Download as doc, pdf, or txt
Download as doc, pdf, or txt
You are on page 1of 36

Tasavvuf Sohbetleri - 5

Nefis Terbiyesi ve İlâhî Huzur


Mehmet ILDIRAR
Yazan : Mehmet lldırar Kapak : Mehmet Akben iç Düzen : M. Vehbi Ümit Baskı : Sistem
Matbaacılık Davutpaşa Cad. Yılanlı Ayazma Sok. No: 8 Davutpaşa/İstanbul Tel: 0212 482 11
01 (yaygın dağıtım) Eylül 2005, İstanbul 5. Baskı
Bu eserin tüm yayın hakları
Semerkand Basım Yayın Dağıtım
San. Tic. Ltd. Şti'ne aittir.
Eyüp Sultan Mah. Osmangazi Cd. Esma Sk. No: 4
Şamandıra-İSTANBUL Tel: 0 216 311 13 35 Faks: 0 216 311 83 03
İçindekiler
Nefis Terbiyesi ve ilahî Huzur ..............................................7
Dünya Hayatı ve Nefis........................................................13
Yaratıcımız'a Yakınlaşma Fırsatımız: Tevbe......................19
Ya Kâmil Ol, Ya da Kâmillerle............................................22
Önce ilim ve iman................................................................25
Her sıkıntının sonu var........................................................27
Tevbe Etmekle Kurtulursunuz ............................................30
Kalp Hikmetin, Bedel Nefsin Kaynağıdır............................33
Önce Nefsini Düzelt............................................................36
Mürşid Hakk'ın Kapısıdır ....................................................38
Huzur, Allah ile olmakla mümkündür..................................40
Tasavvuf Ehline Adalet Yaraşır..........................................42
Ömür Aldatıcıdır..................................................................44
Tasavvuf iyi kulluk içindir....................................................46
Tevbe ilâhi Bir Yardımdır....................................................48
Nefis Peşin Lezzet ister......................................................51
insan Ancak Arınarak Rabbi'ne Yaklaşır............................54
Düşman içimizde ................................................................57
Kalp ilâhî huzuru arar..........................................................60
Kalp, arınarak dirilir ............................................................63
Zikir, sadece teşbih döndürmek değildir ............................66
Zikir, Her An O'nunla Olmaktır............................................69
Kula yakışan, yüzünü Hakk'a çevirmektir ..........................71
Tevbe kapısı herkese açık..................................................74
Kalp zikirle gafletten uyanır................................................77
Gerçek Hürriyet Allah 'a Kulluktadır....................................80
Felaha mücadele ile ulaşılır................................................83
Hakk'a bakan yüzün güzel olsun........................................86
İhlâs, istikamet, İffet............................................................89
Günahlar Kalbi Daraltır........................................................92
Asıl Şimdi Zikir Zamanı ......................................................95
Nefse Dair ..........................................................................97
Şeytan kimlerden kaçar?..................................................100
Merhamet etmeyen merhamet bulamaz ..........................104
Şeytandan uzaklaşan, Rabbi'ne yaklaşır..........................107
Mümin ve muttaki isek.....................................................110
O'nu herşeyden çok sevmek............................................114
Islah Kendinden Başlar ....................................................117
Nefis Terbiyesi ve İlahî Huzur
İnsanoğlu, ya bela ya da afiyet halinde bulunur. Belaya düştüğü zaman nefsin takınacağı tavır,
feryat ve şikayettir. Belaya uğrayanın, bir kul olarak Allah'ın bağışlamasına sığınması
gerekirken, -haşa- Allah ile hesap-laşırcasına kaza ve kadere razı olmadığı görülür. Böyle bir
kimse, sebepleri hep maddi olarak bilir. O bela sebebiyle Allah'ın onu gafletten uyarmak
istediğini düşünmez.
Afiyet ve nimet zamanında ise, şükretmek yerine oburluk ve kibirlilik taslar. Her ulaştığı
isteğin sonunda bir yenisine yönelir, daha alâsını ister. Elde edemezse derhal isyan bayrağını
çeker. Bilmez ki, Allah bir kulu sevmezse, dünya malını başına doldurur da hesabın altından
kalkamaz.
Allahu Tealâ, gerçekte mümin kulunu dünyanın fani lezzetlerinden korur. Verdiği bir musibet
ile kul uyanır, tevbe eder ve tevbesini bozmazsa o musibet bir lutfa
8 • Tasavvuf Sohbetleri-5
dönüşür. Yüzünü Hak Tealâ'ya çevirirse ruhu ve kalbi ile insan olur.
Mübarek günler, geceler ve kandiller tevbe için büyük birer fırsattır. Karanlık ömrü kandil
gibi aydınlatmaya vesiledir. Allahu Tealâ kullarına zulmetmez. Her zaman kullarının
kurtuluşunu ister.
Müminin çeşitli vazifeleri vardır: Ailesine, komşusuna, bedenine, nefsine karşı vazifeler.
Bedenimiz yani cesedimiz bizim bineğimizdir. Cesedin üzerine sultan olarak ruhumuz
konulmuştur. Sultanın veziri olarak aklımız, vezirin askerleri olarak uzuvlarımız konulmuştur.
O uzuvlara Allah'ın hükümlerini yaptırmak, bedenin bizim üzerimizdeki hakkıdır. Onun için
Allah'ın Habibi, "Nefsiniz bineğinizdir. yumuşaklık ve şefkat ile muamele edin.
"buyurmuştur.
"Ben herşeyden sıyrılarak tecrid üzere haccetmek istiyorum." diyen birisine şu karşılığı
verdiler, "Evvela kalbini hatadan, günahtan; lisanını boş sözlerden sıyır, tecrid et. Sonra git
haccını yap." Arifler hacı olmadan önce kendilerini hac yapacak kemalata getirdiler. Bunun
gibi, oruç gelmeden dillerine, namaz vakti gelmeden kılık kıyafetlerine hakim oldular.
Her ibadet müminin ıslahı, nefsin terbiyesi içindir. O halde günde beş defa kılınan namaz da
bizi terbiye etmeli. Allah'ın Habibi, sahabilere şöyle buyurdu:
- "Evinizin önünden bir nehir aksa ve günde beş defa bu nehirden yıkansanız ne olur?"
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 9
- "Tertemiz oluruz ya Rasulallah." Allah Rasulü buyurdu:
- "insan günde beş defa Hakkın huzuruna çıkar da nasıl kirli kalır?"
Bir namaz var, görüntüsü namaz. Bir namaz var, sî-reti namaz. Sîretinin namaz olması için
suretine de dikkat etmeliyiz.
Her bir ibadetin nefsin terbiyesi ve tezkiyesi için olduğunu ifade ettik. Ariflerin hayatı bu
terbiyeye giden yolun misalleriyle doludur.
Ali el-Saydalâni'den nakionulduğu üzere, mezheb imamımız Ebu Hanife'nin her gece bir virdi
vardı. Bu vird Kur'an-ı Kerim'i hatmetmekti. Kur'an-ı Kerim'i hatmi bazan iki rekat namazda
olur, yarısını bir rekatta, yarısını ikinci rekatta okurdu. Şayet gece tamamlanmadan önce
hatmederse fecir vaktine kadar dua eder, müna-catta bulunur, ağlar; gündüzlerini de oruçlu
olarak fetva ve talebelerine ders vermekle geçirirdi.
Hizanetü'l Müftîn'de anlatıldığına göre de, İmam-ı Azam hazretleri her ramazan ayında altmış
bir tane hatim yapardı. Otuzunu gündüz, otuzunu geceleri ve bir tanesini de teravihte okurdu.
Yahya bin Naim'in bildirdiğine göre, kendisi Ebu Ha-nife hazretlerinin mescidine gece
gittiğinde hasırının üzerine imam-ı Azamın gözyaşlarının düştüğünü işitir, çatıdan yağmur
damlıyor zannederdi. Yine bildirildi ki Ebu Hanife hazretleri, kırk sene sabah namazını
yatsının abdesti ile kıldı. Gecenin tamamını namaz ve
10' Tasavvuf Sohbetleri-5
Kur'an-ı Kerim kıraatıyle geçirir, ağlamasını duyan komşuları ona acırlardı.
İmam-ı Kuşeyrî Risalesinde naklonulduğu üzere, Ebu Turab Nahşebî Hazretleri'nin nefsi bir
defa sıcak ekmek ile yumurta istedi. Bu isteğine ulaşmak için yolunu bir köye çevirdi. O
köyde bir hırsızlık olmuş ve halk hırsızı aramaktaydı. Ebu Turab'ı hırsız, diye tutup yetmiş
sopa vurdular. Sonra kendisini tanıdılar ve özür dilediler, içlerinden birisi evine götürdü.
Sıcak ekmekle yumurta ikram etti. Nefsinin isteğine ulaştı ama yetmiş sopa yedikten sonra.
İnsanlar yaratılışta iki kısımdır:
1- Yaratılışta kamil ve kusursuzdurlar. Yahya (a.s.) gibi, hiçbir günaha meyletmemiş ve
işlememiştir.
2- Mücahede ve riyazetle huylarını değiştirip nefislerini ıslah etmişlerdir.
Mücahede, nefsin arzularına boyun eğmemek; riyazet ise nefsin arzularına boyun eğmeyip
amel-i saiih işlemektir. Buyuruluyor ki, bir insan, nefsinin sıfatlarını Sîret-i Nebi'deki (Hz.
Peygamberin yaşantısındaki) itidal derecesine getirdiği oranda kamil olur.
Ahlakı güzelleştirmek için, ilk olarak öfke ve şehvet kuvvetini aklın iradesiyle ilahî emir ve
yasaklara tabi hale getirmelidir. Buna ilaveten, yaptığı ibadetlerden ve iyiliklerden zevk
almalıdır. Islah işinde zevk almak şarttır, ibadetlerinden zevk derecesi arttıkça, hem nefsinin
Nefis Terbiyesi ve ilâh! Huzur • 11
dış ayıplarını hem de nefsinin içindeki gizli ayıpları ıslah eder.
ibadetler kalbe tesir etmeli ve nefsin ıslahına vesile olmalıdır. Bir kimse senelerce ibadet ettiği
halde kalbi düzelmiyorsa ibadetten bir menfaat elde edememiş demektir. Bunun için ibadetler
nefsi dünya sevgisinden kesip Allah'a döndürmelidir.
Ebu Said Hadimî Hazretlerinin ifadesiyle nefsi ıslah etmenin en kolay yolu Allah'ın zikrine
devam etmek ve haramlardan uzak durmaktır. Onun için, ders alan müride mürşidi ilaç olarak
sabır ve metaneti tavsiye edeceği gibi zikir dersi de verir. Zikrin fazilet ve sevabı yanında,
nefsi ıslah eden ve güzel ahlâka yönlendiren tarafı da bir gerçektir. Sohbetlere devam, hatme-i
hacegân, cemaatle namazlara ve gece namazlarına verilen önem, ilmi teşvik gibi hususlar
nefsi yavaş yavaş geçici dünya lezzetlerinden kestiği için ibadetlerden zevk alma tabiat haline
gelir.
Hâce Muhammed Bahauddin Hazretleri şöyle buyuruyor: "Bu yolda en mübarek amel yoldaki
taşı kaldırmaktır." Yoldaki taş, Allah'ın emir ve yasaklarına bağlılığa mani olan nefistir. Bunun
için de en evvel, kötü arkadaşları terk etmek gerekir.
ilahi huzura ulaşma dört kapıdan geçerek olur:
Bunlardan birincisi tevbe kapısıdır. Tevbe kapısının kapanması iki şekilde olur:
12 • Tasavvuf Sohbetleri-5
ilki insanın ölümündeki tevbesizlik. Nefsin azgınlığı sebebiyle tevbe fırsatı elden kaçmıştır,
ikincisi, kıyametin kopmasıyla kapanan büyük tevbe kapısı.
ilahî huzura götüren ikinci yol tehzib (ayırma, ayırte-debilme) kapısıdır. Yani amellerin
çirkinlerini ayıklayıp, hayırlı ve güzel amelleri adet haline getirmektir.
Üçüncü kapı istikamet kapısıdır. Bir müminin, yapmış olduğu amellerde emir ve yasaklar
çizgisinden ayrılmaması istikamettir. Yalanı, gıybeti terk etmek, namazı kazaya bırakmamak,
orucu bozacak hallerden kaçınmak gibi.
İşte bu âlî yolda insanın ulaşacağı son makam istikamet makamıdır. Bu makamda yalan yerine
doğruluk, şehvet yerine iffet, gazab yerine şecaat, öfke yerine merhamet, menfaat temini
yerine beşeriyete hizmet gelir.
Dördüncüsü takrib (yakınlaşma) kapısıdır. Bir ana kapı olmamakla beraber, diğer üç kapıya
yardım eder. Hak yolcularının sohbet için, hatme-i hacegân ve Allah'ın zikri için bir araya
gelmeleri, zahirî ve batınî hallerin ilmi olarak pekiştirilmesi takrib manasındadır ve bütün
bunlar nefislerin ıslahı içindir.
Allah hepimizi arınmış ve ilahî huzuru bulmuşlardan eylesin.
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 13
Dünya Hayatı Nefis
Rasul-i Ekrem (a.s.) Efendimiz, bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: "Mümin beş güçlük
arasındadır. Karşısındaki mümin olur, kendisine hased eder. Münafık olur, gizli düşmanlık
eder. Kâfir olur, kendisiyle savaşır. Şeytan saptırmaya çalışır. Nefsi ise kendisi ile çekişir
durur."
Şeytanın saptırmaya çalışması o derecede olur ki, mümini kâfir etse dahi hıncını, intikamını
alamaz. Kâfir ettikten sonra insanın yüzüne tükürür ve "sen benden de aşağı imişsin. Ben
Allah'a küfrettim ama inkâr etmedim. Sen Allah'ı inkâr edecek kadar şiddetli küfre girdin."
der.
iskender Ataullah Hazretleri (k.s.), Hikemü'l-Ataiy-ye'de, "Şeytana düşmanlık edildi, yardım
ve rahmete ulaşıldı. Dost olundu, ama hiçbir dostuna vefa ve merhamet ettiği görülmedi"
buyuruyor.
14 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Müminin beşinci güçlüğü, nefsinin kendi ile çekişip durmasıdır demiştik. Nefsin mizacı da
şeytandan aşağı değildir. Onun da merhameti yoktur. Emmare makamında bulunuyorsa insanı
azdırmaya çalışır. Allah'ın dinini asla sevmez. Kur'an-ı Kerim'in hükümlerini beğenmez ve
düşman kesilir.
İnsanın nefsi, esfel-i safilinde yani aşağıların aşağısında bulunduğu ve kötülüklerin anası
olduğu için, kötülükle ortaya çıkmaya başlayınca, şeytan da yaklaşmaya başlar.
İnsan bu beş zorluk arasında daima mücadele halinde ve uyanık bulunmalıdır. Onun için
Allahu Tealâ, "... nefsini hevasından men ederse varacağı yer cennettir" (Naziat/40-41)
buyuruyor. Heva, nefsin sıfatıdır. Gazap ve şehvet lezzetine heva denir. Bu asır insan nevasını
körükleyen bir asırdır. Kim nefsini hevasından uzak tutarsa cennetle müşerref olur.
Anlaşılacağı üzere, nefsin meydanı dünyadır. İnsanın üç büyük düşmanından birincisinin
dünya, ikincisinin nefis, üçüncüsünün şeytan olduğunu biliyoruz. Allahu Tealâ ayet-i
kerimelerle, Rasulullah (a.s.) Efendimiz de hadis-i şeriflerle dünyanın gidişatına uyarak ahiret
bozgununa uğramamamızı istemiştir.
Ulemanın belirttiğine göre dünya Allah'a ve Allah'ın dostlarına düşmandır. Dünya perdedir.
Dünyanın asli-yeti geçici, yaratılıştaki sıfatı cazibeli, aldatıcı ve nefsin yaratılışına uygundur.
Dünya şeytanın yemidir. Dünyanın cazibe ve güzelliği olmasaydı, ne şeytan insana hücum
edebilir, ne de nefis insanı ahiret yolundan alıkoya-
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 15
bilirdi. Anlaşılıyor ki dünyanın hakikati, faniliği ile birlikte aldatıcıdır da.
Bir kimse Hazret-i Ali (r.a.) Efendimiz'e "dünyayı anlatır mısınız?" diye sorduğunda, Hz. Ali
şöyle buyurdu: "Sağlamı hasta, emniyette olanı pişman olacak. Fakiri mahzun, zengini ise
helalinin hesabı, haramının azabına düşecek. Şüpheli şeyler için de azarlanacaktır. Size bunun
daha neyini anlatayım."
Rasulullah (a.s.) Efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurdu: "Kıyamet gününde bir adamı
Allah'ın huzuruna getirirler. Kazancı haram, masrafı da haramdır. 'Bunu cehenneme götürün'
denir. Başka bir adamı getirirler. Helal kazanmış, haram sarf etmiştir. Onu da cehenneme
gönderirler. Bir diğeri de haramdan kazanmış, helale sarf etmiştir. Onu da cehenneme
gönderirler.
Sonra başka birini getirirler. Helalden kazanmış, helale sarfetmiştir. Ona, bu servetti
kazanırken farzlardan bir ibadeti geçirip geçirmediğini sorarlar. Hiçbir farzı bırakmadığını
açıklar. Bu servete birinin hakkı geçti mi; mesela işçilerinin ve hayvanlarının hakkını verdin
mi? diye sorarlar. Onları da verdiğini söyler. Bakmakla mükellef olduğu kimselere vaktinde
nafakalarını ulaştırıp ulaştırmadığını sorarlar. Bu sırada çalıştırdığı kimseler getirilir, haklan
karşılaştırılır. O da temiz çıkınca, 'Verdiğimiz nimetlere karşı ne gibi şükürde bulundu? Onun
hesabını görelim.' derler."
Şükür, Allah'ın verdiği nimetlerle Allah'a isyan etmemektir. Bir kimse parayı Allah'ın rızası
olan yerlerde şükrederek kullanmadıysa cennete giremez. Anlaşılıyor
16 • Tasavvuf Sohbetleri-5
ki, insan hayatı nefsin, şeytanın ve dünyanın türlü halleriyle meşgul edilmektedir. Dünya,
önce yaldızlı şeylerle insanı aldatır, sonra helak eder.
İsa (a.s.)'a dünya, yaşlı, zayıf, çirkin fakat süslenmiş bir kadın suretinde görünmüş ve irfanla
şöyle konuşmuştur. İsa (a.s.) soruyor:
- Kaç kere evlendin?
- Sayılmayacak kadar çok evlendim.
- Bir kadın ömründe şu kadar evlenir. Sen sayılmayacak kadar çok evlendiğini söylüyorun.
Kocalarına ne oldu? Öldüler mi, boşandılar mı?
- Hiç boşama olmadı. Hepsini ben öldürdüm.
- Geçmiş kocalarını teker teker nasıl öldürdüğünü düşünmeyip, onlardan ibret almadan
seninle evlenecek yeni kocaların vay haline!
A'la bin Ziyad (r.a.) şöyle buyuruyor: "Rüyamda yaşlı, derisi buruşmuş, fakat üzerinde türlü
süs ve zinet eşyası bulunan bir kadın gördüm. İnsanlar etrafında toplanmış, şaşkın şaşkın onu
seyrediyorlardı. Ben onların bu haline şaşırdım ve kadına kim olduğunu sordum. Kadın,
"yazık sana, beni bilemedin mi? Ben dünyayım "deyince, ben "senin şerrinden Allah'a
sığınırım" karşılığını verdim. Bunun üzerine kadın, "benden kurtulmak istersen, mala, paraya,
şöhrete önem verme" diye konuştu.
Kur'an-ı Hakim'de, "Bu dünyada âmâ olan, ahirette de âmâ olur... "(isra/72) buyurulmuştur.
Yani bu dünyada güzel ahlâk ve sünnet-i seniyyeye sarılmadınsa, basiretini açıp aklını
işletemedinse, öbür dünyada da öyle
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 1 7
dirileceksin. Bu bakımdan tasavvuf ehli, baş gözünün değil kalp gözünün görmesini gerekli
görür. Onun için kalp gözü açılmayan âmâdır ve ehl-i dünyadır. İşte dünya ile nefis meselesi
budur.
Kemalât, dede olmakta, çok para kazanmakta değil reşid olmadadır. Medeni kanuna göre
reşidlik onsekiz yaşına basmak ile kazanılır. Ehl-i tasavvufta reşid olmak, Rabbini bilmekle ve
iman hakikatlarını idrak ile mümkündür. Onun için, yetmiş yaşında çocuklar, yirmi yaşında er
kişiler vardır.
Rasul-ü Ekrem (a.s.) Efendimiz buyuruyor: "İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar."'Yani
gafletten kurtulamazlar ve tabii ölümle diğer aleme geçerler. Gerçekte iki türlü ölüm vardır:
Tabii ölüm ve kişinin kendi iradesi ile ölüm. Bu hadis-i şerife göre, tabii ölümle uyanmayı
bekleme. Şimdiden rahmete ulaşacak hallere yapış ve iradî ölümle öl. Yani nefsinin arzularını
kırmak için bir mür-şid-i kâmilde terbiye ol.
İtminan makamına ulaşmak, dünya vatanında iken nefse hakim olmakla olur. Bu da kalp
görüşü yani ferasetle olur. Kalp gözünün görmesinden maksat, nefsin ıslahıdır. Bunun çaresi
gurur yurdundan çıkmaktır.
