Ömer Seyfettin - Efruz Bey PDF

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 177

ÖMER SEYFETTİN

EFRUZ BEY

E RDEM Y AYIN LA RI
Erdem Yayınlan : 10
Edebi Eserler : 10

Genel Dağıtım :
DERYA DAGITIM A.Ş. Tel: 5 28 65 44
Nuruosmaniye Cad. No: 3 Cağaloğlu/İST.
İ Çİ N D E K İ L E R

Efruz Bey ... ... ... ... ... ... ... ... ... 7
Asilzadeler . . . ... . . . . . . .. . . . . .. . . . . . . . 59
Tam Bir Görüş .. . . . . . .. . . . .. . ... . . . . .. .. . . . . 93
Bilgi Bucağı .. . . .. . . . . . . . . . ... ... ... . .. . .. . . . . . . . . . 101
Açık Hava Mektebi . . . . . . . .. ... ... ... . . . . .. ... ... 135
Gayet Büyük Bir Adam ... ... . .. ... 167
At ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... 174
Efruı Bey'in, ilk: bölümü 1919'da, «Vakit> gazetesinde
tefrika edilmiş olup, gazetenin 8-9 ocak tarihli sayı l arı n ­
da yayınlanan na.nlarla eserin özelliği şöyle ifade edil­
miştir.

Yeni tefrikamız
E F R U Z B E Y
Fantezi rom.an
Muharriri: Ömer Seyfettin
Bir müddetten beri gazetemi2lde tefrlka ettiği­
miz «Küliük Lort» romanı yarınki nüshamızda hi­
tam buluyor. Çarşamıba gününden iUbaren Ömer
Seyfettin, Bey'in «Efruz· Bey» unvanlı romanı nı tef­
rika etmeğe başlıyoruz. «Efruz Bey» memıek.,fünize
ait tiplerin ve ·bazı meyil ve itiyatların, sanatka­
rane bir müba lağa ile çizilmiş bir karikatürü hük­
mündedir. Rom.an beş Fasıldan iJbarettil' ki her
birini uzunca bir hikılıye addetmek mümkündür.
Bu fasıllar şun,lardır:
ı. Hürriyete l.Ayık Bir Kahraman
2. Asiller Kulllibü
3. BUgi Bucağında
4. Açık Ha.va M:ektebi
5. Beyaz serçe

Bu ·küçük rom.a.ıu Efruz Beye'endlnln


kendisine hedlye ediyorum.

Sev.gili Efruz!
Hay atından şu biııka ç levhayı yazarıken ihtimal biraz
mübalağacı göründüm. Ne ya.payım? Bu benim mizacım ...
Bunun için kızma! Beni affet! Hem emin ol ki, maksa ­
dım, ne seni tahkir, ne de maskara etmek... Hakikati gö­
rilldiiğü giıbi, edebiyat yapmadan, yazmak isteci!m. Muvaf­
fak oldum m.u? Bilmiyorum. F ak at okeyunca samimiyeti­
min derecesini herkesle beraber sen de anlayacaksın.
Heri.kes seni -bizzat kendi k!adar- tanır, Efruzcuğuml
Buıgün hiç k!nl$e sana yaıbancı değildir; çünkü sen «he­
pimiz> değilsen bile «hepimizden bir parça>sın.
Ö.S.
EF RUZ BEY

HÜ R RİYETE LAYIK Bİ R K AH R AM AN

Ahmet Bey, kaleme gırınce arkadaşlarına şöyle bir


baktı. Güldü. Boyun kırdı. Başını salladı:
- Nasıl, gördünüz mü?
Dedi. Yirmi dört saat evvel Allah'tan ziyade Abdül­
hamit'ten korkan katiplerin henüz benizlerine kan gel­
memişti. Hepsi, yeni geçmiş bir. fırtınanın kapalı yerlere
savurduğu sonbahar yaprakları gibi solgundu. İçlerinde
korkunç bir «şüphe» çarpıyor, sormadıkları bir «acaba?», ·

sökülmez bir hıçkırık ıstırabıyle boğazlarına tıkanıyor, dal­


gın dalgın birbirlerine bakışıyorlardı. Ahmet Bey koltu­
ğuna oturdu. Parlak beyaz kolluklarını yenlerinden fır- ·

latan hususi bir hareketten sonra fesini çıkardı. Masası­


nın üstüne koydu. Bir çelik yay gibi kuruldu. Kabardı:
- Yoksa, hfila haberiniz yok mu?
Diye tekrar güldü. Bütün kalem ondan bir «Babıali
kuşkusu» ile korkardı. Bir sene evvel iki bin beş yüz ku­
ruz maaşla «bairade-i seniyye> (1) gelen bu beyi, amir­
leri hafiye, madunlan «Jön Türk» (2) sanırlardı. Kendisi
Galtasaray'dan, Mülkiye'den ... hazan da Aşiret Mektebi'n­
den (3) birinci çıktığını, mabeynin emri üzerine diploma-

{1) Padişah emriyle


(2) Burada, Albdülham,l.d II devrinde hürriyet ve anayasa ta­
raftarı anlamına geliyor. Aslen Fransızca olan bu deyi­
min anlamı cGenç Tü.rk>tür.
(3) Şimdiki KaJbataş Lisesinin eski yerindeki ilk kuruluşun
adı. Albdül'hamld devrinde lmparatorlukta!ki aşiret beyle­
rin,in çocukları bu okulda okutulurdu
8

sıyle altın maarif madalyası verilmediğini söylerdi. Amir­


lerinin itikadınca bu «altın madalyayla diploma> mabeyn­
de, Başkatip Paşa hazretlerinin çekmecesindeydi. Eğer bu
diploma Ahmet Bey'in elinde olsaydı, hemen Avrupa'ya
·kaçacak, yedi düvelden hangisini isterse birisinin hizme­
tine girecek, maazallah ... Efendimizi rahatsız edecekti! Fa­
kat hariciye dairesinin koridorlarında, ödlekliklerine rağ­
men yine dedikodu yapmaktan çekinmeyen züppeler, Ah­
met Bey'in Galatasaray'dan kovulduğunu anlatırlar, her
tarafa yayarlar, arkasından alay ederlerdi. Pek gençti. Pek
yakışıklıydı. Pek kibardı. Pek zengindi. Pek alimdi. Pek
edipti. Kimin nesi olduğunu kimse bilmiyordu. Ama her­
-kes onun görünen şekline inanıyor, ihtiramda kusur et-
miyordu. Son numara bir moda gazetesinden canlanarak
hayata fırlamış canlı bir resim kadar şıktı. Sağ gözüne
taktığı soğan rengi tek gözlüğünü düzelterek:

- Hepiniz korkuyorsunuz, be! dedi, yoksa haberiniz


yok mu?
Çekirdekten yetişme. tam bir Babıali mahsulü olan
Köse Mümeyyiz, sanki hiç bilmiyormuş gibi sordu:

- Neden haberimiz olacak? Ne var?

Ahmet Bey, en müşkül mevkilerle en tehlikeli zaman­


larda yaptığı asabi bir hareketle gözlüğünü tuttu. Yavaş
yavaş doğruldu. Ayağa kalktı. Mümeyyize dik dik baktı.
Acaba bu bir «istibdat»- taraftarı mıydı? Lakin ne cesa­
ret!...
- Hürriyetin ilan olunduğunu daha duymadınız mı?
Diye haykırdı.
- .. ... ..
Kalem ( 4) halkı, bu zavallı, iki cami arasında kalmış

(4) :&ki devlet dairelerine verilen ad


EFRUZ BEY 9

beynamazlar, ne yapacaklarını şaşırdılar. Biraz cesurları bu


korkunç Jön Türk'ün ceplerinde boğucu gazlar çıkaran kü­
çük küç\\k müthiş -komprime- bombacıklar var sanı­
yorlardı. Bazan bıyık altından «cehennem leblebileri» de­
diği bu bombalardan, ya kızıp bir tanesini ortaya atar­
sa... Bir anda Babıali dünya yüzünden silinecek, bir me­
zar, bir harabe olacaktı! Lakin, eski buruşuk İstanbulin­
li (5) Köse Mümeyyiz, öyle denemeden kuru gürültüye
. papuç bırakır takımından değildi.

. İri -hem o vakte göre- şahane burnunu kaldırdı:

- Sizin gibi bu sabahki gazeteleri biz de okuduk oğ-


lum.
Dedi. Ahmet Bey, yine hiddetle sordu:
- Hiç bir şey anlamadınız mı?
- Ne anlayacağız?
- Hürriyetin ilanını. ..
ı - Hangi gazetede?
- Hepsinde.

Mümeyyiz, sıska, san elleriyle titreyerek masasının


sol ·gözünü çekti. İki gazete çıkardı: Tehlikeli bir şeymiş
gibi, yavaşça önüne koydu:

- İşte Sabah ile İkdam ... İlanat taraflarını bile oku­


dum. Öyle hürriyete dair bir şey yok.
Hürriyetin ilanını «ilanat» sahifesinde aramasında ne
nükte olduğunu anlamayan Ahmet Bey, bunu mümeyyizin
hakaret etmek istemesine yordu. Çöllerin payansız (6) sü­
kununa haykıran erkek bir arslan gibi kükredi:

(5) Tanzimatı 'tan sonı-a devlet memurlaırının giydikleri uzun


.

etekli ceket. Dar pantolon, .rugan ayakkabı ile giyilen si­


yah takım. elbise.
(6) Sonsuz
10 EFRUZ BiE.Y

- Siz artık bu devre layık adamlar değilsiniz. İla­


nat sütunlarında hürriyet ilanı arıyorsunuz. Hayır, hayır,
.hay.ır . En başa bakınız. Orada bir tebliğ var. İşte bu teb­
. .

liğ hürriyeti ilan ediyor.

Katipler önlerine b�kıyorlar, her ihtimale karşı bu


tehlikeli münakaşayı hiç işitmiyor gibi davranıyorlardı.
Mümeyyiz, kırmızı çuha kılıfından gümüş gözlüğünü çı­
kardı, taktı. Sabah'ı açtı. Tebliği buldu. Okudu. Sonra Ah­
met Bey'e döndü:
- Kanunu Esasi (7) hakkındaki tebliğ mi söylemek
istiyorsunuz?
- Evet.
- Fakat bu tebliğde hürriyete dair bir şey yok.
- Siz hürriyeti ne sanıyorsunuz? İşte Kanunu Esa-
si... Kanunu Esasi hürriyet demektir.
- . .. ... ..

Köse Mümeyyiz geniş bir nefes aldı. Astarı parçalan­


mış kalın kahverengi perdeli büyük pencerelerden sıcak
bir yaz havası, müseddes (8) şeklinde, ince, uzun bir kib­
rit kutusunu andıran karanlık kaleme giriyor; sigara, ka­
ğıt, mürekkep, nefes kokularının rutubete karışmasından
hasıl olmuş ağır bir havayı, ıslak tavuk kokusuna benze­
yen bu ağır havası tebahhur (9) ettiriyordu.
Ahmet bey terliyor, yerinde duramıyordu.
Görüyordu ki, hala kalem şüphedeydi. Halbuki o ta
yerinden,_ yani Mabeynden (10) haber almıştı. Bu sahiy­
di. Fakat nasıl olduğunu bilmiyordu. Herkesten ismini,
münasebette bulunduğunu sakladığı hamisi paşaya dün
gece «ubudiyyetini arzederken» kendisine:

(7) Birinci Meşrutiyet Anayasası ( 1876)


(8) Altıgen
(9) Buharlaştırmak
( 10) Sarayda padişahla ilgili işlere bakan büro
EFRUZ BEY 11

- Yarın hürriyet ilan olunacak, demişti, Efendimiz


emretti. O kadar önüne geçmek. .. bu Jön Türk rezilleri­
nlıt·.zapu kabil· alamayacağını anlatmak istedik. Kar et­
medi. Allah akıbetimizi hayreylesin...

O ana kadar tamamıyle Mabeyne mensup geçinen Ah­


met Bey, velinimetinin konağından çıkarken o kadar «hür­
riyetperver»di ki, yanında Namık Keınal'le Mithat Paşa
halis istibdat taraftan kalırlardı. Sokak tenha idi. Evine
doğru yürüdü. Nişantaşı'nın daha bir şeyden haberi yok­
iu. Komşu konaklarda vur patlasın, çal oynasın, saz alem­
leri devam ediyor; uzak yakın piyano sesleri işitiliyor­
<lu. Ahmet Bey o gece hiç uyuyamadı. Böyle ali, böyle
mesut bir günü bu kadar hasretle, bu kadar iştiyakla bek­
lediğinin şimdiye kadar niçin farkına varmadığına şaşı­
yordu. Bu müjdeyi ilk haber alan kendisi olduğu için
sonradan duyacaklara karşı ruhunda büyük bir faikıyet
{11) duyuyordu. Bütün İstanbul halkına, bütün Türki­
ye'ye, hasılı herkese bugün faikti. Yarın hürriyeti kabul
eden bütün Osmanlılar arkasından geleceklerdi. Bunları
düşüne düşüne sabahı dar etti. Siyah bonjurlannı (12) gi­
yindi. «Tam resmi olmayayım» dedi. Beyaz eldivenler tak­
tı. Her günkünden daha şık oldu. Gelmesi, hürriyetten
daha ziyade şaŞılacak bir hadiseydi. Soluğu kalemde al­
<lı. Arabada gelirken İkdam'ı baştan başa okumuştu. Ka­
nunu Esasi tebliğinden başka bir şey yoktu. Fakat, ken­
di kendine:

- . .. Kanunu Esasi demek kafidir!

Diyordu. Kalemdekiler daha Kanunu Esasi tebliğin­


<ien, bu mesut manayı çıkaramamışlardı. Çünkü... Çün­
kü . .. Evet, haberleri yoktu! Halbuki o, işte tam yerinden

{11) Üstünlük
(12) Bir çeşit resmi eiıbise
12 EFRUZ BEY

haber almıştı. Bir senedir gayet büyük bir. adama men­


Sllp'. göıriiıunekle zimnen (l�) tehdit 'ettiği ·Köse'< Mümey-"
yize tekrar sordu:

- Demek Mümeyyiz Bey, siz bunun hürriyet oldu­


ğunu anlayamadınız ha?
«0 vakitki Babıali zihniyetinden hariç» hiç bir şeye
ihtimal veremeyen mümeyyiz:
Bu tebliğden ben hürriyet gibi şeyler anlamam, de-­
__..

di. Kanunu Esasi zaten vardır. Onun tatbikini tekrar teb­


liğ etmek, yeni bir tensikat (14) hareketine delalet etse
gerektir. Fakat başka şeye . .. asla .. .

Mümeyyiz, Kanunu Esasi'nin zaten mevcut olduğunur


her sene resmi salnamenin en başına basıldığını söylü­
yorken kalemin müdürü girdi. Bu, şişman, esmer, fikri
soıi derece mahdut bir beydi. Kaleme bugün nasılsa er­
ken uğramıştı.
Zira yaz, kış Büyükada'da oturduğu için öğle paydo"'.'
sundan on dakika evvel gelir, öğle paydosu daha bitme­
den kalkar giderdi. Mabeyne mensup bir adama mensup.
bir kadının sütkardeşine mensupluk sayesinde devamsız--.
lığı bir kusur sayılmıyordu. Ahmet Bey, onunla, diğer
katiplerden daha ziyade teklifsizdi. Onu da yokladı. Za­
.
vallının haberi yoktu. Hatta gazete okumak adeti olma­
dığı için tebliği bile görmemişti.- «Hürriyet» lafını işitin­
ce kızardı. Sonra sarardı. Morardı. Beyazlaşan dudakları
titremeğe başladı. Ahmet Bey'e yüzünü çevirerek:

- Rica ederim, böyle şeylerden bahsetmeyelim. Bi­


zim vazifemiz her şeyden mukaddestir!
Dedi. Maiyeti katipler müdürlerinin ne mükemmel,.

(13) Dolaylı
(14) Düzenleme
EFRUZ BEY 13

ne gayyur adam olduğunu zaten biUrlerdi. Onlara da dö­


nerek:
- İşlerinize bakınız, beyler! emrini verdi. Ben ami­
rinizim, benim gibi vazifeperver olunuz. İnsanın en bü­
yük saadeti vazifesinin ihmalsiz icrası dır!
Haftada bir iki defa, günde on dakika kaleme gelen
ôu. herifin vazifeden bahsetmesi Ahmet Bey'in canını sık­
tı. Ayağa kalktı, işte hepsi uyuyorlardı. Lakin yarın .. .
Hepsi uyanacaklardı. Kendisi için bu bvdalaların arasın­
,da bir dakika geçirmek artık bir asır kaybetmeğe müsa­
viydi. Fesini giydi. Tek gözlüğünü tekrar elledi. Jimnas­
tikle kabarmış göğsünü daha ziyade kabartarak, kollarını
bir idman taliminde imiş gibi hususi bir ahenkle sallaya­
rak kapıya doğru yürüdü. Çıkmadan durdu. Bütün kale­
�me:
- Acele etmeyiniz. Yarın görürsünüz!
Diye haykırdı. Dışarı atıldı.

* ·
**

Babıali'nin koridorları her vakitkinden daha tenha gi-


'
bi duruyordu. Hariciye tarafına geçti. Orada biraz hayat
vardı. Kapıların önünde kalem beyleri dolaşıyorlar, «adet­
leri veçhile» Fransızca konuşuyorlardı:
- Je ne crois pas (15) ...
- c·�t un blague . ..
- Dis done ...
- Eh bien, ce n'est pas possible . ..
. .. . . . . . . . . � . . . ... .
Ahmet Bey, birisini arıyormuş tavrını takındı. Ara­
larında gezindi. Hepsine kulak misafiri oldu. Konuştuk-

05) Sanmıywum, C'et un blaıgue: Saçma şeyler. Dis done: Ba­


na baksana. Eh. bien, ce n'est pas possble: Aman, bu im­
kansız bir şey
14 EFRUZ BEY

)arını işitiyor, ama pekiyi -yani hiç- anlamıyordu. «Hür­


riyet»in Fransızcasını hatırlamağa çalıştı. Bu kelimeyi çok
işitmişti. Ama zekasının tuhaf bir hususiyeti vardı. Çok
işittiği şeyi pek çabuk unuturdu. «Leblebi» gibi bir isim­
di. . .

- Leblebi, leblebici, labada. . . Hayır!

Elleri cebinde, hürriyetin Fransızcasını böyle derin


derin ararken «kahramanlık, gösteriş» damarlarının bir­
denbire kabardığını duydu. Kendini dinledi. Yanakların­
dan başlayan bir sıcaklık şakaklarına, başına çıkıyor, saç­
larının arasına dağılıyor, sonra ensesinden sanki kayna­
mış bir su gibi belkemiğinin hizasından akıyor . . . belin­
den aşağısını tutuşturuyordu. Ah, bir şeyler oluyordu.
Sarhoş gibi gözleri dumanlanıyor, kalbi göğsünü çatlata­
cak gibi çarpıyor, çeneleri kilitleniyordu. Evet. . . Şimdi
şurada:
- Yaşasın hürriyet!

Diye bağırsa ismi tarihe geçecekti. Düşünüyordu, tir


tir titriyordu. Babıali' de birinci. defa bu mukaddes keli­
meyi çınlatmak. . . Birden, kendisini tutamadı. Gözleri da­
ha ziyade dumanlandı. Adeta karardı. Kendi iradesinin
haricinde, ne olduğu bilinmez bir kuvvet içine girmiş, onu
kımıldatıyordu... Ellerini kalçalarına koydu. Göğsünü şi­
şirdi. Gözünün dumanları içinde sayısını . göremediği bu
müstebitler ordusuna karşı avazı çıktığı kadar bir. nara
attı:
- Yaşasın hürriyet!

Bir an herkes sustu. .. Kalem kapılarından vücutsuz


başlar göründü. Yaptığı deliliğin dehşetinden birdenbire
ödü kopan Ahmet Bey, narasını tekrarlayınca koridorlar­
dan herkes kaçıştı. Bunu, Mabeyn tarafından kurulmuş
bir tuzak sanıyorlardı. Ahmet Bey, Babıali'de, birinci de-
Eli'RUZ BEY 15

fa olarak bu kelimeyi haykırabildiği için ruhunda öyle


bir büyüklük, öyle bir fevkaladelik duydu ki, hükümetin
bütün ordusu önün.e çıksa «bir hamlede yere geçireceğim»
sandı.
Artık katiyen ne yaptığının farkında değildi!
Dahiliye tarafına, Sadarete koştu. Merdiven başların-.
da, meydanlarda, nazır odalarının önler-inde haykırdı:
- Yaş'asın hürriyet!
Kapıcılar, onu delirmiş zannıyle polise gönderiyorlar­
dı. Ahmet Bey'in tutulmadığını, boyuna «Yaşasın hürri­
yet» narasını bastığını gören katipler, yavaş yavaş onun
etrafında toplanmağa başladılar. O coşuyor, deliriyor, bir
artezyen şiddetiyle taşıyor, fışkırıyordu:
Geliniz, vatandaşlar, geliniz! Benim yanıma koşunuz.
Hürriyetin kollarına atılınız. Eski idareye lanetler! La­
netler olsun...
Öyle küfürler savuruyor, öyle dehşetli laflar söylü­
yordu ki... Yarım saat içinde Babıali yerinden oynadı. Bu
zelzele sokağa aksetti. Köprüyü geçti. Beyoğlu'nu karış­
tırdı.

*
'**

Bir saat sonra... .


Evlerine kaçan vükelanın daima toplandığı büyük
meclis salonundaydı. Etrafına müsteşarlar, müdürler. Şu­
rayı Devlet azalan filan toplanmıştı. Ahmet Bey, kendi­
ni kaybettikçe ediyor, kendini bir daha bulamayacak de­
recelere geliyor, bu ilan ettiği hürriyetin yegane faili ken­
dini sanıyordu. Hem... bundan asla şüphesi yoktu. İşte
bütün hükümetin erkanı rükua yakın bir vaziyette kar­
şısındaydı. Yirmi dört saat evvel hiç d\j.şünmediği, aklı­
na bile getirmediği hürriyeti şimdi tamamıyle benimsi­
yor, onun için çalışmış görünüyor, kendine hakiki bir kah­
raman süsü veriyordu.
16 EFRUZ BEY

Herkes de buna inanıyordu.


Herkes inandıkça, onun, iddiasında artık hiç bir şüp­
hesi kalmıyor, hakikaten kendisinin bir kahraman oldu­
ğuna iman ediyor, bu imanın hayaline ika ettiği tedailer­
le korkunç bir roman uyduruyordu. Meclis odasının içi,
dışı dolmuştu. Herkes bir defacık olsun onu uzaktan gör­
mek isti�ordu. Halit, niçin olduğunu bilmeden avluda top­
lanıyor, İstanbul'un otuz senedir hiç bir maskaralıkla bo­
zulmamış sükunu tehlikede kalıyordu. Ahmet Bey'in sesi
kısılmıştı.
Meclis odasındakiler :
- Ey kahramanı hürriyet! 'tstibdadı nasıl devirdin?
Bize anlat!
Diye haykırıştılar. Ama Ahmet Bey, yalnız «hürri­
yet»in lafını biliyordu. Bunun nasıl istihsal olunduğun­
·

dan, müstebidin nasıl Kanunu Esasi'yi verdiğinden filan


hiç malUmatı yoktu. Avrupa'da Jön Türk'ler bulunduğu­
nu biliyordu. Lakin bunlar kimdi? Haberi yoktu. Hatta
bir «Jön Türk» ismi bile tanımıyordu. Fakat işte herkes,
bu binlerce. hükümet memuru, bu müsteşar, bu müdür­
ler, mümeyyizler, hulefalar, katipler ondan «Jön Türkle­
rin kimler olduğunu» sormuyorlar, kendisinin, bizzat ken­
disinin hürriyeti nasıl istihsal ettiğini anlamak istiyorlar­
dı. Hissi, idraki, bir saat evvelkinden tamamıyle başka
bir mahiyette kendine geliyor ve yavaş yavaş düşünme­
ğe, hükmetmeğe başlıyordu. Oturduğu koltuktan kalktı.
Hemen ona yol açtılar. Açılan yoldan ağır ağır yürüdü.
Ağır ağır oradaki masanın üzerine çıktı. Salonun kapısın­
dan hala birbirlerini ezerek giriyorlar, sıcağa rağmen, ka­
labalıktan düşmemek için pencerelerin camlarını indiriyor­
lardı. Bir elini kalçasına dayadı. Öteki eliyle tek gözlü­
ğünü sımsıkı tutarak bağıra bağıra anlatmağa başladı:
- Vatandaşlar! Bize «Jön Türk» derler. Bizi kimse
tanımaz. Bizim kimse ismimizi bilmez. İşte bu Jön Türk'
EFRUZ BEY 17

lerden birisi benim! Ben onlann reisiyim! Benim ismimi


kimse bilmez. Beni kimse tanımaz.

Kapının yanından bir ses haykırdı:


- Ben sizi tanının efendim.
- Kim o?
- Kim o, kim o?..
Salondakiler, bu mesudun kim odluğunu sorarak o ta­
rafa baktılar. Bu bir odacı idi. Ahmet Bey'in kaleminde­
ki Arapkir'li saf bir ihtiyardı. Bu kadar büyük bir ada­
mı tanıdığı için son derece seviniyor, .tekrar:
- Ben sizi tanırım! Sizin isminiz Ahmet Bey'dir!
Diye haykırıyordu. Ahmet Bey, masanın üzerinden to­
puklarını kaldırdı, daha ziyade yükseldi. Protesto etti:
- Hayır, yalan söylüyor. «Ahmet» benim müstear is­
mimdir. Asıl ismim değil. Beni kimse tanımaz.
Odacı «Bir senedir tanıdığını:ı> haykırdık;a Ahmet Bey
doğduğundan beri taşıdığı, babasının koyduğu bu «Ah­
met» ismini inkar ediyordu.
Hürriyet hikayesini dinlemek isteyen ekseriyet bir­
denbire hiddetlendi. Odacıyı tokatlayarak dışarı attılar.
Ahmet Bey sözüne devam etti:
- Bu cahil adam benim müstear ismimi asıl ismim
sanıyor. Fakat kabahati yok. Bugüne kadar kalemdeki
beyler de, mümeyyizler de, müdür de, hatta nazır da,
hatta İstanbul ahalisi de. . . hatta be hatta evimdeki ailem
de beni «Ahmet Bey» ·tanıyorlardı. Halbuki. .. yanılıyor­
lardı. Ben bu nam altında asıl şahsiyetimi, asıl ismimi sak­
lıyordum. Bizim cemiyetimizin merkezi Patagonya'day­
dı. Fakat her sene kongremizi İstanbul'un tenha bir kö­
şesinde, Sulukule'de bir çingene evinin altındaki eşek
ahırında yapardık. Düşündük, taşındık, bizim istediğimiz,
.kan dökülmeden hürriyeti elde etmekti. Ben bir proje

Ö.S. IX - F : 2
18 EFRUZ BEY

yaptım. Sulukule'den ta Yıldız Sarayı'na kadar bir tünel


kazmak ... Sonra bu tünelden geçerek, bir gece; müstebi­
di sarayının bir odasında yapayalnız yakalamak... Kafa­
sını tabanca altına alarak hürriyeti ilan ettirmek ... Yüz
muhalefet reyine karşı on bin beş yüz muvafakat reyiyle
benim projem kabul olundu.
Ta masanın dibinde duran Köse Mümeyyiz, kendisi­
ni zaptedemedi:
- Affedersiniz Ahmet Bey, dedi, pardon, müstear
isminızi söyledim, Kahraman Bey! Kongrenizde on bin
altı yüz aza olduğu anlaşılıyor. Bu kadar kişiyi içine ala­
cak bir' ahır Sulukule'de değil, İstanbul'da bile yok. Sa­
kın rakamda bir yanlışlık olmasın? ...
- Hayır, hayır ...
- Fakat ...
-" Ne fakatı be? ...
- Nasıl olur bu?

Mümeyyiz vaziyeti tayin etmemişti. Hala Ahmet


Bey'e madun ( 16) muamelesi ediyordu. Kahraman kızar­
dı.
- Hayır, hayır, dedi, itiraza lüzum yok. Kongre için
bütün azanın toplanması icap etmez. On kişi, beş kişi,
hatta iki kişi kafi... Diğerleri reylerini bunlara havale
ederler. Carbonari (17) gibi nice siyasi cemiyetler vardır
ki, kongrelerini yıllarca bir aza ile yapmışlardır. Hasılı ...
Lafı uzatmayalım. Susunuz, dinleyiniz.

Mümeyyiz, sararan yüzünü ekşiterek güldü. Cevabın


fatinliğinden ( 18) yumuşamıştı:

(16) Ast
( 17) İtalya'da kllılltuluş hareketlerini <tüzenleyen gizli bir ce­
miyet
(18) Zeki, uyanık
EFRUZ BEY 19

- Zaten dinlemek, anlamak için soruyoruz.


- Hayır, siz asla hürriyete alışamayacaksınız. İtirazı,
suali bırakınız. Yoksa şimdi sizi deminki münasebetsiz ka­
pıcı gibi dışarı attırırım. Hem kapıdan değil ha. . .

İcraattan hoşlanan salondakiler merakla sordular:

- Kapıdan. değilse, nereden attıracaksınız?


- Pencereden, evet. . . pencereden! Altı yedi metrelik
bir yükseklikten avluya atılınca itirazın ne demek oldu­
ğunu anlar. Hürriyet serbestlik demektir. Kanunu Esasi
demektir. Buna ait bir söze itira-z etmek «istibdat» cina­
yetinden başka bir şey değildir. İstibdadın cezası bütün
hür milletlerde birdir.
- Nedir? Nedir?
- Diye bağırıştılar.
- İdam!
Ses sada kesildi. Bütün salonun üstünde bir ölüm ha­
vası dalgalandı. Köse Mümeyyiz daha beter sarararak
önüne baktı. Dışarı kaçacak bir yol yoktu. Ahmet Bey
cevabının yaptığı uhrev.i sükun içinde hikayesine devam
etti:
- . . . Evet, benim projem kabul olundu! Tüneli kaz­
mağa başladık. Çıkardığımız toprakları Sulukule deresine
atıyorduk. Bu topraklar denize yakın araziyi beş metre
kadar büyüttü. Bu kadar büyük bir tebeddül karşısında,
hafiyeler, bizim vücudumuzdan şüphe etmediler. Tuhaf
değil mi?

Hayretten kimse tasdik edemedi.

- İstanbul'un bir sahili denize doğru büyüyordu da


bunu kimse göqnüyordu. Halbuki, Nil nehrinin getirdiği
. kumlarla, çamurlarla İskenderiye sahillerinin gittikçe de­
r.ize doğru genişlediğini maarif bütün mektep çocuklan-
20 E:F'RUZ BEY

na öğretiyordu. Nihayet yirmi senede bu tüneli tamam­


ladık. Yirmi sene! Bu size uzun gelir değil mi?

- . . . Hayır, bir inkılapçı, bir ihtilalci için bu zaman,


yirmi dakika kadar kısadır. Ne eziyetler çektik! Saçla­
rımız ağardı. Şairlerin hayatta bahar farzettikleri gençli­
ğim,iz dar, güneş görmez bir delik içinde kazma vurmak­
la geçti. Dişlerimiz döküldü . . .
Feci, yorgun, perişan bir tavırla b u yirmi senelik uğ­
raşmayı; Sulukule'nin, Yenibahçe'nin, Fatih'in, hatta Ha­
liç'in . . . Beyoğlu'nun, Nişantaşı'nın altından geçen nihayet­
siz tünelin nihayetsiz karanlıklarını . . .
Ahmet Bey, anlattıkça masanın dibinde Köse Mümey­
yiz fenalaşıyordu. Ah şimdi hürriyet olmasa, eski istibdat
zamanı olsa, ona kaç yaşında 'olduğunu soracak: «Yirmi
dört yaşındayım!» cevabını alınca, projesini kaç yaşınday­
ken yaptığını tekrar soracaktı. . . İŞte dayandığı şu geniş
masanın üstünde dimdik duran bu genç, kazmayla değil,
daha bir topluiğne ile bir toprağa dokunmamıştı. Bunu
görüyordu. Elleri pek pembe, pek temizdi. Adeta bir ka­
dın eli gibi. Saçları simsiyahtı. Beyaz olan yalnız dişleriy­
di. Hem içinde bir tane eksik yoktu. Demek bu Jön Türk
tüneli dört yaşında kazmağa başlamıştı. Sual boğazından
dilinin üstüne geliyor, dudaklarına dayanıyordu. Fakat Kö­
se Mümeyyiz yutkundu. Sualini karnına indirdi. Çünkü
artık hürriyet. devri içine girilmişti. Bir kahramana iti­
razvari sual sormak tehlikeli bir kabahatti. Kulağında bu
korkunç kelimenin çınladığını duydu:
- İdam! İdam!
Pencere ile avlunun arasındaki mesafe gözünün önü­
ne geldi. İçini çekti. Sustu. Müstear ismi Ahmet Bey olan
kahraman hikayesini anlattıkça salonun içindekiler titri­
yorlar; hayret, takdir sadaları çıkarıyorlardı.. Hiç kimse­
nin inanmamazlık aklına gelmiyordu. Cumhur . bu din-
..
EFRUZ BEY 21

leyen, dinleyerek susan yığın asla Köse Mümeyyiz gibi


rakama ehemmiyet vermiyor, «zaman, mekan» umdele­
riyle (19) düşünmüyordu; en atmasyon vakaları, en esas­
sız bir masalı en büyük bir hakikat gibi diİ:ileyip inanmak
istidadını haizdi. Evet... bu tünel nihayet bir gece bitmiş­
ti. Masanın üzerinde canlı bir heykel gibi muhteşem bir
vaziyet alaı, kahraman, hikayesinin burasına gelince göğ-
'
süne vurdu:
- İşte vatandaşlar! dedi, bir gece kazmamızı vurun­
ca yıldızla dolu semayı gördük. Burası sarayın bahçesiy­
di! Ben başımı çıkardım. Etrafı dinledim. Biraz ileride
nöbetçiler geziyordu. Mabeynin mükemmel bir haritası
yanımızda hazırdı. Tekrar tünele çekildik. Hususi bir ih­
tilal aletiyle mevkiimizi tayin ettik. Müstebitin yattığı
köşkten yüz metre uzaktaydık. Arkadaşlarıma veda et­
tim. «Haydi siz gidin. Beni yalnız bırakın» dedim. Onlar
tünele girdiler. Yer altından Sulukuleye doğru gitmeye
başladılar. Siz o vakit, o gece, o saat, o saniye kimbilir
ne kadar rahat, ne kadar asude, sıcacık yatağınızda mı­
şıl mışıl uyuyordunuz. Halbuki... ben ne heyecanlar ge­
çiriyordum ...
Bütün salon bir kulak kesilmiş; nefes almıyor, dinli­
yor, vakanın dehşetinden herkesin dizleri titriyordu. Kah­
raman, hareketlerini, vücuduyle tekrarlayarak yerde na­
sıl sürüne sürüne gittiğini, iki dakika içinde yirmi üç ta­
ne nöbetçi neferini nasıl zehirh hançerle öldürdüğünü, ni­
hayet müstebidin yanına giriverince nasıl tabancasını çıl­
nına dayayıp sakalından tuttuğunu anlattı.
- ?! ?! ...
- ... Müstebit: «Aman Jön Türk! Benden ne istersen
iste, vereyim. Yalnız canıma dokunma! » deyince ben:
«Senden bir şey istemem. Yalnız şimdi hürriyeti ilan

Cl 9) İlke, prensip
22 EFRUZ BEY

edeceksin. Yoksa karışmam» dedim. Can korkusuyle hiç


düşünmedi. Huzuruna giremeyen mabeyncilere sakalı
elimde yazdığı iradeyi gönderdi. İşte bu sabah gazeteler­
de okuduğunuz tebliğ benim ona yazdırdığım satırlar­
dır ...
• • • • • "!

Kahraman anlattıkça hikayesi kulaklardan geçerek


ağızlardan çıkıyor ... Ağızdan ağıza yayılarak kapıdan, Ba­
bıali'nin avlusundan dışarı savruluyordu. O gece bu va­
kayı İstanbul'da duymayan kalmadı. Sokaklara fırlayan
binlerce katip, Jön Türk'ün kahramanlığını anlatıyorlar,
işitenler henüz işitmeyenlere -kendilerinden de bazı şey­
ler karıştırarak- tekrarlıyorlar... kadınlar evlerde, ihti­
yarlar mahalle kahvelerinde, askerler kışlalarda, yirmi
dört saat evvel bütün dünyaya hükmeden müstebidin na­
sıl sakalı ele verdiğini tahayyül ediyorlardı.

*
**

Ahmet Bey o akşam Nişantaşı'ndaki annesının evine


büyük bir zafer alayıyle gitti. Babıali'ye getirttiği araba­
nin atlarını çıkarmıştı. İkindiye doğru hürriyetin sahiden
ilanına inanan Tıbbiyeliler, Hukuklular, Darülfünunlular,
Medreseliler Babıfıli'ye üşüşmüşlerdi. Hepsi, Ahmet Bey'in
arabasına koşuldu.

- Yaşasın hürriyet! Yaşasın hürriyet!

Nakaratıyie çekmeye başladılar. Babıali caddesi cü­


lı'.is (20) günü gibi donanmıştı. Köprüden geçerken Ah­
met Bey:
- Artık köprü parası alınmayacak, bu vahşiliktir.
Hürriyete yakışmaz ...
Diye haykırdı. Mektepliler kendi hürriyet mabutları-

(20) Padişahın tahta çıktığı gün


EFRUZ BEY 23

nın bu narasından coştular. Galeyana geldiler. Para top­


layan memurları boyunlarındaki kutularla beraber deni­
ze fırlattılar. Memur barakalarını parçaladılar. Alay köp­
rünün ortasına gelmeden Aziziye karakolunu (21) boşal­
tan askerler, takım kumandanları, yani onbaşıları önle­
rinde olduğu halde, Galata'ya doğru kaçışıyorlardı. Jön
Türk'ün arabasını çeken mekteplilerle medreselilere katı­
lan halk on bini geçmişti. Bu muazzam alayın başı Kara­
köy'e geldiği halde Zülfikar (22) gibi iki kuyruklu ucu­
nun biri Bahçekapısı'nda, biri henüz Yeni Cami Muvak­
kithanesinin önündeydi. Birkaç dakika içinde bütün Ga­
lata'da dükkanlar kapandı. «Patrida»ları (23) olan Türki­
ye'yi ateşinden yanacak derecede şiddetli bir muhabbetle
seven sevgili sadık «Yerli Yunanlı» kardeşçiklerimiz de
hemen Jön Türk'ün alayına katıldılar. Yahudiler, Balat'­
tan ayrı bir alay yapmış koşuyorlar, hürriyet nümayişi­
ne yetişmek istiyorlardı. Belki İstanbul, şimdiye kadar
böyle sevinçli, 'böyle umumi bir hareket görrr"mişti. Alay
Beyoğlu'na geldi. Fakat büyüdü, büyüdü. O kadar büyü­
dü ki, «Caddei Kebir» (24) bu kalabalığı almadı. Sıkışa­
nın, üzülenin, ezilenin haddi hesabı yoktu. Bu ani tuğ­
yandan şaşıran sefarethaneler tuhaf bir şaşkınlıkla bay­
rakları çekmişler, daha ne olduğunu iyice anlayamadık­
ları bu hadiseyi selamlıyorlardı. Genç mekteplilerin, ka­
lın enseli, ince fikirli, son derece hürriyetperver medre­
selilerin sevinç göz yaşları dökerek çektikleri arabada kü­
çük dağlan yaratmış bir Allah yavrusu gibi kurulan Ah­
met Bey, Rus sefarethanesinin önüne gelince, insandan
atlarına «çüş!» manasına gelir garip bir ses çıkardı:

(21) Galata köprüsünün Karaköy başındaki eski bir karakol


(22) Hz. Ali'nin ç·atall ı kılıcı
(23) Rumca «vatan> anlamında
·(24) Beyoğlu'nda İstiklal caddesi
24 EFRUZ BiEY

- Durrr...
Araba durdu. Alay durdu. Naralar, alkışlar durdu. Bu
lahuti (25) sükut içinde, Jön Türk'ün, hürriyet mabudu­
nun sadası işitildi:
- Ey vatandaşlar! Bizi dünyada en çok seven, mu­
kaddes komşumuzun, sevgili Çarlık Rusyasının sefaretha­
nesinin önündeyiz. . . Onları selamlayalım. Eski hain istib­
dat idaresi, en sevgili kardeşlerimiz olan Rusları, hürri­
yetperver Rus Çarı'nı bize düşman bildirmişti. Hayır, ha­
yır, hayır. . . Hiç bir devlet kendi komşusuna düşman ol­
maz. Olamaz. Bu, mantığa muhaliftir. Her ne kadar man­
tık yoksa da, yine muhaliftir. Bizim düşmanlarımız olsa
olsa İspanya, Portekiz, İsveç, Norveç, Monako, Liberya,
Arjantin, Panama hükümetleridir. Biz bunların hücumun­
dan korkmalıyız. Dünyanın en büyük hürriyetperveri olan
Çar'ın hükümeti hür bir Türkiye'ye düşman olamaz ...
. .. Bu nutuk uzadı, uzadı. Kendi memleketimizi biz·
den daha çok sevdiklerinden hiç kimsenin şüphe edeme­
yeceği, sadık yerli Yunanlı kardt;şlerimiz, ellerinden kı­
.vılcımlar çıkacak derecede bu nutku alkışlıyorlar:
- Zito, zito, .zito. .. (21)
Diye avazları çıktığı kadar haykınşıyorlardı. İngilte­
re sefarethanesinin önünde de Ahmet Bey bir nutuk söy­
ledi. Bütün Osmanlılar anladı ki, bizim en hakiki dostu­
muz hatta müttefikimiz Rusya imiş ...
... Alay, Harbiye Mektebi'nin önüne gelince, o kadar
çoğalmıştı ki... artık hareket imkanı kalmadı. Hava ka­
rarıyor, akşam oluyordu. Ahmet Bey sabahtan beri hiç
bir şey yemediğinin şimdi farkına vardı. Arabanın üstün­
den dedi ki:
- Artık alayımız hareket edebilmek istidadını kay­
betti. Bari bana bir kişilik yer açınız da evime gideyim.

(25) İlaıhi aleme ait (26) Rumca. yaşa anlamında.


EFRUZ BEY 25

Mektepliler hep bir ağızdan bağırdılar:


- Asla,. ey «Kahraman-ı Hürriyet!» Asla! Senin aya­
ğın toprağa layik değildir. Caddeler, sokaklar seni görmek
isteyenlerle dolu. . . Onların başlarına basarak yürü. İste-
diğin yere git. . . ,

Arabanın içinde biraz doğruldu. Nişantaşı tarafına bak­


tı. Hakikaten yer hiç gözükmüyordu. Kımıldamayan bir
halk sürüsü bütün yolu doldurmuştu. Sabahleyin bol bol
geçtiği sokak, şimdi bir buçuk metre kadar yükselmiş .. .
kırmızı tuğla kaplanmış gibiydi. Kalktı. Düşünmedi. Bir
eliyle tek gözlüğünü tutarak bu kırmızı, fakat yumuşak
tuğlalar üstünde yürümeğe başladı. Alkışlayan eller ayak­
larını okşuyordu. Yumuşak tuğlaların altında birtakım fa­
ni yuvarlaklar kımıldıyor, nihayetsiz bir uğultu semaya
yükseliyordu:
- Ya. . . şa. .. sın . . . hür.. . ri. .. yet!
· Ahmet Bey, düşe kalka evinin önüne geldi. Ama ka­
pıya inmek ihtimali yoktu. Halk sıkışmış kımıldayamı­
yordu. İkinci kat pencerelerinden bakan hizmetçiler; bey­
lerini herkesin başında, elleri üstünde yürüyor görünce
koşup Hanımefendi'ye haber verdiler. Hanımefendi, otuz
senedir İstanbul'da oturduğu halde Türkçe konuşmasını
öğrenmemiş bir Çerkezdi. Kızların laflarını iyice anlaya­
madı. Lakin sevgili Ahmet'inin ismini duyunca «Acaba
bir kaza mı oldu?» diye pencereye koştu. Balık istifi gi­
bi sokağa dolan halkın başlan üzerinde ·gezinen oğlunu
görünce şaşırdı. Pancuru aralık etti:
- Ayol, ümmeti Muhammed'in başıı:ı.da yürümeğe
böyle utanmıyor musun, Ahmet...
Ahmet Bey başını kaldırdı. Müstear isminin hala kul­
lanılması birdenbire onu hiddetlendirdi. İçen girmek is­
tediğini unuttu.
- Affedersin anne! Benim adım Ahmet değil...
Dedi. Zavallı kadın, yanlışlık olmasın diye oğluna dik-
26 EFRUZ BEY

katli dikkatli baktı. Hayır, hiç şüphesi yoktu. İşte ... oy­
du! Tam kendisiydi. Doğurduğu, meme verdiği, büyüttü­
ğü, ismini koyduğu oğlu... Ahmet Beyciğiydi. Kızdı:

- Halt etmişsin. Senin adın Ahmet ...


