Professional Documents
Culture Documents
Nöbettepe 16kasım PDF
Nöbettepe 16kasım PDF
Sahibi
Türk-Bulgar Edebiyat Kulübü – Plovdiv/Filibe
Genel Koordinatör
Şenar Bahar
İletişim:
ПЛОВДИВ - 4000
ул.“Доктор Георги Вълкович“ №3, ет.4
Българско-турски литературен клуб,
За списание „Небеттепе“
nebettepe@gmail.com
kadriye@yahoo.com
azizshakir@yahoo.com
Kapak Resimleri
Kamber Kamber
Teknik Düzenleme
Emine Nur Kosal
Baskı
Seçil Ofset
100.Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi
4.Cadde No:77 Bağcılar - İstanbul
Tel:0212. 629 06 15
www.secilofset.com
info@secilofset.com
İÇİNDEKİLER / СЪДЪРЖАНИЕ
Kadriye Cesur
B
alkan coğrafyasında yer alan ülkelerin Türk nüfusunun tamamı iki dilli ortamda
yetişmektedir. İki dile vakıf olan bu insanlar her iki dilin edebiyatını da ilişkin
dillerde, özgün halde okumak ister.
Bulgaristan’da Türk halk kültürünün ve Türk edebiyatının yüzyıllara dayanan bir tarihi
vardır. Buna ilişkin bilgileri üniversite kürsülerinin dışında tanıtmak, bilenlere hatırlatmak,
bilmeyenleri bilgi sahibi etmek bir derginin varlığı ile mümkün kılınacağı düşüncesindeyiz.
Bu anlamda Nöbettepe/Небет тепе Edebiyat-Kültür Dergisinin amacı edebiyatın ve
kültürün en başat amacıyla örtüşmektedir- okuyarak ve yazarak tanışmak, uzak olanı
yakınlaştırmak, yabancı sayılanla kültür yarenliği etmek… Bugün Bulgaristan’daki Türkler
ve Türkçe bilen, okuyan ve yazanlar, ülkenin genel nüfus sayısına göre oldukça kalabalık.
Ülkenin üç kentinde - Sofya, Plovdiv ve Şumnu’da bulunan üniversitelerde Türk Dili ve
Edebiyatı veya Türkçeyi kapsayan akademik bölümler mevcut. Bu platformda yüzlerce
öğrenci Türkçe ve Bulgarca okuyor, yazıyor аncak Türkçe olarak yazılanlar ne yazık ki,
ülkemizde düzenli biçimde faaliyet gösteren Türkçe bir edebiyat yayın organı olmadığından
okuruna ulaşamıyor.
5
Kaygan’ın Çiçek (1929), Mehmed İstanimakalı’nın Açık Söz (1931) adlı yayınlarının hatırasına
hürmeten hazırlanmış, onlardan esinlenerek bir nöbeti devralmanın sorumluluğunu
üstlenmiştir. 20. yüzyılın ikinci yarısında Türkçe ve Bulgarca olarak yayınlanan -Yeni Işık/
Нова светлина ve Yeni Hayat/Нов живот dergilerini de unutmuyoruz elbet, politik
doktrine karşın Türkçe’ye kattıkları, katabildikleri değerler önünde saygıyla eğiliyoruz.
Yeni bir derginin adını koymak yeni doğan bir çocuğa isim vermek kadar sorumluluk
işi olup bir o kadar da zor bir seçimdir. Birçok isim önerisi arasında gelip gittikten sonra
yayın kurulu olarak Nöbettepe/ Небет тепе dedik. Bu zor seçimi kolaylaştıran ve derginin
isim babası olan Filibe Başkonsolosu Sayın Hüseyin Ergani Beyefendiye teşekkürlerimizi
sunmayı bir borç biliyoruz. Nöbetteyiz. Ya da kısaca:
Sevelim sevilelim
Yunus Emre
6
НЕБЕТ ТЕПЕ – НЕ БЕЗ ТЕБЕ – НЕБЕ С ТЕБЕ
7
***
Yunus Emre
8
NEFES
Haydar Baba (Haydarî)
Şah-ı Necef Ali aman
Medet himmet kerem eyle,
Yetiş Pirim Balım Sultan
Medet himmet kerem eyle.
9
***
Ömer Osman Erendoruk
10
GÜNEYE GÖÇ EDEN KUŞLAR
Recep Küpçü
Güneye göç eden kuşlar,
N’olur, söyleyin bana
Nerde kaldı o güneş,
O ılık akşamlar,
O ferah?...
Neden böyle vakitsiz geldi güz?
Biliyorum, burda bir sır var:
Siz yazı kanatlarınızda götürdünüz
Güneye göç eden kuşlar...
11
YAŞAMA NE DİYORSAK
Naci Ferhadov
12
***
Osman Azizov
13
TÜRKÇE’NİN GÖNÜL COĞRAFYAMIZDA AÇAN
ÇİÇEKLERİ
Rıdvan Canım
Rumeli, esasen bir kara sevdânın adı, Rumeli, parmakları kınalı nazlı bir gelin, yüreklerde
hissedilen bir sızı, bir hasretin adı şimdi Rumeli. Dağlarıyla, ovalarıyla, nehirleriyle,
birbirinden güzel şehirleriyle, zümrüt gibi köyleriyle unuttuğumuzu sandığımız ama
aslında hiç unutmadığımız, unutamadığımız bir coğrafyanın adıdır Rumeli… Neden Türkeli
değil de Rumeli? Orası hiç bilinmez işte. Biz Rumeli şehirlerini ilk defa Osmanlı şiirinin
şehrengizlerinde gördük, tanıdık ve sevdik. İshak Çelebi Üsküb'ü anlattı bize. Hayretî
ise Belgrad'ı. Mostarlı Hacı Derviş'in dilinden tanıdık ilk defa Mostar'ı. Ve Cemâlî Siroz'u
anlatırken, Usûlî ile Hayretî'den Vardar Yenicesi'nin güzelleri ile güzelliklerini öğrendik..
Bu coğrafya her asırda şairlerinin dilinde yaşadı ve inanıyoruz ki hep yaşayacak... Bir şair,
Balkanların, Rumeli'nin bağrından Kosova'dan çıkan bir ozan Altay Suroy, "Köprüyüz Biz"
adlı manzumesinde kendi kimliğini şu çığlıklarla ortaya koymaya çalışıyor:
Altay Suroy bunları söylerken, Anadolu coğrafyasının bir başka şairi Yavuz Bülent Bakiler
de "Bizim Türkümüz" adlı şiirinde Rumeli coğrafyasının sâkinlerine şöyle haykırıyor:
14
Bizi söyler, anlatır Mimar Sinan'dan beri
Üsküp'te, Estergon'da, bir atar damar gibi
Davullar, zurnalar ve serhat türküleri...
İşte size bu coğrafyadan söz edeceğim ben. Bu coğrafyayı şiirlerinde kilim gibi dokuyan
insanlardan. Mahzun ve kederli şairlerin hasret dolu dizelerinde size adım adım Balkanları
ve Rumeli'yi gezdirmek istiyorum ben.
Bir başka Kosovalı şair Osman Baymak ise "Sevmek Bir Ölüm Dirilmeye Değer" adlı
şiirinde:
"Bu sabah yirmi ayrı güneş doğuverdi
Şar dağında
Aydınlık ağardı dilim dilim"
diyerek Şar Dağı'na övgüler sıralarken, bir gün bu dağlardan ayrı düşüp hasret kalacağını
15
nereden bilebilirdi. Baymak, aslında sadece kendi doğup büyüdüğü çevreyi işlemez
şiirlerinde. Gün olur, "Manastır'da Bir Gün" adlı şiiriyle bizi Manastır'a götürür, gün
olur, bir zamanlar Sûzî Çelebi gibi bilgelerin yetiştiği âşıklar diyârı Prizren'e çağırır. Onun
coğrafyası Kosova'dan ibaret değildir sadece. Gün gelir Karadeniz'in incisi Burgaz için:
dizelerini haykırır.
Zeynel Beksaç'ın l990 yılında yazdığı "Rumeli'de Bağbozumu" adlı şiirine özellikle
dikkatlerinizi çekmek isterim. Genel Rumeli coğrafyasının kaderini sergileyen bu şiir yıllar
sonra, bugünlerde bir gerçeği, gerçek bir "bağbozumu" nu vurgular aslında:
"Düştük yollara
Asfalt yerine yüreğimizi döşeyerek
Göç bizim hasret bizim
Bir söğüt dalı gibi soyulan
Ömür bizimdi
...
Yokuşlara vurduk
Düze çıktık
16
Aşımız direnç
Gurbet yazgımız
Dilimiz namusumuzda
İşte size şair yüreği. Fırtınanın kopacağını yıllar öncesinden sezen duyarlı bir yürek..
Fırtına bu şiirin yazılmasından tam dokuz yıl sonra kopmuştur. Hem de herşeyi kasıp
kavuran, yakıp yıkan, evlâtlarını, öksüz, yetim bırakan, öldürüp yok eden bir fırtınadır bu.
Şairin, "Rumeli'de Kilimim Dokunur" adlı şiirinde de, kimliğini kilimlerine nakşeden bir
milletin Prizren coğrafyasında yaşadığı duygulara tanık oluruz.
"Minarelerinden
Ezan sesleri gelir
Bir çiçek açar saksısında
Bir evin
Penceresinden
Başçarşı'da
Dilleri çözülür
17
Güvercinlerin
İlkyazda
Saraybosna'da."
18
dizeleriyle bir nehrin bir milletin tarihi için ne büyük anlamlar taşıdığını ifade etmeye
çalışır. Saraçoğlu, "Sultan Murad Han'ın Meşhedinde" adlı şiirinde de aynı tarihî duyarlılığı
ortaya koyar. Şükrü Ramo'ya göre Ohri Gölü, seven için bin ümit demektir. Onun suları
gözyaşı, çehresi mehtap, ortası yıldızlarla yıkanan bir ışıktır. O bir gelindir. Ohri, gelene
bin dilek, gidene hasret, aşığa efsane, şaire ilham, güzeli sevene bir peri masalıdır. Yine
aynı şair, Şükrü Ramo:
dizeleriyle başladığı "Üsküb'e Selâm" adlı şiirinde de; Üsküb'ün köprülerine, Vardar
nehrine selâm yollar gurbetten... Nusret Dişo Ülkü ise güzel Üsküp için:
derken, sanırım Üsküp'te yaşanan büyük bir felâketi dile getirme gayreti içindedir. Şükrü
Ramo, Prizren'in tarihi ve güzellikleri karşısında hayranlığını yine bu güzel şehre yazdığı
bir şiirle dile getirir. Bugün Batı Trakya coğrafyası içerisinde kalan ve eski muhteşem
günlerini arayan Serez'den de şu hasret dolu dizelerle söz eder şair:
Kuşkusuz şairin Serez için söyledikleri belki bugün bütün Rumeli şehirlerinin ortak
kaderi ve genel görüntüsüdür, denilebilir. Gümülcineli Reşit Sâlim, Çöküş adını verdiği
şiirinde;
19
Osmanlının çocuğu, zevklerin torunu bizler
Kalakaldık bomboş umutlarla Meriç-Tunca arasında.."
derken aslında sonu kötü biten bir rüyadan söz eder bize.. Göç, Rumeli insanının ortak
yazgısı olur asırlarca... Kimisi yollarda iken, kalanlarınsa gözü kalmıştır hep yollarda...
Balkan şehirleri
Tütün fenerlerinin isli ışığında serin sabah rüzgârları eser
İskeçe, Koşukavak, Silistre sırtlarında
Balkan şehirleri
Üsküp, Gümülcine, Deliorman
...
Coşkun Tuna, Osmanlının zafer günleri
Sırp diyarı, Bulgar ülkesi, Rumelleri..."
Aşığı yaslı, şairi yaslıdır.. Yüzler gülmek nedir bilmez bu topraklarda kaç asırdır..
Toprağa düşen hep gözyaşıdır.. Ağıtlar türkü niyetine söylenir durur bu ellerde bilmem
kaç zamandır.. Batı Trakyalı şairlerden Nâim Kâzım "Sizin ve Bizim Şiirlerimiz" adını verdiği
şiirinde aslında bütün şiirlerin "bizim" olduğunu vurgular. Halk ozanı Asım Haliloğlu da
"Yaslı Bulut ve Ben" adlı halk destanında aynı duyguları dile getirir:
"Rodop ile Karlık Dağı
Yeşillikler cennet bağı
Boynu bükük dert yatağı
Hangisine yas tutarsın.."
Yunanistan veya Batı Trakya Türk şiirinde Rumeli coğrafyası veya Rumelilik duygusu,
esasen bu topraklarda dünyaya gelmiş olan Mustafa Kemâl Atatürk ile özdeşleşir çoğu
zaman. Örneğin bu toprağın gür sesli şairlerinden Ali Rıza Saraçoğlu "Biz Rumeli Türkleri"
20
adlı şiirinde bu duygularını şöyle dile getirir:
İzzet Dinç, "Niğbolu" adını verdiği şiirinde de aynı samimi duyguları dile getirir. Aynı
şekilde Ömer Osmanov'un "Sen" adlı manzumesinde Bulgaristan coğrafyası her karış
toprağı ile kutsaldır, mübarektir, azizdir. Osman Azizof'un "Söyleme Bu Kadar" adlı uzun
şiirinde ise yine Rodoplar ve Deliorman bölgesinden güzellikler sergilenir. Onun "Razgrat"
adlı şiirinde ise Razgrat'ın güzelliklerini şairin sevdiği kızın gözlerinde buluruz. Şiirlerinde
21
Deliorman'ı anlatan bir başka şair de Recep İbişef'tir. Karadeniz'in şirin şehri Burgaz'ı
ise Recep Küpçüyef'in "Burgaz'da Sabah" adlı manzumesinde martılarıyla, vapurlarıyla
tanırız. Cevat Raşit, tüm Doruca yöresinin güzelliklerini taşıyan "Adile'm" türküsünde
Dobruca güzellerini tanıtır bizlere.. Eskicuma yöresi şairlerinden Mehmet Çavuşev'e göre
de Rodoplar, yüzü duvaklı bir gelindir. Ve O'na karşı hissedilen duygular aşktır aslında...
Mehmet Çavuşev, "Azınlıklar Mezarı" adını verdiği bir başka şiirinde acılarla dolu kara
günleri anlatır. Yaşadığı coğrafya matem rengindedir çünkü..
diyerek kalplerde yanan ateşi işaret eder. Rodoplu Kız adlı manzumesinde de en az
Rodoplar kadar alımlı bir güzele vurgundur şair.. Ve Nazmi Nuriev.. Onun, "Kanlı Aralık
Destanı" adını verdiği uzunca şiiri, Bulgaristan Türklerinin yakın tarihteki acılarının
destanıdır.. Her dizesinde bir insanlık dramına tanık oluruz bu şiirin.. Nazmi Nuriev'in
"Soğuk Pınar" şiiriyle dile getirdiği hasret yine Güney Rodoplar'ın eteğindeki Soğuk Pınar
Köyü'nedir. Nuriev, Kanlı Arda şiirinde de:
22
"Adını biz koymadık mı Arda?
Söyle başka bir adın var mı senin?
Seni biz doğurmadık mı Rodoplarda?
Türk değil mi senin suyun, selin? "
mısralarıyla bir hasreti, bir özlemi vurgular... Nehirler, hele hele Rumeli'deki, Balkanlardaki
nehirler, bir milletin tarihine tanıklık etmiştir hep... Tuna, Lom, Arda, Meriç ve Tunca.
Tuna da bunlardan birisi.. Tuna adını duyan hangi Türk'ün yüreği titremez ki.. Tuna bir
gelindir.. Tuna bir özlemdir.. Tuna öksüzdür.. Tuna yetimdir... Efsanedir, masaldır, türküdür
Tuna.. Bir gönül dostunun ifade ettiği gibi Tuna, bizim Rumeli topraklarında akan serin
kanımızdır.. Bir zamanlar Aliş'in kıyılarında dolaştığı, Türk akıncılarının atlarını suladığı
Tuna şimdi yalnızdır, şimdi mahzundur... Tuna sahillerinin şanlı kenti Silistreli bir şair..
Nevzat Yakubov.. "Düş" adlı manzumesinde Tuna ile Silistre'ye olan sevgisini:
"Tuna bahçesinde
Güzellerin güzeli gezer
Tuna bahçesinde
Silistre kentinde."
dizeleriyle anlatır. Çağdaş Romanya Türk şiirinin seçkin isimlerinden Mehmet Niyazi de
bize Romanya'dan seslenerek "Dobruca'dan Sizge Selam Ketırdım" der. Biz de diyoruz ki
selâmın başımızın üzerine olsun. Mehmet Niyazi, Tuna için de:
diyerek Tuna'nın ortak kültürümüzün bir parçası olduğunu belgeler. Dobruca Türk şiirinin
önemli isimlerinden Nevzat Yusuf'un "Mavi Tuna Senfonisi" de güzel Tuna'nın şarkısıdır
adeta.. Bir başka Silistreli şair Ali Bayramov'un Tuna karşısındaki duygulanmaları çok
farklı değildir.
23
"Akıyor sakin sakin görkemli Tuna nehri
Yalıya bağdaş kurmuş şirin Silistre şehri.
...
Ne güzeldir akışı serin Tuna nehrinin
Şifa verir havası şu Silistre şehrinin "
Mülazım Çavuşev'in "Ey Güzel Tuna Hey" adlı şiiri ile Lütfi Erçin'in "Güzel Tuna"
adlı manzumesi de bu duygulardan farklı değildir. Batı Trakyalı şairlerimizden Alirıza
Saraçoğlu'na göre de Tuna'nın gözleri hep nemli, ayrılık hüznüyle Tuna hep yaslıdır.
Rumeli coğrafyasının her yerinden Tuna için medhiyeler, ağıtlar yazılırken Gagavuzlar
sessiz kalır mı? Kalmaz elbette.. Çünkü onlar da aynı coğrafyanın devamıdır.. Osmanlı
o topraklara Boğdan ismini vermişti, şimdi Moldova diyorlar.. Hiç şüphe yok ki onlar
da asırlarca Balkanların ve Rumeli'nin heyecanını, sevincini, kederini bizimle birlikte
yaşamışlar hep... İşte Nikolay Baboğlu'nun güzel Tuna'ya dair duyguları:
Sizi anlı, şanlı bir coğrafyada, Balkanlarda ve Rumeli'de bir gezintiye çıkardım. Onları
yeniden hüzünle hatırladık hep birlikte.. Sevindik, gururlandık ve hüzünlendik.. Bu
topraklarda yaşayıp göçüp gidenleri, şimdi bu toprağın bağrında yatanları rahmetle
anarken güzel Türkçemizin bu coğrafyada daha nice asırlar bir bayrak gibi dalgalanmasını
ve bize bu diyarlarda nice dil yâdigârları bırakmasını temennî ediyorum.
24
BİR USTA - BİR ÇIRAK
Dergimizin bu keyifli köşesinde geçmişle geleceği yan yana oturtup okurlarımızın
da huzurunda yepyeni bir boyutta sohbete dalmalarını amaçlıyoruz. Usta-Çırak ikilisi
klasikleşmiş maharet ve tecrübe çerçevesinde algılanmamalı. Burada boynuzu geçen nice
kulaklarla karşılaşacaksınız. Kulağın boynuza göre bir üstünlüğü daha vardır: onu nazikçe
okşayıp çekebilirsiniz, bu onun daha da hızlı büyümesini sağlayacaktır.
SABAH
Mehmed Fikri
Güneş ufuktan şen şen bakarak
Saçıyor yine etrafa şafak
Aydınlanıyor simsiyah afak...
Mahmur gölgeler gelmiş te vecde
Huşu içinde eylemiş secde...
25
AKŞAM
26
YALINAYAK
Semiha Sözeri
I.
İçimde çocukluğumun
İzleri koşuyor hâlâ.
Kısa pembe fistanımla
Yalınayak
Dallarına tırmandığım
Kiraz ağacı ya da
Mavi gözlü komşu çocuğunun
İstediğimde vermediği
Oyuncak asker ol.
Ben ise al yanaklı,
Sarı saçlı bebek olayım,
Kurtar beni kardeşimin
Süvarilerinin elinden.
Sonra beni kısa pembe
Fistanımdan yakala!
Anlamadın mı?
İzleri koşuyor hala
İçimde çocukluğumun.
II.
Aklımda yazılmamış bir şiirin
Henüz limansız dizeleri.
Kaç yaşında senin düşlerin?
Kaç kez düştün koşarken,
Kaç kez sıyrıldı dizlerin?
Büyüdün mü sen,
Büyüdü mü gülüşlerin?
Benim gibi ışığa âşık mıydı ilk aşkın?
Çok soru sordum yine:
Büyümeyecek bu halim.
Sana açılınca yüreğimin
Pencereleri, hep belirir
Aklımda limansız dizeleri
Henüz yazılmamış bir şiirin.
27
KAYIP ÇOCUK ARANIYOR
28
DOĞUMUNUN 110. YILDÖNÜMÜ MÜNASEBETİYLE:
BULGARİSTAN TÜRKLERİNİN GÜÇLÜ KALEMİ
MEHMED FİKRİ
Vedat Ahmed
Zaman olarak kısa, ama verimlilik bakımından çok dolu bir hayat... Şiir, hikâye, köşe
yazısı, araştırma, coşkun ve etkili bir hitâbet... Bunların hepsi 33 yıllık bir hayatın içerisinde
yer almış ve günümüze dek güncelliğini korumaktadır. Çünkü çağdaşlarını, yaşadığı
toplumun insanlarını, duygularını anlatmış, yaşadığı toplumun derdiyle dertlenmiş bir
şahsiyet. O, “Fikri’nin ölümü, Fikrin ölümü” dedirten Mehmed Fikri...
