir sahipleridir.
Müslüman olmayan ulül-emr’in ise, müslümanlar üzerinde hiçbir itaat hakkı yoktur.

Fert ve toplum olarak bütün müslümanlar Allah-u Teâlâ’ya bağlıdırlar ve bu bağa boyun eğmek
mecburiyetindedirler. İslâm dininin ikinci mühim prensibi Peygamber’e itaat ve bağlılıktır. Bu itaat
bizatihi Allah-u Teâlâ’ya itaattır. Çünkü itaatin başka bir yolu yoktur.

Diğer bir Âyet-i kerime’de:

“Peygamber’e itaat eden, muhakkak ki Allah’a itaat etmiş olur.” buyuruluyor. (Nisâ: 80)

Bu iki bağlılıktan sonra bir de ulül-emr denilen âmirlere bağlılık vardır. “Kendilerine salâhiyet
verilenler” mânâsına gelen bu tâbir, müslümanların herhangi bir işinin başında bulunan herkesi
kapsar. Onun içindir ki müslümanlar arasından seçilip kendilerine yetki verilen her âmire itaat
edilmelidir.

Bu bir emr-i ilâhîdir. Eğer bir müslüman Hazret-i Allah ve Resul’üne itaat edip ulül-emre itaat etmezse,
Hazret-i Allah’ın emrine itaat etmemiş demektir.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:
“Hükümdar yeryüzünde Cenâb-ı Allah’ın gölgesidir. Emirlerine itaat ve inkıyat edeni Cenâb-ı
Allah aziz ve hilâfı halinde bulunanları zelil eyler.” (C. Sağir)

Zira bir devletin ferahı ve salâhı ancak dirayetli bir iyi âmirin yapacağı güzel iş ve icraatlarla kaimdir.
Bunun içindir ki ona itaat etmek emrolunmuştur. İsyan ise yasaklanmıştır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“Üzerinize, sizi Allah’ın kitabı ile idare eden bir köle bile vâli tayin edilse, onu dinleyin ve itaat
edin.” (Müslim: 1838)

Buradan anlaşılıyor ki ancak Hazret-i Allah’a itaat edene itaat emrediliyor.

Hadis-i şerif’te:

“Yaratana isyan yolunda yaratığa itaat edilmez.” buyuruluyor. (Ahmed bin Hanbel)

Seni isyana sevk eden bir âmire de itaat etmemek gerektiğini bu Hadis-i şerif beyan ediyor.

İyi âmirin bütün iş ve icraatları rızâ-î Bârî’ye göredir. Ahkâm-ı ilâhîye göre hareket eder ve ettirir. Rızâ-î
Bârî’ye nâil olmak için, dini ve vatanı için canını malını feda eder.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Cenâb-ı Allah’ın sultanını yücelteni, Cenâb-ı Allah kıyamet gününde yüceltir.” (Tirmizi)

O kimseyi dünyada şerefli kılar. Hazret-i Allah ve Resul’ünün yanında makbuldür, meleklerin yanında
makbuldür, insanlar arasında da itibarlıdır.

Fakat âsi olanı ise zelil eder.

Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

“İslâm hükümdarına hürmet etmeyeni Cenâb-ı Allah zelil eyler.” (Tirmizi)

Buradan da ancak Hazret-i Allah’a itaat edene itaatın gerektiği ifadesi çıkıyor.

Allah-u Teâlâ’nın zelil ettiği kimseye hiç kimse şeref veremez.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde Allah-u Teâlâ’nın kıyamet
gününde arşın gölgesinde gölgelendireceği yedi sınıf insanı arzederken ilk olarak adaletli
hükümdarları beyan buyurmuştur. (Müslim: 1031)

Çünkü gördükleri işler pek çoktur ve faydası da umumidir. Onlar vasıtasıyla pek büyük işler yoluna
girer.

Allah-u Teâlâ’nın emirleri doğrultusunda hareket ettikleri sürece, Allah-u Teâlâ onlara her türlü
imkânları bahşeder.

Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:

“Şüphesiz ki kıyamet gününde Allah katında kulların en faziletlisi; yumuşak tabiatlı ve


merhametli olan adaletli hükümdardır.” (Tirmizi)

İşte Allah-u Teâlâ’nın sevdiği, övdüğü böyle âmirler; hem ilâhî hoşnutluğu kazanmışlardır, aynı
zamanda insanların sevgisini de üzerlerinde toplamışlardır. Bu gibi merhametli insanlar hep
müslümanların iyiliğini düşünürler, kötülüğünden incinir ve rahatsız olurlar. Çünkü onlara verilmiş
gerçekten bir merhamet var ki, kendilerinden daha çok maiyetlerini düşünürler ve onlar için üzülürler.
Bunlar Hakk katında övülmüş kimselerdir.

Bu gibi âmirler hakkında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyururlar:

“İslâm hükümdarının muvaffakiyet ve muzafferiyeti için duâ etmek mağfiret sebebidir.” (Münâvî)

Bunun içindir ki bunlara gerçekten bağlanmak, itaat etmek, muvaffak ve muzaffer olmaları için canla
başla gayret etmek gerekmektedir. Bunu yapamayanların hiç olmazsa duâ etmeleri lâzımdır.

Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

“Sizi idare edenlerinizin hayırlıları o kimselerdir ki, siz onları seversiniz, onlar da sizi severler.

Siz onlara duâ edersiniz, onlar da size duâ ederler.” (Müslim: 1855)

Bu karşılıklı anlayış uhuvvet ve tesanüt sayesindedir ki, Allah-u Teâlâ bu gibi topluluklara huzur ve
sükun bahşetmiştir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Her kim bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş
olur.

Bir de kim âmire itaat ederse bana itaat etmiş, kim âmire baş kaldırırsa bana isyan etmiş olur.”
(Müslim: 1835)

Görülüyor ki âmire itaat, Hazret-i Allah ve Resül’üne itaatla birlikte zikredilmektedir.

Bu hüküm her ümerâya şâmil değildir. Ancak Hazret-i Allah ve Resul’üne inanmış ve itaat etmiş, ilâhi
ahkâma göre amel eden ümerâya şâmildir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde iyi bir âmirin müslümanlar
için ne büyük bir lütuf ve nimet olduğunu veciz bir şekilde beyan buyurmaktadır:

“İyi bilinmelidir ki devlet başkanı (millet için) siperdir. Onun önünde onun başkanlığında
düşmanla harp olunur, onunla (düşmandan) korunulur.” (Buhâri. Tecrid-i sarih: 1240)

Hakk ile olan, bütün iş ve icraatlarını Hakk için yapan kimse her saâdete ermiş, her lütfa mazhar
olmuştur. Hem dünyada hem de ahirette.

Allah-u Teâlâ’nın inayet ve desteğine mazhar olan iyi âmirler, devleti Allah-u Teâlâ’nın emr-i şerif’i
dairesinde idare ederler. Hakk ile hükmederek verdikleri hükümlerde adalet yaparlar. Halkı dünya
saâdetine erdirmek, ahiret selâmetine çıkarmak isterler. İşlerinde kolaylık gösterirler. Bunun için de
gerekirse uykularını terkederler, dini ve vatanı için canlarını dahi feda etmekten çekinmezler. Bütün iş
ve icraatları rızâ-i Bâri’ye uygundur.

Çünkü onlar şu Âyet-i kerime’ye gönülden inanmışlardır:

“Allah size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı ise çirkin
gösterdi.

İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” (Hucurat: 7)


Bu güzel sıfatları taşıyan kimseler, yaşayış ve icraatlarında doğru yolu bulmuş kimselerdir.

Gerçekten iman sahibi olan bu iyi âmirler Allah-u Teâlâ’ya sığınmışlar, Allah-u Teâlâ’ya yönelmişler,
Allah-u Teâlâ’ya dayanarak ve O’na yönelerek iş ve icraatlarda bulunmuşlardır.

Allah-u Teâlâ’ya öyle bağlı idilerdi ki, öyle teslim olmuşlardı ki, şecaat ve adalet gibi bütün faziletlerin
nümunesi oldular.

Zira onlar:

“Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.

Şüphesiz ki Allah ihsan erbabı ile beraberdir.” (Ankebut: 69)

Âyet-i kerime’sine gönülden iman etmişlerdi.

Allah-u Teâlâ’nın sözü Kelimetullah’ın daha yüce olması, küfür ve azgınlığın durdurulması, fitne ve
fesadın önlenmesi, İslâmiyet’in dimdik ayakta durması için O’nun yolunda her türlü fedakârlığa
katlanmışlar; bütün dünyayı karşılarına almak pahasına da olsa, gizli ve aleni olan din düşmanlarına
karşı cihada atılmışlardı.

Azim ve gayretleri nisbetinde Allah-u Teâlâ onların yollarını açtı. Karşılarına çıkan bütün engelleri
kaldırdı. Fisebilillah yaptıkları cihad karşılığında hidayetlerini artırdı, imanlarını kemâlleştirdi. Onlara
destek vererek önlerine çıkan düşmanlara karşı galip getirdi. Karşılarında hiç kimse duramıyordu.

Onları dünyada nusret, muvaffakiyet ve muzafferiyetlere nâil kıldığı gibi; âhiret âleminde de uhrevî
nimetlere kavuşturacağını, mükâfatların en büyüğüne erdireceğini vaad buyurdu.

Allah yolunda mücahede edenleri öven, onların hidayet üzerinde bulunduğunu ve sebat ettiğini
metheden bu Âyet-i kerime’de; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, onun Ashâb-ı
kiram’ı ve kıyamet gününe kadar ona tâbi olan müminler kastedilmektedir.

Her ne kadar şer kuvvetler çoğalsa da, onların bir benzeri yoktur, güçleri de yoktur.

Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

“İslâmiyet daima âlî ve galiptir, mağlup olmaz.” (Münâvî)

Bu galibiyet onlara Hazret-i Allah’a dayandıklarından, O’na sığınıp O’na yöneldiklerinden ötürü
bahşedilmiştir. Hazret-i Allah onları lütfuyla desteklemiştir. O’nun desteklediği herhangi bir kimse,
herhangi bir devlet hiçbir zaman mağlup olmaz.

Nitekim Osmanlı hükümdarlarının hayatlarına dikkat edildiği zaman, Allah yolunda nasıl mücadele
ettiklerini görmüş oluruz. Bu iman aşkı ile canlarını ve mallarını Allah uğrunda seve seve verdiler.
Kendi hayatlarını hiçe saydılar, vatanın ve ordunun selâmetini düşündüler. Böylece şan ve şerefleri
bütün dünyaya yayıldı. Gittikleri yerlere adalet götürdüler, huzur ve saâdeti, barışı yaydılar. Emri
altındaki bir kâfire dahi, bir müslümana gösterdikleri ihtimamın aynısını gösterdiler. Bu eşsiz adaleti ve
apaçık hakikatı gören nice gayr-i müslimler hidayete nail oldular. Kâfir dahi olsa, beşeriyet hâlâ onları
saygıyla, hayranlıkla anmaktadır.


DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

2. “Zenginleriniz sehavetli cömert kimselerse.”

Cömert Zenginler:

İtaatkâr müminler, ellerindeki servetin hakiki sahibinin Hazret-i Allah olduğunu her an için itiraf ederler.
O’nun malını muhtaç olanlara ulaştırmaya memur kılındıklarını idrak ederler.

Bilirler ki, bunlar rızık olarak Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine bahşedilen bir ikramdan ibarettir. Bu
maddi ve manevi ikramlardan az veya çok infak edip O’nun yolunda sarfiyatta bulunurlar. Aslında bu
verdikleri, rızık veren gerçek Rezzak’ın verdiği şeylerin bir kısmıdır.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Onlar kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.” (Bakara: 3 - Enfal: 3 - Hacc: 35 - Kasas: 54 -
Secde: 16 - Şûrâ: 38)

Rızık; Arapçada haz ve nasip demek olup, Allah-u Teâlâ’nın canlılara gönderip faydalanmalarını nasip
ettiği şey manasına gelmektedir.

Allah-u Teâlâ, kendilerinin ve aile fertlerinin açlıklarını gidermek için, o yemeğe ihtiyaçları olmasına
rağmen, onu daha fazla ihtiyaç sahiplerine yediren, onları kendilerine tercih eden itaatkâr müminleri
Âyet-i kerime’sinde övmektedir:

“Onlar, kendi canları çektiği halde; yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (İnsan: 8)

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemiz bir aileye sadaka gönderdiğinde, sadakayı götüren
cariyesine, sadakayı kabul edince ne dediklerini sorar; eğer dua etmişlerse, o sadakanın sevabının
noksan olmaması için aynı dua ile mukabele ederlerdi.

İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Hazretleri bir fakire bir şey verdiğinde, fakir teşekkür etmiş. “Bana
niçin teşekkür ediyorsun, ben senin hakkını sana veriyorum.” buyurmuşlar.

İtaatkâr müminler yaptıkları bir iyilik karşısında halktan bir teşekkür ve bir karşılık beklemezler.

Âyet-i kerime’lerde şöyle beyan buyuruluyor:

“Biz sizi sadece Allah rızâsı için yediriyoruz, sizlerden ne bir karşılık ne de bir teşekkür
beklemiyoruz. Biz sert ve belalı bir günde Rabbimizden korkarız.” (İnsan: 9-10)

Dil ile böyle söylemeseler bile, kalben böyle düşünmektedirler.

Hakk’ın rızâsından gayrı hiçbir karşılık beklemedikleri içindir ki, O’nun katında övülmeye lâyık
görülmüşlerdir:
“Allah da onları bu yüzden o günün fenalığından korur, onların yüzüne parlaklık ve sevinç
verir.” (İnsan: 11)

“Sabretmelerine karşılık onları cennet ve ipekle mükâfatlandırmıştır.” (İnsan: 12)

Mülkün asıl sahibi olan Allah-u Teâlâ, insanları yeryüzüne halife tayin etmiş ve onlara nimetlerini
lütfetmiştir. Mal ve mülkün nesilden nesile, kuşaktan kuşağa miras yolu ile geçtiği, herkesin bunlara
vekil olarak bir süre sahip olduğu malûmdur. Öyleyse mülk sahibinin, kendilerine verdiği şeylerden bir
kısmını infak etmesi gerekmektedir.

Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“Allah’a ve Resul’üne iman edin, sizden önce geçenlerin ardından Allah’ın size infak için yetki
verdiği şeylerden sarfedin. İçinizden iman edip de infak eden kimselere büyük mükâfat vardır.”
(Hadid: 7)

İnfak edenler kendiliklerinden infak etmiyorlar, tasarrufları hususunda Allah-u Teâlâ’nın yeryüzünde
halife kıldığı şeylerden infak ediyorlar. Onlar gerçekte O’nundur, çünkü onları O yaratmıştır. Hakimiyet
O’nun olduğu gibi, mülkiyet de O’nundur.

Bu Âyet-i kerime kişinin mal ve mülküne daha sonra başkalarının halef olacağına işaret etmektedir. O
elindekilerine nasıl başkalarından miras olarak sahip olduysa, başkaları da kendisinden miras olarak
alacaklardır.

Dinin şuuruna eren takvâ sahibi insanlar “Bizim servetimizde yardıma muhtaç olanların hakları
vardı.” diye düşünerek infakta bulunurlar. Yaptıkları iyilikler karşısında hiçbir teşekkür beklemezler.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardı. (Onu verirlerdi.)” (Zâriyât: 19)

Mahrum; ihtiyacı olduğu halde, iffet ve hayâsından ötürü el açmaktan utanan fakir demektir. Halk
onları zengin zannederler, halbuki onlar fakirliğin en zor şartları altında bulunmaktadırlar.

İman, ibadet ve infak... Birbirine zincirleme bağlı üç temel prensiptir.

Birincisi; Küfür ve nifaktan kurtarır, saâdet kapılarını açar.

İkincisi; Hakk’a yaklaştırır ve insanı, şükreden bahtiyarlar mertebesine çıkarır.

Üçüncü ise; İlâhî rahmete erdirir, Hakk’ın sevgisine vesiledir.

Allah yolunda infakta bulunmak, kişinin imanının sadakatına delildir, O’na yönelmenin belirtisidir.

Hazinelerine hazinedar bulunmayan, vergi ve ihsanlarının muhasibi bulunmayan Allah-u Teâlâ Âyet-i
kerime’sinde buyurur ki:

“Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak
mallarınızdan infak edin.” (Teğabün: 16)

Rızâ-i Bâri için yapılan azıcık bir iyiliğe bile büyük ecirler vererek onu büyültür. İnfak edenler aslında
doğrudan doğruya kendileri için infak etmekte, kendileri için hayır hazırlığında bulunmaktadırlar.

Nefsin cimriliğinden korunmak da şüphesiz ki ilâhî bir lütuftur.


Âyet-i kerime’nin devamında Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:

“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”
(Teğabün: 16 - Haşr: 9)

İyinin iyiliği herkesedir, fakat en büyüğü kendisinedir. Kötünün kötülüğü herkesedir, fakat en büyüğü
kendisinedir.

Az bir ameline karşılık ona ebedi sevabını ihsan eder.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Kim bir iyilikle huzurumuza gelirse, ona daha iyisi verilir. Ve onlar o günün korkusundan emin
kalırlar.” (Neml: 89)

O günün korkusundan emin olmak çok büyük bir mükâfattır. Dünyada korkmaları sebebiyle âhiret
korkularından emin olmakla müjdelenmişlerdir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

3. “İşlerinizi aranızda istişare ile hallediyorsanız.”

İslâm Dininin İstişareye Verdiği Önem:

Kur’an-ı kerim şûrâya, onu imana bağlayacak kadar önem vermiş, müşâvereyi müminlerin vasıfları
arasında saymıştır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Müminlerin işleri kendi aralarında danışma iledir.” buyuruyor. (Şûrâ: 38)

Bu Âyet-i kerime’nin delâletiyle şûrâ iki taraflıdır. Hem idare edenler, hem de idare edilenler fikirlerini
söyleyebilirler.

İnsanlar akıl ve zekâ bakımından eşit olarak yaratılmamıştır. Herkesin her hakikati anlamak
hususundaki kabiliyetleri bir değildir.

Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:

“Her ilim sahibinin üstünde daha üstün bir bilen vardır.” (Yusuf: 76)
İstişâre sünnettir. Zirâ istişâre, meselelerin kolaylıkla hallolmasına sebeptir.

Hakkında açık ve kesin hüküm bildirilmeyen meselelerde müminlerin birbirleriyle istişâre yapmaları
ilâhî bir emirdir:

“İşlerinde müminlerle istişâre et. Müşâvereden sonra bir kere de azmettin mi, artık Allah’a
güvenip dayan. Çünkü Allah kendisine bağlananları sever.” (Âl-i imran: 159)

İstişâre hem devlet idaresinin, hem de müslümanların ayırıcı bir vasfıdır. Müslümanlar her önemli işte
toplanır, birbirine danışarak bir karara varırlar.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:

“Müminlerin güzel gördüğü şeyler Allah katında da güzeldir.” buyuruyorlar. (Münâvî)

İslâm’ın istişâre emir ve tavsiyesini ilk tatbik eden Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’dir.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri: “Ben Resulullah’dan daha çok istişâre eden hiçbir kimse
görmedim.” buyurmuşlardır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kur’an-ı kerim’in açık ve kesin hüküm
getirmediği dünya işleri ile ilgili bazı hususlarda Ashâb’ının görüşlerini almıştır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, Ashâbı ile istişâre etmesinin hikmeti; onların
gönüllerini almak, aradaki irtibat ve muhabbeti artırmak, ümmetine de istişârenin ehemmiyetini
benimsetmektir.

Bir Hadis-i şerif’lerinde meâlen şöyle buyuruyorlar:

“Biliniz ki Allah ve Resulü istişare etmeye muhtaç değildirler. Şu kadar var ki, Allah-u Teâlâ
bunu ümmetim için bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişâre ederse doğruluktan ayrılmaz. Her
kim de terk ederse hatadan kurtulamaz.”

Bedir savaşına hazırlanırken, Ashâbı ile istişâre yapmıştı. Ashâb-ı kiram kendilerine nasıl değer
verildiğini görerek fevkâlade mahzuz olmuşlar ve şöyle söylemişlerdi:

“Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Bize denizi geçelim desen, seninle
birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz.

Kavminin Musa Aleyhisselâm’a dediği gibi ‘Sen ve Rabb’in varın savaşın, biz burada
oturacağız.’ demeyiz, fakat biz deriz ki ‘Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız.”

Savaş düzeni için karargâh yerinin uygun olup olmadığı hususunda onların görüşünü almış, kuyuya
yakın bir yerde bulunmanın isabetli olacağı söylenince de bu fikri benimsemiştir.

Uhud savaşında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Medine’de kalıp müdafaa
yapılmasına taraftar iken, büyük çoğunluğun düşmanı Medine dışında karşılamak istemeleri üzerine
onların fikirlerine iştirak buyurmuştur.

Asr-ı saâdette ve hulefâ-i râşidin devrinde hiçbir önemli iş şûrâ dışı bırakılmamıştır.

Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh-, Resulullah Aleyhisselâm’ın nübüvvetinden önce de en sadık dostu,
Resulullah Aleyhisselâm’ın dâvetini ilk kabul eden, vefatına kadar da yanından hiç ayrılmayan, İslâm
dinine büyük hizmetler yapan, yüksek seciye sahibi bir zât idi.
Kendisi hiç istemediği halde müslümanlar onu kendilerine halife seçtiler. Biat edildiği gün minbere
çıkarak şöyle buyurdu.

“Ey Müslümanlar! Sizin en hayırlınız olmadığım halde riyaset makamına geçirilmiş


bulunuyorum. Eğer vazifemi gereği gibi güzel yaparsam bana yardım ediniz. Yanılırsam beni
doğrultunuz. Doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir. Zayıf olanınız hakkını alıncaya kadar benim
nazarımda kuvvetlidir. Kuvvetli olan da, hak sahibi kendisinden hakkını alıncaya kadar zayıftır.

Bir millet Allah yolunda cihadı bırakacak olursa, Allah o milleti belâya uğratır.

Ben Allah’a ve Peygamber’e itaat ettiğim sürece siz de bana itaat ediniz. Eğer Allah’a ve
Peygamber’ine isyan edersem siz de bana itaat etmekle mükellef değilsiniz.

Haydi şimdi namaza kalkınız. Allah-u Teâlâ’nın rahmetine nâil olasınız.”

Onun bu hutbesi, hilafeti süresince takip edeceği yolun bir nevi hülâsası idi.

Şûrâ belli vasıfları taşıyan ve bu gaye için seçilmiş kimselerden teşekkül eder.

Şûrâyı teşkil eden kişilerin sayısı belli bir rakam olmadığı gibi, yaşları için de belli bir sınırlama yoktur.

Şûrâda bulunanların kararının kabul görmesi, onların sayısına değil, verdikleri kararın dayandığı
delillerin gücüne bağlıdır.

Şûrâ, Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye’ye aykırı karar almaz.

Şûrâda bütün görüşlerin bir noktada birleşmesi şart olmayıp, ekseriyetin kararına uyulur.

Din ve dünyasına faydalı olan işlerinde müminlerin takvâ sahibi, bilgili ve tecrübeli kimselerle istişâre
yapmaları emr-i Peygamberî’dir:

“İstişâre olunacak zât, tam bir emniyet ile mevsuf olmalıdır.” (C. Sağir)

“İstişâre olunan zât, kendisine güvenilen kişidir. İstişâre olundukta kendi nefsi için arzu ettiği
hayırları kendisiyle istişâre edenlere de söylemeli.” (Camiüssağir)

“Fâsıklarla istişâre etmeyiniz. Zirâ onlar doğru ve isabetli bir reye sahip değillerdir.” (Münâvî)

Mümin her işini Hakk ile yapmalı, neticenin hayırlı olması için Cenâb-ı Hakk’a niyaz etmelidir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


4. “Bu durumda yerin üstü altından hayırlıdır.”

Yerin Üstünün Altından Hayırlı Olması:

Hadis-i şerif’te beyan edilen bu husus o kadar mühimdir ki; yerin üstünün altından hayırlı olmasına
sebep teşkil etmektedir.