Ey ehl-i dünya! Gurur sahiplerinin halleri, onların per-desidir ki bağ, bahçe, köşk, çiçek,
havuz vs. ile meşgul oluyor, gönüllerini onlara bağlıyor ve ömürlerini onlara sarfediyorlar da,
Kur'an-ı Kerim'de yazılı olan şu ilahi kelâmı hiç görmüyorlar: "Onlar dünya hayatının
görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise tamamen gafildirler." (Rum/7)
18 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Bu asırda nefsi eğlendiren safa çok fazladır. Sabahleyin gazete ile başlayan gaflet, gece
yarısına kadar televizyonla devam ediyor. Siyaset çekişmeleri ile müminler birbirine küsüyor.
Allahu Tealâ cümlemize inayet eylesin ve anlayış versin. Amîn.
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 19
Yaratıcımız'a Yakınlaşma Fırsatımız
Tevbe
Tevbe günahı temizler, kulu Hakk'a yaklaştırır. Kalplerde açılan yaraları tedavi eder. Katılaşan
kalbi yumuşatır. Akmayan göz yaşlarını pınarlardan akıtır. Eğer tevbe hakiki olursa, gözyaşı
peşinden gelir. Yoksa bağıra çağıra, tekrar tekrar yapılan tevbe dil tevbesidir. Allah lâf değil,
hâl istiyor.
Tevbe, kelime olarak "bir şeyden geri dönmek" ma-nasındadır. Bu manada günahtan
pişmanlıkla dönüp, Allah Tealâ'ya yönelmek tevbedir. Yani, "günahtan pişman olarak bir daha
işlememeye karar ver. Günah yüzünden Hakk Tealâ ile arana giren perdeleri idrak et"
demektir.
Her bir günah, pencerelere asılan perde gibidir. Bir günah bir kat perdedir. Bir daha işlenirse
iki kat perde olur, kat kat olur. Tuğla ile örülen duvar gibi, çelik kaplanmış gibi olur. Şu halde
tevbe geciktikçe, kul Allah'tan uzaklaşır ve nasihat tesir etmez olur. Allah'ın emrine
20 • Tasavvuf Sohbetleri-5
hoşluk, muhabbet ve tatlılıkla bakmaz. Gözünde manevi şaşılık olur, idrak kalınlaşır, anlayış
gider.
Beyaz elbise hiç yıkanmadan sürekli giyilse, bir gün deriden beter olur ki kokudan yanına
varılmaz. İnsanın kalbi bu elbiseden daha nazik ve narindir. Nur-u ilâhi ile donanmaya
layıktır. Ama devamlı işlenen günahlarla inceliğini yitirir, kasveti kalınlaşır, ahlâkı sertleşir,
yumuşaklık yerine anlayışsızlık meydana gelir, mümin kardeşlerine karşı merhamet yerine
gaddarlık başlar. Günahla katılaşmış tevbesiz kalbin durumu, atın ayağının nallanmasına
benzer. Atın ayağı da vücudun parçasıdır. Fakat yaradılışı gereği öyle kalındır ki, nalın çivisi
üç-beş santim içine çakılır da at bunu hissetmez.
Bizim kalbimiz at ayağı gibi olmamalı kardeşlerim. Manevi tırnakları katır tırnağı gibi
kalınlaştırmamak lazım. Aksi halde nasihat çivi gibi çakılsa bile hissetmezsin. Merhamet
edemezsin, çoluk çocuğuna şefkatle ba-kamazsın. O sertlikle sıla-i rahmi bile keser, anâ-baba-
ya asi olur, Berat ve Kadir gecelerinde milyonlarca kişi affolurken, sen hiçbir şey elde
edemezsin. Yani Kadir Gecesi'nin nuru bile kalbini delmez. Sonuçta, her bir günah başka bir
günaha götürür. Her bir isyan diğer bir isyanı çeker. Ve idraksiz, anlayışsız, görünüşte insan,
gerçekte hayvan suretine girersin.
Tevbe ile aynı manada kullanılan istiğfar, kişinin günahları için Allah'tan bağışlanma
dilemesidir. insan, imanının olgunlaşması, ahiretinin selameti, kulluğunun tatlanması için
tevbe ile yükümlüdür ki, tevbe bütün Üm-met-i Muhammed'e farz-ı ayındır. Ayrıca
yapılmamasın-
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 21
da çok büyük faydalar ve müjdeler, yapılmamasında da çetin azaplar ve cezalar vardır. Kâfir
küfründen, mü'min gafletinden, asî ve günahkâr da günahından tevbe ile arınır.
Unutmamak lazımdır ki, günah ve kabahat kemalât bakımından imana noksanlık getirir,
imanın hakikatini bozmaz ama faziletini, kemal makamındaki derecesini aşağıya düşürür.
Günahta ısrar etmek kalbin kasvetinin, anlayışsızlığının artmasına; en sonunda da tevbe
kapısının kapanmasına sebep olur.
Allahu Tealâ hepimizi layıkıyla tevbe edenlerden eylesin.
22 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Ya Kâmil Ol Ya da Kâmillerle
Allahu Teala Hazretleri İsra suresinde: "Biz hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık."
buyuruyor. Bu ayetin tecellisi, Adem Aleyhisselam'dan bugüne kadar peygamberlerin zatında
ve "alimler peygamberlerin varisidir" sırrı ile evliyanın saadetli hayatlarında görülmüştür.
Kıbleye yönelen bir kimsenin tefekkür edip bilmesi lazım gelir ki, Allahu Tealâ'nın tecellisi
önündedir. İnsanoğlunun bu tecelliye mazhar olabilmesi için ilmiyle âmil olması gerekir.
Sahabenin yedi büyük ulemasından olan Abdullah İbn-i Ömer Hazretlerine, "Alim kimdir?
Yakub (a.s.) Kur'an'da âlim olarak bildirilmiş. Onun vasfı nedir?" diye sordular. Şöyle izah
etti: "Bu ayet-i celilede iki sıfat söz konusudur. Birincisi, bir peygamber olduğu için alim
olması ve bildikleriyle amel etmesi, Rabbinin emrinden asla çıkmamasıdır, ikincisi, dünyanın
mecaz, ahiretin
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 23
ebedi olduğunu bilerek yaşaması ve hayatıyla bunu ispat etmesidir."
Dünya bizatihi insanın sevdiği ve herşeyini uğruna harcayacağı yer değildir. Ahiretin önünde,
ahireti açmak için bir besmele makamındadır. Rasul-i Ekrem (a.s.) Efendimizin beyanı üzere
dünya, bir kervanın, ufak-tefek ihtiyaçlarını gidermek için bir sahrada konaklamasıdır.
Anlaşılıyor ki, dünya gerçeğini idrak etmiş, yani alim vasıflarına sahip olan insanlarla beraber
olmak bilhassa bu asırda insanların kurtuluşuna bir vesiledir.
Müslümanlar, Osmanlı, Selçuklu, Emevi, Abbasi zamanlarında ve Asr-ı Saadette, mihrabın bir
tarafına medreseyi, bir tarafına da tasavvufi hayatın hakikatini yaşamak maksadıyla dergâhı
koyarak ilim kapılarını açtılar. Yani mihraba geçmek için bir yandan medrese, ö-bür yandan
tasavvuf ilminin öğrenilmesi gerektiğini gösterdiler.
Medrese ilmi herkese nasip olmaz. Zaman ve sabır ister. Dergâh ise yediden yetmişe, kadın-
erkek bütün Ümmet-i Muhammedin okuludur. Ahlak-ı kâmile orada öğrenilir. Ehl-i Sünnet
akaidi, Allah rızasını tahsil etmenin yolları orada öğrenilir. Kâmil insanları görerek onların
sıfatını müşahede etmek orada gerçekleşir.
Hak Tealâ Hazretleri, ademoğlunda iki sıfat yaratmış. Birincisi cismani, diğeri ruhani sıfat.
Cismani sıfatıyla, hayvanlarla aynı durumdadır; yer, içer, çoğalır. Oysa Allahu Tealâ, bir ayet-i
celilede insanı en güzel biçimde yarattığını bildiriyor. Şu halde mayamız temiz,
24 • Tasavvuf Sohbetleri-5
yaratılışımız kâmil, sıfatımız yüksek. Yalnız dünya hayatı bu yüksek sıfatı karıştırıp
bulandırır.
En güzel surette yaratılan insanın dünyevi tesirlerle bozulmaması için, ruhanî sıfatlarını beşeri
sıfatlarından ayırıp, geliştirmesi gerekir. Çünkü insanın beşeri sıfatlarla manen ilerlemesi
mümkün değil.
Allahu Tealâ, "muhakkak Allah katında en üstün olanınız, takva bakımından en üstün
olanınızdır" buyuruyor. Kâmil olabilmek takva sahibi olmaya bağlı.
Nefis Terbiyesi ve İlâhî Huzur • 25
¦• • •
Önce ilim ve iman
Kişinin, insan-ı kâmil derecesine yükselebilmesi için dört fazileti elde etmesi gerekir:
Bunların başında ilim gelir, ilimsiz yol bulunmaz. Mü'minin süsü ilimdir. Şeyh Abdülhalık
Gücdevanî Hazretleri (k.s.) buyuruyor ki: "ilmi olmayan sufi şeytana maskara olur. İlmi
olmayan, vesvese ve nefsin hilelerinden kurtulamaz. Az bir ibadetle mağrur olur veya ibadetin
şeklini değiştirerek dalalet çukuruna düşer."
İlim, bir insanın dünya ve ahiretini güzelleştirecek sebeplerin ilkidir, ilim, bir telkin olarak
çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunmasıyla başlar ve ölünceye kadar devam
eder. Ezanın muhtevasında bütün ilimler vardır. Bunları okumanın diğer bir hikmeti, ömrün
bir ezanla kamet arası kadar kısa olduğunu hatırlatmadır.
ilim, dünya hayatının en başında telkinle başlayıp mezara kadar devam ettiği gibi, ilmin
kazanılmasıyla da iman başlar. Kulun, kemalât kazanmak için ulaşması
26 • Tasavvuf Sohbetleri-5
gereken ikinci fazilet imandır, insanoğlu, aklı, beş duyusu, bilgi ve tecrübeleriyle inancını
kuvvetlendirirce hakiki imana sahip olur. imanın temel şartı, şeksiz-şüphesiz inanmaktır,
iman, tereddüd ve şüphe ile bir arada olamaz. Bir kimsenin dağlar, denizler kadar ibadeti olsa,
imanla ilgili herhangi bir konuda şüpheye düşse, ibadetleri boşa gider, iman her bir ibadetin
temeli ve nurudur, imansız ibadet olmaz.
ilim ve imandan sonra amel gelir. Dini konularda mükellef olan herkesin, neleri yapıp neleri
yapmaması gerektiği fıkıh kitapların da açıklanmıştır, işte bu bilgilerin, yapılacak işlere doğru
olarak uygulanması ameldir. Amelsiz ilim, meyvesiz ağaca benzetilmiştir ve faydasız yük
gibidir.
Bu izahlardan yola çıkarsak; mesela namazı öğrenmek ilim, namaz kılmanın kesin bir
yükümlülük olduğuna inanmak iman, namaz kılmak ise amel olur. Şu halde ilmin de, imanın
da meyvesi ameldir. Cenab-ı Allah, işlerin hayırlı olanını ister. Yani salih amel ister.
ilimden gaye amel olduğu gibi, amelden sonra da ih-las gelir, ihlas, bir işi Allah rızası dışında
başka hiçbir şey hedeflemeden yalnız Allah için yapmaktır, ihlas olmazsa, yapılan iş salih
amel hükmünden çıkar.
Şeyh Fethullah Verkanasî Hazretleri (k.s.) buyurmuştur ki: "Tasavvuf, İh lası ele geçirebilmek
için ilahi muhabbeti elde etme yoludur." Gerçekten de tasavvuf muhabbet kazandırır.
Muhabbet-i ilahiye de ilme, ihla-sa, amele ve neticede Allah'ın rızasına götürür.
Nefis Terbiyesi ve İlâhî Huzur • 27
Her sıkıntının sonu var
Başa gelen bela ve musibet karşısında halinden insanlara şikayet etmeye sızlanma denir.
Allahu Tealâ, kullarının kendisini kullara şikayet etmesini istemez. Eğer kul, derdinden dolayı
Allah'a sızlanırsa bunda sakınca yoktur.
"Ey Rabbim, takatim kalmadı. Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Bana acı, beni feraha
çıkar." demek bir sızlanma olmayıp, Allah'a yalvarmadır.
Allah'dan gayrıya sızlanma doğru olmaz. Allah'a sızlanma ise nazdır, niyazdır, duadır,
kulluğun icabıdır. Buna Kur'an-ı Kerim'den şu kıssa delil getirilmiştir:
Yusuf (a.s.)'ı kardeşleri kuyuya atıp, onu kurdun yediğini söyleyerek Yakub (a.s.)'a gelmeleri
üzerine, Ya-kub (a.s.) şöyle buyurdu: "Ben sadece gam ve kederimi Allah'a arz ediyorum. Ve
ben, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri (Allah tarafından vahiy ile) biliyorum."(Yusuf/86)
Enes bin Malik (r.a.)'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte, bir kimse Rasulullah (a.s.)'ın
mescidine geldi ve
28 • Tasavvuf Sohbetleh-5
Hz. Eyyüb (a.s.) ile ilgili sualler sordu. Efendimiz ağladı ve şöyle buyurdu: "Yemin ederim ki,
Eyyüb beladan inlemedi, sızlanmadı. Fakat yedi sene, yedi ay, yedi gün o belada kaldı. Ayakta
namaz kılmak istedi, duramadı düştü. Kullukta kusurunu görünce, hastalığın ve derdin
şikayetinden değil, kulluktaki ibadet ve taatına noksanlık gelmesinden korktuğu için dua etti."
Hazret-i Eyyüb şehrin dışında, hanımının kendisi için yaptığı kulübede yaşıyordu. Bir gün
hanımı yiyecek aramaya çıkmıştı, ikindi vakti, Allahu Tealâ'nın lütuf müjdecisi Cebrail (a.s.)
geldi: "Ey Eyyüb, Allahu Tealâ bela verdi, sabrettin. Şimdi sıhhat ve nimet vereceği müjdesini
getirdim." dedi. "Ayağını yere vur.! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk su." (Sa'd/42)
Bu emr-i ilahi ile Hazreti Eyyüb ayağını yere vurdu, iki su pınarı fışkırdı. Sıcağı ile yıkandı,
soğuğundan içti ve sıhhat bulup iyileşti.
Bir müddet sona zevceleri annemiz eve döndü. Ey-yüp (a.s.)'ı tanıyamadı. Onun
kaybolduğunu sandı. Dışarıya çıkıp feryat etti, ağladı. "Bu kadar sıkıntı çektim, hazineyi
elden kaçırdım. Hastayı kaybettim" diye ağlıyordu. Eyyüb (a.s.) ise onu seyrediyordu. Cebrail
Eyyüb (a.s.)'a "Ey Eyyüb, zevceni çağır, gönlünü al; onu üzme." dedi. Bunun üzerine Eyyüb
(a.s.) hanımına seslendi:
- Ey hanım, kimi arıyorsun?
Bir hastam vardı, hayat arkadaşım idi. Peygamber idi. Onu kaybettim. Bu yüzden ağlıyorum.
- İsmi ne idi?
Nefis Terbiyesi ve İlâhî Huzur • 29
- Sabırlı Eyyüb idi.
- Nasıl bir kimse idi?
- Sağlıklı iken sana benzerdi.
- O hasta Eyyüb benim. Allahu Tealâ bana sıhhat verdi.
Her ikisi de sevinçle ağlaştılar.
Evet, her sıkıntının sonu gelir. Her kışın bir yazı, her derdin bir devası vardır. Kim acele
ederse kendisine yazık eder. Sabır gereken yerde acele etmek uygun olmaz.
30 • Tasavvuf Sohbetleıi-5
Tevbe Etmekle Kurtulursunuz
Tevbe, insanın işlemiş olduğu günahlardan dolayı Allahu Tealâ'ya özür beyan etmesi, affedilip
bağışlanmayı istemesidir. Pişmanlık ve o günahı işlememeye azmetmek tövbenin
şartlarındandır. Günahına pişmanlık duymayan ve bir daha yapmamaya azmetmeyen kişi
tevbekâr olamaz. 'Bir gün tövbe edip, yarın aynı günahı tekrar işlerim' diyen de aslında tevbe
etmemiş olur. Şu halde tevbede pişmanlık şarttır, iki cihan serveri Efendimiz, "Tevbe
pişmanlıktır."buyurmuştur. Yaptığına cidden pişman olan, 'ben tevbe ediyorum' demese de,
onun hali tevbedir. Öte yanda, içten değil de dünyevî maksat ve menfaat için tevbe edenin
tevbesi olmaz. Allahu Tealâ: "Ey iman edenler! Hepiniz Allah'a tevbe ediniz. Tevbe etmekle
kurtulur, necata erersiniz, "buyuruyor.
Bir diğer ayet-i kerime, "Açık olsun gizli olsun, günahlardan sakınınız."şeklindedir. Fahr-ı
Kâinat Efendi-
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 31
miz, "En hayırlınız, günahtan sonra hemen tevbe edeni-nizdir. Gizli yapılan günahlar için
gizlice, aşikâr yapılan günah için açıktan tevbe ediniz. Günahlarınızı bilenlere tevbenizi
duyurunuz." buyurmuştur.
Çünkü günahkâr insanın izzeti, hayası rencide olur. Ümmet-i Muhammed indinde sevgisi ve
saygınlığı nok-sanlaşır. Böyle bir adamın 'ben tevbe ettim' demesi, 'sizin kardeşiniz oldum'
manasına gelir.
Ebu'd-Derda Hazretleri'ne soruldu: "Günahkârlar için ne dersin?"
"Günahkârların günahı, dinin hoşlanmadığı, Allah'ın rızası dışında ve müslümanlarm
ayıpladığı bir iştir. Biz günahkârın günahını sevmeyiz ama günahkâra merhamet eder, tevbe
etmesi için Allah'a niyaz ederiz. Tevbe edince kardeşimiz olur. O kişi yaptığıyla imandan
çıkmadı; yine kardeşimizdi ama günahkâr kardeşimizdi." buyurdu.
Tevbenin şartlarının en önemlisi, hak sahiplerine hakkını ödemektir. Hak sahibi ikidir:
- Kul hakları
- Yüce Allah'ın hakkı.
Kul hakları için mutlaka helâlleşmek gerekir. Gıybet ettiyse o kimseden münasip bir lisanla af
dilemek gibi. Hak sahiplerine haklarını ödemek, helâl ettirmek, mirası layıkı ile sahibine
vermek gerekir. Miras meşru ölçülere göre taksim edilmezse vebali vardır; kul hakkı ortaya
çıkar. Mirası elde tutup, diğer vârislerin alacaklarını vermemek veya geciktirmek de
veballidir. Hele verese-
32 • Tasavvuf Sohbetleri-5
ler içinde dul kadınlar ve onların yetim yavruları varsa, bu mirasa daha çok dikkat etmek
lâzım gelir.
Tevbenin ikinci şartı, ilâhî emirler yapılmamış, kazaya bırakılmış ise, bunları yerine
getirmektir. Üç sene namaz kılınmadıysa, üç senelik namazı kaza etmek gibi.
Kul hakkını eda etmek ve ilâhî emirlere müteallik kazaları yerine getirmek, o günahların
kefaretidir. Bunlar yapılmazsa, o günahlara hakkıyla tevbe edilmiş olmaz.
Nefis Terbiyesi ve İlâhî Huzur • 33
Kalp Hikmetin, Beden Nefsin Kaynağıdır
Ebu'd-Derda (r.a.), Hz. Peygamber (a.s.)'den duyduğu şu hadis-i şerifi naklediyor:
"İlim elde etmek için yola çıkan kimseyi, Allah cennet yollarından bir yola iletir. Melekler,
ilim talebelerinden memnun oldukları için üzerlerine kanatlarını gererler. Gerçekten ilim elde
etmek için uğraşana, gök ve yerdeki bütün varlıklar, hatta sudaki balıklar bile istiğfar ederler,
ilim sahibi alimin, sadece ibadet eden abidden üstünlüğü, dolunayın ışık vermede diğer
yıldızlardan üstünlüğü gibidir. Muhakkak alimler peygamberlerin vârisidir. Peygamberler,
dirhem ve dinar gibi bir mal miras bırakmadılar. Onlar sadece ilm-i zahir ve ilm-i batını miras
bıraktılar. Kim bu ilimden alırsa, büyük bir pay elde etmiş olur."
Beşeriyetin babası Hz. Adem (a.s.)'e verilen ilk şey ilim ve hikmet oldu. Daha sonra bu
evlatlarına intikal et-
34 • Tasavvuf Sohbetleri-5
ti. O'na unutma, şeytana ve nefsine uyma özellikleri de verildi. Bu da çocuklarına intikal etti.
Kur'an-ı Mucizü'l Beyan'da bildirildiği üzere Zekeriya (A. S.) dua etti ve Allah'tan risaletine
vâris olacak bir evlat istedi. Zira peygamberler miras bırakmazdı.
"Alimler, peygamberlerin vârisidir." hadis-i şerifine göre acaba hangi ulema Allah Rasulü'nün
vârisidir?
