Professional Documents
Culture Documents
Ömer Seyfettin - Efruz Bey PDF
Ömer Seyfettin - Efruz Bey PDF
Ömer Seyfettin - Efruz Bey PDF
EFRUZ BEY
E RDEM Y AYIN LA RI
Erdem Yayınlan : 10
Edebi Eserler : 10
Genel Dağıtım :
DERYA DAGITIM A.Ş. Tel: 5 28 65 44
Nuruosmaniye Cad. No: 3 Cağaloğlu/İST.
İ Çİ N D E K İ L E R
Efruz Bey ... ... ... ... ... ... ... ... ... 7
Asilzadeler . . . ... . . . . . . .. . . . . .. . . . . . . . 59
Tam Bir Görüş .. . . . . . .. . . . .. . ... . . . . .. .. . . . . 93
Bilgi Bucağı .. . . .. . . . . . . . . . ... ... ... . .. . .. . . . . . . . . . 101
Açık Hava Mektebi . . . . . . . .. ... ... ... . . . . .. ... ... 135
Gayet Büyük Bir Adam ... ... . .. ... 167
At ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... 174
Efruı Bey'in, ilk: bölümü 1919'da, «Vakit> gazetesinde
tefrika edilmiş olup, gazetenin 8-9 ocak tarihli sayı l arı n
da yayınlanan na.nlarla eserin özelliği şöyle ifade edil
miştir.
Yeni tefrikamız
E F R U Z B E Y
Fantezi rom.an
Muharriri: Ömer Seyfettin
Bir müddetten beri gazetemi2lde tefrlka ettiği
miz «Küliük Lort» romanı yarınki nüshamızda hi
tam buluyor. Çarşamıba gününden iUbaren Ömer
Seyfettin, Bey'in «Efruz· Bey» unvanlı romanı nı tef
rika etmeğe başlıyoruz. «Efruz Bey» memıek.,fünize
ait tiplerin ve ·bazı meyil ve itiyatların, sanatka
rane bir müba lağa ile çizilmiş bir karikatürü hük
mündedir. Rom.an beş Fasıldan iJbarettil' ki her
birini uzunca bir hikılıye addetmek mümkündür.
Bu fasıllar şun,lardır:
ı. Hürriyete l.Ayık Bir Kahraman
2. Asiller Kulllibü
3. BUgi Bucağında
4. Açık Ha.va M:ektebi
5. Beyaz serçe
Sev.gili Efruz!
Hay atından şu biııka ç levhayı yazarıken ihtimal biraz
mübalağacı göründüm. Ne ya.payım? Bu benim mizacım ...
Bunun için kızma! Beni affet! Hem emin ol ki, maksa
dım, ne seni tahkir, ne de maskara etmek... Hakikati gö
rilldiiğü giıbi, edebiyat yapmadan, yazmak isteci!m. Muvaf
fak oldum m.u? Bilmiyorum. F ak at okeyunca samimiyeti
min derecesini herkesle beraber sen de anlayacaksın.
Heri.kes seni -bizzat kendi k!adar- tanır, Efruzcuğuml
Buıgün hiç k!nl$e sana yaıbancı değildir; çünkü sen «he
pimiz> değilsen bile «hepimizden bir parça>sın.
Ö.S.
EF RUZ BEY
HÜ R RİYETE LAYIK Bİ R K AH R AM AN
{11) Üstünlük
(12) Bir çeşit resmi eiıbise
12 EFRUZ BEY
(13) Dolaylı
(14) Düzenleme
EFRUZ BEY 13
* ·
**
*
'**
Ö.S. IX - F : 2
18 EFRUZ BEY
(16) Ast
( 17) İtalya'da kllılltuluş hareketlerini <tüzenleyen gizli bir ce
miyet
(18) Zeki, uyanık
EFRUZ BEY 19
Cl 9) İlke, prensip
22 EFRUZ BEY
*
**
- Durrr...
Araba durdu. Alay durdu. Naralar, alkışlar durdu. Bu
lahuti (25) sükut içinde, Jön Türk'ün, hürriyet mabudu
nun sadası işitildi:
- Ey vatandaşlar! Bizi dünyada en çok seven, mu
kaddes komşumuzun, sevgili Çarlık Rusyasının sefaretha
nesinin önündeyiz. . . Onları selamlayalım. Eski hain istib
dat idaresi, en sevgili kardeşlerimiz olan Rusları, hürri
yetperver Rus Çarı'nı bize düşman bildirmişti. Hayır, ha
yır, hayır. . . Hiç bir devlet kendi komşusuna düşman ol
maz. Olamaz. Bu, mantığa muhaliftir. Her ne kadar man
tık yoksa da, yine muhaliftir. Bizim düşmanlarımız olsa
olsa İspanya, Portekiz, İsveç, Norveç, Monako, Liberya,
Arjantin, Panama hükümetleridir. Biz bunların hücumun
dan korkmalıyız. Dünyanın en büyük hürriyetperveri olan
Çar'ın hükümeti hür bir Türkiye'ye düşman olamaz ...
. .. Bu nutuk uzadı, uzadı. Kendi memleketimizi biz·
den daha çok sevdiklerinden hiç kimsenin şüphe edeme
yeceği, sadık yerli Yunanlı kardt;şlerimiz, ellerinden kı
.vılcımlar çıkacak derecede bu nutku alkışlıyorlar:
- Zito, zito, .zito. .. (21)
Diye avazları çıktığı kadar haykınşıyorlardı. İngilte
re sefarethanesinin önünde de Ahmet Bey bir nutuk söy
ledi. Bütün Osmanlılar anladı ki, bizim en hakiki dostu
muz hatta müttefikimiz Rusya imiş ...
