Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 198

ul' da doğdu.

ününde istanb
ayının son g kçe öğretmeni
t karlı bir aralık n bitirip yU:ıni yaşında tür
nde alışa madı.. .
ç:: oku.ilan erkeöğr asına bir türlü
at etmenl er od aşıyor şimdi.
0 oldu. fak mu ciz eyle y
Vl" aşık old
u, e vfendi; bir
an
ıyor. çikolatad
cô n ayrı duram en
ka ğıttan kalemde ktan k orku yor. çiçeklerd
'"'Cl alış ma gökte
vazgeçemiyor. arn aba harı seviyor.
en k yazıyor. 22
� papatyayı, yem
n yer de b
eklerd
uldu ğu dergi
si "adı yok"ta
ararke veriyor...
yıldır nefes alıp
"Her kitap cam bir şişe içinde
okyanusa bırakılmış bir mektuptur."

Cemil Meriç

Dalgalara fırlattığım bu şişe, hangi


sahilde kim tarafından bulunduysa

Kağıt kokusunu duymadan, boş bir sayfa gör­


düler mi yazmadan duramadılar. Onlar, yazarlık
vaat etmeden de sevdiler kalemi. . .
Kim mi bunlar? Tarihe kalemleriyle iz bırakan­
lar. Ünlü şairler ve yazarlar. . . Bir taraftan ilginç ha­
yat öykülerini okurken bir taraftan da edebiyatın
seyrini görebil diye, onları tarihsel bir sırayla aldık
kitaba. Aralarında seçim yaparken çok zorlandık.
Gönül hepsinden bahsetmek isterdi. Ama hepsini
birden, adında "kolay, kısa, keyifli" ibaresi olan bir
kitaba sığdırmak imkansızdı. Kendine özgü nite­
likleriyle tanınan isimleri seçmeye özen gösterdik.
Bam telimize dokunan bu isimler, yazar ol­
madan önce " insan " oldular. Kiminin açlıktan
nefesi koktu, kimi anasının kuzusuydu . . . Her bi­
rini, çocukken, aşıkken ama en çok da insanken
gördük.
Yanlarına sokulup onları daha iyi tanımaya
gayret ettik. Acıları, zaafları vardı her birinin. Biz
de onlara önce "insan" olarak bakmayı denedik.
Onları tahtlarından indirip, tahterevalliye bindir­
dik.
Bir yanımızda Mevlana, bir yanımızda Kafka
ile bir yolculuğa çıktık. Çok keyifli olan bu yolcu­
luğa belki katılmak istersin diye seni de çağırıyo­
ruz şimdi.
Gel, beraber içinden geçelim zamanın!

Seda Şener
Bahar 2008, lstanbul

"Üstün sayılan insanlara yakından bakınca


anladım ki, çoğu herkes gibi, insan... "

Montaigne
İnsan, bir gün kelimelerin gücünü fark etti. Ke­
limelerle bir dünya kurabileceğini anladı. Bir gü­
zel düzenledi bu kelimeleri. Sonra hayal gücünün
kapılarını açtı. Hayal dünyasında kaybolmamak
için dilin tüm imkanlarını yanına aldı. Velhasıl ke­
limelerden bir saray kurdu, bu saraya da "edebi­
yat" adını koydu.
Bu sarayda her şey anlatılabilirdi ama, önce
"zariflik" kapısından geçilmeliydi. Zaten bu yüz­
den sarayın adı "edeb" kökünden geliyordu. Edeb,
iyi terbiye ve nezaket demekti. İşte bu yüzden bu
"edeb"li kalem sahiplerine de "edib" dendi.
Sözün uçtuğu yazının da kaldığı bir dünyada
bu edepli edebiyatçıların satırları tarihe yazılır. Za­
man yitip gider, yıllar su gibi akıp geçer. Geriye bu
gök kubbede kalemden akan mürekkep kalır. . .
K,im dgmiş. ng dgmiş ...

Edepsizliğin başladığı yerde edebiyat biter.


(M8�m8t Ak;iP liırsoy)

Edebiyatçılar, yaşadıkları sürece hicvedilirler.


Öldükten sonra da övülürler.
(V'oltair8)

Edebiyat, iki ruh arasında bir noktadır.


(C�arl8s d8 Boss8s)

Edebi eser, anlaşılması kolay, yazması zor olan­


dır. Anlaşılması zor, yazması kolay olan değil...
(YJans c�uns)

Edebiyatın en tehlikeli düşmanları, kötü


yazarlardır.

10
D�d� l(,or�ut
Masallara karışmış bir masalcı. Ne doğduğu
yıl belli ne öldüğü yıl. Masalcı dedikse hafife alın­
masın. Bize ta yüzyıllar öncesinden haberler ge­
tirdi. En çok da Oğuz Türklerini anlattı. Neye ina­
nırlar, nasıl yaşarlar, neleri sever, nelerden kaçar­
lar; geçmişin karanlıklarında kaybolmasınlar diye
hepsini söze döktü.
Önceleri dilden dile dolaştı bu hikayeler. Çüf\­
kü o zamanlar sayfa sayfa kitaplara yazmak yerine
dilden dile anlatmak vardı. Dede Korkut da muh­
temelen bu anlatıcılardan biriydi. Ama masalların
içinden bazen bir kutsal kişi olarak, bazen de bir
bilgin olarak çıkıverirdi karşımıza.
Dili ve anlatımı o kadar sadedir ki üstünden
asırlar geçmesine rağmen anlan hala kolayca an­
layabiliyoruz. Bugüne kadar hayatta kalabilmiş on
iki hikaye bizi yüzyıllar öncesine götürüyor, cep­
lerimize öğütler doldurup geri getiriyor.

11
Öykünün özeti şöyle ...
Bir zamanlar Deli Dumrul isminde bir yaman
er varmış. Kaba gücüne güvenen bir zorba ... Kuru
bir dere yatağının üstüne bir köprü yaptırmış. Ge­
çenden otuz, geçmeyenden kırk akçe alırmış.
Köprüsünün yanına bir oba yerleşmiş. Zaman
sular seller gibi akıp giderken, bir gün obadan fer­
yatlar yükselmiş.
Deli Dumrul gidip bunun sebebini sormuş.
" Obamızda bir yiğit öldü." demişler. Bir suçlu ara­
mış. "Azrail" demişle r. . .
Deli Dumrul Azrail'e kızıp dövüşmek üzere
meydan okumuş. Bunun gerçekleşmesi için Ya­
radan'a yalvarıp yakarmış. Adı üstünde, Deli
Dumrul.
Yakarışı kabul edilen Deli Dumrul bir tören
düzenlemiş. Azrail, insan suretinde gelmiş törene.
Kavgaya tutuşmuşlar. Can alıcı melekle baş etmek
ne mümkün! Deli Dumrul alta düşmüş. Can bu,
tatlıdır. .. Kendisini bağışlaması için meleğe yal­
varmış. Azrail. "Senin yerine canını verecek birini
bul. kendini kurtar." demiş.
Deli Dumrul. önce annesine ve babasına git­
miş ama onlar canlarını vermek istememişler.
Sonra karısına gitmiş. Karısı, onsuz bu hayatın
hiçbir önemi olmadığını söylemiş ve canını ver­
meye razı olmuş.
Bunun üzerine Deli Dumrul ellerini açıp canı
gönülden yalvarmış, "Ya ikimizin canını al ya da
ikimizi de bağışla." diye. Bunun üzerine Tanrı

12
canlarını bağışlamış, her birine yüz kırk yıl ömür
vermiş. Emir beklemekte olan Azrail aleyhissela­
ma da, "Annesinin ve babasının canlarını al!" de­
miş ... Deli Dumrul ve karısı ise yüz kırk yıl yaşa­
mışlar.

tJa dami§ Dada K,or�ut . . .

� Ecel vakti ermeyince can çıkmaz.


� Yığılı malın mülkün olsa da nasibinden fazlası ­
nı yiyemezsin.
� Çıkan can geri gelmez.

Kara eşek., BaŞlr\.3 C::ıe.t\ıı vursa"


1::.a-tır olrvıcrı.; hi-uvıei:çi-:ıe ele.ise
e:.i�dİ!'""Sel"\ hal"\lf\rı Olf\rıa'2..

1�
B�y d�ba (Mö. 1)
Bir Hint bilgesi . . . Nerde doğdu, nasıl yaşadı,
ne zaman öldü bilmesek de eserleri günümüze
kadar geldi.
Sınır tanımaz ve acımasız bir hükümdarın dö­
nemiydi. Beydeba bu azgın hükümdara öğütler
vermek istedi. Onu zulümlerinden caydırmak için,
Kelile ve Dimne'yi yazdı. Kitap fabl türünden. Yani
insanlar arasındaki ibret verici olaylar, hayvanla­
rın arasında geçiyormuşçasına anlatılıyor.
Kitap, ismini içindeki bir hikayenin kahra­
manları olan iki çakaldan almış. Doğruluğu ve dü­
rüstlüğü " Kelile", yanlışlığı ve yalanı ise " Dimne"
simgeler. Eserin tamamında böyle bir ikilik vardır.
Beydeba, eserinin bir dış yüzü, bir de iç yüzü ol­
duğunu söyler. Dış yüzü, yani hayvanlar, eğlence­
lik kısmı; iç yüzü yani sözler, bilgelik kısmı. . .
Kelile ve Dimne tarih boyunca en çok okunan
ve çevrilen kitapların başında yer alıyor. Temel
konu ahlak ve siyaset. Hikayelerde ihanetler, hile­
ler, ihtiraslar, erdemler hem keyifle hem de ders
vererek anlatılıyor.

1'1
Beydeba, kelime anlamı olarak "alimlerin ba­
şı" demektir.
Musiki alanında yaptığı buluşlar sebebiyle ki­
mileri ona "musikinin mucidi" de derler.

� Akıllı bir kimse, düşmanından da akıl öğren­


meyi ihmal etmez.
� Deniz, dalgalarıyla deniz; hükümdar, yardım­
cılarıyla hükümdar olur.
� Dostluk iyi kimseler arasında çarçabuk temel­
leşir, güçlükle yıkılır.
� Yastık diye başını ateşe dayayan, yatak diye yı­
lanların üzerine yatan bir adam; emniyet ettiği
bir dostundan düşmanlık sezen bir adamdan
daha rahat uyur.
� Açık kalple konuşan düşman, içten pazarlıklı
dosttan yeğdir.

1&
öm�r Ha yyam c10218-11�1J
Ömrü boyunca ölümden sonrasını sorguladı.
Neredeyse tüm bilim alanlarıyla derinden ilgilen­
di. Bildikçe bilmediklerinin çokluğunu anladı. An­
ladıkça umutsuzluğa düştü. Düştükçe şiirler yazdı.
İranlı bir çadırcının oğlu . . . Fars medeniyetinin
yetiştirdiği en büyük bilginlerden biri sayılıyor.
Zamanının çok ötesinde bir matematik dehasıydı.
İçinden taşanları şiire akıttı. Rubai denen dört­
lüklerle bilindi. Hatta "rubainin babası" olarak
anıldı.
� Adalet evrenin ruhudur.
� Yaşamanın sırlarını bileydin ölümün sırlarını
da çözerdin.
� Dünya üç beş bilgisizin elinde . . .

Büyükse de isyanım, kötülüklerim,


Yüce Tanrı'dan umut kesmiş değilim;
Bugün sarhoş ve harap ölsem de yarın
Rahmete kavuşur elbet kemiklerim.

Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz:


İki başımız var, bir tek bedenimiz.
Ne kadar dönersem döneyim çevrende:
Er geç baş başa verecek değil miyiz?

D
fgr'ldüddm-i Attar (1120-11�21)
Babası ilaç ve güzel kokular satardı. Bu işi ya­
panlara da "attar" denirdi. Çocukluğunu babası­
nın yanında attarlık öğrenerek geçiren Feridüd­
din, işinden arta kalan vakitlerde büyük alimlerin
yazdıklarını okurdu.
Bir gün bir derviş, dükkanının önünden geçer­
ken içeri bakıp bir "Ah!" çekti. Feridüddin-i Attar
ona, neden baktığını ve niçin ah çektiğini sordu.
Derviş: " Benim yüküm hafif. Dünyada hırkamdan
başka bir şeyim yok. Bu dünya pazarından kolay­
ca geçerim. Fakat sen bu kadar ağır yükle kendi
başının çaresine nasıl bakarsın?" dedi. Attar ona,
"Bu dünyadan nasıl geçip gidersin?" diye sordu.
Derviş de: " Hırkayı sırtımdan çıkarır, başıma yas­
tık yaparım, canımı Hakk'a teslim ederim." deme­
siyle birlikte hırkasını çıkardı ve başının altına
koydu, orada canını teslim etti. Feridüddin- i Attar
bu olaydan çok etkilendi. Zaten dinini öğrenme
arzusuyla doluydu. O günden sonra varını yoğunu
sadaka olarak dağıttı. Ömrünün geri kalanını ilim,
irfan öğrenmekle geçirdi.
Hayatına hem öğrenip hem de yazarak devam
etti. Ömrü boyunca iman ve ahlak temalarını an­
lamaya ve anlatmaya çalıştı. lnanç ve ırk ayrımı

18
gözetmeyen insan sevgisi kitaplarının her satırına
sindi. Batı' dan ve Doğu'dan birçok yazar onun et­
kisinde kaldı.
Mevlana daha on yaşlarındayken babasıyla
Nişabur'a gittiğinde Attar ile görüşmüştü. Feri­
düddin- i Attar, Mevlana'yı görür görmez onun
dehasını fark etti ve babasına müjdeledi. Mevlana
da onu, ilk üstadı olarak kabul etti. Üstadının ken­
disine ithaf ettiği kitap olan Esrarname'yi hayatı
boyunca yanından ayırmadı. Ve onun hakkında
şöyle dedi: "Attar, aşkın yedi şehrini gezdi de, biz
ancak bir sokağının dönemecindeyiz!"

Feridüddin-i Attar, Moğol istilasında bir Mo­


ğol askerine esir düştü. Halk, askere, "Bu ihtiyarı
öldürmekten vazgeçersen sana bin altın veririz."
dedi. Fakat Attar ona, "Sakın beni bu fiyata satma,
çünkü kanımın değeri bu değildir. " dedi. Asker de
satmaktan vazgeçti. Bir süre sonra başka biri geldi
ve askere, "Onu öldürmekten vazgeçersen sana
bir torba saman veririm. " dedi. Attar: "İşte beni
şimdi sat. Çünkü esas değerimi buldum. " dedi.
Moğol askeri bu sözlere çok sinirlendi.
Bu öfkeyle Feridüddln-i Attar'ı
acımasızca öldürdü ...

1.Ş
tJg dgmiş Fgr11d üddm-i Attar.. .

� Verdiği öğüdü biraz tutan, bunu başkalarına


da dinletebilir.
� Allah'ı unuttuğun an, yoldaşın şeytan olur.
� Çok yemek, hastalık mayasıdır.
� Tane, toprağa düştüğü için el üstünde gezdiri­
lir; başak baş çektiği için ayaklar altında ezilir.
� Dost kötü günde belli olur. lyi günde binlerce­
si bulunur.

20
Bir yerlerde duyduğun küçük bir hikayede ya
da güzel bir sözde rastlayabilirsin ona. Kimi za­
man bu yazıların altında onun adını bile bula­
mazsın. Fakat bu hikayelerin çıktığı iki kaynak,
Bostan ve Gülistan, tüm dünya kütüphanelerinin
raflarında bulunuyor.
Kısaca "Sadi " adını kullanan İranlı bilge; öm­
rünü ilim öğrenmekle, talebe yetiştirmekle ve in­
sanlara doğru yolu göstermekle geçirdi.

� İki şey hayatımızı karartır: Susacakken konuş­


mak, konuşacakken susmak. . .
� Sormaz ki bilsin, sorsa bilirdi. Bilmez ki sor­
sun, bilse sorardı.
� Sevgisiz bakınca Yusuf bile çirkindir. Şeytana
aşkla bakınca onu melek sanırsın.
� Ben sana denize açılma demiyorum, açılacak
olursan tufana bile katlan, diyorum.

21
Kalbi dünyaya sığmayan, okyanuslar kadar
sevgi dağıtan, yine doymayan . . . Fikri ile zikri ara­
sında boşluk olmadan yaşayan benzersiz bir şair
ve yol gösterici bir düşünür. . .
İçi dışına da yansımış olmalı ki; onu gören
a..Iimler, içinden çıkan aşk ateşini alnında fark et­
mişler. Ruhu kabına sığamayıp dışarı taşmış son­
suzluktan bir nefes . . .
Mevlana, hikmetli sözleri ve gizli sırları kale­
miyle açarken sık sık hikayelere başvurur. Hikaye­
lerin arasında başka konulara girip sonra sezdir­
meden başladığı hikayeye geri döner.
Fikirlerini anlaşılır kılsın diye ayet ve hadisler­
den bolca yararlanır. Hallerini dizelere dökerken,
hem kelime hem de mana ustalığı yapar. Bunların
yanında okuyanları eğitmeyi ihmal etmez.
Mevlana'nın şiir anlayışında; kelimelerin yeni
anlamlar kazanması, teşbih ve mecazların farklı­
laşması, gönüldeki duyuşların öne çıkması şiire
kalıcılık kazandırmıştır.
Bugün tüm dünyanın tanıdığı ve Batı'da ' Ru­
mi' adıyla bilinen Mevlana'nın 800. doğum yılı
olan 2007 yılı, UNESCO tarafından 'Dünya Mevla­
na Yılı' olarak ilan edilmiştir.
� Nice insanlar gördüm, üzerlerinde elbise yok.
Nice elbiseler gördüm, içlerinde insan yok . . .

� Nasıl olur d a deniz, köpeğin ağzından pisle­


nir . . . Nasıl olur da güneş üflemekle söner.. .

� Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde ara­


mayınız! Bizim mezarımız ariflerin gönüllerin­
dedir.

Mevlana ile bir talebesi yolda yürürken, yol ke­


narında birkaç köpeğin sarmaş dolaş uyudukları­
nı görürler. Talebesi:
"Güzel bir kardeşlik örneği" der. "Keşke insan­
lar da bundan ibret alsalar. .. "

Mevlana, tebessüm ederek karşılık verir:


"Aralarına bir kemik atıver de gör bakalım kar­
deşliklerini!"
Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol!
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol!
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol!
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol!
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol!
Hoşgörürlükte deniz gibi ol!
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!
tJasr�ddin Hoca c12og-1282ıJ

Hiçbir sözün altında kalmayan bir hazırce­


vap ... 800 yılı deviren bir dil cambazı . . .
Bir filozoftur aslında. Güldürürken düşündü­
rür, düşündürürken doğru yolu buldurur. Bir
mizah fıkracısı olarak kabul edilir. Oysa hikmet­
lerle dolu sözleri insanlığı derin uykusundan
uyandırır. . .
İnsanlara yaşama sevgisi aşılarken toplumda
gördüğü bozuklukları da eleştirmekten geri dur­
maz. Eleştirirken kimseyi kırmayacak kadar zekidir.
Bir efsane gibi akıllarda yer etmiştir. Oysaki o
fıkraları kadar gerçektir. Derdini uzun uzun anlat­
maz. Heybesinde muhakkak kısa ve hikmet dolu
bir söz bulunur. Şimdilerde dillerde dolaşan bir­
çok fıkra ise sonradan türemiş ona ait olanları
ayırmak epey güçleşmiştir.

Komşusu, Nasreddin Hoca'ya:


"Hocam " demiş, "Neydi sizin evdeki o gürül­
tü? Dün gece evinizin önünden geçerken sizin
merdivenden gümbür gümbür bir şeyin yuvarlan­
dığını duydum. "
"Hiç canım" demiş Hoca, " hanım benim cüb­
beyi merdivenden aşağı attı da ... "
"Amma yaptın be Hocam. Cübbe o kadar gü­
rültü çıkarır mı?" demiş meraklı komşu.
Hoca kızmış:
"Sen de amma uzattın be birader ... Ne olmuş,
içinde ben de vardım!"

-1-'İCİV
('
-Hiciv, ede&iyatta Bir ya-ı..ı tü rü dü r-. E>ir-
ıdşiyi -ıa da olayı iğneleyici sô uer"fe,ala�ı i�a­
deler1e tv1an"2-Ul'Vı yolla eleştir-rvıe� hiciv 'ja
da, �r-c=ıi adı verilir-.
işte sir- hiciv ô rrıeğı:

,... Acıtv1asıuığı ve adaletsiuiğı ile ü l"\lü Bir


hü kü rvıdar, dö r'\elll"lirı us-ta sir o-z..arıırıı
�ğırtıp kendisi i�in sif'" rvıethiye -ıa-ı..rvıasını
is-ter. Ouırı ne �pacağ ın ı şaşırır... Suttarıırı
istediğı c=ıisi sif'" şey 'ja"Z-Sa, hi� i�i,-..e sirıMi­
yor adal'\rıı Methetl'lrıelc., yaUYıasa kellesi
f' c=ıideceJc_ Us-ta m.an, hicivle yoğurduğu Bir
şiir yaur-. Say�alaf'"ca al"\lattığı şiirin son
e.ö lü Mü şö yle.dir: .
f"Sın.
'jle �3-Je
.. ..ı e ce!>l..lf'SU'"'· &ö
'Suı-t:a"'ıl\l"I sen şo "' u saıar sıl'\...aıvıf\1"18
. d" .,,.,. ara l<Oı.-...� ...
13>\r \SMıl'"\le u ...- -: . . İ" d\.,e.ce.gıM
�·

ı;.ıe.ıs . '"'- ...a"' da


,... ıll' l<I ..ı-ıauet\ A...._lı-,.("
...
d l ' set"\ \J �
l<Oı 11'"\.

Q Allah"ta" 1c.0(1<.M8?..5
Bundan 700 yıl önce, " Gelin tanış olalım, işi
kolay kılalım, sevelim sevilelim, bu dünya kimse­
ye kalmaz." dedi. Eğer Yunus'un sadece bir şiirine
uyarak yaşasaydı insanlık ne savaş kalırdı dünya­
da ne düşmanlık . . .
Yunus Emre, Anadolu' da Türkçe şiirin öncüsü
olan mutasavvıf bir halk şairi. Söylediği gibi yaşa­
dı, yaşadığı gibi şiirler söyledi. Yüzyıllardır diller­
den düşmedi. Sevgiyi bir hayat felsefesi yaptı. Gö­
nül kırmayı en büyük suç saydı. Tüm insanlığa ku­
cak açtı. Temiz bir Türkçesi vardı. "Yaratılanı Ya­
radan'dan ötürü hoş gör." dedi.
Yunus, Hakk'ı arayarak geçirdi ömrünü. Allah
için söylediği sözleri, zaman mekan dinlemeden
dünyaya yayıldı.
Yusufu kaybettim Kenan elinde
Yusuf bulunur, Kenan bulunmaz
Bu aklı fikr ile Leyla bulunmaz
Bu ne yaredir ki çare bulunmaz

Aşkın pazarında canlar satılır


Satarım canımı alan bulunmaz
Yunus öldü deyu sela verirler
Ölen beden imiş, aşıklar ölmez

g�n dost ih� dost olmu�a.m


Ben dost ile dost olmuşum,
Kimseler dost olmaz bana,
Münkirler bakar gülüşür,
Selam dahi vermez bana.

Ben dost ile dost olayım,


Canımı kurban vereyim,
Ölmezden ewel öleyim,
Dünya baki kalmaz bana.

Ben aşık-ı biçareyim,


Baştan ayağa yareyim,
Ben bir deli divaneyim,
Aklım da yar olmaz bana.

Sanırlar ki ben deliyim,


Ben dost bağı bülbülüyüm,

28
Mevla'nın kemter kuluyum,
Kimse baha saymaz bana.

Derviş Yunus nice diyem


Ben bu canı terk idem
Yan yana dosta gidem
Perde hicap olmaz bana.

� Cümleler doğrudur sen doğru isen, doğruluk


bulunmaz sen eğri isen.
� Beni bende demen, ben bende değilim; bir
ben vardır bende benden içeri.
� Bana bu ten gerekmez can gerekir. Ebedi dün­
yada iman gerekir.