Mal ve meta peşinde koşmayan hoca alimdir. Eğer bir hoca mal ve metayı hedefleyip, sadece
bunları miras bırakırsa, bu hal hadis-i şerife muhaliftir. Böylece, ulemanın bir vasfı ve Ebu'd-
Derda Hazretleri'nin naklettiği hadis-i şerifin sırrı ortaya çıkmış oldu.
Allahu Tealâ, Adem (a.s.)'ı yaratacağı zaman Cebrail (a.s.)'a yeryüzünün dört bir tarafından
birer avuç toprak getirmesini emretti. Getirilen bu değişik topraklar yoğuru-larak Adem
(a.s.)'ın vücut hamuru meydana geldi. Allahu Tealâ, Adem (a.s.)'ın toprağının cevherlerine
hitab-ı ilâhîyi işitme ve cevap verme kabiliyetlerini bahşetti.
Allahu Tealâ, Adem (a.s.)'ın hamurunu tamamlayıp, ruhundan nefyettiği zaman, böylece ilim
ve hikmet de kendisine verilmiş oldu. Böylece O, kendisine ruhun üflenmesi ile ruh ve ruhanî
özelliklerin sahibi, yaratılış toprağının cevherinde bulunan türlü istidatlarla da nefis ve nefes
sahibi oldu. Yani Adem (a.s.)'m kalbi hikmetin, bedeni heva ve nefsin kaynağı olurken, tabiatı
da nesilden nesile intikal etti. İlim ve hikmet ise, Ebu'd-Derda hadisinin sırnyla ancak ona
talib olanlara kaldı. Yani her babadan oğula ilim ve hikmet geçmedi. Allahu Tealâ ilmi, ilim
talebi ile yola çıkan kimseye verdi.
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 35
Adem (a.s.)'ın oğlu Habil, torunları Şit (a.s.), Hud (a.s.) Nuh (a.s.), ilim ve hikmet sahibi
olurken, diğer oğlu Kabil ise nefis ve hevanın sahibi oldu.
Bu hal ile Adem (a.s.) maddi doğum ile nefsi, manevi doğum ile ilim ve hikmeti ve
dolayısıyla mürşidliği, veliliği, nebiliği evladlarına intikal ettirdi. Bu miras, yaradı-lışımızdaki
manevi cevherden, ilim ve hikmetten kaldı. Artık dileyen, manevi doğuştaki ilim ve hikmeti
tahsil için mürşidini aradı. Dileyen de maddi doğuşun tabiatında kaldı.
36 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 37
ı
Önce Nefsini Düzelt
Allahu Tealâ'nın en büyük nimetlerinden ilki iman ve İslâm'dır. İmanı olan kimse cihana
meydan okuyacak güçtedir ama hiçbir sebepten dolayı kendi nefsine pay çıkartmayacak
ahlâka da sahiptir. İmanı olan insan Allahu Tealâ'nın emirlerine ram olur ve böylece hakiki
insan (insan-ı kâmil) olur.
İmandan sonraki en büyük nimet, günahları idrak edip, tevbe kapısını açmak ve tevbe-i
nasuhu ele geçirmektir.
Allahu Tealâ, "Hep birden Allah'a tevbe edin. Ey mü'minler, bu yoldan kurtuluşa ermeniz
umulur." buyuruyor ve bu ayet-i kerime ile insanları tevbeye çağırıyor.
insan önce kendi tevbe edip, kendisini ıslah etmeli. Aksi takdirde ne kendisine, ne de
başkasına faydası olur. Hocaların yanıldığı nokta budur. Hoca bildiğiyle amel ederse arif olur,
şifa kaynağı olur. Kendi halimiz güzel olmadıkça, kalpleri sözle fethedemeyiz. Onun için önce
kendimiz azad olmalıyız.
Allah tevbede samimiyet ve sadakat ister. Sen kendini kurtarmadıkça başkasına fayda
veremezsin. Ama
kalp temizlenip nefis nurlanınca, insanın başkalarına tesiri olur.
Sahabenin ulularından yedi tane Abdullah var. Bunlardan birisi Abdullah b. Mes'ud. Abdullah
b. Mes'ud Hazretleri bir gün Küfe nahiyelerinden birinden geçiyordu. Yolunun üzerindeki bir
evde birtakım insanlar toplanmış, şarap içip şarkı söylüyorlardı, içlerinde sesi çok güzel bir
çalgıcı da vardı. İsmi Zazan idi.
Abdullah b. Mes'ud, evin önünden geçerken Za-zan'ın hem udunu hem de şarkı söyleyen
sesini duydu. Kalbi merhametle dolup şöyle dedi: "Bu ses Allah'ın kitabını okusaydı ne güzel
olurdu!" Ve yürüdü.
Allah bir adamın kalbine hidayet verirse ona idrak de verir. Zazan, Abdullah b. Mes'ud'un
oradan geçerken bir şey söylediğini fark etti. Yanındakilere o zatın kim olduğunu ve ne
söylediğini sordu. "O, Abdullah b. Mes'ud'dur. 'Bu ses, Allah'ın Kitabını okusaydı ne güzel
olurdu' dedi" dediler. Zazan'ın kalbi ürperdi, ilâhî bir coşkuya kapıldı. Udunu yere çarpıp,
koşarak Abdullah b. Mes'ud'a yetişti. Ona yetişince ağlamaya başladı. İkisi de birbirlerine
sarılarak ağlaştılar. Zazan tevbe etti. Abdullah b. Mes'ud'un sevdiği, ilim sahibi bir imam oldu.
Nasıl ki Abdullah İbni Mes'ud'un tek bir sözünden Zazan'a iyi hal geçtiyse, tövbesinde samimi
ve sadık olan da başkalarına tesir eder.
Hiçbir bozuk kimse, senin elinde yararlı hale gelemez; ta ki sen kendi özünde yararlı
olmadıkça... Yalnız kaldığın zaman Allah'dan korkmazsın; ta ki halk arasın1 da Halik için
yaşamadıkça...
38 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Mürşid Hakk'ın Kapısıdır
Şeyh Abdülgani Nablusî (k.s.) Hazretleri şöyle der: "Bir kimse, Allah'a giden yolda kendisine
yol gösterecek olan mürşidini Cenab-ı Hakk'ın kapılarından bir kapı olarak görmelidir. Yani
mürid, 'benim mürşidim Hakk'a giden kapılardan bir kapı, babullahtır.' demelidir."
. Şeyh Muhammed Behrî K.S. Hazretleri de bu manayı şu mısralarla dile getirir:
"Sen babullahsın ya Rasulallah
Sen Hakk'ın kapışısın ya Rasulallah!
Kim o kapıya varır ise
Sen olmadan huzura giremez!"
Nasıl Rasul-i Ekrem (a.s.) Efendimiz Allah'a ulaşmada bir nuranî kapı vazifesi görüyorsa,
"aiimier peygamberlerin vârisleridir" sırrına göre, mürşid de Allah'ın kapılarından bir kapı
olmaktadır.
Mevlâna Celaladddin Rumi K.S. Hazretleri, kendisinin irşadına vesile olan üstadı Şems-i
Tebriz? K.S. Hazretleri için şöyle buyurur: "Mürşidim Hakk'ın kapısıdır. Çünkü Hakk'a
onunla vasıl oldum."
Nefis Terbiyesi ve ilâhi Huzur • 39
Mürid, mürşidinden gelen iyiliği Allah'ın hidayeti, şer gibi görünen ve nefsini sıkıntıya
düşüren şeyleri Allah'ın bir imtihanı olarak bilmelidir. Bundan başka, mürid mürşidini Allahu
Tealâ'nın esma ve sıfatlarının mazharı olarak görmelidir.
Şunu da bilmelidir ki, mürşid insanı hidayete erdiremez. Rasulullah da dilediğini hidayete
erdiremez, insanı ancak Allahu Tealâ hidayete erdirir. Kur'an-ı Azimüş-şan'ın birçok ayetinde
bizzat Cenab-ı Rabbü'l Alemin hidayetin ancak kendisinden olacağını açıklıyor. Başka türlü
bir tasavvuf anlayışı, yanlış ve haram bir yol olacağından buna dikkat etmek gerekir.
Abdulkadir Geylanî (k.s.) Hazretleri'nin Mektubat'ını şerh eden Seyyid Hüseyin Fevzi Paşa
şöyle der: Abd (kul), rab olmaz. Rab de abd olmaz. Bu, ilâhî bir tecellidir. Nasıl ki Tur'da
Cenab-ı Hak bir ağaca tecelli etti, ondan Musa (a.s.)'a hitab etti ve "ben senin rabbinim ya
Musa!" dedi; burada ağaç rab olmadı. Rabbin ağaç üstündeki tecelliyatı oldu. Bunun gibi Rab
Tealâ Hazretleri, insan-ı kâmile de tecelli eder. Ağaca tecelli eden o Allah, peygambere tecelli
etmez mi? Ay'ın yarılması mucizesinde etti, Davud (a.s.)'ın attığı taşlar Calut'u öldürürken
tecelli etti: "Habibim, o taşı Calut'a Davut atmadı. Biz attık."
Allahu Tealâ ağaca tecelli eder de, ağaçtan daha kâmil olan insana etmez mi?
işte tasavvuf ehü mürşidini bu çerçevede düşünmeli, kulu rab gibi görme tuzağına düşüp,
imanını ve amelini zayi, etmemelidir.
40 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Huzur, Allah ile olmakla mümkündür
Müminlerin kemalâtı Allah'ın dinini yaşama derecelerine bağlıdır. Bu mesele seyr i sülük
olarak karşımıza çıkar. İnsan bedeninin maddi gıdalara ihtiyacı olduğu gibi, ruhun da manevi
gıdalara ihtiyacı vardır. Vücudun tesettürü nasıl elbise ile sağlanıyorsa, ruhun kirlerden
muhafazası da manevi hayatımızın, letaiflerimizin temizliğine bağlıdır.
Yani ellerimizin, gözlerimizin, dillerimizin temizliği, bir manada nefislerimizin terbiyesine,
kalplerimizin temizliğine bağlıdır. Kalbi temiz olmayanın dilinden doğrular çıkmaz. Kalbini
temiziemeyenin, nefsini arındırmayanm gözleri zinaya, kulakları gıybete yönelebilir. Çünkü
nefis, hakikati ve kalpteki nuraniyeti söküp atmak ister. Anlaşılıyor ki ruh bedene, beden de
ruhun kemalâtına bağlıdır.
Ruhu asıl vazifesine yükseltebilmek ve kalbi yaradılıştaki ruhani sırlara ulaştırabilmek için
bedeni terbiye
Nefis Terbiyesi ve ilâhi Huzur • 41
etmek, kalbi arındırmak lazım gelir. İnsanların dünyada ve ahirette saadet ve selamete
kavuşması, kalbin temizliğine, nefsin tezkiyesine bağlıdır.
Şuara Suresi'nde, "O gün ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah'a temiz bir kalple
gelenler kurtulurlar." buy utuluyor. Bu temiz kalpten murad, masivadan arındırılmış kalb-i
selimdir. Her birimizin kalbi var olmasına var ama Rabbimiz, her birimize kalplerimizi
sağlam, temiz ve itminan olmuş bir kalbe çevirmemizi ferman buyurur. Onun için Allahu
Tealâ peygamberleri birer kalb-i selim numunesi olarak ümmetlerine göndermiştir.
İşte tasavvufun ve seyr i sülûkun bir anlamı da kalb-i selime kavuşmaktır. Tasavvufta seyr i
sülük yapan kimselere mürid, salik, muhib, mürşid gibi makamlar verilir ki, bunlar kazanılmış
olan meziyet ve kabiliyetlere göre bazı mertebeleri ifade etmek içindir. Mürid, irade eden,
dileyendir. Hakiki müridin iradesi Allah'ın rızasıdır. Kul ne amel ederse etsin en son
kavuşacağı makam, "Ey Rabbim! Sen benim maksudumsun. Ancak senin hoşnutluğunu
isterim." halidir. Şu halde mürid, Allah yolunda nefsinin iradesini mürşidine, mürşid,
Rasulullah'a, Resulullah da Allah'a bağlar.
Ruhumuz Allah sevgisini istemiş, Allah vücudun hayatiyetini ruha bağlamış, ilâhi muhabbetin
nurunu ruha koymuştur. Şu halde ruh ilâhi aşkı, kalp de ilâhi huzuru ister. İlâhi huzur ancak
Allah ile olmakla mümkündür. Mal, mülk, rütbe, evlat huzur getirmez.
42 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Tasavvuf Ehline Adalet Yaraşır
Bakara Suresi'nin otuz ve otuzbirinci ayet-i celileleri, varlıkların hakikatlarını bilen ilk insan
ve ilk peygamber Hz. Adem (a.s.)'ın ilmi yanında adaletinin de olduğunun ifadesidir.
Dinimizin bize öğrettiği adalet, sadece bir anlaşmazlıkta taraflara haklarının tesliminden
ibaret değildir. Adalet, herşeyi yerli yerince kullanmayı gerektirir. Bu manada dağ başında
yalnız yaşayan bir adamın da çevresindeki varlıklara karşı; bitkiye, hayvana, dağa-taşa ve
nihayet kendine karşı adaleti veya zulmü söz konusudur. Adalet, kadına nikahla, anneye
itaatle, komşu kadın ve kızına merhamet ve iffetle, insanlara yardımla kendini gösterir. Baba
olarak hanımının ve kızının iffetini korumak adalet, ırzına sahip çıkmamak hıyanettir. Komşu
kadına göz dikmek de zulümdür. Mirası Allah'ın emrettiği şekilde taksim etmek adalet; evin
büyük erkeğiyim diye kardeşini mahrum bırakmak zulümdür.
Şu halde Adem (a.s.)'a verilen ilim, adalet sonucunu doğurur. İlim yerli yerinde kullanılmazsa
zulüm, yerli ye-
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 43
rinde kullanılırsa adalet olur. Adaletle mücehhez ilim fazilettir.
Alimlerimizin beyanına göre, ilim adaletle kâmil olur. Adem (a.s.), ilminin yanı sıra adaletten
dolayı Allah'ın ha-lifesidir. İlmi olmayan ya da ilmiyle amel etmeyen hilafete layık olup adil
olamaz. Şu halde alimlere olan hüsn-i teveccüh, anlattığımız bu adaletleri derecesindedir.
Namazı dosdoğru kılıyorsan adalet, aksi durumda zulüm olur. Orucu tutuyorsan adalet, oruca
yalan, gıybet katıyorsan zulüm olur.
Adalet Din-i Mübinimiz'e uygun olan her işte vardır. Mesela emaneti korumak adalet, hiyanet
ise zulümdür. Diline sahip olmak adalet, boşboğazlık zulüm olur. Memurdan reis-i cumhura,
erden generale kadar ilim, fazilet ve adalet herkese lazımdır ve insanlar bunu bekler.
İşte bunun gibi kainattaki bütün varlıklar da bizden adalet bekliyor. İlmi arttırdığımız kadar,
tasavvuf adabını öğrendiğimiz kadar adaleti arttıramıyorsak, yani hergünkü sosyal
hayatımızda, bütün işlerimizde adaleti yerine getiremiyorsak, tasavvufi hayatımız noksan
kalır.
Salih müminin bir elinde ilim bir elinde adalet olması lazım gelir. Tasavvuf ehli kişi, ilmini
adalet haline getiren kişidir. Bu şekilde o, bembeyaz elbise gibi olur. Su-fi, öğrendiği din-i
mübin hükümleriyle ailesine, akrabasına, komşusuna, müslüman cemaate, hıristiyan
komşusuna adaletle hükmetmiyorsa, o sufilikten ne çıkar?
Şu halde tasavvufi hayat, evliyanın bereketiyle salih-lerin ilmini kazanmak, kâmillerin
adaletini yaşamak demektir. Böyle yaşamayan, can sufi değil, ham sufi olur.
44 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Ömür Aldatıcıdır
İnsanın dünyaya gönlünde gerektiğinden fazla yer vermemesi, ömür denilen mühlete
aldanmaması ve bu ömrün göz kırpması kadar kısa zamanda geçeceğini bilmesi lazımdır. Ne
yazık ki insanoğlu bu mühlete aldanır,
Ayet-i kerimede buyuruluyor ki: "O gün her bir kimse kazandığı neyse, onun karşılığını
görecektir."Allah nefsine aldananlara mühlet verir ama onu ihmal etmez. Dünyanın alâyişi ve
gösterişi kimseyi aldatmamalıdır. İtaat edenin de, isyan edenin de bir nasibi vardır. Ama
ahirette üstünlük, nimetlere şükredip, ibadet ve taatta sebat eden, günahlardan sakınanlarındır.
Herbirimiz çeşitli günahlara daldığımız halde, bela ve musibetimizin gecikmesi veya ahirete
bırakılması ile verilen mühlete aldanmamalıyız. Elbette Allahu Tealâ'nın isyan halinde
bulunan kullarını helak etmeyerek mühlet vermesinin hikmet ve sebepleri var. Bu hikmet ve
sebepler şunlardır:
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 45
* Allah'ın rahmetinin afv ve ihsanının büyüklüğü ile isyankârların tevbeye zaman bulmaları
içindir.
* Taatta bulunanların, ibadet ve taatını artırması içindir.
* Muhabbette olanların kemâl bulması içindir.
Yani Allahu Tealâ sevdiği kullarına tövbekar olsun diye, gazap ettiği kullarına da ya isyandan
vaz geçsinler ya da azabı, hesabı şiddetlensin diye mühlet verir.
Rab Tealâ Hazretleri ayet-i celilede bize beyan buyurmuştur ki: "Allah katında makbul olan
tevbe, gaflet sebebiyle bir kötülük işleyip, sonra acele olarak yapılan tevbedir. İşte Allah böyle
kimselerin tevbelerini kabul eder. Allah herşeyi bilendir, hikmet sahibidir."
Bu ayet acele tevbe etmenin önemini bildiriyor. Bugün, yarın tevbe ettim, ediyorum derken
ölüm gelip çatar. Kimisi günahkâr, kimisi küfürle gider.
Tevbeyi geciktirmenin bu vahim sonucu sonraki ayet-i celilede bildiriliyor: "Kötülükleri yapıp
yapıp da ölüm gelip çatınca, 'ben şimdi tövbe ettim' diyenler ile kâfir olarak ölenler için kabul
edilecek tevbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır."
Demek ki, bu kısacık dünya hayatını hiç bitmeyecek gibi görüp aldanmamalıyız. İbadet ve
taatı, hele de tevbeyi asla tehir etmemeliyiz.
46 • Tasavvuf Sohbetleri-5
i

I
W
Tasavvuf iyi kulluk içindir
Tasavvuf baştan sona kadar edeptir. Bu edeb, ilâhi emir ve yasaklara teslimiyeti, Peygamber'e
tabi olmayı gerektiren bir edeptir. Allahu Tealâ'ya edeb muhabbetle, Peygamber'e edeb ona
uymakla olur. Yani tasavvu-fî hayat, Allah ve Peygamber sevgisini tahsil etmektir. Çünkü kişi
neyi severse, o sevdiğinin emrine teslim olur. Arifin biri buyuruyor: "Ben o kimseye şaşarım
ki, başkalarından utanarak o çirkin işi yapmaz ama Allahu Tealâ kainatın yaratıcısı olarak
herşeyini görür de, O'ndan utanmaz." Allah'dan utanan, herkesten utanmış sayılır. Dinî
hükümlere uymak, Allah'ın azametini artırmak veya mülkünü genişletmek için değildir.
Allahu Te-alâ'nın kullarını ibadet ve taatla sorumlu kılması, her bir ibadetin hikmeti
olduğundan ve menfaatinin yine kula ait olmasından dolayıdır. Nasıl bir doktor, hastasına "bu
hastalıktan kurtulmak istiyorsan ilaçlarına ve perhizine dikkat et" der ve o hasta buna riayet
etttiğinde menfaati kendisine olursa, ilâhi emirlere uymanın da kula binlerce menfaati vardır.
İnsan tasavvuf? hayata girince, bu menfaatleri gözleriyle görür. Evliyaya muhabbet enbiyaya
muhabbeti, o da Hakk'a muhabbeti doğurur. Dolayı-
I
Nefis Terbiyesi ve ilâhi Huzur • 47
sıyla Allahu Tealâ ve Peygamber'e uymak da ilâhi emirlere uymayı tatlı hale getirir ve
kolaylaştırır.
Tasavvufun en büyük faydası, ibadetleri severek yaptırdığı için kolaylaştırmasıdır. Tasavvuf
insanda muhabbeti hasıl eder. Evinizde itaatsiz çocuklarınız, hanımınız, gelininiz ya da
kocanız varsa, onların itaatkâr hale dönüşmesi, Allah muhabbetini eve sokmakla mümkündür.
Böylece kavgalar biter, ülfet ve ünsiyet peyda olur, rızkınız da bollaşır.
İnsanların yerine getirmesi gerekli olan dini hükümler zahirî ve batinî olarak iki kısma ayrılır.
Fertlerin vücudunu ve maddi alemini ilgilendiren hükümlere zahirî hükümler denir. Bunlar da
emirler ve yasaklar olarak ikiye ayrılır. İlâhi hükümlerin kalp ile ilgili olan hususları batı-nî
hükümler kısmına girer.
İnsanların çoğu kalp ile, ruh ile, letaif ile ilgili olan batinî amellerden habersizdir. Mesela
ihlâsı kazanmak, rızayı beklemek, huşuyu bilmek, tevekkül etmek, vakar ve metanet sahibi
olmak gibi... Bütün bunlar peygamberlerin ahlâkıdır. Peygamberlerin insanlardan üstünlüğü
bunlarladır.