Aslında dünya çok mükerremdir. Allah-u Teâlâ dünyayı geçim uğrunda çalışma ve gayret, mihnet ve
meşakkat, imtihan ve ibtilâ yeri; ahireti ise mükâfat ve mücazat yeri olarak yaratmıştır.

Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz ki insan için kendi çalışmasından başkası yoktur ve çalışması ileride görülecektir.”
(Necm: 39-40)

Allah-u Teâlâ’nın rahmet hazinelerinin sonu yoktur. O’nun dünyevî ve uhrevî bütün nimetleri birer
saâdet vesilesidir.

Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Sizin yanınızda olanlar tükenir, Allah katında olanlar ise bâkidir, tükenmez.

Sabredenlerin karşılığını, yaptıklarının en güzeli ile vereceğiz.” (Nahl: 96)

Onlar, yaptıkları hayırlı amellerin karşılığını âhirette almak için sabırla beklerler, sonsuz olanı geçici
olana tercih ederler. Bunun içindir ki haram yollarla elde edebilecekleri her türlü kazancı reddederler.

Bu gibi kimseler bol bir rızka nail olurlarsa şükrederler, âhiret mükâfatlarına namzet olurlar. Dar bir
rızıkla rızıklanırlarsa kanaat ederler, kısmetlerine râzı olurlar, bunun için de âhiret mükâfatlarına
namzet olurlar.

Mümin olarak amel-i sâlih işleyen herkesi, hoş ve güzel bir hayat ile yaşatacağına dair Allah-u Teâlâ
Kur’an-ı kerim’inde buyurur ki:

“Kadın olsun erkek olsun, her kim mümin olarak sâlih amel işlerse, biz onu (dünyada) mutlaka
çok güzel bir hayat ile yaşatırız. (Âhirette ise) mükâfatlarını yaptıklarının en güzeli ile
ödeyeceğiz.” (Nahl: 97)

Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu, iman edip sâlih
ameller işleyenlere bir vaad-i Sübhânîdir.

Mümin, insanın rızkının Allah-u Teâlâ’nın takdiri ve tedbiriyle olduğunu bildiği için, ilâhi taksime râzı
olur, rızkı ne kadar az da olsa kalbi rahat eder. Kâfirin ise kanaatı olmadığından, rızkı ne kadar çok ve
zengin de olsa kalp darlığından kurtulamaz.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“İman edip amel-i sâlih işleyenlerin kötülüklerini elbette örteriz ve onlara yaptıklarının daha
güzeli ile karşılık veririz.” (Ankebut: 7)

Dünyada ne kadar büyük menfaatlar ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçicidir.

Dünya hayatı dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür. Ahiret terazisine
konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık meydana çıkar.
Allah-u Teâlâ bu hususta Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“İyi bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süstür, aranızda övünme ve daha çok mal ve
evlât sahibi olmak isteğinden ibarettir.

Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitki gibidir.

Ki, sonra kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çer çöp olur.

İşte hayatı bu şekilde olan kimse için ahirette şiddetli azap, müminler için ise, Allah’ın mağfireti
ve rızâsı vardır.

Dünya hayatı insanı oyalayan aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadid: 20)

Dünya hayatının, dünyaya meyil ve gönül verenler nazarındaki sonucu işte bundan ibarettir.

Bu misal, dünya hayatının bir gün olup son bulacağına işaret etmekte, bunun için de meyilleri ve
gönülleri ahiret hayatına doğru yöneltmektedir.

Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları
bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi,
her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına
bırakılmaktadır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan kifayet fevkinde (ihtiyacından fazlasını) alan kimse,
şuursuzca kendini helâk etmiş olur.” (C. Sağir)

Bu dünya hayatı, zaman öldürmekten başka bir işe yaramayan eğlence gibidir.

Bu dünya hayatı, “Ben filânın oğluyum!.. Ben şundan üstünüm!..” gibi bir böbürlenme ve kibirlenmedir.

Dünya, insanı ahireti için çalışmaktan alıkoyuyorsa, bir aldanma sebebi olur. Ahireti kazanmak için
sermaye oluyorsa, kazanma sebebi olur. Daha doğrusu cennete girmeye vesile olursa övülmüş bir yer,
cehenneme girmeye vesile olursa yerilmiş bir yerdir.

Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

“Haberiniz olsun ki dünya melundur, içindekiler de melundur. Ancak Allah-u Teâlâ’yı zikretmek
ve O’nun rızâsına uygun şeylerle, bilen ve öğreten müstesnâdır.” (Tirmizî)

Diğer insanlar da ekim yapıyor amma, onlar dünyanın melun kısmına dalmışlar, hayatlarını hiçe
müncer etmişler.

“Az Bir Geçimlik”:

Dünya vasıta, ahiret gaye hayattır. Dünyanın cazip güzelliklerinin, gelip geçici tat ve lezzetlerinin
insanı Allah yolundan alıkoymaması ve gaye hayat olan ahireti unutturmaması gerekir.

Çoğu zaman yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile sonsuzluğu tasavvur olunamayan ahiret
hayatı mukayese edilirse, ehemmiyet derecesi kendiliğinden ortaya çıkar.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedi
olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten
sakındırmıştır:

“Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının kısa süreli bir geçimidir.

Allah’ın yanında bulunanlar ise, daha hayırlı ve daha devamlıdır.

Bu mükâfat iman edenler ve Rablerine tevekkül edip güvenenler içindir.” (Şûrâ: 36)

Bu mükâfatı hak edenler Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutlar içinde ömürlerini sürdürürler, her vesile ile
Rızâ-i ilâhî’yi ararlar.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“De ki: Dünya geçimi azdır. Ahiret ise Allah’tan korkup kötülükten sakınanlar için daha
hayırlıdır.

Size kıl kadar haksızlık edilmez.” (Nisâ: 77)

Bir şey zeval bulmakla karşı karşıya ise, çok bile olsa az sayılır. Hem az hem de geçici ise durum
daha da değişir.

Ahiretin kendileri hakkında dünyadan daha hayırlı olacağı kimseler ise takvâ sahipleridir.

“Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir.

Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır, keşke bilseler!” (Ankebut: 64)

Eğer insanlar ahiretin devamını bilselerdi, dünyayı ahiret üzerine tercih etmezlerdi.

Ukbâ’yı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikatı bırakıp
dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.

Âhiretsiz bir dünya hayatı yaşamak isteyenlerde zaten hayat da yoktur. Kalplerinde yalnız dünya
muhabbeti olduğu için huzursuzdurlar. Hayat ise huzurla kaimdir, huzursuz hayat yaşanmaz. Günahlar
kalp üzerine baskı yaparlar ve onu sıkıştırırlar. Zengin de olsalar, her arzularına nail de olsalar, o
darlıktan o huzursuzluktan kurtulamazlar. Gönül dar olunca koca dünya insana dar gelir.

Bir Âyet-i kerime’de:

“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun hakkı da dar bir geçimdir.” buyuruluyor. (Tâhâ: 124)

Zâhiren nimetler içinde görünse bile, dilediğini yiyip içip, dilediğini giyinip, dilediği meskenlerde yaşasa
bile; ne rahatı ne huzuru olur, ne kalbinde genişlik ne de ferahlık olur. Tereddütlerden, kuruntulardan,
boş hayallerden, uzun emellerden kendisini kurtaramaz. Bunun da sebebi hidayetten uzak
oluşlarındandır.

DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

5. “Yok eğer ümerânız şerlilerinizden iseler.”

Kötü Âmirler:

Âmirlerin iyi ve kötü olmaları o kadar mühimdir ki, doğrudan doğruya halkın huzurunu ve
huzursuzluğunu ilgilendirmektedir.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“O yanından ayrıldığında (iş başına geçip idareci olduğunda) yeryüzünde fesat (anarşi ve terör)
çıkarır. Ekini (ekonomiyi) ve nesli helâk eder.

Allah fesadı sevmez.” (Bakara: 205)

Ne fesadı sever, ne de fesat çıkaranları.

Bütün kötülükler kötü âmirlerin kötülüklerinden kaynaklanır, müsebbib onlardır. Her ne kadar iş yapıcı
gibi görünseler de, gerçekte yıkıcıdırlar, çünkü başkasına hizmet etmektedirler.

Onlar idareyi ele aldıklarında fesat çıkmasının sebebi “Sen öl, ben yaşayayım!” felsefesi ile hareket
etmelerinden dolayıdır.

Birçok adaletsizliklerin ve kötülüklerin neticesi olarak da anarşi ve terör husule gelir. İnsanlar arasında
kan dökmeler yaygınlaşır. Katil niçin öldürdüğünü, maktul de niçin öldürüldüğünü bilmez olur.

Devlet kasasını aralarında taksim ederler. Allah-u Teâlâ da bereketi kaldırır, ekonomi altüst olur,
memlekette büyük sefalet husule gelir. Fakir inler, onlar ise sefa sürerler. Zevk ve sefaları bozulmasın
diye, bu iniltiyi duymak bile istemezler. Çünkü haindirler.

Nesli helâk etmeye gelince;

Bunlar ilâhi hükümlere riayet etmedikleri gibi, nikâha da dikkat etmezler. Bunun içindir ki neslin
nereden geldiği, kimden doğduğu bilinmez. Helâle harama bakılmadığı için, aslı-nesli belli olmayan
türemeler türemiş olur.

“Allah fesadı sevmez.”

Allah-u Teâlâ fesadı sevmediği için, halkı onlarla başbaşa bırakıyor.

Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ’nın ve Resul-i Ekrem’inin yolundan ayrıldıktan sonra,
artık onun Din-i mübin ile işi kalmaz, vatanperverlik de ondan gider, vatanına ihanet etmekten
çekinmez. Nefis putuna tapar, var gücüyle madde ve makama dalar. Bütün fenalıklara yol verir. Kâfire
hizmet ettiği için devletin yıkılmasını ister. Kime hizmet ediyorsa onun emrini yerine getirmeye çalışır.
Çeşitli vasıtalarla zehirini akıtmaya gayret eder. Yeryüzünde fesat çıkarmaktan başka bir çabası
yoktur. Sözü yalan, inancı fasid, icraatları kötüdür.
Kötü âmirler hakkında pek büyük bir tehdit olmak üzere Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadırlar:

“Allah bir halk kitlesinin başına getirip de, öldüğü gün halkını aldatmış olarak ölen hiçbir kul
yoktur ki, Allah ona cenneti kesinlikle haram etmesin.” (Müslim: 142)

Ve bütün yaratıklar ona lânet etmemiş olsun. Yani bu gibi kimseler Cennet-i âlâ’ya giremezler. Onlara
destek verenlerin de onlarla beraber olacakları şüphesizdir.

Yaptıkları hıyanetlerin hesabı ahirette kendilerine bir bir sorulacak, bu kadar insanın vebali üzerlerine
yüklenecektir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Allah kime müslümanların işlerinden bir şeyler tevdi eder, o da onların ihtiyaçlarına,
isteklerine, darlıklarına perde olur giderirse; kıyamet gününde Allah da onun ihtiyaç, istek ve
darlıklarına perde olur, giderir.” (Tirmizi)

Bu Hadis-i şerif, hangi mertebede olursa olsun halkın idaresinde bulunan kimselerin halka yakınlık
göstermesi, işlerini kolaylaştırması gerektiğine işaret etmektedir.

Ebu Saîd -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet günü insanların Allah’a en sevgili ve mekân olarak en yakın olanı, adaletli âmirdir.

O gün insanların Allah’a en menfuru ve O’ndan mekân olarak en uzak olanı da zâlim âmirdir.”
(Tirmizi: 1329)

Kötü âmir, dinine ve vatanına ihanet eder. Hem nefsine hem de halkına zulmeder.

Kötü âmir haindir, devlete en büyük ihaneti eder. Her fırsatta devlet kalesinin taşlarını bir bir yuvarlar,
yıkmak için çalışır. Çünkü o kime hizmet ediyorsa onun kuludur. Herkes sevdiği ile beraberdir ve
sevdiği ile beraber haşrolunacaktır.

Âyet-i kerime’de:

“Onların kalpleri iman etmedi.” buyuruluyor. (Mâide: 41)

Sen ise onları müslüman zannediyorsun.

Allah-u Teâlâ’ya gönül veren kimse Hakk’ın kuludur. Kalbini bâtıla çevirenler halkın kuludur. Bu gibi
kimselerin cismine aldanman, senin aptallığına delâlet eder.

Şerefsiz bir âmir olmaktansa, şerefli bir vatandaş olmak ondan çok daha hayırlıdır. Zira şerefi ile yaşar.

Şerefsiz bir âmirin ruhu ölmüştür. Vicdanı ona rahat vermez ve kalbi daima huzursuzdur.

Bir âmir konuşurken sözüne dikkat et! Doğru mu konuşuyor, yalan mı konuşuyor? Eğer yalancı ise
onun hiçbir sözüne ve icraatına itibar edilmez. Çünkü o haindir, hainliğini yürütür.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Hâinlerin savunucusu olma!” buyuruyor. (Nisâ: 105)


Allah-u Teâlâ’nın halkettiği bütün mahlûkat bu hainlere lânet eder. Niçin? Çünkü müslüman gibi
görünüyor, fakat Din-i İslâm’a ihanet ediyor. Bir taraftan dini, diğer taraftan devleti yıkmaya çalışıyor.
Fakat onlar bunu bilmezler, gayeleri peşinde koşarlar.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birçok Hadis-i şerif’lerinde âhirzaman âlimlerinden
haber verdiği gibi, kötü âmirlerden de haber vermiştir.

Kâ’b bin Ucre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:

“Ey Kâ’b bin Ucre! Seni, benden sonra gelecek ümerâya karşı Allah’a sığındırırım. Kim onların
kapılarına gider ve onları yalanlarında tasdik eder, zulümlerinde onlara yardımcı olursa, o
benden değildir, ben de ondan değilim.

Ahiret’te Kevser Havz’ının başında yanıma da gelemez.

Kim onların kapısına gitmeyip, yalanlarında onları tasdik etmez, zulümlerinde yardımcı
olmazsa, o bendendir, ben de ondanım. O kimse Havz’ın başında yanıma gelecektir.

Ey Kâ’b bin Ucre! Namaz burhandır. Oruç sağlam bir kalkandır. Sadaka hataları söndürür, tıpkı
suyun ateşi söndürdüğü gibi.

Ey Kâ’b bin Ucre! Haramla biten bir ete mutlaka ateş gerekir.” (Tirmizi: 614)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Kâ’b bin Ucre -radiyallahu anh-i muhatap ederek
müslümanlara yalancı, zâlim ve sefih âmirlere karşı nasıl davranılacağını ders vermektedir.

Mervan bin Hakem’in Medine valiliği yaptığı yıllar idi. Bir gün yüzünü Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimizin Kabr-i şerif’lerinin taşına koymuş bir kişiyi gördü. Yakasından tutarak “Ne
yaptığını sanıyorsun?” dedi. O kişi başını çevirince bir de ne görsün, meğer o zât Ebu Eyyûb Ensârî
-radiyallahu anh- Hazretleri imiş.

Şöyle cevap verdi:

“Evet, ne yaptığımı biliyorum. Ben taşa değil, Resulullah Aleyhisselâm’a (şikâyete) geldim.
Çünkü onu şöyle buyururken duymuştum:

“Din (işlerin)i ehil olanlar üzerlerine aldığı zaman din için kaygılanmayın. Fakat ehil olmayanlar
din (işlerin)i tedvire başladıklarında, ne kadar endişelensen, ağlasan yeridir.” (Ahmed bin
Hanbel. c. 5, sh. 422)

Hadis-i şerif, ehliyetsiz âmirlerin topluma vereceği büyük zararları gözler önüne sermektedir.

Ebu Eyyûb Ensârî -radiyallahu anh- Hazretleri, Resulullah Aleyhisselâm’ın kabr-i şerif’lerine yüz
sürerek vali Mervan’a en canlı bir şekilde ikazını yapmış, Hadis-i şerif’te haber verilen günlere
gelindiğini duyurmaya çalışmıştır.

Hainleri Savunmak Hıyanettir:


Nice münafıklar sûret-i haktan görünüyorlar, haince maksatlarına nail olmak için her türlü hilelere
başvuruyorlar. Hakikat ile dalâleti ayıramayan gafiller ise onlara aldanıyorlar. Bu noktada ne büyük
kayıplara uğradıklarının farkında bile değiller.

Bir Âyet-i kerime’de:

“O halde sakın kâfirlere arka çıkma!” buyuruluyor. (Kasas: 86)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Allah’a isyan eden kimseye itaat yoktur.” (İbn-i Mâce: 2865)

Allah-u Teâlâ haksızların haksızlığını, hainlerin hainliklerini bildiği halde zulüm ve hainliğe yardım
edenlere, Hakk’ın hükümlerini esas almayıp kendi arzusuna tâbi olanlara karşı bir tehdit mahiyetinde
olmak üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Kendilerine hainlik edenleri savunma. Çünkü Allah hain günahkârları sevmez.” (Nisâ: 107)

Sevmemekle kalmaz buğzeder, onu ikaba ve azaba uğratır.

Onlar zâhirde başkalarına hainlik ediyorlarsa da, gerçekte kendi nefislerine hıyanet etmektedirler. Bu
hıyanetleri sebebiyle cezaların en şiddetlisine sebep olan bir günaha kendilerini mahkûm ettiler.

Haine taraftar olmak ve onları savunmak da bir hıyanettir. Allah-u Teâlâ hain günahkârları
sevmediğine göre, bir müslüman nasıl olur da onları savunmaya kalkışır?

“Onlardan hiçbir günahkâra veya hiçbir nanköre itaat etme!” (İnsan: 4)

“Bunlar (hâinliklerini) insanlardan gizler de Allah’tan gizlemezler. Oysa O, râzı olmayacağı sözü
geceleyin uydurup düzdükleri zaman onlarla beraberdi.” (Nisâ: 108)

Bu gibi kimseler zihinlerinde veya aralarında hâinlikler düşünürler. Allah-u Teâlâ’nın hoşlanmayacağı
bir takım kararlar alırlar. Bunları yaparken de Allah’tan korkmazlar, insanlardan son derece çekinirler
ve onları aldatmaya çalışırlar.

Bu gibi hâinlere taraf olup onları savunanlar, onlardan yana mücadele edenler hakkında nasıl bir
sonuç hazırlandığına dair Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“İşte siz öyle kimselersiniz ki, dünya hayatında onlara taraf çıkıp savunuyorsunuz.

Peki kıyamet gününde Allah’ın huzurunda onları kim savunacak? Yahut onlara kim vekil
olacak?” (Nisâ: 109)

Onları azap ile yakaladığı zaman ahirette onları kim savunmaya kalkışabilir? Allah-u Teâlâ’nın
azabından ve intikamından onları kim koruyabilir?

Kişiler o hâinleri savunmakla onları kurtarmış olmadıkları gibi, aksine onların mesuliyetlerine iştirak
ederek kendi nefislerine de hâinlik etmiş, kendilerini aldatmış ve zulmetmiş oluyorlar.


Hâinlerin sermayesi yalandır. Hem yalan konuşurlar, hem de halkı aptal yerine koyarlar. Kendi etrafları
da onları tasdik ederler. Çünkü onlar da kendileri gibi hâindir.

Hâinlerin tahripleri büyüktür. Din, iman tanımazlar. Yalnız maddi çıkarlarını düşünürler. Hem dini
zayıflatmak hem de vatanı çöktürmek için çalışırlar. Zira onlar kâfire hizmet ederler, onların
uşaklarıdırlar. Aptal olanlar da onları müslüman zannederler ve peşlerinden koşarlar.

Bu gibi kimseler hâin olduklarının bilinmediğini sanırlar. Oysa Allah-u Teâlâ henüz cenin halindeyken
mukadderâtı yazmıştır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bindörtyüz sene önce
bunları görmüş ve bize tanıtıyor.

Din ve dünya işini bozmak için çalışırlar. Yenilik bahanesiyle dini tahrif etmek, küfrü yerleştirmek için
açık olarak çalışırlar.

Balık otu yutan ve bunlara müslümandır diyenler de seyre dalarlar, bu hâinleri alkışlarlar. Zira haram
lokma onları bu hale koymuştur.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Siz ne halde iseniz, başınıza o halde idareciler getirilir.” (Deylemî)

O millet bu duruma müstehak olmuştur. Daha evvel arzettiğimiz gibi; zengini sarhoş, kadını çılgın,
fakiri şaşkın... Hepsi de balık otu yutmuş balıklara benziyorlar. Bir balık karnımı doyuruyorum zannıyla
balık otu yutar, fakat bu onun hayatına malolur. Bunların bu durumları ise ebedi hayatlarına malolur.

Allah-u Teâlâ Nasr sûre-i şerif’inde insanların alay alay, dalga dalga İslâmiyet’e gireceklerini beyan
buyuruyor:

“Resulüm! Allah’ın yardımı ve zafer günü geldiğinde ve insanların akın akın dalga dalga
Allah’ın dinine girdiklerini gördüğünde, hemen Rabbine hamdederek O’nu tesbih et ve O’ndan
mağfiret dile. Çünkü O tevbeleri dâima kabul edendir.” (Nasr: 1-3)

Bir zamanlar insanlar bölük bölük, alay alay İslâm’a giriyorlardı. Bugün ise imansız imamlar bir taraftan
iman hırsızlığı yaptılar, diğer taraftan cep cihatçılığı yaptılar, ümmet-i Muhammed’i yoldular, soydular,
müslümanları bölük bölük, alay alay İslâm’dan çıkardılar.

“Hepiniz O’na yönelin ve O’ndan korkun, namazı kılın, müşriklerden olmayın.

Onlar ki dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka oldular. Her fırka kendi tuttuğu yoldan memnundur,
yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.” (Rûm: 31-32)

Deccalden daha beter bu sapıtıcı imamlar neler yaptı, bu siyahsetçiler neler yaptılar. Ve güzel
vatanımızı ne hale soktular!

Bu din kurucu, bölücü, sapıtıcı imamlar, İslâm dini ile hiçbir ilgileri olmadığı halde, kendilerini İslâm'mış
gibi gösteriyorlar.

“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a
kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)

Bu Âyet-i kerime bütün bölücülerin İslâm dâiresinden atıldıklarına dair hudut çizmektedir.
Allah-u Teâlâ burada onların dinden çıktığını belirtiyor ve sakın onlarla ilgi kurma diye de emir veriyor.
"Onlarla ilgi kurmayın ve ünsiyet etmeyin." diyor. Zira onlar İslâm'dan çıktılar, bir isimle din
kurdular.

İslâm dininden ayrılıp bir isimle ortaya çıkan, dinini ilân eden her bölük ayrı bir dindir. Artık o, kendi
ismiyle çağrılır.

Bir isim altında ayrılanlar bir bölük oluyor. Öyleyse kendine has isim veren ve o isimle türeyenlerin
hepsinin dini ayrıdır.

Kâfir olanlar alenen, münafık olanlar sinsice, din kurucu imansız imamlar ise kurdukları dinlerini ayakta
tutmak için, İslâm dinini ve vatanımızı yok etmek için bütün güçleri ile çalışıyorlar.

Bunlar nefsini ilâh edinen ve Hazret-i Allah’a hasım kesilenlerdir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

6. “Zenginleriniz cimri iseler.”

Cimri Zenginler:

Altın ve gümüş biriktirmeyi, mal ve mülk edinmeyi tek hedef seçip; ölümü ve ahireti unutan, dünyada
devamlı kalacağını zanneden bir takım kimselerin nasıl bir cezaya maruz kalacaklarını Allah-u Teâlâ
Âyet-i kerime’lerinde ihtar buyurmaktadır:

“Mal toplayarak onu tekrar tekrar sayan, arkadan çekiştirip yüze karşı eğlenmeyi ve ayıplamayı
adet edinen herkesin vay haline!

O, malının kendisini ebedi kılacağını zanneder.” (Hümeze: 1-2-3)

Malını yığar ve onu sayar durur, saydıkça zevk alır, Allah-u Teâlâ’nın o maldaki hakkını vermez, ölüm
ve ahiret hiç aklına gelmez. Gün gelip dünyadan ayrılacağını, bilcümle malının bu dünyada kalacağını
hiç düşünmez. Malına son derece güvenir, bir takım hülyalara dalar, büyük emeller taşır. O fani serveti
sayesinde büyük bir mevki sahibi olduğunu zanneder.

