Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 277

H er hakkı K ültür Y ayınları

İş-Türk Lim ited Şirkeli'nindir.

K apak D üzeni : Enis BÜ Y Ü K FIR A T


Beşinci Baskı : 5.000 A det / M art 1996
ISBN : 975-458-041-3

T isam at Basım Sanayii / 1996- A N K A R A


"Sorgulayıcı b ir düşünce yapısına
sahip olan herkes bu kitabı
satın alıp o k u m a lıd ır."
T h e E conom ist
İÇ İN D E K İL E R

S ay fa
Ö N S Ö Z ................................................................................................ 1

I. BÖLÜM
SİY A SÎ G E R Ç E K L E R

1) Sınır Ç iz g is i....................................................................................5
2) K urtuluşa Giden Yol Artık Toplum dan G eçm iyor ............13
3) FDR Am erikasm ın Sonu .......................................................... 21
4) Rus İm paratorluğu Tarihe K a rış ın c a .....................................29
5) Silahlar Arlık Am aca Ters D üşer Hale
G eldiklerine Göre ..................................................................... 45

II. BÖLÜM
D E V L E T V E S İY A S Î S Ü R E Ç

6) Devletin S ın ır la n ........................................................................61
7) Yeni Ç oğulculuk Biçim leri ..................................................... 77
8) "K arizm aya D ik k a t" : Siyasî Liderlere Yönelik
T aleplerde D e ğ işm ele r...........................................................107

III. BÖLÜM
E K O N O M İ, E K O L O J İ V E E K O N O M İ B İL İM İ

9) U luslaraşın Ekonomi - U luslaraşın E k o lo ji................. 117


10) Ekonom ik Kalkınm anın Ç e lişk ile ri................................. 143
11) Ekonom i Bilimi Döntim N o k ta sın d a ................................ 159

V
IV. BÖLÜM
Y EN İ B İL G İ T O P L U M U

12) Ticaret-Sonrası Toplum u........... .......................................... 177


13) İki K a rş ık ü ltü r...................................................................... 191
14) E nform asyona - Dayalı K uruluşlar .................................211
15) Y önetim in Sosyal İşlev ve B eşerî B ilim N iteliği ........... 225
16) Değişen Bilgi Tabanı ........................................................... 237

SONUÇ
Ç özüm lem eden A lgılam aya, Yeni D ünya G örüşü ...............261

VI
Ö N SÖ Z

Bu kita p "ilerde olacaklar" üzerine değildir. "Ö nüm üzdeki y ü z y ıl"


üzerine d e değildir. "Ö nüm üzdeki yüzyıV'm şim diden geldiği, hatta
"önüm üzdeki yü zyıl" içinde b ir hayli y o l alnıış olduğum uz tezini sa ­
vunmaktadır. Cevapları bilm iyoruz. A m a m eseleleri biliyoruz. Açık,
izlenebilir yolların hangileri olduğunu g ö rm ek m üm kündür. N e ka d a r
gözde olurlarsa olsunlar, hiçbir işe yaram ayacak, b elki d e am aca ters
düşecek yo lla rı da. G erçekler, politikacıların, iktisatçıların, işadam la­
rının. sen d ika liderlerinin hâlâ dikkatlerini ayıram adıkları, üzerlerin­
de hâlâ kita p lar yazıp, hâlâ konuşm alar yaptıkları m eselelerden fa r k ­
lıdır. D urum un böyle olduğunu inandırıcı b ir biçim de kanıtlayan şey­
de, derin b ir gerçekdışı olm a duygusunun, günüm üz p olitikası ve eko ­
nomi bilim i için, çoğu kez, ayırıcı b ir özellik haline gelm esidir. O h a l­
de, bu kitap "fiitürist" nitelikli olm am akla birlikte, g erçe k olm a ö zel­
liklerini y ılla r boyu sürdürecek ilgi konularını, m eseleleri, çekişm eleri
saptam aya çalışm aktadır.

Karşı karşıya olduğum uz en çetin sorunlardan bazıları, geçm işte


elde edilen başarıların doğurduğu so n u lla rd ır - sözgelim i, refah d ev­
letinin başarısı; bu yüzyılın buluşu olan m aliye devletinin başarısı;
bilgi toplum unun başarısı. E tkili olabilm e gücünün öniine dikilen en
büyük engellerden bazıları ise, kam uoyundaki tartışm alara hâlâ eg e­
men olan, g ö rüş alanım ızı hâlâ kısıtlayan, diine ait sloganlar, taahhüt­
ler ve m eselelerdir. Ayrıca, geçm işten alınacak yarı yarıya unutulm uş
bazı d ersler de yeniden anlam lı hale gelm ektedir. On dokuzuncu y ü z ­
yılda, A vusturya-M acaristan'ın ve tngilizlerin H indistan'da yaşam ış
oldukları ve ekonom ik kalkınm anın m illiyetçilik ve söm ürgecilik üze­
rindeki etkilerini gösteren deneyim ler, sözgelim i, R us im paratorluğu­
nun geleceği açısından çok anlam lıdır. K itapta tarihe fa zla ca y e r ve­
rilmesi d e bundandır.
E linizdeki kitap, çok çeşitli konulara el atan, iddialı b ir kitaptır.
B ir A m erikalı tarafından A m erika Birleşik D evletlerinde kalem e a lın ­
m ış olm akla birlikte, A m erika'ya özgü konularla sınırlı değildir: bun­
ları ne ka d a r kapsam lı olarak ele alıyorsa, Japonya'daki, B atı A vru ­
pa'daki. R u sy a ’d aki ve gelişm ekte olan Oçiincii Diinya ülkelerindeki
devlet, toplum ve ekonom i konularını da o ka d a r kapsam lı olarak ele
alm aktadır. G ene de yeterince iddialı d eğ il diye kusurlu görülebilir.
T eknolojinin silahla r ve savunm a üzerindeki; devletin işlevi ve sın ırla ­
rı üzerindeki; okullar ve eğitim üzerindeki etkisi sıkça tartışılm aktadır.
A ncak teknolojiye, yalnızca bu konuyu ele alan b ir bölüm ayrılm ış d e ­
ğildir. Teknoloji konusunun birbiri ardınca çıkan p ek çok kitapta bol
bol tartışıldığını düşündüm . Çok önem li olm akla birlikte, a rtık tekno­
lojinin "haber" niteliği yoktur.

K itaptaki daha büyük b ir eksik ş u d u r : "Yiizey "i, "sosyal iistyapı"yı


ele alm aktadır-politika v r devlet; toplum, ekonom i ve ekonom i bilimi;
sosyal örgütlenm e ve eğitim. T em ellere -dünya g ö rüşüne ve değerlere
ve dünya görüşüyle değerlerde m eydana gelen d eğişm elere - sıkça d e­
ğinilm ekte, ancak bu nla r kitabın ta sonunda b ir iki kısa sayfaya sığdı­
rılarak tartışılm aktadır. K itapta ya şanan korkunç m a n evî a cıla r ve
m oral nitelikli deh şetler de tartışılıııam aktadır : Z orbalık ve vahşete
varan iktidar hırsı; şid d et ve zulüm ; Batının, B irinci D ünya Savaşının
kucağına düşm esinden bu yanu dünyayı saran salt kinizm . Bu tür bir
tartışm a için gerekli olan yetkiden de, uzm anlıktan da yoksunum .

Kitap, yarın yapılm ası gerekenleri vurgulam cım aktadır. Vurgııladı-


ğı şey, yarını göz önünde tutarak, bııgiin ya p ılm a sı gerekenlerdir.
Kendi kendine getirdiği sınırlam alar içinde, gün d em belirlem e g irişi­
m inde bulunm aktadır.

C la re m o n t. K a lifo rn iy a P E T E R F. D R U C K E R
1989 B a h a rı
I

SİYASÎ
GERÇEKLER
1

SINIR ÇİZGİSİ

En dü z çevre görünüm ünde bile, yolun önce bir doruğa doğru tır­
manıp, so n ra d a yeni bir vadiye doğru indiği geçitler bulunur. Bu ge­
çitlerin çoğu yalnızca topografyayla ilgilidir; geçidin her iki yanında
uzanan vadiler arasında, iklim , dil ve kültü r yönünden pek az farklılık
vardır, ya da hiç yoktur. A m a bazı geçitler farklıdır. Böyle geçitler,
gerçek sınır çizgileridirler. Ç oğu kez ne yüksektirler ne de gösterişli.
Brenner, A lpler üzerindeki geçitler arasında en alçak, en yum uşak ge­
çittir; am a en eski zam anlardan beri A kdeniz kültürü ile N ordik kü ltü r
arasındaki sınırı belirlem ektedir; N ew Y ork kentinin yelm iş mil kadar
batısında olan D elaw are W ater G ap ise, gerçek bir geçit bile değildir;
ama gene de, D oğu kıyısı ile O rta A m erika'yı birbirinden ayırm aktadır.

Tarihte d c bu tür sınır çizgileri görülür. O nlar da gösterişsiz olm a


eğilim indedir ve kendi dönem lerinde fazlaca dikkat çektikleri pek gö­
rülmez. A m a bu sınır çizgileri bir kez aşıldı m ı, sosyal ve siyasî görü­
nüm değişir. Sosyal ve siyasî iklim farklıdır; sosyal ve siyasî dil de.
Yeni gerçekler oluşm uştur.

1965-1973 arası bir tarihte, bu tür b ir sınır çizgisini aştık ve "önü­


müzdeki y üzyıl"a girdik. Politikayı bir iki yüzyıl biçim lendirm iş olan
inançları, taahhütleri ve bağlantıları geride bıraktık. Ü zerinde bize reh ­
berlik edebilecek tanıdık sınırtaşlarınm pek a z olduğu siyasî b ir terra
incognita'dayız.* T opu topu bir avuç Stalinci dışında artık hiç kim se
kurtuluş yolunun toplum dan geçliğine inanm ıyor -toplum yoluyla ge­
len kurtuluş inancı, on sekizinci yüzyılda gerçekleşen A ydınlanm a-

'lerra incognita : Henüz keşfedilm em iş topraklar. (Çevirenin notu).

5
dan sonra politika alanında egem en güç ve ana m otor olm uştur. Ancak
bu inancın karşısındaki tek etkili siyasî güç de tükenm iş d u ru m d a d ır:
S iyasî bütünleşm enin çıkar blokları içinde ve çık ar blokları aracılığıy­
la sağlanm ası. Bu, A m erika’nın politika sanatına ve politik uygulam a­
lara kendi kalkışıydı. İlk kez, M ark H anna tarafından geçen yüzyılın
sonunda biçim lendirilm iş, bundan kırk yıl sonra da N ew Deal* ile
Franklin D. Roosevelt tarafından kusursuz hale getirilm iştir.

Söm ürge im paratorluklarının sonuncusu olan Rusya, söm ürgelerini


kaybetm e sürecinin son aşam asına girm iş bulunm aktadır. Bu aşam a­
nın ardından ne gelirse gelsin, ne "Rus" niteliğini taşım ası m üm kün­
dür, ne de "İm paratorluk" niteliğini.

Silahlar, üç yüzyıl ya da daha uzunca bir süre "verim li" olup, poli­
tika alanında araç olarak kullanıldıktan sonra "am aca ters düşer" hale
geldiler : Ekonom iyi tüketen, belki de felç eden b ir yük; bir siyasî araç
olarak güvenilm ez; ve -en önem li ve en az beklenen değişikliğin m ey­
dana gelm esiyle- askerî açıdan zayıf durum a düştüler.

Bunlar kitabın ilk bölüm ünde tartışılan ana gerçeklerdir.

1873 - 1973

Bu tür son "sınır çizgisi" tam yüzyıl önce, 1873'te aşıldı. O yıl Vi­
yana B orsasında yaşanan çöküntü, ekonom ik etkileri açısından bir
olay yaratm adı. Frankfurt, Londra, Paris ve N ew Y ork'ta kısa süreli
borsa panikleri yaratm akla kaldı. Bir buçuk yıl sonrasında Batı Dün­
yasının her yanında, ekonom i tam anlam ıyla toparlanm ıştı.

A ncak, oldukça az tanınan bir borsada yaşanm ış bu çöküntü, siyasî


yönden. Liberal çağın sonuna, laissez-faire'in egem en siyasî inanç ol­
duğu yüz yıllık bir dönem in sona erdiğine işaret ediyordu. Y üz yıllık
bu dönem , I776'da A dam Sm ith'in U lusların Z en g in liğ i kitabı ile baş­
lamıştı. "îlerlem e"yi ve "aydınlanm a"yı kendilerine bayrak edinerek

* New Deal : Roosevelt'in 1928-32 ekonom ik bunalım ından sonra Amerikan ekonom i­
sini yeniden inşa em ıek üzere getirdiği, ekonom iyle ilgili bir dizi yasa. (Çevirenin ııo-
lu).

6
lüm Balıda ileıi doğıu yol alan büyük Liberal partiler 1873’ü izleyen
on yıl içinde geri çekilm e ve bozgun durum una girdiler. H içbir zaman
da toparlanam adılar.

Bu tür partiler A vrupa kıtasında neredeyse hiç zam an geçirm eden


M arksist ve Y ahudi aleyhtarı Sosyalist gruplara bölündüler. H er iki
grup da, kapitalizm e aynı oranda karşı ve serbest pazarlar ile "burjuva
d em o k ra sisin e aynı şekilde düşm andılar. Y ahudi aleyhtarlığı, "post-
kapitalist" dönem sanayi işçisinden çok. geleneksel kapitalizm aleyh­
tarlarını, köylüleri ve küçük esnafı çekiyordu. A ncak bu akım laissez-
faire ve b u rjuva etosu kadar. M arksizm in de reddi niteliğindeydi. Ve
Marksist sosyalizm gibi, işin ta başından, oldukça açık bir biçim de, si­
yasî bütünleşm enin m otoru ve siyasî gücün ele geçirilm esinde düzen­
leyici ilke olarak tanım lanm ıştı. A slında, bütün dünyada Sosyalist bir
programı uygulam aya koyan ve gaz şirketini, elektrik şirketini ve
tramvay şirketini kam ulaştıran ilk politikacı. M arksist bir Sosyalist de­
ğil, Y ahudi aleyhtarı olan bir Sosyalistti : 1897'de V iyana belediye
başkanı seçilen Kari Luegcr. Bundan elli yıl kadar sonra Joseph Stalin
örneğinde görüldüğü gibi, M arksizm ve Y ahudi aleyhtarlığı kolayca
birleştirilebilir. T abiî, Stalin hayatının sonlarına doğru ruhsal yönden
tam sağlıklı değildi artık. A m a Stalin'i 1940'lı yılların sonlarında Y a­
hudi aleyhtarı bir kam panya başlatm aya iten yalnızca paranoya değil­
di. Usta b ir politikacı olan Stalin, kuşkusuz, M arksizm in bir inanç ola­
rak başarısızlığa uğradığını fark etm işti ve can çekişm ekte olan
sosyalizm ile, felce uğram ış K om ünist Partiye yeniden can vermek
üzere bir altern atif olarak Y ahudi aleyhtarlığına el atıyordu.

B aştan itibaren, yani 1880’li yıllardan başlayarak. M arksist ve Y a­


hudi aleyhtarı "nasyonal" sosyalizm , böylecc, birbiıleriyle paralellik
içinde ve "burjuva" liberalizm inin yerini alabilm ek için birbirleriyle
rekabet halindeydiler. 1873'lc yaşanan çöküntüden önce. V ictor A dler
ve G eorg von Schöncrer adında iki genç adam , A vusturya liberalizm i­
nin parlayan yıldızları, yakın m üttefik ve iyi dosttular. Beş yıl içinde
can düşm anı olm uşlardı. A dler A vrupa’nın en çok saygı gören M ark­
sist lideri oldu, Schöncrer ise Y ahudi aleyhtarı ilk siyasî partiyi kurdu.
A dolf H iıler. Birinci D ünya Savaşı öncesindeki yıllarda Viyaııa’da
genç bir asker kaçağı iken, Schönerer’den kaptıklarım altm ış yıl sonra
A lm anya'da hayata geçirecekti.

7
Karl M arx 1873 öncesinde hayatını gazetecilik yaparak, bir gün­
den öbürüne güvensizlik içinde zar zor kazanan, oldukça silik "garip
bir adam "dı. Beş yıl sonrasında ise A vrupa'nın her yerinde, halta
A m erika'da bile kendine yandaşlar bulm uş önem li bir aydındı. 1873'ü
izleyen yirm i yıl içinde ise, M arksist S osyalistler kıta A vrupasındaki
Iıer büyük ülkede, Fransa ve İtalya’da, A lm anya ve A vusturya'da, hat­
ta -resm en sindirilm iş olsalar da- Ç arlık R usyasında tek başlarına en
büyük parti haline gelm işlerdi.

V iyana B orsasındaki çöküntüden 011 yıl sonra -1883-1888 arasın­


da- Alm an Şansölyesi Bismarck, sağlık sigortası ile zorunlu ihtiyarlık
sigortasını yarattı. Bu, koruyucu Sosyal G üvenlik ağının devletçe sağ­
landığı "refah devleti"nin başlangıcıydı. Aynı dönem lerde İngiltere ve
A vusturya, fabrikaların denetim i, sağlık ve güvenlik kuralları ve ço ­
cuklarla kadınların istihdam ına getirilen kısıtlam alar yoluyla, işveren­
lerin gücünü kırm aya başladılar. A vrupa'daki siyasî eğilim lere çok
uzak kalan A m erika B irleşik D evletlerinde bile, 1880'1İ yıllar, G ranger
yasaları, dem iryolu taşım acılığını düzene koym ayı am açlayan Eyalet-
lcrarası T icaret ve U laşım K om isyonu, A nti-T röst yasaları ve menkul
kıym etler piyasasını düzenleyip bu piyasaya kısıtlam alar getiren ilk
eyalet yasaları aracılığıyla, sınırsız pazar ekonom isinden uzaklaşm â
getiren yıllar oldular. 1880'lerin sonunda, B irleşik D evletlerde de, "bü­
yük ticarî işletm elerin egem enliğini kırm aya yönelik" niteliği açıkça
belli ilk siyasî hareket başladı : Wall Street üzerinde devlet denetim i,
tarım ürünleri fiyatları üzerinde devlet denetim i ve çalışm a saatleriyle
ücretler üzerinde devlet denetim i kurulm asını talep eden halkçılık ha­
rekeli. 1900 dolaylarında N ebraska'nın başkenti olan Lincoln, halkçı
liderlerin yönelim inde -A vusturya'daki V iyana örneğini birkaç yıl ge­
riden izleyerek- yerel elektrik şirketini, yerel gaz şirketini vc yerel
tram vay şirketini "kam ulaştıran" ikinci kent oldu.

D oksanlı yılların ortalarına gelindiğinde, Y ahudi aleyhtarlığı da


önem li bir siyasî güç haline gelm işti. 1894 yılında Y üzbaşı Alfred
D reyfus uydurm a suçlam alarla Fransa'da casusluktan m ahkûm oldu.
Dreyfus davası, Y ahudi aleyhtarlığında bir patlam aya yol açm ış. İkin­
ci D ünya Savaşının Nazi yanlısı V ichy H üküm eti de bu patlayışın
doğrudan ürünü olm uştur. Alm an İm paratorunun saray vaizi olan

8
Adolf S töcker ise. 1895 yılında ülkedeki "kapitalizm aleyhtarlarım "
harekele geçirm ek için açık bir girişim yaparak, Berlin'de Sosyalist ve
Yahudi aleyhtarı bir parti kurdu. Ve bundan bir yıl sonra, daha önce
de söylendiği gibi, A vusturyalIlar ilk kez bir Y ahudi aleyhtarını V iya­
na Belediye Başkanlığı gibi yüksek bir siyasî m akam a seçtiler.

D reyfus O layı ile, totalitercilik tam palazlanm ış bir halde boy gös­
terdi. A lm anya hesabına casusluk yaptığı yolunda yalan yere suçlan­
masından iki yıl sonra, Fransa'daki herkes D reyfus'un m asum o lduğu­
nu biliyordu. H atta iki yılın sonunda gerçek casusun kim olduğu
herkesçe bilinen bir sır haline gelm işti. D reyfus'un itibarının iade ed il­
mesi yolundaki talebe verilen karşılık ise, "D rcyfus m asum m uş, değil­
miş, kim in um urunda; önem li olan ordunun y arandır" şeklinde oldu.
Totaliterciliğin esası budur işte : K ollektif olanın, partinin, devletin,
Ari ırkının sorgulanm az değerler olduğunu ilan etm ek. O rdunun y ara­
rına olanın, "hakikat" ve nihaî değer ölçütü olarak ilanı Fransız kam u­
oyunda D reyfus'a karşı birlik oluşturdu. B undan on yıl sonra, D rcyfus
itibarına yeniden kavuştu. A ncak bu dönem e gelinceye kadar, Lenin,
"Parli"yc yardım cı olan, onu güçlendiren ve ileriye götüren her şeyi
"hakikat" olarak tanım lam ıştı bile- daha sonraları tüm totaliter rejim le­
re teme! olan tanım dı bu : Lenin'in kendi rejim ine, M ussolini'nin. H it-
ler'in ve M ao’nun rejim lerine.

1873 yılında V iyana B orsasında yaşanan çöküntüyü izleyen yüz


yıl boyunca, ekonom inin devletçe denetlenm esi ve toplum un devletçe
yönlendirilm esi, "ilerici" hedefler oldular. Y apılm akta olan büyük si­
yasî tartışm a, refah devleti üzerine değildi. T artışm a, devlete ve devle­
tin ekonom i ile toplum üzerindeki denetim ine dem okratik ve yasal kı­
sıtlam alar getiren "refah devleti"ni savunanlar ile, ister M arksizm 'den,
ister Y ahudi aleyhtarlığından yana olsun, totaliterciliği savunan ve
devlet gücünün m utlak, sınırsız olm ası görüşünü aşılam aya çalışıp, bu
görüşü uygulam aya koyanlar arasındaydı.

1973'te V a rıla n S ın ır Ç izgisi

1973'te yaşanan "petrol şoku" ile Başkan N ixon’un bundan iki yıl
önce doları "dalgalanm a"ya bırakm a kararı da. ekonom ik açıdan olay
yaratm ayan gelişm eler olarak görülebilir. Ekonom i istatistiği uzm an­

9
lan yalnızca gayri safi milli hasılayı, ekonom ik büyüm e oranlarını
gösteren rakam lara, chş ticaret istatistiklerine ve bu tür başka rakam la­
ra baksalar, bu gelişm elerin hem en hissedilen, kısa vadeli ve istatistik­
ler açısından önem siz dalgalanm alar ötesinde pek b ir etki yaratm adığı­
nı görürler. A ynı şekilde, insan yalnızca kurum ların davranış
biçim lerine baksa, 1960'lı yılların sonlarında m eydana gelen öğrenci
ayaklanm aları -Japonya'da. Fransa'da, A lm anya'da, İtalya'da ve A m e­
rika B irleşik D evletlerinde yaşanan ciddî, derin yankılar uyandıran,
gazetelere m anşet olan olaylar- da olay yaratm ayan yan gelişm eler sa­
yılabilir. B u olaylar kurum ların hiçbirinin -yönetim lerin, üniversitele­
rin, bütünüyle toplum un- davranış biçim lerinde herhangi bir değişiklik
yaratm adı.

A ncak, 1968-73 dönem i, 1873 tarihiyle her yönden kıyaslanabilir


bir sınır çizgisi oluşturm uştur. 1873 tarihi nasıl Liberal çağın sonu ol­
m uşsa, 1973 de, devletin "ilerici" h edef olduğu bir çağı noktalam ıştır.
Bu tarih, ilk kez 1870'li yıllarda form üle edilen doktrin ve politikala­
rın, Liberal D em okratlara ya da Sosyal DemokraLİara, M arksist Sosya­
listlere ya da N asyonal Sosyalistlere özgü doktrin ve politikaların ege­
m enliği altında geçen bir çağı sona erdirdi. L cıissez-faire liberalizmi
1873'ten sona ne kadar etkisiz hale gelm işse, bütün bu doktrinler de
hızla aynı oranda etkisiz hale düşm ekledirler.

Siyasî sloganlar, siyasî gerçeklikten daha uzun öm ürlüdür. Bunlar


politikanın C heshire Kedisinin* yüzündeki gülüm sem edir. Kraliçe
V ictoria'nın eşi P rens A lbert'in, John Stuart M ill'in ve A vrupa kıtasın­
daki 1848 devrim cilerinin ait olduğu ünlü Liberal kuşağın siyasî dü­
şüncelerini dile getirm iş olan 1850 yılının siyasî sloganları, günüm üz­
deki nco-konservatifler arasında, hâlâ geçer akçedir -çoğu zaman
önem siz değişiklikler gösterseler de. "Refalı devleti" yüzyılına özgü
sloganlar da, aynı şekilde, daha uzun süre yaşayacaktır. A ncak. 1900
yılına gelindiğinde -daha uzun bir süıc çok göz önünde olm aya, sesle­
rini çokça duyurm aya ve çok saygı görm eye devam etseler de- Libe-

* Cheshire Kedisi : Lewis Carroll'iin Alice H arikalar Diyarında başlıklı kitabında Ali-
cc'iıı karşılaştığı sırııkun kedi. Bu kedi giderek kaybolm akla, sonunda geriye yalnızca
b irsın tn ıa kalm akladır (Çevirenin nnlu).

10
railerin siyasî açıdan nasıl fazla bir önem leri kalm am ışsa, refah devle­
tinin ya d a kom ünizm in sloganlarına yansıyan siyasî doktrinlerin de,
sosyal, hatta ekonom ik yönden fazlaca bir önem i ya da gerçekliği kal­
mamıştır. B u sloganlar hâlâ eylem i frenleyici bir rol oynayabilirler.
Eylem için rehberlik rolü oynam aları ya da itici güç olm aları artık
mümkün değildir.

New D cal'in sloganları, önüm üzdeki uzun yıllar boyunca, A m eri­


ka'daki seçim lerde, seçm enleri heyecana getiren siyasî retorik m alze­
mesi oluşturabilirler. Bu sloganların yapam adığı şey ise, çeşitli seçim
kam panyalarının şim diye kadar gösterm iş olduğu gibi, iktidara gelin­
diğinde yapılacak işler konusunda rehber olm ak bir yana, seçilm ek
için yeterli sayıda oy kazandırm aktır. B unlar da C heshire Kedisinin
yüzündeki gülüm sem eden daha fazla b ir şey değildirler- gülüm sem esi
dışında hayvancığın kendisinden arda kalan başka hiçbir şey yoktur.
2
KURTULUŞA GİDEN YOL
ARTIK TOPLUMDAN GEÇMİYOR

"Komünist Partinin iktidar tekelini tehdit etmiyorsa, sosyalizmdir."


Bu, Rusya'da Mikhail Gorbachev, Çin’de de Xiaoping Deng tarafın­
dan telkin edilen yeni "parti politikası"dır. Ama, Batı basınının taktığı
adla, yeni bir pragmatizm değildir. Salt güç ideolojisidir bu (çok da
eskidir). Her çeşit komünizmin -aslına bakarsanız, sosyalizmin de-
temsil ettiği her şeyden vazgeçmektir. Papa’nın, Katolikler Papalık
Hâzinesine gönüllerinden kopan bağışları yapsınlar da, Isa'ya ister
inansınlar, ister inanmasınlar, demesi gibi bir şeydir bu.

Bu politika, Karl Marx'in ortaya koyduğu doktrine bilimsel sosya­


lizm- adını takabilmesine izin veren temel iddiadan yüzsüzce caymak­
tadır : Hem sosyal kusursuzluğu, hem bireysel kusursuzluğu yakala­
mış, sonsuza kadar var olacak bir toplum vaadinden, yeryüzü
cennetini yaratan bir toplum. Marksizme sahip olduğu büyük çekicili­
ği kazandıran şey, toplum yoluyla gelecek kurtuluşa olan bu inançtı.
Oysa Gorbachev'in güç ideolojisi, liderlerine gözü kapalı destek ve­
ren bir avuç modası geçmiş parti üyesi dışında, hiç kimseyi şaşırtma­
dı. Onlardan başka herkes-özellikle de Komünist ülkelerde-toplum
yoluyla gelecek kurtuluşa olan bütün inancını çok önceden kaybet­
mişti. Onlardan başka herkes, pragmatist değil de, kinik olup çıkmıştı.

Gorbachev Rusya'da, Deng ve ondan sonra gelenler Çin'de, partile­


rinin iktidar tekelini korumayı, hatta ekonomiyi canlandırmayı başara­
bilirler. Ancak geri getiremeyecekleri şey, ister komünizmle, ister
başka herhangi bir izmle olsun, toplum yoluyla gelecek kurtuluşa olan
inançtır. Yok olup gitmiştir bu inanç. Komünist olmayan ülkelerde de,

13
aynı şekilde yok olm uştur. Hiç kim se-helki "G üney A m erika'daki öz­
gürlük savaşçısı din adam lan "m sayınazsak-sosyal eylem in kusursuz
bir toplum yaratabilecek, hatta toplum u böyle bir ideale yaklaştırabile­
cek, ya da bireyi, "yeni A dem "i yaratacak kadar tem elden değiştirebi­
lecek bir gücü olduğuna artık inanm am aktadır.

Elli yıl önce, bu tür inançlar herkesle vardı. Y alnızca Sosyalistler


değil, dünyanın dört bir yanındaki siyasî düşünürlerin büyük çoğunlu­
ğu, sosyal eylem in -özellikle de özel m ülkiyetin kaldm lm asının- insa­
nı tem elden değiştireceği görüşündeydi. Sosyalist İnsan, N azi İnsan,
K om ünist İnsan v.b. gelişecekti. G örüş ayrılıkları tem el inancın kendi­
si yüzünden değil, kaydedilecek ilerlem enin ne hızda olacağı, en ve­
rimli sonucu hangi eylem in vereceği konularında çıkıyordu. Başlıca
tartışm a araçlar üzerineydi. Sosyal iyileştirm e için izlenecek yol üze­
rindeki engelleri kaldırm ak, politikanın ve devletin işi mi olm alıydı,
yani bugün "neo-konservatif" denebilecek, altm ış yıl öncesinde ise
"Liberal" denen bir rol mü oynam alıydı bunlar? Y a d a devlet etkin bir
biçim de yeni kurum lar ve yeni koşullar mı yaratm alıydı? A rtık bunlar
da yoktur.

D evlet "silinip gidecek" değildir; bu yolda pek fazla belirti yoktur.


A m a bugün herhangi biri çıkıp da, Lyndon Baines Johnson'un daha
yirm i yıl önce yaptığı gibi, "Büyük T oplum "dan* söz etse, kendisini
ciddiye alacak kim se çıkm az. Spesifik önlem ler üzerinde tartışıyoruz.
D evlet şu etkinliğe para desteği versin, öbürünü de yasaklasın mı diye
soruyoruz. H er politika kendine özgü m aliyet/yarar orantısına göre
tartışılacaktır. H er politikanın başarı şansı tartışılacaktır: A lışkanlık
yaratan uyuşturucuları yasaklam ak, bunların kullanım ım yasal hale
getirm eye göre, yolsuzlukları önlem e im kanını artırabilir m i? Bu ön­
lem mi, yoksa şu mu oy çekebilir, bir partinin iktidarda kalm asını sağ­
layabilir ya da "baştakiler") aşağıya indirebilir?

T abiî, kendilerine "Sosyalist" ya da "İşçi Partili" diyen kim seler


hâlâ vardır -ve m uhtem elen daha uzun Hır süre böyleleri çıkacaktır.
A ncak 1981'den beri Fransa cum hurbaşkanı olan François M itterand,

• "Büyük Toplum ": "Great Society". Johnson. "Büyük Toplum " diye nitelendirdiği top­
lumu yaratm ak üzere, sosyal içerikli yasalara dayalı bir refonıı programı hazırlamıştı
(Çevirenin notu).

14
bunun artık ne anlam a geldiğini gösteren, tipik bir örnek oluşturm ak­
ladır. M itterand iktidara geldiğinde, 1930’lu yıllara özgü program ların,
umutların, vaatlerin m irasçısı, davaya gerçekten bağlı son A vrupaiı
Sosyal D em okrattı. Y üz seksen gün içinde- serm ayenin F ransa’dan
kaçması biçim inde ortaya çıkan gerçeklik onu rota değiştirm eye zorla­
dı. M ilterand’m Sosyalist yönetim i neredeyse bir gece içinde Batı dün­
yasında kapitalizm yanlısı olm aya en yaklaşan yönelim haline geldi.
1982'den bu yana M itterand Fransasındaki sosyalizm iktidar partisinin
dostlan ve destekçilerini devletleştirilm iş sanayilere üst düzey yöneti­
ciler olarak yerleştirm ek anlam ına gelm ektedir. Fransa'daki sosyalizm
artık Sosyalist Partinin iktidarını sağlam laştırm aya yarayacak her şey ­
dir. Aradaki zıtlığı gönnek üzere, Fransa'daki durum u elli yıl önce
1931 'de olanlarla karşılaştıralım : İngiltere'nin o zam anlar içinde bu­
lunduğu çok ağır ekonom ik bunalım sırasında, Sosyalist başbakan
Ramsay M acD onald, ekonom inin kısa vadedeki ihtiyaçlarını Sosyalist
ilkelerden önde tutm uştu. H ain diye kendisiyle adam akıllı alay edildi
vc gördüğü saygıyı bütünüyle kaybetti. M itterand ise kahram an oldu.

John F. Kennedy, yüzyılım ızda iktidarın ele geçirilm esi dışında bir
"program"ı varmış gibi davranm aya bile kalkm ayan ilk A m erikalı baş-
kandı. Üç yıl süren başkanlığı sırasında hem en hiç başarı elde edem e­
diği halde, bugün hâlâ bir kahram an, gönüllerde taht kurm uş bir kim ­
sedir. Toplum yoluyla kurtuluşa inanm akta devam eden belki son
Amerikalı başkan olan Lyndon B. Johnson ise. B üyük T oplum görüşü
yüzünden alay konusu haline geldi. Johnson’un Y oksulluğa Karşı Sa-
vaş’ı bir başarısızlık sem bolü olm uştur. T oplum yoluyla kurtuluş d ü ­
şüncesi. en büyük vaatlerin yapıldığı yerlerde, yani Kom ünist ülkeler­
de en büyük başarısızlığa uğradı. A m a B atıda da başarısız kaldı.
Batıda -ya da K om ünist ülkelerde- 1950'li yıllardan bu yana yürürlüğe
konan hem en hiçbir hüküm et program ı başarılı olm am ıştır. B unların
arasında gerçeklen de etkili olan son program belki de İngiltere'de
1946-47'de yürürlüğe giren Sağlık Sigortasıydı. H âlâ çok gözde olan
bir sistem dir am a ciddî vc gittikçe derinleşen bir bunalım içinde bu­
lunmaktadır.

15
B u n u n k a d a r ö n e m li b ir n o k ta da. h erh an g i b ir so sy al sorun için
"te k b ir d o ğ ru ç ö z ü m " b u lu n d u ğ u k o n u su n d a g id erek d ah a kuşkucu
h a le g e lm e m iz d ir. Ç ö z ü m le r a ra sın d a h atalı o lan lar, elbette, vardır.
A n c a k a rtık b iliy o ru z ki, sosyal d u ru m la r, so sy al d av ra n ış, sosyal so­
ru n la r b a sit b ir "d o ğ ru ç ö z ü m " e izin v erm ey ecek k ad a r karm aşıktır.
B u n la r ç ö z ü m le n e b ilir c in ste n se le r, h e r zam an için fark lı çözüm y o lla­
rı v ard ır- ve h iç b iri ta m do ğ ru d eğ ild ir. A rtık ö ğ retm ek ve öğrenm ek
için te k d o ğ ru y o l o lm a d ığ ın ı b iliy o ru z . B ir ö ğ ren ci için doğru olan bir
yol v ard ır, b ir d iğ e ri için ise fark lı b ir d o ğ ru yol. Ç ev rey i sanayi atık ­
la rın a ve k irle tic ile re karşı k o ru y ab ilm en in tek d o ğ ru y olu bulu n m a­
m a k ta d ır. K im i d u ru m la rd a k ısıtla m a la r ve y a sa k la r y erin d e olur, ki­
m ile rin d e p a ra ce z a sı. B aşk a d u ru m la rd a ise, k irliliğ in önlenm esini
k a z a n ç lı h ale g e tirm e k g ere k ir. "T o p lu m y o lu y la k u rtu lu ş" vaatlerinin
in s a n la r için ç e k ic i o la b ilm e si, "B u tek y o ld u r, " y a d a hiç değilse,
"B u şim d iy e k a d a r bilin en en iyi y o ld u r,” d em ey i g erek tirir. B öylecc
B a tı T a rih in in iki y ü z y ıllık b ir d ö n e m in in so n u n a g elm iş oluyoruz.

O rta ç a ğ A v ru p a s ın a im an y o lu y la k u rtu lu ş d ü şü n c esi egem en oldu.


O n altın c ı y ü z y ıld a k i P ro testan R e fo rm a sy o n u ile y en id en canlanan bu
d ü şü n c e , on y e d in c i y ü zy ılın o rta la rın d a za y ıflam ıştı. K u şk u su z d in î
m e z h e p le rd e n h e r b iri kendi y o lu n u n "tek do ğ ru y ol" old u ğ u n u ilan
e d iy o rd u -h â lâ d a e tm ek ted ir. A n ca k on y ed in ci y ü zy ılın o rtaların d a
im a n k o n u su n u n k işise l b ir m e sele o ld u ğ u ço ğ u n lu k la kabul ed iliy o r­
d u . B u , d in se l in a n ç la r y ü zü n d e n y ap ılan zu lü m le r so n a erdi dem ek
d e ğ ild i; o n d o k u z u n c u y ü z y ıld a b ile B a tıd a b ö y le d u ru m la r olm uştur.
V e B a tılı ü lk e le rd e , d in se l in a n ç la ra b ağ lı siy a s î k ısıtlam aların tü m ü y ­
le o rta d a n k a lk m a sı, on d o k u zu n c u y ü zy ılın o rtaların d an önce o lm a­
m ıştır. A m a im a n ın C e n n e ti y e ry ü z ü n d e y ara tab ilec eğ i düşüncesi bun­
d an y ü zy ıl ö n c e o rta d a n k alk m ıştı- y a d a an lam ın ı k ay b etm işti.

İm an y o lu y la k u rtu lu ş d ü şü n c esin in o rtad an k alk m asıy la doğan


b o şlu ğ u , 17 0 0 'lü y ılla rın o rtaların d a to p lu m y o lu y la k u rtu lu ş d ü şü n ce­
si d o ld u rd u ; y an i, k en d isi gibi geçici n itelik li b ir y ö n etim aracılığıyla
so m u tlu k k a z a n a n , geçici b ir sosy al d ü ze n y o lu y la k u rtu lu ş düşüncesi.
B u d ü ş ü n c e ilk k e z F ra n sa 'd a Je a n -Jac q u es R o u sseau tarafından dile
g e tirild i. B u n d a n o tu z yıl so n ra İn g ilte re 'd e Jc rc m y B en th am tarafın ­
d an g e liştirilip siy a s î b ir sistem e d ö n ü ştü rü ld ü . "S o sy o lo jin in babası"

16
A ugust C om te ile A lm anya'da G .W .F. Hegel tarafından kalıcı biçim­
de, yani "bilim sel" bir saltçılık biçim ine kavuşturuldu. Bu ikisi sonra­
dan M arx'i "dünyaya getirdiler." Lenin, H itler ve M ao hep M arx’in ço­
cuklarıydı. Batının dünya egem enliğine doğru yükselişi sırasında,
makineler, para ve silahlar konusundaki üstünlük toplum yoluyla kur­
tuluş vaadinden, herhalde, daha az önem taşım aktaydı. A rtık bu da bit­
miştir.

Toplum yoluyla kurtuluş inancının son bulm ası, geçtiğim iz iki yüz
yılın en yaygın yanılgısının sona erdiğine de işaret e tm e k te d ir: Devri­
min G izem li G ücü. Bu yanılgı, M ikhail G orbachev Lenin'in Ekim
Devrimini "tarihî bir olay" diye nitelem ek yürekliliğini gösterdiği za­
man tarihe göm ülm üş oldu -D evrim K om ünistlerin sözlüğünde hep
"dünyanın sonu" anlam ına gelm işti. K uşkusuz, devrim ler geçm işte ol­
duğu gibi, bundan sonra da olm aya devam e d e c e k tir: H üküm et darbe­
leri olacak, yönelim e el konulacak, zorba yönelim lere karşı ayaklan­
malar m eydana gelecek, en önem lisi de, tarih boyunca yönetimlerin
şiddet yoluyla devrilm esinde en sık görülen neden tekrarlanarak "iç
dengeler bozulacaktır." Bu devrim lerin bir ikisi işlerin daha iyiye git­
mesini sağlayacaktır; öbürleri ise yalnızca etkisiz kalan yöneticiyi de­
virip onun yerine etkin olanı geçirecektir. A m a D evrim farklı bir şey­
di. Dünyayı tüm den değiştirecek bir olay, hem insan loplum unun, hem
de insanın, hiç bozulm am ış saflığını tekrar kazanacağı, laik anlam da
bir yeniden doğuştu. K uşkusuz, D evrim şiddet kullanılarak gerçekle­
şecekti. A m a, "ezilm iş prolelerya" zincirlerini kırdığı -ya da erdemli
Ari soyu Y ahudileri kovduğu- zam an sökecek yeni şafak, ütopya dö­
nemini başlatacaktı. Fransız D evrim inin yenilgiye uğrayan “radikal­
ler"! 1794'te, ideal toplum lar! gözlerinin önünde çökerek. T erör D öne­
mine, sonra da D irectoire'ın K arşıdevrim ine doğru yol alırken, dünya
tümden değişecek gibi bir hayale kapılan ilk kim selerdi. Kıta Avrupa-
sındaki 1848 devrim lerinin başarısızlığından sonra bu hayal yeniden
canlılık kazandı. 1871 Paris Kom ünü kanlı toplu kıyım lar ve askerle­
rin sindirm e hareketleriyle son bulunca, aynı hayal M arx ve M arksizm
için temel taşı haline geldi. G ene bu hayal daha on beş yıl önce,
Çin'deki "B üyük K ültür D evrim i" sırasında M ao’nun yandaşlarına güç
katmaya devam ediyordu. A m a D evrim adına öldüren ve yakıp yıkan

17
teröristler -sözgelim i Peru A ndlarında ortalığı kasıp kavuran Maoctı
küçük takım bile- artık dünyanın Loptan değişeceği vaadine inanm a­
m aktadırlar. U m utları olduğu için değil, um utlarını kaybettikleri için
kırıp dökm ektedirler.

Dünyayı toptan değiştirm eye yönelik yeni hareketler pekala olabi­


lir. T oplum yoluyla kurtuluşa ve laik bir devrim le yeniden doğuşa
olan inancın yok olm ası, yeni peygam berler ve yeni m esilılerc daveti­
ye çıkarabilir. A ncak dünyayı tüm üyle değiştirm eye yönelik bu tür ye­
ni hareketler m uhtem elen toplum aleyhtarı olacak ve kurtuluşun, yal­
nızca toplum dışında, yalnızca kişinin içinde ve kişi aracılığıyla, hatta
belki de yalnızca toplum dan çekilm ekle olabileceği ve toplum dan çe­
kilm e yoluyla gerçekleşebileceği iddiasına dayanacaklardır.

A m erika B irleşik D evletlerindeki Reagan D evrim i ile İngilte­


re'deki T hatcher D evrim i (ya da S ovyetlcr B irliğinde G orbachev'in
P erestroika'sı) bu yoldaki tüm retoriklerine rağm en, "devlete karşı"
değildirler. H em Başkan Reagan, hem Başbakan T hatcher yönetim le­
rinin boyutlarım ve etkinlik alanlarını tutarlı bir biçim de genişletm iş­
lerdir -Başkan G orbachev da pekala aynı şeyi yapabilir. Bu gelişm ele-
rin-ve Deng'iıı "Yeni Ç in"inin-öncm i. söz konusu yönetim lerin toplum
yoluyla kurtuluş görüşünü terk etm elerinden gelm ektedir. Devlete, ku­
sursuz bir toplum yaratm ak bir yana, daha iyi b ir toplum yaratabilecek
organ gözüyle bile bakm am aktadırlar. O nlar devletin işlev in i'ay rın tı­
larda görür : A m erika'nın rekabet gücünü geliştirm ek; İngiltere'deki
sendikaların gücünü azaltm ak; İngiltere'deki yerel yönetim lere ait ko­
nutlardaki kiracıları bu konutlarda ev sahibi yapm ak; Rusya'daki çift­
liklerde verim liliği artırm ak; Çin yönetim i ve K om ünist Parti bünye­
sindeki yolsuzlukları azaltm ak, v.b. Politikada, 1700 dolaylarında
"m odern" tıbbın ilk ortaya çıkışıyla m eydana gelen gelişm eleri görü­
yoruz : H er derde deva tedavilerden uzaklaşarak, spesifik tanıya yöne­
liş ve spesifik dertler için spesifik tedaviler arayışı. İlgi odağında m ey­
dana gelen bu değişm e, tıp bilim inin ufalm asına ve hekim sayısının
azalm asına yol açm adı; tıpta genişlem e ve hekim sayısında çok büyük
bir artış yarattı. Bunun gibi, politikada m eydana gelen değişikliğin de
devlette bir ufalam a ve devletin alacağı önlem lerde azalm a anlam ına
gelm esi gerekm ez. A m a devletin rolü ve işlevi farklı algılanıyor d e­
mektir- devletin nihaî hedefi de öyle.

18
İki yüz yıl boyunca Batıda ve giderek dünyanın her yerinde, po liti­
ka alanındaki cn dinam ik gücü oluşturan toplum yoluyla kurtuluş dü­
şüncesinin ortadan kalkm ası, geride bir boşluk bırakıyor. K üktendinci
İslamcılığın ortaya çıkışı da bu boşluğu doldurm aya yönelik bir giri­
şimdir. "D em okratik" Batının refah devletine olduğu kadar. Kom ünist
Ütopya'ya karşı duyulan soğukluğun da bir sonucudur. Dinin A m erika
Birleşik D evletlerindeki toplum yaşam ının bir öğesi olarak yoğun bi­
çimde yeniden güç kazanm ası, cvancelik ve pastoral kiliselerin* yeni­
den güç kazanm aları, bir ölçüde, kurtuluşun toplum yoluyla geleceği­
ne ilişkin laik nitelikli inancın ortadan kalkm asına bir tepkidir. A ncak
Birleşik D evletlerdeki 1988 seçim kam panyası şunu kesin olarak gös­
termiştir ki, "A hlak S a v aşçıların ın * * uyandırdığı yoğun ilgiye rağ­
men, iman yoluyla kurtuluş düşüncesine geri dönerek, bu düşünceyi
önemli bir siyasî güç haline getirm em iz söz konusu değildir. On doku­
zuncu yüzyılın başlarına özgü laissez-faire düşüncesine dönüş de pek
olası değildir. Ç ünkü laıssez-faire de toplum yoluyla kurtuluş vaat edi­
yordu: Bireysel kazancın ününe dikilen tüm engellerin kaldırılm ası,
sonunda, kusursuz -ya da cn azından olabilecek cn iyi- toplum u yara-
tacatcD.

Onde gelen Batılı liderler arasında toplum yoluyla kurtuluşa ina­


nanların sonuncusu, A lm anların 1970’li yılların başındaki Sosyalist
şansölyesi W illy B randt’tı. A lm an S osyalistlerinin lideri olarak onun
ardından göreve gelen H elm ut Schm idt ise, "inançlı b ir kişi" olm aktan
çok, "stoacı" bir kim seydi. T ek bir siyasî ideolojisi vardı, ılım lılık. Bu­
nun dışında, önem li m eselelerden çok, kısa vadeli, gündelik sorunlarla
ilgilenen pragm atik politikaya inanıyor ve bunu başarıyla uyguluyor­
du. Kendisine rehber edindiği ilkeler hiç de ilke niteliği taşım ıyordu.
Etkili olabilm e gücü, yeterlilik ve m aliyetlerle yararlar arasındaki
orantıydı bunlar. Onun yerine geçen H ıristiyan D em okrat Helm ut
Kohl’ün de, Schm idt gibi, ilkesiz olm ak d ışında bir "ilke"si yoktur.

* Evancclik k ilise le r: M ethodist ve Baptist kiliseler gibi, kurtuluşun Isa'ya iman yoluy­
la olabileceğini vurgulayan Protestan kiliseleri; pastoral kiliseler : İnsanların ruhsal
ve m anevî ihtiyaçlarının yanı sıra, genel nitelikli ihtiyaçlarıyla da ilgilenen kiliseler
(Çevirenin notu).
** “Ahlak Savaşçıları ” : "Moral M ajority" hareketi (Çevirenin notu).

19
Kohl için önem li olan işlerin y olunda gidip gitm em esidir. Politikadaki
denektaşı, giderek daha çok, bir partiyi iktidarda tutabilecek ya da bir
partinin iktidara gelm esine yardım edebilecek bir şeyler anlam ına geli­
yor.

K arm aşık çağdaş toplum un ayırıcı özelliklerini oluşturan hiziple­


rin, çıkar gruplarının ve kısa vadeli çeşitli baskıların b ir bütünlüğe ka­
vuşturulm asını sağlam ak için yeterli m idir bu? Y önetim için, liderlik
ve oluşturulm ası gereken politikalar için, yeterli m idir bu?

20
3
FDR* AMERİKASININ
SONU

Toplum yoluyla gelecek kurtuluş düşüncesi, en ço k görülen düzen­


leyici siyasî ilkeydi. A ncak bu alandaki tek ilke değildi. Ö nce A m eri­
ka Birleşik D evletlerinde, ardından d a İkinci D ünya Savaşı sonrasının
Japonyasında güç kazanan bir başka ilke, 1890'lı yıllardan bu yana
onunla rekabet halindedir. Bu ilke, ulusun ana "çıkar blokları" yoluyla
bütünleştirilm esidir - siyaset kuram ından alınm a eski bir terim i kulla­
nırsak, "toplum un ekonom ik sınıfları" içinde bütünleştirilm esidir. Bu
ilke, toplum yoluyla gelecek kurtuluşun getireceği Ü topya’nın karşısı­
na, ekonomik kalkınm a vaadini koym aktadır.

Bu kavram ta Rom a Cum huriyetine kadar gider. S iyasî gerçeklik


haline gelmesi ise, ancak on dokuzuncu yüzyılın sonunda ve A m erika
Birleşik D evletlerinde olm uştur. O dönem e gelindiğinde B ism arck'ın
refah devleti sınıf savaşı karşısında üstünlük sağlam aya başlıyordu -bu
da, Bismarck’ın refah devletini tasarlarken güttüğü açık am açtı. Batı
ve Orta A vrupa’daki M arksist S osyalistler hızla "revizyonist" Sosyal
Demokratlar haline dönüşüyor ve burjuvalaşıyorlardı. O ysa Birleşik
Devletlerde, pek çok yönden A vrupa soluna göre daha "karşı" ve daha
"radikal" olan yeni ve ses getiren bir halkçılık hareketi doğm aktaydı.
Bölücü nitelikli bu sınıf savaşı tehlikesini karşılam ak üzere, A m erikalı
politikacı M ark H anna -1896 başkanlık seçim lerini fırsat bilerek- yeni
bir siyasî bütünleşm e yolu buldu; buna göre, başlıca ekonom ik çıkar
gruplan (toplum un ekonom ik sınıfları), bugün ekonom ik kalkınm a di-

* FDR : F(nuıklin) D(elano) R(oosevelt) (Çevirenin notu).

21
ye nitelendireceğim iz gelişm enin kendilerine sağladığı ortak çıkar sa­
yesinde bir arada tutulm aktadırlar; buna o zam anlar zenginlik deniyor­
du.

M ark Hanııa, siyaset tarihinin gerçek yenilikçilerinden biridir. /•>-


d e m lisi P apers't* kaleme alanları bir yana bırakırsak, Haıına'nın dengi
olan A m erikalı politikacı pek azdır. A m a basında onun için kötü şey­
ler söylendi. B unun nedeni de Hanna'nın başarılı o lm a s ıd ır: O, Ame­
rikan politikasını ideolojiden uzaklaştırdı; bu yüzden de siyayet bilim­
cileri onu hiç bağışlam adılar. O nlar politikanın saygıdeğer olabilmek
için ideoloji tem eline oturm ası gereğini hiç tartışm adan kabul ederler.
S aygıdeğer politika perform ans yerine m eselelerle ilgilenm elidir. O y­
sa, neredeyse yüzyıla varan bir süre içinde A m erikan politikasında iyi
işleyen ne varsa. M ark H anna’nın ekonom ik çıkar grupları ile bunların
siyasî açıdan bütünleştirilm esi görüşünü tem el alm ıştır. Bunlar, Haıı-
na'nın C um huriyetçi Partisine hem en zafer ve iktidar getirdi. 1912 yı­
lında C um huriyetçi Partide m eydana gelen bölünm e sayesinde zafer
yeniden D em okratların olunca, kazanan başkan adayı W oodrow W il­
son, H anna'dan hiç de aşağı kalm ayacak kadar, ideoloji aleyhtarı, çı­
kar grupları görüşüne onun kadar inanan b ir politikacı oldu. Mark
Tlanna, işin düşünce tem ellerini attı ve kafasındaki siyasî kavramları
siyasî perform ansa dönüştürecek örgütlenm eyi de büyük ölçüde ger­
çekleştirdi. H anna C um huriyetçi Partiyi kurm adı; am a onu yeniden
yarattı.

Kırk yıl sonra D em okrat Franklin D. R oosevelt M ark Hanna'nın


kurduğu yapıyı tam am ladı. H erkesin bildiği gibi, R oosevelt 1932'deki
seçim i kazanm adı; H erbert H oover kaybetti. A m a Roosevelt, 1932'dc
partinin uzun süredir gözdesi olan Al S m ith’e karşı, Sm ith'in A m eri­
kan politikasını A vrupa'nın ideoloji m odeline göre yeniden oluşturm a
girişim ine karşı çıktığı için aday gösterilm iştir. R oosevelt Beyaz S ara­
ya taşınır taşınm az, Hanna'nın Büyük Bunalım sırasında param parça
olan ekonom ik bütünleşm e m odelini yeniden inşa etm eye başladı.
D evlete, dinam ik, canlandırıcı, ycnileyici bir güç olm a rolünü yükle-

* F e d e r a lis t P a p e r s : Kurucu Meclisin 1787’de toplanm asından kısa bir süre sonra,
yeni anayasayı savunm ak üzere Alexander Hamilton. Jam es M adison ve John Jay ta­
rafından kalem e alınan bir dizi makale (Çevirenin notu).

22
yerele, bunu da H anna'nm m odeline katlı. D evlet yalnızca H anna'nın
çıkar bloklarını -çiftçileri, işçileri, iş dünyasını- ortak bir eylem de bir­
leştirecek b ir aracı olm ayacaktı. Ü çünü dengeleyecekti. H içbir grubun
bir başkası ta ra lın d a n ezilm em esini ve söm ürülm em csini güvenceye
alacak, ancak h iç b ir grubun öbürlerine egem enlik kurm am asını da
sağlayacaktı. R oo sev elt yönetim i hem birleştirici olacaktı, hem de d ü ­
zenleyici çark. G ücünü, sosyal dengenin korunm ası yolunda kullana­
caktı.

Siyasî ve sosyal açıdan bakıldığında, F D R yönetim i A m erika B ir­


leşik D evletlerinin bugüne kadar gördüğü en iyi yönetim olabilir, an­
cak şu d a v ar ki, ekonom i politikalarının hiçbiri hedefini tutturam a­
m ıştır. G elenekçi işadam ları F D R ’yi düm enin başına işçileri geçiren
bir "radikal" olarak gürdüler. A m a FD R , işçi sendikalarının A vrupa'da
olduğu gibi, y asam a organım ya d a yönetim i denetleyen ayrı bir siyasî
güç haline g elm em eleri için gerekeni yapm ıştır. V e FD R 'nin kullandı­
ğı retorik ço ğ u n lu k la büyük ticarî kuruluşlara karşı o lsa da, eylem le­
riyle işin b aşından itibaren, tüketici talebi ve bu yolla ticarî kuruluşlar
için kâr y aratacak satın alm a gücünü oluşturm ayı hedefledi. Aynı şe­
kilde, FD R çiftçiye verilen desteği de büyük oranda artırdı. A ncak
F D R ’den önceki başkanın yönetim i sırasında tarım politikası korum acı
bir nitelik taşım ışken, F D R 'nin tarım politikası -M ark H anna'nın p o li­
tikasını bilinçli olarak sürdürerek- A m erikan tarım ını giderek daha ve­
rim li kılm ayı h ed e f aldı. V e R oosevelt "toparlanm a"ya "refom ı"u da
katarak, yani M ark H anna’nın zenginliğine sosyal adalet vaadini de
ekleyerek, u m u t yarattı.

A m erika B irleşik D evletleri 1940 ve 1941'de savaş ekonom isi dö­


nem ine g irin cey e kad ar ekonom ik yönden toparlanm aya başlam adı bi­
le. A ncak B atılı ü lkeler arasında bir tek A m erika B irleşik D evletleri,
R o o sev clfin yön etim i devralm asının üzerinden geçen bir ya d a bir bu­
çuk yıl için d e, sosyal ve siy asî açılardan tüm üyle toparlanm ış, gerçek­
ten de yeniden hız kazanm ıştı. B ankaların kapanm asına, işsizliğin fe­
laket b o y u tların a v arm asına ve tarım ekonom isi ile tarım toplum unu
perişan eden k u rak lık lar ve kum fırtınalarına rağm en. A m erikan halkı
1935'te k en d isin e zafer kazanm ış ve lider durum una gelm iş gözüyle
bakıyordu.

23
Bu yüzyılda hiçbir yerde hiçbir yönetim d ah a başarılı olmamıştır
İdeolojik bölünm eler ve iç savaşlar çağı olan bu yüzyılda, hiçbir yöne­
tim daha geniş çaplı bir ulusal birlik ve beraberlik yaratm ayı başara-
mam ıştır. Bu da otuzlu yıllarda FD R A m erikasının neden dünyanın
her yerinde yol gösterici bir ışık ve esin kaynağı haline geldiğini açık­
lam aktadır- durum o noktaya vardı ki A m erika gerçek radikaller için
"düşm an" oldu çıktı. Burada akla gelen bir başka nokta da, aynı şeyin
başka türlü açıklanm ası m üm kün olm ayan bir konuya, insanın aklına
en çok yatan açıklam ayı getirm esidir : Japonların Pearl H arbor'a sal­
dırm asından sonra H itler’in hiç gereği yokken B irleşik D evletlere sa­
vaş ilan etm esi (bu savaş ilanı, sonuç olarak, N azi A lm anyasını yenil­
giye m ahkum eden şey olm uştur.) Aynı şey, İkinci D ünya Savaşının
hem en ardından, A .B.D . yönelim i ve A m erikan halkı, savaş sırasında
m üttefikleri olan Sovyetlere destek verm eye, para yardım ında bulun­
m aya ve onlarla dost olm aya hayli istekli iken, Sovyetler Birliğinin
B irleşik D evletleri neden gerçek "düşm an" haline getirdiğini de açık­
lam aktadır. F D R geleneği, Harry T rum an yönetim iyle sürdü. Truman,
FD R 'nin oluşturduğu N ew D eal'e tem el olan kavram lar konusunda
belki F D R ’nin kendisinden bile daha bilinçliydi. FDR geleneği,
D w ight E isenhow er'la doruk noktasına ulaştı; E isenhow er N ew Deal'i
bir sistem e oturtm ayı ve aynı zam anda M ark H anna'nm hayalinin bir­
leştirici gücünü Cum huriyetçi Parti için yeniden yakalam ayı tarihî
m isyonu olarak gördü.

E konom ik nitelikli zenginlik vaadiyle siyasî bütünleşm e sağlama


yöntem inin-bunun karşıtı aynı şeyin siyasî ideoloji yoluyla yapılm ası­
dır- "yalnızca A m erika'da" işe yaradığı yolunda yaygın bir düşünce
vardır. A m a düpedüz yanlıştır bu düşünce. M ark H anna'nm ya da
FD R 'nin anayurdunda olduğu kadar tüm üyle yabancı topraklarda da
başarılı olm uştur. İkinci D ünya Savaşından bu yana-son otuz beş yılın
en etkili yönetim i olan -Japon yönetim i de M ark H anna'nm ekonomik
çıkarlar yoluyla bütünleşm e görüşüne dayanm ıştır. T abiî ki, Ameri­
ka'nın siyasî sistem inde Japon B ürokrasisinin benzersiz konum u ve
gücünü uzaktan da olsa andıran hiçbir yön yoktur. Japon sisteminde
de, A m erika'ya özgü, başka yerde örneği bulunm ayan siyasî kurumun
sahip olduğu konum ve etkiye uzaktan da olsa benzer hiçbir yön bu­

24
lunmamaktadır; bu siyasî kurum u oluşturanlar. Cum huriyetçi ve De­
mokrat yönetim ler altında, hiç fark etm eden tekrar tekrar devlet hiz­
metine geri dönen ve gerek önem li bakanlıklarda, gerek kongredeki
önemli kom isyonlarda karar mercii durum unda olm ayı gerektiren he­
men bütün işleri ellerinde tutan, politika ve bürokrasi dışından gelm e
bir iki bin dolayındaki "eski kurt" ile W ashington’lu "em ektar”dır -
hukukçular, gazeteciler, profesörler, iş dünyasından yöneticiler. A yrı­
ca, Japonya'da 1950'den beri iktidarda olan L iberal D em okrat Partinin
de sırf Japonlara özgü birtakım özellikleri vardır (ancak bu tür özellik­
ler hiç de Japonların ve B atılıların düşündükleri kadar fazla değildir).
Ama Japon partisinin kavram ları ve yapısı hem en hem en bütünüyle
Roosevclt'in 1930'lu yıllardaki D em okrat Partisinin, ondan da öte, Co-
olidge’in 1920'li yıllardaki C um huriyetçi Partisinin kavram ları ve ya­
pısıyla aynıdır: A ynı hizipler, büyük bir kente ya da bölgeye egem en
olan aynı türdeki siyaset patronları, belli başlı çıkar gruplan arasında
aynı türde sürekli değişen koalisyonlar; ve ayrıca yerel ve bölgesel
parti m ekanizm alannda aynı türden "alışverişler" ve aynı siyasî yol­
suzluklar.

Amerikan örneği Batı A vrupa'nın da ekonom ik yönden olduğu ka­


dar siyasî ve sosyal yönden toparlanm asını büyük ölçüde sağladı. Eski
partiler ideolojik etiketleriyle olduğu gibi kaldılar. A m a yalnızca G ü­
ney Avrupa'daki K om ünistler gerçekten de "ideolojik" nitelikli olmayı
ve "toplum yoluyla kurtuluş" düşüncesine bağlı kalm ayı sürdürdüler;
neredeyse hiç önem siz hale gelm iş olm aları bundandır. A lm anya'da
Konrad A denauer ve Helm ut Schm idt; F ransa’da C harles de G aulle
ve François M itterand; İngiltere'de M argaret T hatcher; İtalya'da Alci-
de de Gaspari ve Bettino Craxi, siyasî başarılarını hep ideolojik nite­
likli olmayan çıkar blokları yoluyla bütünleşm e görüşleri sayesinde
kazandılar. H içbiri de kendi partilerinin ideolojik m anifestolarına bi­
razcık bile olsun kulak asmadı.

A m a günüm üzde M ark H anna'm n ve Franklin D. R oosevelt'in eko­


nomik çıkarlar aracılığıyla bütünleşm e görüşleri, toplum yoluyla kur­
tuluşa dayanan bütünleşm e kadar eskim iş durum dadır. Bu görüşü de­
neyen son A m erikalı Başkan Lyndon Johnson oldu. Johnson'un
Büyük Toplum görüşü siyasî bütünleşm e açısından, yirm i yıl önce

25
sağlayabileceği yararı sağlam adı. O zam andan bu zam ana, Hanııa ile
K oosevclfin hayallerini yeniden canlandırm a yolunda yapılan her giri­
şim bir felaket olm uştur. A m erikan tarihinde başkan adayı olarak
1984'te ortaya çıkan W alter M ondale'den daha yeterlisi, daha uygunu,
daha deneyim lisi pek ender çıkm ıştır - onunkinden daha büyük bir he­
zim ete uğrayan da pek azdır. FD R A m erikasının çıkar grupları koalis­
yonunu yeniden yaratm a girişim i, M ondalc'i iler tutar yanı kalm aya­
cak kadar eskim iş hale getirdi. Dört yıl sonra 1988'dc M ichael
Dukakis yeni "çıkar blokları" bulm aya ve bunları harekele getirmeye
çalıştı; özellikle de "orta sınıfı" - bunu eski grupları dışlam adan yaptı.
Bu da bir işe yaram adı.

A m erika Birleşik D evletleri dışında da, çıkar blokları bütünleşm e­


si, siyasî bütünleşm e sağlam ak açısından giderek daha az etkili hale
gelm ektedir. Liberal D em okratlar hâlâ Japonya'daki her seçim i kazan­
m aktadırlar am a bu, sırf m uhalefet partilerinin hepsinin de toplum yo­
luyla kurtuluş ideolojisine inanm aları, bu yüzden de Liberal D em ok­
ratlara göre daha az çekici hale gelm elerinden kaynaklanm aktadır.
Ç ıkar blokları bütünleşm esinin artık yürüm em esinin bir nedeni de şu ­
dur ki, ekonom ik "çıkar grupları" farklı bütünler oluşturan ve üyeleri­
ne bilinçli bir kim lik kazandıran niteliklerini kaybetm ektedirler. G eliş­
miş hiçbir ülkede ne "çiftçi"nin ne "işçi"nin bir "ekonom ik sınıf"
oluşturacak sayısal gücü ye siyasî önem i artık yoktur. M ark Hanna'nın
A m erikasında, çiftçiler nüfusun yarısını oluşturm aktaydı. Franklin D
R oosevelt göreve başladığında işçilerin sayısı nüfusun beşte ikisine
yakındı. Şim di ise çiftçiler nüfusun yüzde üçünden fazla değildir ve
geleneksel "m avi önlüklü" işçi sayısı ise, olsa olsa beşte bir oranında­
dır. "İş dünyası" artık toplum içinde bir ekonom ik sın ıf olarak yer al­
m am aktadır. M ark H anna'nın siyasî güç için harekete geçirdiği "ticarî
çıkar grubu" G eneral M otors ya da C itibank değildi. K üçük kentteki
kundura tam ircisi, taverna sahibi, m arangoz ustası idi. E trafta hâlâ çok
sayıda böyle kim seler vardır. A m a kendilerini "ticaret çevreleri" ya da
ayrı bir çıkar grubu gibi görm em ektedirler.

İkincisi ve daha da önem lisi şudur ki, bu grupların hiçbiri artık sos­
yal açıdan farklı değildir. Eskiden her gruba siyasî birlik ve siyasî
kim lik sağlayan şey, aslında ortak ekonom ik çık ar değildi. H ayvan ye­

26
tiştiricileri "çiftçi"dirler am a bunların, oldum olası, m andıra sahipleri
ya da tülün yetiştiricilerinden çok farklı ekonom ik çıkarları olm uştur.
Usta sanatkârların ekonom ik çıkarları 1920'li yıllar boyunca "A m eri­
kan em ekçisi"nin çoğunluğunu oluşturur durum a gelen niteliksiz seri
üretim işçisininkinden çok farklıdır. Bu grupları farklı ve birlik içinde
eylem yapabilir kılan şey, bugün kültür diye adlandırdığım ız şeydi.
Onlara kim lik kazandıran şeyler, ekonom ik niteliklerinden çok sosyal
özellikleriydi. "Ö z saygısı olan işçi" vardı ve "kırsal toplum " vardı.
Sonra, hem küçük kentlerde hem büyük kentlerde bulunan "işadam la­
rı" vardı. Bu grupların her biri farklı gazeteleri okuyor, çoğu zam an
farklı kiliselere gidiyor ve genellikle kentin farklı sem tlerinde oturu­
yorlardı. H er birinin farklı değerleri ve farklı bir yaşam biçim i vardı.
Her şeyden önem lisi de, her grubun kendisiyle ilgili net ve farklı bir
görüşe sahip olm asıydı. Bu kim seler M arksist anlam da "sınıf bilincine
sahip" değillerdi. T oplum içindeki başka gruplar ve sınıflarca söm ü-
rüldüklerinc inanıyorlar diye bir şey de her zam an söz konusu değildi
- en azından M ark H anna'nın zenginlik olgusunda onların ortak çıkar­
larına ilişkin düşüncesinden sonra. A ncak her biri farklı bir hayat sür­
düğünün, farklı bir rol oynadığının ve toplum içinde farklı bir yere sa­
hip olduğunun iyice bilincindeydi.

Hem M ark H anna, hem Franklin D. R oosevelt "ekonom ik çık ar”


sözcüklerini bir şifre olarak kullanıyorlardı. K astettikleri şey -h er ikisi
de herhalde bunun farkındaydılar- sosyal ve kültürel değerler vc üs­
luplardı. N icelikten söz ediyorlardı; kastettikleri ise niteliklerdi. Bu
değerler ve üsluplardan günüm üze pek az bir şeyler kalm ıştır. Kuzey
İngiltere'nin ve İskoçya'nın "kasketli" işçileri gibi, bunlardan arda ka­
lanlar, artık "geri kalm ış" sayılm aktadırlar. Sicilyalı çiftçiler de öyle.
A m erika'daki hayvan yetiştiricisi ya d a otom atik m akinelerle çalışan
bir tavuk çiftliğinde ızgaralık piliç yetiştiren kim se, kendisini hâlâ çift­
çi olarak görm ektedir; am a dünyadaki uğraş grupları arasında bilgisa­
yar okuryazarlığı belki en çok onda vardır. D ctroit'teki mavi önlüklü
otomobil işçileri, kuşkusuz, işçidirler; am a birayı şaraba tercih etm ele­
rini saym azsak, yaşam biçim lerinde işçi sınıfından arda kalan hem en
hiçbir şey yoktur. Bunun dışında, A m erika’daki en m ilitan otom obil
fabrikalarından birinin sendika tem silcisinin kısa bir süre önce bana

27
hatırlattığı gibi, sendika üyelerinin derdi, oto-karavanları, N orth Wo-
od'da tatile gittikleri balıkçı kulübesi ve em ekli aylıklarıdır. Amerikan
toplum unda başka herkesin de izlediği televizyon program larını onlar
da izlem ektedirler. Aynı süperm arketlerde aynı tüketim m allarını satın
alm aktadırlar. Tatilde yaptıkları aynı şeylerdir. Farklı işler yapm akta­
dırlar am a artık farklı yaşam am aktadırlar. S tatülerini ekonom ik çıkar­
larıyla değil, harcam a güçleri ile tanım lam aktadırlar.

Ü çüncü olarak, yeni çoğunluk, yani "bilgi işçisi" herhangi bir çıkar
grubunun tanım ına uym am aktadır. B ilgi işçileri ne çiftçidirler, ne işçi,
ne de ticaret dünyasından; onlar kuruluşlarda çalışan görevlilerdir.
A ncak "proleter" değildirler ve bir sın ıf olarak söm ürüldüklerini" his­
setm em ektedirler. K ollektif olarak, em ek lilik fonlarında biriken para­
lar sayesinde tek "kapitalist" onlardır. Pek çoğunun kendisi de patron­
dur ve "astlar"ı vardır. B ununla birlikte onların d a bir patronu
bulunm aktadır. O rta sın ıf d a değildirler. Y eni bir terim uydurursak, bu
kişiler "tek sın ıflad ırlar* - kim ileri öbürlerine g öre daha çok para ka­
zansa da. Bu kim selerin ticarî bir kuruluşta, bir hastanede y a d a üni­
versitede çalışm aları, ekonom ik ve sosyal k o num lan açısından hiçbir
fark yaratm am aktadır. Bir ticarî kuruluşun m uhasebesinde çalışırken,
bir hastanenin m uhasebesine geçen bilgi işçileri sosyal y a da ekono­
m ik konum larım değiştirm em ektedirler. İşlerini değiştirm ektedirler.

G elişm iş m odern ülkelerdeki insanların büyük bir bölüm ü'kuruluş­


larda görevlidirler. Ve eğitim leri ne kadar çok olursa, bütün çalışma
hayatlarını kuruluşlarda görevli olarak geçirm e olasılıkları da o kadar
artar. A ncak bu statü, belli bir ekonom ik ya d a sosyal çıkara, belli bir
ekonom ik ya da sosyal kültüre işaret etm em ekte, onlara özgü m esele­
ler açısından da pek az bir şey ifade etm ektedir. Bilgi işçileri Mark
H anna ve Franklin D. Roosevelt'in A m erikasının temel aldığı toplum
kavram ına m eydan okum aktadırlar. Ama, şim dilik, onlara uyan bir si­
yasî kavram ve siyasî bütünleşm eden söz etm ek m üm kün değildir.

* "tek sınıflı “ : "uniclass" (Çevirenin nolu).

28
4

RUS İMPARATORLUĞU
TARİHE KARIŞINCA

Modern tarihin en önem li olaylarından ikisi 1873 "sınır çizgisi"ne


varılmadan birkaç yıl önce m eydana geldi : 1857 tarihli H int A yak­
lanması ve on yıl sonra 1867'de Japonya'da görülen M eiji R estorasyo­
nu. Bunlardan ilki dünyanın "batılılaşm a"sını sağlam ıştır, İkincisi de
"sömürge im paratorluklarının çözülm esi"ni.

isviçreli büyük tarihçi Jakob B ruckhardt. aynı dönem de yaşayıp


da, 1870'li yılların önem li bir dönüm noktası olduğunu hem en anlayan
bir iki kişiden biriydi ve 1870'lerin başlarında yaptığı ve gelecekle il­
gili isabetli tahm inler içeren konuşm alarında bunu belirtti. W eltgesc-
hichtliche Betrachtungen ya da R eflections on W orld H istory (İngiliz­
ce çevirisi 1943'te Force a nd Freedom adı akında yayım lanm ıştır)
adıyla anılan konuşm aları bugün klasikler arasında sayılm aktadır.
Ama tarihçi kim liğiyle büyük ün sahibi olm asına rağm en, Bruck-
hardt’a kimse inanmadı. K itabı, 1906'ya kadar, yani ölüm ünün üzerin­
den dokuz yıl geçene kadar, yayım lanm adı bile. B ruckhardt, Doğu sa­
natını ve edebiyatını tanıyor ve seviyordu. A ncak, hem Hint
Ayaklanmasını, hem M eiji R estorasyonunu önem siz sayarak dikkate
almadı. O na ve çağdaşlarına göre, Batı tarihi "dünya tarihi" idi. O ysa
Hint Ayaklanması ve M eiji R estorasyonu ile dünya tarihi "batı" tarihi
olmaktan çıktı.

Hint A yaklanm ası, batılılaşm aya dur dem ek için yapılm ış sonu ol­
mayan bir girişim di. Z afer kazanan isyancılar, neredeyse kapı dışarı
etmiş oldukları İngiliz efendilerinin yerine koyabilecekleri hiç kim se­
leri ve hiçbir şeyleri olm adığım anladıkları zam an da, başarısızlığa ııiU,
radı. U ğradıkları çöküntü. Batı teknolojisinin, Batılı sosyal örgütlen,
menin, Batılı sanayi ekonom isinin, Batı bilim inin. Batı eğitiminin
dünya çapında egem enlik kazanm asını sağladı. Batıdan kurtulm a giri­
şim leri devam ederek, H int A yaklanm asından kırk üç yıl sonra
1900'de Ç in'de yaşanan Boxer İsyanı ile doruğa ulaştı. D aha yakın za­
m anlara gelince; A yetullah H um eyni'nin 19 8 0 ’li yıllardaki İran devri­
mi de Batıdan kurtulm a amacı güden bir başka girişim di. A m a Hint
A yaklanm asından bu yana, böyle girişim ler daha baştan başarısızlığa
m ahkum olm uşlardır. H um eyni bile, ancak Balının İran petrolüne öde-
diği parayı Batı teknolojisini ve Batının silahlarını satın alm ak yoluyla
B atıya karşı savaşabilm iştir.

D önem in A vrupalIları Hint A yaklanm ası ile, bu ayaklanm anın uğ­


radığı başarısızlığın anlam ını net bir biçim de gördüler. Bu durum,
1860'tan sonra başlayan ve kırk yıl içinde A sy a ve A frika'da yer alan
batılı olm ayan dünyanın büyük bir bölüm ünü Batılı güçlerin siyasî de­
netimi altına sokan söm ürgecilik yarışım başlattı - bu güçler, Büyük
B ritanya, Fransa, Belçika, A lm anya ve hatta işin sonunda Birleşik
D evletlerdi. H int A yaklanm ası Batılı güçleri, tüm dünyanın b a tılla şa ­
cağına inandırdı. B uradan da şu sonuca v a r d ıla r : Bütün dünyayı siya­
sî, askerî ve ekonom ik yönden denetim leri altına alm alıydılar ve bunu
yapabilecek durum daydılar; böylece dünyayı bütünüyle Batı kültürü­
nün ve Batılı im paratorlukların bir uzantısı haline dönüştürebilecekler­
di.

Japonya, K om odor Perry'in "K ara G em ileri"nin ilk kez 1853 yılın­
da Y okoham a açıklarında dem irlem esinden sonra geçen on beş yıl bo­
yunca tereddüt etti. Sonra da, 1867'de, tepeden tırnağa "Batılı" olm a­
ya, am a hem batılılaşm a süreci üzerindeki, hem de bu sürecin
ardından oluşacak yönetim , toplum , ekonom i ve teknoloji üzerindeki
denetim ini korum aya karar verdi. Bu karar -B ruckhardt'ın da yaptığı
gibi- o dönem de hemen bütün B alıklarca, Batı gücü yerkürenin gen
kalan her yerinde büyük bir başarıyla dallanıp budaklanırken, anlam ­
sız, hatta önem siz sayılarak dikkate alınm adı. A m a sonunda galip ge­
len Japonya oldu. Japonların yaklaşım ı -çağdaş, yani batılı olmak.

30
ama bunu kendi, batılı olm ayan denetim leri alu n d a yapm ak- sonunda
Batıyı yendi. Japonya Batıyı kucaklayarak. Batı egem enliğinden kur­
tulmuş oldu. Japonya, İkinci D ünya S avaşını, tarihte görülen en kesin
askerî yenilgilerden birine uğrayarak kaybetti. Japonya, etkili bir sö ­
mürgeci gü ç olm ak için güttüğü siyasî am açlara da ulaşam adı. G ene
de siyasî açıdan yenilgiye uğrayan B atıydı. Japonya, Batıyı A sya'dan
çıkarmayı ve Batılı söm ürgeci güçlerin itibarını düşürm eyi başardı.
Bu ise. B atıyı, batılılaşm ış am a Batılı olm ayan dünya üzerindeki dene­
timinden vazgeçm eye zorladı- A sya'da, am a kısa süre sonra A frika'da
da.

İkinci D ünya Savaşından bu yana, Batılı olm ayan dünya her yerde
kendisini, ilk kez Japonların 1867 tarihli M eiji R estorasyonu sırasında
oluşturduktan m odele uygun olarak yeniden biçim lendirm iştir. B atılı­
laşmış, am a bunu kendi denetim i altında yapm ıştır. "Söm ürgecilik
aley h tarlığ ın ın tem el anlam ı da budur. S öm ürgecilik öncesine dönüş
anlamına gelm ez. A yetullah yönetim indeki İran bile on sekizinci yü z­
yıldaki İran'ı geri getirm eye değil. Batının teknolojisine, sanayiine, as­
kerî yapısına, m ühendisliğine sahip, ancak dini ve değerleri ilk dönem
İslamiyete ait, m odern bir İran yaratm aya çalışıyor. Bu, Japonya'nın
1870’li yıllarda İngiliz tipi bir P arlam ento ile, bin yıl önceki N ara ve
Hcian dönem lerinin T anrı-İm paratoruna dönüşü bir araya getirm e giri­
şim lerinden pek farklı bir şey değildir.

Batılı olm ayan tüm ülkelerde -isler A yetullah'ın İran’ı ve Suudi


Arabistan gibi köktendinci ya da laik olsunlar; ister M ao'nun Çin'i gibi
kendi geçm işlerini reddetsinler ya da kimi A frika ülkeleri gibi geçm iş­
lerini canlandırm aya çalışsınlar- temel yapı. B atıdan ithal edilen kav­
ramlar ve kurum larla inşa edilm ektedir. Etkili olan görüşler de öyle.
Bu ülkeler kendilerini D em okratik, Sosyalist, K om ünist diye adlandır­
maktadırlar. Refah devletinden söz etm ektedirler. Hepsinin de Batılı
modellere göre örgütlendirilm iş ve en yeni Batılı silahlarla donatılm ış
büyük orduları vardır; hepsinin birer m erkez bankası bulunm aktadır;
hepsi de ekonom ik kalkınm a girişim i içindedirler. Ö ğrencilerini eği­
tim için Batıya gönderm ektedirler. A ynı zam anda, bu Batılı kavram la­
rın ve Batılı kurum ların denetim ini kendi ellerinde tutm aya ve deneti­

31
mi, Japonya’nın M eiji Restorasyonundan sonra yaptığı gibi, kendi ye­
rel ve ulusal güç yap ılan yoluyla yürütm eye kararlıdırlar.

Son Sömürgeci Güç

A m a hâlâ büyük bir söm ürgeci güç, tarihin hâlâ "A vrupa" tarihi ol­
duğu ve iktidar ile yönetim in hâlâ yalnızca A vrupalılarca yürütüldüğü
geniş bir alan vardır : Rus İm paratorluğu. Y irm i beş yıl içinde, belki
de daha önce, Rus İm paratorluğu da ortadan kalkacaktır -ya da en
azından, A vrupalı olm aktan çıkarak A vrupalı dönem i- sonrasına geçe­
cek ve esas itibariyle A syalı bir nitelik alacaktır. Bu değişiklik için ge­
rekli olan her şey şim diden gerçekleşm iş durum dadır. Tek soru, bu sü­
recin ne kadar hızla gerçekleşeceği ve im paratorluğun parçalanm asına
m ı, yoksa yeniden yapılanm asına mı yol açacağı sorusudur. Bu süreç.
M ikhail G orbachev tarafından 1982 yılında başlatılan reform hareketi
başarılı olsa da, olm asa da, gerçekleşecektir. A slında G orbachev'in
P erestroika'sı yıkılm akla olan Rus ekonom isini canlandırm ada ne ka­
dar başarılı olursa, Rus İm paratorluğunun çözülüşü de o kadar hızla
cereyan edecektir.

P erestroika "tepeden inm e bir devrim "dir -böylesi dcvrim lerin ba­
şarıya ulaştığı az görülür. G erçekten de P erestroika, A vrupa'daki tepe­
den inm e son devrim le, yani on sekizinci yüzyılda yaşam ış bir başka
"aydınlanm ış despot"un, İm parator II. Joseph'in cansız ve yıkılm akta
olan A vusturya İm paratorluğunun durum unu düzeltm ek ve onu can ­
landırm ak için yaptığı tam am en başarısız girişim le çarpıcı bir benzer­
lik gösterm ektedir. A ncak, kalıcı sonuçlar veren iki "tepeden inme
devrim " daha olm uştur ve bunların ikisi de R usya'da m eydana gelm iş­
tir. Birisi bugün bildiğim iz Rusya'yı yarattı; K orkunç İvan'ın tepeden
inme devrim i. İkincisi ise Büyük Pclro'nun zorla batılılaştırm a hareke­
tiydi. Bu yüzden insan, G orbachev'in girişim inin sonuçsuz kalacağın­
dan em in olam ıyor. A m a ne kadar ciddî bir bozulm a içinde olursa ol­
sun, Sovyet ekonom isinin durum u G orbachev'in ikincil sorunudur.
T em el sorun, im paratorluğun m illiyetçiliğin ve söm ürgecilik aleyhtar­
lığının baskısı altında çözülm e tehdidiyle karşı karşıya olm asıdır.

Rus İm paratorluğu, kara üzerinde yer aldığı için Batılı güçlerin sö ­


m ürge im paratorluklarından farklıdır. A ncak o da öbürleri gibi başka

32
milliyetlere boyun eğdirilm esi üzerine kuruludur- A vrupa üzerindeki
batı bölüm ünde yer alan U kraynalIlar, E stonyalılar, L etonyalılar, Kaf­
kasyalIlar ve A sya üzerindeki doğu bölüm ünde yaşayan çok sayıda
Mongol, T ürk ve T alar halkları. Farklı m illiyetler sorunu Rusya için
hiç de yeni bir sorun değildir. Ç arlık yönetim i sırasında yürütülen
amaçlı R uslaştırm a politikası sorunu giderek ağırlaştırdı. Pek az sayı­
da istisna dışında (Baltık ülkelerinde A lm an dilinin kullanıldığı eski
üniversiteler gibi) öğrencinin anadili ne olursa olsun yükseköğrenim ­
de kullanılan dil tüm üyle Rusçaydı. R usça resm î dil ve iş hayatı ile or­
duda izin verilen tek dildi. R uslaştırm aya karşı duyulan kızgınlık, Bol-
şeviklerin kazandığı zaferde önem li bir etken oldu. Lenin’in tüm
milliyetlere kültür ve eğitim alanlarında tam özerklik vaadi, kendisine
çarın em rindeki birinci sın ıf alaylardan biri olan Letonyalı Keskin N i­
şancıların desteğini kazandırdı. O nlar olm asa. E kim D evrim i başarı
sağlayamazdı.

1930'lu yılların sonuna gelindiğinde, L enin'in farklı m illiyetler po­


litikasının yürüm eyeceği açık hale geliyordu. A slında, Stalin'in otuzlu
yıllardaki tem izlem e harekâtının ilk kurbanları, on yıl önce Lenin'in
politikasını biçim lendiren eğitim ci liderlerdi. 1927 ya d a 1928'dc ken­
disi de bir G ürcü olan Stalin'e Lenin'in politikasını yeniden gözden ge­
çirmesi için ısrar etm eye başladılar. Rus olm ayanların özellikle d e As-
yalılann, kendi dillerinde hızla okuryazar hale geldiklerini am a çar
yönetimi altındaki uygulam adan farklı olarak R usça öğrenm eye zor­
lanmadıklarını belirttiler. Bu yeni bir m illiyetler sorunu yaratacaktı -
ve Stalin, bu uyarıda bulundukları için onları öldürttü. A ltm ış yıl son­
rasında, tahm inleri doğru çıkm ıştır. A ncak bu kez sorun olan yalnızca
A vrupa'da yaşayan ve Rus olm ayan kişiler değildir. A syalılar daha da
büyük zorluklar çıkarabilirler.
* * *

2000 yılına gelindiğinde, S ovyetlcr B irliği nüfusunun yarısını A v­


rupalI olm ayanlar oluşturacak ve A vrupah olm ayan bu Asyalı nüfusun
yansına yakını da M üslüm anlardan m eydana gelecektir. İkinci D ünya
Savaşının bitim inden bu yana geçen son kırk yıl içinde, Rusya'nın A v­
rupa'da yer alan bölüm ünde gelişm iş bir A vrupa ülkesine özgü, çok

33
düşük doğum oranlan gösteren bir dem ografı vardır-bu o dereceye
varm ıştır ki, A vrupa'daki Rusya fiilen bir nüfus küçülm esi yaşamıştır.
Buna karşı, A sya'daki Rusya'da gelişm ekte olan bir ülkenin dem ogra­
fisi görülm üş, yani bebek ölüm leri hızla düşerken, doğum oranları
yüksek olm aya devam etm iştir. R usya’nın A sya'daki A vrupalı olm a­
yan nüfusu, bugün belki de dünyadaki en hızlı artış oranına sahiptir ve
Latin A m erika'daki oranlan bile aşm ıştır.

R usya’nın A vrupalı nüfusu yaşlanır ve fiilen ufalırken, Sovyeller


Birliği giderek daha büyük oranda, A vrupalı olm ayanlara dayanm ak
zorunda kalacaktır. Ü lkede zaten, kırsal kesim deki nüfusun hızla yaş­
lanm ası ile bir işçi açığı yaşanm aktadır- daha da kötüsü şudur ki, bil-
gi-beceri sahibi olan kim seler ülkeden kaçm aktadırlar. Sanayi kesi­
m inde, R uslar ya A syalı işçileri A vrupa'daki m erkeze getirmek
zorunda kalacaklar ve bu büyük ölçüde yabancı düşm anı olan Rusla­
rın şiddetli direnciyle karşılaşacak, ya da üretim i işçinin olduğu yere.
A sya'ya taşıyacaklar ve böylece denetim i elden kaçırm a riskine gire
çeklerdir. Belki de en ciddî açm az, silahlı kuvvetlerde yaşanm aktadır.
S ovyeller Birliği askerî gücünü koruyabilm ek için giderek daha büyük
oranda A syalıları kullanm ak zorunda kalacaktır. A m a tarihsel açıdan
bakıldığında görülen odur ki, A syalıiar hiç Rus kum andası altında sa-
vaşm am ışlardır -A fganistan örneğinin bir kez daha kanıtladığı gibi.
Rusya, ya askerî kuvvetlerinde çok ciddî boyutlarda kısıntıya gitm ek,
ya da. bu kuvvetler üzerindeki denetim ini giderek daha büyük ölçüde.
R us-alcyhıarı A syalılara kaptırm ak zorunda kalacaktır. Şurası açıktır
ki, G orbachev'i 1988 sonbaharında tek taradı olarak S ovyet ordusunda
500.000 kişilik bir indirim yapm a kararına götüren şey, ülke nüfusuy­
la ilgili bu tür hesaplar olm uştur. Bu kararın -hiçbir biçim de kabul ed i­
lem ez olan- alternatifi ise, R usya’nın A vrupalı uyduları üzerindeki as­
kerî denetim ini A syalılara em anet etm esi olurdu.

S ovyeller B irliğindeki A syalıların hepsi artık okuryazar durum a


gelm işlerdir; am a bunların ancak üçte biri Rusçayı okuyup yazabil-
m ektedir. R usça gene de çarlık dönem inde olduğu gibi, devlet dili, iş
çevrelerinin dili, bilim dili olarak kalm ıştır. Rus ordusu içindeki ku­
m anda m akam larında A vrupalı olm ayan hem en hiç kim se yoktur. Rus
ekonom isi içinde kum anda m akam larında A vrupalı olm ayan hemen

34
hiç kimse yoktur. Ü st düzey parti görevlerinde ise (ister Politbüro'da
ister M erkezî K om ite içinde olsun), A vrupalı olm ayanların sayısı hiç­
bir zaman bir ikiyi geçm ez.

Bu durum , tahm in edilebileceği gibi, sürm eyecektir. Ç özülm e sü­


reci belki yavaşlatılabiiir. A m a bir kez başladı m ı, tersine çevrilem ez.
Başlamıştır da. A rtık bildiğim iz gibi, bu süreç G orbachev'in görevi
devralm asından bir hayli önce başlam ıştı; batıda B altık illerinde ve
Ukrayna'da; güneydoğuda K ırım 'da ve K afkaslar'da; ve O rta A sya'da.
Günümüzde, yani 1980'li yılların sonunda, G orbachev şim diden sa­
vunmaya geçm iş, her söm ürgeci rejim in yapm aya çalıştığı şeyleri yap­
mak zorunda kalm ıştır - bunlar her zam an başarısızlığa uğrar. Ballık
bölgelerinde yaşayanlara ödünler verm iş, am a güneydoğudaki Erm c-
niler ve A zerîler ile, O rta A sya'daki M üslüm an M oğollara ağır cezalar
verileceği tehdidinde bulunm uştur. O halde, M ikhail G orbachev'in Pe-
restroika'sı ekonom ik büyüm e ve kalkınm a yoluyla yeni bir birlik ba­
ğı oluşturma girişim idir. İşe yarar mı bu? Bu sorunun cevabı neredey­
se kesin olarak hayırdır. P erestroika başarısızlığa uğrarsa, R usya
Slalin'in baskı yöntem ine geri dönecektir. A m a P erestroika ekonom i
alanında bir işe yararsa, gene arzu edilen birleştirici etkiyi yaratm aya­
caktır. Tek başına dem ografi bile P erestroika'yı artan Rus aleyhtarı
milliyetçiliği yenm e konusunda yetersiz bırakacaktır. A slında P erest­
roika merkezden uzaklaşm a yönündeki hareketi hızla daha da güçlen­
direcektir.