- Değil işte...
- Hayır, Ahmet ... Ahmet ...
- Ahmet değil işte.
- Sus, aklını mı kaybettin? İçerime fenalık gelecek.
- Hayır, Ahmet değil, diyorum. Sen, benim asıl is-
mimi bilmezsin...
-
· · · ···

Bu münakaşa, ana-oğul arasında, adeta şiddetlice bir


kavga halini aldı. Zavallı kadın, oğlunun ismi «Ahmet»
olduğuna evdeki bütün hizmetçileri, ihtiyar dadısını şa­
hit getirip pencereden gösteriyor; rahmetli babasının şeyh
efendisi, doğduğu vakit kulağına avazı çıktığı kadar ezan
okuyarak «Ahmet» ismini koyduğunu ... hatta bu ezanın
şiddetinden küçükken kulağı ağrıyıp, ta akil baliğ olun­
caya kadar aktığını anlatıyordu. Ahmet Bey, bütün hatı­
ralara, şahitliklere karşı inkarında inat etti. O kadar ki ...
annesinin sinirleri tuttu. Zavallı kadın, oğlunun ismi kay­
bolur, yahut değişirse, onu büsbütün elden: kaçıracakmış
gibi bir vehme kapılıyor, haklı olduğunu ispata çalışı­
yordu. Fakat muvaffak olamadı.
- Hayyyy ...
Diye bir çığlık kopardı. Arkasındaki hizmetçi kızın
kucağına düştü. Bayıldı. Ahmet Bey'in üzerinde gezindi­
ği yumuşak tuğlaların altındaki canlı yuvarlak taşlardan
çıkan fısıltılar, sakin bir göl dalgası gibi, birbirine karı­
şıyor; «Müthiş Jön Türk'ün hakiki ismini annesinin bile
bilemediği» uzaklara; İstanbul'un ta en hücra köşelerine
yayılıyordu. Ahmet Bey, annesini merak etti. Aile içinde
«Deli Saraylı» şöhretini taşıyan bu kadıncağız en ufak
EF1RUZ BEY 27

şeye hiddetlenir; elleri, çeneleri kitlenir, bayılınca saat­


lerce ayılmazdı.
Ahmet Bey, son bir gayretle, kapının önündekilerini
biraz aralık edip aşağıya inmeğe çalıştı. Olacak iş değil­
di. Nümayişçiler, bir granitin eczayı ferdiyesi gibi sıkış­
mışlardı. Eve nasıl girecekti? Galatasaray'fn jimnastik
dersleri onu mahir akrobat yapmıştı. Sinemalarda aktör­
lerin, hırsız, apaş rolüne çıkanların duvarlardan atladık­
larını, en üst pencerelerden binalara daldıklarını gördük­
çe hep içinden:
· - «Ben daha çeviğim, b�n olsam bu kadar yavaş tır­
manmam!»
Der, yanındakilere kendisinin bir el iİe barfikste tam
mihver· döndüğünü söylerdi. İşte şimdi münasip bir fır­
sat... Herkes onun çevikliğini, marifetini görecekti. ·Ak•
robatlığı, cambazlığı şöhretine şöhret, şanına başka bir şan
ilave edecekti! Diyeceklerdi ki:
- Aman bu Jön Türk! Düz duvarı kedi gibi çıkıyor.
Yüksekten, tehlikeden hiç korkmuyor. Ne cesaret, ne ce­
saret!
Evet, mademki fırsat düşmüştü. Cesaretini göstermek
lazımdı. Sokağı dolduran bu kalabalığın sebebini anlama­
yan, kalabalığın kafalarında gezen beyini gayet eğlenceli
bir palyaço gibi seyrederek gülen Anadolulu arsız evlat­
lığa:
- Kız, dadımı çağır!
Diye haykırdı. Evlatlık hemen pencereden kayboldu.
13ir. dakika sonra tekrar aynı pencerede göründü:
- Dadı gelmiyor.
- Niçin?
- Hanımefendi'yi koku ile oğuyor.
- Mehveş'i çağır.
- Mehveş Ablam da Hanımef�ndi'nin kollarım ogu-
yor.
28 EFRUZ BEY

- Peyker'i çağır.
- Peyker Ablam da Hanımefendi'nin ayaklannı oğu-
yor.
- Pesent'i çağır.
- Pesent Ablam da hepsinin ellerine kolonya dökü-
yor.
- Despina nerede?
- Bilmem.
- Git çabuk, bak . . .
- Evlatlık, yine pencereden kayboldu. Aradan çok
geçmedi. Yine aynı pencereden görünerek haykırmağa baş­
ladı:
- Despina, aşçının yanında oturuyor. Çağırdım.
- Geliyor mu?
- Saçlarını düzeltiyor. Gelecek.
. . . İkinci kat pencerelerinin birinden Despina görün­
dü. Şeytan, maskara, güzel bir Rum kızı. .. Hürriyetin ne
olduğunu, çapkın, pekala biliyordu. Sokaktaki gürültüden,
bağırışmalardan hiç bir şey anlamayan Bolu'lu aşçıbaşı­
ya, demin hürriyetin manasını:
- «Sizin :hanımlar.: da bizim gibi. olacak artık! Hür-
riyet bu demek!»
Diye anlatmıştı.
- «Tuh, tuh, töbe... Sus gopeğin gızı . ..»
Diye hürriyeti anlayamayan koca Türk, hala bu gü­
rültüleri, bu kalabalığı bir yangın sanıyor, «ateş burala­
ra gelinceye kadar ben yemeği verir, bulaşıkları bile yı­
karım• düşüncesiyle hiç istifini bozmuyordu .
...;... Ne istiyorsunuz Beyefendi?
- Görüyorsun ya, içeri gireceğim. Sokak kapısına
inecek yer yok.
- Ne yapayım?
- Git çamaşır iplerinden getir. Sarkıt. Ben tırmana-
rak pencereye çıkacağım.
EFRUZ BEY 29

Bu kadar alaylı bir manzara· Despinayı gülmekten ka­


tıltıyordu:

-.o. Şim<li, şimdi küçük .Hey! ·

'
Diye kahkahalarla sıçrayarak ipi getirmeğe gitti. Ah-
met Bey, pazılarını elleriyle yokluyor, altındaki cumhu­
ra bakıyor, mektepte imtihanlara girerken duyduğu heye­
cana benzer bir ürperme kalbini biraz fazla çarptırıyor­
du. Sabahtan beri yorgunluktan, açlıktan hisleri körleş­
mişti. Altındaki cumhur bir şeyler bağırıyor,, fakat artık
o manasını anlamıyordu. Kulakla.rı derin, şimşekli bir
·

uğultu ile dolmuştu.


- Hürriyet!
-- Yaşasın!
- Jön Türk!
Bu kelimelerj.n anlaşılmaz bir surette karışmasından
hasıl olma bir uğultu ... müthiş, muazzam bir gürültü ...
Despina elinde ip, ikinci kattan görününce, Ahmet
Rey:
- En üst kata, erı üst kata çık!
Diye haykırdı.
-- Düsezeksiniz, Beyim.
- Haydi, sen karışma. En üst kata çık diyorum.
Ahmet Bey'in, fırsat düşünce muvaffakıyetin azami­
-sini elde etmek adetiydi. En üst katın pencereleri durur­
·ken, ikinci kattan girmek hakikaten abesti. Çapkın Des­
pina'yı, dör'� :.incü katın pencerelerinde bekliyorken, tavan
arasının penceresinden ipi sarkıttığını görünce öyle se­
vindi ki. ..
- Sarkıt, sarkıt...
- İşte.
- Biraz daha ...
Ahmet Bey ipin ucunu tuttu. Despina yukandari hay­
:kırdı:
30 EFRUZ BEY

- İpi nereye bağlayayım?


- Orada bfr yer ·yok ·mu?
- Pancurun demir mandalı var.
- Pekala. İşte ona bağla.

İp bağlandıktan sonra· cumhurun alkışlan arasında ya­


vaş yavaş, Ahmet Bey, çıkmağa başladı. Kollannın müt­
hiş kuvvetini göstermek için ayaklarıni hiç ipe dokun­
durmuyordu. İkinci katı geçmişti. Birdenbire Despina'nın
çığlığıyle beraber demir -mandal koptu. Ahmet Bey aha­
linin tepelerine yuvarlandı. Bu yuvarlanıştan şüphesiz baş­
ları çok acıyan, beyinleri sarsılan halk, hiç bir şik�yet sa­
dası çıkarmadı. Bilakis yine olanca kuvvetleriyle:
- Yaşasın Jön Türk, yaşasın!
Diye haykırıştılar. Ahmet Bey, başını yukarı kaldırdı.
- Despina, Despina.. .
Diye avazı çıktığı kadar haykırdı. İşittiremedi. Tavan
arasının penceresinden yan beline kadar sarkan, ellerini
çırpan Rum kızı, alkış hezeyanına .uğramış, sıçrayıp du­
ruyordu. Ellerini salladı:

- Ti ehi, vire Beyimu?(27)


- Tekrar ip s.arkıt.
- Ne yapazaksınız?
- Göreceksin!...
- Kala, kala (28).
- İpleri balkona bağla. Ucunu aşağı uzat.
- Kala, kala . ..

Tavan arasının balkonundan eve girmeği pek hoş bu-­


lan kız, yine tekrar keskin bir kahkahayla halkın gürül­
tüsünü çınlattı. Ahmet Bey, Despina'nın sarkıttığı ipi tu-

(27) Rumca «Ne var, bire beyim,> anlamında


(28) Rum,ca «İyi iyb aınlamında
EFRUZ BEY 31

tunca tırmanmağa başladı. Birnci, kinci kat hizasına ka­


dar çıktı. Müthiş bir gürültü: ·
- «Yaşasın! Yaşasın Jön Türk!»
Gürültüsü camları sarsıyordu. Fakat Ahmet Bey, iş­
te ne vakitten beri ipe çıkmamıştı. İdmanı kaçmıştı. El­
leri acıyor, kolları kesiliyordu. Aklına, tekrar aşağı kayıp
ikinci katın penceresinden içeri girivermek geldi. Amma
muvafık değildi. Tükürdüğünü yalamaktı. İşte mademki
ipi balkondan sarkıttırmıştı, oradan girmeliydi. Maksadın­
dan yarı yerde dönmek azimsizlikti. Halbuki kendisi? Jön
Türk!... Ulvi bir kuvvet bütün vücudundan taştı. Dişle­
rini sıktı. Son bir gayretle ipe sarıldı. Santimetre santi­
metre yükseliyordu. Sokağı dolduran halk:
- Yaşasın, yaşasın!
Diye haykırıyor, karşı tarafında açılan pancurlarda­
ki çoluk çocuk kafaları da alkışlara karışıyor, yarı beli­
ne kadar sarkan Despina, ince sesiyle:
- Gayret Beyimu, gayret . ..
Diye onu teşci ediyordu. Neyse zorla balkonun kena­
rına yapıştı. Kollarını kendisine uzatan Despina'yı kucak­
ladı. Mevkiinin sevinciyle bu siyah, bu gülen gözlerde
derin bir aşk güneşinin yakıcı aydınlığını görür gibi ol­
du. Halk, Jön Türk'ün muvaffakıyetinden deliriyor, coşu­
yor, taşıyordu. Bu beyaz yanakların üstündeki ince kum­
ral kaşların arasını öpmek· istedi. Birden içinden ilahi bir
sada:
- Senin aşkın hürriyettir! Ne yapıyorsun?
Dedi.
- Evet. Ne yapıyorum?
Diye mırıldandı. Despina kollarından kurtularak ce­
vap verdi:
- Çok büyük ayıp yapıyorsun, herkes karşısında böy­
le
.. �
32 EFRUZ BEY

- Haydi, sen aşağı in.


- Baş üstüne!
KızL,�şağı ,savınca balkona yaslandı. Artık tamamıyle
akşam olmuş, sakin semada yıldızlar, bu nümayişin aza­
metinden mahzun oluyor gibi, pırlanta şuleleriyle titre­
meğe başlamışlardı.
- Haydi vatandaşlar! Yarına, yarına!
Diye haykırdı; yarına ... Şimdi evlerinize gidiniz. Ço­
luğunuzu, çocuğunuzu tebrik ediniz. Onlara söyleyiniz ki,
artık bedbaht olmalarının ihtimali yoktur. Çünkü hürri­
yet güneşi doğdu. Bu güneşin altında bütün sefaletlerin,
rezaletlerin nasıl eriyeceği�i yarın size mufassalan anla­
tacağım. Yarın. Yarın. Evet, yarın. Zira bugün çok yor­
gunum. Hem, yarın size öyle bir şey söyleyeceğim ki, bu­
nu işitince hayatınızın en büyük bir saadetini idrak et­
miş olacaksınız.
Kırmızı tuğlaların altındaki sıcak başlar bağırıştılar:
- Ne söyleyeceksin? Ne sÖyleyeceksin?
-
· · · · ·-

- Size şimdiye .kadar kimsenin bilmediği hakiki is­


�imi söyleyeceğim. Evet, yarın bunu işiteceksiniz!
Bu vait, bu müjde halk arasında öyle müthiş, öyle
korkunç, öyle tarif olunamaz derecede şiddetli bir sevinç
husule getirdi ki ... manası anlaşılmaz bir uğultu, dar bir
nehrin yatağına akmış bir umman, bir tufan gürültüsü­
nü yükseltiyor, her taraftan açılan pancurlardan kadın,
kız, erkek, çocuk başları uzanıyor, bu umumi tahassü­
se (29) her taraftan iştirak olunuyordu. Bu uğultu büyü­
yor, dalgalanıyor, anatını değiştiriyor, yavaş yavaş bir mu­
siki haline giriyordu.
Ahmet Bey balkondan ayrılamıyordu.
Ruhundaki azametin göklere sığmayacak derecede

(29) Hislenme
EFRUZ BEY 33

esirileştiğini, adeta bütün kainata inkılap ettiğini duyu­


yor, kendini bu ulviyet karşısında bir nokta gibi ufacık
görüyordu: İpten sıyrılarak kanayan ellerne, kabarık göğ­
süne, yukarı kıvrılmış siyah bıyıklarına bakıyor, burnu­
nun gölgesinde pembe, manevi bir nurun parladığını far­
kediyordu. Büyük sokaktan geniş caddeye kadar uzanan
manzaraya dalıyor, hangi imparatorun bu kadar sadık te­
baası olabileceğini düşünüyordu. Hayır, hayır. . . Onun
şimdi imparatorların fevkinde bir kuvveti vardı. Ne de­
se, şu halk, şu birbirini ezen, bağıran, haykıran, tegan­
ni (30) eden halk ne dese hemen yapacaktı! İmparator­
lar değil, hatta hiç bir peygamber, hayatında bu kadar
sadık, bu kadar meftun bir ümmete sahip olmamıştı. Al­
lah'la Tı1ri Sina'da görüşen Musa'nın müminleri kaç kişi
idi? Kız oğlan kız anasından babasız doğan, doğuşuyle
mucizelerin en büyüğünü gösteren İsa Aleyhisselam'ın kaç
mümini vardı? Topu topu on iki kişi değil mi? Bu on iki
kişinin içinde de bir hain çıktı. Zavallı peygamberin çar­
mıha gerilmemek için şeklini değiştirerek genç yaşında
göğe kaçmasına sebep oldu. Halbuki şimdi bütün İstan­
bul, yani bir milyon kişi ona tabiydi, ondan doğan güne­
şe tapıyorlardı. Sokaktaki uğultu büyüyor, büyüdükçe
musikleşiyordu. Ahmet Bey, bir an, eskiden tanıdığı bir
ahengin yükselir gibi olduğunu zannetti.

Evet, evet... Bu havayı tanıyordu.

Halk. . . Hayır halk değil; halkın «deha»sı, otuz üç se­


ne evvel hürriyet rüyasından kalma bir nağmenin, vez­
nini bozmadan, güftesini değiştiriyor, düzeltiyor, bağırı­
yordu:

(30} Nağme ile şarkı söylemek

Ö.S. IX - F 3
34 EFRUZ BEY

Kalkın, ey ehli vatan


Biz de şadan olalım,
Bu «Jön Türk»ün uğruna
Biz de kurban olalım (31)
...

Gök iyice karardı. Havagazları, gelip gitme kesildiği


için yakılamamıştı. Sokaktaki kalabalık seyrekleşe seyrek­
leşe caddeye aktı. Ahmet Bey, balkonun tırabzanına da­
yadığı kolunun uyuştuğunu duydu. Derin tefekkürlerd.en
uyanan dalgınlara has cevval bir mahmurlukla doğrul­
du. Balkon kapısını açtı. Üzerinde yatak yığınları duran
sandıkların arasından geçti. Merdiven kapkaranlıktı. Par­
maklıkları tutarak indi. İkinci kata gelince annesinin oda­
sına doğru yürüdü. Hfila ayılmamış olacaktı. Zavallının
kollarım, göğsünü kolonya ile ovan hizmetçilere kapıdan
sordu:
- Daha açılmadı mı?
Kızlar:
- Hayır .. .
Dediler. Annesinin, hizmetçi kıtlığına kıran girmiş gi­
bi. Kastamonu'dan getirttiği arsız evlatlık ilave etti:
- ... Hep kulağına «İsmi Ahmet Bey'miş. Şaka yap­
mış. » diye bağırdık. Duymadı.

Ahmet Bey, bu tedavi tarzına fena halde hiddetlendi.


Kan beynine fırladı. Yüzü kızardı. Yumruklarını sıkarak:
- Bir daha bana «Ahmet Bey» dediğinizi duyarsam
vallahi hepinizi döver, bu evden kovarım!
Diye haykırdı. Baygın annesinin uzandığı kırmızı ka­
dife kanepenin başı ucunda ayakta duran ihtiyar dadısı,
böyle birdenbire değişen beyinin haline feci feci baktı:

(31) Namık Kemal'in Vatan şarkısı isimli şiirini:Q bura,da olay­


lara, ada,pt� edilmiş şekli
EFRUZ BEY 35

- Öyle ise artık size ne diyelim?


- Asıl ismimi söyleyiniz.
Asıl isminiz ne?

- ... . . .,

Bunu henüz Ahmet Bey de bilmiyordu:


- Yarın söylerim, dedi, aceleden patlıyor musun?
Daha dünyada kimse asıl ismimi öğrenmedi!

*
**

İnce beyaz Mısır hasırı döşeli sofadan yürüdü. Yatak


odasına girdi, esvapları, kitapları, kağıtları, hasılı her şe­
yi bu geniş odadaydı.
Havagazı lambasını yakmışlardı. Açık pencerenin ya­
nındaki Şam kumaşı kaplanmış alçak koltuğa kendini at­
tı. Bir an daldı. Kımıldamadı. Ansızın tek gözlüğü düş­
tü. Onu yerden alırken karşısında Despina'yı gördü. Ha­
beri olmadan içeri girmişti.

- Servit, Monsieur, servit! (32)


- Haydi git, yemek filan istemem !
Diye onu kovdu. İşte bir anda halkın mabudu oluver­
mişti. Bunu hissediyordu. Evvela sırf boş bir tefahürden,
emelsiz bir cakadan, dipsiz bir gösterişten ibaret olan «hür­
riyetperverlik» iddiasını «halk» denen yığın, sahi sanmış­
tı. O, şimdiye kadar bütün tanıdıklarını adeta bir sanat
edindiği «satışı» sayesinde aldatırdı. Mesel� her ay an­
nesinin verdiği on beş lira ile kalemden aldığı iki bin beş
yüz kuruştan başka on para bir geliri olmadığı halde, ken­
dine bir zengin, bir milyoner süsü verir . .. tanıştıklarının
hepsi de onu zengin tanırlardı. Zamanenin ne kadar bü­
yük adamı varsa hepsini tanır, evlerine gider, sofraların-

( 32) Fransızca'da «Yem� hazır efendim> anlamında


36 EFRUZ BEY

da kalır . . . gibi görünürdü. Kalemde daima şöyle söze baş­


lardı:
- « ... Başkatip Paşanın konağında o gece sabaha ka­

dar eğlendik. Bir saat uyumamışım, kalkınca ...»


Yahut :
- « . .. Tam yatacaktım. Kapı çalındı. Mabeynden bir

yaver gelmiş. Darüssaade Ağası beni istemiş!»


- Gidemem, hastayım . . .
Diyecektim amma ... Beni çok sever. Hatırını kırmak
istemedim . . . Bu soğukta kalktım, gittim. Yanıma şeyi . . .
Evet, neyse . . . onu yanıma aldım. Dışarı fırladım . . .»
Yahut da:
- « ... Fehim Paşa (33) arabasını o gün bana vermiş­

ti . Margerit'e iki yüz elli liralık bir çek gönderdim. He­


men geldi. Arabaya sahibinin metresiyle binerek öyle bir
eğlendik ki, tarif edemem. . . »

İlah, ilah, ilah . . .


Halbuki bunların hiç birisinin aslı yoktu. Yalnız bü­
yük adamlara mensup görünmekle kanmaz; cesur, şair,
edip, feylesof, alim, derviş, pehlivan, tamburacı, damacı
filan. . . görünmek ister, hem de gör�nürdü. Kalemde kü­
çüklerin yanında hep kendine «Esraralut bir Jön Türb
süsü verir, bir satırını görmediği halde Namık Kemal'in
bütün eserlerini okuduğunu söyler, aklında kalmayan ba­
zı şiirlerini bile ezberden okurdu. Hatta şehit Mithat Pa­
şa'nın kanlı gömleği evinde saklı olduğunu rasgeldiğine
bir sır olmak üzere söyler, bu sırrı saklayaaaklarma pe­
şinen yeminler ettirirdi. Herkesi inandırmakta son dere­
ce mahirdi. Çünkü görünmek, caka satmak istediği şeyin
aslına hiç ehemmiyet vermezdi. Onun ehemmiyet verdi­
ği şey: Yalnız öyle görünmekti. . . İşte bütün kuvvetini

(33) II. Abdülhamit'in başyaveri, sefih bir hayat sürmüştür.


EFRUZ BEY 37

bu tarafa sarfettiği için muvaffak olurdu. Görünmek is­


tediği şeylerden birisi de zenginlikti. Zengin olmayı ak­
lından bile geçirmezdi. Haddi zatında zenginliğin de on­
ca hiç bir ehemmiyeti yoktu. Yalnız zengin görünmenin
ehemmiyeti vardı. Bir zengin gibi hareket eder, daima as­
lı olmayan yüz bin liralardan, çeklerden, madenlerden,
apartmanlardan bahsederdi. Gayet hasis olan annesinin ne
kadar iradı olduğunu da bilmiyordu. Babası nesi var, ne­
si yok, bu kadına bırakmıştı. Lisanı gibi tabiatını da de­
ğiştirmeyen bu köylü Çerkez, sineği sıkıp yağını çıkara­
cak derecede muktesitti. Daima sofrada kendisine:

- Ah, paranın bereketi kalmadı. Boğaza yetiştiremi-


yorum.
Diye sızlanırdı.
- Anne! Yemekte para, masraf lafı etme!

Diyen Ahmet Bey, yarın mirasa konunca satın alaca­


ğı gümüş takınılan, vereceği ziyafetleri düşünerek dalar -
giderdi. İlmi, fazlı, kuvveti, kibarlığı, şıklığı hasılı her
şeysi biraz kaba, biraz renk, biraz boya idi. Neye kıymet
verilirse o kıymete sahiden sahip olmağa çalışmaz, o kıy­
met ken�isinde eskiden varmış gibi görünmeğe uğraşır,
muvaffak da olurdu.
Fakat bu son muvaffakiyeti. . .
. . . O kadar büyüktü ki, şimdi düşünürken kendisi bi­
le şaşıyordu. Evet, büyük bir cesaret göstermiş, Babıali'­
de, daha herkes korkuyla şüpheden uyuşuk dururken:
- Yaşasın hürriyet! . . .
Diye haykırmıştı. Sonrasını pekiyi hatırlıyordu. Ço­
rap şöküğü gibi gitmişti. O, «Cemiyet»in de «fert» gibi,
belki fertten ziyade hayalperver bir isterik olduğun,u bil­
mezdi. Fertlerin inanamayacağı ne kadar kaba yalanlar
vardı ki, 'cemiyet bunlara hemen kapılır, fakat. . . fakat ça­
buk ayılır; hayali fertten çabuk, inkisara uğrardı.
38 EFRUZ BEY

Şimdi koltuğunda derin bir hulyaya dalan Ahmet Bey,


c:emiyetin ruhundaki bu oynak temayülden haberi olma­
dığı için hala dışardan gelen sesleri, nümayiş gürültüle­
rini dinleyerek halkın kendine verdiği ehemmiyete ken­
di de ehemmiyet veriyor, hayalinde şanla, şerefle, altın­
la çerçevelenmiş pembe, nihayetsiz bir ufuk açılıyordu.
Yarın ne olacaktı?
İsmi duyulunca şöhreti bir anda, telgraflarla dünya­
nın her köşesine yayılmayacak mıydı?
Fakat ismi?
Evet, sabah olmadan, ismini, asıl kendi ismini bulma­
lıydı. Düşünmeye başladı. Aklına «Edej)iyatı Cedide» (34)
romanlarında okuduğu isimler geliy9rdu: «Bülent, Nevin,
Nahit, Fahir, Sühran, Şadan, Kamuran, Süha, Neriman,
falan .. .» Hayır, bunları beğenmiyordu. Öyle bir isim ol­
sun ki... hiç işitilmemiş, hiç kullanılmamış olduktan baş­
ka kendi mevcudiyetine, büyüklüğüne, ehemmiyetine uy­
sun! İki saatten ziyade aradı. Bulamadı.
Ne kadar isim varsa hepsi kullanılmıştı. Kullanılan­
ların hepsini kendinden aşağı, kendini onların hepsinden ·

yukarı, yüksek görüyordu.

- Yeni bir kelime uydurmalıyım ...

Dedi. Amma bu nasıl olacaktı? Bestekar Verdi'nin is­


mini hatırladı. Tokatlıyan'da anlatırlarken işitmişti. Bu
bestekar, kralından mükafat olarak ismini istemiş, kral da
ona kendi isminin her kelimesinden yalnız birer harf ver­
mişti.
«Victor Emmanuel (Roi d'Italie) , «v, e, r, d, i», işte
«Verdi» ismi! «Verdi» ismi böyl� doğmuştu. Halbuki o
kimin isminden harf alabilirdi? Abdülhamit Han Hazret-

(34) Aıbdıülıhamit devrinde «Servet-! Fünun:. dergisi çevresin­


de topl ana n edebiyat ha;reketi.
EFRUZ BEY 39

!erinden mi? Hayır! Haşa . . . onu yarın belki yerinden dü­


şürecekti. Korkar gibi etrafına bakındı. Dolabın aynasında
kendisini gördü. Fesi bile hala başında duruyordu. Çıkar­
dı. Karşıki kanepeye fırlattı. Parınaklarıyle alabros saç­
larını düzeltti. Hala sokakta nümayişçilerin, hürriyetçile­
rin sadaları dalgalanıyordu. Tek gözlüğünü eline aldı.
Göğsündeki cebinden çektiği ipekli mendile silmeye baş­
ladı. Mutlaka bir hükümdar isminden mi harf alınabilir­
di? Birkaç hükümdarın isminden de pekala alınabilirdi?
Mesela Avrupa hükümdarlarının isimlerinden. . . Ayağa
kalktı. Lavabonun yanındaki küçük akaju yazıhaneye otur­
du. Yazıhanenin sağında yüksek bir turnant vardı. Raf­
lar, eski «Frou frou» nüshalarıyle dolu idi. Ahmet Bey,
Türkçe cinai roman tercümeleriyle bu açık Paris gaze­
telerinden daima alırdı. . Romanları, sabahleyin yatakta
okur, Culotte-Rouge'un, Sans-Gene'in yatmazdan evvel re­
simlerine bakardı. Son okuduğu cinai romanlardan bir ta­
nesi turnantın ta üstünde idi. · uzandı. Onu aldı. Kabını
açtı. Boş sayfaya cebinden çıkardığı kırmızı mürekkepli
bir kalemle aklına gelen Avrupa hükümdarlarının isim­
lerini yazdı: Nikola, Vilhelm, Edvard, Viktor Emanuel, Al­
fons, Yorgi, Jorj, Fransuva-Jozef, Albert, Haakon ... Bu
isimlerin başlarından birer harf topladı. Yazdı:
.- Nveveayjfjah . . .
Yazdığına baktı. Telaffuz etti. Bağırdı. Hoşuna git-
medi. Bu harflerin birkaç yerlerini değiştirdi:
- Hafyavjevn,
- Fanvejavah,
- Vanjnohfa,
- Jafnahevv. . .
Yavaş yavaş okudu. Ağır ağır okudu. Hızlı hızlı oku­
du. Bağırdı. Hayır, hayır . . . Beğenemedi. Hoşuna gitmedi.
- Vay anasını, dedi, beni ya Hintli, ya Çerkez sana­
caklar, hep Hintli, hep Çerkez ismi çıkıyor.
40 EFRUZ BEY

Sonra hürriyetin üç meşhur şiarından birer harf al­


masını düşündü. Onu da tecrübe etti: Hürriyet, müsavat,
adalet, uhuvvet! Yazdı:
- Humma . . .
Hastalık ismi! Beğenmedi. Sait gibi elifi ortaya aldı:
- Ham . . .
Yüzünü buruşturdu.
Bir kere daha değiştirdi:
- Amh . . .
Bu, hepsinden münasebetsizdi.

Gece yarısı geçti. O hala romanın kenarlarına isimler


yazıyor, başlanndan birer harf topluyordu. Meşhur kah­
ramanlarından, meşhur inkılapçılann isimlerinden çıkar­
dığı kelimeler birbirinden münasebetsiz, birbirinden bi­
çimsiz oluyordu. Nihayet bu usulü bıraktı. Yazıhanenin
üstünde romanlarda rasgeldiği bazı kelimelere bakmak
için daima bir «Lügatı Osmaniye» dururdu. Ona el attı.
Önüne açtı. Kanştırmaya başladı. Gözü ansızın bir ke­
limeye takıldı, kaldı:
Efruz. . .
Manasını okudu: «Ziyalandırıcı, . ruşen edici olan.»
Tekrarladı:
- Efruz, Efruz, Efruz . . .

Hoştu. Ahenkliydi. Hele manası tamamıyle kendine


uyuyordu. İstibdat, zulüm karanlığını o aydınlatmamış
mıydı? Bundan başka .. . evet, şimdiye kadar hiç kimse bu
ismi taşımamıştı.

- Efruz, Efruz . . .

Gece gündüz terkip düzmek için lügatlarda Arapça,


. Acemce kelime arayan şairler, edipler nasıl olup bunu bu­
lamamışlar, kendilerine mahlas diye kullanamamışlardı?
EFRUZ BEY 41

Buna şaşıyordu. -Bu, tamamıyle büyüklük, ulviyet, yük­


seklik, harikuladelik ismiydi.

- Efruz Bey, Efruz Beyefendi, Efruz Paşa, Efruz Han,


Efruz Sultan, Efruz Şah. . .
Ayağa kalktı. Bir aşağı, bir yukarı gezinmeye baş­
ladı. İsmini telaffuz ediyordu. · Asıl kendi ismini telaffuz
ediyordu:

- Efruz Bey, Efruz Bey .. .

. . . Artık sabah oluyor, yıldızları silinen göklerin me­


nekşe rengindeki ziyaları camlan parlatıyordu. Efruz Bey,
yirmi dört saattir ne yemiş, ne içmiş, ne de uyumuştu.
Vücudunda hiç yorgunluk duymuyordu. Sinirlerinde, ha­
yalinde öyle şiddetli bir faaliyet vardı ki... oturamıyor,
duramıyordu. Bu sefer asıl ismini öğrenen halk, kimbilir
nasıl onu alkışlayacaktı:

- Yaşasın Efruz Bey!

Diye bağıracaklardı. İsminin aksiyle İstanbul'un yedi


tepesi, dünyanın bütün tepeleri, dağlan, nehirleri, batak­
lıkları, gölleri, çölleri, ormanları. yanardağları, hatta be
hatta cumudiyeleri çınlayacaktı. Zihni o derece hayal ile
dolu idi ki. .. Fikirlerini seçemiyor, bugün ne yapacağı­
nı tayin edemiyordu. Hakikaten çok yapacak şey vardı.
Fakat bunlar neydi? Bunları henüz tasavvur bile edemi­
yordu. Durdu. Yorulmamış bir azmin bütün kuvvetiyle
gerildi. Ellerini kalçalarına koydu. Avazı çıktığı kadar ba-
·

ğırdı:
- Yaşasın Efruz Bey!

Bütün ev halkı, annesi, dadısı, hizmetçi kızlar, evlat­


lık «Ne oluyoruz?» diye yataklarından fırlayarak onun
odasına koştular. Efruz Bey'i bu kadar erken giyinmiş, dı­
şarı çıkacak gibi hazırlanmış görünce şaşırdılar. Bilmiyor-
42 EFRUZ BEY

lardı ki, o bu sabah daha gıyınmemiş. . . fakat dün gece


hiç soyunmamıştı. Kenan gümüşi yollu beyaz bir yeme­
ni ile saçlarını sımsıkı bağlamış olan annesi:
- Ahmetçiğim, neye bağırdın? Sana bir şey mi oldu?
Ödümüzü kopardın. Ne var?
Diye boynuna sarılmak istedi. Efruz Bey hiddetli hid-
detli haykırdı:
- Hala bana... hala bana «Ahmet» diyorsunuz ha?
- Ne diyelim?
- Asıl ismimi söyleyiniz.
- Asıl ismin «Ahmet» değil mi? Sen deli mi oldun?
- Sel'l. deli olmuşsun, anne! Benim ismim «Ahmet»
mi?

Bu kadar büyük bir iman, bir katiyet karşısında şa­


şalayan. . . ağzı açılıp içinden dili birkaç santimetre dışa­
rı çıkan zavallı kadın, gözlerini kırparak tekrar sordu:
- Ya, ne?
- Efruz .. .
-· Ne?
- Efruz . . .
Pek uzun süren birkaç saniye içinde anne, kızlar, da­
dı, hepsi birbirlerine bakıştılar. Sofu kadın, böyle isim
değiştirmeyi en büyük bir cinayet sayıyordu. Sarayda «Ka­
pı yoldaşları»nın bazısının güzel isimleri olurdu. Yeni ge­
len halayıklara vermek için bu güzel isimlilerden birisi­
nin ismi alınır, kendisine başka bir isim verilirse, ismin
eski sahibi kız yıllarca ağlar, bedbaht olurdu. Hatta bir
arkadaşını hatırlıyordu. On bir senelik ismini alıp yeni
·gelen bir kıza verdikleri için inat etmiş, günlerce yemek
yememiş, açlıkla kendini öldürmüştü.
Efruz Bey. . . Hem bu nasıl isimdi?
- Oğlum, sen Müslümansın, böyle gavur ismi takın- ·

maya utanmaz mısın?


EFRUZ BEY 43

- Bu gavurca değil, Farisice . . .


- Nece olursa olsun, hiç böyle isim işitilmemiş!

Efruz Bey o kadar kati söylüyordu ki, annesi, dadısı,


kızlar, nasıl olduğunu bilmedikleri halde, onun asıl ismi
<<Efruz» olduğuna inanır gibi oluyorlardı.
. . . Ortalık tamamıyle aydınlanmıştı. Hürriyetçiler, he­
-zeyana (35) uğramış bir çılgın sürüsü halinde sokağa bi­
rikmişlerdi. Bu sefer ellerinde allı beyazlı hürriyet bay­
rakları da vardı. Bağırışıyorlardı.
Efruz Bey, camı açık pencereden başını çıkardı. Bu
vatanperverlere baktı. Beş, on bin kişi vardı. Aralarına
irili ufaklı mektep çocuklan da karışmıştı. Üç kalabalık
bando, dün halkın güftesini değiştirdikleri marşı çalıyor,
çocuklar. . . büyükler . . . hepsi avazları çıktığı kadar haykı­
rıyordu:

Kalkın ey Osmanlılar
Biz de şadan olalım,
Bu Jön Türk'ün uğruna
Biz de kurban olalım . . .
Zavallıların asıl kendi isminden haberleri yoktu. Bu
umumi cehalete acıdı. Azıcık daha , gözleri yaşaracaktı,
eliyle sükut işareti etti. ,
Bütün bandQlar, bağıranlar sustular.
- Ne istiyorsunuz vatandaşlar?
Halk bir ağızdan cevap verdi:
-· Seni, seni. . .

- Ben kimim?
- Jön Türk' sün, Jön Türk'sün . . .
- İsmim ne?
- Bilmiyoruz. İsmin ne? İsmin ne?

(35) Saçm,a
44 EFRUZ BEY

- Efruz. . .

- Efruz ...
Halk bu .ismi işitince hakikaten çıldırdı. Sanki hepsi
sarhoştu. El şakırtıları, yaşagın sadalan arasında tekrar­
ladıkları bu isim pek hoşlanna gidiyordu.
,
Efruz Bey, her sabahki tıraş adetini bile yapamadı.
Yalnız lavabonun önündeki aynaya yaklaştı. Siyah bir po­
matayla çabuk çabuk bıyıklarını kıvırdı. Merdivenleri dör­
der dörder atlayarak aşağı indi. Kapıyı açtı. Dışan çıktı.
Dışarı çıkar çıkmaz halk onu · yakaladı. Omuzlarına aldı.
· Hareket başladı.
Harbiye mektebi, Taksim bahçesiyle, Caddei Kebir. . .
Her taraf hürriyet bayraklarıyle donatılmıştı. Sokak baş­
lannda yeni yeni bandolar cemiyete takılıyor, halk dün
bozduğu güfteyi bugün bir kat daha bozuyor, haykırıyor­
du:

Kalkın ey hür kardeşler,


Biz de şadan olalım,
Efruz Bey'in uğruna
Gelin, kurban olalım . . .
... İlk defa Babıali'de bağırarak ilan ettiği bu hürri­
yeti idare etmek için bir merkez lazımdı. Efruz Bey, al­
kışla bağırıştan başka bir şey düşünmeyen halkın elleri
üstünde bunu düşündü. Köprüyü geçerken daha böyle bir
merkez kararlaştıramamıştı. Yeni Postahane pinası aklı­
na geldi. Bti müşküldü. Hem birkaç gün posta muamelesi
durabilirqi. Hükümetin haricinde bir yer aklına gelmi­
yordu. Düyunu Umumiye Dairesi (36) .. . pek güzeldi. Am-

(36) Osmanlı Borçları İdaresi. Avrupalılar Tanzlm,at'tan sonra


bize verdikleri borçları gelir kaynaklarımıza el koyarak
topluyorlardı. Cumhuriyetten sonra bu ida.ra kaldırılmış­
tır. Yerinde şimdi İstanbul Erkek Ll:sesi vardır.
EFRUZ BEY 45

ma altından çapanoğlu çıkmak ihtimali vardı. Büyük bir


yer . . . demir kapısıyle, kemerli pencereleriyle gözünün
önüne «Sahavet Hanı» geldi. Emretti. Bütün halk hanın
yolunu tuttu. Hanın içinde ne kadar tüccar varsa soka­
ğa atıldı.
Efruz Bey kendisine muavin seçmekte güçlüğe uğra­
dı. Herkes hürriyetperv.erdi. Aralarından bazılarını seçip
ayırmak, müsavata muhalif bir hareketti. Sahavet Hanı­
na bir saat içinde yerleşildi. Efruz Bey, tellallarına ha­
tipleri çağırttı, binden ziyade hatibin hizmetine hazır ol­
duğunu anladı. Bunları yüzer yüzer hana topladı. !stan­
bul'un dört bir tarafına saldırdı. İlk teşebbü� ettiği icraat,
zabıta ile polis teşkilatını lağv, hapishaneleri boşaltmak
oldu. Fikrince, polis, hürriyetin en birinci maniasıydı. İl­
min tanıdığı ahlakta kanun: Hürriyetti. Bir insan ne ka­
dar hür olursa, o kadar düşünür, ne kadar düşünürse, o
kadar ahlaklı olurdu. Hükümeti de kaldırmayı kurdu.
Amma hu birdenbire yapılamazdı. Sabır lazımdı.
. . . Efruz Bey, merkez ittihaz ettiği handa İstanbul'un
dört bir tarafına taze taze hatipler gönderir, terfi edecek­
lere tavsiyenameler yazar, hürriyetperverlere vesikalar
verirken ismi, şöhreti dünkü - ifşaatı yayılıyor, mübalağa­
Ianıyordu. Öğleden bir saat sonra çıkan ilaveler, bir gün
evvelki nümayişler esnasında alınan resimlerini basıyor,
«Sulukule - Yıldız:ı> tünelinin haritası onar kuruşa her so­
kakta satılıyordu. Bu tünelin Jön Türk'lerden alınması -
için Beyoğlu'nda levantenlerden mürekkep büyük bir ano­
nim şirketi teşekkül etti. YeaimahaHe'de, -Zincirlikuyu'da,
Yenibahçe'de, Sulukule'de, Edirnekapı'sında arazi fiyatı
birdenbire fırladı. Hele Sulukule'de Jön Türk tünelinin
varlığı duyulduktan sonra arşını on paraya olan arsala­
rın metre murabbaı iki yüz liraya çıktı. Fakat Çingeneler
bu tebeddüle ehemmiyet vermediler.
«Sulukule - Yıldız» tünelinin İstanbul'da ani olarak
46 EFRUZ BEY

uyandırdığı iktisadi hareketin o kadar ehemmiyeti yok­


tu. Duyulan şeylerin doğru olduğuna tıpkı halk gibi ina­
nan Yıldız Sarayı'nda da, şimdi büyük bir heyecan hü­
küm sürüyordu. Müstebit, daha sabahleyin erkenden en
sadık mühendislerini, bahçıvanlarını, tüfenkçilerini, bos­
tancılarını, kuşçularını toplatmış, sarayın bahçesinde Su­
lukule tünelinin deliğini arattırıyordu. Bütün tarhlar bo­
zuldu. Sık ağaçlar kesildi. Bu deliği bulmak mümkün de­
ğildi. Müstebit oturduğu köşkün bahçesini kapatmak için
binlerce çelik levha satın almaya en sadık yaverlerini gön­
derdi. Köşkünün pencerelerine mitralyözler koydurttu.
Mabeyn, tünelin deliğini ararken, halkın meraklıları
da oradaki deliği bulmağa çalışıyorlardı.
- Yıldız'a giden tüneli bize gösteriniz.
Diye bahşiş vermeye kalkışıyorlar, bu 'tekliften bir şey
anlamayanlar, hücum edenleri sarhoş sanarak ellerinden
biraz mangiz koparmak hulyasıyle keriz atıyorlar. . . «ham­
pur . . » çekiyorlardı.
.

Sahavet Hanının önü ikindiye doğru mahşer gibi ol­


muştu. Lakin bu mahşer, dünkü mahşer gibi karman çor­
man değildi. Sınıflara, milliyetlere göre ayrılmıştı. Mek­
tepliler, softalar, papazlarla kumru gibi ağız ağıza öpüşen
hocalar . . . Kürtlüğü temsil eden hamallar, Rumlar, Arap­
lığı temsil eden Tahtakaleliler, Ermeniler, Yahudiler, Ar­
navutluğu temsil eden bozacı, muhallebici, hamamcı es­
nafı. . . bahçıvan Bulgarlar, Tophane kahvelerinin canlı de-·
mirbaş eşyası makamında olan büyük kalpaklı, gümüş ka­
malı -bila istisna asil, bey olan- Çerkezler. . . hep ayrı
kümeler halinde gelmişlerdi. Efruz Bey, çıkacak, Sultan
Ahmet meydanında «Hürriyet Nutku»nu verecekti. Beş
altı saat içinde, etrafında yirm:i kadar mukarriple birkaç
EFRUZ BEY 47

yüz kadar yaver peyda oluvermişti. Mukarripleriyle be­


raber aşağı indi. Beygirsiz büyük bir lastikli araba ken­
disini bekliyordu. Tam bineceği sırada dehşetli bir arbe­
de koptu. Mukarripler, yaverler meseleyi anlamak için
halkın içine koştular. Niçin bu hür kardeşlerin boğaz bo­
ğaza geldiklerini anlamayan Efruz Bey'e, Araplar, Arna­
vutlar, Rumlar, Bulgarlar, Kürtlerle Çerkezlerin arabayı
çekmek için kavga ettiklerini, Çerkezlerin:
- Efruz Bey bizim cinsimizdendir. Arabasını çekmek
bizim hakkımızdır! . . .
Diye kamalarına davrandıklarını anlattılar. Efruz Bey,
öğleden beri büyük adamlara mahsus «az laf söylemek»
seciyesini iktisap etmişti.
- Pekala, ben üçüncü katın penceresine çıkıyorum.
Bana baksınlar. Beni dinlesinler.
Dedi. İsmini bilmediği samimi mukarriplerinden bir
ikisiyle geri döndü. Hana. girdi, merdivenleri dörder, be­
şer aşarak yukarı çıktı.
Üçüncü katın penceresine!
İki dakika sonra, Efruz Bey, pencereden göründü. Yi­
ne bir alkış tufanı koptu. Bir eli kalçasında, bir eli ·tek
gözlüğündeydi. Kıvrık bıyıklarını yukarı kaldırarak ka­
labalığa bakıyordu.
Biraz gürültü gevşeyince söze başladı:
- Vatandaşlar! İçinizde bazı cahiller bana Çerkez di­
yorlarmış! Hayır. Ben Çerkez değilim. Ben hiç bir millet­
ten değilim. Ben Efruz Bey'im! Ben hürüm! Ben herkes­
le müsaviyim! Siz daha hürriyeti anlamamışsınız! Hürri­
yet demek Kanunu Esasi demektir! Kanunu Esasi «bilA
cins ü mezhep» demektir! «Bila tefriki cins ü mezhep» ne
demektir? Bilyor musunuz?
- Hayır !
- Hayır, hayır . . .
- Bilmiyoruz !
48 EFRUZ BEY

Diye bağırıştılar.
- Pekalii. Söyleyeyim. «Hiç bir cins, hiç bir mezhep
yok!» (37) demektir.
. .....!
Sükunun şaşkınlığından istifade eden Efruz Bey, bü­
tün kuvvetiyle hürriyet ' felsefesini bağırmaya başladı:
- ... İnsan «hür» olunca müsavi olur. Müsavi olun­
ca kardeş olur. Din farkı, millet farkı kalmaz. Hürriyet
karşısında böyle şeylerin hiç ehemmiyeti yoktur. Hele
«milliyet» kadar budalalık olamaz. Sakın böyle bir iddi­
ada bulunmayınız. İnsanların hepsi hürdür. Kardeştir. Mü­
savidir. Artık ayrılmaya mana var mı? Birbirlerinizin li­
sanını. bilmiyorsanız «esperanto» dilini öğreniniz. Haydi
hepiniz birleşiniz. Öpüşünüz. Sevişiniz, «bila tefriki cins ü
mezhep» bayrağının altına gelmeyenler müstebitlerdir.
Onlar bizim düşmanlarımızdır. Bırakınız, onlar mabetleri­
ne gitsinler. Bizim cinsimiz, bizim mezhebimiz birdir: İn­
sanlık ... Haydi öpüşünüz. Vahi fikirleri, batıl itikatları,
vahşilere, yamyamlara bırakınız. Medeni olmaya çalışı­
nız. ..
Bu nutuk biraz fazla uzadı ...
Efruz Bey, izdivaç, aile, milliyet, hukuk... falan gibi
ne kadar içtimai müessese varsa, hepsinin birtakım batıl,
cahilane münasebetsizlikler olduğunu birçok delillerle an­
lattı. Halkı ikna etti. Hiç bir milliyeti benimsemeyen yer­
li İstanbullu'lar, Rumların, Arapların, Arnavutların, Ya­
hudilerin, Kürtlerin, Bulgarların, Ermenilerin boğazlarına
atıldılar. Hepsini öpmeye başladılar. Yüz binlerce öpücü­
ğün şapırtısından hasıl olan büyük bir şakırtı havayı sar­
sıyordu.