Tasavvufî hayat, batinî vazifeleri yerine getirmekle zahirî amelleri kâmil kılar. Allahu Tealâ,
Mümin Sure-si'nde ibadetlerde huşuyu emretmiştir, ibadetler imanın kemale ermesi içindir ve
imanın kemali de Hakk'a tevekkül, teslimiyet ve O'na ibadettir, ibadet etmek kadar insanı
Allah'a yaklaştıran bir nimet yoktur. İbadet sabrı gerektirir. Sabır ise kalbin olgunluğudur ve
peygamber ahlâkıdır.
48 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Tevbe İlâhi Bir Yardımdır
Tevbe ilâhi bir yardım ve rabbani mağfirettir. Allahu Tealâ tevbe ile mümini hiç günah
işlememiş gibi bir hale döndürür. Tevbeyi anlamadan, tevbeyi gerçekleştirip hayatımıza tatbik
etmeden gerçek olgunluğa giden yolda mesafe katetmemiz mümkün değildir.
Tevbe ilim, hal ve fiilden ibarettir. Tevbe ilmi, günahın zararını ve günahın Allahu Tealâ'nın
azametine karşı edepsizlik olduğunu bilmektir.
Evet, işlenen günah Allah'a karşı yapılan bir edepsizlik ve isyandır. Allah'ın rahmetinin celbi
için bu isyan ve edepsizlik perdesinin kaldırılması gerekir. Ayrıca Allah'ın azametini bilen
kalbe, işlenen günahtan dolayı bir eziklik ve mahcubiyet gelir ki bu. tövbenin birinci
hakikatidir. Eğer kulun dudağından tevbenin kelimeleri çıkıyor da kalbinde bir eziklik ve
arlanma duymuyorsa, bu tevbe hem taklit, belki hem de günah olur.
Bir kimse Allah'a karşı eziklik ve mahcubiyet hissetmedikçe ne günahtan dönebilir, ne de
tevbesi ciddi bir
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 49
fayda verir. Eziklik ve mahcubiyet duygusu kalpte parladı mı, Allah'ın nuru kalpte tecelli eder.
Sevdiğim bir yakınıma karşı bir kusur işlesem, onu görünce utanç duyar ve keşke
yapmasaydım diye özür dilerim. Utanç veya pişmanlık duygusu olmadan, sadece görünüşte
dilenen özüre kibir karışır ve alay etmek gibi olur. İşte tevbe eden de buna dikkat etmelidir.
Aksi takdirde sahibini günahtan temizlemediği gibi, belki günaha girmesine sebep olur.
Mahcubiyet ve eziklik olunca Allah'ın nuru kalbe inmeye başlar demiştik. Allah'ın nuru
inmeye başlayınca günahın, şehvetin, gazabın ateşi söner. Demek ki tevbe Allah'tan gelir. O
halde Cenab-ı Rabbül Alemin'den sağlam bir tevbe için yardım ve rahmet dilemek lazım gelir.
Pişmanlık dua ve zikre yol açar. Bundan dolayı ayet-i kerimedeki hakikat karşımıza çıkar:
"Müminler onlardır ki, bir kötülük yaptıklarında ya da (cehennemi hak edecek işlerle)
kendilerine zulmettiklerinde Allah'ın azabını, hesabını hatırlayıp günahlardan hemen dönerek
affedilmeyi dilerler." Allah'dan bağışlanmayı isteyen kişi "ya Rabbim" dediğinde, Allahu
Tealâ "buyur ey kulum" der ve böylece rahmet kapısı açılır.
Günahlar iki kısımdır. Birinci kısım, kulun Allah ile arasında olan, ikinci kısım, kulun kullar
ile arasında olan günahlardır. Kul ile Allah arasında olan günahlar namaz, oruç, hac, zekât gibi
yapmakla telafi edilen amellerdir. Bu amelleri ihmal etmekle günah kazanılır. Tevbe eden
kimse bu amellerin noksanlarını kaza etmekle mü-
50 • Tasavvuf Sohbetleri-5
keileftir. Kazayı gerektirmeyen haller de vardır. Mesela Kur'an'a abdestsiz dokunmanın kazası
olmaz. Bir daha yapmamaya azmedilir ve yapılmazsa tevbe gerçekleşmiş olur.
Kullarla ilgili günahlarda ise, yaptığı zulümden dolayı hak sahipleriyle helâlleşmesi şartıyla
tevbesi gerçekleşmiş olur. Mesela bir kimseden ödünç bir şey aldım. Onu iade etmem
lazımken aldığımı inkâr ediyorum, sadece tevbe ediyorum. Bu tevbe kabul olmaz. Kula karşı
olan haklar iade edilecek, bazı haklar için de helâlleşilecek. Hakaret, dövme, sövme
helâlleşmeyi gerektirir. Miras, mehir, alışveriş gibi meselelerde de hak geçtiyse helâlleşmek
lazım gelir.
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 51
*
Nefis Peşin Lezzet ister
İnsanın yaradılışının asıl gayesi ibadettir. İbadetleri ihlâs ile yapmak gerekir ve zor olan da
budur, ihlâs Al-lahu Tealâ'nın işine nefsanî ve çirkin sıfatları katmamak, kendini
beğenmemektir. Şeyh Fethullah Verkanisî (k.s.) Hazretleri tasavvufu, ihlâsı ele geçirebilmek
için ilâhi muhabbetin tahsili olarak tarif etmiştir.
Muhabbeti kazanmak nefse önce zor gelir. Çünkü nefs peşin lezzet ister, veresiye muameleye
rıza göstermez. Nefsin anlayışına göre, ahiret mükâfatları veresiye muamele gibidir. Bu
yüzden nefs haram-helal dinlemek-sizin anlık lezzetlere koyulur. Kul bu masivadan alakasını
kesmedikçe Allah'a hakiki bir kul olamaz. Bunun için de aşk ve muhabbet lazımdır.
Masivadan alakayı kesmenin en nuranî yolu muhabbet-i ilâhidir.
Asr-ı Saadet'e baktığımız zaman, muhabbet-i Rasu-lullah, O'nun himmet ve bereketiyle
muhabbet-i ilâhiye-ye dönüşmüştür. Şu zamanda Peygamber (a.s.)'ı görmek mümkün
olmadığına ve "alimler peygamberlerin vârisidir"sırrına göre, peygamber ahlakıyla
ahlaklanmış
52 • Tasavvuf Sohbetleri-5
bir mürşid-i kâmili rehber edinmekle muhabbet-i ilâhiye-ye yol bulabiliriz.
Bu meyanda Şeyh Ali Dakkak (k.s.) Hazretleri, kendi başına yetişen ağacın meyvesinin
kusurlu olacağını beyanla, nasıl bahçıvanlar ağaçları aşılayıp terbiye ederek mükemmel
meyveler yetiştirirse, insanları da ihlâs ve muhabbetle Allah aşkına kavuşturmak için bir
mürşid-i kâmilin terbiyesine girmenin şart olduğunu ifade eder. Eğer bu yol takip edilmezse,
kolay kolay kemalât bulunmayacağını da ilave etmiştir.
Abdülvehab Şaranî (k.s.) Hazretleri şöyle buyurur: "Tasavvuf yolundaki insanın, Allah'ın
huzurunda kalp huzuru ile namaz kılması şarttır. Bunun için de nefsin kötü arzularının
temizlenmesi gerekir. Kötü ahlâkı terbiye etmek ve temizlemek için mutlaka kâmil bir rehbere
ihtiyaç vardır."
Şeyhülislâm Zekeriya Ensarî (rh.a.) Hazretleri şöyle buyuruyor: "Ehlullah ile bir araya
gelmeyen ulema ve fa-kihler katıksız kuru ekmek gibidir."
Aliyyül Havas (k.s.) Hazretleri de, "İlim talibi, bir kâmil rehbere bağlanmadıkça olgunluğa
eremez. İlim onu mağrur eder, mağruriyeti gözüne perde çeker ve insanlar arasında övülmenin
hevesine düşer. Bu ise nefsin tuzaklarından bir tuzaktır." buyurmuştur.

Onun için, Muhammed b. Hanî (k.s.) Hazretleri de buyurdu ki: "Ey kardeşim! Bir kâmil
rehberin terbiyesine gir ve doğru yola koyul. Ona hizmet et. Amellerine dikkat et. O seni
nefsinin işlerinden Allah Rasulü'nün ve sahabilerinin ahlâk ve ameline çevirmek istiyor. Bu
4',
I
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 53
uzun bir yolculuktur; sen bunu kısa sanma. İnsanın nefsi terbiye olmadıkça, Allah Rasulü'nün
ve sahabilerinin ahlakıyla boyanamaz. Ve yine nefis, dünya işlerini mazeret göstererek seni
menzil-i maksuda ulaştırmaz. İlmin ne kadar olursa olsun, sana bir gurur verir. Nefsin, hile ve
tuzaklarıyla seni bekler. Nice büyük ulema ilmiyle mağrur olmuş, bu gizli tehlikeyi
göremeyerek zarara uğramışlardır."
Şeyh Abdülgani Nablusî (k.s.) Hazretleri de şunları bildiriyor: "Bir kimse, ilâhi yolda
kendisine yol gösterecek olan kâmil rehberini Cenab-ı Hakk'ın kapılarından bir kapı olarak
görmelidir. Yani mürid, 'benim mürşidin Hakka giden kapılardan bir kapıdır.' demelidir."
Demek ki bizim gibi, avam da, ilim ehli de nefsin tuzaklarıyla karşı karşıyadır. Bu tuzaklara
karşı uyanık ve tedbirli olmalıdır. Bunun için ehil ve kâmil bir rehberin terbiyesi altında
bulunmalıdır.
54 • Tasavvuf Sohbetleri-5
insan Ancak Arınarak RabbVne Yaklaşır
Allahu Tealâ buyuruyor: "Allah'ın sana verdiği şeyler ile ahiret yurdunu talep et. Ama
dünyadan nasibini unutma." (Kasas/77) Yani sana hangi cins nimet verildiyse, ahiretin
kazancını temin etmek için sarfet. Allah'ın sana dünyada verdiği şeyler ile cenneti iste. Neden
hoşnut ve razı isen, ahirette hangisinin eline geçmesini umut edersen, eline onu al. Unutma ki,
senin dünyadan en son nasibin cesedin, bir de kefenindir.
İnsanoğlunun bildirilen hükümlere göre ölüme hazırlanması gerekirken, fıtratında bulunan
bazı karanlık unsurların etkilemesinden dolayı ölümü ve ahireti unuttuğu bir gerçektir.
insanoğluna 'insan' denilmesinin sebebini müfessir-ler şöyle izah ederler: Mukaddes
Kitabımız'da insandan söz edilirken, iki tür unsur ile dikkatimiz çekilmiştir. Bu iki tür
unsurlar beşer adettir. Birinci grup unsurların birincisi nefs, diğer dördü ise su, toprak, hava ve
ateştir.
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 55
İkinci beş unsur ise, insanın kalbi, ruhu, hafi, sır ve ahfadı r.
İnsanda, yaradılışındaki toprak tabiatı ile tembellik vardır. En verimli toprak dahi kendi haline
bırakılırsa, ekilip işlenmezse, bir verim elde edilemez. Ateş unsuru ise gazabı meydana
getirmiştir. Su, hangi kaba konulursa o kabın rengini alır. Böylece insanların riyakârlık
sıfatının su unsurundan olduğunu anlıyoruz. Havanın asli sıfatı yükselmek olduğundan,
insandaki kibir ve ucu-bun bu unsurdan olduğunu görüyoruz. İşte bu hallerin zıddını elde
edinceye kadar nefisle mücadele etmek lazım geldiğini ulemayı kiram haber vermiştir.
Yine ulemanın bildirdiğine göre, kul nefs sebebiyle kötü ve fena fiiler işler. Halbuki insanoğlu
yine yaratılışı gereği ruh, kalp, hafi, sır ve ahfa sıfatlarıyla Allah'ı bilmelidir. Ruh ve kalp,
yüksek unsurlar olarak Allah'ın emriyle letaif ve nur-u ilâhiyeden yaratılmıştır. Kalp, asli
vazife olarak kalp ilâhî huzuru, ruh ise ilâhî muhabbeti ister. Sır, tevhidden ayrılmamak lazım
geldiğini, hafi ise Allah'ın azametine karşı ibadet ve taatın gerekliliğini ortaya koyar. İşte
"ölmeden evvel ölünüz!" sırrı, insa-noğlundaki hayvani sıfatların değiştirilmesi gerektiğine
işarettir.
imam-ı Rabbanî Hazretleri Mektubat'ında bu hususları ayrıntılarıyla anlatmakta ve Allah'a
ulaşmanın yedi adım olduğunu bildirmektedir. Bu yolda yürüyen kişi, bu yedi adımın her
birinde kendi nefsinden uzaklaşır, noksan sıfatlardan münezzeh olan Rab Tealâ'ya yaklaşır.
Sonunda insan has bir velayete ulaşır.
56 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Bu yolda zikr-i ilâhînin rolü başta gelir. Allahu Azi-müşşan'ın esma-i hüsnasından her birisini,
her gün bir miktar söylemeye vird denilir. Ulema-yı kiram buyurmuştur ki: "Virdi olmayanın
varidatı olmaz." Varidat, Allah'tan kula inen rahmet, merhamet ve inayettir.
Şu halde Allah'ın rızasına yaklaşmak için seyr u sülük ile, yani nefsin terbiye, tezkiye ve
latifelerin tasfiyesi ile Allah'ı zikretmek lazım gelir. Böylece o zikirlerin tecellileri ve esma-i
ilâhîyenin nuru, vücut iklimindeki nefsin sıfatlarını kuşatarak tezkiye ve terbiye eder.
il
Nefis Terbiyesi ve İlâhî Huzur • 57
Düşman içimizde
Efendimiz (a.s.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: "Bir mümin kendisi için istediğini,
diğer mümin kardeşi için istemedikçe imanı kâmil olamaz" Şu halde mümin evvela
karşısındaki mümin için iyilik ve hayır ister. Allah için ona yardım eder. Müminler birbirinin
kardeşidir. Mümin müminin eli gibidir. Bir eli kendisi, bir eli karşısındaki mümindir. Mümin
müminin aynasıdır. Birbirlerine ilâhi huzur yolunda, Allah yolunda yardım etmeleri lazım
gelir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
"Bir mümin, beş güçlük içerisindedir: Karşısındaki mümindir ama kendisine lanet eder.
Karşısında münafık vardır, buğz eder, düşmanlık eder, nefret duyar. Kâfir vardır, maddi-
manevi her yönden onunla mücadele eder. Ya da karşısındaki şeytandır, onu Allah yolundan
saptırıp, imanından çıkarmaya çalışır. Nefsi ise daima onunla çekişir, hiç bir zaman rahat
vermez. "
Bu hadis-i şerifin ışığında baktığımızda, müminin gözünü yumup açacak kadar huzur ve rahat
bulmasına, yani nefsanî ve dünyevî lezzet bulmasına imkan yoktur.

58 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Tabii burada gaflet huzurunu kastediyoruz, ilâhî huzuru değil. Çünkü Allah'ın yaratmış olduğu
ilâhî bir kuvvet olan kendi içindeki nefsi, daima Allah'ın hükmüne karşı gelir. Bu, insanın
tercih yapabilmesini ve yaptığı tercihlerin neticesine göre büyük hayırlara veya kötü akibetle-
re ulaşmasını sağlayan ilâhî bir hikmettir.
Allahu Azimüşşan, Adem (a.s.)'ı yarattığı zaman onun nefsini de yaratmış, cesedine aklı,
imanı, arzu ve istekleri de koymuştur. Sonra o nefsi Hz. Adem (a.s.) Efendimizin pak
bedenine yerleştirmiştir. Ama nefste öyle kabiliyetler, tabiatında öyle sıfatlar yaratmış ki, ona
"ey benim yarattığım nefis, ben kimim?" dediği zaman nefs: "Yarabbi sen bütün kainatın
yaratıcısısın, ben de senin mahlûkunum" dememiş, "Ya ben kimim?" diye so-ruvermiştir.
"Doğrusu biz sorumluluğu göklere, yere, dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten
çekindiler ve ondan korkup titrediler. Pek zalim ve çok cahil olan insan ise onu yüklendi,
"ayetinin sırrına göre ilâhî emaneti insanoğlu yüklendi. Allahu Azimüşşan, zatına ait
sıfatlarının, fiillerinin ve kudretinin birer numunelerini insanın içerisinde dercetti. Ama nefs,
kendisine emanet olarak verilen bu sıfatların emanet olduğunu unuttu. Kudretini, ilâhî bir
tecelli değil, sanki kendisindenmiş gibi bildi. Sahip olduğu ilmi sanki Allah'ın verdiği ilim
dışında ve Zat-ı İlâhî'nin ilmi gibi kendi varlığından bildi.
Oysa insanoğluna dünyadaki bütün sıfatları, Allah'ın azametini idrak etmesi için verilmiştir.
Hepsi birer ilâhî emanettir. Tezkiye edilmemiş nefs ise onları kendisinin
I
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 59
mülkü gibi görerek Allahu Azimüşşan'la mücadeleye başladı. Nefs, Rab Tealâ Hazretleri'ne
"ya ben kimim?" diyecek kadar cür'et kazandı. Ancak çok uzun ve meşakkatli bir terbiye
döneminden Allah'ın yaratmış olduğu nuranî ve maddi rızıklara ihtiyacı olduğunu bildi. O
zaman vahdaniyet-i ilâhîyeyi tanımak zorunda kaldı.
Şu halde insanın aldığı hiç bir nefes yoktur ki, onunla hayra veya şerre doğru bir adım
atmamış olsun. İnsan, ömür yapraklarının her gün tükenip ahirete yaklaştığını, sayılı
nefeslerinin ilâhî bir sermaye olduğunu, elindeki malın, mülkün, rütbenin emanet ve ariyet
olduğunu unutur. Böylece düşmanın karşısında habersiz, duygusuz ve akılsız gibi hareket
eder. İşte bu insan, Allahu Azimüşşan'ın meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım."
öeö\ğ\\nsan olamaz.
60 • Tasavvuf Sohbetleri-5
II
Nefis Terbiyesi ve İlâhî Huzur «61
Kalp ilâhî huzuru arar
Göz, kulak, el, ayak halka bakan pencerelerdir. Ancak terbiye olursa Hakk'a bakar. Terbiye
olmazsa, göz eşkıyanın da gözüdür. Gözün ne suçu var? Gönlünü ağart ki, gözün isabetli
görsün. Göz neferdir. Suç akılda ve kalptedir. Nefis terbiye olmazsa, akılla kalp de beş kuruş
etmez.
Hakk'a bakan pencereye gelince, o kalptir. O ruhtur, sırdır, hafidir, ahfadır, nefistir. Allahu
Tealâ'nın azametini bu beş pencere ile tanırız.
Kalp, huzur-u ilâhîye ve Allahu Tealâ'nın azametine gark olmak ister. Kalp Allahu Tealâ'yı
bilme, tanıma ve sevmede nihayetsiz bir istidad iie yaratılmıştır. İnsanın kalbi kainatın
genişliğini içine alabilecek kabiliyettedir. Ama İslah olmazsa, o kalp dünya muhabbetine gark
olur. Kimisi malına, kimisi makamına, kimisi siyasetine...
Kalp fotoğraf makinası gibidir. İster eşkıyanın, ister kötü kadının, istersen Kabe'nin resmini
çek. Makina'nın suçu yoktur. Suç veya sevap onu çeken eldedir.
Nefsini ağartırsan, kalp Hak'kın azametini, ilâhî muhabbeti ve marifeti çeker. Terbiye
etmezsen, fuhşiyatı, hıyaneti, zulmaniyeti çeker.
"Kalp, Allahu Tealâ'nın azametini bilecek kadar yüksek kabiliyette yaratılmıştır" dedik. Ama
insanoğlu bu yüksek kabiliyetini dünyaya dağıtıp parçaladığından, azamet-i ilâhîyeyi idrak
edemez. Dünyada ilgilendiği her bir şeyle sevgi bağı kurar; mecazi muhabbetlerle gönlünü
dağıtır. O sevdiği şeylerin hepsi, bir gün onu terket-tikleri zamanda da feryada başlar.
Ey Allahu Tealâ'yı unutup binlerce sevgililer icad eden kardeşlerim! Allah'ı unutarak sevdiğin
herşeyin seni bırakıp gideceğini unutma! Gençliğini sevdiysen ih-tayarlayacak. Güzel yüzünü
sevdiysen, yaşlanıp buruşacak. Dünyadaki sevgililerin seni bıraktıklarında edeceğin feryat
yerine, ebedi muhabbet olan Allah sevgisi ile neşeye, sevince gark ol!..
Ruh, ilâhî aşkı ister. Yunus Emre'nin bütün ilâhîleri ruhun bu arzusunun dile gelişidir. Allahu
Tealâ gönlünü ilham ile doldurmuş, söylemiş, söylemiş... Yediyüz senedir de biz söylüyoruz,
bitmiyor. Yoksa eline kalem kağıt alıp, ne yazayım diye oturmamıştır. Keza Hz. Mevlâ-na'nın
yirmibeşbin beyitlik Mesnevi-i Şerifi de aşkla söylenmiştir.
Ahfa, izmihlal ister, izmihlal yokluktur. Mademki Ha-lık-ı Zülcelâl var, onun azameti yanında
ne gelirsek yok mesabesindedir.