Sovyet İm paratorluğunda m illiyetçiliğin en güçlü olduğu bölgenin


en zengin bölge olm ası raslantı değildir; B allık cum huriyetleridir bu
bölge. A vuslurya-M acaristan İm paratorluğunun tarihi bunun neden
böyle olduğunu gösterm ektedir -A vusturya-M acaristan İm paratorluğu,
tek parça halinde olm ası, bütünüyle kara üzerinde yer alm ası ve res­
men "ulusal olm ayan" bir nitelik taşım ası dolayısıyla Sovyet İm para­
torluğuna benzem ekteydi. A vusturya'daki m illiyetler sorunu ilk kez
1848'de M acarlar A vusturya yönetim ine baş kaldırdıkları zam an orta­
ya çıktı. 1867'ye gelindiğinde M acarlar, politika, dil ve kültür alanla­
rında özerklik kazanm ış durum daydılar. A vusturya, im paratorluktan
ayrılm alarını önleyebilm ek için M acaristan'daki açgözlü toprak sahip­
lerinin şantajları karşısında ekonom ik açıdan ağ ır ve sürekli artan bir

35
bedel de ödedi. A m a başka m illiyetler hem en kendilerine de aynı şe­
kilde davranılm asını istediler; önce Çekler, sonra İtalyanlar, Hırvatlar.
Slovenler, Polonyalılar. A vusturya’daki liberaller - G orbachev gibi,
aydınlanm ış olanlar- bu baskılara karşı koyabilm ek için ekonom ik kal­
kınm anın birliği sağlayacak uluslarüstü bir bağ olduğunu keşfettiler.
U ygulanan politikanın ekonom ik yönden sihirli bir etkisi oldu. Çekos­
lovakya'nın m erkezinde yer alan Bohem ya'nın 1870'ten sonra göster­
diği sınaî büyüm enin tarihte pek az benzeri vardır. 1914'e gelindiğin­
de, B ohem ya A vrupa'nın en çok sanayileşm iş, en zengin
bölgelerinden biri haline gelm iş, yaşam düzeyi ve verim lilik yönün­
den A lm anya'nın dengi olurken, Fransa'nın önüne geçm işli. A vusturya
İm paratorluğunun güneyindeki Slovcnya ile, güneydoğusundaki Hır­
vatistan'da da hızlı bir ekonom ik büyüm e yaşandı. B aşta yavaş git­
m ekle birlikte, Krakov çevresindeki bölgede de öyle- burası hâlâ Po­
lonya'nın sanayi m erkezidir.

K alkınm a, ekonom ik yönden m uazzam bir başarı getirirse de, siya­


sî yönden A vusturya için felâket oldu. Refah, farklı m illiyetleri yatış­
tırm ak yerine, onların giderek daha m illiyetçi kesilm elerine yol açtı.
Ç ekler, zenginleştikçe, bağım sızlık taleplerini daha d a güçlendirdiler.
A ynı şey Slovenya'da, H ırvatistan'da. A vusturya P olonyasında ve Tri-
este'de de oldu - İtalyanca konuşulan T rieste lim anı, 1913'e gelindi­
ğinde A vrupa'nın en varlıklı kentleri arasında yer alm aktaydı ve A vus­
turya aleyhtarlığı en yaygaracı bir biçim de burada dile getiriliyordu.
A ncak A vusturya’nın yönetim i altındaki farklı m illiyetlere verdiği
ödünler, R usya’nın verm eye istekli olduğu ödünlerden kat kat fazlay­
dı. S ovyet İm paratorluğundaki üniversitelerin hepsi Rus üniversitele­
riyken A vusturya İm paratorluğundaki üniversitelerin yarısı Alman
üniversiteleri değildi: M acar, Çek, Slovcnya, H ırvatistan, Polonya ve
U krayna üniversiteleriydiler. A vusturya parlam entosu çok sayıda dilin
kullanılm asını kabul etm işti. A vusturya O rdusundaki askerler ancak
em ir niteliği taşıyan bir iki A lm anca sözcük öğrenm ek zorundaydılar:
bunlar dışında kendi ulusal dillerini kullanıyorlardı. Bu ödünler daha
çok özerklik, sonunda da tam bağım sızlık için baskı yarattı yalnızca.
Ç ünkü m illiyetçilik ve söm ürgecilik aleyhtarlığı köylülere ve proleter­
lere özgü doktrinler değildir; burjuvazinin, özellikle de tüccarların-

36
fabrika yöneticilerinin ve m eslek sahiplerinin o lu ştu rd u ğ u eğitim li or­
ta sınıftn doktrinleridirler. T abiî, bu g ruplar ekonom ik b ü y ü m ed en ilk
yararlanan g ruplar olm aktadır.

İngiliz yönetim i altındaki H indistan'da olanlardan alıınacak ders de


aynıdır. İngilizlcr 1870'li yıllarda - A vusturyalIların herrnen hem en ay­
nı tarihlerde yaptıkları gibi- ekonom ik kalkınm ayı tcşviHc k aran alarak
Hintlilere, özellikle de eğitim görm üş H intlilere, İngiliiz yönetim inin
maddî yararlarını sunm ayı am açladılar. D em iryolları ve: lim an inşaatı­
nı teşvik ettiler, köy kooperatifleri ve m ühendislik okullları oluşturdu­
lar ve H indistan'ın ihraç ettiği tarım ürünlerinin yetiştirillm esini destek­
lediler. H er şeyden önem lisi de, İngilizleri ve eğilim göırınüş H intlileri
ekonom ik ve sosyal kalkınm a konularında ortak ç a lışm a la r yapm ak
için bir araya getirm ek üzere H indistan K ongresini kuırdular. E kono­
m ik ve sosyal alanlarda hayli önem li sonuçlar elde ed ild i; m odem
Hindistan'ı büyük ölçüde bu çabalar yaratm ıştır. Ancalk siyasî açıdan,
bu çabalar H indistan bağım sızlık hareketine yol a ç m ış ve bu hareket,
1947 yılında, H int A yaklanm asının bundan doksan yıl «önce yapam adı­
ğını başarm ıştır : tngilizlerden kurtulm ak. B ağ ım sızlık hareketindeki
liderlerden hem en her biri H indistan K ongresinden çık m ıştı.

A vusturya ve H indistan'da işe yaram am ış olan şe y lerin , R usya’dâ


işe yaraması olası değildir. İnsanlar ''batılılaştıkça", re fa h a d ah a çok
ulaştıkça, toplum içindeki yerlerini değiştirebildikçe, d a h a çok eğitim
gördükçe, giderek daha m illiyetçi olm aktadırlar. "S öm ürge halkı” du­
rumunda olm aya giderek daha çok içerlem ektedirler; onları boyundu­
ruk altında tutanlar yum uşak davransalar bile. "Japon çözüm ü"nü iste­
m ektedirler : B atılılaşm ak am a bunu kendi denetim leri, kendi
yönetimleri altında, kendi devletleri aracılığıyla y ap m ak . O halde Pe-
restroika'nın R us İm paratorluğunu kurtarabileceğini düşünm ek için
bir neden bulunm am aktadır.

Üç sonuç beklenebilir. Bunlardan birisi, R usya'nın ikiye bölünm e­


sidir. Hem A vrupa yarısı hem A sya yansı bu bölünm eden sonra başka
ulusal gruplar halinde daha da ufalanabilir-özerk, belki de bağım sız
Baltık devletleri; özerk, belki de bağım sız bir U krayna; özerk , belki
de bağım sız K afkas cum huriyetleri - aynı süreç, bu sırada A sya tara­

37
fın d ak i U ra lla r’d a d a g e rç e k le şe c e k tir. R u s İm p arato rlu ğ u n u n ardından
A v ru p a ta ra fın d a o rta y a ç ık a n ü lk eler, k u şk u su z , d ah a so n ra A v ru ­
p a'n ın b ir p arç ası h alin e g e lm e y e ç a lış a c a k la r ve siy asî, en önem lisi
de, e k o n o m ik aç ıd a n A v ru p a 'y a boyun eğ m ey i, p ek ala kabul etmek
zo ru n d a k a la b ile c e k le rd ir. R u s İm p arato rlu ğ u n u n ard ın d an U zak D o­
ğ u d a o rta y a ç ık a n ü lk e le rd e n b azıları Ç in 'e bugün o ld u ğ u n d an daha
ço k y a k ın la ş a b ilir. P ek i en b ü y ü k k itle ne ta ra fa y ö n elec ek tir - büyük
b ir ç o ğ u n lu k la M ü slü m a n olan O rta A sy alıla r? İk in ci b ir ihtim al A s­
y alIların e g e m e n lik sa ğ lam asıd ır. A m a bö y le b ir d u ru m k u şk u su z A v­
ru p alI a z ın lığ ın A sy alı ç o ğ u n lu ğ a karşı sü rek li d iren m esi an lam ın a ge­
le ce k tir. S o n o la ra k d a, b ir tü r k o n fed e ra sy o n a g id ilm esi m üm kündür;
bu k o n fe d e ra sy o n u b ir ara d a tu tan b ağ lar g ev şek o lacak , sürekli bir
k a rg a şa y a ş a n a ra k fark lı m illiy e tle r ö ze rk cu m h u riy etle ri içinde y a da
bu c u m h u riy e tle r y o lu y la g ü ç k az an m ak için b irb irleriy le m ücadele
e d e rk e n , h e r b iri g eri k a la n la ra eg em en o lm a y a çalışacak tır.

O rta y a ç ık a n so n u ç n e o lu rsa o lsu n , ne "R u s"lu k la ilgisi olacaktır,


n e "İm p a ra to rlu k "la . R u s İm p a rato rlu ğ u n u n çö z ü lm e si, uluslararası
p o litik a a la n ın d a y ep y e n i g e rç e k le r y a ra ta c a k tır - h iç k im sen in henüz
h a z ır o lm a d ığ ı, h ele B irle şik D ev letlerin hiç h az ır o lm ad ığ ı gerçekler.

B u d ö n e m ç a lk a n tılı, h atta teh lik eli b ir d ö n em o lacak tır. Rusya


A v ru p a ’y la o lan ilişk ile rin i te m eld en d e ğ iştirm e k zo ru n d a kalacaktır.
İn san , g id e re k arla n iç b a s k ıla r so n u n d a R u sy a'n ın ask erî b ir serüvene
g irm e y i d e n e y e re k . B atı A v ru p a 'y ı istila g irişim in d e b u lu n m a ihtim ali­
ni d e g ö z ardı e d e m iy o r. N e de o lsa, za ferle so n u çlan an b ir savaşın
"g e n ç le ştiric i" b ir etki y ara tac ağ ı g ö rü şü , siy a sî b u n ak lığ ın en çok g ö ­
rü len y a n ılg ısıd ır. A v u stu ry alIla r 1914 'te bu y an ılg ıy a teslim oldular;
1982 y ılın d a F a lk la n d A d ala rın ı alan A rjan tin li g en e ralle r d e öyle. A r­
tık y e n ilm e z o lm a y ışın ın ö n ce A v u stu ry a ’nın 1809'da kazandığı zafer­
ler, so n ra d a W e llin g to n D ü k ü n ü n Isp an y a 'd a k i za ferleriy le k an ıtlan ­
m a sın ın a rd ın d a n . 1812 'd c R u sy a'y a sa ld ırın a kararı alan N ap o ly o n da
ö y le . E ğ e r m illiy e tç ile rin R u s y a 'd a y ara ttık la rı h u zu rsu zlu k , A v ru ­
p a ’d ak i u y d u la rın a y a y ılır ve M a c a rista n ’d a, P o lo n y a'd a, Ç e k o slo v a k ­
y a 'd a , y a d a D o ğ u A lm a n y a ’d a cid d i sık ın tıla ra yol açarsa, Batı A v ru ­
p a 'y a y a p ıla c a k an i b ir sa ld ırın ın R us g e n e ra lle r için çek iciliğ i bu tür
b ir "ani s a k lır f ’nın 1914 y ılın d a A v u stu ry alI g e n e ra lle r için taşıdığı ç e ­

38
kicilik kadar büyük olabilir. Bir başka deyişle, Batının hem siyasî bir­
liğini korum aya, hem de ask erî yönden lıcp hazırlıklı Oılmasını sağla­
m aya ihtiyaç vardır.

A m a Rusya'nın Batı A vrupa ile olan ilişkilerinde m eydana gelebi­


lecek loptan bir değişiklik için de hazırlıklı olm a gereği vardır. Bunun
Rusya'nın siyasî, ekonom ik ve sosyal yapısında ve izlediği politikalar­
da önem li değişiklikler gerektireceği m uhakkaktır. N A T O ’nun ve bir
bütün olarak A m erika-A vrupa İttifakının sonu dem ek olacağı neredey­
se kesindir. R usya’nın A vrupa'daki uydularının, yönetim leri ve politi­
kalarında değişiklik yapm alarını gerektirecektir - onları, hem Komü­
nizmi, hem R us denetim ini reddetm ek durum unda bırakacağı
neredeyse kesindir. O rta A vrupa'nın ask erî yönden tarafsız hale geti­
rilm esini d e gerektirebilir - R us sınırından R en N ehrine kadar. A m a
bu, A vrupa R usyasının A sya R usyasının egem enliği altına girm ekten
kurtulm ası için tek yol olabilir. A vrupa R usyasm daki h er yönetim , A s­
ya R usyasının denetim inden uzak kalm ayı, öncelikler listesinin üst sı­
ralarına k o y m aya kendi halkı tarafından zorlanacaktır, Rus İm parator­
luğunun çözülm esi anayurt durum undaki A vrupa R usyası için, bu
yüzyılın daha önceki dönem lerinde denizaşırı im paratorlukları dağılır­
ken, İspanya’nın, İngiltere'nin, F ransa'nın, H ollanda'nın ya da Porte­
kiz'in yaşadığı sarsıntıdan çok daha büyük bir sarsıntı yaratacaktır.
Rus İm paratorluğunun A sya kıtası üzerinde çözülm esinin etkisi ise,
daha da büyük olacaktır. Hem Çin'in hem Japonya'nın A sya'nın geri
kalan bölüm leriyle, birbirleriylc ve B atıyla olan ilişkilerini derinden
değiştirecektir- özellikle de Birleşik D evletlerle olan ilişkilerini.

Bunların Birleşik Devletler İçin Taşıdığı Anlam

Rus İm paratorluğunun çözülm esi. Birleşik D evletler için, dış poli­


tikada ve W oodrow W ilson'un başkalarının işine karışm am a ilkesini
1917’de terk etm esinden bu yana A m erikan dış politikasını besleyen
varsayım larda toptan bir değişiklik anlam ına gelir. Şurası muhakkak
ki -K om ünist y a da posı-K om ünist olsun- Rusya "süpergüç" olm aya­
caktır artık. B irleşik D evletler de öyle. A slında hiçbir "süpergüç" ol­
m ayacaktır. D ünya politikasında "m erkez" diye bir şey bulunm aya­
caktır. B irleşik D evletlerin herhangi bir "dış politika"ya sahip olması

39
giderek zorlaşacaktır- kendini dünyadan soyutlam a politikasına geri
dönm ek de bir işe yaram ayacak, daha doğrusu, im kansız hale gelecek­
tir.

Yedi D enizi -bütün on dokuzuncu yüzyıl boyunca- donanm asıyla


denelim altında tutan bir Britanya İm paratorluğu var olduğu sürece.
A m erikan dış politikası açıktı. A m erika'yı dünya politikasının tümüyle
dışında tutm aya çalışan M onroe D oktrininden oluşuyordu. Amerika
kendini dünyadan soyutlayabiliyordu. Bu dönem A vrupa'nın çöküşüy­
le son buldu. Birinci D ünya Savaşından bu yana A m erikan dış politi­
kasının birinci önceliği, giderek daha büyük oranda, A vrupa'yı eski
haline kavuşturm ak olm uştur. Japonya 1941 'de saldırıya geçtiğinde.
A m erika B irleşik D evletleri dikkatini Pasifik üzerinde yoğunlaştır-
m aktansa, A vrupa’daki savaşa öncelik verm e kararı aldı. 1940'lı yıllar­
da Soğuk Savaş başladığı zam an A m erika'nın dış politikasına temel
aldığı şey, A vrupa'nın toparlanm ası ve N A TO askerî ittifakı idi. Ama
A vrupa'ya olan bu yöneliş, ancak A sya'daki m erkez hâlâ A vrupalı bir
güç olan R usya tarafından denetlendiği ve yönetildiği için mümkün
olabilm işti, A .B .D .'nin bakış açısından gerekli olan tek şey, A sya’d a -
Filipinler ya da Japonya'da- A m erika'nın kanatlarını koruyacak ileri
üslerin bulundurulm asıydı. Bunun dışında, A vrupa'da A vrupalı bir
güçle, yani A vrupa-m erkezli bir R usya ile olan ilişkiler, A sya işini de
hallediyordu. D aha doğrusu, A m erika'nın A sya'daki politikaları ve ey­
lem leri- ister K ore Savaşı, ister V ietnam Savaşı, ya d a Başkan Ni-
xon'un K om ünist Ç in'le vardığı uzlaşm a olsun- tem elde, Avrupa-
m erkezi bir R usya’yı bulunduğu yerde tutm ak ve onu eşit kuvvetle
dengelem ek için yürütülen A vrupa stratejisinin parçalarıydı.

Rusya A sya'yı denetim altında tutan A vrupalı b ir güç olmaktan


çıktığı zam an, bu stratejinin, başarılı olm ak b ir yana, yeterli bile olm a­
sı m üm kün değildir. A m a o zaman nasıl bir politikaya ihtiyaç duyula­
cağını -ve A vrupa'ya arlık öncelik verilm ezken B irleşik D evletlerin
herhangi bir politikaya bile nasıl sahip olabileceğini- önceden söyleye­
bilm ek im kansızdır. B u, yeni siyasî gerçekler arasında. Birleşik D ev­
letlerin karşısındaki en çetin gerçek olabilir.

40
A.B.D. İçin Y eni B ir İlgi K o n u su O la r a k K u zey A m e rik a

Amerikan dış politikası, Kuzey A m erika'nın A .B .D . için hızla


önemli bir ilgi konusu haline gelm esiyle, daha d a karışacaktır. A m eri­
ka'nın güney kom şusu M eksika ve kuzeydeki kom şusu K anada için,
yanıbaşlanndaki devle olan ilişkileri, öteden beri dış politikalarındaki
başlıca ilgi konusu olm uştur. Birleşik D evletler ise kom şularına genel­
likle pek az ilgi gösterdi. D ünya ekonom isindeki bölgeleşm e harekeli,
yeni bir "Kuzey A m erika" ve onunla birlikte yeni fırsatlar ve yeni so­
runlar yaratm aktadır.

Am erika'nın güney kom şusu M eksika, A .B .D .'nin Latin dünyasıy­


la olan ilişkilerini değiştirecek bir dönüşüm yaşam aktadır. Benito
Juârcz'den bu yana geçen yüzyılı aşkın bir süredir, M eksika politikası­
na tek am aç egem en oldu : Dini, kültürü, değerleri, tarihi, geleceği ile
Meksika'dan çok farklı -aynı oranda itici ve gönül çelici- olan ve M ek­
sika'nın çok yakınında yer alan kuzeyin tehlikeli devi, Yanqui kom şu
karşısında bağım sız kalm ak, özellikle de ekonom ik yönden bağım sız
kalmak. Juârez M eksika'nın bağım sızlığını, ülkenin K ızılderili ve köy­
lü karakterini sürdürerek korum aya çalıştı. O nun y erine geçen Porfirio
Dıaz ise, korkulu Yanqui'yi dengeleyebilm ek için ülkeye AvrupalInın
parasını, A vrupalı bankerleri, A vrupalı im alatçıları getirm eye çalıştı.
Bu çabalarının başarısızlığa uğram ası, Dfaz'ın 1911 'de devrilm esine
yol açü, bunu da yirm i yıl süren iç savaş izledi. Sonraki am aç ise sa­
nayi yönünden kendi kendine yeterli olabilm ekti. M eksika sırf iç paza­
ra yönelik olarak üretim yapan ve çoğunlukla M eksika devletine ait,
yoğun korum a altındaki yerli sanayide ayak diredi. Bu politika uzun
yıllar boyu, özellikle de İkinci D ünya Savaşından sonra, işe yarar gibi
göründü. Am a 1980'li yılların başlarında tam bir çöküntüye uğradı;
kısmen petrol fiyatlarındaki çöküşten, am a çok daha büyük bir oranda,
korumacılığın devleti yozlaştırm asından ve devlete ait sanayii yetersiz
ve rekabet edem ez durum a düşürm esinden kaynaklandı bu.

Bir çıkış yolu -bu belki tek çıkış yoludur- M eksika'nın yüzyıllık
ekonom ik bağım sızlık politikasını terk etm esi ve B irleşik D evletlerle
ekonomik bütünleşm eyi kabullenm esidir. B ütünleşm e zaten büyük
oranda gerçekleşm iş durum dadır. M eksika'nın en yeterli, en çok para

41
g etiren sa n a y ile ri -A .B .D . sın ırın d a k i m a q u ila d o ra fabrikaları ve iç
b ö lg e le rd e F o rd ve IB M gibi A m erik alı d ev lerin sahibi o lduğu brm
fa b rik a la r- b ü y ü k ö lç ü d e (ya d a tü m ü y le) A .B .D . p azarı için üretim
y a p m a k ta d ırla r. B ir A .B .D .- M e k sik a O rtak P azarın d an söz edilmekte-
d ir. E k o n o m ik b ü tü n le şm e , A m erik a lıla rın b ak ış açısın d an , hiç kuşku­
su z, M e k sik a ’d an ü lk e y e d o ğ ru çok y o ğ u n b ir b içim d e süren göçe ter­
cih e d ile b ilir -g ö ç , b u g ü n için p ek ço k M ek sik alIn ın p ara g etirir işlere
u la şa b ilm e s in in tek y o lu o lm a k ta d ır. E k o n o m ik açıdan M ek sik a da
b u n d a n y a ra rla n a c a k , a n c a k g e ç iş d ö n em i, aşırı k o ru m a altın d a bulu­
nan p ek ç o k M e k sik a şirk eti, b u ra la rd a ç a lışan işç ile r ve bu şirketlerin
sa h ip le ri için ç o k çe tin g e ç e c e k tir. A m a k ü ltü rel ve siy a sî açılardan
b ö y le b ir d e ğ işik lik M e k sik a 'd a k i siy a sî k en e tle n m e y i, h atta belki de
M e k sik a 'n ın s iy a s î b irliğ in i teh d it e d e c e k k ad a r b ü y ü k bir sarsıntı ya­
ra ta c a k tır.

A m a bu o lm a d a n M e k s ik a a y a k ta k a la b ilir m i? M ek sik a henüz


g e rç e k le n tek b ir ü lk e h a lin e g e lm iş d e ğ ild ir. K u zey d e ço ğ u n lu k la İs­
p a n y o lc a k o n u şu lu r; sa n ay i tesisle ri k u z e y d e d ir, ik lim in doğru dürüst
ürün y e tiş m e s in i e n g e lle y e c e k k ad a r k u ru (k u zey ço ğ u n lu k la böyledir)
y a d a n e m li (g ü n e y ç o ğ u n lu k la b ö y le d ir) o ld u ğ u b ir ü lk e d e bereketli
to p ra k n e k a d a r b u lu n a b ilirse , b u n u n d a b ü y ü k b ir b ö lü m ü kuzeyde
y e r a lm a k ta d ır. G ü n e y -O a x a c a 'd a n b a ş la y a ra k - h âlâ ço k bü y ü k bit
o ra n d a k ırsal ö z e lliğ in i ve K ızıld erili k a ra k te rin i k o ru m ak lad ır; İspan­
y o lc a e s a s itib a riy le k e n tle rd e k o n u şu lu r. G ü n e y in o ld u k ç a b ü y ü k bir
b ö lü m ü n d e k a b ile to p lu m la rı v a rd ır v e b u b ö lg e le r İsp an y o llar dört
y ü z y ıl ö n c e b u ra la ra g e ld ik le rin d e y ö n e tic i d u ru m u n d a olan caziqu-
e s 'in iz le d ik le ri y o ld a n p ek d e fark lı o lm a y a n b ir b iç im d e y erel reisler-
c e y ö n e tilm e k te d ir. H ıristiy a n m is y o n e rle rin en b ü y ü ğ ü olan Barto-
lo m e d e las C a sa s , işte o d ö n e m le rd e şö y le d em işti : "K ızılderili.
H ıris tiy a n o la b ile c e k d u ru m a g e lm e d e n ö n c e y u rtta ş o lm ak zo ru n d a­
d ır." G ü n e y M e k s ik a ’d ak i K ız ıld e rilile r d a h a y u rtta ş o lm u ş değillerdir.

M e k s ik a B irle şik D e v le tle re ö y le s in e k ap ı k o m şu su d u r ki, so ru n la­


rın ın A .B .D .'y i e tk ile m e m e si m ü m k ü n d e ğ ild ir. A n cak M e k sik a'y a yö­
n e lik o la ra k d ü ş ü n ü le b ile c e k h e r tü rlü A m e rik a n p o litik asın ın , M cksi
k a ’d a o ld u ğ u k a d a r B irle şik D e v le tle rd e d e h o şn u tsu z lu k yaratacağ
k u ş k u s u z d u r. S ö z g e lim i, B irle şik D e v le tle r, M e k sik a'd a k i işsizlikten
a ç lık ta n ve y o k s u llu k ta n k a ç a n -v e a ra la rın d a ü lk e lerin in hem en çol

42
eğitim görm üş insanlarının, hem de en yoksul ve en az nitelikli olanla­
rının giderek daha büyük oranlarda yer aldığı- çok sayıdaki MeksikalI­
yı ülkeye kabul etm eyi daha ne kadar sürdürecektir? M eksika'nın Jccn-
disi de. siyasî ve sosyal açılardan, yurttaşlarının kuzeye doğru kitleler
halinde kaçışına ve giderek artan beyin göçüne uzun süre dayanabilir
m i? Birleşik D evletler M eksika'da sol eğilim li A m erika aleyhtarı bir
rejimin kurulm asını kabul edebilir m i? M eksika A .B .D .'nin iç politika­
larına m üdahalesini kabul edebilir m i? V e M eksika'daki ücretler Amc-
rika'dakilerin onda biri, sınırın güneyindeki sulanabilir M eksika top­
raklarında yetişen tarım ürünlerinin m aliyeti de sınırın kuzeyinde
yetişen ürün m aliyetinin üçte biri oranındayken, Birleşik Devletler,
ekonom ik bütünleşm e için istekli olm ak bir yana, bunu kabul edebile­
cek m idir?

A m erika’nın kuzey kom şusu K anada'yla olan ilişkileri de aynı şe­


kilde giderek önem kazanacaktır. K anada ile B irleşik D evletler arasın­
da 1988 tarihinde yapılm ış olan Serbest T icaret A nlaşm asının tam an­
lam ıyla işler hale gelip gelm em esi, nispeten önem siz bir konudur. İki
ülke ekonom ik yönden zaten bütünleşm iş durum dadırlar. Aslında,
A .B.D.'li im alatçıların yirm ili yıllardan bu yana K anada pazarlarında
dengeyi b ozacak ölçüde egem enlik sağlam aları, K anadalı inşaatçıların
sın ın n A m erika tarafında giderek d ah a etkin hale gelm eleriyle büyük
ölçüde giderilm iştir. A ncak K anada'nın önünde, bir on yıl ya da daha
uzunca sürecek b ir zam an dilim i vardır ki, bu süre içinde eskiden beri
var olan b ir so ru y la nihayet yüz yüze gelm ek gerekecektir : N e de­
m ektir K anada? Ü ç kültürlü tek b ir ulus m udur- biri A nglo-İskoç özel­
likleri taşıy ıp m erkezde y er alan, biri F ransız özellikli olup Q uebec’de
bulunan, biri ise belirgin K anadah-A m crikan özelliklerine sahip, Batı­
daki kırlık alan lard a y er alan üç kültürden oluşm uş, tek bir ulus mu?
B ugüne k ad ar K anada'yı tanım lam anın tek yolu, K anada'nın "A .B.D.''
olm adığını söylem ek olm uştur. A m a iki ülkenin ekonom ileri birbiri­
nin içine d ah a ço k girdikçe. K anada A .B .D . değildir diyerek yapılan
tanım , kocam an, heterojen nitelikli, yerleşim bölgeleri seyrek ve dağı­
nık bir düzen içinde yayılan K anada'yı b ir arada tutm ak açısından gi­
derek daha yetersiz kalacaktır. V e A .B .D .'nin geleneksel hale getirdiği
yum uşak -çoğu kez dc o kadar yum uşak olm ayan- ihm alci tutum u, is­
ler K anada'ya, ister A .B .D .'ye olsun, yarar getirm ek açısından giderek
daha d a y etersiz kalacaktır.

43
A ncak uluslararası konularda başlıca "yeni gerçeklik" -ve kesinlik­
le yalnızca B irleşik D evletler açısından değildir bu- Rus İmparatorlu-
ğunun gelecek günlerde dağılacak olm asıdır. Bu olay, H int A yaklan­
m ası ve Japonya'daki M eiji R estorasyonuyla başlayan ve "Avrupa"
tarihinden "dünya" tarihine doğru olan yönelişi tam am layacaktır. Han­
gi devlet, hangi politikacı, hangi siyasî d üşünür hazırdır buna?

44
5
SİLAHLAR ARTIK
AMACA TERS DÜŞER HALE
GELDİKLERİNE GÖRE

15 Kasım 1988 tarihinin insanlık için önem li bir kilom etretaşı ola­
rak kutlaması gerekirdi. O gün, büyük güçler arasındaki son savaşın,
yani Japonya ile B irleşik A m erika arasındaki çarpışm aların, 15 A ğus­
tos 1945’te sona erm esinin üzerinden kırk üç yıl üç ay geçm iş oluyor­
du. Böylecc daha önce büyük güçler arasında çarpışm a olm adan geçen
en uzun süre rekoru eşitlendi : F ransa-Prusya S avaşının 1871 'de sona
ermesi ile 1 A ğustos 1914’tc B irinci D ünya Savaşının patlak verm esi
arasında geçen kırk üç yıl üç aylık süre (1905 tarihinde R usya ile Ja­
ponya arasında çıkan savaş, bu dönem in "savaşsız" olm a niteliğini
bozmuştur am a Japonya o zam anlar büyük güç sayılm ıyordu). V e
1945-88 arasında "savaşsız" olarak yaşanan dönem , 1815 W aterloo
Savaşı ile İngiltere ve Fransa'yı R usya ile kapıştıran 1854 tarihli Kırım
Savaşı arasında büyük güçlerin birim leriyle b a n ş halinde geçirdikleri
ünlü yirmi dokuz yıllık dönem i, k at kat aşm ıştır.

Yeni rekora kim senin ilgi gösterm em esinin haklı nedenleri vardı.
Bunlara pek barış yılları denem ezdi. B üyük güçler birbiriyle savaşm a­
dılar ama dördü kanlı savaşlar yaptı : F ransa, C ezayir ve V ietnam ’da;
Birleşik D evletler, K ore ve V ietnam 'da ; Ç in, V ietnam 'da ve Rusya,
Afganistan'da. O rta Doğu çoğu zam an savaş halindeydi -İsrail A rap­
larla savaştı, Irak ve İran yedi yıl boyunca birbirlcriyle savaştılar. H in­
distan ve Pakistan arasında kısa süreli am a şiddetli bir savaş oldu. A y­
rıca, Kuzey İrlanda'da, O rta ve G üney A m erika'da ve A frika'nın pek
çok yerinde sürüp giden, kıran kırana sayısız iç savaş yaşandı.

45
H er şeyden önem lisi de, bu yıllar, tarihteki en uzun, en büyük ve
en yaygın silahlanm a yarışının görüldüğü yıllar oldu. Silahlanm a İkin­
ci D ünya S avaşından sonraki dönem in büyüm e sanayii olm uştur -
bilgisayarlar değil, telekom ünikasyon değil, biyoteknoloji değil, hatta
finans da değil. 1914 A ğustosundan önceki yirm i yıl boyunca siircn
hum m alı silahlanm a yarışında yalnızca dört ülke v a r d ı: Büyük Britan­
ya. Fransa, A lm anya ve Rusya. N e İtalya, ne de A vusturya katıldı ya­
rışa, ve tabiî ne de A m erika B irleşik D evletleri. O ysa yalnızca tek bir
büyük güç, yani Japonya, ve orta güçlerden ikisi, yani M eksika ve Ka­
nada, son kırk yılın silahlanm a yarışının dışında kalm ışlardır. Onları
saym azsak,tüm dünyayı sarm ıştır bu yarış. A skerî teknoloji ve silahla­
rın tahrip gücünde patlayış halinde görülen gelişm e ise, daha d a hızlı
olarak cereyan etm iştir. Şu günlerde küçük ve yoksul ülkeler bile -
Peru, Libya, Irak- B üyük G üçlerin çoğunun İkinci D ünya Savaşı baş­
ladığı zam an sahip olduklarından daha çok ve tahrip yeteneği daha
yüksek olan ateşgücüne sahiptirler. Silah yığınağını kısıtlam ak üzere
tek bir ufak adım atılm ıştır : O rta m enzilli nükleer füzeleri sınırlayan
1988 tarihli A .B .D .- Rusya anlaşm ası. Bunun d ışında silahlanm a yarı­
şı azalm adan sürm ektedir. Bir zam anlar politikanın hizm etinde olan
silahlar, politikanın patronu durum una gelm işlerdir.

O ysa, silahların am aca ters düşer hale geldikleri ortaya çıkmıştır.


E konom ik perform ans ve ekonom ik gelişm e yönünden önem li bir tü­
ketici yük haline gelm işlerdir -R usya'daki ekon o m ik bunalım ın, Ame­
rika'nın ekonom ik yönden gerilere düşm esinin ve özellikle Latin Ame­
rika'da olm ak üzere, kalkınm a alanında uğranan başarısızlığın başlıca
nedenidir silahlanm a. Sosyal açıdan ordu, on dokuzuncu yüzyılda ifa­
de edildiği gibi, "ulus için bir eğitim yuvası" olm a işlevini artık kay­
betm iştir. İster A frika'da, ister Latin A m erika'da olsun, ordu iktidarı
ele geçirdiği her yerde çok geçm eden yanlış şeyleri öğretm eye başla­
m ıştır : Terörü, işkenceyi, yolsuzluğu. S iyasî açıdan ise- son kırk yıl
içinde hiç olm adığı kadar kullanılan - askerî yardım lar tehlike yarata­
cak boyutlarda güvenilm ez olduklarını ortaya koym uşlardır. Silahların
askerî açıdan zayıf oldukları görülm ektedir. K ore Savaşı, Birleşik
D evletlerin asker ve silah yönünden ezici üstünlüğüne rağm en berabe­
re bitm iştir. Büyük bir güç ile küçük rakibi arasındaki öbür çatışm ala­
rın hepsinde ise büyük güç k a y b e tm iştir: F ran sızlar C ezayir ve V id

46
natn'da, A m erikalılar V ietnam 'da, Ç inliler V ietnam 'da ve R uslar A fg a­
nistan'da kaybettiler. İsrail, kazandığı d ö n savaştan sonra, zafere ilk
başta olduğundan daha yakın değildir. Y edi yıl süren kanlı savaşlar sı­
rasında- her ikisi de tepeden tırnağa en m odern silahlarla donanm ış
olan- İran ve Irak'tan hiçbiri askerî yönden kazançlı çıkm adılar. V e çe­
şitli dış güçler tarafından yapılan çok büyük askerî y ardım lara rağ­
men, A frika'daki iç savaşlar, görünürde askerî bir sonuç olm adan sü ­
rüp gitm ektedir.

Bunların her biri ask erî açıdan kötü perform ans ve yetersizlik ör­
nekleridir ve her biri için birtakım özel açıklam alar yapılm aktadır.
Birleşik D evletler altm ışlı yıllarda V ietnam 'da kaybetti çünkü kitle ile­
tişim araçları orduyu arkadan bıçakladılar y a da generallerin uyguladı­
ğı savaş yöntem leri yanlıştı. K uşkusuz, R usya’nın seksenli yıllarda A f­
ganistan'da uğradığı yenilgiden sonra da bunlara ben zer m azeretler
Moskova’da ağızdan ağıza dolaşm ıştır. A m a ortak yönleri olan olgula­
ra ortak yönleri olan açıklam alar getirm ek gerekir. V e burada getirile­
bilecek tek ortak açıklam a, silahların askerî yönden sah ip oldukları ka­
pasiteyi kaybetm iş olm alarıdır. S ilahlar m uharebe kazandırabiliyor
ama artık savaşların sonucunu belirleyem iyorlar. N ükleer, kim yasal
ve bakteriyel silahlar çağında, kendi ülkelerini savunam ıyorlar. G er­
çekten de. savaşa, Karl von C lausew itz’in ünlü sö zleriyle "politikanın
başka araçlar yoluyla devam ı" gözüyle bakılam az arlık. Savaş, politi­
kanın yenilgisi haline gelm iştir.

Bu ilk kez A m erika'nın V ietnam 'da yaptığı savaş sırasında ortaya


çıktı. Kennedy yönetim inin ilk aylarında S avunm a B akanlığında ted a­
rik ve personel konularıyla ilgili bir d anışm a kuru lu n a girdim ve bura­
da dokuz yıl boyunca, hem en hem en V ietnam S avaşının sonun a kadar
çalıştım. Kurul üyeleri -iş çevrelerinden üç seçkin lider, yüksek rütbeli
üç eski subay, benim g ibi akadem ik çevreden gelen üç kişi- hiç de
"anti-militer” kim seler değildi. A m a kuruldan ayrıldığım ızda h er biri­
m iz aynı sonuca varm ış durum daydık : S ilahlar, ask erî açıdan bile,
am aca ters d ü şer d urum a gelm işlerdi. V e şu da hepim iz için açıkça or­
taya çıkmıştı ki birlikte çalıştığım ız subaylar da aynı sonuca v arm ış­
lardı. A m a o günden bu yana silah yığm ağı ancak hızlandı.

Silahlarda kısıntıya gitm ek, ne kadar yararlı o lsa d a yeterli değil­


dir. Gerekli olan, silahsızlanm adan çok daha zo r bir şeydir. S avunm a­

47
nın dünyanın siyasî sistem i içindeki rolü ve önem inin yeniden doğru­
lanm ası, özellikle de devletlerin im ha silahları üzerindeki tekellerinin
yeniden doğrulanm ası ve bunun yanı sıra, savunm a ve silahların son
kırk yılda kazandıkları politikanın patronu olm a nitelikleri yerine, ye­
niden politikanın araçları durum una getirilm eleridir. G erekli olan sa­
vunm anın, silahlanm anın ve ordunun m odern dünya içindeki rol ve iş­
levini bütünüyle yeniden düşünm ek ve ordunun toplum içindeki yerini
yeniden belirlem ektir.

S ila h la r ve E k o n o m i

Silahlar ve askerî kuvvetler yüzyıllar boyu sivil ekonom i ve top­


lum için yükten başka bir şey olm am ış, ekonom ik kaynakları tüket­
m işlerdir. B ilim sel ya da teknolojik ilerlem eye katkıları da, eğer ol­
m uşsa, pek ufak boyutlarda kalm ıştır. Parıldayan zırhına bürünmüş
şövalye göz alıcı bir görüntü yaratm ış olabilir am a şövalyenin yaptığı
toplum dan alm aktan ibaretti, karşılığında toplum a hiçbir şey vermedi.
T ek bir şövalyenin idam esi, dört at ve en az altı adam ın varlığını ge­
rektiriyordu; bunların idamesi için de sekiz-on çiftliğin ürünü gereki­
yordu. O ysa şövalye, geçim ini borçlu olduğu köylüleri savunm ak için
en ufak bir kaygı duym uyordu. K öylüler yalnızca işin bedelini ödü­
yorlardı. A yrıca ordu için yapılan üretim den sivil üretim e bir teknoloji
transferi de olm uyordu. Barut Batıda on dördüncü yüzyılda kullanıl­
m aya başlandı. Patlayıcıların m adencilikte, tünel açm ada, yol yapı­
m ında ve lim an inşası için yapılan kazılarda ilk kez kullanılm ası ise
ancak bundan beş yüz yıl sonra, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında
gerçekleşti. O rtaçağ şövalyesinin zırhını yapm ak için üstün nitelikli
zırh ustaları gerekiyordu ve bunlar m etalürji d alın d a sürekli ilerleme
sağladılar. A m a ortaçağ toplum unun en önem li aleti olan sabandemiri-
ni geliştirecek hiçbir "yan ürün" çıkm adı ortaya. Bunun için on seki­
zinci yüzyıla kadar beklem ek gerekecekti.

A ynı şekilde, sivil teknolojiden de savaş teknolojisine bir transfer


olm uyordu. A ntik dönem lerde B atıda yalnızca kürekle çalışan tekne­
ler biliniyordu. Sekiz ve onuncu yüzyıllar arasında kuzeybatı Avrupa
hem yel değirm enini hem de su çarklarını ilk m akinelere, yani insan
ya da hayvan gücüyle çalışm ayan ilk üretim aletlerine dönüştürdüler.

48
yel değirm eninin kanadı neredeyse anında açık d en iz teknelerine akta­
rıldı. A m a savaş gem ileri b ir altı ya da yedi yüz daha kürekle çalışan
kadırgalar o larak kaldı.

Sonradan, on yedinci yüzyılda, işler kökünden değişti. İkinci D ün­


ya S avaşına kadar uzanan iki yüz yıl boyunca savunm a ekonom isiyle
barış dön em indeki sivil ekonom i birbirlerini karşılıklı olarak zengin­
leştirip sıkı b ir bağlantı içinde, birlikte geliştiler. H ollandalIların on
yedinci yüzyılın so nunda m ürettebat ve m ürettebat için gerekli erzağa
ek olarak yüklü bir kargoyu da taşıyabilecek nitelikteki ilk gem iyi icat
etmeleri d ö n üm noktasını oluşturdu. B aşta ağır toplar taşıyacak bir sa­
vaş gem isi olarak tasarım lanan bu gem i, çok kısa bir süre içinde dün­
yanın ilk işe yarar y ü k gem isine dönüştürüldü. B arış dönem i ekonom i­
sinde bugüne kad ar görülen en büyük teknolojik atılanlardan biriydi
bu -buhar m ak in esi ya da b ilgisayar veya biyoteknoloji kadar büyük
bir atılım . T icareti ilk kez d ünya çapında yaygınlaştıran on sekizinci
yüzyıl ticaret devriınini yarattı. A vrupalIlar, ekonom ik açıdan kendile­
rini dünyanın h er y erine nüfuz edebilecekleri, dünyanın her yerinde
egem enlik kurabilecekleri noktaya götürecek yolda ilerlem eye başla­
dılar. B öylcce, iki yüz elli yıl boyunca askerî teknolojide gerçekleşen
hemen her ilerlem e sivil ekonom iye hızla yeniden güç kazandırdı. Si­
vil teknoloji de hızla ask erî teknolojiye uygulandı. A skerî teknoloji ilk
modern y o lla n yarattı; bunlar, esas olarak F ransa Kralı X IV . Lou-
is'nin, on sekizinci yüzyılın başlarında A vrupa kıtasında egem enlik
kurm a girişim i için tasarım lanm ış ve bunun için yapılm ış yollardı. H e­
men iç ticaret için kullanılan yo llar haline geldiler. Y olları inşa edecek
m ühendisler yetiştirm ek üzere ilk teknik üniversite olan E cole des
Pont et C h au ssees (1 7 4 7 ’de) kuruldu. O nunla birlikte m ühendislik
mesleği o rtay a çıktı ve bilim ve teknoloji, mal ve hizm et tasarım ı ve
üretim inde sistem li olarak uygulanm aya başladı.

Bunun tersi olarak da. 1700‘den sonraki iki yüz elli yıl boyunca si­
vil ekonom ide m ey d an a gelen her önem li yenilik neredeyse hem en as­
keri alanda uygulandı : B uhar m akinesi, telefon, telsiz, otom obil,
uçak. V e sa v aşla r yol açtıkları tüm yıkım vc ziyana karşı, savaş olm a­
sa ticarî u y g ulam aya geçirilm eleri pek çok on yıl sürecek teknolojik
gelişm eleri büyük ölçüde hızlandırarak, iki yüz elli yıl boyunca eko­
nomi için itici güç oluşturdular. Bunun m ükem m el bir örneği, İngihe.
re'nin A vrupa şeker kamışı ihtiyacım karşılam a tekelini kırm ak üzere,
N apolyon'un ordu m ensuplarını görevlendirerek şeker pancarı geliştir­
m e çalışm alarını finanse etm esidir; ilk "devletçe yürütülen savunma
araştırm ası" örneğidir bu.

Birinci D ünya Savaşı olm asaydı, radyonun gelişim i herhalde otuz


yıl daha geçm eden, yani 195ü'li yıllara gelm eden gerçekleşme/di,
S ahra telefonlarının Birinci D ünya Savaşı sırasında yapılan muhabere­
lerde yetersiz kalınası yüzünden, ses vc m üziğin telsiz nakledilmesini
sağlam ak için yetenekli m ühendisler görevlendirildi, devlet bütçele­
rinden büyük paralar harcandı. İkinci D ünya Savaşı olm asaydı, bilgi-
sayarın gelişim i için otuz ya da kırk yıllık bir süre daha gerekebilirdi.
İlk işe yarar bilgisayar olan ünlü E N IA C ordunun ihtiyacı için ve or­
dunun parasıyla yapıldı. B irkaç yıl sonra başlayan S oğuk Savaş ise,
IB M ’i bilgisayar alanında dünya öncüsü yaptı. O rdunun Kanada'nın
A rktik bölgeleri için "erken uyarı sistem leri" sipariş etm esi, IBM'i ilk
işe yarar bilgisayarların tasarım vc im alatını, geniş ölçekli olarak ger­
çekleştirebilecek durum a getirdi.

B unun kadar önem li olan b ir nokta d a şudur : On yedinci yüzyılın


sonlarından başlayan iki yüz elli yıllık bu süre içinde, askerî ve sivil
üretim im kanları birbirlerinin yerine g eçebilir nitelikteydi- Sivil üre­
tim im kanları ve sivil hayata yönelik ürünler kolayca savaş dönemi
üretim im kanları ve savaş dönem inde kullanılan ürünler haline getiri­
lebiliyordu. İngiltere'nin on dokuzuncu yüzyılda ekonom ik alanda
dünya öncülüğüne yükselm esinin önem li b ir nedeni. A m iral Nclson'un
filosunun inşa edildiği tersaneleri, yeni tasarım lı p osta gem ileri ve hız­
lı y ü k gem ileri inşa eden tersanelere dönüştürebilm esiydi; bu gemiler,
sonraki elli yıl içinde açık deniz ticaretine egem en oldu. A ynı şey. At­
lantik'in öbür yakasında, A m erikan D evrim i sırasında inşa edilip İS 12
Savaşı sırasında bir A m erikan donanm ası oluşturm ak üzere genişleti­
len tersanelerde de yaşandı. B irleşik D evletler 1941 A ralığında İkinci
D ünya Savaşına girdiği zam an, savaş üretim kapasitesi hiç olmaya'1
bir ülkeydi. A m a Linden, N ew Jersey'de Buick, O ldsm obil vc Pontiac
arabalarının m ontajını yapan bir fabrikayı, uçak gem ilerine bağlı avcı
uçakları üretir en büyük fabrika haline dönüştürm e çalışm aları dört

50
aydan az sürdü. V e İkinci D ünya S avaşının sona erm esinden beş ay
sonra, yani 1946 O cağına gelindiğinde, fabrika yeniden Buick,
O ldsm obile ve Pontiac arabalar üretir durum a gelm işti.

Am a artrk b u n la r da tarihe karışm ıştır. A slında, savunm a harca­


malarının ve savunm a teknolojisinin sivil ekonom iyi tüketen cid d î bir
yük oluşturduğunu artık biliyoruz. B ugün herkesin kabul ettiği gibi,
Japonların savunm aya pek az para harcam aları, halta savunm a araştır­
m a ve teknolojisine daha bile azını ayırm aları, onların gücünü oluştu­
ran başlıca etkendir. B una karşı, B irleşik D evletler üzerindeki ağır sa­
vunma yükü, A m erikan ekonom isinin rekabet gücünü vc öncü
özelliğini k aybetm esinde önem li bir n edendir - belki de asıl neden.
Rusya'da ise, gayri safı m illî hasıladan daha da büyük bir payın savun­
m aya gitm esi, kuşkusuz, Rus ekonom isindeki geriliğin ve sürekli kö­
tüleşm enin başlıca nedenlerinden biridir.

Asıl so ru n, paradan çok elem an sorunudur. Japonya'daki bilim


adamları ve m ühendisler savunm a için yapılan çalışm alarda görev al­
m am aktadırlar; sivil ekonom i için çalışm aktadırlar. B irleşik D evletler­
de ise ülkedeki m ühendisler üçle bire varan oranlarda savunm a işinde
görevlidir. Japonya'daki m eslektaşları belki binek otom obilleri için ye­
rine daha iyi oturan b ir kapı çerçevesinin tasarım ını gerçekleştirirken,
benzer bilgi-beceri sahibi A m erikalı bir teknologun, tank tasarım ı ya
da "Y ıldız S avaşları" üzerine çalıştığı neredeyse kesindir. R usya'da
ise, yeterli bilim adam ları ya da teknologlarııı sivil ekonom i için çalış­
malarına izin verilm esi olacak şey değildir. O n lar savunm a çalışm ala­
rında görevlendirilm ek üzere alınır ve bu işte kalırlar.

Savunm adaki büyüm e gelişm ekte olan ülkeler, özellikle de Latin


A m erika için, d ah a da büyük bir ekonom ik tehdit halini alm ıştır. O r­
dunun g etirdiği yük, bu ülkelerde görülen ekonom ik durgunluk, enf­
lasyon ve g elişm em işlikle tek başına en büyük etken olm aktadır. Peru.
Şili, A rjantin ya d a B rezilya gibi ülkelerde yapılan savunm a harcam a­
ları, bu harcam alar olm asa, verim li yatırım lar için hazır olabilecek pa­
raların herhalde yarısını çekm iştir. İran Ş ahının devrilm esinin nedeni,
büyük ölçüde, eldeki yabancı serm ayenin Şah yıkıldığı zaman Yakın
Doğunun tek başına en büyük askerî gücü haline gelm iş olan İran or-

51
duşunu yaratm ak üzere askerî alana kaydırılm asıydı (ancak İran'ın
Irak'la yaptığı savaşın da gösterdiği gibi, bu gücün askerî değeri pek
fazla değildi).

O Iıalde ilk ekonom ik öncelik savunm a için yapılan harcamalarda


ve ekonom ik açıdan verim siz olan -halta, am aca ters düşen- savunma
çalışm alarına kaydırılm ış üstün nitelikli insan kaynağında kısıntıya
gitm ek ve bu alanlarda denetim sağlam ak olm alıdır.

O rdu A rtık Ulus İçin Bir Eğitim Yuvası Değildir

Sosyal açıdan bakıldığında da, savunm a hızla am aca ters düşer du­
rum a gelm ektedir. Fransız D evrim i sırasında ordu toplum için bir eği­
lim yuvası olarak ilan edildi ve bu, çok geçm eden İngiltere ve Birleşik
D evletler dışındaki her yerde kullanılır bir slogan haline geldi. Latir
A m erika'da hâlâ slogandır. M ao Ç ininde de bir slogandı. A m a bu
iddia nasıl bir değer taşım ış olursa olsun, artık geçerli değildir. A sker­
lik hizm eti, acem i er diye, bir beceri edinem em iş, disiplinsiz, temizlik
anlayışından ve çalışm a alışkanlıklarından habersiz, okum ası yazması
olm ayan köylü delikanlılar geldiği dönem lerde yararlı alışkanlıkla)
aşılam ış olabilir. B ugünkü nüfus böyle değildir, hatta gelişm ekte olar
dünyada bile. O rdunun büyük övgüler alarak öğrettiği beceriler ■
gençleri orduya çağıran her duvar ilanıyla askerlik hizm etinin duyuru­
lan yararları- sivil ekonom i için son derece kısıtlı bir d eğer taşım akta
dır. Bir iki yıllık toplum hizm eti, gençler için kışlada geçirilecek ik
yıldan daha değerli olacaktır.

T ersine, ordu sivil toplum için çok yanlış bir eğilim yuvası olduğu
nu gösterm iştir. Sivil yönelim in çözülm esi üzerine, birbiri ardınca pek
çok Latin A m erika ülkesinde, ordular yönetim i ele aldı -Peru'da, Şi-
li'dc, A rjantin'de, B rezilya’da. O rdunun yönetim i devraldığı her örnek
te bu durum önce halkın büyük bir bölüm ü tarafından coşkuyla karşı
landı. Her defasında askerî yönetim yozlaşarak d ah a önce görülm edi!
bir zorbalık, işkence, yolsuzluk ve bir iki yıl içinde de tam bir yeter
sizlik örneği haline geldi. Franko İspanyasındaki askerî yönetim di
öyle. A çıkçası, askerî "erdemler" m odern dünyanın talepleri karşısın
da yeterli olm am aktadır. Bu erdem lerin orduyu çağdaş toplum ve çağ

52
daş politikanın baştan çıkarıcı yönlerine karşı da korum aları -daha ön­
ce bunu başarabilm işlerse bile- artık söz konusu değildir.

Askerî Yardım ve Siyasî Perform ans Bozuklukları

Askerî yardım ın siyasî araç olarak kullanım ı yazılı tarih öncesine


gider. Sonuçları ise her zam an kuşkuluydu. Para yardım ı alan bir g e­
neralin çok geçm eden daha fazlasını te k lif edecek birisini aram aya
başlayacağını söyleyen, Rom alı bir tarihçiydi. A skerî yardım , general­
ler başka insanlara göre daha az güvenilir kim seler oldukları için d e­
ğil, dış desteğe bağım lılık, askerî bir kuruluşu kendi kendine ters dü­
şer durum a getirdiği için, işe yaram az. O rdunun görevi ülkeyi
bağımsız kılm ak ve öyle kalm asını sağlam aktır. D ışarıdan gelen askerî
yardım ne kadar cöm ertçe olursa, o kadar derin b ir kızgınlığa yol aça­
caktır. Yardım alan ne kadar başarılı ve kuvvetli durum a gelirse, he­
defleri, yardım ı vereninkinden o kadar ayrılacaktır. O rtak bir düşm an
karşısında oluşan ittifaklar askerî bir tehdit var olduğu sürece yürürler.
Siyasî araç niyetine yapılan askerî yardım ise yürüm ez. H içbir zam an
yürümem iştir de- bu konudaki otoritesine kim senin hiçbir şey diyem e­
yeceği W inston C hurchill'in ünlü atası M arlborough D ükü için yazdığı
biyografide tekrar tekrar işaret ettiği gibi. İkinci D ünya Savaşını izle­
yen kırk yıl içinde, siyasî araç niyetine yapılan askerî yardım larda d a­
ha önce hiç olm adığı kadar cöm ertçe davranılm ış, elde edilen sonuçlar
ise, daha önce hiç olm adığı kadar kötü çıkm ıştır. R uslar aynı uygula­
mayı Batıdan önce yaptılar, sözgelim i Y ugoslavya'da ve Ç in'de daha
cömertçe davranarak daha beter sonuçlar aldılar diye avunm ak m üm ­
kün değildir. Birleşik D evletlerin cöm ertçe askerî yardım yapm ayı d e­
nediği her yerde -A lbaylar yönetim indeki Y unanistan’da, Şah yöneti­
mindeki İran’da, M arcos yönetim indeki F ilipinlcr'de ya da N oriega
yönetimindeki Panam a'da- tek başarısı düşm an kazanm ak olm uştur.

Am a gördüğüm üz en tem el değişiklikler, neredeyse hiç azalm ayan


askerî perform ans bozukluklarıdır -bütün güçlerin ordularında görülen
performans bozuklukları. B ugüne kadar geçen kırk yıl içinde gerçek­
leştirilen askerî eylem lerin çoğu, türü ne olursa olsun herhangi bir m u­
halefetle karşılaştığında, başarısızlığa uğradı; ufak gerilla grupları, te­
röristler ya d a sabotajcılar karşısında bile. M uhalefetin hiç olm adığı

53
y a d a ç o k a z o ld u ğ u ö rn e k le rd e b ile e ld e ed ilen so n u ç la r etk iley ici de­
ğ ild ir. İn g iliz le r, F a lk la n d A d a la rın d a d ü n y a n ın en b ü y ü k donanm ala­
rın d a n b irin in ve iyi eğ itim li b ir o rd u n u n tü m g ü cü n ü , n ered ey se hiç
v a rlık g ö ste re m e y e n b ir A rjan tin k u v v eti k arşısın d a o rtay a döktüler.
G ö rk e m li b ir lo jistik g ö ste ri g erç ek le ştirild i a m a yap ılan ey lem , artıl;
b ild iğ im iz g ib i, lly a sk o y a y ak ın d ı. A m e rik a lıla r b undan birkaç yıl
s o n ra m in ic ik G re n a d a 'y ı se k iz bin ask eri aşan b ir k u v v etle istila etti-
ler. A d a y ı işg al e tm e y i e lb e tte b aşard ıla r, ö ze llik le d e yerli halk onları
k e n d ile rin e ö z g ü rlü k veren ve k u rtaran k iş ile r o la ra k k arşıladığı için.
A m a , a rtık b ild iğ im iz g ib i, h are k ât a s k e rî aç ıd a n n ered ey se b ir felaket­
ti.

N e d e n i ne o lu rsa o lsu n , artık a ç ık ç a o rta y a çık an şu d u r ki, askerî


k u v v e tle r, a s k e rî aç ıd a n etk ili o lm a m a k tad ır. B u n u n b ir n edeni, belki,
en k u d re tli ü lk e n in b ile tek ç e şit a s k e rî ey lem i h azırlay ab ilm esi, plan­
la y a b ilm e si v e o n u n için eğ itim y a p tıra b ilm c si o lab ilir. O y sa modern
te k n o lo ji s a y e sin d e , h e r biri farklı stra te jile r, farklı tak tik ler, farklı lo­
jis tik , farklı e ğ itim v e farklı b ir h arp san atı k av ram ı g erek tiren m uhte­
m el a s k e rî e y le m le r b itip tü k e n e c e k gibi d eğ ild ir. D ah a d a önem lisi,
te m e l stra te jik k av ra m ların artık o lm a y ışıd ır. V ar olan şey, yalnızca,
h e r biri aynı o ra n d a m u h tem el y a d a m u h tem el o lm ay an "şıklar" vc
"o la sılık la r" d ır. B ir a sk e rî k u v v et tek b ir d ü şm a n a karşı, tek b ir savaş
y ö n te m i için p la n la n a b ilir, eğ itile b ilir, y ö n e lile b ilir ve donatılabilir.
H e r tü r d ü ş m a n a karşı h e r ç e şit sa v a şm a y ö n te m in e göre planlanam az.
e ğ itile m e z , y ö n e tile m e z vc d o n atıla m az . K u zey D en izin d ek i yaklaşm a
n o k ta la rın ı R u s d e n iz a ltıla rın a karşı k o ru m ak ü zere g eliştirilm iş bir İn­
g iliz d o n a n m a sı, G ü n ey A tla n tik ’in u za k b ö lg e lerin d e k ıta nakliye ge­
m ileri için re fa k a t kuv v eti olam az. S iv il, sa v a şır d u ru m d a o lm ay an ha­
v a ve d e n iz trafiğ in in y o ğ u n o ld u ğ u sığ , d ar B asra K örfezinde
ta n k e rle re k ıla v u z lu k etm ek , aç ık d e n iz d e d en iz m uharebeleri yapm ak
ü z e re in şa e d ilip d o n a tılm ış A m erik a n d e stro y e rlerin e g öre b ir iş de­
ğ ild ir h iç . E ski Ç in ve S eza r'd a n C lau se w itz'e k ad ar, harp sanatı üze­
rin d e y a z a n h erk e sin vurg u lad ığ ı g ib i, ta k tik le r esn ek olm alıdır. Aırıa
stra te ji sa b it k alm alı, a ç ık ç a b elirlen m iş a m a ç la ra ve belirsizlikten
uzak v a rsa y ım la ra d ay a n d ırılm a lıd ır; çab u k d eğ iştirile m e z de. Eğitim,
k u m a n d a y a p ıla rı, sila h la r da.

54
N edeni ne olursa olsun, durum açıkça ortadadır: Silahlar arlık siya­
sî araç olarak işe yaram am aktadırlar. Çelişkili gibi görünse de, aynı
şey silah üretim inin son kırk yıl içinde neden m uazzam boyutlarda art­
mış olduğunu da. büyük ölçüde, açıklam aktadır. A m acın yerini, büyük
sayılarla doldurm aya çalıştık. Savunm ayı dev boyutlu, hantal, karm a­
şık llale getirerek, ona yeniden askerî güç kazandırm aya çalıştık. Bu,
hiçbir zam an işe yaram az.

Özel O rduların Dönüşü

Y önetim ler silahlar ve silah kullanım ı üzerindeki tekellerini hızla


kaybediyorlar -ve bu durum un en ürkütücü gelişm e olduğunu söyle­
mek pekala m üm kündür. M odern devletin on altıncı yüzyılda ortaya
çıkışından bu yana, devletin savaş ve savaş araçları üzerinde tekel kur­
ması gerektiği hiç tartışılm adan kabul edilegelm iştir. 1618’den 1648
yılına kadar A vrupa'yı kasıp kavuran O luz Yıl Savaşlarında özel ordu­
lar hâlâ vardı. A m a bütün A vrupalı güçler bu çatışm ayı tek bir açık
politikayla k a p a d ıla r: H üküm darın denetim i altında olm ayan ordulara
hoşgörü gösterm em ek. "S avunm a“nın anlam ı da budur : Y urttaşlarını
saldırı karşısında savunacak araçları sağlam ak, devletin hem görevi­
dir, hem d e kim seyle paylaşm ayacağı hakkı.

Resm î doktrin hâlâ budur. A m a savunm a bu anlam da hâlâ m üm ­


kün m üdür? G erçekten anlam ı olan bir şey m idir? Başkan Rcagan'm
tartışmalı önerisi, Stratejik S avunm a İnisiyatifi idi -ya da çok geçm e­
den anılm aya başladığı adıyla "Y ıldız Savaşları." Bu öneriye göre Bir­
leşik D evletleri nükleer silahlarla yapılacak saldırılara karşı koruyacak
yeni teknolojiler geliştirilecekti. Y ıldız Savaşları başarılı olsa bile Bir­
leşik D evletleri paket postası aracılığıyla yapılacak nükleer silahlı sal­
dırılara karşı koruyam az- ve ister yabancı bir hüküm et, ister bir terö­
rist tarafından postalanm ış olsun, E m pire State Building'deki b ir posta
kutusuna gönderilen küçük bir paketin, uzaktan kum anda ile pallatıl-
ması halinde N ew Y ork kentinin göreceği zarar, Am erikalıların
1945'te H iroshim a ve N agasaki bom bardım anlarında verdikleri zarar­
dan daha büyük olur. B enzer bir yolla -h er türlü aram a ve savunmayı
aşarak- kitle im ha gücüne sahip biyolojik ve kim yasal silahları içeri
sokmak d ah a bile kolaydır. D evletin "savunm a” tekelinde çatlaklar

55
oluşm uştur. T eröristler yeniden özel ordular kurm uşlardır. Terörizme
karşı geleneksel anlam da bir savunm a yolu yoktur : G eleneksel ordu­
lar terörizm karşısında güçsüzdürler. T erörizm tek başına herhangi bir
yönetim in girişeceği eylem lerle denetim altına da alınam az, ortadan
da kaldırılam az.

Dört yüz yıl önce "ulusal devlet"le başlayan yolun sonuna; ulusal
orduların, ulusal donanm aların, ulusal hava kuvvetlerinin oluşturulm a­
sına ve "savunm a"nın ulusal egem enlik ile ulusal politikanın çekirdeği
yapılm asına giden yolun sonuna gelm iş bulunuyoruz.

T ek taraflı silahsızlanm a ya da pasifizm çözüm değildir. Aslında


son kırk yıl içinde büyük güçlerin barış halinde kalm alarını sağlayan
şey, caydırıcılık alanında elde edilen denge, nükleer savaşın "K arşılık­
lı G arantili Y ok Etm e" niteliği olm uştur. B ugün silah yarışına dur de­
m eye büyük ihtiyaç vardır. Bu açıdan bakıldığında, Başkan Reagan'ın
görev süresinin son yılında Sovyetler Birliği ile görüşm eler sonucunda
vardığı, belli bir sınıf nükleer silahı bütünüyle sa f dışı bırakan anlaş­
m a önem li bir ilk adım dır -am a bir ilk adım dır, o kadar. En gerekli
olan, silah yarışından kurtulm anın- bu yarışı sadece sınırlam anın değil
-dünya üzerindeki tek tek bütün devletlere eşit çıkar sağlayacağının
kabul edilm esidir. Silahsızlanm aya olan yaklaşım otuz yıldır şöyle ol­
m uştur : "E ğer askerî bir avantaj elde edersek silahsızlanırız." 1988 ta­
rihli R eagan-G orbachev anlaşm asını önem li kılan nokta şudur ki, iki
taraf da üstü kapalı bir biçim de, avantaj kazanır, ya da böyle bir avan­
tajı korur durum da olm anın kendilerine eşit çıkar sağlayacağı konu­
sunda görüş birliği içindedirler. A skerî yönden zayıflam ak onlar için
ortak bir çıkar konusudur. A m a bunu değil kabul etm ek, anlamaktan
bile hâlâ çok uzağız. B ununla birlikte, askerî giderlerde ve askerî ku­
ruluşlarda kısıntıya gitm enin bütün ülkelerin ortak çıkarı olduğunu ka­
bul etm ek, daha bir iki yıl önce düşünülebileceğinden daha kolay ola­
bilir. E konom ik zorunluluk bizi bu yöne itebilir. Japonya dışında
büyük ülkelerin hepsinde ekonom inin ihtiyacı olan şey, askerî harca­
m alarda büyük bir indirim e gidilm esidir. En çok S ovyetler Birliğinde,
sonra Ç in'de, üçüncü olarak da B irleşik D evletlerde. G elişm ekte olan
ülkelerde ise buna daha da çok ihtiyaç vardır. E konom ik zorunlulu­
ğun, insanlık tarihinde ilk kez askerî büyüm eye galip gelm esi olacak-

56
ur bu; am a askerî büyüm enin, salı askerî açıdan bile;, verim siz hale
gelmesi de iarihte ilk kez olm aktadır.

Belki de arük bütün büyük güçlerin işe yaram ıyor ıdiye ask erî yar­
dım yapm aktan vazgeçm ek ve terörizm e du r dem ek içim birleşm ek ko­
nusunda görüş birliğine varabilecekleri zam an y ak ın laşm ak ta d ır -
Uluslararası 1857 L ondra A nlaşm ası ile deniz korsanlıığını yok etm ek
üzere birleşm eleri, 1950'Ii yıllarda da hava korsanlığım a göz yum ulm a-
ması konusunda -en azından üstü kapalı bir biçim de-- görüş birliğine
varmaları gibi.

Ama en önem li, en tem el ihtiyaç, savunm anın ve siilahlarm işlevini


bir bütün olarak yeniden değerlendirm ektir. "S av u n m a" artık m üm kün
değildir; m üm kün olan yalnızca m isillem edir. Silahlaır arlık etkili bir
siyasî araç değildirler. O rdunun, yeniden etkili olabilnnek için nasıl bir
ordu olması ve nasıl hareket etm esi gerekir?

57
II

DEVLET VE
SİYASÎ SÜREÇ
6

DEVLETİN SINIRLARI

N eredeyse iki yüzyıl süreyle devlet ne yapınalı diye hararetle tar­


tıştık. D evlet ne yapabilir diye hem en hiç sorm adık. D evletin sınırları
ve işlevi giderek daha çok tartışm a konusu haline gelecektir. D evlet,
siyasî ve sosyal kuram da hâlâ ileri sürüldüğü gibi, tek güç m erkezi d e­
ğildir artık. G elişm iş ülkelerde hem toplum hem sivil düzen yeniden
çoğulcu b ir nitelik alm ış, ortaçağların sonlarından bu yana egem en
olan eğilim ler sarsıcı bir biçim de tersine çevrilm iştir. Bu yeni çoğul­
culuk biçim leri, daha önce bilinenlerin hepsinden ço k farklıdır. T op­
lumdaki çoğulculuk, apolitik olan, perform ans-odaklı, tek göreve y ö ­
nelik kuruluştan!] çoğulculuğudur. Sivil düzen içindeki çoğulculuk ise
yeni "kitle hareketleri"nin çoğulculuğudur : B unlar, küçük, iyi örgüt­
lenmiş azınlık gruplarıdır; yönelişleri açısından, tek dava güden, tek
ilgileri olan gruplardır ve tam anlam ıyla siyasî niteliklidirler.

Bu yeni gerçekler, siyasî liderler açısından yeni ve farklı talepler


doğurmakladır. B unlan, kam uoyundaki tartışm aların çoğunda istendi­
ği gibi, "karizm a" yoluyla karşılam aya çalışm ak ancak kötü liderlik ve
sıfır perform ansla sonuçlanır.

Gücü H er Şeye Yeter Devletten Özelleştirmeye

Tarih boyunca hem en hiçbir kitabın etkisi, A dam Sm ith'in U lusla­


rın Zenginliği (1776) kitabının yarattığı etkiden büyük olm am ıştır. Bu
kitap hâlâ en az eğitim li kişilerin bile hakkında bir şeyler duym uş ol­
duğu tek ekonom i kitabıdır. Buna rağm en, A dam Sm ith'in savunduğu
temel nokta kitabın çıkışı üzerinden geçen bir iki on yılda unutulup
gitti -oldukça yakın zam anlara kadar da unutulm uş olarak kaldı.

61
Sm ilh'in işadam larına olan sevgisi pek azdı, işin içine kişisel çıkar gir­
di mi, daha da azalıyordu. Sm ith, devlet ekonom iyi beceriksizce yöne­
tir görüşünü savunm adı. D evletin, sırf kendi d o sası yüzünden ekono­
mici y ö n e lm e y e c e ğ in i savundu: beceriksizce olsa bile. Deyim
yerindeyse, lîllcr serçelere göre daha kötü uçarlar görüşünde değildi.
D evlet fil olduğuna göre, hiç uçam az görüşünü savundu.

O ysa kısa sürede -en çok N apolyon savaşlarının bitim inden sonra­
ki dönem de- tartışm a konusu, Smiıh'i izleyenler arasında bile, devlet
ne ya p a b ilird en devlet ne ya pm alıd ır'a döndü. Sm ith tartışm asını ya­
parken, devletin doğasından yola çıkıyordu. On dokuzuncu yüzyılda
politika tartışıldı.

Serbest pazarın en uzlaşm az savunucuları bile on dokuzuncu ve


yirm inci yüzyıllarda devletin yeterliğini sorgulam adılar. D evletin ya­
sallığını tartıştılar. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, devlet program ­
ları, devlet denetim i ve-devlet etkinciliğine karşı en aşırı muhalefeti
gösteren kişi, büyük L iberallerin sonuncusu olan H erbert Spencer'di.
D evletin verdiğt eğitim e bije, kişisel özgürlüğe m üdahaledir diye karşı
çıktı. A m a Spencer devletin program ları uygulam a konusundaki yeter­
liğini hiç sorgulam adı. D evletin bu konudaki yasallığını reddetti. Aynı
şekilde, neokonservatizm in babası olan F.A. H ayek de The R oad ta
Serfdom (1944) başlıklı devlet m üdahalesine karşı çıkan denem esinde,
devletin yetersizliğini tartışm ıyordu.* Tersine, devleti fazla güçlü gö­
rüyordu. E ğitim de devlet m üdahalesine karşı çıkarak yürüttüğü tartış­
m ada, bunun özgürlük adına bir tehdit oluşturm asını tek inandırıcı ka­
nıl olarak kullandı.

Devletin sınırlarına ilişkin tartışm a, ilk kez A dam S m ilh ’in kitabın­
dan iki yüzyıl sonra ortaya atıldığında, yersiz belki de saçm a diye ilgi
görm edi. A slında, 1969 tarihinde çıkan The A ge o f D iscontinuity baş­
lıklı kitabım la bunu ilk ortaya atan ben oldum . Bu kitapta, böyle bir
şeyin ilerde olabileceğini önceden görerek, yönetim lerin kam uya ait
şirket ve sanayileri elden çıkarm aları anlam ında kullanılm ak üzeıc

* Hayek, bundan yaklaşık elli yıl sonra. 1989 tarihli The Fatal C o n c e it: The Errors <'!
Socialism (New York and London; Roulledge) kitabında -Yeni G erçekler baskıdayken
çıkm ıştır- enform asyonun niteliğinden dolayı, devletin hem kuramsal hem pratik ola
rak, ekonom iyi yöneıem cyeeeği. hatta denetleyem eyeceği sonucuna varıyordu.

62
"özelleştirme" diye yeni bir terim uydurdum . A m a Thıe E con o m ist ki­
tabın eleştirisini yaparken, düpedüz saçm alık ve g erç ek le şm e si hiçbir
zaman m üm kün olm ayacak bir şey diyerek, bu düşüncıeylc alay etti.

Bunun üzerinden ancak sekiz yıl geçm işti ki M argaırel T hatcher İn- .
giltere’de başbakan oldu ve hem en özelleştirm eye b a şla d ı. Ö zelleştir­
me, o günden sonra, yalnızca Bayan T hatcher, ya daı 1986'da Fransa
başbakanı olan Jacques Chirac gibi M uhafazakârların program ı haline
gelmekle kalm adı. Fransız Sosyalistleri 1988'de başbıakanlığı yeniden
aldıklarında özelleştirm eye devam sözü verdiler; hatua, işçilerden g e­
len katı m uhalefete rağm en Fransa'da d ev letleştirilm iş en büyük sana­
yi olan Renault O tom obil Şirketini özelleştirm e karanı aldılar. Ö zelleş­
tirme K om ünist Ç in'in resm î politikası haline gelm iştir. Ve
özelleştirme Y eni Zelanda'daki İşçi Partisi y ö n etim in c e en ileri aşam a­
ya getirilm iştir; bu yönetim posta hizm etlerini bile özelleştirm ektedir.

Bir başka özelleştirm e biçimi ise, daha da hızla sürm ekled ir. Özel
müteahhitlerin kam u hizm etlerini devralm alarına iz in verilm ekte ve
bunlara rekabete dayalı teklif esasına göre y ö n elim le r tarafından öde­
me yapılm aktadır, tik kez 1970'li yıllarda (M inneapolis-S t. Paul,)
Minnesota'da, bir siyaset bilim cisi ve kent yöneticisi olan T cd Kolde-
rie tarafından başlatılan bu uygulam a d a dünya çapımda yaygınlaşm ış­
tır. Florida E yaleti ilk kez hapis cezasına çarptırılan suçluları -her za­
man yaklaşık 25.000 kişi bu durum dadır- S alvation A rm y’nirr*
sorum luluğu altında şartlı tahliye etm ektedir. Pek ço k kentte, hatta bü­
yük kentlerde bile, sokakların tem izliği, yangınla m ücadele, hatta po­
lislik görevleri artık "dışarıya verilm ektedir." B azı A m erikan eyaletle­
ri hapishanelerin işletilm esini de özel m üteahhitlere verm işlerdir.
Geleneksel "ilericiler” bile devletin yapabileceği işlerin bir sınırı oldu­
ğundan artık kuşku duym am aktadırlar.

Bu dram atik değişikliğin üç nedeni vardır. B irincisi, İkinci D ünya


Savaşından bu yana devlet program larının ve d evlet uygulam alarının
uğradığı b aşansızlıkur. İkincisi, vergilendirm e ve harcam a yoluyla el­
de edilebileceklerin bir sınırı olduğunu artık öğrenm em izdir. Son ola­
rak da, devletin gelir yaratm a yeteneğinin sınırları olduğunu artık bili­
yoruz.

* Salvation Army : Üyeleri askerî üniforma giyen ve yoksullara yardım eden m isyoner
bir Hıristiyan kuruluş.

63
Devlet Neler Yapabilir ?

On dokuzuncu yüzyılda devletçe sürdürülen etkinliklerin çoğu pü­


rüzsüzce yürüdü. Sözgelim i PTT, A vrupa'daki devlet dem iryolları.
İm paratorluk A lm anyasının sağlık sigortası program ları ya da ilk kez
1900 dolaylarında İm paratorluk A vusturyasında geliştirilen işçi tazm i­
natı uygulam ası (büyük rom ancı Franz K afka bu alanda en yeterli yö­
neticilerden biriydi). Franklin D. R oosevelt'in başlattığı N ew Deal'in
sosyal nitelikli program ları da 1930'larda başarılı oldu -en azından ba­
şarısız olan tek tüktü.

A m a İkinci D ünya Savaşından sonra y ü rürlüğe konan devlet prog­


ram larının genelde başarılı olm aya devam ettiği tek ülke Japonya'dır.
Başka her ülkede- K om ünist ülkelerde olduğu kadar dem okratik ülke­
lerde de -İkinci D ünya Savaşı sonrasına ait d evlet program larının ço­
ğu felaket olm uştu. E ğer birtakım sonuçlar elde edilm işse, bunlar ço­
ğu kez program ların yürürlüğe konm asıyla am açlanan sonuçların tanı
tersi olm uştur. Bu, S ovyetlcr Birliğinde K hrushchev dönem inden bu
yana tarım üretim ini ve tarım daki verim liliği iyileştirm ek üzere harca­
nan çılgınca çabalar için de geçerlidir; oysa Ç inliler çiftliklerini "özel­
leştirdikleri" zam an üretim ve verim lilik neredeyse bir gecede sıçram a
kaydetm iştir. Ö te yandan Lyndon Johnson'un "Y oksullukla Savaş"ı ya
da birbiri ardınca gelen A m erikan yönetim lerinin uyuşturucu yolsuz­
luklarını ortadan kaldırm a yı^da sosyal yardım alan çocuklu kadınları
işe yerleştirm e girişim leri de bir o kadar etkisiz kalm ıştır.

D aha kötüsü şudur ki, 011 dokuzuncu y üzyılda ve İkinci D ünya Sa­
vaşına kadar son derece iyi giden program ve etkinlikler, bugün çoğu
ülkede büyük sıkıntı içindedirler. Ç okuluslu bir özel posta hizmetleri
şirketi olan Federal E xpress'in kurucusu ve baş yöneticisi Fred Sm ith’c
Paris'teki bir toplantıda şirketinin neden İsviçre'de iş yapm adığını sor­
dular. Fred Sm ith "İsviçre, posta hizm etlerinin hâlâ işlediği tek Batılı
ülke,” dedi. A vrupa’daki devlet dem iryolları korkunç açıklar verm ek­
tedir. 1986’da bölünerek özelleştirilm esinden önce Japon Ulusal D e­
m iryolları da aynı durum daydı. A m a A vrupa ve Japonya'daki vergi
yüküm lüleri dem iryollarına m uazzam m iktarlarda para dökerken, bir
tek devlete ait olm ayan A m erikan dem iryolları yük taşım acılığında et-

64
lûli olm ayı sürdürebilm iştir. K om ünist olm ayan dünyada devlete ait
hiçbir d em iryolu ülkesindeki yük taşım acılığının onda birinden fazla­
sını yürü tem em ektedir. A m erikan dem iryollarının taşım acılıkta ger­
çekleştirdiği oran beşte ikidir - ve bu yolla para d a kazanm aktadır.

Artık neden devletin, tem el niteliğinden ötürü, yapam ayacağı bazı


şeyler bulunduğunu anlıyoruz. D evletin yapabileceği şeyler için bile,
koşulların elverişli olm ası gerekm ektedir. D evletin gerçekleştirdiği bir
etkinlik ancak bu konuda bir tekel söz konusu ise yürüyebilir. Eğer ay­
nı işi yapm anın başka yolları varsa, yani rekabet bulunuyorsa, yürüye­
mez. P T T o n dok u zu n cu y ü zyılda gerçek bir tekele sahipti. D em iryol­
ları d a öyle. E nform asyon gönderm enin ya d a kara üzerinde yük ve
insan taşım anın başka yolları yoktu. A m a ortaya aynı hizm eti sağlaya­
cak altern atif y o llar çık ar çıkm az, devlet bocalar.

Y ararlı dönem ini tam anlam ıyla doldurm uş olsa bile, bir etkinlik­
ten vazgeçm ek yönetim ler için çok zo r olm aktadır. B öylece de düne,
modası geçm iş, artık verim liliğini kaybetm iş olan şeylere saplanıp
kalm akladırlar. V e devlet, etkinlik am acına ulaştığı zam an bile ondan
vazgeçem em ektedir. Ö zel bir ticarî kuruluş tasfiye edilebilir, satılabi­
lir, dağıtılabilir. H erhangi bir devlet etkinliği ise, "ilelebet" sürer. B u­
gün. yeniden vasa haline getirilm edikçe, belli bir süre sonunda geçer­
liliğini Kaybeden y asalar vardır; bunlar devletçe yürütülen bazı
etkinliklerin b elirli bir dönem sonunda yeniden yasa haline getirilm e­
dikçe yürürlükten düşm esine am irdirler. A m a böyle bir etkinlik ne k a­
dar eskim iş, ne kadar abes hale gelm iş olursa olsun, yasam a organları­
nın böyle b ir etkinliği yeniden yürürlüğe koym ayı reddettikleri çok
ender g ö rülür. E tkinlik, yenilem e zam anı geldiğinde kazanılm ış bir
hak d u ru m u n a gelm iştir.

M oral Bir Konu mu, Ekonom ik B ir Konu mu?

H er şeyden önce, d evletçe gerçekleştirilen herhangi bir etkinlik ne­


redeyse hem en "m oral" bir nitelik kazanır. "E konom ik” bir konu, kıt
olan insan ve para kaynaklarının, kullanım ında alternatif bir yol olarak
görülm ez artık. "M u tlak ” hale gelir. D evletçe yürütülen etkinliklerin
özelliği, kam u hizm etleri ve bir am acın elde edilm esinde kullanılan bi­

65
rer araç yerine, birer sem bol gibi ve kutsal nitelikli olarak görülmeye
başlam alarıdır. Bunlardan sonuç alınm am ası, "Farklı bir şey yapsak,
daha iyi olm az mı?" sorusuna yol açm az. B unun yerine, harcanan ça­
banın iki katına çıkan im asına yol açar; sonuç alınm am ası, yalnızca şer
güçlerinin ne kadar etkili olduğuna işaret etm ektedir. E konom ik konu­
lar m aliyet/yarar orantısına göre değerlendirilir. M oral konularda ise
bu ayıptır, "İh a n e ftir, "ilkelerden dönm ek"tir. H er türlü uzlaşmanın
gerçekten ihanet olduğu, tam anlam ıyla m oral nitelikli konular, tabiî
ki, vardır. A m a moral bir m eselede bile, eğ er hiçbir sonuç alınamıyor-
sa, harcanan çabanın geçerliği her zam an sorgulanm alıdır. Sözgelimi.
A lm anlar ve M üttefik devletler Birinci D ünya Savaşının insanları boş
yere kurban eden siper savaşlarının geçerliğini 1917'ye gelindiğinde
sorgulam alıydılar. A m a savaş o dönem de her iki taraf için de, "top-
yekûn zafer"in kabul edilebilir tek am aç olduğu m oral bir konuydu ar­
tık. B unun bizler için yarattığı sonuçlar ise, Rusya'da K om ünizm . Al­
m anya'da H itler, Büyük Ekonom ik Bunalım ve İkinci D ünya Savaşı
olm uştur.

U yuşturucuların kötüye kullanım ı, korkunç bir şeydir ve bir bela­


dır. A m a devletçe buna karşı yürütülen kam panyalar yirm i yıl sonra­
sında bir sonuç verm iyorsa (A .B .D .'de durum yalnızca kötüye gitm ek­
tedir), insan m oral yaklaşım ı sorgulayabilir. O zam an da
yapabileceğim iz tek şeyi yapm ak daha iyi sonuç verebilir : U yuşturu­
cu kullanım ı suç sayıldığı için verilen cezalan kaldırm ak ve bu yolla
uyuşturucu trafiğini kazançlı olm aktan çıkarm ak - böyle bir şey "ahla­
ka sığm az" gibi gelse de. ~

U yuşturucuların kötüye kullanım ı gerçekten bir bela, böyle olduğu


için de m oral bir m esele olsa da, elektrik konusu kesinlikle ekonomik
bir konudur. O ysa bugün A m erikan politikasında m oral bir m esele vc
bir ilke sorunu olarak ele alınm aktadır. Tennessee V alley A uthority
(TV A )* otuzlu yıllardaki kuruluş am acını çoktan geride bıraktığı hal­
de, yaşam aya devam etm ektedir: Kuruluş am acı, o zam anlar kırsal

* Tennessee Valley Authority : Barajlar, benıler inşa ederek bütün Tennessee Nehri
havzasını geliştirm ek, ucuz elektrik sağlamak, su baskınlarını önlemek, sulama iııı
kanları yaratm ak v.b. am açlarıyla 1933 yılında kurulan federal bir şirket (Çevirenin
notu).

66
alan niteliği olan yoksul bir bölgede u cu z elek trik sağlam aktı. Böl­
ge aruk ne y o k su ld u r, ne de kırsal nitelik li; T V A 'n ın elektrik üretim
maliyeti d e ülkedeki en yüksek m a liy e tle r arasındadır. Bütün sistem
tam bir k arg aşa içindedir. A m a, yeni bir g en el m üdür yakın zam anlar­
da özelleştirm e y olunda b ir im ada b u lu n m a cesareti gösterince, kıya­
metler koptu. B ir kam u hizm eti ve u cu z elek trik elde etm ek için bir
araç olarak başlayan şey, bir sem bol h alin e gelm iş, "kutsal"laşm ıştı.

D evletin bir etkinliği bırakm ası nasıl en d e r görülen bir şeyse, yeni­
leştirmeye gitm esi de öyledir. PT T 'nin a ğ ır b ir yük haline gelen kağıt
gönderileri uzak m esafelere yollayarak, ç o k y avaş b ir biçim de yaptığı
işi, faks, elektronik olarak ve çok büy ü k bir hızla yapm aktadır. Faks,
herhalde ilerde P T T 'nin yerini alacaktır. A m a fakslam a yoluyla gön­
dermeyi icat eden de, kullanım a sokan da, P T T olm am ıştır.

D evletler ancak siy asî baskılar o lm adığı zam an iyi işler y apabil­
mektedirler. P T T ve d em iryolları basit b ir am aç lan olduğu sürece iyi
işlediler. A m a ço k k ısa b ir süre sonra, belki d e kaçınılm az olarak, bas­
kılar öyle artm ak ta d ır ki, b u h izm etler istihdam yaratm ak için, özellik­
le de başka türlü iş bulm aları zo r olan kim seler, sözgelim i, A.B.D.
Posta H izm etlerindeki siy ah lar için, iş im kanları yaratm ak üzere y an ­
lış kullanılm aktadır. D evletçe y ürütülen b ir etkinlik, birden fazla am a­
ca yönelince hem en yozlaşır.

D evlet h izm etleri, bunların ilk k ez başlatılm alarına tem el olan var­
sayımlar d eğ işince de so n u ç verm ez. O n dokuzuncu yüzyılın sonların­
da işçi tazm inatı u y gulam asına başlandığı zam an, bu uygulam aya te­
mel oluşturan varsayım , sanayi kuruluşlarında yapılan işlerin,
nitelikleri gereği, tehlikeli işler oluşlarıydı. K uşkusuz, işçi tazm inatı
uygulam ası baştan beri işverenleri iş güvenliğini artırm aya teşvik
am acını güdüyordu. İşverenler, g üvenlik konusundaki perform ansları­
na göre prim ödüyorlar, bu da yaptırdıkları işlerin koşullarım iyileştir­
me konusunda on lar için büyük bir teşvik oluyordu. A m a tem el varsa­
yım, gene de, sanayi kuruluşlarında yapılan işlerin, özellikle de
m akineler çe v resin d e çalışm anın, k aza riskini de beraberinde getirdiği
yolundaydı. B öylece, işçi tazm inatı uygulam asında, kusurun kim de o l­
duğu sorusu sorulm uyordu. A m aç, kusu r kim de ya da nerede olursa

67
olsun, işçinin tazm inat alm asını güvenceye bağlam aktı. A rtık bu var.
sayım ı kabul etm iyoruz -Japonya dışında (bu yüzden de oradaki işçj
tazm inatı uygulam ası hâlâ başarılı bir biçim de yürümcktcdir).Batıda,
sanayi kuruluşlarında yapılan işlerin güvenli olm aları gerektiğini var-
sayıyoruz. E ğer bir iş kazası oluyorsa, suçlanacak biri vardır- bu da
genellikle işveren olm aktadır. İşçi tazm inatı verilm esi, eskiden hem iş.
verenleri, hem de çalışanları güvenliği geliştirm eye teşvik ederken,
aynı şey bugün ceza gibi görülm ektedir. Sonuçta, tüm sistem bozııl-
m akta, giderler sürekli olarak yükselirken, tatm in ve perform ans açı­
sından sürekli bir düşüş olm aktadır.

D evletçe yürütülen işlerin birtakım kesin sınırları vardır : Böyle


bir etkinlik belli bir görevi yapm anın tek yolu olarak kalm alıdır; yarar­
lı olm aktan çılîlığı zam an varlığını sürdürm em eli ve bir kez amacına
ulaştı mı, devam ettirilm em elidir; ne kadar övgüye d eğer olursa olsun
hiçbir siyasî am aca hizm et eder hale getirilm em eli, kam u için gerçek­
leştirilen belirli bir perform ans üzerinde odaklaşm alıdır; son olarak
da, dayandığı varsayım ların değişm em esi gerekir. A m a bu kurallar hiç
bozulm aya gelm ez. K urallardan uzaklaşıldığı anda, etkinlik "politize"
hale gelir. Bu da her zam an için hizm ette hızlı bir yozlaşm a getirir.

"Kolay Etkinlikler ve "Z o r" Etkinlikler

Ö yle işler vardır ki, bunları devletin etkili bir biçim de yürütebilm e­
si için bütün koşullar var olduğu halde, devlet bu işleri iyi yapam az
belki de hiç yapam az. E ğer devlet farklı değerleri ve farklı talepleri
olan farklı seçm en çevrelerini m em nun etm ek için baskı altındaysa,
ortaya koyduğu perform ans bozuk olacaktır. Perform ans tek bir amaç­
ta yoğunlaşm ayı gerektirir. Ö nceliklerin belirlenm esini ve bunlara
bağlı kalınm asını gerektirir.

Belediye hizm etlerinin özel m üteahhitlere verilm esini savunan ilk


kişi olduğuna daha önce işaret ettiğim iz Ted K olderie, devletçe yürü­
tülen işlerin kimi zam an "kolay", kimi zam an "zor" olduğunu söylü­
yor. Zor olanları devlet yapam am akla, y apsa da, sonuç kesinlikle iyi
olm am aktadır. İki tür etkinlik arasındaki fark politikalarından gelir
K olay bir etkinlikte bütün seçim çevreleri aynı perform ansı ister -on

68
dokuzuncu y ü zyıldaki P T T örneğinde olduğu gibi. E ğer farklı seçm en
çevreleri farklı şe y ler bekler ve talep ederler, bunların farklı değerleri
ve beklentileri olursa, yapılacak işler z o r işlerdir. İkinci D ünya S ava­
şından sonra d ev let program larının ço ğ u -B irleşik D evletlerde olduğu
gibi. Batılı başka ülkelerin çoğunda da- ya farklı kim selere farklı şey­
ler vaat etli, y a d a toplum içindeki bir gruba, bir başka grubun zararına
olacak biçim de y ara r sağlam aya girişti. B öylece de bir çekişm e batağı­
na saplandılar; k ısa b ir süre sonra da odaklaşm a noktalarını ve perfor­
mans yeteneklerini kaybettiler. B unlar "zor" program lardı.

