Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 664

RÜyA DAĞITAN ÇOCUK

Pegasus Yayınları: 1133


Bestseller Roman: 507

RÜYA DAĞITAN ÇOCUK


Luca Di Fulvio
Özgün Adı: La gang dei sogni

Yayın Koordinatörü: Yusuf Tan


Editör: Ömer Çiftçi
Düzelti: Halûk Kürşad Kopuzlu
Sayfa Tasarımı: Meral Gök

Baskı-Cilt: Alioğlu Matbaacılık


Sertifika No: 11946
Orta Mah. Fatin Rüştü Sok. No: 1/3-A
Bayrampaşa/İstanbul
Tel: 0212 612 95 59

1. Baskı: İstanbul, Temmuz 2015


ISBN: 978-605-343-626-3

Türkçe Yayın Haklan © PEGASUS YAYINLARI, 2015


Copyright © 2008, Arnoldo Mondadori Editöre S.pA., Milano

Bu kitabın Türkçe yayın haklan Arnoldo Mondadori Editöre S.pA.’dan


alınmıştır.

Tüm hakları saklıdır. Bu kitapta yer alan fotoğraf/resim ve metinler


Pegasus Yayıncılık Tic. San. Ltd. Şti.’den izin alınmadan fotokopi dâhil,
optik, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla kopyalanamaz,
çoğaltılamaz, basılamaz, yayımlanamaz.

Yayıncı Sertifika No: 12177


Pegasus Yayıncılık Tic. San. Ltd. Şti.
Gümüşsüyü Mah. Osmanlı Sk. Alara Han
No: 11/9 Taksim / İSTANBUL
Tel: 0212 244 23 50 (pbx) Faks: 0212 244 23 46
www.pegasusyayinlari.com / info@pegasusyayinlari.com
Luca Di Fulvio

RÜyA DAĞITAN ÇOCUK

İtalyancadan Çeviren:
SEMA SAVAŞ

PEGASUS YAYINLARI
Bana Carla’yı getiren kaderime,
O olmasaydı asla aşktan söz edemezdim.
Sorumluluk rüyalarda başlar.
W. B. Yeats, Responsibilities

Küçük kız, Diamond Dogs diyorlar onlara.


David Bowie, Diamond Dogs
GİRİŞ
1

Aspromorıte, 1906-1907

İlk zamanlar onu birlikte büyütmüşlerdi; anne ve sahip. Biri endişeyle,


diğeri dinmek bilmez şehvetiyle. Fakat büyüyüp bir kadın olmadan
önce annesi onu artık sahibin-dikkatini çekmeyecek bir hale sokmayı
başaracaktı.
Küçük kız on iki yaşma geldiğinde annesi, tıpkı yaşlılardan öğren­
diği gibi haşhaş tohumlarından yoğun bir özsu çıkardı ve bunu kızına
içirdi. Yalpalamaya başladığını görünce küçük kızını sırtına vurdu ve
sahibin topraklarının içinde yer alan kulübelerinin önündeki tozlu
yolu geçerek kenarında artık kurumuş dev bir meşe ağacının olduğu
kumsala götürdü. Önce ağacın iri bir dalını kırdı, sonra da kızının el­
biselerini parçaladı. Sivri bir taşla alnını -kanın fazla akacağını bildiği
bir yerden- kesti ve ardından sanki küçük kız ağaçtan düşmüş gibi
onu uçurumun kenarına kadar yuvarlayıp kırık dalı da yanma attı.
Sonra kulübesine dönerek erkeklerin tarlalardan dönmesini bekledi.
Akşam çökmeden önce bir soğan çorbası ve bir parça domuz eti pi­
şirmeye koyuldu ve ancak o zaman oğullarından birine gidip küçük
kız Concetta’yı aramasını söyledi.
Oğluna küçük kızı en son yaşlı meşeye giderken gördüğünü söyledi.
Hatta eşine de kızın bir baş belası olduğunu, ona bir türlü söz geçire-
mediğini tekrarlayıp durdu. Yüzü bebek gibiydi ama kalın kafalıydı.
Ona güvenip de bir sorumluluk vermek mümkün değildi, çünkü yolun
yarısında ne yapacağını çoktan unutmuş olurdu. Şimdi de kim bilir
nerelere gitmiş ve evin yolunu bulamamıştı. Kocası önce bir küfür sa­
vurdu ve sonra kadına çenesini kapamasını söyleyip sigara içmek için

11
Rüya Dağıtan Çocuk

dışarı çıktı. Oğlu yaşlı meşenin bulunduğu kumsala doğru yürürken


anne de deli gibi çarpan yüreğiyle soğan çorbasını karıştırmak için
yeniden mutfağa döndü.
Bu arada, o sabırsızca kızım beklerken sahip her akşam olduğu gibi
iki kez korna çalarak arabasıyla salına salma kulübelerinin önünden
geçti. Dediğine göre kızlar bundan çok hoşlanıyorlardı. Gerçekten de
Cetta her akşam -h e r ne kadar annesi son bir yıldır ona evden çıkıp
sahibi selamlamasını yasaklamış olsa d a - o korna sesinin cazibesine
kapılıyor ve kapının camına burnunu yapıştırıp dışarı bakmaya çalı­
şıyordu. Ve annesi her akşam, arabanın kaldırdığı toz içinde gözden
kaybolan sahibin neşeli kahkahasını duyuyordu. Cetta -herkesin ama
en çok da sahibin söylediği gibi- güzel bir çocuktu ve kesinlikle çok
güzel bir genç kız olacaktı.
Anne, Cetta’yı aramaya giden oğlunun uzaktan gelen feryadını
duyduğunda hiç tavrını bozmadan yemeği karıştırmaya devam etti.
Fakat zorlukla nefes alıyordu. Oğlunun babasıyla konuştuğunu ve
adamın, evin önündeki kapkara olmuş üç tahta basamağı güçlükle
indiğini duydu. Birkaç dakika sonra kocasının önce kızının sonra da
kendi adını haykırdığını duyunca çorbayı ateşte bırakıp dışarı fırladı.
Küçük Cetta babasının kollarındaydı; yüzü kan içinde kalmış, elbi­
seleri parçalanmış ve yaşlı babasının nasırlı ellerine adeta bir paçavra
gibi bırakılmıştı.

Ertesi gün tüm ev halkı tarlalarda çalışmaya gittiğinde anne kızının


yanına geldi.
“Dinle beni, Cetta,” dedi. “Artık büyüyorsun ve sana söylediklerimi
anlayabilirsin. Aynı şekilde gözlerimin içine baktığında dediğimi yapa­
cak güçte olduğumu da anlayabilirsin. Dediklerimi kelimesi kelimesine
yapmazsan seni kendi ellerimle öldürürüm.”
Sonra kalın bir ip aldı ve kızın sol omzuna sıkıca bağladı.
“Ayağa kalk.”
İpi kızın kasıklarına doğru çekti ve bacaklarının arasından geçi­
rip beline bağladı. Öyle ki bu şekilde küçük kız eğik durmak zorunda
kalıyordu.
Sonra kızına, “Bu, ikimizin arasında bir sır olarak kalacak,” dedi ve
çekmecelerin birinden eski bir elbiseden bozduğu, soluk çiçek desenli

12
Luca Di Fulvıo

bir elbise çıkarıp kızma giydirdi. Elbise öyle boldu ki kızın omzuna
bağlanan ipi mükemmel bir şekilde gizliyordu. Zaten annenin de is­
tediği buydu.
“Herkese, hatta ağabeylerine bile ağaçtan düştüğünde sakatlandı­
ğını söyleyeceksin. Duydun mu beni? Ağabeylerin dâhil herkese! Bu ipi
bir ay boyunca hiç çıkarmayacaksın, ta ki alışana kadar. Bir ay sonra
seni bu ipten kurtaracağım ama sen yine de bu iple bağlanmış gibi
yürüyeceksin. Eğer dediklerimi yapmazsan ipi yeniden bağlayacağım,
buna rağmen kafanın dikine gider de beni dinlemezsen o zaman seni
kendi ellerimle öldüreceğim. Bir şey daha: Akşam olduğunda sahip o
güzel arabasıyla korna çalarak kapının önünden geçerken dışarı koşup
onu selamlayacaksın. Hatta daha önce kapıya çıkıp onun geçmesini
bekleyeceksin ki seni iyice görsün. Beni iyice anladın mı?”
Küçük kız başını salladı.
O zaman anne, kızının güzel yüzünü derisi sertleşmiş ellerinin
arasına aldı ve ona büyük bir sevgi ve umutsuz bir kararlılıkla baktı.
“Karnında bir piçin büyümesine asla izin vermeyeceğim.”
Sonbahar gelmeden önce, Cetta’nın ömür boyu sakat kalacağı dü­
şüncesini kabullenen sahip evlerinin önünden geçerken korna çalmayı
bıraktı. Kış başlamadan önce ise artık yolunu bile değiştirmişti.
Yaza doğru annesi kızına artık iyileşmeye başlayabileceğini söyledi.
Çok yavaş bir şekilde, kuşku yaratmadan. Cetta on üç yaşına girmiş
ve epey serpilmişti. Ancak tüm kış boyunca sakat gibi yürümekten
hafif sakat kalmıştı. Zaten daha sonraları, büyüyüp bir genç kız olduğu
zaman bile düzgün yürümeyi başaramayacaktı. Kusurunu saklamayı
öğrendi ama bir daha asla bedenini dik tutamadı. Sol göğsü diğerinden
biraz daha küçük, sol omzu ise sağ tarafına oranla daha düşüktü. Aynı
şekilde sol kalçası da sağ yanma oranla daha az gelişmişti. Tüm yıl
boyunca sürüklemek zorunda kaldığı sol bacağının kasları zayıfladığı
ya da eklemleri katılaştığı için küçük kız topal kalacaktı.

13
2

Asprom onte, 1907-1908

Annesi artık iyileşmeye başlayabileceğini söyledikten sonra Cetta be­


denini dik tutmayı denedi. Ancak sol bacağı kimi zaman uyuşuyor,
kimi zamansa ona itaat etmiyordu. Bacağını yeniden hareket ettirmek
ya da canlandırmak için Cetta’nın düşük duran sol omzunu eğmekten
başka çaresi kalmıyordu. İşte ancak o zaman bacağı görevini hatırlıyor
ve Cetta’mn onu sürüklemesine gerek kalmıyordu.
Cetta o gün tarlada ekin topluyordu. Hemen uzakta -kim i daha
önde kimi daha arkada- annesi, babası ve diğer kardeşleri de onunla
birlikte çalışıyorlardı. Sapsarı buğdayların arasında dolaşan simsiyah
gölgeler gibiydiler. Aralarındaki tek beyaz tenli, annesiyle sahibin or­
tak çocuğu olan üvey kardeşiydi. Ne anne ne de baba çocuğa bir isim
vermek istediği için aile içinde adı geçmesi gerektiğinde “öteki” diye
anılıyordu. Annesi tüm yıl boyunca Cetta’ya, “Karnında piçler bü­
yümeyecek,” deyip durmuştu. Sahibin bakışlarını kızının üzerinden
çekmek için onu yarı sakat hale getirmişti. Neyse ki sonunda onu
kızından uzaklaştırabilmişti.
Cetta ter içindeydi. Yorgundu. Üzerinde askılı ve uzun etekli, keten
bir elbise vardı. Sahibin birkaç arkadaşıyla beraber tarlaları dolaşmaya
geldiğini görünce hiç umursamadan kızgın güneşin altındaki işine
devam etti. Ne de olsa artık güvende sayılırdı. Sahip el kol hareket­
leri yaparak konuşuyordu. Cetta, B elki de em rinde ne kadar çok işçi
çalıştırdığını anlatıyordur, diye düşündü ve bir an elini beline koya­
rak uzaktaki gruba baktı. Aralarında sahibin üçüncü karısı da vardı.
Kadın geniş bir hasır şapka ve Cetta’nın gökyüzünde bile görmediği

14
Luca Di Fulvio

mavilikte bir elbise giymişti. Sahibin karısının yanında -muhtemelen


diğer iki adamın eşleri olan- iki kadın daha vardı. Biri genç ve sevimli
bir kadındı, diğeriyse şişman ve yaşını pek belli etmeyen biriydi. Sa­
hiple konuşan adamlar da birbirlerinden oldukça farklıydı. İlki, olgun
başağın ağırlığı altında eğilen buğday sapı gibi çelimsiz ve uzun boylu
genç bir adamdı. Diğeri orta yaşlı, açık sarı saçlı, gür bıyıklı biriydi ve
günün modasına uymayan kalın favorileri vardı. Geniş omuzları ve
güçlü göğüs kafesi ona eski bir boksör havası veriyordu. Sol bacağının
dizinden altı tamamen takmaydı ve bir baston yardımıyla yürüyordu.
Cetta’nın onlara baktığını fark eden sahip, “İşine bak, topal!” diye
bağırdı ve sonra hiçbir şey olmamış gibi arkadaşlarına dönüp gülerek
konuşmasına devam etti.
Cetta eğildi ve bir süredir uyuşuk olan bacağım sürerek çalışmaya
başladı. Birkaç adım attıktan sonra tarlaları dolaşan gruba yeniden
baktı ve o anda takma bacaklı adamın onlardan biraz geride kaldığım
ve gözlerini kırpmadan kendisine baktığını fark etti.
Cetta bakışlarını kaçırıp çalışmasına devam etti. Ancak bir süre
sonra konuşmalarını duyabilecek kadar gruba yaklaşmıştı. Kendisi
de -onlardan farklı olarak, ne olduğunu anlıyor olsa bile- grubun
merakla dinlediği o ritmik sesi duyabiliyordu. Göz ucuyla baktığında
adamların kesilmiş başakları birbirinden ayırdıklarını ve o ritmik
sesin nedenini anlayınca güldüklerini gördü. Olaya tanık olan kadınlar
utanmış gibi yaparak kıkırdadılar. Sonra yemek saatinin geldiğini fark
edip uzaklaşmaya başladılar.
Sadece takma bacaklı adam yerinden ayrılmadı. Hâlâ, havaya
uzattıkları buruşuk boyunları ve birbirine çarpan kalın kabuklarıyla
o ritmik sesi çıkaran iki kaplumbağanın çiftleşmesini izliyordu. Adam
önce iki hayvana bakıyor sonra dönüp Cetta’yı ve onun topal bacağını
süzüyor, daha sonra da bakışlarını kendi tahta bacağına indiriyordu.
Cetta, adamın yeleğine iliştirilmiş tavşan kuyruğunu fark edince ba­
kışlarını bir süre ondan ayıramadı.
Birden adamın tam arkasında bittiğini gördü. Adam, Cetta’yı
belinden kavradığı gibi yere yatırdı, eteğini kaldırdı ve kendi tahta
bacağının kızın sakat bacağına çarpıp o ritmik sesi çıkardığını hayal
ederek Cetta’nın iç çamaşırını yırttı. Bu arada bir an önce yemeğe

15
Rüya Dağıtan Çocuk

başlamak isteyen şişman kadın kocasına sesleniyor, Cetta’nın ailesi


ise çiftleşen kaplumbağaların birkaç adım ötesinde çalışmaya devam
ediyordu.
Adam, bir kadın ve bir adamın çiftleşen iki hayvana imrendikleri
zaman neler yapabileceğini göstererek, zorbaca ve aceleyle kıza sahip
oldu.
Annesinin kendisine, dikkatleri üzerine çekmemek için yavaş yavaş
iyileşmeye başlamasını söylemesinden sonra Cetta, sakat gibi geçen
o koca yılla ilgili kararlar almak zorunda kalmıştı. Ancak kaplum­
bağaların çiftleştiği o gün, Cetta hemen hemen on dört yaşındayken
hamile kaldı. Karnı, bedenindeki sakatlığı anlarcasma, sağ tarafından
çok sol tarafına doğru büyümeye başladı.
Bebek inanılmayacak kadar sarışın doğdu. Hiçbir sarışının sa­
hip olamayacağı kadar kara gözleri olmasa tam bir Kuzeyli olduğu
söylenebilirdi.
Cetta annesine, babasına, erkek kardeşlerine ve ailede herkesin
“öteki” diye çağırdığı üvey kardeşine bakarak, “Onun bir ismi olacak,”
dedi.
Ve oğluna, İsa’nın doğumu tasvirlerindeki sarışın çocuklara ben­
zediğini düşünerek Natale1 adını verdi.

1 (İt.) Noel, doğuş, doğma (ç. n.)

16
3

Asprom onte, 1908

Cetta oğlunu emzirirken, “Sütten kesilir kesilmez Amerika’ya gitmek


istiyorum,” dedi.
Annesi, başım elindeki dikişten kaldırmadan, “Ne halt etmeye?”
diye homurdandı.
Cetta cevap vermedi.
Annesi, “Sen bu tarlalara ve sahibe aitsin,” dedi.
Cetta sinirli bir sesle, “Ben kimsenin kölesi değilim,” diye tersledi
kadım.
Anne elindeki işi bırakıp ayağa kalktı. Ailenin yeni piçini emziren
kızına baktı. Başım iki yana salladı.
“Sen bu tarlalara ve sahibe aitsin!”
Sonra odadan çıktı.
Cetta bakışlarını oğluna çevirdi. Koyu renkli göğsü ve ondan daha
koyu meme ucu, Natale’nin sapsarı saçlarıyla tam bir tezat oluşturu­
yordu. Birdenbire kendini rahatsız hissetti. Bebeği hızla göğsünden
ayırdı. Küçük bir süt damlası yere düştü. Cetta bebeğini, daha önce
kendisinin, ağabeylerinin ve ötekinin uyuduğu yıpranmış beşiğe bıraktı.
Çocuk ağlamaya başladı. Cetta donuk gözlerle piçine baktı.
“İkimiz de daha çok ağlayacağız,” dedi ve annesine yardım etmek
için odadan çıktı.

17
Rüya Dağıtan Çocuk

N apoli Limanı, 1909

Liman tıka basa yoksul insanlarla doluydu. Aralarında sadece birkaç soylu
insan göze çarpıyordu. Ancak hiçbiri onlarla aynı gemiye binmiyordu.
Sadece oradan geçip başka bir gemiye yöneliyorlardı. Cetta, çerçevesi
paslanmış bir lombozdan onları izliyordu. Bu yoksulların çoğu karada
kalacak, gemiye binemeyecekti. Muhtemelen birçoğu başka bir fırsat
kollayacak ve yeniden bir gemiye binmeyi deneyecekti. Amerika’ya bir
gidiş bileti alabilmek için ellerindeki son birkaç değerli eşyayı rehin
verecek ve bir gemiden diğerine koştururken o küçücük şanslarım da
yitireceklerdi. Böylece hiçbir zaman yola çıkamayacaklardı.
Oysa Cetta Amerika’ya doğru yola çıkmak üzereydi.
Geminin kirli lombozundan dışarı bakarken düşündüğü tek şey
buydu. Arkasındaki küçük sepette, artık altı ajanı doldurmuş olan Natale
huzursuzca kımıldanıyordu. Küçük yavrusunu rahat ettirebilmek için
şık bir hanımefendiden çaldığı yün şalı bebeğinin üstüne iyice örttü.
Cetta, o yapışkan sıvı bacaklarının arasından kalçalarına doğru
akarken sadece yapacağı uzun deniz yolculuğunu düşünüyordu. Gemi­
nin kaptanı, iyice tatmin olmuş bir ifadeyle pantolonunun düğmelerini
iliklerken ikisinin de çok eğlendiğini söyledi sırıtarak. Öğleden önce
ona biraz ekmek ve su getireceğine dair söz verirken Cetta’nın aklında
sadece Amerika vardı. Ve ancak soğuk demir kapının kapandığını
duyunca lombozdan uzaklaştı, ambarın zeminini kaplayan samanla
bacaklarını temizledi. Sonra Natale’yi kucağına aldı. Hâlâ kaptanın
parmak izlerini taşıyan memelerinden birini çıkardı ve piçini emzirmeye
başladı. Bebek uyur uyumaz onu sepetine yerleştirip ambarın kuytu
bir köşesine çöktü. Gözyaşları sicim gibi yanaklarından aşağı inerken,
Beni Am erika’d an ayıran deniz gibi tuzlu, diye düşündü. Sonra hemen
yanaklarını silip kendi kendine gülümsemeye çalıştı. Sonunda demir
alan geminin düdük sesi limanda yankılanırken Cetta kendi kendine,
periler diyarına gitmek için piç doğan bebeğiyle evden kaçan on beş
yaşında bir kızın hikâyesini anlatırken uyuyakaldı.

Ellis Adası, 1909

18
Luca Di Fulvio

Cetta diğer göçmenlerle birlikte sıradaydı. Yolculuktan ve kaptanın cin­


sel isteklerinden bitkin düşmüş bir halde Federal Göçmen Bürosu’nun
doktorunu izliyordu. Adam, tıpkı babasının eşeklere ve koyunlara yaptığı
gibi zavallı göçmenlerin gözlerini ve ağızlarını açıp bakıyor, sonra da
bazılarının sırtlarına tebeşirle bir not yazarak onlara birkaç doktorun
bulunduğu bir çadıra gitmelerini işaret ediyordu. Diğer göçmenler de
gümrük masalarına doğru ilerliyorlardı. Cetta, evraklardaki mühür­
leri dikkatle inceleyen polislere baktı. Kimi göçmenlerin hayvan gibi
yaşayarak yaptıkları yolculuk sonunda geri çevrilmelerini ve o an göz­
lerinde beliren umutsuzluğu izledi. Ama sanki o içlerinden biri değildi.
Herkes güverteye çıkıp gittikçe yaklaşan yeni kıtayı uzaktan gör­
müştü. Ama Cetta ambardan dışarı adımını atmamıştı. Natale’nin
ölmesinden korkuyordu. En zayıf ve yorgun olduğu anında buna üzülüp
üzülmeyeceğinden emin olmadığını fark etti. Şimdi bebeğini sımsıkı
göğsüne bastırarak ondan özür diliyor ve düşüncelerini anlamadığı
için şükrediyordu. Ancak o kendi düşüncelerini gayet iyi biliyor ve bu
yüzden bebeğinden utanıyordu.
Karaya çıkmadan önce kaptan, onu içeri sokmak için gerekeni
yaptığını söylemişti. Gerçekten de ayaklarını yere basar basmaz bütün
göçmenlerin yığıldığı koca salonda, Amerika ile aralarındaki tek engel
olan bariyerlerin diğer ucunda duran fare suratlı bir adama bir işaret
yaptı. Cetta’nın dikkatini çeken ilk şey adamın sivri uçlu, upuzun tır­
nakları ve parlak renkli kadife kıyafetiydi. Adam önce Cetta’yı daha
sonra da küçük Natale’yi uzun uzun süzdü. Sanki ona ve bebeğine
farklı bakıyordu. Sanki ikisi onun gözünde aynı değildi.
Sonra adam fare bakışlarını kaptana çevirdi ve bir elini kendi
göğsünün üstüne koydu. Kaptan aniden Cetta’nın kucağındaki be­
beği aldı ve kızın memelerinden birini avuçlayıp dışarı çıkardı. Cetta
hemen atılıp oğlunu kaptanın elinden geri aldı. Sonra mahcup bir
şekilde bakışlarını yere indirdi. Ama ondan önce fare suratlı adamın
güldüğünü ve başıyla kaptana onay verdiğini fark etti. Başını tekrar
kaldırdığında ise farenin Göçmen Bürosu müfettişlerinden birinin ya­
nma yaklaştığını ve Cetta’yı göstererek adamın eline bir tomar para
sıkıştırdığını gördü.

19
Rüya Dağıtan Çocuk

Kaptan, Cetta’nın kalçasını okşayarak kulağına eğildi ve, “Artık


benimkilerden daha iyi ellerdesin,” diyerek uzaklaştı.
Cetta adamın uzaklaşmasını izlerken garip bir terk edilmişlik duygusu
hissetti... Sanki o iğrenç herif sevilebilirmiş gibi... Ya da o pislik, şu an
içinde bulunduğu hiçliğe tercih edilebilirmiş gibi... Belki de evinden
hiç kaçmamalıydı, belki de Amerika sevdasına hiç kapılmamalıydı.
Sıra belli belirsiz ilerlediğinde Cetta az önceki müfettişe dönüp
baktı ve adamın yaklaşması için kendisine işaret ettiğini gördü. Fare
ortalıklarda yoktu ve görevlinin yanında şu an başka bir adam du­
ruyordu. Gür kaşlı, iri yapılı adam tüvit ceketini geniş omuzlarından
birine atmıştı. Elli yaşlarındaydı. Saçının bir tarafı oldukça uzundu
ve başının tam ortasındaki saçsız bölümü kapamak için bir taraftan
öteki tarafa doğru taranmıştı. Çok komikti. Ancak Cetta onlara doğru
yürürken adamın güçlü biri olabileceğini düşündü.
Görevli ve adam onunla konuşmaya başladılar. Ancak Cetta ne
söylediklerini anlamıyordu. Adamlar ona sanki sağırmış gibi sözlerini
daha yüksek sesle tekrarladıkça Cetta onları daha az anlıyordu. Bu dili
bilmiyordu ve adamlar da bu bilmediği dili gittikçe daha yüksek sesle
konuşarak onun anlamasını sağlayamayacaklarını fark etmiyorlardı.
Bu tek yönlü konuşma sırasında fare de yanlarına yaklaşmıştı. O
da aynı diğerleri gibi yüksek sesle ve el kol hareketleri yaparak konu­
şuyordu. Cılız parmakları havayı ustura gibi kesiyor, o elini salladıkça
küçük parmağındaki yüzük pırıl pırıl parlıyordu. İri yarı adam birden
farenin yakasına yapıştı ve boğazını sıktı. Sonra bir şeyler söyleyerek
fareyi bırakıp görevliye döndü. Ona bir şeyler mırıldandı. Fakat bu
alçak sesle söyledikleri, fareye bağırarak söylediklerinden daha kötü
şeyler olmalıydı. Müfettiş bembeyaz oldu, sonra o da dönüp fareye
baktı ve birden onunla kavga etmeye başladı. Fare hemen topukları
üzerinde geri dönüp ortadan kayboldu.
Müfettiş ve iri yarı adam yine o anlaşılmaz dilde Cetta’yla konuşmaya
başladılar. Sonra gümrüğün diğer tarafındaki bir duvara dayanmış
olarak bekleyen kısa boylu, cılız ama enerji dolu ve güleç yüzlü bir
gence gelmesi için el salladılar. Delikanlı, koca bir okyanusun ayırdığı
iki ülkenin dillerini biliyor ve ihtiyacı olanlara çevirmenlik yapıyordu.

20
Luca Di Fulvio

Cetta’ya sevgi dolu dostça bir gülümsemeyle, “Adın ne?” diye


sordu. Cetta gemiye bindiğinden beri ilk kez kendini daha az yalnız
hissediyordu.
“Cetta Luminita.”
Görevli bir şey anlamamıştı.
Delikanlı, adamın elindeki belgeyi alıp onun yerine kızın adını yazdı.
Sonra Cetta’nın kucağındaki bebeğe baktı ve hafifçe yanağını okşadı.
“Ya bebeğinin adı ne?”
“Natale.”
Delikanlı görevliye dönüp, “Natale,” diye tekrarladı. Adam yine
boş boş bakıyordu. O zaman genç adam bebeğin ismini, “Christmas,”
diye tercüme etti.
Göçmen Bürosu müfettişi bu kez anladığından emin olarak elindeki
belgeye, “Christmas Luminita,” yazdı.

21
BİRİNCİ KISIM
4

M anhattan, 1922

“O ne biçim isim öyle?”


“Kendi işine bak sen!”
“Zenci ismi gibi.”
“Zenciye benziyor muyum?”
“İtalyan’a da benzemiyorsun.”
“Çünkü Amerikalıyım.”
Çevresindeki çocuklar, “Evet, evet... Tabii...” diyerek gülüştüler.
“Amerikalıyım!”
“Eğer bizim çeteye girmek istiyorsan önce o boktan ismini de­
ğiştireceksin.”
“Defol git!”
“Asıl sen defol git, Christmas salağı!”
Christmas Luminita, elleri ceplerinde ağır ağır yürüyerek uzak­
laştı. Bir perçem sapsarı saç alnına düşmüş, çenesinde ve dudaklarının
üzerinde sarı tüyler oluşmaya başlamıştı. Henüz on dört yaşındaydı
ama Aşağı Batı Yakası’ndaki penceresiz evlerde büyüyen diğer çocuklar
gibi bakışları büyük adam bakışlarıydı.
Atılacak bir taşın kendisine gelmeyeceğinden emin olacak kadar
uzaklaştığında, “Benim de kendi çetem var, pislikler!” diye bağırdı.
Çocukların arkasından alaycı sözler söylemelerine ve gülüşmelerine
aldırmadan çamur içindeki pis bir ara sokağa daldı. Artık kendisini
göremeyeceklerinden emin olur olmaz, içinden yeni kesilmiş et kokusu

25
Rüya Dağıtan Çocuk

gelen bir dükkânın arka tarafına konmuş, üstü delik deşik bir çöp te­
nekesine tekme atarak öfkesini dışa vurdu. Aniden küçük, şişman ama
uyuz bir köpek öfkeyle havlayarak dükkândan dışarı fırladı. Kıpkırmızı
gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi görünüyordu. Christmas eğildi
ve gülümseyerek elini köpeğe uzattı. Genelde atılan tekmelerden sa­
kınmaya alışmış olan köpek durdu, aralarındaki mesafeyi koruyarak
bir kez daha havladı ancak bu kez sesinde öfkeden eser kalmamıştı,
adeta viyaklıyordu. Sonra kan kırmızı gözlerini daha çok açarak boy­
nunu Christmas’ın eline uzattı, burun deliklerini oynatarak çocuğu
koklamaya başladı. Uysal bir şekilde hırlamaya devam ederek birkaç
çekingen adım attı, Christmas’ın parmak uçlarını kokladı. Ardından
kesik kuyruğunu, bir saygı gösterisi yapar gibi sallamaya başladı. Çocuk
güldü ve hayvanın sırtını kaşıdı.
O sırada önünde kanlı bir önlük olan bir adam dükkânın arka
kapısından çıktı. Elinde koca bir satır vardı.
“Sesi kesilince onu öldürdüklerini sandım,” dedi.
Christmas başını kaldırıp sessizce adama gülümsedi ve köpeğin
sırtını okşamaya devam etti.
“Sana da uyuz bulaşacak, evlat.”
Christmas köpeği okşamaya devam ederek omuzlarını silkti.
Kasap, “Eninde sonunda onu öldürecekler,” dedi.
“Kimler?”
“Buralarda türemeye başlayan o serseriler... Sen de onlardan biri
misin?”
Christmas başını iki yana salladı. Alnına düşen saçları rüzgârda
havalandı.
Gözlerinden bir an için koyu bir gölge geçti ama hemen ardından
yine ışıl ışıl, keyifle homurdanan köpeğe baktı.
Adam, elindeki satırın ağzını önlüğünde temizlerken, “Zavallı,
değil mi?” diye sordu.
Christmas güldü.
“Evet. Savunmasız.”

26
Luca Di Fulvio

“On yıl önce bir adamdan aldım bunu. Bana cins bir köpek oldu­
ğunu söylemişti.” Başını sağa sola salladı. “Ama sonradan sevdim.”
Bunları söyledikten sonra dükkâna doğru yürüdü.
Christmas, “Onu ben koruyabilirim,” dedi düşünmeden.
Kasap durdu ve garip bir şey söylemiş gibi çocuğa baktı. On dört
yaşında, cılız, yamalı pantolonlu, ayağında kim bilir kimin verdiği
kocaman ayakkabılar olan, tezek ve çamur kokan çocuğa.
Christmas ayağa kalktı.
“Onu öldürmelerinden korkuyorsun, değil mi?” Köpek bacaklarına
sürünmeye başlamıştı.
“Eğer kabul edersen, ben onu koruyabilirim.”
Kasap gülmeye başladı.
“Ne diyorsun sen, çocuk?”
“Haftada yarım dolar ver, köpeğini her şeyden korurum.”
Güçlü kuvvetli, önlüğü kan içinde olan adam duyduklarına inan-
mıyormuş gibi başını salladı. Bir an önce işine dönmek istiyordu. Yok­
sul mahallenin yoksul müşterileri için hazırladığı birkaç parça eti de
korunmasız bırakmak işine gelmiyordu. Ama içeri girmedi. Dükkânın
içine başını uzatıp bir göz attı ve sonra bu garip çocukla konuşmaya
karar verdi.
“İyi ama nasıl?”
Christmas, “Bir çetem var...” dedi birden. “Adı da...” Bacaklarına
sürünen köpeğe baktı ve aklına gelen ilk şeyi söyledi.
“Adı da Diamond Dogs.”
“Ahmaklar arasında çete savaşları çıksın istemiyorum.”
Yeniden dükkânına bir göz attı ama içeri girmedi.
Christmas ellerini ceplerine soktu. Ayağının ucuyla biraz yeri eşe­
ledi. Sonra eğilip köpeğin başını okşadı.
“Peh! Sen bilirsin. Ben de duymuştum ki... Hayır ya, neyse...” Geri
dönüp gidiyormuş gibi yaptı.
“Ne duymuştun, çocuk?”
Christmas başıyla hâlâ az önce kendisini reddeden çetenin gülüş­
melerinin geldiği tarafı gösterdi.

27
Rüya Dağıtan Çocuk

“Şunlar,” dedi. “Sürekli havlayan ve onları kapının önünden ge­


çirmeyen bir köpekten söz ediyorlardı ve...”
“Ve?”
“Boş ver... Muhtemelen başka bir köpekten söz ediyorlardı.”
Kasap, halen elinde tuttuğu satırla, çamurlu sokakta yavaş yavaş
yürümeye başlayan Christmas’a yetişti. Çocuğun eskimiş ceketinin
yakasına yapıştı. Elleri çok büyük ve güçlüydü. Christmas’tan neredeyse
iki karış daha uzundu. Köpek endişeyle ulumaya başladı.
Kasap, “Bu uyuz köpek kimseyi sevmez. Ama seni sevdi. İnan
bana, seni sevdi,” dedi çocuğun gözlerine dik dik bakarak. “Dediğim
gibi, ona biraz düşkünüm.” Adam bir süre daha hiçbir söylemeden
çocuğun gözlerinin içine baktı. Öte yandan yüzüne şaşkın bir ifade
yayılıyordu. Şaşkındı çünkü az sonra yapacağı şey bir türlü aklına
yatmıyor, buna rağmen kendisine engel de olamıyordu. Dilini dışarı
çıkarmış, kaygılı gözlerle onları izleyen dişi köpeği işaret ederek, “Bir
karıdan daha çok sorun çıkardığı doğru,” dedi. “Neyse ki onu becermek
zorunda değilim.” Kim bilir kaçıncı kez yaptığı bu şakadan memnun,
kahkahayla gülmeye başladı. Sonra önlüğünün bir ucunu kaldırdı ve
kanlı elini cebine soktu. Bir yandan da başını sağa sola sallıyordu.
Cebinden yarım dolar çıkardı ve çocuğun avucuna koydu.
“Delirmiş olmalıyım... Tamam, işe alındın.”
Hâlâ yaptığına inanamıyor, başını sallamaya devam ediyordu.
Sonunda köpeğe bakıp, “Gel, Lilliput,” dedi ve dükkândan içeri girdi.
Kasap gözden kaybolur kaybolmaz Christmas elindeki paraya baktı.
Pırıl pırıl parlayan gözlerle baktığı paraya tükürdü ve onu parmak uç­
larıyla ovalamaya başladı. Sonra dükkânın duvarına yaslandı ve güldü.
Ne bir yetişkin ne de bir çocuk gibi. Tıpkı İtalyanlara benzemeyen sarı
saçları ve İrlandalIlara benzemeyen koyu gözleri gibi. Kim olduğunu
bile pek bilmeyen zenci isimli bir çocuk gibi.
“Diamond Dogs,” dedi ve mutlulukla güldü.

28
5

M anhattan, 1922

İlk teklif ettiği kişi Santo Filesi oldu. Santo onlarla aynı apartmanda
oturan, yüzü sivilceli, siyah kıvırcık saçlı, sıska bir çocuktu. Karşı­
laştıkları zaman birbirlerine selam vermekten öte bir arkadaşlıkları
yoktu. Santo ile Christmas aynı yaştaydılar ve mahallelinin dediğine
göre Santo okula gidiyordu. Babası, limanda yükleme ve boşaltma
işçisi olarak çalışan, kısa boylu, tıknaz ve bacakları taşıdığı yükler
yüzünden düzelmeyecek kadar çarpık bir adamdı. Mahalleliye göre
-çünkü mahallelinin işi gücü onu bunu konuşmaktı- bir eliyle yüz
kilo kaldırabilirdi. Bu yüzden de herkesin gözünde yumuşak başlı, iyi
bir adamdı. Sarhoş olduğu zamanlarda bile zorbalık yapmayan, daima
saygı gören biriydi ve hiç kimse de onun üzerine gitmezdi. Ne de olsa
bir eliyle yüz kilo taşıyabilen birinin ne yapacağı asla belli olmazdı.
Santo’nun annesi ise oğlu gibi zayıf bir kadındı. Uzun yüzü ve iri diş­
leriyle bir eşeğe benziyordu. Solgun tenliydi. Kupkuru ve boğumlu
parmakları her an oğlunun suratına bir tokat yapıştırmaya hazırdı.
Öyle ki artık Santo annesinin her el hareketinde ister istemez yüzünü
kollarının arasına saklıyordu. Bayan Filesi, Santo’nun okuduğu söylenen
okulun hademeliğini yapıyordu.
Christmas, ertesi sabah Lilliput’u koruma görevinden dönerken
yolda rastladığı Santo’ya, “Annenin sivilcelerin için krem yaptığı doğru
mu?” diye sordu. Kıpkırmızı olan çocuk omuzlarını silkerek Christmas’m
yanından uzaklaşmaya çalıştı. Çocuğun arkasından koşan Christmas,
“Hey!” diye seslendi. “Darıldın mı? Seni kırmak istememiştim... Yemin
ederim.”

29
Rüya Dağıtan Çocuk

Santo durdu.
“Benim çeteme katılmak ister misin?”
Santo ihtiyatı elde bırakmadan, “Hangi çete?” diye sordu.
“Diamond Dogs.”
“Hiç duymadım.”
“Çeteler hakkında ne biliyorsun?”
“Hiçbir şey...”
“Öyleyse ne diye çetemin adını duymadığını söylüyorsun? Zaten
bir şey bilmiyorsun.”
Santo yine kıpkırmızı oldu ve bakışlarını yere indirdi.
“Kimler var peki?”
Christmas cevap vermeden önce çevreye bir göz attı ve Santo’ya
doğru eğilerek, “Bilmesen senin için daha iyi olur,” dedi.
“Neden?”
Christmas çocuğa yaklaştı, bir kolunu onun omzuna attı ve Santo’yu
adeta sürükleyerek ara sokaklardan birine soktu. Sonra birkaç saniye
Orchard Caddesi’ne geri dönüp onları takip eden birilerinin olup ol­
madığını kontrol eder gibi yaptı. Alçak sesle hızlı hızlı konuşarak,
“Çünkü seni sıkıştırırlarsa ağzından bir şey kaçırmaman gerekir,” dedi.
“Beni kim sıkıştırabilir ki?”
“Lanet olsun! Cidden hiçbir şeyden haberin yok. Hangi dünyada
yaşıyorsun? Söylesene, gerçekten okula gidiyor musun?”
“Eh, sayılır...”
Christmas, tekrar dönüp sokağın kenarından Orchard Caddesi’ne
baktı, etrafa bir göz attı ve sonra -yüzünü endişeyle buruşturarak-
aniden geri çekildi. Santo’yu yakaladığı gibi çekiştirerek bir çöp yığının
arkasına itti ve eliyle ona susmasını işaret etti. Biraz bekledikten sonra
sokağın önünden bir adamın -sıradan bir adam ın- geçtiğini gördüler
ve Christmas duvara dayanarak derin bir nefes aldı.
“Ha siktir! Gördün mü?”
“Kimi?”
“Bana bir iyilik yap ve git bak bakalım o herif hâlâ etrafta dola­
nıyor mu?”

30
Luca Di Fulvio

“Kimden söz ediyorsun? Ne dolanması?”


Christmas, Santo’nun yakasına yapıştı.
“O herifi sen de gördün, değil mi?”
Çocuk, “Evet... Yani sanırım... Sanırım yoldan geçen bir adam
gördüm.”
“Sanırım, sanırım... Sen Diamond Dogs çetesine girmek istemiyor
musun? Belki de seni...”
“Beni, ne?”
“Belki de seni gözümde fazla büyüttüm. Uyanık birine benziyordun
ama... Neyse, şimdi bana bu iyiliği yap, sonra senden bir şey isteme­
yeceğim. Git bak bakalım, herif hâlâ orada mı yoksa gitmiş mi?”
“Ben mi?”
“Salak, senden başka kim yar burada? Herif seni tanımıyor. Hadi,
korkak şey... Kımılda!”
Santo, saklandığı pis yerden kararsız adımlarla çıkıp Orchard
Caddesi’ne yürüdü. Gülünç bir ifadeyle çevreye bakınarak artık tehlikeli
bir suçlu olduğuna inandığı adamı görmeye çalıştı. Geri döndüğünde
Christmas onun daha güvenli adımlarla yürüdüğünü fark etti. Santo
baş parmağını pantolon kemerine sokup, “Orada değil,” dedi.
Christmas saklandığı yerden çıktı.
“İyi iş çıkardın.”
Santo keyifle sırıttı.
Christmas çocuğun sırtına bir yumruk attı.
“Hadi gel, sana bir dondurmalı soda ısmarlayayım... Ondan sonra
herkes kendi yoluna.”
Santo’nun gözleri fal taşı gibi açıldı.
“Dondurmalı soda mı?”
“Evet, ne var bunda?”
“Tanesi... Tanesi beş sent.”
Christmas omuzlarını silkerek güldü.
“Alt tarafı para. Sadece birkaç sent. Ne önemi var ki?”
Santo kulaklarına inanamıyordu.

31
Rüya Dağıtan Çocuk

Cherry Caddesi’ndeki pis dükkâna girerken Christmas tek serveti


olan yarım doları sımsıkı elinde tutuyordu.
Barın önündeki taburelere otururken, “Baksana,” dedi Santo’ya.
“Ben bugün iki dondurma daha yedim. Midem kötü galiba. Üçüncü
dondurmayı da yersem fenalaşabilirim. Şeninkini yarı yarıya bölüşelim.
Zaten sen alışık da değilsin, tüm dondurmayı yersen hastalanırsın.
Böyle şeyleri yavaş yavaş yemek lazım.”
Sonra Fragola’ya 2 -yüzündeki kırmızı büyük leke yüzünden ona
bu adı takm ıştı- bir büyük bardak dondurma ve iki pipet sipariş etti.
Yüreğinde derin bir sızıyla cebindeki tek parasını barın üstüne bıraktı.
İki çocuk birkaç dakika konuşmadılar. Her ikisi de pipetlerine asıl­
mış, kendi payından biraz daha fazlasını mideye indirmeye çalışıyordu.
Sonunda boş bardağın içinde kalanları parmağıyla sıyırıp yalayan
Christmas, “Söyle bakalım, okula gidip gitmediğini sorduğumda ‘eh,
sayılır’ derken ne demek istedin?” diye sordu.
“Annem tüm okulu temizlediği için, öğleden sonraları bir öğret­
men bana biraz dil bilgisi ve tarih öğretiyor. Tam olarak okula gidiyor
sayılmam, anladın mı?” dedi Santo. Sonra acemi bir sokak serserisi
edasıyla, “Aslında okula gidip gitmemek çok da umurumda değil,”
diye ekledi.
“Aptallık etme, Santo. Ne yapmak istiyorsun? Baban gibi tek elinle
yüzlerce kilo kaldıracak biri değilsin. Bir şeyler öğrenmek senin çok
yararına olur,” dedi pek düşünmeden. “Keşke ben de okula gidebilsem.”
“Gerçekten mi?” dedi Santo gözleri ışıldayarak.
“Göğsünü şişirme, şapşal. Hindiye benzedin,” dedi Christmas.
“Şaka yapıyordum sadece,” diye ekledi.
Santo, boş dondurma bardağına bakarak, “Ben de öyle tahmin
etmiştim,” dedi. “Senin her şeyin var.”
“Eh, halimden şikâyet edemem.”
Santo sessizce bakışlarını yere indirdi. İçinden geçen soruyu sor­
makta zorlanıyordu. Sonunda, “Öyleyse artık ben de Diamond Dogs’a
katılabilir miyim?” diye sordu.

2 (İt.) Çilek (ç. n.)

32
Luca Di Fulvio

Christmas eliyle çocuğun ağzını kapadı ve bir köşede uyuklayan


Fragola’ya baktı.
“Salak mısın sen? Ya seni duyduysa?”
Santo bir kez daha kıpkırmızı kesildi.
Christmas elini çocuğun ağzından çekti.
“Sana güvenebilir miyim, bilmiyorum.” Uzun uzun Santo’nun göz­
lerinin içine baktı. “İzin ver, biraz düşüneyim. Hafife alınacak bir şey
değil bu.” Christmas, Santo’nun gözlerindeki hayal kırıklığını anlayınca
içinden güldü. “Tamam, seni deneyeceğim. Ama unutma, bu sadece
bir deneme. Anlaşıldı mı?”
Santo, çocukça bir çığlık atarak Christmas’a sarılmak üzere bir
hamle yaptı. Christmas ona engel oldu.
“Hey, Diamond Dogs’da böyle kız gibi hareketler yapılmaz, yasak.”
Santo, heyecanla, “Evet, eVet... Affedersin ben sadece... Şey işte,
ben...” diye kekeledi.
“Tamam, kes artık. Yapacak bir sürü işimiz var, bir an önce baş­
layalım.”
Christmas, Fragola’ya bir bakış daha attıktan sonra çetesinin tek
üyesine doğru eğildi ve olabildiğince alçak bir sesle, “Annenin sivil­
celerin için krem hazırladığı doğru mu?”
“Nereden çıktı bu?”
“Birinci kural: Soruları sadece ben sorarım. Hemen anlamazsan
sonra anlarsın. Ama daha sonra hâlâ anlamamışsan, bil ki bir nedeni
vardır. Anlaşıldı mı?”
“Tamam... Evet.”
“Evet, ne? Annenin krem hazırladığı doğru mu? Buna mı ‘evet’
dedin?”
Santo başını salladı.
“İşe yarıyor mu peki?”
Santo yine başını salladı.
“Kusura bakma ama pek işe yarıyormuş gibi görünmüyor.”
“Yarıyor, gerçekten. Yoksa çok daha fazla olacaktı.”
Christmas ellerini ovuşturdu.

33
Rüya Dağıtan Çocuk

“Tamam, sana inanıyorum. Şimdi sana bir şey soracağım; sence


o krem bir köpekte de işe yarar mı?”
“Bilmiyorum... Ne köpeği?” dedi Santo. İyice şaşırmıştı.
Christmas yeniden ona doğru eğildi.
“Koruduğumuz köpeklerden biri. Sahibi bize iyi para ödüyor. Ama
köpek uyuz ve ikimiz onu iyileştirebilirsek bir sürü paramız olabilir.”
Tırnaklarıyla boş bardağa vurarak ses çıkardı.
“Olabilir,” dedi Santo. “İşe yarayabilir.”
Christmas ayağa kalktı.
“Anlaştık. Diamond Dogs’un bir parçası olmak istiyorsan bağlılığını
göstermelisin. Annenin kreminden birazını bana getir. Eğer işe yararsa
sen de bizden biri olursun ve bundan böyle kendi payına düşeni alırsın.”

34
6

M anhattan, 1909

Pencerelerinde dökümlü perdeleri olan oda sıcak ve sevimliydi. Cetta


bu kadar güzel eşyayı sahibin evinde bile görmemişti. Çalışma masa­
sında oturan adam yaklaşık beş saat önce gemiden indiği zaman onu
karşılayan adamdı. Elli yaşlarında, ilk bakışta garip saç şekli yüzünden
bir hayli komik görünen o aynı adam. Ancak o kadar otoriter bir görü­
nümü vardı ki Cetta onun karşısında ne yapacağını, ne söyleyeceğini
bilemiyordu.
Ayakta duran diğer adam her iki dili de gayet güzel konuşuyor ve
çalışma masasının arkasında oturan adam ne derse anında Cetta’ya
tercüme ediyordu. Genç kız, adamın peşinden odaya girmeden birkaç
dakika önce komik saç kesimli adamın bir avukat olduğunu ve onun
gibi kızları kendi himayesi altına aldığını öğrenmişti. Tercüman, genç
kıza bakarak, “Senin gibi sevimli kızları,” diye eklemişti.
Avukat, (Göçmen Bürosu memuru tarafından yeniden adlandırıl­
mış olan) oğlu Christmas’ı kucağında sımsıkı tutan Cetta’ya dik dik
bakarak bir şeyler söyledi.
Diğeri, “Senin bakımını üstlenebiliriz,” diye tercüme etti. “Ancak
bebeğin sorun olabilir.”
Cetta, bakışlarını ondan kaçırmadan ve tek kelime etmeden
Christmas’ı göğsüne bastırdı.
Avukat gözlerini tavana kaldırdı ve sonra yeniden konuşmaya başladı.
“O çocukla nasıl çalışacaksın?”
Diğeri, avukatın her sözünü tercüme ediyordu.

35
Rüya Dağıtan Çocuk

“Onu iyi yetişeceği bir yere yerleştireceğiz.”


Cetta küçük oğlanı göğsüne daha sıkı bastırdı.
Avukat konuştu, tercüman çevirdi.
“Onu böyle sıkmaya devam edersen az sonra boğulacak. Sorunu­
muz da kendiliğinden ortadan kalkacak.”
Tercüman güldü, avukat da onunla birlikte güldü.
Cetta gülmedi. Dudaklarını sımsıkı kapadı ve kaşlarını çatarak
avukata baktı. Bir süre kımıldamadan adama dik dik baktı. Sonra onu
korumak istercesine bir eliyle oğlunun küçük başını okşadı.
Avukat o zaman sert bir ifadeyle bir şeyler söyledi, koltuğunu geri
itti ve odadan dışarı çıktı.
Tercüman çalışma masasının kenarına oturup bir sigara yaktı ve
“Gördün mü? Onu kızdırdın,” dedi.
“Avukat yardım etmekten vazgeçip seni kapıya koyarsa ne yapa­
caksın? Kimi tanıyorsun? Hiç kimseyi tanımadığından eminim. Bir
sentin bile yok. Sen ve oğlun sokakta tek bir gece bile geçiremezsiniz,
beni iyi dinle.”
Cetta, kucağında uyuyan oğlunun başını okşamaya devam ederek
adama ses çıkarmadan baktı.
“Ne oldu? Dilini mi yuttun?”
Cetta aniden, “İstediğiniz her şeyi yaparım,” dedi öfkeyle. “Ama
bebeğime dokunmayın.”
Tercüman sigarasından bir nefes çekip dumanını yukarı doğru
üfledi. “Kalın kafalısın, kızım,” diyerek odadan çıktı.
Cetta korkuyordu. Havada daireler çizerek yükselen sigara duma­
nına bakarak kafasını dağıtmaya çalıştı. Tavan, hayal bile edemeye­
ceği güzellikte alçı süslemelerle bezenmişti. Biraz da onlara bakarak
sakinleşmeye çalıştı.
Korkuyordu, hem de uzun zamandır. Gümrük girişinde Göçmen
Bürosu görevlileri giriş evraklarını imzalarken bebeğine o garip Ame­
rikan adını veren kısa boylu, tıknaz genç tercüman kulağına eğilerek,
“Dikkatli ol,” demişti. O delikanlı kendisine gülümseyerek bakan tek
insan olmuştu. Cetta korkuyordu, hem de uzun zamandır. Avukatın,
koluna girip onu çıkışa doğru sürüklediği ve artık Amerika’d a olduğunu
bildiren yerdeki o parlak sarı çizgiyi geçtiği andan beri korkuyordu.

36
Luca Di Fulvio

Yanında sahibin arabasının bir el arabası gibi kaldığı, geniş ve lüks


siyah arabaya bindirildiği andan beri korkuyordu. Eski patronunun
sahip olduğu her şeyin, hatta o villanın bile, karşısında yükselen beton
binanın yanında bir ahır gibi kaldığını gördüğü andan beri korkuyordu.
Kaldırımları dolduran o binlerce kişinin arasında yok olup gitmekten
korkuyordu.
İşte o sırada Christmas güldü, yeni doğan bebeklerin kime gül­
dükleri belli olmadan, yanaklarının tek tarafına uzanan o masum
gülümsemesiyle yavaşça güldü. Küçücük ellerinden birini uzatıp
Cetta’nm burnunu sıktı, sonra da bir tutam saçını yakaladı. Yeniden
güldü; keyifle, masumca. Cetta birden bebeğinin konuştuğunu ve ona
“anne” dediğini hayal etti; ne kadar güzel olurdu. Çünkü o an Cetta
sahip olduğu tek şeyin kucağındaki bu bebek olduğunu anlamıştı.
Onun için güçlü olması gerektiğini fark etti, çünkü bu yavru henüz
kendisinden bile daha güçsüzdü. Hatta ona minnettar olmalı, sevgiyle
bakmalıydı, çünkü bu bebek dünyada üstünü başını parçalayarak ırzına
geçmeyecek tek insandı.
Oda kapısının dışından gelen sesleri duyunca Cetta düşüncele­
rinden sıyrıldı. Kapı eşiğinde sakalı tıraşsız, geniş omuzlu, dudak­
larının arasında sönmüş bir puro tutan esmer bir adam duruyordu.
Otuz yaşlarında olmalıydı. Çirkindi, kocaman kararmış elleri ve bir
boksörünki gibi eğrilmiş bir burnu vardı. Sağ kulak memesini kaşıyıp
duruyordu. Kalbinin üzerinde kılıfıyla bir tabanca duruyordu. Göm­
leğinde kırmızı bir leke vardı. Kan olabilirdi ama Cetta domates sosu
olduğunu düşündü. Adam ona bakıyordu.
Tartışma kesildi ve avukat, peşinde tercümanla birlikte odaya girdi.
Lekeli gömlekli adam kapıda beklerken iki adam onun yanından geçti
ama kendisi yerinden kımıldamadan Cetta’yı süzmeye devam etti.
Avukat artık Cetta’nm yüzüne bakmadan konuşuyordu.
Tercüman, “Son teklif,” dedi. “Sen bizim için çalışmaya başlaya­
caksın. Oğlunu iyi bir yurda yerleştireceğiz ve onu cumartesileri ve
pazar sabahları görmeye gidebileceksin.”
“Hayır!”
Avukat yüksek sesle küfretti ve tercümana Cetta’yı dışarı atmasını
işaret etti. Sonra Göçmen Bürosu evraklarını kızın suratına fırlattı.
Kâğıtlar havada uçuşup yere saçıldı.

37
Rüya Dağıtan Çocuk

Tercüman, Cetta’nın yanma gidip onu kolundan tuttu ve ayağa


kalkması için zorladı. O zaman kapıda duran adam konuşmaya baş­
ladı. Etrafı titreten gür sesi, bir gök gürültüsü gibiydi ve geğirme gibi
derinden geliyordu. Sadece birkaç kelime söyledi.
Avukat başını salladı ve, “Tamam,” diye homurdandı.
Bunun üzerine eşikte duran çirkin suratlı adam, kararmış elinin
parmaklarıyla kulak memesini ovuşturmaya başlayarak odaya girdi,
yere dağılmış olan evrakları topladı ve o gür sesiyle, ifadesiz bir tonla,
“Cetta,”dedi.
Tercüman, kızın kolunu bıraktı ve geri çekildi. Adam Cetta’ya onu
izlemesi için başıyla bir işaret yaptı ve diğer ikisine tek bir söz söy­
lemeden odadan dışarı çıktı. Cetta adamın peşinden gitti. Askıdan
buruşuk bir ceketi alıp giymesini izledi. Adam tekrar başıyla kendisini
izlemesini işaret edip binadan çıktı. Cetta kucağında sımsıkı tuttuğu
Christmas ile birlikte adamın peşinden yürümeye başladı.
Caddeye çıktıkları zaman adam, çamurluklarından birinde iki kur­
şun deliği olan bir arabaya doğru ilerledi. Ön koltuğa oturdu ve uzanıp
sağ kapıyı açtı. Sağ elini koltuğa vurarak Cetta’nın binmesini işaret
etti. Cetta araca bindi ve yola çıktılar. Adam, arabada yalnızmış gibi,
Cetta’ya ne baktı ne de bir kelime söyledi. Yaklaşık on dakika sonra
arabayı bir kaldırıma park edip araçtan indi. Pis paçavralar giymiş,
bağıra çağıra konuşan kalabalığı yararak Cetta’nın ilerlemesini işaret
etti. Sonra bir binanın merdivenlerinden inip bir sürü oda kapısının
açıldığı dar bir koridora girdi.
Pis kokulu ve karanlık koridorun sonuna geldiği zaman kapılar­
dan birinin önünde durdu ve içeri girmeden önce kapının yanındaki
duvarda dikine dayalı duran yatağı aldı. Sonra odaya girdi.
Oda, Cetta’nın çok iyi bildiği odalara benziyordu. Penceresi ol­
mayan, örümcek ağlarının bir duvardan diğerine uzandığı ve bir ke­
narda eski bir kömür sobasının durduğu bir çöplük. Odanın büyük
kısmını kaplayan çift kişilik yatak, kalın bir perdeyle diğer kısımlardan
ayrı tutulmaya çalışılmıştı. Odanın diğer köşesini küçük bir mutfak
kaplıyordu; ocağın üstündeki baca aynı zamanda sobanın dumanını
dışarı atmak için kullanılıyordu. Bir köşeye iki lazımlık bırakılmıştı.
Diğer bir köşede, kırık ayağının altına dengeyi sağlamak için bir tahta
parçasının sokulduğu ve bir kapağı olmayan eski bir dolap yerleştiril­

38
Luca Di Fulvio

mişti. Bunların dışında birkaç parça yontulmuş çatal kaşık, bir mutfak
lavabosu, kare bir masa ve üç sandalye vardı.
Sandalyelerde iki ihtiyar oturuyordu. Biri kadın, diğeri erkekti.
Adam zayıf, kadın ise tombuldu. İkisi de kısa boyluydu. Kırışık yüzle­
rini, gözlerinde endişeli bir ifadeyle kapıya çevirmişlerdi. Göz bebek­
lerine çok eskiden kalma bir korku yerleşmiş gibiydi. Ancak adamın
içeriye girdiğini görünce ikisi de gülümsemeye başladı. Yaşlı adam,
diş etlerinin gözüktüğünü fark edince hemen bir eliyle ağzını kapadı.
Kadın ise gülerek elleriyle dizlerine vurdu ve gelen adamı kucaklamak
için ayağa kalktı. Bu sırada yaşlı adam -ayaklarını sürüyerek- yatağı
gizleyen perdenin arkasına koştu. Sonra bir şeylerin çıngırtısı duyuldu.
Geri döndüğünde ağzında sararmış dişler takılıydı.
İhtiyarlar çirkin suratlı, kara elli adamın gelişine çok sevinmiş­
lerdi. Adam elindeki yatağı odanın bir köşesine yerleştirdi. Sonra,
tüm itirazlarına rağmen yaşlı kadının ıslattığı bir bezle gömleğindeki
lekeyi silmesine engel olamadan, o ürkütücü sesiyle onlarla konuşmaya
başladı. Yaşlılar ancak o zaman dönüp Cetta’ya baktılar. İkisi de bir
yandan adamı dinliyor, bir yandan da onu onaylarcasma başlarını
sallıyorlardı.
Adam çıkıp gitmeden önce elini cebine attı ve bir miktar para
çıkarıp yaşlı adama uzattı. İhtiyar uzanıp adamın kara elini öptü ve
sonra mahcup bakışlarını yere indirdi. Adam bunu fark edince ken­
disinden beklenmeyecek bir nezaketle ihtiyarın sırtını sıvazladı ve
ona gülümseyerek bir şeyler söyledi. Sonra kucağında Christmas ile
kapıda kalakalmış olan Cetta’nın yanına gitti ve ona evraklarını geri
verdi. Sonra koridora çıkıp gözden kayboldu.
Yalnız kaldıklarında yaşlı kadın Cetta’ya kendi dilinde, “Adm ne?”
diye sordu.
“Cetta Luminita.”
“Ya çocuğunki?”
“Natale idi ama artık böyle,” diyerek kadına elindeki evrakları
uzattı Cetta. Yaşlı kadın evrakları aldı ve eşine uzattı.
“Christmas,” dedi ihtiyar.
Cetta, acı bir gülümsemeyle, “Bir Amerikan adı,” dedi.
Yaşlı kadın düşünceli bir ifadeyle çenesini kaşıdı ve sonra koca­
sına döndü.

39
Rüya Dağıtan Çocuk

“Zenci ismine benziyor,” dedi.


İhtiyar, hiçbir tepki vermeden duran Cetta’yı süzdü ve, “Zencilerin
kim olduklarını bilmiyor musun?” diye sordu.
Cetta başını iki yana salladı.
“Şey... Siyah olanlar işte...” dedi yaşlı kadın. Eliyle yüzünü ovuşturdu.
Cetta, “Ama Amerikalılar, değil mi?” diye sordu.
Yaşlı kadın yeniden kocasına baktı. İhtiyar başıyla onayladı. Kadın
da Cetta’ya dönüp, “Evet,” dedi.
Cetta, tatmin olmuştu.
“Öyleyse oğlumun yeni bir Amerikan ismi oldu,” dedi gülümseyerek.
Yaşlı kadın şaşkın gözlerle kıza bakıyordu. Sonra omuzlarını silkti
ve kocasının yanma gidip oturdu.
“En azından oğlunun yeni adını öğrenmelisin,” dedi ihtiyar.
Yaşlı kadın kocasını onayladı.
“Ah, evet... Tabii.”
“İnsanlara her zaman bu kâğıdı okutamazsın.”
“Tabii, olmaz,” dedi yaşlı kadın. Kendisinden beklenmeyen bir
enerjiyle başını sağa sola salladı.
İhtiyar konuşmasına devam ediyordu.
“Ve büyüdüğü zaman onu bu isimle çağırmalısın. Yoksa oğlun
kendi ismini hiç öğrenemez.”
Yaşlı kadın, kocası bunları kendisine söylüyormuş gibi her cüm­
lesinden sonra onu onaylıyordu.
“Tabii... Tabii... Elbette.”
Cetta ne yapacağını şaşırmış bir halde yaşlılara bakıyordu. “Öyleyse
önce bana öğretin,” dedi.
Adam, “Christmas,” dedi.
Kadın da aynı ismi, “Kriiiiiis... mıııııss,” diye yavaş yavaş söyledi.
“Christmas,” diye tekrarladı Cetta.
İki ihtiyar, “Aferin sana!” diye bağırdı.
Sonra bir müddet ne yapacaklarını bilemeden öylece kaldılar.
Sonunda yaşlı kadın kocasının kulağına bir şeyler fısıldadı ve oda­
nın köşesindeki mutfağa gitti. Sobaya birkaç parça odun attı ve bir
gazete kâğıdıyla tutuşturdu.

40
Luca Di Fulvio

İhtiyar, “Yemek hazırlıyor,” dedi Cetta’ya.


Cetta gülümsedi. Bu iki ihtiyarı sevmişti.
“Sal yarın sabah gelip seni alacağını söyledi,” dedi yaşlı adam.
Utanmış ve başım öne eğmişti.
Demek o çirkin adamın adı Sal, diye aklından geçirdi Cetta.
“Sal iyi adamdır,” diye devam etti ihtiyar. “Görünüşüne bakma
sen... O olmasaydı biz çoktan ölmüştük.”
“Doğru,” dedi yaşlı kadın. “Gömülecek tabutumuz bile olmadan
açlıktan ölüp gitmiştik.” İçinde sosislerin yüzdüğü domates sosunu
karıştırıyordu.
Odayı hem bir sıcaklık hem de sarımsak kokusu sarmıştı.
İhtiyar, “Evin kirasını da o ödüyor,” derken kıpkırmızı oldu.
Yaşlı kadın arkasını dönmeden, “Sorsana,” dedi. Kocası, kadının
isteğine uyarak, “Oğlunun babası var mı?” diye sordu.
Cetta bir an bile tereddüt etmeden, “Hayır,” dedi. “Hayır, yok.”
İhtiyar zaman kazanmak ister gibi, “Güzel... Güzel,” diye mırıldandı.
Yaşlı kadın yeniden, “Hadi sorsana,” dedi kocasına.
İhtiyarın tepesi atmıştı.
“Tamam... Tamam... Soruyorum işte,” diye homurdandı. Sonra
Cetta’ya baktı ve mahcup bir gülümsemeyle, “İtalya’da da fahişelik
mi yapıyordun?” diye sordu.
Cetta bu kelimenin anlamını biliyordu. Babasının geç kaldığı cu­
martesi gecelerinde annesi bu kelimeyi tekrarlayarak evde bir aşağı bir
yukarı dolaşırdı. Fahişeler, para karşılığında erkeklerle yatan kadınlardı.
“Evet,” dedi.
Sonra beraber yemek yediler ve yattılar. Cetta elbiselerini çıkar­
madan çarşafsız yatağa uzandı. Yaşlılar ona, ertesi sabah Sal’in geldiği
zaman her şeyin icabına bakacağını söylediler.
Cetta, gecenin karanlığında yaşlıların horlamalarını dinlerken,
Daha adlarınızı bile bilmiyorum, dedi içinden.

41
7

M anhattan, 1909-1910

“Tekrarla. Sik!”
“Sik...”
“Am!”
“Am...”
“Göt!”
“Göt...”
“Ağız!”
“Ağız...”
Kadife kaplı bir divanda oturan elli yaşlarındaki kızıl saçlı kadının
yüzünde çok ağır bir makyaj vardı. Karşısındaki diğer kadife koltukta
sere serpe oturan kıza dönüp hızlıca bir şeyler söyledi ve Cetta’yı işaret
etti. Kaba saba görünen yirmili yaşlardaki fahişe kız, yüzünde isteksiz
ve sıkılmış bir ifadeyle üstündeki tek giysi olan şeffaf elbisenin dan­
telleriyle oynayarak Cetta’ya döndü.
“Madam bunların senin işinin bir parçası olduğunu söylüyor. Baş­
langıç için daha fazlasını öğrenmene gerek yok. Şimdi hepsini baştan
tekrarla.”
Şık ve gizemli bir havası olan salonun ortasında ayakta duran Cetta
üzerindeki paçavralardan utanıyordu. Tek bir kelimesini anlamadığı o
garip dilde söylenenleri hatırlamaya çalıştı. Sonra sırayla tekrarladı.
“Aferin, çabuk öğreniyorsun,” dedi genç fahişe.

42
Luca Di Fulvio

Kızıl saçlı kadın da onu onaylarcasına başını sallayıp gülümsedi.


Sonra boğazım temizleyip Amerikan dilindeki dersine devam etti.
“Sana sakso çekeyim mi?”
“Sana sak...”
Kızıl saçlı kadın, “Sakso!” diye bağırdı.
“S... Sakso...”
“Güzel. İçime sok.”
“İçime... Sok.”
“Hadi, koca adam, daha hızlı, daha hızlı... İşte böyle.”
“Hadi, koca adam... Daha hızlı, daha hızlı... İşte... böyle.”
Kızıl saçlı kadın ayağa fırladı. Cetta’ya tercümanlık yapan genç
fahişeye homurdanarak bir şeyler söyledi ve sonra kapıya yöneldi.
Fakat çıkmadan önce gözlerinde dostça ve sımsıcak ama aynı zamanda
melankolik bir bakış ve beklenmedik bir sevecenlikle Cetta’nm yüzünü
okşadı. Cetta, kadının elbisesine hayranlıkla bakarak odadan çıkışını
izledi. Ancak bir hanımefendi böyle giyinebilir, diye düşündü.
Genç fahişe, “Hadi,” dedi. “Koca adam. Koca adam. Tekrarla.”
“Hadi, kocadam...”
Fahişe güldü.
“Koca adam... Ko-ca...”
Cetta, “Ko-ca,” diye tekrarladı.
Genç fahişe ayağa kalkıp Cetta’nm yanma gitti ve koluna girdi.
“Aferin.”
Sonra bir kraliyet sarayını andıran o muhteşem evin loş odalarında
dolaşmaya başladılar.
Genç fahişe muzip bir gülümsemeyle, “Sal senin tadına baktı mı?”
diye sordu.
“Tadıma bakmak mı?”
Fahişe bir kahkaha attı.
“Belli ki daha bakmamış. Bakmış olsaydı gözlerinin parıltısından
belli olurdu ve bu soruyu sormazdın.”
“Neden?”

43
Rüya Dağıtan Çocuk

“Cenneti yaşamadan anlatmak mümkün değildir,” dedi genç fahişe


tekrar gülerek.
Sonra diğerlerinin aksine aydınlık, bembeyaz boyanmış ve sade
döşenmiş bir odaya girdiler. Cetta duvarlara asılı elbiselere hayranlıkla
baktı. Odanın ortasındaki ütü masasında kömürlü bir ütü duruyordu.
Duruşundan geçimsiz biri olduğu hemen anlaşılan şişman ve yaşlı
bir kadın onları umursamaz bir edayla selamladı. Fahişe yaşlı kadına
Cetta’mn anlamadığı bir şeyler söyledi. Kadın Cetta’ya yaklaştı, kollarını
iki yana açtırdı ve göğüslerini, kalçasını elleyerek gözleriyle tüm hat­
larını inceledi. Sonra bir sandığın başına oturdu ve içini karıştırmaya
başladı. Sonunda bulduğu siyah büstiyeri kaba bir hareketle Cetta’ya
fırlattı ve yine kızın anlamadığı bir şeyler söyledi.
Genç fahişe, “Soyunmanı ve bu korseyi giymeni söylüyor,” diye
tercüme etti. “Ona aldırma. Çirkinliği yüzünden hayatını yaşayama-
mış yaşlı bir şişko alt tarafı. Erkeksizlikten bu kadar suratsız olması
da normal.”
Şişman kadın, Cetta’nın dilinde, “Bana bak, seni anlıyorum,” dedi.
“Ben de İtalyanım.”
Genç fahişe, “Yine de huysuz cadının tekisin,” dedi.
Cetta güldü. Ama yaşlı kadının üzerine yıldırım gibi düşen bakış­
larını fark edince gözlerini yere indirdi ve soyunmaya başladı. Sonra
genç fahişenin yardımıyla büstiyeri giydi. Cetta kendisini garip hissedi­
yordu. Bir yandan çıplaklığından utanıyor, öte yandan bir hanımefendi
kıyafeti olarak gördüğü büstiyeri giydiği için kendisini daha özel ve
önemli hissediyordu. Hem heyecanlı hem şaşkındı.
Genç fahişe kızın neler hissettiğini anladı.
“Aynaya baksana,” dedi.
Cetta döndü. Ama ansızın sol bacağı uyuştu. Terlemeye başladı
ve ayağını sürümeye çalıştı.
Fahişe, “Topal mısın?” diye sordu.
Cetta paniğe kapıldı.
“Hayır...” dedi. “Hayır... Sadece burkmuştum...”
O sırada şişman kadın ona, eteğinde bacaklarını ortaya çıkaran
derin bir yırtmacı olan ve geniş dekoltesi siyah dantelle süslenmiş,
mavi bir saten elbise fırlattı.

44
Luca Di Fulvio

“Şunu dene, orospu.”


Cetta ses çıkarmadan giyindi ve sonra aynaya baktı. Kendisini
tanıyamadı, ağlamaya başladı. Amerika denen bu topraklarda ger­
çekleşen tüm rüyalarının verdiği mutlulukla ağladı. Sonunda küçük
bir hanımefendi olmuştu.
Genç fahişe, “Hadi, gel...” diyerek Cetta’nın koluna girdi. “İş öğ­
reneceksin.”
Tombul kadına hoşça kal bile demeden odadan çıktılar ve küçük,
havasız bir odaya girdiler. Genç fahişe duvardaki küçük bir deliğe
yaklaştı ve içine baktı. Sonra Cetta’ya, “Gel bak, dedi. “Sakso bu işte.”
Cetta duvardaki deliğe gözünü yaklaştırdı ve öğrendi.
O gün müşterileri ve meslektaşlarım gözetlemekle geçti. Sonra
gecenin geç bir saatinde Sal gelip onu aldı ve eve götürdü. Yol boyunca
Cetta genç fahişenin söylediklerini düşünerek sık sık göz ucuyla Sal’i
izledi. Sonunda araba, bodrum kata inen merdivenlerin önünde durdu
ve Cetta araçtan inince kızların tadına bakan bu çirkin adama bakmak
için geri döndü. Sal de arabanın içinde kımıldamadan oturmuş, ona
bakıyordu.
Cetta sessizce odaya süzüldüğünde iki ihtiyar, aralarına Christmas’ı
almış, uyuyorlardı. Cetta yavaşça oğlunu kucağına aldı. Yaşlı kadın
gözlerini kırpıştırarak, “Mamasını yedi, kakasını da yaptı,” diye fısıl­
dadı. “Her şey yolunda.”
Cetta ihtiyara gülümsedi ve yatağına yöneldi. Yeni bir karyolanın
üzerine yerleştirilmiş olan yatağına tertemiz bir çarşaf serilmiş, üzerine
de bir yastık ve kalın bir battaniye bırakılmıştı.
Yaşlı kadın yatağı gıcırdatarak kalkıp oturdu.
“Hepsini Sal halletti.”
Bu arada kocası da uyanmıştı.
“Yat, uyu,” diye homurdandı.
Cetta, Christmas’ı battaniyenin üzerine yatırdı ve örtünün yu­
muşacık olduğunu fark etti. Yatağın içinde oturmuş hâlâ ona bakan
kadına döndü. Sonra tek kelime etmeden yanına gitti ve ona sarıldı.
Yaşlı kadın da onu kollarının arasına alıp saçlarını okşadı.
“Hadi artık uyu, yarın çok yorulacaksın.”
“Yeter artık, uyuyun,” diye tekrar homurdandı yaşlı adam.

45
Rüya Dağıtan Çocuk

Cetta ile yaşlı kadın ses çıkarmamaya çalışarak güldüler.


Cetta yavaşça, “Adlarınız ne?” diye sordu.
“Ben Tonia. O da Vito. Tonia ve Vito Fraina.”
Yaşlı adam huysuzlanıyordu.
“Ve gece oldu mu uyumak isteriz.”
Cetta ve Tonia yeniden güldüler. Sonra Tonia kocasının kıçına bir
şaplak attı. İki kadın birbirlerine bakıp kıkırdadılar.
İhtiyar, “Aman ne komik,” dedi ve örtüyü kafasına çekti.
Sonra Tonia, Cetta’nın yüzünü ellerinin arasına aldı ve sessizce
gözlerinin içine baktı. Sonra alnına bir haç işareti yapıp, “Tanrı seni
korusun!” diyerek kızı alnından öptü.
Ne güzel, diye geçirdi Cetta içinden. Yatağına döndü. Üstündekileri
çıkardı ve Christmas ile birlikte battaniyenin altına süzüldü. Ve oğlunu
uyandırmamaya dikkat ederek alnına bir haç işareti yaptı
“Oğlun çok güzel ve sağlıklı,” dedi yaşlı kadm. “Çok yakışıklı bir
adam olacak.”
Vito sonunda, “Yeter!” diye bağırdı. “Uyuyamayacak mıyız?”
Christmas sıçrayarak uyandı ve ağlamaya başladı.
“Hah, beğendin mi yaptığını, hayvan herif?” dedi Tonia. “Artık
rahatça zıbarabilirsin.”
Cetta bir yandan Christmas’ı göğsünde sallayarak sakinleştirmeye
çalışırken bir yandan da alçak sesle gülüyordu. Aniden aklına ailesin­
deki herkesin -öteki dâhil- yüzleri geldi. Onları ilk kez düşünüyordu.
Aklına başka bir düşünce de gelmedi. Çok geçmeden oğluyla birlikte
uykuya daldı.
Ertesi gün -bütün bir sabah ve öğleden sonra Tonia ve Vito Fraina
ile sohbet edip onları tanımaya çalıştıktan sonra- Cetta işe gitmek
için hazırlanmaya başladı. Sal onu almak için geldiğinde Cetta hazır­
lanalı yarım saat olmuştu. Christmas’ı ihtiyarlara emanet edip onu
kanatları altına alan o çirkin ve kara elli adamı izleyerek odadan çıktı.
Çamurluğunda iki kurşun deliği olan arabanın yanma varınca geçip
her zamanki yerine oturdu ve Sal’in arabayı çalıştırıp hareket etme­
sini bekledi. Sabah uyanır uyanmaz, hâlâ bilmediği o dilde kendisine
birkaç kelime öğretmesi için Tonia’ya yalvarmıştı; genelevde iş icabı
öğrendiklerinden farklı birkaç kelime.

46
Luca Di Fulvio

“Neden?” diye sordu Sal’e. Tonia’dan öğrenmek istediği ilk kelime


buydu. “Neden?”
Sal, gözlerini yoldan ayırmadan, o gür sesiyle kısa birkaç şey söyledi.
Cetta hiçbir şey anlamamıştı. Gülümsedi ve öğrendiği ikinci sözü
fısıldadı.
“Teşekkür ederim.”
O andan sonra ikisi de konuşmadı. Sal arabayı genelevin kapısında
durdurdu, uzanıp Cetta’nın yanındaki kapıyı açtı ve kıza inmesini
işaret etti. Cetta kaldırıma adım atar atmaz gaza bastı ve hızla gözden
kayboldu.
O akşam Cetta, henüz on beş yaşındayken, hayatında ilk kez oral
seks yaptı.
Daha bir ay geçmeden profesyonel bir fahişenin bilmesi gereken
her şeyi öğrenmişti. Ancak söz dağarcığını genelevin dışındaki işlerini
halletmeye yarayacak derecede genişletmesi beş ayını aldı.
Her öğleden sonra ve her gece, genelev ile bodrum katındiaki o
eve gidiş gelişlerinde Sal onu hiç yalnız bırakmadı. Diğer kızlar ge­
nelevdeki geniş bir odada hep birlikte uyuyorlardı. Ancak hiçbirinin
çocuğu o eve kabul edilmiyordu. İçlerinden biri hamile kaldığında eve
gelen doktor bebeği alıyordu. Fahişeler asla çocuk sahibi olamazlardı.
Bu, Sal’in hepsinin uymasını beklediği en önemli kurallardan biriydi.
Ama Cetta için bir istisna yapmıştı.
Altı ay sonra bir sabah Cetta, “Neden?” diye sordu. Ancak bu kez
cevabı anlamaya hazırdı. Sal’in gür sesi arabanın motor sesini bile
bastırdı. Cevap, aynen ilk kez olduğu gibi, kısaydı.
“Kendi işine bak.”
Ve aynen daha önce olduğu gibi -am a öncekine göre daha uzun
bir sessizlikten sonra- Cetta, “Teşekkür ederim,” dedi. Sonra kendi
kendine gülmeye başladı. Ancak gözünün ucuyla Sal’e baktığında o
ciddi ve çirkin ifadenin yumuşamış olduğunu gördü. Adamın dudak­
larına belli belirsiz bir gülümseme yayılmış gibiydi.

47
8

New Jersey - M anhattan, 1922

Ruth on üç yaşındaydı ve gece dışarı çıkamıyordu. Hafta sonlarını


geçirdikleri kır evi ise ona çok hüzünlü ve kasvetli geliyordu. Girişinde
etkileyici kolonları olan bu bembeyaz ve kocaman villa, şirketleri­
nin kurucusu ve babasının babası olan Büyükbaba Saul doğmadan
elli sene önce inşa edilmişti. Evin hemen önünden başlayan geniş yol
kocaman bahçeyi geçip giriş kapısına dek uzanıyordu. Ruth’a göre
evin içi de dışı kadar kasvetliydi; koyu renk ve her zaman pırıl pırıl
parlayan mobilyalar, meşe ya da mermer döşenmiş yerlere serili Çin
halıları, koyu renk kumaşlarla kaplı duvarlara asılmış ve dünyanın
en ünlü ressamlarının eserleri olan antika tablolar, Uzak Doğu’dan ve
Avrupa’d an alınmış gümüş takımlar... Ve aynalar... Evin her yanına
yerleştirilmiş, Ruth’a burasının sadece büyük, zengin ve kasvetli bir
ev olduğunu yansıtan aynalar.
Evdeki hizmetkârlar bile gülmeyi bilmiyorlardı. Isaacson ailesi­
nin bireylerinden biriyle karşılaştıklarında bile, kural gereği olmasına
rağmen yine de gülümsemeyi beceremiyorlardı. Dudaklarının bir ke­
narını hafifçe kıvırıyor, sonra hemen başlarını önlerine eğip işlerine
dönüyorlardı. Sadece gür ve siyah saçlı, beyaz tenli, on üç yaşındakilere
uygun okul tipi şık kıyafetler giyen küçük bir kız olmasına rağmen ona
bile gülmeyi başaramıyorlardı.
Hiç kimse gülmeyi bilmiyordu; ne o evde ne de annesi Sarah Ru-
benstein Isaacson yüzünden -d ah a doğrusu onun hakkındaki söylen­
tiler yüzünden- sokağa çıkma yasağı uygulanan Park Bulvarı’ndaki o
lüks apartman dairesinde... Kırk yaşındaki kadın ile otuz üç yaşındaki

48
Luca Di Fulvio

yakışıklı, zeki ve baş haham olması beklenen o genç arasında bir ilişki
var mıydı gerçekten?
Ruth’un babası dedikodulardan bıkmıştı; annesi de öyle. Artık
cemaatin en genç baş hahamı olması mümkün görünmeyen otuz üçlük
Yahudi genç, meslektaşlarından birinin genç ve güzel kızıyla evlen­
mişti. Ruth’un babası Philip bir an bile eşinden şüphe etmemişti. Fakat
iftiranın zehriyle boynu bükülmüştü. Ruth’un annesi kocasının ona
duyduğu güvenden memnundu ama bir daha asla cemiyet yararına
düzenlenen opera gecelerinde veya valinin isteğiyle yapılan açık hava
konserlerinde mücevherlerini ve birbirinden şık elbiselerini sergilemeye
cesaret edemedi. Arkasından yapılacak alaylı gülüşlerden, onu işaret
eden parmaklardan, oğlu yaşında bir çocukla zina yaptığını iddia eden
fısıltılardan korkmuştu. Bir zamanlar gururla ortaya çıkardığı zarif
omuzlarında bu iftiranın yükünü taşıma gücünü bulamadı.
Büyükbaba Saul, yemekten sonra çekildiği koltuğunda hemen her
gece, “Bir hiç uğruna dağılıp gittiniz,” diyor, bir yandan da gözlükle­
rinin ezdiği burun kemiğini ovalıyordu.
Oğlu ve gelini bu sözler üzerine bakışlarını yere indiriyorlardı.
Yaşlı adam bu sözleri ilk kez söylediğinde karşı çıkmamışlardı, şimdi
de karşı çıkmak için bir nedenleri yoktu.
Ruth’a göre hüzünden ibaret olan bu evde hiç kimse gülmüyordu.
Aynalar artık salonda dans eden mutlu insanları yansıtmıyordu. Büyük
bahçe pazar akşamları yapılacak partiler için fenerlerle aydınlatılmıyor,
kuyruklu piyanonun başında yetenekli müzisyenler oturup doğaçlama
yaparak akşamları renklendirmiyordu. Bahçenin geniş demir kapısı
ve evin maun kapısı sonsuza dek mühürlenmiş gibiydi.
Ve bunların hepsi bir hiç uğrunaydı.
Ruth on üç yaşındaydı ve akşamları dışarı çıkamıyordu.
Ruth devamlı bu evin kasvetli ve hüzünlü olduğunu düşünüyordu.
Burada, on dokuz yaşındaki bahçıvandan başka kimse gülmüyordu.
Birkaç aydan beri Park Bulvarı’ndaki geniş teraslarındaki bitkilere
bakan delikanlı, külüstür bir kamyonet aldıktan sonra New Jersey’deki
kır evinin bahçesiyle de ilgilenmeye başlamıştı. Sadece o devamlı güler
yüzlüydü ve Ruth bunu hemen fark etmişti. Yakışıklı, zeki veya genç
olduğundan değil; fiziğinde ya da gözlerinde farklılık olduğundan da

49
Rüya Dağıtan Çocuk

değil... Sadece aniden içinden gelen ve engelleyemediği o gülüşü ne­


deniyle Ruth’un dikkatini çekmişti. Delikanlının cazibesine kapılmış
değildi ama kimsenin nedenini anlamadığı ve evin kasvetli havasını
bozan o havai gülüşün büyüsüne kendini bırakmaktan hoşlanıyordu.
Delikanlı bazen, garajın önündeki sarmaşıkları budarken araçlardan
birinin çamurluğuna yansıyan bir ışığı, bir rengi gördüğünde gülmeye
başlıyordu. Ruth öğleden sonraları ona limonata götürdüğü zaman,
sanki kendisine ikram edilen içecek çok komik bir şeymiş gibi gülü­
yordu. Büyükbabası, o geçimsiz karakteriyle onu azarladığı zaman
da aniden, farkına varmaksızın gülüyordu. Yaşlı aşçının bu yaşma
gelmesine rağmen annesi kadar güzel fırında hindi yapamamasına
gülüyordu. Aniden bastıran bahar yağmurunun sesine ve ardından
oluşan su birikintilerine bakıp gülüyordu; eğri açmış bir çiçeğe, el
arabasının önünde bitivermiş bir demet ota, ağzında bir solucanla
çakılların üstünde sıçrayan bir karatavuğa, bahçenin içindeki yapma
havuzda vıraklayan bir kurbağaya, baş kâhyanın bıyıklarına benzet­
tiği bulutlara, hanımefendinin özel hizmetçisinin büyük kalçalarına,
çamaşıra yardım etmek için ara sıra eve gelen kadınların sarkık me­
melerine gülüyordu.
Her şeye gülüyordu ve adı Bill’di.
Bir gün Ruth’a, “Neden bir akşam dışarı çıkıp eğlenmiyoruz?” diye
sordu. “Sadece sen ve ben.”
Böylece o gece Ruth, henüz on üç yaşında olsa da, ailesinin -hele
ki doğru dürüst geleceği olmayan bir bahçıvanla- dışarı çıkmasına
izin vermeyeceklerini bilse de Bill’in teklifini kabul etti. Ailesini ak­
şamın kasvet ve sessizliğinde bırakarak odasına çıkıyormuş gibi yaptı
ve gizlice çamaşırhaneye indi. Oradan da Bill’in onu gülerek beklediği
personel kapısına yöneldi. Ve kendisi de -tıpkı hayattan sıkılmış, on
üç yaşındaki şımarık bir kız gibi- gülerek Bill’in kamyonetine bindi.
Delikanlı gururla, “Benim de bir arabam var artık, gördün mü?” dedi.
Ruth da neden güldüğünü bilmeden, “Evet,” dedi bahçıvana güle­
rek. Belki de ilk gece kaçamağını Bili gibi sürekli gülen biriyle yaptığı
için gülüyordu.
“Çok az insanın arabası vardır, biliyor musun?”
“Ya, öyle mi?”

50
Luca Di Fulvio

Bili kupkuru bir sesle ve gecenin karanlığından daha karanlık


bakan gözleriyle, “Aptalsın sen,” dedi. “Herkesi deden ve baban gibi
zengin mi sanıyorsun? Kamyonetle gezmeyi mi beğenmiyorsun?”
Ancak hemen arkasından o her zamanki havai ve eğlenceli ifa­
desiyle güldü ve Ruth’un bembeyaz tenini diken diken eden ürperme
de anında geçti.
Bili arabayı çalıştırdı, büyük bir gıcırtıyla vites değiştirdi, gaza
bastı ve kamyonet sarsılarak şehre giden yola doğru ilerlemeye başladı.
“Şimdi sana gerçek dünyayı göstereceğim,” dedi gülerek.
Yaşadığı bu macera nedeniyle son derece heyecanlı olan Ruth’a güldü.
Daha güzel ve Bill’in karşısında olduğundan daha büyük görünmek
için annesinden -tabii ki ona sorm adan- ödünç aldığı zümrüt taşlı
yüzükle oynayıp duruyordu. O sırada fark ettiği bir şey de annesinin
parmaklarının onunkilerden daha ince olduğuydu, çünkü oynadıkça
parmağına iyice oturan yüzüğü şimdi hareket bile ettiremiyordu.
Yarım saatlik bir yolculuktan sonra Bili bir mekânın önünde ara­
bayı park edip durdu.
“Bak işte burası,” diye işaret etti Ruth’a. “Bu speakeasy’de3 iste­
diğimiz kadar içip dans edebiliriz.”
“Ama içki yasak.”
Bili güldü.
“Gerçek dünyada değil. Yanında para var mı?”
Ruth, “Evet,” dedi ve çantasından iki banknot çıkarıp Bill’e uzattı.
Parmağından çıkaramadığı yüzüğü hemen unutmuştu. Herkesin Bili
gibi güldüğü, hayatın kendi kasvetli sarayından çok farklı yaşandığı
bu bardan gözlerini ayıramıyordu.
Bili elindeki paraya bakar bakmaz, “Yirmi dolar mı?” diye bağırdı.
“Lanet olsun, tam yirmi dolar!”
“Babamın cebinden aldım,” dedi Ruth gülerek.
Bili de güldü ve birden Ruth’un sevimli yüzünü ellerinin arasına
alıp kızı kendine çekerek dudaklarından öptü. Kâğıt paralar ve bah-

3 ABD’de alkollü içeceklerin satış ve üretiminin yasak olduğu dönemde (1920-1933)


yaygın olan gizli içki dükkânları ve barlara verilen ad. (ç. n.)

51
Rüya Dağıtan Çocuk

çıvamn nasırlı parm akları kızm tenini çizmişti. Bili yine aniden kızı
bıraktı ve hayranlıkla elindeki paralara bakmaya devam etti.
“Yirmi dolar! Bu kırık dökük kamyonet kaça mal oldu, biliyor
musun? Söyle, kaça? Eminim tahmin bile edemezsin. Kırk dolara mal
oldu ve bunun büyük bir şans olduğunu düşünmüştüm. Sen ise elini
babacığının cebine sokuyor ve sanki hiçbir şey olmamış gibi kamyonet
parasının yarısını çekiyorsun.”
Bahçıvan yeniden güldü, bu kez her zamankinden daha sesli bir
kahkaha attı.
“Biraz kaçak içki içmek için tam yirmi dolar!”
Bu kez gülüşü Ruth’un daha önce hiç duymadığı kadar garipti.
Ruth ciddi bir ifadeyle, “Bunu bir daha yapma,” dedi.
“Neyi?”
“Beni öpemezsin.”
Bili sessizce ona baktı. Bu pis, karanlık ve garip bakışta kızın o
ana kadar duyduğu gülüşlerden en ufak bir iz yoktu.
Bili sadece, “İn,” dedi. Sonra kendi kapısını açıp kamyonetten indi.
Aracın etrafında dolaşıp Ruth’u kolundan kabaca yakaladı ve tek ke­
lime etmeden kızı bara doğru sürükledi. Banknotlardan birini uzatıp
bir şişe viski istedi. Barmen parayı bozamadı, Bili de sonra alacağını
söyledi; belli ki orada tanınan biriydi. Barmenle biraz şakalaştıktan
sonra güldü ve Ruth’u yine kolundan yakalayıp kamyonete götürdü.
“Mekân cenaze evi gibiydi. Daha iyilerini görmüşlüğüm var.”
Viski şişesini bacaklarının arasına yerleştirip motoru çalıştırdı
ve güldü.
Ruth çekinerek, “Belki de eve dönsem daha iyi olacak,” dedi.
Bili aniden yolun ortasında durdu.
“Benimle eğlenmiyor musun?”
Yine az önceki gibi pis pis bakıyordu. Babasının eve sarhoş gelip
hiçbir neden yokken, sadece sarhoş olduğu için belindeki kemerle ken­
disini dövdüğü zaman da tıpkı böyle bakardı. Ancak hemen arkasından
Ruth’un tanıdığı Bili olup gülmeye başladı, kızın endişeli yüzünü okşadı.
“Söz, çok eğleneceğiz,” dedi kibarca gülümseyerek. “Seni öpme­
yeceğime de söz veriyorum.”

52
Luca Di Fulvio

“Söz mü?”
Bili elini kalbinin üzerine koyup, “Yemin ederim,” dedi ve her
zamanki gibi yine güldü.
Ruth da tüm bedenini saran o rahatsızlık hissini unuttu ve onunla
birlikte güldü.
Bili bir yandan aracı kullanıyor, bir yandan da içki içiyordu. Bir
ara gülerek şişeyi Ruth’a uzattı. Ruth şişeyi dudaklarına götürdü ve
ilk yudumu alır almaz öksürmeye başladı. Öksürdükçe gülüyor, gül­
dükçe öksürüyordu. Bili de onunla birlikte gülüyor ve içiyor, içiyordu.
Sonunda şişenin boşaldığım görünce camdan fırlatıp attı.
Bili arabayı durdurduğunda Ruth gülmekten ve öksürmekten yaş­
larla dolmuş gözlerini silerek etrafa bakmaya çalıştı.
“Burada hiçbir şey yok.”
“Biz varız.”
Bill’in gözlerine, durdukları yol kadar ıssız ve karanlık bir bakış
oturmuştu yine.
Ruth, “Beni öpmeyeceğine dair söz vermiştin,” dedi.
“Verdim ve ben her zaman sözümü tutarım.”
Bili bunları söylerken elini Ruth’un bacaklarının arasına soktu.
Önce eteğini, sonra da iç çamaşırını yırttı. Kız engel olmaya çalıştı
ancak Bili suratının ortasına bir yumruk indirdi. Sonra bir tane daha...
Bir tane daha.
Ruth ağzındaki ve burnundaki kemiklerin kırıldığını duydu. Son­
rası karanlık...
Gözlerini yeniden açtığında kamyonetin arkasında yatıyordu. Bili
ensesinde derin derin nefes alıyor ve bacaklarının arasına sıcak bir şey
sokmaya çalışıyordu. Bir yandan da devamlı aynı şeyi tekrarlıyordu.
“Görüyor musun, bak, seni öpmüyorum... Sürtük, seni öpmüyo­
rum, görüyor musun?”
Sonunda Ruth bacaklarının arasında yapışkan bir sıcaklık hissetti.
Bili kamburlaşmış, garip iniltiler çıkarıyordu. Geri çekilirken suratına
bir yumruk daha attı.
“Yahudi piçi...” dedi. “Yahudi piçi... Yahudi piçi...”

53
Rüya Dağıtan Çocuk

İşini bitirdikten sonra pantolonunun her bir düğmesini iliklerken


aynı şeyi söylüyordu.
Sonra kızın elini tuttu ve iri zümrüt taşlı yüzüğü parmağından
çıkarmaya çalıştı.
“Bütün gece buna bakıp durdum, sürtük.”
Fakat yüzük bir türlü çıkmıyordu. Kızın parmağına tükürdü, var
gücüyle çekerek yeniden çıkarmayı denedi. Sonra öfkeyle ayağa kalktı
ve kızı tekmelemeye başladı. Karnına, kalçasına, suratına tekmeler
attı. Sonra dizlerini kızın göğsüne dayayıp onu kımıldayamaz hale
getirdi ve yüzüne bir yumruk daha attı.
“Gerçek dünyayı görmek istiyor musun?”
Arkada duran bir çuvala uzandı ve içinden gülleri budamak için
kullandığı bir bahçe makası çıkardı. Kızın parmaklarını açtı ve yüzük
parmağını dibinden kesti.
“İşte gerçek dünya bu, Yahudi sürtüğü.”
Kuru bir dalın kırılması gibi bir kemik çıtırtısı duyuldu.
Ruth, boş bir çuval gibi kamyonetten atıldığında hâlâ acı içinde
bağırıyordu.
Bili motoru çalıştırdı ve kamyoneti sürerek uzaklaştı. Bir kez daha
şen bir kahkaha attı.

54
9

M anhattan, 1922

“Anne! Anne!”
Christmas, Monroe Caddesi’ndeki 320 numaralı küçük apartman
dairesine bağırarak girdi. Büyüdüğü o penceresiz bodrum katından
ayrılalı beş sene olmuştu.
“Anne!”
Sesinde kaybolmuş küçük bir çocuğun telaşı vardı.
Sabahın erken saatleriydi, güneş doğalı henüz birkaç dakika ol­
muştu. Cetta her zamanki gibi sabaha karşı yatağa girmişti. Artık
yirmi sekiz yaşında genç bir kadındı ve mesleği bırakmıştı. Ama uyku
saatleri hâlâ değişmemişti. Uykusunun arasında oğlunun sesini duyar
gibi oldu. Yatakta döndü, başını yastığının altına soktu ve az önce gör­
düğü güzel rüyaya geri dönmek ümidiyle yastığı kulaklarına bastırdı.
“Anne! Yalvarırım uyan!”
Oğlunun sesinde bir endişe ve çaresizlik vardı.
Cetta gözlerini açtı ve odanın loş ışığına alışmaya çalıştı.
“Anne... Koş!”
Cetta, küçük odanın hemen hemen yarısını kaplayan yataktan kalktı.
Odada ayrıca çekmeceli eski bir dolap ve duvara monte edilmiş bir
elbise askısı vardı. Christmas oda kapısının önünde durmuş, gözlerini
ovuşturarak uyanmaya çalışan annesini izliyordu. Birlikte mutfağa
geçtiler. Christmas’ın yatağı sobanın hemen yanma yerleştirilmişti.
Cetta, doğrudan mutfağa açılan sokak kapısını kapadı.
“Saat kaç? Ne istiyorsun bu saatte?”

55
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas cevap vermedi, kollarını açtı ve başını göğsüne doğru


indirdi.
Günün solgun ışığı, Cetta’nın salon dediği on metrekarelik odaya
loş bir aydınlık veriyordu ve Cetta bu loş ışıkta oğlunun tüm gömleğinin
kan içinde olduğunu gördü. Gözleri fal taşı gibi açıldı; artık uyanmıştı.
“Sana ne yaptılar böyle?”
Oğluna sarıldı ve yarasının nerede olduğunu anlamak için elleriyle
bedenini yoklamaya başladı.
Christmas alçak sesle, “Anne...” dedi ve salondaki divanı göste­
rerek, “Anne, bak!”
Cetta pencerenin yanında en az oğlu kadar şaşkın, suratı sivilceli
bir çocuğun durduğunu gördü. Divanda da siyah gür saçlı, eteklerinde
çizgili mavi fırfırlar olan beyaz bir elbise giymiş küçük bir kız yatıyordu.
Kızın tüm bedeni kanlar içindeydi.
Cetta, oğlunun başını göğsüne çekip bir çığlık attı.
“Aman Tanrım! Ona ne yaptınız?”
Christmas’m gözleri yaşlarla doluydu.
“Anne...” dedi. “Anne, ona yakından bak.”
Cetta kızın yanma gitti, omuzlarından tutup kendine doğru çevirdi
ve gördüğü dehşetten afallayıp bir anda kızı bırakıp geri sıçradı. Kızın
gözleri yok gibiydi; gözlerinin yerine kapkara, şişmiş iki et parçası
oturmuştu. İki burun deliğinden de koyu renkli kan sızmaya devam
ediyordu. Belli belirsiz nefes alıyordu. Cetta önce dönüp sivilceli oğlana
baktı, sonra kendi oğluna döndü.
Christmas’ın sesindeki çocuksu titreme dinmek bilmiyordu.
“Onu bu şekilde bulduk, anne. Ne yapacağımızı bilemedik... Sonra...
Buraya getirelim diye düşündük...”
“Aman Tanrım!”
Cetta yeniden dönüp kıza baktı.
“Ölecek mi, anne?”
Cetta kızı omuzlarından tuttu.
“Kızım, beni duyuyor musun?” Sonra Christmas’a döndü. “Koş, bir
bardak su getir... Yok, hayır... Viski şişesini getir. Yatağımın altında...”