Mehmed Fikri, her milletin sahip olmak istediği türden bir insan. Zekâsıyla, duygusuyla,
coşkusuyla, hitâbetiyle, ahlâkçılığıyla, fedakârlığıyla, hakperestliği ve adaletseverliği ile
bir nesle fikir babalığı yapmış olan Mehmed Fikri, örneklik ve seçkin bir hayat yaşamıştır.
XX. yüzyılda Bulgaristan Türkleri arasında yetişen en önde gelen şahsiyetlerden olan
Mehmed Fikri, 10 Kasım 1908 yılında bir Türk-Müslüman merkezi olan Osmanpazarı
(Omurtag) kasabasında maddeten fakir, mânen zengin dindar bir ailede dünyaya
gelmiştir. Annesi Zübeyde hanımdır. Babası ise aslen Karaahatlar (Vrani kon) köyünden
olup Hâfız Hüseyin Efendi yıllarca Osmanpazarı’nda imamlık yaparak Müslüman halka
hizmet eden ve bu vesileyle ailesinin geçimini sağlayan, evlâtlarına ilim ve irfan aşkını
aşılayan, bu yolda kendilerine öncülük edip büyük destek veren bir zattır. Hâfız Hüseyin
Efendi, o dönemde Mehmed Fikri, Hasan Basri ve Hüseyin adlı üç oğluna da Bulgaristan
Türklüğünün gözbebeği olan Nüvvâb Medresesinde lise tahsili gördüren parmakla sayılır
kişilerdendir.
Bir taraftan ev işlerinde ailesine yardımcı olmaya çalışan Mehmet Fikri, diğer taraftan da
babasının teşvikleriyle ilk ve orta (rüşdiye) tahsilini doğduğu Osmanpazarı’nda yapmıştır.
Rüşdiyeyi bitirir bitirmez o bölgedeki köylerde öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Türk
basınıyla teması ve basit de olsa yazılarının yayınlanması bu dönemde başlamıştır. Ancak
Nüvvâb’ın ilk mezunlarından olup Osmanpazarı rüşdiyesinde öğretmenlik ve müdürlük
yapan Hâfız Yusuf Şinasî’nin teşvikiyle 1928 yılında Nüvvâb’a kaydolmuştur. Büyük bir
başarı göstermesi sonucunda okulun 5 yıllık tâlî (lise) kısmını 4 yılda tamamlayarak 1932
yılında üstün bir başarıyla mezun olmuştur.
Mehmed Fikri, Nüvvâb okulundaki öğrenciliği sırasında seçkin öğrencilerden biridir;
derslerdeki başarısı, sosyal etkinliklerde faal oluşu, yazma-çizme işlerinde öncülüğü onu
okulun “yıldızı” durumuna getirmiştir. Özellikle okulda yapılan boykotlarda Mehmed
29
Fikri’nin imzası açıkça görülmektedir. Zaman zaman hocalarıyla ‘kafa tutması’ da onun
bilgisinin yanında atılganlık ve cesaretini göstermektedir.
Mehmed Fikri, Medresetü’n-Nüvvâb’ın tâlî kısmından mezun olduktan sonra Mısır’da
bulunan Ezher Üniversitesi’ne gitmek istiyor, fakat kendi imkânlarıyla bunu başaramıyor,
Başmüftülük’ten de kendisine o yönde bir destek çıkmıyor. Daha önce bir de Türkiye’de
öğrenim görme yönünde başarısız bir teşebbüsü olan Fikri, Nüvvâb’ın âlî (yüksek)
kısmına devam etmeyi kararlaştırıyor. Ancak âlî kısım müdavimi olan Mehmed Fikri’nin
sahip olduğu enerji ve heyecan onu okul sıralarında rahat bırakmamış, bazı hocalarıyla
anlaşmazlıklar doğunca okuldan ayrılmak zorunda kalmıştır. Fikri’nin bazı hocalarını
eleştiren şiirlerini dönemin Türkçe basınında yayınlamış olması onun bükülmez karakterini
de yansıtmaktadır zaten.
Hayata atılan Mehmet Fikri, imamlık, öğretmenlik, vaizlik ve yazarlık yapmış, hakkı
ve adaleti anlatmış, cemaatine, talebelerine ve okuyucularına mefkûre/ ülkü/ ideal
aşılamıştır. Samimî çabaları sonucunda genç yaşta insanlar üzerinde birçok olumlu izler
bırakmıştır. Bunlardan biri de Bulgar asıllı bir Hristiyan rahibedir. Fikri’nin samimiyet
ve gayreti, Allah’ın hidayeti ile İslâm dinini kendisine din olarak seçen rahibe hanım
“Fikriye”yi de kendisine isim olarak seçmiştir. Daha sonra Fikriye ile hayatını birleştiren
Fikri, iyi bir Müslüman, sadık ve vefalı bir eş olan bu hanımefendi ile Filibe’de, Sofya’da,
Berkofça’da çileli, ama coşkulu ve manevî huzur ile dolu bir hayat geçirmiştir.
Mehmed Fikri’nin ilim ve fikir bakımından yetişmesinde Nüvvâb hocalarından Yusuf
Ziyâeddin Ezherî’nin büyük katkıları olmuştur. Ayrıca Emrullah Efendi’nin ‘dava adamı’
olarak sahip olduğu meziyetlerin de onun üzerinde büyük etkisi olmuştur. Ziyâeddin
Ezherî (Şeyh Efendi) vasıtasıyla ve çokça araştırmaları sayesinde Mehmed Fikri, İslâm
dünyasındaki İslâmî hareketle tanışmış, toplumla ilgili konulardaki düşüncelerini kendi
zaviyesinden ele almıştır.
Bununla birlikte Mehmed Fikri’nin fikrî gelişiminde Mehmed Âkif (Ersoy) gibi bir şair,
düşünür ve duygu yüklü bir insanın çok önemli yeri vardır. O kadar ki, Mehmed Fikri,
“Bulgaristan’ın Âkif’i” denecek bir dereceye gelmiştir. Fikri, Âkif’in yazılarında, şiirlerinde
ve konuşmalarında işlediği konuları kendi yazı, şiir, vaaz ve hutbelerinde işlemiş, onun
heyecan, iman ve eylemini hayatına ve eserlerine yansıtmıştır.
Ayrıca İslâm dünyasının önde gelen fikir ve aksiyon adamlarından Şekib Arslan’ın
da çalışmalarını takip eden Fikri, onunla yazışmalarda bulunmuş ve etkisiyle bazı
yazılar kaleme almıştır. Bununla birlikte Mehmed Fikri’nin başlıca ilham kaynağı İmam
Gazâlî’dir. İslâm dünyasının yetiştirdiği en değerli ilim adamlarından biri, çile insanı ve
hakikat arayıcısı olarak niteleyebileceğimiz Gazâlî’nin bütün eserlerini tetkik eden ve
onlarla ilgili bir kitaplık yazılar tefrika eden Fikri, ondaki hakperestliği, denge arayışını ve
30
çilekeşliği benimsemiştir. Bu hususlar, onun yazılarında, şiir ve hikâyelerinde, mücadeleci
davranışlarında, yoksul, ama şerefli yaşanan hayatında, şerefle kucakladığı ölümünde
bâriz bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
33 yıllık kısa bir hayat hikâyesine sahip bir kişinin adının Bulgaristan Türkleri tarihinin
sayfalarına kazınmasının başlıca sebebi, yazdığı yazıları ve şiirleridir.
Mehmed Fikri, daha rüşdiye mezunu bir öğretmenken toplumun dertleriyle dertlenmiş
ve bunları amatörce yazı ve şiire dökerek zamanın Türk basınında yayınlamıştır. Onun
ilk şiir denemesini 1925 yılında Deliorman gazetesinin 123. sayısında görmekteyiz. 3-4
yıllık öğretmenliği sırasında çocuk ruhunu kavradığı anlaşılan Mehmet Fikri, daha sonraki
yıllarda çocuk şiirleri konusunda başarılı olmuştur. Büyük bir kısmı İntibâh ve Medeniyet’te
olmak üzere Dostluk, Yarın, Rehber, Havâdis ve Açık Söz gazetelerinde yayınlanmış
olan onlarca yazısı, şiir ve hikayeleri, Bulgaristan’daki Türk okulları için hazırlanan ders
kitaplarında da yayınlanmıştır. Ne yazık ki, bu eserlerinin bir kitapta toplanması onun
bu dünyaya vedâ edişinden sonra olmuşur. Yazarın şiirleri kitap halinde önce vefakâr eşi
Fikriye Hanım tarafından 1947 yılında Şumnu’da “Türk Gençlerine Şiirler” adı altında
yayınlanmış, bütün şiirleri ve hikâyeleri ise tarafımızdan derlenerek “Mehmed Fikri –
Şiir ve Hikâyeleri” adıyla Halil Uzunoğlu tarafından 2003 yılında Bursa’da yayınlanmıştır.
Fikri’ye ait “His Çiçeklerim” ve “Armağanım” adlı iki yayınlanmamış eserden bahsedilse
de şu ana kadar keşfedilememişlerdir.
Mehmet Fikri şairlik yolundaki ciddî adımlarını Nüvvâb’a başladıktan sonra atmıştır.
Şiirlerinde genellikle din, gaflet, ahlâk, toplumsal çöküş ve birlik konularını işlediği için
Nüvvab’taki Türk edebiyatı hocası Hasip Safvetî (Aytuna) kendisini eleştirmiş ve “Mehmet
Akif’in etkisinden kurtulması” gerektiğini ifade etmiştir. Fakat Mehmed Fikri, daha o
yıllarda seçmiş olduğu yoldan dönmeyerek emin adımlarla aynı istikamette devam etmiş
ve yaşadığı dönemde halkın ve gençliğin, daha sonraki dönemlerde de araştırmacıların
takdirini kazanarak seçiminin doğruluğunu ispat etmiştir.
Şiirlerini incelediğimiz zaman görülüyor ki, öğrencilik yıllarında coşkun seller gibi
kükremektedir, yüksek medenî cesarete sahiptir, eleştirici ve ısırıcıdır. Bununla birlikte,
yalnız kaldığında bambaşka bir hâle bürünmektedir. Özeleştiri yapmakta, eleştirirken de
kaderinden memnuniyetsizliğini ifade etmekten geri durmamaktadır. O, halk arasında
yaygın olan bilinçsiz bir şekilde “kadere teslimiyet” anlayışının yanlışlığını ortaya
koymakta ve iradenin insana kullanılmak için verildiğinden hareket ederek kendisini ve
çevresini gerekeni yapmaya davet etmektedir.
Fikri’nin şiirlerinde kullandığı teşbihler, sanat güzellikleri, doğayı canlandırma, hele
de bir şiirinde Mevlânâ misali kaval ile konuşması şairliğini göstermektedir. O, tabiatta
31
meydana gelen her yeni yapılanmayı kalbinin derinliklerinde duymakta ve beklediği
dönüşümü, güneşin doğudan tekrar doğuşunu ve insan tabiatının İslâm ile yeşermesini
sabırsızlıkla beklemekte ve bu konudaki iyimserliğini usta bir şair olarak mısralara
dökmektedir.
Mehmed Fikri’nin anlayışına göre şair, gösteriş için yazmamalı, insanlığın göstergesi
olarak şiir şairin duygu ve düşünce yapısını yansıtmalıdır. Yazı mutlaka açık ve herkesçe
anlaşılır olmalı, söylenenler Hakk’ın sesleri olmalıdır. Ona göre, şair realist/gerçekçi
olmalı, şiir tekniklerine dikkat etmeli, şiir sanatlarını anlamlı ve yerinde kullanmalıdır.
Bu düşüncelerini başka bir kalemdaşı ve okul arkadaşı olan Hâfız İslâm Rüşdi (Ergin)’e
yönelttiği tavsiye ve eleştirilerinden açıkça anlamaktayız.
Bulgaristan Müslümanlarının “fikir güneşi” şairliğinin yanında çok güçlü bir muharrirdir/
yazardır. O bütün gazetecilik maharetini Medeniyet gazetesinin baş redaktörlüğünü
yaptığı sıralarda sergilemiştir. Aslında Medeniyet’in başına geçmeden önce de çok
değerli yazıları yayınlanmıştır Bulgaristan Türk basınının sayfalarında. Onun yazarlığı
konusunda milletperver dava adamı Osman Kılıç’ın şu sözleri çok önemlidir: “İslâm’ı
müdafaa sadedinde yazdığı ateşli ve müessir makaleler her Nüvvâb’lının zihninde hâlâ
canlıdır. O, Bulgaristan’da İslâm’ın alemdârıydı.”
Mehmed Fikri, etrafını aydınlata aydınlata yanıp biten bir meşale gibi okuyucularının
fikirlerini aydınlatmak için ışık saça saça sönüp bitmiş bir büyüğümüzdür. Yazılarıyla ve
dik duruşuyla, din ve adâlet, ahlâk ve faziletin müdafaası uğrunda mücadelesiyle dur-
durak bilmeden çırpınan Fikri, dünya nimetlerinden nasiplenmeyi bir tarafa bırakmış,
hatta idealleri uğruna hastalık ve ölümün karşısında dimdik durmuştur. O, önüne çıkan/
konan engelleri samimiyeti ile aşmayı hep başarmıştır. Ancak takdir-i ilâhî gereği verem
hastalığını ve hayatın en büyük gerçeği ölümü aşamamıştır. Ve 23 Haziran 1941 - Pazartesi
günü hayatının en verimli çağında aradığı ve savunduğu Hakk’a yürüyerek Sofya Merkez
Mezarlığı’nın Türk parseline Sultan V. Murad’ın kızı Fatıma Sultan’ın kabrinin yakınlarına
defnedilmiştir. Ne yazık ki, insanlık ve tarih düşmanı Bulgar komünistleri Mehmed
Fikri’nin mezartaşını yok ederek onun ve onun şahsında Türklüğün izlerini silmeye
teşebbüs etmekten çekinmemişlerdir.
Ardında gözyaşları içinde boğulan mühtedi rahibe, hanımı Fikriye’yi, henüz baba
demeye başlayan Saliha adlı kızını, bağrı yanık ana ve babasını ve binlerce okuyucusunu,
vaazlarında hitap ettiği dinleyicilerini ve sevenlerini bırakarak peşinde koştuğu adalet ve
saadet dünyasına göç eden Fikri’nin vefatı münasebetiyle bir dostunun yazdığı gibi, “O,
hak ve hakîkat, ahlâk ve fazîlet uğrunda amansız bir mücadele vererek şehit düşmüştür.”
Üsküplü âlim ve şair Abdülfettâh Abdurraûf’un Mehmed Fikri’ye ithafen yazdığı 44
kıtalık mersiyeden birkaç dörtlük:
32
MEHMED FİKRİ İÇİN MERSİYE
Abdülfettâh Abdurraûf
O bir bülbüldü güzâr kemâle,
O bir murg-ı hakâikti nakm-sâz
Fakat ermiş bugün hayfâ zevâle
Fakat ölmüş esef Fikrî-i mümtâz
...
O bir vâiz o bir şâirdi müdhiş
Kırılmış mı o muğlak hâme-i hak
İlâhî kaldı öksüz fikr ü dâniş
Kapanmış mı o kân-ı feyz-i mutlak
...
Evet bir zerre-i ummân-ı haktı
Fakat Fikri de oldu işte nâbûd
Edîbdi medh ü tebcîle ahakdı
Fakat öldü ne çâre hükm-i Ma‘bûd
33
MUHARREM TAHSİN’İN
ÖYKÜ DÜNYASINA BİR KUŞBAKIŞI
DENEMESİ1
34
rejimin ideolojisini yaymaya yönelik güdümlü yazılardı onların yazdıkları. O siyasal koşullar
içinde ve o kültürel ortamda, onlardan daha fazlasını beklemek de düpedüz hayalcilik
olurdu. Yapılan bu ilk öykü denemelerinin, bu halleriyle de olsa, daha genç kalemleri
harekete geçirme yönünde belli bir itici güç, bir dürtü görevi yaptıklarını kimse inkâr
edemez. Tüm ilkellik ve sıradanlıklarına karşın amatörce yazılmış bu ürünler, Bulgaristan
Türk öykücülüğünün ilk evresini oluşturmaktadır. Bugünkü öykücülerimiz bir yerlere
gelmişlerse, unutmamalıdırlar ki, bu başarılarını bir ölçüde, çoğu kez dudak bükerek
andığımız, o edebiyat gönüllülerine borçludurlar.
Günümüz öykücülerinden söz ederken akla ilk gelenlerden biri de Muharrem Tahsin’dir
kuşkusuz. Ömrünün kırk yılını bilinçli olarak gazetecilik ve edebiyat çalışmalarına adamış
olan bu değerli kalem erbabı, özellikle öykü dalına eğilim göstererek önce çeşitli gazete
ve dergilerde yayımlayıp daha sonra Ayak Sesleri2 ve Gözlerin Eleverdiği3 adlı kitaplarında
topladığı ürünlerinde Bulgaristan Türk öykücülüğünü yepyeni bir aşamaya taşıdığını
kanıtlamıştır. Çocuklara yönelik kitapları dışında zaman zaman çeşitli türlerde yazılar
da yazan Muharrem Tahsin’in, bana göre, gerçek sanatçı ağırlığı bugüne değin öykü
alanında sürekli olarak hissedilmiştir. Aynı kuşağın temsilcileri olan Halit Aliosman Dağlı
ve Kâzım Memiş’le birlikte o, bu türe Bulgaristan Türklerinin edebiyatında saygın bir yer
kazandırmak uğraşı içinde olmuştur. Sadece bununla da yetinmemiş, özgün bir öykü
dünyası oluşturmanın mücadelesini vermiştir.
Bu dünyanın ana parametrelerini belirlerken yazarın öykü kavramına yaklaşımı, konu
seçiminde benimsediği öncelikler, kompozisyon açısından getirmek istediği yenilikler,
dil konusunda gösterdiği anlayış farklılığı gibi kimi temel sorunsallara açıklık getirmek
gerekir. Nitekim daha sonra bazı örneklerle de göstermeye çalışacağım gibi, Muharrem
Tahsin, bir yaratıcı olarak, hiçbir zaman yalnız esinlenme sonucu, ya da belli bir etkilenme
dürtüsüyle yazmamış; tam tersine, esinlenme ya da etkilenme olgularını da yoğun bir ön
çalışmanın, ayrıntılı bir tasarımın gerektirdiği titizlikle armonize etmeye özen göstermiştir.
Bu bağlamda ele aldığı konuları kâh tarafsız bir gözlemciymiş gibi üçüncü kişi, kâh da
olayları kendisi yaşamış gibi birinci kişi ağzından anlatırken, öyküleme monotonluğuna
düşmemek kadar, durumun gerektirdiği en uygun, en inandırıcı biçimi arama kaygısını
ön planda tutmuştur hep.
Muharrem Tahsin, Bulgaristan Türklerinin edebiyatında ‘Çehov tipi’ öykü çeşidinin
en başarılı yazarlarındandır. O, olay öğesini dışlamamak, en azından küçümsememek,
kaydıyla dikkatini öykü kahramanlarının ruh hallerindeki değişmelere odaklandırarak,
2 Muharrem TAHSİNOV, Ayak Sesleri, Narodna Prosveta yayınevi, Sofya, 1966
3 Muharrem TAHSİN, Gözlerin Eleverdiği, Filiz yayınları, Sofya, 2000
35
anlatımı dış efektlerle süslemeye değil, psikolojik dalgalanmaları etkileyici ayrıntılarla
beslemeye daha çok önem verir. Kısa öyküde karar kılmış olması, Muharrem Tahsin’in
kişisel yapısının, natürel özelliklerinin gerektirdiği çok önemli, olduğu denli isabetli bir
seçimdir. Çünkü yazar, günlük yaşamında da, dost söyleşilerinde de, edebiyat-sanat
konulu ciddi konuşmalarında da az, ancak öz konuşma yanlısıdır. Laf kalabalıklarından
kaçınan, şiiriyetten evet, ama şairanelikten hoşlanmayan; verilmek istenen mesajı en
direkt yoldan sunmaya ça-lışan, bunu yaparken de kalıplaşmış ve kullanılmaktan aşınmış
sözcük ve deyimlerden uzak durmaya özel çaba sarf eden bir karaktere sahiptir.
Nitekim onun bu seçici yanını öykü konularını saptayışında da görmekteyiz. Örneğin
Bulgaristan Türk’ünün yurt, yurtseverlik anlayışı ve duygularındaki ikircimlimler (Karagöz,
Babaocağı, Umut Akşamları vb.); kişiler arasındaki etnik ayrılıklar ve bunların yarattığı
sorunlar (Dağ Çilekleri, Kır Çeşmesi vb.); gelenek ve görenek biçiminde karşımıza çıkan
bazı çağdışı davranışların çirkinlikleri (Enser, Misal, Ummadık Çotuk, Eşikte vb.); yeni ile
eski kuşaklar arasındaki ölüm kalım savaşının toplumsal yapıya verdiği zararlar (Miras,
Enser, Eşikte vb.); kadının, özellikle de yeni tip Türk kızının, çağdaş yaşamdaki değişikliklere
koşut olarak değişmesi (Gönül, Zambak Mavisi vb.); aile içi ilişkiler karmaşasında etik
kavramının estetik açıdan değerlendirilmesi (Yaz Yağmuru, Düğme, Bir Tadımlık Yasak Aşk
vb.); aşkın çokboyutluluğu içinde romantik ürpertilerin sonsuza dek egemen olacakları
inancı (Yeşilli Günler, Gözlerin Eleverdiği, Sarı Çiğdem vb.). Saydığımız yalnız bu konular
bile Muharrem Tahsin’in hangi ciddi sorunlar üzerinde kafa yoğurduğunun ve bunları
birer sanat ürünü haline getirirken ne denli uğraş verdiğinin açık bir göstergesidir.