İnsanları küçümseyip onlarla alay etmenin sebebi işte budur. Gelip geçici bir servete sahip olmakla
azgınlık eden, isyanını artıran bu gibi kimseler hakkında Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle
buyurur:

“Gerçek şu ki, insan kendini zengin görerek azgınlık eder. Şüphesiz ki dönüş Rabbinedir.”
(Alâk: 6-7-8)
Helal ve haram demeksizin topladıkları servet yüzünden ahirette pek acıklı bir azaba uğrayacaklardır.

“Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda sarfedip harcamayanlara acıklı bir azabı
müjdele!” (Tevbe: 34)

Allah yolunda harcamak şöyle dursun, başkalarını da O yolda harcamaktan alıkoyarlar.

Bir malın zekâtı verilmezse, bu maldan hacc gibi bir farz yerine getirilmezse, bakmakla mükellef
olduğu kişilerin nafakalarına sarfedilmesi gereken miktar sarfedilmezse; bir de bu mal gururlanma ve
övünmeye sebep olursa, hele hele gayr-i meşru şekilde haram yollardan kazanılmışsa, haram yollarda
harcanmışsa, sahibini gaflet ve şehvete düşürmüşse, Rabbine karşı kulluk vazifelerini ifaya mani
olmuşsa, kalbini ulvi düşüncelerden mahrum bırakmışsa... o fazla mal ve servet, sahibi için bir nimet
değil, bir felâket olur.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“O biriktirilen altın ve gümüşlerin üzerleri o gün cehennem ateşinde kızdırılır, bunlarla onların
alınları, yanları ve sırtları dağlanır.” (Tevbe: 35)

Onlara denir ki:

“İşte bu kendiniz için yığdıklarınızdır. Yığdıklarınızı tadın!” (Tevbe: 35)

O gün bu mallar alevli ateşte kızdırılır, alınları, yanları ve sırtları dağlanarak yakılır, kendi mallarıyla
rüsvay olurlar. “Eyvah!” derler, fakat fayda etmez, artık iş işten geçmiştir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“O müşrikler ki, zekâtlarını vermezler ve ahireti de inkâr ederler.” (Fussilet: 7)

Bu beyân-ı ilâhî’den zekât vermemenin ahireti inkâra alâmet olduğu anlaşılmaktadır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“Deve (kıyamet) gününde bugünkü şeklinden daha güçlü ve kuvvetli bir halde sahibine gelir.
Zekâtı verilmedi ise sahibine musallat olup tabanlarıyla onu çiğner.

Zekât verilmeyen koyun da gayet semiz ve kuvvetli hali ile gelerek sahibine musallat olup
tırnaklarıyla onu çiğner, boynuzlarıyla da süser.

Sakın sizden biriniz, kıyamet gününde omuzuna zekâtını vermediği koyununu yüklenip avaz
avaz bağırarak ve ‘Yâ Muhammed!’ diye imdat isteyerek bana gelmesin. Ben ona ‘Bugün seni
kurtarmak için hiçbir yetkiye sahip değilim, dünyada ben sana hükm-i ilâhî’yi ulaştırdım’ diye
cevap veririm.

Deveyi yüklenerek gelip de ‘Yâ Muhammed’ diye feryad etmesin. ‘Bugün seni kurtaramam, ben
sana hükm-i ilâhî’yi ulaştırmıştım.’ diye cevap veririm.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 690)

Cimrilik, nefsin yakalandığı tedavisi zor olan müzmin bir hastalıktır. Cömertlik, insanlarda ne kadar
büyük bir meziyet ise, cimrilik de onun zıddına o kadar kötü bir huydur.

Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:


“Cimrilikten sakının! Çünkü cimrilik sizden öncekileri helâk etmiş, onları birbirinin kanlarını
dökmeye, haramlarını helâl saymaya sevketmiştir.” (Müslim: 2577)

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cömertliğin, dalları dünyaya uzanan bir
cennet ağacı olduğunu, kim onun bir dalını tutarsa o dalın kendisini cennete sokuncaya kadar
terketmeyeceğini; cimriliğin ise dalları dünyaya uzanan cehennem ağaçlarından birisi olduğunu, kim
onun bir dalına yapışırsa, o dalın kendisini cehenneme sokuncaya kadar bırakmayacağını haber
vermişlerdir. (Feyz-ül kadir)

Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“Cimri kimse Allah’tan uzak, insanlardan uzak, cennetten uzak, cehenneme yakındır.” (Tirmizi)

Allah-u Teâlâ münafıklar hakkında Âyet-i kerime’sinde:

“Onlar ellerini sıkı tutarlar.” buyurmuştur. (Tevbe: 67)

Bütün münafıkların ortak özelliği budur. Hepsi de kötülükle meşgul olurlar ve iyiliğe düşmandırlar. Elleri
sıkıdır. Allah yolunda bir şey infak etmezler. Zekât gibi, sadaka gibi insanî vazifelerden kaçınırlar.

Allah-u Teâlâ insanın yaratılışında bulunan dünya malına şiddetli hırsından ve kötü huylarından haber
vererek Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“İnsan gerçekten pek hırslı yaratılmıştır. Başına bir felâket gelince sızlanır, feryat eder.

Bir iyilik dokunduğunda ise cimri kesilir, onu herkesten meneder.” (Meâric: 19-20-21)

Kendisine bir musibet dokunursa fazla teessür gösterir, sabrı azdır. Bir servete sahip olursa elinde
tutar, hiçbir mâli fedâkârlıkta bulunmaz.

Emr-i ilâhî’ye muhalefet edip cimrilik yapan, ihsan ve infaktan kaçınan kimselerin bu acıklı halini Allah-
u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:

“Onlar cimrilik ederler, insanlara da cimriliği tavsiye ederler. Allah’ın kendilerine lütfundan
verdiğini gizlerler.

Biz kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisâ: 37)

Yahudilerden bazıları Ensar’ın yanına gelir. “Malınızı sarfetmeyin, sizin yoksul düşmenizden endişe
ediyoruz. Malınızı çarçabuk harcamayın, sonunuzun ne olacağını bilemezsiniz.” diyerek öğüt vermeye
kalkarlardı.

Küfür; örtme ve gizleme mânâsına gelmektedir. Cimri de Allah-u Teâlâ’nın kendisine vermiş olduğu
nimetleri örter, gizler. Bu nimetler o kişide görülmez ve açığa çıkmaz. Ne yemesinde, ne giyiminde, ne
de rızâ-î Bâri için harcamasında.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:

“Allah-u Teâlâ kuluna verdiği nimetlerin eserini üzerinde görmek ister.” buyurmuşlardır. (C.
Sağir)

Münafıklar Resulullah Aleyhisselâm’a ve müminlere iyi görünmek için, icabeden bazı hususlarda bazı
yerlere infak ederlerdi, halbuki onlar inanmıyorlardı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Onlar Allah’a ve âhiret gününe inanmadıkları halde, mallarını insanlara gösteriş için
sarfederler.

Şayet şeytan bir kimseye arkadaş olursa, o ne kötü bir arkadaştır!” (Nisâ: 38)

Kendisine “Ne kadar cömert!” desinler diye infak eden kimselerin şeytana arkadaş olduklarını Allah-u
Teâlâ haber veriyor. Bu gibi harcamaların, ne kadar çok olursa olsun, hiçbir değeri ve kıymeti yoktur.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde, elde fırsat dilde ruhsat varken uyanmaları için hatırlatmada
bulunmaktadır:

“Ne olurdu sanki, onlar Allah’a, ahiret gününe inanmış ve Allah’ın kendilerine verdiği
rızıklardan (O’nun yolunda) infak etmiş olsalardı!

Allah onları çok iyi bilendir.” (Nisâ: 39)

Eğer bir kul ilâhî dâvete icabet eder, O’nun rızâsı ve buyrukları istikametinde ömrünü geçirirse;
karşılığını alacak, kat kat fazlasıyla mükâfatını görecektir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

7. “İşleriniz kadınların elinde ise.”

Kadın İdareci:

İşlerin kadınların eline geçmesi, nâehlin iş başına geçmesi demektir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kadın idareci hakkında Hadis-i şerif’lerinde:

“Mukadderâtını bir kadının eline veren millet felâh bulmaz.” buyuruyorlar. (Buhari 1660, Megazi
82, Fiten 18, Tirmizi Fiten 75, Nesai Kada: 8, Ahmed bin Hanbel 5743, 51, 38, 47)

Gerek dini ve gerekse dünyevî vazifeler birer emanettir. Bu vazifelerin ehil olan kimselere, lâyık
olanlara verilmesi lâzımdır.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Allah size emanetleri ehil olanlara vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle
hükmetmenizi emreder.” (Nisâ: 58)
“Kıyamet ne zamandır?” diye soran bir zâta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
buyurdular:

“Emanet yitirildiği zaman kıyameti bekle! İşler ehil olmayanlara verilince kıyameti bekle!”
(Buharî. Tecrid-i sarih: 54)

Ebu Zerr-i Gıfârî -radiyallahu anh- “Yâ Resulellah! Beni bir göreve tayin etmez misin?” diye
sorduğunda, mübarek ellerini omuzuna koyarak şöyle buyurdular:

“Yâ Ebu Zerr! Sen zayıfsın, vazife ise emanettir ve kıyamet gününde rüsvaylıktır ve pişmanlıktır.
Ancak bu emaneti hakkıyla alıp yürütenler müstesnâ.” (Müslim)

Ehliyet ve salâhiyeti olmayan, yapacağı işe hakkıyla vakıf olamayan bir kimse, bir işi üzerine alıp da
lâyıkıyla yapamazsa, bu da emanete hıyanettir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

8. “Yerin altı üstünden (yani ölmek yaşamaktan) daha hayırlıdır.” (Tirmizi: 2267)

Sonuç Olarak:

İşte öyle bir duruma düştük ki artık gerçekten yerin altı üstünden daha hayırlı hale geleli çok oldu.

Daha evvel arzettiğimiz gibi müslümanlar İslâmiyet’in nezafetini, ulviyetini, adaletini, doğruluğunu
dünyaya yaydılar. Bunu gören kâfir, bazı güzel hasletleri benimsedi ve kendine maletti. Fakat
müslüman olduğunu zanneden bu sahteler de kâfirin kötü hasletlerini aldılar ve benimsediler. Kâfir
dediklerinde iyi hasletler kaldı, bunlarda kötü hasletler kaldı. Müslümanlar böyle bozuldu ve bu duruma
düştü.

Bu durumda Allah-u Teâlâ bu milletin başına ona göre idareci gönderir.

Hadis-i şerif’te:

“Siz ne halde iseniz, başınıza o halde idareciler getirilir.” buyuruluyor. (Deylemî)

Bir gün Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize “Son
zamanlarda senin hızla yaşlandığını görüyorum, bunun sebebi nedir?” diye sorduğu zaman:

“Hûd sûresi ve benzeri sûreler beni ihtiyarlattı.” buyurmuştur. (Tirmizi)

Çünkü Hûd sûre-i şerif’inde geçmiş ümmetlerin helâk olma durumları beyan edilmektedir.
Allah-u Teâlâ Hûd sûre-i şerif’inde geçmiş ümmetlerin helâk olma durumlarını Resul-i Ekrem -
sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize haber verirken Lut Aleyhisselâm’ın kavmi hakkında şöyle
buyuruyor:

“Vaktaki azap emrimiz gelince, o memleketin altını üstüne getirdik ve tepelerine Rabb’inin
katında damgalanmış ve pişirilmiş balçıktan taşları arka arkaya yağdırdık.” (Hud: 82-83)

Âyet-i kerime’nin nihayetinde ise:

“Bu felâket taşları zâlimlerden uzak değildir.” buyuruluyor. (Hud: 83)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Cebrail Aleyhisselâm’a “Zâlimlerden murad


kimdir?” diye sorduğu zaman “Senin ümmetinin zâlimleri de dahildir.” buyurdu.

Helâk olan eski kavimler bollukta, zevk ve sefada iken belâ ve afatlara uğramışlardı. Onların birer
kabahatlerinden ötürü başlarına felâketler gelmişti.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine nimet ve zevklerden her şeyin kapılarını
açıverdik. Nihayet kendilerine verilenlerle şımarıp ferahlandıkları sırada da ansızın onları
yakaladık. Birdenbire bütün umutlarını yitirdiler.” (En’am: 44)

Nuh Aleyhisselâm’ın kavmi putperestlikte inat ettikleri için tufanla yok oldular.

Ad kavmi, Hud Aleyhisselâm’ı beyinsizlikle, yalancılıkla suçladıkları için şiddetli rüzgârla helâk oldular.

Salih Aleyhisselâm’ın kavmi Semud, mucize deveyi öldürdükleri için yürekleri yerinden oynatan
korkunç bir sesle cezalandırıldılar.

Lut Aleyhisselâm’ın kavmi helâl olan eşlerini bırakıp erkeklere gittikleri için, Allah-u Teâlâ
memleketlerini alt üst etti ve üzerlerine taş yağdırdı.

Şuayb Aleyhisselâm’ın kavmi olan Medyen ve Eyke halkı; ticaret ahlâkını bozdukları, ölçü ve tartıda
hile yaptıkları için buluttan inen ateşle cezalandırıldılar.

O kavimlerin yaptıkları kabahatlerin bugün hepsi yapılıyor. Her kötülüğün anası bu devirde mevcuttur.
Onun içindir ki dünya kurulalıdan beri böyle bir devir gelmiş değil, böyle bir bunalım da geçirilmiş değil.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemizden rivayet edildiğine göre Mahzum oğullarından bir kadın
bir şey çalmış olduğundan elinin kesilmesi gerekiyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’in yanında onun cezadan affı için aracılık edilmesini istediler. Kimse buna cesaret edemedi.
Üsame -radiyallahu anh- bunu yapınca buyurdular ki:

“İsrailoğulları, ileri gelenlerinden biri çalarsa bırakırlar, zayıf olan biri çalarsa elini keserlerdi.
Kızım Fâtıma çalmış olsaydı onun da elini keserdim!” (Buhari. Tecrid-i sarih: 1507)

Bir kadın kendisini ikrah ettirmemek için kirli bezini herkesten gizlemek ister. Ve fakat onlar birbirlerinin
bunca pis, kirli çamaşırlarını sergilediler. Değil Türkiye’yi, dünyayı kokuttular.

Biri diğerinin pisliğini ortaya çıkarıyor, sonra da kendi pisliği meydana çıkmasın diye, çıkardığı pisliği
yine kendisi örtüyor.

Bir yüzüyle çıkıyor, kendisinin doğru olduğunu göstermek için “Filân kişi hırsızdır, şu kadar mal varlığı
var!” diyor. Ötekisi çıkıyor “Sen de hırsızsın, senin de şu kadar paran var.” diyor. O zaman kendi
ayıbının meydana çıkmaması için, ikinci yüzünü kullanıyor o hırsızın ayıbını örtüyor. Böylece hırsızlar
birbirlerini kollamış oluyorlar.

Diğer taraftan da bütün dünya, serilmiş olan bu kirli çamaşırları seyrediyor. Bunu bir müslüman yapar
mı? Yapmaz. O halde bunlar nedir? İmandan soyulmuşlar, İslâm’dan çıkmışlar. Her biri kendi
partisine, her bir bölücü kendi yoluna göre bir din tutmuş.

Bunlar İslâm’dan çıktıktan sonra, benimsedikleri dine göre icraat yapıyorlar, her biri kendi dinine göre
hüküm veriyor.

Bunların bütün pisliklerini, rezaletlerini, hırsızlıklarını herkes görüyor. Fakat ruhu ölmüş şuursuz
şakşakçılar yine bunları destekliyor, yine peşlerinden gidiyor. Gözüne perde çekilmiş, kulağı da
kapanmış duymuyor. Birbirlerinin kirli çamaşırlarını günâgün ortaya serdikleri halde ibret almıyor ve
hâlâ ayılamıyor. Onun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Küllühüm finnâr” buyurdu. Bunların hepsi cehennemlik. Hadis-i şerif böylece tecelli ediyor.

Bir de şu husus var ki, dış memleketlerdeki müslümanlar Türkiye’ye ümit bağlıyorlardı. Bir gün gelir bu
devlet bize öncülük eder diyorlardı. Fakat bu rezaleti, bu pisliği görünce bütün ümitleri kırıldı.
Kasalarını, keselerini doldurayım derken bu kadar büyük zararlar verdiler. Birkaç kişinin yüzünden
bütün dünya Türkiye’yi ayıplıyor. Düşmanın da hırsı artıyor.

O bir fırka Allah yolunda selâmete erdi. Fakat gözü kör olanlar göremedi ve hidayete eremedi.
Münafıkların peşine takılmış ve uykuda. Onlar şeytanlarla beraber cehenneme tepetakla atılırken
ayılıp uyanacaklar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a
kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)

Buyurduğu halde, bu emr-i ilâhî’yi arkalarına attılar, şeytanın peşine takıldılar. Hem bölücü hem partici
oldular. Böyle ifsat ve fesat devri gelmedi.

Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Perdeciler ondan bir nesne saklayamaz.”
buyuruyor. Perdeciler kimdir? Kötü siyasetçiler. Siyaset ne demek? Yalancılıktır. Politika ne demek?
Sen oturma ben oturayım, sen öl ben yaşayayım. Amma şuursuz şakşakçılar hâlâ peşinde.

Kötü siyasetten ve siyasetçilerden de Allah’a sığınırım. Bir toplulukta onlardan mevzu geçtiği zaman
“Eûzübillahimineşşeytânirracim, Bismillâhirrahmânirrahim.” de. Ve hemen kalk.

“Selâm olsun O’nun beğenip seçtiği kullarına!” (Neml: 59)

“Selâm olsun hidayete tâbi olanlara!” (Tâhâ: 47)

•••

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


HADÎD SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Tamamı Medine döneminde nâzil olan bu mübarek Sûre-i celile; yirmidokuz Âyet-i kerime,
beşyüzkırkdört kelime ve bindörtyüzyetmişdört harften müteşekkildir.

Adını 25. Âyet-i kerime’de geçen ve “Demir” mânâsına gelen “Hadîd” kelimesinden alır. Tesbihle
başladıkları için “Müsebbihât” denilen beş sûre-i şerif’in ilkidir.

Sûre-i şerif’in fazileti hakkında Ashâb-ı kiram’dan İrbâd bin Sâriye -radiyallahu anh- şöyle söylemiştir:

“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- yatıp uyumadan önce Müsebbihât’ı (Hadîd, Haşr, Saf,
Cumâ ve Teğabün sûrelerini) okur ve bunlarda bin âyetten daha faziletli bir âyetin bulunduğunu
söylerdi.” (Ebu Dâvud - Tirmizi)

Muhtevâsı:

Bu mübarek Sûre-i şerif; Allah-u Teâlâ’nın bazı sıfatlarını, ilim ve kudretinin delillerini, iman etmenin
önemini, infakta bulunmanın lüzumunu, müminlerle münafıkların ahiretteki durumları bakımından
karşılaştırılmasını, dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu anlatıp açıklamaktadır.

Son bölümünde demirin bir nimet olarak yaratıldığından söz edilir.

Hadîd Sûre-i şerif’inden itibaren beşi tesbihle başlayan on sûre, Medine döneminde nâzil olan son
sûrelerdir. Daha önce nâzil olan sûreleri tamamlayıcı durumdaki bu sûreler, iman ve ahlâkla ilgili son
öğütleri ihtivâ etmektedirler.

Allah-u Teâlâ’yı Tesbih:

Yaratılan ne ki varsa hepsi; Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine, kudret ve azâmetine işarette ve
şehâdette bulunur dururlar.

“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tesbih etmektedir.” (Hadîd: 1)

Göklerde ve yerde, canlı ve cansız her şey, yokluktan varlık âlemine çıkarıldıktan beri bütün
vakitlerinde Allah-u Teâlâ’yı tesbih etmektedirler. Tesbihleri belirli bir vakte has olmamış, geçmişte
daima tesbih etmişler, gelecekte de devamlı tesbih edeceklerdir.

“O Aziz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Hadîd: 1)

Yani Aziz ve Hakîm ancak O’dur. O çok güçlüdür, kuvvet sahibidir, üstündür. Hiç kimse O’nun
emirlerine karşı koyamaz. O’na karşı çıkan, O’ndan kaçıp kurtulamaz.

Hiçbir şey O’nu engelleyemez, her şey O’nun tasarrufundadır. O’nun yaptığı her şeyde bir hikmet
vardır. Yaratmakta, emir ve hükümlerinde hikmeti sonsuzdur.
Mâlik-ül Mülk:

Mülk O’nundur. Mülkünün hem sahibi, hem hükümdarıdır.

“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O’nundur.” (Hadîd: 2)

Göklerde ve yerde bulunan melekler, insanlar, cinler ne varsa hepsi O’nun mülküdür, yarattığı ve
yönettiği varlıklardır.

Bütün hepsi de şerik ve nezirden münezzeh olan Allah-u Teâlâ'nın hâkimiyetinde bulunmaktadırlar.

Bu nihayetsiz mülke ve saltanata bir baksana! Kâinatta her gün, her gece, her saat ve her anda neler
yapılıyor, neler yıkılıyor? Ne icatlar, ne imhâlar oluyor? Ne kudretler açığa çıkarılıyor, ne hikmetler
ortaya konuyor ve uygulanıyor?

Böyle bir saltanatın sahibi olan Allah nelere kâdir olmaz?

O'nun mülkünde ancak O'nun emirleri ve kudreti hüküm sürer. Takdirine ve tedbirine kimse karşı
gelemez. Hükümlerinin tersine hareket etmek isteyenler, elbette cezaya müstehak olurlar.

"Diriltir ve öldürür." (Hadid: 2- Bakara: 258- Âl-i imran: 156- A'raf: 158- Tevbe: 116- Yunus: 56-
Müminun: 80- Mümin: 68)

Hayat da ölüm de Allah-u Teâlâ'nın göklerde ve yeryüzündeki mutlak hakimiyetinin tezahürlerinden


başka bir şey değildir.

Dünyada dirileri öldürür, ahirette ise haşrı ve neşri gerçekleştirmek için ölülere hayat verir.

"O her şeye kâdirdir." (Hadid: 2 - Mâide: 120) (Bakınız. Âl-i imran: 189 - Mâide: 17)

O'nun dilediği olur, dilemediği olmaz. Kudreti sonsuz ve sınırsızdır. Dilediğini yapmakta hiç kimse O'na
mâni olamaz.

O her şeye karşı kâdirdir, hiçbir şey O'na kâdir değildir. O'nun kudreti hiçbir şekilde kayıt ve tahdide
uymaz. Dilediği şeyi yaratır ve o yarattığı şeyde dilediği kadar kudret ve şeref de yaratır. O'ndan başka
her şey, yer ve gökleriyle ve aralarındaki bütün kâinâtıyla âlemin bütün sistemleri âcizdir. Onları her an
yaşatmakta ve yok etmekte ve hepsinin üzerinde mülk ve melekûtunu açıklayıp durmaktadır.

Zâhir de O, Bâtın da O:

O Allah ki yarattığı her şeyde bir hassa koymuştur. Hassa demek, emrinin özü demektir. Toprakta,
havada, suda... Her şeyde o hassa mevcuttur.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“O hem Evvel’dir, hem Âhir’dir, hem Zâhir’dir, hem Bâtın’dır.” (Hadîd: 3)

O Evvel’dir, ezelîdir. O’ndan evvel hiçbir şey yok idi. Vücud O, mevcud O. O’ndan başka bir mevcut
yok, mevcûdatı O yarattı. Bunun içindir ki O “Rabbül-âlemin.” oldu.

Zât-ı akdes’i için aslâ başlangıç tasavvur olunamaz. O’nun varlığı Zât-ı akdes’inin gereğidir. Var olan
her şeyin varlığı O’ndandır.
O Âhir’dir, ebedidir, sona ermekten münezzehtir. Varlığının başlangıcı olmadığı gibi nihayeti de yoktur.
O’ndan başka mevcut olmadığı için Âhir de O’dur.

Hâlık’ın işine mahlûkun aklı da ermez, ilmi de yetmez.

“Allah herşeyi çepeçevre kuşatandır.” (Nisâ: 126)

O öyle bir Allah, öyle bir Allah, öyle bir Allah ki, yalnız kendi kendisini bilir ve kendisini metheder.