... Alay, Harbiye Mektebi'nin önüne gelince, o kadar
çoğalmıştı ki... artık hareket imkanı kalmadı. Hava ka
rarıyor, akşam oluyordu. Ahmet Bey sabahtan beri hiç
bir şey yemediğinin şimdi farkına vardı. Arabanın üstün
den dedi ki:
- Artık alayımız hareket edebilmek istidadını kay
betti. Bari bana bir kişilik yer açınız da evime gideyim.
katli dikkatli baktı. Hayır, hiç şüphesi yoktu. İşte ... oy
du! Tam kendisiydi. Doğurduğu, meme verdiği, büyüttü
ğü, ismini koyduğu oğlu... Ahmet Beyciğiydi. Kızdı:
- Peyker'i çağır.
- Peyker Ablam da Hanımefendi'nin ayaklannı oğu-
yor.
- Pesent'i çağır.
- Pesent Ablam da hepsinin ellerine kolonya dökü-
yor.
- Despina nerede?
- Bilmem.
- Git çabuk, bak . . .
- Evlatlık, yine pencereden kayboldu. Aradan çok
geçmedi. Yine aynı pencereden görünerek haykırmağa baş
ladı:
- Despina, aşçının yanında oturuyor. Çağırdım.
- Geliyor mu?
- Saçlarını düzeltiyor. Gelecek.
. . . İkinci kat pencerelerinin birinden Despina görün
dü. Şeytan, maskara, güzel bir Rum kızı. .. Hürriyetin ne
olduğunu, çapkın, pekala biliyordu. Sokaktaki gürültüden,
bağırışmalardan hiç bir şey anlamayan Bolu'lu aşçıbaşı
ya, demin hürriyetin manasını:
- «Sizin :hanımlar.: da bizim gibi. olacak artık! Hür-
riyet bu demek!»
Diye anlatmıştı.
- «Tuh, tuh, töbe... Sus gopeğin gızı . ..»
Diye hürriyeti anlayamayan koca Türk, hala bu gü
rültüleri, bu kalabalığı bir yangın sanıyor, «ateş burala
ra gelinceye kadar ben yemeği verir, bulaşıkları bile yı
karım• düşüncesiyle hiç istifini bozmuyordu .
...;... Ne istiyorsunuz Beyefendi?
- Görüyorsun ya, içeri gireceğim. Sokak kapısına
inecek yer yok.
- Ne yapayım?
- Git çamaşır iplerinden getir. Sarkıt. Ben tırmana-
rak pencereye çıkacağım.
EFRUZ BEY 29
'
Diye kahkahalarla sıçrayarak ipi getirmeğe gitti. Ah-
met Bey, pazılarını elleriyle yokluyor, altındaki cumhu
ra bakıyor, mektepte imtihanlara girerken duyduğu heye
cana benzer bir ürperme kalbini biraz fazla çarptırıyor
du. Sabahtan beri yorgunluktan, açlıktan hisleri körleş
mişti. Altındaki cumhur bir şeyler bağırıyor,, fakat artık
o manasını anlamıyordu. Kulakla.rı derin, şimşekli bir
·
(29) Hislenme
EFRUZ BEY 33
Ö.S. IX - F 3
34 EFRUZ BEY
- ... . . .,
*
**
- Efruz, Efruz . . .
ğırdı:
- Yaşasın Efruz Bey!
Kalkın ey Osmanlılar
Biz de şadan olalım,
Bu Jön Türk'ün uğruna
Biz de kurban olalım . . .
Zavallıların asıl kendi isminden haberleri yoktu. Bu
umumi cehalete acıdı. Azıcık daha , gözleri yaşaracaktı,
eliyle sükut işareti etti. ,
Bütün bandQlar, bağıranlar sustular.
- Ne istiyorsunuz vatandaşlar?
Halk bir ağızdan cevap verdi:
-· Seni, seni. . .
- Ben kimim?
- Jön Türk' sün, Jön Türk'sün . . .
- İsmim ne?
- Bilmiyoruz. İsmin ne? İsmin ne?
(35) Saçm,a
44 EFRUZ BEY
- Efruz. . .
- Efruz ...
Halk bu .ismi işitince hakikaten çıldırdı. Sanki hepsi
sarhoştu. El şakırtıları, yaşagın sadalan arasında tekrar
ladıkları bu isim pek hoşlanna gidiyordu.
,
Efruz Bey, her sabahki tıraş adetini bile yapamadı.
Yalnız lavabonun önündeki aynaya yaklaştı. Siyah bir po
matayla çabuk çabuk bıyıklarını kıvırdı. Merdivenleri dör
der dörder atlayarak aşağı indi. Kapıyı açtı. Dışan çıktı.
Dışarı çıkar çıkmaz halk onu · yakaladı. Omuzlarına aldı.
· Hareket başladı.
Harbiye mektebi, Taksim bahçesiyle, Caddei Kebir. . .
Her taraf hürriyet bayraklarıyle donatılmıştı. Sokak baş
lannda yeni yeni bandolar cemiyete takılıyor, halk dün
bozduğu güfteyi bugün bir kat daha bozuyor, haykırıyor
du:
Diye bağırıştılar.
- Pekalii. Söyleyeyim. «Hiç bir cins, hiç bir mezhep
yok!» (37) demektir.
. .....!