O\
\\

-
Batı edebiyatının temeli olarak Yunan ve Latin
edebiyatları kabul edilir.
Yunan edebiyatında Homeros, Aiskhilos, Sop­
hokles, Euripides, Aristophanes, Heredot, Platon,
Aristoteles ve Ezop öne çıkan isimler oldular ve
birer usta kabul edildiler.
Milattan önce ikinci yüzyılda Yunan edebiyatı
sahneden çekilip yerini Latin edebiyatına bıraktı.
Latin edebiyatı da kendi içinden bazı baba
isimler çıkarttı. Cicero, Virgilius, Horatius ve Se­
neca kendi dönemlerine damgalarını vurdular.
Bu parlak dönemlerden sonra Avrupa' da yak­
laşık bin yıllık bir karanlık devir başladı. Bu dö­
nem içinde kayda değer edebiyat çalışmaları hiç
görülmedi dense yeridir.
Bu uzun sessizlik Rönesans devriyle son bul­
du. Rönesans' ın beşiği olan ltalya'da on üçüncü
yüzyılda Dante'nin sesi yükseldi. Dante'nin ilahi
Komedya ile yaptığı bu çıkış İtalyancayı bir edebi­
yat dili haline getirmeyi başardı.

�o
İtalyan ozan. Gerçek adı olan 'Durante'yi kı­
saltarak oluşturduğu Dante ismini kullandı.
Babasını pek sevmezdi. Bu yüzden kitaplarında
ondan hiç bahsetmedi. On sekizine geldiğinde
hem annesini hem de babasını kaybetmişti. Sonra­
sında üvey annesi ve üvey kardeşleriyle yaşamak
zorunda kaldı.
Talihsizlikler sonucu iyi bir eğitim alamadı,
oysa içi öğrenme tutkusuyla doluydu. Klasikleri
okuyor, ayrıca döneminin şairlerini de takip edi­
yordu. Yazma yeteneğini ilerletirken, önemli
isimlerin toplantılarını kaçırmadı, birçoğuyla ar­
kadaşlık kurdu.
Dante'nin ilham kaynağı Beatrice'di. Daha do­
kuz yaşındayken aşık olduğu bu güzel kıza hiçbir
zaman açılamadı. Bir şövalyeyle evlenen Beatrice,
evlendikten iki yıl sonra henüz yirmi dört yaşın­
dayken hayata gözlerini yumdu. Bu aşk, bu ölüm
Dante'nin kalemini çok etkiledi.
Dante'nin en bilinen eseri, ahirete yapılan bir
yolculuğu anlattığı llahi Komedya' dır.
Eserin orijinal adı, La Divina Commedia.
Bu eser Cehennem, Arafve Cennet isimlerinde
üç ciltten oluşur.

�1
� Cehennemin en kızgın ateşi, ahlaki bir çöküş
yaşandığı zamanlarda tepkisizliğini muhafaza
edenleri yakacaktır.
� Zamanın kaybolduğunu bilenler, en çok üzün­
tü duyanlardır.
� Sefalet içinde iken mutlu günleri hatırlamak
kadar acı bir şey yoktur.
� İnanma insanların samimiyetine, menfaatleri
için gelirler dize . . .
Ölümlerde, doğumlarda, yedisinde, kırkında,
pek çok vesilelerle okunan, okutulan meşhur
Mevlid'in şairi . . .
Süleyman Çelebi, Orhan Gazi döneminde Bur­
sa'da doğmuştur.
Söylenceye göre, bir gün İranlı bir vaizin "Mu­
hammed'in diğer peygamberlerden bir farkı yok­
tur." demesi üzerine yüzyıllar boyu dillerde olan
Mevlid1 yazdı. Eserin gerçek adı, Vesiletü 'n Necartı.
"Kurtuluş vesilesi" manasına gelen Mevlid, üç
yüze yakın beyitten oluşur ve mesnevi türünde bir
şiirdir.
Maaşı verilmeyince bir "şikayetname" yazdı.
"Selam verdim rüşvet değildir diye almadılar. " di­
zesiyle başlayan şiirde, yapılan yolsuzlukları yaz­
dı. Mecnun'un aşkını bile beğenmedi. "Asıl aşık
benim, Mecnun'un sadece adı var" dedi. Sanki şi­
irler söylemek için dünyaya gelmişti. Aldığı iyi eği-

timi de şiir için kullandı. Çünkü ona göre ilimsiz
şiir, temelsiz duvar gibiydi.
Asıl adı Mehmet ... Kendi şiirlerinin başkalarıy­
la karışmaması için bir takma ad aradı. Kimse kul­
lanmaz diye "gereksiz" anlamına gelen "Fuzuli"
mahlasını kullandı. Üç dilde şiirler yazdı. Türkçe­
yi, Arapçayı ve Farsçayı alasıyla biliyordu.
"Gerçek varlık Allah'tır, ona ulaşmanın yolu da
sevgiden geçer." dedi. Hatta ona göre evrende ne
varsa sevgiydi, gerisi ancak boş sözdü ...
Şiiri, yalnız şiir olsun diye söylemedi. Varlık
görüşünü şiirleriyle koydu ortaya. Baskıdan, iki
yüzlülükten ve bilgisizlikten ömür boyu kaçtı.
Ona göre dünya, bir alışveriş yeriydi ve herkes
elindekini ortaya dökerdi. Kimi altın, gümüş ser­
gilerken o; erdemini, bilgisini, sözünü döktü orta­
ya. Doğduğu topraklarda, Kerbela'da gözünü
yumdu dünyaya.
� Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.
� Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib,
Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır.
� Bende Mecnun'dan füzun aşıklık istidadı var,
Aşık-ı sadık benim, Mecnun'un ancak adı var.
� Ne yanar kimse bana ateşi dilden özge,
Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı.
Henüz on sekiz yaşındayken ünlü bir şair ola­
rak anılmaya başladı. Ona "Şairlerin Sultanı" de­
diler. Osmanlı'nın en güzel zamanında, padişah­
ların da en muhteşeminin devrinde yaşadı. Muh­
teşem Siileyman'ın ölümünün ardından yazdığı
mersiye ile ününe ün kattı.
Önceleri ailesinden gizli medreseye giderdi. Aile­
si, onu vazgeçiremeyince eğitimine devam etmesine
izin verdi. O büyürken şiire olan ilgisi de gitgide arttı.
Büyük şairlerle tanıştı. Kısa sürede kendini gösterdi.
Şiirde o kadar ilerledi ki herkes tarafından ku­
sursuz kabul ediliyordu. Dönemindeki şairlerden
çok farklı olan Baki, devrine damgasını vurmayı
başardı ve "Sultanü'ş Şüera" yani şairlerin sultanı
sıfatıyla anıldı. Herkes Allah aşkından bahseder­
ken o sevgilisine gazeller dizerdi.
Çoğu zaman espriliydi ve dedikoduyu severdi.
Onunla hiç bağdaşmıyor gibi gözükse de devlet iş­
lerinde bulundu. Özgürlük düşkünü bir adamdı.
Dünyanın geçiciliğinden yakındı hep ama oku­
yanları aşka, şaraba çağırdı. Tezatlarıyla anlaşıla­
masa da fani alemde adı baki kaldı.
tJ� d�miş eak,i . . .

� Saltanat tacını giyen alemde mağdur olmasun;


Nice sultan kürkün almıştır beyim bad-ı hazan
� Üç çeşit dost vardır: Birincisi gıda gibidir, onu
her gün ararsın. İkincisi ilaç gibidir, onu ihti­
yaç duyduğunda ararsın. Üçüncüsü hastalık
gibidir, o seni arar bulur.

CİNAS
'fa"Z-rlrŞlan a'Y\ı af\'ıa ar"\Jaf\'ılan �aı1c.lr
olan kelirvıe.leri Bir- ar-ada kullaf'\111'\a
sana-trdrr-
Hep rahat içinde yaşadı, keyfine düşkün bir
adamdı. Bir dönem babasının izinden giderek si­
yasetle ilgilendi. Fakat daha sonra bu uğraşlarını
bırakıp babasından kalan çiftliğe yerleşti. Hayatı­
nın çoğunu kütüphanesinde okuyarak ve yazarak
geçirdi. Kütüphane duvarına şöyle yazdı:
"157 1 yılı: Michel de Montaigne, otuz sekiz ya­
şında. Doğum yıldönümünden bir gün önce;
meclisteki kulluğundan ve memuriyetinden bık­
mış; fakat sapasağlam olarak kitapları arasına dö­
nüyor ve geri kalan günlerini orada, sessizlik için­
de geçirmeye karar veriyor. "
Montaigne'i diğer yazarlardan ayıran en
önemli şey, yazılarında "ben" diye konuşuyor ol­
masıydı. Sadece kendinden söz ediyor ve dünyaya
kendince bakıyordu.
Kitabının adını Denemeler koyarken yeni bir
türün isim babası olduğunu muhtemelen bilmi­
yordu. Bu kitabı yaklaşık yirmi yılda tamamladı.
Kitapta akla gelebilecek her konuda fikirlerini
söyledi. Sade bir dil kullandı.
Montaigne; kendini dikkatle gözlemler, en giz­
li hallerini yakalamak için çaba sarf ederdi. Hatta
hayatının bütün hazları gibi uykusuna da pek
düşkün olduğu halde, kendi kendini uyur ve rüya
görür halde yakalamak için uşaklarına gece onu
birdenbire uyandırmalarını tembih ederdi.

� Hayatın değeri uzun yaşanmasında değil, iyi


yaşanmasındadır.
� Kral da, dilenci de aynı iştahla acıkırlar.
� Acıyı acıyla gidermeyi sevmem. Karnınız ağrı­
yor diye kendinizi yemek keyfinden yoksun et­
tiniz mi derdiniz birken iki olmuş olur.
� Bir kapıyı itmeden açık olup olmadığını anla­
yamazsın.
� Ölümün bizi nerde beklediği belli değil, iyisi
mi biz onu her yerde bekleyelim.

DENEME
Denervıe, jauınr\ e.elli Bir- kOr\uda
e:.örü şıer-ir\İ kısa Biçirvıde al\fa-t-tı ı ğ
edeBi�a-t -tü. rü dü. r-. 'f auır- ı.:.irvıseje
Bir- şej kar\ttlarvıaja çalışrvıa-ı.. "Ber\"
dije e.aşlaj8r\ cü. rvılefer- var-dır-, çü r\kü.
e.ur\lar- jalr\rz.ca jauınr\ �ikiı1er-idir­
Tü. r-ı.:. edeBi j8-t lr\a der\ervıe -tü. -
rü, Ba-tı edeBİj8-tlanr\lr\ e-t­
kisijle Tar\"2-İl'V\a-t'-tar\ sor\r-a
e:.ir-rvıiş ve Cu.rW-.ur-ije-t'-ter\
sor\r-a e:.elişrvıiştir-.
Madrid'de yoksul bir ailenin yedi çocuğundan
biri olarak geldi dünyaya. Düzenli bir eğitim alama­
yıp eğitimini kendi kendine tamamlayanlardan ...
Hayatı boyunca çalışabileceği düzenli bir iş
aramasına rağmen bulamadı.
Bu arayış içinde bir gün bir kavgaya karışıp, bi­
rini yaraladı. Cezası, sağ elinin kesilmesi ve on yıl
sürgündü. Cervantes, bu cezadan kaçıp İtalya'ya
gitti. Orada Haçlı Seferleri'ne katıldı ve lnebah­
tı'da Türklerle savaştı. Sağ elini ona bağışlayan ka­
der sol elini bu savaş esnasında bir gülleyle aldı.
Osmanlı'ya esir düştü. Bu dönemde lslamiyet'ten
ve Türklerden çokça etkilendi. Bu beş yıllık esare­
tinin ardından fidye karşılığında yurduna döndü.
O, "Tek Kollu Cervantes" idi artık. Sağ elini
kurtarmıştı ama sol kolunu kaybetmişti. Eğer yur­
dundaki cezadan kaçmasaydı; sağ eli olmayaca­
ğından, belki de hiç yazamayacaktı.
Ülkesindeki yeni yaşamına bir memur olarak
başladı ama bu işi de uzun soluklu olmadı. Yol­
suzluk suçlamasıyla hapse atıldı. Bu hapis süreci,
roman türünün ilk örneği sayılan Don Kişot'u or­
taya çıkarmasını sağladı.

'ıO
Don K,işot
Don Kişot, kimi zaman yel değirmenleriyle, ki­
mi zaman makinelerle savaşır. Gördüğü her nes­
neyi kitaplarda okuyup bellediği düşmanlarına
benzetir. "Ben Tanrı tarafından gönderildim ve
adalet için savaşıyorum. " der. Herkes ona bir "de­
li" gözüyle bakar.
Bu roman, okuyanlara masal tadını verse de,
yatmadan önce okuduğumuz masallara benze­
mez. Don Kişot'a bir "kaçık" olarak baksak da; o,
aslında değerlerin yitip gitmesine karşı haykır­
maktadır. Ayrıca "insani" uğraşları bir kenara bı­
rakıp günlerini eğlenceyle geçiren soylulara karşı
da acımasızdır.
Cervantes, bu kitapta çağımızı yüzyıllar önce­
sinden sezmiş ve inceden alaya almış gibidir. Ha­
la keyifle okunuyor olmasının bir nedeni de bu­
dur belki. . .

2ı1
� Eldeki serçe uçan turnadan iyidir.
� Zamanın unutturamayacağı anı, ölümün sile­
meyeceği acı yoktur.
� Borcunu ödememek kararıyla alışveriş yapan
için fiyatın önemi yoktur.
� Aşkın gözlükleri öyle pembedir ki; bakırı altın,
yokluğu varlık, gözdeki çapağı inci gibi gösterir.
� Kuru pantolon ile balık tutulmaz.
� Dünya edebiyatındaki ilk modern roman:
Don Kişot (Cervantes)
� Dünya edebiyatındaki ilk kadın romancı:
Afra ben
� Dünya edebiyatındaki ilk özgün çizgi roman:
New Fund
� Dünya edebiyatındaki ilk çizgi macera hikayesi:
Dick Tracy (Chester Gould)
� Dünya edebiyatındaki ilk realist roman:
Madama Bovary (Gustave Flaubert)
� Dünya edebiyatındaki ilk komedi türü yazarı:
Aristofanas

D '

btl
. it

ı
1

·'lr_,, ,'1
'L
y
N ı.

İlk ANSİKLOPEDİ
cjctopaedia
1559 -ııtında "Baste de El'\
if'"\Ô(L.(M. adı)Ca
Seu üre.ıs D\scipt
du "'iadakı 111<.
-ıa'Jıl'\lôl'\SI'\ ı:.ı-tae.�
_

a l'\SikJop edi otdugu e.ırırwıe.1<-te. '/ �


e.ır-
un Paul Sca
tich'dir- kı-tae.ı" adı '
daire ıçi,.de ô ğr-enMe
k' ıvıa"asıl'\a 1
c:.eırvıeı:.-tedır-. -
Elinde kuru kafa olan bir adam canlansın gö­
zünde, omuzlarında uçuşan pelerin ve bir tiyatro
sahnesinde. "Olmak ya da olmamak, işte bütün
mesele bu . . . " ilk kez, bundan 400 yıl önce söylen­
di bu sözler. . .
Dünyanın en çok sahnelenen tiyatro eserlerini
yazdı Shakespeare. Birçok usta yazar vardı ama
bir tek onun oyunları bu kadar yaşadı. Kimi za­
man komik, kimi zaman romantikti. Hep "insan"ı
anlattı . . .
Dünyaca bilinen aşklardan biri olan Romeo ve
Juliet efsanesini de bize o miras bıraktı.
Shakespea('e'ın ıvıe:ı.a(' -taşında şö -jle
�a-ı..ı-jO(': "Dos-tuJV), Tann aşkına dikka-t
e-t, BU('adakı kü ilen deŞJV)e. Taşlan da­
ğrtJV)a-ı..san Tann ko('u�cun olsur\,
aJV)JV)a keJV)ıklenJV)ı ktJV) ('aha-tsı-ı.. ede('­
se Belasır\ı Bulsun."

� Gerçek, kulübesinde hapsedilen sadık bir kö­


pektir.
� Ah! Bu kadar ok1.:1dum, bu kadar öykü ya da
destan duydum, aşkın yolu asla düz gitmiyor.
� Hiç kimse duymak istemeyen biri kadar sağır
olamaz.
� Uykumda bir kraldım, ama bir hiçim uyandı­
ğımda . . .

. ıı:.Jeri 6ılf>I Ql�iıdtf""


·tnsat'\laf" 6ıO (\.ı. ndı.J . l-.B '�
��\rJe.r da
Eğef de?jıııerse hıQ "'ö fU
c _c,�.aı..�spe&�-)
Çirkin bir kızla evlenmekten, bir de babası gibi
ömür boyu askere alınmaktan korktu, genç yaşta
gurbete gitti. Diyar diyar gezen Karacaoğlan, bir
halk şairi oldu bu gezmeler sonunda. Diğer şair­
ler, ulaşılmaz aşklardan ve güzeller güzeli sevgili­
lerden bahsederdi o zamanlar. Bizim şair ise faz­
laca gerçekçiydi, ya bir pınar başında görür de se­
verdi bir güzeli ya da ilmek ilmek halı dokurken.
Onun gönlü kimseye bağlanıp da kalmazdı; bir
gün biri, yarın öteki. Bu geçici sevdaların hepsi
için kalıcı şiirler dizerdi. Daha önce hiçbir şiirde
geçmemişse de onun şiirlerinde güzellerin isimle­
ri de geçerdi. Sevgiye de, kadına da o zamana ka­
dar olandan farklı baktı. Bunları şiirine ince bir
mizahla yansıttı.

Beni kara diye yerme,


Mev!a'm yaratmış hor görme,
Ela göze siyah sürme,
Çekilir kara değil mi?
Her yoldan gelir geçerler,
Aktan karayı seçerler,
Ağalar beyler içerler,
Kahve de kara değil mi?
Türk gezgin ve yazar. Asıl adı Mehmet'tir. 25
Mart 1 6 1 1 'de İstanbul' un U nkapanı semtinde
doğdu. Babası, saray kuyumcusuydu.
Evliya Çelebi, bir gece peygamberi rüyasında
görmüştü. Heyecandan eli ayağına dolaşmış, dili
damağına vurmuş, zangır zangır titremişti. "Şefaat
Ya Resulullah" diyeceğine "Seyahat Ya Resulullah"
deyivermişti. Uyanır uyanmaz gördüğü rüyayı
hasta yatağında olan doksan yaşındaki babasına
anlattı. Babası, "Evladım, mademki sana seyahat
emrolundu, bu dediklerimi aklından çıkarma" de­
di. . . Ve başladı saymaya: "Dünyalık nimetler için
namerde muhtaç olma, dostlarının ayağına sark­
ma, iki kişi konuşurken dinleme, davetsiz bir yere
sakın varma . . . " Babasını can kulağıyla dinleyip
yola koyuldu bizim Çelebi, ülkesinde gezmediği
yer kalmadı. Bu da ona yetmedi, Avrupa'ya yol al­
dı. . . Ülkesine dönünce memleket aşkından taşı
toprağı öptü . . . Elli yıllık seyahatin ardından, "Ye­
diğim içtiğim benim olsun, gezip gördüğümü an­
latayım." deyip meşhur Seyahatname'sini yazdı.
İçi edebiyat aşkıyla doluydu. Ne var ki aşk ka­
rın doyurmuyordu. Bir süre sefalet içinde yaşadı,
parasızlıktan eşyalarını sattığı zamanlar bile oldu.
Şanssız ve yoksul bir adamdı ve bunlar onun yaz­
ma isteğini artırıyordu. Kısa süre içinde şiirlerinin
sayısı arttı. O sıralarda bir maliye bakanı onu bün­
yesine aldı ve ona maaş bağladı. Böylece yoksul­
luk bir daha kapısını çalmadı.
La Fontaine şairliğinden çok masallarıyla ta­
nındı. Dönemindeki yazarlar onu masal yazdığı
için zaman zaman küçük gördüler. Oysaki o, ma­
sallarındaki hayvanları insanmışçasına kişileştir­
di. Bu karakterlerin ağzından kimi zaman ahlak
dersleri verdi, kimi zamansa birilerini alaya aldı
ya da incitmeden iğneledi. Beydeba' dan etkilendi.
Hatta etkilendi demek az kalır, çoğu zaman onu
taklit etti. Bu sebeple Doğu edebiyatı, La
Fontaine'nin masallarına
bazen birebir yansıdı.
� Aç bir mide dinleyemez.
� Hiç gürültü yapmayan insanlar çok tehlikeli-
dirler.
� İşçi, iş yaparken belli olur.
� Aldatıcı bir insanı aldatmak, iki katlı zevktir.
� Tanrı'ya borçlu olmak, insanlara borçlu ol-
maktan daha rahattır.

"'i a şad ığıl"\ SL' !'""-""-


lt"\da
ın<;8rl81"" �kk
e �o ..-e.
<"'O (\.A nu �ıerın ı�
en �aır.ın
rvıe.Jc,;t
�"\JM ..,.er

1l6 Cn..-t"ıne.)

Bir dala konmuştu karga cenapları;


Ağzında bir parça peynir vardı.
Sayın tilki kokuyu almış olmalı,
Ona nağme yapmaya başladı:
" -Ooo! Karga cenapları, merhaba!
Ne kadar güzelsiniz, ne kadar şirinsiniz!
Gözüm kör olsun yalanım varsa.
Tüyleriniz gibiyse sesiniz,
Sultanı sayılırsınız bütün bu ormanın."
Keyfinden aklı başından gitti bay karganın ..
Göstermek için güzel sesini
Açınca ağzını, düşürdü nevalesini.
Tilki kapıp onu dedi ki: "Efendiciğim,
Size güzel bir ders vereceğim:
Her dalkavuk bir alığın sırtından geçinir,
Bu derse de fazla olmasa gerek bir peynir."
Karga şaşkın, mahcup, biraz da geç ama
Yemin etti gayrı faka basmayacağına.
(Orhan Veli çevirisi)
Edebi akımdaki hangi yazar ne söyler?

ı<,la,sisiı..m a_k',ımındak',i yaı..a r ...


"Her şeyi mükemmel ve kuralına uygun yap­
malıyım. Sosyal çevreyi boş ver, karakterler kalıcı
olsun yeter. Seçkin bir dil kullanmalıyım, herkes
anlamasa da olur. Ne de olsa sanat, sanat için ya­
pılır, başka bir nedenden değil . . . "

R,omantiı..m a_k',ımında�i yaı..ar ...


" En iyi kural, kuralsızlıktır. Hayaller, düşler
varken aklı kim ne yapsın. Toplum düzelecekse
onu ancak biz düzeltebiliriz . . . "

�ürrga,liı..m a�ımında,k',i yaı..a r ...


"Ben akılcı olmak istemiyorum. Gerçeküstü
dünyanın düşsel sembollerini kullanmalıyım.
Mantıksal bir sıra da izlemek zorunda değilim.
Ben insanın bilincinin dışında olanlarla ilgileni­
rim. İnsanın kendini tanıması için böylece iyi bir
yol olur edebiyat. Herkes anlamak zorunda değil
beni, ben anlıyorum ya bu da bana yeter."
Parnuiı:.m a,k;ımındak;i yaı:.ar...
"Bir kuyumcu gibi titiz çalışmalıyım, ayakla­
rım da yere basmalı, hayallerle avunulmaz. Ne
varsa gerçeklikte var, benim fikrim değil gerçek­
lerdir önemli olan . . . "

�atüraliı.m a,k;ımındak;i yaı:.ar.. .


"Zaten doğa bize ne yapmamız gerektiğini
söylüyor. Kısıtlamayalım kendimizi, ne gelirse ak­
lımıza ondan bahsedelim. Hep ben, hep ben, ne­
reye kadar. Ağaç kovuğunda yetişmedik ya, so­
nuçta bize her şeyi toplum öğretti."

gsmboliı.m a,k;ımında,k;i yaı:.ar...


"Herkes tutturmuş gidiyor gerçekçilik diye. Ben
olduğu gibi anlatmamalıyım düşündüklerimi. Sem­
boller kullanmalıyım. Herhangi bir şeyin ta kendisi­
ni değil de bende bıraktığı hissi anlatmalıyım. Böy­
lece en derin duygulanmı bile yansıtabilirim."

idoaliı.m a,k;ımındak;i yaı.ar .. .