Kolay ve zor ayrım ı, neden devlete ait ticarî kuruluşların, sırf kâr
getirecek işletm eler olarak çalıştırılırlarsa, başarılı hale geldiklerini de
açıklam aktadır; on sekizinci y ü zyılda K rallığa ait tekellerde olduğu gi­
bi (sözgelim i, A v ru p a kıtasındaki tütün tekelleri). S iy asî ya d a sosyal
değerler, kâr etm eyi tek am aç olm aktan çıkaracak biçim de işe karıştı
mı, devlete ait teşeb b ü sler îş yapam az olur. Z o r h a le gelirler. Bunun
günüm üzdekf bfr örneği, İtalyan devletine ait, kısm en ticarî kuruluşlar
olarak, kısm en işçi çalıştırm ak, kısm en d e politikacıları ve onların
dostlarını kollam ak için işletilen, zarar halindeki, kötü yönetilen bü­
yük şirketlerdir.

İkinci D ü n y a S avaşından sonrasına ait dönem de devletçe yürütü­


len etkinliklerden, alınacak dersleri, kaba hatlarıyla d a olsa, anlam aya
başlıyoruz.

• Ö yle işlevler vard ır ki, bunlar açıkça devlete aittir, devletten baş­
ka hiç kim senin y ap m asın a izin verilem ez ve onları an cak devlet yeri­
ne getirebilir. B unlar arasında devletin savunm a ve silah la r üzerindeki
tekeli vardır. A yrıca, y u rttaşlar geceleri h uzur içinde uyuyabilsinler ve
sokaklarda k o rk u su zca gezeb ilsinler diye, yasaları, düzeni ve adaleti
korumak da d ev lete ait bir işlevdir -bundan yüzyıl önceki yönetim le­
rin. günüm üzdeki çoğu yönelim den ç o k daha iyi yaptıkları bir şeydir bu.

• D evlete düşen çok daha karm aşık ve çok d ah a tartışm alı bir iş­
lev vardır : G ünüm üzdeki deyim iyle "düzgün bir oyun alanı" sağla­
mak, D evlet o y u n alanında herkes için eşit ölçüde bağlayıcı olan ku­
rallar b elirleyebilir. B irleşik D evletlerdeki M enkul D eğerler ve Borsa

69
K o m is y o n u n u n e tk ili o lm a s ın ın n ed e n i ş u d u r : M e n k u l d eğ e rler pjyt
s a s ın d a , is te r s a tıc ı, is te r a lıc ı o lsu n d ü rü st k işilerin işlerin i yapm alar
m s a ğ la y a n v e d o la n d ır ıc ıla r ı s a f d ışı b ıra k a n (y a d a en azın d an «n|j.
rın iş in i b ir a z z o rla ş tır a n ) a ç ık k u ra lla rın b u lu n m a sı h erk esin çıkarım
o lm a k ta d ır.

B ir b a ş k a d e y iş le , d e y le tin , H e rb e rt S p e n c e r g ib i o n dokuzuncı
y ü z y ıl L ib e ra lle rin in te lk in e d ip iste d ik le rin d e n ç o k d a h a etk in ci olabj.
le c c ğ in i v e ö y le o lm a s ı g e re k tiğ in i b iliy o ru z . D ev le tin ro lü , on doku­
z u n c u y ü z y ıl M u h a fa z a k â rla rın ın g ö rü şle rin e ç o k d a h a y ak laşm ak z»
r u n d a d ır ; b u k iş ile r s ı r f g ü ç lü v e e tk ili b ir y ö n e tim isted ik leri için
d e v le te b a z ı s ın ır la r g e tiriy o rla rd ı.

• B iliy o r u z ki d e v le tin y a p tığ ı h e r ş e y s o n s u z a k a d a r sürm ek içiı


d e ğ ild ir . A m a d e v le tin y ü rü ttü ğ ü b ir e tk in lik te n v az g eç ilm esi zordu
v e b u h e r z a m a n ş id d e tli b ir d ire n ç le k a rşıla n ır. D ev le tin yaptığı ha
ş e y " tö re " h a lin e g e lir. O n u n için d e d e v le t e tk in lik le ri b aştan ili bam
g e ç ic i iş l e r o la ra k d ü z e n le n m e lid ir. Y e n i b ir p ro g ra m , y en i b ir kuruluj
s ın ırlı - v e o ld u k ç a k ısa - b ir s ü r e iç in y ü rü rlü k te k alm alı, o sü re içindi
b e k le n e n s o n u ç la r a ç ık ç a b e lirtilm e li; v a a t e d ile n so n u ç ları vermekle
b a ş a r ıs ız k a lm a s ı h a lin d e d e , o rta d a n k a ld ırıla c a ğ ı a ç ık lık la taahhüt
e d ilm e lid ir .

• D e v le te a it o lm a y a n k u ru lu şla rın d e v le tte n d ah a iy i y a da onul


k a d a r iy i o la ra k y a p a b ile c e k le ri ne v arsa, b u n la r h iç b ir zam an dcvlelÇt
y a p ılm a m a lıd ır . Ö n e m li o la n , y a p ıla c a k e tk in liğ in am acı k âr etmd
o la n y a d a k â rın e n a z ın d a n b ir ö lç ü sa y ıld ığ ı " tic a rî b ir iş" olarak dfr
z e n le n ip d ü z e n le n m e m e s i d e ğ ild ir. Ö n e m li o la n , d e v le t ta ra fın d a n )*
rü tiiln ıe m e s id ir . İz le n e b ile c e k b ir yol ö z e lle ştirm e d ir. B ir başka yd
ise , d e v le ti b ir iş y a p a r d u ru m d a n b ir ş e y le r te m in e d e r d u ru m a ge*"1
rn ek , işi d ış a rd a n b u lu n a c a k m ü te a h h itle re , d e v le tç e b elirlen e ce k sta*
d a r tla r a u y g u n o la ra k y a p tırm a k tır.

P a ra n ın S a tın A la m a d ık la rı

D e v le tin y a p a b ile c e k le r in in sın ırla rı o ld u ğ u n u an la m a k ne ka*^


ö n e m liy s e ^ d e v le t p a ra s ıy la s a tın a lın a b ile c e k le r in d e sın ırları o ld u |lt'
nu a n la m a k o k a d a r ö n e m lid ir. A s lın d a ö y le a la n la r v a rd ır ki, devM 1*

70
sunlar için parasını harcam ası işleri ancak kötüleştirebilir. Devletin
sarası, sözgelim i, toplum u değiştirebilir mi -ve nasıl değiştirebilir?

Şefkatli olm ak devletin yasal bir işlevidir; yoksulların ve czilenle-


in korunması d a öyle. Eski A hittcki peygam berler, devletin halkına
;obanlık etm esini telkin ediyorlardı. O rtaçağ kralları, taç giyme tören-
erinde "Y oksullar için baba ve anne” olacaklarına yem in ediyorlardı.
Tarihte en başarılı olm uş devlet program ları, yoksullara yardım etm e­
yi am açlayan p ro g ra m la rd ı: On dokuzuncu yüzyılda, eskiden yalnızca
(enginlerin sahip olabildiklerini yoksullara da veren "kam u hizmelle-
i" - kanalizasyon, tem iz su, toplu taşım , okullar, sağlık hizmetleri. Bu
lurcamalar ço k başarılı bir biçim de, yoksulların bile adam gibi bir ha­
yat sürmeyi um ut edebilecekleri bir çevre yarattı.

Yirminci yüzyılda yoksulların sosyal koşullarını değiştirm ek ama­


sıyla çok daha büyük m iktarlarda devlet parası harcadık. Elde edilen
»onuçlar ise, hem en hem en hiçbir fark gösterm eden hayal kırıcı ol-
nuşiur. Kimi alanlarda yoksulların içinde bulunduğu koşullar kötüleş-
niştir. İkinci D ünya Savaşı sonrası dönem ine ait devlet program lan
ırasında en kötü fiyaskolarla sonuçlananlardan ikisi, A m erika'ya öz-
şü. çok pahalı iki program dı : D üşük gelir grupları için yapılan konut-
ar ve sosyal yardım lar. B irleşik D evletlerde büyük paralar harcayarak
iüşük gelirliler için inşa edilen konutların pek çoğu terk edilmiş du-
"umdadır. Geri kalanlar ise, yerlerini aldıkları gecekondulardan beter
Jurum dadır: Suç ve korkunun kol gezdiği, am açlı olarak yakılıp yıkı­
lan. pis. sıçanların istilası altında olan yerlerdir bunlar. Kapsamları
ıcp genişletilerek ve sürekli artırılarak yapılan harcam alara rağmen
Birleşik D evletlerdeki "sosyal yardım kargaşası" hiç durmadan daha
kötüye gitm ektedir. A slında, güçlü kanıtlar göstererek, Amerika'daki
yoksullara, özellikle de yoksul siyahlara yapılan sosyal yardım miktar­
ları arttıkça, bu insanların daha yoksul, daha çaresiz, daha zararlı du­
ruma düştüklerini söylem ek m üm kündür- ve bu söylenm iştir de. Am e­
rika'daki sosyal yardım harcam aları bağım lılığı teşvik etmektedir. Güç
kazandırmak yerine felce uğratm aktadır.

Bu b aşan sızlıklara göz kam aştırıcı b ir karşıtlık oluşturan şey de.


>on kırk yılın belki en başarılı devlet program ıdır : İngiltere'deki dü-
îük gelirliler için yapılan, kam uya ait, yani İngiliz yerel yönetimlerine

71
ait konutlar için B aşbakan M argaret T h atch er tarafından uygulanan,
özelleştirm e program ı. O turdukları daireleri satın alm ak, kiracıları cv
sahipleri haline getirdi. G ecekondu tipi kaba sab a bu d aireler hem ruh.
hem fizik görünüm olarak neredeyse bir g ecede değişiverdi, Bunlar
hiçbir zam an göz zevkim izi okşam ayacaklardır. A m a saygı uyandıran,
iyi bakım lı ve güvenli yerler haline geldiler; bir topluluk niteliği ka­
zandılar.

Sosyal değişim i devlet harcam aları yoluyla sağlam a düşüncesini


terk mi etm eliyiz? İhtiyaçların ne kadar büyük olduğunu göz önüne
alırsak, çoğum uz bunu yapm ayı istem eyiz. A m a başarısız olan ve bel­
ki de yarardan çok zarar getiren program lar d ah a ne kadar sürdürüle­
cektir?

Vergilerle Y apılam ayanlar

D evletin sosyal koşulları değiştirm ek üzere yaptığı ve daha da a?,


başarılı olan öbür girişim e ise artık bilmek süre tanınm am alıdır : Gelir
dağılım ını vergi sistem i yoluyla değiştirm e girişim ine.

A m erikalı hukuk bilgini ve yargıç O liv e r W endell H olm es’ün şu


sözleri çoğu kim senin h alın nd ad ır : "V ergilendirm e gücü, yok etine
gücüdür." O ysa H olınes'ün yaptığı, hep bilinen b ir şeyi özlü bir biçim­
de dile getirm ekten ibaretti. M üsadereye dayalı ve cezaî niteliği olan
vergilerin çok uzun bir geçm işi vardır. Y eni ve H olm es'ün döneminin
bir ürünü olan şey ise, vergilerin ödüllendirm ek için kullanılabileceği
düşüncesiydi. V ergiler ge.lir dağılım ım , özellikle zenginden alıp yok­
sula vererek, yeniden düzenlem ek ve sosyal ad alet ile ekonom ik eşitli­
ği geliştirm ek üzere kullanılabilecekti.

Bu ilk kez, 1900'lü yılların başlarında A lm anya'daki "Akademik


Sosyalistler” tarafından önerildi. K apitalist söm ürüye ve M arksist sınıf
savaşına eşit ölçüde karşı olan -çoğu iktisat tarihçisi- bu adam lar, geli­
rin vergi sistem i yoluyla yeniden dağılım ını "üçüncü yol" diye savun­
dular. Bunu, daha sonraları, Birinci D ünya S avaşından önceki dönem ­
de, bütçelerini hazırlarken devlet politikası haline dönüştüren, İngiliz
politikacı D avid L loyd G eorge oldu. 1918’den so n ra ise her yerde dev­
let politikası haline geldi. A m a tam Lloyd G eörge'uıı ilk bütçesini sun­

72
duğu sıralarda iktisat m atem atikçisi V ilfredo P arelo da. P aırelo Y asası
diye bilinen görüşlerini form üle ediyordu. G elir dağılım ı k o n u s u n u bir
öm ür boyu inceleyen Pareto, devletin gelir dağılım ını etkilii b ir biçim ­
de değiştirem eyeceği sonucuna varm ıştı. Y aygın yerel a d e tle r ve d e­
ğerler yüzünden m arjinal değişiklikler olsa da, g elir dağılım lını ek o n o ­
minin verim liliği belirler. Ekonom ideki v erim lilik ne kaıdar düşü k
olursa, gelirlerdeki eşitsizlik de o kadar büyük olur. V erim ililik ne ka­
dar yüksekse, eşitsizlik o kadar azdır.

E dindiğim iz deneyim ler hep Pareto Y asasını haklı ça k arm ış ve


Lloyd G eorge’un başlattığı politikanın etkisiz olduğunu gjöstcrm iştir.
Kuşkusuz, vergiler gelir ve zenginlikte değişiklik yaratalbilir. L loyd
Gcorge'un veraset vergisi, 1900 İngilteresindc en zenginlenin, yani bü­
yük toprak sahiplerinin varlığını büyük o randa e lle rin d e n alm ıştır.
Ama bu yasa zenginliği çok zengin bir başka g ruba k a y d ırm a k ta n öte
bir şey yapm am ıştır -m aliyecilere, sanayicilere, işa d am ların a. B ugün
İngiltere gelirler ve zenginlik açısından 1900'e göre eşitsi zliğin d ah a
az olduğu bir ülke ise, bu, İngiltere'nin çok daha üretken o lm a sın d a n ­
dır. İngiltere verim lilik açısından bugün gene de Batı A lm aınya'ya göre
bir hayli gerideyse, gelir dağılım ındaki eşitlik de Almanya'<dakine göre
bir hayli geridedir- İngiliz vergi sistem i gelirin yeniden dağılım ına
çok daha fazla ağırlık verdiği halde. Sovyet R usya'daki eşiıtsizlik. bel­
ki de M eksika'daki kadar büyüktür- yani, çok büyüktür. T a b iî S ovyet-
ler Birliğinde resm en eşitçilik vardır. A m a artık herkesin, (özellikle de
Rusların bildiği gibi, nom enclatura'âa "patronlar" denen ikü m ilyon k i­
şinin -toplam nüfusun yüzde biri- her türlü ayrıcalığı v a rd ır : Ö zel m a­
ğazalar, özel okullar, özel hastaneler, özel konutlar, tatil içiin özel say ­
fiye evleri, kendilerine ayrılm ış taşıtlar, v.b. Bu, onlara ç o k zenginlere
özgü bir yaşam düzeyi ve reel gelir sağlam aktadır. M e k sik a'd a d a çok
zenginler nüfusun yaklaşık yüzde birini oluşturur. Bugüm S ovyetlcr
Birliği ve M eksika -sanayi ve tarım da- kabaca aynı v erim lilik d ü zey i­
ne sahiptirler. V e vergi oranlarıyla vergi yapısındaki çok büiyük farklı­
lıklara rağm en, bütün gelişm iş ülkelerdeki gelir d ağ ılım ın ın neden
dikkat çekici bir benzerlik gösterdiği ancak P arelo Y asası ile açık lan a­
bilir.

A slında tek bir devlet politikası, gelirler ve zen ginlikteki dağılım ı

73
değiştirebilecek nitelikle görünm ektedir : Enflasyon. E nflasyon orta
sınıfın varlığını elinden alır. A m a bunu, verim liliği büyük ölçüde yok
ederek yapar.

G elir dağılım ının vergi sistem i yoluyla yeniden ayarlanm ası, hâlâ
yaygın bir biçim de -politikacılar tarafından olduğu kadar, seçmenlerce
de- en etkili sosyal politika aracı sayılm aktadır. A m a belki de eski ku­
rala geri dönm e zam anı gelm iştir : V ergilerin am acı, gelir yaratm ak vc
bunu sosyal ve ekonom ik alanda en az yan etkiyle gerçekleştirm ektir.

Maliye Devletinin Sınırları

Birinci D ünya Savaşının son aylarında, dönem in büyük iktisatçısı


Joseph S chum peter kısa bir denem e yayım ladı : D er Steuerstaat (The
Fiscal State). D enem esinde savaşın getirdiği deneyim üzerinde likir
yürüten Schum peter, devlet m âliyesinde ve devlet politikasında yeni
bir çağın başlayacağı tahm ininde bulunuyordu. Birinci D ünya Savaşı
öncesinde m utlak yönetim ler olm adığına işaret ediyordu. O zamanlar
hiçbir yönetim ister vergiler, ister borçlanm a yoluyla olsun, bir ülke­
deki ulusal gelirin çok küçük bir yüzdesi üzerinde -bu, belki yüzde
5'ti- para toplayam ıyordu. O ysa Birinci D ünya Savaşı sırasında, savaş
halinde olan her ülke, yıllar boyu, çok daha büyük m iktarlar elde elli.-
A vusturya ve R usya gibi, savaş durum undaki ülkelerin en yoksulları,
ülke zenginliğinin öylesine büyük bir bölüm ünü savaş tahvillerine dö­
nüştürm üşlerdi ki, birkaç yıl içinde topladıkları para ülkenin toplam
gelirini aşm ıştı. Schum peter'in tahm inine göre, bu, enflasyonist baskı­
ların devam lı hale geleceği yeni ve farklı bir ekonom i yaratacaktı. Si­
yasî sistem i de zayıflatacaktı. G elirler tarih boyunca sınırlı kalm ış ol­
duğundan, politika oluşturan kim seler her zam an seçim yapmak
zorundaydılar. H ayır dem ek zorundaydılar. Sınırların ortadan kalkma­
sıyla, bu kim seler talepler karşısında, özellikle de ihtiyaçlar y a da vic­
dan adına yapılan talepler karşısında, bunlara direnem ez durum a düşe­
ceklerdi. Böylece devletin gelir toplam a yeteneği, giderek daha büyük
oranda, gelir akışını, yanlış bir yönlendirm eyle, verim li harcamalardan
-sözgelim i zenginlik yaratacak im kanlar ve teknolojiden- saptırıp, ge­
lir dağılım ını yeniden ayarlam a am acı güden verim siz kam u harcam a­
larına çevirecekti.

74
Artık S chum peter'in hakin olduğunu biliyoruz. S chunnpcicr'in söy­
lediğinin tersine, sınırların M lâ var olduğunu d a biliy/oruz. Bunlar
yüzyıl önceki sınırlardan d a h a az kısıtlayıcı olabilirler. Aım a g erçektir­
ler. P evletin fiilen toplayabileceği gelirin sınırları varrdır. D evletin
ekonomiye ciddî b ir zarar vcırnıedcn ya da toplum daki bıirlik ve bera­
berliği zayıflatm adan toplayabileceği gelirin sınırları dajha da dardır.
Schumpcter'den yirm i yıl somra buna ilk işaret eden A viusturyalı ikti­
satçı Colin Clark oldu. C la r k . İkinci D ünya Savaşının heimen öncesin­
de, devletin karşı konulm ası m üm kün .olmayan en fiasyoinkı baskılara
yol açm adan, gayri safî m illî u«»ııcumı ya da gayrî safi Ikişisel gelirin
vaklaşiK dörtte birinden fazlarını alam ayacağını sö y lü y o rd u , Y üzde 25
gerçeklen de hir eşik o lu ştu ru r mu. bilm iyor»»- görünen oducJcj, eşik
yüzde 4 0 'a daha yakın olabıilır. A m a böyle bir sın ır vardlır. Bu sınırın
üzerine çıkıldı m ı, devlet gelirindeki artış artık ekononniyi kam çıla­
maz. Y a ekonom iyi zayıflatıp günüm üzde "slagilasyon" diye nitelen­
dirilen durum u yaratır, y a daı tırm anan enflasyonist b a s k ıla r oluşturur.
Ve Japonya dışındaki bütün gelişm iş ülkelerde ö yle bir sın ıra u laşıl­
mıştır ki, bunun ötesine geçildi mi, devlet harcam aları b ir tehdit ve
dert kaynağı haline gelirler. D evletin ülke gelirinden a.ldığı payı bu
eşiğin üzerine çıkarm ak, gelirlerde bir artışa bile yol açnnaz. G elir fii­
len düşebilir.

Vergilere K arşı Sessiz Ayaklanma

M aliye devleti üzerinde belki daha ciddî nitelikli olan bir başka sı­
nırlama daha vardır. D evletin elde elliği gelir, özellikle d e vergiler y o ­
luyla toplandığı zam an, gayri safi m illi hasılanın ya d a gayri safi kişi­
sel gelirin belli b ir yüzdesini aştı m ı -bu rakam ın yak laşık yüzde 35 ya
da 40 dolayında olduğu görülm ektedir- vergilere karşı se ssiz am a hay­
li etkili bir "ayaklanm a" başlam aktadır. İnsanlar çalışm aktan v azg e­
çerler; elde edilen ek gelir vergi yoluyla geri alınıyorsa, işjn en anlam ı
kalır ki? D aha da kötüsü, insanlar vergi kaçırm aya başlarlar. V ergi ge­
lirinin gayri safı kişisel gelirin yüzde 40'ına ulaştığı ya da bu yüzdeyi
aştığı bütün ülkelerde bir "gri ekonom i" gelişir. A m erika Birleşik
Devletlerinde 1960’tan önce vergi kaçırm a diye bir şey hem en hiç
yoktu. Birleşik D evletlerdeki gri ekonom inin bugün ne kadar büyü­
müş olduğunu bilm iyoruz -bu konuda tabiî ki rakam verilem em ekte­
dir- am a tahm inler resm î ekonom inin yüzde 15'i gibi yüksek bir orana

75
ulaşm aktadır. Bu, İsveç gibi ülkelerde yüzde 30'a daha yakındır. Ko­
m ünist Çin'de, devletin kendi iktisatçıları tarafından toplam miktarın
üçte biri ya da y an sı kadar tahm in edilm ektedir. İtalya'da ise, herkesin
bildiği gibi, gerçek anlam da dinam ik olan ekonom i "gri ekonom i"dir-
durum öyle bir noktaya varm ıştır ki, son yirm i yıllık dönem in büyük
bir bölüm ünde K uzey İtalya'da işçi açığı görülürken, resm î istatistik­
ler işsizliğin yüzde 20'yc ulaştığını gösterm ektedir. A ynı şey İspan-
ya'da da olm aktadır. R esm î işsizlik oranı yüzde 20'nin epey üzerinde­
dir. O ysa tüketici harcam alanyla ilgili rakam lar, gerçek işsizliğin
yüzde 10'un bile altında olduğuna işaret etm ektedir.

Vergi oranlan yüksek kaldıkça, gri ekonom iyi ortadan kaldırma,


hatta küçültm e girişim leri bile etkisiz kalır. A slında herkes gri ekono­
miyi yüksek sesle kınarken, çoğu kişi bu tür ekonom iye katılmakla
kalm am akta, bunu m oral yönden haklı ve hatta "zekice" bir şey olarak
görm ektedirler. S chum peter yetm iş yıl önce enflasyonun ö zgür toplu­
mu tahrip edeceği u y ansında bulunuyordu (bu uyarıyı yirm i beş yıl
sonra 1942'de yayım lanan Kapitalizm , Sosyalizm ve D em okrasi kita­
bında da tekrarlam ıştır). Birinci D ünya Savaşı sonrasında A vrupa’da
özellikle de A lm anya'da görülen enflasyon, Schum peter'in uyarısını
fazlasıyla doğru çıkardı. A m a gri ekonom inin vergilere karşı sessiz
ayaklanışı da, çürüm eye yol açan bir zehirdir, ancak ağır işler.

O halde, devletin sınır tanım adığı bir dönem in sonuna mı geldik -


yaptığı işler, ya da toplum u değiştirm e yeteneği veya gelirleri açısın­
dan sınır tanım adığı bir dönem in? Bu konuda bazı ilk belirliler vardır.
En azından politikacılar arlık kim senin onların verdikleri sözlere inan­
m adığını bilm ektedirler. Böylece Schum peter'in deyim ini değiştirerek
söylersek, "h a rcam a^ ap an devletlin sonuna yaklaşıyor olabiliriz.

D evletin, ister vergiler, ister borç alm a yoluyla olsun, para topla­
ma yeteneğinin sınırları olduğunu yeniden kabul edecek m iyiz? Bütçe
yaparken ve politikalar oluştururken arzu edilir harcam alar yerine, işe
eldeki kaynaklarla başlam ayı yeniden öğrenecek m iyiz? H ayır demeyi
yeniden öğrenecek m iyiz? K arar oluşturm ak riskli b ir iştir; aslında
kim senin hoşuna da gitm ez. A m a belki de karar oluşturm anın politi­
kacılara düşen bir iş olduğunu kabul etm eye lıazırızdır artık.

76
7

YENİ Ç O Ğ U L C U L U K
BİÇİİMLERİ

Kom ünist olm ayan gelişm iş ülkelerde hem loptum , he*m sivil d ü ­
zen, çoğulcu hale gelm iş; bu durum her ikisinde dc yeni \ Ve önced en
görülmemiş bir biçim de ve her ikisinde de farklı biçim lerde^ g erç ek le ş­
miştir. K uram lar hâlâ tek bir örgütlü güç m erkezi o ld u ğ u m u v arsay ­
maktadır -devlet. A m a bugün gelişm iş ülkelerde hem topIuJm , hem si­
vil düzen içinde devletin dışında olan ve ondan ayrı peek ç o k güç
merkezi vardır. T oplum daki yeni çoğulculuk işlev ve p e r f o rm a n s ü ze­
rinde odaklaşm aktadır. Tck-am açlı, her biri tek bir sosyal g ö r e v le ilg i­
li farklı kuruluşların çoğulculuğudur bu . T oplum daki bu \ycni ço ğ u l­
culuk tüm üyle apolitiktir. Sivil düzen içindeki çoğulculuk, ise, bunun
tersine, güç üzerinde odaklaşır. B unların h er biri, sayısal ağgırlık ve ik­
na yoluyla elde edem ediğini güç yoluyla elde etm eye çalışım H epsi de
özellikle politiktir.

Hem toplum daki hem sivil düzen içindeki yeni çoğulciuluk, siy asî
süreci ve siyasî liderleri bir hayli zorlayacak özellikler g ö ste rm ek le d ir.
Biri apolitik olduğu, öbürü dc başka h er şeyi dışlayacak ö lç ü d e politik
olduğu için.

Çoğulcu Toplum

Bundan yüz elli yıl önce ister çocukların yetiştirilm esi ve eğilim i,
ister hastaların ve yaşlıların bakım ı olsun, sosyal görevler tya hiç y eri­
ne getirilm iyordu, ya da esas olarak aile içinde gerçek leştiriliy o rd u .
G ünümüzde ise, sosyal görevler giderek daha büyük ölçüjde örgütlü
kuruluşlar tarafından ve bu kuruluşlar yoluyla yerine gctirifim ektedir -

77
licarî teşebbüsler, işçi sendikaları, hastaneler ve sağ lık hizm etleri, ço­
cuk bakım m erkezleri, okullar, üniversiteler, v.b.

Y etm iş beş yıl önce A m erikalı bebeklerin hem en hepsi evde dün­
y ay a geliyordu; hastanedeki doğum koğuşu, çok y o k su llar y a da çok
h astalar için vardı. Ş im di ise A m erikalı bebeklerin nered ey se tamamı
hastanede dü n y ay a gelm ektedir. Y etm iş beş yıl önce A m erika'daki
üretim in d örtte üçü aile çiftlik lerin d e ya d a beş işçiden d ah a azını ça­
lıştıran işletm elerde gerçekleşiyordu. Şim di ise dörtte üçü en az yirmi
beş kişinin çalıştığı ticarî kuruluşlarda elde ed ilm ektedir. V e y.ctıniş
beş yıl öncesinde A m erikalı çocukların çoğunluğu tek y a d a iki ders­
likli okullara giderken, bugün çoğunluk çeşitli m ahallelerin çocukları­
nı bir araya getiren ve araların d a öğrenci sayısının beş ya d a altı bine
ulaştığı okullara devam etm ekledirler.

Bu kuruluşların hepsi de kendisini tek bir g ö rev le b ağ lam ıştır : Ti­


ca rî işletm elerde olduğu gibi ekonom ik değeri olan m al ve hizm etler
üretm ek; sen dikalarda olduğu gibi yönetim in teşebbüs içindeki gücü­
nü dizginlem ek; hastaları iyileştirm ek; bilgi y aratıp yaym ak. Bunlar
tek-am açlı kuruluşlardır. Bu kuruluşların hiçbiri bir "idare", y a da "si­
yasî" nitelikte bir kuruluş değildir (A vrupa'daki geleneksel sendikalar
dışında). G ene de hepsi idare eden bîr organa, bir "yö n etim "e sahip o l­
m ak zorundadır. Sonuç üretebilm ek için hepsinin de oldukça geniş bîr
özerkliğe sahip olm ası gerekir. B ir kuruluşun yasal olarak bağım sız
oluşu (A .B .D .'deki özel üniversiteler ya da devlete ait olm ayan, kâr
am acı gütm eyen özel hastaneler), bir başkasının ise yasal olarak dev ­
lete ait ve b ir bakanlığın denetim i altında oluşu (A vrupa'daki üniver­
siteler ve hastaneler), pek bir şey fark ettirm ez. V e R usların bile öğ­
renm iş oldukları gibi, bir ticarî kuruluş, ister özel kişilere, ister devlete
ait olsun, eğ er özerk bir kuruluş, her şeyden önem lisi de b ir tica rî k u ­
ruluş olarak işletilirse-yetersiz bir biçim de de o lsa-b ir perform ans
gösterebilir. 1920’li ve 1930'lu yılların lotaliterciliği-R usya'da. İtal­
ya'da ve A lm anya'da-toplum un tüm ünü, tüm sosyal kuruluşları, tüm
sosyal işlevleri kendi içine alıp, bunları buyruğu altında tutm a y oluy­
la, m erkezî yönetim in iktidar tekelini sürdürm ek için yapılm ış son g i­
rişim ler diye görülebilir. A ncak totalitercilik sağda olsun, solda olsun

78
b aşarısızlığa uğradı-hem de y aln ızca y aşay a b ilir bir to p lu m \y a ra lm a k
açısından değil. T otalitercilik, yeni k uruluşların özerk liğ in i \y o k etm e
girişiminde kötü bir başarısızlığa uğram ıştır. T o lalitc rc ile rin t tek y a p a ­
bildikleri, bu kuruluşları czm ek ıir-M ao Ç ininin "K ültür D e w rim i" s ı­
rasında pek başarılı bir biçim de yaptığı gibi. N e R uslar, ne N laz ile r, ne
Faşistler, ne M ao Ç ini onları işletm e başarısını gösterem edi. B irtak ım
sonuçlar alabilm ek için bu kurulu şlara yeniden önem li ölçüdee ö zerk lik
vermeleri gerekiyordu.

H er çoğulcu kuruluş belirli, sınırlı bir işlev yapar. İlgi odacığının d ar


oluşu, onun en büyük gücüdür. B ir kuruluş ne zam an özel ilgti alanının
ötesine geçm eye çalışsa, etkili o lm a yeteneğini hem en kayboedcr. B u­
nun en iyi örneği A m erikan okullarıdır. A m erikan o k u llarım ı ırk ay-
nm cılığını ortadan kaldırm a çabalarının m otoru h aline getiirm ek , ne
kadar gerekli hatta arzu edilir h ir şey sayılm ış olursa olsun, ok u lların
ilk görevlerini yerine getirm e yeteneklerini zayıflatm ıştır: İsster siyah,
ister beyaz olsunlar, çocukları eğitm ek.

Yeni kuruluşlar güç öğesine dayanm azlar. İşleve dayanıırlar. A n ­


cak politik olm asa-hatta apolitik olsa-da h er kuruluş insanlarr ü zerinde
oldukça geniş yetkilere sahip olm ak zorundadır-ücret vererelk çalıştır­
ma, bir işe yerleştirm e, nakletm e, birinin işine son verm e ytetkisi; in­
sanlara görevler verm e yetkisi; gösterilm esi gereken pcrform ıans stan­
dartlarını koym a ve disiplin sağlam a yetkisi; çalışının saatleri
konusunda yetki. Bu kuruluşlar, gelişm iş ülkelerdeki bireyce, giderek
daha çok, geçim , m eslek ve katkıda bulunm ak, başarılı olm alk, üretken
olmak için fırsat sağlam aktadırlar. Y üz ya da yüz elli yıl «öncesinde
Çoğu kim se hâlâ çiftliklerde yaşıyor, kendi aileleri dışında Ikim scden
yardım alm adan bir iki dönüm lük toğrağı işliyordu. O zam am lar çoğu
sanatkâr kendi kendisi için, ya d a parayla tuttuğu bir iki adannla ça lışı­
yordu: hem en bütün m eslek sahipleri de böyleydi. İstihdam ıcdilen ki­
şiler bir "bey” ya da "hanım " için çalışırlardı. A skerlerin, diın g ö rev li­
lerinin ve öğretm enlerin dışında -bunlar yüz yıl önce «çok ufak
gruplardı- hem en hiç kim se bir "kuruluş" için çalışm azdı. P?ek azının
hir "patron"u vaıdı. Y üz yıl önce, tek başına en geniş çalışanllar grubu,
en fazla sanayileşm iş ülkelerde bile evlerdeki hizm etkârlardı.. 1910 y ı­
lında İngiltere'deki işgücünün üçte birinden fazlasını hâlâ h iz m etk ârlar

79
oluşturm aktaydı; B irleşik D evletlerde bile durum bundan geri kalını-
yordu. H izm etkârların çoğu, bir y a da en çok iki kişi çalıştıran "bey1
ve "hanmV'ın ekonom ik açıdan hizm etçi kız ya da aşçıdan pek üstiin
olm adıkları orta sın ıf ya da işçi sınıfına m ensup ailelerde kişilerin ası­
ları olarak çalışm aktaydılar.

M arx yüz yirm i yıl önce görüşlerini kalem e aldığı zam an "prole­
ter" de bir kuruluş yerine bir "bey" için çalışıyordu. Y üzyıl öncesinin
oluşum halindeki sanayi toplum unu en iyi betim leyen tabloyu büyük
A m erikan rom ancısı H enry Jam es'in M arx'in ölüm ünden üç yıl soma
1886'da yazdığı The P rincess C asaınassim a'da bulabiliriz. Roman,
önem li bir "em peryalist" şahsiyeti öldürerek D evrim e yol açm ak üzere
el altından çaba harcayan bir anarşistten söz etm ektedir. Kitabın "sö­
m ürülen proleterler"i -sırasıyla kahram an ve kahram anca davranm a­
yan baş kişi- usla birer sanatkârdır ve biri sekiz kişi çalıştıran bir cilı-
çinin yanında, öteki ise işçi sayısı on ikinin altında olan ilaç imalatçısı
bir eczacının yanında çalışm aktadır. Bu kapitalist işverenler ücretleri
açısından "söm ürülen p ro le te rle rd e n pek iyi durum da d a değildirler.

Buna karşı, bugün gelişm iş ülkelerdeki bütün insanların büyük bir


çoğunluğu, bir kuruluş bünyesinde ve bu kuruluş için çalışmaktadır.
Y üzyıl öncesinin en geniş çalışanlar kategorisini oluşturan hizm etkâr­
lar gelişm iş ülkelerde neredeyse ortadan kalkm ışlardır. Bugünkü üre­
tim kom ünist olm ayan her gelişm iş ülkede yüzyıl öncesinin üretimini
kat kat aşm ıştır am a hiçbir gelişm iş ülkede nüfusun yüzde 3-5'indeıı
fazlası geçim ini lam gün çiftçilik yaparak kazanm am aktadır. Nüfusun
ağırlık m erkezini arlık "görevliler" oluşturm akladır, "işçiler" değil'-
hatta H enry Jam es'in rom anındaki "proleıer"in m irasçısı olan imalat
işçisi de, tarihin karanlıklarına göm ülm üş olan ev hizm etkârları ve
çiftçilere katılm a yolundadır. İm alat işçileri sayısal açıdan Komünist
olm ayan gelişm iş ülkelerdeki işgücünün altıda birini oluşturacak ka­
dar küçülm üşlerdir ve bu yüzyılın sonuna gelindiğinde toplam işgücü­
nün onda birine ya da bundan daha da az bir orana ineceklerdir. Yem
işgücünü m eydana getirenler "m avi önlüklü"lerden çok "bilgi işçileri"
olm akla birlikle, hep "gürevli"dirler- birinin emri altında değil, bir ku­
ruluşta. G elişm iş ülkelerin hepsinde, giderek artan bir oranda, görev lı

80
durumda olanlar en çok eğitini görm üş, en fazla para alan kim selerdir.
Aslında gelişm iş ülkelerde yüksek öğrenim görm üş her on kişiden do­
kuzu, çalışm a hayatlarının tüm ünü bir kuruluşta görevli olarak geçir­
meyi bekleyebilir.

Bu Ne Zam an Başladı?

Bu yeni çoğulculuk, daha yüzyıl öncesinde tasavvur edilebilecek­


lerin neredeyse tam tersi olan bir şeydir. On dördüncü yüzyıldan baş­
layarak on dokuzuncu yüzyıl boyunca süren beş yüzyıllık dönem de,
siyasî eylem ve siyasî düşüncenin ana hedefi, toplum içindeki özerk
kuruluşları ortadan kaldırm ak ve gücü m erkezî yönetim in elinde topla­
maktı. A ralarında ne gibi düşünce farklılıkları olursa olsun, hüküm ­
darlar ve y ö netim ler beş yüz yıl boyunca hep bu am açla birleştiler; si­
yasî düşünürler de öyle. "Egem enlik"in -on altıncı yüzyıla ait bir
terimdir bu- anlam ı böyleydi. Bu süreç, kaleleri barut karşısında etki­
siz kalan feodal lordların ve bağım sız şövalyelerin adım adım dize ge­
tirilmesiyle başladı. Fransız D evrim i boyunca ve sonrasında tüm ayrı­
calıkların ortadan kaldırılm asıyla da so n a erdi : K ilisenin,
üniversitelerin, loncaların ve geriye kalan serbest kentlerin sahip ol­
dukları ayrıcalıklar. 1850'ye gelindiğinde, ayrıcalıklardan geriye ka­
lanlar, güç ve anlam dan yoksun törensel nitelikli şeylerdi -güçten yok­
sun m akam ını devralm ası dolayısıyla yapılan törene göz kam aştırıcı
cam bir araba içinde giden L ondra Belediye B aşkanı gibi. On doku­
zuncu yüzyılın ortasına gelindiğinde, gerçek güç isler Batıdaki gibi sı­
nırlı, ister Ç arlık R usyasındaki gibi sözde "sınırsız" olsun, devletin
elindeydi. Bu gelişm eye uygun bir kuram getiren tngiliz hukuk uzm a­
nı John A ustin, hukukun ister yasam a ister m ahkem eler yoluyla olsun,
yalnızca devletin m erkezî otoritesinden doğan bir şey olduğunu ileri
sürüyordu. N e "tabiî hukuk" vardır ne de "ö rf ve adet hukuku." Y üzyı­
lın en etkili hukuk düşünürü -ve gene bir İngiliz olan- S ir H enry M ai­
ne de, ölüm ünden birkaç yıl sonra A ustin’e katılarak 1861’de "huku­
kun geçirdiği tarihî gelişim in" "statüden sözleşm eye doğru" b ir gidiş
olduğunu ilan etm iş ve bu görüşüyle herkesten alkış alm ıştı. M aine'e
göre, m odern toplum da yalnızca bireyler vardır. O rta V ikıorya dönem i

81
toplum unda hiç kim senin söylediği bir söz, M aine'in bu özdeyişi ka­
dar yaygın b ir b içim de tekrarlan m am ışım

A m a "egem enlik"in böylece üstünlük sağ lam asıy la tam aynı sıra­
larda gerçeklen de yeni olan bir güç m erkezi d oğdu, m od em ticarî te­
şebbüs -B irleşik D evletlerdeki geniş d em iry o lları ve A lm an y a’daki
sözde üniversal banka. T icarî kuruluşlar, şu y a d a bu şekilde, yüzyıl­
lardır vardı. A m a on dokuzuncu yüzyılın so n ların d a o rtay a çıkan yeni
ticarî kuruluşlar d ah a öncekilerin hepsinden farklıydı- onlardan çok da
büyüktüler. C h arles D ickens'in en popüler iki rom an ın d a -Nicholas
N ickleh y (1838-39) ile D onıbey ve O ğ lu n d a (1 846-48)- ticarî kuruluş­
lar öykünün m erk ezin d e y er alm aktadır. A m a D om bey ve Oğlunun
utanç verici bir sona ulaşan büyük bankaları, banka sahibi, (öykünün
kötü adam ı olan) genel m üdür ve iki m em urdan ibaretti. Nicholas
N ickleb y'de ise iki ticarî kuruluş vardır. Biri yan ın d a alkolik b ir m e­
m ur çalıştıran h abis ruhlu bir tefecidir. Diğeri de B allık bölgesinde ti­
caretle uğraşan tanınm ış tüccarlar C heeryble K ardeşler'in neredeyse
azizlere özgü iyilik sergileyen firm alarıdır ve işin sahipleri olan iki
kardeşle, yanlarında çalıştırdıkları dürüst bir m em urdan oluşm aktadır.
D ickens'in F ransa'daki çağdaşı H onorc de B alzac ile A lm anya'daki
çağdaşı G ustov F reytag'ın öykülerinde de ticarî kuruluşlar farklı bir
biçim de anlatılm ıyordu. Şu halde yeni ticarî k u ru lu şlar ço k büyük, bir
şok yaratm ışlardı; ve bu şok uzun süre devam etti.

Y irm inci yüzyılın ilk yarısında A m erika'nın işçi sorunları alanında


önde gelen iktisatçısı John R. C om m ons, L egal F oundations o f Capi-
talisnı'de (1924) m odern ticarî kuruluşları Y üce M ahkem e Y argıçları­
nın kurduğu bir "fesat tertibi"nin sonucu olarak açıklayabilm işti an ­
cak. A m a m odern ticarî kuruluşlar, yasal sistem leri nasıl olursa olsun.
Y üce M ahkem esi bulunm ayan ülkelerde de, elbette, aynı oranda g eliş­
tiler : A lm anya, B üyük B ritanya, Fransa, Japonya ve Rusya'da. S aç­
m alığı bu kadar o rtada olm asına rağm en, C om m ons'un kitabı çok b ü ­
yük bir saygı gördü ve çok popüler oldu. M odem şirketi sosyal bir
kurum olarak alıp bu konuda yazılar yazan -ve kendisi de en eski bü­
yük uluslararası şirketlerden birinin. General E lectric Com pany'nin
(A EG ) başı olan- ilk B atılı. A lm an W althcr R athenau da, bu yeni olgu
karşısında aynı şekilde rahatsızlık duyuyordu. Japonya'da Rathena-

82
u'nunkine b en zer bir konum u olan d ev lel adam ı, Japonya'nın ilk ban­
kacısı, en eski ticaret okullarından biri olan şim d ik i H itsosubashi Ü ni­
versitesinin kurucusu S hibusaw a E iichi de öyle.

İlk yeni güç m erkezinin ticarî şirk etler o lm ası, birisi "yönetim "
sözcüğünü kullandığı zam an bunu neden hâlâ "iş yönetim i" olarak an­
ladığımızı d a açıklam aktadır. Bu durum , neredeyse y ü z y ıld ır tartış­
manın neden ticarî teşebbüs ve devlet, ticarî teşebbüs ve işçiler, ticarî
teşebbüs ve toplum ilişkisi üzerinde odaklaştığını d a açıklam akladır.
Esas itibariyle neden "m odem kuruluşların sosyal sorum lulukla-
rî'ndan çok "ticarî kuruluşların sosyal so ru m lu lu k larf'n d an söz ettiğ i­
mizi açıklam aktadır.

Y eni çoğ u lcu kuruluşlardan İkincisinin fiilî gelişim i ticarî kuruluş­


lardan ancak birkaç yıl sonra oldu : Y eni d ev let daireleri. B unlar 1875
ya da 1800 d olaylarında hem güçleri, hem boyutları açısından büyü­
meye başladılar. G ünüm üzün birleşik ticarî devleri -C itibank. IBM ,
Siemens, Sony- ile D ickens'in rom anında geçen C heeryble K ardeşler
arasındaki benzerlik ne kadar azsa, yeni devlet daireleri ile öncekiler
arasındaki benzerlik de o kadar azdı. G eleneksel devlet dairelerinin
neye benzediği, A nthony T roloppe'un en başarılı rom anlarından biri
olan O rley Farnı'da (1862) çok canlı bir biçim de anlatılm aktadır. R o­
mandaki önem li bir bölüm İçişleri B akanlığında geçer -burası, o za­
manlar İngiltere'nin en güçlü bakanlığıydı. İçişleri B akanlığında altı
kişi çalışıyordu- parlam ento üyesi ve politikacı olan bakan; d aim î sek­
reter ve dört m em ur. Çarlık Rusyası daha o zam anlar "şişirilm iş bü­
ro k ra sisiy le ünlü olduğu halde, L eo T olstoy'un (1875-77 tarihli) A n ­
na K arenina'sm daki güçlü bürokrat ve talihsiz koca K arcnin'in
başında olduğu bakanlık da bundan daha büyük değildir. Y eni devlet
dairelerinin kurulm asından bu yana, yeni çoğulcu kuruluşlar birbiri ar­
dınca ortaya çıkm ış ve işlevleri, boyutları, önem leri ve güçleri açısın­
dan b ü y ü m ü şle rd ir: İşçi sendikaları; (İkinci D ünya Savaşından sonra
patlayış halinde artan) okullar ve üniversiteler; bir bütün olarak sağlık
hizm etleri; refah devletinin m uazzam boyutlardaki m ekanizm ası;
"üçüncü sektör", yani A m erika'nın kâr am acı gülm eyen kuruluşları; ve
daha niceleri.

83
Ç oğulculuk yeni bir şey değildir. A slına bakarsanız, tarih boyunca
pek çok toplum çoğulcu nitelikliydi. A m a daha önceki çoğulculuk bi­
çim leriyle, şim diki arasında çok önem li bir fark vardır. D aha önceki
bütün çoğulculuk biçim leri giice dayanıyordu. Şim diki ise işleve daya­
lıdır. G eleneksel Batı çoğulculuğunda kral dükten üstündü, dük koni-
tan, kont şövalyeden, şövalye de köy ağasından. Bunlardan, her biri
kendinden bir aşağı düzeydeki kim se üzerinde yetki kullanabiliyordu.
Ve her biri yetkisini kendi etki alanı içinde kullanıyordu. A m a her bi­
rinin gücü de sonuçla aynı kaynağa dayanm aktaydı : T oprak üzerinde­
ki denetim lerine. H er biri sonuçta aynı şeyin peşindeydi : Geçimlerini
topraktan çıkarm ak. U çsuz bucaksız bir okyanus gibi uzanan kırlık
alanlar üzerinde küçük birer ada gibi duran ortaçağ kentlerinde bile,
bütün çoğulcu kuruluşlar tam anlam ıyla birer topluluk oluşturm a ve
siyasî denelim kurm a girişim i içindeydiler. S anatkâr loncaları -on be­
şinci yüzyıl Floransasının dokum acıları, y a da bundan yüz yıl sonraki
Elizabeth dönem i Londrasının kuyum cuları- üyelerini kentin aynı ma­
hallesinde oturm aya ve dükkanlarını da orada açm aya zorluyorlardı.
Her üyenin kaç çırağı ve kaç kalfası olabileceğini, kalfalardan hangisi­
nin hangi koşullarla "usta" olabileceğini loncalar buyuruyordu. Ü yele­
rinin ham m adde için ödediği fiyatları, ürettikleri m allar için istedikleri
fiyatları vc ödedikleri ücretleri onlar düzenliyordu. H er loncanın kendi
kilisesi vardı ve her lonca kilisedeki papazların işini genellikle üyele­
rinden birinin oğluna veriyordu. K ontlar vc şöv aly eler kendi nüfuz
alanları içindeki m ahkem elerin denetim ini nasıl ele geçirm eye çalışı­
yorlarsa, loncalar da adalelin kendi üyeleri arasındaki dağıtım ını üst­
lenm eye çalışıyorlardı.

Buna karşı, toplum daki yeni çoğulcu kuruluşlar, devlet ve yönetim


konularına hiç ilgi duym am aktadırlar. Daha önceki çoğulcu kuruluş­
lardan farklı olarak, bugünkü çoğulcu kuruluş bir "bütün" değildir.
T oplum un bir "organ"ıdır. Böyle olduğu için de yarattığı sonuçlar
kendi dışındadır. B ir ticarî kuruluşun "ürün"ü, m em nun kalan m üşteri­
dir. H astanenin "ürün"ü iyileşm iş hastadır. O kulun ”ürün"ü de, öğren­
diklerini on yıl sonra uygulam aya koyan öğrencidir. İçerde ise, yalnız­
ca m aliyetler vardır.

O halde yeni çoğulculuk eski çoğulculuğa göre kim i açılardan çok


daha esnektir, bölücü niteliği çok daha azdır. Y eni kuruluşlar, ister o r­

84
taç ağ kilisesi, ister feodal baronlar, ister serbest ken tler o h lsu n , esk i ç o ­
ğulcu kuruluşlar gibi siyasî güce el uzatm azlar. A m a yeım i k u ru lu şlar,
eskilerinden farklı olarak, birbirleriyle tıpatıp aynı o la n n şe y lere ilgi
duym am akla, ya d a dünyayı aynı gözle g ö rm em ek led irleer. Y eni k u ru ­
luşlardan her biri kendi am acını tem el am aç, n ihaî d e ğ e r r ve g erçek ten
önemli olan tek şey olarak algılam aktadır. A t gözlü ğ ü y lee b ak m ak , her
zaman için, uzm anların giderek kötüleşen h astalığı, "pprofesy o n elci-
lik"leri ve ilgilerinin dar bir odakta toplanm ası k arşılığm nda ö d ed ik leri
bedeldir. Eski kuruluşlar, kontlar, dükler, baronlar, m an aastırlar, p isk o ­
poslar ve serbest kentler sürekli olarak üstünlük ve rütboc için ç e k işti­
ler. A m a birbirlerini anlam ak yönünden en ufak b ir s ık ın tıla r ı yoklu.
0 zam an hiç kim se "iletişim "den söz etm iyordu. B ugeün ise, h içb ir
hastane yöneticisi, şirket başkan yardım cısından y a daa ün iv ersiten in
psikoloji bölüm ü başkanından "üstün" olup olm adığınnı d ert etm ez.
Ama sürekli olarak iletişim derdindcdirlcr. H er yeni k u rru m ken d i d ili­
ni konuşm aktadır, kendine özgü bilgisi, kendine özgü iM erleme aşam a­
ları, her şeyden önem lisi de, kendine özgü d eğerleri varddır.

Bireyin Konumu

Bireyin konum u da aynı şekilde yenidir. S iyasî ve ssosyal kuram ın


hâlâ "norm al" saydığı şeyle de bağdaşm az bir niteliği vnardır. O n d o k u ­
zuncu yüzyılda birbirine rakip iki toplum m odeli vardı,. B unlardan bi­
rine göre, geleceğin toplum u bağım sız küçük insanlardJan oluşacaktı :
Kırk dönüm lük arazisi ve katırıyla çiftçi, küçük dükkâln sahibi, san at­
kâr. B unların hepsi de eşit olacaktı. H içbiri güç ve varllık sahibi o lm a­
yacaktı am a çok yoksul ve bağım lı da olm ayacaktı. Hesr A v ru p a ü lk e­
sinde benzerleri vardı am a bu idealî A m erika B irleşilk D evletlerinde
cn açık b ir biçim de form üle eden kim se T hom as Jeffierson oldu. Jef-
ferson'un ölüm tarihi olan 1826'ya gelindiğinde, topllum daki gidişin
böyle olm adığı ortaya çıkm ıştı bile. B u büyünün b o z u lm a sıy la doğan
karşı-ülopya nihaî ve cn açık ifadesini M arx'in kehanettinde buldu : Bir
avuç kapitalist söm ürenin tam egem enliği altın d a y a şa y a n eşil oranda
yoksullaşm ış, eşit oranda söm ürülen, eşit o randa bağıntılı, ço k büyük
bir proleter kitlesinin oluşturduğu toplum .

85
T ahm inlerin ikisi de gerçeklik kazanm am ıştır. G erçekte olan, nc
Jeffcrson'un, ne M arx'in -aslında 1950 ya da 1960'tan önce hiç kim se­
nin- tasavvur edem eyeceği bir ş e y d ir : Bir "bilgi görevlileri" toplumu;
bu toplum u oluşturan kim seler ne söm ürülm ekte, ne söm ürm ektedir­
ler; birey olarak kapitalist değildirler am a em eklilik fonlarında biriken
paralar, menkul kıym etler yatırım fonları, tasarruflarıyla, k ollektif ola­
rak üretim araçlarının sahibidirler; ast durum undadırlar am a çoğu kez
kendileri de patrondur. Bu kim seler hem bağım sız, hem bağımlıdırlar.
Bir işten bir başkasına geçebilirler. A m a herhangi bir biçim de etkili
olabilm ek için bir kurum a -"danışm an” belki de "görevli" olarak- gir­
m ek zorundadırlar.

Y eni çoğulculuk geleneksel coğrafi sınırları çoğu kez aşmaktadır.


Yeni çoğulcu kuruluşlar arasında bu sınırları ilk aşan ticarî kuruluşlar
oldu. Bunlar 1860 ve 1870 gibi erken bir dönem de "çokuluslu" hale
geldiler. A m a başka kuruluşlar da hızla onlara uym aktadır. M uhasebe­
cilik firm aları ve hukuk firm aları çokuluslu durum a geldiler bile; da­
nışm anlık firm aları da. Ü niversiteler bile artık "uluslaraşırı" hale gel­
mektedir. Bu da düşüncelerim ize, eğitim im ize, ve yasal yaklaşım la­
rım ıza hâlâ egem en olan siyasî kuram larla bağdaşm am aktadır.

Tarihin bize rehberlik edebileceğini kabul ediyorsak, yeni çoğulcu­


luğun gerçeklerine uygun bir yasal ve siyasî doktrin oluşturulm ası
yaklaşık yüz yıl gibi bir zam an alacaktır. A m a düşünürler neler olup
bittiğini kuram larla bize anlatsınlar diye bekleyem eyiz. Politikacılar,
m ahkem eler, işadam ları, yeni kuruluşların yöneticileri harekete geç­
mek zorundadırlar.

Yeni çoğulculuk beş alanda bize şim diden m eydan o k u m a k ta d ır;


• çoğulcu kuruluşların sosyal sorum lulukları
• topluluğa karşı sorum lulukları
• siyasî sorum lulukları
• bireyin hakları ve sorum lulukları

• çoğulcu bir toplum da devletin rolü ve işlevi

86
Sosyal Sorum luluk Nc Demıcktir?

Yeni çoğulculuğun gündcm ıe getirdiği bir so ru v a r ki cc ev ab ın ı b ili­


yoruz -belki ayrıntılarıyla değiil am a esasla. T o p lu m u n çooğ u lcu k u ru ­
luşlarının sosyal sorum luluğunu kaba h atlarıy la b iliy o ru m . İlk sosyal
sorum luluklarının kendi işlerimi yapm ak o ld u ğ u n u biliyyoruz. İkinci
olarak şunu da biliyoruz ki, bu kuruluşlar y a ra ttık ta n etkililerden d e so ­
rumludurlar- insan üzerindeki, topluluk ü zerindeki, g e n ç ti o larak to p ­
lum üzerindeki etkilerinden. V e son olarak şu n u d a biliyooruz ki, işleri
ister hastaların bakım ı, ister m a l üretim i, ister eğ ilim d e ileerlem e sa ğ la­
mak olsun, eğer bu işlerini y ap m ak için gerekli olan e tk u n in ö tesin d e
bir etki y aratm a yoluna giderlerse, sorum suzca d av ran m ış j olurlar.

Ç oğulcu kuruluşun ilk sorum lu lu ğ u n u n kendi özel iş l e v in i y erin e


getirmek olduğu, zaten ap açık ortadaym ış gibi g eleb ilir.. A m a bu g ü ­
nümüzde yapılan tartışm alarda sık sık unu tu lm ak tad ır vec sürekli o la­
rak vurgulanm ası gerekir. B u kuruluşlardan h erh a n jg i birinin -
üniversitenin, ticarî kuruluşların, işçi sendikalarının, I hastanelerin-
"sosyal sorum luluk"!arından s ö z edildiği her durum da, ?so ru lacak ilk
soru şu olm alıdır : Bu sorum luluk kuruluşun iş görm e kafpasitesin e za­
rar verecek m idir? Sosyal yararın, perform ans açısından ^yapılan fede-
kârlığın bedeline ağır bastığına p ekala karar verebiliriz. /A m a bu so ru ­
yu sorm am ak ya da anlam sızm ış gibi davranm ak, teihlikeli, hatta
sorumsuzca bir iştir- A m erika B irleşik D evletlerinde o k ıa lu ırk ay rım ­
cılığını sona erdirecek bir araç haline getirm eye karar verdiğim izde
böyle yaptık. Bu soruyu o zam an sorm uş olsaydık da, helm en hiç k u ş­
ku yok ki okullarda uygulanan ırk ayırım cılığına gene son verirdik.
Farklı ırkları birbirinden ayrı tutm anın ve insanlara ırklairından dolayı
farklı davranm anın getirdiği büyük ayıp düzeltilm eli, buı ayıbın cezası
ödenmeliydi. A m a okulun öğretm e kapasitesine verileni zarardan ka­
çınmanın, bu zararı en azından belli bir d üzeyde tulm anım yollarını bu­
labilirdik. Sözgelim i, yüksek standartlar tutturdukları ve «disiplin konu­
sunda titiz davrandıkları için seçilen b ir iki oku/lda deneysel
program larla başlayabilirdik işe. O kulun birincil göreviiyle ilgili tüm
sorunları ırkçılıkla bağdaştırarak vc önem siz sayarak eldıe etliğ im iz so ­
nuç, ne ırk ayrım cılığının ortadan kalkm ası oldu, ne de akadem ik b a­
şarı.

87
İster ticarî işletm e, ister üniversite, ister h astan e olsun, çoğulcu ku-
ruluşların hepsinin de y arattıkları birtakım etk ile r vardır. B ö y le b ir ku.
ruluş kendisi için çalışan k im seler üzerinde o ld u k ça geniş bir denelim
uyg ulam ak zo rundadır; aksi halde, işini yapam az. M ü şterileri üzerinde
oldukça büyük etkileri vardır; bunlar şirketin m alını satın alan kimse-
ler de olsa, h astaneye gelen hastalar da. V e doğ ru d an ilişkili olmadan
seyirci duru m u n d a k alanlar üzerinde de etkisi vardır. Ö ğleden sonra
dört otu zd a kapanan fabrika, topluluk içindeki herkesi etk iley en trafik
tıkanm alarına yol açar. İnsanın yarattığı etk ilerd en so ru m lu tutulması
en eski hukuk ilkesidir. K uruluşun kusurlu ya d a ihm alci olm ası fark
etm ez. Bu ilkeyi ilk form üle eden R om alı huku k çu lar, adını d a "vahşi
hayvan doktrini" koydular. A slan kafesinden çıkarsa, bundan bakıcısı
sorum ludur. A slanın bakıcısı dikkatsizlik ed ip kafesin kapağını ıııı
açık bıraktı, yoksa, kilit bir deprem son u cu n d a mı yerinden boşandı,
bunlar yersiz sorulardır. A slan doğası gereği yırtıcıdır. Y eni çoğulcu
kuruluşların her biri de doğalarının bir gereği o larak birtakım etkiler
y aratm aktadırlar ve bunlardan sorum ludurlar.

B ugünlerde, özellikle de B irleşik D evletlerde, yükü m lü lü k lerin ye­


rine getirilm ediği, görevde kusu r edildiği, çev rey e zarar verildiği ge­
rekçeleriyle açılan dav alar ve bunlar için verilen yüksek tazm inat ka­
rarlarıyla evrenin "risksiz" bir hale getirilm ek istendiğine ilişkin-
şikâyetleri sık sık duyuyoruz. K uşkusuz, bu dav alard an pek çoğu dik­
kate alınm aya değecek şey ler değildir ve tazm in at kararlarının pek ço­
ğu da insafa sığm az. A m a bu eylem lere tem el oluşturan varsayım ev­
renin riskten uzak olm asj gerektiği değildir. T ersin e, bu davaların
tem elinde yatan şey, yeni vc çok gerçek risklerin v aro ld u ğ u n u n kabul
edilm esidir -yeni kuruluşların insan elinden çık m a etk ilerid ir bunlar.
Bu tür risklere karşı bir sigorta olm ası gerekir; ve bugün için tek yol
kuruluşu "vahşi hayvan bakıcısı" sayarak sorum lu tutm aktır.

O halde bunun anlam ı ş u d u r : Y aratacağı etkiyi sosyal işlevini ye­


rine getirebilm esi için gerçekten gerekli olan o ran la sınırlam ak, kuru­
luşun görevidir -am a aynı zam anda kendi çık arın a da olm aktadır. Bu­
nun ötesine giden h er şey yasadışıdır ve yetki gaspıdır. B ir örnekle
açıklayayım : A m erikan m ahkem eleri, iş sözleşm elerinde, işadam la­
rı nca neredeyse tıpatıp aynı sayılan iki koşulu kesin bir çizgiyle birbi­

88
rinden ay ırm aktadırlar. M ahkem eler, yönetici ve pro fesy o n el nitelikli *
eski görevlilerin rakip bir kuru lu şta ça lışm a özg ü rlü ğ ü n e g etirilen kı­
sıtlam aları y ü rü rlü ğ e koym a konusunda isteksizdirler. M ah k em eler,
aynı zam anda, eski görevlilerin eski işverenlerinin m ü şterilerin i ay art­
malarını y a d a m eslek sırlarını yeni işverene aç ık lam aların ı y asak la­
mak konusunda, g iderek d ah a titiz d av ra n ır hale g elm işlerd ir. B ir g ö ­
revlinin b ir işlen bir b aşkasına geçm esine k ısıtlam a getirm ey i, bir
firmanın işini y apabilm esi için gerekli olan koşulların epey ö tesin e ge­
çen bir şey olarak görm ektedirler. Bu gerekli olan b ir yetki kullanım ı
değildir, o y üzden de yasallığı yoktur. A m a m üşteri ay artm ak y a da
meslek sırlarını açığ a vurm ak güveni kötüye kullan m ak tır ve eski iş­
verene zarar verir. Bu tü r bir d avranışa karşı önceden önlem alm ak y a­
sal bir şeydir. G erekli olan b ir etkidir.

G erekli olan ya d a olm ayan etkiler arasındaki bu ay rım y üzünden-


dir ki, üniversitelerin yükseköğrenim diplom ası v erm e tek elleri, bu­
gün için ancak pek az kim seyi cid d î bir biçim de kaygılan d ırm ak tad ır.
Bilgi toplum unda böyle bir diplom adan yoksun bırakılm ak, iş, m eslek
ve geçim kapılarını kapatm aktadır. B u, başka ço ğulcu kuruluşların
kullandığı yetkiyi fazlasıyla aşan bir yetkidir. Bu yüzden d e ü n iv ersi­
tenin bu yetkisini kullanırken yürürlükte olan kurallara u ym ası bekle­
nir. A m a işlevini yerine getirebilm esi için diplom a verm e y etk isin e sa­
hip olm ası şarttır. B una karşı, işçi sendikalarının bir sanat d alın a ya da
işe girm eyi engellem e yetkisi, giderek daha çok, y asallıktan uzak bir
uygulama ve yetkinin kötüye kullanım ı olarak görülm ektedir. Bunun
yarattığı sonuçlar, aslında, diplom adan yoksun bırakm ak kadar ağır
d e ğ ild ir: İşçi için alternatif bir iş genellikle vardır. A m a işçi sendika­
sının işlevlerini yerine getirebilm esi için m eslek ve iş kapılarını açm a
konusunda yetki tekeline sahip olm asına gerçeklen ihtiyaç yoktur.
Çoğu kuruluşlar işlevlerini yerine getirebilm eleri için gerekli olan et­
kinin ötesine geçen uygulam alarına "yardım laşm a" diyerek gerekçe
gösterm ektedirler. S endika "istenm eyenler"i (sözgelim i A m erika'daki
inşaat sendikalarındaki siyahları) dışarda bıraktığı zam an üyelerini
"korum aktadır". Şirket, işçilerini sahibi olduğu konutlarda oturm aya
Zorladığı zam an "babalık" etm ektedir (K onul açığının aşırı boyutlarda
olduğu Japonya'da, bu gerçekten de hâlâ bir "yardım "dır). B ütün kuru-

89
luşlar "siandarilar"ı, ”kaliie”yi ve "şö h ret'lerin i koruduklarını düşün­
m ek isterler. A m a yarattığı etki kuruluşun işlevi için gerekli ve bu iş.
levin kendi içinde olm adıkça, böyle bir iddia yetki gaspıdır. Yarataca­
ğı etki gerekli bile olsa- zarar veriyorsa, sözgelim i çevreye ya da
sağlığa zararlıysa, kuruluş bundan sorum ludur.

Topluluğa Karşı Sorum luluklar

Ç oğulcu kuruluşlar, kendilerinin neden olm adığı topluluk sorunla­


rında, sözgelim i sosyal sorunlarda sorum luluk yüklenm eli m idirler-ve
yüklenirlerse, bu ne ölçüde olm alıdır? 1960'lı yıllarda N ew York bele­
diye başkanı kentin büyük ticarî kuruluşlarına sosyal yardım alan ev­
lenm em iş çocuklu zenci kadınların bakım ını üstlenm eleri çağrısında
bulundu. N ew Y ork o sıralar sosyal çözülm enin eşiğine gelm işti; işve­
renler birbiri ardınca, suç olgusunun ve uyuşturucu alışkanlığının ge­
mi azıya aldığı, belediye hizm etlerinin çökm ekte olduğu kentten kaç­
m aktaydılar. Etkili önlem lere acilen ihtiyaç vardı ve genel merkezleri
kentte bulunan büyük ve zengin şirketler dışında bunu yapacak kimse
yoktu etrafta. A m a herkes belediye başkanıyla bir güzel eğlendi. Tek
bir şirket bile onun çağrısına kulak asm adı. Y irm i yıl sonrasında ise
New Y ork'taki suç olgusu ve uyuşturucu alışkanlığı altm ışlı yıllara gö­
re daha da azm ıştı; belediye hizm etleri daha kötüleşm işti. A m a New
Y ork 1980'li yıllarda, M anhattan'm hem iş m erkezinde, hem de yerle­
şim bölgelerinde gerçekleştirilen m im arî yenilenm eyle tam bir rönc-
sans yaşadı. Yeni ofis binaları kenti hem fiziksel, hem estetik yönden
değiştirdi. Bu ise ticarî kuruluşları geri getirdi, turistleri geri getirdi,
ekonom iyi iyileştirdi ve bir kültür dalgasına yol açtı; özellikle de sa­
natta ve sanal m üzeciliğinde.

Bir başka örnek : U yuşturucuların kötüye kullanım ına karşı verilen


savaşta öncülüğü A m erikalı Erkek İzciler ve Kız İzciler örgütleri ete
alm ıştır. Bu iki örgüt de, ilkokul çocuklarıyla ilgili olarak yaptıkları
çalışm alarda -her dört ilkokul çocuğundan üçü izcidir- çocuklara, teh­
likeye fiilen açık durum a gelm elerinden epey önce uyuşturucuya karşı
direnç kazandırabilm ek için büyük bir çaba gösterm ekle ve önem li öl­
çüde başarı sağlam aktadır.

90
Bu örneklerden çıkarılacak ilk ders -bu aynı zam anda en önemli
ders olabilir- şudur ki topluluğa karşı sorum luluklar üzerine yapılan
tartışmaların çoğu, esas konuyu gözden kaçırm aktadır. Bu tartışm ala­
rın büyük b ir bölüm ü, çoğulcu kuruluşlardan -tabiî özellikle de ticarî
kuruluşlardan- halkın yaşadığı her türlü sosyal soruna yetişip, bu so ­
runlara çare bulm alarını talep ederken yirm i yıl önceki New Y ork be­
lediye başkanının izinden gitm ektedirler. "T icarî kuruluşlar, sendika­
lar, hastaneler, üniversite, bu kadar büyük, bu kadar güçlü, bu kadar
profesyonel, bu kadar becerikli iseler, neden yoksulluğun, bilgisizli­
ğin, okulların çaresine bakm asınlar?" A m a çok daha küçük olm akla
birlikte bir başka grup vardır ki, bu kim seler N obel Ö dülü sahibi A m e­
rikalı iktisatçı M illon Friedm an'ın çoğulcu kuruluşların tam ve kesin
bir biçim de kendi işlevleri olm ayan her şeyin d ışında kalm aları gerek­
tiği görüşüne katılm aktadırlar. Friedm an'ın söyleyeceği şu olabilir :
"Bir ticarî kuruluş için, bir işi ticarî kuruluş niteliğiyle doğru dürüst
yapabilmek yeterince zordur. E ğer m üşterilerinin istediği mal ve hiz­
metleri üretm enin ve gelecekteki riskler, yatırım lar ve büyüm e için ge­
rekli olan kârı oluşturm anın dışında bir şeylerle ilgileniyorsa, sosyal
sorum luluklanna sadık kalm ıyor dem ektir."

H er iki tutum da doğrudur ve her iki tulum da yanlıştır. Çoğulcu


kuruluşlar topluluğun içinde yer alm aktadırlar. O rtaçağ öncesinin A v­
rupalI B encdikıin keşişlerinin yapm aya çalıştıkları gibi, çevrelerindeki
dünya parçalanırken, inzivaya çekilem ezler. A m a dar bilgi-beccri
alanlarının ötesine geçerek ve kendi özel işlevlerini hiçe sayarak bir
şeyler yapm aları m üm kün değildir- aslında bunu yapm am alıdırlar da.

Bu yüzyılın ilk yıllarında C hicago’lu giysi tüccarı Julius Roscn-


wald postayla sipariş kabul eden ve işleri kötüye gitm ekte olan Sears.
Roebuck adlı m ağazayı devraldı. Bu m ağaza on yıl içinde dünyanın en
büyük, en çok kâr getiren parckendecisi durum una gelm işti. Bunun bir
nedeni, Sears'in gelişebilm esi için sağlıklı bir çiftçi topluluğunun ge­
rekli olduğunu R osenw ald'in anlam asıydı. O ysa A m erikalı çiftçi, yüz­
yılın başında çaresizlik içinde, yoksul, soyutlanm ış, kullandığı tekno­
loji açısından geri, eğitim im kânları kıt, m odern tarım yöntem lerini
kullanma im kânları eğitim im kânlarından da kıt olan bir kimseydi.
Oysa hazırda yüzyılı aşkın bir süredir yapılan araştırm a ve deneylerin

91
ürünü olan çok geniş bir tarım teknolojisi vardı. R osenw ald Amerikan
çiftliğinde değişiklik yaratacak araç görevini yapsın diye Çiftçi Danış­
m anını icat etli. Bu yeni kurum u on yıl boyunca kendisi finanse etti ve
elde ettiği başarı öyle büyük oldu ki A .B.D . yönetim i işi ondan devral­
dı. Bu tarihe gelindiğinde, çiftçi Sears'den alış veriş yapm asına yele­
cek kadar bilgi-beceri ve satın alm a gücü kazanm ıştı. K onu. Milton
Friedm an'a danışılm ış olsaydı, Rosenvvald'e ticaretten sapm am asını ve
çiftçiyle ilgilenm e konusunu devlete bırakm asını söylerdi. Bir başka
deyişle, toplum un sağlıklı ve işler durum da olm asını dert edinm ek ço­
ğulcu kuruluş için "insan sevgisi" değildir. K uruluşun kendi çıkarına­
dır.

A m a topluluk için üstlenilen bu tür sorum lulukların bir işe yaram a­


sı ancak birtakım kesin koşullar altında m üm kündür. Bu tür bir sorum ­
luluk, kuruluşun bilgi-beceri alanına uygun düşm elidir. D eğerler siste­
m ine uygun düşm elidir. K uruluşun yaptığı işten sapm a göstermek
yerine, işin bir uzantısı olm alıdır. Bu anlam da haklıdır Friedm an. Eğer
1960'lı yıllarda N ew Y ork'taki ticarî kuruluşlardan herhangi biri, bele­
diye başkanının tavsiyesine uysaydı, bu, topluluğa yalnızca zarar ve­
rirdi. H epten sorum suzluk olurdu. T icarî kuruluşlar N ew Y ork'un ona-
rım m ı gerçekleştirdiler çünkü inşaatçılık onların değerlerine, ileriye
dönük düşüncelerine bilgi ve becerilerine uygun düşm ektedir. Sosyal
görevler ise uygun düşm ez.

Bunun gibi, A m erikan hastaneleri, kent içlerindeki yoksul m ahal­


lelerde sağlık klinikleri açm a işine giriştiklerinde bunu çok büyük bir
iyi niyetle yaptılar -am a aldıkları sonuçlar pek iyi olm adı. K ent içlerin­
deki yoksul m ahallelerde yaşayan "geçim düzeyinin altındaki s ın ıfın
temel sorunları, sosyal so ru n la rd ır: Konut yetersizliği, yapacak iş ol­
m am ası, bilgi ve m otivasyon noksanlığı. Bu sorunlarla hastaneler başa
çıkam az. A m a hastanelere özgü bir ilgi alanı ve değer olan sağlık ko­
nusu, çok yoksullar için hiçbir zaman bir öncelik olm am ıştır. Birleşik
D evletler, okullardaki ırk ayırım cılığını kaldırm a konusunda bile -çok
geç de olsa- başarılı öğrencilere yönelik "m agnet school" ile* sonuç

* ''M agnet school" : G eniş bir kentsel alandan öğrenci çekerek ırk aynm cılığınm orta­
dan kalkm asına yardım cı olm ak üzere, yenilikçi, uzm anlaşm aya yönelik bir eğilim ve­
ren parasız resmî okullar (Çevirenin nolu).

92
almıştır. "M agnet school" en temel konu olarak eğitim i vurgulam akta­
dır. Bu yüzden de öğretm enlerin değerlerine ve öğrencilerin b eklenti­
lerine uyar. B öyle bir okulda beyaz öğretm enler, siyah öğrencilere bir
şeyler öğrendikleri için saygı duym akladırlar; beyaz öğren ciler siyah
öğretm enlere bir şeyler öğrettikleri için saygı duym aktadırlar; beyaz
ve siyah öğrenciler, her iki taraf da başarılı olduğu için birbirlerine
saygı duym aktadırlar. Ve siyah öğrenciler -bu belki d e en önem li so­
nuçtur- kendi kendilerine saygı duym aktadırlar, çü n k ü başarılı ö ğren­
cilerdir. T opluluk için üstlenilen bir sorum luluğu y erine getirm enin en
iyi yolu, bu sorum luluğun kuruluşun birincil görevine hizm et etm esini
sağlamaktır.

Siyasî Sorum luluklar

Her çeşit çoğulculukta tem el soru hep şu olm uştur : K amu y a ra n n a


olan işlerle kim ilgilenir? B u sorunun -yüzlerce yıl geriye giden- gele­
neksel cevabı, ancak bir yanılgıyı yansıtm aktadır. B u cevapta, kam u
yararının birbiriyle çelişen çıkarların yol açtığı kargaşa ve çalışm adan
doğacağı iddia edilir. Böyle bir şey olsa olsa işi çıkm aza sokar. G erek­
li olan, çoğulcu kuruluşların kam u yararı için kaygı ve sorum luluk
duymayı, geleceğe yönelik kendi düşüncelerinin, kendi davranışları­
nın ve kendi değerlerinin bir parçası haline getirm eleridir. Bu ku ru lu ş­
lar siyasî sorum luluk alm alıdırlar.

Bunun birkaç örneği olm uştur. İkinci D ünya Savaşını izleyen d ö ­


nemde, Japonya'daki büyük ticarî kuruluşlar, bir yandan kendi ticarî
çıkarlarını başarıyla gözetirken, bir yandan da, siyasî sorum luluğu, k a­
rar oluşturm a süreçlerinin bir parçası haline getirecek biçim de örgüt­
lendiler. B üyük Japon şirketleri (yirm ili ve otuzlu yıllarda görülen tu­
tumlarıyla çarpıcı bir karşıtlık içinde) konuya yaklaşırken, "İş dünyası
için yararlı olan nedir?" sorusunu değil, "Japonya için yararlı olan ne­
dir" sorusunu sormayı öğrendiler. O ndan sonra da şunu sordular : İş
dünyası kendi çıkarlarını nasıl gözetm elidir ki, bunu yaparken kam u
yararına da hizm et etm iş olsun? Japon ticarî kuruluşları, ülkenin yeni­
den im ar edildiği dönem de, işe siyasî sorum luluklarıyla başladılar. Ve
gerçek "Japon sırrı", bürokratların uyguladığı denetim den çok bu ol­
du. Buna benzer bir şeyler aynı dönem de Batı A lm anya'da da görüldü.

93
B üyük bankaların İkinci D ünya S avaşından sonraki otuz beş yıl bo­
yunca gösterdikleri eğilim , sanayi politikaları üzerinde düşünürken. şu
sorudan hareket etm ek oldu : Alm an ekonom isinin ve A lm an toplu,
m unun ihtiyacı olan nedir?

A m a bunlar kısa öm ürlü istisnalardı. H er iki ülkenin de yenilgi ve


yıkım ın ardından kendisini toparlam asından sonra, hem Japonya'da,
hem B atı A lm anya'da ticarî kuruluşların siyasî sorum luluğundan eser
kalm am ıştır. A vrupa'daki bazı işçi sendikalarının -sözgelim i Hollan­
da'da- İkinci D ünya Savaşından sonra üstlendikleri siyasî sorumluluk­
tan da. A m a kuruluşlar, topluluğun ne istediğini sorm ayı öğrenm edik­
çe, halkın desteğini giderek daha çok kaybedeceklerdir; Birleşik
D evletler ve İngiltere'deki işçi sendikalarının başına geldiği gibi.
A m erikan hastaneleri de bunalım içindedir ve bu, büyük ölçüde, has­
tanelerin sağlık hizm etlerindeki giderler ve kalite konusunda siyasî so­
rum luluk alm am ış ve buna bağlı olarak, bu alanlarda öncülük etmemiş
olm alarından kaynaklanm aktadır. O halde siyasî sorum luluk üstlen­
m ek, çoğulcu kuruluşun kendi çıkarınadır.

Bireyin H akları ve Sorum lulukları

D aha önceki çoğulcu loplum larda, bireyler harcanabilirdi. Kuru­


luşlar bireylere dayanm ıyordu. İster köylü, ister işçi olsunlar, bireyle­
rin pazarlık güçleri yoklu; M arx'm sözünü tekrarlarsak, onlar "sanayi­
nin yedek ordusu" ve sanayinin savaşta feda edilecek askeriydiler.
T oplum un yeni çoğulcu kurum lan ise, "bilgi işçileri"nin oluşturduğu
kuruluşlardır. Bilgi işçileri bir işten bir başkasına geçm e yeteneğine
sahiptirler. "M eslektaş"tır onlar. Hem sosyal statüleri vardır, hem eko­
nom ik statüleri. Sosyal eşitlikten ve ekonom i için çok gerekli olmala­
rından doğan pazarlık gücüne sahiptirler. Bu yüzden de bilgi işçisinin
çoğulcu toplum ve bu toplum un kuruluşları içindeki hak ve sorumlu­
lukları üzerinde düşünm ek ve bunlan yeniden belirlem ek durumunda
kalacağız.

Bireyin yaptığı iş bir m ülkiyet hakkı haline gelecektir. A slında bu


yönde bir hayli yol aldık bile. A m erikan m ahkem eleri arlık hep ayni
şekilde düşünerek, özel bir sözleşm e ve belirlenm iş bir görev siiıesı

94
olmasa bile, çalışanların, özellikle de yöneticilerin, profesyonellerin
vc teknologlann, yaptıkları işte hak sahibi olduklarına kabul etm ekte­
dirler. Bu hakkın daraltılm ası ya da işten çıkarm a y o lu y la alınm ası,
ancak belirli nedenlerle ve "yürürlükteki yasa ve kurallara uyularak"
mümkün olabilir. B ir başka deyişle, m ahkem elerin d ü şüncesin e göre,
iş bir çeşit m ülk olarak işlem görm elidir. Bu "radika]"' değil, m uhafa­
zakâr bir tulum dur. Rom alı hukukçuların ilk kez iki b in yıl önce m ül­
kiyet terimini tanım lam alarından bu yana, geçim , stalü ve sosyal ko­
num yolunu açan her şey, m ülk olarak görülm üştür.

G elişm iş ülkelerdeki büyük çoğunluk, özellikle d e eğitim görm üş


erkek ve kadınların ezici çoğunluğu için, geçim ini sağJayabilm ek yeni
çoğulcu kuruluşlardan birinde iş bulm ayı gerektirm ekledir. Büyük bir
çoğunluk için yapılan iş toplum içindeki konum larını d a belirlem ekte­
dir. Ç oğu kim senin bir m iktar serm aye ve m alî bağım sızlık im kânına
kavuşabilmesi, onları çalıştıran kuruluşun em eklilik fonları yoluyla ol­
maktadır. Bir başka deyişle, büyük çoğulculuk için m ü lk olan şey, işin
sağladığı şey, belki de işin kendisidir. Bu yüzden de işveren durum un­
daki her kuruluş, ancak m ülkiyet konusunda her zam an etkili olm uş
kurallara uygun hareket ederse, insanların işlerini ellerinden alabilece­
ğini bilm elidir. K uruluş herhangi bir kim senin işini elinden alm ak -ya
da bu işte b ir indirm eye gitm ek- için önceden belirlenm iş standartlara,
özellikle de perform ans standartlarına uym ak zorundadır. B unlar her­
kes için aynı şekilde uygulanm alı vc herkesçe bilinir hale getirilm eli­
dir. Ve işveren, insanların değerlendirilip ödüllendirilm esinde bu stan­
dartların ölçü alındığını kanıtlam a külfetini giderek daha çok
yüklenmek zorunda kalacaktır. İşveren ayrıca bireylerin işlerini elle­
rinden alırken, ya d a işlerinde sözgelim i daha aşağı b ir basam ağa in­
dirme, m aaşlarında kesinti yapm a, hatta stalü ve konum ları açısından
bir düşüşe işaret edecek görevler verm e yoluyla kısıntıya giderken bi-
le>"yürürlükteki yasa ve kurallara uym a" gereğini yerine getirm ek du­
rumunda kalacaktır. Bu da. görevli resm en uyarılacak, karar doğru dü-
rüst gözden geçirilecek ve kararı tem yiz hakkı doğacak dem ektir.

Birey aynı zam anda -daha önce görülen her türlü çoğulculuk için­
deki konum uyla çarpıcı bir karşıtlık göstererek -b ir işten bir başkasına
özgürce geçm e hakkına sahip olacaktır. "Ö m ür boyu bağlılık” gelenc-

95
ğine rağm en, Japonya'da bile bilgi işçisinin iş değiştirm e yeteneği alı­
şılm ış nezaket kurallarına uyduğu sürece artm aktadır. Kendisini bağla­
mış olan, çalışandan çok işverendir- ikisinin de pazarlık güçlerinde
m eydana gelen değişikliğe uygun olarak. Bilgi işçisinin elbette işe ih­
tiyacı vardır. A m a, bilgi işçisinin işe olan ihtiyacı, ancak gerçek vc
uzun süreli bir çöküntü dönem inde işverenin bilgi işçisine olan ihtiya­
cına ağır basar.

Bu, A m erikalı bilgi işçilerinin son on ya d a on beş yıl içinde şir­


ketlerin kötü am açlı yollarla ele geçirildiği, şirket sahipliğinin el de­
ğiştirdiği, şirketlerin birleştirildiği, güç kullanım ı yoluyla bütün hisse­
lerin kapatıldığı ve daha başka m alî m anevralar uygulandığı pek çok
örnek sayesinde öğrendikleri bir şeydir. Bu olaylar sırasında pek çok
bilgi işçisi, çoğu da aynı şirkete uzun yıllar hizm et etm iş olm asına rağ­
men, kendilerini birden işsiz buluverince m uazzam bir şok yaşadılar.
Sonradan, hem en hiç istisnasız olarak, elli dört-elli beş yaşlarında
olanlar bile bir iki ay içinde yeni işler buldular. Ç oğunun bulduğu iş.
kaybettikleri işten daha iyiydi. Bu sayede bilginin kendilerine başka
işe geçebilm e yeteneği kazandırdığını anladılar- bu, unutulm ayacak
bir derstir.

A ncak, çalışanın hakları -işin bir tür m ü lk oluşu ve başka işe geçe­
bilm e hakkı- kuruluşun işini yapm a gücüne zarar verm em elidir. Kuru­
luşun disiplin ve perform ans standartlarını kaldırm a, azaltm a, uygula­
m aya koym a gücüne zarar verm em elidir. B elçika vc Hollanda'daki
istihdam yasaları bu konuda nelerin yapılm am ası gerektiğini gösteren
örneklerdir. H er iki ülke de, işçileri korum ak am acıyla insanların açı­
ğa alınm alarına karşı ağır cezalar uygular. B unun bugüne kadar yarat­
tığı tek sonuç, rekor düzeyde işsizlik ve ekonom ik durgunluktur. İşve­
renler yeni kim seleri işe alm ak yerine, işlerini genişletm ekten
vazgeçerler. Bunun gibi, Sovyet Rusya ve K om ünist Çin'in, teşebbü­
sün ya da çalışanın perform ansına bakm aksızın, çalışan kişiye mutlak
iş güvencesi verm esi, bu ülkelerin ekonom ik geriliğinin ve çok kötü
yaşam düzeylerinin başlıca nedenidir.

Peki ya bireyin sorum lulukları? Bu soru şim diye kadar neredeyse


hiç sorulm adı. Bilgi işçileri oldukça büyük b ir güce sahip olduklarına

96
göre, so ru m luluk d a yüklenım clidirler. B unların lek -ve ine yazık ki bu­
gün için eksik olan- sorum lluluğu, bireyin k uruluşa olatn kendi katkısı­
dır. Bilgi işçisinin bildikleriini uygulam ası yeterli d e ğ ild ir; bu bilgi or­
tak p erform ansa yansıyacıak biçim de k u llan ılm alıd ır. Bu d a bilgi
işçilerinin kendilerini çalışıtıkları kuruluşun hedeflerim e göre yönlen­
dirm elerini gerektirir. Amaı profesyonel uzm an lar h e p daha ço k uz­
m anlaşm a eğilim i iç in d ed irle r. Bütün kuruluşun ih tiy aç ve am açları
üzerinde odaklaşm adıkça. luzm anın bilgisi b ir sonuç verm ez. F lüt bö­
lümü bir B eethoven senfonıisinin tem el parçalarındandnr am a tek başı­
na m üzik değildir. "P artisy o n "n u n parçası haline g elerek , kendinden
başka altm ış beş m üzisyenim ve bu m üzisyenlerin çalgıların ın girdile­
riyle birleşen bir girdi haliine gelerek m üzik olur. B unun gibi, piyasa
araştırm acısının ticarî bir fişletmede, röntgen teknisyeninin hastanede,
tarihçinin üniversitede üretttiği, ancak ortak b ir h e d e f ü zerin d e odakla-
şıp, başkalarının g ird ile riy le birlikte ortak b ir işe k atılın c ay a kadar
"girdi"dir. B ir kuruluş ne lkadar ço k bilgiye dayalı h a le gelirse, birey­
lerin bütüne katkıda b u lu n m ak için, bütünün h ed eflerini, değerlerini
ve perform ansını anlam ak için ve kendilerinin de kuru lu ş içindeki
öbür profesyoneller, ö b ü r bilgi insanları tarafından anlaşılm alarını
sağlamak için sorum luluk a lm a isteklerine o kadar bağım lı hale gelir.

Devletin Rolü

Bu çoğulcu toplum için d e ve bu toplum un çoğulcu kuruluşları ka r­


şısında devlet ne gibi bir rol oynam ak durum undadır? Bunun önem li
bir konu olduğu açıktır -en önem li konu da olabilir. O y sa bu konudaki
doğru sorunların neler o lduğunu bile bilm iyoruz. Ş aşkınlığım ızın bir
nedeni tarihte benzer örneklerin görülm em iş olm asıdır. Çoğulculuğun
yeni kuruluşları apolitiktirler. İşçi sendikalarının dışında, bu kuruluş­
ların siyasî değerler ve siy a sî süreç karşısındaki duyguları ancak kü­
çüm sem edir. Y etm iş beş yıl önce, M ussolini İtalyasında, çeşitli kuru­
luşları tem sil etm ek üzere bir üçüncü m eclis oluşturm a girişim i
yapıldı : İş çevrelerini, işçileri, üniversiteleri, v.b. Faşizm le hiç işi o l­
m ayanlar bile -B irleşik D evletlerde H erbert H oover, İngiltere'de G eor­
ge Bernard Shaw , A lm an ve Fransız S osyalistleri- bunun harika bir fi­
kir olduğunu düşündüler. T am bir fiyasko oldu.

97
Eski bir atasözü, parayı veren düdüğü çalar, der. Yeni kuruluşların
çoğunu, hiç olm azsa kısm en, devlet finanse etm ekte ve bunun için
vergilerden gelen parayı kullanm akladır. D evlet daireleri, tümüyle
devletin parasına dayanm aktadırlar. Çoğu ülkede, sağlık hizmetleri,
eğilim , üniversiteler -hatta kiliseler- de böyledir. B irleşik Devletlerde
bile, sağlık hizm etleri giderlerinin üçte birinden fazlası, anaokulundan
lisansüstü eğitim veren okullara kadar bütün eğilim giderlerinin de
dörtte üçü vergilerden gelen parayla karşılanm aktadır. A m a devletin
bütçe yapm a yetkisi, olsa olsa kaba bir silah olabilir. Bu yetki, şu ya
da bu uygulam ada belirli bir değişikliğe gidilm esini sağlayabilir.
A m erikan hastanelerini yaşlıların tedavi giderlerini devletten geri ala­
bilm ek için belirli tanı uygulam asına geçm eye zorlayabilir. O xford ve
C am bridge üniversitelerini görev süreleriyle ilgili kurallarını değiştir­
m eye zorlayabilir. A m a bir A m erikan hastanesindeki hastaya, hastala­
ra hastanelerde her zam an nasıl davranıim ışsa gene öyle davranılacak-
tır. O xford ve C am bridge öğretim kadrolarında görm ek istedikleri
bilim adam larını gene kendileri seçip atayacaklar, öğrencilerine de,
öğrencilere nasıl davranılm ası gerekliğini düşünüyorlarsa, gene öyle
davranacaklardır. G elirleri açısından devlete en çok dayanan devlet
daireleri de siyasî yönlendirm eye en az yatkın olan kuruluşlardır.

