Professional Documents
Culture Documents
05 Ferit Edgu-MIRZA
05 Ferit Edgu-MIRZA
05 Ferit Edgu-MIRZA
Mirza
Kaldığı handa, çaylarını yudumlarken, burda ne aradığını soranlara bir duvarcı ustası
aradığını söyledi. Ona, en azından on isim verdiler.
Ertesi gün bu ustaları buldu Yakup.
(Mardin köyden büyüktü ama gene de küçüktü, herkes birbirini tanıyordu.)
Kimi gülerek dinledi Yakup’u. Kimi kaç para alacağını sordu.
(Yakup para işini aklına getirmemiş, babası da bu hususta hiçbir şey söylememişti.)
Aralarında yalnızca biri (adı Mirza idi),
“Çok duydum, ama hiç görmedim sizin ili, bir gidip görelim hele” dedi.
Yakup ile yola koyuldular.
Köye vardıklarında Mirza hiç şaşkınlık belirtisi göstermedi.
Muhtar, Mardin’den gelen, gözünün pek tutmadığı, bu çelimsiz ustayı o akşam evinde
ağırladı. Yemekten sonra da düşündeki konuyu Mirza Usta’ya açtı.
Mardinli, anlattıkça coşan Muhtarı sessizce dinledi.
Muhtar, “Nasıl, böyle bir ev yapabilir misin bana?” diye sorduğunda ise, kısık sesiyle,
“Ama ben yalnızca bir taş ustasıyım” dedi.
“Ben senin evini yapamam” mı demekti bu?
Hayır, yapabilirmiş.
“Peki, sizin buralarda bir taş ocağı var mı?” diye sordu Mardinli.
Muhtar şaşırdı; Taş ve ocak sözcüklerini, yan yana ilk kez duyuyordu.
“Bizim burda taş da vardır, ocak da” dedi.
Mardinli, “Peki, taş ocağı da var mı?” diye yineledi sorusunu.
Burası, Mardinlinin gördüğü gibi, dağ taştı zaten.
Mardinli gülümsedi, “Ama sizin burdaki taşlarla, senin düşlediğin ev yapılmaz” dedi.
Muhtar gene anlamadı.
Mardinli açıkladı: “Evlerin duvarını örmek için özel taşlara gerek vardır. Bu taşlar da,
adına taş ocağı denilen ocaklardan çıkarılır. Burdaki irili ufaklı taşlarla ancak bahçe
duvarı (Muhtar bunu da duymamıştı) yapılabilir. Bir evin duvarları bu taşlarla örülecek
olsa, çok geçmeden o ev çöker.”
Muhtar attan düşmüş gibi olmuştu.
Nerden bulup getirmişti Yakup bu adamı. Dillerini bile kolay kolay konuşamıyor,
söylediklerinin birçoğunu Muhtar anlamıyordu bile.
Muhtarın umutsuz bakışları karşısında, Mardinli, kerpiçten de, büyük, birkaç katlı ev
yapılabileceğini söyledi. Sonra ekledi:
“Ama sizin burdaki kerpiçle değil.”
“Peki nasıl kerpiçle?”
Mardinli, “Yarın da onu anlatırım” dedi gülümseyerek.
Gümüş tabakasını çıkarıp bir cigara sardı. Muhtara uzattı. Sonra bir tane de kendine
sardı. Cigaralarını ateşlediler, birbirlerinin gözlerine bakarak, hiç konuşmadan
tüttürdüler.
O gece Muhtar, Yakup ve Mardinli aynı odada yattılar.
Sabah gündoğumuyla yataktan kalktıklarında, Muhtar kapının önünde aptes alırken,
Mardinli çıkıp köyde dolaştı. Evlerin duvarlarına baktı. Dağların yamaçlarına baktı.
Gidip çeşmeden iki yudum su alıp ağzını çalkaladı. Sonra iki yudum su içti.
Döndüğünde, sabah namazı için, Muhtarın kendisini beklediğini gördü.
Ona, “Ben namazımı kıldım” dedi.
O gün, Muhtara ve Yakup’a büyük bir ev için kerpiçin nasıl yapılacağını anlattı. Kaç
kulaç derinliğinde temel kazılacağını, duvarların kalınlığını anlattı.
Muhtar, “Ben bunları aklımda tutamam” deyip, Öğretmeni çağırttı; ondan Mardinlinin
anlattıklarını deftere yazmasını istedi. Mardinli, Öğretmene bir evin yapımıyla ilgili her
şeyi yazdırıyordu. Pencerelerin boyutları. Tavan yüksekliği. Kirişler. Kirişlerde
kullanılacak ahşap. Tüm açıklamaları bittiğinde, Öğretmenin elinden kalemi alıp bir
plan çizdi. Sonra Muhtarı dışarı çağırdı. Köyün, güneye bakan yamacında bir alanı
göstererek, “Yapacaksan evini buraya yap” dedi.
“Benim dediklerim uygulanırsa, evin kerpiçten de olsa senden önce göçmez.”