62 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Allahu Tealâ'nın azametine yaratılmış olan bütün mükevvenat şahittir. Ama azamet-i ilâhiye
ile mukayese olduğu zaman yok mesabesindedir.
Şu halde, Allahu Tealâ'dan gayriyi yok görecek kadar fena, yani yokluk makamına girmek
lazımdır. Buna 'fenafillâh' denilir. Yani Allahu Tealâ'nın azametinde yok olmaktır. Gözünden,
gönlüden Allahu Tealâ'dan gayriyi çıkarmaktır.
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 63
Kalp, arınarak dirilir
Tezkiye ve tasfiye prensiplerine göre Hak'kın muradını arayıp, rıza-i ilâhîye ulaşmak isteyen
insanlar zikirle iştigal ederler ve manevi mücahede ile yaşarlar.
Tezkiye, Aziz Mahmud Hüdaî (k.s.) Hazretleri tarafından şöyle tarif edilmiştir: "Tezkiye,
sözlükte nemalan-dırmak, arıtmak, temizlemek anlamında olup, tasavvufta dünya ve masiva
tehlikesinden insanoğlunu pak etmektir. Allah'dan gayrı olan, Allah'a yaklaşmaya mani olan
her bir meseleye masiva denilir. Dünya ve mal, kullanılış maksadına ve yerine göre masivadır.
Şu halde tezkiye, kemalâtı artırmak, nefsin çirkin sıfatlarından temizlenmek maksadıyla
dünyanın çirkin hasletlerinden kurtulmaktır.
Tezkiye, kalp için olursa tasfiye ismini alır. Çünkü kalbin yaratılışı lâtiftir, emr-i
Rabbaniyye'dir, nuranîdir. Beyaz gömlek giymiş bir insanın kirli bir işte çalışarak gömleğini
kirlettiği gibi, nefsin çirkinlik ve azgınlıklarına kapılan bir insan da kalbini kirlendirir ki,
böylece kalbi
64 • Tasavvuf Sohbetleri-5
nefsin esareti altına girmiş olur. Bu durumdaki kalbi arındırmaya tasfiye denilir.
Tezkiye sıfat değiştirmek, tasfiye hal değiştirmektir. Şöyle ifade edelim: Koyunun derisinden
çanta, üzümden pekmez yapmak tezkiye, karpuzun kabuğunu ayıklamak tasfiyedir. Tasfiye
daha kolaydır."
Tasfiyenin sözlük manası, saf, duru yapmak, temizlemektir. Tasavvufta, kalbin her türlü
kirden temiz ve duru hale gelmesidir. Tasfiyeye tabi tutulmuş bir kalp,
Allah'ın iradesine ayna olur. Zikirden, Kur'an tilâvetinden, salât ve selamdan dolayı hem
kalpte tasfiye, hem de nefiste tezkiye meydana gelir.
Kalp tasfiyesinden maksat, Allah'ın cemâl tecellilerine mazhar, rahmet-i ilâhiyeye müstağrak
olmaktır. Nasıl yağmur yüklü bulutlar yeryüzüne yağmuru boşaltır da bitkiler yeşerip
serpilirse, Allahu Azimüşşan'ın zatından ve azametinden yeryüzüne inmekte olan rahmet,
bereket, inayet ve Rabbani yardım her an hazır ve nazırdır. Tıpkı hava gibi. Teneffüs ettiğimiz
havanın burnumuza gelmesi engellenemediği gibi, Allah'ın rahmetinin de nihayeti yoktur.
Hâşâ, Allah'ın rahmeti havayla kı-yaslanamaz. Çünkü havanın kalınlığı dünyanın etrafında
yüz on kilometre kalınlıktadır. Oysa Allah'ın rahmeti nihayetsizdir.
Allah'ın rahmet ve inayetiyle kuzular koyun, ağaçların çiçekleri meyve olur. Kötü ahlâklı iyi,
noksan insan kâmil olur. Günahlar onunla mağfiret bulur, cennet onunla kazanılır.
I
Nefis Terbiyesi ve İlâh! Huzur • 65
İlâhî rahmet bu kadar nihayetsiz olduğu halde, kalbimizin Allah'dan gayrı, masiva dediğimiz
şeyle kirlenmesi, Allah'ın emirlerini unutup şehvetlere dalması yüzünden bir perde oluşur da,
Allah'ın rahmetinin geçmesine mani olur. Bu yüzden mümin, nefsinin tezkiyesi ve kalbinin
tasfiyesi ile mükelleftir. Onlarla sonuna kadar mü-cahede etmesi lazımdır.
t
66 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Zikir, sadece teşbih döndürmek değildir
Kur'an-ı Hakim'de beyan edildiği üzere, Allahu Teâla insanoğluna kaldırabileceği kadar yük
yükler. (Bakara/286) Evet, Allah bize kaldıramıyacağımız, takat geti-remiyeceğimiz yükü
yüklemez. Ama dilimiz Allah'ın zikrini, gönlümüz Allah'ın şükrünü, vücudumuz taatını
kuvvet ve irade sahibi olarak yerine getirmekle mükelleftir. Biz bunu yerine getirmeye
çalışalım. Nefsimiz için belki ağırlık sayılabilecek bu vazifeleri yapmaya çalışalım.
Musa (a.s.)'a şöyle vahyolunmuştu: "Ben, büyüklüğüm karşısında acziyetini idrak edip, beni
zikrederek, benim için şehvetlerinden uzaklaşan kimsenin namaz ve ibadetlerini kabul
ederim." Buradan anlaşılacağı üzere, Allahu Azimuşşan, dünya tutkularından uzaklaşmadan
yapılan ibadetleri, şehvetten ve gazaplardan uzaklaşmadan yapılan zikirleri kabul
buyurmuyor.
Bir müminin, bir abidin, bir sufinin, eline teşbih alıp Allah'ın Rasulü'ne salât ve selam
getirmesi, Allahu Te-
Nefis Terbiyesi ve İlâhî Huzur • 67
alâ'nın mübarek bir ism-i şerifiyle tesbihat'a oturması zikir olduğu gibi, asıl mana, bu
zikrullahın neticelerini, hükümlerini bilmektir.
Şu halde zikir dediğimiz zaman, onun bir hükmü vardır. Bir teşbih, zikir veya salavat-ı şerife
dediğimiz zaman, onun Allah katında tayin edilmiş; ayetlerle, hadislerle bildirilmiş bir fazileti
vardır. Aynı şekilde zikrullahın, salavat-ı şerifenin bir keyfiyeti de vardır. Yani ne zaman
yapalım, hangi vakitte çekelim, ne durumda olalım; yatarak mı, ayakta mı, abdestli mi,
abdestsiz mi gibi soruların cevaplarında mündemiç bir keyfiyeti vardır.
Zikir sadece eldeki teşbihi döndürmek değildir. Zikir, Allah'ın nuraniyetinden ve azametinden
indirilmiş bir rahmettir. Bu rahmetin dünyaya indirilen yağmur gibi hükümleri, faziletleri,
keyfiyeti vardır. O su ne şartlarla bağa-bostana fayda verir? O su hangi şartlarla içilir? O
suyun temiz olma durumu nedir, kirli olma durumu nedir? Mesela kullanılmış suyun
hükümleri nelerdir? Bir mümin abdest alsa, onun necaset olmayan abdestinin artığını ben
kullanabilir miyim?
Nasıl ki fıkıhta ve çeşitli dünya ilimlerinde bütün bunların bir hükmü varsa, Allah'ın zikrinin
de bir keyfiyeti ve hükmü vardır. Hoca efendiler zikrin hükümlerini bize tebliğ ederler,
ayetlerle, hadislerle faziletlerini söylerler. Ama bir terbiye ve kemalât elde etme yolu olarak
vücut üzerindeki netice ve tesirlerini, meyvelerini, meşakkatlerini, zahmet ve sabırlarını, bize
pek anlatmazlar. İşte ehl-i tasavvuf, bunu bir meslek haline getirmiştir.
68 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Zikrin beden üzerinde bir neticesi vardır. Zikri çekmenin bir keyfiyeti, aynı zamanda, insanı
ıslah eden, bir nuraniyeti vardır. Şu halde zikir deniz gibidir, insanı temizler ve arındırır.
Nefsin ıslahına sebep olur. İçindeki kudsî cevher ve vasıflarla, azgın olan nefsleri zincirler,
azmış olan insanları yola getirir. Baştan çıkmışlara idrak verir. Yolunu şaşırmışları dizgine
getirir.
"Hayatı olan her şeyi sudan yarattık." (Enbiya/30) ilâhî beyanı mucibince su, dünya için
hayatî önem taşır. Hayvanlar suyla yaşar, bitkiler suyla yaşar, insanlığın hayatı suyla kaimdir.
Allah suyu yeryüzünden kaldırsa bütün hayat son bulur. Su nasıl beşeriyet için bir hayat-sa,
asıl hayat Allah'ın zikridir. Allah'ı bilmektir.
İmandan marifete, marifetten muhabbete, muhabbetten ülfet ve ünsiyete gitmeyen bir zikir
tam bir menfaat vermez. Dervişler, "zikir çekiyoruz, eremedik" derler. Erecek yolu bulamadın
efendim, ondan eremedin! Nasıl ki bir meyve, ermek için sıcağa, havaya, oksijene, güneşe
kendini teslim ediyor, ram oluyorsa, senin de ilâhî emirlere ram olman gerekir. İşte onun için
muradımızı bulamadık, onun için menzilimize varamadık.
Nefis Terbiyesi ve İlâhî Huzur • 69
Zikir, Her An O'nunla Olmaktır
Zikreden bir kulla, zikretmeyen gafil arasında, kalpte ilâhî anlayışta fark vardır. Evliya-i
izamın beyanına göre zikrin aslı ve hakikati, bir emr-i ilâhî geldiği zaman, veyahut mümin bir
haramla karşılaştığı zaman Allah Te-alâ'yı hatırlamasıdır.
Şöylece düşünmek lazım gelir: İnsanoğlu hayatı boyunca ya haramlarla yüzyüzedir veya
Allah'ın emrettiği fazilet, ibadet ve taatlerle karşı karşıyadır. Hiç bir anımız yoktur ki, bu iki
yoldan biri karşımızda bulunmasın. Başka bir ifadeyle her anımızda ya Allah'tan yanayız
yahut nefs ve şeytandan yana. Bunun ortasında üçüncü bir durum yoktur.
Mesela iki kanatlı kuş gibi, insan sağ kanadıyla uçar ki, Kiramen Kâtibin meleklerinden biri
bu omuzdadır. Faziletleri, sevapları, taat ve zikirleri kaydeder. Ya da sol kanatla yola çıkar ki,
Kiramen Kâtibin'den diğeri de bu omuzdadır. Bu da haramları, isyanları, gafletle ge-
68 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Zikrin beden üzerinde bir neticesi vardır. Zikri çekmenin bir keyfiyeti, aynı zamanda, insanı
ıslah eden, bir nuraniyeti vardır. Şu halde zikir deniz gibidir, insanı temizler ve arındırır.
Nefsin ıslahına sebep olur. İçindeki kudsî cevher ve vasıflarla, azgın olan nefsleri zincirler,
azmış olan insanları yola getirir. Baştan çıkmışlara idrak verir. Yolunu şaşırmışları dizgine
getirir.
"Hayatı olan her şeyi sudan yarattık." (Enbiya/30) ilâhî beyanı mucibince su, dünya için
hayatî önem taşır. Hayvanlar suyla yaşar, bitkiler suyla yaşar, insanlığın hayatı suyla kaimdir.
Allah suyu yeryüzünden kaldırsa bütün hayat son bulur. Su nasıl beşeriyet için bir hayat-sa,
asıl hayat Allah'ın zikridir. Allah'ı bilmektir.
İmandan marifete, marifetten muhabbete, muhabbetten ülfet ve ünsiyete gitmeyen bir zikir
tam bir menfaat vermez. Dervişler, "zikir çekiyoruz, eremedik" derler. Erecek yolu bulamadın
efendim, ondan eremedin! Nasıl ki bir meyve, ermek için sıcağa, havaya, oksijene, güneşe
kendini teslim ediyor, ram oluyorsa, senin de ilâhî emirlere ram olman gerekir. İşte onun için
muradımızı bulamadık, onun için menzilimize varamadık.
Nefis Terbiyesi ve İlâhî Huzur • 69
r
Zikir, Her An O'nunla Olmaktır
Zikreden bir kulla, zikretmeyen gafil arasında, kalpte ilâhî anlayışta fark vardır. Evliya-i
izamın beyanına göre zikrin aslı ve hakikati, bir emr-i ilâhî geldiği zaman, veyahut mümin bir
haramla karşılaştığı zaman Allah Te-alâ'yı hatırlamasıdır.
Şöylece düşünmek lazım gelir: İnsanoğlu hayatı boyunca ya haramlarla yüzyüzedir veya
Allah'ın emrettiği fazilet, ibadet ve taatlerle karşı karşıyadır. Hiç bir anımız yoktur ki, bu iki
yoldan biri karşımızda bulunmasın. Başka bir ifadeyle her anımızda ya Allah'tan yanayız
yahut nefs ve şeytandan yana. Bunun ortasında üçüncü bir durum yoktur.
Mesela iki kanatlı kuş gibi, insan sağ kanadıyla uçar ki, Kiramen Kâtibin meleklerinden biri
bu omuzdadır. Faziletleri, sevapları, taat ve zikirleri kaydeder. Ya da sol kanatla yola çıkar ki,
Kiramen Kâtibin'den diğeri de bu omuzdadır. Bu da haramları, isyanları, gafletle ge-
in-
70 • Tasavvuf Sohbetleh-5
çen anları kaydeder. Allahu Azimüşsan'ın kudretiyle zerre kadar hayrı bırakmayıp yazdığı
gibi, zerre kadar şerri de bırakmayıp kaydeden meleklerin huzurundayız. İşte gerçek zikrin
manası, ortada bulunan insanoğlunun kalbinin arınarak, ilâhî bir idrake sahip olması, bu iki
kanatla ahiret alemine uçarken devamlı hayır üzerinde bulunmasıdır. Allah'ı birleyen, zikreden
yolcunun kötülükle karşılaştığı zaman Allah'ı hatırlamasıdır.
Nuranî dairenin ikazları ve çıngırakları çalmalıdır ki, mümin günaha girip pişman olacağına,
fazilete girip sevinçle kalbini müreffeh etsin. Günahına tevbekâr olanın hali elbette güzel bir
haldir. Ama günaha girmemek fazilet bakımından ve Allah'a yaklaşmada daha güzeldir. Bu
bakımdan günahlı bir işi terk etmeli, emr-i ilâhiye'yi yapmalıdır ki, asıl zikir ve dervişlik
bununla anlaşılmış olsun.
Cabir b. Abdullah (r.a.)'ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Fahr-i Kainat (a.s.) Efendimiz
buyurdu ki: "Herkim başka bir şey karıştırmadan la ilahe illallah ile gelirse, ona cennet vacip
olur."Bunun üzerine Hz. Ali (k.v.) ayağa kalkıp, "Ya Rasulallah. Bu 'bir şey karıştırmaktan
muradınız nedir?" diye sordu. Efendimiz (a.s.) şöyle buyurdu: "Dünyayı isteyerek ve ona tabi
olarak muhabbet etmek, bir şey karıştırmaktır."
Bir takım insanlar vardır, ilâhî ahkâmı söyler ama ameli yanlıştır. Zikirden maksat çokluk
değil, saflıktır. Yani azamet-i ilâhiyeyi idrak etmektir..
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 71

Kula yakışan, yüzünü Hakka çevirmektir


Akşemseddin (k.s.) Hazretleri'nin beyanına göre, Allah dostlarının hallerini, hayatlarını ve
menkıbelerini nakletmek, Allah'ın feyzinin celbine, rahmetinin inmesine vesile olur. Ayrıca
anlatılan meseleler gönüllerimizde yer tutar, amellerimize tesir eder ve hayatımızın hayırlı bir
yaşayışa dönmesine sebep olur.
Esas olan ilâhî rızaya ulaşmak, mafiret-i ilâhîye yönelmektir. "İlâhi, maksudum sensin,
matlubum da senin rızandır" cümlesini, Sâdât-ı Kiram bunun için her türlü amelde elimize
rehber, dilimize zikir, gönlümüze ışık olarak bildirmişlerdir. Böylece, "iki kişi Allah için bir
araya gelirse, üçüncüsü Allah'tır." sözünün manası ortaya çıkar. İşte bu maksatla bir araya
gelenlerin üzerinde Allahu Tealâ'nın rahmet ve kudret eli vardır.
Bir misafirliğe gittiğinizde evin sahibi sizi buyur eder, izzet ve ikramda bulunur. Allahu Tealâ
da kainatın yaratıcısı ve sahibidir. Bu kadar ümmet-i Muhammed, "ey Rabbimiz!" der de, O
"buyur ey kulum!" demez mi? İşte
72 • Tasavvuf Sohbetleri-5
bizim münacaatımız "buyur ey kulum!" dedirtmek içindir. Sohbetler buna vesiledir.
Allahu Tealâ insana bir yüz verdi. O yüz, iki elin parmaklarının birleşmiş halinden daha
küçük. Bu dünyaya milyarlarca insan geldi geçti, ama hiçbir zaman bir kimsenin yüzü diğer
birinin yüzüne benzemedi. Çünkü yüz, Cemalullah'ın aynası, ilâhî isimlerin ve nakışların ayrı
ayrı mühürleridir. Allah'ın mührü nihayetsiz derecede meseleye hükmettiği gibi, kimsenin
yüzü diğerine benzemez. Yüz Allah'dan gelen bir mektup gibidir. Bu mektup Allah'ı gösterir.
O zaman bu yüzü Allahu Tealâ'nın tecelli ve sübhanî kudretine çevirmek gerekir. Tıpkı bütün
çiçeklerin yüzünü güneşe çevirdiği gibi.
Bir insanın iki cihan saadetine ulaşabilmesi için, Hakk'ı bilip O'na döndüğü yüzünü zikirle
süsleyip nur-landırması, bunun için de bir kâmil bir rehbere bağlanması gerekir. O rehber
yüzünü Allah'tan ayırmayan bir ay gibi olduğundan zikri hatırlatır. Evliya-i izam o kimselerdir
ki, görüldüklerinde Allah'ı hatırlatırlar.
Eğer dostuna baktığında o sana Allah'ı hatırlatıyorsa, hayır kapısını açmış demektir. Aksine
bir adam sana siyaseti, gafleti, alış-verişi, düşmanlığı, dedikoduyu hatırlatıyorsa, o adam
yüzünü batıla çevirmiştir. Tabii mümine de, yüzü Allah'ı hatırlatanlara baktığında onu görüp
anlayacak feraset gerekir.
Evet; yüzü her iki tarafa çevirmek de mümkündür. Hülâsa, mürşidin elini tutan Hakk'ı hatırlar.
Çünkü mür-şid, Allah'ın nuruyla nurlanan bir cemal sahibi olup yüzünü Hak'dan
ayırmadığından, yüzünü ona çevirenlere
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 73
Allah'ın zikrini telkin eder. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: insanın yüzü kâmile bakacak.
Ondan Rasulullah (a.s.)'ı görecek. Oradan Allah'ı bilecek. Eğer yüzünü Hak'dan çevirirse, o
zaman nefse bakacak, şeytana ram olacak ve dünyada boğulacaktır.
İşte bir tane yüzün var. Ne tarafa bakacağını sen seç.
I
74 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Tevbe kapısı herkese açık
Tasavvuf ehli insanlar merttir, mert olmalıdır. İnsanlara yukarıdan bakmak, onları küçük
görmek hak yolun yolcularına yakışmaz. Zaten Allah rızasına götüren yol, ancak tevazu
üzerine kuruludur. Tasavvuf, insana kusurlarını, günahlarını göstererek Allahu Tealâ
karşısında aczini bildirir.
Hidayetin kendi kazancıyla değil, Allah'ın lütfuyla olduğunu bilen hak yolcusu, günah
işleyenleri, henüz Allah yoluna girmemiş olanları küçük görmez. Günahları kötüler,
yapılmaması için gayretini, duasını esirgemez ama günah işleyenleri de hor görmez. Allah'ın
hidaye-tiyle günahlarına tevbe edeceklerini ümit eder, bunun için dua eder.
Ehl-i Suffe'den Ebu'd-Derda (r.a.) Hazretleri: "Siz halkın içindeyken, hasbel kader ortaya
çıkan kötülüklere şahit olduğunuz zaman ne tavır takınacaksınız?" sorusuna şu cevabı veriyor:
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 75
"Halkın işlediği kötülüğün fiili, yani günahın bizzat kendisi ayıplanır. O günahı işleyenin
kendisine ise dua ve nasihat edilir.
Mesela bir adam içki içiyor ki, bu Allah'ın haram kıldığı, yasakladığı şeylerdendir. Müslüman,
"Allah kimseye nasip etmesin bu çok çirkin bir iştir" der. İçki içen için de, "Yarabbi! Bu adam
sarhoşluğun ne kadar kötü olduğunu bilmiyor, buna rahmetini nasip et, içkiden tevbe etmesi
için bir kapı aç." diye dua eder.