Bu kuruluşlar, işlevlerini yerine getirebilm ek vc iş yapabilm ek için


gerçekten de apolitik olm ak ve siyasî sürecin dışında kalm ak zorunda­
dırlar. Politize olm am alı, kendi değerleri doğrultusunda yönetilm eli­
dirler. Bütün okul m üdürlerinin diyeceği, "Eğitim , politikacıların eline
bırakılm ayacak kadar önem li bir konudur," olacaktır. Bütün hekim ve
hastane yöneticilerinin diyeceği, "Sağlık hizm etleri politikacıların eli­
ne bırakılam ayacak kadar önem li bir konudur," olacaktır. Bütün işa­
dam larının diyeceği, "V erim lilik politikacıların eline bırakılam ayacak
kadar önem li bir konudur," olacaktır. Bütün ülkelerdeki devlet dairele­
rinde de politikalar oluşturm a konusunda aynı şey söylenm ektedir.
H er kuruluş kendi bakış açısından haklıdır. A m a eğitim , sağlık h iz­
m etlerinde verim lilik ve politikalar oluşturm a konuları, en önem li si­
yasî m eselelerdir. H er yönetim bu kuruluşların gösterdiği perform ans
konusunda halkına hesap verm ek durum undadır. Devletin bir sorum ­
luluğu vardır am a yetkisi pek yoktur. O halde devlet ne yapabilir, ya
da ne yapm alıdır?

98
Devletin birtakım sınırlam alar getirebileceğini biliyoruz; özellikle
de bir kuruluş kendini bilm ez hale geldiği zam an. Bunu Franklin D.
Roosevelt 1930'lu yıllarda A m erikan iş dünyasına, M argaret T hatcher
Ja 1980’li yıllarda İngiltere'deki işçi sendikaları ve eski üniversitelere
karşı yaptı. Ç oğulcu bir toplum da devletin ilerde yapacağı belki en
önemli görev, standartlar koym aktır. Bir ülke, ulusun ve yurttaşın ken­
di refahları bakım ından değerlerine ve perform ansına giderek daha ba­
ğımlı hale geldiği bu yeni, güçlü, özerk kuruluşlardan neler beklem eli­
dir, neler bekleyebilir?

Küçük Azınlığın Zorbalığı

T oplum daki çoğulcu kuruluşlar tek bir görev üzerinde odaklaş­


maktadır. Sivil sistem içindeki yeni çoğulcu gruplar ise tek bir dava
ile ilgilidirler. Bu dava, kır çiçeklerini korum ak ya da kürtajı yasakla­
mak; B irleşik D evletlerdeki National Rifle A ssociation'ın hedeflediği
gibi ateşli silahların kullanım ının düzenlenm esini ve sınırlandırılm ası­
nı önlem ek; Britanyalı çiftçilere ya da A m erikalı tütün üreticilerine
yapılan para desteğinin kesilm esine engel olm ak; ya da Japonya'daki
süperm arketler gibi m odem perakendeci m ağazaları ticaretten alıkoy­
mak olabilir. D avanın rağbet görm em esi önem li değildir. Tek-dava
grubu, gücünü azınlık olm asından, çoğu kez de çok ufak bir azınlık ol­
masından alır. G ücü, gruba bağlı insanların sayısından çok, tek am aç
gütmesinden kaynaklanm aktadır. Böyle bir grubun görevi hem en hiç­
bir zam an bir şeyin yapılm asını sağlam ak değildir. G örevi durdurm ak,
önlemek, iş yapam az hale getirm ektir. S iyasî sürece gittikçe daha çok
egemen olan yeni "kitle harcketi"dir bu.

Sigm und Freud ortaya çıktığı ilk günden başlayarak büyük tartış­
malara konu olm uş, am a onu eleştiren sayısız kim se arasından yalnız­
ca biri yanlış m eseleye el attı diye ona yüklenm iştir. Y aklaşık altm ış
yıl önce, çok genç ve o günlerde hâlâ hiç tanınm ayan V iyanalı yazar
Elias C anelti -sonunda 1981 N obel Edebiyat Ö dülünü kazanacakıır-
Freud'u bireyin duygusal bozuklukları üzerinde durduğu için şiddetle
eleştirdi. C anetti'nin düşüncesine göre, yirm inci yüzyılın tem el psiko­
lojik sorunu birey değildi. Tem el sorun, toplum un giderek kötüleşen
hastalığıydı : K itle hareketi. Hiç kim se kitle psikodinam iğini incele-

99
m cm işti, kitle davranışını açıklayam ıyor ya da iyileştirem iyordu. Oy.
sa, C anetti’nin tahm inine göre, yüzyılın geri kalan bölüm üne kitle ha­
reketleri egem en olacaktı. Freud'u, iyileştirebileceğini düşündüğü bir
şeyi iyileştirm eye çalıştığı için suçlam anın pek hakça bir yanı yoktu.
A m a C anetti'nin söylediklerinde isabet vardı. Kitle hareketi yüzyılın
egem en siyasî olgusu haline gelm iştir. Ve yepyeni bir şeydir.

Çoğu kim se Canetti'nin neden söz ettiğini hâlâ bilmemektedir.


"Kitle" sözcüğünü duyduklarında, bir am açları olm adan, bir liderleri
olm adan, bir davaya bağlılıkları olm adan, her yönden sel gibi akan bü­
yük insan kalabalıkları gelir akıllarına. A m a m odem politikadaki kille,
atom fizikçisinin "asgarî kitle" dediği şeye benzer. En büyük değişikli­
ği, fizikçinin "hal değişim i" diye adlandırdığı olguyu yaratm ak için
gerekli olan en küçük m iktardır. Bir başka benzetm e kullanırsak, mo­
dern politikadaki kitle, kendisi ancak 400-500 gr. geldiği halde, insan
bedenini çaresiz bırakan yaygın kanser gibidir.

M odern politikanın kitle hareketi küçük bir azınlıktan gelmektedir


-seçm enlerin yüzde 5'inden, en çok da yüzde 10'undan fazla değildir
bu sayı. Buna karşı toplum , büyük olsa da, düzensizdir, hareketsizdir,
bölünm üştür ve hiçbir davaya bağlı değildir. K itle hareketi için kendi
siyasî davası m utlak önceliğe sahiptir. G eri kalanlarım ız içinse politi­
ka -ve kam u sorunlarının tam am ı- olsa olsa ilgi konularım ızdan bir ta­
nesidir ve başlıca ilgi konum uz olduğu zam anlar pek azdır. Gelişmiş
ülkelerdeki siyaset hayatını giderek daha çok felce uğratan ve baskı al­
tında tutan da, "tek dava güden" bir baskı grubu biçim indeki bu tür
kitle hareketidir.

C anetti düşüncelerini H itler’in iktidara gelm ekte olduğu sıralarda


yazdı. K itle hareketinin ne olduğunu A lm anya'da okula gittiği sıralar­
da çok küçük am a çok iyi örgütlenm iş yarı-m ilitcr grupların iktidarı
ele geçirm e girişim lerini izlerken anladı -1919'da M ünih'teki Komü­
nistler, dört yıl sonrasında ise N aziler. H er iki girişim de başarısızlığa
uğram ıştı. A m a C anetti görüşlerini kalem e aldığı zam an, tek dava gü­
den. çok ufak am a tam anlam ıyla örgütlü, çetelerce yürütülen kitle ha­
reketleri başarıya ulaşm ıştı bile- R usya'da V ladim ir İlich Lenin, İtal­
ya’da B enito M ussolini.

100
Kitle hareketi Lenin'in buluşu değildir; hatta A vrupa k ök en li bile
değildir. "A m erikan m alı"ydı kille hareketi. İcat edenler d e A m eri­
ka’nın en eski iki basın kralı olan Joseph P ulitzer ile W illia m R an ­
dolph H earsl'tü. Ö nce yüksek tirajlı bir gazetenin ufak am a sesini faz­
lasıyla duyuran, disiplinli bir baskı grubu y aratm ak için
kullanılabileceğini -ya da kötüye kullanılabileceğini- gördüler. Bu iki
yayımcı, A m erika Birleşik D evletlerini 1898 tarihinde İsp an y a ile sa­
vaşa ittiler. Politikacılar, hem en hiç istisnasız savaşa k arşıyd ı, halkın
çoğunluğu d a öyle. A m a Pulitzer ve H earst Ispanya'yla sa v aşa g irm e­
yi, okuyucularını etrafında örgütledikleri tek m esele haline gelirdiler.
Okuyucularına, temsil ettiği başka düşünceler ne olursa o lsu n , Ispan­
ya'yla savaşa girm e yönünde oy kullandığı sürece, her ad ay ı d estek le­
me. temsil ettiği başka düşünceler ne olursa olsun. Isp an y a'y la savaşa
girme yönünde oy kullanm ayacak her adaya da karşı çık m a talim atı
verdiler. Pulitzer ve H carst'ün harekele geçirdikleri yüzd e 5 y a d a 8
oranındaki oy, savaş yanlısı adayların seçilm esine, sa v aşa h ay ır d e­
mek bir yana, belki diyen adayların bile yenilgiye uğratılm asın a yetti.

1890'lı yılların "ilericiler’‘i için İspanya bir "anakronizm ,” "gerici"


ve düşm andı. Bu yüzden de A m erika'nın İspanya k arşısın d a savaşa
girmesi "sol"un büyük bir zaferi olarak coşkuyla karşılandı. A vrupa
solunun o zam anlar acilen zafere ihtiyacı vardı. A vrupa solu çoğunluk
desteğini kazanabilm ek için M arksist Ü topya'dan vazgeçm esi gerekti­
ğini tam o sıralarda anlam ıştı. Böylece, A vrupa’daki m ilitan solun iki
lideri A m erika'dakine benzeyen, tek dava peşinde kitle hareketleri ya­
ratmak üzere, Pulitzer ve H earst’ün buluşuna hevesle sarıldılar.

İlki, bir Fransız olan G eorge Sorcl'di; Sorel 1905 yılınd a ço k kü­
çük am a tam anlam ıyla disiplinli bir "proleter" grubun çağrısıy la y ap ı­
lacak genel grevin. "burjuvazi"yi altüst edeceğini ve "kapitalizm "i yı­
kacağını telkin etm eye başladı. G enel grev yoluyla D evrim yaratm a
yöntemi yirm ili yıllarda üç kez gerçekten denendi; ilk olarak 1921'de
İtalya'da, sonra 1923'ıc İngiltere'de ve son olarak d a 1926’d a Jap o n ­
ya'da. İngiltere'de başarısızlığa uğrandı. A m a grev hem İtalya'da, lıern
Japonya'da m evcut düzeni gerçekten de altüst etti; ancak kazananlar
Proleterler değil. İtalya'da M ussolini'nin Faşistleri, Japon O rdusunda
da askerî Faşistler oldu.

101
Kitle hareketinin A vrupa'daki ikinci -ve en başarılı- solcu yandaşı
Lenin'di. Lenin Bolşevik Partisini tam anlam ıyla disiplinli "gerçek
inananlar"dan oluşan ufak bir azınlık olarak kurdu; bunlar kille deste-
ğini çekm e girişim inde bile bulunm ayacak, hiçbir uzlaşm aya girmeye­
cek ve tek bir davaya bağlı kalacaklardı : İktidar. Lenin'in üç başarılı
öğrencisi oldu. B unların biri, bir başka m ilitan olan A d o lf H itler, Kav­
ganı kitabında -1925-27'de yazılm ıştır- Lenin'e olan borcunu içtenlikle
kabul ediyordu. Bundan on yıl sonra M ao Z edong Lenin'in kitle hare­
ketini Çin'e uyarladı. V e Birinci D ünya Savaşı sırasında. Alm an sos­
yologu Robert M ichels, Lenin'in daha önce icat ettiği şeyi İtalya'da
dostu ve öğrencisi olan B eniıo M ussolini'nin kullanım ı için uyarladı.

Pulitzer ve H earst'ün buluşunun önem i, Birleşik D evletlerde de


çok geçm eden anlaşıldı; ve bunu anlayan "devrim ci sol" değil, İçki
A leyhtarı Hareket oldu. Y asaklam a yanlıları, alkollü içkilerin yasak­
lanm ası ya da en azından denetlenm esi konusunda, çoğunluk desteği
kazanm ak için onyıllardır çabalıyorlar am a hem en hiç başarılı olamı­
yorlardı. Pulitzer ve H earst'ü gördükten sonra stratejilerini değiştirdi­
ler ve siyasî parti adaylarını bir tek yasaklam a konusundaki tutum ları­
na bakarak desteklem ek y a da onlara sırf bu açıdan karşı çıkmak
yoluyla güç kazanacak küçük, disiplinli azınlık g ru p lan örgütlediler.
Y asaklam a görüşü bu yüzyılın ilk yirm i yılı içinde halk desteğini fii­
len kaybetm iş olabilirdi -en çok rağbet bulduğu dönem herhalde 1870
ya da 1880 dolayları olm uştur. A m a kitle hareketi stratejisini benim se­
yen yasaklam a yanlıları 1919 yılında A .B.D . K ongresine alkolü zorla
yasaklattılar.

İçki aleyhtarlığı m odeline uygun olarak oluşan tek-dava savunu­


cusu baskı grupları, o tarihlerden bu yana, özellikle Birleşik D evletler­
de politikaya egem en durum a gelm işlerdir. Ç evreyle ilgili olabilirler.
Kürtaj yanlısı, ya da kürtaj aleyhtarı olabilirler. A m erika'nın m isyonu­
nu Kuzey C arolina'daki bir iki bin tütün yetiştiricisine yüksek m iktar­
larda para desteği sağlam ak diye tanım layabilirler. G üttükleri tek dava
ne olursa olsun, tek-dava hareketlerinin stratejileri hep aynıdır. Uzlaş­
ma tanım azlar. D avalarını m utlak bir ahlaki değer olarak görürler. Ço­
ğunluğun desteğini kazanm ayı, hatta çoğunluğun yandaşlığını çekm e­
yi bile hedeflem ezler, çünkü böyle olm asa, uzlaşm ak zorunda

102
kalabilirler. V e uzlaşm a yolum da bir istek le ri o ld u ğ u n u gtgösteren en k ü ­
çük bir dokundurm a bile güçlterini y ok ed e r. T e k -d a v a gıgüden kille h a­
reketi oy alışverişinde bulunm ıaz. D av a sın ın g e n iş y ığ m laların d esteğ in e
sahip olm am ası, tek-dava g ü d e n baskı g ru b u n u ilglgilendirm ez -
politikacıların ve gazetecileriin gen ellik le an lay a m ad ık lk ları b ir şey d ir
bu. A m erikalıların büyük çoğiunluğunun sila h la rın denetetim in d en y an a
olduklarını ya da tütün yetiştiiricilerine v e rile n p a ra sa l d<dcsteği o n ay la­
madıklarını gösteren kam uoyıu ara ştırm aları o n la r açısınından ö n em siz­
dir. D avalarını desteklem e sözzü veren a d a y , o n la rın oylalarm ı alır; b ö y ­
le yapacağına sö z verm eyeni ya d a g ö rü ş bild irm ek teten k açın an lara
karşı çıkılır. B aşka hiçbir şeyiin önem i y o k tu r.

Toplam oyların yüzde 3-5>"ini to parlayan v e te k -d a v a a güden ö rgütlü


bir azınlığın seçim de zafer kaızandıracak o y fark ın ı s a ğ la y a b ilm e s i en ­
derdir. A m a yaptığı m u h a lefet çoğu kez y en ilg i g etirir. ( O halde bu tür
bir azınlığın olum lu ç a lışm ala rd a b ir etken o lm a s ı e n d c n rd ir; am a o n a y ­
lamadığı her tür çalışm ayı eıngellem ckte b a şa rılıd ır. T c'ek-d av a grubu,
lotalitercilcrden farklı olarak:, iktidarı ele g c ç im ıe giriş.şim inde b u lu n ­
maz. Kendisini siyasî nitelikli olarak b ile g ö rm ez .

Yeni kitle hareketlerinin e n çok g ö rü ld ü ğ ü ve en g ü çç lü olduğu yer.


Birleşik D evletlerdir. A m a b u n la r A v ru p a 'y a d a bulaştın. A lm an y a ve
İskandinavya'da "Y eşiller" vardır. İn g ilte re’d ek i solunn "m ilitanlar"!
toplam seçm en sayısının ç o k küçük bir y ü zd e sin in ü zecrin d e değildir;
ancak tek-dava güden konum larıyla- ö ze llik le de tek yaanlı nükleer si­
lahsızlanma konusunda-İngiüiz İşçi P artisini y ılla rd ır feblce uğratm ışlar
ve birbiri ardınca gelen seçim lerd e y en ilg iy e uğram asııını sağlam ışlar­
dır. Fransa'daki "Lc Pen M illiyetçileri," g ö çm en le rin vve yabancıların
ülkeden kovulm asını güttükleri tek dava h alin e getirerefek F ransız m er­
kez partilerini felce uğratm ayı b aşarm ışlard ır v e F ranssız solunu felce
uğratmayı da başarabilirler. B u küçük az ın lık ların heppsinin stratejisi
de a y n ıd ır: Ufak, disiplinli b ir "kiıle"nin, ken d isin i te k ; bir davaya, bu
davayı m utlak bir moral d eğ e r haline getirerek , bağlam aası.

Tek-dava güden, özel-ilgi grupları, Ja p o n y a'd a bir 1hayli güçlüdiir-


ler. B irleşik D evletlerde olduğundan bile d ah a güçlü. K uzey C aroli-
ta ’daki tütün üreticilerinin A m erikan p o litik ası içindeeki yeri neyse,

103
büyük para desteği gören pirinç yetiştiricilerinin Japon politikası için-
deki yeri de odur. V e böyle grupların hem K om ünist Rusya'da, hem
K om ünist Ç in'de aynı ölçüde bol ve güçlü olduklarını düşündürecek
haklı nedenler vardır.

Bu yeni kitle hareketleri yüzünden, siyasî süreç içindeki karar mer­


cilerinde politikacılar ve devlet görevlilerinden, lobicilere doğru hızlı
bir kaym a m eydana gelm ektedir. Roosevelt'in A m erikasında politika­
nın büyük kentlerdeki patronları bütünleyici gücü sağlıyorlardı. Parla­
m enter sistem le yönetilen Batı A vrupa ülkelerindeki yerel ve bölgesel
politikacılar ve Japonya'daki hiziplerin başları d a öyle. Tüm gelişmiş
ülkelerde devlet görevlilerinin politikacıları hem desteklem eleri, hem
de onları dengelem eleri beklenir. A ncak giderek artan bir oranda, poli­
tika oluşturm a özcl-ilgi gruplarının m anevraları haline gelm ektedir vc
m anevraları ancak siyasî güç tabanı, siyasî gündem i, aslına bakılırsa,
hiçbir siyasî görevi olm ayan kim seler yapabilir. Böylece politikaların
oluşturulm ası, giderek daha çok, kapalı kapılar ardında ve giderek da­
ha çok tehdit ve rüşvetle gerçekleşecektir. B unun b ir sonucu olarak
da, siyasî kararların ve eylem lerin, giderek artan bir oranda, bir "buna­
lım," bir "olağanüstü durum ," bir "felâket" belirinceye kadar ertelen­
mesi gerekecektir. A ncak böyle bir tehdit olduğu zam an, tek-dava gü­
den özel-ilgi grubu veto gücünü kaybeder.

Tek-ilgi çoğulculuğunun yol açtığı siyasî hastalığa karşı kullanıla­


bilecek bir panzehirin ne olabileceğini henüz kim se bilmemekledir.
Hastalığı hafifletm enin yolları olabilir. Bir tedavi biçim i -ki bu. Birle­
şik D evletlerde bir hayli etkili olabilir- vergi sistem inde değişiklik ya­
parak her türlü vergi bağışıklığını, vergi indirim ini, vergi ertelenm esi­
ni ortadan kaldırm aktır. Belirlenen bir alt sınırın üzerindeki tüm
gelirler için herkes aynı oranda vergi öder. (Üç oran olabilir : Ü lkede­
ki en düşük yüzde 25 içine giren gelirlerde sıfır; gelirleri yüzde 25 ile
75 arasındaki vergi yüküm lüleri için belki yüzde 15; ve gelirleri en
yüksek yüzde 25'e girenler için yüzde 25.) T ek-dava güden özcl-ilgi
gruplarının hepsi de vergi tercihleriyle ilgili değildirler am a pek çoğu
öyledir. T ek-oranlı bir vergi sistem i bu niteliğiyle arzu edilir bir sis­
tem dir. B öyle bir sistem kaçam akları vc özel tercihleri olan şimdiki

104
([armaşık vergi sistem lerinin hepsinden daha çok gelir y a ra ta b ilir ve
sistem in işletilm esi daha kolay olur, daha da ucuza gelir.

T ek-dava güden özel-ilgi gruplarının gücünü azaltmaı>lın -B irleşik


Devletlerde, Japonya'da vc Batı A lm anya'da büyük elkisii olacak- bir
başka yolu da, siyasî m akam lar için yürütülen kam panyal.ların finans­
manında yapılacak değişikliktir. K am panyalara yapılacak her türlü ve
her kaynaktan gelen katkılar kesin bir biçim de y a sa k la n a b ilir. D üşük
bir düzeyin üzerine çıkan kam panya harcam aları da. B öyke olunca, se­
çimlerden sonra hem kazanan hem kaybeden adaylara (ya -da partilere)
fiilen aldıkları oy oranına göre yaptıkları m asraflar geri v erileb ilir. Bu
tür bir değişiklik sıkça önerilm iştir. A m a politikacıların tböyle bir şe­
yin yapılm ası için gösterdikleri istek şim dilik pek azdır.

Bu tür değişiklikler yapılsa bile, bunlar küçük az ın lık la rın siyasî


sistemi etkileyen ve siyasî süreci felce uğratan korkunç zo rb a lığ ın ı an­
cak hafifletebilir.

105
8

"KARİZMAYA DİKKAT"
SİYASÎ LİDERLERE YÖNELİK
TALEPLERDE DEĞİŞMELER

Ben bu bölüm üzerinde düzeltm eler yaparken G eorge B ush A m eri­


ka Birleşik D evletlerinin başkanı olarak W ashington'da yem in ediyor­
du. Bush'u görev getiren seçim kam panyası çekilm ez boyutlara varan
bir sönüklük içinde geçti; am a B irleşik D evletlerde sönük kam p an y a­
lar daha önce de yaşanm ıştır. 1988 seçim kam panyasını öbürlerinden
ayıran şey, sözcüklere sığdırılm ası m üm kün olm ayan yavanlığıydı :
Bir m eseleyi -herhangi bir m eseleyi- tartışm ak, iki partinin de en sa­
dık, en bağlı, en hareketli destekçilerini partilerden uzaklaştırırdı. D e­
mokrat aday sorunlara girseydi, liberallerin ve ilericilerin desteğini
yitirirdi. C um huriyetçi aday da, aynı şekilde, m uhafazakârları kaybe­
derdi. H er iki adayın elinde de, sunduğu zam an, oy tabanını birbiriyle
kavga eden hiziplere bölm eyecek bir program yoktu.

Siyasî liderlerin yavanlaşm aları, m eselelerden ve program lardan


uzak durm aları ve kendilerini taahhütlerle m üm kün olduğu k adar az
bağlamaları, yalnızca A m erika'ya özgü bir şey değildir. Ingiltere baş­
bakanı M argaret T hatcher -bugünkü özgür dünyanın en kıdem li ve en
başarılı siyasî lideridir- işbaşında olduğu on yıl içinde çabalarını yal­
nızca üç görev üzerinde yoğunlaştırdı : işçi sendikalarının boğucu
egem enliğini kırm ak; sanayide, konut sorununda, eğitim de özelleştir­
meye gitm ek; V e A vrupa E konom ik T opluluğuyla giderek derinleşen
bağların, Ingiltere’nin Birleşik D evletlerle olan "özel ilişki"sini tehli­
keye düşürm em esini güvenceye alm ak. B unların dışındaki her konuda
Pragnıatik, durum u göz önüne alarak, kendisini taahhüt altına sokm a­
dan davranm ıştır.

107
1981 'den bu yana Fransa cum hurbaşkanlığını sürdüren François
M itterand ise, görevine iddialı bir program la başladı : "Sosyalistlerin
D üşü"ndcki Fransa'yı yaratm ak. Beş ay içinde -daha önce de değinil­
diği gibi- bu düşten vazgeçm ek zorunda kaldı. O günden bu yana yal­
nızca iki politikası olm uştur : G örev başında kalm ak ve kendi destek­
çilerini devlet içinde ve iş dünyasında kilit konum lara yerleştirm ek.

Uzun soluklu bir başka politikacı olan Balı Alm an şansölyesi Dr.
H elm ut Kohl'ün de ne bir politikası vardır ne de herhangi bir progra­
mı. Sorunlarla ortaya çıktıkça ilgilenir. A lm anya'da ilerde yapılacak
bir seçim le Dr. K ohl’ün yerini bir Sosyal D em okrat alacak olursa,
esasta bir değişiklikten çok, yalnızca üslupta bir değişiklik meydana
geleceği neredeyse kesindir.

Japonya'nın durum u da farklı değildir. Japonya'da yirm i yıl önce


son derece iddialı bir program la iktidara gelen bir başbakan vardı :
"Japonya'nın G SM H 'sım on yıl içinde iki katına çıkarm ak." Şimdiki
başbakan N oburu T akeshita ise (durum u çok iyi bilen bir Japon dostu­
mun ifade elliği gibi) "daha önce yürüttüğü devlet görevlerinde sessiz
sedasız bir biçim de sergilediği bilgi-becerisi için, kendisini hiçbir za­
man taahhüt altına sokm adığı için ve ortalığı karıştırm adığı için" seçildi.

Am erikan kitle iletişim araçları 1988 seçim kam panyasının yavan­


lığını kam panya sırasında m ücadele eden adayların kişiliklerine, özel­
likle de, "karizm a"dan yoksun oluşlarına bağladılar. A m a genel olgu­
lar hiçbir zam an yerel nedenler ya da belirli kişilik özellikleriyle
açıklanam az. G eniş kapsam lıdırlar, nedenleri de kapsam lı olur. Ame­
rika'nın 1988 seçim lerindeki başkan adayları yavan geçen-m eselelerin
ortaya konm adığı, program ların ortaya konm adığı, vaatlerin ortaya
konm adığı- bir kam panyada m ücadele ettiler; çünkü geleneksel mese­
lelerin, program ların ya da vaatlerin hiçbiri siyasî gerçeklere uygun
düşm em ekledir. G eleneksel bağlantıların hiçbiri de düşm ez. A m a ha­
zırda geleneksel politikalar, vaatler ve bağlantılardan başkası bulun­
m am aktadır. Bu ise politikayı ve politikacıları "donuk", yani pragma-
tik olm aya, m eselelerden çok görevler üzerinde odaklaşm aya, hor
şeyden önem lisi de, potansiyel seçm eni çekebilecek şeylerden çok da­
ha fazla, onu uzaklaştırabilecek şeylerle ilgilenm eye zorlamakladır-

108
Basın, aydınlar, siyasel yorum cuları, lüm heyecanı, seri çatışm aları,
açıkça belirlenm iş seçim leriyle geleneksel politika istem ektedirler,
politikacılar ise işlerini onlardan daha iyi bilirler- ve seçilirler. Am a
şunu da bilirler ki (A nthony Trollope'un O rta V iktorya dönem inde
yazdığı bir rom andaki başbakanın ifade ettiği gibi) "D evlet devam et­
melidir." Bu yüzden de vurgulanan şeyler bilgi-beceri, ortalığın karış­
tırılmaması, yapılacak işlerin yapılm ası, belirli birtakım görevler ve sı­
rası gelince bulunan çözüm lerdir.

H alk geleneksel liderlere güvensizlik gösterm ekte haklıdır. Bu tür


liderler ancak dem agog olabilirler -ya da Fransa'da M itterand'ın az
kalsın başına geldiği gibi, başarısızlığa uğrarlar. G eleneksel politikalar
ve program lar, geleneksel bağlantılar, geleneksel tutum lar hiçbir yere
varamaz. A rtık siyasî "D evrim ler"e, "New D eal"lere, "Fair De-
aT'lere*, veya "Yeni T oplum lar"a yer yoktur. B unlar kam panya slo­
ganları olarak bile işe yaram am aktadır. T oplum yolu y la gelecek kurtu­
luş ya da gücün çıkar blokları etrafında örgütlenm esi gibi ideolojiler
de yapılm ası gereken işlere ya da m evcut seçim çevrelerine uygun
düşmemektedir. B unların ikisi de liderliğe destek sağlayam az. A ncak
kötü liderlerin doğm asına yol açabilirler.

Yeni siyasî gerçekler için genel siyasî kural "K arizm aya D ikkat!"
olmalıdır. K arizm a bugün pek "gözde"dir. Ü zerinde pek çok şey söy­
lenmekte, karizm atik lideri konu alan çok sayıda kitap yazılm aktadır.
Politikanın heyecan verici ve pek parlak bir şey olduğu geçm iş dö­
nemlere özlem vardır. O ysa karizm a istem ek siyasî ölüm isteğidir.
Hiçbir yüzyılda bizim yirm inci yüzyıldaki kadar karizm atik lider y e­
tişmemiş, hiçbirinin karizm ası bizim kilerin karizm ası kadar bol o lm a­
mıştır; ve gene hiçbir siyasî lider bu yüzyılın dört karizm atik dev lide­
rinin yaptığı zararı yapm am ıştır- Stalin, M ussolini, H iller ve Mao.
Önemli olan karizm a değildir. Ö nem li olan, liderin doğru yolda mı ön­
cülük ettiği, yoksa yanlış yöne mi sürüklediğidir. V e bugünkü koşullar
âtında karizm atik lider ancak yanlış yöne sürükleyebilir. Y önlendir­
mesi, yeni gerçeklerden çok düne doğru olacaktır.

* "Fair Deal" : Harry S. Trum nn'nın refah devleıi modeline benzer kendi program ına
Verdiği ad (Çevirenin nolu).

109
K arizm atik lider, bu yüzyılda görüldüğü gibi, her zam an tehlike
içindedir. Kral C anute gibi, deryaya hükm edem ez. G erçeklik denelim
alanının ötesindedir. K arizm atik lider kendisine hükm edenin gerçeklik
olduğunu anlayınca, paranoyaya kapılır. Bu yüzyılın büyük karizma-
tik liderlerinden hepsi de sonunda birer m anyak olup çıktılar. H er şeyi
yok ettiler, en sonunda da kendilerini -Stalin tem izlem e hareketleriyle.
H itler "nihaî çözüm "ü ile. M ao "K ültür D evrim i" ile. 1813 ve 1814'ic
zaten yenilgiye uğram ış olduğu halde, ülkenin tarihî sınırları içinde
Fransa İm paratoru olarak kalm asını sağlayacak pek çok öneriyi geri
çevirip, bunun yerine A vrupa'nın hakimi olarak kalm ayı ısrarla istedi­
ği zam an, N apolyon da artık pek dengeli değildi. O ysa hükm eden her
zam an için gerçekliktir. G erçeklik, karizm atik liderin vaatlerine, prog­
ram larına, ideolojilerine boyun eğm ez.

Karizm anın sonu kendini bilm ezliktir. A m erika'nın karizm ası en


bol askerî lideri, kuşkusuz. G eneral D ouglas M acA rlhur’du; en yete­
nekli askerî lider olduğu da ileri sürülebilir. A m a karizm ası sonunda
onu öyle kendini bilm ez bir kim se haline getirdi ki, başkom utanı olan
Başkan T rum an'ın em irlerini bir kenara itli, Ç inlilerin K ore’de bir kar­
şı saldırıya geçebileceklerine ilişkin bütün uyarılara kulak tıkadı ve le-
ci -tam am en de gereksiz- bir askerî yenilgiye uğram a budalalığını gös­
terdi.

K arizm a, sunulabilecek bir program olm adıkça, her zam an etkisiz


kalır. A m a bugün ortada program diye bir şey bulunm am aktadır. Ka-
rizm atik liderlere tapanlar, hep konuyu John F. K ennedy'e getirirler.
A m a K ennedy yönetim inin gerçekten başardığı nedir? İç politikada
hiçbir şey. U luslararası düzeyde ise, Berlin Duvarı konusunda Komü­
nistlere teslim olm uş ve D om uzlar K örfezindeki anlam sız fiyaskoyla
Küba'yı istila etm iştir -bu da Ruslara kendi Küba serüvenlerini dene­
meleri için davetiye çıkarm ış ve böylece d ünya Ü çüncü D ünya Sava­
şının eşiğine kadar getirilm iştir. G erekli olan ne siyasî değeri olan ka­
rizm adır, ne de siyasî değeri olm ayan karizm a. G österişsiz, hareketsiz-
donuk da olsalar, kendilerini taahhüt altına sokm ayan, ortalığı karıştır'
m ayan.bilgi-beceri sahibi liderler çok daha iyidir.

110
Bu yüzyılın yapıcı başarıları, karizm adan tüm üyle yoksum k im sele­
rin eseriydi. M üttefikleri İkinci D ünya Savaşında zafere doğrru taşıyan
iki asker -ikisi de A m erikalı olan- D w ight E isenhow er ike G eorge
Marshall'di. H er ikisi de fazlasıyla disiplinli, fazlasıyla bilgi-lbeceri sa­
hibi ve son derece donuk adam lardı. Kom ünist olm ayan d ü n y a n ın H il­
ler ve İkinci D ünya S avaşının ardından toparlanabilm esini -hem de
'bıı, rekor sayılacak bir sürede olm uştur- başlıca iki adam a bcorçluyuz :
Almanya'nın savaştan sonraki ilk şansölyesi K onrad A decnauer ile
Amerika'nın savaştan sonraki ilk Başkanı H arry T rum an. A dtenauer on
iki yıl süren Nazi dehşetinin ve tam bir yenilginin ardındtan A lm an
loplumuna yeniden sağlık kazandırdı. D ışlanm ış, N azi döneım i so n ra­
sındaki A lm anya'yı içine alabilecek bir A vrupa'nın yaratılnnasını b ü ­
yük ölçüde o gerçekleştirdi ve sonra da ülkesini yarattığı bu A v ru ­
pa’nın parçası haline getirdi. A m a A denauer, donuk, renksizz, kılı kırk
yaran bir bürokrat ve kendi kişiliğini kaybedecek kadar ç a lıştığ ı k u ru ­
luşun kim liğine bürünen insanların kusursuz bir örneğiydi. .A denauer,
Hitler'in düşm esinin ardından. N azi yönetim i öncesinde y a p tığ ı K öln
belediye başkanlığına yeniden dönm eye çalışınca, İngilizler siy a sî açı­
dan yetersiz diye onu kapı dışarı ettiler. H ollyw ood'da iş buflabilscydi,
onu O berbuchhalter, yani m uhasebe denetçisi yaparlardı. O n d a olan,
karizma yerine, ileriye dönük hayalgücü, derin bir dinsel imanç, görev
duygusu ve gönüllü olarak çok çalışm a isteğiydi.

"K azara B aşkan olan" Harry T rum an'm karizm asu A denau-
er'inkinden bile azdı. Hollyvvood'un ona vereceği rol, e rk e k giysileri
satan bir m ağazanın yöneticiliği olurdu; zaten önceden de >bu işi y ap ­
mış, m ağaza iflas edip de bir politikacı dostu ona bu a la n d a küçük b ir
İŞ buluncaya kadar, aynı işi sürdürm üştü. O nda olan n ite lik ler de, g e­
ne, moral ciddiyet, derin bir görev duygusu, kendisine en iyıi aklı vere­
bilecek olanlara fikir danışm aya ve çok sıkı çalışm aya gönülllü olm aktı.

Ancak önüm üzde yapılm ası gereken çok büyük siya-sî görevler
vardır. D ünyayı am aca ters düşen silahlanm a harcam alarının y ü k ü n ­
den kurtarm ak için silah yarışını tersine çevirm ek gibi b ir görev bu­
lanmaktadır. Ç evreyi, gittikçe artan ve hiçbir ülkeye yarar getirm eyip
sonuçta tüm ülkelerin başına gelen kirlilikten kurtarm ak o»riak çık arı­
mdadır. Rus İm paratorluğu dağılırken, dış politika alanında sarsıcı ka­
rarlar alınm ası gerekecek, sarsıcı açm azlar yaşanacaktır. Çoğulcu bir
toplum da ve tek-dava güden ilgi gruplarınca kuşatılm ış bir sivil düzen
ortam ında devletin sınırlan ve işlevi üzerinde düşünm ek gerekecektir
"Yeni çoğunluk", yani ticaret-sonrası toplum un bilgi işçileri için siyasi
liderlere ihtiyaç vardır.

Bu yeni görevlerde karşım ızdaki düşm an b ir başkası değildir. Düş.


m an biziz■G eleneksel siyasî sloganlar, geleneksel seçim çevreleri, ge­
leneksel politikalarla bu yeni ve çetin görevlerin ele alınm ası mümkün
değildir. D aha yirm i beş yıl öncesi hayal ed ilem ez olan yeni yaklaşım­
ların sonuç verdiğini gösteren bir iki örnek vardır ki insanı yüreklen­
dirm ektedir. D aha on yıl önce A kdeniz kirlilik yüzünden neredeyse
ölüyordu. Bu, A kdeniz sahilinde yer alan üç sanayi ülkesinin ortak ça­
lışmaları sonucu durdurulm uştur : İspanya, F ransa ve İtalya. Sonra
Başkan Reagan'ın -kendisi için bile hiç beklenm eyen- başarısı vardır;
Reagan kendi partisinin "şahinler"ini ve onların A m erikan askerî gü­
cünde çok büyük bir artış isteğini dünyadaki silahlanm a yarışında ilk
gerçek kısıntıyı sağlam ak üzere kullanm ayı başarm ış ve sonuç, 1988
tarihinde S ovyetler B irliğiyle yapılan O rta M enzilli N ükleer Füzeler
A nlaşm ası olm uştur. Belki iyim ser olm ak için en büyük neden yeni
çoğunluk olan bilgi işçileri için eski politikaların hiçbir anlam taşıma­
m asıdır. A m a kanıtlanm ış bilgi-bcccri bir anlam taşır.

Y eni siyasî görevlerin hiçbiri ideolojik nitelikli değildir. Bunlar


çıkar m eseleleri de değildir. Ç oğu ulusal m eseleler bile değildir. Karşı
tarafta bir rakibin bulunduğu m eseleler gibi ele alınabilecek olanlar
pek azdır, belki hiç yoktur; bu yüzden, geleneksel siy asî m eseleler ola­
rak çözüm lenebilecekler de pek azdır,belki de hiç yoktur. V erm ek zo­
runda olduğum uz kararların çoğu kullanılacak araçlarla ilgilidir. Silah­
lanm a yarışının hepim izi tehdit ettiği konusunda artık hem en hi<
kim senin kuşkusu yoktur. Ç evre kirliliğini yavaşlatm ak ve denetle­
mek, ya da tek-dava güden özel-ilgi gruplarının yarattığı siyasî kirlili­
ği sınırlandırm ak gerektiği konusunda pek kuşkuya yer yoktur. Gele­
neksel politikadaki görüş ayrılıkları am açlara ilişkindi. Y eni gerçeklet
ise çoğu kez am açları kendileri yaratm aktadır. Yeni gerçeklerin ortay3
çıkardığı soru ş u d u r : Bizi bu am açlara ulaştıracak araçlar nelerdir?

112
G eleneksel siyasî liderler m eselelerin, yani am açlara ilişkin görtiş
ayrılıklarının çevresinde örgütleniyorlardı. Y eni siyasî liderlerin göre­
vi ise, giderek daha büyük oranda, am açlara ilişkin ay n ı görüşlerin
çevresinde örgütlenm ek, hatla am açlar konusunda beliren görüş birli­
ğini harekete geçirm ektir. V e bu, küçük azınlıkların felç yaratan güç­
lerini kırm anın d a tek yolu olabilir. B ugün ortalıkla olan siyasî lider­
ler, T hatcher'lar, M itterand'lar, K ohl'ler, T ak esh iıa’lar, Bush'lar,
donuk, işkolik uzm anlar, o rtaya raslantı sonucu çıkm am ış olabilirler,
geçici bir dönem in liderleri de olm ayabilirler. İhtiyacım ız olan, ciddî
anlamda bağlılık, çabaları bir iki öncelik üzerinde yoğunlaştırm aya
gönüllü olm ak, çok sıkı çalışm a ve bilgi-beceridir.

A m a bunlar yetecek m idir? Başkan R eagan 1986'da G orbachev'la


yaptığı ilk silah indirim i toplantısında am acının bütün nükleer silahla­
rın 2000 yılına kadar yok edilm esi olduğunu bildirdi. H erkes kendisiy­
le eğlenince de, hem en dönüş yaptı. İleriye dönük bu am acına sıkı sı­
kıya bağlı kalm alı m ıydı? "K arizm a”y a ya da "program lar"a
ihtiyacımız yok. A m a açıkça belirlenen am açlara gerçeklen ihtiyacı­
mız var. İleriye dönük hayal gücüne gerçekten ihtiyacım ız var.
Ill

EKONOMİ, EKOLOJİ VE
EKONOMİ BİLİMİ
9

ULUSLARAŞIRI EKONOMİ -
ULUSLARAŞIRI EKOLOJİ

Bugün herkes "dünya ekonom isi"nden söz ediyor. D ünya ekono­


misinin yeni bir gerçeklik olduğu kesindir. A m a bu terimi kullanan
çoğu kim senin -işadam larının, iktisatçıların, politikacıların- kastetti­
ğinden oldukça farklı bir şeydir. D ünya ekonom isinin başlıca özellik­
leri, başlıca zorlayıcı yönleri, getirdiği başlıca im kânlardan bazıları
şu n la rd ır:

• Y etm işli yılların başlarında ya da ortalarında dünya ekonom isi -


OPEC'le ve Başkan N ixon'un doları "dalgalandırm a"sıyla- uluslararası
olmaktan çıkıp, uluslaraşırı hale geldi. U lusal devletlerin iç ekonom i­
lerini büyük ölçüde kontrol eden uluslaraşırı ekonom i artık egem en
duruma geçm iştir.

• U luslaraşırı ekonom iyi biçim lendiren başlıca olgu, mal ve hiz­


met ticaretinden çok, para akışıdır. Bu para akışlarının kendilerine öz­
gü bir dinam iği vardır. Egem en ulusal devletlerin para ve m aliye poli­
tikaları, giderek daha büyük oranda, uluslaraşırı para ve serm aye
piyasalarındaki olayları etkin bir yolla biçim lendirm ek yerine onlara
tepki verm ektedirler.

• U luslaraşırı ekonom ide geleneksel "üretim faktörleri" olan top­


rak ve em ek, giderek daha büyük bir oranda, ikincil durum a düşm ek­
tedirler. U luslaraşırı bir nitelik kazandığı ve herkesçe elde edilebilir
hale geldiği için, arlık para da dünya piyasasında tek bir ülkeye reka­
bet avantajı sağlayacak bir üretim faktörü olm aktan çıkm ıştır. D öviz
hurlan ancak kısa süreler içinde önem taşım aktadır. Y önetim , üreti-

117
min belirleyici faktörü olm a niteliğini kazanm ıştır. Rekabet alanınd
bulunulan noktanın değerlendirilm esi, yönelim i tem el alm alıdır.

• U luslaraşırı ekonom ideki am aç "kâr ıııaksiınizasyonu” değildıı


"Pazar m aksim izasyonu"dur. T icaret de, giderek daha büyük bir oran
da. yatırım ı izlem ektedir. A slında, ticaret yatırım ın bir işlevi halin
gelm ektedir.

• Ekonom i kuramı hâlâ egem en ulusal devletin tek birim , ya d;


hiç olm azsa, en ağırlıklı birim olduğunu ve yalnız bu birim in etkil
ekonom i politikaları oluşturabileceğini varsaym aktadır. O ysa uluslara
şırı ekonom ide aslında bu Mir dört birim bulunm aktadır. B unlar mate
m atikçilerin deyim iyle "kısmen bağım lı d e ğ işk e n le rd ir, birbirlerini
bağlı ve karşılıklı olarak bağım lıdırlar am a birbirlerinin kontrolü altın
da değildirler. Ulusal devlet bu birim lerden biridir; tek tek ülkeler
özellikle de büyük, gelişm iş, K om ünist olm ayan ülkeler- elbette önen
taşım aktadır. A ncak karar oluşturm a yetkisi giderek ikinci bir birime
bölgeye doğru kaym aktadır- A vrupa Ekonom ik T opluluğu; Kuze)
A m erika ve belki de ilerde Japonya'nın çevresinde gruplaşacak biı
Uzak D oğu bölgesi. Ü çüncü olarak, para, kredi ve yatırım akışlarıyl;
oluşan gerçek ve neredeyse özerk bir dünya ekonom isi vardır. Bum
düzenleyen de artık ulusal sınırlar tanım ayan enform asyondur. Son
olarak da -ille de büyük işletm eler olm ası gerekm eyen- uluslaraşırı te­
şebbüsler vardır ki, bunlar Kom ünist olm ayan gelişm iş dünyanın bütü­
nünü bir pazar, daha doğrusu, mal ve hizm et üretim i ve satışı yapılabi­
lecek tek bir "yer" olarak görm ektedirler.

• Ekonom i politikası, giderek daha büyük bir oranda, "serbest ti­


caret" ya da "korum acılık" değil, bölgeler arasındaki "karşılıklılık" an­
lam ına gelm ekledir.

• D aha da yeni olan bir uluslaraşırı ekoloji söz konusudur. Çevre


de arlık para gibi, enform asyon gibi, ulusal sınırlar tanım am aktadır.
Ç evreyle ilgili çok önem li ihtiyaçlar -sözgelim i, atm osferin ve dünya
orm anlarının korunm ası- ulusal düzeydeki eylem ler ve ulusal yasalar­
la karşılanam az. Karşı tarafta bir rakibin bulunduğu m eseleler gibi ele
alınam azlar. Bu m eseleler için uluslaraşırı düzeyde uygulanacak ulus-
laraşırı politikalar gerekm ektedir.

118
• Son olarak da : U luslaraşırı dünya ekonom isi bir gerçeklik oldu-
5u halde, kendisi için gerekli olan kurum lardan hâlâ yoksundur. Bu
ekonomi için en gerekli olan şey de uluslaraşırı hukuktur.

A m e rik a n D eneyim i

Birleşik D evletler ekonom isi hâlâ dünyadaki egem en ekonom i ol­


duğu için -Japonya'nın ekonom isinin iki katı büyüklüktedir- A m eri­
ka'nın son yirm i yılda yaşadığı deneyim , yeni ekonom ik gerçeklere
olan yönelişi en açık biçim de gösterm ektedir. A m erikan imalat sana­
yiinin seksenli yılların başında ve ortalarında neredeyse çöktüğünü
herkes bilm ektedir. A m a çoğu kez olduğu gibi, "herkes" yanılm akta­
dır. G erçek çok daha karm aşıktır. A şırı değerlenen dolar o dönem
içinde sınaî ürünler ithalatı açısından çok büyük bir A m erikan p azan
gerçeklen de yarattı. A ncak A m erika’nın sınaî ihracatı "çökm edi"; bu
dönemdeki tek bir yıl dışında arttı. D olardaki aşırı değerlenm enin
1985 sonbaharında düzeltilm esinden sonra geçen bir buçuk yıl içinde,
A m erika'nın sm aî ürünler ihracatı hızla arttı ve bu artış mamul A m eri­
kan m alları için en iyi geleneksel pazar olan Latin A m erika, hâlâ derin
bir bunalım içinde olduğu ve bu m alları satın alm adığı halde gerçek­
leşti.

A m a Birleşik D evletlerde seksenli yıllarda sıkıntıda olan sanayiler


-otom obil, çelik, elektronik tüketici cihazları- çok geçm eden Batı A v­
rupa'da da benzer sıkıntılar yaşam aya başladılar. Seksenli yılların so ­
nuna gelindiğinde, A vrupalIlar yoğun korum aya rağm en A m erikalılar
için hiç olm adığı kadar, Japon ve K ore ithal m allarının baskınına uğ­
radılar. E lektronik tüketici ürünlerinin Japon kökenli olm ayan en bü­
yük üreticisi Philips'in A .B .D .'deki yan kuruluşları Japonların ve K o­
relilerin rekabeti karşısında iyi durum dadırlar. A m a -H ollanda.
Almanya, İngiltere, Fransa, A vusturya, İtalya ve Ispanya'da fabrikaları
olan- A vrupa'daki ana şirket. U zak D oğudan gelen şiddetle saldırı y ü ­
zünden sendelem ektedir. Sözgelim i, Philips ürünleri İngiltere'de Kore
»hal m alları yüzünden büyük oranda raflarda görünm ez olm uşlardır.
Ford Japon rekabetine rağm en A .B.D . pazarı içindeki payını sürekli
artırm ıştır. A m a, İtalya ve Fransa, Japon ithal m allarına açılacak olsa­
lar, F iat ve Renault, T oyota ve H onda ile rekabet etm ekte epey zorla­

119
nırlar. O rtada olan durum , geleneksel im alat alanında bütün dünyayı
saran bir karışıklık iken, bunun suçu sırf A m erika'yla ilgili nedenlere
ya da olaylara herhalde yüklenem ez.

Seksenli yıllar boyunca A m erikan sanayi şirketleri de dünya piya­


salarındaki paylarını bütünüyle korudular -hatta artırdılar. A m erika’da
yerleşik şirketlerin ürettiği ve A m erikan m arka adlarını taşıyan mallar,
hem I980'de hem 1988'de her türlü m am ul m alların dünya çapındaki
satışlarında yüzde 20 kadar bir yer tutuyordu. Bu payı korum uş ol­
mak, salt rakam larla hem üretim de hem satışlarda hızlı bir artış anla­
m ına gelir. Z ira m am ul m alların dünya çapındaki toplam satışları o
dönem içinde y an yarıya -ya da daha fazla bir oranda- arttı. Aynı za­
m anda, A m erika'daki im alatçı şirketler ülke dışında kendi m arka adla-
n y la satılan inallar üzerindeki kontrollerini ve onlardan elde ettikleri
gelirleri önem li ölçüde güçlendirdiler. Seksenli yılların başlarında
(dünyanın en geniş ikinci pazarı ve aynı zam anda pek çok Amerikan
m arkası için en geniş ikinci pazar olan) Japonya'da satılan Amerikan
m arkalı m allar, büyük bir bölüm üne Japon ortağın sahip olduğu ortak
teşebbüsler tarafından üretiliyordu. Seksenli yılların sonlarına gelindi­
ğinde, bu ortak teşebbüslerin çoğunun m ülkiyeti -ya yüzde 100 olarak,
ya da büyük bir bölüm üyle- A m erikalılara geçm işti; Ç ünkü A m erika­
lılar yüksek değerli doları Japon ortaklarının hisselerini satın almak
için kullandılar.

H er şey hesaba katılırsa, A .B .D .’nin seksenli yıllarda verdiği mu­


azzam ticaret açığının altında yatan, "im alat sanayiinin çöküşü" değil­
di; ticarî m al fiyatlarında ve ticarî mal ihracatında d ü nya çapında gö­
rülen çöküştü. 1981'den başlayarak tarım ürünlerinin ve sınaî
ham m addelerin dünya piyasalarındaki fiyatları çöküş gösterdi. Bunla­
rın satışlarında da aynı şey oldu. Mamul m alların fiyatlarıyla kıyasla­
narak değerlendirilirse, ham m adde fiyatları seksenli yıllarda bilinen
en düşük düzeye düşm üş, otuzlu yılların B üyük E konom ik Bunalımı
sırasında olduğundan da aşağı inm iştir. Seksenli yılların sonuna gelin­
diğinde, yiyecek m addeleri için yalnızca iki önem li pazar kalmıştı :
Japonya ve S ovyetler Birliği. Y üzyıllar boyu sürekli kıtlık belası çe­
ken H indistan bile tarım ürünleri ihracatçısı olm uştu ve Çin yiyecek
konusunda kendi kendine yeter durum a gelm ekteydi.

120
Tarihsel açıdan bakıldığında. Birleşik D evletler g e n e ld e d ü nyanın
en büyük tarım ürünleri ve ham m adde ihracatçısı olm uıştur. A slında
A.B.D. d ünya ekonom isi ile, m am ul m allar ihracatından ço k h am m ad ­
de ihracatı yoluyla bütünleşen (K anada dışında) tek gelişım iş bü y ü k ü l­
kedir. A .B .D .'nin ham m adde ihracatı, hacim ve fiyat a ç ısın d a n n isbî
olarak 1978 düzeyinde kalsaydı, seksenli yıllardaki tic a re t açıkları tam
üçte bir oranında küçülürdü. B ir üçte bir daha ham m addlelerdeki uzun
süreli çöküşün m am ul A m erikan m allarının geleneksel a lıc ıs ı olan ve
hammadde üreten Latin A m erika ülkeleri üzerinde yaırattığı etkiden
kaynaklandı. A .B .D .'nin seksenli yıllardaki ticaret açığım ın gerisi de,
imalat alanında eksikleri olduğunu gösterm ek yerine, em ç o k petrol it­
halatında hızlı bir artış olduğunu gösterm ektedir.

A.B.D. tarım ının verim liliği ve rekabet gücü düşünüllürsc, b ir d o la­


rın 250 yen olm ası, dolar için "A şırı değerlenm e" dcğiıldi. G erçekten
değerinin altında kalm ış olm ası bile m üm kündür. D o ları a şın d eğer­
lenmiş gibi gösteren şey, A .B .D . im alat sanayii içinde olup biten, ya
da A.B.D. im alat sanayiine olan bir şeylerden çok, d ü n y a p azarlan n -
daki ham m adde ve yiyecek fiyatlarının çöküşü idi.

Doların yen karşısında aşağıya çekilerek ayarlanm atsının ardından


1985 sonbaharında başlayan gelişm eler de, herkesin o la ca ğ ın ı "b ild i­
ği" gelişm elere, aynı ölçüde ters düşm ektedir.

D öviz değişim değerlerinde yapılan "ufak" bir ay a rlam a yerine -


genel beklenti, yen/dolar orantısının 225 ya d a 210 y en e bir d o lar o l­
masıydı- dolar, "serbest düşüş"e geçerek, on beş ay içinde, yen karşı­
sındaki değerinin yarısını kaybetti. A m a -k u r dalgalanm aların a h er za­
man ilk uyum gösteren- ham m adde fiyatlarından bu kez uygun b ir
tepki hiç gelm edi. Bunun yerine, ham m adde fiyatlarının A .B .D . doları
olarak düşüşü fiilen devam etti. B unun bir sonucu o la ra k da, hayat p a­
halılığı istikrar gösterdiği ve hatta biraz düştüğü için A m erika'daki fi­
yatlar ve ücretlerde hiçbir yükselm e olm adı. O halde bu, A m erikalılar
dışında kalan herkes için yiyecek ve ham m adde giderlerind e çok b ü ­
yük bir düşüş dem ekti. S özgelim i, 1988 sonbaharına gelindiğinde, Ja ­
ponların y iyecek ve sınaî ham m addeler için yen olarak ödedikleri
miktar, fiilen, üç yıl önce ödedikleri m iktarın üçte birinden fazla dcğil-

121
di -bunun başlıca nedeni, dolardaki yüzde 50 düşüş, ikinci olarak da,
yiyecek ve ham m adde fiyatlarının d olar olarak hâlâ, oldukça önemli
bir oranda, aşağı inm esiydi. A ncak fiyatlardaki düşüşe rağm en, Ame­
rika'nın tarım ürünleri ve sınaî ham m adde ihracatı artm adı; Brezilya
gibi yiyecek ve ham m adde ihraç eden başka ülkelerin ihracatında da
yükselm e olm adı.

Bir paranın değerinin birden ve büyük ölçüde düşm esi -bilinen


tüm kuram lara ve yaşanan tüm deneyim lere göre- o ülkenin ihracatın­
da büyük bir artış, ithalatında ise büyük bir azalm a m eydana getirme­
lidir. A .B .D .'nin ihracatı artm asına arttı ve büyük oranda arttı am a bu.
dolardaki değer düşm esinin üzerinden bir buçuk yıl geçm eden gerçek­
leşm edi. 1988’in sonuna gelindiğinde, m am ul A m erikan malları ihra­
catındaki artış, ticaret açığını üçte bir oranında azaltm ıştı; bunun, her
şeyden önce, doların evvelce aşırı değerlenm iş olm asından kaynaklan­
dığı düşünülebilir. A m a Birleşik D evletlere yapılan sın aî m allar ithala­
tı -tüm kuram lara ve daha önceden yaşanm ış tüm deneyim lere göre,
neredeyse tüm den sona erm iş olm alıyken- artm aya devam etti!

G eçm işte örneği bulunm ayan bir başka olgu da, para ve yatırını
akışlarındaki gelişm elerdir. M aliye tarihi boyunca, dış ülkelerden aldı­
ğı paraların tüm ünü kendi parasıyla borçlanan ilk büyük ülke Amerika
Birleşik D evletleridir. D oların değerinin A m erika’dan alacaklı durum ­
daki başlıca ülkeler olan Japonya ve Batı A lm anya (A .B .D . ile ticaret­
lerinde en büyük ihracat fazlasına sahip iki ülke) paraları karşısında
yüzde 50 oranında düşürülm esi, bu ülkelerin ellerinde tuttukları muaz­
zam m iktarlardaki doların değerini fiilen yarıya indirdi. A m a bu ülke­
ler -ve A .B .D .'nin başka alacaklılarının hepsi- A .B .D . devlet tahvilleri
satın alarak ülkeye para pom palam ayı ve A .B .D .'nin kam u açığını des­
teklem eyi sürdürdüler.

Son olarak da, A m erika’nın alacaklıları -başla tn g ilizler ve Kana­


dalIlar, sonra Batı A lm anlar ve nihayet Japonlar- doların değerinin dü­
şürülm esiyle "u c u z la d ık la rı için A m erika'dan ticarî işletm eler ve em­
lak satın alm aya başlayarak m alî nitelikli dolar alacaklarını yatırımlara
dönüştürdüler. Bu, tabiî, ekonom i kuram ında yapacakları, daha doğru­
su. yapm ak zorunda kalacakları tahm in edilen şeye aynen uyuyordu
Gene de, yaptıkları yatırım lar -özellikle de Japonların y atırım ları- çok
büyük ilgi uyandırdı.

A m a hiç kim se, aynı dön em d e A m erikan şirketlerim in ülke dışında


yaptıkları yatırım ların, y aban cıların B irleşik D evlctlerdle yaptıkları ya­
tırımları bir hayli aştığını fark etm edi -b u n d a da dunum un ekonom i
kuramında "ekonom ik açıdan rasyonel" dav ran ış saynlacak her şeye
ters düşm esinin çok büyük payı vardı. S özgelim i, 1987'de, İngilizler
başta olm ak üzere, bütün yabancıların A m erika'daki tic a rî işletm elere
ve em laka yaptıkları yatırım 35 m ilyar d o la r kadardı. A m erikan Ş ir­
ketleri aynı yıl ülke dışındaki, özellikle de A vru p a O rtak Pazarındaki,
yan kuruluşlarına ve bağlı şirketlere en az 50 m ilyar d o la r yatırım ger­
çekleştirdiler. S onuçla da. ü lk e dışındaki ticarî kuruluşBara giden A m e­
rikan yatırım ları yıl so n u n d a 310 m ilyar d o la n bularak. B irleşik D ev­
letlerdeki dolaysız yabancı y atırın d an açık bir fark la geride bıraktı.
A m erikalılar rasyonel, yani ekonom i kuram ına göre davransalardı,
kârlannı m aksim ize etm ek için 50 m ilyar do lar d eğ e rin d e dış yatırım ı
satarlardı. Bunun yerine, p az ar içindeki varlıklarını m aksim ize etm ek
am acıyla, hem en gelecek k â n feda eltiler; tıpkı, elde ettik leri dolarlar
kendi paralarına vurulduğunda değerinden o kadar kaybettiği halde.
Birleşik D evletlere olan satışlarını aynı düzeyde tutan, hatta artıran y a­
bancıların -Japonlann, A lm anların, în gilizlerin- yaptıkları gibi.

V e A lın a c a k D e rsle r

A m erika’nın deneyim inden çıkarılacak ilk dersten anladığım ıza


göre, ham m adde ekonom isi ile sanayi ekonom isi "bağlantısız" hale
gelm işlerdir. H am m adde ekonom isi, K om ünist olm ayan gelişm iş ül­
keler için m arjinal durum a düşm üştür.

E ğer konjonktür hareketleri kuram ının doğruluğu kanıtlanm ış bir


yanı varsa, o da şuydu ; Y iyecek ve ham m adde fiyatlarında görülen
büyük ve uzun süren bir çöküşten sonra, on sekiz aylık bir dönem
içinde, sanayi ekonom isinde daim a uzun süreli bir bunalım yaşanacak­
tır. Bu, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda doğru çıktı. 1907 ve
1921 'de m eydana gelen ekonom ik gerilem e ve 1929'daki Büyük E ko­
nomik Bunalım için de hâlâ doğruluk taşım aktaydı. 1989'a gel indiğin­

123
de, ham m adde ekonom isi bütün dünyada neredeyse geçen son on yıl­
lık süre içinde o güne kadar görülen en ciddî ve en uzun süreli çöküşü
yaşam aktaydı. O ysa sanayi ekonom ileri hızla büyüm ekteydiler.

Bunun gibi doğruluğu kanıtlanm ış bir kuram da ham m adde fiyatla­


rının döviz kurlarındaki dalgalanm alara hem en uygun bir karşılık ver­
mesiydi. D oların uluslararası değeri düştüğü zam an, ham maddelerin
dolar karşılığı fiyatları bu düşüşü karşılayan bir yüzde ile yükselm e­
liydi. Tersine, düşm eye devam etti. Bu bir bakım a, özellikle Komünist
olm ayan gelişm iş ülkelerde tarımsal üretim de gerçekleşen muazzam
büyüm e sonucu, tarım ürünlerinde dünya çapında bir fazla meydana
gelm esiyle açıklanabilir. Aynı zam anda. Kom ünist olm ayan gelişmiş
ülkelerin hepsinde çiftçi nüfus öylesine küçülm üştür ki, istatistikler
açısından artık neredeyse bir değer taşım am aktadır. T arım gelirinde
ve satın alm a gücünde m eydana gelen ani ve büyük düşüşler
(A .B.D .'nin bazı bölgelerinde tarım gelirleri 1984-1987 arasında üçte
iki oranında düşm üştür) ulusal geliri, ulusal satın alm a gücünü ve tü­
keticinin yaptığı alışverişi pek etkilem ez.

A ynı oranda önem li olan bir şey de şudur : E konom i sürekli olarak
daha az m adde-yoğun hale gelm ektedir. 1920'li yılların tipik sanayi
ürünü olan otom obil için yapılan üretim harcam alarının yüzde 60 ka­
darı ham m addeye ve enerjiye gidiyordu. 1980'li yılların tipik sanayi
ürünü olan yarıiletken m ikroçipin üretim de ise ham m adde ve enerji
giderleri yüzde 2'nin altındadır. T elefon kablolarında kullanılan yüzde
80’e yakın ham m adde ve enerji içerikli bakır telin yerini de hızla yüz­
de 10 ham m adde ve enerji içerikli cam elyafı alm aktadır. Japonya
1965-1985 yılları arasında sınaî üretim ini iki buçuk kat artırırken,
ham m adde ve enerji tüketim inde hem en hiç artış olm adı. 1985 yılında
ülkenin mamul ürünlerinin içerdiği ham m adde ve enerji oranı, yirmi
yıl öncesinde olduğunun yarısından azdı. En yeni "enerji" -
enform asyon- ise, ham m adde ve enerji içerikli değildir. Tam anlam ıy­
la bilgi-yoğundur.

İmalat em ekle giderek daha bağlantısız hale gelm ektedir. A m eri­


ka’nın imalat sanayii üretim i I980'li yıllarda sürekli arttı. İm alat sana­
yii alanındaki istihdam oram sürekli olarak düştü ve öyle bir noktaya

124
indi ki, aynı hacim deki m alm 1988'deki im alatı, m avi önlüklü işçilerin
1973'tc bir kişinin bir saat içinde yaptığı iş hesabıyla gerçekleştird ik le­
ri çalışm anın ancak beşle ikisi oranında bir çalışm a ile gerçekleşiyor­
du.

G eleneksel "üretim faktörleri"nden hiçbiri -toprak, em ek, para- re­


kabet gücü ve rekabet avantajı-için artık belirleyici olam azken, yatırım
giderek artan bir oranda, dünya ekonom isinin ekonom ik iticisi olarak
ticaretin yerini alm aktadır. E skiden yatırım ticareti izlerdi. Şim di ise
ticaret yatırım ı izlem ektedir. P azara yakınlık ve pazar "duygu"su belir­
leyici olm aktadır. V e bu, pazar içinde bir taban gerektirir; pazar içinde
varlık ve pazar itibarı gerektirir. Bir başka deyişle, üretim e yatırım
yapmayı gerektirir. O zam an "satışlar" pazara yapılan yatırım ın getir­
diği kazanç" olur. Y atırım sürdürülm ezse, satış olm az. P azara yapılan
yatırım aynı kalırken, pazar büyür ya da değişirse gene satış o lm aya­
caktır.

Bu, dolar yen ve mark karşısında değerinin yarısını kaybettiği h al­


de, Japonların ve Batı A lm anların A m erikan pazarlarındaki m allarının
dolar fiyatını neden korum ayı seçtiklerini açıklam aktadır. A vrupa p a­
raları Japon yenine oranla düşm edikleri için çok yüksek m aliyetli o l­
dukları halde Japonların neden A vrupa'da fabrikalar inşa ettiklerini
jftçıklamakıadır. Ve A m erikan şirketlerinin dolar olarak hem en gelecek
çok büyük m iktarlardaki kârları alm ak yerine, dış ülkelerdeki yan ku­
ruluşlarının kârlarını neden bu kuruluşlar içinde alıkoyduklarını açık­
lam aktadır. B unların hepsi de pazar içindeki varlıklarını m aksim ize et­
mektedirler.

A m erika'nın seksenli yıllarda yaşadığı deneyim den çıkarılacak bir


başka ders, ticaretin çokuluslu olm aktan çıkarak, uluslaraşırı hale gel­
diğini gösterm ektedir.

D oların aşırı değerlendiği yıllarda dışardan yapılan ithalattan en


Çok etkilenen sanayi kollarındaki büyük A m erikan şirketlerini kurta­
ran şey, bu şirketlerin A m erika dışındaki yan kuruluşlarının kârları o l­
du. Sözgelim i, Ford M otor Com pany. Bundan daha da önem lisi,
Ford'un A .B .D . pazarındaki durum unda sonradan görülen iyileşm e ve

125
toparlanm anın A vrupa'da ve Ford'a bağlı Japon şirketi tarafından ge­
liştirilen ürünler ve işlem lere dayalı olarak gerçekleşm esidir. Bunun
tersi olan bir durum da -Japonya'da yerleşik bir otom obil imalatçısı
olan- H onda’nın A m erikan yapım ı H onda otom obillerini Japonya'ya
geri göndererek, ikinci durum daki şirketin epey gerisinde üçüncü du­
rum da bulunduğu Japon otom obil pazarında öncülüğü kapm aya çalış,
masıdır.

G eleneksel çokuluslu şirketler -bunları on dokuzuncu yüzyılın or­


talarında A m erikalı ve A lm an sanayiciler yaratm ıştır -b ir ana şirketle
yabancı "kızlar"ından oluşur. A na şirket kendi iç pazarı için tasarımlar
ve imal eder. K ızlar tasarım işini hiç yapm azlar. A nnenin tasarım ladı­
ğı her türlü ürünü yerel olarak üretir ve kendi pazarlarında satarlar.

Anne ile kız arasındaki fark gittikçe daha bulanık b ir hale gelm ek­
tedir. U luslaraşırı bir şirkette tasarım sistem içindeki herhangi bir yer­
de yapılır. B üyük ilaç şirketlerinin artık beş-altı ülkede, Birleşik Dev­
letlerde, İngiltere'de, Japonya'da, İsviçre'de araştırm a laboratuvarları
vardır. A raştırm alarını araştırm acı uzm anların bulunduğu her yerde
yaparlar. Ü retim lerini imalat ekonom isinin buyurduğu her yerde ger­
çekleştirirler -IB M , bütün A vrupa'ya yönelik bilgisayarları iki yerde,
disk sürücüleri de bir yerde üretm ektedir. Büyük bir ilaç im alatçısı fir­
ma, reçeteyle verilen ilaçlan 164 ülkede yapıp satm akta, ancak bütün
ferm antasyon işlem leri İrlanda'da tek bir fabrikada gerçckleştirilm ek-
tedir. U luslaraşırı bir şirketin m alî işler sorum lusu, para işlerinin İngi­
liz şirketince L ondra'da, Batı A lm an şirketince F rankfurt'la, A.B.D.
şirketince N ew Y ork'ta, v.b. yönetilm esini sağlam ak yerine, para işle­
rinin yönetim ini grubun bütün üyeleri için m erkezî olarak yerine geti­
rir. Ve uluslaraşırı şirketin üst yönelim i -yöneticilerin hepsi aynı ülke­
de bulunsalar bile- ana şirketin üst yönetim i değildir. A na şirket de
dahil olm ak üzere her birimin kendine özgü, yerel yönetim i vardır.
Üst yönetim uluslaraşırı niteliklidir; şirketin iş p lan lan , iş stratejileri
ve iş kararlan da öyle.

Çoğu kim se "uluslaraşırı" sözcüğünü duyunca, dev şirketleri dü­


şünm ektedir. O ysa, giderek arlan bir oranda, orta boy, hatta küçük iş­
letm eler de bir ya da iki ülkeden çok. dünya ekonom isi içinde iş yap­

126
maktadırlar. A slında orta boy, hatta küçük şirketlerim ulusal sın ırlar
pek fazla söz konusu olmatdan iş yapm ası daha kolaycüır. B unlar, bü­
yük şirketlerden farklı olarak siyasî açıdan pek gözle gtörülür d eğ ild ir­
ler.

A m erikan deneyim i şunu da gösterm ektedir ki -iım alal alanında,


maliye alanında, hizm etler alanında yer alan- bir ticarîî kuruluşun K o­
münist olm ayan gelişm iş dünyanın herhangi bir b ö lg e sin d e öncü d u ­
rumda olabilm esi için, K uzey A m erika, Batı A vrupa v/e Japo n y a "Tri-
ad"ının* her bölgesinde güçlü, belki de öncü bir konunna sahip olm ası
gerekm ektedir. B unların üçü tek bir pazar oluşturm aım aktadırlar am a
tek bir ekonom i oluşturm aktadırlar. Bu üç bölgeden hıcrhangi b irin d e­
ki herhangi bir firm a öbür iki bölgedeki herhangi bir fiimnayla p otansi­
yel rekabet içindedir. (O tu z yıl önce otom obil im a latçıların ın çoğu,
kendi iç pazarlarında öncü olm akla yetiniyorlardı. Sözr.gclimi Fiat, s a l­
dırganca davranıp İtalya d ışında satış yapm ıyordu. Ö)bür A vrupa şir­
ketleri de saldırganca davranıp İtalya'da satış y ap m ıy o rd u . Şim di ise
Fiat bir "A vrupa" öncüsü olm aya çalışm aktadır. Japonılar da öyle.

General E lectric C om pany (G E ), B irleşik D evlettlerdeki pek çok


pazarda uzun süredir hiçbir rakip tarafından zorlanm adan öncü d u ru m ­
da bulunm aktadır. Şirket yönetim i, 198 0 ’Ii yıllarda A m erik a Birleşik
Devletleri de dahil olm ak üzere her yerde, şirketim dünya çapında
önemli bir konum a gelem ediği her alandan -kârlı biile olsa- çekilm e
kararı aldı. Şirket, buna karşı, dünya çapında pazar öncülüğ ü elde ed e­
bileceği alanlarda genişledi. K üçük aletler ve yarı iletken m ikroçip bö­
lümleri de dahil olm ak üzere, A .B .D . pazarında kârlı v e öncü durum da
olup d a uluslararası alanda şirkete birtakım im kanlar getirm eyen bazı
bölüm leri elden çıkardı. G E aynı zam anda ülke dışında, özellikle de
A vrupa'da yönelim in öncü olabilm e şansı verdiği birtakım ticarî kuru­
luşları -sözgelim i tıbbî elektronik cihazlarla ilgili işletm eleri- aldı. B a­
zı büyük A vrupa ve Japon şirketleri de aynı stratejiyi yürütm ektedir­
ler: İngiltere'deki Im perial Chem icals, kim ya sanayiinin dev Alman
kuruluşu H oechst ve Japonya'daki Sony. Birtakım o rta boy, halta kü­
çük im alatçılar, ve giderek artan bir oranda, bankalar, sigorta firm aları

* "Triad” : "Üçlii" (Çevirenin notu).

127
hatta binaların bakım işlerini yapan şirk etler ve m ü teah h itler de aynı
şeyi yapm aktadırlar. B irleşik D evletlerde düşü k teknoloji kullanan or­
ta boy şirketlerden birinin baş yöneticisinin ifade ettiği gibi, "Telefon­
la erişebildiğim her ticarî kuruluş potansiyel b ir rakip olduğu kadar,
potansiyel bir m üşteridir."

A lm anlar yüz yıl önce, tam anlam ıy la yerel bir firm ayı bile -
diyelim ki H am burg'daki bir sigar im alatçısı firm a- ulusal düzeyde bir
işletm e gibi yönetm eyi öğrenm ek zorundaydılar. B öyle yapm asalar.
M ünihli ya da S tuttgartlı bir sigar im alatçısı yerel pazarlarını kapabi­
lirdi. Elli yıl önce her A m erikan firm ası -diyelim ki, M assachusetts'de
yerel bürolara vc bankalara mal veren yapıştırıcı im alatçısı bir firma-
kendisini tüm kıta üzerinde iş yapan bir ticarî kuruluş gibi yönetm eyi
öğrenm ek zorundaydı. B öyle yapm asa, G üney K aliforniyalI bir y apış­
tırıcı im alatçısı birden ortaya çıkıp "bölgesel" pazarını onun elinden
alabilirdi. Şim dilerde ise, B elçika'daki küçük bir sosis im alatçısı bile
firm asını "A vrupalı" bir işletm e olarak çalıştırm ayı ö ğ renm ek zorun­
dadır. Böyle yapm asa, Ispanya'dan gelen bir sosis im alatçısı ulusal pa­
zarını elinden alabilir. G ittikçe, firm alar kendilerini uluslaraşırı kuru­
luşlar olarak görm ek zorunda kalacaklardır. Y oksa, Japonun,
K orelinin, A lm anın, K anadalının ya da A m erikalının biri, onları kendi
ülke içi pazarlarının dışına itebilir.

Sembol Ekonomisine Karşı Gerçek Ekonomi

Son ve önem li bir ders daha : U luslaraşırı ekonom iyi biçim lendi­
ren vc iten, para akışlarıdır. Bu para akışlarının, geleneksel ekonom ik
rasyonelliğe ille de uym ası gerekm eyen, kendi dinam ikleri vardır.

Sorulm ası gereken önem li soru, doların 1985'teki düşüşüne yol


açan şeyin ne olduğu değildir. D olan o kadar uzun sü rey le yüksek tu­
tan şeyin ne olduğu sorusudur. D oların kam biyo değerinin, Başkan
N ixon'un doları "dalgalanm a"ya bıraktığı 1971 yılından başlayarak.
A .B .D . ticaret açığındaki iniş vc çıkışlara uym ası bekleniyordu. Birle­
şik D evletler. 1982'den itibaren, hızla tırm anan ticaret açıkları verdi
ve çok geçm eden bu açıklar daha önce hiç görülm em iş boyutlara yük­
seldi. O ysa dolar, "gerçekçi olam ayacak kadar yüksek" olduğu çok

128
geçmeden h erkes tarafından anlaşılan değişim d eğerini in a tla k o ru d u .
Sonra da. d ü ştüğü zam an, ö y le bir değişim o ran ın a indi ki„ ııisbî m a li­
yet ve verim lilik oranları düşünüldüğünde, bu d a aynı ş e k ild e , " g e r­
çekçi o lm ay acak kadar düşük" bir orandı.

D oların bu davranışını açıklam ak için söylen eb ilecek te k şey , "g e r­


çek" mal ve hizm etler ekonom isinin artık u lu slaraşın ekom om iye e g e ­
men o lm ayışıdır; egem en olan para ve kredinin yarattığı s e m b o l e k o ­
nomisidir. L ondra'daki Interbank piyasasında her gün işlem g ören
Eurodolar, E u ıo m a rk ya da E uroyen gibi u lu slaraşın p a ra la rın tutarı,
mal ve hizm etler alanındaki d ü n y a ticaretini finanse etmelk için g erek li
olan m iktarın on-on beş katını bulm aktadır. B aşlıca d ö v iz p iy a saların ­
da -N ew Y ork, L ondra, T okyo, S ingapur, Z ürih, F ra n k fu rt’ta- alıp sa tı­
lan m iktarlar, d ünya sanayii ve dünya ticareti için g e re k li m iktarları
kat kat aşm aktadır. U luslaraşın ekonom i içindeki m alî işllem lerin y ü z ­
de doksan y a d a daha fazlası, iktisatçıların ekonom ik işlerv sa y ab ilece­
ği bir şey lere hizm et etm ektedir. T üm üyle, m alî nitelikli işlev lere h iz­
met etm em ektedirler. Bu p ara akışlarının, elbette, k e n d ile rin e ö zgü b ir
rasyonelliği vardır. A m a bunlar çoğunlukla siyasî nitelikHi ra sy o n e llik ­
lerdir : H üküm etlerin M erkez B ankasının faiz oranlar» y a d a d ö v iz
kurlarına ilişkin kararlarıyla ilgili beklentiler, vergiler, k am u açıkları
ve kam u b orçlanm aları ya d a siyasî risk d eğ e rlen d irm eleri. G en e de.
A m erikan deneyim inin gösterdiği gibi, gerçek ek o n o m iy i büyük ö lç ü ­
de kontrol eden olgu, sem bol ekonom isidir.

B unun bir anlam ı şudur : H er ticarî kuruluş, döviz k u rların d a mey


dana gelen hareketlerin kendi üzerinde yaratabileceği etk ile rle baş e t­
meyi öğrenm ek zorunda kalacaktır. Ş irketin yaptığı iş tüm üyle kendi
ülkesiyle sınırlı kalsa, ya d a kalıyor gibi görünürse b ile , artık y ö n etici­
ler döviz kurlarının önem li olduğunu kabul etm elid irler. D öviz ku rla­
rının siyasî etkenlerce belirlendiğini, bu yüzden de, nitelikleri gereği,
istikrarsız olduklarını varsaym ak durum unda k alacaklardır. Son olarak
da, işlerini ilerde beklenebilecek başka risklere karşı k o ru m ak la nasıl
sorum luysalar, döviz hareketlerinin getireceği risk lere karşı korum a
sorum lulukları olduğunu da kabul etm ek zorunda kalacaklardır. D öviz
kurlarındaki d algalanm alar iş yapm anın olağan m aliyetlerin d en biri
haline gelm iştir. Bu ise. K om ünist olm ayan gelişm iş ülkelerdeki çoğu

129
kuruluşun işletilm esinde tem el olan varsayım ın te r s id ir : D öviz kurla­
rının nitelikleri gereği istikrarlı oldukları -ya da en azından öyle olma­
ları gerektiği- varsayım ı. D öviz kurlarında dalgalanm alar olursa bun­
lar "Tanrının işi" sayılır. A slında insanların, özellikle de hükümetlerin
işidir bunlar. Bu dalgalanm aların ne zam an olacağını tahm in etmek,
çoğu kez bir yangın ya da zim m ete geçirm e olayını tahm in etmekten
daha kolay değildir. A m a dalgalanm aların olacağı, hem de sık sık ola­
cağı tahm in edilebilir.

Artık Süpergüç Yok

U luslaraşın şirketlerin ortaya çıkm ası ve sem bol ekonom isinin


dünya pazarı içinde belirleyici etken haline gelm esinden dolayı, artık
ekonom ik süpergüç diye bir şey kalm am ıştır. B ir ülke ne kadar büyük,
güçlü ve verim li olursa olsun, dünya pazarındaki konum u için her gün
başkalarıyla rekabet halindedir. A slında tek başına hiçbir ülke, tekno­
lojide, yönetim de, yenileşm ede, tasarım da, girişim cilikle, rekabet ön­
cülüğünü uzun bir süre korum ayı bekleyem ez; am a uluslaraşın bir şir­
ket için hangi ülkenin öncü olduğu fazla önem li değildir. Bu tür bir
şirket bütün ülkelerde iş yapar ve bütün ülkelerde kendini rahat hisse­
der. Bununla birlikle, artık tek başına hiçbir şirket öncü olm asını do­
ğal bir şeym iş gibi de kabul edem ez. Sanayide de artık "süpergüç"
yoktur; sadece yarışm acılar vardır. Bir şirketin anayurdu, kendisi için
bir "yer" haline, yani şirketin genel m erkezi ve iletişim m erkezi haline
gelir. A m a sanayi dallarından her birinde -kim ileri A m erikan, kimileri
A lm an, kimileri İngiliz, kim ileri Japon olan- birtakım şirketler vardır
ki, bunlar bir araya geldiklerinde o sanayi dalında dünya çapındaki
"süpcrgüçler"dir. Y öneticiler iş politikalarını sanayinin ve pazarların
oluşturduğu bu yeni uluslaraşın yapıya gittikçe daha çok dayandırm ak
zorundadırlar.

Saldırgan Ticaret ve Karşılıklılık İlkesi

U luslaraşın şirketlerin doğuşu dünya ekonom isinde m eydana ge­


len yapısal bir değişikliktir. Y eni bir ekonom ik gücün ortaya çıkışı da
öyle: Japonya (ve Japonya'nın yakın takipçisi olan G üneydoğu A s­
ya'nın tümü). Sistem içinde m eydana gelen her yapısal değişiklik de. o
sistem i yönelen kuralları değiştirir.

130
Ticaret, A dam Sm ith'in yaşadığı on sekizinci yüzyılda, ttam am layı-
çt ticaretti. P ortekiz İngiltere'ye İngiltere'nin üretem ediği ştarabı satar­
ken, İngiltere de P ortekiz'e Portekiz'in üretem ediği yünü sallıyordu. İn-
îilizler H indistan'dan kendilerinin yetiştirem ediği pam ıuğu satın
alıyorlar, bunun karşılığında H indistan'a, bu ülkenin on sek izin ci yüz­
yılda üretem ediği, m akineyle dokunm uş pam uklu bez sıatıyorlardı.
Birleşik D evletler ve A lm anya'nın on dokuzuncu yüzyılın ortalarında
dünya ekonom isine girm eleri, rekabetçi ticaret yönünde b i r değişm e
getirdi. A m erikalılar ve A lm anlar hem birbirleriyle re k a b e t içinde
kimyasal ürünler ve elektrikli m akineler sattılar hem de b irb irlerin d en
kimyasal ü rünler ve elektrikli m akineler satın aldılar. 185<0’dc hem en
hiç bilinm eyen rekabetçi ticaret, I900'c varıldığında, egcım en durum a
gelmişti.

Batılı olm ayan ticaretçi ülkelerin -en çok da Japonyai'nın- ortaya


çıkışı, saldırgan ticaret diye adlandırabileccğim bir ticareu türü yarat­
maktadır.

Tam am layıcı ticaret bir ortaklık kurm a peşindedir. R e k ab etçi tica­


ret m üşteri yaratm ayı hedefler. Saldırgan ticaret ise, bir .sanayie eg e­
men olm ayı am açlar. Tam am layıcı ticaret kur yapm aktır. R e k ab e tçi ti­
caret savaşm aktır. Saldırgan ticaretin hedefi ise, düşm anım ordusunu
ve savaşm a kapasitesini yok ederek savaşı kazanm aktır.

Rekabetçi ticaret ilk kez önem li hale geldiği zam an, İragilizler "la-
ül" diye bağırdılar. Y eni yarışm acılar olan A m erikalıları v e A lm anları
komplo kurm akla suçladılar. Bunun gibi, günüm üzde d e Batı "faul"
diye bağırm akta ve Japonları saldırgan ticaret yaptıkları iiçin kom plo-
culukla suçlam aktadır. Y üzyıl öncesinin rekabetçi tic areti de, günü­
müzün saldırgan ticareti de, yenilgiye uğratm ak ve yok etm ek için y a­
pılan kasıtlı girişim lerden çok daha fazla, nesnel ihtiyaç ve koşulları
yansıtmaktadır. Japonlar ne gibi bir uygulam aya başladııklarını önce
kendileri de anlam adılar. 1960’lı yılların başlarında, İk in ci D ünya S a­
vaşının tahribatından sonra kendilerini biraz d a olsa to parladık ları za­
man, teknoloji alanında geri olduklarını, pazarlam a bilgi-becerisi yö­
nünden ise teknolojide olduğundan d a geri kaldık ların ı -haklı
nedenlerle- gördüler. İç pazarlarını ülke dışından g elec ek rekabete

131
karşı korum a kararı alm aları kendileri açısından m antıklı bir şeydi; ti,,
şardaıı gelen rekabet ise o yıllarda, esas olarak Birleşik Devletlerden
gelecek rekabet dem ekti. Japonlar açısından akla uygun bir başka şev
de, bir iki sanayi koluna dayanan ihracat üzerinde durm aktı; bunlar
Japonların başkalarıyla rekabet edebilir durum a gelm eyi umabildikle
ri, pazarların iyice gelişm iş olduğu, gerekli teknolojinin elde hazır bir
lunduğu ve Japonların, zaten iyi yapılan bazı şeylerin biraz daha iyisi
ni yaparak oldukça biiyük satışlar gerçekleştirebilecekleri sanayilerdi
Bu sanayiler -otom obil, çelik, fotoğrafçılık ve op tik sanayii- o günler
de em ek içeriği hâlâ yüksek olan sanayilerdi. B öylece Japonların, yen
ve güçlü yönetim teknolojisi olan eğitim i, düşük ücretli işçileri um
verimli hale getirm ek için kullanm a yetenekleri, onların gelişm iş Baı
pazarlarında etkili rakipler haline gelm elerini sağladı. Aynı zamandı
kendilerini hâlâ öylesine geri kalm ış hissediyorlardı ki -gerçeklen d<
uzun süre gerilik içindeydiler- yabancı rekabetine izin verm ediler. Bı
da onları adım adım saldırgan ticarete, am acın düşm anı yok ederel
pazar kontrolünü ele geçirm ek ya da yeni gelenlerin pazardaki öncü
ülkeyi zorlam alarına im kan verm eyecek kadar üstünlük kurm ak oldu­
ğu, saldırgan ticarete götürdü.

G ene de, saldırgan ticaret tem el kuralları değiştirir, hem de kesin


bir biçim de. H er şeyden önce, rekabetin tüm üyle yararlı bir şey oldu­
ğunu varsaym ak artık m üm kün değildir -iktisatçının tem el varsayımı
ise rekabetin böyle olduğudur. Rekabetçi ticaretin sonuçta her iki orta­
ğa da yararlı olduğunu- ciddî kuşkulara rağm en -kanıtlam ak, on doku­
zuncu yüzyıl ekonom i bilim inin çok büyük başarılarından biriydi-
K uşkusuz, İsviçre'deki bir fabrika yaptığı işi b ir F ransız rakibe kaptın-
yorsa, birtakım kim seleri açığa çıkarm ak durum unda kalabilir. Ancak,
iktisatçıların ileri sürdüğüne göre, İsviçre'deki m evcut işlerin kaybı-
İsviçreli tüketicilerin satın alm a güçlerinin artm ası, daha ço k şey saim
alm aları ve daha çok yatırım yapm aları sayesinde ülkede yeni iş im­
kanlarının yaratılm asıyla, önem siz durum a düşecekti. O ysa saldırgan
ticaretin iki tarafa da yararlı olm ası m üm kün değildir. E ğ er saldırıya
uğrayan im alatçı, sözgelim i bir A m erikan optik sanayii şirketi. Korci*
bir im alatçının saldırısından sonra ayakta kalabilirse, d ah a rekabetçi
hale gelecektir. Böyle bir durum da rekabet gerçekten de sonuçta ya-

.132
[arlı olur. O y sa saldırgan ticaretteki am aç, rakibin ayakta k a lm a sın a
j7in verm ek yerine onu tüm üyle pazarın dışına itm ektir. E ğer saldırıyı
vapan ülke ithalata h âlâ kapalıysa -ya da ithalatı en azından kcatı bir b i­
çimde kısıtlıyorsa- saldırıya uğrayan rakibin etkili bir karşusald ın y a
geçmesi m üm kün değildir. K azanam az; olsa olsa, savaştan hıcr şeyini
kaybetmeden çıkar.

O halde, saldırgan ticaret sıradan hale gelm iş olan varsay ım ları


zorlamaktadır. B ir ülkenin kendi ekonom isini dışarıya k ap ay an k o ru ­
macılık kuşkusuz doğru bir çözüm olm az. O ülkenin saııayiiini ancak
daha az rekabetçi hale getirir. A m a serbest ticaret de çözüm değildir.
Bir çözüm ekonom ik bölgeler y a da bloklar oluşturm aktır : A vrupa
Ekonomik T opluluğunun 1992 için planlanan ekonom ik birl iği; 1988
tarihli A.B.D. - K anada S erbest T icaret A nlaşm asıyla olu ştu ru lm ay a
çalışılan K uzey A m erika S erbest Ticaret Bölgesi; ya da beilki ilerde
kurulabilecek, Japonya merkezdi bir Pasifik K enarı bölgesi. B ö y le bir
şey, daha küçük ekonom ilere, rekabet edebilir hale gelm ek için üretim
ve satışlarda elde edilm esi gereken "asgarî m iktar"ı yaratm ak açısın ­
dan ihtiyaç duydukları geniş bö lg e ve pazarı sağlayacaktır.

B ölgecilik, hem korum acılığı, hem serbest ticareti aşan etk ili b ir ti­
caret politikası yürütcbilen bir b irim yaratm aktadır. K a rşılıklılık politi­
kasını uygulayabilen bir birim yaratm akladır. Şurası d a açık tır ki, kar­
şılıklılık, saldırgan ticareti ön p lana çıkaran bir dünya ekono m isin d e
etkili olarak yürüyebilecek tek ticaret politikasıdır. S erbest ticaret,
eğer öbür taraf karşılıkta bulunursa, karşılıklılık çerçevesinde yürüye­
bilir A m a taraflardan birinin seçim i korum acılık olm uşsa, o zam an
korumacılık vardır.

B irleşik D evletler bugüne kadar çoğu alanda (önem li istisn alar ta-
nm, savunm a ve ulaşım dır) serbest ticaret yönünde bir eğilim göster­
miştir. Sözgelim i, Japon bankaları hiçbir A m erikan bankasının yapa­
mayacağı şeyi yapabilm ektedirler : Birliğin her eyaletinde tüm
işlemleriyle bankacılık yapabilirler. O ysa hiçbir yabancı ban k a Jap o n ­
ya'nın hiçbir yerinde bankacılık işini bütün yönleriyle yapam az. B u­
tun gibi, Japon ve Koreli m üteahhitlerle bayındırlık alanındaki büyük
Projeler için -sözgelim i L os A ngelcs'de yeni bir m üze inşaatı için- söz-

133
leşm eier yapılm akladır; oysa, bugüne kadar Japonya'da bayındırlık u,
leriyle ilgili sözleşm eler yalnızca Japon firm alarıyla yapılm ıştır. Kar
yılıklılık ilkesine göre, her iki ülkenin de öbür ülkenin pazarlarına girj
şi aynı oranda olur, daha fazla değil. G erçekten de karşılıklılık ilkesi
dünya ekonom isinin koyu bir korum acılığa doğru gerilem esini önle
yecek tek yoldur.