( 37) <Cins
ve me2llı ep ayırımı yapmaksızın> anlamına gelen bu
cümlenin Efruz Bey tarafından başka bir anlamda yo­
rumlanışı, onun cahilliğine işaret edilmektedir.
,
EFRUZ BEY 49

Efruz Bey, yalnız kendi cinslerinden olduğunu inkar


ettiği, ince kafalı Çerkezleri kandıramamıştı. Onlar, Rum,
Bulgar, Yahudi. . . hasılı hiç bir milleti öpmeye tenezzül
etmeyerek:
- Kendi cinsini inkar eden Çingeneden alçaktır!
Diye söylene söylene Tophane tarafındaki kahveleri­
ne döndüler. Hiç bir şey olmamış gibi yine birbirlerine,
kabadayılıklarını, cesaretlerini, doğmamış oğlak derisin­
den kalpaklarını, memleketteki atlarını, Kafkasya'daki
eğerlerini, gümüşlü kamçılarını anlatmaya başladılar.
Efruz Bey'in arabasına «bila tefriki cins ü mezhep»
bütün insanlar koşuldu.
Ta gece yarılarına kadar nümayiş, nutuk, hutbe gü­
rültüleriyle İstanbul inledi.
Boğaziçi'nden, Terkos'tan, Polonezköy'ünden, Çekme-
ce'den bile meşaleli alaylar geldi.
Her tarafta:
- Yaşasın Efruz Bey!
Sadası yükseliyordu. İstanbul kadınları, on iki saat
içinde bu muhterem kahramanın ismini bozdular:
- Aforoz Bey . (38) . .

Yaptılar. Bu gece sabahlara kadar her evde, hücra


mahalle kahvelerinde, Aforoz Bey'in hikayesi anlatıldı.
Hatta bu kahramanın padişahzadeliği de söylendi. «Sul­
tan Murad'ın hapishaneden kaçıp ismini değiştirerek ya­
şamış bir şehzadesi!» dendi. Bin üç yüz yirmi dört sene­
si (39) temmuzunun on birinci, on ikinci, on üçüncü ge­
cesi doğan erkek çocukların isimleri «Efruz» yazılıp «Afo­
roz» okundu. Bu üç gün, bu üç gece esnasında doğan kız ço-

(38) Mutaass�p dindarlar ve kilise tarafından. reddedilmiş an­


lamına.
{ 3 9) 1908 m,ililıdi yılı.

ö.s. rx - F 4
50 EFRUZ BEY

cukların isimleri, Efruz Bey'inkine son derece benzetildi,


«Firuze» konuldu.
Efruz Bey'in artık «nüfuz ve iktidarı» son noktasına
gelmişti. Müstebit, kendisini görmek için saraya çağırı­
yor. . . O:

- Ben gidemem! O benim ayağıma gelsin ...

Diye küstahça haber yolluyor ... kendini hakikaten bu


inkılabın yegane amili, yegane kahramanı sanıyordu. Et­
rafında yüzlerinin şekillerini, isimlerini hatırlayamadığı
birtakım mukarripler kaynaşıyor... asker, sivil, birçok hür­
riyetperverler arkasına takılıyor, arabasına koşuluyor . .. o
ne derse, bir papağan gibi tekrarlıyorlar, bir aygır gibi ba­
ğırıyorlardı.
Efruz Bey, üçüncü gününü de alkış, şapaş, nümayiş,
azil, nasp, hitap içinde ... -halkın mabudu olarak- tıpkı
rüya gibi geçirdi. Gözlerinde yine bir duman vardı. San­
ki sarhoştu. Hiç bir şey görmüyor, gördüklerini hatırla­
yamıyordu.
Gece yarısından sonra hürriyetperverler arabasını evi­
nin önüne çektiler. Sağında, solunda, bandolar, müthiş
bir ahenkle uğulduyordu. Artık pek yorgundu. Mukar­
riplerini selamladı:
- Şimdi biraz istirahat edelim. Yarın erken gelir-
siniz.
Dedi.
- Hayır, biz gitmeyiz efendim.. .
Diyen mukarriplerine sordu:
- Fakat niçin?
- Sabaha dört, beş saat var! Biz burada hem mızıka
çalarız, hem nutuklar veririz.
Efruz Bey bunu muvafık görmedi.
- Ama... ben uyuyamam, dedi, biraz uyuyup, yarın
erken kalkmalıyım.
EFRUZ BEY 51

- Pekala. . . susalım, sizi öyle bekleyelim.


Canı sıkıldı.
- Hayır canım, diye bağırdı, gidin başka yerde nü-
mayiş yapın, beni biraz rahat bırakın.
Kahramanın öfkesinden korkan mukarripler:
- Başüstüne, başüstüne!
Diye eğilerek, «yaşasın, yaşasın!» diye haykırarak
uzaklaştılar. Efruz Bey kapıyı çaldı. Tekrar çaldı. Yine
çaldı. Nihayet duyurdu. Bodrum katında uyuyan aşçı
Durmuş, ağız bir tarafta, burun bir tarafta, bir elinde
şamdan, kapıyı ,açtı. Annesinin hem uşak, hem aşçı diye
kullandığı bu hissiz herife kızdı:
- Ulan, bu ne uyku!
Diye bağırdı. Durmuş eliyle gözlerini oğuşturarak:
· - Daha sabah namazı okunmadı ki. . .
Dedi.
- Sana namazı soran yok.
- Peki efendim.
- Hürriyet neye derler?
- Bilmem efendim.
- Tuh, Allah belanı versin . . .

Şamdanı elinden aldı. Yürüdu. Kendi gibi hürriyeti


vazedenin evinde hala onun ne olduğunu bilmeyen var­
dı. «Ayı. . . » diye mırıldandı. İki gündür dünyayı yıkan
nümayişçilerin ne olduğunu bile .merak etmemişti. Ha­
sır döşeli merdivenleri çıktı. Odasına gireceği zaman Des­
pina'yı gördü. Yüzü kızarmıştı. Geriniyordu.
- Ne bekliyorsun?
Dedi.
- Sizi bekliyorum!..
Tatlı tatlı yüreği çarptı. Amma pek yorgundu! Par­
mağını kaldıracak hali yoktu. Kızın gülen şuh gözlerine
dikkatle baktı. . Şamdanın şulesi bebeklerinde altın alev-
52 EFRUZ BEY

ler parlatıyordu. Burnunu kaşıdı. Tek gözlüğünü yerleş­


tirerek sordu:
- Annem uyuyor mu?
- Evet . ..
Annesiyle aynı katta yatarlardı. Odaları karşı karşı-
ya idi.
- Dadımla öbür kızlar beni beklediğini biliyorlar mı?
- Biliyorlar.
- Yarın anneme söylefi?.ezler mi?
- Zaten hanımefendi, sizi bekleyeyim, dedi. ..
- Ne?
- Hanımefendi dedi.
- Annem mi?
- Evet.
Efruz bıyığını tuttu. Düşündü. Bu ne tebeddüldü?
«Deli Saraylı» denen annesinden yılmıştı. Bu kadın, son
derece kıskançtı. On dört yaşından beri oğlunu hizmet- .
çilerden kıskanırdı. «Hangi camlar bardak oldu?» dedi. İş­
te, bu mutlaka hürriyetin tesiriydi. Demek ki annesi, bu
güzel Despina'yı ona oda hizmetçisi tayin etmişti. Kapıyı
açtı.
- Gel bakalım.
Dedi. Kız içeri girince:
- Şu gece kandilini yak!
Diye gerindi. Kandil yakılırken kızın hareketlerine
bakıyor, şimdiye kadar onun güzelliğine dikkat etmediği­
ne şaşıyordu. Ah yorgun olmasaydı. . .
- Artık her gece beni bekleyecek misin?
- Hayır.
- Niç1n?
- Bu gece işi var da. ..
- Ne işi?
- Size bir telgrııf var. Aceleymiş. .. Hanımefendi
«Gelinceye kadar bekle. Eline ver!» dedi.
EFRUZ BEY 53

-·N erde o telgraf?


- İşte ...
Kızın cebinden çıkarıp uzattığı kağıdı aldı.
- Şu mumu da dışarda söndür . . .
Dedi. Odasında, ölü · gözü gibi yanan kandilinin ba­
şında yalnız kalınca telgrafı açtı. Pek merak etmiyordu.
Okudu. Bir şey anlamadı:

NİŞANTAŞI'NDA KAHRAMANI HÜRRİYET


EFRUZ BEY KARDEŞİMİZE,

Bazı mesail-i muallaka-i mühimme-i aliye-i inkıla­


biye ve meşrutiyeti berayı tezkar ve müzakere Nu­
ruosmanye'deki muvakkat kulübümüze teşrifiniz ri­
ca olunur efendim.
İttihat ve Terakki
İstanbul Heyeti Merkeziyesi

- Tuhaf şey! Bu ne demek? dedi... Bu cemiyet, bu


kwüp nereden çıkmış?
Fakat hayretinde son de:ı:ece samimiydi. İki gün ev­
vel hürriyetperver gibi «unvan» satarken tutulduğu ce­
reyan içinde kendini kaybetmiş, hatta bir gazete bile
okumamıştı. Hemen herkesin mevcudiyetini duyduğu İt­
tihat ve Terakki Cemiyeti'nden onun henüz haberi yok­
tu. Bu üç gün zarfında, o yalnız söylemiş, fakat asla din­
lememisti.
Etrafındakiler, arabasını çekenler, alkışlayanlar, hat­
ta yaverleri, mukarripleri bi!e, onu, işte bu... daha he­
nüz ismini bilmediği İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne men­
sup sanırlardı. Telgrafı bir kere daha okudu. Dudağını
·

. büktü, tek gözlüğünü çıkardı, düşünüyor gibi gözlerini


ıiraıttı.
54 EFRUZ BiEY

- Bunlar mutlaka bizimkiler olacak! Fakat benden


habersiz nasıl kulüp falan açıyorlar. Ne ise ... yarın gö­
rürüz!
Dedi. Acele soyundu. Al pijamalarını giydi. Karyola­
sına uzandı. Daha gözlerini kapar kapamaz uyumaya, tat­
lı doyulmaz rüyalar görmeye başladı. «Bizimkiler» diye
hiç ehemmiyet vermeyerek kendi hürriyetperverleri san­
dığı İttihatçılar, ilk gün onun hareketinden, şöhretinden
bir şey anlayamamışlar, fakat ertesi gün Selanik'teki
Merkez-i Umumilerinden bu Efruz Bey'in salahiyetini,
kim olduğunu sormuşlardı. Daha ert�si gün Merkez-i
Umumiden gelen cevap «komitenin bu namda bir men­
subu olmadığı gibi, İstanbul'da vasi salahiyeti haiz hiç
bir ferdi bulunmadığına... bu Efruz Bey denilen şahsın
süratle tevkif olunarak sükunetin, asayişin tehlikeden
kurtarılmasına» dairdi.

*
* "'

Efruz Bey, bu sabah pek erken uyandı. Geç yatınca


erken uyanmak onun adetiydi. Kahvaltısını yaptı. Tıraş
oldu. Giyindi. Atsız arabasını çoktan kapının önüne ge­
tirmişlerdi. Kendini alkışlayanları seiamladı. Bindi:

- Kulübe çekin.. .

Dedi. Çalmaya başlayan bandoların ağır gürültüleri


içinde mukarripler sordular:

- Bizim kulübe mi efendim?


- Sizin kulüp hangisi?
- Bizim kulübümüz işte . ..
- ? ..
Üç gündür en ziyade gözüne görünen, bahriye korvet
katipliğinden vatanperverilği için tardolunduğunu, vakit
bulup kendine anlatan genç bir mukarrip, bilgiçliğini gös-
'E!FRUZ BEY 55

termek için arkadaşlarının arasından ilerledi. Arabaya


yaklaştı.
.
- İttihat ve Terakki Kulübü, efendim .. .
Dedi. Efruz Bey, nümayişler içinde hürriyet, müsavat,
adalet, uhuvvet kelimeleriyle işittiğini hatırladı, bu keli­
meleri ilk defa duyuyordu.. . Bozuntu vermedi:
- Evet, bizim İttihat ve Terakki Kulübüne! Diye ba-
şını salladı; amma çabuk.
- Alesta.. .
Genç mukarrip, avazı çıktığı kadar bir nara bastı:
- Yaşasın İttihat ve Terakki!
Bando gürültülerini söndüren halkın sadası bu sözü
tekrarladı. Yine bir alkış tufanı koptu. Efruz Bey bir şey
anlamıyor, anlamış görünerek düşünmeye lüzum görmü­
yordu. Her günkü alayla bayraklar, alkışlar, nutuklar, hi­
tabeler, çiçekler, çelenkler arasında, kulüp denen yere
geldi. Burası mavi, soluk boyalı, eski bir konaktı. Ara­
badan tek gözlüğünü tutarak, kurula kurula indi. Fakat
daha kapıdan girer girmez şaşırdı. Çünkü kendini karşı­
layacaklar sanıyordu. Kır bıyıklı bir adam, ne istediğini
sordu:
- Ben Efruz Bey'im!
- Kim olursan ol... Ne istiyorsun?
- Burası İttihat ve Terakki Kulübü değil mi?
- Evet.
- Git, kime lazımsa haber ver. Ben geldim.
Kır bıyıklı adam, onu baştan aşağı bir süzdü:
- Pekala, hele sen şuraya gir!
Diye onu eski, kaba hasır döşeli, pis, küçük bir oda­
ya soktu. Mukarripler, alayı, bandoları dışarda kalmıştı.
«Yaşasın İttihat ve Terakki» avazeleri, içinde bulunduğu
odanın kirli badanalı duvarlarını sarsıyordu. Oturacak bir
yer yoktu. Gezine gezine bekledi. Bir saat kadar bekle­
di. Alayı, bandoları uzaklaştılar. Gürültü kesildi. Artık
56 EFRUZ BEY

hiddetleniyordu. Bu nasıl hareketti? Kendisine, Efruz


Bey'e karşı, ha . . . Hiddeti kabarıyor, kabarıyor, topukla­
rının hizasına çıkıyorken, kır bıyıklı herif geldi:
- Haydi bakalım . . .
Diye onun önüne takıldı. Geniş bir merdivenden çı­
kardı. Bir odaya soktu. Burası küçükçe bir evvel zaman
salonuydu. Duvarlar nakışlıydı. Ortada yeşil örtülü bü­
yük bir masa vardı. Bu masanın etrafında tanımadığı bir­
kaç kişi toplanmıştı. Ne selam verdiler, ne de ayağa kalk­
tılar. Yalnız hayrete benzer bir nazarl!l kendisini baştan
aşağı süzüyorlardı. Sabredemedi. Hiddetle . . . hiddetinin
bütün celadetiyle onlara:

- Siz kimsiniz? Beni ne sıfatla çağırabiliyorsunuz?

Diye kabardı. Kendilerinin «Heyet-i Merkeziye» oldu­


ğunu söyleyerek heyecanlı sualine hiç cevap vermeyen bu
adamların en genci, onu adeta istintak etti:

- Asıl isminiz ne?


- Efruz.
- Müstear isminiz var mı?
- Var.
- Nedir?
- Ahmet . . .
- Babanızın ismi?
- Mustafa Tevfik . . .
- Sağ mı?
- Hayır, beş sene evvel öldü.
- Neciydi?
- Defterdardı. Mutasarrıflıklarda gezdi.
- Nerede oturuyorsunuz?
- Nişantaşı'nda. . .

Bu, mavi gözlü, iri boylu bir zattı. Tatlı tatlı gülüm­
seyerek soruyordu. Efruz Bey, manyetizma olmuş gibi,
EFRUZ BEY 57

iradesinin haricinde bir itaatle cevaplar veriyordu. Üç gün


evvelki hayatının her tarafını ona söylettiler. Sonra onun
«hiç bir şeyden haberi olmadığını», sırf gösteriş, sırf nü­
mayiş, sırf satış için bu kadar: gürültüye sebebiyet ver­
diğini anlayınca, hepsi birden kahkahalarla gülmeye baş­
ladılar.
- Olur iş değil. . .
-· Olur i ş değil. . .
Diyorlardı. Kendilerine mensup tahlifli bir jandar­
ma neferiyle onu Hapishane-i Umumiye gönderdiler.
Bu idari hapis keyfiyeti vakıa çok sürmedi. Efruz Bey
yine serbest bırakıldı. Amma daha bırakılmadan «halk»
denen kütle, atmasyonlanna aldanıp üç gün taptığı ma­
budunu üç saniye içinde unutmuştu.

*
ık ıl:

Foyası meydana çıktıktan sonra, Efruz Bey de, üç bü­


yük gününü mühim bir bahar rüyası gibi ·,kolaylıkla
unuttu.
- Acaba sahiden rüya mı idi?

Şüphesiyle düşünürken hiç bir şey hatırlayamaz oldu.


Unuttuğu bu tatlı rüyasında kendi arabasını çeken coş­
kun hürriyetçilerin arasına katıldı. Atlara binmiş, elleri
kırbaçlı iki hatibin, Selim Sırrı ile Rıza Tevfik'in peşin­
de günlerce koştu. . .

- Yaşasın, yaşasın!

Diye bağırmaktan sesi kısıldı. Alkıştan avuçlannın


içine kan oturdu. . Yaralar açıldı. Yorgunluktan hastalan­
dı. Fakat sesinin kısıklığı, ellerinin yaralan, hastalığı. . .
her şey, her şey, şanlı, şöhretli, şerefli, kahramanlı gün­
ler, her şey, her şey gayet parlak bir hayat şimşeği ça­
bukluğu ile ge·çti. Yalnız bu nur, bu emel, bu hulya, bu
58 EFRUZ BEY

ümit kıyametinden ona emsalsiz, işitilmemiş bir yadigar


kaldı!

- Bu neydi? Biliyor musunuz?

- İsmiydi! İsmi . . .

- Asıl kendi ismi: Efruz Bey.

«Vakit> gazetesi 10-23.12.1919


ASİLZADELER
(ASİLLER KULÜBÜ)

II

. - Monşer, asalet olmazsa bu memleket batar.


- Evet, ben de bu fikirdeyim.
- Ben de bu fikirdeyim.
- Ben de.

Diye başlayıp lafını, her nedense, tamamlamayan Ef­


ruz Bey yalnız «bu fikirde» değil, hatta fazla olarak biz­
zat kendisi halis bir «asılzade» idi. Kökten, silsileden, ana­
-dan, babadan, ecdattan, taştan, topraktan asildi. . . Asalet
yalnız kanında değil; etlerinde, sinirlerinde, lenfaların­
da, rielerinde ve böbreklerinde, hatta kemiklerinde, ke­
miklerinin içindeki iliklerinde kaynıyordu. Çaya davet et- ·
tiği bu dört asil dostuha bugüne kadar kendi asaletin­
den hiç bahsetmemişti. Dördünü de mektepten tanıyordu.
İkisi galiba Nişantaşı'nda oturuyordu. Hepsi zengindi.
İçinde en beğendiği «Azizüssücufüzzırtaf»tı. Bu, ismini
kendi gibi İstanbul'da hiç kimsenin bilmediği gayet meş­
hur, gayet büyük bir Arap şeyhinin oğluydu. Bu şeyh,
bir prensten büyüktü. Hemen hemen bir krala yakındı.
Azizüssücuf, babasının sarayını, altın mahfeli fillerini, içi
<!iva dolu havuzlarda yüzen ödağacından sandalları, Hint'
ten, İran'dan, Turan'dan, Kafkasya'dan getirilmiş kızlan
.aıılatırken., Efruz Bey, kendini, hayali bir Elhamra'nın se­
mavi bahçelerinde sanirdı. İşte, bu, bir kral kadar bü­
yük şeyhin oğlu tekrar:
- Asalet olmazsa bu memleket batar!
Diyordu. Bunda şüphe mi vardı? Bunda şüphesi olan
birtakım avam güruhu, reziller, fakirler, baldır;ıçıplaklar­
<lı. Efruz Bey, çay fincanını küçük masanın üzerindeki ta-
60 EFRUZ BEY

bağa koydu. Ayağa kalktı. Gözlerini büyüttü. Sağ kaşı­


nın ucunu biraz kıstı:
- Ben asil olduğum için tamamıyle bu fikirdeyim,
dedi, arıların, karıncaların, hasılı cemiyet halinde yaşa­
yan bütün hayvanların bir beyleri var. Hayvandan baş­
ka hiç bir şey olmayan avam insanların da beyleri olmalL
Olmazsa . . .
Dizanterici Salih Paşazade Nermin Bey lafını kesti:
- Meşrutiyet denilen hezeyan olur.
- Fakat asalet Meşrutiyete zıt mıdır, Sir?
Bu suali soran Müzekki Bey, bıyıklarını İngilizvari
tıraş ettirmiş, iriyarı; Türkçe dahil olduğu halde on üç
lisanın yazılarını yazar, lakin hiç birinin kitaplarını oku­
yamaz bir gençti. Dünyada ne kadar futbol kulübü varsa
hepsinin fahri azasındandı. Babası Sabir Paşa, henüz ne
sürülmüş, ne de tekaüde sevkedilmişti. Nermin Bey:
- Şüphesiz.
Efruz Bey:
-· Zannetmem !..
Münakaşalarda kaç taraf olursa .. o kadar tarafa taraf­
gir olmak sanatinı bilen Kamuran Kara Tamburin Bey
de:
- Asaletle Meşrutiyet birbirne hem zıttır, hem de­
ğildir!
Dedi. Annesinin otuz sene evvel Mısır Çarşısı'ndan
alınan gelinlik takımlarıyle döşenmiş bu yarım alaturka,
yarım alafranga odaya Efruz Bey «salonum!» der, her per­
şembe öğleden iki saat sonra kibar, asil dostlarını kabul
ederdi. Perşembe «kabul günü» idi. Evine asillerden, pa­
şazadelerden başkasını kabul etmezdi. Kibar, zengin, asil
bir aile içinde alafranga terbiye alarak büyüıneyenler, sa­
lonlara kabul edilmeye layık değildiler. Çünkü bunlar n e
kadar yüksek mevkilere geçseler, hatta mebus olsalar, yi­
ne «adabımuaşeret» denilen kaidelere, usullere kendilerin i
ASİLZADELER 61

uyduramazlar, çizgili pantolonun altına san potin giymek


nezaketsizliğini irtikap ederlerdi. Hele başlarından fesle­
rini çrkarıp kapının yamndak portmantoya bırakmaları, sa­
lona, sokağa çıkar gibi fesle girmeleri, tahammül olunur
rezaletlerden değildi. Çayı, tıpkı Şehzadebaşı'ndaki çay­
lıanelerdeki Türklerin tavrıyla içerlerdi. Likör kadehini
tutmasını, bisküvi almasını bilmezlerdi. Yemek yemesini,
çay içmesini, reverans yapmasını bilmeyen insan mıydı?
Halbuki bir salona ancak medeni . sayılabilecek alafranga
beyler girebilirlerdi. Efruz Bey'in çocukluğunda Galata­
saray Sultanisi'nde tanıdığı arkada_şlanmn hemen hepsi
böyl� «distingue» (1) , böyle medeni kişiler. Hususuyle bu­
günkü davetli arkadaşları; hepsi asildi. Biri krala yakın
bir prens, diğerleri de kont, marki sayılabilirlerdi. Hepsi
terzi Mir'de (2) giyinirlerd. Küçük parmaklarındaki uzun
tırnaklarla o kadar bedii bir tarzda şakaklarının yanla­
rını, burunlarının uçlarını kaşırlardı ki.. . Kendilerini gö­
rüp asaletlerine hükmetmemek mümkün değildi.

Salon sahibinin ikram ettiği Havana sigaralarını içiyor­


lar, elleri ceplerinde, ihtiyar koltuklara uzanmışlar, asil
bir dalgınlıkla münakaşalarına devam ediyorlardı. Dizan­
terici Salih Paşa'nın oğlu · Meşrutiyetin esaslarından bir
«müsavat» oldukça «asalet» için bir hak kalmayacağını is­
pata çalışıyordu. Tek gözlüğünün zinciri, yaka, kol düğ­
meleri, yüzükleri, saat kordonu, kıravat iğnesi, hasılı diş­
lerinin kuronlarından potinnin düğmelerini ilikleyecek ale­
t� varıncaya ),.�dar, üstünden madenden ne varsa, hep al­
, tın olan Nemıin Bey, mütenasip bir asalet taraftarı idi.
İnce, sarı, narin yüzünün, müphem bakışlı gözlerinin öy­
le baygın, öyle nezih bir hali vardı ki. . . Buna ancak «asa-

(1) Zarif kibar


·2) Meşrutiyet devrin.de Beyoğİu'n,da ün salınış bir erkek ter­
zisi.
62 EFRUZ BEY

let» denebilirdi. Babası çok zengindi; okuyup yazması yok­


tu. Bununla beraber doktordu; İlaçlarından yarım kutusu
İstanbul halkınca kırk elli lira ederdi. Bu büyük adamın
nereden, ne vakit geldiği pek malum değildi. Yalnız Ni­
şantaşı'ndaki kaşanesi, Boğaziçi'ndeki çifte korulu yalıları,
çatanaları, Beyoğlu'ndaki apartmanları biliniyordu. Hürri­
yetin ilanı akabinde kim olduğu şimdi tamamıyle unutu­
lan bir gazeteci «Dizanterici Salih Paşa vaktiyle ne idi?»·
unvanlı gayet merak verici bir hikayeye başlamış, birinci
kısmını neşretmişti. Bu makalede otuz sene evvel Salih
Paşa'nın Tunus'ta dilencilik ettiği, İstanbul'da evvela fal-·
cılığa girişerek, sonra dizanteriye ilaç vermeye başladığı,
dizanteri ilacı sayesinde Saraya (3) mensup bir ak ağa­
sıyle bir harem ağasının yirmi beş senelik memelerini ( 4)
iyi ettiği, mahareti duyulunca Saraya alınıp, o günden iti­
baren dizanteri tedavisine siyaset karıştırdığı ifşa olunu­
yordu. Ertesi gün herkes makalenin mabadını bekledi. Fa­
kat bu mabat çıkmadı. Salih Paşa, birkaç kutu ilaç baha­
nesiyle bu gazetecinin ağzını kapatmış, o da yapacağı mü­
nasebetsiz müverrihlikten vazgeçmişti. Daha sonra diğer
serseri gazeteciler de Salih Paşa'ya bendler uydurup şan­
tajlar yapmaya kalkmışlardı.
Paşanın davası hepsini mahkemeye sürükledi. Haki­
kati tafsilatıyle bilmedikleri için mahkum oldular. Tabii
sustular.
Müzekki Bey:
- Asalet için ilk lazım olan şey Meşrutiyettir! dedi,
işte size İngiltere büyük bir misal! Meşrutiyet sayesinde
İngiltere nüfusu üç yüz milyona yakın Hindistan'a ha­
kimdir. DemPk bir kere Meşrutiyet sayesinde İngiltere,
Hindistan'ın, Mısır'ın, daha birçok yerlerin efendisi olmuş,

t3) Abdülhamit devrinde yıldız sara�ı


<4 ) Basur mem,esi kast ediliyor
ASİLZADELER 63

dünyanın en yüksek «asalet» mevkiini almıştır. Asıl İngil­


tere'ye gelince, Meşrutiyet sayesinde orada her şey asil­
lerin, lordların elinde demektir . . Hatta arazi bile . . . İskoç­
ya, İrlanda, Britanya, hasılı bütün İngiltere birkaç bin
lord'un malikanesi demektir. Halk arasında zekasıyle, de­
hasıyle hükümette yükselenler yeni baştan lord olurlar.
Asalet kesbederler. Sonra yüksek mevkilere geçerler. Eğer
İngiltere'de Meşrutiyet olmasaydı, iki yüz elli seneden
beri «avam» herifler ayağa kalkar, lordların canına okur­
lardı.

Müzekki Bey, eski devirde olduğu gibi, yeni devirde


de babasının daima ikbal mevkiinden inmeyeceğini bi­
lirdi. Her şey gibi Meşrutiyet telakkisini de değiştiriyor,
adeta bu tarzın istibdattan daha mühiş bir idare olduğu­
nu zannettirecek tarihi misaller getiriyordu. Babası İn­
giliz taraftarıydı. Sefaret tercümanı her hafta evlerine ge­
lir, siyasetin yeni safhalarından onlara malı1matlar telkin
ederdi. Hakikatte Müzekki Bey, İngiltere'yi vatanından zi­
yade severdi. Bunu hiç saklamaya lüzum görmez, herke­
se çekinmeden:

- «Biz İngilizler sayesinde yaşıyoruz, derdi, yoksa ne


Abdülhamit bizi rahat bırakırdı, ne de İttihatçılar (5) çe­
tesi . . . Başımız sıkıya geldi mi, hemen onlara koşacağız.
Tabii onları severiz.»

Efruz Bey'in en hoşuna giden onun bu haliydi.

- Ne karakter, ne karakter! Sanki anadan doğmll bir


İngiliz . . .
Derdi. Fakat Azizüssücuf, Müzekki'den pek hazzet­
mez:

(5) tttiıha,t ve Terakki partisi


64 EFRUZ BEY

- Yalnız kendini asil zannediyor.


Diye omuz silkerdi. Misafirlerinin . asalet, Meşrutiyet
· münakaşasını dinleyen Efruz Bey, Meşrutiyete hiç ehem­
miyet vermiyor, hep asalete ait sözlere dikkat ediyordu.
Otuz Bir Mart inkılabından sonra onun ruhunda da bir­
den derin bir inkılap tutuşmuş, yine birden sönmüştü.
Böyle politika gürültülerinin, şakşakların, adilik, cahillik
olduğunu anlamıştı. Şimdi ne Meşrutiyet taraftarıydı, ne
de istibdat.
- Ben kibarım, ben asilim. Böyle şeylerle uğraşmak
bana yakışmaz!
Diyordu. Kahramanlıklarını, verdiği nutuklarını, nü­
mayişlerini, mevkilerini -hiç vaki olmamış gibi- unuttu.
O kadar unuttu ki, memlekette siyasi bir tebeddül olup
olmadığının bile farkında değildi. Hep Beyoğlu'nda gezi­
yor. Tokatlıyan'da arkadaşlarıyle buluşuyor, şık, mükem­
mel, temiz bir hayat geçiriyor, yeni metreslerden, son
aşklardan dem vuruyordu. Politika, avama, adi ada'.ml�ra
mahsustu. Bu adi, bu ne oldukları belirsiz adamlar, bir­
birleriyle boğazlaşa boğazlaşa nihayet didinmelerinden
vazgeçecekler, memleketi idare etmek için mutlaka bir gün
asilleri çağıracaklar, «gelin, bize emredin!» diye yalvara­
caklardı.
· Rusya'da Çar'ın meclisindeki azalar, ayanlar hep asil-
di. Almanya'da asil olmayan hatta bir süvari zabiti ola­
mazdı. İşte Meşrutiyet ilan olunalı hemen hemen iki se­
ne oluyordu. Hala Türkiye uyanmamıştı. Hala asiller
aranmıyordu. Hala «bizim köylümüz arazi sahibidir. Ana­
dolu'da hiç arazisiz esir yoktur. Esir olmayınca tabii ara-
- v.isiz asil de olmaz» diye mantık yapılıyordu. Kendileri,
dostları asil değil de ne idiler? ..
Beyoğlu arkadaşlarından bir Yusuf Pinko vardı ki
halis muhlis, asil bir prens, hatta bir kraldı. Arnavutluk'­
taki çatısız şatosunda hala dedesi Büyük İskender'den kal-
ASİLZADELER 65

ma heybeler, çuvallar bulunduğunu görenler söylüyorlar­


, dı. Hele şu Azizüssücufüzzırtaf. . . Bir prensliğe, bir kral­
lığa değil, hatta bir imparatorluğa layıktı. İsmindeki o
tarihiyet, o kadimiyet ne ahenkli, ne derin, ne ulviydi. . .
Onu daha küçükten, Galtasaray'ın ilk sınıflarından tanı­
yordu. Asaletten, tarihi kıdemden anlamayan Türkler
onunla alay ederler, «Hacı Zırt» diye lakap takmaya ce­
saret ederlerdi. Sonra Ebülhüda Efendi hazretleri tarafın­
dan bu kadar asil bir prensin, ne olduğu belirsizler için­
de bulunması münasip görülmemişti. Mektepten çıkartıl­
dı. Hususi muallimler tutuldu. Mabeyne alındı. İstanbul'lu
çocuklar onun hakkında bin türlü iftira uydurmuşlardı.
Sözde Aziz bir köle imiş. . . Efendisi Avrupa'ya gideceği
için onu leyli olarak mektebe koymuş. Avrupa'dan gel­
meyip Jön Türk'lere karıştığı, Mabeynde işitilince emla­
ki haczedilmiş. Bu yağma esnasında küçük köle Aziz de,
Ebülhüda Efendi hazretlerine düşmüş.
Efruz Bey bu yalanların hiç birisine inanmazdı.

- Meşrutiyet falan laflarını bırakalım, dedi. Böyle


adi şeyler konuşmak bize yakışmaz. Mademki biz asiliz.
Düşüncelerimiz de, muhasebelerimiz de asilce olmalı.
- Evet.
- Evet.
- Evet, evet!
Dediler. Hepsi bu fikirdeydi. Efruz Bey ayağa kalktı.
Ellerini pantolonunun ceplerine soktu. Ayaklarını biraz
açtı. Güzel laf söyleyeceği zaman daima bu vaziyeti alır­
dı.
- Bu memlekette asalete o kadar ehemmiyet veril­
miyor. Niçin? Buna hepiniz cevap veriniz.
Azizüssücufüzzırtaf:
Ö.S. IX - F Ş
66 EFRUZ BEY

- Millet bozulmuş da ondan . . .


Nermin Bey:
- Meşrutiyet sebebinden.
Müzekki Bey:
- Meşrutiyet daha iyice anlaşılmadığından!
Kara Tamburin Bey de:
- Henüz mükemmel tarih, hukuk kitapları yazılma­
dığından!
Dedi. Efruz Bey başını salladı. Hayır . . . Bunlar ciddi
sebepler değildi. Asıl sebebi, hiç biri bulamıyordu. Vakıa
asildiler. Fakat asaletin ruhi, içtimai mahiyetini bilmi­
yorlardı.
- Bakınız, ben bu sebebi size söyleyeyim. Biz asil ol­
duğumuz halde ismimize ehemmiyet vermiyoruz. Ecdadı­
mızın namlarını taşımıyoruz. Asalet unvanları kullanmı­
yoruz. Biz kendi kendimizi tanımazsak halk bizi tanır mı?
- Doğru.
- Evet, doğru.
- Hakikaten doğru.
- Hakikaten çok doğru . . .
Efruz Bey, en doğru sebebi bulabildiği iç�n sevindi.
Gözleri parladı. Tek gözlüğü düşecekti. Hızla cebinden çı­
kardığı eliyle bu mühim aleti tuttu:
- Evvela biz kendimizi, sonra birbirimizi bilelim.
Birbirimize unvanlarımızla hitap edelim. Toplanalım. Bir­
leşelim. Kuvvetlenelim. Birleşmekten kuvvet doğar!
- Şüphesiz.
- Evet, şüphesiz.
- Evet, şeksiz şüphesiz.
- Evet, katiyyen şeksiz şüphesiz . . .

Efruz Bey'i tasdik ederken misafirlerin dördü de sa­


ri, mihaniki yeni bir hareketle ayağa kalkmıştı. Ortada­
ki fes rengi ipek örtülü yuvarlak masanın başına toplan-
ASİLZADELER 67

dılar. Mühim bir müzakerenin mukaddemesini hisseden


Efruz Bey :
- Altımıza birer sandalye çekelim!
Dedi. Hepsi birer sandalye aldı. Oturdular. Dirsekle­
rini masanın kenarına dayadılar. Konuşmak için bir ruhu
çağıran ispirtizmacılar gibi ciddi oturuyorlardı.
Efruz Bey :
- Evvela kendimizi biliyor muyuz bakalım?
Dedi. İçlerinden «kendisini bilmeyen» çıkmadı. Hepsi
prensti. Hepsi silsilelerini, cetlerini, tarihlerini tanıyorlar­
dı. Müzekki Bey, bundan altı yüz, sene evvel birinci Sul­
tan Osman'a Britanya adasından sefaretle gönderilen ced­
dinin, İngiltere'de · eski cedlerini bile tanıyor, su gibi ez­
berden sayıyordu. Sultan Osman'ın yanına gelen «Lord
Conson Sgovat» isminde ceddi tam iki bin senelik bir aile­
nin son goncasıydı. O vakit «hukuku düvel» kavaidini hü­
kümetin hariciye nezareti kabul etmediğinden, Sultan, çok
beğendiği lordu tekrar memleketine göndermemiş ve .. .
gözlerinin önünde çatır çatır sünnet ederek Müslüman
yapmıştı. Ameli bir surette hidayete erdirilen bu zata
maatteessüf . tarihlerin ismini söylemediği bir prenses,
Prens Orhan'ın küçük sütkardeşi verilmişse de, Britanya
hükümeti bu llıtfu bir tecavüz addetmişti. Türkiye'ye he­
men ilan-ı harp etti. O vakit Osmanlıların daha hiç sa­
hili yoktu. İngilizler Türklerin sahile inmelerini belki ya­
rım asır beklediler. Nihayet sahile gelen Türklerin donan­
maları yoktu. Donanma tesis etmelerini yüz elli sene bek­
lediler. Sonra bir gün Edremit önlerinde ilk rasgeldikle­
ri bir Türk yelkenlisini batırdılar. İçindeki Rum balıkçı­
ları esir aldılar. Bu iki yüz senelik harp halinden bugün­
kü tarihler gibi o vakitki hükümet adamlarının da ha­
berleri yoktu. İngiltere intikamını almış farzetti. Kendi
kendine, · tek başına bir sulh aktederek muahedenameyi
Rodos açıklarında, yine tek başına imzaladı. Bu muahede ·-
68 EFRUZ BEY

namenin aslı şimdi kralın kütüphanesinde saklıydı. Dün­


yada tek bir devlet tarafından tek başına yapılmış yega­
ne bir muahede olduğu için tarih nazarında paha biçil­
mez derecede bir vesikaydı. Lorda, Türkler evvela «Da­
mat Con Paşa» demişlerse de «Con» kelimesinden mana
çıkaramayan halk, bunu «Civan Paşa»ya tebdil etmişti.

Müzekki Bey:
- İşte, dedi, onun için bizim ailemize «Civanzade­
ler» denir.
Efruz Bey sordu:
- Niçin bu kadar eski, bu kadar asil ailenizin ismi­
ni taşımıyorsunuz?
Müzekki Bey başını sallayarak:
- İ ki sebepten! dedi, «Civanzadeler» desem, «Razza­
kizade» (6) gibi pek Karagözvari oluyor. Çok alaturka bir
isim! Sonra kendime «Müzekki Civan» , yahut «Civan Mü­
zekki> desem bıyıklarımı tıraş ettiğim için halk bundan
kötü bir lakap telmihi çıkarıp aile ismim olduğunu anla­
mayacak.
Kamuran Kara Tamburin Bey:
- «Müzekki dö Civan» deyiniz.
Ezzırtaf :
- Evet, mesela «Marki Müzekki dö Civan . . » .

Dedi. Müzekki Bey:


- Fakat azizim, marki diyorsunuz. Halbuki ben pren-·
sim!
Diye reddetti. Nermin Bey itiraz etti:

- Nasıl prens oluyorsunuz? Cedd.iRiz lord imiş! Hiç


hükümdarlık etmemiş.
- Hayır, Prensim! Ceddim lord damat Civan Paşa.

(6) Karagöz oyununda «Rezzakizade> Tarçın Bey «alafranıa>


«Jön Türk> tipini caµla.ndM"ır
ASİLZADELER 69

. sonradan pek büyük bir imparator olan Orhan'ın sütkar­


-deşini almış. Orhan ilk zaptettiği eyalete ceddimi hüküm-
-dar yapmış.
- Bundan emin misiniz?
- Ben söy1emiyorum, azizim, tarih söylüyor.
Efruz Bey:
- O halde mükemmel bir prenssiniz ! Hatta biraz da­
ha çalışsanız, ceddinizin eyaletini bile elde edebilirsiniz.
Dedi. Müzekki dö Civan'a prens unvanı verilince Ka­
muran Bey aslını, ecdadını anlatmak için acele etti. Bu
bey, Rusya'nın Orenburg beldesindendi. Babası orada kü­
çük bir köyün mescidinde müezzinlik eder, civardaki aç­
lıktan ölen müterakki, medeni Tatarcıklan yıkar, kefin­
ler, gömer, böylece geçiniz giderdi. Babası, bir gün aç­
lıktan ölünce, öksüz kalan Kamuran'ı, yedinci defa Hi­
caz'a gitmek üzere olan katmerli bir hacı yanına hizmet­
çi gibi aldı. Bu adam da, İstanbul'dıt Türk hacılarına otel
olan selatin camileri avlularından birinde, mermerlerin,
poyrazın tesiriyle hastalandı. Altı defa tahammül ettiği
bu seyahat hayatına bu sefer dayanamadı. Öldü. Cenne­
te gitti. Kamuran'ın o vakit ismi «Cihanyan» idi. Küçük
Cihanyan aç kalınca dilenmeye başladı. Sonra onu zabı­
ta bir şüphe üzerine tuttu. Darülacezeye koydu. Küçük
Cihanyan gayet zekiydi. Tatar olduğuna inanılmayacak
derecede güzeldi. Orada bir katip haline acıdı. Darüşşa­
faka'ya naklettirdi. Orada bir muallim zekasına hayran
oldu. Meccanen Galatasaray'a geçirtti. Galatasaray'a ge­
lirken Cihanyan kendi ismini değiştirdi. «Kamu.ran» yap­
tı. O vakitten beri zekası sayesi11de her şeyi buluY.ordu.
Bilhassa en lazım olan iki şeyi: Para, iltimas . . .
- Ben Kara Tamburin ailesindenim! dedi, fakat Prens
Müzekki dö Civan gibi cedlerip:ıi birer birer sayamam.
Efruz Bey sordu:
- İsimlerini bilmiyor musunuz?
70 EFRUZ BEY

- Biliyorum.
- O halde?
- Fakat o kadar çok ki. . . Saymak mümkün değil.
- Demek son derece eski?
- Son derece! On bin sene evvel. . .
Efruz Bey tekrar sordu:
- Bundan on bin sene evvel mi?
- Hayır.
- Hicretten mi?
- Hayır.
- Milattan mı?
- Hayır.
- Tufandan mı?
Başka tarihi bir mebde tanımayan Prens dö Civan,
hayretle:
- Ya neden?
Dedi.
- Hilkatten!
- Hilkatten mi?
- Evet, hilkatten on bin sene evvel ilk ceddim nur-
dan bfr sütun içinde «Kutlu Yeşim Dağı» üzerine inmiş­
ti. Yeşil, alacalı bir geyik oralarda geziniyor, arkasına dü­
şen çapkın bir bozkurt onu kovalıyordu. Ceddim Kara
Kaan bu kurdu öldürdü. Geyiği tuttu. Nur sütunuyle gök­
ten indi ineli ağzına bir şey koymamıştı. Karnı zil çalı­
yordu. İlahi bir sevkıtabii ile geyiğin memelerine sarıl­
dı. O saatte bu memelerden mavi bir süt gelmeğe başla­
dı. Ceddimin karnı doydu. Dünya üzerinde bir kendi, bir
bu Alageyik vardı. Gezmek için bu Alageyiğin üzerine
biner, geceleyin üstünde yatar, acıkırsa sütünü emerdi.
Yavaş yavaş ilahi, nasuti her ihtiyacını bu geyikte tes­
kin etmeğe başladı. Nihayet geyik gebe kaldı. Dokuz ay
on gün sonra sabahleyin beş, öğleye doğru üç, akşam üs­
tü bir tane olmak üzere üç defada dokuz Kaanzade do-
ASİLZADELER 71

ğurdu. Dikkat ediniz. Beş, üç, bir; dokuz ! Bu dört sayı


işte bunun için bütün insanlarca mukaddestir! Fakat bu
prenslerin hepsi boynuzluydu. Ceddim sekizinin boynu­
zunu kırdı. Yalnız bir tanesini boynuzlu bıraktı. Boynuz­
ları kırılan prensler hemen öldüler. Tek kalan boynuzlu
yaşadı. Babasından kendine miras kalan Alageyik ile bir­
leşti. Evlatlarının ötesini berisini kırmadığı için haneda­
nı çoğaldı. Hükümet teşkil etti. Bu aileye «Kara Tam­
burin» denir ki, bütün Şark kavimlerince mukaddestir.
Oğuzlar, Cengizler, Hülagüler, Timurlar, Selçuklar, hası­
lı ne kadar Şark hükümdarları varsa, hep Kara Tambu­
rin ailesinin aylıklı uşağı mesabesindeydi. Henüz Türk
tarihi Türkçe olarak yazılmadığı için bunları tabii b�lmez­
siniz!
- O halde siz de prenssiniz !
Kara Tamburin Bey güldü :
- Eğer tenezzül edersem, düşününüz.

Hepsi düşünüyorlardı. Kamuran padişahlardan, impa­


ratorlardan büyüktü, semavi bir aileye mensuptu. Allah'-
ın torunlarından biriydi.

Nermin Bey sükutu ihlal etti:

- Bu semavi aileye mensup başka prensler var mı­


dır?
- Hayır, yoktur. Vakıa; Rusya'da bir iki kişi, biz de
«Kara Tamburin ailesindeniz» iddiasında bulunmuşlardı.
Fakat yalanları meydana çıktı.
- Sizin kardeşleriniz, akrabalarınız yok mudur?
- Hayır, kimsem yoktur.
Efruz Bey dayanamadı:
- Fakat evlenseniz . . . Kazara hayatınıza bir şey olur­
sa, semavi, ilahi bir aile kaybolacak.
Diğerleri de ilave ettiler:
72 EFRUZ BEY

- Bu kadar 'ttski, semavi bir aile olmazsa, etrafında


toplanılacak bir ealet kabesi kalmayacak. Netice olarak
asalet bitecek.
- İhtimal bu semavi ailenin fenasıyle beraber kıya­
met kopacak.

