You are on page 1of 65

HAKİKAT’te Bu Ay:

TAKDİM

BAŞYAZI

ALLAH-U TEÂLÂ’NIN KUDRET VE AZÂMETİ SONSUZ VE SINIRSIZDIR


“Göklerde Olanları, Yerde Olanları Hepsini Size Musahhar Kılmıştır. Şüphesiz ki
Bunda Düşünen Bir Topluluk İçin Âyetler (deliller) vardır.” (Câsiye: 13)
“Göklerin ve Yerin Yaratıcısı O’dur. Bir Şeyin Olmasını Hükme Bağladığında Ona
Sadece: ‘Ol!’ der, O da Hemen Oluverir.” (Bakara: 117)
O’dur ve O’ndandır
Güneş ve Ay
Yıldızlar
Rüzgârlar
Yağmurlar
Buhar
Dağlar
Denizler
Ateş
MEYVELERDEKİ İLÂHÎ HİKMETLER
/ İsmail Yavuz

HADÎD SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ - 3

CENNETTE DERECELER

MEKTUBAT

MÜMİNİN KALBİ ARŞ-I RAHMAN’DIR (58. Mektup) / Muhammed Es'ad Erbili -ks.-
HÂTEM-İ VELİ HAKKINDA RESULULLAH -
SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM- EFENDİMİZ’İN
HADİS-İ ŞERİF’LERİ VE ONA VÂRİS OLAN
VEKİLLERİNİN İFŞAATLARI (26)

“BOSNALI ABDULLAH RÛMİ -Kuddise Sırruh-”

KISAS-I ENBİYA ALEYHİMÜSSELÂM

HAZRET-İ SÜLEYMAN ALEYHİSSELÂM

“Allah emniyet ve huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, oraya her taraftan bolca rizik
geliyordu.
Fakat onlar Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler. Bu yüzden yapmakta oldukları şeylere
karşılık, Allah onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı.” (Nahl: 112)

SİLSİLE-İ SÂDÂT
MUHAMMED ES’AD ERBİLİ -Kuddise Sırruh- / Mehmet Ali Körpe

Üç kişi bir sofrada yemek yiyorlar. Üçten birine sevap yaziliyor, digerine günah
yaziliyor, diger birine de ne sevab ne de günah yaziliyor. Eger ibadet yapayim diye
kuvvet kasdiyle yerse sevap yazilir. Eger fisk için veya eşkiyalik yapayim diye yerse
günah yazilir ve eger ne ibadet ne de fisk kasdetmezse ne sevap ne de günah yazilir.
Meselâ bir insan para kazanarak zekât vereyim, hayir yapayim diye çalişirsa sevaptir.
Ve eger paraya âşik olmuş, haram ve helâl ne olursa olsun para toplamak için çalişirsa
şekavettir. Hiç bir niyetsiz olursa hayvan gibidir.
“Amelin hükmü niyete tâbidir.” (K. Hafâ)

İLÂHİ EMİR “NAMAZ VE ZEKÂT” / Halil İbrahim Emre

Namaz gibi zekâtın da çok yerde emrolunması, zekâtın önemini gösterdiği gibi, bu kadar emirlerden sonra
yapılmamasının ise Allah-u Teâlâ’nın gazabına sebep olacağı aşikârdır.

MALAZGİRT MEYDAN MUHAREBESİ / Yusuf Doğangün

930 yıl önce ‘26 Ağustos 1071’ günü Allah-u Teâlâ’nın lütfu ile Anadolu kapılarını açarak bu güzel vatanı
İslâm dünyasına hediye eden aziz şehidlerin, gazilerin ve bütün askerlerin ulvî hatırasına...

GÜNDEM

ÖNÜMÜZDE BÜYÜK TEHLİKELER VAR! / Uğur Kara

Ekonomik sıkıntıların tetikleyebileceği bir sosyal patlamadan maksatları doğrultusunda faydalanmak


isteyen bölücü zihniyetli, Türkiye düşmanlığını inanç düsturu haline getirmiş kimseler ülkemizin başına
büyük gaileler açabilirler. Halkımıza ve özellikle okuyucularımıza bu fitnetlerden şiddetle uzak durmalarını
tavsiye ediyoruz.

TÜRKİYE BU BUNALIMLARI ATLATABİLECEK Mİ? / Şinasi Çapa

Kriz bahanesiyle Türkiye’nin önemli sanayi tesislerini ölü fiyatına kapatmak, satın almak peşindedirler.
GAP, THY, Telekom, Şeker fabrikaları, çimento fabrikaları, çay, fındık fabrikaları vs. Hepsini içine alan
geniş çevreli bir kuşatma harekâtı. Dün hile ve oyunlarla Musul petrollerini gasbeden güçler, bugün aynı
oyunları oynuyorlar ve diğer madenlerimiz, kıymetli mallarımız üzerinde tekel kurmaya çalışıyorlar.
NİMETE ŞÜKÜR / Hatice Aydın

Âyet-i kerime’de:
“Rabbinin verdiği rızıktan yiyin ve O’na şükredin.” buyuruluyor. (Sebe: 15)

ŞİİR
EMİR SULTAN / Mehmet Ali Körpe

Buhara’dan geldi bir nur,


Osmanlı’ya verdi huzur,
Gönül sen de irtibat kur,
Emir Sultan, hem ne Sultan!

YAKARIŞ / Ayşe

Bizi bize bırakma Allah’ım


Hıfz-u himayene al.
Kemâl olsun imanım,
Ruhumu, yavaş al.

| Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Bismillahirrahmanirrahim

"Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, zâtında ve sıfâtlarında eşi benzeri bulunmayan; kâinâtın
Hâlik'ı, âlemlerin Rabbi, dilek makamının en yücesi, ümit makamının en keremlisi, merhametlilerin en
merhametlisi olan Allah-u zül-celâl vel-kemâl Hazretleri'ne; O'nun sevdiği ve beğendiği şekilde bitmez-
tükenmez hamd-ü senâlar olsun.

Bütün kâinat zât-ı Ahmedî'si ve nûr-i Muhammedî'si şerefine yaratılan, Allah-u Teâlâ'nın yüce Resul'ü
ve biricik Habib'i, Rubûbiyet esrarının emini, ahlâk-ı hamide'nin ve eşsiz faziletlerin menbaı, dünyâ ve
ahirette en büyük rehberimiz, en güzel nümunemiz, Peygamberimiz Efendimiz'e, onun diğer
peygamber kardeşlerine, hepsinin Âl ve Ashab-ı kiram'ına, etbâına, ihsan duygusuyla kıyamete kadar
onlara tâbi olup izinden gidenlere; sonsuzların sonsuzuna kadar salât-ü selâmlar olsun."

Muhterem Okuyucularımız;

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin tebliğ vazifesini yaptığı ilk yıllarda Mekke-i
mükerreme ve çevresindeki müşriklere “Göklerin ve yerin yaratıcısı kimdir?” diye sorulduğunda “Allah!”
derlerdi. Buna rağmen Allah-u Teâlâ’dan istenecek şeyleri putlardan, yıldızlardan ve bazı canlı
yaratıklardan isterlerdi. Bunun içindir ki onlara hem putperest, hem de müşrik denilmiştir.

Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Andolsun ki onlara ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, elbette: ‘Onları güçlü olan ve her
şeyi bilen Allah yarattı.’ derler.” (Zuhruf: 9)

Bunu itiraf ettikleri halde, cehalet ve beyinsizlikleri yüzünden, O’nunla birlikte başkasına ibadet ettiler.
“De ki: Siz onu bırakıp da kendilerine bir fayda ve zararı olmayan dostlar mı edindiniz?” (Ra’d:
16)

Size fayda vermek şöyle dursun, onlar kendi kendilerine de fayda ve zarar veremezler.

Ancak ve ancak, âlemlerin Rabbi olan Allah izin verir, takdir ederse fayda hasıl olur ve zarar önlenir.

Nasıl ki putlar kendi kendilerine tesir etmek gücünden mahrum ve yoksun iseler, Azamet-i ilâhî
karşısında bütün varlıklar aynı durumdadırlar.

“Andolsun ki onlara: ‘Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ay’ı musahhar kılan kimdir?’ diye
sorsan, ‘Allah’tır!’ derler.

O halde nasıl çevrilip döndürülüyorlar?” (Ankebût: 61)

Her şeyin yaratıcısı olduğunu ister istemez kabul ederlerken, ulûhiyete gelince nasıl O’ndan dönüp
şirke sapıyorlar?

“Andolsun ki onlara: ‘Gökten su indirip de onunla ölümünden sonra yeryüzünü dirilten kimdir?’
diye sorsan, şüphesiz ki: ‘Allah!’ diyecekler.

De ki: ‘Hamd Allah’a mahsustur.’ Onların çoğu aklını kullanmazlar.” (Ankebût: 63)

Zira Allah-u Teâlâ’nın, yaratan ve rızık veren olduğunu söylüyorlar da, başkasına ibadet ediyorlar.

“De ki: Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir?” (Ra’d: 16)

Burada körden maksat, kalp gözü kör olan kâfirdir. Görenden maksat; Hakk ile hakikatı görüp kabul
eden, Allah-u Teâlâ’nın ulûhiyetini tasdik eden muvahhid mümindir.

Yoktan var eden, nimetlerle donatan, her yarattığı şeyde hassalar koyan ve kâinatı insanlara
musahhar kılan Zât-ı kibriyâ Hazret-i Allah’tır.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Göklerde olanları, yerde olanları hepsini size musahhar kılmıştır.” (Câsiye: 13)

Bütün bu varlıklar Allah-u Teâlâ tarafından yaratılmış ve insanların faydalanmaları gayesi ve hikmeti ile
hizmetlerine verilmiştir.

Mülkünde bulunduruyor, en güzel nimetlerle merzuk ediyor.

Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:

“Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O’dur.” (Bakara: 29)

Bütün bunları insanı yaratmak ve yarattıktan sonra da mesut yaşatmak için yarattı. Hepsini insanlara
itaatli ve çekici kıldı.

Allah-u Teâlâ’nın yeryüzünde kudretinin yüceliğini gösteren bitki örtüsü apaçık bir mucizedir ve bu
mucize her an yeryüzünde tekrarlanıp durmaktadır.

“O her an yeni bir iştedir.” (Rahmân: 29) Âyet-i kerime’si an be an tecelli etmektedir. O her an yeni
bir yaratma halindedir.
Allah-u Teâlâ varlığına, kudret ve hikmetine şehâdet edip duran bir kısım eserlerini ve beşeriyet
hakkındaki nimet ve ihsanlarını En’âm sûre-i şerif’inin 99. Âyet-i kerime’sinde intibah nazarlarına
arzetmektedir:

“O gökten suyu indirdik. İşte biz bitip yetişen her bitkiyi onunla yetiştirdik.” (En’âm: 99)

Bulutlardan yağmuru indiren ve onunla her türlü hububâtı, meyve ve sebzeleri, ağaçları ve otları
çıkaran O’dur. Hiçbir şey plânsız, programsız, kendiliğinden varolmayacağı apaçık bir gerçektir.

Allah'a emanet olunuz.

Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

BAŞYAZI

ALLAH-U TEÂLÂ’NIN KUDRET VE AZÂMETİ SONSUZ VE SINIRSIZDIR


“Göklerde Olanları, Yerde Olanları Hepsini Size Musahhar Kılmıştır. Şüphesiz ki Bunda
Düşünen Bir Topluluk İçin Âyetler (deliller) vardır.” (Câsiye: 13)
“Göklerin ve Yerin Yaratıcısı O’dur. Bir Şeyin Olmasını Hükme Bağladığında Ona Sadece: ‘Ol!’
der, O da Hemen Oluverir.” (Bakara: 117)
O’dur ve O’ndandır
Güneş ve Ay
Yıldızlar
Rüzgârlar
Yağmurlar
Buhar
Dağlar
Denizler
Ateş
MEYVELERDEKİ İLÂHÎ HİKMETLER
/ İsmail Yavuz

ALLAH-U TEÂLÂ’NIN KUDRET VE AZÂMETİ


SONSUZ VE SINIRSIZDIR

“Göklerde Olanları, Yerde Olanları Hepsini Size Musahhar Kılmıştır.


Şüphesiz ki Bunda Düşünen Bir Topluluk İçin Âyetler (deliller) vardır.”
(Câsiye: 13)

“Göklerin ve Yerin Yaratıcısı O’dur.


Bir Şeyin Olmasını Hükme Bağladığında Ona Sadece: ‘Ol!’ der, O da Hemen
Oluverir.”
(Bakara: 117)
“Eğer Yeryüzündeki Bütün Ağaçlar Kalem, Denizler de Mürekkep Olsa ve
Hatta Buna Yedi Deniz Daha Eklense, Yine de Allah’ın Kelimeleri
Tükenmez. Şüphe yok ki Allah Aziz’dir, Hükmünde Hikmet Sahibidir.”
(Lokman: 27)

O’dur ve O’ndandır:

Allah-u Teâlâ göklerin ve yerin yaratıcısının Zât-ı Akdes’i olduğunu, kendisinden başka ilâh
bulunmadığını bir Âyet-i kerime’sinde ferman buyurmaktadır:

“De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” (Ra’d: 16)

Gökleri ve yeri yaratan ve onların işlerini idare eden kimdir? Hayatınızı idame ettiren şeyleri,
rızıklarınızı size kim sağlıyor?

Böyle bir soruya verilebilecek tek cevap:

“De ki Allah’tır!” (Ra’d: 16)

Göklerin ve yerin bir Rabbi’nin olduğu ve her şeyin O’nun hükümranlığı altında bulunduğu, O’nun
emriyle hareket ettikleri ve musahhar kılındıkları gayet açıktır. O’ndan başka Rabbül-âlemin yoktur.

Hep O, hep O’ndan.

“O, göklerin yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. O Rahman’dır.” (Nebe: 37)

Vasıfları bu olan, hikmeti gereğince her bir varlığa cömertçe iyilik ve ihsanda bulunandır.

“Eğer inanıyorsanız O, göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin Rabbidir.” (Duhan: 7)

İnsanların O’nu bırakarak tapındıkları şeyler aslâ ilâh olamazlar.

“Allah ile beraber başka bir ilâh edinme! Sonra kınanmış ve tardedilmiş olarak kalırsın.” (İsrâ:
22)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin tebliğ vazifesini yaptığı ilk yıllarda Mekke-i
mükerreme ve çevresindeki müşriklere “Göklerin ve yerin yaratıcısı kimdir?” diye sorulduğunda “Allah!”
derlerdi. Buna rağmen Allah-u Teâlâ’dan istenecek şeyleri putlardan, yıldızlardan ve bazı canlı
yaratıklardan isterlerdi. Bunun içindir ki onlara hem putperest, hem de müşrik denilmiştir.

Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Andolsun ki onlara ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, elbette: ‘Onları güçlü olan ve her
şeyi bilen Allah yarattı.’ derler.” (Zuhruf: 9)

Bunu itiraf ettikleri halde, cehalet ve beyinsizlikleri yüzünden, O’nunla birlikte başkasına ibadet ettiler.

“De ki: Siz onu bırakıp da kendilerine bir fayda ve zararı olmayan dostlar mı edindiniz?” (Ra’d:
16)
Size fayda vermek şöyle dursun, onlar kendi kendilerine de fayda ve zarar veremezler.

Ancak ve ancak, âlemlerin Rabbi olan Allah izin verir, takdir ederse fayda hasıl olur ve zarar önlenir.

Nasıl ki putlar kendi kendilerine tesir etmek gücünden mahrum ve yoksun iseler, Azamet-i ilâhî
karşısında bütün varlıklar aynı durumdadırlar.

“Andolsun ki onlara: ‘Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ay’ı musahhar kılan kimdir?’ diye
sorsan, ‘Allah’tır!’ derler.

O halde nasıl çevrilip döndürülüyorlar?” (Ankebût: 61)

Her şeyin yaratıcısı olduğunu ister istemez kabul ederlerken, ulûhiyete gelince nasıl O’ndan dönüp
şirke sapıyorlar?

“Andolsun ki onlara: ‘Gökten su indirip de onunla ölümünden sonra yeryüzünü dirilten kimdir?’
diye sorsan, şüphesiz ki: ‘Allah!’ diyecekler.

De ki: ‘Hamd Allah’a mahsustur.’ Onların çoğu aklını kullanmazlar.” (Ankebût: 63)

Zira Allah-u Teâlâ’nın, yaratan ve rızık veren olduğunu söylüyorlar da, başkasına ibadet ediyorlar.

“De ki: Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir?” (Ra’d: 16)

Burada körden maksat, kalp gözü kör olan kâfirdir. Görenden maksat; Hakk ile hakikatı görüp kabul
eden, Allah-u Teâlâ’nın ulûhiyetini tasdik eden muvahhid mümindir.

Küfür ve şirk kat kat karanlıktır. Önü de karanlık sonu da karanlıktır. Delili ve isnadı yoktur. Mârifetullah
ise nûrdur, aydınlıktır. İnsanlar o nûr ile Allah-u Teâlâ’yı bilirler ve bulurlar.

“Yoksa Allah’a, O’nun gibi yaratan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi benzettiler?”
(Ra’d: 16)

Böyle bir şey imkan dahilinde midir ki, sapıklıklarının mazereti budur denilebilsin?

Durum böyle değildir. Hiçbir şey O’na benzemez. O’nun dengi, veziri, yardımcısı yoktur. O bütün
bunlardan münezzehtir.

“De ki: Allah’tır her şeyi yaratan.” (Ra’d: 16)

O’ndan başka yaratıcı yoktur, yaratmada hiç bir ortağı da yoktur. Şey denilebilen ne varsa hepsini
yaratan O’dur.

“O Vâhid’dir, Kahhar’dır.” (Ra’d: 16)

Yaratıcılıkta, ulûhiyette, rubûbiyette eşi ve benzeri olmayan, bütün yaratılmışları hükmü altına alan ve
onların mukadderatlarını kudretiyle elinde tutan bir Rabb’dir.

O ki, zâlimlerin zorbaların gurur ve kibirlerini kırar, kahreder.

DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Güneş ve Ay:

Güneş, dünyanın da dahil olduğu güneş sisteminin merkezi, aynı zamanda dünyaya en yakın olan
yıldızdır. Büyük görünmesinin sebebi de bu yakınlığıdır. Güneş dünyaya ısı, ışık, dolayısıyle hayat
veren kaynaktır. Güneş olmasaydı, dünyada hayat olmayacaktı.

Güneş kendi sistemindeki gezegenlerin merkezidir. Bu gezegenler güneş etrafında yörünge çizerler.
Bu gezegenleri ayakta tutan da güneştir.

Güneşle, güneşin etrafındaki yörüngelerin üzerinde dolaşan gezegenler ve bu gezegenlere bağlı


uyduların hep birlikte meydana getirdiği uyarlı ve hareketli topluluğa güneş sistemi adı verilmektedir.

Ay ise dünyanın tek uydusudur. Dünya, güneşin çevresinde nasıl dönerse, o da dünyanın çevresinde
öyle döner. Bu şekilde aynı zamanda dünya ile beraber güneşin de çevresinde dönmüş olur. Ayın
dünya etrafındaki hareketi bir yörünge üzerindedir. Bu yörünge dünyanın güneş etrafındaki yörüngesi
gibi, bir elips biçimindedir.

Allah-u Teâlâ güneşin ve ayın; kudretinin kemâline, saltanatının büyüklüğüne işaret eden alâmetler
olduğunu Âyet–i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:

“Gökte burçlar yaratan, orada ışık saçan güneşi ve nurlu ay’ı vâreden Allah, yüceler yücesidir.”
(Furkan: 61)

Güneş bu burçlarda gezinir, dünyaya ışık saçar. Geceleri yeryüzünü aydınlatan parlak ay da bu
burçlarda yer almaktadır.

Kaynağı kendinden değil de başka bir cisimden alıp yansıttığı için aya nur denilmiştir.

“Güneşi ışık, ayı nur yapan O’dur.” (Yunus: 5)

Allah-u Teâlâ güneşten çıkan şualara “Işık”, ayın şualarına da “Nur” adını vermiştir.

Ayın nuru, güneşin ışığının bir yansımasıdır. Güneşin ışığı aslından, ayın nûru ise güneştendir.

“(Göğe) ışık saçan bir kandil astık.” (Nebe: 13)

Allah-u Teâlâ’nın güneşi yegâne enerji kaynağı olarak yaratması sebebiyledir ki, bütün
yeryüzündekiler için parlar ve onları ısıtır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde güneş üzerine, onun sürekli aydınlığına ve ardından gelen aya
yemin etmiştir.

“Andolsun güneşe ve aydınlığına, ardından gelmekte olan aya!” (Şems: 1-2)

Güneşten dünyaya doğru yayılan bir çok faydalar bulunabilmekle beraber, bunlar içinde en belli olan
ısı ve ışıktır.
“Andolsun toplu hâle geldiği (dolunay olduğu) zaman aya!” (İnşikâk: 18)

Ay’ın gerek kamerî ayın ilk yarısında, gerekse sonunda güneşin batmasına tâbi olarak “Bedir” ve
“Hilâl” şeklinde görünmesi güneş sisteminin emsalsiz bir düzene ve şaşmayan hesaba göre hareket
ettiğinin başlıca delillerinden biridir.

Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor.

“Görmez misiniz, Allah yedi göğü birbiriyle âhenkdar olarak nasıl yaratmıştır?” (Nuh: 15)

Öyle harikulâde bir surette vücuda getirmiştir ki, hiç birinde bir eksiklik ve düzensizlik bulunmaz.

“Onların içinde ayı bir nur yapmış, güneşin de ışık saçmasını sağlamıştır.” (Nuh: 16)

Ay ile geceleri yeryüzü aydınlanmakta, güneş ile de gecelerin karanlıkları kaybolmakta ve ziyalar
içinde kalmaktadır.

Güneş ve ay, bir tür hesabın işaretidirler.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Güneş’i ve ay’ı da hesap için bir ölçü kılmıştır.” (En’âm: 96)

Gündüzün alâmeti olan güneş ile, gecenin alâmeti olan ay hesap vasıtalarıdır zamanın hesabı onların
hareketleriyle bilinir. İnsanlar günlerin sayısını, haftaları, ayları, mevsimlerin vaktini, meyvelerin ve
bitkilerin olgunlaşma zamanlarını bunlarla tesbit edebilmektedirler.

Canlılar, güneşin yeryüzünden belli mesafede tutulması sebebiyle varlıklarını sürdürebilmektedirler.


Eğer güneş ölçüsüz hareket etseydi, yeryüzüne az da olsa yaklaşsa veya uzaklaşsa idi, hayatın
idâmesine imkân olmazdı.

Bu nizam ve intizam olmamış olsaydı, yeryüzünde bu tarz bir hayat görülmezdi.

Güneşin doğuşundaki ve batışındaki sonsuz hikmetleri bir düşün!

Eğer güneş olmasaydı, dünya karanlık olurdu. Bu karanlık dünyada insanlar birbirleriyle anlaşamaz,
işlerini göremezlerdi. Aynı zamanda hayati ihtiyaçları için çalışamazlardı. Güneş ışığı olmasa
gözlerden istifade edilmez, renkler görülmezdi.

Güneşin hareketi olmasaydı, devamlı gündüz olacağından insanlar durup dinlenmez, gündüzden
faydalanmak için devamlı çalışırlardı.

Geceleyin çalışmaya mecbur olduğumuz zamanlarda ay ışığından faydalanırız. Ayın ışığı mutedildir.
İnsanların geceleyin rahatça çalışmaları ve yorgun düşmemeleri için ısısı ve ışığı azdır.

Bir düşün! Allah-u Teâlâ geceyi istirahat zamanı, gündüzü de mâişet zamanı olarak tayin etti.

Güneşi hergün doğudan doğduruyor, tâ batıya kadar hiçbir boşluk bırakmadan ısısını ve ışınlarını her
yere ve her canlıya ulaştırıyor. Güneşin bu nimetlerinden doğu ile batı arasında hiç bir yer ve hiç bir
canlı mahrum bırakılmıyor, her şey ölçülü olarak istifade ediyor.
Bir bak! Mevsimlerin meydana gelmesi için güneşin eksenini nasıl eğik tuttu?

Mevsimler sayesinde insanlar, hayvanlar ve bitkiler muhtaç oldukları yaşama zeminini bulurlar.

Kış mevsiminde ağaç ve bitkilerdeki ısı azalır, bu suretle ağaç ve bitkilerin tomurcukları husûle gelir.
Hava sıcaklığının düşmesiyle bulutlar ve yağmur meydana gelir.

İlkbaharda tomurcuklar harekete geçer. İzn-i ilâhî ile bitkiler doğar, ağaçlar çiçek açar.

Yazın havalar ısınır, meyveler olgunlaşır, hasat yapılır.

Sonbaharda hava ılır, geceler uzamaya başlar.

Bütün bunlar Allah-u Teâlâ’nın Ulûhiyet’ini ve Samediyet’ini açıkça gözler önüne serer. Her şey, her an
O’na muhtaçtır, O’nun hayat vermesiyle hayat bulmakta, varlıklarını devam ettirmektedirler.

Karanlığı ile gecenin, aydınlığı ile gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanın yaratıldığı andan bugüne
kadar sürüp gelmektedir ve kıyamete kadar da bu düzen devam edecektir.

Bütün bunlar O’nun yarattıkları hakkında dilemiş olduğu hikmet ve takdire göre olmakta, son derece
hassas ve mükemmel bir şekilde cereyan edip durmaktadır.

“Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın!” (Âl-i imran: 27)

Bir yandan gece kırpılıyor, gündüze ekleniyor; bir yandan da gündüz kesiliyor, geceye ekleniyor.
Yavaş yavaş gecenin karanlığı gündüzün aydınlığında kayboluveriyor, gecenin karanlığı içerisinden
şafağın aydınlığı yavaş yavaş ortaya çıkıyor.