Belirtilen bu konular bir bakıma her gün karşılaştığımız, çok bildik konular gibi görünebilir
ilk anda. Ne ki, öyküler okununca yazarlık marifetinin gizemlilik perdesinin ardında
buluveririz kendimizi. Benzerlerine sık sık tanık olduğumuz bir olayın, tanıdıklarımızdan
sandığımız kişileri, öyle bir şeyler yaparlar, öyle davranışlar sergilerler ki, alışılmadık bir
duruma tanık ederler bizi. Yani yazar, o ‘bildik’ sandığımız konunun alışageldiğimiz kalın
çizgisinde kalmaz. Didikler onu, olay şovu yapmaz da, olayların kişilerdeki yansımalarının
kılcal damarlarını göstermeye çalışır. Gerilimi, mutluluğu, ya da sürprizi orada arar bir
çeşit. Kendi doğallığı çerçevesinde betimlemeye çalışır onları. Abartmadan, zorlamadan,
kolaylıkla ve ustaca yapar bunu. Örnek olarak sadece Yaz Yağmuru öyküsünü bir kez
okumamız yeterli. Her ailede yaşanabilecek psikolojik gerilimlerle dolu bir kıskançlığın
öyküsüdür bu. Realizmle romantizm öğelerinin sıkı sıkıya örgülendiği bu ilginç yapıtta,
yanlış bir anlama, daha doğrusu yersiz kuruntular sonucu, karısının başka bir erkekle
mektuplaştığını düşünen bir kocanın korkunç bir ruhsal bunalımdan sonra, gerçeği
öğrenince, rahatlaması arasındaki o uzun dramatik süredir söz konusu olan. Yazar bu
36
süreyi, gereksiz ayrıntılara takılıp heyecan dozunu düşürmeden yansıtmayı başarmış.
Tüm öykülerinin çoğunda izlediği temel yol da zaten budur.
Bu yaklaşım sonucu Muharrem Tahsin’in kahramanları tipik ortamların ürünü olarak
kendiliğinden gelişip biçimlenmiş tipik birer kişilik sergilemektedirler genelde. Onları
birbirleriyle karıştırmak olanaksızdır, çünkü her birinin kendi biyografisi vardır, kendi
yazgısını yaşar ve tüm halleriyle sadece kendilerine benzerler. Yazar onları o denli iyi
tanımış, o denli özümsemiştir ki, fiziksel portrelerini çizerken büyük bir rahatlık içindedir.
İşte Taş öyküsünün başkişilerinden birisi olan Koca Rıdvan: “Dörtlemeye bölünmüş taşın
üstünden abasını aldı, bagajların yanına gitti. Tatlı bir ‘oh’la güneşe uzandı. Oturması
öyleydi zaten, bir yanına yaslanıvermek. İnsanlık hali. Ne bağdaşına alışabilmişti, ne diz
oturuşuna. Misafirliklerden kaçınışı da galiba bunun içindi. Başka bir ‘kusuru’ yoktu bak.
Taşçıların en eskisi, en ihtiyarı, ama kimse ona ellilik diyemez. Pancar benizli bir adam.
Parolası: “Bu dünyada saat gibi yaşamak”. İşte olsun, yemede, uykuda olsun, nede olursa
olsun karar kantar aşırtılmamalı. Çünkü “dünyada sağlık dükkânı yoktur ki, gidip yenisini
alasın.” (Ayak Sesleri, s. 5)
Muharrem Tahsin, kişilerini seçerken de özel bir arayış içinde değildir sanki. Çoğu zaman
kahramanlarını aramaya o çıkmaz da, sanki onlar yazarını kendiliğinden gelip bulurlar.
Öyle hiç beklenmedik yerlerde ve hiç umulmadık zamanlarda. Çoğunlukla sıradan, temiz
ve çalışkan insanlardır onlar. Hani Maksim Gorki’nin bir sözü vardır ya “İnsan, toprağın
tuzudur.” diye, işte o çeşit insanlar. Örneğin az önce sözünü ettiğimiz Taş öyküsünün
insanları gibi. Sadece alın teri dökerek çalışmaktan başka bir şey bilmeyen, sınırlarını
kendilerinin belirledikleri bir dünyanın dışına çıkmaktan âdeta korkuyorlarmış izlenimi
uyandıran bu insanların tek zevki, tek sevinci ve tek gururu çıkardıkları taşlarıdır. Çoğumuz
için değersiz, hatta önemsiz görünen bu bayağı konular, bu işçiler tarafından günlük
bir ciddiyetle ele alınıp, uzun uzun tartışılır. Onlar, yalnız kendilerine özgü bu dünyaya
devinim ve renk katmış olurlar böylece. Yazar, onları tüm ayrıntılarıyla değil de, en can alıcı
yanlarıyla tanıtmaktadır bize. İşte Pandaroğlu’nun kişiliği aracılığıyla köy insanının önem
verdiği değerlerden birisi nasıl anlatılmış: “Pandaroğlu suyu sırça bardaktan da içmişti,
çinko maşrapadan da. Ama ’molla’ dediği susaktaki tadı hiçbirinde bulamamıştı. Kadeh,
şişe suyu şap gibi gelirmiş ona. Kokusuz. Oysa su, taş toprak kokarsa suymuş. Bu koku ise,
en iyi susakla testide saklanırmış.” (Ayak sesleri, s.7) Yordan Yovkov’un Kalmuk’un Uykusu
adlı ünlü öyküsüyle bazı benzerlikler taşıyan Zambak Mavisi’nde bir köy erkeğinin (Kara
Yakup) kadın güzelliğiyle ilgili estetik anlayışı ise şöyle dile getirilmiş: “Yaşı benzemesin,
bu da ona çekmiş. Boyu posu, eli ayağı, gözleri… rahmetlinin gözleri de maviydi, hem
de sürmeli, ama o malim* karının sürmeleri gibi değil, kendinden sürmeli, içinden. Ben
37
mavi gözden hoşlanmazdım, elan da hoşlanmam, ama onunkiler başka maviydi, zambak
mavisi, zambak çiçeğinin içindeki mavi gibi…” (Gözlerin Elevrdiği, s.144)
Muharrem Tahsin’in öykü kahramanlarının belleğe çabucak kazınmasının
nedenlerinden biri de onların etik yönden kendi vicdan aynalarının karşısında takındıkları
tavırlarda gizlenmektedir. Öyle ki onları tanıdıkça, neredeyse her gün karşılaştığımız,
benzerlerinden birini düşünmeden edemiyoruz sanki. Böylece hem kendi kendimizi,
hem de okul sıralarında öğrenmiş olduğumuz erdemlilik kurallarının doğruluk oranını
sorgulamış oluyoruz. Örneğin, her şeyi dürüstçe ve sorumluluk duygusuyla yapmaya
çalışan Recep’in, yaşama sadece çıkar gözlüğüyle bakan düzenbaz arkadaşı karşısındaki
zavallılığı (İmtihan); her türlü şakayı kaldırabilen, ancak aşk söz konusu olunca, sevdiği kıza
toz kondurmayan, hatta en yakın dostu Hamdi’yle bile kavga eden Kara’nın erdemliliği
(Kara); evlendirmek için evine getirilen okul çağındaki kızı alarak, okula götürüp teslim
etme cesareti gösteren Veli’nin dürüstlüğü (Eşikte); sınır boyunda, dünyadan kopuk bir
yerde, askerlik yaparken Bulgar komutanının hamile eşini doğum merkezine ulaştırmak
için her türlü tehlikeyi göze alan Türk asıllı gencin inanılmaz özverisi (Dağ Çilekleri); A.
Çehov’un ‘memur’unu anımsatan ve totalitarizmin sembolü ‘parti binası’na tükürmekten
kendini alamayan ve bunun korkusuyla karabasanlar yaşayan bir köylünün trajik
gülünçlüğü (Tükürük); maddi sıkıntılarını biraz olsun hafifletmek amacıyla torununun
çocukluk arabasını satmak zorunda kalan yazarın uğramış olduğu büyük düş kırıklığı
(Satılık Araba); sevdiği sağlıkçı kızın dikkatini çekebilmek için el parmaklarını bilinçli
olarak ezdiren Mıstık’ın romantik aşkı (Zambak Mavisi) kolay kolay unutulacak sıradan
şeyler değillerdir.
Bulgaristan Türklerinin tarihsel yazgısıyla ilintili özgül sorunlara ışık tutan olaylara
yaklaşım da ayrıca dikkate değer bir olgudur bazı öykülerde. Etnik azınlık konumundaki
Bulgaristan Türkleri zaman zaman karşılaştıkları huzursuzluklara karşın kök saldıkları
toprakları kutsal bilmişler, özellikle sosyalizmi en adil bir toplum düzeni olarak
özümsemişler, bununla da yetinmeyip onun en aktif kurucuları ve savunucuları arasında
yer almışlardır (Taş, Zambak Mavisi ve Yeşilli Günler); ne ki sonradan tanınmayacak
bir şekilde yozlaşan bu sistem, onların başına sorun üstüne sorun yağdıracak, çoraplar
örecektir.
Bu sorunların başında büyük bir insanlık ayıbı olan ad zorbalığı gelmektedir. Tüm
baskılara karşın Türklerin etnik kimliklerine sahip çıkma çabaları, ‘zorunlu göç’ yoluyla
vatanlarından sürülürken yaşadıkları inanılmaz felaketler Karagöz, Akkirez, Umut
Akşamları, Baba Ocağı vb. öykülerde tüm dramatizmiyle ele alınarak, gayet nesnel ve
insancıl bir yaklaşımla anlatılmıştır. Bazı kalemdaşlarının yaptığı gibi Muharrem Tahsin,
38
kin ve öç duygularına kapılarak totalitarizmin işlediği günahları tüm Bulgar halkına
yüklemek gibi vahim bir hataya düşmemiştir. Tam tersine, her dürüst yazar gibi o da,
yüzyıllarca bir arada yaşamış olan Bulgarlarla Türklerin dostluk ilişkilerini, öykülerin
bazılarında, özellikle vurgulamıştır. Bunlardan Uzun Kolü (Miras), çeşme ustası ihtiyar
Bulgar (Kır Çeşmesi), Çolak Mirço (Ceviz Altında) vb. hep iyi kalpli, hoşgörü sahibi Türk
dostu Bulgarlar olarak tanıtılmışlardır.
Uzun yıllar çocuk dergi ve gazetelerinde çalışmış, çocuklar için çeşitli türlerde birçok
yazı yazmış olması Muharrem Tahsin’i çocuk psikolojisini en iyi algılayan ve yansıtan
yazarlarımızdan biri konumuna getirmiştir. Yazarın Misal, Babacık, Ispat, Resim ve Sevgi
adlı öykülerinde çocuk dünyasından çok sağlam gözlemlemelere dayanan ilginç kesitlere
yer verilmiştir. Bu kesitler çocukların konuşmaları, tepkileri, kısacası gerçeğe uygun
yaşantılarıyla okuyucuyu hemen etkisi altına almaktadır. Bu da yazarın genel yaratıcılık
kimliğine apayrı bir değer katmaktadır.
İlgi çerçevesindeki her şeye büyük bir merak ve gözlemci sabrıyla yaklaşan yazarın
çiçeklere (kırçiçeği, keklik, gül vb.) karşı çok özel bir düşkünlüğü var. Öykülerin çoğunda
çiçekler dekorasyon öğesi, ya da doğa betimlemelerinin en güzel varlıkları olarak
gösterilmekten başka, yer yer kişileştirilerek birer gerçek kimlik kazanmaktadırlar. Yazar
çiçekleri salt betimlemekle yetinmez, onlara duyduğu sevgi ve hayranlığı da sezdirir açık
açık. Güzel kızları mutlaka onlara benzetir. Ortak yanlarını da belirterek elbette. Bu büyük
tutku yüzünden olsa gerek bazı öykülerine doğrudan doğruya çiçek adları vermiştir:
Yaban Karanfil, Zambak Mavisi, Sarı Çiğdem gibi.
Ele aldığımız her iki kitapta da aşk konusu başat konulardan biridir. Özellikle Ayak
Sesleri’ndeki öykülerin yazarın gençlik yıllarında yazıldıklarını göz önünde bulundurursak,
bunu, gayet normal olarak karşılamamız gerekir. Ama durum ikinci kitapta da pek farklı
değil. Hatta yetmişine yaklaşmış bir yazarın gene gene aynı konuya eğilmesi ‘ele alacak
problem bulamama’ biçiminde değil de, aşk olgusuna verilen önemin büyüklüğü gibi
algılanıp yorumlanmalıdır. Çünkü Muharrem’in öykülerindeki aşk motifi, yalnızca karşılıklı
hoşlanma, birbirini özleme, ya da delice sevişme durumlarını anlatma çerçevesine sığmaz.
Bu öykülerde (Kara, Yaban Karanfil, Gönül, Gözlerin Eleverdiği, Yeşilli Günler, Bir Tadımlık
Yasak Aşk vb.) gördüğümüz şaşırtıcı olay örnekleri, unutulmayacak davranış biçimleri,
ender rastlanan düşündürücü ahlak dersleri ve ince bir seziyle yapılan ruh çözümlemeleri,
onları sık sık karşılaştığımız aşk serüvenli öykülerden çok farklı kılmaktadır.
Bir bütün olarak Muharrem Tahsin’in öyküleri bir başkadır zaten. Bu başkalığın
başında da yazarın kurgu anlayışı gelmektedir. Her öyküde ayrı bir biçem sergileme
39
uğraşı, yazarın kendini yinelemekten ne denli kaçındığının apaçık bir belirtisidir. Bu,
yaratıcılık misyonunun ciddiyetini iyice kavramış bilinçli yazarlara özgü bir özelliktir ancak.
Muharrem’in kurguya, dar anlamda biçemsel arayışlara verdiği önemi, onun kullanmış
olduğu anlatım tekniklerinden bazılarına değinmekle göster-meye çalışacağım.
Modern kısa öykünün tüm özelliklerini taşıyan Miras’ın üç minik cümleden ibaret ilk
paragrafını hep birlikte okuyalım: “Kapı. Kapının solunda peyke. Peykede Selim dede.”
(Ayak Sesleri, s. 56) İşte olayın gelişeceği yer ve başkişisi. Bunun profesyonelce yapılmış
bir öykü serimi olduğunu kim inkâr edebilir? Ummadık Çotuk, Düğme, Satılık Araba, Bir
Tadımlık Yasak Aşk vb. öykülerdeki kurgu planı ağırlıklı olarak, kahramanları yüksek voltajlı
bir gerilim içine soktuktan sonra, olayı beklenmedik, şaşırtıcı bir biçimde sonlandırmayla
gerçekleştirilmiştir. Bu ‘şaşırtıcılık’ (sürpriz) yer yer ölçülü olarak kullanılan espri dozunun
anlatıma getirdiği tatla daha da belirgin bir hal almaktadır (Bubacık, Ummadık Çotuk
vb.).“İkindilik güneşin uğrunda çatık kaşlı kocaman bir bulut vardı.” (Ayak Sesleri, s. 89)
gibi kişileştirme sanatından yararlanarak yapılan şiirsel betimlemeler de sık sık kullanılan
tekniklerdendir. Yineleme, sık ve yersiz kullanıldığı zaman anlatımı nasıl çirkinleştirirse,
ondan bilinçlice ve ölçülü yararlanıldığı zaman ise en göz alıcı bir teknik olarak ortaya
çıkar: “Otobüs bir buçuk saattir yolda, delikanlı bir buçuk saattir ayakta. Gözleri uçuk mu
uçuk, bakışları dağınık mı dağınık, otobüs de uçuyor mu uçuyor, ağaçlar da gelip geçiyor
mu geçiyor…” (Gözlerin Eleverdiği, s. 26) örneğinde olduğu gibi.
Bazı önemsiz gibi görünen konulardan güzel öykü örnekleri çıkarmak gerçekten de
ancak ustaların üstesinden gelebilecekleri zor bir iştir. Bunun örneklerini Muharrem’in
kitaplarında da bulmak mümkün. Yazar duyurmak istediklerini okuruna ulaştırmak adına,
hatta bazen bilinen öykü kurallarını önemsemeyerek deneme, söyleşi ve fıkra öğelerinden
de yararlanarak eklektik bir görünüm sergileyen (Bağışla Beni, Dövüş, Tükürük) öykü
örnekleri yazmada da herhangi bir sakınca görmemiştir. Bu tür öykülerde yazar monolog
ve alegorik anlatımdan bol bol ve amaca uygun bir biçimde faydalanmıştır. Satılık Araba,
Zambak Mavisi, Kaynak Başında, Bir tadımlık Aşk gibi örneklerde, öykünün daha ilk
sözcükleriyle anlatılacak olaya karşı yoğun bir merak uyandırma becerisi de ilginç bir
kurgu öğesi olarak dikkat çekmektedir. İşte bir örnek: “Duyanlar inanmadı. Mümkünü yok,
dediler dünyada olamaz, olmamıştır! Şu Kocakoru yerinden göçebilir, şu orak günlerinde
buralara kırmızı kar yağabilir, ama Küçük Arif insan dövemez, dövmemiştir. Görerekten
bir karıncanın üstüne bas-mayan, misafirlik tavuğunu bile komşusuna kestiren bir kimse
nasıl olur da insana el kaldırabilir?” (Gözlerin Eleverdiği, s.124)
Bir traktörcü gençle bir öğrenci kızın romantik aşkını nefis bir biçimde anlatan Yeşilli
Günler’de ise, baştan sona egemen olan yoğun lirizm havasını daha iyi hissettirebilmek
40
düşüncesiyle olsa gerek, sevgililer arasındaki ilginç diyaloglardan başka, hem uyaklama
(“Yüzünden kar değil, nar yağıyor.”, “Yollar onundu, yerler onundu, gökler onundu.” vb.),
hem de sözcük oyunlarından ve deyimlerden ustaca yararlanılmıştır. Öteki öykülerin
hiçbirine benzemeyen Yaprak, yazarın gözlem gücünü en iyi kanıtlayan bir yapıttır.
Kişileştirilmiş bir kahraman olarak yaprağın oluşma, gelişme ve yok olma evrelerini bir
insanın serüveni çerçevesi içinde yansıtmaya çalışan bu öyküde felsefe ile çağrışımların
düğümlendiği yoğun bir anlatım biçimiyle karşılaşıyoruz.
Muharrem Tahsin’in yakınları onun Türkçe konusunda ne denli duyarlı ve titiz olduğunu
çok iyi bilirler. Bu konuda çeşitli zamanlarda yazdığı yazılar dışında özel araştırmaları
ve kitapları da var ayrıca. Günlük yaşamında da konuşmasına gerektiğinden fazla özen
gösteren ender aydınlarımızdan biri olduğunu da belirtmekte yarar var. Hal böyleyken
öykülerinde, belki de Türkiye Türkçesine uymanın zorunlu olmadığı inancından hareketle,
Deliorman yöresi yerel ağız sözcüklerinden bol bol yararlanmada hiçbir sakınca görmüyor.
Yukarıda yapmış olduğum alıntılarda da izleri görülen bu ‘dil anlayışı’nı ben, kişisel olarak,
yadırgıyorum. Hem de kişilerini konuştururken Anadolu ağız sözcüklerine yer vermede
aşırılığa giden Orhan Kemal’in dilinden de daha çok yadırgıyorum. Çünkü Orhan Kemal,
en azından kendi anlatımında, İstanbul Türkçesinin sınırlarını aşmıyor. Muharrem Tahsin
ise, kendi anlatımında da ağız sözcüklerine rahatlıkla yer veriyor; böylelikle, görece de
olsa, Deliorman dışında yaşayanlar ve özellikle de Türkiye okurları için, zor anlaşılır bir
duruma getiriyor anlatımını.
Bize yıllardır her yönüyle ilginç öyküler vermeye devam eden bu yetenekli kalem
ustasının dil konusunda yapılan bu saptamaya hak vereceğine ve bu yönde ne gerekiyorsa
onu yapacağına kesinlikle inanmak istiyorum nedense. İstençli ve kararlı kişilere, hiçbir iş
için geç kalma, ya da zaman aşımı gibi kavramlar geçerli değildir. Çünkü benim bildiğim
Muharrem Tahsin, tanıdığım en istençli ve kararlı kişilerin başında gelmektedir.
41
BAĞIŞLA BENİ
Muharrem Tahsin
Bağışla beni şapkacığım, bağışla! Benim yüzümden çok hakaretler gördün. Modelini,
biçimini, dikişini, hatta rengini bile dile doladılar senin. Şakadan- sahiden tartaklandığın
da oldu, tekmelendiğin de. Koca Türkçesi, koruyamadım seni şapkacığım. Gerektiği gibi
sahip çıkamadım sana, kusura bakma!