Bütün yaratıklar takke mesabesindedir. Takke kişiyi ne anlar?

Yalnız şu kadar var ki kendisini bildirdiği kadarını kul bilir, duyurduğu kadarını duyurur.

Niçin bunu böyle yaptı? Bilenlere sorulsun diye yaptı.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:

“Bunu bir bilene sor! (Sana gerçekten böyle olduğunu anlatacaktır).” buyuruyor. (Furkan: 59)

Rabbim bunu bana biiznillâh-i Teâlâ gösterir, ben bunu bile bile konuşurum. Amma siz duyuyorsunuz.
Bilerek söylendiği için size tesir ediyor.

O Zâhir’dir. Zerreden kürreye kadar ne ki varsa O’nun Zâhir ismi-i şerif’i ile ortaya çıkmışlardır. Her
yarattığı şeyde ulûhiyet sırları ve hikmetleri vardır.

Görünüşte o şey var, fakat aslında O var. Elbiseyi geçir sen varsın, kaldır O var. Yarın öldüğün zaman
yine O var. Ruhunu çektiği zaman hani sendin? O zaman saman çöpü senden hayırlı olacak. Çünkü
ruh çıkınca sen kokacaksın, saman çöpü ise kokmayacak.

Amma elbiseyi çıkarabilen kişi, nefsini öldürdüğü için, şimdi de O’nun olduğunu görüyor. Varlığını yok
edebilen şimdiden görüyor. Sen ise öldükten sonra anlayacaksın.

Sen buna şaşma! Senin ilmin kavramıyor diye çizmeden yukarıya çıkma, hududunu da aşma. Sen
bunun böyle olduğunu öğreneceksin amma, öldükten sonra öğreneceksin. Bunu bilen, ölmeden evvel
öğrenmiş, böyle olduğunu bilmiş.

Her şeyi “Ol!” emriyle var ediyor. Zâhir olanlar O’nun “Ol!” emrinden ibarettir. Gökler ve yer de,
insanlar da, hayvanlar da, nebatat ve cemâdat da böyledir, O'nun “Ol!” emriyle zuhura gelmiştir.
Hepsini O var ediyor. Mukadderâtını, şeklini, şemalini, her şeyini o “Ol!” emrinin içinde dürüyor, “Ol!”
diyor ve oluveriyor. “Öl!” diyor ölüyor.

Ve o olanların içinde O var.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Allah o Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyum’dur.” (Bakara: 255
- Âl-i imran: 2)

O öyle bir Allah ki, Allah’tan başka ne bir Allah vardır, ne de bir mevcud vardır. Her şeye hayat veren
O’dur, her şey O’nunla kâimdir.

Yaratılanları “Ol!” emriyle yarattı, herşey O’nun varlığı ile kâimdir. Her görünen şey maskedir, insan
da böyledir, kâinat da böyledir.

Ota bir şekil vermiş meydana çıkarmış, çiçeğe bir şekil vermiş meydana çıkarmış, insana bir şekil
vermiş meydana çıkarmış, kâinata bir şekil vermiş meydana çıkarmış. Şimdi her meydana çıkan
O'nunla çıkıyor. Varlığını çektiği zaman yok oluyor. Hani sen vardın? Yani sen O'nunla kaimsin. Fakat
zavallı insan “Ben!” dedi, putuna tapındı. Ben putuna tapındı gitti. Kâinat da böyledir. Yani bir otla, bir
çiçekle, bir insanla, bir kâinat Allah-u Teâlâ'nın yanında değişmez.

O Bâtın’dır. Ulûhiyet sırları her zerrede mevcuttur ve gizlidir. O’ndan başka bir mevcut yok. Var olanlar
vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir. Olması için bir emre bakıyor. “Ol!” buyuruyor, herşey
oluveriyor. Hepsi bir cesetten, bir elbiseden, bir perdeden ibarettir. O ise her şeyden her şeye yakındır.

“O her şeyi bilendir.” (Hadîd: 3)

O’nun bilmediği, bilemeyeceği hiçbir şey düşünülemez. O’nun ilmine göre gizli de âşikâr da birdir.
Bilgisinde artma eksilme olmaz.

Göklerin ve Yerin Yaratılışı:

Kur’an-ı kerim’de göklerin ve yerin yaratılması ile ilgili pek çok Âyet-i kerime’ler mevcuttur.

Göklerin ve yerin yaratılmasının mânâsı, bu muazzam kâinatın ve mahlûkatın yoktan var edilişi
demektir.

Allah-u Teâlâ bir şeyi yaratmak istediği zaman; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve
numuneye muhtaç değildir. Onu istemesiyle o şeyin meydana gelmesi bir olur.

Yaratmak; bir anda dilemek ve meydana getirmek, "Ol!" demekle oluvermekten ibaret olmakla birlikte,
O bunların hepsini birden değil, ilâhî hikmetleriyle geliştire geliştire, olgunlaştıra olgunlaştıra
yaratmıştır. Bu yükseklik ve genişlikteki yedi kat gökleri, bu yoğun ve geniş yerleri bir anda da
yaratmaya gücü yeten Kâdir-i mutlak, her birini bir ölçü ile takdir ve bir zamana tahsis etmiştir.

Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“O Allah ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (Hadîd: 4) (Bakınız; A’raf: 54 - Yunus: 3 - Hud: 7 -
Furkan: 59 - Secde: 4 - Kaf: 38)

Bu şekilde yaratma da ilâhî kudrete delâlet etmektedir. Hiçbir tedricen ilerleme olmadan bütün
yaratıklar bir defada ve bir anda yaratılmış olsaydı, hiçbiri diğerinin yaratılışına şâhid olamazdı. Diriden
ölü, ölüden diri, ateşten toprak, topraktan su, çamurdan hayat ortaya çıkması şöyle dursun; gece ve
gündüz birbirini takip etmez, insandan insan bile doğmazdı. Atalarımız yaratılırsa biz olmazdık, biz
olursak onlar olmazdı veya hepimiz olur ata evlât olmazdık. Şu halde birçok yaratılışları da içine alan
dereceleme ile yaratmada Allah-u Teâlâ'nın ayrıca bir kudreti ve azameti gözler önüne serilmektedir.

Günlerden maksat, yirmidört saat süren dünya günleri değil, müddetini ancak O'nun bildiği merhaleler
ve devrelerdir.

Çünkü gün, güneşin doğuş ve batışıyla ortaya çıkan bir durumdur. Gökler yaratılmadan önce ise
gündüz ve gece yoktu.

Arş-ı Rahman:

Allah-u Teâlâ’nın gökleri ve yeri altı günde yarattığını beyan eden Âyet-i kerime’nin devamında şöyle
buyurulmaktadır:

“Sonra Arş’ı istivâ etti.” (Hadîd: 4 - A’raf: 54 - Yunus: 3 - Ra’d: 2 - Secde: 4)


Arş'ın tahsisi mahlûkatın en büyüğü olmasındandır. Kâinat Arş ile son bulmakta ve Allah-u Teâlâ
mekândan münezzeh olarak O'nun da ötesinde ve aslında her yerde bulunmaktadır.

Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:

"Rahman Arş'ı istivâ etti." (Tâhâ: 5)

Bu istivâ; keyfiyetsiz, teşbihsiz, temsilsiz bir istivâdır. Kâinat yaratıldıktan sonra Allah-u Teâlâ onu
yönetmekte ve onunla ilgili bütün düzenlemeleri yapmaktadır.

Arş, diğer cisimleri kuşatan bir cisimdir. Yüksekliğinden dolayı veya hükümdarın tahtına
benzetildiğinden dolayı bu isim verilmiştir.

Kur'an-ı kerim'de Arş'ın Allah-u Teâlâ'ya nisbet edildiği onsekiz kadar Âyet-i kerime mevcuttur ve yedi
gökten ayrı bir âlem olarak ele alınmıştır.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"De ki: Yedi göklerin Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?" (Müminun: 86)

Kimdir tertemiz meleklerin taşıdığı yüce Arş'ı yaratan?

Allah-u Teâlâ Arş'ı ihtiyaç için değil, azametini ve kudretini göstermek için yaratmıştır.

"Göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah, onların vasıflandırdıkları noksan
sıfatlardan münezzehtir." (Zuhruf: 82) (Bakınız. Enbiyâ: 22)

Çünkü böyle bir Rububiyet, bütün yaratılmışların tesbihini gerektirir.

Bazı Âyet-i kerime'lerde Arş'ın büyük, değerli ve şerefli oluşundan bahsedilmektedir:

"O, çok bağışlayan, çok sevendir, şerefli Arş'ın sahibidir." (Bürûc: 14-15)

Arş ve diğer yaratıklar üzerindeki hakimiyet O'na aittir.

Arş-ı âzam, Allah-u Teâlâ'nın yarattığı cisimlerin en büyüğüdür. Kürsî'yi de kaplamıştır.

Bir kısım melekler de Arş-ı âzam'ın çevresini sarmış olup tavaf ederler, Allah-u Teâlâ'yı övgü ve tesbih
ile anarlar.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Melekleri görürsün ki Rabblerini hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır." (Zümer:
75)

Allah-u Teâlâ'yı lâyık olmadık sıfatlardan tenzih ve meth-ü senâ ile meşgul olurlar.

Allah-u Teâlâ’nın “Arş’ı istivâ etmesi” hususuna gelince;

“İstivâ etti” demek “Oturdu”, “Hükmetti” demektir. “Arş-ı Rahman”dan bütün yarattıklarına
hükmünü sürdürmeye devam ediyor.
Yerden göklere, göklerden Arş'a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O'nun hüküm ve idaresinin altında,
andan âna, halden hâle, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yokoluş, farklılık ve benzeyiş ile
değişip gitmektedir.

O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve cisimlerin,
güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem yaratıyor, hem
yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.

Bu Âyet-i kerime, olduğu gibi Vahdet-i vücud'u tarif ettiği gibi, bütün yaratıklarını nereden ve nasıl
yönettiğini bildiriyor.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MEKTUBAT
152. MEKTUP

ŞEYH MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ


(Kuddise Sırruh)

İHSAN NEDİR?

Nasıl o Zât-ı Ahad’a hamdetmem ki, ilim sahiplerinin kalplerini iman-ı kâmil suyu ile suladı. O Samed
olan zâta nasıl şükretmem ki, fâzıl kişilerin gönüllerini irfan cemâliyle canlandırdı. Salât-ü selâm, ulvî
âleme dair bilgilerin kendisinden öğrenildiği; süfli âlemdekilerin yakîn mertebelerinin en yücesine nasıl
yükselebileceğini gösteren zâta olsun.

Değerli zâtınızdan latif hitabın gelmesini bekleyip yollarını gözlerken, inci dizisini andıran güzel
mektubunuz geldi. İçine baktığımda gördüm ki, kırmızı güllerle dolu bir bahçe; bitki dolu, menekşe
çiçekleri ile memlû bir bahçe. O mektubu teşekkür ve iftihar gözüyle okuduk, onda sabrın ve lezzetin
tadını bulduk.

Tazarru ve niyaz ellerini Allâm ve Melik olan Zât’ın kapısında kaldırdık. Vücudunuzu emniyet ve güven
içinde kaim eylemesini, yakınlık ve ihsan mertebesine yükselmenizin devamını diledik. İhsan hakkında
Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “İhsan, Allah’ı görür gibi ibadet etmendir. Sen onu
görmesen de O seni görüyor.” (Müslim)

Allah-u Teâlâ bize ve size vuslat nefhalarını nasib eylesin. Bizi ve sizi cemâl reşhalarıyla yaşatsın. Zira
o, ikbalin kemâli, emellerin de nihayetidir. Bundan sonrası vebâldir.

Sizden beklediğimiz bizi daimi olarak duâdan unutmamanızdır. Nebiyy-i Muhterem Resulullah (s.a.v)
şöyle buyurmuştur: “Müminin mümin kardeşine duası reddolunmaz.” (Müslim)
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HÂTEM-İ VELİ HAKKINDA


RESULULLAH -SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM-
EFENDİMİZ’İN HADİS-İ ŞERİF’LERİ VE ONA VÂRİS
OLAN VEKİLLERİNİN İFŞAATLARI (24)

Sadreddîn-i Konevî -Kuddise Sırruh-

1208 milâdi yılında Malatya’da dünyâya gelip, 1274 yılında Konya’da vefât etmiş olan Hazret’in asıl
ismi Muhammed bin İshak’tır. Onüçüncü asırda yetişen velilerin en büyüklerindendir.

Muhyiddin-i İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri tarafından evlâtlığa kabul edilerek, onun taht-ı
terbiyesinde uzun mesafeler katetti. Öyle ki, Şeyh’ül-ekber -kuddise sırruh- Hazretleri’nin onu
yetiştirmek için, hususiyetle annesiyle evlendiği rivâyet edilir.

Hazret şeyhinin vefâtından sonra da, mânevî seyrinin geri kalan kısmını tamamlamak üzere,
zamanının en büyük velilerinden biri olan Evhadüddin Kirmânî -kuddise sırruh- Hazretleri’ne intisab
etti. Böylelikle her iki zâtın da irşad ve tasarrufundan istifâde etmiş oldu. Hacc dönüşü Konya’ya gelen
ve buraya yerleşmeye karar veren Hazret, çevresi tarafından büyük bir itibarla karşılandı.

Konya’da kaldığı süre içerisinde, tasavvuf dünyasının en müstesnâ simalarının da içlerinde yer aldığı
binlerce talebe yetiştiren Sadreddin-i Konevî -kuddise sırruh- Hazretleri, Mevlânâ Celâleddin Rûmî -
kuddise sırruh- ve Saîdüddin-i Fergânî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin yetişip kemâle ermelerinde
büyük bir rol oynamıştır.

Şeyh’ül-Ekber Muhyiddîn-i İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin Vahdet-i vücud ve Hâtem’ül-


velâyet hakkındaki beyanlarının, tasavvuf karşıtı bazı çevreler tarafından yanlış taraflara çekilmek
istendiği bir zamanda, bu beyanları teyid etmek ve zihinlerdeki bulanıklıkları gidermek gayesiyle
muhtelif eserler telif etmiş olan Hazret; tasavvuf alanında olduğu gibi, hadis ve kelâm sahasında da
oldukça mühim eserler neşretmiştir.

“Kitâbu’n-Nusûs”, “Kitâbu’l-Fukûk fî Müstenedâti Hikemü’l-Fusûs”, “en-Nefehâtü’l-ilâhiyye”, “Mefâtîhu’l-


Gayb”, “Risâle fi’t-Teveccüh”, “Tahkîk fî Meânî”, “Te’vilü’s-Sûretü’l-Mübâreke” ve “Şerh-i Ehâdîsü’l-
Erbaîn” Hazret’in en önemli eserleri arasındadır.

“Fukûk fî Müstenedâti Hikemü’l-Fusûs”; Şeyh’ül-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Fusûsu’l-Hikem”


inde yer alan bazı konuları anlaşılır hâle getirmek ve ona karşı yöneltilen yersiz ithamları ortadan
kaldırmak maksadıyla kaleme alınmıştır. Eser “Fusûsu’l-Hikem” in şerhinden ziyâde, müşkül
meselelerinin kısa açıklamalar hâlinde çözümünü sağlayan yardımcı bir kitap mâhiyetindedir.

Sadreddin-i Konevî -kuddise sırruh- Hazretleri “Kitâbü’l-Fukûk” isimli eserinde Hâtem’ül-evliyâ ile
Hâtem’ül-enbiyâ arasındaki şer’î bağlılığın mâhiyetini beyan etmek üzere şöyle buyurmuşlardır:

“Hâtem’ül-evliyâ, Hâtem’ür-rüsul’ün şeriatına tâbi olduğu için şeriatı zâhirde ondan alır. Bâtında
ise vahiy meleğinin Hâtem’ür-Rüsul’e onu aksettirdiği yerde, aynı kaynaktan alarak, şeriat
hususunda Hâtem’ür-rüsul ile denkleşir.” (Kitâbü’l-Fukûk fî Müste-nedâti Hikemü’l-Fusûs, sh. 31)

Allah-u Teâlâ bu zevât-ı kiram’a neler göstermiş, gördüklerini kaleme almıştır.

Nitekim Muhyiddin-i İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh-Hazretleri de bu hususta şöyle buyurmuşlardır:

“O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm’a vahiy getiren melek de aynı kaynaktan
alır.

Eğer işaret ettiğim bu nükteyi anlayabilirsen senin için faydalı bir bilgi hasıl olmuştur.”
(Füsusül-Hikem)

O akis olmasa bu kitaplar olur mu?

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

KISAS-I ENBİYA Aleyhimüsselâm


Hz. Süleyman Aleyhisselâm

Belkıs Huzurda:

Uzun bir yolculuktan sonra nihayet Sebe heyeti Kudüs’e geldiler. Belkıs, beraberindekilerle birlikte
huzura çıktı.

Süleyman Aleyhisselâm, ilâveler ve eksiltmeler yapılarak değiştirilmiş haliyle tahtını ona gösterdi ve:

“Senin tahtın böyle miydi?” diye sordu. (Neml: 42)

Melike gerçekten akıllı bir kadındı. Her ne kadar tanınmayacak hale getirilmişse bile, tahtında gördüğü
izler göz âşinalığı yaptı, tanır gibi oldu. Bir de aradaki mesafenin uzaklığını, kilitli ve bekçilerle
muhafazalı bir yerde bırakıp geldiğini göz önüne getirdi. Âni bir bocalama geçirdi. Odur dese belki
değildir, değildir dese belki odur. Ne reddetti ne de doğruladı. Kesin bir şey söylemedi.

“Tıpkı o!” demek mecburiyetinde kaldı. (Neml: 42)


İyice düşündükten sonra, tahtın kendi tahtı olduğuna, tahtın orada hazır bulundurulmasının Süleyman
Aleyhisselâm’ın mucizelerinden bir mucize olduğuna kesin kanaatı hasıl oldu.

Ve şöyle söyledi:

“Zaten bize daha önce bilgi verilmişti ve biz teslimiyet göstermiştik.” (Neml: 42)

Çünkü Belkıs’ın o zamana kadar hakikati araştırıcı bazı müşahadeleri olmuştu. Mektubu bir kuşun
getirişi, hediyelerin kabul edilmeyişi, diğer görülen ve işitilenler... hep edindikleri bu bilgiyi kendilerine
sağlamış bulunuyordu.

Bunun içindir ki Süleyman Aleyhisselâm’ın nübüvvetini tasdik ederek ona teslim olmayı lüzumlu
gördüler.

Gecikmelerinin sebebini ise Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle beyan buyuruyor:

“Onu, Allah’tan başka taptığı şeyler alıkoymuştu. Çünkü kendisi kâfir bir kavimdendi.” (Neml:
43)

Süleyman Aleyhisselâm ile karşılaşır karşılaşmaz, Hakk’ı tanıdı, hakikati gördü ve böylece aradaki
engel de ortadan kalkmış oldu.

Billur Köşk:

Süleyman Aleyhisselâm, Belkıs gelmeden önce büyük bir köşk inşâ ettirmişti. Salon kısmı suyun
üzerine oturtulmuş, içine balık ve diğer bazı deniz hayvanları konulmuş, üzeri de şeffaf cam ile
döşenmişti. O ince cam tabaka, adeta bir su havuzu gibi görünüyordu. Bu durumu bilmeyip de âniden
görenlere, içi su dolu bir havuz intibaını verecek bir güzellikte idi.

Belkıs köşke dâvet edildiğinde salondan geçerken zeminin şeffaf bir madde olduğunu farkedemedi.
Suya girip de karşıya geçeceğini sandı, ıslanmasın diye de eteklerini toplamaya başladı.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Ona ‘Köşke gir!’ denildi. Köşkü görünce zeminini derin bir su sandı ve eteğini çekti.” (Neml:
44)

Burası öyle ince bir sanat mimarisi idi ki, Belkıs suya girmekte olduğundan şüphe dahi etmemişti.

Süleyman Aleyhisselâm duruma müdahale etti.

“Bu billurdan yapılmış, şeffaf bir zemindir.” buyurdu. (Neml: 44)

Böyle bir manzarayı göstermiş olması, onun için uyanma vesilesi olmuştu. Buradaki asıl gücün
Kudretullah olduğunu kavradı.

Dergâh-ı ulûhiyete iltica ederek şöyle duâ etti:

“Ey Rabbim! Gerçekten ben zulmettim. Süleyman’la beraber onun maiyetinde âlemlerin Rabbi
olan Allah’a teslim oldum.” (Neml: 44)

Belkıs ile birlikte kavmi de müslüman oldular, güneşe tapınmak gibi bir sapıklıktan kurtuldular.

Süleyman Aleyhisselâm onunla izdivaç yapmış, memleketine yine hükümdar olarak göndermişti.
Belkıs’ın iman edip memleketine dönmesinden hemen sonra, şarktan ve garptan birçok hükümdarlar
Kudüs’e gelerek Süleyman Aleyhisselâm’a biat ettiler, bağlılıklarını dile getirdiler.

At Sevgisi:

Süleyman Aleyhisselâm’ın sahip olduğu soylu atlar da, Allah-u Teâlâ’nın ona ikramda ve ihsanda
bulunduğu nimetlerdendir. Dururken sakin, koşarken de hızlı koşan atların kendisine arzedilmesini
isterdi.

Yine bir gün akşam üzeriydi. Atların, huzuruna getirilmesini emretti.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Ona bir akşamüstü, üç ayağının üzerine durup bir ayağını tırnağının üzerine diken, çalımlı
safkan koşu atları sunulmuştu.” (Sad: 31)

Bu, atların en güzel duruş şeklidir.

Süleyman Aleyhisselâm onları çok sever ve bizzat ilgilenirdi. Onun bu sevgisi nefsani değildi. Onlara
Allah-u Teâlâ’nın mümtaz vasıflarla yarattığı bir mahlûk nazarı ile bakardı.

Her beyanı, her hal ve ahvali insanlara bir numune, bir ders olan peygamber şöyle buyurdu:

“Ben mal sevgisini Rabbimi anmama vesile olduğu için tercih ettim.” (Sad: 32)

Atlar önünden geçmeye başladılar. Onlara bakıp dururken, Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere:

“Tâ ki toz perdesi altında gözden kayboldular.” (Sad: 32)

Fakat atlara olan sevgisinden dolayı onlara doyamadı.

“Onları bana getirin!” buyurdu. (Sad: 33)

Getirdiklerinde her birini sevmeye, vücutlarını sıvazlamaya başladı.

Âyet-i kerime’de:

“Bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı.” buyuruluyor. (Sad: 33)

At, Allah-u Teâlâ’nın Kuran-ı kerim’de üzerlerine yemin ettiği yaratıklarındandır.

Âyet-i kerime’sinde:

“Andolsun o koştukça koşanlara!” buyuruyor. (Âdiyat: 1)

Süleyman Aleyhisselâm’ın İmtihanı:

İnsanoğlunun ömrü imtihanlarla, ibtilâlarla doludur. Kişi dinine bağlılıkta samimi olduğu nisbette
imtihanlarla karşılaşır. En şiddetli ibtilâlar peygamberlere gelir, sonra diğer müminlere gelir.

Allah-u Teâlâ Süleyman kuluna bir ibtilâ vererek bir ara hükümdarlığını zaafa uğratmıştı.
Âyet-i kerime’sinde:

“Andolsun ki biz Süleyman’ı bir imtihandan geçirdik.” buyuruyor. (Sad: 34)

Buhari’nin Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’e göre, Süleyman
Aleyhisselâm bir gün “Bu gece yetmiş karımı dolaşacağım, her biri Allah yolunda cihad edecek
bir asker doğuracaktır.” dedi. “İnşaallah” demediği için, hiçbirisi hamile kalmadı, yalnız bir tanesi
eksik bir çocuk dünyaya getirdi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu beyanlarından sonra şöyle buyurmuşlardır:

“Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Süleyman “inşaallah” demiş olsaydı,
hepsi de Allah yolunda cihad eden mücahidleri doğururlardı.” (Buharî)

Yarım insan suretindeki bir çocuk getirilip tahtın üzerinde Süleyman Aleyhisselâm’ın kucağına verilince
hemen secdeye kapandı.