Kış mevsiminin başlangıcında yavaş yavaş geceler uzuyor ve gündüzden kırpmaya başlıyor. Bir
müddet sonra da yavaş yavaş gündüzler uzuyor, geceler kırpılmaya başlıyor ve yaz mevsimi geliyor.

Gece ve gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanın kendi ekseni etrafında ve güneşin çevresinde
dönmesiyle meydana gelmektedir.

Dünya güneşe karşı kendi etrafında dönerken, onun her bir noktası güneşe karşı dönüşünü yapar. Bu
nokta gündüz olur. Nihayet o nokta güneşi görmez olunca, oradan gündüz soyulup çıkartılır, orayı
karanlıklar kaplar. Bu hadise her bir nokta üzerinde düzenli bir şekilde ardı ardına sürüp gider.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Gece onlar için bir delildir. Biz geceden gündüzü sıyırıp çekeriz de, onlar birden karanlıkta
kalıverirler.” (Yâsin: 37)

Dünya kendi etrafında güneşe karşı dönmeseydi, gece ve gündüz olmazdı. Kendi etrafında
şimdikinden daha hızlı dönmüş olsaydı her şey yıkılır gider, darmadağın olurdu. Eğer kendi çevresinde
şimdikinden daha ağır dönmüş olsaydı, sıcaktan ve soğuktan bütün insanlar ölürdü. Kendi etrafında
deveranı olmasaydı, bütün denizlerin suları boşalırdı.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Resul’üm! De ki: Hiç düşündünüz mü? Eğer Allah geceyi kıyamet gününe kadar aralıksız
devam ettirse, Allah’tan başka size ışık getirecek bir ilâh var mıdır?” (Kasas: 71)
Buna kim kâdir olabilir, kim güç yetirebilir?

“Hâlâ işitmeyecek misiniz?” (Kasas: 71)

İnançsız kimseler her ne kadar işitseler de, işittikleri gibi icraat yapmadıkları için işitmeyen sağır
mesabesindedirler.

Gece ve gündüz olmasaydı, bu kâinatın kanunları çerçevesinde hayat diye bir şey olmazdı. Her şey bir
ölçüye göredir.

“De ki: Hiç düşündünüz mü? Eğer Allah gündüzü kıyamet gününe kadar aralıksız devam
ettirse, Allah’tan başka hangi ilâh istirahat edeceğiniz geceyi getirebilir?” (Kasas: 72)

Elbette ki hiç bir kimse bunu getiremez.

“Hâlâ görmeyecek misiniz?” (Kasas: 72)

Elbette ki Allah-u Teâlâ’dan başka Hâlik, bu gibi tasarruflara kâdir bir ilâh yoktur.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Yıldızlar:

Kendinden ışık neşreden ve aslında birer güneş olan ecrâma yıldız denildiği gibi; böyle olmayıp da
herhangi bir yıldızdan yani güneşten ışık alıp ona tâbi olan kütlelere de gezegen adı verilir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, hareket halinde iken yıldızların mesken edindiği yüksek menzilleri
bulunan göğe, şeref ve değerlerini ortaya koymak için yemin etmektedir.

“Andolsun burçlar sahibi gökyüzüne!” (Bürûc: 1)

Bu burçlar, gezegen yıldızların menzil ve meskenleridir.

Kur’an-ı kerim’de herbiri birer güneş olan yıldızlardan sözedilmiş ve hatta bunların bir gün sönüp
kararacakları bildirilmiştir.

Milyonlarca yıldız ve gezegen arasında çıplak gözle görülebilenler olduğu gibi, teleskoplarla da
görülemeyenler vardır. Hatta görmek şöyle dursun, gerekli âletlerin farkına varması mümkün
olmayanları dahi bulunmaktadır.

Halbuki ışığın saniyedeki hızı üçyüz bin kilometredir ve ışık dünyanın çevresini bir saniye zarfında 7.5
defa dönebilecek bir hıza sahiptir.

Her biri Allah-u Teâlâ’nın emrine, irade ve tasarrufuna karşı direniş göstermezler.

“Ve her göğe emrini vahyetti.” (Fussilet: 12)

Âyet-i kerime’si mucibince, kendilerine verilen ilâhi emre itaat etmek mecburiyetindedirler. Aldıkları
emre uymak, yaratılışlarında vardır.

Hepsi de ilâhi iradeye tâbi, O’nun tedbir ve hikmeti ile cereyan eden memurlardır. Dön derse dönerler,
dur derse dururlar, sön derse sönerler. Kendi mukadderatlarına kendileri hâkim olmayan bütün bu
cisimler, kendi adlarına ne bir şey icad edebilirler, ne de bir şeye icab edebilirler.

“Yıldızlar da O’nun buyruğuna boyun eğmiştir. Elbette bunların her birinde aklını kullananlar
için dersler vardır.” (Nahl: 12)

Dünya güneş sisteminin bir parçasıdır. Güneş sistemi ise içinde bulunduğu galaksinin bir parçasıdır.
Galaksi ise bu uçsuz bucaksız kâinatın bir parçasıdır.

Allah-u Teâlâ azâmetli kudretine dikkatleri çekerek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, biz onu nasıl bina ettik ve nasıl süsledik?” (Kaf: 6)

Başlarının üzerindeki nice yıldızlar deveran edip durmaktadırlar.

“Onun hiç bir çatlağı da yoktur!” (Kaf: 6)

Dünyadan yüzbinlerce defa daha büyük gezegenler bu kâinat içinde yüzer dururlar. Güneşten binlerce
defa daha parlak yıldızlar onun içinde parlarlar. İçinde bulunduğumuz bu güneş sistemi, bütünü ile bu
kâinatın sadece bir galaksisinin bir köşesine sıkışmıştır.Sadece bu bir galakside bizim güneşimiz gibi
yüzbinlerce sabit yıldız vardır. Şu ana kadar da bu şekilde bir milyon kadar galaksinin varlığı tesbit
edilmiştir. Bu yüzbinlerce galaksiden bize komşu olan en yakın galaksi, ışık senesine göre bir milyar
senede ışığı yeryüzüne ulaşan bir mesafede bulunmaktadır. Bu da insanoğlunun şu ana kadar
bilgisinin ulaşabildiği kâinat, gerçek kâinat karşısında denizde bir damla kadar bile değildir. İnsanlar
Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azâmetini ölçmekten ne kadar âcizdirler.

“Biz dünya göğünü kandillerle donattık ve ziynetlendirdik.” (Fussilet: 12)

Yıldızlar gökyüzünün süsleri olup, insanların gönüllerini ferahlatan ilâhî birer lütuftur. Allah-u Teâlâ’nın
kudretinin ve âlemi ıslah hususundaki hikmetli idaresinin birer delilidir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


Rüzgârlar:

Rüzgâr, hareket halinde bulunan hava demektir. Havayı harekete geçiren sebep ise atmosferdeki
basıncın azalması veya yükselmesidir. Sıcak bölgeler “Alçak basınç”, soğuk bölgeler “Yüksek
basınç” sahalarını doğurur. Dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi, çevresini saran atmosferin de
aynı şekilde hareket etmesi, rüzgârların da dünyanın hareketi esnasında dönüp dolaşmasına sebep
olmaktadır.

Bu ise şüphesiz ki kör bir tesadüf değil, her şeyi en ince teferruatı ile bilen Allah-u Teâlâ’nın takdiridir.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Estikçe esenlere andolsun ki!” (Mürselât: 2)

Öyle rüzgârlar ki her tarafa süratle dağılıp gider, ağaçları kökünden söker.

“Savurdukça savuranlara andolsun ki!” (Zâriyât: 1)

Rüzgârların gönderilmesi Allah-u Teâlâ’nın kudretine bir delil olduğu gibi, insanlar için de büyük bir
nimettir.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Rüzgârları (yağmurun yağacağına, aşılamanın yapılacağına) müjdeciler olarak göndermesi


O’nun delillerindendir.” (Rûm: 46)

Yağmurun yağdırılması, buna bağlı olarak mahsullerdeki verimlilik ve rüzgârın esmesi ile birlikte gelen
huzur, Allah-u Teâlâ’nın rahmetinin eserlerinden başka bir şey değildir.

“Allah odur ki rüzgârları gönderip bulutları yürütür, onları dilediği gibi gökte yayar ve parça
parça eder.” (Rûm: 48)

Dilediği taraflara dağıtır, uzun veya kısa bir müddet havada tutar. Kimi zaman gökyüzünü kapatacak
şekilde yayılırken, kimi zaman da dağınık parçalar halinde olurlar.

“Sonra da bulutların arasından yağmurun çıktığını görürsün.” (Rûm: 48)

Yeryüzüne şeffaf damlalar halinde dökülmeye başlar.

“Kullarından dilediğine yağmuru verdiğinde, onlar hemen sevinirler.” (Rûm: 48)

Yağmura ihtiyaçları sebebiyle, yağmur yağdığından dolayı yüzlerinde sevinç parıldar.

“Oysa onlar, daha önceden üzerlerine yağmur indirilmesinden iyice ümitlerini kesmişlerdi.”
(Rûm: 49)

Artık yağmurların yağmayacağına, mahsullerin yetişmeyeceğine, kendilerinin ihtiyaç ve zaruret içinde


kalacaklarına kanaat getirmiş bulunuyorlardı.

Artık yağmurdan bütünüyle ümitlerini kestikleri bir anda birden yağmur yağmaya başlamış, arazileri
kuruduktan sonra yeşermiş, en güzel bitkilerden bitirmeye başlamıştır.

Bu sebepledir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:


“Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor?

Şüphesiz ki O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O her şeye kâdirdir.” (Rûm: 50)

Hazana uğrayıp ölü hale geldikten sonra Allah-u Teâlâ yeryüzünü nasıl bitki bitirir hale getiriyor, çeşitli
meyvelerle nasıl canlandırıyor?

Kurumuş, ruhsuz ceset gibi olan toprağa hayat vermeye, otlarla ve çiçeklerle süslemeye kâdir olan
Allah-u Teâlâ’nın, öldükten sonra da insanları diriltmeye kâdir olduğu apaçık bir gerçektir. Hiç bir şey
O’nu âciz bırakamaz.

Ölü toprakları diriltmek, Âyet-i kerime’de ölen insanları diriltmeye delil olarak gösterilmektedir.

Çeşitli zamanlarda ve muhtelif bölgelerde, çeşitli yüksekliklerde, farklı hususiyetlerde esen rüzgârların;
kimisi bulutları harekete geçirerek yağmur getirir, kimisi bulutları sürer, kimisi bulutların önünden
yağmur için müjdeci olur, kimisi bundan önce yeryüzünü süpürür, kimisi de bitkilerin aşılanmasını
sağlar. Bazen soğuk, bazen sıcak, bazen hızlı, bazen durgundurlar. Bu şekilde farklı hareket etmeleri
elbette bir tesâdüf eseri olamaz.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O’dur.” (Fûrkan: 48)

Bulutlarla temas, sağlayan rüzgârın, yağmurdan önce esip gelmesi, yağmur yağacağının habercisi
sayılır.

Allah-u Teâlâ yağmuru rahmet olarak vasıflandırmıştır. Çünkü rahmet, yağmurdan bir çok yönden
daha geniş mânâ ifade eder.

“O ki rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci gönderir.” (A’râf: 57)

Yağmur yağdırıp hayat vereceği zaman, önce durgun havaları harekete geçirir. O hareketi berekete
müjdeci yapar.

“Nihayet o rüzgârlar ağır ağır bulutları yüklenince, onu ölü bir memlekete sevkederiz.” (A’râf:
57)

Rüzgârların faydalarından birisi de bulutları derleyip toplamak, yaymak ve yağmura muhtaç olan
yerlere götürmek için gökyüzünde tutmaktır.

Yaratılan her şeyde bir mucize bulunduğu gibi burada da apaçık bir mucize görülmektedir. Çünkü hava
hafif, bulutlar ise ağırdır. Hafifin ağırı kaldırması ise tabiatına aykırıdır. Bu mucizeye beşer ilmi bin
sene sonra vâkıf olabilmektedir.

“Onunla oraya su indirir ve o su ile orada her türlüsünden meyveler çıkarırız.” (A’râf: 57)

Rüzgârlar yağmur ile ağırlaşmış bulunan bulutları kaldırınca, bu bulutları, yağmuru bulunmadığı için
ölü durumunda bulunan bir memlekete gönderir ve o yağdırdığı yağmur sayesinde orada meyveler
biter.

Allah-u Teâlâ’nın gökten indirdiği yağmur sularıyla ölü toprakları canlandırıp yeşertmesi, cezâ veya
mükâfat görmeleri için insanların ölüm sonrası için yeniden dirileceklerine açık bir delildir.


Rüzgârlar taşıyıcı ve dağıtıcı oldukları için, faydalarından birisi de ağaçları ve bitkileri aşılamasıdır.

“Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik.” buyuruyor. (Hicr: 22)

Bitkilerin üreme organları çiçeklerdir. Bazı bitkilerde aynı kök üzerinde çiçeklerin bazısı dişi bazısı da
erkektir. Bazı bitkilerde ise erkek ve dişi çiçekler ayrı kökler üzerindedir. Aşılanması için erkek ve dişi
hücrelerin birleşmesi, çiçek tozunun dişi organın tepeciğine konması gerekir. İşte bu aşılama işi rüzgâr
ve böcekler vasıtası ile gerçekleşir.

Bunun meydana gelmesi için de rüzgârın belirli bir miktar ile uygun ve yumuşak bir şekilde esmesi
gerekir. Yoksa aşılama yerine bozma olur. Bütün rüzgârlar ilâhî bir tasarruf olduğu gibi, bunların
aşılama yapacak derecede esmeleri de ilâhî bir lütuftur.

Bitkilerde rüzgârın yapabileceği bir aşılama yakın zamanlara kadar bilinmiyordu. Bu Âyet-i kerime’nin
açıklandığı gerçek bin küsur sene sonra anlaşılmış, bu Âyet-i kerime’nin de bir mucize olduğu
meydana çıkmıştır.

Su olmasaydı bu aşılar hükümsüz olurdu. Onun içindir ki rüzgârlara bulutları aşılatarak:

“Gökten de su indirdik, onunla sizi suladık.” (Hicr: 22)

Tesadüfe kalsaydı ne rüzgâr eser, ne aşılama olur, ne de yağmur yağardı.

“Yoksa o suyu siz depolayamazdınız.” (Hicr: 22)

O suyu indiren, kuyularda, pınarlarda, göllerde muhafaza eden de O’dur.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Yağmurlar:

Kur’an-ı kerim’de rüzgârların bulutları taşıdığına, bulut çeşitlerine ve salkım bulutların kar ve dolu gibi
yağışlar getirdiğine işaret eden pek çok Âyet-i kerime’ler mevcuttur.

Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Allah odur ki rüzgârları gönderip bulutları yürütür, onları dilediği gibi gökte yayar ve parça
parça eder.” (Rûm: 48)

Dilediği taraflara dağıtır, uzun veya kısa bir müddet havada tutar. Kimi zaman gökyüzünü kapatacak
şekilde yayılırken, kimi zaman da dağınık parçalar halinde olurlar.

“Sonra da bulutların arasından yağmurun çıktığını görürsün.” (Rûm: 48)


Yeryüzüne şeffaf damlalar halinde dökülmeye başlar.

İnsan hayatı üzerinde ısıdan sonra en mühim âmil yağmurdur. Çünkü yağmur, yeryüzündeki tatlı
suların kaynağıdır. Gerek insanlara ve gerekse hayvanlara bol bitkiler sağlayan ziraat hayatı yağmura
dayanır.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Görmez misin ki, Allah gökten bir su indirir de bu sayede yeryüzü onunla yemyeşil kesiliverir.

Şüphesiz ki Allah Lâtif’tir, her şeyden haberdardır.” (Hacc: 63)

Rüzgârları gönderir, bulutları kaldırır, yeryüzüne yağmurlar yağdırır, ölü bir halde olan yeryüzü
canlanır, kuruluğundan ve kuraklığından sonra yemyeşil hale gelir.

Yağmur Allah-u Teâlâ’nın mülkü olan gökten, yine Allah-u Teâlâ’ya ait olan yeryüzüne inmektedir.
Göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi O’dur.

Bir düşün! Önünde kupkuru bir toprak var. Sonra gözünün önünde gökyüzünden su boşanıyor, o
gördüğün kupkuru toprak parçasını hayat kaplıyor. Daha sonra tekrar ölüm, tekrar hayat tekerrür
ediyor. Sen ise bu mucizeyi gözünle görüyorsun.

“O’nun âyetlerinden biri de şudur:

Sen yeryüzünü kupkuru görürsün. Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, harekete geçer
ve kabarır.” (Fussilet: 39)

Toprağı kımıldanır, her türlü bitki ve meyveleri çıkarır, yeniden bir hayata kavuşmuş bulunur.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Buhar:

Suyu güneş harareti vasıtasıyla buharlaştırıp bulutlaştıran ve yağmur halinde indiren, bütün canlıların
hayatının devamını sağlayan ve buna muktedir olan sadece Allah-u Teâlâ’dır. Buhar şeklinde saf ve
berrak olarak denizlerden yükseltip bulutlarda toplar, sonra da onu yağmur şeklinde indirir. Bu fiziki ve
kimyevi hadiseler kendiliğinden değil, ilâhî bir plân dahilinde cereyan etmektedir.

Rüzgârlar bulutları O’nun emriyle sürüklerler ve belli bölgelerde yine O’nun tayin ettiği zamanlarda
yağmur yağdırırlar.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:


“İçmekte olduğunuz suyu da söyleyin bana! Onu buluttan indiren siz misiniz, yoksa biz miyiz?”
(Vâkıa: 68-69)

İnsan hayatı için, ekmekten daha mühim olan suyu insanoğlunun istifadesi için yaratmış, onun tatlı
olmasını da takdir buyurmuştur.

“Eğer dileseydik, onu içilmeyecek tuzlu bir su yapardık. Hâlâ şükretmez misiniz?” (Vâkıa: 70)

Suyun bir özelliği de belli bir derece ısıda buharlaştığında, içinde buharlaşan suyun saf olmasıdır. Su
şayet bu özelliğe sahip olmasaydı, denizlerden buharlaşan suda tuz da bulunur, yağmur yağdığında
yeryüzü çorak bir hale gelir, hayattan eser kalmazdı.

Bir düşünün! Denizlerde yaşayan varlıklar tuzlu suda hayatlarını devam ettirebilirlerken, karada
yaşayan varlıklar ise yağmur vasıtasıyla tatlı su elde ederek hayatlarını sürdürebilmektedirler.

“Size tatlı sular içirdik.” (Mürselât: 27)

Tatlı suları bulutlardan O indirmiş, pınarlardan kuyulardan O çıkarmıştır.

Allah-u Teâlâ bu şartları hazırlamasaydı, dünyada yaşamak mümkün olmayacaktı.

O’nun mülkünde yaşayan, O’nun verdiği rızık ve O’nun bahşettiği su ile beslenen insan, nasıl olur da
kendisini Rabb’inden müstağnî görür?

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Dağlar:

Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’in dört Âyet-i kerime’sinde insanları sarsmaması için yeryüzünde sâbit
dağlar yarattığını, yedi Âyet-i kerime’sinde ise yeryüzüne sâbit dağlar yerleştirdiğini beyan
buyurmaktadır:

“Yer onları sarsmasın diye, onun üstünde sabit dağlar yarattık ve doğru gidebilmeleri için
orada geniş yollar açtık.” (Enbiyâ: 31)

Toprak kütlesinin yaratılması ve dağların kazık gibi oturtulması ile, yeryüzü insanların yaşaması için
oturulabilir bir hale getirilmiştir. Eğer yeryüzü sallanıp hareket etseydi, insanlar onun üzerinde
yerleşemezlerdi.

“Yeryüzünde sarsılmayasınız diye sabit dağlar yerleştirmiş, doğru yolu bulasınız diye nehirler
ve yollar meydana getirmiştir.” (Nahl: 15)
Dünya ekvator itibariyle dakikada 27 km. hızla kendi etrafında, saatte 110 bin km. hızla güneşin
etrafında ve güneş sistemiyle birlikte saatte 72 bin km. hızla hareket etmektedir.

Âyet-i kerime’ler dünyanın bu üç ayrı hareketiyle insanları sarsmadığının sebep ve hikmetini


açıklamaktadır. Bu ilâhî beyanlardan anlaşılıyor ki, eğer dünya top gibi düz ve pürüzsüz olsaydı;
yeryüzünde hayat olmazdı, belli aralıklarla sık sık sarsıntı ve titreşim meydana gelebilirdi. Dağlar
olmasaydı, yer kabuğu pek çok şekilde yarılma va çatlamalara maruz kalırdı.

“O gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksızın yarattı. Yere de sizi sarsmasın diye sağlam ve
yüksek dağlar koydu ve orada her çeşit canlıları yaydı.” (Lokman: 10)

Dağların yaratılması, insan hayatına sayısız nimetleri de beraberinde getirmiştir.

Yeryüzünü canlıların ve bitkilerin yaşamalarına elverişli verimlilikte yayıp hazırlayan Allah-u Teâlâ;
yarattığı her canlıya, yaratılışındaki hususiyete göre bir yaşama zemini hazırlamıştır.

Şöyle ki; dağlarda ve soğuk iklimlerde yaşayan ve yetişen bazı hayvan ve bitki türleri, ovalarda ve
çöllerde yaşayamazlar.

Diğer yandan dağlarda sıcaklığın azalmasıyla birlikte nemlilik de artar. Fazla nem ise yoğun bir bitki
tabakasının meydana gelmesine yol açar ve iklimi müsbet yönde etkiler.

Üstünde yetişen bitki çeşitlerinin zenginliği, havasının temizliği, insan sağlığı için çok lüzumlu olan
oksijeni yayması, kirli havayı temizlemesi, her mevsimde değişen görüntüsü ayrı bir özellik
arzetmektedir.

Bütün bunlar kör bir tesadüfün eseri olamaz. İlâhî kudret olmasa kuru toprakta otlar biter miydi, aynı
sudan değişik hayatlar meydana gelir miydi?

“İşte bunlar Allah’ın yarattıklarıdır. Şimdi gösterin bana, O’ndan başkaları ne yaratmıştır?

Hayır! Zâlimler apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Lokman: 11)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Denizler:

Yeryüzünün dörtte üç kadar büyük bir kısmını denizler ve okyanuslar kaplamaktadır.

Dünya girintili ve çıkıntılı olduğu için alçak ve yüksek alanlar bulunduğundan, girinti ve çökük alanlarda
sular birikmiş, böylece göller, denizler ve okyanuslar meydana gelmiştir.
Su, Allah-u Teâlâ’nın kulları için yarattığı nimetlerin en büyüklerindendir. İnsan susuz kaldığı zaman,
bir yudum su için dünyanın bütün hazinelerini vermekten çekinmez. Bu büyük nimeti Allah-u Teâlâ
kulları için ne kadar bol ihsan etmiştir.

Kur’an-ı kerim’de bir çok Âyet-i kerime’lerde denizlerin insanlara musahhar kılındığı haber verilmiştir.

“Allah, emriyle içinde gemilerin yüzmesi ve lütfundan (nasibinizi) aramanız için denizi size
boyun eğdirendir.” (Câsiye: 12)

Buna O’ndan başka kimsenin gücü yetmez.

Allah-u Teâlâ hava basıncını, rüzgârın hızını, yeryüzünün çekim gücünü tanzim etmiş, gemilerin
yüzmesini sağlayan daha bir çok özellikler bahşetmiştir. Daha sonra da insanlara bütün bunları
öğreterek denizlerinden faydalanmalarını mümkün kılmıştır.

“Tâ ki size rahmetinden tattırsın, gemiler O’nun emriyle yüzsün ve siz O’nun lütfundan
(nasibinizi) arayasınız.” (Rûm: 46)

Gemiler rüzgârlar sayesinde yüzer, rüzgârlar da O’nun emri ile hareket eder. Bunun içindir ki gemiler
hakikatte O’nun emri ile yüzmektedirler.

“Umulur ki şükredersiniz.” (Rûm: 46 - Câsiye: 12)

Bu nimetlerin yalnız O’nun olduğunu bilip mâbud olarak yalnız O’nu tanıyasınız, emir ve yasaklarına
uyarak O’na kulluk edesiniz, nankörlükten kaçınasınız.

Elbette ki böyle pek faydalı nimetler ihsan buyuran Allah-u Teâlâ’ya arz-ı şükranda bulunmak
icabeder.

“Görmez misin? Allah yerde olanları ve emriyle denizde akıp giden gemileri buyruğunuz altına
vermiştir.” (Hacc: 65)

Teshir; bir şeyi zorla hizmete koşmak, itaat ettirmek ve boyun eğdirmek demektir.

Gemiler denizde O’nun kolaylaştırması ve musahhar kılmasıyla bu şekilde akıp gitmektedir. İnsanların
menfaatı için, O’nun gücü ve dilemesi ile denizde yüzerler.

“Hem onların hem gemilerin üstünde taşınırsınız.” (Mümin: 80 - Müminun: 22)

Hepsi de birer ihsân-ı ilâhidir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


Ateş:

Ateş, ısıtma ve aydınlatmayı sağlayan ilâhî bir nimet, aynı zamanda Allah-u Teâlâ’nın fâil-i mutlak
olduğunu belgeleyen bir delildir.

“O ki, sizin için yeşil ağaçtan ateş çıkardı. Siz de ondan ateş yakıyorsunuz.” (Yâsin: 80)

Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanı ile ağaçtaki odun ve kömürün yanıcılığını değil, sürtme ve temas ile yeşil
ağaçtan meydana gelen hararet ve tutuşmayı haber vermektedir. Bu ise şimdi bildiğimiz bir elektrik
hadisesidir. Âyet-i kerime aynı zamanda elektriğe işaret etmektedir.