Düşünüyorum da, yirmi altı yıldır kahrımı çekiyorsun. Yirmi altı kış, zavallı başımı
soğuklardan korudun, sırasında ateşini de paylaştın başımın. Bunca kışı bir tek seninle
geçirmişliğime şaşanlar bulunacak şimdi. Amma da pinti adam, diyecekler. Oysa sen de
biliyorsun ki ben pinti değilim. Yalnız, bağlandığıma ömürlük bağlanıyorum da...
Hatırlarsan, vaktiyle seni Sofya’nın en lüks mağazasından almıştım. Tarak girmez gür
saçlarımı düzelterek seni başıma koyunca, satıcı kız hemen aynayı ayarlamıştı karşımda.
Bir de gülümsemişti şirin şirin, çok açtı sizi dercesine. O cesaretle parayı sayıp çıkmıştım.
İlk rastladığım ahbaplarımdan biri:
Gayet kibar,- dedi yağlı yağlı - başında paralansın!...
Evde pek de şaşırmadılar. Köyden misafirlerim gelmişti, kuru kuru mübareklediler.
Nedense hepsi rengine takıldı. Kimi kül rengi dedi, kimi kurşun rengi. Sadece Salim Amcam
bütünüyle beğendi seni. Çok isla bombe, dedi, tamam kir taşıyacak gibi. Ben bunlara da
pek aldırmamıştım, ancak karımın, “Şimdi palton daha eski görünüyor” demesi şurama
saplanıvermişti.
Ertesi gün, sen başımda, çalıştığım yere gittim. Gençlik’teki arkadaşlarım bıyık altından
gülümsediler:
Git, bir de zurna al kendine! –dediler.
Onlar da seni bana, beni sana yakıştıramadılar. Aradan nice kara kışlar gelip geçti,
görenler bizi hep birbirinin dengi olmayan çiftlere benzettiler. Evde de artık yeni palto
için bayağı üstelemeye başladılar. En sonra Macaristan memuriyeti çıkınca borç harç
yeni bir palto aldım, giydim. Karım bu kez de “Şapkan daha eski görünüyor!” demesin
mi, şaşırdım. Yine de direndim, yeni şapka almadım. Sen başımda, yeni palto sırtımda
Macaristan’a gittim. Parlamentoyu hayran hayran seyrederken hırçın bir Ocak rüzgârı seni
başımdan kavrayıverdi. Anımsıyorsun değil mi? Tuna’ya doğru yuvarlandığını görünce,
doğrusu senden umudu kesmiştim. İyi ki rastgele oracıkta bulunan bir milis senin önüne
42
geçebildi. Meğer kaderde daha on beş yıl beraberliğimiz varmış, birlikte çekeceklerimiz...
Yerine düşmeyen gelin yerile yerile, boyuna düşmeyen giyim sürüne sürüne eskirmiş.
Sen de öyle eskidin şu benim cefakeş başımda. Yazgın öyleymiş şapkacığım; taşlara
vurulacak bir başa başlık olmak, eğri bacadan doğru duman çıkacağına kapılmış bir
kalın kafaya kışlar kışı siper olmak. Evet, sen kolladın benim başımı şapkacığım, ama
ben kollayamadım seni. Daha ilk kışında kalıbının bozulmasına sebep oldum. Beşine
yeni basan oğlum çangul-çungul oyuncak doldurmuştu sana. Sonra da taşa tutturmuştu
seni. Ne zaman mı? Mart’ta altısında kız babası olunca, doğumevi önünde seni havaya
fırlatmıştım. Sen de kestane dallarına takılıp kalmıştın. Alamadığımı gören ambülans
şoförleri hemen üşüşmüşlerdi. Taş atarak seni yere düşürmüşlerdi. Orada seni boş yere
taşlattığım için biraz sıkılmıştım, ama en çok Popköy garında sıkılmıştım. Trenden inerken
Türkçe konuştuğum için kadın sesli akman bir erkek seni hışımla gözlerimin üstüne öyle
bir bastırmıştı ki, şeridinin altındaki şu yırtık o zamandan kalma...
Senden özür dileyeceğim bir olay daha var, şapkacığım! Hiç aklımdan çıkmıyor,
ad zorbalığının doruğunda daireye çağrılmıştım. Sol elimde sen, sağ elimde bir form,
oradan çıkıp otobüs durağına doğru yürümüştüm. Arkamdan bir kızcağız yetişti. Açık bir
Bulgarcayla:
Amca, -dedi- şapkanızı düşürdünüz!...
O kış öyle geçti, nerelerde gezdiğimi bilemeden. Ardından bir kış daha, bir kış daha...
ben toplantılarda yerile yerile kocadım, sen başımda hor görüle görüle eskidin. Bir kış
ağzında seni gene kuru temizlemeye götürdüm. Evirip çevirdiler seni, değmez dediler.
Şurda şu yırtık var ya, temizlerken çepçevre yayılacak. Tedavisiz hastalar gibi seni geri alıp
yeniden başıma koydum öylece. Koydum ama, artık iyice gözden düşmüştün çevremde.
Işık’taki arkadaşlarım sana, şapka bile demez oldular. İriyarı karaman dostum bile bir gün:
-Bırak şu isli tencereyi artık! -dedi.
Bırakamadım, seninle emekli oldum, bildiğin gibi. O zaman yedi Ekim’di, seni bir kere
daha havaya fırlattım. Bir de on Kasım kalabalığında fırlatmıştım seni havaya. Ama sen
ikisinde de hep kucağıma dönüp düşmüştün. Ancak, devran değişip yeniden Türkçe
çalışmaya başlayınca, bu sefer de Özgürlük’teki arkadaşlarım tutturdular:
İstemeyiz bu totalitarizm kalıntısını, -dediler- at onu başından!
O kadarla da kalmadılar. Bir Cuma mübarek gününde seni kapı arkasına atarak
bayağı tekmelediler. İşin kötüsü, evde de aynı fırtına esiyordu. Biliyorsun, akşam sabah
uyarıyorlardı beni:
Hem gene o paçavrayı giyme başına, bizi rezil edersin!...
43
Kaç kere seni oraya buraya tıktılar. Zaten bu memuriyetime çıkarken de seni araya
taraya zor bulmuştum. Bulmasına bulmuştum da, şimdi bir de dönmesi var. Doğrucası
artık seninle eve dönemem, şapkacığım! Dönersem kızıl kıyamet kopacak, seni
paramparça edecekler ya da yakacaklar, acımasızca. Oysa ben ömrünün böyle sona
ermesini hiç istemiyorum, yüreğim dayanmaz buna. Ama bir çıkar yol da göremiyorum,
beraberliğimiz besbelli bu kadarmış. Çaresiz ayrılacağız birbirimizden. Ne var ben seni
kendi elimle söküp atamam başımdan, ne de göz göre göre bir çöplüğe bırakabilirim.
Hayır, başkasına da veremem seni. Ya bir de herkese kavuk sallayan birine düşersen?
Ne yapmalı öyleyse? Ne mi yapmalı, onu da düşündüm şapkacığım. Şimdi ben seni son
olarak başıma giyeceğim, sonra da... evet, sonra da pencereyi açıp dışarıya sarkacağım...
İkbalimize, kompartımanda bizden başka kimse yok. Gel şapkacığım! Gel de altmış
ikisinde dahi kavak yellerinden kurtulamamış şu akpak başımı son olarak sar, bir güzel
sar. Tamam, öyle işte, sımsıkı. Nasıl, biraz terlemiş mi başım, gene yanıyor mu ateşler
gibi? Ziyanı yok, sen yine de sar başımı şimdiye kadar sardığın gibi. Tamam, öyle işte. Bir
de aynaya bakalım mı şimdi? Fena değil Allah aşkına! Hala birbirimize yakışıyoruz, pekâlâ
tamamlıyoruz birbirimizi! Neden bunca yıldır bizi hep uyuşmamış çiftlere benzettiler,
orasını bir türlü anlayamadım gittim.
Kim ne derse desin, gayretli şapkasın sen, sır gizlemesini bilen bir şapka. Benden ötürü
her şeye katlandın. Küçükle küçük oldun, büyükle büyük. Çokçası pişkinlikten geldin, mal
sahibine uyamazsa haramdır kuralına göre. Ne yapsam, hakkını ödeyemem senin. Bağışla
beni şapkacığım, bağışla! Hakkını helal et, benden yana helal olsun!
Eh, bu kadar! Artık pencereyi açabiliriz. Hımm, ekspres uçuyor da uçuyor Sofya’ya
doğru, rüzgârı adam götürecek! Gelen Dralfa garı, ondan sonra Yeniköy, Popköy...
buraları hep benim memleketim sayılır şapkacığım, seni memleketimin rüzgarlarına
emanet edeceğim. Şu eski taşyolunda yedi yaşımın ayak izleri var, arabalarla gece gündüz
pancar taşırdık Dralfa’ya. İlk gurbet tirenine de buradan binmiştim, Leskovsa’ya doğru.
Eskizağara okuluna gidip gelirken de hep bu gardan geçmiştim, kızkardeşimin göç vagonu
da buradan yükletilmişti, Güneşli rotasıyla...
44
RUMELİ, O BENİM İŞTE!
Zeynel Beksaç
Ötelerden bir ses olduk biz hep
Oyuncağı elinden alınmış çocuklar misali
Hüzün terketmedi yüreğimizi bu yüzden
Bu yüzden alınganlığımız
Dalgınlığımız bu yüzden
Rumeli, o benim işte!
Bir oh çeksem
Hasret dağları gözyaşı döker içimde
İsyana durur talan olmuş gençliğim
Türkülerime sor beni
Adımladığım yollara sor
Boş beşikler bile
Yanık anaların figanını söyler
Anlatır size
Rumeli, o benim işte!
Bir haykırsam
Haykırabilsem keşke
Tuna akar Vardar akar Akdere akar
Ben dertlerimle çağlar giderim
Zaman vicdansız
Zaman nankör
Bu öyle bir sevda ki Ceren’im
Mahşere dek yakar
Ey halkım, unutma!
Ölümden sonra da emrindeyim!
Rumeli, o benim işte!
Şardağı’na sis ne güzel yakışır
Yıllanmış kara bakar gözlerim kamaşır
Ezelden beridir
Hasretle ekmek yoğrulur
45
Aş pişer hasretle Gora’da
Yolum gâh Brod’a düşer gâh Rapça’ya
Hacı Ömer Lütfi’yle, Suzi’yle, gezer tozarım
Es bre deli gönül es gayrı
Şairler yurdu Prizren sana dar gelir
Rumeli, o benim işte!
Sabır silahım
Şiir tesellim
Gözlerim hep biraz nemli oldu
Vallah yalanım yok
Yılışıklar çıkar bezini dokurken
Sana küstahca oyun oynayıp
Bin yıllık dilimi hiç uğruna satarken
İnan ki halkım senden başka
Ne sevdam oldu
Ne bir çıkarım
Ne de kavgam
Rumeli, o benim işte!
Yılmam, dert etmem
Ucunda darağacı olsa da bu işin
Ecdadımın ruhu
Bir meltem gibi okşar günün her anı
Kamçılar direncimi
Dilim bir yüzyıl yalnızım dese inanmayın
Bendim çeşmelerinde akan su
Camilerinde okunan ezan
Selâma hasret cumbalı ev
Güneş yüzü görmeyen kaldırımlı sokaklar
Namazgâh, Terziler Köprüsü
Mehmetpaşa Hamamı, Tekkeler
Ben hâlâ buradayım dostlar
Yâd elde değil, vatanımdayım
Yoksa siz Rumeli’yi unuttunuz mu?
Rumeli, o benim işte!
46
ŞAKA
47
sormuyor. “Buraya geldiğini gören olmadı, değil mi?” diyor yalnız hafif bir sesle. Asen’i
odalardan birine götürüyorlar. Recep amcanın “Meliha” diye haykırması üzerine genç
bir kız giriyor odaya. Sonra bir leğenle sıcak su getiriyor. Ali onu tanımıyor, yalnız Recep
amcanın Hasköy’de oturan torunlarından biri olabileceğini düşünüyor. Birkaç kez göz
göze geliyorlar. Recep amca “Ali, oğlum. Sen hemen köyüne dön ve buraya geldiğini hiç
kimseye söyleme. Hem birkaç gün bizim köye uğramasan iyi olur. Haydi güle güle!” deyip
uğurluyor Ali’yi tez elden.
Köyüne doğru yol aldıkça, Ali’nin içini tuhaf bir hoşnutluk, sımsıcak bir sevinç dalgası
sarıyor. Bir sıra ıslıkla bir şarkı da tutturuyor farkında olmadan. Yalnız gülümseyen bir yüz
ve dostça bakan iki göz görüyor Ali. Recep amcayı da, Koca Asen’i de unutuveriyor…
- Affedersiniz, bu kompartımanda kalamazsınız. Burası personel içindir. Şu ilerideki
üçüncü kompartımanda oturacak yer bulabilirsiniz.
Ali usta biletçi memura bakıp yüzünü ekşitti ve bir şey demeden çantasını alıp koridora
geçti. Üçüncü kompartımanda gerçekten oturacak boş yer vardı. Oturur oturmaz sırtını
arkaya dayadı ve gözlerini yumdu. Sanki kopan anılar şeridi dönmeye başlayacaktı
yeniden. Ama, yanılıyordu Ali usta. Sağ yanında oturan şişman ninenin çenesi bir türlü
durmak bilmiyordu. Hayatı sanki buna bağlıymış gibi, karşı köşedeki adama boyuna bir
şeyler anlatıyordu. Hem de yüksek sesle. Ali usta, herkesin kendilerini dinlemek zorun
olduğunu sanan çenesi düşükleri sevmezdi. Böylelerinden bir an önce uzaklaşmaya
çalışırdı. Şimdi de öyle yaptı. “Burada sinirlenmektense, koridorda ayakta durmak daha
iyi” deyip, yerinden kalktı. Koridor bomboştu. Ali usta pencerelerden birine yanaştı.
Karşıda baraj gölünü görünce içi ürperdi. Yemyeşil dağın eteklerini okşayan dalgacıklar,
alabildiğine mavi gökyüzü, yeşille mavinin kucak kucağa kaynaştığı, kıyılardan içerilere
doğru daha da koyulaşan minik bir deniz. Ve bu güzelliğin altında yatan bir yığın anı…
Ali usta sulara daldı sanki. Doğup büyüdüğü, ilk aşk çırpıntılarını yaşadığı köyü,
Kaynartaş’taki in, söğütlük, bir bir gözünün önünden geçti. Meliha ile buluştukları
söğütlük...
Bütün bunlardan iz bile kalmamıştı. Soğukpınar’dan Kırcaali’ye dek, oradan da bir o
kadar yukarıya doğru “deli” Arda insan emeği ve zekâsına pes edip sakinleşmiş. İki yapma
deniz arasında iyice gürbüzleşen bir kent. Kurşun Çinko Fabrikası, Oto Tamir İşletmesi,
tekstil ve tütün işleme atölyeleri, nice yeni kültür merkezleri, parklar. Hele okullar. Bir
de modern konutlar, binalar. Ve hepsinden güzel, onurlu ve çalışkan insanları. Buna kim
inanabilirdi o zamanlar? Asen ile dedesi bile bunları ancak hayal edebiliyordu geceleri,
radyonun başında fısıldarken…
Karşı yakada bekleşen köylüleri almak üzere dümen kıran küçük geminin düdük sesi,
48
sevinç çığlığını andırıyordu. Ali usta pencereden ayrıldı. Koridorda bir aşağı bir yukarı
birkaç kez gidip geldi. Yanından geçerken püf diye yüzüne duman püfleten adamdan bir
sigara rica etmemek için zor tuttu kendini. Adam geçip gittikten sonra, eski alışkanlıkla
iki elini ceketinin yan ceplerine daldırdı, ama doktorun sesi kulağında çınladı sanki.
“Günde iki paket sigara içen biri için bu kalp krizini birkaç günde yenip ayağa kalkman,
seni aldatmasın. Sigara, alkol, bir de fazla heyecan. İşte baş düşmanların. Kendi kendine
doktorluk edeceksin bundan böyle…”
Ali usta geçip oturdu yerine yeniden. Hasköy’e kadar bir daha kalkmadı. “Çeneli” nine
istasyonlardan birinde inmişti.
Gara giren tiren, hızını alamamış bir kısrak gibi, istemeye istemeye paf puf ederek güç
belâ durdu. Ali usta çantasını alıp indi ve otobüse doğru ilerledi. Otobüste, düşündüğü
planı bir daha aklından geçirdi. Saatine baktı. “Meliha’nın işten çıkmasına bir hayli vakit
var daha. Bir berbere, bir de çiçekçiye uğrarım, vakit tam gelir” diye düşündü. Öyle de
yaptı.
İki saat kadar sonra, Meliha’nın öğretmenlik ettiği okulun kapısına bakan bir köşeye
durdu. Biraz bekledikten sonra, iki adım ötede, kendisi gibi sinekkaydı traş olmuş, elinde
bir demet çiçek bulunan, oğlu olabilecek yaşta bir genci görünce “Çocuklaşma yine Ali”
diye kendini uyardı ve karşı taraftaki bahçede peykelerden birine oturdu. Okulun avlusu
birden cıvıl cıvıl çocuk sesleriyle doldu. Karşıdan nihayet Meliha göründü ve biraz sonra
hızlı adımlarla Ali ustanın yanından gelip geçti. Ali usta plan falan her şeyi unutmuş,
ne yapacağını şaşırmış, oturup duruyordu. Oysa doğrudan karşısına geçip “Merhaba
Meliha!” diye söze başlamayı ve Boyacı’nın kendisine her şeyi söylediğini, bundan ne
kadar mutlu olduğunu bir bir anlatmayı düşünmüştü defalarca.
Meliha birkaç adım uzaklaştıktan sonra hafifçe başını çevirdi ve göz ucuyla arkasına
baktı. Durmadı, ama adımları yavaşlamıştı. Ali usta bu bir anlık bakıştan cesaret alarak,
ardından yürümeye başladı. Biraz yaklaşınca:
- Meliha, diye seslendi.
Meliha durdu.
Merhaba, Meliha!
Günaydın. Beni burada bekliyor muydun, yoksa bu bir rastlantı mı?
Ali usta “Hep aynı Meliha, hiç değişmemiş” diye düşündü. “Beni güler yüzle
karşılayacağı, Boyacı’dan gönderdiği haber üzerine hemen geldiğim için duyduğu
memnuniyeti paylaşacağı yerde, böyle yapar işte. Kadınların çoğu böyledir ya. Bir de
rastlantı mı falan diye soruyor.
49
- Tam bir rastlantı. Hatta yanımdan gelip geçtiğinde, tanıyamadım seni. Geriye dönüp
bakmasaydın, belki hâlâ orada oturup duracaktım.
Meliha büyük bir ciddiyetle Ali’nin yüzüne baktı. Ali usta suçüstü yakalanmış gibi
başını eğdi. İnsanın kafasında ve yüreğindeki tüm sırları okurcasına bakan bu gözlere Ali
usta hiç dayanamazdı.
Meliha, seninle konuşacaklarım var. Bunun için geldim, dedi.
Hayrola, Ali. Nedir konuşacakların?
Ama burada olmaz ki… Yani ayaküstü söylenecek bir şey değil.
Meliha yeniden Ali ustayı dikkatle süzdü. Biraz duraklayıp:
- Pekâlâ öyleyse. Bize gidelim. Hem Macide ile de görüşmüş olursun, dedi.
Otobüs durağına doğru yan yana yürüdüler. Otobüste zaten konuşulacak gibi değildi.
On dakika kadar sonra otobüsten indiler. Meliha’nın evine yaklaşır yaklaşmaz, Ali ustanın
içinde bir şeyler depreşti. Bu şirin ev, bahçesindeki elma ağacı ve altındaki ahşap peyke,
bunca yıldır görmedikleri Ali’ye hoşgeldine durmuşlardı sanki.
Macide onları pencereden görmüş olacak ki, kapı önünde bekliyordu. “Ali herhalde
düğün işini duydu da, tebrik etmeye geliyor” diye düşündü.
- Hoş geldin, Ali. Ablamla yarım saat önce telefonlaştık, ama senin burada olduğunu
söylemedi. Ben komşuya kadar uğrayacağım. Biraz sonra gelirim, dedi ve gülümseyerek
uzaklaştı.
Meliha’yla Ali usta üst kata çıktılar. Meliha pek belli etmek istemese de, sabırsızlandığı,
merak içinde olduğu gözden kaçmıyordu. Nihayet dayanamadı:
- Buyur, şöyle geç otur. Macide çıkmışken rahatça anlatıver şu çok önemli dediğini.
Beni iyice meraklandırdın, dedi.
- Macide’nin burada olmasını isterdim bense. Biraz bekleyelim lütfen.
Meliha Ali’nin bu sözlerine bir anlam veremedi.
Pekâlâ, öyle olsun, demekle yetindi ve mutfağa gitti.
Meliha’nın tutumunda Ali’nin canını sıkan bir şey vardı. Böyle, hiç bir şeyden
habersizmiş gibi davranmasını, kadınlık onurunun ardına gizlenmesini, onun yaşta biri için
yersiz buluyordu. “Oysa bal gibi biliyor niçin geldiğimi. Üstelik kendi haber göndermedi
mi? Acaba o olaydan ötürü önce özür dilememi mi istiyor yoksa? Ama beni afetmiş
olmasaydı, Boyacı’ya o sözleri söyler miydi?” diye düşündü. Sonra da “Biraz naz yapsın
canım, ne olur yani” diyerek, kendini teselliye çalıştı.