56
Luca Di Fulvio

Küçük kız kıpırdandı.


“Güzel... Çok güzel. İyi olacaksın... Christmas, çabuk!”
Christmas annesinin yatak odasına koştu ve yatağın altındaki viski
şişesini aldı. Annesi bu kalitesiz içkiyi, aynı apartmanda oturan ve bazı
mafya adamlarıyla çalışan yaşlı bir kadından satın alıyordu.
Küçük kız -şiş gözlerinin arasından fark edebildiği kadarıyla- içki
şişesinin görünce çırpınmaya başladı.
Cetta, şişenin tıpasını çıkardı.
“Tamam, tamam... Sakin ol.”
Kızın dudaklarının arasından nefes gibi bir inleme çıktı, kımıl­
danmaya çalıştı. Belli ki ağlamak istiyor ancak gözyaşları o mosmor
ve şiş göz kapaklarının arasından çıkamıyordu. Sonra yavaşça elini
kaldırdı ve Cetta’ya uzattı. Eli kan içindeydi ve yüzük parmağı en alt
boğumdan kesilmişti.
Cetta’mn ağzı ardına kadar açıldı, elleriyle önce ağzını sonra da
gözlerini kapadı. Sonra kızı kucaklayıp sımsıkı sarıldı.
“Niçin... Niçin... Niçin sana bunu yaptılar?” diye mırıldanıyordu.
Sonunda kararlı bir şekilde şişeyi kavradı... “Canını yakacak,” dedi
güçlü ve ciddi bir ses tonuyla. “Çok canını yakacak, kızım.” Sonra da
tüm viskiyi kızın kesik parmağına boca etti.
Küçük kız acıyla bağırdı. Can havliyle açtığı dudaklarının yanındaki
yaralar yeniden kanamaya başladı.
Cetta bakışlarını kızın bacaklarına doğru kaydırdı. Eteği yırtılmıştı
ve bacaklarının arasında da kan vardı. Neler olduğunu anlayan Cetta
kızın kan içindeki yüzünü özenle ellerinin arasına aldı. Kızın kula­
ğına yaklaştı. “Sana neler olduğunu biliyorum,” diye fısıldadı. “Sakın
kimseye söyleme.”
Divandan kalktığı zaman bakışlarında büyük bir acı ve ruhunun
derinliklerine gömdüğü ve bir daha gün ışığına çıkacağını hiç tahmin
etmediği bir nefret vardı. Şimdi o, Aspromonte’d eki bir tarlada teca­
vüze uğramış küçük köylü kızıydı. Şimdi o bakışlar, Amerika yolcu­
luğu sırasında iki hafta boyunca gemi kaptanının cinsel tacizlerine,
tecavüzlerine uğramış kaçak yolcuya aitti. Cetta birdenbire adamın

57
Rüya Dağıtan Çocuk

yüzünü ve kirli ellerini bugünkü gibi hatırladığını fark etti. Şimdi o


masum çocuk gözlerine acımasız bir bakış gelip oturmuştu.
Christmas’ı kolundan tuttu ve çekiştirerek kendi yatak odasına
soktu. Kapıyı kapadı. Sonra işaret parmağını çocuğun yüzüne sallayarak,
Christmas’ı şaşkına çeviren bir öfkeyle dedi ki: “Eğer günün birinde
bir kadına zarar verecek olursan bil ki artık benim oğlum olmazsın,”
dedi. “Kendi ellerimle önce çükünü sonra da gırtlağını keserim. Ölmüş
bile olsam, inan, hayatını cehenneme çeviren bir kâbus olmak için ce­
hennemden çıkar yine yanına gelirim. Bu dediklerimi sakın unutma.”
Sonra odanın kapısını açıp salona geri döndü.
“Adın ne, evladım?”
“Ruth...”
Ruth, diye içinden tekrarladı Christmas bir tür şaşkınlıkla.
Cetta, “Tanrı seni korusun, Ruth,” dedi ve kızın alnına parmakla­
rıyla haç işareti yaptı. “Şimdi oğlum seni hastaneye götürecek.”
Christmas’a bir battaniye uzattı.
“Dikkat et, üşümesin. Bedenini iyice sar, özellikle de bacakları­
nın arasını kimsenin görmemesine dikkat et. Sadece doktorlar ona
bakabilir, unutma.”
Oğlunun yüzüne düşen saçlarını düzeltti ve yanağına hafif bir
öpücük kondurdu.
“Hadi, oğlum. Git şimdi.”
Sonra oğlunu tekrar göğsüne bastırdı ve doğruca gözlerinin içine
bakarak, “Hastanenin kapısına bırak ve kaç,” dedi. “Bizim gibi insan­
lara kimse inanmaz çünkü.” Sesi endişeli ve ciddiydi.
Sonra dönüp odasına kapandı. Yatağa gömüldü ve kendisine teca­
vüz edenlerin kulaklarında çınlayan seslerini duymamaya uğraşarak
başını yastığın altına soktu.
Christmas, kucağında battaniyeye iyice sarılmış Ruth’la birlikte,
Sal Tropea’ya ait binanın merdivenlerini güçlükle indi. Santo da hemen
arkalarındaydı.
Biraz yol aldıktan sonra Santo, arkadaşına doğru kollarını uzatıp,
“İstersen biraz da ben taşıyayım,” dedi.
Ama Christmas, nedenini bilmeden, kızı iyice kendine doğru çekti.

58
Luca Di Fulvio

“Hayır, onu ben buldum.”


Bulduğu şey sanki bir hâzineydi. Yeniden yürümeye başladılar.
Kızın adını -sanki çok özel bir anlamı varmış gibi- aklından sürekli
tekrarlıyordu.
“Ruth... Ruth...”
Santo, bir süre sonra endişeli bir ses tonuyla, “Annen onu hasta­
nenin merdivenlerine bırakmamızı söyledi,” dedi.
Christmas, “Biliyorum,” diye homurdandı.
“Yoksa başımızın belaya gireceğini...”
“Biliyorum.”
“İnsanlar bizim gibilerine güvenmezmiş.”
Christmas aniden, “Biliyorum!” diye bağırdı.
Ruth inledi.
Christmas güven veren bir sesle, “Affedersin,” dedi kıza. Sanki onu
yıllardır tanıyordu. Santo’ya, “Saçlarını yüzünden çek,” dedi. “Ama
çok yavaşça...”
Sonra yeniden yola koyuldular. Kaldırımlar işe giden yoksul in­
sanlar, aylak aylak bakınan genç serseriler, ıvır zıvırlarını satmaya
uğraşan seyyar satıcılar ve pis ellerindeki gazetelerin ilk sayfa haber­
lerini bağırarak okuyup koşturan küçük gazete satıcılarıyla dolmaya
başlamıştı. Kimileri merakla veya umursamazlıkla dönüp bu garip
üçlüye bakıyor sonra yeniden başını çeviriyordu.
Christmas kollarının uyuşmaya başladığını hissediyordu. Terli­
yordu. Yüzünde yorgunluğun izleri belirmişti: gergin ve aralık dudak­
lar, sıkılmış dişler, çatılmış kaşlar ve artık iyice yaklaştıkları hedefe
konsantre olmuş bakışlar.
“Merdivenlere bırakıp kaçalım...”
“Tamam... Tamam...”
Hastanenin ilk basamağına vardığında Christmas artık kolları­
nın kızı taşımayacağından ve onu düşüreceğinden emindi. Hiç gücü
kalmamıştı.
Yüzünü kızın yüzüne iyice yaklaştırdı ve ona artık her şeyden daha
anlamlı gelen ismi daha önce hiç yaşamadığı bir heyecanla tekrarladı.
“Geldik, Ruth...”

59
Rüya Dağıtan Çocuk

Kız hemen gülümsedi ve gözlerini açmaya çalıştı.


Christmas’a, pıhtılaşmış kanın arasında iki zümrüt parçası parlamış
gibi geldi. Yeşil olmalılar, diye düşündü ve bu gözlerin içinde kendisin­
den başka hiç kimsenin göremeyeceği bir şeyler gördüğünü hissetti.
Santo sesinde telaşlı ve sabırsız bir tonla, “Hadi, merdivenlere
bırak,” diye ısrar ediyordu. “Sonra da kaçalım.”
Fakat Christmas onu duymuyordu. Ona bakan ve gülümsemeye
çalışan zümrüt bakışlı kızdan gözlerini ayıramıyordu.
“Adım Christmas.”
Kızın kendi simsiyah gözlerine bakmasını bekledi çünkü gözlerinde
ondan başka hiç kimsenin göremeyeceği bir şeyleri görmesini istiyordu.
Ruth konuşmak istercesine dudaklarını araladı ama sesi çıkmadı.
Battaniyenin içindeki elini çıkardı ve göğsüne koydu.
Christmas o eksik parmağın acısını yüreğinde hissetti. Gözleri
yeniden yaşlarla doldu ama kıza gülümsedi.
“Merak etme, geldik, Ruth.”
“Hadi oğlum, bırak şunu da kaçalım!”
O sırada arkalarından bir ses geldi.
“Neden kaçmanız gerekiyor?”
Polis memuru, Santo’yu bir kolundan yakaladı ve düdüğünü du­
daklarına götürüp hızla çaldı.
İki hasta bakıcı koşarak hastaneden çıktıklarında Christmas da
son basamaklara gelmişti. Adamlar kızı kollarından almaya çalıştıkça
Christmas saldırıya uğramış gibi onu korumaya çalışıyordu. Aniden
çıldırmış gibiydi. Tüm gerginliği boğazında toplanmış gibi kendini
kontrol edemeden bağırıyordu:
“Hayııır! Hayır, onu ben taşıyacağım! Siz doktor çağırın!”
Hasta bakıcılar sonunda ona engel oldular. Bu sırada hastaneden
koşarak fırlayan diğer iki hasta bakıcı, kızı Christmas’ın kollarından
aldı. Bir diğer adam elinde bir sedyeyle koşarak yanlarına geldi. Kızı
sedyeye yerleştirip hastaneye girdiler.
Christmas kızın peşinden hastaneye girmeye çabalıyor ama iki
hasta bakıcı ona hâlâ engel oluyordu.
“Adı Ruth!” diye bağırdı. “Ruth!”

60
Luca Di Fulvio

Elinde bir not defteriyle yanında duran polis memuru, “Demek


adı Ruth,” dedi. “Başka?”
Christmas dönüp polise baktı ve “Ruth...” diye tekrarladı. Az önceki
çılgınlığından eser kalmamıştı. İçindeki öfke nasıl bir anda patlamışsa
yine bir anda kaybolmuştu ve Christmas şimdi içi tamamen boşalmış
gibi hissediyordu. Tükenmişti. Santo’nun itilerek bir polis arabasına
bindirildiğini gördü.
Yanındaki memur, “Ona ne yaptınız?” diye soruyordu.
Christmas cevap vermeden dönüp hastaneye baktı. Bu arada polis
kolundan tutmuş, onu arabaya doğru götürüyordu.
Santo bir yandan ağlıyor bir yandan da, “Biz bir şey yapmadık,”
diye tekrarlayıp duruyordu.
“Bunu karakolda anlatırsınız.”
Polis memuru kapıyı kapadı ve arabanın üstüne vurdu.
Araç yola çıktığında Christmas hâlâ hastaneye bakıyordu.
Sorgulanmayı beklemek için bir hücreye kondular. Nöbetçi me­
murlardan biri gülerek o gün pek de kalabalık olmadığını söyledi.
İçeride iki zenci vardı. Birinin yüzündeki derin bıçak izi hemen
göze çarpıyordu. Bir köşede -leş gibi amonyak kokan ve anlaşılmaz
bir dilde sürekli bir şeyler m ırıldanan- otuz yaşlarında sarışın bir
adam korkuyla açılmış gözlerini bir noktaya dikmiş, kıvrıldığı yerde
yatıyordu. Hücrede bunlardan başka bir de Christmas’tan birkaç yaş
büyük gibi duran, kemikleri sayılan bir çocuk daha vardı. Göz çukurları
simsiyah olan bu delikanlının parmakları piyanist parmakları gibi
uzun ve doğal olamayacak kadar zarifti. Gözleri canlı ve uyanıktı.
Delikanlı, Christmas’a köşede yatan otuzluk sarışını gösterdi.
“Polonyalı. Karısını öldürdü. Beş dakika önce de altına işedi.”
Sonra omuzlarını silkerek güldü.
Christmas, “Ya sen niçin buradasın?” diye sordu.
“Yankesicilikten. Ya siz?”
Santo endişeyle, “Hiçbir şey!” diye bağırdı. “Biz hiçbir şey yapmadık!”
Delikanlı güldü.
Christmas, “Bir kızı düşman çetelerin birinin elinden kurtardık,”
dedi.

61
Rüya Dağıtan Çocuk

Karşısındaki tekrar gülerek, “Bunu yapmanızı kim istedi?” diye


sordu. “Anlaşılan kabak sizin başınıza patlamış.”
Christmas çocuğa doğru bir adım atıp, “Biri çıkar da bir kadına
zarar verirse kendi ellerimle onun önce çükünü sonra da boğazını
keserim. Benim çetemin de kuralları bunlar,” dedi. “Ve düşmanım
beni öldürse bile öteki taraftan döner, tüm hayatını kâbusa çeviririm.
Kadınlara kötülük yapan alçağın, korkağın tekidir. O yüzden burada
olmak umurumda değil. Hiçbir şeyden korkum yok.”
Delikanlı ses çıkarmadan onu izliyordu. Christmas gözlerini kaçır­
madı ve sonra, aldırmaz bir tavırla, elini kanlı gömleğinin üzerine sildi.
Delikanlı saygılı bir ifadeyle, “Adın ne?” diye sordu.
“Christmas... Bu da Santo.”
“Ben de Joey.”
Christmas cevap vermedi. Sanki bir anlamı varmış gibi sessizce
başını salladı.
“Peki ya çetenin adı ne?”
Christmas kibirli bir edayla ellerini ceplerine soktu. O sabah yolda
bulup sağ cebine attığı uzun çivi eline geldi.
“Okuma yazma biliyor musun?”
Joey, “Evet,” dedi.
Christmas, Santo’ya döndü ve elindeki çiviyi ona uzattı. Grafitiyle
kaplı duvarı göstererek otoriter bir sesle, “Çetemizin adını yaz,” dedi.
“Yaz ki kim olduğumuzu unutmasınlar. Ama güzelce, büyük büyük yaz.”
Santo çiviyi aldı ve iyice bastırarak yazmaya başladı. Kahverengi
boyalı duvarda çiviyle yazılan harfler bembeyaz izler bırakıyordu.
Joey zorlukla, “Di... am... ond... Do... gs...” diye heceledi ve sonra
tekrarladı.
“Diamond Dogs.”
Christmas’la göz göze geldiler.
“Güzel isim,” dedi Joey.

62
10

Manhattan - Coney Island - Bensonhurst, 1910

Bu yeni dünyada Cetta’yı özellikle etkileyen iki şey vardı: insanlar


ve deniz.
Şehrin caddeleri -özellikle de aşağı mahallelerde- sürekli insan
kaynıyordu. Cetta hayatı boyunca bu kadar insanı hiç bir arada görme­
mişti. Doğduğu yerdeki tüm insanlar şu birkaç apartmana sığabilirdi
ve sadece orada, Doğu Yakası’nda yüzlerce apartman vardı. İnsanlar
sıkıştırılmış bir halde evlerde, tek göz odalarda, sokaklarda yaşıyor­
lardı. Onlara dokunmamak, konuştuklarını duymamak, bedenlerinin
kokusunu almamak mümkün değildi. Cetta ne bu kadar türlü türlü
insan ne de bu kadar çok dil olduğunu biliyordu. İnsanların bu kadar
uzun ya da bu kadar kısa olabileceklerini, gözlerinin ve saçlarının bu
kadar farklı renklerde olabileceğini bilmiyordu. Hatta çok güçlü ve çok
zayıf, çok masum ve çok kurnaz, çok zengin ve çok fakir onca insanın
bir arada yaşayabileceğini bile bilmiyordu. Tıpkı köylerindeki papazın
anlattığı Babil gibi... Cetta bir gün bu şehrin de Babil gibi çöküp yok
olmasından korkuyordu, tam da buraya yeni gelmişken... İnsanların
hep birden çıldırmalarından ve kimsenin anlamadığı değişik dillerle
bağırmaya başlamalarından korkuyordu. Tam da o zor, büyüleyici,
yumuşak dili; Amerikalı oğlunun bildiği tek dili yeni öğrenmişken...
Tonia ve Vito Fraina ona, “Oğlunla İtalyanca konuşmamalısın,”
demişlerdi. Kendisi de gün geçtikçe ailesi gibi olan bu yaşlı insan­
larla İtalyanca konuşmamaya özen göstermeye başlamıştı. Cetta için
okyanusun diğer ucunda kalan eski dünyası artık yok olmuştu. Onu

63
Rüya Dağıtan Çocuk

isteyerek, düşünerek kendisi silmişti. Artık geçmişi yoktu. Şimdi sadece


bu şehir vardı; bu yeni dünya Christmas’ın vatanı olacaktı.
Kimi zaman bu kalabalık caddeler onu ürkütüyordu. Kimi zaman
da Cetta bu caddelerde şaşkınlık içinde, amaçsızca dolaşıyordu. At ara­
balarına öfkeyle korna çalan araç sürücülerine bakıyordu. Birbirinden
güzel elbiselerin sergilendiği vitrin camlarından yansıyan görüntüsünü
inceliyordu. Başını havaya kaldırıp dev binalarla gölgelenmiş gökyü­
züne, East River üzerinde bir mucize eseri gibi asılı duran Manhattan
Köprüsü’nün sudan çıkıp birbirine kenetlenmiş çelik kolonlarına, ke­
merlerine ve halatlarına şaşkınlıkla karışık bir hayranlıkla bakıyordu.
Bazen dar, karanlık, çöp ve çöp gibi kokan insanlarla tıka basa dolu
sokaklarda boğulduğunu hissediyordu. Ya da egzotik parfüm kokan
kadınların ve Küba yapımı purolar içen adamların dolaştığı geniş cad­
delerde kendinden geçiyordu. Ama nereye giderse gitsin her yer insan
kaynıyordu. Öyle ki aynı binada bile otursanız bir kez karşılaştığınız
insanla ikinci kez karşılaşmanız neredeyse mümkün olmuyordu. Her
yerde sayılamayacak kadar çok insan vardı. Şehrin insanlarından ufku
bile görmek imkânsızdı.
Kim bilir belki de bu yüzden -oğlunun bir an önce bu dünyaya
alışması için- Christmas’la yaptığı bu keşif gezilerinden birinde denizi
keşfetmek onun için neredeyse bir sürpriz olmuştu. Büyük bir adada
olduğunu, etraflarında deniz bulunduğunu ve kendisinin de bu deni­
zin ötesinden geldiğini bilmesi gerekiyordu. Ama bu kent ona denizi
çabucak unutturmuştu. Belki şehrin bitmek bilmeyen gürültüsü, belki
de her yere hâkim olan beton neden olmuştu buna ya da denizin bile
bu karınca sürüsü gibi kaynayan insan kalabalığı karşısında küçücük
kalması.
Bir dakika önce yan yana dizili evlerin önünden geçerken bir dakika
sonrasında kendini açık bir alanda, düzenli çiçek öbekleriyle bezen­
miş Battery Park’ın önünde buluvermişti, hemen sonrası ise denizdi.
Gürültülü kalabalığın arasından feribotları görmüştü. Kadın erkek
bir sürü insan bilet kuyruğundaydı. Tanıtım yazılarına bakınca de­
nizin ötesinde, Brooklyn’e dönüşmekte olan bu sonsuz gibi görünen
evlerin ötesinde eğlence adası vardı. Cetta birden kendini, nedenini
bile bilmeden Coney Island’a gitmek üzere girdiği bilet kuyruğunda

64
Luca Di Fulvio

buldu. Biletini aldı ve tıpkı rüzgâra kapılmış bir yaprak gibi, kalabalık
tarafından sürüklenerek rıhtıma geldi. O sırada kocaman bir feribot
onlara yaklaşıyordu. İnsanlar dev balinanın karnına girmek için itiş
kakış yürümeye başladığında Cetta dönüş yolunu - o penceresiz evin
ve her gece tanımadığı adamlara bedenini sattığı o genelevin yolunu-
bulamamaktan korktu ve elinde sımsıkı tuttuğu biletle insanların
arasından sıyrılıp kenara çekildi. Durduğu duvar dibinden feribotun
motorlarının yeniden çalışmasını ve arkasında bembeyaz köpükler
bırakarak rıhtımdan uzaklaşmasını izledi. Aynı anda bir diğer feribot
da rıhtıma doğru yaklaşıyordu. İki metal canavar sirenlerini çalarak
selâmlaştılar ve yeni bir insan dalgası rıhtıma yığılıp gelen feribotu
beklemeye başladı. Cetta kısa bir süre daha denize baktı. Rengi ne
yeşil ne de maviydi. Koyu petrol rengiydi ve kalın bir yağ tabakasıyla
kaplıydı. Cetta elinde sımsıkı tuttuğu bileti ve oğluyla birlikte hem
korku hem de heyecan içinde koşarak oradan uzaklaştı.
Ama o günden sonra tam bir hafta boyunca gelip okyanusu sey­
retmeye devam etti. Sanki onun hâlâ orada durduğunu, gerçekten var
olduğunu hatırlamak istiyordu. Battery Park’ta, herkesten uzak bir
banka oturuyor, hiç durmadan adaya gidip gelen ve günün birinde
evin yolunu bulmaktan korkmayıp içlerinden birine binme cesaretini
göstereceği feribotlara bakıyordu. Fahişelik yaparak kazandığı parayla
aldığı bileti bir elinde sımsıkı tutarak Christmas’ı bir dizinde sallıyor ve
gökyüzünde dolanan martıları izliyordu. Acaba gökdelenlerin tepesine
kadar çıkabiliyorlar mıydı? Ne görüyorlardı? Ve altlarında kaynayan
bu insan kalabalığı hakkında ne düşünüyorlardı?
Ertesi hafta, Sal ile birlikte geneleve doğru giderlerken Cetta adama,
“Coney Island’a hiç gittin mi?” diye sordu.
“Evet.”
Sal, her zaman olduğu gibi başka bir şey söylemedi.
Cetta bir süre önlerinde akıp giden yola baktı. Şehrin sürekli deği­
şen görüntüsü onu hayretlere düşürüyordu. Sanki görünmeyen sınırlar
vardı. Önce üstlerinden yoksulluk akan insanlarla dolu caddeler, yırtık
pırtık, solgun güneşlikleri olan dükkânlar ve sokakların çamuruyla
kirlenmiş vitrinler... Ama tüm bunlar aniden kayboluyor, yerini adeta
bambaşka bir dünyaya bırakıyordu. Saçları itinayla kesilmiş, ellerinde

65
Rüya Dağıtan Çocuk

sigara ya da puroları olan, koltukaltlarında spor köşesini okumak için


ikiye katladıkları gazeteleriyle gri takım elbiseli, kravatlı, yakaları ko­
lalı beyaz gömlekler içindeki adamlar... Arabaların hızla solladığı at
arabaları... Camlarında tek leke olmayan mağaza vitrinleri, rengârenk
ve şık güneşlikler, üzerlerinde şirket isimleri yazılmış gösterişli tabe­
lalar... Cetta bu şehrin hangi noktada değişmeye karar verdiğini, o
görünmez sınırın nerede başlayıp nerede bittiğini anlamakta güçlük
çekiyordu. Bildiği tek şey, belli bir noktaya geldiklerinde aniden sağ
tarafında, kuzeye doğru bir parıltının belirdiğiydi. Farkında olmadan
bu parıltıya dönüp bakıyor ve “Fisher & Sons - Bronze Povvders” tabe­
lasını görüyordu. Işık, vitrine yeni konmuş metal objelerden geliyordu;
altın rengi bir parıltı. Cetta başını çevirip yola baktığında arabanın
güneşliğinin ötesindeki şehir yeniden değişmiş oluyordu.
Gülerek, “Eğlenceli mi?” diye sordu.
“Neresi?”
“Coney Island.”
Bunları söylerken elini farkında olmadan içinde hâlâ feribot bi­
letini sakladığı çantasına -siyah deriden yapılmış, sahip olduğu ilk
çantasına- götürdü.
Sal o tok sesiyle, “Kişiye göre değişir,” dedi ve yeniden sessizliğine
gömüldü.
Cetta başını kaldırıp altından geçtikleri demiryolu köprüsüne baktı.
Trenin gürültüsü bir an için arabanın motor gürültüsünü ve çığlık çığlığa
bağırarak gazete satmaya çalışan küçük çocukların seslerini bastırdı.
Yaydığı titreşim ise masanın kenarında duran bir bardağın küçük bir
dokunuşla yere düşüp binlerce parçaya ayrılması gibi Cetta’nın içinde
bir şeyleri harekete geçirdi.
Çantasının sapını sımsıkı tuttu ve gözünü yoldan ayırmadan, “Bir
ölü kadar sıkıcısın, Sal!” diye bağırdı.
Araba ani bir frenle yolun ortasında durdu. Cetta başını torpido
kapağına çarptı. Arkalarındaki arabalardan korna sesleri yükseldi.
Sürücülerden biri yanlarından geçerken arabasının camını açıp bağıra
bağıra küfürler savurdu.

66
Luca Di Fulvio

Sal, Cetta’ya döndü; iri ve kara parmağını kızın suratına doğru


sallayarak, “Beni bir daha asla bir ölüye benzetme,” diye bağırdı.
“Uğursuzluk getirir.” Sonra arabayı çalıştırıp yeniden yola koyuldu.
Cetta nedenini bilmeden gözlerinin yaşlarla dolduğunu fark etti.
Ağlamamaya çalışarak dudaklarım ısırdı. Genelevin kapısına gelir gel­
mez koşarak arabadan indi. Ne dönüp Sal ile vedalaştı ne de Broadway
ile Altıncı Cadde arasındaki sokaktan gelen -burada en az on piyanist
günün popüler parçalarını çalıyordu- müzik seslerine kulak verdi.
Sal, arabadan indi.
“Hey!”
Cetta, bir ayağı ilk basamaktayken dönüp adama baktı.
“Buraya gel.”
Cetta, titreyen dudaklarına engel olamadan isteksizce geri döndü.
Madam -tü m fahişeler genelevj yöneten kadına böyle hitap ediyordu-
ona ne olursa olsun hiçbir zaman Sal’e karşı gelmemesini tembihlemişti.
“On altı yaşındasın, değil mi?”
Cetta, olası bir polis baskınında söylemesini emrettikleri gibi,
“Yirmi bir yaşındayım ama küçük gösteriyorum,” diye cevap verdi.
Sal’in onu bir sınavdan geçirdiğini düşünüyordu.
“Şu an yalnızız.”
Cetta övünerek, “Evet,” dedi. “On altı yaşındayım.”
Sal başını sallayarak uzun bir süre Cetta’ya baktı.
Sonunda, “Yarın sabah on birde gelip seni alacağım,” dedi. “Ha­
zırlanıp beni bekle. Ufaklığı da Tonia ile Vito’ya bırak.”
Sonra dönüp arabaya bindi ve hızla kapıyı kapadı.
Cetta da dönüp koşarak binaya girdi. Sal arkasından bakıyordu.
Küçücük bir çocuk, diye geçirdi içinden.
Sonra arabayı çalıştırdı ve zamanının büyük bir bölümünü geçir­
diği küçük restorana, Moe’nun Yeri’ne yöneldi. Burada yine kendisi
gibi kabadayılarla lokantanın dip tarafındaki ayrı bir bölümde oturur,
şehirde olan biteni konuşurdu. Kim ölmüş, kim kalmış, kim gelmiş,
kim gitmiş, kimler hâlâ dost, kimler her an düşman olabilir...
Cetta geneleve gündelik kıyafetiyle girdi, terzinin odasına çıktı,
soyundu ve göğüslerini kaldırıp meme uçlarını açıkta bırakan büsti-

67
Rüya Dağıtan Çocuk

yeri giydi. Jartiyerlerini taktı, önce o çok sevdiği yeşil ayakkabıları,


sonra da yine en çok tercih ettiği, altın rengi pullarla işlenmiş koyu
mavi elbiseyi giydi. Ayağa kalktığında sol bacağında bir karıncalanma
hissetti. İster istemez, annesinin aylarca iple bağladığı omzunu aşağı
indirerek topalladı. Olayın üzerinden henüz dört sene geçmiş olmasına
rağmen ona bir asır geçmiş gibi geliyordu.
Cetta bacağına bir yumruk attı.
Fahişelerin kıyafetlerini diken tombul kadın, “Ne yapıyorsun?”
diye sordu.
Cetta kadına ne cevap verdi ne de dönüp baktı. Terzi kadın -
genelevde herkes onu böyle çağırırdı- sakınılması gereken biriydi.
İçlerinde ona güvenen tek bir kız yoktu. Yılan gibi diliyle insanı her
an sokacakmış gibi bakan bir kadındı.
Cetta kımıldamadan bacağındaki uyuşukluğun geçmesini bekledi.
Sonra aynadaki görüntüsüne bakarak gülümsedi. Amerika, söylendiği
gibi büyülü bir ülkeydi. Bacağı neredeyse iyileşmişti. Artık bu uyuşmalar
çok nadir oluyordu ve daha kısa bir sürede geçiyordu. Bu yüzden kimse
topalladığını fark etmiyordu. Cetta eline geçen ilk parayla -herkesin
onu tanıdığı Aşağı Doğu Yakası’nda olmayan- bir ayakkabıcıya gitmiş
ve sol ayağının altına yarım parmak yüksekliğinde bir taban yaptır­
mıştı, sadece sol ayağına. Böylece iki ayağı eşit olmuştu.
Salona -koltuk ve divanlarla donatılmış, tüm kızların toplanıp
müşteri bekledikleri büyük odaya- girdiğinde Cetta keyfi yerindey­
miş gibi diğer kızlara gülümseyerek selam verdi ve gidip koltuklardan
birine bacaklarını ortaya çıkaracak şekilde oturdu.
İki kız, uzun boylu ve sarışın Alman Frieda ve soylu bir Avrupalı
aileden geldiği söyleyen Kontes Sadie aralarında kıkırdaşıyorlardı. “Ee?
Nasıl geçti?” diye sordu Frieda. Kontes gözlerini kapadı ve derin bir iç
çekti. İkisi gülmeye başladılar. Sonra Cetta’nın kendilerine baktığını
gördüler.
“Neler kaçırdığını bilmiyorsun,” dedi Kontes.
“Yoksa hâlâ senin tadına bakmadı mı?” diye sordu Frieda şaşkın­
lıkla. Sonra bir elini göğsünün üstüne koyup şaşırmış gibi ağzını açtı.
“Sal ile beraberken hiçbir şeyi kaçırmazsın” dedi Çaçaron Jennie.
Çok konuştuğu için ona bu lakabı takmışlardı.
Luca Di Fulvio

Madam, saç tokasından kaçmış bir bukleyi düzeltirken, “Ağzında


bir zencinin koca aleti olsa da saçma sapan konuşmadan duramazsın,
değil mi, Çaçaron? Bu yüzden bir gün başın fena halde belaya girecek.”
Bütün kızlar gülmeye başladılar.
Jennie kendini savunmaya çalışarak, “Sadece demek istemiştim
ki...” diye başladı. “Aman, her ne boksa! Hepiniz biliyorsunuz ne de­
mek istediğimi.”
“Her ne boksa!” diye tekrarladı Kontes.
Bu kez kızlar daha da çok güldüler.
Madam, “Sözlerine dikkat etmeye çalış,” diye uyarınca Jennie’nin
suratı asıldı ama sonra o da kızlarla birlikte kahkaha atmaya başladı.
Cetta kızların neden güldüklerini anlamıyordu. O da gülümse­
meye çalıştı. Ancak kızardığının farkındaydı. Hiç kimsenin ilgisini
çekmemiş olmayı diledi. KızlaT sürekli Sal’den söz ediyorlardı, ama
hep üstü kapalı olarak. En azından Cetta için öyleydi. Cetta anlamaya
çalışıyordu; böylesine çirkin ve kaba bir adama tüm kızlar nasıl âşık
olmuşlardı? Kızlardan kendisine bu konuda bir şey anlatmalarını is­
tediği zamansa hep aynı cevabı alıyordu.
“Önce onunla yatmalısın, sonra ne demek istediğimizi anlarsın.”
Ancak Cetta’nın merakı bir türlü geçmiyordu. Seks onu hiç ilgilen­
dirmiyordu. Evet, fahişelik yapıyordu ama bu başka bir şeydi.
Cetta’nın özendiği tek şey, diğer kızlarla birlikte uyumaktı. Çünkü
genelevde kalan kızlar, onun hiçbiriyle olamadığı derecede birbirlerine
yakınlardı. Gece uyumadan önce ve sabah uyandıklarında hiçbiri fahişe
değil, hepsi sadece birer genç kızdı. Birbirleriyle sıkı arkadaşlıklar kuran
sıradan genç kızlar. Oysa Cetta’nın hiç arkadaşı yoktu. Tek arkadaşı
Tonia ve Vito Fraina ailesiydi. Ama onun bir de oğlu vardı; Christmas.
Sıkıldığı zaman avunduğu biricik oğlu. Diğer kızlar ise hiçbir zaman
bir evlada sahip olamayacaklardı. Adım dahi bilmedikleri bir doktor
gelip onların evlatlarım rahimlerinden söküp alıyordu.
Erkekler ise Cetta’yı hiç ilgilendirmiyordu. Onları yapılması gereken
bir iş gibi, hiçbir şey hissetmeden ağırlıyordu.
Madam onu müşterilere gösterip, “Küçücük bir kız,” diye takdim
ediyordu. O zaman adamların gözleri ışıldıyordu. Ona çikolatalar alı­

69
Rüya Dağıtan Çocuk

yor ve tıpkı küçük torunlarına yaptıkları gibi onu dizlerinin üzerine


oturtuyor, kucaklarına yatırıyorlardı. Eteğini yukarı doğru sıyırıyor
ve poposuna şaplak atıyorlardı. Çoğu yaptığı işin kötü bir iş olduğunu
ve bunu bir daha yapmamasını söylüyordu. Birçoğu da ona fahişeliği
bırakacağına dair söz verdiriyor, sonra da aletini çıkarıp çikolatalı
ağzına sokuyordu.
Madam bazı müşterilere ise, “Tam bir fahişe,” diyordu onun için.
O zaman adamlar tek kelime etmeden onu odaya sokuyor, hemen so­
yuyorlardı. Cetta yüzükoyun atıldığı yatakta onların çıplak kalçalarına
sürtünerek hazırlanmalarını bekliyordu. Kimisi krem kullanırdı. Her
odadaki çekmecelerden birinde devamlı krem bulunurdu. Ama bu tip
müşterilerin çoğu önce çıplak kıçına tükürür, tükürüğünü parmağıyla
yayar sonra da içine girerdi.
Madam’ın Cetta için, “Çok hassas bir kız,” dediği de oluyordu. O
zaman onunla sevişen erkekler işleri bittikten sonra ağlamaya başlıyor,
onun ruhunu incittikleri, birkaç dakikalık zevk uğruna onu lekeledikleri
için özür diliyorlardı. Ya da Cetta’nın göğsüne yatıp bir zamanlar tıpkı
onun gibi genç ve uysal olan eşlerinden söz ediyorlardı. Bazıları ise
karanlıkta sevişmek istiyor, Cetta’nm kulaklarına kendisi için bir şey
ifade etmeyen ama o adamların hayatlarında iz bırakmış olabilecek
kadınların isimlerini fısıldıyorlardı.
Madam kimisine de, “Senin kölen o,” diyordu. Sonra da alçak sesle
ekliyordu: “Ancak sakın zarar vereyim deme!” O zaman onu yatağa
bağlıyorlardı. Bir bıçağın ucunu göğüs aralarında, çıplak kalçaların­
dan dolaştırıyor, göğüs uçlarını mandallarla sıkıştırıyor, ona emirler
veriyor, ayakkabılarını yalatıyorlardı.
Madam’ın bazı müşterilere ise, “Korkarım seni cezalandırması
gerekecek,” dediği oluyordu. O zaman Cetta onları yatağa bağlıyordu.
Bir bıçağın ucunu göğüslerinde, testislerinde dolaştırıyor, meme uç­
larını mandallarla sıkıştırıyor, onlara emirler veriyor, ayakkabılarını
yalatıyor ve topuklarını ağızlarına sokuyordu.
Madam, müşterilerin isteklerini önceden sezebiliyordu ve Cetta,
Madam ne istiyorsa ona dönüşüyordu. Çünkü bir fahişeydi. Ancak
geneleve gelmeden önce bunları hiç düşünmüyordu ve Sal onu alıp

70
Luca Di Fulvio

eve götürürken o gün yaşadığı her şeyi unutuyordu. Çünkü Cetta’nın


içinde her şeyden uzak tuttuğu bir dünya vardı.
Hiçbir şeyin nedenini sormuyordu. Annesi onu sakat bıraktığında
nedenini sormamıştı. Ne ona tecavüz eden tahta bacaklı adama ne de
Amerika yolculuğunun bedelini tüm yol boyunca ona tecavüz ederek
ödeten kaptana, “Neden?” diye sormuştu. Hiçbir şeyin nedeni onu
ilgilendirmiyordu. Ona göre, ne olması gerekiyorsa oluyordu. Buna
rağmen hiç kimse ya da hiçbir şey ona boyun eğdiremezdi. Kısacası,
o kimsenin malı değildi.
Ertesi sabah saat tam on birde Sal, ufak tefek birkaç malını kaldırıma
sermiş seyyar satıcıyı öfkeli bir sesle azarlayarak alelacele toplanmaya
zorladı ve arabasını kaldırıma yanaştırdı. Merdivenlere oturmuş, Sal’i
bekleyen Cetta, panik içinde toplanan satıcının yanından geçerken ona
gülümsedi ve bir elini omzuna koydu. Sonra arabaya bindi. Sal, seyyar
satıcının ayakkabı bağcıkları sattığı karton kutuyu çiğneyerek yola çıktı.
Cetta dönüp arkasına baktı. Zavallı satıcı donuk gözlerle ezilmiş
karton tezgâhına bakıyordu.
“Bunu neden yaptın?”
“Çünkü ona gülümsedin.”
“Kıskandın mı?”
“Saçmalama.”
“E, neden öyleyse?”
“Çünkü ona gülümsedin.”
“Anlamıyorum, ben...”
“Ben onu kaldırımdan kaldırdığım zaman sen ona gülümsersen,
ona hak vermiş olursun. Ve tabii bunu benim gözümün önünde yap­
tığın için aynı zamanda bana da haksız olduğumu söylemiş olursun.
O veya başka bir serseri, günün birinde bunu doğruca benim yüzüme
söyleyebilme cesaretini elde etmiş olur böylece. İşte bu yüzden ben de
hepsinin kafasına patronun ben olduğumu bir kez daha sokmuş oldum.”
Cetta birkaç dakika sesini çıkarmadan oturdu, sonra bir kahkaha
patlattı.
“Sal, senin bu kadar uzun konuşabileceğini hayal bile edemezdim.”

71
Rüya Dağıtan Çocuk

Sal gözünü yoldan ayırmadan arabayı sürmeye devam etti. Ancak


geneleve gitmiyorlardı.
“Nereye gidiyoruz, Sal?”
“Coney Island’a.”
Sal arabayı rıhtıma park etti. Cebinden, Cetta’nın deri çantasında
sakladığı biletin aynısından iki tane çıkardı. Arabadan inerken, “Hadi,
acele et,” dedi Cetta’ya. “Feribot senin keyfini beklemez.”
Sonra Cetta’yı kolundan tutup arabadan indirdi ve peşinden iske­
leye doğru sürükledi. Sırada bekleyen insanları iteleyerek aralarından
geçtiler. Kendisine engel olmaya kalkışan görevlilerden birine ters bir
bakış attı ve demir balinanın karnına doğru yürüdü.
Hareket eden feribotun düdüğü öttüğünde Cetta, uykudan uya-
nırcasma yerinden sıçradı ve tıpkı fahişe kıyafetlerini giydiği o ilk gün
olduğu gibi sevinçten ağlamamak için dudaklarını ısırdı.
Ama feribot rıhtımdan uzaklaşmaya başladığında Cetta da yeniden
gerçek dünyadan uzaklaşmıştı. Hiçbir şey düşünmüyor, hiçbir şey gör­
müyordu. Pruvadaki korkuluklara sımsıkı tutunmuş, köpükler saçarak
ikiye ayrılan denizi izliyordu. Korkulukları o kadar sıkı kavramıştı
ki bu titreyen demirin üstünde kalmak istemesine rağmen rüzgârın
onu savurup bir martı gibi uçurmasından korkuyordu. Bu gezi, hayatı
boyunca aldığı ilk hediyeydi, buna rağmen aklına Sal gelmiyordu. Ona
minnettarlık duymayı bile akıl edemiyordu. Orada öylece duruyor, gür
ve siyah saçlarını dağıtan rüzgârın keyfini çıkararak gülümsüyordu.
Sonra bir an için, Manhattan’m sonsuza dek kaybolmasından korkarak
dönüp geriye baktı. Ancak hemen sonra sol tarafında uzanan Brooklyn
kıyılarına ve önündeki açık denize daldı. Ve aniden güldü. Kimsenin
onu duymamasını umarak güldü çünkü o anki neşesini sadece kendi
içinde yaşamak istiyordu. Belki tür cimrilikten, belki o neşeyi kay­
betme korkusundan.
Ve sonunda Coney Island’a geldiler.
Sal, teneke kutulardan oluşan bir yığına atması için Cetta’ya üç tane
buruşturulmuş bez uzatarak, “Fırlat,” dedi. Onu Korku Tüneli’ne giren
arabalardan birine doğru itekleyerek binmesini söyledi. Üstünde “Aşk
Tüneli” yazan bir kapıdan uzaklaştırırken de, “Karanlıkta öpüşmek
için yapılmış bir saçmalık,” dedi. Ardından kocaman bir pamuk şekeri

72
Luca Di Fulvio

Cetta’ya uzatıp, “Ye,” dedi. Yaklaşık bir saat sonra da kıza, “Eğlendin
mi?” diye sordu.
Cetta sarhoş gibiydi. Bir ambarda kapalı olmak yerine feribotun
pruvasında, korkuluklara sarılarak açık havada yaptığı gezi, uzayıp
giden geniş sahil, deniz kenarındaki ve müzik sesleri yükselen res­
toranlardaki insanlar. Plajlar, renkli tramvaylar, deniz kenarındaki
mekânların bahçelerine kurulmuş orkestraların çaldığı şarkılar, mayo
satan mağazalar ve lunaparkın girişi. Bir elinde Sal’in atış oyunun­
dan kazandığı bez ayı. Ceplerinde karamelli şekerler, lolipoplar, çubuk
şekerler...
Sal, “Hey, eğlendin mi?” diye sordu yeniden.
Cetta sersemlemiş gibi ona baktı, sonra bakışlarını çevirdi ve ses­
sizce lunapark trenini işaret etti.
Sal birkaç saniye durdu. Sopra Cetta’yı kolundan tutup bilet gişe­
sine götürdü, bir bilet aldı ve kıza uzattı. Biletin üstünde “Dünyanın
en yükseğe çıkan treni” yazıyordu. Hızla inip çıkan trendeki insanlar
çığlık çığlığa bağırıyorlardı.
“Tek başıma korkarım.”
Sal başını kaldırıp trene baktı. Önündeki lamba direğine öfkeyle
bir tekme savurdu. Sonra geri dönüp bilet gişesine doğru yürüdü, sı­
radaki çiftin önüne geçti ve kendine de bir bilet aldı. Sonra trenin
yanına dönüp Cetta’nın yanına oturdu.
Tren yukarı doğru yükselirken Cetta gülüyordu. Ancak tam tepeye
çıkıp aşağı doğru hızlanarak inmeye başladığında bindiğine pişman
oldu. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı, soluğunun kesildiğini hissetti.
Sal’in koluna yapıştı ve avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Sal ise
kımıldamadan oturuyor, adeta nefes bile almıyordu. Sadece şapkası
uçmasın diye bir elini başına koydu.
Trenden indiklerinde Sal, Cetta’ya, “Kulaklarımı sağır ettin, aptal,”
dedi sadece. Oysa Cetta, Sal’in yüzünün bembeyaz olduğunu çoktan
fark etmişti.
Sonra Sal, “Hadi artık gidelim,” dedi ve tek kelime daha etmedi.
Hatta dönüş yolunda Cetta’mn tir tir titrediğini görmesine rağmen
ne konuştu ne de ceketini çıkarıp kızın omuzlarına koydu. Arabaya

73
Rüya Dağıtan Çocuk

bindikten sonra Sal, M anhattan’ı geçip East River’a doğru gitmeye


başladı. Brooklyn’den sonra Bensonhurst’e vardılar ve Sal, her iki ya­
nında sık ağaçlar olan bir caddeye saptı. Burası Aşağı Doğu Yakası’ndan
çok farklıydı. Evler ya bir ya da iki katlıydı ve Cetta kendini apayrı bir
ülkeye gelmiş gibi hissetti.
Sal, Cetta’yı arabadan indirdi ve kolundan tutarak o evlerden birine
soktu. İkinci kata çıktılar. Sal cebinden anahtarları çıkarıp kapıyı açtı.
“Burası benim evim.”
Cetta’yı kahverengi bir divana oturttu. Ceketini çıkardı, silahım
kılıfıyla birlikte çıkarıp masanın üstüne koydu. Gömleğinin kollarını
sıyırırken Cetta’ya, “Donunu çıkar,” dedi.
Cetta çamaşırını çıkardı ve bacaklarının arasından kaydırıp yere
bıraktı. Sonra elini uzatıp Sal’in aletini okşamak istedi.
“Hayır,” dedi Sal. Cetta’nm önünde diz çöktü, kızın bacaklarını
açıp eteğini yukarı doğru çekti. Sonra başını kızın bacak arasındaki
tüylere bastırdı. Kokladı.
“Baharat,” diye mırıldandı başını kaldırmadan. Sesinin titreşimleri
kızın bacak arasındaki dudaklarına çarpınca Cetta garip bir şekilde
gıdıklandı. Sal, o eğri boksör burnuyla daireler çizerek kızın bacak
arasım koklamaya devam etti.
Cetta gözlerinin kapalı olduğunu fark etti.
“Yabani ve nemli bir şey... Güneşin ısıttığı... ama kurulamadığı...”
Cetta bir müşterisiyle beraberken asla gözlerini kapamazdı. Hatta
karanlıkta, onu kimsenin göremeyeceği anlarda bile... Nedenini bil­
miyordu ama içinden gözlerini kapamak gelmiyordu.
Sal, kızın tüylerini burnuyla aralarken, “Evet... Biberiye ve yabani
biber...” diye mırıldandı.
Ama şimdi Cetta gözlerini açık tutamıyordu. Sal’in sıcak ve tok
sesi, bir mağaranın duvarında yankılanır gibi bacaklarının arasında
dolaşıyordu. Titreşimler onu uyarıyor, karnında kasılmalar yaratıyordu
ve Cetta o sesin kulaklarına gelmeden önce tüm bedenine işlemesini
dinliyordu.
“Yabani otlar... yosunlar...” Sal burnunu kızın tüylerinin arasına
bastırarak etine değdi. “Nemli toprakta...”

74
Luca Di Fulvio

Cetta gözlerini sımsıkı kapadı ve nefesini tuttu. Dudakları aralıktı


ama nefes almıyor gibiydi.
“Ve toprağın altında...”
Cetta, Sal’in dediği gibi bacak arasının ıslandığını hissetti. Bu
sırada Sal burnunu geri çekmişti.
“Bal tadı alıyorum...”
Cetta, Sal’in dilinin, önce karnında doğan ve şimdi de dışarı çık­
mak için bir yol arayan o balı arar gibi yavaşça içine girdiğini hissetti.
Sal, Cetta’nın tüm bedenini titreten sesiyle konuşmaya devam
ediyordu.
“Kestane balı... Koyu ve acı... Ama yine de tatlı...”
Cetta nefessiz kalmıştı. Karnında dalga dalga yanan ateşin ritmine
göre ağzını kapatıp açıyordu. Kollarını iki yana açmıştı, parmakları
da ağzıyla birlikte açılıp kapanıyordu. Sal’in içini titreten ve gittikçe
daha derinlere inen sesini dinliyordu.
“Ve o balın içinde...” Sal’in dili kızın bacak arasında aşağı yukarı
gidip geliyordu. “Körpe bir tomurcuk... Yumuşacık... Şekerli... Badem
ezmesi gibi...”
Cetta derin bir iç çekişten sonra, “Hayır...” dedi. Neden böyle bir
şey söylediğini bilmiyordu, ona tecavüz ederlerken hiçbir zaman böyle
bir şey yapmamıştı. Sal’in duymasına engel olmak için daha alçak bir
sesle, “Hayır...” diye inledi yeniden. Sonra bilmediği, canını yakmayan
bir hisle, yapışkan bir sıvının içinden doğup tüylerinin arasına aktığı
hissiyle yeniden, “Hayır...” dedi.
Sal, dilinin ucunu yuvarlayarak ve yayarak devam ediyordu.
“Solgun bir tomurcuk...” Adeta Cetta’ya sahip olduğunu bilmediği
şeyi göstermek, ona hiç tatmadığı bir hazzı öğretmek istiyordu.
"... Karanlık bir kabuğun içine gizlenmiş solgun bir tomurcuk...
Tıpkı bir istiridye ve içindeki incisi gibi...”
Sal, tatmin olmuş bir halde, başım ve dilini Cetta’nın bacaklarının
arasında daha çok bastırdı ve öpüşlerinin ritmini hızlandırdı.
“Evet... Böyle... İşte böyle...”

75
Rüya Dağıtan Çocuk

Cetta’nın kolları Sal’in iri ve güçlü başına dolandı, parmakları


saçlarının içinde gezinmeye başladı. Sonra Sal’in saçlarını kavrayarak
başım nefes alamayacağı kadar bacaklarının arasına bastırdı.
“İşte... Şimdi onu hissediyorum. Tuz... Balın içindeki tuz... Hadi
küçük kız, gel artık... Gel...”
Cetta, Sal’in o tok sesiyle söylediği gibi tuzun, midesine kramplar
sokup nefesini kesecek bir şiddetle bacaklarının arasından güçlü bir
şekilde fışkırdığını hissettiği zaman gözlerini açtı. Bir yandan inler­
ken etinde duyduğu bu zevkli acıya ancak bağırarak dayanabileceğini
biliyordu.
“Sal!” diye bağırdı teslim olmuş bir halde.
Sal başını kaldırdı ve ona baktı. Gülümsüyordu.
Cetta o zaman ilk kez onun bembeyaz dişlerini gördü; çirkin yü­
zünün aksine inci gibi bembeyaz dişlerini.
Sal’in diliyle yarattığı baş dönmesinin etkisinden henüz kurtu­
lamamış bir halde ellerini onun pantolonuna götürüp düğmelerini
açmaya çalıştı.
Sal kızın ellerini tutarak onu kendisinden uzaklaştırdı.
“Sana ‘hayır’ dedim.”
Cetta, Sal’in pırıl pırıl parlayan dudaklarına baktı. Divana sırtüstü
yattı, eteğini yukarı çekti, bacaklarını açtı ve gözlerini kapayıp fısıldadı:
“Benimle bir kez daha konuş, Sal.”

76
11

Manhattan, 1910-1911

Cetta, neşeyle bakan gözlerle, “Şimdi biz nişanlandık, öyle mi? diye
sordu.
Karşısında, kafasında yüzünün neredeyse tümünü örten bir şap­
kayla küçük Christmas oturuyordu.
Cetta, Sal’in o tok sesini taklit etmek için kendi sesini biraz ka­
lınlaştırmaya çalışarak cevap verdi.
“Elbette, küçük kız. Şu andan itibaren artık fahişelik yapmaya­
caksın. Her şeyinle bana ait olmanı istiyorum.”
Cetta yine kendi sesiyle, “Gerçekten mi?” diye sordu. Sonra Sal’in
kara ellerine benzemesi için sobanın kurumuyla sıvadığı Christmas’m
minicik ellerini tuttu ve yine sesini kalınlaştırarak, “İstediğin her şey
üzerine yemin edebilirim,” diye cevap verdi kendi kendine.
Christmas dudaklarını büktü ve ağlamaya başladı. Tonia ve Vito
endişeli yüzleriyle odaya girdiler. Cetta hemen çocuğun başındaki
şapkayı çıkardı ve oğlunu kucağına alıp sallayarak susturmaya çalıştı.
Tonia, “Ne oldu onun ellerine?” diye sordu.
“Hiçbir şey... Külle oynamış olmalı.”
Vito, “Ah, işte şapkam,” diye bağırdı. “Sabahtan beri onu arıyordum.”
Cetta, “Yatağın altına düşmüştü,” diye yalan söyledi.
Vito şapkayı alıp kafasına geçirirken, “Dışarısı buz gibi, insanın
götü donuyor,” dedi.

77
Rüya Dağıtan Çocuk

Tonia, “Çocuğun yanında doğru konuş,” diye homurdandı. “Ne biçim


konuşmak bu!” Sonra Cetta’ya dönerek, “Ver bana,” dedi ve Christmas’ı
kucağına aldı. Küçük mutfağa doğru gitti ve oğlanın minik ellerini
lavaboda yıkamaya başladı.
“Ne kötü bir çocuksun sen... Tıpkı Sal amcan gibi.”
Cetta kıpkırmızı oldu, gülümsedi. İnanmasa da oynadığı oyun
hoşuna gidiyordu.
Tonia, kucağında neşeli kahkahalar atan Christmas’ın ellerini
kurularken, “Hazırlan artık, Cetta,” dedi. “Sal birazdan gelir.” Sonra
dönüp yatağın içinde büzülmüş yatan kocasına baktı.
“Sen de çıkar o kafandaki şapkayı.”
“Üşüyorum.”
“Yatakta şapka ölüm getirir.”
“Yatakta değil, kafamda.”
“Kafan da yatağın içinde. Çıkar onu diyorum.”
Yaşlı adam anlaşılmaz bir şeyler homurdanıp yataktan çıktı. Gidip
masaya, karısının karşısına oturdu ve meydan okurcasına şapkayı
başına iyice geçirdi.
Cetta üstünü değiştirirken bir yandan da ihtiyarları gülümseyerek
izliyordu.
Christmas da annesine bakıp güldü. Sonra Vito’ya döndü ve ba­
şındaki şapkayı çekiştirmeye çalıştı. “Dede,” dedi.
Aniden Vito’nun yüzü kıpkırmızı oldu. Gözlerine yaşlar doldu.
Karısına, “Uzat bana,” dedi ve Christmas’ı kucağına alıp sımsıkı sarıldı.
O sırada bir arabanın korna sesi duyuldu. Cetta yerinden fırladı.
“Sal geldi,” dedi.
Ancak ne Vito ne de Tonia onu duydu. Tonia bir elini masanın
üzerinden uzatıp kocasının elini tutmuştu ve ikisi de diğer elleriyle
Christmas’ın yumuşak, açık renkli saçlarını okşuyordu.
Cetta binadan çıktığında Sal hâlâ sabırsızca korna çalıyordu. Kız
arabaya biner bitmez, “Affedersin,” dedi ve yola çıktılar.
Bu yoksul mahallede bile herkes yaklaşan Noel için hazırlıklar yap­
maya başlamıştı. Seyyar satıcılar mallarına yeni çeşitler eklemişlerdi,

78
Luca Di Fulvio

üstleri başlan tutkal içinde kalmış çocuklar duvarlara ucuz yılbaşı


eğlencesi ilanları yapıştırıyorlardı.
Cetta, ileri bakmaya devam ederek bir elini uzatıp Sal’in bacağı­
nın üstüne koydu. Sal, yüzünde en ufak bir oynama olmadan arabayı
sürmeye devam ediyordu. Cetta gülümsedi. Sonra elini Sal’in koluna,
omzuna ve saçlarının arasına doğru çıkardı. Birkaç dakika parmaklarını
Sal’in saçlarında dolaştırdı. Sonunda genelevin yakınına geldiklerinde
toparlandı.
Genelevin kapısında durduklarında Cetta arabadan inmeden önce
Sal’e doğru uzandı. Ancak Sal çoktan kendi kapısını açıp araçtan inmişti.
Birlikte merdivenleri çıkıp eve girdiler. Kızlar geldiklerini görmüşlerdi.
Sal hiçbirine dönüp bakmadı. Cetta’yı kolundan tutup odalardan bi­
rine soktu. Kızı yatağa itti, eteğini yukarı çekti, külotunu çıkardı ve
bacaklarının arasına doğru eğildi. Hızlı, tek kelime edilmeyen, ön
hazırlıksız ama Cetta’yı soluksuz bırakan bir zevk anıydı; yoğun, adeta
hayvanca ama zevkli.
Cetta hâlâ inlerken Sal çoktan ayağa kalkmış, giyiniyordu.
“Bana Kontes’i çağır,” dedi. “Farklı bir tat denemek istiyorum.”
Cetta şaşırmış bir halde Sal’e baktı. Ne yapacağını bilmiyordu.
Külotunu sımsıkı elinde tutuyor, karnında hâlâ az önceki kasılma­
ların uyuşukluğunu hissediyordu. Bacaklarındaki titremeyse henüz
geçmemişti.
Sal kapıya açtı ve Cetta’ya çıkması için başıyla işaret etti.
“Aklına saçma sapan düşünceler sokma. Aramızda özel hiçbir şey
yok. Ben bunu hepinizle yapıyorum.”
Cetta güçlükle yataktan kalktı. Elinde külotu, bacaklarının ara­
sındaki ıslaklığın rahatsızlığı ile odadan çıktı.
Sal arkasından kapıyı kapamadan önce, “Kontes’i göndermeyi
unutma,” diye seslendi.
Cetta ilk müşterisiyle yatağa girdiğinde hâlâ ıslaktı. Sonra yavaş
yavaş toparlandı, gidip temizlendi ve her şey günlük haline döndü.
Gecenin ilerlemiş bir saatinde eve dönerken Sal’e, “Eve tek başıma
gidip gelebilir miyim?” diye sordu.
“Hayır.”

79
Rüya Dağıtan Çocuk

Ve o günden sonra Sal ona bir daha elini sürmedi. Daha önce olduğu
gibi, Cetta’yı her sabah gidip evden alıyor, gece yarısı işi bitince de alıp
eve geri götürüyordu. Yine eskisi gibi olabildiğince az konuşuyordu.
Ama onun tadına bakm aya hiç yeltenmiyordu. Cetta da artık ona
dokunmak için elini uzatmıyor, arabada başını omzuna yaslamıyordu.
Hatta Christmas’ın ellerini karaya boyayıp Sal ile nişanlanma oyu­
nunu oynamıyor, bunun hayalini bile kurmuyordu. Aklına ilk geldiği
an, Coney Island’a gitmek için aldığı ve çantasında bir mücevher gibi
sakladığı bileti de evdeki sobada yaktı.
Noel’den iki gün önce seyyar satıcıların birinden Tonia için mer­
can bir kolye, Vito içinse yün bir şapka aldı. Daha sonra Elli Yedinci
Cadde ile Park Bulvarı’nm birleştiği köşede bulunan çocuk mağazasına
gitti ve uzun uzun vitrine baktı. Satılan her şey ateş pahasıydı. Bir
süre, şık giyimli zengin kadınların ellerindeki paketlerle mağazadan
çıkışlarını izledi. Sonra, fiyatı neredeyse Aşağı Doğu Yakası’ndaki bir
dairenin bir yıllık kirası kadar olan şık bir beşiğin hemen önünde,
Amerikan bayrağı renklerinde ve üzerinde yıldızlar olan bir çift yün
bebek patiği gördü. Çantasını açıp yeterince parası olup olmadığına
baktı ve mağazaya girdi.
Zenginlerin alışveriş yaptığı bir mağazadan içeri ilk kez adımını
atıyordu. Mis gibi bir koku çarptı burnuna.
Elli yaşlarında, koyu renk takım elbise giymiş, köstekli saatinin
kalın altın zinciriyle oynayan bir adam, “Üzgünüm ama doluyuz,” diye
seslendi.
“Efendim?”
Adam bıyıklarının ucunu kıvırdı.
“Doluyuz,” diye tekrarladı. “Elemana ihtiyacımız yok.”
Cetta kıpkırmızı kesildi, mağazadan çıkmak için geri döndü. Fakat
hemen sonra vazgeçti.
Adama dönüp, “Bir hediye almak istiyorum,” dedi. “Müşteriyim.”
Adam bir kaşını kaldırıp Cetta’yı süzdü. Sonra tezgâhtar kızlardan
birine, onunla ilgilenmesi için bir işaret yaptı ve Cetta’ya tek kelime
etmeden uzaklaştı.

80
Luca Di Fulvio

Tezgâhtar kız patikleri uzattığında Cetta uzun süre onları elinde


tutup okşadı. Hayatında bunlar kadar yumuşak bir şey görmemişti.
“Bunları alıyorum,” dedi. “Güzel bir hediye paketi yapar mısınız?
Şöyle kocaman kurdeleli bir şey olsun.”
Ve gururlu bir ifadeyle çantasından parasını çıkardı.
Sonra elindeki şık el işi örtüyü büyük bir saygıyla bükülerek zengin
bir hanımefendiye gösteren mağaza sahibinin yanına yaklaştı.
Adam ve şık kadın onun varlığını hissedince beraber dönüp Cetta’ya
baktılar. Cetta ikisine de kibarca gülümseyerek, “Benim zaten bir işim
var,” dedi. “Fahişelik yapıyorum.”
Sonra elindeki güzel paketle mağazadan çıktı.

Eve geldiğinde Tonia’yı telaş içinde buldu.


Yaşlı kadın, “Sadece üç sandalyemiz var,” dedi. “Ama bu sene dört
kişi olacağız.”
Cetta bir şey anlamamıştı.
“Dört kişi mi?”
Vito araya girdi.
“Sal her Noel arifesinde bizimle yemek yer. Bu yüzden hep üç
sandalyemiz oldu. İkisi bizim, üçüncüsü Sal için.”
Tonia üzgün bir sesle, “Bayan Santacroce’nin de bize bir sandalye
ödünç verecek hali yoktur herhalde,” dedi.
Cetta ihtiyarlara gülümsedi.
“Merak etmeyin. Ben bir tane bulurum.”
Odasına girdi, hediyeleri yatağının altına sakladı ve sonra dışarı
çıktı.
Mahallenin sokaklarında dolaşırken ihtiyarların neden bu kadar
telaşlandıklarını anlamaya çalışıyordu. Ancak kısa bir süre sonra aynı
telaş onu da sarmaya başladı. Sal ile birlikte yemek yeme düşüncesi
bacaklarının titremesine neden olmuştu. Ona bir hediye almadığını
düşündü. Acaba Sal kendisine hediye almış mıydı? Cetta birkaç sa­
niye, Sal’in kendine özgü kaba hareketleriyle ona, içinde bir alyans
olan deri kaplı bir kutu uzattığını hayal etti. Sonra hemen bu saçma
düşünceyi zihninden kovdu. Çantasını açıp baktı. Hâlâ biraz parası

81
Rüya Dağıtan Çocuk

vardı. Aslında onları saklamayı düşünmüştü ama ikinci el eşya satan


bir dükkânın önünde taht gibi yüksek arkalıklı eski bir sandalye gö­
rünce gülümsedi ve Sal’in bir kral gibi o sandalyede oturduğunu hayal
edince iyice gülmeye başladı.
İşte onun hediyesi, dedi içinden sevinçle. Dükkâna girdi. Sıkı bir
pazarlıktan sonra bir buçuk dolara sandalyeyi, mumlarıyla birlikte
iki cam mumluğu ve kenarlan tığ ile işlenmiş eski bir masa örtüsünü
yüklenip eve döndü.
Sal o gece, Cetta’nın onun için aldığı tahta oturmayı reddetti.
“Hayır,” dedi. “Şeref yeri ev sahibine aittir. Vito, burası senin yerin.
Eğer oturmam için daha fazla ısrar ederseniz yemeği yerde yerim.”
Vito, o dev sandalyede çok komik görünüyordu. Ancak solgun yü­
zünde gururlu bir gülümseme kalmıştı. Başında Cetta’nın hediyesi
olan yün şapka vardı. Tonia mercan kolyesini takmış, Christmas’a
Amerikan bayrağını andıran patiklerim giydirmişti. Masa örtüsüyse
masaya çok büyük gelmişti ve ikiye katlamak zorunda kalmışlardı.
Ama Cetta’ya göre eve zengin bir hava vermişti. Şamdanlar da ortaya
konup mumlar yakılmıştı.
Yiyecek ve içecekleri Sal getirdi. Yemek olarak fırında makarna,
ton balığı ve patates, peynir, salam, içecek olarak da şarap vardı. Cetta
da şarap içti ve hafif bir baş dönmesi hissetti. Parmağını şarap ka­
dehine sokup Christmas’a emdirdi. Çocuğun yüzünü ekşiterek başını
sallaması herkesin hoşuna gitti. Sal bile o mükemmel, inci dişlerini
göstererek güldü. Cetta belli etmemeye çalışarak tüm gece boyunca
Sal’i izledi. Yemek servisini, onun eşi olduğunu hayal ederek özel bir
titizlikle yaptı. Bardağını hiç boş bırakmıyordu. Tonia ve Vito da çok
neşeliydiler. Sonra sıra tatlıya geldi. Sal bir şişe köpüklü İtalyan şarabı
getirmişti. Cetta daha önce bu şaraptan hiç içmemişti; hem tatlı hem
buruktu ve damakta hoş bir lezzet bırakıyordu. Gözlerini kapadı ve
başının iyiden iyiye döndüğünü fark etti. Gözlerini yeniden açtığında
Sal’in ciddi bir ifadeyle kadehini kaldırmış olduğunu gördü.
“Mikey’ye.”
Cetta, Tonia ve Vito’nun hüzünlendiklerini ve gözlerinin yaşla
dolduğunu fark etmeden gülerek sordu.
“Mikey de kim?”

82
Luca Di Fulvio

Odada uzun bir sessizlik oldu.


Sonunda Tonia zor duyulur bir sesle, “Mikey benim oğlumdu,” dedi.
Sal yeniden, “Mikey’ye,” diyerek kadehini kaldırdı ve Cetta’yı gör­
mezden gelerek kadehini Tonia ile Vito’nun kadehleriyle tokuşturdu.
Cetta elinde kadehiyle kalakaldı. Yüreklerindeki ağırlıkla şarapla­
rını yavaş yavaş yudumlayan Tonia, Vito ve Sal’e tek tek baktı. Eğlence
bitmişti.
Sal, bir sihirbaz edasıyla fakat neşesiz bir ifadeyle cebinden ipek bir
fular çıkardı ve Tonia’nın omuzlarına koydu. Vito içinse yün eldivenler
almıştı. Yaşlı adam, “Kaşmir,” diye mırıldandı. “En sıcak tutan yün.”
Sal, Cetta’ya da ucunda küçük bir haç olan bir zincir uzattı.
“Altın mı?” diye sordu Cetta heyecanla. Sal cevap vermedi.
Tonia neşesiz bir halde kalkıp Sal’i kucakladı. Vito içkiden kı­
zarmış gözlerini boşluğa dikmişti. Ayağa kalkar kalkmaz sallanmaya
başladı. Sal onu götürüp yatağına yatırdı. Sonra Tonia’ya sarılıp onu
yanaklarından öptü. Cetta’yı ise başıyla selamladı ve odadan çıktı.
Cetta, pencereleri olmayan odadan çıkıp Sal’in peşinden yürümeye
başladı. Yan yana karanlık koridoru geçtiler ve kaldırıma çıktılar. Sal
arabasının kapısını açtı.
“Aklına saçma sapan düşünceler sokma, sakın.”
“Mikey’ye ne oldu?”
“Dediğim gibi, saçma sapan şeyler düşünme. Aramızda özel hiçbir
şey yok.”
Cetta ellerini arkasında yumruk yaptı. “Biliyorum,” dedi.
Sal birkaç saniye sesini çıkarmadan ona baktı. “İyice anladın mı?”
diye sordu.
“Evet... Beni yalıyorsun, o kadar.”
“Evet. Sadece canım istediği zaman...”
Cetta kımıldamadan ama başını dimdik tutarak duruyordu. Sokak
lambasının ışığı gözlerine koyu bir gölge veriyordu. Gözlerim kaçır­
madı, yaralandığını belli etmedi.
“Mikey nasıl öldü?”
“Vuruldu.”

83
Rüya Dağıtan Çocuk

“Vuruldu, ha? Hepsi bu mu? Vuruldu... O kadar.”


“Hepsi bu.”
“Sen de Noel yemeklerini tüm vurularak öldürülmüş insanların
aileleriyle geçiriyorsun, öyle mi?”
“Sen kendi işine bak.”
“Sen başka şey bilmez misin? Sen kendi işine bak'.”
Sal arabaya bindi ve kapıyı kapadı.
Cetta, “O zaman ben de Tonia’ya sorarım,” diye bağırdı.
Sal öfkeyle kapıyı açtı, arabadan indi ve Cetta’yı saçlarından ya­
kalayıp duvarın dibine kadar sürükledi. Dondurucu soğuktan buz
tutmuş duvara kızın kafasını şiddetle vurdu. Cetta adamın yüzüne
tükürdü ve Sal hiç tereddüt etmeden kızın suratına bir tokat indirdi.
Ne yüzündeki tükürüğü temizledi ne de Cetta’nın saçlarını bıraktı.
“Neyi bilmek istiyorsun, sürtük?”
Sonra dudaklarını Cetta’nın kulağına yaklaştırdı ve alçak sesle
konuşmaya başladı.
“Boğazına, kalbine ve ciğerine şiş soktular. Sonra kulağının tam
burasından vurdular.” Dilini Cetta’mn kulağına soktu. “Beyninin yarısı
kafasının diğer tarafından çıktı. Ama hâlâ hareket ettiğini görünce
onu çelik bir telle boğdular. Sonra da çalınmış bir arabaya yüklediler.
Polis her ikisini, yani Mikey ile sürücüyü Red Hook yakınlarındaki
bir inşaatta buldu. Mikey benim tek dostumdu. Ve arabayı kim kul­
lanıyordu, biliyor musun?”
Sal, Cetta’nın gözlerine bakabilmek için kafasını kendisine doğru
çevirdi.
“Ben!” diye bağırdı ve duvara var gücüyle bir yumruk attı. Sonra
Cetta’nm saçlarını bıraktı. Yeniden konuşmaya başladığında sesinde
ne öfke ne şiddet ne de acı vardı. Sanki bir başkasından söz edermiş
gibi ağır ağır konuşuyordu.
“Polislere görünmek istemedim. Tren yolunu takip ederek koşmaya
başladım. Her tren düdüğünde kendimi çalılıkların içine atıyordum.
Bir tünelin içine girip saklandım ve şafağa kadar bekledim. Sonra
buraya geldim. Kendime bir oda tuttum ve yatıp uyudum. İşte böyle.”

84
Luca Di Fulvio

Cetta, Sal’in duvara yum ruk attığı elini avuçlarının arasına aldı.
Kan içinde kalmış eli dudaklarına götürdü ve kanı yalayarak temizledi.
Sonra Sal’in yüzündeki tükürüğü sildi.
Sal bir an gözünü ayırmadan ona baktı, sonra dönüp arabaya bindi.
“İyi geceler, küçük kız,” dedi ve arabayı çalıştırıp gitti.
Cetta onun Market Caddesi’ne doğru dönüp gözden kaybolmasını
izledi. Eli boynundaki haça uzandı. Ağzında Sal’in kanının tadı vardı.
Odaya döndü. Christmas uyuyordu. Vito da çoktan horlamaya
başlamıştı. Tonia elinde bir fotoğrafla masada oturuyordu. Cetta ta­
bakları toplamaya başladı.
Tonia gözlerini elindeki fotoğraftan ayırmadan, “Bırak, kalsın,”
dedi yavaşça. “Yarın hallederiz.”
Cetta ses çıkarmadan soyunmaya başladı.
“Bu, Michele,” dedi Tonia. “Sal ona Mikey diyor.”
Cetta, Tonia’ya yaklaştı ve yanma oturdu. Yaşlı kadın fotoğrafı
Cetta’ya uzattı. Sıradan, genç bir çocuğun resmiydi bu. Üstündeki gös­
terişli takımın içine bembeyaz bir gömlek giymişti. Arkaya taradığı
saçları, tıpkı kaşları gibi gürdü. Kısa boylu birine benziyordu. Zayıftı
ve gülüyordu.
Tonia fotoğrafı geri alıp, “Her zaman gülerdi,” dedi. “Fotoğrafını
ortada bırakamıyorum çünkü baktıkça kötü oluyorum. Ancak Vito
benden daha beter oluyor, sürekli fotoğraflarla bakıp ağlıyor. Sonra da
hastalanıyor. Vito güçlü görünür ama değildir. Ölmesinden korktuğum
için tüm fotoğrafları kaldırdım.”
Cetta ne yapacağını bilemedi. Tonia’ya sarıldı.
Tonia, sanki ezberlediği bir rolü okur gibi konuşmaya başladı yeniden.
“Sal ona defalarca söyledi. Ona binlerce kez patrondan para çal­
mamasını söyledi. Ama Mikey böyle bir çocuktu. Hiçbir şeyden hoşnut
olmazdı. Her zaman iki oğlum olsun istemiştim. Sal, hiçbir zaman
sahip olamadığım ikinci evlat oldu bana. Arabayı o kullandığı için
mutluyum aslında. Biliyorum ki zavallı oğlumu terk etmeden önce ona
sarılmış, güzel birkaç kelime söylemiştir. En azından geceden kork­
mamasını, sabah olur olmaz onu almaya geleceklerini ve iyileşeceğini
söylediğinden eminim. Sal onun için bir şey yapamazdı. Yapabileceği
tek şeyi yaptı; Mikey’den sonra o da bir ölü gibi yaşamaya başladı.”

85
Rüya Dağıtan Çocuk

Tonia bir eliyle oğlunun fotoğrafım okşarken diğer eliyle Cetta’nın


elini tuttu.
“Sal arabayı onun kullandığını bildiğimi tahmin bile edemez. Bunu
Vito da bilmiyor. Ama ben biliyorum, sadece ben. Şimdi sen de öğren­
din fakat bu sende kalacak bir sır olmalı. Biz kadınlar sır saklamayı
biliriz. Bu ikimizin sırrı olarak kalmalı.”
“Bana neden söyledin, Tonia?”
“Çünkü artık çok yaşlıyım. Ve gücüm tükeniyor.”
Cetta, Tonia’nın eline baktı. Yaşlı kadının işaret parmağı, kendi
kasabasında tespih çeken yaşlı insanların dalgınlığıyla, yavaşça ileri
geri giderek ölmüş oğlunun yüzünü okşuyordu.
“Ama neden özellikle ben?”
Tonia oğlunun fotoğrafım okşamayı bıraktı. Elini Cetta’nın yana­
ğına koydu ve kıza hüzünlü bir ifadeyle gülümsedi.
“Çünkü sen de Sal’i bağışlamalısın.”
O gece Cetta hiç uyumadı. Koynunda yatan Christmas’a sımsıkı
sarıldı ve onun asla çok gösterişli elbiseler giyen bir delikanlı olma­
ması için dua etti.
Tonia, yılbaşından önce öldü. Bir sabah aniden yere yığıldı. Vito
birkaç arkadaşıyla kâğıt oynamaya gitmişti. Cetta yaşlı kadının sen­
delediğini gördü. Birkaç dakika önce Christmas kucağındaydı. Çocuğu
Cetta’ya uzatırken, “Tanrım, bu yaşta hâlâ ateş basmalarım geçmedi,”
diyerek bir eliyle yüzünü yellemeye başlamıştı. Ama Cetta yaşlı kadının
gözlerindeki endişeyi fark etmişti. Sonra Tonia aniden yere yığıldı. Tek
bir ses veya inilti çıkarmadan. Bedeni gevşemiş, başını şiddetle yere
vurmuştu. İri karnı, siyah elbisesinin içinde sallanmış, bacakları önce
titremiş sonra kaskatı kesilmişti.
Cetta bir süre kımıldayamadan yaşlı kadına baktı. Tonia’nın eteği
yukarı doğru sıyrılmış, bileğinin üstünde varisler bulunan bembeyaz
bacakları ortaya çıkmıştı.
Christmas ağlamaya başladı.
Cetta, “Sus!” diye bağırdı ve Christmas ağlamayı kesti.
O zaman Cetta çocuğu yere bıraktı ve Tonia’yı kaldırmaya çalıştı.
Fakat yaşlı kadın çok ağırdı. Cetta onu zorlukla sırtüstü çevirdi, eteğini
aşağı çekti. Sonra ellerini göğsünün üzerinde kavuşturdu. Kadının

86
Luca Di Fulvio

yüzüne düşen saçlarını düzeltti, ağzının kenarından akan ince salyayı


temizledi.
Vito eve döndüğünde Cetta’yı yerde, Tonia’nın yanında otururken
buldu. Christmas ise Tonia’nm elbisesinin düğmeleriyle oynuyordu.
Vito’yu görünce bir elini ona doğru uzatıp, “Dede,” diye seslendi.
Vito hiçbir şey söylemedi. Başından şapkasını çıkardı, elinde sıktı.
Sonra istavroz çıkardı.
Tüm cenaze işlerini ve töreni Sal halletti. Vito ve Cetta’ya siyah
birer takım, Christmas’a da koluna bağlanması için siyah bir kurdele
aldı. Kilisede kimse ağlamadı. Törene onlardan başka sadece, Tonia’nın
görüştüğü tek kişi olan dedikoducu Bayan Santacroce katılmıştı.
O gece Cetta, Vito’nun sessizce, sanki içinde bulunduğu derin acı­
dan utanırcasına ağladığını duydu. Christmas’ı aldı ve birlikte gidip
Vito’nun yanına yattılar. Yaşlı adam ses çıkarmadı. Ama birkaç dakika
sonra uyudu. Ve uykusunda bir elini uzatıp Cetta’nın kalçasına koydu.
Cetta engel olmadı çünkü kederli ihtiyarın kendisine değil, karısına
dokunduğunu biliyordu.
Ertesi sabah Vito üzüntüsünün arasında bir tür neşeyle uyandı.
“Çok güzel bir rüya gördüm,” dedi. “Gençleşmiştim.”
Ve ondan sonraki gecelerde de Vito yatağında uyanık olduğu süre
içinde yine sessizce ağladı, Cetta yine Christmas’ı alıp geniş yatağa
yavaşça uzandı, Vito yine uykusunun arasında elini Cetta’nm kalça­
sına koydu.
Tonia’nm ölümünün üzerinden bir ay bile geçmeden bir gece Cetta
yine yaşlı adamın elini kalçasında hissetti. Ama o gece, tıpkı Vito’nun
gizlice döktüğü sessiz ve asil gözyaşları gibi, uzun, ıslık gibi bir nefes
hissetti. Sonra hiçbir şey.
Ertesi sabah Vito ölmüştü. Cetta ile Christmas artık yalnız kal­
mışlardı.
Cetta, Sal’e, “Burada kalabilir miyiz?” diye sordu.
“Evet, ama senin ufaklığın başımı ağrıtmasını istemiyorum.”
Cetta onun da gözlerinin kıpkırmızı olduğunu fark etti. Anladı ki
Sal de tıpkı onlar gibi yalnız kalmıştı.

87
12

Manhattan, 1922

Komiser, görevli memura, “Hangileri?” diye sordu.


Memur, Christmas ile Santo’yu işaret etti.
“Buraya getir onları.”
Polis memuru kilidi açarken iki çocuk hücrenin parmaklıklarına
yaklaştı. Christmas, komiserin arkasında üzgün ve tükenmiş birinin
bakışlarına sahip, son derece şık giyinmiş bir adam gördü.
Komiser, sıkıntılı bir ifadeyle, “İşte onlar, Bay Isaacson...” dedi.
“Anlamaya çalışın... Daha doğrusu onlara bakmanız bile yeterli. Adam­
larım bu ikisinin suçlu olduğunu sandılar...”
Isaacson elini kaldırıp ona susmasını işaret etti; bu harekette emir
vermeye alışkın birinin kendisinden eminliği ve rahatlığı vardı. Fakat
Christmas adamın bu hareketi öfkeden ziyade alışkanlıkla yaptığını
fark etti. Derin bir üzüntü içinde olduğu yüzünden belliydi ve o yorgun
gözleriyle iki çocuğa baktı.
Sonra sadece, “Teşekkürler,” dedi ve önceden hazırlamış olduğu
banknotları çocuklara uzattı.
Santo, “On dolar!” diye bağırdı.
Komiser, “Bay Isaacson, sizin kurtardığınız kızın...” dedi ve boğazını
temizleyip devam etti, “şey, küçük hanımın babası.”
Santo yeniden, “On dolar!” diye bağırdı.
Christmas nefesini tutmuş, Ruth’un babasına bakıyordu. Bay Isa-
acson da ona.

88
Luca Di Fulvio

Christmas sanki sadece ikisini ilgilendiren bir meseleden söz eder


gibi alçak sesle, “Şimdi nasıl?” diye sordu.
“İyi...” diye mırıldandı Bay Isaacson. “Hayır, aslında kötü.”
Komiser araya girdi.
“Ona bunu yapanı bulacağız, Bay Isaacson.”
Adam gözlerini Christmas’tan ayırmadan, “Evet, tabii...” diye ce­
vap verdi.
Christmas, “Ne kadar kötü?” diye sordu.
Bay Isaacson nefes gibi çıkan sesiyle, “Bir parmağı kesilmiş, tecavüze
uğramış, kanlar içinde kalana dek dövülmüş on üç yaşındaki bir kızın
olabileceği kadar...” diye cevap verdi. Ve o anda sanki kızının başına
gelenleri yeni anlamış gibi, gözlerindeki yorgunluk yerini şaşkınlığa
bıraktı. Telaşla, “Gitmeliyim,” deyip geri döndü.
Christmas, “Bayım...” diye seslendi arkasından. “Onu görebilir
miyim?”
Adam durdu. Gözlerindeki şaşkınlık daha da derinleşmişti. Ne
diyeceğini bilemiyormuş gibi ağzı yarı açıktı.
Komiser, sanki Bay Isaacson’ı bir sokak çocuğunun saldırısından
koruması gerekiyormuş gibi, “İkinizin sorguya çekilmesi gerekiyor,”
diyerek araya girdi. “Bize her şeyi anlatacaksınız. Küçük hanımı bu
hale sokan soysuzu bir an önce bulmalıyız.” Sonra göz ucuyla, bir
kölenin efendisine baktığı gibi adama baktı.
Adam, birkaç saniye sonra, “Evet...” dedi.
Christmas şaşırdı.
“Ruth’u görebilir miyim?” diye yeniden sordu.
Bay Isaacson güçlükle duyulan bir sesle, “Evet...” diye tekrarladı.
Gözlerini Christmas’tan ayırmıyordu.
“Gel.”
Elindeki banknottan bir saniye bile gözlerini ayırmamış olan Santo,
“Ya ben?” diye seslendi.
Christmas başıyla polisleri işaret ederek, “Onlara olanları sen an­
lat,” dedi. Sonra çocuğun kulağına yaklaşıp, “Diamond Dogs hariç,”
diye fısıldadı.

89
Rüya Dağıtan Çocuk

Başını kaldırdığında yankesici Joey’nin parmaklıklara sarılmış,


ona baktığını gördü. Christmas’a, çocuğun gözleri daha koyulaşmış,
daha çok içeriye kaçmış ve o kendini beğenmiş, umursamaz ifadeyi
kaybetmiş gibi geldi. Şimdi Joey de tıpkı onlar gibi sadece bir çocuktu;
tıpkı onlar gibi yazın boğucu, kışın buz gibi olan odalarda, az ve kötü
beslenerek yetişmiş, hastalıklı bir çocuk. Başıyla Joey’ye selam verdi,
Joey de keyifsiz bir sırıtışla ona karşılık verdi. Sonra hızlanarak dar
koridorları geçti ve Bay Isaacson’a yetişti.
Karakolun önünde, üniformalı şoförüyle lüks bir Hispano-Suiza
H6B onları bekliyordu. Şoför koşup kapıyı açtı ve kirli elbiseli çocuğun
çamurlu ayakkabılarıyla arabaya binişini endişeli gözlerle izledi. Sonra
saygılı bir ifadeyle kapıyı kapadı, sürücü koltuğuna geçip oturdu ve
motoru çalıştırdı.
Dikiz aynasından arkaya bakarak, “Hastaneye mi, efendim?” diye
sordu.
Bay Isaacson başıyla onayladı. Şoför gaza bastı ve siyah çamurluklu,
gri çatılı, kanarya sarısı rengindeki lüks araba Doğu Yakası’mn tozlu
yollarında ilerlemeye başladı.
Gözlerini önündeki yola dikmiş olan Isaacson, “Sen Christmas
olmalısın,” dedi.
Christmas, yüreğinde anlam veremediği bir heyecanla, “Evet,
efendim,” diye cevap verdi.
Bay Isaacson dönüp sessizce ona baktı. Christmas, Belki beni gör­
müyor bile, diye düşündü. Sonra o iyi giyimli, acısının içinde kaybol­
muş zarif adam yeniden hoş gözlerle yola bakmaya başladı. Christmas
elindeki - o ana dek dönüp bakmadığı- on dolarla oynamaya başladı
ve acı içinde kıvranan bu adamdan nedense hoşlanmadığını fark etti.
Yirmi dolar, diye düşündü. Acısının değeri sadece yirm i dolar.
Birkaç dakika sonra, yol boyunca herkesin dönüp baktığı lüks
araba hastanenin önünde durdu. Şoför, girişteki iki polisin bakışları
altında arabanın arkasından dolaşıp Bay Isaacson ve onun peşinden
gelen Christmas’ın kapısını açtı.
Hastanenin bahçesi yoksul insanlarla doluydu. Bankonun arka­
sındaki hasta bakıcı, Bay Isaacson’ı görür görmez onlara doğru giden
bir diğer hasta bakıcıya durması için bir işaret yaptı.

90
Luca Di Fulvio

Sonra, “Doktor Goldsmith geldi,” dedi Bay Isaacson’ı karşılayarak.


“Küçük hanımın yanında. Size yolu göstereyim.”
Sigara içen, kâğıt oynayan ya da inleyen insanlarla dolu bir sürü
koridordan geçtiler. Hasta bakıcı yollarına çıkan herkese, Bay Isaacson’ın
özel yardımcısıymış gibi, kaba davranıyor, onları itip kakıyordu. Christmas
yerde oynayan ve yollarında duran çocuklara, onları görünce refleksle
bakışlarını kaçıran ve sırtlarını kamburlaştırıp önlerine bakan kadın
ve erkeklere bakıyordu. Sonra dönüp Bay Isaacson’a baktı. Adam hiç­
birinin farkına varmadan, tıpkı bir hayalet gibi yürüyordu. Christmas
bunun nedeninin çektiği acı ve duyduğu endişe olduğunu düşündü.
Ya da saygı duymadığı insanlar umurunda değildi.
Ancak o an bunun hiçbir önemi yoktu. Christmas içinde, nefes
almasını engelleyen, sarhoşmuş gibi başını döndüren ve bacaklarım
titreten garip bir duygu hissediyordu. Dizlerinin bağı çözülmüştü adeta.
Akimda sadece kanlar içindeki o yüz ve zümrüt yeşili gözler vardı; Ruth
ona bakıyor ve gülümsüyordu. Midesinde daha önce hiçbir kız için
hissetmediği bir karıncalanmanın başladığım fark etti. Sanki onu az
önce kollarından bırakmış gibi kollarındaki yorgunluğu hissediyordu.
Santo’nun yardımcı olmak amacıyla kızı taşımayı teklif ettiğinde ona
nasıl bağırdığını da hatırlıyordu çünkü o an Ruth sadece kendisine ya
da kendisi Ruth’a aitmiş gibi hissetmişti. Sanki dünyaya sırf o sabah
onu kurtarm ak için gelmişti. Düşündükçe daha kısa ve daha zor ne­
fes almaya, genç yüreği gittikçe daha tedirginlikle çarpmaya başladı.
Hasta bakıcı, en az Bay Isaacson kadar şık giyimli bir adama seslendi:
“Doktor Goldsmith.”
“Philip!” Doktor, onları fark edince gelip arkadaşını kucakladı.
Bay Isaacson, “Onu gördün mü?” dedi endişeyle. “Yanlış bir tedavi
uygulamamışlar, değil mi?”
“Sakin ol, Philip... Gayet güzel bakmışlar.”
Bay Isaacson, hastaneyi ve etraflarını sarmış olan kalabalığı ilk
kez görüyormuş gibi etrafına bakındı.
“Ephraim...” Kollarını etrafındaki her şeyi içine alacakmış gibi
iki yana açtı.
“Aman Tanrım! Onu hemen buradan götürmeliyiz.”

91
Rüya Dağıtan Çocuk

“Ben her şeyi çoktan ayarladım. Ruth benim kliniğime yatırılacak...”


“Eve götüremez miyim?”
“Hayır, Philip. Şu önümüzdeki birkaç gün için sakıncalı. Kontrolüm
altında olmasını tercih ederim.”
“Sarah geldi mi?” Bay Isaacson yeniden etrafına baktı. Bu kez
gözlerinde bir umut belirmişti.
“Kendini buna hazır hissetmediğini...”
Bay Isaacson başını sallayarak bakışlarını yere indirdi. Gözlerin­
deki umut ışığı sönmüştü.
“Philip, onu anlamalısın.” Bu kez de Doktor Goldsmith az önce
Isaacson’ın yaptığı gibi kollarını açtı ve ona kasvetli hastaneyi ve içini
dolduran kasvetli hastaları anlatmaya çalıştı.
Christmas bir kenarda durmuş onları ve birtakım insanları di­
ğerlerinden ayıran hareketlerini izliyordu. Birdenbire yamalı panto­
lonundan, ayağına büyük gelen çamurlu ayakkabılarından utandı ve
bir adım geri gitti.
Hasta bakıcı hemen onu durdurdu.
“Nereye ufaklık?”
Christmas dönüp Bay Isaacson’a baktı. Adam ona, onu görmeden,
tanımadan bakıyordu.
“Adım Christmas, bayım...”
Hastanenin koridorlarında bir ses yankılandı: “Nerede? Torunum
nerede?”
Christmas, peşinde iki hasta bakıcı ve bir üniformalı şoförün koş­
tuğu, elinde şık bir baston olan yaşlı bir adamın öfkeyle koridorda
ilerleyişini izledi.
Bay Isaacson, “Baba!” dedi. “Burada ne işin var?”
“Ne işim mi var? Torunumun nasıl olduğuna bakmaya geldim,
aptal herif! Neden hemen bana haber vermedin?”
“Seni telaşlandırmak istemedim.”
“Budala! Nerede, Ruth nerede?”
Yaşlı adam birden doktoru fark etti.
“Ah, Doktor Goldsmith! Bana hemen durumunu söyleyin.”

92
Luca Di Fulvio

Duyacaklarından korkar gibi bastonunu iki eliyle tutup göğsüne


bastırdı.
“Ruth’un birkaç omurgası kırık... İç kanaması var, yüzük parmağı
kesilmiş, iki dişi kırılmış, çenesi çıkmış ve burun kemiği kırık...” diye
bilgi verdi doktor. “Ayrıca vücudunun çeşitli yerlerinde ezikler ve bereler
var. Gözlerindeki lezyonlar kısa sürede düzelecek ancak sol kulağı...
Sol kulağı...”
“Lanet olsun!”
Yaşlı adam elindeki bastonu öfkeyle duvara fırlattı.
“Ya hamileyse? Eğer böyle bir şey varsa o piçin hemen icabına
bakılsın!”
“Baba... Sakin ol.”
Yaşlı adam alev alev yanan bakışlarını oğluna çevirdi ama bir
şey söylemedi.
“Nerede? İçeride mi?”
Doktor başını salladı.
Yaşlı adam bastonuyla Christmas’ı dürtmeye çalışarak, “Çekil,
çocuk!” dedi.
Ama Christmas bir eliyle bastonu sımsıkı yakaladı. Yaşlı adamın
gözlerine hiç korkmadan baktı. Aslında kendisi de bu tepkisinin ne­
denini bilmiyordu.
Hasta bakıcı hemen fırlayıp Christmas’a engel olmak için omuz­
larından yakaladı.
Christmas kurtulmaya çalışarak, “Onu görmek istiyorum,” diye
bağırdı.
Yaşlı adam, hasta bakıcıya, “Bırak onu!” dedi. Sonra bastonunu
indirip, “Kimsin?” diye sordu.
Christmas, “Ruth’u ben buldum,” dedi. İçinde yine o sahiplenme
ve ait olma hissini duydu. Bu hissin yarattığı meydan okumayla yaşlı
adama baktı. “Onu buraya ben getirdim.”
“Ne istiyorsun?”
“Onu görmek istiyorum.”
“Niçin?”

93
Rüya Dağıtan Çocuk

“Çünkü istiyorum.”
Yaşlı Isaacson oğluna baktı, sonra doktora döndü.
“Onu görebilir mi?”
Doktor Goldsmith, “Sakinleştirici verildi,” dedi.
“Görebilir mi göremez mi?”
“Evet... Tabii.”
İhtiyar Saul Isaacson, Christmas’a dikkatle baktı.
“İrlandalı mısın?”
“Hayır.”
“Yahudi?”
“Hayır.”
“Öyle mi? Olsaydın iyi olurdu. Nesin öyleyse?”
“Amerikalıyım.”
İhtiyar gözlerini kısarak Christmas’a baktı.
“Nerelisin?” diye yineledi sorusunu.
“Annem İtalyan.”
“Ah... İtalyan. Neyse... Buradaki herkesten daha iyi bir iş çıkardın,
çocuk.” Bastonuyla Ruth’un odasının kapısını açtı. “Gidelim.”
Odanın bir köşesinde oturmuş dergi okuyan hemşire, kapı açılınca
ayağa kalktı. Perdeler iyice çekiliydi. Ama odanın bu loş ışığında bile
Christmas kızın güzel yüzünü görebiliyordu. Sabahtan daha çok heye­
canlandığını hissetti. Kızın yüzü, sargı bezleriyle sarılı olanların dışında
kalan yaraları temizlenmiş olmasına rağmen çürük ve şiş içindeydi.
İhtiyar adam bastonuna dayandı ve gözlerini kapadı. İçini çekti.
Zor duyulur bir sesle, “Önce sen git,” dedi.
Christmas yatağa yaklaştı.
“Ruth, benim... Christmas.”
Kız başını çevirdi. Çenesine metal bir aparat takılmıştı. Gözlerini açtı
ve Christmas bir kez daha onların saf birer zümrüt gibi olduğunu gördü.
Kız ziyaretçisini tanır tanımaz dehşete kapıldı. Yavaşça kımıldanmaya
başladı. Tüm bedeni titriyor, başını ağır ağır sağa sola çeviriyordu.
Gözleri, yanaklarındaki şişliklerin elverdiğince iri iri açılmıştı. Şu an

94
Luca Di Fulvio

tamamen canlı ve menekşe rengine bakan gözleri korkuyla bakıyordu.


Sanki karşısındaki Christmas değil, bu kâbusun yaratıcısıydı.
Christmas şaşırdı, bir adım geri gitti.
“Benim...” diye fısıldadı. “Christmas.”
Ama Ruth başını sağa sola sallıyor ve titremeye devam ediyordu.
Çenesindeki demir aparat konuşmasına engel oluyordu ancak kız sürekli,
“Yoo... Yoo...” demeye çalışıyordu. Örtünün altından, kesilen parmak
yüzünden kıpkırmızı olmuş elini çıkarıp yaş içinde kalmış gözlerini
kapamaya çalıştı.
Christmas taş kesilmişti. Ne yapacağını bilemiyordu.
Yaşlı adam torununun yanma geldi, elini alıp öptü ve ona sarıldı.
“Deden burada, hayatım... Yanında.”
Kızın sargılı elini tekrar örtünün altına soktu ve saçlarını ok­
şayarak, “Ruth benim, Saul... Korkma küçüğüm, korkma. Sakin ol
hayatım...” Sonra dönüp Christmas’a baktı. “Hemen dışarı çık, çocuk,”
diye buyurdu. “Doktor Goldsmith! Doktor Goldsmith!”
Doktor odaya girdi. Hemşire çoktan bir şırınga hazırlamıştı. Doktor
Goldsmith şırıngayı aldı, Ruth’a yaklaştı ve morfini koluna şırınga etti.
Christmas o karmaşanın içinde yavaş yavaş geri gitti. Ruth’un göz­
leri, o iki saf zümrüt parçası onu kovmuştu. Kapıdan çıktı, koridorda
Bay Isaacson’ın boş bakan gözleriyle karşılaştı. Sonra geri döndü ve
ağır adımlarla, kendisini sevebileceğini sandığı kızdan uzaklaştıran
koridorda yürümeye başladı.
“Bekle, delikanlı.”
Christmas geri döndü.
Yaşlı adam yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle, bastonuna
dayanarak arkasından geliyordu.
Çenesini dışa doğru uzatarak, “Adın ne?” diye sordu.
“Christmas.”
Yaşlı adam soğuk tavrını sürdürerek, “Bu adın mı soyadın mı?” dedi.
Gözlerinde insanın içine işleyen bir şey vardı. Oğlunda olmayan
bir şey. Bir çeşit güç, büyük bir güç. Yaşlılığın yok edemediği bir enerji.
Oğlunda olmayan her şey.
“Christmas benim adım,” diye cevap verdi ihtiyara.

95
Rüya Dağıtan Çocuk

Yaşlı adam sessizce ona bakıyordu. Sanki gözleriyle onu tartıyordu.