. . . . . ...
Kamuran hepsini temin etti:
- Merak etmeyiniz, dedi. Ben kırk yaşına gelince ev­
leneceğim. Bir erkek çocuğum olunca, hemen kendimi iğ­
diş yaptıracağım.
- O niçin?
Diye sordular.
- Kıymetin bir hikmeti de azlıktadır. Ben Kara Tam­
burin ailesinin çoğalmamasını isterim. . . Daima bu aile­
den bir kişi bulunmalı. Evladıma da bu prensibi talim
edeceğim. Ancak, ancak. . . ancak o vakit. . .
� · ····�

İğdişliğe kadar varan b u büyük fedakarlığın ulviyeti


karşısında gaşyoluyorlardı.
Efruz Bey:
- Size bir unvan bulmak mümkün değil!
Dedi.
- Evet.
- Evet.
Hepsi tasdik etti. Prens, Ruva, Emperör . . . Bunlar ni-
hayet dünyevi şeylerdi. Nermin Bey :
- Eğer kabul ederseniz size Semavi Prens diyelim.
Teklifinde bulundu.
- Başka kimseye bu unvan verilmemek şartıyle.
- Elbet.
- Elbette. . .
Prens Eternel �ij Kara Tamburin! . . . Hepsi bu muh­
teşem ismi tekr�rl.a dılar. Prens ı:ternel'in badem gözleri
ASİLZADELER 73

hazdan parlıyor, yüzü daha ziyade aylaşıyordu. İşte ni­


hayet bir prens telakki olunuyor, ismi teyit ediliyor, tas­
dik ediliyordu. O, efendisi hacının cami avlusundaki mer­
merler üzerinde öldüğü dakikadan beri tuhaf bir ruhiyet
ile, dilenmek için elini uzattığı İstanbul Türklerinden ken­
dini çok yüksek görürdü. Dilenirken bile onlara hakaret­
le bakardı. Darülaceze'de, Darüşşafaka'da kendine, kendi
kendine hususi bir ehemmiyet vermiş, muhitine bu veh­
mi, ehemmiyeti ibram etmişti. Son derece mağrur, son
derece kibirli idi. Kendisiyle konuşanlar, karşısında gay­
ri ihtiyari bir hürnl.et duyarlar, kendilerini gayet büyük
bir adam huzurunda sanırlardı. Hiç bir muayyen fikri
yoktu. Bugün, pantürkist, yarın politürkist (7) . . . döner
dururdu. Edebiyat, ilim aleminde de -hiç bir eseri ol­
madığı halde- sırf gösteriş, sırf satış sayesinde kendini
tanıtmıştı. Nazırları :;ıiyaret eder, politika fırkalarının hep­
siyle müsavi derecede münasebette bulunur, hepsine ken­
dilerinden tarafa imiş hissini verirdi. Hem Yunan hükü­
metinin, hem Türkiye'nin pençesinden kolaylıkla kurtu­
lan Kefalonyalı Rum kasa hırsızları gibi iki pasaportu
vardı. Rus sefarethanesi onu Rum tebaası tanır, bizim
siyasi düşünmek eziyetine katlanamayan zavallı nüfus
memurumuz ona «Osmanlı tabiiyetini haiz müslim» di­
ye Hamidiye kağıdı (8) verirler, yol tezkeresi doldurur­
lardı. İstanbul'un Ruslar tarafından alınaca ına iki kere
ğ
iki dört eder kadar kaniydi. Onun için Rus pasaportuna
Rus sefarethanesinin teveccühüne ehemmiyet verir. Tür­
kiye nazırlarının kendine teklif ettiklerini söylediği mev­
kileri -muvakkat olduğu için- kabul etmek budalalı-

(7) :0Uft1a Türklerini bir birlik halinde toplama amacı


\8) Bizde nüfus kütükleri II. A!bdülha.mkl devrinde tutulmuş,
halka ilk defa onun, t.uğrasmı taşıyan n,üfus cüzdanları V'e­
rilmiştlr.
74 EFRUZ BEY

ğında bulunmazdı. Her sabah başka bir fikirle uyanır, öğ­


leye kadar birkaç defa bu fikri değiştirir, fakat her gün,
·her saat, her dakika, her saniye yalnız «asaleti» hususun­
da sabit kalırdı. Bu asalet tamamıyle Efruz Bey'i tanıyor,
arkadaşlarının muhitine giriyordu. İstanbul'da büti,in ede­
biyata intisap eden kadınlarla, vezir torunları, paşa ak­
rabaları, ne kadar «Biz asiliz efendim! » iddisında bulu­
nan hanımefendi varsa hepsiyle dosttu. Onları ziyaret
eder. Siyasi dedikodulardan, son iktisadi dalaveralardan
gayet müstehziyane bahsederdi. Hasılı tam bir salon ada­
mıydı.
- Yirmi sekiz yaşındayım!
Derdi. Ablak çehresi o kadar sakin, o kadar ciddi idi
ki, yalan mı, samimi mi söylüyor, anlaşılamazdı. · Her­
kese, her vakit, her fırsatta ailesinin, Kara Tamburin kö­
künün eskiliğini anlatır, iftihar ederdi.
Nermin Bey, asaleti kadar hakikati de severdi. Altın
tabakasından çıkardığı bir sigarayı altın ağızlığına tak­
tı. Altın kibritliğinden bir kibrit aldı, çaktı. Sigarasını
tutuşturdu. Sonra altın kibritliğini cebine koyan eliyle
saatini çıkardı. Baktı:
- Dostlarım! Gecikmişiz, saat beş! dedi, fakat benim
tarihi hikayem yok. Hem prens olamam. Çünkü cedlerim­
den birisinin hükümdarlık ettiğini bilmiyorum.
- Bununla beraber asilsiniz.
- Şüphe yok. Fakat prens değilim. Belki bir marki,
bir kont . . .
- Marki, marki . . .
- Evet, marki.
Nermin Bey :
- Pekala, marki olabilirim. Cedlerim hep hükümdar­
ların dizanterilerini iyi etmişlerdir. Dizanterinin sırrı ta
Lokman Hekimden beri bizim ailemizin malıdır. Sizin ka­
dar asil değilsem de, · hepinizden zenginim !
.ASİLZADELER 75

Bu iddia biraz Efruz Bey'e dokundu:

- Hepimizden zengin olduğunuzu söylemek biraz cid­


di değil . . . Vakıa ben ç0k iktisat yaparım F..akaLne kadar
. .

iradım olduğunu biliyor musunuz?


- Hayır.
- O halde kendinizi hepimizden zengin addetmeniz
muvafık değildir.
Kıvırcık saçlarının arasına koyu patalumba (9) ren­
·ginde parmaklarını sokmaya çalışan Azizüssücufüzzırtaf
tasdik etti:
- Efruz Bey, ben sizin servetinizi biliyorum. Siz giz­
li milyonersiniz.
Efruz Bey, bunun üzerine iratlarını, çiftliklerini say­
maktan vazgeçti. Azizüssücuf'a gayri ihtiyari minnettar­
lığını göstermek ihtiyacını duydu:
- Azizim Prens Zırtaf, siz cidden asilsiniz! dedi, evet,
siz halis prenssiniz. Bize kendinizi tanıtınız. Fakat rica
-ederim mütevazi olmayınız.

Zırtaf'ın gözleri parladı. Bu, hakikatte kaşerlenmiş bir


serseri, gayet mahir bir şantajcıydı. İttihadı İslamla (10)
Arap imparatorluğu mefkurelerinin ikisine de aynı mik­
tarda malikti. Gördüğü oldukça iyi tahsile rağmen ipti­
dai bir zihniyetle dünyadaki insanları «İslam, Hıristiyan»
-diye iki basit kısma taksim eder, ne kadar İslam varsa
bepsine Arap nazarıyle bakardı. Ebülhüda'nın (11) yetiş­
tirmesiydi. Eskiden mabeyne nasıl girip çıkarsa, şimdi de

(9) Burada koyu esmerliği kasdediUYor 011.m.alı. Kelimenin aslı


bulunam,adı.
UO) tsıam Birliği ülküsü. Meşrutiyet ve Biırinci Dünya Savaşı
yıllarında hararetli taraftarları vardı
( 1 1 ) II. Albdülhamit devrinde Yıldız Sarayı'run ünlü harem
ağası.
76

Babıali'ye, sadarete, teşkilatı mahsusalara (12) , cemiyeti


hayriyelere.- edebL kul\:iplere;· siyasi· mahfillere eyle girip
çıkardı. Gayet şıktı. "Beyoğlu'nda, birinci sınıf bir apart­
manda yaşıyor, kumarda, sefahatte harcettiği paraların
membaını, kimse değil, kendi değil, hatta Allah bile bil­
miyordu.

- Benim ailem, İslamiyet sayesinde Kureyşiler ikti-


darı elde ettiğinden beri siyasi mücadelesine devam eden
minimini, gizli bir kabileciktir. İddiası bütün Araplardan
büyük bir imparatorluk teşkil, Afrika ile beraber Asya'yı,
Çin, Hindistan, Türkistan, Malezya, Türkiye dahil olduğu
halde tamamen Araplaştırarak tekrar Cebelüttarık'ı geç­
mek, İspanya'yı, Fransa'yı, Almanya'yı, Avusturya'yı, İtal­
ya'yı, hasılı bütün Avrupa'yı ezerek İngiltere ile Ame­
�ika'yı zapt, cihanı baştanbaşa istila etmektir. Ceddimiz
Kaysüssücufüzzırtaf'tır.

Müzekki Bey, zihninde birden · uyanan mazinin sem'i


hatırasıyle:

- Zannedersem Zırtaf değil, Zırt . . .


Dedi.
- Hayır efendim, Zırtaf . . . Siz mektepte çocukların
bana «Hacı Zırt» dediklerini hatırlıyor, ihtimal diğer mü­
nasebetler gibi mu mektep lakabını bozarak kendime aile
ismi yaptım sanıyorsunuz. Hayır, yanılıyorsunuz. Benim
ceddim Kaysüssücufüzzırtaf'tır! . . : Bu ismin bütün Arap­
lar indinde meşhur bir hikayesi vardır. Bu hikaye bin­
lerce aşıkane şiire· mevzu olmuş . . . Hatta Muallakat'ta (13)
bile telmih olunmuştur.

(12) İtt'haıt ve Terakki Pa.rtlsi'nin kurduğu haıber ve casusluk


ıteşkilatı.
(13) İslamlıktan önceki putperest Arap şairlerinin Kabe du­
varlarına asılı şiirleri.
ASİLZADELER 77

Efruz Bey :
- Rica ederim, bu şairane hikayeyi anlatınız.
Dedi.
- Peki anlatayım. Hicretten binlerce sene evvel ced­
dim Kaysüssücufüzzırtaf, on buçuk yaşında bir çocuktu.
Daha kimse onun büyük bir şeyh, büyük bir hükümdar.
büyük bir cihangir olacağını bilmiyordu. Zayıftı, sıskay­
dı. Biraz değil, epeyce karnı şişti. Çenesinin altında bir
davul gibi kabarıyordu. Bu esnada kabilesi, civardaki · ka­
bileler üzerine gazve (14) yapmış, sayısız ganimetler yağ­
ma etmişti. Bu ganimetler vahada denk denk birbiri üs­
tüne yığılmıştı. Ekserisi setrelerden, kumaşlardan ibaret­
ti. Gece bütün kabile halkı uyurken ceddim uyumuyor,
ileride yapacağı cihatları düşünerek yığının dibinde ge­
ziniyordu. O, böyle küçük mikyasta gazvelere tenezzül et­
meyecek, Şark'ı, Garb'ı birleştirecek, yani dünya durduk­
ça arza hakim olacaktı. Tam bu sırada dehşetli bir fırtı­
na çıktı. Ganimet yığınlan devrildi. Ceddim bunlann al­
tında kalıp ezilince, karnındaki gazlar o kadar şiddetle ·
intişar etti ki . . . havan topu gibi patlayan bir sada ile bü­
tün kabile halkı uyandı. Ganimetlerin yanına koştular.
·

Denkleri kaldırdılar; altından küçük kahraman Kays'ı çı­


kardılar. Zaman geçti. Bu Kays büyüyüp bütün Arabis­
tan'a hakim olunca, bu vaka da kendi kadar şöhret ka­
zandı. Arapça sücuf «Secf:•in cem'idir, setreler, örtüler de­
mektir. İşte örtü, gömlek denkleri tazyikiyle ceddimin kar­
nından çıkan bu sada «Sücufüzzırtaf> diye evvela kendi­
ne, sonra ailesine, ondan sonra beş �z bin sene var ki,
hanedanına alem olmuştur.

Efruz Bey:

- Oh, ne romantik menkıbe!

(14) Arap kaıbilelerinin yaptıkları savaşlar.


EFRUZ BEY

Dedi. Prens Eternel Kamuran dö Kara Tamburin şiir­


le de iştigal ettiği için bunu pek şairane buldu:
- Pek bedi bir levha. . . Düşününüz. Çölde bir vaha.
Tüyleri dökülmüş kamış yelpazeler halinde sakin, naze­
nin duran hurma ağaçları. . . Saf, asude, dumansız, leke­
siz, yıldızsız bir sema . . . Susuz bir kuyunun başında in­
ce mugaylan fidanları arasında kurulmuş çergeler. . . Her­
kes uyuyor, hurmalar, sema, mugaylan . . . her şey uyuyor,
yalnız kahraman Kays uyanık! Ganimetlerin dibinde bir­
den çıkan rüzgarla denkler yıkılıyor. Müthiş bir sada, bü­
tün bu sakin ufku dolduruyor: «zırrrt . . . » diye ! Herkes
uyanıyor, koşuyor, denklerin altından birkaç sene sonra
tamamıyle kürre-i arza hakim olup Zuhal, Utarit, Zühre
gibi küreleri de zapt için projeler yapan cihangiri çıka­
rıyorlar . . . Dünyada bundan nefis bir trajedi, bir destan,
hatta bir opera mevzuu olamaz. ·

Yakanın şiiriyeti, tabiiyeti hepsini teshir ediyordu.


Zırtaf'ın tarihine bu hadise ile başlanmasını münasip bu­
luyorlar, babadan evlada, evlattan toruna uzayıp gelen bu
büyük kahramanlık tarihnden bir destan, bir opera ya­
pılınca besteleyeeek. bestekara mukaddime olarak ne ne­
fis, ne tabii bir sada hazır olduğunu söylüyorlar, bu ta­
bii sesten ilahi bir melodi çıkarmak için bir Verdi, bir
Wagner, bir Beethowen doğmasını temenni ediyorlardı.
Prens Azizüssücufüzzırtaf, ceddinin daha birçok hika­
yelerini anlattı. Artık hava kararıyordu. Nermin Bey:
- Asaletmeaplar! dedi, vakit geçti, artık dağılsak . . .
. .. ... ...... ...
. . .

Fakat Efruz Bey kendi asaletini, kendi cedlerini an­


latamamıştı. Saat altıyı geçiyordu. Bu beş asil genç bir­
Qirlerinden ayrılamadılar. Hemen oracıkta, aceleyle «Asil­
ler Serkli» namıyle bir kulüp tesisine karar verdiler. Ora­
ya bütün . asiller toplanacaklar, Şark'ta da, Garp'ta oldu­
ğu gibi asaletin hakkını arayacaklar, milletlerin idaresi-
ASİLZADELER 79

ni ellerine alacaklar, avamı -asillerin ,iddiasızlığından


fırsat bularak- sıçradıklan yüksek mevkilerden indire­
cekler, layık olduklan kovuğa sokacaklardı. Ayrılırken ev
sahibinin ellerini samimiyetle sıktılar:

- Yarın Pera Palas'ta . . .

Diyorlardı. Orada bir odada toplanacaklar, nizamna­


melerini, duhul şartlarını, unvan, derece meselelerini mü­
zakere edeceklerdi. Ev sahibi ta kapıya kadar misafirle­
rini teşyi ediyordu. Prens Zırtaf :
- Efruz Bey, sizinle bir dakika yalnız kalmak iste-
rim.
Dedi.
- Emredersiniz prens . . . Emrinizi icraya hazırım.
Cevabını veren Efruz Bey, misafirlerinin arkasından
kapıyı kapadıktan sonra Prens Zırtaf'la kapının sağında­
ki salona döndü.
- Buyurunuz efendim? . . .

Prens sıkılıyor, ellerini ovuşturuyordu. Gayrete gel­


di. İnce, parlak potinlerinin narin . uçlarına bakarak :

- Portmonemi (15) düşürmüşüm!


Dedi. Efruz Bey, çok zengin olduğu ıçın para mese­
lesine ehemmiyet vermeyi asalete mugayir görürdü:
- Ne zararı var efendim?
- Sizden yarın akşam vermek üzere küçük bir meb-
lağ isteyeceğim.
- . . . . . ..

Zırtaf, Efruz Bey'in doğru bir mazeret uydurmasına


meydan vermeden ilave etti:
- Bin lira kadar bir şey!

( 15) Para çantası.


80 EFRUZ BEY

Bu, Efruz Bey için vakıa çok ehemmiyetsiz bir para


idi. Lakin aksi şeytan. . . şimdi vermek mümkün değildi.
Çünkü . . . Mazeretini Efruz Bey saklamadı.
- Kasamın anahtarları annemdedir. İki hafta var ki
nasırlarını kestirmek için profesör Verşinker'in yanına
Viyana'ya gitti . . . Üç ay sonra gelecek. . . Burada olsaydı,
vallahi billahi, namusum, asaletim · üzerine tekrar yemin­
ler ederim ki, şu bin lirayı hemen size verirdim.

Prens Zırtaf teşekkür etti, sonra başını eğdi:

- Şimdi yüz lira verseniz?


- Aksi şeytan! dedi. O da yok!
- Bir lira lCı.tfetseniz?

Efruz Bey, binden bire yıldırım gibi inen prense dik­


katli dikkatli baktı. Ne diyecekti. Fakat mazereti pek mak­
buldü:
- Bugün yanımda ne kadar bir lira .varsa sizin gibi
bir dostuma verdim. Elime ancak yarın para geçecek.

- Şimdi bir mecidiye olsun veremez misiniz?

Kurtulamayacağını anlayan Efruz Bey, parayı asil dos­


tunun avucuna koyarak:
- İşte bir çeyrek! Daha fazla veremediğim için be­
ni affediniz, dedi, hayatta bazen öyle münasebetsiz, öyle
aksi anlar oluyor ki . . .

Prens çeyreği cebine koydu. Teşekkür etti. Konuşa­


rak, para üzerine, aksi tesadüfler üzerine, zenginlik üze­
rine felsefeler yaparak Efruz Bey, misafirinin elini sıkı­
yor, veda ediyordu. Ansızın arkada mermer döşeme met­
halde dehşetli bir gürültü oldu. Çığ gibi yuvarlanan al ya­
naklı şişman, yuvarlak bir evlatlık sanki birkaç kilomet­
re ötede birisine söylüyormuş gibi nefes nefese, avazı çık­
tığı kadar:
ASİLZADELER 81

- Küçük Bey! Küçük Bey! diye haykırdı, anneniz:


«Beni görmeden gitmesin!» dedi. Size çarşıdan burnunun
. kıllannı çekmek için cımbız aldıracakmış!

- ·····•

Efruz Bey, Zırtaf'ın arkasından kapıyı kapayınca, an­


nesinin yanına koştu. Burası beyaz dokuma sedirli, Uşak
halısı döşenmiş, Şam perdeli, gayet alaturka bir oda idi.
Duvarları hep ayet, hadis levhalanyle örtülüydü. Eğer bir
«Allah», bir de «Muhammed» levhası olsa, mükemmel bir
·

mescit sayılabilirdi.
- Anne! Niçin o münasebetsiz kızı misafirlerin· ya­
nına gönderiyorsun?
Diye karşısına dikilen hiddetli oğlunu bu sert Çerkez .
hemen yatıştırdı. Acele ile o rasgelmişti. İşte onun için
göndermişti. . . Münakaşadan ziyade iş yapmasını seven
Efruz Bey, lafı pek uzatmadı. Hemen evde yeni bir ten­
sikata girişti. İki İslam, bir Rum hizmetçi kızla küçük ev­
latlığı, dadısını çağırdı:
- Şimden sonra «Despina»dan başka hiç biriniz ba-
na lakırdı söylemeyeceksiniz!
Dedi. Dadısı mahzun mahzun baktı:
- Küçük beyim! Niçin bize darıldın?
- Bak, hala «Küçük Bey» diyor.
--r Ne diyeyim a beyciğim?

- İsmimi söylemeğe hacet yok. Yalnız unvanımı te-


laffuz edersin.
Hiç bir şey anlamayan dadı, hanımefendisine, kızla­
ra «ne diyor?» gibi baktı.
- Kalın kafalı Çerkez! Laf anlamazsın ki. . .
Ö.S. IX - F 6
82 EFRUZ BEY

Efruz Bey tekrar hiddetlendi, köpürdü. Hepsine ayrı


ayrı sordu:
- Benim unvanım ne?
Sonra annesine döndü:
- Söyle anne, benim unvanım ne?

Hiç birisinden bir cevap alamayınca daha ziyade ateş­


lendi. Ana, oğlunun, hizmetçiler efendilerinin unvanını
bilmiyorlardı. Bu memleket batmasın da neresi batsın? . . .
B u ne idraksizlik, bu ne kabalık, bu ne hayvanlıktı.

- Benim unvanım: Prens. . . Ben prensim! Beni ar­


tık prens diye çağıracak, medeniyete girmeğe alışacaksı­
nız. Hain vahşiler. . .
Hanımefendi, yine oğlunu, geçen seneki gibi ismini
değiştiriyor sandı:
- A oğlum, bari kendine bu sefer bir İslam ismi tak­
san . . ,
Dedi.
- Sus anne ! Cahilliğini meydana vurma. Bu isim mi?
Unvan . . .
- Her neyse . . . Bari İslamca olsa.
- İslamcası Han amma, böyle söylerseniz insanı Acem
zannederler.
Hanımefendiyi yine bayılmaktan kurtarmağa çalışan
dadı:
- Başüstüne, öyle deriz efendim. Artık hepimiz ;:;ize
«Prens Bey» deriz.
- «Prens» dedikten sonra «Bey» derneğe hacet yok­
tur.
Efruz Bey, Despina'ya döndü:
- Söyle beni nasıl çağıracaksın?
- «Müsyü lö Prens» diye.
- Yalnız o kadar mı?
- «Müsyü lö Prens zenapları» diye.
ASİLZADEI.ıER 83

Efruz Bey memnun oldu. Annesi, Bolu'lu aşçı ile fin­


girdeyen bu kızı ay nihayeti savmak istiyordu. Fakat oğ­
lunun tensikatı niyetinin aksine çıktı. Despina'nın mııaŞı­
na bir lira daha zammolundu. Erkek misafir geldiği za­
man Despina'dan başka kimse salona, kapının yanına uğ­
ramayacaktı.
Efruz Bey, yarım saat içinde hizmetçilerin meselesi­
ni bitirdikten, küçük evlatlığın misafir karşısında bağıra
bağıra yalan söylediğine ceza olarak iki gün tavan ara­
sında hepsine hükmettikten sonra yatak odasına çekildi.
Yemek yemeğe gelmedi. Düşünmek istediği akşamlar ye­
meği hazfeder: «Boş mide, dolu zihin, parlak fikir!» der­
di. Koltuğuna uzandı. Hava tamamıyle kararmıştı. Gölge­
ler, karanlıklar içinde düşünmeğe başladı. Evet, kendi bir
prensti! Fakat hangi aileden? Bunu, hakikatte, ancak tcı­
rihler biliyordu. Halbuki Türklerin tarihi henüz yazılma­
mıştı. Annesi Osmanlı asaletine akıl erdirecek zihniyette
değildi. Tabii hiç bir şey bilmiyordu. Ama yalnız kendi.. .
yalnız kendisi ailesini biliyor, ruhundaki deruni bir sada­
nın, bir tehaddüsün, bir ilhamın ismini haber verdiği asil
ailesini bütün tarihiyle, bütün ananatıyle biliyordu. Ba­
bası ölmezden birkaç sene evvel Kastamonu vilayeti def­
terdarlığında bulunmuştu. İhtimal bu adamı gizli bir «sev­
kıtabii» son günlerde ecdadının payitahtına çekmişti. Ec­
dadı ihtimal ki. . . Hayır, «ihtimal ki» değil, muhakkak su­
rette «Kızıl Ahmet»lilerdi.
- Prens Efruz dö Kızıl. ..
Dedi. «Ahmet» ismi adi idi. Hazfetmek icap ediyordu.
Odanın yalnızlığı içinde ecdadının mazisini tahayyül
etmeğe başladı, o cenkler, o saraylar, o atlar gözünün önü­
ne geliyor, Kızıl Ahmet'li bayrağının dalgalandığını, al­
tından armaları, elmaslı tuğları görüyor gibi oluyordu.
Kalktı. Soyundu. Aç açına yatağa yattı. Rüyasında
Kastamonu'daki muhteşem şatosunun büyük salonunu
84 EFRUZ BEY

gördü. Bu, altın kanepeli, billur avizeli salonda asil doşt­


larına, av için kendini ziyarete gelen Prens Eternel dö
Kara Tamburin, Prens Sücufüzzırtaf, daha birçok · Marki�
Kont, Lord, Veliaht nevinden asillere ziyafet veriyordu.
Şampanyalar içildi. Sofrasında şimdiye kadar haremlerin
gölgeli kafesleri arkasında mahpus, meçhul kalan Şark
Prensesleri de çırılçıplak hazır bulunuyorlardi.

Hele Prenses Zırtaf. . .

Efruz Bey, tabii bir şövalye serbestliği ile sofrada,


kocasının, bütün davetlilerin önünde bu çırılçıplak güzel
prensesin beline sarılıyor, şampanyalı dudaklarından öpü­
yordu. Fakat Prens Zırtaf kıskandı. Afrika'lı bir maymun
çevikliğiyle sofranın ta ortasına atıldı. Efruz Bey'in üze­
rine hücum etti. O anda bir kargaşalık koptu. Kadehler,
sürahiler, avizeler devrildi. Silah, kılıç, kalkan, mızrak,
tabanca, top, mitralyöz, bomba sesleri işitildi. Karanlık­
ta salonun eski büyük kubbesi çöktü. Efruz Bey, can hav­
liyle gözünü açınca kendini yatağında dimdik buldu. Sa­
bah olmuş, hızla kapıyı açan Despina sütlü kahvesini ge-
.
tirmişti.
- Buyurunuz Müsyü lö Prens zenapları . . .
«Müsyü lö Prens zenapları» derhal yataktan fırladı.
Tersine giyilmiş pijamasının hiç bir düğmesi iliklenme­
mişti. Hala rüyasında kucakladığı Prenses Zırtaf'ın aşkıy­
le ruhu, kalbi, sinirleri gergindi. Şakadan Despina'nın üze­
rine atıldı. Belinden yakaladı. Karyolanın içine attı. Süt­
lü kahve dökülmüş, fincanlar odanın ortasına yuvarlan­
mıştı.
- Ah Prenses, Prenses . . .
- Vire duyazaklar şimdi. . . Olazayız rezil. . .
· · · · · -!

- . . . . . •.
ASİLZADELER 85

Bu esnada sofadan geçen hanımefendi, fincanların şan­


gırtısını duymuştu. «Ne oluyor?» diye vurmadan, haber­
sizce kapıyı itince, öyle müthiş bir çığlık kopardı ki . . .

herkes yukarı koştu. Manzara müthişti! Prensin elinden


kurtulan Despina, saçı başı karmakarışık, tıpkı iffetine te­
cavüz olunmuş masum bir kız oğlan kız gibi, hıçkıra hıç­
kıra, derin derin ağlıyor, yanmamak için hemen kazı çe­
viren Prens:
- İşte sütümü döken beceriksizi ben böyle döverim!
Diyordu. Ama hanımefendi yutmadı. Bağırdı:
- Dışarıda ne haltı yersen ye. . . Burası bildiğin yer
değil.. . Benim boynuzlarımı takmağa vaktim yok . . .
Despina'yı hemen kovdu. Ana, oğul işi azıttılar. Kav­
ga azıcık daha döğüşe dönecekti. Hanımefendi her vakit­
ki gibi bayıldı. Prens Efruz, bu aralık çabucak giyinerek
kendisini sokağa attı. Serin, rüzgarsız bir Eylül günü tatlı
güneşiyle her tarafı parlatıyordu. Tek gözlüğünü taktı.
Yürüdü. Yanından geçenleri görmüyordu. Harbiye'nin
önünde bir arabaya atladı. Pera Palas'ın önünde indi.
Prens «Eternel dö Kara Tamburin», Prens Zırtaf, Prens
Müzekki, Marki Nermin, otel kapısının karşısında, yaya
kaldırımda ayakta durmuş, konuşuyorlardı. Onu görünce:
- İşte Efruz Bey!
Diye döndüler. Efruz Bey, asillere yakışmayan bu hi­
taptan müteessir oldu. Elini ·onlara uzatmadı. Dargın bir
tavırla:
- Asaletmeaplar beni tanımıyorlar.
Dedi. Tanıyorlardı. Fakat ismini bilmiyorlardı. Pr0ns
Zirtaf hemen intikal etti :
- Prens hazretleri, dün bize ailelerinin ismini :;Öy-
lemedi.
..:..... Hakkınız var. Unuttum.
- O halde şimdi fütfediniz.
- Prens Efrl.}Z dö Kızıl . . .
86 EFRUZ BEY

Hepsi bu ismi tekrarladı. Prensin elini sıktılar.


- Beni mi bekliyordunuz?
- Evet, evet . . .
- O halde niçin girmiyoruz?
- Marki Nermin Bey, makul bir şey düşündü. Pera
Palas'ta içtimaımız münasip değil.
- Niçin?
Marki cevap verdi:
- Çünkü bu otele adi politikacılar da girebiliyor. On­
dan başka iktisat serserileri de burada toplanıyor. Bizi bi­
lahare tanıyacak olan asiller, ilk içtimaımızı burada yap­
tığımızı duyarlarsa protesb ederler.
Prens dö Kızıl, arkadaşlarını evine, kendi salonuna
davet edecekti. Ama henüz sabahki vaka aklında oldu­
ğundan teklife cesaret edemedi.

- İyi ! Fakat nerede toplanacağız?


Dedi. Prens Eternel:
- Nerede olursa olsun, hususi bir yerde . . .

Kendi evi pek uzakta, Fatih'te olduğu için dostlarını


davet şerefinden mahrum kalacağına dair samim, hakiki
teessüfler izhar etti.
Prens Zırtaf :
- Benim apartmana buyurun!
Dedi. Kabul ettiler. Yavaş yavaş Caddeikebir'e doğru
yürümeğe başladılar. Zırtaf, yirmi senedir İstanbul'da
umumhaneler, kumarhaneler işletmekle milyQnerleşmeğe
yüz tutmuş bir Rum'un :geçen sene yaptırdığı· büyük «Me­
galo İdea> (16) apartmanında, ikinci kattaki dairede otu­
ruyordu. Burası son derece muhteşem, son derece süslü
idi. Kapısında beyaz fistanlı, Karadağ (17) tabancalı, iri

( 16) «Büyük Düşünce>. Büyük Yunanistan projesi.


( 17) O devirde bir' Balil.{an, memleketi.
ASİLZADELER 87

ince belli Efzunlar (18) duruyor, gelene geçene bir kral


sarayı bekliyorlarmış gibi dehşetli dehşetli bakıyorlardı.
Bu esatir kahramanlarının önünden geçerken Prens Ef­
ruz dö Kızıl, asil kalbinin gururla titrediği,ni duydu. İş­
te arkadaşı prens, nasıl ismiyle unvanına layık bir ika­
metgahta yaşıyordu. Geniş mermer merdivenleri çıktılar.
Kapının düğmesine Prens Zırtaf bastı. Açılan kapıda ke­
sik kır bıyıklı ihtiyarca bir uşak göründü. Sadece, yani
adeta kabaca :
- Oriste ( 19).
Dedi. Prens Zırtaf, asil arkadaşlarının hepsini kendi
önünden geçirdi. Salonuna götürdü. İhtişama, mobilyala­
rın zenginliğine hepsi şaşıyordu. Duvarlarda kıymetli, açık
saçık resimler asılıydı. Köşelerdeki sehpalarda beyaz mer­
merden heykeller parlıyor, nefis vazoların içindeki taze
·Çiçek kokularına, sanki ağır bir tütün kokusu kanşıyor­
.du. Ortadaki masa salona göre biraz büyüktü. Üzerinde
ağır nefti çuhadan bir örtü vardı. Kumaş koltuklara otur­
,dular.
Prens Zırtaf :
- Evimde ulvi bir vesile için toplandığımıza çok
· memnunum, dedi. Bütün içtimalarımız için bütün apart­
manım, uşakları�, kendim emrinize tabiim.
- Teşekkür ederiz.
- Ben size teşekkür etmeliyim. Çünkü ilk içtimaı be-
nim evimde yapmak şerefini. . . bana. . . müşerref olmak-
lık . . . Çünkü . . .
- Teşekkür ederiz.
- Bin teşekkür. . .
- Mersi.
- Asaletiniz . . .

( 18) Yunanlıların milli kıyafetine bürünmüş, eteklikli asker.


(19) Rumca <Buyurun! > anlamına gelen bir kelime.
88 EFRUZ BEY

Zırtaf, cümlesinin nihayetini getiremedi. Prens Eter­


nel:
- Vakit nakittir . . . diye söze başladı. Şimdi boş dur­
mayalım. Biliyorsunuz ki, maksadımız pek Midir. Kendi
asaletimizle beraber, köşede bucakta kalmış asaletleri de
meydana çıkaracağız. Onlara evvela unvanlarını verece­
ğiz. Sonra haklarını aramağa, bulmağa çalışacağız.
- Haydi çalışmağa başlayalım.
- Evet.
- Haydi.
- Hemen . . .
Prens Eternel:
- Acelemiz teşekküre şayandır. Fakat evvela bir re-
is intihap etmeliyiz ki, müzakerelerimiz muntazam olsun.
- Evet.
- Evet.
- Reyi hafi ile mi?
Marki Nermin :
- En iyisi kura ile, dedi. Vakıa içimizde en asil, en
eski aileye mensup sizsiniz, azizim Prens Eternel, bu tek­
lifimi kabul buyurursanız, asaletinizden daha büyük bir
tevazu fazileti göstermiş olacaksınız . . .
- Hay, hay . . . Kabul ederim.
Teşekkürler. . . takdirler. . . hayretlerden sonra, Prens
Zırtaf "'1t kalem istemek için uşağını çağırdı. Bir elek­
trik dü�esine bastı. Hemen açılan kapıdan deminki al­
kolik, ihtiyar uşağın girdiği görüldü. Elindeki iki üç des­
te oyun kağıdı ile, büyük bir fiş kutusunu, abanozdan bir
para küreğini masanın üzerine bıralttı .
Prens Zırtaf:
- Götür bunları, dedi, şimdi oynamayacağız, çabuk
kağıt, kalem getir.
Kumar alatını jeri götüren uşak, birkaç dakika son­
ra kağıt, kalem getirdi. Zırtaf prenslerin, markinin isim-
ASİLZADELER 89

lerini yazdı. Kağıt parçalarını bir mendile koydular. Tam


çekecekleri zaman. . . dışarıda bir gürültü oldu. Efruz, yan
gözle ev sahibine baktı, Zırtaf sapsarı kesilmişti, ayağa
kalktı:
- Ne var?
- Hiç . . .
- Bu gürültü?
- Uşak bir şey devirmiş olmalı . . .
- Fakat . . .
- Bu sesler . . .

Zırtaf'ın çıkmak için yürüdüğü kapı birdenbire açıldı:


İki iri adam bir anda göründü. Ellerinde revolve rler vardı:

- Ellerinizi yukarı kaldırın !

Prens Efruz dö Kızıl'ın aklından bin bir ihtimal bir


anda geçti. Acaba asalet teşkilatı yapacaklarını haber alan
demokratlar, hayatlarına karşı bir suikast mı tertip et­
mişlerdi? Zırtaf uçacakmış gibi, zayıf kollarını havaya
kaldırmıştı. Arkadaşlar da şaşırmışlar, onu t&klit etmiş­
lerdi. Efruz Bey soğukkanlılığını kaybetmiyordu. Fakat
ah, keşke revolveri yanında olsaydı . . . O da ekseriyete uy­
du. Pantolonunun cebinden çıkardığı ellerini, inanılmaz
bir mabuda dua edecekmiş gibi istemeye istemeye yu­
karı kaldırdı. Kendilerine kumanda edenlerin arkasında
iki de polis duruyordu. En öndeki memur, bu polislere
Üzerlerini aramak için emir verdi. Prens Efruz soğukkan­
lılığını bozmuyor, hiç sesini çıkarmıyordu. Evet, anlaşılı­
yordu ki, işe hükümet de karışmış! Demokrat hükümet,
asilleri yakalamak, programlarını filan elde etmek istiyor­
du. Ama bir şey bulamayacaklardı.

Komiser olması icap eden memur :

- Fişleri, kağıtları filan hep getiriniz.


90 EFRUZ BEY

Dedi. Anlaşıldığına göre, işi kumar baskını halinde


idare etme� istiyorlardı. Hay kurnazlar hay . . .
Sivil komiser, elleri havadaki Prens Zırtaf'a sordu:
- Aziz. Bu seni kaçıncı yakalayışım?

- Ben «Bu Beyoğlu'nda sana kumar oynatmam» de-


. medim mi?
- Biz burada kumar oynamıyorduk ki. . .
- Ya ne yapıyordunuz?
- Hiç . . .
- Onu sen babana yuttur. Beş gündür seni takip edi-
yoruz. Kumarcıları toplayıp toplayıp buraya getiriyorsun.
Mihal'i de şimdi götüreceğiz. Onunla ortak olmuşsunuz.
Sizin işleteceğiniz kumarhane değil, batakhane. . .
.
- Vallahi Komiser Bey, burada şimdi kumar oyna­
mıyorduk.
- Ne yapıyordunuz?
- · · • • • -!

Zırtaf cevap vermiyordu. Prens Efruz'un ödü koptu.


·

Ya hakikati söylerse . . . İşte o vakit işleri yamandı. İhti­


lalcilikle, inkılapçılıkla itham olunacaklardı.
Prens Efruz bunu çaktı. Gülümsüyordu.
-
. . ...•

- Söyle Aziz, ne yapıyordunuz?


- Konuşuyorduk.
- Ne konuşuyordunuz?
- Şurdan, hurdan...
- Bana yutturamazsın. Dün gece, evvelsi gece, Pa-
zar sabahı hep şurdan hurdan mı konuştunuz?
- · · • • • "4

- Hem Mihal'la ortak olmuşsun.


Haşa.
- Bu apartımanı o tutmuş.
- Olabilir.
ASİLZADELER 91

- Mademki ortak değilsin, sen burada ne arıyorsun?


- Bu apartımanı o tutmuş.

Efruz gülümsüyordu. Cepleri arandığı halde, hala hep­


sinin kolları yukarıdaydı. Kara Tamburin, Müzekki Civan
hiddetten kıpkırmızı idiler. Prens Efruz ilk defa ağzını
açtı:
- Memur efendi, affedersiniz, kollarımız ağrıdı. Mü­
saade ediniz de, aşağı indirelim.
- İndiriniz, indiriniz.

Sonra, Prens Zırtaf saçmalayıp da, sırlarını m_eydana


vermesin diye, işi kısaca kesti:
- Evet, Komiser Efendi. Biz burada kumar oynuyor-
duk.
Komiser hemen Zırtaf'a döndü:
- İşte arkadaşın itiraf ediyor.
- Yalan.
Siyasette yalan caizdi. Efruz Bey, bu iftirayı hakaret
telakki etmedi. Tekrar:
- Yalan değil!
Dedi. Komiser biraz tereddüt ediyordu:
- Hepinizin üzerinden beş lira çıkmadı. Paralar ner­
de?
Para lafı Efruz Bey'in kibrine dokundu. Sert bir ce-
vap verdi:
Biz üzerimizde para "taşımağa tenezzül etmeyiz.,

- Vay beyim, vay! Ya ne yaparsınız?


- Paralarımız bankada durur.
- Ha, işte, ben de o bankayı soruyorum.
- Size söylemeğe bir mecburiyetim yok.
- Karakolda bülbül gibi söylersin.
92 EFRUZ BEY

Sonra komiser, Mihal diye adını bildiği uşağı sıkış­


tırıyor, paralan nereye sakladığını soruyordu.
Efruz Bey, asıl tahkikatı kumar meselesine çevirebil­
diği için m�mnundu. Hiç mukavemet etmedi. Karakola
gitti. Bir gece yattı. Ertesi gün kefaletle tahliye olundu
Uzun müddet asil arkadaşlarına rasgelmedi. Böyle asır­
larca asalete ehemmiyet vermemiş bir muhite resmi asa­
let iddiasına kalkmak hakikaten oldukça tehlikeli bir şey­
di. Tanin'de (20) «Prens Uzun Hasan�ın nasıl kartı teş­
hir edilerek maskaraya çevrildiğini hatırladı. Aziz Zırtaf­
m Beyoğlu'nda meşhur sabıkalı bir kumar kılavuzu oldu­
ğunu bir türlü öğrenemedi. Altı ay hapse mahkum edil­
diğini işittiği zaman :·
- Zavallı Prens! dedi, asaletin kurbanı oldu! Sırrı­
mızı hükümete vermemek için yalancıktan kumarcılığı
kabul etti. Haysiyetini kaybetti; ama denklerin altında
kalan hüyük ceddi Kaysüszırtafın «azameti ruhu» şüp­
hesiz yine ruhunda yaşıyor.

*
**

Politika, asalet teşebbüsleri cılk çıktıktan sonra, Ef·


ruz Bey için yapılacak yalnız bir şey kalıyordu: Milliyet­
perverlik! O, öyle bir köşede oturacak, şöhretten, şandan
uzak yaşayabilecek bir tip değildi. Hareket, inkılap, gü­
rültü, harıltı adamıydı. Koştu. Gitti. Bucağa (21) yazıl­
dı. Oranın geceli gündüzlü bir müdavimi oldu. Artık evi­
ne pek geç vakit gelir, güneş doğmadan kendini sokağa
yani Bucağa atardı! . . .
cVakU> gazetesi 1.10.7.1926

(20) İkinci Meşrutiyet (1908) devrinde kurulmuş bir politika


gazetesi, İtt!hat ve Terakki Partlsi'ni tutmakla ve Hüse­
YiN Cahlt Yalçın'ın makaleleri lle ün kazanmıştır.
(21) Burada İkinci Meşrutiyet devrin.in ünlü cTürk Ocatı>
kasdedilmeiktedir.
TAM BİR GÖ RÖŞ

III
cÇoık bilen çok: yanılır! �­
Atalar sözü
Geçen sene bir gün arkadaşım Serriıet'le Şişli'ye doğ­
ı·u gidiyorduk. Birdenbire karşımıza Efruz Bey çıktı. Kol­
tukları, cepleri kitap doluydu. Sanki bizi görmedi. Dal­
gın dalgın yanımızdan geçiyordu. Sermet:
- Bonjur Efruz! Bu ne acele!
Diye haykırdı.
- Bonjur dostlanın! Kütüphaneye. . .
- Hangi kütüphaneye?
- Muayyen değil.
- Ne demek?
- Daha doğrusu kütüphanelere! Bugün bütün kütüp-
hanelerde bir kitap arayacağım.
Dedi. Saçları mutadından fazla dağınıktı. Fakat, şair­
liği bıraktığını biliyorduk. Türk Bucağındaki sosyoloji
konferanslarına devam ediyordu. Kürsü şeyhi. . . pardon,
kürsü müderrisi olacaktı.
Ben :
- Bu güzel havada, rutubetli kütüphanelerin tozlu,
:mikroplu kitapları çekilmez.
Dedim. Sermet :
- Doğru, doğru. . .
Diye başını salladı. Efruz, acır gibi ikimize de ayn
.ayrı baktı. Sonra gülümsedi:
- Heyhat ! . . . Zavallı boş gezenler! dedi, memleket
ilim istiyor, memleketi .sosyoloji kurtaracak! . . . Siz hala
sürtmek, dolaşmak sevdasındasınız.
Cevap vermedik. Sermet, «Ahfeşin keçisi» (1} gibi ba-

( 1 ) .A.rap aslından gelen bir deyim,.


94 EFRUZ BEY

şını sallamağa hazırlandı.._ Galiba yine «doğru, doğru» di­


yecektL Ona mey.tlan ve-:rmedim:·
.

- Affedersin Efruzcuğum, diye yarı, şaka, yarı ciddi


çıkıştım. İlim kitaplarda ise, irfan hayattadır. Biz «alim»
olmayı «arif» olmaya tercih edenlerdeniz! . . . Unutma ki�
hakikat kitapta değil, hayattadır.
Efruz Bey bir durdu. Düşündü. Siyah kaşlarını çattı�
- Ben de bu fikirdeyim.
Dedi.
- O halde?
- Bırak insanı aptallaştıran şu kitapları, dedim, ha-·
yata bak, gez, toz. . . hayatı oku.
- O halde. . .
- Zaten sosyoloji de böyle söylüyor.
- İyi ya işte, .ilmin sözünü dinle.
- Doğru. . .
- Haydi bakalım, bizimle gel. . .
- . .. . . .,

Sabah güneşinin gözleri kamaştıracak derecede aydın­


lattığı yaya kaldırımında üçümüz yan yana yürümeğe baş­
ladık. Efruz Bey, derin derin sosyolojiden bahsediyordu.
Zavallı Sermet, bunları' sahi gibi dinliyor, kulaktan istifa-·
deye çalışıyordu. Ben, her vakitki gibi dalga geçiyordum.
Yalnız kulağıma «zirai, sınai, içtimai, Durkheim (2) , mü­
eyyide, ahlaki» kelimeleri çalınıyordu. Şişli'yi geçtik. Bo­
monti üzerine geldik. ·Artık uzaktan Kağıthane gözükü­
yor, Haliç bir civa deresi gibi parlıyordu. Sermet, sosyo­
loji musahabesi içinde nasıl fırsat buldu bilmem:
- Ah, Kağıthane'ye insek . . .
Diyebildi. Efruz Bey uzaklık bahanesiyle reddetti.
Ben:
- Fakat ne güzel hava . . .
Dedim. Hayatın hareket, jimnastiğin «fiziko-sosyal»,
yani uzviyen içtimai bir haslet olduğunu anlattım. İlmi
tabirlerim Efruz Bey'in pek hoşuna gitti:

(2) Ünlü bir Fran,sız sosyoloji bilgini.