Meliha Macide’nin geldiğini görünce:
50
- Gel Macide, otur şuraya. Ali’nin bize söyleyecekleri varmış. Senin de burada olmanı
istedi, deyip kendi de Ali ustanın yanı başına oturdu.
Ali usta ağır ağır konuşmaya başladı:
- Bu anı yedi yıldır bekliyorum. Yedi yıl önce işlediğim o aptalca hatanın nedenlerini,
beni bir türlü affetmemenin acılarını, ayrılmamıza yol açan o kadınla geçirdiğim günlerin
verdiği dersleri anlatacak değilim. Bütün bunlardan aklımda kalan, belki de beni ayakta
tutan, sana o zaman söylediğim sözler oldu. Yani, kendi kendime verdiğim ümit. Eğer
günün birinde beni anlayıp affedersen, aradan yıllar geçmiş olsa da, bir haber gönderiver.
Bunu yeni bir başlangıcın…
- Ali ama, burada bir…
- Çok rica ederim, sözümü kesme. Bir daha devam edemem. Dinle de, sonra söylersin
sözünü… Evet, ne demiştim? Ha, bir haber, bir selâm gönderiver demiştim sana o zaman.
Senin bu sözleri duymadığını sanmıştım, ama yine de içimdeki ümit sönmedi yıllardır. Ve
nihayet Boyacı’nın söylediklerini işitince, ne gizleyeyim, sevinçten, mutluluktan gözlerim
yaşardı. Bunca yıl sonra beni yine de mutlu ettiğin için sana bilsen ne kadar…
- Ama Ali, rica ederim, ben böyle bir şey…
- Biraz daha sabret, bırak beni konuşayım. Mutluyum. Yanıtın ne olursa olsun, senin
bu anlayışını unutmayacağım. Macide’nin de burada olmasını şunun için istedim. Beni
affettiğine yürekten inanarak ve… ve… seni halâ sevdiğim için soruyorum. Benimle bir
yuva kurmak ister misin?
Meliha çoktan ayağa kalkmış, pencereyle kapı arasında, bir oraya bir buraya gidip
geliyordu. Ali usta onun gözlerindeki yaşı görünce ayağa kalktı ve ona doğru yürümek
istedi. Ama Meliha elini kaldırıp oturmasını işaret etti ve hızlı hızlı konuşmaya başladı:
- Ali, bir anlaşmazlık olsa gerek. Boyacı’yı son gördüğüm, bundan iki yıl önce. Başka
birinden de haber falan göndermedim. Üstelik üç gün sonra düğünüm olacak. Yalnız
yakın akrabalar toplanıp adeti yerine getireceğiz. Senin beni kutlamak için geldiğini
zannetmiştim. Oysa ben…
- Abla, abla, anlamıyor musun? Ali şaka yaptı. 1 Nisan şaka günü değil mi bugün?
Yoksa Boyacı mı Ali’ye bir şaka yapmak istedi? Sense bu işi… Ne o Ali, nen var? Aman
abla koş, yetiş… Eyvah, nasıl da yığılıverdi masanın üzerine… Şey… Sen hemen telefon et,
doktor yetişsin. Ben bir bardak su alayım mutfaktan, açılır belki.
Ali usta su içemedi, açılamadı.
51
İNSAN MI, YOKSA İNSANLIK MI İKİLEMİNDE
STANİSLAV STRATİEV
Hüseyin Mevsim
Klasik anlamda özgün Bulgar oyun yazarlığının temelleri, Uyanış Çağı olarak
adlandırılan dönemin doruğu kabul edilen 1870’lerde atılıyor. Tiyatroyu “halk okulu”
olarak görmeyi yeğleyen ilk Bulgar komedyasının yazarı Dobri Voynikov, Yanlış Anlaşılan
Medeniyet (1871) başlıklı eserinde yabancı modayı değil, züppeliği ve taklitçiliği, geri
kalmışlıklarını hızlı gelişmeyle kapatmak isteyen toplumlara özgü bir sendromu konu
ediniyor. Balkanların tümü için geçerli olan yanlış anlaşılan veya çarpıtılan medeniyet
sendromu, 19. yüzyıl başlarında milli benliklerini oluşturma sürecini tamamlayarak
devletlerini kurma aşamasına giren yarımada halklarının, yeterli ve gerekli altyapı ve
birikime sahip olmadan kısa sürede Avrupa’nın sosyal ve kültürel gelişmişlik düzeyine
erişme çabalarından kaynaklanıyor. İşte bu farklı medeniyetler düzeyinin çatışmasından
doğan, eğlenceli olduğu kadar acı ve düşündürücü öğelerle yüklü durumlar ve olaylar,
komedyanın beslendiği vazgeçilmez kaynak haline geliyorlar. Bundan dolayı Balkan
komedyalarının en büyük özelliği geri kalmışlığın değil, yalancı veya yapmacık gelişmişliğin
yergi ve güldürüsünü içermesinde yatıyor.
Dobri Voynikov’dan sonra Todor Peev, İvan Vazov, Anton Straşimirov, Yordan Yovkov
gibi yaratıcılar komedya türünde de başarılı ürünler ortaya koyuyorlar, ancak Bulgar oyun
yazarlığı tarihinde sadece Stefan L. Kostov, 20’nin üzerinde piyese imzasını atarak kendini
tamamıyla komedyaya adıyor; bunun ötesinde oyunları iki dünya savaşı arası Bulgar
toplumsal ve siyasi hayatının güldürü ansiklopedisi olarak değerlendiriliyorlar.
Daha sonraki yıllarda Stanislav Stratiev sözü edilen türe bağlılığıyla bir anlamda
Kostov’un geleneğini sürdürüyor, hatta piyesleri 45 ülkenin 1500’ün üzerindeki
seçkin sahnesinde seyirciyle buluşarak Bulgar komedyasının dünyaya tanıtılması ve
sevdirilmesinde yadsınamaz katkı sağlıyor. Bu bağlamda Stratiev komedyalarının
1944’ten sonra Doğu Bloğu ülkesi kimliğine bürünen Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’nde
toplumsal hayatın yansıtıldığı bir ayna olduğunu söyleyebiliriz. Son yıllarda, özellikle
1989’da yaşanan değişimle başlayan geçiş döneminin bütün çarpıklığı ve çıkmazları ise
Hristo Boyçev’in piyeslerinde dışa vurmaktadır.
Her milli edebiyatta, ender de olsa, bütün eleştirmenlerin yaratıcılığına, yeteneğine,
52
konulara yaklaşımına ve toplumsal mesajlarına, kişisel duruşuna ve sanat yoluyla aşıladığı
değerlere saygı duyulmanın ötesinde adeta konsensüs oluşturulan yazarlar vardır. Bulgar
oyun yazarlığında Stratiev’in buna bir örnek olduğunu ileri sürmek abartı sayılmayacaktır.
Hikâye ve uzun hikâyeleriyle ün yapan yazar, Roma Hamamı başlıklı eseriyle tiyatro
alanında kalıcı bir adım atmış oluyor. Ancak Stanislav Stratiev fenomenini, Moskova
Yergi Tiyatrosu modelinden esinlenilerek kurulan ve gazete tarzında – güncel, eleştirel;
mizah ve hicvin ağır bastığı kimliğiyle çok kısa zamanda gerek oyuncu kadrosu ve
yönetmen ekibi, gerekse seçtiği konular açısından Bulgaristan çapında tiyatro gündemini
belirleyip dönemin bütün toplumsal doğruları ve eğrilerinin kıvrak ve narin bir cesaretle
seslendirildiği tribüne dönüşen Sofya Devlet Yergi Tiyatrosu dışında algılanması ve
değerlendirilmesi mümkün değildir. Nasıl ki Stratiev çapında bir yaratıcının ortaya
çıkması ve gelişmesi Sofya Yergi Tiyatrosu’ndaki yaratısal ortam ve atmosferin dışında
bu denli başarılı olamayacaktıysa, Yergi Tiyatrosu da repertuarında Stratiev’in piyesleri
olmadan ülke sathında sahip olduğu popülerliğe erişemezdi. Çünkü yazarın Roma
Hamamı başlıklı ilk komedyası (1974) Sofya Yergi Tiyatrosu’nda 12 yıl boyunca aralıksız
kapalı gişe sahnelenerek 400 temsile ulaşıyor ve “bütün zamanların en başarılı Bulgar
piyesi” tanımlamasını hak etmiş oluyor; ayrıca 1986’da Gabrovo Stadyumu’nda 11 bin
seyirci önünde oynanarak bir rekora imza atıyor.
Roma Hamamı’nın mesleği belirtilmeyen baş oyun kişisi İvan Antonov, müdürünün
rahatsızlanması sonucunda, ömründe ilk kez tatilini Ağustos ayında deniz kıyısında
geçirme şansını yakalamıştır. Ancak yıllardır yaz tatiline kış ortasında gönderilen
ve kaloriferlerin çalıştırılmadığından en iyi olasılıkla zatürreeyle dönen Antonov, o
dinlencelerini özler duruma gelecektir, çünkü bin türlü engeli aşarak yola çıkmadan önce,
iki ustaya salonundaki biraz çürümüş döşemenin değiştirilmesi için dairesinin anahtarını
bırakmış ve alttan imparator Pompilianus dönemine ait, dünyada emsali olmayan Roma
hamamı kalıntıları çıkmıştır. Bu noktadan sonra Antonov’un bitmek tükenmek bilmeyen
çilesi başlar.
Tatilden dönünce salonundaki canlı yayın ekibiyle burun buruna gelir, üstelik
gerekli izni alarak hemen salonda kazılara başlayan, ancak hamamın kendisini değil de
profesörlük, konferanslar, sempozyumlar gibi sağlayacağı imkânları düşünen Doçent
Ananiev tarafından dairesine el konmuştur. Kahramanımız başını sokacak bir yer verilmesi
karşılığında bilimin kutsal tapınağı önünde kendinden istenen ağır bedeli ödemeye
hazırdır, ancak bu masumane isteğinden dolayı bencil ve barbar biri olarak ilân edilecek,
altı milyardan oluşan insanlığı düşünmesi istenecektir.
53
İvan Antonov’un soyut kavram olan insanlığı önemseyen, ancak somut insana
değer vermeyen toplumsal düzenin temsilcilerine karşı – hamamı “pasta gibi dilim
dilim keserek” yurtdışına kaçırmayı teklif eden ve kazanılan parayla onu İsviçre’de göl
kenarlarında milyon dolarlık villada gören tarihi eser kaçakçısı, “sanat uzmanı” Tsekov;
bir vekâlet karşılığında daireyi satmak şöyle dursun, bütün insanlığı yargılamaya hazır
emlakçı Diamandiev; bir damla suyu olmayan havuza atanan ve orada yüzlerce yüzücü
yetiştirmeyi tasarlayan cankurtaran, dilenci... – amansız mücadelesi başlayacaktır.
Sıradaki Deri Ceket ve Otobüs piyesleriyle yazarın kendine özgü bir ekol yaratmayı
başardığı görülüyor. Böylece Stratiev’in, karakter ve durum komedyası ve farklı
medeniyetlerin karşıtlığından doğan geleneksel Balkan komedyasından çok Avrupa
saçma tiyatrosunun deneyiminden yararlandığı gözlemleniyor.
Stratiev’in oyun yazarlığının başlıca özelliği, sıradan ve banal olarak nitelendirilebilecek
olay veya durumlardan hareket ederek bunları abartıp saçma ve grotesk simgelere
dönüştürme yoluyla bürokratik insancılsızlaşmanın egemen olduğu dehşet verici bir
dünyanın yaratılmasında yatıyor. Örneğin, Deri Ceket’te, alışagelmiş bürokratik bir
hata sonucu sıradan bir deri ceket kayıtlara koyun olarak geçiriliyor ve bu işlem giysinin
sahibini karanlık bürokrasi mekanizmasının dişlileriyle karşı karşıya getiriyor. Sözü edilen
olağanüstü saçma ve grotesk dünyada, doğanın baş tacı olarak tanımlanan insanın yerini
belgenin, evrakın, dosyanın, kâğıdın, imzanın, mührün aldığı, rakam ve grafiklerin en göz
çıkartıcı gerçekleri örtbas ettiği görülüyor.
Otobüs piyesindeki simgelerin daha ürkütücü boyutlara ulaştığına ve burada
Stratiev’in saçmalığa daha çok yaklaştığına tanıklık ediliyor. Bu özelliklerinden dolayı
yaratıcının piyeslerini klasik komedya değil, yergi komedyası olarak nitelendirmek daha
doğru olacaktır.
“Karakterlerimi farklı durum ve değişik zaman kesitlerine taşıyarak ömür boyu hep
aynı bir piyesi yazıyorum” diye belirten Stratiev’i başarılı kılan, metinlerini bezediği yergi,
ironi ve kendilerini saçma durumların içinde bulan sıradan insanlar olan oyun kişilerinin
psikolojik yapılandırılmasındaki ustalığı yatıyor.
1989’dan sonra Bulgar oyun yazarının, ülkesinde yaşanan değişimin peydahladığı
sözüm ona demokrasi ve liberalizm tezahürlerini acı bir tebessümle izlediği, dünyanın
büründüğü yeni hâl-i pürmelâlin de karamsarlığını perçinlediği görülüyor.
Sözgelimi, son söyleşilerinden birinde, “20. yüzyıl güdümlü insanların yüzyılı olarak
mı kalacaktır?” sorusuna, Stratiev şöyle cevap veriyor: “Maalesef! Bir düşünsenize,
bacaklarını bir saniyeliğine açmakla Sharon Stone, Stanislavski’yi bir çırpıda sildi geçti.
54
“Temel İçgüdü” filminde iç çamaşırsız kaldığı o meşhur sahneyi hatırlayın. Stone, Hamlet’i
oynayan bunca kuşağı yok etti. Olivie’yi, Visotski’yi, Çehov’u yok etti ve sonunda insanlık
çıldırıp birden çığırından çıktı. Bunun kötü bir şey olduğunu değil, ama her şeyin nasıl
yavaş yavaş temel içgüdülere indirgendiğini söylemek istiyorum. Bence düşünmeyen,
adeta makineleştirilmiş bir insan tipinin yaratılması için dünyada bilinçli bir siyaset
yürütülüyor. Temel içgüdülü insanlar. Batıdaki yaşam tarzını gözlemlerken; müziğin,
eğlencenin, kitlesel yığınlaşmanın, kısaca temponun nasıl sürekli arttığını görürsünüz.
Bence bütün bunlar insana düşünme, kendi kendisiyle baş başa kalma imkânı verilmemesi
için yapılıyor. Sanırım beşeriyetin en iyi hâline tanıklık ediyoruz şimdi. Bizimle ilgili her
şey daha antik çağalarda düşünülmüş. O çağın insanı, zamanı kaldığında madde, ışık,
ruh, yıldızlar üzerinde kafa yoruyormuş. Daha sonraki yüzyıllardan önemli bir buluşu
söyleyebilir misiniz bana? 21. yüzyılda yaşayıp yaşamayacağımı bilmiyorum, ama o
zaman süratin ne boyutlara ulaşacağını çok merak ediyorum. Çünkü fizik derslerinden,
aşırı süratin deforme ettiğini çok iyi biliyoruz hepimiz. Aşırı sürat bedel ödetiyor. Ne
yazıktır ki, insanoğlunun hiçbir seçme şansı yok. Bu sürate ayak uyduramazsanız, peronda
kalıyorsunuz. İnsanlığın düşünmesinden ateşten korkar gibi korkuluyor.”
“Boş Odalar” oyununu Stratiev 2000 yılındaki beklenmedik vefatından iki yıl önce,
eşinin görevinden dolayı bir süreliğine kaldığı Viyana’da kaleme alıyor; kayıtlara da
yazarın son oyunu olarak geçiyor.
Stratiev’in insanoğlunun ve dünyanın yarınıyla ilgili karamsarlığının bu oyunda had
safhaya çıktığı kabul ediliyor. Burada artık, daha önceki oyunlarından aşina olduğumuz
hiciv ve mizah, iğneleyici yergi ve grotesk, yerini yoğun hüzne ve derin karamsarlığa
bırakıyor. Oyun, büyük bir kısmı geride kalmış bir hayatın acımasızca açımlamasına
dönüşüyor; öyle bir hayat ki, beyhude akıp gitmiş, sanki başkası tarafından yaşanmış ve
olabildiğince ıskalanmış. Çünkü oyun kişisi kendisi ol(a)mamış; kendisi olmayı bir türlü
becerememiş; gönüllü olarak başkalarına devrederek özgürlüğünden feragat etmiştir.
Evet, bu metinde de son derece saçma bir durumdan hareket ediliyor; oyun gene
saçmalık üzerine kurgulanıyor: Her sabah olduğu gibi, Aleksandır mutfağında kahvaltısını
yapmaktayken, salondan bir gıcırtı duyuyor ve nedendir bilinmez kopan panel duvarını
dayaklamak isterken altta sıkışıp kalıyor. Mitolojideki Atlas gibi, omzunda kendi dünyasını
tutuyor. Ne ki Stratiev artık saçmayla yetinmeyip derinlemesine oyun kişilerinin
psikolojisine iniyor; başka bir dil ve söylem kullanıyor.
Duvarın altında sıkışan baş oyun kişisi, şartların da zorlamasıyla, kendisi, yakınlarıyla
ilişkileri ve sürdürdüğü hayat tarzıyla ilgili sesli düşünmeye başlıyor; böylelikle hayat
55
bilânçosu da ortaya dökülmüş oluyor ki gittikçe bu bilânço daha paranoyak bir hâl alıyor
ve nihayet kahramanımız kendi bilincinde bir hamamböceğine dönüşüyor.
Stratiev, komedya yazarı ününü büyük ölçüde borçlu olduğu yapıtlarını 1970’li yıllarda
kaleme alıyor. 68’de yeşeren umutların soldurulmasının ardından girilen bu dönem bütün
Doğu Bloğu ülkelerinde duraksama, yerinde sayma, tünelin ucundaki cılız ışığın yittiği
yıllar olarak biliniyorlar. Resimden edebiyata, yontuculuktan müziğe kadar o yıllarda
yaratılan sanat eserlerinin üzerine kaçınılmaz olarak dönemin ağır ve gri atmosferinin
çöktüğü açık bir gerçektir. Bundan dolayı egemen olan genel eğilim bu eserlere anakronik
veya güdümlü etiketi yapıştırılarak dışlanmaları, hatta yok sayılmaları yönündeyken, son
birkaç yıldır Stratiev piyeslerinin yeniden Bulgar sahnelerine taşındığına tanıklık ediliyor.
Çünkü “yoldaş” artık “bay” olmuştur olmasına, ancak ülkenin gündeminden düzenbazlar
ve düzenbazlık hiç düşmeyecek gibi görünmektedir. Hatta yeni durum ve şartlarda
Ananievler, Tsekovlar, Diamandievler, cankurtaranlar kendilerine daha iyi ve korunaklı
yerler bulmanın ötesinde gülünç olmaktan çıkıp artık korkunçluğa bürünmüşlerdir.
Öyleyse Stratiev’in piyesleri de sahnelerden inmeyecektir.
56
МЮСЮЛМАНСКАТА КУЛТУРА В БЪЛГАРИЯ:
КНИЖОВНО-ДОКУМЕНТАЛНО НАСЛЕДСТВО
Ибрахим Карахасан-Чънар
Книжовно-документалното наследство на етническите и религиозни общности
по нашите земи е резултат от тяхната жизнена дейност и следствие на исторически
причини или религиозната им традиция. Когато говорим за мюсюлманското
културно наследство у нас, е редно да се припомни, че това е дълъг времеви процес
с препратка още към Средновековието. Процесът на ислямизация и налагането
на нови културни пластове „се отключва“ от мюсюлманската колонизация.
Независимо от предположенията за заселване на население, изповядващо исляма
по нашите земи преди османското завоевание (един от селджушките клонове)1,
едва завладяването и трайното подчиняване на българската територия в рамките
на османската държава в края на XIV в. създава институционални, икономически и
демографски условия за развитието на мюсюлманската култура.2
Петвековното османско владичество по българските земи е оставило своя
отпечатък върху доста сфери от културата, но най-значимо неговата памет е
представена в ръкописите и документите от този период, както и преди него и
след 1878 г., когато се формира Третата българска държава, събират и съхраняват
различни институции на паметта – вакъфски и народни библиотеки, архиви, музеи,
научно-културни институти, ведомствени организации и др.
Когато говорим за книжовно-документално наследство, трябва да поясним, че в
него се включват не само документите, създадени на книжен носител, но и аудио
и видео документите, навлезли в научно обращение през XX-XXI в. Книжовно-
документалното наследство се класифицира като ръкописно-документално,
книжовно и на нови (нетрадиционни) видове документи (кино, видео, фото, фоно-
аудио, грамофонни плочи, компактдискове (DVD, CD), електронни документи,
микрофилми, устни източници). Законът за културно наследство (2009, чл. 6)
говори едновременно за документално наследство, аудио-визуално наследство и
1 Стаменова, Ж. и колектив. Гагаузите в България. Записки от терена. – София: Исторически музей – Каварна и Етнографски
институт с музей към БАН, 2007, с. 9-12.
2 Карахасан-Чънар, И. Светът на исляма, т. II. Турският свят. // ЛИК, 2006, с. 254.