Ama Christmas daha önce bu sınavdan geçtiğini biliyordu. Aksi halde
Ruth’un odasından içeri adım atması mümkün olamazdı.
“Christmas Luminita,” diye ekledi.
Yaşlı adam başıyla onayladı.
“Oğlum sana gerektiği gibi teşekkür etti mi?”
“Evet.”
Christmas cebine soktuğu on dolarlık banknotu çıkarıp adama
gösterdi.
“On dolar mı? Budala herif!”
Yaşlı adam homurdanarak elini ceketinin iç cebine soktu ve tim ­
sah derisi bir cüzdan çıkardı. İçinden elli dolarlık bir banknot çekti
ve Christmas’a uzattı. Başıyla oğlunu işaret ederek, “Onun kusuruna
bakma,” dedi.
Christmas paraya eli sürmeden, “Para için yapmadım,” dedi.
Yaşlı adam ona tüm dikkatiyle bakıyor, sanki gözlerinden içine
girmek istiyordu.
“Biliyorum,” dedi. “Ama biz başka türlü teşekkür etmeyi bilmeyen
insanlarız. Lütfen kabul et.”
Buruşuk elini uzattı ve sert bir şekilde, hatta biraz kabaca, parayı
Christmas’ın cebine soktu.
“Bizim paradan başka hiçbir şeyimiz yok.”
Christmas sesini çıkarmadan adamı dinledi.
Yaşlı adam dönüp şoförüne seslendi.
“Fred, Bay Luminita’ya evine kadar eşlik et.” Sonra dönüp yeniden
Christmas’a baktı. “Bunu da kabul et, delikanlı,” dedi. “Sen gerçekten
onurlu ve mert bir çocuksun.”
Rolls-Royce Silver Ghost, Monroe Caddesi’nde durduğunda Christ­
mas iyice düşüncelerinin içine gömülmüştü. Ruth’un davranışı, en az
onun kızı rahatsız ettiği kadar Christmas’ı rahatsız etmişti. Ruth’un,
onu hastanenin merdivenlerine bırakırken gülümsemeye çalıştığı gibi,
yine kendisine gülümseyeceğini sanmıştı. Odada baş başa kalacaklarını,
yan yana oturup tüm dış dünyayı unutacaklarını düşünmüştü. Ruth’un
o zümrüt yeşili gözlerini bir an bile kendi gözlerinden ayırmayacağına
inanmıştı. Ve iki yetişkin gibi dudaklarından dökülemeyen sözleri o

96
Luca Di Fulvio

sonsuz bakışla birbirlerine söyleyeceklerini sanmıştı. Kaderlerine ya­


zılmış o bakış zengin bir kızla açlıktan nefesi kokan bir delikanlıyı
ayıran okyanusu ortadan kaldıracaktı. Yaşlı Yahudinin şoförü Fred’e
evin adresini verdikten sonra Christmas yol boyunca sadece bunları
düşünmüştü. Brendi ve tütün kokan arabanın yumuşacık deri koltu­
ğuna gömülmüş ve etrafını bir yetişkin dikkatiyle incelemişti. O kısa
yolculuk sırasında adeta tüm dış dünyayla ilişiği kesilmişti.
Silver Ghost, Monroe Caddesi 320 numaralı evin önünde durdu­
ğunda bile Christmas, üzerinde yamalı elbiseleri, ayağında çamurlu
ayakkabılarıyla yerinden kımıldamamış, Ruth’u ve gözlerini düşün­
meye devam etmişti.
Fred’in motoru durdurup arabadan inmesi ve saygılı bir profesyo­
nellikle onun kapısını açması arasında geçen kısa zamanda Christmas
lüks arabanın etrafını saran kalabalığı inceleme fırsatı buldu. Çocuklar,
küçük kızlar, kadınlar ve hattâ adamlar burunlarını arabaya doğru
uzatıyor ve aralarında Doğu Yakası’m ziyaret eden bu zengin ve gi­
zemli kişinin kim olabileceğini fısıldaşıyorlardı. Ve şoförün kapıyı açık
tutarak beklemesine rağmen arabadan kimsenin inmemesi, oradaki
tüm insanların hayallerindeki kişiyi giderek daha önemli kılıyordu.
Sonunda Fred, “Geldik, Bay Luminita,” dedi.
Christmas birdenbire düşüncelerinden uyandı ve arabadan indiğinde
karşısında şaşkınlıktan bir karış açılmış en az yirmi ağız gördü. Bir
an için Ruth’u unuttu. Arabadan sert bir adam edasıyla indi, çevresine
sıkılmış bir ifadeyle baktı -b ir ayağı hâlâ arabanın içindeydi- ve sonra
elini cebine soktu. Herkesin görebileceği bir şekilde on doları cebinden
çıkardı, ikiye katladı ve usta bir aktör edasıyla Fred’in üniformasının
cebine sıkıştırdı.
“Teşekkürler, Fred. Artık gidebilirsin.”
Elini geri çıkarırken -Fred hariç- kimsenin fark etmeyeceği şekilde
on doları parm aklarının arasına sıkıştırdı.
Fred hafifçe eğilerek, “Ben teşekkür ederim, Bay Luminita,” dedi.
“Çok cömertsiniz.”
Gülümseyerek Christmas’ı selamladıktan sonra yerine geçti, motoru
çalıştırdı ve Doğu Yakası’nın sokaklarından başka her yere yakışabi­
lecek lüks arabayla oradan uzaklaştı.

97
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas’ın etrafındaki meraklılar büyülenmiş gibi kımıldamadan


duruyorlardı. Ağızları açık halde karşılarında duran hırpani çocuğa
bakıyorlardı. İçlerinden çoğu onu, küçük yaşından beri bağıra bağıra
sokakta gazete sattığı günlerden beri tanıyordu. Kimisi de günlük ça­
lışan pek çok kişi gibi, bir zengin evinin çatısını tam ir ettikten sonra
ayakkabıları katran içinde eve dönüşünü biliyordu. Christmas, anne­
siyle birlikte yaşadığı evin iç karartan geniş kapısına doğru adımım
attığında etrafını çeviren kalabalık da ikiye ayrıldı. Kalabalığın en
sonunda, karakoldan henüz dönmüş olan Santo budala gibi sırıtarak
ona bakıyordu. Christmas çocuğun elini cebine atıp ona verilen on
doları çıkarmak üzere olduğunu anlayınca, kalabalığın sesini bastı­
rarak, “Ah, Santo, buradasın demek,” diye bağırdı. “O bildiğin kişi...”
Bundan sonra söyleyeceği kelimeleri özenle seçerek, “Çok memnun
kaldı,” dedi. “Biz Diamond Dogs’a yeni bir iş vermek istiyor.” Çetesinin
adını üstüne basa basa söylemeye özen gösterdi.
“Gel buraya, dostum. Sana her şeyi anlatacağım.”
Santo’nun koluna girdi ve onu kapıya doğru sürükledi. Binanın
leş gibi merdivenlerini çıkarken Christmas aklına bir şey gelmiş gibi
durdu ve elini yeniden cebine sokup elli doları çıkardı. Sonra herkesin
görebileceği şekilde parayı Santo’nun avucuna koydu.
“Al, bu senin payın.”
Bu kez kaldırımdaki meraklı kalabalıktan bir uğultu yükseldi.
Christmas onlara doğru döndü.
“Ne oldu? Ne var? Her zaman burnunuzu başkalarının işine sokmaya
bayılıyorsunuz. Haydi, dağılın.” Sonra diğer herkes gibi gözleri açılmış
olan Santo’ya dönüp, “Gidelim,” dedi. “Burada rahat konuşulmaz.”
Ve herkesin artık onun sağ kolu olarak gördüğü Santo ile birlikte
pis kokulu hole girdi.
Santo merdivenleri çıkarken, “Elli dolar!” diye bağırdı. “Peki, yeni
işimiz ne?”
Christmas, çocuğun elinden elji doları çekip yeniden cebine attı.
“Salak!”
13

Brooklyrı Heights - Manhattan, 1922

Bili o gece eve dönmedi. Bir gece önce alacaklı kaldığı speakeasy ’den
bir kasa bira ve on iki yıllık iyi kalite bir şişe viski almıştı. Müdavimi
olduğu bu bar, küçük suçluların, kumar makineleri, küçük kumar oyun­
ları gibi işlerden haraç alarak yaşayan tiplerin takıldığı, gizli içki satışı
yapan bir yerdi. İri yarı adamlar olsalar da hepsi fare suratlıydı çünkü
tıpkı fareler gibi lağımlardan geliyor, lağımlarda yaşıyorlardı. Ancak
Bili bu bara geldikçe kendini önemli ve onlardan biri gibi hissediyordu;
sert bir çocuk gibi. Ucuz fiyata kaçak içki satan başka adamlar da ta­
nıyordu ama orada, bellerinde silah taşıyan o adamlarla omuz omuza
olmak hoşuna gidiyordu.
Bardan bira ve viski aldıktan sonra bütün gün ve gece boyunca
saklandı. Brooklyn Heights’ta, iki toprak parçasını birbirine bağlayan
demir ve çelikten yapılmış büyük köprüleri görebildiği, terk edilmiş
bir yer bulmuştu. Önce bahçe makasıyla kestiği dallarla kamyonetini
sakladı. Makasın ağzında hâlâ duran Yahudi kızın kam dallara bulaştı.
Ve Bili güldü. Sonra bir şey duymuş gibi kulak kesildi. Hayır, birinin
ya da bir şeyin sesini duymamıştı, kendi gülüşündeki değişikliği fark
etmişti. Yeniden gülmeyi denedi ve yeniden değişik bir şey fark etti.
Gülüşünde eksik bir şeyler vardı. İşte o zaman, ancak o zaman yaptığı
şey onu korkuttu.
İlk birasını içmiş, viskiden de birkaç yudum almıştı. Hem ısınmak
hem de biraz ortalığı aydınlatmak için ateş yakmak istedi. Karanlık onu
ürkütüyordu. Küçükken, karanlıkta babasının ne taraftan geleceğini
asla anlayamazdı. Onun geldiğini, belinden kemerini çıkardığını görmek

99
Rüya Dağıtan Çocuk

az sonra yiyeceği dayağın daha az korkunç olmasını sağlıyordu. Yine


de canı çok yanardı, sadece korkusu daha az olurdu. Cebinden gazlı
çakmağını çıkardı, birkaç kuru çalı parçasını tutuşturdu. Bu cılız ışığın
dışarıdan görünmesi mümkün değildi. Keyifle ikinci birasını açtı ve
yeniden güldü. Gülüşünde eksik olan şeyin ne olduğunu anlayabilmek
için yeniden kulak kesildi. Sanki o değişiklik biraz kaybolmuştu. Keyfi
biraz daha yerine geldi. Yanan çalılardan birini eline alıp karanlıkta
göremediği bir şeyleri kovalamak ister gibi etrafında salladı.
Şafak sökerken, dördüncü birasını içmiş ve viski şişesini yarılamış
olan Bili eski gülüşüne hemen hemen kavuşmuştu. Kamyonetine girip
koltuğa uzandı. Başım koltuğa koyar koymaz Yahudi kızın masum ko­
kusu geldi burnuna. Elini cebine soktu, paraları ve zümrüt taşlı yüzüğü
çıkardı. Önce paraları saydı; on dört dolar ve yirmi sent. Güzel! Sonra
yüzüğü elinde evirip çevirmeye başladı. İri zümrüdü çeviren küçük
pırlanta taşlar, kamyoneti örten dalların arasından sızan güneş ışık­
larını yakaladı. Bili yüzüğü takmaya çalıştı. Ancak parmakları yüzüğe
göre çok kalındı, serçe parmağı bile. Yine de yüzüğü ilk boğumuna
kadar itmeyi başardı. Görüntü komikti ama yüzük parmağına iyice
oturmuştu. Güldü -işte tam kendisine ait olan gülüş buydu- sonra
gözlerini kapadı. Burnunda Yahudi kızın kokusu, ellerinde berelerinin
sızlaması... Dişlerini kırmalıydım, diye geçirdi içinden gülerek. Sonra
derin bir uykuya daldı. Artık gece değildi. Karanlık yoktu. Korkacak
hiçbir şey yoktu.
Ancak uyandığında yeniden akşam olmuştu. Yeniden karanlık.
Görünen sadece East River’ın karşı yakasındaki şehir ışıklarıydı. Bili
elindeki zümrüt yüzüğe baktı. Tam gülmek üzereyken vazgeçti. Yeniden
o eksiklik hissine kapılmaktan korkuyordu. Ancak şimdi bu korkuyla
nasıl baş edeceğini biliyordu. Kamyonetten indi. Bir bira açtı ve bir
dikişte şişeyi yarısına kadar içti. Sonra viski şişesine uzandı. Koca bir
yudum da ondan içti. Hayatında daha önce bu kadar kaliteli bir viski
içmemişti, zenginlere özgü bir şeydi bu. Sonra bira şişesini yeniden
kafasına dikip bitirdi. Geğirdi, sonra da güldü. Evet, işte onun gülüşü
buydu. Viskiden koca bir yudum daha aldı. Yeniden güldü, var gücüyle,
ciğerlerini patlatırcasma.

100
Luca Di Fulvio

Geriye yedi şişe bira ve yarım şişeden biraz daha az viski kalmıştı.
İki birayı arka arkaya içti ve şişeleri nehre, köprüye doğru, o ışıl ışıl
şehre doğru attı.
“Geliyorum,” diye bağırdı şehre doğru. “Seni almaya geliyorum!”
Kamyonetin üstündeki dalları temizledi, motoru çalıştırdı ve yola
çıktı. Aracın farları köprünün kirişlerini aydınlattı; şehir ürkütücü
güzelliğiyle gözünün önüne seriliydi. Küçük parmağındaki yüzüğün
yeşil pırıltılarına baktı ve Paranın hüküm sürdüğü şehir, diye düşündü.
Yeniden, “Seni almaya geliyorum,” dedi ama bu kez alçak sesle.
Tıpkı bir meydan okuma gibi.
Tüm o ışıkların ortasında bakışları yeniden sönükleşip kapkara
oldu. Bir bira açtı, sonra bir tane daha. Tüm biraların bittiğini görünce
viski şişesini kafasına dikti. Ve güldü... Gülüşünde hiçbir farklılık ol­
madığını görünce keyifli kahkahalar atarak güldü.
South Seaport yakınındaki ıssız bir yere kamyoneti park etti ve
sonra eve doğru yürümeye başladı. Balık pazarının çöplerinin atıldığı
leş kokulu dar bir sokağa saptı. Tahta bir çitin üzerinden atlayarak
küçük bir avluya indi. Avludan -kırm ızı tuğla döşeli eski bir duvarı
yalayarak- geçip bir tel örgünün önüne geldi. Tele tırmandı ve kendisini
öte yana bıraktı. Yere düştü, aldığı fazla alkol nedeniyle zor toparlandı.
Sendeleyerek ayağa kalktı ve gülerek elindeki yüzüğü, cebindeki paraları
kontrol etti. Sonra alçak bir duvarın üzerine çıktı, kollarını iki yana
açtı ve bir cambaz gibi yürüyerek kırık dökük bir yangın merdiveninin
önüne geldi. Yavaşça üçüncü kata çıktı, pencereyi yine yavaşça açıp eve
girdi. Bir kenara oturup birkaç kez nefes almayı denedi. Ve güldü. Bu
gezintiyi küçüklüğünden, geceleri evden kaçan o pısırık çocuk olduğu
günlerden beri hiç yapmamıştı. Ama sanki her şey dün gibiydi.
İçkiden kısılmış bir sesle, “Kim var orada?” dedi birisi.
Bill’in canı yeniden içmek istiyordu.
Yandaki odadan cam sesleri geliyordu; bir şişenin bir bardağa çarp­
ması gibi. O odada içki bulacağından kesinlikle emindi. Ayağa kalktı.
Sevimsiz, sert ve kupkuru ses, “Yan odadan bir gürültü geldi,”
dedi. “Kalk da bir bak, Yahudi kaltağı!”
“Gerek yok, baba,” diyerek odaya girdi Bili.

101
Rüya Dağıtan Çocuk

Adam kol yerleri iyice eskimiş, soluk yeşil kadife bir koltuğa gö­
mülmüş, oturuyordu. Elinde yarıya kadar likör dolu bir bardak vardı.
Şişe yerde, hemen koltuğun ayağının dibindeydi. Etiketsiz bir şişe.
Kaçak satılan kaliteli viskilere benzemeyen, o sıralar balık pazarında
el altından satılan el yapımı ucuz içkilerden biri. Bir başka etiketsiz
boş şişe -çoktan boşalmış olmalıydı- hemen adamın ayağının dibinde
duruyordu. Adam Bill’e baktı.
“Ne işin var burada, bok herif?”
“Ben de içmek istiyorum.”
“Git, satın al öyleyse.”
Bili güldü. Cebindeki tüm parayı çıkarıp babasının suratına fırlattı.
“Al, ödedim işte, artık içebilirim.”
Yerden şişeyi almak için uzandı. O an babası suratına bir tokat
patlattı.
Bili karşılık vermedi. Şişeyi açtı ve koca bir yudum içti. Sonra
tiksinmiş bir yüzle elinin tersiyle ağzını sildi. Dişlerinin arasından
bir şeyler alıp yere attı.
“Balık pulu... Lanet olsun!”
O esnada odaya, soluk derisi çıkık elmacık kemikleriyle gerilmiş,
simsiyah gözleri hüzünle bakan, cılız, ufak tefek bir kadın girdi. Üze­
rinde Bill’in yıllardır gördüğü aynı elbise vardı. Çenesinde de yeni
bir yara izi.
Bili, elinde içki şişesiyle, “Selam, anne...” dedi.
“Bili!” Kadın, sarılmak için oğlunun üstüne atıldı.
Ancak Bili, şişeyi tutan elini uzatarak ona engel oldu.
Kadın bir elini ağzına götürdü. İri siyah gözlerinde endişe ve
umutsuzluk vardı. Endişe daha o gün doğmuş, yeni bir duyguydu.
Umutsuzluk ise kadına yıllardır eşlik eden en yakın dostuydu. Öyle
ki o uzun yıllar boyunca Bili annesinin gözlerinde başka hiçbir şey
okumamıştı.
Kadın alçak sesle, “Polis geldi...” dedi. Sonra oğlunun parmağın­
daki yüzüğü gördü.
“Bili, Bili... Sen ne yaptın?”
Babası sallanarak koltuktan kalktı ve paraları Bill’in suratına fırlattı.

102
Luca Di Fulvio

“Seni gidi Yahudi piçi! Tüm Yahudiler gibi sen de piçsin! Gör işte
yaptığını!”
Bili, “Kes artık, baba,” dedi. Sonra şişeyi kafasına dikti. “Kes artık!”
Babası Bill’e baktı. Oğlundan daha uzun ve daha güçlüydü. Hayatı
boyunca onu dövmüştü; elleriyle, ayaklarıyla, kemeriyle.
“Sen de bir Yahudi bokusun! Bir Yahudi orospusu çıkardı seni.
Sen de Yahudisin!”
Adamın bakışlarına bir gölge çökmüştü.
“Biliyorum,” dedi Bili. “Bunu bana binlerce kez söyledin, baba.”
Sonra yeniden içti. “Artık o kadar komik değil.”
Kadın, “Kesin şunu artık...” diye araya girdi. “Yalvarırım, kesin.”
Baba kadına döndü, öfkeyle suratına bir tokat indirdi.
“Yahudi orospusu! Çeneni kapatsan olmuyor mu?”
Bili tek kelime etmeden kalkıp mutfağa gitti.
“Buraya gel, bok herif. Şişemi geri ver. O suratıma attığın paraları
senin kıçına sokacağım. Sonun darağacı olacak -ja , seni dum m kopf-
ve ben o gün bayram edeceğim. Ama önce o pis Yahudi sırtında iz
bırakacağım.”
Yaşlı adam belindeki kemeri çıkarıp bir ucunu eline doladı. Ayakta
durmak için sağa sola yalpalarken pantolonun dizlerine doğru indiğini
fark etmedi.
“Beni üzüyorsun, baba,” dedi yeniden odaya giren Bili.
Son kalan içkiyi de kafasına dikti ve şişeyi yere fırlattı. Sonra baba­
sının balık temizlemek için kullandığı bıçağı adamın karnına sapladı.
Annesi, Bili bıçağı babasına ikinci kez saplarken aralarına girdi.
Kadın, bıçağın kaburgasına batıp garip bir sesle göğsüne girdiğini
hissetti. Gözleri yerinden fırladı ve yere düştü. Bili bıçağı kaldırıp
yeniden indirdi. Babası kendisini korumak için ellerini kaldırmıştı.
Bıçak avucuna girdi.
“Leş gibi balık kokan ellerinin midemi nasıl bulandırdığını sana
hiç söylemiş miydim?”
Bili güldü ve adamın karnına bir bıçak darbesi daha indirdi.
Babası yere, annesinin üstüne devrildi.
Bili bıçağı tekrar tekrar sapladı. Darbelerinin Yahudi annesine mi
balıkçı babasına mı geldiğine dikkat etmeden bıçağı sokup çıkardı.

103
Rüya Dağıtan Çocuk

Son darbeyi indirdiğinde kendi sesini duyunca afalladı.


“Yirıiıi yedi.”
Yirmi yedi bıçak darbesi.
Bir yandan onları bıçaklarken bir yandan da darbeleri saymıştı.
Bıçağı fırlatıp kan içinde yatan iki cesedin üstüne attı. Dolabı açıp
yiyecek bir şeyler ve içki aradı. Yerden on dört dolar ve yirmi sentini
topladı. Annesinin içinde para biriktirdiği karton kutuyu açtı ve için­
deki parayı saydı; üç dolar kırk beş sent. Sonra babasının ceplerini
karıştırdı ve bir dolar yirmi beş sent buldu. Yeşil kadife koltuğa oturdu
ve tüm parayı saydı; on sekiz dolar doksan sent.
Bir süre parmağındaki yüzüğe baktı, sonra çıkardı. Elindeki kanlı
bıçakla yüzükteki taşları tek tek çıkardı, bir gazete parçasını kıvırıp
tüm taşları içine koydu ve cebine attı. Babasının cebinden bir men­
dil sarkıyordu. Bili mendili çekip aldı ve yüzüğün çerçevesini güzelce
temizledi.
Sonunda içeriye girdiği camdan atladı ve küçükken, karanlıktan
korktuğu zaman, babasının eve sarhoş gelip hiçbir neden yokken onu
dövmek için kemerini hazırlamasından korktuğu zaman kaçtığı yolu
gerisin geriye yürüdü. Evden kaçıyordu çünkü annesinin -Alm an bir
balıkçıyla evlenmek isteyen Yahudi kızının- onu korumayacağını bili­
yordu. Çünkü tüm kadınlar orospuydu. Ve Yahudi olanları en kötüleriydi.

Yaşlı Yahudiye, “Bu gümüş yüzük çerçevesine ne kadar verirsin?” diye


sordu.
Bu dükkânın geç saatlere kadar açık olduğunu çok iyi biliyordu.
Yahudiler iğrenç yaratıklardı; kalpsizdiler ve para için her şeyi yapa­
bilirlerdi.
İhtiyar büyütecini aldı ve yüzüğü elinde evirip çevirmeye başladı.
Sonra çocuğa baktı. Aptal göründüğünü düşündü.
Omuzlarını kaldırıp, “Taşları olmayan bir yüzüğü ne yapayım ki?”
dedi. Sonra çerçeveyi tezgâha fırlattı. “İki dolar veririm,” dedi.
“Sadece iki dolar mı?”
“Buna yeniden bir taş monte etmek çok zor. Her taşın kendi özelliğine
göre çerçevesi olmalı. Bununla uğraşmak kârdan çok zarar benim için.”

104
Luca Di Fulvio

Yahudiler. Hepsi aynıydı. Bili bunu çok iyi biliyordu. Ve bu yaşlı


Yahudi hepsinden daha kötüydü. Bunu da çok iyi biliyordu. Ancak başka
kuyumcu tanımıyordu; en azından bu saatte açık olan bir kuyumcu.
Oysa onun bir an önce bu yüzüğü okutması ve ortadan kaybolması
gerekiyordu. Elini cebine attı ve taşları sardığı gazete kâğıdını aldı.
Ama hayır, bunu yapamazdı. Yaşlı Yahudi onun bir hırsız olduğunu
düşünüp polise haber verebilirdi.
“En az beş dolar istiyorum. Güzel bir gümüş çerçeve bu.”
Evet, bu çocuk gerçekten salağın tekiydi. Onlardan daha akıllı
oldukları için Yahudilerden nefret ediyorlardı. En azından kendisi
bundan emindi. Bütün Amerikalılar gerçekten salaktı.
“Üç.”
“Dört.”
Yaşlı adam kasadan dört dolar aldı ve Bill’e uzattı. Bili de ona yüzüğü
verdi. Ancak hiç kımıldamadan ihtiyara bakmaya devam ediyordu.
İhtiyar, “Başka bir şey var mı?” diye terslendi.
Bili doğrudan doğruya yaşlı adamın gözlerinin içine bakıyordu.
Küçükken defalarca, büyüdükten sonra da bir kez, annesiyle beraber
gizlice gözetlediği bu adamın hain gözlerine... Bu kalpsiz ve açgözlü
Yahudiye, Alman bir balıkçıya âşık olduğu için kızını gözünü kırpma­
dan evinden kovan bu adama dik dik bakıyordu. Evdeki tüm aynaların
üzerini örten, kızı ölmüş gibi arkasından ölülere okunan duaları okuyan
ve onu bir daha hiç görmek istemeyen bu mide bulandırıcı haine... Ve
torununu hiç tanımamış olan bu Yahudi büyükbabaya...
Bili büyükbabasına bakıyordu.
“Lanet olası pis Yahudi!” deyip o şen kahkahasını attı. Sonra ar­
kasını dönüp dükkândan çıktı.
Yaşlı adam bir süre gözünü kırpmadan Bill’in arkasından baktı.
Yalnız kaldığından emin olunca, “Martha,” diye seslendi dükkânın
arka tarafına doğru.
“Dinle bak... Salağın biri en az elli dolar eden platin bir çerçeveyi
bana dört dolara sattı. Ahmak herif onu gümüş zannetmiş!”
Neşeli bir kahkaha attı. Elli sene önce eşinin kalbini bu özel gülüşüyle
kazanmıştı. Üç yıl sonra güzeller güzeli bir kız çocuğuna, Bill’m anne­
sine, sahip olduğu zaman da yine gülüşü böyle neşeli ve umursamazdı.

105
14

Manhattan, 1922

Haber hemen yayılmıştı. Elbette biraz da abartılarak...


Kimileri, Christmas’ın en büyük Yahudi gangsterlerden birinin
arabasından indiğini söylüyordu. Kimisi alçak sesle bazı imalarda bulu­
nuyordu. Hatta kimisi imadan da öteye giderek, yine alçak sesle, o lüks
arabanın Louis Lepke Buchalter ya da Arnold Rothstein’a ait olduğunu
iddia ediyordu. İki gün içinde Aşağı Doğu Yakası’nda yaşayan herkes
Christmas’ın apartmanın girişinde cebinden kesinlikle elli dolardan
daha fazla para çıkardığına inanmıştı. Çoğu, “Bin dolardan fazlaydı,”
diye yemin bile ediyordu ve hatta aynı kişiler çocuğun belinde fildişi
kabzalı bir Colt taşıdığını görmüştü.
“Ne, geçen gün mü? Şaka yapıyorduk sadece...”
Christmas çocuklara umursamadan bakıyordu. Üzerinde yepyeni
bir pantolon, ceket ve gömlek vardı; ayaklarında da tam onun numa­
rasına uygun bir çift deri ayakkabı. Üstelik bunları yarım sent bile
ödemeden almıştı. Terzi Moses Strauss çocuğun dükkâna girdiğini
görünce çok korkmuştu. Bu ziyaretin başka bir anlamı olduğunu san­
mıştı. Ancak Christmas’m niyetinin haraç almak olmadığını anlayınca
minnettarlığını göstermek için ona beğendiği her şeyi hediye etmişti.
Tabii ki hemen mahallede yeni bir söylenti yayıldı. Moses Strauss pislik
herifin biri olarak bilinirdi; ne veresiye verir ne de mahallenin fakir
halkına bir sent indirim yapardı. Bu Yahudi bile Christmas’m önünde
baş eğmişse Diamond Dogs hakkında söylenenlerin hepsi doğruydu.

106
Luca Di Fulvio

Birkaç gün önce Christmas’ı alay ederek yanlarından kovan çetenin


reisi, “Gerçekten sadece şaka yapıyorduk,” diye tekrarladı.
Santo Filesi hemen Christmas’ın arkasında duruyordu. Bir elinde
büyük bir teneke kutu tutuyordu. Bu sokak serserilerinin karşısında
kendini hiç de rahatsız hissetmiyordu. Onun da üstü başı gıcır gı­
cırdı; yeni bir pantolonu, ceketi, gömleği ve deri ayakkabıları vardı.
Moses Strauss bir ayrıcalık yaparak ona indirim yapacağını söylemiş
ancak Christmas’m bakışlarındaki değişikliği görünce fikrini değişti­
rip Santo’ya da beğendiklerini hediye etmişti. Giyecekleri paketlerken
defalarca, onlar gibi aklı başında çocukların müşteri olarak dükkâna
gelmelerinden nasıl onur duyduğunu tekrarlayıp durmuştu.
“Size çocuk dediğim için bana kızmadınız, değil mi beyler?”
Christmas, çete reisine, “Ne istiyorsun?” dedi ters ters. “Yapacak
bir sürü işim var.”
Çocuk, “Ben sadece demek istiyorum ki...” diye kekeledi.
On altı yaşında, saçları neredeyse alnını kapatacak kadar gür, at
suratlı, iri yarı bir oğlandı.
“Kısacası, biz düşünmüştük ki...”
Dönüp çetesinin diğer üyelerine baktı; çatık kaşlarıyla tehlikeli
görünen çocuklar dostça görünmek için gülümsemeye çalışıyorlardı.
“Düşünmüştük ki arkadaş olmamamız için hiçbir neden yok. So­
nuçta hepimiz İtalyanız ve...”
Christmas, “Ben Amerikalıyım,” dedi ve çocuğa dik dik baktı.
Bu kez kimse gülmedi.
“Eh, aslına bakarsan biz de öyleyiz...”
Çocuk, Christmas’ın yanma geldiğinde başından çıkardığı şapkayı
elinde evirip çeviriyordu.
“Demek istediğim... Siz, Diamond Dogs çetesi büyümek istiyor
musunuz, bilmiyorum ama... Biz size katılmaya hazırız... Tabii sen
de istersen. İki çeteyi birleştirebiliriz ve...”
Christmas çocuğa küçümseyerek baktı ve gülümsedi. Sonra dö­
nüp Santo’ya baktı, ona da gülümsedi. Santo da bir kaşını kaldırıp
Christmas’a gülümsemeye çalıştı.

107
Rüya Dağıtan Çocuk

“Sizinle işim olmaz,” dedi Christmas çocuğa. “Bir şansınız olmuştu


ama onu da boşa harcadınız.”
“Sana söyledim, sadece şaka yapıyorduk.”
“Ama bana hiç komik gelmemişti.”
“Evet, haklısın... Aslında biraz eşek şakasıydı.”
Çocuk dönüp arkadaşlarına baktı ve gözleriyle bir işaret yaptı.
Diğer çocuklar hep bir ağızdan, “Evet, evet... Eşek şakasıydı,” diye
uğuldadılar.
O zaman Christmas kuşkucu bir edayla, “Birleşirsek benim ka­
zancım ne olacak?” diye sordu.
“Biz... Biz çok kalabalığız.”
“Burada işten söz ediyoruz,” dedi Christmas. “Haftada ne kadar
kaldırıyorsunuz? Eminim bir bok etmiyordur. Kusura bakmayın ama
öyle.”
Diğer çocuk yumruklarını sıktı ama cevap vermedi.
Christmas onu ses çıkarmadan izliyordu. Sonunda, “O zaman şöyle
yapalım,” dedi yumuşak bir ses tonuyla.
“Kendi işlerinize devam etmenize izin veriyorum ancak birkaç
şartım var. İlki; kadınlara asla zarar vermeyeceksiniz. Yoksa pişman
olursunuz. İkincisi; Kasap Pep’in köpeğine kimse dokunmayacak.”
“Şu uyuz köpeğe mi? Neden?”
“Çünkü Pep benim arkadaşım.”
Sonra çocuğun gözlerinin içine bakarak bir adım attı.
“Bu kadarı yeterli mi?”
Çocuk bakışlarını kaçırdı.
“Tamam,” dedi. “Kadınlara dokunulmayacak, uyuz köpeğe de do­
kunulmayacak.”
Christmas, “Lilliput,” dedi. “Şu andan itibaren ona Lilliput diye­
ceksiniz, uyuz değil.”
“Lilliput...”
Christmas diğer çocuklara baktı. Onlar da koro halinde, “Lilliput,”
diye tekrarladılar.
Christmas uzanıp elini çocuğun omzuna dostça koydu.

108
Luca Di Fulvio

“Diamond Dogs çetesinin güvenilir dostlara ihtiyacı olduğu zaman


aklımıza sizler geleceksiniz,” dedi.
Çocuğun gözleri parladı.
“Ne zaman istersen. Biz her zaman hazırız.”
Belinden bir sustalı çıkarıp elini havaya kaldırdı. Diğerleri de onu
taklit edip bıçaklarını çektiler.
Santo bir an bacaklarım hissetmedi.
Christmas, “Kaldırın şunları,” dedi. “Biz Diamond Dogs olarak
işlerimizi bununla hallederiz.”
“Aklımızla,” dedi parmağıyla başına dokunarak.
Çocuklar ses çıkarmadan bıçakları ceplerine soktular.
“Artık gidelim, Santo.”
Christmas, yüzü kireç gibi olmuş yardımcısına döndü. “Acele et­
meliyiz. Kiminle toplantımız olduğunu sen biliyorsun.”
Santo dersini iyi öğrenmişti. Sadece o can alıcı ismi söylemesi
gerekiyordu. Yine de tüm sabahı, annesinin aynası önünde, ellerini
ceplerine sokup provalar yaparak geçirmişti. Ama az önceki bıçaklı
gösteri korkudan dilinin tutulmasına neden olmuştu. Yine de boğuk
bir sesle, “Arnold mı?” diye sordu.
Christmas, diğer çocuklar söz konusu kişinin korkunç Arnold
Rothstein olduğunu anlasınlar diye, öfkelenmiş gibi Santo’ya baktı.
“İstersen soyadını da açıkla, olsun bitsin,” dedi. Sonra diğer çetenin
reisine döndü. Parmağını çocuğun yüzüne doğru sallayarak, “Siz de
hiçbir şey duymamış olun, tamam mı?” dedi.
Çocuk çete arkadaşlarına dönüp, “Biz hepimiz sağırız, öyle değil
mi?” dedi.
Çocuklar koro halinde, “Evet, hepimiz sağırız,” diye cevap verdiler.
Christmas ve Santo çocukların yanından ayrılıp köşeyi döndüler.
Kasap dükkânının karşısına geldiklerinde Christmas bir ıslık çaldı ve
Pep’in iri gözlü köpeği havlayarak dışarı çıktı.
“Lilliput!” diye bağırdı Christmas ve sevinç çığlıkları atan köpeği
sevmek için yere diz çöktü.
Santo, “Ne iğrenç şey!” dedi.

109
Rüya Dağıtan Çocuk

Lilliput’un cevabı çocuğa hırlamak oldu.


Christmas güldü ve sonra Santo’nun elinden, içinde çocuğun an­
nesinin hazırladığı sivilce kremi olan kutuyu aldı.
Köpeğinin merhem içinde kaldığını gören Pep, dükkânın kapı­
sından seslendi.
“Hayrola? Fırına mı vereceksin?”
Bir elinde sandalyesi, diğerinde de gazete vardı.
Köpek, sahibini görünce yanma gitti, kuyruk salladı, adamın et­
rafında bir tu r attı ve sonra yeniden Christmas’m yanma döndü.
Kasap sandalyeyi yoldaki çamurun içine yerleştirdi, üstüne de
gazetesini koyup dükkâna girdi. Yeniden dışarı çıktığında kanlı göm­
leğinin üstüne bir ceket giymişti. Sandalyeye oturdu, gazetesini açtı ve
bir gözünü dükkânın kapısından ayırmadan okumaya başladı.
“Bu sandalyeyi neden çamurun içine koyduğumu biliyor musun?”
diye sordu Christmas’a. “Çünkü metalden yapılmış. Zarar görmez. Sırtı
ve oturma yeri bakalit. Bakalit burada, New York’ta bulundu, biliyor
muydun? Asla zarar görmez.”
“Güzel,” dedi Christmas. Sonra Santo’ya dükkânı işaret edip, “Git
bak bakalım, içeriye sızan bedavacı olmuş mu?”
“Kim?”
Christmas homurdandı.
“Git, kapının önünde dur da kendini akıllı sanan biri etleri çalmasın.”
Santo bir an kararsızca etrafına bakındı sonra yürümeye başladı.
“Nereye gidiyorsun?”
“Dolaşıp ön kapıya gideceğim.”
Christmas dükkânın arka kapısını işaret edip, “Buradan geçebi­
lirsin,” dedi. “Olur mu Pep?”
Kasap başıyla onayladı.
“Yeter ki sen bir şeyler götürme.”
Santo kekeledi.
“Ha-hayır, bayım... Ben, hayır... Yapmam.”
Kasap güldü ve yüzü utançtan kıpkırmızı kesilen Santo dükkâna
girdi.

110
Luca Di Fulvio

“Sağlam çocuk, değil mi?” diye sordu Christmas’a ve yeniden güldü.


Christmas cevap vermedi. Lilliput’un yaralarına özenle merhem
sürmeye devam etti.
Pep, “Hayvanı iyice yağa buladın,” dedi. “Ne bu?”
“Uyuz için bir merhem.”
“Uyuz hakkında ne biliyorsun ki?”
“Ben bilmiyorum. Ama bu merhemi hazırlayan doktor uyuz ko­
nusunda bir uzman.”
“Bana para ödetmeyeceksin, değil mi?”
Christmas ayağa kalktı, ellerini mendiliyle temizledi ve kutunun
kapağını kapadı.
“Eh, doktor herhalde bedavaya yapmadı.”
“Kim istedi senden bunu yapmanı?”
Pep bunu dedikten sonra gazetesini okumaya koyuldu.
Christmas omuzlarını silkti ve yerdeki bir taşa tekme attı. Lilli­
put havlayarak taşın peşinden koştu, dişlerinin arasına aldı, kavga
ediyormuş gibi başını sağa sola salladı ve sonra Christmas’m yanına
gelip taşı ayaklarının dibine bıraktı. Christmas güldü ve taşa yeniden
tekme attı. Lilliput yeniden havlayarak taşı yakaladı.
Kasap başını gazeteden kaldırıp, “Kaç para verdin doktora?” diye
sordu.
Christmas, pek ilgilenmiyormuş gibi Lilliput’la oynamaya devam etti.
“İki dolar.”
“İki dolar mı?”
Kasap başını iki yana salladı ve tekrar gazeteyi okumaya koyuldu.
Birkaç sayfa çevirdi ve aniden gazeteyi katlayıp ayağa kalktı. Lilliput
adamın ıslığını duyar duymaz yanma geldi. Kasap köpeği kucağına
aldı, tıpkı fırından yeni çıkan bir hindi gibi burnuna yaklaştırdı ve
kokladı. Sonra onu yere bıraktı.
“Limon ve alkol.”
Hayvanın kıpkırmızı derisinde işaret parmağını gezdirdi.
“Parafin.”

111
Rüya Dağıtan Çocuk

Sonra parmağını kanlı önlüğünde temizledi ve yeniden gazete­


sini eline aldı. Ancak okumaya başlamadan önce Christmas’a sert bir
bakış fırlattı.
“Bu boktan şey için mi iki dolar?” dedi. “Biraz limon, su ve parafin
için mi?”
Christmas gözlerini adamdan ayırmadan, “Doktor her gün uygu­
laman gerektiğini söyledi,” dedi.
Pep, domuz sosisine benzeyen, kesikler içindeki işaret parmağım
Christmas’a doğru sallayarak, “Bana bak, çocuk,” dedi. “Son günlerde
adını her gün duymaya başladım, hatta mahallede sadece senden söz
ediliyor. Yalnız sana bir şey demek istiyorum. Sizin gibi sokak serse­
rileri -İtalyan, Yahudi, İrlandalı fark etm ez- benim hiç umurumda
değil. Sizler, zavallı fakir insanların dürüstçe kazandıklarını çalan
pisliklersiniz. Hepinizi tekme tokat kapı dışarı ederim gözümü kırp­
madan. Sizden korkmuyorum. Anladın mı?”
Christmas gözünü kırpmadan adama bakıyordu. Bu arada konuş­
maları duyan Santo dükkânın kapısında belirdi.
Christmas, “Yerine dön,” diye bağırdı çocuğa.
Santo anında dükkânın içinde gözden kayboldu.
Christmas, Pep’e döndü.
“Sen gazete okumuyor muydun, Pep?”
“Bana ne yapacağımı söyleme, kalın kafa.”
Lilliput neşeli hırıltılar çıkararak taşı yeniden Christmas’m ayak­
larının dibine getirdi. Christmas göz ucuyla kasaba bakıp gülümsedi
ve taşa bir tekme daha attı.
Kasap neşeyle oynayan köpeğine baktı.
“Daha şimdiden az kaşınmaya başladı,” diye homurdandı ve ga­
zeteyi tekrar eline aldı.
Christmas taşa yine tekme attı.
Kasap aniden, “Lanet olsun!” diyerek ayağa fırladı ve sandalyesini
kaptığı gibi dükkâna yöneldi. Gazete yerdeki çamur birikintisine düştü.
Kasap, “Hah, ne güzel!” dedi gazeteyi göstererek. “Şimdi mutlu mu­
sun?” Sonra, “Lilliput, buraya gel,” diyerek köpeğini çağırdı ve birlikte
dükkâna girdiler. Birkaç saniye sonra kasabın sesi yeniden duyuldu.

112
Luca Di Fulvio

“Sen de hemen dışarı! Defol!”


Santo, suratında şaşkın bir ifadeyle koşarak dükkândan çıkarken
Christmas uzanıp çamurun içindeki gazeteyi aldı.
Santo, “Bay Pep sana bunları vermemi söyledi,” diyerek iki dolar
uzattı. Christmas gülümsedi ve iki doları cebine attı.
Santo durumdan memnun, “İyi para veriyor,” dedi.
“Oldukça iyi.”
“Benim payım ne kadar?”
Christmas gazeteye bir göz attı. Ön sayfada büyük harflerle şunlar
yazıyordu:

CANİ, BİR ÇOCUĞA SALDIRDI VE KENDİ ANNE BABASINI


ÖLDÜRDÜ
TEKSTİL KRALININ TORUMU VAHŞİ BİR SALDIRIYA UĞRADI
POLİS, WILLIAM HOFFLUND’U ARIYOR

Christmas’m bakışları karardı. Dişlerinin arasından öfkeyle bir


isim çıktı.
“William Hofflund.”
Santo hâlâ,” Benim payım ne?” diye mızmızlanıyordu.
“Demek oymuş,” dedi Christmas alçak sesle. “William Hofflund.”
Sonra yürüyüp gitti.

113
15

Manhattan, 1911

“Evet... Evet, hissediyorum... İşte böyle... Bırak kendini... Aferin... Açılmak


üzere... Çiçek gibi açılıyor... Zorluyor... Dışarı çıkmak için zorluyor...
İşte böyle... Hadi, şimdi... Şimdi, şimdi... Hadi, gider susuzluğumu...”
Cetta, “Sal,” diye inledi. Bedeni önce kasıldı, sonra titremeye başladı.
Sal’in saçlarına yapıştı ve başını uyarılmış bacak arasına bastırdı. Bir
yandan da beden sıvılarının, önünde diz çökmüş bu adamın dilinde
birbirine karışmasını hissediyordu.
“Sal...” dedi yeniden ama bu kez daha zayıf... Ellerini gevşeterek,
son bir kasılmayla kendini geriye doğru atarak... Sanki her şey dur­
muş gibi; kalbi, nefesi, düşünceleri... Ölü taklidi yapar gibi; bir an için
tüm bedenini teslim ettiği tatlı bir ölüm gibi. Ve bu bir anlık ölümden
uyanırken, güçlükle açılan gözleriyle yepyeni, gizli, hem uyuşturan
hem de canlandıran bir dünya keşfediyordu sanki.
İçini çekti. Çırılçıplak yattığı yatakta önce bir kedi gibi gerindi
sonra da yanma uzanmış olan Sal’in göğsüne kıvrıldı.
“Sal...”
Sal, kollarını başının arkasına kenetlemiş, alçak ve rutubetten yer
yer dökülmüş tavana bakıyordu. Yaz acımasızdı. Tonia ve Vito’nun son
yıllarını geçirdikleri ve şu an Cetta’ya ait olan odanın havası inanıl­
maz derecede boğucuydu. Eski yatak her harekette gıcırdıyordu. Sal
ter içinde kalmıştı.
Atleti sırılsıklam olmuştu.

114
Luca Di Fulvio

Cetta kalktı, bir bezi musluğun altında iyice ıslattı ve yavaş ha­
reketlerle Sal’in bedenini silmeye başladı. Sal gözlerini kapadı. Cetta
bezi boynunda, çenesinin altında, hafif sakallı yanaklarında, alnında
gezdiriyordu. Sonra da kollarını ve koltukaltlarını sildi. Sal’in atletini
yukarı doğru çekti, göğsünü ve karnını sildi. Sonra bezi lavaboya bı­
raktı. Yatağa dönüp Sal’in kemerini çözmeye başladı. Sal gözlerini açtı.
Cetta alçak sesle, “Bana bırak,” dedi.
Önce ayakkabılarını çıkardı, sonra pantolonunu. Çorap askılarını
çözdü, çoraplarını çıkardı.
Lavaboda bezi yeniden ıslatıp Sal’in ayaklarını silmeye başladı.
Sonra yukarı, bacaklarına doğru devam etti. Dizlerinin arkalarım sildi.
Yavaşça daha yukarıya, Sal’in sıkı kalçalarına çıktı. Önce yanlarını
sildi, sonra kasıklarına doğru ilerledi. Bezi yeniden lavaboya bırakıp
yavaşça Sal’in külotunu çıkarmak istedi. Sal uzanıp kızın elini tuttu.
“Oda çok sıcak, Sal,” dedi Cetta. “İzin ver.”
Sal’in eli gevşedi.
Cetta, Sal’in külotunu yavaşça aşağı doğru kaydırdı ve çıkarıp yere
attı. Islak bezi yeniden eline aldı ve Sal’in aletini, testislerini silmeye
başladı. Sonunda eğildi ve Sal’in o koyu tenli aletini öpmeye başladı.
Sal aniden kalkıp yatağın içinde oturdu, Cetta’yı saçlarından ya­
kaladı ve başını havaya kaldırdı. Sonra kızı öfkeyle itti.
Cetta yataktan düştü.
Sal, “Sana ‘hayır’ demiştim!” diye bağırdı.
Cetta, Sal’in ayağına dokunmak için uzandı.
“Neden?”
Sal, rahatsız olmuş bir halde ayağını çekti.
“Hâlâ anlamadın mı, gerizekâlı?”
Cetta sesini çıkarmadan Sal’e baktı. Sonra yavaşça yerden kalkıp
yatağın kenarına oturdu ve Sal’in bacağını okşamak istedi. Sal yemden
bacağını çekti. Yandan Cetta’ya bakıyordu.
Cetta, “Yoksa sen...” diye kekeledi. Doğru kelimeleri bulmaya ça­
lışıyordu. “Sen... Yapamıyor musun?”
Sal öne doğru uzandı ve yumruğunu kızın suratına yaklaştırdı.

115
Rüya Dağıtan Çocuk

“Ben nazik olmayı da bilirim, zalim olmayı da...” Sonra kızın çe­
nesini tuttu. “Nasıl olacağımı seçmek sana düşer. Anladın mı?”
Cetta kımıldamadan dinledi.
Sal öfke dolu bir sesle, “Etrafta bundan söz ettiğini duyarsam...”
dedi. “Leşini East River’dan çıkarırlar.”
Cetta gözlerini Sal’den ayırmadan elini uzatıp adamın hâlâ yumruk
halinde duran elini tuttu.
“Benim suçum mu?” diye sordu sonra.
“Hayır.”
“Diğer kızlarla yapıyor musun?”
“Hayır.”
“Hiç mi yapmadın?”
“Hiç.”
Cetta uzandı ve Sal’i dudaklarından öptü.
Sal onu ittirdi.
Cetta kıpkırmızı olmuş yüzünü aşağı indirdi.
“Ben de hiç yapmamıştım,” dedi. “Kimseyi öpmemiştim.”
“Eh, işte şimdi yaptın,” dedi Sal. Homurdanarak kendini sırtüstü
yatağa bıraktı.
Cetta, “Başkasını öpmeyeceğim,” dedi.
“Senden öyle bir şey istemedim.”
Cetta, Sâl’in yanma uzandı ve başını omzuna koydu.
“Sana yemin ediyorum.”
“Etme.”
Cetta, Sal’in elini tuttu ve bir süre okşadı.
“Seni yıkamak istiyorum.”
“Hayır.”
Cetta, sessizce Sal’in güçlü elini okşamaya devam etti. Sonra du­
daklarına götürdü, hafifçe öptü, yanağına bastırdı.
“Neden?”
“Uğursuzluk getirir.”

116
Luca Di Fulvio

Cetta, adamın omzuna bir yumruk attı. Sonra gülerek onun geniş
göğsüne sarıldı.
“Neden Sal?”
Sal içini çekti. Komodinin üzerinde duran yarım sigarasını aldı.
Sönmüş olmasına rağmen dudaklarına götürdü.
Ve ağır ağır anlatmaya başladı.
“Aşağı yukarı senin yaşlarındayken beni yakaladılar. Başarısız bir
soyguna kalkışmıştım. İyi bir hırsız değildim...” Güldü.
Cetta, konuşurken sesinin göğsünde yarattığı titreşimleri duyu­
yordu ve Sal’in hiç gülmediğini biliyordu.
“Beni içeri attılar. Parmaklarımı mürekkepli süngere bastırıp
parmak izlerimi aldılar. Bunu yaparken gülüyorlardı, kirli ellerime
gülüyorlardı. Sonra görüşme odasında annem ellerimdeki mürekkepleri
gördü ve ağlamaya başladı. O gece hücrenin duvarlarına sürte sürte
ellerimi temizlemek istedim ama bir türlü temizlenmiyordu. Mürekkep
derime işlemişti...”
Cetta, Sal’in koyu renkli elini okşamaya devam etti. Sonra avucuna
aldı ve göğsüne, tam kalbinin attığı yere koydu.
“Araba tam ir etmeyi hapishanede öğrendim,” dedi gülerek. “O sı­
ralar arabalar hakkında bilgim yoktu, doğrusu umurumda da değildi.
Ama bir gün, hapishanenin avlusunda elleri kapkara bir herif gördüm.
Tamirciydi. Beni de tamir atölyesine aldırdı. Her gece yatağa girdiğimde
ellerime bakıyordum. Bir kez daha yakalanırsam ellerimi mürekkebe
sokarak benimle alay edemeyeceklerdi, zaten derim kapkara olmuştu.
Ve eğer annem o siyah ellere alışırsa, görüşme günü ağlayıp canımı
sıkmayacaktı...”
Sal durdu, derin bir nefes aldı ve bir elini kaldırıp dikkatle baktı.
“Ellerim kirlendiğinden beri beni bir daha kimse yakalamadı,”
Gülümsedi. “İşte bu yüzden eğer onları yıkarsam uğursuzluk getirir
diye korkuyorum.”
Cetta dirseğinin üzerinde doğruldu, Sal’in dudaklarına uzandı,
ağzındaki sönük sigarayı alıp onu öptü.
“Fazla sırnaşıklık yapma, küçük kız,” dedi Sal.

117
Rüya Dağıtan Çocuk

Cetta güldü, sigarayı yeniden Sal’in dudakları arasına koydu ve


göğsüne kıvrılıp yattı.
Sal, “Senin sümüklüyü ne zaman geri getirecekler?” derken kapı
çaldı.
Cetta utanarak gülümsedi.
“Şimdi.”
Yataktan çıktı, sabahlığını giydi ve kapıya yöneldi. Elini kapının
koluna koyup sakince giyinen Sal’e baktı.
“Üzgünüm,” dedi.
Sal ona bakmadan omuzlarını kaldırdı ve bir sigara yaktı.
Cetta üzgün bakışlarını yere indirdi ve yeniden, “Üzgünüm,” dedi.
Sal pantolonunu giyerken, “Tamam, kaç kez söyleyeceksin,” diye
homurdandı.
Kapı yeniden çalındı. Kapının önündeki şişman kadın kucağında
Christmas’ı tutuyordu. Eteklerinde de tıpkı kendisi gibi şişman dört
beş yaşlarında iki çocuk daha vardı.
Cetta, Christmas’ı kadının kucağından aldı.
“Teşekkürler, Bayan Sciacca.”
Kadın odaya göz atmaya çalışarak, “Çocuk bana çok iş çıkarıyor,”
dedi. “Sizin de çalışma saatleriniz çok kötü...”
Cetta sessizce kadım dinledi. Tonia ve Vito öldüğünden beri
Christmas’ı, apartmanın ikinci katında tek pencereli bir evde kocası
ve dört çocuğuyla birlikte oturan Bayan Sciacca’ya emanet ediyordu.
Kadına her hafta bu iş için bir dolar ödüyordu.
“Artık ona bakamayacağınızı mı söylüyorsunuz?”
Kadın, “Aslında bakabilirim ama sizin çalışma saatleriniz...” di­
yerek yakınmaya başladı.
Sal, üzerinde atleti, ayağında pantolonu ile kapıya çıktı.
“Çalışma saatlerinin değişmesi mümkün değil,” dedi.
Sonra elini cebine attı, bir tomar para çıkardı ve içinden beş dolar
alıp kadına uzattı.
“Alın bunu,” dedi. Sonra kadına soğuk bir bakış atarak, “Ve koca­
nıza selam söyleyin. Kendisi çok iyi bir adam.”

118
Luca Di Fulvio

Şişman kadının yüzü bembeyaz oldu, parayı aldı ve sessizce ba­


şını salladı.
Sal, “Yumurcağa iyi bakın,” diye ekledi. “Bu yaşta nasıl olduklarını
bilirsiniz; çok çabuk başlarına iş açabilirler. Bu da benim hiç hoşuma
gitmez.”
Bayan Sciacca’hın yüzü giderek daha çok soldu. Gülümsemeye ça­
lışarak, “Siz sakın endişe etmeyin, Bay Tropea,” dedi. Sonra yanındaki
çocuklarına bakarak, “Hepimiz Christmas’ı çok seviyoruz, değil mi,
çocuklar? Hepiniz Christmas’ı seviyorsunuz,” dedi.
İki küçük, kendilerinden söz edildiğini anlayınca annelerinin geniş
kalçasının arkasına saklanmaya çalıştılar.
Sal başka bir şey söylemeden kapıyı kadının suratına kapadı. Sonra
kısa kollu beyaz gömleğini astığı sandalyeden alıp giydi. Silahını ke­
merine taktı. Cetta mutluluktan ne yapacağım şaşırmıştı. Gidip Sal’e
sarıldı ve yanağına bir öpücük kondurdu. Bu iri yarı, çirkin adama
baktı; onu ilk kez, Amerika’ya geldiği gün kendisini Ellis Adası’ndan
çıkaran ve bebeğini elinden almak isteyen avukatın kapısında gördüğü
an geldi aklına. Christmas’ın kulağına, “Seni çok iyi bir adam koruyor,”
diye fısıldadı ve oğlunun kendisini anlamış gibi kıpırdandığını gördü.
O esnada Sal masanın üzerine kumaştan yapılmış ve Yankees
oyuncularından birini temsil eden oyuncak bir bebek fırlattı. Bebe­
ğin üniformasında 3 numarası, elinde de küçük bir tahta sopa vardı.
“Bugün yumurcağın doğum günü, değil mi?”
Cetta karnında bir ağrı hissetti. Bir an Christmas’ı kucağından
düşüreceğini sandı. Dişlerini sıktı, acı çeken birinin yüz kasılmasını
andırır şekilde gülümsedi. Sonra patlama gibi gelen ani bir hıçkırık
tüm bedenini titretti. Artık gözyaşları sicim gibi yanaklarından akı­
yordu. Christmas ellerini uzatıp annesinin ıslak yanaklarını okşadı.
Sonra parmaklarını ağzına soktu. Tuz tadını alınca dudaklarını büzdü
ve ağlamaya başladı.
Sal başını sağa sola sallayarak onlara bakıyor bir yandan da gi­
yinmeye devam ediyordu.
Cetta güçlükle bez bebeği aldı ve Christmas’m kıpkırmızı olmuş
gözlerine doğru salladı. Sonra çocuğu yavaşça yatağına yatırdı. Bebeği
eline vermeden önce üstündeki numaraya dokundu.

119
Rüya Dağıtan Çocuk

“Üç... Gördün mü? Senin gibi bebeğin de üç yaşında...”


Sal kapıyı açtı ve çıkmadan önce, “Siz ikiniz, gerçekten baş be-
lasısınız,” dedi.
Cetta, yaştan sırılsıklam olmuş gözlerine rağmen güldü. Christmas
ise bebeği yatağına vurmaya başlamıştı.
Sal, “Akima saçma sapan fikirler sokma,” dedi. “Aramızda hiçbir
şey yok.”
Cetta, kapı kapanırken, “Biliyorum, Sal,” diyerek güldü.

120
16

Manhattan - Ne w Jersey, 1922

Sabahın erken saatlerinde lüks Rolls-Royce Silver Ghost ikinci kez


Monroe Caddesi’ndeki 320 numaralı evin önünde durduğu zaman
herkes, küçük yaşına rağmen Christmas Luminita’nın önemli biri ol­
duğuna ikna oldu.
Bir grup meraklı, şoförle birlikte apartmanın merdivenlerini çıktı.
Kimi arabanın Rothstein’a ait olduğunu söylüyor, kimi elindeki koca
pakette ne olduğunu soruyor, kimiyse sessizce ve bozuntuya vermeden
şoförün cebinden ucu görünen zarfı almaya çalışıyordu.
Fred elindeki paketi yere bıraktı ve Cetta ile Christmas Luminita’nm
oturduğu dairenin kapısını çaldı. Birkaç dakika bekledikten sonra
yeniden çaldı. Kimse cevap vermedi.
Santo öne çıkıp kapıyı yumruklayarak bağırmaya başladı.
“Christmas! Christmas! Açsana!”
“Santo! Neden kıçını yırtıyorsun sabah sabah?”
Christmas üstünde iç çamaşırlarıyla ve uykudan yeni kalkmış
yüzüyle kapıya çıktı. Sarı, yumuşak saçları darmadağındı.
Apartmanın içinden biri, “Christmas, yine mi kavga ediyorsun?”
diye bağırdı. Ardından bir kapının şiddetle kapandığı duyuldu.
Christmas, eğilip yerden paketi alan şoföre şaşkın gözlerle baktı.
“Ben Fred, Bay Luminita.”
Christmas hâlâ tam açılmamış gözleriyle bakarak, “Evet, evet...”
dedi. “Merhaba, Fred.”

121
Rüya Dağıtan Çocuk

“Beni buraya Bay...”


“Tamam, tamam... İsimleri kullanmaya gerek yok. İkimiz de seni
buraya kimin gönderdiğini biliyoruz. İçeri gel, burada yeterince da­
vetsiz misafir var.”
Adamı kolundan çekip odanın içine soktu ve ardından hemen
kapıyı kapadı.
İçeri girmek için birkaç adım atmış olan Santo kapının suratına
kapanmasıyla birlikte kıpkırmızı oldu.
Bir dakika sonra kapı yeniden açıldı ve Christmas kolunu Santo’nun
boynuna dolayıp onu da içeri aldı. Sonra kapı üçüncü kez açıldı ve
Christmas meraklılara, “Defolun!” diye bağırdı.
Küçük kalabalık bir şeyler homurdandı ve sonra herkes birbiriyle
tartışıp parçaları birleştirerek yeni gelişmeleri yaymak için mahalleye
dağıldı.
Fred, aynı zamanda Christmas’m yatak odası olan mutfağa girdi ve
rahatsız bir şekilde etrafına bakındı. “Evde elektrik var mı?” diye sordu.
Christmas, gururla ellerini beline koyarak, “Elbette var,” dedi.
O sırada Cetta odasından bağırdı.
“Christmas, Tanrı aşkına sus!”
Christmas bir baş işaretiyle annesinin kapalı duran oda kapısını
işaret etti.
“Annem,” dedi Fred’e. “Bir gece kulübünde çalışıyor.”
Fred kayıtsızca ona bakarak, “İsterseniz önce giyinmenizi bekle­
yelim, Bay Luminita,” dedi.
“Ne?” dedi Christmas. Sonra başını eğip iç çamaşırına baktı ve
utandı.
Santo kıs kıs güldü.
Cetta yeniden, “Christmas!” diye bağırdı.
“Evet, haklısın... Giyinsem iyi olacak...” Azar işitmiş her çocuk
gibi o da başını omuzlarının arasında gizleyerek çarçabuk giyindi.
Küçük leğenin içine iki parmağını soktu ve buz gibi suyu göz kapakla­
rına sürünce titredi. Sonra Cetta’nın “salon” dediği küçük odaya geçti.
Apartman boşluğuna açılan aralığı gösterip, “Penceremiz de var,” dedi.
“Evet, efendim,” dedi Fred.

122
Luca Di Fulvio

“Neyse, işimize bakalım . Ne istiyorsun, Fred?”


Şoför, Santo’ya bakarak, “İsim kullanabilir miyim?” dedi.
“Kullanmasan daha iyi olur.”
Santo gururla ellerini cebine soktu ve om uzlarını dikleştirerek,
“Böylece beni sıkıştıran olursa ağzımdan bir şey kaçırmış olmam,” dedi.
Fred hâlâ koruduğu soğukkanlılığıyla, “Anlıyorum...” dedi. Sonra
elindeki paketi Christmas’a uzatarak, “Öyleyse, kim olduğunu bildiğiniz
o kişi size bir hediye gönderdi,” diye devam etti.
“İhtiyar mı?”
Fred, Christm as’m kullandığı bu tabirden biraz rahatsız olmuştu
ancak profesyonelliğini hiç bozm adan cevap verdi.
“Evet, ihtiyar.”
Christm as paketi yırtarak açtı. İçinden bir radyo çıktı; yanında
parlak, siyah bakalit hoparlörü olan bir radyo. Radyonun üst kısmında
altı adet sigorta, kenarlarında iki iri som un vardı. Som unların ara­
sındaki m etal bir etikette gri harflerle “Radiola” ve hem en altında da
“Uzun dalga Radyo Amplifikatör - Model AA485 ” yazıyordu. Metal
etiketin en altına da “RCA - Radio Corporation of America ”4yazılmıştı.
“Vay!” dedi Christmas.
“Bu bir radyo!” diye bağırdı Santo.
Christmas, “Radyo olduğunu biliyorum.” dedi. Sonra radyonun
düğmelerini gelişigüzel çevirmeye başladı. Fred’e, “Çalışıyor mu?”
diye sordu.
“Öyle sanıyorum,” dedi şoför. “İzin verir m isiniz?”
Etrafına bakındı, duvardaki prizi görünce radyonun fişini prize
taktı, sonra düğmelerden birini çevirdi. İki çocuk radyodan gelen cı­
zırtıya kulak verdi.
Fred, “Sigortaların ısınması lazım,” dedi.
Christmas, Santo’ya dönüp, “Sigortaları da var,” diye açıkladı.
Santo hayranlıkla gülümsedi.
Derken cızırtı azalmaya başladı ve karga sesi gibi bir ses duyuldu.

4 (İng.) Amerikan Radyo Kurumu (yay. n.)

123
Rüya Dağıtan Çocuk

Fred, “Geçen şubatta Başkan Harding de Beyaz Saray’a bir radyo


koydurdu,” dedi. Sonra çocuklara düğmelerden birini işaret etti. “Bu
düğmeyi çevirerek farklı istasyonlar bulabilirsiniz.” Yavaşça düğmeyi
çevirdi ve radyodan bir müzik sesi yükselmeye başladı.
Christmas ve Santo’nun ağızları bir karış açık kaldı.
Fred açıklam alarına devam etti.
“Diğer düğme ise sesi ayarlamanız için. Ama sanırım şu an olabil­
diğince kısık olsa iyi olacak. Yani anneniz uyuduğu için...”
Christmas aniden başını annesinin yattığı odaya çevirdi. Koştu
ve kapıyı çalm adan içeri daldı.
“Anne! Anne! Gel!”
Sonra daha heyecanlanmış halde salona girdi. Bir kez daha, “Anne!”
diye bağırdı. “Fred, sesi aç! İyice aç, sonuna kadar!”
“Bence bu iyi bir fikir olmaya...”
Christmas koşup radyonun sesini sonuna kadar açtı. Bu arada,
uyanır uyanmaz o şiddet görmüş küçük kızı hatırlayan Cetta aynı
endişeli gözlerle kapıda belirdi.
Christmas, radyoyu bastıran sesiyle, “Anne, bak!” dedi. “Radyo!”
Cetta’m n endişesi yerini şaşkınlığa bırakm ıştı. Karşısında ünifor­
m alı bir adam görünce sabahlığına iyice sarındı.
Christmas hâlâ avaz avaz bağırıyordu.
“Anne, artık bir radyomuz var! Tıpkı başkan gibi.”
Birden Cetta’nın bakışları öfkeyle doldu. Fred’e bakarak radyonun
yanm a gitti ve kapadı.
“Nereden çıktı bu? Mahallede söylenenler doğru mu? Hırsızlık mı
yapıyorsun? Başım belaya mı soktun?”
“Hayır, anne, hayır... Bu bir hediye...”
“Kimden?” Cetta dönüp şoföre baktı. “Bu da kim ?”
Sesinden öfkeli olduğu açıkça belliydi.
Fred, “Rahatsızlık verdiğim için özür dilerim, hanım efendi,” diye
başladı. “Bir gece kulübünde çalıştığınızı bilmiyordum, yoksa daha
geç gelirdim...”
“Kimsiniz?”

124
Luca Di Fulvio

“D ur anne, dur bekle...” Christm as işaret parm ağını Fred’e doğru


uzattı. “Sakın sesini çıkarma, Fred.”
Sonra Santo’nun koluna girip onu sokak kapısının önüne sürükledi.
“Bu bir aile meselesi, Santo.”
Çocuğun bir şey söylemesine fırsat vermeden kapıyı açtı, onu dışarı
itti ve kapıyı arkasından kapadı.
Cetta bir kez daha endişeyle, “Oğlumun başı belada mı?” diye sordu.
Fred, “Hayır, efendim. Em in olun öyle bir şey yok,” dedi. Sonra
C hristm as’a dönüp, “Annenize her şeyi sizin anlatm anız daha uygun
olacak,” dedi.
“Bana ne anlatm an gerekiyor?”
“Kötü bir şey yapmadım, anne. Sen söyle, Fred.”
“Bay Saul Isaacson, torununu kurtardığı için Bay Luminita’ya te­
şekkür etm ek istedi.”
“Ruth’u hatırladın mı, anne?”
Cetta hem en yumuşadı.
“Ah, zavallı küçük kız. Durum u nasıl?”
“Çok daha iyi, hanım efendi. Teşekkürler.”
“Başımı belaya sokmadım, anne.”
Cetta oğluna sarılıp sarı saçlarını okşadı.
“Tamam, tam am .” Sonra yüzünü ellerinin arasına alıp ona gü­
lümseyerek baktı.
“Demek radyo, ha?” Şimdi küçük bir kız çocuğu gibi olmuştu.
“Mahallede hiç kim senin radyosu yok.”
Fred, biraz çekinerek Christm as’a bir zarf uzattı.
“Bir de bu var... İsterseniz ben okuya...”
Cetta adam a sert bir bakış attı ve gururla başını kaldırdı.
“Oğlum okum a yazma biliyor, bayım.”
“Okuma biliyorum, Fred,” diye tekrarladı C hristm as ve adam ın
elinden zarfı aldı.
Fred, saygıyla başını önüne eğdi.

125
Rüya Dağıtan Çocuk

“Affedersiniz,” dedi. “Siz de affedin, hanımefendi. Mektup, Bayan


Ruth tarafından yazıldı. Bay Isaacson siz mektubu okuyana dek em­
rinizde kalm am ı istedi.”
“Ne için?” diye sordu Christmas.
Cetta heyecanla, “Hadi aç şunu,” dedi.
Christmas zarfı açıp içindeki mektubu çıkardı; açık yeşil bir kâğıda
zarif bir el yazısıyla yazılmış birkaç satır gördü.
Cetta, “Ne güzel yazmış,” dedi ve utanarak Fred’e gülümsedi. Sonra
oğluna döndü.
“Ne yazmış?”
C hristm as’ın m ektubu tutan elleri aşağı düştü. Yüzü kireç gibi
olmuştu.
Cetta yeniden, “Ne yazmış?” diye sordu.
Christm as’ın heyecanı sesinden açıkça belli oluyordu.
“Beni görmek istiyor, anne.”
“Ne zaman? Nerede?”
Fred araya girdi.
“Küçük hanım henüz tam iyileşmiş sayılmaz. Klinikten taburcu
oldu ama doktor kesinlikle yorulmamasım istiyor. Bu yüzden şu an kır
evinde dinleniyorlar. Eğer Bay Luminita gelmeyi kabul ederse ve başka
işleri yoksa ona Isaacson villasına kadar eşlik edeceğim ve akşam üstü
geri getireceğim. Bayan Ruth’un ailesi kendilerini öğle yemeği için
ağırlam aktan şeref duyacaklar.”
Christmas ne diyeceğini bilemiyordu.
“Anne?”
Cetta oğluna gülümsedi ve onu göğsüne bastırdı.
“Korkma, oğlum,” diye fısıldadı kulağına. “Git ve benim yerime
de ye.”
O zaman Christmas ağırbaşlı bir edayla Fred’e döndü.
“Tamam öyleyse... Geliyorum.”
“Sizi arabada bekliyorum, Bay Luminita. Rahat rahat hazırlanın.”
Fred bunları dedikten sonra Cetta’yı başıyla selamladı.
“Verdiğim rahatsızlık için kusura bakm ayın, hanımefendi.”

126
Luca Di Fulvio

“Rica ederim ,” dedi Cetta ve Fred kapıdan çıkar çıkmaz radyoyu


açtı. Ancak cızırtıyı duyunca yüzü asıldı.
“Çalışmıyor.”
Christmas, “Önce sigortaların ısınm ası gerekiyor, anne,” dedi.
Cetta oğlunun yüzünü ellerinin arasına aldı, hayranlıkla ona baktı.
“Benim oğlum ne çok şey biliyormuş,” dedi gururla.
O sırada odayı radyodan çıkan müzik sesi doldurdu. Cetta oğlunun
ellerinden tu ttu ve gülerek dans etmeye başladı.
Christmas, “Biraz korkuyorum, anne,” dedi.
Cetta dans etmeyi bıraktı. Ciddi bir ifadeyle oğluna baktı.
“Unutm a ki onlar dünyanın parasına sahip olabilirler am a yine
de senden daha üstün değiller. Kendini rahatsız hissettiğinde onları
tuvalette işlerini görürken hayal et.”
Christm as güldü.
“Kaka yaparken mi yani?”
“Gülme,” dedi Cetta aynı ciddi ifadeyle. “Bunu bana Tonia ninen
öğretti.”
“Kaka yaptıklarını mı?”
“Elbette. Anlam adığın bir şeyler söyledikleri zam an ya da sana
tepeden bakıyorlarm ış gibi geldiğinde onları tuvalete oturm uş, kıp­
kırm ızı suratlarıyla ıkınarak sıçarken düşün.”
Christmas yine güldü.
“Hadi, oyalanma... Saçlarını tara.”
Cetta m utfağa gitti, bir tarak alıp oğlunun sarı saçlarını taram aya
başladı. Sonra leğene biraz su koydu ve ıslattığı bez parçasıyla çocuğun
yüzünü temizledi. Bir parça sabunla ellerini sabunladı, bir bıçak ucuyla
tırnağının içindeki kirleri çıkardı. Sonra ellerini leğende duruladı.
“Ne kadar yakışıklısın, Christmas. Kızlar senin için deli olacaklar.”
Christmas çekinerek, “Ruth da mı?” diye sordu.
Cetta’nm yüzü bir an asıldı, gözlerinden bir gölge geçti.
“Elbette,” diye cevap verdi oğluna. “Neyse, boş ver zengin kızlarını.
Kendine buralardan bir kız bul.”
“Anne, zenginlerin m asasında nasıl davranılır?”

127
Rüya Dağıtan Çocuk

“Şey... Normal şekilde.”


“Nasıl yani?”
“Çok kolay. Onları izle ve ne yapıyorlarsa aynısını yap.”
“Tamam...”
“Ağzın doluyken konuşm a ve sakın geğirme.”
“Tamam...”
“Ve sakın küfretm e.”
“Tamam...” Christmas yerinde duramıyordu. “Öyleyse gidiyorum.”
“Bekle.”
Cetta koşarak odasına girdi ve elinde çantasıyla çıktı. Christm as’a
on sent uzatarak, “Ona bir dem et çiçek al,” dedi. “Bir davete giderken
çiçek götürm ek çok zarif bir harekettir.”
Christmas gülümsedi ve kapıya doğru yürüdü. Tam dışarı çıkmak
üzereyken durdu.
“Anne, kimseye bu olaydan söz etme, olur mu? Sana sonra anla­
tırım . Soranlara sadece çok önemli bir Yahudiyle görüşmeye gittiğimi
söyle. Tamam mı?”
“Yahudiler mi?”
“Evet, anne... Ama...”
Cetta yere tükürdü.
“Lanet olası Yahudiler!”
“Anne!”
Cetta buz gibi bir sesle, “Onlar Sal’i öldürmeye çalıştılar,” dedi.
“Evet, biliyorum.”
“Ama en azından Ruth Amerikalıdır, değil mi?”
“Evet, evet... Ruth Amerikalı.”
“Oh, Tanrı’ya şükürler olsun!”
Cetta rahatlam ış görünüyordu. Sonra çok önemli bir detayı unut­
muş gibi gözlerini kırpıştırdı.
“Bekle! Parfüm... Sana kendi parfüm üm den sıkayım, bekle!”
“Hayır, anne! Kadın gibi kokmak istemiyorum.”
Christmas merdivenlerden koşarak indi. Sokakta Santo bir grup
meraklıyla birlikte onu bekliyordu. Rolls-Royce’un çevresini çocuklar

128
Luca Di Fulvio

sarmıştı. Fred kayıtsız bir halde şoför koltuğunda oturuyordu. Christmas’ı


görür görmez arabadan indi ve arka kapıyı açtı.
Santo, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Christmas, herkesin duyabileceği şekilde, “Büyük patronla yüz
yüze görüşeceğim,” dedi. “Beni yemeğe bekliyor. Konuşacak bir sürü
şeyimiz var.”
Kalabalığın arasından m ırıltılar yükseldi.
Christmas, Santo’ya on sent uzattı.
“Git, bana çiçek al... Ama en güzellerinden, çabuk!”
Santo köşedeki çiçekçiye doğru fırladı. A rtık soru sorm am ası ge­
rektiğini öğrenmişti. Çetenin birinci kuralını ezbere biliyordu: Hemen
anlamazsan sonra anlarsın. Ama daha sonra hâlâ anlamamışsan bil
ki bir nedeni vardır.
Elinde çiçek demetiyle nefes'nefese geri döndü ve iki sent para
üstünü Christmas’a uzattı. Christmas parayı ona geri atıp, “Git kendine
içecek bir şeyler al,” dedi. Sonra etrafındaki m eraklılara bakarak, “Bir
hanımefendiye çiçek götürmek çok büyük bir nezakettir,” dedi. Arabaya
bindi ve Fred’in kapısını kapam asını bekledi.
O sırada binanın ilk katından sokağa bir müzik sesi yayıldı. Christ­
mas yukarı bakm ak için yüzünü arabanın camına yapıştırdı. Pencerede
Cetta’m n ışıl ışıl, güzel yüzü göründü. Bütün mahalle görsün diye
elinde radyonun hoparlörünü tutuyordu. Ancak kablo kısa geldiğinden
hoparlör güçlükle görülüyordu. Bunu fark eden Cetta hoparlörü hızla
kendine çekti, fiş prizden çıktı ve radyo sustu.
Christmas annesinin küfür ederek pencereden içeri girdiğini gördü.
Müzik sesi yeniden pencereden yayılmaya başlarken Silver Ghost da
yola çıktı.
M onroe Caddesi’nden çıkarlarken Christmas, Fred’e “Klas adam ­
sın, Fred,” dedi.
Şoför dikiz aynasından ona bakıyordu. Ön panelin üzerinde duran
mikrofonu aîd? ve “Sa* te rayınızdaki mikrofona konuşmalısınız,” dedi.
Christmas rnikrc ip tekrar, “Klas adamsın, “Fred,” dedi.
“Teşekkür ederiı Şimdi koltuğunuza iyice yerleşin. Yo­
lumuz biraz uzun.”

i 29
Rüya Dağıtan Çocuk

“Nereye gidiyoruz?”
“New Jersey, Bay Luminita.”
“Nerede bu New Jersey? Brooklyn tarafında mı?”
“Hayır, diğer tarafta. İyi yolculuklar, Bay Luminita.”
Christmas içinde bir şeyler hissetti. Sonra cebinden Ruth’un mek­
tubunu çıkardı ve sonsuza dek seveceğine dair yemin ettiği o güzel
kızın yeşil gözlerini düşünmeye başladı. Zarfı açtı ve mektubu çıkarıp
bir kez daha okudu.

Sevgili Christmas,

Büyükbabam hastaneye beni görmeye geldiğin zam an olanları


anlattı. Çok üzgünüm, ancak çok fazla şey hatırlamıyorum. Sen
benim hayatım ı kurtardın ve sayende şu an çok daha iyiyim.
Şimdi sana teşekkür etm ek istiyorum. Büyükbabam yemeğe
gelmenin uygun olacağını düşündü.

Ruth Isaacson

Not: Radyo benim fikrimdi.

Christmas mikrofona uzandı.


“Hey, Fred.”
“Buyurun.”
“Tüm aileyi ihtiyar yönetiyor, değil mi?”
“Ondan ‘Bay Isaacson’ diye söz etseniz daha doğru olur.”
“Tamam. Ama yine de herkesi yöneten o, değil mi?”
“Kuşkusuz çok güçlü karaktere sahip bir adam.”
“Evet mi hayır mı, Fred?”
“Eğer öyle değerlendiriyorsanız, evet...”
“Bence de...”
Christmas yeniden deri koltuğa yaslandı ve elindeki mektubu tek­
rar tekrar okudu.

130
Luca Di Fulvio

Bir süre yol aldıktan sonra yeniden mikrofonu eline aldı.


“Hey, Fred.”
“Buyurun.”
“‘Not’ ne demek, biliyor m usun?”
“M ektuba ek açıklama yapm ak için yazılan cümle.”
“Anlamadım.”
“Bir m ektup yazılıp bittiğinde ve im zalandığında m ektubu yazan
kişi bir şeyler daha yazmak isterse ona not denir.”
“Ah, unutuyordum , gibi bir şey m i?”
“Evet, aynen öyle.”
Christmas elindeki mektuba baktı ve not kısmına odaklandı; Ruth’un
zarif el yazısı şu an gözüne daha da hoş görünüyordu.
Camdan dışarı baktı. Araba, şu ana dek varlığından bile haberdar
olmadığı geniş bir ana yola girm işti. Yolun kenarındaki levhalar hızla
gözden kaybolduğu için Christm as bu tanım adığı yerlerin adlarını da
okuyamıyordu. Hız ve anlam aya çalıştığı bu büyük dünya C hristm as’ı
korkutuyor, ona tehlikede olduğunu hissettiriyordu. Manzara değiştikçe
başının döndüğünü ve zor nefes aldığını hissetti. Tanıdığı M anhattan
adası giderek gözden kayboluyordu.
Yaklaşık on on beş dakika sonra araba yavaşladı ve bir yan yola
saptı. Yolun bitim indeki dünya ise bambaşkaydı. Şimdi yemyeşil bir
orm anın içinden geçen dar bir yola girmişlerdi. Yolun sol tarafındaysa
deniz vardı; feribotla Coney Island’a giderken ya da dokların arasında
dolaşırken gördüğü koyu renkli sudan çok daha farklı bir deniz. Ve
uçsuz bucaksız görünen bir sahil.
C hristm as bir kez daha mikrofona uzandı.
“Not, Fred.”
“Efendim?”
“Not.”
“Ne demek istiyorsunuz, Bay Luminita?”
“Sana bir şey söylemeyi unuttum , Fred. O zaman ‘not’ diyeceğim,
değil m i?”
“Ah, tabii... Buyurun?”

131
Rüya Dağıtan Çocuk

“Ön koltuğa gelebilir miyim?”


“Anlayamadım.”
“Önde, senin yanında oturm ayı tercih ederdim. Burası bir tabut
gibi ve bu m ikrofondan hiç hoşlanm adım .”
Fred gülümsedi ve hemen yolun kenarına yanaştı. Christmas hızla
arabadan indi ve Fred’in yanm a atladı. Şoför ona baktı. Christmas
adamın şapkasını aldı ve kafasına geçirdi. Sonra güldü ve ayaklarını
ön panelin üzerine uzattı. Fred, bir anlık arabayı korum a kaygısından
sonra güldü ve m otoru çalıştırdı.
“İşte yolculuk dediğin böyle olur,” dedi Christmas. “Sen sigara
içiyor musun, Fred?”
“Evet, efendim.”
“İçsene öyleyse.”
“Arabada sigara içmem yasak.”
“Ama ihtiyar içiyor, değil mi?”
“O, patron... Ve size dediğim gibi ona Bay...”
“Tamam, tam am , Fred... Bay Isaacson. Ama ihtiyar şu an burada
değil. Hadi yak bir sigara. Bak eğer aklından benim düşündüğüm şey
geçiyorsa yanılıyorsun. Ben casus değilim.”
“Sigara içemem.”
“Ya ben?”
“Siz Bay Isaacson’m konuğu olarak istediğinizi yapabilirsiniz.”
“Tamam, öyleyse. Bana bir sigara versene, Fred.”
“Sigaralar, ayakkabılarınızın çamuruyla kirlettiğiniz torpido gözünde.”
Christmas ayaklarını ön panelden indirdi, torpido gözünü açtı,
bir sigara alıp yaktı.
“Hay lanet olsun!”
Ardı ardına gelen öksürükler arasında konuşmaya çalıştı. Sonra
torpido gözünü kapadı, ceketinin koluyla temizledi ve ayaklarını ye­
niden ön panele uzattı. Bir yandan da öksürmeye devam ediyordu.
Sonunda sigarayı Fred’in dudaklarının arasına soktu.
“Ben içiyormuşum gibi düşün.”

132
Luca Di Fulvio

Fred birkaç saniye taş gibi kaldı. Sonra hızlandı ve arabayı uçsuz
bucaksız bir yeşilliğin ortasında uzanan geniş bir yola soktu.
Christmas camı açıp, “İşte yolculuk diye buna denir!” diye bağırdı.
Yaklaşık yirm i dakika sonra araba çakıl taşı döşeli d ar bir yola
saptı ve dem ir bir kapının önünde durdu. Üniformalı bir adam, arabayı
görür görmez, küçük ve alçak bir kulübeden çıkıp kapıyı açtı. Araba
ağaçlı yolda ilerlerken Christm as ağzı bir karış açık, kalakalmıştı.
Büyük beyaz villanın önünde durdukları zam an hayret içinde,
“Burada kaç kişi yaşıyor?” diye sordu.
“Bay Isaacson, oğlu, gelini, küçük hanım ... Ayrıca hizm etkârlar.”
Christmas arabadan indi. Hayatında bu kadar güzel bir ev gör­
memişti. Şaşkınlık içinde Fred’e baktı.
O sırada arkasından bir ses geldi.
“Davetimi kabul etmene çok sevindim, delikanlı.”
Christm as geri döndü ve Saul Isaacson’ın neşeli bakışlarıyla kar­
şılaştı. Yaşlı adam kadife bir pantolon ve spor bir ceket giymişti.
Christm as’m yanm a geldi ve gülümseyerek elini uzattı.
“Sevgili Ruth’um eve döneli bir hafta oldu ve şimdiden tıpkı dedesi
gibi güçlü.”
Christmas ne diyeceğini bilemiyordu. Yüzünde aptal bir gülümse­
meyle kalakalm ıştı. Yardım ister gibi dönüp Fred’e baktı.
Yaşlı adam, “Sanırım onu görmek istersin,” dedi.
O zam an Christm as elini ceketinin iç cebine soktu, katlanm ış bir
gazete parçası çıkardı ve Isaacson’a uzattı.
“Bu, o m u?” dedi başlığı işaret ederek. “William Hofflund.”
Yaşlı adam ın yüzü asıldı. Sert bir sesle, “Koy onu cebine,” dedi.
“O alçak bu, değil mi?”
“Koy onu cebine. Ve sakın Ruth’un yanında ondan söz etme. Henüz
kendine gelmiş sayılmaz. Ondan söz etm eni kesinlikle istemiyorum.”
Bastonunu kaldırıp Christm as’m göğsüne uzattı. “Beni anladın mı,
delikanlı?”

133
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas, gözlerini yaşlı adamdan ayırm adan, b ir eliyle bastonu


tutup itti. Birden hiçbir korkusu kalm am ıştı. H atta artık bocalam ı­
yordu bile.
“Yakalanması sizin umurunuzda değilse, ben yakalarım onu,” dedi.
Yaşlı adam, ateş saçan gözleri ve çatılmış kaşlarıyla bir süre
Christm as’a baktı. Sonra gülmeye başladı.
“Hoşuma gidiyorsun, delikanlı,” dedi. “Mangal gibi yüreğin var.”
Ancak hemen ciddileşti ve bastonunun ucuyla Christmas’ı dürterek,
“Ruth’un yanında asla o heriften söz etmeyeceksin, anlaştık mı?” dedi.
“Anlaştık. Ama şu bastonu indirin.”
Yaşlı adam sessizce bastonunu Christmas’m göğsünden çekti. Gu­
rurlu başı, belli belirsiz aşağı yukarı sallanıyordu.
“Onu bulacağız,” dedi. “Polis teşkilatında çok güçlü tanıdıklarım
var ve o orospu çocuğunun başına bin dolar ödül koydum.”
“William Hofflund.”
“Evet, William Hofflund. Bili.”
Sanki uzun zam andır tanışıyorlarmış ve aralarında altmış senelik
ve milyonlarca dolarlık bir fark yokmuş gibi bakıştılar.
Sonra yaşlı adam, “O gazeteyi yok et,” dedi. “Lütfen...”
Christmas gazeteyi yeniden katladı ve iç cebine soktu.
“Ruth nerede?”
Yaşlı adanı gülümsedi ve düzgün budanm ış çalılarla çevrili bir
patikadan yürüm eye başladı. Christmas da onu izledi.
Büyük bir meşe ağacının yakınma geldiler ve yaşlı adam bastonuyla
beyaz bir divan ve bam bu bir m asanın bulunduğu yeri işaret etti.
“Ruth!” diye seslendi sonra. “Bak, kim geldi ziyaretimize.”
Christmas önce divanın kolundaki sarılı eli gördü. Sonra o simsiyah
saçları ve Ruth’un pırıl pırıl bakan yeşil gözlerini.

134
17

Neıu Jersey, 1922

“Merhaba,” dedi Christmas.


“M erhaba,” dedi Ruth.
Sonra bir süre sessiz kaldılar. İkisi de birbirine bakıyordu. Christ­
mas ayakta, ellerini nereye koyacağını bilemeden bakındı ve sonunda
ceplerine sokmaya k arar verdi. Ruth ise divanda oturm aya devam
ediyordu. Bacaklarına koyu renk kaşm ir bir battaniye sarılm ıştı ve
kucağında da günün m oda dergilerinden ikisi vardı; Vogue ve Varıity
Fair.
Yaşlı Isaacson, “Eh,” dedi. “Sanırım siz çocuklar kendi aranızda
konuşmak istersiniz.” Anlayışlı ve tatlı bir bakışla, tepkisini anlam ak
için torununa baktı. “Tabii senin içinde uygunsa, hayatım ,” dedi gü­
lümseyerek.
Ruth sadece başıyla onayladı.
Yaşlı adam torununun saçlarını okşadı ve elindeki bastonla ke­
nardaki çalılara vura vura patikadan yürüdü.
“Yemek biraz sonra hazır olur,” dedi dönüp bakmadan.
Christmas, “O bastonu silah olarak taşıyor herhalde. Çünkü ne­
redeyse hiç ona yaslanarak yürümüyor,” dedi
Ruth gülüm sedi ve bakışlarını indirdi.
“Burası çok güzelmiş,” dedi Christmas.
“Otur,” dedi Ruth.

135
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas etrafına bakındı ve birkaç adım ötede ağaç ve dem ir­


den yapılmış bir bank gördü. Gidip banka oturdu. Bir kenarda Neıv
York Post gazetesi duruyordu. Ruth başım kaldırıp C hristm as’a baktı.
Mahcup bir edayla gülümsedi. Sonra kıpkırmızı oldu ve sargılı elini
kaşm ir battaniyenin altm a soktu.
Christmas alçak sesle, “Nasılsın?” diye sordu.
“Efendim?”
Christmas gazeteyi alıp boru şeklinde kıvırdı ve bir megafon gibi
ağzına tutarak yeniden, “Nasılsın?” dedi.
Ruth gülümsedi.
“İyiyim.”
Christmas halen gazetenin içine doğru konuşarak, “Seni duymu­
yorum,” dedi. “Bir megafon da sen al.”
Ruth güldü ve Vanity Fair dergisini yuvarlayarak dudaklarına
götürdü.
“İyiyim.”
Christmas banktan kalktı, Ruth’un yanm a geldi. Elindeki gazeteyi
çimenlerin üzerine, hemen Ruth’un oturduğu divanın yanm a serdi ve
oturdu. Ruth’un gözleri hatırladığından daha güzeldi. Yüzünde hâlâ
saldırının izleri vardı; burnunun iki yanında mosmor iki çürük, üst
dudağında derin bir kesik izi. Ama yine de çok güzeldi, o yüzü ilk kez
kanlar içinde gördüğü andan çok daha güzel.
“Radyo çok güzel.”
Ruth gülümsedi ve yeniden bakışlarını kaçırdı.
“Yaşadığım yerde hiç kim senin radyosu yok, biliyor m usun?” diye
devam etti Christmas.
Ruth elindeki derginin sayfalarıyla oynamaya başladı.
“Sigortalan bile var. Sesinin çıkması için o sigortaların ısınması
gerektiğini biliyor muydun?”
Ruth ona bakm adan başını salladı.
“Teşekkür ederim, Ruth.”
Ruth gözlerini yerden kaldırm adan dudaklarını ısırdı. Bu çocukla
ilgili neredeyse hiçbir şey hatırlamıyordu. Sadece adı, o komik adı
akimdaydı. Bir de onu hastaneye taşıyan kolları ve sedyeye yatırılır­

136
Luca Di Fulvio

ken adını bağıran sesi. Ama nasıl biri olduğunu unutm uştu. Kapkara
gözlerinin üzerine düşen sarı perçemleri ve ipek gibi saçları olduğunu
bilmiyordu. Neredeyse küstahça diyebileceği kadar içten bakışım, yü­
rekten gelen sıcacık gülüşünü tanımıyordu. Ruth kıpkırm ızı oldu. Bu
çocuk hakkında hiçbir şey bilmiyordu ancak o, Ruth’un başına gelen
her şeyi biliyordu. Ve şu an bile kendisini göründüğü gibi değil, o
hastaneye yetiştirdiği kız gibi gördüğünden emindi. Christmas onun...
Ona yapılan her şeyi... H atta şeyi bile... Biliyordu.
Aniden Christmas’a meydan okur gibi bakarak konuşmaya başladı.
“Çenemi yerine oturttular, burnum u da öyle. Kırık iki dişimin
yerine yeni dişler yaptılar, kaburgalarım iyileşti, iç kanam a tehlikesi
tam am en ortadan kalktı. Sol kulağım biraz az işitiyor am a doktorlar
zamanla düzeleceğini söylüyorlar.”
Sonra örtünün altından sargılı elini çıkardı.
“Bunun içinse yapılacak bir şey yok.”
Christmas ne diyeceğini bilmeden sessizce Ruth’u dinliyordu. Ağzı
bir karış açık, gözleri Ruth’un katlanm ak zorunda kaldığı her şey için
öfke dolu, başını sürekli sağa sola sallayarak dinliyordu.
“Hiç kimse ve hiçbir şey kesilen parm ağım ın yeniden çıkması için
bir şey yapamaz,” diye ekledi Ruth öfkeli bir sesle.
Christmas sonunda ağzını kapadı am a gözlerini hâlâ Ruth’tan
ayıramıyordu.
Ruth, “Parm aklarımla sadece dokuza kadar sayabilirim,” dedi zorla
gülerek. Bu gülüşte, bir gece içinde büyümek zorunda bırakılmış küçük
bir kızın olanları um ursam am aya çalışan gerginliği vardı.
Christmas alçak sesle, “Eğer öğretm enin ben olsaydım...” dedi.
“Matematiği senin için değiştirirdim .”
Ruth, Christm as’m böyle bir yorum yapmasını hiç beklemiyordu.
Kendisine acım asını ve bu acımayı belli edecek cümleler kurm asını
bekliyordu. Hayatının en korkunç ayrıntısını, nasıl isimlendireceğini
bile bilmediği, bacaklarının arasındaki masumiyetin yok oluşunu bilen
bu kara gözlü, sarı perçemli çocuğun en az onun kadaı sıkıntı çekerek
konuşm asını istiyordu.

137
Rüya Dağıtan Çocuk

“Ve eğer Başkan H arding’in yerinde olsaydım tüm Amerikalıların


dokuza kadar saymasını em rederdim .”
Ruth’un eli hâlâ kanlı bir bayrak gibi havadaydı. İçinde bir şeylerin
kırılıp döküldüğünü hissetti ve ağlamaya başlam aktan korktu.
Öfkeyle, “Aptalsın sen,” dedi ve gözlerinde beliren yaşlan göster­
memek için sırtını C hristm as’a döndü.
Birkaç saniye sonra arkasında bir hışırtı duydu. A rtık ağlamaya­
cağından emin olunca dönüp baktı. Christmas az önce oturduğu yerde
değildi. Etrafına bakındı ve onu yolun sonunda, büyükbabasının ara­
basının durduğu yere giderken gördü. Berbat giyinmiş, diye düşündü;
tıpkı fakirlerin pazar ayini için giydikleri kıyafetler ya da dedesinin
Hanuka 5 için düzenlediği partilerdeki işçilerin elbiseleri gibi hem çok
yeni hem de çok eski.
Sonra bir an için onun gitmesinden korktu. O sırada Christmas
döndü ve ona gülümsedi. Ta oradan, çimenliğin en sonundan bile gü­
lüşünün içtenliği belli oluyordu. Christmas son derece laubali, kaba
bir baş hareketiyle alnına düşen sarı saçlarını geriye doğru attı. Ruth,
çocuğun saçlarına baktı. Başak rengiydi, ninesinin antika mücevher­
lerindeki eski altın işlemeler gibi ışıl ışıl... Ve gözleri, o uzaklıktan
bile, içlerinde sonsuz bir ışık varmış gibi parlayan kapkara gözleri...
Bu sırada Christmas arabadan aldığı bir şeylerle uğraşıyordu. Ruth
çocuğun geri dönüp ona doğru yürümeye başladığını gördü. Hem sakin
hem seri bir yürüyüşü vardı. Ayaklarını sanki sıçrar gibi atıyordu ama
aynı zam anda suyun üzerinde yürür gibiydi. Ve her yere basışında
dünyayı um ursam az bir şekilde başı yana yatıyordu.
Christmas yanına geldiğinde, dip tarafı sırılsıklam olmuş kahve­
rengi bir kâğıda sarılı çiçek dem etini Ruth’a uzattı.
Ruth ne kım ıldadı ne de çiçeklere baktı.
Christmas çiçek dem etini özenle kaşm ir battaniyenin üzerine bı­
rakırken, “Haklısın, gerçekten aptalın tekiyim,” dedi.

5 İbrani takvimine göre Kislev’in yirmi beşinci günü başlayıp sekiz gün süren Musevi
bayramı, (ç. n.)

138
Luca Di Fulvio

Ruth o zaman çiçeklere baktı, dokuz taneydiler. Dokuz iğrenç çiçek.


Gözleri yeniden yaşla doldu, içinden gelen ağlama isteğini bastırm akta
güçlük çekiyordu.
Christmas, “Aslında her gün gelip seni görmek çok hoşum a giderdi
ama...” dedi. Sesindeki utangaçlığı bastırm ak için şaka yapıyor gibi
davranıyor, ayaklarının birini kaldırıp birini indiriyor, nereye koya­
cağını bilemediği ellerini ceplerinden çıkaramıyordu.
“Ama burası da çok yakın bir yer değil.”
Ruth da sanki onu görememekten korkar gibi, “Tüm yıl burada
oturm uyoruz,” dedi. Söylediklerine kendisi de şaşırıyordu. “Okullar
açılınca M anhattan’a dönüyoruz. Ben biraz daha düzelince, m uhte­
melen on beş gün içinde dönmemiz gerekecek.” A rtık duramıyordu.
“Park Bulvarı’nda bir evimiz var.”
“Ah evet... Orayı duym uştum.” Christmas sustu ve ayaklarının
ucuna bakarak, “Sen Monroe Caddesi’ni biliyor m usun?”
“Hayır...”
“Eh, bir şey kaybetm iş sayılmazsın,” dedi Christmas gülerek.
Ruth o gülüşün kulaklarının içinden girip bedenini sardığını his­
setti. Aklına Bill’in gülüşü geldi; onu eğlendiren, hüzünlü evinden
bir geceliğine bile olsa kaçmayı düşündüren am a arkasında dehşet
ve korku saklayan gülüşü.
C hristm as’a baktı. Çocuk artık gülmüyordu.
Ona, “Teşekkür ederim...” diye fısıldadı.
Christmas omuz silkti.
“Üzgünüm, bizim o taraflarda pek pahalı çiçek bulunm az.”
“Çiçekler için değil...”
“Hı...” C hristm as sustu. “Yani...” Yine sessiz kaldı. “Rica ederim.”
Ruth güldü am a sessizce, sadece kendisi için gülmüş gibi.
“Radyoyu gerçekten sevdin mi?”
“Şaka mı yapıyorsun? Muhteşem bir şey.”
“Hangi program ları dinliyorsun?”
“Program mı? Ben... Şey... Bilmiyorum. Daha önce hiç radyom
olm am ıştı.”

139
Rüya Dağıtan Çocuk

“Ben konuşma program larını seviyorum.”


“Öyle mi? Nelerden konuşuyorlar?”
“Her şeyden.”
“Ah, evet... Tabii.”
Yeniden bir sessizlik oldu aralarında. Ama bu kez farklı ve bek­
lenmedikti.
“Bayan Ruth! Yemek hazır!”
Christmas dönüp sesin geldiği yöne baktı. Beyaz başlıklı, beyaz
kolları ve yakası olan siyah bir elbise giymiş genç bir kadın hizmetçinin
villanın girişinden onlara seslendiğini gördü.
“Yas tu tan bir tavuğa benziyor,” dedi.
Ruth güldü ve ayağa kalkarak, “Geliyoruz,” dedi. Dokuz çiçekten
oluşan dem etini de alıp eve doğru yürüm eye başladı.
Christmas, ellerini cebinden çıkarm adan Ruth’un peşinden yü­
rüdü. Villanın önündeki alana geldiklerinde Fred’in Silver Ghost’u
parlattığını gördü. Bir ıslık çaldı ve ardından, “Hey, Fred! Yemeğe
gidiyorum,” diye bağırdı.
Ruth güldü.
Fred işine devam ederken, “Çok güzel, Bay Luminita,” dedi.
Parlak şeritli bir üniforma giymiş olan baş uşak, Ruth ve Christmas’ı
girişte bekliyordu. Ruth’un önünde hafifçe eğilerek, “Herkes yemek
salonunda, küçük hanım ,” dedi.
Ruth başını salladı. Elindeki demeti adam a verip, “Odama götü­
rün,” dedi.
Christmas ağzı bir karış açık, evin hangi köşesine bakacağını şa­
şırmış bir halde yürüyordu. Kâh bir tablo, bir hah, bir m erm er ışıltısı
kâh bir kapı süsü ya da yedi kollu bir şam dan dikkatini çekiyordu.
Onlarla birlikte salon kapısına kadar gelen baş uşağa dönüp, “Vay
canına!” dedi.
Sonra daha önceden tanışmış olduğu Ruth’un babasının ve sönmüş
bir lambaya benzeyen şık ve güzel bir kadın olan annesinin ellerini
sıktı. Yaşlı Isaacson m asanın başındaydı. Yanından hiç ayırmadığı
bastonunu m asanın kenarına dayamıştı.