Sükunun şaşkınlığından istifade eden Efruz Bey, bü
tün kuvvetiyle hürriyet ' felsefesini bağırmaya başladı:
- ... İnsan «hür» olunca müsavi olur. Müsavi olun
ca kardeş olur. Din farkı, millet farkı kalmaz. Hürriyet
karşısında böyle şeylerin hiç ehemmiyeti yoktur. Hele
«milliyet» kadar budalalık olamaz. Sakın böyle bir iddi
ada bulunmayınız. İnsanların hepsi hürdür. Kardeştir. Mü
savidir. Artık ayrılmaya mana var mı? Birbirlerinizin li
sanını. bilmiyorsanız «esperanto» dilini öğreniniz. Haydi
hepiniz birleşiniz. Öpüşünüz. Sevişiniz, «bila tefriki cins ü
mezhep» bayrağının altına gelmeyenler müstebitlerdir.
Onlar bizim düşmanlarımızdır. Bırakınız, onlar mabetleri
ne gitsinler. Bizim cinsimiz, bizim mezhebimiz birdir: İn
sanlık ... Haydi öpüşünüz. Vahi fikirleri, batıl itikatları,
vahşilere, yamyamlara bırakınız. Medeni olmaya çalışı
nız. ..
Bu nutuk biraz fazla uzadı ...
Efruz Bey, izdivaç, aile, milliyet, hukuk... falan gibi
ne kadar içtimai müessese varsa, hepsinin birtakım batıl,
cahilane münasebetsizlikler olduğunu birçok delillerle an
lattı. Halkı ikna etti. Hiç bir milliyeti benimsemeyen yer
li İstanbullu'lar, Rumların, Arapların, Arnavutların, Ya
hudilerin, Kürtlerin, Bulgarların, Ermenilerin boğazlarına
atıldılar. Hepsini öpmeye başladılar. Yüz binlerce öpücü
ğün şapırtısından hasıl olan büyük bir şakırtı havayı sar
sıyordu.
( 37) <Cins
ve me2llı ep ayırımı yapmaksızın> anlamına gelen bu
cümlenin Efruz Bey tarafından başka bir anlamda yo
rumlanışı, onun cahilliğine işaret edilmektedir.
,
EFRUZ BEY 49
ö.s. rx - F 4
50 EFRUZ BEY
*
* "'
- Kulübe çekin.. .
Bu, mavi gözlü, iri boylu bir zattı. Tatlı tatlı gülüm
seyerek soruyordu. Efruz Bey, manyetizma olmuş gibi,
EFRUZ BEY 57
*
ık ıl:
- Yaşasın, yaşasın!
- İsmiydi! İsmi . . .
II
Müzekki Bey:
- İşte, dedi, onun için bizim ailemize «Civanzade
ler» denir.
Efruz Bey sordu:
- Niçin bu kadar eski, bu kadar asil ailenizin ismi
ni taşımıyorsunuz?
Müzekki Bey başını sallayarak:
- İ ki sebepten! dedi, «Civanzadeler» desem, «Razza
kizade» (6) gibi pek Karagözvari oluyor. Çok alaturka bir
isim! Sonra kendime «Müzekki Civan» , yahut «Civan Mü
zekki> desem bıyıklarımı tıraş ettiğim için halk bundan
kötü bir lakap telmihi çıkarıp aile ismim olduğunu anla
mayacak.
Kamuran Kara Tamburin Bey:
- «Müzekki dö Civan» deyiniz.
Ezzırtaf :
- Evet, mesela «Marki Müzekki dö Civan . . » .
- Biliyorum.
- O halde?
- Fakat o kadar çok ki. . . Saymak mümkün değil.
- Demek son derece eski?
- Son derece! On bin sene evvel. . .
Efruz Bey tekrar sordu:
- Bundan on bin sene evvel mi?
- Hayır.
- Hicretten mi?
- Hayır.
- Milattan mı?
- Hayır.
- Tufandan mı?
Başka tarihi bir mebde tanımayan Prens dö Civan,
hayretle:
- Ya neden?
Dedi.
- Hilkatten!
- Hilkatten mi?
- Evet, hilkatten on bin sene evvel ilk ceddim nur-
dan bfr sütun içinde «Kutlu Yeşim Dağı» üzerine inmiş
ti. Yeşil, alacalı bir geyik oralarda geziniyor, arkasına dü
şen çapkın bir bozkurt onu kovalıyordu. Ceddim Kara
Kaan bu kurdu öldürdü. Geyiği tuttu. Nur sütunuyle gök
ten indi ineli ağzına bir şey koymamıştı. Karnı zil çalı
yordu. İlahi bir sevkıtabii ile geyiğin memelerine sarıl
dı. O saatte bu memelerden mavi bir süt gelmeğe başla
dı. Ceddimin karnı doydu. Dünya üzerinde bir kendi, bir
bu Alageyik vardı. Gezmek için bu Alageyiğin üzerine
biner, geceleyin üstünde yatar, acıkırsa sütünü emerdi.
Yavaş yavaş ilahi, nasuti her ihtiyacını bu geyikte tes
kin etmeğe başladı. Nihayet geyik gebe kaldı. Dokuz ay
on gün sonra sabahleyin beş, öğleye doğru üç, akşam üs
tü bir tane olmak üzere üç defada dokuz Kaanzade do-
ASİLZADELER 71
. . . . . ...
Kamuran hepsini temin etti:
- Merak etmeyiniz, dedi. Ben kırk yaşına gelince ev
leneceğim. Bir erkek çocuğum olunca, hemen kendimi iğ
diş yaptıracağım.
- O niçin?
Diye sordular.
- Kıymetin bir hikmeti de azlıktadır. Ben Kara Tam
burin ailesinin çoğalmamasını isterim. . . Daima bu aile
den bir kişi bulunmalı. Evladıma da bu prensibi talim
edeceğim. Ancak, ancak. . . ancak o vakit. . .