Âyet-i kerime’de:

“Tahtının üstüne bir ceset atıverdik. Sonra o yine eski haline döndü.” buyuruluyor. (Sad: 34)

Sonuçta Allah-u Teâlâ’ya yönelmiş, Allah-u Teâlâ onu bağışlamıştır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Silsile-i Sâdât -33-


ŞEYH MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ
(Kuddise Sırruh) -39-

Râbıta ve Lüzumu:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Resulüm! Onlara söyle: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin.” (Âl-
i imran: 31)

Yani: Eğer Cenâb-ı Hakkı seviyorsanız yoluma tâbi olunuz, Allah da sizi sevsin.

Muhabbetullah da mütâbaat ile olur. Muhabbetin birinci adımı şeriat, ikincisi de tarikattır. O da ikidir;
biri zikirdir, diğeri tefekkürdür. Zikir ve fikir de râbıtasız kazanılmaz. Râbıta da kolay değildir. Çünkü,
nefse muhalefet ve mücadele lâzımdır. Nefis insana çok şüpheler verir. Şüpheleri izâle lâzımdır. Bu da
zamana muhtaçtır. Râbıtada mürşidin hayâlini tefekkür etmeğe lüzum yoktur. Muhabbet lâzımdır.
Zâten bir insan sevdiğini daima gözü önünde bulundurur.

“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.”
(Mülk: 2)

Cenâb-ı Hakk’ın dünyaya tecellisi imtihan nokta-i nazarındandır. Ahirete tecellisi ise lutf-i ilâhidir.

Cenâb-ı Hakk cümlemizi hakiki müslüman ve ehl-i iman etsin, lisanen Allah’a, fakat kalben mâsivaya
kul olan kimselerden etmesin, âmin.

Mânevî Yardım:

Dünyada mal toplamaya fikirlerine tahsis edip servet ve sâmâna mâlik olanlar hayatta iken ölü
kabilindendir. Ebedî hayata nâil olan ancak maârif-i ilâhiye ve ezkâr-ı bâtınaya mâlik olan kimsedir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz.” (K.Hafâ)

Yani: Ey benim ümmetim! Size bir müşkilât, bir gam ve keder teveccüh edince evliyâullah’ın ziyaretine
koşunuz ki, onların bereketiyle müşkilatınız hâl, gam ve kederiniz zâil olsun.

Bunun tasavvufi izahında kuburdan murad, evliyaullah’tır. Zira onlar “Ölmeden evvel ölünüz.”
sırlarına mazhar olmuşlar, nefislerini öldürmüşlerdir, cesedleri ise kabir makamındadır.

“Mescidler şüphesiz Allah’ındır. O halde Allah’la birlikte başka birine duâ etmeyin.” (Cin: 18)

Yani; mescidler Cenâb-ı Hakk’a mahsustur. Orada Cenâb-ı Allah’tan başkasını taleb etmeyiniz, bütün
teveccüh ve itimadınız Cenâb-ı Hakk’a olsun.

Evliyâullah’ın verdiği bir mânâya göre mescidden murâd, kalbtir, zira mescidler secde yeridir. Secde
ise tezellüldür. Tezellül ise kalbde olmalıdır. Kalbde azamet bulunup da zâhirde küçülmek ve tevâzu
göstermek muteber olmadığı şüphesizdir.

Bu mânâya göre Âyet-i kerime’den murâd kalb, Cenâb-ı Allah’a mahsus tezellül için tayin olunmuş bir
noktadır. Kalbinizde bir başka şeye tâlib olmayıp ancak Allah-u Teâlâ’nın rızâsına tâlib olmalısınız
demektir.

Râbıtası Kuvvetli Olan Sâlik:

Ahmed er-Rifai -kuddise sırruh- şöyle buyurmuştur:

“Taleb etmeyiz, reddetmeyiz, saklamayız.”

Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh- şöyle buyurmuştur:

“Size hediye gelen şeyi, Cenâb-ı Hakk’ın yediyle ihsân-ı ilâhî olduğuna itikat ederek kabul
ediniz. Yoksa Zeyd’in, Amr’ın hediyesi olarak kabul etmeyiniz.”

Bir insanın duâsının, istiğfarının müstecâb olduğu o kimsenin ruhunun incilâsı nisbetindedir. Yani,
tezkiye-i nefs ve tehzib-i ahlâkı arttıkça duâsı da o nisbette müstecâb olur.
Bazı kimseler görüyoruz ki, pek çok fenalıklar yapıyor, kendilerini bir türlü fenalıktan kurtaramıyor.
Halbuki, ehl-i tarik böyle değildir. Her ne kadar ehl-i tarik’in bazılarında da bu hâl bulunuyorsa da, bu
şeriate dikkatsizlikleri, teslimiyet ve râbıtada zafiyet ve kusurları sebebiyledir. Zira râbıtası kuvvetli
olanlara şeytan yaklaşamaz. Râbıtası kuvvetli olan sâlikin kalbi zâkir ve uyanık demektir. Zâkir olan
kalbe şeytan sokulamaz.

Ay ışığını güneşten alır.

Bunda râbıta ile elde edilen istifadeye müşabehet vardır. Gözlükle bir şeye bakılınca gözlük vasıtası
olduğu gibi râbıta da buna benzer.

Zamanımızda ise bazıları inkâr ve başka sûretle halkı iğfal ederek temin-i menfaat etmek isterler. O
gibilerin telâşına hacet yoktur. Çünkü müslümanları men hususunda şeytanın isticali onlardan daha
ziyadedir.

Bazıları da irtihal buyuran kutublara râbıtayı tavsiye ederler. Cenâb-ı Hakk her zaman için mürşid-i
kâmil bulundurmaktan âciz değildir. Bunu inkâr, Cenâb-ı Hakk’a hâşâ acizlik isnâd etmektir.

Hadis-i şerif’te:

“Şeytan âdemoğlunun kalbine icrâ-yı nüfuz için istila eder. Lâkin kalb Cenâb-ı Allah’ı zikredince
şeytan meyusen geri çekilir, unutunca, tekrar istila eder.” buyurulmuştur. (N. Usûl)

Keza Âyet-i celile’de:

“Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur ve size cimriliği emreder.” buyurulmuştur. (Bakara:
268)

Böyle kuvvetli bir düşmandan korunmak için şer’i bir tarikata dayanmak lâzımdır.

Mürşid’in Teveccühünü Kazanmak:

Tarikat-ı âliyede medâr-ı feyz-ü terakki, muhabbet ve râbıta tarikiyledir. Bu da mürşidinin teveccüh,
nazar ve himmetini kazanmak suretiyle olur.

“Muhabbetin şartı muvafakattır.” buyurulmuştur. Yani muvafakat mürşidin sevdiğini sevmek,


sevmediğini sevmemektir. Böylece in’ikâs tarikıyle mürşidin hâli, sâlik’in kalbinde zuhur eder. İhvân
arasındaki muhabbet de şüphe yok ki, Şems-i Hakikat Nûr-i Nübüvvet Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz Hazretlerinden geliyor. Aslen o feyz kaynağından doğuyor. Nitekim ihvan arasındaki
muhabbet, akraba arasında pek de görülemiyor. İhvan bir kere görüştüler mi, ayrılmak istemiyorlar.
Halbuki dünyevi sohbet ve muhabbetlerde bu hâl devam etmiyor, âkıbeti bozuk geliyor.

Denilmiştir ki:

“Allah için olmayan muhabbetin nihayeti adâvet olur.”

Muhabbet-i ilâhi için dökülen gözyaşları, cehennem ateşini söndürür. Ehl-i zikr ve muhabbetli kimseler,
Sırattan geçerken cehennem ateşi lisana gelip:

“Ey mümin! Çabuk geç; zira senin nurun benim ateşimi söndürüyor.” diyecektir. (Câmiü’s-sağîr)
Gerçek Mümin:

Hakk Teâlâ Hazretleri Ümmet-i Muhammed’e pek büyük lütuflar ihsan buyurmuştur. Bu yüzden bizler,
ümmet-i itaat olmalıyız. Emirlerine imtisâl, nehiylerinden ictinâb ile Hakk’ı tanımalı, âmil olmak sûretiyle
itaatkâr olmalıyız.

Sâlik iç dünyasını daima tecessüs etmelidir. İçinde bir kusuru veya fenâ bir niyeti olup da bir kağıda
yazmak lâzım geldiğinde utanırsa o kâmil değildir. Onu bırakmağa gayret etmelidir. Eğer bir mümin
ekseri emre itaat edip de yalnız bir emre itaat göstermezse ona muti (itaatkâr) denmez. Tasavvuf da
hulâsa olarak bir noktadadır. O da rızâullahtır. Binaenaleyh, hevâ ve hevese, nefis ve şeytana uyarak
başka bir maksad ve niyetle bu işte bulunmamak lâzımdır.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmuştur:

“Hakikat ‘Rabbimiz Allah’tır.’ deyip de sonra doğruluğu iltizâm edenler yok mu? Onların
üzerlerine: ‘Korkmayın, tasalanmayın, vaad oluna geldiğiniz cennetle sevinin!’ diye diye
melekler inecektir.” (Fussilet: 30)

Burada melâikenin onları tebşiri zikr için değil, istikâmet içindir.

Nitekim Hadis-i şerif’te:

“Sûre-i Hud ile benzeri sûreler beni ihtiyarlattı.” buyurulmuştur. (Tirmizî)

Maksad-ı Risalet-penâhîleri, bu sûre-i şerif’ede mezkur olan:

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hud: 112)

Âyet-i celilesinin mefhumu olan emr-i istikâmet hatıra geldikçe husule gelen teessür-i azimi takdir ve
beyandan ibarettir.

Sabır ve Şükür:

İbadet eden kimseye lâzım olan üç mühim şey vardır:

1– İbadetini itibâr-ı dünyaya âlet etmemelidir.

2– Bir kimsenin malında gözü olmamalıdır.

3– İbadetine mukabil Cenâb-ı Hakk’tan mükâfat istememelidir; zira ibadet boynunun borcudur.

Cenâb-ı Hakk -azze ve celle- murad buyurursa sevdiği kullarına her şeyi ihsân eder. Bu suretle bir
insan:

“Allah’ın ve Resulullah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız.”

Hadis-i şerif’inin sırrına mazhar olabilir.

Ümmühât-ı ahlâk-ı hamide (Güzel ahlâkın anaları) olan sehâ, sabır ve hizmet, irşad ve terakki için
sıfât-ı lâzimedendir.

Hadis-i nebevi’de:
“İman-ı kâmil iki yarımdır. Bir yarımı irtikâb-ı menâhiden imtina mânâsına olan sabırdadır, diğeri
de evlâmir-i ilâhiyeye imtisal ve itaatan ibaret olan şükürdedir.” buyurulmuştur. (Câmiüs’s-sağîr)

Nitekim bir hasta için iki şey lâzımdır. Biri hımye yani perhiz, diğeri de ilaçtır. Perhiz sabırdır, ilaç da
Hakk Teâlâ Hazretleri’nin nimeti olup onu istimâlde de şükür vardır.

Hadis-i şerif’te kötülüklerden sakınmak mânâsına olan sabrın evvelce zikrolunması iki nükteye
işarettir:

1– Def-i mefsed’in celb-i maslahattan mukaddem bulunmasına,

2– İbadet ve taatın hepsinin icrâsı, beşerin kudreti haricinde olup menâhiden ictinâbın ise her ferdin
ifâsının imkan dahilinde bulunmasıyla faydasının daha şumullü olmasına.

Âlem-i İslâm için musavver olan ilerleme ve yükselmenin en mühim sebebi de isyan ve günahları
terkttir. Menhiyyatın insanların malına, canına ve mâneviyatına irâs ettiği zararın gayr-ı kâbili telâfi
olduğu ehl-i basiretin malûmudur.

Bir sevab nasıl bütün halkın ervâhına gider?

Uzaklık, yakınlık cismâniyet içindir. Rûhaniyette bu yoktur. Nasıl ki güneş şarktan doğar, bütün âlemi
tenvir ederse, rûhâniyet de öyledir. Biiznillâhi Teâlâ her tarafa yetişir.

Rûhâniyet, âlem-i emirdendir, nûrânidir, melekîdir, felekîdir, yemez, içmez, uyumaz, gâfil bulunmaz,
sevdiklerini unutmaz. Yakın ve uzak her nerede olursa olsun biiznillâhi Teâlâ imdâdlarına yetişirler.

Cismâniyet ise âlem-i halktandır. Âb u kildendir, zulmânidir, hayvanîdir, yer, içer, uykuya dalar, gaflette
bulunur, bazan evlâdını bile unutur.

Nitekim -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“İki gözüm uyur, lâkin kalbim uyumaz.” buyurmuşlardır. (Buhârî)

Bu Hadis-i şerif maddiyât ile mâneviyatın farkını tefrik ve izâh buyuruyor.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

BORÇ ZİLLETİ

Milletlerin çöküş ve gerileme sebepleri; Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerine riâyet etmemeye bağlıdır.
Bütün bu emir ve yasaklar; adaletli ve huzurlu bir yaşam, sosyal dengeleri kurma, insanlar arasında
saygı, sevgi ve yardımlaşma duygularıyla aradaki muhabbeti artırma, en önemlisi ise dünya saâdetini,
ahiret selâmetini kazanma gibi insanın sonsuz bir ebedi hayatının kurtuluşunu garanti altına almak için
Allah-u Teâlâ tarafından konmuştur. Peygamberleri vasıtası ile insanlara talim ettirilmiş ve hayata
geçirilmiştir. Uymayanlara Allah-u Teâlâ’nın intikamı çok elemli ve pek şiddetlidir. Kâfirleri, zâlimleri,
fâsık ve fâcirleri yaptıkları isyanlardan dolayı hemen kahredivermez, bir zaman mühlet verir, bu
mühletin arkası çok korkunçtur. Küfür ve isyana yönelen milletler ve cemiyetler de böyledir.
Binaenaleyh tâ asr-ı saâdetten zamanımıza kadar din-i mübinin kötülüklerden men eden hükümlerine
itirazlar hiç eksik olmamış, fakat hiç de etkisi olmamıştır. Din güneş gibi ortada kalmış, onu balçıkla
sıvamaya kalkanlar daima hüsrana uğramışlar, kötü emellerinde muvaffak olamamışlardır. Gerek
içten, gerek dıştan gelen taarruzlar neticesiz kalmış, din adına dini yıkmak isteyenler, hükümlerini
değiştirmeye kalkanlar Allah-u Teâlâ’nın intikamı ile karşılaşmışlardır.

Çünkü Âyet-i kerime’de Hazrez-i Allah şöyle buyurur:

“Bir zikir olan Kur’an’ı biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr: 9)

Diğer bir Âyet-i kerime’de ise:

“Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemezeler de, Allah
nurunu tamamlayacaktır.” buyurulmaktadır. (Saf: 8)

Dinin ahkâmı ile amel edenlerin azalması veya çoğalması onun metanetine halel getirmez. Hidâyete
mazhar olanlar bu hükümleri tatbik sahasına koyup amel ettikleri gibi mahrum olanlar şeytanın bir
takım vesveseleri ile vehimlerle oyalanır dururlar. İradelerini hayra sarfedenler kıyamete kadar
bulunacağı gibi, şerre sarfedenler de eksik olmayacaktır.

Borç hakikaten bir zillettir. Fakat borçlanmaya sebep olan ise Allah-u Teâlâ’nın yasakladığı israftır.
İsraf içinde yaşamak borçlanmayı, borçlanma da sonunda fâize dalmayı, yani iflası getirir ve sonu
Allah ve Resul’üne harb ilân etmek gibi, diğer büyük günahlarla kıyaslanamayacak kadar büyük bir
âfâtı yanında getirir ki bu da büyük bir zillettir. İnsanın dünyasını ve ahiretini harap eder. İsrafa adım
atmak aynı yürüyen merdivene adım atmak gibidir. Bir insan israf ile adım attığı merdivenden bir
bakmış ki kendisi borç batağında buluvermiş. Ve o borç batağı içinde debelenirken denize düşen
yılana sarılır misali bir kurtuluş gördüğü fâize sarılır. Böylece yürüyen merdiven onu alır götürür.
Nereye kadar? Allah ve Resul’üne harp ilân edip, cehenneme atıncaya kadar. Müslüman azla
yetinmesini bilmeli, kanaatkâr olmalı, sade bir hayatı tercih etmeli, ahkâmca yaşamalı dolayısıyla
israftan, masraftan, süsten, lüksten kaçınmalıdır. Çünkü israf etmeyince Cenâb-ı Hakk’ın kendine
ayırdığı nasib kadarını kullanacak, borçlanmayacak, borçlanmayınca bir âfât olan fâiz belâsına da
bulaşmamış olacak. Çünkü meşru yollardan helâl kazanç temin edip muhafaza etmek ve rızâya uygun
olarak yerli yerinde kullanmak farz olduğu gibi, lüzumsuz yerlere ve bilhassa günah yollara sarf edip
israf etmek de haramdır.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Rabbinizden size indirilene uyun! O’ndan başka dostlara tâbi olmayın. Ne de az öğüt
alıyorsunuz!” (A’raf: 3)

“Akrabaya, yoksula, yolda kalana hakkını ver. Malını israf ile saçıp savurma.

Çünkü saçıp savuranlar şeytanın kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı çok
nankördür.” (İsrâ: 26-27)

Mal, mülk, para dünya nimetlerinden olup Hazret-i Allah’ın emanetindendir. Muhafaza hususunda,
insanın vücudu gibidir. Çünkü hayatın idamesi için ve imtihan için mala ihtiyaç vardır.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Sâlih bir insanı için helâl mal ne güzeldir.” buyuruyorlar.

Haksız yere başkasının malını yemeyi yasaklayan dinimiz, insana kendi malını dahi ölçülü
harcamasını emretmiştir. İnsan Allah ve Resul’ünün koyduğu ölçülere göre harcama yapmazsa
kendine yazık etmiş olur. Çünkü israf ettiği şeylerin zerresinden hesap vercek, helâlin suâli var,
haramın zaten azabı var.

İsraf; cömertliğin ifrat dereceye varmış olan şeklidir. Cömertlik ise müslümanda bulunması gereken
güzel huylardandır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:

“Cömert insan Allah’a yakın, insanlara yakın, cennete yakın ve cehennem ateşinden uzaktır.”
(Tirmizi)

Yüce Rabbimiz bize orta yolu tavsiye ediyor, bize itidali emir buyuruyor ve Âyet-i kerime’sinde bunu
bize duyuruyor:

“Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme! Büsbütün de saçıp israf etme ki, sonra kınanır, hasret
içinde eli boş kalırsın.” (İsrâ: 29)

Buradan anlaşılıyor ki, korunması gereken yerde malı korumalı, sarfedilmesi gereken yerde de bolca
harcamalıdır. Korunması gereken yerde bolca harcamak israftır. Bolca sarfedilecek yerde sıkılık etmek
ise cimriliktir. İkisi de haram bir davranıştır.

En makbul insan sehâvetli insandır ve Cenâb-ı Hakk tarafından Âyet-i kerime’de övülmüştür:

“Onlar ki, harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik ederler. Harcamaları bu ikisi
arasında dengeli olur.” (Furkan: 67)

Bunlar güzel huylar olduğu gibi, israf ise Hazret-i Allah’ın hoşuna gitmeyen bir davranıştır. İsraf eden
insan ve topluluklar ellerindeki ve avuçlarındakileri kısa zamanda tüketeceklerinden bu sefer borç
olarak hayatlarını idame ettirmek isterler. Çünkü israf içinde lüks bir hayata, nefis alıştımı bir kere, o
hayatı her zaman isteyecektir.

Şu kadar var ki; hayatî zaruretler olmadıkça borçlanılmamalıdır.

Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz borcu mekruh kılmıştır.

Namazlarında çok zaman; “Allah’ım! Günahtan ve borçtan sana sığınırım.” diye duâ ederlerdi.

“Yâ Resulellah! Sık sık borçtan Allah’a sğınıyorsunuz.” denildiğinde;

“İnsan borçlandığı takdirde, söyleyince yalan söyler, söz verir de sözünde durmaz.”
buyurmuşlardır. (Buhari)

Umumiyetle borç kanaatsızlıktan ve israf hayatı sevmekten, ahkâmı yaşamayıp; yiyeyim, içeyim,
gezeyim, giyeyim, eğleneyim gibi sufli nefsin arzusuna göre yaşamaktan doğmakta, dolayısıyla insan
ağır ve mesuliyetli bir yükün altına kendini sokmaktadır.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise borç ile
küfrü eşit tutmuştur.

“Kul borcu ile ölmek ve huzur-u ilâhiye kul hakkı ile varmak, küfürden sonra en büyük
günahtır.” (Nesai)

Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz mutadı olarak namazı kılınmak üzere
bir cenaze getirildiğinde mevtanın geçmiş hayatının hiç bir safhasını sormazlardı. Yalnız “Onun borcu
var mıdır?” diye sorarlardı. Eğer “Borcu vardır.” denilirse kılmaktan vazgeçerler, “Borcu yoktur.”
denilirse cenazenin namazını kılarlardı. Onu için şimdiki halimize bir bakalım.
Bir müminin bütün borçlarını açık bir şekilde yazarak vasiyet etmesi son derece mühimdir. Vasiyet
etmemek kabirde üzerinde kul hakkı olduğu halde yatmaya sebeptir. Büyük bir zillettir, mesuliyettir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyuruyorlar ki:

“Borçlu kabirde mahpustur.” (C. Sağir)

“Borçlu olarak vefat edenlerin kabirlerinde elleri omuzlarına bağlıdır. Borçlarının


ödenmesinden başka bir şey ellerini açamaz.” (Münâvi)

Kul hakkıyla borçlu olarak huzur-u ilâhiye giden, borcunu sevaplarından ödemek mecburiyetinde
bırakılır.

İsrafın sonu borçlu yaşamaktır, borçlu ölürse durumu budur. Hele bir de borçtan kurtulmak için fâizle
para alınmaya başladımı ki bu iş yürüyen merdiven gibidir demiştik, ayağını ilk basamak olan israf
basamağına koydun mu, o seni önce borç, sonra da fâiz basamağından alır götürür. Fâizin durumu
hakkında iman edenlere Bakara sûre-i şerif’inin 279. Âyet-i kerime’si yeter de artar bile.

Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve peygamberine açılmış bir savaş olduğunu
bilin. Eğer fâiz almaktan tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Böylece ne kimseye
haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.” (Bakara: 279)

“Allah alışverişi helâl, fâizi haram kılmıştır.” (Bakara: 275)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde buyuruyorlar ki:

“Allah fâiz yiyeni, yedireni, şahitlerini ve kâtibini lânetlemiştir.” (Tirmizi)

İnananlara bu Âyet-i kerime ve bu Hadis-i şerif yeter de artar bile. Amma şimdi seyyiat zamanı, bütün
günahlar alabildiğince işleniyor, başımıza gelen deprem felâketleri, sel felâketleri, ekonomik felâketler
hiçbir şey fayda etmiyor. Bütün günahları olanca gücümüzle işliyoruz, nimet arttıkça bizde de isyan
artıyor.

Senelerdir millet olarak lükse yönlendirildik, büyük bir israf içinde yaşadık. Sonunda para bitince bu
sefer borçlanmalar başladı, bir de bunun üzerine fâizler de binince artık bu israf, borç ve fâiz şeytan
üçgeninin içinde kaybolup gittik, ekonomimiz de iflas etti, halk da iflas etti. Bu necip millet üç kuruş için
oraya buraya avuç açar hale geldi. Zelil bir hale düştük, herkese rezil olduk.

Halbuki gereğince Hazret-i Allah’tan korksaydık, iman edip ahkâmı yaşasaydık, bunlar zaten başımıza
gelmezdi. Çünkü O lütfuyla desteklerdi.

Allah-u Teâlâ’nın her türlü hükmüne râzı olmak, hoşnutluk göstermek amellerin en faziletlisi, ahlâkın
en güzelidir. Hikmetin başı ise Allah korkusudur. Azâmet-i ilâhi’yi bilenler o nisbette Allah-u Teâlâ’dan
korkarlar.

Âyet-i kerime’sinde:

“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl kormak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan
başka bir sıfatla can vermeyin.” buyurmaktadır. (Âl-i imran: 102)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz ise Hadis-i şerif’inde:

“Hikmetin başı insanı her türlü günahtan men eden Allah korkusudur.” buyuruyorlar. (C.Sağir)
Allah’tan korkan kimse hevâ ve hevesine uymaz. İbadet ve taate yönelir, nefsani arzulardan
uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.