Ağaç anılırken yeşil sıfatına yer verilmesi, yeryüzünü kaplayan bitki tabakasının durmadan yakıcı
madde olan oksijen neşrettiğini, yanmanın oksijenle gerçekleşebileceğini belirtmektedir.

İki zıddı bir arada toplaması, Allah-u Teâlâ’nın kudretinin sırlarındandır. Şöyle ki; su ateşi söndürdüğü
halde, ateş su ihtiva eden yeşil bir şeyden çıkmaktadır.

“Söyleyin şimdi bana, çakmakta olduğunuz ateşi!” (Vâkıa: 71)

Yanan ağacın asıl maddesi ve bu maddenin yanmaya elverişli duruma gelmesi, Allah-u Teâlâ’nın
değişmez kanunlarından ve hikmetlerinden biridir.

“Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa biz miyiz yaratan?” (Vâkıa: 72)

Allah-u Teâlâ cisimleri bu özelliği ile yaratmamış olsaydı, hiç bir şekilde ateş meydana çıkmaz, elektrik
üretimi kâbil olmazdı. Ne günümüzde yaşayan insanların elektrik lâmbası yanar, ne de o çağlarda
yaşayanların çakmağı çakardı.

“Biz onu bir ibret ve çöl yolcuları için bir fayda yaptık.” (Vâkıa: 73)

Geçim sebeplerini ateşe bağlı kılmıştır. Ateş sayesinde yemekler pişer, ısınma sağlanır, bir çok
madenler eritilerek muhtelif eşyalar yapılır. Ateşin ne büyük bir nimet olduğu düşünülecek olursa, onu
Allah-u Teâlâ’nın yarattığı apaçık görülmüş olur. Fakat ateş alışılan bir şey haline geldiği için,
insanların gözünde basit bir şeymiş gibi telâkki edilmektedir.

Fakat şuurlu insanlar bu ilâhî nimetin kıymetini her an için takdir ettikleri gibi, ahiret ateşini hatırlatan
bir ibret olarak görürler.

Allah-u Teâlâ ateşin çok ve yaygın olmasının dünyada huzursuzluğa ve felâketlere sebep olacağını
bildiği için, bir lütuf olarak, ihtiyaç sahiplerine ihtiyaçlarını giderecek kadar hesaplı bir şekilde ve
istedikleri gibi kullanabilecekleri şekilde yaratmıştır. Faydaları sayılamayacak kadar çoktur.

Gözümüzle görmekteyiz ki, ateşi kibritin içine gizlemiş.

Büyük bir meydana benzin döküyorsunuz, bir kibrit çakıyorsunuz, bir anda her taraf ateş içinde kalıyor.
O ateş daha önce nerede idi? Buna benzer bir çok mucizeler hergün görülmektedir.

Ateşin yakıcılığı ilâhî kudretin mutlak kontrolü altındadır. Nitekim Allah-u Teâlâ’nın emriyle İbrahim
Aleyhisselâm’ı yakmamıştır.

DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MEYVELERDEKİ İLÂHÎ HİKMETLER

Yoktan var eden, nimetlerle donatan, her yarattığı şeyde hassalar koyan ve kâinatı insanlara
musahhar kılan Zât-ı kibriyâ Hazret-i Allah’tır.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Göklerde olanları, yerde olanları hepsini size musahhar kılmıştır.” (Câsiye: 13)

Bütün bu varlıklar Allah-u Teâlâ tarafından yaratılmış ve insanların faydalanmaları gayesi ve hikmeti ile
hizmetlerine verilmiştir.

Mülkünde bulunduruyor, en güzel nimetlerle merzuk ediyor.

Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:

“Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O’dur.” (Bakara: 29)

Bütün bunları insanı yaratmak ve yarattıktan sonra da mesut yaşatmak için yarattı. Hepsini insanlara
itaatli ve çekici kıldı.

Allah-u Teâlâ’nın yeryüzünde kudretinin yüceliğini gösteren bitki örtüsü apaçık bir mucizedir ve bu
mucize her an yeryüzünde tekrarlanıp durmaktadır.

“O her an yeni bir iştedir.” (Rahmân: 29)

Âyet-i kerime’si an be an tecelli etmektedir. O her an yeni bir yaratma halindedir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“Yeryüzüne hiç bakmazlar mı? Biz orada her güzel çiftten nice bitkiler bitirmişizdir.” (Şuarâ: 7)

Bitkiler dişi ve erkek olmak üzere çift yaratılmışlardır. Dişileri ilkaha muhtaçtır. Aynı hayvanlarda
olduğu gibi bitkilerde de birleşme vardır. Bu dişilik ve erkeklik bazen ayrı bazen de bir bitkide olmakta,
aşılama işi böcek ve rüzgârla sağlanmaktadır. Bu ise her cins bitkinin aslının korunması ve
yaratılmasının tamamlanması içindir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Görmediler mi, Allah yaratmaya nasıl başlıyor? Sonra onu nasıl iâde ediyor?” (Ankebût: 19)

Meyveler bir süre yaşar, sonra yok olurlar. Allah-u Teâlâ onları mevsimi gelince tekrar canlandırır.
Diğer canlı varlıklar da böyledir.
“Şüphesiz ki bu Allah’a göre pek kolaydır.” (Ankebût: 19)

Bazı bitkiler hücrelerini çoğaltarak büyür, olgunlaşınca tohum vererek kendine benzeyen yeni bir bitki
meydana getirir.

Bitki mi yaptı bunu? Hayır! Ona o emri vermiş, o da o emir üzerine hayatını idâme ettiriyor.

Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Tohum ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah’tır. Ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü çıkarır.

İşte Allah budur!” (En’âm: 95)

Böyle bütün tabiatlar üzerinde hâkim olur, yaratıcı ve yoktan var edicidir.

“O halde nasıl çevriliyorsunuz?” (En’âm: 95)

O’ndan başkalarına merbudiyet isnad ederek tapınıyorsunuz.

Bazı çiçekli bitkilerde ise erkek ve dişi üreme nüveleri vardır. Çiçekler bitkinin üreme organlarıdır,
üreme çiçek vasıtası ile olur.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Bütün meyvelerden yeryüzünde ikişer çiftler yaratan O’dur.” (Ra’d: 3)

Her ne kadar insanların bir kısmı farkına varamasalar bile, yeryüzündeki bütün bitkilerin kendine göre
bir faydası vardır. Bütün o hassaları koyan kudret O’dur.

Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:

“Şüphesiz ki bunlarda (kudretimize) birer nişâne vardır. Yine de onların çoğu iman etmezler.”
(Şuarâ: 8)

Allah-u Teâlâ’nın ezeli ilminde onların çoğunun bu mucizelerden ibret almayacakları ve iman
etmeyecekleri malumdur. Bu apaçık delillere rağmen onların çoğu inkârlarına devam edeceklerdir.

“Şüphesiz ki Rabb’in Azîz’dir, engin merhamet sahibidir.” (Şuarâ: 9)

İnsanları aciz bırakan delil ve alâmetleri göstermeye kadîr ve güçlüdür. Kâfirlerden intikam alışında
Azîz’dir.

Kendisine isyan edenlere ceza vermeyi çabuklaştırmayan, erteleyip mühlet tanıyan ve yaratıklarına
merhametli olan Rahîm’dir.

Kış mevsimine doğru bitkilerden çoğunun kuruyup çöp haline gelmesi, onların kendilerine mahsus
ölümleridir. Geriye ya tohumları ya da kökleri kalır. Bütün bir kış toprak altında bir bakıma kabir safhası
geçirirler. Bahar gelip hava, su, toprak ısınınca ve yağmurlar yağmaya başlayınca yepyeni bir hayat
başlar.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Ölü toprak da onlar için bir delildir. Biz onu (yağmurla) dirilttik de ondan pek çok taneler
çıkardık, işte onlar bunlardan yerler.” (Yâsin: 33)
Allah-u Teâlâ onu hem kendileri hem de hayvanları için bir rızık kılmıştır. Geçimin esasını bu taneler
teşkil etmektedir. Çünkü tahıllar azalacak olsa kıtlık olur, sıkıntılar başgösterir.

Allah-u Teâlâ ekinleri yaratmakla mahlûkatına olan lütfunu belirttikten sonra, meyvelerden ve onların
çeşitlerinden söz etmektedir:

“Biz yeryüzünde nice nice hurma bahçeleri ve üzüm bağları yarattık, içinden pınarlar fışkırttık.”
(Yâsin: 34)

Toprağın mahsulünden yemek için o pınarlara ihtiyaç vardır.

Toprak aynı toprak, su aynı su, hava aynı hava, iklim aynı iklim olduğu halde; bütün meyvelerin
renkleri ayrı, tadları farklı, gıdaları ve vitaminleri değişik değişiktir.

“Onların meyvelerinden ve elleriyle bunlardan imal ettiklerinden yesinler.

Hâlâ şükretmiyorlar mı?” (Yâsin: 35)

Bütün bunlar Allah-u Teâlâ’nın onlara rahmetinden başka bir şey değildir.

O bağlara bakmaları, sulamaları ve çapa gibi işlerinde çalışmaları gerekirse de, o mahsuller onların
yapısı değil, ilâhi birer lütuf eseridir.

Bunun içindir ki bu nimetleri kendilerine ihsan buyuran Hâlik-ı kerim’e arz-ı şükranda bulunmaları
gerekir.

“Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan
Allah’ın şanı ne yücedir.” (Yâsin: 36)

Renkleri, tatları ve şekilleri farklı bütün sınıfları yaratan Allah-u Teâlâ noksan sıfatlardan münezzehtir.

Allah-u Teâlâ varlığına, kudret ve hikmetine şehâdet edip duran bir kısım eserlerini ve beşeriyet
hakkındaki nimet ve ihsanlarını En’âm sûre-i şerif’inin 99. Âyet-i kerime’sinde intibah nazarlarına
arzetmektedir:

“O gökten suyu indirdik. İşte biz bitip yetişen her bitkiyi onunla yetiştirdik.” (En’âm: 99)

Bulutlardan yağmuru indiren ve onunla her türlü hububâtı, meyve ve sebzeleri, ağaçları ve otları
çıkaran O’dur. Hiç bir şey plânsız, programsız, kendiliğinden varolmayacağı apaçık bir gerçektir.

“Sonra ondan yeşillikler çıkardık.” (En’âm: 99)

Taneden çıkan bitkinin kökünden yeşillikler, hoş manzaralı dallar ve çiçekler meydana gelmektedir.

“O yeşilliklerden de taneleri üst üste dizilmiş başaklar çıkarırız.” (En’âm: 99)

Buğday ve arpa başakları gibi üst üste dizilmiş taneler o yeşilliklerden çıkar.

“Hurmanın tomurcuğundan birbirine bitişik bol salkımlar olur.” (En’âm: 99)

Hurma tomurcuğunun salkımları ağır olmasından dolayı sarkmakta, toplanması kolay olmaktadır.

“Üzümlerden bağlar çıkarır, zeytin ve nar bitiririz ki, onlardan bir kısmının ağaçları birbirine
benzer, meyveleri ise farklıdır.” (En’âm: 99)
Allah-u Teâlâ aynı şekilde yağmurla; üzümden, zeytin ve narlardan birbirine kimisi benzeyen kimisi
benzemeyen bir çok bahçeler çıkartmaktadır. Yaprakları birbirine benzer, meyveleri değişiktir. Renk ve
tat bakımından da birbirinden farklıdırlar.

“Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birisinin meyvesine bakın!” (En’âm: 99)

Ey insanlar! Bu meyvelerin çıkmaya başlamasından olgunlaşmasına kadar nasıl yetiştiğine,


renklerinin, kokularının, küçüklük ve büyüklüklerinin nasıl değiştiğine ibret ve basiret gözüyle bir bakın!

İlk hallerinde meyvelerin bazıları acı bazıları ise ekşidir. Bazılarının hiç bir şeyinden faydalanılmaz.
Sonra yetişip olgunlaştığında tatlanır, yenmesi kolay bir hale gelir.

“Şüphesiz ki bütün bunlarda inanan bir topluluk için ibretler vardır.” (En’âm: 99)

Cinsleri, renkleri, tadları, şekilleri farklı olarak bu mevyelerin ve ekinlerin yaratılmasında Allah-u
Teâlâ’nın varlığına ve vahdaniyetine inanan insanlar için, O’nun kudretini ve azâmetini gösteren kesin
deliller bulunmaktadır.

Allah-u Teâlâ indirmiş olduğu yağmur ile ekin ve meyve gibi bitki çeşitlerini çıkarmıştır. Onların kimisi
ekşi, kimisi tatlı, kimisi acıdır. Kimisi insanlar için, kimisi de insanlara hizmeti olan hayvanlar içindir.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Sizin için yeryüzünü döşeyen, yollar açan, gökten su indiren O’dur. Biz o su ile türlü türlü, çift
çift bitkiler yetiştirdik. İster siz yiyin, ister hayvanlarınızı otlatın. (Tâhâ: 53-54)

Çeşitli bitkilerin değişik fayda ve şifasının olması renklerinin, şekillerinin insanların menfaatine uygun
düşecek şekilde farklı farklı oluşu, yeryüzünde bulunan her şeyi insanın menfaatine musahhar kılan
Zât-ı zülcelâl’in varlığına delildir.

“Onlarda akıl sahipleri için ibretler vardır.” (Tâhâ: 54)

Allah-u Teâlâ ne yarattığını, yaratacağını kemâliyle bilir ve yarattığı varlıkların bütün hâl ve ahvâlinden,
her türlü ihtiyaçlarından haberdardır.

Âyet-i kerime’sinde:

“Biz yarattıklarımızdan habersiz değiliz.” buyuruyor. (Müminun: 17)

Hiç birini ihmal etmez, hepsini gözetir, hepsi de emri ve muhafazası altındadır, hepsinin işlerini görür.

Haklarındaki ilâhi lütufları Âyet-i kerime’lerinde şöyle beyan etmektedir:

“Gökten belli ölçü ve miktarda su indirdik.” (Müminun: 18)

Ne fazla ne eksik, ne yeryüzünü bozacak, her tarafı sel alacak şekilde çok, ne de kuraklıktan çorak
arazi haline gelecek kadar az.

Onun için faydalı yağmurlar da zaman zaman değişik ihtiyaca göre değişik miktarda yağarlar.

Yeryüzünün onda yedisi denizlerle kaplıdır. Denizlerin oranı daha az veya daha çok olsaydı, durum
bugünkü gibi ölçüsünü koruyamazdı. Sular ısınınca buharlaştığı gibi, soğuyunca da buharlar su haline
gelmektedir. Dünya güneşe biraz daha yakın olsaydı, buharlaşma fazla olur, yeryüzünde hayat
kalmazdı.
İhtiyaç anında faydalansınlar diye, o yağmuru yeryüzünde kalacak şekilde yerleştirmiştir.

“Onu yerde durdurduk.” (Müminun: 18)

Irmaklarda, kaynaklarda, kuyularda, havuzlarda, göllerde, toprak içi gibi yerlerde durmaktadır. Ana
rahminde karar kılan nutfe gibi, sular da yeryüzünde karar kılmaktadır. Toprak o suyu emer ve orada
bulunan tane ve çekirdekler de o su ile gıdasını alırlar. Yeryüzünün sudan istifade etmesi, mukadder
olan güne kadar devam edip duracaktır.

“Bizim onu gidermeye de gücümüz yeter.” (Müminun: 18)

Dilerse suyu yerin derinliklerine çektirmek suretiyle onu giderir, dünyayı bu en mühim nimetten
mahrum bırakır.

Fakat öyle dilememiştir ve dilemeyeceğini de haber vermiştir.

Ne büyük bir nimet ve cömertliktir ki, lütuf ve rahmetiyle, tatlı su halinde bulutlardan yağmuru indirir,
yeryüzünün kaynaklarına karışmasını sağlar.

“Onunla size içlerinde sizin için bir çok meyveler bulunan hurma ve üzüm bahçeleri yetiştirdik.
Siz onlardan yersiniz.” (Müminun: 19)

İnsanlar hurma ve üzümün yazın tazesini, kışın kurusunu yemektedirler. Bu her iki meyvenin faydaları
çok olduğu için hususiyetle anılmışlardır. Bunlar hem yemek hem katık olarak yenildiği gibi;
yetiştirilerek, alınıp satılarak ticareti de yapılır.

Diğer Âyet-i kerime’lerde ise şöyle buyuruluyor:

“Gökten suyu indirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkaran Allah’tır.” (İbrahim: 32)

Yağmurla, kullar için yiyecekleri, bir rızık olarak çeşitli ekinleri ve meyveleri çıkarttı.

“Yeryüzünü canlılar için o hazırladı.” (Rahmân: 10)

Yerin bu şekilde aşağıya konulması, üzerinde bulunan yaratıkların menfaati içindir. Ki, orada yerleşip
Allah-u Teâlâ’nın orada yarattıklarından faydalansınlar.

“Orada meyveler, salkım salkım hurmalar, yapraklı taneler ve hoş kabuklu bitkiler vardır.”
(Rahmân: 11-12)

O bitkiler sinirlere ve ruha neşe ve canlılık verir.

Yeryüzünün canlıların yaşamasına uygun bir şekilde düzenlenmesi ve döşenmesi, sabit dağların
yerleştirilmesi, güzel güzel bitkilerin yetişmesi, hiç şüphesiz ki ilâhî bir plâna göre olmaktadır.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Yeryüzünü döşedik, oraya sabit dağlar yerleştirdik. Onda her güzel çiftten yetiştirdik.” (Kaf: 7)

Her türlü ekin, meyve, bitki ve çeşitleri yaratılmış; her birinin manzarası seyredenlere sevinç ve ferahlık
vermekte, kudret-i ilâhî’nin azâmetini göstermektedir.

“Gökten bereketli bir su indirdik. Kullarına rızık olmak üzere onunla bahçeler ve biçilecek taneli
ekinler, birbirine girmiş kat kat tomurcukları olan yüksek hurma ağaçları yetiştirdik.
Ve biz o su ile, ölü bir toprağa can verdik.

İşte insanların dirilmesi de böyledir.” (Kaf: 9-10-11)

Üzerinde hiç bir bitki eseri olmayan kurak bir arazi, üzerine su inince canlandığı gibi; Allah-u Teâlâ
aynı şekilde, ölümlerinden sonra insanları da böylece diriltecektir.

Allah-u Teâlâ dilerse ölmüş bir toplumdan İslâm’ı ortaya çıkarır, yeni bir hayat bahşederek
muârızlarına karşı galip getirir.

Hayatın kaynağı olan su bir çok değişikliklere uğrasa da, sonunda yine buharlaşır, kendisine karışan
yabancı maddelerden arınır ve bulutları meydana getirir, sonra tekrar yeryüzüne inerek bir devr-i dâim
yapar. Öyle bir nizam ve intizam ki hiç şaşmaz ve her yönüyle ilâhî kudret’in azâmetini ve sınırsızlığını
sergiler.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Size gökten su indiren O’dur. O sudan içersiniz. Hayvanlarınızı otlattığınız bitkiler de onunla
biter.” (Nahl: 10)

Çünkü nehirlerin, kuyuların, pınarların aslı yağmurdur.

“Allah onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve her çeşit meyveler yetiştirir.”
(Nahl: 11)

Bütün meyvelerden sizin için, tadı en güzel olanları çıkarır.

“Bunda düşünen bir topluluk için ibretler vardır.” (Nahl: 11)

Düşünen bir insan, yalnız bir goncanın bile letâfeti karşısında Yaratan’ın birliğini ve gücünü görür.
Düşünmeyen kimseler ise bu gerçeği göremezler.

“Yeryüzünde rengârenk şeyleri de sizin için yaratmıştır. Bunda da öğüt alan bir topluluk için
ibret vardır.” (Nahl: 13)

Gökten inen aynı suyu aldıkları, aynı güneşten faydalandıkları halde, binlerce bitki türünün renkleri,
çiçekleri, şekilleri, tadları ve kokuları hep ayrı ayrıdır.

O güzel hayvanlar, ağaçlar, meyveler, madenler ve cansız varlıklar, birbirinden farklı her ne varsa,
insanın güzellik duygularını harekete geçirmektedir.

Diğer Âyet-i kerime’lerde ise şöyle buyuruluyor:

“Yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar, üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar
vardır.” (Ra’d: 4)

Bu birbirine komşu olan ve iklimleri farklı farklı bölgelerde çeşitli ekin, hububât, hurma ve yeşil bitkiler
vardır. Bunların bazılarında bir kökten iki veya daha fazla bitki çıkar. Bazılarında ise tek bir bitki çıkar.

Tabiat kendi üzerinde hükümran olsa bütün bunlar olabilir mi?

“Bunların hepsi bir su ile sulandığı halde, yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün
kılarız.” (Ra’d: 4)
Hepsi bir tek su ile sulanır, toprak da birdir. Fakat meyvelerin tatları ve şekilleri ayrı ayrıdır. Üzüm
üzüme, hurma hurmaya benzemez. Bir ağaçta aynı dalda yanyana biten iki meyvenin dahi biri
öbüründen daha lezzetli olur. Herkes bunun böyle olduğunu görüp durmaktadır.

İşte bunlarda da aklını kullanan bir topluluk için ibretler vardır.” (Ra’d: 4)

Bütün bunlar Fâil-i mutlak’ın gücünü ve azâmetini gösteren delillerdir.

“Çardaklı ve çardaksız cennet gibi üzüm bağları, tadları ve yemişleri çeşit çeşit hurmaları,
ekinleri, zeytin ve narları, birbirine hem benzer hem de benzemez bir halde meydana getiren
Allah’tır.” (En’âm: 141)

İşte bütün bunları, yenilmesi ve faydalanılması için yaratmıştır. Fakat hiç şüphesiz ki bu nimetlerden
faydalanırken, onları ilm-i ezeli’sine göre yaratıp kullarının istifadesine arzeden Yaratıcı’ya arz-ı
şükranda bulunmak gerekir.

Şu kadar var ki insanlar Yaratan’a, nimetlerle donatana, her ihtiyacını karşılayana karşı şükür
vazifesini lâyıkıyle yerine getirmemektedirler.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Şüphesiz ki insan çok zâlim ve çok nankördür.” (İbrahim: 34)

Sıkıntı anlarında zâlimdir, şikayet eder, sabretmez. Nimet içinde iken nankördür, şükretmez.

“Hayır! Doğrusu insan, henüz Allah’ın emrettiğini yapmadı.” (Abese: 23)

Allah-u Teâlâ’ya itaat etmesi gerekirken nankörlük yapmakta, kulluk vazifesini yerine getirmekte
ihmalkâr davranmaktadır.

Halbuki Allah-u Teâlâ onu kudretiyle nasıl yarattı, doğuşunu rahmetiyle nasıl kolaylaştırdı, onun için
geçim vasıtaları hazırladı, yaşamasını sağlayan yiyeceklerini nasıl yarattı?

“İnsan, yediklerine bir baksın!” (Abese: 24)

Gerekli şartları hazırlamamış olsaydı, insanoğlu yiyeceğini elde edebilir miydi?

“Doğrusu biz suyu bol bol indirdik.” (Abese: 25)

Suyu yaratıp o yağmurları yağdıran O’dur.

“Toprağı iyice yardık.” (Abese: 26)

O kupkuru yeryüzü, yağmurların inmesiyle harekete geçer, sonra çatlayıp bitkiler çıkarmaya başlar.
İnsanın yaptığı sadece tohumu toprağa atmaktır. O tohumlardan çeşit çeşit bitkileri ve meyveleri
çıkaran O’dur. Bu ise apaçık bir mucizedir.

İnsan hayatı için gerekli hususlardan birisi de rızıktır. Rızkın esası ise ekip biçmek olduğu için Allah-u
Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmuştur:

“Şimdi bana ekmekte olduğunuz tohum işini haber verin! Onu yerden siz mi bitiriyorsunuz,
yoksa biz mi?” (Vâkıa: 63-64)
Elbette onu yerli yerine yerleştiren, yerde bitiren Hazret-i Allah’tır. İnsanların bu hususta hiç bir
kabiliyetleri yoktur. Aslında onlar tohumu atmaktan, taneyi dikmekten başka hiç bir şey
yapmamışlardır.

O dileseydi, bitki mahsulünü vermeden sararıp solar ve saman yığını haline gelirdi.

“Eğer isteseydik ekini tohumsuz bir ot kırıntısı yapardık da siz şaşakalırdınız. ‘Doğrusu biz çok
zarara uğratıldık, hatta umduğumuzdan mahrum kaldık’ derdiniz.” (Vâkıa: 65-66-67)

Harcadıkları emeklere, yaptıkları masraflara pişman olurlardı. Fakat Allah-u Teâlâ lütf-u kereminden
insanlara mahsuller vermektedir.

Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“O Rabb’in ki topraktan yeşillikleri çıkarmış, sonra da onu kupkuru siyah bir çöpe çevirmiştir.”
(A’lâ: 4-5)

İşte dünyanın hâli budur. Başlangıçta ne kadar güzel de olsa, nihayetinde serap olacaktı.

Bütün bunlar Fâil-i mutlak’ın gücünü ve azâmetini gösteren delillerdir.

“Artık dileyen Rabb’ine varan bir yol tutar.” (Nebe: 39)

Allah-u Teâlâ’nın incirde yarattığı bereketi bir düşün! Şekil itibariyle bir güzellik verdiği gibi, o küçücük
tanelere ne hassalar, ne şifâlar yerleştirmiştir.

Yediyüz elliden fazla çeşidi olan incir, Kur’an-ı kerim’de zikredilen mübarek meyvelerdendir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“İncire ve zeytine andolsun ki!” (Tin: 1)

Buyurarak, nimetler içinde bu iki meyveden bahsetmektedir.