� · ····�
Efruz Bey :
- Rica ederim, bu şairane hikayeyi anlatınız.
Dedi.
- Peki anlatayım. Hicretten binlerce sene evvel ced
dim Kaysüssücufüzzırtaf, on buçuk yaşında bir çocuktu.
Daha kimse onun büyük bir şeyh, büyük bir hükümdar.
büyük bir cihangir olacağını bilmiyordu. Zayıftı, sıskay
dı. Biraz değil, epeyce karnı şişti. Çenesinin altında bir
davul gibi kabarıyordu. Bu esnada kabilesi, civardaki · ka
bileler üzerine gazve (14) yapmış, sayısız ganimetler yağ
ma etmişti. Bu ganimetler vahada denk denk birbiri üs
tüne yığılmıştı. Ekserisi setrelerden, kumaşlardan ibaret
ti. Gece bütün kabile halkı uyurken ceddim uyumuyor,
ileride yapacağı cihatları düşünerek yığının dibinde ge
ziniyordu. O, böyle küçük mikyasta gazvelere tenezzül et
meyecek, Şark'ı, Garb'ı birleştirecek, yani dünya durduk
ça arza hakim olacaktı. Tam bu sırada dehşetli bir fırtı
na çıktı. Ganimet yığınlan devrildi. Ceddim bunlann al
tında kalıp ezilince, karnındaki gazlar o kadar şiddetle ·
intişar etti ki . . . havan topu gibi patlayan bir sada ile bü
tün kabile halkı uyandı. Ganimetlerin yanına koştular.
·
Efruz Bey:
- ·····•
mescit sayılabilirdi.
- Anne! Niçin o münasebetsiz kızı misafirlerin· ya
nına gönderiyorsun?
Diye karşısına dikilen hiddetli oğlunu bu sert Çerkez .
hemen yatıştırdı. Acele ile o rasgelmişti. İşte onun için
göndermişti. . . Münakaşadan ziyade iş yapmasını seven
Efruz Bey, lafı pek uzatmadı. Hemen evde yeni bir ten
sikata girişti. İki İslam, bir Rum hizmetçi kızla küçük ev
latlığı, dadısını çağırdı:
- Şimden sonra «Despina»dan başka hiç biriniz ba-
na lakırdı söylemeyeceksiniz!
Dedi. Dadısı mahzun mahzun baktı:
- Küçük beyim! Niçin bize darıldın?
- Bak, hala «Küçük Bey» diyor.
--r Ne diyeyim a beyciğim?
- . . . . . •.
ASİLZADELER 85
*
**
III
cÇoık bilen çok: yanılır! �
Atalar sözü
Geçen sene bir gün arkadaşım Serriıet'le Şişli'ye doğ
ı·u gidiyorduk. Birdenbire karşımıza Efruz Bey çıktı. Kol
tukları, cepleri kitap doluydu. Sanki bizi görmedi. Dal
gın dalgın yanımızdan geçiyordu. Sermet:
- Bonjur Efruz! Bu ne acele!
Diye haykırdı.
- Bonjur dostlanın! Kütüphaneye. . .
- Hangi kütüphaneye?
- Muayyen değil.
- Ne demek?
- Daha doğrusu kütüphanelere! Bugün bütün kütüp-
hanelerde bir kitap arayacağım.
Dedi. Saçları mutadından fazla dağınıktı. Fakat, şair
liği bıraktığını biliyorduk. Türk Bucağındaki sosyoloji
konferanslarına devam ediyordu. Kürsü şeyhi. . . pardon,
kürsü müderrisi olacaktı.
Ben :
- Bu güzel havada, rutubetli kütüphanelerin tozlu,
:mikroplu kitapları çekilmez.
Dedim. Sermet :
- Doğru, doğru. . .
Diye başını salladı. Efruz, acır gibi ikimize de ayn
.ayrı baktı. Sonra gülümsedi:
- Heyhat ! . . . Zavallı boş gezenler! dedi, memleket
ilim istiyor, memleketi .sosyoloji kurtaracak! . . . Siz hala
sürtmek, dolaşmak sevdasındasınız.
Cevap vermedik. Sermet, «Ahfeşin keçisi» (1} gibi ba-
- İstemem, amca!
Dedi. Kahve, hayvanları kaçmış �i:r ahıra benziyordu.
Kenarları koparılmış boş yemlikleri andıran peykelerde
TAM BİR GÖRÜŞ 97
IV
( 1) Kazanmak
102 EFRUZ BEY
(4) Nazik an
1 08 EFRUZ BEY
- Sensin . ..
- Evet, yanlış . . .
- Sonra pişman olacaksınız. Buna emin misiniz?
- Herkes gibi eminim.
- Pekala! Bucaklılar. Ey Darülfünun sıralarında dir-
seklerini çürüten, geceleri dağ gibi büyük kitaplar üzerin
de gözlerinin nurlarını solduran gençler! Size hitap edi
yorum. Çünkü Reis söyleyeceklerimi anlamaz. İşittiğime
göre hiç mektep görmemiştir. Mantıkta bir «tahlil, ter
kip» vardır. Biliyor musunuz?
Bucaklıların zaten bundan başka bildikleri şey yoktu;
bağırıştılar:
- Biliriz.
- Bir de «istibdal, istikra» vardır. Biliyor musunuz?
- Biliyoruz.
Reis aptallaşıyordu. Çünkü o, vaktiyle mantığı inkar
etmiş olan bir nesle mensuptu. Mantık, hep laf, hep boş
sözdü.