K arşılıklılık hızla dünya ekonom isinde yeni birleştirici ilke haline


gelm ektedir. A vrupa Ekonom ik T opluluğundaki geleneksel korumacı,
larla (Fransızlar ve İtalyanlar), geleneksel serbest ticaretçiler (İngiliz-
Icr ve A lm anlar) arasında uzlaşm a im kânını sağlayacak tek yol olduğu
için de olsa, karşılıklılık esasının A E T n in başlıca ticaret politikası ha­
line geleceği açıktır. Birleşik D evletlerin Japonya ile, K ore ile ve Bre­
zilya ile olan ekonom ik ilişkilerinde seçtiği politika d a hızla karşılıklı­
lık politikası haline gelm ekledir. O halde, rekabetçi ticaret nasıl son
yüz elli yıl içinde uluslararası ekonom iyi bütünleştirm ek için kullanı­
lan araç olm uşsa, karşılıklılığın da d ü n y a ekonom isinin bütünleştiril­
mesi için kullanılacak araç olması m üm kündür.

K arşılıklılık, geleneksel serbest ticaret ve geleneksel korumacılık­


tan farklı olarak, mal ticaretiyle sınırlı kalm ayacaktır. H izm etler de
dünya ekonom isi içinde ticarî m allar kadar önem kazanm ış durumda­
dır ve karşılıklılık ilkesi hizm etler alanında daha da gereklidir. Yatı­
rım lar konusunun ele alınış biçim i de ticaret kadar önem lidir. Dünya
ekonom isi giderek s ırf ticaret yoluyla bütünleşm ek yerine, yatırımlar
yoluyla bütünleşm ekte ve bir arada tutulabilm ektedir. O y sa tek tek ül­
keler arasında yatırım ların ele alınış biçim i açısından görülen farklılık­
lar, ticarete ilişkin farklılıklardan daha da büyüktür. Kimi ülkelerde,
hatta Fransa ya da Japonya gibi çok gelişm iş ülkelerde bile, yatırımla­
ra ilişkin kararlar -yatırım cı ister yerli, ister yabancı olsun- keyfî ve
fazlasıyla siyasî niteliktedir. Bu bölüm de daha sonra tartışılacağı g ib ­
ilerde uluslararası yatırım lar için bir yasal sistem geliştirm ek duru­
m unda kalacağız. Şim dilik, bu konuda işe yarar tek ilke karşılıklılıktır

A ynı ölçüde önem taşıyacak bir başka konu da. düşünce ü r ü n le r i­


nin m ülkiyeti, patentler, teknolojideki ticari m arkalar, telif haklan ve
ayrıca profesyonel hizm etler alanlarındaki karşılıklılık ilkesi olacaktır

134
Uluslaraşırı Ekoloji

D ünya ekonom isi içindeki sonuncu yeni gerçeklik de .uluslaraşırı


ekolojinin doğuşudur. E kolojiye, insan soyunun tehlike altındaki do-
jal yaşam a çevresine ilişkin kaygılar, giderek daha büyük ölçüde eko­
nomi politikasının parçası haline getirilm ek zorundadır. Ekoloji ile
ekolojik p o litikalara ilişkin kaygılar da giderek daha çok ulusal sınır­
lan aşacaktır. İnsanın yaşadığı çevreye yönelen başlıca tehlikeler gide­
rek daha global bir nitelik alm aktadır -çevreyi korum ak ve çevrenin
olduğu gibi kalm asını sağlam ak için gerekli olan politikalar da. "Ç ev­
renin korunm ası"ndan, hâlâ, sanki insanın dışında ve ondan ayrı bir
şeyin korunm asıym ış gibi söz ediyoruz. O ysa tehlike altında olan in­
san soyunun ayakta kalabilm esi için gerekli olan şeylerdir. O n doku­
zuncu yüzyıla kadar, hiç sona erm eyen zorlu görev, insan soyunun ve
çevresinin doğal etkenlere karşı korunm asıydı : Salgın hastalıklara,
yırtıcı hayvanlara, sellere, kasırgalara karşı. Bu etkenler hâlâ eskisi ka­
dar güçlüdürler. Son zam anlarda, yeni veba A ID S 'de görülen patlam a­
nın "doğanın fethedilişi"ne ilişkin safça konuşm aları susturm uş olm ası
gerekirdi. A m a bu yüzyılda yeni bir ihtiyaç doğm uştur : D oğayı insa­
na karşı korum ak. A slında, böyle bir sorunun varlığı İkinci D ünya Sa­
vaşının sonuna kadar hem en hiç fark edilm em işti. O günden sonra d o ­
ğaya yönelik tehdit patlayış ölçüsünde büyüm üş ve tam am en nitelik
değiştirmiştir.

Çoğu kim se sorunu hâlâ algı alanım ıza ilk kez girdiği biçim iyle,
bir dizi yerel, soyutlanm ış, spesifik olay gibi g ö rm e k te d ir: Los Ange-
les’in ya d a M exico C ity'nin üzerinde toplanan sis ve dum an kitlesi, şu
yada bu hayvan türünün soyunun tükenm esi, bir kum saldaki petrol ta­
bakası. O ysa arlık defalarca açıklık kazandığı gibi, tüm üyle yerel çev­
re olayları bile, sonuçları açısından "yerel" değildirler. K irliliğin sınır
tanımadığını artık biliyoruz. A m erika'nın O rtabatı bölgesindeki çelik
fabrikalarından yayılan sülfür. K anada orm anlarını kavuran asit yağ ­
murlarına dönüşm ekledir. İsviçre'deki ya da Fransa'nın A lsace bölge­
sindeki kim ya sanayii tesislerinden Ren N ehrine boşaltılan toksik atık­
lar, H ollanda'nın içm e sularını zehirlem ektedir. U krayna'daki bir
nükleer tesiste m eydana gelen kazadan sonra yayılan radyoaktif parça­
cıklar İsveç'teki sebzeleri kirletm ekte ve îskoçya’daki ineklerin sütünü
'Çilemez hale getirm ektedir.

135
G enelde hâlâ çevre ve ekolojiye yönelen tehdidin yalnızca gejjş.
m iş ülkelerde görüldüğü, hatta sanayileşm enin, otom obilin, refahın bir
sonucu olduğu düşünülm ektedir. O ysa oluşum halindeki en büyük -v{
tersine çevrilm esi şöyle dursun, durdurulm ası açısından bile en zorlu-
ekolojik felaket, tropik orm anların dünyanın en az ilerlem iş, en az gç.
lişm iş, en yoksul sakinleri tarafından yok e d ilm e sid ir: İlkel yöntemler
ve çağların ötesinden gelen aletler kullanan, yoksunluk içindeki köy­
lüler. Ve arlık hiç kim se "kirlenme" kapitalizm in ürünüdür ve sosya-
list yönetim ler altında kirlenm e diye bir şey olm az gibi dogmatik bir
iddiada bulunm am aktadır -bu daha birkaç yıl önce K om ünist inancın
tem el şartlarından biriydi. Bugüne kadar görülen en büyük ekolojik fe­
laket, dünyanın en geniş tatlı su alanı olan Sibirya'daki Baykal Gölü­
nün neredeyse yok edilm iş olm asıdır; Pekin ve B udapeşte'de Mexico
C ity'de olduğu kadar yaygın bir kirlilik vardır ve kirlilik sorununu
çözm ek için, oralarda da M exico City'de olduğu gibi neredeyse hiçbir
şey yapılm am aktadır.

O halde insan soyunun ayakta kalabilm ek için bağım lı olduğu eko­


lojinin tahrip edilm esi, ortak bir külfet getirm ektedir. Ulusal düzeyde
kalan bir görevm iş gibi ele alm ak boşunadır -ancak görevin büyük öl­
çüde ulusal, hatta yerel düzeyde yürütülm esinin gereği de açıktır. Bir
ülkenin kom şusunu çevreyi kirletm ekle suçladığı saldırgan bir tutumla
ele alınm ası da boşunadır- H ollandalIların Fransızları, İsveçlilerin In-
gilizleri, K anadalIların A m erikalıları suçlam ası gibi. Suçlanan ülke, is­
ter istem ez, suçsuzluğunu ilan edecek ve bir sorun olduğunu yadsıya-
caktır. D ünyanın herhangi bir yerinde çevreye verilen ciddi
boyutlardaki zararın herkesin sorunu olduğunu ve hepim izi tehdit etli­
ğini kabul etm edikçe, hiçbir etkili önlem alam ayız.

Bu ise, ekonom iyle ilgili düşüncelerim izde önem li değişiklikler


yapm ayı gerektirecektir. İktisatçılar çevreyi ve çevreye verilen za ra rı
"dış koşullar" olarak görm e alışkanlığındadırlar. Bedeli ödeyen etkin­
liğin kendisinden çok bütün topluluktur. A m a artık çevreye verilen za­
rar konusunda yeterli olm ayacaktır bu. K irletm em eyi teşvik için y a p ı­
lan hiçbir şey yoktur. Tersine, bedelini ödem eden kirletm ek, en büyük
kirliliğe yol açanlara kesin bir rekabet avantajı sağlam aktadır. ÇcM^
üzerindeki etkileri "dış koşullar" olarak ele alm ak artık kuram sal aç1’

136
jan ila haklı gösterilem ez. Geçen yüzyıl içinde, gelişm iş ülkelerin
heps' i§ kazalarım dış koşul olm aktan çıkararak işin doğrudan m aliy et­
leri arasına sokm uşlardır. G elişm iş ülkelerin hepsi işçi tazm inatı u y g u ­
lamasını benim sem iştir; işveren kendi kaza sicilinin esas alınm asıy la,
belli bir sigorta prim i ödem ekte, bu da güvenliği olm ayan işlem ler yü­
zünden m eydana gelen zararı, yapılan işin doğrudan m aliyetleri arası­
n a sokm akladır. İşçi tazm inatı uygulam ası sınaî etkinliklerin, n itelik le­
ri gereği, tehlikeli etkinlikler olduğunu varsayan bir uygulam ad ır; o
halde kazalar m utlaka olacaktır. İşyerini güvenli hale getirm eyi kendi­
lerine görev edinen reform cular, zam anında bu uygulam aya karşı "öl­
dürmeye ruhsat" çıkarıyor gerekçesiyle sert bir m ücadele verdiler. O y­
sa işçi tazm inatı uygulam ası, iş kazalarını azaltm ak açısından
güvenlik yönetm elikleri ya da fabrika denetim inden dahıı yararlı ol­
muştur.

Çevreye yönelen tehdidi ya da zararı -sözgelim i, kente gelen y a da


kentten çıkan trafiğe sıkışıklığın en yoğun olduğu saatlerde ağ ır bir
ücret uygulayarak- işin doğrudan m aliyetleri arasına sokm ak, psikolo­
jik açıdan önem li bir etki yaratacaktır. Böyle bir uygulam a ekolojik
açıdan güvenli olm ayan m addelerin ve işlem lerin yerini tutabilecek
madde ve işlem ler geliştirm ek için yapılan çalışm aları d a kam çılaya­
caktır. Sözgelim i, bu tür yeni m addeler, A m erika'daki en büyük kir­
lenmeyi, çiftliklerde kullanılan toksik ve ayrışm ayan böcek ve ot ö ld ü ­
rücü m addeler ve kim yasal gübrelerin yol açtığı akıntıları, büyük
ölçüde azaltabilir. C iddî zararlar veren ve yerine zararsızlarının kona-
madığı m addeler yasaklanabilir -bugünlerde yasaklanm a süreci içinde
olan florokarbonlar gibi.

Çevresel eylem ler yerel nitelikli olm ak durum undadır. En kirli de­
nizlerin -B altık D enizi, A kdeniz ve K aliforniya Körfezi gibi sığ iç d e­
nizlerin- tem izlenebilm esi için, nehirlere kıyıları olan ülkelerin en bü­
yük kirleticileri, yani kentlerdeki pis su kanallarını tem izlem eleri
gerekir. A m a böyle bir eylem ortak, uluslaraşırı bir taahhüde day an ­
malıdır. U luslaraşırı anlaşm alar tek başlarına, gelişm ekle olan ülkeler­
deki ve bu ülkelerin yarattığı kirlenm eyi tersine çevirm ek şöyle dur­
sun, durduram azlar bile. O ysa en büyük zararın kaynağı bu ülkelerdir
'Çünkü buralarda ekolojiyi en fazla tehdit eden şey, sanayiden çok nü­
fus artışlarıyla gelen baskılardır.

137
G ünüm üzde çevrenin korunabilm esi için ekolojiyle ilgili ulusla­
rarası yasalara ihtiyaç vardır. Bunun bir örneğini on dokuzuncu yüz.
yılda buluyoruz. Buharlı gem iler ve dem iryolları geniş ölçekli yolcu,
luk im kânı sağlayınca, eskiden yalnızca tropik bölgelerde görülen
sarı hum m a ve kolera gibi- bulaşıcı hastalıklar Ilım an Bölgedeki ülke­
lere de girerek her yere yayılm a eğilim i gösterm eye başladılar. İnsan­
ların hastalık görülen bölgelere girm elerini engelleyen karantina uygu,
lam asıyla da yayılm aları önlendi. Bundan yüzyıl so n ra N ew Dcal'in
uygulandığı otuzlu yıllarda, A .B.D . yönetim i birkaç güney eyaletin­
den gelen inatçı m uhalefete rağm en, belli bir yaşın altındaki çocuklar
tarafından üretilen m allann eyalet sınırlarının ötesine gönderilmesini
yasaklayarak çocuk işçiler kullanım ına son verdi.

A ynı şekilde, kirleticileri "karantina" altına alab ilir ve çevrede


ciddî kirliliğe ya da zarara yol açan koşullar altında üretilm iş mallann
uluslararası ticaret çerçevesinde başka yerlere gönderilm esini yasakla­
yabiliriz -bunlar, sözgelim i, denizlerin kirlenm esine, atm osferdeki sı­
caklığın artm asına, y a da ozon tabakasının incelm esine yol açabilecek
koşullar olabilir. B öyle bir uygulam a "egem en d evletlere müdahale
diye kınanacaktır- öyledir de. H erhalde gelişm iş zengin ülkelerin ge­
lişm ekte olan ülkelere çevrenin korunm ası için gerekli olan yüksek
harcam aları, sözgelim i pis suları arıtm a tesisleri kurm ak için yapıla­
cak harcam aları, tazm in etm eleri de gerekecektir. A slında çevre ko­
runm ası, verilen dış yardım ın en verim li am acı p ekala olabilir ve kırk
yılda verilen kalkınm a yardım larından çok daha başarılı sonuçlar ve­
rebilir. O zam an bile ana sorunlar gene devam edecektir. Bunların ara­
sında en önem lisi de tropik orm anların, hayatlarını sürdürm e peşinde
olan, toprağa susam ış çiftçilerin baskısıyla hızla tahrip edilm esidir: bu
öyle bir tahribattır ki, Ilım an K uşağın bazı bölgeleri de dahil olmak
üzere, geniş alanları sürekli olarak kıraç ve bereketsiz durum a getire­
bilir.

On dokuzuncu yüzyılda insanlığın başındaki en eski belalardan iki­


si uluslaraşırı eylem le ortadan kaldırıldı; köle ticareti ve açık deniz
korsanlığı. Bu yolla her ikisinin de insanlığın ortak düşm anları olduğu
ve yok edilm elerinin her zam an her ülkenin çıkarına olacağı ilan edil­
di. İnsanın doğal çevresine, yani ekolojiye, yönelen tehdit yakın za­

138
manlarda belirm iştir. A m a bu tehdit, köle ticareti ya da korsanlığın
hiçbir zam an oluşturm adığı kadar büyük olan bir tehdittir ve herkese
yöneliktir. E ğ er atlatılm ası m üm künse, bu, ancak uluslaraşırı taahhüt
ve ortak eylem yoluyla olur.

Uluslaraşırı Ekonominin Korunması

Doğal çevrenin ekonom ik etkinliklerin saldırısına karşı korunm ası


ne kadar önem li ise, insan yapım ı yeni ekonom ik çevrenin, yani ulus-
laraşın ekonom inin korunm ası -ve düzenlenm esi- de o kadar önem ta­
şımaktadır. K om ünist olm ayan dünyada, hem gelişm iş, hem gelişm ek­
te olan ülkelerde, hem en herkesin işi, geçim i ve yaşam düzeyi
uluslaraşırı ekonom iye bağlıdır. U luslaraşırı ekonom inin ekonom ik
gerçekleri, en azından anahatlarıyla belirm iş durum dadır. A ncak, yeni
gerçeklerin gerektirdiği hukuk sistem ine hâlâ sahip değiliz. V e ihtiya­
cımız olan yasalar bugün geçerli olanların lam tersidir.

B u yüzyıldan alınacak bir ders varsa, o da karşılıklı bağım lılık der­


sidir : G elişm iş dünyanın hiçbir bölüm ü, bütünün hepsi zcnginleşm e-
dikçe zenginleşem ez. Ö zellikle de, yenilen ülke toparlanm adıkça, ka­
zanan ülkenin m odern savaştan elde edeceği hiçbir zenginleşm e
imkanı yoktur. Ö bür ülkelerin hepsinin, savaşın getirdiği yıkım ve
bozgundan sonra m üm kün olduğunca çabuk toparlanm asını sağlam ak,
dünya ekonom isi içinde yer alan her ülkenin -ya da en azından geliş­
miş her ülkenin- açık çıkarınadır. H er şeyden önem lisi de, savaşın ko­
pardığı ekonom ik bağları m üm kün olduğunca çabuk yeniden kurm ak,
uluslaraşırı güveni yeniden yaratm ak, ve mal ve yatırım ların uluslara-
Şirı akışını yeniden sağlam ak, dünya ekonom isi içinde y er alan her ül­
kenin çıkarınadır. B aşkan Trum an bu noktayı anlam ış ve ona göre
davranm ıştır; bu, B irinci D ünya Savaşının ardından tarihteki en uzun
süreli ve en şiddetli ekonom ik küçülm e ve bunalım gelm işken, İkinci
D ünya S avaşından sonra neden tarihteki en büyük ve en uzun süreli
ekonom ik büyüm enin gerçekleştiğini de açıklam aktadır.

Bu yüzden de ekonom iyi barış dönem inde yeniden inşa edebilm ek


■Çin gerekli olan kaynakları savaş sırasında koruyacak uluslararası ya­
salara ihtiyacım ız vardır. Bu, aslında birkaç yüzyıl boyunca, on yedin­

139
ci yüzyılın ortalarından on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar Avru-
pa'da olan bir şeydi. İki yüz elli yıllık bu dönem boyunca, siviller,
hem kişi olarak, hem mal ve m ülkleriyle, savaşın dışında ve savaşan
devletlerin özel korum ası altında sayıldılar. Ne kadar şiddetli geçmiş
olursa olsun, A m erikan İç Savaşı sırasında iki taraf d a karşı tarafın sa­
vaş dışında kalan sivillerini tutuklam adı, m allarını m üsadere etmedi.
Bundan birkaç yıl sonra, 1870-71 tarihli Fransa-Prusya savaşı sırasın­
da A lm anlar Paris'i kuşattılar ve yoğun bom bardım ana tuttular. An­
cak ticarî yazışm aların kente giriş ve çıkışlarına izin verdiler; ve ne
kuşatm a yapan A lm anlar, ne de kuşatm a altındaki F ransızlar birbirle­
rinin sivillerini tutuklayıp, m allarına el koym adılar.

Bu doktrin -yani savaşın sivillere karşı değil, askerlere karşı yapıl­


dığına ilişkin doktrin- 1899-1902 Boer Savaşı sırasında İngilizlerce
terk edildi. İngilizler sonra da toplam a kam plarını yaratarak Boer ka­
dın ve çocuklarını savaşan erkeklerini teslim o lm aya zorlam ak üzere
buralara kapattılar. Boerlcrin çiftliklerine de "düşm an m ülkü" diyerek
el koydular. Z am anında bu uygulam alar, haklı olarak, barbarca yeni­
likler sayıldı. A m a on iki yıl sonra. Birinci D ünya Savaşında, İngiliz­
ler bu barbarca yenilikleri yeni yasal esaslara dönüştürdüler. O zaman­
dan beri düşm an bir devletin sivil uyrukları, hem şahısları, hem mal
ve m ülkleriyle, savaş sırasında düşm an m uam elesi görm ekte, hakla­
rından ve yasal korunm adan yoksun bırakılm aktadırlar. Kendileri tu-
tuklanm akta, m allarına da el konm aktadır.

B unlar uluslaraşırı bir ekonom i için hatalı esaslar ve hatalı politi­


kalardır. A rtık, düşm anca sözler ve eylem lerden kaçındıkları sürece,
savaşın dışında kalan düşm an uyruklu sivillerin şahısları ve m ülkleriy­
le savaş sırasında korunm alarını, esirgenm elerini ve savunulm alarını
devletlerin açık görevi haline getiren uluslararası hukuka ihtiyacımız
vardır. U luslaraşırı ve karşılıklı bağım lı ekonom i içinde yer alan tüm
ülkelerin, çarpışm alar biter bitm ez refahın yeniden sağlanm asındaki
ortak çıkarlarını yasalaştıran uluslararası bir hukuka ihtiyacım ız var­
dır.

On dokuzuncu yüzyılın en gurur verici -ve en kalıcı- başarıların­


dan biri, İsviçreli Jcan-H enri D unanı'nın 1864 yılında kurduğu Ulusla-

140
faraşı Kızıl H açtır. Kızıl H aç, isler yaralı, ister tutsak alınm ış olsun,
düşnıan askerlerinin tarihle ilk kez korunm asını ve o n lara in san ca dav-
ranılmasını sağlam ıştır. Şim di ihtiyacım ız olan şey ise şahısları ve
mallarıyla düşm an sivilleri koruyan uluslararası hukuktur. B öyle bir
hukuk her ülkenin d ünya ekonom isi içindeki çıkarını ve savaştan so n ­
ra ayakta kalabilm e ve toparlanm a yeteneğini koruyacaktır. Kızıl Haçı
tasarlayan ve zam anının askerî güçlerini Kızıl H aça katılm ay a çağıran,
bir B üyük G üç değil, küçük bir tarafsız ülkenin, adı sanı duyulm am ış
bir yurttaşıydı. Y eni uluslaraşırı yasaların barış dönem i içinde oluştu­
rulmasını sağlam ak için siyasî liderler gerekebilir. A m a hangi ülke b a­
şı çekse, çok geçm eden onu izleyecek olanlar herhalde çıkacaktır -
savaşan askerleri ve savaş tutsaklarını korum a gereği, on dokuzuncu
yüzyılda h er ülke için ne kadar açık bir hale gelm işse, bu ihtiyaç da
bugün her ülke için o kadar açık haldedir. A m a aynı ölçüde acil bir ih­
tiyaçtır da.

141
10

EKONOMİK KALKINMANIN
ÇELİŞKİLERİ

Baş kay H arry Trum an 1950 tarihli D ördüncü H ed e f * konuşm asıy­


la dünya çapında ekonom ik kalkınm ayı A m erika B irleşik D evletleri­
nin üstlendiği b ir yüküm lülük olarak ilan ettiği zam an yaşanan heye­
can ve çoşkunun büyüklüğünü bugün tasavvur edebilecek pek az
kimse vardır. On yıl sonrasında Başkan John F. K ennedy, Latin A m e­
rika'nın on.,yıl içinde yoksulluktan kurtarılm asını sağlayacak ilerlem e
ıçm îttifak'ı** dünyaya ilan ettiği zam an da aynı ölçüde çoşku yaşan­
dı. B aşkan K cnnedy'nin resm i, M eksika'dan P atagonya'ya köylü kulü­
belerinin duvarlarında hâlâ asılı durm aktadır. E konom ik kalkınm a -
daha önceleri yaygın olarak kullanılan bir terim bile değildi bu- heye­
can dolu büyük bir "k e şif' oldu. A m a, "herkesin bildiği" gibi, ekono­
mik kalkınm a yürüm em işlir. İç karartıcı bir başarısızlık olarak görül­
mektedir. A slında Başkan Trum an'ın D ördüncü H ed e f konuşm asından
sonra geçen kırk yıl içinde ekonom i tarihinin hiçbir dönem inde olm a­
dığı kadar büyük -ve hiç olm adığı kad ar geniş ölçek ve kapsam da- bir
ekonom ik kalkınm a gerçekleştirilm iştir. Bu çelişki iki tarafın- yani
durumu başarısızlık olarak görenlerle, başarı olarak görenlerin birbi­
rinden farklı iki şeye bakm alanndan kaynaklanm aktadır. B ir taraf
kalkınm adan beklenenlerin gerçekleşip gerçekleşm ediğine bakm akta­
dır- ve bu açıdan sahiden de bir başarısızlık söz konusudur. Ö b ü r taraf
ise, hiç kim senin um m adığı am a gerçekten olan kalkınm ayı görm ekte­
dir.

'D ördüncü H edef k o n u şm a sı: Poinl Four speech; az gelişm iş ülkelere yapılacak teknik
ve ekonom ik yardım Başkan Trum an'ın konuşm asında dördüncü hedef olarak yer alı­
yordu (Çevirenin notu).
* ' İlerleme için luifak : A lliance for Progress; Am erika ile yirmi iki Latin A m erika ül­
kesi arasında varılan anlaşm aya göre uygulanacak uluslararası ekonom ik kalkınma
programı (Çevirenin notu).

143
İkinci bir çelişki ve yeni bir gerçek daha vardır: İşe yarayan poliıj.
kalar arasında en gözde ve görünüşle en başarılı olanlar artık işe yura-
m am aktaöır. B unlardan biri ^düşük ücretli ancak yüksek verim li bir iş­
gücü tarafından m eydana getirilen ürünlerin gelişm iş ülkelere ihraç
edilm esi- gelişm iş ülkelerdeki im alatın em ek -yoğun olm asına bağlı­
dır. Bu ülkelerdeki im alat artık öyle değildir. Bir diğeri- bunun on do­
kuzuncu yüzyıldaki adı "em eklem e dönem indeki sanayilerin korunma-
sı"dır- tam en etkili hale geldiği sırada, am aca ters düşer bir nitelik
alm ıştır. G ünüm üzde bu politikanın Brezilya ve M eksika gibi en hızlı
kalkınan Ü çüncü D ünya ülkelerinin baş belası ekonom ik bunalımların
temel bir nedeni olduğu artık ortaya çıkm ış bulunm aktadır. Aynı şey
H indistan’daki sınaî kalkınm ayı giderek durm a noktasına getirm ekte­
dir. V e Japonya ile Batı arasında artarak süren ekonom ik gerginlikle­
rin altında yatan da bu politikadır.

B aşarılar

U zak Doğu, hem en hızlı, hem de en az beklenen büyüm eyi ger­


çekleştirdiği için, tabiî ki, başarılı kalkınm anın vitrin süsüdür. Japonya
1950 yılında savaşın getirdiği yıkım dan ancak kurtulm aya başlamıştı.
O sıralarda Japonların çoğu ülkelerinin savaş öncesindeki ekonomik
düzeyine bir gün yeniden kavuşabileceğinden hâlâ kuşkuluydular-. Sa­
vaş öncesindeki düzey de zaten bir hayli düşüktü: O tuzlu yıllarda Ja­
pon nüfusunun yarısı hâlâ en alt geçim düzeyinde yer alan çiftçilerden
oluşm aktaydı. D ahası, Japonlar İkinci D ünya Savaşından önceki on
yılda güçlü bir silah sanayii kurm uş oldukları halde -tabiî yenilgiden
sonra bu sanayi dağıtılm ıştır- sivil sanayileri, çok da yerinde olarak,
ürünlerinin kötü tasarım lı ve düşük kaliteli, işçi- işveren ilişkilerinin
de özellikle bozuk olm asıyla ünlüydü. Japonya'nın 1937'deki yaşam
düzeyi ve verim liliği, ekonom ik bunalım ın yıkıntısını yaşayan Ameri­
ka'daki yaşam düzeyi ve verim liliğin ancak üçte biri kadardı.

G üney Kore, Kore Savaşının sona erdiği 1954 yılında Japonya'nın


1945'tc olduğundan bile daha harap durum daydı; ülkede sanayi diye
bir şey kalm am ıştı ve yetişm iş, eğilim görm üş insanı da hemen lııç
yoktu. H ong Koııg 1960'lı yıllara gelinceye kadar sanayiden yoksun
bir ticaret lim anıydı. Singapur. İngilizlere ait bir donanm a üssü olına-

144
nm ötesinde b ir özelliğe sa h ip değildi. T aw ain'in elim de ise, ülkenin
sömürgeci efendileri olan Japonlara yüksek m aliyetin şeker sağlayan
üç beş büyük plantasyon dıışında pek bir şey yoklu.

A kdeniz'in kuzey kenam da neredeyse U zak D o ğ u Ikadar yoksul ve


geriydi. T ek sanayi Alplcırin eteklerinde, İtalya'nın cm uç bölgesinde
yer alm aktaydı. Kimi b ö lg e ler hâlâ y oksuldur -sö z g e lim i. Sicilya ve
İtalya'nın ”Ç izm e"si. A m a bugün İtalya bir bütün olaırak İngiltere'den
daha büyük gelire sa h ip tin G üney F ransa önem li bir sranayi bölgesi ol­
duğu kadar, önem li bir taırım bölgesi haline de gelm iiştir. V e İspanya
ite P ortekiz d ah a da b ü y ü k bir hızla kalkınm aktadırlar..

A m erika’nın güneyi -G eorgia, iki C arolina, A lab a m a , T ennessee,


Louisiana. M ississippi- İkinci D ünya S avaşının bitim im de yoksuldular.
Buralarda yoksulluk h â lâ vardır; tıpkı K ore'de ve İsıpanya'da olduğu
gibi -sözgelim i, M ississip p i’nin kırsal alanlarında. Anna G üney bir bü­
tün olarak artık Birleşik D evletlerin refah içindeki ö te k i bölgelerinin
ancak b ir adım gerisindedir.

A yrıca, hızla sanayileşm ekte olan Latin A m erik a ülkeleri vardır.


Brezilya dünyanın en büyük sekizinci sanayi gücü haline gelm iştir.
1950'de ise, hâlâ tarım a dayalı, kahve ve kakao ihracatçısı olan, d ü n ­
yanın sanayi haritası üzerinde yer alm ayan bir ülkeydi. Şimdi ise,
ayakkabı, tank ve uçak gibi savaş gereçleri, im alat m akineleri alan la­
rında önem li bir sanayi ihracatçısıdır. M eksika da 1950’dc tarım a da­
yalı bir ülkeyken, büyü.k ölçüde sanayileşm iş ve İberik Y arım adası-
nınkine eşit bir sanayi verim i elde etm iştir.

İngilizler H indistan'dan ayrıldıklarında, bu ülkede orta sınıf diye


bir şey hem en hiç yoktu. Kırk yıl sonrasında ise, toplam 800 m ilyon­
luk nüfus içinde. 100 m ilyonluk, iyi eğitim görm üş bir orta sınıf vardı.
Bu insanlar, orta sınıfın yaşam düzeyine, orta sınıfın bilgi -becerisine,
orta sınıfın beklentilerine sahiptirler. V e H indistan iki yüzyıl boyunca,
tekrar tekrar kıtlık belası çekm işken, nüfusu ikiye katlandığı halde, yi­
yecek açısından kendi kendine yeterli durum a gelm iştir. Son olarak
da. bir Çin olgusu vardır. 1950'li yılların sonundan 1970'li yılların so ­
nuna kadar geçen yirmi yıl boyunca, Çin ekonom ik durgunluk yaşadı

145
ve fiilen geriledi. Sonra da K ültür D evrim inin kargaşaya dönüşmesi-
nin ardından, köylüye ekin ekm ek ve bunları pazarda salm ak için bi­
raz özgürlük tanındı. Beş yıl içinde tarım üretim i iki katına çıktı.

Ekonom i tarihinde kırk yıl süren bu rekor büyüm enin eşi benzeri
yoktur. Bu rekor son hızlı büyüm e dönem i olan 1875-1914 y ıllan ara­
sındaki kırk yılın rekorlannı Bile aşm aktadır. Ü stelik kalkınm a o za­
m an A vrupa kökenli halklarla sınırlıydı. Birleşik D evletler ve Alman­
ya büyük ekonom ik güçler haline geldiler. A vusturya-M acaristan,
Kuzey İtalya ve Batı R usya sanayi alanında hızla geliştiler; Arjantin,
A vusturya, Y eni Z elanda, K anada ve U krayna önem li tarım üreticileri
ve ihracatçıları haline geldiler. 1950'den 1980'li y ıllan n sonuna kadar
olan son kırk yıldaki kalkınm a çok sayıda ırk ve kültürü aşıp geçmiş­
tir. Sayısal olarak bakıldığında, bu yıllarda gerçekleştirilen kalkınma
yüzyıl öncesindeki kalkınm ayı kesinlikle aşm aktadır. O zam anki kal­
kınm a insanlığın oldukça küçük bir bölüm ünü kapsıyordu -ancak onda
birini, ikinci D ünya Savaşından bu yana görülen kalkınm a ise insanlı­
ğın beşte birini kapsam aktadır- Çin'i işe katm asak bile.

İç K arartıcı Başarısızlıklar

O halde, kalkınm anın iç karartıcı bir başarısızlıkla sonuçlandığı


yolundaki yaygın düşünce nereden çıkm aktadır? Bu sorunun cevabı,
elde edilen başarıların, iktisatçıların ve politikacıların 1950'li vc
1960’h yıllarda "kalkınm a" sözüyle kastettikleri şeye hiç benzem em e­
sinde yatm aktadır. O nların bekledikleri ve vaat ettikleri şeyler gerçek­
ten de başarısızlığa uğram ıştır.

Ellili yılların büyük keşfi olan "ekonom ik kalkınm a" evrensel bo­
yutta olacak ve herkesi eşit oranda etkileyecekti. H er ülkenin kalkına­
cağı, hem de hızla kalkınacağı tahmin ediliyordu. G erçekte ise, kalkın­
m a düzensiz ve belli birtakım ülkeler için geçerli olm uştur. Tabiî
K om ünist dünya hiç kalkınm am ıştır; tersine, "geri gitm iştir." A m a Ar­
jantin ve U ruguay’da da aynı şey olm uştur. -1 9 5 0 ’dc bu iki ülke de
Brezilya’dan çok daha kalkınm ış vc G üney A vrupa’dan çok daha zen­
gin durum daydılar. Ve K arayipler bölgesinin büyük bir bölüm ü de ay­
nı şekilde "geri gitm iştir."

146
İktisatçıların ve politikacıların vaal ettikleri kalk ın m a yoksulluğu
g^adan kaldıracaktı, t n once ve en hızlı olarak y o k su lların gelirini
yüKseııecekti. O ysa, her yerde önce yeni bir orta sın ıf yarattı. (G ele­
neksel anlam daki yoksulluk bir tek Japonya'da büyük o rand a ortadan
kalkmıştır.) T abiî bu, daha önceki her ekonom ik kalk ın m a dönem inde
de aynen olan bir şeydi. A ncak bu kez -elLili ve altm ışlı y ıllard a öyle
sanıyorduk- yoksuL insanların beklem eleri gerckm cyece,kli. O yılların
programlarına -B aşkan Tcum an'ın 1950 yılındaki D ördüncü H edef
programı ile, Başkan K ennedy'nin İlerlem e için İttifak program ına-
büyük çekicilik kazandıran, her şeyden önce, bu vaatti. O yılların kal­
kınma kâhinleri, işçilerin tek aileler halinde tem iz ve bakım lı evlerde
yaşadıkları, her garajda bir otom obilin bulunduğu 1950’li ya da 1960Î1
yılların A m erikası gibi bir şeyler düşlüyorlardı. G elinen nokta ise -
Japonya dışında- eşitsizliğin doruğa tırm andığı ve sırf büyük bir orta
sınıf doğm uş olduğu için yoksulluğun iğrenç boyutlara ulaştığı 1920
yılının Amerikasona çok benzem ektedir. B ir kez daha öğrenm ek duru­
munda kaldık ki, yoksulluk, ekonom ik kalkınm anın başında değil, so ­
nunda yenilebilir. Y oksulluk m odern bir toplum da ekonom ik bir koşul
olduğunaan ç o k aaha fazla sosyal bir koşuldur; dünyanın en gelişm iş
ülkesi olan Birleşik D evletlerdeki siyahların üçte birinin hâlâ yoksun­
luk içinde yaşam ası bunun böyle olduğunu gösterm ekledir.

Ellili ve altm ışlı yılların insanları ekonom ik kalkınm ayı yeni ku­
ramlar ve yeni politikalar geliştirilm iş olduğu için keşfettiklerine ina­
nıyorlardı. Bu kuram lar ve politikalar -hepsi aynı kim seler tarafından
olmasa bile- yaygın bir biçim de ekonom ik kalkınm anın garantisi diye
ilan edildi. H içbiri reklam ı yapılırken söylendiği gibi yürüm entiştir.
Her derde deva olan bu reçetelerden dört tane vardı. Satışı en çok ya­
pılan reçete, en berbat yenilgiye uğram ıştır: S ovyet usulü planlam acı-
l>k. 1950 yılına gelindiğinde, K om ünist olm ayan kim seler bu tür plan­
lamanın tarım alanında yürüm ediğini zaten anlam ışlardı am a sanayi
kesiminde yürüdüğü hâlâ yaygın bir düşünceydi. A rtık biliyoruz ki,
Sovycllerin ekonom ik gelişm eye ilişkin olarak verdikleri rakam lar o
yıllarda bile büyük ölçüde bürokratların kafasından çıkm a uydurm a­
lardı. Sovyet planlam acılığı denendiği her yerde ancak geriye gidişle
sonuçlanm ıştır. Eğer R usya Birinci D ünya Savaşı öncesindeki gelişm e

147
oranını sürdürscydi, sanayi üretim i bugün ollduğu gibi A m erika Birle­
şik D evletlerindeki sanayi üretim inin en ç o k beşte ikisi oranında kal­
m ak yerine, bu ırakama eşit olacak, halta aşacak tı. 1913 Rusyası. en
azından A vrupa toprakları üzerindeki bölgeleri söz konusu olduğunda,
sağlık hizm etler», bebek ölüm leri ve insan Ö m rünün uzunluğu açısın­
dan B irleşik D ev letlere denk bir durum daydı. Y etm iş beş yıl sonrasın­
da, A vrupa R usyası bile sağlıkla ilgili h er d ald a, Ü çüncü D ünya Ülke­
lerinin çoğunun gerisindedir. Ç ekoslovakya- S ovyet planlam acılığına
boyun eğdirilm eden önce (yani İkinci D ü n y a S avaşından önce) verim­
lilik vc teknoloji alanlarında Batı A lm anya'ya eşit ve F ransa’dan önde
durum daydı. İkinci D ünya Savaşında Ç ek o slo v ak sanayileri zarar gör­
m edi. A m a S o v y et planlam acılığının zorla k ab u l ettirilm esinden kırk
yıl sonra, Ç ek lerin işçi başına düşen üretim m iktarı. B atı A lm anya ya
da Fransa'dakinim yan sın d an azdır. K üba d a. K om ünizm le geçen otuz
yıldan sonra, C astro'dan önceki dönem in b ir hayli altında kalan bir
üretim yapm aktadır. K üba C astro'dan önce, sa ğ lık hizm etleri ve bebek
ölüm leri açısından K arayiplerin öbür bölgelerinden b ir hayli ilerdeydi.
Şim di ise Haiti d ışın d a hepsinin epey gerisindedir.

B unların bir nedeni, Sovyet planlam acılığı güdüm ündeki sermaye


yatırım larının inanılm az boyutlarda ziyan olm ası ve düşü k verim li kal­
m asıdır. K om ünist blok ülkelerinde yatırılan her do lar başına elde edi­
len üretim , Batı A vrupa'da, B irleşik D evletlerde, ya da Japonya'da el­
de edilen üretim in, olsa olsa, beşte ikisi kadardır. N edeni, sırf
m ağazalarda m al olm adığı zam an, çalışm anın anlam ını kaybetm esi de
olsa, Sovyet planlam acılığı altında em eğin verim i de yok olmaktadır.
V e bir de -asıl kusu r buradadır- "planlam a" ile, kaynaklar, kaçınılmaz
olarak, yanlış yerlere ayrılm akta ve yanlış eşlcşlirilm ektedir.

K om ünist olm ayan Sosyalist planlam acılık da d ah a iyi işlem em iş­


tir. Esas itibariyle otu/.lu ve kırklı yıllarda İngiltere'deki London Scho­
ol o f E conom ics'de biçim lendirilen Sosyalist planlam acılık İngilte­
re'nin eski A frika söm ürgelerinde üretim ve verim lilik alanlarında
görülen felâket ölçüsündeki gerilem enin ana nedeni olm uştur. Bu böl­
geler önceleri önem li yiyecek ihracatçılarıydı; bugün ise hepsinin ta­
rım ürünleri ticaretinde çok büyük açıklar vardır ve yiyecek ithalatı
yapm asalar çok açlık çekerler. Hindistan da. ancak, ülkenin ilk başba-

148
(canı olan Jaw aharlal N ehru öğrenci olarak bulunduğu İmgiltere'den bc-
faberindc getirdiği S osyalist planlam acılık anlayışını ölüm ü n d en bir­
kaç yıl önce terk ettiği zam an ekonom ik yönden g elişm e y e başladı.
Juan Peron belki London S chool o f E conom ics adını h iç duym am ıştı
ama. 1910'lu yıllarda A rjantin’e zorla kabul ettirdiği ek o n o m ik politi­
kalar Ingiliz kuram cılarının politikalarına benziyordu v e aynı sonuçla-
n getirdiler: Ü lkenin serpilip gelişen tarım ı neredeyse yo k oldu; sivil
ve askerî bürokrasi patlayış ölçüsünde genişledi; y olsuzluk şahlandı
ve enflasyon azdı.

Başkan T rum an'nın d ış yardım ı A m erika'nın k alk ın m a politikası


olarak ilan etm esi, büyük ölçüde, S ovyet usulü planlam acılığ ın çekici­
liğine karşı koyabilm ek içindi. Sovyet usulü ve S osy al D em okrat
planlam acılıktan farklı olarak, dış yardım politikası toptan bir geri gi­
dişe yol açm adı. A ncak fazla bir kalkınm a da sağlam adı. D ış yardım
programı ile bu program ın kendisine tem el aldığı M arshall Planı ara­
sında kurulan benzerlik geçerli değildir. Batı A vrupa -v e Japonya- bil­
gi -beceriden yana iyi durum daydılar; Eğitim li ve disiplinli insanlara,
üstün nitelikli okullara, ulaşım , bankacılık ve devlet altyapısına sahip­
liler; bunların hepsi de gelişm ekte olan ülkelerde olm ayan şeylerdir.
Her şeyden önem lisi de, M arshall Planının şirk etler ve sanayilerle
bağlantılı olarak işletilm esidir. Dış yardım ise hüküm etlere yapılan
yardımdır. Sonuç olarak, dış yardım büyük ölçüde ask erî yardım hali­
ne geldi; bu ise. artık bildiğim iz gibi, ekonom ik perform ans ve kalkın­
mayı kösteklem ektedir. D ış yardım dan ne kadarı ekonom ik yatırım a
gitmişse, çelik fabrikaları gibi hüküm etlerin bayıldıkları geniş prestij
projelerine gitm iştir. A m a bunlar insanların enerjilerini "çoğaltan"
Şeyler olm aktan çok siyasî vitrin süsleridir. B üyük bir oy kaynağı
olurlar am a gelişm ekle olan ülkelerin en fazla ihtiyaç duydukları tür­
den istihdam im kanları yaratm azlar: A z nitelikli kişiler için dağıtım ve
satış, inşaat ve yol yapım ı, oto tam irciliği ve benzin istasyonları ve kü­
çük çaplı yerel im alat dallarında, geniş bir alana dağılm ış, görünürlü­
ğü az olan işler. Bu tür işleri yaratanlar, ağır sanayi ve devlel yardım ­
larının yöneldiği büyük projeler değil, genellikle, yerel tüketicinin
ihtiyaçlarını karşılayan küçük ticarî kuruluşlardır.

149
Yön Verici Planlam a İşe Y a ra r mı?

A ltm ışlı y ılların sonunda, nc S ovyet usulü p lan lam an ın , ne Sosy^


D em okrat planlam an ın , ne de d ış yardım ın h em en k ajk ın ın a sağlama-
dığı ortaya çıkınca, d ik k atler işe yararm ış g ib i g ö rü n en tek politikaya
F ransa C um hurbaşkanı de G au lle ile "Japon T ie. Ş ti."nin "yön verici'
planlam acılığına kaydı. D evlet h er iki ü lk ed e d e iş d ü n y ası için planla­
m a yapm az. E konom inin gitm esi gerek en y ö n e -iş d ü n y asıy la yakın
işbirliği y aparak- işa ret eder. O ndan so n ra d a, d estek v erir -b u destek,
esas itibariyle, yatırım ları "işarctlcri"i izleyen sa n ay iler ve tic arî kuru­
luşlara y ö nlendirm e biçim ind e olur. Y ön verici p lan lam a uyandırdığı
büyük ilgiye rağm en F ransa'da başarısız olm u ştu r. Jap o n y a'd ak i etkile­
ri ise karışıktır.

Y ön verici planlam a F ran sa'd a yaklaşık on yıl boyunca, o işe yarar


gibi göründü. O ndan sonra ortaya çıktı ki, g erçek te Fransa'yı Avru­
pa'daki öncülük yarışınd a rakibi olan ve p lan lam a y apm ayan Batı Al­
m anya'nın hızla gerisine düşürm ekten başka b ir işe yaram am ıştı. Yön
verici planlam a F ransız sanayiini y enileşm ekten, fırsatları ve yeni tek­
nolojileri sonuna kadar kullanm aktan ve ihracattan alıkoydu. 1970 do­
laylarında da sessiz sedasız ortadan silin ip gitti -F ransa'daki ekonomik
büyüm e de işte o zam an başladı.

A m a "Japon Tie. Şti." hâlâ hayranlık uyandırm aktadır.. A slında Ja­


ponya'da işe yarayan şey planlam a olm adı -p lan lam a orada da Sovyet
usulü ya da Sosyal D em okrat planlam anın her yerd e başına geldiği ka­
dar kötü bir başarısızlığa uğradı. Japon yönetim i, hem en hiç şaşmaz
bir düzen içinde, yanlış hedefler için planlam a yaptı. Japonya'nın ba­
şarıları planlam anın eseri değildi: O tom obil sanayii, elektronik tüketi­
ci cihazları sanayii, fotoğrafçılık sanayii; aslına bakarsanız, Japon yö­
netim i bunların üçünün gelişm esine d e karşı oldu. O nların yerine çok
büyük bir çelik sanayiinin kurulm asını teşvik etti- bu da herhalde Ja­
ponların bugüne kadar yaptıkları en pahalı hata oldu. Japonya'da ne
dem ir cevheri, ne köm ür, ne doğal gaz, ne de kireçtaşı olm adığı hesa­
ba katılırsa, ülkenin sırtına kaldırabileceğinin üç katı oranında bir çe­
lik kapasitesi yükledi. Japon yönelim inin I9 7 5 ’ten beri iteklediği sana­
yiler de göz alıcı bir başarı kazanam am ıştır. B aşlıca hedeflerden biri

150
büyük sü p erb ilg isay arlar yapm ak ve bunları gittikçe b ü y ü tm e k ti. Oysa
pazar im k an ları, Japon yönetim inin listesine bile alm adığı P C 'lere, ya-
nj küçük boy kişisel b ilgisayarlara doğru kaym ıştır. Ja p o n y a bugüne
ladar d ü n y a ça p ın d a b ir ilaç sanayii, ya da b ir b aşk a d e v le t hedefi
0lan, d ünya ç a p ın d a bir telekom ünikasyon sanayii de g eliştire m em iş­
tir. B üro o to m a sy o n u n d a ise ancak orta d erecede b aşarılı olm uştur-
devletin dörd ü ncü hedefidir bu. D evlet bir tek m ik ro d e v re le r alanında
hedeflerine ulaşm ıştır.

Japon T ie. Ş ti.'nin d eneyim i bize tek bir ders v erm ek ted ir: D evlct-
iş dünyası arasında yakın ilişkilerin önem i. A ncak bu ilişk iler eğer
hem d ev let, hem iş dünyası iyice gelişm iş ve yeterli d u ru m d ay sa y a­
rarlı oıur. A ksi halde -H indistan ve B rezilya ö rn ek lerin d e görüldüğü
flR - bu ilişki, politikaların oluşturulm ası ve k alk ın m ad an ço k , adam
Huyumuza vc yuı.Mj/.ıugü ncucıı o la ca k ta. Bir b aşka d ey işle , Japonlar-
f l ü alınacak ders, gelişm ekte olan ülkelerden çok, g elişm iş ülkelere
fRfe h ir derstir.

İşe Y arayan Politikalar

Son kırk y ılda gerçekten işe yarayan politikalar, k alkınm acı iktisat­
çılar ve kalkınm acı politikacıların savundukları p olitikalard an çok
farklıydı. A m a bunlar on dokuzuncu yüzyılda işe y aray an politikalar­
dan da aynı şekilde farklıydılar. On dokuzuncu y ü zy ıld a başarılı kal­
kınma y en ileşm e ve teknoloji açısından öncü olm aya dayanıyordu. İn­
giltere, buhar m akineleri, dem iryolları ve buharlı gem ilerd e; tekstil
makineleri ve m akine aletleri; uluslararası bankacılık ile sigortacılık
vc haberleşm e (örneğin PTT) alanlarındaki öncülüğü sayesin d e ilk bü­
yük ekonom ik güç haline geldi. D aha sonra B irleşik D evletler, çelik,
Elektrik, telg raf ve telefon sistem leri; çiftlik d onanım ı ve bilim sel ta­
rım; daktilo m akinesi gibi büro donanım ı; ve ilk ev aleti olan dikiş
m akinesi alanlarındaki öncülüğü sayesinde bir sonraki büyük ekono­
mik güç durum una geldi. Ç ok geçm eden de bunlara otom obil vc hava­
cılık alanındaki öncülüğü eklendi. Aynı sıralarda A lm anya -B irleşik
Devletlerle rekabet halinde- çelik, elektrik, elektronik ve telgraf sis­
temleri alanlarında öncü oldu. A lm anya kim yasal ürünler ve eczacılık­
ta, otom obilde vc "üniversal banka" buluşu ile bankacılıkta yenilikler

151
yarattı. J a p o n i c hiçbir alanda teknolojik y a d a bilim sel öncülük lca
zaıım aya çalışm ad ılar bile. Japonya'daki k alk ın m a, şim d iy e kadar esa
itibariyle d ışa rd a n ithal edilen bilim e ve b aşk alarınd an alınıp geliştir,
len teknolojiye? dayalı olarak gerçekleştirilm iştir.

İkinci D ünya S avaşından sonraki k ır k y ıl içinde işe yarayan iki po


Iitika, düşük ücretli sanayi işçilerince gerçek leştirilen ürünlerin ihraca
tı ve "erncklcrtie-dönem indeki sanayinin kcirunm ası"ydi. .Bunların ikisi
dc on dokuzuncu yüzvılda gerçekten de d en en m işlerd i; aslında bunlaı
ilk sistem atik anlam ıı Kalkınma p ö litik alan sayılabilir. A ına ikisi de
hepten başarısız olm uş ve ikisini de terk etm ek gerekm iştir. On doku­
zuncu yüzyılda iktisatçıların ve sanayicilerin düşük ücretli işçiliğin ve­
rim siz ve düşiik kaliteli işçilik olduğunu v e dünya pazarlarında reka­
bet gücü bulunm adığını anlam aları çok sürm edi. Bu, Japonların düşük
m aliyetli işçilikle elde edilen ürünleri kullanarak var güçleriyle dünya
pazarlarına girm eye çalıştıkları yirm ili ve otuzlu yıllarda da hâlâ gc-
çerliydi. İhracat atılmalarının başarısızlığa uğram ası, politika oluşturan
Japon m akam larını düşük ücretli işçilikle girem edikleri pazarları, as­
kerî zafer kazanm a yoluyla ele geçirm eyi d enem e konusunda ikna et­
m eye yardım dı oldu.

Japonlar d ah a sonra İkinci D ünya Savaşının bitim ini izleyen dö­


nem de, bir A m erikan buluşu olan eğitim in işçileri ücretleri hâlâ düşük
kalsa da. yüksek verim li hale getirdiğini fark eltiler. D üşük ücretli
am a çok iyi eğitilm iş işçilerin ürettiği kaliteli m allara dayalı ihracata
yönelik kalkınm a, Japonya'nın kendisini gelişm em işlik ve yenilgiden
çekip kurtarm asını sağlayan bir araç oldu. Bu strateji, gelişm ekte olan
öbür U zak D dğu ülkeleri. G üney Kore, H ong K ong, T aiw an, Singapur
ile bir ölçüye kad ar B rezilya tarafından kopya edildi.

Japonlar, kendileri de yüksek ücretli işçilikle üretim y apar hale


geldiklerinden, em ek-yoğun işlerini artık T ayland'a, M alezya’ya ve
A .B.D . sınırının M eksika tarafındaki birtakım fabrikalara taşım akta­
dırlar. A m a bu, düşük em ek m aliyeti politikasının son çırpınışları olsa
gerektir. Bu politika ancak sanayi imalatı em ek-yoğun olduğu sürece
yürür. D oğrudan işçilik giderleri toplam m aliyetin yüzde 15'inin altına

152
düşerse, nakliye giderleri g ibi m esafeden kaynaklanan llıarcamaiar, dü­
şük ücretin getirdiği avantajlara ağır basar. G ü n ü m ü zd e doğrudan işçi­
lik m aliyetlerinin bu kad ar yüksek olduğu bir sanayi, geri bir sanayi­
dir. General M otors'da doğrudan işçilik m aliyetleri hâlâ bir otom obilin
toplam m aliyetinin yüzde 25 kadarını bulm aktadır; Toıyota ve Ford'da
ise. bu oran yüzde 18'c düşm üştür ve yüzyılın bitim inden önce, yüzde
|0 ya da 12’yi aşm ayacağı um ulm aktadır. R adyoların y a da bilgisayar­
ların m ontajı gibi her zam an büyük ölçüde em ck-yoğum olan işlem ler­
de bile doğrudan işçilik m aliyetleri yüzde 20'nin epey altındadır ve
düşmeye devam etm ektedir. İm alat alanında, işçilik m aliyeti daha
yüksek işlem ler her zam an olacaktır -erkek giysileri d ikm ek ya d a ah­
şap m obilyanın m ontajı gibi. Am a bunlar o kadar az sayıda ve o kadar
az insan çalıştırılan alanlardır ki, 1950 tarihini izleyen onyıllarda U zak
Doğu için oldukları gibi, ekonom ik kalkınm a yolunda bir sıçram a tah­
tası olm aları söz konusu değildir.

Japonlar, düşük m aliyetli işçiliğe dayalı ihracatın kendilerine uzun


süreyle m alî destek sağlayam ayacağını gerçekten de erken fark ettiler.
1960 yılm a gelindiğinde, düşük ücret stratejisini, on dokuzuncu y ü zy ı­
lın ö b ü r başarısız kalkınm a stratejisinin yeniden uyarlanm ış biçim iyle
birleştirm işlerdi; em eklem e dönem indeki sanayinin korunm ası. A m e­
rika'nın tekrar tekrar başkan adayı olan H enry Clay'in bulduğu bu stra­
teji (Clay buna "A m erikan Sistem i" diyordu), A vrupa'ya bir A lm an ta­
rafından, B irleşik D evletlerde siyasî sürgün olduğu sıralarda Clay'in
sekreterliğini yapan G eorg Friedrich List tarafından götürüldü. E m ek­
leme dönem indeki sanayinin korunm ası, önceleri pek gözdeydi. A m a
çok geçm eden hayal kırıklığına dönüştü. B ir ülke em eklem e dönem in­
deki sanayilerini korum ak için, sınırlarını im alat sanayii ithalatına ka­
patır; kuram sal olarak, em ekleyen sanayileri rekabete karşı koyacak
İcadar güçlendiği zam an sınırlarını tekrar açar. A m a bu hiç olm az. T er­
sine, bu sanayiler ne kadar uzun süreyle korunursa, daha bile sıkı ko­
runmaya o kadar bağımlı hale gelirler. A m a yerli sanayi "em eklem e
dönem indeki sanayinin korunması altında" ne kadar çok büyürse, da­
ha fazla gelişm iş ülkelerden yaptığı m akine, alet, sanayi m alzem eleri
ve parçalarının ithalatına da o kadar bağım lı hale gelir. Sonunda bu sa­
nayiler ne sürekli artan oranlarda m akine ve parça ithalatı yapm adan

153
büyüyebilir, ne de rekabele dayalı ihracat y a p a ra k bu m akine ve paç;
lara ödem e y apabilm ek için ihtiyacı olan dövizi kazanabilir. Sonuçt
em ekleyen sanayilerin büyüm esi, bu sa n ay ilerin yenilgisi haline gelir.

M eksika'ya o lanlar budur-bu yüzyılda em eklem e dönem indeki $a


nayii korum a politikasını en büyük titizlik le uygulayan Meksika'ya
B u politika M eksikalI im alatçılara kalkanı oldu, o n la r d a işlerini hı/|.
büyüttüler. A m a büyüdükçe, daha az rek a b et ed eb ilir durum a düştüler
bu arada ülke dışından gelen m alzem ey e, ö zellikle d e sanayi malze
m esi ve y ed ek parçaya gittikçe dah a mulhtaç hale geldiler. OPEC'ir
petrol fiyatlarını çok yükseklere çektiği b irk a ç yıl boyunca, petrol ih­
racatı M eksika sanayiine ülke dışından y e d e k parça ve teknoloji satır
alabilm ek için gerekli olan dövizi sağ lad ı. Sonra, M eksika birkaç yıl
lık kısa bir dönem içinde, dışardan büyük m ik tarlard a borç aldı. Bu da
bitince, M eksika ekonom isi güm bür g ü m b ü r çöktü.

E m eklem e dönem indeki sanayii k o rum a politikasının öbür önemli


uygulayıcısı olan H indistan, M eksika'dan çok d ah a sağgörülü davran­
m ıştır. B unun bir sonucu olarak da, büyüm esi çok d ah a az b ir hızla ol­
muştur. A ncak sonuçta aynı açm azla karşı karşıyadır. Hindistan'daki
fabrikaların rekabet gücü artacağı yerde, sürekli azalm ıştır. Bu fabri­
kalar, aynı zam anda, m akine, yedek parça ve sanayi ürünleri parçaları
alm ak için yapılan ithalata giderek daha bağım lı hale gclmişlerdir-
bunların parasını ödeyebilm ek için gerekli olan ihracat kapasiteleri dc
yoktur. H indistan da, A lm anya gibi on dokuzuncu yüzyıl ülkelerini,
çok da uzun bir süre geçm esine gerek kalm adan, bu politikayı bir tür
intihar sayarak terk etm eye zorlayan "em ekleyen sanayi bunalımı"na
düşm e tehlikesi içindedir.

D üşük ücretli işçiliğe dayalı rekabetin getirdiği sınırlam alara bir


çare bulan Japonlar, em eklem e dönem indeki sanayii korum a politika­
sının getirdiği sınırlam alara da bir çare buldular-ya da bulduklarını
sandılar. On dokuzuncu yüzyılın başarısız kalan iki politikasını birleş­
tirdiler: D üşük ücretli işçiliğe dayalı ihraertt ve em eklem e dönem inde­
ki sanayinin korunm ası. Bu, Japon sanayilerine, hem korum a altında
bulunan yerli sanayinin yüksek fiyatlarını ve yüksek kârlarını getirdi-
hem de dünya pazarından gelen rekabetçi zorlam ayı ve döviz kazanç-

154
(grini. Ü lke içinde em ekleyen sanayinin korunm ası ile, dünya pazarı n-g
da rekabete dayalı ihracatın oluşturduğu bu bileşik politika, otuz yıl
Japonya'nın y ararına işledi. G üney K ore’nin de yararına oldu. A yrıca
Brezilya'nın kendi kalkınm asına tem el yaptığı politika haline geldi.
Bu üç ülke d e göz kam aştırıcı bir ölçüde gelişm işlerdir. A m a, sonunda
bu strateji başarısız kalır. D aha önce açıklandığı gibi, e r ya da geç, sal­
dırgan ticarete yol açar-bundan sonra da hep erken bir dönem de o la­
caktır bu. S onra da gelişm iş ülkeler, hangi nedenlere ya da m azeretle­
re dayanırsa dayansın, ihracat yapam adıkları bir ülkeden gelecek
ithalatı reddetm ekte gecikm ezler. Belki bundan daha da önem lisi şu­
dur: E m ekleyen sanayiler gene de büyüyem ezler-daha doğrusu, yal­
nızca önem li m iktarlarda ihracat yapanlar büyür. Ö bürlcri-ki bunlar
her zam an çoğunluktadır-sanki ülke hiç ihracat yapm ıyorm uş gibi,
daha ço k korunm aya bağım lı hale gelir, çarpık v e bodur bir nitelik
alır. V e böylece ülke korum ayı kaldırm a konusunda giderek daha is­
teksiz olur, hatta bunu yapam ayacak hale gelir. Y apm ası durum unda,
yaygın iflaslar, ağır bir işsizlik ve ekonom ik bunalım tehlikesi baş
gösterir.

Korku, gerçekten de. Japonya'nın ekonom isini açm ası için gelen
baskılara bu kadar kararlılıkla direnm esinin başlıca nedenidir. Böyle
bir yola gitm esi, pek çok ticarî işletm e ve sanayii tehlikeye sokar. Y al­
nızca etkin durum daki ihracatçıların rekabet gücü vardır; bunlar ise,
Japonya'nın toplam imalat sanayiinin sekizde birinden az bir bölüm ü­
nü oluştururlar. Geri kalanlar, im alat alanında olduğu kadar hizm etler
alanında da, rekabet edecek durum da değildirler. Ve korum a politika­
sına bağım lıdırlar. H atta ihracatçı durum undakilerin çoğu ülke dışında
elde ettikleri daha düşük fiyatları destekleyebilm ek için, yerli tüketici­
den yüksek fiyat istem ek durum undadırlar. A ynı durum -daha aşırı bir
biçimde- B rezilya ve G üney K ore'de de hüküm sürm ektedir.

Japonya'nın 1960'ian bu yana izlediği politikadan daha başarılı


olan bir ekonom ik politika şim diye kadar görülm üş değildir. A ncak bu
politika bir çıkm aza doğru yaklaşm aktadır. G elişm iş ülkeler durum u
(kavramışlardır. A vrupa E konom ik T opluluğu Japon (ve Kore) ithal
■nallarına karşı harekete geçm ektedir. Birleşik Devletler, bir yandan
hâlâ Japonya’yı pazarlarını A m erika'dan gelecek mal ve hizm etlere aç-
m ası için ikna elm eye çalışırken, bir yandan da A m erikan pazarlarım
.Taponlara, B rezilya’ya, K ore'ye kapayacağı tehdidinde bulunmaktadır.
B undan böyle gelişm iş ülkeler karşılıklılık ilkesini daha çok uygulaya-
caklardır; bu da ihracat am açlı sanayi korum acılığını etkisiz hale geti­
rir.

Kalkınma Vaadinin Sonu

Y aklaşık kırk yıl önce Başkan T rum an'ın D ördüncü H edef Progra­
m ıyla başlayan kalkınm a çağının sonuna gelm iş olabiliriz. Halta, bir
tek T riad'ın*, yani K uzey A m erika, Batı A vrupa ve U zak Doğudaki
gelişm iş ülkelerin önem taşıdığı ve K om ünist dünya ile. Komünizmi
benim sem em iş gelişm ekte olan ülkelerin "Ü çüncü D ünya"sının bir ke­
nara bırakılabileceği ileri sürülm ektedir. T riad ülkeleri, gerçekten de
kendi tükettiklerinden daha fazla yiyecek ve ihtiyaçları olan sanayi
ham m addesinin hem en tüm ünü üretm ektedirler. D ünyadaki mamul
m allar üretim ve tüketim inin üçte ikisi de onlardadır.

O ysa m uazzam bir kalkınm a potansiyeli m evcuttur -ve bunu ger­


çek kalkınm aya dönüştürebileceğim izi biliyoruz. K om ünist Çin yet­
m işli yıllarda çiftçiler ve tarım riy ad an üzerindeki denetim i birazcık
gevşettiği zam an bile böyle olabileceğini gösterdi- Ç in'in tarım üreti­
m i bir iki yıl içinde ikiye katlandı. B ugün kalkınm a için en büyük inv
kanlar, işe yaram ayan p olitikalann, özellikle d e K om ünist planlama
ve Sosyal D em okrat planlam a uygulam alarının ortadan kaldırılm asın­
da yatm aktadır. Ç in’in gerçekleştirdiği tarım üretim inde görüldüğü gi­
bi, potansiyel çok büyüktür. A m a gerekli önlem leri alm ak, siyasî, sos­
yal ve ekonom ik açılardan son derece çetin bir iş olacaktır. Çinli
K om ünistler kalkınm a için bir pazar ekonom isi gerektiğini öğrendiler.
A ncak hiçbir Çinli lider, C hiang Kai Shek'i yenilgiye uğralanın Mao
olm adığını unutam az; yenilgiyi getiren, C hiang'i hem kentlerdeki iş­
çilerin, hem de ordularının desteğinden yoksun bırakan enflasyondu.
Ç inliler bu yüzden pirinç, buğday ve dom uz eti gibi tem el gıda mad­
deleri üzerindeki fiyat denetim lerini kaldırm aya cesaret edemediler.
Bu denetim lerin sürdürülm esi, önceden de tahm in edilebilecek sonucu

* Bu terimi Japon yönelim danışmam Kenichi Ohm ae uydurm uştur.

156
gelirdi ve köylüler beş yıl sonra kem lerdeki yığınları doyurm aya yele­
cek buğdayı, pirinci ve dom uz elini arlık üretm ez oldular; böylece kar­
ne uygulam ası yeniden başlatıldı./A ksi halde rejim ayakta kalm ayabi­
lirdi -diktatörlükler, kentlerde yiyecek sıkıntısı yüzünden başlayan
ayaklanmalar karşısında uzun süre dayanam azlar. Çinli K om ünistler,
üretim, verim oranı ve kalite yönünden getireceği kazançlar ne kadar
büyük olursa olsun, ülkenin büyük kıyı kentlerinde geniş ölçekli işsiz­
liğe yol açacaksa, imalat sanayiini serbestleştirm e yoluna gidebilirler
mi? B ununla birlikte, K om ünist Çin'in işe yaram az politikalarını kal­
dırıp bunların yerine yenilerini koym ak, A frika köylülerini, içlerindeki
üretme dürtüsünü hepten yok eden Sosyal D em okrat planlam adan
kurtarmaya göre, gene de daha kolay olabilir. B öyle bir şey, çok ge­
niş, siyasî yönden değişken gecekondu bölgeleri bulunan büyük kent­
lerde yiyecek fiyatlarının birden yükselm esine izin verm eyi gerektire­
cektir. S onra Başkan G orbachev ekonom ik reform tartışm ası
yapmaktan çok daha fazlasını yapabilir m i?

K om ünist olm ayan dünyanın yeni sanayileşen ülkelerinin -


Brezilya, M eksika, H indistan'ın- büyüm e kapasitelerini yeniden eski
durum larına getirm ek, daha kolay, kolay olduğu kadar da harcanan ça­
banın karşılığını bol bol verecek bir şey olabilir. Bu ülkeler verim li ve
rekabete dayalı sanayi için gerekli tem ele artık sahiptirler. Yeni sana­
yilerin korunm asına yol açan ihtiyaç her ne idiyse, artık ortadan kalk­
mıştır. A m a değişiklik siyasî açıdan büyük cesaret ister. Geçiş dönem i
Sosyal ve siyasî birlik ve beraberliği tehlikeye düşürebilecek kadar
sancılı olabilir. Bu, tahm in edilebileceği gibi. Ü çüncü D ünya için yıl­
larca. belki de onyıllarca, tem el bir sorun olacaktır. Böylece önüm üz­
deki yıllarda herhalde kalkınm adan çok ekonom ik toparlanm aya önce­
lik verilecektir. Söz konusu olan, ekonom i bilim ini ilgilendiren bir
sorun olm aktan çok, bir siyasî irade sorunudur.

G ene de M eksika'dan Patagonya'ya. köylü kulübelerinde Başkan


tKennedy'nin resim leri asılı duruyor. "Kalkınma"' unutulm ayacaktır.
Artık bunun kolay olm adığını biliyoruz. H ızlı bir biçimdtj yürüm ediği­
ni biliyoruz. K alkınm anın önceleri yoksulluğu daha görünür, kabul
edilmesi daha zor bir hale getirdiğini biliyoruz -çünkü önce bir orta sı­

157
n ıf yaratm aktadır. Dış yardım dan çok sıkı çalışm a anlam ına geldiğin;
biliyoruz. İşe yaram ası garanti edilebilir bir form ül, tek bir politika bu.
lunm adığım biliyoruz. Dayandığı tem ellerin serm aye yatırımından
çok, eğitim ve bilgi- beceri olduğunu biliyoruz. "Kesin bir şey" değil,
riskli bir iştir. Başkaları tarafından sağlanam az, elde edilm esi gerekir.
A m a son kırk yılın başarıları elde edilebilir bir şey olduğunu göster­
m ektedir.

158
11

EKONOM İ BİLİMİ
DÖNÜM NOKTASINDA

1975-1989 arasındaki on beş yılda ekonom i alan ın d a m eydana ge­


len belli başlı olayları m evcul hiçbir ekonom i kurannı açıklayam az.
Olanlar önceden tahm in de edilem ezdi. G erçeklik, m ev cu t kuram lara
Öğmamakıadır. Bu, d ah a önce de iki kez böyle olm uştur. İlki,
1870'lerin "sınır çizgi"sinin geçildiği yıllarda oldu. O zam an "neokla-
sikler," A vusturya'da M enger, İngiltere’de W illiam S tanley Jevons ve
Fransa’d a W alras, "m arjinal-fayda" kuram larıyla m odern ekonom i bi­
limini yarattılar. A ltm ış yıl sonra. Büyük Ekonom ik B unalım neokia-
sik kuramı karm akarışık edince, John M aynard K eynes yeni bir sen­
tez, ulus-devletine dayalı ekonom i kuram ını y arattı; bu kuram da,
fleoklasikçilerin m arjinal-fayda kuramı bir altküm e, ’'m ikroekonom i"
Olarak yeniden adlandırılan bir "yapı taşı"dır. O günden beri küçük
Ayarlamalar yapılm ıştır. M ilton Friedm an ile arz cephesi iktisatçıları,
"anti-Keynesçi" olm aktan çok "post-K eynesçi" olarak görülm elidirler.

Keynes, post-K eynesçiler ve neoklasiklerin hepsi de, ekonom iyi,


bütün m akineyi bir iki değişm ezin harekete geçirdiği bir m odele oturt­
tular. Bugün ihtiyaç duyduğum uz model ise, ekonom iyi "ekoloji,"
"çevre," "konfigürasyon" olarak ve etkileşim içindeki çeşitli alanlar­
dan m eydana gelen bir şey olarak görm ek durum undadır; Birey ve fir-
'Ötaların. özellikle de uluslaraşırı nitelikte olanların yarattığı "m ikro-
Şkonomi," ulusal devletlerin m akroekonom i"si; ve bir dünya ekonom i­
si. Ö nceki ekonom i kuram larının hepsi, bu tür tek bir ekonom inin tam
bir denetim sağladığını varsaydılar; öbürlerinin hepsi buna bağım lıdır­
lar ve "işlev"dirler. N eoklasiklerin m arjinal-fayda dünyasında birey ve

159
firm alar, devletin m akroekonom isini kontrol altında tutar. Keynesçi vt
post-K eynesçi dünyalarda, devlet para ve kredisi, birey ve firmaların
m ikroekonom isini kontrol altında tutar. O ysa bugünkü ekonom ik ger­
çeklik bu üç ekonom inin oluşturduğu bir gerçekliktir. Yakında da
(A vrupa E konom ik T opluluğu örneğinde olduğu gibi) ekonom ik böl­
ge dördüncü bir yarı-bağıınlı ekonom i haline gelebilir. Bunların her
biri m atem atikçilerin kullandığı bir terimi kullanırsak, kısm en bağımlı
birer değişkendir. H içbiri öbür üçünü tam bir denetim altında tutmaz;
hiçbiri öbürleri tarafından tam bir denetim altında tutulm az. Ancak
hiçbiri öbürlerinden tam anlam ıyla bağım sız da değildir.

O halde iş görecek bir ekonom i kuram ı elde edebilm em iz için, bu


karm aşıklığı basitleştiren yeni bir senteze ihtiyacım ız vardır -am a şim­
dilik bir sentez belirtisi yoktur ortalarda. V e böyle bir sentez çıkmaya­
cak olursa, ekonom i kuram ı denen şeyin sonu gelm iş olabilir. O za­
m an yalnız ekonom ik teorem ler, yani, ekonom iyi tutarlı bir sistem
olarak sunm ak yerine, şu ya da bu olguyu anlatan ya d a açıklayan, şu
ya da bu sorunu çözen form üller ve form ülasyonlar olabilir. A m a o za­
man, terim in bugünkü anlam ıyla bir "ekonom i politikası," devletin,
konjonktür hareketlerini ve bir bütün olarak ekonom ik koşulları yönet­
m ek üzere gerçekleştireceği eylem lere bir d ayanak da olm ayacaktır.

E konom i politikası için, siyasetçiler gibi konunun yabancısı olan


kim selerin, ekonom i kuram ının anahtar kavram larını bilm eleri gere­
kir. A ncak ekonom ik gerçeklik böyle bir şeye izin verm eyecek kadar
karm aşıktır. Ekonom iyle ilgili en basit sorulara, konunun yabancısı
olan bir insanın anlayacağı türden cevaplar verm ek zaten zor, belki de
im kansız bir şeydir. E ğer yeniden basit -ya d a en azından basitleştiril­
m eye uygun- bir ekonom i kuramı çıkm azsa, ancak tasarruf oranların­
daki yetersizlik gibi, spesifik sorunlun h edef alan "ekonom ik politika-
lar"dan söz edilebilir. "Ekonom ik hijyen" y a da "önleyici ekonomi"
denebilecek bir şeyler söz konusu olabilir yalnızca. B unlar, ekonomik
bir bunalım a çare bulm ak ya da onunla baş etm ek yerine, ekonominin
temel sağlığını güçlendirip, onu şiddetli bunalım nöbetlerine bile da­
yanacak hale getirm eyi hedefleyeceklerdir.

160
E k o n o m ik G e r ç e k le r

Y etm işli yılların ortalarından bu yana geçen son on beş yılda orta­
ya çıkan ve hiçbir ekonom i kuram ının önceden tahm in edem ediği ve
hiçbirinin açıklayam adığı bazı gerçekler şunlardır:

Söz konusu dönem in başında Başkan Jim m y Carter, A m erikan do­


larının değişim değerini, bir dolar karşılığı olan 250 yenden 180 yene
çekli. B unu, A m erika'nın ihracatını teşvik etm ek ve bu yolla yeni iş
imkanları yaratm ak için yaptı -o zam anlar A m erika'daki işsizlik oranı
yüksekti ve tırm anm aya devam ediyordu. B aşkan C arter ihracatta re­
kor düzeyde bir artış sağlam ayı başardı, ancak bu işsizliği azaltm adı.
Tersine ihracattaki hızlı gelişm eye rağm en, işsizlik sürekli olarak arttı.
Bu, hiçbir iktisatçının önceden tahm in edem eyeceği ve açıklayam adı­
ğı bir şeydir. Bundan daha da az açıklanabilir olan şudur: İşsizliğin
hızla arttığı bu dönem de, m antıken deflasyon olm ası ve fiyatların düş­
mesi gerekirken, tehlikeli bir enflasyon gelip çöreklendi ve yılda yüz­
de 12-14 gibi büyük telaş yaratan rakam lara yükseldi.

Başkan R eagan, Başkan C a n er’ın yerine geçince, enflasyonu dur­


durmak am acıyla faiz oranlarını birden yükseltti. E nflasyona gerçek­
len de hızla son verdi. A m a yüksek faiz oranları doları yeniden yukarı
doğru, 250 yen oranına itti. Bu ise A m erikan'ın ihracatına, özellikle de
tannı ürünleri ihracatına ağır zarar verdi ve aynı zam anda, Birleşik
D evletlerde sanayi ürünleri ithalatı, özellikle de Japonya'dan yapılan
sanayi ürünleri ithalatı açısından, daha önce görülm em iş bir pazar ya­
rattı. Bütün ekonom i kuram larına göre, önem li boyutlara varan bir iş­
sizlik m eydana gelm esi gerekirdi. O ysa, işsizlik oranı Reagan yöneti­
mi sırasında, son on dört yılın, yani Başkan C arter dönem i öncesinden
bu tarihe kadar, en düşük düzeyine indi. Başkan Reagan 1989 O cağın­
da görevden ayrıldığı zam an. Birleşik D evletlerdeki pek çok alanda
fanı istihdam aşılm ıştı ve şiddetli boyutlarda işçi açığı vardı.

Başkan Reagan 1985 sonbaharında birden rotayı ters yöne çevirdi. •


Tıpkı Başkan Carter'ın sekiz yıl içinde yaptığı gibi, doları düşürm ek­
ten söz etm eye başladı. Başkan R eagan’ın iktisatçıları "aşırı değerlen­
miş bir para" üzerinde "küçük bir düzeltm e" yapm ayı, belki dolarıVı

161
karşılığını 250 yenden 220 yene indirm eyi hedefliyorlardı. O ysa dolar,
"serbest düşüş"e geçti ve on altı ay sonra 125 yene indi. Bütün ekono-
mi kuram larına -aynı zam anda önceki dönem lere ait bütün ömeklere-
göre geniş çaplı bir "dolardan kaçış" yaşanm alıydı. E llerinde dolar
olan yabancılar -bu dönem e gelindiğinde. B irleşik D evletlere ihracat
yapan belli başlı ülkeler, Japonya, Batı A lm anya, Taiw an ve Kana-
da'nın elinde büyük m iktarlarda değeri dolar olarak yazılı A .B.D . dev­
let tahvilleri birikm işti- döviz kayıplarını sınırlam ak üzere tuttuklan
dolar m iktarını azaltm ak için birbirleriyle kapışm alıydılar. O yası hepsi
-özellikle de Japonlar- Birleşik D evletlere verdikleri borcu, hem de
A.B.D. doları olarak artırdılar.

Ekonom i kuram ını daha da karıştırm ak üzere -buğdaydan pamuğa


ve petrolden bakıra kadar- ham m addelerin dolar fiyatları, dolar olarak
hiç artm adı. D o la r fiya tla rı fiilen daha d a indi; bunun uygulam ada or­
taya çıkan sonucu ise, ham m adde fiyatlarının A m erikalılar dışında
herkes için kendi paraları ile yarıdan fazla bir oranda düşm esi oldu-
A rap petrol üreticileri için, R odezyalı bakır m adeni sahipleri için. Da­
nimarkalI tereyağı ihracatçıları için, Japonlar için. Böyle olunca, 19X5
yılındaki yiyecek ve ham m adde fiyatları aşırı değerlenm iş dolar üze­
rinden bile çöküntü ölçüsünde düştü. D oların değerinin düşürülmesi
A m erika tarafından ithal edilen inalların dolar fiyatlarında hem en bir
yükselm e olm asını gerektirirdi. A m a Japonlar, daha önce hiç örneği
görülm em iş bir şey yaptılar. A m erikan pazarında yaptıkları satışları
sürdürebilm ek için. B irleşik D evletlerdeki fiyatlarını olduğu gibi bı­
raktılar ve bu da, doğal olarak, ihracatları karşılığında aldıkları m iktar­
da kendi paraları üzerinden yüzde 50 oranında bir düşüş getirdi.

Japonya'da olanların da. aynı şekilde, geçm işte bir örneği y o k tu :


bunlar da bilinen hiçbir ekonom i kuram ıyla açıklanacak gibi değildir.
Büyük Japon şirketleri A m erika'dan elde ettikleri gelirde m eydana ge­
len düşüşü telâfi etm ek için ürünlerinin iç piyasa fiyatlarını büyük öl­
çüde yükselttiler. Bütün ekonom i kuram ları, böyle bir şeyin durgunluk
yaratacağım bildirir. O ysa, Japon tarihinde görülm üş en çılgın tüketim
artışına yo! açtı. Bu durum için yapılan tek açıklam a, Japonya'da bir
kuşak değişikliği m eydana gelm iş olduğu yolundadır. İkinci Dünya
Savaşından sonra doğum oranlarında görülen patlam a sırasında diin-

162
vaya gelm iş olanlar, artık orta yaşa yaklaşm akta ve m addî isteklerinin
tatmini konusunda Batıyı taklit etm ektedirler. A m a, ekonom ik açıdan
bakılınca, bu açıklam a saçm adır. Her görüşten iktisatçının tasarruf ve
harcama konusunda kabul etm e durum unda kaldığı tek kuram olan
"yaşam çevrim i" tasarruf kuram ına göre, kuşak değişikliği bunun tam
tersi bir etki yaratm alıydı ("yaşam çevrim i" kuram ını bulan Franco
Modigliani, söz konusu buluşuyla bu tarihten lam bir yıl önce,
I985'te, N obel Ekonom i Ö dülünü kazanm ıştı). Bu kuram a göre, yük­
selmenin tüketim den çok tasarruf oranında olacağı söylenebilirdi.

A slında yetm işli yılların başlarından itibaren geçen zam an içinde,


gerçeklik ve eldeki ekonom i kuram ları birbirlerinden gittikçe daha
çok kopuyorlardı. Bunun nedenlerini biliyoruz.

Ekonomik Model ve Bu Modele İlişkin V arsayım lar

Ekonom i kuram ındaki m odel, her şeyden önce, ekonom inin, ege­
men devletin ekonom isi olduğunu varsayar. N eoklasiklerin ekonom ik
m odelinde patron durum unda olan, bireyler ve firm alardı. G ünüm üzde
.geçerli olan -K eyncsçi ve post- Keyncsçi -ekonom ide m ikroekonom i,
ideyim yerinde ise "hizm etkâr kesim i"dir; hizm etkârlar da yeni patron­
larının, yani m akroekonom inin kendilerine buyurduğu biçim de davra­
nırlar.

İkinci olarak söylenecek de şudur: K eynes'ten önceki iktisatçıların


belirttiğine göre, kontrol edici etken "gerçek" olan mal ve hizm etler
jekonomisiydi. M arx paraya "gerçekliğin perdesi" adını verdi. Keynes-
çiler ve post -K cynesçiler için para gerçekliğin kendisidir. Ekonom i­
deki para m iktarının kontrolü, mal ve hizm etlerin davranış biçim lerini
tam olarak kontrol eder. "H izm etkâr kesim i"ni, m ikroekonom ideki bi­
rey ve firm aları tam olarak kontrol eder.

Son nokta da. çağdaş ekonom i kuram larının önem li olan tek ek o ­
nom inin -aslında, var olan tek ekonom inin- ulusal ekonom i olduğunu
varsaym alarıdır. U lusal sınırları aşan ekonom ik işlem ler bulunduğunu
da, kuşkusuz, kabul etm ektedirler. A ncak bunlar ulusal devletin iç
.ekonomisini yönetm esi yoluyla kontrol edilm ektedir.

163
A ksiyom nitelikli bu varsayım ların hepsi de gerçekliğe ters düş.
inektedir^ B ireyler ve firm alar, sözde patronları m akrockonom iye hiç
bir zam an boyun eğm ediler; baştan beri sabote ettiler ve bunda başan
lı oldular. M ikroekonom ide de, m akrockonom iyi derinden etkileyen
am a paranın, kredinin, faiz oranlanılın, vergilerin yönlendiremediği
hatta fazlaca etkilem ediği olaylar çıkar. Hem artık bir dünya ekonomi­
si de çıkm ıştır ortaya.

Ekonominin "İdeal Gaz" O larak Tanımı

Egem en devlet ekonom isini ideal gaza benzeten K eynes'in kendisi


oldu. G azdaki m oleküllerin hareket ettiğini görm ek m üm kündür; çoğu
kez de büyük bir hızla hareket ederler -B row n hareketi denen şeydir
bu. A ncak hareket gelişigüzel ve raslantısaldır; gazın kendisi üzerinde
bir etki yapm az. İdeal bir gazda önem li olan tek şey sıcaklık ve ba­
sınçtır; parçacıkların Brow n hareketi bunların ikisini de etkilem ez. Bu­
nun gibi, bireyler ve firm alar, karur alıyorm uş ve bir şeyler yapıyor­
muş gibi görünebilirler; am a bu tam bir yanılgıdır. Bireylerin vc
firm aların tek yapabildiği tepki vermektir. Paranın, faiz oranlarının ve
kredinin gerçeklerine aykırı hareket etm ek üzere yapılan lıcr girişim
boşunadır ve bir işe yaram az. Sıcaklık ve basınç, ideal gaz için neyse,
para, kredi, faiz oranları da ulusal ekonom i için aynı şeydir.

K eynes, paranın devir hızının -bireylerin paralarını harcam a hızları


için kullanılan teknik bir terim dir bu- felâket getiren olaylar olmadığı
takdirde, uzun süreler boyunca değişm eden kalan bir "sosyal alışkan­
lık" olduğunu varsayıyordu. A ncak Joseph S chum peter'in otuzlu yılla­
rın ortalarında işaret ettiği gibi, ortada olan durum , bireylerin paraları­
nın devir hızını değiştirm e gücüne sahip olduklarını açıkça
gösterm ektedir- bu değişiklik hızlı, beklenm edik biçim de ve ekonomi
politikasından tam am en bağım sız olarak cereyan etm ektedir. Aslında
bireylerin para devrinin hızını değiştirm e yetenekleri, son altm ış yd
içinde devlet politikaları aracılığıyla ekonom ik kontrol sağlam ak üze­
re yapılan her girişim i boşa çıkarm ıştır. 1936'da N ew Deal ile Ameri­
kalı tükenticilerin cebine çok büyük m iktarlarda satın alm a gücü pom­
palandı. Bunun ekonom iyi canlandırm ası gerekirdi. A m a tüketiciler

164
fazladan gelen satın alm a güiçlerini harcam am ayı seçtileîr; bunun yeri­
ne. para istifçiliği yaptılar. B u , 1936-37'de ekonom inin ççökm esine yol
açtı; işsizlik de yeniden, R oosevelt'in dört yıl önce görev/e başladığı ta­
rihte olduğu kadar yüksek Ibir orana çıktı. B ireyin parra dev ir hızını
kontrol gücü, Başkan C artcr'm politikasının neden fe lâ k e tle sonuçlan­
dığını d a açıklam aktadır. T ü k eticiler para harcayıp yeıni iş im kanları
yaratm adılar; para istifçiliği yaptılar. T üketiciler R eagaın'm başkanlığı
sırasında ise, durum u hızla tersin e çevirerek para harcadhlar, hatta har­
camalarını artırdılar; bu da B aşkan R eagan'm poliıikasıinın geniş tica­
ret açığına rağm en neden işe yaradığını büyük ölçüde aıçıklam aktadır.
Bu gerçeklerle yüz yüze kalan iktisatçılar olanların so ru m lu lu ğ u n u
"güven" olgusuna yüklem ektedirler. A m a halkın güveenini kazanm ış
bir yönelim varsa, o da b irinci Franklin D. R oosevelh yönetim iydi.
Kaldı ki, K cynesçi ya da p o st- K eynesçi olsun, çağdaiş ekonom i ku­
ram larının vaat ettiği şey g ü venden başka bir şey değiledir.

Japon im alatçıların. A m erikan dolarının değişim d e le r in d e k i düşü­


şe ve bunun bir sonucu olarak ihracat kazançlarında jm eydana gelen
azalm aya verdikleri tepki, dikkatleri m ikrockonom idelki hizm etkârla­
rın, yani birey ve firm aların kontrolü ellerinde tuttuklam ve patron o l­
dukları ikinci bir alana çekm ektedir. B urada ekonom iik açıdan neyin
"rasyonel" olduğunu, m akroekonom iden çok onlar bcliıriem ektedir. ik ­
tisatçılar ekonom ik "rasyonellik"i, "kâr m aksim izasytonu" olarak ta­
nımlarlar. A m a ne kadarlık bir zam an dilim i için "kâr' m aksim izasyo-
nu"dur bu? T ek işlem lerde, yani T oyota'nın N ag o y # fabrikasından
Birleşik D evletlere gönderilen her otom obil için mi ? H esap yılının
içinde bulunduğum uz çeyreği, ya da başka herhangi bUr hesap dönem i
İçin m i? Y oksa yatırım ın Ömrü boyunca mı -bir otom obil fabrikası söz
konusu olduğuna göre, sekiz ya da on yıl için mi yani"? Bunların hepsi
de aynı ölçüde "rasyonel"dir. V e Japon ihracatçılarla ilgili örneğin de
gösterdiği gibi, uygun sürenin ne olacağı sorusuna veriden cevap, birey
ve fım ıa açısından, bir "ıepki"den çok, bir "karar" o lm aktad ır. A slında
her işadam ının iktisatçılara söyleyebileceği gibi, kısa vadede ve uzun
vadede alınabilecek sonuçlar arasından birini seçm e kararı, bir işlet­
mede gerekli kararları alsınlar diye kendilerine para Ödenen üst yöne­
tim için, tek başına en önem li, en zor, tartışm aya en saçık karardır- ve

165
hiç de önceden tahm in edilebilir bir sonuç değildir bu karar. Japonlar­
la ilgili olarak anlatılanlar, kararın ulusal m akroekonom iyi derinden
etkilediğini -hatta onu biçim lendirdiğini- gösterm ektedir. A m a bir ikti­
satçının bu kararın nasıl alınm ası gerekliği konusunda söyleyebileceği
bir şey yoktur; m odelini oluştururken bu kararı da hesaba katmanın
yolunu bulam az.

Son bir nokta da, çağdaş ekonom i kuram ında teknolojiye, yeniliğe
ve bir bütün olarak değişm eye yer verilm em esidir. K endilerinden ön­
cekiler, yani neoklasikler gibi, çağdaş iktisatçılar da değişm eyen bir
ekonom i, dengede olan bir ekonom i varsayarlar. Teknoloji, yenilik vc
değişm e dış koşullardır. İktisatçılar, teknolojinin, yeniliğin, değişm e­
nin önem li olduğunu, elbette, bilm ektedirler. H atta teknoloji ve değiş­
meyi ekonom ik m odelleri içine yerleştirebilm ek için çeşitli girişim ler­
de de bulunm uşlardır. Bu girişim lerin hepsi başarısız kalm ıştır vc
başarısızlık nedenleri hep aynıdır: Para politikaları, kredi ve faiz oran­
ları ile, girişim cilik, yeni buluşlar ve yenilikler arasında çok az bir kar­
şılıklı ilişki vardır, belki de böyle bir ilişki hiç yoktur. G irişimciliği,
yeni buluşları, yenilikleri yönlendiren her ne ise, m akroekonom iden
bağım sız bir şeydir. O ysa girişim cilik, buluşlar vc yenilikler, ekono­
miyi çok kısa bir süre içinde değiştirirler. Patron durum unda olan
m akroekonom iden çok onlardır.

Dünya Ekonomisi ve Ekonomi Kuramı

O halde işe yarar bir ekonom i kuramı üç alanı bütünleştirm ek zo­


rundadır: Para, kredi ve faiz oranlarının m akroekonom isi; para devri
hızıyla vc ekonom ik kararların "şim di"sini oluşturan zam an dilim iyle
ilgili kararların m ikroekonom isi; vc girişim cilik ile yenilikler.

Sanki bu kadarı yetm iyorm uş gibi, önüm üze dikilen yeni ve daha
da ürkütücü bir güçlük vardır: U luslaraşırı dünya ekonom isi. Dünya
ekonom isi bir gerçeklik, hem de ulusal ekonom ilerden çok ayrı bir
gerçeklik haline gelm iştir. D ünya ekonom isi ulusal ekonom ileri k u v ­
vetle etkiler; koşulların uç noktalara vardığı durum larda ulusal ekono­
mileri kontrol eder. D ünya ekonom isi 1981 yılında Başkan Mitteraııd

166
yönetim indeki F ransa'yı yönlendirdi vc ülkeyi S osyalist politikalar an ­
cak yüz seksen gün uygulanabilm işken, rotasını ters y ö n e çevirm ek
zorunda bıraktı. D ünya ekonom isi, m akroekonom iyc hıer zam an katı
sınırlam alar getirir; özellikle de para, kredi ve faiz oranl.arı açısından.