Âyet-i kerime’de:

“Musa’nın öfkesi geçtikten sonra levhaları aldı. Onların bir nüshasında: ‘Rablerinden korkanlar
için hidayet ve rahmet vardır.’ yazılmıştı.” buyuruluyor. (A’raf: 154)

Hadis-i şerif’te ise Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“Vallahi ben hepinizden çok Cenâb-ı Hakk’ı bilirim ve hepinizden çok O’ndan korkarım.”
(Münâvi)

Niçin en çok o korkuyor?En çok bildiği için en çok o korkuyor. Bilen çok korkar, fakat cahiller çok
cesurdur, hiç korkmazlar.

Halbuki her an imtihandayız, israfımızla, borcumuzla, fâizimizle her şeyin zerresini, hesabını
vereceğiz. Neyle imtihan edeceğini ve nereye koyacağını ise Yaratan bilir.

Hazret-i Allah Musa Aleyhisselâm’dan sonra ben-i İsrail’e bir çok peygamberler gönderdi. Fakat onlar
zamanla söz dinlemez oldular. Hazret-i Allah da bir kavmi üzerlerine musallat etti. Yurtlarından
kovuldular ve perişan oldular. Her biri bir yere dağıldılar.

Bu perişanlık içinde iken ben-i İsrail’e gönderilen peygamberlerden birisi, onlara Hazret-i Allah’ın Tâlût
adında bir kimseyi başlarına hükümdar olarak tayin ettiğini söyledi. Başlangıçta ona da karşı çıktılar.
Fakat Hazret-i Allah’ın onu tayin ettiğine dair bazı alâmetler zuhur edince tâbi oldular ve onun
etrafında toparlandılar.

Tâlût teşkil ettiği ordu ile düşman üzerine giderken onlara: “Şüphesiz ki Allah sizi bir nehirle
imtihan edecektir. İçinizden kim ki doyasıya içerse o benden değildir. Bir avuç içebilirsiniz.”
dedi.

Tâlût bu talimatı kendisinin ben-i İsrail’e hükümdar olacağını haber veren peygamberden almıştı.

Nihayet bahsi geçen nehre geldiler. Bunaltıcı bir sıcak vardı. Çoğunluk nehre kapandılar, kana kana
ve doyasıya kadar su içtiler. Pek azı birer avuç içti.

Emre uymayanlar imtihanı kaybetti. İçlerine büyük bir korku düştü. Nehri geçemediler.

Diğerleri ise nehri geçerek Câlût ve ordusunu Allah’ın izniyle bozguna uğrattılar. İmtihanı da kazanmış
oldular. (Bakara: 246-252)

Burada bir incelik var. Onlar imtihana tâbi tutuldukları gibi, bizim de her zaman için imtihanda
olduğumuzu bilmemiz lâzım. Bize numune olmuş oluyor. Emre tâbi olanlar her zaman için kazanıyor.
Arzu ile hareket edenler kaybediyor, hedefe varamıyor. Hiçbir zaman için başıboş değiliz.

İkinci husus, dünyadan zaruret miktarı faydalanmalı, aşırılığa kaçmamalı.

Bu bize imtihanla ilgili güzel bir numune olmuş oluyor. Onun nerede, neyle, nasıl imtihan edeceğini
yalnızca kendisi bilir. İmtihanları kazanıp dünya saâdetine, ahiret selâmetine ermenin çaresi ise
hükümlere olduğu gibi uymak, iman etmek ve teslim olmaktan geçer. Yoksa Hazret-i Allah’ın çizdiği
hudutların dışına çıkmak bugün olduğu gibi düştüğümüz borç batağında, zillet içinde yaşamamıza
sebeptir, dünyası bu, ahiretteki cezası ise daha korkunçtur.

Âyet-i kerime’de:
“Nereden yola çıkarsan çık, (namazda) yüzünü Mescid-i haram tarafına çevir. Nerede olursanız
olunuz, yüzünüzü o tarafa çevirin, Tâ ki zâlim olanlardan başka, insanların aleyhinizde bir delili
bulunmasın. Sakın onlardan korkmayın! Benden korkun ki, ben de size verdiğim nimetlerimi
tamamlayayım, böylece siz de doğru yolu bulmuş olasınız.” buyuruluyor. (Bakara: 150)

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Hûd sûresi ile emsâli beni ihtiyarlattı.” buyuruyor. (Tirmizi)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimizin maksadı; bu sûre-i şerif’lerde anlatılan ahiretin
dehşeti ve ümmetin “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” muktezâsı üzere saâdeti için, üzerinde
durulan istikâmet emri hatıra geldikçe bu yüzden hasıl olan gam ve büyük sıkıntıyı takdir ve beyanıdır.

Biricik Habib-i Ekrem ümmetinin üzerine bu kadar durup düşünüyor da bizdeki bu başı boşluk, vurdum
duymazlık niye?

Nefis yuları takmış götürüyor. Cehenneme girince mi uyanacağız?

Rabbim bizleri emrettiği gibi dosdoğru olan, sevgili, sâlih, sâdık kullarıyla, şehitleriyle,
peygamberleriyle dünyada da, ahirette de beraber etsin inşallah.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Savaş Şiddetleniyor!

Bizi Zor Günler Bekliyor:

Ülkemizi zor, sıkıntılı günler bekliyor.

Geçtiğimiz ay Türkiye gündemi yolsuzluk çekişmeleri ve ekonomik gelişmelerle meşguldü. Ve hatta


IMF sadaka vermeye karar verdi diye, sanki Türkiye paçayı yırttı gibi bir hava oluşturuldu. (Halbuki
Ağustos ayına kadar 20 katrilyon iç borç faiz ödememiz var. Toplam iç borç stokumuz 80 katrilyona
yakın yani 70 milyar dolar. Bu yıl sonuna kadar ödememiz gereken dış borç tutarı ise 12 milyar dolar.
Ve hala küresel sermayenin istediği gibi oynamasının önü kapatılmış değil.)

Medya daima gündemi ve insanları kendi çıkarları doğrultusunda kanalize etmekle meşgul olduğu için
yıllardan beri dış siyasi gelişmelere karşı ilgisiz kalmıştır. Halbuki Türkiye’nin huzurunu, toprak
bütünlüğünü, kısaca her şeyimizi etkileyebilecek çok önemli dış meselelerle karşı karşıya
bulunmaktayız.

Yaşanan iki ekonomik krizden sonra ABD ve Avrupa’nın kapısında dilenci durumuna düşen Türkiye
kendisinden beklenen teslimiyetçiliğe bir türlü razı olmadı. IMF’nin yeni sadakaları karşılığında
ekonomik bir çok taviz verdik fakat Kıbrıs’ta, AGSK’da, Kuzey Irak’ta hala hiçbir geri adım atmadık.
Üstelik NATO tarihinde belki ilk defa bütün NATO ülkelerinin ve ABD’nin ısrarlarına rağmen veto
hakkımızı kullanmakta ısrar ediyoruz. Yine ilk defa Kıbrıs için yapılan görüşmelerden çekilme kararı
vermiş bulunuyoruz ve bu kararımızı ısrarla devam ettiriyoruz. ABD ve BM’ye rağmen Irak’ta kendi
politikamızı dayatıyoruz. Daha da ileri giderek Kuzey Irak’ta bir devlet kurulmasını “Casus belli” =
“Savaş sebebi” ilan ediyoruz.

Kabul edilmesi gereken bir gerçek var ki Türkiye’ye yapılan ekonomik taarruzların sebeplerinden birisi
de yukarıda sayılan konularda Türkiye’nin direncini kırmak idi. Bunun delili Türkiye’yi ilgilendiren farklı
konulardaki uluslararası toplantıların ve hadiselerin tarihlerindeki çakışmaların son zamanlarda hayret
uyandıracak boyutlara ulaşmasıdır. 8 Kasım 2000 tarihini iki sefer yazı konusu yapmıştık. 4 Aralık
2000 tarihinde benzer bir çakışma yaşanmıştı. Şu işe bakın ki, AB, ABD, 13 aday ülke, Norveç ve
İzlanda’nın Dışişleri ve Savunma Bakanları’nın, aynı anda paralel bir toplantıda NATO ülkelerinin
Genelkurmay başkanlarının Brüksel’de AGSK için bir araya geldiği tarihten sadece bir-iki gün sonra
IMF’nin sadakasını hakedip etmediğimizin toplantısı ABD’de yapılacaktı. Yine acaba Kuzey Irak’ta ne
gibi bir hareketlenme vardı ki, Türkiye bu sadakanın onaylanmasından birkaç gün önce buradaki bir
devlet ilanını “Savaş sebebi” ilan etti.

Özellikle bu son çıkışımızın anlamı kısaca “ABD’ye rest çekmek” demektir. Bu restimizden bir gün
sonra CASA uçaklarının peşpeşe düşmesi bir tesadüf müdür? İlk düşen uçaktaki şehit askerlerimizin
Kuzey Irak’taki bir operasyondan dönmekte olduğu haberlerini ve CASA ihaleleri bahanesi ile bir
yıpratma kampanyası açılmasını üst üste koyarak değerlendirmek gerekiyor. Genelkurmay
Başkanlığı’na elektromanyetik sistemler hakkında danışmanlık yapan Boğaziçi Üniversitesi
profesörlerinden Selim Şeker elektromanyetik silahlarla uyduların bile düşürülebileceğini ve özellikle
ABD’nin bu teknolojide çok ileri seviyelere ulaştığını söylüyor. Bir cümlesi aynen şöyle: “ABD bu silah
sistemi vasıtasıyla dünyanın herhangi bir yerinden dünyanın herhangi bir yerindeki bir uçağı hiç iz
bırakmadan, uçağın elektronik aksamını bozarak düşürebilir.” Meteoroloji yetkilileri de ilk uçağın
düştüğü gün anormal bir hava şartı veya elektrik yükü normalin üstünde bir bulut olmadığını açıkladı.

Şubat 2001 tarihli dergimizde şöyle söylemiştik: “Korkaklar ve hainler ne kadar çırpınırsa çırpınsın
gerek uluslararası arenadaki gerek ülke içindeki güç mücadelelerinde azimli bir direniş ve gayret
sarfeden Türkiye bunun bedelini ödemeyi göze almış bulunmaktadır. Bu bedel ekonomik
çalkantılardan siyasi krizlere, terörden iç savaşa, sıcak çatışmalardan uluslararası tecrit ve ambargoya
uzanabilecek kapsamlı ve ağır bir şekil de alabilir. Ancak Türkiye gerektiğinde ne kadar ağır da olsa bu
bedeli ödemek zorundadır. Zira varlığımızın, vatan ve milletimizin, din ve namusumuzun selameti
ancak bu sayede mümkündür.” (Sayı: 89, sh: 42)

Hangi Türkiye?

Türkiye direniyor, Türkiye yedi düvelle mücadele ediyor, Türkiye yerli işbirlikçilerle, hırsızlarla,
yiyicilerle savaşıyor.

Peki hangi Türkiye?

Aralık ayından beri yazdığımız yazılarda ülkemizde ciddi bir mücadele yaşandığını, bu mücadelenin
yeni bir Kurtuluş Savaşı olduğunu, hem içeride hem de uluslararası arenada büyük direniş gösteren
yerli güçlerimizin olduğunu anlatmaya çalıştık. Ülkemizde cereyan eden bu mücadeleyi tanımlamada
ve taraflarını tesbit etmekte bazı tahlil hataları yapılmakla beraber yaşadığımız süreci açıklamaya
çalışan birçok beyanat, birçok köşe yazısı yayınlandı. Gazete manşetleri ile ve haber bültenlerinin
takdim spotları ile yetinen kimselerin hadiselerin derinliklerine vakıf olması çok zor. Zira tarafsız olması
gereken ve halkı bilinçlendirme gibi bir vazifesi bulunan medya maalesef bu savaşın taraflarından birisi
durumunda.

İşin ciddiyetinin kavranması için basında çıkan bazı beyanatlardan ve yorumlardan örnekler verelim:

Türkiye’de yaşananları bir internet haber sitesi şöyle dile getirmişti: “Ankara’da yeni bir oluşum var.. Bu
oluşumun lideri yok, organizasyonu yok.. Ama bir kuvva-i milliye havasında çalışıyor.. El altından
Türkiye’de gidişi ciddi olarak değiştirmeye başladı.. Bu oluşum 28 şubat gibi değil, hiç öne çıkmadan
perde arkasından çalışmayı tercih ediyor.. Mesut Yılmaz’a karşı gelişen havanın arkasında da,
Demirbank ihalesine, süresi geçmesine karşın Oyak’ın dahil edilmesinin arkasında da bu oluşum var..
Bu oluşum Oyak’ı, muhtemelen telekom özelleştirmesinde devreye sokacak.. Oyak bir “Özel Devlet
Holdingi” Belli ki bir kurmay çalışması sözkonusu.” (Haber Türk, 4 Mayıs)

Çok satan gazetelerde de benzer yorumlara rastlamak mümkün:

“Bu bir savaş...

Devletin, öteki devlet ile savaşı...

Şimdiye kadar tüm rezillikler, utanmazlıklar, hırsızlıklar devlet adına yapılmadı mı?

Ama bakın?

Siyasetin, iktidarın, hükümetin, yargının, polisin, jandarmanın, kamu kurumlarının, kısacası devletin
her kademesindeki iyi insanlar artık sessiz-sinmiş değiller.

Devleti ele geçirmiş kirli ellere karşı ayaklanıyorlar.” (Bekir Coşkun, Hürriyet, 16 Mayıs)

İçişleri Bakanı Sadettin Tantan alışılmış üslubuyla bakın neler söylüyor:

“Kuralların kesintisiz uygulandığı bir yönetim tarzı istiyorsak, küskünlükleri, dargınlıkları bırakıp
mücadelede saf olmak mecburiyeti vardır. Bugünkü mücadele hırsızlarla namusluların karşı karşıya
geldiği bir mücadeledir. Bunun siyaseti, ideolojisi yoktur. Burada bir taraftan soyulanlar, diğer tarafta
soyanlar ve soyduranlar vardır. ...Gücünüzü birleştirdiğinizde kimse sizin önünüzde duramaz. Canavar
can çekişmeye başlamıştır, önünüze gelecektir, sabredin.”

Beyaz Enerji Operasyonunun kahramanı Savcı Talat Şalk ise çok daha keskin konuştu:

“Onlar kılıçları çekti, ben de çektim, savaşacağım.”

Haber Türk sitesinin bir yazarı bazı tahlil hatalarına rağmen önemli ayrıntılardan bahsediyor:

“Genelkurmay sadece yeraltı dünyasına ve yeşil sermayeye savaş açmamıştır. Savaş bugün rantiyeye
karşı verilmektedir. Bu operasyonun ilk ayağı bankalardı. İkinci ayağı ise -şimdilik durmuştur ama
mutlaka yapılacaktır- SPK’dır.

Asker Türkiye’nin piyasasını temizleme konusunda son derece kararlı. Dün yeşil sermayeye destek
verdiği için, içinde “Susurluk kahramanlarını” barındırdığı için partiler tasfiye edilmiş ya da erozyona
uğratılmıştır. Gün gelecek, piyasayla istedikleri gibi oynayanlar, bir gecede dolar milyarderi olanlar vb.
tasfiye edilecektir. Ve bu operasyonda asker yalnız değildir. Bazı büyük sermaye grupları da bu
politikaya destek vermektedirler. İçişleri Bakanı Sadettin Tantan da bu “temizlik cephesi” içindedir.

Bu yeni dönemde siyasetçinin cezaevine girme süreci, bir dönemin en güçlü ismi Cavit Çağlar ile
başlamıştır. Bu süreç devam edecektir... Beklenen piyasanın biraz daha kendine güvenmesi ve
güçlenmesidir...” (Uğur İpekçi, Haber Türk, 18 Mayıs)

Tahlil Hataları:

Yukarıdaki örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak -özellikle uluslararası arenada- cepheler net değil ve
kim kimin safında tam bir ayrışma yaşanmadı. Bu sebeple -yukarıdaki alıntılarda da görüldüğü gibi-
bazı tahlil hatalarına rastlanabiliyor.
Bunlardan birisi de askeri 28 Şubatın devamı gibi görmek şeklinde beliriyor. Halbuki 28 Şubat
generallerinin kimisi batık banka davalarında muhakeme edilirken, kimisi de bizzat Genelkurmay
tarafından pasifize edilmiştir. Ayrıca ordu içerisindeki mezhepçi yapılanmanın da önü kesilmiştir.

Tahlil hatalarından bir diğeri içerdeki gelişmeleri dış mihrakların niyetlerinden ve dizayn
çalışmalarından bağımsız düşünme eğilimidir. Bu ikincisine bağlı olarak yapılan üçüncü ve önemli bir
tahlil hatası mevcut hükümetin ve siyasi yapının değiştirilmesi konusunda dış güçlerin (başta ABD) ve
iç güçlerin (özellikle Genelkurmay) aynı görüşte olduğu şeklindeki yaklaşımlardır. Bu yaklaşımın
değişik bir şekli; dış güçlerin dizayn çalışmalarına iç güçlerin direnemeyeceği ve Türkiye istemese de
belli bir kıvama getirileceği şeklindedir.

ABD ve Siyasette Yeni Arayışlar:

ABD ve benzeri emperyal güçler tahakkümleri altında tutmak istedikleri bir ülkede istedikleri bir iktidar
şekli dizayn etmeye çalışırlar. Bunda muvaffak olamadıkları takdirde istemedikleri kimselerin -özellikle
bağımsızlık taraftarı olanların- iktidara gelmesini önlemek için her şeyi denerler. Bu denemelerin son
halkası faili meçhul suikastlerle istemedikleri kimselerin ortadan kaldırılması şeklinde cereyan eder. (İki
acı örnek: Pakistan’ın Türk dostu devlet başkanı Ziya ül-Hakk bir uçak kazasında şehit olmuştur.
Çeçenistan devlet başkanı Dudayev ise Ruslarla yaptığı telefon görüşmesi sırasında ihanete uğramış,
ABD’nin teknolojik yardımı ile şehit edilmiştir. Büyük güçlerin hoşuna gitmeyen icraatlar yapan
kimseler daima bu tehlike ile karşı karşıyadır. Eşref Bitlis ve Gaffar Okkan’ın şehit edilmesi ülke olarak
yaşadığımız acı tecrübelerdir. Kıbrıs’ta yapılan bir tatbikatta bir albayımızın şehit olmasına neden olan
kaza(!)daki hedefin bizzat o zaman Kara Kuvvetleri Komutanı olan Kıvrıkoğlu olduğuna dair kuvvetli
rivayetler bulunmaktadır. Türkiye’de yapılan mücadele hem büyük devletleri, hem “Tapınak
şövalyeleri”ni, hem uluslararası mafyaları, hem kara paracıları, hem de tefecileri rahatsız ediyor.
Nitekim Tantan şöyle söylüyor: “İcraatımdan rahatsız olan geniş bir kesim var. DHKP-C peşimde,
Hizbullah peşimde, PKK peşimde. Bir de yolsuzluk ekonomisiyle geçinenler peşimde. Koruma sayım
arttı. Bunca sıkıntıyı niye çekiyorum? Kendimi düşünsem sıkıntıya girer miyim?”)

Türkiye’de şu aşamada cereyan eden planlar siyasette yeni oluşumların teşvik edilmesi şeklindedir.
Zira ABD gibi reel düşünebilen ülkeler posası çıkmış, halk desteğini kaybetmiş siyasetçileri
desteklemek gibi bir hata yapmazlar.

Derviş’in merkez solda bir parti arayışında olduğu ya da bu şekilde yönlendirildiği konusunda basında
birçok yorumlar hevesli şekilde dercedildi. Aynı şekilde TOBB’nin bir parti kurma çalışması yaptığı,
liderini sır gibi sakladığı da biliniyor. Ancak ne hikmettir ki bu parti için düşünülen lider şu anda ABD’de
kurs görüyormuş!

Merkez sağın ilerideki muhtemel başkanı olarak lanse edilen Tayyip Erdoğan da ABD’ye yakın
görünmekten hiç rahatsız değil. Kendisi defalarca ABD’yi ziyaret etti. Ekim 1999’dan bu tarafa yaptığı
önemli toplantıları, ABD her nedense bizzat konsolos veya bir başka üst protokol görevlisi nezdinde
izliyor, destekliyor. Mesela hukuk danışmanı Münci İnci’nin Çatalca’daki çiftlik evinde Tayyip için
verdiği özel davette ABD İstanbul konsolos yardımcısı da vardı. (24 Ekim 1999) Bilindiği gibi Şubat
ayında oğlunu evlendirdi Tayyip Erdoğan. Düğünün en önemli simalarından birisi ise ABD’nin İstanbul
Başkonsolusu idi.

Çiller de sık sık ABD’ye gidiyor ve “Artık değiştim, yeni şeyler öğrendim.” kabilinden göndermelerle
yolunu ABD’den açmaya çalışıyor. Partililerine Bush yönetiminin Tayyib’e pek sıcak bakmadığı
müjdesini yetiştiriyor.

Faziletliler ise en büyük desteği Avrupalı dostlarından görüyor.

Adı konulmamış ciddi bir savaş yaşanırken, ortamdan siyasi çıkar sağlamaya çalışanlar hangi niyette
olursa olsunlar en hafif tabiri ile gaflet içerisindedirler. Hele bir de bu çıkar beklentisinde olanlar
cephenin karşısındaki düşmandan medet umuyor veya düşmanla dost görünmekten memnuniyet
duyuyorsa bunların düştükleri durumun ismini artık siz koyun.
Siyasi Partili Çözümler Maalesef Çözüm Değil:

Halihazırdaki siyasi partilerin ve liderlerinin memlekete verdiği zararlara bütün bir halk olarak yakinen
şahit olduk. Siyasiler halk nazarında en az güvenilen insanlar durumuna düştü. Namuslu, dürüst,
bölücülükten nefret eden, memleketini düşünen insanlar politikadan ve politikacılardan kaçar hale
geldiler. Bu sistem devam ederken vatanperver insanların memleket idaresine talip olmasını, talip
olsalar dahi hakettikleri yere gelmelerini beklemek maalesef mümkün görünmüyor.

Bu durum değiştirilemezse siyasi partili her yol gelecekte de Türkiye’nin önünü tıkamaya devam
edecek demektir. Ve hatta yukarıdaki izahlarımızda da görüleceği gibi, bu yol ABD’nin ülkemiz
üzerindeki tahükkümünü devam ettirebilmesinin en büyük malzemesi durumundadır.

Kurumlar önemlidir. Ancak insan daha önemlidir. En mükemmel sistemin, en zaruri kurumun başına
hırsız, hain bir insanı getirdiğiniz zaman nasıl ki her şey kötü giderse, bozuk bir kurumun veya sistemin
başına getireceğiniz dürüst, becerikli, vatanperver bir insan kötü giden birçok şeyi değiştirebilir.

Dolayısı ile hainlerin ve hırsızların önünü açan, ülkemizin hegomonik güçlerin oyuncağı olmasına
sebep olan bir sistemi ne pahasına olursa olsun devam ettirmeye çalışmak memlekete kötülük
yapmaktan başka bir şey değildir.

Vatanperver insanlarımız arasında yolsuzluklara ve yolsuzluk yapanlara karşı gösterilen dayanışma


her hal ve şartta devam ettirilmelidir. Düşmanlarımızın dehşetengiz güç ve kudretinin karşısında
muvaffak olabilmek için buna mecburuz.

Vatanperverlerin Koalisyonu ve Dış Tehdit:

Vatan gemisini selamete çıkarmak noktasında dayanışma gösteren yerli güçlerimizin simgeleşmiş iki
ismi bulunuyor: Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve İçişleri Bakanı Sadettin Tantan. Bu listeye
Talat Şalk gibi yargı mensuplarını, ismini bilmediğimiz bürokratlarımızı da eklemek gerekiyor. Ve
yolsuzluğu tehdit sıralamasının başına yerleştirerek 2 yıldır ısrarla üzerine giden ve gitmeye çalışanları
destekleyen Silahlı Kuvvetleri.