Cevabına güzel bir zemin hazırlamak için -mutadı
veçhile- yanında duran genç bir Robert Kolej'liye ya
vaşça sordu:
- Bu «istiblal, istikra» ne demek?
- Galiba «çıkarmak, sokmab olacak.
Efruz Bey yumruğunu kürsüye vurdu:
- Pekala . . . İstidlal mebdeden neticeye doğru yuru
mektir. Bu, riyaziyata mahsustur. Riyazi meselelerde bir
mebdeden kalkarız, derece derece neticeye ineriz. Fakat ta
bii ilimlerde iş değişir. Tabiat sahasında usul «istikra»ya
istinat eder. İstikra neticeden «mebde»e çıkmak demektir.
Anlıyor musunuz?
- Anlıyoruz.
- Anlıyoruz.
- Su gibi anlıyoruz.
- Pekala, gürültü yok! İçtimai hadiselerin ilmine «iç-
timaiyat» derler. Bu ilim, tabii ilimlerden sayılır. Demek
bunda usul, istikra, yani «netice»den «mebde»e doğru çık
maktır. Ben neden bahsediyordum. Yaz tatilinden, değil
mi? O halde bu riyazi bir hadise değildir. Ya nedir? Şüp-
112 EFRUZ BEY
Ö.S. IX - F 8
114 EFRUZ BEY
- Ne?
- Bu, en büyük şan, en büyük şeref!
Deniliyordu.
- Ne?
( 1 3) Ziyaret eden
{*) Orijinalde birkaç saıt111 atlanmış.
BİLGİ BUCA.CH 115
Ve ilah . . .
Şimdi bütün Bucaklılar «mürekkep lisan» taraftarı
idi. Efruz Bey, fahri talebelerinin bu temayüllerini ke�
fettiği için sevindi. Mürekkep Türkçe için bütün umdele
rini birkaç derste anlattı. Yine evvela yeni lisancılardan
ayrılıyordu. «Onlar her ne kadar şimdiye kadar lisana gir
miş Arapça, Acemce, Frenkçe kelimelerinin ipkasına ta
raftarlarsa da, Türk harfinin haricindeki ecnebi kaidele
ri kabul etmiyorlar. Milli Türk harfinin tamamıyetini is
tiyorlar. Halbuki. bu da bir cihetten basitçilik savılır.ı>
diyordu. Onun fikrince Türkçe: «Arapça, Acemce. Frerık
çe, Almanca, Rumca, Latince» lisanlarından mürekkep
mükemmel bir lisan olma1ıvdı. Ecdadımız Arapca. Acem
ce kaideleri çok kullanmışlardı. Her ne kadar bunlar ko
nuşulan lisana geçmemişse de, hükümet şimdiden sonra
\15) Zodamak
120 EFRUZ BEY
sabı! Daima:
-:- Arıyorum, hem bl.lldum. Bunu size bir gün göste
receğim.
Derdi. Bu iki ahvalin haricindeki icadını Bucaklılar
çok beklediler. Fakat Efruz Bey gösteremedi. Hain, ga
rezkar muterizler:
- Elkimya, elkimya, bu olacak şey değil . . .
f ] 8) Tarihçi
09) Üç ciltlih «amasya tarihi> (İstanıbul 1911 - 1 927)nin ya
zarı Hilsamettin Bey
124 EFRUZ BEY
hep Türkler icat etmişler. Beş on bin sene evvel hep bun
lar varmış.
Efruz Bey, tarih derslerine nihayet verirken şu söz
leri ilave etmişti:
- Bucaklılar! Ahmet Mithat, Türkiye'de saltanat ha
nedanından başka Türk olmadığını ispat ettiği halde, yi
ne Afrika zencilerinin Türk olduklarını meydana koymak
tan geri durmamıştı. «Amasya Tarihi» müellifinin bu
luşları da az değildir. Necip Asım Bey'i de unutmamalı
Müverrih Ahmet Refik, Sümer, Akad, Hititlerin Türk ol
duğunu diğer milli bir müessesede anlattı. Fakat benim
bulduğumu kimse bulamadı. Ben Aınerikalıların Türk ol
duklarım buldum!
*
**
Ö.S. IX - F 9
130 EFRUZ BEY
(22) Okuyucu
(23) Meşrutiyet yıllannda İslami konularda yazan bir Mısırlı
BİLGİ BUCAÖ-I 131
- Allahaısmarladık, arkadaşlar!
v
. . . Efruz Bey Bilgi Bucağından çekildikten sonra evin
de derin tetebbuatına dalmış, uğraşıyordu! Fakat kitap
tedariki biraz müşküldü. Avrupa postası bir ayda gelmi
yordu. Bir gün sıkıldı.
- Ben kitapların olduğu yere gitsem.
Dedi. Hem Avrupa'da tahsilini de ikmal etmiş olur
du. Annesine bu :fikrini açtı. Bin dereden su getirdi. Ni
hayet kandırdı. Lakin ne tahsil edecekti?
- Müfat Bey'e dan�şırım.
Diye mırıldandı. Bu zat Efruz. Bey'in dünyada en be
ğendiği bir adamdı. Hemen hazırlandı. Ne vakitten beri
bir kürek mahkumu gibi odasında kapalı yaşıyordu.
Sokağa çıkınca halkı, gelenleri, geçenleri o kadar şen,
o kadar şatır gördü ki, «Ne tuhaf! Bütün dünya mesut!»
dedi. Rüzgarsız, parlak bir sabah her tarafı parlatıyor,
apartmanların pencerelerinden hizmetçi kızlar öteberi sil
kiyorlardı. Yaya kaldırımlarında beyaz esvaplı dadılar ço
cuk arabaları sürüyorlar, mektebe geç kalmış yaramazlar
itişerek, kakışarak koşuyorlardı. Harbiye Mektebi'nin
önünde bir arabayı durdurdu. İçine atladı:
- Aksaray'a!