57
за книжовни и литературни ценности.3
Най-голяма е колекцията във фондовете на Ориенталския отдел при
Националната библиотека „Св. св. Кирил и Методий“ (НБКМ) – София. Именно там
са постъпили много документи, ръкописи и печатни издания към т.нар. „османски
архив“, където се съхраняват писмени паметници на османотурски, арабски
и персийски език. Общият обем на документите възлиза на около 1 млн. листа,
които са представени в около 500 хил. архивни единици. Сбирката от ориенталски
ръкописни книги включва около 3807 тома, като в по-голямата си част (около 80%
от общото количество), са преписи на арабски език. Преобладават съчиненията
по мюсюлманско право и граматика. Съчиненията на османо-турски език са около
470 тома, най-голям дял от които се пада на заглавията от областта на ислямската
религия: догматика, молитви, мюсюлмански мистицизъм (суфизъм) и др. Най-
слабо присъствие имат точните науки. Ръкописите на османотурски език, подробни
описания на около 400 съчинения, са отразени върху фишове от проф. Б. Недков.4
В исторически план документите се разделят на „стара наличност“ и „нова
наличност“. В колекциите на т.нар. раздел „стара наличност“ постъпват документи
непосредствено след Освобождението на България, като много ценни в това
отношение са сбирките от големите вакъфски библиотеки на важни културни
центрове като Самоков, София, Кюстендил, Видин, Шумен и др. Видинските
османски документи, регистри и кадийски сиджили5 от XVII – XIX в. постъпват в
трезорите на отдела към 1887 г.
В ориенталските сбирки на НБКМ се намира и документално-ръкописната
и старопечатна сбирка на Томбул джамия, която беше налична, съхранена и
локализирана до 1942 г. в Шумен. Самата джамия е основана през 1844 г. от Шериф
Халил паша (тя е известна още като „Шериф Халил паша“), който заема важни
постове в Османската империя. Сбирката включва около 800 тома ръкописи на
арабски, османо-турски и персийски език и около 1500 тома старопечатни книги
на арабска графика. В напреднал етап е подготовката на Каталог на ръкописите
от тази сбирка.6 Може би най-ценният ръкопис от тази сбирка е препис от 1556 г.
на труда на арабския географ Шариф ал-Идриси (1100-1166) „Китаб ар-Рудсани“
3 ДВ, № 19, 13.03.2009.
4 Недков, Б. Ориенталистиката в Софийската народна библиотека. // Год. ББИ за 1945-1946, 1948, с. 226-239.
5 Sicil (тур.) – съдебен регистър за различните решения на кадията и за преписи на получените по места официални
разпореждания на висшестоящите инстанции.
6 Иванова, С. Комплектуване, формиране и развитие на сбирките на Ориенталския отдел на НБКМ. Към Пътеводител на
Ориенталския отдел на НБКМ. // Изв. ДА, 79, 2000, с. 3-49; Кендерова, Ст., З. Иванова. Из сбирките на османските библиотеки в България
през XVIII-XIX век. Каталог на изложба от ръкописи и старопечатни книги. – София, 1998-1999.
58
(„Книга за Роже“), позната още под заглавието „Нузхат ал-муштак фи’хтирак ал-
афак“ („Развлечение на копнеещия да преброди страните“). Самото съчинение е
написано през 1153 г. в Палермо (о. Сицилия) в двора на норманския крал Роже II,
а въпросният български ръкопис е дарен от Шериф Халил паша на основаната от
него библиотека в Шумен.7
В архивохранилището османски книжа постъпват и след 20-те години на XX
в., като те стават част от т.нар. нова наличност. Сред тези постъпления изпъква
Цариградския архив, съдържащ огромен обем документи, с различна хронология и
териториален обхват. На практика това е най-големия архивен фонд в НБКМ, който
се състои от над 1 млн. документи, от прочистени и изгубили давност материали
от османския Имперски архив в Истанбул. През 1931 г. след революцията на Кемал
Ататюрк в Турция, новата светска власт, за да се освободи от миналото на стария
режим, обявява търг за продажба на стара хартия. В този случай българската
държава се оказва много адекватна. Малко преди това двама наши османисти,
които били запознати с турските архиви, се ориентират в обстановката и са наясно,
че става дума за безценни сведения за бившата вече Османска империя, които
засягат и българската история. Така страната ни купува няколко вагона хартия, за
да я претопи във фабриките в Белово и Княжево. Интересно е, че част от архива в
Османската империя и особено документите от султанската канцелария са на много
плътна хартия, която се произвежда от парцали, и е много лесна за рециклиране.
В България обаче веднага се изяснява, че тези ценни документи се отнасят не само
до българската и балканската история, а са част от султанския архив, който засяга
всички провинции на империята. Министерството на народното просвещение
веднага създава комисия, която да започне да ги обработва. Тази дейност
продължава и до ден днешен.
В последните 10-15 години архивни документи със значение за историята и
културата по нашите земи в Ориенталските сбирки се набавят и чрез спогодба за
микрофилмов обмен с Османския архив на Република Турция.8
Съдържанието на документите, постъпили в архивохранилището на отдела, е
разпределено в четири секции: Ориенталска архивна колекция (ОАК) – съдържаща
8692 архивни единици, текстови документи и дефтери от XV-XIX в.; Новопридобити
турски архиви (НПТА) – съдържащи 1379 сигнатури; Поселищни фондове и дефтери.9
7 Карахасан-Чънар, И. Етническа и религиозна мозайка на България. – София: ЛИК, 2006, с. 266-267.
8 Панчева, Ц., А. Дончева. Ориенталските колекции на Националната библиотека в контекста на процесите по опазването
на националното книжовно културно наследство и достъпът до него. // < http:// electronic-library.org/articlers/Article 0154.html>, последно
прегледан 10.07.2016.
9 Defter (тур.) – „тетрадка“, „регистър“, „дневник“, „опис“, „списък“.
59
В секцията за периодика има издания и след 1944 г., които отразяват обществено-
политическия и културния живот на мюсюлманската общност в България. В раздела
на т.нар. „малцинствен печат“ са съхранени колекции, които в болшинството
си са достъпни до масовия читател. Турскоезичната периодика е възобновена
през 1945 г. – първоначално с в-к Vatan („Отечество“, София), а след това и с
отечественофронтовското издание Yeni Işık („Нова светлина“, София, 1946 и сл.).
По-късно възникват и други вестници - Eylülcü Çocuk („Септемврийче“, София, 1946-
1960), Halk Gençliği („Народна младеж“, София, 1948 и сл.), Halk Yükselişi („Народен
подем“, София, 1948-1959) .10 От 1954 г. под редакцията на Ибрахим Татарлъ (род.
в гр. Никопол) и Мехмед Бейтулов започва да излиза и списанието Yeni Hayat
(„Нов живот“, София) – едно от основните периодични издания на турски език в
социалистическа България. Към съществуващата вече централна турска преса
към началото на 50-те години се добавят нови издания на окръжните комитети
на БКП в Коларовград (дн. Шумен) – Kolarovgrad Savaşı („Коларовградска борба“,
1951-1956), в Русе - Tuna Gerçeği („Дунавска правда“, 1955-1959) и др.11, които
стават достояние на мюсюлманите у нас. По-късно, в хода на изграждането на
„единната социалистическа нация“, главните издания са постепенно ликвидирани
или българизирани.
Трябва да отдадем внимание на натрупаното богатство в нашите земи от
мевлидска литература – предимно в мюфтийските институции, джамиите и
лица, които повече или по-малко са свързани с мюсюлманския култ, традиции
и култура. Мевлидската литература е свързана със събиранията, тържествата
и ритуалите, с които се отбелязват рождението, личността, животът и смъртта
на пророка Мохамед. По тази причина някои от произведенията се наричат
„Мухамедийе“. Най-важната характеристика на мевлида е неговата синкретичност
и комплексност. Мевлидската литература се явява част от един по-голям масив,
който включва различни компоненти и изпълнява различни обществени функции.
Най-общо обществената функция на мевлида може да се разглежда в две групи:
изкуствоведска и религиозна. Изкуствоведската група включва литературните
произведения, фолклорни елементи, изпълнителско изкуство, езика и кулинарното
изкуство.
В заключение ще отбележим, че книжовно-документалното наследство на
мюсюлманите у нас е важен компонент от културно-историческото ни наследство
и жизнено необходимо е неговото съхраняване, опазване и социализация.
10 Стоянов, В. Турското население в България между полюсите…, с. 97.
11 Пак там, с. 11.
60
ГРАДЪТ КАТО ЛИТЕРАТУРНА МЕТОНИМИЯ НА
БАЛКАНИТЕ
Евдокия Борисова
Пловдив и Истанбул
Градът живее пълноценно по етажите на цивилизациите, твърди Фернан
Бродел, затова срещата на ислямския Изток с християнския Запад тук, на Балканите,
рефлектира особено осезаемо именно върху архитектурата на градското
пространство, върху бита и всекидневието на неизбежното мултикултурно
съществуване, върху парцелирането на център и периферия, на квартали,
религии, народности и езици. Ето как описва тази очарователна вавилония в
сарая на османския падишах през 1651 г. Пол Рико: „Това е суматоха, в която се
чували различни гласове и езици. Едни крещели на грузински, други на албански,
босненски, мингрелски, турски или италиански. (...) Хубав пример!”1 – заключава
Бродел, обобщавайки представата, която създава тази картина за източния, но и за
балканския град въобще.
Градовете на Балканите имат уникални двойствени лица – те много се различават,
но и като двойници си приличат и се уподобяват един на друг, свързва ги обща
съдба. Оглеждат се взаимно, съперничат си за любовта на своите деца. Градът е
ключов концепт и в балканските литературни светове. И, обратно на впечатлението,
споделено от Георг Зимел в есето му „Метрополис и ментален живот”, а именно,
че „жителят на града реагира с главата, вместо със сърцето си, усамотен и изгубен
в метрополната тълпа”2, балканският човек чувства града с всички фибри на тялото
си. Градът ни тласка към освобождение, помиряване и толерантност, може би
точно защото е съчетание на огромно количество сетивни стимули: звуци и гледки,
ритъм, анонимност, регулирано време и поведенчески мултипликациии. Затова
типично състояние на градския човек е фланеризмът3.
Градовете са двигателите на мощното културно и икономическо придвижване,
на размяна на ценни блага и идеи, защото всичко минава през тях: стоките,
товарните животни, хората, дори най-ценните културни блага. Градове, пътища,
1 Бродел, Ф. Ислямът и мюсюлманският свят. - В: Граматика на цивилизациите, София, Изток Запад, 2014 , с.113.
2 Simel, G. Metropolis and Mental Life. New York: Free Press, 1976.
3 Буквално – лутането, броденето из града. Фланеризмът е особено състояние на модерната душа, безцелното преброждане
на урбанистични пространства, лишено от прагматизма на труда, на комерсиалното придвижване, на движението с утилитарна цел,
е характерно точно за градския, а това ще рече свободния човек. По въпроса виж още: Стоjменска-Елзесер, С. Шетањето низ градот
(фланеризмот) како романескнен модел. – В: Движение и пространство в славянските езици, литератури и култури, т.2, УИ Кл. Охридски,
София, 2015, с.418.
61
кораби, кервани, поклонничества – това е едно цяло: „това са снопове от движения,
силови линии на мюсюлманския живот”, твърди Луи Масиньон. От Ориента към
Европа пътуват „далечни растения, копринени буби, хартия, компас, местните
цифри, барут, едновременно с много развитата медицина и микроогранизмите
на най-ужасните епидемии… холерата и чумата.”4 Това са даровете на Изтока към
Запада. Те са акредитивните писма, които си разменят цивилизациите. Даровете на
влъхвите и даровете на Пандора едновременно.
Градовете си приличат, твърди Божидар Йезерник в книгата си „Дивата Европа
през погледа на западните пътешественици”, не само на Балканите, но особено
много там. Там градовете вечно искат да се уподобят на своите по-големи и
красиви западни или пък източни побратими, постигайки и прекрасния, но и
непривлекателния им вид. „Малките Парижи и Големите Букурещи”5 обичат да се
титуловат често те и всички преживяват своите истории и митологии, преднамерено
преплетени в собствените си комплекси, наследени от древните гърци.
Цивилизована Европа допълнително комплексира онази, „дивата”- балканската,
която впрочем е античната люлка на европейската култура, и в която се намира
най-големия град на Европа и един от най-големите в света.
Всеки балкански град страда по своя Едипов комплекс или този на Електра;
комплекс на изгубената майка-държава, на незаслуженото страдание или
изкупление на инцестния грях. Всички те, едновременно проектирани по
ориенталски и европейски модел, са места, където европейските и ориенталските
обичаи се срещат, и съвсем по гоголевски, по улицата дефилират шапки и палта,
съпровождани с калпаци и шуби, хусарски куртки, бели кашмирени панталони,
гарнирани със златни ширити, забулени жени, къси голфове, кожуси и фесове и
пр. Поне така е видян Букурещ, градът от светлина, през погледа на английските
пътешественици от 19 век6. А колкото повече ориенталски дух носи един балкански
град, толкова по-разточително склонен е да го загуби, прахоса, да се прости с него
завинаги. С него умира и старият балкански дух на толерантността и нормалния
начин на живот така, „като че ли Вавилонската кула току-що е паднала, митологията
заменя историята, а толерантността и мултикултурализмът са неговите първи
жертви.”7 Това обаче никога не може да се случи напълно с града, който владее
проливите към топлите морета – Истанбул.
Пътешественици свидетелстват например колко изрядно внушителен
ориенталски облик има София със своите ханове, кервансараи и изящни хамами.
4 Бродел, Ф. В: Граматика на цивилизациите, с.120, 116.
5 Йезерник, Б., Дивата Европа през погледа на западните пътешественици, София, 2013, с.256.
6 Йезерник, Б., цит.съч., с.256-262
7 Йезерник, Б., цит.съч., с.256-262.
62
В края на ХІХ век обаче „от един малък Константинопол” само за броени години
тя губи източния си лик дотолкова, че заприличва на „пълната противоположност
на Истанбул”.8 Тя се променя дотолкова, че в началото на 20-те години Яхия Кемал
я вижда като „грубовато и неособено уредено американско село...” или „досаден
американски град”, несравним с красотата на древния Пловдив. Нещо повече,
днес вече самият Истанбул – въздъхва Яхия Кемал, рискува да изгуби органичния
си облик, поддал се лекомислено на онзи „добре планиран маскарад”, който е в
състояние „да придаде дори на наместника на Пророка нелеп вид”. 9
Ето как Фернан Бродел рисува цялостния вид на медитеранския полис като
проектиран от Всевишния по следния начин: „тесни улички в наклон, естествено
към морския бряг, накъдето са устремени, но и за да се отича дъждовната вода”,
с къщи на по два-три етажа, защото „ислямът забранява къщите на повече етажи
- белег на горделивост от страна на собствениците, сам по себе си омразен.”10
Показателно е, че на Балканите няма град с изцяло християнска или пък ислямска
физиономия.
Град се строи обикновено около вода – река, море, езеро. Има и такива градове
обаче, които носят злощастието на сухоземната си съдба. София е един от тях,
въздъхва Вера Мутафчиева. Но, когато има щастието да е устремен към морето,
градът е построен именно според етажния принцип на Бродел. Тогава, като в чаша,
там долу, близо до водата, се утаяват ароматите му, чийто дъх се чувства най-силно
горе, на високото. Защото градът е парфюм от аромати на паметта, на историята и
всекидневието. „И до днес – пише Бродел – в България се усеща една екзотична,
богата на силни парфюми цивилизация. И до днес нейните градове разказват
какво е било това претопяване: градове от Ориента с дълги улички, обградени с
плътни зидове, пазар, тесни дюкянчета, дървени кепенци, пъстроцветни носии,
хора, стоки…”11. Така би могъл да изглежда всеки подбалкански български
градец или пък голям древен град: устремен към една река (Филибе-Пловдив,
Търново), към цели три реки (Адрианополис-Одрин) или към море (Одесос-Варна,
Месемврия-Несебър, Аполония-Созопол). Неслучаен е изборът да се строи град
на брега на море или река. Географията, твърди Ернст Ренан, е ключов фактор в
историята, именно защото „реките са водели нациите напред, планините са ги
задържали; първите са насърчавали движението в историята, докато вторите са го
8 Това свидетелстват в пътеписите си : Мundy, P. The travels in Europe; Minchin J. The Growth of Freedom in the Balkan Peninsula;
Booth, J. Trouble in the Balkans – Цит. по: Йезерник, Б., с.240-265.
9 Кемал, Я. Пътуване до Балканите, - В: Детство, юношество, политически и литературни спомени, София, Изд. Б. Пенев, 2013,
с.153-169.
10 Бродел, Ф. Граматика..., с.116.
11 Бродел, Ф. Средиземноморието и средиземноморският свят във времето на Филип ІІ, София, Абагар, 2008, с.125.
63
ограничавали.”12 Планината е крепост и бастион, тя е уседналостта, консерватизмът
и предпазливостта на отбраняващия се; водата е смелостта, прогресът. Така
поставени, речни и морски, изглеждат и важните градове на Балканите: Пловдив,
Истанбул, Белград, Одрин, Охрид, Солун, Атина, Скопие, Букурещ.
Всъщност, говорейки за древната памет на градовете и цивилизациите, знаем,
че Пловдив е най-старият жив град в Европа. Преминавайки през южните български
земи, пътешествениците описват Тракия като райска плодна градина: „човек
пътува към Пловдив през безкрайни поля, изпълнени с градини, лозя и ливади,
покрай селища, населени с християни. Равнината била хубава, ...осеяна с много
кладенци...”13.
Дубровничанинът Феликс Петанчич описва в свой трактат посоката на военния
път от Белград за Константинопол, „по който през ХVІ век щели да минат почти
всички западни пратеничества (...). През стръмните и непроходими подстъпи на
планините (проходът Траянови врата) за два дни се преминавало в равнината на
Пловдив или в Романия, през която някога пътували римляните, когато отстоявали
властта си над Азия.”14
Белон льо Ман пристига в Пловдив през 1547, като преди това е обходил
Лемнос и Тасос, Света гора, Солун, Кавала, Силиврия и Константинопол. Описвайки
стълпотворението от кервансараи, мостове, джамии, хамами, имарети, пазари,
„построени за обществена полза, за покриването на чиито разходи се грижела
раята..”, той коментира порядките в тях така: „В кервансараите могъл да пренощува
безплатно всеки, получавайки месо и хляб. Никому не се отказвало– бил той евреин,
християнин, езичник или турчин... Хората от една религия с нищо не се бъркали
на хората от друга... Било позволено на всяка християнска вяра да има отделни
свои черкви... Тук не съществуват, както в европейските градове, тесни роднински
връзки... И никой не се срамувал от произхода си... Имало равнопоставеност на
жените в брака, робинята била равна на султанка... А всеки – и свободен, и роб, и
мюсюлманин, и немюсюлманин, ... син на рибар, селянин или овчар... - можел да
заеме който и да е пост в държавата, дори да стане велик везир... само защото е
способен”15. И защото, попадайки в града, той е вече еманципиран поданик, а не
рая. Градът осигурява анонимност и свобода.
Животът в османския свят и в частност в балканския му град имал голямото
предимство на присъствието на имарети, ханове и кервансараи; тук гладът бил
непознат гостенин, а всеки друг или различен човек е свят и приласкан. Хенри
12 Ренан, Е. Какво е нацията? – В: Либерален преглед, 18.12.2012.
-В: http://www.librev.com/index.php/2014-05-31-19-34-02/librev-yearbooks/2513-librev-2012-4// Годишник на ЛП, 2012, ч.4, с.594-698
13 Велчев, Йордан. Балканският човек (ХІV-ХVІІ век), Пловдив, Жанет-45, 2014, с.207, 223.
14 Велчев, Йордан. Балканският човек ..., с.223.
15 Велчев, Йордан. Балканският човек ..., с. 229-230; 218.
64
Блаунт забелязал, че „Одрин е по-голям от Орлеан, а пазарите тук приличали на
панаира в Сен Жермен... Оттук започват българските земи.” - заключава той. Но
именно Пловдив е тяхното сърце, тяхната стихия, „красив град, сносно изграден с
твърде приятно разположение... малко по-голям от Сен Дени...”16. Пловдив обаче
е и много повече от екзотичния ориенталски свят и пиршествата на античния дух.
Да си спомним как само е запечатан в българската литература чрез Дебеляновата
тъга по „този скръбен град, едничък дом на мойта скръб бездомна...” или като
апокалиптичния лилиевски град на страшния съд, където като в кипящ котел от
страстите: „На страшен съд вървят тълпи, кипи, не спи градът.” В балканските
литератури образите на града като концепт, знак и символ диаметрално се
противопоставят, но и парадоксално се уподобяват. Градът таи грижата, ароматите,
звуковете - викове, смехове, молитви, музика, шумове и тоновете на живота в едно
цялостно впечатление. В един цялостен компактен спомен.
„В Пловдив и останалите градове на Балканите човекът на Запада смесвал с
виковете на мюезините от местните минарета и спомена за звъна на камбаните в
своите градове... И колкото и разнообразно да отеквал, понякога продължавайки
с часове, без да се смесва с нищо, черковният звън неспирно се извисявал над
всички останали градски шумове, въздигайки множествата в сферата на истински
ред и спокойствие.”17 Истинска балканска симфония, ще добавим ние, от шумове,
акорди и арпежи, асонанси и дисонанси, съпроводени с нюанси, багри и миризми
от запад и изток, от север и юг.