İncir çekirdeği çok küçüktür, fakat incir çekirdeğinde incir ağacı gizlemiştir.

Bu öyle bir sırdır ki, gerçek mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir. Bilinen kadarıyla anlatılmaya kalkılsa
yine çok uzun sürer.

Allah-u Teâlâ kan ve gübre arasından sütü çıkardığı gibi, su ile taş arasından da saf, tatlı ve faydalı
olan zeytin yağını çıkardı. Bütün bunların hepsi insanların faydalanmaları ve o yüce Yaratıcı’ya
şükretmeleri içindir. Düşünen akıllar için bunlarda ne ibretler ve hikmetler vardır.

Zeytin Kur’an-ı kerim’de zikredilmekte ve insanlara çeşitli faydalar sağladığı belirtilmektedir.

Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Allah onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve her çeşit meyveler yetiştirir.

Bunda düşünen bir topluluk için ibretler vardır.” (Nahl: 11)


Tin sûre-i şerif’i ise incir ve zeytine yemin edilerek başlamaktadır.

Nur sûre-i şerif’inin 35. Âyet-i kerime’sinde mübarek, yani bereketli bir ağaç olduğu belirtilmiştir.

Bir asmayı düşünün! Üzerinde kilolarca üzüm var. Onun çekeceği su ne olur? Kova ile mi su çekiyor?
Görünüşte kök, fakat o kök o aldığı su ile o asmayı besleyemez. O suyu olduran ve o meyvelere
dolduran “Ol!” emridir, ancak Allah-u Teâlâ’nın kudretiyle çekiliyor. Dilediği zaman o suyu veriyor,
dilediği zaman o meyveleri dolduruyor.

Üzüm, Ku’ran-ı kerim’de zikredilen mübarek meyvelerden birisidir.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Kendinize ve hayvanlarınıza rızık olması için orada taneli ekinler, üzümler, yoncalar, zeytinler,
hurmalar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik.” (Abese: 27-32)

Zira sayılan bazı nimetler onlar için yiyecek, bazıları da hayvanları için yemdir.

“Biz yeryüzünde nice nice hurma bahçeleri ve üzüm bağları yarattık, içinden pınarlar fışkırttık.”
(Yâsin: 34)

Toprağın mahsulünden yemek için o pınarlara ihtiyaç vardır.

Toprak aynı toprak, su aynı su, hava aynı hava, iklim aynı iklim olduğu halde; bütün meyvelerin
renkleri ayrı, tadları farklı, gıdaları ve vitaminleri değişik değişiktir.

“Üzümlerden bağlar çıkarır, zeytin ve nar bitiririz ki, onlardan bir kısmının ağaçları birbirine
benzer, meyveleri ise farklıdır.” (En’âm: 99)

Allah-u Teâlâ aynı şekilde yağmurla; üzümden, zeytin ve narlardan birbirine kimisi benzeyen kimisi
benzemeyen bir çok bahçeler çıkartmaktadır. Yaprakları birbirine benzer, meyveleri değişiktir. Renk ve
tat bakımından da birbirinden farklıdırlar.

Her meyvenin bir güzelliği olduğu gibi, çileğin de kendine has çekici bir güzelliği vardır. Bunlar
yenilerek şifâ alınmakla birlikte, seyredilerek gönüller cilalanıyor. Güzellikleri ile ruhlar safâ buluyor.
Zihinlere yüce Yaratıcı’nın güzelliği aksediyor.

Allah-u Teâlâ hurmanın emdiği besini nasıl taksim ediyor? Köklere ayrı, dallara ayrı, ihtiyaçlarına
uygun besinler gönderiyor. Meyvelerine ayrı bir besin yolladığı gibi, gövdeyi saran liflere de ayrı bir
besin yolluyor.

Hurmalar başlangıçta kendilerini koruyan bir kılıf içinde kuvvetlenmeleri, güneşten ve havadan
müteessir olmamaları için nasıl muhafaza olunuyorlar? İşte o zaman kılıfları yavaş yavaş açılıyor ve
güneşten faydalanıyorlar. Halbuki o bir koruyucu idi. Sonra azar azar, güneşe ve havaya
dayanabileceği kadar, kuvveti miktarınca açılıyor. Güneş ve havadan zarar görmeyecek duruma
gelince tamamen açılıyor. Bu durumda sen onun en güzel surette olgunlaştığını ve son merhaleye
ulaştığını görürsün. Yenildiği zaman lezzet alınır, lüzumlu yerlerde kullanılır.

Sen bunu bütün ağaçlarda düşünebilir, Allah-u Teâlâ’nın yaratıcı, nimetlerle donatıcı gücünü ve ince
sanatlarını bunlarda görebilirsin. Çünkü bunda her akıl ve anlayış sahibi için kıyas etme imkânı vardır.
O ağaçlarda ne var? Hiç bir şey yok! Ne varsa, onlara o hassaları veren Yaratıcı’da var. Hep O’nun
ihsanları, hep O’nun ikramları.

Kur’an-ı kerim’de ismi geçen meyvelerden birisi de hurmadır.

“Zeytinler, hurmalar.” (Abese: 29)

Insanlar bunlardan pek çok faydalanmaktadırlar.

“Hurmanın tomurcuğundan birbirine bitişik bol salkımlar olur.” (En’âm: 99)

Hurma tomurcuğunun salkımları ağır olmasından dolayı sarkmakta, toplanması kolay olmaktadır.

Hurma sıcak bölgelerde yetişir. Meyvelerin çoğunun suya ihtiyaç görmesine rağmen, hurmanın
olgunlaşabilmesi ise az veya çok hiç yağmur yağmamasına ve uzun sıcak mevsime bağlıdır. Yaşı da
kurusu da yenir.

Narın yaratılışında hayret verici ne ince sanatlar var! İçini açtığında birbiri üzerine dizilmiş taneler
görürsün. Sanki elle sıkı sıkı dizilmişler. Hiçbir insan eli onları o şekilde dizmeye güç yetiremez. Kısım
kısım bölünmüşler, her kısım ince liflerle ayrılarak derin bir incelikle örülmüşler.

Taneler birer perde ile ayrılmış bulunduğundan birbirlerine dokunup bozulmazlar. Ağaç mı yaptı bu
diziyi, yoksa tesadüf mü? Hayır! Her şey Yaratıcı’nın yüce kudretini apaçık gözler önüne sermektedir.

Taneler besin taşıyan kabukçuklar içine nasıl gömülmüş? Bu tanelere besin taşıyan damarlar, bu iç
kabuğa doğru nasıl uzanmış?

Kökünün şiddetli acı olmasına rağmen, oradan su emen tanelerin tatlılığına bir bak!

En üstte taneleri sıkı sıkı saran, onu zararlardan koruyan katı, sert, acı bir kabukla nasıl sarıldığını
görmüyor musun?

Allah-u Teâlâ o taneciklere nice nice hassalar koymuş.

Nar, Kur’an-ı kerim’de cennet meyvelerinden biri olarak anılır:

“İçlerinde çeşitli meyveler, hurmalıklar ve nar ağaçları vardır.” (Rahmân: 68)

Araştıran herkes görür ki, Allah-u Teâlâ ibret ve delillerini yarattığı her şeyde göstermiştir. Bir elma
çekirdeğine, koskoca kimya fabrikalarının 10 mikrona küçülten şifrelerini yerleştirmiştir. Elmanın
terkibindeki maddeleri eksiksiz yapabilmek için gerekli olan bu fabrikalar, ağaç olduktan sonra; kemik
iliği ve kanın temel maddesi olan demiri korumak için özel elma asidi hazırlar ve ona aynı zamanda
karbonat iyonları da ekler.

Üstelik bir elmada bulunan demir, milimi milimine bir insanın günlük demir ihtiyacı kadardır. Bütün
bunlar bir elmanın kendi kendine aldığı karar olabilir mi? Ona o emirleri veren kim? Hâlâ mı
düşünmeyeceksin?

Elmadaki bu sırrı bildiği halde, bunu tesadüfe bağlayanların, ilâhi azâmeti göremeyenlerin aklı akıl
değildir.


Kavun, karpuz olsun, kabak olsun, bu gibi bitkileri ve onlardaki ilâhî tedbirleri bir düşün!

Bunlar yapısında bol su olan, suya çok muhtaç ve ancak su sayesinde büyüyebilen bitkilerdir.

Allah-u Teâlâ bunların köklerini ağaç gövdesi gibi ayakta değil de, toprağa yayılmış durumda yarattı.
Eğer ayakta dik olarak yaratmış olsaydı, o ince ve yumuşak gövdeleriyle bu ağır meyveleri taşıyamaz,
olgunlaşmadan dalı, yaprağı, meyvesi yere düşer kırılırdı. İşte bu sebebledir ki kökenleri, meyvesi,
dalları, yaprakları, toprağa yayılmış durumdadır.

Gıdasını alması için karpuzun ipi var, sapı var. Aslında ne ipinde ne de sapında bir şey yok. O karpuz
nasıl olgunlaştığını bilmiyor, yerlerde de sürünüyor. Fakat içini açtığın zaman lezzeti var, suyu var,
kokusu ve rengi var, çekirdekleri sıra sıra dizilmiş. Ne sapında ne de ipinde hiç bir şey olmadığı halde
o diziyi ona kim verdi? Hiç düşündün mü?

Yaratan, nimetlerle donatan yalnız Hazret-i Allah’tır.

Muz ağacının gövdesinde öyle bir ilâhi sanat var ki, akılları şaşırtır. Ağacın gövdesi toprak altında kök-
sap veya soğan halinde bulunur. Yaprakları bu kök-saptan çıkar. Tabandaki çiçekleri meyve verir.
Meyvelerin tamamı sarkık bir sapın üzerinde toplu bir halde bulunur. İlâhi kudret, görebilenler için
bütün meyvelerde ayrı ayrı kendini göstermektedir.

İnsan vücudunun ihtiyacı olan meddelerin hemen hemen hepsinin bulunduğu, çocuk ihtiyar, hasta
sağlam herkes için faydalı ve lezzetli bir meyvedir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HADÎD SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3


Cennette Dereceler

İnfak:

Allah-u Teâlâ infak etmeyenleri kınadıktan sonra Mekke’nin fethinden önce infak etmenin, fetihten
sonra yapılacak infaktan hayırlı olduğunu şöyle beyan buyuruyor:

“İçinizden fetihten önce infak edenler ve savaşan kimseler, daha sonra infak eden ve
savaşanlarla bir değildir.” (Hadid: 10)

Elbette öncekilerin dereceleri daha yüksektir. Çünkü Fetih’ten önce müslümanlar büyük bir darlık
içinde idiler, sayıları azdı. Fetihten önceki infak ve cihatta daha büyük fedakârlık bulunduğu için
mükâfat da pek fazladır. Fetih’ten sonra Allah-u Teâlâ İslâm’ı güçlendirdi, insanlar bölük bölük İslâm’a
girdiler.

“Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha üstündür.” (Hadid: 10)

Her iki kısım da mükâfatı haketmiştir ve fakat birinin mertebesi diğerinden üstündür. Çünkü onlar en
nazik durumlarda Allah yolunda canlarını bile tehlikeye attılar, mallarını çekinmeden sarfettiler.

“Allah hepsine de en güzel olanı (cenneti) vâdetmiştir.” (Hadid: 10)

Her ne kadar dereceleri farklı bile olsa, hepsi de en güzel olanı seçmişlerdir. Farklılığa rağmen
hepsine de güzel mükâfat verilecektir.

“Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Hadid: 10)

Açığını da gizlisini de bilir ve ona göre size karşılığını verir.

Karz-ı Hasen:

Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği malı, kişinin Rızâ-î Bâr-î yolunda sarfetmesini, Allah-u Teâlâ
Kur’an-ı kerim’inde “Güzel Bir Borç” mânâsına gelen “Karz-ı hasen” olarak vasıflandırmaktadır:

“Kim Allah’a güzel bir ödünç takdiminde bulunursa, Allah da onun karşılığını kat kat artırır.”
(Hadid: 11)

“Karz-ı hasen” Kur’an-ı kerim’de yedi Âyet-i kerime’de geçmektedir.

İnfakın Karz-ı hasen olabilmesi için; gönül hoşnutluğu ile verilmesi, mümkün oldukça gizli verilmesi,
riyâ karıştırılmaması, verdiği her ne kadar çok olsa da az kabul edilmesi, verilirken başa kakılmaması
şarttır.

Hâlis bir niyetle Allah yolunda infak edilen her şey bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girer.

Allah-u Teâlâ kuluna verdiği rızkın fazlasını ödünç olarak istemekte, sonra da bu borcun karşılığını kat
kat iâde edeceğini vadetmektedir. Dünyada malına bereket, kendisine saâdet ve selâmet verir.
Ahirette ise mükâfat olarak birçok sevaplar ihsan buyurur, ecrini kat kat artırır.

“Ayrıca ona cömertçe verilecek bir mükâfat da vardır.” (Hadid: 11)

Allah-u Teâlâ’nın cömertçe vereceği mükâfatın büyüklüğü bizim tasavvurumuzun haricindedir. Bu gibi
kimseler cennetlere ve ilâhi tecellilere ereceklerdir.

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bu Âyet-i kerime nâzil olunca
Ensar’dan Ebu Dehdah -radiyallahu anh- “Yâ Resulellah! Allah gerçekten bizden borç mu
istiyor?” diye sordu. “Evet” cevabını alınca “Yâ Resulellah! Elini bana göster.” dedi ve Resulullah
Aleyhisselâm’ın elinden tutarak “Bahçemi Rabbime borç olarak veriyorum.” buyurdu.

Bahçesinde altıyüz kadar hurma ağacı bulunuyordu, âile fertleri de orada kalıyorlardı. Yanlarına
gelerek “Ey Ümmü Dehdah! Bahçeden başka yere taşın, ben onu Rabbime borç verdim.” dedi.
Âilesi ise sevincini belirterek “Çok kârlı bir alış-veriş yapmışsın!” cevabını verdi ve vakit
kaybetmeden başka bir yere taşındı.

Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
“Cennette nice inci ve yakuttan olan hurma ağaçları, dallarını Ebu Dehdah için sarkıtmış
bulunuyor.” (İbn-i Kesir)

Müminlerin Nuru:

Müminlere ahirette amellerine göre nur verilecek, yüzleri de gece karanlığındaki ayın parlaklığı gibi
parlayacaktır. Bu nur dünyada kazanılır, dünyadan ahirete intikal eder.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde itaatkâr müminlerden ve nurlarından haber vererek şöyle
buyurmuştur:

“O günde erkek müminlerle kadın müminleri önlerinden ve sağlarından nurlarını koşarken


görürsün.” (Hadid: 12)

Bu nur sadece müminlere mahsustur. Kâfirler dünyada iken nasıl ki karanlıklar içinde yaşamışlarsa,
orada da karanlıklar içinde kalacaklardır.

Müminler mahşer meydanından cennete doğru giderlerken, sırat üzerinden geçerlerken, nurları da
onlarla beraber koşacaktır.

Onlara şöyle denilir:

“Müjde! Bugün altlarından ırmaklar akan ve içinde ebediyen kalacağınız cennetler sizindir.”
(Hadid: 12)

Cennetle müjdelenen bir insan için artık hiçbir endişe kalmaz. Bu ne büyük bir saâdettir.

“İşte büyük kurtuluş budur!” (Hadid: 12)

Cennete girmekten daha büyük kurtuluş olabilir mi?

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gece namazlarının sonunda yaptığı duâlarının bir
bölümünde şöyle münacaatta bulunurlardı:

“Ey Allah’ım! Kalbime bir nur ver, kabrime bir nur ver, önüme bir nur arkama bir nur ver,
üstüme bir nur altıma bir nur ver, kulağıma bir nur gözüme bir nur ver, saçıma bir nur ver,
derime bir nur ver, etime bir nur kanıma bir nur ver, beynime bir nur kemiklerime bir nur ver!

Ey Allah’ım! Nûrumu büyült, bana bir nur ver, benim için bir nur yarat!” (Tirmizi)

Münafıkların Nursuzluğu:

Allah-u Teâlâ kıyamet günü müminlerin durumunu açıkladıktan sonra, münâfıkların durumunu
açıklayarak şöyle buyurdu:

“O gün ki, erkek münâfıklarla kadın münâfıklar, iman edenlere: ‘Bize bakınız, nurunuzdan
alalım!’ diyeceklerdir.” (Hadid: 13)

Müminler nurlar içinde muradlarına ererken, münâfıklar karanlıklar içinde kalacaklardır.


Müminlerden merhamet isteğinde bulunmalarının hiçbir faydasını göremeyecekler, hasretler ve
pişmanlıklar içinde terkedileceklerdir. Çünkü onlar bu merhamete lâyık değillerdir. Onlar karanlık
dünyaların adamıdırlar.

“Onlara: ‘Dönün ardınıza da bir nur arayın!’ denilir.” (Hadid: 13)

Siz dünyada dönekliği sever, dinden dönmeye sebep arardınız. Şimdi dönebilirseniz dönün dünyaya
da bir nur arayın. Şimdi burada size bakacak yoktur.

Müminler onların hep iyiliklerini istedikleri halde, her vesile ile Hakk’a dâvet edip, dalâletten kurtarmak
istedikleri halde; onlar müminlerin inançlarıyla, ibadetleriyle hep alay etmişler, alaya eğlenceye
almışlardı, şimdi ise alay etme sırası müminlere geldi.

“Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan kapalı bir sur çekilir.” (Hadid: 13)

Kıyamet gününde müminlerle münâfıkların arasını ayırmak için bir sur konulur. Müminler oraya varınca
kapısından girerler, kapı kapanır ve münâfıklar surun arkasında karanlık ve azap içinde kalırlar. Öyle
ki onlar kapının öte tarafına aslâ geçemezler. Kapının içi cennet tarafına baktığı için rahmettir, dışı ise
cehennem tarafına baktığından dolayı azaptır.

“Münâfıklar müminlere: ‘Biz sizinle beraber değil miydik?’ diye seslenirler.” (Hadid: 14)

Biz de kelime-i şehadet getirmemiş miydik? Sizin gibi camiye gitmiyor muyduk, namaz kılmıyor
muyduk, oruç tutmuyor muyduk? O halde aramızdaki bu fark nereden geliyor?

“Müminler de derler ki: ‘Evet amma, siz kendinizi aldattınız.’” (Hadid: 14)

Müslüman gibi göründüğünüz halde münafıklık yaptınız. İslâm ile küfür arasında bocalayıp durdunuz.
Gerçekten iman etmediniz, İslâm’a hiçbir zaman gönülden bağlanmadınız. Nurdan tiksindiniz, zulmeti
tercih ettiniz. Sonunda da sapıklıkta kaldınız. Kendi elinizle kendinizi ateşe attınız, helâk oldunuz.

“Bize pusu kurdunuz.” (Hadid: 14)

“Biz de müslümanız.” diyerek bu perde altında icraatınızı yaptınız. Hep müminlerin zararını istediniz
durdunuz.

“Şüpheye düştünüz.” (Hadid: 14)

Allah-u Teâlâ’nın dilediği şekilde bir türlü inanamadınız, ilâhi hükümleri hep hafife aldınız, kendi arzu
ve heveslerinize göre hareket ettiniz. Bunun içindir ki hiçbir zaman müminlerle beraber olmadınız.

“Kuruntu sizi aldattı.” (Hadid: 14)

Bu münafıklık sayesinde kârlı çıkacağınızı, isteklerinize ereceğinizi zannettiniz.

“O çok aldatıcı (şeytan) sizi Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah’ın emri gelip çattı.’”
(Hadid: 14)

“Allah Ğafur’dur, Rahim’dir. diyerek, şeytanın iğvâsına kapıldınız ve bu sapıklığınız bir ömür boyu
sürdü, bu halde iken de ölüm size yetişti, tepetakla yuvarlandınız, cehennemin dibini buldunuz.

“Bugün artık sizden de inkâr edenlerden de fidye kabul edilmez.” (Hadid: 15)

Sizin gibi gizlice değil, açıkça inkâr edenler de cehennem odunu olacaklardır. Orada kâfirlerle beraber
olacaksınız. Kurtuluşu hiçbir zaman ümit etmeyin. Kendinizi kurtarmak için ne kadar kurtuluş bedeli
verecek olsanız kabul edilmez.
“Varacağınız yer ateştir!” (Hadid: 15)

Zorunlu olarak oraya varacaksınız ve hiç çıkmamak üzere oraya döküleceksiniz.

“O sizin yardımcınızdır.” (Hadid: 15)

Dünyada iken Allah-u Teâlâ’yı dost ve yardımcı edinmediniz. Şimdi artık yardımcınız cehennemdir.
İşte size lâyık olan en uygun cezâ!

“O ne kötü bir dönüş yeridir!” (Hadid: 15)

Küfür ve nifakın cezası işte böyle müebbettir.

İntibaha Dâvet:

Allah-u Teâlâ gaflet içinde yaşayan müminleri Âyet-i kerime’sinde uyanmaya dâvet ediyor. Zikrullah ile
ve Kur’an-ı kerim ile kalplerinde Allah korkusunun tecelli etmesini tavsiye ediyor.

“İman edenlerin zikrullah için kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı hâlâ gelmedi mi?”
(Hadid: 16)

Müminlerin, kalplerini Allah’ın zikrine vermeleri ilâhi bir emirdir. Kalplerin Allah’tan gafil olma
tehlikesinden korunması ancak zikrullah ile mümkündür. Zikrullah, kalplerin yumuşaması için bir
sebeptir.

Allah-u Teâlâ’nın bu azarlamasında bir sevgi ve teşvik gizlidir. Merhametlilerin en merhametlisi olan
Allah-u Teâlâ kullarını tatlı bir korkutma ile uyarmaktadır.

“Ve O’ndan inen gerçek için.” (Hadid: 16)

Çünkü Kur’an-ı kerim hem bir zikir bir hatırlatma, hem de bir öğüttür. Gerçek bir müminin, onun emir
ve yasaklarına riayet etmesi, ilâhi hükümlere göre hayatını düzenlemesi gerekir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’nin devamında müminlerin, kendilerinden önce Kitab’ı yüklenmiş bulunan
yahudi ve hıristiyanlar gibi olmamalarını, onlara benzemelerini yasaklamaktadır:

“Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar.” (Hadid: 16)

Çünkü onlar aradan geçen uzun zamanda ellerinde bulunan Allah’ın Kitab’ını değiştirdiler ve onu az
bir dünyalık karşılığında sattılar. Hahamlarını ve rahiplerini Allah’tan başka rabler edindiler. Hak ve
hakikatı bırakıp bâtıla yöneldiler, sıradan insanların peşlerine takıldılar.

“Onların üzerlerinden uzun zamanlar geçti ve kalpleri katılaştı.” (Hadid: 16)

Onlarla peygamberleri arasında zaman geçti, ardı arkası kesilmeyen arzular peşine düştüler.
Kendilerine katılık ve duygusuzluk hâkim oldu. Tevrat ve İncil’i okuyup dinlediklerinde hâsıl olan
haşyetullah kayboldu. Kalpleri taş gibi, hatta daha da katılaştı.

Artık onların kalpleri hiçbir öğüdü kabul etmez ve hiçbir tehdit sebebiyle de kalpleri yumuşamaz.

“Zaten onlardan birçoğu yoldan çıkmış fâsıklardır.” (Hadid: 16)

Dinlerinin sınırını aşmış, kitaplarındaki ilâhî hükümleri terketmişlerdir.


Müminler Mekke döneminde daha gayretli ve daha bağlı idiler. Medine-i münevvere’ye hicret
ettiklerinde bolluk ve rahata kavuştular. Bunun üzerine kalbî hassasiyetlerini biraz kaybettiler. Bunun
üzerine bu Âyet-i kerime indi ve Allah-u Teâlâ tarafından azarlandılar.

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- der ki:

“Allah-u Teâlâ müminlerin kalplerinde bir ağırlık görerek Kur’an’ın inişinin onüçüncü senesine
girerken bizi azarladı.”

Bu Âyet-i kerime Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in huzurunda okunmuştu. Yemame halkından bir
grup da orada bulunuyordu, alabildiğine ağladılar.

Onlara bakıp şöyle buyurdu:

“Kalplerimiz katılaşıncaya kadar işte bizler de böyleydik.”

Kalplerin Canlanması:

Allah-u Teâlâ’nın yeryüzünde kudretinin yüceliğini gösteren bitki örtüsü apaçık bir mucizedir ve bu
mucize her an yeryüzünde tekrarlanıp durmaktadır.

“İyi bilin ki Allah ölümünden sonra yeryüzünü diriltiyor.” (Hadid: 17)

Çoraklaşıp kuruyan toprağı, yağmurla canlandırıyor.

Hiç şüphe yok ki kuru toprağı su ile dirilten Allah-u Teâlâ, mânevi hayattan mahrum kalan kimselerin
ölü kalplerini de Zikrullah ve Kelâmullah vasıtası ile diriltiyor.

“Aklınızı kullanırsınız diye size âyetleri açıkladık.” (Hadid: 17)

Zamanın uzaması ile kalp katılığına düşmemek için Zikrullah’a ve Kelâmullah’a sımsıkı sarılırsınız.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MEKTUBAT
58. MEKTUP

ŞEYH MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ


(Kuddise Sırruh)
MÜMİNİN KALBİ ARŞ-I RAHMAN’DIR

Taif’te yazılmış ve latif mânâlarla bezenmiş olan iltifat dolu mektubunuzu şükranla elime alıp minnet
diliyle okudum. O temiz tabirlerin güzellik ve inceliğine, o yüce taltiflerin nefisliğine bayıldım ve zevk
duydum. Safâ ve neşe buldum. Okudukça okudum. Doymadım, doyamadım. Zemzem suyunu ihsan
eden Hazret-i Allah, anber yazılı kaleminize kevser saçtırsın. Kürsî sahibi olan Mevlâm kalbinizi Arşu’r-
Rahmân eylesin. Sırların emanet edildiği, nurların muhafaza edildiği bir yer eylesin, âmin. Sevgili
beyim, bâtınımın derinliklerinden kaynayan ve kalemin ucundan akan bu hâlis duâma bakınız. Lütfen
bakınız ne yüce bir duâdır. Ne ulvi bir dâvâdır.