Dedi. Müfat Bey, gece gündüz Aksaray'daki «Tıfıl Ko
vuğu» denilen mektebinde bulunurdu. Burası eski bir ko
naktı. Dört yüksek duvar arasında, gayet rutubetli, dar
çukur bir bahçenin içindeydi. En üst kattan bile duvar
ların öbür tarafı gözükmezdi. Altmış sene evvel, doksan
yaşından sonra on dört yaşında bir kızla evlenen kıskanç
bir ihtiyar tarafından yaptırılmıştı. Mal sahibi bahçenin
duvarlarını yapan ustaya mütemadiyen «içerisini karga
lar bile görmesin!» demişti. Şimdi uçan kargalar değil,
hatta kenarlarına konan serçeler bile içerisini görmüyor-
136 EFRUZ BEY
tü. Fakat Müfat Bey için şiar «din de yok, millet de yok»
tu. Onun mefkuresi, yalnız alafrangalaşmak, taklit, Avru
palılara benzemekti. İstanbul gibi terakkiyi sever bir mu
hitte bu mefkure çok tarafgir (3) buluyor, Kovuğun sıra
ları şapkalı Türk çocuklarıyle doluyordu. Kovuğun çocuk
ları için en büyük küfür «Türk!» kelimesiydi. Bu kelime
ile arkadaŞına küfreden çocuk hemen mektepten kovu
·
lurdu.
İşte Efruz Bey bu kadar büyük, bu kadar ilmi bir ha
reketin serdarı olan bu zata Avrupa'da ne tahsil edece
ğini sormağa geliyordu. Arabadan inince kocaman duva
rın dibinde hakikaten bir kovuğa benzeyen küçük kapı
nın önünde durdu. Aralıktan baktı. Karanlık bahçede mu
allimler, çocuklar geziniyorlardı. Yavaş yavaş girdi, önü
ne çuha şalvarlı bir kavas dikildi. Elhamdülillah taban
casıyle yatağanı yoktu.
- Ne istiyorsun?
- Müdür Beyi göreceğim.
- Sen kimsin?
Efruz Bey'e bu kaba istintak dokundu. Acaba onu mil
liyetperver bir maarif müfettişi mi zannetmişti? Bu zan
nı düzeltmek lazım geliyordu:
- Ben Efruz Bey'im.
-
• • • • • .ı
- Evet.
- Kendisine haber verelim.
Zavallı Efruz Bey kırk dakikadan fazla bekledi. Ço
cuklar derse girdiler. Nihayet kavas (4) geldi. Deminki
muamelesinin aksine, çok nazikleşmişti:
- Buyurunuz efendimiz, müdür beyefendi sizi bekli
yorlar.
- Haydi.
Efruz Bey kavasla yürüdü. Bu ani tahavvülün mana
sını bir türlü bulamıyordu. İçinden «Bütün insanlar ayrı
- BuyurunuZ.· .
- Bendeni� ' Avrupa'ya tahsile gidiyorum. Ne. okuya·
, yım? ·
_. Ne okuı:iıak istiyorsunuz?
- Daha bir . şey tasai'lflmadırtı. Yaşını otuıa. yakın.
. Öyle bir tahsil istiyorum ki, gayet ·kolay ols.un, - kisa ol
'sun. Hatta ...
- Hatta?
- Kitap bile olınasın. Şöyle, şifaht bir ilim! Zira göz-
lerim artık yoruldu.
� · · ··· �
maz?
·
- Resme. . . .
- Estetik (9} .
- Maliye nazın değilim ya . . .
- Ne demek?
- Öyle ya, estetikle maliye nazırlığı uğraşmalı. Bi-
zim ne vazifemiz?
Efruz Bey yine bir şey anlamıyordu. Bediiyat ile ma
liye nazırları niçin uğraşsın?
- Fakat anlamıyorum.
- Canım, şunu bunu rakamlarla cemedip rakam ne-
ticeler çıkarmak değil mi, bizim ne vazifemiz?
Efruz Bey:
- Bu ne?
Diye sordu.
- «Ameli adalet» mi?
- Evet.
- Gayet tabii bir şey. Yani hakiki adaletin ta kendisi.
- Aman, izah ediniz.
Müdür Bey:
- Başüstüne, diye başladı. İnsanlar tabiati bozarak
hayatı hafifleştirdikleri için kendi felaketlerini elleriyle
hazırlamışlardır. Mesela «hak, adalet» gibi tabirler uyd\lr
muşlar, yaşayışın revişindeki (10) ahengi bozmaya kalk
mışlardır. Sözde mücerret bir hak varmış. Asırlardan be
ri onu ararlar! Asırlar içinde Nasrettin Hoca'dan başka
«hak»kı anlayan gelmemiştir.
- O, nasıl anlamış?
- Hikayesini bilmiyor musunuz?
- Hayır.
- Bir gün Nasrettin Hoca, yolda birkaç çocuğun kav-
ga ettiklerini görmüş.
- Ey?
- «Niçin dövüşüyorsunuz?:ı> diye sormuş; çocuklar da-
«Şuradan ceviz topladık. Pay edemiyoruz.» demişler. Ho
ca: «Ben size pay edeyim mi?» diye sormuş. «Et» demi�
ler. Fakat Hoca çocuklara tekrar, «Hakça mı, kulca mı
pay edeyim?» diye sormuş. Çocuklar düşünmüşler, hak
ça pay edilmesini istemişler. Nasrettin 'Hoca rasgele ki
mine bir, kimine üç, kimine beş ceviz vermiş. Geri ka
lanını da · kendi heybesine doldurmuş.