“Göçmez mi? dedi Muhtar. Kerpiçten büyük bir ev, çok büyük olsa bile, iki üç katlı da
olsa göçmez mi?”
“Kerpiçten bir şato bile yapılabilir” dedi Mardinli gülümseyerek.
Şato?
Bu sözcüğü de duymamıştı Muhtar.
Öğle yemeğinde, o sabah vurulmuş dağ tavşanı yahnisi, pilav ve yoğurt yediler.
Üstüne çay içtiler.
İki at eğerlendi.
Birine Yakup bindi, birine Mardinli Mirza.
Mardinli, üç ayağı (iki arka bir ön) birbirine kınnapla bağlanmış koyunu önüne aldı.
Azık çantasını da terkisine.
Yola koyuldular.
Muhtar ve tüm köy halkı, garip garip arkalarından bakıyordu.
Yıllar öncesi terk edilmiş ilk Süryanî köyüne vardıklarında, vakit ikindiydi.
Mola verdiler.
Mardinli, atından inen Yakup’a koyunu verdi. Sonra kendisi indi atından. Koyunun
ayaklarını çözdü. Bıraktı.
Sonra dönüp tek tek evlere bakmaya başladı.
Evlerin yıkık taş duvarlarını okşuyordu.
Yakup’a dönüp,”Görüyor musun, burdaki evler taştan, dedi. Bir zamanlar yörede bir
taş ocağı ve taş ustaları varmış.”
Yıkık evlerden birinin içine girdi. Sağına soluna bakındı. Sanki bir şey arıyordu.
Aradığını bulup bulmadığı belli olmayan bir ifade ile yıkıntılardan çıktı.
Yakup’a, “Çeşme nerdeydi?” diye sordu.
Yakup, şaşkın, “Bilmiyorum. Ben bu köye ilk kez geliyorum” dedi.
“Bir çeşme olacaktı, dedi Mardinli, köyün kuzeyinde.”
Kuzeye doğru yürüdü ve evlerin uzağında, küçük, taş döşeli, (ama şimdi taşların
arasında otlar bitmişti) bir alancığa vardılar. Çeşme oradaydı. Yıkık, kurumuş. Yalnız
taş yalağına bir şey olmamıştı.
“Evet, dedi Mardinli, bu köyü de gördük. Hadi bakalım, yola koyulalım.”
Otlamakta olan koyunu da aldı. Aynı kınnapla arka ayaklarıyla sol ön ayağını birleştirip
bağladı. Atına atladı. Yakup’un uzattığı koyunu kucağına yerleştirdi. Ardına dönüp
bakmadan yola koyuldu.
Mardinli, durup bir soluk aldı. Yeniden baktı dolambaca. Kimselerin girmeye cesaret
edemediği bu dolambaç o ufacık çocuğun düşlerine giriyordu. Herkes bu dolambacın
öyküsünü anlatırdı. O da tüm anlatılanlara inanırdı. Ama bu anlatılanlara gerçekten
inanması için, onun içine girmesi gerekiyordu. Ama korkuyordu: Ya anlatılanlarda
olduğu gibi çıkamazsa? Mardinli, otlamakta olan koyunun boynundaki ipi çekti. “Hadi
bakalım, gün batmadan varalım” dedi. Yeniden kayaların ve makilerin arasından
sekerek, bir ceylan çevikliğiyle aşağıya, vadiye doğru inmeye koyuldu.
Yüreği ağzındaydı. Bir gün, karların eriyip otların yeşerdiği bir Mayıs günü, sürüsünden
bir koyunla bir kuzuyu alıp, hiç kimselere hiçbir şey söylemeden yola koyulmuş,
koyunun sütünü, kuzusuyla paylaşarak bu tepeyi aşıp bu yamaca varmıştı.
Sonunda girdi. Bir süre ilerledikten sonra, içerde daha ince duvarlarla karşılaştı.
Penceresi ve damı yoktu dolambacın. Başını kaldırdığında gökyüzünü görüyordu.
Koyun şaşkın, bir sağa, bir sola gidiyor, sonra vardığı yerden geri dönüyor, duvarların
oluşturduğu dar geçitlerde ilerliyorlardı. Birçok kez dönüp aynı yere geldiklerini
ayrımsadı. Ama geçtiği yerlerin hiçbirinde hiçbir insan izi yoktu. Ne bir kafatası, ne bir
iskelet. Sanki birisi, bir gün önce geçip temizlemişti burasını. Bir süre sonra, koyunun
melemesi değişti. Ya korkuyu yenmişti, ya da çıkışa yaklaştıklarını sezmişti.
Köpeğin havlamasını da duymuyordu çocuk. Ama artık o da korkmuyordu. Sağa, sola
yeniden sola, sonra yeniden sağa dönüyorlar ama ilerliyorlardı. Artık, daha önce
geçtikleri yerlerden geçmez olmuşlardı. Yukarıdan, gökyüzünden değil, karşıdan
yeryüzünden gelen ışıkla karşılaşana değin sürdü bu yolculuk.
Ne kadar zaman?
Bilmiyordu.