Allah dostlarından Maruf-u Kerhî (k.s.) Hazretleri, Dicle nehrinin kıyısından geçtiği bir gün,
nehrin diğer tarafında içki içenleri görüyor. İçki içerek eğlenen bu sarhoş insanlar için Maruf-
u Kerhî Hazretleri elini açıp, mü-ridlerinin yanında:
- Ya Rabbi, şu karşıdaki cahil ve gafilleri ahiret neşesiyle neşelendir, diye dua ediyor.
Sofiler şaşkınlıkla:
- Bunlar içki içiyor. Şeyhimiz de "Ya Rabbi, bunlara ahiret neşesi ver." diye dua ediyor, diye
aralarında söylenerek sordular:
- Efendim, bu duanın sebebi nedir? Maruf-u Kerhî (k.s.) Hazretleri:
- Allah'ın bir kimseye ahirette neşe vermesi onu cennete koymasıdır. Ahirette neşesiz olan,
üzüntülü olan ise cehennemdedir, hesabını verememiştir. Ya Rabbi sen bunları ahirette
cennete koy diyorum. Allah kimi ahirette cennete koyacaksa dünyada ona tevbe nasip eder,
diye cevapladı.
76 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Mevlevi bir mümin anlatıyor:
- Hıristiyan iken müslüman olmuş 70-80 yaşlarında bir Ermeni, Sultanahmet'te, "Ya Rabbi,
yetmiş-seksen senedir isa (a.s.)'ı küstürdüm. Ama ömrüm kalmadı. Muhammed (a.s.)'ı nasıl
razı edeceğim? Sen yardım et!" diye önümde ağlıyordu. Ben onun bu içten duası karşısında
kendimden utandım.
Bu müslümanın yaptığı gibi, biz de öncelikle kendi günahlarımızı görüp, ayıplarımızdan
utanmalı, gerçek tevbeye sarılmalıyız. Diğer insanların da günahlarından tevbe edip, Allah
yoluna girmeleri için dua etmeliyiz. İnsanları ayıplayıp, onlardan yüz çevirirsek, evliyaların
da, meleklerin de bizden yüz çevirmelerinden korkmamız gerekir.
Tevbe kapısı kapanmadıkça herkes için Allah'ın lüt-funu ümit ederiz. İnsanlara sevgi ve
merhamet besleyen tasavvuf ehline de bu yakışır.
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 77
Kalp zikirle gafletten uyanır
Tasavvufta, iman ettikten sonra Allahu Tealâ'nın azametini bilerek marifete, marifetten
muhabbete, muhabbetten de Allah'ın dostluk ve yakınlığına ulaşılır. Bunun için, kalbin
Allah'tan gayrısından tasfiye ve nefsin kötü huylarından temizlenip terbiye edilmesi gerekir.
Bu gayenin gerçekleşmesi için yapılması gerekenlerin başında zikretmek gelir.
Zikir, sözlük anlamıyla, bir şeyi hatırlamak, hatırda tutmak, unutmamak demektir. Zikrullah
ise Allah'ı unutmamak, her an hatırlamak anlamına geliyor. Tasavvufta da, düzenli olarak vird
edinilen zikirle Allahu Tealâ'nın ismi her gün tekrarlanarak kalbin gafletten kurtulmasına
çalışılır. Çünkü zikir, nefse tesir ederek kulun Cenab-ı Hakk'a ulaşmasını sağlar. Allah'ın
azametini kalpte duymaya yol açar, Allah'a dostluk ve yakınlık meydana getirir.
Allah'ı unutmamak için zikirle meşgul olmak gerekir. Zira Allah yolunda olanlar, zikrederek
dünyaya kalben bağlılıklarından kurtulup, muhabbetle Rabb'lerine yöne-
78 • Tasavvuf Sohbetleri-5
lirler. Zikrederek, Allah'ı unutmaya sebep olan tüm sevgileri bırakır, iman, marifet ve
muhabbetle Allah'ı hatırlamanın hazzını, lezzetini yaşarlar.
Allahu Tealâ: "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur."(Rad, 38) buyurmuştur. Yani,
kalp öyle yaratılmıştır ki, bütün dertlerinden, sıkıntılarından kurtulması, huzura, rahata ermesi
ancak Allah'ın zikriyledir. Ebedi saadete ermesi Allah'ın zikrine devam etmesine bağlıdır.
Sahabe-i Kiram; "Amellerin en faziletlisi nedir ya Ra-sulallah?" diye sorduğunda Rasulullah
(s.a.v.) Efendimizin cevabı da, "Allahu Tealâ'yı zikretmek" (Tlrmizî, ib-nu Mace) olmuştur.
Aziz Mahmud Hüdayi (k.s.) zikrin faziletini anlattığı şiirinde şunları söylüyor:
Dilden kederler dur (uzak) olur Mahzun olan mesrur (sevinçli) olur Zulmet (karanlık) Hüdayi
nur olur Envar-ı zikrullah ile.
İsterse ger (eğer) kalbin safa Zikreyle Hakk'ı daima
Bimar (hasta) olan bulur safa Tımar (tedavi)-ı zikrullah ile.
Bel bağlayanlar hizmete Talib olanlar vuslata Ermiş Hüdayi vahdete Esrar-ı zikrullah ile.
Nefis Terbiyesi ve İlâhî Huzur • 79
Kalpte Allah'tan gayrisi gölgeden ibarettir, asıl değildir. Nasıl ki, gölge insana bir fayda
vermezse, kalpteki dünyevî sevgilerin de hiçbir faydası yoktur. Kalbi meşgul edecek herşeyi,
tasavvuf büyüklerinin tavsiyeleri doğrultusunda, zikrederek kalpten çıkarmalıdır.
Rasulullah (s.a.v.): "Dünyada, 'Allah Allah' diyenler bulundukça kıyamet kopmaz."buyuruyor.
Kıyamet kopmadan, özellikle kendi küçük kıyametimiz kopmadan zikredelim.
Unutmayalım ki, mahşer günü bize gereken kalb-i selimdir. Kalp de ancak zikrullah sayesinde
selamete erişir.
80 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Gerçek Hürriyet Allah'a Kulluktadır
Seyyid Abdulhakim el-Hüseynî (k.s.) Hazretleri, "efendim bize öyle bir vasiyette bulunun ki,
dünya ve ahirette kurtuluşumuza vesile olsun" dendiğinde, şöyle cevap veriyor: "Kurtuluş için
hürriyet ve iffete dikkat ediniz." "Efendim, hürriyet ve iffet nedir?" diye sorulduğunda ise
şöyle buyuruyor: "Hürriyet, Allah'tan başka hiç bir sebebe bağlanmamaktır. Bütün işlerde
sebeplere değil, sebepleri yaratana dayanmak ilk vazifedir, iffet ise, kendi nefsi veya başkası
için değil; bütün söz, hareket, niyet ve amelde Allah için olmaktır."
Şu halde "islâmiyet köleliği kaldırdı, hürriyeti getirdi" sözünün, hem zahir hem de batın iki
yönüyle anlaşılması gerekir. Zahirî yönüyle köleliği dinimiz kaldırmıştır. Fakat bu, insanın
gerçek kölelikten kurtulması için yeterli olmamıştır. Çünkü gerçek kölelik, insanın insana
köleliğinden çok, nefs ve şeytana köleliktir. Nefs ve şeytana kölelik, insanın insana
köleliğinden daha kötüdür. Çünkü nice müslüman başkalarının kölesi olarak yaşa-
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 81
malarına rağmen, bu durum onların Allah rızası için gayret göstermelerine engel olmadı.
Bilal-i Habeşî (r.a.) köle idi. Ama herşeyin gerçek sahibi Allah'ın azametini bildiği için kölelik
ona zarar vermedi. Bilakis Hz. Muhammed (s.a.v.)'e ilk iman edenlerden ve sahabenin ileri
gelenlerinden oldu.
İnsanın, iki cihan saadetine erebilmesi için gerçekten hür olması gerekir. Bunun için de
peygamberlerin, evliyanın yolunun izlenmesi şarttır. Çünkü onlar Allah'tan gayrisini
kalplerinden temizleyip, yalnızca Allah'a kul olup, gerçek hürriyeti yaşadılar. Bizim için
kurtuluş da onların yolunu takip etmektir. Aksi takdirde nefs, şeytan ve insanlara kölelikten
kurtulabilmemiz mümkün değil.
Allah'tan gayrısından korkmamalıyız. Ancak bu korkusuzluğu saygısızlık değil, Allah'tan
başka kimseden medet ummamak manasına söylüyoruz. Yoksa kul, kuldan utanır, saygı duyar.
Bu, insanlarla bir arada yaşamanın gereğidir. Fakat Allah'ı bırakıp, yalnızca kullardan
utanmak, korkmak, insanı insanlıktan çıkarıp rezil eden bir alçaklıktır.
"İhsan nedir?" diye sorulduğunda, Rasul-i Kibriya (s.a.v.): "Allah'ı görüyor gibi ibadet
etmektir. Zira sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor, "buyurmuştur.
Karanlık gecelerde, aydınlık günlerde, her anında Allah'ın kendisini gördüğünü düşünerek
yaşayanlar ihsan sahibidir, takva ehlidir. Allah'tan gayrısına kul olmayıp, gerçek hürriyeti
yaşayanlar da işte ancak onlardır.
82 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Allah'ın her an kendisini gördüğünü bilmeyen kimse, alim de olsa, padişah da olsa iffetten,
hürriyetten yoksundur.
Gavs-ı Kasrevî (k.s.) Hazretleri'ne sorulmuş:
"Efendim, filanca akıllıdır, filanca değildir, derler. Biz akıllı ile deliyi birbirinden
ayırdedemiyoruz. Bu asırda akıllı kime denir, lütfen açıklar mısınız?"
Gavs-ı Kasrevî k.s şöyle buyurmuş:
"Akl-ı Selim, tab-ı müstakim sahipleri akıllı, bunun dışındakiler delidir. Çünkü akl-ı selim
olmayan sapıklık ve isyanın ızdırabını bilemez. Dalalet ile hidayeti ayırdede-mez. Aklın geniş
manada faydası, hayrın serden ayır-dedilmesidir. Yani aklın aslî vasfı hidayeti dalaletten,
imanı küfürden ayırmaktır ki buna akl-ı selim diyoruz. Bu farkı görmeyen akılsızdır."
Demek ki mecazi olarak akıl dünya nimetlerinden menfaat sağlamaktır. Ama asıl akıl odur ki,
insanı dalalet ve hidayeti ayırdedecek olgunluğa ulaştırır. Bunu ayıramayan kimse hangi
makam ve rütbede olursa olsun delidir. Bu kişi tevfik ve hidayet yolunu bulamaz.
Dünya hayatı insana bir uyku gibidir. Kimi uykuda rüya gördüğünü bilir, kimisi ise uykudaki
rüyayı hakikat zanneder. Öyleyse gerçek akl-ı selim sahibi, dünya lezzetlerini geçici kabul
ederek gerçek hayata bir vasıta olarak görür. Gerçek maksadın Allah'ın rızası olduğunu bilir,
izzet halinde Allah'a hamd, zillet halinde istiğfar eder. İşte kulluğun en zor tarafı budur ama
kulluktan murat edilen de budur.
Nefis Terbiyesi ve İlâhî Huzur • 83
Felaha mücadele ile ulaşılır
Allahu Azimüşşan, ayet-i celilede buyuruyor: "Ey iman edenler! (Haram kıldığı şeylerden
nefislerinizi sakınmakla) Allah'dan korkun. Sizi ilâhi rızaya yaklaştıracak vesile arayın ki.
O'nun yolunda mücahede edin ki felah bulaşınız." (Maide, 35)
Müfessirler, "felah bulma"yı umduğuna nail olmak, korktuğundan emin olmak şeklinde
açıklamıştır. "O'nun yolunda mücahede edin ki felah olasınız." Yani, korktuğunuzdan emin
olabilmek için nefislerinizin arzularına muhalefet ederek Allah'a ibadet ve taat ediniz.
Hazin Tefsiri'ne göre müminlerin felah bulabilmeleri için üç önemli hususa riayet etmeleri
lazımdır:
- Allah'a ittika,
- Allah'ın rızasına yol aramak,
- Allah yolunda mücahede etmek.
ittika, ilâhi emirlere sarılmaktır. Bu da Allah'ın haram kıldıklarından kaçınmakla olur.
Bilinmelidir ki, Allah'ın haram kıldıkları, hepimiz ve bütün insanlık için bir dün-
84 • Tasavvuf Sohbetleri-5
ya ve ahiret menfaati taşımaz. Zira Allah, kuluna men-faatli şeyi yasak etmez.
Şu halde Allah'ın yasakladıkları hususlardan kaçınmak, bizlere dünyada ve ahirette ebedi
saadeti kazandırır.
İttikanın emredilmesi ise, takvanın emredilmesidir. Takva, haram olan şeylerden kaçmak
olduğu gibi, şüphelilerden de sakınmaktır.
Allah'ın rızası, ibadetin meyvesidir. İlâhi rızayı gözetmeyen bir müminin ibadeti noksan olur.
Zira ibadetin kemalâtı ne rütbe, ne keramet, ne cennet nimetlerine ulaşmak, ne de
cehennemden azad olmak içindir. Bunlar da kulun muradında vardır ama Allah'ın rızası başta
gelir. Rabbim razı olduktan sonra ne cehennem korkusu kalır, ne de cennete girmek için yüce
makamlara çıkma meşakkati. Şu halde hepimizin kul olarak muradımız, her ne iş, her ne amel
ve taat yaparsak, ilahi hoşnutluğu gözetmek olmalıdır.
Allah yolunda mücahede, yasakları terk ile emredilenleri işlemek demektir Emredilmiş olan
ilahi vazifelere "memurat" denir. Bunlarla yükümlü olana da memur denir.
Nefse boyun eğdirerek arzuları yıkmak suretiyle ibadet ve taata alıştırmak mücadeledir.
Dışta ve içte olmak üzere iki türlü düşmanımız vardır. Dış düşmanlar, kâfirler, Allah'ın dinine
ve hidayetine mani olan insanlardır, iç düşman her şeyden önce nefs-i emmaredir. ikincisi
nefs-i emmareye yoldaş olup onu
Nefis Terbiyesi ve İlâhî Huzur • 85
azdırmaya vesile olan lânetli şeytandır. Üçüncüsü ise, nefs-i emmareyi kandırmaya şeytanla
birlikte akran olan kötü arkadaştır.
Kötü arkadaşla mücadele, düşmanla mücadele sınıfına girer. "Bana arkadaşını söyle, senin
kim olduğunu söyleyeyim." İnsan arkadaşı ile ölçülür. Kötü arkadaş insanı yoldan çıkaran
düşmandır. Size yolunuzda müşkülât çıkaran, dininizi elinizden alanlarla mücadele ettiğiniz
gibi, içinizde sizi Allah'tan uzaklaştıran nefis, şeytan ve kötü arkadaş ile de mücahede edin.
86 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Hakk'a bakan yüzün güzel olsun
Niyazi Mısrî (k.s.) Hazretleri, İrfan Sofraları adlı eserinin bir yerinde, sözlerine "ey seyyar!"
diye başlıyor. Seyyar, Necmeddin-i Kübraa (k.s.) Hazretleri'nin dervi-şana verdiği bir isim.
Seyyar, gökyüzünde bir noktada sabit durmayıp, sürekli yörüngesinde ilerleyen yıldız
anlamında. Bu söz Allah yolcusu dervişler için de kullanılıyor. Şunun için ki, Efendimiz
(s.a.v.)'in, "bir mü'minin iki günü birbirine eşitse ziyan içindedir." hadisi, müslü-manların
seyyar olması gerektiğini ortaya koymakta. Buna göre, yerinde sayan, yol gitmeyen ulema ve
sufi-ler seyyar olamazlar. Yalnızca yerinde sabit duran bir lamba kadar ışık verirler.
İşte dervişleri seyyar olarak niteleyen Niyazi Mısrî (k.s.) Hazretleri buyuruyor ki:
"Ey seyyar! Ayın, bir güneşe bir de halka bakan yüzü tamdır. Ayın güneşe bakan yüzü tamdır.
Ne artar, ne eksilir. Dünyada insanlara bakan yüzü ise aynı kalmaz. Kalınlaşır, büyür, dolunay
olur, küçülür kaybolur."
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 87
"Oysa ay, dünya gibi gökte duran yuvarlak bir küredir. Verdiği ışık güneşin ışığıdır Ayın
kendinde büyüme küçülme yoktur. Büyüyüp küçülme ışığındadır. Bize ba- ¦ kan yüzünün
eksik görülmesi güneşe bakan yüzünün tamamlığına zarar vermez."
"İnsanoğlu kendisini ay gibi düşünmelidir. Çünkü insanoğlunun da iki yüzü vardır. Hakk'a
bakan yüzü ve halka bakan yüzü. İnsanın Hakk'a bakan yüzü ayın güneşe bakan yüzü gibi
olmalıdır. Ne ışığı, ne parlaklığı noksan olsun; ne büyüsün, ne küçülsün. Kalb-i selim, marifet,
muhabbet ve aşk-ı ilâhi ile azamet-i ilâhiyyede sabit kalsın."
"Halbuki insanoğlu, ayın insanlara bakan yüzü gibidir. Hakk'a bakan yüzü mamur olması
gerekirken, halka bakan yüzü mamur olmuş. Hakk'a bakan yüzü ise bozulmuştur. İnsanlara
bakan yüzüyle iltifat eder, ikram eder, riya çirkini güzel gösterir, noksanı tam gösterir Elemi
ve yeisi muhabbet; günahını itaat diye gösterir. Bundan dolayı da Hakk'a bakan yüzünün ışığı
noksan olur."
"Sen böyle olma. Hakk'a bakan yüzünde eksiklik olmasın. Halka bakan yüzünde yamalı;
elbise, elinde ibrikle İmam-ı Gazalî gibi ol. Bu bir noksanlık değildir. Varsın alem sana
mecnun desin! Sen, Hakk'a bakan yüzünü güzel et."
İşte Hak adamı böyle söylüyor. Ama biz bütün bu hikmetli nasihatlerin aksine, ne yazık ki,
halka bakan yüzümüzü ihya ederiz. Riyakârlık ile insanlara aziz görünür, amelimiz azken
amel-i salih sahibi, yalanımız,
88 • Tasavvuf Sohbetleri-5
zulmümüz çokken itimada şayan görünmeye çalışırız. Böyle davranışların Hak yolcusu
olmaya çalışanlarla bağdaşmadığı ise aşikâr.
Elbette yaşarken güzel ahlâkın gereğini yerine getirir ve insanlara iyi davranırız. Ama
"seyyar" olanların gitmeleri gereken bir yol, ermeleri gereken bir maksudları var. Öyleyse
halka bakan yüzümüzü mamur etmeye değil, Hakk'a bakan yüzümüzün kâmil olmasına
çalışmamız lazım gelir. ¦',¦,¦¦,• ..-:.
Nefis Terbiyesi ve İlâhî Huzur • 89
İhlâs, İstikamet, İffet
Yeryüzüne Hz. Peygamber (s.a.v.)'in gönderilmesin-deki gaye güzel ahlâktır. Güzel ahlâk her
yerde ve her durumda gereklidir. İnsanlar arasındaki ilişkilerde, tabiatla ilişkilerimizde, bütün
mahlukatla olan ilişkilerimizde güzel ahlâk şarttır. Her şeyden önce kulun Rabbi ile ilişkisinde
şarttır. Peki kulun Rabbine karşı güzel ahlâkı nedir? İhlâstır...
Tasavvuf ehli ihlâs için, "Allah'la, Allah'tan gayriyi ayırdetmek" demiştir. Kulluk Allah
içindir. Riya karıştırmamak İhlâstır. Kul ile Allah arasındaki gizli ve açık her durumda
Allah'ın huzurunda olduğunu ve O'ndan başka ilâh olmadığını bilmek İhlâstır.

ihlâs, Allah'a giden yolun temelidir. Onsuz Allah'a varılmaz. Tasavvuf da, kulu ihlâs sahibi
olması için, ilâhi muhabbete ulaştırır. Şu halde gaye anlaşılıyor: ihlâsı kazanmak şart...
Allah'ı bilip, Allah'tan gayriden sakınmak Allah'ı sevmekle mümkündür. Allah'ı bilmeyenin
ihlâsı olmaz. Al-
90 • Tasavvuf Sohbetleri-5
lah'ı sevmeyenin ihlâsı olmaz. Allah'ı bilenin, sevenin her işi Allah'a bağlıdır.
Allah'ı sevmek imanla başlar, imandan marifet-i ilâ-hiyyeye geçilirse, o zaman kulluk etmek
yük olmaz; aksine ibadet zevk haline gelir.
Her erkek ve kadının dinini öğrenip, namazını kılması, orucunu tutması, nisaba malik olanın
zekâtını vermesi, hacca gitmesi, ticaretinin helal olması farzdır. Din ve hidayet ilmi İslâm'ın
esasıdır. Hidayet Allah'ı bilmektir, küfürden kurtulmaktır. Esaretten kurtulmaktır. Allah'tan
gayrısına köleliği reddetmektir.
Bugün insanın insana köleliği kalkmıştır. Ama yine de herkes hür değildir. Çünkü hürriyet,
iffet ve istikamet sahibi olmaktır. İstikamet sahibi olmak İslâm'ın hidayet kısmıdır.
İnsan nasıl istikamet sahibi olur? Namaz farzdır. Mesela namazda istikamet sahibi olan,
namazda huşu ve hudu sahibi olandır. Namazı acele kılan, vaktini geçirerek kılan, namazın
önemini idrak etmeden, adet gibi yapan istikamet sahibi değildir. Ama mümindir. Hac farzdır.