- Sonra!
- Sonra çocuklar: «Bu nasıl pay, Hoca?» diye şaşır-
mışlar. Hoca: «Hakça pay buna derler. Rasgele! Kimine
az, kimine çok, kimine hiç . . . »
- Ey sonra?
- İşte bu kadar . . . Yani müsavat hulyasının in�anla-
bıktık.
- Ben onlara şimdi gösteririm.
Dedi. Sonra tekrar muallime emir verdi:
- Sen git, bana muslukların civarında dolaşan «mec- ·
cani»lerden iki tane yakala, getir.
- Başüstüne!
Muallim çıkınca, müdür çocuklara, kapının dışansınd'a
adalete muntazır bulunmalarını söyledi. Odada yalnız ka
lınca, Efruz Bey'e döndü:
- Tam tesadüf! İşte size ameli adaleti göstereceğim.
- Nasıl?
- Göreceksiniz. Sabredin.
- «Meccani»ler kimler?
- Maarif yüzde yirmi talebeyi ücretsiz okutmamızı
AÇIK HAVA MEKTEB1 149
- Söyle öyleyse . . .
- Geçiyordum.
- Geçecek başka yer yok muydu?
kabahatlilere:
- Gördünüz ya. . . Bir daha yaramazlık ederseniz, si
zi de böyle döverim.
Dedi. Muallimler onlar da çıktıktan sonra tekrar ya
zıhanesinin başına oturdu. Hala soluyordu. Efruz Bey şa
şırmış, bembeyaz kesilmişti. Kabahatsiz çocukların acıklı
feryatları onu müteessir etmişti. Dayanamadı:
- Bu «ameli adaleb hiç bir şeye benzemiyor.
Dedi.
- Ne diyorsunuz?
- Evet, hiç bir şeye benzemiyor.
- Siz azizim Efruz Bey, nazariyatçısınız.
- Haşa . . .
Efruz Bey «nazariyatçı> ithamına çok kızardı.
- Evet, nazariyatçısınız.
- Niçin?
- Çünkü ameli kaidelere akıl erdiremiyorsunuz.
- İzah edin, rica ederim.
- Şimdi. ben «meccani»lerden birini dövdüm. Pekala!
Farzediniz ki, onlar kavga etmişler. . .
- Farz olur mu ya?
AÇIK HAVA :MEKTEBİ 151
- Evet, ne duruyoruz?
- Bizim gibi ameli irikılapçılara bu miskinlik yakış-
maz.
Efruz Bey başını scı.lladı:
- Doğru, yakışmaz.
- O halde ne duruyoruz?
- Ne duruyoruz?
- Yarından tezi yok. Hemen Aç1k - Hava Mektebini
hu memlekette tesis edelim.
-· Edelim . . .
- Hazırlığa falan . . .
- Ne lüzum var, ·. ne vakit.
- Fakat . . .
- Ç'ocukların anası babası duyarsa ihtimal razı ol-
mazlar
- Ya ne yapalım?
- Sanki bir tenezzühe {11) çıkıyormuşuz gibi kalkar,
buradan gideriz. Bir daha gelmeyiz. Bizi kırlarda kim ara
yıp, ki.m bulacak?
- Fakat. . .
- Fakati, makati yok. . .
Diye Efruz Bey, Müdürün bütün tereddütlerini gev
şetti. Hademeye falan da lüzum yoktu. Meccaniler hade
melik edeceklerdi. Tedris ücretlerine gelince, kırda, Açık
Hava Mektebinde tesis olunacak çiftliğin varidatı milyon
ları bulacaktı. İhtimal talebeler aldıklan yüksek yevmi
yeleri ailelerine gönderebileceklerdi. Efruz Bey zengin ha
yalinden Açık Hava Mektebinin karlanna dair tafsilat
verdikçe müdürün küçücük, dar muhayyileciği genişliyor,
kocaman bir göl olu:Yordu.
Saatlerin geçtiğini duymadılar. Masanın başına otur
dular. ' Planlar çizdiler. Yann sabah çocuklar, bir günlük
yemekleriyle beraber mektebe g�k�eklerdi.
Sonra erkenden Köprü'ye gidecekler, vap4rla Haydar-
- Şaka . . .
- Şaka söylüyorsunuz!
Diye haykırışıyorlardı. Müdür Bey uzun uzadıya, iza
hat vererek hepsini inandırdı. Mektep yeni terbiye usul
lerini kabul ediyordu. Bu yeni usul hayat içindi. Hayatta
kitabın ehemmiyeti yoktu. Kalkan yalnız kitap, yalnız
okuyup yazmak, yalnız ezberlemek değildi . . . Başka . . .
Çocuklar, tekrar:
- Ne? Ne? l'.lfüdür Bey, ne?
Diye bağrıştılar.
- Evet, Efruz Bey'in sayesinde mektepten «ceza» da
kalkacak, herkes müsavi. Mesela ben de sizin gibi olaca
ğım. Artık bana selam vermeye mecbur değilsiniz. Hepi
miz müsaviyiz. Muallimler size karışamayacak. Size kim
se karışamayacak. Hatta ananız, babanız bile . . . İstediği
nizi yapacaksınız . . .
160 EFRUZ BEY
· · ··· · · · · · · · · · · · · · ııt
döndü:
Ö.S. IX - F : 11
162 EFRUZ BEY
- Fakat . . .
*
...� ..•.
elde edebilir?