Bildiğiniz gibi insan, kâmil bir mümin, yani faziletli bir veli olmadıkça kalbi Arşu’r-Rahmân olamaz.
Sayısız tecrübe ve pek çok hizmet ile doğruluk ve ehliyetini isbat etmedikçe sırların emânet edileceği
bir kimse de olamaz. Nübüvvetin aydınlık güneşinin nurlu şeriat ve tarikatıyla aydınlanmadıkça nur
mahzeni olamaz. Bu yüce duâyı ilham eden Hazret-i Allah -celle celalüh- devletli zâtınızı iki cihanda
mesud, lütufların peşpeşe gelmesiyle her akşam ve seher vaktinde bahtiyar eylesin. Rabbim,
kolaylaştır, zorlaştırma! Hayırla ikmal et! Duâmı tasvir ve bu suretle içimde olanı arzettikten sonra ifade
olunur ki, hamdolsun afiyetimiz kemâl üzeredir. Cemâlinizden ayrı olmaktan başka sıkıntı verecek bir
hâlimiz yoktur.

Ali ve Mehmed duâcılarınızla beraber tazimlerimizi arzeder, afiyetinizin devamını Yüce Mevlâm
Hazretlerinden dileriz. Ve’s-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HÂTEM-İ VELİ HAKKINDA


RESULULLAH -SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM-
EFENDİMİZ’İN HADİS-İ ŞERİF’LERİ VE ONA VÂRİS
OLAN VEKİLLERİNİN İFŞAATLARI (26)

Bosnalı Abdullah Rûmî -Kuddise Sırruh-

Osmanlı âlim ve velilerinin büyüklerinden olan Hazret 1583 senesinde Bosna’da doğmuş olup, asıl
ismi Abdullah Abdi bin Muhammed’dir.
İlk ilim tahsiline doğduğu yer olan Bosna’da başladı. Kısa bir süre İstanbul’da kaldıktan sonra Bursa’ya
yerleşti. Burada iken tanışmış olduğu Hacı Bayram-ı Velî -kuddise sırruh- Hazretlerinin halifelerinden
birinin talebesi olan Hasan Kabaduz Efendinin tasarruf ve himmeti sayesinde, devrindeki pek çok âlim
ve veliyi hayrette bırakacak büyük bir mânevi olgunluğa erişti.

1636 yılında önce Mısır’a, sonra da Hacc vazifesini yapmak üzere Hicaz’a giden Hazret, Hacc
dönüşünde Şam’a gelerek, Muhyiddin-i İbn’ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretlerinin türbesinin yanında
bir müddet inzivaya çekildi.

Buradan ayrılınca da, hayatı boyunca dolaşmış olduğu beldelerin en son durağı olan Konya şehrine
yerleşti. Sadreddin-i Konevî -kuddise sırruh- ve Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî -kuddise sırruh- Hazretleri,
Hazreti burada yalnız bırakmayıp tasarrufları altına aldılar. O da bu iki büyük velinin rûhâniyetinden
geniş ölçüde istifâde etti.

Hayatını, talebelerini Hazret-i Allah ve Resul’üne yöneltmekle, her türlü zandan kurtararak ahkâm
rayları üzerinde yürütmekle geçirdi, bütün ömrünü bu uğurda ve bu yolda sarfetti.

Fusûsu’l-Hikem ve Mesnevî’ye yazdığı şerhler sebebiyle, tasavvuf ehli arasında daha çok “Şârih el-
Fusûs”, “Şârih el-Mesnevî” olarak tanınan Bosnalı Abdullah Efendi, ilim irfan meclislerinde geçen 61
yıllık bir ömürden sonra, 1644 yılında Konya’da vefat etti.

“Menâkibü’l-Fukarâ”, “Hakîkatü’l-Yakîn”, “Risâle-i Hazerât’ül-Gayb” ve “Muhâdaratü’l-Evâil”;


çoğu tasavvufla ilgili olan eserlerinin önde gelenlerinden bazılarıdır.

Abdullah-ı Bosnavî -kuddise sırruh- Hazretleri “Şerh-i Fusûsu’l-Hikem-i Bosnevî” isimli eserinde,
Hâtem-ül enbiya’nın ve onun kâmil vârisi Hatem-ül evliya’nın ilmi hakkında mühim izahlarda bulunmuş;
bu ilmin ancak ümmetin bu iki Hâtem’inin kandilinden alınabileceğini beyan buyurmuştur:

“Bu ilim asâleten Hâtemü’r-Rüsul olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in ve onun vârisi
olan Hâtemü’l-evliya’nın mişkâtından (kandilinden) verilmedikçe hâsıl olmaz.” (Şerh-i Fusûsu’l-
Hikem-i Bosnevî; sh: 447)

Bosnalı Abdullah Rûmî -kuddise sırruh- Hazretleri eserinin 450. 455. ve 456. sayfalarında, Hâtemü’l-
evliya’dan ve bağlı bulunduğu velâyet mertebesinden şu şekilde bahsetmiştir:

“Bil ki velâyet nübüvvetin bâtını, nübüvvet de velâyetin zâhiridir. Zikrolunduğu gibi, Hâtemü’l-
evliya mişkâtı da, velâyet-i hassa-i Muhammediye’den ibârettir. Yani peygamberlerin ve velilerin
hepsinde farklı farklı olan velâyetler, bu velâyette toplanmış durumdadır.”

“Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- zâhirde Hatemü’n-nübüvvet, bâtında Hâtemü’l-


velayet’tir.”

“O velâyet-i Muhammediyye-i hassa’nın Hâtem’idir ve hâtemiyet mertebesinde Muhammed -


sallallahu aleyhi ve sellem- in kâmil vârisidir.”

Eserin diğer bir noktasında ise, bu ilmin mahiyet ve hususiyetine temas ederek şöyle buyuruyorlar:

“Hakikat, kemâliyet ve insaniyete mahsus olan ilimler, şüphesiz ki ancak peygamberlerin ve


velilerin Hâtem’inin mişkâtından (kandilinden) alınabilirler. Hâtemü’l-velâyet mişkâtı olmadıkça
müşahade edilemezler.” (Şerh-i Fusûsu’l Hikem-i Bosnevî, sh: 454-455)
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

KISAS-I ENBİYA Aleyhimüsselâm


Hz. Süleyman Aleyhisselâm

Gelecek Nesillere İbret

Allah-u Teâlâ Davud Aleyhisselâm ile Süleyman Aleyhisselâm’ın hâl ve ahvâlini Sebe Sûre-i şerif’inde
beyan ettikten sonra, nankörlükte bulunanlara misal olmak üzere Sebe kavmi hakkında şöyle
buyuruyor:

“Andolsun ki Sebe kavminin oturduğu yerlerde de bir ibret vardır.” (Sebe: 15)

Sebe kavmi ilk önceleri güneşe tapıyorlardı. Melike Belkıs, Süleyman Aleyhisselâm’a iman edince
Sebe’lilerin çoğu müslüman oldular. Fakat zamanla tevhid inancını kaybettiler, şirk ve putperestlik her
tarafa yayılır oldu.

Allah-u Teâlâ’nın verdiği nimetlere karşı şükretmeyip nankörlük ettikleri için çok acı musibetlere maruz
kaldılar.

Burada geçecek hadiseler, Belkıs’ın devrinden çok sonradır.

Allah-u Teâlâ onlara lütfetmiş, kendisini tanımaları, ubudiyet vazifelerini yapmaları için hiçbir ihsanını
esirgememişti. Rahat ve nimet içinde herkesi imrendirecek şekilde yaşıyorlardı. Rızıklarının bolluğu,
ekinlerinin ve meyvelerinin çokluğu, zenginlikleri dillere destan olmuştu.

Bugünkü barajları andıran mükemmel su setleri yapmışlar, kaynak ve yağmur sularını


değerlendirmişler; bağlar, bahçeler yetiştirmişlerdi.

Âyet-i kerime’de:

“Sağlı sollu iki bahçe bulunuyordu.” buyuruluyor. (Sebe: 15)

Havası gayet mutedil, suyu güzel olup, sinek sivrisinek gibi haşerat bulunmazdı.

Allah-u Teâlâ dünyâ saâdeti ahiret selâmeti için ne lâzımsa bol bol veriyordu:

“Güzel bir belde, çok bağışlayan bir Rabb.” (Sebe: 15)

O memlekette her nimet olduğu için şükürle emretmiştir:

“Rabb’inin verdiği rızıktan yiyin ve O’na şükredin.” (Sebe: 15)


Bu kadar nimetler, bu bereket, bu müreffeh hayat karşısında Sebe’liler şükürlerini ve ubudiyetlerini
artıracakları yerde; nimetleri vereni, kendilerine bu imkânları tanıyanı unuttular. Ahlâksızlıklarını, isyan
ve tuğyanlarını, zulüm ve azgınlıklarını artırdıkça artırdılar. Hak, hukuk diye bir şey tanımaz oldular.

Âyet-i kerime’de:

“Amma ne var ki yüz çevirdiler.” buyuruluyor. (Sebe: 16)

Allah yolundan ayrılıp nankörlük edince, Allah-u Teâlâ ihsan ve ikram buyurduğu nimetleri ellerinden
alıverdi.

Âyet-i kerime’sinde:

“Biz de üzerlerine Arim selini gönderdik.” buyuruyor. (Sebe: 16)

Memleketi sulamaya yeten Arim seddi yıkılınca biriken sular vâdinin alt kısmına yayıldı. Önünde
bulunan diğer bütün büyük ve küçük bent ve barajları yıkıp yok etti, evleri ağaçları viraneye çevirdi.
Aynı zamanda çok büyük can ve mal kaybı meydana geldi. O güzelim bağlar bahçeler, içinde işe
yaramaz bir kaç ağacın bulunduğu çöle döndü.

Âyet-i kerime’de:

“Onların o iki bahçesini buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki
bahçeye çevirdik.” (Sebe: 16)

Bu cezâ da onların şirk ve küfürleri, Hakk’ı bırakıp bâtıla yönelmeleri sebebiyledir.

Diğer bir Ayet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Nankörlük ettikleri için biz onları böyle cezalandırdık. Biz nankörlerden başkasını cezalandırır
mıyız?” (Sebe: 17)

Allah-u Teâlâ verdiklerini aldı, içinde bulundukları nimet ve refahı şiddetli darlık ve kıtlığa çevirdi. İlâhi
azabın zuhuru ile perişan oldular. Bir kısmı memleketlerinde kaldılar, bir kısmı da başka memleketlere
dağıldılar.

Allah-u Teâlâ’nın bu ibretli hadiseleri Kuran-ı Kerim’inde beyan etmesi, kullarını intibaha davet etmek
içindir. Nerede ve hangi asırda, kim olursa olsun küfran-ı nimette bulunursa, maddi ve mânevi nimetler
elinden çıkar. Bu kadarla da kalmaz, birçok âfetlere mâruz kalır.

Şimdi ise bir başka sahne açılıyor.

Sebe’lilerle mübarek memleketler arasındaki medenî ve içtimaî alâka devam ediyordu.

Mekke, Cidde ve Medine’ye uzanan yollar üzerinde, tâ Mısır’a ve Suriye taraflarına uzanan yollar
üzerinde çeşitli yerleşim bölgeleri vardı. Buralardan gece gündüz ticaret kafileleri geçerdi.

Âyet-i kerime’de:

“Onların yurtları ile, içine feyz ve bereketler verdiğimiz memleketler arasında, biri diğerinden
görülebilen yakın nice şehirler meydana getirdik.” buyuruluyor. (Sebe: 18)

Bir şehir bittiğinde diğerinin sınırları başlıyordu. Birinden çıkan bir yolcu, beraberinde su ve azık taşıma
ihtiyacı hissetmeden, herhangi bir tehlike ile karşılaşmadan bir diğerine gidebiliyordu.
“Bunlar arasında gezip dolaşma imkânları takdir ettik.” (Sebe: 18)

Yol boyunca sık sık konaklama istasyonları bulunduğu için yolculuklar gayet rahat yapılıyordu. İster
gece ister gündüz olsun bütün yolculukları emniyet ve güven içinde idi.

Bu emniyet şüphesiz ki Allah-u Teâlâ’nın nezd-i Bâri’sinden geliyordu.

Çünkü onlara:

“Geceleri ve gündüzleri oralarda emniyet içinde gezip dolaşın.” buyurmuştu. (Sebe: 18)

Fakat onlar bütün bu bayındırlıktan, bereket, emniyet ve rahatlıktan usanmışlık gösterdiler.

“Ey Rabb’imiz! Aralarında yolculuk yaptığımız şehirlerin arasını uzaklaştır.” (Sebe: 19)

Gibi cahilce sözler sarfettiler. Zahmeti rahatlığa tercih ettiler. Rahat yolculuk yerine, zahmetli yolculuk
yapmak istediler. Onların bu istekleri, İsrailoğullarının Tih sahrasında bulundukları yıllarda Allah-u
Teâlâ’nın kendilerine göndermiş olduğu kudret helvası ve bıldırcın eti yerine bakla, sarmısak ve soğan
gibi şeyler istemelerine benziyordu.

Allah-u Teâlâ’nın bunca nimetlerine karşı şükretmeyip nankörlük eden kimseler, aslında Allah-u
Teâlâ’ya kendilerinin bu nimetlere lâyık olmadıklarını âdeta söylemek istemektedirler.

Sebe’lilerin yaptıkları duâ kabul olunmuş, Allah-u Teâlâ onlara lâyık oldukları cezayı vermişti.

Âyet-i kerime’sinde:

“Onlar kendilerine yazık ettiler.” buyuruyor. (Sebe: 19)

Yerlerinden yurtlarından oldular. Sürüldüler, kovuldular, Arap yarımadasının kıyı ve köşelerine


dağıldılar. Onların bu dağınıklığı herkes tarafından bilinir oldu. Şöhreti âleme yayılmış bir kavim iken,
ağızlarda dolaşan bir masal, şurada burada anlatılan bir efsane olup çıktılar.

Âyet-i kerime’de:

“Biz de onları bu yüzden efsane yapıverdik ve onları darmadağın ettik.” buyuruluyor. (Sebe: 19)

Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:

“Allah emniyet ve huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, oraya her taraftan bolca rızık
geliyordu.

Fakat onlar Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler. Bu yüzden yapmakta oldukları şeylere
karşılık, Allah onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı.” (Nahl: 112)

Allah-u Teâlâ nimetine şükredenlerle, şükretmeyip küfran-ı nimette bulunanların arasını ayırmakta ve
bir ibret numunesi olarak gözler önüne sermektedir.

Meşakkatlere sabrı, nimetlere şükrü olmayanlar bu gibi derslerden ibret alamazlar.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Şüphesiz ki bunda sabreden ve şükreden kimseler için ibretler vardır.” (Sebe: 19)
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Silsile-i Sâdât -33-


ŞEYH MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ
(Kuddise Sırruh) -41-

İmanın Şâhitleri:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“İnsanlar yalnız inandık demeleri ile bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana


çekilmeyeceklerini mi sandılar?” (Ankebût: 2)

Siz zanneder misiniz ki şâhitsiz dâvânızı, yani mümin olduğunuzu ispat edebilirsiniz? Cenâb-ı Hakk
şâhit talep edecektir.

Bir dâvâcı var, bir de dâvâlı. Dâvâcı olanın mahkeme huzurunda dâvâsını ispat için iki şâhit lâzımdır.
Şu halde: “Cümlemiz müminiz, imanımız vardır.” diyoruz, bunun ispatı lâzımdır. İki şâhit ise amel ve
ibadet’tir. Amel ve ibadet olmayınca dâvâ sabit olmaz.

“Şunlar ki iman ettiler ve günahlarına tevbe ederek Cenâb-ı Hakk tarafına hicret ve teveccüh
ettiler. Nefs ve şeytan ile mücâhede ederek daire-i isyandan daire-i itaata hicret ve evamir-i
ilâhiyeyi ifâ ve yasaklardan kaçınmaya dikkat ve nefislerini icbar ettiler. Cenâb-ı Hakk’ın
rızâsına talip oldular. Onlar için Allah’ın rahmeti vardır.” (Bakara: 218)

Yalnız bir duâ ile sözde kalmak fayda vermeyip, herhalde rahmet-i ilâhî’ye nâil olmak için amel ve
ibadet şarttır. Bu suretle talipleri Cenâb-ı Hakk mağfiret eder.

Cihad ikidir; biri küffar ile, diğeri nefis ile harbetmek demektir.

Bir insan bir kula hizmet ediyor, mukabilinde ücretini, mükâfatını alıyor. Şu halde mahlûkattan mükâfat
alınırsa Cenâb-ı Hakk için çalışan acaba mükâfatsız mı kalır? Bir kimse bir kuldan müteaddid defalar
ihsan görürse ona daima minnettar kalır ve hatırından çıkarmaz. Şu halde Cenâb-ı Hakk’ın binlerce
nimetini gördük, şükretmek lâzımdır. Tefekkür edilmezse küfrân-ı nimet edilmiş olur.

“Eğer yasak edildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin öbür kabahatlerinizi örteriz.”
(Nisâ: 31)

Bir mümin, Cenâb-ı Hakk’ın korkusuyla büyük günah işlemezse ona çok sevap yazılır. Niyeti hâlis
olması lâzımdır.

Hakk Teâlâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:


“Kim Allah’a bir iyilikle, güzellikle gelirse, işte ona on katı var. Kim de bir kötülükle gelirse bu, o
miktardan başkasıyla cezalanmaz.” buyuruyor. (En’âm: 160)

Bir mümin yüz sene ibadet etmiş olsa on misli bin sene eder. Bir kâfir de yüz sene yaşamış olsa, o
miktardan başkasıyla cezalanmayacağı için yüz sene cehennemde kalması lâzım geliyor. Halbuki
mümin ebedi mümin olarak yaşamak niyetindeydi. Kâfir de keza yaşamış olsaydı ebedi küfr ile
yaşamak niyetindeydi. Binaenaleyh niyetleri sebebiyle ahirette ebedi mükafat veyahut ebedi azaba
düçar olurlar. Bütün bunlar niyetleri sebebiyle olur. Niyet, zahmetsiz büyük bir sermayedir.

Nitekim Hadis-i şerif’te:

“Müminin niyeti amelinden hayırlıdır.” buyurulmuştur. (Buhârî)

Meselâ bir mümin, “Ben Cenâb-ı Hakk’a karşı hiç günah işlemeyeceğim.” şeklindeki niyetiyle me’cur
oluyor. Niyet, benî Âdem’e mahsus bir lütuftur. Melekler için yoktur.

Şu kadar var ki, niyet-i hâlisaya daima muvaffak olabilmek için kalbin tasviyesi ve ihlâs ile ıslahına
dikkat ve gayret edilmesi lâzımdır.

Her hükümetin kanunu olduğu gibi, Cenâb-ı Allah’ın emri, kanun-i ilâhisi de şeriattır. Ahkâmına riâyet
edenler, saâdete nâil olur. Riâyet etmeyenler itaba müstahak olur.

Üç kişi bir sofrada yemek yiyorlar. Üçten birine sevap yazılıyor, diğerine günah yazılıyor, diğer birine
de ne sevab ne de günah yazılıyor. Eğer ibadet yapayım diye kuvvet kasdiyle yerse sevap yazılır.
Eğer fısk için veya eşkiyalık yapayım diye yerse günah yazılır ve eğer ne ibadet ne de fısk
kasdetmezse ne sevap ne de günah yazılır.

Meselâ bir insan para kazanarak zekât vereyim, hayır yapayım diye çalışırsa sevaptır. Ve eğer paraya
âşık olmuş, haram ve helâl ne olursa olsun para toplamak için çalışırsa şekavettir. Hiç bir niyetsiz
olursa hayvan gibidir.

“Amelin hükmü niyete tâbidir.” (K. Hafâ)

Amel niyet ile olur, niyet ile fenâ olur.

Enbiyâ-i kiram hazerâtı yemek yemişler, elbise giymişler, alış-verişte bulunmuşlar. Fakat bunların
cümlesi onlar için ibadettir. Çünkü onların niyeti Hakk rızâsına merbudtur.

“Âlimin uykusu câhilin ibadetinden hayırlıdır.” (K.Hafâ)

Namaz:

Âyet-i kerime’de:

“Namazı huşû ve hudû ile kılanlar felâh bulurlar.” buyurulmuştur. (Müminun: 1-2)

Namazı huşû ile kılmak da tarikat ile mümkündür.

Namazı ehven tutanlar hakkında Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- şu mazaratlara mübtelâ
olacaklarını haber vermişlerdir:

Dünyada olan zararları:


1- Rızkından bereket kalkar.

2- Hanesinden bereket kalkar.

3- Cenâb-ı Hakk, yüzünden iman nurunu kaldırır.

4- Mümin-i hâlis indinde zelil ve hakir olur.

Ölüm anındaki zararları:

1- Susuz olarak vefat eder, su içinde olsa dahi fayda vermez.

2- Aç olarak vefat eder.

3- Ruhunun alınması gayet müşkil olur.

4- İmanından ekseriyetle korkulur.

Kıyametteki zararları:

1- Kabirden kalkınca yüzü siyah olarak kalkar.

2- Hesabı gayet güç olur.

3- Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden uzak olduğu alnında yazılı olur.

4- Cehenneme dahil olanlarla cehenneme dahil olur.

Çünkü namaz, edepsizlikten, akıl ve şeriata uymayan herşeyden alıkoyar.

Namazı hudû ve huşû ile kılanlar, fuhşiyatın hepsinden kaçar. Namazı itina ile kılanların namazı ona
kabirde yoldaş olur.

Ana babalar çocuklarını çok severler. Hatta çocukları çirkin de olsa, sevdikleri için onlara hoş görünür.
Cenâb-ı Hakk sevilirse her emri de hoş gelir ve sevilir.

“Herkesin (dünyadaki) amel ve hareketini kendi boynuna doladık. Kıyamet günü onun için bir
kitap çıkaracağız ki neşredilmiş olarak kendisine kavuşup çatacak.” (İsrâ: 13)

Yevm-i kıyamette herkesin defteri ameli boynundadır. Bir tarafında hasenât (sevaplar), diğer tarafında
seyyiat (günahlar) yazılıdır.

“Şüphesiz ki Allah hak yolunda muharebe ederek düşmanları öldürmekte, öldürülmekte olan
müminlerin canlarını ve mallarını kendilerine cenneti vermek mukabilinde satın almıştır.”
(Tevbe: 111)

Uhrevî saâdet ve ebedi selâmetin, şeriat-ı garra-yı Ahmediyye ve tarikat-ı muallâ-yı Mustafaviyye’ye
itina ile nefis ve mallara müteallik bilcümle ilâhi emir ve tekliflere kulak vererek mümkün olabileceği bu
Âyet-i kerime’den anlaşıldığından ahkâm-ı celilesine ittiba etmeyi düşünmek lâzımdır.

Dünya Mümine Zindandır:


Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:

“Dünya müminin cehennemi ve kâfirin cennetidir.” (Tirmizi)

Yani bir mümin dünyada ne kadar sayısız nimetlere gark olsa yine cennete nisbetle cehennemde
gibidir. Bir kâfir de dünyada ne kadar belâ ve musibetle muazzep olsa, yine cehennemde göreceği
şiddetli azaba nisbetle cennette gibidir.

Bu Hadis-i şerif’in mânâsında şöyle bir tevil vardır. Dünya mümin için cehennemdir. Zira mümin
dünyada bir kusur yapmışsa cezasını Cenâb-ı Hakk dünyada verir. Eğer kâfir dünyada bir iyilik
yapmışsa mükâfatını dünyada verir. Onun için dünya müminin cehennemi kâfirin cennetidir. Hakk
Teâlâ Hazretleri bir mümin kulunu ahirette cehenneme sokmayı murad ederse ona dünyada cezasını
verir.

Sallallahu Teâlâ aleyhi ve sellem Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiretin için çalış.”

Buyurmuşlardır ki, hem dünya ve hem de ukba için çalışmamız emirdir. Şu kadar var ki, emanet bir
hayattan ibaret olan fâni dünyadan ziyade hayat-ı ebediyye için “Ehem mühim olana tercih edilir.”
kaidesine uyarak gayret etmemiz lâzımdır.

Vücudu dünya işine kalbi de Cenâb-ı Allah’a sarf etmekle dünya ve ahiret saâdeti hasıl olur.

Şu Hadis-i şerif’te de:

“Dünya malını dünya ehline terk ediniz. Zira bir kimse malı dünyadan kifayet miktarından fazla
alırsa şuursuz olarak kendisini helâk etmiş olur.” buyurulmuştur.

Nitekim bir başka Hadis-i şerif’te:

“Rızkın hayırlısı miktar-ı kâfi olanıdır.”

Keza:

“Kanaat tükenmez bir hazinedir.” buyurulmuştur.

Yine Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Yâ Rabbi! Muhammed’in ve onun âlinin rızkını miktar-ı kâfi kıl.” buyurmuştur.

Rızık kifayet miktarı olursa Allah Zülcelâl Hazretleri’ne ibadet huzur ile olur. Kalp, gıll-u giştan ve
düşünceden sâlim olur.

Muhammed Parisâ -kuddise sırruh- talib-i tarikat olanlara:

“Ne işle meşgulsün?” diye sorarmış. Eğer bir sanatı yoksa, “Sanat öğren.” buyururmuş.

Hadis-i nebevi’de:

“Dünyada rahat yoktur.” buyuruluyor.