140
Luca Di Fulvio

Hep birlikte masaya oturdular. Genç bir hizmetçi elinde gümüş


bir kâseyle masaya yaklaştı.
İhtiyar Isaacson bir elini kaldırıp kıza, “Bekle,” dedi.
Sonra elini bastonuna uzatarak, “Sarah, Philip, kızınızın hayatını
kurtaran çocuğa en azından bir teşekkür etmek istemez misiniz?” diye
sordu. Öfkeli gözleri oğlu ile gelini arasında gidip geliyordu.
İkisi de rahatsız olm uşçasına sandalyelerinde kım ıldandılar.
Sonra Ruth’un annesi kibar bir gülümsemeyle, “Elbette/’ dedi.
“Sadece herkesin yerine oturm asını bekledik. Ona teşekkür etmek
için bol bol zamanımız var. Neyse, sana tüm kalbimizle m innettar
olduğumuzu bilmeni isteriz.”
Christmas, “Bir şey değil, hanımefendi,” dedi Ve Ruth’a baktı. Ruth
onu izliyordu ancak züm rüt gözleri kurtarıcısının derin bakışlı kara
gözleriyle karşılaşır karşılaşmaz-bakışlarını önündeki tabağa indirdi.
Ruth’un babası zor duyulur bir sesle, “Evet,” dedi. “Gerçekten sana
teşekkür borçluyuz.”
Yaşlı adam, “Bu ne boktan teşekkür böyle! Gören de cenazedeyiz
sanacak. Oysa bayram etmemiz gerek,” diye bağırdı.
Sarah Isaacson, hizmetçiye bakıp, “Servise başlayabilirsin, Nate,”
dedi.
Christmas, “Zenginlerin küfretm ediklerini sanıyordum,” dedi.
Yaşlı adam keyifle gülerek, “Zenginler işlerine nasıl gelirse öyle
yaparlar, delikanlı,” diye cevap verdi.
Ruth’un babası, “Bazı zenginler,” dedi. “Diğerleriyse, senin de de­
diğin gibi küfür etm ekten kaçınırlar.”
Ailenin reisi, “Hıh!” dedi. “Senin o sözünü ettiklerin hak etmeden
kendini servetin içinde bulanlar için geçerli.”
Sonra Christm as’a döndü ve hizmetçi servis yaparken, “İtalyan
olduğunu bildiğim için sana köfte ve spagetti hazırlattım ,” dedi.
Christmas, “Ben Amerikalıyım,” diye atladı ve hizmetçinin tabağına
servis ettiği yemeğe bakarak, “Ama yine de çok güzel görünüyorlar,”
diye ekledi.
Yaşlı adam, “Biz Yahudiler domuz eti yemeyiz. O yüzden köfte,
bize helal olan kuzu etinden.”

141
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas tam yemeğe hücum etmek üzereyken diğerlerine bakması


gerektiği geldi aklına. Hiç kimse m akarnaları ıslık sesi çıkararak içine
çekmiyordu. O an görgülü olm anın çok sıkıcı bir şey olduğuna karar
verdi. Spagetti yemenin en büyük eğlencesinden yoksundular. Ama
yine de diğerlerine uyarak yemeğini yemeye koyuldu.
Bir ara yaşlı adama, “Siz Amerika’d a doğmadınız, değil mi efen­
dim ?” diye sordu.
“Hayır.”
“Ama oğlunuz burada doğdu.”
“Evet.”
“Öyleyse oğlunuz Amerikalı, Yahudi değil.”
“Hayır. Benim oğlum Amerikalı bir Yahudi, delikanlı.”
Christmas bir çatal spagettiyi daha m idesine indirdi.
Sonra, “Aslına bakarsan Yahudi iseniz işiniz zor demektir, değil
mi?” diye sordu. “Asla Amerikalı olamazsınız.”
Ruth’un anne ve babası rahatsız bir şekilde bakıştılar. Ruth da
dedesinin tepkisini görmek için ona bakıyordu.
Yaşlı adam güldü.
“Haklısın. Yahudi isen işin zor.”
Christmas başını saldı.
“İtalyanlar için de geçerli, bu.”
“Evet, sanırım İtalyanlar için de geçerli.”
Christmas tabağındaki son köfteyi de yedi. Sonra çatalı tabağa
bıraktı ve ağzını sildi.
“Ben sadece Amerikalı olmak istiyorum, o kadar.”
Yaşlı adam başını kaldırdı ve doğruca Christm as’m gözlerinin
içine baktı.
“Öyleyse, bol şans, delikanlı.”
Ruth gözünü ayırm adan dedesine bakıyordu. Bu sarı saçlı, kömür
gözlü delikanlıdan hoşlandığı belliydi. Aksi takdirde aralarında böyle
bir konuşma geçmesi söz konusu bile olamazdı. Ayrıca dedesinin ken­
disinden başka biriyle bu kadar güler yüzle konuştuğu görülmüş şey
değildi. Ruth sonra dönüp anne ve babasına baktı. Yapılan sohbeti

142
Luca Di Fulvio

her zam anki ilgisizlikleriyle güç bela izliyorlardı. Yine her zamanki
gibi orada değillerdi. H atta biricik evlatlarını ku rtaran o delikanlıyı
küçümsedikleri -veya daha da kötüsü ona hiç değer verm edikleri- çok
belli oluyordu. Ruth çoğu zam an başına gelen her şeyin onların suçu
olduğunu düşünüyordu. Sık sık babasıyla dedesinin fabrikadaki işçi­
ler hakkında konuştuklarını duyuyordu. Dedesi onları tıpkı kendileri
gibi Yahudi olarak kabul ediyor, babası ise Doğu’dan gelmiş insanlar
olduklarını söylüyordu. Dedesinin onları sömürmek ya da onlara ola­
bildiğince az m aaş vermek gibi bir derdi yoktu; onun ilgilendiği tek
şey tüm çalışanların aileleriydi. Babasının da onları söm ürm ek gibi
bir derdi yoktu onların ancak kim olduklarını bile bilmezdi. Ve işçiler
-açlıktan nefesi k ok anlar- Ruth’un dedesini içlerinden biri gibi görür,
babasını ise yok sayarlardı. Kimi zaman Ruth da babasının, dedesi için
bir hiç olduğu duygusuna kapılıyordu. Christmas ise aksine, dedesinin
değer verdiği biri gibiydi; sanki'ihtiyar Isaacson bu çocuğa bir çeşit
hayranlık duyuyordu. Belki de Ruth’un tüm savunm asını düşüren ve
onun beklenm edik bir duygu hissetm esine neden olan bu gözlem ol­
muştu. Sanki o çocuğu seviyordu... Evet, sanki onu sevebilirdi.
Ruth içinde doğan bu duyguyu fark eder etmez korktu, çünkü
erkekleri sonsuza dek hayatına sokmayacağına dair kendisine yemin
etmişti.
Bu sırada Christmas, bir yandan baharatlı bir yemeğe çatalını
daldırırken diğer yandan dedesine sorular yağdırmaya devam ediyordu.
“Yahudilerin ülkesinin adı ne?”
“Yahudilerin kendilerine ait bir ülkesi yok.”
“Öyleyse bir Yahudi nereye bağlı oluyor?”
Saul Isaacson güldü. O sırada Philip Isaacson, gururlu bir ses to ­
nuyla araya girdi.
“Bu, soyumuzla ilgili bir mesele. Bizim kanımız, bozulmaması için
koruduğum uz ve bizi diğerlerinden ayıran bir kandır.”
“Soy demişken, başka bir özellik daha var,” dedi ihtiyar Isaacson
kıs kıs gülerek.
Christmas ihtiyarın sözlerini düşündü ve sonra anlam ış gibi, “Ah,
evet! Doğru,” dedi. “Bizim mahallede yapılan bir şaka zannediyordum
am a değilmiş. Birinin Yahudi olup olmadığını anlam ak için...” Sonra

143
Rüya Dağıtan Çocuk

aniden susup Ruth’a baktı ve kızardı. Düşündüğü şeyi söylememesi


gerektiğini anladı.
Bu sırada ihtiyar adam, “Burun...” dedi. “Burnuna bakm ak yeter.”
Ruth’un annesi öksürdü. Philip Isaacson bir kaşım kaldırıp önün­
deki yemeğini yemeye devam etti.
Yaşlı adamsa bir anlık sessizlikten sonra elini masaya vurarak
gülmeye başladı.
Sonra önündeki çilekli ve kremalı pastadan bir lokma alıp Christmas’a
baktı.
“Anlat bakalım, delikanlı. Hayatını nasıl geçirmek istiyorsun? Bir
işin var mı?”
Christmas, annesinin evde tembihlediği gibi dolu ağızla konuş­
m am ak için koca bir çileği alelacele yuttu.
“Bir sürü iş yaptım, efendim. Ama hiçbirini sevdiğimi söyleyemem.
Gazete sattım , çatılara katran döktüm, karlan küredim , bir şarküte­
rinin siparişlerini götürdüm am a şimdi... Şimdi bir...”
Christmas tam, Şimdi bir çetem var, demek üzereyken bu tü r bir
işin zengin bir Yahudi ailesi üzerinde pek hoş bir etki bırakmayacağının
farkına vardı. Nasıl devam edeceğini bilemeden ağzı açık kalakaldı.
Lafı çevirmek için çok geç kaldığının farkındaydı.
Yaşlı adam ısrarla, “Evet?” diye sordu. “Şimdi ne yapıyorsun?”
Christmas, Ruth’a, onun o ilahi güzelliğine baktı. Birden kafası
dağıldı.
“Şey... Şimdi bir radyom var.”
Yaşlı adam güldü. “Bu bana pek iş gibi gelmedi,” dedi.
Christmas gözlerini Ruth’tan alam adan, “Hayır, efendim...” dedi.
“Ama kendime ait bir program ını var artık... Şu konuşma program ­
larından.”
Ruth da çocuğa bakıyordu. Ona dokuz çiçek hediye eden, eksik
parm aklarına uygun olsun diye matematiği yeniden keşfetmeye hazır
bu delikanlıya bakıyor ve ondan gözlerini alamadığı, ona bakm aktan
bir türlü vazgeçemediği için ondan tüm kalbiyle nefret ediyordu.
Christmas sözlerini, “Böylece Ruth beni dinleyebilir,” diye bitirdi.

144
Luca Di Fulvio

Yaşlı Saul Isaacson bakışlarını hem en Ruth’a çevirdi ve sonra ye­


niden C hristm as’a döndü.
Ne yazık ki Yahudi değilsin, diye geçirdi içinden ve ister istemez
oğluna, paranın verdiği soylu bir duruş sergileyen ve yine paradan
kaynaklanan bir zayıflık taşıyan adam a baktı.
Sonra, “Puro içer misin, delikanlı?” diye sordu Christm as’a.
Christmas kocam an açılan gözleriyle, “Yok, hayır,” dedi. “Kusura
bakm ayın am a gerçekten midemi bulandırıyor.”
Yaşlı adam gülümseyerek m asadan kalktı.
“İzninizle ben şöyle güzel bir puro içeceğim,” dedi ve baş uşağın
gereken her şeyi bir m asanın üzerinde önceden hazır ettiği, yemek
salonunun hem en yanındaki odaya yöneldi.
Ruth’un anne ve babası da m asadan kalktı. Anne aniden başlayan
baş ağrısını, baba ise işlerini bahane ederek resm î bir tavırla m isafir­
lerinin elini sıkıp ortadan kayboldular.
Ruth ve Christm as m asada yalnız kaldılar. Yeniden aralarına bir
sessizlik çöktü. İkisi de başını önündeki tatlı tabağına eğmişti. Ruth
m asadaki ekmek kırıntılarıyla oynamaya başladı. Christmas onun
sargılı eline ve burnunun etrafındaki iri m orluklara baktı.
Sonra, “Yıllar önce, ben daha çok küçükken...” diye anlatmaya
;>aşiadı. Aklına gelen anıdan utanarak kıpkırmızı oldu ama yine de
•,'i'içak sesle anlatm aya devam etti.
"“Ben ve annem başka bir m ahallede yaşıyorduk ve ben okula gi­
diyordum. Dördüncü smıfa yeni başlam ıştım ...”
Christm as yanaklarının alev alev yandığını hissetti. Kelimeler
ağzından zor çıkıyordu. Yum ruklarını sıktı ve sözlerine devam, etti.
“Neyse, bir gün yanım a altıncı sınıftan biri yaklaştı, iri yarı bir
tipti. Arkasında kendi arkadaşları ve benim sınıfımdaki çocuklar vardı.
Sonra bana annem in ne iş yaptığını söyledi... Hep birlikte gülmeye
başladılar...”
Ruth bakışlarım önündeki tabaktan kaldırıp C hristm as’a baktı.
C hristraas’m suratı kıpkırmızıydı ve yum ruklarını sıkmıştı. O sırada
bakışları karşılaştı. Ruth yine gözlerini Christmas’tan kaçı ramıyordu.

145
Rüya Dağıtan Çocuk

“Kısacası, kötü bir meslekti söyledikleri. Ben onlara bunun doğru


olmadığını söyledim am a hepsi yeniden gülmeye başladı. İçlerinden
biri babasından birkaç sent araklar araklam az...”
Christmas dudaklarını ısırdı ve sonra birkaç kez derin derin nefes
almaya çalıştı.
“Anladın, değil mi? O birkaç sentle annemi bir odaya sokup ya­
pacağı iğrençlikleri anlatm aya başladı. O an, tüm söylediklerini ona
yedirmek için boğazına sarıldım am a o...”
Christmas keyifsiz, acı bir gülümsemeyle, “Ama o bana bir yum ruk
attı,” diye devam etti. “Bir yum ruk... Sonra kendimi yerde buldum.
Herkes gülüyordu. O sırada üstüm e çıktı ve cebinden bir bıçak çıkarıp
gömleğimi yırttı...”
Christmas gömleğinin düğmelerini açtı ve göğsündeki yara izini
gösterdi.
“Ve bana bu yarayı hediye etti.”
Ruth yara izine baktı; F harfine benzeyen ince ve pembe bir çizgi
gördü.
Christmas alçak bir sesle, “Fahişe,” dedi. “Sonra kulağımdan tu ta­
rak tüm avluda beni gezdirip herkese kim in oğlu olduğumu söyledi.”
Sessizce Ruth’a baktı. “Okula gitmeyi seviyordum,” dedi. “Çok seviyor­
dum. Ama o günden sonra bir daha kapısından içeri adım atm adım .”
Ruth, çocuğun öfkeden kıpkırmızı olmuş gözlerinin yaşlarla dol­
duğunu gördü. İçinden elini uzatıp ona dokunm ak geldi.
“Ve o gün annemin ne iş yaptığını da öğrenmiş oldum,” dedi Christ­
m as yorgun, adeta duygusuz bir sesle.
Ruth kırıntılarla oynamayı bıraktı ve elini yavaşça m asanın üze­
rine koydu.
Bu çocuk hiçbir zenginliğin alamayacağı hediyeler sunuyordu. Sen
olmalısın, diye geçirdi içinden. Sonra bu sarı perçemli çocuğun onu
büyük bir özenle kollarının arasında tuttuğunu hayal etti; hiçbir teh­
like hissettirm eden, hiçbir şiddet göstermeden, onu herkesten ve her
şeyden korumaya hazır. Okşam alarının ne haz verici, dudaklarının
ne yum uşak olduğunu, bakışlarının ruhunu nasıl aydınlattığını hayal
etti. Sanki bir girdap onu Christmas a doğru çekiyordu. Başı dönmeye

146
Luca Di Fulvio

başladı. Sonra bedeni bu dürtüye daha fazla direnemedi. Eli, m asadaki


kırıntıların arasından onun eline uzandı. Dudakları, diğer tüm izleri
silmek istercesine Christm as’ın dudaklarına uzandı.
Ama Ruth aniden durdu. Aceleyle ve biraz da gergin bir ses to ­
nuyla, “Sadece arkadaş olabiliriz,” dedi. Sesindeki sertliğe ve şaşkınlığa
kendisi de hayret etm işti. Elini geri çekti.
Yan odada yaşlı Isaacson derin bir iç çekti.
Christmas midesine bir bıçak saplanm ış gibi hissetti. Hem üşü­
mek hem terlemek gibi hoş olmayan bir histi, bu. Ve ayakta olsaydı
kesinlikle yere düşmüş olacağını düşündü.
“Elbette...” dedi. Bakışlarını yeniden önüne indirdi. Lanet olsun, diye
düşündü. Az önce kaşıkla almayı beceremediği tatlının son parçasını
da parm aklarıyla tutup ağzına attı. Sonra meydan okurcasına Ruth’a
bakarak parm aklarını yaladı. “Elbette...” dedi öfkeyle. “Sen zengin bir
küçük hanım sın, ben ise Aşağı Doğu Yakası’ndan bir baldırıçıplak.
Bunu bilmediğimi mi sanıyorsun?”
Ruth aniden ayağa fırladı. Kucağındaki peçeteyi masaya fırlattı.
Yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu.
“Aptalsın sen!” dedi. “Bunun onunla hiçbir alakası yok.”
Christmas peçeteyi aldı, top yapıp su sürahisine daldırdı ve Ruth’a
atıyormuş gibi yaptı.
“Sakın deneyeyim deme.”
Christmas güldü. Tekrar peçeteyi ona atıyormuş gibi yaptı.
Ruth bir çığlık attı ve geri kaçtı.
Christmas güldü, Ruth da gülmeye başladı. Christm as peçeteyi
masaya bıraktı ve ciddi bir ifadeyle Ruth’a bakıp, “Göreceğiz,” dedi.
“Neyi göreceğiz?”
“Göreceğiz,” diye tekrarladı Christmas.
Ruth sessizce ona baktı. Var gücüyle Bill’in yüzünün ortaya çıkma­
ması için çabalıyordu. Ama bu m üm kün değildi. O yüz her yerdeydi.
Babasına bakarken bile. Bir erkekle her göz göze gelişinde Bill’i görü­
yordu. Ve bacaklarının arasındaki o ıslaklığı, kanın yapışkan hissini ve
kuru bir dal parçası gibi bahçe makasıyla kesilen parm ağının acısını
yeniden hissediyordu.

147
Rüya Dağıtan Çocuk

Ciddi bir ifadeyle, “Hiçbir şey görmeyeceğiz,” dedi.


Christmas aniden m asadaki peçeteyi alıp Ruth’a fırlattı.
“Aptal!” dedi Ruth ve bir an için Bill’in yüzü kayboldu. Şimdi, nine­
sinin mücevherlerindeki eskimiş altının rengi gibi sarı saçlı, kara gözlü
çocuğa bakıyordu. Güldü ve peçeteyi yerden aldığı gibi C hristm as’a
fırlattı. Bir gecede acımasızca kadınlığa geçtiğini zam an zaman unu-
tabilen küçük bir kız gibi gülüyordu.
, Yaşlı adam, dudaklarının arasındaki purosuyla kalkıp odadan çıktı.
Koşarak yanm a gelen Fred’e, “Bu canavarı evine götürme vakti geldi,”
dedi. “Benim evimi başım a yıkm adan.”
Ruth ve ihtiyar Saul Isaacson evin geniş giriş kapısının önündeki
merdivende durm uş, çakıl taşlı yolda gıcırdayarak uzaklaşan Rolls-
Royce’un arkasından bakıyorlardı.
Ruth başını dedesinin omzuna dayayıp, “Büyükannem gibi güzel
bir kızın senin gibi çirkin bir adamla nasıl evlendiğini soruyorum hep
kendime,” dedi.
Yaşlı adam hafifçe güldü.
Çakıl taşlı yolun sonuna gelmiş olan araba, bahçe kapısının önünde
durdu.
“Sen de gençken Christmas gibi m iydin?”
Kapıdaki görevli geniş bahçe kapısını açmaya başladı.
“Belki de.”
Araba kapıdan çıktı, sola döndü ve gözden kayboldu.
“Ben de büyükannem kadar güzel miyim?”
Yaşlı adam dönüp torununa baktı. Saçlarını okşadı ve kolunu om­
zuna dolayıp, “Hadi içeri girelim, canım. Üşüme,” dedi.
Uzakta, kapı görevlisi bahçe kapısını kapatıyordu.
Rolls-Royce’un rahat koltuğuna gömülmüş olan Christmas’ın elinde
sımsıkı tuttuğu kâğıtta, Ruth’un okulunun ve M anhattan’daki evinin
adresi, ayrıca bir de telefon num arası yazılıydı.

148
18

Manhattan, 1911-1912

Cetta, “Bedenim arzu edilmeyecek hale gelince ne yapacağım?” diye


sordu.
“Henüz on yedi yaşındasın.'D aha çok zam anın var.”
Sal, üzerindeki atletle yatağa uzanmış, üçüncü yaş gününde ona
hediye ettiği bez kuklayla oynayan Christm as’ı seyrediyordu.
“Velet ne çabuk büyüyor,” diyerek gülümsedi.
Cetta yüzünü asarak, “Ben de çabuk büyüyorum,” dedi. “Fakat
benim kine yaşlanm ak diyorlar.”
Sal bir süre daha, bir an bile susm adan yeni oyuncağı aslanla -k i
kuyruğunu çoktan ko parm ıştı- Yankee bebeği savaştıran Christmas’a
baktı. Sonra yataktan kalktı ve m utfakta m akarna için sos hazırlayan
Cetta’nın yanm a gitti. Elini kızın omzuna koydu ve artık daha az kaba
olmayı becerebildiği o tok sesiyle, “Pazar günüm üzü mahvetmek zo­
runda mıyız?” dedi.
Cetta, Sal’den uzaklaşmaya çalıştı.
Sal, “Şu velet olmasaydı benden kaçmak neymiş, gösterirdim sana,”
dedi ve Cetta’ya göz kırptı.
Bu sırada Christmas, aslanı Yankee bebeğin boğazına bastırarak,
“Geber, velet!” diye bağırdı.
Sal güldü. Cetta dönüp Sal’e baktı. Onun gülebileceğini hayal bile
edemezdi. Ama Christm as onu sık sık güldürüyordu. Sal de Cetta’ya
bakıp gülümsedi. Cetta hemen ciddileşti. Elindeki tah ta kaşığı Sal’e
doğru sallayarak, “Daha ne kadar bu işi yapacağım? Bir kenara fırla-

149
Rüya Dağıtan Çocuk

tılıp atılana kadar mı? Sen benim tadım a bakm aktan bıkana kadar
mı?” diye şikâyet etti.
Sal, “Hey, indir silahını,” dedi.
Christmas da, “Bırak silahı, velet!” diye bağırdı.
Sal yine güldü.
“Ben ciddiyim, Sal.”
Sal, Cetta’ya yaklaştı.
“O kadar tatlısın ki senin tadından hiç bıkmayacağım.”
Cetta, “Ben ciddiyim, dedim!” diye bağırdı ve elindeki tahta kaşığı
tezgâha vurdu.
Christmas, “Pat! Öldüm!” diye bağırarak kendini yere attı ve yu­
varlanmaya başladı.
Sal kahkahalarla gülmeye başladı ve hemen Cetta’ya dönüp, “Af­
federsin...” dedi.
“Sal, ben tıpkı M adam gibi kendime ait bir evim olsun istiyorum
ve birbirinden güzel kızların orada...” Cetta birden susup Christm as’a
baktı. “Başka kızlar da çalışsın istiyorum, sadece ben değil.”
Sal’in yüzü asıldı, tüm neşesinin kaçmış olduğu belliydi.
“Daha zam an var, Cetta,” dedi. “Bunu daha önce konuşm uştuk.”
“Ben um urunda değilim, değil mi Sal?”
“Yeter artık. Şimdi tepemi attırıyorsun!”
Sal yerinden fırladı, hızla giyindi ve kapıyı çarparak çıkıp gitti.
Cetta arkasından seslendi am a Sal durm adı.
Genç kadın yatağa oturdu ve sessizce ağlamaya başladı. Christ­
m as oturduğu yerden kalktı, yalpalayarak annesinin yanına geldi ve
yanağını okşadı.
“Oynayalım mı, anne?”
Cetta oğlunun başak rengi saçlarını okşadı ve hiçbir şey söyleme­
den ona sımsıkı sarıldı.
“Aslanımın kuyruğu koptuğunda ben de çok ağlamıştım, h atır­
ladın mı, anne?”
Cetta gülümsedi.
“Evet, hayatım. Hatırladım.”

150
Luca Di Fulvio

Oğluna daha sıkı sarıldı.


Birden gözü sandalyede asılı duran tabanca kılıfına çarptı; silah
da içindeydi.

Sal, pazar gününü birlikte geçireceği birilerini bulm ak umuduyla res­


torana gitti. Cetta bazen dayanılm az oluyordu. Ancak Sal’i rahatsız
eden şey bu değildi. Gün geçtikçe Cetta’nın yanında kendisini daha iyi
hissetmeye başlamıştı, hatta o sümüklü veletten bile hoşlanıyordu. Tonia
ve Vito’nun ölümü hayatında koca bir boşluk bırakm ıştı. Bir yandan
hayatta sahip olduğu her şeyi kaybetmiş, öte yandan da oğullarının
ölümü yüzünden duyduğu suçluluk duygusunu üzerinden atm ıştı. Ve
yavaş yavaş, hiç farkında olm adan Cetta o boşluğu doldurmaya başla­
mıştı. Kendisini zorluyor ve onun, işlettiği genelevde çalışan fahişeler-
den biri olduğunu binlerce kez içinden tekrarlayarak gittikçe duyguya
dönüşen bu düşünceyi kafasından kovmaya çalışıyordu.
Zayıf olmanın sırası değildi. Artık hizada tutması gerekenler sadece
İrlandalılar değildi. Eastm an çetesinden geri kalanlar -yedi sene önce
Monk Eastman’ın yakalanıp Sing Sing hapishanesine gönderilmesinden
sonra hiç kim se onları bu isimle anm ıyor olsa d a - yavaş yavaş çıban-
başı olmaya başlamışlardı. Polislerle ya da Paul Kelly’nin İtalyanlarıyla
inanılm az çatışm aların yapıldığı o güzel günlere döneceklerini sanan
yeni isimler, yeni patronlar birbiri ardına ortaya çıkıyordu. Adamların,
Glucknow’un Broome Caddesi’ndeki Odessa Çay Evi’nde ya da Sam
Boeske’nin Stanton Caddesi’ndeki Hop Joint adlı m ekânında ya da
Dora Gold’un Birinci Cadde’de bulunan bakkal dükkânında toplan­
m asının bile sokaklara yeterince korku salmaya yettiği o günleri bilen
Zvveibach, Dopey, Büyük Yid, Küçük Augie ve Kid Dropper gibi tipler
son yıllarda kurallara uymamayı alışkanlık edinmişlerdi.
Sal, restorana doğru yürürken bunları düşünüyordu.
Hayır, zayıflık gösterm enin sırası değildi. Ve bir kadın insanı sa­
vunm asız bırakırdı, duygular insanı güçsüz kılardı.
Her zam anki yerine park etti ve Nora’dan bir puro aldı. Caddeye
çıktığı an silahını Cetta’nın evinde bıraktığını hatırladı.
Kadınlar, duygular... Seni zayıflattı.

151
Rüya Dağıtan Çocuk

Purosunu içerken başını sallayarak kendi kendine söylenmeye de­


vam etti. O sırada köşeden hızla dönen siyah arabayı ise bir el silah
sesi duyunca fark etti. Aniden omzunda bir yanm a hissetti. Önündeki
sokak lam basına başını çarptı ve park etm iş bir arabanın arkasına
düştü. Silahsızdı. Kapana kısılmıştı. Omzunun acısıyla bağırarak yerde
sürünmeye, saklanacak bir yer aram aya başladı.
Ter içinde kalm ıştı.
Bittim, diye düşündü.
Ancak o sırada arkadaşları restorandan çıkıp ateşe karşılık ver­
meye başladılar. Siyah araba yalpalandı, hızla karşıdaki kaldırıma çıktı.
Korkudan taş kesilmiş halde çığlık atan iki kadına çarptı. Ardından
duvara çarpıp bir berber dükkânının vitrininden içeri girdi.
Sal’in arkadaşları arabaya koştular. Daha otuzlarında olmasına
rağmen saçları bembeyaz olan Silver adlı pezevenk arabanın yanm a
gelen ilk kişi oldu. Saldırganlardan birini çekerek arabadan çıkardı ve
vurdu. Bu arada diğerleri arabanın içine ateş etmeye devam ediyorlardı.
Sal ayağa kalktı. Berber dükkânına doğru yürüm eye başladı.
Arabanın çarptığı iki kadının yanından geçti. Duvar kan içindeydi.
Kadınlardan birinin yüzü artık yoktu. Diğerinin dizi parçalanm ış ve
bacakları katlanıp altına girmişti. Ağzından kan geldi ve bir saniye
sonra gözlerini kapadı. V itrinin kırılan cam ları altında kalan berber
kan içinde bağırıyordu. Arabanın içinde delik deşik olmuş iki ceset
vardı, üçüncüsü de aynı şekilde yerde yatıyordu.
Silver, “Yahudi piçleri,” diye bağırıyordu. “Küçücük çocukları kul­
lanıyorlar.”
Sal cesetlere bir göz attı. Hiçbiri on beşinden büyük değildi.
Silver’m vurduğu gencin sol gözünün yerinde m erm i deliği vardı
ve yarasından akan kanın arasında gözyaşlarının bıraktığı çizgiler
görünüyordu.
Sonra birden her yer karardı ve Sal bayıldı.

Altı ay sonra Cetta, Sal’in bardağa uzanırken hâlâ yüzünü ekşittiğini ve


dudaklarını ısırdığını görünce, “Hâlâ canın yanıyor mu?” diye sordu.

152
Luca Di Fulvio

“Um arım hayatım boyunca canım yanar da ben de fahişelerin


evinde silahımı bir daha asla unutm am .”
Saldırının olduğu o günden sonra iki şey değişmişti. Savaştan galip
çıkan büyük patron Vince Salemme, Sal ve Silver’a daha fazla güvenir
olmuştu. Sal, Cetta’nm çalıştığı genelevden başka Üçüncü ve Dördüncü
caddelerin birleştiği Bowery’de açılan bir kum arhaneden de -d a h a
gösterişli olsun diye gece kulübü diye anılıyordu- sorum luydu artık.
Silver ise artık tetikçi olmuş ve pezevenklikten katilliğe terfi etmişti.
Değişen ikinci şeyse Sal’in karakteriydi. O günden beri Sal korku­
yordu ve tam bir paranoyak olmuştu. Sürekli olarak silahını kontrol
ediyor, sokağa çıktığı zam an devamlı etrafına bakmıyor, bazen de
ansızın dönüp arkasını kontrol ediyordu. Omzuna girip çıkan o k u r­
şun bedeninde hiçbir sakatlık bırakm asa da ruhunda kapanmayacak
bir yara bırakm ıştı. Bu öyle bir yaraydı ki endişe, korku ve keder b a­
rındırıyordu. Sal’in her gece yatağa girdiğinde düşündüğü son şey ve
sabah uyanır uyanm az aklına gelen ilk şey bu oluyordu: Üç çocuğun
açtığı bir yara.
Bir yandan, hayatına m al olabilecek bu dikkatsizliği sürekli kendi
yüzüne vurmaya ve ağır sözlerle Cetta’yı suçlamaya devam ediyor, diğer
yandan da önüne geçemediği bir zaafla kendisini daha sık sevgilisinin
kollarına atıyordu. Kulübün yönetimi, neredeyse kendine ait tüm boş
zamanını elinden almıştı ama Sal yine de -san k i o günden sonra Cetta
da tehlikedeymiş gibi- sabah akşam Cetta’ya eşlik etm ek için kendini
paralıyordu. Akşam ları Cetta’yı alm ak için ortadan kayboluyor, kimi
zam an onu eve bırakıyor kim i zam an da kum arhaneye, yanm a getiri­
yordu. Ve her pazar m utlaka, Vito ve Tonia’nın o boğucu odalarında,
Cetta ve C hristm as ile yemek yemenin bir yolunu buluyordu. Böylece
birkaç ay içinde ilişkileri bir tü r evliliğe döndü.
Christm as hızla büyümeye ve hayat dolu bir çocuk olmaya devam
ediyordu. Gittikçe Sal’e daha çok bağlanıyordu, tabii ki Sal de kendine
has tarzıyla çocuğu gün geçtikçe daha çok seviyordu.
Cetta, şefkatle onları izliyordu. Sevdiği adam ın dönüşüm ünü yü­
reğinde hissederek izliyordu; Sal ne daha iyi ne daha kötü am a gün
geçtikçe daha çok ona ait oluyordu.

153
Rüya Dağıtan Çocuk

Bir pazar günü, Sal yemekten sonra yatağa uzanmış, şekerleme


yapıyordu. Yerde oynayan Christmas tahta bir silahı Sal’e doğru doğ­
rultarak bağırdı.
“Pat! Öldün, velet!”
Sal aniden yataktan fırladı, bir adımda sandalyeye ulaştı ve silahım
kılıfından çıkardığı gibi Christmas’a çevirdi. Cetta, Sal’in gözlerin­
deki öfke ve korkuyu gördü. Christmas’a bir şey olm asından korkarak
ikisinin arasına girdi. Sal silahı indirdi ve geri dönüp yatağa uzandı.
Gözlerini kapam adan önce Cetta’ya, “Söyle ona, bir daha bunu sakın
yapmasın,” dedi.
İşte o zam an Cetta, Sal’i gittikçe ona bağlayan şeyin korku oldu­
ğunu anladı.
Sal’i sevdiğine ve onun da bir korkunun pençesinde kıvrandığını
bildiğine göre bir şeyler yapmalıydı. Ertesi gün kiliseye gitti. Meryem
Ana heykelinin önünde diz çöktü ve Sal’in daha önce sevdiği adam
gibi olması için dua etti.
“O bir gangster,” dedi Meryem’e. “Korkuları olmamalı. Lütfen
yardım et.”

1912 yılında İtalyanlarla İrlandalılar arasında yeni bir savaş patlak


verdi. Ancak bu, silahların patlamadığı, kimsenin sokaklarda ölmediği
bir savaştı. İrlandalIların satın alınmış yeni ordusu New York poli­
siydi; daha doğrusu polisin rüşvetle kolayca baştan çıkan bir bölümü.
Hedefleriyse kulüpler, genelevler, su katılm ış ya da kaliteli viskilerle
ağzına kadar dolu içki dükkânları, kum ar makineleri, bahis oynatan
yerler ve kumarhanelerdi. Bir gece haraç çetelerinin kalbine bir saldırı
düzenlendi. Her şeyden önce kârlı bir iş olmuştu. Ama aynı zamanda,
küçük balıkların aracılığı ile büyük balığı yakalam ak için iyi gelişti­
rilmiş bir stratejiydi.
13 Mayıs 1912 akşamı, Silver kum arhaneden içeri girdi. Çok şık
giyinmişti ve bu haliyle bir gangsterden çok bir aktöre benziyordu.
İpek ceketinin kesimi kusursuzdu, sadece silahının bulunduğu yerdeki
eteği biraz kırışıktı. Sal’in onu son görüşünden sonra epey değişmişti.
Yahudi çocuğunun gözüne nişan alırken zevkten dört köşe olduğunu
söyleyenler vardı.

154
Luca Di Fulvio

Sal’e, “Bu gece patron gelecek,” dedi. “Ellerini yıkam anı söyledi.
Seninkiler gibi kirli ellerden içki içmek midesini bulandırıyor.”
Sal, soğukkanlılıkla, “Ona içki servisi yapmak için barm en var,”
diye cevap verdi.
Silver omuz silkti.
“Sonunda benden o pis elleri kesmemi isteyecek,” deyip güldü.
Dişlerinden biri altm kaplamaydı. Sal seve seve o serserinin bir­
kaç dişini daha kırabileceğini düşündü. Muhtemelen Vince Salemme
onun elleri hakkında bir şey söylememişti. Silver’ın çok zevk aldığı pis
şakalarından biriydi bu. Fakat büyük patronun isteği olma ihtim alini
de düşünmeliydi.
“Ne zam an burada olacak?”
“Neden? Ellerini yıkam an kaç saat sürüyor?”
Sal cevap vermedi. Ama gözlerini de Silver’dan ayırmadı.
“Önce Livonia’d aki Nate’in yerine uğrayacak, sonra buraya gelecek.”
Sal arkasını dönüp lavaboya gitti. İçinde gittikçe büyüyen ve bo­
ğazını sıkıştıran bir sıkıntıyla, ellerini kıpkırm ızı olana dek yıkadı.
Bir yandan da, Uğursuzluk getirecek, diye düşünüyordu.

Bowery ve Livonia’daki kumarhanelere aynı anda baskın yapıldı. İrlan­


dalIların maaşlı polisleri üç mekâna baskın yaparken bazı müşterilerin
ve hatta birkaç fahişenin kaçm asına göz yumdular. En baştan tek bir
hedeflerinin olduğu apaçık ortadaydı. Büyük balığı, Vince Salemme’yi
arıyorlardı. Ancak onu bulam adıklarına göre o gece ağlarına küçük
balıklardan biri düşecekti: Sal Tropea.
Geneleve yapılan baskından sonra Madam, Cetta ve diğer kızlar
bir polis aracına bindirildiler. Baskın sırasında Belediye Başkam’nm
yardım cılarından biri öldürülm üştü. Kimliğini göstermek için elini
cebine atan adam ın silahını çektiğini sanan bir polis adam a beş el
ateş etmiş, o sırada birlikte olduğu kadın da bacağından yaralanmıştı.
Adamın elinde bir cüzdan tuttuğunu gören polisler bir anda cüzdanı
ortadan yok etmişlerdi. Gazeteciler fotoğraf çekmeye geldiğinde baş­
kan yardım cısının elinde bir silah vardı. Bir hafta boyunca gazeteler

155
Rüya Dağıtan Çocuk

belediye başkanının peşinde koşmuş ve suçlularla iş b irliğ i yaptığını


kabul etmesini istemişlerdi. Ancak daha sonra olay k a p a n d ı.
Cetta, kamyonete biner binmez Sal’i kelepçelenmiş b i r halde otu­
rurken görünce koşup boynuna sarıldı ve ağlayarak C h ristm a s’ı çok
m erak ettiğini söyledi.
Polis merkezine gelince Sal ve Cetta ayrıldı. Cetta, M ad a m ve diğer
fahişelerle birlikte bir hücreye alındı. Sal ise acımasızca dövüldükten
sonra, polislerin sürekli girip çıktığı bir odanın o rta sın d a k i dört yanı
dem ir parmaklıklı özel bir hücreye kondu. Polisler sürekli o n a hakaret
ediyor, tehditler savuruyor ve tükürüyorlardı.
İrlandalIlarla adam ları arasındaki anlaşm ada hep geri planda
kalan polis şefi göründüğünde Sal, “Kefalet ödemek istiyorum ,” dedi.
“Sen kefaletle çıkamazsın.”
Sal, burnundan akan kanı elinin tersiyle sildi.
“Kendim için değil... Cetta Luminita için... İçerideki fahişelerden
biri.”
Şef afalladı.
Sal, dem ir parm aklıkları kavrayıp öfkeyle sıktı.
“Onun böyle bir hakkı var.”
“Yarın bakarız.”
Sal, öfkeye parm aklıkları salladı.
“Bu gece halledin. Küçük bir çocuğu var.”
Şef, bir an sesini çıkarmadan Sal’e baktı. Sert ama insanca bakıyordu.
Sonra, “Adı ne dem iştin?” diye sordu.
“Cetta Luminita.”
Şef, “Tamam” der gibi başını sallayarak odadan çıktı.
Ertesi sabah avukat Di Stefano, Sal’i görmeye geldi.
Hücreye yaklaştı ve yüzünü ekşiterek, “Kahretsin! A ltına mı işe­
din?” dedi.
“Tuvalete gitmeme izin vermediler.”
Avukat hâlâ yüzünü ekşiterek Sal’e bakıyordu.
“Livonia’da patronu yakaladılar m ı?” diye sordu Sal.
“Vince’in program ından nasıl haberin oldu?”

156
Luca Di Fulvio

Avukat neredeyse burnunu parm aklıklardan içeri sokmuş, polis


tarafından duyulm am ak için olabildiğince alçak sesle konuşuyordu.
“Yakalandı mı?”
“Hayır. Son anda fikrini değiştirdi.”
Sal anlam aya başlam ıştı.
“Kim?” diye sordu.
“Silver.”
Sal yere tükürdü.
Avukat sesini daha da alçaltarak, “O pislik, ihanetten kazandığı
paraları yiyemeyecek, m erak etme,” dedi.
“Tabii ki.”
Avukat buz gibi bakışlarını Sal’e dikti.
“Şimdi sıra sende,” dedi. “Adam gibi adam mısın yoksa sen de
pisliğin teki misin? Göster bakalım .”
Sal bu kelimelerin bir tehdit olduğunu biliyordu. “Sağ kalm ak is­
tiyor m usun?” anlam ına geliyordu.
Gözünü kırpm adan ve bakışlarını kaçırm adan avukatın gözlerinin
içine baktı.
“Pislik falan değilim.”
“Seni içeri tıkacaklar,” diye devam etti avukat.
“Biliyorum.”
“Canına okuyacaklar.”
Sal güldü.
“Kör müsün sen? Şu suratıma bak. Sidik içinde kalmış pantolonuma
bak. Çoktan başladılar.”
“Sana bazı tekliflerde bulunacaklar.”
“Polislerle alışverişim olmaz benim ; hele ki İrlandalı parası yi­
yenlerle.”
Avukat ses çıkarmadan bir süre Sal’i inceledi. Sal Tropea’nm güvenilir
biri olup olmadığını anlamak onun işiydi. Ancak bunu Sal’in sözlerinden
ziyade gözlerinden anlayacaktı. Gerçeği gözlerinden okumalıydı. Sal
de geleceğinin şu an ona çevrilmiş bakışlara bağlı olduğunu biliyordu.
Aniden, o vurulduğu günden beri yakasını bırakmayan korku yok oldu

157
Rüya Dağıtan Çocuk

ve Sal kendine geldi. Şimdi kendisini özgür ve hafiflemiş hissediyordu.


Güldü; derin, içine yayılan bir gülüştü bu.
Avukatın keskin yüz hatları önce şaşkınlıkla gerildi am a hemen
sonra yumuşadı. Sal Tropea polise ötmemişti; artık bundan emindi.
Ancak elinde oynaması gereken son bir kart daha vardı. Son bir uyarı.
“Gönül verdiğin şu fahişe...” dedi yavaşça. Sesinde hiçbir telaş yoktu
çünkü artık Sal’den emindi ve sadece acımasız görünmeye çalışıyordu.
“Evinde... Oğluyla beraber. Neydi oğlanın adı? Christmas, değil mi?”
Sal irkildi.
Avukat, “Sana pek benzemiyor,” diye devam etti. “Gördüm ufaklığı,
sapsarı bir şey.”
Sal neler olduğunu çok iyi anlam ıştı. Kendini savunurcasına, “Be­
nim çocuğum değil,” dedi.
“Garip bir ismi var, zenci ismi gibi... Fakat bacaksız tam bir İr­
landalI gibi sarışın.”
“Çocuğun neye benzediği um urum da değil.”
Avukat hafifçe güldü. Sana inanmıyorum, anlam ında bir gülüştü
bu. Ve gülmeye devam ederek, “Kefaletini ödediğine göre o fahişe için
yanıp tutuşuyor olmalısın,” dedi.
“Silver’m yerini alıp katil olmalısın aslında. Çok başarılı olursun,”
diye cevap verdi Sal.
Avukat yeniden güldü. Bu kez pek keyiflenmişti.
“Bunu düşüneceğim,” dedi. “Tavsiyen için teşekkürler.”
Sonra parm aklıklara yaklaştı. Ama bu kez gizli bir şeyler söylemek
için değil, mesajının doğru anlaşılıp anlaşılm adığını görmek içindi.
Elbette ki bir kuşkusu yoktu; Sal Tropea, gözünü korkutmaya çalıştığı
serserilerin içinde en akıllı olanlarından biriydi. Ancak insanları tehdit
etmek, korkutm ak hoşuna gidiyordu. Tıpkı bir silahı ateşlemek gibi...
Yalnız bu kez farklı olarak, yaradan akan kan bakışlardan akıyordu.
“Patron, fahişe için ödediğin kefaleti sana geri ödeyecek. Ayrıca
bu çıkacağın uzun tatilde sana o bakacak. Sevildiğini bil.”
Sal cevap vermedi.
“Biz bir aileyiz, öyle değil mi?”
Sal başıyla onayladı.

158
Luca Di Fulvio

Avukat Di Stefano parm aklıklardan uzaklaşırken, “Seni yakın bir


yerlere göndermelerini sağlayacağım,” dedi. “Böylece güzel sevgilin
istediği zaman seni ziyaret edebilir.”
Aynı gün Sal’i saatlerce dövdüler. Bütün gece, şişmiş dudakları
yüzünden boğulm a korkusuyla uyuyamadı. Ertesi sabah güneşin
doğduğunu fark edemedi, çünkü göz kapakları açılamayacak kadar
şişmişti. Ne verdikleri yiyeceğin ne de içtiği suyun tadı vardı, her şey
kan kokuyordu. Sonra ona cezasını hafifletebileceklerini, hatta onu
serbest, bırakabileceklerini söylediler. Sal bunu reddetm ek için bile
ağzını açmadı. On gün sonra hüküm giydi. Üstündekileri çıkarıp ona
bir hapishane üniform ası giydirdiler.
Avukat Di Stefano sözünü tuttu. Sal, m ahkem e kararında yazıla­
nın aksine Sing Sing hapishanesine gönderilmedi. Gönderildiği yer,
M anhattan ve Queens arasındaki Blackwell Adası’ndaki hapishaneydi.
Bir hafta sonra, görüşme odasında Cetta ile karşı karşıya otururken
bile Sal’in yüzündeki yaralar kapanm am ıştı.
“Buradan çıktığımda eskisinden daha çirkin olacağım,” diye ho­
murdandı.
Fakat Cetta ona başka bir açıdan bakıyordu. Genç kadın, Sal’in
artık korkm adığını fark etm işti. Eski Sal geri dönm üştü; sırf kendi­
sine gülüm sedi diye bir sokak satıcısının ağzını burnunu kıran Sal’di
karşısında oturan. Cetta, içinden dualarını kabul eden Meryem Ana’ya
şükretti.
Sal acı acı güldü. Sonra ellerini, onları birbirinden ayıran demir
parm aklıklara dayadı.
“Biliyordum,” dedi. “Ellerimi yıkam anın bana uğursuzluk getire­
ceğini biliyordum.”

159
19

Ellis Adası, 1922

Su buz gibiydi, insanın soluğunu kesiyordu. Bili dibe batm am ak için


çürük ve yapış yapış bir tahta parçasına sımsıkı sarılm ıştı. Çırılçıp­
laktı. Dişlerinin birbirine çarpm asına engel olamıyor, bacaklarını ise
artık hissetmiyordu.
Neyse ki Göçmen Bürosu’nun feribotu gelmek üzereydi. Bili feri­
botun siren sesini duymuştu ve şu an onu görebiliyordu. Sadece birkaç
dakika daha dayanması gerekecekti.
O gece, planını büyük zorlukla gerçekleştirdiği andan itibaren bunu
biliyordu. Fakat başka bir çözüm yolu yoktu. Eğer hayatta kalm ak
istiyorsa buz gibi suya dayanacaktı.
Tüm gazeteler hunharca öldürülen Hofflund çiftinden söz ediyordu.
Ve tabii ki tecavüze uğrayan küçük Yahudi sürtüğünden.
Bill’in babası, balıkçı dostları tarafından çok onurlu ve dürüst bir
adam m ış gibi anlatılıyordu. Biîl, Karılarım ve çocuklarını her gece
kemer dayağından geçiren bir grup alkolik herif, diye düşündü. Elin­
den bir bomba yapmak gelse, patlatıp hepsini havaya uçurmak için
bir an bile tereddüt etmezdi,
“Bok herifler!” diye kekeledi y an uyî':pi;.ış bir halde.
Öfkeliydi. Ve ha öfkesi -elektrikli sandalyede kızartılm a korkusu
henüz içine düşmediği için - ona dayanm a gücü veriyordu. Bomba
yapmayı becerebilse okuduğu b a saçmalıksan yazan gazetelerin, mer­
kezlerine gözünü kırpm adan tüm bombalarını yerleştirebilirdi .

160
Luca Di Fulvio

Babası bir kahram an olmuştu; New York şehrinde zor şartlar altında
yaşam mücadelesi veren Alm an bir göçmen, seslerini çıkarm adan en
pis işleri yapan d ürüst insanların sembolü.
Evet, tüm gazeteler kafalarına yağacak bom baları hak ediyorlardı.
Bili elinden gelse bunu yapar ve sonra her birinin çocuğunu, balık
pazarının o dürüst ve iyi niyetli işçilerine em anet ederdi. Böylece bu
saçmalıkları yazanların evlatları da deri kem erin sırtlarında iz bırak­
m ası ne demekmiş öğrenir, babalarının yalanlarının bedelini ödemiş
olurlardı. Amerikan rüyası saçmalığı, diye düşündü. O kibar zengin
piçlerine, sıcacık banyolarda yıkanıp yün iç çamaşırı giyen o züppelere
Amerikan kâbusunun insanı aptala çeviren sesini duyurmayı çok isterdi.
“Bok herifler!” dedi yemden titreyerek. Bir an sarıldığı tahta elinden
kaydı. Ama rıhtım a çok yaklaşm ıştı. Bili hem en toparlanıp yeniden
tahtaya sarıldı. Genzine kaçan su yüzünden birkaç kez öksürdü ve
sonra dişleri yeniden birbirine vurm aya başladı.
Polisin gazetelere verdiği ilanlarda eşkali, “Sarı saçlı, mavi gözlü,
orta boylu ve norm al kilolu” diye anlatılıyordu. Bili gülmeye çalıştı
am a çok titriyordu. Sıkıysa bulun beni, dedi içinden. Koca New York
şehrinde zencilerin, Yahudilerin ve İtalyanların dışında çoğu insan
bu sıradan eşkale uyuyordu.
Göçmenleri getiren feribot üç kez üst üste siren çaldı. Bill’in dibine
dek yaklaştığı rıhtım görevlilerin ağır ve uyuşuk adımlarıyla sallandı.
Bili, Amerikan rüyasına kapılan farelerle dolu bir gemi daha, diye
düşündü.
Zam an iyice yaklaşm ıştı. Bili neredeyse başarm ak üzereydi.
Ne gazetelerde ne de poliste resm i vardı. Tek bir fotoğrafını bile
bulamamışlardı. Sadece adım biliyorlardı. Büyük puntolarla gazetelerin
ön sayfasına bastıkları, sokak gazetecilerinin bağırarak tekrarladığı
adını: W illiam Hofflund, W illiam Hofflund, William Hofflund...
Ancak Bili kim liğini ve adını değiştirm ezse er ya da geç yakala­
nacağını biliyordu.
Feribot rıhtım a yaklaşırken Bili de payandalara tutunarak iskeleye
çıkan dar b ir tah ta m erdivene vardı. Oyun birkaç dakikada oynanıp
bitecekti. İşin en zor kısm ı buz gibi suyun içinde beklemekti, fakat
şimdi de en hassas kısm ı başlıyordu. O kısm ı da atlatırsa başarm ış

161
Rüya Dağıtan Çocuk

olacaktı. Merdivenin dibinde bir süre beklemesi gerekiyordu. Rıhtım


görevlilerinden biri tükürm ek için kafasını uzatsa onu anında fark
ederdi. Bili dişlerinin çarpmasına engel olmaya çalıştı ama bu mümkün
değildi. O zam an dilini dişlerinin arasına soktu. Canı yanıyordu ama
sinirlerini bozan o diş takırtısı kesilmişti. Kirişlerin arasına sıkıştır­
dığı bohçadaki giysileri kuruydu. Merdivenin ilk kuru basam ağına
çömelip giyinmeye başladı. Soğuktan mosmor olmuş parm aklarıyla
düğmelerini iliklemekte güçlük çekiyordu am a az sonra iyice ısınmış
olacaktı. Yanakları buz gibiydi, dişleri hâlâ birbirine vuruyordu. Ama
geçecekti, geçecekti... Birazdan geçecekti.
Balık kokan bıçağın önce karnına, sonra eline, sırtına ve boğazına
saplanan babasının şaşkın ve aptal yüzü geldi gözlerinin önüne. Ne
gariptir ki bu planı babasının hayal gücüne borçluydu. Evet, bu planı
üstü başı balık kokan o sarhoş herif kulağına fısıldamıştı.
Bir gece önce, gazetelerde kendisi adına başlatılan insan avını
okuyunca ne yapacağını bilmeden şehrin en ıssız ve karanlık sokakla­
rında dolaşıp durm uştu; tıpkı çıldırmış bir lağım faresi gibi. Ne zaman
çöp bidonlarından birinin arkasına saklanıp nefes almaya ve ne yapa­
cağını düşünmeye çalışsa kendisini dem ir parm aklıkların arkasında
hissetm işti. Bu korkuyla yeniden kaçmaya ve saklanmaya çalışmıştı.
Bir süre sonra sürekli aynı yerde dönüp durduğunu fark etti. Durm a­
dan balık pazarının etrafında daireler çizip durm uştu. Balık pazarı;
en çok nefret ettiği yer, babasının krallığı, Polonyalı bir Yahudi kızı
ile evlenen Alm anın çöplüğü. Ancak o an aklına bir anısı gelmişti.
Babasının usanm adan tekrarlayıp durduğu can sıkıcı bir yakınma...
Her duyduğunda babasını öldürmemek için kendini zor tuttuğu bir
sızlanma... Ancak o gece birdenbire ona faydalı olan bir anı...
Babası sarhoş olduğu her gece abuk sabuk konuşmaya başlardı.
“Ham burg’dan Amerika’ya geldiğim gece ilk gördüğüm şey Öz­
gürlük Heykeli oldu. Geceydi ve şehir görünmüyordu. Ama o aldatıcı
heykelin gölgesi gökyüzüne doğru uzanıyordu. İlk dikkatim i çeken
şey elinde tu ttu ğu meşaleydi. Ancak ben onun meşale olduğunu an­
lam am ış ve bir tom ar para zannetm iştim . Benim paralarım ... Yeni
Dünya’da kazanm ak istediğim paralarım ... Babam gibi leş kokan bir
balıkçı olm am ak için beni evi terk etmeye iten tek nedenim... Burada

162
Luca Di Fulvio

ne özgürlük ne de para buldum. Babam gibi üstü başı balık pulu içinde
yaşayan bir balıkçı oldum. Pazarda ne zam an başım ı kaldırıp yukarı
baksam o sürtüğün bana sırıtarak baktığını görüyorum. O kahrolası
heykel, elindeki meşaleyle hem hayallerimi hem paralarım ı yaktı.”
İşte o zaman, gecenin karanlığında lağım faresi gibi kaçacak delik
arayan Bili başını kaldırıp yukarı doğru bakm ış ve onu görmüştü.
Elindeki meşaleyle yeni gelenlere yol gösteren, onlara “Hoş geldiniz”
diyen Özgürlük Heykeli. Onun yeni özgürlüğünün yol göstericisi.
Bili, o gece heykele bakarken ne yapması gerektiğini bulm uştu;
fırsatlar ülkesine gelen herhangi biri gibi gelip Ellis Adası’ndan New
York’a giriş yapacaktı.
“Canın cehenneme, baba,” diyerek sırıtm ış ve kimliğini yırtm ıştı.
Yfeni gelen göçmen grubu içinde bir katili aram ak kim in aklına
gelirdi?
Bili artık göçlerin babasının zam anındaki kadar çok olmadığını
biliyordu am a yine de yeni sıçanlar ülkeye gelmeye devam ediyordu.
Amerika Birleşik Devletleri onları kabul ediyor, onlara yeni isimler
ve kim likler veriyordu.
Çok eğlenceli olacaktı.
Böylece o gece -p a rasın ı ve yüzüğün değerli taşlarını Battery
Park’taki bir ağacın kovuğuna sakladıktan so n ra - büyük gemiler
arasında mekik dokuyarak yük taşıyan sandallardan birini çalmış
ve Ellis Adası’na doğru kürek çekmeye başlam ıştı. Ancak bu iş daha
önce düşündüğü kadar kolay olmamıştı. Sandal ağır, akıntı da oldukça
güçlüydü. İskelenin ışıkları ise neredeyse görünmüyordu.
Bir süre sonra rıhtım a ulaşmayı başarm ıştı. Üstündekileri çıkarıp
buz gibi suya girmişti. Bir kolunu, çıkın yaptığı giysilerinin ıslanmaması
için sürekli havada tutuyordu. Soğuktan kesilen nefesiyle güç bela
bir tah ta parçasına tutunm uş ve sonra sandalı salıvermişti. Kuvvetli
akıntıyla sürüklenen sandal bir süre sonra gözden kaybolmuştu.
Elindeki tahtayı bırakıp dibi boylamaktan ve boğulmaktan korktuğu
anlar oldu. Ama sonunda başarm ıştı. Şu an başardığından kesinlikle
emindi.

163
Rüya Dağıtan Çocuk

Feribotun son düdüğü kulaklarını sağır edercesine öttü. Mazot


kokan bir dalga rıhtım ın kenarına vurdu. Geminin halatlarını bağlayan
işçilerin bağırışları duyulmaya başladı. Tam zamanıydı. Bili neredeyse
feribotun dem ir gövdesine dokunabilirdi.
İnsanların geçmesine yarayacak iskelelerin atılmasını ve yolcuların
gemiden inmeye başlam alarını bekledi. Ve aniden rıhtım ın kenarına
tutunup yukarı çıktı.
Birisi, “Hey, sen!” diye bağırdı.
Bili um ursam adı. Birkaç adım daha atıp denize inen dar tahta
merdivenden uzaklaştı.
Aynı sesi tekrar duydu.
“Hey, dur bakalım .”
Bill’in aklından bir an için koşmak geçti ama aksine, durdu. Sonra
yavaşça geri döndü. İri yarı bir polis ona doğru yürürken kem erinden
copunu çıkardı. Yanında hem en üç polis daha belirdi.
Polis, Bill’in yanına gelip, “Kimsin?” diye sordu.
Bili feribottan inen ve bir sürü gibi üç sıra halinde ayrılan yeni
göçmenlere baktı. Sonra dönüp polisi süzmeye başladı. Ne diyeceğini
bilemiyordu. Yeni gelenlerin nereden geldiklerini ve hangi dili konuş­
tuklarını bilmiyordu.
“Ben...” dedi. “Ben onlarla birlikte geldim.”
Polis gemiden inenleri işaret ederek, “O nlardan biriysen burada
ne halt ediyorsun?”
Bili denize doğru inen dar merdivene baktı.
“Sıkışmıştım... Tuvaletimi yapmaya gittim .”
“Kesin sıçmıştır,” dedi diğer polislerden biri. “Onda dokuzunuz
ishal zaten.”
Bili ona baktı.
“Öyle mi? Denize mi sıçtın?”
Bili başını salladı.
Polis gülmeye başladı.
“Siz İrlandalIlar, hayvandan farkınız yok. Amerika’da tuvaletle­
rimiz var.”

164
Luca Di Fulvio

Diğer üçü de onunla birlikte gülmeye başladı. İçlerinden biri, “Su­


ratına bak, mosmor,” dedi. “İyi sıçmış.”
Polis copun ucuyla Bill’in göğsünü dürttü.
“Diğerleri gibi sıraya gir,” dedi.
Bili yavaşça döndü ve yeni gelen M andalılara doğru yürüm eye
başladı. Hiç acele etm eden yürüyor ve sevinçten ağlam am ak için ken­
disini zor tutuyordu.
Diğerleri arkasından hâlâ gülüyorlardı. Polis m em uru rıhtım ın
kenarına yaklaştı ve suya baktı.
“Kokuyu duyuyor m usun?” diye bağırdı.
A dam lardan biri başını suya doğru eğdi ve sonra elini sallayarak,
“İçi bozulmuş,” dedi. “Bari birkaç sıçanı öldürseydi...”
Polis m em uru, “Hey, İrlandalı,” diye bağırdı. “Ne yedin böyle?
İçin kokmuş,”
Bili dönüp onlara baktı ve gülümsedi. Sonra sıraya girdi ve yeni
arkadaşlarını incelemeye koyuldu. Her göçmenin elinde kâğıtlar vardı;
kimlikler, onları New York’a getiren geminin bilgileri gibi.
Sıranın başında Federal Göçmen Bürosu’ndan üç kişi kadınları,
erkekleri ve çocukları ayrı sıralara sokuyordu. O radan da bir grup
doktorun bulunduğu büyük bir odaya sokuluyorlardı. Doktorlar ge­
lenleri çarçabuk muayene ediyor ve sağlıkları hakkında bir karara
varıyordu. Bili, doktorların bazı göçmenlerin sırtına tebeşirle bazı
harfler yazdıklarını gördü; tüberküloz için T, zihinsel özürlüler için
ZÖ, kalp rahatsızlığı olanlar için KR, trahom için TH gibi. Bunlar geri
gönderilecek olanlardı. Bili etrafına bakındı ve tuvaletlerin olduğu
bölümü gördü. Polislerden birine yaklaşarak tuvalete gitmek için izin
aldı. Polis ona ters ters baktı, sonra da gitmesi için izin verdi.
Tuvalette beş kişi daha vardı; iki yaşlı adam, bir yeniyetme ve bir
de kırk yaşlarında biri. Bili sinirlenmeye başlam ıştı. Bir kenara çeki­
lip tuvalet sırasının ona gelmesini bekliyormuş gibi yaptı. Dakikalar
geçmek bilmiyordu ve Bili artık çıldırm ak üzereydi. Sonunda şans
yüzüne güldü.
O rta boylu, norm al kiloda, sarı saçlı, mavi gözlü, yirm ili yaşlarda
bir genç tuvalete girdi.

165
Rüya Dağıtan Çocuk

Bili delikanlıya yaklaşıp, “Seninle konuşmalıyım,” dedi.


Çocuk kuşkulu gözlerle Bill’e baktı. Tuvalette kendilerinden başka
yaşlı bîr adam kalm ıştı.
Bili alçak sesle, "Bir dalavere fark ettim ,” dedi.
“Ne dalaveresi?”
Bili işaret parmağını dudaklarına götürdü ve yaşlı adamı işaret etti.
“Yavaş ol. O nlardan biri olabilir.”
“Onlar da kim ?”
“Gitmesini bekleyelim.”
“Bana ne bundan?” dedi delikanlı om uzlarını silkti.
Bili çocuğu kolundan yakaladı.
“Kıçım kurtarıyorum , budala,” d e d i “Senin ve bizim yaşımızda
olan herkesin.”
Delikanlı ne yapacağına karar veremiyordu. Şimdi o da yaşlı adama
kuşkuyla bakıyordu.
“Ne dalaveresi?” diye sordu yeniden.
O sırada yaşlı adam osurdu. Dönüp onlara baktı ve gülümsedi.
Sonra da tuvaletten çıkıp gitti.
Delikanlı bir kez daha, “Neler oluyor?” diye sordu.
Bili çocuğun yüzüne bir kafa attı. Sonra bir koluyla boğazına sarılıp
var gücüyle sıkmaya başladı. Bir yandan da çocuğu kuytu bir kenara
çekmeye çalışıyordu. Delikanlı güçlüydü ve mücadele ediyordu. Ellerini
Bill’in koluna geçirmiş, boğazını kurtarm aya ve nefes almaya çalışı­
yordu. Bili bütün geceyi buz gibi suda geçirmişti am a kazanm ak için
ötekinden daha önemli bir sebebi vardı. Arkasında, hayatta kalm ak
için savaştığı uzun bir gece vardı; sık sık ölümü düşündüğü koca bir
gece. Dişlerini gıcırdatarak delikanlının boğazını daha güçlü sıkmaya
başladı. Bir yandan da çocuğun körlemesine salladığı yum ruklardan
kaçınmaya çalışıyordu. Çocuğun gücünün yavaş yavaş tükendiğinin de
farkındaydı. Tüm gücünü kol kaslarına vererek delikanlının boğazını
iki kez sertçe sıktı. Çocuğun boynundan, hamam böceği kabuğunun
kırılm ası gibi bir ses geldi. Delikanlı bacaklarını salladı, Bill’e tekme
atmaya çalıştı. Fakat ardından titremeye başladı ve birkaç saniye içinde
bedeni bir çuval gibi gevşedi. Bili, çocuğu içeri çekmiş olduğu tuvaletin

166
Luca Di Fulvio

kapısını kapattı. Ceplerini karıştırıp pasaportunu ve diğer belgelerim


aldı. K ülotunun içinde de ru lo yapılm ış b ir to m ar p a ra buldu.
O sırada tuvalete b irilerin in girdiğim duydu. İki ad am gülerek
b ir şeyler konuşuyorlardı. Bili delikanlının cesedini tuvalete o tu rttu .
S onra sessizce yere yattı ve ta h ta bölm enin a ltın d an süzülüp diğer
tuvalete geçti. Sonra tu valetten çıktı. A dam lara gülüm sedi ve yolcu
salonu na döndü.
D oktor ko ntrolünü geçti. A rd ın d an okum a yazm a bilip bil­
m ediğini kontrol etm ek için yapılan elli kelim elik yazılı sınavı da
geçti ve kayıt salonuna götürüldü. B urası b in an ın ikinci k atın d a
bu lu n an , yük sek tavanlı, dikdörtgen kolonlar üzerine in şa edilm iş
yarım balkon biçim inde b ir çıkm ası olan koca b ir salondu. O dam n
o rtasın d ak i m asala r evraklarla doluydu ve G öçm en B ürosu m üfet­
tişleri h a rıl h a rıl çalışıyorlardı. Tek sıra olm uş in sa n la r o d an ın iki
giriş k ap ısın d an içeri giriyordu.
Sırası geldiğinde m asanın diğer tarafında o tu ran m üfettiş, “Adm
ne?” diye sordu.
“C oehrann Fennore.”
İşlem leri bitip salondan çıktığında birkaç tem izlik görevlisinin
ellerinde süpürgeler, bez p a rç a la n ve dezenfektan suyla dolu k o ­
valarla tu v aletlerin olduğu yere doğru koştuğunu gördü. Yeni ism i
ve yeni kim liğiyle m erdivenlerden aşağı inerken acıyla haykıran
b ir k ad ın sesi duydu. G ülüm seyerek, Onu buldular, diye düşündü.
O na ikinci b ir y aşam şansı veren, yeni b ir hayat arm ağ an eden
İrland alıy ı bulm uşlardı.
Yeniden b ir k ad ın ın acı çığlığını duydu.
O a n annesi geldi aklına. D aha doğrusu yeni C oehrann Fennore
olarak eski Bill’in annesi.
O geceden so nra ilk kez an n esin i düşünüyordu. Sadece o an,
o k ad ın ın çığlıklarım duyduğu an, an n esin in tıp k ı yaşadığı gibi
öldüğünü düşündü. Sessizce. B ağırm adan. Ne Yahudi babası onu
reddettiğind e n e A lm an kocasının dayaklarıyla acı çekerken ne de
oğlunun onu bıçakladığı a n sesi çıkm ıştı.

167
Rüya Dağıtan Çocuk

New Jersey’d eki Göçmen Bürosu’na gitm ek için feribota adım ını
atarken ark asın d a b ir k ad ın ın b ağırdığını duydu.
“C ochrann nerede?”
D önüp baktı. Y irm i yaşlarında, kırm ızı yanaklı, elleri çatlak
içinde b ir kız gördü. Çam aşırcılık y a p ıyo r olmalı, diye düşündü.
Kızın y an ın d a d a elli y aşlarında b ir çift vardı. A dam tıknaz, güçlü
kuvvetli biriydi. Bir hamal, muhtemelen. K adınsa h a fif kam bur,
gözleri iyice çu ku ra kaçm ış biriydi ve elleri kızın ellerinden d ah a
kırm ızı, d ah a çok çatlak içindeydi.
Genç kız, feribotun tah ta iskelesinden atlamaya çalışarak, “Git­
mem!” diye bağırdı. “Cochrann olm adan gitmem!”
Bir polis m em uru onu durdurdu.
“İnm ek yasak. Yerinize dönün.”
Elli yaşlarındaki kadın, kızı om uzlarından tutarak feribotun içine
çekmeye çalıştı. Güçlü kuvvetli, tıknaz adam sa soran gözlerle etrafına
bakınıyordu. Umutsuzca, “Tüm param ız ondaydı,” diye m ırıldandı.
Genç kız da etrafına bakıyor, feribota binen göçmenlerin yüzlerini
tek tek inceliyordu.
“Cochrann! Cochrann!”
Bili, uzansa dokunacak kadar kızın yakınındaydı.
İşte hayatım, buradayım. Benim, Cochrann.
Neşeli bir kahkahayla feribotun içine doğru ilerledi.

168
20

Manhattan, 1912-1913

Cetta artık yalnızdı. New York’a geldiğinden beri ilk kez yalnız kalmıştı.
Sal uzun bir süre ona göz kulak olamayacaktı. Bazen kendisini dayanıl­
mayacak kadar yalnız hissediyor ve o zam an Queensboro Köprüsü’ne
gidip oradan Blackwell Adası’na, Sal’in yattığı hapishaneye bakıyordu.
Avukat Di Stefano hapishane yönetimine yüklüce bir rüşvet vermiş ve
Cetta’nın, haftada bir kez bir saat boyunca, parm aklık ve tel bölmele­
rin olmadığı bir odada Sal ile yalnız görüşmesini sağlamıştı. Cetta o
günlerde, cezaevi feribotuna binerek adaya gidiyor ve onunla bir odaya
kapatılm ak için ne kadar para vermeye razı olabileceklerini söyleyerek
şakalar yapan gardiyanların eşliğinde Sal’in yanına gidiyordu. İstediği
tek şey Sal ile baş başa kalm ak, ses çıkarm adan onun yanında otur­
m ak ve yeniden kirlenm iş ellerine bakm aktı. Onlara ayrılan bir saat
dolduktan sonra Cetta adadan ayrılıyor ve kendi hayatına dönüyordu;
tek başına, yanında Sal olmadan.
Genelev yer değiştirmiş, Sekizinci ve Kırk Yedinci caddelerin birleş­
tiği yerde bulunan küçük bir apartm ana taşınm ıştı. Cetta bu taşınm a
işinden hiç m em nun kalm am ıştı, çünkü eski evin camları açık olduğu
zaman Broadway ve Altıncı Cadde arasındaki Tin Pan Alley’de çalman
neşeli müzik seslerini duyabiliyordu. Ama Cetta şanssızlıklardan ya­
k ınarak zam an öldüren biri değildi, aksine olayların olumlu yönlerini
bulmaya çalışırdı. Bu taşınm a da ona yeni bir maceranın kapısını açmış
oldu. Cetta, Am erika’da ilk kez tek başına kalm ıştı ve hayatında ilk
kez metroyla tanışm ıştı.

169
Rüya Dağıtan Çocuk

Fulton Caddesı’nden m etroya biniyor ve Cortland Caddesi istas­


yonunda iniyordu. Dönerken de Kırk Yedinci Cadde’ye kadar devam
ediyordu. Her öğlen ve akşam bu yolculuğu tekrarlar olmuştu. İnsan­
ların arasına karışıyor ve kendini onlardan biri gibi hissediyordu; bir
A m erikan vatandaşı gibi. Hiçbir şey onu bu ait olma duygusu kadar
mutlu etmiyordu. H atta çalışmadığı günlerden birinde Christmas’ı da
yanında götürm üş, ona da aym duyguyu yaşatmaya çalışmıştı.
Alçak sesle oğlunun kulağına eğilip, “Görüyor m usun?” diye fısıl­
dam ıştı. “Sen de tıpkı diğerleri gibi bir Amerikalısın.”
Bir gece, işten eve dönerken trenin tenha bir köşesine oturm uş,
bir önceki yıl dillerden düşmeyen Alexander’s Ragtime Band şarkı­
sını mırıldanıyordu. Aslında Irving Berlin adlı bir Yahudi tarafından
bestelendiğini öğrendikten sonra şarkıyı sevmemeye çalışmıştı. Sal
vurulduğundan beri kendince Yahudilere savaş açmıştı ve hepsinden
nefret ediyordu. Ancak daha sonra çok sevdiği bu şarkıya bir ayrıca­
lık tanım aya k arar vermişti. O gece de yine Irving Berlin’in bu güzel
şarkısı diline dolanmıştı.
Vagonun ortalarında oturan üç genç serseri aralarında şakalaşı­
yor ve sık sık dönüp Cetta’ya bakıyorlardı. Cetta durum un farkında
olm asına rağm en onlara hiç bakm ıyor ve aldırmıyordu. Daha ileride,
vagonun sonuna doğru otuz yaşlarında, üzerinde buruşuk b ir takım
olan sarışın bir adam oturuyordu. Trene biner binmez burnunun ucuna
oturttuğu gözlükleriyle elindeki kitabı okumaya başlamış ve bir an ol­
sun başını kitaptan kaldırm am ıştı. Onun karşısında oturan ve yorgun
olduğu her halinden belli olan polis m em uru başını ellerinin araşm a
almış, uyukluyordu.
Gençlerden biri yüzünde alaycı bir gülümsemeyle gelip Cetta’nm
yanm a oturdu ve arkadaşlarına göz kırparak, “Senin gibi güzel bir
kızın bu saatte dışarıda ne işi var?” diye sordu.
Cetta cevap vermedi ve başını çevirip pencereden dışarı bakm aya
başladı.
“Bana hanımefendi ayakları yapma,” dedi çocuk. Sonra yine arka­
daşlarına göz kırparak, “Hanımefendiler metroya binmez,” diye ekledi.

170
Luca Di Fulvio

Bu sırada diğer iki çocuk da Cetta’nın yanm a geldi. Biri ön koltuğa


oturup ayaklarını koltuğun üzerine uzattı. Diğeri de tam Cetta’nm
arkasındaki yere oturdu.
Cetta hâlâ uyuklayan polise bakarak, “Ne istiyorsunuz?” diye sordu.
Yerinden kalkmaya çalıştı fakat yanında oturan genç kolundan
sıkıca kavrayıp onu yerine oturttu. Cetta’nın arkasında oturan arka­
daşı da bir eliyle Cetta’nın ağzım kapatırken diğeriyle bıçağını kızın
boğazına dayadı.
“Uslu dur.”
Yanında o tu ran çocuk elini Cetta’nm bacaklarının arasına sok­
maya çalışarak, “Sadece arkadaş olmak istiyoruz,” dedi. “Bize güven.”
O sırada tren yavaşladı, istasyona yaklaşm ışlardı. Vagonun uç
tarafında o tu ran sarışın adam başını kitaptan kaldırdı ve bakışları
Cetta’nın korku dolu bakışlarıyla karşılaştı. Adam hemen ayağa fırladı.
“Hey! Ne yapıyorsunuz?”
O sırada polis de uyandı. Önce boş gözlerle sarışın adam a baktı,
sonra da başını onun baktığı yöne çevirdi. Tam o sırada istasyona
girdikleri için trenin tüm ışıkları yandı. Tren yavaşlayıp kapılarını açtı.
Üç delikanlı Cetta’yı bırakıp koşarak vagondan indiler, polis m emuru
da düdük çalarak peşlerinden fırladı.
Genç adam Cetta’ya yaklaşıp, “İyi m isiniz?” diye sordu.
Cetta’nm gözleri yaş içindeydi. Konuşamadı, başım evet anlamında
salladı.
Sarışın adam cebinden bir m endil çıkardı ve Cetta’ya uzattı. Cetta
adam a baktı. Çok uzun boylu biri değildi, zayıftı. Gözleri dürüst bir
adam ın gözleriydi. İyi ve dürüst.
“Teşekkür ederim .”
Adam gülüm sedi ve Cetta’ya mendili işaret edip, “Gözyaşlarınızı
silin,” dedi.
“Aslında süm kürm em lazım,” diyerek güldü Cetta.
Adam da güldü. “E süm kürün öyleyse,” dedi. Cetta’ya gülümseyerek
bakıyordu. İçten, sevimli bir gülüştü bu. Sonra devam etti: “Yabancı­
ların yanında süm kürm ekten utanır mısınız? Bakmayayım isterseniz.”
Cetta yeniden güldü. Sonra adamın elinden mendüi aldı ve sümkürdü.

171
Rüya Dağıtan Çocuk

“Şu işi hanımefendiler gibi sessizce yapmayı bir türlü beceremedim.”


Adam gülümsemeye devam ediyordu.
“Hanımefendileri hep çok sıkıcı bulmuşumdur. Yanınıza oturabilir
m iyim?”
Cetta yine başını salladı.
“H atta size evinize kadar eşlik edebilir miyim?”
Cetta irkildi.
“Bu gece yeterince heyecan yaşadınız. Size eşlik etm ek zorunda
hissediyorum kendimi.”
Cetta adam a baktı. Çok dürüstçe bakıyordu. Ona güvenebilirdi.
“Peki. Cortland İstasyonu’nda ineceğiz. Sonra biraz yürüyeceğiz.”
Adam, Cetta’ya bir asker selamı verdi.
“Cortland İstasyonu ve biraz yürüyüş. Anlaşıldı.”
Cetta güldü.
Adam elini Cetta’ya uzatarak, “Andrew Perth,” dedi
“Cetta Luminita.”
Adam, Cetta’nın elini kibar am a güçlü bir şekilde sıktı. Bu arada
bakışlarını Cetta’nın gözlerinden ayırmamıştı.
İyi bakan gözler, diye düşündü Cetta. Ama yine de erkek gözleri.
Arzu dolu gözler. Bundan hoşlandığını anlayınca utandı, başını önüne
eğdi ve adam da onun elini tutm ayı bıraktı.
Birkaç dakika sonra inecekleri istasyona vardılar. Cetta başıyla
adam a işaret edip ineceklerini söyledi.
Yol boyunca yan yana yürürlerken Cetta, genç Andrew’un bir sen­
dikacı olduğunu öğrendi. İşçilerin çalışma koşullarıyla ilgileniyordu.
Cetta genç adam ın kötü çalışma şartlarından, son derece düşük ücret­
lerden, işçilerin katlanm ak zorunda kaldığı baskılardan söz ederken
gözlerinin alev alev yandığını fark etti. O gözlerde büyük bir tutku vardı.
A partm anın kapısına geldikleri zam an Cetta durdu.
“Geldik.”
“Maalesef.”
Cetta genç adama gülümsedi ve kızaran yanaklarını görmemesi için
başını önüne eğdi. O gece bir fahişe değildi, dürüst ve hoş bir adam la

172
Luca Di Fulvio

karşılaşmış bir genç kızdı. Ondan faydalanmak istemeyen ve kendisin­


den hoşlandığını açıkça belli eden bir adamla tanışan bir genç kızdı.
Cetta o gece, yarım saati beş dolar olan bir genelev sermayesi değildi.
Ancak bu güzel dakikaların sonsuza dek sürmeyeceğini de biliyordu.
“Gitmeliyim.”
Alelacele genç adam ın elini sıktı ve ona sırtını dönüp boğucu bod­
rum katm a koştu.
Birkaç akşam sonra Cortland İştasyonu’nda Andrew ile yeniden
karşılaştı. Selâmlaştılar, gülüştüler ve sonra Andrew eve kadar birlikte
yürüm elerini teklif etti. Ayrılma zamanı geldiğinde Andrew, Cetta’nın
elini sıkıca tuttu.
“Bu akşam tesadüfen karşılaşmadık. Seni yeniden görmek istedim.”
Cetta soluğunun kesildiğini hissetti. Ne diyeceğini bilemiyordu.
“Bir akşam seni yemeğe davet edebilir miyim?”
“Yemeğe mi?”
“Evet.”
“Bir restoranda mı?”
Daha önce hiç kim se onu yemeğe davet etmemişti. Neredeyse on
dokuz yaşını bitirm ek üzereydi ve o ana dek kim seden böyle bir teklif
alm am ıştı. Çünkü o diğer genç kızlar gibi değildi. O bir fahişeydi ve
fahişeler yemeklere davet edilmezlerdi.
“Olur,” dedi.
“Peki, ne zam an?”
Cetta aniden ciddileşti ve Andrew’a baktı. Bakışları ne kadar dü­
rüsttü. Ve o şu an ona, kendisinin bir...
Andrew gülümseyerek sözünü kesti.
“Yarın akşam a ne dersin?”
Hiç kim se Cetta’ya böyle bakm am ıştı.
“Peki.”
“Saat yedide seni almaya gelirim.”
“Tamam, saat yedide... Sonra da restorana gideriz.”

173
Rüya Dağıtan Çocuk

Cetta ertesi gün Sal’i görmeye gitti. Odada yan yana otururken Cetta
ona bir şeyler söylemesi gerektiğini düşünüyordu. Şu an ilk kez Sal’e
karşı aşktan ve m innettarlıktan farklı bir şey hissediyordu. Ruhunu
yakan bir suçluluk duygusu... Sessizce yan yana otururlarken şöyle
düşündü: Hiçbir şey olmadı ki... Kötü bir şey yapmıyorum. Niçin
kendimi suçlu hissedeyim?
Buna rağmen suçluluk duygusunu yenemiyordu. Aniden içinde bir
öfke kabardı ve bu öfke Sal’den nefret etmesine neden oldu.
Cezaevinin feribotuyla M anhattan’a dönerken kapkara binaya baktı.
Etraftaki görevlilerin duym am asına dikkat ederek, “Kötü hiçbir
şey yapmıyorum, Sal,” diye m ırıldandı. “Sadece yemeğe çıkıyorum.”
Madama, C hristm as’m çok h asta olduğunu ve bir türlü eteğinden
ayrılmadığım söyledi. O gece geç saatlere kadar işini yaptı. Sonra ko­
şarak eve gitti ve bir zam anlar Tonia ve Vito Fraina’ya ait olan gıcırtılı
geniş yatağa kendini attı. İlk randevusuna çıkan bir genç kız kadar
heyecanlıydı. Şafak sökene kadar uyuyamadı. BayanSciacca, Christması
alm ak için geldiğinde Cetta’nın tek düşündüğü şey yorgunluğunun
gözlerinden belli olmamasıydı. Bu yüzle Andrew onu yeterince güzel
bulmayabilir ve böylece bir restoranda yemek yeme hayali de suya
düşebilirdi.
Tüm gününü elbise seçerek geçirdi. En az on kere makyaj yapıp
yaptığım beğenmeyerek sildi. Çünkü aynaya her bakışında bayağı b ir
fahişenin boyalı yüzünü görüyordu. Ağladı. Güldü. Belki bin kez um ut­
suzluğa kapıldı, sonra m utluluktan uçacak gibi oldu. Parfüm ler sıktı,
sonra buz gibi suyla yıkandı. Çünkü parfüm leri de fahişe kokuşuydu.
Ayakkabılarını parlattı, çantasını parlattı. Saçlarını ensesinde topladı.
Sonra açıp om uzlarına döktü. Tarandı. Saçlarına kurdeleler bağladı.
Sonra öfkeden bağırarak hepsini çözüp attı.
O akşam saat tam yedide Andrew, Cetta’ya, “Çok güzelsiniz, Bayan
Luminita,” dedi.
“Delancey’de güzel bir İtalyan restoranı var. Oraya gidelim mi?”
“Neden olmasın?” dedi Cetta. Bu sözü hep çok sofistike bulm uştu.
Birkaç adım attıktan sonra Andrew, “Sana Cetta diyebilir miyim?”
diye sordu.

174
Luca Di Fulvio

Cetta, Andrew’un koluna girerek, “Tabii ki, Andrew,” dedi.


Gökyüzünden, sokak lam balarının ışığında değerli taşlar gibi p ar­
layan k ar taneleri düşmeye başladı.
Andrew, “Üşüyor m usun?” diye sordu.
Cetta gülümseyerek, “Hayır,” dedi.
Gittikleri restoran sarım sak ve domates sosu kokan mütevazı bir
yerdi. Menü doğrudan doğruya vitrine yazılmış ve beyaz boyayla çer­
çeve içine alınm ıştı. Restoranın spesiyalitesi olan yemeklerin kırm ızı
boyayla altları çizilmişti.
Andrew, “Seninkiler kadar siyah gözlerim olsun isterdim ,” dedi.
Cetta kızardı. Bakışlarını kaldırmadan, “Bense seninkiler gibi mavi
gözlerim olsun isterdim ,” dedi. “Tam Amerikalı gözleri.”
Mayhoş ve sert bir kırm ızı şarap eşliğinde biber ve patlıcan dol­
ması, domates soslu domuz sosisi ve tatlı olarak da içi krem a dolu krep
yediler. Andrew yemek boyunca geçen sene küçük bir sanayi şehrinde
patronların nasıl çok ileri gittiklerini anlattı.
“Adı Silk City, biliyor m usun?”
“Nerede?”
Andrew şaşırm ıştı.
“Hiç duym adın mı?
“Özür dilerim am a hayır.”
Andrew elini m asanın üstünden Cetta’ya uzattı. Sesi yumuşacıktı.
“Asıl ben özür dilerim, Cetta. Ben bu olayların içinde yaşıyorum ama
sen...” Bir an sustu am a sonra yeniden heyecanla konuşmaya başladı.
“İnsanlarla konuşurken anlatm ak istediğim bu. Çalışanların so­
ru nları hepim izin sorunudur, anlıyor m usun?”
Cetta çekinerek başım salladı.
“Halkın cehaleti, patronları daha da güçlü yapıyor. Ama bu bitmek
üzere, Cetta. Eğer herkes işçilerin sorunlarına duyarlı davranırsa biz
bu savaşı kazanırız. Anlıyor m usun?”
“Evet... Ben artık cahil kalm ak istemiyorum.”
Andrew, Cetta’ya gurur duyarak baktı.
“Sana her şeyi öğreteceğim.”

175
Rüya Dağıtan Çocuk

Cetta içinde sıcacık bir şeylerin dolaştığını hissetti.


Sonra Andrew ona New Jersey’deki Paterson şehrinden söz etmeye
başladı. Buraya Silk City6 denm esinin nedeni, şehirde üç yüzden fada
ipek fabrikasının olmasıydı. Bu fabrikalar yetmiş üç bin işçinin ekmek
kapısıydı. Patronlar, o zamana dek her işçiye iki dokuma tezgâhı verirken
şimdi her birini dört dokuma tezgâhından sorum lu yapmak istiyordu.
“Böylece personelin yarısını kapı dışarı edebilecekler, Cetta. An­
lıyor m usun?”
“Evet...”
“Kaç aile açlığa terk edilecek, düşünebiliyor m usun?”
“Evet...”
“İşte ben bunun için mücadele ediyorum.”
Cetta genç adam a hayranlıkla baktı. Bu çelimsiz, sarı saçlı, mavi
gözlü adam yetmiş üç bin işçi için savaşıyordu. Tıpkı bir general gibi,
zayıfların yanında olan dürüst bir general. İşte sosyalizm, insan haklan,
sendikaların mücadelesi buydu. Andrew hepsiyle ilgileniyordu. Şimdi
ise ilgilendiği tek şey Cetta idi. Onu eğitiyor, kendini geliştirmesini
sağlıyordu.
İşte bu yüzden Cetta, o boğucu bodrum katm a doğru yürürlerken
Andrew’un kibarca beline sarılm asına ses çıkarmadı. İşte bu yüzden
Andrew dudaklarından öpmeye başladığı zaman da sesini çıkarmadı.
Sadece gözlerini kapadı ve kendini bu iyi ve dürüst adam a teslim etti.
Andrew geri çekildiğinde ona sımsıkı sarıldı ve çılgınlar gibi öpüşmeye
başladılar. Cetta o gece fahişe değil, ilk randevusuna çıkmış genç bir
kızdı. Ama birdenbire kendisini güzel bulan bu kibar adam ı hak et­
mediğini düşündü.
Kollarını genç adamın boynundan ayırmadan kulağına, “Sekizinci
Cadde’yle Kırk Yedinci Cadde’nin birleştiği köşedeki genelevde fahişelik
yapıyorum,” diye m ırıldandı. “Bir fahişeyim ben.”
Andrew taş kesildi. Sonra Cetta’nın kollarını tutup aşağı indirdi.
“A rtık gitmem lazım...” dedi.
“Tabii...”
“Yapacak çok işim var... Biliyorsun... Grevler...”

6 (İng.) İpek Kenti (ç. n.)

176
Luca Di Fulvio

“Biliyorum.”
“Şimdilik hoşça kal.”
Cetta gözlerim Andrew’dan kaçırm ak istemiyordu. Biliyordu ki o
mavi gözlere son kez bakıyordu.
“Yemek için teşekkür ederim ,” dedi. “Çok güzeldi.”
Andrew gülümsedi. Sırf kabalık yapmış olmamak için. Sonra hızla
Cetta’nın yanından ayrıldı.
Cetta onun köşeden dönüp kaybolmasını izledi. “Öpücük için te ­
şekkür ederim ,” dedi.
Sonra eve girip kendisini yatağa attı.
Sal’in Christm as’a hediye ettiği bez bebeği okşayarak, “Senden
başka hiç kimseyle öpüşmeyeceğime söz verm iştim ,” diye m ırıldandı.
Göz pınarlarına dolan yaşlara engel olamıyordu. Aniden yataktan fır­
ladı. Koşarak geneleve gitti. M adam’a C hristm as’m daha iyi olduğunu
söyledi ve gece yarısına kadar çalıştı.
İki hafta sonra, yılbaşından bir önceki akşam M adam yeşil odada
bir müşterisi olduğunu söyledi. Cetta dudaklarına kırmızı rujunu sürdü,
göğüs dekoltesini düzeltti ve odaya girdi.
Andrew sırtını kapıya dönmüş, pencereden dışarı bakıyordu. Ka­
pının açıldığım duyunca döndü.
Bir an ikisi de kımıldamadan durdular. Sonra Andrew hızla Cetta’nın
yanm a geldi ve ona sımsıkı sarıldı. O güne kadar hiçbir kıza dokun­
m amış, hiçbir kıza elini sürm em iş gibi.
“Devamlı seni düşünüyorum. Gece gündüz aklımdan çıkmıyorsun.”
Sonra Cetta’nm boynunu öpmeye, ellerini kalçalarında gezdirmeye
başladı.
“Seni delicesine arzuluyorum .”
Cetta bu kez dudaklarım öpmesine izin vermedi ama yatağa uzandı
ve bacaklarını açtı. Başını yana doğru çevirdiğinde Andrew’un komo­
dinin üzerine koymuş olduğu beş doları gördü.
Andrew soyundu, Cetta’nm üzerine uzandı ve hiçbir iyi kıza yap­
mayacağı şekilde onun içine girdi. İşleri bitince Andrew kalkıp aceleyle
giyindi. Cetta ise çırılçıplak yatakta uzanmaya devam ediyordu, tıpkı
sıradan bir m üşteriyle birlikte olmuş sıradan bir fahişe gibi.

177
Rüya Dağıtan Çocuk

“Cetta, lütfen giyin,” diye m ırıldandı Andrew.


“Yarım saatin doldu.”
Andrew başını salladı, gözlerini kapadı. Cebinden cüzdanını çı­
kardı, içinden beş dolar çıkarıp Cetta’ya uzattı.
“İşte, yarım saat d aha istiyorum.”
Cetta parayı aldı, kom odinin üzerine koydu.
“Şimdi lütfen giyin, Cetta.”
Cetta, Andrew’un neredeyse yırtarak üzerinden çıkardığı elbisesini
ağır ağır giydi.
O sırada Andrew sırtı ona dönük, yatağın kenarında oturuyordu.
Başını ellerinin arasına almıştı. İçini çekti.
“Affet beni.”
Cetta o zaman Andrew’un ağladığım fark etti.
Andrew hıçkırıklar içinde devam etti.
“Kendimi bir hayvan gibi hissediyorum. Olm aktan kaçındığım o
diğer herifler gibi b ir hayvan. Ben... Ben daha önce hiç...”
“Bir orospuyla yatm adın,” dedi Cetta.
Andrew aniden döndü. Yüzü yaş içindeydi.
“Cetta, inan bana.”
Cetta genç adam ın gözlerine baktı. İyi bir adamın dürüst gözleri,
diye düşündü.
Andrew alçak sesle, “Ben bir hayvanım, Cetta,” dedi. “Beni affede­
bilecek misin? Seni gördüğüm ilk andan beri delice arzuladım, kendime
engel olamadım. Ama şimdi... Şimdi kendimi pislik gibi hissediyorum.”
Cetta sessizce Andrew’un yanm a yaklaştı. Başını ellerinin arasına
aldı, göğsüne dayadı. Boşluğa bakarak genç adam ın sarı saçlarını ok­
şadı. Ve öylece konuşm adan oturdular.
Sonra Cetta, “Yarım saat bitti,” dedi.
Andrew kalktı. Gözyaşları yanaklarında kurum uştu.
Cetta onun gidişine bakm adı. Kapının açılıp yavaşça kapandığını
duydu. Yatağa uzandı ve hareketsiz bekledi. Sonra kapının yeniden
açıldığını duydu. Kaba ve tanım adığı bir ses, “Uyuyormuş gibi yap,”
dedi. “Sakın kım ıldam a.”

178
Luca Di Fulvio

Sonra adam, Andrew’un on dolarının yanm a beş dolan bıraktı.


Cetta’yı yüzükoyun çevirdi, elbisesinin eteklerini kaldırdı ve onu a r­
kadan, aceleyle becerdi.
O hafta Cetta, Sal’e gidecek cesareti kendinde bulamadı. Ona pas­
taneden aldığı bir pasta gönderdi.
Ocak ayının ilk günlerinde Andrew yemden geneleve geldi,
“Sevişmek istemiyorum,” dedi. Cüzdanından çıkardığı beş doları
komodine bırakıp, “Sadece yanında olm ak istiyorum.”
Cetta genç adam a baktı. Dönmüştü. Yeni tıraş olmuş yanaklarını
okşadı. Yetmiş üç bin işçinin hakkım savunan adam dönmüştü. Onun
için. Sadece onunla olmak için.
D udaklarını Andrew’a uzattı, genç adam bir anlık tereddütten
sonra ona sarıldı. Uzun uzun öpüştüler. Gözleri kapalı, kalpleri deli
gibi çarparak.
Sonra Cetta, Andrew’u soydu ve seve seve ona teslim oldu. Andrew
zevk içinde boşalırken bacaklarını onun zayıf bedenine sımsıkı doladı.
“A rtık bana ödeme yapmanı istemiyorum,” diye m ırıldandı. “Bun­
dan sonra evinde görüşelim.”
Andrew m asm avi gözleriyle Cetta’nm kara gözlerine baktı.
“Bunu yapamayız, Cetta,” dedi. “Ben evliyim.”

179
21

Orange - Richmond - Manhattan - Hackensack, 1923

Bili, New Jersey’d eki Göçmen Bürosu’ndan çıktıktan ve kimliğini al­


dığı İrlandalInın paralarını dolara -yaklaşık üç yüz yetmiş iki dolar
etm işti- çevirdikten sonra şehirden uzaklaştı ve Orange’daki bir doğ­
ram a atölyesinde iş buldu. Atölye, içki yasağı nedeniyle kapanm ış bir
bira fabrikasının hem en yanındaydı. Çürümeye terk edilm iş yapının
girişindeki tabelada “W inter Brothers’ Brewery” yazıyordu.
Yaptığı iş çok yorucuydu ve az kazanıyordu. Güçlükle kesilmiş ve
dış kabukları soyulmuş koca kütükler hareketli bantlara yerleştirili­
yor ve dört b ir yana incecik kıym ıklar saçarak parçalara ayrılıyordu.
BilFin ilk haftalığı ile aldığı eldivenler bile bu kıym ıkların ellerine
batm asına engel olamıyordu. Bili, gece yatağa uzandığı zam an çoğu
kez kem iklerinin ağrısından uyuyamıyordu.
Evinde kaldığı yaşlı kadına yatak, akşam yemeği olarak verilen
çorba, sabah kahvaltısındaki lapa ve iki dilim köy ekmeği, bir taze
soğan ve bir parça kurutulm uş etten oluşan öğle yemeği karşılığında
bir servet ödüyordu. Kapısını çaldığı ilk gün açgözlü bakışlarıyla Bill’i
süzmüş ve ellerini beline koyarak, “İşine gelirse,” demişti. “İster kalır­
sın, ister gidersin.” Bili de kalmayı tercih etmişti, çünkü Battery Park’a
dönüp servetini sakladığı ağacı bulması için biraz ortalığın yatışmasını
beklemek zorundaydı.
Odayı iki kişiyle daha paylaşıyordu. Her ikisi de onun gibi genç,
onun gibi şehre yeni gelmiş tiplerdi. Biri ufak tefek, gözleri hınç dolu
bir İtalyandı. Bili ona bakar bakm az alnında “hain” yazdığını görür

180
Luca Di Fulvio

gibi olm uştu. Diğeri, Bill’in daha önce adını hiç duymadığı bir Avrupa
ülkesinden gelmiş, az ve kötü bir İngilizce ile konuşan dev gibi bir
adamdı. Solunum zorluğu çekiyor gibiydi. O kadar iriydi ki ayakları
yatağın bir karış dışına çıkıyor, yatağa sığmadığı için bir kolu sürekli
yataktan aşağı sarkıyordu. Üç adamın birlikte zor taşıdığı kütükleri tek
başına kaldırıyordu. Bili ikisiyle de sohbet etmiyordu, çünkü İtalyan’a
güvenmiyordu. Diğeri de o kadar aptaldı ki istem eden bile başını çok
kolayca belaya sokabilirdi.
Doğrama atölyesinde bir sürü insan vardı. Özellikle de zenciler;
hayatları boyunca orada çalışacak, belki bir gün başka bir iş bulabilecek
olan göçmenler. Bili evde olduğu gibi işyerinde de kimseyle konuşmu­
yordu. Yemek sireni çaldığında, öğle yemeğini sardığı küçük çıkını alıp
kuytu bir kenara çekiliyor ve taze soğanı, ekmeği, kurutulm uş eti ağır
ağır çiğneyerek yiyordu. Ve sürekli düşünüyordu. Önceleri geleceğini
düşünüyor, planlar yapıyordu. Ama birkaç hafta sonra düşüncelerini,
sık sık görmeye başladığı rüyalar doldurmaya başladı. Bu rüyalar bir
süre sonra kâbuslara dönüştü. Bili hemen hemen her gece kan ter içinde
ve çığlıklar atarak uyanıyordu. Bir gece İtalyan öfkeyle, “Kes sesini,
Coehrann,” diye bağırdı. “Uykumun içine ettin.” Dev ise hiçbir şeyin
farkında olm adan hayvan gibi horlam aya devam ediyordu. Fakat bir
gün İtalyan kolunun yarısını testereye kaptırınca atölyeden ayrıldı ve
onun yerine tüm parasını kaçak içkilere yatıran yaşlı bir adam geldi.
O da tıpkı dev gibi, yatağa girer girmez horlamaya başlıyordu. Böylece
Bili kâbuslarında da yalnız kalm ış oldu.
Değişik kâbuslar görüyordu am a yine de hepsi aynıydı. Durum ne
olursa olsun, güzel bir rüya gibi başlasa da birdenbire aynı şey oluyordu.
Bili ölüyordu, o Yahudi sürtüğü onu öldürüyordu. İlk gördüğü rüyada
lüks bir restorandaydı. Garson ona yemeğini getiriyordu. Elindeki şık
tepside kızarm ış tavuk ve patates olmalıydı ancak Bili gümüş kapağı
açtığında tabakta kesilmiş bir kadın parm ağı görüyordu. O esnada
garson elindeki bıçağı Bill’in boğazına saplıyor ve birden o Yahudi
sürtüğü oluveriyordu. Bili bazen de kendisini bir kuş gibi havada sü­
zülerek uçarken görüyordu. Ruth ise avcı kılığında görünüp onu tek
atışta v urarak öldürüyordu. Onu bazen suda, bazen elleriyle boğuyor,
bazen de yakıyor ya da asıyordu. H atta bir gece uyukladığı sallanan

181
Rüya Dağıtan Çocuk

koltuğun aniden elektrikli sandalyeye dönüştüğünü görmüş, Ruth da


gülümseyerek şalteri indirm işti.
Ruth onun saplantısı olmuştu. Bir köşede sessizce yemeğini yerken
bile gece gördüğü kâbusların yeniden gözünün önünde canlanm asına
engel olamıyordu. Yaşlı adam la sarhoş olana dek içmeyi de denedi.
Ancak o gece rüyasında zehirlendiğim gördü. Kasları tutulup sertleş­
meye başladığında Ruth elinde ucundan kanlar akan kesik parm ağını
tu tarak ona gülümsüyordu.
Altı ay içinde Bill’in gözleri iyice çukura kaçmış, bakışları korkunç
bir görünüm almıştı. Kâbus görmemek için uyumamaya çalışıyor ancak
zor çalışm a şartlarının yarattığı yorgunluğa çabuk teslim oluyordu.
Ve gözlerini kapatır kapatm az Ruth gelip onu buluyordu. O günlerde
Bili delirdiğini düşünmeye başladı. Bir gece, haftalığım aldıktan sonra
eve geldi. Kimseye bir şey söylemeden birkaç parça eşyasını topladı,
yaşlı ev sahibesinin sakladığı paraları bulana dek mutfağı altüst etti ve
bulduklarını çalarak ortadan kayboldu. Battery Park’a dönm e zamanı
gelmişti. Kendisinin olanı alm alı ve içinde biriken bu nefreti biraz
söndürm ek için bir şeyler yapmalıydı. Saçları ve sakalı iyice uzamış,
yüzü bakımsız bir görünüm almıştı. Kimsenin onu tanım ası m üm kün
değildi. Zam anın ona yaptığı bu iyiliği dünyanın en mükemmel berbe­
rinin yapamayacağından emindi; tıpkı bazı insanların onu unuttuğuna
emin olduğu gibi. Yine de her ihtim ale karşılık pantolonunun arka
cebinde bir bıçak taşıyordu.
Ertesi gün, eve dönüş yolunda karşısına çıkan bir kırtasiyeci
dükkânından içeri girdi. Tezgâhtara, “Bir genç kıza m ektup yazaca­
ğım,” dedi. “Renkli bir zarf istiyorum, şöyle çiçekli olanlarından.”
Tezgâhtar kadın ona çiçek baskılı pembe bir zarf verdi.
“Rica etsem adresi siz yazar mısınız? Çok kötü bir el yazım var,
her şeyi mahvetm ek istemiyorum.”
Kadın gülümsedi, duygulanmıştı.
Bili nefret ettiği o ismi, öm ür boyu sevmeye yemin ettiği birinin
adını anar gibi olanca sevimlilik ile, “Bayan Ruth Isaacson,” diye tane
tane söyledi.
“Adresi de yazmamı ister m isiniz?”
“Hayır, kendim vereceğim.”