Türkiye’nin dış siyasetinde de eski teslimiyetçi anlayış terkedilmiş bulunuyor. Bu yeni anlayışın ve
icraatların tabii ki ne hükümetle ne de siyasilerle ilgisi var. Zira Türk dış politikası, sırf AB’ye aday
olabilmek için Kıbrıs Rumlarının AB’ye girişine olur verenlere terkedilmiş olsa büyük bir hızla mevzi
kaybetmeye devam etmiş ve belki teslim bayrağını çoktan çekmiş olurduk. Olayların özüne vakıf
olanlar İsrail’i, ABD’yi ve AB’yi fazlasıyla rahatsız eden bu yeni politikaların dizayn edildiği yerin
Dışişleri Bakanlığı olmadığını gayet iyi biliyorlar. Aynı şekilde memleketimiz içindeki yiyicilere,
hırsızlara, uluslararası güçlerin işbirlikçisi hainlere karşı yapılan mücadele en büyük desteği yine
Silahlı Kuvvetlerden alıyor. Savcılarımızın, İçişleri bakanımızın ve diğer vatanperver insanlarımızın
gayretleri biraz da bu destek sayesinde muvaffak olabiliyor.

Bu vatanperver koalisyonun üyelerinin en önemli özelliği “ABD ne der?” kaygısı taşımamalarıdır. Zira
ne Cumhurbaşkanımızın, ne İçişleri Bakanımızın, ne cesur savcılarımızın ne de Türk ordusunun
ABD’ye diyet borcu yok.

Bu sebeple özellikle dış siyasi gelişmeler iyi takip edilirse görülecektir ki ülkemizi çok çetin ve belki de
kanlı günler beklemektedir. Çünkü tıpkı kurtuluş savaşında olduğu gibi Türkiye’yi parçalamak,
sömürgeleştirmek isteyen, haddinden fazla işbirlikçiye sahip güçlü bir dış baskı, ve bu baskıya karşı
savaş başlatmış yerli güçlerimiz var.

“Kurtuluş Savaşı yıllarında olsaydınız ne yapardınız?” sorusuna düşünmeden “Ben de vatanım için
savaşırdım!” diye cevap verenler bilmelidir ki, bu yeni savaş durumunda da vatanımızın selameti için
savaşanları desteklemek zorundadırlar. Ancak maalesef Kore’de, Kıbrıs’ta, Güneydoğu’da şehit düşen
evlatlarımıza şehit nazarıyla bakmayanlar, zihnini Batıcılıkla malül edenler, direnemeyiz diye
teslimiyetçiliği tavsiye edenler bu gerçekleri göremezler. Fakat bilinmelidir ki, Hazret-i Allah’ın lütuf ve
desteği ile Türkiye bu savaşı da kazanacaktır.

Dostlarımız(!)ın Niyetlerini Hatırlayalım:

Eski siyasetçilerden İlhan Kesici mevcut durumu 1920 şartlarına benzettikten sonra şöyle söylüyor:

“Neden 1920 şartlarına benzetilir? Netice itibariyle biz Avrupa Birliği’nden önümüzdeki 30 yıl için
neredeyse ümidi kesilmiş, dışarıya itilmiş bir ülke konumundayız. Bu yetmez, yetmedi. İtalyan Dışişleri
Bakanı diyor ki: ‘Türkiye’nin doğu sınırları 1920’lerde tam netleşmiş değildi. Buna yeni bir vaziyet
etmek lazımdır.’ Bu Türkiye’nin karşılaşabileceği, 1920’den bu yana, en ciddi haldir.”

Almanya’nın eski başbakanlarından sosyal demokrat Helmut Schmidt’in, Berliner Tagesspiegel adlı
gazeteye verdiği demeçte Sevr anlaşmasını kastederek bu dönemde Kürtlere bir devlet hakkı
verilmemesinin ve Türkiye sınırlarının bugünkü büyüklüğünün Avrupa tarafından kabul edilmesinin
büyük hata olduğunu ifade ettiğini biliyorsunuz. (Sayı 89, sh: 41)

Nitekim AİHM’nin Kıbrıs konusundaki son kararı dost(!)larımızın niyetini bütün çıplaklığı ile ortaya
koyuyor. Medya ise her zamanki gibi bu konuyu da çok kısa geçiştirdi.

Kıbrıs, AİHM ve İngiltere:

Kıbrıs meselesinde yaşanan gelişmeler en az Kuzey Irak kadar önemlidir.

Hatırlanacağı üzere AİHM’nin Loizidou davası ismiyle müsemma hukuk katliamından ibaret bir kararı
mevcuttu. Bu isimdeki bir Rum kadın Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’taki topraklarına girmesine izin
vermediğini öne sürerek tazminat istemişti. Meselenin siyasi yönünü ve Türkiye’nin bir çok haklı
sebebini görmezden gelen mahkeme kadının başvurusunu kabul etmişti.

Son olarak Kıbrıs Rum Yönetiminin -daha evvel tam üç sefer reddetmiş olduğu halde- Türkiye’yi
suçlayıcı ve işgal kuveti gibi tanımlayan başvurusunu bu sefer kabul etti ve yine hukukla hiçbir alakası
olmayan siyasi bir karar verdi.

Avrupa’nın bu yüzünü gördükçe iğrenmemek elde değil. Bir taraftan hukuk dersi vermeyi ihmal
etmiyorlar, bir taraftan işlerine geldiği zaman mahkemelerden siyasi kararlar çıkartıyorlar. Bu öyle bir
karar ki, 1960 anlaşmalarıyla ve BM Güvenlik Konseyi kararlarıyla tescil edilen Kıbrıs Türkleri’nin eşit
taraf olduğuna dair hukuki durumu hiçe sayıyor. Denktaş’ın sözleri ile: “Müzakere edilen konuların
tümünü bu mahkeme Rumların istediği şekilde karara bağladı. Masada Rumlarla bu konuları
konuşacak bir durum bırakmadı.”

Yunanistan Cumhurbaşkanı Stefanopulos da bu kararı değerlendirirken şunları söylemiştir: “Türkiye ile


Yunanistan arasındaki sorunların diyalog yoluyla çözümlenmesi mümkün değildir.”

Hatırlarsanız İngiltere aracılı görüşmelerin tekrar başlaması için Kıbrıs Özel Temsilcisi Sir David
Hannay’i Türkiye’ye göndermişti. Bu şahıs Türkiye görüşme masasına dönmezse başına gelecekleri
şöyle sıralamıştı:

- AB ve ABD ile ilişkileriniz bozulur.

- Yunanistan ile ilişkileriniz bozulur.

- AİHM’nde Güney Kıbrıs’lı Rumların açtığı toprak talebi davaları artar.


- Kuzey Kıbrıs’ın tanınması için yürüttüğünüz çalışmalar boşa gider.

- Güney Kıbrıs’ın AB üyeliği süreci hızlanır. Bu durumda Türkiye KKTC’nin yükünü taşımakta zorlanır.

- Silah alımında güçlüklerle (ambargo) karşılaşırsınız.

Yine hatırlanacağı gibi, Avrupa Parlamentosu 4 Ekim 2000 tarihinde kabul ettiği bir kararında Kıbrıs
Rum Kesimini AB’ye alacağını ilan etmiş, Kıbrısta’ki Türk askerini işgalci diye nitelemiş, hatta “Avrupa
Birliği, adanın askerden arındırılması için uluslararası güce katkıda bulunacak olanaklara sahiptir.”
diyerek Türkiye’ye silahlı tehditte bulunmuştu.

AİHM’nin son kararı ile Türkiye’nin Kıbrıs’ta işgalci konumuna düşmesinin hukuki(!) altyapısı
hazırlanmış oldu. 2 yıl sonra Rum kesimi AB üyesi yapıldığı takdirde Türkiye AB toprağını işgal etmiş
pozisyonuna düşürülmüş olacak.

Sir Hannay’in tehditlerinden sonra Denktaş şu değerlendirmelerde bulunmuştu: “İngiltere, bazan


unutup kendini hala imparatorluk döneminde görüyor. Tehditle sonuç alacağını sanıyor. Kıbrıs
meselesi tehditle çözülmez. Türkiye de tehditlere pabuç bırakmaz. Akılcı olmak zorundalar. Silah
ambargosunu kim uygulayacak? Uygulasalar, Türkiye bundan zarar mı görür? Hayır. Kendileri zarar
görürler. 1974 Barış harekatından sonra ABD silah ambargosu uygulamıştı. Bu ambargo, Türkiye’nin
Ulusal Savunma Sanayisini güçlendirmesini sağladı. Askeri Elektronik Sanayi ASELSANkuruldu.
Uçağını yapıyor, tankını yapıyor. İngiltere’nin ambargo tehdidi uygulansa ne olur? Yine aynı şey olur.
O nedenle blöftür söyledikleri.”

Vatanperver Denktaş herzamanki dobralığı ile konuşuyor ancak sanki Türkiye’yi teselli etmeye
çalışıyor. Zira İngiliz’in söylediklerinin blöf olmadığı AİHM’nin son kararı ile ortaya çıkmış oldu. Hiç
şüphe olmasın hadiseler Türk-Yunan savaşına ve uluslararası ambargoya kadar gidebilir.

Bu ‘Sir’ patavatsız ve akılsız bir kimse midir, yoksa İngiltere, ABD ile ilişkilerimizi bozabilecek kadar
güçlü mekanizmalara sahip midir?

Rusya, Almanya, Çin, Fransa gibi ülkeler uluslararası arenada cirit atmaya çalışırken, bir zamanların
ABD’ye kök söktüren güneş batmayan imparatorluğu İngiltere’nin ismi fazla duyulmuyor. Sanki
ABD’nin destekçisi sıradan bir ülke gibi görünüyor. Ancak bize öyle geliyor ki, İngiltere’nin etkinliği
görünenden çok daha fazla ve hatta İngiltere’nin istemediği bir hususta ABD’nin muvaffak olması çok
zor.

Kafkasya, Shell, İngiltere, SIS ve Türkiye:

Raif Karadağ’ın Petrol Fırtınası isimli eserini okuyanlar bu “Kara altın” için ne mücadeleler verildiğini
dehşetle müşahede edebilir. (Kendisinin bir otel odasındaki esrarlı ölümünü bu araştırmalarına
bağlayanlar bulunmaktadır.) Kitabın önemli bir kısmı Amerikan Standart Oil ile İngiliz Royal
Dutch/Shell arasındaki mücadelelere ve bu mücadelelerde devletlerin rollerine ayrılmış. Standart’ın
sahibi Rockfeller bir zamanlar ABD iç ticaretinin %85’ini, dış ticaretinin %90’ınını kontrol ediyor, ABD
başkanları üzerinde büyük bir nüfuzu bulunuyordu. İngiliz Shell İngiliz gizli servisinin ve İngiliz
hükümetinin desteği sayesinde bütün dünyada bariz bir üstünlüğe sahipti. Sinsilikte ve kurnazlıkta
olduğu kadar gizlilikte de usta olan İngilizler Amerikan Standart ile giriştikleri mücadelelerin hemen
hemen hepsinde zafere ulaşmışlardı. ABD ve İngiltere’yi savaşın eşiğine getirecek kadar ciddi işler
dönüyordu. ABD’nin burnunun dibindeki Meksika’da bile İngiliz başarılarına rastlamak mümkündü. Bu
iki dev petrol tröstü bazen de güç birliği yapıyordu. Bir zamanların İspanya’sında olanları birlikte
okuyalım:

“1927 yılında bu kudret ve kuvveti tam manası ile elinde tutan bu zat, İspanyol halkı tarafından
delicesine bir sevgi ile seviliyordu.
...Bu zat halkının da sevgisi ile İspanya’da olmadık işler başarmaya çalıştı. Sadece İspanya, sadece
İspanyol vatandaşı için çalıştı.

...İspanya’nın zenginliklerinin mühim bir kısmı petrole gidiyordu. Bu durum ise, İspanya’nın sevgilisi
diktatör Primo de Rivera’yı ziyadesi ile müteessir ediyordu.

...Çıkardığı bir kanunla Royal Dutch-Shell grubu ile Standart Oil tröstüne ait İspanya’da mevcut bütün
tesislere el koydu.

...Bu tip hadiseler karşısında daima yapageldikleri gibi Deterding (Shell) de Rockfeller (Standart Oil) de
aralarındaki mücadeleyi durdurdular. İki amansız rakip İspanya’da müşterek tehlikeye karşı birleştiler.
İspanya’da korkunç bir mücadele başladı. İspanya’nın her tarafında hergün adamlar ölüyor, devletin
bütün gayretlerine rağmen bu ölenlerin ne failleri ne de niçin öldürüldükleri meydana çıkmıyordu.
İspanya adeta bir harp meydanına dönmüştü.

...1927 yılının bir günü gazetelerini açan dünya okuyucuları, petrolün, İspanya hariç, dünyanın diğer
bütün memleketlerinde %20 ucuzladığını gördüler.

...İspanya’da petrol buhranı korkunç bir hal almıştı. Petrol olmadığı için birçok şehir ve kasaba
karanlıkta kalmışlardı. Petrolsüzlükten birçok fabrika kapandı, nakil vasıtaları ise işlemez oldu.
İspanya’da bütün münakele hemen hemen durmuştu.

...Petrolcüler, Rus petrolünün İspanya’ya aktığı andan itibaren ellerindeki gazetelerle aleyhte geniş bir
neşriyata başladılar. Ayrıca İngiliz gazeteleri, İspanyol mallarına boykot yapılması için geniş bir
neşriyata başladı. Bu neşriyat netice vermişti. ...Amerika hükümeti aldığı bir kararla, İspanyol mallarına
çok ağır gümrük tarifeleri tatbik etti.

...Petrolcüler, İspanyayı mahkum etmişler, mahkumiyet kararını da Amerika ve İngiltere diplomatlarına


tasdik ettirmişlerdi.

...İspanya’da ayaklanma olmuş ve hükümet darbesi yapılmıştı. Zavallı Primo de Rivera devrilmişti.
...sığındığı Fransa’da sefalet içerisinde ve felçli olarak hayata gözlerini kapadı.” (Petrol Fırtınası, sh:
226-233)

20. yy.’ın ilk yarısında İngiltere’nin tartışılmaz bir üstünlüğü vardı. 1. Dünya Savaşı sonunda bazı
bölgelerde savaşmayı göze alamayan İngiltere, gizli servisi (SIS) ve kudretli Petrol şirketleri (Royal
Dutch/Shell) sayesinde hemen hemen bütün dünyada söz sahibi idi. Shell bir Amerikan şirketi olarak
biliniyor. Ancak Shell’in internet sitesinde bir İngiliz - Hollanda ortaklığı olduğu, dünyada 47.000 petrol
istasyonunun bulunduğu, grubun 1700’ün üzerinde aktif şirkete sahip olduğu bilgileri verilmektedir.

Türkistan’da petrol ve gaz çıkarma imtiyazını elinde bulunduran konsorsiyumun üyesi olan Shell hem
buradaki arama çalışmalarında gönülsüz hareket ediyor, hem de Bakü-Ceyhan hattı yerine Bakü-
Supsa hattını tercih ediyor.

Unutulmamalıdır ki, hegomonik güçlerin uluslararası şirketleri kendi gizli servisleri ile iç içedir. Bazı
şirketlerin sahibi bizzat gizli servisin kendisidir.

Casusluk romanları ile ün yapmış Frederick Forsyth’un Yeni Şafak’ta yayınlanan röportajında ilginç
bilgiler bulunuyor:

“Aslında Secret Intelligence Service (SIS) küçük bir örgüttür. Bu küçüklüğü gözönüne alırsanız fazla
güçlü görünmüyor, ama gerçek tam olarak öyle değil. Mesela SIS’ın mali bütçesi Birleşik Devletler gizli
servisi CIA’den daha küçüktür. Ancak gerçek şu ki İngiliz gizli servisi nicelikten çok niteliğe önem verir.
Hatta kendisini ona adamıştır. Soğuk savaş yıllarında Ruslar’dan bazıları ‘İngilizler’e çalışırız ama
Amerikalılara çalışmayız’ diyorlardı. Yüksek düzeydeki Rus görevliler böyle söylüyordu. Bu durum CIA
ile SIS arasındaki farkı gösterir. ...Biz ise Amerikalılar’a bilgi veriyorduk ama ajanlarımızın kim
olduğunu asla söylemiyorduk. ...Bizim Türkiye’deki büyükelçiliğimiz adeta bir ajan üssüydü. Ama Rus
Büyükelçiliği daha büyük bir üstü. Ankara’da pekçok KGB ajanı vardı. Türkiye bir NATO üyesi ülke
olmasına rağmen NATO üyesi ülkeler bile Türkiye nezdinde hükümet ajanlığı işine girmişlerdi.”

“Peki Türkiye ile ilgili birşey olsaydı kime sorardınız?” sorusuna şöyle cevap veriyor Forsyth: “Türk gizli
servisine başvurmama gerek yoktu. Buradaki Ortadoğu ve Türkiye uzmanlarına sorardım. Çünkü onlar
Türk gizli servisi ve çalışma esasları konusunda hiç tahmin edilemeyecek bilgilere sahiptirler. Ama
bunu tam anlayabilmek için yıllarca çalışmak, uğraş vermek lazım. Yoksa eksik kalır bilgiler.”

Yeri geldiği zaman -özellikle 20. yy.ın ilk yarısında- ABD ile mücadele etmekten çekinmeyen İngilizler,
ABD’lilere kaba ve kültürsüz yakıştırmasıyla küçümseyici nazarla bakarlar. ABD’ye karşı bolşeviklerin
palazlanmasına göz yuman İngilizler Komünizmin tehlikeli boyutlara ulaşmasından sonra soğuk savaş
yılları ile dünya siyaset sahnesinde geri planda kalmışlardır.

Kısaca söylemek gerekirse, Rusya’nın arkasındaki gerçek kuvvet Almanya’dan ziyade İngilizler
olabilir. Ve Kafkasya’daki gerçek rakibimiz belki de İngilizlerdir. Gazprom’da Shell’in de hissesi olduğu
düşünülürse, Mavi Akım’ın arkasında biraz da İngiliz parmağı aranabilir. Vahhabiliğin Arabistan’daki
muvaffakiyetinde birinci amil İngiliz Gizli Servisi idi. Kafkasya’daki Vahhabi taktiklerini kim akıl etti
dersiniz? İngiliz Gizli Servisi Osmanlı zamanında ajanlarını Sadrazamlığa ve hatta Şeyh-ül İslamlığa
kadar çıkartabilecek kudrete sahipti. En zeki çocukları İstanbul’a getirir, para ile satın aldıkları bir
ailenin yanına verirlerdi. Ayda bir sefer elçiliğe getirilmesi şartı ile bu çocuklar tam bir Osmanlı gibi
yetişirlerdi. Özel seçilmiş bu çocuklar başarıları ile üst kademelere yükselmede zorluk çekmezlerdi.
Sadrazamlar ve Şeyh-ül İslam’lar kalmadı, ancak İngiliz taktiklerinin Osmanlı ile sona erdiğini iddia
etmek haliyle mümkün değil.

Türkiye’ye Yapılan Ekonomik Taarruzların Boyutu:

Borsada oynayan süpekülatörler arasında istihbarat örgütlerinin de olduğu biliniyor. Bankalar ve aracı
kurumlar vasıtasıyla borsamıza ve bankacılık sistemimize bol miktarda yabancı para girip çıkıyor. Son
bir senede Türkiye’ye girip çıkan sıcak paranın miktarı 200 milyar dolar olarak hesap ediliyor.
(Türkiye’nin gayr-i safi milli hasılası 180 milyar dolar.) Uluslararası fonlar aracılığı ile idare edilen bu
paranın gerçek sahipleri perde arkasında kalıyor. Üstelik bu fon sahipleri gayet örgütlü ve bilinçli
şekilde ortak hareket ediyorlar. Ülkemize her giriş çıkışlarında büyük tahribatlar veriyorlar. Bu derece
büyük tahribatlar yapabilmeleri iş dünyasında, bürokraside, medyada, siyasette çöreklenmiş
yandaşlarının haince destekleri sayesinde mümkün olabiliyor. Hala bu spekülatif paranın istediği gibi
at koşturmasını engellemeye yönelik önlemler alınmış değil. Basın her seferinde yabancı sermaye
geldi Borsa şahlandı diye sevinç çığlıkları atıyor. Evet geliyor, dipte iken alacağını alıyor, şahlandığı (!)
zaman satacağını satıp gidiyor. Bankacılık sisteminde de bu kısır döngü devam ediyor. 70 milyar
dolara ulaşan iç borcu idare etmek için hazine %36 reel faiz öngörüyor. Eğer bu kısır döngü devam
ederse 3 yıl içerisinde Türkiye’nin iç borç stokunun 200 milyar dolara çıkabileceği söyleniyor.

Yeni Bir Kriz Olur mu?

Türk ekonomisi fanusu olmayan bir gaz lambasına benziyor. Ufak bir üflemede sönebilir, ya da yeni
krizler yaşayabilir. Hala Yabancı sermayenin istediği gibi at koşturabildiği şu zayıf günlerimizde
“Uluslararası vahşi sermaye” insaf eder, bize acırsa uyguladığımız ekonomik program -belki- başarılı
olabilir.

Kıbrıs’ta, AGSK’da, Kuzey Irak’ta tavır koyan Türkiye, bu hareketleri ile canavarın diş gıcırtılarının
çoğalmasına sebep oluyor. Görünürdeki direnişlerimizin haricinde Filistin-İsrail ihtilafında ağırlığımızı
Filistin tarafından yana koymamız ve belki de en önemlisi Manavgat suyunu İsrail’in istediği şartlarla
pazarlamayışımız, Bor madenlerini satmaya razı olmayışımız gibi görünmez sebepler de var. Hazar
havzasında 4 trilyon dolar değerindeki petrolü o bölgedeki bütün ülkeler paylaşıyor. Dönen dolaplar
ortada. Türkiye tek başına 500 milyar dolarlık (kimine göre 2 trilyon dolar) bor rezervine sahip. Üstelik
petrol yeni alternatifler sebebiyle yavaş yavaş önemini kaybederken, suyun ve borun stratejik değeri
gün geçtikçe artıyor. Merhum Raif Karadağ yukarıda bahsi geçen kitabının önsözüne şu cümlelerle
başlamış: “Dünyada her şey, ama akla gelebilen her şey, ham madde kaynaklarına bağlıdır. Harb ve
Sulh, ham madde kaynakları üzerinde ve bu kaynakların bulunduğu sahalar civarında cereyan eden
gizli ve korkunç birtakım mücadelelerin eseridir.”

Normal şartlarda dahi insaf ve acıma duygusu pek beklenemeyecek “Uluslararası sermaye
canavarı”nın bizi parçalamak istediği gün sanki yaklaşıyor. Bir gün Türkiye’nin önünde olağanüstü hal
ve seferberlik yönetiminden başka bir yol kalmayabilir. Vatanperverler o günde dahi bir ve beraber
olmalıdır. Hainlerin kalemleriyle yaptığı saldırılara karşı birlikte hareket etmek vatan gemisinin
selametini düşünen herkesin görevidir.

Sıkıntılı günler için şimdiden tedbir almak, kuvvetlerimizi birleştirmek zamanıdır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

TÜRKİYE NEREYE SÜRÜKLENİYOR?

Bâriz bir şekilde ülkemizin iktisâdi kriz altına alındığı görülüyor. Milletlerarası bir şebeke olmadık
şekilde başımıza günlük gaileler açarak ülkemizi çıkmazların içine sokmaktadır. Olayları tetkik eder ve
geçmişle mukayeseye kalkarsak Osmanlı Devleti’nin son dönemlerini çağrıştıran bir hummalı bölme,
yıkma faaliyeti ile karşı karşıya bulunduğumuz anlaşılacaktır.

Dünyayı ‘kimlerin yönettiği’ sorusuna Başbakan Ecevit’in eskiden beri ‘hocası’ olan, ABD’nin eski
dışişleri Bakanı H. Kissinger, kendisinin de içinde bulunduğu oniki kişinin (hepsi yahudi) yönettiği
cevabını vermiştir. ABD bir dev görüntünün altında bu kişi ve kurumların yönettiği Yeni Dünya
Düzeni’nin görünürdeki patronundan başka bir şey değildir.