Пловдив е градът на носталгията и любовта на поета и дипломата Яхия Кемал. В
спомените му той възкръсва като Едемския рай, като неизличимия зелен спомен от
личния му Златен век. „Пловдив беше град, който до мозъка на костите си бе пропит
с моята култура. Липсваше ми този град... Колко красиви са тези места! ... сърцето
ми винаги се изпълваше с тъга. Винаги съм си мислел, че бих могъл да живея вечно
в този край, където с кошници се продаваха ябълки и грозде. Пловдив... гледка,
напомняща за Бурса. Едно парченце от някогашния живот...,чешмата с откъртения
османски надпис като рана, ... потънало в зеленина...”.18
Кемал рисува питореските на своето минало, а градът заживява в имагинерните
очертания на бляна. По-късно този блян ще бъде назован Истанбул. По подобен,
на Яхия Кемал, начин ще види и опише Царицата на градовете и Орхан Памук. Но
първоначалното вдъхновение на класика Кемал си остава старият Пловдив.
65
НОВИ ЦАРИГРАДСКИ СОНЕТИ
Антон Баев
На Кадрие Джесур
1. Към Босфора
Корабите са се върнали.
Мраморни богини хвърлят въдици
в Мраморно море. До кея бавно
акустира празната гемия на Али,
който пак за „Бешикташ“ ще къса нерви
тази събота, когато вече ще съм другаде;
ще реве като дете излъгано.
Уловено слънце свети
на самото синьо дъно...
14 юни, 2006 г.
Истанбул, Бешикташ, бул. „Барбарос“.
66
СЕВÉР
Мира Душкова
За първи път имаме час по математика в този кабинет. Стаята е просторна,
слънцето грее ослепително, нахлува между чиновете и стаята изглежда по-голяма.
На чина пред мен сяда съученик от съседния клас. Чудя се как не съм го виждала
досега. Къса, момчешка прическа, която открива напълно дългия му и слаб врат.
Врат като врат… Но нещо ме привлича в него, нещо, което не мога да обясня. Когато
гледам гърба на момчето, изведнъж се чувствам като захвърлена в дъждовен
порой. Небето гърми и трещи, сивият небесен капак ще падне отгоре ми и ще ме
удави в сивите локви. Иде ми да закрещя. Страхувам се от дъжда, искам да се сгуша
в момчето и заедно да изчакаме да премине стихията.
Незнайно как се протягам напред и го докосвам. Гърбът му е жилав. Момчето
се обръща назад с учуден поглед, вижда ме за първи път и се усмихва. Слънцето
отново нахлува в стаята. Стаята се разширява, изпълва се с въздух и с бели пухкави
облачета, чиновете и черната дъска също стават бели. Ех! Беше се случило чудо
докато седя в часа по математика. Дори задачите ми се струват по-поносими.
В междучасието следя с поглед момчето. Къде ще иде? То се бави, не бърза да
прибере учебниците си. Суетя се и аз. Дървената линия пада на земята, изтраква,
ние се поглеждаме и се смеем. Навеждаме се почти едновременно, ръцете ни
се докосват. Дръпваме се стреснати, но не пускаме линията. Неговите пръсти са
на 30 см, а моите – на 10. Двайсет сантиметра от лицето ми. Гледаме се право в
очите. „Мая“, подхвърлям му името си. „Севéр“, отвръща ми той. Влиза другарката
Петрова и започва да трие дъската.
В следващото междучасие отново сме заедно. Говорим си, но нито една дума не
влиза в главата ми. По някое време Свилена, моята приятелка, ме дръпва. „Какво ти
става? Какво си го зяпнала? Не знаеш ли, че те заминават?“ „Кои те?“, не разбирам
аз. Свилена кимва към момчето. „Цялото им семейство се изселва в Турция. Абе, ти
на кой свят живееш?“
Думите стигат до мен, но все така не успявам да ги разбера. Не можех да си
представя момчето на гарата – между огромните чанти, сакове и куфари. Подобна
сцена мернах неотдавна по телевизията. Спомних си, че родителите и учителите
67
често говореха, че някои семейства вземали цялата си покъщнина и тръгвали към
Анкара и Истанбул, заедно с целия си род. Тръгваха дори много възрастни хора,
пътуваха и със съвсем малки бебенца…
Сякаш кама проряза сърцето ми. Севéр! Севéр!
Обичах за първи път в живота си.
***
Изведнъж разбрах, че до този момент съм живяла съвсем откъснато. Учех си
уроците, четях книги, а вечер с моите приятелки играехме на ластик. Жадувах лятото,
когато съвсем до тъмно бягахме между блоковете, за да играем на стражари и
апаши, рисувахме стрелки по асфалта, покривахме ги с керемиди или за заблуда на
„врага“ ги издрасквахме на пет сантиметра от стените на сградите. Иди, че ги търси,
особено когато слънцето е залязло! Криехме се в сенките на дърветата и с примрели
от страх сърца в минувачите разпознавахме членовете от противниковата банда. Но
минувачите не ни обръщаха внимание и ние си отдъхвахме. Отправяхме помежду
си измислени тайни знаци и се радвахме, че скоро няма да бъдем заловени…
Да, това беше нашият свят, но сега с изненада открих, че той е малка част от
нещо по-голямо. Една вечер по телевизията случайно чух думата бунт. Друг път,
когато влизах в стаята, прекъснах баща ми насред някаква вдъхновена реч. Щом ме
видя, той спря да говори, но чух достатъчно. „Като тръгне да се жени дъщеря ми,
ще сваля гащите на жениха, за да го видя дали не е рязан!“ Не всичко разбирах,
но усещах, че във въздуха се носи огромно напрежение, което се предава не само
на възрастните, но и на нас, децата. Сякаш всеки очакваше не настъпването на
пролетта, а случването на нещо помитащо, на торнадо, което ще запокити в небето
всички ни.
Със Севéр се виждахме в коридорите на училището. Усмихвахме се, търсехме
очите си и когато се разделяхме, обръщахме се назад един към друг и се
проследявахме с погледи. Щом завиеше зад ъгъла, за да влезе в своята класна
стая, сърцето ми се изпълваше с огромна пустота и спираше да бие. Разучих
седмичното разписание на техния клас и когато имаха часове в стаята на ъгъла на
училището, излизах от нашата стая уж да пия вода и от коридора надзъртах през
техния прозорец – поне да зърна момчешкия му врат. Не го ли видех, денят ми
се обезсмисляше и обезцветяваше, а срещнех ли очите му на следващата сутрин,
тогава събирах в себе си щастието на целия град.
Говорехме малко. Исках да бъда близо до него, но и се срамувах да го доближа.
Чувствах се смешна с тънките си крака, не знаех дали ме харесва толкова, колкото
68
аз него. Виждах го как се стряска, ако някой от съучениците се обърнеше към него
с името Севдалин. Затова аз го наричах само Севéр. Произнасях името му тихо,
с цялата нежност, на която бях способна. А вечер, преди да заспя, си представях
лицето му близо до моето и шепнех дори и в съня си „Севéр“, „Севéр“…
Краят на месец май се случи много топъл и вечерно време излизахме пред
блока да играем на ръбчета. Бях се позахласнала в играта, която печелех, но в
един момент усетих нечий поглед. Обърнах се надясно и го видях. Той! С ръце в
джобовете гледаше право към мен. Отмалях. Приятелката ми не уцели ръбчето
и топката тупна в краката ми. Той ми се усмихна и ми махна с ръка. С омекнали
крака се приближих до него. Стори ми се още по-хубав, отколкото в училище.
„Искаш ли да повървим заедно?“. Ама че въпрос! Исках, разбира се! Обиколихме
нашия блок, после се насочихме към детската площадка и седнахме на една пейка.
Захладняваше, но аз горях отвътре. „Мая, след седмица заминаваме за Истанбул и
може да не се видим вече“. Не исках да чувам дума повече. Като в някаква игра той
докосва върховете на пръстите ми. Изтръпвам, поглеждам го и не мога да се отделя
от сините му очи. Чувам не своето, а неговото сърце! Срамувам се да призная, че
съм влюбена и затова си мълча. Той също мълчи и ме гледа. Пуска ръката ми и
бръква в джоба на панталона си. Изважда малко камъче и го поставя в ръката ми.
„Исках да ти подаря нещо за спомен, Мая. Като поглеждаш това морско камъче,
спомняй си за мен“. Усещам топлотата и солеността на камъчето. Гладко е като
неговите бузи, а после щях да видя, че има сини нишки, сини като цвета на очите
му. Иде ми не да заплача, а да закрещя. Имах нещо негово в мен! Дори не бях
мечтала за това…
Исках и той да има спомен от мен, но не бях мислила за това и в себе си не носех
нищо. Стана ми тъжно. После изведнъж се сетих! „И аз ще ти подаря нещо“. Бъркам
под блузата си и измъквам ключа за вкъщи. Подавам му го така, както е завързан
на белия ластик. Чувам се да казвам: „Това е ключът за моето сърце, Севéр“. Той
стиска ключа в ръката си, с другата си ръка ме придърпва към себе си и ме целува
по устните. „Мая!“
***
Два дни той не идва на училище. Поболявам се. Присвива ме стомахът. Чудя се,
гадая… Свилена се опитва да ме разсее със смешките, които преди ме забавляваха.
Но не ми е до смях. Сърцето ми се е свило на топка. Държа в лявата си ръка неговото
камъче и в края на часа от ръката ми капят морска вода и сълзи. На третия ден
виждам Севéр пред вратата на кабинета. Чака ме. Дръпваме се настрана и той ми
69
казва направо: „Утре в шест часа заминаваме!“ Не усещам как изведнъж заплаквам.
Покривам лицето си с ръце, а тялото ми се разтърсва, сякаш в мен избухва вулкан.
„Моля те, Севéр, не тръгвай! Остани!“. „Не мога, цялото семейство тръгва. Дай ми
адреса си, ще ти пиша от Истанбул“.
***
През нощта не мога да заспя. Сякаш съм на дъното на океан. Тъмно, мрачно,
празно. Повече няма да го видя! Представям си как режат ръката ми и от там
изтича цялата ми кръв. Хубаво е, че умирам… Ставам от леглото. Поглеждам през
прозореца. Тъмно и тихо е като на дъното на океан. Той заминава! Заминава!
Поглеждам часовника и виждам, че е четири и половина. Все още мога да го
видя! Излизам тихо в коридора и в тъмното намирам дрехите си. Ослушвам се.
Родителите ми спят в съседната стая, уловени в ритъма на часовника. Вземам
дрехите си и влизам в банята. Тихо се обличам. После още по-тихо излизам от
банята. Стигам до външната врата, превъртам ключа, струва ми се, че прещраква
рязко. Застивам. Чувам само собственото си сърце и тиктакането на часовниците в
къщата. Натискам внимателно бравата. Излизам. Безшумно затварям вратата и се
изстрелвам по стълбите. Севéр! Сърцето ми вече е в гърлото ми и се задушавам.
Пред блока е безлюдно. В очакване на торнадото хората са се изпокрили в къщите
си. За първи път излизам сама през нощта и ако родителите ми научат, зная, че ще
имам неприятности… Но в момента не мисля за това. На бегом стигам до спирката.
Не чакам дълго автобуса и след около петнадесет минути съм на гарата. Едва сега
се сещам, че може да не го открия и изведнъж ми става страшно!
На перона има толкова много хора, че си мисля, че половината град е тук. Куфарите
са затрупали хората. Вървя бавно и се вглеждам във всяко тъжно, недоспало лице
с надеждата да открия неговото. Най-накрая виждам брат му и ускорявам крачка.
Ето го и Севéр! Седнал върху зелена пътна чанта, подпрял с ръце главата си, той е
забил поглед надолу, вратът му изглежда още по-тънък от преди. Как събрах сили
да извикам Севéр, не знам. Кога той скочи и как стигнах до него, не мога да се
сетя... Спомням си само, че стигнахме един до друг и се залепих за него като за
магнит. Толкова силно не съм прегръщала дори и майка си! Като че ли забих пръсти
в гърба му. Плачех и повтарях: „Севéр“, „Севéр“, „Севéр“. И това означаваше: зная,
че тъмната нощ ще ни погълне. Торнадото ще ни засмуче в себе си. Ще потънем на
дъното на океана… Но аз ще продължа да нося в себе си малкото морско камъче.
70
НАПЪТСТВИЕ
Иван Пейчев
72
МЕЧТАТА НА ПИСАТЕЛЯ Е ДА РАБОТИ С
БЕЗЛИХВЕН ЗАЕМ ОТ ДУМИ, ПОЛУЧЕН ОТ
АВТОРА НА СЛОВОТО
Майя Христова-Кранк
73
последно място на Института по изкуство, в който всяка втора картина ти е позната
от някой гимназиален учебник или албум с репродукции на Ван Гог, Гоген, Матис,
Ел-Греко, Магрит, Пикасо, Сезан, Модилиани… списъкът е дълъг поне колкото
прословутата “Златна миля” – търговски булевард в центъра на града, привлякъл
почти 100.000 българи.
В Айова най-впечатляващи са спокойствието, подскачащите из целия град диви
зайци и катерици (за които един от колегите ми писатели, също така запитан за
впечатления, хитроумно беше казал: „За мен Айова са зайци преследващи катерици),
малките къщи в прерията и най-вече най-старата в Щатите международна писателска
програма (МПП/IWP), учредена под шапката на Университета Айова преди повече
от половин век от Пол Енгъл и съпругата му Хуа Линг Ниех, чието начинание по-
късно (през 1976 г.) получава световно признание във вид на номинация за
Нобелова награда за мир. От 1967 г. насам в програмата участват над 1500 автори
от близо 150 страни и за нея се заговорва като за писателско ООН. През годините
на студената война МПП далеч надхвърля функциите си на чисто литертурен
форум и се превръща в мост, по който творци живеещи отвъд желязната завеса
–какъвто е случаят с България- могат да попаднат в свят, управляван от напълно
различни по характер политически и религиозни принципи. Е, това понякога води
и до катарзиси в душите на участниците, част от които включително е трябвало да
следят и докладват за „(не)пристойното” поведение на колеги от „братски” страни.
Държавният департамент финансира участието на 17 души (Елена Боси от
Аржентина, Огнйен Спахич от Черна гора, Кай Милър от Ямайка, Хамди ал-Газзар от
Египет, Мустаким Рашид от Малайзия, Хрис Хризопулос от Гърция, Нируан Деуанто
от Индонезия, Алекс Епщайн от Израел, Кавери Намбисан и Виджей Наир от Индия,
Хана Андроникова от Чехия, Ищван Гехер от Унгария, Бодлен Пиер от Хаити, Том
Дрейър от ЮАР, Халид Халифа от Сирия, Аюрзана от Монголия, и мен, за което
вярвам, че главна заслуга имат авторите на номинацията ми – покойната Малина
Томова и Огняна Иванова). Останалите 16 участници (Саша Станишич от Германия,
Ксения Голубович от Русия, Питър Кимани от Кения, Кет Мар от Миянмар, Малим
Гозали от Малайзия, Симон Ингуанез от Малта, Ким Реон и Ра Хидук от Южна Корея,
Анджело Лакуеста от Филипините, Ло Йи-Чин от Тайван, Киран Нагаркар от Индия,
Лоурънс Пън от Хонконг, Верена Тай от Сингапур, Пенелопи Тод от Нова Зеландия,
Салман Масалха от Палестина и Линдзи Симпсън от Австралия), бяха спонсорирани
от различни неправителствени организации, от техните министерства на културата
74
или дойдоха с фулбрайт стипендии. За времето, което прекарахме заедно имахме
възможност да съпреживеем съдбите не само на конкретните участници, но и тези
на техните народи и страни, защото наред с поезията, прозата и драматургията в
разговорите ни непрекъснато течеше и метанаратив, от който можеше да научиш за
последните новини от горещи/студени точки на планетата, за езиковите проблеми
в Индия, интересни факти за османската обсада на Малта… Затова и маршрутът
на пътеписа до “Айова и назад” няма да остане ограничен с иначе страхотните
пътувания до Сан Франциско, Вашингтон и Ню Йорк, но ще включи и мислените
посещения до всички страни представени в програмата.
75
3. Има ли поезия в Американския Конгрес? Какво рецитирахте? На какъв
език? Кой ви слушаше?
Ако трябва да отговоря шеговито, ще кажа, че в Библиотеката дори и да е нямало
поезия, след четенето вече имаше. Представянето ми започна с откъс от превода
(дело на Марта Симидчиева и Майкъл Биърд) на разказа ми „Апокриф за дъжд”,
който беше последван от стихотворението „Откъс” на български, последвано на
свой ред от (този път) мои преводи на 15-ина кратки стихотворения от книгата
„Небе на 33”. Предпочетох да завърша с тях, защото бях изпитал ефекта им върху
публиката от предишните четения в градовете Айова и Чикаго. Слушателите ни
бяха представители на Държавния департамент, журналисти (помня, че мярнах
екип на Voice of America), служители на библиотеката и столичани, научили за
предстоящото четене от съобщенията в местните вестници („Вашингтон Пост” и
др.). Вярвам, че не ги разочаровахме.
76
само на шепа ценители, а понякога – само на неколцината продавачи, опитващи се
да разпространяват и местни автори.
В Айова за мен като автор по-вълнуващи бяха не срещите с политици, а
запознанствата с американски интелектуалци, писатели, преводачи, издатели,
читатели, слушатели… Част от тях ни бяха сервирани на тепсия по повод честването
на 40-годишнината на програмата. Благодарение на един от тях – Ричард Арнд
(бивш шеф на асоциацията „Фулбрайт“, президент на организацията „Американци
за ЮНЕСКО“ и културно аташе в Бейрут, Техеран, Рим и Париж, преподавател в
Принстън, Колумбийския и Вашингтонския университет), се запознах с Елизабет
Костова, американска писателка, омъжена за българин, прочула се с бестселъра
си „Историкът”, която планираше да организира в България серия от семинари
по творческо писане. Надеждата ми благородните й амбиции да намерят почва у
нас, се оправдаха напълно и в момента, основана от нея едноименна фондация,
организира ежегодни семинари по творческо писане (в град Созопол), ателиета по
превод и програми за писатели в София и други големи градове.
77
се случва да напиша по нещо на английски и арабски. Това се случва, когато
почувствам, че някоя идея може да бъде изразена най-добре на съответния език.
78
само от положителните страни на двете държави, но си признавам, че невинаги се
получава.
79
а на незначителния брой на преводачи като Кадрие Джесур, Хасине Шен и Хюсеин
Мевсим, които се броят на пръсти. Сред турската академична общност има голям
интерес към историческите съчинения и научни разработки, третиращи въпроси
от общото ни минало. Никога не съм си представял, че ще ми се случи да преведа
„Житието на Софроний” на турски. Няма да забравя укорителните погледи на
някои съученици от началното училище, докато изучавахме това произведение.
„Трагедията на малкия човек” за която говореше преподавателката по литература,
напълно се покриваше с онова, което чувствах по време на действащия по същото
време “възродителен процес”.
Преди време пловдивското издателство „Жанет 45” реализира проект за
превод на 5 книги от български на турски, в рамките на който преведох „Книга
за българите” на проф. Петър Мутафчиев. Другите двама преводачи бяха Хюсеин
Мевсим и Сабрие Тетева.
Положението с преводите от турски на български като че ли е по-добро. Интересът
към литературата на съседите ни нарасна особено много след като Орхан Памук
спечели Нобелова награда.
80
10. Любимият ви поет? Писател? Любимата ви книга?
Може би тези въпроси трябва да бъдат в множествено число, а отговорите
задължително да завършват с мнoгoточие. Без да споменавам конкретни заглавия
и жанрове ще изброя част от вече починали любими автори: Джелялюддин Руми,
Башо, Юнус Емре, Оскар Уайлд, Емили Дикинсън, Филибели Ахмед Хилми, Марк
Твен, Халил Джубран, Рабиндранат Тагор, Орхан Вели, Емилиян Станев, Егзюпери,
Даниил Хармс, Владимир Набоков, Джак Превер, Херман Хесе, Иво Андрич, Никос
Казандзакис, Юрий Брезан, Костас Монтис… Списъкът с живи е също огромен, но се
страхувам, че ако изпусна нечие име, колегата може да ми се обиди.
На тема купуване на книги понякога се вманиачавам. От малък изпитвам
респект към книгите. Като се започне от свещените писания и се стигне до някоя
детска книжка. Попадането ми в София като студент в началото на 90-те години от
миналия век съвпадна с издаването на почти всички заглавия, забранявани през
годините на псевдосоциализма, което доведе дотам, че за две години, бях изкупил
близо 1000 книги. 10 години по-късно в началото на новото хилядолетие, след като
попаднах като докторант в Истанбул, започнах активно да пренасям през граница
книгите закупени от тамошните панаири на книгата. В Чикаго тази моя иначе
стихнала с годините „вредна” страст, доведе до увеличаване на багажа ми с три
кашона книги. За щастие американското посолство в София в лицето на културното
аташе Антъни Миранда, ми съдейства част от безценния товар да бъде изпратен по
дипломатическата поща, за което използвам случая да му благодаря.
11. Коя от своите творби обичате най-много? Защо? Коя смятате за провал и
защо?
Като че ли най ми допада разказът „300 км или приказка за тъмнината”. Докато
и след като напиша някой текст, се опитвам да се превърна в негов безпристрастен
читател – така понякога мога да открия елементи и символи, които са останали
незабелязани в процеса на писане. Споменатият разказ ми допада тъкмо поради
това, че след като го написах, продължих да откривам по нещо ново, което да ме
изненада. Това ме кара да вярвам, че има моменти, в които „вдъхновението” не е
просто дело на писателското его. Но не бива да се забравя и фактът, че четенето на
собствените произведения е и дело опасно, което може да доведе до нарцисизма,
познат ни от карикатурата „Бай-Ганьо чете „Бай-Ганьо””.