Olsa muvakkat bir zaman içindir. Fakat rahatsızlığı rahattan çok demektir.

Bu Hadis-i şerif’e şöyle de mânâ verilebilir:


Muhabbet-i dünyada rahat yoktur. Çünkü Sahabe rahat etmiyor. Evliyâullah ise kalben daima rahatta,
ferah ve sürur içindedir.

“Hesap vermek için huzur-i ilâhiye varmaktan korkan kimseler için iki cennet vardır.” (Rahmân:
46)

Cennetin biri, ehlullahın dünyada rahatıdır. Diğeri de ahirette.

“Haberiniz olsun ki, Allah’ın veli kulları için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak
değillerdir.” (Yunus: 62)

“Onlar iman edip takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da, ahirette de onlar için müjdeler
vardır.” buyurulmuştur. (Yunus: 63)

Ehlullah dünyada bir iş ile meşgul olabilirler. Fakat bu meşguliyetleri hallerine zarar vermez. Fakat bir
dünyaperest ne kadar kazanırsa hırsından naşi kalbi yine fakirdir.

Evliyâullah:

“Eğer sultanlar bizdeki zevki bilse, sell-i seyf ederek gasp ederler.” derler.

Çünkü dünya işleri başlangıçta bozgunluk ve baş ağrısı, nihayette de nedamettir. Ehl-i zikir ve
evliyaullahın kalbi ise zikir ve fikir ile üns-i billâh derecesini ihraz etmiş olduğundan her an Allah
Zülcelal Hazretleri’nin Semi, Basir, Kadir... olduğunu bilir. O’na tevekkül-i tam ile tevekkül eder. Üns-i
billâhın tarifi ise gayrı kabildir. Tatmayan bilmez. Onun ünsündeki zevki ruhani bir şeye benzetemediği
gibi zatını bilmek de bizim için mümkün değildir. O hiçbir şeye benzemez.

Nitekim:

“Onun misli gibi hiçbirşey yoktur.” buyurulmuştur. (Şûrâ: 11)

Tarikat-ı aliyede tevfik-i ilâhi ile çalışarak uns-i billâh hasıl olur. Kalp zevk almaya başlar. O vakit arız
ve fâni olan şeyler, velinin kalbine tesir edemez. Fâni olan şeyler onun nazarında hiçbir kıymete haiz
olamaz.

Nitekim İbrahim Aleyhisselâm ateşe atılırken azaptan müteessir olmamıştır. Çünkü o zevk-i daimi ve
safa-i ruhaniyi ihraz etmiştir. Onun için Cebrail Aleyhisselâm’a:

“Âgâh olunca hale, hacet mi var suale?” diye cevap vermiştir.

Hakk Celle ve Ala Hazretleri’nin huzurunda gelen zevkte hiçbir soğukluk olmaz. Dünyadan gelen zevk
ise böyle değildir, zail ve fanidir.

İbadette, diyanette ne lezzetler vardır. Fakat münkir olanlar bilmiyorlar. Eğer anlasalar kaçmazlar.

Âyet-i Celile’de:

“Emvaliniz ve evlâdınız sizin için ancak fitnedir.” (Enfâl: 28)

Buyurulduğuna göre bazı enbiyâ-i izam ve evliyâ-i kiram’a da Cenâb-ı Hakk -azze ve celle- Hazretleri
evlâd-ü iyal ve emval-i kesire ihsan buyurduğuna nazaran bu Âyet-i celile’de sizin emvaliniz ve
evlâdınız buyuruluyor ki, yani bir kimse dünya malını benimseyerek nefsine izafe etmiş olursa,
demektir. Eğer kalbinde mal ve evlât muhabbeti olup da o muhabbet sebebiyle Hakk yolundan huzur-i
kalbinden alıkorsa demektir.
İşte kalbinde mal ve evlât muhabbeti olmayan Cenâb-ı Hakk’ın nebi ve veli dostları zümresinden olan
kullarına kalplerinde zerre kadar muhabbet ve alâka olamaması hasebiyle fitne teşkil etmeyeceğine
binaen enbiyâ-i izam ve evliyâ-i kiram’a ihsan-ı ilâhi olarak dünyada da emval ve evlât ihsan
buyurmuştur.

Nitekim Süleyman Aleyhisselâm’a dünyevi saltanat, yüzlerce cariye ve evlâd-ü iyâl ihsan buyurmuştur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İLÂHİ EMİR
“NAMAZ ve ZEKÂT”

Şereflerin en üstünü Hazret-i Allah’a kul olabilmektir. Bir mahlûk için, bunun fevkinde bir şey olamaz. O
kulluğuna alır, kabul ederse tasarruf-u ilâhi’siyle, hıfz-u himaye’sine alır ve “Bu benim kulumdur” der.
Hazret-i Allah ona her zaman sahip çıkar, onun sahibi olur. Bir insan Hazret-i Allah’a sıdkıyle bir kul
olacak, yani sıdkıyle kapısına dayanacak. Ebeveyni de; annesi, babası hayatta ise Allah için onlara
bakacak. Namazı zamanında kılıp cihatta bulunursa o insan çok kazananlardan olur. Çünkü namazı
zamanında kılmaya azmeden kimse zekâtını da zamanında verir, ilâhi emirlere riâyet eder. İlâhi
hükümlere eğilmiş, gönül vermiş, hülasa gönlünü Hazret-i Allah’a râm etmiş olur.

Şürayh İbn’ül-Hâris anlatıyor, Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’in ashâbından birinin şöyle dediğini işittim.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:

“Allah azze ve celle buyurdu ki: ‘Ey Ademoğlu sen bana doğru kalkarak yönel, ben sana doğru
yürüyüp geleyim. Sen bana doğru yürüyerek gel, ben sana doğru koşarak geleyim.’”

Cenâb-ı Hakk kulunu çok sever hatta affetmek için kulunda hoşuna gidecek küçük bahaneler, vesileler
arar. Bir kul Allah-u Teâlâ’ya ne kadar teveccüh eder yönelirse, Allah-u Teâlâ ona ondan daha fazla
olarak teveccüh buyurur. Kul, Allah-u Teâlâ’ya kalkarak yönelirse, Allah-u Teâlâ ona yürüyerek gelir,
kul yürüyerek Allah-u Teâlâ’ya yönelir giderse, Allah-u Teâlâ ona koşarak yönelir gider.

Hadis-i kudsî’deki Allah-u Teâlâ ile ilgili gelme ve koşma, mecâzi anlamdadır. Kula çabucak
lütfetmesinden, vermesinden ve kulun az da olsa ibâdet ve taatini kat kat sevapla karşılaması
mânâlarınadır.

Yani Allah-u Teâlâ;

“Ey insanoğlu! Bana ibadetini halisane yap, güzel amellerde bulun, beni çokça zikret, habibim
Muhammed’e de çokça salât-ü selâm’da bulun, buna karşı ben de sana rahmet ve ihsanda
bulunayım. Rızkını arttırayım, sıhhatine âfiyet vereyim ve seni bedenen ve ruhen sâlim huzurlu
bir insan kılayım.” buyurmaktadır.
Mümin bu ulvî teveccühe nâil olmaya çalışmalıdır. Çünkü Hazret-i Allah kuluna sermaye koyacak ki o
sermaye ile o kul iş yapsın. Onun için duâmızı “Allah’ım zâtına kul, Habibine ümmet et. Âkıbetimizi de
hayırlı eyle.” diye yapacağız. O da kabul ediverirse bizim için dünya saâdeti, ahiret selâmeti budur.

Zekât ibadeti birçok Âyet-i kerime’lerde namazla birlikte emredilmiştir.

“Namazı kılınız, zekâtı veriniz.” (Bakara: 110)

İslâm’da imandan sonra en önemli iki esas vardır, bu rükûnlardan birisi namaz, diğeri ise zekâttır.

Namaz ile zekât Bakara sûre-i şerif’inin 110. Âyet-i kerime’sinde beraber emredilmiştir. Namazı kıldın,
zekâtını vermedin namazın da kabul değil. Zekâtı verdin namazı kılmadın, zekâtın da kabul değil.

Çünkü Cenâb-ı Hakk:

“Namazı kılınız, zekâtı veriniz.” buyuruyor.

Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyuruyorlar:

“Cenâb-ı Allah zekât vermeyenlerin imanını da namazını da kabule şâyân buyurmaz.” (Münâvi)

Bunun da sebebi namaz ile zekât arasında kuvvetli bir bağlılığın oluşudur. Namaz İslâm’ın direğidir.
Namazı terkeden, dinini yıkmış olur. Zekât ise İslâm’ın köprüsüdür. Bu köprüden geçmeyen kurtuluşa
eremez.

Namaz gibi zekâtın da çok yerde emrolunması, zekâtın önemini gösterdiği gibi, bu kadar emirlerden
sonra yapılmamasının ise Allah-u Teâlâ’nın gazabına sebep olacağı aşikârdır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde zekâtı İslâm’ın beş temel
esasından birisi saymıştır ve:

“İslâmiyetinizin kemâli zekât vermenize bağlıdır.” buyurmuşlardır. (Münâvi)

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem-Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kim ki Allah kendisine mal verir, o da malın zekâtını vermezse, zekât verilmeyen mal kıyamet
gününde mat zehirli, iki boynuzlu, gözleri kuru üzüm tanesi gibi bir ejderha olup, sahibinin
boynuna dolanır, avurtlarını ağzı ile tutar, sonra ‘Ben senin malınım, ben senin hazinenim!’
der.” buyurdu ve şu Âyet-i kerime’yi okudu:

“Allah’ın, kereminden kendilerine verdiği şeyde cimrilik edenler hiçbir zaman onu kendileri için
hayırlı sanmasınlar. Bu onların zararınadır. Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet gününde
boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan
hakkıyla haberdardır.” (Âl-i İmran: 180)

Zekât vermekle dünyada borç ödenmiş, ahirette ise azaptan kurtulmuş olunur. En mühimi, emr-i şerif
yerine gelmiş olur.

Kulların mülkiyetinde olan her şey gerçekte Allah-u Teâlâ’nındır, müstakilen O’nun mülküdür. Bunlara
sahip olanların hakiki mülkleri yoktur, kısa bir müddet için verilmiş birer emanettir. Herkes şu kısa ömür
içinde kendisinin olduğunu zannettiği serveti, gün gelecek bırakmak zorunda kalacaktır. Sonra hepsi
O’na dönecektir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Altınla gümüşün haklarını vermeyen hiçbir altın ve gümüş sahibi yoktur ki, kıyamet gününde
bunlar ateşten levhalar haline getirilip de cehennem ateşinde kızdırılarak onlarla sahibinin
yanları, alnı ve sırtı dağlanmasın.

Bu levhalar soğudukça miktarı ellibin sene olan bir günde kullar arasında verilecek hüküm
bitinceye kadar sahibine azap için tekrar kızdırılarak geri çevrileceklerdir. Nihayet kendisine ya
cennet ya da cehenneme doğru (giden yol) gösterilecektir.”

-Yâ Resulellah! Ya (zekâtı verilmeyen) develer ne olacak?

“Hiçbir deve sahibi de yoktur ki, bu hayvanların hakkı su başlarına geldikleri gün sağılıp
muhtaçlara vermek iken, onların hakkını vermesin de, kıyamet gününde o develerin altına
alabildiğine düz ve geniş bir sahaya yatırılarak develerden bir tek yavru bile hariç kalmamak
şartı ile onu ayakları ile ezmesin ve dişleri ile ısırmasınlar.

Deve sürüsünün baş tarafı üzerinden (çiğnenip) geçtikçe son tarafı onun üzerine iade edilir. Bu
iş, miktarı ellibin sene olan bir günde kullar arasında verilecek hüküm bitinceye kadar devam
eder. Nihayet ya cennete yahut cehenneme giden yolu kendisine gösterilir.”

-Yâ Resulellah! Sığırlarla koyunlar ne olacak?

“Hiçbir sığır ve koyun sahibi yoktur ki, onların hakkını vermesin de, kıyamet günü geldiğinde
düz ve geniş bir yerde onların altına serilerek, o hayvanlardan hiçbirisi hariç kalmamak ve
içlerinde çarpık boynuzlu, boynuzsuz, kırık boynuzlu bulunmamak şartı ile onu boynuzları ile
sürmesin, tırnakları ile ezmesinler.

Bu hayvanların önde bulunanları, üzerinden çiğneyip geçtikçe, sondakiler onun üzerine tekrar
iade edilirler. Bu, miktarı ellibin sene olan bir günde ta kullar arasında hüküm bitinceye kadar
devam eder. Nihayet ya cennete veya cehenneme giden yolu kendisine gösterilir.”

-Yâ Resulellah? Ya atlar ne olacak?

“Atlar üç kısımdır: Bir kısmı sahibi için bir yük, bir kısmı sahibi için örtü, bir kısmı da sahibi için
ecirdir.

Bir kimsenin övünmek, gösteriş ve müslümanlara düşmanlık için bağlayıp beslediği at,
sahibine bir yüktür.

Bir kimsenin Allah yolunda bağlayıp beslediği ve onun sırtında ve boynunda Allah’ın hakkı
olduğunu unutmadığı at, onun için bir örtüdür.

Bir kimsenin Allah yolunda müslümanlar için çayır ve bahçede bağlayıp beslediği at, sahibi için
ecirdir.

At bu çayırdan veya bahçeden ne yerse, yediği şeyler sayısınca sahibine sevap yazılır. Ona atın
pislikleri ve idrarı sayısınca dahi sevap yazılır.

At, ipini koparır da bir veya bir iki tur atarsa, sahibine onun izleri ve pislikleri miktarınca sevap
yazılır. Yahut sahibi onu bir nehir kenarından geçirirken, sulamaya niyeti olmadığı halde o
nehirden su içerse, Allah sahibine onun içtiği su yudumları miktarınca sevap yazar.”

-Yâ Resulellah! Ya merkepler ne olacak?


“Merkepler hakkında bana şu bir tek şümullü âyetten başka bir şey indirilmedi. Her kim zerre
miktarı hayır işlerse onun mükâfatını görür, zerre miktarı kötülük işleyen de onun cezasını
görür.” (Müslim: 987)

Hazret-i Allah bize vermiş bizim de vermemiz gerekir. Verilen şeylerle insanın malı eksilmez. Biz cahil
insanlarız, vermekle azalacağını zannederiz.

Zekât veren bir insan ayrıca “Allah’ım! Bana verdiriyorsun, dileseydin aldırırdın, sana şükürler olsun.”
diye de şükretmelidir.

Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz buyuruyor:

“Allah azze ve celle (Hadis-i kudsî’de) buyurdu ki:

‘Kulum, vaktinde namazı kılarsa, kendisine azâp etmeyeceğime ve cennete koyacağıma dâir
sözüm vardır.’” (Hâkim - Âişe -radiyallahu anhâ’dan-)

Namaz imandan sonra gelen ve Allah ile kul arasında başlıca bir ibadettir. İslâm’ın şartlarından önde
gelenidir ve kula miraç hediyesidir. Miraç gecesinde beş vakit namaz farz kılınmıştır. Peygamberimiz,
sahâbe-i kiram ve diğer sâlih zâtlar, bu mübarek ibâdete çok ehemmiyet vermişlerdir.

Hadis-i şerif’e göre, mümin ile kâfiri ayıran farktır.

Peygamberimizin son sözleri de: “Namaza devam ediniz.” olmuştur.

Âyet-i kerime’lerde ve Hadis-i şerif’lerde namaz hakkında gayet önemle durulmuştur.

Âyet-i kerime’de:

“‘Sizi Sakar’a (alevli cehenneme) sokan nedir?’ Derler ki: ‘Biz namazımızı kılmıyorduk. Yoksulu
doyurmuyorduk.’” buyuruyor. (Müddessir: 42-44)

İbn-i Mâce’nin rivayet ettiği bir Hadis-i kudsî’de Allah-u Teâlâ’nın, beş vakit namaza devam etmeyenler
için cennete koyma hususunda bir vaadinin olmadığı buyurulur. Zari bütün ameller, namazın ihlâsla
edâ edilmesine bağlıdır.

Nitekim bir Hadis-i şerif’te Peygamberimiz:

“Kulun kıyamet günü muhasebe olunacağı ilk şey namazdır. Eğer o düzgün (tam) olursa, diğer
amelleri de düzgün olur. Eğe o bozuk (noksan) olursa, diğer amelleri de bozuk olur.” buyuruyor.

Namaz Rabbimiz Teâlâ Hazretlerinin görünür görünmez, bitmez tükenmez ihsan ve ikramlarına karşı
şükran ve tazimlerimizi sunmak için kalbimiz, dilimiz ve bedenimizle yaptığımız bir ibadettir.

Hadis-i şerif’e göre İslâm’ın şartı, dinin direği ve temeli, ibâdetlerin rehberi, cennetin anahtarıdır.
Müminin miracı, kalbinin nuru, ruhunun gıdasıdır. Namaz kılmakla İslâm’ın esas ve büyük temeli
kurulmuş, kişi kurtuluş ipine tutunmuş olur.

İnsan namaza ne kadar devamlı olursa, dinin de o kadar sağlamlaştırmış olur. Hakikatine inilerek edâ
edilmiş bir namaz, kötülüklere büyük bir set olur. İnsanı Mevlâ’sına en çok yaklaştıran ameli namazdır.
Kulun rabbisine en yakın olduğu an secde anıdır. Namazda iken kulun üzerine ilâhi rahmet iner.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

"Ne dersiniz? Birinizin kapısı önünden ırmak geçse, günde beş defa içinde yıkansa kiri kalır
mı?"
– Hayır, hiçbir kir bırakmaz.

"İşte beş vakit namaz da böyledir. Allah bununla günahları yok eder." (Buharî. Tecrid-i sarih: 319)

"Gece ve gündüz melekleri bir biri peşine size gelir, sabah ve ikindi namazında birleşirler.
Sonra gece melekleri çıkar. Allah onların hallerini bildiği halde 'Kullarımı nasıl bıraktınız?' diye
sorar. Melekler 'Onları namaz kılarken bulduk, namaz kılarken bıraktık.' derler." buyurmuşlardır.
(Buharî. Tecrid-i sarih: 332)

Rabbimiz ibâdet ve taatlarımızı, namazımızı, zekâtımızı, orucumuzu, rızâsına uygun amellerimizi


rızâsında artırsın, edâsını da kolaylaştırıversin.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MALAZGİRT MEYDAN MUHAREBESİ

Toplumların kendi geçmişlerini bilmeden, anlamadan ve özümsemeden geleceğe sağlam köprüler


kurabilmesi mümkün değildir. Tarihini sahiplenmemek, unutmak, ondan gereken dersleri çıkarmamak,
toplumun çöküşünü hazırlar.

Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:

“...Ve bu ümmetin sonunda gelenler evvel gelenleri lânetlediği zaman...” buyurmuşlardır. (Tirmizi)

“Öyle bozuk bir nesil gelecek ki, o kadar asaletsiz türemeler türeyecek ki, ecdadı ile övünmeyecek de
içindeki kötülüğü onlara hamledecek, bu asaletsiz ayak takımı onlara hakaret nazarı ile bakacak.

Oysa geçen devirler, değil müslümanları, dünyayı hayrete düşüren en güzel hasletlere dolu idi. Onlar
iman, şecaat, cesaret, adalet, fazilet sahibi idiler.” (Ömer Öngüt, İnsan Dünya ve Ahiret, s: 168)

Yaşadığımız şu an İslâm’ın ismi, Kur’an’ın resmi kalmış, mânevi değerlerden uzaklaşılmıştır.


Özümüzden koptuğumuz içindir ki, her gün ayrı bir sıkıntı başgöstermekte, ayrı bir bunalım
yaşanmaktadır.

Atalarımız kimdir, nereden ve niçin gelmişlerdir, hangi dâvâ uğrunda savaşmışlar, ölmüşler,
öldürmüşlerdir ve bize neleri miras olarak bırakmışlardır?

Bu soruların cevaplarına derinlemesine nüfuz edebilirsek, bugünkü sıkıntı ve buhran kapılarını


aralayacak anahtarı bulacağız. Bu anahtar beraberinde dünya saâdetini, ahiret selâmetini getirecektir.
Bu anahtar İslâmiyet’tir. Bu ay içerisinde 930. yıldönümünü idrak edeceğimiz Malazgirt zaferi
vesilesiyle, bu din uğrunda canını ve malını hiçe sayan bütün müslümanları rahmetle anıyoruz...

SAVAŞA HAZIRLANIŞ
Bizans İmparatoru Romanos Diogenes, 1070-1071 yılı kışında, Türkleri imparatorluk topraklarından
tamamen atmak üzere bir ordu topladı. Bu ordu, Britanya, Kapadokya, Kilikya ve Trabzon gibi
bölgelerden temin edilmiş; Bulgar, Slav, Alman, Frenk, Gürcü, Ermeni, Hazar, Peçenek, Uz ve Kıpçak
asıllı askerlerden oluşuyordu. İkiyüzbin kişilik bu ordu ile Diogenes, Selçukluların üzerine yürüdü.

Bizans imparatoru Türklerin sık sık Anadolu şehirlerine akınlar düzenlemesini önlemek istiyordu.
Selçukluları tam anlamı ile yenilgiye uğratmak, Orta Asya içlerine kadar sürüp atmak amacını
taşıyordu.

Alparslan’ın bu savaştaki amacı ise Anadolu’nun kapılarını bir daha kapanmamak üzere açmak, kesin
biçimde Anadolu’yu ele geçirmek idi. Bu savaşta Türkler yenilirse yeniden Orta Asya içlerine
çekilecekler, Bizanslıları yendikleri takdirde Anadolu’yu yurt edinmiş olacaklardı.

Bizans Ordusu, Kızılırmak vadisini izleyerek Sivas’a, daha sonra Erzurum’a ulaştı. Sultan Alparslan ise
Van Gölü kıyısındaki Ahlat’tan hareket ederek Muş ili yakınlarındaki Malazgirt’e vardı. Alparslan,
Romanos Diogenes’in yanına elçi göndererek barış önerisinde bulunmuştu. Ancak Bizans imparatoru
bu öneriyi kabul etmemiş, elçiye şöyle demişti: “Sultanınıza söyleyin, kendisi ile barış görüşmelerini
Rey’de yapacağım. Ordumu Isfahan’da, hayvanları ise Hemedan’da kışlatacağım.”

Alparslan bu cevaptan çok müteessir oldu ve canı sıkıldı. Sultanın müteessir olduğunu gören imamı ve
fâkihi Ebû Nasr Muhammed: “Sen Allah’ın zafere ulaştıracağını ve diğer dinlere üstün kılacağını vaad
ettiği bir din uğrunda savaşıyorsun. Umarım Allah-u Teâlâ bu fethi sana nasip edecektir. Cuma günü
zeval vaktinden sonra hatiplerin minberde olduğu ve mücahitler için Allah’a duada bulundukları ve
duaların kabul edildiği saatte düşmana hücum et!” dedi. Savaş, kaçınılmaz bir duruma gelmişti.

Alparslan, Malazgirt Meydan Savaşı’ndan önce bütün tedbirleri almış, gereken her türlü hazırlığı
yapmıştı. Ünlü veziri Nizâmül-Mülk’ü Hemedan’a gönderdi. Çıkacak herhangi bir karışıklığı önlemesi
ve istenirse yeni asker yollaması için tembihte bulundu.

Ayrıca Bizans kuvvetlerinin gücünü öğrenmek için bir öncü kuvveti Bizans ordusuna gönderdi. Bu keşif
sırasında bir Bizans komutanı yakalandı. Ondan edinilen bilgilere göre Alparslan gereken önlemleri
aldı. İkiyüzbin kişilik orduya ellibin kişilik bir kuvvetle nasıl karşı koyulacağının plânları yapıldı. 25
Ağustos 1071 günü askerlerinin moral gücünü arttırmak için devamlı tekbir getirmelerini, düşmanların
morallerini bozmak için de sürekli boru ve davul çalmalarını, oklar atmalarını emretti.

Alparslan, ordusunu dört gruba ayırmış, bu düzen içinde mevziye girmişlerdi. Merkez yani orta
kısımdaki kuvvetlerin başında Alparslan bulunuyordu. Bu kesimdeki kuvvetler diğerlerinden çok zayıftı.
Esas büyük kuvvetler ise, sağ ve sol yanda bulunuyordu. Bunlar savaş sahasının yanlarındaki
tepelerde mevzilenmişlerdi. Dördüncü grup kuvvetler ise, zamanı gelince kuşatma harekâtına girişerek
düşmanı arkadan çevireceklerdi.

26 Ağustos 1071 tarihinde başta halife olmak üzere bütün İslâm âlemi, camilerde cuma namazını
kılıyor, Kur’an okuyor, Türk ordusunun zaferi için dua ediyordu.

Alparslan beyaz bir ata binmiş, kefene benzeyen beyaz bir elbise giymiş, atının kuyruğunu kendi eliyle
bağlamış, silahlarını kuşanmıştı. Bu da sultanın, askerin başında bizzat savaşacağını gösteriyordu.

MALAZGİRT MEYDAN SAVAŞI

26 Ağustos 1071 cuma günü ellibin kişilik ordusu ile Malazgirt Ovası’nda cuma namazını askerleri ile
birlikte kılan Alparslan, namazdan sonra askerleri ile helâllaştı. Bütün ordu Alparslan’ın neler
söyleyeceğine kulak kesilmişti. Alparslan şunları söyledi:

“Askerlerim! Yiğitlerim! Bugün burada ne emreden bir sultan, ne de emir alan bir asker vardır.
Bugün ben sizlerden biriyim ve sizlerle birlikte savaşacağım. Bugün burada Allah’tan başka bir
sultan yoktur. Biz ne kadar az olursak olalım, düşman ne kadar çok olursa olsun, bütün
Müslümanların, zaferimiz için dua ettikleri şu anda, kendimi düşman üzerine atacağım. Ya zafer
kazanırız, ya şehit olarak cennete gideriz. İsteyen benimle gelsin, isteyen geri dönsün. Ben
memleket için, İslâm için ölüme koşuyorum. Beni takip edenler ve kendilerini Yüce Allah’a
adayanlardan şehit olanlar Cennet’e, sağ kalanlar ise ganimete kavuşacaklardır. Ayrılanları
ahirette ateş, dünyada da alçaklık beklemektedir.