Kulun üstüne farz olduğu gün Kabe-i Muazzama'ya koşması haccın istikametidir. Hacca gölge
düşüren davranışlarda bulunmak müminin istikametsizliğidir. Zekâtı ehline vermek, yerine
sarf etmek zekâtın istikametidir.
Şu halde dininde hür olan, istikamet sahibi olandır.
Kalbin Allah'tan gayriye meyletmemesi farzdır. Allah'tan gayrısına meyletmek, Allah'ın
hukukuna riayet etmemektir; zulümdür. Kalbin Allah'dan gayriye yönel-
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 91
mesi istikametsizliktir. Böyle mümin kâmil değildir; kalbi istikamette değildir.
Şeytana düşman olmak farzdır; gece-gündüz şeytanın iğvasına kapılmak istikametsizliktir.
Mümin iffet sahibi olmalıdır. Yani Allah'dan gayriyi gönülden çıkarmalıdır. Kadının iffeti,
kocasından gayriyi tanımamaktır. Ananın iffeti, evladını Allah'ın emirlerine bağlı birisi olarak
yetiştirmektir. Babanın iffeti de aynısıdır.
Kalbini Allah'dan gayriye bağlayıp, Allah'ı unuturca-sına, dünyaya ram olmak iffetsizliktir.
Tasavvuf, kulun ihlâs, istikamet ve iffet sahibi olması için büyük bir yoldur. İnsana Allah'ı
bilmeyi ve O'nu sevmeyi öğretir. Allah'ı bilen insan olur, insanca yaşar, insanca ölür...
92 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Günahlar Kalbi Daraltır
Kalpler, kibir, nifak, riya, haset gibi kötü sıfatlarından kurtulmadıkça, bu hallerin günahı
altında kararır gider. Pişmanlık nedir bilmez.
Bu konuda Ebu Hureyre (r.a.), Nebi (s.a.v.) Efendimizin, "takva buradadır"deyip göğsünü
işaret ettiğini ve "kişiye kötülük olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeter" buyurarak
kalbin sıfatlarının önemini vurguladığını bildiriyor. (Müslim, Tirmizî, Ahmed)
Kalp, yaratılışı gereği günahtan rahatsız olur. Sahibi haram işlediği zaman Allahu Tealâ kulun
kalbinde günahının tesirini yaratır ki, kul tevbe etsin. Bu, Rabbi-miz'in bize bir lütfudur.
Yaptığımız bazı işlerde 'vicdanım sızladı' veya 'vicdanım huzura kavuştu' dememiz,
kalbimizin halini gösterir. Yapılan bir işin sonunda kalp sıkılır, daralırsa, meselede günah var
demektir. Bu durum, tasavvuf terbiyesi alan kişilerde, yolunda bulunduğu Allah dostunun
tasarrufatı anlamını taşır. Rahmet melekleri onu destekliyor, sâdât-ı kiram kendisine himmet
ediyor demektir
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 93
Kalbimizi zor durumda bırakmamak, günah kiriyle karartmamak için baştan tedbirli davranıp,
yapacağımız işleri alim kişilerle istişare etmeliyiz. Bundan sonra, gerçekten alim olan zat o
işin günah olduğunu söylüyorsa, hâlâ o işin günah olmadığını söyleyecek veya senin istediğin
gibi fetva verecek bir hoca ararsan, sadece kendini aldatmış olursun.
Ayrıca bir başkası için verilen fetva, senin için geçerli de olmayabilir. Verilen fetvanın tam
senin durumuna uygun olması gerekir. Onun için seni ilgilendiren bir fetva almak istersen,
gerçekten alim olan bir zata iyice meseleni anlatmalısın.
Buna rağmen kalbin huzur bulmuyorsa, ne kadar fetva da alsan günahtan kurtulamazsın.
Kalbinin derinliklerinden nelerin geçtiğini Allahu Tealâ bilir. Yoksa sorumlu olan, alim değil,
sen olursun.
El-Huşenî (r.a.), helal ve haram olan birer ameli tavsiye etmesini isteyince, Rasulullah (s.a.v.)
Efendimiz şöyle buyurdu:
"Nefsinin teskin olacağı ve kalbinin huzur bulacağı şeyler helal, nefsinin teskin olmayacağı ve
kalbinin huzur bulmayacağı şeyler haramdır." (Ahmed, Tebaranî, Ebu Nuaym)
Kalbimizin günaha girmemesi için, her şeyi iyice anladıktan sonra hareket etmeliyiz.
Gözümüzle gördüklerimiz bile bizi aldatabilir. Dikkatli olmazsak, kötülüklere yol açacak kötü
zandan kurtulamayız. Allahu Tealâ şöyle buyuruyor:
94 • Tasavvuf Sohbetleh-5
"Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin
kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz ölmüş kardeşinin
etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz
Allah, tevbeyi çok kabul edendir." (Hucurat, 12)
İmam Gazalî (rh.a.) Hazretleri şöyle diyor:
"Kimseye kötü zanda bulunmak senin hakkın değildir. Herkesin kalbinde olanı ancak Allahu
Tealâ bilir. Gözünle görüp yorum kabul etmeyen kesin bir bilgiye sahip olmadıkça, hiç kimse
için kötü şeyler düşünmeye hakkın yoktur."
Gözünle görmeyip kulağınla duymadığın hususlarda kalbine gelen şüpheler şeytandandır.
Şeytan ise fasık-tır. Fasık olan tasdik edilmez. Onun için Allahu Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ey
Müminler! Eğer fasık biri size bir haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın. Yoksa bilmeden
bir topluluğa kötülük edersiniz de, yaptığınıza pişman olursunuz."(Hucurat, 6)
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur' 95
Asıl Şimdi Zikir Zamanı
İmam-ı Gazalî (k.s.) Hazretleri, Allah'a yaklaşmaya çalışan Hak yolcusunun en büyük
dayanağının mürşidi olduğunu bildiriyor. Irmak kenarında yürüyen bir körün rehberine
sarıldığı gibi, Hak yolcusu da mürişdine sarılmalıdır, diyor.
Manevi rehber mesabesindeki mürşidine uyarak şartları yerine getiren kişi, kendini çevreleyen
bütün engellerden sıyrılarak yolunda ilerler. Bu yolda ilerlemenin zorluklarına karşı sabırla
mücahede eder. Mirşidi kendisine ne zikir verirse, kalp ile o zikri yapmaya başlar. Mürşidinin
uygun gördüğünden başka zikirle meşgul olmaz. Hak yolcusu çektiği zikre o derece devam
eder ki, zamanla zikir dilden kalbe iner. Allah'ın azameti kalbine gelir. Nereye baksa Allah'ın
azameti ile bakar ve Allah'ın nuru ile görür.

Sadece dille söylemek değil, Allahu Tealâ'ya her türlü ibadet ve taat, tefekkür, ilim ve
benzerleri zikirden sayılır.
Bir şeyi öğrenmek önce ilimle olur. Sonra ilimle öğrenilenler uygulanır. Uygulanan ilim,
kişinin tabiatı haline
96 • Tasavvuf Sohbetleri-5
gelir. Bunun gibi, Allah'ın azameti gönülde meleke halinde tecelli ederse, Hak yolcusu marifet
sahibi olur. Böyle kişinin ilmi hikmet, duası da makbul olur.
Zikir peygamberlerle başlamıştır. Allah'ın hakiki dervişleri peygamberlerdir. Onlar, Allah'dan
bir an gafil olmazlar. Her halleri ibadet ve taat olup, asla haram işlemezler.
Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin sahabileri de zikir çekerlerdi. Hz. Safiye (r.a.) Validemizin,
"bir gün Rasulullah yanıma geldiğinde, dörtbin tane hurma çekirdeği ile zikrediyordum" sözü
buna bir örnektir. Bir başka örnekte de, Ebu Hüreyre (r.a.)'ın ikibin düğümlü bir iple zikir çek-
diği naklediliyor. Hakim b. Deylemi (r.a.)'ın rivayetine göre, Aşere-i Mübeşşere'den Sa'd b.
Ebi Vakkas (r.a.) da çakıllarla zikrederdi. Bütün bu misaller Hayatü's-Sahabe adlı meşhur
eserde detaylarıyla anlatılmıştır.
Bugüne gelince; nasıl olur da şimdi zikir zamanı olmadığı söylenir? Allah Rasulü (s.a.v.)'in
sahabileri zikrederken, biz onlardan yüce miyiz ki zikri kaldıralım? Sahabilerin pak kalpleri
Allah Rasulü (s.a.v.) ile bu kadar nurlanmış oldukları halde sepetler, torbalar dolusu zikir
çekerken, binbir günahla malûl olmuş bizlere dünyalar dolusu çakılla zikir çekmek düşer.
Bugün, bu hayat... Sıkıntılarımız, zorluklarımız... Asıl şimdi şu hadis-i kudsinin sırrına daha
çok muhtacız:
"Ben, bir kulumu sevdiğim zaman onun gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olurum."
Bu makama ulaşmak için zikirden başka tutamak mı var?
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 97
Nefse Dair
Nefsin hakikatini anlamak için, önce nefsin ne olduğuna bakalım. Lugata göre nefis, bir şeyin
varlığı, hakikati, zatı, kendisi manasına gelir. Tasavvufta ise insanın hayvanî tarafının adıdır.
İttifakla bildirildiğine göre, insanın nefsi şerrin kaynağı, kötülüğün temelidir.
Nasıl ruh, Allah'ın emriyle vücutta bir varlık, bir cevher ise, nefis de ruh gibi bedende bir
varlıktır. Kötü huyların, çirkin fiillerin ortaya çıkmasının sebebi nefistir.
Nefis iki şekilde tezahür eder: Kişiye günah işleten arzu ve hevası ile kibir, hased, cimrilik,
öfke, kin gibi ci-biliyetten (yaratılıştan) gelen kötü hasletler. Günahların temizlenmesi, işte bu
kötü hasletlerin değiştirilmesi ile mümkündür. Bu da nefsin terbiyesi ile olur
Allahu Tealâ insanı yarattıktan sonra ona gazabı ve şehveti verdi. Gazab ve şehvetin orta hali
yani itidali olduğu gibi, ifrat ve tefridi de vardır. Allahu Tealâ itidali emretti. Şehvetin ifratı
yani haram tarafı hırs, oburluk, yüzsüzlük, riyadır... Tefriti ise cimrilik, yaltaklanma, ha-
98 • Tasavvuf Sohbetleri-5
settir... Ortası, yani itidali cömertlik, haya, sabır, zerafet, kanaattir. Haram olanlar helale tebdil
etmedikçe tevbe-lerimiz kabul olmaz.
Gazap da böyledir, ifratı böbürlenme, kızma, sövme, kibir, husumet, kindir. Tefriti alçaklık,
hamiyetsizlik, sabırsızlıktır. Ortası ise kerem, cesaret, tahammül, vakar ve merhamet sahibi
olmaktır.
Allahu Tealâ buyuruyor: "Yaklaşan gün hususunda onları uyar! Çünkü o anda dehşet içinde
yutkunurken yürekleri ağızlarına gelmiştir. Zalimlerin ne şefaatçisi vardır, ne sözü dinlenir.
Allah, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir." (Mü'min, 18-19)
Zikrin hakikatleri müminin kalbine yerleşir ve bütün vücudu zikreder hale gelirse, buna "zat
zikri" denir. Böyle bir zikir nefsin zulmaniyetini kaplar ve nefse ilâhi bir anlayışla düşmanlık
duyulur. Artık bilir ki, düşman bu nefistir. Başka düşman aramaz. Nazarını düşmana diker,
bekçiliğe başlar. O zaman Allahu Tealâ keşif ile, ihbar ile, türlü rüya ve marifet halleriyle o
müride şöyle işittirir: "Yakînini artır. Ben senden yanayım. Düşmanını tanıdın, yüz çevirdin.
Ben de inayetimi açtım, kurbiyeti-me gel..."
Nefis iki kısımdır, demiştik. Günahlar ve cibilliyetin-deki haller. Tevbe ile günahlardan
kurtulmak mümkündür. Ama cibilliyetten olan kibir, hased, cimrilik, öfke gibi haller ahlâk-ı
hamide olarak değiştirilmedikçe nefsin ıslahı mümkün olmaz." Allahu Tealâ ayet-i celile ve
ha-dis-i şeritlerle nefsin düşmanlığı için pek çok haberler beyan buyurmuştur. Bunlardan
bazıları:
Nefis Terbiyesi ve İlâhî Huzur • 99
"...nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir."
(Şems, 9-10)
"Rabbimin merhamet etmesi mütesna, şüphe yok ki nefis kötülüğü emreder."(Yusuf, 53)
Ve hadis-i şerifler:
"Allah bir kuluna hayır murad ederse, nefsinin ayıplarını ona gösterir." (Ne gariptir ki bir
adama nefsinin ayıbını söylesen, sana kızar.)
Rasulullah (s.a.v.) Tebük Muharebesinden dönerken buyurdu:
- "Küçük cihaddan büyük cihada dönmüş oluyoruz."
- "Ya Rasulallah" dediler; "muharebeden daha büyük cihad olur mu?"
Buyurdu:
- "Dikkat edin, o nefis mücahedesidir!"
Nefis mücahadesi gazadan, muharebeden üstün tutulmuştur. Zira muharebenin meşakkati
belirli zamanda biter. Nefis mücahedesi ise ömür boyu sürer.
100 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Şeytan kimlerden kaçar?
Şeytan, kovulduktan sonra insanları azdırmak için Allahu Tealâ'dan mühlet istemiş ve
kendisine kıyamete kadar mühlet verilmiştir. Bundan sonra bütün gücünü, insanları doğru
yoldan saptırmaya harcamıştır ve kıyamete dek bunun için çalışacaktır.
İblis, peygamberleri, evliyayı, alimleri görmüş, Allah'a yakınlıklarına, ibadetlerine şahit
olmuştur. Bunun yanında nice azgınları görmüş, onlarla müştereken Allah'a isyan etmiştir.
Şeytan çok bilgili ve tecrübelidir. Hepimizin ilim ve tecrübesini toplasak, onunki kadar
olmayabilir.
Hz. Muaz b. Cebel (r.a.) şöyle rivayet ediyor: "Bir gün Rasul-i Kibriya (s.a.v.) ile beraberdik.
Kapı vuruldu ve bir ses geldi:
- Girmem için izin verir misiniz? Benim sizden bir dileğim var.
Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz, gelenin İblis olduğunu söyledi ve içeri girmesine izin verdi.
Nefis Terbiyesi ve İlâhî Huzur • 101
Huzura giren iblis, Allahu Tealâ'nın emriyle geldiğini, asla yalan söylemeyeceğini, eğer yalan
söyleyecek olursa Allah'ın şiddetli azabına uğrayacağını; bu yüzden ayet-i celileleri şahit
göstererek konuşacağını bildirdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ona bazı
sorular sordu.
En sevmediği kişiler sorulduğunda, iblis, başta Hz. Peygamber (s.a.v.), sonra dört mübarek
halife, sonra da Sahabe-i Güzin'i söyledi.
Sonra Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz, İblis'e şu suâli sordu:
- Bizlerden sonra kimleri sevmez ve kimlere buğz edersin?
- Muttaki bir gence, ki varlığını Allah yoluna vermiştir.
- Muttaki gençten sonra kimi sevmezsin?
- Şüpheli işlerden sakınan sabırlı alimi sevmem.
- Sonra?
- İslâm'a göre temizliğe dikkat edeni sevmem.
- Sonra?
- Sabırlı olan fakiri sevmem, ihtiyacını hiç kimseye anlatmaz, halinden şikayet etmez.
Bu fakirin sabırlı olduğunu nasıl anlarsın?
- Ya Muhammedi İhtiyacını kendi gibi birisine açmaz. Onun sabrını, halinden şikayet
etmeyişinden anlarım.
- Sonra kimi sevmezsin?
- Şükreden zengini.
102 • Tasavvuf Sohbetleri-5
- O zenginin şükrettiğini nasıl anlarsın?
- O kimse, helal yoldan elde edip yerine harcıyorsa, bilirim ki o şükreden zengindir.
- Kimleri azdırır, kimleri azdıramazsın?
- Allah'ın halis kullarını azdıramam.
- Onların halis kul olduğunu nasıl anlarsın?
- Bilmez misin ya Muhammed; bir kimse ki parasını, pulunu sever, o Allah için ihlâsa sahip
değildir. Bir kimse ki parasını, pulunu sevmez; övülmekten hoşlanmaz, bilirim ki o ihlâs
sahibidir. Onu hemen bırakır ve kaçarım.
Bir kul, malı, rütbeyi, övünmeyi sevdiği, kalbi de dünya arzularına bağlı kaldığı müddetçe,
bana çok itaat edendir. Mal sevgisi büyük günahların en büyüğüdür.
Bilmez misin ey Muhammed; benim yirmibeşbin tane çocuğum vardır. Onların bir kısmını
alimlere, hocalara gönderirim, bir kısmını gençlere yollarım, bir kısmını meşayihe
gönderirim, bir kısmını da ihtiyar kadınlara musallat ederim. Gençlerle aramızda hiçbir
anlaşmazlık yoktur. Onlarla çok iyi geçiniriz. Çocuklara gelince, onları da kullanabiliriz."
Bu anlatılanlardan, iblisin geniş bilgi ve tecrübe sahibi olduğunu, insanı kandırmaktaki
maharetinin bunun üzerine bina edildiğini anlıyoruz.
Fakat şeytan, dilediğine ipini takıp hiyanete, küfre sürükleyemez. Hz. Peygamber (s.a.v.)'e
dilediğini hidayete götürme selahiyeti verilmediği gibi, iblis'e de istediğini azdırma yetkisi
verilmemiştir. Şu halde 'şeytan beni
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 103
kandırdı' demek doğru değildir. Bu sözü, 'insan, çirkin işleriyle şeytanı kendine davet etti.
Günah ve isyan ile şeytanı sevindirerek kol kola, el ele, iki arkadaş gibi geçinip gittiler' diye
düzeltmek gerekir.
Biz kandırılacak tavır ile isyana girdik, nefsimizin nevasına uyup, Allah'a isyankâr bir tavır
takındık, İblis de bizi beğendi ve sevdi. Çünkü o kötü işimiz şeytanın kandırma işine uydu.
Yoksa takva sahibi bir mümin, Allah'a ibadet ve taatta iken, şeytan onun kılına dokunamaz.
104 • Tasavvuf Sohbetleh-5
Merhamet etmeyen, merhamet bulamaz
Akıllı insan nefsini hesaba çeken, ölümden sonrası için çalışan kimsedir. Aciz, akılsız insan
ise, nefsinin nevasının peşinde koşan, Allah'tan boş yere temennilerde bulunandır. Az olup
yeten, çok olup boşa meşgul edenden daha hayırlıdır. Bahtiyar kişi, başkalarının halinden ders
alandır. Kendi dağlar gibi ayıbını unutup, başkalarının ayıbıyla meşgul olan ise, ne kadar
ağlasa azdır.
Rasulullah (s.a.v.) ümmetine böyle mi yaptı? O yeryüzüne doğar doğmaz "ümmetim
ümmetim!" dedi. Sen onun ümmeti değil misin? Sen de, "mümin kardeşim!" desene. Sen de
Ümmet-i Muhammed'e ağlasana!
Mesud ve bahtiyar olan kişi, başkasının halinden ibret alan, başkasının günahına tevbe
edendir. Parmağının hangisini kessen kanar, hangi tırnağını çeksen acır. Senin mümin
kardeşin, parmağındaki kan gibidir, tırnak gibidir. Ayıplamak, gıybet etmek yerine; sevmek,
affını dilemek, merhamet etmek ne kadar güzeldir; ne büyük
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 105
bir nimettir! Bu, insana tevbeyi hatırlatır, mesuliyetini duyurur.
Ümmet-i Muhammed'e merhamet, senin affına sebep olur. Ümmet-i Muhammed'e merhamet
edene Allah merhamet eder; gazap edene mağfiret etmez.
Yeryüzünde herkes Ümmet-i Muhammed'i yutmaya, eritmeye çalışıyor. Bari sen müslüman
kardeşine merhamet ve dua et, onun için gözyaşı dök. Utanmıyor muyuz ki, Allah Rasulü'nün
ümmetine acımıyoruz. Bu hal, katı kalplilikten, Allah'ı bilmemekten, tanımamaktan doğar.
Allah ve Rasulü'nü bilen, Allah'a iltica eder, Rasu-lullah'ın ahlâkına uyar. Ey Allah'ın Rasulü!
Bize merhamet ve şefaat et...
Avrupa'da, Türkiye'de müslümanlar arasında grup grup düşmanlık var. Cehaletten düşmanlık,
siyasetten düşmanlık, rezaletten düşmanlık var. Düşmanlıktan boğulduk artık. Sanki bütün
dünya bizi yıkmak istiyor. Bari sen Ümmet-i Muhammed'e merhamet ve dua et.
Dünyanın servetleri, hazineleri müslüman toplumlarda. Doğudan batıya, Amerika'dan Çin'e
müslüman var. Ne yazık ki parmaklarım gibi ayrı. Keşke bileğim gibi bir-leşselerdi.
Rabbim'den dilerim, Kur'an'ın etrafında birleşmek nasip olsun.
Gaflet ve anlayışsızlık içinde olduğumuzdan, bize tevbe lazım. Tevbesizlik fert fert, kavim
kavim, millet millet bela ve musibeti çeker. Günah kalpleri karartır. Kalpleri karartan günah
belayı da çeker.