По въпроса с провалите ще отговоря в духа на Атанас Далчев, че нямам
81
провалени творби, защото не пиша такива. Казвам го на шега, но –да не са ми
уроки на високото самочувствие– вярвам, че е истина. В този смисъл, могат да се
считат за провалени, онези мои творби, които съм възнамерявал да напиша, но по
една или друга причина (да речем мързел) не съм. Ако не напиша пътеписа „До
Айова и назад” – това ще е пример за провалена творба.
82
ЧОВЕК НЕ ЗА ЧОВЕК
Азиз Шакир – Таш
За да не плаче мама
от години се преструвам, че съм жив...
А той ми казва:
„Убивам те, за да спася човек.”
Посочва зад гърба ми себе си
и се усмихва
сякаш е спасил не себе си, а всички хора.
И разбирам,
че през всичките години
е убивал само себе си,
83
не мене;
че съм падал мъртъв
всеки път, когато са убивали човек не за човек,
а аз съм бързал да пробия слепоочието си
с куршум мълчание –
с надеждата оттам да изтекат
загърбените писъци за помощ...
За да не плаче мама
от години се преструвах, че съм жив,
но днес разбрах –
за да не плача
мама също се преструва, че е жива...
84
УСТОЙЧИВИ БЪЛГАРО-ТУРСКИ ЛИТЕРАТУРНИ
ОТНОШЕНИЯ
Анжела Димчева
85
Атанас Манов: „Потеклото на гагаузите и техните обичаи и нрави" (1939 г. ); „Един
за всички: 5 разказа от български автори” (1944 г.); „Приказки за деца от цял свят –
Български приказки” (1946 г.); „Антология на българския разказ” (1967 г.); Боню Ст.
Ангелов : „Братята Кирил и Методий – създатели на славянската писменост” (1970
г.); Елин Пелин: „Под манастирската лоза” (2003 г.); Йордан Йовков: „Песента на
колелетата” (1982, 2013 г.); Йордан Йовков: „Старопланински легенди” (2013 г.);
Йордан Йовков: „Вечери в Антимовския хан“ (2014 г.); Йордан Йовков: „Чифликът
край границата“ (2014 г.) и авторската му книга „Стогодишна библиография на
турски език за българите и България (1878-1978) ”, 1997 г.).
Ахмет Емин Атасой сравнява Мехмет Тюркер Аджароглу с вековен чинар на
традиционните българо-турски културни отношения. Именно Ахмет Емин Атасой
е негов верен последовател – поет и преводач, роден в България през 1944 г., но
от 28 години живее в Бурса. В душата му горят проблемите на родната страна,
нашите традиции, литература и култура, с които е отраснал и на които е посветил
живота си. За него поезията не е разлистване на страници, а разлистване на
Душа. Поетът не облича виденията си в думи, а паметта му съблича баналното от
тялото на Духовното. Когато се е родил на българска земя, Ахмет Емин Атасой е
бил омагьосан от незнайна самодива – властна, огнена, фатална и непримирима.
Тя е вселила в сърцето му крехката тъга на лирика и приливната сила на бунтаря,
съмненията на мъдреца и въжделенията на изгнаника. Той живее днес в Турция,
но е син на България и поет на света. Защото проекцията на неговия живот е „едно
дълго стихотворение, /просто недовършено от простосмъртния”.
Делото на неговия живот е „Антология на българската поезия – от 60-те години
на 19 в. до днес”, 2 тома (билингва, на български и турски език), 2014, УИ „Св.
Климент Охридски”, която е с обем 664 стр. и съдържа творби на 135 поети – от
Ботев до най-младите днешни надежди в поезията. Интересното е, че това скъпо
издание е финансирано от български меценат, пожелал да остане анонимен и до
днес. Второто издание на тази антология е отпечатано през 2015 г. в Анкара само
на турски език от издателство Бенгю (Bengü) и е разпространено в Турция по всички
големи библиотеки. Ахмет Емин Атасой е автор общо на 22 книги на български и
на турски език, съставил е 6 антологии. Това е огромно по обем, разноликост и
оригиналност на културните послания творчество, пример за следване в страдащата
и разкъсана от противоречия Европа.
Още от студентските си години, когато за пръв път превежда стихове от Веселин
Ханчев, Ахмет Емин Атасой си поставя ясната цел: „Да подготвя една цялостна
86
антология на българската поезия по мой вкус.“
Постепенно упоритият труженик на словото превежда и представя в елитни
турски издания над 100 български поети, които са посрещнати с интерес от
любителите на поезията в съседната страна. В различни периоди по подбора му
съдействат Филип Хорозов, Наджи Ферхадов, Мюмюн Тахир, Воймир Асенов, Иван
Есенски.
Антологията проследява 150-годишния път на българския поетически гений – от
Христо Ботев до днес. В този си вид книгата представлява една сбита панорама
на цялата нова и съвременна българска поезия с всички мирогледни насоки,
художествени търсения, жанрови и стилови разнообразия, акценти върху най-
ярките представители на няколко поколения творци.
Но нашият поет-родолюбец не се задоволява с вече постигнатото и след
излизането на този мащабен преводачески труд, Ахмет Атасой продължава да
превежда и да намира начини новите преводи да се появяват в най-престижните
турски вестници и списания. Броят на преведените поети вече достигна 200.
В литературното сп. „Яба” (Вила), излизащо в гр. Истанбул, той публикува
преводите си на творби от Бойка Драгомирецкая (ноември 2014) и Рада Добриянова
(септември 2015). Атанас Капралов е представен в сп. „Йелиз“, излизащо в гр. Бурса
(декември 2014). През 2015 г. същото списание представя Диана Димих. Поетът
Захари Иванов се появява през 2015 г. със запомняща се публикация в сп. „Синджан
истасйону” (Станция Синджан), излизащо в гр. Анкара. Същото списание запознава
читателите с творчеството на председателя на Съюза на българските писатели Боян
Ангелов, както и с поезията на Димитър Христов.
В Истанбул излиза литературното списание „Берфин/Бахар” (Пролет). През
август 2015 г. то публикува доста обширен материал, посветен на 80-годишнината
на големия български поет Любомир Левчев, както и на приятелството му с
Ахмет Атасой. Заглавието е: „Поетът, който рискува да не напусне Помпей, казва:
турската поезия е силна поезия, която заема своето достойно място в световната
литература.” По същото време списанието представи поета Ивайло Диманов, а през
2016 г. цели 10 страници от юлския брой бяха заделени за Георги Атанасов, Надя
Попова, Катя Кремзер, Боян Ангелов, Петър Чухов, Иво Георгиев, Георги Гаврилов,
Анна Лазарова.
За да стигнем до януарския брой от 2017 на сп. „Пътека”, което е заделило
специален раздел от 19 страници под заглавие „Образци от съвременната българска
поезия в превод на Ахмет Емин Атасой”. Там турските читатели се запознават с
87
поетите Христо Данов, Атанас Звездинов, Димитър Васин, Илеана Стоянова, Славка
Мариновска, Стефан Николаев, Анжела Димчева, Атанас Капралов, Ирена Панкева,
Калин Терзийски. Само преди два месеца в августовския брой на „Берфин/бахар”
(пролет) бяха публикувани още петима наши поети. А едно от най-реномираните
двумесечни литературни списаниия в Турция „Ясак мейве” (Забраненият плод),
излизащо в Истанбул, в последния си 88-ми брой (септември-октомври 2017 г.)
посвети специално досие за съвременната българска поезия, като запозна своите
многобройни читатели с петима наши автори: Димитър Горсов, Павлина Павлова,
Иван Гранитски, Георги Николов и Ивелина Никова.
Публикациите винаги са придружени от биографични данни и снимки. Има ли
нужда да се казва, че някои от тези издания – например литературната притурка
„Китап” на в. „Джумхуриет”, излизат в огромен тираж? В нея също многократно са
се появявали преводи на наша поезия.
Всичко това е едно красноречиво доказателство както за самоотвержените
усилия на Ахмет Емин Атасой, така и за топлия прием на нашата поезия сред
читателите в Турция.
Важно е да се отбележи, че нашият творец състави и преведе обемен том
„Антология на руската поезия”, за който беше награден с почетен знак „За дружба
и сътрудничество” за неговия значителен принос в развитието на руско-турското
културно сътрудничество. Наградата му бе връчена на 19 ноември 2015 г. в
Руския културно-информационен център в Анкара лично от послaника на Руската
федерация в Анкара Андрей Карлов (загинал впоследствие трагично при атентат).
Но това не е всичко: междувременно Ахмет Атасой състави нова книга – „Антология
на балканската поезия”, включваща стихотворения на 246 поети от Албания, Босна
и Херцеговина, България, Гърция, Македония, Румъния, Сърбия, Турция, Хърватия,
Черна гора.
През 2018 г излезе от печат и неговата „Антология на съвременната турска
поезия”. Предговорът към този том е написан от председателя на синдиката
на турските писатели Мустафа Кьоз: „Настоящата „Антология на съвременната
турска поезия” цели, макар и с ограничени възможности, да представи цялата
разнообразност и многопластовост в съвременната турска поезия и да породи
желание и самоувереност за създаване на подобни книги и в бъдеще, които ще
осъществят приемствеността в преводаческото дело.
Ахмет Емин Атасой, благодарение на вложения огромен труд в този том,
съдейства много за изграждането на нов приятелски мост между турските и
88
българските поети, сиреч между две литератури и две култури на два съседни
народа. Дълбоко съм убеден, че антологията ще допринесе изключително много
в тази насока.
Бих се радвал, ако любознателният български читател приеме тези стихотворения
като подарени цветя от родината на турските поети, сиреч от техните сърца; ако ги
чете с любов и ако ги съхрани сред страниците на своите най-съкровени чувства.“
Но Ахмет Атасой е не просто посланик на българската култура в Турция. Той
милее за тези наши сънародници, които имат нужда от помощ в комуникацията
както на турски, така и на български език. Затова извърши истинско чудо, съставяйки
„Съвременен българо-турски речник” с обем от 1200 страници! Той дори е осигурил
финансиране за издаването на този речник, благодарение на личните си контакти с
известни турски бизнесмени в Търговище и Шумен. (…)
За опознаването на българската литература в Турция дълги години работи и
Кадрие Джесур, родена през 1968 г. в Момчилград. От 1989 г. живее в Истанбул,
създавайки поезия и на двата езика. В неин превод излизат разказите на Йордан
Радичков, Николай Хайтов, Ивайло Петров, Деян Енев, Ангел Г. Ангелов, Кристин
Димитрова, пиесите на Йордан Радичков, Петър Анастасов, Емил Бонев, Съби Събев
и др. В турския литературен печат представя поезията на Любомир Левчев, Христо
Фотев, Петя Дубарова, Йордан Кръчмаров, Александър Шурбанов, Едвин Сугарев,
Божана Апостолова, София Несторова, Антон Баев, Бойко Ламбовски, Кристин
Димитрова, Аксиния Михайлова, Сашо Серафимов, Светлозар Игов, Димитър Калев,
Красимир Симеонов, Димитър Кенаров и др. Общо е превела 17 книги от турски
на български език, сред които присъстват и „Антология на съвременната турска
поезия“ (2014, съвместно с Хюсеин Мевсим), „Съвременна женска проза от Турция”
(2008, съвместно с Хюсеин Мевсим), както и книги във всички жанрове: „Следи от
криле” на Нихат Йоздал (2012) „Магмата. Слепият часовник” на Йоздемир Индже
(2012), „Последен влак за Истанбул” на Aйше Кулин, роман (2012), „Писма до Сан
Джовани” на Йозджан Карабулут, разкази (2011), „Снежни приказки” на Феридун
Андач, разкази, (2011, съвместно с Хюсеин Мевсим),, „Антични болки” на Сунай
Акън, поезия (2011) „Безсъние” на Йоздемир Индже, поезия (2011), „Листопад”,
роман от Решат Нури Гюнтекин (2010), „Някога в едно лято” на Атаол Бехрамоглу,
поезия, (2010, съвместно с Хюсеин Мевсим), „Градината с люляците”, разкази от
Феридун Андач (2009, съвместно с Хюсеин Мевсим), „Вечерта и пустинята” , поезия
от Хилми Явуз, поезия, (2009, съвместно с Хюсеин Мевсим), „Книга от пепел” на
Йоздемир Индже, поезия (2008), „Нощи в Пера” от Жале Санджак, разкази и новела,
89
(2007, съвместно с Хюсеин Мевсим), „Целува всичко времето”, 2007, поезия от
Енвер Ерджан, съвместно с Хюсеин Мевсим).
Благодарение на Кадрие Джусер, турските читатели се потопиха в лирико-
философския свят на Пейо Яворов чрез преведената там стихосбирка „Дни в нощта“
и на Любомир Левчев – „Пепел от светлина“ .
Безспорният авторитет в културната политика между нашите две страни е
проф. д-р Хюсеин Мевсим. Той е автор на книги, в които се изследват различни
страници от историята на турско-българските литературни и културни контакти, а
по-конкретно – пътуванията и пребиваванията на български творци като Чудомир,
Никола Фурнаджиев, Петър Дачев и др. в Истанбул. Те очертават дълбоките корени
между двата народа за тяхния взаимен просперитет. Именно тези следвания са
залог за по-нататъшно разбирателство, защото са документ на времето с важно
значеие: „Петър Дачев и Истанбул” (2017), „Никола Фурнаджиев и Истанбул” (2015),
„Между два бряга” (2013), „Пътуването на Чудомир в Турция – 1932“ (2012).
Той е съставител и преводач на поредица от сборници с документално-
художествените свидетелства на български писатели и изследователи за градове
като Бурса, Истанбул, Одрин, Диарбекир и др.:
Diyarbakır Sürgünleri (Aralık 2016); Bulgar Gözüyle Edirne (2012); Bogdan Filov’un
Balkan Savaşları (1912-1913) Fotoğrafları, (2013); Bulgar Gözüyle İstanbul (2011); Bulgar
Gözüyle Bursa (2009); Stefan Lazareviç: Yıldırım Bayezid’in Emrinde Bir Sırp Despotu /
Konstantin Kosteneçki (2008).
Превел е и е представил спомени, дневници и писма от български автори, чиято
биография и творчество са свързани с Истанбул:
İstanbul’dan Hatıralar, Konstantin Veliçkov (2017); İstanbul’dan Mektuplar, Hristo
Brızitsov (2016); Kudüs Yolculuğu, Mihail Macarov (2015).
Превел е поезия и проза от турски на български език:
„Кой си, какво си?“, поезия от Енис Батур, 2015; „Антология съвременна турска
поезия“ (в съавторство с Кадрие Джесур), 2014; „Сянка върху Босфора“, поезия от
Джевад Чапан (в съавторство с Кадрие Джесур, 2014); „Последен влак за Истанбул“,
роман от Айше Кулин, (2012, в съавторство с Кадрие Джесур); Снежни приказки,
разкази от Феридун Андач, (Kar Masalları, Feridun Andaç), Елиас Канети, (2011, в
съавторство с Кадрие Джесур); „Антични болки“, поезия от Сунай Акън (2011, в
съавторство с Кадрие Джесур); „Някога, в едно лято“, поезия от Атаол Бехрамоглу
(2010, в съавторство с Кадрие Джесур); „Вечерта и пустинята“, поезия от Хилми Явуз
(2010, в съавторство с Кадрие Джесур); „Листопад“, роман от Решат Нури Гюнтекин
(2010, в съавторство с Кадрие Джесур); „Щастие“, роман от Зюлфю Ливанели (2009);
90
„Притчи и поучения“, Мевляна Джеляледдин Руми (2009); „Съвременна женска
проза от Турция“ (2008, в съавторство с Кадрие Джесур); „Нощи в Пера, Жале
Санджак“, разкази и новела, (2008, в съавторство с Кадрие Джесур); „Преоткриване
на Османската империя“ от Илбер Ортайлъ (2008); „Съвременни турски пиеси“
(2007); „Съвременна турска поезия“ (2007, в съавторство с Кадрие Джесур); „Тръпка
в окото на пепелянката“, роман от Зюлфю Ливанели (2006).
В Турция са излезли книги в негов превод и на Чудомир, Виктор Пасков и Антон
Баев. Превел е българска и турска драматургия; голяма част от преведените пиеси
от български драматурзи се поставят с успех в държавните, общинските и частните
театри в Турция:
Çağdaş Bulgar Oyunları, Stanislav Stratiev, Yordan Radiçkov, Stefan Tsanev, Hristo
Boyçev, Elin Rahnev (2011, „Съвременна българска драматургия“, Станислав
Стратиев, Йордан Радичков, Стефан Цанев, Христо Бойчев, Елин Рахнев); Titanic
Orkestrası, Hristo Boyçev, Oyunlar (Kuş Albay, Albayın Karısı, Titanic Orkestrası, Yeraltılı,
Geri Sayım) (2011, „Оркестър „Титаник“, пиеси от Христо Бойчев: „Полковникът
птица“, „Жената на полковника“, „Оркестър „Титаник“, „Подземният“, „Обратно
броене“); 4 пиеси („Лавина“, „Задънена улица“, „Кепе“, „Хеликоптер“), пиеси от
Тунджер Джюдженоглу (2011, 4 Piyes: Çığ, Çıkmaz Sokak, Şapka, Helikopter; Tuncer
Cücenoğlu).
В качеството си на университетски преподавател Хюсеин Мевсим е автор
на студии, няколко десетки статии и доклади на турски и български език по
въпросите на българската литература и турско-българските литературни и културни
взаимодействия.
Исмаил Бекир Аглагюл е известен режисьор от Анкарския държавен театър, но и
преводач от български на турски език. Издал е „Бай Ганьо“ на Алеко Константинов
(1972), „Лодка в гората“ на Николай Хайтов (2002), „Службогонци“ на Иван Вазов
(2003), също така превежда „Последната нощ на Сократ“ (Стефан Цанев), поставена
с успех в Държавните театри в Измир и в Истанбул, „Вчерашни целувки“ (Юрий
Дачев), „До следващия живот“ (Недялко Йорданов), „Приказка за калпаците“
(Панчо Панчев) и „Златното момиче“ (Кева Апостолова).
От турски на български език излизат в негов превод: „Задният двор“ (Билгесу
Еренус), поставена в Пазарджик от Искендер Алтън, „Затворените“ (Мелих Джевдед
Андай), „Лудият Думрул“ (Гюнгьор Дилмен), „Чичу“ (Азиз Несин), „Матрьошка“
(Тунджер Джюдженоглу), „Кой съм аз?“ (Реджеб Билгинер) и „Псевдоним „Розова
пъпка“ (Октай Арайъджъ).
Значителен принос за утвърждаването на българо-турските литературни
91
отношения има писателят Мюмюн Тахир, преподавател в Университета по
библиотекознание и информационни технологии – София. Д-р Мюмюн Тахир в
качеството си на председател на Академия за европейска култура „Орфеева лира“ (от
2001 г.) през две години организира Балканска среща на писателите. На редовните
сесии на Академията участват писатели от България, Гърция, Македония, Румъния,
Сърбия, Турция, Хърватска. Техните доклади и авторски поетични и белетристични
творби се публикуват в изданието на Академията сп. „Орфеева лира“. Председател
на редакционния съвет е Мюмюн Тахир.
От Турция досега на писателските срещи са участвали дузина писатели и
поети, между които са: Мустафа Хатиплер, Керим Сакъзлъ, Хилми Шашал, Кемал
Йозер, Джеват Чапан, Баки Еренелер, Йоздемир Индже, Атаол Берхамоглу, Елчин
Искендерзаде и др., чиито творби са преведени на български език от Мюмюн Тахир.
Много от преведените творби са публикувани в български литературни издания.
Мюмюн Тахир е автор на книгите „Славеят на Родопите“, „Тревожен оптимизъм“,
„Стряха с много гнезда“, „Преминаване“, „Земя за обетоване“, „Бране на диви
пчели“, „Животът заедно“, „Идентичност и толерантност. Философски и практически
въпроси на културната интегарция“, „Когато пътят беше граница“, „Към интегрираща
идентичност“. Негово дело е и концепцията за „Нова балканска етика“. В нея той
пише: „Когато търсим възможните пътища за сближаване и интеграция, нека да
не се ограничаваме само в тесните официални канали на междуправителствените
отношения. С развитието на нашите граждански общества се разкриват много по-
широки възможности. Инициирането и реализирането на сътрудничество между
неправителствените организации предполага по-голяма гъвкавост и ефективност.
Аналогично можем да говорим за големи перспективи в сътрудничеството между
висши учебни заведения, научни и културни институти. Защото правителствата си
отиват, а народите остават.
Времето, в което живеем налага необходимостта от постигане на консенсус за
„Нова балканска етика“, основана на ценности, които ще осигурят разбирателството
и добросъседството между Балканските народи, както и ще допринесат за
стабилността в нашия регион. (…)
Може би един ден ще оценим тези невидими радетели на българската кауза,
които години наред се трудят на ползу роду и творят – пишат, превеждат, рисуват,
създават музика, филми, модерен театър и танц... Те не биха могли да съществуват
без отдадеността си на творчеството, те дишат чрез знаците на изкуството. Защото
Изкуство не се побира в джоб, в чиния, в къща или в семейство. То е част от
митологичната власт – една калинка от свръхобсебване, която излита ненадейно.
Към огъня...
92