" Dünyayı düşüncelerimle yorumlarım. Bu
yüzden var olduğunu bildiğim tek şey düşüncedir.
Bir elmanın var olduğunu söyleyebilir miyim? Ha­
yır. Sadece onu gördüğümü, kokladığımı, hissetti­
ğimi söyleyebilirim."

rMaliı.m a,k;ımında,k;i yaı.ar ...


" Bir bilim adamı kadar akılcı olmalıyım. Ne
hayaller peşinde koşarak vakit kaybetmeli ne de
duygusal davranmalıyım. Gerçek neyse hiç saptır­
madan, yorumlamadan onu yazmalıyım. Süslü
püslü cümlelerle de uğraşmamalıyım."
Fütüriüm ahımındahi yaüar. . .
"Sözcüklere özgürlük istiyorum. Geçmişi red­
dediyorum, çünkü şimdiye kadar hep uyuşuk ve
durağan olmuşlar. Devir hız devri. Ben cesur ve
atak olmalıyım ... "

Dadai:bm ahımındahi ya:bar ...


"Herkesi şaşırtmalı ve sarsmalıyım. Çünkü in­
sanlık her geçen gün kötüye gidiyor. Bana öğreti­
lenlerin hepsine karşı çıkıyorum, artık mantıksız
davranma vakti. "
İçki düşkünlüğü nedeniyle titreme hastalığına
yakalandı. Bu hastalık bile onu şaraptan vazgeçi­
remedi. Zevk ve eğlencenin hüküm sürdüğü Lale
Devri'nden de farklı bir şair beklenemezdi. Devri­
ne uygun olarak hep aşktan, şaraptan, kadınlar­
dan bahsetti. Tabi bir de İstanbul' dan. O bir İstan­
bul aşığıydı.
Fuzuli nasıl aşkı en iyi anlatan şairse, Nedim
de İstanbul'u ve İstanbul aşkını en iyi anlatan şa­
irlerdendi. Şehrinin hem yerine hem göğüne duy­
duğu bu karasevda, kadınlarının her daim lstan­
bul'u kıskanmasına da neden olmuştur. Rivayet
bu ya, derler ki; Nedim bu kem gözlerden sakın­
mak için, şehrin dört bir yanında dolaşır, okuyup
üflediği muskaları, nazar boncuklarını saray avlu­
larına, ağaç diplerine ve boğazın mavi bakışlı su­
larına bırakırmış . . .
Yasaklara karşı, yeniliklere açıktı. Herkes ta­
savvuftan bahsederken o yanına bile yaklaşmadı.
Şairler hep aruzla yazarken o hece ölçüsü de de­
nedi. Şarkı diye yeni bir tür getirdi. Onu koruyan
kat keyfi yarım kaldı, çünkü korku hastalığına ya­
kalandı. Dünyayı çok sevmesine rağmen, bir isyan
sırasında korkudan damdan düşerek dünyayı terk
etti. En bilinen eseri, Nedim Divanı'dır.

Şiir ü '2.e
ri •'"'=
� 'iB2.lffVııŞ
11 ·
...ık.ıner; ....' .7..ı az. ıtar ı"
·

_,_ . .
..
cU
/Vıu "le '
de

Ke/i e
ıvı , ditiıvıiz.e � "lt . r.
C::ıe<;!fVıiŞt rarısız.ca
i r. da"

d
(,0-y._ <,'
---- il�\:- . �\'' ---
v \�0ç._W .
0-."1\ ·

B>ER..CE.SIE

Şiirlerin en qÜ 2.e.I, en etkili diz.e ya da
Boeyi-tleri"le denir. C::ıenelde -tü fVl şiir u.nu.­
-tu.lsa da 5erces-teıer 1-,ep akılda kalır.
kanuni Su.J-tan Sü le'Jl'll'lanı'ın B>ir şiirinde
C::ıe� "Oltvlaya devlet cihanda 5ir ne.tes
sıhha-t qi5i" söz.ü, 5u.na iyi 5ir örnek-tir.
Bir eser için altmış yıl çabaladı. Çabaladığına
da değdi, çünkü ömrünün son demlerinde ta­
mamladığı Faust dünyanın en iyi eserlerinden bi­
ri olarak sayıldı.
Goethe zengin bir kütüphane içinde büyüdü.
Küçük yaşında üç dil öğrendi. Yine o yaşlarda iz­
lerken çok etkilendiği tiyatrolar edebiyatla yakın­
dan ilgilenmesine sebep oldu. Romanlarının yanı
sıra etkileyici şiirler de yazdı.
Görsel olan her şeye ilgisi vardı. Bir nesneye ya
da insana asla sadece bakıp geçmezdi. Onu anla­
maya ve anlatmaya çalışırdı. Azimli bir adamdı;
başladığı her işi sonuna kadar götürdü.
"İnsanlık her şeyini Hz. Muhammed'e borçlu­
dur. " dedi. Hem çağdaşlarını hem de tüm Avru­
pa'yı hayrete düşürdü. Kitapların kitabı dediği
Kuran ile yirmi üç yaşında tanıştı. "Müslü­
man'ım" demedi ama ünlü eseri Doğu-Batı Diva­
nı'nın önsözüne " Bu kitabın yazarı, Müslüman ol­
duğunu reddetmez. " diye yazdı.
� İnsanlara oldukları gibi muamele edersek, on­
ları daha kötü kılarız. Eğer onları olmaları ge­
rektiği gibi ele alırsak, olabilecekleri kadar iyi
yaparız.
� İsteklerimiz, içimizde yatan yeteneklerimizin
bir elçisidir.
� Kimse, denemeden gününün nereye varacağı­
nı bilemez.
� Konuşmak ihtiyaç olabilir, ama susmak bir sa­
nattır...
� İnsanın bilgisi arttıkça huzursuzluğu da artar.
� Çiçeğin dikeni var diye üzüleceğine, dikenin
çiçeği var diye sevin . . .
Bütün şiirlerini bir "divan" da topladığında he­
nüz yirmi dört yaşındaydı. O yaşta divan sahibi ol­
mak, hele onunki gibi fikir derinliğine ve güzel üs­
luba sahip olmak o güne dek kimsenin erişemedi­
ği bir mutluluktu.
Bir anda yıldızı parladı. Etrafı hayranlarıyla
dolup taştı. İşte bugünlerin birinde bir sanat mec­
lisinde söz dönüp dolaşıp şair Nabi'ye geldi. Ora­
da bulunanlar Nabi'nin mesnevisini övmeye baş­
ladılar. Bu övgü o kadar ileri gitti ki konuşanlar­
dan biri, " Böyle bir mesnevi bir daha yazılamaz."
dedi. Şeyh Galip ise çok abartıldığını söyledi. Bu­
nun üzerine sordular: "Peki sen yazabilir misin?"
Gururu incinen Galip: "Evet, hem de daha güzeli­
ni." dedi. Dediğini yaptı. Altı ay içinde, Nabi'nin
Hayrabat'ını gölgede bırakan Hüsn ü Aşk'ı yazdı.
Galip Dede'nin bu kadar kısa zamanda bu ka­
dar güzel bir eser ortaya çıkarmasının altında; ru­
hundaki büyük şiir cevherinin yanı sıra, Mevlevi­
lik eğitimi yatıyordu. O, Mevlana'nın Mesnevi'sini
tam on bir kez okumuş, neredeyse ezberlemişti.
Şiirinde semboller kullanarak döneminde bir
çığır açtı. Erken yaşta eşsiz eserler verdi.
En bilinen eserleri Hüsn-ü Aşk ve Divan. Pek
çok kişi onu şu meşhur beyti ile hatırlar:
Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen.
Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen.
(Kendine iyi bak çünkü alemin özüsün sen.
Varlıkların gözbebeği olan insanoğlusun sen.)

� Mektup yaz, alışkanlıkların tazelensin.


� Vücut, ruhun bineğidir. . .
� S u uyur, düşman uyur, ayrılık hastası uyumaz.
� Şiir, mumdan kayıklarla alev denizini geçmeye
benzer.

�ib...
Ünlü şair Mayakovski ile Nazım Hikmet, Mos­
kova'daki üniversite yıllarında zaman zaman bir
araya gelerek şiir üzerine konuşur, tartışırlarmış. İş­
te bu karşılaşmaların birinde, Mayakovski sormuş:
" Nazım, sizin en ünlü şairiniz kimdir?"
Nazım Hikmet hiç duraksamadan:
"Şeyh Galip'tir." deyip onun şiirlerinden bir
örnek okumuş.
Şiirdeki zenginliğin farkına varan Mayakovski:
"Biz şiire bu kadar anlam derinliği veremiyo­
ruz. " demiş.

�o
Stendhal, onun ismi değil, mahlası. Gerçek
adı, Marie-Henri Beyle. Fransız romancı ...
Napolyon'a özendi. On yedi yaşındayken as­
ker olmak isteğiyle yandı tutuştu ve gidip orduya
yazıldı. Savaşın tek katkısı gezip gördüğü yerler
oldu. Buraları bazen kitaplarında da anlattı.
Aşık olduğu kadının peşinden Marsilya'ya gitti
ve orada uzun yıllar kaldı. Burası onun yazmaya
başladığı yer oldu. Hayatını sürdürebilmesi için
para kazanması gerekiyordu. Bunun en kolay yo­
lu da rahat bir iş olan memurluktu. Sık sık izin de
alabiliyordu. Bu izinlerinde vaktini yazmakla ge­
çirdi. Yine aldığı izinlerden birinde Paris'e gitti. iz­
ninden geri dönemedi. Bir sokak ortasında, kalp
krizi geçirdi ve teslim etti canını.
Hem açık görüşlü hem tutucu; hem taklitçi
hem özgün; hem açık yürekli hem de içe kapanık
ilginç bir kişiliğe sahipti. Bu renklerini eserlerine
de yansıttı. Kimi zaman perdenin arkasında kala­
nı da gösterdi kitaplarında. " Gerçekçilik" akımı­
nın içinde kabul edilmesi bundandır.

�1
St�ndhal S�ndromu
Stendhal, Floransa'ya gittiği bir gün çok küçük
bir mekan içinde o kadar çok sanat eseri görmüş ki
bayılıvermiş. Hemen dışarı çıkarmışlar ama dakika­
larca kendine gelememiş. Floransalı bir doktor, pek
çok turistin sanat eserlerine ve tarihi eserlere karşı
benzer tepkiler verdiğini tespit etmiş. Bu hastalığın
adını da "Stendhal Sendromu" koymuş. Böylece
edebiyattan tıp sözlüğüne bir köprü kurmuş . . .

� Aşk, eşitliği aramaz, onu kendisi oluşturur.


� Mutluluk aşkı arttırır.
� Roman, söylenmesi tamamen gereksiz pek çok
ufak şey ve işitilmesi kulağa hoş gelen pek çok
küçük yalandan ibarettir.

"-4-ler e:ı,u.n,
Hı...ar-ı c,,.elsın ve.13
e:.e.ırvıe.sın
�ırMI sert n""" ja:ı..ınrı.. •
(,S-te.!"\dıııl)
Köy kökenli bir ailenin çocuğu ... Asıl ismi Ho­
nore Balssa. Adını 'Balzac' olarak değiştirdi ve is­
mine, soyluluk ifade eden 'de' öntakısını ekledi.
Herkesin uyumak için yatağa girdiği vakitler o
uykudan kalkardı. Birkaç saat uykunun ona yete­
ceğini düşünür kalemine sarılırdı. Aslında böyle
olmayabilirdi. Bir avukat daha çok uyuyabilirdi
çünkü. Eğer babasını dinleyip de hukuk okusaydı
daha rahat bir yaşamı olurdu. Fakat o zaman da
Fransız edebiyatının dev isimlerinden biri ola­
mazdı.
tık eserleri tam bir başarısızlık örneği sayıldı.
Özgüveni ve kazanma tutkusu sayesinde, bazen
günde 14 saat çalışarak hakkında söylenenleri
tam tersine çevirdi. Arkasında bıraktığı 97 eserle,
döneminin iyi-kötü tüm gerçeklerini göz önüne
serdi. Onun edebiyatı, içinde bir tarih barındırdı.
Tüm eserlerine de bu nedenden insanlık Komed­
yası dedi.
Paraya, asalete ve kadınlara fazlasıyla düşkün­
dü. Soylular arasında bir yeri olsun istedi ve tanı-
nan bir isim olmayı başardı, yazdıkları peynir ek­
mek gibi sattı. Ama har vurup harman savurdu­
ğundan başını borçtan çıkaramadı. Kapıya gelen­
lerin alacaklı olup olmadığını anlamak için parola
sorduğu bile olurdu. Asil ama yoksul Balzac, arka­
sında haciz davaları bırakarak hayata gözlerini
yumdu.

� Bilginin efendisi olmak için çalışmanın uşağı


olmak şarttır.
� Evliliğin, her şeyi kemiren bir canavarla bıkıp
usanmadan boğuşması gerekir: Alışkanlık.
� İnsanlara kendilerini nankörlüğe mecbur ede­
cek kadar büyük hizmetlerde bulunmayınız.
� Şöhret, uzaktan güneş gibi parlak ve ısıtıcı;
yaklaştığınız zaman, bir dağ tepesi gibi soğuk­
tur.
� Altından zincirler, en ağır olan zincirlerdir.
� Zeka dünyayı yerinden oynatmaya yarayan
maniveladır.
Bir edebiyat heveslisi, yeni yazdığı bir romanın
müsveddelerini getirerek Balzac'ın fikrini öğren­
mek istemiş ... Büyük romancı kitabı okuduktan
sonra demiş ki:
"Yavrum, bu eserin kuvvetli değil. Şöhret yap­
mak için çok daha kuvvetli bir eser yazman gere­
kir. Fakat bunu da ziyan etme, sakla, meşhur ol­
duktan sonra yayınlarsın!"
Hayatının yirmi yılını bir adada yaşayarak ge­
çirdi. Bu, gönüllü bir sürgündü. Ada yaşantısı
onun için çok verimli oldu. En güzel eseri olan Se­
filleri de burada yazdı.
Fransa'nın en çalkantılı günlerinde geldi dün­
yaya. Babası, Napolyon ordusunda generaldi. So­
nınlu bir çocukluk geçirdi. Soylu çocuklarının ol­
duğu bir yerde başladı okula ve burada çok dış­
landı. Bu olayın etkisiyle hayatı boyunca soylular­
dan nefret etti.
Hukuk fakültesine başladı ama ailesi fakirle­
şince okulu bıraktı. Sonrasında kendini kitaplara
verdi. tık şiirlerini de bu yıllarda yazdı. Kraliyet
yanlısı yazdığı şiirler kral tarafından beğenildi. Ay­
lık maaşa bağlandı ve bir daha sıkıntı çekmedi.
Sanatçının özgürleşmesi gerektiğini savundu;
yepyeni duygu ve düşünceleri anlattı. Bunu en
çok yapabildiği eser, Hernani piyesiydi. Bu oyun
onun "romantizm" akımını da başarıya ulaştır­
ması demekti.
tJe demiş Victor ffuso.. .

@ Fakirlik, insanın sözde dostlarını uzaklaştırır.


� İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır.
� Yumuşak olma ezilirsin, sert olma kırılırsın.
� Az yalan söylenmez; yalan söyleyen her yalanı
söyler!
@ Herkes ölür ama herkes gerçekten yaşamaz . . .

� Öyle alçak bir kapıdır ki açlık, geçilmesi zorun­


lu oldu mu, insan artık ne kadar büyükse, o ka­
dar çok eğilir.

Victor ffuso'dan bir Şiir .. .


Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?
Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?
Sevmek için güzele mi bakmalı?
Çirkin tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı?
Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır?
Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı?
Hırsızlık; para, mal mı çalmaktır?
Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı?
Solması için gülü dalından mı koparmalı?
Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı?
Öldürmek için silah, illa ki hançer mi olmalı?
Saçlar bağ, gözler silah, gülüş kurşun olamaz mı?
Bra. '/o
Genç bir şair, saçma sapan şiirlerini Victor Hu-
go ' ya okuduktan sonra sormuş:
"Üstat, şiirlerimi nasıl buldunuz?"
Victor Hugo şu cevabı vermiş:
"Bravo! Vezinsiz, kafiyesiz ve manasız bir şey
yazmak istemiş ve bunu başarmışsın . . . "

- \"
antotrvıa . �"' ·
"'B>a.-.a �&rvıu.(V.
O)
<Vı ctor ..µıuC:::ı
Öncelikle, oyun oynama ... Kumda veya telle
oynayan bir çocuk gibi, bir tel bulup onu bükmek­
ten hoşlanan bir çocuk. Bir başka gerekçe, duvara
şeytan resmi yapmak ... Böylece bir endişeyi, bir
umutsuzluğu, bir sıkıntıyı uzaklaştırmak söz ko­
nusu olabilir. Tarih öncesinde de ressamlar kork­
tukları hayvanın resmini duvara çizerek ondan
kurtulmuşlar.
(Mu: Frisc�)

Kendimi kollamak için ... Aptalca bir soruya


aptalca bir cevap. Evet, kendimi kollamak için.
(6awrgncg Durrgll)

Çünkü on üç yaşımdan beri bir şeyin bilincin­


deydim: Ya yazar olacaktım ya da hiçbir şey.
(Hgrmann Hgssg)

Çalışamayacak kadar yorgun olduğum için ki­


tap yazıyorum. Yazmak kesinlikle 'yapmak'tan
kaçınmanın kurnazca bir yolu.
(Bgrnard 8�aw)
Doğrusunu söylemek gerekirse, ben de tam
olarak bilmiyorum. Çünkü çoğu kez, yazarın ken­
di de tam olarak bilmez bunu. Dünyanın kendin­
den en emin yazarları bile, bu soru karşısında tu­
tukluk çekerler; yanıtlarında her zaman bir belir­
sizlik, bir bulanıklık, sözün gelip dayandığı bir
noktadan sonra seslerine yerleşen bir geçiştirme
tonu vardır.

Yazıyorum çünkü gözler önüne sermek istedi­


ğim bir yalan, dikkatleri üzerine çekmek istediğim
bir olgu var, birinci amacım da sesimi duyurmak.

(�aorsa orwall)

Zengin ve ünlü olmak için . . .

(Honora da Balbac)

Çünkü Batılı, yazar; Doğulu, konuşur. . .


(Ya�ya ı<,amal Bayatlı)

Üslup diye bir şey vardır ortada. Birtakım şey­


leri söylemeyi seçti diye değil, birtakım şeyleri şu
ya da bu biçimde söylemeyi seçti diye yazar olur
insan.

İnsanım ... Kitaplar kadar insanları da okumayı


seviyorum ... Benim için her insan yeni bir dünya
demek ... Bir insanla tanışmak yeni bir kıta keşfet-
mekten daha önemli... Denemeler, öyküler yazı­
yorum ... Her bireyin dünyasında yer tutan temel
konuları konuşmak, ilgi duyanlarla duygularımı,
düşüncelerimi paylaşmak istiyorum ... Elimde fe­
ner özel insanlar arıyorum!

Okunmak için . . . Kendimi, satışa sunulmak için


imal edilmiş bir nesneyi, yani kitabı biçimlendi­
ren, evinde çalışan bir zanaatçı olarak görüyo­
rum. İçimde bir ateş yakarım, bu bana sıcaklık ve
aydınlık verir. Aynı zamanda onu etrafa yayarım
ve kitaplarımın zihinlerde ve yüreklerde oluştur­
duğu milyonlarca küçük titrek alevi gözlerim ...

(Mich�I Tourni�r)

Çünkü yazmak, onsuz yaşanamayacak bir aşk


kadar insanı sarıp, alevleriyle yakmazsa, insan
yazmaz. . .

Yazıyorum, çünkü seviyorum bu işi, çünkü bü­


yük sanatı seviyorum, ona bir ayin düzenliyorum
ve güzel sanat eserleri üretmek istiyorum. Sanat
büyük bir ahlaksal güçtür. . .

(ıri8 Murdoch)

Çünkü ben yazmazsam ölürüm!

(R,a_in�r Maria l?,il�e)

?1
Ona, "gotik edebiyatın babası" diyorlar.
Poe, çok küçük yaşta annesiz ve babasız kaldı.
Bir tüccar bu kimsesiz çocuğu yanına aldı. Onu
özel okullarda okuttu. Ama o, öğrenciyken alkol
ve kumar gibi iki illetle yaşamını alt üst etti. Ku­
mar borçları yüzünden üvey babasıyla zaten hiç­
bir zaman çok iyi olmayan arası, iyice açıldı. On
dört yaşındaki kuzeniyle evlendi. Karısını evlili­
ğinden kısa bir süre sonra kaybetti. Bu kayıpla bir­
likte ölümü ve ölümden sonrasını sorgulamaya
başladı.
Başarısız dergi girişimleriyle başlayan edebi­
yat hayatı, bir öykü yarışmasından aldığı birinci­
likle güzelleşti. Şiirleriyle ve korku hikayeleriyle
tanınan yazar, modern şiirin kurucularından sa­
yıldı. Gizem dolu hikayeleri ve şiirleri hala yaşasa
da kendisi kırk yaşında bir meyhane önünde ölü
bulundu.
· tJa damiş Poa ...

� Şiir benim içimde bir amaç değil, tutkudur.


� İnsanın içinde, modern felsefenin dikkate al­
mak istemediği bir güç vardır ve bu isimsiz güç
bilinmedikçe pek çok insani eylem açıklana­
maz...

Poe.)
<Ede.af" A11a"
C� arl�s Dic��ns c1a-12-1a-?o)
Hırpalanmış çocukların kaderini değiştiren İn­
giliz romancı. .. Hırslı ama bir o kadar da becerik­
siz bir babanın oğlu . . . Babası bir hatası yüzünden
hapse girince, daha on bir yaşındayken okulu bıra­
kıp bir boya fabrikasında çalışmak zorunda kaldı.
Burada kendi gibi onlarca çocuk tanıdı. Eğer fakir­
lik ve acılarla değil de sıcak yuvasında büyüseydi
belki de bu kadar etkili bir yazar olamayacaktı.
Dickens'in bir sonraki durağı bir avukatın yanı
oldu. Burada hızlı yazma sanatını yani stenografi­
yi öğrendi. Bu yeteneğiyle bir gazetede işe başladı.
Böylece ona yazarlık yolu açıldı. "Boz" takma adı­
nı buldu kendine ve edebiyat dünyasına ilk adım­
larını attı.
Büyük laflar eden yazarların yanında küçük
görüldüyse de yazdıklarıyla birçok çocuğun haya­
tını kurtardı. İngiliz halkının çocuklara bakışını
değiştirdi. Acılarıyla mizah yeteneğini harmanla­
yarak unutulmaz kitaplar bıraktı ardında. Gerçeği,
masalsı bir dünyanın içinde yansıtan Dickens, el­
li sekiz yaşında ölümle kucaklaştığında, halk ar­
dından şöyle dedi: "Sevgilimiz bizi terk etti."
tJ� d�miş Dick,�nB. . .

� insan hiçbir yerde kendisinden iyi dost bula­


maz.
� Büyük bir istekle kitap okuyan kişi ile yorgun­
luk gidermek için kitap okuyan kişi arasında
büyük fark vardır.
� "Amerikan beyefendisi" diye bir şey bilmiyo­
rum ben, bu iki kelimeyi birlikte kullandığım
için Tanrı beni affetsin.
� Bu dünyada bir diğerinin yükünü hafifleten
hiç kimse yararsız değildir.

'Ki.i. ÇÜ I<. şe)'lef".


>.a-ıat'"
,ıa na c.e:ti("1 f" .
tOl'laM ını rvıe
(Dıö<U\51
On adı Fyodor Mihayloviç. İçki tutkunu bir ba­
banın kumar tutkunu oğlu . . . Çok kazandığı za­
manlarda bile borç içinde kıvrandı. Genç yaşta sa­
ra hastalığına yakalandı. Ona acıdan başka bir şey
vermeyen dış dünyadan sıyrılıp derinliğini fark et­
tiği iç dünyasına kapandı. Eserlerini bu kadar kıy­
metli yapan sebeplerden biri de buydu. O, insanla­
rın birbirleriyle olan ilişkilerindense, içlerinde bü­
yüttüğü kocaman dünyalarına eğilmeyi tercih etti.
tık eseri olan lnsancıklar'ı değerlendirmesi
için ünlü bir şaire götürdü. Bu romanı iki gün için­
de soluksuz okuyan şair, gecenin dördünde Dos­
toyevski'nin kapısına dayandı. Bu vakitsiz çalınan
kapı ona ünlü bir yazar olmanın yolunu açtı. Fa­
kat birçok mutluluğu gibi bu da yarım kaldı. İdam
cezasıyla yargılandı, hapse atıldı. Hapis ve sürgün
yılları bittikten sonra, bu kez de borçları yüzün­
den ülkesinden kaçtı. Ama yaşadığı her şey ona
unutulmaz eserler yazdırdı.
Eserlerinde, bir duygu yerini ansızın tam tersi
bir duyguya bırakabilir. Delice aşık biri birden
nefretle bakar; masum olduğuna inandığınız kah-
raman gün gelir olmadık günahlara dalar; inanç­
ları peşinden koşanlar, inkarla yüz yüze gelirler.
Dostoyevski'de tüm bunlar " insan"ı anlamak
içindir.