182
Luca Di Fulvio

Bili parayı ödeyip dışarı çıktı.


Sonra bir mağazaya girip gri bir takım elbise, kemik düğmeli mavi
bir gömlek ve yün bîr palto aldı. Eski kıyafetlerini de iyice sarıp çöpe
attı. Daha sonra bir berbere gidip saçını ve sakalını kestirdi. A rtık
yola çıkmaya hazırdı.
M anhattan’â yaklaştığında şehre girmek için karanlığın çökmesini
beklemeye k arar verdi. Pembe zarfı elinde evirip çevirmeye başladı;
güzel bir plan yapmıştı. Böyle bir zarftan kim se şüphelenmezdi. Doğ­
ruca Ruth’un eline geçeceğinden hiç şüphesi yoktu. M asum bir zarftı;
belki bir kız arkadaşının gönderdiği birkaç neşeli satır ya da b ir parti
davetiyesi.
Bili güldü, uzun süredir içinde bekleyen o parlak gülüşünün nağme­
lerini yeniden duydu. Şimdi kendini yeniden canlanm ış hissediyordu.
Yazacaklarını düşündü ve ne yazacağına k arar verdiğinde her kelime
onu daha çok güldürdü. Güldükçe gülüyor ve gülüşünün çınlamalarım
duydukça yaptığı plan daha çok hoşuna gitmeye başlıyordu.
Karanlık iyice çökünce Bili, Battery Park’a geldi. Hazînesini sak­
ladığı ağaca çıktı, elini kovuğa soktu ve sakladığı küçük paketi aldı.
İtinayla açtı ve içinde sakladığı yirm i iki doları ve kıymetli taşlan aldı.
Bir hesap yaptı; şim di elinde dört yüz elli dört dolar ve biraz da bo­
zukluk vardı. Çok iyi para, diye düşündü. Üstelik tek parça züm rütten
ve küçük pırlanta taşlardan oluşan hâzinesini de henüz satm am ıştı.
Tüm parasım ve taşları cebine atıp Park Bulvarı’na doğru yürü­
meye başladı.
Ruth’un görkemli evine doğru yaklaştıkça içindeki heyecan da
büyümeye başlam ıştı; heyecan ve o aylardır süregelen kâbusların
gerginliği. Birden fark edilm ekten korktu. Ruth’un onu polise ihbar
ettiğini, kendisinin de panik içinde oradan kaçtığını ve tek kurşunla
sırtından vurulduğunu hayal etti.
“Orospu!”
Elindeki zarfı öfkeyle posta kutusuna soktu. Ve birden yaptığı
işin çok anlam sız olduğunu düşündü. Oysa gizlenip Yahudi sürtüğünü
beklemeli ve tü m o zengin arkadaşlarının gözleri önünde onun boğa­
zını kesmeliydi. Pis kam kaşm ir paltosunu kirletirken o da karşısına
geçip gülmeliydi.

183
Rüya Dağıtan Çocuk

“Orospu!”
Küfürler savurarak oradan uzaklaştı ve aniden eski evine doğru
yürüdüğünü fark etti. Sanki o ev onu herkesten veya her şeyden koru­
yacakmış, anne ve babasını öldürdüğü o sefil mahallede yeniden yok
olan gülüşünü bulabilecekmiş gibi ya da en azından orada eski Bili
olabilme şansı varmış gibi yürüdü.
Üçüncü ve Dördüncü caddelerin Bowery’ye doğru birleştiği yerde
gözüne bir gece kulübü çarptı. İçkiye ve kadına ihtiyacı vardı. İçeri
girdi. Ve onu hemen fark etti. Masalarda ya da ayrılmış özel bölümlerde
oturan müşterilere eşlik ediyordu. Otuzlu yaşlardaydı ve çok güzel
gülümsüyordu. İtalyan olmalıydı. Böyle yerlerde çalışanların çoğu İtal-
yandı zaten. Onları göz alıcı, rengârenk ve avam kıyafetlerinden, kaba
konuşmalarından tanıyordu. Bu koyu saçlı fahişe de mutlaka İtalyandı.
Bill’e göre İtalyanlarla Yahudiler aynıydı ve o kadında gördüğü farklı
bir şey kendisini hemen heyecanlandırmıştı. Sol bacağını sürüyerek
yürüdüğünü gördü. Genç kadın iki müşterisine selam verdikten sonra
-kim senin kendisini görmediğini sanarak- barın kenarına gitti ve sol
bacağına bir yumruk attı. Birkaç dakika, sol tarafına doğru eğilerek
bekledi. Sonra doğruldu ve normal bir şekilde yürümeye başladı.
Demek topalsın, orospu, dedi Bili içinden. Gördüğü bu kusur onu
heyecanlandırmıştı. Bara yaklaştı.
“Viski.”
Barmen gözlerini kısarak Bill’e baktı.
“Alkollü içkiler yasaktır, efendim.”
Bili başını salladı ve çevresine bakındı. Sonra biraz ileride oturan
müşteriyi işaret ederek, “O herif ne içiyor, pekâlâ?”
“Soğuk çay.”
Bili cebinden paraları çıkarıp barın üzerine fırlattı.
“Öyleyse bana da iyisinden bir soğuk çay ver.”
“Buzlu mu sodalı mı?”
“Sek. Duble olsun.”
Barmen bir bardağa kaçak viski doldururken, “Bu civarda bulabi­
leceğiniz en kaliteli soğuk çay, bayım,” diyerek gülümsedi.

184
Luca Di Fulvio

Bili barın üzerinden uzandı ve topal olduğu için onu heyecanlandıran


kadını işaret ederek, “Peki ya şu fahişe bana kaça patlar?” diye sordu.
Barmen de ona doğru uzanarak, “Bayan Cetta fahişe değil, efendim,”
dedi. “Ancak kadın arıyorsanız üst katta çok güzel kızlar bulabilirsiniz.”
Bili cevap vermedi. Viskiyi bir dikişte bitirdi ve bardağı bara vu­
rarak, “Bir duble daha,” dedi.
Barmen bardağı ağzına kadar doldurdu. Bili içkisini içti ve parasını
ödedi. Sonra gözlerini Cetta’nm üzerinden ayırmadan kulüpte dolan­
maya başladı. Genç kadının elinde boş şişe dolu bir kasayla mekânın
arka tarafına çıktığını görünce peşinden gitti.
“Hey, güzelim! Bacağına masaj yapmamı ister misin?”
Cetta aniden döndü. Boş şişe kasasını diğerlerinin üzerine bırakıp
içeri girmeye yeltendi. Ancak Bili yolunu kesti.
“Ne oldu? Benden hoşlanmadın mı?” diyerek pis pis sırıttı.
Cetta, “Çekil yolumdan,” dedi.
Bili, Cetta’nm bileğini tuttu.
“Anlamadın galiba. Bana âşık olmanı beklemiyorum, sadece be­
cereceğim seni.”
“Bırak kolumu.”
Ama Bili, Cetta’nm kolunu daha sıkı kavradı ve onu kendisine
doğru çekti.
“Merak etme, sürtük. Paranı ödeyeceğim.”
“Bırak beni, hayvan herif.”
“Herhalde anlamadın...”
Arkasından gelen tok bir ses Bill’in sözünü yarıda kesti.
“Seni çok iyi anladı...”
Bili, kulübün kapısında duran çirkin suratlı, kirli elli adama baktı.
Cetta’yı bırakıp cebindeki bıçağı çıkarmaya yeltendi.
“Sen de kimsin?”
Bili ne olduğunu anlayamadan kara elli adam yanına gelmiş ve
silahını alnına dayamıştı.
“Defol!”

185
Rüya Dağıtan Çocuk

Bili elini yavaşça cebinden çıkardı. Sonra iki elini de havaya kal­
dırdı ve gülümsemeye çalışarak, “Hey, şaka yapıyordum. Burada kimse
şakadan anlamaz mı?”
Kara elli adam ne bir kelime etti ne de silahı Bill’in alnından çekti.
Bili geriye doğru birkaç adım attı. Sonra bir kurşunun beynini
dağıtmasından korkarak yavaşça yürümeye başladı. Korkudan ter
içinde kalmıştı. Köşeyi dönmeden önce dönüp arkasına baktı. Genç
kadın çirkin adama sarılmıştı.
“Orospu!” diye bağırdı dünyadaki tüm kadınlara söver gibi.
Issız sokaklarda hızla yürümeye başladı. Çok öfkeliydi ve kendi
korkusundan, aşağılanmasından, eziklik duygusundan kaçıyordu.
Küçük bir sokağın karanlığından birinin ona seslendiğini duydu.
“Ağzımla seni çıldırtmamı ister misin?”
Yaşlı fahişenin sert saçları saman rengine boyanmıştı. Dekolte­
sinden pörsümüş meme uçlan rahatça görülüyordu. Takma dişlerini
göstererek güldü.
“Kadife gibi bir dilim vardır.”
Bili etrafına bakındı. Kadının kolundan tutup bir köşeye çekti.
Pantolonunun düğmelerini açtı ve kadını önünde diz çökmeye zorladı.
Fahişe, “Önce paramı ödemelisin,” diye itiraz edecek oldu.
Bili bıçağını çıkarıp kadının boğazına dayadı.
“Em bakalım, fahişe. Bir numara yaparsan seni öldürürüm.”
Yaşlı fahişe, Bill’in öfkeyle sertleşmiş aletini ağzına aldı. Bili bı­
çağı hâlâ kadının boğazından çekmiyordu. Biraz sonra tüm hıncını
boşaltırken, “Yut hepsini, Yahudi orospusu,” diye mırıldandı. Bir iki
adım geri gitti ve pantolonunun düğmelerini ilikledi. Hâlâ önünde
diz çökmüş duran fahişeye baktı. Kadının yüzüne bir tekme attı ve
üstüne atlayıp bıçağını yeniden boğazına dayadı. Yaşlı fahişenin pörsük
memelerinin arasından birkaç dolar düştü. Bili paraları alıp cebine
attı. Sonra ayağa kalktı.
Kadın, “Beni öldürme...” diyerek ağlamaya başladı.
Bili ona küçümseyerek baktı. Sonra kadının yere düşmüş takma
dişlerini kırana dek ayağının altında ezdi.

186
Luca Di Fulvio

“Yahudi sürtüğü!” diye bağırıp koşarak uzaklaştı ve Manhattan’dan


çıkana kadar yavaşlamadı.

Kuzeye doğru giden bir yük trenine atladı ancak bir saat kadar sonra,
Bili henüz ne yapacağına kadar vermeden tren durdu. Bili hâlâ kor­
kudan titriyordu. İstasyonun girişindeki tabelayı okudu: Hackensack.
Ana yola çıktı ve kuzeye doğru yürümeye başladı. Geçen tek tük
kamyonlardan hiçbiri durmadı. Ancak dört beş kilometre yürüdükten
sonra hiç beklemediği bir anda siyah bir araba yolun kenarına yaklaştı.
Sürücü başını ona doğru uzatıp, “Ne tarafa, delikanlı?” diye sordu.
Bili cevap vermeden arabaya atladı. Direksiyondaki adam elli yaş­
larındaydı. Neşeli bir görüntüsü vardı ve hiç susmadan konuşmasına
bakılırsa gezgin bir satıcı olmalıydı. Başındaki ucuz peruğu sık sık
eliyle düzeltiyordu.
“Konuşmak beni uyanık tutuyor,” demiş ve o saniyeden sonra hiç
susmamıştı.
Adamın bir an susup nefes almasından yararlanan Bili, “Güzel
araba,” dedi.
Sürücü gururla, “Tin Lizzie” dedi. “Ford’un bir modeli. Bu güzel
şey adamı hiç yarı yolda bırakmaz.”
Bili rüya âlemindeymiş gibi, “Ford,” diye tekrarladı ve o geceden
sonra ilk kez sakinleştiğini fark etti. Arabaları seviyordu ve bu oldukça
güzel bir arabaydı.
Adam gururla arabanın direksiyonunu okşadı.
“Model T. Eğer gerçek bir Amerikalıysan mutlaka bir Tin Lizzie
sahibi olmalısın, delikanlı.”
Bili yine, “Model T,” diye tekrarladı.
“Aynen öyle! Bu bir Runabout, ateşleme sistemi ve stepnesi olan
lüks modeli. Bana tam dört yüz otuz dolara patladı.”
“Çok güzel.”
Adam göğsünü kabartarak, “Bence de,” diye cevap verdi. “Adın
ne, delikanlı?”
“Coehrann. Ama sen ‘Bili’ diyebilirsin.”
“Tamam, Bili. Nereye gidiyorsun?”

187
Rüya Dağıtan Çocuk

“Bu Ford dediğin arabayı nerede yapıyorlar?


“Yapmak mı? Ee, Detroit, Michigan’d a üretiliyor.”
Bili, arabanın titrek ışıklarıyla aydınlattığı yola bakıyordu. Motorun
ritmik sesi kulaklarında çınlamaya başlayınca Bili gülmeye başladı.
Adam da güldü ve yeniden arabasının direksiyonunu okşadı.
“Yolculuk nereye, Bili?”
“Detroit, Michigan’a.”

188
22

M anhattan, 1923

Christmas öfkeden tir tir titriyordu. Elindeki kâğıt parçasını ne kadar


sıkı tuttuğunun farkında bile değildi. Central Park’ın çimlerini örten
karda oynayan çocukların seslerini duymuyordu. Mart ayında bastıran
karın soğuğunu hissetmiyordu. O kışı unutmak istemiyordu. Elindeki
ucuz kâğıda karalanmış mektuptan başka hiçbir şeyi gözü görmüyordu.
İçinde gittikçe kabaran öfkeden gözleri buğulanmış gibiydi. Sadece
kâğıttaki çirkin yazıya dik dik bakıyor, mesajı tekrar tekrar okuyordu.

Beni düşünüyor musun, Yahudi sürtüğü? Tabii ki düşünüyorsun.


Ben düşünmekten fazlasını yapıyorum. Her gün sana bakıyorum,
seni takip ediyorum, kontrol ediyorum. Seni istediğim zaman
yine alıp götüreceğim. Ne kadar çok eğlendiğimizi hatırlıyor
musun? Makasımda hâlâ kan izlerin var, silmiyorum.
Sevgilerimle,
Bili

Ruth, aylardır her hafta buluştukları ve artık onlara ait olan bankta,
Christmas’ın yanında oturuyor, utançtan gözlerini yerden kaldıramı-
yordu. Christmas’a zarfı uzatırken, “Kimseye göstermedim,” demiş ve
susmuştu.
Şimdi ikinci kez, zor duyulur bir sesle, “Kimseye göstermedim,” dedi.
Christmas, gözlerini zorla Bill’in notundan ayırıp Ruth’a döndü.
Ona bir tü r kızgınlık ve kıskançlıkla baktı. Ruth hâlâ ona ait, diye

189
Rüya Dağıtan Çocuk

geçirdi içinden. Ruth’un bakışları küçük bir kızın bakışları gibiydi.


Korkudan açılmış göz bebekleriyle iki kocaman zümrüt.
Christmas, “Neden kimseye söz etmedin?” diye sordu.
“Çünkü o zaman birçok şeyi yapmamı yasaklarlar.”
“Dedene söylemen lazım.”
Ruth cevap vermedi, gözlerini yere indirdi ve kesik parmaklı eline
bakmaya başladı. Christmas ona sımsıkı sarıldı. Ama Ruth, Christmas’ı
itti ve ayağa fırladı. Yüzü kıpkırmızı olmuştu.
“Sakın bir daha bana dokunmaya kalkma,” dedi sertçe.
Christmas, Ruth’a baktı. Gerektiğinden biraz daha fazla yakınlaş­
maya kalktığında kızın gözlerinde bu buz gibi bakışı görmeye artık
alışmıştı.
Ruth döndü ve arabanın yanında onu bekleyen Fred’e doğru yürüdü.
Christmas, elinde Bill’in notuyla kızın peşinden gitmeye başladı. Şık
ve sıcacık kaşmir mantosuna sarınmış Ruth’u izlerken bir kez daha,
Ruth onun, diye düşündü.
Arabanın yanına geldiklerinde Ruth tek kelime etmeden araca
bindi ve kapıyı kapadı.
Christmas, Fred’e dönüp, “Gözünü dört aç,” dedi. Sonra Ruth’un
buzdan bir heykel gibi oturduğu arka tarafa yürüdü. Fred motoru
çalıştırdı ve lüks araba yavaşça hareket etti.
Christmas kaldırımda kımıldamadan duruyordu. O sırada Ruth
başını kaldınp Christmas’a baktı. Bakışlarındaki o sertlik kaybolmuştu.
Elini cama dayadı ve sevgiyle Christmas’a baktı. Derken lüks araba
trafiğin içinde kayboldu.
Christmas, Ruth’un geri almayı unuttuğu ya da Christmas unut­
masın diye bilerek onda bıraktığı notu elinde çevirip duruyordu. Bir
grup çocuk, aralarında şakalar yaparak ve birbirlerine kartopu atarak
Chriştmas’a doğru yürüyordu. Kartoplarından biri Christmasin ayağının
dibine düştü. Christmas, hâlâ öfkeyle yanan gözleriyle çocuklara baktı.
İçlerinden biri, “Affedersiniz, bayım,” dedi. Çocuk, Christmas’tan bir
iki yaş küçük olmalıydı. Ama Christmas artık çocuğa benzemiyordu.
Bir adama dönüşüvermişti. Olaylar hayal ettiği gibi değildi. Ve onun
hızla büyümesine neden olan, çocukluğunu bir anda elinden alan şey,

190
Luca Di Fulvio

aşktı. Aşk insanı yakan, yiyip bitiren, hem güzelleştirip hem de çir­
kinleştiren bir şeydi. Aşk insanları değiştiriyordu, bir masal değildi.
Hayat masal değildi.
Ruth ve Christmas aylardır görüşüyorlardı. Haftada bir gün -k i
genellikle bu cuma günü oluyordu- Central Park’ın batı yakasında
buluşuyorlardı. Christmas, Fred’i selamlıyor, sonra Ruth ile birlikte her
zaman oturdukları banka oturuyor ve göle bakarak sohbet ediyorlardı.
Akıllarına gelen her şeyden söz ediyor, şakalaşıyor, gülüyorlardı. Ama
ciddi oldukları ya da sessiz kaldıkları zamanlar da oluyordu. Sanki
kelimelerin işe yaramayacağım bilerek suskun bir halde dakikalarca
oturuyorlardı. Ve her ayrıldıklarında Christmas biraz daha büyümüş
oluyordu. Ruth, dedesinin lüks arabasına kuruluyor, Christmas ise
onu eve götürecek trene bilet alacak parayı bulmak için ceplerini di­
dik didik ediyordu. Ruth’un, onu kışın keskin soğuğundan koruyacak
onlarca sıcak ve şık mantosu vardı, Christmas ise soğuktan korunmak
için omuzlarım kaldırıyor ve ceketinin düğmelerini boğazına kadar
ilikliyordu. Ruth’un tavşan derisinden yapılmış kürklü eldivenleri vardı,
Christmas’ın ise çatlamış elleri. Ruth zengin bir Yahudi kızıydı, Christmas
ise, herkesin İtalyanlara yakıştırdığı gibi, bir serseri, bir gangster idi.
Ancak Christmas’ı çabuk büyüten şey Ruth’a duyduğu aşk değildi,
zaman zaman Ruth’un da gözlerinde gördüğü aşktı. Bill’in hem on­
ları karşılaştırdığı hem de ayırdığı için Ruth’un gece gündüz savaştığı
aşk. Bili pençeleriyle, bahçe makasıyla ve zorbalığıyla aşkı kirletmişti
ve Ruth pislikten başka bir şey göremiyordu. Christmas’a bakarken
bile aşk kirliydi. O yüzden onu kendisinden uzak tutuyordu. Böylece
Christmas’a olan aşkı büyüdükçe Ruth daha çok çaresiz kalıyor, ne
yapacağını bilemiyordu. O duygu içinde tarife sığmayan ama yine de
sancılı bir şekilde duruyor, yeşerip çiçeklenmesi gerekirken Ruth onu
zehirliyordu. Daha ürkek biri olmuştu. Umutları, hayalleri, neşesi ve
kaygısızlığı, içinde yaşadığı fırtınada hayatta kalmayı başaramayan
birer solgun çocukluk anısına dönüşmüştü ve Ruth büyümüştü.
Christmas, elinde sımsıkı tuttuğu Bill’in notuyla eve doğra yürürken
öfkeden titriyordu. Düşünceleri beyninde karmakarışık ve şekilsizdi
ama yine de susmadan çoğalıyordu. Tıpkı havada bir araya gelemeden
uçuşan hayaletler gibi.

191
Rüya Dağıtan Çocuk

Eve sessizce girdi. Cetta’nın yatak odasının kapısı kapalıydı. Hâlâ


uyuyor olmalıydı. Salona geçti ve radyoyu açıp sesini iyice kıstı. Bir
spiker yüksek sesle, “Siz de bir Ford alın ve farkı yaşayın,” dedi. Sonra
şöyle ekledi: “Ve unutmayın, 1909’dan beri istediğiniz renkte bir Mo­
del T sizin olabilir... Yeter ki siyah olsun!” Henry Ford’un bu meşhur
şakası karşısında insanların kahkahası duyuluyor ve reklam müziği
çalıyordu. Ardından spiker, “Sadece iki yüz altmış yedi dolara bir Tin
Lizzie sahibi olabilirsiniz,” diye devam ediyordu.
“Bu saatte evde ne işin var?” Cetta sessizce salona girmiş, Christmas’a
bakıyordu. “Çalışmıyor musun?”
“Saçlarına ne yaptın?” diye sordu Christmas annesine. Gözleri fal
taşı gibi açılmıştı.
“Beğendin mi? Son moda.”
Cetta, son derece kısa ve düz saçlarını göstererek parmak uçla­
rında döndü.
“Erkeğe benzemişsin.”
“Yeni moda bu,” dedi Cetta omuz silkerek.
“Erkeğe benzemişsin.”
“Hayır, tam bir fla p p er7 oldum.”
“Flapper mı?”
“Evet. Modayı yakından takip edenlere böyle diyorlar.”
“Neden erkeğe benzemeye çalışıyorsunuz?”
“Erkekler gibi özgür olmak istiyoruz da ondan. Biz fla p p er’l&r
cesur oluruz.”
“Siz de kimsiniz?”
“Yeni kadınlar, modern kadınlar.”
Christmas yine, “Erkek gibi olmuşsun,” dedi ve annesine sırtını
döndü.
“Bugün çalışman gerekmiyor muydu?”
“Çatılara katran çekmek istemiyorum.”
“Sal bu iş için sana on dolar verdiklerini söyledi.”

7 1920’li yıllarda modayı takip eden ve geleneksel davranış kalıplarına uymayan genç
kadın, (ç. n.)

192
Luca Di Fulvio

“Umurumda değil.”
“On dolar, Christmas.”
“Ellerimi leş gibi yapan ama yine de karnımı doyurmayan işlerde
çalışmayı sevmiyorum. Üstelik sırtımı kamburlaştırıyor. Ben zengin
olmak istiyorum.”
Cetta oğlunun yanma gitti ve tecavüzcü babasından aldığı sapsarı
saçlarını okşadı.
“Nasıl?”
“Bilmiyorum.” Christmas rahatsız olduğunu anlatmak istercesine
başını çekti. “Bir yolunu bulacağım. Ama bu yolun çatıları katranlamak
olmadığından eminim.”
Cetta oğluna şefkatle baktı.
“Hayat, senin yaşlarında hayal edilenden çok farklıdır...” Bir sü­
redir oğlundaki değişikliğin farkındaydı. Önceleri ona, kurtardığı o
Yahudi kızdan söz ediyordu. Cetta’ya, New Jersey’deki lüks apartman
dairesini, arabaları, şık kıyafetleri ve Central Park’taki buluşmaları
anlatmıştı. Bir de o kızı ne kadar sevdiğini. Cetta oğluna ikisinin ayrı
dünyalara ait olduğunu, böyle şeylerin ancak masallarda anlatıldı­
ğını ama gerçek hayatta mümkün olmadığını anlatmaya çalışmış ve
Christmas bir süre sonra ona hiçbir şey anlatmamaya ve giderek içine
kapanmaya başlamıştı. Cetta oğlunun da tüm o mahalle sakinleri gibi
mutlu olmayı öğrenememesinden korkuyordu.
“O kız yüzünden mi? Yoksa âşık mı oldun?”
“Sen aşktan ne anlarsın?” Christmas öfkeden alev alev yanan göz­
lerle yerinden fırladı. “Senin gibi bir... Senin yaptığın işi yapan biri
aşktan ne anlar?”
Cetta kalbinde bir acı hissetti. Gözleri yaşlarla doldu. Zor duyulan
bir sesle, “Neler söylüyorsun, çocuğum?” dedi.
Christmas, “Ben çocuk değilim!” diye bağırdı ve kapıyı çarpıp
dışarı çıktı.
Sokağın havası, her yemek vakti olduğu gibi sarımsak kokuyordu.
Göçmenler kendi köklerinden ve âdetlerinden kopmakta güçlük çeki­
yor, çoğu zaman da bunu başaramıyorlardı. O tencerelerde kaynayan
ve kokusunu tüm mahalleye yayan domates sosu, yüzlerce göçmenin

193
Rüya Dağıtan Çocuk

evinden yayılan aynı koku kırmızı bir kök gibi hepsini birbirine sım­
sıkı bağlıyordu.
Christmas, “Ben sizin gibi değilim,” diye homurdandı. Hâlâ, baş
döndürücü bir şekilde hareket eden ve içinde tüm dünyayı boğmak
istediği öfkenin esiriydi. Bir taşa tekme attı. “Ben Amerikalıyım.”
“Hayrola? Neye kızdın?”
Santo, annesinin elinde bir odun parçasıyla üstüne yürümesine
rağmen birinci kattaki evinin penceresinden Christmas’ı görüp onun
yanma inmişti.
Christmas cebinden Bill’in yazdığı notu çıkarıp Santo’ya gösterdi.
Çocuğun yüzü okuduğu her kelimede biraz daha beyazlaşıyor, böylece
kırmızı sivilceleri daha da ortaya çıkıyordu.
Christmas, Santo’nun geri verdiği kâğıdı alıp cebine sokarken,”
Ne diyorsun?” diye sordu.
Santo sadece, “Sıçtık,” dedi.
“Onu korumalıyız. Artık arkamızda da gözlerimiz olmalı.”
“Kim? Biz mi?”
Santo kireç gibi olmuştu. Christmas’ta bulaşıcı bir hastalık varmış
gibi bir iki adım geri gitti.
“Evet, biz. Başka kim olacak?” Christmas heyecanlı bir sesle devam
etti. “Onu bir bulursam kalbini götünden çıkaracağım.”
Santo bir adım daha geri gitti.
“O herif kendi anne babasını domuz keser gibi kesti.” Sesi titremeye
başlamıştı. “Ruth’a da yapacağını yaptı... Çok tehlikeli ve...” Bir adım
daha geri gitti. “Bizim gibi iki kişiyi bir saniyede...”
“Her zamanki gibi yine altına sıçtın, Santo. Defol git!”
“Christmas... Bekle...”
“Siktir git!”
Christmas önüne çıkan insanları iterek Santo’nun yanından hızla
uzaklaştı. Küfürler ediyor, öfkesi arttıkça artıyordu. Oturduğu mahal­
lenin insanlarına hiddetle bakıyor, kadınlar, adamlar gözüne daha kısa
boylu, daha kıllı, daha kaim kaşlı geliyordu. O yenik gözler, yokluk ve
kabullenme ile iki büklüm olmuş sırtlar, her zaman boş ve yetersiz
beslenen evlatlarının ağızlan gibi ardına kadar açık cepler. Bir yandan

194
Luca Di Fulvio

hızla bu insanlardan uzaklaşmaya çalışıyor öte yandan da onun gibi


şanssız çocukların dinleyerek büyüdükleri, eskilerin anlattığı hikâyeler
kulaklarında yankılanıyordu. Arkalarına bile dönüp bakmadan bir
lanetmiş gibi terk ettikleri ana vatanlarının güneşinden, masmavi
gökyüzünden konuşulduğunu duyuyordu. Eşeklerden, koyunlardan,
tavuklardan ve topraktan konuşuluyordu; alınlarından akan terle su­
ladıkları, ellerinden akan kanlarla gübreledikleri topraktan. Sonra
aynı insanların Amerikadan söz ettiklerini duyuyordu; onlara her şeyi
vaat edip hiçbir şey vermeyen olağanüstü ülkeden. İnsanları iteleye­
rek yürürken, onların Amerika’dan bir mucize gibi söz ettikleri her
an hissettiği öfkeyi hissediyordu. Sanki Amerika sadece masallarda
yer alan ama var olması mümkün olmayan bir şeydi. Onu görmeyi,
kazanmayı, onun içine girmeyi bilmiyorlardı. Evet, o koca mahalle,
Amerika’ya gitmek için yola çıkmış fakat o ülkeye hiçbir zaman va­
ramamış zavallılardan oluşuyordu.
Başını dimdik havada tutarak Doyer, Mott Caddesi ve Pell’in arasında
kalan Çin Mahallesi’ndeki Bloody Angle denen yere geldi. Burada deri
rengi değişikti. Domates sosuyla kirlenmiş atletler yerlerini yakasız
tuniklere bırakmıştı. Gözlerin biçimi, sokağın kokusu -soğan, afyon,
kızarmış yağ ve kuru temizleme dükkânlarından çıkan kola buharının
karışım ı- değişikti ancak bakışlar tanıdıktı. Bir başka kenar mahalle,
bir başka hapishane. Hiç kimsenin bırakıp gidemediği, kapısı ve pen­
ceresi olmayan bir dünya, diye düşündü Christmas. Ama ben burada
kalmayacağım, bir gün çekip gideceğim, dedi kendi kendine.
Başmı önüne eğdi ve rüzgâra karşı yürüyormuş gibi hızla yürümeye
başladı. Adeta koşar gibi, amaçsız, sadece diğerlerinin kaybolup gittiği
bu labirentten kaçmak istercesine yürüdü.
Yoksul mahalleden çıkana kadar arkasına bakmadan yürümeye
devam etti.
Nefesi kesilmiş bir halde durduğu zaman başmı kaldırdı ve ilk
andan beri nereye gitmek istediğini bildiğini fark etti. Kırmızı tuğladan
yapılmış, alçak ve dikdörtgen binanın tepesinde yağmurdan paslanmış
pirinç bir tabela göze çarpıyordu: “Saul Isaacson Giyim”. Bill’in Ruth’a
yazdığı tehdit mektubunu sımsıkı tutan eli gevşedi. Gelmişti. Ruth için

195
Rüya Dağıtan Çocuk

neyin daha doğru olduğunu biliyordu. Budalaların hakkından gelecek


tek insanın kim olduğunu biliyordu.
Rolls-Royce’un pırıl pırıl parlayan kaportasına dayanmış, sigara
içen Fred’i gördü.
“Selam, Fred. Ruth’u eve bıraktın, değil mi?”
“Elbette.”
“Her şey yolunda mı?”
“Ne oldu?”
“Boş ver, Fred.” Christmas çenesiyle fabrikayı işaret etti. “İhtiyar
burada mı?”
Şoför içini çekti ve kim bilir kaçıncı kez Christmas’a o “ihtiyar”
kelimesini lügatinden silmesini söylemek için hazırlandı.
“Burada mı, değil mi? Fred, durum ciddi.”
“Burada. İkinci kattaki ofisinde.”
Şoför iki demir kanattan oluşan kırmızı kapının önünde duran
dev gibi bir adama döndü ve Christmas’ı işaret ederek, “Bırak, girsin,”
dedi. Adam cevap vermek yerine başıyla bir onay işareti yaptı.
“Sen gerçek bir dostsun, Fred.”
“Bir derdiniz mi var, Bay Luminita?”
Christmas kapıya doğru yönelirken Fred’e göz kırpmakla yetindi.
Kapıdaki adamın sağ bacağının yanından kalın bir cop sallanıyordu.
Christmas başıyla adamı selamladı ve binaya girdi.
İçerideki gürültü sağır edici değildi. Daha ziyade dev bir arı ko­
vanındaki mekanik sesler gibiydi. Çoğunluğu kadınlardan oluşan bir
grup işçi, onarlı gruplar halinde yan yana oturmuş, önlerindeki dikiş
makinelerinde dikiş dikiyorlardı. Tıpkı bir ordu gibi hepsi aynı ha­
reketleri aynı hızla yapıyordu. Önce İtalyanlar, sonra Çinliler derken
şimdi saç renkleri, yüz biçimleri, giyim tarzları yine değişmişti; bu­
radakilerin hepsi Yahudi’ydi. Christmas içlerinde tek bir Amerikalı
olmadığını fark etti.
“Ama ben buradan kurtulacağım,” dedi Christmas tekrar. Sonra
kapıyı vurmadan patronun ofisine daldı.
Saul Isaacson çok pahalı olduğu anlaşılan büyük bir çalışma ma­
sasında oturuyordu. Masanın üzerinde bir viski kadehi, yaşlı adamın

196
Luca Di Fulvio

ağzında uzun bir puro vardı. Yasaklar umurunda değildi. Bastonu da


hemen masanın kenarına dayalı duruyordu. Koyu renk halıyla kaplı
odanın ortasında uzun sakallı, ufak tefek kel bir adam, ağzına doldur­
duğu iğnelerle uzun, ince bir kızın önünde diz çökmüştü. İğne dolu
ağzıyla, “Daha mı uzun olsun?” diye sordu.
Saul Isaacson başım kaldırıp Christmas’a baktı. Mankenlik yapan
genç kız da —aynı Cetta gibi kısa ve düz saçlıydı- ona bakıp gülüm­
sedi. Bedenine sımsıkı oturan ve diz kapağının altına kadar inen şık
bir elbise giymişti.
Christmas, ciddi bir ifadeyle, “Konuşmamız gerek,” dedi.
Yaşlı adam her zaman yaptığı gibi, durumu kelimelere gerek duy­
madan sessizce tartmaya çalışarak Christmas’a bakmaya devam etti.
Sonra Christmas’a başıyla evet der gibi bir hareket yaptı ve terziye döndü.
“Evet, Asher... İki parmak.daha uzat.”
Terzi, hâlâ iğne dolu ağzıyla konuşmaya devam ediyordu.
“Ama Coco Chanel diyor ki...”
“Coco Chanel’in dedikleri umurumda değil. Avrupa’da yapılan şey­
lerle ilgilenmiyorum. Burası Amerika. İki parmak daha uzat, Asher.”
Terzi Asher, kızın elbisesinin eteğini iki parmak daha uzatıp iğ­
nelerle işaretledi.
Genç kız ve terzi dışarı çıkarlarken Christmas yaşlı adama yaklaşıp,
“Coco Chanel kim?” diye sordu.
“Çok başarılı bir kadın. Daha birkaç gün önce Ruth’a yeni par­
fümü No.5 ’i hediye ettim. Olağan dışı biri ama Amerikalılara göre
fazla Avrupai.”
Bir süre Christmas’ın yüzünü inceledikten sonra, “Pekâlâ,” dedi.
“Buraya Madam Chanel hakkında konuşmaya gelmedin, yanılıyor
muyum?”
Christmas çalışma masasına iyice yaklaştı, cebinden Bill’in mesajını
çıkardı ve masanın üzerine bıraktı.
Yaşlı adamın notu okurken yüzünden bir şey anlamak mümkün
değildi. Ancak okuması biter bitmez bastonunu kapıp şiddetle masaya
vurdu, ayağa fırladı, ofisinin kapısını açtı ve “Greenie! Greenie!” diye
bağırdı. Sonra dönüp yerine oturdu. Kaşları çatılmış, yüzü asılmıştı.

197
Rüya Dağıtan Çocuk

Kısa bir süre sonra Greenie, yeşil bir ipek takım ve pembe bir gömlek
giymiş bir adam, odadan içeri girdi. Christmas dönüp adama baktı ve
gözlerinde Aşağı Doğu Yakası sokaklarında daha önce görmüş olduğu
bir şeyleri fark etti; donuk bir sakinlik gibi, bir çamur birikintisinin
dibinde belli belirsiz görünen bir şeyler gibi.
Saul Isaacson notu Greenie’ye uzattı. Greenie, yüzünün tek bir
kası oynamadan notu okudu. Sonra ifadesini hiç değiştirmeden notu
masanın üzerine bıraktı ve yaşlı adamın konuşmasını bekledi.
Christmas hayranlıkla adama bakıyordu. İşte, dedi kendi kendine.
O başarmış. Tam bir Amerikalı olmuş.
“Torunuma bir şey olmasını istemiyorum.”
Greenie başmı önüne eğdi. Kısacık kesilmiş saçları briyantinliydi.
Yaşlı adam, “O orospu çocuğunu bulur bulmaz kellesini bana ge­
tir,” diye ekledi.
Christmas, “William Hofflund,” diye araya girdi. “Bili.”
Greenie dönüp Christmas’a bakmadı bile.
Yaşlı adam sözlerini, “Bedeli ne olursa olsun...” diyerek bitirdi.
Greenie yine başmı çok hafifçe eğdi ve dönüp gitti. Christmas
adamın gıcır gıcır ayakkabılarının döşemede çıkardığı sesi duydu.
“Seninle geliyorum.”
“Karışma, çocuk.”
Greenie odadan çıkıp kapıyı kapadı.

198
23

Manhattan - Broıunsville, 1923

“Hey, dostum... Sen misin?”


Bir türlü sÖndüremediği öfkesinden tükenmiş bir halde, düşünce­
leriyle baş başa yürüyen Christmas dönüp sesin geldiği tarafa baktı.
Karşısında iskelet gibi, koyu gözleri iyice kuytuya kaçmış, kendisin­
den birkaç yaş büyük gibi duran bir delikanlı vardı. Neşeli ve cin gibi
birine benziyordu.
Delikanlı, Christmas’a yaklaştı. “Bahse varım beni hatırlamadın,
Diamond,” dedi.
Christmas çocuğa daha dikkatli baktı. Balmumu sürülmüş gibi
parlak elleri ve bir piyanistin parm aklan kadar ince ve narin par­
makları vardı.
“Sen...” Christmas, Ruth’u hastaneye bıraktıktan sonra götürüldüğü
hücrede tanıştığı çocuğun adını hatırlamaya çalıştı.
“Sen...”
“Joey.”
“Tamam... Joey. Şu yankesici.”
Christmas gülümsedi.
“Yavaş ol, Diamond. Mahallenin tüm enayileri beni tanısın mı
istiyorsun?” Joey şüpheyle etrafına baktı ve sonra Christmas’a gür
lümseyerek, “E, ne var ne yok?” diye sordu.
Christmas hâlâ öfkeliydi ve aklı Ruth’taydı. Elini havaya kaldırıp
anlaşılmaz bir işaret yaptı. Sonra omuzlarını silkti. Greenie ile olmak,
Ruth’u korumak istiyordu.

199
Rüya Dağıtan Çocuk

Joey de omuzlarını silkerek, “Ben de geçen haftaya kadar otel­


deydim,” dedi.
“Otel mi?”
“Kuzeyde, Elmira’daki ıslahevinde.”
Çok önemli bir şey yapmış gibi davranıyordu. Ama Christmas,
Joey’nin gözlerinin daha çok kuytuya kaçmış olduğunun farkındaydı ve
o kopkoyu çerçevenin içindeki bakışlar biraz sönmüş gibiydi. Joey’nin
ellerini aceleyle cebine sokmaya çalışmasını da o ince parmakların
belli belirsiz titremeye başlamasına yormuştu.
“Zor mu geçti?” diye sordu. Sonra kendisi de ellerini cebine soktu.
Joey gülümsedi ama belli ki neşesizdi.
“Tatil gibiydi. Bedava yemek ve tüm gün uyku.”
Christmas sesini çıkarmadan çocuğa bakmaya devam etti.
Joey utanmıştı, başını önüne eğdi. Ancak kısa bir süre başını ye­
niden kaldırdığında yüzüne alaycı bir gülümseme yayılmıştı.
“Bir sürü arkadaş ediniyorsun ve gerçek hayatın ne olduğunu öğ­
reniyorsun.”
Christmas, Joey’nin yalan söylediğini biliyordu. Yine de Greenie’ye
olduğu gibi ona da hayranlık duymuştu. Çünkü Joey de yaşadığı o
kenar mahalleden çıkmaya çabalıyordu.
“Otelde hiç kimse Diamond Dogs hakkında bir şey bilmiyordu.”
“Eh... Daha yeniyiz. Ama yol almaya başladık.”
“Hımm... Neler yapıyorsunuz şu aralar?”
“Şimdi bir genç kızı koruyoruz. Peşinde bir katil var.”
“Ha siktir! Bir katil, ha! Gerçek bir katil, öyle mi?”
“Evet, daha şimdiden iki kişiyi öldürdü.”
“Kusura bakma, Diamond, ama bu polisin işi gibi geldi bana.”
“İyi para ödüyorlar.”
“Kimler?”
“Yahudinin biri. Fabrikasına da göz kulak oluyoruz. Para içinde
yüzüyor.”
“Ah, anladım... Batılı bir Yahudi, demek.”
“Onlar hakkında ne biliyorsun?”

200
Luca Di Fulvio

“Sen Yahudiler hakkında bir şey bilmiyorsun, değil mi?” Joey


üstünlük taslar gibi gülümsedi. “Oysa ben çok şey biliyorum. Daha
kundaktayken İbrahim’i, İshak’ı, Nuh Tufanı’m, Mısır’dan Çıkış’ı ve
On Emir’i dinlemeye başladım...”
Christmas kaşlarını çattı.
“Ben de Yahudiyim, Diamond.” Joey gülümsedi ve Christmas ilk
kez o çukura kaçmış gözlerin ışıl ışıl parladığını gördü. “Joey Fein.
Dokunduğum her cüzdan parmaklarıma yapıştığı için Sticky8diyorlar
bana. Kutsal toprakları bulmak ümidiyle buraya gelmiş ama yirmi sene
sonra hâlâ sokaklarda, delik pabuçlarla dolaşıp ayakkabı bağcığı satan
doğulu bir Yahudinin, Aptal Abe’in oğlu. Yahudiler hakkında bunca
şeyi nasıl bildiğimi anladın mı? Batıdan gelenler zengin Yahudiler, biz
doğudan gelenlerse açlıktan ölür gideriz.”
“Bütün Yahudilerin zengin olduğunu sanıyordum.”
“Öyle mi? O zaman bir gün benimle birlikte Brownsville’e gelirsen
fikrin değişir.”
“Nereye?”
“Diamond! Hiç Doğu Yakası’ndan başka bir yere gitmedin mi?”
Joey güldü. “Brownsville, Brooklyn’in kirli yüzüdür.” Sonra Christmas’a
dönüp baktı. “Hey, bugün bir işin var mı?”
“Bugün mü? Sanmıyorum... Hayır.”
“Peki ya katil?”
“Onun peşine Greenie’yi taktım, en güvendiğim adamlarımdan
biridir.”
“Öyleyse neden benimle Brovvnsville’e gelmiyorsun? Shapiro’nun
küçük bir işi var, onu halletmem lazım... Shapiro’yu tanıyor musun?”
Christmas, “Adını birkaç kez duymuştum,” diye yalan söyledi.
“Kumar makineleri ve bir sürü başka iş. Eğer vurulmazsa belki
adam olur. Bu meslekte yaşlanmak kolay değil.”
Christmas, olan biten her şeyi biliyormuş gibi, “Öyle,” dedi. “Kolay
değil.”
“Öyleyse gidelim mi?” dedi Joey neşeyle.

8 (İng.) Yapışkan (yay. n.)

201
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas, yeni ve tehlikeli bir dünyaya girmek üzere olduğunu


hissetti. Küçüklüğünden beri Cetta’nm ona verdiği öğütler ve anneleri­
nin sözlerini dinlemeyip kaderlerini değiştirmeye kalkışan çocukların
hikâyeleri geldi aklına. Bir an tereddüt etti. Sonra heyecanı ve merakı
baskın geldi. Kurtulacağım buradan, diye geçirdi içinden. Omuzlarını
silkti, Joey’ye gülümsedi ve “Hadi, gidelim,” dedi.
Joey bir kolunu Christmas’ın omzuna attı ve ıslık çalarak Bowert
metro istasyonuna doğru yürümeye başladı. Durağa geldiklerinde
Christmas elini cebine atıp bozuk para bulmaya çalıştı.
Joey, Christmas’ın bileğini tuttu.
“Hey dostum, bu şehir sana ne verdi? Hiçbir şey. O zaman biz de
ona bir şey vermeyeceğiz.”
Sorara istasyondaki kalabalığa göz gezdirdi ve, “İşte, oradalar,”
diyerek yorgun olduğu her halinden belli, soluk siyah bir elbise giymiş
orta yaşlı kadına doğru yürümeye başladı. Kadının elinde içi kuru
elma dolu bir sepet vardı. Yanında da yine onun gibi siyah elbiseli,
küçük bir kız duruyordu.
Joey kazayla olmuş gibi ikisine birden çarptı. Kadının elindeki
sepet yere düştü. Joey özür dileyerek yere eğilip kadının elmaları top­
lamasına yardımcı oldu. Sonra yeniden özür dileyerek kadının omzuna
hafifçe vurdu, genç kıza başıyla selam verdi. Sonra Christmas’a döndü
ve elindeki iki bileti sallayarak göz kırptı.
Christmas ona uzatılan bileti almak istemedi. “Ama fakir onlar,”
diyerek karşı geldi.
“Öyle mi? Ben sadece ellerindeki biletleri gördüm, Diamond. Kim
olduklarını bilmiyorum ve umurumda da değil. İşte Amerika’d a hayat
böyle, dostum. Her gün benim gibi biri bir köşede sıkıştırılıp temiz bir
dayak yiyebilir ve kanlar içinde bir kenara atılabilir. Bir dakika içinde
her şey biter ve çevredeki insanlar hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi
seni görmezden gelir. Hayır, ben kendimi ezdirmeyeceğim.”
Bu arada tren istasyona girmişti. İçeri girip en dipteki koltuklara
oturdular. Joey, aşağılık birinden söz eder gibi yüzünü ekşiterek, “Al
işte, Aptal Abe mesela,” dedi. Gözlerinde kor gibi bir öfke yanıyordu.
“Babam. Buraya geldiğinde elinde hiçbir şeyi yoktu. Yine hiçbir şeyi
olmayan bir kadınla tanıştı, evlendiler ve bu kez birlikte hiçbir şeyleri

202
Luca Di Fulvio

olmadan yaşamaya başladılar. Sonra ben doğdum ve hayatlarında ilk


kez bir şeye sahip oldular.” Yere tükürdü. “Bunun ne demek olduğunun
farkında mısın?”
Joey konuşurken Christmas da vagonun camından dışarı bakıyor,
sanki o ana dek rüyada yaşıyormuş gibi, şehrin bambaşka bir görünüme
bürünmesini izliyordu. Evet, o güne dek yaşadıkları rüya olmalıydı;
Ruth’a olan aşkıyla, o imkânsız aşkla bölünmüş bir rüya. Çünkü ken­
disi bir baldırıçıplak, Ruth ise Batılı bir Yahudi kızıydı. Çünkü Bili,
Ruth’un bedeninde sonsuza dek taşıyacağı bir leke bırakmıştı. Çünkü
şu an her şey ona daha çok kirlenmiş görünüyordu.
Joey, gözlerinde Christmas’ın gözlerindeki öfkenin benzeriyle ya­
narak devam ediyordu.
“Aptal Abe nalları diktiğinde onu Mount Zion Mezarlığı’nda bir
çukura atacaklar ve mezarının üstüne ‘1874’te doğdu, bilmem kaç sene­
sinde öldü’ yazacaklar. Hepsi bu. Neden, biliyor musun? Çünkü Aptal
Abe hakkında söylenecek başka bir şey yok.”
Christmas, Benim m ezarım da öyle yazm ayacak, dedi içinden.
Kısa bir süre sonra Joey, “Burada ineceğiz,” dedi. “Biraz yürüme­
miz gerekiyor.”
İstasyondan çıkınca Christmas etrafına bakındı. Uzakta, ufka doğru
Manhattan’ıh gökdelenleri görünüyordu. Ama buradaki evler alçaktı.
Sanki başka bir şehir, başka bir dünyaydı burası. Her yerde olduğu
gibi buradaki insanlar da yorgun ve yoksuldu. Ya bir değirmendeki
ya da bir konserve fabrikasındaki son vardiyalarından çıkmış, birer
hayalet gibi yürüyerek evlerine dönüyorlardı. Ve her köşede rastla­
dıkları, kendilerine sert bir hava vermeye çalışan delikanlılar onlara
ters ters bakıyorlardı. İçlerinden biri, “Selam, Sticky,” diye seslendi.
“N’aber, Red?”
“İyi. Senden?”
“Doğu Yakası’ndaki Diamonds Dogs’dan arkadaşım Christmas’a
mahalleyi gezdiriyorum.”
“Birinin kemiklerini kırmaya var mısınız? İcabına bakmamız ge­
reken bir köstebek var.”

203
Rüya Dağıtan Çocuk

“Ve bunu senden mi istediler? O zaman köstebek değil, olsa olsa


tahtakurusudur.”
Sonra Joey başmı çevirip yürümeye devam etti.
“Siktir git, Sticky.”
“İyi günler, Red,” dedi Joey gülerek.
Christmas, “Kimdi o?” diye sordu.
“Kendini bir şey sanıyor.”
“Köstebek ne demek?”
“Ölüme mahkûm edilmiş biri.”
Christmas ve Joey on dakika kadar konuşmadan yürüdüler. Christ­
mas etrafına bakıyordu. Evet, bambaşka bir dünyaydı burası. Ama bir
bakıma da onunkiyle aynıydı. Başaramayanların dünyasıydı.
Joey aniden, sıvaları dökülmüş, harap bir binanın önünde durdu ve
“Amerika hiçbir şey vermez,” dedi. Pitkin Bulvarı ile Watkins Caddesi’nin
birleştiği yerdeydiler.
“Vaat ettiği şeyler, bize anlattıkları gibi çalışarak elde edilemez.
Ruhunu satmak pahasına da olsa zorla almak gerekir onları. Önemli
olan amacına ulaşmaktır, Diamond. Nasıl ulaştığının hiçbir önemi
yok. Bunun hesabını sadece aptallar yapar.” Parmağıyla evin birinci
katını işaret etti. “İşte Aptal Abe’in ulaşabildiği nokta bu.”
Birlikte binaya girdiler. Apartman dairesi, Christmasin kendi ma­
hallesinde gördüğü evler gibi acınacak haldeydi. Sarımsak kokusu yerini
tütsülenmiş et ve kekremsi baharat kokularına bırakmıştı. Meryem ve
koruyucu melek figürleri yerine Musevi sembolleri, yedi kollu küçük
bir pirinç şamdan ve bir Davut Yıldızı göze çarpıyordu. Farklı kokular,
farklı figürler... Fakat yeni olan hiçbir şey yoktu. Joey’nin annesi de
Christmas’ın çok iyi tanıdığı o yüzlerce kadından biriydi. Kabullen­
miş bir yüz, bedeninde dizlerini bükecek kadar bile güç kalmamış
gibi döşemede sürüklenen keçe terlikler. Belki de ayaklarını yerden
kaldırdığı an düşlenecek hiçbir şeyin olmadığını fark etme korkusu...
Joey içeri girer girmez, “Senin aptal yok mu?” diye sordu.
“Böyle konuşma. O senin baban,” dedi kadın. Bir mucizenin olabi­
leceğine inanmadan, otomatik olarak tekrarladığı bir duayı okur gibi
tekdüze bir sesle konuşuyordu.

204
Luca Di Fulvio

“Salla gitsin, anne. Bu, arkadaşım Diamond.”


Christmas gülümseyerek kadına elini uzattı.
“Yahudi misin?” diye sordu kadın.
“Hayır, Amerikalıyım.”
“İtalyan, anne...” dedi Joey.
Christmas’la tokalaşmak üzere uzanan kadın birden durdu ve elini
geri çekip giydiği kirli mutfak önlüğünün cebine soktu.
“Hadi, gel,” dedi Joey. Christmas’m omzuna bir yumruk attı ve onu
dar bir odaya soktu. Odanın tek eşyası olan yatak, en az Christmas’m
yatağı kadar küçüktü. Joey, döşeme tahtalarından birini kaldırdı, al­
tındaki boşluğa elini soktu ve iki tane sustalı bıçak çıkardı. Birini aldı
ve tahtayı yeniden yerine koydu. Sonra kısa bir süre düşündü. Gizli
bölmeyi tekrar açıp diğer bıçağı da aldı ve Christmas’a uzattı. “Başka
türlü nasıl eğlenebiliriz ki?” dedi. Güldü ve gizli bölmenin üstünü
örttü. Kapıya doğru yürürlerken, “Ben çıkıyorum, anne!” diye bağırdı.
Mutfaktan bir ses geldi. Ne bir hoşça kal ne de bir izin gibiydi.
Ama Christmas’a her ikisi de olabilirmiş gibi geldi.
Sokağa çıktıklarında Christmas elindeki bıçağa bakarak, “Bu ne
işimize yarayacak?” diye sordu.
“Yapmamız gereken ufak iş için lazım.”
Elleri ceplerinde yürümeye başladılar. Her ikisi de cebindeki bıçağı
sımsıkı tutuyordu. Sonunda Livonia’da pis ve kasvetli bir lokantaya
vardılar. Joey içeri girdi, Christmas da onu takip etti. Yüreği ağzındaydı,
ter içinde kalmıştı ve cebindeki bıçağı sımsıkı kavramıştı. Joey başıyla
lokantanın sahibi olan şişman kadını selamladı ve arka masalardan
birine geçip oturdu.
“Ne alırsınız?”
Joey, Christmas’ın konuşmasını beklemeden, “İki tane rozbifli
sandviç,” dedi.
Kadın yanlarından uzaklaştığı zaman Christmas etrafına bakındı.
Sadece birkaç müşteri vardı. Onlar da başlarını önlerine eğmiş, sessizce
yemeklerini yiyorlardı.
“Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu Christmas.
“Bekliyoruz.”

205
Rüya Dağıtan Çocuk

Joey yeşil deri koltuğun arkasına yaslandı. Hareketleri gayet rahattı.


Bu arada sandviçler geldi. Joey kendininkini hızla mideye indirdi.
Christmas sandviçin ucundan ısırdı fakat boğazı düğümlenmiş gibiydi.
Ağzındaki lokmayı güçlükle yuttu ve sandviçi tabağa geri bıraktı. Ce­
bindeki bıçak sanki midesine batıyordu.
“Yemiyor musun?”
Joey, Christmas’ın cevap vermesini beklemeden tabağındaki sandviçi
aldı ve yemeye koyuldu. Karanlık bir koridora açılan kirli bir kapının
arkasındaki telefon çalmaya başladığında Joey sandviçin neredeyse
yarısını bitirmişti. Christmas telefon sesini duyar duymaz korkuyla
yerinden sıçradı. Joey ağzından kırıntılar saçarak Christmas’ın bu
haline gülmeye başladı.
Lokantanın sahibi olan kadın gidip telefona cevap verdi.
“Hey, Stinky !9 Telefon sana.”
Joey öfkeyle, “Sticky!” diye düzeltti ve yerinden kalkıp kadının
yanma gitti.
Kadının elinden ahizeyi aldı kısık bir sesle, “Efendim?” dedi.
Kısa bir duraklamanın ardından sadece, “Tamam,” diyerek telefonu
kapadı. Sonra Christmas’m yanına döndü.
“Gidelim. Yol açılmış.”
Şişman kadın onların çıktığım görünce, “Sandviçleri ödemedin,
Stinkyl” diye bağırdı.
“Hesabıma yaz, şişkol”
Müşteriler ne dönüp baktılar ne de yerlerinden kımıldadılar.
Dışarı çıktıklarında, on on iki yaşlarında bir çocuk, “Hey, n’aber,
Sticky?” diye seslendi.
Dengede durmaya çalışır gibi ayaklarının üzerinde sıçrayıp du­
ruyordu. Yaşma göre çok çelimsizdi ve uzun boyluydu. Gözlerinde
hem uyanık hem de korkak bir ifadeyi aynı anda görmek mümkündü.
“Defol git, Chick!”

9 (fng.) Pis kokulu, kokuşmuş (yay. n.)

206
Luca Di Fulvio

Joey çocuğun yüzüne bile bakmadan dosdoğru yürümeye başladı.


Fakat çocuk yapışkan gibiydi. Hoplaya zıplaya Joey’nin yanından yü­
rüyerek, “Nereye gidiyorsun, Sticky?” diye sordu.
“Git de kafanı kırmayayım, Chick!”
“İşe gidiyorsun, değil mi? Kesin Buggsy’nin yerine gidiyorsun.”
Joey aniden durdu. Çocuğu yakasından tutup kendisine doğru çekti.
“Kapa çeneni, Chick. Kaybol çabuk, kafamı bozma. Onu da ne­
reden çıkardın!”
“Duydum sadece...”
“Lanet olası! Sen duyduysan Buggsy de duymuş olabilir.”
“Hayır, hayır! Sadece ben duydum. Artık seninle gelebilir miyim?”
“Sus da düşüneyim.”
Christmas neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.
“Bir terslik mi var?” diye solrdu.
Joey, Christmas’ın koluna girdi ve birlikte uzaklaşırlarken diğer
çocuğa parmağım sallayarak, “Bırak da Diamond ile konuşayım. Bur­
nunu sokarsan yersin kıçına tekmeyi,” dedi.
Sonra yavaş yavaş Christmas’a durumu anlatmaya başladı; Buggsy
beş para etmez bir serseriydi ve bir speakeasy işletiyordu. Ancak mekâna
Shapiro’nun kumar makinesi koymasına kesinlikle karşı geliyordu. O
yüzden lokantada oturup Joey’nin gönderdiği gözcüden haber bekle­
mişlerdi. Joey, Buggsy’nin speakeasy ’den uzaklaştığım az önce haber
almıştı. Böylece gidip herifin kamyonetinin lastiklerini rahatça kese­
bileceklerdi. Joey sözlerini, “Ama Chick gibi bir gerizekâlımn bundan
haberi varsa Buggsy de öğrenmiş ve bize bir tuzak hazırlamış olabilir,”
diyerek bitirdi.
Christmas bir kez daha bir yol ayrımında olduğunun ve seçim
yapması gerektiğinin farkına vardı. Her şeyi bırakıp Joey’ye bıçağını
geri verebilir ve geç olmadan eski yaşamına dönebilirdi. Ancak içindeki
dinmek bilmeyen öfke buna engel oluyordu. Eski yaşamına dönmek -
istemiyordu. Cebindeki bıçağı sıktı. “Gidelim,” dedi.
Joey kısa bir süre sesini çıkarmadan Christmas’a baktı. “Evet,
gidelim. Ne olacak ki?”
Christmas, Joey’nin kolunu tuttu. “Chick’i de götürelim,” dedi.

207
Rüya Dağıtan Çocuk

“Hayır, herif tam bir baş ağrısı.”


“Burada kalırsa er ya da geç konuşur ama bizimle gelirse zararı
olmaz.”
Joey keyifle gülümsedi. “Zehir gibi aklın var. İyi bir ikili olduk,
değil mi?” dedi.
“İyi bir ikili olduk,” diye tekrarladı Christmas. Kalbi hâlâ küt küt
atıyordu.
Joey caddenin karşısına geçip, “Hadi, Chick!” diye bağırdı.
“Gelebilir miyim?” diye heyecanla bağırdı çocuk.
“Evet ama ağzını açıp bir kelime edersen seni trenin altına atarım.”
“Yaşasın! Merak etme, Sticky! Sessiz olacağım. Annemin başı üs­
tüne yemin ederim hiç sesimi çıkarmayacağım...”
“Hemen sesini kes öyleyse!” diye bağırdı Christmas.
Çocuk birden dilini yutmuş gibi sustu, gözlerindeki korku görül­
meye değerdi.
Joey güldü. Yürümeye başladılar. Christmas ve Joey önden gidiyor,
Chick ise sıçrayarak peşlerinden geliyordu.
Hava kararmaya başlamıştı. Birkaç sokak gittikten sonra Joey, tek
katlı, basık bir binayı işaret etti. Yanındaki garaja yapışık duran, düz
çatılı mekân bir evden biraz daha büyükçe bir yerdi. Joey tek kelime
etmeden önce barı, sonra da yan tarafındaki tel örgüyü gösterdi. Zor
duyulan bir sesle, “Kamyonet arkada duruyor,” dedi. “Tel örgüde bir
delik olmalı.”
Duvar diplerinden yürüyüp tel örgünün yanına geldiler. Kırık dökük
giriş kapısına bir zincir sarılmış, zincirin ucuna da bir kilit takılmıştı.
Joey etrafa baktı.
“Güzel, Buggsy’nin arabası yok. Demek ki buralarda değil.”
Sonra Chick’e dönüp, “Git bak bakalım, tel örgüdeki delik büyük
mü?” dedi.
Çocuk yumruklarını sıktı, gözlerini fal taşı gibi açtı ve tel örgünün
barın duvarıyla birleştiği yere yürüdü. Teli eliyle tutup salladı ve Joey
ile Christmas’a bakarak güldü.
Joey cebindeki bıçağı çıkardı.
“Sıra bizde, Diamond. Ön lastikler senin, arkalar benim.”

208
Luca Di Fulvio

Christmas boğazının düğümlendiğini hissetti. Bıçağı tutan eli


adeta taş kesilmişti. Sonra içindeki öfke yeniden kaynamaya başladı.
Cebinden bıçağı çıkardı.
Joey’den çok kendisine söyler gibi, “Gidelim,” dedi.
Tel örgüde açılmış delikten içeri daldılar ve kendilerini çakıl dö­
şeli küçük bir avluda buldular. Kamyonet ya da arka kasası -genelde
taşıdığı yükün kaçak içki olması nedeniyle- çadır beziyle örtülü küçük
kamyon avlunun bir köşesine park etmişti. Joey gözünü bile kırpma­
dan arka lastiklere doğru yürüdü. Christmas ön lastiklere yaklaştı ve
ilkine bıçağı sapladı. Lastiğin tıslama sesi ona dayanılmayacak kadar
fazla geldi; bir inleme, bir çığlık gibi. Bill’e bıçağı sapladığı an ondan
çıkacak canhıraş çığlık gibi. Bıçağı yeniden lastiğe sapladı. Bir, iki, üç
kez. Var gücüyle... William Hofflund adındaki bir adamı bıçaklar gibi
bir kez daha, bir kez daha. Altıncı vuruşta bıçak kırıldı.
Joey, Christmas’ın yanma gelip onu kolundan çekti.
“Gidelim! Ne yapıyorsun hâlâ?”
O sırada gözcülük yapan Chick, “Sticky!” diye bağırdı.
“Orospu çocukları! Şimdi yakaladım sizi!”
Otuz yaşlarında, tıknaz bir adam elinde silahla arka taraftan fırladı.
Yanında yine kendisi gibi silahlı iki çirkin herif daha vardı.
Joey, Christmas’a, “Fırla!” diye bağırdı. Bu arada üç adam ateş
açmaya başladı. Kurşunlar yere saplandıkça avlunun toprağı da ha­
vaya kalkıyordu.
Tel örgüdeki deliğe en önce yetişip çıkan Joey oldu. Christmas ve
Chick çıkışa aynı anda geldiler. Christmas, kapıldığı panikle Chick’i
itti ve delikten geçip yola çıktı. Chick, Christmas’ın itmesiyle tökez­
ledi ve aniden acıyla bağırarak yere devrildi. Christmas dönüp baktı
ve Chick’in korku dolu bakışlarıyla karşılaştı. Geri döndü. Bu sırada
yaylım ateşi devam ediyor, kurşunlar barın duvarından sekip etrafa
saçılıyordu. Christmas elini tel örgüden içeri uzattı ve Chick’i tuttuğu
gibi delikten dışarı çekti.
Chick, “Yapamayacağım,” diye ağlıyordu.
O sırada Joey de yanlarına gelmişti. Chick’i bir kolundan tutup
yerden kaldırdı.

209
Rüya Dağıtan Çocuk

“Koş, Chick! Yoksa seni ben vururum!”


Christmas çocuğun diğer koluna yapıştı ve birlikte koşmaya baş­
ladılar. Bu arada basık suratlı adam tel örgünün kesiklerine takılmış,
arkalarından ağzına geleni söylüyordu.
Birbirlerine tutunmuş üç çocuk, iki üç sokak boyunca hiç durmadan
koştular. Chick gittikçe ağırlaşıyordu. Sonunda nefes nefese kalarak
karanlık ve dar bir sokağa daldılar. Joey ve Christmas, büyümüş göz
bebekleri, hızla açılıp kapanan burun delikleriyle birbirlerine baktılar.
Her ikisinin de yere bıraktıkları Chick’e bakmaya cesareti yoktu.
Chick, “Kanamam var,” dedi ve kan içinde kalmış elini havaya
kaldırdı.
Onun üzerine Christmas ve Joey dönüp çocuğa baktılar.
Joey titreyen sesiyle, “Neren kanıyor, sırnaşık şey?” diye sordu.
“Bacağım...” dedi Chick ağlayarak. “Çok acıyor...”
Çocuğun diz kapağından aşağısı kan içindeydi. Joey cebinden,
muhtemelen eski bir mendil olan bir paçavra çıkardı ve Chick’in sıska
bacağını, tam dizinin üzerinden sıkıca bağladı.
“Ne yapacağız, Joey?” diye sordu Christmas şaşkınlık içinde.
Joey etrafına baktı, sokağın ucuna kadar gidip peşlerinden gelen
olup olmadığını kontrol etti.
“Onu Koca Kafa’ya götürelim,” dedi. Sonra Chick’e doğru eğilip,
“Bilardo salonuna kadar yürümen gerekiyor, kaz kafalı. Hemen topar­
lan, eğer yürümezsen seni yolun ortasında bırakırım, Buggsy de seni
parçalar, anladın mı? Ağlamayı da kes artık!”
Chick yutkundu ve dudaklarını bükerek gözyaşlarını tutmaya çalıştı.
Christmas o zaman çocuğun olduğundan daha küçük göründüğünü
düşündü, gözleri küçük bir çocuğunkiler gibiydi. Akimda başka bir
düşünce daha belirdi ama gözlerini kapayarak bu düşünceyi kovmaya
çalıştı. Sonra sert ve korkusuz bir sesle, “Gidelim,” dedi. “Yürü baka­
lım, ödlek.”
Sutter Bulvarı’ndaki bilardo salonuna girdikleri zaman Chick’in
yüzü kireç gibiydi. Christmas ve Joey onu ikinci kata çıkarmak için
taşımak zorunda kaldılar. İçeri girdiklerinde salondaki bütün müş­
teriler dönüp onlara baktı. Ama hemen hemen hepsi suç dünyasının

210
Luca Di Fulvio

içindeydi ve kan görmeye alışıktı. Yine de rahatsız olmuşlardı çünkü


-tecrübelerine dayanarak- hepsinin aklına ilk gelen şey kanın kan
getirdiğiydi. Ve çoğu, üç çocuğa bakarken çekip gitmekle oyunlarına
devam etmek arasında kararsız kaldı.
Köşedeki masalardan birinde oturan iri yarı bir adam elindeki
zarları masaya fırlatıp, “Ne halt etmeye geldiniz buraya?” diye sordu.
Kocaman kafasının bir bölümü deforme olmuş gibiydi. Şakağı ve al­
nının bir kısmı korkunç bir şekilde şişmişti. Bu yüzden ona “Koca
Kafa” diyorlardı.
Joey nefes nefese, “Köstebek kalleş çıktı,” dedi. “Buggsy oradaydı
ve bizi bekliyordu.”
“Sana bu işi tek başına halletmeni söylemiştim. Chick’le ne işin
var, orospu çocuğu? Onun bir boka yaramadığını bilmiyor musun?
Öteki kim?”
“Doğu Yakası’ndan Diamond. Kendine ait bir çetesi var.”
Koca Kafa, Christmas’a baktı.
“Başına bela açmaya mı geldin buraya?”
“Hayır, efendim,” diye cevap verdi Christmas. “Chick’in durumu
iyi değil.”
İri yarı adam, salonun sonundaki kapıyı göstererek, “Ofise götü­
rün onu,” dedi. Sonra kumar oynadığı adamlardan birine dönüp, “Git,
Zeiger’ı çağır,” dedi. “Söyle, çabuk olsun.”
Bu arada Joey ve Christmas, Chick’i odaya götürmüşler, kirli ve
göçmüş bir kanepeye yatırmaya çalışıyorlardı.
“Hey! Hey! Ne yapıyorsunuz? O benim kanepem. Yere yatırın,
sonra da kaybolun.”
Christmas ve Joey bakıştılar.
Koca Kafa, “Çıkm!” diye bağırdı.
İki delikanlı odadan çıkıp bilardo salonunun dip tarafına gittiler.
Bilardo oynayanlar bir an için istekalarını kaldırıp onlara baktılar ve
sonra oyunlarına döndüler. Christmas ve Joey tek kelime etmediler.
Christmas düşünüyor, olanları bir türlü aklından çıkaramıyordu. Tel
örgüye Chick’le aynı anda gelmişti. Ondan daha büyük, daha güçlüydü.
Chick ise henüz bir çocuktu, çelimsiz ve dayanıksız bir çocuk. Christ-

211
Rüya Dağıtan Çocuk

mas ondan önce geçmek için çocuğu itmiş ve Chick’e bir kurşun isabet
etmişti. Christmas bunu düşünüyordu; belki de ona gelmesi gereken
kurşun Chick’i bulmuştu. Kader denen şey bu muydu?
Kafasına hasır bir şapka geçirmiş, postacı kılıklı, elli yaşlarında
bir adam olan Zeiger, Koca Kafa’nın adamıyla birlikte bilardo salonuna
girdi. Dengesiz yürüyordu ama sarhoş değildi. Bedeni sürekli titriyor
gibiydi. Uzun suratı soluk ve sarımsı renkteydi, araları iyice açılmış
dişleri ise kapkaraydı. Elinde taşıdığı siyah deri çanta yere düşüp açıldı
ve içindeki cerrahi aletleri yere saçıldı. Zeiger eğildi, tüm aletleri top­
layıp yeniden çantaya koydu ve Koca Kafa’nın ofisine doğru yürüdü.
Christmas endişeyle Joey’ye baktı. Delikanlı başım önüne eğmiş,
sinirli bir şekilde parmaklarıyla oynuyordu.
Christmas elindeki sustalı bıçağı Joey’ye uzattı.
“AL”
Joey bıçağa baktı, acı acı gülümsedi ve arkadaşının yüzüne bak­
madan silahı aldı.
Alçak sesle, “Üzgünüm, Diamond,” diye mırıldandı.
Christmas ses çıkarmadı. Birkaç dakika sonra Zeiger’ı getiren
adamın salondan çıkıp karşıki dükkâna girdiğini gördü. Elinde kalın
bir çadır beziyle geri dönüp yeniden ofise girdi. Christmas yavaşça
kalkıp odaya doğru gitmek istedi. Ancak Joey kolundan tutup ona
engel olmaya çalıştı. Christmas kendisine dokunulmasından hoşlan­
mıyordu. Kolunu hızla geri çekti ve kapıya yaklaştı. Joey de peşinden
geldi. Kapalı kapının önüne geldiklerinde Koca Kafa odadan çıkıyordu.
Durup ikisine baktı.
“Köstebek ve Buggsy şu andan itibaren ölü...” dedi. “Onlarla bizzat
ilgileneceğim.”
Christmas hafifçe uzanıp odadan içeri baktı. Chick az önce alman
çadır bezinin üzerinde yatıyor ve ağlamaya devam ediyordu. Koca Kafa
elini pantolonunun cebine soktu ve bir tomar para çıkardı. İçinden
yüz dolar alıp Joey’ye uzattı.
“Bunları Chick’in annesine ver. Çocuk topal kalacak. Buggsy onu
tam dizinden vurmuş.”
Sonra tomarın içinden iki tane elli dolar aldı. Birini Christmas’a
diğerini Joey’ye verdi.

212
Luca Di Fulvio

“Bunlar da sizin, çocuklar.”


Bu arada Zeiger odadan çıktı.
Koca Kafa’ya bakarak, “Bana vereceğin bir şey var mı?” diye geveledi.
Koca Kafa adamın yüzüne bile bakmadan, “Defol git, belam başka
yerde ara,” dedi.
“Meteliksizim...”
“Defol dedim!”
Zeiger, sallana sallana yürüyerek salondan çıkarken Koca Kafa,
tükürük hokkasının yanındaki koltukta oturan yaşlı adama doğru
parmağını sallayarak bağırdı.
“Allah’ın cezası! Yerdeki kanı temizlemek için daha ne bekliyorsun?”
İhtiyar adam yerinden fırladı, depoya girdi ve elinde kova, paspas ve
bir bez parçasıyla depodan çıktı. Sonra ayaklarını sürüyerek ofise girdi.
Chick birilerinin kolunda ofisten çıkarılmış ve bir sandalyeye otur­
tulmuştu. Gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş, kıpkırmızı göz
kapakları şişmişti. Pantolonun bir paçası dizinin üzerinden kesilmişti
ve tam dizinde kalın bir sargı vardı. Ayakkabıları kan içindeydi. Koca
Kafa, Joey ve Christmas’a dönüp, “Ya siz?” diye bağırdı. “Hâlâ ne du­
ruyorsunuz? İyi geceler öpücüğü mü istiyorsunuz?”
Joey, Christmas’ın koluna girdi ve onu adeta sürükleyerek salon­
dan dışarı çıkardı.
Sokağa çıkar çıkmaz, “Koca Kafa o iki sıçanın icabına bakana
kadar ben ortalıktan kaybolmalıyım,” dedi. “Bakarsın sizin o taraflara
doğru bir tatile çıkarım.”
Christmas, başını salladı. Hâlâ dalgındı; Chick aklından çıkmıyordu.
Seke seke yürümekten hoşlanan Chick. Sadece ayaklarının çıkardığı
sesler geliyordu kulağına.
Joey elindeki banknotu kıvırıp rulo yaptı ve gülmeye çalışarak,
“Aptal Abe bu kadar para için en az altı ay çalışıyor,” dedi.
“Öyle...” dedi Christmas. Joey’yi dinlemiyordu. Sadece eve gitmek
istiyordu. Kendisi yaşıyordu ama Chick topal kalmıştı. Onun yüzünden.
Joey elindeki parayla oynayıp duruyordu. Sonunda, “Görüşürüz,
dostum,” dedi.
“Görüşürüz, Joey.”

213
Rüya Dağıtan Çocuk

Eve geldiğinde odanın her zamanki gibi karanlık olmadığını gördü.


Cetta hiç kımıldamadan salondaki divanda oturuyordu.
“İşe gitmedin mi?” diye sordu Christmas şaşkınlıkla.
Cetta sadece, “Hayır,” dedi. Onu beklediğini ve Sal’e bu gece işe
gitmemek için nasıl yalvardığını söylemedi. Bu gece çalışmayacaktı
çünkü oğlunun ona ihtiyacı olduğunu hissetmişti. Christmas bir şey
demeden ayakta kalakaldı. Tüm gün boyunca içinde kabarıp duran
öfkesi hâlâ yatışmamıştı. Chick’i düşünmeden edemiyordu. Chick...
Ruth... Bili... Ve hayat.
Cetta yanını işaret ederek oğluna, “Gel, otur,” dedi.
Christmas önce tereddüt etti. Sonra gidip annesinin yanına oturdu.
İkisi de gergin ve sessiz, bir süre oturdular. Başlan önlerinde, gözleri
boşlukta bir yere dikili.
Yavaş yavaş Christmas’m içindeki öfke yerini korkuya bırakmaya
başladı.
Dakikalar sonra alçak sesle, “Anne...” dedi.
“Efendim?”
“Büyüyünce... Büyürken her şey bu kadar kirli mi görünüyor?”
Cetta cevap vermedi. Boşluğa bakıyordu. Öyle sorular vardı ki
onlara cevap vermek gereksizdi. Çünkü cevabı da en az soru kadar
ürkütücü olabilirdi.
Uzanıp oğluna sarıldı, başını göğsüne bastırdı ve on beş yaşındaki
bebeğinin saçlarını sevgiyle okşamaya başladı. Christmas önce geri
çekilmeye çalıştı ama sonra kendini annesinin kollarına bıraktı. Çünkü
bunların, bitmek üzere olan çocukluğunun son okşamaları olduğunu
anlamıştı. Çünkü söylenecek hiçbir şey yoktu.

214
24

Manhattan , 2923

Andrew yataktan kalkıp giyinmeye başlarken Cetta yataktan çıkmadan


onu izliyordu.
“Paterson’daki grev ne dürümda?”
Andrew sadece, “Aynı,” dedi.
Cetta zorla gülümsemeye çalışarak, “Ne demek bu?” diye ısrar etti.
“Aynı demek.”
Andrew, Cetta’ya dönüp bakmadan yatağın ucuna oturdu ve ayak­
kabılarını bağlamaya başladı.
Cetta bir bacağını uzatıp ayağıyla Andrew’un sırtını okşadı.
“İstediğinizi elde edebilecek misiniz?”
Andrew ayağa kalktı. Komodinin üstündeki saatini alıp yelek cebine
attı ve yeleğinin düğmelerini iliklemeye başladı.
“Gitmem gerekiyor, aşkım. Hiç vaktim yok, kusura bakma.”
Andrew ona her zaman “aşkım” diye hitap ediyordu. Cetta onun
ceketini giymesini ve mendiliyle yuvarlak camlı gözlüklerini silmesini
izledi. Andrew ona her zaman “aşkım” diyordu ama hiçbir zaman ona
ayıracak zaman bulamıyordu. Sadece seksten sonra değil, pazar günü
Cetta’nm evine gelip Christmas ile tanıştığı zaman da fazla vakti yoktu.
Bir daha asla Delancey Caddesi’ndeki İtalyan restoranına gitmemiş,
mum ışığında yemek yememişlerdi. Sadece bu küçük oda vardı; South
Seaport’daki, perşembeleri bazen de sah günleri sendika işlerinden
çalınan molaların verildiği hep aynı oda.

215
Rüya Dağıtan Çocuk

Andrew dönüp Cetta’ya baktı.


“Aşkım, kızma...”
Evet, “aşkım” Andrew’un kolaylıkla kullandığı bir kelimeydi. Oysa
Sal ona bu kelimeyi bir kez olsun kullanmamıştı. Ama her pazar, Tonia
ve Vito Fraina’nın bodrum katma gelmeyi ihmal etmez, o kirli elle­
rinde mutlaka bir şeyler taşırdı; bazen bir şişe şarap, bazen domuz
pastırması. Divana uzanır, Cetta’nın yemek yapmasını izlerdi.
Andrew yatağa doğru eğildi ve Cetta’nm dudaklarına bir öpücük
kondurdu.
Cetta onun kendisini her zaman dudaklarından öptüğünü düşündü;
odaya girdiği zaman, sevişirlerken ve veda ederken. Ayrıca odadan
çıkarken Cetta’nm biraz beklemesini söylemeyi asla ihmal etmiyordu.
Ne de olsa evli bir adamdı ve birlikte görülmeleri hiç hoş olmazdı.
“Odadan çıkmadan önce on dakika bekle.”
“Biliyorum.”
“Neyin var?” diye sordu Andrew.
Cetta buz gibi bakışlarını Andrew’a dikip, “Beş dolara çalışırken
daha zevkliydi, aşkım. İşte olan bu,” dedi.
Andrew içini çekti. Kapıya baktı. Sonra yeniden içini çekti ve gi­
dip yatağa oturdu. Elini Cetta’nın çıplak bedeninde dolaştırdı. “Çok
güzelsin,” dedi.
Cetta cevap vermedi.
Andrew yatağa uzandı. Cetta’nın sırtım öptü ve sonra daha aşağı,
kalçalarına kadar indi. Cetta uzanıp Andrew’un sarı saçlarını yakaladı
ve bacaklarını açıp genç adamın başmı bacak arasına doğru çekti.
“Tadıma bak.”
“Ne?”
“Yala beni.”
Cetta’mn bakışları hâlâ buz gibiydi ve içinde itiraf etmek istemediği,
pişmanlık gibi şiddetli ve rahatsız edici bir duygu, geçmişten kalma
bir acı hissetmeye başlamıştı.
Andrew şaşkın gözlerle ona bakıyordu.
“Gerçekten gitmem lazım,” dedi. “Arkadaşlar beni sendikada bek­
liyorlar.”

216
Luca Di Fulvio

“Onlara bir fahişenin yanından geldiğini anlatıyor musun?”


“Aşkım, neler diyorsun?”
Cetta bacaklarını iyice ayırdı.
“Onlara bir fahişeye neler yapılabileceğini anlatmıyor musun?”
“Hayır!”
“Şeninkini ağzıma aldığımda neler hissettiğini söylemiyor musun?”
“Cetta... Sana neler oluyor böyle?”
“Söyle, sikin ağzımdayken zevk almıyor musun?”
“Evet, aşkım... Evet, tabii ki...”
“O zaman sen de benimkini yala. Bir fahişe olabileceğini göster
bana.”
Andrew ayağa fırladı.
“Gitmeliyim. Yönetmem gereken bir grev var!”
“Karınla mı?”
“Hayır, arkadaşlarımla. Anlamıyor musun? Bu benim hayatım!”
Andrew uzanıp çarşafı çekti ve Cetta’nın üzerine örttü. “Bu benim
hayatım...”
Sonra döndü ve kapıya doğru gitti. Kapının tokmağını tuttu ve
Cetta’ya bakmadan bir süre öylece kaldı.
Cetta, “Senin için sadece bir fahişe değilsem eğer, hayatını benimle
paylaş!” diye bağırdı.
Andrew şaşırmıştı. Dönüp Cetta’ya baktı.
Cetta, Dürüst gözleri vardı, diye düşündü. Sesini yumuşatarak,
“Bana söz vermiştin,” dedi. “Beni gerçek bir Amerikalı yapacaktın.”
Andrew gülümsedi. “Çocuk gibisin,” dedi şefkatle. Yatağın yanma
döndü. Cetta’ya sımsıkı sarıldı, ellerini genç kadının simsiyah saçlarında
gezdirdi. Yüzünü ellerinin arasına alıp, “Küçük bir kız gibisin,” dedi.
“Sana bir sürpriz yapmak istiyordum. Ama küçük kızları şaşırtmak
hiç kolay değil. On gün içinde seni Madison Square Garden’a götüre­
ceğim. Biraz para toplamak ve kamuoyunu harekete geçirmek için bir
gösteri hazırlıyoruz. Seni tiyatroya götüreceğim.” Sonra Çetta’yı öptü.
Cetta kendini sevdiği adamın kollarına bıraktı. Dudakları birbirinden
ayrıldığında Andrew’un gözlük camları buğulanmıştı.

217
Rüya Dağıtan Çocuk

Cetta güldü, gözlüklerini Andrew’un gözlerinden alıp üstünde hâlâ


ikisinin kokusu olan çarşafla temizledi. “Tiyatro mu?” diye sordu sonra.
Andrew güldü. “7 Haziran,” dedi. “Cumartesi akşamı, saat sekiz
buçukta.”
Cetta, “Saat sekiz buçukta, Madison Square Garden’da,” diyerek
gülümsedi ve genç adama sımsıkı sarıldı.
Andrevv da güldü ve Cetta’nm kollarım boynundan çözüp, “Artık
gerçekten gitmeliyim,” dedi. “Beni bekliyorlar.” Odanın kapısını aç­
madan önce, “Belki sah günü bir yolunu bulur, yanına kaçarım,” dedi.
“Olmazsa perşembe,” dedi Cetta.
“Çıkmadan önce on dakika bekle.”
Andrevv kapıyı açıp çıktı. Cetta içinde yine o itiraf etmek istemediği
şiddetli duyguyu hissetti, ancak bu kez yüreği de yanıyordu. O geçmiş­
ten gelip içini yakan duygudan kaçmak için, “Tiyatroya gidiyorum,”
dedi kendi kendine.

Her zaman görüştükleri odadaki sallanan sandalyede, hafifçe öne eğil­


miş oturan Sal, “Yerimi değiştirdiler,” dedi. “Tamirhaneyi kapatıyorlar,
artık arabalarla uğraşmayacağım. Marangozhaneye verildim.”
Başını kaldırıp karşısında oturan Cetta’ya baktı.
“Orada insanın ellerini kirletmesi neredeyse imkânsız. Her yerine
kıymık batıyor, o kadar.”
Sonra başını önüne eğdi ve sessizce tırnağının arasındaki kıymığı
çıkarmaya çalıştı.
Cetta, Sal’in elini tuttu. “Dur, ben bakayım,” dedi.
Sal’in parmaklarına dikkatle baktı. Sonra yerinden kalktı. Demir
parmaklıkla korunan kirli pencerenin önüne gitti.
“Şöyle, ışığa gel.”
Sal yerinden kalktı ve Cetta’nm yanma geldi.
Cetta genç adamın elini tuttu, dikkatle inceledi. “İşte buldum,” dedi.
Tırnaklarıyla Sal’in parmağındaki kıymığı çıkarmaya uğraştı.
Sal, odanın kirli camından dışarı, Blackwell Adası’nın ardında,
geometrik biçimli dev birer hayalet gibi görünen binalara bakıyordu.

218
Luca Di Fulvio

“Yapamıyorum, olmuyor.”
Cetta kıymığı tırnaklarıyla çıkaramayınca Sal’in parmağını ağzına
götürüp kıymığın olduğu yeri yavaş yavaş ısırmaya başladı.
“Canını acıtıyor muyum?”
Sal cevap vermeden Cetta’ya baktı. Yüzü solgundu. Gözlerinde
yenik bir ifade vardı.
Cetta yeniden Sal’in parmağıyla ilgilenmeye başladı. “Hah, işte
yakaladım,” dedi.
Sal, Cetta’ya teşekkür etti ve yeniden pencerenin ötesindeki dev
gölgelere bakmaya başladı.
Cetta gidip Sal’in göğsüne sokuldu. “Zayıflamışsın,” dedi ona.
Sal kımıldamadan durmaya devam etti.
“Sal, sarıl bana.”
Sal ne kımıldadı ne de cevap verdi.
“Sal, ne oldu?”
Cetta aniden gerginleşti. Sırtından aşağı inen buz gibi bir titreme
hissetti.
“Ne oldu? Ne değişti?” diye sordu.
Sal uzaklaştı. Yerine gidip otururken, “New York ile konuşuyo­
rum,” dedi.
Cetta ona dikkatle baktı. Hayır, Sal New York ile konuşmuyordu.
Bu gözlerinden okunuyordu. Zayıf, yenilmişliği kabul eden gözlerin­
den. Sal’in gözleri, o sırtından vurulan adamın korkuyla bakan gözleri
değildi artık; her şeyi bilen ancak kadınım elinde tutm ak için bir şey
yapamayan bir adamın gözleriydi, çünkü artık o bir erkek değil, bir
mahkûmdu.
Cetta geçip Sal’in karşısına oturdu.
“Bir sürü yeni gökdelen yapmaya başladılar.”
“Güzel...”
Bir süre daha konuşmadan oturdular.
“Kızların sana selamı var... Madam’m da.”
Sal cevap vermedi.
“Herkes seni özlüyor.”

219
Rüya Dağıtan Çocuk

Sal yine susarak Cetta’ya baktı.


Cetta, Sal’in ellerini kendi ellerinin arasına aldı.
“Ben de çok özlüyorum.”
“Evet...”
Sonra yine sessizlik...
Cetta bir süre sonra, “Sal...” diye konuşmaya başladı.
Ama Sal ayağa fırladı. Cetta’ya sırtını dönüp, “Artık gitmem gerekiyor,”
dedi. Arkasında bir nöbetçinin beklediği kapıya vurarak, “Aç!” dedi.
“Sal... Lütfen.”
“Akşama kadar hapishane müdürünün çalışma masasına vernik
atmayı bitirmeliyim...”
Sal hâlâ Cetta’ya bakmadan konuşuyordu.
Cetta, kapının arkasından anahtar sesleri geldiğini duydu. Az sonra
da kapı açıldı.
Eve dönerken midesine bıçaklar saplamyormuş gibi hissetti. Yine
o aynı acı, bir pişmanlık gibi... Suçluluk ile özlem arasında asılı kalmış
o yakıcı duygu... Birden kendisini kirlenmiş hissetti. Gözlerine dolan
yaşlara engel olamıyordu artık.
Günlerden perşembeydi. Birazdan South Seaport’daki pansiyonun
ikinci katındaki o küçük odada Andrew ile buluşacak, onu arzuyla içine
alacaktı. Sonra Andrew gitmeden önce ona bir tiyatro bileti bırakacaktı.

7 Haziran 1913, cumartesi günü Cetta, saat tam sekiz buçukta Madison
Square Garden’m girişindeydi. Gördüğü ilk şey, seyircilerin yığıldığı
bilet gişesinin üstünde asılı olan afişti. Her şey simsiyahtı ve bu si­
yahlığın en üst kısmında genç bir işçi görünüyordu. Yüzü, ne yaptığını
bilen birinin ifadesiyle ileri bakıyordu. Sağ kolunu havaya kaldırmış,
elini yumruk yapmıştı. Sol kolunu ise, bel hizasında arkasına doğru
uzatmıştı. Genç işçinin başının arkasında IWW10harfleri görünüyordu.
Altında kocaman harflerle “Paterson Grevi Kutlama Töreni” ve hemen

10 Industrial Workers of the World (Dünya Sanayi İşçileri). 1905’te kurulmuş olan bir
uluslararası işçi sendikası, (yay. n.)

220
Luca Di Fulvio

altında da daha küçük harflerle, “İşçiler tarafından sahnelenmiştir”


yazıyordu.
Cetta kalabalığı yararak ilerledi ve elinde sıkı sıkı tuttuğu biletle
girişe geldi. İç taraftaki bir tabelada bilet fiyatları yazıyordu. Loca:
20 ve ıo dolar. Koltuklar: 2 , 1,5 ve 1 dolar; 50 , 25 ve 10 sent. Cetta
biletine baktı: 1 dolar.
Sonra etrafına bakındı, gözleri Andrew’u arıyordu. Genç adam
ona bileti verirken, “Seninle oturamam, aşkım,” demişti. “Yönetimle
kalmam lazım. Anlıyorsun, değil mi?”
Ama Cetta bir an bile olsa onu görmek istiyordu. Elbette boynuna
sarılıp onu öpemezdi ama elini sıkabilirdi. O, hayatı boyunca onu ye­
meğe çıkaran ilk ve tek adamdı. Şimdi de tiyatroya davet etmişti. Silk
City’nin tüm halkıyla ilgilenen önemli ve iyi bir adamdı. Bu yüzden
Cetta’ya fazla zaman ayıramaması çok doğaldı. Cetta bir yandan bun­
ları düşünüyor bir yandan da kalabalığın arasında Andrew’u bulmaya
çalışıyordu.
Kapıda, kolunda kırmızı bant olan bir adam duruyordu. Cetta onun
da sendikadan biri olduğunu düşünerek, “Sendika liderleri nerede?”
diye sordu.
“Bizden biri misin?”
Cetta gururla, “Elbette,” dedi. Bir an kendini oradaki herkese ya­
bancı hissetmişti.
“Affedersin...” dedi adam. “Çünkü... Kadınlarımız pek bu şekilde
giyinmezler.”
Cetta kıpkırmızı oldu. Üzerindeki sarı çiçekli, derin göğüs dekolteli
yeşil elbiseye baktı. Gülümsemeye çalışarak, “Ah, evet... Aslında ben
de böyle giyinmem... Genelde,” dedi.
“Kimi arıyorsun? John, Bili, Carlo veya Elizabeth mi?”
“Kim?”
“Reed, Haywood, Tresca ya da Elizabeth Flynn. Bunlardan birini
mi arıyorsun?”
“Hayır, ben Andrew Perth’e bakmıştım.”
Adam biraz düşündü. Sonra yanındaki arkadaşının omzunu dürttü.
“Andrew Perth diye birini tanıyor musun?”

221
Rüya Dağıtan Çocuk

Adam hayır anlamında başını salladı.


Bu kez az ötede duran ve yine kendisi gibi kolunda kırmızı bant
olan gence seslendi:
“Hey, Andrew Perth, kim? Biliyor musun?”
“Andrew Perth mü? South Seaport bölgesinden biri mi?”
“Bilmiyorum. Yanımdaki yoldaş onu soruyor.”
“İçeride olmalı. South Seaport grubu üçüncü locada.”
Cetta, “Üçüncü loca,” diye tekrarladı. “Anladım. Teşekkür ederim.”
İlk konuştuğu adam kolunu tuttu.
“Bekle, yoldaş. Biletin var mı?”
Cetta biletini gösterdi.
“Bir dolarlık koltuklardan,” dedi adam. Sonra Cetta’ya baktı. “El­
bisene harcadığın parayı bir kenara koyabilir ve böylece bize daha çok
bağış yapabilirdin,” dedi. Sonra Cetta’nm koluna da bir kırmızı bant
bağlayıp başka bir giriş kapısını işaret etti.
“Buradan gir.”
Cetta başıyla adama teşekkür etti ve gösterdiği girişe doğru yü­
rüdü. Adamın isimlerini saydığı kişilerin kim oldukları konusunda
en ufak bir fikri yoktu ancak Andrew’un sendika liderlerinden biri
olmadığı ortadaydı.
Tiyatroya adım atar atmaz nefesinin kesildiğini hissetti. Mekân
o kadar büyüktü ki ona uçsuz bucaksız göründü. Başka tiyatro bi­
nalarının bu kadar büyük olup olmadığını bilmiyordu ama burası
muazzam bir yerdi. Girişlere, bilet tiplerine göre yerleri gösteren ta­
belalar konmuştu. Bir dolarlık koltuklar hemen hemen salonun en dip
tarafındaydı. O tarafa doğru yürürken gözü hâlâ Andrew’u arıyordu.
Derken onu gördü. Yirmi dolarlık localardan birinin parmaklıklarına
dayanmış, el kol hareketleri yaparak bağırıyor, alkışlıyordu. Yanında
erkek gibi giyinmiş bir kadın duruyordu. O da tıpkı Andrew gibi yu­
varlak çerçeveli bir gözlük takmıştı. Cetta, Muhtemelen ayağında da
pantolon vardır, diye düşündü. Başına saçlarını tamamen saklayan
bir şapka takmıştı. Ama Cetta, kadının saçlarının sarı, ince telli ve düz
kesilmiş olduğunu biliyordu. Neredeyse şeffaf denecek kadar açık bir
tene sahipti ve Andrew’a hayranlıkla gülümseyerek bakıyordu. Hemen

222
Luca Di Fulvio

arkalarında işçi tulumları giymiş dört adamla iki erkek duruyordu.