164 EFRUZ BEY
T. A.
GAYET BÜYÜK BİR ADAM
. BİRİNCİ KISIM
Hürriyet (1) ilan oldunduğu vakit ben İzmir'de idim.
El şakırtıları, allı yeşiili bayrak dalgaları, birbiri üstüne
binerek «yaşasın, yaşasın!» diye haykıran şuursuz halkın
içinde beni arkadaşlarım buldular:
( 1) 1908 Meşrutiyeti.
168 EFRUZ :BEY
- Eyy, para?
- Allah kerim!
Onlar da yanımdan geçtiler. Ve Mısır Oteli'nin (3) iş
kembeci dükkanına girdiklerini görünce, karnımın acıktı
ğını hatırladım. Ben de girdim. Çorbayı içtikten sonra çı
karken elimi cebime soktum. Ancak bir çeyrek bulabil
dim. Ve işkembeci altı kuruş istıyordu. Sözde içine dört
yumurta fazla kırmış . . .
- Ne yapayım? Ne ·yapayım?
Diye başimı kaşıdım. Pazarlık olmazdı. Hem bu mil
li şenlik içinde bir tatsızlık yapmak, artık vücutları gö
riinmez olan polisleri yine meydana çıkarmak, benim gi
bi fazıl ve uyanık, alim ve muharrir bir gence yakışır
mıydı? Fena olduğunu bildiğim halde yalan söylemenin
faydasını inkar edemem. Aklımda ismi kalmayan bir fey�
lesof, «Yalan olmasa, dünya dönmez, yıkılır, giderdi.» di
yor. Kaşlarımı yukarı kaldırdım :
- Eyvah! diye bağırdım, çantamı düşürmüşüm. . .
Ve hemen ilave ettim:
- İçinde yedi İngiliz, dokuz Fransız, on bir Osmanlı,
hatta bir tane de Fas lirası vardı. Mührüm altından idi.
Tezgah başında hesap gören hür Osmanlılardan hiç
bir kimse hür bir kardeşinin ziyanına eseflenmedi.
- Korkma Usta, şimdi paranı vereceğim.
Diyor, çantamı kim bulursa, Fas lirasından maadası
nı kendisine hediye edeceğimi söylüyordum. HerMs ba�ı-
- Ne yaptın, ne yaptın?
- Söylediğimi anlamadın mı?
- Yoook. . .
1 - Niçin? .
Türkçe söylemiyor8un ki, babam, boyuna lü.gat pa-
· -
ralıyorsun.
- Bu Osmanlıca, ilmi lisandır. Sizin Türkçe ile spy
lenmez.
- Öyle ise sus, hiç söyleme. . . ,
Fena halde surat astı. Gözlerini öbür tarafa çevirdL
Ben sevgili vatandaşımın hatırını kırmamak için lafımı
Türkçeye tercüme ettim:
- Bak, · ne diyorum: Fener filan söndürmedim. Bila
kis binlerce fikirsiz kafada yüzbinlerce hürriyet ışığı alev
lendird:m.
- Ey, sonra buraya niye geldin?
- Yatmağa. . .
- Ben s enin odana iki müşteri yatırdım.
Hiddetlenecektim. Halbuki, iki aylık borcum vardı.
Şimdi Mesut, biraz akıllı v� fikri açik bir adam olsa, be
nim gibi, tam şöln'et ve samanın eşiğine gelmiş bir alime
böyle eşekçe m_uamele eder miydi? Feylesofluğa vurmak
'
istedim:
- Ne ise zararı yok. Başka, cahil bir adam olsa, bu
· ·
yaptığına kızardı. . .
GAYET BÜYÜK BİR ADAM 173
Gayri ihtiyari :
- Yaaa . . .
Diye ağzım açıldı. Gündüz oluyordu. Uyku gözlerim
den akıyordu. Ayaklarım titriyordu. Acaba bu kaba he
rif beı:ıim parasızlığımı yüzüme vurmak, taş mı atmak is
tiyordu.? Yine pişkinliğe vurdum. Feylesoflann avam ile
uğraşmaları ayıptı. Gülümseyerek:
- Pek uykum var, bari bana başka bir yatak göster-
sen de, bir iki saat kestirsem.
Dedim.
- Hiç boş yatağım yok.
- Ey; ben şimdi ne yapayım?
- Senin ne yapacağını ben ne bileyim?
Attık herifin münasebetsizliğine dayanamadım. İki
aylık borcumu vermeyeceğimi söyledim. Cevap olarak be
nim biıtün eşyalarımı, yatağımı, kitaplar:tımı zaptettiğini
sövlemesin mi? . . . Boğazına sarılacağım geldi. Lak�n artık
Meşrutiyet'ti. . . Böyle vahşice ve barbarca bir hareketin
benden çıkması, doğrusu gençliğe, meşrutiyete, ilme; in
saniyete leke olabilirdi. Ah, kenqimi tutmak için nasıl diş
lerimi sıktım. Gıcırdarken «çatt!:t dedi. Üst sıra dişleri.:.
min sağdan üçüncüsü kırılmasın mı? Hiddetimin dehşe
tinden kendim de korktum. Tekrar caddeye doğru kaç
maya ba'şladım. Mesut arkamdan küfürleri basıyordu.
Salepçibaşı Hanının kıraathanesine girdim. Henüz
kimse yoklu. Başımı, masanın mermerine dayadığım kol
larımın üzerine bir güzel yerleştirdim; Kulaklarım uğul
duyor. başım ağrıyordu. Evet, ben İstanbul'a gitmeliydim.
Şan, şöhret, saman beni orada bekliyordu.
AT
(6) Ölü
176 EFRUZ BEY