� Her insan herkes karşısında her şeyden so­


rumludur.
� Bu dünyadaki en zor şey, kendi kendine sadık
kalmaktır.
� İnsanların birbirini tanıması için en iyi zaman,
ayrılmalarına en yakın zamandır.
� Basit adam, karmaşık adamdan daha korku
vericidir.
<il insanın ruhunu yücelten bir acı, ucuz bir mut­
luluktan evladır.

M. •
�a1a-t• �de.n l!>aşı a�e'jÖı

"'361...'"' -t\rlaf"dıM
S8'""\�erin
('[>o'\'tO'jt.V".akl )
Yalnızlık sevdalısı bir şair. . . tflah olmaz bir
melankolik . . . Ve ana kuzusu . . .
"Ben nerede değilsem orada iyi olacakmışım
gibi gelir." dedi. Kendi kopardığı bir fırtınanın
içinde yaşadı.
Çoğu kişi tarafından gelmiş geçmiş en iyi şair
olarak anıldı. Öyle bir yol açtı ki oraya uğramadan
geçen şair neredeyse kalmadı.
Tam kırk dört yer değiştirdi. Evet, hiçbir yere
ait hissedemedi kendini, ama bu yer değişiklikle­
rinin önemli bir nedeni de ödeyemediği kiralardı.
Kısacası, borçlar kovaladı, o kaçtı.
Aslında babasından iyice bir miras kalmıştı
kendisine. Fakat bir sebeple bu miras geri alındı.
Modern zamanları reddetti ama bir 'moder­
nist' olarak anıldı.
Frengi hastalığına yakalandı. Son günlerinde
hastalığı iyice ağırlaştı, bir tutkuyla bağlı olduğu
annesinin kollarında can verdi.
� Etrafımdili insanlara dehşet ve tedirginlik his­
settirdiğimde yalnızlığı ele geçirmiş olacağım.
� Hem bıçağım hem de yara, hem yanağım hem
de tokat, hem kurbanım hem de cellat, ezen ve
ezilen bu çarkta . . .
� Wagner'i severim, fakat tercih ettiğim müzik,
kuyruğu pencereye sıkışan ve kurtulmak için
camı tırmalayan kedinin çıkardığı sestir.
� Dünya, yanlış anlamalar üzerine döner.
� Her zaman bir şair ol . . . Düzyazıda bile . . .

Derdim: yeter, sakin ol, dinlen biraz artık;


Akşam olsa diyordun, işte oldu akşam,
Siyah örtülere sardı şehri karanlık;
Kimine huzur iner gökten, kimine gam.

Bırak, şehrin iğrenç kalabalığı gitsin,


Yesin kamçısını hazzın sefil cümbüşte;
Toplasın acı meyvesini nedametin
Sen gel, derdim, ver elini bana, gel şöyle.

(Sabahattin Eyüboğ/u çevirisi)


Zengin bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Çok
küçük yaşlarında önce annesini, sonra babasını
kaybetti. Çocukluğundan beri gerçekleri incele­
meye karşı büyük bir ilgisi vardı.
Haksızlık ve çıkarcılığın kol gezdiği bir dönem­
de, Rusya'da omuzlarına ağır bir yük aldı. Uyutul­
muş vicdanları uyandırdı.
Kalemi o kadar güçlüydü ki edebiyat tarihine
ismini altın harflerle yazdırdı. Seçtiği karakterle­
rin gerçekliği ve çeşitliliği herkesi şaşırttı. Savaş ve
Barış romanında birbirinden çok farklı 600 civa­
rında karakter ortaya koyarak yazarlık dehasını
tüm dünyaya sergilemiş oldu.
Kilise tarafından dinden çıkarıldı. Hayatının
son dönemlerinde Müslümanlığa yalcın durdu.
Gerçekçi edebiyatın en büyük temsilcilerinden
olduğu kadar, bir filozof ve bir eğitimci olarak da
ün kazanmıştır.

80
�g dgmiş Tolstoy ...

® Bir insanı bulunduğu mevki ile değil, göz koy­


duğu mevki ile ölçmek gerekir.
® İktidar, ancak onu eğilip alabilme cesaretini
gösterenlere verilir.
® Nasıl kafa sayısı kadar düşünce varsa, kalp sa­
yısı kadar da sevgi çeşidi vardır.
� Bunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da benim
için Muhammedilik; Haça tapmaktan, Hıristi­
yanlıktan mukayese edilemeyecek kadar yük­
sekte duruyor. Eğer insan, seçme hakkına sahip
olsaydı, aklı başında olan her bir insan, şüphe
ve tereddüt etmeden Muhammediliği yani tek
Allah'ı ve onun Peygamberini kabul ederdi.
® Bütün mutlu aileler birbirlerine benzerler, her
mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzlu­
ğu vardır.
® Biz hem kurtların doymasını hem de koyunla­
rın sağ kalmasını istiyoruz.

dff" lı:.ı ,
�o 1e. h0("01la('
vaf'
e:;.ı.J. ne.şın
ö -ttü lc.Jll!.l""I ı�\n,
do!jd'°'9"" " '°"'nar ·

81
Amerikalı yazar. Asıl adı, Samuel Langhorne
Clemens. Ama herkes onu takma adı olan Mark
Twain ile tanıdı. Bu isim, aslında bir denizcilik te­
rimiydi ve Mississippi nehri üzerinde seyreden
gemilerde denizcilerin nehrin derinliğini ölçmek
için kullandıkları bir deyimden gelmekteydi.
Babası ölünce okuldan ayrılıp çalışmak zo­
runda kaldı. Çok çeşitli işlerde çalıştı, fakat o en
çok kaptanlığı sevdi. Bu adı kullanması boşuna
değildi. Onu yazmaya sevk eden işi ise gazetecilik
oldu.
İyi bir mizah yazarı . . . tık kitabı ona büyük şöh­
ret getirdi. Bu yönüyle Amerikalılar onu çok sevdi­
ler. Şahsını bir kez olsun görebilmek için saatlerce
kuyruklarda beklediler.
Kitabından kazandığı parayı matbaa işine ya­
tırdı. Fakat iflas etti. Borçları yüzünden çokça pa­
ra kazanması gerekti. Bunun için dolgun ücretler
karşılığında konferanslar verdi. Hiç hoşlanmasa
da bu konferanslar yüzünden akıllarda "şakacı"
biri olarak kaldı.
Yazılarıyla ünlenince dünya gezisine çıktı. Ge­
zileri sırasında Türkiye'ye de uğradı. Yazılarında
lstanbul'dan, Boğaziçi'nden de bahsetti. Bu gezi­
ler ona edebiyat dünyasına ismini kazıyacak ki­
taplar yazdırdı. Döneminde Amerika'nın en po­
püler ismiydi. Dünyada ise çocuk kitaplarıyla baş
sıraya yerleşti.

tJg dgmif Mar� Twain. . .

� Her zaman doğruyu söyle; ne dediğini hatırla­


mak zorunda kalmazsın.
� Kitap okumayan bir kimsenin, okuma bilme­
yene karşı bir üstünlüğü yoktur.
� Bundan yirmi yıl sonra yapmadığınız şeyler­
den dolayı, yaptıklarınızdan daha fazla piş­
man olacaksınız. Demir alın ve güvenli liman­
lardan çıkın artık... Rüzgarları arkanıza alın,
araştırın, hayal edin ve keşfedin.
� Arkadaşlık kuvvetli bir bağdır. Paraya ihtiyaç
olunca başvurulmazsa ömür boyu sürer.
� Adem tam anlamıyla bir insandı. O, elmayı el­
ma olduğu için istememişti. O, onu yasak ol­
duğu için istemişti.
f?anim yaptığımı yapın
Mark Twain, bir yemekte karşılaştığı bir baya­
na, " Ne kadar güzelsiniz. " demiş. Bayan, "Maale­
sef aynı iltifatla size cevap veremeyeceğim." de­
yince, Twain gülmüş, "O halde, sayın bayan, siz
de benim yaptığımı yapın, yalan söyleyin ... "

c.ü ne
"'f a!>adıC.ı" her

ha:jrl•,:_.,... "'�
er. c.ü ı.eJ

olM<IS' içi" şa� ver.


Değişik saatlerde, değişik durumlarda yaza­
rım. Esin, bir birikimdir: Yavaş ilerlerim, beklerim,
kollarım. Sıkıntısını yaşarım, çekerim. Belirsiz,
belirlenmeli artık dönülemez bir biçime girmeli,
kalıplaşmalıdır. Yanlışıyla, doğrusuyla bir şey çık­
malıdır ortaya.

Bazen bir sayfayı üç günde, dört günde yazdı­


ğım olur. Çok zahmetli yazı yazarım, çünkü son
derece titizimdir. Mesela bir sayfada aynı kelime­
nin iki defa tekrarlanmasına razı olamam. Gece
uykudan uyanırım, onu silerim, yerine başkasını
yazarım.

Acılı, düşünceli veya sevinçli zamanlarım olur.


Kendi kendime düşünürken, içimde bir şey doğar.
İşte bu doğuş şiir olur. Birkaç defa söylerim. Ta­
mamlanır, son şeklini alır. Sonra yakınlarımdan
birine yazdırırım bunu. Eğer besteler, sazla söy­
lersem aklımda kalır, unutmam. Bestelemedikle­
rim aklımda kalmaz. Nasıl olsa yazdırdım; artık
rim aklımda kalmaz. Nasıl olsa yazdırdım; artık
ölmez, unutulmaz derim. Bazen okurlar onları,
ben de dinler hazlanırım.

Nasıl yazdığımı ben de açıkça bilmiyorum,


dersem şaşmayınız. Şiirdir bu, hiç belli olmaz. Ye­
mek yerken veya yolda giderken bir mısra gelive­
rir. Bakarsınız, o zamana kadar karanlık gördüğü­
nüz bir dünya birdenbire aydınlanmış. Artık o
mısra kılavuzunuz olur, yazacağınız şiiri, konusu­
nu, şeklini, boyunu posunu, hepsini o tayin eder.
Ve o şiir bitinceye kadar siz işgal altında bir mem­
leket gibisinizdir.

(Ca�it 3ıt1'ı Tarancı)

Nasıl yazdığımı düşündüm. İşte kağıdı makine­


ye takıyorum dedim. Oldu, bitti. Bir yapıtın ortaya
çıkması, bu denli kolay mı? Kolaysa ver ölçüsünü
otursun yazsın herkes. Herkesi küçümsediğimden
değil bu. Vapurda, otobüste, evde, çarşıda, pazar­
da görünmez oklar, eller, dikenler rahat bırakmı­
yorlar ki? "Gel beni anlat, yaz, söyle." demiyor mu?
Nasıl kurtulursun? Yazacaksın, anlatacaksın ille
de. Yok, durmak dinlenmek. Ya eteğinden çekiyor,
ya gözünü kamaştırıyor ya da seni zınk diye çakı­
yor yere. Bir karıncalanma, bir uğultu. Ortalık bu­
lanıyor artık. Bir aydınlık dileği başlıyor. Bir tohum
düşüyor içine, başlıyor gümbürtü.

(tJa�it �l\fl Al29ün)


Sanatkar olmaktan çok bir hareket adamı. . .
Politikacı, gazeteci ve yazar. Önceleri geleneklere
çok bağlı biriyken Şinasi ile tanışınca tüm fikirleri
değişti. Fransızca eserler okuyunca da Batı'daki fi­
kirlerin bıkmaz usanmaz savunucusu haline gel-
di. Fikirlerindeki gibi yaşadı.
Her eserini ayrı bir heyecanla yazardı ve hepsi
amaçlarına hizmet ederdi. El attığı konu küçücük
bir kıvılcımken birden alevlenirdi. Daha çok hür­
riyet, bağımsızlık, vatan sevgisi konularına eğildi.
Hepsi için birer çözüm sundu.
Derdini anlatmada en etkili yöntemi tiyatroy­
du. Tiyatro sadece bir eğlence değil, izleyenlerin
kültür seviyesini artıran etkili bir yoldu. Adeta eğ­
lendiren bir okuldu.
Edebiyatımız belki de en büyük başkaldırı ör­
neğini onda gördü. Davası peşinde geçirdiği ömrü,
sürgüne gönderildiği Sakız Adası'nda son buldu.

�hut
, <>
Sil\ S1:T'°e.
"
r \J � an
r in 1:i � h
r Ce.-ı.Mi
tJa damiş tJamı� ı<,amal . . .

� İnsan ne söylediğini bilmeli, fakat her bildiğini


söylememelidir.
� İnsan, ne idraksiz mahluktur! Herkes kimsenin
sağ kalmadığını bilir de, kendisinin öleceğine
inanmak istemez.
� Terbiye ana kucağından başlar; her söyleni­
len kelime, çocuğun şahsiyetine konan bir
tuğladır.
� Ne mümkün zulüm ile bidat ile imha-i hürriyet.
� Düşene gülen, acıyandan çok bulunur.
� Kimsenin lütfuna olma talip, bedeli cevher-i
hürriyettir.
Namık Kemal'in adı olur olmadık pek çok fık­
raya karışmıştır. Hatta bu fıkralar Namık Kemal
fıkraları diye anılmaktadır. Ama işin aslı şudur:
Osmanlıcada bir fıkra veya hikaye anlatılmaya
başlarken 'adamın biri' manasına gelen "nam-ı
kemal" şeklindeki tamlama kullanılırmış. Aradaki
ses benzerliği yüzünden nam-ı kemal diye başla­
yan bu fıkralar, zamanla Namık Kemal'e atfedil­
miş . . . Talihsizlik . . .

Namık Kemal, bir adam hakkında dedikodu


yapıldığını duyunca, hemen adamı bulup kendi­
siyle tanışırdı.
Sebebini soranlara ise şu cevabı verirdi:
"Faziletleri olmayan adamı hiç kimse çekiştir­
mez. Kötülenen adamlar, görüşmeye layıktırlar."

>t-'I
( o -...
" �t, ' . \'' --­
ç_':>'J t>
\':Jı\ ı� o
kOMPOZ-İS'{QN
------

ğ
B>ir- kOl"\Ul"\UI"\ danvıada ıl"\ıkl ıki:al"\ kurtu­
lup e.ir- dü -z.el"\e sokull\lıasıdır-. Sadece
edee.ijatta de ği l r-esil\lı, l\lıü "Z.İk e:.isi alal"\­
lar-da da kullal"\ılır-. Edee.i�ttaki asıl
ar'\lal\lıı ise ��ller-il"\, duje:.u ve
dü Şü l"\ceJer-il"\ hetVı dü �r'\li heM de
al"\laşılır- şekilde , is1:er- sö"Z.lü , is-ter- �-ı..ı lı
ar'\la1:ılrvıas ıdır-.
Arkadaşları ona "kırk beygirlik yazı makinesi"
derdi. . . Hikaye ve roman tarzının ilklerinden.
Tarzı, bugünkülerle kıyaslandığında acemicedir.
Bunun yanında edebiyatımızda bir köşe taşıdır.
Eserlerinde okuyucuya, "Ey okuyucu, burada be­
lirtmek isterim ki ... " şeklinde doğrudan hitap ederdi.
Okumaya aşıktı. Okudukça yazdı, yazdıkça oku­
du. Tüm ilimleri öğrenmek isterken hiçbirini derin­
lemesine kavrayamadı. Buna vakti de yoktu, çünkü
yazmak için yeni şeyler öğrenmek zorundaydı.
Gazetelerde ve dergilerde yazıları yayımlanı­
yordu. Sivri dilli bir yazısından sonra Rodos'a sür­
güne gönderildi. Sürgün bile onu yazmaktan alı­
koyamadı.
Kendini öğretmen olarak gördü. O kadar sade
bir dil kullandı ki, anlamak için okur-yazar olmak
yeterliydi. Son iki yüz yıldır gelen tüm yazarlar gi­
bi derdi 'memleketi kurtarmak'tı.
Batılılara benzemek gerektiğine inanıyordu,
fakat bu düşüncesi onu kendinden uzaklaştırıyor­
du. Genç yaşta Fransızca öğrendi, bu dilde pek
çok eser okudu. Her ne öğrendiyse sıcağı sıcağına

�o
okurlarına yetiştirmeye çalıştı. Kitapları neredey­
se birer bilgi yığını haline gelmişti.
Fani ömrüne 200 kadar eser sığdırdı. Son nefe­
sine kadar yazdı, usanmadı. . .

� Bilgisizlik koca bir ulusu tutsaklığa sürükler.


� Sağlıklı olmak, hayat kavgasında başarının bi­
rinci şartıdır.

Ahmet Mithat Efendi, fakir bir ailenin haşarı


çocuğuydu. Öyle ki, komşuları yaramazlıkların­
dan illallah demişti. Babası ceza olsun diye onu
Mısır çarsısında bir aktara çırak olarak verdi. Top­
hanedeki evlerinden işyerine sırtında ince bir el­
biseyle yalınayak yürüyerek giderdi. O günler hak­
kında daha sonra, "Yazın en sıcak anlarında bile
hatırlasam tir tir titrerim." dermiş.

�1
� Edebiyatımızdaki ilk yerli roman: Taaşşuk-u
Talat ve Fitnat (Şemsettin Sami)
� Edebiyatımızdaki ilk çeviri roman: Telemak
(Fenelon -Çeviren: Yusuf Kamil Paşa)
� Edebiyatımızdaki ilk köy romanı: Karabibik
(Nabizade Nazım)
� Edebiyatımızdaki ilk psikolojik roman: Eylül
(Mehmet Rauf)
� Edebiyatımızdaki ilk hikaye kitabı: Letaif-i Ri­
vayat (Ahmet Mithat)
� Edebiyatımızdaki ilk siyasetname: Kutadgu Bi­
lig (Yusuf Has Hacib)
� Edebiyatımızdaki ilk hatıra kitabı: Babürname
(Babürşah)
� Edebiyatımızdaki ilk seyahatname: Mir'at-ül
Memalik (Seydi Ali Reis)
� Edebiyatımızdaki ilk edebiyat dergisi: Hazine-i
Evrak
� Edebiyatımızdaki ilk mizah dergisi: Diyojen
(Teodor Kasap)
� Edebiyatımızdaki ilk antoloji: Harabat (Ziya Paşa)
� Edebiyatımızdaki ilk serbest vezni kullanan
şair: Nazım Hikmet
� Edebiyatımızdaki ilk realist roman: Araba Sev­
dası (Recaizade Mahmut Ekrem)
� Edebiyatımızdaki ilk Batı tekniğine uygun ro­
man: Aşk-ı Memnu (Halit Ziya Uşakhgil)
� Edebiyatımızdaki ilk sahnelenen tiyatro oyu­
nu: Vatan Yahut Silistre (Namık Kemal)
� Edebiyatımızdaki ilk fıkra yazarı: Ahmet Rasim
� Edebiyatımızdaki ilk edebiyat tarihçisi: Abdul­
halim Memduh Efendi
� Edebiyatımızdaki ilk edebi tartışma Ziya Paşa
ile Namık Kemal arasında
� Edebiyatımızdaki ilk deneme yazarı: Cenap
Şehabeddin
� Edebiyatımızdaki ilk dil bilgisi kitabı: Sarf-ı
Türki (Süleyman Paşa)
� Edebiyatımızdaki ilk Türkçe sözlük: Divan-ı
Lügat-it Türk (Kaşgarlı Mahmut)
� Edebiyatımızdaki ilk kadın romancı: Fatma
Aliye
� Edebiyatımızdaki ilk pastoral şiir: Sahra (Ab­
dülhak Hamit Tarhan)
� Edebiyatımızdaki ilk yazıya geçirilen masallar:
Billur Köşk Masalları
� Edebiyatımızdaki ilk yerli çizgi roman: Türk
Kahramanı Köroğlu
� Edebiyatımızdaki ilk destan: Alp Er Tunga
Destanı
� Edebiyatımızdaki ilk divan şairi: Hoca Dehhani
� Edebiyatımızdaki ilk çağdaş roman: Mai ve Si­
yah (Halit Ziya)
� Edebiyatımızdaki ilk matbaada basılan kitap:
Vankulu Lügati
� Edebiyatımızdaki ilk edebi topluluk: Servet-i
Fünun
� Edebiyahmızdaki ilk konuşma diliyle hikaye
yazan: Ömer Seyfettin
� Edebiyatımızdaki ilk kafiyesiz şiir: Validem
(Abdülhak Hamit)
� Edebiyatımızdaki ilk köy şiiri: Köylü Kızların
Şarkısı (Muallim Naci)
� Edebiyatımızdaki ilk tekke şiirlerini yazan: Ah­
met Yesevi
� Edebiyatımızdaki ilk divan sahibi: Yunus Emre
� Edebiyatımızdaki ilk gramer kitabını yazan:
Nikolay Aleksandroviç Baskakov
� Edebiyatımızdaki ilk Batılı manada günlük:
Seyahat Jurnali (Direktör Ali Bey)
� Edebiyatımızdaki ilk dergi: Mecmua-ı Füm1n
(Münif Paşa)
Hayatta en sevdiği şey oğlu Nijad'dı. Onun er­
ken yaşta ölümünden sonra bir daha mutlu ola­
madı. Ateş düştüğü yeri yaktı. Şiirlerinde de yollar
hep ölüme çıktı.
Erken yaşta çalışmaya başladı. Sıkıcı gözüken
memuriyet hayatı onun için edebiyata açılan ka­
pıydı. Dönemin edebiyatçılarıyla da burada tanış­
tı. En çok Namık Kemal' den etkilendi.
tik gerçekçi roman olan Araba Se vdası ile edebi­
yat tarihine adını yazdırdı. Batılı olma sevdalarıyla
komik hallere düşen iki gencin hikayelerini anlattı.
Sağlığı hiçbir zaman çok iyi olmadı. Böbrekle­
rinden rahatsızlandı ve hayata veda etti. Gidişine
bir türlü alışamadığı oğlunun yanına gömüldü.
Ölümü nedeniyle okullar tatil edilmiş ve büyük
bir cenaze töreni düzenlenmiştir.

*"" Anııı.a Sevdası


*"" Pejrıııü rde
*"" Çok. Biıe" Çok. 'fa"ılır
Dağda kırda rast getirsem bir dere
Gözyaşlarım akıtarak çağlarım.
Yollardaki ufak ufak izlere
Senin sanıp bakar bakar ağlarım.

Bu ayrılık bana yaman geldi pek,


Ruhum hasta, kırık kolum kanadım.
Ya gel bana, ya oraya beni çek,
Gözüm nuru oğulcuğum, Nijad'ım!