TAM BİR GÖRÜŞ 95

- Gidelim, dedi, fakat kitaplarım?


- Adam sen de . . . Aşağıdaki köprünün ayağındaki ça-. . .
lıla:ı;ın arasına saklarız da dönüşte alırız.
- Ya çalarlarsa?
- İki sene orada dursa kimse almaz. Kitap bu! Ki-
min ne işine yarar?
- Haydi öyleyse . . .
- Arş!
Dedim. Taş köprüye kadar dik şoseyi hızla indik. Yol­
da gelip geçenlerin farkına varmıyor, habire Efruz Bey'in
sosyoloji konferansını dinliyorduk. Köprünün dibinde ki­
tapları görünmeyecek gibi yerleştirdik. Efruz Bey belki
sekiz kilo hafiflemişti. Kağıthane'yi birdenbire biraz ten­
ha, adi bulduk. Sarhoş sandalları sahilde denize düşmüş.
ağaç gölgelerinde uyukluyorlardı. Adi muaşakalar, çinge­
ne sürüleri buranın manzarasını, hatırasını hakikaten ağır­
laştırıyordu. Efruz Bey, Nedim'den, Damat İbrahim Pa­
şa'dan bahse başladı. İşte Rönesans bizde o vakit canla­
nıyordu. Harap köşklerin, harap çağlayanların tenha, hü­
zünlü, kederli yollarında maziye hasret çeken bedbahtlar
gibi yürüdük. Efruz Bey, Damat İbrahim Paşa için:
- Asrının en büyük sosyoloji alimi!
Diyordu. Konuştuklarımızı pek işitmeyerek Alibeykö­
yü'nün göründüğü tümseğe geldik. Güneşin altında, tek
tük beyaz evleriyle, perişan manzarasıyle gizli bir fela­
ket kervansarayını andıran bu köy, sanki hepimizi cez­
betti. Sermet, yine:
- Şurasını görmeğe gitsek. . . Ben daha hiç görmedim.
Dedi. Efruz Bey de bu arzuyu kabul etti. Ben ikisi­
ne karşı gelemedim. Güneşin altında, bozuk yollarda, ker­
tenkeleleri kaçırarak, terley�rek, dinlenerek köye doğru
yürüdük. Efruz Bey köylülerle şehirlilerin ahlaklarından
bahsediyor, iki halkı birbiryle karşılaştırarak dehşetli bir
netice çıkarıyordu: Ahlaksız, mürüvvetsizlik, rezalet, ha­
baset, alçaklık, denaet, hasılı dünyada ne kadar fenalık
varsa, şehirlilerden çıkıyor, köylüler ezeli bir saffet için-
96 EFRUZ BEY

de yaşıyorlardı. Hükümlerinde riyaziyata bile yakışma­


yan bir katiyet vardı. Söyledikçe galeyanı arttı. Tam kö­
ye gireceğimiz sırada durdu. Sağ elinin şahadet parma­
ğını dolu bir revolver sıkar gibi ayn ayrı üzerimize çevi­
rerek:
- Şimdi göreceksiniz, dedi, bakınız mürüvvet, saha­
vet, misafirperverlik nedir?. . . Köylülerde adalet, insani­
yet, ulüvVücenap hissi ne derece yüksek. . .
Sıcak, yorgunluk, konferans beni bitirmişti. Karnım
açlıktan zil çalıyordu. Bu gölgesiz köye girerken kendi­
mi bir ümit cennetice gidiyorum sandım. Pis, perişan, ber­
bat sokaklarda tavuklardan başka bir şeye rasgelmedik.
Gübreler meydanda idi. Köpekler havlaya havlaya top­
lanıyorlar, arkamızda gürültülü bir yuha alayı teşkil edi­
yorlardı. Kadınlar bizi görünce kirli örtülerine iyice sa­
rınıyorlar, biz gelinceye kadar oldukları yerde taş gibi
duruyorlardı. Sanki asırların içinde izleri kaybolmuş bir
harabe içindeydik. Gördüğümüz bitkin, sefil, ihtiyarlar,
merak edip yüzümüze bile bakmıyorlar, verdiğimiz se­
lamları almıyorlardı. Efruz Bey biraz bozulmuştu. Bu es­
nada simsiyah, yarı çıplak bir çocuk peyda oldu. Bize gü­
lümseyerek, iyi bir gözle baktı. Sermet:

.- Oğlum, burada kahve filan yok mu?


Diye sordu.
- Var amca . . .
- Nerede?
- Öbür sokakta . . .
- Zahmet olmazsa bizi götürüver.
- Ne zahmeti! Buyurun efendim.

Çocuğun kirli yüzü o kadar sevimli, o k_adar necip idi


ki . . . Üçümüzde de çok hoş bir tesir bıraktı. Kahvenin önü­
ne gelince, Efruz. _,...
Bey, çocuğa beş kuruş bahşiş vermek is-
tedi. Fakat çocuk almadı:
·

- İstemem, amca!
Dedi. Kahve, hayvanları kaçmış �i:r ahıra benziyordu.
Kenarları koparılmış boş yemlikleri andıran peykelerde
TAM BİR GÖRÜŞ 97

esvapları birbirine uymayan beş on kişi oturuyordu. Hiç


birisi yüzümüze bakmadı. Kahve istedik.
Gayet aksi bir şey olduğu yüzünden belli olan kahve­
ci, nazlı nazlı pişirmeğe başladı. Efruz'la Sermed'in de
karınları acıkmış olmalıydı, kahveciye ekmek sordular.
Küfürü andıran bir eda ile:
- Burası aşçı dükkanı değil!
Cevabını aldılar. Fakat yan çıplak siyah çocuk yine
imdada ye�işti. Kapıda ayakta duruyordu:
- Ben bulurum isterseniz, amca!
Dedi. Hemen para verdik. Aradan beş dakika geçme-
di. Kahvelerimiz daha pişmemişti, çocuk ekmeği getirdi.
Yine verdiğimiz bahşişi kabul etmedi. Efruz Bey, ilmi da­
vasını azıcık kazanmış gibiydi:
- Gördünüz ya ulüvvücenabı!
Diye tekrar köylüleri, köy ahlakını methe başladı. Ön­
ce bize soğuk davranan köylüler, yakın İstanbul'un fesada
uğramış ahlakıyle bozulmuş zavallılardı. İşte asıl köylü,
asıl Türk köylüsü, bu siyah, bu yarım çıplak çocuktu. Son
derece fakir olduğu halde işte bahşişi bile almıyor, men­
faatnaendişlik gösteriyordu. Katık aldırmağa lüzum yok­
tu. Kahvecinin aynı zamanda bazı müşterilerine yoğurt
sattığını görmüştük. Okkasını on kuruştan veriyordu. Ef­
ruz Bey:
- Bize bir okka yoğurt getir. . .
Dedi. Kahveleri bıraktık. Kahvecinin getirdiği kabın
etrafında toplandık.
- Birer de kaşık ver.
- Kaşık maşık yok hurda ...

Kahveci o kadar sert cevap verdi ki, mukabeleye ce­


saret edemedik. Lakin çok açtık:
- Alaturka, haydi alaturka . . .
Diye ekmekleri banarak ellerimizle yedik. Kahvenin
Ö.S. IX = F' ;? '1
98 EFRUZ BEY

halkı manasız nazarlarla bize bakıyorlardı. Aralarında yal­


nız biz yabancıydık. . . Hepsi susuyor, çünkü seslerini bi­
ze duyurmaktan çekiniyorlardı.
Sıkılıyorduk. . .
- Kalkalım!
Dedim. Efruz Bey, kahveciye doğru yürüdü. Borcu­
muzu sordu. Yaşı belirsiz, köse, sıska, çirkin kahveci, ye­
rinden bile oynamadan:
- Seksen kuruş!
Dedi.
- Ne demek?
- Seksen kuruş demek be! . .
Efruz Bey döndü. Bize baktı. Sonra kendine gözlerini
dikmiş olan köylüleri bir süzdü. Tekrar sordu:
- Üç kahve içtik, bir okka da yoğurt! Niçin seksen
kuruş?
- Kahveler onar kuruşa. . .
- Ey, bir okka yoğurt?
- Elli kuruş!
- Biz burada otururken, gelenlere, okkasını on ku-
ruştan vermedin mi?
-- Verdim.
- Bizden niye elli kuruş istiyorsun?
- Mal benim değil mi?
- Fakat bu edepsizlik!
- Edepsiz sensin . . .

Efruz Bey kıpkırmızı oldu. Kahveci doğruldu. Bütün


bütün küstah bir vaziyet aldı. Baktım ki, hakikaten bir
· rezalet çıkacak; ihtimal, evet, ihtimal bizi burada bir gü­
zel dövecekler . . .
- Ver Efruz, ne isterse ver!
Dedim. Efruz seksen kuruşu verdi. Kapıdan çıkar�
ken kendini tutamadı. Yüzümüze bakan köylülere dön­
dü. Hürriyete, meşrutiyete dair nutuk veren acemi bir
nropagandacı heyecanıyle coştu:
TAM BİR GÖRÜŞ 99

- Ağalar! Yazık, hepiniz bozulmuşsunuz! dedi. Köy­


lüler misafirperver, doğru olurlar. Buraya geldik, hiç bi­
riniz selamımızı almadınız. On paraya sattığınız kahve­
yi bize on kuruşa, on kuruşa sattığınız yoğurdu bize ya­
rım liraya verdiniz. Evet, siz saf, samimi, doğru, mert
Türk köylüleri değilsiniz.
- «. .

Sonra döndü. Kapının yanında ayakta duran yarım


çıplak siyah çocuğu göstererek devam etti:
- İşte içinizde bozulmayan yalnız bu "çocuk! Köyde
ondan başka yüzümüze gülen, bize yol gösteren, ekmek
bulan olmadı. Hatta verdiğimiz bahşişleri bile kabul et­
medi. İşte Türk köylüsü böyle olur. . . Yaşasın! AşkolsunL
Bütün kahveyi çılgın bir kahkaha sarstı. Deminden
beri ağızlarını açmayan köylüler, gülmekten katılıyorlar­
dı. Şaşırdık.
Siyah çocuk savuştu. Sermet bir şey söyleyecekmiş gi­
bi başını salladı. Köse kahveci en fazla gülendi. Efruz
tekrar hiddetlendi. Bu herife sert sert bakarak sordu:
- Gülecek ne var?
- O çocuk köylü değil be !
Dedi.
- İstanbullu mu?
- Ne İstanbullu'su?
- Ya ne?
·-O çingenedir be !
*
**

. . . Efruz Bey hiç bir cevap vermedi. Sermet'le bana


da köylülerin kahkahası sirayet etmişti. Gülüşüyorduk.
Efruz Bey mahut ciddi suratını astı. Köyden çıktık. Gel­
diğimiz yollardan yavaş yavaş döndük. İçtimaiyat alimi
olmağa başlayan Efruz'un bu dehşetli görüşü, Damat İb­
rahim Paşa'nın asrında hakikaten en büyük sosyolog oldu­
ğundan hemen şüphe bırakmıyordu. Ben gayri ihtiyari, o
zav allının kuşbaşı parçalandığından altı saat evveline ka-
100 EFRUZ BEY

dar, etrafında tutuşan ihtilali nasıl göremediğini dü­


şünüyordum. . . Sermet'le Efruz Bey'in ne düşündüklerini
bilmiyorum! . Fakat üçümüz de o kadar dalgındık ki . Ta�
. .

köprünün üstünden geçerken sabahleyin altına sakladığı­


mız sosyoloji kitaplarını almak için birimizin hatırına gel-·
medi!
BİLGİ BUCAGI

IV

Amma epey zamandan beri Efruz Bey hiç bir taraf­


ta görünmüyordu. Bucakta verdiği son konferansları ha­
tırlayanlar onu Kaşgar'a gitmiş sanıyorlardı.
Ah, hakikaten onlar ne konferanslardı! Bu meşhur
konferanslar sayesinde değil miydi ki, İstanbul'da yeni bir
alem doğdu. Yüz bin «rAnavutköy akıntısı» kuvvetinde
şedit bir cereyan başladı. Herkes anladı ki, biz, yani İs­
tanbul, biz Türkiye ahalisi, Türk değilmişiz! .. Bucağın sa­
lonu hıncahınç doluyordu. Efruz Bey'in şaşaası içinde Ça­
pakçurlu, Mamayof gibi en büyük, en dahi Bucaklıların
namı söndü. Türklerin milli büyük şairleri Emin Bey'le,
gayri milli «Dahi-i Azimüşşanları» Abdülhak Hamid'in re­
simleri indirildi. Yerlerine Efruz Bey'in, yollar kapalı ol­
duğundan henüz gidemediği Petersburg, Oroçensk Etnog­
rafya Müzelerindeki derin derin tetebbuları neticesinde
bulduğu, -hayır, bulduğu değil- keşfettiği milli Türk kı­
yafetiyle çıkarılmış resimleri asıldı. Bu resimler tabii bü­
yüklükte idi. Bucağın reisi, bunlara göre, Efruz Bey'in bir
de heykelini yaptırmak istemiş, fakat o vakit Efruz Bey
razı olmamış:
-- Yaşayan adamın heykeli yapılmaz.
Demişti. Her ne kadar Türkçülük mahfiline yeni gir­
mişse de, korkunç mucit zekası sayesinde yine onların si­
yasetini çakmıştı. Biraz akıllı, biraz istikbali parlak bir
adam gördüler mi, içlerinden «işte bir rakip!» derler, he­
men onun fotoğrafını büyülterek salonun duvarına asar­
lardı. Sanırlardı ki, fotoğrafı asılan Bucakçı, artık en bü­
yük mevki ihraz ettiğine (1) inanacak! Enayiler buna ka­
nardı. Fakat Efruz Bey . . . Efruz Bey gibi bir dahi budala

( 1) Kazanmak
102 EFRUZ BEY

mıydı? Resmi asıldıktan sonra da konferanslarına devam


etti. Bucağın gayet nazik reisi:
- Biraz fasıla versek, azizim; korkuyorum ki, Bucak­
lılar derslerinizden bıkacak!
Dedikçe o başını sallar, gülümserdi. Hangi Bucaklı
onun derslerinden bıkacaktı? Her cümlesinden sonra dai­
ma bir alkış tufanı koparanlar mı? Kıvırcık kirpikli iri
siyah gözlerini kırpıştırarak monoklunu düzelterek tekrar
gülümser:
- He, he, aziz reisim, derdi, işi tabiata bırakınız. Mak­
sat onlara bir şey öğretmektir. Benden çalışmak! Bıkar ­
larsa bıksınlar. Dünyada zaten neden bıkılmaz? Bonborı­
cunun çırağı birbiri üstüne iki bonbon yiyebilir mi? Fa­
kat işi tabiata bırakalım. Ben derslerimden vazgeçmem.
İsteyen gelsin, dinlesin, istemeyene tünaydın . . .
B u laflan söylerken içinden de derdi ki: «Ah hain re­
is! Beni bilmiyor mu sanıyorsun? Bütün Bucaklıların ba­
na taptıklarını anlıyorsun. İhtimal gelecek intihapta beni
reis yapacaklar. Sen iyot gibi açıkta kalacaksın. İstiyor­
sun ki, şimdiden beni biraz unutsunlar.»
Resmi duvara asıldıktan sonra artık reis onu kolay­
lıkla Bucaktan uzaklaştıramazdı.
Artık her sabah erkenden damlıyor, öğle yemeğini bi­
le Bucakta yiyor, akşama kadar çay içiyor, konuşuyor, ken­
di ilmine, fazlına, malumatına dair propaganda yapıyor­
du. Onun bütün hayatını Bucakta geçirdiğini hizmetçiler­
den öğrenen reis şaşar:
- Fakat azizim, konferanslarınızı ne vakit hazırlıyor-
sunuz?
Diye sorardı.
- Geceleri!
- Hangi gecelerden bahsediyorsunuz?
- Her geceden.
- Fakat azizim, her gece, gece yarısına kadar bu-
rada konferans veriyorsunuz?
- Gecelerin yarısından sabaha kadar süren kısmın-
da.
BİLGİ BUCAGI 1 03

Reis bütün bütün şaşırdı:


- Öyle ise ne vakit uyuyorsunuz?
- Ne uykusu?
- Bayağı uyku, gece uykusu . . .
- Aziz reisim, sen beni bir gümrü� hamalı sanıyor-
sun? Ben dimağımla yaşayan bir adamım. Ben geceleri hiç
uyumam.
Reisin şaşması değişir, gözlerinin beyazı büyür. ağz1
açık kalırdı:
- Aman Yarabbi, bu nasıl olur? Hiç uyumamak, bu
nasıl olur?
- Pek tabii. Yalnız gündüzleri on dakika uyurum
- Her sabah erkenden Bucağa gel�yorsunuz. Akşama
kadar bir dakika uyuduğunuzu gören yok.
- Tabii böyle uyanık bir mahfilde uyuyamam. Evet,
tramvaya bindiğim zaman Taksim'den geçerken dalarım.
Galatasaray'da bilet kontrolcusu uyandırır. Köprüye ka­
dar tekrar dalarım. İşte benim uykum!
Halbuki konferans hazırlamaya onun hiç ihtiyacı yok­
tu. O cahil miydi? Kitabı açıp okuyup söyleyenler hep
cahillerdi. Kitaptan okuyup söyledikten sonra konferansçı­
lığın ne ehemmiyeti kalırdı? Kitaptaki olan şey zaten
söylenmiş dernekti. İsteyen alıp okur, yahut her kim is­
terse bu kitabı verir, okutturur, dinlerdi. Marifet, okuma­
dan söylemekti. Fakat Bucak'ta bu hakikati bilen olma­
dığı için, Efruz Bey hep çok okuyor, derin derin tetebbu
ediyor gibi· gözükür, kataloglardan ezberlediği filozof, alim
namlarını sık sık tekrarlayarak daima «asıl kendine ait
fikirler» söylerdi. Mesela; bir meseleyi izaha başladı mı ,
evvela derdi ki:
- «Efendiler, işiteceğiniz ders asla benim fikrim de­
ğildir. Dün gece tamamıyle okuduğum kitapları şimdi si­
ze sayacağım. Mehazım bu kitaplardır. Ben yalnız bu fi­
kirleri terkip ettim. Zaten bir alimin vazifesi de yalnız
budur.»
Sonra en aşağı yirmi kitap ismi sayardı. Bucaklıların ·
ona o kadar itimatları vardı ki, içlerinden hiç biri, bir
104 EFRUZ BEY

gece içinde tanesi en aşagı uçer yüz sayfalık yirmi kita­


bın, yani altı bin sayfanın okunamayacağına akıl erdire­
mezdi. Efruz Bey'in kütüphanesinde kataloglar hemen he­
men büyük iki raf işgal ederdi. Her gece yatmazdan ev­
vel bu kataloglardan birkaçını açar, tetebbu ettiği mü­
elliflerin, eserlerinin ismini yazar, diğer defa yine bu mü­
elliflerden bahsetmemek için katalogdan isimlerini iyice
silerdi. Hatta bazen yevmi gazetelerde kendine reklam ya­
parken:
- «Ben şimdiye kadar dört yüz bini mütecaviz tarih
kitabı okudum, ilah . »
. .

Diye istemeye istemeye, her vakit iddia ettiği teva­


zuuna rağmen, kendinden başka Türkiye'de alim bulun­
madığını söylemeğe mecbur olurdu. Ah, fakat kıskançlık...
İşte insanlığın en kötü bir kusuru . . . Her alim gibi, onu
da kıskanmağa başlamışlardı. Kıskananların başı, birin­
cisi, reisi, aynı zamanda Bucağa reis olandı. Onun ders­
lerine mani olmak için mütemadiyen planlar kuruyor, san­
ki bir darülfünun, bir lise imiş gibi, Bucak'ta da yaz
tatilini kabul ettirmeye çalışıyordu.
- Yaz tatili ne demek?
Diye Efruz Bey hemen itiraz etmiş; dört gece sıra
ile yaz tatilinin fenalığına, lüzumsuzluğuna, dine muga­
yir olduğuna dair serbest dersler vermişti, beşinci gece
birçok ayet, hadis, Arapça cümleler okuyor, derin derin
tefsirler yapıyordu. Mesela; «Utlubu al-ılme valav his­
sin» (2) diyordu.
- Evet, bu ne demektir? «İlim, Çin'de bile olsa gi­
dip bulunu:i, isteyiniz, öğreniniz.>) değil mi? Pekala Çin'e
gitmek için iki yol vardır. On sene evvel okuduğum otuz
bin sayfalık kocaman ve siyah kaplı bir coğrafya kitabın­
da bu yollara ait pek mühim malumat edindim. Biri ts­
tanbul, Erzurum, Tahran, Kaşgar, Tibet, Mançuri yolu!
Diğeri İstanbul, Marsilya, Cebelüttarık, Liberya, Ümit

(2) Bilim, Çln'de bile olsa ara,yınız anlamına gelen hadis


BİLGİ BUCAÖI 105

Burnu, Madagaskar, Zengibar, Avustralya, Filipin, For­


moza, Şanghay yolu. . . Laf arasında unutmayayım, size
fazla malı1mat olmak üzere söyleyeyim; Filipin'de pek de­
rin fıkıh, ilahiyat alimleri bulunduğunu müsteşrikler müt­
tefikan beyan ederler. Bahsimize gelelim: Bu yollar an­
cak yazın işler. Kışın fırtınalar, tayfunlar münasebetiy­
le seyahat mümkün değildir. Halbuki bir yaz tatilini
kabul edersek, zımnen Çin'e gitmek imkanını da kaldı­
racağız. O halde ne olacak? «İlim Çin'de olursa, yaz ta­
tili münasebetiyle gidip onu aramayınız. Cahil kalınız !»
düşününüz efendiler, bu ne müthiş bir küfürdür. Bundan
madaa . . .
Bucaklıların alkış tufanından salonun havası sarsılı­
yor, elektrik lambaları titriyor, duvarda meşhur dahile­
rin resimleri sallanıyordu:
- Lanet olsun yaz tatiline! Lanet . . .
Reis, Efruz Bey'in galebesinden sapsan kesilmişti. Bu
Türklerin Çiçeron'u idi. En tabii bir fikri küçük bir ima
ile, dahiyane bir mantık ile silip süpürüyor, en basit hak­
ları korkunç cinayetler gibi gösterebiliyordu. Efruz Bev,
monoklunu çıkarmış, önüne bakıyor, alkışın nihayetini
bekliyordu. Fakat bu alkış durmadı. Aynı zamanda müthiş
bir hatip olan reisin sesi işitildi:
- Muhterem arkadaşlarım, efendilerim. Burada biz
pek ziyade hissiyatımıza tabi oluyoruz. Parlak sözlere ka­
pılıyoruz. Halbuki hakikat parlak sözler değildir. Mantık­
tır, muhakemedir.
Efruz Bey:
- Sözümü kesmeyin Reis Bey, diye haykırdı. Ben
bitireyim, sonra kürsüye çıkınız. Burası hürriyet ve ser­
besti Bucağıdır. Burada herkes söz söyleyebilr. Yalnız
mantıktan, hakikatten ayrılmamak lazımdır. Kimse kim­
senin sözünü kesemez. Burası sizin eviniz, yahut mekte­
biniz değildir. Siz reissiniz, yalnız o kadar. . .
Reis bu feveran karşısında korkup susuverince, Ef­
ruz Bey yine ilmi itirazına devam etti:
1 06 EFRUZ BEY

- Reis Bey diyor ki: «Parlak sözlere kapılıyoruz. Ha­


kikat parlak sözler değildir . . . » Ben de bunu tasdik ede­
rim. Fakat benim sözlerim asla parlak değildir. Benim
sözlerim kurudur. Mantıkidir. İlmidir. Fennidir. Fakat
asla parlak değildir. Onun için safsata ile susturulamam.
Beni mantıkla, ilimle cerhetmeli. Evet, ne diyordum . . .
Bucaklılar Efruz Bey'e mevzuunu hatırlattılar:
- Lanet olası yaz tatilinden bahsediyordunuz.
- Ha . . . Evet, yaz tatili. . . Tabii siz hepiniz talebe, genç
olmak itibarıyle benden iyi biliyorsunuz ki, «Utlubu al -
ilme minel lahdi ila al - mehd» (3) değil mi?
- Evet, evet . . .
- Şüphesiz.
- Yaşayın. Yaşayın . . .
-:--- Sükunet ister! Hissiyatınızı nidalarla dışarı vur-
mayın! Bu, hayvanlara mahsus bir zihniyettir. Sakin olun.
Evet, bunun manası «Daima mezardan beşiğe kadar ilmi
isteyiniz» demektir. Eğer yaz tatili meşru olsa, «yaz ta­
tilleri müstesna olmak üzere mezardan beşiğe kadar ilmi
isteyiniz» demek icap ederdi.
Sobanın yanında oturan Reis Bey birdenbire hiddet­
lendi; ayağa kalktı. Herkes deli oldu sandı. Hızla kürsüye
doğru koştu. Bucak'lıları eziyor, bazen kendi yere yuvar­
lanıyor, kalkınca sıçrayarak, omuzlarından aşarak Efruz
Bey'e atılıyordu. Bir suikaste maruz kaldım zanneden.
Efruz Bey, hemen eğilmiş kürsünün içine saklanmıştı.
Reis, boş kalan kürsüye fırladı. Ağzını açtı. Artık Ef­
ruz Bey görünmüyordu.
- Efendiler, kardeşler, muazzez Bucak'lılar, şarlatan­
lık oluyor; bir şarlatan, evet Bucak'lılar, bir şarlatan ta
Turfan tepelerinden kopan Altayi bir çığ gibi bizim üze­
rimize çökmüş, bizi aldatıyor. Bucak'lılar, bizi aldatıyor.
Kürsünün içinden, derin derin «Haşa! Haşa! Haşa!»
sesleri geliyordu. Reis devam etti:

(3) Aslı «Beşikten mezara kadar bilimi arayınız» sözünün ters


çevri1rn;iş hali
BİLGİ BUCAGI 107

- Evet, aldanıyoruz, Bucak'lılar, aldanıyoruz. Mese­


la bu şarlatan «Utlubu al-ilme min al-mehdi ila al-lahd»
diyecek yerde «Min al-lahdi ila al-mehd» diyor. Bu ha�a
huzurunuzdan uzun kulaklı bir mahlUka yakışacak dere­
cede ağır bir hitaptır. Bundaki mana farkını anılyor mu­
sunuz?
Bucak'lıların en ön sıralarda oturan en ateşlileri:
- Hayır, anlamıyoruz. Biz Arap mıyız?
Diye mukabelede bulundular.
- Vakıa değilsiniz. Anlamak vazifeniz değildir. Fakat
ders vermek iddiasını güden bir alim bunu bilmelidir.
Bu şarlatan evvela bunu yanlış söyledi. Hiç olur mu efen­
dim «mezardan beşiğe kadar.» Hayır, «Beşikten mezara
kadar . . . » olacak. Yani «insan doğduğu zamandan öleceği
ana kadar» demektir. Bizi hemen iki seneden beri alda­
tan bu şarlatanı nihayet işte böyle cürmü meşhut halin­
de yakaladım. Arapça bilmiyor. Sonra «mezardan beşiğe
kadar» yani «Ölümden doğmaya kadar» diyecek derece­
de mantıksız ve cahil . . .
Bütün salon bu «cürmü meşhut» karşısında sessiz kal­
dı. İki senedir tapındıkları mabutları işte böyle kazara
devriliyordu. Bucağın bu anda ruhuna, hissiyatına ıın­
cak Frenklerin «Moment critique» ( 4) dedikleri terkibi
tercüman olabilirdi. Reisin gözleri parlıyordu. İşte niha­
yet hasmını yere sermişti. Fakat. . . fakat, yere serdim c;an­
dığı hasmı yavaş yavaş bacaklarının arasından yük:ıel­
di. Kafasını meydana çıkardı. Bir eliyle reisin omuzu­
nu tuttu. Diğer elini Bucak'lılara uzattı:
- Hiç biriniz kımıldamayın. Ey reis, sen de kımılda­
ma. Artık sen manen öldün . . . Çünkü cehaletin fena hal­
de meydana çıktı. Ey Bucak'lılar, iki dakika beni dinler
misiniz? Bunu vaad ediyor musunuz?
Reis, omuzundaki Efruz Bey'in eline şiddetle vurdu:

(4) Nazik an
1 08 EFRUZ BEY

- Hfila şarlatanlık, . hfila şarlatanlık!


- Şarlatan sensin . . .
- Sensin . ..

- Sensin . ..

- Artık bu kürsüde laf söylemeye senin hakkın yok-


tur.
- Senin hakkın yoktur.

Efruz Bey'le, Reis birbirlerinin boğazlarına sarıldılar.


Bucaklıların kürsüye çıkmaları «dahili nizamname» ile
menolunduğu için gidip ayıramıyorlardı.
- Bu, beni tahkir!
- Asıl beni tahkir!
- Düello . . .
- Tenezzül. . . etmem . . .
Bucağın kahvecisi Reisini kurtarmak ıçın hemen ar-­
katlan fırladı. «İki çay parasını inkar etti» diye Efruz
Bey'e zaten garazı vardı. Kürsüye koştu. Efruz Bey'i bo­
ğazından yakaladı, yere indirdi. Yere inen Efruz Bey, ha­
la meta.netini muhafaza ediyordu. Avazı çıktığı kadar:
- Hak, hakikat doğuluyor, ey Bucaklılar. Bana mü­
saade ediniz. Çıkayım, haklı olduğumu söyleyeyim. Eğer
Reis haksızlığına emin değilse, buna mani olmasın. Ben
�öyleyeyim, o da söylesin. Siz hükmediniz. Siz hake'n
olunuz, burası Engizisyon olmasın. Victor Hugo hazret­
lerinin dediği gibi, «Müsademei hakikat barikai efkardan
doğar.» (5)
Salonda büyük bir gürültü koptu. Ekseriyet Efruz
Bey'e taraftardı. Zaten Reisten bıkmışlardı. Bu adam .her
şeye karışıyor, kendisinden başka söz söyleyene meydan
vermiyor, konferansları kesiyor, her şeyi piç ediyordu.
Dai.ma fikri «hep ben hakim olayım» idi. Hem demek
onun maksadı orada, köşede, büyük beyaz sobanın di-

(5) Barlka-1 haldlmt ınüsademe-i efkardan doğar)) sözünün


ters çev:rilmiş ha.U
BİLGİ BUOAÖI 109

binde sakin sakin oturup konferans dinlemek, istifade


etmek değilmiş. Pusuda imiş! Efruz Bey'in küçük bir
hatasını yakalar yakalamaz, aç kurt gibi atıldı. Evet,
ekseriyet Efruz Bey'e taraftardı. Çünkü Bucağın dai­
mi misafiri olan Rusyalı talebe, Efruz Bey'e, «Bizgim
'Tolstoygumuz!» derlerdi. Efruz Bey, gündüz fikirlerini
propaganda ederken onlara: «Asıl Türkler sizsiniz. Tür­
kiye Türkleri Türk değildir. Dejeneredirler. Biz medeni­
yeti sizden alacağız. Hepimiz Tatar olacağız. Kazgan'da,
Orenburg'da çıkan alimlerin bir tanesini Türkiye yetişti­
rebilmiş mi? Hatta Rusların terakkisi bile sizin yüzünüz­
dendir.» derdi. Sonra bu ilmi fikrine gayet ameli bir pro­
je de ilave ederdi:
«Ben Bucağa reis olursam, evvela burasını resmi bir
akademi gibi hükümete kabul ettiririm. Sonra size yalnız
-oda, yatak değil, günde dokuz defa da yemek verdiririm
Hepinizi Milli Akademiye maaşlı tabii aza yaparım.» İş­
te böyle propagandalarla Bucağın Ta,tar kısmını, şimal
kuvvetini kendine temin eden Efruz Bey, öyle, şüphesiz
bir cahilliği meydana çıktı diye kürsüden vazgeçmezdi.
Bağırdı, çağırdı. Solunda adeta bir ihtilal alevlendi. Bel­
ki cinayetler olacaktı. Nihayet Reisle Efruz Bey ayrı ayrı
·dinlenilmek şartıyle musalaha (6) yapıldı. Herkes yerine
·oturdu. Efruz Bey:
- Evvela ben söyleyeceğim, sıra bendedir, diyerek
kahvecinin darbesiyle beş dakika evvel yuvarlandığı kür­
süye te�ar muzafferane çıktı:
- Dinleyiniz, dikkatle dinleyiniz. Eğer ben şarlatan
isem, beni bir ·daha bu Bucağa koymayınız. Fakat Reis şar­
latan ise . . . ben ondan bir şey istemiyorum. Yalnız onun
şarlatanlığını, bana haksız hücum ettiğini ispat edersem,
bana tarziye (7) verir mi?

(6) Barışma, sulh.


.(7) Bir tecavüzde bulunan kimsenin, pişmanlığını söyleyip
affını dilemesi
110 EFRUZ BEY

Reis hakkından emin olanlara has bir tereddütsüz­


lükle:
- Veririm, veririm, ispat et bakalım!
Diye haykırdı. Bütün salonun üzerinde kesif bir «e?.­
minei tenkidiye» (8) havası dalgalandı. Herkes merak edi­
yordu. Bu kadar sarih bir hatadan Efruz Bey nasıl yaka­
yı sıyıracaktı?
- Dinleyiniz, dikkatle dinleyiniz. Benim için Reis
«Arapça bilmiyor» diyor. Bunu reddederim. Vakıa bir Türk
için bu bir kusur değildir. Fakat ben mükemmel Arapça
biliyorum. Araplar benim kadar Arapça bilmezler.
Reis kendini tutamadı, güldü:
- Bu nasıl olur?
·-Bayağı olur. Çünkü Araplar benim gibi İbranice
bilmezler. Ben İbranice de bilirim. Sair lisanların hepsini
bilirim.
Reis yine kendini tutamadı:
- Ne malUm?
- İsteyen imtihan edebilir. Benim bu lisanları bildi-
ğim her ne kadar Türkiye'de meçhul ise de, Avrupa'da
öyle değildir. Herkes beni tanır. Hatta Max Nordau (9)
müşküllerini hal için bana mektup yazar. Yarın onun İb­
ranice mektuplarını getirir, hepinize gösteririm. Ne ise sa­
dede gelelim. Evet, ben Arapça pekiyi bilirim. Söyledi­
ğim sözü de biliyorum. «Min al-mehdi ila al-lahd» dedim,
yani «mezardan beşiğe kadar . . . » Bu sözde Reis bir yan­
lış var zannetti. Sonra inkar etmemesi için tekrar bunu
kendisine soracağım, cevabını hepinizin huzurunda tekrar
aldıktan sonra benim doğru söylediğimi, onun bu sözümü
anlayamayacak kadar cahli olduğunu ispat edeceğim. İşte
Reis Bey, size soruyorum: «Min al-lahdi ila al-mehd» yan­
lış mı?

(8) «moment Critique> {nazik an) sözünün Osmanlıca çoğul


şekli
· 9) Meşrutiyet yıllarında ün salmış bir edebiyat tarihçisi
BİLGİ iBUCAGI 111

- Evet, yanlış . . .
- Sonra pişman olacaksınız. Buna emin misiniz?
- Herkes gibi eminim.
- Pekala! Bucaklılar. Ey Darülfünun sıralarında dir-
seklerini çürüten, geceleri dağ gibi büyük kitaplar üzerin­
de gözlerinin nurlarını solduran gençler! Size hitap edi­
yorum. Çünkü Reis söyleyeceklerimi anlamaz. İşittiğime
göre hiç mektep görmemiştir. Mantıkta bir «tahlil, ter­
kip» vardır. Biliyor musunuz?
Bucaklıların zaten bundan başka bildikleri şey yoktu;
bağırıştılar:
- Biliriz.
- Bir de «istibdal, istikra» vardır. Biliyor musunuz?
- Biliyoruz.
Reis aptallaşıyordu. Çünkü o, vaktiyle mantığı inkar
etmiş olan bir nesle mensuptu. Mantık, hep laf, hep boş
sözdü.
Cevabına güzel bir zemin hazırlamak için -mutadı
veçhile- yanında duran genç bir Robert Kolej'liye ya­
vaşça sordu:
- Bu «istiblal, istikra» ne demek?
- Galiba «çıkarmak, sokmab olacak.
Efruz Bey yumruğunu kürsüye vurdu:
- Pekala . . . İstidlal mebdeden neticeye doğru yuru­
mektir. Bu, riyaziyata mahsustur. Riyazi meselelerde bir
mebdeden kalkarız, derece derece neticeye ineriz. Fakat ta­
bii ilimlerde iş değişir. Tabiat sahasında usul «istikra»ya
istinat eder. İstikra neticeden «mebde»e çıkmak demektir.
Anlıyor musunuz?
- Anlıyoruz.
- Anlıyoruz.
- Su gibi anlıyoruz.
- Pekala, gürültü yok! İçtimai hadiselerin ilmine «iç-
timaiyat» derler. Bu ilim, tabii ilimlerden sayılır. Demek
bunda usul, istikra, yani «netice»den «mebde»e doğru çık­
maktır. Ben neden bahsediyordum. Yaz tatilinden, değil
mi? O halde bu riyazi bir hadise değildir. Ya nedir? Şüp-
112 EFRUZ BEY

hesiz içtimai, yani tabii bir hadise ! Pekala. Demek ki.


içtimai ve tabii bir usulü takip etmekliğim icap ediyordu.
Eğer «beşikten mezara kadar» demiş olsam «mebdeden ne­
ticeye doğru» yürümüş olacaktım. Sözüm büsbütün cahi­
lane olmazsa da, tam ilmi bir mahiyeti haiz bulunmazdı.
Çünkü ben riyaziyattan bahsetmiyordum. İçtimaiyattan
bahsediyordum. Onun için «mezardan beşiğe kadar» dedim.
Yani neticeden mebdee doğru yürüdüm. Reis Bey cahil ol­
duğundan bunu anlamadı. Fakat ben onun cahilliğini af­
federim. Çünkü bu hal pek tabii, pek içtimai bir hadise­
dir. İnsan ne kadar tabii kalırsa, o derecede cahildir. Biz­
de ne kadar tabiilik varsa, hepsi cahillikten gelir.
Bucakta ıstılahların büyük bir icazı (10) vardı. Ev­
vel zamanda nasıl ayet, hadis olmayan bir Arapça cümle
müthiş bir kuvveti haiz ise, bugün de -hatta hiç tari­
fine ihtiyaç gösterilmeyen- rasgele bir ıstılah aynı kor­
kunç, müthiş kuvveti haizdi. Kalbur samanda iken ayet,
hadis olmayan bayağı Arapça bir ciimlecik ile koca bir pa­
dişah, bir imparator nasıl kesilirse, bugün de hakikatte
manası olmayan atmasyon bir ıstılah ile en mudil (11) me­
sele halledilir, en meşhur bir adamın cehaletine hükme­
dilir, yani manen kafası kesilirdi. Efruz Bey işte bu ıstı­
lah cellatlarından biriydi, münakaşaya girişti mi, ıstılah­
lar atmaya başlar, bu atılan şeylerin karşısında kırk ikilik
gülleler gibi hiç bir mantık, malumat blokhavzı dayana­
mazdı.
Reis de artık ne söyleyeceğini bütün bütün şaşırmış­
tı. Ne cevap verecekti? Yapılan «ilmi istikra» imiş! El­
lerini oğuşturmaya başladı. «Evet Ocaklılar, evet kardeş­
ler . . . muazzez refiklerim . > Yutkunuyor, fakat arkası gel­
. .

miyordu. Göğsünü hemen otuz santimetre daha kabartan


Efruz Bey, tekrar kürsüye vurdu:
- Ey Reis Bey, tarziye ver bakalım.
- ......

< ı o) Sözü kısa ve öıılü söylemek.


Ol> Güç, zor.
BİLGİ BUCAGI 1 13

Derin bir sükut! Bütün gözler kürsüden Reis Bey'e,


Reis Bey'den kürsüye. . . Hiç ses, sada yok. Mağltibiyet
müthiş! Ezici! Ani . . .
- E y Reis Bey, tarziye ver bakalım.
- . . . . . ..

Bucaklıların arasında tehditkar bir fısıltı . . . «Ne de­


mek, ne demek! Vermeli, vermeli ya. . . Bu haysiyet me­
selesi.. .»
Efruz Bey, Reisin feci haline dayanamadı. Gayet ali­
cenaptı. Bu alicenaplığı İstanbullu'lar tarafından maskara
edilen o hakiki asaletinden ileri geliyordu. Bir anda ec­
dadı Kızıl Hanlar gözünün önünden geçti. Büyük babası
Tanrı kendinden daha küçük Allahlan, Oganları affetmez
miydi?
- «Ma'razı hacette sükut ikrardan gelir• diye hay­
kırdı. Reis Bey, sizi tarziye vermiş addediyorum. Sıkıl­
mayınız, bir daha bir alime itiraza kalkmayınız!
.:...... Teşekkür ederim.
� Estağfurullah.
··············•

Yine bir alkış tufanı koptu. O gün celseye böyle ni­


hayet verildi. Bucak yaz tatilini reddetti. Temmuz, Ha­
ziran aylarında da içtimalar olacaktı. Reis Bey, bu kah­
hari (12) hezimetinden sonra Efruz Bey tehlikesini anla­
mıştı. Efruz Bey, duvara resmi asılmakla iktifa edecek bi!'
tip değildi. İşte o vakit onun bir heykelini yaptırmak
emeline düştü. Bu heykel eski çini taşlarının dökülmesin­
den hasıl olma bir sima ile yapılacaktı. Enliliği, boyu
Türklerin mukaddes adetlerine müsavi olacaktı. Eni be�.
boyu dokuz metre.
Bunu işittiği zaman Efruz Bey'in monoklü tam on
dört büyük adam, yani beş ile, dokuz metre ileriye fır­
ladı.

< l :i) Mahvedici, yerlere batıran

Ö.S. IX - F 8
114 EFRUZ BEY

- Ne?
- Bu, en büyük şan, en büyük şeref!
Deniliyordu.
- Ne?

Efruz Bey budala mıydı? Başını salladı. Alkışçıların


yerden alıp kendine verdikleri monoklünü gözüne iyice
yerleştirdi.
- Yaşayan adamın heykeli yapılmaz!
Diye haykırdı. O aptal mıydı? Kurnaz Reis, onu sağ­
ken taş haline getirecek, donduracaktı. Ürktü, manevi,
sebepsiz bir korku, soğuk ürperme rüzgarı gibi, topukla­
rından yukarı yürümeye başladı. Sefa ile Cefa masalında,
Cefanın nasıl taş kesildiğini hatırlıyordu. Evvela dizlerine
kadar, sonra göbeğine kadar, sonra boğazına kadar. . . Son­
ra . . .
- Yaşayan adamın heykeli yapılmaz!
Efruz Bey şiddetle bu şerefi reddetti. Bir an gözünün
önüne heykeli geldi. Demek artık Bucakta kendisi bir za­
ir (13) mesabesinde kalacaktı. Herkes gibi mahcubane gi­
recek, yavaş yavaş heykeline yaklaşacak, herkesle beraber
kendini seyredecekti ha! Bu ne korkunç bir haldi! Öldük­
ten sonra, ruhumuzun havaya uçarken bir kere dönüp,
yatakta kalan soğuk ve sarı naşımıza yabancı bir nazarla
bakması gibi.
*
**

Efruz Bey, bucaktan yaz tatilini kaldırmaya muvaffak


olduktan sonra Haziran, Temmuz, Ağustos aylarında ge­
celi gündüzlü konferanslarına devam etti. Bu konferans··
lar -Bucakta bunlara serbest dersler denilirdi- üç seri­
den ibaretti.
1. - Lisana dair, . . . . . . . . . ( * )
tamamıyle «tecessüm, tecessüt» etmiş, Efruz Bey'in kıya-

( 1 3) Ziyaret eden
{*) Orijinalde birkaç saıt111 atlanmış.
BİLGİ BUCA.CH 115

fetine girmişti. Efruz Bey bugün, dün söylediklerinin zıd­


dını anlatıyor, yarın büsbütün başka fikirler ortaya atı­
yordu. Hareli bir kumaş gibi mütemadiyen rengini değiş­
tiriyor, amma yine muayyen iki üç renkten harice çıkamı­
yordu. Bucaklılar:
- Efendim, dün buyurmuştunuz.
Deyince :
- Evet, inkar etmiyorum. Fakat bugün böyle buyu­
ruyorum, diye mukabele ederdi, dün gece okuduğum ki­
taplar fikrimi değiştirtti. Ben eşek miyim, sizin gibi dai­
ma bir fikir üzerinde ısrar edeyim! . . .
İlk derslerde yeni lisancılarla eski lisancılara hücum
ediyordu:
- Türkçe, eski Türkçedir, diyordu, birtakım türedi­
ler (Affedersiniz Bucaklı kardeşlerim, bu türedi tabiri be­
nim değil, en büyük bir Türkçümüzündür. Ben yalnız tek­
rarlıyorum) , evet birtakım türediler bir vakit ortaya bir
iddia fırlattılar. Hakiki canlı lisan konuşulan lisanmış!
İstanbul Türkçesi imiş! Bu konuşulan lisanla yazmak ka­
fi imiş! Düşününüz, böyle bir ihtimal kabul olunursa, her­
kes muharrir oldu demek! Herkes kalemi eline alınca, yaz­
maya başlayacak! Fransızlar, Almanlar, Bulgarlar gibi. . .
Ayrıca lügat öğrenmeye, kaideler öğrenmeye lüzum yok.
Ala terkibi vasfi, vasıf terkibiler, Arapça, Acemce zarflar,
edatlar, o güzelim cemi mükesser kaideleri hep cicoz ha?
Böylesi olmaz! Yeni lisancılar işin kolayına gitmek iste­
yen birtakım tembel cahillerdir. Bir şey öğrenmesinler,
kulaktan, hayattan öğrendikleriyle iktifa etsinler! . . .
Bununla beraber ben eski lisancıların da aleyhinde­
yim. Onların işi de, yeni lisancılarınki kadar değilse de,
yine kolay . . . A.la kafiye lügatleri . . . Koca koca vasf-ı ter­
kibi, terkibi vasfi defterleri! Bir şey icap etti mi, hemen
defterlerini açarlar, parlak terkiplerden her cümlesinin
içine birkaç tane atarlar. Al aşağı! İşte . sançı. mükemmel
bir eser . . . «nahudayı hüda naşinas, ahkümekar, nahcir.
şiriyetken, yed-i ahenin» ilah ve «ahırihi vel-baki ve gay­
rihim.»
116 EFRUZ BEY

«Eski lisancıların en alimlerinden merhum Ahmet


Şuayb'in metrukatı içinden büyük bir «Arapça, Acemce
terkip» defteıi çıkmıştır. Anlaşılıyor ki, yazılan kendisi
yazmadan birkaç sene evvel, Gaston Deschamp ( 14) tara­
fından çalınıp «La vie et les livres» yani «Hayat ve Kitap­
lar» unvanı altında neşrolunan, büyük alimimiz o parlak
terkipleıi hep bu defterinden çıkarıyormuş. Diğer eski li­
sancıların da böyle mükemmel, büyük terkip defterleıi ol­
duğu rivayet olunuyor. O halde bu meslek zannolunduğu
kadar güç değil. Ben de, siz de pekala yapııbiliriz. Ne de­
rin bir say, ne nihayetsiz bir tetebbu ister! . . . Ah hele o
yeni lisancılar. . . Bunların ismini anınca sinirlerim oynar.
Söylendiği gibi yazmak, kolaylığın adını <�tabiilik» koy­
muşlar. Halbuki sanat sunidir. Tabiatın gayrıdır. Harici­
dir. Her (tabii şey) adi demektir.»