Andrew da onlar gibi giyinmişti.
Cetta, Aşağı Doğu Yakası sokaklarındaki bir seyyar satıcıdan özel
olarak bu gece için üç dolar seksen sente aldığı sarı çiçekli yeşil elbi­
sesine utanarak baktı.
Başını yeniden kaldırıp Andrew’a bakınca onun gülerek karısına
sarılıp öptüğünü gördü. Hemen kalkıp gitmek istedi ama onu tutan
bir şey vardı.
O sırada yanında birinin onunla konuştuğunu fark etti.
“Yanındaki yer boş mu, güzelim?”
Cetta başmı çevirip baktı. Genç bir işçi göğüs dekoltesine bakıyordu.
Cetta, “Elini uzatırsan o aletini keser, sana yuttururum,” deyip yeniden
Andrevv ve karısına bakmaya devam etti. Tıpatıp aynıydılar. İkisi de
gerçek birer Amerikalıydı. Kendisini bir kez daha dışlanmış hissetti.
Sonra ışıklar iyice kısıldı ve gösteri başladı. Cetta işçilerle polis
arasındaki bir çatışmayı anlatan hikâyeyi zor takip ediyordu. İçinde
büyüyen bir sıkıntı vardı. Bu, Andrew ve karısını ilk gördüğünde his­
settiği öfke değildi, daha hassas bir şeydi. Henüz kabul etmek iste­
mediği bir şey.
Bu sırada sahnenin ön kısmı hafifçe yükseldi ve tüm seyirciler,
sahnedeki aktörlerle birlikte, Cetta’nm anlayamadığı garip bir dilde
şarkı söylemeye başladılar. Cetta da ayağa kalktı, amacı Andrew’u
görebilmekti.
Cetta’nm yanında oturan işçi, gözlerini genç kadının göğüslerinden
ayıramıyordu.
“La M arseillaise’i bilmiyor musun?” diye sordu.
Cetta, karısına sarılmış halde marş okuyan Andrew’a bakmaya
devam ederek, “Siktir git,” dedi.
Sonra ikinci perde başladı. Polisle yapılan çatışmalar sırasında
bir sütunun arkasında olayları izleyen ve kaza eseri vurulan zavallı
Valentino Modestino anlatılıyordu. Cetta, Olan hep İtalyanlara olur
zaten, dîye düşündü. Bir yandan da Andrew’a bakmaya devam ediyordu.
Üçüncü perdede, grevcilerin kırmızı bayraklarıyla sarılmış tabut cenaze
marşı eşliğinde gömülüyordu. 'Rpkı bir kahraman gibi. Cetta öfkeyle,

223
Rüya Dağıtan Çocuk

O, sizden biri değildi. O sizin umurunuzda bile değil, diye düşündü,


Sonra Andrew’a baktı ve alçak sesle, “Senden kendisini eğitmeni bilî
istememişti,” dedi.
Cetta, bu düşünceler içinde bir sonraki perdeyi izleyemedi. Gözünii
kırpmadan Andrew ve eşine bakıyordu. Ben sizler gibi değilim, diye
düşündü. Tüm salon “Enternasyonal” ile çınlarken Cetta yanındaki
işçinin hâlâ gözlerini onun göğüslerinden ayırmadığını fark etti.
Hayır, ben sizler gibi değilim. Ben yanlış bir elbise seçmiş fahi-
şenin tekiyim.
O sırada Andrew Cetta’yı fark etti. Bakışları karşılaştı, sadece bil
an için. Andrew utanarak bakışlarını Cetta’dan kaçırdı. Andrew’un eşi
de Cetta’yı fark etmişti.
Gösteri bitince kalabalık sokağı doldurmaya başladı.
Cetta, Andrew’un insanlarla heyecanlı bir şekilde konuştuğunu
gördü. Karısı hemen birkaç adım ötesinde broşür dağıtıyordu. Cetta
kadının onu izlediğin fark etti. Sonra kadın, Cetta’nm yanma geldi. Şimdi
aralarında bir adım mesafe bile yoktu ve yüz yüzeydiler. Andrew’un
eşi apaçık belli olan bir küçümsemeyle Cetta’nın elbisesini inceliyordu.
Cetta, “Bana bir maskeli baloya geleceğimizi söylememişti,” dedi.
Andrew’un karısı başındaki şapkayı çıkardı ve saçlarını salladı.
Cetta’mn düşündüğü gibi, kadının saçları sarı, ince telli ve düz kesil­
mişti. Gözleri -ta m bir Amerikalı gibi- açık maviydi.
Tıpkı Andreıv’un gözleri gibi, diye düşündü Cetta.
Kadın dudaklarında alaycı bir gülümsemeyle, “Sana hiç değilse
vicdan sahibi olmayı öğretti mi?” diye sordu.
Cetta kapkara gözleri ve ensesinde topladığı kıvırcık saçlarıyla,
“Ya sana sevişmeyi öğretti mi?” diye cevap verdi.
Kadın, beyninden vurulmuşa dönmüştü. Yaralı bakışlarını bir an
için yere indirdi. O sırada Cetta, Andrew’un onlara doğru baktığını
gördü. Yüzü bembeyaz olmuştu ve gözlerindeki endişe, biçarelik ve
zayıflık Cetta’mn durduğu yerden bile fark ediliyordu.
Sendikacı kadına doğru eğildi ve alçak sesle, “Artık tamamen
senin,” dedi. “Bana öğretebildiği tek şey bir fahişeden başka bir şey

224
Luca Di Fulvio

olmadığım... Ama ben zaten bunu çoktandır biliyordum,” dedi. Sonra


da Silk City grevcilerinin arasına dalarak gözden kayboldu.
Eve gitmeden önce bir moda dergisi aldı. Sonra içini dağlayan
kızgınlık ve aşağılanma duygusuyla eve koştu. Bodrum katma inmeden
ikinci kata çıktı ve Bayan Sciacca’nm kapısını var gücüyle yumrukla­
maya başladı. Şişman kadın uykulu gözlerle kapıyı açtı. Geceliğinin
üzerine uzun bir yün hırka giymişti.
“Saatten haberin var mı?”
Cetta, sesindeki anlamsız telaşla, “Christmas’ı görmem lazım,” dedi.
“Uyuyor...”
“Önemli bir şey söylemem gerekiyor, hemen uyandırın.”
Cetta hiddetle Bayan Sciacca’yı itip içeri girdi. Christmas’ın uyu­
duğu yatağa yaklaştı ve uyanıp uyanmamasını umursamadan oğlunu
kollarına aldı. Christmas bir şeyler homurdandı. Sonra gözlerini açtı ve
annesini tanıdı. Henüz beş yaşındaydı. Sarı saçları alnına düşmüştü,
gözlerindeyse şaşkın bir ifade vardı.
Cetta, Christmas’ı salonun penceresine götürdü, camı açtı. Oğlunu
pencerenin kenarına oturttu ve önüne moda dergisini açtı.
Çocuk taş kesilmişti.
Dergideki erkek modellerden birini göstererek, “Bak,” dedi. “Bu,
bir Amerikalı.” Sonra çocuğun yanaklarından tutup başını sokağa çe­
virdi. Sokakta tezgâhını açmaya çalışan bir adamı işaret etti. “Şuna
bak! Bu adamsa hiçbir zaman bir Amerikalı olamayacak.” İçindeki
öfkeye engel olamadan derginin sayfalarım çevirmeye başladı. Sonra
dergideki bir aktrisin resmini işaret etti. “Bak, bu da Amerikalı.” Sonra
oğlunun başını yeniden sokağa çevirdi. Yere çömelmiş, çöpleri didik
didik karıştıran bir kadına bakması için zorladı. “Ve bu kadın asla bir
Amerikalı olamayacak.”
“Anne...”
“Dinle beni! Hayatım, dinle beni.” Oğlunun yüzünü zorla ellerinin
arasına aldı. “Ben asla bir Amerikalı olamayacağım. Ama sen olacaksın.
Tam bir Amerikalı olacaksın! Anladın mı?”
“Anne...”
Christmas mızmızlanmaya başladı.

225
Rüya Dağıtan Çocuk

Cetta öfkeyle, “Beni anladın mı?” diye bağırdı.


Christmas’m dudakları titremeye başladı.
“Sen Amerikalısın! Tekrarla!”
Christmas’ın bakışları şaşkındı. Belli ki kafası karışmıştı.
“Tekrarla!”
“Uykum var...”
“Tekrarla!”
Christmas annesinden kurtulmayı umarak, “Olacağım...” dedi.
“Ben Amerikalı olacağım...” Sonra ağlamaya başladı.
O zaman Cetta oğluna sımsıkı sarıldı. Sonunda öfkesi gözyaşlarına
dönüşmüştü. İçindeki aşağılanma duygusuyla hıçkırmaya başladı.
“Olacaksın, hayatım... Amerikalı olacaksın. Affet beni, affet tatlım...”
Cetta oğlunun saçlarını okşuyor, ona sıkı sıkı sarılıyor ve ağlıyordu.
Bir yandan oğlunun yanaklarındaki yaşları siliyor, diğer yandan iki­
sinin gözyaşları birbirine karışıyordu.
“Annen seni çok seviyor, güzel oğlum... Onun için tek önemli olan
sensin... Sadece sen... Küçük oğlum, güzel oğlum... Amerikalı oğlum.”
Yün hırkasına sımsıkı sarılmış Bayan Sciacca, eteklerine asılmış
çocuklarıyla kapıda durmuş, gözünü kırpmadan onlara bakıyordu.

226
25

Manhattan, 1923

Pep, Christmas’a Joey’yi işaret ederek, “Şu pisliğe söyle, dükkânımdan


çıksın!” dedi.
Lilliput, Pep’in dişi köpeği, dış kapının kenarında dayanmış du­
ran Joey’ye hiç durmadan havlıyordu. Onun yanında duran Santo’nun
yanakları alev alev yanıyordu. Sonunda topuklarının üzerinde dönüp
dışarı çıktı.
Elinde metal bir ilaç şişesi tutan Christmas, Joey’ye döndü. “Bizi
yalnız bırak,” dedi.
“Moruğun tekinden mi emir alıyorsun?” dedi Joey sırıtarak.
Pep olanca hırsıyla çocuğun üstüne atladı. İki eliyle Joey’in yakasına
yapıştı. Çocuğun bir anda ayakları yerden kesildi ve bir saniye içinde
kendisini kasap dükkânının dışında buldu. Dengesini kaybeden genç,
Santo’ya çarptı ve ikisi birlikte yere devrildiler. Lilliput var gücüyle
havlamaya devam ediyordu. Pep, “Kes sesini, Lilliput!” diye bağırdı.
Sonra arka kapıyı hızla çarparak kapadı. Duvardan birkaç parça alçı
döküldü. Adam sonra elini Christmas’m göğsüne dayayıp çocuğu du­
vara yasladı. Tehditkâr bir ses tonuyla, “Ne yaptığım sanıyorsun sen,
çocuk?” diye sordu.
Christmas gülmeye çalışarak, “Hey, sakin ol,” dedi. “Lilliput için
krem getirdim. Giderek iyileşiyor, değil mi?”
“Evet, iyileşiyor. Ama sen benim soruma cevap ver önce.”
“Verdim ya...”

227
Rüya Dağıtan Çocuk

Pep elini Christmas’m göğsünden çekti. “Krem falan umurumda


değil,” dedi.
Christmas üstünü başını düzeltti ve elindeki kutuyu kasaba uzattı.
“Borcun yok.”
“Ya, öyle mi? Hayrola? Birdenbire zengin mi oldun?”
Christmas omuz silkti.
“Belki de Lilliput’u seviyorum.”
Sonra elini kapının koluna götürdü ve açıyormuş gibi yaptı.
Pep yanma gelip Christmas’m elini şiddetle itti ve aralanan kapıyı
kapadı. Hayvan kanıyla kirlenmiş parmağını çocuğun yüzüne doğru
sallayarak, “Dinle beni, evlat,” dedi. “İyi dinle.”
O sırada Joey dışarıdan bağırdı.
“Hey, her şey yolunda mı, Diamond?”
Pep ve Christmas konuşmadan birbirlerine baktılar.
Christmas, “Yolunda!” diye bağırdı.
Pep, arkasında Joey’nin olduğu kapıyı işaret ederek, “Hiç hoşuma
gitmedi,” dedi.
Christmas meydan okuyan bir ifadeyle, “O benim arkadaşım, senin
değil,” diye cevap verdi.
“Dinle beni! Yeniden soruyorum, ne yapmaya çalışıyorsun?”
“Pep, sohbetine doyum olmuyor ama gerçekten gitmem gerek.”
Christmas şu an ne Pep’i ne de başka birini dinlemek istiyordu,
çünkü artık çocuk değildi. Büyümüş ve genç bir adam olmuştu.
“Christmas, karşılaştığımız ilk günü hatırlıyor musun?”
Christmas çenesini yukarı kaldırdı. Bakışlarından sıkıldığı belliydi.
Pep, “Diamond Dogs,” diyerek acı acı gülümsedi. “Gerçekten sana
inandığımı mı sandın? Bir çeten olmadığını çok iyi biliyordum. Nasıl
mı? Gözlerin... Gözlerin bana gerçeği söylüyordu.”
Christmas bir an için gözlerini yere indirdi ancak sonra hemen
toparlandı ve ellerini cebine sokup o kibirli havasına yeniden büründü.
“Neler saçmalıyorsun, Pep?”
“Bana sert adam numarası yapma. Üç kuruşluk bir serseri olmaya
başladın. Lilliput’u koruman için sana neden yarım dolar verdiğimi

228
Luca Di Fulvio

biliyor musun? Çünkü o an gözlerine baktım. Tabii ki Lilliput’u gerçek­


ten koruyacağını sanmıyordum. Ancak gözlerinde hoşuma giden bir
şeyler gördüm. Oysa şimdi seni tanıyamıyorum. Eğer seninle bugün
karşılaşmış olsaydım, az önce o serseriye yaptığım gibi seni de yaka
paça dışarı atardım.”
Pep başını sağa sola salladı ve babacan bir ifadeyle, “Benim uyuz
köpek seni görür görmez sevdi. Hayvanlara güvenmek lazım, değil mi?
İnanılmaz içgüdüleri vardır. Ama böyle devam edersen bir iki haftaya
sana da hırlamaya başlayacak, tıpkı o Ocean Hill itlerine yaptığı gibi.
Sen de silahsız zavallıların kanını emmek isteyen bir herif olursan
onun düşmanı olacaksın. Bak evlat, burası bir şehir değil, herkesin
söylediği gibi bir cangıl da değil. Burası bir kafes ve biz bu kafesin
içindeyiz. Delirmek işten bile değil. Bu artık senin oyunun değil, ciddi
bir iş. Ama hâlâ iyi biri olabilirsin. Eşkıya değil, dürüst bir adam olmak
için hâlâ zamanın var.”
Christmas, içindeki öfkeye zorla engel olarak, buz gibi donuk ba­
kışlarla adama bakıyordu.
“Sağ ol, Pep.” Sesinin tonundan bir şey anlamak mümkün değildi.
Kasap sesini çıkarmadan kısa bir süre Christmas’a baktı, sonra
acı bir gülümsemeyle dudaklarını büktü ve tezgâha döndü. Christmas
da yeniden kapıya yöneldi.
Pep, “Son bir şey daha,” dedi ve “Şu dışarıdaki sivilceli,” diyerek arka
tarafta, Joey ile birlikte duvara dayanmış duran Santo’yu işaret etti.
“Senin peşinden gelirse postu çabuk deldirir. Eğer birazcık insanlığın
kaldıysa ondan kurtulursun. Kendinle beraber onu da bataklığa çekme.”
“Rahip olmalıymışsın, Pep.”
Lilliput uzun uzun uludu. Sonra sahibinin bacaklarının arasına
girdi ve hırıltılar çıkarmaya başladı.
Pep, “Bir daha gözüme görünme,” dedi ve kapıyı Christmas’ın
yüzüne kapadı.
Christmas yüzüne kapananın, Aşağı Doğu Yakası’ndaki basit bir
kasap dükkânı kapısı olmadığının farkındaydı. Bir an içini bir korku
sardı. Ama hemen sonra bu duyguya kulak vermemeyi yeğledi. Şimdi
bir zırhı vardı ve zamanla bu zırh daha da kalınlaşacaktı. Arkadaş­
larına ıslık çaldı ve üçü birden caddeye doğru yürümeye başladılar.

229
Rüya Dağıtan Çocuk

Santo ona yetişip, “İki dolarımızı verdi mi?” diye sordu. Christmas
dönüp çocuğa baktı. Şu an kendi bakışlarının nasıl olduğunu bilmi­
yordu ancak Santo’nun bakışlarının değişmediğinden emindi. Elini
cebine soktu, iki dolar çıkardı ve havaya fırlattı.
“Tabii ki... Ne sanıyorsun?”
Santo, paralardan ancak bir tanesini yakalayabildi. Diğeri bir çamur
birikintisine düştü. Santo bir an bile tereddüt etmeden elini çamura
soktu, parayı aldı ve pantolonunda temizledi.
“Şimdi bunu üçe mi böleceğiz?”
“Hayır,” diye cevap verdi Christmas. “Hepsi senin.”
Santo’nun yüzüne bir gülümseme yayıldı.
“İki doların hepsi benim mi?”
“Nasıl olur?” diye itiraz edecek oldu Joey.
Christmas birden döndü ve sadece, “Hepsi onun,” dedi.
Joey bir an Christmas’a baktı. “Tamam,” dedi.
Joey, Chick’in topal kalmasına neden olan işten iki hafta sonra,
Koca Kafa’nın İtalyan arkadaşlarının işlettiği Wally’s Bar & Grill’in
üzerinde saklanacak bir delik buldu. Bir ay sonraysa Buggsy ve kös­
tebek tahtalı köyü boyladılar. Joey, Aşağı Doğu Yakası’nda kaldı ve
Diamond Dogs’un üçüncü üyesi oldu. Ortada doğru dürüst bir çete
olmadığını anlaması içinse sadece birkaç gün yetti. Ama Christmas’m
mahalledeki itibarını artırmak için bir planı vardı. Bir ay geçmeden üç
beş dümen çevirmiş ve bir miktar para toplamışlardı. Joey, Santo’yu
hesaba katmaması gerektiğini biliyordu. Ama Christmas da onsuz ya­
pamaz gibiydi. Joey’ye göreyse Christmas’ta tam bir çete lideri kumaşı
vardı. Çok uyanık biriydi. Hiçbir şey bilmese de çabuk öğreniyordu.

Yaz, ilkbahara fırsat vermeden gelmişti ve birkaç gündür hava çok


sıcaktı. Yollardaki asfalt adeta erimişti.
Christmas, “Hadi gidip bir yangın musluğunu açalım,” diye önerdi.
Joey, “Bedava duş” diyerek gülümsedi.
Santo’nun ise rengi attı. Christmas dönüp arkadaşına baktı; Santo’nun
korkusu her zamanki gibi yüzünden okunuyordu. Christmas çocuğun
sırtına şaka yollu bir yumruk atıp, “Sadece Joey ve ben,” dedi.

230
Luca Di Fulvio

“Neden?” dedi Santo bozularak.


“Çünkü senin Henry Caddesi’ndeki fırına kadar gitmeni istiyorum.”
“Fırına gitmek mi? Ne için?”
Christmas elini cebine attı ve biraz bozuk para çıkardı.
“Bir şey yapman gerekmiyor. Bir tane ekmek al ve annene götür.”
“Evet, ama...”
“Dediğimi yap, Santo. Kuralları biliyorsun: Şimdi anlamadıysan
sonra anlarsın.”
Joey güldü ve çocuğun kıçına bir şaplak attı. Santo kıpkırmızı oldu
ve başını önüne eğdi. Christmas bunu görünce onun yanına gitti ve
bir kolunu omzuna doladı.
“Santo, oraya gidip kendini göstermeni istiyorum. Hepsi bu.” Sonra
cebinden on dolar çıkardı. “Bir ekmek almanı ve parasım bu on do­
lardan ödemeni istiyorum. Seni tanıyorlar. Diamond Dogs’dan biri
olduğunu biliyorlar. Onlara her şeyin yolunda gittiğini ve her zaman
yeterli paramız olduğunu göster. Sonra eve, annenin yanma git.”
“Tamam, patron.”
Santo’nun keyfi yerine gelmişti. Banknotu cebine atıp metal pa­
raları Christmas’a uzattı.
“Bozuklukların.”
“Sağol, Santo. Sana borçlandım.”
Santo gülerek uzaklaşırken, “Biz Diamond Dogs değil miyiz?” di­
yerek göz kırptı.
Christmas, Santo’nun köşeyi dönüp gözden kaybolmasını bekledi
ve sonra parmağını Joey’nin göğsüne dayayıp, “Bir daha onun yüzüne
baka baka gülersen kafam kırarım,” dedi.
Joey ellerini havaya kaldırıp bir adım geri gitti.
Christmas bir süre ona baktı. Sonra, “Onu salmaya karar verdim,”
dedi.

Ruth günlüğünü açtı. Sakladığı dokuz kurumuş çiçeği özenle okşadı;


Christmas’m yaklaşık bir sene önce ona hediye ettiği ve tıpkı parmak­
ları gibi dokuz tane olan kurumuş çiçekleri.

231
Rüya Dağıtan Çocuk

Gittiği özel okulun bahçesinde, gülüşen ve birbirleriyle şakalaşan


arkadaşlarından ayrı bir yerde tek başına oturmuştu. Her an, okul
kapısının hemen ardında, büyükbabasının peşine taktığı o korkunç
adamlardan birini görmek mümkündü. Evden dışarı adımını atar atmaz
bu adamlardan bir veya birkaçı hemen peşine takılıyordu. Onunla mağa­
zalara girip çıkıyor, ta okulun merdivenlerine kadar geliyor ve okuldan
çıkmasını bekliyordu. Üst sınıflardan bir delikanlının ona yaklaşıp
şaka yapmaya çalıştığı bir gün, korumaların başı olan adam çocuğu
kolundan yakalayıp kenara fırlatmış ve Ruth’a dönüp, “Her şey yolunda
mı, Bayan Isaacson?” diye sormuştu. O günden sonra okulda Ruth’un
adı “Her şey yolunda mı, Bayan Isaacson?” olmuş ve Ruth eskisinden
daha yalnız kalmıştı. İyice somurtkan biri olup çıkmıştı. Yapılan tek
tük parti davetlerini de kendisi geri çeviriyordu. Ama arkadaşlarından
uzak durmasının başka bir nedeni daha vardı; artık on dört yaşındaydı
ve bedeninde kontrol edemediği bazı değişiklikler oluyordu. Göğüsleri
büyümeye ve gömleklerinin önünü şişirmeye başlamıştı. Önceleri göğüs
uçları, sanki devamlı sıkılıyormuş gibi canını yakmaya başlamıştı. Bu
ağrılar geçtikten sonra da göğüsleri önce iyice hassaslaşmış, sonra da
değişmeye başlamıştı. Şimdi Ruth onların büyüdüğünü görmekten
hem hoşlanıyor hem de -kadın olmanın onu iyice zayıf göstereceğini
düşünerek- hoşlanmıyordu. Ancak en kötü travmayı karnına bıçak
gibi bir sancının girdiği gün yaşadı. Sanki görünmez iki pençe, tırnak­
larını etine batırıyordu. Sonra bacaklarının arasından süzülen sıcak
ve kıpkırmızı kanı hissetti. Banyoda hareketsiz kalakalmıştı. Bir elini
ağzına bastırmış, gözlerine yaşlar dolmuştu. Kan. Bili ona acımasızca
tecavüz ettikten sofıra bacaklarının arasından süzülen o aynı kan.
İçindeyse o an hissettiği aynı ağrı. O günden sonra kadın doğası, ona
her ay Bill’i hatırlatacak bir hediye verecekti. Bundan böyle her ay,
kirletildiğini tekrar tekrar hatırlayacaktı.
Annesinin moda dergilerini karıştırırken yeni fla p p er modasını
keşfetmişti. Bu yeni modaya uyan kızlar saçlarını kısacık kestiriyor
ve daha erkeksi görünmek için göğüslerini sıkıca sarıyorlardı. Ruth o
an bir fla p p er olmaya karar verdi. Göğüslerini o kadar sıkı saracaktı
ki tıpkı bir erkek gibi dümdüz bir bedeni olacaktı. Ancak annesi o
simsiyah buklelerini kestirmesine kesinlikle izin vermedi. Ama Ruth

232
Luca Di Fulvio

göğüslerini sımsıkı sarmaya, onları gizlemeye başladı. Hiç kimse de


buna engel olamazdı, çünkü kimseden izin alması gerekmiyordu.
O sırada ilerideki çimlerde oturan bir grup öğrencinin gülüşme­
lerini duyunca başını o tarafa çevirdi. Hepsi bir ağaca doğru bakıp
gülüşüyordu, Ruth da onların baktığı yere baktı. Önce pek bir şey
anlamadı, sonra onları gördü. Cynthia Siegel ve Benny Dershowitz
öpüşüyorlardı, hem de dudak dudağa. Çoğu yaşıtı o yaşta öpüşmeye
başlamıştı. Ruth sürekli etrafta öpüşen birilerini görüyordu. En yakın
arkadaşı Judith Sifakis bile bir kez öpüşmüştü. Her ne kadar öpüş­
tüğü çocuğun ismini vermemeye özen gösterse de Ruth’a tüm detay­
ları anlatmıştı. Ruth, Cynthia ve Benny’ye bir süre daha bakıp başını
çevirdi. Önün yaşındaki tüm çocuklar öpüşmekten hoşlanıyordu ve
Ruth bunun farkındaydı. Hatta kendisi de bu yüzden Christmas ile
öpüşmek istiyor ve yine bu yüzden ondan nefret ediyordu. Çünkü
Ruth diğer kızlar gibi değildi, çünkü onun on değil, dokuz parmağı
vardı. Buna rağmen sürekli Christmas’ı düşünüyordu. Sadece onun
yanında kendini olabildiğince özgür hissediyordu. Ve işte tam da bu
nedenle son zamanlarda Christmas’tan kaçmaya çalışıyor, kendisini
ona güvenmemeye zorluyordu. Christmas büyük bir tehlikeydi. Ruth
artık kirletilmek istemiyordu. Oysa aşk kirliydi. Ruth, ilk öpücüğünü
aşkla değil, hiç hayal edemeyeceği bir zorbalıkla tatmış olsa da bunu
biliyordu. Aşkın kirli olduğunu dudaklarında ve bacaklarının arasında
hissediyordu. Christmas ile yan yana olduğu zaman teninin altında
binlerce karınca dolaşıyordu. İşte bu yüzden ondan nefret ediyordu.
Ancak o günlerde Christmas’ta kendisini rahatsız eden başka bir
şey daha vardı. Delikanlının o harika gözlerine, o masum ve dürüst
bakışlarına bir karanlık çökmüştü ve Ruth o gözlere baktıkça artık
Bill’in karanlığını daha sık hatırlamaya başlamıştı. Sanki o gözleri hiç
tanımıyordu. Ancak bu tanımadığı bakışlarda gördüğü gizem, zengin
okul arkadaşlarından daha erkeksi bulduğu bu ifade onu rahatsız et­
mekten ziyade içinde garip bir şeyler daha uyandırıyordu. Christmas’ı
deliler gibi öpme, onun kollarında kendinden geçme arzusu gibi. Tabii
ki bu isteği arttıkça Ruth da Christmas’a daha soğuk davranıyordu,
çünkü bu durumunu Christmas’m anlamaması gerekiyordu. O zaman

233
Rüya Dağıtan Çocuk

muhtemelen o da kendisini -tü m diğer erkeklerin gördüğü gibi- kir­


lenmiş görecekti.
“Hey! Uyuyor musun? Zil çaldı.”
Ruth arkasından gelen sesle irkildi ve günlüğünü aceleyle kapadı.
O esnada kuru çiçeklerden biri yere düştü.
Ona seslenen, okulun en yakışıklı çocuklarından biri olan Larry
Schenck idi. On altı yaşındaydı. Delikanlı eğilip yere düşen çiçeği aldı
ve Ruth’a uzattı.
“Demek ‘Her şey yolunda mı Bayan Isaacson’ın da bir kalbi varmış.
Kim bu şanslı?”
Ruth çocuğun uzattığı çiçeği elinde ufalayarak, “Hiç kimse,” dedi.

“Selam Greenie!” dedi Christmas, ihtiyar Saul Isaacson’ın fabrikasına


girerken. Gangsterin üzerinde yine yeşil takımı vardı.
“Ruth güvende mi?” diye sordu Christmas.
Greenie, ağzını bile açmadan delikanlıya yan yan baktı.
“Yakaladınız mı o sıçanı?”
. Greenie, küçük parmağının tırnağıyla dişini karıştırdı ve başını
iki yana salladı.
Christmas dudak büktü ve haber gönderip kendisini çağırtan ih­
tiyarın ofisine doğru yürüdü.
“Bir işin başında bulunmanın iki yolu vardır,” diyordu Saul Isaacson.
“Biri karanlıkta başlar; yani işin kalbi olan depoda. Malların istif edil­
diği, neyin ne işe yaradığının öğrenildiği ve kişinin piyasa konusundaki
sezgilerini gösterebileceği yerde. Diğeriyse tezgâhın arkasında başlar;
müşterilerle birebir ilişkilerin kurulduğu, bir bakışta onların isteklerini
anlamanın ve her türlü malı beğendirme sanatının öğrenildiği işin ön
yüzünde. Bu iki yönetici birbirlerinden tamamen farklıdır. Ama kısa
bir sürede birbirlerine benzemeyi öğrenmek zorundadırlar. Mesleğe
depocu olarak başlayan kişi müşteriyi tanımayı da öğrenmelidir; aksi
takdirde hayatını depoda geçirmek zorunda kalır. İşe tezgâhtarlıktan
başlayan kişiyse depo yönetimini öğrenmek zorundadır; aksi takdirde
o da hayatı boyunca satış elemanı olarak kalacaktır. Sen ne tip bir
yönetici olabileceğini bilebilir misin?”

234
Luca Di Fulvio

“Bunu neden bilmem gereksin ki?”


“Çünkü hayatta ne olacağım bilirsen, doğru seçimler yapabilirsin.”
“Hımm... Ben insanlarla konuşmayı iyi beceririm.”
“Evet, farkındayım. Öyleyse seni buraya neden çağırdığımı söyle­
yeyim; sana bir teklifim var. Perakende satış yapacak yeni bir mağaza
açıyorum. Satış elemanlarına ve depoculara ihtiyacım var. Genelde
en azından biraz deneyimi olan insanları seçiyorum ancak bu kez
bir istisna yapmaya karar verdim. Satış ekibinde olmak ister misin?
Kartlarını güzel oynarsan kısa sürede mağaza yöneticisi olabilirsin.”
Christmas bir süre cevap vermeden yaşlı adama baktı. Sonra, “Bunu
yapmanızı Ruth mu istedi?” diye sordu.
“Hayır.”
“Satış elemanı olmakla ilgilenmiyorum. Benim başka planlarım var.”
“Sana borçluyum. Şans, hayatta bir adım önde olmanı sağlayabilir.
Yetişkin biri olduğunda, karşına kaçırılmayacak fırsatlar çıkarabilir.”
“Ben de o fırsatı kullanacağım.”
“Nasıl?”
“Ruth’u kendi mağaza müdürlerinizden biriyle evlendirmeyi dü­
şünür müsünüz?”
“Hayır. Torunum için daha iyisini isterim.”
“Ben de öyle.”
“Aklından neler geçiyor, delikanlı?”
“Benim şansım Ruth, Bay Isaacson. Siz değilsiniz.”
“Ruth bir Yahudi, sense İtalyansın.”
“Ben Amerikalıyım.”
“Saçmalama.”
“Ben Amerikalıyım.”
“Her neyse, sonuçta Yahudi değilsin. Ruth ise bir Yahudi’yle ev­
lenecek.”
“Ruth bir Yahudiyi sevemez,” dedi Christmas öfkeyle.
“Seni mi sevecek?” diyerek zorla güldü yaşlı adam.

235
Rüya Dağıtan Çocuk

Bu çocuğun çok derin bakışları olduğunu hatırlıyordu. Fakat şimdi


bu bakışlarda kararlılık da vardı. Sanki bir anda çocukluktan çıkıp
adam oluvermişti.
“Şansın karşıma çıkardığı bir olasılık bu. Ve sizin de dediğiniz
gibi hiç kaçırılacak gibi değil.”
Saul Isaacson gözlerini Christmas’a dikip bastonunu kaldırarak,
“Bundan böyle Ruth ile görüşmeni yasaklıyorum,” dedi.
Christmas meydan okuyan gözlerle adama gülümsedi.
“Ama hâlâ bana borçlusunuz, değil mi? Teklif ettiğiniz iş için uy­
gun birini tanıyorum.”
“Kimseye hayır işi yapmıyorum.”
“Ruth’u bulduğumda yanımda bir arkadaşım daha vardı. Bence
onun kaderinin değişme zamanı geldi.”
Yaşlı Yahudi, Christmas’a baktı. Ne düşüneceğini bilemez gibiydi.
“Kim bu? Senin gibi gevezenin biri mi?”
“Hayır, efendim. Santo doğuştan depo memurudur.”
“Santo mu?”
“Santo Filesi. Okuma yazma da bilir. Dürüst çocuktur.”
Saul Isaacson başını sağa sola sallamaya başladı. “Pekâlâ. Ona yarın
sabah saat tam dokuzda fabrikada olmasını söyle, tabii işi istiyorsa.”
Sonra bastonunu Christmas’a doğrulttu. “Sen de Ruth’tan uzak dur.”
“Hayır, efendim. Greenie’ye beni öldüresiye dövmesini emredebi­
lirsiniz. Ama beni öldürmedikçe... Ruth’tan vazgeçmeyeceğim.”
Christmas sözleri biter bitmez dönüp ofisten çıktı. Odadan uzak­
laşırken ihtiyarın elindeki bastonu var gücüyle masaya vurduğunu
duydu. Üçüncü vuruşta bastonun kırılma sesi geldi kulağına.
Ertesi gün Santo yaşlı adama, Christmas tarafından hediye edil­
miş yepyeni bir baston takdim etti. Christmas, mahalledeki eskiciye
Diamond Dogs çetesi ile çalışan çok büyük bir patron için özel bir şey
aradığını söylemiş, eskici de ona -eşyalarının arasındaki en iyi parça
olan- sapı gümüş, yıllanmış siyah abanoz ağacından yapılmış ve ucu
yine gümüşle kaplanmış şık bir baston seçmişti.

236
Luca Di Fulvio

Santo o sabah tam dokuzda yaşlı adamın ofisine gitti ve bastonu


ona uzatırken, “Christmas gönderdi,” dedi. “Çok dayanıklı bir baston
olduğunu söyledi.”
Saul Isaacson çocuğun elinden bastonu kaptı ve sırtına indirecek
gibi havaya kaldırdı. Fakat sonra birden kahkahalarla gülmeye başladı
ve Santo’yu haftada yirmi yedi dolar, elli sent ücretle işe aldı.
Sonbaharın başlarında yaşlı adam hayata veda etti.

Aile doktoru Bay Goldsmith, Saul Isaacson’a daha düzenli bir hayat
sürmesini, öfke ve gerginlikten uzak durmasını, iş temposunu ya­
vaşlatmasını, yediklerine dikkat edip sigarayı bırakmasını defalarca
hatırlattığını söyledi. Ancak yaşlı adamın cevabı her zaman aynıydı.
“Sağlıklı ölmek için hastalıklı bir hayat yaşamak istemiyorum.”
Böylece tüm ülkedeki en gelişmiş tekstil fabrikalarından biri olan
Saul Isaacson Giyim’in kurucusu kalp krizinden ölmüş oldu.
Ruth, çok üşüyorum, dedi içinden.
Bir damla gözyaşı dökmedi. Sanki bedenindeki her şey bir anda
donmuştu. Sadece kesik parmağında şiddetli bir ağrı hissetmiş, ancak
bir süre sonra o da donmuştu. Ve havaların henüz ılık olmasına rağ­
men Ruth kalın yün kazaklar giymeye başlamış, kaşmir battaniyelerin
altından çıkmaz olmuştu. Ve tüm bunlara rağmen bir türlü üşümesi
geçmiyordu.
Büyükbabasının koltuğunda hareketsiz bir şekilde oturuyor, o
öfkeli ama ona karşı her zaman sevgi dolu olan ihtiyardan kalma bir
sıcaklık arıyordu. Tüm aynaların siyah kumaşlarla örtüldüğü salonda
çıt çıkmıyor, ara sıra babasının ezbere okuduğu dualar sırasındaki
mırıltıları duyuluyordu. Koca evde hiç kimse bir damla gözyaşı dök-
memişti. Ne geleneklere göre sakal bırakmaya başlayan babası ne de
annesi. Ama belki de annesi ağlamayı hiç bilmemişti.
Cenaze töreninin yapılacağı gün -bütün gazetelerde ilanlar yayın­
lanm ıştı- Isaacson’m tüm çalışanları mezarlığı tıka basa doldurmuştu.
Kadınlı erkekli yoksul işçiler, kollarına taktıkları siyah şeritlerle sessizce
bekleşiyorlardı. Erkeklerin çoğu başlarına kipa takmıştı. Hepsinin başı
önüne eğikti ve hiçbiri ağlamıyordu.

237
Rüya Dağıtan Çocuk

İlk sırada, Ruth’un ve ailesinin yanında şık giyimli kadınlar ve


erkekler dizilmişti; onların dünyasından olan insanlar, birlikte iş yap­
tıkları ve kimi zaman rakip oldukları hatırı sayılır kişiler.
Ruth hâlâ üşüyor ve hâlâ çok sevdiği bu adam için ağlayamıyordu.
Konuşmayı Ruth’un babası yaptı. Fakat Büyükbaba Saul’un nasıl biri
olduğundan söz etmedi. Onun Avrupa’ya gelişini, Saul Isaacson Giyim’i
kurma aşamasını ve işleri nasıl büyüttüğünü anlattı. Sonra terzi Asher
Mankiewicz konuştu ama sadece yaşlı Isaacson’m sert ancak dürüst
biri olduğunu söyledi. Hayatı boyunca ilgilendiği tek şeyin kıyafetler
ve moda olduğunu ekledi. Daha sonra tüm işçiler adına biri konuştu.
O da sadece Saul Isaacson’m iyi bir Yahudi olduğunu ve geleneklere her
zaman saygılı davrandığını söyledi. Isaacson’m rakipleri de konuştular.
Yaşlı Isaacson’ın daima meşaleyi taşıyan bir lider olduğunu, her yenilikte
ilk önce onun elini taşın altına soktuğunu ve her zaman en iyilerden
bile bir adım önde olduğunu belirttiler. Son olarak haham konuştu.
Yaşlı adamın her ayinde hiç aksatmadan sinagogdaki yerini aldığını,
Yahudi cemaati adına yaptığı bağışlarında çok cömert olduğunu, davet
edildiği hiçbir sünnet ve Bar Mitzva törenini kaçırmadığını ve bildiği
kadarıyla daima helal olan gıdalar yediğini anlattı.
Sonra tabut mezara indirilmeye başlandı.
Ruth onca kalabalığın arasında yapayalnız olduğunu hissetti.
O sırada hemen yanında, sadece ön sıradakilerin duyabileceği
yükseklikte bir ses duydu.
“Ve bastonunu Babe Ruth’tan11bile daha iyi kullanırdı.”
Ruth ve diğerleri dönüp sesin geldiği tarafa baktılar. Christmas
kafasında tığ ile örülmüş rengârenk bir kipa ile Ruth’un arkasında
duruyordu. Kipayı komik bir şekilde alnına doğru kaydırmıştı.
Ruth birdenbire ağlamaya başladı. Günler boyunca dışarı atmayı
beceremediği gözyaşları engel tanımayan bir nehir gibi, aniden çözül­
müş bir buz parçası gibi gözlerinden akıyor, ölümün ondan çaldığı
sıcaklığı adeta ona geri veriyordu. Dizlerinin artık bedenini taşımadı­

11 George Herman Ruth. Tüm zamanlann en önemli Amerikalı beyzbol oyuncularından;


(ç. n.)

238
Luca Di Fulvio

ğım hissettiğinde yere yığıldı. Bir yandan da o korkunç gözyaşı selini


durdurmak için elleriyle gözlerini silmeye çabalıyordu.
Christmas hemen kızın yanma geldi, yere diz çöktü ve bir kolunu
Ruth’un omuzlarına dolayıp kızın yere düşmesine engel oldu.
“Artık buradayım, Ruth. Hep yanında olacağım.”
Ruth’un annesi alçak sesle, “Ruth! Ruth!” diye seslendi. “Çabuk
toparlan, rezil oluyoruz.”
Ruth’un babası da hemen kızının yanma koştu ve Christmas’ı ko­
lundan tutup ayağa kalkmaya zorladı.
“Delikanlı, burası sirk değil. Gördüğün gibi cenaze törenindeyiz.”
Ama Christmas’m Ruth’u bırakmaya hiç niyeti yok gibiydi.
Ruth’un annesi tiz sesiyle söylenmeye devam ediyordu.
“Philip, bir şeyler yap. Herkesin önünde gülünç duruma düştük.”
“Greenie! Greenie!” diye seslendi Ruth’un babası.
Yeşil takım elbiseli gangster, Saul Isaacson’ın defnedildiği mezarın
kenarından kendine yol açarak yanlarına geldi. Christmas’ı omuzla­
rından tuttuğu gibi ayağa kaldırdı.
Ruth’un babası, “Götür onu buradan,” diye bağırdı.
Greenie alçak sesle Christmas’a, “Bunca insanın önünde bir tarafını
kırdırma bana,” dedi.
Christmas, Ruth’a ayağa kalkması için yardım etti ve kızın ıslak
yanaklarını okşayarak, “Seni özleyeceğim,” dedi.
Ruth yeniden ağlamaya başladı ve Christmas’a sarıldı.
Annesi sinirli bir ses tonuyla, “Kes şunu, Ruth!” diye tısladı.
Babası tekrar Greenie’ye, “Götür şunu,” dedi.
Greenie, Christmas’ın kolunu sertçe sıktı.
“Gidelim, delikanlı.”
Christmas bir kez daha Ruth’a baktı ve sonra Greenie’nin kalabalığı
yararak mezarlığın asfalt yoluna kadar kendisini götürmesine izin verdi.
“Üzgünüm, evlat.”
Christmas, Greenie’nin omzuna hafifçe vurdu ve cenaze alayını
oluşturan lüks arabaların arasından geçerek mezarlıktan çıktı.

239
26

Manhattan, 1923

Ruth kütüphaneden çıkalı bir saat olmasına rağmen Fred’e haber ver­
memişti. O gün eve yalnız dönecekti.
Büyükbabası öldükten sonra ailesi, Greenie ve gorillerin işine son
vermişti. Nereye giderse gitsin ona eşlik etmek artık Fred’in sorumlu­
luğuna verilmişti. Aylar sonra Bill’in yazdığı not, gerçek bir tehditten
çok bir sadistin zırvalaması olarak kabul edilmişti. Çevresini saran
koruma ağları biraz gevşemiş olsa da Fred’in sürekli yanında olması
Ruth için hâlâ özgürlüğünün kalın sınırlarla çizilmiş olması anlamına
geliyordu. Ve gün geçtikçe daha çok özgür kalmak istediğinin farkındaydı.
Büyükbabası öleli üç aydan fazla olmuştu ve Ruth normal yaşan­
tısına dönmeyi henüz beceremiyordu. Yaşlı adamın içinde bıraktığı
boşluğunun doldurulması mümkün değildi. Şimdi, olduğundan çok daha
fazla içine kapanık bir genç kız olmuştu. On üç yaşındayken, macera,
eğlence ve mutluluk arayışıyla Bill’e güvenip gizlice evden kaçtığı o
gecenin üzerinden -henüz iki seneden az olmasına rağm en- bir asır
geçmiş gibiydi. Ve sanki o saf ve temiz kız çocuğu kendisi değildi.
Büyükbabasının ölümü, içinde tek başına inşa ettiği hapishanesinin
en ücra köşesine götürmüştü onu.
İşte o gün de Ruth’un kendi özgürlüğünü yaşamak istediği günlerden
biriydi. Fred’e saat beş gibi gelmesini söylemiş ancak saat daha dört
olmadan kendisini kütüphaneden dışarı atmıştı. Hayatı tanımanın ilk
adımı sokaklarda tek başına dolaşmak olmalıydı. Herhangi bir genç
kız gibi tek başına mağaza vitrinlerine bakmak...

240
Luca Di Fulvio

Sonra eve dönecek ve öğleden sonra Christmas ile buluşmak üzere


hazırlanacaktı. Yanında kendisini özgür hissettiği tek insanla. Sevgiyi
ve nefreti aynı yoğunlukta hissettiği tek erkekle. Ondan başka hiçbir
erkek umurunda değildi, sanki onlar hiç var olmamıştı.
Yolda yürürken bir gün Christmas’m evine gideceğini hayal etti.
Tek başına. Belki de o gün, herhangi bir arkadaşının annesiyle tanışır
gibi Christmas’m fahişelik yapan annesiyle de tanışırdı. Belki kendisi
de böylece sıradan bir kız olur ve artık Aşağı Doğu Yakası’nın tekin­
siz sokaklarında korkmadan dolaşabilirdi. Evine çok yakın olmasına
rağmen arkadaşlarından hiçbirinin adım atmadığı, bilenlerin de efsa­
nevi ya da cehennemi bir yer gibi söz ettikleri o mahallede Christmas
tarafından korunduğunu bilerek rahatça gezebilirdi. Ruth, adı kötüye
çıkmış bu mahalleyi düşünürken Beşinci Cadde’de hiç çekinmeden
dolaşıyordu. Korku dolu bir ormanın sınırlarına varmış ürkek bir kız
gibi hissetmiyordu şu an kendisini. Vahşi hayvanların ve karanlıkta
dallara sarılarak sarkan yılanların olduğu o kara ormanın tehlikeli
sınırını geçtiğinden emindi; kurumuş yapraklar arasında görünmeden
hareket eden o bilmediği hayvanlar tarafından rahatsız edilmeyeceğini,
onların seslerinden ürkmeyeceğini biliyordu. Ve kötü ruhlardan, ızdı-
rap çeken hayaletlerden, büyücülerden, cadılardan da korkmayacaktı,
çünkü Christmas hep yanında olacaktı.
Büyükbabasının devamlı gittiği sinagogun önünden geçip eve doğru
yürümeye başladı. Büyük ve şık bir mağazanın vitrinine yansıyan gö­
rüntüsünü görünce gülümsedi. Hayır, hiçbir şeyden korkmuyordu çünkü
Christmas, Aşağı Doğu Yakası cini hep onunla olacaktı.
Oturdukları apartmana, aylardır hissetmediği bir heves ve coşkuyla
girdi. İçinde belki de daha önce hiç tatmadığı bir yaşama ve gülme
arzusu vardı. Aşağı Doğu Yakası denen yasak krallıkta onu karşısına
çıkaran kaderine şükretti.
Anne ve babasının bu saatte kesinlikle dışarıda olduklarını düşündü.
Babası fabrikada olmalıydı, annesi de kim bilir hangi lüks mağazada
paraları saçıp savuruyordu. İlk kez, genellikle ona ağır gelen bu yal­
nızlık hoşuna gitti ve içinden her ikisine de teşekkür etti.
Sonra annesinin yatak odasındaki özel banyosuna koştu ve ilk kez
hırsızlık yapan biri gibi, heyecanla çekmeceleri karıştırmaya başladı.

241
Rüya Dağıtan Çocuk

Ne kadar çok ve çeşitli kozmetik ürünü vardı! Kadın olmak bu muydu?


Durup aynada kendisine baktı. Hazır olup olmadığını bilmiyordu. Her
şey, bedenindeki her şey değişmişti. Bir kadın olmaya başladığının
farkındaydı ama buna gerçekten hazır olduğundan emin değildi.
Onu şu ana kadar getiren çocuksu neşesi aniden kaybolmuştu.
Artık düşüncelerinin o minik kızınkilerden çok farklı olduğunun ve
onları elinde tutamadığının farkındaydı. Çocukluk neşesi ise yerini
yeni bir duyguya bırakmıştı; daha yakıcı, daha karanlık, gizemli bir
tadı olan bir girdap, bir baş dönmesi gibi yeni bir şeye.
Elini, bir erkeğe benzemek için sımsıkı sardığı göğüslerinin üze­
rinde gezdirdi. Mavi kaşmir ceketini çıkardı, sonra yavaşça gömleğinin
düğmelerini açtı. Aynadaki görüntüsüne baktı. Çekingen hareketlerle
göğsüne sardığı sargının düğümünü çözdü ve sargıyı açmaya başladı.
Bir, iki, üç, dört, beş. Bir erkeğe benzemesi için bedenini beş kere
dolanan sargıyı sonunda açtı. Bir kez daha aynada kendine, çıplak
bedenine baktı. Küçük göğüsleri sargının sıkılığı altında kızarmıştı.
Sargının kenarlan göğsünün üzerinde enine boyuna çizgiler oluştur­
muştu. Eliyle çıplak tenine dokundu, göğüslerini okşadı.
“Kadın olmaya hazır mısın?” diye sordu kendi kendine. Sanki ce­
vap sorunun içindeymiş, sanki onu söylemesi ya da bir karar vermesi
gerekmiyormuş gibi sordu.
Elini göğüslerinin kenarlarında gezdirdi. Sonra göğüs ucunu tuttu.
İçi titredi. Sanki dokunduğu yerden içine bir şeyler akmıştı. Gözlerini
kapadı. Ve o beklenmedik, içini yakıp tüketen karanlıkta Christmas’m
yüzü belirdi. Başak rengi sarı saçları. Alev alev yanan kömür rengi
gözleri. İçten gülüşü. Kibar hareketleri; tıpkı Ruth’un kendi göğüs uç­
larına dokunuşu gibi nazik dokunuşları.
Gözleri birden açıldı. Aradığı, belki de duymaktan korktuğu cevabı
ona hayalleri vermişti.
Hazırdı.
Aynadaki çıplak görüntüsünden gözlerini ayıramadan, “Ama henüz
değil,” diye mırıldandı. “Hemen değil.” Bu arada tıpkı düşünceleri gibi
sesinin de korku dolu olduğunu fark etti.
Bill’in pisliği sırtına yapışmıştı. Tıpkı akan kanının hâlâ bacakları­
nın arasında yuva kurduğunu, bakışlarında sonsuza dek silinmeyecek

242
Luca Di Fulvio

bir iz bıraktığını bildiği gibi bunun da farkındaydı. Birden yere düşen


sargıyı aldı ve aceleyle bedenine sarmaya başladı. Ancak elleri, artık
onu etkisi altına almış yeni duyguya itaat ediyordu. Sargıyı eskisi gibi
sıkı saramadı; tıpkı korunması gereken bir anı gibi şefkatle, okşarca-
sma sarıyordu. Çünkü acele etmesine gerek yoktu. Çünkü düşündüğü
şeyden, karar vermek üzere olduğu şeyden korkuyordu.
Giyindi ve yeniden annesinin çekmecelerini karıştırmaya başladı.
Yanaklarına hafif bir pudra sürdü. Göz kapaklarını amber rengi bir
farla boyadı. Saçlarını taradı ve iri, siyah buklelerini örüp koyu kırmızı
bir kurdeleyle bağladı. Sonra kendi odasına gitti ve büyükbabasının
son hediyesi olan Chanel’i saçlarına, boynuna sıktı. Yeniden annesinin
banyosuna döndü ve küçük bir çekmeceden, bir kadının olmazsa olmaz
makyaj ürünü olan ruju aldı. Titreyen elleriyle dudaklarını hafifçe bo­
yadı. Aynaya iyice yaklaşıp dudaklarına baktı. Belki bugün Christmas
o dudakları öpecekti.
Central Park’taki randevusuna tam vaktinde yetişmek için evden
çıkmak üzereyken babası salondan seslendi.
“Hayatım, konuşmamız gerek.”
Ruth yerinden sıçradı. Evde yalnız değildi. Hemen saçlarındaki
kurdeleleri çıkardı, makyajını iki eliyle silmeye çalıştı. Rujunu da
bluzunun eteğine sildi. Derin bir nefes aldı ve salona indi. Kalbi deli
gibi çarpıyordu.
Anne ve babası, yüzlerinde donuk bir ifadeyle iki ayrı koltukta
oturuyorlardı. İkisi de sözleşmiş gibi ellerini kucaklarına koymuşlardı.
Ruth o an yerdeki halıların kıvrılıp salonun bir köşesine konmuş
olduğunu fark etti. Bazı eşyaların da kollarına ya da anahtarlarına
küçük kartlar asılmıştı.
“Otur, Ruth,” dedi annesi.

243
27

Manhattan, 1923

Christmas eve dönmek için acele etmiyordu. Central Park’taki her


zaman oturdukları bankta Ruth’u bekliyordu. Ama Ruth ortalarda
yoktu. İlk kez bir buluşmaya gelmemişti.
Christmas önce sadece beklemişti. Sonra oturduğu yerden kalkmış,
parkın ilk zamanlar buluştukları diğer ucuna kadar gitmiş ve biraz
da orada beklemişti. Ama sonra, Ruth’un gelip onu göremediği için
gitmesinden korkarak, koşa koşa bankın olduğu yere gelmişti. Ruth
hâlâ yoktu ama Fred, elinde bir notla onu bekliyordu.

Unut beni. Her şey bitti. Elveda, Ruth.

Hepsi bu. Christmas o kadar yıkılmıştı ki Fred’e hiçbir şey sor­


madı. Arabanın hareket ettiğini duyduğunda bile geri dönüp bakmadı.
Unut beni. Her şey bitti. Elveda, Ruth.
Bankta -onların bankında- kalakaldı. Elindeki notu kıvırıyor,
buruşturuyor, yere atıyor sonra yerden alıp okuyor, okuyordu. O birkaç
kelimeyi okudukça, defalarca okudukça harflerin değişip yeni kelime­
ler yaratacağına inanmak istiyordu. İki saat sonra içinde yoğun bir
öfkenin kabarmaya başladığını hissetti. Parktan koşarak çıktı ve Park
Bulvarı’na doğru yürümeye başladı.
Parıltılı üniformalar içindeki kapı görevlisi Christmas’ı durdurdu.
Dâhilî telefondan Isaacsonların evini aradı.

244
Luca Di Fulvio

“Adının Christmas olduğunu söyleyen bir delikanlı küçük hanımı


soruyor, efendim.”
İstifini bozmadan cevabı dinledi. “Peki efendim. Rahatsız ettiğim
için bağışlayın,” dedi.
Telefonu kapadı. Christmas’a döndü ve genizden gelen sevimsiz
ses tonuyla, “Bayan Isaacson küçük hanımın çok meşgul olduğunu
söyledi ve onu bir daha rahatsız etmemenizi rica etti.”
Christmas, elindeki notu adamın yüzüne doğru sallayarak, “Bun­
ları Ruth’un yüzüme karşı söylemesini istiyorum,” diye homurdandı
ve bir adım daha attı.
Kapıcı onun geçişini engelledi.
“Beni polis çağırmak zorunda bırakmayın.”
Christmas, “Ruth ile konuşmak istiyorum!” diye bağırdı.
O sırada son derece şık giyimli, yaşlı bir kadın apartmanın holüne
girmişti ve korkmuş gözlerle Christmas’a bakıyordu.
Görevli, hafifçe öne doğru eğilerek, “İyi akşamlar, Bayan Lester,”
dedi. “Dergilerinizi yukarı gönderdim.”
Yaşlı kadın önce dudak büktü, sonra görevliye hafifçe gülümseye­
rek asansöre yürüdü. Görevli yüzündeki gülümsemeyi kaybetmeden
Christmas’a doğru eğildi. “Kaybol. Yoksa kötü şeyler olacak,” dedi.
Sonra doğruldu, ellerini göğsünde birleştirdi ve Park Bulvarı kapıcı­
larına özgü o yüz ifadesini takınıp beklemeye koyuldu.
Christmas’a o yoksul mahallesine dönmekten başka yol görünmü­
yordu. Acele etmeden ama öfkeli bir halde yürümeye başladı. Ruth
onu ne sanıyordu? Bir uşağı kovar gibi onu hayatından kovabilece­
ğim mi düşünüyordu? Sadece o zengin bir kız, kendisi de yoksul bir
adam olduğu için mi? Bunu aştıklarını sanıyordu. Bir gün öncesine
kadar Ruth da -bunu gizlemek için her yola başvurmuş olmasına rağ­
m en- onu seviyor gibiydi. Christmas’m onu kanlar içinde gördüğü ilk
andan itibaren, daha kim olduğunu bile bilmeden hissettiği önüne
geçilemez duyguyla seviyordu. Christmas hiçbir şey sormadan, daha
o ilk anda, onu değerli bir hazine gibi kollarının arasında taşıdığı o
ilk anda Ruth’un kendisine ait olduğunu hissetmişti. Ve şimdi Ruth

245
Rüya Dağıtan Çocuk

her şeyi şu iki satırlık notla bitirmek mi istiyordu? Elveda. Öfkeyle,


yerden kalkmış bir asfalt parçasına tekme attı.
“Hey! Dikkat et, delikanlı.”
Asfalt parçası az kalsın gri bir takım ve yakası kürklü bir palto
giymiş kırk yaşlarında bir adamın bacağına geliyordu.
“Ne istiyorsun? Üzerindeki bu sıçan kürküyle beni korkutacağını
mı sanıyorsun, bok herif?”
Christmas adamın üzerine yürüyerek onu itip kakmaya başladı.
“Kimsin sen, adi herif? Suratını dağıtmamı ister misin? Noel’i
hastanede geçirmek ister misin?”
“Polis! Polis!”
Adam bağırmaya başlar başlamaz bir polis düdüğü duyuldu.
Christmas adama baktı ve suratına tükürdü. Sonra dönüp olanca
hızıyla kaçmaya başladı. Ta ki polis düdüğü artık duyulmaz olana
kadar. O zaman durdu ve ellerini dizlerine dayayıp öne eğildi. Nefesi
düzelene kadar öyle kaldı.
Etrafında sadece neşeli insan sesleri duyuluyordu; ellerinde hediye
paketleriyle evlerine dönen kadın ve erkekler. O gün Christmas’tan
başka herkes için Noel’di.
“Hepinize lanet olsun!” diye bağırdı. Gözleri doldu. Ama ağlama­
mak için kendini tuttu.
“Senin için ağlamaya bile değmez, Ruth. Boktan bir zengin kızısın
sen.”
Times Meydanı’na gelmişti. Tabelanın değişmiş olduğunu gördü:
“Aaron Zelter & Son.”
Christmas, Santo’yu en son ne zaman görmeye geldiğim bile hatırla­
mıyordu. Yolları ayrılmıştı; şu an ikisi çok farklı yollarda yürüyorlardı.
Mağazaya girdi. Sanki tüm satış elemanları değişmişti ama Christ­
mas emin olamadı. Mağaza müdürü ise hâlâ aynıydı.
“Nasıl yardımcı olabilirim?”
“Santo Filesi hâlâ burada mı çalışıyor?”
“Kim?”
“Depoda.”

246
Luca Di Fulvio

“Ha, şu İtalyan. Evet, burada. Niçin sordunuz?”


“Ben eski bir arkadaşıyım. Bir merhaba demek istemiştim.”
Müdür, yüzündeki tebessümü bozmadan, “Arka tarafta bekleyin,”
dedi. “Şimdi çalışıyor.”
Sonra yelek cebinden köstekli bir saat çıkarıp baktı.
“Beş dakika içinde kapatıyoruz ve eğer arkadaşının işi bitmişse,
bana zarar ettirmeden onunla istediğin kadar görüşebilirsin.”
“Teşekkür ederim.”
Christmas mağazanın çıkışına yöneldi. Müdür arkasından seslendi.
“Eski bir deyiş vardır: Hesabını Tanrı’nın tuttuğu ve bedelini in­
sanların ödediği zamanı boşa harcama.”
Christmas sıkıntıyla başmı salladı. Şu an en son ihtiyacı olan şey
öğüt dinlemekti.
Köşeyi döndü ve mağazanın kapanma saatini beklemeye koyuldu.
Bir yandan da kendi düşünceleriyle baş başa kalmamak için o beş
dakikanın çok çabuk geçmesini diliyordu.
Santo, mağazanın arka kapısından çıkar çıkmaz arkadaşını gördü.
“Christmas!”
Christmas, mağazayı işaret ederek, “Tüm ekibi değiştirmişler,”
dedi. “Senin gibi bir salağı hâlâ tutmaları garip.”
Eski günlerdeki gibi neşe içinde mahallenin yolunu tutarlarken
Santo, “Az kaldı,” dedi. “Müdürün en sevdiği lafı biliyor musun?”
“Hesabını Tanrı’nm tuttuğu ve bedelini insanların ödediği zamanı
boşa harcama.”
Santo güldü.
“Doğru. Sana da mı söyledi? Baş belası herif. Yaşlı Isaacson öldü­
ğünden beri oğlu yavaş yavaş her şeyi başından atıyor. Şu an mağaza o
cimri herifin elinde. Tam bir buçuk dolarımı kesti. Üstelik eskisinden
daha çok çalışıyorum.”
Christmas arkadaşını hafifçe iterek, “Tezgâhtar kızlar gibi giyin­
mişsin.”
“Bu gidişle onu da olurum. Bütün gün o lanet olası mağazadan
dışarı çıkmıyorum.”

247
Rüya Dağıtan Çocuk

Güldüler. On beş yaşmdaydılar. Sakalları çıkmaya başlamıştı, göz­


lerinde yaşama arzusu vardı. Bir süre -tıpkı eski günlerde olduğu
gib i- sessizce yürümeye devam ettiler.
“Joey ile aran nasıl?”
Christmas yalan söyledi.
“Seninle olduğu gibi değil.”
Santo’nun gururu okşanmıştı. Neşeyle gülümsedi.
“Diamond Dogs’u özlüyorum.”
“Sen her zaman bizden biri olacaksın.”
“Öyle...” Santo ellerini cebine soktu, omuzlarım hafifçe kaldırdı.
“Annem iyi değil.”
“Evet, duydum.”
“Ciddi bir sorunu olduğunu ne zaman anladım, biliyor musun?”
“Ne zaman?”
“Bana tokat atmaktan vazgeçtiği gün.” Santo zorla gülümsemeye
çalıştı.
“Üzgünüm, Santo.”
Bir süre daha sessizce yürümeye devam ettiler.
Santo birden, “Annemden tokat yemeyi özleyeceğim aklıma gel­
mezdi,” dedi.
Christmas cevap vermedi. Verilecek bir cevap yoktu. Zaten Santo
da ondan bir cevap bekleyerek konuşmamıştı. Aralarındaki ilişki böy-
leydi, hep de böyle olmuştu.
Santo konuyu değiştirmek için, “Ya o kız?” diye sordu. “Ondan
n’aber?”
Christmas anlamamış gibi yaptı.
“Kim?”
“Ruth.”
“Ah, evet. Ruth. Ne zamandır görmüyorum. Zengin bir sürtüğün
tekiydi.”
Santo sesini çıkarmadı. Aralarındaki ilişki böyleydi.
Eve geldikleri zaman Christmas, “Mutlu Noeller, dostum...” dedi.
“Sana da Mutlu Noeller... patron.”

248
28

Manhattan, 1913-1917

Cetta, Andrew’u bir daha görmedi. Bir süre sonra onu düşüncelerinden
de sildi ve sadece Madison Square Garden’daki heyecanını unutmadı.
O andan sonra da Christmas’a devamlı o geceyi anlattı. “Tiyatro,”
diyordu. “Mükemmel bir dünya. Her şey olması gerektiği gibi. Sonu
kötü bitse bile. Çünkü ne olursa olsun her şey bir düzen içinde.”
Christmas beş yaşındaydı ve annesinin anlattıklarından bir şey
anlamıyordu. Ama birlikte oldukları her zaman Christmas annesinden
hep tiyatroyu anlatmasını istiyordu. Yatağa uzanmış konuşurlarken,
Battery Park’a gidip neşeli insanların feribotlara doluşup Coney Island’a
gidişlerini izlerlerken veya Cetta’nın onu Queensboro Köprüsü’ne götürüp
Blackwell Adası’ndaki gri binaları göstererek Sal’in orada olduğunu
ama yakında yanlarına geleceğini anlattığı sırada da bu böyleydi. Cetta
da Paterson’ın grev gösterisine hiç değinmeden, her seferinde oğluna
yeni bir hikâye anlatıyordu. Böylece çıkış noktası grev ve protesto olan
gösteriden, aşktan ya da dostluktan söz eden veya ejderhaları, güzel
prensesleri ve bir cadıyla bile evli olsa onu hiç aldatmayan kahraman
prensleri anlatan hikâyeler doğmaya başlamıştı.
“Beni ne zaman tiyatroya götüreceksin, anne?”
Cetta, oğlunun sarı saçlarım tararken, “Büyüdüğün zaman, oğlum,”
diye cevap veriyordu Christmas’a.
“Sen neden oyuncu olmuyorsun?”
Cetta oğluna sımsıkı sarılıyor ve “Olamam, çünkü ben sana aidim,”
diyerek onu bağrına basıyordu.

249
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas bir keresinde, “Öyleyse ben de olamam,” demişti. “Çünkü


ben de sana aidim.”
Cetta çok duygulanmış ve gözleri dolarak, “Evet hayatım,” demişti.
“Sen benimsin.” Sonra oğlunun yüzünü ellerinin içine alıp ciddi bir
ifadeyle, “Ama sen hayatında ne yapmak istiyorsan yapabilirsin. Ne­
den, biliyor musun?”
Christmas annesinin elinden kurtulmaya çalışarak, “Of, anne.
Evet...” diye homurdandı.
“Söyle.”
“Anne, çok sıkıcı...”
“Söyle, Christmas.”
“Çünkü ben bir Amerikalıyım.”
“Aferin, oğlum.” Oğlunun yanaklarını okşadı. “Evet, sen bir Ame­
rikalısın.”
Ve gerçek bir Amerikalı olması için okula gitmesi gerekiyordu. O
yüzden Cetta bir sonraki yıl oğlunu mahalledeki okula yazdırdı. “Artık
koca bir adam sayılırsın,” dedi ona.
Oğluna üç defter, iki kalem ucu, bir siyah ve bir kırmızı mürekkep
hokkası, beş kurşun kalem, bir kalemtıraş, bir silgi ve okul kitaplarını
aldı. O senenin sonunda -Christm as meraklı, çabuk anlayan, örnek
bir öğrenci olduğunu gösterm işti- Cetta oğluna bir kitap hediye etti.
Battery Park’taki bir bankta yan yana oturuyorlardı ve Christ­
mas yüksek sesle Beyaz D iş’in maceralarını -h er gün bir sayfa olmak
üzere- okuyordu. Önceleri heceleyerek okumuş ama sonra açılarak
daha hızlı okumaya başlamıştı.
Yaklaşık bir sene sonra Christmas kitabı bitirdiği zaman Cetta ona,
“Bu, bizim hikâyemiz,” dedi. “New York’a geldiğimiz zaman tıpkı Beyaz
Diş gibiydik. Bir kurt gibi güçlü ve vahşi. Zaman geçtikçe bizi daha
da vahşi yapan, kötü niyetli insanlar çıktı karşımıza. İzin versek bizi
yok edebilecek insanlar. Am a biz sadece vahşi değiliz. Aynı zamanda
güçlüyüz. Bunu hiçbir zaman unutma, Christmas. Dürüst bir insanla
karşılaştığımızda veya kader bizden yana olduğunda gücümüz bizi
yine Beyaz Diş gibi yapar. Amerikalı oluruz, vahşi değil. İşte kitabın
anlatmak istediği bu.”

250
Luca Di Fulvio

“Ben kurtları köpeklerden daha çok seviyorum, anne.”


Cetta, oğlunun sarı saçlarını okşadı.
“Sen bir kurtsun, hayatım. Ve büyüdüğün zaman içindeki kurt
seni güçlü ve yenilmez yapacak. Ama tıpkı Beyaz Diş gibi sen de aşkın
sesini dinlemelisin. Eğer o sese kulaklarını tıkarsan mahalledeki diğer
serseriler gibi olursun. Vahşi bir kurt olmaktan çıkar, kuduz köpeğe
dönüşürsün.”
“Sal kuduz bir köpek olduğu için mi hapiste?”
Cetta güldü.
“Hayır, tatlım. Sal hapiste, çünkü o da cesur bir kurt. Ancak Beyaz
Diş ile kaderi aynı değil. O da tıpkı bir gözü kör olan yaşlı sürü lideri
gibi; gören gözüyle bilge, görmeyen gözüyle yırtıcı.”
“Öyleyse sen de Beyaz Diş’in annesi misin? Köpekleri kendine âşık
edip sonra ormana götürüp kurtlara parçalatıyor musun?”
Cetta oğluna kızgın bir bakış attı.
“Hayır, ben sadece senin annenim, tatlım. Hepsi bu. Ben oku­
duğun kitabın sayfaları gibiyim; senin tüm hikâyeni dilediğin gibi
yazabileceğin ve...”
Christmas gülerek annesinin sözünü kesti.
“Ve bir Amerikalı olabileceğim kitabın sayfaları gibi... Biliyorum.”
Sonra ayağa kalktı.
“Hadi eve gidelim, anne. Amerikalılar da acıkır, değil mi?”

Sal, Cetta’ya 17 Temmuz 1916’da hapisten çıkacağını söylemişti. İki hafta


içinde, diye düşündü Cetta. Kendisi yirmi iki yaşındaydı, Christmas
da sekiz.
Cetta dualar ederek günleri sayıyor, heyecan ve korku, neşe ve kaygı
taşıyan bir duygu yoğunluğu ile bekliyordu. Onun varlığına gelmeden
önce alışmak istermiş gibi, sürekli olarak Sal ile geçirdikleri pazar
günlerini düşünüyordu. Ve Sal’i görmeye gittiği zaman ona da aynı
şeylerden söz ediyor, böylece onun geri döneceğinden emin olmaya
çalışıyordu.
Sadece Christmas’la ilgilendiği, yalnız ve durgun geçen onca yıldan
sonra Cetta şimdi tedirgindi ve bir an bile yerinde duramıyordu. O

251
Rüya Dağıtan Çocuk

bunaltıcı bodrum katında kalmak dayanılmazdı, özellikle de pazar


günleri.
Böyle bir pazar günü Christmas’a, “Hadi gezelim,” deyip sokağa
fırladı. Nereye gideceğini bilmiyordu. Ayrıca bunun çok da önemi yoktu.
Yürümek ona iyi geliyor, düşüncelerini dağıtıyordu. Her adım, geçen
bir saniye demekti. Onu, Sal’in hapishanenin feribotlarından biriyle
iskeleye yaklaştığını göreceği ana yaklaştıran bir saniye. Her ikisinin de
özgür olarak birbirlerinin gözlerine bakacağı ana yaklaştıran bir saniye.
Aşağı Doğu Yakası sokaklarında amaçsızca dolaşırken bir grup
insanın toplandığını fark etti. İçlerinden bazıları ellerindeki Amerikan
bayraklarım sallıyordu. Christmas’ı o tarafa doğru çekiştirdi.
“Gel, gidip bakalım.”
Kalabalığa yaklaştı ve kokartlarla süslü tahta bir platforma çıkmış,
insanlara teşekkür eden tıknaz bir adam gördü. Adamın aydınlık ve
enerji dolu bir yüzü vardı. Nedenini bilmese de Cetta bu yüzü tanır
gibiydi.
Yanında duran seyyar satıcılardan birine, “Kim bu adam?” diye
sordu.
“Partisini tanıtmaya çalışan bir adam... Adı Fiorello bilmem ne.
Senin oğlamnki gibi garip bir ismi var.”
O an Cetta’nın yüreği hop etti. Konuşma yapan adamın kim ol­
duğunu biliyordu. Politikacının konuşmasını bitirmesini bekledi ve
kalabalığı yararak yanma kadar ulaşmayı başardı. Kalbi deliler gibi
atıyor, heyecandan dili dolanıyordu.
“Bay LaGuardia!” diye seslendi. “Bay LaGuardia!”
Adam döndü. Dev gibi iki koruma hemen Cetta ile adamın ara­
sına girdi.
Cetta, adamı işaret ederek, “Ona iyi bak, Christmas,” dedi. Sonra
gorillere aldırmadan aralarından geçti, adama uzanıp bir elini tuttu
ve öptü. Sonra Christmas’ı çekiştirip politikacının önüne doğru itti.
“Bu, benim oğlum, Christmas... Ona bu adı siz verdiniz,” dedi.
“Ona bir Amerikalı ismi verdiniz.”
Fiorello LaGuardia12 hiçbir şey anlamadan onlara bakıyordu.

12 1934-1945 yıllan arasında üç dönem arka arkaya New York belediye başkanlığı yapmış,
Cumhuriyetçi Parti üyesi Amerikalı politikacı.

252
Luca Di Fulvio

Cetta heyecanla sözlerine devam etti.


“Sekiz sene önce... Ellis Adası’na gelmiştik ve siz oradaydınız... Ve
benim dilimi konuşan tek kişiydiniz... Görevli, oğlumun adını anlamadı
ve... Ve siz de dediniz ki... Benim oğlumun adı Natale idi ama adam
anlamadı... Siz de dediniz ki...”
Fiorello LaGuardia neşeli ifadesiyle, “Christmas mı?” diye sordu
“Evet... Ona Christmas dediniz. Christmas Luminita. Ve şimdi
o bir A me r ik a lı.G ö z le r i yaş içinde kalmıştı. “Ona dokunun... Rica
ediyorum ona bir kez dokunun.”
Fiorello LaGuardia ne yapacağını bilemeden elini uzattı ve Christmas’m
başmı okşadı.
Cetta birden adama sarıldı. Sonra toparlandı.
“Affedersiniz, affedersiniz... Ben...” Ne diyeceğini bilemiyordu.
“Ben... Her zaman size oy vereceğim... Her zaman.”
Fiorello LaGuardia güldü. “Öyleyse bu ülkede kadınlara da oy hakkı
verilmesini sağlamak için elimizi çabuk tutmalıyız,” dedi.
Yanındaki adamlar gülüşmeye başladılar. Cetta bir şey anlamamıştı,
kıpkırmızı oldu. Bakışlarını yere indirdi ve dönüp gitmeye hazırlandı.
O anda Fiorello, Christmas’ı kucağına aldı ve havaya kaldırdı.
Orada bulunan herkesin duyabilmesi için yüksek sesle, “Bu genç
Amerikalıların geleceği için Washington’da mücadele edeceğim,” diye
bağırdı.
Cetta oğluna baktı ve “Sakın ağlama, sersem çocuk,” dedi. Ama
birden kendi bakışları buğulandı ve gözyaşları yanaklarından süzülmeye
başladı. Fiorello LaGuardia kalabalığın alkışları arasında uzaklaşırken
Cetta oğluna sımsıkı sarıldı. Neredeyse bağıra bağıra, “Duydun mu
dediklerini?” deyip duruyordu. “Sen genç bir Amerikalısın! Duydun
mu, Christmas? İşte sana ismini veren adam, bu... Tıpkı yargıç Scott’ın
Beyaz Diş’e isim vermesi gibi... Sen bir Amerikalısın. Bunu Fiorello
LaGuardia bile söyledi.”

Bir sonraki hafta Sal hapisten çıktı ve Madam o gece Cetta’ya izin verdi.
Cetta gece boyunca, heyecanla ve mutluluk içinde Fiorello LaGuardia
ile karşılaşmalarını anlattı.

253
Rüya Dağıtan Çocuk

Geç bir saatte Sal, uyumakta olan Christmas’a bakarak, “Çok ça­
buk büyüyor,” dedi.
Sonra bir sigara yaktı ve ciddi bir ifadeyle Cetta’ya dönüp baktı.
“Bana anlatman gereken başka bir şey daha var, değil mi?” diye
sordu.

Cetta, bir sonraki gece de işe gitmedi. O sabah Sal ona mavi ipek bir
elbise getirmişti. Elbise beyaz saten yakalıydı ve belinde yine mavi
bir kemeri vardı. Ayrıca koyu renk çoraplar ve yuvarlak burunlu si­
yah rugan ayakkabılar da getirmişti Sal. Soğuk bir sesle, “Bu akşam
dışarı çıkacağız,” dedi Cetta’ya. “Yedi buçukta seni almaya gelirim.”
Bir gece önce Cetta ona Andrew ile ilgili her şeyi anlatmıştı. Ma-
dison Square Garden dâhil. Sonunda ise, “Ama her şey bitti,” demişti.
Sal tek kelime etmeden sigarasını bitirmiş, sonra oturduğu koltuktan
kalkıp gitmişti. Cetta nereye gittiğini bilmiyordu ama geri döneceğin­
den emindi. Ama Sal sabaha kadar ortalıkta görünmemiş ve sabah
erkenden elinde paketlerle kapıda bitivermişti.
Cetta, “Nereye gidiyoruz?” diye sordu.
Sal sadece, “Madison Square Garden’a,” demekle yetindi. Koyu
renkli ve çok şık bir takım elbise giyiyordu. Bir beden küçük gibiydi
ama yine de çok şıktı. Üstünde de siyah kaşmir bir palto vardı. Palto­
nun sağ cebinden, çiçekli bir kâğıda sarılmış ince ve uzun bir paketin
ucu görünüyordu.
Madison’dan içeri girerlerken Sal, “Yerimiz birinci sırada,” dedi.
“Arka köşelerde değil.” Cetta nefesinin kesildiğini, dizlerinin titredi­
ğini hissetti. Sarışın bir kız onlara yerlerini gösterdi. Işıklar, kenarları
kırmızı halatlarla çevrili, dört köşeli bir platformu aydınlatıyordu. Bu
kare biçimli alanın içinde bir hakem ağzında düdük, elindeki saati
takip ediyor, boks eldivenleri giymiş iki adam ise köşelerinde hakemin
maçı başlatmasını bekliyorlardı.
Sal o tok sesiyle, “Bu gece başka gösteri yoktu,” dedi.
“Kim daha güçlü? Sence kim yenecek?”
“Zenci olan.”
“Ama ikisi de zenci.”

254
Luca Di Fulvio

“Aynen.”
Cetta bir an sessiz kaldı ama sonra bir kahkaha patlattı. Gong
çalıp iki boksör birbirlerine yumruklar yağdırmaya başladığında Sal’in
koluna sarıldı ve kulağına eğilip, “Seni seviyorum,” dedi.
Sal cevap vermedi. Elini paltosunun cebine attı ve paketlenmiş
kutuyu alıp Cetta’ya uzattı. Genç kadının yüzüne hiç bakmadan, “Ha­
pishanede marangozluk öğrendiğimi söylemiştim,” dedi. “Bunu senin
için yaptım.”
Cetta neşeyle gülerek Sal’i yanağından öptü ve aceleyle paketi açtı.
Kutunun içinden tahtadan oyulmuş bir penis çıktı.
Sal, “Bir daha bacaklarını açmak istediğinde bunu kullanırsın,” dedi
ve ayağa kalktı. Cetta’nm yüzüne bakmadan, “Puro almayı unutmu­
şum,” dedi ve uzaklaştı. Suratına sert bir yumruk yiyen boksörlerden
birinin teri yepyeni elbisesinin üzerine sıçrarken Cetta taş kesilmiş
bir hâlde Sal’in arkasından bakakalmıştı.
Sal merdivenleri çıktı, tuvaletlerden birine girdi, kapıyı kilitledi
ve ellerini duvara dayadı. Çenesi titriyordu, gözlerini sımsıkı kapadı.
Sonra içinden gelen garip bir titreme bütün bedenini sardı ve Sal,
Cetta’ya göstermek istemediği gözyaşlarının bu kez yanaklarından
sicim gibi akmasına engel olmadı.

Büyük patron Vince Salemme yardımcılarına, “Sal artık tükendi,


bundan sonra onu sokaklara göndermeyeceğim,” dedi. Sonra Sal’i de
toplantıya çağırdı.
“İrlandalIlarla yaşanan tüm o şeylerden sonra ibret verici bir şey
yapmalıydım. Silver, hak ettiği gibi İrlanda bayrağına asılmış olarak
bulundu. Lanet olası hain! Ancak ben herkese ibret alınacak bir şey
daha göstermek için seni bekliyordum.”
Salemme, bu sözlerin üzerine Sal’in çenesini sıkı tutmasına ve
hapiste geçen yıllarına karşılık minnetini göstermek amacıyla ona
Monroe Caddesi’ndeki 320 numaralı binayı verdiğini söyledi.
“Bana kiraların yüzde ellisini verirsin, Sal. Binanın onarım ve
giderlerine karışmam. On beş sene sonra da bina tamamen şenindir.

255
Rüya Dağıtan Çocuk

Ama unutma ki sen daima aileden birisin. Ne zaman ihtiyacım olursa


yanımda olacaksın.”
Sal’in yaptığı ilk iş gidip binaya bakmak oldu. Dış cephe harap
durumdaydı, merdivenlerse daha beterdi. Kiracıların hepsi ya İtalyan
ya da Yahudi idi. Çoğu İngilizce bilmiyordu ve bir odanın içinde on
kişi birden oturuyor, hayvanlar gibi yaşıyorlardı. Bina beş katlıydı ve
her katta yedi veya dokuz daire vardı. Bodrum katında da pencereleri
olmayan sekiz oda daha bulunuyordu. Sadece giriş katındaki dört daire
banyoluydu. Arka tarafta, bir örümcek ağı gibi yayılmış iplerde çama­
şırların hiç eksik olmadığı avluda, küp biçiminde bir yapı bulunuyordu.
Hiç penceresi olmayan ama biri cam, diğerleri demirden yapılmış üç
kapısı bulunan yapı üçe bölünmüştü. Her biri küçük bir tuvalet kadar
olan bu bölümlerden ilkinde bir ayakkabıcı, İkincisinde bir marangoz,
üçüncüsünde de bir demirci çalışıyordu. Sal, bu üç esnafın da o kü­
çük yerde aileleriyle birlikte yaşadıklarını gördü. Binada elli iki kiracı
saymıştı. Ama kiracıların her biri kendi kirasını evi bölüştüğü diğer
kişilerden kira alarak çıkarıyordu.
Sal bir ay içinde, Cetta’ya hiçbir şey söylemeden, uzun süredir
kirasını ödemeyenleri apartmandan çıkardı. Diğerlerinin kirasına ise
öyle bir artış yaptı ki bir ay geçmeden herkes evindeki insanları kova­
ladı. Bu noktadan sonra Sal evin onarımına başladı. Bir grup İtalyan
duvar ustasına, binanın restorasyonuna karşılık her iki aileye birer
daire vermeyi taahhüt etti. İki sene boyunca hiç kira ödemeyecekler
ve bu sürenin sonunda da binanın bakımına devam etmeleri şartıyla
diğer kiracılardan yüzde otuz daha az kira ödeyeceklerdi. Bir sene
sonra Sal -adam larının gece yarısı çaldığı malzemelerle- binaya su
ve elektrik tesisatı döşetti ve her daireye birer tuvalet yaptırdı. Ve her
kattaki iki ortak tuvaleti kaldırıp onların yerine birer oda yaptırdı.
Böylece apartmandaki kiracı sayısı elli ikiden elli yediye çıkmıştı.
Bina eli yüzü düzgün bir hale geldiği zaman da Sal birinci kattaki
dairelerden birini ofis olarak kullanmaya başladı. Adamlarına, zengin
antikacılardan birinin dükkânından ceviz bir masa ve deri bir koltuk
çaldırdı. Yan taraftaki odaya -h er ne kadar Bensonhurst’teki evini
bırakmaya niyeti olmasa d a - geniş bir yatak koydurdu. Sonra kendi
dairesinin tam karşısındaki daireyi dekore etti. Odalardan birine çift

256
Luca Di Fulvio

kişilik bir yatak, mutfağa bir masa, üç sandalye ve küçük bir yatak
koydu. Salona da bir halı, geniş bir divan ve bir koltuk yerleştirdi. Sonra
da Tonia ve Vito Fraina’nın içinde uzun yıllar yaşadıkları, bodrum
katındaki penceresiz odaya gitti.
Odanın kapısını gururla açıp, “18 Ekim 1917, bu tarihi bir yere
yazın...” derken birden sustu.
Cetta, Christmas’m önünde diz çökmüş, çocuğun kan içindeki
çıplak göğsünü temizlemeye çalışıyordu.
“Ne halt yedin, piç kurusu?” diye sordu endişeyle.
Christmas cevap vermedi. Ağzını sımsıkı kapamış, ellerini de yum­
ruk yapmıştı. Cetta oğlunun göğsündeki bıçak yarasını temizlemeye
çalışıyordu. Yara derin değildi ama göğsünü baştan başa geçiyordu.
Cetta, “Okulda yapmışlar,” dedi ve sonra Christmas’tan daha büyük
ve iri yarı bir çocuğun annesinin yaptığı iş yüzünden onunla dalga
geçtiğini ve sonra da onu bıçakladığını anlatmaya başladı. Sal bede­
nindeki tüm kanın beynine hücum ettiğini hissetti.
“F çizmiş,” dedi Cetta. “Fahişe...”
Christmas onu sessizce dinledikten sonra, “Ama sen o kötü şeyleri
yapmıyorsun, değil mi, anne?” diye sordu.
Cetta oğluna sarılmak için kollarını uzatırken Sal, Christmas’ı elin­
den tuttu ve adeta sürükleyerek odadan çıkardı. Tek kelime etmeden
birlikte okula yürüdüler. Burnundan soluyan Sal, sınıflarından çıkan
çocukları göstererek, “Hangisi yaptı?” diye sordu.
Christmas cevap vermedi.
Sal öfkeyle, “Hangisi?” diye yeniden sordu.
Christmas yaş içindeki gözlerini Sal’e çevirdi.
“Ben de senin gibiyim,” dedi. “Kimseyi ispiyonlamam.”
Sal başını salladı ve birlikte bodrum katındaki odaya döndüler.
Sal, Cetta’nın eşyalarını bir bavula doldururken bir yandan da “Ya
sen ya da şu sidikli,” diye homurdanıyordu. “Her şeyi mahvetmekte
üstünüze yok.”
Sonra birlikte arabaya bindiler ve Sal onları Monroe Caddesi’ndeki
320 numaralı apartmana götürdü. Kirli eliyle pencerelerden birini

257
Rüya Dağıtan Çocuk

işaret edip, “İşte yeni eviniz,” dedi. Sonra Christmas’ı ilerlemesi için
itti ve Cetta’nm elindeki valizi aldı.
“Hadi, yürüyün.”
Dairenin kapısına geldikleri zaman cebinden bir anahtar çıkarıp
Cetta’ya uzattı.
“Açsana! Ne bekliyorsun? Ev senin.”
Cetta’nm adeta dili tutulmuştu. Kapıyı açtı; karşısında bir mutfak,
sağ tarafta bir yatak odası, sol tarafta geniş bir salon gördü.
Zor duyulur bir sesle, “Burası bir ev...” diye mırıldandı.
“Aferin, iyi bildin...” dedi Sal. “Şimdi fazla gürültü etmeyin, çalış­
mam gerek. Ofis hemen burada, yanınızda... Haberiniz olsun.”
Cetta, Sal’in boynuna atladı ve onu öptü.
Sal genç kadının kollarından kurtuldu.
“Çocuğun önünde yapma şunu, Tanrı aşkına. Yumuşak mı olma­
sını istiyorsun?”
Sal, ertesi gün elinde pirinç bir plakayla geldi ve plakayı Cetta’mn
dairesinin kapısına astı. Cetta o sırada işteydi.
Sal, Christmas’a, “Yaran nasıl?” diye sordu.
“Bir daha okula gitmeyeceğim.”
“Bunu annenle hallet,” diye kesip attı Sal. Parmağıyla pirinç pla­
kayı gösterdi.
“Orada ne yazıyor?” diye sordu Christmas parmak uçlarında doğ­
rularak.
“Bayan Cetta Luminita.”
“Bayan... Anladın mı?”

258
29

Dearborn - Detroit, 1923-1924

Kiraya verilen odaların hepsi aynıydı. Şartlar da öyleydi. Kira önceden


ödenecek, odaya kadın alınmayacaktı. Bili, Michigan’a geldiğinden beri
dört kez ev değiştirmişti. Ama buna aldırmıyordu. Çünkü bunun tek
nedeni River Rouge’da çalıştığı, Ford Model T üreten fabrikaydı. Oraya
biraz daha yakın bir oda buldukça diğerinden taşınıyordu.
Bili, işe başladığı zaman her şeyin hayal ettiğinden çok farklı ol­
duğunu gördü. Fabrika üretimdeydi. Kocaman bir alan. Binlerce işçi.
Her işçiye anlamsız, tek bir parça. Tüm otomobil değil. Bill’e de ön
kaportadan bir parça düşmüştü. Metal alaşımlı bir parçayı üç somunlu
vidayla birleştirmesi gerekiyordu, hepsi bu. Bir Model T ’ye yaptığı tek
katkı buydu.
İşe başladığı gün duvar panosuna iliştirilmiş bir gazete sayfası
görmüştü. Haberin başlığı şöyleydi: AM ERİKAN ÇİFTLİKLERİNDE
BANYO KÜVETİNDEN ÇOK TIN LİZZİE VAR. Gazeteci, Model T ’nin,
kırsal bölgelerdeki Amerikalılara çiftliklerinden on iki milden fazla
uzaklaşma olanağı sağladığını yazıyordu ki bu bir atla gidilebilecek en
uzak noktadan daha fazlaydı. Model T ile hayat kolaylaşmıştı. Gazeteci,
yaptığı keşif turlarında hemen hemen her fabrikanın önünde bir Ford
gördüğünü, buna karşılık hayvan yalaklarının eksildiğini yazmıştı. Bir
çiftçinin karısına bunun ne anlama geldiğini sorduğunda kadın ona,
“Şehre hayvan yalağı ile gidilmez,” diye cevap vermişti.
Bili neşeyle güldü. O sırada yanlarına gelen kontrolör, Bill’in omzuna
bir yumruk attı ve parmağını dudaklarına götürerek “sus” işareti yaptı.

259
Rüya Dağıtan Çocuk

Böylece Bili, fabrikanın önemli bir kuralı olduğunu öğrendi. İşçilerin


“Ford fısıltısı” diye adlandırdıkları bu kurala göre, araçlara dayanmak
veya oturmak, konuşmak, şarkı söylemek, ıslık çalmak, hatta gülmek
kesinlikle yasaktı. Bu yüzden işçiler, şeflerinin dikkatini çekmemek
için kendi aralarında dudak okuyarak iletişim kurmayı öğrenmişlerdi.
Gazetecinin makalesinde söz etmediği bir şey de Model T ’nih yeni
bir âdet başlattığıydı. Delikanlılar kızları evlerinden alıyor, biraz tur
atıyor sonra da kızlarla arka koltukta sevişiyorlardı. Molalarda işçiler
aralarında gülüşerek bu olaydan söz ediyordu, arka koltukta keyif yap­
mayı başarmış olanlar koltuklarda hâlâ genç kızların ten kokularını
duyduklarını anlatıyorlardı.
Bu söylentiler yayılmaya başlayınca fabrika yönetimi arka koltukları
daha dar yapma kararı aldı ve yeni koltuklar bu şekilde üretilmeye
başladı. Ancak bir gece, işçilerden bazıları yeni koltuklardan birini çalıp
az kullanılan hangarlardan birine götürdü. Ford’un bu yeni modayı
gerçekten önleyip önleyemeyeceğini görmek istiyorlardı.
Bili de bu işçilerin arasındaydı. Diğerleri gibi gülmüyor ve onlardan
uzak bir köşede duruyordu. Ama yine de çok eğleniyordu. İşçi kızlardan
biri, olası pozisyonların taklidini yaparak eğlenirken, sarışın bir kız
çekici tavırlarıyla Bill’e yaklaşıp elinden tuttu.
Herkesin duyabileceği kadar yüksek bir sesle, “Hadi, bana neler
yapabileceğini göster,” dedi ve güldü. İşçiler alkışlamaya, ıslık çalmaya
başladılar. Bili, üstüne dikilen onca bakışın altında alev alev yandı­
ğını hissetti. Sanki bir kafesin içindeydi. Sarışın kız gülüyor, Bill’i
elinden çekip koltuğa doğru sürüklemeye çalışıyordu. Üzerindeki işçi
tulumundan bile dimdik göğüsleri belli oluyordu. Bili birden ayağa
kalktı, kızın kolunu sertçe yakaladı ve onu dönmeye zorladı. Sonra
koltuğa doğru gitti, kızın saçlarından yakalayıp başını geriye doğru
çekti ve üstüne çıktı.
İşçilerden biri, “İşte boğayı boynuzundan yakalamak diye buna
derler!” dedi.
“Ne boğası? İnek o!” diye cevap verdi.
Hepsi gülmeye ve ıslık çalmaya başladı.

260
Luca Di Fulvio

Sarışın kız ise birden ciddileşmişti. Karnında sıcak bir kasılma,


yoğun bir duygu hissediyordu. Bili üstünden kalktığı halde bakışlarım
ondan ayıramıyordu.
“Adın ne?” diye sordu.
“Cochrann.”
O sırada çekingen bir işçi ikisine yaklaştı. Tıpkı dua eder gibi, “Bu
kadar yeter, Liv,” dedi.
Kız, gözlerini Bill’den ayırmadan, “Git başımdan, Brad,” dedi.
“Liv...”
“Bitti, Brad... Anladın mı? Hadi defol şimdi.”
Bili de ona dönüp, “Sağır mısın?” diye sordu.
Genç adam bakışlarını yere indirdi ve oradan uzaklaştı.
Aynı gece Liv, Bill’in sevgilisi oldu. Issız bir çayırda deliler gibi
seviştiler. Bili sakinleştiğinde Liv tırnaklarını onun sırtına geçiriyordu.
Sonra Bili çıldırıp ona haşin davranmaya başlıyor, bu kez Liv şiddetini
azaltıyordu. Sanki seks onlar için şiddet demekti.
Liv’in hayatına girmesiyle Bill’in kâbusları kesilmişti. Ruth geceleri
ona eziyet etmeyi bırakmıştı.
Liv onun kendisini dövmesine, bağlamasına, ısırmasına izin veri­
yordu. Bili saçlarını arkaya doğru şiddetle çektiğinde zevkten çığlıklar
atıyordu. Bili yorulduğu zaman da Liv onun canım yakıyordu. Kısa
bir süre sonra Bili kiraladığı odayı bırakıp Liv’in barakasına taşındı.
Hatta o yılbaşı akşamına kadar da ona âşık olduğunu sanıyordu. Elin­
deki kıymetli taşları satıp daha güzel bir ev yapmayı ve orada Liv ile
yaşamayı planlamaya başlamıştı. Kim bilir, belki de onunla evlenirdi?
Ancak yılbaşı akşamı Liv ona, “Hamileyim,” dedi. “Bir bebeğimiz
olacak.”
Bili o gece Liv ile sevişirken genç kızın yüzüne çok sert vurdu.
Ayrıca ters ilişkiye girerken ona öyle sert davrandı ki kız neredeyse
bayılıyordu. O gece Ruth, Bill’in rüyalarına geri döndü. Yine Bill’i
acımasızca öldürüyordu. Gecenin geç saatlerinde Bili kan ter içinde
uyandı. Yataktan kalkıp sessizce mutfağa gitti. Ayağı sallanan masanın
yanındaki sandalyeye oturdu ve başmı ellerinin arasına aldı. Gözle­
rini kapadığı zaman, elinde kemeriyle onu ve annesini döven babası

261
Rüya Dağıtan Çocuk

geldi gözlerinin önüne. Hemen gözlerini açtı. Yarım şişe viski buldu
ve son yudumuna kadar içti. Alkol başını döndürmeye başladığında
yeniden gözlerini kapadı. Karşısında yine sarhoş babası vardı ve elin-
•deki kemerle annesini ve onu dövüyordu. Gözlerini açmak istedi ama
başaramadı, çünkü gördüğü adamın babası değil, kendisi olduğunu
anlamıştı. Sarhoştu ve elindeki kemerle Liv ve oğlunu dövüyordu;
doğacak olan oğlunu.
Telaşla mutfaktan çıktı. Liv’i uyandırmadan birkaç parça eşyasını
valize koydu. Liv’in tüm parasını sakladığı çay kutusunu da alıp ba­
rakadan kaçarcasına çıktı.
Şafak sökerken Detroit’e vardı ve hemen bir oda kiraladı. Bütün
günü şehrin kuyumcularını inceleyerek geçirdi ve sonunda birisini
gözüne kestirdi. Dükkân şehir merkezinden uzak bir köşedeydi ve gün
boyunca tipsiz birkaç adamın içeri girip çıktığını görmüştü. En son
içeri giren karanlık bakışlı iki adamı vitrinden gözetleyince kararını
verdi. Ertesi gün, gangstere benzeyen bir adamın kuyumcuya girdiğini
görünce peşinden gitti. Şişman bir kadın, kristal ve porselen biblolarla
dolu bir vitrini siliyordu.
Gangster, kuyumcuya yaklaşıp, “Papaz sana iki hediye gönderdi,”
dedi.
Bili fark edilmeden dükkândan çıktı. Bir duvarın dibine çömelip
beklemeye başladı. Gangsterin dükkândan çıkmasından sonra on da­
kika daha bekledi ve kuyumcuya girdi.
“Papaz en önemli parçayı unutmuş,” dedi kuyumcuya.
Adam, dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigaradan bir nefes çekip
Bill’e kuşku dolu gözlerle baktı. “Sen de kimsin?” diye sordu.
Vitrini silmeye devam eden şişman kadın da dikkatle Bill’i süz­
meye başlamıştı.
Bili, kuyumcuya doğru eğilip alçak sesle, “Kim olduğumun önemi
yok. Önemli olan, Papaz’ı kızdırmamak. Sence de öyle değil mi?” diye
mırıldandı.
Kuyumcu dükkânın arka tarafına doğru yürüdü. Kalın bir perdeyi
aralayıp arkasındaki kapıyı açtı ve açgözlülükle, “Beni takip et,” dedi.
Bili şişman kadına baktı ve sonra kuyumcunun peşinden gitti.

262
Luca Di Fulvio

“Bin.”
Kuyumcu büyüteci gözünden çekti. Dudağındaki sigarayı ağır bir
kristal küllüğe bıraktı. Bill’in kıymetli taşları ışığın altında pırıl pırıl
parlıyordu.
“Pırlantalar için bin, kabul. Şimdi de elmasa ne verirsin, onu söyle.
Papaz senin de bu hâzinenin hepsine en az iki bin verip vermeyeceğini
merak ediyor.”
Kuyumcu başını sallayarak, “İki bin mi?” diye bağırdı.
Ama Bili onun bu parayı vermeye hazır olduğunu hemen anlamıştı.
Kuyumcu, “İyi ama bundan ben ne kazanacağım?” diye sızlandı.
“Sağlığını, dostum.”
Adam taşları topladı ve kasaya doğru gitti. Ağır kasa kapısını
açıp paraları saymaya başladı. Bili hiç zaman kaybetmeden kristal
kül tablasını alıp kuyumcunun başına hızla vurdu. Kuyumcu inleyerek
yere yığıldı. Elindeki paralar yere saçıldı. Kuyumcunun ensesinden
koyu kırmızı kan akmaya başlarken Bili, tüm paraları cebine soktu
ve merakla arka tarafa yönelmiş kadını itip kuyumcu dükkânından
koşarak dışarı çıktı.
Hemen bir otomobil satıcısına gitti ve beş yüz doksan dolar peşin
ödeyerek piyasadaki en lüks Ford Model T ’lerden birini satın aldı.
Yeni arabasıyla kiraladığı odaya geldi, valizini aldı ve Detroit’i terk
etti. Issız bir yere geldiği zaman kuyumcudan çaldığı paraları saydı;
tam dört bin beş yüz doları vardı. Güldü. Kahkahasının havaya yayılıp
kayboluşunu dinledi. Artık zenginim, diye düşündü. Etraf yeniden
sessizliğe büründüğünde bir kez daha güldü ve marşa bastı.
Nereye gideceğini biliyordu. Liv hep orayı anlatırdı. Orada havanın
her zaman mükemmel olduğunu ve okyanusun hiç soğumadığını söyler
dururdu. Palmiyelerden, tertemiz kumsallardan ve güneşten söz ederdi.
Tin Lizzie ok gibi yola fırlarken Bili açık pencereden başmı uzatıp
bağırdı.
“Bekle beni, California! Geliyorum!”

263
30

Manhattan, 1924

Asansör görevlisi, asansörün kapılarım kapatırken, “İyi seneler, Bayan


Isaacson,” diyerek Ruth’u selamladı.
Ruth gözlerini önündeki bir noktaya dikmişti ve sanki orada de­
ğildi. Çocuğa cevap vermedi. Üniformalı genç asansörü çalıştırdı ve
kabin aşağı inmeye başladı. Ruth elindeki kolyeyi sımsıkı tutuyordu;
bir deri ipin ucuna takılmış, kayısı çekirdeği büyüklüğünde parlak
kırmızı bir kalp. Korkunç bir şeydi.
Kapı görevlisi de Ruth’a kapıyı açarken, “İyi seneler, Bayan Isa-
acson,” dedi.
Ruth cevap vermedi. Başını öne eğerek kapıdan çıktı. Yüzüne çar­
pan buz gibi soğuğa da aldırış etmiyordu. Noel’den bir gün önce eline
geçen bu hediyenin parlak yüzeyini parmağıyla ovalayıp duruyordu.
“Öyleyse elveda,” yazılı bir notla birlikte posta kutusuna atılmıştı. Ne
başka bir kelime ne de bir imza vardı.
Fred, Silver Ghost’un kapısını kapatırken, “İyi seneler, Bayan
Ruth,” dedi.
Ama Ruth ona da cevap vermedi. Arabanın geniş ve rahat koltukları
artık brendi ve puro kokmuyordu. Büyükbabasını hatırlatacak bir şey
daha yok olmuştu. Ruth parlak kırmızı kalple oynamaya devam etti.
Bazen öfkesi iyice kabarıyor, tırnaklarıyla o korkunç cilayı çıkarmaya
uğraşıyordu. Bu kolye eline geçeli bir hafta olmuştu. A rtık yılbaşıydı.
Bakışlarını yerden kaldırmadan Fred’e, “Christmas’m nerede otur­
duğunu biliyor musun?” diye sordu aniden.