Recaizade Mahmut Ekrem, Milli Eğitim Baka­


nı iken Özel Kalem Müdürü Reşit Bey, kendisine
imzalanacak evrakları götürmüş. Kağıtları masa­
nın üstüne koyup iskemleye oturmuş. Recaizade
Mahmut Ekrem, bütün evrakları imzaladıktan
sonra hışımla ayağa kalkarak bağırmaya başlamış:
"Cinayet bu, cinayet!"
Reşit Bey bir yanlış yaptığı zannıyla, dehşet
içinde kalmış ve tir tir titremeye başlamış. Nihayet
kendisini topladıktan sonra cinayetin ne olduğu­
nu sormuş ve şu cevabı almış:
"Ne olacak, bu evrakta yer alan şu sözcük, dil
bilgisi kurallarına riayet edilmeden yazılmış!"
Çevresiyle hiçbir zaman iyi iletişim kurama­
yan asosyal biriydi. Fakat kadınlara çok düşkün­
dü. Bu nedenle "kadın sarrafı" diye anıldı. Frengi
hastalığına yakalandı. Vücudunu yaralar ve çı­
banlar kapladı. Ölümden her zaman çok korktu.
Acılarını dindirmek için uyuşturucuya dadandı.
Uyuşturucunun da etkisiyle günden güne hem
aklını hem bedenini kaybediyordu. İntihar girişi­
minde bile bulundu. Tüm bunların sonucunda bir
akıl hastanesine kapatıldı. Hayatta güvenecek hiç
kimsesi olmayan Maupassant, burada hayata ve­
da etti.
Annesi Laure, edebiyatı ve okumayı çok sever-
di. Maupassant, annesine çok bağlıydı. Hayatın­
daki en önemli kişi, annesinin de arkadaşı olan
ünlü yazar Gustave Flaubert'ti. Flaubert, onun
hem koruyucusu hem de rehberiydi. Maupassant,
yazmaya ilk olarak şiirle başladı. Eğer akıl hocası,
ona şiirlerinin kötü olduğunu söylemeseydi, "olay
hikayesi"nin kurucusu olan Maupassant' ı belki de
hiç tanımayacaktık.
Hayatta insana güven veren her şeye çatardı.
Belki de güvensizliği ve karamsarlığı onu iyi bir
öykü yazarı yaptı. Yaşadığı sinir krizlerini bile hi­
kaye etti. Yeri geldiğinde sıradan olayları kendi
üslubuna uydurur ve sıra dışı şeyler gibi anlatırdı.
İnsanların eksiklerini, kusurlarını anlatmayı hep
sevdi. Öykülerindeki konular; hastalık, ölüm kor­
kusu, ümitsizlik ve delilikti. Onun hayatını kısaca
tanımlamak gerekseydi de herhalde bu dört kav­
ram söylenirdi.

� Deli gibi sevdiğimiz her şey sonunda bizi öldü­


rür.
� Başarıyı en kötü biçimde kullanmak, onunla
övünmektir.
� En cesur insanlar bile korkar.
� Kadınların gözleri keskin, zekaları uyanık, dü­
şünceleri vesveseli olur.
� Affe dilmenin verdiği ıstırap kadar kötü bir şey
olamaz.
Maupassant, demir yığını ve çirkinlik abidesi
olarak gördüğü Eyfel kulesinden nefret edermiş
ama her akşam yemeğini kulenin ikinci katındaki
bir restoranda yermiş.
"Niye?'' diye sormuşlar.
" Koca Paris'te, bu iğrenç yapıyı görmeden, ke­
yifle yemek yiyebileceğim bir tek burası var." diye
cevap vermiş.

!10'A

l
Anton Ç�� o'/ (1t�o-1.şo21J
"Oyunun başında duvarda asılı bir tüfek mi
gördünüz, o tüfek oyunun sonunda mutlaka pat­
lamalıdır. " Böyle anlatır bize yazı mantığını.
Onun oyunlarında gereksiz cümlelere rastlan­
maz. Basit konularla insanların iç dünyalarına ay­
na tutar.
Kendi zamanında çok anlaşılamayan tiyatro
oyunları, bugün herkesin gözdesidir. Tabi öyküle­
ri de. Çehov, olaylardan çok durumları anlattığı
öyküleriyle 'durum hikayesi'nin kurucusu sayıldı.
Zorlu bir çocukluk geçirdi. Babası, oğlunun da
kendi gibi bakkal olmasını isterdi. O ise tüm sıkın­
tılara göğüs gerdi, durmadan okudu ve çalıştı. Ba­
zen geçim derdi yüzünden eğitimine ara verdi.
Nihayetinde okulunu bitirip doktor oldu. Fakat
içindeki hiç bitmeyen yazma aşkı hayatı boyunca
devam etti.
Zorlu bir hayatın ardından henüz kırk dört ya­
şındayken vereme yakalanıp hayata da, yazıya da
veda etti.

100
tJ� demiş Ç��o\f. ..

� Aşılmasına imkan olmayan hiçbir duvar yok­


tur.
� Bizi çalışmak kurtarır.
� Her şey basit olmalıdır... Tümüyle basit ...

ndıı-
"İnsa". inar-.dık.la
.•

iÇe:hov>

101
�lOlOJİ
Bir dili 'JiJ
_ da dillen
lll Şk. ile ri ' . '"' aras l
o dillen
t"\daı.. i
. . . '"' -tan ı-
f
c;.e IŞlllfılent"\ı .seı
ve
le�'"' BİIİ"'1 da1 'JiJPl51t"\ı İt"\ce­
ı.

A.Kadir: İbrahim Abdülkadir Meriçboyu


Ahmed Arif: Ahmet Önal
Arif Nihat Asya: Mehmet Arif
Asaf Halet Çelebi: Ali Asaf
Bedri Rahmi Eyuboğlu: Ali Bedrettin
Behçet Necatigil: Mehmet Behçet Gönül
Cahit Sıtkı Tarancı: Hüseyin Cahit
Cemal Süreya: Cemalettin Seber
Elif Şafak: Elif Bilgin
Feridun Andaç: Feridun Şehri
Halikarnas Balıkçısı: Cevat Şakir Kabaağaçlı
Hekimoğlu İsmail: Ömer Okçu
Kemal Tahir: İsmail Kemalettin Demir
Murat Belge: Mehmet Murat Kadri Belge
Namık Kemal: Mehmet Kemal
Orhan Kemal: Mehmet Raşit Öğütçü
Özdemir Asaf: Halit Özdemir Arun
Tevfik Fikret: Mehmet Tevfik
Vedat Türkali: Abdülkadir Pirhasan
Yahya Kemal Beyatlı: Ahmet Agah
Yaşar Kemal: Kemal Sadık Gökçeli
Ziya Gökalp: Mehmet Ziya

102
Realist romancı . . . Yaşadığı döneme damgasını
vurdu. Teknik anlamda Batı'dakine benzeyen ilk
romanı yazdı.
Yaşadığı dönemde, tanınmış bir aileden geli­
yor olmasının avantajlarını kullandı.
Batılı anlamda 'romanın öncüsü' olarak Türk
edebiyat tarihine adını yazdırdı.
Mürebbiyelerle büyüyen genç kızlar, bitmek
bilmez piyano dersleri, birbirlerine "Viski alır
mıydınız?" diye soran karakterler. . .
Batı'nın sadece tekniğini değil yaşantısını da
doğrudan almıştı eserlerine Halit Ziya. Romanları
için, edebiyat çevrelerince " toplumdan kopuk"
eleştirisi yapıldı.
Kitaplarında ağdalı bir dil kullandı. İçine zaten
fazlaca yabancı kelime girmiş bir Türkçe kullanılı­
yorken o bunu öyle abarttı ki tanıdık kelimeler
cımbızla çekilecek hale geldi. Küçük yaşlarından
beri Fransızca ile haşır neşir olan bir yazardan da
çok farklı bir tutum beklenemezdi.
Edebiyatımızda sadeleştirme işini, kendi hika­
yelerini sadeleştirerek başlatan da Halit Ziya ol­
muştur.

10�
Bunları bili yor muydun?

� Guiness Rekorlar kitabına göre, devlet kütüp­


hanelerinden en çok çalınan kitap Guiness Re­
korlar kitabıymış.
� Mary Shelly unutulmaz eseri Frankenstein 'ı
yazdığında 1 9 yaşındaymış.
� Mark Twain'in yazdığı Tam Sawyer romanı
daktiloda yazılan ilk kitapmış.
� Virginia Woolf, kitaplarının çoğunu ayakta ya­
zarmış.
� ülkemizde halihazırda toplam 1 500'e yakın
yayınevi, 6000 adet kitap satış noktası ve kitap­
ları satışta olan 24303 yazar varmış.
� Cemil Meriç 38 yaşındayken, yazarlığının en
verimli çağında gözlerini kaybetmiş.
� Dostoyevski, kitaplarını mum ışığında yazar ve
çalışırken koyu demli çay içermiş.
� Tolstoy zaman kaybı oluyor diye üniversite
tahsilini terk etmiş.
� Ünlü Fransız şairi Rimbaud, birlikte oturduğu
yine ünlü bir şair olan Verlain'ı bastonla evire
çevire dövmüş, sonra da ona uzun uzun özür
mektupları yazmış.

10'1
� Nazım Hikmet'in annesi Celile Hanım, Yahya
Kemal'in sevgilisiymiş. Evlenmemişler, fakat
beraberlikleri uzun süre devam etmiş.
� Dünyada ilk kez resimle yazıyı birleştiren,
konuşma balonları hazırlayan kişi William
Hogarth ' mış.
� Hüseyin Rahmi Gürpınar, kadınları kendine
daha yakın bulur ve onlarla birlikte oturup
sohbetler eder, danteller, örgüler örermiş.
� Gustave Flaubert yazdığı bir sayfada aynı keli­
me iki kere geçerse sayfayı baştan sona yeni­
den yazarmış.
� Dünyada kitap okuma oranı en yüksek olan ül­
ke lzlanda imiş.
� Bilinen en eski destan, Gılgamış Destanı'ymış.
� Peyami Safa, sevgilisine çikolata götürebilmek
için iki ceketinden birini satmış.
� Kafka beş kez evlenmeyi denemiş fakat olmamış.
� tık yerli tiyatro eseri olan Şair Evlenmesi'ni ya­
zan ilklerin babası Şinasi, aynı zamanda ede­
biyatımızdaki ilk şiir çevirisini yapan, ilk ma­
kaleyi yazan, noktalama işaretlerini ilk kulla­
nan, ilk fabl çevirisini yapan, ilk atasözleri kita­
bı olan Durub-ı Emsal-i Osmaniye'yi hazırla­
yan kişiymiş ve "edebiyat" kelimesini de ilk
kez o kullanmış . . .
� Dickens, uykusuzluk hastalığına yakalanmış
ve sadece kuzeye döndüğünde uyuyabileceği­
ne inanıyormuş.
� Cervantes, Osmanlı'ya esir düştüğü dönemde
Kılıç Ali Paşa camiinin yapımında çalışmış.
� Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılan Divan-1
Lügat-it Türk bilinen ilk Türkçe sözlükmüş.

105
� Bilinen ilk Türk yazar Orhun Abideleri' nin
yazarı Yollug Tigin'miş.
8 Bilinen ilk Türk şair Arpınur Tigin'miş.
ti! Meşhur Fransız şairi Baudelaire, bir hayat ka­
dınıyla birlikte yaşıyor, onun çalışıp kazandık­
larıyla geçiniyormuş.
ti! Aşık Veysel ilk olarak Ahmet Kutsi Tecer tara­
fından halka tanıtılmış.
� Türk masalları ilk defa yurt dışında On Altıncı
Lui döneminde Fransa' da yayınlanmış.
ti! Yahya Kemal "Ok" adlı şiiri dışındaki bütün şi­
irlerini aruz vezni ile yazmış.
� Türk Edebiyatı'ndaki ilk edebi tartışma Ziya
Paşa ile Namık Kemal arasında olmuş.
� Türklerin kullandığı ilk alfabe 'Göktürk Alfabe­
si'ymiş.
� Dünyada bilinen en uzun destan Kırgızların
Manas Destanı 'ymış.
� 'Türk' adının geçtiği ilk Türkçe metin Orhun
Abideleri 'ymiş.
Oğluna düşkün bir şair ve öğretmen . . . Karam­
sar ve fazlasıyla duygusal . . . İstifalarıyla meşhur.
Girdiği hiçbir işte devamlı olamadı.
Hayatı, kokuşmuş bir bataklığa; birçok şairin
aşığı olduğu lstanbul'u da yaşlı ve ahlaksız bir ka­
dına benzetti.
Değişken biriydi. Önceleri sanat için sanat
derken, sonraları toplum için sanatı savunmaya
başladı.
Bizde Batılı anlamda şiirin temsilcisi oldu.
Hürriyet ve medeniyet dilinden düşürmediği iki
kelimeydi. Kavga eder gibi yazardı . . .
Çocuk şiirleri yazdı. Geleceğe dair en büyük
umudu olan oğlu Haluk'u okuyup büyük adam ol­
sun diye yurtdışına gönderdi. Sonucu ise büyük
bir hayal kırıklığıydı, çünkü Haluk, dinini değişti­
rip bir papaz olmaya karar vermişti.
Oğlundan yana yaşadığı üzüntüden midir bi­
linmez, tüm dinlere düşman oldu.
H ayatının son dönemlerinde iyice hırçınlaş­
mıştı. Şeker hastalığına yakalandı, tedavi olmak
istemedi ve öldü.

10?
Şiirlarindan saçmalar . . .

Yeryüzü vatanım, insan soyu milletimdir benim


Ancak böyle düşünenin insan olacağına inandım.

Zulmün topu var, güllesi var, kalası varsa;


Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin;


Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Şiir mi. rasim mi'?


Tevfik Fikret ressamdı ama resim yapmak yerine
habire şiir yazıyordu. Kendisine, " Niçin ressamlığı
ikinci planda bırakıp şiir yazmaya daha çok önem
veriyorsunuz?" diye sorulduğunda şu cevabı verdi:
" Kağıt ve kalem, boya ve fırçadan daha ucuz da
ondan."

�a damiş Fik',rat .. .

� Yılların ilerlemesine yabancı kalmak, düşmeye


doğru eğilmektir.
� Bir insanın ilk işi nedir? Cevap açık: Kendisi ol­
mak.

108'
� Kedimle oynarken benim onunla eğlenmem­
den daha çok, onun benimle eğlenip eğlenme­
diğini kim bilir?
� Kızlarını okutmayan millet, oğullarını manevi
öksüzlüğe mahkum etmiş demektir, hüsranı­
na ağlasın.
� Beşerin öyle dalaletleri var; putunu kendi ya­
par, kendi tapar.

1
1
1
1
1
1
1
1
I 1
1
1
1
1
1
1
1
I
1
1
1
1
1
1

ANIOLOJİ
Sal"\a-t eserieril"\İI"\ e.ir- ar-a�
e:.e-tirildiğı deriervıeler-dir-. Deriel"\en­
leril"\ -tü r-ü r\e. e:.ö r-e de isir.-ı al ır-. Şiir­
al"\-tolo jisi , ö �ü al"\-t:Olojisi e:.ie.i . . .

10�
Tezatlarla dolu bir ruh . . . Herkes onu ikiyüzlü­
lükle suçladı. Kimi zaman gerçek aşkın Tanrı'ya
duyulduğunu anlatırken kimi zaman sapkın duy­
gularda dolaştı.
Varlıklı bir ailenin çocuğu... Geçim derdiyle
uğraşmasına gerek olmadığından küçük yaşta sa­
natla ilgilenmeye başladı. Babasını erken yaşta
kaybedince evdeki kadınların baskılarıyla büyü­
dü. İçindeki çalışma aşkı olmasa tembel biri ol­
ması için tüm şartlar hazırdı.
Yaşarken fark edilip Nobel'e layık görüldü. Az
ve titiz yazardı. Sadece yazmakla kalmadı, arka­
sından gelenlere hocalık edecek fikirler üretti. Sa­
bır, onun başarısının sırrıydı. Birçok yazar günlük
yayınladı ama onun günlüklerinin yeri hep ayrı
oldu. Onda herkes kendine ait bir şeyler bulabildi.
� Gerçeği arayanlara güven ve onların buldukla­
rından şüphe et.
� Bilge kişi, her şeye şaşan kişidir.
� Kendi kendinin mutluluğuna engel olmak yo­
lunda insan fevkalade beceriklidir.
� Aptal görünmeye cesaret etmek büyük bir akıl­
lılıktır.
� Açılmamış kanatların büyüklüğü bilinmez.
� Yüklendiğimiz vazife ne kadar zahmetli olursa,
ruhumuzu o nispette eğitir ve yüceltir.

111
Ele avuca sığmayan bir çocuk ... Çalışkan ama
haşarı . . . Okuldan gelir gelmez sokağa fırlar, ağaç­
lara tırmanır, yerinde duramazdı. Dindar bir aile­
de dünyaya geldi. Okul çağı geldiğinde, annesi
onu medreseye yollamak istedi, babası ise çağdaş
okullara. Akif, kararını babasından yana verdi.
Fatih'te mahalle kültürüyle büyüdü. Şiirlerin­
de ve hayatında toplumsal konular hep önemli
yer tuttu. Geleneklerine bağlıydı. İnancına aykırı
bulduğu değişiklikleri hiçbir zaman kabul etmedi.
" Halka rağmen halk için" yapılan yenilikler­
den rahatsızlık duyduğundan ülkeyi terk edip Mı­
sır'a yerleşti. Orada sıla özlemiyle yüklü lirik şiirler
yazdı. Siroz hastalığına yakalanan Akif, son nefe­
sini yine doğduğu şehirde, İstanbul' da verdi.

Yıl 1 920 . . Meclis açıldı ama toprakların çoğu


.

hfila işgal altında . . . Topyekun istiklal mücadelesi


veren millete moral vermek lazımdı. Bunun için

112
bir marş yazılması istendi. Yüksek para ödüllü bir
yarışma yapıldı. Şiirler değerlendirildi ama hiçbiri
marş olmayı hak edecek kadar güzel değildi. Meh­
met Akif, "Vatanım için yazdığım şiir karşılığında
para almam." diyerek yarışmaya katılmamıştı.
Meclisten bir bakan, karşılık almadan bir marş
yazması için razı etti şairi. Ve Mehmet Akif, 192 1
Şubatı'nda istiklal Marşı'nı yazdı.

Zamane gençlerinden biri, bir toplantıda


Mehmet Ak.ifi küçük düşürmeye çalışarak:
" Mehmet Akif Bey, siz baytardınız, değil mi?"
demiş. Mehmet Akif, istifini bozmadan şu cevabı
vermiş: "Evet, bir yeriniz mi ağrıyordu?"

� Allah bu millete bir daha istiklal Marşı yazdır­


masın.
� Budur benim hayatta beğendi-
ğim meslek, sözün odun
-�...... .,.ş&c1ırvı.
gibi olsun doğru olsun "'"" &«"' rL�" e:ııe.oeı<'"

tek. l"'\el-/w'ıtt �;: E.n.O'I'�


� Edepsizliğin başla­
dığı yerde edebi­
yat biter.

11�
Yedi yaşına kadar bir kız çocuğu gibi yetiştiril-
di. Çünkü bir kız olarak doğması istenmişti. Azla
yetinmeyi bilen bir babası ama büyük tutkuları
olan bir annesi vardı.
İlk çocuğunun ölümünü kabullenemeyen an­
nesi, Rilke'yi tutkularına kurban etti. Daha sonra
şair şöyle diyecekti: "Ben kimseyi sevemem, çün­
kü annemi sevemedim."
Böyle söylese de Rilke, Salome'yi büyük bir
tutkuyla sevmişti. Salome efsane bir kadındı. Gü­
zelliğiyle değil ama üstün zekasıyla daha önce de
birçok düşünürü kendine aşık etmişti. Hiç kimse­
ye ait olmayan bu kadın Rilke'nin de olmadı. Şair
için bir dönüm noktasıydı. Rilke en güzel şiirlerini
onunla tanıştıktan sonra yazdı.
Aslında Rilke, yaratılıştan sevme duygusuyla
doluydu. Ve tüm sevgisini Tanrı'ya yöneltti. Onun
nazarında, ulaşabileceği birini sevmek insan için
yarardan çok zarardı.
Birçok ünlü yazar gibi o da Hz. Muhammed'e
hayrandı. O'na içinden kopan bir de şiir yazdı.

11�
"Militan yalnızlığım" dediği yalnızlığını yanın­
dan hiç ayırmazdı. Yalnızlık onun için bir yaşam
şekliydi. Kendisi ve sadece sonsuz sevgiyle bağlı
olduğu Tann vardı hayatında . . .

� İnsan, meyvenin çekirdeğini taşıması gibi ölü­


mü kendi içinde taşımaktadır.
� İnsan, içinden bir şey verirse, o ufak ya da bü­
yük olmaz, gerçek olur.
� Güzel ve mükemmel bir şiiri tamamladıktan
sonra, şairin on yıl dinlenmeye hakkı olmalıdır.

Melekse emredercesine gösteriyordu


Levhasına yazılanları, yalvarana
Gösteriyor ve istiyordu tekrar: Oku!

Okudu o da: Öyle ki Melek hayrandı.


Çoktan okumuş denirdi artık ona
Yapabilendi o, kulak veren ve yapandı.

11S
"Kemal Tahir, kendisini kimseye ve hiçbir gru­
ba bağımlı hissetmeden; düşüncelerini, karşısın­
daki ister anlasın ister anlamasın, herkese açardı.
Düşünce onun için hiçbir zaman son durağını bu­
lamayan sonsuz bir gelişim halindeydi. Heri sürül­
müş ve ileri sürülen her düşüncenin mutlaka kar­
şıtlarını bulurdu. "

"Peyami Safa romanlarında, bazen bir toplum


yarasını, bazen Doğu ile Batı arasında bocalayan
halimizi, bazen varlık ve insan bilmecesini çöz­
meye çalışmıştır. Sosyal ve ruhsal tahlillerinin en
güzellerini yapmıştır. "

"Cervantes'in şaheseri Don Kişot, insan dü­


şüncesinin en son ve en büyük sözü, insanın ifade
edebileceği en acı ironidir."

11�
" H alit Ziya Uşaklıgil, bizdeki romanın müna­
kaşa edilmez babasıdır. "

(Faru� tJariı,. Çamlıbııl)

"Çehov'un kendi biçimi var. B akarsanız adam


hiçbir seçim yapmadan, eline hangi bo"ya geçerse
onu gelişi güzel sürer. Bu boyalar arasında hiçbir
münasebet yokmuş gibi görünür. Ama bir de geri
çekilip baktınız mı şaşırırsınız. Karşınızda parlak,
büyüleyici bir tablo vardır."

(Tobıtoy)

"Tüm Amerikan edebiyatı Mark Twain'den


doğmuştur. "

"Dickens'ın ölümünün ardından, tüm İngiliz


dünyasını bir baştan bir başa kat eden bir çatlak
meydana gelmiştir sanki. Sokaklarda birbirini ta­
nımayan insanlar birbirlerine ondan söz edip
durmuşlardır. Bütün Londra'yı ancak kaybedilen
bir savaştan sonra görülebilecek derin bir keder
dalgası sarmıştır."

"Edgar Allan Poe ve onun gibi özel yapıdaki


adamlar için şöyle diyeceğim: Bizler adına acı
çektiler."

11?
Rivayete göre, en yakın arkadaşına, öldükten
sonra tüm yazdıklarının imha edilmesini vasiyet
etti. Arkadaşı ise mektuplarına varıncaya kadar
her şeyini yayımladı.

Ve yaşarken adı bile duyulmamış olan yazarın


ünü, ölümünden sonra tüm dünyaya yayıldı.

Kafka' nın dünyasına girdiğimizde; devletin ve


ailenin karşısında istekleri göz ardı edilen bir in­
sanla karşılaşırız.

Fakat bu insan, tüm olumsuzluklara rağmen


hala bir çıkış yolu arayan, her şeye karşın ümidini
yitirmemiş bir insandır.

Huzursuz, çekingen, alıngan ve kompleksli . . .


Sert ve baskıcı bir Yahudi babanın oğlu. İri yarı bu
adamın karşısında bir böcek gibi hissetti kendini.
Kimi zaman kara saplanmış bir odun parçası ol­
mayı istedi. Böylece yaşam daha kolay ve basit
olacaktı.

Bu duygular içinde kendi bedeninden de nere­


deyse tiksindi. Küskün olduğu bedeni vereme ya­
kalandı. Ağır geçen hastalık döneminden sonra
bir türlü sevemediği hayata gözlerini yumdu.

118'
� Bir topluluğu kontrol etmek, bireyi kontrol et­
mekten kolaydır. Bir topluluğun ortak bir
amacı vardır. Bireyin amacı ise her zaman için
şaibelidir.
� Ev halkını koruyan Tanrı'ya inanmaktan daha
keyif veren ne olabilir!
� Eğer okuduğumuz bir kitap bizi kafamıza vu­
rulan bir darbe gibi sarsmıyorsa, niye okuma­
ya zahmet edelim ki?
� Evrende tesadüf yoktur; tesadüf bizim kafamı­
zın içindedir.