. . . Ders devam ettikçe Bucaklılar «Yaşasın, yahut kah­


rolsun lügat» diye haykırışırlardı. Efruz Bey'in lisanı hak­
kındaki fikirleri onlara pek mülayim, pek ilmi geliyor­
du: Asıl Türkçe, en eski Türkçedir! . . . «Her lisan kendi
cezirlerinden değil, tasarruflarından mürekkeptir.» düstu­
ru reddolunuyor, «Her lisan kendi cezirlerinden ibaret­
tir. . . » hakikati kabul olunuyordu. Efruz Bey'e göre Türk­
çedeki lahikaların hepsi «edat»tı. Bunları artık serbest
serbest kullanabilmeliydik . . . Mesela «eldivem kelimesi. .
Buradaki «diven» bir edattı. Çoraba pek güzel «ayakdi­
ven» diyebilirdik. Lisana, hatta konuşma lisanına ne ka­
dar Arapça, Acemce, Frenkçe kelimeler girmişse hepsi
atılmalıydı. Türkçesi olmayan, Tatarcadan, Moğolcadan
alınıp Türkçe Iahikalarla birleştirilmeliydi. Mesela gece­
ye dün», merkebe «bingeç» denmeliydi. Birkaç ders için­
de Efruz Bey lahikalarla yüzlerce kelime uydurmuştu.
Bucaklıların bunları kabul edip ezberlemesi kafiydi. Son­
ra Efruz Bey hükümete asıl resmi milli lisan diye kabul
ettirecekti. Hükümet emreder etmez bütün ahali bülbül

' 1 4) Fransız şairi ve tenkitcisi ( 1861-1931)


BİLGİ BUCAGI 117

gibi beş bin sene evvelki Kıpçak, Uygar Türkçesini konuş­


maya başlayacaktı. Bucaklılardan biri:
- Bu mümkün olabilir mi?
Diye bir şüphe gösterince Efruz Bey taştı:
- Niçin olmasın ? Sizin imanınız yok. Halbuki her
işin başı imandır. İnsan uçacağına iman etse, serçe kuşu
gibi uçar. Nitekim Ayranoz'daki papazlar uçacaklarma
iman ettikleri için uçarlar, Hazreti İsa Efendilerinin ya­
nma giderler. Halbuki ne kanatlan vardır, ne de uçkuç­
lan . . ;
_. Ne efendim, ne?
- Uçkuç. . .
- Uçkuç ne? . . .
- Tayyarenin Türkçesi . . . Hatta ben seyahatim esna-
sında Aynaroz'da bir papazın havaya uçtuğunu, şu size
bakan gözlerimle, gördüm. Yemin ederim. Elinde tespihi
vardı. Salladı. Derin bir haç çıkardı. Göğe baktı. Tıpkı
bir esir gibi yavaş yavaş havaya yükseldi. On dakika son­
ra havada bir sinek gibi görünüyordu. Yarım saat sonra
bir nokta kadar bile görünmedi. İşte orada siz imanın
kuvvetini görmeliydiniz. Şimdi siz de Türkçenin en eski
Türkçe olduğuna iman ederseniz, iş bitti demektir. . .
Bütün Bucaklılar asıl Türkçenin e n eski Türkçe ol­
duğuna hemen iman ediyor, 'şahadet getiriyorlardı. Uy­
gurca, Yakutça, Moğolca kelimeler havayı dolduruyor,
herkes beş on bin sene evvelki lehçelerle şakıyordu. Ma­
naya kimsenin ehemmiyet verdiği yoktu. Fakat sesler, sa­
dalar oldukça iptidai idi. Eğildi, kürsünün yanında bir
grubun konuşmasına dikkat etti. Pek latifti:
- Iskacı itgam m�ğay?
- Tangırgiz garcudağez . . .
- Minkir taçgam orakza minkütatı.
- Atılbik kişinin tura kütardiler.
- Taşkarı çıkalgım.
- Tukima birsayı nodon birla tüzletim.
.... . . . . . . .......�

İşte Türkçe buna derler. Efruz Bey, hemen kürsüden


118 EFRUZ BEY

atladı. Arzu ettiği eski Türkçeyi konuşan Bucaklıların el­


lerini sıktı:
- Kut itargam, kut itargam. . . (tebrik ederim, tebrik
ederim.)
Boyunlarına sarıldı. Hepsini öptü. Öyle yanık bir mil­
liyetperverdi ki, milliyetin bu ani ,bu mucizekar tezahü­
rü ona inci gibi göz yaşları döktürdü. Ağlıyordu. Evet, de­
mek ki herkes, hiç olmazsa her Bucaklı asıl lisanını bili­
yormuş! Tarjhi Türk grameri hepsinin sinesinde göriüllü
imiş ! . . . Henüz kendisi (z) lerin (s) , ( e) lerin (g) oldu­
ğunu, yirmi sekiz harfin asıl esası «ga, gu, ti, giz, yiğ, gaç .
sık» hecelerinden, iştikaklarından ibaret olduğunu anlat­
mamıştı. Amma buna hacet var mıydı? Pekala doğru ola­
rak konuşuluyordu. Tekrar kürsüye fırladı. İki yumruğu­
nu birden sıraya vurdu. Çıngırağı kaptı. Hızlı hızlı sal­
ladı. Asıl eski Türkçe fııiınasının çakıllı çukullu gürültü­
sü dinince aynı lisanla:
- Buğcağlılar!
Dedi. Fakat Bucaklıla11n hepsi lafını anlamadı. Bunu
pekala sezdi. Çünkü kendi daha tski, gayet eski bir şive
ile söylüyordu. Bir kere de bugünkü İstanbul Türkçesiy­
le tekrarladı :
- Bucaklılar! Şimdiden sonra derslerimize bu eski
Türkçe ile devam edeceğiz. Yarına kadar hepiniz bilme­
diğiniz sigaları, lügatları öğrenmelisiniz.
Zavallı Bucaklıları hepsi, hatta o gece, tıpkı Efruz
Bey'in tetebbuatını yaparken sarfettiği ceht gibi, fevkal­
beşer bir kuvvet, bir dikkat sarfederek, yüz binlerce ke­
lime, siga falan öğrendiler. Fakat yazık ki, bu korkunç
zahmetleri pek boşuna gitti. Çünkü ertesi akşam Efruz
Bey değişmişti. Dün geceki basit fikri bu akşam mürek­
kepliğin aksasına geçmişti. Kürsüye çıkınca, bermutat:
- «Yaşayan değişir!» hakikatini savurdu; evet, Bu­
cakblar, ben sizden ayrıldıktan sonra dün gece ölmedim.
Yani uyumadım. Yaşadım. Yani okudum. Tamam yüz yir­
mi cilt kitap okudum.
Arka taraflardan:
BİLGİ BUCAÖ.I 119

- Anlamıyoruz, anlamıyoruz. Türkçe söyleyin.


İtirazları işitildi.
- Pekfila anlarsınız. Şimdiye kadar eski Türkçe ile
konuşmuyordunuz ya? Bu akşam onu size söyleyeceğim
ki, asıl ce�irlerinden mürekkep beş bin sene evvelki Türk·
çe, tasfiyecilerin mefkuresi olan bu mübarek lisan artık
bugün konuşulamaz «Niçin» 'diye soruyorsunuz?
Seciyeleri, mütemayiz vasıfları «iman, itikat» olan Bu­
caklılar yine hiç seslerini çıkarmadılar.
- Sormuyorsunuz, susuyorsunuz. Amma ben size yi­
ne söyleyeceğim. Niçin? Çünkü asıl Türkçe basittir. «Ba­
sit» hakikat olamaz. Hayaldir. Hakikat mürekkeptir. Öy­
le ise, hakikat olabilecek lisan mürekkep olan lisandır. Biz
fevkalade mürekkep bir lisana taraftar olmalıyız.
- Evet, evet . . .
. - Bu, çok doğru . . .
- E n doğrusu buydu . . .
- Yaşasın Efruz Bey!
- Varolsun . . .
- ...
. . ..

Ve ilah . . .
Şimdi bütün Bucaklılar «mürekkep lisan» taraftarı
idi. Efruz Bey, fahri talebelerinin bu temayüllerini ke�­
fettiği için sevindi. Mürekkep Türkçe için bütün umdele­
rini birkaç derste anlattı. Yine evvela yeni lisancılardan
ayrılıyordu. «Onlar her ne kadar şimdiye kadar lisana gir­
miş Arapça, Acemce, Frenkçe kelimelerinin ipkasına ta­
raftarlarsa da, Türk harfinin haricindeki ecnebi kaidele­
ri kabul etmiyorlar. Milli Türk harfinin tamamıyetini is­
tiyorlar. Halbuki. bu da bir cihetten basitçilik savılır.ı>
diyordu. Onun fikrince Türkçe: «Arapça, Acemce. Frerık­
çe, Almanca, Rumca, Latince» lisanlarından mürekkep
mükemmel bir lisan olma1ıvdı. Ecdadımız Arapca. Acem­
ce kaideleri çok kullanmışlardı. Her ne kadar bunlar ko­
nuşulan lisana geçmemişse de, hükümet şimdiden sonra

\15) Zodamak
120 EFRUZ BEY

gayret ederek, ahaliyi cebrederek (15) pekala geçirebilir­


di. Fakat bu Arapça, Acemce kaideler Türkçe kelimelerde
de kullanılmalıydı. Mesela; «evimin kapısı» denecek yer­
de farisi kaidesiyle «kapıyı evim» denilmeliydi. Sonra
Türkçeye birçok Frenkçe kelimeler de girmişti. Bu za­
vallı ecnebi kelimeler için -hiç olmazsa lı1tuf makamın­
da- birkaç Fransızca gramer kaidesi kabul etmemek en
büyük bi.r haksızlıktı. Öyle ya, Arapça, Acemce kaideler
vardı. Niçin Frenkçeler için olmasın? Mesela; niçin «is­
tasyon direktörü» denilmeliydi? «Direktör dö stasyon» en
haklı, en mantıki bir telaffuzdu. Hem de «dö» edatı fa­
risi «i» edatından daha kullanışlı bir izafet edatı idi. «Hok­
kai gülbeşeker» diyecek yerde «hokka dö gülbeşeker» de­
mek daha iyi değil miydi?
. . . Efruz Bey, lisana dair son verdiği dersten sonra
katip tarafından yapılan «Compte-rendu» ( 16) ye baktı. Şu
idi:
1 - Türkçe, esasen Arapça, Acemce, Frenkçe, Alman­
ca, Latince, Rumcadan mürekkeptir. Diğer lisanlardan ke­
limeler de alabilir.
2 - Türkçede aslen Türkçe olmayan bütün ecnebi ke­
limeler kendi milli gramer kaidelerine tabidir.
3 - Arapça, Acemce, Frenkçe, Almanca ilah . . . terkip,
cemi kaideleri aslen Türkçe olan kelimelerde de kullanı­
lır; misal:
Elmasunül karım - Karımın elmasları.
Atan kırmızı - Kırmızı atlar.
Lö vazife dö me biraderler - Biraderlerimin vazife­
leri ve ilah . . .
4 - Ecnebi edatların hepsi, bilhassa farisi «yayi nis­
pet» Türkçe kelimelerde kullanılır, pek güzel yeni sıfat­
lar teşkil olunur. Misal; «Hayali, ezeli, ebedi, ilmi, edebi»
gibi «güzeli, çirkini, düzi, diki, inişi, yokuşi» denilir. Es­
ki lisanla: «Zirai, mimari, irfani, terakkıyatı aliyemiz, gay­
ri kabili reddü inkardır» demek mürekkeptir. Amma az

(16) özet, içindeati başlıca özellikler


BİLGİ BUCAGI 121

mürekkeptir. Türkçe kelimelerle de bu mürekkepliği mu­


hafaza edebiliriz: «Ekini, yapıi, bilgi ilerlemeiyat-ı yük­
sekiyemiz gayri kabili yok demek ve reddetmektir.»
Efruz Bey:
- Tam işte bizim müstakbel sarfımız! diye haykır­
dı, fakat dört madde. Bu adet mukaddes değildir, bir mad­
. de daha lazım . . . yazınız.
Katip kağıdı aldı. Dinleyenler son maddenin ne ola­
cağı için hep kulak kesilmişlerdi. Efruz Bey, yavaş yavaş
tane tane söyledi:
<�Madde beş: Yukardaki maddeleri gerek konuşurken,
gerek yazarken, gerek okurken bütün millet tatbik etme­
ye memurdur.»
Yine bir alkış tufanı. . . bir alkış tayfunu, bir alkış zel­
zelesi, hayır, bir alkış kıyameti. . . Hemen herkes bu beş
maddeyi yazdı. Hemen bu maddelere göre konuşmaya baş­
ladılar. Efruz Bey'in «yayı nispeti» Türkçe kelimelerde
de kullandırmak eskiden beri en birinci emeliydi. Bunun
için aylarca propaganda yapmış, yorulmamış, bırakma­
mıştı. Bu fikrini ne yeni lisancılar, ne de eski lisancılar
kabul ediyordu. Nihayet bugün işte dersinde bunu umu­
ma kabul ettirmeye muvaffak olmuştu. Bucaklıların mec­
muu iki üç yüzü geçmezdi. İstedikleri şeyi millet namına
kabul ederler, kendileriyle beraber aynı fikri herkesin ka­
bul ettiğine samimi bir iman ile kani bulunurlardı. Ef­
ruz Bey de bir Bucaklı gibi aynı kanaatte idi. Tasfiyeci­
likten, lisandaki basitçilikten, «en eski Türkçe» taraftar­
lığından bir gece içinde böyle son derece mürekkep, ka­
rışık bir mürekkepçiliğe dönen Efruz Bey'in edebiyata
dair verdiği dersler vakıa daha ilmi, daha müekmmeldi.
Lakin mürekkep bir lisanla söylenilmişti. Ancak Bucak­
lılar anlayabiliyordu. Hariçten birisi işitse mümkün de­
ğil neden bahsolunduğunun farkına varamazdı. Efruz Bey
yine kürsüye çıkar çıkmaz :
- «Yaşayende dar tebeddül ederest» hakikatini savu­
rur, sonra monoklünü güzelce gözüne yerleştirirdi; ed.ebi­
yat bir gayet ter güzelest ol bir cihanı bidibest. Senboliz-
122 EFRUZ BEY

miyat, kılasikei eskiyan ve sairun pek karmakarışıkiyeti


harukulade ve lahavle arzeder, elhak, amma ki bu dahi bir
yamanlıkıyet, bir faikiyettir ki edebiyatı diğer «budun»da
bulunmayan bir yed-i yesan irfan sayılır. Hatta Cebel-i es­
ved padişahı Nikolay Amimüşşim vaktiyle yazdığı piyes-i
merkamerkte. . . ilah . » . .

Bu dersler, lisan derslerinden daha çok sürdü. Efruz


Bey terakki, teali ancak geriye dönmekle mümkün ola­
bileceğini ispat ediyordu. Nedim, Baki, Nefi opera hali­
ne geçirilmeliydi. Hele «Naili Kadim» ! «Bu bir haliktir»
diyordu. Her gazelinden bir trajedi çıkabilirdi. Süruri ile
Aristofan arasında m\,inasebetler buluyor, Sull-Pru­
dhomme'un (17) eserlerini Ahmet Neyli'den intihal etmiş
olduğunu meydana çıkarıyordu. Efruz Bey'in edebiyatta­
ki bu derin vukufu herkesi hayretler içinde bıraktı. «Ve­
zin meselesinin halli» artık tamamıyle ona kalmıştı. Es­
ki lisancılar Acem aruzu, yeni lisancılar Milli aruz taraf­
tarıydı. Efruz Bey «Tarzı benan» dediği parmak hesabın­
dan nefret ederdi. Eski lisancıların «efail tefail»ini de ka­
bul etmeyi kibrine yediremiyordu. İkisinin haricinde bir
şey . . Övle bir şey ki, ne Acem aruzu, ne de parmak he­
'
.

sabı! Daima:
-:- Arıyorum, hem bl.lldum. Bunu size bir gün göste­
receğim.
Derdi. Bu iki ahvalin haricindeki icadını Bucaklılar
çok beklediler. Fakat Efruz Bey gösteremedi. Hain, ga­
rezkar muterizler:
- Elkimya, elkimya, bu olacak şey değil . . .

Diyorlardı. O me'yus olmuyor, «bulduğunu söylediği


şeyi» bulmaya çalıştıkça evvelden olan mahlmatlannı da
kaybediyor, tıpkı -Türkçeye yedi yüz sene evvel ilk de­
fa Acem aruzunu sokmaya çalışan Sultan Veled gibi­
bahri remel vezinleriyle şiirler yazıyor, müzehanedeki
Asuri tabletleri kadar «taze ve ter> yenilikler gösteriyor­
du.

( l 7) Bir Fransız şalri


BİLGİ BUCAÖI 123

Fakat Efruz Bey'in asıl ilmi, serbest tarih derslerin­


de belli oldu. Bucaklılar, ulema, edipler, müverrihler, (18)
bütün Türkiye, Avrupa'daki bütün müsteşrikler derin bir
hayrete düştüler. Pastör nasıl tababeti değiştirmiş ise, Ef­
ruz Bey de şimdiye kadar bilinen tarihi öyle değiştirmiş­
ti. «Yaşayan değişir!» demek bu canlı bir tarihti! «Amas­
ya tarihi» müellifi ( 19) pek eski zamanlara ait sandığı ma­
sallarının daha dünkü vakalar olduğunu anladı. Efruz Bey
Türklerin Amerika'dan geldiklerini ispat ediyordu. Hil­
katten biraz sonra büyük bir zelzele neticesi olarak Ame­
rika Asya'dan ayrılmıştı. Yalnız Kamçatka bir köprü gibi
kalmıştı. Türkler işte bu toprak köprüden geçmişler, ta­
rihin haber verdiği devletleri kurmuşlar, muharebeler yap­
mışlardı . . . Bütün bu derin tarihin devirlerini cam akis­
leriyle gösteriyor, bir satırda en aşağı on ıstılah kullanı­
yordu. Herkes anlayamıyordu. Fakat dinliyordu. Zoolojik,
jeolojik . . . ilah, hep Latince kelimeler. . . Ne yapalım. He­
nüz bizim lisanımız ilme tercüman olamazdı!
Efruz Bey o hatırdan çıkmaz tarih dersleriyle anlattı
ki, biz Türk değiliz; asıl Türk olanlar Amerikalılardır
Tarihte bazı milletler vardı. Lisanlarını kaybettikleri hal­
de, hatta bazen milli dinlerini de değiştirdikleri halde mil­
liyetlerini muhafaza ediyorlardı. Mesela Yahudiler. . . Ji,.
sanlarını kaybetmişlerdir. Bugün Türkiye'dekiler İspan­
yolca konuşuyorlardı. Fakat Yahudilik bakiydi. Asıl Türk­
ler, yani Amerikalılar lisanlarını kaybetmişlerdi. Bugün
İngilizce konuşuyorlardı. Fakat milliyetleri bakiydi. Bu
milliyet öyle bir şeydi ki, şuurlu olmasına ihtiyaç yoktu.
Bu tarihi keşif ilim aleminde hakikaten büyük bir gü­
r.ültü hasıl etti. Efruz Bey, Ressam Dersimi'ye yaptırdı­
ğı «asari atika> resimlerinin fotoğraflarını gösteriyor, du­
vara aksettiriyor, hiç kimsede şüphe bırakmıyordu. Bu
resimler sayesinde anlaşılıyordu ki, otomobili, velespiti

f ] 8) Tarihçi
09) Üç ciltlih «amasya tarihi> (İstanıbul 1911 - 1 927)nin ya­
zarı Hilsamettin Bey
124 EFRUZ BEY

hep Türkler icat etmişler. Beş on bin sene evvel hep bun­
lar varmış.
Efruz Bey, tarih derslerine nihayet verirken şu söz­
leri ilave etmişti:
- Bucaklılar! Ahmet Mithat, Türkiye'de saltanat ha­
nedanından başka Türk olmadığını ispat ettiği halde, yi
ne Afrika zencilerinin Türk olduklarını meydana koymak­
tan geri durmamıştı. «Amasya Tarihi» müellifinin bu­
luşları da az değildir. Necip Asım Bey'i de unutmamalı
Müverrih Ahmet Refik, Sümer, Akad, Hititlerin Türk ol­
duğunu diğer milli bir müessesede anlattı. Fakat benim
bulduğumu kimse bulamadı. Ben Aınerikalıların Türk ol­
duklarım buldum!
*
**

Efruz Bey'in şöhreti bu serbest derslerle o kadar bü­


yüdü, o kadar büyüdü ki, Bucağın bacalarından taştı. Bü­
tün şehre, bütün memlekete, bütün arza yayıldı. Cenubi
· Amerika gazeteleri hile resimlerini bastılar. İstanbul'da
artık onun resminin bulunmadığı yer yok gibiydi. Bütiin
fotoğrafharıelerde ayrı ayn vaziyetlerde resmini çıkaran
Efruz Bey pazarlıkta daima şu şartı tekrarlardı: «Fakat
resmim üç sene camekanınızda duracak!» Fotoğrafçı bu­
nun sebebini anlamayıp, yüzüne bakınca hiç aldırmaz, de­
vam ederdi:
- Bu şart niçin, biliyor musun? Fotoğrafımı iyi yap­
man için bir garanti. . . Çünkü fena yaparsan, camekanı­
na asamazsın. Bundan başka . . .
- Bundan başka, fazla bir para d a vereceksiniz ta­
bii. .•

- Hayır canım; fazla pata değil. Sen benim kim ol­


duğumu bilmiyorsun? Meşhur adamların resimleri fotoğ­
rafçılar için bir ((reklam sayılır. Herkes «mademki bu bü­
yük adam fotoğrafını burada çıkarmış, burası mahir bir
sanatkar atelyesi olacak» der, hemen resmini çıkarmaya
BİLGİ BUCAGI 125

karar verir. Hatta siz benim gibi meşhur adamların re­


simlerini bedava çıkartıp kartpostal yapmalısınız.
Efruz Bey lafını uzatır, fotoğrafçının merak edip hala
ismini sormadığını görünce dayanamazdı:
- Azizim siz beni tanıyor musunuz?
- Hayır efendim.
- Ciddi mi söylüyorsunuz?
-� Pek ciddi.
- Beni tanımıyorsunuz ha? . . .

Hayretler içinde kalırdı. Gazeteler okunmuyor, resim­


li risalelere bakılmıyor muydu? Hakikaten insanların hay­
vanlığına nihayet yoktu. Yaşadıkları memleketin en meş­
hur simalarını tanımıyorlardı.
- Ben Efruz Bey'im . . .
- Pekala . . .
Pekala ha . . . Ne hayret, ne hürmet . . . Hiç, hiç bir şey!
Efruz Bey, meşhurluğunu uzun uzadıya anlatır, dünya­
da kendisini bilmeyen bulunmadığını söyler, fakat fotoğ­
raf ücretini on para aşağı indiremezdi. Bilakis kapının ya­
nındaki camekana konulması için fazla bir ücret, kira gi­
bi fazla bir şey de verirdi. Daha kendisi şöhret kazanma­
dan evvel büyük, harikulade feylesof doktor Rıza Tev­
fiği çok kıskanırdı. Çünkü nereye gitse, hangi kitabı, ya­
hut gazeteyi açsa, hangi fotoğrafhaneye girse, onun res­
mini görürdü. «Ah, benim de resimlerin böyle her tara­
fa asılacak IT11?» diye içini çekerdi. Fakaaat işte o da beş
altı senedir Rıza Tevfik gibi bir şöhret kazanmış, umu­
mi, kfünati, manevi, maddi, ilmi, fenni bir şöhret kazan­
mıştı. Fotoğrafçılara yaptığı «kombinezon»lar sayesinde
her fotoğrafhanede büyütülmüş bir resmi girene çıkana,
gelene gidene gülümserdi. Sağında, solunda en aşağı ya­
rım düzine yerli «dahfo resmi bulunurdu. Efruz Bey'in
de onlardan aşağı kalır yeri yoktu. Onlarla müsaviydi.
Belki . . . helki biraz daha onlardan yüksekti. Beş altı se­
ne kadar az bir zaman içinde kim kendi gibi meşru, ha­
kiki bir şöhret kazanmıştı? Hele son günlerde tabii hac-
126 EFRUZ BEY

minden dört misli büyüklükte bir resmi bütün İstanbul'un


duvarlarına yapıştırılmıştı. Bu, bir ilandı. Öyle bir ilan
ki, Amerika'da bile eşine rasgelinemezdi. Dört metre bo­
yunda, iki metre eninde çarşaf kadar bir kağıt:

«GAYET MÜHİM BİR MÜJDE-İ EDEBİ»


BEKLEMEYİNİZ, DURMAYINIZ, ALINIZ!

Acaba yeni bir sinema mı diye bakanlar tek gözlük­


lü, başı açık, ablak çehreli bir resmi görürler, birdenbire
ne Rigaden'e, ne de Maks Linder'e benzetemezlerdi. Bu,
Efru� Bey'in resmi idi. Yaklaşırlar, altındaki şu tafsilatı
okuyunca işi anlarlardı:
«Memleketimizin en büyük edip ve muharriri tarih­
şinası, meşhur, allamei bimedani, muharriri bimisil Efruz
Beyefendi Hazretleri tarafından keşidei silki tahkir buyu­
rulan bu eser lisaniyat, bediiyat, edebiyat, hayvaniyat, ha­
yatiyat, nebatiyat, tarihiyat, pedagojiyat . . . ilah . . . ilimler­
den bahseder. Bu kadar esaslı bahisler ancak yüz yirmi
sayfa içinde mükemmelen tafsil edilmiştir. Beş kuruştur.
On birinci tab'ı, yani dört yüz elli birinci nüshası basıl­
maktadır. Acele edip alınız. Sonra bulamayaçaksınız . . . »
Bu ilanın küçük kıtada örnekleri, yine resimli olarak,
Babıali'de her kitapçının camekanına perde olmuştu. Ha­
kikaten bir hafta içinde İstanbul'un bir milyon ahalisi için­
de Efruz Bey'in resmini görmeyen yüz kişi kalmamıştı
Cami duvarlarından viraneliklere, mahalle kahvelerinden
en büyük gazinolara, bulvarlardan en çıkmaz sokaklara
kadar bu «resimli müjdei edebi» çarşafı yapıştırılmıştı.
Efruz Bey'in bu mühim eseri iki ay içinde satıldı. Ancak
Hamiyet Kütüphanesi'nin mahzenlerinde «bin dokuz yüz;
ellb nüsha kalmıştı. Eserin tab'ı tarihinden üç ay geçme­
den kütüphane sahibi Acem bu «bin dokuz yüz elli» nüs­
hayı bfr kağıtçı Yahudiye okkası ıki kuruştan satmıştı.
Babıali'nin helvacıları, bakkalları, manavları hep sattık­
ları şeyleri Efruz Beyin eserine sarıyorlardı. Bunu haka--
BİLGİ BUCAÖI 127

ret sayan arkadaşları Efruz Bey'e bu münasebetsiz hali


anlattılar:
- Sanki eserini dört yüz elli bin defa niçin bastıı ­
dın?
Diye itiraz edecek oldular. Efruz Bey başını salladı:
- Bunda bir garez var. Benim eserimden hiç kalma­
mış, hepsi satılmıştı. Düşmanlarım namımı kirletmek için
bir plan yapıp tekrar bastırmış olmalıdırlar. Hem malum
ya insanlar fenadır! Fenalığın önüne geçilmez. Bu bir ka­
nun, tabiatın kanunu! . . . Allah belasını versin. Hayır, ha­
yır, vermesin. Benim neme lazım . . .
Ah bu ne felsefe, ne ulvi felsefeydi ! Büyük Efruz Bey
hatta hakarete, gareze de aldırmıyordu. Lakin arkadaşları
onun gibi mütevazi bir feylesof değildiler. Kendine ha­
ber vermeden intikamını almaya karar verdiler. Evvela
bu münasebetsiz tecavüzün nereden geldiğini anlamak la­
zımdı. «Hamiyet Kütüphanesi'ne» gittiler. Zebani gibi bir
Acem karşılarına çıktı:
- Ne istersüz? Böyle encümenle gelüpsüz?
Diye kabardı. Hepsinin hiddeti gözlerinden belli olu­
yordu. İçlerinden en soğukkanlısı işi anlattı. Acem çürük
dişlerini gösterek gülüyor, kahkahayı atıyor, ellerini oy­
luklarına vuruyordu:
- Ne diyorsunuz? Dört yüz elli min nüsha ha . . . Bu­
nu size kendüsü söylemüştür ki?
- Evet, ilanlarda yazıyor. . .
- İlanları kendüsü yazmış, kendüsü basturmuştur.
Biz kitaptan iki min nüsha basup (otuz beş nüsha) tah­
rir hakkı olarak kendine virmüşüz. Amma Perverdigar bi­
lür batmışız. Üç ay içinde temam on beş tane satabilmi­
şüz. Ne yapalım? Sonra geri kalan min dokuz yüz elli · nüs­
hayı kise kağıdı yapmak için Yahudiye satmaya mecbur
olmuşuz.
. . . Efruz Bey arkadaşlarının teşebbüslerinden haber
almamıştı. Bucakta, gazinoda, hususi mahfillerde o kadar
çok basılan eserlerinden piyasada, ancak bin dokuz yüz
elli nüsha kaldığıyle iftihar edip duruyordu. Eserlerin-
128 EFRUZ BEY

deki fikirler o kadar parlak, o kadar bariz hakikatlerdi


ki, henüz şimdiye kadar hiç itiraz eden olmamıştı. Şöhre­
ti arttıkça artıyor, büyüdükçe büyüyor, yayıldıkça, her
tarafı, bütün kainatı kaplıyordu. Bucakta her türlü me­
seleyi ona sormak adet olmuştu.
Mesela bir gün Bucaklılar:
- Efru,z Beyefendi şiir nedir? Bize anlatınız.
Derlerdi. Efruz Bey hemen:
- Gayet basit! . . . diye başlardı ; size ilmi bir lisanla
anlatacağım; şiir görüştür. Hissettiğini, hiç olmazsa bir
kişiye olsun hissettirmek, yahut kendi kendine hissetmek­
tir. İşte size psikolojik bir misal; sigaranızı yakınız, eli­
nize dokundurunuz. Cızz. . . «Üh» dersiniz. İşte bir elem
duydunuz. Şimdi bu sigarayı sevgilinizin yanağına dokun­
durabilir misiniz? Cızz. . . Bu sefer o «oh» diyecektir. İş·
te demin duyduğunuz elemi başkasına da hissettirdiniz.
Bu da asıl şiirdir. Hayır, hayır, artık cehalet zamanları
geçti. Şiir, «mevzun, mukaffa söz» değildir, dikkat ediniz.
Diye ağzını açar, saatlerce kapamazdı. Bucaklılar içir.­
de bazı ilim, malllmat açgözlüleri o söylerken not tutmak
isterlerdi. Efruz Bey buna çok kızardı.
- «Ben yazar, sonra size veririm. Siz not tutmayın,
yalnız dinleyin.»
Derdi. Hayvanın boynuzundan, insanın sözünden tu­
tulacağını bilirdi. Herhalde bu yuları ele vermemek hik­
mete muvafıktı. Söylenen söz havaya kaçardı. Efruz Bey
bunda çok cesurdu. Lakin yazmağa gelince . . . bundan kor­
kardı. Kendisi de bilirdi ki, bugünkü şöhretini bu kor­
kuya ,bu «açıkgözlülük»e borçlu idi. Söylediklerini yaz­
dırsaydı, şimdiye kadar ne teviller, ne itirazlar, ne ihti­
raslar, ne garezler doğacaktı! Şöhretin yolu «şifahi bir
kehkeşan» idi; yoksa «tahriri uçurumlardan aşan bir ke­
çi yolu» değil. . . Hatta eserinin son kalan bin dokuz yüz
elli nüshasının kesekağıdı yapmak için Yahudiye satıldı­
ğı hakikatinden de için için memnun oluyordu. Artık iti-
BİLGİ BUCAÖI 129

raz için kimse bulup okuyamayacaktı. Yalnız «harf me­


selesi>me dair söylediklerinin not edilmesine müsaade eder­
di. Ona kim itiraz ederse etsin, korkmazdı. Hakkından
emin idi.
- Harflerimiz mi? derdi, bunlarda hiç tereddüde ha­
cet yok; Milaslı'nın harflerini (20) kabul etmeliyiz. Yal­
nız biz değil, Avrupa, Afrika milletleri de kabul etmeli.
Çünkü, Milaslı ilmen, fennen Arap, Latin harflerinin hıf­
zıssıhhaya mugayir (21) olduğunu itiraz götürmez bir su­
rette ispat etmiştir. Bu yeni harflerin mucidi, hakikaten
büyük bir dahidir!
Bucaklılardan farzımuhal olarak birisi :
- Dahi diyorsunuz, fakat kimse onun teklifini kahul
etmemiş, kimse onun harflerini yazmamış, yalnız kendisi
meşgul . . .
Diyecek olursa Efruz Bey:
- İyi, ya, diye yine Milaslı'nın dahiliğini ispat eder­
di; Abdülhak Hamit ne? Bir dahi değil mi? Söyleybiz,
buna itiraz eden var mı? Hayır, yok; değil mi? Pekala . . .
Abdülhak Hamit niçin dahi? Onun vasıflarını arayalım.
Bu zatın eserlerini kimse okumaz, kimse anlamaz. Ahali­
den kimse Hamit'in eserlerini okumamıştır. Okusa da ta­
bii anlamaz. Hamit'in eserleri öyle «La Dame aux Came-
1ias, Manon Lescault, Rafael fiian. . . » gibi avama mahsus
yazılmış adi şeyler değildir. Tiyatrolarına gelince, kimse
yine bir şey anlamaz. Hamit öyle Shakespeare, Moliere
gibi adi, aşağı bir piyes muharriri değildir ki, eserleri sah­
nede anlaşılsın, alkışlansın. Hamit'in dahi olduğuna se­
bep, eserlerinin hiç yokmuş gibi, hiç kimse tarafından ta­
nılmamasıdır. Yalnız edebiyat muallimleri, birkaç şair,

( 20) Meşrutiyet sıraları Dr. Milaslı İsmail Hakkı b'tişik yazı­


lan arap harflerini ayrı yazarak latin alfabesi gibi tek şe­
killi bir sistem kurmuş, bu ha,rflerle gazete ve kitap ba­
sılmıştır.
(21 ) Zıt

Ö.S. IX - F 9
130 EFRUZ BEY

dostları, perestişkarlan bilir. Bir dahiye «amme» (22) ola­


rak on beş kişi çoktur bile . . . Milaslı'nın sıhhi, nefis harf­
lerini de bütün büyük adamlar kabul etmişlerdir. «Her­
kes» denilen bu cahil halkın ne ehemmiyeti var? Milislı
dahidir. Harflerini kabul ettiklerine dair Arap, Türk bü­
tün büyük adamlardan birer -senet, birer imza almıştır. Ce­
nap Şahabettin, Abdülaziz Çaviş (23) , Halit Ziya gibi bir­
çok «yarım dahi»ler de harflerinin en doğru, en mükem­
mel harf olduğuna dair Milaslı'ya imza vermişlerdir. İca­
dını herkesin kabul etmediği, herkesin anlamadığı için­
dir ki, Milaslı dahidir.
Efruz Bey'in bu takdirinden Milaslı pek çok is­
tifadeler etmiş, bizzat gelmiş, o söylerken Bucakta not­
lar tutmuştu. Tramvaylarda, Köprüde, vapurda, dairede,
sokakta, caddede, çayırda, mesirelerde, garda, gpinoda
herkese bedava dağıttığı broşürlerinin başında Arap harf­
leriyle yazılmış «Euzübillahi mineşşeytanirracim, Bismil­
lfıhirrahmanirrahim» ibaresinin altında Efruz Bey'in şu
beyanatını kendi iri harfleriyle ilave etmişti :
«Hurufu cedidei munfasılai Milasiye dünyanın en sıh­
hi ve göz ağrılarım geçirir mucizekar harfleridir. Bu hu­
ruf sayesinde yalnız Türklük ve İslamiyet değil, beşeri­
yet ve Hıristiyanlık bile kurtulacak, Latin harflerinin se­
bebi yegane olduğu cehalet sönınez nurlara tahavvül ede­
cektir.»
Efruz Bey'in şöhreti arttıkça, şahsiyeti güneş gibi bü­
tün fikirlerin, bütün hislerin üzerinde parladıkça, kıskanç­
lık denilen o korkunç bürkan da etrafında derin derin
uğultular, homurdanmalar, zelzeleler hasıl oluyor, Bucak'­
ın bu dahi hatibini düşündürüyordu. Onu en ziyade hid'"
detlendiren şey, serbest derslerine devam ede ede birkaç
söz öğrenmiş genç yeni Bucaklıların kendini kıskanma­
ya kalkmalarıydı. «Bunlar kim oluyor?» diye dişlerini gı­
cırdatırdı. Edebiyata dair bütün malumatlarını kendinden

(22) Okuyucu
(23) Meşrutiyet yıllannda İslami konularda yazan bir Mısırlı
BİLGİ BUCAÖ-I 131

' almamışlar mıydı? Ondan evvel Bucakta Omiros, Virjil.


Aristofan, Pan, Temistoklis, Paul Fort namlarını kimse bi­
liyor muydu? Sembolizm, natüralizm, romantizm, karma­
karışıkizmin (Eclectisme mukabili. Bu tabiri bizzat Ef­
ruz Bey bulmuştu) ne gibi mezhepler olduğunu Reis bi­
le bilmiyor, o anlatırken alık alık ağzını açıyordu. Hele
Rabelais. . . Bu büyük adamın ismini şehir ismi zannedip
haritalarda arı orlardı. İşte o kadar şeyler öğrettiği şu
y
Bucaklılar şimdi sıkılmayarak onu kıskanıyorlardı. Ona
itiraz ediyorlar, oriu çekiştiriyorlar, onun aleyhinde bulu­
nuyorlardı. Vakıa, onun şöhreti artık yıkılmaz bir dere­
cede idi. Ah keşke, heykelinin yapılmasına müsaade et­
�eydi! . Fakat yine emniyet edemiyordu. Meşrutiyeti ilan
ettiği zaman üç dört günde yükseldiği mevkiden bird�n­
bire nasıl düştüğünü hatırlayınca, azıcık daha ödü kopa­
caktı. Cemiyetin daha tanınmamış birçok kanunları var­
dı. Bu cemiyet öyle berbat bir şeydi ki, dün peygamber
diye göklere çıkardığını yarın indirir, çarmıha gererdi.
Hiç bir şeye güvenmemek en doğru bir hikmetti. Nihayet
bir gün Reis kendisine:
- Efruz Bey, heyeti idare karar verdi; vereceğiniz
dersleri evvela yazıp Bucağa göndereceksiniz. Ancak he­
yet tasvip ederse verebilece.kainiz.
Dedi. Bu adeta bir tahkirdi. Efruz Bey dudaklarını
ısırdı. Bir dakika düşündü. Tek gözlüğünü çıkardı. Başı­
nı kaşıdı. Dersleri evvela yazmak . . . ha?
- Vereceğim dersi yazdıktan sonra artık ı!elip onu
okumaya ne lüzum var? dedi, siz kürsüye çıkın okuyun.
Bu serzenişteki manayı anlamayan Reis:
- Heyeti idareye arzederim, nasıl tasvip ederlerse ôy-
le yapılabilir.
- Ya? . . .
- Evet. . .
«Heyeti idare» ha? . . . Efruz Bey başını salladı. İçini
çekti. Evvela kızardı. Sonra' sarardı. Heyeti idare kimdi?
Kendi şöhretini çekemeyen birkaç kişi değil mi? Aleyhin­
de ittifak etmiş bir komplo . . . Maksatları ona yazı yazdır-
132 EFRUZ BEY

maktı. Onun el yazısını ele geçirdikten sonra, kimbilir ne­


ler yapmayacaklardı. Fakat Efruz Bey yazının şöhret için
en büyük bir tehlike olduğunu bilmiyor muydu? O, bu
kadar yüksek şöhretini yazmakla mı kazanmıştı? Hayır,
söylemekle . . . Pek büyük bir şair olduğu halde, şiirlerini
yazmaz, Omiros zamanındaki gibi yalnız söylerdi. Hayır,
hatta şiirini bile söylemez, yalnız şiiri olduğunu söyler­
di. Şimdi onu faka bastırmak istiyorlardı. Fakat soğuk­
kanlılığı bozmamak lazımdı. Hiç renk vermemeli, bu müş­
kül mevkiden münasip bir kurnazlıkla kurtuluvermeliydi.
- Pekala, pekala, dedi . . . Ben de zaten derslerimi yaz­
mak, kitap 'şeklinde çıkarmak fikrindeydim.
Ertesi günü hastalandı. Bucağa gitmedi. Her şeyi ta­
dında bırakmalıydı.
Meşrutiyetin ilanında ikinci, üçüncü günler o kadar
ileri gitmeseydi, şimdi ayan değilse bile, bugün en aşağı
bir mebus, yahut, yahut. . . herhalde işte bir quelque cho­
se»du (24) . Şöhretinin çokluğu siyasi sukutuna en haki­
ki bir sebep olmuştu. İlmi, edebi şöhretini de zıvanasın­
dan çıkarmamak lazımdı. Hayat ne dehşetli bir darülfü­
nuridu! İnsan bu darülfünunda bir yaprak, bir sayfa aç­
madan ciltlerin, kütüphanelerin öğretemeyeceği ilmi ka­
zanırdı. Evet, artık Bucaktan çekilmek icap ediyordu. «İti­
raz. tenkit» başladı mı, en rasin, en müthiş, en granit kuv­
vetler bile bahar sabahlarındaki nazik kırağı tabakası gi­
bi birkaç saniye içinde eriyebilirdi. Şan, şöhret yoluo.un
kapısı yalnız Bucak mıydı? Hayır. hayır. . . Hem bu kadar
kalabalık bir kapı! İyi olduktan sonra (amma hangi has­
talıktan?) bir gün Bucağa uğradı. Reis gördü:
- Derslerinizin müsveddelerini mi getirdiniz Efruz
Bey?
«Ah hain ah . . . Nasıl kapan da kaçan mı?� Efruz Bey
enayi miydi? Meşrutiyetin ilani gibi en buhranlı dakika­
larda otuz sekiz, kırk milyonluk bir devleti mükemmelen
idare etmiş bir adam bir maymuna aldanır mıydı?

(24) Bir şeyler


BİLGİ BUOAGI 133

- Yazdım, fakat getirmedim.


.
Dedi.
- Vah, vah . . . Niçin efendim?
- Çünkü . . .
Efruz Bey, kendisinin kıskanıldığını, böyle küçüklük­
lere tahammül edemeyeceğini, artık şimdiden sonra yüz
binlerce lira verseler, Bucak'ta gelip bir kelime söyleme­
yeceğini anlattı!
- Ben çok samimi idim, beni anlamadılar, dedi. Be­
ni kıskandılar. Zannettiler ki, şöhret peşinde geziyorum.
Haşa . . . Ben şöhrete tenezzül etmem. Şöhret öyle bir şey­
dir ki, kendi kendine gelir. İnsanın isteyip istememesinin
ehemmiyeti yoktur. . .
Sonra hayat hakkında gayet acı felsefeler yaptı. İn­
sanlar nankördü. Kadir ve kıymet bilmezlerdi. O söyler­
ken, Reis içinden gülüyor, «oh, işte bir belayı atlattık»
derken dışından:
- Vah, vah . . . Cidden meyusum, bedbahtım; sizin gi­
bi fazıl bir refiki kaybettiğimiz için cidden bedbahtım . . .
Diyordu. Reisin hüznü Efruz Bey'e de sirayet etti.
Azıcık daha ağlayacaktı. Ondan ayrıldı. Kütüphaneye gir­
di. Birçok Bucaklılar önlerine kitapları açmışlar, hiç oku­
�uyorlar, bermutat gevezelik ediyorlardı.

- Allahaısmarladık, arkadaşlar!