Ey askerlerim! Eğer şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere
yükselecektir. Benden sonra oğlum Melikşah’ı tahta çıkartınız ve ona itaat ediniz. Zaferi
kazanırsak istikbal bizimdir.” Daha sonra atından inerek secdeye kapandı ve şöyle dua etti:

“Yâ Rabb! Seni kendime vekil yapıyorum. Azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin
uğrunda savaşıyorum. Ey Allah’ım! Niyetim halistir, bana yardım et. Sözlerimde hilaf varsa beni
kahret.” diyerek, gözleri dolu dolu, secdeden başını kaldırdı.

Savaş başladığında Alparslan az bir kuvvetle düşmana karşı saldırıya geçti. Romanos Diogenes,
olanca kuvvetiyle Selçuklu ordusunun merkez kısmına yüklendi. Alparslan, ordusunu Turan Taktiği
gereğince geriye çekti. Bu sahte geri çekilişi bir bozgun zanneden imparator, Selçuklu ordusunu takip
ederek Alparslan tarafından önceden hazırlatılan pusulara kadar geldi. Türklerin sağdan ve soldan bir
hilâl şeklinde kendisini çember içerisine aldığının farkına bile varmamıştı. Bu kıskaç harekâtı ile daha
sonra Bizans ordusunu arkadan çevirmeye yöneldi. Bizanslılar tuzağa düştüklerinin farkına vardılar,
ama iş işten geçmişti. Bu arada, Selçuklu komutanlarının Türkçe olarak verdikleri komutlardan
etkilenen Bizans ordusundaki Peçenek ve Uz Türkleri’nin at sürerek Selçuklu ordusu tarafına geçmesi
üzerine durum Bizanslılar için daha da kötü bir boyuta varmıştı.

Savaş alanı sayılamayacak kadar çok cesetle dolmuştu. Kılıçların şakırtısı, atların kişnemesi,
yaralıların iniltisi birbirine karışmıştı. Bizans ordusunun yedek kuvvetleri geri kaçmış, ordu tam bir
bozguna uğramıştı.

Bu arada Bizans imparatoru da esir alındı. Alparslan, imparatorun huzuruna getirilmesini emretti,
getirilince de elindeki kamçıyla imparatora üç defa vurdu ve: “Sana barış için elçi gönderdiğim halde
reddetmedin mi?” dedi. Bunun üzerine imparator: “Azarlamayı bırak da, ne yapacaksan yap!” diye
cevap verdi. Alparslan ona: “Sen beni esir almış olsaydın ne yapardın?” diye sordu. İmparator:
“Kötülük yapardım.” diye karşılık verdi. Alparslan bu defa: “Peki benim sana ne yapacağımı
zannediyorsun?” diye sorunca imparator: “Beni ya öldürürsün, ya da İslâm ülkelerinde teşhir edersin,
yahut da uzak bir ihtimal olmakla beraber, affeder, fidye ve vergi alır, beni kendine vekil tayin edersin.”
cevabını verdi. Bunun üzerine Alparslan: “Ben de zaten bundan başka bir şey düşünmedim.” diye
cevap verdi.

Alparslan, imparatorla birbuçuk milyon dinar kurtuluş akçesi ödemesi, istediği zaman kendine Bizans
askeri göndermesi ve Bizans ülkesindeki bütün esirleri serbest bırakması şartıyla bir anlaşma yaptı.
Daha sonra onu bir çadırda misafir edip yanına yol masrafı olarak onbin dinar verdi ve ülkesine
gönderdi.

SAVAŞIN SONUÇLARI

Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’nun kapıları tamamen açılmıştır. Türk akıncıları çok kısa bir
zaman sonra İznik ve civarını alarak buraları vatan edinmişlerdir.

Zaferden sonra Sultan Alparslan, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması için Türkmen beyleri ile
birlikte pek çok Türkmen dervişlerini de görevlendirerek mânevi fethin kapılarını açmıştır.

Ayrıca her tarafa fetihnameler gönderilmiş, başta Bağdat olmak üzere bütün İslâm âleminde şenlikler
düzenlenmiştir.
ALPARSLAN’IN ŞEHİD EDİLİŞİ

1072 yılında Mâverâünnehr’e sefere çıkan Alparslan’ın huzuruna hain bir kale komutanını getirdiler.
Alparslan dört kazık çakılarak komutanın el ve ayaklarının bunlara bağlanmasını emretti, bunun
üzerine komutan: “Ey korkak! Benim gibi bir adam böyle öldürülür mü?” diye cevap verdi. Bu sözlere
çok sinirlenen Alparslan eline ok ve yay alarak muhafızlara komutanın serbest bırakılmasını emrini
verdi. Ancak o güne kadar hedefini hiç şaşırmayan Alparslan’ın attığı ok komutana isabet etmedi.
Komutan hemen Alparslan’ın üzerine saldırdı. Tahtında oturan Alparslan komutanın kendisine doğru
geldiğini görünce ayağa kalkıp tahtından inmek istedi, ancak bu sırada ayağı sürçerek yere düştü.
Bunun üzerine üzerine çullanan komutan, yanında bulunan bıçağını Alparslan’a saplayarak onu
yaraladı. Alparslan bu olaydan sonra şöyle dedi:

“Her nereye yönelsem ve hangi düşman üzerine yürümek istesem daimâ Allah’tan yardım
dilerim. Dün bir tepeye çıktım, ordunun azametinden ve askerlerimin çokluğundan dolayı
altımda yer titriyordu. Kendi kendime: ‘Ben bütün dünyaya hükmeden biriyim, bana hiç
kimsenin gücü yetmez.’ dedim. Bu yüzden Allah-u Teâlâ beni yarattıklarının en zayıfı karşısında
âciz bıraktı. Allah’tan mağfiret diler ve bu düşüncemden dolayı beni affetmesini niyaz ederim.”

Ve bu olaydan dört gün sonra Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine eren Sultan Alparslan, Merv’de bulunan
babasının yanına gömüldü.

AHLÂK VE VASIFLARI

Sultan Alparslan iyiliği, merhameti, düşkünlere yardımı ile tanınmıştır. İslâmiyet’e ve cihada son
derece bağlı idi. Allah’tan korkar, her işinde O’na tevekkül ederdi.

Çok cesur, yiğit, kudret ve azamet sahibi bir kişiliğe sahipti. Heybetinin yanında adeleti ile de ün
yapmış, affedici ve müsamaha sahibi olduğunu defalarca ispatlamıştı. Çok dindardı ve dinî hükümlerin
tam sadakatla uygulayıcısı olarak tanınıyordu. Onun bu yönü, halk arasında veli derecesine
yükseltilmesine ve şahsına pek çok kerametler isnat edilmesine sebep olmuştur.

İslâmiyet’in henüz girmediği ülkelerde fethettiği her şehre derhâl bir cami yaptırdığı, askerî
faaliyetlerinden dolayı yeterince fırsat bulamadığı imar işleri ile ilim, fikir ve sanat adamlarını toplayıp
devlet himayesi altına almak gibi sosyal faaliyetleri de veziri Nizâmül-Mülk’ün eliyle yürüttüğü
bilinmektedir.

Jurnalcilerden biri veziri Nizâmül-Mülk aleyhinde bir yazı yazmış, yazıda Sultan’ın memleketlerinde ne
kadar malı olduğunu ve ne gibi vergiler aldığını anlatmıştı. Yazı, Alparslan’ın namaz kıldığı yere
bırakılmıştı. Sultan onu alıp okudu, sonra da Nizâmül-Mülk’e verip: “Bu mektubu al, eğer bunu
yazanların yazdıkları doğru ise ahlâkını güzelleştir, durumunu düzelt; eğer yalan söylüyorlarsa onların
hatalarını bağışla ve onları öyle mühim işlerle meşgul et ki, insanları aldatmaya vakit bulamasınlar”
dedi. Bu sözü, onun keskin zekâsı ve merhametine bir delildir.

Alparslan çok sadaka verirdi. Her Ramazan ayında onbeşbin dinar sadaka dağıtırdı. Sarayında, günde
elli koyun kesilen bir imaret bulunurdu ve ayrıca adları listeler halinde tanzim edilen fakirlere harçlık
dağıtılırdı. Bununla beraber ülkesinin hiçbir yerinde cinayet ve gaspçılık olmamıştır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


NİMETE ŞÜKÜR

Allah-u Teâlâ:

“De ki: ‘Sizi yaratan ve size kulaklar, gözler ve gönüller veren O’dur. Ne az şükrediyorsunuz!’”
(Mülk: 23)

“İçmekte olduğunuz suyu da söyleyin bana! Onu buluttan indiren siz misiniz, yoksa indirenler
biz miyiz?” (Vâkıa:68-69)

Âyet-i kerime’leriyle nimetlere şükredilmesini emir buyurmuştur.

Hâlik-ı Azîmüşan mahlûkunu kerih bir sudan yaratmış, aslımız kerih bir nutfe olduğu halde bizleri
sonsuz nimetlerle süslemiş, İslâmla müşerref etmiş, iyi ve kötüyü ayırt etmek için Kelâmullah’ı indirmiş,
Habib-i Ekrem’ine ümmet etmiş, Rehber-i sâdık’ı göndermiş. Bize göz vermiş bakıyoruz, duyma
hassasını vermiş işitiyoruz. Konuşma imkânı vermiş, kalp vermiş, hayatımızı idame ettirmemiz için
nefes ihsan buyurmuş, bir an kesiverse hayatımıza mâl olacak. Parmak ucundaki hassiyete bakın ki,
kör onunla görmektedir.

İnsanları sıkıntıdan kurtaran, duâları kabul eden, belâlardan kurtaran hep O’dur. Öyle bir Rezzak’tır ki,
kullarının rızıklarını günahlarından dolayı kesmiyor. Affı ve merhameti o kadar boldur ki günah
işleyenlerin günahlarını örtüyor, cezalarını vermekte acele etmiyor. Affetmek için bahaneler arıyor.
Tevbe ettiğimizde çok çok seviniyor. Rabbimiz bize ne kadar lütufkâr. Hazret-i Allah hep ihsanda, biz
hep isyandayız.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:

“Şüphesiz ki Allah insanlara karşı lütufkârdır. Fakat insanların çoğu şükretmezler.” buyuruyor.
(Mü’min: 61)

İyilik yapana teşekkür ve hürmet edilir. Bu, insanlık icâbıdır. O hâlde her nimetin hakiki sahibi olan
Hazret-i Allah’a neden şükretmeyiz? Ne kadar da nankörüz, cahiliz ve gafletteyiz.

Allah-u Teâlâ nimetlere şükredip nankörlük göstermememizi istemekte, şükrettiğimiz zaman nimetini
artıracağını haber vermektedir.

Âyet-i kerime’sinde:

“Şükrederseniz elbette size nimetinizi arttırırım.” buyuruyor. (İbrahim: 7)

O hâlde şükür nedir ve nasıl yapılır?

Şükür: Allah-u Teâlâ’nın kendisine lütfettiği nimetleri düşünüp, nimetini ikrar ve itiraf ile O’na hamd
etmek, o nimeti O’nun gösterdiği istikamette kullanmaktır.

Şükür üç türlüdür:

Kâli şükür: Dil ile yapılan şükürdür. Bütün nimetlerin Allah-u Teâlâ’ya âit olduğunu düşünüp itiraf
etmektir.

Resulullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyuruyorlar:


“Cenâb-ı Hakk’ın nimet ve ihsanını dile getirmek şükürdür.” (Münâvi)

Hâli şükür: (Kalp ile yapılan şükürdür.) Allah-u Teâlâ’yı canından, ikram ettiği her şeyden fazla
sevmek, zira her şeyi O’nun yarattığı ve O’nun verdiğini bilmek. En güvenilir gerçek dostun Allah-u
Teâlâ olduğunu bilip tefekkür etmek. Kulun şükrü ifadede aciz olduğunu, ne yaparsa yapsın
şükredilemeyeceğini kalben söylemesi. Şükrün en yüksek şeklidir ki, bu tefekkürlü şükürde gönül
öylesine dolar ve yanar ki, göz yaşları yetersizdir.

Bir Hadis-i şerif’te buyurulduğuna göre Davut Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın nimetlerine şükretmekte
çok ileri gitmişti. Bir defasında “Yâ Rabbi! Ben sana hakkıyla nasıl şükredebilirim? Senin yardımın
olmadıkça şükretmeye de gücüm yetmez!” demişti. Allah-u Teâlâ “Ey Davut! Sana gelen her
nimetin benden olduğunu biliyorsun değil mi?” diye sordu. “Evet yâ Rabbi, biliyorum” deyince
Allah-u Teâlâ “Ben bunu senin tarafından şükür olarak kabul ettim.”buyurdu. (Ahmed bin Hanbel)

Fiili şükür: Allah-u Teâlâ’nın kendisine lütfettiği nimetlerin hepsini Allah-u Teâlâ’nın hoşlanacağı,
beğenip râzı olacağı şekilde kullanmaktır. Beden ile yapılan şükürdür.

Bedeni, Allah-u Teâlâ’nın yasaklarından korumak ve buyruklarına uymaktır. Bunu biraz açalım.

Dili kötü sözlerden korumak: Yalan söylememek, iftira etmemek, koğuculuk yapmamak, alay
etmemek, gıybet etmemek. Kulağı çirkin şeyler dinlemekten korumak, gözleri harama bakmaktan
korumak, haram yiyip içmemekle kulağımızın, dilimizin, gözümüzün şükrünü vermiş oluruz.

Rabbimizin bitmek tükenmez ihsan ve ikramlarına karşı şükran ve tazimlerini sunmak için, kalbimiz,
dilimiz ve bedenimizle yaptığımız namaz bir şükürdür. Allah Resul’ü (s.a.v)’in gece sabahlara kadar
namazla meşgul olması ve kendisine “Niye bu kadar kendinizi yoruyorsunuz?” sorusuna “Şükredici
bir kul olmayayım mı?” şeklindeki cevabı namazın da bir şükür ifadesi olduğunu gösterir.

Rabb’imizin ikramda bulunduğu mallardan Allah’ın yolunda, O’nun rızâsına uygun şekilde ihtiyaç
sahiplerine vermeleri malın şükrüdür.

Şükretmek için Elhamdülillah demek yetmiyor. Herkes neye sahipse ondan verirse gerçekten
şükretmiş olsun.

Peygamber Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“Allah, verdiği nimetin izini kulu üzerinde görmekten hoşnud olur.”

Âyet-i kerime’de:

“Rabbinin verdiği rızıktan yiyin ve O’na şükredin.” buyuruluyor. (Sebe: 15)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Önümüzde Büyük Tehlikeler Var!


Dergimizin gündem yazılarını takip eden okuyucalarımız bizlerden hem sıkıntılı ve zor günlerin
haberlerini almakta, hem de ülkemizin ileriki zamanlarda selamete çıkma ihtimalini okumaktalar. Bu iki
farklı haberi birbiriyle bağdaştıramayanlar, alaka kuramayanlar olabilir.

Bu iki farklı tesbite şöyle bir açıklık getirelim:

Önümüzde gerçekten sıkıntılı günler var. Maalesef özellikle son on yıldır ülkemizi yöneten idarecilerin
telefonu küresel güçlerle paralel çalışmaktadır. Ve hatta yönetim kademesindeki gayr-ı milli etki tam bir
hakimiyete dönüşmüştür. Türk halkının; ülkesi, devleti, milleti, dini, ahlakı üzerinde icra edilen
dejenerasyona sessiz kalması ise felaketin boyutlarını büyütmüştür. Önümüzdeki günlerde yeni bir
ekonomik kriz ve devalüasyonun ve hatta sosyal patlamaların ve belki de sıcak çatışmaların
yaşanması kuvvetle muhtemeldir.

İlerisi için ümitvar olmamıza sebep olan husus ise şudur: Bu zor günler vesilesiyle yerli güçlerin gayr-ı
milli kişi ve grupların hakimiyetini tam manasıyla ortadan kaldırması ihtimali vardır. Hatta bu böyle
olmak zorundadır. Zira bu borç ve ekonomik çöküntüden, uluslararası siyasi ve askeri baskılardan
“Eski tas eski hamam” bir yapı ile kurtulmak mümkün değildir. Yerli güçlerin fikir ve hedef birliği içinde,
muazzam bir gayretle çalışması halinde ancak bu badireler atlatılabilir. Ve ancak bu sayede
önümüzdeki engellemeleri bertaraf ederek sözü dinlenir büyük bir ülke olabiliriz.

Niçin böyle olmak zorunluluğumuzu izah edebilmek için nasıl bir kuşatma altında olduğumuzu tekrar
izah etmeye çalışalım:

Türkiye’nin Büyük Devlet Olması


Kimin İşine Gelir?

Kimsenin itiraz edemeyeceği bir gerçek vardır ki, Türkiye’nin güçlü bir ülke olması ne küresel güçlerin,
ne de bölgesel güçlerin işine gelir.

Arazi coğrafyasının, tarih coğrafyasının, kültür ve din coğrafyasının tam ortasında bulunan Türkiye, bu
özellikleri sebebiyle, Balkanlar üzerinden Avrupa ile, Kafkaslar ve Orta Asya üzerinden Asya ile,
Ortadoğu üzerinden Arap yarımadası ve Afrika ile ilgilidir.

Milli kimliğimiz, İslam kimliğimiz ve İmparatorluk kimliğimiz sebebiyle birçok ülkenin emperyal gayeleri
önündeki en önemli potansiyel tehlike Türkiye’dir.

Küresel güçlerin çıkar çatışmalarının merkezindeki konumumuza paralel olarak ülkemiz toprakları
üzerindeki emellerini milli ideal haline getiren komşularımız vardır. Yunanistan Megalo idea adını
verdiği ülküsü ile İstanbul, Ege ve Kıbrıs üzerinde hayaller kurar, Ermenistan Büyük Ermenistan
hayalini anayasasına işleyecek kadar pervasızdır. İsrail’in “Vadedilmiş topraklar” inancı bir Türkiye
başbakanının lisanına girecek kadar herkesin bildiği bir vakıadır.

İsrail Tehlikesi:

Yunanistan ve Ermenistan taşeron tehlikelerdir. İsrail ise yahudi diasporasının dünya ve hatta Türkiye
içindeki etkisi sebebiyle en tehlikeli olanıdır. Uluslararası finans kuruluşları, uluslararası haber
ajansları, bir çok ülkede ve özellikle ABD’deki yerel medya, film endüstrisinin merkezi Hollywood, silah
endüstrisi ve daha birçok yerde yahudi etkisi ve hakimiyeti çok fazladır. Dünyayı, ülkeleri, devlet
yönetimlerini kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirebilmek için büyük gayret sarfederler. Kendi
çıkarları doğrultusunda yönlendiremedikleri kişileri, ülkeleri, devletleri yıpratmak en büyük ülküleridir.
Ve hatta bu iş onlar için daha kolaydır.
Türkiye’de yaşanan ekonomik ve siyasi gelişmeler bu çerçevede değerlendirilmelidir. Unutulmamalıdır
ki, Türkiye’deki Kasım krizi çıkmadan önce Türkiye MGK kararıyla bir Kudüs planı ortaya atmış, ayrıca
Kıbrıs hakkında masadan çekilme kararı vermişti. (Kasım krizi Hürriyet yayın yönetmeninin yazdığına
göre ABD kaynaklı iki fonun 2 milyar dolar çekmesiyle başlamıştı.) Filistin’de Şaron’un kışkırtmasıyla
başlayan bugünkü durum bizim hamlemizden sonra vuku bulmuştur.

Türkiye’deki PKK ve Kürt sorununun, Kuzey Irak’taki devlet çalışmalarının esas merkezi İsrail’dir. İsrail
için bu bölgede taşeron bir devletin kurulması o kadar önemlidir ki, Ortadoğudaki yahudi politikalarının
icra memuru ABD Orta Asya’daki hakimiyetinin yok olması, Rusya ve Çin’in kuvvetlenmesi pahasına
Türkiye’den desteğini çekmiştir. Türkiye gibi bir müttefiki ile didişmeyi göze almıştır.

İsrail için en tehlikeli ülkeler Suriye, Irak ve İran’dır. İsrail şimdi olmasa bile yakın gelecekte bu ülkeleri
ve gerekirse bütün Ortadoğu’yu vurmaya hazırlanmaktadır. İsrail’in Jeruselam Post gazetesinde
savunma konularına dair yazılar yazan Arieh O’Sullivan İsrail planları hakkında şu bilgileri veriyor:

“İsrail Hava Kuvvetleri İran ve Irak gibi komşu olmayan ülkelerde büyüyen egzistansiyel tehdidi
gözledikçe, kolunu uzatmayı baş önceliklerinden biri yaptı. İsrail’de çok kişi sürekli kan dökülmesi ve
hemen her gün İsraillilerin hayatını kaybetmesi nedeniyle gözle görülür Filistin ihtilafını, ülkenin temel
güvenlik sorunu olarak görürken, askeri yapı kararlı biçimde daha geniş resme bakıyor... İsrail Silahlı
Kuvvetleri, sürekli olarak, çatışmanın sadece Suriye’yi değil Irak’ı da içine çekecek bir bölgesel savaşa
doğru kötüleşebileceği uyarısında bulundu. Irak kitle imha silahlarını geliştiriyor ve İran uzun menzilli
yerden atılan füze ve nükleer silah programında ilerliyor.

Mevcut durum görülmemiş ölçüde patlayıcı halde. En kötümser senaryolar, ABD ve İngiltere’nin Irak’a
karşı harekatının topyekün bir Orta Doğu savaşına çığ gibi büyüyebilecek ve İsrail’in tüm sınırlarını
kapsayacak bir bölgesel yangını öngörüyor...”

Bu satırlar dikkatle irdelenirse Kürt devletinin en çok kime yarayacağı, İsrail dostu bir Türkiye’nin niye
bu kadar önemli olduğu gayet iyi anlaşılır. Türkiye’nin yakınlığı İsrail ve ABD için -kısa ve uzun
vadede- hayati önem taşımaktadır. Şu günlerde İsrail, Türkiye’nin ekonomik çıkmazından azami çıkar
sağlamanın gayreti içerisindedir.

İngiliz-Yahudi İşbirliği
ve Yahudilerin Klasik Toprak Satın Alma Taktiği:

Birinci dünya savaşı yıllarında Arap ülkelerinde İngilizlere karşı mağlubiyetimizin pek bilinmeyen çok
önemli bir yönü vardı: Gönüllü yahudi ajanlar.

Osmanlı’nın üstün hoşgörüsü ile birinci sınıf vatandaşlar olarak huzur ve refah içinde yaşayan
yahudiler aynı Ermeni ve Rumlar gibi Osmanlı’ya ihanet etmişlerdi. Fakat bunların ihaneti kendilerine
has sinsilikleri sebebiyle daha tahrip edici olmuştu. Zira merkezi Kudüs’te bulunan gizli bir ajan teşkilatı
tertip eden yahudiler ordularımızın hareketlerini en ince teferruatına kadar tesbit edip İngilizlere
bildiriyorlardı.

Ferudun Kandemir “Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası” isimli eserinde Yahudi casusları hakkında
özel bir bölüm ayırmış ve icraatları hakkında bilgiler vermiştir. Cevat Rıfat’tan rivayetle naklettiği bir
olay şöyle:

“28 Ocak 1918 Medine’ye Şam’dan erzak götüren bir tren makine uğultusuyla kırılan sessizliği boza
boza Katrana istasyonuna yaklaşıyor. İçinde erzaktan başka yine Medine’ye giden bazı er ve
subaylarla aileler de bulunan bu tren, bir anda, berrak gökte beliren İngiliz uçaklarının, yaklaşarak
attıkları bomba yağmuruna tutuluyor. Düşman uçakları aynı zamanda Katrana istasyonu ile oradaki
kolordu karargahını da bombalıyorlar. Her tarafta şehit olanlar, ya ralananlar ve bunların arasında
malum yavrular da var. Kan revan içinde feryat edenlerin çığlıklarıyle iniltileri ortalığı kaplıyor. Düşman
uçakları, işledikleri cinayetin kefareti olarak bir kurbanla iki esir bırakarak, süratle uzaklaşmış, gözden
kaybolmuşlardı. Fakat onları üstümüze böyle hedeflerini tayin ederek saldırtanların Yahudi casusları
olduğu anlaşılmıştı.”

Türkler geç de olsa Yahudi ihanet çetesini farketmişler, aralarına sızarak birçok haini yakalamışlardı.
Yahudi casuslar, merkezi Kudüs’te bulunan Aranson teşkilatına mensuptular. Bu teşkilatın asıl başkanı
Cauna Köyü’nde bulunan dünyaca malum Amerikalı yahudi milyoneri Roçild’in umumi vekili ve yakın
dostu Gerşman’dı. Fedakar ve becerikli elemanlarımız Gerşman’ı ve ondan elde ettikleri bilgiler
doğrultusunda Raşel ismindeki meşhur kadını yakalamışlardı. Bu kadın ölüm korkusuyla birçok hainin
ismini yumurtlamış ve İngilizlerin büyük bir taarruza hazırlandığını haber vermişti. Fakat bu arada
gerçekleşen İngiliz taarruzu sebebiyle Filistin’i terketmek zorunda kalan Osmanlı ordusu birçok haini
cezalandıramadığı gibi ağır yenilgiler almıştı.