Dönüşüm...
Kafka'nın e n meşhur hikayesi olan ' Dönü­
şüm'ün efsanevi ilk cümlesi şöyledir:

" Gregor Samsa, bir sabah korkulu bir düşten


uyanınca, yatağının içinde kendini korkunç bir
hamamböceği olarak buldu ... "

"İJ'\Sar\"'.l!.eliı BaŞlı &ır


<.u ,..ı.., var-dır
o !!>i< nen e.ur>1ar-dan çıka
r Sa& ı�•rzJık.
Sa.Bır5rz. ofdUJı:Jan içı"'
CefV\et'-te" kO
\IU/duJar­
sasır� r2Jık.lanr"\dan ö�u
n.i.
<.erı dö '>eMİyOr1a..-

11§
" Kelimeler, kelimeler! Ne yazık ki benim için
başka kurtuluş yok ... Emrimde sadece yirmi dört
tane, kurşundan yapılmış askercik var; alfabenin
yirmi dört harfi. Seferberlik ilan ederek ordu kura­
cak, ölümle savaşacağım . . . " dedi. Çağıyla hesap­
laştı. Dine, doğaya ve felsefeye hep başka açılar­
dan yaklaştı. Kimseye benzemedi.

Yunan asıllı . . . Birçok yazar gibi yaşamının son


döneminde tanındı. Zorba ona şöhreti getiren ki­
tap; bir özgürlük arayışının öyküsü. Bir başucu ki­
tabı. Okurken bazen yaşamın içine daldırır, bazen
gözlerinizi kapatıp risk aldırır. Kazancakis de
" Korkmamayı, sevmeyi, ayakta durmayı bana
Zorba öğretti. " diyor. Mezar taşına da yaşamı gibi
bir söz yazdırıyor: " Hiçbir şey ummuyorum; hiç­
bir şeyden korkmuyorum; özgürüm."

� Dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bi­


lir misin? Yarım konuşmalar, yarım işler. .. So­
nuna kadar git be insan, korkma!

120
Cumhuriyetin asi kızı. . . Onlarca erkeğin ara­
sından sıyrılabilmiş olağan dışı bir kadın. . .

Doğu kültürünün kucağında doğdu. Batı terbi­


yesiyle yetişti. Heyecanlı ve azimliydi. Söyleyecek
çok sözü vardı. Elinin hamurunu sıyırıp kaleme
sarıldı.

Kitaplarındaki kahramanları hep kadınlardı.


Hep cahilliği yenen ve eve hapsedilmeyen kadın­
lar hayal etti. Aldığı tepkilere aldırmadan derdini
anlattı.

Kurtuluş Savaşı'nda " üstçavuş" rütbesiyle sa­


vaştı. Meclise de ilk giren kadınlardan oldu. Anlat­
tığı gibi yaşadı, yaşadığı gibi anlattı. . .

121
�� d�miş Halid� �dip . . .

� Biz zavallı insanlar, kalplerimizin elinde birer


oyuncaktan başka bir şey değiliz.
� Her iyi kadın, erkek için kutsal bir kalkandır.
� Yalnız topla, tüfekle değil, iradenle de cesur
olacaksın; fena şeyleri yapmamak için cesur,
inandığın, doğru bildiğin şeyi yapmak için, öl­
dürseler bile, cesur olacaksın.

� Amerikan Kız Koleji' nde okuyan ilk Türk kızıdır.


� Hayat hikayesini İngilizce yazan ilk yazardır.
� Milli Mücadele'de bulunan ilk kadınlardan
biridir.
� Türkiye' deki ilk kadın derneği kurucuların­
dandır.
� Atatürk'e muhalefet eden ilk kadınlardan biridir.
� Sürgüne gönderilen ilk kadınlardan biridir.

P oğu
'�31c.srı.1oğa sııP • "
inle e.eı-ae.eı-
·1 �arW'I �
sa .
sağlaMC1ic:ta'"'
olMasu•''
ıetle da vı-ar"'\IP
ada
ı..alMClk
tek P.>8Ş• l"la
daha ı� dıı-

122
Asıl adı Ahmed Agah . . . Şiir yazmak için ilham
perilerini beklemez, uzun uzun çalışırdı. Çünkü

ona göre şiir dil işçiliğinden başka bir şey değildi.

Bir de müziği olmalıydı şiirin, bunu yakalaya­

bilmek için gerekirse otuz yıl harcardı.

Hep daha iyisini yazmayı beklediğinden olsa ge­


rek, yaşadığı sürece şiirlerini kitap haline getirmedi.

Kendinden önceki şiir anlayışını beğenmedi.


Batı taklitçiliği yapmadan ama Batıdaki gibi şiirler

yazmayı denedi.

Dokuz yıl kaldığı Fransa' da iyi bir eğitim aldı.


Birçok şair gibi aslında Doğu ile Batı'nın arasın­
daydı. Dili ustalıkla kullanmasına hiçbir şey engel

olamadı.

H ali vakti yerinde, rahatına da düşkün ama


yalnız bir adamdı.

Son yıllarını rahatlık içinde bir otelde geçirdi.


Rahatı ölümüne neden olacak bir hastalıkla bo­

zuldu ve aşığı olduğu İstanbul' da hayata gözlerini

yumdu.
� insan, alemde hayal ettiği müddetçe yaşar. . .
� Siyasette, doğru her zaman biraz geç söylenir.
� Hiç şaşmayan saat gibi işler durur kader.
� Rahatça dal, ölüm sonu gelmez bir uykudur.

Yahya Kemal'e, "Ankara' nın en çok hangi tara­


fını seviyorsunuz?" diye sorduklarında şu cevabı
vermiş:

" lstanbul' a dönüşünü."

Yazdığı her şiirin "şaheser" olduğuna inanan


biri, Yahya Kemal'e sormuş:

"Üstadım, dün yayımlanan şaheserimi nasıl


buldunuz?"

"Eh fena değil. "

" Pek beğenmemişe benziyorsunuz?"

" Estağfurullah! Sadece şaheser yazmaktan


vazgeçsen de biraz da eser yazsan diyecektim."

Yahya Kemal, dostlarından birine, " Bu akşam


benimle yemek yer misin?" diye sorunca, arkada­
şı, "Hay hay!" der, "çok memnun olurum. Bir ma­
zeretim yok!"

Yahya Kemal gülümseyerek karşılık verir, " iyi


öyleyse, bu akşam size geliyorum."
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;

Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,

Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.

Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu.

Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;

Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,

Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.

12§
İçinizde olmayan şiiri hiçbir yerde bulamazsınız.

Şairin kullandığı sözcüklerde insanlar için çe­


şitli anlamlar vardır; herkes beğendiğini seçer.

Şiirin ilkesi, insanın üstün bir güzelliği özle­


mesidir. Bu ilke bir coşkunlukla, bir ruh taşkınlı­
ğında kendini gösterir. Bu coşkunluk, aklın yoğur­
duğu gerçeğin dışındadır.

Şiir öyle bir şey ki, ne masayı anlatacağım diye


masa sözcüğünü kullanacaksınız, ne kuşu anlata­
cağım diye kuş sözcüğünü, ne de aşkı anlatacağım
diye aşk sözcüğünü.
Şiirin konuları hiç eksik olmayacaktır; çünkü
dünya o kadar büyük, o kadar zengin, yaşam o ka­
dar değişik manzaralı ki . . .

Şiir sanatı, eksiklikleri güzelliklere çeviren bir


simya bilimidir.

(Aragon)

Şiir, insanı insana yaklaştıran şeydir.

"İ"'"'" ıc;ı" o.en;e1<.,


Or"\U ır\Sar"\ '.l<'P"" şe'.llerdır·

12?
Asker. . . Yazar. . . Öğretmen . . . Sade bir dille
yazdığı öyküleri sayesinde, hfila okul sıralarında
en çok okunan hikayeci. . . Otuz altı yıllık kısa öm­
rüne pek çok eser sığdırdı. Batılılaşma akımına
şiddetle karşı durdu. Çoğu zaman yenilgilerle ve
toprak kayıplarıyla sonuçlanan bitmez tükenmez
savaş yıllarında şevki kırılmış, ümidini yitirmiş
topluma tarihi olaylardan ilham alarak yazdığı gü­
zelim öyküleriyle cesaret verdi. Toplumsal konu­
ları işlemekten geri durmadı, eleştirdi, güldürdü,
düşündürdü . . .
En büyük arzusu zengin bir kadınla evlenmek­
ti. Onu sevenler yeterince zengin değildi, sevdiği
zenginlerse onunla evlenmedi. Yalnız yaşamaktı
kaderi. Aynaya bakmaktan kaçacak kadar çirkin
buldu kendini. Kompleksli ama hakikatli bir şair. . .

" Göllerde b u dem bir kamış olsam" dedi, yer­


den yere vuruldu. O sıralar kimsenin semboller­
den haberi yoktu. Neden bir kamış olmak istenir­
di ki, bunu kimse anlamadı. Şiir hakkında uzun
uzun yazılar yazdı anlatmak için. Yine de kimseye
yaranamadı.

Şiir yazarken adeta bir tablo çizerdi. Karamsar


anlarında geceye sığındı, severdi geceyi. Şiir, anla­
şılmak için değil hissedilmek için yaratılmış derdi.
Ona göre, anlam aramak için şiiri deşmek, bir bül­
bülü eti için öldürmekti . . .
� Akıl; nar, ayva ve portakal gibi rengini ve koku­
sunu geç kazanan bir sonbahar ürünüdür.
� Birbiriyle hiç evlenmemesi gereken kişiler,
aşıklardır.
� Eti tadan köpek artık kuru ekmeğe dönmez.

Şahabettin Süleyman, bir gün Ahmet Haşim'e:

"Üç günden beri zihnimde önemli bir fikir sak­


lıyorum." dediğinde, Ahmet Haşim, onun fikir
üretmedeki kısırlığını ima ederek şöyle demiş:

"Günahtır yahu, salıver gitsin şu fikri. Zavallı­


cık günlerden beri tek başına kim bilir ne kadar sı­
kılmıştır?"

çö uJ. lü f" "


' Ac ılaf" �ce
CAl-M"1: _.ıaşı
M�

1�0
Romen yazar... Gençliğini, aralarında lstan­
bul'un da bulunduğu pek çok Osmanlı kentinde
geçirdi.

Neredeyse dünyanın her yerini gezdi, roman­


larında okurlarına da yolculuklar yaptırdı.

Tüm eserlerini anadili olan Rumence ile değil,


Fransızca olarak yazdı.

Gençlik yıllarında devrimci hareketlerin etkisi­


ne kapıldı.

1 929'da Komünist Partinin daveti üzerine Sov­


yetler Birliği' ni gezdikten sonra umutsuzluğa ka­
pıldı ve politik mücadelenin dünyada bir şeyleri
değiştirmek için yetersiz olduğu fikrini edindi.

Bu yüzden romanlarında da sadece insanı in­


san yapan değerler üzerinde durdu.

Onun için en önemli şey hep dostluktu; en bü­


yük aşklar bile dostluklar uğruna feda edilebilirdi.

Genç denebilecek yaşta ciğerlerine musallat


olan hastalıktan sonra yazmaya koyulduğu yirmi
ciltlik eserini azimle tamamladı.

1�1
" 1 92 1 Aralığı'nın ilk günlerinde Nice Hastane­
si'nden bir mektup aldım. Gırtlağını kesen bir za­
vallının üzerinde bulmuşlardı. Kurtulma umudu
çok zayıftı. Mektubu okur okumaz, bir dahinin
çırpınışlarıyla karşı karşıya olduğumu anladım.
Çayırlar üzerinde esen kavurucu bir alevi andırı­
yordu. Mektup Balkanlar'ın yeni Gorki'sine ait bir
iç dölaneydi.

İntihara kalkışan kişi kurtulmuştu. Onu tanı­


mak istedim. Mektuplaşmaya başladık ve dost ol­
duk. Adı Istrati idi. 1 884 ' te Braila'da kaçakçı bir
Yunanlı babayla, ömür boyu saçını süpürge etmiş
bir Romen köylü anadan dünyaya gelmişti. (. .. ) O
doğuştan bir hikayeciydi. Kendi anlattıklarıyla he­
yecanlanan bir Doğulu hikayeci . . . "

� İnsan olmak ve hayatı hayvanlardan daha az


anlamak ne hazin şey.
� Sevgi, çıkar kaygısı karışmamış tek şeydir.
� Bizi yaşatan kendimiz için beslediğimiz değil,
başkalarına, hatta nefret ettiğimiz insanlara
karşı duyduğumuz sevgidir.

1�2
}a �up l(,a_ dri (188�-1�?2ı)

Soyadı Karaosmanoğlu. Büyükelçi, milletveki­


li, gazeteci, yazar . . . Belki bu kadar çok işle ilgilen­
mese yazarlığında daha da ileriye gitmiş olabilir­
di. Meslekleri gibi değişkendi. Bir dönem "sanat
şahsidir" dedi, duygulara yöneldi. Daha sonra
şahsi konuları bir kenara fırlatıp toplumun ger­
çeklerini göstermeye çalıştı. İyimser bir devrim­
ciyken her şeyden vazgeçip bir anı yazarı oldu.
Mısır'da doğan Yakup Kadri, Ankara'da dünyaya
veda etti. Yazarın " Unutunuz, en iyi intikam bu
değil mi?" sözü oldukça okkalıdır.
Kitap okuyan herkes onun bir eserini mutlaka
okumuştur. Okumayı sevmeyenler ise, bir filmde
ya da tiyatroda ona muhakkak rastlamışlardır.
İdealleri olan her öğretmen Feride'ye, sevilmeyen
her kadın da Ferhunde'ye benzetilmiştir.

Öğrenciyken, onu okuldan alan babası, "Oğ­


lum sen gez, dolaş. İnsanlara bak, doğayı tanı."
dedi. Başıboş bir yıl geçirdikten sonra, üç dil bi­
len, büyük bir kütüphanesi olan babasının neden
böyle bir şey yaptığı aklına takıldı. Babası da ona,
ünlü bir yazarın oğlunu böyle yetiştirdiğinden
bahsetti. Belki de avare geçen bu bir yıl, ona ya­
zarlık yolunu açtı.

Türk edebiyatının klasik denebilecek kitapları­


na imza atan Güntekin, ev ve iş arasında gidip gel­
mekten başka yürüyüşler de yapardı. Esnafla
memleket meseleleri konuşur, eve sık sık misafir
kabul ederdi. İki gün evde durdu mu, "Canım bi­
raz sefalet istiyor." der, sokağa çıkardı. En büyük
keyfi de yemek yapmaktı. Geceleri odasına kapa­
nır sabahlara kadar yazardı. . .
Reşat Nuri Güntekin, ince düşünceli biri ola­
rak bilinirdi. Öyle ki, alacaklı olduğu bir yayınevi­
nin önünden geçerken bile yolunu değiştirir, "O
kitapçının önünden geçmeyeyim, Reşat Nuri para
istiyor demesinler." derdi.
""

Aşık; V'g y ggl C1t��-1�1�J

Asıl adı, Veysel Şatıroğlu . . . Yetmiş iki yıl karan­


lık bir dünyada yaşadı. Fakat karanlık sadece göz­
lerindeydi, içi hep apaydınlıktı.

Yedi yaşında çiçek hastalığına yakalanınca bir


gözünü kaybetti. Kısa zaman sonra bir kaza sonu­
cu diğer gözünden de oldu.

Babası, gözleri görmeyen oğluna oyalansın di­


ye bir saz aldı. İyi ki aldı, çünkü bu saz onu unu­
tulmaya yüz tutan aşıklık geleneğinin son büyük
temsilcisi yaptı.

Halk ozanlarından şiirler okuyarak avunan


Veysel. zamanla belki de yüzyıllarca dillerden
düşmeyecek şiirler yazdı, türküler söyledi. Birçok
saz şairi gibi o da Sivaslıydı.

Veysel, yalnız şiirler yazıp, türküler söylemekle


kalmadı, ağacı olmayan köyüne, içinde çeşit çeşit
meyvelerin büyüdüğü bir bahçe yaptı. "Bir kör
adamın elinden ne gelebilir, ne yapabilir ki?" di­
yen köylüleri, bahçeyi görünce " Meğer kör olan
bizmişiz, o değil. . . " diyerek ondan özür dilediler.
Beni hor görme kardeşim
Sen altından ben tunç muyum?
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün, ben sac mıyım?

Topraktandır cümle beden


Nefsini öldür ölmeden
Böyle emretmiş Yaradan
Sen kalemsin ben uç muyum?

Açar solar türlü çiçek


Kimler gülmüş kim gülecek
Murat yalan, ölüm gerçek
Dostlar beni hatırlasın

Gün ikindi akşam olur


Gör ki başa neler gelir
Veysel gider adı kalır
Dostlar beni hatırlasın

Uzun ince bir yoldayım


Gidiyorum gündüz gece
B ilmiyorum ne haldayım
Gidiyorum gündüz gece

Dünyaya geldiğim anda


Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece
Bir masal sevdalısı . . . Belki de bir masal kahra-
marn . . .

O günlerde kimsenin aldırış etmediği bir şey


için çabaladı. Halkın gönlünden kopmuş halk hi­
kayelerini ve masalları derlemek için dere tepe
demedi yurdu dolaştı.

Dinledi, kaydetti, özümsedi ve oturup kendi


diliyle tekrar yazdı.

Daha çok çocukları, gençleri ama her yaştan


insanı masallarda buluşturdu.

Altı yaşında babasını, yedi yaşında annesini


kaybetti. Oğlunu yitirdiğinde kırk gün kırk gece
odasına kapandı ve İnsan Çocuğa Ağıtlar'ı yazdı.

Son günlerinde gözleri iyice bozuldu, göremez


hale geldi. Onun ışığı kitaplardı, bu nedenle yaz­
dığı son kitabına da Gözlerimin Son Çırası adını
verdi ve şöyle dedi ölmeden önce: "Yıllar tüket­
medi, şu kalem tüketti beni. Söyleyecek yeni bir
şeyim kalmadı. Yazacak, söyleyecek şeyi olanlara
bizden selam olsun. "
\ 1 '

- B>E.Ş ME.CE.CiL.Ell.
ı=-aruıc. �i'2. Çarvıt ı&el, 'lusu.ll Z-i1a Ortaç, Enis Be.hiç -
- kor)O re1<., �atit Çahrj Oz.ans01 ve Orhan .Se�i
..... Orhon tar�ından c;,eJiştirilet'\ clJl\'ıhuri� dö ne.Mi
_ şiir at<.Uvııdır. ..ı-4ecer\in seş şairi adı)'la da anılan e.u =
sanatçılar rvıilli edee.i1at ak.ırvıından et k.ilet'\MİŞ ve _
- şiinerir.Ae ı-.ecıe veV'\ini k.ı..ıll8"Mrş ıardır.
-

, , , \ , , , , , , , , , , , , , ' "

Aslında doktor olacaktı. Büyük bir cesaretle tıp


fakültesini bırakıp gazetecilik yaptı. Yazı hayatı
böyle başladı. Önceleri fazlaca romantikken sonra­
ları Anadolu'yu keşfetti. Bir Anadolu şairi olma yo­
lunda ilerledi. Hep sade bir Türkçe için çabaladı.

Hecenin Beş Şairi'nden biridir. Onuncu yıl


marşını Behçet Kemal'le birlikte yazdı.

Ama uğruna marşlar yazdığı ülkesinde bir ihti­


lal sonrası tutuklandı. Çileli mahpushane yılları
ona yaradı. Ü nlü şiiri "Zindan Duvarları"nı par­
maklıklar ardında kaleme aldı.

Öğretmenlik yaptığı sıralarda öğrenciler için


şöyle demiş: "Öndekiler baka baka, arkadakiler
yata yata uyur. . . "

Ayrıca, "Bir kurşunla vurul da,


bir kadına vurulma." sözü
de ona aittir.
'3anat' adlı Şiirind�n ...
S e n anlayan b i r gözle süzersin uzun uzun

Yabancı bir şehirde bir kadın heykelini,

Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun

Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini . . .

Başka sanat bilmeyiz karşımızda dururken

Yazılmamış bir destan gibi Anadolu'muz

Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken

Sana uğurlar olsun ... Ayrılıyor yolumuz . .

1 2ı O
Amerikalı yazar ve gazeteci. . . Kısa hikayeleri
ve gösterişsiz yazı tarzı ile bilinir.

Sol gözü bozuk olduğundan askere alınmadı


ama o buna gönüllüydü, çabaladı ve başardı. Birinci
Dünya Savaşının en ateşli anlarında oradaydı. On­
larca insanın ölümüne şahit oldu. Gördüklerinden
sonra tek çarenin savaşı öldürmek olduğuna inandı.
Bu kez savaşsız bir dünya için yazmaya çalıştı.

Lise yıllarında başlayan gazetecilik aşkı uzun


süre devam etti. "Gazetecilik yıllarında öğrendi­
ğim kurallar en güzelleriydi." dedi. Yazarlık haya­
tı boyunca da onları unutamadı. Kısa ve gösteriş­
siz anlatabilme yeteneğini bu meslekte kazandı.

Romanları sadece öldükten sonra değil yaşar­


ken de çok ses getirdi. Amerikan edebiyatının baş­
yapıtlarını verdi. Pulitzer ve Nobel ödüllerine la­
yık görüldü. Tutkulu bir yaşam geçirdi. lki kez
uçak kazasından kurtuldu, savaşta yaralandı. Ya­
şamının sonlarına doğru kendini alkole verdi ve
çokça kilo aldı. Altmış iki yaşındayken bir av tüfe­
ğiyle intihar etti.

12ı1
Hemingway, sabah erken kalkıp ilk iş olarak
yazmaya başlar, öğlene kadar yazı ile meşgul olur­
muş. Yazısının en keyifli yerine geldiğinde ise, er­
tesi sabah yazmaya şevkle devam edebilmek için,
yazmayı bırakırmış.

tJft dftmif Hftminsw ay ...

G H ayata kendimiz ne katıyorsak, hayattan da


onu alırız.
e Olüm yalnızca uzun sürdüğü zaman, çok acı
verdiği zaman ve insanı aşağıladığı zaman kö­
tüdür.
G Zeki insanların mutlu olmaları, hayatta görü­
len nadir şeylerdendir.

"'{ aşaM r,.ü -ı..eldir _"e. ,

�a de.ger
uğrunda !>avaŞM&
Ekmeğini yazıyla kazanan yazarlardandır. Hiç­
bir zaman rahat bir yaşamı olmadı. Düzenli bir
eğitim alma imkanı bulamadı. Kendi kendini ye­
tiştirip, hayat üniversitesinden mezun oldu.

Şair olan babası İsmail Safa vefat edince, Peya­


mi henüz iki yaşındayken yetim kaldı. Dokuz ya­
şında bir kemik hastalığına yakalandı. Neyin dert,
neyin şifa olduğu bilinmez. Nitekim bu hastalık
ona ünlü eseri Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nu
yazdırdı. Bu kitap, psikolojik romanlar arasında
başköşeye yerleşti.

Sosyal konulara hep duyarlıydı ve bunları


eserlerinde bolca işledi. İnsanlığı, kaybettiği ru­
hunu bulmaya çağırdı ve "Tüm problemler bu
noktada düğümleniyor. " dedi. İmanını yitiren bir
insanın buhrandan buhrana yuvarlanacağını
söyledi...

İçinden taşanları dışa vurmadan edemedi.


Muhalif düşüncedeki yazarlarla yaptığı kalem tar­
tışmalarıyla da ün kazandı... Server Bedi takma
adıyla da kitaplar yayınladı.
Aşık oldu . . . 1stanbul'u seyreylerken, Sevim
Burak'a "ruhum" diye başlayan uzun mektuplar
yazdı . . .

Merve adlı bir oğlu vardı. Askere giden ve bir


daha dönemeyen oğlunun ölümünden kısa bir
süre sonra kendisi de hayatını kaybetti.

� Aptallar bütün hayatları boyunca akıllı kişiler­


le gezseler bile gerçekleri öğrenemezler. Hiç,
kaşık çorbanın lezzetini alabilir mi?
� Eski başka, eskimiş başkadır. Nice eskiler var­
dır ki, hiç eskimez.
� Güzel fakat uygulaması imkansız sözler, koku­
suz güzel çiçeklere benzer.
� Ağaç nasılsa meyvesi de ona göredir.
Ahm�t Hamdi Tanpınar c1�01-1��2J

Veterinerlik fakültesini bırakıp edebiyat oku­


maya karar verdi.

En büyük isteği "iyi bir şair" olarak anılmaktı . . .