Dedi. Bu vedam sebebini anlamayan Bucaklılar he­


men onun etrafına üşüştüler. Onlara da «şahsiyat olma­
sın» diye ismini söyleyemeyeceği dostları tarafından kıs­
kanıldığını, böyle küçüklüklere şiir, edebiyat, tarih, biyo­
loji ile yükselen ruhu tahammül edemeyeceğini, artık Bu­
cakta ders vermemeye katiyen karar verdiğini söyledi.
- Burada ahlak bozulmuş. Bucakçılık Turan'ın mer­
kezinde olur. Oraya gitmeli, orada çalışmalı? . . .
Hazır bulunanların hepsinin ellerini ayrı ayrı sıktı.
«Beni unutmayınız, eserlerimi okursunuz! » diyor, ga.vet
uzak bir diyara gidecekmiş gibi hareket ediyordu. Kütüp­
haneden çıktı. Salonu geçti. Yavaş yavaş büyük filozof-
134 EFRUZ BEY

lara has bir sükunetle merdivenden indi. Yağmurlu bir


gündü. · Sokakta şakır- şakır seller akıyordu. Kapıdan çık­
mazdan evvel o kadaı alkış, şapaş, şöhret, şan topladığı
bu mukaddes binaya bir kere daha baktı. Gözlerini bah­
çeye çevirdi. Meydan bomboştu. Ah razı olsaydı, şimdi
orada . heykeli yükselecek, değil kıskançların, çekemeyen­
lerin, hatta asırların eli bile dehasının, ilminin bu müeb­
bet abidesini yıkamayacaktı! Başını salladı. Titreyen du­
daklarından gayri ihtiyari «Türk'ün aklı sonradan başına
gelir» hikmeti döküldü. Açık kapıyı atladı. O kadar dal­
gındı ki, sanki son çıkışı olduğunu biliyormuş gibi, kapı­
cının kendisine ehemmiyet vermediğini, önünden geçer­
ken ayağa Qile kalkmadığını istemeye istemeye gördü. So­
kağın şakırtılı çamurlan \.µ;tünden fani bir hayal gibi kay­
dı, gitti . . .
*
.* *

. . . İşte o vakitten beri Efruz Bey'i hiç bir tarafta gö..


·

remeyen Bucaklılar, onu11 kef!.dilerine son hitaplarını ha­


tırlarlar, salondaki büyük Turan haritası üzerinde, arifa­
ne ile aralarında para toplayıp mahsus Almanya'dan ge­
tirttikleri coğrfya · aletleriyle bir merkez tayinine çalışır­
lar!
·

- Ah Kaşk�r'a gitti, Kaşkar'a galiba . . .


Diye ağlaşırlardı.
«Va.kit> gazetesi 19-30.7.1926
AÇIK HAVA MEKTEBİ

v
. . . Efruz Bey Bilgi Bucağından çekildikten sonra evin­
de derin tetebbuatına dalmış, uğraşıyordu! Fakat kitap
tedariki biraz müşküldü. Avrupa postası bir ayda gelmi­
yordu. Bir gün sıkıldı.
- Ben kitapların olduğu yere gitsem.
Dedi. Hem Avrupa'da tahsilini de ikmal etmiş olur­
du. Annesine bu :fikrini açtı. Bin dereden su getirdi. Ni­
hayet kandırdı. Lakin ne tahsil edecekti?
- Müfat Bey'e dan�şırım.
Diye mırıldandı. Bu zat Efruz. Bey'in dünyada en be­
ğendiği bir adamdı. Hemen hazırlandı. Ne vakitten beri
bir kürek mahkumu gibi odasında kapalı yaşıyordu.
Sokağa çıkınca halkı, gelenleri, geçenleri o kadar şen,
o kadar şatır gördü ki, «Ne tuhaf! Bütün dünya mesut!»
dedi. Rüzgarsız, parlak bir sabah her tarafı parlatıyor,
apartmanların pencerelerinden hizmetçi kızlar öteberi sil­
kiyorlardı. Yaya kaldırımlarında beyaz esvaplı dadılar ço­
cuk arabaları sürüyorlar, mektebe geç kalmış yaramazlar
itişerek, kakışarak koşuyorlardı. Harbiye Mektebi'nin
önünde bir arabayı durdurdu. İçine atladı:
- Aksaray'a!
Dedi. Müfat Bey, gece gündüz Aksaray'daki «Tıfıl Ko­
vuğu» denilen mektebinde bulunurdu. Burası eski bir ko­
naktı. Dört yüksek duvar arasında, gayet rutubetli, dar
çukur bir bahçenin içindeydi. En üst kattan bile duvar­
ların öbür tarafı gözükmezdi. Altmış sene evvel, doksan
yaşından sonra on dört yaşında bir kızla evlenen kıskanç
bir ihtiyar tarafından yaptırılmıştı. Mal sahibi bahçenin
duvarlarını yapan ustaya mütemadiyen «içerisini karga­
lar bile görmesin!» demişti. Şimdi uçan kargalar değil,
hatta kenarlarına konan serçeler bile içerisini görmüyor-
136 EFRUZ BEY

lar; bostan kuyusu zannederek kaçıyorlardı. Halk mekte­


be, bu mimari vaziyeti için «Kovuk» namı verilmiş sa­
nıyordu. Halbuki bu namın sebebi mektebin çukurluğu,
kapanıklığı filan değildi. Müfat Bey, her ne hususta olur­
sa olsun; intihalin aleyhinde bulunanlardan biriydi. Şiir­
lerini perestiş derecesinde sevdiği Fikret'in bile yirmi beş
senede yazdığı eserin ismini «Emile . Bergerat»dan çaldı­
ğına şaşıyordu. Emile Bergerat'ın eseri «Lyre Brise» (1)
idi. Fikret, yarım Türkçe kitabına, bu terkib-i Farisiye
tercüme ederek bir isim bulmuştu: «Rübab-ı Şikeste». Ki­
tabının ismini Emile Bergerat'dan çalan bu şairin evine
«Aşiyan» diyorlardı. Birisi bu ismi aldı, gazetesine unvan
yaptı. Sonra diğer bir mektepçi kalktı: «Çocuk Aşiyanı»
diye bir mektep ismi çıkardı.
Bir intihal (2) zinciridir, gidiyordu. Müfat Bey bun· ·
lara kızar: «Zavallılar hiç manayı düşünmüyorlar» der­
di. Çocuk aşiyanı manasız bir şeydi. Çünkü aşiyan «yuva»
demekti. Yuva en çok havada uçan hayvanlar hakkında
kullanılabilirdi. Kuş yuvası, karga yuvası gibi. Halbuk!
yerde yaşayan hayvanlar için «in» kelimesi kullanılırdı.
Tilki ini, ayı ini, kurt ini . . . İnsanlar, kuştan ziyade dört
ayaklı hayvanlara yakındı. Çocuk aşiyanı yerine «Çocuk
ini» denilmiş olsa daha mantığa muvafık hareket edilmiş
olacaktı.
İşte Müfat Bey, insanları kanatlı hayvanlardan ziya­
de dört ayaklı hayvanlara benzettiği için mektebine «Tı­
fıl Kovuğu» demişti. Kovuk, İstanbul'un en meşhur bir
müessesesi sayılırdı. Alafranga, gayri milli terbiye taraf­
tarları çocuklarını hep buraya verirlerdi. Zira Müfat Bey,
«Türk, Türklük» diye bir milliyetin vücudunu kabul et­
miyordu. Milli terbiyenin en büyük aleyhtarı idi. Türk
milliyetperverliğinin muhtelif cereyanları karşısında «dirı
var, millet yok!» şiarlı bayrakların sallandığını görmüş-

(1) Fransız Paxnaslyen şairlerinden, T. Fikret'le çağdaş olan


Emile Bergera-t'ın cKırık Lir> anlamına gelen şiir kitabı.
(2) Başkasının eserini veya sözttnü beni:m,seme
AÇIK HAVA MEKTEBIİ 137

tü. Fakat Müfat Bey için şiar «din de yok, millet de yok»
tu. Onun mefkuresi, yalnız alafrangalaşmak, taklit, Avru­
palılara benzemekti. İstanbul gibi terakkiyi sever bir mu­
hitte bu mefkure çok tarafgir (3) buluyor, Kovuğun sıra­
ları şapkalı Türk çocuklarıyle doluyordu. Kovuğun çocuk­
ları için en büyük küfür «Türk!» kelimesiydi. Bu kelime
ile arkadaŞına küfreden çocuk hemen mektepten kovu­
·

lurdu.
İşte Efruz Bey bu kadar büyük, bu kadar ilmi bir ha­
reketin serdarı olan bu zata Avrupa'da ne tahsil edece­
ğini sormağa geliyordu. Arabadan inince kocaman duva­
rın dibinde hakikaten bir kovuğa benzeyen küçük kapı­
nın önünde durdu. Aralıktan baktı. Karanlık bahçede mu­
allimler, çocuklar geziniyorlardı. Yavaş yavaş girdi, önü­
ne çuha şalvarlı bir kavas dikildi. Elhamdülillah taban­
casıyle yatağanı yoktu.
- Ne istiyorsun?
- Müdür Beyi göreceğim.
- Sen kimsin?
Efruz Bey'e bu kaba istintak dokundu. Acaba onu mil­
liyetperver bir maarif müfettişi mi zannetmişti? Bu zan­
nı düzeltmek lazım geliyordu:
- Ben Efruz Bey'im.
-
• • • • • .ı

- Evet.
- Kendisine haber verelim.
Zavallı Efruz Bey kırk dakikadan fazla bekledi. Ço­
cuklar derse girdiler. Nihayet kavas (4) geldi. Deminki
muamelesinin aksine, çok nazikleşmişti:
- Buyurunuz efendimiz, müdür beyefendi sizi bekli­
yorlar.
- Haydi.
Efruz Bey kavasla yürüdü. Bu ani tahavvülün mana­
sını bir türlü bulamıyordu. İçinden «Bütün insanlar ayrı

(3) Taraftar, taraf tutan


(4) İş sahiplerini çağıran görevli
138 EFRUZ BEY

ayn bir muamma!» dedi. Rutubetten çürümüş, küflenmiş


merdivenlerden geçtiler. Kavasın bir adım ilerleyerek a)­
tığı geniş bir odaya girdi. Büyük, yeşil çuha örtülü, ma­
sanın kenarında Müfat Bey otu�yordu. Ayağa kalktı. Zai­
rini selamladı:
- Buyurunuz . . .
Diye sağındaki küçük . bir koltuğu gösterdi. Kendi de
otmduğu sandalyeyi çevirdi. Efruz Bey'e, birkaç sene ev­
vel bir konferansta takdim olunmuştu. Bi'raz gözü ısırdı:
- Evvelden teşerrüf ettik galiba?
- Estağfurullah, . evet efendim.
- Nasılsınız?
- Çok şükür, iyi. Siz?
- Biz de elhamdülillah . . .
. .. .. .... ....... .�

Susuyorlardı. Efruz Bey, bu kadar büyük, bu kadar


alim bir adamın kendisine söyleyecek bir laf bulamama­
sır.a şaştı. Şaşkın şaşkın etrafına bakllldı. Duvarlar meş­
hur büyüklerin resimleriyle doluydu. Bir köşede koca bir
küre duruyordu. Kütüphaneler ağzı ağzına kitapla dol­
durulmuştu. Böyle bir odada oturan adam ömründe kitap
açmasa alim olabilirdi.
- Siz Türkçü müsünüz efendim?
' - Asla! Bunu kabul etmem efendim. Bendeniz de za­
tıaliniz gibi Türk milliyetperverliğinin aleyhtarıyım.
- Fakat Ocak'ta konferanslar verdiğinizi işitiyordum.
- Veriyordu�, fakat samimi değil.
.. . . . .?
- Orada da iktidarımı göstermek için.

- Mahdumunuzu mektebimize mi vereceksiniz?


- Hayır, benim mahdumum yoktur.
- Kızınız var mı?
- O da yok.
- O halde ne arzu buyuruyorsunuz?
AÇIK; HAVA MEKTEBİ 139

Efruz Bey, birdenbire esas· meselenin karşısında ka-


lınca şaşırdı. Ellerini oğuşturdu:
- Kenclime .ait bir şey sormaya gelmiş.tim.
..

- BuyurunuZ.· .
- Bendeni� ' Avrupa'ya tahsile gidiyorum. Ne. okuya·
, yım? ·

_. Ne okuı:iıak istiyorsunuz?
- Daha bir . şey tasai'lflmadırtı. Yaşını otuıa. yakın.
. Öyle bir tahsil istiyorum ki, gayet ·kolay ols.un, - kisa ol­
'sun. Hatta ...
- Hatta?
- Kitap bile olınasın. Şöyle, şifaht bir ilim! Zira göz-
lerim artık yoruldu.
� · · ··· �

Müfat Bey . gülümsedi. Mektepçi oldu olalı okumak is­


tediği halde . gözlerini yormaktan korkan, kitapsız ilim
arayan bir adama ilk defa rasgeliyordu. Şifahi bir illin,
şifahi bir ilim . . . Evet, gramofonlar bu kadar terakki et­
memişti. Plaklar .harikulade bir tekamüle uğrayıp· cilt ha- .
litie geçirilse okumadan aliın. olmak mümkündü. Fakat
·

şimdi. . . insaniyet daha bu noktadan çok uzaktı. Müfat


Bey, çok misafirperver olduğu içİ!l bir ilim aşığını meyus
bırakmak istemedi. Dünya bu . . . Aşıka maşuk mu bulun-
·

maz?
·

� En ziyade neye iştidadınız var?


.
Diye sordu. Efruz Bey için bu suale cevap vermek pek
.
:müşküldü:
- Her şeye efendim! . . :
- Amma en çok neye':"
� Biraz d�ündü. Onun her şeye en ·çok istidadı var-

dı. .şair, riyazi, . musiki,şinas olduğu gibi ressamdı . da . . .


. ..

- Resme. . . .

- Resme mi? Çok iyi öyleyse. Elişlerine çalışınız.


- Elişlerine mi?
- Elbet, .bu da bir · ilim.
- Fakat mekteplerde okutturulur mu?
- Elbet, şimdi hemen · her mektepte. Eskiden resim
140 EFRUZ BEY

bile günahtı. Çocuklar bir resim yaparlarsa yarın ahrette·


«Bunun canını ver ..hak.alıml> - teklifine maruz kalacakları
söylenirdi.
Demek elişleri bir ilim ha. . .
·-

Efruz Bey şaşıyordu. Müfat Bey izahat verdi:


- Elişleri sayesinde çocuklar küçükten büyüklerin
yaptığı en mühim işleıi öğrenirler, kurnazlaşırlar. Neyi
tutsalar bir şeye benzetirler. Kendilerinde beceriksizlik­
ten eser kalmaz. «Oyun, mekteptir!» diyen feylesof çok
haklıdır.
-
!. . .

Elişi her çocuğa gayet a z bir masrafla öğretilebilir�


Biraz zamk, biraz kağıt. . .
- !. . .

Müfat Bey, Efruz Bey'in: «Aman efendim, zahmet


etmeyiniz, lıltuf buyurunuz. Ben.deniz pekiyi bilirim.» de­
mesine bakmadı. Kalktı. Ona kütüphaneden birçok elişleri
çıkarıp gösterdi. Elişlerinin bütün tarihini, mucidini, en
muvaffak olan sanatkarları, fabrikaları, hepsini, hepsir.i
anlattı. İşte bizim memleketimizde hakkıyle elişlerine aşi­
na kimse yoktu. Mademki Efruz Bey'in istidadı vardı, °'
halde mutlaka elişleri.ne de istidadı · olacaktı. Müfat Bey:
«Elişleri muallimliğinin yanında Darülfünun müderrisli­
ği, iptidaiye hocalığı gibi gelir!» diyordu.
Yarım saat sonra Kovuk'tan çıkarken Efruz Bey ade-·
ta bir elişi kahramanı, bir elişi fedaisi olmuştu. Evet, şöh­
rete, şaşaaya bakmamalıydı. Lafa lüzum yoktu. İşe ihti­
yaç vardı, elişine, elişlerine !
*
**

Efruz Bey bir türlü Avrupa'ya gidemedi. Zaten giden­


ler ne öğrenmişlerdi? Yaldız, kuru bir yaldız . . . İki gönül.
bir olunca samanlık nasıl seyran olursa, okuyan için de
kitapları elde ettikten sonra kendi evi, kendi odası Hay­
delberg, Oxford, Sorbonne olurdu! Efruz Bey elişlerine
AÇIK HAVA, MEKTEBİ 141

dair 'birçok modeller, kitaplar, metotlar getirtti. Kütüpha­


nenin bir tarafını atelye haline koydu.
- Avrupa'ya gitmiş gibi üç sene sokağa çıkmayaca­
ğım, tahsilimi odamda ikmal edeceğim.
Diyordu. Bununla beraber, herkese kendini Avrupa'ya
gitmiş bildirmek istedi. Bir hafta bütün tanıdıklarını zi­
yaret etti:
- Size vedaa geldim.
- Hayırdır inşallah . . .
Diye şaşıyorlardı.
- Bir haftaya kadar Avrupa'ya gidiyorum.
- Niçin canım?
- Niçin olacak. Burada kalıp cehaletten patlayayım
mı? T:;ıhsile gidiyorum.
- Ne tahsiline?

- Efruz Bey, yalnız tanıdıklarının bu sualine doğru


-cevap veremiyor:
- Gelince ne tahsil etmiş olduğumu görürsünüz.
Diyordu. Efruz Bey ortadan kaybolunca dostları hep
Avrupa'ya gitmiş sandılar. Eve uğrayanlara:
- Londra'da . . . Mektup almadık!
Cevabı veriliyordu. Fakat Efruz Bey, odasında, kitap·
lardan kurduğu darülfünunda iki aydan ziyade durama­
dı. Azıcık daha can sıkıntısından patlayacaktı. Şarlok Hol­
mes'leri, Arsen Lüpen'leri baştan başa devrettiği halde bu
tetebbuata tahammül mümkün değildi. Nihayet kendini
sokağa attı. Arkadaşları ona rasgelince şaşıyorlar:
- Ooo. . . Hoş -. geldin. Amma ne çabuk!
Diyorlardı.
- Hoş bulduk.
- Yahu kuş mtr kaçırdın? Gitmenle gelmen bir oldu.
- Kafi !
- Ne kafi?
- Tahsil için iki ay . . .
142 EFRUZ BEY

S6rira hepsine nasıl tahsil ettiğini, iki günde koca bir


darülfünunun bütün imtihanlarını vererek diploma aldı­
ğını antalırdı. Evet, Efruz Bey, Avrupa'da pedagoji (5)
tahsil etmişti. Şimdi memleketin en büyük pe�agoguydu
İlk hareketi mevcut pedagogları yıkmak oldu. Konferans�
lannda hiç ilimden; ıstılahtan bahsetmiyor, yalnız yeni
meslekdaşlarına hücum ediyordu. Evvela Kovukçu Müfot'a
saldırdı. Zavallı Miifat, bunu görünce azıcık daha aklını
kaçıracaktı. Gelip kendisinden elişinin ismini ömründe ilk
defa işiten bu züppe onun ilmine, fazlına:
- Şarlatanlık!
Diyordu. Efruz Bey, Müfat'ı yıkınca, karşısında terbi­
yeci İsmail Hakkı'yı (*) buldu. Bu adamı tanımıyordu.
Fakat darülfümında falan dersleri olduğunu biliyordu.
Onunla münakaşa güçtü. İhtimal bir pot kırabilirdi. İşi si­
yasete vurdu. Ortaya bir fikir fırlattı:
- İsmail Hakkı terbiyeci değildir!
- Ya nedir?
Diyenlere:
- Bir «nazariyatçı!»
Cevabını veriyordu. Halbuki asıl terbiyeci kendisiy­
di. Terbiye nazariye demek değildi. Terbiye ameli idi. Evet,
Efruz Bey, terbiyenin nazariyelerinden hiç bahsetmemek
için her konferansının nihayetinde:
- Vallahi, billahi, tallahi . . .
Diye yemin ediyor, dinleyenleri de, nazariye söyleyen­
leri bir daha dinlememeleri için yemine davet ediyordu.
Bu sayede, İsmail Hakkı azıcık daha samisiz kalıyorlu.
Efruz Bey'in «ameli terbiyeci»liği bütün mahafilce duyul­
du. Ne yapacağını söylemiyordu:
- Ben, yaptıktan sonra görürsünüz!
Diyordu. Mektepçiler, terbj y eciler, muallimler, müdür­
ler toplanıyorlar, «Acaba ne yapacak?» diye düşünüyor­
lardı. Efruz Bey susuyor, cevap vermiyor, esrarengiz ni -·

(5) Eğitim 1Imi


(*) İsmail HalJı:kı Baltacıoğlu
AÇIK ıllAV.A, MEKTEBİ 143

yetine dair tasavvur ettiği projeleri söylemeden dinleyen­


lere ihsas etmeye çalışıyordu. Bir gün:
- Ben, Pastör'ün yaptığını yapacağım. O nasıl tıbbı
değiştirmişse, ben de maarifi kökünden değiştireceğim.»
Dedi. Sonra ilave etti:
- Amma, İsmail Hakkı falan gibi, kitap içinde, ka­
ğıt üzerinde değil. . . Ameli olarak, ameli. . . ameli . . .

Efruz Bey, «terbiye mütehassısı» gibi önüne gelen res­


mi, hususi mektebe dalıyor, sınıfları geziyor, muallimleri.
muitleri lafa tutuyor, çıkıp giderken hepsine birer resimli
kart yadigar bırakıyordu. Kasımpaşa'daki «Maşrıkı Enva­
rı Maarifi Osmani» mektebi en ziyade nazarı dikkatini
celbeden bir müesseseydi. Müdürü tam filozof, malumatlı,
kıymetli bir gençti. Uzun saçları eskj. redingotun (6) yağlı
yakasına dökülüyor, ona dünyadan vazgeçmiş sarhoş bir
şair hali veriyordu. Mekteple uğraşalı Fransızcayı unut­
muştu. Ona, Efruz Bey, ilk görüştüğü zaman:
- Hangi mektepten mezunsunuz?
Diye sormuştu.
� «Mektebi tabiat»tan!
- Ne;..,demek?
- Yani kendi mektebimden! Rousseau gibi. . .

Efruz Bey bu cevaba bayılmış, içinden: «İşte emsalsiz


bir adam. Meçhul bir dahi!» demişti. İsmi pek uzundu:
«Mehmet Mustafa Tahsin Nidai . . . Ama herkes bu uzun
ismi söylemiyor, yalnız «Müdür Bey> diyordu. Kupkuruy­
du. Koyu esmerdi. Köse olduğu için çok saçlarının altın­
da yüzü daha minimini görnüüyordu. Efruz Bey, bu kıy­
mettar gence meftunluğundan her gün mektebe gelme­
ye başladı. Onunla kafadaş oldular. Müdürün en bariz
hasleti ameli olmasıydı. Hiç nazariyat bilmiyordu. Hatta:
- Okumam efendim, diyordu, okutan okumaz!

( 6) Bir çeşit :resmi elibise


144 EFRUZ BEY

«Okutan okumaz!�, Efruz Bey, bu hikmeti içinden


tekrar ediyor, yine içinden «demek bende okutmak seci­
yesi daha galip!» hükmünü çıkarıyordu. Mektebin binası
pek haraptı. Pencerelerin camlan kağıtlarla yapışıktı. He­
le müdürün odası görülecek şeydi. Çökük bir yazıhane,
duvarda büyük bir Alasonya (7} haritası. . . Yazıhanenin
karşısında eski bir kanepe ! Kanepenin üstünde Müşir Ft­
hem Paşa'nın (8} Acem matbaalarında basılmış müthiş
bir resmi!
Efruz Bey, bu kadar mükemmel bir adamın bu ka­
dar tahammül olunmaz çirkinlikler arasında nasıl otur­
duğuna bir türlü mana veremezdi. Bir gün:
- Azizim Mehmet Mustafa Tahsin Nidai Bey, ded:.
Ben, sizin iktidarınıza hayranım.
- Tabii.
- Evet, tabii olarak hayranım. Lakin sizde bir nok-
san görüyorum.
- Ne gibi?
- Bediiyata, bedii terbiyeye hiç ehemmiyet vermi-
yorsunuz.
Müdijr bu laftan hiç bir şey anlamadı:
_,_. Bediiyat ne demek?

- Estetik (9} .
- Maliye nazın değilim ya . . .
- Ne demek?
- Öyle ya, estetikle maliye nazırlığı uğraşmalı. Bi-
zim ne vazifemiz?
Efruz Bey yine bir şey anlamıyordu. Bediiyat ile ma­
liye nazırları niçin uğraşsın?
- Fakat anlamıyorum.
- Canım, şunu bunu rakamlarla cemedip rakam ne-
ticeler çıkarmak değil mi, bizim ne vazifemiz?

(7) 0897) Türk-Yunan Savaşında ün kazanmış bir kasaba ve


ova. Yunanistan'ın kuzeydoğusunda.
( 8 ) 1 897 savaşlarını idare eden ve kazanan kumandan.
(9) Burada «estetik> ile «i statistik> birbirine karıştırılıyor.
AÇIK HAVA. MEKTEBİ 145

Efruz Bey gözlerini açtı:


- Hayır canım.
- Ya ne?
- Estetik.
- O da ne? Ayn bir şey mi?
- Bediiyat işte, . .
- Bediiyat ne efendim?
Efruz Bey, hakkından fakından karıştıra:ak bediiyatı
tarif etti . Gaye; güzellikti. İnsanın oturduğu, y.:ıttığı, oku­
duğu, hasılı yaşadığı muhit güzel olmalıydı. Sonra samimi
bir münekkit gibi mektebin haline geçti. Pisliğe itiraz et­
U. Yağmur günlerinde her taraf akıyordu. Sonra müdür
odasının bu mobilyesi.zliğine geldi. O söyledikçe sıska mü­
dür gülümsüyordu. Nihayet:
-- · Görüyorum ki Efruz Bey, dedi, siz de bütün iddi­
::ı_nı.?::oı rağmen bir «nazariyatçı»sınız.
- Neden bildiniz?
- Söyledikleriniz hep nazariye mahsulatı. hiç ame-
liyatla münasebeti yok.
Efruz Bey izah etmesini rica etti:
- Lütfen.
- Pekala, evvela mektebe itiraz ediyorsunuz. «Niçin
harap, perişan?» diye, değil mi?
- Evet.
- Size söyleyeyim. Ahalinin dörtte üçü fakirdir. Bun -

ların çocukları yıkık, harap evlerde yaşadıkları için mah­


fuz, mükemmel mektepl�r sıhhatlerine dokunur.
- Ya zengin çocuklan?
- Mektebin haraplığı onlann istifadesine başka tür-
lü hizmet eder.
- Nasıl?
- Eğer babalanndan kalacak mirasları hesapsız yer-
lerse, en nihayet böyle harap binalarda soğuktan, rüzgar­
dan ıstırap çekeceklerini düşünürler, peşinen akıllanırlar

Efruz Bey, bu ameli felsefeye hayran kaldı. Müdü!'


Ö.S. IX - F : 10
146 EFRUZ BEY

pisliğin faydasını da anlatıyordu. Hıfzıssıhha kendimizi so­


ğuktan, sıcaktan muhafaza değil, belki bu soğuğa, sıcağa
alıştırmaktı. Bugün hastalıkların esası mikroptu, hastalık­
lardan korunmak için mikroplardan kaçmak değil, onlara
alışmak, onlarla anlaşmak icabediyordu. Pislik tabiatta
vardı. Temizlik bid'attı, zaaftı. Medeniyet icabı bir şey­
di. Bütün hastalıklar medeniyetle, yani temizlikle başla­
mıştı. Temizlik ne olduğunu bilmeyen iptidai insanlar, bu­
günkü vahşiler niçin hastalanmıyorlardı? Çünkü mikrop­
larla, yani pislikle ünsiyet peyda etmişlerdi. Efruz Bey,
müdürün izahatını dinliyor, yakasındaki yağlara, kalıpsız
fesindeki dört santimetre kadar yukarı doğru ilerleyen kir­
lere bakıyordu. Evet, bunlar ne basit hakikatlerdi. Fa­
kat ne kadar orijinal, ne kadar yeni hakikatlerdi ! Müdür,
pislikten sonra lüksün aleyhinde açtı ağzını, yumdu gözü­
nü . . . Dünyadaki felaketlerin en baş sebebi lükstü! Süslü
ev, süslü esvap, süslü muhit . . . Bu süs iptilası insanları ku­
durtuyor, fakirlerin zenginler aleyhine kalkmasına sebep
oluyordu. İhtimal bir gün bütün fakirler birleşecek, süse
dair ne varsa ev, apartman, gazino falan . . . hepsini yağ­
maya verecekler, hepsini - harap-türap edeceklerdi. Mek­
tepte möble aleyhtarlığını ameli bir surette tatbik etmi�­
ti. Muallimler adi hasır kahve sandalyelerinde otururlar­
dı. Pencerelerde tek bir perde yoktu. Mademki hava ya­
hut ziya için açılmışlardı, bu menfezlere perde takma�
nın manası var mıydı?

_ Efruz Bey, «Maşrıkı Envarı Maarifi Osmani» müdü­


rünün bu prensiplerini dinledikçe talihin kendisine daha
bir arkadaş çıkardığına seviniyor, «İşte ameli terbiye
ufuklarında benimle çalışabilmeye müstait bir arkadaş! »
diyordu. Evet, b u tam ameli bir adamdı. Şeniyeti olduğu
gibi görüyordu. Ekseriyetin fakir olduğunu bildiği için,
bu fakirliğin de zenginleşmek arzusunu veren yegane amil
bulunduğuna kanaat getirdiği için mektebi sefil bir dilen­
ci kulübesi sisteminde tertip etmişti. Fakrın, zaruretin «ib­
retengiz» levhaları her köşede nazara çarpıyordu. En bü­
yük buluşu «ameli adalet»ti.
AÇIK; HAVA. MEKTEBİ 147

Efruz Bey:
- Bu ne?
Diye sordu.
- «Ameli adalet» mi?
- Evet.
- Gayet tabii bir şey. Yani hakiki adaletin ta kendisi.
- Aman, izah ediniz.
Müdür Bey:
- Başüstüne, diye başladı. İnsanlar tabiati bozarak
hayatı hafifleştirdikleri için kendi felaketlerini elleriyle
hazırlamışlardır. Mesela «hak, adalet» gibi tabirler uyd\lr­
muşlar, yaşayışın revişindeki (10) ahengi bozmaya kalk­
mışlardır. Sözde mücerret bir hak varmış. Asırlardan be­
ri onu ararlar! Asırlar içinde Nasrettin Hoca'dan başka
«hak»kı anlayan gelmemiştir.
- O, nasıl anlamış?
- Hikayesini bilmiyor musunuz?
- Hayır.
- Bir gün Nasrettin Hoca, yolda birkaç çocuğun kav-
ga ettiklerini görmüş.
- Ey?
- «Niçin dövüşüyorsunuz?:ı> diye sormuş; çocuklar da-
«Şuradan ceviz topladık. Pay edemiyoruz.» demişler. Ho­
ca: «Ben size pay edeyim mi?» diye sormuş. «Et» demi�­
ler. Fakat Hoca çocuklara tekrar, «Hakça mı, kulca mı
pay edeyim?» diye sormuş. Çocuklar düşünmüşler, hak­
ça pay edilmesini istemişler. Nasrettin 'Hoca rasgele ki­
mine bir, kimine üç, kimine beş ceviz vermiş. Geri ka­
lanını da · kendi heybesine doldurmuş.
- Sonra!
- Sonra çocuklar: «Bu nasıl pay, Hoca?» diye şaşır-
mışlar. Hoca: «Hakça pay buna derler. Rasgele! Kimine
az, kimine çok, kimine hiç . . . »
- Ey sonra?
- İşte bu kadar . . . Yani müsavat hulyasının in�anla-

(10) Gidiş, ta.rz


148 EFRUZ BEY

ra mahsus bir vehim olduğunu Hoca daha o vakit çak­


mış. Evet, tabiata bakarsak adaletin gayri mantıki bir
fantezi olduğunu sarahaten görürüz. İnsanların bir kısmı
fakir, bir kısmı zengin, zenginlerin içinde hiç çalışkan
olmadığını, budalaların, aptalların ekseriyet teşkil ettik­
lerini düşünürsek, sayin, zekanın ne kadar hayali bir kıy­
meti olduğunu anlamakta bir güçlük çekmeyiz. Evet, sa­
adet, felaket bir işin muayyen mukabili değil, öyle gelişi­
güzel üzerimize düşen bir talihtir. «Bana Ne Kanunu . . . »
- Nedir?..
- Mantıksızlık! Azizim Efruz Bey, adeta bütün ha-
yat mantıksız bir temadidir.
- Fakat . . .
B u esnada müdür odasının tek kanatlı, rezeleri kopuk
kapısı açıldı. Kısa boylu, perişan, zayıf bir muallim içeri
girdi, arkasında iki çocuk vardı. Bunlar ağlıyorlardı. Bi­
risinin burnu kanıyordu.
Müdür sordu:
- Ne oldu? ..
Muallim:
- Efendim, dedi, bunlar hiç rahat durmuyorlar. Yi­
ne muslukların başında kavga etmişler. Yetmiş altı, . dok­
san ikinin burnunu kanatmış. Artık bu efendilerden .
·

bıktık.
- Ben onlara şimdi gösteririm.
Dedi. Sonra tekrar muallime emir verdi:
- Sen git, bana muslukların civarında dolaşan «mec- ·
cani»lerden iki tane yakala, getir.
- Başüstüne!
Muallim çıkınca, müdür çocuklara, kapının dışansınd'a
adalete muntazır bulunmalarını söyledi. Odada yalnız ka­
lınca, Efruz Bey'e döndü:
- Tam tesadüf! İşte size ameli adaleti göstereceğim.
- Nasıl?
- Göreceksiniz. Sabredin.
- «Meccani»ler kimler?
- Maarif yüzde yirmi talebeyi ücretsiz okutmamızı
AÇIK HAVA MEKTEB1 149

şart koymuştur. Her sınıfta birkaç tane «meccani» vardır.


Bunlar mektepte ayn cins teşkil ederler. Hani Hindistan'
daki Paryalar gibi.
- Ey?
- Ben mektepte ne vukuat olursa cezalarını mecca-
nilere veririm.
.
Efruz Bey adeta galeyan etti;
- Bu olur mu ya? Bu olur mu ya?
- Mis gibi. . . Sızıltıya meydan vermez. Malum ya,
mektepte dayak resmen yasaktır. Halbuki bu dayak mü­
essesesi Cennetten çıkmıştır. Kim ne derse desin, onsuz
terbiye olmaz. Tabii bizim mektepte de resmen dayak yok.
Ama «meccani»ler müstesna. Onlar şikayet falan edemez­
ler, hemen kovarız. Kim ne yaparsa dayağı «meccani»Ier
yerler. Kabahatli çocuklar «meccani»lerin yediği dayakbr­
dan ibret alırlar.
- Fakat. . .
- İşte ameli adalet, azızım.
- Amma «meccani»lerin kabahati yok ki . . .
- Olmasına hacet yok ki. . . Maksat ibret için ceza.
- Fakat. . .
Efruz "Bey itirazına devam edemedi. Muallim iki ço­
cuk daha getirmişti. Bunlar hemen yalınayak, başıkabak
denecek derecede perişan kıyafetteydiler. Müdür Bey:
- Çağır öbürlerini de.
Dedi.
- Başüstüne !
Kavga eden çocuklar d a içeri girdiler. Müdür «mec-
cani»lerden birisine sordu:
- Muslukların başında ne arıyordun sen?
- Su içmeye gitmiştim.
- Zehir iç, şimdi görürsün.
Meccanilerin ikincisine döndü:
- Evet, sen? Sen ne arıyordun orada?
- Hiç!
·- Vay, inkar mı ediyorsun?
- Hayır efendim.
150 EFRUZ BEY

- Söyle öyleyse . . .
- Geçiyordum.
- Geçecek başka yer yok muydu?

Zavallı çocuk titriyor, .bir cevap bulamıyor, önüne ba­


kıyordu. Müdür Bey yazıhanesinin altından bir değnek Ç!­
kardı. Ayağa kalktı. Bütün kuvvetiyle bu iki «meccani»vi
dövmeye başladı. Çocuklar ağlıyorlar, kollarını yüzlerine
siper yapıyorlar:
- Aman Müdür Bey, affediniz Müdür Bey!
Diye yalvarıyorlardı. Mehmet Mustafa Tahsin Nidai
Bey, hakikaten gazaba gelmişti. Efruz Bey bile müdahale­
den korktu. Zayıf, tüysüz çehresinde deminki donuk göz­
leri büyümüş, parlamış, birer alev parçası olmuştu. İyire
dövdüğü çocukları tekmeleyerek dışarıya attı. Sonra asıl . ·

kabahatlilere:
- Gördünüz ya. . . Bir daha yaramazlık ederseniz, si­
zi de böyle döverim.
Dedi. Muallimler onlar da çıktıktan sonra tekrar ya­
zıhanesinin başına oturdu. Hala soluyordu. Efruz Bey şa­
şırmış, bembeyaz kesilmişti. Kabahatsiz çocukların acıklı
feryatları onu müteessir etmişti. Dayanamadı:
- Bu «ameli adaleb hiç bir şeye benzemiyor.
Dedi.
- Ne diyorsunuz?
- Evet, hiç bir şeye benzemiyor.
- Siz azizim Efruz Bey, nazariyatçısınız.
- Haşa . . .
Efruz Bey «nazariyatçı> ithamına çok kızardı.
- Evet, nazariyatçısınız.
- Niçin?
- Çünkü ameli kaidelere akıl erdiremiyorsunuz.
- İzah edin, rica ederim.
- Şimdi. ben «meccani»lerden birini dövdüm. Pekala!
Farzediniz ki, onlar kavga etmişler. . .
- Farz olur mu ya?
AÇIK HAVA :MEKTEBİ 151

- Olur ya. Cebir, riyaziyat, ciddi esaslı ilimler h�p


faraziyat değil mi? Faraziye hakikatin annesidir.

Efruz Bey bunu reddedemedi.


- Evet, farzediniz «meccani»ler muslukların başın­
da birbirleriyle kavga ettiler. Birisinin burnu kanadı. V.ı­
kıa bu bir faraziy.e! Amma, bakınız nasıl bir hakikat do­
ğuracak?
- Söyleyiniz.
- Ben onlara sopayı çektim. Asıl kabahatliler bunu
gördüler. Şüphesiz ibret aldılar. Hiç olmazsa kendilerinin
layık oldukları cezanın ne olduğunu anladılar.
- Bu doğru.
- Halbuki mektepte dayak yasak.
- Evet. . .
- «Meccani»lere gelince. . . Kimsenin aldırdığı yok.
Onların sayesinde «dayak» müeyyidesi mektepte zarar­
sızca yasatılabiliyor.
- Vakıa doğru.
- Hele şöyle azizim. «Ameli adalebe akıl erdirebildi-
niz mi?
Vakıa Efruz Bey buna hiç akıl erdirememişti. Fakat
bunu söylemek izzetinefsine ağır geldi. Gayri ihtiyari:
- Evet.
Dedi. Böyle her gün, Efruz Bey, Mehmet Mustafa
Tahsin Nidai Bey'in hakimane hareketlerini gördükçe bü­
tün büyük adamların meydanda değil, gölgede saklı olduk­
larına kanaat getiriyordu. Lüksün aleyhinde olduğu hal­
de, odasında Ethem Paşa'nın o berbat resmiyle, Alason­
ya'nın topoğraf haritasını bulunduruşuna bir türlü mana
verememişti. Bir gün bunu da sordu.
Müdür:
- Bundaki manayı anlamayışına teessüf ederim.
Cevabını firlattı. Zaten cümleleri, hele hitap halinde-
ki laflan pek ağır, pek şiddetliydi. Efruz Bey bediiyat
prensiplerinden kendine bir siper yapmaya çalışarak tek­
rar sordu:
152 EFRUZ BEY

- Duvarlardaki levhalardan maksat, sırf bir zinet,


bir süstür. Haritaya gelince, onda da bir fayda olmalı.
Ethem Paşa'mn şu resmi son derece fena. Ne o öyle, atı
şaha kalkmış, ayağının altında toplar, tüfekler, bacağı, ko­
lu kopmuş insanlar . . . Harpte başkumandanın böyle bir
· mevkide bulunması mümkün değil. Alasonya haritası ise
küçücük bir kazayı göSteriyor. Ne faydalı olabilir?
Müdür güldü:
- Hep nazariye, hep nazariyat! dedi. Azizim Efruz
Bey, senin ne vakit ameli düşündüğünü göreceğim?
- Canım bunda amelilik, nazarilik var mı?
- Var ya.
- Neresinde?
- Sorduğun şeyler hep nazariye.
_:_ Pekala, bunların ameli bir cevabını veriniz baka­
yım.
- Vereyim. Bizim milli ressamımız, hatta milli da­
himiz meşhur Hulusi Efendi'dir! Bu levha da onun ese­
ridir. O, milletin ruhunu tanır, millet nasıl isterse öyle
yapar. Cahil olmadığı için tabii bir başkumandanı, ma­
roken koltuğa kurulmuş, ağır bir perdenin altında yapa­
maz. Münevverler hala Avrupa taklidi eserleri sanat ta­
nırlar. Cahilliklerinden . . . Ahaliden kim on para verse, on­
ların resimlerini alır. Halbuki Anadolu'ya falan gitmeye
hacet yok, İstanbul'un kahvelerini gez. Hepsinde Hulusi
Efendi'nin bir eserine mutlaka rasgelirsin. Bu ressam o
kadar ameli bir dahidir ki, gözü, karıncayı yormamak
için resimlerinin altına ne olduğunu yazar. Topun altına
top. Geminin altına gemi. Şimendiferin altına şimendi­
fer. . .
Efruz Bey dayanamadı:
- Ya Alasonya haritası?
Dedi.
Bunu işte anlamamak pek büyük bir ayıp. Dün­
-···

yada son zaferimizin geçtiği yer! Bence, Alasonya, Mo­


haç'tan, Çaldıran'dan, Kosova Meydanı'ndan daha mü·
himdir.
·
AÇIK HAVA MEKTEBİ 153

Efruz Bey'in dudakları titredi:


- Doğru.
- Alasonya son zaferimiz olduğu gibi, Ethem Paşa
da son kahramanımızdır.
- Doğru.
- İşte Hulusi Eefndi'nin eseriyle topoğrafya harita-
sının manası!
- Hakikaten siz gayet mühim bir şahsiyetsiniz, azi­
zim Mehmet Mustafa Tahsin Nidai Bey . . .
- Hüsnü teveccühün demeyeceğim. Bu memlekete
göre hiç şüphesiz en büyük adam.
� ·····�

Efruz Bey kendi meziyetlerinin azameti için muhiti


de kabul etmediği için arkadaşının bu tevazuunu lüzum­
suz buldu:
- Estağfurullah. . . Estağfurullah: . .
_...,. · · · · · -!

Sonra uzun bir hasbıhale başladı:


- «Ah bu memleket . . . »
. . . Evet, bu memleket kördü. Hiç doğruyu göremez-
di. Meı>ela, hala mektepler binaların içindeydi. Halbuki
medeni memleketlerde . . .
Müdür, küçük gözlerini Efruz Bey'e kaldırdı:
- Medeni memleketlerde mektepler binaların içinde
değil midir?
- Değildir ya . . .
- Ya nerdedir?
- Açıkta.
- Açıkta mı?
- Evet. . .
- Doğru m u söylüyorsunuz?
- Şüphe mi ediyorsunuz?
- Yok, fakat. . .
- Gözümle gördüm.
-· Yaz, kış mı açıkta?
- Yaz, kış . . .
- Nasıl?
154 EFRUZ BEY

Efruz Bey, asılsız tafsilata başladı mı coşardı:


- Açık hava mekteplerini işitmediniz mi?
- Senden bir kere duydum sanıyorum.
- Evet, Avrupa'da açık hava mektepleri vardır. Ta-
bii papaz mektepleri falan buradaki gibi hala binalar için­
de . . . Fakat yeni terbiyeyi, yani teşebbüsü şahsiyeyi, Anglo­
sakson terbiyesinı kabul eden kaya mektepleri hep açık­
tadır.
- Kaya mektepleri ne demek?
- Ecole de roche . . . Yani, kayalar üzerinde ders oku-
nan mektep.
Mesele mühimdi. Müdür masanın başından kalktı. Ef-
ruz Bey'e daha ziyade yaklaşmak için önüne gitti.
- Kayalar üzerinde mi?
- Evet.
- Niçin kayalar üstünde?
- Pek basit, çünkü rutubet yoktur. Kaya gayri nakil
olduğu için yazın soğuk, kışın sıcaktır. .Adeta Allahımızın
.bir kaloriferi . . .
- Rica ederim Efruz Bey, bu açık hava mektepleri-
ne dair tafsilat ver. Çok mühim buluyorum.
- Başüstüne . . .
- Buyur!
Efruz Bey, tam bir buçuk saat buyurdu. «Maşrıkı En­
varı Maarifi Osmani1> mektebinin müdürü öğrendi ki, açık
hava mektebi ilk insı:tnlar gibi, çocukları tabii' hayata alış­
tırmak için kurulmuş ilmi bir müessesedir. Yaz, kış, ge­
ce gündüz, muallimler, talebeler, hepsi hayatlarını kırlar­
da geçirirler. Okumak, yazmak pek az! Yalnız ekip, biç­
mek! Yol yapmak! Kanal açmak! Köprü kurmak! Nadas
.etmek Hayvan yetiştirmek! Tavukların dil altlarını çıkar­
mak! Beygirleri nallamak! Güzel övendire kullanmak! Fa­
lan filan . . . Efruz Bey de aya�a kalktı. İki şahsiyet karşı
karşıya geldi, birbirlerinin gözlerine baktılar. Sıska mü­
dür:
- Ne duruyoruz?
Dedi.
AÇIK HAVA MEKTEBİ 155

- Evet, ne duruyoruz?
- Bizim gibi ameli irikılapçılara bu miskinlik yakış-
maz.
Efruz Bey başını scı.lladı:
- Doğru, yakışmaz.
- O halde ne duruyoruz?
- Ne duruyoruz?
- Yarından tezi yok. Hemen Aç1k - Hava Mektebini
hu memlekette tesis edelim.
-· Edelim . . .
- Hazırlığa falan . . .
- Ne lüzum var, ·. ne vakit.
- Fakat . . .
- Ç'ocukların anası babası duyarsa ihtimal razı ol-
mazlar
- Ya ne yapalım?
- Sanki bir tenezzühe {11) çıkıyormuşuz gibi kalkar,
buradan gideriz. Bir daha gelmeyiz. Bizi kırlarda kim ara­
yıp, ki.m bulacak?
- Fakat. . .
- Fakati, makati yok. . .
Diye Efruz Bey, Müdürün bütün tereddütlerini gev­
şetti. Hademeye falan da lüzum yoktu. Meccaniler hade­
melik edeceklerdi. Tedris ücretlerine gelince, kırda, Açık
Hava Mektebinde tesis olunacak çiftliğin varidatı milyon­
ları bulacaktı. İhtimal talebeler aldıklan yüksek yevmi­
yeleri ailelerine gönderebileceklerdi. Efruz Bey zengin ha­
yalinden Açık Hava Mektebinin karlanna dair tafsilat
verdikçe müdürün küçücük, dar muhayyileciği genişliyor,
kocaman bir göl olu:Yordu.
Saatlerin geçtiğini duymadılar. Masanın başına otur­
dular. ' Planlar çizdiler. Yann sabah çocuklar, bir günlük
yemekleriyle beraber mektebe g�k�eklerdi.
Sonra erkenden Köprü'ye gidecekler, vap4rla Haydar-

( 1 1 ) Eğlenmek için gezip, ,tomna


1 56 EFRUZ BEY

paşa'ya geçecekler, daha sonra öğleye kadar cebri yürü­


yüşle Maltepe'yi tutacaklardı. Sonra?
Efruz Bey:
- Sonra, diyordu, ertesi gün sabaha karşı bir mav­
na ile doğru Hayırsızada'ya. . . Tıpkı ilk Türklerin Geli­
bolu'ya çıkışlary gibi! Orada tabiatle yalnız kalacağız! Mü­
cadele başlayacak. Anglosakson terbiyesi başgösterecek,
her çocuk bir Robenson. . . Biz de birer Robenson!
Müdür :
- Ya ekmek?
Dedi.
- Düşündüğün şeye bak. İhijyaç «aza» yapar. Acı­
kan ekmeğini taştan çıkanr.
- Bu doğru. Fakat su?
- Zannederim ki Hayırsızada'da su vardır. Arayıp
bulacağız, bulamazsak . . .
- Ne yaparız?
- Deniz suyundan tatlı su Çıkarırız.
- Nasıl?
- İngiliz tayfalarının yaptıkları gibi.