E konom ik "rasyonellik" dünya ekonom isinde farklıdlır ve bu farklı­


lıktan dolayı ekonom ik kararlar için söz konusu olan zam an dilim leri
de değişir. Bazı kararlar için, dünya ekonom isinin zamaın dilim leri çok
kısadır -sözgelim i, para ve mal ticaretiyle ilgili kararllar için. A m a -
ticarî kararlara karşı- iş kararları için dünya ekono m isin in zam an d i­
limleri uzundur. Başkan R eagan I980'li yılların b a şın d a A m erikan d o ­
larının değerini yükselttiği zam an, A m erikalı ihracatçılar, A m erikan
malları satın alan yabancılar için fiyatları yükseltm e yoluna giderek
kâr m arjlarını dolar olarak korum a kararı aldılar. "K âr m aksim izasyo-
nu"nu aylarla ifade edilen bir süreye göre tanım ladılar. Bu, yanlış k a­
rardı. A m erikalılar çok geçm eden ülke dışındaki satışlarını kaybetm e­
ye başladılar; iki yıl içinde de kârlılıktan tam am en uzaklaşm ışlardı.
A m erikalıların hatasından ders alan Japonlar, bundan dört yıl sonra,
kâr m arjlarını kaybetm ek pahasına da olsa, A m erika’daki pazarlarını
korum aya karar verdiler. Bu, kârlarını fiilen m aksim ize etti. İki yılın
sonunda yeniden para kazanır durum daydılar. D ünya pazarındaki "sa­
tışlar" satış değildir; uzun vadeli yatırım ların sonunda gelen kazançlar­
dır. Ö nem li olan, yatırım ın öm rü boyunca elde edilen toplam kazanç­
tır. Bu da, tabiî ki "kâr m aksim izasyonu"dur. A m a terim in
m ikroekonom ik kuram için taşadığı anlam da değildir.

Ekonomi Bilimi ve Karm aşıklık M atematiği

B ugün kullanm ak durum unda olduğum uz ekonom ik m odele m ey­


dan okuyan şey, yalnızca gerçeklik değildir. U fukta, ekonom i bilim i­
nin kuram sal tem ellerine ve m etodolojisine yönelik, incelikli am a po­
tansiyel olarak aynı ciddiyette bir tehlike belirm iştir.

F ransız Leon W alras. 1870'Ii yıllarda ekonom iyi m atem atiksel bir
kalıba oturtarak "sağlam " bir bilim haline getirdi. O günden bu yana,
sayısız değişiklik ve eklem eler yapıldı. A m a ekonom i bilim inin m antı­
ğını. ekonom i bilim inin niteliğine ilişkin varsayım ları hâlâ W alras'in

167
m atem atiği verm ektedir Bu, on dokuzuncu yüzyıl fiziğinin matemati­
ğini kullanan m ekanik bir m odeldir (tabiî W alras'in zam anında eldeki
m alzem e bundan ibaretti). M ekanik bir m odelde istatistiksel açıda,,
d eğer taşıyan şeylerin önem li bir belirleyici olduğu varsayılır. Ancak
artık, böyle bir varsayım ın, ekonom i bilim inin uğraştığı türden bir
dünya için kuşku götürür bir varsayım olduğu o n ay a çıkm ış durumda­
dır.

M odem m atem atiğin en hızlı olarak gelişen alanı, karm aşıklık ku­
ram ıdır. Bu kuram , incelikli, m atem atiksel kanıtlar göstererek, karma­
şık sistem lerin önceden yapılabilir tahm inlere izin verm ediğini ortaya
koym aktadır; karm aşık sistem leri kontrol eden, istatistiksel açıdan de­
ğerli olm ayan etkenlerdir. Bu durum artık "kelebek etkisi" diye adlan­
dırılıyor: G arip am a m atem atiksel açıdan kusursuz (ve deney yoluyla
kanıtlanm ış) bir teorem , A m azon yağm ur orm anında kanat çırpan bir
kelebeğin, bir iki hafta ya da bir iki ay sonra C hicago'daki havayı yön­
lendirebileceğini ve de yönlendirdiğini gösterm ektedir. Karm aşık sis­
tem lerde "iklim " önceden tahmin edilebilir ve büyük bir istikrar göste­
rir; "hava" ise önceden tahm in edilem ez ve tam am en istikrarsız bir
şeydir. V e hiçbir karm aşık sistem herhangi bir şeyi "dışsal" sayarak
bir kenara atam az. H ava, yani kısa vadeli olg u lar söz konusu olduğun­
da sistem diye bir şey yoktur. Y alnızca kargaşa vardır.

Ekonom i bilim i ve ekonom i kuram ı kısa vadeli olguları ele alırlar.


D urgunlukları, fiyatlardaki değişm eyi ele alırlar. Ç ağdaş ekonom i bili­
mi ve ekonom i politikası, sistem i, yani uzun vadeli olguyu, kısa vadeli
politikaların, yani faiz oranlarındaki değişikliklerin, devlet harcam ala­
rının, vergi oranlarının, v.b. oluşturduğunu varsayar. M odern m atem a­
tiğin gösterdiği gibi, karm aşık sistem ler için doğru değildir bu. Bu
nokta, İkinci D ünya Savaşından sonraki dönem de uygulanan devlet
politikalarından pek çoğunun neden işe yaram adığını da açıklar. Ctıi-
cago'iu iktisatçı G .J. Stigler (1982'de N obel E konom i Ö dülünü kazan­
m ıştır) yıllarca süren dikkatli araştırm alarıyla, A .B .D . yönetim inin yıl­
lar boyu ekonom iyi denetlem ek, yönlendirm ek y a da düzenlem ek içm
denediği kuralların hiçbirinin işe yaram adığını gösterm iştir. Bunlar yu
etkisiz kaldılar ya da am açlanan sonuçların tersi olan sonuçlar getirdi­

168
ler. Sıigler bu durum için bir açıklam a yapam ıyordu; biz ise "kelebek
otlcisi"nin tam d a böyle işlediğini biliyoruz -yeniden işleyeceğini de.
“Kelebek etkisi" Japonya'da 1986 ve 1987 yıllarında m eyadan gelen
hızlı tüketim artışının da tek açıklam asıdır.

G elişm iş bir ülkenin ekonom isi kadar karm aşık bir sistem de ista­
tistiksel açıdan önem siz olan olayların, en uç kenarda yer alan olayla­
rın, sonucu belirleyen olaylar olm ası çok m uhtem eldir; en azından k ı­
sa vadade. Ö zellikleri gereği ne önceden kestirilebilirler, ne de
önlenebilirler. H atta, etkilerini gösterdikten sonra bile, teşhis edilm ele­
ri her zam an m üm kün olm ayabilir.

E k o n o m i K u ra m ın d a n E k o n o m i T e o re m le rin e

Son elli yıl, özellikle de İkinci D ünya S avaşından bu yana geçen


yıllar, ekonom i bilim i açısından büyük ilerlem e ve verim lilik yılları
olmuştur. A rtık ayrıntılarla ilgili epey som ut bilgim iz var. Sözgelim i,
verimlilik konusunda epey şey biliyoruz-bu terim in kendisi bile altm ış
yıl önce neredeyse hiç duyulm am ıştı. S endika çalışm a kuralları ile
^sendikaların getirdiği kısıtlam aların m aliyeti ve bunların kalite üzerin­
deki etkileri hakkında epey bilgim iz var. B ugün şirket m âliyesi ve fi­
yat tespiti konularında otuz yıl öncesinden çok daha fazla bilgi sahibi­
yiz. A m a yeni bir sentez, Jevons, M onger ve W alras'in yüzyılı aşkın
bir süre önce, y a da K eynes’in altm ış yıl önce yaptıkları çalışm alara
.Uzaktan d a olsa benzeyen bir şeyler yok elim izde.

Yeni bir senteze duyulan ihtiyaç ne kadar büyük olursa olsun, bu


sentezi yapm ak m üm kün olm ayabilir-cn azından bilim sel bir kuram
biçiminde sunulan bir sentez m üm kün olm ayabilir. M atem atikle uğ­
raşm aya yeni başlayan herkese öğretildiği gibi, içinde çok sayıda kıs­
men bağım lı değişken bulunan bir denklem in çözülm esi m üm kün d e­
ğildir. O halde gerçek bir ekonom i kuram ı olabilm esi için, ekonom ik
davranışı dört tür ekonom inin hepsinde de önceden tahm in ve kontrol
edebilen, ve birleştirici nitelikte olan tek bir ilke gerekm ektedir: Birey
ve firm aların m ikroekonom isinde; ulusal devletin m akroekonom isin-
de; ulu slaraşın işletm eler ekonom isinde; ve dünya ekonom isinde. Bu
tür birleştirici bir ilke olm azsa, ekonom i bilim i bize ancak spesifik
olayların kuram sal tem ellerini ve spesifik sorunların çözüm lerini vere­

169
bilir. Ekonom inin kuram ını verem ez. Bu da tam am en kabul edilebilir
bir şeydir. A slına bakarsanız, aynı şey, hayatî süreçleri bütünüyle içj.
ne alan bir kuram ve her derdin devası olan evrensel bir tedavi yönte­
mi arayışını 1700 yıllarında terk eden tıp için de söz konusu oldu. M ü ­
hendisliğin gelişim i de hep böyle olm uştur. Ama, bu, iktisatçıların
kendi disiplinlerini fizik gibi bir doğa bilim i görüntüsü altında biçim­
lendirm ek için yüz yılı aşkın bir süredir yürüttükleri girişimlerde
am açladıklarından çok farklı bir şeydir.

,,H ava"dan "İldinT e

Yeni karm aşıklık m atem atiği zihinlerde daha da rahatsız edici bir
soru uyandırm aktadır: Ekonom i politikası diye b ir şey gerçekten ola­
bilir m i? Y oksa, durgunluklar ve öbür konjonktürel dalgalanm alar gi­
bi, ekonom inin "hava"sını oluşturan olguları kontrol girişim i daha baş­
tan başarısızlığa mı m ahkum dur?

E konom i bilim i, bu yüzyılda sahip olduğu saygınlığa, sırf "hava’yı


kontrol gücüne sahip olabileceğini vaat ettiği için ulaştı. 1929'dan ön­
ce hiçbir yönetim bunu yapm a girişim inde bulunm am ış, kam uoyu da
hiçbir yönelim den böyle bir şey yapm asını beklem em işti. A m a otuzlu
yılların başlarındaki B üyük Ekonom ik B unalım bütün dünyayı sarın­
ca, devletin etkinci olm ası yolunda bir talep doğdu. K eynes de, ilk.kez
devletin ekonom iyi gerçekten yönetebileceğini ve denetleyebileceğini
iddia eden bir kuram la hazır bekliyordu. Alınan sonuçlar ise, yeni bir
ilaca tıbbî kullanım ına onay verm eden önce uyguladığım ız yararlılık
ve güvenirlik testlerinden pek başarılı bir biçim de çıkm ış değildir.

Devleti ekonom ik havayla ilgili sorum luluğundan affedecek deği­


liz. Seçim lerin kazanılıp kaybedilm esi, seçm enlerin bir hükümetin
ekonom ik perform ansına biçtikleri değerle olacaktır. A ncak, son alt­
m ış yılın ekonom ide etkinci devlet görüşünden, devletin doğru " i k ­
lim"! korum a sorum luluğunu vurgulayan bir görüşe doğru kaya ca k
m ıyız?

Bu, hekim lerin antibiyotikler çıkm adan önce bakteriyel zatüriyc i İv


uğraşırlarken izledikleri yola benzem ektedir: H astayı sıcak tut, bol bol
yatak istirahatı ve sıvı ver, müm kün olduğunca rahatını sağla ve bu

170
yolla oldukça sağlıklı bir bedene enfeksiyonla savaşm a fırsatı tanı. Bir
[,aşka benzerlik de bugünkü hekim lerin hastalıkların "önlenm esi" yo­
lunda yaptıkları telkinlerle kurulabilir: "Dinç kal, kilo alm a, sigara iç­
me. içki içme."

G erçekten de, bugünkü seçm enlerin en güçlü desteği verdikleri po­


litikacılar iklim i yaralan politikalara doğru yönelm ekte ve havayı yön­
lendirmeye çalışan uygulam alardan uzaklaşm aktadırlar. M argaret
Thatcher, 1979’dan bu yana İngiltere başbakanı olarak, ülkesinin ağır
ekonomik dertlerini tedavi ederken, dünkü hekim lerin zatüriyeyi teda­
vi ederken kullandıkları yöntem lere çok benzer yollar izlem ektedir.
Batı A lm anya ise, daha da uzun bir süredir, m üdahale politikasından
çok m uhafaza politikası gütm ektedir. A lm anların kuralı, "K uşkuday­
san, hiçbir şey yapm a" olm uştur. Japonların ellili yılların sonlarından
bu yana uyguladıkları ekonom i politikası da, iklim üzerinde, güçlü ve
sağlıklı bir ekonom i için uygun koşulların yaratılm ası ve sürdürülm esi
üzerinde odaklaşm aktadır.

Ekonom i politikasının ilgi konularında iklim e doğru bu tür b ir kay­


ma olduğu yolunda b elirliler vardır. Ekonom ik yapıdan gittikçe daha
çok söz ediyoruz: V erim lilik, rekabet gücü, iş yönetim inde uzun vade­
li perspektiflere karşı kısa vadeli perspektifler, sanayide çeşitlendirm e,
Ş aştırm an ın rolü ve düzenlenm esi, devlet-iş dünyası ilişkileri, işve-
ren-işçi arasında doğru ilişkiler, v.b. Bu ilgi konularından hiçbiri ek o ­
nomik kuram larım ızda ya d a iktisatçıların ekonom i m odellerin d e yer
almamaktadır. Ekonom i kuram ı m atem atiği de bu etkenlerden hiçbi­
riyle uğraşam az. V erim lilik bile öylesine ağırlıklı bir biçim de niteldir
ki niceliği isabetli bir biçim de belirtilem ez. A m a ekonom ik g erçekli­
ğin belirleyicileri de bunlardır. "U lusların zenginliği"ni kısa vadeli
konjonktürel dalgalanm alardan çok bunlar belirler.

İktisatçıların "ekonom i bilim i" saydıkları şey m utlaka değişecektir.


-İktisatçıların eski bir sözüne göre, "Her kim ki tüketici üzerinde görü­
len etkiden çok, iş im kanları üzerinde görülen etkinin tartışm asını ya-
Par, o kim se iktisatçı değil, politikacıdır." M odem ekonom i bilim inin
1870'li yıllarda ortaya çıkışından bu yana, tüketiciden yana sağlanan

171
yanır -özellikle de fiyatlarda gerçekleşen düşm e ve bu düşm eyle bir-
likte satın alm a gücünde m eydana gelen artış ve tüketici seçiminde
olan genişlem e yoluyla ortaya çıkan yarar- iktisatçılar için ekonomi
politikasının denektaşı olm uştur. Ekonom i bilim inin tek h ed ef saydığı
tüketici üzerinde toplanan dikkatin, iş im kânları y a da üretim den söz
edilerek bulandınlm ası, fiyat tespitini, tekelciliği ve verim düşüklüğü,
nü körükler. B öyle bir şey çok geçm eden, iş im kanlarını korumak ye­
rine, onları tehlikeye sokar. E konom ik rasyonellik ile tüketici çıkarım
özdeşleştiren bu görüş, yatırım , üretim kapasitesi ve zenginliği yaratan
şeyin esas itibariyle tüketici alışverişi olduğunu iddia eden Keynesçi
ve post-K eynesçi kuram la iyice pekişti.

K uşkusuz, hiçbir ülkedeki ekonom i politikası, değil üretici çıkarla­


rının korunm asını dikkate alm am ak, iş im kanları yaratm a kaygılarım
bile hiçbir zam an bir kenara bırakm ış değildir. A ncak ekonom i kura­
mı, ekonom i politikasının bir ülkenin ya d a b ir sanayinin verimliliği
ve rekabet gücü üzerinde yarattığı etkileri, giderek d ah a çok ciddiye
alm ak zorunda kalacaktır. Japonya'da, G üney K ore’d e ve ayrıca Batı
A lm anya'da ülkenin rekabet gücüne destek verm ek üzere tüketiciyi
üretici karşısında ikinci plana iten politikaların başarısı öyle büyük ol­
m uştur ki, bunları böyle yapılm am alıydı deyip b ir kenara itm ek müm­
kün değildir. İktisatçıların, uzun vadeli, zenginlik yaratan kapasitenin
pek çok kısa vadeli tüketici yararının m aksim ize edilm esiyle kendili­
ğinden oluşacağı yolundaki varsayım ları da, hızlı değişiklik ve yeni­
liklerin m eydana geldiği b ir çağda düşünsel açıdan pek bir inandırıcı­
lık taşım am aktadır. Bundan böyle kısa vadeli hesaplarla tüketici
üzerinde yoğunlaşan dikkatin verim lilik ve rekabet gücüne ilişkin
uzun vadeli kaygılarla dengelenm esi, giderek d ah a gerekli hale gele­
cektir.

İdeal ekonom i politikası ikisinden de en büyük yararı sa ğ la y a c a k


politika olur. B ekleyebileceğim iz en iyi politikalar ise, ikisini denge
içinde tutan, birinin öbürünü sınırlam asını sağlayan politikalar olabilir
herhalde. T üketici yararı, bu yararın elde edilm esi için yapılan şeyler
verim liliğe ve rekabet gücüne önem li bir zarar verm ediği sürece bedel
olabilir. V erim lilik ve rekabet gücü de, bunları elde etm ek için yap1'

172
lanlar tüketicinin ancak küçük özverilerde bulunm asını gerektiriyorsa
hedef olabilirler. Böyle bir politika -cn iyi koşullarda bile yeterince
zor bir politika iken- değiş tokuş sırasında gözden çık ab ilecek şeylerin
nasıl hesaplanacağını gösteren açık bir kuram la desteklenm ezse, siyasî
açıdan neredeyse im kansız hale gelir. Böyle bir kuram , d a h a önce de
söylendiği gibi, bu bölüm de anlatılm aya çalışılan teknik güçlükleri,
çözüm lenebilir, birleştirici niteliği olan basit bir m odel içinde bütün­
leştirebilm ek zorundadır.

Şim dilik böyle bir kuram ın ilk belirtilerini bile görem iyoruz.

173
IV

YENİ
BİLGİ TOPLUMU
12

TİCARET - SONRASI
TOPLUMU

En büyük değişm e -politika, devlet anlayışı ya da ekonom i bili­


minde m eydana gelen değişiklikleri büyük bir farkla geride bııakarak-
Komünist olm ayan bütün gelişm iş ülkelerde bilgi toplum una olan yö­
neliştir. B u değişm enin bazı önem li özellikleri şöyle sıralanabilir:

Sosyal ağırlık m erkezi bilgi işçisine doğru kaym ıştır. Bütün geliş­
miş ülkeler ticaret -sonrası, bilgi toplum lar! haline gelm ektedirler. G e­
lişmiş ülkelerde iyi işlere girebilm ek ve m eslek hayatında ilerleyebil­
mek. b ir üniversite diplom asına sahip olm ayı giderek daha gerekli
^olmaktadır.

Bu, bir bakım a, alın terim iz ve kas gücüm üzle çalışm a aşam asın­
dan, sanayide çalışm a aşam asına, son olarak d a bilgiye dayalı çalışm a­
ya geçtiğim iz uzun bir sürecin m antıklı sonucudur. A m a bu gelişm e
geçmişten tam bir kopuş anlam ına da gelm ektedir. Y akın zam anlara
kadar bilgi gerektiren pek az iş vardı. Bilgi, zorunluk olm aktan çok
Süstü. On dokuzuncu yüzyılda A m erika'daki iş dünyasını kuranlar ara­
sında yalnızca biri ileri düzeyde sayılabilecek bir eğitim görm üştü:
Büyük banker J.P. M organ. O da üniversiteyi bırakm ış biriydi; m ate­
matik okum aya gittiği G öttingen Ü niversitesinden küçük bir bankada
stajyer olarak çalışm ak için ayrılm ıştı. On dokuzuncu yüzyılın önde
gelen başka işadam ları arasında, liseden m ezun olm ak şöyle dursun,
Üseye girenler bile pek yoktu. B ilgiye dayalı işler yirm inci yüzyılda -
hem de hızla- çoğalm aya başladı. A m erika'nın nüfusu 1900'de 75 m il­
yonken, bugün 250 m ilyona ulaşarak yirm inci yüzyılda üç kat artm ış­
tır. O ysa kolej öğretm enlerinin sayısı bu yüzyılın başında 10.000'in al­
andayken -bunların çoğu küçük kilise okullarında öğretm enlik

177
yapıyordu- selesen yıl sonrasında 500.000'in üzerine çık m ıştır. Başka
dallardaki bilgi işçilerinin sayısı da ben zer o ranlarda artm ıştır . Muha-
sobeciler, hekim ler, tıp teknologları, her alanda g örev yapan analistler
y öneticiler, v.b. Ö bür gelişm iş ülkelerde görülen eğilim de Birleşik
D evletlerle yakın b ir paralellik içindedir.

• İyi işler b u labilm e ve m eslekte yükselm enin anahtarı olarak bil­


gi ve eğitim e olan bu yöneliş, her şeyden önce, ticaret hayalının başlı-
ca ilerlem e yolu olduğu bir toplum dan, ticaret h ay atın ın eldeki çeşitli
im kanlardan y aln ızca biri haline geldiği ve belirgin b ir im kan olmak­
tan artık çıktığı b ir toplum a doğru yönelm e olduğu anlam ını taşımak­
tadır. Bu, ticaret-sonrası toplum u yön ü n d e b ir değişm edir. Değişme­
nin en ileri bo y u tlara vardığı yerler B irleşik D evletler ve Japonya'dır:
am a Batı A v ru p a’nın pek çok bölgesinde de aynı şey oluşum halinde­
dir.

• İkinci D ü n y a S avaşını izleyen ve üniversitelere kaydolan öğren­


cilerin sayısında bir patlam a görüldüğü ve bilginin h ızla ekonominin
tem eli ve gerçek "serm aye"si haline geldiği o n y ıllard a bile, gelişmiş
ülkelerde iyi bir işe ve iş güvencesine kavuşm anın en çabuk ve en ko­
lay yolu eğitim değildi. On yedi yaşında, sendikası olan ve seri imalat
yapan bir fabrikaya, yarı-nilelikli işçi olarak girm ekti. B ir yıl sonra -
çoğu kez de daha kısa bir süre içinde- böyle bir işçi (bir tek Japonya
dışındaki) bütün gelişm iş ülkelerde, üniversite diplom ası sahibi bir
kim senin on beş ya da yirm i yıl çalıştıktan sonra kazanm ayı umabile-
ceğinden daha fazlasını kazanırdı. Buna rağm en on beş ya da yirmi
yıllık hizm etten sonra, seri im alat yapan fabrikanın yarı nitelikli işçisi,
devlet m em urlarını ve işleri sürekli olan öğretim üyelerini saymazsak,
bir üniversite m ezunundan gene de daha fazla iş güvencesine sahipli-
A m a arlık toplum daki ağırlık m erkezi yeni değerleri ve beklentileri
olan yeni bir gruba -bilgi işçisine- doğru kaym aktadır. Y üzyılın ilk
yetm iş beş yılında, gelir ve sosyal statü yönünden en g öz alıcı ilerle­
m eyi gösteren im alat sanayiinin mavi önlüklü işçileri toplumdaki
"öbür yarı" ve "sosyal bir sorun" haline gelm ektedirler. "O rta yol"cıı
olm aktan çok bir "karşıkültür" durum una gelm ektedirler. Sanayi isçi­
lerinin kendi kuruluşları olan sendika ayakta kalır mı, kalırsa g ö r e '1
ne olur konusu da çapraşık hale gelm ektedir.

178
• B irleşik D evletlerde bir başka "karşıküllür" d ah a doğm aktadır:
G önüllü "ü cretsiz personel"i ile, kâr am acı gütm eyen, devlete ait o l­
mayan kuruluşların oluşturduğu üçüncü sektör.

•Y ö n e tim hem tem el bir sosyal işlev, hem de yeni ve özel b ir b e­


şerî bilim olarak o rtay a çıkm ıştır. A m a bu d a yönetim in yasad ığ ı ko­
nusunu gündem e getirm ektedir. K uruluşlar ise evrim geçirerek yeni
biçim ler k azanm aktadırlar; enform asyona-dayalı kuruluşlar haline g el­
m ektedirler.

• B ilginin gelişm iş bir ekonom inin serm ayesi, bilgi işçilerinin de


toplum un d eğer ve norm larını belirleyen grup haline gelm iş olm ası,
son olarak da, bilgi derken kastettiğim iz şeyin niteliğini ve bilginin
nasıl öğrenildiği ve nasıl öğretildiği konularını etkilem ektedir.

T icaret Hayatı Fazlasıyla Başarılı Oldu

K ırk yıl önce, İkinci D ünya Savaşı sonrası, ticaret sözcüğü d ünya­
nın her yerinde "aydınlar" için hâlâ ağıza alınm ayacak bir sözcüktü.
B irleşik D evletlerde bile, üniversitelerden üstün başarıyla m ezun o lan ­
lar, ticaret dünyasındaki işlere burun kıvırıp, bu tür işler yerine devlet
•hizmetine ya da öğretm enlik yapm ak için üniversitelere girm eye çalı­
şıyorlardı. Şim di ise, büyükanneler erkek torunlarına liseden m ezuni­
yet arm ağanı olarak İncil yerine iş dünyasıyla ilgili son çıkm ış en çok
satan kitabı verm ektedirler. E vancelik bir kilisenin rahibi -kendisini ti­
caret dünyasının karşısında saysa da- nakit akım ı analizini herhangi
bir m uhasebeci kadar iyi bilm ekle ve kişisel bilgisayarıyla düzenli ola­
rak yapm aktadır. "R uhanî girişim cilik"i lıızla büyüyen cem aatinin baş
yöneticisi olarak sürdürebilm ek için, yönetim sem inerlerine katılm ak­
tadır. K om ünist Parti liderleri, kâr güdüsü ve piyasa rekabetine övgü­
ler y ağdırm aktadırlar ve popüler dergilerin kapaklarını yarı çıplak m o­
d eller yerine, kötü am açlı yollarla başarılı şirket ele geçirm e
operasyonları düzenleyip m ilyonlar üzerinde kalem oynatan "yağm a-
rcılar"ın fotoğrafları süslem ektedir.

T icaret hayatı, İkinci D ünya S avaşından sonraki dönem de çok ba­


şarılı oldu -bu, otuzlu yıllarda ya da İkinci D ünya Savaşı sırasında he­
men hiç kim senin tasavvur edem eyeceği bir şeydi. O tuz beş yıl önce

179
"ticaret hayatı," hâlâ yaygın olarak, kabaran sosyalizm dalgasının her
yerde yutacağı bir anakronizm gibi görülüyordu. O ysa anakronizm du­
rum una düşen sosyalizm olm uştur. K apitalizm sosyalizm e giden yolda
geçici bir aşam a olacakken, sosyalizm in kapitalist yol üzerinde ana
yoldan sapan dolam baçlı bir yol olduğu, bugün giderek daha iyi ortaya
çıkm aktadır.

İkinci D ünya Savaşının ardından geçen kırk yıl içinde, üretim ve


verim lilik, dünya ticareti ve dünya yatırım ları alanında daha önce ör­
neği görülm em iş bir büyüm e oldu. Bu kırk yıl içinde- yükseköğreni­
min yoksul akrabası olan ve saygın kuruluşlar tarafından açıkça küçük
görülen- ticaret okulları her yerde gelişm iş ve dünyanın her yerinde
üniversitelerin tek başlarına en geniş bölüm leri haline gelmişlerdir.
O xford Ü niversitesinin bile artık bir yönetim koleji vardır ve üniversi­
te yönetim alanındaki çalışm alara önem verm ektedir.

T icaretin ayrı bir kültür olm a niteliğini zayıflatan da -"tüketen"


sözcüğü bile fazla ağır kaçm ayabilir- işte bu başarının ta kendisidir.
Bütün kuruluşlar -devlete bağlı kurum lar, ordu, kiliseler (en azından
A .B .D .'de), hastaneler, m üzeler, Erkek izciler Ö rgütü- "yönetim bilin­
ci" kazanm ışlardır. G erçekten de bu kuruluşlar, B irleşik Devletlerde
gerçekleştirdikleri gelişm eyi ve yarattıkları etkiyi, yönelim ilkelerini
benim sem elerine ve bu alanda öncü olm alarına borçludurlar. A m a on­
lar yönetim i kendi m isyonlarını gerçekleştirm eye yarayacak ve kendi­
lerini ticarî bir işletm eden m üm kün olduğu kadar farklı kılacak bir
araç olarak görm ektedirler. Bu tür kuruluşlar kimi zam an "ticarî olm a­
yan" işlevlerini daha iyi yerine getirebilm ek üzere, yasalar önünde kâr
eden tüzel kişi kim liğine bürünm eyi bile seçm ektedirler. T icaret okul­
ları da öğrettikleri ticarî kavram lar ve ticarî becerilerin, toplum içinde
örgütlenm iş, bir am aca yönelik her türlü etkinlikte uygulanabilir, halta
gerekli olduğunu vurgulam ak üzere, adlarını hızla yönetim okulları
olarak değiştirm ektedirler. Bu arada, gerçek ticaret dünyasında, ticare­
te özgü değerlere artık inanç ve bağlılıkla sahip çıkıldığı yoktur.

T icaret toplum u, hızla sanayileşen, yani "gelişm ekle olan" ülke


kim liğinden, "gelişm iş" ülke kim liğine geçm ekte olan ülkelerde hâlâ
en parlak dönem ini yaşam aktadır. Bu oluşum Sao Paulo'da, Singa-

180
pur'da, H ong K ong'da görülm ekte, M ao sonrası Ç in'de de yüzeyin he­
men altından seçilebilm ektedir. D cng'in 1985'te Ç in'le ilgili olarak
söylediği "Z enginleşm ek güzel şey," sözü, gelişm iş bir ülkede bundan
yüz elli yıl önce Fransa'nın son Bourbon kralı L ouis-Philippe tarafın­
dan söylenm işti. T icaret toplum u. K uzey K aliforniya'ya akan ve ço ­
cukları d o k to r ve hukukçu olm ak için üniversiteye gitsinler diye, bura­
da aileye ait bakkal dükkanları, etnik restoranlar ve çam aşır yıkam a
yerleri açan A syalı göçm enler, Koreliler, T aylandlIlar ve V ietnam lIlar
arasında da serpilip gelişm ektedir. E ğer M ikhail G orbachev, özellikle
"az gelişm iş" bir ülke olan S ovyetler B irliğinde, ekonom iye yeniden
hız ve güç kazandırm a girişim inde başarı sağlarsa, orada d a gerçek bir
ticaret toplum unun doğacağı kesindir.

Ticaret K om ünist olm ayan gelişm iş dünyada başarılı olduğu her


yerde öyle büyük bir başarı kazanm ıştır ki, hep "ticarî olm ayan" hatta
"ekonomik olm ayan" istekler diye görülen istekleri bile giderek daha
çok tatm in edebilir durum a geliyoruz. T icaret, bu yüzyılda zenginlik
yaratma kapasitesini patlayış ölçüsünde artırdı -K om ünist olm ayan ge­
lişmiş büyük ülkelerde en az yirmi kat, G üney K ore, B rezilya ya da İs­
panya gibi bazı gelişm ekle olan ülkelerde ise, belki daha da büyük bir
hızla. B unun m addî eşya üretim ine giden bölüm ü üçte biri aşmaz.
Zenginlik yaratm a kapasitesinde m eydana gelen büyüm enin yarısı ise,
ücretler sürekli artarken, çalışılan saatlerde indirim yaparak boş zaman
yaratmak üzere kullanıldı. Am erikalı bir işçi bu yüzyılın başlangıcında
yılda 3300 saat çalışırken, şimdi yılda 1800 saat çalışm aktadır. Bu
yüzyılın başlarında 3500 saat çalışılırken, çalışılan saatlerin şim di y ıl­
da 2000 saate düştüğü Japonya'da da indirim aynı oranda olmuştur.
Avrupa'da, özellikle de yıllık çalışm a saatlerinin 1500 saati pek aşm a­
yacak kadar azaldığı Batı A lm anya'da ise, yapılan indirim daha da bü­
yük olm uştur.

A rtan zenginlik yaratm a kapasitesinin üçte birlik bir bölüm ü de


sağlık hizm etlerine gitm iş, bu alandaki harcam alar, gayri safı m illî ha­
sılanın yüzde fin d e n daha azını oluştururken elli yılda (ülkesine göre)
yüzde 8-1 l'e çıkm ıştır. R esm î okullarda verilen eğitim e yapılan harca­
m alarda da hem en hemen eşil ölçüde -G S M H 'nın yüzde 2'sinden yüz­
de 10-1 l'in e varan- bir artış olm uştur; resm î okul sistem inin dışında,

181
özellikle de işveren durum undaki kuruluşlarda ve bu kuruluşlarca ve-
rilen eğitim in de giderek artm asıyla. G SM H 'dan eğitim e giden oran,
resm î rakam olarak verilen yüzde 10'dan çok d ah a yüksektir. Boş za­
m an, sağlık hizm etleri ve eğitim , eşya gerektiren şeylerdir, manevi
şeyler değildirler. Y eni yaratılan boş zam anların düşünsel etkinlik ge­
rektirecek uğraşlar için kullanıldığı durum lar pek azdır. Boş saatlerin
televizyon karşısında "D allas" ya da spor olayları izleyerek geçirilme­
si daha m uhtem eldir. G ene de, ne boş zam an, ne sağlık hizm etleri, ne
dc eğitim , hiçbir zam an ekonom ik tatm in yolları sayılm am ıştır. Bunlar
"ticaret toplum u"nun değerlerinden bir hayli farklı olan değerleri tem­
sil etm ektedirler. E konom ik tatm inin kendi içinde bir am aç olmaktan
çok bir araç olduğu, bu yüzden de ticaretin bir yaşam biçim i olmaktan
çıkarak alet niteliğini aldığı bir toplum a işaret etm ektedirler.

Kapitalistin Gerileyişi

T icaret dünyasının elde etliği başarının bir sonucu olarak, gelişmiş


ülkelerdeki kapitalist, ekonom ik açıdan neredeyse ilgisiz bir kimse du­
rum una gelm iştir. B irinci D ünya Savaşı öncesine göre, hem ekonomik
gücü, hem siyasî gücü çok daha azdır. O zam anlar büyük işadamları -
bir John D. R ockefeller, bir J.P. M organ, bir A ndrew Carnegie, bir
A lfred K rupp- bütün bir sanayii kendi ceplerinden finanse edebilirler­
di. O nlar gerçekten de, M arx'in kastettiği anlam da, üretim araçlarına
sahip olan vc onları kontrol eden kapitalistlerdi. B ugün ise Ameri­
ka'nın (9 Eylül 1988 tarihli Fortune dergisinde verilen rakam lara göre)
en zengin bin kişisinin toplam serveti tek bir A m erikan sanayiinin bir
iki aylık serm aye ihtiyacını zar zor karşılayabilir. A rtık görevliler ke­
sim i em ekli fonlarında biriken paralar sayesinde kapitalist durum unda­
dırlar. B ugün gerçekten dc hiç kim senin, hatta en varlıklı petrol şeyhi,
ya da en zengin Japon em lak m ilyarderinin serveti bile ( enflasyona ve
vergilere göre uyarlanm ış şekliyle) 1900 yılındaki "para babaları"nın
tek tek sahip oldukları servet kadar büyük değildir. G elişm iş ülkelerin
"süper zenginlcr"i birden ortadan yok olsalar, bu, dünya ekonomisi
içinde fark edilm ez bile. Bu kim seler "kitle iletişim araçlarının malze­
mesi" haline gelm işlerdir ve hareketleri m aliye sayfasından çok dedi­
kodu sütunu için önem taşır. Ekonom ik açıdan önem siz durum a düş­
m üşlerdir.

182
K apitalistlerin gücü de ekonom ik önem leri gibi hızla azalm ıştır.
1907 yılında J.P. M organ'ın hisse satın alm a önerisi bir borsa paniğini
önlemeye yetm işti. 1922’de köm ür ve çelik kodam anı H ugo Stinnes
Almanya'yı hiperenflasyona iten politikayı A lm an yönetim ine tek ba­
bına kabul ettirdi. B ugün hiçbir işadam ı böyle bir şeyi hayal bile et­
mez; gücü olm adığını bilir. G elişm ekle olan ülkelerde kam ulaştırm a
ve borçların zam anında ödenem em esi gibi durum lar, on dokuzuncu
yüzyılın sonlarına ve yirm inci yüzyılın başlarına göre çok daha yaygın
hale gelm iştir. A ncak "gam bot diplom asisi" yoktur artık. A .B.D . yöne­
liminin A m erikalılara ait Şili T elefon Şirketinin kam ulaştırılm asını
önlemek am acıyla Şili'deki A ilende rejim ini devirm ek için kom plo
kurduğu görüşü. 1970'li yıllarda sol düşüncenin -A vrupa'da, Birleşik
Devletlerde, özellikle de Latin A m erika’da- tem el koşullarından biri
haline geldi. Şirket sahiden de Başkan N ixon'un m üdahalesini sağla­
mak için epey uğraştı -am a en ufak b ir etkisi olm adı bunun. A ilende
yönelimi 1973 yılında askerî bir darbeyle devrildiği zam an da A.B.D.
yönetimi. A m erikan şirketine m alını geri alm ası için yardım cı olmayı
açıkça reddetti.

T icaret dünyası, 1890'!ı yıllardan İkinci D ünya Savaşına kadar,


Washington’daki en güçlü siyasî lobiydi; hatta "ticaret dünyasının kar­
lısında yer alan" yönetim ler sırasında bile. İkinci D ünya Savaşından
sonra ise işçi sendikaları -tabiî bunlar da ilgileri açısından "tica-
rî"dirler- W ashinglon'daki en güçlü baskı grubu durum una geldiler
(bütün gelişm iş ülke başkentlerinde de durum aynıydı). Bugün ise, en
güçlü baskı grubu, 15 m ilyon üyesinin em eklilik fonlarında tuttukları
paralar ile, A m erikan sanayilerinde tek başına en geniş m ülkiyet blo-
kunu temsil eden A m erican A ssociation o f Retired People'dır
(AARP)*. A ncak bu kim seler kendilerini "ticarî kuruluş" olarak gör­
memekte, ticaret dünyasını etkileyen m eselelerle pek ilgilenm em ekte­
dirler; paylaştıkları pek az ticarî değer vardır, belki de hiç yoktur.

Bilgi İşçisi ve T ic a re t D ünyası

Çok sayıda bilgi işçisi, belki de bilgi işçilerinin çoğunluğu, gene li- ,
carî kuruluşlarda ve bu tür kuruluşlar adına çalışacaklardır. A ncak on-
.
‘/American Association o f Retired People: Am erikan Em ekliler Demeği (Çevirenin no­
tu).

183
ların konum u, dünün patronlarının konum undan da, dünün işçilerinin
konum undan da oldukça farklıdır. Ç alışan lar kesim idirler am a aynı za­
m anda em eklilik fonlarındaki paralarla tek gerçek kapitalistler de on-
lardır. B ir "patron"ları vardır, bu yüzden de "ast" durumundadırlar,
A ncak çoğunun astları da vardır ve böylece "patron"durlar. Hâlâ alı
basam akta olanlar, kuşkusuz, er y a da geç, danışm an ya da bölüm şefi
olm ayı um m aktadırlar. Ü stelik onlar uzm andırlar. Ç alıştıkları alan
hayli dar olabilir, am a bu alanda patrondan daha bilgilidirler -vc bu­
nun farkındadırlar. K uruluştaki hiyerarşi içinde konum ları ne kadar
aşağıda olursa olsun, kendi alanlarında işverene üstündürler. O halde
bilgi işçisi ast olm aktan çok m eslektaş ve iş arkadaşıdır. Ö yle de yöne­
tilmesi gerekir.

Karl M arx'm kavram ış olduğu şeylerden biri, serm ayenin yer de­
ğiştirebilm e gücüydü. Serm aye, bu yönüyle toprak ve em ek gibi öbür
"üretim faktörleri"nden ayrılır. K endine en çok paranın ödendiği yere
gidebilir. Bilgi de artık gelişm iş bir ekonom inin gerçek serm ayesi ha­
line gelm iş durum dadır. Bilgi işçileri, pek ileri düzeyde olm asa bile,
sahip oldukları bilginin kendilerine bir başka işe geçm e özgürlüğü
verdiğini bilm ektedirler. A m erikan iş hayatında ço k geniş boyutlu ye­
ni düzenlem eler yapıldığı 1980'li yıllarda işinden olan ço k sayıda yö­
netici ve profesyonel -hatta yaşlı olanları bile- yeni işler bulabilecekle­
rini ve çoğu zam an bu yeni işlerin kaybettikleri işlerden daha iyi
olduğunu gördüler. Bilgileri onlara özgürlük verm işti. Bu, Ameri­
ka'daki -özellikle de genç- bilgi elem anlarının öğrendikleri vc hiçbir
zam an unutm ayacakları bir şey oldu. B unların hepsi -jeologu, mate­
m atikçisi, endüstri m ühendisi, bilgisayar program cısı, kelim e işlemci­
sinin başında çalışan sekreteri, m uhasebecisi, hem şiresi, satış clemanı-
tek bir işverene bağım lı olm adıkiannı artık bilm ektedirler. H emen her
kuruluşun şu ya da bu biçim de onlara ihtiyacı vardır. H erkesin bilgisi'
ne uygun çok sayıda uygulam a alanları bulunm aktadır.

G ittikçe daha çok görülen odur ki, bilgi işçilerinin bir değil-
m eslek hayatı olm aktadır. Bir çelik fabrikasının işçileri otuz vıl ağ'r
beden işçiliği yaptıktan sonra em ekli olm aya hazırdırlar. G örev başu*'
da otuz yıl geçiren bilgi işçileri ise, fiziksel ve zihinsel yönden, hâlâ

184
dinçtirler; ancak artık sıkılm ışlardır. Ç oğu varabilecekleri son noktaya
goklan gelm işlerdir; em ekli m aaşları kazanılm ış bir haktır ve altm ış
beş yaşın a geldiklerinde onları beklem ektedir; çocuklar büyüm üş,
evin ipotek borcu ödenm iştir. Y eni bir m eslek hayatı için hazırdırlar
ve resm en erken em ekli olabilirler. İkinci bir ücretli işe girm eyebilir­
ler am a -özellikle B irleşik D evletlerde- kâr am acı olm ayan bir kuru­
luşta gönüllü olarak çalışırlar. K im ileri yaptığı işi değiştirir. D aha bü­
yük çoğunluk ise, aynı işi farklı bir ortam da yapm aya devam eder;
sözgelim i küçük bir şirkette kontrolör olan m uhasebeci, bu işten yerel
hastanede kontrolörlüğe ya da kendi yöresindeki kilisenin iş yönetici­
liğine geçebilir. Bu kim selerin hepsi için çalıştıkları kuruluş en önem li
şey değildir; bilgileri, sanalları en önem li şeydir. İşverenlerinin ticarî
bir işletm e olm ası onlar için pek fazla önem taşım az. Bir iki yıl içinde,
bir hastanede ya da yerel bir devlet dairesinde veya bir danışm anlık
firm asında çalışıyor olabilirler -ya da bir başka, farklı ticarî işletm ede,
îstcr yönetici, ister petrol m ühendisi olsunlar; ister röntgen teknisyeni,
ister vergi analisti olarak çalışsınlar, yaptıkları işte onlar için en önem ­
li olan şey, bilgi alanlarıdır. Böylece işyeri, yalnızca insanın çalıştığı
yer olm aktadır. Şu sözü sık sık duyuyorum ; "B ir ticarî işletm ede çalı­
şıyorum am a işadam ı değilim ; piyasa araştırm acısıyım .”

Yeni Meslek Seçenekleri

T icaret hayalı on dokuzuncu yüzyılda ve yirm inci yüzyılın başla­


rında. am an verm ez korkunç yoksulluktan ve alt-sınıf statüsünden kur­
tulm anın neredeyse tek yoluydu. M eslek dallarındaki iş im kanları son
derece azdı ve bunlar, genellikle sırf zengin çocuklarının girebildiği
işlerdi. G elişm ekte olan ülkelerde durum hâlâ böyledir. A m a ticaret
hayatının sağladığı başarı, gelişm iş ülkelerde m eslek seçenekleri açı­
sından bolluk yaratm ıştır. T icaret hayatı bunlardan yalnızca birisidir.
Eğitim sistem inin sosyal sınıflar arasında yer değiştirm eyi teşvikten
Çok engellem iş olduğu İngiltere'de bile, eğitim bilgi toplum unun iş im­
kanlarını artık "alt sım flar"a da sunm aktadır.

O n dokuzuncu yüzyıl öncesinde, sosyal sınıflar arasında yer değiş­


tirm e im kanı sağlayacak hemen hiçbir yol yoktu. Oğul sabanın arkası­
na geçerek babasının yolunu izler, çoğu kim se öm ür boyu ücretli işçi

185
olarak kalırdı. G enç bir kadın, çeyizi yoksa, ev hizm etine girerdi. On
dokuzuncu yüzyılda ticaretin yarattığı işler kurtarıcı oldu. Theodore
D reiser'in -yüzyıl başındaki A m erikan loplum unun en güçlü tablosunu
çizen- K ızkardeşim C arrie (1900) rom anında belki de henüz on altısı­
na gelm em iş olan genç kız, acım asız iş m erkezî C hicago'da, üst katlar­
daki bir giysi atölyesinde dikiş m akinesi b aşın d a çalışan bir işçi ya da
satıcı kız olarak kendisini nelerin beklediği konusu n d a hiç yanılmaz.
A m a bu işler, onun için doğup büyüdüğü, o n ca em eğe karşı son dere­
ce az ürün veren ortabatı çiftliğinin um utsuzluğundan, ağır ve sıkıcı
işlerinden ve bunaltıcı yoksulluğundan k açm ak için tek fırsattı. Fabri­
kada çalışm ak, yirm i yıl sonrasında da. D reiser'in bir başka kadın kah­
ram anı, B ir A m erikan Trajedisi' nin (1925) k ara bahtlı R oberta’sı için
gene çiftliğin bunaltıcı, korkunç yoksulluğundan kaçm anın tek yoluy­
du.

1913 İngiltcresinin tek başına en büyük uğraş grubu, çoğu kadın


olm ak üzere, ev hizm etkârlarıydı. 1914'te erk ek ler savaşa gitti; kadın­
lar ise ev hizm etinden ayrılıp m ühim m at fab rik aların a girdiler. Herkes
biliyordu ki, savaşın bittiği gün, kadınlar "Ş eytanın fab rik aların d an
ayrılıp, "İyi yürekli bir hanım "ın geçim lerini sağladığı evlere koşa ko­
şa geri döneceklerdi. G eri dönen çok çok az oldu. Fabrikadaki iş ne
kadar zor olursa olsun, hizm etçilik yapm aktan d ah a iyi -ve daha ka­
zançlı- idi. F abrikada belirli saatler içinde -B irinci D ünya Savaşıyla
birlikte günde sekiz saat çalışm a uygulam ası g etirilm işti- çalışıyorlar,
sonra da işleri bitiyor ve kendi kendilerine kalıyorlardı. Ev hizmetinde
ise, evin hanım ı gittiği bir partiden sabaha karşı üçte dönünceye kadar
beklem ek zorundaydılar.

Fabrikadaki bir işte çalışırken ya da tezgahtarlık yaparken orta sı­


nıfa yükselm e im kanı pek fazla değildi. A ncak bu bir iki imkandan
başkası d a hiçbir yerde yoklu; çiftlikte ücretli olarak çalışan işçi, üc­
retli işçi olarak kalıyordu. Hem ilk otom obili 1889 yılında piyasaya
süren Alman G ottlieb D aim ler, hem A m erika'daki H enry Ford işçi
olarak başladılar. İlk otom obil im alatçılarının tek tek hepsi ve on do­
kuzuncu yüzyıldaki bütün öbür im alatçılar da öyle. Y üzyılın bankerle­
rinin ve büyük tüccarlarının çoğu da işe beş p arasız m em urlar olarak
başladılar. T oplum un üst sınıflarının -İngiliz centilm eni, Prusyalı Jun-

186
(cer, F ran sız soylusu ve din adam larının- iş hayatı ve ticarete karşı d i­
lenm eleri ve bunları küçük görm eleri, her şeyden çok,, ticaret hayatı­
nın "alt ıabakalar"a m ensu p pek çok kim seye sosyal duru m ların ı d e­
ğiştirme im kanı verm esi yüzünden öfke ve korku duym alarından
kaynaklanıyordu; bu kim seler durum larını d eğ iştirin ce, hem en top­
lumda ait oldukları "ycr"i unutuveriyorlardı.

Bu işçi ve m em urların büyük çoğunluğu gerçekten de korkunç ko­


şullarda yaşıyorlardı: D üşiîk ücret, uzun çalışm a sa atleri, bedenen y ıp­
ratıcı ve güvensiz işler, sıçanların istilası altında olan ev ler. A m a D rci-
ser'in C arrie'si ve R oberta'sı gibi, on dokuzuncu yü zy ıl kentlerinde,
M anchester, G lasgow , B oston, C hicago, B erlin, Prag, Brüksel ve P a­
ris'te, ticarî kuruluşlardaki işlere akın eden m ilyonlar için , bu tür işler
ne kadar korkunç olsalar b ile , yukarı doğru tırm anan m erdivende, g e­
ne de büyük bir basam ak v e onlar için açık olan tek yoldu.

A m a C arrie'nin torununun kızı -zekâ, hırs ve y eten ek yönünden


P re iscr'in kahram anının ç o k gerisinde kalsa bile- 1980’li yıllardan ön­
ce yerel liseyi bitirir, oradan da iyi bir burs b u larak ey a le t üniversitesi­
ne giderdi. D ört yıl sonrasında ise önünde pek ço k seçim yolu olurdu.
Tabiî, ticaret hayalını seçebilirdi am a işe stajyer yönetici olarak b aş­
lardı. B üyük büyükannesinin açıkgözlülüğünün ve yöneticilik y etene­
ğinin yansı onda olsa, b e ş yıl içinde ikinci başkan yardım cısı y a da
baş satın alm a görevlisi d u n ıın u n a gelirdi. Ü niversiteden m ezun o lun­
ca, C arrie'nin de sonunda yaptığı gibi, m eslek olarak sanatçılığı doğru­
dan seçebilirdi. R adyoda spiker olabilir ya d a m ezun olduğu lisede
müzik ve oyunculuk öğretm enliği yapabilirdi. D re ise r’in -zeka ve hırs
yönünden C arrie'nin ço k gerisinde kalan am a sıcakkanlı ve sevecen-
R obertasının torunu ise, hem şire, fizyoterapist, anaokulu öğretm eni,
ya da büyükannesinin ıslak, iğrenç kokulu eldivenlik derilere kalın iğ­
neler saplayarak boğaz tokluğuna çalıştığı fabrikada personel m üdürü
olmayı seçebilirdi.

Ellerinde, üniversiteden aldıkları yeterlik belgeleri olm ayan kim se­


ler için, ticaret dünyasında işçi ya da m em ur olarak çalışm ak, hâlâ el­
deki en iyi iş im kanıdır. Ticaret dünyası yakın gelecekte de, öğrenim ­
leri zay ıf olan kim selere en çok iş sağlayan kesim olm aya devam

187
ed e ce k tir. A m a bu tü r işler yü zyıl ö ncek i im k an ları artık ifade etme­
m e k ted irle r; ç ık m a z so k a k h alin e g elm iştir bu tü r işler. B ugün ne
G o ttlieb D aim lerin , n e H en ry F ord'u n b ir m ü h en d islik d iplom ası, ya
d a b ir M B A ’sı* o lm ad an y ü k selm e şansı o lm azd ı. B ugün h içb ir saygın
finans Firm asının "ü n iv ersite te rk ” J.P. M o rgan'ı işe alm ası sö z konusu
olm azdı. A kadem ik açıd an y eterlik b elg eleri o lm ay an lara açık işler,
bu tü r kîTnsclere yü zy ıl ö n ce de açık olan işlerle ay n ıd ır. B u işler şim­
di çok d ah a fazla p ara g etirm ek te d ir ve çalışm a v e y aşam a koşulları
açısın d an o za m an ın ay rıcalık lı in san ların ın çalışm a ve y aşam a koşul­
ların d an bile ço k d a h a ü stü nd ürler. A m a şim d ilerd e hö y le insanlar
"k ay b ed en ler," a k ılla n , h ırsları ve sebatları o lm ay an insanlardır. "Ka­
zananlar," yani bilgi işçileri ise, ticaret hayatı ellerin d ek i seçenekler­
den y aln ızc a biri o ld u ğ u için kazanırlar. K azan an d ırlar, çü n k ü seçebil­
m ektedirler.

B ilgi işçileri o ld u k ları için dir ki, tek b ir işv eren e y a d a işveren du­
rum und aki h erhangi b ir k u ru lu şa bağlı d eğ illerd ir. B ilg isay ar uzman­
ları için büyük bir m ağ azad a, b ir ü niversited e, h astan ed e, devlet daire­
sinde ya d a b ir b o rsa acen tası ad ın a çalışm ışlar, fark etm ez. O n lar için
önem taşıyan şe y ler -aldık ları para d ışın d a- d o n an ım ın "en son tekno­
lojiye uygun" olm ası ve verilen görevin becerilerin i o rtay a dökm eleri­
ni g ere k tirecek b iç im d e onları zorlam asıdır.}A ynı şey, m aliye analisti
ve Fizyoterapist; personel m üdürü ve m etalürji uzm anı; satış elemanı.
graFıker ve y erel san at galerisinin yönetici yardım cısı için de geçerli-
dir. B u k im sele r iş dün yasının karşısın d a olan kim seler değildir; aslın­
da bu terim in o n la r için pek bir anlam ı yoktur. H atta ticaret dünyasını
"sevebilir," yönetim k on u su n d a çalışab ilir ve b ir ticarî işletm enin on­
ları dü şü n sel yön d en zorlayıcı yanların d an çok hoşlanabilirler. Aıııa
ilk soracakları sorunun "Bu, şirket için, y a da hastane için veya ınüzc
için yararlı m ıd ır?” sorusu olm ası beklenem ez. Şu soruyu so rm alar
d ah a m uhtem eldir: "P rofesy on elce olu r m u?" K uşkusuz, m esleğin on­
ları çalıştıran kurum un m isyonuna, ihtiyaçlarına ve gereklerine uyar­
lanm asının zorunlu olduğunu bilir ve bunu g enellikle kabul ederlcı
A m a bu, giderek d ah a büyük bir oranda, ilk dü şü n ce olm aktan çok.

* M BA : İş Y önelim i Y üksek Lisansı (Çevirenin notu).

188
ikinci d üşünce haline gelm ektedir; aslında özellikle büyük ticarî işlet-
■jelerdeki bilgi işçilerinin pek çoğu bunu "benim işim ” gibi görm ek­
ten ço k "üst yönetim kadem elerinin işi" olarak görm ektedir. H atta bü­
yük kiliselerde bile "profesyoneller" -m üzik yönetm eni olsun,
gençlerle ya da genç evlilerle ilgilenen "hizm et birim leri"nin başkan­
lar! olsun- kendilerini önce m üzisyen, gençlik görevlisi y a da evlilik
jganışmanı ve ancak ikinci olarak rahip gibi görm ektedirler. Bu doğru
•ve uygun, ya da en azından kaçınılm az bir şeydir.fB ilgi işçileri m es­
leklerini ciddiye alm azlarsa iyi hizm et verem ezler.

O halde bilgi işçisinin değer sistem i içinde ticarî değ erler ikinci
plandadır ve halta perform ansa engelm iş gibi bile görünebilirler. Ç a­
lıştıkları kuruluşta çoğunluğu oluşturm asalar da. norm ları ve standart­
ları koyanlar, giderek daha büyük oranda, bilgi işçileri olm aktadır,
İSerçcktcn de her gelişm iş ülkenin önünde duran zor işlerden biri -bu,
Birleşik D evletlerde şim diden oldukça önem li bir konu haline gelm iş­
tir- her gelişm iş ülkeye rekabet edebilir halde kalabilm esi için gerekli
Öİan ekonom ik perform ansa bağlılığın sürdürülm esi konusudur. Bilgi
işçisinin profesyonel değerleri ile ekonom ideki ve tek tek işletm eler­
d e k i verim lilik ve kârlılık gibi geleneksel ticarî değerleri nasıl denge­
le y ec eğ iz ?

Bu gelişm eler B irleşik D evletlerde en ileri boyutlardadır. Başka


pek çok gelişm iş ülkede ise başlam aktadırlar. Bir tek Japonya'da, özel-
İHkle de daha yaşlı kuşaktan şirket yöneticileri arasında hâlâ "düşünü­
lem ez" şeyler sayılm aktadırlar. A m a bunlar Japonya için bile kaçınıl-
pıazdır, çünkü bilginin kendi doğası içinde örtülü olarak
bulunm aktadırlar. Bilgi, ekonom inin en önem li kaynağı haline geldiği
İçin, toplum da m utlaka ticarel-sonrası bilgi toplum u ohna yönünde
gelişecektir.

189
13

İKİ KARŞIKÜLTÜR

Bilgi işçileri bütün gelişm iş ülke toplunılannda hızla örnek alına­


cak m odeller haline gelm ektedirler. A m a bilgi toplum unun da kendi
karşı kültürleri vardır. T icaret toplum unda egem en durum a yükselm iş
:;sınıf olan sanayi işçileri, nüfus içinde, ileri düzeyde bir öğrenim gör­
m em iş, bu yüzden de bilgi gerektiren işlere girm e şansı bulunm ayan
yüzde 50 dolayında bir bölüm ün tem silcisi olarak "öbür yarı" durum u­
na düşm ektedirler. V e, şim dilik yalnızca B irleşik D evletlerde görülse
de. ikinci bir karşıkültür doğm aktadır: K âr am acı gütm eyen, devlete
ait olm ayan kuruluşların oluşturduğu "üçüncü sektör." B u kuruluşların
ücretsiz "gönüllüler"i, A m erikan işgücü içinde tek başına en büyük
grubu oluşturm aktadır. Bu üçüncü-sektör kuruluşlarının da ayrı bir
;e tosu, ayrı değerleri vardır ve bunlar toplum a ayrı bir katkıda bulun-
Snakladır. Etkin ve yararlı bir yurttaşlık örneği yaratm aktadırlar.

Mavi Önlüklü İşçinin Yükselişi ve Çöküşü

Y irm inci yüzyıldan önceki hiçbir yüzyılda bu kadar hızlı ve radi­


kal bir sosyal değişm e yaşanm adı. G elişm iş ülkelerde ev hizm etkârları
tüm üyle ortadan silinm işlerdir; bu kişiler, tarihin başlangıcından bu
yana her toplum da büyük bir sosyal sın ıf oluşturm uşlardı. Ç iftliklerde
yapılan üretim ve yüzyıl içinde K om ünist olm ayan gelişm iş ülkelerde
Öbür sektörlerin hepsinde olduğundan daha büyük bir hızla artm ıştır
am a çiftçiler ufak bir azınlık haline gelm işlerdir. Ç iftçiler -ister tarım
Üretimi yapsınlar, ister hayvan yetiştirsinler- binyıllar boyu uygarlığın
kendisiydiler. A ncak yüzyılım ızın sosyal tarihindeki en dram atik olay
bu eski sınıfların gerilem esi değildir. Sanayi işçisinin yükselişi ve çö ­
küşüdür.

191
İlk S osyalistler sanayi işçisini yeni bir olgu olarak teşhis ellikleri
zam an, proleteryanm yükselişiyle ilgili olarak yapılan tahm inler -K a r i
M arx ve Friedrich E nşels'in Kom ünist M a n ifesto la rı en ünlüleri u|.
inakla birlikte, bunlardan yalpızca biridir -g en e de, bir tanı olmaktan
çok, kehanet n iteliğindeyd\ 1925'c gelindiğinde, m avi önlüklü işçiler,
erkek ya da kadın olsun, tek başlarına en büyük uğraş grubunu oluştu­
ruyorlardı. Yirmi beş yıl sonra, 1950'li yıllarda, bu işçiler ve sendika­
ları, K om ünist olm ayan her gelişm iş iilkcdc egem en siyasî güç haline
gelm işti. A ncak 1970'li yılların başlarında, sanayi işçileri hızla gerile­
m eye başladılar; önce işgücü içindeki o ran lan , sonra sayıları ve niha­
yet, siyasî güç ve nüfuzlan açısından. G erileyışleri yükselişlerinden
bile daha hızlı olm uştur. 2010 yılına gelindiğinde -bundan bir yirmi
yıl sonrası- bu işçilerin K om ünist olm ayan gelişm iş ülkelerdeki sayıla­
rı çiftçilerin şim di bulundukları noktaya, yani işgücünün yüzde 5-1 Ou
arasında bir yerlere kadar inecektir, (işçilerin kendi kuruluşları olan
sendikanın ayakta kalıp kalam ayacağı tanı bir belirsizlik içindedir;
sendikanın geleneksel rolü ve biçim iyle ayakta kalam ayacağı ise ke­
sindir.

Çelişkili gibi görünse de, sanayi işçilerinin büyük bir hızla gerçek­
leşen yükselişlerinin ardında yatan elken, onların sonuçtaki düşüşleri­
ne yol açan etkenle aynıdır; Bilgi. M arx da dahil olm ak üzere, on do­
kuzuncu yüzyılın bütün iktisatçıları, işçilerin ancak daha sıkı ve daha
uzun saatler boyu çalışırlarsa daha çok üretebileceklerini doğru diye
bellem işlerdir. F rederick W. T aylor adlı A m erikalı bir m ühendis daha
önce hiç kim senin aklına bile gelm eyen bir şey yaptı: Beden işçiliğim,
araştırm aya ve analize değer b ir şey olarak ele aldı. T aylor, verim artı­
şı için asıl potansiyelin "daha akıllıca" çalışm akta yattığını gösterdi.
M arx'i ve M arksizm i yenen T aylor oldu. T aylor'ın P rinciples o f Scien­
tific M anegem ent (1 9 1 1) adlı kitabı, verim i m uazzam ölçülerde artır­
m akla kalm adı. B ir yandan işçi ücretlerini artırırken, bir yandan da
ürünün fiyatını düşürüp, bu yolla ürün için olan talebin artırılm asını da
m üm kün hale getirdi. (A slında Taylor, fabrika sahiplerinin önce işçile­
rin ücretlerini, zam an zam an eski ücretin üç kalına ulaşan önem li ölçü­
lerde yükseltm ediği fabrikaları m üşteri olarak kabul etm edi:) Taylor
olm asa, sanayi işçilerinin sayısı gene hızla artardı am a bunlar Marx'm

192
jgjmüıülen proleterleri olurlardı. Bunun yerine, fabrikalara giren mavi
önlüklü işçi sayısı arttıkça işçiler gelirleri ve yaşam düzeyleriyle daha
çok "orta s ı n ı f ve "burjuva" oldular. S onra da M arxçı devrim ciler ol­
mak yerine yaşam a biçim leri ve değerleriyle daha da tutucu kim seler
jıaline geldiler.

^ ilg in in kullanım ında ikinci adım -1970'ten bu yana bütün hızıyla


İrm e k te d ir-.an aliz ve sistem in bizzaı üretim sürecine uygulanm ası­
dır. Bu uygulam anın esası m akineler değildir ("otom asyon" terimi
hayli yanıltıcı olm aktadır). G eneral M otors 1980'li yıllarda robot kul­
lanımı için 30 m ilyar dolar harcadı ve işçi sayısı ile m aliyetlerde fazla
bir düşm e, kalite de ise fazla bir iyileşm e olm adığını görerek, duru­
mun böyle olm adığını anladı. O tom asyona dayalı üretim enform asyon
etrafında oluşturulan bir sistem dem ektir. A ncak bu sistem in tasarımı
bir kez yapıldı mı, beden işçilerine olan ihtiyaç dram atik bir biçimde
tcalır. O zam an üretim deki, özellikle de im alattaki ağırlık merkezi,
beden işçilerinden bilgi işçilerine doğru kayar Bu süreç, m avi önlüklü
işçilere özgü iş kayıplarından çok daha yüksek bir oranda orta sınıfa
özgü işler yaratır. G enel olarak bakıldığında, sürecin kazandırdıkları,
mavi önlüklüler için son yüzyılda yaratılan yüksek ücretli işlerin getir­
diği kazanç kadar büyüktür. Bir başka deyişle, ekonom ik bir sorunla
karşı karşıya değiliz; "yabancılaşm a" tehlikesi, ya da yeni bir "sınıf sa­
vaşı" tehlikesi pek yoktur -M arksist retoriğin eski öcüleri yani. Bu d e­
ğişm eden en kötü etkilenen gruplar- A m erikalı siyahlar, İngiltere'nin
Yorkshire yöresindeki çelik işçileri. A lm an Ruhr bölgesinin köm ür
iiıadencileri ve çelik işçileri -arasında bile hem en herkesin ailesinde,
gerekli eğilim i görüp, bilgi işçisi durum una geçen bir kardeş, kuzen,
;ûmca ya da teyze vardır.

B ununla birlikte, sosyal açıdan zenginliğe ve orta sınıf statüsüne


yükselm enin beceri ya da bilgiden çok yalnızca sendika kim lik karlına
bağlı olduğu olağanüstü bir dönem sona erm iştir. Sayıları hayli kaba­
rık olan ve gittikçe de artan, işçi sim li kökenli insanların, öğrenim leri­
ne devam ederek bilgi işçisi olm a yeterliğini kazanm aları, bunu yap­
mayanların durum unu daha da kötüleşıirecektir. Benzer kökenden
gelip de başarılı olanlar, hatta eğilim görm üş A m erikalı siyahlar gibi

193
kendileri de dezavantajlı bir grubun m ensubu olan kim seler bile, eği­
tim düzeyleri daha düşük olanları, gittikçe daha çok. başarısız, toplu m
dışı kalmış kişiler gözüyle, bir bakım a "eksik," ikinci sın ıf yurttaşlar,
"sorun" oluşturan ve sonuç olarak kendilerinden aşağı düzeyde olan
kişiler gibi göreceklerdir. Sorun para değildir. S a ygınlık sorunudur.

Bilgiye dayalı işlere girm ek için yeterli eğitim i görm em iş olanlar,


her toplum da büyük bir grup oluşturacaklardır. Sözgelim i, Birleşik
D evletlerde, seksenli yılların sonunda, işgücü içinde kırk yaşın altında
olanların ancak dörtte biri üniversite bitirm iş kim selerdi. Bir dörtle bir
daha liseden sonra teknik eğitim gördü ve böylece, hem şire ve avukat
sekreteri, defilelerden m odaevleri için alım yapan görevli, grafik sa­
natçısı, bilgisayar teknisyeni ya da diş hijyeni uzm anı olarak ve daha
bin türlü bilgi-yoğun işte, bilgiye dayalı çalışm a için yeterli hale geldi.
Bunların hepsi de öğrenm eyi öğrenm iş kim selerdir; böyle olunca da
A m erikan eğilim sistem inin insanlara devam lı öğrenim sağlam ak üze­
re sunduğu im kanlardan yararlanabilecek durum dadırlar. Hayli yüksek
bir sosyal statüye ve önem li yükselm e im kânlarına sahiptirler. Gene
de A m erikan işgücünün yarısı bilgiye dayalı işler için yetersizdir: hu
oran A vrupa'da epey d ah a yüksek, İngiltere'de ise özellikle yüksektir.
B ilgiye dayalı olm ayan pek çok iş vardır; aslında kolay kolay doldura­
m ayacağım ız kadar çoktur bunlar. Sorun, sosyal statü, toplum içinde
kabul görm e ve insanın kendi kendisine olan saygısıdın O halde bilgi­
ye dayalı olm ayan, çoğu da genellikle pek az beceri gerektiren işleri
m üm kün olduğunca verim li ve insanın kendine karşı saygı duymasını
sağlayacak işler haline getirm eye gerçekten de ihtiyaç vardır. Gerekli
olan şey, her şeyden önce, yerleri tem izlem ek, yatakları yapm ak ya da
yaşlı, güçten düşm üş insanların kendilerine bakacak hale gelmelerine
yardım cı olm ak gibi işlerde bilginin kullanılm asıdır. JBiri Danimarka,
biri A m erikan şirketi olan iki bina ve ev bakım -onar.... şirketi, eğitini
görm em iş insanlarca yapılan düşük nitelikli, beceri istem eyen işlere
verim lilik, saygınlık ve ilerlem e im kanları kazandırarak, dünyanın lıer
yerinde bu sayede başarılı olan şirketler kurm uşlardır. A m erika'daki
bir iki büyük hastane de aynı şeyi yaptı. B unlar ancak birer başlangıç­
tır am a işin yapılabileceğini gösterm ektedirler. Yapılması da gerek­
mektedir.

194
On d o k u /u n c u yüzyılda, kapitalistler kapitalizm in ilk ve en çok
sevdiği çocuklarıdır diye bir inanç vardı. Çoğu kim se hâlâ inanır buna.
Ama iktisatçılar bunun doğru olm adığını uzun bir süredir bilm ektedir­
ler. K apitalistler, kapitalizm den çok önce geldiler. Sanayi ekonom isi­
nin asıl çocukları sanayi işçileriydi. Sanayi işçileri m odern ekonom i­
nin en sevdiği çocukları ve ondan yararlanan başlıca kişiler
olmuşlardır. M odern ekonom i, sanayi işçilerini, daha önceki em ekçi­
lerden çok daha az ve çok daha kısa sürelerle çalışırken, daha büyük
beceri y a da daha çok bilgiye ihtiyaç olm adan, gelir, sosyal statü ve si­
yasî güç açısından "orta s ın ıf' haline getirdi. Şim di de "öbür yarı" du­
rumuna düşm ektedirler -am a toplum onların üvey evlat haline gelm e­
lerini göze alam az.

İşçi Sendikası Ayakta K alabilir mi?

İşçi sendikası sanayi işçisiyle beraber yükseldi; aslında sanayi işçi­


sinin kendi kuruluşuydu. Sanayi işçisiyle birlikte çöküyor. A yakta ka­
labilmesi acaba m üm kün m üdür?

İşçi sendikası bu yüzyılın en başarılı kuruluşu olarak değerlendiri­


lebilir. 1900 yılında çoğu ülkede hâlâ yasadışı ya da ancak gö z yum u­
lan bir şeydi. 1920'ye gelindiğinde, saygınlık kazanm ıştı. Yirmi beş
yıl sonra İkinci D ünya Savaşının bitim inde ise, egem en durum a geç­
mişti. İşçi sendikası bugün için parçalanm ış ve bozgun halinde, görü­
nüşe bakılırsa, tersine çevrilm esi m üm kün olm ayan bir gerilem e için­
dedir. Ü yelerini hızla kaybetm ektedir; gücünü ise daha da büyük bir
hızla. 1974 tarihi gibi yakın bir zam anda İngiliz K öm ür M adencileri
Sendikası, M uhafazakâr hüküm eti iktidardan uzaklaştırm ayı başardı.
Aradan ancak on yıl geçm işli ki, köm ür m adencilerinin yenilgiye uğ­
rattıkları M uhafazakâr Parti liderinin yerine geçen M argaret Thatcher,
bir sonraki m adenci grevini kesin olarak kırdı ve bunu halkın kendisi­
ne verdiği çok büyük destekle yaptı. O günden bu yana, İngiltere'deki
sendikalar üyelerinin dörtte birini kaybetm işlerdir. Aynı dönem içinde
Birleşik D evletlerdeki işçi sendikaları da üyelerinin beşte ikisini kay­
bettiler. Bugün özel sektörde sendikalara kaydolan işçi oranı -yüzde
15 ya da 16- sendikalaşm a atılım ı yapılan I930'lu yıllardan önceki d ö ­
nem e ait oranın altındadır. Başkan Reagan, H ava T rafik K ontrolörleri
Sendikasını greve gittikten sonra dağıttığı zam an, Am erikalı sendika

195
üyelerinden bile m uazzam bir destek gördü. Japonya'da, en güçlü, en
m ilitan sendika bile Japon Ulusal D em iryollarının özelleştirilmesini
engelleyem em iş, sonuç olarak da, param parça olm uştur. Sendikalar­
daki üye sayısı ve sendikaların gücü İtalya ve F ransa'da hızla gerile­
m ekte, aynı şeyin Batı A lm anya'da da başladığı görülm ekledir.

Bu durum un çeşitli açıklam aları vardır. İşçi sendikasının sunabile­


ceği şeyler, artık kesinlikle azalm ıştır. Sendikanın tem sil etliği şeyler­
den hem en hepsi gelişm iş ülkelerde yasalaşm ış durum dadır: Çalışına
saatlerinin azalm ası, fazla m esai ücreti, ücretli tatil, em eklilik aylığı,
v.b. Ü cretler fonu, yani gayri safi m illî hasılanın çalışan kesim e giden
bölüm ü, artık bütün gelişm iş ülkelerde yüzde 80 y a d a 85'i aşmakla­
dır. Bu dem ektir ki artık sendika üyeleri için "daha fazla"sı yoktur.
Çoğu yıl. çalışanın çalışanlar em ekli fonuna yaptığı katkı, hissedarın
alabileceği bütün kârı zaten açık bir farkla geçm ektedir.

A yrıca -bu noktanın önem i azım sanm am alıdır- sendika liderlerinin


niteliğinde sürekli bir düşm e de olm aktadır. İkinci D ünya Savaşından
önce sendika liderliğine yükselm ek, ailesi işçi sınıfına m ensup bir de­
likanlı için en iyi fırsattı. Şim di, hırslı gençler ya tam gün ya da akşam
sınıflarına devam ederek üniversiteye gitm ektedirler; dört yıl sonrasın­
da da stajyer yönetici olurlar. A yrıca genel sendika anlayışında da bü­
yük bir gerilem e olm uştur. Sendika, "yönetim in gücü" ve "yönetimin
kendini bilm ezliği" karşısında "zayıfların koruyucusu" olm ak yerine,
gittikçe daha çok "kendini bilm ez" ve "fazla güçlü" bir görüntü kazan­
maktadır. A ncak işçi sendikasının geriieyişinde tek başına en önemli
etken, im alat sanayii içindeki işgücünün ağırlık m erkezinde mavi ön­
lüklü işçiden, bilgi işçisine doğru bir kaym a olm asıdır. Ö zünde sanayi
işçilerinin sendikaları olm azsa, işçi hareketi de olm az.

tşçi sendikasının varlığına öylesine alışm ışız ki ne kadar benzersiz


bir kuruluş olduğunu neredeyse fark etm iyoruz. Ç eşitli kuruluşlardan
oluşan bir toplum da, yönetim bir zorunluluktur; o y sa sendika böyle
değildir. A lm anya I933'tc en büyük, en saygın ve görünüşte en kuv­
vetli sendikalara sahipti. A m a H illcr sendikaları sindirdiğinde, bir di­
renine olm adı; ve sendikaların yokluğu ne H iller'in ülke üzerindeki
güç ve yetkisine, ne sanayi üretim ine, ne de N azi A lm anyasınm sava­
şan askerlerinin m orallerine bir zarar verm edi.

196
S e n d ik a l a r İç in S e ç im Y o lla rı

İşçi sendikası üç yönden birine gidebilir. H içbir şey yapm azsa yok
o la b ili r -lıatla özgür, dem okratik bir toplum da hile. Y a da öyle ufalabi­
lir ki, gereksiz bir kuruluş durum una düşer. İngiliz, İtalyan ve Fransız
sendikaları, ayrıca Birleşik D evletlerdeki pek çok sendika bu yöne gi-
Jiyor gibi görünm ektedir.

İkinci bir seçim yolu ise, devletin zorunlu sendika üyeliği ve sendi­
kaya şirket yönetim i karşısında veto yetkisi veren "ko-determ inasyon"
gibi güçlü konum lar kazandıracak esaslar getirm esini sağlayarak, siya­
sî güç yapısına egem en olm a yoluyla, sendikanın kendi varlığını sür­
dürmeye çalışm asıdır. Bu akılcı bir yol gibi gelebilir; A lm anya, H ol­
landa ve İskandinavya'daki sendikalar bu yolu seçm iş gibi
görünmektedirler. D üşünülürse, 1400 yılında tüm sosyal işlevlerini
kaybetmiş olm alarına rağm en, feodal şövalyeler ve torunları d a güç ve
ayrıcalıklarını beş yüzyıl bu yolla sürdürdüler. A m a o zam anlar silah ­
lar feodal şövalyelerin tekelindeydi ve bu sayede ezici bir askeri güce
sahiptiler. Bu gücün günüm üz toplum undaki karşılığı ezici oy gücü
Olabilir - ve işçi sendikası bunu zam anla kaybetm iştir.

Ü çüncü b ir seçim yolu daha v a r d ır ; Sendikanın durup işlevi üze­


rinde yeniden düşünm esi. Sendika, toplum un -ve işveren durum undaki
kuruluşun- insan potansiyeli ve insanın elde edebileceği başarılarla ve
ihsan kaynağının bir bütün olarak en iyi şekilde kullanım ı ile ilgilenen
bir organı olarak kendi kendini yeniden yaratabilir. Sendika, yöneli­
min budalalıkları, yönetim in keyfî davranışları ve yönetim in gücünü
kötüye kullanım ı karşısında çalışanların tem silcisi rolüne gene sahip
Alacaktır. Bu. düşm anca bir ilişki olm ayacak ve İskandinavya'daki
® m budsnıan'ın* ilişkisine benzeyecektir. V erim lilik ve kalite konu­
sunda, ticarî teşebbüsün rekabet gücünün sürdürülm esi konusun­
da,yönetim le birlikte çalışacak, böylecc de üyelerinin işlerini ve gelir­
lerini korum uş olacaktır.

* O m budsm an : Yurttaşların, yerel ya da ulusal yönelim lerin kişisel özgürlüklerine za­


rar verdikleri gerekçesiyle yaptıkları şikayetleri soruşturm akla görevli m em ur (Ç evi­
renin noıul

197
Sendika için böyle bir rol ütopik bir düşünceym iş gibi gelebil
am a bu tür bir rol, Japonya'daki işçi sendikalarının işlevine çok yakı
dır -tabiî, bu, Japon işverenin "öm ür boyu istihdam "la gelen iş güve
cesi taahhüdü sayesinde müm kün olm aktadır. Şaşırtıcı olm akla birli
te, hâlâ A m erikan sanayim deki en m ilitan sendikalardan biri ol;
Birleşik O tom obil İşçileri Sendikası (U A W ) -yavaş yavaş ve kem
içinden gelen şiddetli direnm eye karşı- bu tür radikal bir anlayışla, pı
lilikalarını, davranış biçimini ve konum unu yeniden belirlem e yünüı
de harekete geçm iştir. Bugün hem G eneral M otors’da, hem Ford'dı
A m erikan sanayiinde m aliyetlerin yüksek ve kalitenin düşük olmasır
daki ana nedenlerden biri olan sendika çalışm a kurallarını azaltmak v
verim lilikle kaliteyi artırm ak için yönetim ve sendikanın ortak katılım
Iarıyla kurulm uş kom iteler vardır. K uşkusuz bu, şirketlerin sendik
üyelerine iş güvencesi sözü verm eleriyle oldu. Japon otom obil imalat
çıları da -Toyota, N issan, H onda, M azda- A m erik a B irleşik Devletle
rinde ya hiç sendikası bulunm ayan y a d a iş kısıtlam aları ve çalışnu
kuralları olm adan sendika sözleşm eleri yapan fabrikalar kurm am ış ol­
saydı, böyle bir şey hiç gerçeklcşm ezdi. O nun için U A W 'nun pek faz­
la seçm e şansı yoktu -ve GM ile Ford'un işleri bir iki yıl iyi giderse,
U A W buna kapılarak, pekala eski yararsız politikalarına dönebilir.
A m erika'daki bir başka sendika daha rolü ve işlevi üzerinde yeniden
düşünm ektedir. B irleşik D evletlerdeki okulların yerel yönetim kurul­
ları, öğretm en m aaşlarında "insafsız” artışlar talep eden ve okulların
öğretm enlerin denetim i altına girm esini isteyen A m erikan Öğretmen­
ler F ederasyonundan korkm akta ve bu kuruluştan hoşlanmamaktadır-
lar. A m a bu m ilitan sendika, aynı zam anda çocukların öğrenm e per­
form ansından öğretm enlerin sorum lu tutulm alarını, buna göre maaş
alm alarını ve iş yapm ayan öğretm enlerin görevde kalm a teminatıyla
korum ak yerine, işten çıkarılm alarını da talep etm ektedir.

B unlar geleceğin neler getireceği konusunda birer belirtidir ancak;


şim dilik neler olacağı pek ortaya çıkm ış değildir. A m a sendikaların -
ister beden işçilerinin, ister m em urların, ister bilgi işçilerinin sendi­
kaları olsunlar- dünya ekonom isine ve bilgi toplum una olan yönelişi-
kendileri için bir im kan diye kabul etm eden, ayakta kalm aları müm­
kün m üdür?

198
Üçüncü Sektör Yoluyla Gerçekleşen Y urttaşlık Örneği

Bilgi toplum undaki "öbür yan "n ın karşıkültürü, sosyal statü ve ya­
şam biçim leriyle ilgili bir karşıküitürdür. D iğer -ve şim dilik sırf A m e­
rika'ya özgü olan- karşıkültür ise, değerlerle ilgilidir. Ü çüncü sektör
Jiye bilinen kesim in ticarî niteliği bulunm ayan, devlete ait olmayan,
"insanı değiştirm eye yönelik", kâr am açsız kuruluşlarının karşıkültü-
nidür bu.

Birleşik D evletler, 1950’li yıllarda, K om ünist olm ayan gelişm iş


dünyanın öbür ülkelerine hiç ayak uyduram am ış görünüyordu. Ken­
dinden başka herkes sosyalizm ve planlı ekonom i yolunda ilerlerken,
Birleşik D evletler kapitalist ve hür teşebbüsçü idi. O tuz beş yıl sonra­
sında ise, herkes B irleşik D evletlerin herhangi bir dönem de olduğu ka­
dar kapitalist olm uştur -K om ünist ülkeler bile "özel teşebbüs", "bor­
sa", "verim lilik" ve "kâr" tartışm ası yapm aktadırlar. Birleşik
Devletler, bugün, pek çok alanda, pek çok K om ünist olm ayan geliş­
miş ülkeye oranla çok daha devletçi, "hür leşebbüs"e daha az açık ola­
bilir -sözgelim i, ürünün üreticiye yüklediği sorum luluk, yeni ilaçların
onay süreci, çevreyle ilgili kısıtlam alar ya da bankacılık ve finans ku­
ralları açısından.

A .B .D . toplum u, aynı zam anda kâr am acı gütm eyen ancak devlete
de ait olm ayan binlerce kuruluşun oluşturduğu üçüncü sektöründeki
Sürekli gelişm e açısından da, öbür ülkelerden -gelişm iş ya d a geliş­
m ekte olan, serbest piyasa yanlısı ya da sosyalist olsun- farklı ve ayrı
bir konum a gelm iştir. Bu kuruluşlar arasında A m erikan hastanelerinin
'Çoğunluğu, okulların çok büyük bir bölüm ü ve yüzde olarak kolejlerle
üniversitelerin daha d a geniş bir kesim i yer alm aktadır. A ralarında
(Uluslararası hayır kurum lan ve ülke çapındaki binlerce yerel şubesi ve
bir m ilyon gönüllüsü ile A m erikan Kızıl Haçı gibi çok büyük yerli ha­
yır k u ru m lan vardır. Y alnızca yerel niteliği olan çok sayıda yardım
kurum u vardır: sözgelim i A m erika'nın her kent ve ilçesindeki yerel
[yardım k u ru lu şlan n a destek veren yıllık yardım toplam a kam panyaları
ya d a gönüllü elem anlarının hasta ve yaşlılara sıcak yem ek götürdük­
leri binlerce "gezici aşevleri." A m erican H eart A ssociation, A m erican

199
Lung A ssociation. A m erican M ental H ealth A ssociation* gibi ulusal
sağlık hizm etleri gruplan vardır. A yrıca ço k sayıda toplum hizmetleri
grupları da vardır: Salvation A nııy, K ız jzcöler Ö rgütü ( günüm üzde i|.
kokul çağındaki her dört A m erikalı kız çocuğundan biri bu örgüte
kaydolm aktadır). E rkek İzciler Ö rgiiıü, ya da A m erikan kentlerindeki
siyahlara yararlı toplum hizm etleri veren U rban L eague. Amerika'da
üye sayısı on binin üzerinde olan kiliselerden, y in n i beş üyesi bulunan
küçük özel dinsel gruplara kadar büyük bir çeşitlilik gösteren kiliseler
vardır. Ve. sayılam ayacak kadar çeşitleri olan kültür etkinliklerine yö­
nelik kuruluşlar vardır -sözgelim i, yüzlerce senfoni orkestrası ve sayı­
sız. müze. Bu kuruluşların paralan, esas olarak vergilerden çok alınan
ücretlerden ve gönüllü bağışlardan gelir. B ağım sızdırlar ve kendi gö­
nüllü kurullarınca yönetilirler. A ncak, B irleşik D evletlerde vergilerle
desteklenen ve devletçe gerçekleştirilen pek çok etkinlik de. üçüncü
sektör kuruluşları gibi yürütülm ektedir; sözgelim i, parasız resm î okul­
lar , ya da eyalet üniversiteleri ve çeşitli topluluklarca işletilen kolej­
ler. A vrupa'da ya da Japonya'da bu tür kuruluşlar çoğunlukla merkezî
bir yönelim tarafından denetlenm ekte ve işletilm ekledir. Birleşik Dev­
letlerde ise, paraları devletçe ve vergiler yoluyla karşılandığı halde,
yönetim leri özerktir. Kendi bütçeleri vardır ve yerel olarak seçilmiş
bir kurulca seçilen yöneticiler tarafından yürütülürler.

Ü çüncü sektör kuruluşları başka ülkelerin tanım adığı kuruluşlar


değildir. İngiliz eğitim i içinde "en üst kadem eler”de y er alırlar -özel
hazırlık okulları, özel okullar ve iki prestij üniversitesi O xford ve
C am bridge sayesinde. İngiltere'de ayrıca N on-konform ist** kiliseler
vardır. Japonya'da ise çoğu başta H ıristiyan m isyonerler tarafından ku­
rulm uş olan özel üniversiteler ve devlete ait olm ayan hastaneler var­
dır. M isyonerler K ore'de de bağm ışız k iliseler ve bu kiliselerle bağlan­
tılı okullar kurdular. Ancak A vrupa kıtası üzerinde bu tü r pek az
kuruluş vardır. İngiltere, Japonya ve Kore'dekileriıı yaptıkları da bir
iki hizm etle sınırlıdır. Birleşik D evletlerde ise. bu tür kuruluşlar her
yeıde, her zaman vardır. Benzeri olm ayan bir sosyal işlev gerçekleştir­
m ektedirler. Hem devlet hem ticaret sektöründen ve bunların değer vc
kültürlerinden farklı ve ayrı olan bir karşıkülıür oluşturm aktadırlar.

* Sırasıyla. Amerikan Kalp Dem eği. Amerikan Cigeı Derneği ve Amerikan Rulı Sağlı#1
Demeği (Çevirenin notu).
' ’ Non-konformist : Anglikan Kilisesine luığlı olm ayan (Çevirenin ııolu).

200
Ü çüncü sektör ülkenin İlilen en büyük işvereni durum undadır: an ­
cak ne bu sek tör içindeki işgücü ne de bunların gerçekleştirdiği verim,
istatistiklerde görünm em ekledir. H er ergin iki A m erikalıdan birinin -
bu toplam olarak 90 m ilyon kişi etm ektedir- üçüncü sektörde gönüllü
Jlarak çalıştığı tahm in ediliyor; çoğu da bunu ücret karşılığında çalış-
ükları bir işe ek olarak yapm aktadır. Bu gönüllü kim selerin yaptıkları
gplışma. tam giin çalışm ayla 7.5 m ilyon iş yılına karşılık gelm ektedir.
K endilerine para ödense, yılda 150 m ilyar dolar eder; am a tabiî öden­
m em ektedir. Ü çüncü sektörün varlığı. A m erika Birleşik Devletlerinde
gergilerin neden A vrupa'dakine göre daha düşük olduğunu da açıkla­
maktadır. B irleşik D evletlerde kam uya ve topluluğa yönelik am açlar
için yapılan harcam aların m iktarı gerçekten d e epeyce daha yüksektir;
ancak bunun oldukça büyük, G SM H 'nm yüzde I5'ine ulaşan bir oranı,
»ergiler kanalıyla gelm em ekledir. Bu m iktar, verilen ücretler biçim in­
de, sigorta prim leri biçim inde, yardım am açlı katkılar biçim inde, üc-
retsiz çalışm a biçim inde, devlete ait olm ayan üçüncü sektör kuruluşla­
rına doğrudan gider.

Bununla birlikte, üçüncü sektörün önem ini kavram ak bit yana ne


(şadar büyük boyutlu olduğunu anlayan bile pek azdır. A slında böyle
bir şeyin varlığının bilincinde olanlar bile çok azdır. İnsanlar, tabiî, ki­
liseler hakkında bilgi sahibidirler -çoğu kim se hâlâ kilise üyesidir,
pastaneleri, Y M CA 'i*, İzci örgütlerini. U nited W ay’i,** yerel müzeyi
tie bilirler. A ncak bu kuruluşların hepsinin de para islem ek dışında or­
tak bir yönleri bulunduğunu gören pek azdır. Ç ok yakın zam anlara ka­
dar üçüncü sektör kuruluşları bile, kendi dışlarında kalan kim selerin
görüşünü paylaşarak kiliselerin ayıı bir şey, hastanelerin ayrı bir şey.
İzci örgütlerinin gene ayrı bir şey olduğunu düşünüyorlardı. Bu değiş­
miştir; söz konusu kuruluşlar, tek tek birim ler olarak farklı ve ayrı
m isyonlara sahip olsalar da. ortak bir işlev gerçekleştirdiklerini arlık
bilm ekledirler.

ı
ÎYMCA : Young Men's Christian Associmioıı. genç erkeklere Hıristiyanlığın alılak do-
K erlerini aşılam a amacını güden bir kuruluş (Çevirenin nolu).

r United Wav : Çeşitli vardım kurum lanın şemsiyesi alım da toplayan kuruluş (Çevire­
nin nolu).

201
Bu kuruluşlar, günüm üzde, giderek "üçüncü sektör" yerine "ba­
ğım sız sekıör"den söz eder olm uşlardır. A ncak bu terim bile bu kuru­
luşların gerçekleştirdikleri işlevin ne olduğu sorusunu cevaplandıra-
m am akladır. En yaygın olarak kullanılan tanım bunların ne "devlete
ait" ne de "ticarî" olm adıkları yolundadır. A ncak yanıltıcıdır bu. Belli
bir hastanenin "kâr am açsız" ve tüm üyle yerel nitelikli, pek çok Kato­
lik ve L utherean hastane gibi kâr am acı olm ayan bir zincirin birimi mi
olduğu, yoksa, H ospital Corporation of A m erica ya d a H um ana gibi ti­
carî bir kuruluşun birim i mi olduğu, ancak vergi tahsildarı için fark
eder. H astanenin işleyişi, davranış biçim leri, etkinlikleri ve değerleri
açısından birini öbüründen ayırt etm eye yarayan hiçbir şey yoktur.
B öyle bir hastanede hizm et verenler işverenlerinin kâr am açsız mı. kâr
am açlı mı olduğunu çoğu kez bilm ezler. V e belli bir kolej ya da üni­
versitenin ”özel"m i, "eyalete ait"m i olduğu, çoğu zam an ne öğretim
üyesinin um urundadır, ne de öğrencinin.