İşimize ne kadar karıştıkları, ne yapmak istedikleri, varmak istedikleri gayeler bakımından ABD’nin eski
Büyükelçisi Mark Parris açık konuşmuş: “Derviş’in programını destekleyin, yoksa büyük bedel
ödersiniz.” demiş, liderleri ziyaret etmiş, onların onayını almış, reformların aksamadan uygulanacağı
sözünden sonra Ankara’da bir dizi temaslarda bulunmuş, ülkesine dönmüştü. Kimin adına bunları
söylüyordu? Global bir örgüt, kendi bağlı olduğu mihrakın çıkarları uğruna Türkiye’den altından
kalkamayacağı ödünler istemektedir. Reformların arka planına baktığımızda yarın bağımsızlığımızın
da elimizden gideceğini görmekteyiz.

Bu görünmeyen güç, kendisini kamufle ederek Parris’in ağzından mesajını net olarak iletmektedir:
“Kararlı hareket etmezseniz daha da kızgın olacaklar.” diye tehdit etmektedirler. Bu gücü
araştırdığımızda karşımıza Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, Bilderberg, Dış İlişkiler
Konseyi (CFR)’nin de bağlı bulunduğu Henry Kissinger’in başkanlığındaki oniki kişiden meydana gelen
GLOBAL STRATEJİK KOMİTE adlı kuruluş çıkmaktadır. Bu kuruluşun asıl gayesi 1897’deki Siyonist
Kongresi’nde alınan nihai hedefe İsrail’i ulaştırmaktır. ‘Nil’den Fırat’a kadar topraklar’ İsrailoğulları’nın
olacaktır.

Global Stratejik Komite düğmeye basmış, taşeron kuruluşlar da faaliyete başlamışlardır. IMF
programlarını uygulamak istediği bütün ülkelerde sistem ve siyaset olarak ülkeleri iflasa sürüklemiş,
hiçbirinden başarılı sonuçlarla çıkmamıştır. IMF’in asıl amacı program sunduğu ülkeyi düzlüğe
çıkarmak olmayıp, ülkeyi batırmak olmuştur. Söz konusu ülkelerin ekonomileri bazı ülkelere daha
bağımlı olacak, mal varlığı elden çıkarılacak, haraç şeklinde satılacak, ülkelerin içişlerine daha rahat
müdahale etme imkânı doğacak, millî kuruluşlar elden alınacak, ülke görünmedik bir şekilde esarete
sürüklenecektir. Siyasi varlığı devam etmek kaydıyla.

IMF, ABD, Batı onbeş milyar dolar karşılığında bir takım gizli şartlar ileri sürmüşlerdir. Yapılması
gereken yasaların neler olduğu, nasıl yapılacağı, kimin için çıkarılacağı asla belli değildir. Şeker
yasası, Doğalgaz yasası, Tekel yasası, Bankalar yasası, Telekom, THY, Bor İşletmeleri hepsi onbeş
gün içinde çıkarılıp karara bağlanmaya çalışılan yasalar. Parris acele ediyor, IMF bastırıyor, millet
“N’oluyor” demeye fırsat bile bulamıyor, çıkarılan kriz içinde kıvranıp duruyor. Sanırım milletvekilleri
bile bu “sel önünde kütük kapma” işine şaşırmışlardır.

Telekom’un özelleştirilmesinin ardındaki gerçeği biraz olsun Ulaştırma Bakanı aralamaya çalışıyor:
“Millî çıkarlarımıza darbe vuracak nitelikte değişiklikler isteniyor.” demektedir. THY’nın yabancılar
adına özelleştirilmek istenmesine de şu cevabı veriyor: “... Türkleri Avrupa Hava Sahası’ndan yok
etmek ve tümüyle kovmak isteyen bir komplonun karşısındayız... Bu işin içinde ihanet var. THY’nı
kaybettiğimizde Türk Hava Sahası tamamiyle yabancıların eline geçecektir...” Açık sözlülüğünden
ötürü bakanı kutlamak gerek. Bu cesareti hangi bakan gösterdi? Diğer kurum ve kuruluşlara örnek
teşkil edecek ve zararın asıl sebebi olarak alacağımız bir uygulamayı ise şöyle anlatıyor aynı bakan:

“THY’daki bir yönetim kurulu üyesi yolsuzluklara ve hırsızlıklara kafayı taktı. Kafayı takınca da belkide
iflasın eşiğine gelmiş bir mali yapıyla bir felâket tablosu ortaya çıktı ve görevinden uzaklaştırıldı...” Sen
misin adam gibi görev yapan, hırsızlığa geçit vermeyen, yolsuzluklara savaş açan. Böyle
mükâfatlandırılıyor! Türkiye’nin en önemli sıkıntısı bu tabloda yatıyor.

IMFyetkilileri ısrarla Telekom’un özelleştirilmesini istiyor, ABD kendi bor rezervlerini özelleştirmediği
halde bizim bor madenlerinin özelleştirilmesi için bastırıyor, Merkez Bankası’nın bağımsız olması için
gayret gösteriyor. IMF, programını uygulayan bütün ülkelerde Merkez Bankası’nın kendisine
bağlanmasını istiyor. Komisyon bunu kabul etmeyince krizler devam ediyor. Aynı kuruluşun toplantıları
gizli olarak yapılıyor. İcra kurulu karar veriyor ve kararlar uygulanmaya konuyor. Derviş bu kuruluşun
nasıl, niçin, neye göre kimin adına çalıştığını, hangi kriterlere göre hareket ettiğini gayet iyi bilen
birisidir. Batı, reformların bir an evvel çıkmasını istemekte, yardımı buna bağlamakta. Politik
nedenlerle yardım yapılacağının anlaşılması üzerine Derviş:“Bu çok büyük bir hata olur, kimsenin
buna yeltenmemesi gerekir” diye Batıyı uyarıyor!

Aynı Batı, Osmanlı İmparatorluğu’nu da reformlarla dize getirmiş! hastalandırmış, sonra da parça
parça bölmüştür. İnsan ister istemez eskileri hatırlıyor ve olan bitenlerden kuşku duyuyor. Hiç şüphe
olmasın ki yeni çıkarılan bu yasalarla, yapılması planlanan reformlarla Türkiye Batı’ya, IMF’e, ABD’ne
daha fazla bağımlı duruma düşecektir.

Yeni Dünya Düzeni’nin üst kuruluşu Dünya Ticaret Örgütü’nün toplantıları gizli yapılıyor. Bundan çok
az kişi ve topluluğun haberi oluyor. Türkiye özel eller tarafından çıkarılan kriz nedeniyle para aramaya
itilirken, İsrail’in eski başbakanı şimdiki Dışişleri Bakanı Ş. Peres bir dizi temaslarda bulunmak üzere
Türkiye’ye geliyor. Özellikle Manavgat suyu’nun 40 yıllığına İsrail’e kiralık verilmesini, “Verin suyu, alın
parayı” diyerek bir kapı! aralıyor. Sonra: “ABD’ndeki yahudi lobisi size destek versin.” diyor. Fırsat bu
fırsat. Şimdi şu soru akla geliyor: Acaba son ekonomik krizler yıllarca İsrail’in kontrolündeki iç ve dış
güçler tarafından mı organize ediliyor? İsrail ve yandaşlarının bunda rolü nedir?

Eski bir Türk Hükümdarı diyor ki: “Eğerimi isteyin vereyim, atımı isteyin vereyim, çadırımı isteyin
vereyim. Ama vatanımdan bir karış toprak istemeyin vermem...” Sultan Abdülhamid Han Filistin’den
yahudiler için yeni yerleşim izni isteyen yahudiye: “Atalarımın şehit kanıyla sulanan o topraklardan bir
metreküp kum bile vermem.” demiştir. Yıllar içinde Araplardan satın alınan topraklara İsrailliler çiftlikler
kurmuşlar, sonunda bölgeye yerleşmişlerdir.

Türkiye’de “Önce yasalar, sonra para” diyen IMF ve batı milletlerarası bir komplo ile oyunun perdelerini
sahneye koyuyor. Turizm, ticaret, sanayi, tarım, hayvancılık gibi vazgeçilmez alanlarda gücü eline
almak, sonra adım adım bağımsızlığımızı bozmak, devleti parçalamak istiyorlar.
Her ne kadar Bakan: “Stratejik noktalar ve devlet güvenliği olan noktalar harp hâli ve harp dışı
durumlarda devletin müdahale edeceği şekilde elde tutulacak, buralar Türkiye’nin elinde tutulacak...”
dese de yarınlarda eldeki imkânların kaçırılmamasını nasıl sağlayacağız? Sistemli bir şekilde Türkiye
üzerinde oyunlar oynanmaktadır. İthal edilen mamüllerin sahte çıkması memleketi telaşlandırdı.
Hayvancılık sistemli bir şekilde ölüme terkedildi, sanayi özel eller tarafından iflas ettirildi, çiftçiler
desteklenmeyerek ürünleri yok pahasına elden çıkartılarak tarıma esaslı bir darbe vuruldu. IMF, bu
istekleriyle Türkiye’yi bitirmek istemektedir.

Acı faturaları ve diyeti çektikten sonra mı anlayacağız? Yeni paralar gelse bile bu paraların doğru
dürüst kullanılacağı da şüphelidir. Devleti en üst düzeyde soyan, bankaları hortumlayan, kredileri
oyunda-eğlencede kullanan kişilerin ve onları kollayanların etkin gücü hesaba katıldığında şimdiki
halde devletin düze çıkması beklenemez. Türkiye yaşadığı soygun, hırsızlık ve hortumlamalarla
dünyada eşi görülmemiş bir ülke konumunda bulunuyor. Uzmanların, Türkiye’nin milli gelirine oranla
dünyanın en büyük soygununun yaşandığını söylemeleri önemli bir tesbit değil, gerçeğin kendisidir.

Devlet ne kadar güçlü imiş ki bunca soygun, talan, hırsızlık, vurgun ve tavizlere rağmen hâlâ ayakta
duruyor. Vergiler uçup gitmiş, yeni vergilerle halkın beli biraz daha bükülmüş, soyanların vurgunları
yanına kâr kalmıştır. Şu yapılan operasyonlara bir bakınız, ardı arkası kesilmiyor. Adamlar toplanıyor,
lüks otel odalarını andıran yerlerde yaşıyorlar. Daha sert, adam gibi yaptırımlar uygulansa ya. Meselâ,
ne kadar hortumlamış, bütün malına el koy, paralarını bloke et, cezai müeyyideyi artır. Vicdanı
olmayanların cüzdanları kabarık, dosyaları fazla. Menfaatin elden gitmemesi için vermeyeceği taviz de
yok. Siyasetçiler ise yarın yeniden seçilmenin planlarını kuruyorlar. Her şeye rağmen bu devlet
gemisinin görünmeyen ilâhi bir sahibi var. Bu gemiyi batırmayacak inşallah, bu müjdeyi duyduk
elhamdülillah.

Türkiye’de 1985’ten itibaren 162 KİT satılıp 7 milyar 300 milyon dolar elde edilmiştir. Batık
bankalardan hortumlanan para ise 11 milyar 500 milyon dolar civarında. KİT’ler yok pahasına satılıyor,
bütün satışlara şaibe, fesat karıştırılmış, rüşvet bulaştırılmış, millî menfaatler gözetilmemiş, adam
kayırmalar olmuş.

Dış yardım tutarı 15 milyar dolar. Bu para gelse bile mevcut kafa yapısıyla ekonominin düzelmesi de
mümkün değil. Yerli kaynaklarımız yerinde, adam gibi kullanılmış olsa, dünyanın en huzurlu,
kalkınmış, ileri ülkelerinden birisi olmamız işten bile değildir.

Bizim topraklarımız akıl almaz zenginliklerle dolu. CIA raporlarında Türkiye’nin 2.5 milyar tonluk Bor
rezervinin şimdiki değeriyle 500 milyar dolar ettiği yazılı. Yine CIA raporlarına göre İsviçre
bankalarında Türkiye’den zenginler tarafından tutulan para miktarının 40 milyar dolar olduğu ifade
ediliyor. Bu paranın iç piyasaya transferi sağlansa, yarısı getirilse mesele kalmayacak. Almanya’daki
Türk işçi ve müteşebbislerin 400 milyar mark tutarındaki parası ülkemizde yatırıma dönüşse, sanayi
alanlarına çevirilse, tarım alanlarında kullanılsa acaba mesele kalır mı?

Ama Türkiye’nin IMF reçetelerine uyarak krizden çıkması, millî kimliğini koruması, bağımsız kalması,
ekonomik kurtuluşunu başarması mümkün değildir. Önce yöneten kafalar olmak üzere
memleketimizde pek çok şey IMF’in kontrolü altında hayat sürüyor. Bankalardan, sanayi yatırımlarına
kadar. Suçluyu dışarıda aramanın mantığı yoktur. Biraz akl-ı selim düşünülürse suçluların kimler
olduğu anlaşılacaktır.

Türkiye’yi Rusya’ya bağımlı hale getirme projesi olan Mavi Akım Projesi bir kazık yeme değil midir?
Rusya, Türkmenistan’dan 32 dolara alacak, bize 114 dolara satacak. Arslan Bulut haklı olarak şöyle
yazıyor: “Çar Putin, bir yandan Rusya’yı yeniden otoriter ve merkeziyetçi bir rejime sokarken
Özbekistan ve Türkmenistan’a yaptığı ziyaretlerle Washington ve Ankara’ya da meydan okuyor. Eğer
Türkmenistan’la 50 milyar metreküplük bir doğalgaz alım anlaşması imzalarsa bu, Türkiye’nin
devreden çıkması anlamına gelecek. Rusya ise Türkmenistan’dan 1000 metreküpünü 36 dolara satın
alacağı bu gazı ‘Mavi Akım’ adlı uğursuz proje aracılığıyla Türkiye’ye 1000 metreküpü 160 dolardan
sokuşturacak. Ve bu arada bazı müteahhitler ihya olacak. Türkmenbaşı üç-dört ay önce Aşkabatta
Türk Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’na fırçayı çekerken işte bunu kastediyordu...”

Türkiye maddî ve mânevî her türlü varlığa sahip iken yaşadığı krizlerin faturasını millet acılarla ödüyor,
yaptırılan reformlarla da istikbalini ipotek altına atıyor, bağımsızlığını kaybedecek uygulamaları
sergiliyor. Shell şirketinin 20 yıl Petrol Araştırma Genel Müdürlüğü’nü yapmış olan Antony Hagges
devlet ricalimizin katılmadığı bir gerçeği şöyle dile getiriyor:

“Bütün Amerika petrol şirketleri bilir ki, uzaydan yapılan araştırmalar, Türkiye’nin bir petrol denizi
üzerinde oturduğunu göstermektedir.” Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye’nin hayat hakkı kısıtlanmış olup
bunun gibi değerli madenlerin, maddelerin kullanımı yapılmamalı, elinden alınmalı, kendi hesaplarına
kullanılmalıdır. Federal Resery adlı kuruluş IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü’nün başında
bulunmakta, onları yönlendirmekte, Türkiye bu kuruluşlar tarafından abluka altına alınmaktadır. Bu
kuruluş aynı zamanda ABD yönetiminde ilk etkili kuruluştur. Yedi Kız Kardeşler diye bilinen petrol
şirketlerinin sahibidir. Petrole hakim olan güce, paraya, etkiye de sahip oluyor.

1956 yılında Türkiye’nin Kuzey doğusunda petrol aranması bu yüzden yasaklanmıştır ve bu yasak
halen devam etmektedir. Sınırlı sayıda, kısa mesafede bulunan kuyulardan petrol çıkarma yetkisi
tanınmaktadır. ABD’nin, beşbin metreden daha aşağılarda arama, petrol çıkarma işini yapabilen
makinaları Türkiye’ye vermemesinin asıl sebebi bu petrole sahip olmasını istememesinden
kaynaklanmaktadır. Ermeni iddialarını ortaya çıkarma, destek verme, Kürdistan’ın kuruluşu için el
altından destek, Filistin-Araplar karşısında Yahudileri açıkça destekleme, Türkiye üzerinde etnik
araştırmalar yapmak için kaynak ayırımı bunun içindir. Türkiye’nin ulus-devlet yapısını bozmak,
parçalamak, uydu devletçiklerle bu servetlere konmak hayali yatmaktadır. Onların hayalleri bizim
gerçeklerimizden daha gerçekçidir, gerçekleşmesi için olmadık çabaları göstermektedirler.

Tahkim Yasası ve Endüstriyel Bölgeler Yasası ile şimdi istikbalimizin sigortası mesabesindeki petrole
el koymak istemektedirler. Bor’un özelleştirilmek istenmesinin sebeplerinden birisi de ABD
hegemonyasının devamını sağlamaktan başka bir şey değildir. Hükümetin IMF’e verdiği iyi niyet
mektupları Türkiye’nin teslimiyetinin resmi belgeleridir. Yarınlarda, Türk milleti kendi bağımsızlığını
pazarlayan kimseleri herhalde lânetleyerek anacaktır. Eski Bakanlarımızdan Mümtaz Soysal şunları
yazıyor:

“...Özellikle son Kasım krizi’nin ardından yaşananlar açısından, kurtarıcı rezerv kredileri bahane
edilerek IMF’ce istenenler ve daha da önemlisi, bu istekler karşısında hükümet ve resmi makamlarca
ortaya konan teslimiyetçi tavır, insanlarımızın büyük çoğunluğunu ‘Acaba bağımsız devlet olarak
Türkiye Cumhuriyeti’nin sonu mu geldi’ diye sorma noktasına getirdi.

Şimdiye kadar bu çeşit gözlemlere ve karamsar değerlendirmelere ‘Sevr Sendromu’ adı verilir,
uluslararası kuruluşların ve Batılı büyük devletlerin Türkiye üzerindeki oyunlarında bölünme ve içten
çökertilme tehlikelerinden söz etmek aşırı vehim, hatta bir çeşit ruh hastalığı sayılarak alaya alınırdı...”
Soysal’a hak vermemek mümkün değil.

Bunları ve diğer yoğun meseleleri birlikte değerlendirin ve siz de kendi kendinize sormayın bakalım.
Türkiye böyle giderse bağımsızlığını koruyabilecek mi? Bağımsızlığını pazara çıkarmamış mı?
Bunların müsebbipleri olanlar yakasını nasıl kurtaracaklar? Bunları siyaset sahnesine getiren millet bu
vebalin asıl mesulü değil mi?

Türkiye kendi imkânlarıyla, kendi kaynaklarıyla, adam gibi düşünen, yaşayan ve inanan kimseler
tarafından üç-beş sene idare edilebilse inanınız ki bütün bu sıkıntılar bitebilecek, dünyanın efendisi
olabilecektir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


Çocuklar Arasında Şefkat ve Adalet

Çocuklarımızın yetişmeleri ve karakterlerinin oluşmasında anne-babanın ve çevrenin büyük etkisi


vardır. Anne-babanın davranışlarında zaman zaman değişmelere sebep olan faktörlerden birisi de ilk
çocukla ikincisi veya en küçük çocuklarıyla diğerleri arasındaki adaleti sağlamada zaaf göstermeleri
veya çocuklarıyla beraber kendi gelişmelerinde de yaşanan olumlu veya olumsuz değişimlerdir.

İlk çocuğun gelişi eşlerin toyluk dönemine rastlar. İlk gebelik ve ilk doğum eşler için en heyecanlı
olaydır. Gizli ve açık kaygılar olabilir. Bu çeşit kaygılar aynı zamanda umutlu bir bekleyişe eşlik eder.
Ama umut ve iyimserlik ağır basar genellikle.

Gebelik ve doğumda her şey yolunda gitmiş ise ana-baba mutludur. Çocuğu en iyi biçimde ve sağlıklı
büyütme çabasına girişilir.

İkinci kardeşin aileye katılışı, daha olağan sayılan bir olaydır. Karı-koca, ana ve baba rollerini daha iyi
öğrenmiş, toyluk ve tedirginliklerinden sıyrılmışlardır. İkinci çocuğun sorunları, ilk çocuğunki gibi
abartılmaz. Daha hoşgörülü, daha az kaygılı bir tutumla ele alınır. Bu olumlu bir gelişmedir. Beklentiler
ve bunun sonucu, ilk çocuğa yapılan baskılar azalmıştır. Sadece gerektiği zaman yapılan müdahaleler
sebebiyle çocuk da kendi yetenekleri doğrultusunda gelişme olanağını daha kolay bulur. Oynayacak
bir ağabeyi veya bir ablası vardır. Çevreye daha kolay uyar, daha çabuk arkadaş edinir. Ağabeyin ya
da ablanın kıskançlığını çekerek büyüdüğü için, daha girgin ve girişken olur. Ancak anne babanın
olumsuz tutumları (Örneğin: Çocuklar arası ayırım gibi dinimizin hiç bir zaman tasvip etmediği
hareketler) çocuğun gelişmesini olumsuz yönde etkiler ve bu ortanca çocuk büyük ve kendisinden
sonra doğan kardeş arasında sıkışıp kalabilir.

Genellikle ilk çocukların ilk kardeşe tepkileri daha büyük olur. İkinci kardeşe karşı, koruyucu bir tutum
takınırlar. Özellikle ablalar, en küçük kardeşe dört elle sarılır, bakımında annenin en iyi yardımcısı
olurlar.

En küçük çocuğa genellikle her evde bebek gözüyle bakılır. Çoğunlukla son çocuğun uzun bir süre
çocuk kalması istenir. Çocuk evin en küçüğü olmanın bütün ayrıcalıklarından, üstünlüklerinden
yararlanır. İsteklerinin hepsini elde eder. Abla ve ağabeye karşı “O daha küçük!” diye korunur. (Tabii ki
bu tavsiye edilen bir yaklaşım değildir.)

Böylece, kardeşlerin doğum sıraları, ailedeki yerleri, kişiliklerinin oluşumunda bir etken olarak ele
alınabilir. Ancak kişiliği biçimlendiren nedenler zincirinde doğum sırası sadece halkalardan birisi olarak
düşünülmelidir. Yoksa, çocuk kişiliğini belirleyen en önemli etken değildir.

Çok çocuklu ailelerde, kardeşlerin birbirinden ne denli değişik roller aldıklarını herkes bilir. Biri sorumlu
ve güvenilirdir. Az destekle, kendi işini kendi yapar. Çalışkandır. Akradaşsız sayılmasa da, pek dışa
dönük değildir.

Başka bir kardeşin toplumsal yönü ağır basar. Arkadaş canlısıdır. Evde pek durmaz. Çünkü
yaşıtlarınca aranır, sokulgan ve dışa dönüktür. Okuma yerine el becerisi gerektiren işlerle uğraşmayı
sever.

Bir başka kardeş, sessiz ve içlidir. İlgileri topluma yönelik olmaktan çok ev içinde kalır. Çağrılmayınca
çıkıp arkadaş aramaz. Kendi kendine yeter gibidir. Sevincini kaygısını da pek açığa vurmaz.

Kimi çocuk da ev içinde canlılığı, iyi huyluluğu, sokulganlığı ile hem anaya hem de babaya kendini
benimsetmiştir. Yardımseverdir. Kimsenin darılıp gücenmemesi için aşırı bir çaba gösterir. Anneye
yardım etmeye gönüllüdür. Sorumluluk almaktan kaçınmadığı için iş görmeyen kardeşlerin işlerini de
üstlerir. Annenin bir çok ev işini tek başına yürütür. Bazen bu çocukların yakınma alışkanlığı olmadığı
için taşıyabileceğinden ağır görevler yürüttüğü olur. Çocuğun ezilip bunaldığı gözden kaçabilir.
Çalışkan ve özverili oluşu olağan karşılanır. Dolayısı ile hep bir şeyler beklenir ondan. Onun duygu ve
istekleri hiç hesaba katılmaz. Bazen de bu durum sürüp giderse, çocuk ancak hastalanınca ilgiyi
üstüne çekebildiğini görür. Ve bunu bir alışkanlık haline getirebilir. Bu da hiç şüphesiz olumlu ve
sağlıklı bir gelişme sayılmaz.

Allah-u Teâlâ bizleri çocuklar arasında ayırım yapmayan, her birine aynı ölçüde şefkat ve merhamet
gösterenlerden eylesin.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

You might also like