, Her şeyi müzaker.e ettiler. Artık mektebin akşam ta­


tili zamanı yaklaşıyordu. Efruz Bey bir şey teklif etti. Bu
açık hava mektebinin tesis şerefini yalnız «Maşnkı En­
varı Maarifi Osmani» müdürüne bırakmak istemiyordu.
- Ortaklaşa!
Diyordu.
- Fakat nasıl? .
- Ben mektebin resmen ders nazın olayım. Salahi-
yetim sizinkiyle müsavi olsun.
- Bir gövdede iki baş olur mu?
- Olur.
- Nasıl?
- Fevkalade ejderhalarda olduğu gibi.

...._ Ejtlerhaların masallarda kuvveti hep yedi, sekiz


başlarından ileri gelir.
AÇIK HAVA MEKTEBİ 157

Müdür düşündü, taşındı :


- Bu olamaz, Efruz Bey!
Dedi.
- Olamaz mı?
- Olamaz.
- O halde ben yalnız başıma bu mektebi tesis ede-
rim.
- Talebe bulamazsın.
- Bana iki çocuk kafi.
- Onu da bulamazsın.
- O halde?
- Gel beraber yapalım. İttihattan kuvvet doğar.
- Ben de bu fikirdeyim. Fakat salahiyetim olmaz-
sa . . ..
- Resmen olmasın da. . . hususi, ne istersen yap. . .

Efruz Bey düşündü. Bir kere koloniyi teşkil ettikten


sonra, müdürü atlatmak kolaydı, Bir ihtilal kafiydi. Hat­
ta icap ederse denize bile attırır, her türlü münasebetsiz­
likten birdenbire kurtulabilirdi. Vasi, fakat hususi bir sa­
lahiyetle mektebin ders nazın oldu. Müdür:

- Çocuklar gitmezden evvel seni takdim edeyim.


Dedi.
- Muallimler nerede?
- Mektepte bulunan yalnız bir muallim var.
- Bir muallim mi?
- Evet.
- Ey, kaç sınıf yar?
- Yedi.
- Diğer muallimler nerede?
- İkisi hasta. Uçü izinli. Biri tebdilhavalı. . . Dördü
-de mazeretli olmalı. Bugün gelmediler.
- Bir muallim yedi sınıfı nasıl okutuyor?
- Geriye kalan altı sınıf müzakere eder. Eski ders-
lerini pişirirler.
- Çok iyi, çok iyi, zaten Açık Hava Mektebinde es­
ki muallimleri kullanamayız.
158 EFRUZ BEY

- Ben yeni muallim- almam. Bu, bir prensip mese­


lesi,
,
- Hayır canım, hiç muallim almayacağız. Bir ben
kafi. Ben her şeyi öğreteceğim.
- Teşekkürler. . .
Müdür için için seviniyor, neşesini saklayamıyordu.
Evvela mektep kirasından, sonra da muallim ücretinden
kurtulacaktı. Dışarı fırladı. Çocuklar da. dersten çıkmış­
lardı. Trampeti vuran hademeye:
- Çabuk muallim beyi gönder. ·Efendiler çıkmasın­
lar. Beklesinler. Divan var!
Dedi. Oda kapısında bekledi. Yan gözle içeriye bakın­
ca yüreği hop etti. Efruz Bey kendi makamına oturmuş­
tu. Dalgındı. Gözlerini_ sanki Ethem Paşa'nın şaha kalk­
mış küheylanına dikmişti. Acaba bu büyük şahsiyetin ya­
nında kendi varlığı sönecek miydi? Müdür, bunu muha­
keme edemeden çağınlan muallim gelmişti.
- Divan var, çocukları toplayınız.
- Başüstüne.
- Amma. çabuk.
- Bir dakika . . .
Yıkık binanın alt katından kulakları parçalayacak de-­
recede şiddetli gÜrültü yükseliyordu. Çocukların en kız­
dıkları şey bu divandı. Müdürün yarım saat gevezelik edip
kendilerini sokağa çıkmakt� geç bırakmasını bir türlü çe­
kemezlerdi. Zayıf muallim, Müdür Bey'e, çocukların ha­
zır olduklarını söylediği zaman, bu gürültü daha ziyade
. azmıştı. Sokak kapısını kitleyip önünde bir put gibi du­
ran kapıcının etrafında çocuklar, Karagöz'deki «Başlar
mısın, başlayalım mı?» bestesiyle bağrışıyorlardı:
- Açar mısın, açtıralım mı?
-......
· · · · · t!

Müdürle Efruz Bey eski konaklarda «ev altı» denilen


bu loş' meydana gelince gürültü birdenbire durdu. Müdü­
rün ince, keskin, madeni sesi öttü:
AÇIK HAVA, MEKTEBİ 159

- Efendiler! Şimden sonra ders nazırınız Efruz Beye­


fendidir. Size takdim ederim. Onun sayesinde neler öğ­
reneceksiniz, neler. . .
«Evvela o, sizi o kadar yoran, gözlerinizi ağrıtan ki­
taplar kalkacak. Hiç kitapsız okuyacaksınız.»
D�minden binayı yıkacak gibi haykıran çocuklar şim­
di, hayretten· nefes bile alamıyorlar, işittiklerine inana­
mıyorlardı. Kitapsız ders! Bu ne saadetti ! Gayri ihtiyari
itiraz ettiler:
- Şaka ediyorsunuz?
- Şaka mı?
- Şaka, şaka . . .
- Müdürünüzün şimdiye kadar bir defa olsun şaka
ettiğini gördünüz mü? Ciddi söylüyorum. Efruz Beyefen­
di kitapları, defterleri, kağıtları, kalemleri, hatta siyah du­
var tahtalarını, tebeşirleri, silgileri, hepsini kaldırıyor. Ar­
tık vazi.fe falan da yazmayacaksınız . . .
Çocuklar sevinçten uğulduyorlar:
- Şaka . ..

- Şaka . . .
- Şaka söylüyorsunuz!
Diye haykırışıyorlardı. Müdür Bey uzun uzadıya, iza­
hat vererek hepsini inandırdı. Mektep yeni terbiye usul­
lerini kabul ediyordu. Bu yeni usul hayat içindi. Hayatta
kitabın ehemmiyeti yoktu. Kalkan yalnız kitap, yalnız
okuyup yazmak, yalnız ezberlemek değildi . . . Başka . . .
Çocuklar, tekrar:
- Ne? Ne? l'.lfüdür Bey, ne?
Diye bağrıştılar.
- Evet, Efruz Bey'in sayesinde mektepten «ceza» da
kalkacak, herkes müsavi. Mesela ben de sizin gibi olaca­
ğım. Artık bana selam vermeye mecbur değilsiniz. Hepi­
miz müsaviyiz. Muallimler size karışamayacak. Size kim­
se karışamayacak. Hatta ananız, babanız bile . . . İstediği­
nizi yapacaksınız . . .
160 EFRUZ BEY

- Yaşasın Efruz Bey!


- Yaşasın! . . .
- · · · · · -ı

· · ··· · · · · · · · · · · · · · ııt

Çocuklar öyle müthiş bir gürültü ile alkışlıyorlardı


ki. . . Efruz Bey gayri ihtiyari ilk hürriyet günlerini ·ha­
tırladı. Müdürün yanında ayakta duruyordu. İki ellerini
yukarı kaldırdı. Alkışçılara karşı:
- Söz isterim, söz isterim!
Diye haykırdı. Kendilerine tasavvur edebilecekleri en
büyük saadeti getiren bu halaskarı çocuklar dinledi. O
müthiş gürültü birdenbire kesildi. Efruz Bey nuıkuna baş­
ladı:
- Arkadaşlar! Evet, size «arkadaşlar!» diyorum. Çün­
kü benim talebem değil, arkadaşlarımsınız. Talebelik, mu­
allimlik, amirlik, madunluk, büyüklük, küçüklük, cehalet
devirlerinin rezaletleriydi. Bugün öyle şey yok. Sabık mü­
dürünüzün söylediği gibi, herkes müsavi . . .
Müdür birdenbire sarararak, Efruz Bey'in sözünü kes-
ti:
- Sabık değil, hala müdürünüz. . . benim.
Efruz Bey :
- Hayır, sabık! diye devam etti. Hiç müdüre bak­
mıyor, doğrudan doğruya çocuklara hitap ediyordu: Mü­
dürünüz, eskiden müdürünüzdü. Kendisinin belki haberi
yok. Şimdi o sizin müdürünüz değil. Nihayet bir arkada­
şımz. Artık kendisine «Müdür Bey» demek bir hakarettir.
- Demeyiz, demeyiz . . .
- Evet, doğrudan doğruya ismini söylersiniz. Fakat
ismi de çok uzun! Mehmet Mustafa Tahsin Nidai ! . . . Ade­
ta dört kişilik bir isim! Evvela bu arkadaşınızın ismini kı­
saltmalı.
Bu ameliye çocukları çıldırttı:
- Kısaltalım.
- Kısaltalım.
- Nasıl kısaltalım?
AÇIK HAVA, 'MEKTEBİ 161

Müdür sapsarıydı. Gürültü o kadar şiddetli, Efruz


Bey'in tesiri o kadar kuvvetliydi ki. . . içtimaı dağıtmaya
cesaret edemedi. Yalnız bir kabus içinde gibi dinliyordu.
- Bana kalırsa ona «Mıstıb diyelim. Bu muhacir is­
midir. Bu suretle vatanperverliğimizi, hamiyetimizi de
göstermiş oluruz.
- Mıstık. . .
·- Mıstık. . . Hey Mıstık!
Diye bir gürültü koptu. Bu ismi herkes beğeniyordu.
Mustafa Mıstık,
Arabaya kıstık . . .

Efruz Bey, ;nüdürün ismini düzelttikten sonra prog­


rama geldi:
- Arkadaşlar! Yarın hepiniz daha güneş doğmadan
bir saat evvel buraya geleceksiniz, kitap falan getirmeyi­
niz. Yalnız bir günlük yiyecek. . . Ekmek, zeytin, peynir
falan . . . Yarın ilk defa Açık Hava dersine çıkacağız. Se­
bükbar olarak! Evde ailenize bir şey söylemeyiniz.
- SöylemEyizn. Söylemeyiz . . .
- Haydi bakayım. Tabur, mabur istemez. Serbestçe
dışarı çıkınız, paydos!
• • • • • • • • • • • • • • • • • .ı

Kapıcı anahtarı güç çevirdi. Bir çocuk tufanı taştı.


Civardaki evler, yangın var, sandılar. En ziyade azanlar
«Meccani»lerdi. Kapıdan çıkarken:
- Allahaısmarladık Mıstık!
Diye bağırıyorlar, bazıları bu vedaı:
- Çiroz Mıstık!
Hitabıyle tamamlıyorlardı. Efruz Bey'in on dakikalı,k
telkiniyle eski zaptın, raptın, kaidelerin. nizamın, intiza.,
mm bir anda yıkıldığını gören Müdür birdenbire ürktü.
· Gözlerini açtı. Ev altında çocuk kalmayınca Efruz Bey'e ·

döndü:
Ö.S. IX - F : 11
162 EFRUZ BEY

- Fakat azizim, dedi. biz bunları zaptedemeyiz.


- Niçin?
- Böyle tnüsavat falan yapacağını bilmiyordum.
- İçeride konuşmadık mıydı?
- Konuştuktu.
- O halde artık itiraz edemezsiniz. Çünkü kabul et-
tiniz sayılır.
- Fakat. ..

- Fakat . . .

- Evet Mıstık, görüyorum ki sen hürriyetten korku­


yorsun. Çocukİara tabii hürriyetlerini, tabii hukuklarını
verince taştılar. Gürültüye başladılar. Bu, işte onların «ha-
71atiyet»leridir. Bu hayatiyet eski batıl itikatlarla bağlı
duruyordu. Hiç istifade olunmuyordu. Şimdi onların hür­
riyetleri olacak. Hayatiyetlerini istedikleri gibi izhar ede­
cekler. Bak bu taşkın çocuklardan ne harikalar doğacak!
Ne kadar dahiler çıkacak.

Müdür ürkmüştü. Cevap veremiyordu. Beş dakikalık


hürriyetin artık önüne geçilemeyeceğine kaildi. Kendine
«Mıstık» diye haykıran talebelere artık talebe namı veri­
lemezdi. İşte on senelik mektep birdenbire yıkılmıştı. İçin­
den: «Ne yaptım da bu adama kandım?» diyordu. Efruz
Bey, dalgınlığından onu uyandırdı:
- Yanlış bir şey yemiş ispinoz gibi ne düşünüyorsun.
Mıstık?
Dedi.
- Hiç . . .
- Cesaret! Haydi hazırlan. B u gece mektepte yat.
Ben de gece yarısı geleceğim. Yarın ileri . . .
Ok yayından çıkmıştı. Zaten artık geri dönülemezdi.
Zavalb Mıstık:
- Pekala, yarın erkenden . . .
Diye başını salladı. Hele b u kısalmış ismi kendine
ağır bir hakaret gibi geliyordu. Efruz Bey, bu kendi ese­
ri olan ismi sık sık tekrarlıyor, ne bey, ne efendi ilave
AÇIK: HAVA, MEKTEBİ 163

ediyordu. Mıstık zihninden: «Bari Mıstık Bey» dese fik­


rini geçirdi. Hatta yüzünü lqzarttı. Bu arzusunu söyledi.
Efruz Bey bir kahkaha attı:
- Azizim Mıstık? Sen gayet mahdut bir adammış­
sın. Seni de Açık Hava Mektebinde müsavata, hürriyete,
yani demokrasiye alıştıracağım. Deli mi oldun? Hiç «Mıs­
tık Bey!» denir roi? Bu ismin tabiatında, ahenginde, te­
laffuzunda bile demokratlık vardır. Bey, paşa, efendi, ağa
gibi elkapları kabul etmez.

*
...� ..•.

Efruz Bey hakikaten gece yarısı «Maşrıkı Envarı Maa­


rifi Osmani» mektebine geldi. Kapıyı vurdu. İçeride ga­
liba kimse yoktu. Cevap veren olmadı. Mehtap her tara­
fı aydınlatıyordu. «Biraz gezeyim, düşüneyim !» diye Ka­
sımpaşa'nın sakin sokaklarına daldı. O da annesine üç se­
ne için veda etmişti. Nereye gittiğini inat etti, söyleme­
di. Evet, üç senede Hayırsızada'da büyük bir müstemleke
yaratacaktı. Fakat vaktiyle İstanbul'dan toplanıp oraya
sürülen köpeklere dair duyduğu şeyler müthişti! Bu hay­
vanlar aç kalınca birbirlerini yemeğe başlamışlar, en kuv­
vetlileri zayıfları yiye yiye azarak yırtıcı bir sürü olmuş­
hırdı. Hatta denizlerde yüze yüze civardan geçen sandal­
lara yaklaşıyorlar, içindekileri kaparak çatır çatır yiyor­
lardı. Çocuklarla buraya çıkınca, mutlaka bir muharebe
lazımdı. Muharebe için de silah! Silahı nerede bulacak­
tı? Fakat ihtiyaç her şeyi insana buldurur. Efruz Bey gü­
lümsedi «Buldum, buldum!» dedi. Talebeleri silahlandır­
mak için bir şişe «Kloroform» kafiydi. Küçük bir şişe Klo­
roformla bir tabur teşkil edebılmek! . . . Gülümsedi. Kendi
kendine söylenmeğe, konuşmağa başladı:
«- Dahiyim desem, herkes güler.
«- Halbuki . . .
«- Kim bir mecidiyelik kloroformla bin liralık silah

elde edebilir?
164 EFRUZ BEY

«- Şüphesiz, hiç kimse!


«- Ben yapacağımı söylesem . . .
«- Gülerler.
«- Ah budalalar.
«- Evet, bir şişe kloroform . . . »
Fakat bu şişeyi nerede bulmalıydı! Vakit geçirmeğe
gelmezdi. Cebinde meşhur Doktor İsa Nazım'ın, annesi­
ne verdiği bir reçete vardı. Onu çıkardı. Yazısını taklit
ederek, . imzasının üstüne Fransızca «Kloroform» yazdı. Ay
aydınlığında reçeteye dikkatli dikkatli baktı. Sahtekarlı­
ğı fark olunacak gibi değildi. Başladı, bir eczahane ara­
mağa. . . Rasgeldiği bekçilere soruyor:
- Aşağı in!
· <;:'.evabını alıyordu. Efruz Bey aksine yukarı çıktı. Pe­
·'

ra Palas'ın dibinden geçti. . . Koca Beyoğlu mehtapta sar•


hoş gibi uyuyordu. İçinden: «Üç sene sonra benim müs­
temlekemin yanında köy halinde kalırsın!» dedi. Came­
kanında aydınlık gördüğü bir eczahaneye daldı. Kapının
gürültüsünden uyanan çırak sersem bir tipti. Reçeteyi
okudu. lfiç şüphelenmedi. Efruz Bey, onun şüphesini bü­
tün bütün gizlemek için:
- Aman çabuk, bütün doktorlar evde bir ameliyat
yapacaklar!
Dedi. Pamuk da aldı. Şişeyi cebine koyunca azıcık
daha muvaffakıyet neşesiyle bir nara atacaktı. İşte silah­
larını hazırlamıştı. . .
'*
,.. ...

O daha adaya çıkar çıkmaz «Kloroform» kullanmaya


hiç hacet kalmamış, bütün sürgün köpekler sanki manye­
tize olmuş gibi iki geçeli dizilmişler, salta durarak dille­
r;ni çıkarmışlar, onu ve talebesini büyük bir memnuni­
yet ve hürmetle karşılamışlardı.
· Efruz Bey, Hayırsızada'da sade «Açık Hava Mekte­
bi» müessisi olarak kalmadı. Adeta orada bir hükümet,
bir müstakil prenslik kurdu. Adanın en tepesinde beş
AÇIH; HAVA MEK:TEBİ 165

metre genişliğinde, dokuz metre uzunluğunda tam yedi


renkli bayrağı dalgalanıyor, gürbüz «Açık Hava Mektebi»
talebesi sahillerde çardakların altında yan gelip yatıyor­
lar, denize giriyorlar, adanın kendine mahsus motorbot­
ları vızır vızır İstanbul'a martı yumurtası taşıyor, Hayı:r­
sızada, birdenbire en hayırlı ada olarak Efruz Bey'le te­
baasına nihayetsiz servetler temin ediyordu.,
Bir gün Efruz Bey adanın en tepesine, alacalı bay­
rağın dalgalandığı yere çıktı, oturdu. A, ne oluyordu. Ada
birden büyümeğe ve şişmeğe başladı. Efruz Bey bağırmak
istedi. Fakat sesi çıkmıyordu. Toprak beraber yükseldi,
yükseldi, yükseldi, belki Hazreti İsa'nın aram ettiği dör­
düncü kat göğe vardı. Nagehan başına gayet ıslak bir şey
dokillıdu. . .
Gözlerini açtığı zaman, beyaz gömlek giymiş genç bir
doktorun başucunda alnına ıslak soğuk bezler sarmakla
meşgul olduğunu gördü. Kımıldamak istedi. Fakat her ta­
rafı külçe olmuştu.
*
... ...

Yavaş yavaş hatırlar gibr oluyordu. Hain Müdür O{l.U


aldatmış, ne kendisi gelmiş, ne de çocuklardan kimseyi ·

yollamıştı. Fakat Efruz Bey azimkardı. Fikret'in:


Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin! (12)
Mısramı iman etmişti. Bir sabah erkenden vapura bin­
miş, Kınalıada'ya geçmiş, yanına öteberi de almıştı. Ak­
şama 'kadar tepeden dürbünle Hayırsızada'yı tarassut et­
miş, geceyi otelde geçirmişti. Sabahleyin arka tarafta, in
cin olmayan bir yerde boş bir sandal bulmuş, hemen içi­
ne atlamıştı. Bundan ötesini bir türlü tahattur edemi­
yordu . . .
Şimdi bulunduğu yer «Yalova» idi. Demek bir fela­
kete uğramış, dalgalar onu istemeye_ istemeye Yalova Se-

( 12) Tevfik Fikret'in «Hal1lk'un Defteri> k,itaıbındalki «Bir Tas­


v�r Önünde> şiii'lnden bir mısra.
166 EFRUZ BEY

fasına ( 13) götürmüştü. Fakat hayır, büyük işler yapmak,


meşhur olmak emelindeydi. Her zaman olduğu gibi, dü­
şünmeksizin aklına bir şey geldi. Buradan hemen İstan­
bul'a dönmek, oradan Yunanistan'a, Akropol'a gitmek, sa­
nat, edebiyat hacısı olmak . . . Oooh, bu ne ilahi bir mef­
kfıreydi. Karyolasının içinde çırpınmaya başladı: Akro­
pol'a, 1 Akropol'a! . . . (14)
Genç doktor hezeyanın yeniden başladığına zahip ol­
muş. Efruz Bey'in alnına taze taze ıslattığı bezleri sarma-:­
ya çalışıyordu.

«Resimli Ay» derıgisl, Şubat-Mart 1927 ı:.ayı 3-4

( 13) Bir Karagöz oyunu.


( 14) Ömer s.eyfettin, Efruz Bey romanının bir bölümü olarak
yazmayı düşündüğü AKROPOL HACISI adli' eserini ma­
al esef yazama,mıştır.
.

T. A.
GAYET BÜYÜK BİR ADAM

(Ömer Seyfett"°'in yayınlanmış hikayeleri arasında


bu adı taşıyan biı;' başka hikaye vardı. Aslında o hikaye­
nin adı «Şimeler» olup, şimdi yayınladığımız ve şimdiye
kadar toplu eserleri içinde çıkmayan hikayesi bu adı ta­
şımaktadır. Bu hikayesine. göz gezdirilirse, «Efruz Bey»
tipinin ilk şekli olduğu anlaşdacaktır. «Safahat» dergisin­
de roman olarak sunulduğu halde ancak bir tefrikalık bir
prırçası bulunabilmiştir. Dergi, «Gayet Büyük l;Jir Adam»
· ·

romanını şöyle tanıtıyor:


«Bu roman hem hakikat, hem de hayaldir. Ömer Sey­
fettin, hakiki simalann bazı garabetlerini, gafletlerini, in­
ce, müstehzi kalemiyle göstermek suretiyle, cahil, küstah,
bilmediği mebahiste icale-i kalem, itale-i lisan etmekten
korkmaz, adetleri gittikçe mütezayit bir gençliğin haleti
ruhiyesini gösteriyor. Onları doğru yola davet ediyor. Ro­
manın en büyük meziyeti, metin bir sihri beyan ile vasi
handeler tevlit etmesindedir. Karilerimizi güldürmek, ne­
fis, zarif bir roman ihda etmek maksadı ile hu eseri neş­
rettik.
(«Safahat» dergisi, Mart 1330/1914, sayı: 2)

. BİRİNCİ KISIM
Hürriyet (1) ilan oldunduğu vakit ben İzmir'de idim.
El şakırtıları, allı yeşiili bayrak dalgaları, birbiri üstüne
binerek «yaşasın, yaşasın!» diye haykıran şuursuz halkın
içinde beni arkadaşlarım buldular:

- Ulan, h�Ia burada sen ' ne duruyorsun?


Dediler.

( 1) 1908 Meşrutiyeti.
168 EFRUZ :BEY

- Durmayıp da, ne yapayım?


Diye ağzımı açtım.
- Ne yapacaksın! İstanbul'a git!
Diye haykırdılar.
- Senin gibi feylesof, muharrir, şair, müverrih, mü­
tefennin bir genç payitahtta milletine hizmet edebilir, yok­
sa burada değil. . .
Ve beni omuzladılar. Havaya kaldırarak el üzerinde
gezdirmeğe başladılar. Halk, hürriyet kahramanlarından
biri sanarak, beni, onların elinden zorla aldı. Ayaklarımı
ve pantolonumun paçalarını öperek saatlerce sokaklarda
dolaştırdı. Ben, bu tezahürleri kendim için çok görüyor­
dum. Çünkü biliyordum ki, Türkiye'den benden başka
embriyoloji ilminde ihtisas kazanmış kimse yoktu. Ve halk,
haberi olmadan, bu meziyetim için beni yükseklere kal­
dırıyordu. İlimsiz, irfansız, fensiz, felsefesiz bir vatan ya­
şar mıydı? Eğer uykusuz kaldığım geceler embriyoloji ile
uğraşmasam, bu güzel ve aydınlık saadet gününü göre­
bilir miydik? Rıhtımdaki Paris Kahvesi'nde (2) yapayal­
nız bunu düşünüyordum. Artık gece yansı ço�tan geçmiş­
ti. Mersinli'nin üstünde, menekşe mor ve sincabi renkte
bir fecir açılıyordu. Garsonlar uyukluyorlardı. Ve önüm­
den hür ve insanlık hukukuna malik Osmanlılar geçiyor­
lardı. Kalktım. Onların arkasına takıldım. Galiba biraz
sarhoştular. «Yeni bir aleme doğan bu yeni halk ne konu­
şuyor?» diye merak ettim. Kendilerine yaklaştığımı duy­
muyorlardı. Biri diyordu ki:
- Bu e�lenmekse, eğlenmemek nedir?
- Yatıp uyumak . . .
- Sabaha kadar uyanık durmak bir şey olduğunu bi-
leydik, Abdülhamid'in devrinde de yapardık.
GüJümsedim. Kalbim çarpıyordu. Daha hürriyetin ila­
nından üç gün geçmemişti. «Dün» ayrılıyor, Abdülhamid'­
in devri oluyordu. Qnları dinledikçe yetmiş dört birahane

(2) İzmir'ln Konak sem.tinde eskiden :ın,evcut olan. bir ka,bve.


GAYET BÜYÜK BİR ADAM 16!}

gezdiklerini, doksan iki şişe bira içtiklerini ve daha yü­


zümü kızartacak birçok şeyler işitiyordum. Biraz gerile­
dim. Arkamdan yine hür Osmanlılar geliyordu. Ve ken­
dileri gibi lafları da kulaklarıma geliyordu:
- Sabah oluyor, yahu. . .
- Hürriyet b u. . . Gündüz uyku, gece keyf. . .
·

- Eyy, para?
- Allah kerim!
Onlar da yanımdan geçtiler. Ve Mısır Oteli'nin (3) iş­
kembeci dükkanına girdiklerini görünce, karnımın acıktı­
ğını hatırladım. Ben de girdim. Çorbayı içtikten sonra çı­
karken elimi cebime soktum. Ancak bir çeyrek bulabil­
dim. Ve işkembeci altı kuruş istıyordu. Sözde içine dört
yumurta fazla kırmış . . .
- Ne yapayım? Ne ·yapayım?
Diye başimı kaşıdım. Pazarlık olmazdı. Hem bu mil­
li şenlik içinde bir tatsızlık yapmak, artık vücutları gö­
riinmez olan polisleri yine meydana çıkarmak, benim gi­
bi fazıl ve uyanık, alim ve muharrir bir gence yakışır
mıydı? Fena olduğunu bildiğim halde yalan söylemenin
faydasını inkar edemem. Aklımda ismi kalmayan bir fey�
lesof, «Yalan olmasa, dünya dönmez, yıkılır, giderdi.» di­
yor. Kaşlarımı yukarı kaldırdım :
- Eyvah! diye bağırdım, çantamı düşürmüşüm. . .
Ve hemen ilave ettim:
- İçinde yedi İngiliz, dokuz Fransız, on bir Osmanlı,
hatta bir tane de Fas lirası vardı. Mührüm altından idi.
Tezgah başında hesap gören hür Osmanlılardan hiç
bir kimse hür bir kardeşinin ziyanına eseflenmedi.
- Korkma Usta, şimdi paranı vereceğim.
Diyor, çantamı kim bulursa, Fas lirasından maadası­
nı kendisine hediye edeceğimi söylüyordum. HerMs ba�ı-

(3) Kordorııboyu'nda eski bir otel.


170 EFRUZ BEY

nı sallıyor, en dikkatli dinleyen bile gülümsüyordu. Çan­


tamın. kaybolmasından ancak işkembeci heyecana geldi:
- İnşallah bulursunuz, dedi. Ama şimdi üzerinizde
başka para yoksa, bana bir şey rehin bırakınız.
Üzerimde beş sene evvel iki kuruşa aldığım bir cep
cüzdanı vardı: Bir de kurşunkalemi, iki forma Fransızca
«Essai sur l'embriologie» (4) bu kağıtları uzattım:
- İşte, sana bir rehin! dedim, bir liradan fazla eder.
Usta gözlerime baktı:
- Eğleniyor musun?
Biye sordu. Ve köşede yığılmış Rumca büyük gazete
yığınını göstererek ilave etti:
- Kağıt para etseydi, biz dükkanları kapardık. İşte
sana on okka kağıt, getir beş kuruş, al hepsini git.
Mesele çatallaştı. Çorbasını bitiren tezgahın başına ge­
liyordu. İçlerinden bazısı şüpheli nazarlarla beni süzerek:
- Ayıp, ayıp!
Diye homurdanıyorlardı. Al aşağı, ver yukarı, sanki
haberim yokmuş da, kazara bulunuyormuşum gibi, ce­
bimdeki çeyreği çıkardım. Geriye kalan bir kuruş için de
yeleğimi bıraktım. Kapıdan kendimi dışarı attım. İçimde
bir acı duyuyordum. İzzetinefsim kırılmıştı. Hiç bir ku- .
ruş içi;n adamın ceketi çıkartılır, yeleği arkasından alınır
mıydı? Keşke tütünü bırakmasaydım ! Tütünü bırakma­
sam bu felaket başima gelmeyecekti. Çünkü fakfon taba­
kamı ; da kaybetmeyecek, müşkül bir mevkide, bir kuruşa
karşı rehin gibi onu kullanacaktım. Zaten adam, üzerin­
de kıymetli bir şey bulundurmalıydı. Bu adeta içtimai bir
mecburiyetti. Fakat benim gibi alimane, say ve tetebbu
içinde hayat geçirenler, akıllarını öyle lüzumsuz şeylere
sarfedemezler. Spenser gibi büyük bir feylesof bile üze­
rinde elbette gümüşe dair bir şey taşımazdı. Büyük ha­
kikatin herkes tarafından anlaşılması için aç açına kitap­
lar yazdı. On beş sene yazdıktan sonra otuz bin franktan,
yani bin beş yüz liradan fazla bir para kaybetti. Yine yıl-

(4) «Em'briyoloji üzerinde deneme>.


GAYET BÜYÜK BİR ADAM 171

matlı. Kendisine verilen mükafatları, rütbeleri bile iste­


medi. 1882'de Paris «Ulum-ı Maneviye ve Esasiye Akade­
misi»ne aza tayin olunduğu halde, tabii bir genç Osmanlı
vatanperverliği ile hiç bir ecnebi müesseseye giremeyece­
ğini söyledi. Amerika'da kendini seven dostları ve okuyu­
cuları bu feylesofun fakirliğini, açlığını düşünerek, ara­
larında kırk bin frank kadar para toplamışlar ve bir altın
saatle göndermişlerdi. Spenser saati aldı, paralan d� ge­
ri yolladı. Sonra Kraliçe Viktorya'nın kendisine verdiği
rütbe ile Almanya imparatorunun madalyasını da geri çe-
. virdi. Güzel ve küçük bil- odasında yattığım Hacı Seymen
Hanı'na (5) giden sokaklardan geçiyordum. Kalabalık bu­
ralara bile taşmıştı. İstemeye istemeye:
� Doğrusu bu Spenser biraz budala imiş . . .
Diyordum ve ne kadar büyük olursa olsun ona bımze­
memeğe karar verdim. Hayatta niçin para ve menfaatten
böyle nefret etmeli? Eğer ilim için bir budalalık lazımsa,
ben bütün embriyolojiye ait notlarımı yırtar, meydana atı-
larak: · · ' · ·

- Cahilim, yahu, ben' de cahilim!


Diye haykırmağa başlardım. Halbuki işte hürriyet ilan
edildi. Bunu, şu, yahut bu zat, isimlerini bütün dünya­
ya telgrafların aksettirdiği Niyazi ve Enver yapmadı. Halk
yaptı. Ahali yaptı. Uyanan Osmanlılar yaptılar. Tabii şim­
di. bunlar gençliğe, ilme, fenne, hususuyle embriyoloji'ye
büvük bir l;.ıymet verecekler ve bizim gibi alimleri, bu ak­
şam bana yaptıkları gibi · hep el üstünde gezdirecekler,
mükafatlar, paralar, maaşlar bahşedeceklerdi. Ve akade­
mi açılacaktı. .. Embriyoloji mütehassısı ben, mutlaka ilk
azadan olacaktım. Yarın nereden para bulabileceğimi hep
bunlarla beraber düşünüyordum. Artık son parasız gün­
lerimiz bu günlerdi. Yarın Meşrutiyet ve hürriyet' saye:.
sinde şöhret cennetine girince gamlı bir mazi olan sefa-

(5) İzm;ir'in KapalıQarşı semtinde eski bir han .


172 EFRUZ BEY

let ve züğürtlüğümü nasıl ' hatırlayacak, hatıramı yazar­


ken bir saat evvelki yelek yakasını nasıl ballandıracak­
tım.
Hanın kapısına geldim. Tuhaf! Hancı Mesut beni bek­
liyordu. «Hey gidi hürriyet hey. . . İşte ilmin, alimin kıy­
meti bilinmeğe başladu diye suratımı ekşittim. Mesut,
kalın kara kaşlı, kısa boylu, ters ve mendebur bir herifti.
- Seni bekliyordum, dedi, feneri nerede söndürdün?
- Heyhat, zavallı, diye kabardım, fener söndürme-
dim. Bilakis hezaran es bi eydi hisad hezaran eşi'a-i hür-·
riyet ikad ettim. ·

- Ne yaptın, ne yaptın?
- Söylediğimi anlamadın mı?
- Yoook. . .
1 - Niçin? .
Türkçe söylemiyor8un ki, babam, boyuna lü.gat pa-­
· -

ralıyorsun.
- Bu Osmanlıca, ilmi lisandır. Sizin Türkçe ile spy­
lenmez.
- Öyle ise sus, hiç söyleme. . . ,
Fena halde surat astı. Gözlerini öbür tarafa çevirdL
Ben sevgili vatandaşımın hatırını kırmamak için lafımı
Türkçeye tercüme ettim:
- Bak, · ne diyorum: Fener filan söndürmedim. Bila­
kis binlerce fikirsiz kafada yüzbinlerce hürriyet ışığı alev­
lendird:m.
- Ey, sonra buraya niye geldin?
- Yatmağa. . .
- Ben s enin odana iki müşteri yatırdım.
Hiddetlenecektim. Halbuki, iki aylık borcum vardı.
Şimdi Mesut, biraz akıllı v� fikri açik bir adam olsa, be­
nim gibi, tam şöln'et ve samanın eşiğine gelmiş bir alime
böyle eşekçe m_uamele eder miydi? Feylesofluğa vurmak
'
istedim:
- Ne ise zararı yok. Başka, cahil bir adam olsa, bu
· ·

yaptığına kızardı. . .
GAYET BÜYÜK BİR ADAM 173

- Ben cahile kızmam ama. . . parasız biri elime geç-


se, anasını bellerim . . .

Gayri ihtiyari :
- Yaaa . . .
Diye ağzım açıldı. Gündüz oluyordu. Uyku gözlerim­
den akıyordu. Ayaklarım titriyordu. Acaba bu kaba he­
rif beı:ıim parasızlığımı yüzüme vurmak, taş mı atmak is­
tiyordu.? Yine pişkinliğe vurdum. Feylesoflann avam ile
uğraşmaları ayıptı. Gülümseyerek:
- Pek uykum var, bari bana başka bir yatak göster-
sen de, bir iki saat kestirsem.
Dedim.
- Hiç boş yatağım yok.
- Ey; ben şimdi ne yapayım?
- Senin ne yapacağını ben ne bileyim?
Attık herifin münasebetsizliğine dayanamadım. İki
aylık borcumu vermeyeceğimi söyledim. Cevap olarak be­
nim biıtün eşyalarımı, yatağımı, kitaplar:tımı zaptettiğini
sövlemesin mi? . . . Boğazına sarılacağım geldi. Lak�n artık
Meşrutiyet'ti. . . Böyle vahşice ve barbarca bir hareketin
benden çıkması, doğrusu gençliğe, meşrutiyete, ilme; in­
saniyete leke olabilirdi. Ah, kenqimi tutmak için nasıl diş­
lerimi sıktım. Gıcırdarken «çatt!:t dedi. Üst sıra dişleri.:.
min sağdan üçüncüsü kırılmasın mı? Hiddetimin dehşe­
tinden kendim de korktum. Tekrar caddeye doğru kaç­
maya ba'şladım. Mesut arkamdan küfürleri basıyordu.
Salepçibaşı Hanının kıraathanesine girdim. Henüz
kimse yoklu. Başımı, masanın mermerine dayadığım kol­
larımın üzerine bir güzel yerleştirdim; Kulaklarım uğul­
duyor. başım ağrıyordu. Evet, ben İstanbul'a gitmeliydim.
Şan, şöhret, saman beni orada bekliyordu.
AT

Mahfuz ahırında üç haftalık bir istirahatten sonra


binmek için beni yanına sokmayan haşarı atımı bugün
tam iki saat koşturdum. İyice terledi. Bulanık Vardar'-
ın (1) kenarını kaplayan sıska ve hazandide söğüt orman­
cığının içindeki geniş yolu takip ederken, yorgun ve bi­
tap, sanki durmak istiyordu. Fakat ben, bilakis o kadar
zihayat, o kadar zinde ve faal idim ki. . . Elimdeki sari
kırbaci · şiddetle ve gayri ihtiyari savurdum. Bu fevka­
lade ve gayri müterakkip (2) darbe onu şiddetli bir dört­
nala ·kaldırdı. Ormanın yapraksız ağaçları artık etrafım­
da geçici bir çizgi fırtınasıydı. Yek-ahenk bir rüzgar, ku­
laklarımda vızıldıyordu. Ben, akur bir kuvvetin üstünde
uçuyor gibi, pek çabuk yakınlaşan uzaklara bakıyor, bu
azgın ata bindikçe daima duyduğu mşeyleri tekrar hisse­
diyor:
«- Ah, dört beş · asır evvel yaşasaydım!»
Diye mütelezziz oluyordum. Bağlar, ova, her taraf
boştu. Semada sakin bulutlar, beyaz, cesim köpükler /ha­
linde sabit duruyordu. Atım nihayet yavaşlar gibi ol­
du. Süratliye geçecekti. B.en hayalatımdan uyanmamak
için tekrar kamçımı � Şavurdum. Eski dörtnal, daha çıl­
gın, daha mecnun tezayüt (3) etti. Kütüklerin, hendek­
lerin üstünden atlıyordu. Tarlalardan kalkan çamur par­
çaları etrafa, bazan da üstüme sıçrıyordu. Dört beş asır
evvel yaşamak. . . Bu ne tatlı bir hayattı! Şan, şöhret, ta­
gallüp, (4) muvaffakıyet, aşk. hırs, istibdad. . . Hayatı his­
settiren ve şimdi ' maatteessüf (5) bir masal, bir tarih ze­
mininden başka bir şey olmayan bu tatlı ve hakiki he-

(1) Selanik körfezine akan ( 3 ) Arıtmak


bir nehir (4) Zorbalık
(2) Beklenilen (5) Üzüntülü
AT 175

yecanlar vardı. Ah, bu toprakların üzerinde benim .ec­


dadım bir girdibad-ı berkalCıd-ı zafer gibi akıncılık eder-.
ken ne kadar mesut ve mağrur idiler . . . Kahramanlık, şe­
caat ve cesaret-i mutlaka içinde geçen gençlikleri onla­
ra ihtiyarlıkları için ne tesellisaz hatıralar, ne muğfil if­
tiharlar bırakıyordu. Halbuki biz, silahsız, kansız, aza­
metsiz olduğu kadar yorucu, harap edici olan mücadele-i
medeniyetin biçare muharipleri, ne kadar sefiliz. . . Atım
mütemadiyen dörtnala koşuyor ve sigara içiyormuş . gibi
burnunun deliklerinden mai bir duman çıkıyordu.
Ben, teskin olunamayacak bir ihtiyac-ı harp, bir iş­
tiyak-ı hücum ile yine onu kamçıladım. Dar bir boğaza
girdik. Sağımda çamurlu Vardar, zayıf bir sadayı cere­
yan çıkararak akıyor, etrafımdaki üryan ağaçlar abus ve
matemi sallanarak geçiyor, solumdaki demiryolu bazen
yükselerek, bazen atımın koştuğu gayri muntazam arıza­
lı yolla bir tesviyeye inerek, fakat daima düz, daima müs­
tevi, soluk ve mürde, (6) ecnebi bir yılan gibi uzayıp gi­
diyordu. Ben de iyice terledim, kalçalarım sızlamağa baş­
ladı. Atım, ıstırabımı duymuş gibi süratliye geçti. Bu se­
fer gayri ihtiyari kamçılamadım. Zaten kasabaya giriyor­
dum. Evler miskin ve tembel uyuyor gibiydi. Suyun ke­
narında, kalın ve çıplak baldırları görünen birkaç bulgar
kızı iki kat olmuş, bir şeyler yıkıyorlar, serseri köpekler
bana havlıyorlardı. Birden dizgini çektim. Atım durdu.
Şiddet-i teneffüsten karnı, bacaklarımı açıp kapıyordu.
Etrafıma baktım. Bu pis ve asayişperver manzara bana
o kadar nefret-amiz göründü ki, gayri kabil-i temiye bir
elem-i ani içinde ağlamak arzu ettim. Atımı tekrar geri
döndürmek, şu hali dağlara kaçmak isteçlim. Böyle sü­
kut-ı miskinane içinde yaşamaktan, oralarda açlıktan ve
soğuktan ölmek daha iyiydi.
Güldüm, şu muhakemem ne garip münasebetsizlikti.
Deni, önümdeki geçecek günlerde bekleyen ve mukaddes
olduğu zannolunan vazifelerim yok muydu? . . . Gülüyor-

(6) Ölü
176 EFRUZ BEY

dum. Bu hayal ile yirıninCi asırda . yaşadığımdan biraz


m�hcup, kasabaya girdim. Evime geldim. Artık beni hep
böyle lüzumsuz hislerle sarsan bu ata, bu azgın mahluka
binmeyeceğim. Bir mo�osiklet alacağım. Fakat bu müm­
kün mü? Bana maziler, vahşetler, lezzet-i harb-ü vegaa
yerine, ihtimal ki müstakbel-i na-mahdudu, dirijablileri
tahayyül ett.irecek olan bu makine, bu zavallı masnu' aca­
ba burada yürümek için kaç kilometre yol bulabilecek?

«Tenkt<l> deııgisi, 1326/1912, Sayı 1


\
BU KIT APTA BULUNAN Ömer Seyfettin 1 884'te Gönen'de do0-
HİKAYELER du. İlk ö(lrenimini Gönen ve istanbul'da,
orta ö(lrenimini Edirne Askeri idadisinde
HÜRRİYETE LAYIK BlR (1 896-1 900), yüksek ö(lrenimini Mekteb-i
CAHRAMAN • ASİLZADELER • Harbiye'de (1 900-1 903) tamamladı .
TAM BİR GÖRÜŞ • BİLGİ 1 903'te subay olarak l z m i r ' d e ,
(1 908- 1 9 1 0) d e Makedonya'da görev
�CAGI • AÇIK HAVA MEKTEBİ yaptı. Askerlikten ayrılarak Ziya Gökalp
• AT ve Ali Canip'le "Genç Kalemler"i çıkar­
dılar. Balkan Savaşı' na katıldı. On ay esir
kaldıktan sonra İstanbul'a döndü. Kaba­
taş Sultani'sinde Edebiyat ö(lretmenli(li
yaptı. 6 Mart 1 920'de öldü.
"Genç Kalemler" de arkadaşları ile bir­
likte "Yeni Lisan"ı savundu. Çeşitli der­
gi ve gazetelerde basılan hikAyelerinde
sade dil akımının öncülü(lünü yaptı. Kü-
., çük hikAyecilik Edebiyatımızda Ömer
Seyfettin'le yerini bulmuştur.

ÖMER SEYFETTİN 'İN ·eüTÜN \


HİKAVELERİ DİZİSİ \
1- Topuz, 2- Bomba, 3- Harem,
4- Kaşa(lı, 5- Gizli Mabed,
6- Yalnız Efe, 7- Perili Köşk,
8- Beyaz LAie, 9- Efruz Bey,
•; 1 0- Yüzakı

You might also like