106 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Raad Suresi onbirinci ayette beyan buyurulduğu üzere, insanın her halini muhafaza eden
Hafaza Melekleri ve Kiramen Kâtibin vardır. Müfessirlerin bildirdiğine göre bu mübarek
meleklerin biri sağımızda, biri solumuzda, biri başımızda, biri önümüzde biri de arkamız-
dadır. Arkamızda bulunan melek insanı muhafaza eder, korur. Eğer insan kendini muhafaza
etmez, Hak Din'e muhalif giderse, arkamızdaki bu melek geri çekilir, muhafaza etmez.
Böylece kaza, bela, sahibinin başına, milletlerin ve kavimlerin başına iner.
Mesud ve bahtiyar kişi, başkasının halinden ders alan; "kanaat tükenmez bir hazinedir, sabır
imanın yarısıdır, yakîn imanın tamamlanmasıdır" sözlerine uyan kimsedir. Bunun gibi sözlere
hikmet, bunları söyleyen zatlara hakîm denir.
Evet; idrak lazımdır, idrak etmedikçe kemalâtın kapısı açılmaz.
Nefis ferbiyesi ve ilâhî Huzur • 107
Şeytandan uzaklaşan, RabbVne yaklaşır
"Eûzü billahi", yani "Allah'a sığınırım" demekten maksadımız, dinin bildirdiği her türlü
haramdan, menhiyattan, sakınılması gerekenlerin tamamından Allah'a sığınmaktır. Bu
ifadenin devamında gelen "mineşşeyta-nirracim"deki şeytan, yalnızca serlerden bir serdir.
Bütün serlerin hepsi değildir. Allah'ın yoluna çıkan, imana ve taata zarar veren binlerce şer
var.
Allah'a sığınmamız gereken meselelerin başında iti-kata ait olanlar gelir. Zira itikat dinin
direğidir. Binanın duruşu bu direğin üzerindedir. Direği alın, bina çöker. Dünya ve ahiretteki
saadet, kemalât, itikada bağlıdır, itikadı bozuk bir insanda, bir grupta ibadet çok olsa da
hükmü yoktur. Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz, ümmetinin itikatta gruplara ayrılacağını ve
bunlardan yalnızca birinin doğru yol üzere olacağını bildiriyor. Bu da gösteriyor ki, bizim
itikadî konularda çok daha dikkatli davranmamız gerekir.
108 • Tasavvuf Sohbetleri-5
Yanlış inançlarımız varsa, tutumumuz dine muhalif ise, o zaman "eûzübillâhi" ile Allah'a
sığınmahyız. Doğru inanç ve amellere vakıf olduktan sonra insan, "eûzübillâhi" demenin
sırrını çok daha iyi anlar. "Eûzbillâhi"nin sırrı, önce ilim, sonra hâl ile anlaşılır; amel ile de
tamamlanır.
"Eûzübillâhimineşşeytanirracim" kovulmuş, lanetlenmiş şeytanın şerrinden Allah'a
sığınmaktır. Düşman olan şeytan gece gündüz uyumaz; her doğan insanın başında aman
demeden düşmanlığını devam ettirir.
Şeytan ve diğer düşmanların zararlarını def etmek, ancak Cenab-ı Hakk'in gücünün yettiğini
bilmekle, şeytandan kaçıp Allah'a sığınmakla mümkündür. Allah'a sı-ğınmadıkça insan
şeytanın şerrinden kurtulamaz.
Şeytan kelimesi "şatane" den türemiştir. Bu kelime uzaklaşmak manasına gelir. Allah'tan
uzaklaşan şeytana uzak durmak, Allah'a yaklaşmak demektir.
Allahu Azimüşşan Hazretleri buyuruyor:
"Aldatmak için birbirlerine cazip sözler fısıldayan cin ve insan şeytanlarını her peygambere
düşman yaptık. Bu şeytanlar, ahirete inanmayanların kalplerinin o sözlere yönelmesi, ondan
hoşnut olması ve kendilerinin işledikleri suçlan işlemeleri için böyle yaparlar. Eğer Rab-bin
dileseydi, bunu yapamazlardı. Sen onları iftiraları ile baş başa bırak."(En'âm, 112-113)
Allahu Tealâ, insanlardan ve cinlerden, azgınlık ciheti ile şeytan mahiyetinde olanların
bulunabileceğini be-
Nefis Terbiyesi ve İlâhî Huzur • 109
yan buyuruyor. Azgınlıktan maksat doğruluktan ve istikametten uzak olmaktır.
Şu halde şeytan lafzının sadece cinlerin Allah'a isyan edenlerine değil, insanların da Allah'a
isyan edip şeytanın işini yapanlara ait olduğunu bilmeliyiz.
Bizi bu serlerden ancak Allah kurtarabilir. Her türlü bela ve musibetten, her türlü kötülükten
korumasını ve bütün iyilik ve güzellikleri lütfetmesini Allah'tan beklemek ve istemek gerekir.
Buna istiâze denir.
Şeytandan Allah'a sığınmak meselenin yalnızca bir kısmıdır. Bir şeytandan kaçmakla insan
Allah'a tam sığınmış olmaz. Allah'a isyan ve günahların hududu yoktur. Sayıya sığmaz. Bunu
bilmenin çaresi Allah'ı bilmektir. Bu da nefsi bilmekle mümkün olur. Nefsini ve Allah'ı
bilmek için ise ömür boyu bir mürşid-i kâmilin terbiyesi altında çalışmak gerekir.
110# Tasavvuf Sohbetleri-5
Mümin ve muttaki isek...
Rivayete göre Hz. Meryem, Mescidi Aksa'da Zekeri-ya (a.s.) tarafından kendisine verilen
odada bulunur, ihtiyacı halinde dışarı çıkardı. Bir gün Mescid-i Aksa'nın doğusunda bir yerde
bulunurken Cebrail (a.s.) geldi. Her azası tam düzgün genç bir insan şeklinde idi. Hz. Meryem
annemiz Cebrail (a.s.)'ı aslî şekliyle görmeye tahammül edemeyeceğinden, Cebrail (a.s.) insan
şeklinde gelmişti.
Bu husus Meryem Suresi'nde Rabbimiz tarafından şöyle beyan buyurulmuştur.
"... biz ona ruhumuzu (Cebrail'i) gönderdik de, o kendisine tastamam bir insan şeklinde
göründü."
Hz. Meryem validemiz Cibri'l-i Emin'i gördü. Telaşa kapıldı. Zira kemal-i iffet sahibi idi.
Saadetli hücresine yalnız Zekeriyya (a.s.), koskoca bir peygamber girer çıkardı. Bir baktı,
yalnız bir erkektir, tanımadığı bir erkektir, irkildi ve şöyle dedi:
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur -m
"Ben senden rahman olan Allah Tealâ'ya sığınırım. Eğer Allah'tan korkup haramdan sakınan
biri isen (muttaki isen) bana sataşma, git buradan!"
Şimdi bu hadisede bize lazım olan hususa gelelim: Hz. Meryem annemiz, ayet-i celilede
bildirildiği üzere şöyle diyor:
"Ben senden Rahman olan Allahu Tealâ'ya sığınırım, "
Demek insan olarak, kadın ve erkek olarak, herbiri-miz maddi ve manevi iffet ve
namusumuza, dinimize, kudret getiremeyeceğimiz bela musibet ve kazalara karşı, maddi
delillere ve sebeplere değil; Rahman Tealâ Hazretleri'ne sığınmamız lazım geldiğini bize bu
ayet-i celile ders veriyor.
Evet; ne tarzda, ne cinste musibet gelirse gelsin; beklenmedik biçimde hangi felakete uğrarsak
uğraya-lım; hiçbir maddi sebebe güvenmeksizin, hiçbir beşeri kuvvet ve güce dayanmaksızın
doğrudan doğruya bütün işlerimiz için Allah Azimuşşan'a tevekkül edip, sığınmamız lazım
geliyor.
Demek, Rahman Tealâ'ya sığınan kişiyi, O muhafaza eder. Kendisine tevekkül edeni, Allahu
Azimuş'şan muhafaza eder.
İkinci önemli bir ders, "eğer Allah'tan korkup haramdan sakınan biri isen (muttaki isen) bana
sataşma, git buradan!" hitabıyla, muttaki bir insanın asla fenalık yapamayacağını bu ayet-i
celile bize ders veriyor.
112» Tasavvuf Sohbetleri-5
Herbirimiz Allah'ın kapısında ve kudretinde elhamdülillah müminiz. Bi-iznillâhi Tealâ, taat ve
ibadetle muttaki, salih kullardan olma azmindeyiz. Madem mümin ve müttakisin, fenalıktan
sakınman lazım geldiğini; müminin ve müttakinin birbirlerine malının, canının, ırzının en
kıymetli nesnelerinin emanet olduğunu, Cenab-ı Mevlâ bu ayet-i celilede bize ferman ediyor.
Şu halde ey müminler ve müttakiler; bizden fenalık zuhur etmemesi lazım gelir. Nasıl olur da
biz fenalık yapabiliriz? O zaman kemalâtımız noksan olur. O zaman islamiyetimizde eksik-
kusurlu bir sıfatta kalmış olmamız lazım gelir.
Madem mümin ve müttakiyiz; ilâhi izzet ile şereflenmişiz, bu mübarek ayetin yüce manasına
göre, fenalık yapmayan, fenalıktan şiddetle sakınan bir kâmil insan olmamız lazım gelir.
Bunun aksine olarak yaptığımız her bir fenalık izzetimizi noksanlaştırır. Mutlak olarak takva
kemalâtını noksanlaştırır.
Eğer mümin ve muttaki iseniz, sizin dilinizden, elinizden her türlü aza-i cevahirinizden bütün
insanlar, kâfirler bile emin olmalıdır. Kâfirler dedik. Onlar bize "Mu-hammedân" diyorlar.
Yani "müslümandır" demiyor da "Muhammedân" Muhammedânlık?!. Şöyle demek değil mi:
"Bunlar hile bilmez. Bunlar fenalık, kötülük nedir tatmaz. Bunlar emin insanlardır..."
İşte böyle dedirtmemiz için, Meryem annemizin lisa-nı ile Rahman Tealâ Hazretieri'nin bize
beyan buyurduğu izzet ve sıfat ile müsemma olmamız lazım gelir.
Nefis Terbiyesi ve İlâhi Huzur -113
Avrupalı karşısında mümin zelil olmaz. Hıristiyan karşısında mümin fenalık yapamaz. Mümin
mümine fenalık yapamadığı gibi, durduk yere, haksız yere hıristi-yana da, kâfire de yapamaz.
Onların ırzına da dokunamaz, namusuna da ilişemez. Onlar da malını canını size emanet eder.
"Bunlar müslümandır. Bunlardan fenalık asla görmüyoruz." demeleri lazım gelir. Eğer
görüyorlarsa, kemalâtımız, izzetimiz noksanlaşmış olur. Ne hazin...
114» Tasavvuf Sohbetleri-5
O'nu herşeyden çok sevmek
Rasul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurur:
"Ben kalbinizde sevgi bakımından kendi özünüzden, malınızdan, çocuğunuzdan, babanızdan
ve bütün insanlardan fazla yer tutmadıkça kemâle eremezsiniz." (Buharî, Müslim)
Hz. Peygamber (s.a.v.)'i sevmek, Allah'ı sevmektir. Bu merhaleyi anlayabilmek için Allah
hepimize idrak ihsan buyursun.
İnsanın en kıymetli varlığı canıdır. Ama insan, canından, malından, çoluk-çocuğundan,
ebeveyninden, bütün insanlardan daha fazla O'nu sevecek...
Muhtemelen burada istenen sevgi "ihtiyarî" ve "aklî" sevgidir. Dikkat buyurun, bu sevgi
ihtiyarî ve aklî bir sevgidir. Yani "fena fi'r-rasul" makamındaki muhabbete gark olma hali
değildir. O makamdaki sevgi ihsandır, ihtiramdır ve bir kemalâttır. Bu hitap ise sana ve
banadır. Zaten evliyaullah O'nu canından çok sever. Yani O'nu evliyaullahın sevdiği gibi
sevemiyorsak, en azından il-
Nefis Terbiyesi ve İlâhî Huzur • 115
men, insafen, vicdanen ve insaniyeten şu hükmü bilmelidir: "Ben Rasulullah (s.a.v.)'i
canımdan, malımdan, anamdan, babamdan, her şeyimden daha çok sevmeye mecburum."
İhtiyarî ve aklî sevgi iman için de şarttır, ihtiyarî ve aklî sevgi ile kabul edilmedikçe iman
sahih olmaz. "Acaba ben çok mu seviyorum, az mı seviyorum?" sözü, imanda tereddüde yer
olmadığından doğru değildir.
Öyleyse ihtiyarî ve aklî imanın hakikati nasıl olmalıdır? Şöyle anlatalım: Bir mü'min
demelidir ki, "Benim bütün yapıp ettiklerim, hayat şeklim Rasulullah (s.a.v.)'inkine uygun
olacak. O'nun her dediği haktır, doğrudur, gerçektir. "Malını ver" dediyse, vermemiz gerekir.
"Canını ver" dediyse, onu da vermeliyiz. Gözümüzde ne sevgili varsa, onu Rasulullah
(s.a.v.)'e feda etmeliyiz. Bunu ilmi bir emir ve vicdanî bir iman olarak, tekrarlaya tekrarlaya
nefse kabul ettirmeliyiz. Ondört asırdır Rasulullah için malını canını feda edenlerin nereye
gittiğini görmüyor muyuz? Sen versen de, vermesen de Rasulullah'ın ne malı artar, ne de
canına bir fayda verir. Fakat canını ve malını O'nun yolunda feda edersen ebedi saadeti
bulursun. Bu, şek ve şüphe götürmeyen bir gerçektir.
Hiçbir insan kendisini Hz. Muhammed (s.a.v.)'in onu sevdiği kadar sevemez. Çünkü O, sen
ana rahmindeyken şefaatıyla, dünyada velâyetiyle seni gözetti. Mirac-ı Saadet'te azametin ve
kibriyanın sahibi Allah'ın huzurunda "ümmetim, ümmetim" diyerek senin için yakardı.
Cehennemi görünce kendi nefsi için korkmadı, senin ve
116* Tasavvuf Sohbetleri-5
benim için ağladı. Allah'tan şefaati senin ve benim için istedi. Annen bile seni bu kadar
düşünemez. Annen sırtını sıvazlayarak, "oğlum ağa olsun, paşa olsun" der de, bir kere olsun
"iman sahibi olsun ki cehennemden kurtulsun" demez. Bir kere dahi olsun "Cemalullah'ı göre-
sin" diye söylemez. Annenin sana olan sevgi mertebesi, seni mal-makam sahibi olarak
görmektir. O bununla sevinir. Kapında hizmetçilerin varsa, etrafın kalabalıksa, sana daha çok
muhabbet eder. Seni zelil görürse, buna tahammül etmesi zordur.
İnsana anasından-babasından ve kainattaki herşey-den daha çok Allah sevgisi, Peygamber
sevgisi lazımdır. Bunları bu şekilde anlamalıyız ki, balık nasıl suyu severse, biz de Rasulullah
(s.a.v.)'i öylece sevmiş olalım.
O Nur-u Muhammedî'siz hayat olamaz. O'nun dışında bir hayat düşünülemez. Bu, imanın ve
sevginin ilk derecesidir. Bu ilk derecede, O gazaya çağırırsa gitmek lazım gelir. Malını harca
derse, hemen harcamak gerekir. Nasıl malını harca der? Sana kurbanını kes, diyerek bunu
ister. Paraları yığdığın halde hacca gitmiyorsan, Rasulullah'ın sünnetini izlemiyorsan, Ravza-
yı Mutah-hara hasreti çekmiyorsan, sendeki mal ve dünya sevgisi Rasulullah sevgisini
geçmiş, O'nun sevgisine üstün gelmiş demektir.
Nefis Terbiyesi ve ilâhî Huzur • 117
Islah Kendinden Başlar
Bir kimse kalbinin temizlendiğini iki noktadan öğrenebilir:
Eğer kişi hak yolunda kendisini övenlerle şovenleri bir görüyorsa, bu insanın kalbinin
temizliğine alamettir. Diğer nokta da insanlar tarafından sevilmesidir. Bir kimseyi insanlar
hiçbir maksat olmadan sırf rıza-yı ilâhi için seviyorsa, yine Allah rızası için kendisini sevenler
çoğa-lıyorsa, bu o kimsenin kalbinin temizliğine işaretttir.
Öyleyse kendini insanlara sevdir. Halka hizmetkâr ol. Hakk'ın seni sevmesi için halka
yardımcı ol. Onların dinine yardım et, dünyalarına yardım et. Bil ki Allah bir kulunu severse
cümleye sevdirir. O zaman Allah Cibril-i Emin'e buyurur: "Ben filan kulumu sevdim.
Dünyaya ilan et, insanlara onu sevdir."
Bunun nişanı nedir? İnsan halkın dinine yardım etmede onlara mühim derecede yardımcı
olursa, Allah o kulunu sevdirir. Öyleyse senin derdin Ümmet-i Muham-med'in derdi olsun.
Senin gailen onların hizmeti olsun,
ül

I'
i
118- Tasavvuf Sohbetleri-5
senin işin onların imanına yardımcı olsun. Onlara her zaman Allah'tan korkmayı, Rasulullah
(s.a.v.)'i sevmeyi hatırlat. Fakat ıslaha önce kendinden başla. Önce kendine iyiliği yap.
Kendini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Adaleti, hikmeti ve hakikati anlamak istiyorsan
hizmeti önce kendine yap ki, kemalâtı önce o anlasın, mağtiret ve muhabbeti tatsın. Kendinde
Allah'a sevgi, Rasulullah'a itaat yoksa, başkasına bu sevgiyi anlatmaktan menfaat olmaz.
Hz. Ömer (r.a.) Efendimiz halifeliğe geçtiği zaman pek çok kimseler kendisine nasihat ettiler.
"Ey Ömer adaletle hükmet!" diyerek onu uyardılar. Hz. Ömer Efendimiz sahabilerin arasına
göz gezdirdi, içlerinden zayıf vücutlu, beyaz tenli birini çağırdı. "Hadi sıra sende, bana
nasihat et" dedi. O zat geldi edeple Hz. Ömer Efendimizin karşısına oturdu. âöyle konuştu:
"Bu ümmetin başına geçmiş bulunuyorsun ey Ömer. Yüklendiğin bu önemli vazifede
Allah'tan kork, doğruluktan ayrılma. Bu ümmetin her bir ferdinin kıymetini en az kendin
kadar aziz kıl. Zira bir gün gelip Allah seni sorguya çekecek. Bunun hesabını bir gün sana
soracak. Ey Ömer! Unutma bu hesabı sen vereceksin. Bu emaneti yerli yerince koru!"
Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) Efendimiz; "Halife olduğum günden beri senden başka kimse
bana doğruyu söylemedi. Allah razı olsun" dedi. Ona nasihat eden bu kişi mübarek sahabi Hz.
İbn-i Ziyad (r.a.) idi. O çıkıp gittikten sonra Hz. Ömer (r.a.) Ebu Musa Eş'arî (r.a.) Haz-
Nefis Terbiyesi ve İlâhî Huzur «119
retleri'ne dönüp, "İbn-i Ziyad'ın hareketlerini kontrol et" dedi ve ilave etti:
"Bu delikanlının gerçekten hali sözüne uyuyorsa ona subaylık ver. Ama ben Rasulullah'tan
duydum: 'Benden sonra sizin için en çok, lisanen alim görünen fakat özüyle sözü tutmayan
kimselerin bulunmasından korkuyorum' buyurdu. Sen de bunu kontrol et. Nasihat ettiği gibi
kendisi sözüne sahip mi?"
Evet, işte burası çok zor. Nasihati vermek kadar kolay bir mesele yok. Amel etmek kadar da
zor bir mesele yok. Eğer bu iş kolay olsaydı, Hz. Ömer Efendimiz koskoca kumandan Hazreti
Sa'd'a deminki nasihati yapmazdı. Demek amel yapmak bilmekle değil, Allah ve Rasulü'nün
emirlerini aksatmadan yerine getirmekle olur.
Yapılan ibadetlerin lezzet haline gelmesi, ülfet ve ün-siyet haline getirmekle mümkündür.
Bunun hududu da ilâhi aşka ve Rasulullah (s.a.v.)'i sevmeye bağlıdır. İnsan Allah ve
Rasulü'nü sevdiği kadar Allah ve Rasulü'ne itaati artar. Allah ve Rasulü'nü sevebildiği kadar
kalbindeki haşyet artar. Allah ve Rasulü'ne tabi olabildiği kadar da insanlara olan muamelesi
değişir. Herkesin işleri manevi rütbesindeki haline göredir.
EFS TERBİYESİ VE İLÂHİ HUZUR
Nefsi ıslah etmenin en kolay yolu Allah'ın zikrine devam etmek ve haramlardan uzak
durmaktır. Zikrin fazilet ve sevabı yanında, nefsi ıslah eden ve güzel ahlâka yönlendiren tarafı
da olduğu bir gerçektir. Sohbetlere devam, hatme-i hacegân, cemaatle namazlara ve gece
namazlarına verilen önem, ilmi teşvik gibi hususlar nefsi yavaş yavaş geçici dünya
lezzetlerinden kestiği gibi, ibadetlerden zevk almayı da tabiat haline getirir.

You might also like