K âr am açsız, ticarî olm ayan, devlete ait olm ayan derken hep olum­
suz ifadeler kullanıyoruz. A m a insan bir şeyi, o şeyin ne olmadığını
söyleyerek tam m layam az. O halde nedir bu kuruluşların yaptığı? Or­
tak noktaları -yakın zam anlarda anlaşılan bir şeydir bu- amaçlarının
insanları değiştirm ek olm asıdır. H astanenin ürünü iyileşm iş bir hasta­
dır. K ilisenin ürünü değişm iş bjr yaşam biçim idir. Salvation Army'nin
ürünü -ırk ve din farkı gözetm eden yoksulların en yoksuluna ulaşan
tek kuruluştur bu- evsiz barksız, sahipsiz bir insandan yaratılan yurt­
taştır. K ız İzciler Ö rgütünün ürünü, değerleri, becerileri ve kendine
saygısı olan olgun bir genç kadındır. Kızıl H açın barış dönemindeki
am acı, doğal felakete uğrayan bir topluluğa kendi kendisine bakma
gücünü yeniden kazandırm ak, insanlarına bilgi-beceri sağlam aktır
A m erican H eart A ssociation'ın ürünü, kendi sağlıklarıyla ilgilenen
ve yaşam biçim leriyle, yedikleriyle, sigara içm eyişleriylc, içtikleri iç­
kiyi kısm alarıyla, idm anla v.b. hastalık önleyici kalp bakım ı uygula­
yan o n a yaşlı kim selerdir.

Bunlara "insanları değiştiren kuruluşlar" dem ek doğru olabilir. Bü­


tün gelişm iş ülkeler bu işlevlerin çoğunu yerine getirm ektedirler. An­
cak pek çok gelişm iş ülkede, bunlar devlete ait m erkezî kurumlarca

202
gerçekleştirilm ektedir. Birleşik D evletleri farklı kılan, bu işlevlerin ye­
rci topluluk içinde ve'yerel topluluk tarafından, büyük bir çoğunlukla
da, özerk, kendi kendini yöneten, yerel kuruluşlarca gerçekleştiril me-
siöir.

Üçüncü Sektördeki Büyüme

İnsanı değiştiren kurum ların yerine getirdiği görevlerin Birleşik


Devletlerde farklı bir biçim de örgütlenm esi, üçüncü sektörün önemli
özelliklerinden yalnızca biridir. Ü çüncü sektör, aynı zam anda, lıızla
büyümüştür, özellikle de son on ya da on beş yıl içinde. H atta, seksen­
li yıllarda A m erikan toplum unun en hızlı olarak büyüyen kesim idir.
Bunun kadar dikkate değer bir başka nokta da bu büyüm enin ortaya
çıkma biçim idir: Boyut açısından olduğu kadar, etkililik açısından d a
bir büyüm edir bu.

İşte rasgele seçilm iş bir iki örnek: Son on yıl içinde A m erika'daki
pek çok hastanenin gelirlerinde büyük düşm eler olm uşken, bir kiliseye
bağlı olarak çalışan ve pek çok hastane ile pek çok bakım evine sahip
bir sağlık hizm etleri zinciri, kendi gelirini üçle bir oranında artırm ıştır.
£ o ğ u hastane açık verirken, bu sağlık hizm etleri zinciri gelir ve gider­
lerini eşilleycbilm ektcdir. Aynı zam anda bu zincir içindeki hastanele­
rin perform ansı, hem tıbbî hizm et, hem hasta bakım ı yönünden sürekli
ikileşm ekledir. D ünyanın en büyük kadın örgütü olan A .B.D . Kız İzci­
leri. 1978-1988 yılları arasında okul çağındaki kız çocuklarının sayı­
cında beşte bir oranında bir düşm e m eydana geldiği halde, üye sayısını
3-5 m ilyon olarak korum ayı başarm ış, böylece, piyasaya giriş gücünü
önemli ölçüde artırm ıştır. Florida eyaletinde ilk kez hapse mahkum
ölanlar -her zam an için bu durum da 25.000 dolayında insan vardır
artık Salvation A rm y'nin gözetim inde şartlı tahliye edilm ektedirler.
«Soğu iki üç kez tutuklanm ış yoksul siyahlar ya da İspanyol asıllılar­
dan oluşan bu m ahkum lar tehlikeye çok açık kişilerdir. Fiilen lıapisha-
îeye konsalar, her dört m ahkum dan üçü suç işlem eyi alışkanlık haline
Belirecektir. O ysa Salvation A rm y şartlı tahliye olunan her dört kişi­
den üçünü yeniden norm al hayata kazandırm aktadır.

Ü çüncü sektör kuruluşlarının hepsi başarılı değildir; üçüncü sektö­


rün de kendine özgü bir "Paslı Bölge"si vardır: "L iberal", "orta yol"cu.

203
"cvancelik", ya da "köktendinci" olsun, her m ezheple kilise üyeleri ve
kiliseye gidenlerin sayısında oldukça büyük d üşüşler m eydana gelmiş,
lir. A ncak üyelerine verilecek hizmet, üyelerinin ihtiyaçları, sorunları,
aileleri üzerinde önem le duran -Protestan ve K atolik, "orta y o l'cu ve
"evancclik"- kiliselerin üye sayısı ve bu kiliselere devam edenler hızla
artm aktadır. Ü ye sayısı iki bin ya da biraz daha fazla olan bu tür kili­
seler 1970 dolaylarında beş binin üzerinde değildi. Seksenli yıllann
sonunda sayıları dört katma, yirm i bine çıkm ıştı. Y alnızca bu tür kili­
selerin çalıştırdığı ücretsiz personel sayısı herhalde bir m ilyonu aş­
maktadır.

• A m erikalıların gelirlerinden gönüllü bağış olarak verdikleri pay


uzun yıllar boyu verdiklerinden daha fazla değildir. O halde üçüncü
sektörün başarıları gelir artışlarıyla açıklanam az. Bu başarılar verimli­
likteki büyük artışa dayanm aktadır. Ü çüncü sektör kuruluşları -ya da
en azından bu kuruluşların büyük bir bölüm ü- aynı kaynaklan kulla­
narak daha çok sonuç alm aktadırlar. Ü çüncü sektördeki büyüm e esas
itibariyle yönetim sanatının başarısıdır.

Daha önce değinilen Katolik hastaneler grubu, yönetim e ilişkin her


yazılı kaynakta telkin edilen şeyi yapm aktadır. D eğişikliği bir fırsat
olarak ele alm aktadır. Y enilikleri cesaret ve etkinlikle teşvik etmekle­
dir: Kendi desteğiyle ayakta duran cerrahî birim leri ve göz birimleri,
kendi desteğiyle ayakta duran rehabilitasyon m erkezleri. Hastanesi
olan her kentte kendi Sağlık K orum a Ö rgütünü (H M O ) işletm esi yal­
nızca bu kuruluşa özgü bir şey değildir. A m a H M O 'yu bir sorunla mü­
cadele etm ek, yani yarı yarıya boş hastanelerdeki yatakları doldurmak
yerine, m üm kün olan en fazla sayıda hastayı hastaneden uzak tutarak
para kazanm ak am acıyla işletm ektedir.

A .B.D. Kız İzcileri Ö rgütü ise, dem ografide m eydana gelen değiş­
meyi kendisi için bir fırsat olarak değerlendirdi. Program larını ve et­
kinliklerini artık işgücü içindeki yerini alm ış olan çocuklu evli kadına
göre uyarladı. A m erika'daki kız çocuklarının m eslek konusundaki is­
teklerinin hızla değiştiğini görerek, bu değişiklikleri fırsatlara dönüş­
türdü. A zınlıklar arasından, siyahlardan, İspanyol kökenlilerden. A>-

204
yalılardan cesaret ve etkinlikle üye kaydederek, hem azınlık grupları
gocuklarına, hem de onların annelerine, o zam ana kadar beyazlara, or-
la sınıfa özgü olan bir etkinliğe katılm a imkanı sundu. O n beş yıl önce
Kız İzciler büyük bir ağırlıkla beyaz ırktandılar. 1987'ye gelindiğinde
ise. Kız İzcilere kaydolan ilkokul yaşındaki siyah kız çocuklarının ora­
nı beyaz kız çocuklarınkine denk olm uştu.

Salvation A rm y, yüz yirm i yıl önceki kuruluşundan bu yana, bü­


yük kentlerin gecekondu bölgelerinde tehlike altında bulunan genç in­
sanları, suç işleyerek geçecek bir hayattan uzak tutm ak am acıy la çalış­
mıştır -elde ettiği başarı ise en alt düzeyde kaldı. Salvation A rm y'nin
kullandığı bir "yönetim aracı" idi: D üzenli bırakm a. Ş unu sordu: "Su­
çu engellem e çalışm alarını zaten yapıyor olm asaydık, bugün bildikle­
rimizi bile bile, gene işe girişir m iydik?" S alvation A rm y bu soruyu
sorduğu anda, cevabın hayır olduğunu anladı. "Y atırım ın karşılığı olan
|sazanç" -çok sayıda Salvation A rm y üyesinin yaptığı çok büyük za­
man ve em ek yatırım ı- sıfıra yakındı. Soru bir kez sorulunca, progra­
mın neden başarısız olduğu da açığa çıktı. G ecekondu bölgelerinde
tehlike altında bulunan genç insanlar, yakalanıp m ahkum olm adan ön­
ce Salvation A rm y’nin m esajını alacak d urum da değildirler. Her biri
"sıyırtırım ” diye düşünür ve tutuklanıp gözaltında tutularak serbest bı­
k ı l m a l a r ı , bu düşünceyi ancak doğrular. G enç insanlar hapishanede
kısa b ir süre kalsalar bile, iş işten geçer. H apishane deneyim i onları
fazlasıyla sarsm ış ve bozm uştur. Ç ok kısa bir süre için bir "fırsat hede­
fi" vardır: M ahkum iyet öncesindekiler, yakalanan ve hapse mahkum
edilen, ancak henüz hapis cezasını çekm eyenler. B unlar yeterince
jeorkmuş am a henüz bozulm am ışlardır.

Pastoral kiliselerin başarısı, bir pazarlam a başarısıdır. Bu kiliseler,


"Bizim m üşterilerim iz kim dir ve onlar için değerli olan nedir?” soru­
sunu sordular. Eğitim görm üş genç insanların kiliseye gitm eyişlerinde
kendileri için bir fırsat gördüler.

Bütün bu örneklerde yapılan şeyler, yönetim le ilgili herhangi bir


yazılı kaynaklan öğrenilebilecek şeylerdi. E ldeki fırsatların sorunlar
karşısında ikinci plana atılm am ası gereği - hastaneler grubunun elde
ettiği başarının anahtarı buydu- herkesçe doğru kabul edilen bir şeydir
(sözgelim i, bkz.. D rucker, Innovation a n d E ntrepreneurship, 1985).

205
Kız İzcilerin bütün yaptığı dem ografiye bakm aktı. Salvation Arm y dü
zenli bırakm a uygulam ası yaptı. Pastoral k iliseler pazarlam a konusun
daki her yazılı m etnin öğütlediği şeyi yaptılar: M üşterileri olm ası ge­
reken am a olm ayan kim seleri araştırdılar.

Başarılı ve büyüm ekte olan kâr am açsız üçüncü sek tö r kuruluşları,


yönetim esaslarını kendi içlerinde de uygulam aktadırlar. K endi yöne­
tim kurullarını etkili hale getirm ek için çalışm aktadırlar. Bunlardan
pek çoğu kurul üyesi olabilecek durum daki b ir kim seye artık sıradan
hale gelm iş bir uygulam ayla şu soruları sorm aktadır: "Kurulumuza
girdiğiniz takdirde, sizi sorum lu tutabileceğim iz ne tü r bir katkınız
olabilir?" "Y apacağınız iş tam olarak nedir?" Ç alışm a programlan
vardır ve kurullarının yaptığı işleri düzenli bir biçim de değerlendirir­
ken bu program ları ölçüt olarak kullanırlar. Y önetim sanatını hedefler
yoluyla uygularlar ve bunu çoğu ticarî işletm eden d ah a kapsam lı bir
biçim de yaparlar. Ü cret alsın ya da alm asın -K ız İzciler Ö rgütü ya da
Salvation A rm y'deki- görevlilerden, sorum lu tutulabilecekleri perfor­
m ans ve katkının ne olacağını açıklıkla belirtm eleri istenir. D aha son­
ra da görevliler bu perform ans hedeflerini ölçül alarak düzenli bir bi­
çim de değerlendirilir. İşinin gereğini yap m ay an lar -ücretli olsun,
olm asın- aynı görevde tutulm az; ya yapabilecekleri türden bir göreve
getirilirler y a da yum uşak ancak kararlı bir biçim de görevden alınırlar.
Bunun m üm kün olabilm esi için, üçüncü sek tö r ku ru lu ştan yoğun bir
eğitim çalışm asına girm işlerdir. B unlardan çoğu baş yöneticiden en
yeni gönüllüsüne kadar bütün elem anlarını düzenli olarak eğitim prog­
ram larına sokm akta, ve bu program larda herkes hem tek b ir alanda
eğiticilik yapm akta, hem de bütün öbür alanlarda öğrenci durum unda
olm aktadır. Ü çüncü sektörde, ilgi odağını "hayırlı a m a ç la rın d a n , per­
form ans ve sorum luluğa doğru kaydıran kuruluşların sayısı sürekli
olarak artm aktadır.

A rtık •'Gönüllüler” Yok

İyi işleyen bir üçüncü sektör kuruluşunda artık "gönüllüler" yok­


tur. Y alnızca ücret alm ayan görevliler vardır- B üyük bir pastoral kili­
se, hem on üç bin üyesi yararına, hem de kendi topluluğu içinde yer
alanlar için çok sayıda hizm et birim i çalıştırm akladır. O ysa ücretli ola­

206
rak çalışan yüz altm ış personeli vardır. C em aate yeni katılan üyeler­
den bir iki ay sonra "ücretsiz elem an" olm aları istenm ekte bunlar dik­
katle eğitilm ekte ve kendilerine perform ans am açları belirlenm iş özel
görevler verilm ektedir. Perform ansları düzenli bir biçim de gözden ge­
çirilir. G önüllü bir kim se e ğ e r beklenen yüksek perform ans düzeyini
|titturam am ışsa. ya daha az çaba gerektiren bir başka göreve kaydırılır
ya da istifa etm esi beklenir. Salvation A rm y, F lorida'da kendi gözeti­
minde şartlı olarak tahliye edilm iş 25.000 kişiyi sıkı bir denetim altın­
da tutm aktadır. O ysa bu işle görevlendirilm iş yüz altm ış elem an var­
dır; bunlar gönüllüleri denetleyip, eğitirler ve işlerin sarpa sardığı
b u ru m la rd a gerekeni yaparlar. A sıl işi iki y ü z clli-üç y ü z dolayındaki
^ücretsiz elem anlar yürütm ektedir. Piyasada bir daralm a olduğu sırada
Kız İzciler Ö rgütünün üye sayısını olduğu gibi koruyabilm esi, gönüllü
sayısında m eydana gelen epey büyük bir artış sayesinde olm uştur. Sa­
yı 600.000'dcn 730.000'e çıkm ıştır. Y eni gönüllülerin çoğu - en azın­
dan şim dilik- kendi çocuğu olm ayan, am a hafta içinde ve hafta sonla­
rında bir iki akşam yalnızca kadınların bulunduğu bir ortam da ve
gocuklarla bir arada olm a ihtiyacını duyan, m eslek sahibi genç kadın­
lardır. O nları buraya çeken şey, sırf yaptıkları işin profesyonelce ol-
toıasıdır; h aftada birkaç sa at eğitim görm eleri, ya d a yeni gelenleri
eğitm eleri istenir. A slında, üçüncü sektör kuruluşları içinde daha önce
ücretli elem anlar tarafından yapılan işler, giderek artan bir oranda, üc-
ietsiz elem anlar tarafından üstlenm ektedir.

H içbir kuruluş bir profesyonelin ayrıcalıklarını K atolik K ilisesinin


rahiplerin ayrıcalıklarını koruduğu kadar dikkatle koruyam az. A m eri­
ka'daki K atolik K ilisesine bağlı rahiplerin sayısı azaldığı için -ve bu
sayı hızla azalm aktadır- piskoposluk bölgelerinde tasarrufa gidilm esi
beklenir. O ysa ortabatıdaki bu tü r bir bölgede, yirm i yıl önceki rahip
sayısının ancak yarısı kadar rahip bulunduğu halde, yapılan toplum
görevleri iki katına çıkarılm ıştır. B ölgedeki yüz kırk rahip, vaaz ver­
m ekte. ayin yönelm ekte, günah çıkartm akta, bebekleri vaftiz etm ekte,
kilise üyeliğini onaylam akta, insanları evlendirm ekte ve cenaze tören­
lerini yönetm ektedir. Bunlardan başka her şey, kilise dışından gelen
iki bin kişi tarafından yapılır; bu kim selerin hepsinden haftada en az
üç saat çalışm aları ve buna ek olarak eğilim program larına iki ya da

207
üç saal ayırm aları istenm ekledir. K ilise dışından gelen herkesin per
form ansı, belirlenm iş perform ans hedefleriyle ölçülerek yılda iki ke;
değerlendirilir. Ü cretsiz çalışan elem anlardan biri, "A cem i deniz erle-
rinin eğitim kam plarından beter," diyor. G ene de gönüllü olabilecek
dürüm dakiler uzun bir beklem e listesi oluşturm aktadırlar.

Ö zelle, üçüncü sektör kuruluşları yalnızca yönetim esaslarını kimi


zam an da A m erika’daki ticarî kuruluşlardan da büyük bir ciddiyetle
uygulam am aktadır. Yönetim alanında yenilikler yaratm akta ve öııcii
hale gelm ekledirler.

Üçüncü Sektörün K arşıkültür Niteliği

A m erika’nın üçüncü sektör kuruluşları hızla, yeni topluluk bağları


yaratm akta ve birbirlerinden giderek kopan bilgi işçileri ile "öbür ya­
rı" arasında bir köprü kurm aktadırlar G iderek d ah a büyük bir oranda,
insanların etkili yurttaşlar haline geldikleri b ir alan yaratmaktadırlar.
Bugünlerde hep topluluk içinde çözülm eden söz edildiğini duyuyoruz:
sözgelim i, ailenin y a da küçük kentteki topluluğun çözülmesinden.
G eleneksel topluluklar, belki Japonya dışında, bütün gelişm iş ülkeler­
de zayıflam aktadır. A m a üçüncü sektör kuruluşlarında yeni topluluk
bağları oluşm aktadır. G önüllü işlerde, işçi sınıfından gelm e em ekliler­
le genç bilgi işçileri bir arada çalışırlar ►Örneğin, Salvation A m ıy ’nin
genç m ahkum larla ilgili olarak yaptığı çalışm alarda y a da American
M ental H ealth A ssocialion’ın yerel bir şubesinde program tasarımı ve
liderlerin eğitim leri sırasında. Kız izciler Ö rgütünün kentin yoksul
bölgelerindeki siyah kadınlara yaptıkları katkı, siyah çocuklara yaptık­
ları katkıdan daha önem li olabilir. Bu kadınlar kendi toplulukları için­
de lider konum una gelm ekte, beceri kazanm akta, örnek oluşturmakta,
kabul görüp statü sahibi olm aktadırlar. G erçekten de, bugün, siyahlara
özgü kiliseleri saym azsak, iki A.B.D. izcilik örgütünde -Erkek İzciler
ve Kız İzciler- lider konum unda bulunan siyahlar başka hiçbir yerde
olm adığı kadar çoktur. Hem de bunlar, İzci örgütleri içinde, ırkların
bütünleştiği kuruluşlarda, yani ırk ayrımı güden bir toplum da değil-
A m erikan toplum u içinde lider durum undadırlar.

208
B undan daha önem li olabilecek bir şey de, üçüncü sektör kuruluş­
larının gönüllüler için yurttaş olm a niteliğini anlam lı bir biçim de ger­
çekleştirebildikleri bir alan yaratm a rolleridir. Ü lke yönelim i, boyutla­
rı ve karm aşıklığı ile doğrudan katılım ı artık neredeyse im kansız hale
getirdiğine göre, gönüllülerine, bireyin bir etki yaratabileceği, bir so ­
rumluluğu yerine getirebileceği ve karar alabileceği kişisel bir başarı
alanı sunan da üçüncü sektörün insanları değiştiren kuruluşları olm ak­
tadır. İş dünyasındaki yöneticilerin, özellikle de orta yönetim kadem e­
lerinde yer alan kim selerin kâr am açsız kuruluşlarda yönelim kurulu
üyeleri olarak karar alm ayı gerektiren konum larda çalışm aları, onlar­
dan. giderek daha çok beklenen bir şeydir. Bireyler, ortayolcu bir top­
lumun siy asî kültürü içinde, ne kadar eğitim li, ne kadar başarılı, ne ka­
dar becerikli, ya da ne kadar varlıklı olurlarsa olsunlar, yalnızca oy
p u llanabilir ve vergi verebilirler. Y alnızca tepki gösterir, yalnızca
edilgen olabilirler. Ü çüncü sektörün karşıkültüründe ise etkin yurttaş­
lardır onlar. Bu, üçüncü sektörün en önem li katkısı olabilir. Şim dilik
dc tüm üyle A m erika’ya özgü bir başarıdır.

Ü çüncü sektör kuruluşları A m erika'daki biçim leriyle ancak A m eri­


kan toprağı üzerinde boy atabilirler. B irbirlerinden soyutlanm ış toplu­
lukların birlikte çalışm ak ve kendi kendilerine yeterli olm ak zorunda
kaldıkları kırlık sınır bölgelerinin geleneği ile, kendi kendilerini yöne­
ten, eyalet ve devletten bağım sız, bu yüzden de kendi cem aatlerine b a­
ğımlı kiliselerin oluşturduğu çoğulculuk biçim i başka hiçbir ülkede
A m erika'daki gibi bir araya gelm em iştir. A vrupa'daki hiçbir kültür,
hatta sık dokulu Latin ailesi bile, bu tür bir topluluğu besleyem ez. Bir
tek tem elden farklı olan Japon tarihi, A m erika'dakiylc kıyaslanabilir
bir topluluk geleneğini miras bırakm ıştır -feodal klanın, yani hanın
bağlarını m odem kuruluşlar olan devlet kurum lan ya da ticarî teşeb­
büslere aktaran, işveren kuruluş "aile"si.

Bilgi toplum unun -insanları sonunda köksüz bırakacakm ış gibi g ö ­


rünen sosyal sınıfiararası hareketliliği ile, "öbür yarı"sı ile, çiftlik ve
küçük kent bağlarını ve bunların dar ufuklarını ortadan kaldıran niteli­
ği ile. bilgi toplum unun- gene de bir topluluğa, özgürce secilca-a-ncrrk
im anlar arasımda bağ oluşturan bir topluluğa ihtiyacı vardır. Bireyin
hizm et yoluyla egem en durum da olacağı bir alana ihtiyacı vardır, ö z ­
gürlüğün y aln ızca edilgenlik anlam ına gelm ediği, insanlara, emirler
yağdırm ak y erin e onları yalnızca kendi hallerine bırakm ak dem ek ol­
madığı bir alatfa ihtiyacı vardır -etkin katılım ve sorum luluk gerekti­
ren bir alana.

210
14

ENFORMASYONA DAYALI
KURULUŞLAR

■B undan yirm i yıl sonra, büyük bir ticarî işletm e ya da devlet kuru­
nu gibi tipik büyük kuruluşlarda, bugünkü örneklerde bulunanların
ıncak yarısı kadar yönetim kadem esi, üçte birini aşm ayacak kadar da
’yönetici" bulunacaktır. Böyle bir kuruluş, yapısı ve yönetim sorunları
re ilgileri açısından, okul kitaplarım ızın hâlâ norm kabul ettiği 1950
iolaylarının tipik im alat şirketine pek benzem eyecektir. O nun yerine,
jugün ne fiilen çalışm akta olan yöneticilerin, ne de yönetim ve işlet­
mecilik öğrencilerinin fazla dikkate alm adıkları bazı kuruluşlara ben­
zemesi çok daha m uhtem eldir: H astanelere, üniversitelere, senfoni or­
kestralarına. Ç ünkü, ticarî kuruluşlar ve gittikçe artan bir oranda,
levlet kurum lan, bunlar gibi bilgiye-dayalı olacak ve çoğunlukla ken-
li perform anslarını, m eslektaşlanndan ve m üşterilerden aldıkları tep-
tilere göre yönlendiren ve düzene sokan uzm anlardan oluşacaklardır.
|snform asyona-dayalı kuruluşlar olacaklardır.

Büyük kuruluşların cnform asyona-dayalı hale gelm ek dışında, pek


)ir seçm e şansları yoktur. Bir kere, dem ografı böyle bir değişikliğe
Zorlamaktadır. İstihdam alanındaki ağırlık m erkezi, beden işçileri ve
iıasa başında kırtasiye işleriyle uğraşan kim selerden, ticaret dünyası-
ıın yüzyıl önce ordudan aldığı kum anda-ve-kontrol m odeline karşı di­
renen bilgi işçilerine doğru hızla kaym aktadır. Ekonom i bilim i de de­
ğişiklik olm asını, özellikle de büyük işletm elerin yenilikler yapm asını
ve girişim ci olm asını söylem ektedir. A m a bu değişm e için olan zorla­
ma. her şeyden çok enform asyon teknolojisinden gelm ektedir.

E nform asyona-dayalı kuruluş, ileri veri-işlem e teknolojisi olm adan


ia kurulabilir. G öreceğim iz gibi, İngilizler, "enform asyon teknoloji-

211
si"nin tüy kalem anlam ına geldiği, çıplak ay ak lı habercilerin "teleko­
m ünikasyon" olduğu bir zam anda H indistan'da tam böyle bir kuruluş
gerçekleştirm işlerdi. Aına[ ileri teknoloji g id erek yaygınlaştıkça, kuru­
luşlar analiz ve tam ile uğraşm ak zorun d ad ırlar -yani, enformasyonla.
Aksi halde ürettikleri verilerin altında ezilirler. Ş im diki halde bilgisa­
yar kullananların çoğu, yeni teknolojiyi daha önce hep yaptıkları şey­
leri daha hızlı olarak yapm ak am acıyla kullanm aktadırlar- bildiğimiz
işlemleri "çok sayıda çabuk çabuk yapm ak" için. A ncak bir kuruluş,
veriden enform asyona doğru ilk denem e adım larını atar atm az, karar
süreçleri, yönetim yapısı ve işlerini gördürm e biçim i kalıp değiştirm e­
ye başlar. Bu süreç bütün dünyada, özellikle d e, büyük uluslaraşırı şir­
ketlerde daha şim diden hızla sürm ektedir.

B ilgisayar teknolojisinin serm aye yatırım kararları üzerindeki etki­


sini düşünün. Ö nerilen bir serm aye yatırım ını an aliz etm enin tek bir
doğru yolu olm adığını çok zam andır biliyoruz. B öyle bir öneriyi anla­
mak için en az allı bilgiye ihtiyacım ız vardır: B eklenen kazancın ora­
nı; çıkan para ve yatırım ın beklenen verim lilik öm rü; yatırım ın verim­
lilik öm rü boyunca elde edilecek bütün kazançların indirim li değeri:
yatırım ın yapılm am ası ya da ertelenm esi d u ru m u n d a söz konusu olan
risk; başarısızlık durum unun m aliyeti ve riski; son olarak da alternatif
yatırım lardan gelecek kazanç olan fırsat m aliyeti. Bu kavram lar m uha­
sebe öğrenen herkese öğretilir. Am a, veri-işlcm e kapasitesinin ortaya
çıkm asından önce, gerekli olan analizlerin bitirilm esi, bir kişinin yıl­
lar boyu sürecek kırtasiye işi yapm asını gerektirirdi. Şim di ise, işlem
tablosu olan herkesin bu analizleri bir iki saat içinde yapm ası gerekir.
Böylcce enform asyonun elde hazır olm ası, serm aye yatırım ı analizini
görüşten tanıya, yani alternatif varsayım ların rasyonel bir biçim de tar­
tılm asına dönüştürür. Enform asyon, serm aye yatırım ı kararını, rakam ­
ların yönlendirdiği, fırsatçı m alî bir karardan, altern atif stratejik varsa­
yım lar ihtim aline dayalı bir iş kararına dönüştürür. Sonuç olarak,
karar, hem önceden bir iş stratejisi olduğunu varsayar, hem de bu stra­
tejiyi ve ona ilişkin varsayım ları zorlar. Bir zam anlar bir bütçe çalış­
ması olan şey, bir politika analizi haline gelir,

Bir kuruluş veri-işlcm e kapasitesini enform asyon üretm e üzerinde


yoğunlaştırdığı zam an, etkilenen ikinci alan, o kuruluşun yapısı olur.
göylc bir şeyin neredeyse hemen ardından, lıenı yönelim kademeleri
sayısının, hem de yönetici sayısının büyük çapta düşürülebileceği açı­
şa çıkar. A nlaşılır ki, pek çok yönetim kadem esi ne karar alm akta, ne
öncülük etm ektedir. H atta başlıca, belki de tek işlevleri, "aktarıcı" gö­
revi yapm alarıdır -geleneksel enform asyon-önccsi kuruluşlarda ileti­
şim diye geçen, belli bir hedefe yönelm em iş, zay ıf sinyaller için güç­
lendirici durum unda olan insanlardır bunlar. A m erika'nın en büyük
savunm a m üteahhitlerinden biri, üst düzey şirket ve işletm e yönetici­
lerinin işlerini yapm ak için ne tür bir enform asyona ihtiyaçları olduğu­
nu araştırınca, durum un böyle olduğunu gördü. Bu enform asyon nere­
den geliyordu? Şekli neydi? N asıl akıyordu? Soruların cevapları
Aranırken, pek çok yönetim kadem esinin -belki toplam on dörtten altı­
sı gibi yüksek bir oranın- sırf bu sorular daha önce sorulm adığı için
var olduğu ortaya çıktı. Şirketin elinde bol veri vardı; am a sahip oldu­
ğu büyük m iktarlardaki verileri enform asyondan çok kontrol için kul­
lanmıştı.

E nform asyon, bir önem i ve amacı olan veri dem ektir. O halde veri­
yi enform asyona dönüştürm ek için bilgi gerekir. Ve bilgi, doğası gere­
ği, uzm anlık içeren bir şeydir. (A slında gerçekten bilgili olan kim seler
fazla uzm anlaşm a eğilim indedirler, çünkü her zam an öğrenecek daha
pek çok şey vardır.j/E nform asyona-dayalı kuruluş, genelde alışık ol­
duğum uz kum anda-ve-kontrol yapısından çok d ah a fazla sayıda uz­
man gerektirir. D ahası, uzm anlar şirket m erkezinden çok, çeşitli işlet­
m elerd e çalışırlar. İşler durum daki kuruluş, her çeşit uzm anın görev
yaptığı bir kuruluş haline gelir. E nform asyona-dayalı kuruluşlarda,
hukukî danışm anlık, halkla ilişkiler, insan kaynakları ve işvercn-işçı
ilişkileri gibi m erkezî işletm eyle ilgili çalışm alara olan ihtiyaç her za­
manki kadar büyüktür. A ncak hizm et elem anları ihıiyacı-yani, işletm e
sorum lulukları taşım adan danışm anlık yapan, görüş bildiren, eşgüdüm
sağlayan insanlara olan ihtiyaç-çok önem li bir biçim de azalm akladır.
Enform asyona-dayalı kuruluşun, m erkezî yönetim i açısından pek az
İızm ana ihtiyacı vardır, belki de hiç yoktur.

D aha d üz bir yapıya sahip olduğu için, enform asyona-dayalı bü­


yük kuruluş, yüz elli yıl öncesinin kuruluşlarıyla, bugünkü büyük şir­
ketler ya da büyük bakanlıklardan daha yakın bir benzerlik göstere-

213
çektir. A ncak o zam anlar, bütün bilgi, olup olacağı kadarıyla, en üsı
kadem elerin elindeydi. B akanlıkta bir bakan vardı, bir de sekreteri. Ti­
carî bir kuruluşta, büyük bile olsa, bir iki ortak ve bölüm başkanı bulu­
nurdu. Geri kalanlar ise çoğunlukla aynı işi gören ve kendilerine ne
denirse onu yapan yardım cılar ve işçilerdi. E nform asyona-dayalı kuru­
luşta, bilgi, esas itibariyle altta, yani farklı işler yapan ve kendi kendi­
lerini yönelen uzm anların kafasında olacaktır. Bilginin, üst yönetim
ile işletm e görevleri yapan elem anların ortasında bir yere oldukça gü­
vensiz bir biçim de ilişm iş olan hizm et personelinde toplandığı bugü­
nün tipik kuruluşu ise, herhalde bir evre, enform asyonu aşağıdan al­
m ak yerine, bilgiyi üstten verm ek için yapılan bir girişim olarak
nitelendirilecektir.

Sonuç olarak, enform asyona-dayalı kuruluşla işin büyük bir bolü­


mü farklı biçim de yapılacaktır. G eleneksel bölüm lerin işlevi, standart­
ları korum ak, eğitim ve uzm anlara verilecek işler için bir m erkez oluş­
turm ak olacaktır. İşin kendisi ise, büyük ölçüde, özel görev
ekiplerince gerçekleştirilecektir. Bu değişiklik, eskiden ticarî bir ku­
ruluşun farklı alanları arasında en açık olarak belirlenen alanda daha
şim diden başlam ıştır: A raştırm a. İlaç sanayiinde, telekom ünikasyon­
da, kâğıt yapım ında, geleneksel araştırm a, geliştirm e, im alat ve pazar­
lam a düzeninin yerini senkroni alm aktadır: Bütün bu istihdam alanla­
rından gelen uzm anlar, araştırm anın ta başından, ürünün piyasa
içindeki yerine oturm asına kadar, bir ekip halinde çalışırlar. Ve aynı
şeyin, genel olarak, bilgiye dayalı işlerin yapılm asında da model oluş­
turması beklenebilir. Ü niversitede disiplinlerarası ekiplerin ortaya çık­
tığını şim diden görüyoruz. Ordu içinde bile, geleneksel değişm ez ku­
m anda yapısı, m uharebe koşulları altında m utlak bir zorunluluk
olm asına rağm en, özel görevler söz konusu olduğunda geçici özel gö­
rev kuvvetlerince desteklenm ektedir.

A ncak özel görev ekibinin tayini, niteliği ve liderlerine ilişkin ko­


nular, durum a göre, ayrı ayrı kararlaştırılm ak zorundadır. O halde ge­
liştirilecek olan kuruluş, çerçevesinin ötesine geçebilir ve ondan bir
hayli farklı olabilir. A ncak bir şey kesindir: E nform asyona dayalı ku­
ruluş öz-disiplin ile, ilişkiler ve iletişim konularında bireysel sorum lu­
luğa ağırlık verilm esini gerektirm ektedir.

214
Daha Önceki Bazı Ö rnekler

Y arına özgü enform asyona-dayalı kuruluş için bir örgütlenm e şe-


nıası çıkarm ak belki çok erken yapılm ış bir iş olabilir. A ncak hastane,
senfoni orkestrası ve İngilizlcrin H indistan'daki eski yönetim leri gibi,
enform asyona-dayalı başka kuruluş örneklerinde birtakım ipuçları var­
dır.

Y aklaşık dört yüz yataklı orta boy bir A m erikan hastanesinde, has­
ta bakan birkaç yüz hekim le, yaklaşık altm ış tıp ve yardım cı tıp hiz­
metleri birim lerine dağılm ış 1200-1500 yardım cı tıp hizm etleri uzm a­
nı bulunur. H er özel birim in kendine özgü bilgisi, kendine özgü
eğilim i, kendine özgü dili vardır. H er birim de, özellikle de klinik labo-
ratuvarı ve fizyoterapi gibi yardım cı tıp hizm etleri birim lerinde başta­
ki kim se, tam gün çalışan bir yönetici yerine, fiilen çalışan bir uzm an­
dır. H er birim in başı, doğrudan üst yönelim e karşı sorum ludur ve orta
kadem e yönetici pek yoktur. İşin büyük bölüm ü, hastalara ayrı ayrı
[konan tanıların ve hasta durum larının gerektirdiğine göre, geçici ekip­
lerce yapılm aktadır.

B üyük bir senfoni orkestrası daha da öğretici bir örnektir. Bazı •


çağdaş senfoni konserlerinde yüzlerce m üzisyen hep birlikle sahne
iızerindedir ve hep birlikte çalarlar. Ö rgütlenm e kuram ına göre, sahne
üzerinde birkaç "grup başkan yardım cısı ş e f ile, belki yarım düzine
"bölüm başkan yardım cısı ş e f ' olm alıdır. O ysa tek bir şef vardır -ve
her biri üstün nitelikli birer uzm an olan m üzisyenlerin hepsi de, aracı
olm adan, doğrudan bu kişiye bakarak çalarlar.

E nform asyona-dayalı olan ve orta kadem e yöneticileri bulunm a­


yan büyük ve başarılı bir kuruluşun en iyi örneği, belki de İngilizler
/tarafından yönetilen H int Bürokrasisi idi. îngilizler H indistan allkıtası-
nı, örgütlenm e yapısı ve yönetim politikasında tem el bir değişiklik
yapm adan, iki yüzyıl boyunca, on sekizinci yüzyılın ortalarından baş­
layarak İkinci D ünya Savaşının sonuna kadar yönettiler. H int B ürok­
rasisinin kocam an ve nüfus yoğunluğu fazla olan bu altkılayı yö n ete­
cek m ensupları, hiçbir zam an binin üzerinde değildi -bu sayı
I H indistan'dan çok da kalabalık olm ayan Çin'i yönetm ek için görevlen-

215
dirilen çok sayıda K onfüçyüsçü m andarin ve saray harem ağaları ya.
nında ufacık (cn fazla yüzd e 1 oranında) kalıyordu (b ağ ım sız Hindis-
lan'da şim di görev yapan 22 m ilyon devlet m em u ru n u n yan ın d a dalu
da ufak kalm aktadır). İngilizlcrin çoğu o ld u k ça gençli; özellikle ili;
yıllarda, otuz yaşındaki bir İngiliz çok d ay an ık lı çık m ış dem ekti. Bun­
ların çoğu en yakınındaki yurttaşının bir iki g ü n lü k y o ld a olduğu, çev­
reden soyutlanm ış ileri karakollarda y alnız y aşarlard ı. V e ilk yüz yıl
boyunca ne te lg raf vardı, ne dem iryolu.

Ö rgütlenm e yapısı düm düzdü. H er bölge görevlisi doğrudan "Baş


İşletm e G örevlisi"ne, yani eyaletin S iyasî İşler S o rum lusuna karşı so­
rum lu durum daydı. D okuz eyalet olduğu için de, her S iy asî İşler So­
rum lusuna karşı doğrudan sorum lu olan y aklaşık yü z kişi vardı; yetki
çevresi doktrininin izin verdiği sayıyı kal kat aşıyordu bu. A ncak sis­
tem uzun süre hayli başarılı oldu; bunun da b aşlıca nedeni, sistemin,
her m ensubun işini gö rebilm ek için kendisine gerekli olan enform as­
yona sahip olm asını sağlayacak biçim de tasarlanm ış olm asıydı. Bölge
görevlisi her ay bütün bir gününü eyalet başkentindeki S iy asî İşler So­
rum lusuna yollayacağı kapsam lı bir raporu yazm aya ayırıyordu. Rapo­
runda ana görevleri üzerinde dururdu -b u n lar dört taneydi ve hepsi de
açıkça tanım lanm ıştı: Y erli halkın ırk ve din çatışm aların d a birbirleri­
ni öldürm elerini önlem ek; haydutluk olay ların a izin verm em ek; adale­
ti tarafsız ve dürüstçe dağıtm ak; vergi değerlendirm esi yapm ak ve ver­
gi toplam ak. B ölge görevlisi raporunda bunlardan her birini ele alarak
neler olm asını beklediğini, fiilen neler olduğunu ve bekledikleri ile
olanlar arasında bir tutarsızlık varsa, bu farkın nereden kaynaklandığı­
nı ayrıntılarıyla bildirirdi. D aha sonra da her kilit görev için bir sonra­
ki ayda nelerin olm asını beklediğini ve kendisinin neler yapacağını
yazar, güdülecek politikaya ilişkin sorular sorar, uzun vadeli fırsatlar,
tehditler ve ihtiyaçlar üzerinde yorum lar yapardı. B una karşılık Siyasî
İşler Sorum lusu da kapsam lı yorum lar yaparak cevap verir ve bu ra­
porlardan her birini "tutanağa geçirirdi."

Gerekli Olan Şeyler Nelerdir?

Bu örnekleri teme) alırsak, enform asyona-dayalı kuruluşun gerek­


leri konusunda neler söyleyebiliriz? Ve böyle bir kuruluşun yönetim
sorunları neler olabilir?

216
B irkaç y ü z m üzisyen ve şefleri birlikle çalab ilm ek led irler, çünkü
hepsinin elin d e aynı partisyon vardır. Bu partisyon flütçüye, tim panis-
ie ve şefe neyin çalınacağım , kim in taralından çalınacağın ı ve ne za­
man çalın acağını bildirir. H astanedeki uzm anların hepsi de aynı m is­
yonu p ay laşırlar: H asta olanların bakım ı ve iyileştirilm esi. Tanı,
önların "p arlisyon"udur; röntgen laboraluvarına, d iyet uzm anına, fiz­
yoterapiste ve hastane ekibinin diğ er üyelerine y ap acakları özel çalış­
maları b ildirir. Bir başka deyişle, en form asyona-dayalı kuruluşlar, be­
lirli birtakım çalışm alara dönüşen, açık, yalın, ortak hedefler
gerektirir. E n form asyona-dayalı kuruluşlar, aynı zam anda, örneklerin
de işaret ettiği gibi, tek bir h ed e f ya da en fazla birkaç hed ef üzerinde
yoğunlaşm ak durum undadırlar.

E n fo rm asyona-dayalı bir kuruluştaki "çalgıcılar" uzm an kim seler


oldukları için, kendilerine işlerini nasıl yapm aları gerektiği söylene­
mez. B ir F ran sız k o m ocusuna, kornosunu nasıl çalm ası gerektiğini
gösterm ek şöyle dursun, ona tatlı dille tek bir nota bile çaldırabilccek
orkestra şefi herhalde pek azdır. A m a şef, kornocunun beceri ve bilgi­
sini o rkestranın ortak perform ansı üzerinde nasıl odaklaştıracağını bi­
lir. B u, en form asyona-dayalı bir kuruluşun lideri için de geçerli bir
m odeldir. A ncak ne ticarî işletm elerin ne devlet kum ulların ın elinde,
bakıp d a ona göre çalacakları bir "partisyon" yoktur. Partisyon çalm a
işi sürerken yazılm aktadır. Bir senfoninin büyük bir ustalıkla ya d a
Çok kötü bir biçim de çalınm ası, bestecinin yazm ış olduğu m üziği d e­
ğiştirecek değildir. A m a bir ticarî kuruluşun, devlet kuruntunun ya da
silahlı kuvvetlerin gösterdikleri perform ans, sürekli olarak yeni ve
farklı partisyonlar yaratm akta ve perform ansları bunlara bakılarak d e­
ğerlendirilm ektedir. O halde enform asyona-dayalı bir kuruluş, yöneti­
m in, teşebbüs için ve her ayrı bölüm ve uzm an için olan perform ans
beklentilerini açıkça belirten am açlar etrafında yapılanm alıdır. S onuç­
ları ve beklentileri birbiıiyle karşılaştıran tepki ve görüşler etrafında
örgütlenm elidir ki, her üye öz-denetim ini yapabilsin.

E nform asyona-dayalı kuruluşun gerektirdiği bir başka nokta da.


herkesin enform asyon konusunda sorum luluk alm asıdır. Bir orkestra­
daki fagot sanatçısı her nota çalışında aynı şeyi yapm aktadır. D oktor­
lar ve yardım cı tıp hizm etleri uzm anları m erkezi hastanın bulunduğu

217
kattaki hem şire odasında bulunan incelikli bir rapor sistem ine bağlı
olarak çalışırlar. H indistan'daki bölge görevlisi, raporları h er dosyala-
yışında, bu sorum luluğun gereğini yerine getirm iş oluyordu. Böyle bir
sistem in anahtarı herkesin şu soruları sorm asıdır: Bu kuruluş içinde
kimin, ne tür bir enform asyon için bana ihtiyacı var? B una karşılık be­
nim ihtiyacım olan kişiler kim lerdir? Bu adların sıralandığı listede in­
sanın üstleri ve astları bulunacaktır. A ncak en önem li adlar, meslektaş­
ların adları, insanın kendileriyle kurduğu asıl ilişkinin eşgüdüm
olduğu kim selerin adları olacaktır. İç hastalıkları uzm anı, cerrah vc
anestezi uzm anı arasındaki ilişki bunun bir örneğidir. A ncak bir ilaç
şirketindeki biyokim yacı, farm akolog, klinik testlerden sorum lu tıbbî
direktör ve pazarlam a uzm anı arasındaki ilişki de farklı değildir. Bu
ilişki de, her kişinin enform asyon sorum luluğunu en kapsam lı biçimde
üstlenm esini gerektirir.

B aşkalarına karşı enform asyon sorum luluğunun ne olduğu giderek


daha iyi anlaşılm aktadır. Özellikle de orta boy şirketlerde. A m a insa­
nın kendi kendisine olan enform asyon sorum luluğu hâlâ çoğunlukla
ihmal edilm ektedir. Enform asyona-dayalı bir kuruluşta çalışan herkes,
işini yapabilm ek vc bir katkıda bulunabilm ek için ne tü r bir enform as­
yona gerek duyduğu üzerinde sürekli düşünm elidir. Bu, bilgisayarın
en yoğun olarak kullanıldığı ticarî kuruluşların işleyiş biçim inden bile
en radikal uzaklaşm a olabilir. Buralardaki insanlar ya ne kadar çok.ve­
ri elde ederlerse, o kadar çok enform asyona sahip olduklarını varsay-
m aktadırlar-ki bu, verilerin kıt olduğu geçm iş d ö n em ler için tamamen
geçerli bir varsayım dı; oysa, eldeki veriler artık bol olduğu için sonuç
aşırı veri yükü vc enform asyonda tıkanm adır. Y a da enform asyon uz­
m anları, yöneticiler ve profesyonellerin, enform asyon elde etm ek için
ne tür verilere ihtiyaçları olduğunu bilirler diye düşünm ektedirler. Oy­
sa enform asyon uzm anları alet im alatçılarıdır. B ize, bir iskem leyi dö­
şem eyle kaplarken çivileri çakm ak için hangi aleti kullanacağım ızı
söyleyebilirler; am a iskem leyi döşem eyle kaplayıp kaplam am a kararı­
nı bizim verm em iz gerekir.

O halde yöneticiler vc profesyonel uzm anlar, kendileri için enfor­


m asyonun ne anlam a geldiği konusunda, yani ne tür verilere ihtiyaç
duydukları üzerinde, durup düşünm ek zorundadırlar: Ö nce ne yaptık-

218
arını bilm eli; sonra, ne yapm aları gerektiği konusunda karar verehile-
ck durum da olm alı; son olarak da, ne ölçüde başarılı olduklarını de-
jisrlendirmelidirler. Bu oluncaya kadar, şim dilik gözde olan Yönetim
Enformasyon Sistem leri B ölüm leri, sonuç verecek m erkezler haline
jelehilecekken, para yiyen m erkezler olarak kalabilirler.

O halde devlet burum larının, ticarî kuruluşların, işçi sendikaları-


un. ordunun -halta büyük okul bölgeleri ile büyük K atolik Kilisesi
[gölgelerinin- eski alışkanlıklarını terk edip yeni alışkanlıklar edinm e­
leri gerekecektir. B ir kuruluş ne kadar başarılı olm uşsa, bu sürecin de
a kadar zor ve sancılı olm ası m üm kündür. Süreç, çok sayıda kimsenin
işini, statüsünü ve sahip olduğu im kanları, özellikle de orta yönetim
^dem elerinde uzun yıllar hizm et verm iş, yerlerini değiştirm eye en az
iğilimli ve işleri, konum ları, ilişkileri ve davranışları açısından en
kurmuş durum daki orta yaşlı kim seleri tehdit etm ektedir.

Sorunlar

E nform asyona-dayalı kuruluş ortaya yeni yönetim sorunları çıkar­


makladır. Ö zellikle kritik nitelikli gördüğüm konular şunlardır:

• U zm anların ödüllendirilm eleri, takdir edilm eleri ve m esleklerin­


de ilerlem e im kanı bulm aları için yollar geliştirm ek;

• U zm anların ağırlıkta olduğu bir kuruluşta geleceğe yönelik gö-


tüş ve düşüncelerde birlik yaratm ak;

• Özel görev ekiplerinin ağırlıkta olduğu bir kuruluş için uygun


[önelim yapısı tasarlam ak;

• Üst yönetim görevlilerinin bulunm asını, hazırlanm asını ve şi­


fammışım sağlam ak.

Fagot sanatçıları genellikle fagot sanatçısı olm aktan başka bir şey
»İmayı ne isterler, ne de beklerler. M esleklerinde ilerlem e im kanları,
kinci fagottan birinci fagota geçm ek, belki de ikinci sınıf bir orkestra­
dan daha iyi çalan ve daha büyük saygınlığı olan bir başka orkestraya
R am aktır. A ynı şekilde, tıp leknologları da tıp tekııologlan olm aktan

219
başka bir şeyi ne beklerler, ne isterler. O nların ilerlem e im kanları da.
oldukça büyük bir olasılıkla, baş teknisyenliğe yükselm ek, az bir ola­
sılıkla da, laboratuvar direktörü olm aktır. L aboratuvar direktörlüğüne
yükselm eyi başarabilenler -yaklaşık her yirm i beş y a d a o tu z teknis­
yenden biri- için daha büyük, daha zengin bir hastaneye geçm e imkanı
da vardır. H indistan bölge görevlisi ise, üç yıllık çalışm a süresini ta­
m am ladıktan sonra başka bir bölgeye nakledilm ekten b aşka hemen
hiçbir im kana sahip değildi. Enform asyona-dayalı bir kuruluştaki uz-
m antarın sahip olduğu im kanlar, H indistan B ürokrasisi içindeki im­
kanlar bir yana, bir orkestra ya da hastanenin im kanlarından da bol ol­
m alıdır. A ncak, bu kuruluşlarda olduğu gibi, bunlar esas itibariyle,
çalıştıkları özel birim içinde ilerlem e im kanları olacak ve bu bile sınır­
lı bir ilerlem e olarak kalacaktır. Y önetim kadem elerine yükselm ek ku­
raldışı bir durum olacaktır, çünkü geçebilecekleri o rta yönetim kade­
m eleri çok daha azalm ıştır. Bu yeni gerçeklik, geleneksel kuruluşlarda
görülen durum la tam bir karşıtlık içindedir; geleneksel kuruluşlarda,
araştırm a laboratuvarı dışında, ilerlem enin ana çizgisi, özel birimden
çıkıp genel yönetim kadem eleri arasına katılm ak olm uştur.

O tuz yılı aşkın bir süre önce, (A m erikan) G eneral E lectric Şirketi,
bu soruna "profesyonel katkısı olan kişiler" için "paralel im kanlar" ya­
ratarak çözüm buldu. P ek çok şirket de bu örneği izlem iştir. Ancak
profesyonel uzm anlar çoğunlukla bunu bir çözüm yolu olarak görmeyi
reddetm işlerdir. B u kişiler -ve yönetim içindeki m eslektaşları- genel­
likle, yönetim kadem elerine yükselm eyi anlam lı olan tek im kan dive
görürler. Büyük kuruluşların hem en hepsinde yaygın olan tazminat
düzeni de bu yaklaşım ı pekiştirm ektedir. Bu düzen, ağırlıklı bir biçim­
de yönetim içindeki konum lar ve Unvanlardan yana işler -değil ticarî
kuruluşlar, devlet kurum lan ya da askerî kuvvetlerde, K atolik Kilisesi
bölgelerinde bile böyledir. Bu açm aza çözüm bulunm ası kolay değil­
dir. B üyük avukatlık firm aları ve danışm anlık firm alarındaki duruma
bakm ak biraz yardım cı olabilir; bu firm alarda en kıdem li ortak bile bir
uzm andır ve ortak durum una gelem eyecek iş arkadaşları oldukça er­
ken bir dönem de "başka işe yerleştirilir." S onuçta geliştirilecek sistem
nasıl bir şey olursa olsun, işlem esi ancak büyük kuruluşlardaki tazmi­
nat düzenlerinde ciddî değişiklikler yapılm asıyla m üm kün olacaktır.

220
Y önetim in karşısına dikilen ikinci zorlayıcı konu da uzm anların
ağırlıkta olduğu bir kuruluşa ileriye dönük ortak bir görüş, bütünü gö­
rebilm e yeteneğinin kazandırılm asıdır. H int Bürokrasisi içinde, bölge
görevlisinin kendi bölgesinin "bütünü"nü görm esi beklenirdi. G örevli­
nin dikkatini "büyük tablo" üzerinde yoğunlaştırabilm esi için de, on
dokuzuncu yüzyılda birbiri ardınca ortaya çıkan devlet hizm etleri (or­
m ancılık, sulam a, arkeolojik araştırm alar, halk sağlığı ve halk sağlığı­
nı korum a, yollar) yönelim yapısının dışında örgütlendirildi ve bölge
görevlisinin bunlarla hem en hiçbir tem ası olm adı. A ncak, bu, çoğu
kez, bölge görevlisini kendi bölgesi üzerinde en etkili -ve bölgesi için
en önem li- olan etkinliklerden giderek soyutladı. Sonunda, yalnızca
eyalet yönetim i, ya da D elhi'deki m erkezî yönetim ”bütüıı"ü görebilir
hale geldi ve bu bile giderek daha soyut bir nitelik aldı.

T icarî bir kuruluş, bir devlet kurum u, bir hastane böyle işleyem ez.
B uralarda bütünü görebilm e ve dikkati bütün üzerinde odaklaştırabil-
me yeteneğinin çok sayıda profesyonel uzm anca ve hele kıdem li uz-
taanlarca, m utlaka paylaşılm ası gerekir. A ncak böyle bir kuruluş, ça­
lıştırdığı uzm anların gurur ve profesyonellik duygularım da kabul
[etmek, hatta bunları beslem ek durum unda kalacaktır -bunu yapm a ne­
deni gurur ve profesyonelliğin, zorunlu olarak, orta yönetim kadroları­
na geçm e imkanı bulunm ayan bu insanlara m otivasyon sağlam ası olsa
bile. Bütünü görm e yeteneğini sağlam anın bir yolu, tabiî ki, farklı iş­
levleri bir araya getiren özel görev ekipleri ile çalışm aktır. Enform as-
yona-dayalı kuruluş, kendi kendini yöneten birim leri sayıca artırarak
ve boyutlarını küçülterek kullanacak ve onlara, eski bir deyişle, "bir
^adamın başa çıkabileceği kadar" düzgün görevler verecektir. A ncak,
enform asyona-dayalı kuruluşlar, işlerini iyi yapan uzm anları ne ölçü­
de kendi özel alanlarından alıp yeni alanlarda çalıştırm alıdır? Ve üst
yönetim kadem eleri profesyonel uzm anlık sınırlarını aşan ortak bir gö­
rüş sağlam ayı ve bunu korum ayı ne ölçüde önem li bir öncelik olarak
kabul etm ek durum unda kalacaktır?

Ö zel görev ekiplerine fazlaca yaslanm ak, bir sorunu hafifletm ekte­
dir. A m a b ir başka sorunu da ağırlaştırır: E nform asyona-dayalı kurulu­
şun yönetim yapısı. Y öneticiler kim ler olacaktır? Özel görev ekipleri­
nin liderleri m i? Y oksa iki başlı bir ucube mi çıkacaktır ortaya - belki
hastanelerde hasla bakan doktorların çalışm a biçim leriyle ktyaslayabi-

221
leceğiıniz. uzm anlardan oluşan bir yapı; b ir d e özel g ö rev liderlerinin
oluşturduğu bir yönelim yapısı mı olacak tır? Ö zel g örev ekiplerinin li­
derlerinin rolü ve işlevi konusunda verm ek zo ru n d a o ld u ğ u m u z karar­
lar, riskli ve çekişm eye açık kararlardır. Bu kim selerin atandığı görev­
ler. hastanelerdeki yönetici hem şirenin yaptığı işe b enzer, sürekli
görevler m idir? Y oksa, görevin, görev d eğişince o n un la birlikte deği­
şen bir işlevi m idir? A tanılan bir görev m idir, y o k sa b ir konum mu?
M eslekî açıdan bir aşam a özelliği taşır nıı? E ğ er taşıy o rsa, özel görev
ekiplerinin liderleri zam an içinde tipik bir bü y ü k tüketici m alları şir­
ketinde ya da reklam ajansında üründen so ru m lu y ö n eticiler gibi bir
şey mi olacaklardır? Y ani yönetim in tem el birim leri ve kuruluşun sa­
ha görevlileri m i? Ö zel görev ekiplerinin liderleri, so n u n d a bölüm haş-
kanları ve başkan yardım cılarının yerini alab ilirler m i?

D aha şim diden, bu gelişm elerin her birinin gerçekleşebileceği yo­


lunda belirtiler vardır. A ncak açıkça belirm iş b ir eğilim de yoktur, bu
gelişm elerden her birinin neler getirebileceği de fazla an laşılm ış değil­
dir. Şurası kesindir ki, bunlardan her biri aşin a o ld u ğ u m u z bütün ör­
gütlenm e yapılarından farklı nitelikte olan b ir yap ıy a yol açacaktır.

Üst Düzey Yöneticiler Nereden Bulunacak?

En çetin sorun, üst düzey yöneticilerin b ulunm ası, hazırlanm ası ve


sınanm ası olacaktır. T abiî, eski ve tem el açm azlardan biridir bu; aynı
zam anda da m erkeziyetçilikten uzaklaşm a esasının son kırk yıl içinde
büyük ticarî işletm elerde genel kabul görm esinin de ana nedenidir.
M evcut kuruluşların orta yönetim kadem elerinde kişiyi hazırlayacak
ve sınayacak nitelikte pek çok görev vardır. B unun b ir sonucu olarak
da, yönetim in daha üst kadem esindeki bir açığı kapam ak üzere arala­
rında seçim yapabilecek insanların sayısı, genellikle yüksektir. Orta
yönetim konum larında büyük bir azalm a olursa, enlöm ıasyona-dayalı
kuruluşun üst düzey yöneticileri nereden bulunacaktır? N asıl hazırla­
nacaklardır? N asıl sınanm ış olacaklardır?

M erkeziyetçilikten uzaklaşıp özerk birim lere geçm e uygulaması,


kuşkusuz, bugün olduğundan daha da büyük bir önem taşıyacaktır-
Büyük işletm eler. A lm anların G n tp p e'sini taklit edebilir; burada, mer-

222
keziyctçi olm ayan b irim ler, kendi üst düzey yöneticileri olaıı ayrı şir­
ketler halinde kurulm uşlardır. A lm anlar bu m odeli, insanları kendi u z­
m anlık alan ların d a yü k seltm e geleneklerinden dolayı k u llan m ak tad ır­
lar: Ö zellikle de araştırm a ve m ühendislik alanlarınd a. İnsanları
neredeyse b ağım sız nitelikli olan yan kuruluşların ku m an d a konum la­
rına g etirm eseler, en ço k gelecek vaat eden p rofesyonelleri yetiştirm e
ve sın am a im kanları da pek olm az. O halde, bu yan kuruluşlar, biraz.
A m erikan birinci basketbol liginde y er alan bir klübün anlaşm a yapa­
rak antrenm an için oynadığı, oyuncuları deneyim siz, küçük takım lara
benzem ektedir.

B üyük şirketlerdeki üst yönetim görevlerinin, gittikçe d ah a büyük


bir oranda, küçük şirketlerden getirilip çalıştırılan kim selerce doldu­
rulduğunu da görebiliriz. B üyük ork estralar şeflerini bu yo lla bulm ak­
tadırlar : G enç şefler şöhreti küçük bir orkestra ya da operada y akala­
m akta. ardından d a daha büyük bir orkestra onları alı verm ektedir.
B üyük b ir hastanedeki şeflerin m eslek geçm işleri de çoğu kez buna
benzer.

İş dünyası da, üst düzey yöneticiliğin ayrı bir m eslek dalı haline
geldiği orkestra ve hastane örneğini izleyebilir m i? O rkestra şefleri ve
hastane yöneticileri, o rkestra şefliği ve hastane yöneticiliği eğitim i ve­
ren oku llardan gelm edir. F ransa'daki büyük şirketleri, çoğu kez, daha
ön cek i m eslek yaşam larını tüm üyle devlet hizm etinde geçirm iş olan
k im seler yönetm ektedir. A ncak bu, pek çok ülkedeki kuruluşlar için
kabul ed ilem ez bir şey olur (grandes t!coles'ü n gizem i bir tek Fransa
için geçerlidir). V e F ransa’da bile, ticarî işletm elerde, özellikle de bü­
y ü k ticarî işletm elerde, işler öylesine çetinleşm ektedir ki, bunların şir­
ket içinde doğrudan deneyim ve başarı kazanm am ış kim selerce yöne­
tilm esi m üm kün olm ayabilir. B öylece üst düzey yöneticileri seçm e
süreci -hazırlık, sınanm a, başkasının yerine geçm e- bir bütün olarak
şim dikinden de daha sorunlu hale gelecektir. Bu, enform asyona-dayalı
k uruluşa geçerken önüm üzdeki en çetin sorun olabilir.

223
15

YÖNETİM İN SOSYAL İŞLEV VE


BEŞERÎ BİLİM NİTELİĞİ

Karl M arx 1850'li y ıllard a D as K apital üzerinde çallışm aya başlar­


ken yönetim olgusu bilinm eyen bir şeydi. Y öneticiler tarafın d an işleti­
len ticarî teşebbüsler de öyle. Ç evredeki en büyük im alat şirketi,
M anchcster'da, üç yüzün altın d a işçi çalıştıran ve M arx.'m dostu ve ça­
lışma arkadaşı F riedrich E ngels'e ait olan bir pam uklu bez fabrikasıy­
dı. Ve E ngels'in -o günün en kârlı teşebbüslerinden b iri olan- fabrika­
sında "yöneticiler" yoktu; yalnızca, kendileri de işçi odan ve b ir avuç
falışm a arkadaşı "proleter" arasında disiplin sağlayanı "sorum lu grup
jiderleri" vardır.

İnsanlık tarihinde herhangi bir kurum un, y ö n etim olgusu kadar


u zla ortaya çıktığı, ve onun kadar hızla büyük bir etk i yarattığı az g ö ­
mülmüştür. Y önetim yüz elli yıldan az bir süre içinde d ünyad ak i g eliş­
miş ülkelerin sosyal ve ekonom ik dokusunu değişim® uğrattı. G lobal
)ir ekonom i yarattı ve bu ekonom iye birbirlerinin eşiti olarak katıla-
:ak ülkeler için yeni kurallar getirdi. V e kendisi de değişim e uğradı.
Yönetimin yarattığı m uazzam etkinin farkında olan pek az yönetici
/ardır. H atta pek çoğu M olierc’in K ibarlık B udalası'n d a nesir dille ko-
ıuştuğunu bilm eyen oyun kişisi M. Jourdain gibidirler. Y önetim esas-
arım uyguladıklarını -ya da Ijötü uyguladıklarını- za r zo r fark etm ek-
edirlcr. B unun bir sonucu olarak da bugün karşılarına dikilen çok
>üyük zorluklara hazırlıklı değildirler. Y öneticilerin karşı karşıya ol-
lukları sorunlar teknoloji ya da politika yüzünden değildir; bu sorun-
ar yönetim in ve teşebbüsün dışından kaynaklanm az. Y önetim olgusu-
lun kendi başarısından kaynaklanır.

225
Y önetim in temel görevi, kuşkusuz, gene aynıdır: İnsanları, ortak
am açlar, ortak değerler, doğru bir yapı ve perform ans gösterebilmeleri
ve değişm elere karşılık verebilm eleri için ihtiyaçları olan eğitim vc
geliştirm e yoluyla birlikte perform ansa yeterli hale getirm ek. Ancak
bu görevin taşıdığı anlam ın kendisi de değişm iştir; sırf, yönetim esas­
larının uygulanm ası, büyük ölçüde niteliksiz işçilerden oluşan bir iş-
gücünü, iyi eğitim li bilgi işçilerinden oluşan bir işgücüne dönüştürdü­
ğü için olsa bile.

Yönelimin Kökenleri ve Gelişimi

Seksen yıl öncesi. Birinci D ünya Savaşının eşiğine gelindiği sıra­


da, birkaç düşünür tam yönetim olgusunun farkına varm aya başlıyor­
lardı. A ina en ileri ülkelerde bile bu alanla ilgilenen hem en hiç kimse
yoktu. Şim di ise, işgücü içindeki tek başına en büyük grup, toplam iş­
gücünün üçte birinden fazlasını oluşturan bir grup, A .B .D . N üfus Dai­
resince "yöneticilikle ilgili ve profesyonel" olarak adlandırılm aktadır.
Y önetim olgusu, bu değişim i m eydana getiren başlıca neden olmuştur
İnsanlık tarihinde neden ilk kez çok sayıda bilgili, nitelikli insanı ve­
rim li işlerde istihdam edebildiğim izi de yönelim olgusuyla açıklayabi­
liriz. Daha önce h içbir toplum böyle b ir şey yapam adı. H atla, daha ön­
ceki hiçbir toplum bu tür üç beş insandan fazlasına destek veremedi.
O ldukça yakın zam anlara kadar, farklı alanlarda becerileri ve bilgileri
olan kim seleri ortak am açlara ulaşm ak üzere bir araya getirm enin yo­
lunu hiç kim se bilm iyordu. On sekizinci yüzyılda Batılı aydınlar Çin'e
im renerek bakarlardı. Ç ünkü bu ülke, eğilim görm üş insanlara bütün
A vrupa'nın sağlayabileceğinden daha fazla iş im kanı sağlayabiliyordu
-yaklaşık yılda yirm i bin kişiye. Bugün ise, nüfusu aşağı yukarı Çin'in
o günkü nüfusuyla aynı olan A m erika Birleşik D evletlerinde, yılda
yaklaşık bir m ilyon öğrenci üniversiteden m ezun olm akta ve bunların
hem en hiçbiri yüksek kazançlı işler bulm ak konusunda en ufak bir
zorlukla karşılaşm am aktadır. Y önetim olgusu, bize onları istihdam el­
ine imkanı verm ektedir.

Bilgi, özellikle de ileri düzeyde bilgi, her zam an uzm anlaşm ış bil­
gidir. T ek başına hiçbir şey üretem ez. A m a m odem b ir ticarî kuruluş,
en büyük kuruluşlardan biri olm asa bile, sayıları altm ışa varan farklı

226
bilgi alanını tem sil eden yüksek bilgi düzeyli on bin kadar insanı çalış­
tırabilir. Çok çeşitli dallardan m ühendisler, tasarım cılar, pazarlam a uz­
manları, iktisatçılar, istatistikçiler, psikologlar, planlam acılar, m uhase­
beciler, insan kaynağı konusunda çalışanlar -hepsi de ortak bir
girişim de birlikte çalışm aktadırlar. Y önetim esaslarına göre yürüyen
bir ticarî teşebbüs olm adan, hiçbiri etkili olacak durum da değildir.

Son yüzyıl içinde eğitim alanında m eydana gelen patlam anın mı,
yoksa bu y olla gelen bilgiyi verim li kullanım a sokan yönelim olgusu­
nun mu daha önce ortaya çıktığını sorm anın bir anlamı yoktur. M o­
dern yönelim ve modern ticarî teşebbüs, gelişm iş ülkelerin inşa ettik­
leri bilgi tabanı olm asa, varlık bulam azlardı. A m a aynı şekilde, bütün
bu bilgiyi ve bunca bilgili insanı etkili kılan da yönetim , yalnızca yö­
netim dir. Y önetim olgusunun ortaya çıkışı, bilgiyi sosyal bir süs ve
lüks olm aktan çıkararak herhangi bir ekonom inin gerçek serm ayesi
haline getirm iştir.

B üyük ticarî teşebbüslerin ilk kez şekillenm eye başladıkları 1870


yılında, iş dünyasında bu gelişm eyi önceden tahm in edebilecek öncü­
lerin sayısı fazla değildi. N edeni ise, bu kişilerin ileri görüşten yoksun
olm alarından çok, daha önce böyle bir örnek bulunm ayışıydı. O sıra­
larda, sürekliliği olan tek büyük kuruluş orduydu. Bu yüzden kıtalar
aşan dem iryollarını inşa eden, çelik fabrikalarını, m odern bankaları ve
her şeyin satıldığı büyük m ağazaları kuran kim selerin ordudaki ku-
m anda-vc-kontrol düzenini kendilerine m odel olarak alm aları şaşırtıcı
bir şey değildi. Ü stte em ir veren çok az sayıda kim se, altta ise onlara
itaat eden pek çok kişinin bulunduğu kum anda m odeli, aşağı yukarı
yüz yıl boyunca iş dünyasında norm olarak kaldı. A ncak hiçbir zam an
bu kadar uzun öm ürlü olm asının düşündürebileceği ölçüde statik d e­
ğildir. T ersine, uzm anlaşm ış her çeşit bilgi ticarî teşebbüse doğru aktı­
ğı için, bu m odel de neredeyse hem en değişm eye başladı. îm alat sana­
yii alanında üniversitede yetişm iş ilk m ühendisi 1867 yılında
A lm anya'daki Siem ens işe aldı -m ühendisin adı Friedrich von Hefner-
A ltcneck'di. Bu kişi beş yıl içinde bir araştırm a bölüm ü kurdu. Bunu
başka uzm anlık bölüm leri izledi. Birinci D ünya Savaşı dönem ine ge­
lindiğinde, im alattaki standart işlevler geliştirilm iş durum daydı: A raş­
tırm a ve m ühendislik, imalat, satış, fınans ve m uhasebe, kısa bir süre
sonra da insan kaynakları (ya da personel).

227
G ene bu sıralarda ve yönetim esaslarının uygulanm ası sonucu
m eydana gelen b ir başka gelişim vardı ki, ticarî teşebbüsler - ve genel
anlam da dünya ekonom isi- üzerindeki etkileri açısından daha da
önem liydi. Bu gelişm e, yönetim in eğitim biçim inde beden işçilerine
uygulanm asıydı. Savaş zam anında zorunluluk sonucu ortaya çıkan işçi
eğitim i, son kırk yılda dünya ekonom isinde m eydana gelen değişimi
iteklem iştir; çünkü ücretlerin düşük olduğu ülkelere, geleneksel eko­
nomi kuram ında h iç b ir zam an yapılam ayacağı söylenen bir şey yapma
im kanını verm ektedir: N eredeyse bir gecede -ücretler gene düşük kal­
m asına rağm en- y eterli yarışm acılar haline gelebilm ek.

A dam Sm ith, bir ülke ya da bölgenin bir işgücü geleneği ile, ister
pam uklu dokum a, ister keman söz konusu olsun, belli bir ürünü üret­
m ek ve pazarlam ak için gerekli olan beden işçiliği ve yöneticilik bece­
rileri konusunda ustalık geliştirm esinin birkaç yüzyıl alacağını bildiri­
yordu. O ysa B irinci D ünya Savaşı sırasında, sanayi dönem i öncesine
ait çok sayıda niteliksiz insanı neredeyse hiç zam an kaybetm eden üret­
ken işçiler haline getirm e gereği doğdu. A m erika Birleşik Devletleri
ve B irleşik K rallık bu konuda gerekli olanı yapabilm ek için, 1885-
1910 yılları arasında, F rederick W. Taylor'un geliştirdiği bilimsel yö­
netim kuram ını, m avi önlüklü işçilerin sistem atik eğitim ine geniş bir
ölçekte uygulam aya başladılar. Y apılacak görevleri analiz ettiler vc
onları nitelik gerektirm eyen bireysel işlem lere ayırarak oldukça kolay
öğrenilir hale getirdiler, ikinci D ünya Savaşı sırasında d ah a d a gelişti­
rilen eğitim konusu, o tarihlerde Japonlar, yirm i yıl sonrasında da Gü­
ney K orclilerce benim sendi ve ülkelerinin şaşırtıcı kalkınm ası için te­
mel haline getirildi.

1920’li ve 19.30'lu yıllar boyunca, yönetim , im alat işkolunun daha


pek çok alanına ve yönüne uygulandı. Sözgelim i, m erkeziyetçilikten
uzaklaşm a uygulam ası, büyük olm anın avantajları ile küçük olmanın
avantajlarını tek bir teşebbüs içinde birleştirm ek üzere doğdu. M uha­
sebecilik, "defter tutm ak"tan çıkarak, analiz ve kontrol haline geldi.
P lanlam a, tasarırnı 1917 ve 1918 yıllarında savaş üretim ini planlam ak
am acıyla gerçekleştirilen "G antt Şem aları"ndan kaynaklandı; sayılarla
belirlem eyi, deneyim ve sezgiyi, tanım , enform asyon vc tanıya dönüş­
türm ek için kulhınan analitik m antık ve istatistiğin kullanım ı da öyle.

228
pazarlam anın evrim i, ise, yönetim kavram larının dağıtım ve satışa uy­
gulanması sonucunda m eydana geldi. A yrıca, 1920'li yılların ortaları
ve 1930'lu yılların başlan gibi erken bir dönem de, işe yeni başlayan
IBM 'de T hom as W atson Sr.; Sears, R oebuck'da R obert E. W ood ve
Harvard T icaret O kulunda G eorge El ton M ayo gibi A m erikalı yöne­
lim öncüleri im alat alanındaki örgütlenm e biçim ini sorgulam aya baş­
ladılar. M ontaj düzeninin kısa vadeli bir uzlaşm a olduğu sonucuna
vardılar. Ç ok büyük bir verim lilik sağlanm asına rağm en, esneklikten
uzak olm ası, insan kaynağını yetersiz kullanım ı, hatta m ühendislik
açısından yetersiz kalm ası yüzünden ekonom ik yönden zayıf kalıyor­
du. Bu kişiler, sonuçta imalat sürecinin düzenlenm e biçimi olarak
"otom asyon"a, insan kaynaklarını yönlendirm e biçim i olarak d a ekip
çalışm asına, kalite çem berlerine ve enform asyona-dayalı kuruluşa va­
ran düşünce ve deneyleri başlattılar. Y önetim olgusuyla ilgili bu yeni­
liklerin hepsi, bilginin çalışm aya uygulanm ası, sistem ve enform asyo­
nun tahm in, kas gücü ve zahm etli çalışm anın yerine geçirilm esi
dem ekti. F rederick Taylor'un terim ini kullanırsak, her biri, "daha çok
çalışm a"nın yerine "daha akıllıca çalışm a"yı getiriyordu.

Bu değişikliklerin güçlü etkileri İkinci D ünya Savaşı sırasında göz­


le görünür hale geldi. Savaşın ta sonuna kadar, A lm anlar strateji açı­
sından büyük bir farkla öndeydiler. İç hatları çok daha kısa olduğun­
dan destek kuvvetlerine olan ihtiyaçları daha azdı ve m uharebe gücü
yönünden rakiplerine denk durum daydılar. O ysa kazanan taraf M ütte­
fikler oldu -zaferlerini de yönetim esaslarını kullanm aya borçluydular.
Savaşan öbür ülkelerin toplam nüfusunun beşte birine sahip olan Bir­
leşik D evletlerin asker sayısı da o kadardı. O ysa savaş gereçleri üreti­
mi, öbürlerinin toplam üretim ini aşıyordu. A m erika Birleşik Devletleri
m alzem eyi Çin, Rusya, H indistan, A frika ve Batı A vrupa gibi birbirle­
rinden çok uzak savaş cephelerine ulaştırm ayı başardı. O halde, sava­
şın sonuna gelindiğinde hem en bütün dünyada bir yönetim bilinci ka­
zanılm ış olm asına şaşm am ak gerekir. Y a da yönetim in gözle görülür
biçim de başka alanlardan farklı, üzerinde çalışılıp bir disiplin niteliği
alacak biçim de geliştirilebilecek bir çalışm a alanı olarak ortaya çıkışı­
na -savaş sonrası dönem de ekonom ide lider olabilen her ülkede oldu­
ğu gibi.

229
İkinci D ünya S avaşından sonra, yönetim in iş yönetim i olmadığını
anlam aya başladık. Y önetim , farklı bilgi ve becerileri olan kimseleri
tek b ir kuruluş içinde toplam ak üzere yapılan her türlü insan çabasıdır.
İkinci D ünya S avaşından bu yana A m erika Birleşik D evletlerinde tica­
rî kuruluşlar y a da devlet kuruluşlarından daha hızlı olarak gelişen
hastaneler, üniversiteler, kiliseler, sanat kuruluşları ve sosyal hizmet
birim leri gibi bütün üçüncü sektör kurum larına d a uygulanm ası gere­
kir. Ç ünkü, gönüllüleri yönetm e ve para bulm a ihtiyacı, k âr am acı bu­
lunm ayan kuruluşların yöneticilerini, kâr am açlı kuruluşların yönetici­
lerinden ayırsa bile, bu kişilerin üstlendikleri d ah a pek ço k sorumluluk
birbiriyle aynıdır -bu sorum luluk arasında doğru strateji ve amaçları
belirlem ek, insanları geliştirm ek, gösterilen perform ansı değerlendir­
m ek ve kuruluşun hizm etlerini pazarlam ak vardır. Yönetim bütün dün­
yada y e n i b ir sosyal işlev durum una gelmiştir.

Y ö n e tim ve G irişim c ilik

Y önetim disiplini ve uygulam asında önem li bir gelişm e, h er ikisi­


nin de artık girişim cilik ve yenileşm eyi kapsar hale gelm iş olmasıdır.
Bugünlerde, "yönetim ’ i "girişim cilik"lc karşı karşıya getiren, sanki
bunlar birbirlerinin rakibiym iş, belki de karşılıklı olarak birbirlerini
dışlıyorlarm ış izlenim ini veren yapay bir m ücadele vardır. Böyle bir
şey, bir kem ancının parm aklarını teller üzerinde gezdirdiği eli ile. yayı
tutan elinin "rakip" ya d a "karşılıklı olarak birbirlerini dışlar" nitelikte
olduklarım söylem eye benzer. H er ikisine de her zam an ve aynı anda
ihtiyaç vardır. İkisi arasında eşgüdüm sağlanm alı ve ikisi birlikle ça­
lışm alıdırlar. İster ticarî bir işletm e, isler bir kilise, ister b ir sendika ya
da hastane olsun m evcut herhangi bir kuruluş eğ er yenileşm eye git­
m ezse, hızla gücünü kaybeder. Bunun tersi olarak da, ister ticarî bir iş­
letm e, ister bir kilise, ister bir sendika ya da hastane olsun, herhangi
ye n i b ir kuruluş, eğ er yönetim esaslarını uygulam azsa çöker. Y enilen­
m em ek, m evcut kuruluşlardaki gerilem enin tek başına en büyük nede­
nidir. D oğru yönetm eyi bilm em ek de yeni teşebbüslerin başarısızlığa
uğram asında tek başına en büyük nedendir.

O ysa yönetim üzerine yazılm ış kitaplar arasında girişim ciliğe ve


yeniliğe önem verenler pek azdı. Bunun bir nedeni, bu kitapların pek

230
çoğunun kalem e alındığı İkinci D ünya Savaşı sonrası dönem de, cn
ağırlıklı am acın, yeni ve farklı olanı yenilem ekten çok m evcutları iyi
yönelm ek olm asıydı. Bu dönem boyunca pek çok kuruluş, oluz ya da
elli yıl önce açık bir biçim de saplanan çizgiler üzerinde gelişti. Bu ar­
lık dram atik bir biçim de değişm iştir. T ekrar bir y en ilen m e çağına gir-
jniş durum dayız ve bu, hiç de "yüksek teknoloji" ya da genel olarak
teknolojiyle sınırlı olan bir yenilenm e değildir. A slın d a -bu kitabın
açığa çıkarm aya çalıştığı gibi- sosyal yenilenm e, bilim sel ya da teknik
plandaki herhangi bir buluştan daha önem li ve çok daha etkili olabilir.
Ü stelik arlık girişim cilik ve yenilenm e "disiplin"i d iye bir şey var
[(bkz. D rueker, Innovation and E ntrepreneurship, 1986). Bu disiplin
iaçıkça, yönetim in bir parçasıdır ve aslında iyi bilinen ve sınanm ış yö-
jnelim ilkelerine dayanır. Hem m evcut kuruluşlar ve yeni teşebbüsler,
;hem de devlet kesim i dahil olm ak üzere ticarî ve ticarî olm ayan ku-
irumlar için geçeri idir.

Yönetimin Yasallığı

Y önetim e ilişkin kitapların eğilim i, yönetim in kuruluşlar içindeki


işlevi üzerinde odaklaşm aktır. Y önetim in sosyal işlevini kabul eden
şim dilik pek yoktur. O ysa, yönetim sosyal bir işlev olarak çok yaygın
hale geldiği içindir ki, kendisini zorlayan en ciddî sorunla karşı karşı­
ya bulunm aktadır. Y önetim kim e karşı sorum ludur? V e hangi konular­
da sorum ludur? Y önelim in gücü ne tür bir tem ele dayanm aktadır? Y ö­
nelim e yasallık kazandıran nedir?

B unlar iş dünyasıyla ya da ekonom iyle ilgili soru n lar değildir. S i­


ya sî sorunlardır. A ncak yönetim in tarihi boyunca uğradığı en ciddî
saldırının gerisinde de bu sorular yatm aktadır -bu, M arksistlerdcn ya
da işçi sendikalarından gelen saldırılara göre çok daha ciddi bir saldı­
rıdır: Şirketlerin kötü am açlı yollarla ele geçirilm esi. Ö nceleri A m eri­
ka’da görülen bu olgu, K om ünist olm ayan bütün gelişm iş ülkelere ya­
yılm ış durum dadır. Bu durum , çalışanlara ait em ekli fonlarının kamu
şirketlerinde kontrolü ellerinde tutan hissedarlar olarak ortaya çıkm a­
ları sonucunda m eydana geldi. Emekli fonları, yasal açıdan "mal sahi­
bi" durum unda olm akla birlikte, ekonom ik açıdan ”yatırım cı"dırlar -
hatta çoğu kez "spekülaıör”dürler. T eşebbüse ve teşebbüsün sağlıklı
olarak gelişim ine herhangi bir ilgi duym azlar. A slında, bunlar en azın­
dan A m erika B irleşik D evletlerinde "m ütevelli" durum undadırlar ve
hem en parasal kazanç elde etm e dışında hiçbir şeyi dikkate almaları
beklenem ez. Ş irket ele geçirm e girişim inin altında yatan ise, ticarî te­
şebbüsün tek işlevinin hissedara m üm kün olan en büyük kazancı he­
m en sağlam ak olduğu yolundaki varsayım dır. Y önetim ve teşebbüsün
varlığı için başka herhangi bir gerekçe bulunm am ası yüzünden, şirket­
leri kötü am açlı yollarla ele geçiren "yağm acı" zafere ulaşm aktadır-ve
"yağm acı” çoğu zam an uzun vadeli, zenginlik yaratm a kapasitesini,
kısa vadeli kazanç uğruna feda ederek m evcut teşebbüsü hiç zaman
geçirm eden çök ertir ya da yağm a eder.

Y önetim -ve bu yalnızca ticarî teşebbüslerle sınırlı olan bir şey de­
ğildir- perform anstan sorum lu olm ak durum undadır. A m a performans
nasıl belirlenecektir? N asıl değerlendirilecektir? U ygulam aya konması
nasıl olacaktır? V e yönetim kim e karşı sorum lu tutulacaktır? Sırf bu
tür soruların sorulabilm esi bile, yönetim in başarısını ve önem ini gös­
teren bir ölçüdür. A ncak bu soruları sorm a ihtiyacı yöneticileri de töh­
met altına sokm aktadır. Y öneticiler henüz güç tem silcileri oldukları
gerçeğini göğüslem iş değildirler -güç sahibi olm ak, sorum luluk, yasal­
lık taşım ayı da gerektirir. Y öneticiler, henüz önem li oldukları gerçeği­
ni göğüslem iş değillerdir.

Yönetim Nedir?

Peki am a ne dem ektir yönetim ? Bir teknikler ve düzenler yığını


m ı? T icaret okullarında öğretilenlere benzer bir analitik araçlar paketi
m i? B unların önem li olduğuna kuşku yoktur, tıpkı term om etre ve ana­
tom inin hekim için önem li olm aları gibi. A ncak yönetim in evrimi ve
tarihi -başarıları kadar sorunları da- yönetim in, her şeyin üzerinde, bir
iki temel ilkeden ibaret olduğunu ortaya koym aktadır. Bunları tam
olarak açıklam ak gerekirse, şunları söyleyebiliriz:

• Yönelim , insanlara ilişkin bir şeydir. G örevi, insanları ortak per­


form ansı başarabilir durum a getirm ek, onların güçlü yanlarını etkili
kılm ak, zayıflıklarını da önem li olm aktan çıkarm aktır. Örgütlenmenin
anlam ı budur, yönelim in kritik, bclirlcyci etken oluşu da bundan gel-

232
(jıektedir. G ünüm üzde hem en hepim iz, büyük ya da küçük olsun, tica­
rî olsun ya da olm asın, yönetilen kuruluşlarca istihdam ediliyoruz. G e­
çimimizi yönetim sayesinde sağlayabiliyoruz. T oplum a katkıda bulun­
ma yeteneğim iz, becerilerim ize, işim ize olan bağlılığım ıza ve
jjabamıza olduğu kadar, çalıştığım ız kuruluşların yönetim biçim ine de
bağlıdır.

• Y önetim insanları ortak bir teşebbüsle bütünleştirm ekle uğraştı­


ğı için, kültürle derinden ilintilidir. Batı A lm anya'da, İngiltere'de,
Amerika B irleşik D evletlerinde, Japonya'da, ya da B rezilya’d a yöneti­
cilerin yaptığı iş tam am ıyla aynı şeydir. Bu işi nasıl yaptıkları ise ol­
dukça farklı olabilir. O halde, gelişm ekte olan ülkelerdeki yöneticile­
rin karşı karşıya oldukları tem el güçlüklerden biri, kendi
geleneklerinin, tarihlerinin ve kültürlerinin yönetim in yapı taşlan ola­
rak kullanılabilecek yönlerini bulm ak ve teşhis etm ektir. Japonya'nın
ekonomik başarıları ile H indistan'ın görece geriliği arasındaki fark,
büyük ölçüde, Japon yöneticilerin ülke dışından aldıkları yönetim kav­
ramlarını kendi kültürlerinin toprağına ekip, onları bu toprakta yetişti-
rebilme becerileriyle açıklanm aktadır.

• H er teşebbüs ortak am açlara ve paylaşılan değerlere bağlılık ge­


rektirir. B u tür b ir bağlılık olm azsa, teşebbüs yoktur, yalnızca düzen­
siz bir kuru kalabalık vardır. Teşebbüsün basit, açık ve birleştirici he­
defleri olm alıdır. K uruluşun m isyonu ortak bir görüş sağlayacak kadar
açık ve büyük olm alıdır. K uruluşa varlık kazandıran am açlar, açık ol­
malı. herkesçe bilinm eli ve sürekli olarak yeniden doğnılanm alıdır.
Yöneticilerin ilk işi de bu hedefler, değerler ve am açlar üzerinde dü­
şünmek. onları ortaya koym ak ve örnek olm aktır.

• Y öneticiler, ihtiyaçlar ve im kânlar değiştikçe ticarî teşebbüsün


ve teşebbüs üyelerinden her birinin ilerleyip gelişm elerini de sağlam a­
lıdır. H er teşebbüs, bir öğrenim ve eğitim kurum udur, eğitim ve geliş­
tirme her düzeyde teşebbüsün ayrılm az parçası haline getirilm elidir -
sonu hiç gelm eyen bir eğitim ve geliştirm edir bu.

• H er teşebbüs, farklı becerileri ve bilgileri olan ve çok çeşitli işler


yapan kim selerden oluşur. T eşebbüs iletişim ve bireysel sorum luluk
üzerine inşa edilm elidir. Teşebbüsün bütün üyelerinin neyi başarm ayı

233
hedefledikleri üzerinde durup düşünm esi gerekir -iş arkadaşlarının bu
hedefin ne olduğunu bilip anlam alarını da sağlam alıdırlar. Hepsi baş­
kalarına neler borçlu olduğu üzerinde düşünm elidir- ve başkalarının
bunu anlam alarını sağlam alıdır. H epsi, ayrıca, başkalarına hangi yön­
lerden ihtiyaç duydukları üzerinde düşünm elidir -ve başkalarının ken­
dilerinden neler beklendiğini anlam alarını sağlam alıdır.

• N e verim m iktarı, ne "son satır" * kendi başına yönelim ve te­


şebbüsün perform ansı için yeterli ölçü değildir. Pazar içindeki konum,
yenileşm e, verim lilik, insanların geliştirilm esi, kalite, m alî so n u çlar-
bunların hepsi de bir kuruluşun perform ansı ve ayakta kalabilmesi açı­
sından son derece önem lidir. Kâr am açsız kurum larm da kendi mis­
yonlarına özgü birtakım alanlarda ölçüleri olm alıdır. N asıl bir insanın
sağlığını ve perform ansını değerlendirm ek için çeşitli ölçülere ihtiyacı
varsa, aynı şekilde, bir kuruluşun da sağlığını ve perform ansını değer­
lendirm ek için çeşitli ölçülere ihtiyacı vardır. Perform ans, teşebbüs ve
teşebbüs yönetim inin ayrılm az bir parçası olm alıdır; ölçülm eli -ya da
en azından değerlendirilm eli- ve sürekli olarak iyileştirilınelidir.

• Son bir nokta: H erhangi bir teşebbüsle ilgili olarak hatırlanması


gerekenler arasında tek başına en önem li konu, alınan sonuçların yal­
nızca kuruluşun dışında var olm alarıdır. T icarî bir kuruluşun elde etti­
ği sonuç, tatm in olm uş bir m üşteridir. B ir hastanenin elde ettiği sonuç,
şifa bulm uş bir hastadır. Bir okulun elde ettiği sonuç ise, b ir şeyler öğ­
renm iş olan ve öğrendiklerini on yıl sonra yaptığı işte uygulayan bir
öğrencidir. T eşebbüs içinde yalnızca m aliyetler vardır.

Bu ilkeleri anlayan ve bu ilkeler ışığında iş yapan yöneticiler, so­


nuç alan, başarılı yöneticiler olacaklardır.

Yönetimin Beşerî Bilim Niteliği

O tuz yıl önce İngiliz bilim adam ı ve rom ancı C.P. Snow , çağdaş
toplum daki "iki kültür’’den söz etm ekteydi. A ncak yönetim , Snow'un

* "Son satır" : Bir şirketin kazançlarını gösteren raporda, hisse başına düşen net kân#
yazıldığı son satır (Çevirenin ııotu).

234
K ümanisl" kavram ına da "bilim adam ı" kavram ına da uym am aktadır.
Könetim eylem ve uygulam a ile uğraşır; yönelim in sınanm a yollan ise
alman sonuçlardır. Bu da onu bir teknoloji yapm akladır. A m a yönetim
jnsanlarla, onların değerleriyle, ilerlem eleriyle ve gelişm eleriyle de il­
gilidir -bu nokta da yönetim i bir beşerî bilim yapm aktadır. Sosyal yapı
ve toplulukla olan ilgisi ve bunlar üzerindeki etkileri de öyle. G erçek­
ten de, bu kitabın yazarı gibi, uzun yıllar boyu her çeşit kurum un yö-
|iSticileriyle birlikle çalışm ış olan herkes şunu öğrenir ki, yönetim ruh­
sal konularla derinden ilgilidir- insan doğası, iyilik ve kötülük ile.