Fakat öykü, roman, deneme v e incelemeleri şiirle­
rinden daha çok beğenildi.

Yaşadığı altmış bir yıl içinde; bir imparatorlu­


ğun çöküşünü, cumhuriyetin ilanını ve 27 Mayıs
ihtilalini gördü.

Hem Doğudan hem de Batıdan etkilendi. Geç­


miş ile gelecek arasında bir köprü oldu.

Ona göre sanat, asla bir politik görüşün esiri


olamaz ya da toplumsal mesajlar vermeye zorla­
namazdı.

Dünyayı usta bir ressamın elinden çıkmış bir


tablo olarak gördü. Bir ressam boyalarını nasıl
kullanıyorsa, o da dili ve kelimeleri aynı incelikle
yazılarına yerleştirdi.

Onun için yaşam bir masal gibiydi. . . "Ben ma­


salı olan adamım" der ve kendini sıradan olan her
şeyden uzak tutardı.
�o demiş A�mot Hamdi. . .

� Biz düşüncelerimizi çoğu zaman omuzları­


mızda taşırız.
� Hal, geçmişi ve geleceği görmeye yarayan bir
rasat kulesidir.
� Her şey değişebilir, hatta kendi irademizle de­
ğiştiririz. Değişmeyecek olan, hayata şekil ve­
ren ve ona bizim damgamızı basan şeylerdir.
� İnsan ruhunun en az sabır gösterdiği şey mut­
luluktur.
� Düzen aklın zevkini okşar ama düzensizlik ha­
yal gücünün mutluluğudur . . .
�im d�miŞ. n� d�mişY

Gönlü ve sözü bir olmayan kişinin yüz dili bile


olsa, o gene dilsiz sayılır.

Bir ulusun bütün yönetimi bana bırakılsaydı,


ilkin dilini düzeltirdim. Çünkü dil düzgün olma­
yınca söylenen anlaşılamaz ve yapılması gereken
yapılmadan kalır, böyle olunca töreler ve sanat
geriler, adalet yoldan çıkar, halk çaresizlik içinde
kalır. İşte bundan dolayı söylenmesi gereken başı­
boş bırakılamaz. Bu her şeyden önemlidir.

(ıc,onrüçyüs)

Bir ülkenin kanunlarının çiğnenmesinden


sonra en büyük suç, dilinin çiğnenmesidir.

( Walt(jr L.anoor)

Bana mükemmel bir lisan ver, sana büyük bir


millet teşkil edeyim.

(l..Gibniz.)
Konuşma, insanın aklını kullanma sanatıdır.
(Platon)

Kamusa uzanan el, namusa uzanmıştır.


(Camii Mariç )

Kullanılması derecesinde keskinleşen tek alet


dildir.

Dilini kaybeden bir millet her şeyini kaybetmiş


demektir.

Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.


(6udwis 'NittsanstainJ

Dilim sürçeceğine ayağım sürçsün ...


(Harbart)

Kuşlar ayaklarıyla, insanlar dilleriyle yakala­


nırlar.

Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı. .


.

( Yunus � mra)

insan, dilinin altında gizlidir.


(Haı.rati Mu�a.mmadJ
Yoksul bir köylüydü Steinbeck. Küçük yaşta iş­

çi olarak çalışmak zorunda kaldı. Çevresindeki

tüm köylüler, gelişen dünyada ancak birer işçi

olarak var olabiliyorlardı. Çocuklar, bırakın şeker

yemeyi, ekmek bile bulamıyorlardı. Bu hayata ya­

kından tanıklık etti. Yazmak da içinde bitmeyen

bir ateşti. Bunlar birleşince bir toplum eleştirme­

ni çıktı ortaya. Her biri bir mücadele örneği olan

romanlar yazdı. Pulitzer ve Nobel edebiyat ödül­

lerini aldı.

Ona göre, yazmanın tek bir gerekçesi olabilir­

di: insanların birbirlerini anlamalarına yardımcı

olmak ...

İyi ile kötünün kavgasını, kimi zaman ciddi bir

edayla, kimi zamansa mizahi bir üslupla anlattı.

Her geçen gün makineleşen topluma hep kuşkuy­

la yaklaştı.

Ve küçük bir not: Steinbeck'in anlattığı Ameri­

ka, şimdiki Amerika' dan oldukça farklıdır. ..


8t(jinbftck', ...

(i) Ölüm bir arkadaştı ve uyku ise ölümün kardeşi. . .

9 Dünyanın her yerinde herkesin yenileceği bir


yer var. Bazılarını yenilgi yıkar, bazılarıysa za­
ferle küçülür, bayağılaşırlar. Büyüklük hem ye­
nilgiyi hem de zaferi kabullenebilenlerde yaşar.
<I> Gençler ok, yaşlılar ise yay vazifesini görmeli­
dirler.
G Hiçbir yeteneği olmayan insanlardan her şey
beklenebilir.

1&0
Selanik doğumlu ... ilk şiirini on iki yaşınday­
ken yazdı. Önceleri geleneksel şiir kalıplarını kul­
lanırdı ama daha sonra serbest nazımda karar kıl­
dı. Şiirlerinden ziyade komünizm ideolojisiyle ün­
lendi. Yirmi yaşında kaçak bindiği bir vapurla
Rusya'ya gitti. Türkiye'ye geldikten sonra Aydınlık
dergisinde yayınlanan şiir ve yazılarından dolayı
on beş yıl hapsi istenince, bir yolunu bulup tekrar
Sovyetler Birliği 'ne döndü.
1 928'de af kanunundan yararlanıp yeniden
Türkiye'ye geldi. Bu kez Resimli Ay dergisinde ça­
lışmaya başladı. 1 938'de yirmi sek.iz yıl hapis ce­
zasına çarptırıldı. On iki yıl kaldığı hapishane ona
unutulmayacak şiirler yazdırdı. Daha sonra aske­
re alınacağı ve öldürüleceği endişesiyle yeniden
Sovyetler Birliğine gitti.
Bu nedenle 1951 yılında ülke vatandaşlığından
çıkarıldı. Bunun üzerine, büyük dedesi Mahmut
Celaleddin Paşa'nın (Konstantin Borzecki) mem­
leketi olan Polonya vatandaşlığına geçti ve Bor­
zecki soyadım aldı.

1�1
Nazım Hikmet, ardında pek çok dile çevrilmiş
ve uluslararası literatüre girmiş eserler bırakarak
1 963 tarihinde, Moskova'dayken kalp krizinden
öldü.
Nazım Hikmet, şiirleri ve ideolojisi kadar ka­
dınlarla olan ilişkileriyle de ünlüdür. Nüzhet, Pi­
raye, Münevver, Vera, Yelena, Galina en çok bili­
nenler...

� Arkadaşlık ağaca benzer, kurudu mu bir daha


yeşermez.
� Ben babamdan ileri, oğlumdan geriyim.
� Şairin dünyası, en az, bir romancının dünyası
kadar büyük olmalı.

olMak ı�in ,
' Şair, e.aşanlı
�apttlan r4a Mad di �Şa:-"'
(Ul"\dadır
a�ır\la-tMak �o

("'3UM .ı;,)<Me"t )

1S2
Şiirlorindon ...
Akıyordu su
gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.
Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını!
Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere
koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere!
Birden
bire kuş gibi
vurulmuş gibi
kanadından
yaralı bir atlı yuvarlandı atından!
Bağırmadı,
gidenleri geri çağırmadı,
baktı yalnız dolu gözlerle
uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına!

Balık tuttuk yiyen ölür,


birden değil, ağır ağır,
etleri çürür, dağılır.
Balık tuttuk yiyen ölür.

Elimize değen ölür.


Tuzla, güneşle yıkanan
bu vefalı, bu çalışkan
elimize değen ölür.
Birden değil, ağır ağır,
etleri çürür, dağılır.
Elimize değen ölür. . .
Edebiyatın en büyük kavgası onların arasında
oldu, denir . . . Belki de böyle görülmek istendiğin­
dendir . . . İki ünlü şair . . . İki meşhur dava adamı. . .
Onlar birbirlerini en iyi anlayanlardır aslında...
Necip Fazıl Nazım Hikmet'i hapiste ziyaret et­
tiğinde şöyle bir konuşma geçer aralarında:
Necip Fazıl: "Nazım, benim rejimim olsa seni
asardım. Fakat bu hiçlik rejiminde fikirsiz ve
imansız insanların seni süründürmesinden müte­
essirim. Onun için ziyaretine geldim."
Nazım Hikmet: "Benim rejimim olsa ben de
seni asardım. Sonra da darağacının başında ağlar­
dım. Seni anlıyorum. Bil ki bu soylu tarafının dai­
ma takdircisi kalacağım."
On iki yaşından beri şair. . . Annesi, "Senin şair
olmanı ne kadar isterdim!" dediğinde içinde bir
ışık yandı ve o gün verdi şair olma kararını.
Şöhretinin zirvesinde iken felsefi arayışlarını
sürdürüp içinde yeni bir dönemin doğum sancısı­
nı hisseden Necip Fazıl, otuzlu yaşlarında, bohem
hayatını en koyu rengiyle yaşadığı günlerde Be­
yoğlu Ağa camiinde vaaz vermekte olan Abdülha­
kim Arvasi ile tanışır ve bir daha ondan kopamaz.
Daha sonraları onun için;
" Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;
Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!"
diyeceği Arvasi, onun hayatında yeni bir
devrin başlamasına vesile olur ve şair, hayatında
meydana gelen bu değişikliği şu mısralarla
özetler: "Tam otuz yıl saatim işlemiş ben
durmuşum; Gökyüzünden habersiz, uçurtma
uçurmuşum ... "
Hep aradığı o büyük amacı artık bulmuştu.
Bundan böyle bir "Müslüman şair" olarak anıla­
caktı.
İçi mücadele ruhuyla doldu. Tam on altı kez
kapatılacak olan efsanevi "Büyük Doğu" dergisini
çıkardı. Defalarca yargılandı, hapis yattı. Genellik­
le parasızdı, uçan kuşa borcu vardı.
Hastalığın yakasını bırakmadığı son günlerini
küçük odasında dost sohbetleriyle geçirdi. Ruhu­
nu teslim ederken bile şiir cevherini kaybetme­
mişti, dudaklarından şu sözler döküldü:
"Demek böyle ölünürmüş! "

Fikir ve duyguda vasiyete lüzum görmüyorum.


Bu bahiste bütün eserlerim, her kelime, cümle,
mısra ve topyekün ifade tarzım vasiyettir. Eğer tek
ve minicik bir daire içinde toplamak gerekirse
söylenecek söz: "Allah ve Resulü; başka her şey hiç
ve batıl" demekten ibarettir.
Beni, ayrıca hususi vasiyetimde gösterdiğim
gibi, İslami usullerin en incelerine riayetle gömü­
nüz! Burada, umumi vasiyette de belirtilmesi ge­
reken bir noktaya dokunmalıyım. Cenazeme çi­
çek ve bando mızıka gönderecek makam ve şahıs­
lara uzaklığımız ve kimsenin böyle bir zahmete gi­
rişmeyeceği malum ... Fakat bu hususta bir mu­
ziplik zuhur edecek olursa, ne yapılmak gerektiği
de beni sevenlerce malum ... Çiçekler çamura ve
bando yüz geri koğuşuna . . .
"Son günüm olmasın çelengim top arabam.
Beni alıp götürsün tam dört inanmış adam"
� Adalet mülkün temeli ama bir de insanlığın te­
meli var: O da sevgi.
� Tomurcuk derdinde olmayan ağaç odundur . . .
� Tohum ek, vermezse toprak utansın.

Şiirl�rind �n . . .
Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar,
Ne de şeytan bir günahı,
Seni beklediğim kadar.

Geçti istemem gelmeni,


Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimle gölgeni,
Gelme, artık neye yarar?

Yön yön sarılmışım ne yana baksam,


Sarılan olur da saran olmaz mı?
Kim bu yüzü çizen sanatkar ressam,
Geçip de aynaya, soran olmaz mı?

Niçin küçülüyor eşya uzakta?


Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın raksı ne bir yuvarlakta?
Sonum varmış, onu öğrensem asıl?

1S?
Durum hikayecisi. . . Türk edebiyatının klasik­
lerinden olmuş öyküleriyle tanınır. Asıl adı, Meh­
met Sait. Hikayelerindeki kahramanlar, bazen bir
balıkçı, bir işçi ya da bir esnaftır. Okuru olaylar­
dan sıyırıp, insanların iç dünyalarına götürdü.
Hayatında üç dönem yazmaya ara verdi. Babası
öldüğünde, kendisine siroz teşhisi konduğunda
ve Kayıp Aranıyor adlı romanı toplatıldığında.
Çalışmayı sevmezdi. Babasının ölümünden
sonra kalan mirasla geçindi. Elinde para tutamaz­
dı. Bu nedenle annesi ona günlük harçlık verirdi.
Gönlünce yaşamayı severdi. Hiç evlenmedi.
Sait Faik, Türk edebiyatında Çehov tarzı hika­
yenin yerleşmesinde önemli katkı sağladı. Ölü­
münden sonra anısını yaşatmak için annesi tara­
fından adına bir öykü ödülü kondu.

� Söz vermiştim kendi kendime, yazı bile yazma­


yacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi?

1�8'
Burada namuslu insanların arasında sakin, ölümü
bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapama­
dım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Otur­
dum. Adarım tenha yollarında gezerken carıım sıkı­
lırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdı­
ğım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum, öptüm. Yaz­
masam deli olacaktım.

Sait Faik, Hürriyet gazetesi için yazılar yazı­


yor ve aynı zamanda röportajlar yapıyormuş.
Biriken parasını almak için m uhasebeye gitti­
ğinde, hikayeleri için 5 lira, röportajları için 1 0
lira vermişler. Gazete müdürüne gidip b i r yan­
lışlık olup olmadığını sormuş. Müdür: "Yanlış­
lık değil. Hikaye yazmanız için bir m asrafa ge­
rek olmuyor. Bir kağıtla bir kalem kafi, ama rö­
portaj yapmak için bir yerlere gidiyorsunuz, ne
bileyim, vapura, trene falan biniyorsunuz. Yol
parası veriyorsunuz, icabında bir kahveye otu­
rup çay-kahve içiyor, masraf ediyorsunuz." ya­
nıtını vermiş. H ikayelerine bu
kadar değersiz bakılma- "'Çic;eJ<. ve e.alıl<. adla("lr\I
sı karşısında şaşkın - e,ilMe:ıen 1<.ısi , hi 1<.a-:,e �auııwrı..
'

ısort �.;.. A�s•'l""'"-)


lığa düşen yazar, işi
bırakmış . . .
Edebiyata şiirle girdi ama asıl ününü hikayele­
riyle yaptı. tik hapis cezasının da yazdığı bir şiir
yüzünden aldı. Konya' da öğretmenken bir eğlenti
sırasında okuduğu "Memleketten Haber Var" adlı
taşlamayla Atatürk' e hakaret ettiği gerekçesiyle
yargılandı. Şiirde Atatürk'ün adı geçmemekteydi.
Fakat mahkemede savunması kabul görmedi ve
cumhurbaşkanına ima yoluyla hakaretten 1 932
yılında hüküm giydi. Cumhuriyetin onuncu yılı
nedeniyle çıkarılan af ile hapisten çıktığında işsiz­
di. Yeniden memur olabilmek için başvuruda bu­
lundu fakat dilekçesi kabul edilmedi. Eski "muzır"
düşüncelerini değiştirdiğini kanıtlaması gerektiği
duyuruldu kendisine. O da " Benim Aşkım" adlı şi­
irini yazıp Varlık dergisinde yayımlattı. Böylece
yeniden bir göreve atandı.
Sabahattin Ali, öykülerinde halktan insanları
ve onların çektiği acıları anlattı. Şehirlinin köylü­
yü aşağılamasını eleştirdi. Sanat onun için bir
amaç değil araçtı. Edebiyat dünyasında "toplum­
cu gerçekçi" yazar olarak anıldı.

100
Birçok kez hapse girip çıktı. Sırça Köşk isimli
eseri ise 1 947 de bakanlık emriyle toplatıldı.
Bir başka dava nedeni ile yattığı cezaevinden
çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başladı. İş­
sizdi ve yazacak yer bulamamıştı. Yurt dışına gi­
debilmek için pasaport almak istedi, fakat alama­
dı. Bu kez Bulgaristan ' a kaçmaya karar verdi. Bu
girişimi sırasında, Bulgaristan sınırında şaibeli şe­
kilde öldürüldü.

ur s�-z.ırvı
"A� ın şaVl<ı vur
s-tü. ne, sö -ı. sa
�leje" •
ü.
·
M ü. s-tü. ne. ·
:ıoı---tur sö u:.ı.

tS�i" All�

101
En çok korktuğu şey ölümdü. . . Yüz yıl yaşasa,
bir o kadar daha yaşamak isterdi. Çocukluğuna
dönse ve zaman orda dursa hiç şikayet etmezdi.
Aşıktı. Ama hiçbir zaman açılamadı. Çünkü
Mihrimah Hanım, yakın bir arkadaşının kardeşiy­
di. O zamanlar gururlu bir şair ne yaparsa o da
onu yaptı; sustu. Yıllar sonra Paris'te döktü arka­
daşına içini. " Eyvah!" dedi, eski dostu Vedat,
" Keşke söyleseydin, mutlaka seninle evlenmesini
isterdim."
Kırılgan, tedirgin ve yalnızdı. Bir zamanlar yal­
nızlıktan hayali bir sevgili uydurup ona mektuplar
yazdı. Kendinden hep uzak tuttuğu ölüm, onu er­
kenden buldu. Geçirdiği felçle bir süre yaşadıktan
sonra dünyaya gözünü yumdu.

� Efkar ettiğimiz şey, memleketin halidir.


� Aşk, dostluk . . . Hepsi dökülür yapraklar!
� Bir derdin varsa açabilirsin ağaçlara; ağaç yap­
rak verir sır vermez rüzgara.

otuı:. Boş laf fiirindon. . .


Yaş otuz beş yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.

Neylersin ölüm herkesin başında,


Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.
Tam on iki yıl hapis yattı. Resmi evraktaki su -
çu, askeri isyana teşvikti. Hapisteyken de yazmayı
bırakmadı. Edebiyat onun için bir sanat dalı değil,
fikirlerini sergilediği bir alandı.
" Bizde zenginler, yoksullar diye sınıflar yoktur,
bizi bir arada tutacak tek şey devlettir." dedi. Fa­
kat devleti kutsallık payesi vermedi.
Meşhur Devlet Ana kitabını yazdı. Kendi fikir­
lerinin ateşli bir savunucusuydu. Ölümü de böyle
bir tartışma esnasında geçirdiği kalp krizi nede­
niyle oldu.

s,a.ktecılık ,
e" � 'iJ. k
�Sar"\8ı1:a
�&af\Cı
Mılh "-aııpıa..-a
!""fV')Bıkla oıur
o uer doldu.

(���c'!l .,-f'l-,ı(")
Nabdit takma adıyla şiirler yazan Cemal Bey,
bir gün Süleyman Nazife, "Bak, sen benim hece
vezinli şiirlerimi beğenmiyorsun ama Ali Ekrem
okumuş ve ağlamış!" diye sitem etti. Nazif bunun
üzerine tebessüm ederek, "Sen anlayamamışsın,
o ağlamışsa, şiirin ne rezil bir duruma düştüğünü
gördüğü için ağlamıştır." cevabını verdi.

Mahir adlı çalışkan bir öğrenci, her nasılsa ün­


lü edebiyat öğretmeni Tahirü'l-Mevlevi'den zayıf
not almış. Bunun üzerine tahtaya: "Vermezse Ta­
hir, ne yapsın Mahir!" cümlesini yazmış. Hoca alt­
ta kalır mı, yazıya şu sözü ekleyivermiş: "Çalışsa
Mahir, esirger mi Tahir?"

Neyzen Tevfik, savaşta iki gözünü de kaybe­


den bir tanıdığıyla söyleşmektedir. Tanıdığı, "Du­
rumu nasıl görüyorsun, Tevfik?" diye sorar. Ney­
zen "karanlık" diyecekken vazgeçer, "Sizin gördü­
ğünüz gibi" diye cevap verir.

Dürüstlüğü ile tanınan Mehmet Akif, sağlam


karakterli olmayan ikiyüzlü kişilere çok kızardı.
Bir gün dostu Mithat Cemal'e şöyle dedi: "İkiyüz­
lüleri sever oldum; çünkü yaşadıkça yirmi yüzlü
insanlar görmeye başladım."
Bir genç yazar, meşhur eleştirmen Lessing'e, in­
celemesi için verdiği bir eseri hakkındaki fikrini sor­
muş. Meşhur eleştirmen şu cevabı vermiş: "Kitabı­
nızda yeni ve hakikat olan şeyler var. Yalnız yeni
olanlar hakikat değil, hakikat olanlar da yeni değil."

Yeteneksiz bir romancı, Fransız roman ve


dram yazarı Alfred Capus'e yeni eserini göstere­
rek: "Son romanım, üstat!" der. Capus cevaplar:
"Demek son romanınız, ne saadet!"

Bir gün ünlü şair Enveri, çarşıdan geçerken, bir


adam ve etrafına toplanmış bir kalabalık gördü.
Adam, Enveri'nin kasidelerini okuyor, halk da alkış
tutuyordu. Enveri, adama yaklaşıp, "Bu okudukla­
rın kimin şiirleridir?" diye sordu. "Enveri'nin" diye
cevap verdi adam. "Peki Enveri'yi tanır mısın?" de­
di. "Enver! benim" diye cevapladı şiiri okuyan. En­
veri güldü ve: "Çalınmış şiir duymuştum ama ça­
lınmış şair duymamıştım hiç!" dedi.

Bir sohbet sırasında, Arif Nihat Asya'ya: "Eğilir,


bükülür, katlanır ve istenilen şekle kolayca soku­
lur bir cam keşfedilmiş." derler. Şair, şöyle cevap
verir: "Desenize, eninde sonunda camı da kendi­
mize benzettik!"

Tolstoy'a "Nasıl mutlu oluyorsunuz?" diye sor­


duklarında şu cevabı vermiş: "Sahip olduğum şey­
lere sevinerek, sahip olmadıklarımı da düşünme­
yerek."
Bir şemsiye tamircisi, yazmış olduğu şiirleri in­
celemesi için Shakespeare'e gönderdiğinde yazarın
verdiği cevap şöyle olmuş: "Dostum, siz şemsiye
yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın."

Hastalıktan ötürü gözleri kapanmış olan bir


adam, halk şairi Seyrani'ye: "Bende dünyayı göre­
cek göz mü kaldı?" diye şikayette bulununca, söz
eri Seyrani, " Hiç üzülme dostum" demiş, "zaten
dünyada da bakılacak surat kalmadı."

Mehmet Akif, Berlin'den döndüğünde, orada


gördükleriyle ilgili sualler soranlara şöyle demiş:
" Gördüğüm kadarıyla, işleri dinimiz gibi sağlam;
dinleri ise işlerimiz kadar çürük . . . "

Ünlü edebiyat eleştirmenlerinden Boilea­


u'nun cenazesi pek kalabalık olmuştu. Bunu gö­
ren bir kadın şaşkınlıkla demiş: "Hayret! Ne de
çok dostu varmış bu adamın! Halbuki bana, işi gü­
cü herkesi tenkit etmektir, demişlerdi. "

Bemard Shaw genç bir kadından evlilik teklifi


yapan şöyle bir mektup alır: "Ben dünyanın en gü­
zel kadınıyım, siz de dünyanın en zeki adamı. Bera­
berliğimizden dünyanın en güzel ve en zeki çocuk­
ları doğar. Ne dersiniz?" Shaw derhal cevap verir:
" lltifatınıza çok teşekkürler bayan. Ancak, ya ço­
cuklarımız güzellikte bana, zekada size benzerse?"
tJ�cib Ma�Pub c1�11-2oo�J

Nobel'i kazandığında şöyle dedi: "Mısırlıları


kutlarım, onların küçük bir adamı, büyük bir ödül
aldı."

Babasının izinden giderek tam otuz beş yıl


devlet memurluğu yaptı. Ama küçük yaşlarda gö­
nül verdiği yazıdan hiç geri durmadı. Önceleri ga­
zete ve dergilerde kısa hikayeleri yayımlandı. Fa­
kat o romanlarıyla tanındı.