264
Luca Di Fulvio

“Evet, Bayan Ruth.”


“Beni oraya götür.”
“Bayan Ruth, anneniz sizi yemeğe bekliyor.”
“Fred, lütfen.”
Şoför kararsız kalmıştı, arabayı iyice yavaşlattı.
“Seni işten çıkardılar, değil mi?”
“Evet.”
“Öyleyse daha fazla ne yapabilirler?”
Fred dikiz aynasından Ruth’a baktı ve ona gülümsedi.
“Haklısınız, Bayan Ruth.”
İlk kavşaktan geri döndü ve Aşağı Doğu Yakası’na doğru gitmeye
başladı.
Birkaç sokak sonra Ruth, “Yeni bir iş buldun mu, Fred?” diye sordu.
“Hayır.”
“Peki, öyleyse ne yapacaksın?”
Fred, “Viski kaçakçılarının kamyonlarını kullanırım herhalde,”
diyerek güldü.
Ruth başını kaldırıp Fred’e baktı. Onu uzun zamandır tanıyordu.
“Babam hepimizin hayatının içine etti, değil mi?”
Fred gülerek ona göz kırptı. “Bayan Ruth, sanırım o gençle görüş­
menizin dilinize pek iyi bir etkisi olmamış,” dedi.
Ruth yeniden elindeki kalbi okşamaya başladı. “Christmas’ı sevi­
yorsun, değil mi?” diye sordu Fred’e.
Fred cevap vermedi ama Ruth onun gülümsediğini görebiliyordu.
“Büyükbabam da severdi,” dedi. Sonra camdan dışarı baktı. Manzara
değişmeye başlamıştı. Aşağı Doğu Yakası krallığına girmek üzereydi­
ler. “Birbirlerine çok benziyorlardı,” dedi alçak sesle, kendi kendine
konuşur gibi.
Fred daha da kısık bir sesle, “Evet,” dedi.
Sonra Market Caddesi’nden ayrılıp Monroe Caddesi’ne döndü ve
320 numaralı apartmanın önünde durdu. Arabadan inip Ruth’un ka­
pısını açtı ve “Birinci kat,” dedi. “Sizinle geliyorum.”
“Hayır, yalnız gitmek istiyorum.”

265
Rüya Dağıtan Çocuk

“Bayan Ruth, bu iyi bir fikir değil.”


Merdivenler dar ve dikti. Sarımsak ve Ruth’un seçemediği başka
kokular dört bir yanı sarmıştı. İnsan bedenleri, diye düşündü Ruth.
Bir arada yaşayan bir sürü bedenin yaydığı kokular. Çatlaklarla dolu
duvarların çoğu yerde sıvası dökülmüştü. Bazıları daha fenaydı. Ba­
samaklar çok pis ve kaygandı. Ruth, bu sene aldığı en güzel hediyeyi
kaşmir mantosunun cebine soktu. Fred’le beraber merdivenleri çıkarken
göğsünün daraldığını hissetti. “Öyleyse elveda,” diye yazmıştı Christmas
ona. On gündür görüşmüyorlardı ve Christmas bilmiyordu. Ruth’un o
gün annesinin makyaj malzemelerini çalıp kendisi için süslendiğini
bilmiyordu. O gün onunla öpüşmek için can attığını bilmiyordu.
Dairenin kapısına geldiklerinde, “Burada bekle, Fred,” dedi.
Christmas onun buluşmaya neden gelmediğini bilmiyordu. O gün
anne ve babasıyla neler konuştuğunu bilmiyordu. Neden bittiğini bil­
miyordu. Ruth gözlerinin dolduğunu hissetti.
Tekrar, “Burada bekle, Fred,” dedi ve kapıya döndü.
Apartmanın içinde yankılanan sesleri dinledi. Bağıran, gülen, kavga
eden insan seslerini. Bilmediği bir dil konuşuyorlardı. Tabak çanak
sesleri, şarkılar, çocuk ağlamaları. Ve o berbat koku. İnsan kokusu.
Bu kokuyu aldıkça gözlerindeki yaşlar kurudu. Kendisi bu dünyanın
dışındaydı. Güçlükle nefes almaya başladı ve gittikçe artan öfkesiyle
kasları gerildi. Kararından emindi. Hiddetle kapıyı çaldı.
Christmas kapıyı açıp karşısında Ruth’u görünce irkildi. Gözlerinde
adeta bir ateş yandı. Hızlı ve sert bir şekilde Fred’e baktı. Sonra hemen
gözlerini Ruth’a çevirdi. Tek kelime etmedi.
İçeriden gelen bir kadın sesi, “Kimmiş?” diye seslendi.
Yakasında lekeli bir peçete olan çirkin suratlı bir adam Christmas’m
yanına geldi. Christmas hâlâ tek kelime etmiyordu.
O sırada az önce sesi duyulan kadın da kapıya gelmişti. Ufak tefek,
esmer biriydi. Saçları flapper modasına göre kesilmişti. Ruth onun
bir fahişeye benzemediğini düşündü.
Christmas sonunda, “Anne...” dedi. “Bu, Ruth. Onu hatırladın mı?”
Ruth kadının hemen ellerine baktığını gördü.

266
Luca Di Fulvio

“Affedersin,” dedi Christmas’a. “Buraya gelmem hataydı.” Sonra


hemen dönüp merdivenlerden inmeye başladı.
Christmas, Ruth’un arkasından fırladı ve merdivenleri inerken
Fred’e, “Onu neden buraya getirdin?” diye öfkeyle bağırdı. Ruth’u
apartmanın girişinde yakaladı, kolundan tutup dönmesi için zorladı.
“Kim olduğunu sanıyorsun?” diye bağırdı genç kızın yüzüne.
Fred merdivenlerin son basamağında kımıldamadan duruyordu.
Christmas yeniden bağırdı: “Sana soruyorum! Kim olduğunu sa­
nıyorsun?”
Fred bir adım ilerledi. Ruth buz gibi bakışlarıyla Fred’e döndü ve
“Beni arabada bekle,” dedi. “Sadece bir dakika.”
Fred kararsızca iki çocuğa bakakaldı.
Christmas, “Rahat ol, Fred,” dedi. “Sadece bir dakika.”
Bunun üzerine Fred apartmandan çıktı. Christmas ve Ruth bir süre
ses çıkarmadan birbirlerine baktılar. Sonunda Christmas alçak sesle,
“Yeterince gördün mü, Ruth?” diye sordu. “Benim ciğerlerimdeki hava
bu işte. Büyükbaban haklıydı. Kim olduğumuzu gördün mü? Öyleyse
artık gidebilirsin.”
Ruth, Christmas’m yüzüne bir tokat attı. Christmas genç kızı
omuzlarından tutup duvara yapıştırdı. Gözleri alev alevdi. Dudak­
ları Ruth’un dudaklarına iyice yaklaşmıştı. O an Ruth’un gözlerin­
deki korkuyu gördü. Belki de bu, Bili ona saldırdığı zaman hissettiği
korkuydu. Birden Ruth’u bıraktı ve geri çekildi. Genç kızın korkusu
onu da korkutmuştu.
“Özür dilerim,” dedi.
Ruth, gözlerindeki korku silinmeye başlamış olsa da konuşamadı.
Sadece başını sağa sola salladı.
“A rtık gidebilirsin,” dedi Christmas. Bir adım daha geriledi.
Christmas, Ruth’un buluşmaya neden gelmediğini, o veda notunu
neden yazdığını bilmiyordu. Ruth’un onun için dudaklarına ruj sür­
düğünü bilmiyordu. Bir an için Ruth’un da diğer kızlar gibi sıradan
bir kız olduğunu bilmiyordu. Tüm bunlar hep Christmas içindi ama
o hiçbirini bilmiyordu.

267
Rüya Dağıtan Çocuk

“California’ya gidiyorum,” dedi birden. Sesindeki soğukluğa kendisi


de şaşırmıştı. “Babam fabrikayı sattı. Film yapımcısı olmak istiyor.
California’ya taşınıyoruz. Los Angeles’a.”
Bunları söylemenin çok zor olacağına inanmıştı. Oysa şimdi kelimeler
ardı ardına dudaklarından dökülüyordu. Christmas’ın gözlerine birer
kara çukurmuş gibi bakıyordu. Ondan nefret ediyordu. Ondan bütün
kalbiyle nefret ediyordu. Çünkü elinde kalan tek şey Christmas idi ve
şu an onu bırakmak zorundaydı. Hem de sonsuza dek. Yeni bir hayat
için ödediği bedeldi o. Christmas’tan nefret ediyordu. Her duygusunu
yansıtan pırıl pırıl gözleri yüzünden ondan nefret ediyordu. O bakışlarda
az önce, karşılaşmalarına neden olan şiddetin korkusunu görmüştü.
Şimdi o gözler, dayak yemiş bir köpeğin gözleri gibi ona bakıyordu.
Christmas’tan nefret ediyordu çünkü gözlerinde onu kaybettiği için
duyduğu acının izleri vardı. Christmas da Ruth’un gözlerinde aynı
acıyı, aynı umutsuzluğu görmeden önce Ruth aceleyle, “Elveda,” dedi.
Christmas’a sırtını döndü ve arabaya bindi. Kapıyı kapar kapamaz
Fred’e seslendi: “Hemen gidelim.”
Christmas bir anlık tereddütten sonra Ruth’un peşinden sokağa
fırladı. Sokağın sonuna doğru ilerleyen aracın peşinden birkaç adım
atıp, “Çok da umurumdaydı!” diye bağırdı var gücüyle.
Ama Ruth dönüp bakmadı.

268
31

Manhattan, 1917-1921

Cetta’mn her girişimi başarısızlıkla sonuçlandı: Christmas bir daha


okula geri dönmedi. Sonunda Cetta da pes etti. Oğlunun büyümesini
izliyor ve endişe dolu yüreğiıle gelecekte onu neler beklediğini sorup
duruyordu. Tüm öğleden sonrasını sokaklarda bağıra bağıra gazete
satarak geçirip cebinde birkaç kuruşla eve dönen oğluna baktığı zaman
yüreği acıyla burkuluyordu. Christmas için daha iyisini istiyor, ancak
bunun ne şekilde olacağını kendisi de bilmiyordu. Bazen, oğlu için bir
çıkış yolu düşünmekten ziyade, o mahalledeki hiçbir gencin tam bir
Amerikalı olamayacağım ve onlarla aynı şansı elde edemeyeceğini
düşünürken buluyordu kendini. Çünkü Aşağı Doğu Yakası, yüksek
güvenlikli bir cezaevi gibiydi. Kaçmak mümkün değildi ve içerideki
herkes müebbete mahkûm edilmişti.
Ama karakterinin o iyimser yanı yeniden umut etmeyi başarıyordu.
O zaman oğlunu omuzlarından tutuyor ve ona, “Esas olan doğru fırsatı
kollamaktır,” diyordu. “Önemli olan o fırsatı kaybetmemektir. Ancak
herkesin kendi fırsatı vardır, bunu sakın unutma.”
Christmas annesinin sözlerini çok iyi anlamıyordu. Cetta ne derse
desin tekrarlamayı, karşısında başmı sallamayı öğrenmişti. Bu, anne­
sinin onu bir an önce rahat bırakması ve Christmas’m oyununa geri
dönmesi için en işe yarar yöntemdi.
On yaşma gelmiş ve tamamen kendisine ait bir dünya yaratmıştı;
hayalî arkadaşları ve hayalî düşmanları vardı. Apartmandaki diğer
çocuklarla beraber olmaktan hoşlanmıyordu. Ona unutmayı tercih

269
Rüya Dağıtan Çocuk

ettiği bazı şeyleri, okulu ve göğsüne çizilen “F” harfinin ne anlama


geldiğini hatırlatıyorlardı. Ne zaman onlarla oynasa içlerinden birinin
kalkıp Cetta ve onun yaptığı işle ilgili bir şaka yapmasından korkuyordu.
Sonra o çocukların hepsinin babası vardı. Ayyaş, zorba, hödük, hatta
hayvan bile olsa sonuçta babaydı.
Bir gün merdivenlerde tek başına oynarken Sal’in tok ayak ses­
lerini duydu. Elindeki tahta tüfeğiyle hemen bir köşeye saklandı. Sal
apartmandan çıkar çıkmaz Christmas saklandığı yerden çıktı, tahta
silahını Sal’in sırtına dayayıp, “Pat!” diye bağırdı.
Sal tepki vermedi. O derinden gelen tok sesiyle, “Sakın bir daha
yapma!” dedi ve merdivenleri inmeye başladı.
Christmas, Sal’in arabasının çalıştığını duyana kadar güldü sonra
yeniden oyununa daldı.
Birkaç gün sonra Christmas yine Sal’in ayak seslerini duydu. Koşup
daha önce saklandığı yere girdi ve sonra tahta tüfeğiyle aniden çıkıp,
“Pat!” diye bağırdı. “Vurdum seni, serseri!”
Sal, her zamanki sert yüz ifadesiyle dönüp Christmas’ın suratına
bir tokat patlattı. Christmas bir anda kendisini yerde buldu.
“Sana bir daha yapma demiştim! Söylediğimi tekrar etmeyi sev­
miyorum!”
Sal merdivenleri çıkıp ofisine girdikten sonra Christmas da eve
çıktı. Suratı kıpkırmızıydı.
Cetta telaşla, “Kim yaptı bunu?” diye sordu.
Christmas sesini çıkarmadı ve yüzünde neşeli bir ifadeyle gidip
divana oturdu. Cetta yeniden, “Kim yaptı?” diye sordu.
Christmas, Babam, diye geçirdi aklından gülerek. Ama Cetta’ya
bir şey söylemedi.
Cetta mantosunu giydi ve alışveriş yapması gerektiğini söyleyerek
dışarı çıktı.
Kapı kapanır kapanmaz Christmas oturduğu divandan kalktı ve
annesinin yatak odasına koştu. Arka tarafında Sal’in ofisi olan duvara
kulağını dayadı.
Cetta, Sal’in ofisinden içeri girdi. Sal’e sarıldı ve onu şehvetle öptü.
Sonra da kendini yatağa bıraktı. Sal, Cetta’nın eteğini yukarı çekti,

270
Luca Di Fulvio

iç çamaşırını çıkardı ve yere diz çöküp başını Cetta’nm bacaklarının


arasına soktu. Cetta, Sal’in dilinin çıldırtan zevkine bıraktı bedenini.
Christmas kulağını duvardan çekmeden gülüp duruyordu. Tıpkı
diğer çocukların da anne-babaların sevişmelerini dinleyip dalga geç­
meleri gibi.

Sal, boğuk bir sesle, “Patron bırakman için henüz erken olduğunu
söylüyor,” dedi.
“Peki, ne zamana kadar bu işi yapacakmışım?”
Sal, genelevin kırmızı divanından kalktı. “Gitmem gerek,” dedi.
Cetta, “Ne zamana kadar?” diye bağırdı.
“Bilmiyorum!” diye cevap verdi Sal.
Cetta, erkeğinin gözlerinde o güne dek görmediği bir şeyler gördü;
üzüntü. Sal, onun fahişelik yapmasına üzülüyordu. “Belki seneye,” dedi
ve Sal’in elini tuttu.
Sal cevap vermedi. Başını öne eğdi.
“Bu gece... Ofiste mi yatacaksın?” diye sordu Cetta.
“Belki,” dedi Sal. “Hesaplara bakmam gerek.”
Birkaç aydan beri Sal, Bensonhurst’teki eve gitmemek için her
gece bir bahane buluyordu. Ve Cetta, gün ağarıncaya kadar gidip onun
koynunda uyuyordu. Sonra kalkıp Christmas’ı uyandırmamak için par­
maklarının ucuna basarak kendi yatağına dönüyordu.
“Çok mutluyum,” dedi Cetta.
“Dur bakalım, söz vermiyorum.”
“Biliyorum, Sal.”
“Şimdi gitmeliyim, fıstık.”
Cetta gülümsedi. Sal’in ona böyle hitap etmesi çok hoşuna gidi­
yordu, üstelik artık yirmi beş yaşında bir kadındı ve hatları biraz daha
yuvarlak olmaya başlamıştı.
“Bir daha söylesene.”
“Neyi?”
“Az önce söylediğini.”
Sal, elini Cetta’nm elinden kurtardı.

271
Rüya Dağıtan Çocuk

“Kaybedecek zamanım yok. İçki meselesiyle başım belada.”


“O zaman söylenenler doğru mu?”
Herkes bundan söz ediyordu. Hükümet alkolü yasaklayan bir yasa
tasarısı üzerinde çalışmaktaydı.
“Evet, doğru,” dedi Sal. “Yeni bir çağ başlıyor. Amerika’da hiç kim­
senin içki içmemesi sence mümkün mü?”
Cetta omuz silkti.
“Yüzyılın işi,” diye devam etti Sal. “Bu işten hepimiz çok para
kazanacağız. Ben de işin içinde olmak istiyorum.”
Cetta endişeyle, “Nasıl?” diye sordu.
Sal güldü. “Ortalarda dolaşıp kendimi polisin kollarına atmayı
düşünmüyorum elbette. Sadece kaçak içki satmak değil mesele. İn­
sanların rahatça gidip içki içebilecekleri gizli yerler de açmalıyız. Öyle
değil mi? Ben de böyle yerlerden birini bana versinler istiyorum,” dedi.
“O zaman daha az evde olacaksın.”
Sal, Cetta’ya göz kırptı. “Bakarsın patronu ikna edip seni kendi
mekânımda garson olarak işe aldırtabilirim,” dedi.
Cetta, Sal’in kollarına atladı ve bir sevinç çığlığı attı. “Gerçekten mi?”
Sal, genç kadının kollarından sıyrılarak, “Garsonluk zor iştir,” dedi.
“Öyle fahişelik gibi tüm gün yatakta yatmaya benzemez.”
“Hadi oradan!” diyerek güldü Cetta.
Sal de gülerek kapıya yöneldi.
“Hoşça kal.”
Cetta, Sal’in arkasından, “Bir daha söyle,” diye bağırdı.
Sal kapıyı kapatmadan önce başmı içeri uzatıp, “Senin eğitimli
maymunun değilim,” dedi.
Cetta divana oturdu. Makyajlı yüzüne masum bir gülümseme ya­
yılmıştı. Hemen karşısında duran aynaya baktı. New York’a geldiğinde
giydiği ve bir hanımefendi kıyafeti sandığı elbiseye baktı. Ve Sal’i, hayatını
kurtaran o çirkin suratlı adamı ilk gördüğü am hatırladı. Şimdi de onu
garson yapmaya çalışarak hayatını bir kez daha kurtarmak üzereydi.
Kendisini, üstünde kırmızı beyaz çizgili garson kıyafetiyle hayal etti.
O sırada genelevin kapısı çalındı.

272
Luca Di Fulvio

Cetta yerinden fırladı. Fahişelerin arasından geçip, “Ben bakarım!”


diye bağırdı. Bir yandan da Sal’in sadece ona “fıstık” demek için geri
döndüğünü düşünüyordu.
Kapıdaki adam Cetta’nm göğüs dekoltesine baktı ve gözlerini
kapayarak içini çekti. Sonra genç kadının kıçını avuçlayıp, “Ben de
seni arıyordum, tatlım,” dedi. Kısa boylu, şişman biriydi ve kolonya
kokuyordu. “Sana şeker getirdim, kötü kız,” dedi.
Ve her zaman iğrenç oyunlar oynamak isterdi.

Christmas, Cetta ve Sal’in sevişirken çıkardıkları seslere artık gülmü­


yordu. Aşk onun için, bir zamanlar olduğu gibi dalga geçilecek bir şey
olmaktan çıkmıştı. Bedeninde bir şeyler değişiyordu. Bu değişikliği nasıl
idare edeceğini bilmese de aşkın, yetişkinler için ciddi ve anlaşılmaz
bir olay olduğunu çözmüştü. Bu yüzden iki daireyi birbirinden ayıran
duvara kulağını dayamaktan da vazgeçmişti. Annesinin gün ağarırken
sessizce eve girdiğini duyduğu zaman artık uyuyor numarası yapıyordu.
Apartmanda oturan delikanlılar kadınlardan söz ediyorlardı ama
bunlar Christmas’a göre karmaşık şeylerdi. Üstelik hiçbirinin ağzından
“aşk” kelimesi çıkmıyordu. Daha fiziksel bir şeyden bahsediyorlardı.
Christmas onların konuşmalarından bu işin nasıl yapıldığını anlamıştı
ama onu ilgilendiren şey bu değildi, aşktı. Oysa kimse aşktan söz
etmiyordu, yetişkinler bile.
On üç yaşını doldurduğu gün Cetta ona bir beyzbol sopası ve deri
bir beyzbol topu hediye etti. A rtık fahişeliği bırakmış, garson olarak
çalışıyordu. Eskisine göre daha az para kazanıyordu ve Christmas
kendisine bu hediyeyi almak için Cetta’mn nasıl zorlandığını tahmin
edebiliyordu.
Bir gün, yanından hiç ayırmadığı beyzbol sopası ve topuyla apart­
manın merdivenlerine oturmuş, zengin Ruth Morse ile fakir işçi Martin
Eden’m trajik ve imkânsız aşkını okuyordu.
Sal arabasını iki tezgâhın arasına park edip Christmas’ın yanma
geldi.
“Sana küçük bir iş buldum, tabii istersen.”

273
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas okuduğu kitabı kapadı, beyzbol sopasıyla topunu aldı


ve Sal’in peşinden merdivenleri çıkmaya başladı.
Sal, gülerek, “Senin yerinde olsam topu bırakıp sopaya sarılırdım,”
dedi. Christmas’m umursamadığını görünce kendi kendine yeniden
güldü.
“Ne işinden söz ediyorsun?”
“Orchard Caddesi’ndeki bir evin dammı katranlaman için yedi dolar
teklif ettiler. Geçen hafta gittiğin ev. Çok iyi iş çıkardığını söylüyorlar.”
Christmas günde yedi dolarla asla zengin olunamayacağım dü­
şündü. Üstelik Martin Eden gibi riskli bir iş yapıyordu. Buna rağmen
Sal’in kendisiyle ilgilenmesi hoşuna gidiyordu.
“Biz bir aileyiz, değil mi?”
Sal merdivenin ortasında durdu ve Christmas’a baktı. Sonra ba­
şını sağa sola sallayarak merdivenleri yeniden çıkmaya başladı. Her
ne kadar Bensonhurst’teki evini satmış bile olsa hâlâ “ofis” demekten
vazgeçmediği evinin kapısını açtı.
“Kim sokuyor aklına böyle şeyleri? Annen mi?”
Christmas da adamın peşinden ofise girdi. “Onu seviyor musun?”
diye sordu.
Sal irkildi. Utanmış bir ifadeyle ayaklarının üzerinde sallandı.
Sonra çalışma masasının arkasına geçti ve pencereden dışarı bak­
maya başladı.
Omuzlarını silkerek, “Bunu ona hiç söylemedim,” dedi.
“Ama neden?”
Sal kıpkırmızı bir suratla Christmas’a döndü.
“Ne yapmaya çalışıyorsun sen? Nedir bu saçma sapan sorular?”
Christmas bir adım geri gitti. Martin Eden’m kapağına bakmaya
başladı.
“Sadece öğrenmek istedim...” dedi fısıltı gibi bir sesle ve sonra
ofisin kapısına yöneldi.
Sal arkasından, “Sanırım hiçbir zaman cesur bir adam olamadığım
için bunu ona söyleyemedim,” dedi.
Ertesi sabah gün ağarırken Christmas annesinin eve girdiğini duydu.
Battaniyeyi kafasına çekti ve gülümsedi. Sonra yataktan çıktı, giyinip

274
Luca Di Fulvio

sokağa indi. Mahallenin sokaklarında aylak aylak dolandı. Bir önceki


hafta katranladığı evlerden aldığı parayla kocaman bir çörek aldı ve
annesinin uyanma saati olan on bire doğru eve döndü. Cetta’nm ya­
tağının kenarına oturdu ve çöreği ona uzattı.
Cetta çörekten bir parça koparıp ağzına attı ve uzanıp oğlunun
yüzünü okşadı.
“Çok yakışıklı bir delikanlı oldun.”
Christmas kızardı. Bakışlarını yere indirdi. “Sal ile kalman beni
üzmüyor,” dedi. “İstediğin zaman onun evinde kalabilirsin.”
Cetta birden öksürdü. Sonra güldü ve Christmas’a sarılıp onu da
yatağa çekti. Bir süre yatakta sarmaş dolaş yattılar.
“Anne, Sal seni seviyor. Biliyor musun?”
Cetta oğlunun alnından öptü ve alçak sesle, “Evet, hayatım,” dedi.
“Sana hiç seni sevdiğini, söylemediyse bundan nasıl emin olabi­
liyorsun?”
Cetta, oğlunun saçlarını okşayarak içini çekti.
“Aşk nedir, biliyor musun? Sevdiğin kişide başka kimsede görme­
diğin bir şeyleri görebilmek ve onun da başka hiç kimseye göstermek
istemediğin bir şeyleri görmesine izin vermek.”
Christmas annesine sarıldı. “Bir gün ben de birine âşık olacak
mıyım?” diye sordu.

275
32

Manhattan, 1924

Ocak ayının o soğuk sabahında Fred gelip Christmas’a, “Bu akşam


yola çıkıyorlar,” diye haber verdi.
Christmas tek kelime etmeden Fred’in yüzüne baktı, sonra bakış­
larını yere indirip eve girdi. Demek doğruymuş, dedi içinden. O güne
kadar buna inanmamak için çaba göstermişti. Çünkü bundan böyle
Ruth’u göremeyeceğini düşünmek bile istememişti. Onu görememek,
unutmak zorunda kalmak...
Fred, onun düşüncelerini okumuş gibi, “Grand Central İstasyonu,”
demişti. “Peron beş. Saat yedi otuz ikide.”
Ve Christmas o gece Grand Central İstasyonu’na gitti. Büyük giriş
kapısının önünde durup istasyonun dev saatine baktı. Saat yedi yirmi
beşti.
Önce oraya gitmemeye karar vermişti. O şımarık zengin kızı onun
aşkını hak etmiyordu. Onu kolayca hayatından silip atması mümkün
müydü? Kendisi de aynı şeyi yapabilirdi. Bunu kendi kendine öfkeyle
tekrarlamış, fakat sonra pes etmişti. Sen beni sevmesen de ben seni
hep seveceğim, diye düşünmeye başlamıştı. O anda Ruth’a karşı olan
tüm kızgınlığı da geçmişti. Christmas içindeki çocuğu yemden bul­
muştu. Ve şu an içinde sadece Ruth’a olan büyük aşkını sığdırabileceği
bir yer vardı.
Saatin ibresi bir dakika attı; yedi yirmi yedi. Merkür, Herkül ve
Minerva’nm heykelleri ona ters ters bakıyordu. İçeri girmeye karar
verdi ve birden hiç zamanı kalmamış gibi hissetti.

276
Luca Di Fulvio

Beş numaralı perona doğru koşmaya başladı. Ruth’u hiç değilse


son bir kez görmek istiyordu. Halen ezbere bildiği o güzel yüz çizgi­
leri beynine silinmeyecek şekilde kazınsın istiyordu. Çünkü Ruth ona
aitti, o da Ruth’a.
İnsanları yararak kan ter içinde perona vardı ve vagonların cam­
larına tek tek bakmaya başladı. Ruth’u görememe korkusu yüreğinin
deli gibi çarpmasına neden oluyordu. Trenin kalkış için hazır olduğu,
perondaki yolcuların yerlerini alması gerektiği anons edildi. Saat yedi
yirmi sekiz olmuştu. Üç dakika. Topu topu üç dakika. Sonrasında Ruth
hayatından çıkıp gitmiş olacaktı.
Sonunda onu gördü. Pencerenin kenarına oturmuş, gözlerini boş­
luğa dikmişti. Christmas durdu. Trenin o küçük penceresine vurmak,
camın üzerinden son bir kez Ruth’un eline dokunmak isterdi. Ama
ona yaklaşacak cesareti bulamadı kendinde. Orada, bağırıp çağıran
insanların arasında durup ona bakmaya devam etti. Nedenini bilmeden
başındaki kasketim çıkarıp eline aldı. Sonra Ruth’un bakışlarını önüne
indirdiğini ve uzanıp boynuna bir şey taktığını gördü. Christmas’ın
dizleri titremeye başlamıştı.
Ruth’un tam karşısında oturan annesi, kızının boynunda sallanan
kalp biçimindeki kolyeye baktı.
“Korkunç bir şey.”
“Biliyorum.”
Ruth, parmak uçlarım kolyenin yüzeyinde okşar gibi gezdirdi.
A rtık Christmas’tan uzaklaştığına göre tehlike kalmamıştı; kolyeyi
aylardır içinde sakladığı büyük bir aşkla okşadı. Sonra boş gözlerle
pencereye döndü.
O sırada Christmas’ı gördü. Alnına doğru taranmış, buğday rengi
saçlar. Tutku dolu, derin bakışlı, koyu renk gözler. Ve elindeki o komik
kasket. Elinde olmadan gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Christmas’ın
görüntüsü buğulanmıştı.
Christmas öne doğru kararsız bir adım attı. İnsanlar onu itip ka­
kıyor, Ruth’un penceresine kâh yaklaştırıp kâh uzaklaştırıyorlardı.
Artık çok geçti. Artık birbirlerine bir şey söyleyemezlerdi. Ama yine de
gözleri buluştu. O gözyaşlarıyla buğulanmış gözlerde dile dökülenden
daha fazla kelime, kabul ettiklerinden daha fazla gerçek, gösterebil­

277
Rüya Dağıtan Çocuk

diklerinden çok daha fazla aşk vardı. Ve dayanabileceklerinden çok


daha fazla acı.
Christmas, “Seni bulacağım,” diye mırıldandı.
Trenin kalkış düdüğü öttü. Lokomotif homurdanarak hareket et­
meye başladı.
Christmas, Ruth’un bir eliyle boynundaki kolyeyi sımsıkı tuttuğunu
gördü. Kızın görüntüsü yavaş yavaş uzaklaşırken yeniden mırıldandı.
“Seni bulacağım.”
Christmas gözden kaybolduktan sonra Ruth ayağa kalktı. Bir damla
gözyaşı yanağından süzüldü.
Annesi o her zamanki soğuk ve uzak tavrıyla kızına bakıyordu.
Ruth’un heyecanını fark edip pencereden baktığında Christmas’ı gör­
müştü., Bir süre daha Ruth’a baktı ve sonra gazetesini okuyan kocasına
döndü.
Sıkılmış bir ses tonuyla, “Gençlerin aşkları yaz yağmuru gibidir,”
dedi. “Bir saniyede güneş çıkıp toprağı kurutur ve hiç kimse az önce
yağmur yağdığını hatırlamaz.”
Ruth kompartımanın kapısını açtı. Tam çıkmak üzereyken annesi,
“Nereye gidiyorsun, hayatım?” diye sordu.
Ruth dönüp annesine ters ters baktı. “Tuvalete. Bir sakıncası var mı?”
“Kendine hâkim ol, hayatım.”
Ruth’un annesi bir saniye daha kızına baktı ve sonra Paris’ten
getirttiği moda dergilerinden birini alıp karıştırmaya başladı.
Ruth, görevliyi buldu, ondan bir makas istedi ve tuvalete girip
kapıyı kilitledi. Üzerindekileri çıkardı ve göğüslerini gizleyen kuşağı
yeniden ve çok daha sıkı bir şekilde bağladı. Sonra giyindi ve uzun, siyah
buklelerini tam çenesinin hizasında, arkaları daha kısa, önleri daha
uzun olacak şekilde kararlılıkla kesmeye başladı. İşi bitince lavaboda
saçlarını ıslattı ve geriye doğru yatırmaya çalıştı. Makası görevliye
iade etti ve kompartımana, annesinin karşısındaki yerine geri döndü.
California yolculuğu başlamıştı.
Elveda, dedi içinden.

278
İKİNCİ KISIM
33

Manhattan, 1926

2 Nisan 1926 sabahının son saatlerinde -Christm as’m on sekiz yaşına


girdiği g ü n - tüm yola yayılan duman, bu kadar uzaktan bile gözleri
yakıyordu. Kaldırımın karşı tarafında insanlar birikmeye başlamıştı.
Aynı şekilde dükkânın önünü kapatan itfaiye arabasının çevresi de
insan doluydu.
Christmas, uzun boylu ve güçlü bir delikanlı olmuştu. Sol gözünün
altında yeni bir yara izi vardı. Seyrek kumral sakalı yanaklarının büyük
bir bölümünü kaplamıştı. Kimi insanın giymekten çekindiği kadar
buruşuk ve kirli bir takım elbise giymişti. Sağ cebindeyse sustalı bir
bıçak taşıyordu. Bakışlarında adeta sönmek üzere olan bir ışık, yüzünde
soğuk bir sertlik, derin bir umursamazlık okunuyordu. Dış görünüşü
sadece büyüdüğünün değil, sokakta yaşayan onlarca serseriden birine
dönüştüğünün de işaretiydi.
Christmas, peşinde Joey ile beraber, kaldırıma yığılan kalabalığı
iterek ilerlemeye çalıştı. Nereye bakması gerektiğini biliyor, itfaiye
arabasının arkasında kalmış olan dükkâna ulaşmaya çalışıyordu. Git­
tikçe koyulaşan dumanın içinde ilerlerken bir adamın, “Tek başına
her şeyi yapması mümkün değildi, keçi gibi inatçı herifin tekiydi,”
dediğini duydu. Onun yanında duran ve yüzündeki o aç ve güçsüz
insanlara özgü kötümserliği açıkça okunan kısa boylu şişman kadın,
“Herkesten üstün olduğunu sanıyordu,” diye homurdandı. Bir diğeri,
konuşulanları onaylarcasına başını sallayarak, “İnatçı keçi, bedelini
ödedi,” diye söyleniyordu. “Ya İrlandalI polisler ya da o İtalyan ve
Yahudi piçleri ona inadının bedelini ödettiler.”

281
Rüya Dağıtan Çocuk

Gittikçe yoğunlaşan duman gözlerini yaşartıyordu ama özellikle


-itfaiye arabasına yaklaştıkça- zehirli ve keskin bir koku burun de­
liklerini yakmaya başlamıştı. Christmas bu kokuyu tanıyor gibiydi.
Christmas’m zorla ittirdiği iri yarı bir adam, “Ona söylemiştim,”
dedi. Bir başkası, kip dolu sesiyle, “Kendisi kaşındı,” diye homurdandı.
Siyahlar içinde bir kadın, üst üste istavroz çıkararak mırıldanıyordu.
“Aman Tanrım! Ne kötü bir son.” Yanında duran ve dedikoduyu sevdiği
her halinden belli olan komşusu, “Böyle bir şeyi kim yapabilir? Vahşi
hayvanlar mı? Şeytan mı?” Bezgin ses tonu tüm Aşağı Doğu Yakası’nda
yaşayanların cevabı bildiğini gösterir gibiydi. Cevap “evet”ti.
Christmas az Önce kontrol altına alınmış yangının hâlâ süren yoğun
dumanı altındaki dükkâna birkaç adım mesafedeydi. Burnuna gelen
kokuyu tanımıştı; yanık et kokuşuydu. Önce iyice yanmış ve sonra
ıslanmış et kokusu.
İtfaiye arabasının hemen arkasında, polisler yarım daire yap­
mışlardı. Ellerindeki copları tehditkâr bir şekilde sallayarak ve hiç
kimsenin kulak asmadığı emirler savurarak insanları geriye doğru
itmeye çalışıyorlardı. Kalabalığın korku ve merak dolu gözleri adeta
kulaklarını sağır etmişti.
Christmas ve Joey sonunda en ön sıraya kadar ilerlediler. Joey, ön­
lerindeki iri yarı ve ter içinde kalmış polisin omuzlarından, dükkândan
arta kalanlara bakarak bir küfür savurdu.
Christmas’m gözlerinde hâlâ, Ruth’un gidişinden sonraki iki yılda
yavaş yavaş oluşan o soğuk ve sert bakış vardı. Yavaş yavaş dağılmaya
başlayan dumanın içinden, herkesin Pep diye tanıdığı, kasap Giuseppe
LoGiudice’nin dükkânının içini görmeye başlamıştı. Sıcaktan çatlamış
açık renk mermer döşeli zemini, etlerin sergilendiği vitrinden dört bir
yana dağılmış ve itfaiyecilerin sıktığı suyun içinde yüzen kapkara et
parçalarının üzerinde birer payet gibi parıldayan binlerce cam parçasını
ayırt edebiliyordu artık. Kancalara asılmış yanık etlerden damlayan
yağlan görüyordu. Duvardaki bembeyaz seramik karoların yerlerin­
den sökülüp paramparça etrafa dağıldığını görüyordu. Ve hatta çıplak
duvarlara ateşin birer dövme gibi bıraktığı, tavana doğru incelerek
giden birer kara dil gibi uzanan izleri görüyordu.
Christmas bir an için, itfaiyecilerin dışarıya taşıdığı geniş aynalar­
dan birine vuran yansımasını, o duygusuz gözlerini gördü ve kendisini

282
Luca Di Fulvio

tanıyamadı. Sonra -itfaiyeciler hortumu yangın musluğundan çıkarıp


sarmaya başladıklarında- bir polis memurunun geldiğini gördü. Arka­
sından da elli yaşlarında, çaresizce ağlayan bir kadın geliyordu. Tıpkı
Pep’e benzeyen otuz yaşlarında bir adama sarılarak yürüyordu. Demek
bir eşin ve oğlun varmış, diye düşündü Christmas. Bilmiyordum, Pep.
Aniden çıkan bir rüzgâr, dükkânın içine doldu ve tüm dumanı
alıp yukarıya doğru havalandırdı. Tam o sırada polis memuru, kadını,
“Bakmayın, Bayan LoGiudice,” diye uyarıyordu. îşte tam o esnada
Christmas onu, daha doğrusu ondan geriye kalanı gördü; dükkânın
tam ortasında.
Kadın çığlık attı.
Pep’in dükkânın arkasındaki sokakta gazete okurken oturduğu
metal sandalyeden ve Pep’ten geriye kalanlar... Kasap dükkânının tam
ortasında... Hayattayken iri yarı olan o somurtkan ama iyi yürekli
adamla hiç alakası olmayan,* metal sandalyeyle adeta bir bütün olmuş
yanık, kapkara bir et yığını.
Polislerden biri yanında duran arkadaşına, “Çelik telle sandalyeye
bağlamışlar,” diyordu. “İp kullansalardı belki yanardı ve zavallı adam
kaçabilirdi.”
Kadın bir çığlık daha attı. Sonra öksürdü. Dizleri çözüldü ve yere
yığıldı. Oğlu kadını kaldırıp götürmeye çalıştı ama kadın direnerek,
“Hayır!” diye haykırdı. İçindeki acıyı o haykırışla dışarı vurmuştu.
Doğum günüm kutlu olsun, dedi içinden Christmas.
O sırada Joey kulağına, “Hadi gidelim buradan,” diye fısıldadı.
“Ben alacağımı aldım.”
Christmas dönüp arkadaşına baktı. Joey’nin gözleri gittikçe daha
da çukura kaçıyordu ve gözlerinin karası birer çamur deryası, bakışla­
rını gittikçe karartan birer bataklık gibiydi. A rtık çocukça bakmayan
o gözlere yeniden baktı ve onları tanıyamadı. Ve aniden yeni sorular,
daha doğrusu yeni cevaplar aramamak için başını çevirdi. Şu an duy­
mak istediği hiçbir soru veya cevap yoktu.
Neredeyse iki senedir görmediği Santo geldi aklına; onun saflığını
nasıl da özlemiş olduğunu fark etti. Onun sivilceli yüzünü, dondurması­
nın yarısını yemek için numara yaptığı o günü, her şeyi geç anlamasını,
Pep’in dükkânının arkasında Arnold Rothstein ile karşılaşmış gibi
yaptığında duyduğu heyecan ve korkuyu düşününce içinden gülmek

283
Rüya Dağıtan Çocuk

geldi. Ya Pep’e sattıkları o sivilce kremleri? Christmas aniden gözle­


rini faltaşı gibi açtı. Lilliput nerelerdeydi? Ona engel olmaya çalışan
polisin elinden kurtuldu ve dükkânın hâlâ sıcak kapısının önünde
durdu. Sıcak, nemli ve yanık et kokan hava burnuna doldu. Gözlerini
dikkatle dükkânın dört bir köşesinde gezdirdi.
Kızıl saçlı bir polis, Christmas’ın kolunu sertçe tutup onu geriye
çekti. Christmas, Pep’in oğluyla göz göze geldi; ne diyeceğini, ne so­
racağını bilemeden bir süre adama baktı.
O sırada Pep’in yeni dul kalmış olan karısı polise, “Durun,” dedi
ve Christmas’a dönerek, “Kocamı tanıyor muydun?” diye sordu.
“Evet, efendim.”
“Adın ne?”
“Christmas.”
Kadın garip bir şekilde gülümsedi. Sanki bir an için acı çekmiyor,
tanıdığı birini hatırlıyordu.
“Sen şu Pep’in sokaklardan uzak tutmaya çalıştığı çocuksun,
değil mi?”
Christmas’m midesine bıçak gibi bir ağrı saplandı. Başına sağa
sola salladı.
“Hayır, efendim... Yanılıyorsunuz... Beni başka biriyle karıştırmış
olmalısınız.”
Dul kadın Christmas’ı tepeden tırnağa süzdü. Elini uzatıp Christmas’m
ceket yakasını düzeltti.
“Takım elbisen çok güzelmiş,” dedi yumuşak bir sesle. “Ona ne
yaptıklarını gördün mü?”
Daha sonra yeniden gözlerini Christmas’a dikti. Tek kelime et­
meden bir süre daha çocuğun gözlerinin içine baktı ve hemen sonra
dönüp uzaklaştı.
Christmas taş kesilmişti. Kızıl saçlı polis onu kolundan tutup
kalabalığa doğru çekmeye başlayınca kendine geldi. Kadının arka­
sından, “Ya Lilliput?” diye bağırdı.
Kadın duymadı ama Pep’in oğlu, “Öldü,” diye cevap verdi. “Geçen
sene yaşlılıktan öldü.”
Dul kadın, sanki yüzünde Pep’i görüyormuş gibi oğluna baktı
ve genç adamın yüzünü okşadı; artık sonsuza dek geçmişe ait olan,

284
Luca Di Fulvio

sevgi dolu bir dokunuştu bu. Sonra gözlerini içgüdüsel olarak o patlak
gözlü, uyuz dişi köpeği ararmış gibi, ayaklarına doğru çevirdi. Sonra
tek bir hıçkırığın ardından kadının gözleri yeniden yaşlarla doldu.
Dönüp Christmas’a baktığında gözlerinde öfke yoktu, sadece acı vardı.
“Görüyor musun, onu ne hale sokmuşlar?” dedi. Ama belli biriyle
konuşmuyordu. Sanki söylediklerinin bir anlamı yokmuş, sadece tek­
rarlanması gerekiyormuş gibi konuşuyordu. Sonra yeniden, hayatta
sahip olduğu tek kişiye, oğluna dayanarak yürümeye başladı.
Christmas bir süre gözlerini onlardan ayıramadı. Sonra kolunu
polisin elinden kurtardı. Havasız kalmış gibi insanları ittirerek ara­
larından geçmeye çalışırken öfkeyle Joey’ye seslendi.
“Hadi, gidelim buradan.”
Karşı kaldırıma geçer geçmez durup olay yerine -meraklı kalabalığa,
dükkânın önünü kapatan itfaiye arabasına, havaya doğru yükselen
ağır dum ana- bir kez daha baktı. Ancak şu an detayları göremiyordu.
Öfkeyle, neredeydin, diye sordu kendi kendine. Sonra, “Neredeydin,
lanet olası?” diye mırıldandı. Beynine hücum eden soruları defetmek
istercesine avazı çıktığı kadar bağırdı.
“Siktir et!”
Joey de gülerek, “Siktir et!” diye bağırdı. “Hadi dostum, gidelim.”
Christmas aniden Joey’nin arkasında duran tipleri tanıdı; ço­
cukken onu çetelerine almayan ve Christmas’m Diamond Dogs diye
uyduruk bir çete kurmasına neden olan çocuklardı bunlar. Tıpkı Joey
gibi çukura kaçmış gözleri ve tıpkı kendisi gibi soğuk ve sert bakış­
ları vardı. Ellerini ceplerine sokmuşlar, gülüyorlardı. Evet, onlara
bakarak gülüyorlardı. Ve o gülüşlerin her biri birer mesajdı. Ocean
Hill Holiganlarının ayak işlerini yapan köleler olmuşlardı. Devamlı
Sally’s Bar & Grili civarında dolaşarak emir bekliyorlardı.
Christmas, “Dasher mı yaptı?” diye bağırarak öne doğru atıldı
ama Joey ona engel oldu. Sonra duyulan polis düdüğü ile tüm meraklı
bakışlar onlara çevrildi. Christmas, Joey’nin elinden kurtulduğunda
sokakta serserilerden eser kalmamıştı.
Joey, “Hadi gidelim, Diamond,” diyerek Christmas’ı çekiştirmeye
başladı.
Christmas, koşarcasına Joey’nin peşinden yürümeye başladı. Bir
anda mahallenin pis sokaklarında kaybolup gittiler. Issız bir sokağa

285
Rüya Dağıtan Çocuk

girdiklerinde durdular. Joey, gömleğinin eteğini pantolonunun içinden


çıkardı ve yere bir kadın çantası, bir cüzdan, bir cep saati ve birkaç
kâğıt para döküldü. Joey güldü.
“Bir şeyler aldığımı söylemiştim sana.”
Sonra yere eğilip çanta ve cüzdanı didik didik etmeye başladı,
fotoğrafları, küçük not kâğıtlarını fırlatıp attı ve çıkan toplam iki
dolara bakarak, “Pis fakirler,” diye homurdandı.
Christmas, “Frank Abbandando yapmış olmalı,” dedi.
“Nasıl?”
“Pep ona haraç vermek istemiyordu.”
“Göt herif!” dedi Joey omuz silkerek. “O kasabın bana neler söyle­
diğini hatırlıyor musun? Bana siktir olup gitmemi söyledi. Sen siktir
git, Pep! Şimdi orada kıçını kurtarmaya bak. Ben buradayım ama sen
kızarmış boka döndün!”
Christmas, kolunu Joey’nin boğazına dayayarak çocuğu duvara
yapıştırdı. Dişleri kenetlenmiş, burun delikleri öfkeyle açılıp kapan­
maya başlamıştı. O sırada Joey’nin gözlerinde kendi yansımasını
gördü. Pep’in dul karısının sözleri beyninde yankılanıp duruyordu:
Sen şu Pep’in sokaklardan uzak tutmaya çalıştığı çocuksun, değil
mi? Joey’ye bakmaya devam etti ve sonunda o içeri çökük gözlerde
kendisini tanıdı. Joey gibiydi. Ocean Hill Holiganları’ndan farkı yoktu.
O da tıpkı Frank Dasher Abbandando gibi biriydi. Şimdilik bir sokak
serserisiydi ama kısa bir süre sonra bir katile dönüşecekti. Çünkü
kendi hayatına değer vermeyenlerin, kendisine saygısı olmayanların
gözünde başkalarının da değeri olmuyordu. Kızarmış boka dönen
Pep gibi... Christmas, Joey’yi bıraktı.
Joey öksürdü, yere tükürdü, birkaç kez hızlı hızlı nefes alıp verdi.
“Ne yaptığını sanıyorsun?” Yerdeki boş çantaya bir tekme savurdu.
“Derdin ne senin?”

286
34

Manhattan, 1926

Cherry Caddesi’nin bozuk asfaltında lastikleri gıcırdayarak ilerleyen


siyah Cadillac V-63 sonunda kaldırıma yaklaştı. Christmas, daha araba
durmadan açılan arka kapıya doğru baktı. Otuz yaşlarında -sarışın,
açık renk gözlü, kepçe kulaklı ve kemerli burnu aldığı yumruklarla
iyice ezilm iş- bir adam arabadan fırladı, aniden Christmas’ı yakasın­
dan kavradı ve silahının kabzasını çocuğun alnına indirdi. Christmas,
içeri çekildiğini hissetti ve sonra kendisini arabanın içinde buldu. Kan
gözlerine doğru akmaya başlarken siyah saçlı, çirkin bir adamın ba­
caklarının arasına devrildi. İri burunlu, geniş ağızlı, gri şapkalı ve iyi,
giyimli esmer adam, onu omuzlarından tutarak yukarı doğru çekti. Bu
sırada sarışın adam da arabaya binmişti. Sürücü, adam daha kapıyı
kapamadan tam gaz hareket etti.
Şimdi korkmak lazım, diye düşününen Christmas’ın alm çirkin
suratlı adamın omzuna çarptı ve ceketini lekeledi. Adam, dirseğiyle
Christmas’ı itti ve kolunu kaldırıp ceketine baktı. Sonra o kaim dudak­
larındaki gülümseme silindi ve Christmas bir anda adamın dirseğini
suratının ortasına yedi. Alt dudağı kanamaya başlamıştı. “Budala,”
diye homurdandı adam.
Christmas başını arkaya, ucuz tütün ve barut kokan deri koltuğa
yasladı. Kendi içinde birazcık heyecan aradı ama boşuna. O an hiçbir
şey hissetmiyordu. Gözlerini kapadı ve sadece dinledi. Evet, hiçbir
şey hissetmiyordu. Zalim bir yüz ifadesiyle gözlerini yola dikmiş olan
adama dönüp baktı. Aslında korkmam gerekir, diye düşündü. Ama
hiçbir şey umurumda değil.

287
Rüya Dağıtan Çocuk

Pep’in ölümünden sonra - k i bu ölüm hiçbir zaman cevap vermek


istemediği bir sürü soru doğurmuştu- Christmas, Ruth’un ortadan
kaybolduğu o iki seneyi anlatması gerekse ne diyeceğini bilemez bir
durumda olduğunun farkına varmıştı. Kendisini sadece hayatın akışına
bırakmıştı; tıpkı şu an oturduğu bu koltukta olacakları beklemesi gibi.
Yeniyetmeliğin o sorunsuz ve kaygısız anlarından umutsuzluk dolu bir
gençliğe geçmişti. Bu süre içinde geçmişinden aklında kalan en belirgin
izi anlatması gerekse sadece iki sene önce Grand Central İstasyonu’nda
yaşadığı o anları söylerdi. Ruth’un onun gözlerine kenetlenmiş göz­
lerini anlatırdı. Ruth’u alıp götürerek hayatındaki o kapanmayan tek
derin yarayı açan ve küçülerek gözden kaybolan o trenden söz ederdi.
İstasyonu dolduran insanların, kendisi orada yokmuş, görünmezmiş
gibi onu itip kakmalarını hatırlar ve iki sene sonra şu an bile kulakla­
rında yankılanan o gereksiz sözlerini hepsine bir bir tekrarlayabilirdi.
Dalgaların kayalıklara vurarak çıkardığı gürültüler gibi, kumsaldaki
martıların çığlıkları gibi, kulaklarına perde perde yayılan o sesler gibi
sürekli “Ruth...” diye fısıldayan kendi sesini bastıramayan o anlamsız
ve güçsüz uğultuyu onlara tekrarlayabilirdi.
Cadillac bilinmeyen bir yöne doğru son hızla giderken adamın
söylediği “budala” sözcüğü ile kafasında durmadan gezip dolanan
Ruth’un ismi tek bir anlam kazandı ve Christmas içinden şöyle dedi:
Sen hâla Ruth’a âşık o budalasın.
Gözlerini kapayıp gülümsedi ve aynı anda içinden ağlamak geldi. O
gece Grand Central İstasyonu’nda bir çivi gibi yüreğine çakılan inatçı
sevdası için, umutsuz bir girdap gibi onu içine çeken ve kendi hayatını
yaşamasına izin vermeyen aşkı için, Ruth’un karşısında donup kaldığı,
ona bir adım bile yaklaşamadığı, trenin soğuk penceresinin arkasın­
daki eli tutamadığı, bütün acısını haykıramadığı için o an deliler gibi
ağlamak istiyordu.
Cadillac mahallenin tozlu yollarında hızla ilerliyordu. Christmas
şakaklarının zonkladığını ve patlayan dudağının şişmeye başladığını
fark etti. Yanında oturan çirkin suratlı adam elindeki mendille ceketinin
omzuna bulaşan kan lekesini temizlemeye uğraşıyordu.

288
Luca Di Fulvio

İfadesiz bir ses tonuyla, “Beni nereye götürüyorsunuz?” diye sordu.


Sarışın adam parmağını dudaklarına götürerek Christmas’a susmasını
işaret etti.
Christmas, cevabı hiç bilmek istememesine rağmen, “Ne istiyor­
sunuz?” diye sordu bu kez.
Sarışın adam midesine sert bir yumruk indirdi. Nefesi kesilen
Christmas iki büklüm oldu. Sürücü güldü ve birden frene bastı. Öne
doğru eğilmiş olan Christmas yüzünü sarışın adamın dizine çarptı.
Adam sırtına bir yumruk indirip, “Sen gerçekten budalanın te­
kiymişsin!” diyerek güldü.
Umurumda değil, dedi içinden Christmas tekrar. Bir yandan acı
içinde kıvranıyordu.
Ruth’un şehirden ayrılmasından hemen sonra Christmas bir gece
yarısı Park Bulvarı’ndaki lüks apartmana gitmiş ve Joey’nin yardımıyla
kapıcı kulübesinin kilidini kırıp içeri girmeyi başarmıştı. Ertesi sabah
postaya verilecek mektupların arasında Isaacsonlara gönderilecek bir
mektup bulmuştu. Üzerindeki adres: Beverly Hills Oteli, 9641 Sunset
Bulvarı, Los Angeles idi. Christmas hemen Ruth’a bir mektup yazmış
ama cevap alamamıştı. O zaman bir mektup daha, sonra bir tane daha
yazıp göndermişti. Cevapsız mektuplarını göndermeye devam ederken
bir gün, gönderdiği son mektup, “Alıcı adreste bulunamadı” kaşesiyle
ona geri dönmüştü. Ama Christmas yenilgiyi hemen kabul etmemiş
ve AT&T’ye13 gitmişti. Beverly Hills Oteli’nin telefonunu bulup Ruth’u
istemişti. Otel görevlisi adını sormuş ve onu bir süre -Christm as’a iki
dolar doksan sente patlayan ve hiç bitmeyecek gibi geçen birkaç da­
k ik a - beklettikten sonra Isaacsonların bir adres bırakmadan otelden
ayrıldıklarını söylemişti. Fakat Christmas, adının Isaacson ailesinin
otele verdiği kara listede olduğunu hemen anlamıştı. Bu kez annesini
ikna ederek telefon şirketine onunla birlikte gitmiş ve yeniden oteli
aratmıştı. Cetta kendini Bayan Isaacson’m komşusu Bayan Berkowitz
olarak tanıtmış, Park Lane’de oturduğunu ve Bayan Isaacson’ın vizon
kürkünün yanlışlıkla onda kaldığını söylemişti. Şimdiyse bu kürkü
ona iade etmek istiyordu. Otel görevlisi Cetta’ya Holmby Hills’deki

13 American Telephone and Telegraph Company (Amerikan Telefon ve Telgraf Şirketi).


(ç.n .)

289
Rüya Dağıtan Çocuk

bir malikânenin adresini vermiş, buna rağmen Christmas’m Ruth’a


ulaşma çabalan boşa çıkmıştı. Ruth hiçbir şekilde Christmas’a geri
dönüş yapmadı.
Çirkin suratlı adam şoföre, “Kapının önünde dur,” diye emretti.
Diğeri, “Ne? Arka tarafa geçmeyeyim mi?” diye sordu.
Sarışın adam şoförün ensesine bir tokat attı. “Ne dedin sen? Ne
cesaretle Lepke ile konuşursun?” dedi. Kelimeleri inanılmaz bir hızla
çiğnercesine söylüyordu. “O nerede istiyorsa orada duracaksın. Çeneni
kapa ve söyleneni yap!”
Şoför başını iyice omuzlarının arasına soktu ve dikiz aynasından
Christmas’a baktı. On dokuz yirmi yaşlarında olmalıydı. Benim yaşla­
rımda, diye düşündü Christmas. Kim bilir kaç tane kaçak içki kamyonu
kullanmıştır? Kaç tane ceset görmüştür? Kaç kez silah sesi duymuştur?
O dikiz aynasından parçalanmış ya da yumruklarla mosmor olmuş
kaç yüze çaktırmadan göz atmıştır? Belki de yüzlerce, diye düşündü
Christmas. Ve geçmişe dönmesi artık mümkün değil. Şoför on dokuz
yirmi yaşlarında olmalıydı, Christmas’ın yaşlarında.
Tekrar, “Benden ne istiyorsunuz?” diye sordu Christmas. Bunları
söylerken sesinde, genç şoför hakkındaki düşüncelerinin yarattığı bir
endişenin duyulduğunu hissetti.
Çirkin adam elindeki kirli mendili arabanın camından dışarı atarken,
sakin bir ifadeyle, “Gurrah,” dedi. “Arabanın içi baş belası kaynıyor.”
Sarışın adam bu sözler üzerine Christmas’m yüzüne yeniden bir
yumruk attı. Sonra şoförün sırtına vurup, “Yanaş,” dedi.
V-63 aniden yolun ortasında durdu. Sarışın adam, Christmas’ı
arabadan indirdi ve kahverengi bir Pontiac ile fabrikadan yeni çıktığı
hemen anlaşılan gıcır gıcır bir Cadillac LaSalle’in arasından karşıya
geçirdi. Christmas bu arada sarışın adamın elinden kurtulmaya çalıştı.
Ancak adamın onu elinden kaçırmaya hiç niyeti yoktu. Christmas’ın
bacaklarının arkasına bir tekme attı ve Christmas yüzükoyun kaldı­
rıma yapıştı. Adam durmadı. Christmas’ın ceketinin yakasından sıkıca
tutup onu yeniden ayağa kaldırdı. Christmas başını kaldırıp çevresine
bakınca, Ailen and Forsythe’m köşesinde bulunan Lincoln Republican
Club’a geldiklerini gördü. Birden o çirkin suratlı adamın ve hızlı konuşan
herifin kim olduklarını ve birazdan kiminle karşılaşacağını anladı.

290
Luca Di Fulvio

O mekândan içeriye adımını atar atmaz artık dönüşü olmayan


bir yola gireceğini düşündü. Tıpkı o adını bilmediği şoför gibi. Pep
gibi. Ruth gibi.
Ve ilk kez korktu.
“Ben size bir şey yapmadım ki.”
Sarışın adam onu Lincoln’ın girişine doğru iterek, “Yürü, serseri,”
dedi.
Christmas, midesini sıkıştıran korkuyu bastırmaya çalışarak,
“Lepke Buchalter ve Gurrah Shapiro,” diye mırıldandı.
Sarışın adam, “Kes sesini!” dedi ve Christmas’ı kapıya doğru sü­
rükledi.
İçeride, Greenie -ihtiyar Saul Isaacson’ın Bill’den gelen tehdit
mektubundan sonra Ruth’u koruması için görevlendirdiği gangster-
ağzında bir sigarayla bir sandalyede oturuyordu. Üzerindeki iki yüz
dolarlık göz alıcı takımıyla bir papağana benziyordu.
Christmas, alnından ve dudağından sızan kanla adama baktı ve
alçak sesle, “Greenie...” diye mırıldandı.
Greenie dönüp umursamaz bir ifadeyle Christmas’a baktı. Dudak­
larının arasındaki sigaradan bir nefes çekti ve başıyla sarışın adama
bir işaret yaptı.
“Yürüsene, salak!”
Sarışın adam Christmas’ı iteleyerek geniş bir salona soktu. Arkası
dönük bir adam tek başına bilardo oynuyordu.
Geldiğin yere bak, dedi içinden. Gözleri yaşlarla doldu. Yutkundu.
Birileri onu zorla bir sandalyeye oturtmaya çalışırken birden sokağı,
Joey’nin kendisini içine çektiği, onun da sonuçlarını düşünmeksizin
karşı koymadan daldığı dünyayı gördü. Bir an için tüm hayatı ve boşa
geçen iki yılı geçti gözlerinin önünden. İşte o an çıkmaz bir sokağa
girmiş olduğunu anladı.
Sırtı dönük olan adam, sert bir vuruşla sekiz numaralı siyah topu
deliğe soktu. Topun deliğe giderken çarptığı beyaz top, çarpmanın
etkisiyle dönüp köşedeki deliklerden birinin hemen yakınında duran
beş numaralı topa bir karış mesafede durdu.

291
Rüya Dağıtan Çocuk

Yarı maymun yarı gerizekâlı gibi görünen, kalın kaşlı, yassı suratlı,
koltukaltında koca bir silah taşıyan, kısa boylu tıknaz bir adam, “İyi
atıştı, patron!” diye bağırdı.
Diğeri ona ne dönüp bakmaya ne de bir cevap vermeye tenezzül
etti. Bilardo masasından doğruldu ve döndü. Elinde istekayla sessizce
Christmas’a baktı.
İhtiyar Saul Isaacson’ın Rolls-Royce’u, Monroe Caddesi’ndeki Sal
Tropea’ya ait evin önünde durduğu ilk gün bütün Aşağı Doğu Yakası
halkı Christmas’m uydurduğu hikâyeye inanmıştı. Bütün mahalleli
-e n az dört yıl boyunca- Christmas’m o adamla iş yaptığına inan­
mıştı. Büyük Patron, İş Bitirici ya da Beyin diye bilinen, cebinde her
zaman dolar desteleri taşıyan, 1919 Beyzbol Ligi’nde şike yapmış olan
ve Christmas’m aslında hiç tanımadığı o adamla.
Ancak bu kez Christmas onu hemen tanıdı. Pırlanta taşlı kravat
iğnesinden, altın saatinden, ince ve biçimli parmaklarından ve ince
bileklerinden söz edildiğini defalarca duymuştu.
Adam gözlerini Christmas’tan ayırmadan onun yanma geldi. Zayıf
biriydi ve gizemli bir çekiciliği vardı. Alm geniş, burnu kemerli, dudakları
ince, enine uzun gözlerinin uçları aşağı dönüktü ve sol yanağında bir
ben vardı. Diğerleri gibi eli kanlı bir gangstere benzemiyordu, doğal
bir zarifliği vardı. Koyu renk, kaliteli yün takımının iyi bir terzinin
elinden çıktığı hemen belli oluyordu. Ciddi bir iş adamı gibiydi ve
Christmas onun gerçekten iyi bir iş adamı olduğunu biliyordu. Ancak
onu daha çok etkileyen şey, adamın kendisini sessizce izleme şekliydi.
Sanki gözlerinde kendini beğenmişlik, kibarlık ve kabalık birleşmiş gibi
Christmas’a hem sevgi dolu hem de acımasız bir ifadeyle bakıyordu.
Sonra adam, Christmas’a tek kelime etmeden bilardo masasına
döndü. Odada kendisinden başka kimse yokmuş gibi, sağ deliğe beş
numaralı topu soktuktan sonra diğer topları incelemeye başladı. Christ­
mas artık korkusunu kontrol edemiyordu.
Alçak bir sesle, “Bay Rothstein...” diye mırıldandı.
Arnold Rothstein umursamadı. Beyaz topa vurdu. Top köşeye
vurup geri döndü ve on üç numaralı topa çarptı. Rothstein istekanın
ucunu ters köşedeki üç numaralı topa yöneltti. Beyaz topla üç numara
arasında dokuz numaralı top vardı.

292
Luca Di Fulvio

Umurumda bile değil, dedi içinden Christmas. Boğazını düğümleyen


korkusu birden kayboldu. Birdenbire hiçbir yere gitmediğini anladı.
Tam iki senedir hayatını ziyan etmekten başka bir şey yapmamıştı ve
tıpkı o bilardo topları gibi kendisi de -e r ya da g e ç- bir kara deliğin
içinde yok olup gidecekti.
“Umurumda değil,” diyerek sandalyesinde doğruldu.
Rothstein atışım yaptı. Ahşap istekadan bir titreşim sesi geldi ve
beyaz top belirsiz bir yön izleyerek gidip dokuz numaralı topa çarptı.
Sonra kendi etrafında dönerek masanın ortasına kadar gelip durdu.
Rothstein istekayı bilardo masasının üzerine attı.
“Ne dedin, delikanlı?”
Christmas artık korkmuyordu. Kendi çıkmaz sokağının sonuna
mı gelmişti? Belki de öyleydi. Geçen o iki sene boyunca sadece bir
çıkmaza doğru mu yürümüştü? Ses çıkarmadan Rothstein’a baktı.
Rothstein, Lepke’ye dönüp, “Ona bir şey anlattın mı?” diye sordu.
Louis Lepke başını iki yana salladı.
“Demek, hayır... Peki, ya sen delikanlı? Neden burada olduğunu
biliyor musun?”
Christmas başını iki yana salladı. Dudağı ve alnı acımaya başla­
mıştı. Hatta Gurrah’nm tekmelediği sırtı ve karnı da ağrıyordu.
Rothstein Christmas’a bakmaya devam ederek, “Hayır...” diye tek­
rarladı. Sonra Lepke’e dönüp, “Greenie geldi mi?” diye sordu.
Lepke bu kez başını “evet” anlamında salladı.
Christmas, “Greenie beni tanır,” dedi.
“Biliyorum,” dedi Rothstein. “Greenie senin avukatın. Yoksa çok­
tan ölmüştün.”
Christmas ağzındaki kanı yuttu.
“Evet, delikanlı... Hâlâ seni bekliyorum. Az önce ne söyledin?”
Christmas ceketinin koluyla gözlerini sildi. Kan içinde kalan ceket
koluna bakarak, “Umurumda değil,” diye tekrarladı.
Rothstein gülmeye başladı ama bu, neşeli bir gülme değildi. Birden,
“Dışarı,” dedi. Lepke, Gurrah ve maymun suratlı adam dışarı çıktılar.
Rothstein bir sandalye çekip Christmas’m karşısına oturdu. Birkaç
kez derin nefes alıp verdi. Tebeşir bulaşmış parmak ucunu temizledi.

293
Rüya Dağıtan Çocuk

Alçak sesle, “Umurumda değil...” diye tekrarladı. “Umurunda olmayan


nedir, delikanlı?”
Christmas meydan okur gibi, öne doğru uzandı. “Beni korkutmaya
mı çalışıyorsun?” dedi.
“Sen de beni korkmadığına inandırmaya mı uğraşıyorsun?” dedi
Rothstein gülerek.
Christmas o ana dek kendisinden hiç bu kadar emin olmamıştı
ya da içinden gelen bir ses ona bu oyunu oynamasını, riske girmesini
söylüyordu. Kaybedecek neyi vardı?
“Senden korkmuyorum,” dedi.
Rothstein onu süzüyordu.
“Aşağı Doğu Yakası ve Brooklyn senin gibi sokak serserilerinin
kurduğu çetelerle istila edilmiş durumda. Her köşe başında bir başka
serseri çetesi. Ama ben hiçbirinizi dikkate almıyorum, yoksa hamam-
böceklerini ya da fareleri saymaya benzer bu iş. New York’ta öylele­
rinden binlerce var.”
Christmas ses çıkarmadan adama bakıyordu.
“Senden ve Diamond Dogs çetesinden birkaç sene önce haberim
oldu. Ortalıkta dolaşıp benimle çalıştığını söylüyordun. Oysa benimle
ilgili olup da benim haberdar olmadığım hiçbir şey yoktur.”
Christmas gözünü kırpmadan gangstere bakıyordu. Rothstein’dan
korkması gerektiğini bilmesine rağmen bakışlarını yere indirmedi.
Bir yandan kendini soğuluyordu: Ne yapıyorsun? Neyi ispat etmeye
çalışıyorsun? Az önce hissettiği ama anında balon kabarcığı gibi sö­
nen korkusunu özlüyordu adeta. Çünkü bir zamanlar çok iyi tanıdığı
o çocuk orada bulunmaktan, yüzüne akan kandan ve New York’un en
ünlü mafya babasının karşısında olmaktan korkardı. Çünkü o çocuk,
Pep’in, bakışlarının karanlıklaştığını söyleyerek kendisini dükkânından
kovduğu günkü sözlerini asla unutmaz ve şu an korkardı. “Eşkıya de­
ğil, dürüst bir adam olmak için hâlâ zamanın var,” demişti Pep ona.
Christmas, Joey’nin gözlerinde gördüğü kendi masum halini hatırladı.
Şimdiyse bakışları tüm diğer serseriler gibi sönüktü.

294
Luca Di Fulvio

“Bu yüzden mi beni dövdürdünüz?” diye sordu. Ve yeniden, kendi


kibirli sesinden, geleceği olmayan, hayalleri olmayan, öfke dolu sokak
serserilerinden biri olduğunu anladı.
Rothstein inci gibi dişlerini göstererek güldü. “Bana sert adam
numaraları yapma, delikanlı. Çünkü değilsin. Sende o kumaş yok,” dedi.
Christmas arkasına yaslanıp dik durmaya çalıştı. “Benden ne is­
tiyorsunuz?” diye sordu.
Rothstein ayağa kalktı. “Lepke sert adamdır. Gurrah da öyle. Ama
sen değilsin,” dedi.
Christmas bir kez daha, “Ne istiyorsunuz benden?” diyerek ayağa
kalktı.
Rothstein sakin ama buyurgan sesiyle, “Otur,” dedi.
Christmas, verilen emre bacaklarının beyninden önce uyduğunu
hissetti ve kendini sandalyeye oturmuş buldu.
Christmas’a arkası dönük duran Rothstein sandalyenin gıcırda­
dığını duyunca gülümseyerek döndü. Cebinden, bir kenarına adının
baş harfleri işlenmiş bir mendil çıkarıp Christmas’a uzattı. “Temizle
yüzünü,” dedi.
Christmas önce alnını sildi, sonra mendili dudağına bastırdı.
Rothstein, “Öyleyse, oyun oynamayı bıraksak mı?” diyerek gü­
lümsedi ve elini Christmas’ın omzuna koydu.
Bu hareket Christmas da garip bir etki yarattı. Sanki birisi tüm
öfkesini boşaltmış, silahlarını elinden almıştı.
“Ben size ne yaptım?” diye sordu. Sesinde öfkeden eser yoktu.
“O Joey Sticky denen serseriyle takılmaya başladığından beri biraz
canımı sıkıyorsun.” Rothstein yeniden geçip Christmas’m karşısına
oturdu ve bir dostuyla konuşurcasına elini dizine koydu.
“Ortağın tam bir çürük elma. Doğuştan bir hain. Yüzünden oku­
nuyor bu. Ama tabii ki bu senin sorunun. Mesele şu ki benim kumar
makinelerimin kazancından ufak tefek para yürütüyorsunuz, küçük
esnafı korumak için aldığım vergilerden araklıyorsunuz ve şimdi de
benim mallarımı çalmaya başladınız...”
“Ben mal satmam!” diye öfkeyle karşı çıktı Christmas.

295
Rüya Dağıtan Çocuk

Rothstein, toplantıda konuşan sıradan bir iş adamının sakinliğiyle,


“Adamlarının yaptığı her şey senin sorunundur, delikanlı. En önemli
kuraldır bu.”
Christmas kılını kıpırdatmadan adama bakıyordu.
“Ama şimdi başıma bela açıyorsun,” dedi Rothstein. Sesi birden
sertleşmişti. “Sağda solda Dasher’ın kasabın birinin defterini dürdü­
ğünü söylüyormuşsun.”
“O yaptı.”
“Hayır, o yapmadı. Happy Maione ile de konuştuk. O değildi.”
“O yaptı!”
Rothstein, “Senin o aptal kasabın benim umurumda değil!” diye
bağırdı. Gözleri yerinden fırlamıştı. Burun delikleri hızla açılıp kapanı­
yordu. işaret parmağını Christmas’m göğsüne vurarak öfkeden boğuk
bir sesle konuşmaya devam etti: “Umurumda değil. Benim derdim
Happy Maione ve Frank Abbandando ile başımı belaya sokmamak.
İstediğim an onları ezebilirim... Ama rahatımı bozmak istemiyorum.
Etrafta dolaşıp benim adamım olduğunu söyleyen bir gerizekâlı yü­
zünden başımın ağrımasını da istemiyorum. Happy Maione seni hal­
letmek için gelip benden izin istedi. Çünkü Happy kuralları çok iyi
bilir. İsteseydim ona izin verebilirdim...”
Christmas bakışlarını yere indirdi.
Rothstein ayağa kalkıp Christmas’a arkasını döndü.
“Garip çocuksun. Aslına bakarsan meteliğin bile yok ama millete
sorsan hepsi ceplerini hep para dolu gördüklerine yemin edebilir. Söy­
lenenlere göre, bir mağazada çalışan sümüklünün tekine her gün elli
dolar veriyormuşsun.”
“Hayır. Sadece bir kez oldu ve parayı hemen geri aldım. Biraz
hava atmak istemiştim.”
Rothstein güldü. Nedenini bilmiyordu ama bu çocuktan hoşlan-
mıştı. İyi bir oyuncu olduğuna yemin edebilirdi.
“Herkesin benim sandığı bir Silver Ghost’un şoförüne on dolar
bahşiş verdiğini görmeyen kalmamış.”
“Onu da hemen sonra geri aldım.”

296
Luca Di Fulvio

Rothstein, Christmas’m yüzüne bakarak güldü. “Ne yani? Sihir


numaraları mı yapıyorsun? Hokkabaz filan mısın?”
“Hayır, efendim. Ama düşündüğünüz kadar zor değil. İnsanlar
neyi görmek istiyorlarsa onu görüyorlar.”
Rothstein’ın keyfi yerindeydi. “Nesin öyleyse? Bir düzenbaz mı?”
Christmas, “Hayır, efendim,” dedi ve birden daha önce kim olduğunu
hatırladı. O karanlık iki yıldan önceki hayatını hatırladı. Santo’yu, Pep’i,
Lilliput’u ve ona sürülen kremi. Ruth’u hatırladı. Sanki o hayalleri hiç
ölmemiş, sadece bir kenarda saklanmışlardı. Tek tek her şeyi hatırladı.
“Hikâye uydurmayı iyi beceririm, efendim.”
Rothstein bir süre onu süzdü. “Yani palavra sıkıyorsun,” dedi.
“Hayır, efendim. Ben...”
“Bırak şu efendim ayaklarını! Nesin öyleyse?”
“Hikâyeler anlatırım. En iyi yaptığım şey budur.”
Christmas, seneler önceki masum gülümsemesiyle gülümsedi ve
o an aynaya baksa Pep’in gözlerinde fark ettiği ışığı görebileceğini
biliyordu.
“İnsanların hoşuna gidecek şeyler anlatırım, çünkü hayal kur­
maktan hoşlandıklarını bilirim.”
Rothstein dönüp yerine oturdu ve Christmas’a doğru eğildi. Yüzünde
kuşkuyla karışık bir merak vardı. Bu çocuğun bir oyuncu olduğuna
yemin edebilirdi ve Rothstein oyuncuları severdi. Çünkü kendisi de
her şeyden önce iyi bir oyuncuydu.
“Neden etrafta benimle çalıştığını söylüyorsun?”
“Bir kez bile adınızı anmadım. Yemin ederim...” dedi Christmas
gülerek. “Sadece insanların ne istiyorlarsa ona inanmalarına izin ver­
dim. Aslında, şey... Hiçbir zaman duyduğum şeyleri de yalanlamadım.
Ama her şeyi onlar kendi kendilerine yarattılar.”
Rothstein altın bir tabakadan bir sigara aldı ve yakmadan dudak­
larının arasına yerleştirdi.
“Bu söylediklerine adamlarımdan hiçbiri inanmayacaktır.”
Christmas, “Muhtemelen,” dedi ve herkesin karşısında el pençe
divan durduğu büyük patronu ikna etmiş olmanın heyecanıyla ona

297
Rüya Dağıtan Çocuk

doğru eğildi. “Ama onların da sizin istediğiniz şeylere inanmalarım


sağlayabilirim, hem de açık açık söylemeden.”
“Ne gibi?”
Christmas, karanlığın kaybolup gittiğini düşündü. Sadece oynamayı
unutmuştu. Bunun neden ve nasıl olduğunu bilmiyordu ama hisse­
diyordu. Acaba Ruth hayatından çıkıp gittiği için mi böyle olmuştu?
Ruth’a gelip kendisini bulacağına dair söz vermişti. Ama kendisi de
New York sokaklarında kaybolmaya başlamışken onu bulmayı nasıl
başaracaktı? Önce kendini yeniden bulmalıydı. Ruth’u ancak ondan
sonra bulabilirdi. “Bahse var mısınız?” diye sordu büyük patrona.
Rothstein’ın gözleri bir an ışıldadı. Bahislere olan tutkusu yü­
zünden Yukarı Manhattan’daki rahat hayatını ve zengin ailesini terk
etmişti. Bu çocuğun iyi bir oyuncu olduğundan artık şüphesi yoktu;
insan karakterleri konusunda asla yamlmazdı.
“Senin gibi açlıktan nefesi kokan biri nasıl olur da bahse girer?”
“Yüz dolara var mısınız?”
“Yüz doları nereden bulacaksın?”
“Sizden ödünç alacağım.”
“Çılgının tekisin sen,” dedi Rothstein gülerek. Ama yine de cebinden
bir tomar para çıkarıp içinden bir yüzlük banknot çekti ve Christmas’a
uzattı. “Ama ben senden daha çılgınım. Çünkü eğer yenersem paramı
geri alacağım, kaybedersem sana iki katını ödemiş olacağım,” dedi ve
tekrar güldü.
Christmas, “Şimdi bana yardım etmeniz gerekiyor,” dedi.
Rothstein daha çok eğlenmeye başlamıştı. “Ah, çok güzel! Bir de
sana beni yenmen için yardım edeceğim, öyle mi?” dedi.
“Bana engel olmamanız yeterli. Bana inandığınızı gösterin sadece.”
Evet, bü çocuk çılgının tekiydi, her kumarbaz gibi. Ancak Roth­
stein bu delikanlıyı gittikçe sevmeye başlamıştı. Öğleden sonrası ilginç
geçeceğe benziyordu.
“Ne yapmalıyım?”
“Hiçbir şey. Sadece size A rnold’ diye hitap etmeme izin verin.
Sanki aramızdaki her şey yolundaymış gibi. Artık beni öldürmekten
vazgeçmişsiniz gibi.”

298
Luca Di Fulvio

Rothstein gülümsedi. “Seni zaten öldürmeyecektim, delikanlı,” dedi.


“Ama adamlarınıza beni öldürmeleri için izin verebilirdiniz, değil
mi?”
“Evet, tabii ki,” dedi Rothstein, çok sıradan bir konudan bahseder
gibi. Sonra ayağa kalktı ve kapıya yöneldi. “Lepke, Greenie, Gurrah,
Monkey!” diye seslendi.
Adamlar içeri girdiler. Yüzlerinde her zamanki soğuk ifadeleri,
yürüyüşlerinde de kendilerine duydukları güven vardı. Ama Christmas’ı
Rothstein’ın kalktığı sandalyeye ayaklarını uzatmış, ellerini ensesinde
kenetlemiş, aldığı yumruklara rağmen yüzüne yayılmış gülümsemesiyle
oturur görünce duraksayıp patronlarına baktılar. Ancak Rothstein onlara
arkasını dönmüş ve yeniden tek başına bilardo oynamaya başlamıştı.
Christmas, “Greenie,” dedi oturuşunu bozmadan. “Arnold benim
avukatlığımı yaptığını söyledi. Bu yüzden sana teşekkür borçluyum.
Ama biz artık iyi dostlar olmaya karar verdik, değil mi Arnold?”
Rothstein döndü. Çok eğlendiği gözlerinden okunuyordu. Bir şey
söylemedi. Masadan bir top alıp elinde oynamaya başladı. On bir nu­
mara. Rothstein’ın favorisi, zarda kazananların sayısı.
Christmas, “Lepke, sen de rahatla artık. Bu kez beni öldürmen
gerekmeyecek.”
Rothstein kahkahayı koyuverdi.
Üç gangster ne yapacaklarını bilemez haldeydiler. Kan göllerinin
karşısında bile kayıtsız kalan gözleri şimdi afallamış bir halde Christ­
mas ile Rothstein arasında gidip geliyordu. Sonunda budala Monkey,
“Neler oluyor, patron?” diye sordu.
Rothstein dönüp Christmas’a baktı.
Christmas, “İlk kuralı bilmiyor musun, Monkey?” dedi. “Hemen
anlayamıyorsan daha sonra anlarsın. Daha sonra da anlayamıyorsan
bil ki bir patronun her zaman bir nedeni vardır.” Sonra bakışlarını
Rothstein’a çevirdi. “Öyle değil mi, Arnold?”
“Evet,” dedi Rothstein bir kaşını kaldırarak. A t zarlarını, çocuk,
diye geçirdi içinden.
Christmas adama gülümsedi. Sonra Lepke, Greenie, Gurrah ve
Monkey’ye döndü ve onlara ayrıntıya girmeden İrlandalIlardan, on­

299
Rüya Dağıtan Çocuk

lardan nasıl nefret ettiğinden, polis olanların ahlaksızlığından, suçlu


olanların beceriksizliğinden söz etti. Sonra sanki konunun bir par­
çasıymış gibi birden kendi sarı saçlarını, onları henüz çocuk denecek
yaşta annesine tecavüz eden şerefsizden aldığını anlatmaya başladı.
Dört gangster de hiçbir şey anlamadan ve Rothstein’a meraklı
gözlerle bakmaya devam ederek Christmas’ı dinliyordu.
“Ve söylentilere göre bu şerefsiz... Gerçi artık önemi yok ama... Bu
adi herif cebinde her zaman, ucunda tavşan ayağı asılı bir saat zinciri
taşıyormuş,” diye devam eden Christmas ayaklarını sandalyeden in­
dirdi, ayağa kalktı ve adamların yanına yaklaştı. Sonra, fısıldar gibi,
“Muhtemelen ölü bir tavşandan aldığı bir ayak... Anladınız mı?” Dönüp
yeniden sandalyeye oturdu. Kendi kendine konuşur gibi, “Cebinde ölü
tavşan ayağıyla gezen, sarışın bir herif,” diye mırıldandı.
Gurrah, “Ölü Tavşanlar’dan biri miymiş?” diye sordu.
Christmas, “Ben öyle bir şey demedim,” dedi. Sonra Rothstein’a
dönüp, “Ben öyle bir şey demedim, Arnold,” dedi. Sonra Gurrah’a dönüp
bakarak, “Öyle bir şey dedim mi?” diye sordu.
“Hayır,” dedi Gurrah.
Christmas sonra Monkey’e döndü. “Dedim mi?”
“Hayır, ama...”
Christmas birden adamın sözünü kesti. “Ama, ama, ama... Ağzımdan
çıkmayan sözleri ben söylemişim gibi davranmayın. Benim bazı insan­
larla hiç işim olmaz. Önce bunu iyice anlayalım. Emin olduğum tek şey
o ahlaksız herifin benim babam olduğu... Eh, bir de... Eğer patronun
bu kadar yakın arkadaşı olmasaydı çoktan yerin dibini boylamıştı.”
Greenie, “Senin baban şeyin sağ kolu mu?” diye konuşmaya başladı.
Fakat onun da sözleri Christmas’ın bir el hareketiyle kesildi.
“Bilmiyorum ve o pislik heriflerden hiçbirinin adını duymak is­
temiyorum, Greenie. Bildiğim tek şey, beni İrlandalıya benzeten şu
sarı saçlarımın ve damarlarımdaki kanın -istesem de istemesem d e -
ondan bana miras kaldığı,” dedi. Sonra midesi bulanmış gibi yüzünü
ekşiterek yere tükürdü.
Oda utanç dolu bir sessizliğe bürünmüştü. Lepke önce Rothstein’a,
sonra Christmas’a baktı. Sonra, “Haklısın, baban boktan bir İrlandalI.

300
Luca Di Fulvio

Ve Ölü Tavşanlar çetesinin tüm adamları boktan heriflerdi. Ama sıkı


müşterilerdi. Hâlâ Manhattan sokaklarında adları anılıyor,” dedi. Sonra
Christmas’m yanına geldi ve omzuna dostça bir yum ruk attı.
Gurrah, Greenie’ye baktıktan sonra Christmas’a yaklaştı. “Bana
tam bir sokak serserisi olduğunu söylemişlerdi, delikanlı,” dedi. “Ama
bu odaya adımını atar atmaz sağlam olduğunu hemen anladım.”
“Hadi oradan, Gurrah,” diyerek güldü Greenie.
“Gerçekten böyle düşündüm.”
Greenie, Gurrah ile dalga geçmeye devam etti. “Tabii, tabii... Hemen
anlarsın sen.” Sonra Christmas’a baktı. “Memnun oldum, delikanlı.”
Gurrah da gülümseyerek, “Başına vurduğum için üzgünüm,” dedi.
“Kişisel bir şey değildi.”
Christmas, “Önemli değil,” dedi ve sonra elindeki yüz dolarla oy­
nayarak Rothstein’a baktı.
“A rtık sohbetimize yalnız devam etsek mi, Arnold?”
Rothstein’ın bir işaretiyle adamlar hemen odadan dışarı çıktılar.
Christmas, yalnız kaldıkları zaman, “Gördüğünüz gibi onlara
doğru olmayan tek bir şey söylemedim,” dedi. “Belki İrlandalılar dı­
şında. Onlar hakkında bir şey bilmiyorum. Diğer söylediğim her şey
doğruydu. Annem, İtalya’da bir çiftlikte yaşıyormuş. Çiftlik sahibi­
nin arkadaşı olan sarışın bir adamın tecavüzüne uğradığında on üç
yaşındaymış. İrlandalı olup olmadığım bilmiyorum ama sarışınmış.
Ben de adamlarınıza sadece bunu söyledim. Ve yeleğinin cebinden
tavşan ayağı sallaniyormuş. İtalya’da tavşan ayağı uğurlu sayılır. Eh,
cebinden sallandığına göre de ölü olması gerekiyor, değil mi? Ama
adamlarınız artık benim Ölü Tavşanlar çetesinden birinin oğlu oldu­
ğuma inanıyorlar. Her ne kadar tarihler tutmasa bile -çünkü benim
yüz sene önce doğmam gerekirdi- onlar böyle düşünmek istiyorlar.
Çünkü onlar gangster...”
Rothstein güldü ve geçip Christmas’ın karşısına oturdu.
“Bahsi kazandım mı, efendim?”
“Yüz dolarımı geri ver.”
Christmas doğruldu ve yüz doları adama uzattı.

301
Rüya Dağıtan Çocuk

Rothstein parayı aldı, bir iki saniye elinde tuttu ve sonra yeniden
Christmas’a uzattı. “Palavra sıkmayı iyi beceriyorsun ve bahsi kazan­
dın. Al, işte yüz doların.”
Christmas elindeki paraya baktı. “Kaybedersiniz, iki katım kay­
bedeceğinizi söylememiş miydiniz?”
“Şansını zorlama, evlat. İyi kazandın. Haline şükret. Çünkü ben
kaybetmeyi sevmem.”
Christmas güldü ve hemen sonra yüzünü ekşitti. Dudağı yeniden
kanamaya başlamıştı. Rothstein, Christmas’m duyduğu acı, kaybının
bir tür tazminatıymış gibi güldü. “Peki, hikâye uydurma yeteneği olan
birisi ne yapar?” diye sordu.
Christmas adama baktı. Ağzı yarı açık gibiydi. Gördüğü bir şey
tarafından engellenmiş gibi kalakaldı. Bir paket. Fred’in getirip bırak­
tığı ve içinden bakalit bir radyonun çıktığı bir paket. Siyah. Zihnine
üşüşen sesler, müzikler. Önce sigortalar ısınmak. Sonrasında duyu­
lan hışırtılar. Ve arkasından yükselen müzik. İhtiyar Saul Isaacson’m
bastonunun yerde çıkardığı tıkırtılar. Hayatta ne olacağını bilirsen,
doğru seçimler yapabilirsin. Sonra o, Ruth. Sarılı yüzük parmağı ve
sargıların üstüne çıkmış kan lekesi. Siyah saçları. Radyonun bakalitleri.
Ruth’un sesi. Ben konuşma programlarını seviyorum.
“Hey, delikanlı! Dilin mi tutuldu? Hikâyelerin ne işe yarar?”
“Onları... Onları radyoda anlatmak istiyorum.”
Rothstein’ın dudaklarına alaycı bir gülümseme yayıldı ve Christmas’m
söylediklerini anlamamış gibi başını hafifçe yana yatırdı. “Neden?”
Christmas, “Belki o zaman çok değer verdiğim biri sesimi duyar,”
dedi. “Her ne kadar çok uzakta olsa da.”
Rothstein bir elini burnuna götürdü. İşaret parmağı ve baş par­
mağıyla burnunu yavaşça ovuşturdu. Sonra kaşlarına dokundu. Bu
çocuğu giderek daha çok seviyordu.
“Radyo, sesleri çok uzaklara götürebilir,” dedi sadece.
“Evet, efendim.”
Rothstein gülümsedi ve “Arnold,” dedi. “Oyuncular birbirlerine
isimleriyle hitap ederler, Christmas.”
“Teşekkürler... Arnold.”

302
Luca Di Fulvio

Rothstein yerinden kalktı ve bilardo masasına doğru yürüdü.


“Dasher ve Happy Maione’den uzak dur.”
Christmas sesini çıkarmadan adama baktı.
“Gidebilirsin... Sticky serserisine dikkatli olmasını söyle. Gözüme
senin kadar sempatik görünmüyor. Sen de sokaklardan uzak dur, an­
ladın mı? Sözlerime kulak ver, delikanlı. Sokaklar sana göre değil.”
Christmas, New York’un en azılı, en korkulan gangsterine uzun
uzun baktı ve sonra kapıya yöneldi.
Rothstein, “Bekle,” dedi. “Şu radyoyla ilgili söylediklerin... Senin
o uydurmalarından biri mi?”
“Hayır.”
Rothstein bir şey söylemek için ağzını açtı ama sonra vazgeçti.
Başını yavaşça sağa sola sallayarak homurdandı. “Biraz düşüneceğim.”
Elini havaya kaldırıp sinek kovalar gibi salladı. “Şimdi uza. Beladan
uzak dur ve bir daha başıma iş açma.”

303
35

Manhattan, 1926

Haber hızla yayıldı. Cherry Caddesi’ndeki tanıklar, “Christmas Luminita’yı


alıp götürdüler,” diyordu. Ve o mahallede oturan herkes ortadan kay­
bolan insanların bir daha geri dönmeyeceğini çok iyi biliyordu. Hele
ki Lepke Buchalter ve Gurrah Shapiro gibi iki patron bizzat gelmişse
bu işi Yukarı Manhattan’daki adam için yapıyor olmalılardı. Bu yüz­
den kaçırılan kişinin geri dönme şansı hepten azalıyordu. Haber hızla
mahalleye yayılmıştı. Ve bir anda Christmas’a ölmüş gözüyle bakmaya
başlamışlardı.
Sürekli kötü haber yaymayı seven ve kim bilir belki de hazırlıksız
yakalanmamak için devamlı siyah giyinen dedikoducu kadınlardan biri
çoktan Bayan Luminita’nm evinin kapısına dikilmişti. Bir adım önünde
duran V-63 model Cadillac’a zorla bindirilen rahmetli Christmas’ın
zavallı annesinin acısına şahit olan ilk kişi olmak istediği ortadaydı.
Fakat arabanın arka kapısının birden açılmasıyla sallanarak dışarı çıkan
delikanlının yara bere içindeki yüzünü görünce kalbi yerinden fırlayacak
gibi oldu. Belki de onun ölümüne şimdi şahit olmak üzereydi. Her şey
gözlerinin önünde yaşanacaktı. Bir an için Bayan Luminita’ya, iftira
ve dedikoduyla geçen yıllar boyunca diline pelesenk olmuş o zehirli
sözlerle oğlunun son anlarını nasıl ballandıra ballandıra anlatacağını
hayal etti. Birden gençleşivermiş, varis dolu şişman bacaklarına yep­
yeni bir özsu yayılıvermişti sanki. Hayat yolculuğunun neredeyse son
adımlarını atarken, kaderin karşısına böyle dramatik bir an çıkarması
için kendisininki gibi sefil bir hayatı yaşamaya değdiğini düşündü. Ve

304
Luca Di Fulvio

hiç gülümsemeyen biri olmasına karşın -belki hayatı boyunca hiç gül­
m em işti- yılan gibi ince dudaklarıyla sırıtırken gözleri de parlıyordu.
Kaldırıma yanaşmış arabanın camından kafasını uzatan çirkin
suratlı bir adam, sesinde en ufak bir öfke olmadan, “Hey, Tavşan!”
dedi. “Kendine iyi bak. Yakında görüşürüz.”
Sokak serserilerinden biri, gözleri yuvalarından fırlayarak, “Vay
anasını, Lepke bu,” diye mırıldandı.
Dedikodu meraklısı kadın onu duydu ve irkildi. Ağzı bir karış açıl­
mıştı. Sonra başka bir adam daha gördü. Mavi gözlü ve ezik burunlu
sarışın bir adam arabadan indi ve yara bere içindeki delikanlının -h iç
de yere yıkılacak gibi görünmeyen Christmas’ın - omzuna şaka yollu
bir yum ruk attı. “Hoşça kal, dostum,” dedi gülerek. Genç adam ona,
“Hadi oradan, Gurrah!” diye takılırken sarışın adam gülerek karşılık
verdi. Lepke de arabanın içinden onların kahkahalarına katıldı. Meraklı
kadın dizlerinin titrediğini hissetti. Heyecanının yarattığı gençlik hissi
bir anda yok olmuştu. Ağzında acı bir tat hissetti; hayatının en güzel
sahnesini yaşamasına engel olan bu çocuğa karşı duyduğu öfkenin
ağzında bıraktığı tattı bu. Hatta belki daha da fazlasıydı. Onu boğan
sefil hayatı boyunca beslediği tüm kötülüklerin tadı, aşırı duygular,
belki öfke, belki sadece yüreğinin de tıpkı kendisi gibi yaşlanmasıydı.
Yaşlı kadın, Monroe Caddesi’ndeki 320 numaralı binanın merdiven­
lerine yığıldı. Ölmeden önce aklında iki düşünce vardı. Biri, siyahlar
içindeki başka bir dedikoducu kadının o an gelip her şeye şahit olma­
sına duyduğu kıskançlık, diğeriyse öldüğünün farkına bile varmadan
yanından geçip giden o şanslı piçe duyduğu derin nefret.
“Hey, Tavşan! Kocakarıya çok sert davranma,” diye bağırdı Lepke.
Cadillac tam gaz yola çıkarken Lepke ve Gurrah’nın kahkahaları sekiz
silindirli motorun gürültüsüne karıştı. Christmas bir şey anlamadan
gülümsedi. Dudağı ve alnı acıyordu. Apartmana girdi ve bodrum ka­
tına indi. Eski bir dostun ona yardım elini uzatacağından emindi.
Kapılardan birini çaldı. Santo Filesi, ailesiyle birlikte oturduğu evin
kapısını açar açmaz şaşkınlık içinde bağırdı: “Lanet olsun, patron! Ne
bu hal? Kim yaptı bunu?”
“Söylesem gidip hesabını soracak mısın?”
Santo kızardı. “Hayır... Ben sadece...”

305
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas, “Taiırı seni korusun, Santo,” dedi ve arkadaşının kol­


larının arasına yığıldı.

Bir hafta sonra yaralar kapanmaya başlamıştı. Cetta, büyük olasılıkla


iz kalacağını söylüyordu. Alnındaki yarayı sarı perçemler örtebilirdi
ancak dudağındaki yara ömür boyu Christmas’la birlikte olacaktı. Bir
doktor -d ah a çok sırtındaki dikiş makinesiyle sokak sokak gezen bir
terziye benzeyen b iri- yaraları dikmişti. Ancak iz, neredeyse üç santim
kadar aşağı uzanarak çenesine kadar iniyordu. Cetta, en güzel oyuncağını
kırmışlar gibi şefkatle oğlunun yarasını okşamış, sonra ona manevi
büyükannesi ve büyükbabası olan Tonia ve Vito Fraina’nm oğulları
Mickey’nin hikâyesini anlatmıştı. Her zaman gülerdi Mickey, hayatı
ciddiye almaz, hep gösterişli kıyafetler giyerdi. Cebinden tomar tomar
para hiç eksik olmazdı. Cetta oğluna bunları anlatırken sesi sıcacık,
yumuşak, sevgi dolu ve hüzünlüydü. Christmas’a Mickey’nin boğazına,
kalbine ve ciğerine şiş soktuklarını anlattı. Sonra onu kulağının tam
arkasından vurarak beyninin yarısını başının diğer tarafından çıkar­
mışlardı. Hâlâ kımıldandığını görünce genç adamı bir de telle boğarak ,
öldürmüşlerdi. Daha sonra Cetta -gözlerini oğlundan ayırmadan ve
onun da bakışlarını kaçırmasına izin vermeden- Mickey’yi çalınmış bir
kamyonetin arkasına attıklarım ve Sal’i, Mickey’nin tek dostu olan Sal’i,
cesedi Red Hook’daki bir inşaata götürmeye zorladıklarını anlatmıştı.
O zaman Christmas ona, “Ben Tonia nineyi hatırlıyorum...” dedi.
“Parmağını hep oğlunun fotoğrafının üzerinde gezdirirdi. Fotoğraf
sürekli okşanmaktan çok eskimişti.” Cetta oğlunun göğsünün üzerine
elini koydu ve onu yavaşça okşamaya başladı. O sırada, sahibin teca­
vüzlerinden korumak için annesinin onu sakatladığı gün geldi aklına.
Üzerinden yirmi sene geçmişti ve o günleri hiç düşünmemişti. Orası
başka bir dünya, o başka bir hayattı. Ama o an, parmaklarıyla oğlunu
okşarken annesinin yirmi sene önce neler hissettiğini anlıyordu. Ve
tam yirmi sene sonra, o an onu affetti.
Oğluna, tıpkı annesinin seneler önceki katı ses tonunu ve onun
kullandığı kelimeleri kullanarak, “Dinle beni, Christmas,” dedi. “Ar­
tık büyüdün ve gözlerimin içine baktığında dediklerimi yapabilecek
güçte olduğumu anlayacağın gibi şimdi sana söyleyeceklerimi de gayet

306
Luca Di Fulvio

iyi anlayabilirsin. Hayatını değiştirmezsen, seni ben kendi ellerimle


öldüreceğim.” Oğlunun göğsünü okşayan eli durdu. Derin bir nefes
aldı. “Ben, Tonia ninen gibi değilim. Ömrümün geri kalanını oğlumun
fotoğrafını okşayarak tüketmeyeceğim.” Gözleri yaşlarla dolsa da katı
ifadesini bozmadı. Elini yavaşça oğlunun göğsünden çekti ve ansızın
var gücüyle Christmas’ın göğsüne bir yum ruk attı. Sonra fırlayıp ev­
den çıktı.
On dakika sonra geri döndüğünde elinde bir paket vardı.
Christmas hâlâ divanda başını ellerinin arasına almış oturuyordu.
Sarı perçemleri yüzüne düşmüştü.
“Kalk,” dedi Cetta.
Christmas annesine baktı. Ayağa kalktı.
“Soyun.”
Christmas kaşlarını çattı ama annesinin buz gibi bakışlarıyla kar­
şılaşınca soyunmaya başladı. Ceketini, pantolonunu, gömleğini çıkardı.
Şimdi üzerinde sadece yün fanilası, iç çamaşırı ve çorapları kalmıştı.
Cetta oğlunun kıyafetlerini topladı. Mutfakta yanan sobanın kapağını
açtı ve hepsini içine attı.
Christmas sesini çıkarmıyordu.
Sobadan yoğun bir duman çıkmaya başlamıştı. Cetta elindeki
paketi Christmas’a doğru fırlattı. “Bugünden itibaren gangster gibi
giyinmeyi bırakacaksın.”
Christmas, annesinin ses tonundaki kararlılığı ve gözlerinde git­
tikçe donuklaşan bakışı görünce bir şey söylemeden paketi açtı. İçinde,
mahalledeki normal insanların ve Santo’nun giydiği tipte kahverengi
bir takım elbise ve beyaz bir gömlek vardı.
“Şimdi saçlarını da tara,” dedi Cetta. Daha fazla güçlü görünemeye-
ceğini anladığı için hızla yatak odasına girdi ve kapıyı çarparak kapadı.
Christmas odanın ortasında yarı çıplak kalakaldı. Bir süre kımılda­
madan elindeki kahverengi takıma ve beyaz gömleğe baktı. Bu sırada
odadaki duman gittikçe artmaya ve gözlerini yakmaya başlamıştı. Tıpkı
Pep’in dükkânından çıkan duman gibi, diye geçirdi içinden. Öksürdü.
Sonra gidip pencereyi açtı. Aşağıdaki yola baktı, mahallenin sesini
dinledi, üstleri yırtık pırtık birkaç çocuğun bir sarhoşun etrafında

307
Rüya Dağıtan Çocuk

koşuşturup onu çarpmak için doğru zamanı kollamalarını izledi. Yanan


elbiselerinin dumanıyla karışan soğuk hava içini titretti.
Odaya döndü ve ağır ağır giyinmeye başladı.