Aynı kitapta Filistini yahudilerin nasıl ele geçirdiğini, köylüleri kandırarak satın aldıkları topraklara -
dikkat çekmemek için- Arap kıyafetli yahudilerin yerleştirildiğini anlatan Feridun Kandemir 1937 yılında
Filistin Müftüsü ile yaptığı görüşmeleri de aktarıyor.

Yahudilerin sinsi taktiklerini farkedemeyen Araplar burada bir devletin kurulmasını hiç tahmin
edemediler. İş Cemiyet-i Akvama intikal ettiği günlerde dahi kendi haklarının tanınacağına kesin
gözüyle bakan Filistin Müftüsü ilk darbeyi İngilizlerin Filistin’in taksimini öneren raporu ile yemişti. Buna
rağmen Cemiyet’in kendi tabii haklarını tanıyacağını ümit eden müftü, hepimizin bildiği gibi yine
yanılmıştı.

Şu netameli günlerimizde Türk ekonomisini manipüle etmeye yönelen hemen tüm haberlerin İngiliz
Financial Times gazetesinde neşredilmesi acaba tarihin acı bir tekerrürü müdür?

Bu gazete IMF’den sadaka almamıza rağmen Kıbrıs ve AGSP’de direnmemizi diline doladıktan sonra,
Türkiye’nin asıl sınavı tarım politikalarında vereceğini yazdı. Türkiye’de o kadar kriz olurken iki bakanın
Ziraat Odaları Birliği Başkanı ile görüştükten hemen sonra istifa etmek zorunda kalması sıradan bir
tesadüf müdür? IMF üstün(!) ekonomi bilgilerini mi bize öğretiyor, yoksa tarımın bitirilmesi sayesinde
Türk çiftçisi elindeki araziyi daha kolay satacak bir kıvama mı getiriliyor? Endüstriyel Bölgeler Kanunu,
Yabancılara arazi satışına izin veren kanun da cabası. Bu kadar tesadüf(!)ün bir araya gelmesi ne ile
izah edilebilir?

Şu İngilizlerin bize yaptığını hiç kimse yapamadı. Ermeni Soykırımı iddiaları hakkında tarihi gerçekleri
en iyi bilmek durumunda olan İngiltere şu zamana kadar sessiz kalmayı tercih ediyordu. Herhalde bu
konuya da el atmaya karar verseler gerek İngiltere’nin Ermenistan Büyükelçisi Ermeni Haber Ajansının
18 temmuz tarihli haberine göre şunları söyledi: “Benim ülkem, Osmanlı imparatorluğu’nun 1915-1923
yılları arasında Ermeniler’e karşı gerçekleştirdiği soykırımı tanımaktadır. Biz bunu, korkunç bir tarihsel
olay olarak görüyoruz. Ülkemde hem yöneticiler, hem de normal vatandaşların, o yıllarda yaşananlara
karşı çok açık bir tutumu vardır. İngiltere de o yıllarda Osmanlı İmparatorluğu ile savaş halindeydi. O
dönemlerde yapılan vahşet olaylarına ilişkin yayınları unutmamalıyız. Zaten bu yayınları da gün ışığına
bizzat benim hükümetim çıkarmıştır.”

Buna benzer olayları, ilginç tesadüfleri(!) ve üzerimizde tertip edilen oyunları hemen her yazıda değişik
boyutlarıyla dile getirmeye çalışıyoruz. Bu hakikatleri artık vicdanlı her vatan evladı idrak etmeye
başladı. Dolayısı ile şu anda olanı tesbit etmekten ziyade yapılması gerekeni iyi teşhis etmek daha
büyük bir önem arzetmektedir.

Düşman veya Rakip:

Uluslararası ilişkilerde düşmanlık edebiyatı bazen haklı olarak eleştirilere uğruyor. Düşman kelimesi
yerine “Rakip” kelimesinin tercih edilmesi belki daha münasip olur. Ancak bazı rakiplerimizin
düşmanlık hisleriyle rekabet yaptığını görmezden de gelemeyiz. Ayrıca belki dünya üzerinde hiçbir
ülkenin olmadığı kadar çok rakibi olan bir ülke olduğumuz da inkar edilemeyecek bir gerçektir. Bazı
rakiplerimizin sinsilikleri ve hainlikleri ise öyle mide bulandırıcı bir seviyeye ulaşıyor ki artık bunlar için
“Düşman” tabirini kullanmaktan başka çare kalmıyor.
Uluslararası Kuşatmayı Tamamlayan Diğer Unsurlar,
Sosyal Patlama ve Terör Tehlikesi:

Osmanlı’nın birinci sınıf vatandaşı olan gayr-ı müslim unsurlar ve hatta müslüman olmuş gayr-ı
müslimler Batı ülkeleri ile işbirliği yapmışlar, bu vatana ihanet etmişlerdi. Bu ihanet devam etmektedir.
Yabancı ülke hesabına çalışmasalar bile bu vatana hiçbir vefa duygusu beslemeyen bu güruhlar şahsi
servetlerini çoğaltmak uğruna ülkemizin kaynaklarını hortumlamayı vazife edinmişlerdir. Nesebi Türk
olduğu halde bu ihanet yoluna girenler de az değildir. Özellikle ülkemizdeki mezhepçi yapılanma Batı
ülkeleri ile işbirliği içindedir. Zira Yahudi ve Hıristiyan’a büyük bir dost gibi yaklaşan, insanlık, sevgi
edebiyatının gereklerini bu milletlere karşı büyük bir hoşgörü ile uygulayan bu insanlar, “Yezidin
çocukları” yakıştırması ile bu vatanın evlatlarına tamir edilmesi mümkün olmayan bir kin
beslemektedirler. DHKP-C, TİKKO gibi örgütler bu güruhtan beslenirler. F tipi cezaevlerini protesto
maksadıyla tertip edilen ölüm orucu eylemlerinin alınlardaki kırmızı bantlarla evlerde ve ailelerde de
devam ettirilmesinin arkasında da bu sosyolojik gerçek vardır.

Bunlarla kalsa yine bir şey değil. Milletimizin dini duygularını nefsinin heva ve hevesine alet edenler de
büyük birer tehlikedir. Nasıl ki, güya Amerika ve yahudi düşmanı olan Saddam bizzat Amerika
tarafından bir piyon gibi kullanılmışsa, basireti körelmiş, nefsinin ve şeytanın oyuncağı olmuş önderler
de potansiyel bir taşerondur. Bu tipler bütün dünyayı kurtarmak gibi bir hayal peşindedirler. Taraftarları
ile beraber durmadan kendi kendilerine gaz verirler. Kimisi ABD’ye yerleşir. Sorsan kendisine bütün
dünya onun misyonunu kabul etme kıvamına gelmiştir. Kimisi partisini din yerine koyar. Bütün dünya
benim partimden olmak zorundadır der. Kimisi de sinsilikte, hilekarlıkta, paracılıkta yahudiyi
aratmayacak fıtrattadır.

Burada sayabildiğimiz, sayamadığımız birçok fitnenin körüklenmesinde basiretsiz ve kalitesiz


idarecilerin de büyük katkısı olmuştur. Türkiye düşmanlığını pompalayan çevrelerin eline birçok kozlar
yıllar yılı verilmiştir. Bu yanlışlardan en büyüğü Hazret-i Allah’ın dinini kendi kalıplarına sokmaya
çalışmalarıdır. Sipariş üzerine fetvalar veren, Hıristiyan ve Yahudiye milletimizi peşkeş çekmeye
çalışan din görevlileri hem dinimize hem milletimize hem de devletimize çok büyük zarar
vermektedirler. Unutulmamalıdır ki, nasıl ki bağımsız ve cesur hukuk adamları devletin sigortası ise,
dinine gönülden bağlı, ehl-i takva din adamları da aynen böyledir. Bu tip görevlilerin gerektiği zaman
ortaya koydukları yapıcı muhalefet çekinilmesi gereken bir husus değil, bilakis halkın devlete
güveninin, adalet ve bağlılık duygularının olmazsa olmaz koşullarıdır.

Dış destekli fitne ve terör fesatının üzerine idareci hatalarının eklenmesi ile Türkiye’yi karıştırmak
isteyenler için uygun bir ortam oluşmuştur. Ekonomik sıkıntıların tetikleyebileceği bir sosyal
patlamadan maksatları doğrultusunda faydalanmak isteyen bölücü zihniyetli, Türkiye düşmanlığını
inanç düsturu haline getirmiş kimseler ülkemizin başına büyük gaileler açabilirler. Halkımıza ve
özellikle okuyucularımıza bu fitnetlerden şiddetle uzak durmalarını tavsiye ediyoruz.

Çare:

Görüldüğü gibi Türkiye çok büyük tehlikelerle karşı karşıyadır. Bu kadar çok ve bu kadar büyük
tehlikeleri bertaraf edebilmek için yerli unsurlarımızın birlik ve beraberlik içinde hızlı hareket edebilen
dirayetli bir idare mekanizması tesis etmesi icap etmektedir. Çekişmelere ve çamur atmalara dayanan,
iktidara gelebilmek için çıkar çevrelerine tavizler veren, yiyicilerin ve hainlerin yuvası haline gelen
klasik siyaset sistemiyle bir yerlere varmak mümkün değildir.

Gayr-ı milli unsurların hakimiyetlerinin bertaraf edilmesi çok önemlidir. Osmanlı bu sebeple yıkılmıştır.
İçinde bulunduğumuz yolsuzluk ve ahlaksızlığın baş müsebbibi bu unsurlardır. Basınımız bunların
elindedir. Sermayenin önemli bir kısmı bunların elindedir.

Memleketimizin selametini zerre miktarı düşünmeyenlerin ve hatta hainlik yapanların önünü kesmek,
gerekli yaptırım ve cezaları uygulamak en tabii hakkımızdır.
ABD ve Batı ülkelerinin eski tas eski hamam sistemin devamı için büyük gayret sarfettiği, Türkiye’deki
düzenin kazaya uğramasından büyük korkular duyduğu biliniyor. Gerçek anlamda bağımsız bir Türkiye
karabasan gibi kabuslarına giriyor. Küreselleşme kavramının arkasına saklanarak Türkiye’ye Kıbrıs,
AGSK, Kuzey Irak gibi konularda teslimiyetçiliği tavsiye eden, ABD ne derse yapalım, itiraz etmeyelim
diyen mandacılarımız ise rahatlarının bozulmasını istemiyorlar. Patronlarının kılıcını sallıyorlar.

Yazının girişindeki cümlemizi tekrar edelim:

“Ümitvar olmamıza sebep olan husus ise şudur: Bu zor günler vesilesiyle yerli güçlerin gayr-ı milli kişi
ve grupların hakimiyetini tam manasıyla ortadan kaldırması ihtimali vardır. Hatta bu böyle olmak
zorundadır. Zira bu borç ve ekonomik çöküntüden, uluslararası siyasi ve askeri baskılardan “Eski tas
eski hamam” bir yapı ile kurtulmak mümkün değildir.”

İçinde bulunduğumuz uluslararası baskı sistemi ve ekonomik durum başka bir alternatif bırakmamıştır.
Tabii sözü dinlenmeyen, devamlı yalpa yapan, taşeron siyasetlere razı isek durum başka...

Taşeronculardan kurtulmanın zamanı gelmiştir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

TÜRKİYE BU BUNALIMLARI ATLATABİLECEK Mİ?

Türkiye, üzerinde oynanan sinsi bir oyunla derinden sarsılıyor. Daha evvelki yazılarımızdan
okuyucularımız hatırlayacaklardır; “Türkiye’nin üzerinde oynanan oyunlar.” “Adım adım parçalanmaya
doğru.” “Sevr yeniden uygulanmaya konuluyor...” başlıklarıyla endişelerimizi yıllardır dile getiriyorduk.
Son çıkarılan krizler, IMF’in çıkarılması için dayattığı 15 yasa, kredi verilecek bahanesiyle Türk tarımı,
madenleri, toprakları üzerinde oynanan oyunların perde arkasını aralamaya çalıştığımızda Türkiye’nin
bölünmesi, parçalanması, batırılması gündeme gelmiştir.

Türkiye’de özelleştirme, reformlar, siyaset ve iktisat; IMF, Dünya Bankası, ABD ve Batı’nın istekleri
doğrultusunda, onların lehine yapılıyor, öylece şekilleniyor. Yeni Dünya Düzeni’nin yeni sloganı
“Küreselleşme” dünya ülkelerini yutma operasyonundan başka bir şey değildir. Sayılan kurum ve
ülkelerin uykularını kaçıran ülke ise Türkiye’dir. Türkiye her şeyi ile çökertilmeli, bin yıllık bitmeyen
haçlı kini ile intikam alınmalı, yeraltı ve yerüstü zenginliklerine el konulmalıdır. Esas gaye budur,
nihayeti ise ya Anadolu’dan çıkartılmalı veya toptan imha edilmelidir. Siyonizmin ve hıristiyanlığın asıl
gayesi bundan ibarettir.

Türkiye, IMF’in isteklerini kayıtsız şartsız yerine getirerek Bankalar Yasasıyla, Telekom, Şeker, Tütün
kanunlarıyla sömürge ülkesi konumuna getirilmiştir. IMF, bu politikalarıyla maalesef Türkiye’yi esir
almıştır. Dün ihracatla para kazandığımız ürünler artık ithalatla geri alınacak konuma indirilmiştir.

Siyaset Bilimci Prof. Dr. Çetin Yetkin diyor ki:

“İngiltere, Fransa ve ABD’nin resmi silah satışından kazandıkları para, resmi tütün satışından
aldıklarından azdı. Şimdi adamlar silah satmak için sağda ve solda savaş çıkarıyorlar. Bu yasayla
tütün üretimi azaltılıyor. Belli bölgelerde üretim yapılmayacak. Üretim yapılırsa hapis cezası geliyor.
Osmanlı’dan beri var olan ihracat maddesini yok ediyoruz.Düyun-ı Umumiye alacaklarını almak için ilk
el koydukları Türkiye’deki tütün geliriydi...”

IMF, Türkiye’den yasaları acilen çıkartmasını bekliyor. Dünya Bankası daha etkin bir kamu borç
yönetimi ve daha şeffaf bir kamu yönetiminin oluşmasını destekliyor. Türkiye’ye 3,2 milyar doları bu yıl
olmak üzere üç yıl içinde 6,2 milyar dolar kredi kullandıracağını bildiriyor. Danimarka’da alınan bir
kararda beş yıl içinde Türkiye’nin tamamen batırılması plana alınıyor, bunun kesinleşmesi için ne
gerekirse onun yapılmasının icap ettiği adamlar tarafından söyleniyor.

Zorla çıkartılan Şeker kanunu ile 1,5 milyon ton şeker açığının olacağı ve ilerki yıllarda açığın daha da
artacağı, ihtiyaçların Batı ve ABD’den sağlanacağı yetkililer tarafından açıklanıyor.

Bu kanunlar, istekler ve Derviş kenara atılmazsa tarım da, sanayi de, kültür de, iktisat da elden
gidecek, vatan toprakları pazarlanacak ve milletimiz ölüme mahkûm edilecektir. Böyle giderse artık
“Hakimiyet kayıtsız şartsız IMF’indir.” olacaktır.

Tek Gıda-İş Sendikası Genel Başkanı Hüseyin Karakuş: “Tekel bir dev. Öylesine bir dev ki, kamuya
tekbaşına 2 katrilyon liraya yakın kaynak aktarıyor. Günde 17 trilyon lira kasasına giriyor. Böyle
muhteşem bir gelir doğrudan devletin elindedir. Bu para makinasından vazgeçmek için insanın ya deli
ya da kör olması gerekiyor. Borç üstüne borç yapıyor. Sonra da bir günde 17 trilyon lira kazandığı
işletmesini “IMF istedi” diye çokuluslu şirketler için elinden çıkarmaya bakıyor...” diyerek işin
ehemmiyetine dikkat çekiyor, yetkililerin, yöneticilerin hallerini de izah ediyor. Buna ancak insanın
“Bindiği dalı kesmesi” denir.

Özelleştirme, ama nasıl, neye göre, kimin için, kimin menfaatine özelleştirme?Türkiye’de tekel
kaldırılıyor, ancak uluslararası şirketlerin tekel devri başlıyor.

600 bin âile açlık ve sefalete düşecek. Yoksulluk sınırının 650 milyon, açlık sınırının 250 milyon olduğu
Türkiye’deki bu nevi uygulamalar Sevr’in yeni yüzü olarak görülmemeli midir?Her gün yeni zamlar,
yeni vergiler, gizli kaçırmalar, hortumlamalar.

Terörle etkisizleştirilemeyen Türkiye’nin krizlerle gücü kırılmak istenmiş, bunda muvaffak olunmuştur.
Bu krizleri dış güçlerle onların içerdeki lobileri çıkardılar. Kasım ve Şubat krizlerinde yurtdışına
çıkarılan para miktarı yaklaşık olarak 35 milyar dolar, CIA’nın raporlarına göre Türk müteşebbislerin
sadece İsviçre bankalarında yatırdıkları para 40 milyar dolar civarında, birkaç bankadan hortumlanan
miktar 11,3 milyar dolar, 1986 yılından bugüne kadar özelleştirilen KİT’lerden elde edilen ise 7,5 milyar
dolar olduğu hesaplanırsa Türkiye terörden daha şiddetli bir kuşatma altına alınmıştır.

Kriz bahanesiyle Türkiye’nin önemli sanayi tesislerini ölü fiyatına kapatmak, satın almak peşindedirler.
GAP, THY, Telekom, Şeker fabrikaları, çimento fabrikaları, çay, fındık fabrikaları vs. Hepsini içine alan
geniş çevreli bir kuşatma harekâtı. Dün hile ve oyunlarla Musul petrollerini gasbeden güçler, bugün
aynı oyunları oynuyorlar ve diğer madenlerimiz, kıymetli mallarımız üzerinde tekel kurmaya
çalışıyorlar.

Amerika’nın Florida eyaletindeki Miami Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Prof. Nejat Veziroğlu: “IMF
Türkiye’yi kasten batırdı, Türkiye’nin yaşadığı son ekonomik kriz uluslararası finans kuruluşlarının bir
komplosudur. Türkiye’nin 20 milyar dolarlık kaybı IMF ve Dünya Bankası’ndan istenmelidir...
Uluslararası finans kuruluşları ile Dünya Bankası ve IMF yetkililerinin samimi ilişkiler içinde olduğunu
herkes biliyor...” demektedir. Aynı paralelde BM Teşkilatı Körfez Savaşı için uğradığı zararlar
nedeniyle 3.3 milyar dolar talep eden Türkiye’ye 1800 dolar tazminat verilmesini kararlaştırmıştır.

Krizler özel olarak çıkartıldı, hükümet hizaya geldi. Kriz sebebiyle Türkiye’nin zenginlikleri yabancı
şirketlere devrediliyor. Hükümet, IMF ve Dünya Bankası’na verilen sözler çerçevesinde Türk tarımına
büyük bir darbe vurmaya hazırlanıyor. IMF’e sunulan (Yeniden Yapılanma Programı) kapsamında
Türk tarımı dört aşamalı planla tasfiye edilecek. Fındık, çay, tütün, şeker pancarı ekim alanları
daraltılıyor. TMO, asgari düzeyde alım yapması için yeniden yapılandırılacak. Tekel’in tüm fabrikaları,
şeker ve çay fabrikaları özelleştirilecek. Türkiye, Türk’lere bırakılmayacak kadar zengin bir ülkedir.
Siyonizmin ve hıristiyanlığın ülkemiz üzerinde bitmeyen arzuları vardır. Bugüne kadar ne yapıldıysa
başarılamadı, bu ülke batırılamadı. Terörle, uyuşturucuyla, iç kışkırtmalarla vs. Şimdi tarım, tekel
politikalarıyla tarım tamamen yabancıların kontrolüne bırakılacak, halk aç kalacak.

Tarım Bakanı “Türkiye için AB’ne üyelik yolu tarımdan geçmektedir. Türkiye’ye ABD’nin kapılarının
açılması büyük ölçüde ülkemiz tarımının sorunlarının çözümüne ve tarımsal alt yapısının iyi bir
seviyeye getirilmesine bağlıdır.” diye dursun AB’nin uygulamalarının kendi tarım üreticilerinin hayat
standartlarını daha da yükseltmesine çalıştığını, Türk tarımını yoketmeye çalıştığını görmekteyiz.

1999 yılında 85 milyar Euro’luk ABbütçesinin 45 milyar Euro’su tarımın desteklenmesi için ayırılmıştır.
ABD iç piyasasında buğday 230 dolardan satılırken Türk çiftçisine 130 dolara verilsin demek Türk
tarımını öldürmek demektir. Global Dünya patronları Türkiye’yi çökertmeye karar vermişlerdir. Köylü
çökmeli, çiftçi erimeli, esnaf bitmeli, memur ölmeli, milli iktisat ortadan kalkmalı, iç piyasa yabancıların
eline geçmeli, millet dağıtılmalı, uyutulmalı, sonra yutulmalıdır. Hesap budur ve kitabına uydurulmuş,
15 günde 15 yasa dayatılmıştır. “İki kuruluş” bu yasaları çıkarın, buğday, tütün, şeker pancarı ekmeyin
diyor.

Meclis’te kamu bankalarının birleştirilmesi ile ilgili yasa tasarısına, banka yöneticilerinin eylem ve
işlemlerinden dolayı haklarında dava açılamayacağına dair bir hüküm konuluyor. İlgili hüküm: “Kamu
bankaları yöneticilerinin eylem ve işlemleri hakkında açıkça suç teşkil etmedikçe dava açılamaz.”
şekline getiriliyor. Gizlice işledikleri kadar işleyebilirler, çalabilirler, hortumlayabilirler, kaçırabilirler.

Endüstriyel bölgeler yasa tasarısı meclisten geçip yürürlüğe girmek için kuyrukta bekliyor. Sırf bu işleri
kotarmak için 1996 yılında 58 bin km2 toprak satılmış bulunuyor. Ermeni’ler Anadolu’da toprak satın
alıyorlar. Adana’da tapu aldılar. Kayseri’de, Van’da, Kars’ta uğraşıyorlar. Necdet Sevinç’in tesbitlerine
katılmamak mümkün mü?

“Sadece Trakya’daki topraklarımızla dahi mukayese edildiğinde, yorgun, küskün ve umutsuz


emeklilerimizin ikindi namazından sonra buluşup, varlık günlerinin bereketine dair sohbete daldığı,
mahalle camiinin avlusu kadar bir vatancık olan Moldova’ya bile muhtaç edilmiştir Türkiye... Ve:
‘Türkiye birkaç ay sonra Amerikan borsasından 180 bin liradan buğday ithal edecektir. Ve Ankara
Derviş’i mervişi bir kenara savurup, Türkiye’nin kaderini kendi ellerine almazsa, tarımda da, sanayide
de, kültür ve siyasette de çöküşün önüne geçemeyecektir.”

Osmanlı devlet adamları 1838’de imzaladıkları ticaret anlaşmasıyla Türkiye’yi sömürge haline
getirmişlerdi. Düyun-ı Umumiye kurulmuş, vatan topraklarının üstündeki pek çok kıymetli mallara
yabancılar kendilerince haklı nedenlerle alacaklarının yerine el koymuşlardı. Batı’nın büyük şirketleri
Türkiye’nin denizyollarına, demiryollarına ve bütün fabrikalarına sahip olmuşlardı. İstanbul şehir hatları
vapurları bile yabancılar tarafından çalıştırılıyordu. Siyasi ve iktisadi egemenlik başkalarınındı.
Coğrafyamızın bir kısmında toprak mülkiyeti bile elimizden çıkmıştı. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler
yoksul Türk köylüsünden topraklarını yok pahasına satın alıp yerleşiyordu. Paraya hakim olanlar,
siyasete de hakim olmuşlardı. Küreselleşme, globalleşme yeni dünya düzeni adına milli şirketler
sömürge patronlarına devrediliyor.

Eğer bu işlere son verilmezse önce iktisadi, sonra kültürel daha sonra da siyasi hakimiyet Türkiye’nin
elinden alınacaktır. Uluslararası sermaye vatan topraklarımız üzerinde kendi piyon devletini kuracaktır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


EMİR SULTAN

Varıp huzuruna geldim,


Emir Sultan, hem ne Sultan!
Huzurunda sermest oldum,
Emir Sultan, Hem ne Sultan!

Ben ölmüşüm o dipdiri,


Çünkü o bir Allah eri,
Verdiğini almaz geri,
Emir Sultan, hem ne Sultan!

Buhara’dan geldi bir nur,


Osmanlı’ya verdi huzur,
Gönül sen de irtibat kur,
Emir Sultan, hem ne Sultan!

Âşıkların hâkânıdır,
Hem bedeni hem cânıdır,
Hakk’ın lütf-u ihsanıdır,
Emir Sultan, hem ne Sultan!

Refikası Hundî Sultan,


Ne bahtiyar Yıldırım Han,
Gel gel dostum sen de yan,
Emir Sultan, hem ne Sultan!

KÖRPE böyle yazarsa da,


Çok evliya var Bursa’da,
İçlerinden birisi de;
Emir Sultan, hem ne Sultan!

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

YAKARIŞ

Affeyle yâ Rabb’im!
Günahkârım Allah’ım,
İmanımı alma sakın
Olmayı nasib eyle,
Sana çok yakın.
Bizi bize bırakma Allah’ım
Hıfz-u himayene al.
Kemâl olsun imanım,
Ruhumu, yavaş al.

Şu kâinat ki Sen’i zikreder,


Gündüzleri takip eder geceler
Delil çoktur Allah’ım kudretine
Lakin görmeyi nasib eyle bizlere.

Rabb’im Sen’den başka dost olmaz,


Ben bana düşman iken,
Amel defterimde günah kalmaz
Eğer merhamet eder, affedersen.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

You might also like