Bir devrimci olarak anıldı ama gönülden inan­


dığı ve yıllardır beklediği devrim onu mutlu etme­
yince, umutsuzluğa kapıldı. Eserleri birçok çevre­
lerce tepki gördü. Bir kitabı yasaklandı.

Kendisine düzenlenen bir suikast sonucu, bir


militan tarafından boğazından bıçaklandı fakat
ölmedi.

Doksan dört yaşında hayata gözlerini yumdu­


ğunda arkasında üç yüzü aşkın hikaye, otuzdan
fazla roman bıraktı.
Hababam Sınıfı'nın yazarı . . . Hayatının çoğu­
nu hastane ve hapishanelerde geçirdi. Verem has­
tasıydı.
Öğretmenlik yapmaya çalıştı ama oradan ora­
ya sürüldü. Gördüğü aksaklıkları hep eleştirdi.
Şiirden romana hatta mizah öykülerine kadar
pek çok farklı türde yazdı.
Öğretmenlik yıllarından kalma bir idealizmle,
ömrünün son dönemlerinde çocuk edebiyatı tü ­
rüne ağırlık verdi.
Alb�rt Camug c1�1�-1��0)

Cezayir asıllı Fransız yazar ve düşünür. . . Yaşa­


mın "absürt" olduğunu düşündü. Kendini hiçbir
ideoloji ve akımla kısıtlamadı fakat birçok kişinin
izinden gittiği bir yol açtı.
Üniversitede futbol takımının kalecisiydi. Fut­
bola olan tutkusundan hiçbir zaman vazgeçeme­
di. Hatta "Ahlaka dair ne biliyorsam futbola borç­
luyum." derdi. Genç yaşta yakalandığı verem has­
talığı onu futbol oynamaktan alıkoydu.
Nobel ödülünü alan en genç yazar oldu. Bun­
dan üç yıl sonra da "ölümlerin en absürdü" dedi­
ği trafik kazasıyla hayata veda etti.

1?0
tJo domiş Albort Ca,muB .. .

� Ateşten ve yiyecekten yoksun bir insan için öz­


gürlük, hiç de acelesi olmayan bir lükstür. . .
� Para mutluluğu satın alır. Eğer paran varsa ça­
lışmak zorunda kalmazsın, zamanı satın alır­
sın ve bu zamanı kendini mutlu edecek şeyler
yaparak değerlendirirsin . . .
� Hayatımın kusurlu yanlarını saklamak zorun­
da oluşum bana soğuk bir hava veriyordu, bu
soğukluğu da erdemle karıştırıyorlardı. . .
� insan n e ise, o olmayı reddeden tek yaratık­
tır. . .
� insanın eninde sonunda alışamayacağı bir dü­
şünce yoktur.

1?1
Dokuz yaşında okumaya, on yaşında yazmaya
merak saldı. On sekizinde içkiye, on dokuzunda
avareliğe başladı. Yirmisinde para kazanmayı ve
de sefalet çekmeyi öğrendi. Yirmi beşinde bir tra­
fik kazası geçirdi. Otuz altısında öldü.
Çok aşık oldu. Hiç evlenmedi.
Kurallardan nefret etti. Kafıyeymiş, konuymuş
hepsini geçti. Küçük yaşta tanıştığı iki şair arkada­
şıyla kendi gibi "garip" bir akım başlattı. "Çok sevdi­
ğim salatayı bile aramaz mı olacaktım." diye anlattı
aşkını hem de salatadan nefret ederken. Aslında an­
laşılamayan şiirlerinin arkasına sakladı kendini...

jgtanbul Tür�ügü
İstanbul'da, Boğaziçi'nde,
Bir garip Orhan Veli'yim;
Veli' nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde.
Rumelihisarı 'na oturmuşum,
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum:
" lstanbul'un mermer taşları;
Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;
Gözlerimden boşanıyor hicran yaşları;
Edalı'm,
Senin yüzünden bu halım."

"İstanbul'un orta yeri sinema;


Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;
El konuşur, sevişirmiş, bana ne?
Sevdalı'm,
Boynuna vebalim!"

İstanbul'da, Boğaziçi'ndeyim.
Bir fakir Orhan Veli;
Veli'nin oğlu,
Tarifsiz kederler içindeyim.
Askerdi . . . Askerliğinin bitimine otuz beş gün
kala hapse atıldı. Orada Nazım Hikmet'le tanıştı.
Bu tanışma onun hayatını değiştirdi. Kalemi elin­
den düşürmez oldu. Sonra Nazım Hikmet'in tav­
siyesi üzerine şiiri bıraktı, hikayeler, romanlar
yazmaya başladı.
Daha çok gecekondu insanlarının, fabrika işçi­
lerinin, dar gelirli memurların arasından seçti öy­
kü ve roman kişilerini. Adana'da başlayan edebi­
yat hayatını lstanbul'da sürdürdü. Onun için sa­
nat, insanlık için harcanan çabaydı. Bu bilinçle
durmadan yazdı, pek çok eser bıraktı geride.
"Yazdığından mutlu olunca neşeyle top oynar,
beni de kaleye dikerdi. Ben de mutlu olurdum . . .
Hoşlanmadığım şeylere gelirsek... Eve genellikle
geç dönerdi, birdenbire kızardı ve kadınlara çok
bakardı. . . "

'6en;el< oıan 6 ğ<"er.Mel<.1:lı'"


· · ,,.
Neı'"eden, nasıl o
n.-endiğın dı pl0!\'ı8"·
�· n de 6
ha'rtB nele!'" e.ııdıgı neMli değıl
. . ,
Ne .,ap-t:ığın 6 neMildl ı'"

( ()(ha" KeMol)
Asıl adı Mehmet Nusret. Gazeteci, yayıncı, ya­
zar. Hayatı boyunca gözlemlediği her şeyde miza­
hi bir yan buldu. Gördüğü tüm aksaklıkları eleştir­
di ve alay etti. Kendisiyle alay etmesi gerekseydi
herhalde dillerden düşmeyen cimriliğinden bah­
sederdi.
Sadece güldürmekle kalmayıp düşündürdü.
Sivri dili bazen dokunduğu yerleri acıttı. Hapis ve
sürgün cezalan alsa da yazmaktan geri durmadı.
Yaşlandıkça daha çok yazdı. Eserlerinin geliriy­
le kimsesiz çocuklar için bir vakıf kurdu. Kimileri
tarafından yere göğe sığdırılamadı, kimilerininse
en büyük düşmanı oldu. Bir imza günü sonrası
dünyaya gözünü yumdu. Vasiyeti gereği dini me­
rasimi yapılmadı. Münasip bir çukura gömüldü.

� Fanatizm hangi noktada boy vermişse, aydın­


ların görevi onu o noktada boğmaktır.

1?0
� Hayatım süresince boyum kadar kitap yazdım
ama beni sevmeyenler buna da mazeret bu­
lup, onun zaten boyu kısaydı, diyebilirler.
� Hikayemi okuyan derginin baş redaktörü, çok
anlayışsız bir adam olduğu için, hikayemi
okurken hüngür hüngür ağlaması gerektiği
halde kahkahalarla güldü; sonra kahkahadan
yaşaran gözlerini silerek, "Aferin, çok güzel.
Bunun gibi daha başka hikayeler de yaz getir
bize." dedi... Yazarlıktaki bu ilk düş kırıklığım
hala sürmektedir. Ağlasınlar diye yazdıkları­
mın çoğuna, okurlarım gülüyor.
Attila il� an c1�2§-200§)

Saçları dökülünce bir şapka taktı başına. Son­


ra o şapkayla bütünleşti.
" Gerçek bir solcu" olarak tanımladı kendini.
Kendinden başka da kimseyi solculuğa yakıştıra­
madı.
Küçük yaşlarda başladığı şairliğini yine genç
yaşlarında rafa kaldırdı. Edebiyatı, fikirlerini an­
latmak için bir araç olarak gördü. Bir düşünür, bir
yazar olarak çıktı hep öne ama şairliği peşini bı­
rakmadı.
Babasına hayran bir çocuk gibi ömrünü Nazım
Hikmet'e benzemeye çalışmakla ve ona hayran­
lıkla geçirdi. Seksen yaşında öldü.
tJ� d�miş Attila ilhan . . .

� Çoğu zaman üç beş kişi için yazdığımızı sanı­


rız, onlar bizi okumazlar. Asıl seslendik.lerimiz,
hiçbir zaman tanımayacağımız, başka üç beş
kişidir.

l?ir Şiirind�n...

Aysel git başımdan ben sana göre değilim


Ölümüm birden olacak seziyorum
Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Aysel git başımdan istemiyorum
Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
Dağıtır gecelerim sarışınlığını
Uykularımı uyusan nasıl korkarsın
Hiçbir dakikamı yaşayamazsın
Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Benim için kirletme aydınlığını
Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Aykırı bir yolcuyum dünya geniş
Büyük bir kulak çınlıyor içimdeki
Çetrefil yolculuğum kesinleşmiş
Sakın başka bir şey getirme aklına.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Ölümüm birden olacak seziyorum,
Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Aysel git başımdan seni seviyorum...

1?,Ş
Soyadı Korkrnazgil. Bir demir yolu işçisinin oğ­
lu. Öğretmenliği seçti meslek olarak. Daha ilk yılın­
da tutuklandı. Ama fazla kalmadı soğuk duvarların
ardında . . . Hanım hanımcık şairlerinkine hiç ben­
zemiyordu şiirleri. Gür sesiyle adeta haykırarak şiir
yazıyordu Hasan Hüseyin. Onun için şiir neydi?
Bunu " Kara Gün Dostu " şiirinde şöyle anlattı:

Biliyorum
Matarada su, torbada ekmek
Ve kemerde kurşun değil şiir
Ama yine de
Matarasında su
Torbasında ekmek
Ve kemerinde kurşun kalmamışları
Ayakta tutabilir

Biliyorum
Şiirle şarkıyla olacak iş değil bu
Dalda narı
Tarlada ekini kızartmaz güvercin gurultusu
Ama yine de

18 0
Diler arasında bıçak gibi parlar kavgada
Şiirin doğrultusu

Göz gözü görmez olmuş


Tek bir ışık bile yok
Yürek bir yaralı şahindir
Döner boşlukta
Belki bir şiir
Belki bir şiir kırıntısı
Çalar kapımızı umutsuz karanlıkta
Yoklar yüreğimizi
Eğilir yaramıza
Dağıtır korkumuzu
Ve karşı tepelerden
Gürül gürül bir kalk borusu!

11 ]'IE Çok .$E'/ EıiLi'/OllSl.ıl]'\!11


ŞİİA.. 1U�LÜSÜ
Lllt.IK ŞiiR.: Sevi� ve. acı k.Ol'\Ulaı-ını iŞle;:ıe.n şiirteı-. . .
EP llC. SllR.: 'fi gittik, kah!"at'llarJık şiirleri. . .
Dlt>AKTık Slilt.: B>iı- ö ğı-e:tıvıen Misali ha &iı-e
&iı- şe�ı- O !Jı-e:trvıe:ıe çatışan şiirteı-. . .
PAS-ıt»..AL Şillt.: Tae.ist c;,ü "Z.f!lliklerini işle� şiirteı-. . .
DA.AMA11K S!iR.: Acıkl ı 'Jll da k.00:.� e.iı- ı:.onu:ıu
anlatan şiirteı-. . .

181
Asıl adı Kemal Sadık Gökçeli. Küçük yaşta bir ka­
za nedeniyle gözlerinden birini kaybetti. Daha beş
yaşındayken babasının ölümüne şahit oldu. Okulu
erken yaşta bıraktı. Pamuk tarlalarında ırgatlıktan
traktör sürücülüğüne kadar birçok işte çalıştı.
Siyasi nedenlerle de birkaç kez tutuklandı. No­
bel'e aday gösterildi fakat ödül alamadı. "Nobel'e
en çok aday gösterilen yazar" diye espri konusu
edildi. Kitapları birçok dile çevrildi.
Daha okuryazar olmadan türkiller söyleyip,
destanlar anlatmaya başladı. Yeni bir Karacaoğlan
olma niyetindeydi. Köy köy dolaşıp, farklı kültür­
lerden bilinmeyen birçok ağıtı bulup derledi. Kü­
çük yaşlarda başlayan gezintiler, romanlarına da
iyi birer malzeme oldu.

� İ nsanoğlu bir karanlıktan geliyor, bir karanlığa


doğru gidiyor. Ama nerden gelip, nereye gide­
ceğini hep unutuyor. l3ir defa geldim, bari ta­
dını çıkarayım, demiyor.
Dilbilgisi konusunda derinleşmiş bir gramer
bilgini bir kayığa binmişti. Kendini beğenmiş gra­
merci, kayıkçıya küçümseyen bir eda ile sordu:
" Sen hiç dilbilgisi okudun mu?" " Hayır" diye ce­
vap verdi kayıkçı. Gramer bilgini, "Öyleyse ömrü­
nün yarısı gitti demektir. " dedi. Kayıkçı bu söze
biraz gücendi fakat bir şey demedi.
İçlere doğru ilerlemişlerdi. Derken şiddetli bir
rüzgar çıktı. Kayık bir girdaba doğru sürüklenme­
ye başladı. Kayıkçı, gramerciye, "Yüzme biliyor
musun?" diye sordu. Gramer bilgini, "Hayır" diye
cevap verdi. Bu sefer kayıkçı ona dönüp şöyle de­
di: "Öyleyse ömrünün tamamı gitti demektir!"
Şair, yazar, düşünür, siyasetçi. Üniversitedeki
büyük aşkına yazdığı Monna Rosa şiiri meşhur­
dur.
Şiiri geleneksel şiire de yaklaşır, ancak dili
farklıdır.
Diriliş dergisi, Diriliş yayınları ve Diriliş parti­
sini kurdu.
Ona göre şair, şiiri soyutlamada bırakırsa eksik
bırakmış olur, tamamlanması için şairin tekrar
somutlaştırması yani soyutlaştırdığı şeyi tekrar bir
bağlama oturtması gerekir. Bunu da 'Diriliş' kav­
ramına bağlar.
Kısa süren siyaset hevesi sebebiyle meydanla­
ra çık.ışını saymazsak, kendi dünyasında yaşayan
münzevi bir sanatkardır Sezai Karakoç. Gösteri
peşinde koşmaz. Gazetelerden, radyolardan, tele­
vizyonlar gelen mülakat tek.liflerine sıcak bakmaz.
Bu " nevi şahsına münhasır" adam, kendine özgü
bir dünyada yaşamasına karşın, güçlü şiirleri ve
nesirleriyle tanınmayı ve Türk edebiyatının köşe
taşlarından biri olmayı başarmıştır.

182ı
� Sellerin sürüklediği insanları, aynı sulara ka­
pılmış insanlar değil, selin dışında kalabilmiş
insanlar kurtarabilir.
� Memnunluk ilkesinin temeli, sevinçtir. Yaşa­
ma sevinci değil, "yaşatma" sevinci. . .
� Şairin kendi kendisi olabilmesinin biricik yo­
lu, değişmek, başkalaşmaktır.

Monna. R,o�a. fiirind�n.. .

Açma pencereni perdeleri çek,


Monna Rosa seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek.
Anla Monna Rosa ben bir deliyim.
Açma pencereni perdeleri çek.

Ellerin, ellerin ve parmakların


Bir narçiçeğini eziyor gibi...
Ellerinden belli olur bir kadın.
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin, ellerin ve parmakların

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.


Henüz dinlemedin benden türküler.
Benim aşkım uymaz öyle her saza.
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler.
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.
Şair, komünist ve Müslüman . . . Böyle tanımlı­
yor kendini. Keskin değişimler geçirdi. Hırçın ve
kibirli olarak anılmaktan kurtaramadı adını. Ha­
raretli tartışmalarda ön sıradaydı, sivri dili çok ki­
şiyi kızdırdı. Ne sağcılar ne de solcular sevdi onu.
Şiir Okuma Kılavuzu ile çıktı okurlarının karşı­
sına. Defalarca tövbe etti yazmayacağım bir daha
diye ama kalemi hiç bırakamadı.
Sanata meylettiği anlarda en masrafsız yolun
şiir olduğuna karar verip aldı kalemi eline. Fakat
şiirle yetinemedi. Gazetelerde başladığı yazılarına
kitaplarıyla devam etti.

�rbain' den . . .
Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?
Yaşamayabileydim yazar mıydım hiç şiir?
-Yaşama!
-Ya bileydim?
Yazar: Mıydım?
Hiç: Şiir
MuBtara 1<,utıu c1�21?- J

Hikayelerinde bu toprağın kendine özgü serü­


venini anlamaya ve hilesiz, duru bir dille anlatmaya
çalıştı. Bir dönem öğretmenlik yaptı. Sonra öğret­
menliği bırakıp Dergah yayınlarında idareci olacak
çalışmaya başladı. Koyu Fenerli. Hikayelerini bir
oturuşta ve genelde kahvelerde yazdı. Onu, 'Türk
hikayeciliğinin zirvesi' diye tanımlayanlar var.

tJ� d�miş Mustara ı<,utlu ...

� Sanat bize hakikati göstermez, hakikate giden


yolda bir destek, bir heyecan, bir yardımcıdır o.
� Romanın yanında hikaye, dar sahada çalım at­
mak gibidir.
or�an P amuk; c1�§2- J

Babası yazar olmasını istediği için yazar oldu.


Aileden gelen zenginlik sayesinde hiç geçim derdi
çekmedi . Bütün vaktini yazmaya ayırdı. Elinin al­
tında bulunan devasa bir kütüphaneden sonuna
kadar yararlandı. Hatta kimi zaman kitapları gere­
ğinden fazla bilgi doldu. Birçok kişi tarafından baş­
ka kitapları taklitle hatta aynısını alıp yazmakla
suçlandı. Hakkında Türklüğe hakaretten dava
açıldı.

Kırk altı dile çevrilen eserleri yüzden fazla ül­


kede yayımlandı.

Nobel'i alan ilk Türk olarak tarihe adını yazdırdı.

tJ� d�miş or�an Pamu� . . .

*Ben boş sayfaya yavaş yavaş yeni kelimeler ek­


leyerek masamda oturdukça; günler, aylar, yıllar
geçtikçe kendime yeni bir filem kurduğumu, kendi
içimdeki bir başka insanı, tıpkı bir köpıüyü ya da
bir kubbeyi taş taş kuran biri gibi ortaya çıkardığı­
mı hissederim. Biz yazarların taşları kelimelerdir.

18 8
Nobel ödülünü alan ilk kadın: İsviçreli yazar
Selma Lagerlöf. . .
Nobel edebiyat ödülünü alan ilk Türk: Orhan
Pamuk. . .
Nobel edebiyat ödülünü en genç yaşta alan yazar:
Rudyard Kipling. Ödülü aldığında 42 yaşındaydı . . .
En çok yaşayan Nobel ödüllü yazar: Bertrand
Russell. Öldüğünde 97 yaşındaydı. ..
Nobel edebiyat ödülünü alanların çoğu Ameri­
kalı ve Fransız . . .
Nobel edebiyat ödülünü alanlara aynı zamanda
bir buçuk milyon dolar da para ödülü veriliyor. . .
Şimdiye kadar iki yazar ödülü almayı reddet­
miş. Boris Pasternak ve Jean Paul Sartre . . . (Bir de­
dikoduya göre Sartre on yıl sonra "Fikrimi değiş­
tirdim parayı ve ödülü alabilir miyim?" demiş ama
"Hayır" yanıtını almış.)
Gençlik kitaptan yazan . . . Özgür ve duru üslu­
buyla öne çıktı. Hikaye ve denemelerini dinamik
düşünceyle sürekli yenilenen bir hayat felsefesi
temeline oturttu.
Yazılan çeşitli dergilerde yayınlandı ve kitapla­
rının sayısı yirmi beşi aştı. "İnsan" diye tanıttı
kendisini kitaplarında.
Yazar olmak isteyen gençlere yollar açmak ve
destek olmak üzere çeşitli sivil toplum çalışmala­
rında bulundu ve Adı Yok gençlik edebiyat dergi­
sini kurdu.

1.ŞO
� ilkin konumunu belirlemelisin, sonra hedefi­
ni, ardından yöntemini. Hep istikamet üzere
mi gidiyorsun, ilkelerine sadık mısın, bunu da
sorgula bazen. Yolda yürüyen gezgin gibi ol,
dön bir gittiğin yola bak.
� Cürüm işledim, yazılar yazdım mavi yeşil sula­
ra, kahramanı oldum söylenmedik masalların,
rüyalar gördüm gün ortasında, hayal sinema­
sında roller oynadım, onaylanmış normallere
meydan okudum... İnsanım ve suçluyum,
kendimi ihbar ediyorum ...

1�1
"Ben babamı günahım kadar sevmem." dedi.
Çünkü hayatı boyunca onu yanında bulamamıştı.
Paramparça bir çocukluk geçirdi. "Evlilik ve çocuk
hiç bana göre değil. " demesine rağmen hem evlen­
di hem de çocuk sahibi oldu. 'Tükürdüğümü yala­
dım." diye itiraf etti. Genç yaşında edebiyat file­
minde sesi yankılandı. Sağcı mı, solcu mu diye çok
tartışıldı ama o bunJann dışında bir yol tutturdu.

� Uzaklaşırsın. Yol seni nereye


götürürse. Yazı seni nereye
sürüklerse... Burnunda bir
sızı. .. Ne de olsa her yol­
culuk geri dönememe
ihtimalini taşır bağ­
rında
GOETHE: "Biraz daha ışık."
"
GOGOL: "Bir merdiven, çabuk bir merdiven getirin-

OSCAR WILDE: "Ya duvar kağıdı gidiyor ya da ben. "


EMILY DICKINSON: "lçeri girmeliyim, sis yü 1'-
seliyor."
JANE AUSTEN: " Ölmek dışında hiç bir şey iste·
miyorum."
O. H ENRY: "Yakın ışıkları. Eve karanlıkta git­
mek istemiyorum."
JAMES JOYCE: " Kimse anlamıyor mu? "
BERNARD SHAW: "Beni bir antika olarak sa1'·
lamaya çalışıyorsun ama işim bitti, öleceğim. "
ARTHUR RIMBAUD: "Tanrı büyüktür."
PEYAMİ SAFA: " lşte bu fena . . . "

YAHYA KEMAL: " Ölmek kaderde var; yaşayıP


köhnemek hazin. Buna bir çare yok mudu r ya
Rabbilalemin?"
"
ÇEHOV: "Çok zamandır şampanya içmemiştiJll·
RECAIZADE MAHMUT EKREM: " Geldi amJlla
neyleyim, sensiz baharın şevki yok!"
NAMIK KEMAL: " Biraz dinleneyim . . . "
WILLIAM SAROYAN: "Herkes ölür ama bana
bir ayrıcalık tanınır sanıyordum. Ne olacak şimdi?"
VICTOR HUGO: "Siyah bir ışık görüyorum."
CERVANTES: "Zaman kısa, can çekişmem şid­
detleniyor. Ümidim ise zayıflamakta. Demek ki
artık, eğlenceye paydos, neşeli nüktelere elveda,
şen dostlara Allahaısmarladık . . . Zira artık hissedi­
yorum ki ölmekteyim ve son arzum kaldı; sizi öte­
ki dünyada mesut görebilmek."
MUHAMMED İKBAL: " Haşa ben ölümden
korkmuyorum. Çünkü ben Müslüman' ım. Her
Müslüman'a yakışan da ölümü tebessümle karşı­
lamaktır. Hakikaten ölüm ebediyet alemine açılan
ilk perdedir."
19. ASIR TÜRK EDEBiYATI TARiHi
Ahmet Hamdi Tanpınar

BABIALi
Necip Fazıl Kısakürek

BÜYÜK YAZARLAR
Varlık Yayınları

CUMHURiYET DÖNEMi TÜRK EDEBiYATI


inci Enginün

EDEBiYAT ANSiKLOPEDiSi
Milliyet Yayınları

EDEBlYAT ÜZERiNE MAKALELER


Ahmet Hamdi Tanpınar

EDEBiYATÇILARIMIZIN ÇOCUKLUK HATIRALAR!


Mehmet Nuri Yardım

EDEBiYATIMIZDA iSiMLER SÖZLÜCü


Varlık Yayınları

EN GÜZEL SÖZLER
Hikmet Ulusoy

EŞLERiNE GÖRE EDiPLER


Sermet Sami Uysal

You might also like