O halde yönetim geleneksel olarak beşerî bilim diye adlandırılan


bir şeydir -"beşerî"dir çünkü bilginin, insanın kendisine ilişkin bilgisi­
nin, bilgeliğin ve liderliğin esaslarıyla uğraşır; "bilim ” niteliğindedir,
çünkii pratik ve uygulam adır. Y öneticiler, bütün beşerî ve sosyal bi­
limlerin sağladığı bilgi ve anlayıştan yararlanırlar- psikoloji ve felsefe­
den. ekonom i bilim i ve tarihten, doğa bilim lerinden ve etikten. Ancak
yöneticiler bu bilgiyi etkili olabilm e yeteneği ve sonuç alm a hedefi
Özerinde odaklaştırm alıdırlar -hasla olan bir kim seyi iyileştirm ek, bir
fr e n c iy e bir şeyler öğretm ek, bir köprü inşa etm ek, "kullanıcı-
dostu"* bir yazılım program ı tasarlam ak ve bunun satışını yapm ak
fe rin d e .

^ Bu nedenlerden dolayı, yönelim , "beşerî bilim ler"in yeniden kabul


jjŞrmesini, etkili ve anlam lı hale gelm esini, giderek daha çok sağlayan
bir disiplin ve uygulam a niteliği kazanacaktır.

*îjkullam cı-dostu": Ö zellikle bilgisayarlar için kullanılan hu terim , uzman olm ayan ki­
şiler için de kolay anlam ını taşım akladır (Çevirenin notu).

235
16
DEĞİŞEN
BİLGİ TABANI

Ö nüm üzdeki onyıllarda eğitim alanında m eydana gelecek değişik­


likler, m odern okulun, üç yüzyılı aşkın bir süre önce kitapların basıl­
masıyla o n a y a çıkışından bu yana görülen değişikliklerden daha bü­
yük olacaktır. B ilginin gerçek serm aye ve zenginlik yaratan başlıca
kaynak haline gelm ekte olduğu bir ekonom i, eğitim perform ansı ve
eğitim sorum luluğu açısından okullara yeni ve zorlu talepler yönelt­
mektedir. Bilgi işçilerinin egem en olduğu bir toplum ise, sosyal per­
formans ve sosyal sorum luluk açısından daha da yeni -ve daha da zor­
lu- taleplerde bulunur. E ğilim li insanın nasıl b ir kim se olduğu
Üzerinde bir k ez daha durup düşünm ek zorunda kalacağız. Aynı za­
manda. öğrenm e ve öğretm e biçim lerim iz de çok kesin ve hızlı b ir bi­
çimde d eğişm ektedir -bu, kısm en öğrenm e sürecine ilişkin yeni ku­
ramsal anlayışın, kısm en de yeni teknolojinin sonucudur. Son bir
nokta da, okullardaki pek çok geleneksel disiplinin kısır, belki de eski­
miş hale düşm esidir. B öylece ne öğrendiğim iz ve öğrettiğim iz, hatta
bilgi derken neyi kastettiğim iz konusunda da birtakım değişikliklerle
karşı karşıya bulunm aktayız.

Eğitime İlişkin Sorum luluklar

O kulda kazanılan öğrenim ve okuldan alınan diplom alar, bilgi top-


lumundaki iş, geçim ve m eslek kapılarının açılm asında giderek daha
etkili olduğuna göre, toplum un bütün üyelerinin okuryazar olm ası ge­
rekir. V e bu yalnızca "okum a, yazm a ve a ritm e tik 'le sınırlı olm am alı­
dır. O kuryazarlık artık tem el bilgisayar becerilerini de kapsam aktadır.
Teknolojiden, teknolojinin boyutlarından, özelliklerinden, riıim lcrin-

237
den epey bir şe y ler anlam ak dem ektir -bu ise, bugün bütün ülkelerdi
hemen hiç olm ayan bir şeydir. O kuryazarlık, kent, ulus ve ülke sınırla
rmın insan ufuklarını artık kısıtlam adığı karm aşık bir d ünya hakkınd;
epey bilgili olm ayı gerektirir. Bu nedenle, insanın kendi kökleri vı
topluluğuna ilişkin bilgisi de ayrıca büyük Önem kazanm aktadır. B l
yeni tür okuryazarlık, yeni kitle iletişim araçları yo lu y la epey sağlana­
bilm ektedir. T elevizyon ve video cihazlarının bugünün küçük çocuk­
ları için, okulda edindikleri kadar enform asyon sağlayan bir kaynak
oldukları kuşkusuzdur-hatta daha fazlasını verdikleri bile söylenebilir.
A ncak bu enform asyon yalnızca okul yo lu y la -düzenlenm iş, sistemli,
am açlı öğrenm e yoluyla- kişinin malı ve kullanabileceği bir araç hali­
ne dönüşebilir.

Bilgi toplum unun bir gereği de, bu toplum içindeki bütün üyelerin
öğrenm eyi öğrenm eleridir. H ızla değişm ek, bilginin kendi doğasından
kaynaklanan bir şeydir. El becerileri çok yavaş değişirler. Taş ustası
Sokrates -geçim ini bu yolla sağlıyordu- kendisini günüm üz taş ustala­
rının çalışm a yerlerinde bulsa yabancılık çekm ezdi. O ysa düşünür
Sokrates m odern felsefenin sem bolik m antık ve dilbilim i gibi anahtar
disiplinlerinin hem ilgi alanları, hem kullandıkları araçlar karşısında
tam anlam ıyla afallayıp kalırdı. M ezuniyetlerinin üzerinden on yıl
geçm iş olan m ühendisler, eğer bilgilerini bu süre içinde tekrar tekrar
tazelem em işlerse, "eskim iş" durum a düşm üşlerdir bile. Aynı şey he­
kim ler, hukukçular, öğretm enler, jeolo g lar, yö n eticiler ve bilgisayar
program cıları için de geçerlidir. Ü stelik, insanın seçebileceği bilgiye
dayalı m eslekler sınırsızdır. En uzun öğrenim i sağlayan en iyi okul
sistem inin bile öğrencileri bu seçim yollarının hepsi için hazırlayabil­
mesi m üm kün değildir. Böyle b ir sistem in bütün yapabileceği, öğren­
cileri öğrenm eye hazırlam aktan ibarettir. T icaret-sonrası bilgi toplu­
m u, öğrenm enin sürekli olduğu ve insanların ikinci m eslekler edindiği
toplum dem ektir.

Amerikan Okulları ve Bu O kulların Öncelikleri

D ünyanın çeşitli bölgelerindeki pek çok okul sistem i, herkese


okuryazar olm a imkanı verm ektedir (ancak bu im kan şim dilik gele­
neksel anlam ıyla sınırlıdır): Kuzey ve Balı A vrupa'nın her yerinde, Ja­

238
ponya'da, K ore'de. Pek eski olm ayan bir tarihle -1 9 6 0 ’a kadar- A m eri­
kan okulları da aynı im kanı sağlıyordu. A rtık durum böyle değildir.
A m erikan okulları şu ya d a bu nedenle -b ir şeyler öğretm e m isyonları­
nı sosyal açıdan gerekli başka hedefler karşısında geri plana ilmiş ol­
maları kuşkusuz bunun önem li bir nedenidir- eğitim sorum luluklarına
sadık kalm adılar. A m erikan okullarının herkesi okuryazar hale getir­
me konusundaki başarısızlığı A m erika için gerçek bir "Paslı Böl­
g e d i r . T üketici ürünlerindeki yüksek m aliyet ve bozuk kaliteden çok
daha büyük bir zayıflıktır bu. Bilgi toplum unda ekonom iye temel
oluşturan şey bilgi tabanıdır.

O tuz yıl öncesi, İkinci D ünya Savaşını izleyen yıllarda. A m erikan


okulları öncü durum daydılar. Başka ülkelerdeki "en iyi" okulların ba­
zıları, 1960 yılının A m erikasındaki "en iyi" okullardan belki daha
iyiydiler. A m a o zam anlar hiçbir ülkede genel düzey A m erika'daki ka­
dar yüksek değildi. A ncak, A m erika'nın sanayi alanındaki öncülüğü,
A m erikalı im alatçıları nasıl kendini beğenm iş hale getirm işse, A m eri­
ka'nın otuz yıl önceki eğitim öncülüğü de A m erikalı eğitim cileri aynı
şekilde kendini beğenm iş bir durum a getirm iştir. O halde, A m erikan
okullarına herkes için üst düzeyde -ilkokul düzeyinin epey üzerinde-
okuryazarlık sağlam a kapasitesinin yeniden kazandırılm ası birinci ön­
celik olm ak zorundadır. Okul ve eğitim konuları, ilerki yıllarda A m e­
rikan toplum hayatında ve politikasında çok önem li bir yer tutacaklar­
dır.

A slında neyin gerekli olduğunu oldukça iyi biliyoruz. Yapılacak iş


öyle pek de zor bir şey değildir. A ncak siyasî yönü hayli fazladır. G e­
rekli olan şey, okullardaki standartları yükseltm ek ve oldukça sıkı bir
disiplin sağlam aktır. Böyle olm asını, eğitim düzeyleri oldukça yüksek
ve bir şey ler öğrenm eye hazır çocukları bulunan ana babaların kendi­
leri talep edeceklerdir (bu tür talepler daha şim diden vardır). Am a
yüksek standartlara ve disipline en çok ihtiyacı olan bazı çocukların
ana babaları, bu konuya karşı direnm ektedirler -özellikle de bazı yok­
sul azınlık gruplarındaki çocukların ana babaları. Bu kim seler söz ko­
nusu taleplerde "ırkçılık " ve "ayrım cılık" görm ekledirler. Bu, yalnız­
ca Birleşik D evletlerde değil. Batı A lm anya'da Yeni Solun altmışlı
yıllarda güç kazandığı bölgelerdeki üniversitelerde de olan bir şeydir

239
(sözgelim i, Brem en'de). îşveren durum unda olabilecek kimseler,
A m erika'daki "sorumlu okullar"m m ezunlarından kendilerini nasıl sa­
kınıyorlarsa, A ljnanya'dakilcr de "sorunlu üniversiteler"in mezunların­
dan öyle sakınm aktadırlar.

A m erika, okul sistem i içinde rekabetin bulunm adığı tek önemli ge­
lişmiş ülke durum undadır. Fransa'da, ilkokul düzeyinin üzerinde birbi­
rine paralel iki sistem vardır; giderlerin her ikisinde de devletçe karşı­
landığı devlet okulları ve K atolik okulları. Bu, İtalya'da da böyledir.
A lm anya'da ise oldukça küçük bir seçkin grubu üniversiteye hazırla­
m aya yönelik bir okul olan G ym nasium vardır. Japonya'daki okullar
öğrencilerin üniversiteye giriş sınavlarındaki perform anslarına göre sı­
nıflandırılm aktadır. Üst sıralarda yer alan okulların öğretm enleri, bu
durum larına uygun olarak takdir edilm ekte, yükseltilm ekte ve para al­
m aktadırlar. Buna karşı, A m erika'daki parasız resm î okullar neredeyse
tam bir eğitim tekeline sahiptirler -perform ans standartları yoktur ve
sistem in kendi içinde de dışardan da pek bir rekabet söz konusu değil­
dir. Bu durum şim diden değişm ektedir. A na b abalar -sosyal yenilikler
alanında öncü durum da olan- M inncsota’da, artık çocuklarını eyalet sı­
nırları içindeki herhangi bir okula yerleştirebilm ekte, eyalet yönetimi
de dışardan kabul ettiği her çocuk için harcadığı parayı o okul bölgesi­
ne geri ödem ektedir. Bu, eyalet yönetim inin çocuk ve ailesinin seçtiği,
standartlara uygunluğu onanm ış herhangi bir okula, çocuğun öğrenim
giderleri için gösterilen gider belgeleri karşılığında ödem e yaptığı bir
sistem e doğru atılm ış ilk adım dır. Parasız resm î okullar lobisi bu görü­
şe şiddetle direnm ektedir. A m a ne kadar süreyle etkili olabilecektir bu
lobi?

O rtak kanıya göre, C hicago'daki parasız resm î ok u llar ülkedeki en


kötü okullar arasındadır. O nların yanı başında ise, Chicago'daki en
berbat gecekondu bölgelerinden gelen siyah çocukların bir şeyler öğ­
renm eyi gerçekten başardıkları Chicago K atolik Piskoposluk Bölgesi­
ne ait özel okullar bulunm aktadır. Bu başarılı okullar m alî yönden sü­
rekli tehlikededirler. A ncak. C hicago'nun kent içlerindeki yoksul
bölgelerinde yaşayan siyah aileler için, bu okulların talep ettiği son
derece düşük ücretler bile gerçek bir özveri gerektirir. Chicago'nun
önünde yalnızca iki seçim yolu vardır: Y a karşılığında ödem e yapılan

240
gider belgeleri çıkararak C hicago'lu siyahların çocuk ların ı bir şeyler
öğrendikleri okullara gönderm esini sağlayacak ya d a C hicago'lu si­
yahların (bu, kentteki en geniş seçm en kesim i d em ek tir) öğrenim ver­
gilerine gösterdikleri direnm e -daha şim diden olduğu g ib i- kentin pa­
rasız resm î okullarım yavaş yavaş kapanm aya m a h k u m edecektir.
Zengin y a d a yoksul, Chicago'lu beyazlar kentteki re sm î okulları çok­
tan terk elm iş durum dadırlar. Y a kentin doğru dürüst o k u lları olan va­
roşlarına taşınm ışlar, ya da çocuklarını standartları, d isip lin i olan, öğ­
retim yapabilen özel okullara yerleştirm işlerdir.

A m erikan Ö ğretm enler Federasyonu, 1984 yılında N ew Y ork eya­


letindeki R ochester’da kent yönelim iyle yeni b ir sö zleşm e yaptı. Bu
sözleşm eye göre, ücretler artm akla, am a söz konusu artıştan yalnızca
perform ans standartları yüksek olan ve yükselm eye d ev a m eden öğret­
menler yararlanm aktadır. Sözleşm e, perform ans sta n d artla rın a uym a­
yan öğretm enler için işten çıkarm a uygulam asını da getirm ekted ir. D i­
siplini, perform ans standartlarını ve rekabeti, okulun tem el nitelikleri
haline getirdiğim iz h er yerde sonuç alm ışızdır -k u şk u su z, bu okullar
mucize yaratm ış değildirler; am a herkese okuryazarlık kazan d ırm a ko­
nusunda kabul edilebilir, nitelikli bir iş yapm aktadırlar.

Öğrenmeyi Öğrenmek

O kuryazarlık kazandırm ak -bir bilgi toplum una y akışan yüksek


düzeyli niteliğiyle bile- öğrencilere, öğrenm eye dev am etm ek ve bunu
istemek için gerekli kapasite ve bilgiyi sağlam aktan d ah a kolay bir iş
olacaktır. H enüz hiçbir okul sistem i bu konuya bir çö zü m bulm uş de­
ğildir. L atincede eski bir söz vardır: N on sehola s e d vita discim us
(Okul için değil, hayat için öğreniriz). A ncak ne öğretm enlerin ne öğ­
rencilerin bu sözü ciddiye aldıkları görülm üş değildir. A slında, bildi­
ğim kadarıyla, m eslek okulları -tıp, hukuk, m ühendislik, ticaret okul­
ları- dışında hiçbir okul öğrencilerinin neler öğrendiğini anlam aya bile
Çalışmamıştır. Ö ğrencilerin sınav sonuçlarına ilişkin olarak tuttuğu­
muz kayıtlar ciltler dolusudur. A m a m ezunlarının o h arik a no tlan al­
dıkları derslerden -konu ister m atem atik, ister yabancı bir dil, ister ta­
rih olsun- bir on yıl sonra hâlâ neler bildiklerini sınayan bir okul
bilm iyorum ben. A m a, insanların öğrenm eyi nasıl öğrendiklerin i bili­

241
yoruz. A slında, bunu iki bin yıldır bilm ekteyiz. K üçük çocukların ye­
tiştirilm esi konusundaki görüşlerini kalem e alan ilk ve en bilge yazar,
büyük Y unan biyografi yazarı ve tarihçisi P lu tarch , b unu. H ıristiyan­
lık dönem inin ilk yüzyılında P aidea (R aising C hildren) başlıklı etkile­
yici küçük kitabında dile getirm işti. G erekli olan öğren en lerin sonuç
alm alarını sağlam aktan ibarettir. G erekli olan, iyi y ap abild ik leri her ne
ise. öğrenenler o alanda kusursuzluğa u laşab ilsin ler d iv e, onların güç­
lü yönleri ve yetenekleri üzerinde durm ak tan ibarettir. G en ç sanatçıla­
ra -m üzisyenlere, oyunculara, ressam lara- ö ğ retm en lik yap an herkes
bunu bilir. G enç atletlere öğretm enlik yapan h erk es de. A m a okullar
bunu yapm am aktadırlar. Ü zerinde durdukları şey, bu d eğ il, öğrenenle­
rin zayıf yönleridir.

Ö ğretm enler on yaşındaki bir çocuğun an a babasını g ö rüşm eye ça­


ğırdıklarında, genellikle şöyle derler: "O ğ lu n u z Jim m y ’in çarpım tab­
losu üzerinde çalışm ası gerekiyor. Çok geri d u ru m d a." Ş u n u söyledik­
leri pek olm az: "K ızınız M ary, zaten iyi y aptığı b ir şeyi daha iyi
yapabilm ek için, yazı yazm a konusuna ço k d ah a fazla ağırlık verme­
li." Ö ğretm enler -bu, ta üniversite sıralarına k ad a r b ö y le gilm ektedir-
öğrencilerin za y ıf yönleri üzerinde d urm ak tad ırlar ve b unda da haklı­
dırlar: H iç kim se on yaşındaki b ir çocuğun on y a da on beş yıl sonra
ne yapacağını önceden kestirem ez. İnsanın bu a şam a d a eleyebileceği
seçenekler bile fazla değildir. O kulun, ilerde y ö n elecek leri taraf ne
olursa olsun, öğrencilerin gene de ihtiyaç d u y d u k ları tem el becerileri
onlara verm esi gerekir. Ö ğrenciler iş g örecek d u ru m a gelm elidirler.
A m a insan, perform ansı zayıflıklar üzerine k u ram az, hatta bunlar dü-
zeltilseier bile; perform ans ancak güçlü yönleri tem el alab ilir. Okullar
ise bunları öteden beri göz ardı etm ekte, hatta n ered ey se ön em siz say­
m aktadır. G üçlü yönler sorun çıkarm az -o k u llar d a so ru n lar üzerinde
odaklaşırlar.

Bilgi toplum unda, öğretm enler şöyle dem eyi ö ğ ren m ek zorundu
kalacaklardır: "O ğlunuz Jim m y ya da kızınız M ary 'y c ç o k d ah a fazla
yazı alıştırm ası yaptıracağım . Ç ocuğun yeteneği var ve bu yeteneğin
geliştirilip ilerletilm esi gerekir." B irazdan tartışılacağı g ib i, yeni öğret­
me teknolojisi bunu m üm kün kılacaktır; halta, bu tek n o lo ji, çoğu za*
man. öğrencilerin güçlü yönleri üzerinde d urulm ası için neredeyse
zorlayıcı olacaktır.

242
A ncak ihtiyacım ız olan eğitim sistem i bilginin sorum luluğunu vur­
gulamak durum unda da kalacaktır. "Bilgi, kudrettir" diye eski bir ata­
sözü vardır -bu atasözünde ilk kez bir gerçek payı buluyoruz. Bilgi iş­
çileri oluşturdukları bütünlük içinde "yönetenler" durum una
geleceklerdir. "Lider" olm aları da gerekecektir. Bunun için dc. bir
etos, birtakım değerler ve ahlak gerekir. "A hlakî eğitim " bugün tartışı­
lır durum a düşm üştür. Bu tür eğilim in düşünm eyi, tartışm ayı ve görüş
ayrılıklarını bastırm ak ve otoriteye körü körüne boyun eğm eyi aşıla­
mak için kullanıldığı çok olm uştur. A slında çoğu kez, "ahlaka aykırı
eğilim" halini alm ıştır. A m a eğilim in kurucuları olan ve aşağıda tartı­
şılan kim selerin hepsi de -K onfiiçyüs’ten A rnold o f R ugby’yc kadar-
moral değerler olm adan eğitim in de olam ayacağını biliyordu. M odern
eğitimin önerdiği biçim de, moral değerlerin bir kenara bırakılm ası,
eğitimin yanlış değerleri verm esinden başka bir şey değildir. Böyle bir
şey, kayıtsızlık, sorum suzluk, kinizm aşılar. Bilgi toplum unda. eğiti­
min m oral değerlerinin tam olarak ne tür değerler olacağı ateşli tartış­
malara yol açacaktır. A m a moral değerlerle eğilim ve moral değerlere
bağlılık büyük önem taşıyacaktır. Bilgi insanları sorum luluk alm ayı
öğrenmek durum undadırlar.

Eğitimin Sosyal Amaç Niteliği

B ugünlerde hem gelişm iş hem gelişm ekte olan ülkelerdeki pek çok
okulda aynı konular öğretilm ektedir. G enelde, öğretim yöntem leri
yüzyılların geçm esiyle değişm ez. A ncak, okullar birbirlerine çok ben­
zem ekle birlikte, eğitim in sosyal am acı -eğitim in oluşturm aya çalıştığı
toplum türü ve biçim lendirm eyi hedeflediği yönetici ve lider tipleri-
biiyük bir farklılık gösterir.

En açık sosyal am açlı eğilim kavram ı aynı zam anda en eski olanı­
dır: Ç inlilerin hüküm darı Konl'üçyüsçü bilim adam ı ve beyefendi ola­
rak görm e ideali. H ıristiyan dönem den epey önce belirlenen ve bir şiş­
leme bağlanm ası ancak M .S. yedinci yüzyıldaki T 'ang Hanedanı
^önem ini bulan bu ideal yakın zam anlara kadar değişm eden kalmıştır.
Öugün K om ünist Çin'de gördüğüm üz eğitim içeriği açısından artık
K onfüçyüsçü bir nitelik taşım asa bile, yapısı ve tem el değerleriyle
K onfüçyüsçü özelliğini hâlâ fazlasıyla korum aktadır.

243
B atıda benzer bir düzenlem e girişim i on altıncı yüzyıl sonlarına ve
on yedinci yüzyıl başlarına kadar görülm edi. Bu tarihlerde ilk olarak
C izvitler m atbaada basılan kitapların ileri düzeyde eğitim üzerinde ku­
rulacak tekel yoluyla, kendilerine toplum üzerinde siyasî ve sosyal de­
netim imkanı sağlayacağını gördüler. Soylular ve eğitim görmüşler
üzerinde egem enlik kurabilm ek için, ilk modern okulun tasarımını
gerçekleştirdiler. Bundan kısa bir süre sonra ise, John A m os Comeni-
us adında bir Çek -herkesin okuryazar olmasını savunan ilk kişidir- ilk
ders kitabını ve okum a kitabını geliştirdi. Com enius, ateşli Katolikler
olan H absburgların siyasî egem enliğine rağm en, yurttaşlarının bu yol­
la Protestan kalabileceklerini um uyordu. C om enius, okuryazar olma­
nın insanlara İncil'i kendi evlerinde okum a imkanı vereceğini savun­
du. Ç ekoslovakya'da bulunan oldukça büyük bir azınlık gerçekten dc
günüm üze kadar Protestan olarak kalm ıştır.

On sekizinci yüzyılda bütün Batı, eğitim in ve okulların önemli


sosyal güçler olduğunu kabul etli. A m erika’nın söm ürge olduğu dö­
nem lerde, C om enius'un güçlü etkisiyle, okullar başlan itibaren insan­
lara yurttaş kim liği verecek biçim de tasarım landı. T hom as Jeffer-
son'un V irginia için düşündüğü eğilim kalıbı -Çin'deki
K onfüçyüsçülerden sonra, eğitim alanındaki en kapsam lı straıcjidir-
herkes için, sın ıf farkı gözetm eyen bir nitelikteydi am a gene de, de­
m okrat bir seçkinler grubu yaratm aya yönelikti. A m erika'ya olan gö­
çün bir sel haline dönüştüğü on dokuzuncu yüzyılda, A m erikan okulu
yeni gelenleri A m erikalılaştırm ak için b ir araç v e A m erikan inancını
öğreten bir kurum niteliği kazandı. O kulun oynadığı bu rolde sağladı­
ğı başan, bundan yüzyıl sonra ırkların bütünleştirilm esi için bir araç
olarak gene okulu seçm em izde başka bütün etkenlerden daha önemli
oim uştur.

A m erika'daki söm ürgecilerin herkesi eğilm eye yönelik kendi sis­


tem lerini oluşturm alarıyla aşağı yukarı aynı zam anda, A vrupa'da da
benzer bir sistem in tasarım ı gerçekleştirildi -bunu yapan d a on seki­
zinci yüzyılda yaşayan A vusturyalI İm parator II. Joseph'di. II. Joseph
sosyal politikasının çok önem li bir parçası olarak ileri düzeydeki eği­
tim -"gym nasium "- üzerinde durdu. Bu okulda C izvit okullarında ya
da A m erika'daki söm ürgecilerin kurdukları okullarda öğretilenlerle

244
aynı konular öğretilm ekteydi. A ncak am açları farklıydı. Joscph’in ha­
reket noktası, eğitim üzerindeki denetim i Katolik K ilisesinin elinden
söküp alm ak; eğitim gören kim selerin eğilim leri açısından laik olm a­
larını ve din adam larının siyasî gücüne karşı çıkm alarını sağlam ak; ve
halktan gelm e yetenekli gençlere sosyal sınıflarını değiştirebilm e im­
kanı tanım aktı. A vusturya'daki gym nasium eğitim in sosyal araç olarak
kazandığı başarıyı gösteren en iyi örneklerden biridir. Bu okul giderek
yoğunlaşan m illiyetçi çatışm alara ve gerginliklere rağm en, yüz elli yıl
boyunca A vusturya'nın birlik içinde kalm asını sağladı. M ezunları, öğ­
renimlerini im paratorluk sınırları içinde konuşulan pek çok farklı dil­
de yapm ış olsalar da, aynı değerlere sarılıyor, aynı etosu paylaşıyorlar­
dı. Bu kim seler im paratorluğun 1918'de yıkılm asına kadar, dil ve
ulusal köken sınırlarını aşarak bir arada çalışan eğitim li bir yönetenler
sınıfı oluşturdular.

Aşağı yukarı aynı sıralarda -on sekizinci yüzyıl ortalarında- çok


{■uzaklarda yer alan Japonya'daki Buııjin (yani "aydınlar sınıfı" y a da
hüm anistler) eğitim i geleceğe yönelik yeni bir görüş ve yeni b ir sosyal
sınıf yaratm ak için kullandılar. Bu kişiler, kılıçla dövüşen savaşçılar
(samurai), köylüler ve kentliler diye ayrılan üç kalıtsal sınıfıyla aile te­
meline dayanan resm î hiyerarşiyi reddederek, bunun yerine, bilim ada­
mı, hattat ve sanatçı olarak gösterilen perform ans dışında başka hiçbir
şeyin önem taşım adığı bir m eritokrasi* oluşturdular. B öylece m odern
Japonya'nın tem ellerini attılar. Bundan yüz yıl sonra I867'dc, T okuga-
wa Şogununun feodal rejim i yıkılıp M eiji R estorasyonu başladığında,
yeni liderlerin hepsi de, yetm iş yıl önce hattat-ressam lar N ukina Kaio-
ku ve Rai Sanyo gihi seçkin Bunjin'in kurdukları bir akadem inin me­
zunlarıydılar.

I. N apolyon, eğilim kurum lannı yeni ve farklı bir Fransa yaratm ak


ü zere am açlı olarak biçim lendirdi. G randes &coles'ü yeni bir seçkinler
grubu hedefleyen okullar olarak kurduğu zam an daha im parator bile
değildi. Ö ğretm en yetiştirm ek üzere kurulan Ecole N orm ale ile, m ü­
hendis yetiştirm ek için kurulan P olytechnique'in am acı, Fransa'nın
Devrim öncesindeki toplum ve yönetim biçim ine bir d ah a geri dönm e-

* Meritokrasi : Düşünsel yönden üstün nitelikli bir seçkinler grubu ve bu grubun ülke
yönelimi içinde önemli konumlara geldiği sistem (Çevirenin notu).

245
meşini sağlam aktı. Bu okullar F ransa'ya üstün yetenekleri olan bir yö­
netenler sınıfı kazandıracaktı -soylu olm ayan, din adam larının siyasî
gücüne karşı çıkan ve m illiyetçi bir yönetenler sınıfı. G randes ecoles
günüm üzde de F ransa’daki yönetici seçkin grubu ve onlarla birlikle
Fransız yönetim inin ve Fransız toplum unun temel değer ve görüşlerini
biçim lendirm ektedir.

Birkaç yıl sonrasında, am a N apolyon savaşlarının hâlâ sürdüğü bir


sırada -Prusyalı devlet adamı ve modern dilbilim inin öncülüğünü ya­
pan büyük bilim adam ı- W ilhelm von H um boldt, 1809'da ilk modern
üniversiteyi kurdu. Hum boldı'un N apolyon'a verilen bir karşılık olarak
tasarım lanan Berlin Ü niversitesi, N apolyon’un g ra n d es ecoles'ü gibi,
halktan gelm e kişilerin oluşturduğu bir seçkinler grubunu eğitecekti.
A ncak am aç, A ncien R egim c'c dönüşü engellem ek değil, böyle bir re­
jim in D evrim sonrası toplum una egem en olm asını sağlam aktı. Huııı-
boldl'un kurduğu üniversitenin görevi, toplum a bir düşünsel özgürlük
alanı verm ekti. Bir başka özgürlük alanı daha olacaktı, pazar ekonomi­
si. İkisi bir arada m utlak bir m onarşiye destek verecek ve onun ayakta
kalm asını sağlayacaklardı. Bu R echtsstaat, yani yönelenin "halk" yeri­
ne "Yasal Kral" olduğu siyasî sistem di. Bu sistem , A lm anya'da şu ya
da bu biçim de, 1918'e kadar ayakta kaldı. H atla 1933 yılında Nazilcrin
gelişine kadar tam anlam ıyla ortadan kalkm ış değildi.

M odern ileri düzey eğilim e biçim veren son kişi. Dr. Thom as Ar­
nold, ünlü "A rnold o f R ugby”dir. A rnold'dan önceki ileri eğitim sis­
tem lerinden hepsi de -Ç in’de, A m erika'da, A vusturya'da Japonya’da.
Fransa'da, A lm anya'da- okulu sosyal sınıflar arasında yer değiştirme
imkanı veren ve bu yolla yetenekli ve başarılı kim selerin "alt sınıl-
lar"dan kibar sınıflar arasına ve sosyal b ir konum a doğru yükselmele­
rini sağlayan bir araç olarak görüyordu. O ysa A rnold'un geliştirdiği
özel okulun am acı sın ıf sistem ini sürekli kılm aktı. "B eyefendiler 'i eği­
tecek bir okuldu bu: "beyefendiler" ise bu nitelikleriyle doğar, öğre­
nim yoluyla beyefendi olm azlar. A rnold, özel okulları iyi ailelerin ço­
cukları için yatılı okullar yaparak, İngiltere’deki okul sistem ini sosyal
sim ilar arasındaki hareketliliği engeller durum a getirm iştir. On doku­
zuncu yüzyıl İngilleresinde sosyal sın ıflar arasındaki hareketliliğin-
her bakım dan. Birleşik D evletler dışındaki öbür Batılı ülkelerden daha

246
fazla olduğu çok söylenm iştir. O ysa İngiltere'de bugün bile aşırı bir sı­
nıf bilinci ve sın ıf duygusunun sıkıntısı çekilm ektedir. Ç ünkü ileri eği­
tini sistem leri arasında, bir tek İngiltere'deki okul sistem i, alt sınıflar­
dan gelm e yetenekli ve başarılı gençleri lider gruplar arasına girm e ya
da en azından sosyal saygınlık kazanm a yolunda ilerlem eye davet et­
mek bir yana, onlara bu imkanı verm em iştir bile. (B una karşı, İskoç
okulları ve üniversitesi on sekizinci yüzyılda sosyal sim ilar arasında
hareketlilik sağlayacak güçlü araçlar olarak geliştirildi.)

Yeni Gereklilikler

Eğitim in yeni bilgi toplum u gerçekliği karşısındaki sosyal amacı


ve sorum luluğu ciddi bir biçim de tartışılacaktır -bu tür tartışm alar ol-
pıalıdır da. A lınacak karar oybirliğiyle alınam ayacak kadar önem lidir-
ya da olduğu gibi bırakılam ayacak kadar. A nahtar niteliğindeki birkaç
gereklilik şim diden açık hale g e lm iştir:

• Bilgi toplum u içinde ve bilgi toplum u için yapılan eğitim in sos­


yal bir am acı olacaktır. D eğerlerden yoksun bir eğitim olm ayacaktır;
hiçbir eğitim sistem i böyle değildir.

• G erekli olan eğitim sistem i açık bir sistem olm alıdır. Ö ğrenim i
ileri düzeyde olanlarla "öbür yarı" arasındaki çizgiyi geçilm esi m üm ­
kün olm ayan bir engel haline getirm em elidir. K ökenleri, varlık du­
rumları y a da önceki öğrenim leri ne olursa olsun, yeterli ve başarılı
îtim seler için eğitim yolu ve eğilim aracıyla toplum içinde yükselm e
yolu açık olm alıdır. Bu konuda birtakım belirtiler vardır. Sözgelim i
Japonya'daki öğretm enlerden sınıflarında gelecek vaat eden çocuklara
dikkat etm eleri ve bu çocukları akadem ik yönden yeterli biçim de ye­
tiştirerek, onların ilkokuldan ortaokula, ortaokuldan liseye ve liseden
de üniversiteye geçm elerini sağlam aları istenir. Japonya'daki öğret-
jtnenler dershanede öğretm enlik yaptıkları kadar, öğrenciye ve öğren­
cinin ailesine danışm anlık da yapm akladırlar. Batı A lm anya'da ise, ge­
leneksel çıraklık eğitim i akadem ik ilerlem e için paralel yükselm e
basam akları olarak kullanılm aktadır. Bu basam aklardan biri akadem ik
yönü ağır basan ortaöğrenim den -geleneksel G yıtmasiııın'dan- üniver­
siteye doğru uzanm aktadır. Ö bürü ise, genç erkek ya da kadınların

247
haftada üç gün çalışıp, üç gün okula giderek, bu yolla hem pratik hem
de kuram sal tem el kazandıkları çıraklık program ı ile başlar. Bu temel
onlara, daha sonra Fachhochschule'ye devam etm e ve kendilerine
özellikle ticaret hayatında ilerlem e kapıları açacak bir akadem ik diplo­
m aya sahip olm a im kanı tanım aktadır.

A m a bunlar arasında en çok gelecek vaat eden yaklaşım , şimdiki


halde A m erika'da vardır. Ö bür eğitim sistem lerinin hepsinde öğrenci
belli bir aşam aya Ö2 gü diplom ayı, bu aşam a için uygun olan yaşta al­
mak durum undadır -bu, ortaokul, lise ya da kolej için hep böyledir.
A lm anya’daki öğrenciler üniversitede yedi ya da on yıl süreyle kalabi­
lirler- ya da süresiz olarak kalırlar. A ncak on dokuz ya da yirmi yaşla­
rında başlam am ışlarsa, üniversiteye girdikleri ender görülen bir şey­
dir. Aynı durum , Japonya, İngiltere ve Fransa için de büyük ölçüde
geçerlidir. Birleşik D evletlerde ise, liseden ayrılan öğrenciler yıllar
sonra okula geri dönm eye ve lise ya da kolej diplom alarını alm aya teş­
vik edilirler.

• G eleneksel sistem içindeki her okul kendisini sonu olan bir şey
gibi görm ektedir. Ö ğrenciler belli bir okul için gerekli olan öğrenim
süresini tam am ladılar m ı, eğitim leri "biter." Bilgi toplunıuııda "bitmiş
eğitim " diye bir şey yoktur. Bilgi toplum unda ileri düzeyde eğitim
görm üş kişilerin tekrar tekrar okula geri gelm eleri gerekir. Devamlı
eğitim ; özellikle de hekim ler, öğretm enler, bilim adam ları, yöneticiler
ve m uhasebeciler gibi öğrenim düzeyleri yüksek olan kim selerin eği­
tim lerine devam etm eleri, ilerde önem li bir büyüm e sanayii oluştura­
caktır. A ncak, şim diki halde, Birleşik D evletler ve bir ölçüye kadar da
İngiltere dışındaki okul ve üniversitelerde, devam lı eğitim den bütü­
nüyle kaçınılm akta, böyle olm asa bile konu ciddî bir kuşkuyla karşı­
lanm aktadır.

• Eğitim artık okullarla sınırlı kalam az. İşveren durum undaki her
kurum un öğretm enlik yapm ası da gerekir. Japonya’daki büyük işve­
renler -devlet kurum lan ve ticarî işletm eler- bunu şim diden kabul et­
mişlerdir. A ncak, bu konuda da öncü durum da olan gene B i r l e ş i k
D evletlerdir; Birleşik D evletlerdeki işv eren ler-ticarî kuruluşlar, devlet
kurum lan, -ordu- çalıştırdıkları kişilerin, özellikle de bunlardan eğitin1

248
diizeyle r> en yüksek olanların eğitim i ve yetiştirilm eleri için, bütün
o k u l ve üniversitelerin bir arada harcadıkları kadar para ve çaba harca­
m aktadırlar. A vrupa'daki uluslaraşırı şirketler de çalıştırdıkları kişile­
rin, özellikle de yöneticilerin devam eden eğitim lerini giderek daha
çok üstlenm ektedirler.

• Son olarak da "m eritokrasi"nin yozlaşarak "plütokrasi"ye dönüş­


mesini önlem ek, eğitim in sosyal sorum luluğu içine girecektir. İyi işler
ve m esleklere giden yolu diplom aya bağlam ak, eğer diplom a zengin­
lik için değil de, yetenek ve çalışkanlık için veriliyorsa, kabul edilebi­
lir bir şey olur. D iplom anın yeteneğin takdiri yerine, yeteneğin önüne
dikilen bir engel haline gelm em esi için özen gösterilm elidir. D iplom a,
Dr. A rnold'un İngiltere'de kurduğu özel yatılı okullar gibi bir "sın ıf'
sembolü haline gelm em elidir. Bu tehlike en "m eritokratik" ülkede d a­
ha şim diden bir gerçek olarak belirm iştir : Japonya'da. Japonya'daki
üniversiteler öğrenim için hiç para alm am akta, ya da alınan miktarı
çok düşük tutm aktadırlar; ancak prestijli üniversitelerine giren ve böy-
lece hem devlet, hem de sanayi kesim inde en çok gelecek vaat eden iş­
lere girm e im kanını bulanlar giderek artan bir oranda zengin çocukları
olmaktadır. E vlerinde kendilerine ait çalışabilecekleri bir odaları ol­
mayan Japon gençlerinin üniversite giriş sınavlarında başarılı olm a
şansları pek fazla değildir. Evlerin kalabalık olduğu bir ülkede, ancak
durumları iyi olan kim seler çocuklarına böyle bir m ekan sağlayabilir­
ler.

D urum ları iyi olan ve kendileri de ileri düzeyde eğitim yapm ış ana
babaların çocukları daim a avantajlı olacaktır. A ncak bu avantaj başka­
ları için aşılm ası m üm kün olm ayan bir engel haline gelm em elidir. B u­
nun b ir yolu -ki bu. Birleşik D evletlerde en etkili yol olacaktır- ileri
düzeydeki eğitim için yapılan m asrafların, m ezunlar hayata atıldıkla­
rında kazançlarından kesilerek geri alınabilir hale getirilm esidir. M o­
dern ekonom ide yapılan hiçbir yatırım , ileri düzey bir eğitim sonucun­
da elde edilen diplom a kadar kazanç getirem ez. O halde vergi
yükümlülerinin öğrencilere para yardım ında bulunm aları için bir ne­
den yoktur. A m a bu kişiler öğrenci olm aya devam ettikleri sürece p a­
ssızd ırlar. A daletin, hak duygusunun ve ekonom inin bir gereği ola­
cak. ileri düzeydeki diplom alarının kendilerine öm ür boyu sağladığı ek
kazançtan toplum a olan borçlarını ödem ek durum undadırlar.
Eğitimli İnsan

Eğitim ekonom iyi ateşler. T oplum a biçim verir. A m a bunları


"ürün"ü, yani eğitim li insan yoluyla yapar.

Eğitim li bir insan, hem bir hayat sürm ek, hem de hayatını kazan­
mak için gerekli donanım a sahip kişidir. Sokrates ve A rnold of
Rugby, bütün güçleriyle "hayat" üzerinde durup, işin "hayat kazanma"
yanım , önem siz belki de bayağı bir şey gibi görerek dikkate almadılar.
A ncak herhangi bir toplum da, ihtiyaçları düşünür Sokrates kadar kısıt­
lı olan ya da A rnold'un "beyefendiler"i gibi zengin babalara sahip kişi­
lerin sayısı yok denecek kadar azdır. Ö bür eğilim felsefelerinin hepsi
işin iki yanını daim a dengelem işlerdir. Bilgi toplum undaki eğitim dc
aynı dengeyi sağlayacaktır. Ne iyi para kazanıp yaşanm aya değer bir
hayatı olm ayan öğrenim görm üş barbar tipini kaldırabilir, ne de karar­
lılık ve etkili olm a yeteneğinden yoksun kültürlü am atör tipini. Eği­
lim, bilgi toplum unda, bir yandan etkili olm a becerileri öğretirken, bir
yandan da "erdem " aşılam ak zorunda kalacaktır. Şim dilik eğilim sis­
tem lerim iz ikisini dc yapm ıyor -bu da sırf şu soruyu sorm am ış olma­
m ızdan geliyor: Bilgi toplum u içinde eğilim li insan ne dem ektir?

Bugünlerde, Birleşik D evletlerde "beşerî bilim ler"in gerilediğine,


belki de ortadan yok olduğuna ilişkin pek çok yakınm a duyuyoruz.
Pek çok kitapta, uygarlık ve kültüre destek veren büyük gelenekler bi­
linm iyor diye yazarların hayıflandıklarını görüyoruz. Bu yakınmaların
geçerliği vardır. Ö ğrenim görm üş bir barbarlar toplum u oluşturm a teh­
likesi belirm iştir. A m a kim in kabahatidir bu? G ençlerin bugünlerde
"klasikler"e ilgi duym adıkları söyleniyor; "tarihe cephe alm ış” olduk­
ları söyleniyor. O ysa, kendi deneyim leri, toplum ları, ihtiyaçları ile
bağlantılı bir biçim de sunulduğu zam an, gençler tarihe ve bir bütün
olarak büyük geleneklere çoşkulu tepki verm ektedirler. Y aşları daha
büyük olanlar, yani devam lı eğitim e katılanlar ise, genellikle, etikten,
tarihten, büyük rom anlardan; kendi deneyim lerini, kendi hayatlarında
ve işlerinde karşılaştıkları zorlukları, anlam alarına yardım edebilecek
hiçbir şeyden yeterince yararlanam am aktadırlar. Bu kişiler, aynı za­
m anda, bilim ve teknolojinin esaslarını, yönetim ve politikanın özel­
liklerini ve değerlerini: kısacası, beşerî nitelikli, kapsam lı bir eğitimi
oluşturan her şeyi öğrenm ek için de büyük bir istek duym akladırlar.

250
A m a bütün bunları anlam lı kılm ak vc insanların içinde yaşadıkları
gerçeklere yansıtm ak zorundayız. "B eşerî bilim ler”i sahip olm aları ge­
reken niteliğe yeniden kavuşturm alıyız: G örm em ize yardım cı olan ışık
ve doğru hareket etm em izi sağlayan rehber olm a niteliğine. Bu, öğren­
cinin işi değildir; öğretm enin işi olm alıdır. A ltm ış yıl önce, 1927'de
Fransız d üşünür Juli en B cnda, hakikati, ister sağ, ister sol kökenli ol­
sun, ırkçı ve siyasî dogm aların gerisine ilen çağdaş bilim adam ları ve
yazarlara karşı, L a Trahison d es clerks (The B etrayal o f the Intellectu­
als) adını verdiği yam an bir saldırı yayım ladı. Benda'nın saldırısı, ge­
leceği tahm in ederek, hem H itler’li yıllarda A lm an aydınlarının haki­
kate karşı yaptıkları ihaneti, hem de otuzlu yıllarda ve İkinci D ünya
Savaşından sonraki yirm i ya da otuz yıl boyunca K om ünist Parti sem ­
patizanları ve S talincilerin hakikate karşı olan ihanetlerini önceden se­
ziyordu. B eşerî bilim lerin, züppelik, küçük görm e ya da tem bellik yü­
zünden ölüp gitm elerine izin verm ek de aynı şekilde b ir ihanettir.
Bilgi toplum unun ortaya çıkışı, bizlcri, geçm işin bilgeliği ve güzelliği­
ni bugünün ihtiyaçları vc çirkinliği üzerinde odaklaştırm aya zorlaya­
caktır. Bu, bilim adam larının ve hüm ünistlerin bir hayatın yaratılm ası­
na yaptıkları katkıdır.

B unu yapm ak için gerekli analıları, öğrencileri hayatlarını kazana­


cak biçim de yetiştirirken karşım ıza çıkan ihtiyaçlarda bulabiliriz. Ç ün­
kü eğilim sistem lerim iz hiçbir yönüyle öğrencileri ilerde içinde yaşa­
yacakları, çalışacakları ve etkili olacakları gerçekliğe hazırlam a­
maktadır. O kullarım ızın bundan sonra kabul etm ek zorunda kalacakla­
rı gerçek, bilgi toplum u insanlarının çoğunluğunun hayatlarını görevli
elem anlar olarak kazanm alarıdır. Bu kişiler bir kuruluş bünyesinde ça­
lışm aktadırlar. O kuruluş içinde etkili olm ak zorundadırlar. Bu ise eği­
tim sistem lerinde hâlâ geçerli olan varsayım ın tam tersi olan bir şey­
dir. A m old'un özel okulu, m ezunlarının toplum içinde lider konum una
sahip olacakları varsayım ına dayanıyordu; "çalışan elem anlar” olm ala­
rını beklem iyordu. A m erikan üniversitesinin ya da A lm an üniversite­
sinin ürünü olan profesyoneller ise, hayatlarını bağım sız bir kişi ola­
rak ya da en fazla, küçük bir ortaklıkta çalışarak kazanm ak üzere
Y etiştirilm ekteydiler. H içbir eğitim kurum u -hatta m ezuniyet sonrası

251
yönelim okulları bile- öğrencilere bir kuruluşun üyeleri olarak etkili
durum a gelm eleri için gerekli tem el becerileri verm em ekledir: Düşün­
celeri sözlü ve yazılı olarak sunm a yeteneği (kısa, yalın, açık bir bi­
çim de); insanlarla birlikte çalışm a yeteneği; insanın kendi çalışmasını,
katkısını, m esleğini biçim lendirm e ve yönlendirm e yeteneği; ve genel
olarak, kuruluşu insanın kendi em elleri ve kendi başarıları ile, birta­
kım değerlere gerçeklik kazandırm ak için araç olarak kullanm a beceri­
leri. Sırası gelm işken, şunu da ekleyebiliriz: Bunlar. 2.500 yıl önce
Sokrates'in Eflatun'un D iyaloglarında yaşanm aya değer bir hayatın
anahtarları olarak dile getirdiği düşüncelerle çok büyük b ir benzerlik
gösterm ektedir.

Öğretmekten Öğrenmeye Doğru

İnsanların nasıl öğrendiklerini arlık biliyoruz. Ö ğrenm e ile öğret­


menin aynı m adalyonun iki yüzü olm adığını artık biliyoruz -öğrenme
ile öğretm e farklı süreçlerdir. Ö ğretilcbilen şeylerin öğretilm esi gere­
kir ve bunlar başka türlü öğrenilem ez. A m a öğrcnilcbilen şeylerin de
öğrenilm esi gerekir ve bunlar öğretilem ez. Y eni kazandığım ız bu anla­
yış. ilgi odağını giderek öğrenm eden yana kaydıracaktır. Birkaç bin
yıldır, odak noktası öğretm ek olm uştur; bugünün usta öğretm enlerinin
öğretm e biçim i, üç bin yıl önceki usta öğretm enlerin öğretm e biçimle­
riyle aynıdır. Hiç kim se onların yaptığını tam olarak kopya edecek bir
yöntem i henüz bulm uş değildir. A m a şu soru ta on dokuzuncu yüzyı­
lın sonuna gelinceye kadar hiç sorulm am ıştı: N asıl öğreniriz? Ancak
bir kez sorulunca, yeni bilgiler ve yeni anlayışlar hızla çoğaldı.

Yeni bilginin teknoloji ve uygulam a halini alm ası her zam an için
uzun bir süre gerektirdiğinden, öğrenm e konusundaki bilgim iz, okul­
ların bugüne kadar uygulam aya koyduklarını bir hayli aşmaktadır.
A m a artık, öğrenm eyle ilgili yeni bilgilerin uygulam aya dönüşm ekte
olduğu bir noktadayız. H er şeyden önce, farklı kim selerin farklı biçim­
lerde öğrendiklerini biliyoruz. A slında öğrenm e işlemi, parm ak izleri
kadar kişiye özgü olan bir şeydir; öğrenm e biçim leri tam am en aynı
olan iki kişi yoktur. H erkesin farklı bir öğrenm e hızı, farklı bir ritmi,
farklı bir dikkat süresi vardır. E ğer öğrenen kişiye, kendisi için yaban­
cı olan bir lıız. ritim ya da dikkat süresi zorla uygulanırsa, öğrenme

252
çok düşük düzeyde gerçekleşir ya da hiç gerçekleşm ez; yalnızca yor­
gunluk ve öğrenm eye karşı direnç oluşur. A m a farklı kim selerin farklı
konuları farklı biçim lerde öğrendiklerini de biliyoruz. Ç oğum uz çar­
pım tablosunu davranışsal olarak, yani alıştırm a ve tekrar yoluyla öğ-
renm işizdir. O ysa m atem atikçiler için çarpını tablosunu "öğrenm ek"
diye bir şey yoktur; onlar çarpını tablosunu algılarlar. Bunun gibi, mü­
zisyenler de notasyonu öğrenm ezler; algılarlar. D oğuştan atlet olan hiç
kimse topu yakalam ayı hiçbir zam an öğrenm ek zorunda olm am ıştır.
Bazı şeylerin öğretilm esi gerçekten de gereklidir -ve bunlar yalnızca
değerler, anlayış, anlam değildir. B ir çocuğun güçlü yanlarının neler
olduğunu saptam ak ve yeteneği başarıya doğru yönlendirm ek için bir
öğretm en gerekir. M ozart bile babası usta bir öğretm en olm asa, bildi­
ğim iz o büyük deha olm azdı.

hisarı h ir konuyu öğrenir, insan b ir kişiye öğretm enlik yapar.

A rtık bu yeni bilgiyi uygulam aya koym ak için hazır durum dayız.
Bunun bir nedeni dem ografidir. G elişm iş ülkelerde, çoğu kim se m et­
ropoliten alanlarda yaşam aktadır. Böylece öğrenen kişinin herkes için
tek bir öğrenm e ve öğretm e pedagojisi olan tek bir okulla sınırlı kal­
ması artık söz konusu değildir; küçük köyler ancak bu kadarını k a n ı­
rabiliyordu. Ö ğrenen kişi, yaya olarak, bisikletle, ya da otobüsle ko­
layca ulaşılabilir uzaklıkta olan am a her biri farklı bir öğrenm e çevresi
sunan okullar arasında seçim yapabilir. Tahm in edilebileceği gibi, öğ­
renenlerin öğrenm e biçim lerinin ne olduğunu saplam ak ve onları el al­
tındaki okullar arasında kişisel öğrenm e profillerine en uygun olanı
hangisi ise, oraya yönlendirm ek, yarının öğretm eninin sorum luluğu
olacaktır.

Yeni Öğrenme Teknolojisi

Y eni teknoloji bizi bu değişikliği yapm aya zorlayacaktır. Ç ünkü


bu teknoloji bir öğretm e teknolojisi olm aktan çok bir öğrenm e tekno­
lojisidir. İlk kez kırk yıl önce K anadalı M arshall M cLuhan'ın işaret et­
liği gibi, ortaçağ üniversitesini değiştiren şey, R önesans değildi. M at­
b aa d a basılan kitaptı. M cLuhan'ın "iletişim aracı m esajdır"
biçim indeki ünlü sözü, kuşkusuz abartm alıdır. A ncak "araç” ne tür
m esajların gönderilip alınabileceğine gerçekten işaret eder. Aynı ölçü­

253
de önem li bir ııokla da, aracın ne tür m esajların gönderilem eyecegini
ve alınam ayacağını bilerlem esidir. Ve ileşitinı aracı hızla değişm ekte­
dir. Basılı kitap nasıl on beşinci yüzyılda eğitim için "yüksek teknolo­
ji" haline gelm işse, bilgisayar, televizyon ve video kasetleri de yir­
minci yüzyıldaki eğitim in yüksek teknolojisi haline gelm ektedirler. O
halde yeni teknolojinin okullar ve öğrenm e biçim lerim iz üzerinde de­
rin bir etki yaratacağı kesindir.

On dördüncü ve on altıncı yüzyıllarda öğretm enler tarafından şid­


detli bir dirençle karşılanan basılı kitabın zaferi, C izvitler ve Comeni-
us, basılı kitabı tem el alan okullar kuruncaya kadar m üm kün olmadı.
A ncak basılı kitap, baştan itibaren okulları öğretm e biçim lerinde çok
kesin değişiklikler yapm aya zorladı. D aha önce öğrenm enin tek yolu,
ya el yazm alarını zahm etli bir hiçim de kopya etm ek, ya da yapılan ko­
nuşmaları ve anlatılan dersleri dinlem ekti. B irden insanlar okuyarak
öğrenir hale geldiler. B una benzer, belki daha da büyük bir teknoloji
devrim inin ilk aşam alarını yaşıyoruz. Bilgisayar, özellikle çocuklar
yönünden, basılı kitaba göre çok daha "kullanıcı-dostu"dur. Sabrının
sınırı yoktur. K ullanıcı, ne kadar çok hata yaparsa yapsın, bilgisayar
yeni bir denem e için hazır olacaktır. D ershanedeki h içb ir öğretmenin
durum uyla kıyaslanam ayacak kadar öğrenen kişinin em rindedir. Öğ­
retm enlerin kalabalık sınıflarda çocuklara tek tek zam an ayırabildikle­
ri enderdir. Buna karşı, bilgisayar hep oracıktadır; çocuk, hızlı da öğ­
rense, yavaş da öğrense, ortalam a bir çocuk d a olsa; çocuğa şu konu
zor, öteki konu kolay da gelse; çocuk yeni bir şey ler öğrenm ek istese
de, daha önce öğrendiklerine geri dönm ek istese de. V e basılı kitaptan
farklı olarak, bilgisayar sonsuz bir çeşitliliğe izin verm ektedir. Eğlen­
celidir.

A m a bir de televizyon ve beraberinde getirdiği koskoca bir görsel


pedagoji dünyası vardır. O tuz saniyelik bir reklam a, çoğu öğretmenin
bir aylık öğrenim süresine sıkıştırabiieccğinden daha fazla pedagoji
sığm aktadır. TV reklam ının konusu, ikincil bir nokta olarak kalır;
önem li olan, sunuştaki beceri, profesyonellik ve kandırıcılık gücüdür.
Bu yüzden de çocuklar okula düş kırıklığına uğram aya ve boş çıkma­
ya m ahkum birtakım beklentilerle gelm ektedirler. Bekledikleri öğret­
m enlik bilgi-becerisinin düzeyi çoğu öğretm enin sahip olabileceği dü­

254
zeyi aşm akladır. O kullar giderek daha biiyük bir oranda, bilgisayar, te­
levizyon, film, video ve ses bantları kullanm aya zorlanacaklardır. Ö ğ­
retmen giderek daha çok bir denetçi ve akıl hocası durum una gelecek­
tir -belki de, yüzyıllar önce ortaçağ üniversitesinde oynadığı role çok
benzer bir rolü olacaktır. Ö ğretm enin işi yardım etm ek, yol göster­
mek, örnek olm ak, yüreklendirm ek olacaktır; asıl işi konunun kendisi­
ni aktarm ak olm ayabilir.

Basılı kitap, Batıda öğrenm eye karşı o güne kadar ve o günden be­
ri hiç görülm eyen bir sevgi dalgasının kabarm asına yol açtı. Her çev­
reden insana kendisi için en uygun olan hızda, kendi evinin özel orta­
mında. ya da düşünce yapıları benzer okuyucuların oluşturduğu hoş
bir çevrede, öğrenm e im kanı verdi. M esafe ve coğrafya koşulları yü­
zünden ayrı düşm üş insanların birlikte öğrenm elerini sağladı. En azın­
dan B atıda "öğrenm c"yi yaralan belirleyici olay, "antik dünyanın yeni­
den keşfi" olm adı -bu dünya hiçbir zam an kaybedilm iş değildi. Bu
olay, basılı kitapla gelen yeni teknolojiydi. B ilgisayarlar ve teknoloji
bir araya gelerek, öğrenm e sevgisinde benzer bir patlam a yaratabilirler
m i? Y edi ya da sekiz yaşında bir çocuğun bir saaat boyunca bilgisaya­
rıyla bir m atem atik program ı üzerinde çalışm asını veya daha da ufak
bir çocuğun "Susam Sokağı"m izlem esini gören herkes bu patlam a
için gerekli olan barutun birikm eye başladığını bilm ektedir. O kullar
boğm ak için ellerinden geleni yapsalar da, yeni teknolojilerin yarattığı
öğrenm e keyfi bu konuda etkili olacaktır. Birleşik D evletler ve Japon­
ya'daki okullar, otuz yıl boyunca şiddetli bir direnç gösterdikten sonra
yeni teknolojileri kullanm ak, öğretim yöntem lerine katm ak ve öğren­
cilerinde öğrenm e arzusu yaratm ak için daha büyük bir istek göster­
m ektedirler; öğrenm e arzusu, tem elde, eğitim li olm anın esasıdır.

Bilgi Nedir?

Basılı kitap on beşinci yüzyılda ilk ortaya çıktığı zam an "bilgi"


içeren şey ler de, bilgiyi aktarm a yöntem leri kadar büyük b ir değişim
geçirecek durum a gelm işti. Bizler de benzer bir dönüm noktasında
olabiliriz. Basılı kitabın ortaya çıktığı dönem deki S kolastikler gibi,
bizler de uzm anlaşm anın hem yeni bilgiler kazanm ak, hem de bu b il­
gileri aktarm ak için en etkili yol sayıldığı iki yüzyıl geçirm iş durum ­

255
dayız. Doğa bilim lerinde bu hâlâ işe yarayabilir. B aşka alanlarda ise
uzm anlaşm a bilgiye giden yol üzerinde bir engel durum una gelmekte,
bilginin etkili kılınm asında ise daha da büyük bir engel oluşturm akta­
dır. A kadem ik çevreler bilgiyi baskıya geçen şey olarak tanım lam akla­
dırlar. A m a bunun bilgi olm adığı kesindir; işlenm em iş veridir bu. Bil­
gi bir şeyi ya da bir kim seyi değişLiren enform asyon dem ektir -bunu,
ya eylem için bir neden oluşturarak yapar, y a da bireyi (veya kurulu­
şu) farklı ve daha etkili bir eylem gerçekleştirebilecek durum a getire­
rek. Y eni "bilgi"nin pek küçük bir bölüm ü bunu başarabilm ekledir.

D aha elli yıl önce, dönem in büyük bilim adam ları çok satan kitap­
lar yazm aktaydılar. N e John M aynard Keynes, ne Joseph Schumpeter
-yüzyılın iki büyük iktisatçısı olan bu kişiler- "popüler olm a am acın­
da" değildi. A m a her ikisinin eserleri de iktisatçı olm ayan pek çok kişi
tarafından büyük bir hevesle okundu. İngiliz tarihçi A rnold Toynbcc,
1930'lu yıllarda kitaplarını yazarken kalabalıkları m em nun etm eye ça­
lışmadı; iki büyük klasikçi Edith H am ilton ve W erner Jae-
ger'inY unanlılar üzerinde yazdıkları k ita p la rd a bunu yapm ıyordu. Oy­
sa bu kim selerin eserleri sürekli olarak çok satan kitaplar listesine
girdi; o dönem in önde gelen A m erikalı tarihçilerinin eserleri de öyle.
Bugün onların yerine geçen kim seler ise, yazılarını, kendi meslektaş­
larının bile okum adığı bilim sel dergilerde bastırabilm ek için para öde­
mek zorunda kalm aktadırlar. Bilgi sahibi kim selerin kendilerini başka­
larınca anlaşılır kılm akla yüküm lü oldukları yolundaki eski düşünceyi
artık kabul etm iyoruz. A ncak bu yapılm adıkça, üretilm iş b ir bilgi de
olm ayacaktır. O kuyucular hazırdır, halta susam ışçasına beklem ekte­
dirler. İyi araştırm acılar -A m erikalı tarihçi B arbara T uchm an, Fransız
tarihçi Fernand Braudel, İngiliz astrofizikçi Stephen W. H aw kins- lüt­
fedip, çalışm alarını m akul bir düzyazı ile sundukları zam an, kitapları
hem en büyük bir rağbet görm ektedir.

Bilim adam larının kullandıkları üslubun özellikle anlaşılm az olm a­


sından kimi ya da neyi suçlam am ız gerektiği, konum uzun dışında kal­
m aktadır. Önemli olan nokta şudur: A kadem ik kökenli uzm anların bil­
dikleri, lıızla "bilgi" olm aktan çıkıyor. En iyi haliyle "bilginlik", daha
yaygın olan en kötü haliyle de salt "veri" olarak kalıyor. İki yüz yd
boyunca bilgi üreten disiplin ve yöntem ler artık lam anlam ıyla üretken

256
olm aktan çıkm ışlardır; bu. en azından, doğa bilim leri dışında bbyledır.
Farklı disiplinleri bir araya getiren çalışm alarla, disiplinlerarası çalış­
m alarda m eydana gelen hızlı artışa bakarak, yeni bilgiyi, on dokuzun­
cu ve yirm inci yüzyıllarda öğretm e, öğrenm e ve araştırm a süreçlerine
çerçeve oluşturan disiplinlerden elde etm enin artık m üm kün olm adığı
gerçekten de ileri sürülebilir.

A lm an-İsviçreli H erm ann Hesse, 1943 yılında son rom anı Das
G lasperlenspiel IM agister Ludi)' i yayım ladı. H esse, zam anlarını Çin
müziği çalarak ve rom anın başlığında yer alan boncuk oyunu gibi çap­
raşık bilm eceler çözerek geçiren ve bu arada dışardaki bayağı dünyay­
la her türlü tem astan kaçınan, kapalı bir aydınlar tarikatı yaratm ıştı.
Bunu yaparken, aklından geçirdiği şey, A lm an düşünür ve yazarları­
nın N azi dönem i sıralarında, her türlü kabalıktan uzak, incelikli bir iç
dünyasına çekilm eleri oldu. A m a sonunda H esse'nin kahram anı, dü­
şünceye dayalı oyunlarda yaşanan "iç sürgünü"nü reddeder ve gerçek
insanların, dolayısıyla da gerçek bilginin, pis, gürültülü, kirlenm iş ve
bozulm uş dünyasına geri döner. A lm anca konuşan aydınların H itler
zam anında bir m azeretleri vardı; günüm üz akadem isyenlerinin böyle
bir m azeretleri yoktur am a onlar da çoğunlukla H esse'nin boncuk oyu­
nuyla yarattığı dünyaya çekilm iş durum dadırlar. Bilgiyi, tekrar etkili
kılm a, yeniden gerçek bilgi haline dönüştürm e zorunluluğunu duya­
caklar m ıdır?

O kulların ve eğilim in ilerde önem li değişiklikler geçirecekleri ke­


sindir -bu değişiklikler için talep bilgi toplum undan gelecek ve deği­
şiklikleri yeni öğrenm e kuram ları ve öğrenm e teknolojileri başlatacak­
tır. D eğişikliklerin ne kadar çabuk geleceğini, tabiî, bilem iyoruz.
A ncak önce nerede m eydana geleceklerini ve en çok nerede etkili ola­
caklarım büyük bir doğruluk payı ile tahm in edebiliriz: A m erika B ir­
leşik D evletlerinde. Bu kısm en, en açık, en esnek ve en az m erkeziyet­
çi, en az denetim ci eğitim sistem inin B irleşik D evletlerde
bulunnıasındandır. A m a kısm en de, elindeki sistem den en az hoşnut
olan ülkenin de A m erika olm asından gelm ektedir- ve A m erikalıların
bu hoşnutsuzluğu haklı nedenlere dayanm aktadır.

257
SONUÇ
ÇÖZÜMLEMEDEN ALGILAMAYA
YENİ DÜNYA GÖRÜŞÜ

1680 dolaylarında, o sıralarda A lm anya'da çalışan -Protestan oldu­


ğu için anayurdundan ayrılm ak zorunda kalm ıştı- D enis Papin adında
bir Fransız fizikçisi, buhar m akinesini icat etti. K endisi böyle bir ma­
kineyi fiilen yaptı mı, bilem iyoruz; ancak m akinenin tasarım ını yaptı
ve ilk em niyet supabını gerçekleştirdi. B ir kuşak sonrası, 1712’de,
T hom as N ew com en ilk işler durum daki buhar m akinesini Ingilte­
re'deki bir köm ür m adenine yerleştirdi. B öylece m adenden köm ür çı­
karılm ası m üm kün hale geldi -daha önceleri Ingiltere'deki köm ür m a­
denleri hep yeraltı sularının baskınına uğram aktaydı. N ew com en'in
m akinesi, buhar çağını açtı. Bundan sonra, iki yüzyıl boyunca, tekno­
loji m odeli m ekanikti. Fosil yakıtlar, hızla, ana enerji kaynağı haline
geldiler. En son kullanılan itici güç ise, bir yıldızın, yani güneşin için­
de olup bitenlerle aynı şeydi. 1945'te atom ik fızyon, bundan birkaç yıl
sonra ise, atom ik füzyon, güneş içinde olanları kopya etti. Bunun öte­
sine geçilem ez. 1945 yılında m ekanik evreni m odel alan çağ sona er­
di. Tam bir yıl sonra, 1946'da, ilk bilgisayar, E N IA C ’ın üretim ine ge­
çildi. Bu olayla da, enform asyonun çalışm a için düzenleyici ilke
haline geleceği bir çağ başlam ış oldu. A ncak, enform asyon, m ekanik
süreçlerden çok, biyolojik süreçlerin tem el ilkesidir.

U ygarlığı, çalışm ayı düzenleyen temel ilkede m eydana gelen deği­


şiklik kadar etkileyen pek az olay vardı. M .S .800 ya da 900 yılına ka­
dar, Çin teknoloji, bilim ve genel olarak kültür ve uygarlık alanlarında
bütün Batı ülkelerinin çok önündeydi. Sonradan, K uzey A vrupa'daki
B enediktin rahipleri yeni enerji kaynaklan buldular. Bu noktaya ka­
dar, başlıca, belki de tek enerji kaynağı insan denen iki ayaklı hayvan
olm uştu. Sabanı çeken köylünün karısıydı. H am ut kullanım ı ile, çifıçi-

261
nin karısının yerini, hayvan gücünün alması ilk kez m üm kün hale gel­
di. Benediktin rahipleri ayrıca antik dönem lerde oyuncak olarak kulla­
nılan su çarkları ve yel değinilenlerini ilk m akinelere dönüştürdüler.
İki yüz yıl içinde teknolojik öncülük Ç in’den Batıya geçli. Y edi yüz
yıl sonra da Papin'in buhar m akinesi, yeni bir teknoloji ve bu teknolo­
jiy le birlikte yeni bir dünya görüşü yarattı -m ekanik evren.

B ilgisayarın 1946 yılında on ay a çıkışıyla, enform asyon, üretim de­


ki düzenleyici ilke haline geldi. Bununla da yeni bir tem el uygarlık
doğdu.

Enformasyonun Sosyal Etkileri

Bugünlerde, enform asyon teknolojilerinin m addî uygarlık üzerin­


de, ticarî m allar, hizm etler, ticarî kuruluşlar üzerinde yarattığı etkilere
ilişkin pek çok (neredeyse gereğinden çok) şey söylenip yazılm akta­
dır. O ysa enform asyonun sosyal etkileri de aynı ölçüde önem lidir; hal­
ta daha bile önem li olabilirler. Söz konusu etkilerden biri yaygın bir
biçim de görülm ektedir: Bu tür bir değişiklik, girişim cilik alanında bir
patlam a getirir. G erçekten de, 1970'Ii yılların sonlarında B irleşik Dev­
letlerde başlayıp, on yıl içinde K om ünist olm ayan bütün gelişm iş ül­
kelere yayılan büyük girişim cilik dalgası, üç yüzyıl önceki D enis Pa­
pin dönem inden bu yana görülen bu tür dördüncü büyük dalgadır.
B unlardan ilki, on yedinci yüzyılın ortasından on sekizinci yüzyılın ilk
dönem lerine kadar sürdü; başlam ası "T icaret D evrim i" sayesinde, üc­
ret karşılığı aldıkları ağır yükleri gerçekten de uzun m esafeler arasında
taşıyabilen, açık denizlere dayanıklı yük gem ilerinin geliştirilm esin­
den sonra ticaret alanında m eydana gelen çok büyük gelişm e ile oldu.
İkinci büyük girişim cilik dalgası -on sekizinci yüzyılda başlayıp, on
dokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru sürm üştür- genellikle "Sanayi
D evrim i" diye adlandırdığım ız olgudur. D aha sonra da, 1870 dolayla­
rında, yeni sanayiler üçüncü girişim cilik dalgasını başlattı -bunlar,
farklı itici güçler uygulam akla kalm ayıp, daha önce hiç oluşturulm a­
mış, ya da ancak çok küçük m iktarlarda gerçekleştirilm iş ürünler çıka­
ran ilk sanayilerdi: Elektrik, telefon, elektronik, çelik, kim ya ve ilaç,
otom obil ve uçak sanayileri.

262
Şim di dc, enform asyon ve biyolojinin başlattığı dördüncü dalgaya
tanık oluyoruz. Bu seferki de, daha önceki girişim cilik dalgaları gibi,
"yüksek teknoloji" ile sınırlı değildir; "yüksek teknoloji"yi olduğu ka­
dar "orta teknoloji"yi, "düşük teknoloji”yi ve "sıfır te k n o lo jiy i de
kapsam aktadır. D aha öncekiler gibi, bu da yeni ya da küçük ticarî te­
şebbüslerle sınırlı değildir, m evcut ve büyük teşebbüslerde de vardır -
ve çoğu kez, en etkili, en yararlı biçim de bu tür teşebbüslerde görül­
m ektedir. Ve, daha öncekiler gibi, "bu lu şlar'la. yani teknolojiyle sınır­
lı değildir. Sosyal alanda gerçekleştirilen yenilikler dc, aynı oranda
"girişim ciliğe d ay alı”, aynı oranda önem lidirler. Sanayi D evrim iyle
gelen bazı sosyal yeniliklerin -m odem ordu, kam u yönetim i, PTT, ti­
carî bankanın- dem iryolu ya da buharlı gem i kadar etkili oldukları ke­
sindir. Bunun gibi, içinde bulunduğum uz girişim cilik çağı her türlü
yeni teknoloji ve m addî ürün kadar getireceği sosyal yenilikler -
özellikle de politika, devlet, eğitim ve ekonom i bilim indeki yenilikler-
açısından d a önem li olacaktır.

E nform asyonun bir başka önem li sosyal etkisi de açıkça görülm ek­
te ve geniş bir biçim de tartışılm aktadır: E nform asyonun ulusal devlet
üzerinde, özellikle de ulusal devletle yirm inci yüzyılda baş gösteren
hipertrofi, yani totaliter rejim ler üzerinde yarattığı etki. Kendisi dc
modern kitle iletişim araçlarının, gazetelerin, sinem aların ve radyonun
ürünü olan totaliter rejim , eğer enform asyon üzerinde tam bir denetim
kurabilirse, ayakta kalabilir. A m a herkes evinde oturup, bir uydu ara­
cılığıyla enform asyona doğrudan ulaşabilirken -bunu sağlayan "alıcı­
lar" daha şim diden öylesine ufalm ıştır ki, hiçbir gizli polis örgütünün
bunları bulabilm e um udu yoktur -enform asyon üzerinde devlet dene­
timi artık m üm kün değildir. H atta enform asyon artık uluslaraşırı bir
nitelik kazanm ıştır; para gibi, enform asyonun da "anayurt”u yoktur.

Enform asyon ulusal sınır tanım adığına göre, yeni "uluslaraşırı" in­
san toplulukları da yaratacak ve bunlar birbirlerinin yüzünü bile gör­
m eden, iletişim halinde oldukları için, paylaşm a duygusunu yaşaya­
caklardır. D ünya ekonom isi, özellikle de para ve krediden oluşan
"sembol ekonom isi", daha şim diden, ulusal niteliği olm ayan, uluslara-
şırı topluluklardan biri haline gelm iştir.

263
Enform asyonun başka sosyal etkileri de bunlar kadar önem lidir
am a pek fazla görülüp, tartışılm am aktadır. Bunlardan biri, yirminci
yüzyıl kentlerindeki m uhtem el değişikliklerdir. Bugünün kentini, on
dokuzuncu yüzyılda gerçekleştirilen büyük atılım yarattı: İnsanları
tren ve tram vay, bisiklet ve otom obil aracılığıyla işe taşım a yeteneği.
D eğiştirecek olan ise, yirm inci yüzyılın büyük atılım ı olacaktır: Dü­
şünceleri ve enform asyonu harekete geçirerek, işi insanlara taşım a ye­
teneği. A slında kent -Tokyo kent merkezi, New Y ork kent merkezi,
Los A ngeles kent m erkezi, L ondra kent m erkezi. Paris kent merkezi.
B om bay kent m erkezi- yararlılık özelliğini artık tüketm iş durumdadır.
A rtık insanları kent içine ve dışına taşıyam az durum a geldik; Tokyo
ya da N ew York'taki ofis binalarına varabilm ek için tıklım tıklım va­
gonlarda iki saat süren yolculuklar yapılm ası. Londra'daki Piccadilly
C ircus'ta yaşanan curcuna, ya da her sabah ve akşam Los A ngeles'taki
çevre yollarında trafiğin iki saat boyunca kitlenm esi, durum un böyle
olduğuna işaret etm ekledir. K redi kartlarının, m ühendislik tasarım ları­
nın, sigorta poliçeleri ve sigorta alacaklarının ya da sağlık kayıtlarının
kullanım ı gibi çalışm alarla, enform asyonu şim diden insanların bulun­
dukları yerlere -kentlerin dışına- taşım aya başladık bile. İnsanlar git­
tikçe artan bir oranda evlerinde, ya da çok sayıda kim senin yapacağı
gibi, kalabalık kent m erkezlerinin dışındaki küçük "uydu ofisler"de
çalışacaklardır. Faks m akinesi, telefon, çift yönlü video ekranı, teleks,
lelekonfcrans, dem iryolunun, otom obilin ve aynı zam anda uçağın ye­
rine geçm ektedir. Y etm işli ve seksenli yıllarda, bütün büyük kentler­
deki hızlı yapılaşm a ve bununla birlikte gelen gökdelen patlam ası,
sağlık işaretleri değildir. Bunlar, kent m erkezlerinin sonlarının gelm e­
ye başladığını gösteren belirtilerdir. Ç öküş yavaş olabilir; am a. kurul­
maları büyük bir başarı olan bu m erkezlere, en azından bugünkü halle­
riyle, ihtiyacım ız kalm am ıştır.

Kent, iş m erkezi olm ak yerine, bir enform asyon m erkezi haline ge­
lebilir -enform asyonu (haber, veri, m üzik) çevreye dağıtıp yayan ver
olabilir. Y ılda bir iki kerc.büyük bayram günlerinde, çevredeki kırsal
alanlardan gelen köylülerin bir araya toplandıkları ortaçağ katedraline
benzeyebilir: bilge rahipleri ve katedral okulunu saym azsak, ortaçağ

264
katedrali iki bayram arasındaki günlerde bom boş olurdu. Y arının üni­
versitesi de, öğrencilerin fiilen devam ettikleri bir yer olm aktan çıka­
rak. enform asyon ileten bir "bilgi m erkezi" haline gelecek m idir?

İşin yapıldığı yer, işin yapılış biçim ini büyük ölçüde belirler. Yapı-
Jan iş üzerindeki etkisi de büyüktür. B üyük değişiklikler m eydana ge­
leceğinden em in olabiliriz -ancak bunlar nasıl ve ne zam an olacaktır,
şim dilik tahm in bile edem eyiz.

Biçim ve İşlev

Belli bir görev ya da kuruluş için elverişli büyüklüğün ne olması


gerektiği, bizi zorlayacak tem el sorun haline gelecektir. M ekanik bir
sistem içinde daha büyük perform ans belli oranlarda büyüm eye gidile­
rek sağlanır. D aha büyük güç daha büyük verim dir: D aha büyük olan,
daha iyidir. A m a bu, biyolojik sistem ler için geçerli değildir. Biyolo­
jik bir sistem de büyüklük işlevin ardından gelir. B üyük olm ak ha­
m am böceği açısından am aca ters düşer bir şeydir; küçük olm ak da, ay­
nı şekilde, fil açısından am aca ters düşer. B iyologların pek hoşlanarak
söyledikleri gibi, "sıçan, bir sıçan olarak başarılı hale gelebilm ek için
ihtiyacı olan her şeyi bilir." Sıçanın insandan daha zeki olup olm adı­
ğını sorm ak saçm alıktır; söz konusu edilen, bir sıçan olarak başarılı
hale gelm enin gerekleri ise, o zaman sıçan, insan da dahil bütün hay­
vanlardan çok daha ileri durum dadır. (Bu konudaki en iyi kitap, İskoç
biyolog Sir D 'A rcy W entw orth'ün I917'de yazdığı On G rowth and
F o rm 'dur -kuruluş tasarım ı ve kuruluş yapısıyla ilgili herkes için
"şart" olan bir kitaptır bu.) E nfom ıasyona-dayah bir kuruluşta, büyük­
lük bir "işlev" ve bağım sız olm aktan çok, bağım lı bir değişken halini
alır. A slında, enform asyonun nitelikleri, etkili olan en küçük boyutla­
rın en iyisi olacağına işaret etm ektedir. "D aha büyük" boyutlar, iş an­
cak başka türlü yapılam ıyorsa, "daha iyi" olacaktır.

İletişim in etkili olabilm esi, hem enform asyon hem anlam olm asına
bağlıdır. A nlam ise paylaşm ayı gerektirir. Dilini bilm ediğim bir kim ­
se, beni telefonla arasa, aram ızdaki hattın son derece tem iz olm ası, ba­
na hiçbir yarar sağlam az. Ben o dili anlam adıkça, "anlam " diye bir şey
yoktur -m eteoroloji uzm anının eksiksiz bir biçim de anladığı mesaj bir

265
eczacı için laf kalabalığıdır. A ncak grup çok büyükse, paylaşm a doğru
dürüst gerçekleşm ez. Paylaşm a, sürekli olarak yeniden doğrulanm ayı
gerektirir. Y orum yapabilm e yeteneği gerektirir. Bir topluluk olmasını
gerektirir. "Bu m esajın ne anlam a geldiğini biliyorum , çünkü Tok­
yo'daki, ya da Londra'daki, ya da Pekin'deki adam larım ızın düşünm e
biçim lerini biliyorum ." Biliyorum sözü. "enform asyon"u "ilelişim 'e
dönüştüren katalizördür.

Büyük E konom ik B unalım ın ilk günlerinden 1970'lere kadar geçen


elli yıl boyunca, eğilim , m erkeziyetçilik ve büyüklükten yana oldu.
1929'dan önce, cerrahî m üdahale söz konusu değilse, doktorlar paralı
hastalarını hastaneye yatırm ıyorlardı. 1920'li yıllardan önce hastane­
lerde doğan bebek sayısı çok azdı; bebekler çoğunlukla evde dünyaya
gelirlerdi. 1930'lar gibi geç bir tarihe kadar. B irleşik D evletlerdeki
yükseköğrenim dinam iği, küçük ve orta boy, beşerî bilim ler kolejle­
rinde toplanm ıştı. İkinci D ünya Savaşından sonraki yönelim ise, gide­
rek büyük üniversiteye ve daha da büyük olan "araştırm a üniversite-
si"ne doğru oldu. Aynı şey devlet için de söz konusuydu. Ve
büyüklük, İkinci D ünya Savaşı sonrasında iş dünyasında saplantı hali­
ne geldi. H er firm anın ille de "m ilyar-dolarlık şirket" olm ası gereki­
yordu.

Y etm işli yıllarda eğilim değişti. A rtık iyi yönetim olm anın belirtisi
daha büyük olm ak değildir. Artık sağlık hizm etleri söz konusu oldu­
ğunda, hastane dışında daha iyi yapılabilen her şey hastaneden başka
bir yerde yapılsın, diyoruz. Y etm işli yıllardan önce, A m erika'da du­
rumları hafif olan akıl hastaları için bile en iyisinin bir akıl hastanesi­
ne yatm ak olduğu düşünülm ekteydi. Bu tarihlerden sonra, başkaları
için tehlike oluşturm ayan akıl hastalan hastanelerden çıkarılm ıştır (bu
uygulam a her zam an iyi sonuçlar verm em ektedir). Y üzyılım ızın ilk üç
çeyreğinin, özellikle de İkinci D ünya Savaşını izleyen dönem in ayırıcı
özelliği olan büyüklük sevdasından uzaklaştık. B üyük ticarî işletm ele­
ri hızla yeniden yapılandırıp "daraltıyoruz." D evlet görevlerini "özel­
leştiriyoruz"; bunları, özellikle yerel topluluklarda, devlet kesiminin
dışındaki m üteahhitlere veriyoruz.

266
O halde, belli bir görev için uygun olan büyüklüğün ne olduğu so­
rusu, giderek daha büyük bir önem kazanacaktır. Bu işi bir arı mı, si-
nekkuşu m u, fare mi, geyik mi, yoksa fil mi en iyi yapar? Bunların
hepsine de ihtiyaç vardır, am a her biri farklı bir iş için ve farklı bir
ekolojide gereklidir. U ygun büyüklük, giderek, görev ve işlev için ge­
rekli olan enform asyonu en etkili biçim de kullanan büyüklük olacak­
tır. G eleneksel kuruluşu bir arada tutan, kum anda ve kontrol sistemi
olm uşken, cnlörm asyona-dayalı kuruluşun "iskelet"i en elverişli en­
form asyon sistem i olacaktır.

Çözümlemeden Algılamaya

T eknoloji doğa değildir, insandır. T eknoloji aletlerle ilgili değildir;


insanın çalışm a biçim iyle ilgilidir. Aynı şekilde, insanın yaşam a biçi­
mi ve düşünm e biçim i ile de ilgilidir. Evrim kuram ını -C harles Dar-
w in'le birlikte -keşfeden A lfred Russel W allace'm ünlü bir sözü vardır.
"İnsan yönlendirilm iş ve am açlı evrim geçirebilen tek hayvandır; in­
san alet yapar." A m a teknoloji insanın bir uzantısı olduğu içindir ki,
teknolojideki tem el değişm e, her zam an hem dünya görüşüm üzü ifade
eder, hem de dünya görüşüm üzü değiştirir.

B ilgisayar, bir bakım a, on yedinci yüzyılda D enis P apin'in zam a­


nında ortaya çıkan m ekanik evrene özgü, çözüm sel, kavram sal dünya
görüşünün nihaî ifadesi olm aktadır. Her şeyi hesaba kattıktan sonra,
dayandığı kaynak, Papin'in çağdaşı ve dostu olan düşünür-
m atem atikçi G ottfried L eibniz'in, tüm rakam ların "dijital" olarak, yani
1 ve O'la ifade edilebileceği yolundaki keşfidir. B ilgisayar bu çözüm le­
m enin, Bertrand Russell ve A lfred N. W hitehead'in P rincipia M alhe-
m atica'sında (1910'dan 1913'e kadar yayım lanm ıştır) rakam ların öte­
sinde m antığa uygulanm ası sayesinde m üm kün olm uştur; bu da,
belirsizlikten kurtarılıp "veri" haline getirilebilirse, her kavram ın 1 ve
O'la ifade edilebileceğini ortaya koydu.

Bilgisayar Papin'in üstadı olan Rene D escartes'a giden çözüm sel


ve kavram sal m odelin bir zaferidir am a bizi bu m odeli aşm aya da zor­
lam aktadır. "E nform asyon'ün kendisi, gerçekten de çözüm sel ve kav­

267
ram saldır. A m a enform asyon her biyolojik süreç için düzenleyici ilke­
dir. M odern biyolojinin bize öğrettiğine göre, hayat bir "genetik şif-
re"de, yani program lanm ış enform asyonda biçim bulm aktadır. G er­
çekten de, o gizem li gerçekliğin, yani "hayat"ın doğaüstüne
başvurm ayan tek tanım ı, hayatın enform asyon tarafından düzenlenen
m adde olm asıdır. V e biyolojik süreç çözüm sel değildir. M ekanik bir
olguda, bütün, kendisini m eydana getiren parçaların toplam ına eşittir
ve bu yüzden çözüm lem e yoluyla anlaşılabilir. O ysa biyolojik olgular
"bütünler"dir. Bunlar, kendilerini m eydana getiren parçaların topla­
mından farklıdır. E nform asyon gerçekten de kavram saldır. A m a an­
lam öyle değildir; anlam algılam adır.

M atem atikçi ve düşünürlerin D enis Papin ve çağdaşları tarafından


form üle edilen dünya görüşlerinde, algı ”sezgi"ydi ve y a sahte, ya da
mistik, kolay anlaşılm az, gizem li bir şeydi. Bilim , algının varlığını
yadsım adı (am a pek çok bilim adam ı yadsım ıştır). G eçerliğini yadsıdı.
Ç özüm lem ecilerin belirttiğine göre, "sezgi" ne öğretilebilir ne eğitile­
bilir. M ekanik dünya görüşü, algının "ciddî" olm adığını, "hayattaki
daha incelikli şeyler"in, onlar olm adan da yapabileceğim iz şeylerin
düzeyinde olduğunu bildirir. O kullarım ızda, "sanat eleştirisi”ni keyif
alınacak bir konu olarak öğretiyoruz. Sanatı, sanatçı için olduğu gibi,
çetin, zorlayıcı bir disiplin olarak öğretm iyoruz.

O ysa biyolojik evrende, algı m erkezde yer alır. V e eğitilip, gelişti­


rilebilir -hatta böyle yapılm ası gerekir. D uyduğum uz şey, "K." "E" "D"
"t" değildir; "kedi"dir. "K" "E" "D" "î", çağdaş deyim le, "parçalar"dır;
çözüm lem edir. G erçekten de, bilgisayar parçaların ötesine geçmezse,
anlam gerektiren hiçbir şey yapam az. "Uzman sistem ler"in anlam ı da
budur; bu sistem ler, bilgisayar m antığına, çözüm sel bir sürece, bir işin
ya da konunun bütününü anlam aktan doğan, deneyim algısını yerleş­
tirm eye çalışırlar.

A slında, algılam aya doğru yönelişim iz, bilgisayardan epey önce


başlam ıştı. Y aklaşık yüzyıl önce, 1890'h yıllarda, konfigürasyon (G eş­
talt) psikolojisi, duyduğum uz şeyin "K" "E" "D" "I" değil de, "kedi"
olduğunu ilk kez fark etti. O günden bu yana psikolojinin hem en her

268
çeşidi -ister gelişim , ister davranış ya da klinik psikolojisi olsun- çö ­
züm lem eden algılam aya doğru yönelm iştir. Post-Freudcu "ruhsal çö­
züm lem e" bile "ruhsal algılam a" halini alm akta ve kişinin m ekanizm a­
ları, "itkil'er"i yerine kişinin kendisini anlam aya çalışm aktadır.
Devletin ya da işadam larının yaptıkları planlam alarda, giderek daha
çok "senaryolar"dan söz ediyoruz; bunlarda da hareket noktası b ir al­
gıdır. Tabiî, herhangi bir "ekoloji" de çözüm lem e değil algılam adır.
Ekolojide "bütün"ü görm ek ve anlam ak gerekir; "parçalar" ancak bü­
tüne bakılırken vardır.

Elli yıl kadar önce ilk A m erikan kolejinde -V erm ont'taki Benning-
ton'da- beşerî bilim ler eğitim inin ayrılm az bir parçası olarak, uygula­
m alı sanat dersleri -resim , heykel, seram ik, bir m üzik aleti çalm ak- ve­
rilm eye başlandığında, bu tüm saygıdeğer akadem ik göreneklere
m eydan okuyan, küstahça, ilkelere aykırı bir yenilik oldu. B ugün her
A m erikan kolejinde aynı şey vardır. Kırk yıl önce herkes nesnel olm a­
yan m odern resm i reddediyordu. B ugün ise, m odem ressam ların eser­
lerini sergileyen m üzeler ve galeriler insanla doludur ve bu eserler re­
kor fiyatlarla alıcı bulm aktadır. M odem resm in "m odem " yanı,
izleyiciden çok, ressam ın gördüğünü sunm aya çalışm asıdır. M odern
resim , betim lem eden çok, anlam dır.

D escartes, üç yüzyıl önce "D üşünüyorum , o halde varım ," diyordu.


B izlcr artık şunu da dem ek zorundayız. "G örüyorum , o halde varım ."
D escartes'tan bu yana kavram sal olan vurgulanm ıştır. G iderek, kav­
ram sal olanla, algısal olanı daha çok dengeleyeceğiz. A slında, bu ki­
tabın konu ettiği yeni gerçekler, konfigürasyondurlar ve bu yönleriyle,
çözüm lem e kadar algılam a da isterler. Sözgelim i yeni çoğulculuk bi­
çim lerinin dinam ik dengesizliği; çok-katlı uluslaraşırı ekonom i ile
uluslaraşırı ekoloji; çok gerekli olan yeni "eğitim li insan" arketipi. Ve
bu kitap düşünm em izi olduğu kadar görm em izi de sağlam aya çalış­
m aktadır.

Im m anuel K ant'm yeni dünya görüşünü bir sistem içine oturtan


m etafiziği yaratm ası için, D escartes ve çağdaşı G alileo'nun m ekanik
evren bilim inin tem ellerini atm alarının üzerinden yüzyıldan fazla bir

269
zam an geçm esi gerekti. Sonra da K anl'ın Salt A klın E leştirisi <'-'871)
■feseri, yüzyılı aşkın bir süre, Batı felsefesine egem en oldu. Friedrich
N ietzsche gibi, K ant düşm anlarına anlam lı gelen so ru lan bile bu kitap
belirledi. H atta bu yüzyılın ilk yarısında Ludw ig W ittgenstein için bile
"bilgi" tanım ının kaynağı hâlâ K ant'tan geliyordu. A m a çağdaş düşü­
nürler artık Kant'ın ilgi konuları üzerinde durm am aktadırlar. O nlar
konfigürasyonlarla uğraşırlar -işaretler ve sem bollerle, örüntülerle,
m itle, dille. A lgıyla uğraşırlar. O halde m ekanik evrenden biyolojik
ıjvrene olan bu yöneliş, sonunda, yeni bir felsefî sentez gerektirecektir,
Kant, bu senteze, E insicht, ya da C ritique o f P ure P erception * adını
verebilirdi.

* Salı Algının Eleştirisi (Çevirenin noıu).

270

You might also like