Joey, “Hey Diamond, bu halinle seni tanıyamadım!” dedi sırıtarak.


“Memur gibi giyinmişsin. Nereden aldın bu kıyafetleri? Bit pazarın­
dan mı?”
Christmas, çocuğu yakasından yakaladığı gibi duvara çarptı. “İki
haftadır ortalarda yoksun. Neredeydin?”
Joey kollarını iki yana açtı, kurnaz bir tilki gibi sırıtarak başını
yana eğdi. “Sakin ol. Yapacak işlerim vardı...”
Christmas, çocuğu yakasından çekiştirerek yeniden duvara çarptı.
“Ne işiymiş bu?”
“Sakin ol...”
Joey gülümsemeye devam ediyordu ama Christmas’m gözlerinden
kaçırmak istediği gözlerinde giderek büyüyen rahatsızlığı görülüyordu.
“Her zamanki işler, Diamond.” Sol elini cebine soktu. “İşte bu da
senin payın, rahat ol. Ortağız değil mi? Yoksa ortağımı unutacağımı
mı sandın?”
“Neden ortadan kayboldun?” Christmas’m sesi sokakta çınladı.
“Ne yaptın, söylesene? Öldürüldüğümü mü sandın? Beni kimin gelip
aldığını duyunca altın sıçmışsındır kesin.”
“Neler diyorsun sen?” dedi Joey sinirli bir şekilde gülerek. Eli
hâlâ cebindeydi. Tekrar bakışlarını Christmas’tan kaçırmaya çalıştı.
Bu kez Christmas onu sertçe duvara doğru itti. “Bana bak! Göz­
lerimin içine! Neden ortadan kayboldun?”
Joey’nin gözleri, etrafını çeviren koyu göz çukurlarında hepten
kayboldu. Neredeyse kapanacak gibiydiler. Sonra elini cebinden çı­
kardı. Sustalı bıçağını açtı. Christmas bıçağın ucunu teninde, kara­
ciğerinin üzerinde hissetti. Joey alçak sesle, “Ellerini üzerimden çek,
Diamond,” dedi.
Christmas onu bırakmadı. Joey’nin gözlerinin içine baktı ve çocuğu
küçümsercesine gülümsedi. “Evet... Altına sıçmış olmalısın.”
Bıçak etine biraz daha girdi.

308
Luca Di Fulvio

“Bırak beni,” dedi Joey. “Her şeyi mahvetmeyelim.”


“Söyle,” dedi Christmas. Bakışlarındaki küçümseme daha çok
artmıştı. “Söyle, altına sıçtığını söyle!”
Bir süre birbirlerine meydan okur gibi sessizce bakıştılar. Göz göze.
Christmas’m korkusuz bakışları karşısında Joey’nin kaçamak bakışları.
Sonra Joey, Christmas’ın gözlerinde okuduğu küçümsemenin altında
ezilerek bıçağı yavaşça geri çekti. Sonra tıslar gibi, “Sen kaybedenler­
densin,” dedi. “Sen Aptal Abe’in soyundansın... Tıpkı babam gibi bir...”
Christmas gülümsedi ve Joey’yi tekrar duvara iterek bıraktı. Bir
adım geri gitti.
Joey sözlerine, “Sen bir hiçsin,” diye devam etti. “Bir bok değil­
sin.” Sesi öfkeden çok alınganlık doluydu. “Onca zaman yol gösterdim
sana. Diamond Dogs saçmalıktan başka bir şey değil. Sen de onun gibi
saçmalıksın. Sadece o Santo denen ahmak senin boş laflarına inanır.
Sen oyun oynadığını sanıyorsun... Bana bak!” Joey birden bağırmaya
başladı. “Sana söylüyorum! Bana bak!”
Christmas döndü. Sarı perçemleri, şakaklarına doğru inen yarayı
gizleyerek alnına düştü. Dudağındaki kesik ise kalın bir kabuk bağla­
mıştı. Gülümseyerek başını iki yana salladı ve ifadesiz, sakin bir ses
tonuyla, “Uza, Sticky,” dedi.
“Kıçını kurtarmak için Rothstein’a ne söyledin? Beni mi sattın
yoksa?” diye sordu Joey.
“Bir şey söylememe gerek kalmadı. Hakkında her şeyi biliyor za­
ten,” dedi Christmas. Çocuğun yüzüne uzun uzun baktı. Gözlerindeki
küçümseme yerini acımaya bırakmıştı. “Sen solucanın tekisin, Joey.
Defol.”
Joey gözü dönmüş bir halde Christmas’m üstüne atladı. Christmas
kenara kaçıp onu kolundan yakaladı ve döndürerek kırmızı tuğlalı
duvara doğru fırlattı. Dengesini kaybeden Joey yere, çöplerin ara­
sına düştü. Ancak hemen toparlandı ve öfke dolu gözlerle yeniden
Christmas’a saldırdı. Christmas bu kez hazırdı. Dirseğini hızla çocuğun
boğazına indirdi ve midesine sert bir yum ruk attı. Joey iki büklüm
oldu. Nefessiz kalmıştı. Öksürdü. Bacakları büküldü ve kusmaya baş­
ladı. Christmas onun toparlanmasına izin vermeden üstüne atladı.
Karşısına çıktığı an Bill’e saldıracağı güçle, ona duyduğu ve diğer her

309
Rüya Dağıtan Çocuk

rakibine karşı kullandığı öfkeyle çocuğa saldırdı. Bili... Onun için bu


kadar güçlü biri olmuştu. Bili için. Onu gördüğü ilk an yaptıklarının
hesabını sormak için.
Christmas yumruğunu havaya kaldırdı. Tam Joey’nin ensesine
indirmek üzereyken durdu.
“Sana vurmak istemiyorum.”
Joey nefes alma fırsatı bulur bulmaz, “Sen kim olduğunu sanıyor­
sun?” dedi. “Kimsin sen? Hiçbir şey değilsin...”
Christmas parmağını Joey’ye doğru salladı. “Rothstein’a dikkat
et,” dedi. “Her şeyi biliyor. Hiddetten köpürüyor. Haklısın, bu bir oyun
değil. Adamın uyuşturucularından uzak dur...”
“Ne uyuşturucusu?..”
Christmas öfkeyle, “Her şeyi biliyor diyorum sana, göt herif! Benim
bilmediğim ne varsa o biliyor.”
Joey gülerek ayağa kalktı. “Gerçekten Aptal Abe gibisin. Bütün o
paraların nereden geldiğini sanıyordun? Siktir git, Diamond. Vaazlarını
kendine sakla. Nesin sen? Rothstein’ın dalkavuğu mu?”
“Ne bok yersen ye, Joey. Ama bundan böyle ortalıkta dolaşıp Di­
amond Dogs’dan olduğunu söyleme.”
Christmas arkasını döndü ve sokağın çıkışına doğru yürümeye
başladı. Kalabalığın arasına daldı. O sırada herkese, her an Bili ile
karşılaşabilirmiş gibi baktığını fark etti. Bili ile karşılaşmak ve Ruth’a
olan aşkının acısını nefretiyle boğmak istercesine... Gözlerini kapadı.
Sonra yeniden açtı. Nereye gideceğini, ne yapacağım bilmiyordu. Ama
şu an için en önemli şey, orada kalmamaktı.
“Diamond! Hey, Diamond!”
Arkasından gelen sesi duyunca geri döndü.
Joey hemen on adım ötede duruyordu. Christmas da durdu. Joey
onun durduğunu görünce yavaşladı. Sanki o son adımları çok güçlükle
atıyormuş gibi ağır ağır yürüyordu.
“Dinle... Diamond.”
Birbirlerine iyice yaklaşmışlardı. Joey sözlerini seçerek konuşmaya
çalışıyordu.
“Her şeyi mahvetmek zorunda mıyız? Biz dostuz...”

310
Luca Di Fulvio

Bunları söylerken gözlerinden apaçık bir endişe ve güvensizlik


okunuyordu. Sanki daha zayıf, daha solgun görünüyordu. Yüzündeki
yara izleri de çoğalmış gibiydi. Gülümsemeye çalışarak, “Hâlâ dostuz,
değil mi?” diye sordu. Fakat bu bir sorudan çok duaya benziyordu.
Christmas başını iki yana salladı ve “Joey...” diye konuşmaya başladı.
“Hayır, bekle, bekle.”
Joey gülümsemeye çalışıyordu ancak havadaki gerginlik nefes
almasını bile zorlaştırıyordu.
“Bekle, lanet olası,” dedi. “Ne demek istediğini biliyorum. Biliyo­
rum, evet. Tamam. Dinle beni, uyuşturucuları unutalım. Üzerine bir
çizgi çekelim. A rtık uyuşturucu yok. Onların da Rothstein’m da canı
cehenneme. Anlaştık mı? Tamam mı?”
Christmas derin bir nefes aldı.
“Joey...”
Joey, kolunu Christmas’m boynuna doladı.
“Hadi ama Diamond...”
Christmas sesini çıkarmadan ona bakıyordu.
“Biz ortağız. İkimiz Diamond Dogs çetesiyiz, dostum.”
Sonra Joey elini cebine attı ve aceleyle bir tomar para çıkardı.
Hepsini saydı ve içlerinden birkaç tanesini Christmas’a uzattı. “İşte
senin payın. Tam yarısı. Anlaştık, değil mi?”
Christmas kımıldamadan Joey’nin elindeki paralara baktı.
Joey titreyen ellerini Christmas’a doğru uzattı. “Hadi al şunları.”
Christmas’m bakışlarına aldırmamaya çalışıyordu.
“Hadi, al... Sen benim tek dostumsun,” dedi Joey. Gözlerindeki
korkuyu artık gizleyemiyordu. “Lütfen...”
Christmas kendinden emin bir sesle, “Ben hayatımı değiştirmek
istiyorum, Joey,” dedi
Joey hiç düşünmeden, “Tabii... Ben de istiyorum,” dedi. Gözlerinde
hem şaşkınlık hem de umut aynı anda parlıyor gibiydi. “Önce kafa­
mızı bir toplayalım, değil mi?” Güldü ve hâlâ elinde tuttuğu paraları
Christmas’m göğsüne vurdu. “Ama yavaş yavaş, tamam mı? Kimseye
zarar vermeyecek işler yapmaya başlayalım. Kendimize doğru dürüst
bir iş bulana kadar, ha? Hadi ama Christmas... Herhalde benden Ap­

311
Rüya Dağıtan Çocuk

tal Abe gibi sokakta ayakkabı bağcığı satmamı istemeyeceksin. Bunu


yapmamı sen bile isteyemezsin. Kendimize uygun başka bir iş bulu­
ruz. Ne diyorsun?” Christmas’ın sırtına hafifçe vurdu. Sonra kolunu
omzuna doladı ve birlikte yürümeye başladılar. “Nereye gidiyoruz?
Bunu kutlamalıyız. Hadi, Diamond. Al şu paraları...”
“Hayır, Joey... Söyledim sana. Ben değişmek istiyorum.”
Joey paralara baktı ve sonra hepsini cebine attı. “Tamam, an­
laşıldı. Bunları senin için ayırıyorum. Fikrini değiştirirsen kenarda
dursun.” Sonra bir an susmadan konuşmaya devam etti. “Ee, kutlamayı
nerede yapıyoruz? Broome Caddesi’nde yeni bir speakeasy açılmış,
inanabiliyor musun? Bodrum katında bir bar, ne dersin? Hem oyun
makineleri de vardır mutlaka. Diamond Dogs’un payım vermeden iş
yapamazlar, değil mi?”
“Joey...”
“Tamam, tamam. Şaka yapıyorum.”

312
36

Los Angeles, 1926

Bili, bir hafta süren yolculuktan sonra California’ya vardığı zaman


ağzı bir karış açık kaldı. Detroit günlerinde Liv’in anlattıklarından
çok daha güzel bir yerdi burası. Onu etkileyen ilk şey iklim oldu. Bili,
kışların çok sert, yazların ise nemli ve boğucu sıcaklarla geçtiği New
York’ta büyümüştü. California ise ılık, kuru ve serin rüzgârlı bir yerdi.
Onu etkileyen ikinci şeyse ışıktı. New York’un sıra sıra gökdelenleriyle
gölgelenmiş basık ve loş gökyüzü, burada yerini geceleri yıldızlarla
aydınlanan, mavi ve pırıl pırıl bir gökyüzüne bırakmıştı. Temiz ve
pırıl pırıl parlayan, hem Büyük Okyanus’a hem Sierra Nevada’ya hem
de ikisinin arasında kalan cennete doğru uzanan sonsuz ufku gözler
önüne seren bir ışık... Okyanus da aynı şekilde masmaviydi. East Ri-
ver ya da Hudson’ın sularının karıştığı o koyu ve bulanık denize hiç
benzemiyordu. California’daki her renk, ister kırmızı, ister mavi ya da
yeşil olsun güçlü, canlı ve ışıl ışıldı. Ama hepsine baskın gelen tek bir
renk vardı; sarı. California’da içinde biraz olsun sarı olmayan hiçbir şey
yoktu. Altın madencilerinin hâlâ nehirlerde ve tepelerde aradığı altının
sarısı, her köşeyi ısıtan güneşin parlak sarısı, okyanusla kucaklaşan
kumsalların açık, neredeyse beyaza yakın sarısı... New York’un karan­
lık, yapış yapış doklarının yerine burada geniş, ince kumlu, tertemiz
kumsallar bulunuyordu. Sıcacık kumlar kıyı şeridi boyunca ilerleyen
caddelerin kenarına kadar uzanıyordu. Ve bütün tabiat, hızla çoğalan
turuncu gelincikleriyle, suya doymuş verimli topraklarıyla bu kızgın
güneşe ayak uydurmak ve pişmanlıkları, tasaları, kuşkuları, geleceğe
ait korkuları olmayan bir yaşamı ona sunmak ister gibiydi. Bu şehirde,

313
Rüya Dağıtan Çocuk

olması gerektiği gibi bir hayat vardı. Neşeli, kaygısız, mutlu... İnsan­
lar da, tıpkı California gelincikleri gibi rengârenk gömlekler giyiyor,
kumsallarda koşuyor, gülüyor ve yarını düşünmeden sevişiyordu.
Bill’in, üç sene önce California’ya geldiği zaman gördükleri bun­
lardı. O zaman, artık evinde olduğunu düşünmüş ve bu büyülü şehirde
mutlu olacağına inanmıştı.
San Francisco’yu geçip Los Angeles’a varmıştı. Bu kadar büyük bir
şehirle karşılaşacağım hayal bile edemezdi. Yol üzerinde önüne çıkan ilk
otelde kaldı ve otel sahibine kiralık bir gökdelen dairesi bulup bulama­
yacağını sordu. Okyanusa olabildiğince yukarıdan bakmayı ve güneşe
olabildiğince yakın olmayı istiyordu. Adam ona, kuzeninin Cahuenga
Bulvarı’nda kiralık daireleri olduğunu söyledi. Hepsi giriş katında,
çok güzel bir binada ve ekonomikti. Bili adamın yüzüne karşı güldü.
Dört bin beş yüz dolarlık servetini sakladığı cebini okşayarak,
“Yeterince zenginim,” dedi.
Otelci, onu uyarmak ister gibi, “Öyle mi? Los Angeles’ta para ça­
buk tükenir,” dedi.
Bili güldü. Kendisini bir California gelinciği gibi hissediyordu.
Çiçek gibi açıyor ve sadece güneşin tadını çıkarmak istiyordu, hepsi
bu. Korkulacak bir yarın yoktu, sadece bugün vardı.
Ancak iki ay sonra Bili, o muhteşem manzaralı dairesinin iyiden
iyiye kanını emmeye başladığını fark etti. Birkaç parça eşyasını topla­
yıp otele döndü ve otelciye, “Şu Cahuenga Bulvarı’ndaki evin adresini
versene,” dedi.
Aynı akşam Bayan Beverly Ciccone’nin İspanyol tarzı konağındaki
dairesine taşındı. Bayan Ciccone elli yaşlarında, dolgun vücutlu, saçlarını
oksijenle açmış bir kadındı. Sahip olduğu bina kendisine ikinci kocası
merhum Tony Ciccone’den miras kalmıştı. Tony Ciccone, Valley’deki
portakal bahçesini ve daha sonra da bir meyve suyu fabrikasını satıp
bu konağı almış, seksen üç yaşında da vefat etmişti. Bayan Ciccone
dul kaldıktan sonra servet avcılarına -k i Los Angeles’ta binlercesi
yaşıyordu- çok dikkat etmesi gerektiğine inanmaya başlamıştı. Hepsi
Palermo Evleri gibi bir mülke sahip olmayı çok isterdi. Kadın, “Burayı
ilk gördüğümde ben de tıpkı onlar gibi vurulmuştum,” diyerek kahkaha
attı ve iri göğüsleri hopladı. Sonra Bili ile birlikte evi görmeye gittiler.

314
Luca Di Fulvio

Palermo Evleri, at nalı biçiminde bir binaydı ve avlusuna üç kır­


mızı basamak çıkılarak giriliyordu. Ayrıca girişte, Bill’in birçok kovboy
filminde gördüğü Meksika evlerindeki gibi mermer bir kemer bulu­
nuyordu. Ortada, Bayan Ciccone’nin kenarlarına rengârenk güller ek­
tirdiği taş döşeli bir avlu vardı. Dar bir çakıl yol apartmanın girişine
kadar uzanıyordu. Uzun cephede yedişer, köşelerde iki ve uç tarafta
dört olmak üzere yirmi daire de giriş kapısının bulunduğu ve içinde
bir banyo ile açık bir mutfağın olduğu küçük bir salona bakıyordu.
İçerideki mobilyalar bir koltuk, bir yer halısı, bir yemek masası, iki
sandalye ve iki kişilik yatak olabilen bir divandan ibaretti. Bir de di­
vanın yanında komodin ya da iki kapaklı büfe vazifesi gören bir dolap
göze çarpıyordu.
Bayan Ciccone, “Banyoya ayna takmamı isterseniz bana önceden
beş dolar vermelisiniz. Daha önceki kiracı aynayı kırdı ve parasını
ödemeden gitti. Yeni bir ayna gerekli.”
“Neden benim almam gerekiyor?”
“Tamam. O zaman şöyle yapalım; yarısını siz verin yarısını ben,
bu konu da böylece kapanmış olsun. İki dolar elli sent verseniz yeter.”
Bunun üzerine Bili cebindeki tomarı çıkardı ve kadına dört dolar
haftalık kira, iki dolar elli sent de ayna için ödedi. Dul Ciccone, bir
süre Bill’in elindeki tomardan gözünü ayıramadı. Daha sonra elinde
yeni aldığı banyo aynası ile geri döndüğünde Bili kadının dudaklarına
kalp biçimi vererek kırmızı bir ruj sürmüş olduğunu fark etti. Ayrıca
kırmızı gömleğinin üstten iki düğmesini açmış, yine gömleği gibi kır­
mızı bir sütyenden taşan iri göğüslerini iyice ortaya çıkarmıştı. Az
önce ayağında bulunan eski terliklerin yerine de sivri burunlu, yüksek
topuklu bir çift ayakkabı giymişti.
Açık sarı saçlarını parmaklarıyla kabartarak, “Aktör müsünüz,
Bay Fennore?” diye sordu.
“Hayır.”
“Ama sinemayla ilgili bir iş yapıyorsunuz, değil mi?”
“Hayır.”
“Ah, çok garip.”
“Neden?”

315
Rüya Dağıtan Çocuk

“Çünkü Los Angeles’a gelen herkesin aklı fikri sinemadadır.”


“Benim değil.”
“Çok yazık... Oysa hoş bir adamsınız. Her neyse Bay Fennore, bana
Beverly diyebilirsiniz. Ya da sadece Bev.”
“Peki.”
“Öyleyse ben de sana Cochrann diyebilirim.” Dul kadın, parmaklarını
dudaklarına doğru uzatıp kırıtarak güldü. “Ya da belki kısaca Cock.14”
Bili bu kez gülmedi. Küfürlü konuşan kadınları komik bulmuyordu.
“Yakında banka var mı?”
“Hemen iki blok ötede. Müdürü benim arkadaşım... Daha doğrusu
tanışırız. Seni benim gönderdiğimi söyleyebilirsin, Cock.”
Dul kadın, belki de Tony Ciccone’nin beklenmedik ölümünün ne-
denleriılden biri olan geniş kalçasını sallayarak odadan çıktı.
Bili kapıyı kapadı ve yeni evine göz gezdirmeye başladı. Duvarlar
leş gibiydi ve bazı yerlerinde önceden yapıştırılmış not ya da fotoğ­
rafların izi kalmıştı.
Ertesi gün American Savings Bank’te iki bin dolarlık bir hesap
açtırdı. Cebindeki yetmiş yedi dolarla bir fırça ve iki kutu boya aldı.
Sonra Palermo’ya dönüp evin duvarlarını boyadı. O gece odadaki koku
dayanılmazdı. Bili tüm pencereleri açtıktan sonra yatağına uzandı ve
Los Angeles’ın seslerini dinleyerek uyuyakaldı.
Palermo sakinlerinin çoğunun tek bir hayali vardı: sinema. Hemen
karşısındaki beş numaralı dairede oturan genç kızın, Olive Thomas’ın
öldüğü 1920 yılından beri özenle uzattığı upuzun kahverengi saçları
vardı. Adı Leslie Bizzard idi. Ancak Bill’e, “Ama sahne adım Leslie Bizz”
diyerek sırrını açmıştı. The Flapper filminin yıldızı Olive Thomas’m
Paris’te bir gece cıva biklörür içerek intihar etmesinden sonra yerine
yeni birinin gelmesi gerektiğine inanıyordu. Olive Thomas’ın ölümün­
den bu yana altı sene geçmişti ama Leslie kestane rengi saçlarını hâlâ
büyük bir özenle uzatıyordu. Böylece divaya son derece benzediğini
düşünüyor ve bu benzerliğin kendi geleceğinin garantisi olduğuna
inanıyordu. Bill’e, “Sadece biraz sabırlı olmalı,” demişti. Bu arada bir
giyim mağazasında tezgâhtarlık yapıyor ve bekliyordu.

14 ( (İng.) Erkek cinsel organı için kullanılan bir argo sözcük, (yay. n.)

316
Luca Di Fulvio

Yedi numarada Alan Rush yaşıyordu. Şu an romatizma hastası olan


yaşlı adama diğer tüm kiracılar büyük bir saygı duyuyordu. Çünkü Rush,
Cecil B. DeMille’in gişe rekorları kıran iki filminde küçük roller almıştı.
Sekiz numarada Sean Lefebre adında bir genç oturuyordu. Zaman
zaman sinema filmlerinde ve tiyatroda oynayan bir dansçı ve koro
üyesiydi. Bili daha ilk anda bu süslü oğlandan hoşlanmamıştı. Bir
gece başka bir adamla sarmaş dolaş dairesine girdiğini görünce de
bunun nedenini anlamıştı. Ertesi gün onu Palermo’nun sahibesine
şikâyet etti. Ama Bayan Ciccone, Bill’in yüzüne bakarak kahkahalarla
gülmeye başladı.
“Los Angeles, Lefebre gibileriyle dolu, hayatım. Görmezlikten ge­
leceksin.”
On dört numarada iri yarı bir adam yaşıyordu. Trevor Lavender.
Fox Film Corporation’da sahne dekorları yapıyordu. Sanatçıları hor
görüyordu. Hiçbir fark gözetmeden, hepsini. Çünkü ona göre sanatçılar
zayıf insanlardı.
On altı numarada ise kırk yaşlarında bir kadın olan Clarisse Hor-
ton yaşıyordu. Horton, Paramount stüdyolarında kuaförlük yapıyor ve
Bill’in oraya geldiği dönemde yedi yaşında olan oğlu Jack’i Tek başına
büyütmeye çalışıyordu. Jack, Clarisse’in asla adını anmak istemediği
gizemli ve ünlü bir aktörle yaşadığı maceranın ürünüydü ve ona göre
müzik dünyasının en büyük sanatçılarından biri olacaktı. Bu yüzden
müzik çalışan Jack sürekli olarak, bir gece yarısı annesinin terk edip
gittiği bir çocuğun hikâyesini anlatan acıklı şarkıyı tekrarlayıp duru­
yordu. Kollarını iki yana açıyor, başını yana doğru eğerek ufka doğru
bakıyor ve şarkının sözlerini tekrarlıyordu; nereye gittiği bilinmeyen
annesinin bir gün pişman olup evine, “mutluluğu aramaya” döneceğini
söylüyordu.
Ancak zaman geçtikçe Bili bu şehirde de mutluluktan eser olma­
dığını anladı; ne kendisi ne de başkaları için. Her şey gözlerindeki bir
perdeydi adeta. Bili gittikçe daha çok uyumaya başladı. Ruth artık
kendisini rahatsız etmiyordu. Kâbuslar bitmişti. Bill’in uykuları daha
uzun ve ağır olmaya başlamıştı. Uyandığı zaman kendisini daha yor­
gun ve uyumadan önceki halinden daha uykulu hissediyordu. Sürekli
esniyor, çoğu zaman bütün gününü pijamayla geçiriyor, traş olmu­

317
Rüya Dağıtan Çocuk

yor, yıkanmıyordu. İlk zamanlar böyle olması gerektiğine inanıyordu,


çünkü ona göre zenginler böyle yaşıyordu. Görevlerin, çalar saatlerin,
zorunlu uyanışların olmadığı bir hayat. Hiçbir şeyin zorunluluk olarak
yaşanmadığı bir hayat. İlk günlerde gerçekten böyle hissettiği de oldu;
tam anlamıyla mutluluk denmese de bir çeşit tatmin hissetti. Ama
sonrasında geçen zaman içinde bu alışkanlık bir tür umursamazlığa
dönüştü. Ve bu umursamazlık sonunda onu bir tür depresyona soktu.
Tatminsizlik -henüz baskın olmayan, içine işlememiş bir tatminsiz­
lik - onu etrafındaki hayata karşı ilgisizleştiriyor ve gittikçe daha çok
yatağına bağlıyordu. American Savings Bank’teki hesabı günden güne
suyunu çekiyordu. Bili bu problemi elinden geldiğince görmezden gel­
meye çalışsa da artık zengin olmadığının farkındaydı. Her konuda
tutumlu olması gerekiyordu. Önce yemekten başladı. Önceleri her
gece akşam yemeği için bir Meksika restoranına gidiyordu. Sonra Pico
Bulvarı’ndaki bir büfeden sandviç alıp arabasını otoyolun kenarına
park etmeye ve okyanusa bakarak sandviçini yemeye başladı. Ancak
kısa bir süre sonra onu da bıraktı, çünkü benzin tasarrufu için Tin
Lizzie’yi de daha az kullanmaya başladı. Sonunda küçük bir Meksika
marketinden alışveriş yapıp yemeğini evde pişirmeye başladı. Bayan
Ciccone artık onunla flört eder gibi konuşmuyordu. Hatta ona Cock
diye hitap etmeyi de bırakmıştı.
Böylece Bili paraya sıkıştıkça eski öfkesi yeniden su yüzüne çıkmaya
başladı. Öfkelendikçe de yavaş yavaş kendini buluyordu. Ancak bu kez
öfkeyle birlikte yeni bir duygu daha hissetmeye başladı: kıskançlık.
Yanından geçip giden ve şehrin her köşesinde görebildiği zenginliğe
duyduğu, içini yiyip bitiren kıskançlık. Gözü artık onun gibi açlıktan
ağzı kokanları görmüyor, komşularını ve onların sıkıntılarını fark et­
miyordu. Günlerini Sunset Bulvarı’nda dolaşıp villaları dikizlemekle
ya da onu ve onun gibileri umursamadan yanından hızla geçen lüks
arabalara bakmakla geçiriyordu. Roscoe “Fatty” Arbuckle’ın yirmi beş
bin dolarlık Pierce-Arrow’una gidip yakından bakmıştı. Hatta morfin
bağımlılığı yüzünden bir tımarhanede ölen Wally Reid’e ait kobalt
rengi McFarlane; Valentino’ya ait, radyatör kapağı kıvrılmış yılan şek­
linde olan Voisin; Clara Bow’a ait Kissel; Mae Murray’in kanarya sarısı
Pierce-Arrow’u ve bembeyaz Rolls-Royce’u; Olga Petrova’nm menekşe
rengi Packard’ı; Gloria Swanson’ın, arkasında bir Shalimar kokusu

318
Luca Di Fulvio

bırakan, koltuklan leopar desenli Lancia’sı yakından gördüğü diğer


lüks araçlardı. O zaman kendi eski Ford’u, o anlamsız, çirkin, komik
arabası midesini bulandırmaya başladı. Ve Bili, Sunset Bulvarı’na gidip
geldikçe o lanet olası zenginlerin onun sahip olmak istediği pek çok
şeye sahip olduklarını gördü. Gün geçtikçe kıskançlığı gözlerini kör
etti ve zenginlerin -istisnasız hepsinin- sadece servete değil, onda
olmayan başka bir şeylere daha sahip olduğuna inandı.
Buna inandığı gün öfkeyle, hırsla kendi kendine yemin etti; zengin
olacaktı. Gerçekten -bedeli ne olursa olsun- çok zengin bir adam
olacaktı. Bunun da en hızlı yolu -Am erican Savings Bank’teki hesap
iyice suyunu çektiğine göre- sinemaydı. Böylece Bili de Los Angeles’ta
yaşayan o binlerce insanla aynı rüyanın esiri oldu.
Gazetede gördüğü bir ilan üzerine şehir merkezine giderken umut
doluydu. İlanda yeni kurulacak bir film seti için eleman arandığı yazı­
yordu. Set, stüdyoların bulunduğu bölgede değildi ama Bili zenginlik
hayalini gerçekleştirmek için gerekirse başka bir ülkeye de gitmeye
razıydı. O yüzden gidip işe müracaat etti ve dekor yardımcısı olarak
işe alındı. Ücret pek dolgun değildi ama geçinmesine ve Palermo Ev-
leri’ndeki dairenin kirasını ödemesine yetiyordu. Başlangıç için bu
kadarı yeterliydi. Üstelik haftada beş gün çalışacaktı.
“Tamam,” dedi Bili.
“Yarın görüşürüz öyleyse,” dedi set amiri.
“Western de çekecek miyiz?”
“Yarm bir tane çekiyoruz.”
Bili adamın yanından uzaklaşırken, “Westernleri severim,” dedi
sırıtarak.
Bill’in setinde çalıştığı western on iki dakikalık bir filmdi ve çe­
kimi bir günde tamamlanmıştı. Kadının biri, bir posta arabasıyla çölü
geçiyordu. Aslında çöl hiç gözükmüyordu. Kamera sadece, Bill’le başka
bir adamın sallayarak hareket ediyormuş gibi gösterdikleri arabayı
çekiyordu. Kadın önce eteğini yukarı çekiyor, sonra göğsündeki düğ­
meleri çözerek bembeyaz göğüslerini ortaya çıkarıyordu. Onunla aynı
arabada yolculuk eden bir adam da gelip kadını beceriyordu. Baştan
çıkarma anı dâhil, sahne yedi dakika sürüyordu. Sonra posta arabasına
Kızılderililer saldırıyordu. Saldırıdan sağ kurtulmayı başaran -k i o

319
Rüya Dağıtan Çocuk

bölüm de gösterilmiyordu- kadına bu kez Kızılderililerin şefi tecavüz


ediyordu. Şefi oynayan sarışın aktöre komik bir peruk takmışlar ve
cildini kırmızıya boyamışlardı. Bu sahne de beş dakika sürüyordu.
Yönetmen çekimin sona erdiğini söyler söylemez, gün boyunca herke­
sin gözü önünde yarı çıplak gezen ve iki adamın tecavüzüne uğrayan
kadın giyinmiş, rujunu sürmüş ve setin çıkışında onu bekleyen gıcır
gıcır bir Packard’a binip gitmişti. Bili de kendisi gibi bir dekor işçisi
olan ve ertesi günkü çekimde giyeceği elbiseleri deneyen bir aktristi
dikizleyen mesai arkadaşına, “Hiç böyle bir vvestern görmemiştim,”
dedi şaka yollu.
Adam, “Porno film almak için zengin olmak lazım,” dedi. Gözlerini
kızdan ayırmadan, “Böyle bir fahişenin bedelini ödemek için de...”
Bill?o gece eve dönerken, Hollywood’a giden yolun pek kolay aşıl­
mayacağını kabul etmek zorunda kaldı. Ancak bu yaptığı işte onu
rahatsız eden başka bir şey daha vardı. Setteki adamlar bütün akt­
rislere bayılıyor, arkalarından ağızlarının suları akıyordu. Ama Bili o
fahişelerin hepsini hor görüyor, hiçbirini umursamıyordu. Hatta zaman
zaman göz göze geldiklerinde bile rahatsız oluyordu. Çünkü o kadınla­
rın hepsi birer zengin fahişeydi. Üzerlerindeki kalitesiz kürkler, sahte
mücevherlerle ondan daha üstün olduklarına inanıyorlardı. Setteki
tüm adamlar da bu fahişeleri hayal ederek otuz bir çekmekten bir
adım öteye gidemezlerdi. Çünkü onların görüş alanına girmek, onlar
tarafından insan yerine konmak için zengin olmak gerekirdi. Tüm
aktrisler sadece filmin yönetmeni ve yapımcısı olan A rty Short’a yüz
veriyordu. Tabii ki A rty Short hepsini becermişti. Ve istediği zaman
becermeye devam edebilirdi.
Fakat Bill’in işten ayrılması mümkün değildi. Tek kuruşu kalma­
mıştı. Her ne kadar iğreniyor olsa da hayatta kalması bu işe bağlıydı.
Bu zorunluluk onun öfkesini daha da artırıyor, o aktris parçalarına
duyduğu nefreti büyütüyordu.
Odada, öfkeden kendi kendini yerken, Bayan Ciccone’nin avlu­
dan gelen sesini duydu. Pencereye yaklaştı ve perdeyi hafifçe araladı.
Kumral ve şık giysili bir genç kız elindeki ağır bavulu çekiştirerek
Bayan Ciccone’nin peşi sıra yürümeye çalışıyordu. Kendinden emin,
çevresini küçümseyen bir havası vardı. Hollyıvood’a gelen tüm kız­

320
Luca Di Fulvio

lar gibi, diye düşündü Bili. O bakışların zaman içinde yaşanan hayal
kırıklıklarıyla nasıl katılaşacağını çok iyi biliyordu. Dünya ile kendisi
arasında kalın bir kabuk yaratmak zorundaydı, tabii hayatta kalmayı
başarmak istiyorsa.
Yeni bir aktris, yeni bir fahişe, diye geçirdi içinden Bili.
Genç kız birden perdenin arkasından kendisine bakan Bill’i fark etti.
Hemen toparlanıp bedenini dikleştirdi, göğsünü öne çıkardı ve başını
başka tarafa çevirdi. Fakat Bill’e utancından kızarmış gibi gelmişti.
Bill’in kaldığı odanın yanına geldiklerinde Bayan Ciccone durdu.
“İşte burası.”
İncecik duvarlar yüzünden Bili en ufak bir sesi ve hareketi ra­
hatça duyabiliyordu. Bayan Ciccone genç kıza ayaküstü, ölmüş eşini,
Valley’deki portakal bahçesini, meyve suyu fabrikasını ve bu koskoca
apartmanın sahibi olduğu içiıî peşinden koşan erkekleri anlattı.
“Banyoya yeni bir ayna istiyorsan beş dolar daha ödemelisin, ha­
yatım. Daha önceki kiracı aynayı kırdı ve parasını ödemeden kaçıp
gitti. Her seferinde ben yeni bir ayna alamam ki... Beni anlıyorsun,
değil mi, hayatım?”
Bili, oturduğu yerden kızın bunu hiç itiraz etmeden kabul ettiğini
duydu. Adı Linda Merritt idi ve ne ilginçtir ki büyük bir yıldız ola­
cağından emindi. Ailesiyle beraber yaşadığı çiftliği terk edip buraya
gelmişti ve kısa sürede Hollywood’da iyi bir rol bulacağına inanıyordu.
Bili divana uzandı. Yeni komşusuyla Bayan Ciccone’nin sohbeti hiçbir
şekilde ilgisini çekmiyordu. Ancak dul kadının terliklerini sürüyerek
odadan çıktığını ve oda kapısının kapandığını duyunca yerinden kalktı.
Nedenini bilmeden gidip kulağını duvara dayadı. Belki de kızın bakış­
larında farklı bir şey görmüştü. Bir tür zayıflık. Veya belki de o koyu
saçlar ve akşamın loş karanlığında bile belli olan açık, pürüzsüz ten
kendisine bir an için Ruth’u hatırlatmıştı. Nedenini bilmiyordu ama
birden kızı merak etmeye başlamıştı. Genç kızln bavulunu masanın
üzerine koyduğunu duydu. Sonra tuvalete girdiğini ve kısa bir süre
sonra sifonun sesini. Sonra bir gıcırtı duydu; büyük olasılıkla yataktan
gelmişti. Birkaç dakika boyunca Bili hiçbir ses duymadı. Linda Merritt
uyumuş olmalıydı. Ama az sonra, tam Bili dönüp divana oturmak

321
Rüya Dağıtan Çocuk

üzereyken yan odadan bir hıçkırık sesi geldi. Tek bir hıçkırık. Sonra
sessizlik. Belki de eliyle ağzını kapadı, diye düşündü Bili.
Bedeninde bir karıncalanma hissetti. “Hayır, sen bir fahişe değilsin,”
diye fısıldadı kendi kendine. Gülümsedi. Elini kasıklarına götürdü.
Evet, heyecanlanmıştı. Üç yıl süren yalnızlıktan sonra hoşlanabileceği
bir kız bulmuştu. Hoşnut bir şekilde uykuya daldı.
Ertesi sabah Linda’nın yüzünde sahte bir tebessüm, ince dudak­
larında koyu bir rujla iş aramak üzere evden çıktığını duyar duymaz
bir nalbura koştu ve bir dolar yetmiş sent ödeyerek bir el matkabı aldı.
Eve dönüp Linda’nın banyosuyla kendi banyosu arasındaki duvara
bir delik açtı.
Akşam, kızın eve girdiğini duyar duymaz kulağını salonun duvarına
yasladı. Linda’nın banyoya gittiğini anlayınca parmak uçlarında koşarak
kendi banyosuna girdi ve duvarda açtığı delikten kızın iç çamaşırını
çıkarıp tuvalete oturmasını izledi. Genç kız bacaklarını aralayıp tuvalet
kâğıdıyla temizlendi ve iç çamaşırını yukarı çekti. Kızın iç çamaşırı
da çorapları gibi bembeyazdı. Fakirlerinki gibi, diye düşündü Bili.
Sonra Linda banyodan çıkıp salona döndü. Bili de hemen salona ge­
çip kulağını duvara dayadı. Anlam veremediği birtakım sesler duydu.
Linda ya gazete okuyor ya da ailesine mektup yazıyordu. Sonra kızın
mutfağa geçip yemek hazırladığını duydu. Saat dokuz buçuğa doğru
Linda yeniden banyoya girdi. Bili de deliğin önündeki yerini aldı. Kız
tamamen soyunup yıkanmaya başladı. Bill’in eli kasıklarına gitti ama
dün akşam hissettiği heyecan yoktu. Kenarına dayandığı lavaboya
bir tekme savurdu. Linda hemen dönüp gürültünün geldiği tarafa
baktı. Ürkmüş ve şaşkın görünüyordu. Bill’in bacaklarının arasında
bir karıncalanma başladı. Ancak kız yeniden yıkanmaya başladığında
karıncalanma da geçti.
Bili gidip kendini yatağa attı, keyfi kaçmıştı. Linda’nm odaya dö­
nüp divana oturmasını ve divanın çıkardığı gıcırtıları umursamadı.
Gece epey ilerlemişti ama gözüne uyku girmiyordu. Derken bir hıçkırık
duydu. Sonra bir tane daha. Yataktan kalktı ve kulağım duvara dayadı.
O zaman Linda’nm ağladığını anladı. Alçak sesle. Hıçkıra hıçkıra.
Bill’in pijamasının önü zevkten kabarmaya başladı.

322
Luca Di Fulvio

Ertesi gün, Linda dışarı çıktığı zaman salon duvarına da bir delik
açtı. Sonra işe gitti. Tüm gün herkesin gözü önünde kendini düzdüren
aktris bozuntusunun insanı küçümseyen bakışlarına sabır gösterdi ve
işi biter bitmez Palermo’ya döndü. Hemen gözünü salondaki deliğe
yerleştirdi. Linda çoktan eve gelmiş, yemek yiyordu. O da kendisine bir
şeyler hazırladı. Mutluluktan bedeninde bazı kıpırtılar hissediyordu.
Linda’nın gidip yatağa uzandığını gıcırdama sesinden anladı. İçini
iyice heyecan sarmıştı. Kımıldamadan bekledi.
Kızın ilk hıçkırığını duyar duymaz duvarın yanma gidip yan odayı
dikizlemeye başladı. Karanlıktı ama kızın yatağın içinde kıvrılarak
yattığını görebiliyordu. Linda, omuzlan sarsıla sarsıla ağlıyordu. Bili
bunu görünce bir elini pijamasının içine soktu ve kendisini okşamaya
başladı. Gittikçe heyecanlanıyor ve tahrik oluyordu. Sonunda dudak­
larını duvara dayayıp kızın ismini fısıldayarak boşaldı.
Üç sene önce California’ya geldiği zaman hayalini kurduğu -Linda’nın
mutsuzluğu ile beslenen- mutluluğun ilk kez tadına varmaya başlamıştı.

323
37

Los Angeles, 1926

O sabah annesi, “Şu korkunç saçlarına bir şeyler yapmalıyız,” diyerek


geldi yanına. “A rtık küçük bir kız değilsin, unutma ki genç bir kadın
oldun artık. Seni kendi kuaförüme götüreceğim.”
“Tamam, anne,” dedi Ruth. Oda penceresinin yanındaki koltuğa
oturmuş, Holmby Hills malikânesinin muhteşem bahçesindeki havuza
bakıyordu.
“Mükemmel görünmeni istiyorum.”
“Tamam, anne,” dedi Ruth tekrar. Havuzun etrafını çeviren ne-
oklasik tarzdaki sekiz heykelden gözünü ayırmadan, otomatik olarak
annesine cevap veriyordu.
“Ve bu akşam lütfen gülümsemeye çalış. Biliyorsun, baban için
çok önemli bir gece.”
“Tamam, anne,” dedi Ruth üçüncü kez. Yerinden bile kımıldamadı.
Annesi hemen yanma gidip kızının koluna girdi. “Hadi öyleyse,
ne bekliyorsun?”
Ruth bir şey söylemeden yerinden kalktı ve annesinin peşinden
odadan dışarı çıktı. Birlikte malikânenin geniş merdivenlerini inip
İtalyan mermeriyle döşenmiş muazzam holü geçtiler. Ardından yeni
alınan Hispano-Suiza H6C model arabalarına bindiler.
Kuaföre geldiklerinde özel bir küçük odaya alındılar ve Ruth bin ­
lerinin onu tutup şık bir kuaför koltuğuna oturtmasına ses çıkarmadı.
Saçlarını oksijenle açmış bir genç kız ona bir önlük giydirirken annesi

324
Luca Di Fulvio

ve Auguste -Fransız asıllı kuaför- saçlarının nasıl olacağı konusunda


karar vermeye çalışıyorlardı.
Sonra Auguste, aynadan Ruth’a bakarak, “Bu gece çok güzel ola­
caksın, hayatım,” dedi.
Ruth cevap vermedi.
Auguste yeniden dönüp Ruth’un annesiyle konuşmaya başladı.
“Ne renk oje sürmemi istersiniz, Madam?”
Bayan Isaacson’ın bakışları hemen kızının kesik parmağına çevrildi.
Buz gibi bir sesle, “Gerek yok, eldiven giyecek,” dedi ve kuaförden çıktı.
Ruth, etrafında olan bitenden bir şey anlamıyormuş gibi sessizce
oturuyordu. Başını kaldırmasını isterlerse kaldırıyor, yana eğmesini
isterlerse eğiyordu. Saçını yıkarken suyun soğuk olup olmadığını sorana
da aynı cevabı veriyordu: “Hayır.” Hem oradaydı hem değildi. Hiçbir
şeyi umursamıyor, hiçbir şey hissetmiyordu.
Çünkü Ruth -hemen hemen üç yıldır- hissetmemeyi başarabiliyordu.
Sanki hâlâ onu New York’tan ayıran trenin içindeydi. Los Angeles’a
gelir gelmez Christmas’tan bir haber almak için beklemeye koyulmuştu.
Her düşüncesi, her duygusu, her heyecanı geçmişteki hayatına aitti.
Umudunu, Central Park’taki bankta öpüşmeyi hayal ettiği ve hâlâ bugünü,
dünü, geleceği olan Aşağı Doğu Yakası cini Christmas’a bağlamıştı.
Ama Christmas ortadan yok olmuştu. Ruth, Beverly Hills Oteli’ne gelir
gelmez ona yazmıştı. Ama cevap alamamıştı. Holmby Hills malikânesine
yerleştikleri zaman da yazmıştı ama yine Christmas’tan ses çıkmamıştı.
Kendine devamlı Christmas’m onu hiç aldatmadığını söyleyip duruyor,
günden güne azalan bir inançla beklemeye devam ediyordu. Fakat bir
sabah uyanır uyanmaz boynundaki o çirkin, kalp biçimindeki kolyeyi
çıkarıp bir kutunun içine attı. O an sanki beyninin içinde küçük bir
kırılm a oldu; zor duyulan ama belirgin bir çıtırtı.
Buna rağmen Ruth beklemeye devam etti. A rtık hiçbir umudu
olmadan. Umudu kaybetmek, Christmas’m varlığıyla kafasından çı­
karmayı başardığı bir sürü düşüncenin yeniden beynine üşüşmesine
neden oldu. Bill’in kâbuslarından çıkıp gitmesini beklemekte oldu­
ğunu fark ettiği zaman Ruth bundan vazgeçmek için çok geç kaldı­
ğını anladı. Büyükbabasının ölümüyle açılan yaranın kendiliğinden
kapanacağını düşünerek hata yaptığını da çok geç anladı. Bir anda o

325
Rüya Dağıtan Çocuk

bekleme, şiddetli bir iç sıkıntısına dönüştü ve Ruth’un kendisini bu


giderek büyüyen sıkıntıdan koruyacak silahı yoktu. Bazen, okuduğu
özel okulun bahçesindeki bir bankta otururken bile uzun bir süre koş­
muş gibi zor nefes almaya başlıyordu. Ya da ders sırasında öğretmenin
tahtaya yazdıklarını okurken gözlerinin korkudan açılmış gibi baktığını
fark ediyordu. Veya onu bir partiye davet eden arkadaşının sesi, kulak
zarında beklenmedik bir patlama olmuş gibi yerinden sıçramasına
neden oluyordu. Çünkü bütün dünya, onun için fazlasıyla şiddetli olan
renkler, tatlar, kokular ve seslerle doluydu.
Güneş gözlüğü takmaya başladı. Fakat renkler kendi beyninin
içindeydi. Gece başını yastığın altına sokup uyumaya çalışıyordu ama
çığlıklar yüreğindeydi. Neredeyse hiç yemek yemiyordu ama ağzının
içini zehir gibi yapan tatlar kendi içindeydi. İnsanlara ve eşyalara
dokunmamaya çalışıyordu, ama sanki Bill’in kestiği parmak ona dün­
yasının bir cehennem olduğunu anlatmaya yetiyordu.
Sonra bir gün, New York’tan ayrılmalarından yaklaşık bir sene
sonra içini kemiren bu düşüncelerin ağırlığıyla öleceğini düşündüğü bir
gün, hızla gelen bir Pierce-Arrow’un altında ölüp gitmeye karar verdiği
an beyninde yine aynı çıtırtıyı duydu. Bu kez daha güçlü, daha net.
Ruth, bu gürültünün yankısı bedeninin içinde kaybolurken tüm
renklerin, seslerin ve kokuların kaybolduğunu fark etti. A rtık her şey
griye dönmüştü. Gri, sessiz, hareketsiz. Okyanusun dalgaları susmuştu.
Gökyüzünde salınan martılar susmuştu. A rtık ne Bill’in kahkahasını
ne de büyükbabasının sesini duyuyordu. Bir tür umursamazlıkla, “So­
nunda hepsi öldü,” diye mırıldandı kendi kendine.
İşte “sekiz kız kardeşini” de -h er ne kadar onlar daha önce de
orada olsalar b ile- o zaman keşfetmişti.
Kuaförde geçen iki saatin sonunda Ruth henüz aynaya bakma­
mıştı. Elinde Los Angeles’ın en ünlü mağazalarından birinin alışveriş
paketleriyle az önce kuaföre geri dönmüş olan annesinin Auguste’e
iltifatlar yağdırarak astronomik bir ödeme yaptığı sırada da bakmadı.
Arabaya binerken annesi, “Akşama kadar saçlarını bozmamaya
dikkat et, hayatım,” dedi.
“Tamam, anne.”
Holmby Hills’e gidene kadar başka bir şey konuşmadılar.

326
Luca Di Fulvio

Ruth arabadan inip odasına çıktı. Pencerenin kenarındaki kol­


tuğa oturup havuzun kenarındaki heykelleri izlemeye başladı. Sekiz
kız kardeş. Ruth onlara bu ismi vermişti. Ruhsuz ve duygusuz sekiz
heykel. Soğuk. Dilsiz.
Birden içi üşüdü. Ama kalkıp üzerine bir şeyler giymedi, işe yara­
mazdı çünkü. Hiçbir kaşmir kazak onun içini ısıtamazdı. Tıpkı sekiz
kız kardeş gibi onun da içi soğuk taştandı.
Ayrıca onu koruyan bir şey daha vardı: apati hali. Bu duyarsızlık
onu ağır, karanlık, simsiyah, içinde rüyalar ve hatta düşünceler olmayan
bir uykuya itiyordu. Hiçlik gibi, ölüm gibi derin ve sessiz. Yanında hafif
bir keyifsizlik de getiren ancak rahatsız etmeyen küçük uyanışlarla
kesilen bir uyku. Bu uyanışlardan sonra bir baş ağırlığı, bir uyuşukluk,
bir bitkinlikle yeni bir uykunun kollarına atılıyordu. Yeni bir hiçliğin
boşluğunda kayboluyordu. Bu hiçliğin derinliklerinde onu hiç kimse,
hatta kendisi bile bulamıyordu. Teslim olduğu bu uyku hastalığı onu
okuldaki dersler sırasında, ailesiyle oturduğu yemek masasında yakalıyor,
onu gecenin korkularından, gündüzün ahlaksızlığından saklıyordu.
Pencerenin yanında otururken uykuya daldı. Sonra yeniden uyandı.
Bir süre sonra yine uyuklamaya başladı ve yine uyandı. Gözlerini açık
tutamıyor, sık sık uykuya dalıyordu. Gözünü her aralayışmda bahçedeki
havuzun çevresine yeni bir çadır kurulduğunu görüyordu. Akşamki
parti için hazırlıklar başlamıştı. Yavaş yavaş büfe çadırları kuruldukça
sekiz kız kardeşi göremez olmuştu. Ama Ruth orada olduklarını bili­
yor, gözlerini havuzdan ayırmıyordu. Tüm düşünceleri ve duyguları
California güneşinin bile eritemeyeceği bir soğuklukla sarılmıştı. Bu,
çaresi olmayan ve ilk kez büyükbabasının ölümünde hissettiği bir so­
ğukluktu. O yüzden yapabileceği bir şey yoktu, o anda bile. Sadece
bakıyordu; malikânenin mutfağıyla masalar arasında koşuşturan
garsonların dikkatini dağıtmalarına izin vermeden, enstrümanları
akort edip günün popüler şarkılarını prova eden orkestraya aldırma­
dan, pürdikkat heykellere bakıyordu. Annesinin babasını azarlayan
ve onun korkak, başarısız ve Saul’un gölgesi olarak yaşayan bir asalak
olduğunu haykıran buz gibi sesini duymuyordu. Babasının annesini
azarlayan ve onun şımarık, sadakatsiz bir kadın olduğunu söyleyen
zayıf ve isterik sesine sağırdı. Günün yavaş yavaş batmakta olan son

327
Rüya Dağıtan Çocuk

ışığım görmüyordu. Çünkü Ruth uzun zaman önce gözlerini kapamış


ve kendisini karanlığın, sessizliğin ve soğuğun içine bırakmıştı.
“Hâlâ giyinmedin mi sen?” diye tiz bir sesle sordu içeri giren an­
nesi. Dışarıda sekiz kız kardeş, havuzun çevresine ve bahçe kapısına
giden patika boyunca yerleştirilen meşale ışıklarıyla canlanmış gibi
görünüyordu.
Ruth yavaşça dönüp annesine baktı.
Kadın-ona yatağın üzerinde duran bir şeyleri işaret ediyordu.
Ruth boş gözlerle yatağa baktı. Yakut kırmızısı elbise saf ipekti.
Yakası ve kolları yoktu. Elbisenin hemen yanına yine aynı renkten
uzun eldivenler bırakılmıştı. Son moda Fransız halının üzerindeyse
ince iki şeritle bilekten bağlanan kırmızı bir çift ayakkabı duruyordu.
“Çoraplar siyah mı yoksa füme mi olmalı?” diye sordu annesi. Gö­
zünde canlandırmak ister gibi bir an gözlerini kapadı. Yeniden açtığında
başını sallayıp, “Evet, kesinlikle füme olmalı,” diye karar verdi. Gidip
bir çekmeceyi açtı ve bir çift füme ipek çorap seçip elbisenin yanına
bıraktı. Sonra başka bir çekmeceyi açıp jartiyerleri didik didik etti.
“Ah, ne zaman büyüyeceksin?” dedi. Aradığını bulamamanın verdiği
hoşnutsuzlukla odadan çıktı. Az sonra elinde bir çift inci grisi jarti­
yerle geri döndü. “Al bakalım... Eğer ipek elbise giyiyorsan jartiyerin
bir âşığın okşamaları kadar hafif olmalı.”
Ruth gözlerini bir an bile yatağın üzerindeki elbiseden ayırmamıştı.
“Hazırlandığın zaman benim banyoma git ve dudaklarına ruj sür.
Yedi numaralı, kırmızı. Yanlış yapmaman için onu lavabonun üzerine
bırakıyorum.”
Ruth sesini çıkarmadı.
“Beni duyuyor musun?”
“Evet, anne.”
Annesi kısa bir süre kızma baktı. Alnına düşen bir bukleyi düzeltti.
“Bir gerdanlık takmak ister misin?”
“Sen bilirsin.”
“Bu gece baban için çok önemli bir gece. Bunu unutmamalısın.”

328
Luca Di Fulvio

Ruth bakışlarını elbiseden ayırıp annesine çevirdi. Ona bu kır­


mızı elbiseden iğrendiğini söylemek istiyordu ama nedenini bilmeden
susuyordu. Beyninde yine o çıtırtıyı duydu.
“Ruth, aklından neler geçiyor?”
“Hiçbir şey, anne... Hiçbir şey.”
“Gülümse ve herkese kibar davran.”
Ruth başını salladı.
Annesi, “Ne kadar yorucusun,” diye homurdanarak odadan çıktı.
Koridorda uzaklaşırken, “Herkes gelmeden sakın aşağı inme. Saat tam
sekiz buçukta.”
Ruth bir müddet hareketsiz kaldı, sonra yeniden dönüp elbiseye
bakmaya başladı. Ondan iğreniyordu. Ve bu duygu paniklemesine yol
açtı. Neredeyse iki senedir hiçbir şeyden iğrenmemişti. Ancak onu
rahatsız eden şey, elbiseye karşı hızla büyüyen ve adeta bir nefrete
dönen bu duygunun nedenini bilmemekti. Elbise, kırmızı bir kan lekesi
gibi yatağının üzerinde yatıyordu.
Beyninde bir çıtırtı daha duydu.
“Sekiz kız kardeş,” diye mırıldandı. Kulağında aniden başlayan o
gürültüyü bastırm ak istiyordu. “Ve sen dokuzuncusun.”
Dokuz. Parm akları gibi.
Gözlerini kapadı ve yüksek sesle, “Hiçbir şey!” dedi. Kendi ken­
dini ikna etmeye çalışır gibi sürekli tekrar etmeye başladı. “Hiçbir şey
düşünmüyorum! Hiçbir şey duymuyorum!”
Odayı doldurmaya başlayan alacakaranlıkta bile yatağın üzerindeki
elbisenin kırm ızısı adeta bir kan lekesi gibi büyüyordu.
Bir çıtırtı daha.
Hafif. Yere düşen kuru bir yaprağın hışırtısı gibi.
Bir çıtırtı daha. Daha güçlü. Kırılan bir dalın çatırtısı gibi.
Bir çıtırtı daha. Çok daha güçlü. Bir bahçe makasıyla kesilen par­
mağın çıtırtısı gibi.
K ulakları sağır eden bir çatırtı.

329
Rüya Dağıtan Çocuk

İnsanların hızlı hızlı yemek yemelerini, şampanyaları arka arkaya ka­


falarına dikmelerini izliyordu. Çekirgelere benziyorlar, diye düşündü.
Dolu ağızlarıyla hâlâ ayaklarım oynatan ölü çekirgelere. Kim bilir belki
de bu gürültücü insanların üzerinden bakışlarını çekmeliydi, belki de
ölü olan kendisiydi. Gözleri hâlâ açık olan bir ölü.
Çok güzeldi. Bunu biliyordu. Aynaya bakmıştı. Çok güzel oldu­
ğunu biliyordu. Tıpkı Bill’in de gördüğü gibi. Dudaklarına, annesinin
hazırladığı yedi numaralı yumuşak kırmızı yerine on bir numaralı
parlak kırmızı ruju sürmüştü. Hatta göz kapaklarına da aynı ruju
kullanmıştı. Şimdi kıpkırmızı gözlerini çekirgelerin üzerine dikmişti.
Güldü. İlk basamağı indi. Yalpaladı.
Sırtını ve omuzlarını açıkta bırakan yeni gece elbisesinin içinde
titredi. Koyu kırmızı ipek bir elbise.
Gülerek alçak sesle, “Tıpkı bacaklarımın arasındaki kan gibi, Bili,”
diye mırıldandı. “Acımadan kestiğin parmağımın durmayan kam gibi
kırmızı, Bili.” Gülmeye devam etti çünkü çok eğleniyordu. O kadar
çok eğleniyordu ki bunu aşağıdaki çekirge sürüsüyle de paylaşmalıydı.
Ruth, kırmızılar içinde...
Bir basamak daha indi. Parmaklıklara dayandı. Bacaklarının üze­
rinde dengesiz bir şekilde durarak, “Hapların güzelmiş, anne” diye
mırıldandı. Ama henüz hiç kimse onu duymuyordu. Çekirgelerin ağzı
doluydu. Ve gülüyorlardı. Onlar da gülüyordu. “Viskin de güzelmiş.”
Bu onu daha çok güldürdü. Evet, çok eğleniyordu. Kan ve kırmızı onu
güldürebiliyordu. “O kırmızı kalp gibi kırmızı, Christmas. Sana hiç
veremediğim öpücük kadar kırmızı.” Bir basamak daha indi. “Ben
kan rahibesiyim,” diyerek güldü. “Bu yüzden annem bana bu kandan
elbiseyi hediye etti.” İki basamak daha indi. Her şey etrafında dönü­
yordu. Tavan duvardan, duvar yerdeki mermerden kopup ayrılıyordu.
Yer, fırtınaya yakalanmış bir geminin güvertesi gibi sallanıyordu.
“Evet, bir kan gölünün tam ortasmdayım... Ve boğuluyorum. Bo­
ğulmak üzereyim ve bu beni güldürüyor, değil mi? Birinin kan gölünde
boğulduğunu görmek komik, değil mi? Evet, komik... Çok komik.” Diz­
leri titreyerek iki basamak daha indi. Tırabzanlara daha sıkı tutunup
ayakkabılarım çıkardı. “Kırmızı ayakkabılar,” diyerek güldü. Parmak
uçlarıyla ayakkabıları merdivenlerden aşağı itti. Sonra başını kaldırıp

330
Luca Di Fulvio

etrafa bakındı. Bembeyaz bir keten takım giymiş babasını gördü. “Se­
nin hiç kanın kalmamış, baba...” diye geveledi ağzının içinde. “Senin
tüm kanın... Benden dökülüp gitti...” Güldü ve elini kaldırıp kesik
parmağına baktı. “Eldiven giymedim... Özür dilerim, anne... Onu da
kanımla kirletmekten korktum...” Kırmızı rujla boyadığı kesik parmaklı
elini bilinçsizce havada sallıyor ve gülüyordu. Sonra yeniden dönüp
babasına baktı. Adamın soluk ve zayıf yüzüne, davetliler arasında
dolaşan gözlerine baktı. “Gelmediler mi, baba? Gelmediler, değil mi?”
dedi ve öğürdü. Elini ağzına götürdü. Gözlerini iri iri açtı. Alnı buz
gibi olmuş, yüzü ter içinde kalmıştı. Merdivenin son basamağını da
indi. Mermer holün hemen dışındaki bahçede toplanmış davetliler
açık büfe şeklinde hazırlanmış masaların çevresindeydiler. Sekiz kız
kardeş adeta hepsine tek tek bakıyor ama onlarla konuşmayı uygun
bulmuyordu. Ruth misafirlere odaklanmaya çalıştı ancak bu yıldız­
ların hiçbirini tanıyamadı. Çünkü beyazperdede hepsi birer melek
gibiydi ama gerçek hayatta menzilleri içindeki her şeyi çiğneyip öğüten
korkunç kıskaçlı birer çekirgeydi. Hepsi birer tanrı ya da tanrıçaydı,
diğerlerine tepeden bakmaları kadar normal bir şey yoktu. Belki de
fazla ömürlerinin kalmadığını görebiliyorlardı.
“Benim de fazla ömrüm kalmadı!” diye bağırdı gülerek. “Herkese
merhaba!” dedi ve birden yere kapaklandı. Başmı tırabzanın demir
kenarına çarptı. Güldü. Annesinin ona doğru koştuğunu gördü. “Anne...”
diye mırıldandı. Bir tür sevgiyle, kusmak istediği bir tür ümitle ye­
niden, “Anne...” dedi. Ancak bu kez o kelime kulağına daha değişik
geldi. Sanki “Büyükbaba...” der gibi... Ya da “Christmas...” Annesi iki
hizmetkârla birlikte yanına gelmişti. Ruth, kıskaçları yiyeceklerle dolu
çekirgelerin dönüp ona baktıklarını fark etti. O an gülmesi bir ağlama
krizine döndü. Alkol ve annesinin ilaçları yüzünden dili dolanırken,
“Kan mı ağlıyorum, anne?” diye sordu.
“Ruth, bunu nasıl yaparsın?” diye öfkeyle homurdandı annesi.
“Ruth...”
Ruth, “...Kendimi komik duruma düşürmemeliyim,” diye tamamladı
annesinin sözlerini. Gözyaşlarını silip yeniden gülmeye başladı. Sonra
öfke, bir titreme, bir deprem gibi tüm bedenini sardı. Ayağa kalktı,
hizmetkârlardan birini tokatladı, annesini iteledi. Aniden seslerini

331
Rüya Dağıtan Çocuk

kesip bakışlarını ona dikmiş olan çekirgelere öfkeyle baktı. Ve bu öf­


kesi, ekin tarlasını aniden ve hızla saran ateş gibi bedenini yakmaya
başlayınca tırnaklarını üzerindeki elbiseye geçirdi. Şu an ne annesine
ne çekirgelere ne de büyükbabası veya Christmas’a karşı savaşıyordu.
Savaşı kendisiyle idi. Ruth bu korkunç öfkeyi kendi iç dünyasında
yaşıyordu. Elbiseye asıldı ve yırttı. Orada bulunan herkes, gözlerini
kırmızı rujla boyamış olan kızm göğüslerini sımsıkı bir kuşakla sardı­
ğını gördü. Ruth bu kez kuşağı parçalamaya başlamışken iki hizmetkâr
sıkıca kollarını tuttular. Ruth’u adeta sürükleyerek merdivenlere doğru
götürürlerken Ruth’un annesi davetlilere, “Bir şey yok, bir şey yok...
Lütfen eğlenmenize devam edin,” diyerek gülümsemeye çalışıyordu.
Ruth bağırıyor, sanki seneler süren sessizliğine can vermeye ça­
lışıyordu.
Yatağına yatırıldı.
“Seni bağlamam mı gerekecek?” diye sordu annesi hiddetli bir
bakışla.
Ruth aniden sustu. Bağırmaya başladığı gibi aniden sustu. Başını
duvara doğru çevirdi. Zor duyulur bir sesle, “Hayır, anne,” dedi.
“Babanın gecesini berbat ettin. Farkında mısın?”
“Evet, anne.”
“Sen delisin.”
“Evet, anne.”
“Şimdi misafirlerin yanma dönmeliyim. Sonra sana bir doktor
çağıracağım.”
“Tamam, anne.”
Kadın, hizmetkârlara, “Dışarı!” dedi buz gibi sesiyle. Sonra kendisi
de odadan çıktı.
Ruth kapının dışarıdan kilitlendiğini duydu. Başını hiç çevirmeden,
hareketsiz yatmaya devam etti.
Beyninde bir çıtırtı daha...
Ancak bu kez tatlı bir ses. Dost bir ses. Sakinleştiren.
“Babanın gecesini berbat ettin...” Hiçbir duygu taşımayan bir tonla­
mayla konuşmaya başladı. “Ruth... Baban tüm parasını yatırdı... Bizim
paralarımızı... DeForest sistemine yatırdı. DeForest... Ne olduğunu

332
Luca Di Fulvio

biliyor musun? Sesli filmler... Ses... Baban dedene hiç benzemiyor...


Deden gibi değil... Deden gibi değil... Deden gibi değil... DeForest...
DeForest sistemi... Tüm parasını... Phonofilm DeForest... Battı... İf­
las etti... DeForest battı... Senin baban Saul gibi değil... Yapımcılar
ona yardım etmeli... O, Saul gibi değil... Yardım... Yardım... Yardım...
Babanın gecesini mahvettin... Saul... Babanın... Babanı mahvettin...”
Bir çıtırtı daha.
Sonra hafif bir patırtı.
Ruth sustu. Etrafındaki her şey durdu, artık etrafında dönmüyor­
lardı. Duvarlar, tavan ve yer durmuştu. Şimdi her şey net ve açıktı.
Tıpkı kendi zihni gibi.
Yataktan kalktı. Pencerenin yanma gitti. Camı açıp pencere per­
vazına çıktı. Aşağıda gezinen çekirgeleri görebiliyordu. Ama çekirgeler
onu göremiyorlardı. Sadece sekiz kız kardeş başlarım kaldırıp ona
baktılar. Gülümsediler. Sonra kollarını ona doğru uzattılar.
Ruth kendisini boşluğa bıraktı.
Beyninde bir çıtırtı daha.
Toskana tuğlası döşeli yere çarptığı zaman Ruth şaşkınlık için­
deydi. Hiçbir şey hissetmiyordu. Hiç ama hiçbir şey hissetmiyordu.
Ne bir acı ne de bir çığlık. Ve renkleri göremiyordu. Ağzında tatlı bir
şey vardı. Kanı tatlıydı.
Ve sonunda karanlık çöktü.

333
38

Manhattan, 1926

Christmas beyaz granitten yapılmış geniş basamakları tek tek saydı.


Döner kapının metal kolunu itip bir zamanlar Ruth ile buluştukları
Central Park’taki banktan pek uzak olmayan Elli Beşinci Cadde’deki
binanın geniş holüne girdi. Güvensiz adımlarla holün ortasındaki
danışma masasına doğru yürüdü. Biri çok genç, diğeriyse kırk yaş­
larında gösteren, bir örnek giyinmiş iki kadın bankonun arkasında
oturuyorlardı ve arkalarındaki duvarda “N.Y. Broadcast” yazılı büyük
bir levha asılıydı.
Christmas, genç kadına, “Bugün başlayacağımı söylemişlerdi,” dedi.
Genç kadın ona gülümsedi ve elini önündeki telefona uzatırken,
“Randevunuz kiminleydi?” diye sordu.
Christmas elini cebine attı ve küçük bir not çıkardı.
“Cyril Davies.”
Genç kadın kaşlarını çattı ve bir parmağıyla Christmas’a bekle­
mesini işaret etti. Sonra yanındaki arkadaşına dönüp onun yapmakta
olduğu telefon görüşmesinin bitmesini bekledi.
Christmas heyecanla etrafına bakıyordu. Sanırım başardım, diye
geçirdi içinden.
Kadının telefon görüşmesi bittiğinde diğeri ona, “Cyril Davies’in
dâhilisini biliyor musun?” diye sordu.
Kadın dudaklarını büzerek başını iki yana salladı.
Genç kız, Christmas’a dönüp, “Burada çalıştığından emin misi­
niz?” diye sordu.

334
Luca Di Fulvio

İki kadın da onu süzüyordu. Üzerindeki kalitesiz kahverengi takıma


ve alt dudağından başlayıp çenesine doğru inen yara izini inceliyorlardı.
Orta yaşlı olan kadın, “Emin misin?” dedi.
Christmas huzursuz bir ifadeyle, “Evet. Bana öyle söylemişlerdi,”
diye cevap verdi.
Orta yaşlı kadın bir kaşını havaya kaldırdı ve gözlerini Christmas’tan
ayırmadan, “Listeyi kontrol et,” dedi arkadaşına. Sonra telefonu eline
aldı ve bir numara çevirdi.
“Mark! Nerelerdesin?” dedi. Başka bir şey söylemeden telefonu
kapadı.
Genç kadın uzunca bir listeyi inceliyordu: “D... D... Dampton...
Dartland... Davemport...” Bu sırada girişte üniformalı bir adam göründü.
Güvenlik görevlisi olduğu hemen anlaşılan adam, Christmas’a
bakarak, “Bir sorun mu var?” diye sordu.
Genç kadın listeyi okumaya devam ediyordu: “Davidson... Dewey...
Hayır, Davies diye bir yok.”
Diğer kadın Christmas’a dönerek, “Üzgünüm,” dedi. “Ama Davies
diye biri yok.”
Christmas ısrarla, “Bana bugün gelmemi söylediler,” dedi. “Verilen
isim de buydu.”
Orta yaşlı kadın listeyi aldı ve parmağıyla işaret ederek soğuk
bir ses tonuyla, “Davidson’dan Dewey’ye geçiyor. Yok işte, üzgünüm.”
“İmkânsız.”
Güvenlik görevlisi bir elini uzayıp Christmas’ın kolunu tutmak
istedi. “Beyefendi...”
Christmas, adamın elinden kurtulmak için bir adım geri gitti.
“Hayır, mümkün değil. Buraya radyoda çalışmak üzere çağrıldım.”
Görevli yine ısrarla ona doğru bir adım attı. “Beyefendi...”
“Lütfen bir daha kontrol edin. Mümkün değil.”
Orta yaşlı kadın yine soğuk bir ifadeyle, “Burada Cyril Davies diye
biri çalışmıyor, delikanlı.”
Diğer genç kadın da, “Üzgünüm,” diye mırıldandı.
O esnada güvenlik görevlisi, “Cyril mi?” diye sordu.

335
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas, “Evet,” dedi. “Cyril Davies.”


Adam güldü ve kolunu indirdi. Kadınlara bakarak, “Tamirci,” dedi.
“Kim?”
“Şu zenci.”
“Cyril mi?”
“Evet, Cyril.”
Orta yaşlı kadın diğer gence dönüp, “Cyril,” diye tekrarladı. “Zenci
olan. Kim olduğunu anladın mı?”
Genç kadın başını salladı, sonra Christmas’ı incelemekten vazgeçip
elindeki dergiyi karıştırmaya başladı.
Diğer kadın, Christmas’a doğru döndü. “Personel servis kapısından
girmen gerekiyor,” dedi.
Güvenlik görevlisi, “Dışarı çık, sağa dön ve yolun sonundaki yeşil
kapıyı çal. Bulmaman mümkün değil. Kapıda ‘N.Y. Broadcast’ yazısını
göreceksin zaten,” dedi ve sonra Christmas’a sırtını dönüp dirseklerini
bankoya dayadı.
“Hey Lena, iki tane biletim var...”
“İstemiyorum, Mark. Senin yerinde olsam gezmek yerine gözümü
biraz daha açardım. Sana buraya giren çıkana dikkat et diye para
ödüyorlar. Seni şikâyet etmek zorunda bırakma beni.”
Adam kızardı, oflayıp pufladı ve kollarını bankodan çekti. Christmas
hâlâ girişin orta yerinde durmuş, N.Y. Broadcast yazısını inceliyordu.
Güvenlik görevlisi gelip omzuna vurdu.
“Hey! Daha burada ne bekliyorsun? Bu giriş şirket yetkililerine ait.
Kaybol. Radyoda filan çalışmıyorsun. Tamir atölyesindesin.”
Christmas arkasını döndü ve dışarı çıktı.
Binanın granit merdivenlerini inerken büyük bir hayal kırıklığı
içindeydi ama son basamağa geldiği an girişe doğru döndü. Şık giyimli
bir adam, elindeki deri evrak çantasıyla döner kapıdan içeri giriyordu.
“Bir gün ben de bu kapıdan içeri gireceğim ve Ruth’a sesimi duyuraca­
ğım,” dedi Christmas kendi kendine. Sonra binanın yanından dolaştı,
boş kutularla dolu karanlık ve dar bir sokağa girdi. Yolun sonunda çift
kanatlı çelik bir kapı gördü. Yeşile boyanmış kapının üzerinde parlak
pirinç harflerle “N.Y. Broadcast” yazıyordu.

336
Luca Di Fulvio

İki gün önce Arnold Rothstein ona, “Şimdi bana bu radyo hikâyesinin
de senin palavralarından biri olmadığını ispatla, delikanlı,” demişti.
Christmas önce pek bir şey anlamadı. Lincoln Republican Club’m
salonunda Lepke ve Gurrah kollarını kavuşturmuş patronlarını din­
liyorlardı. Arnold Rothstein, bazı arkadaşları sayesinde Christmas’a
bir radyo istasyonunda iş bulduğunu anlatıyordu. Christmas’m şaş­
kınlıktan dili tutulmuş, aklına teşekkür etmek bile gelmemişti. Sonra
söylenenleri anlamamış gibi, “Radyo mu?” diye sordu. Adamlar hep
birden kahkahalarla gülmeye başladılar. Rothstein önce Christmas’m
omzuna bir yumruk atmış, sonra da ellerini avuçlarının arasına alıp
çevirmişti. Christmas’m elleri kapkara ve çatlak içindeydi. “Çatıları
ziftlemekten iyidir, değil mi?” dedi Rothstein. Christmas, “Size bir
iyilik borçluyum,” dedi. Bunun üzerine adamlar yeniden gülmeye
başladılar. Gurrah hepsinden daha çok, ellerini yanlarına vura vura
gülüyor, bir yandan da “Sana bir iyilik borçluymuş, patron,” diyordu.
Christmas ancak kahkahalar durduğunda Arnold Rothstein’ın, New
York’u yöneten adamın yüzüne dönüp bakabilmişti. Rothstein, onun
gibi bir adamın gösterebileceği kadar bir sevecenlikle gülümsüyordu.
Christmas’ı ensesinden tutup bilardo masasının yanma getirdi. Masa­
daki tüm topları kenara itti ve cebinden bembeyaz bir çift fildişi zar
çıkarıp Christmas’ın avucuna koydu. “Şanslı olup olmadığını görelim
bakalım... On bir kazanır, yedi kaybeder.”
Christmas o anı düşünürken bir yandan da elini yeşil kapının
üzerindeki harflerde gezdiriyordu. Arkasından gelen sesle irkildi: “Çek
o pis ellerini levhamın üzerinden!”
Christmas dönüp baktı ve sokağın ortasında bir bacağı diğerine
göre daha kısa olduğu için eğri duran, çelimsiz bir zenci gördü. Adam
tulumunun cebinden bir anahtarlık çıkardı. Christmas’m yanma geldi
ve onu kenara itti. Ceketinin koluyla harfleri iyice sildi ve anahtar­
lardan birini kapının kilidine soktu. Yüzü, Manhattan Köprüsü’nün
altında yaşayan balıkçıların yüzü gibi kırışık içindeydi. Sapsarı gözleri
neredeyse yuvalarından çıkıp yere düşecekmiş gibi duruyordu. Buna
rağmen kırk yaşından fazla değildi. Kapıyı açtı ve Christmas’a bakıp,
“Ne bakıyorsun?” diye sordu. “Git, başka yerde dolaş.”
Christmas adama baktı ve güldü.

337
Rüya Dağıtan Çocuk

Öte yandan da yeşil çuhada zıplayan zarlar geldi aklına. Önce yu­
varlanan, sonra masanın kenarına çarpıp geri dönen zarlar. Rothstein
elini Christmas’m boynundan çekmeden zarları izliyordu. Önce beş
geldi. Sonra altı. On bir. Gurrah, “Çok şanslısın, Tavşan,” dedi. Roth­
stein, Christmas’m ensesini sıktı. “Hadi bakalım, şimdi kaldır kıçını,”
dedi. Christmas tam kapıdan çıkmak üzereyken teşekkür edebildi.
Lepke, İtalyanların genç kızların arkasından çaldığı gibi bir ıslık çaldı.
“Dikkat et. Aktörlerin alayı ibnedir.”
N.Y. Broadcast’ın kapısında duran zenci, “Komik bir şey mi var,
delikanlı?” diye sordu.
Belki hayal ettiği gibi bir şey bulmamıştı. Stüdyonun ana kapı­
sından girmek için belki uzunca bir zamana ihtiyacı olacaktı. Ama
işte oradaydı. Şu an için de önemli olan sadece buydu. Zenciye, “On
bir attım,” dedi.
“Biraz delisin galiba.”
“Cyril sen misin?”
Zenci tek kaşını kaldırdı. “Ne istiyorsun?” diye sordu.
Christmas elindeki notu tereddütle adama uzattı. “Bugün burada
işe başlamamı söylediler.”
Cyril kâğıdı aldı ve kabaca yırttı. “Ben zenciyim, cahil değilim.
Okuma yazmam var,” diye homurdandı. “Bugün yeni birinin gelece­
ğini söylemişlerdi.” Christmas’a baktı. “Bir yardımcıya ihtiyacım yok.
Ama seni yolladıklarına göre...” Omuzlarını silkti. “Radyo hakkında
ne biliyorsun?”
“Hiçbir şey.”
Cyril dudaklarını büküp başmı iki yana salladı. Böyle yapınca
suratındaki kırışıklıklar daha çok artmıştı. “Adın ne?”
“Christmas Luminita.”
“Christmas mı?”
“Evet.”
“Ne biçim isim bu? Zenci ismi gibi.”
Christmas doğruca adamın gözlerinin içine baktı. “Sen daha iyi
bilirsin, Cyril.”
Cyril işaret parmağını Christmas’m göğsüne dayadı.

338
Luca Di Fulvio

“Sen bana Bay DavieS diyebilirsin, evlat.”


Christmas zencinin homurdanmasına rağmen gözlerinin neşeyle
parıldadığını fark etti. Cyril içeri girip elinde bir bez parçasıyla yeni­
den kapıda göründü ve bezi Christmas’ın suratına fırlattı. “Bugünden
itibaren harfleri parlatmak senin görevin,” dedi. Sonra depoya girdi
ve kapıyı arkasından kapadı.
Christmas harfleri çabucak sildi ve sonra kapıyı çaldı. Cyril içeri­
den, “Kim o?” diye seslendi. “Aç kapıyı, Cyril. İşimi bitirdim.”
“Burada Cyril diye biri yok.”
Christmas homurdandı “Tamam. Lütfen kapıyı açar mısınız, Bay
Davies?”
Cyril kapıyı açtı, Christmas’ı iteledi ve harfleri kontrol etti. Pirinç
harfler pırıl pırıldı. Başını salladı ve kapıyı açık bırakarak içeri girdi.
Christmas da onun peşinden depoya girdi.
Burası, raflı dolaplarla dolu, basık tavanlı, karanlık, kocaman bir
odaydı. Odanın dip tarafına geniş bir çalışma masası konmuştu. Ma­
sanın üzerindeyse elektrikli bir kaynak makinesi, bir el mengenesi,
tornavidalar, katlanır bir bağlantıyla duvara sabitlenmiş kocaman bir
büyüteç, makaslar, içlerinde değişik boyda bir sürü vida bulunan kutu­
lar, mikrofonlar, kablo ruloları, supaplar ve Christmas’ın ne olduğunu
hiç bilmediği bir sürü alet edevat vardı.
Christmas, “Ne yapmam gerekiyor?” diye sordu.
Cyril çalışma masasına otururken, “Hiçbir şey,” dedi. “Beni rahatsız
etmeyeceğin bir köşeye git ve sesini kes.”
Christmas, raflara merakla bakarak deponun içinde dolaşmaya
başladı. Üzerinde bir sürü sigorta olan bir kutuyu eline aldı.
Cyril dönüp bakmadan, “Bırak onu yerine,” dedi.
Christmas kutuyu yerine geri bıraktı ve incelemesine devam etti.
O odada hiç bilmediği ama hoşuna giden bir koku vardı; bir metal
kokusu. Üzerine bakır kablo sarılmış tahta bir bobin dikkatini çekti.
“Bu ne işe yarıyor?” diye sordu.
Cyril cevap vermedi. Masadan bir tornavida alıp bir mikrofonu
tamir etmeye koyuldu.

339
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas zencinin yanma geldi. Bir süre yaptığı işe baktı. “Ne
yapıyorsun? Tamir mi ediyorsun?”
Cyril başını yaptığı işten kaldırmadan, “Senin ‘sesini kes’ lafından
anladığın bu mu?”
Christmas, Cyril’in ustalıkla ve hızla hareket eden ince parmakla­
rına bakmaya devam etti. Zenci, mikrofonun başlığını güzelce monte
ettikten sonra tornavidayı elinden bıraktı. Sonra parmağını bir sürü
kablonun arasına soktu, içlerinden birini dikkatlice çekerek, “İşte ya­
kaladım seni, lanet olası!” diye bağırdı.
“Neyi yakaladın?” diye sordu Christmas.
Cyril cevap vermedi. Eline yeni bir tornavida aldı, mikrofonun
içine bir parça soktu, bir parça kurşun tel aldı, kaynak makinesini
alıp teli eritti. Sonra eriyen parçayı biraz üfledi ve bir parça kablo ile
beraber mikrofona yapıştırdı. Biraz bekledi. Kirli ve yağlı bir bez par­
çası alıp mikrofonun krom kısımlarını parlattı ve mikrofonu ince bir
bezin arasına yerleştirdi. “Benimle uğraşma, lanet olası.” Bir hoparlör
Cyril’in söylediklerini tüm odaya yaydı. Cyril güldü. Mikrofonu aldı
ve beyaz bir karton kutunun içine koydu. Üzerine de “Salon A - 4.
Kat - Ses Efektleri” yazdı.
Gerindi ve hemen sağındaki kutudan bir sigorta aldı. Sigortayı
masadaki ışığa iyice yaklaştırarak bir süre inceledi. Sonra başını iki
yana salladı. Kalın bir kumaş parçası alıp sigortayı sardı. “Elveda,
güzelim,” diyerek küçük bir çekiç darbesiyle cam sigortayı parçaladı.
Sonra bezi açtı, içindekileri bir kutuya silkeledi. Küçük kıymıkları da
bir cımbızla tek tek temizleyip aynı kutuya koydu. Gerindi. Elindeki
kutuyla metal bir çöp sepetine gidip tüm cam kırıklarını içine boşalttı.
“Sürekli ayaklarımın altında dolaşmak zorunda mısın?” dedi Cyril
masaya geri döndüğünde. Christmas’m elinde eski bir fotoğraf vardı;
derin bakışları olan zenci bir kadın, üzerinde bir manto ve bir şapka
olan tahta bir koltuğa dayanarak poz vermişti.
“Annen mi?”
Cyril fotoğrafı Christmas’m elinden alıp yeniden masanın üzerine
koydu. Sonra gidip yerine oturdu. Yeni bir tornavida, yeni bir bozuk
mikrofon alıp sessizce mikrofonun vidalarını açmaya başladı.

340
Luca Di Fulvio

Christmas kısa bir süre hareketsiz kaldı. Sonra hayal kırıklığı


içinde gidip odanın karşı tarafına, yere oturdu. Aradan bir iki dakika
geçmeden hoparlörden bir ses duyuldu.
“Sen de tüm beyazlar gibi cahilin tekisin, delikanlı. O, annem değil.
Harriet Tubman. Bir köleydi. Patronu onu köle tacirlerine sattı. Onu
dövdüler, zincirlerle bağladılar, kemiklerini kırdılar. Başına darbeler
aldı, kız kardeşlerinin köle tüccarlarına satıldığını gördü. Kaçtıktan
sonra, azat edilmiş bir köle olan kocası, sahip olduğu azıcık şeyi de
kaybetmekten korktuğu için onunla alakayı kesti. Harriet ondan sonra
yüzlerce kölenin kaçmasına yardım etti. İç savaştan sonra başına kırk
bin dolar ödül konmuştu. O dönemin en büyük suçluları için bile ve­
rilmeyen bir ödüldü bu. Çünkü siz beyazlara göre, Büyükanne Moses
-b iz artık ona öyle diyoruz- herhangi bir suçludan daha tehlikeliydi.
Özgürlükten söz ediyordu ve bu kelime, siz beyazların dilinde sıradan
ve anlamsızken bir zencinin ağzından çıkınca suç oluyordu. O, hayatı­
nın sonuna kadar köleliğin ortadan kalkması için savaştı. Ve ıo Mart
1913’te New York’ta öldü. Ben de her sene onun şerefine bir beyazın
herhangi bir eşyasına tükürürüm. O yüzden bugün etrafta eşyalarını
bırakma, uyarmış olayım.”
Christmas bir an ne diyeceğini bilemedi. Sonra, “Benim annem
İtalyan,” dedi. “Ona da zenci gibi davrandılar.”
“Hımmm, hımmm,” dedi Cyril kuşkuyla. Sonra hoparlörü kapattı.
Bir süre odaya sessizlik hâkim oldu. Cyril önündeki işle meşguldü.
Christmas ise diğer köşede sessizce oturuyordu.
Cyril aniden, “Gel de şu kabloyu tutmama yardım et,” dedi.
Christmas yerinden fırladı ve masanın yanma geldi.
Cyril, “Bunu böyle, sımsıkı tutacaksın,” dedi.
“Buradan mı?”
Cyril, Christmas’m elini tuttu ve tutması gereken kablonun üzerine
koydu. Sonra kaynak makinesini ısıtmaya başladı.
“Teşekkür ederim, Cyril.”
“Fazla konuşuyorsun.”

341
39

Manhattan, 1926

Cyril her zamanki gibi çalışma masasının üzerine eğilmişti. Neredeyse


bir haftadır, buruşuk ve çirkin yüzünde hoşnut bir ifade görmek müm­
kündü. Cyril’in radyo hakkında bilmediği hiçbir şey yoktu. Radyo onun
hayatıydı. Hiçbir zaman doğru dürüst bir eğitim alamamıştı. Çünkü
derisi zift gibi karaydı. Ama bu Cyril’in pek umurunda eğildi. Ona,
bozulan her şeyi tamir etmek ve müziğin ve sesin havada daha iyi ile­
tilmesi için yeni yöntemler üzerinde çalışmak yetiyordu. İstediği tek şey
buydu. Ve kendisine göre bir kariyer yapmış sayılırdı. Ona tamirhanede
iş verdiklerinde tek görevi parçaları sınıflarına göre ayırmak ve tamir
yapan teknisyenlere istedikleri parçayı sağlamaktı. Sonra zamanla, her
ne kadar ücreti pek değişmese de, üst yönetimin sık sık başvurduğu bir
teknik eleman haline geldi. Bu da Cyril’i çok mutlu etmişti. Depo onun
dünyası, onun krallığıydı. Yabancı bir gözün karmakarışık gibi gördüğü
rafları ezbere biliyor, istediği her şeyi anında buluyordu. Aşağı yukarı
on gün önce yanma bir yardımcı alındığını ona haber verdiklerinde
Cyril biraz rahatsız olmuştu. Dünyasında bir yabancının girmesinden
tedirgin olmuş, bunu bir tehdit gibi algılamıştı. Ama henüz bir hafta
geçmeden Christmas’m gelişinden duyduğu memnuniyeti yüzünden
okumak mümkündü. Cyril’in nefret ettiği bir şey varsa o da beyazların
çalıştığı katlara çıkıp bozuk aygıtları toplamaktı. Gerçek bir stüdyoya
girdiği an artık kendi krallığının hâkimi gibi hissetmiyordu kendini.
Sadece bir zenci oluveriyordu. Onu gördüklerinde, “Şimdi temizliğin
sırası değil,” diyorlardı. Öyle ya, bir zenci temizlik yapmaktan başka
ne işe yarardı ki? O zaman onlara, elinden geldiğince kibar davranarak

342
Luca Di Fulvio

kendisini tanıtıyordu. Ve her defasında konuştuğu kişi ona şaşkınlıkla


bakıyordu.
Üst kattaki beyazlardan hiçbiri onu hatırlamazdı. Çünkü onlara
göre tüm zenciler aynıydı. Tıpkı dünyadaki binlerce köpekten farkı
olmayan, kaldırımdaki bir köpek gibi. Ama şimdi bozuk mikrofonları
toplamak Christmas’m işiydi. Elindeki beyaz kutularla beyazların katma
çıkmak onun göreviydi. Böylece Cyril’in kendi krallığından ayrılmasına
hiç gerek kalmıyordu. Bu yüzden şu an elindeki eski radyonun kristal
başlarını tamir ederken de kendi kendine gülümsüyordu.
Aniden bir ses, “Diamond!” diye bağırdı. “Hey, Diamond!”
Cyril, dışarıdaki insanın aralıksız yumruklarla dövdüğü kapıya
doğru yürüdü. Ve kapıyı açmadan, “Kimsin?” diye sordu.
Yumruklar durmuyordu. “Christmas’ı arıyorum. Burada çalışmı­
yor mu?”
Cyril yeniden, “Kimsin?” diye sordu.
“Arkadaşıyım.”
Cyril kilidi çevirdi ve kapıyı açtı. Karşısında henüz yirmi yaşla­
rında, derin göz çukurlarındaki gözlerinden pek de sağlam biri olma­
dığı hemen anlaşılan ve hatta üzerindeki gösterişli elbiseyle de bunu
iyice belli eden beyaz bir çocuk duruyordu. Cyril, kapıyı açtığına o an
pişman oldu. “Christmas yok. Dağıtıma gitti,” dedi. Bu sözleri söyler
söylemez aceleyle kapıyı kapamaya çalıştı.
Ancak çocuk bir ayağını kapı aralığına sokarak ona engel oldu.
Frapan ayakkabıları gıcır gıcır parlıyordu. “Ne zaman döner?”
“Birazdan.” Cyril yeniden kapıyı kapamaya çalıştı. “Dışarıda bekle.”
Çocuk öfkeyle kapıyı itti. Metal kapı geriye doğru açıldı.
“Hey, zenci. Sen kim oluyorsun da bana emir veriyorsun? Arka­
daşımı burada bekleyeceğim, içeride.”
“Burada bekleyemezsin.”
Delikanlı cebinden bir sustalı bıçak çıkardı ve bıçağın ucuyla diş­
lerini karıştırmaya başladı. “Biftekli sandviçten nefret ediyorum. Et
parçaları dişlerimin arasına giriyor.”
“Öyle mi?” dedi Cyril sesini yükselterek. “Ben de senin gibi her­
gelelerden nefret ederim. Hadi şimdi defol, bok herif!”

343
Rüya Dağıtan Çocuk

Çocuk elindeki bıçağı sallayarak, “Kime bok herif diyorsun? Bok


herif diye senin zenci babana derler.”
“Beni hiç korkutmuyorsun, beyaz çocuk.”
“Öyle mi? Şu an altına sıçmıyor musun, zenci boku?”
Çocuk sırıtarak Cyril’i itmeye çalıştı.
“Defol!” dedi Cyril, bu kez daha zayıf bir ses tonuyla.
Çocuk onu bir daha itti. “Bana emir veremezsin dedim sana. Şimdi
inine dön, yoksa...”
“Joey!” diye bağırdı Christmas, tam o sırada kapıdan içeri girmişti.
“Hey, Diamond!” Joey, sadece kendi duyduğu bir müzikle dans
eder gibi Christmas’a doğru yürümeye başladı. “Kölen bana emir ve­
rebileceğini sanıyor,” dedi.
Christmas öfkeyle içeri daldı ve Joey ile Cyril’in arasına girdi.
“Kaldır şu bıçağı ortadan.”
Joey sırıtarak Christmas’a baktı ve bıçağı dizine vurarak kapadı.
Sonra pantolonunun arka cebine soktu. Depoyu boş gözlerle incelemeye
başladı. “Bu sıçan yuvasında çalışıyorsun demek...”
Christmas hoyratça Joey’nin kolunu tuttu ve onu dar sokağa açılan
kapıya doğru sürükledi.
“Affedersiniz, Bay Davies. Hemen döneceğim.”
Joey şaşkınlıkla, “Bay Davies mi?” dedi. Ağzı bir karış açık Christmas’a
bakıyordu.
Christmas onu itelemeye devam etti. “Yürü, Joey.”
Joey güldü. “Bir zenciye Bay Davies mi dedin? Ha siktir, çok ko­
miksin Diamond. Bir zencinin emrinde çalışıyorsun ve ona ‘bay’ diye
hitap etmek zorundasın. Öyle mi?”
Christmas depodan çıkıp kapıyı arkalarından kapamadan önce
tekrar Cyril’e dönüp, “Bir dakikaya dönerim,” dedi.
Sokakta yalnız kaldıkları zaman Christmas, Joey’nin kolunu bıraktı
ve onu iki omzundan itti. Buz gibi bir sesle, “Ne istiyorsun?” dedi.
Joey kollarını iki yana açtı ve bir balet gibi parmak uçlarında
döndü. “Fark etmedin mi?”
“Güzel elbise.”

344
Luca Di Fulvio

“Yüz elli dolar.”


“Söyledim ya, çok güzel.”
“Böyle bir şeyi nasıl aldığımı merak etmiyor musun?”
“Tahmin edebiliyorum.”
“Dostum. Tam aksine. Tahmin edemezsin. A rtık ben de çalışıyo­
rum. Haftada yetmiş beş dolar ama yakında yüz yirm i beş olacak. Bu
ne demek, biliyor musun? Ayda beş yüz. Yılda altı bin.” Joey bir kez
daha parmak uçlarında dönmeden önce Christmas’a göz kırptı. “Bu
da demek oluyor ki yakında altıma bir de araba çekebilirim.”
“Senin adına sevindim.”
“Ya sen? Bu sıçan yuvasında ne kadar haftalık alıyorsun?”
“Yirmi.”
“Yirmi mi? Vay anasını, dürüst olmak pek de işe yaramıyormuş,”
dedi Joey gülerek. “Sen de ayakkabılarının altı delindiği zaman Aptal
Abe gibi kartonla yamayacaksın desene.”
Christmas, “Muhtemelen,” diye cevap verdi. “Artık içeri girmeliyim.”
“Ne iş yaptığımı merak etmiyor musun?”
“Uyuşturucu satıyorsun mutlaka.”
“Bilemedin. Schlamming.”
Christmas konuşmadan Joey’nin yüzüne baktı.
“Bahse varım neden söz ettiğimden haberin bile yok, değil mi?”
“Umurumda değil, Joey.”
“Yine de ben sana ne olduğunu anlatacağım. Böylece biraz kültürün
artmış olur. Ne de olsa bildiğin her şeyi sana ben öğrettim. Yalan mı?”
“Ve unutmak istediğim...”
Joey güldü. “Çok katısın, Diamond. Sanki Aptal Abe’in oğlu ben
değilim de sensin. Aynı cevapları veriyorsun.”
Christmas umursamaz bir havayla Joey’ye bakıyordu. Ancak göz­
lerindeki bu soğuk ve umursamaz bakış Joey’yi ürkütüyordu.
“Schlamming, eline bir demir parçası alıp onu bir TVeu; York Times
gazetesine sarmak demek. Sonra gidip birkaç kendini bilmez işçinin
kafasını, bacağını kırıyorsun. Çok eğlenceli. Biz Yahudiler hakkında
ortada dönen saçmalıklardan haberin var mı? Gerçekten büyük saç­

345
Rüya Dağıtan Çocuk

malık. Batılı zengin Yahudiler, daha iyi ücret almak için grev yapan
doğulu yoksul Yahudilerin kemiklerini kırmaları için yine doğulu Ya­
hudi gangsterlere para veriyorlar. Komik değil mi?”
“Çok.”
“Hadi ama, Diamond. İndir gardım.” Joey, dövüşmeye hazırlanan
bir boksör gibi yumruklarını göğüs hizasında sıktı ve zıplayarak gelip
Christmas’ın omzuna şakadan bir yumruk attı.
“Hâlâ arkadaşız, değil mi?” Sonra durup kollarını iki yana açtı.
“Eğer benimle çalışmayı düşünürsen ben her zaman Knickerbocker
Oteli’ndeyim. Kırk İkinci Cadde’yle Broadway’in arasında. İri yarı
adamsın, Diamond. Bu işi çok rahat yapabilirsin. Düşün bence.”
“Tamam. Şimdi gitmeliyim. Seni gördüğüme sevindim,” dedi
Christmas. Sonra daha o sabah parlattığı N.Y. Broadcast harflerinin
olduğu yeşil metal kapıya yöneldi.
Joey, sinirden titreyen sesiyle, “Hey, Diamond!” diye bağırdı. “Bir
iki saat izin alsana.”
“Alamam.”
“Alamaz mısın yoksa almak mı istemezsin?”
“Ne fark eder?”
Joey muzip bir edayla dudaklarını büktü. “Hadi, Bay Zenci’ye iki
saate kadar döneceğini söyle. Knickerbocker’da iki güzel fahişe var.
Bir güzel işini görürsün ve sonra yuvana geri dönersin. Ben ısmarla­
yacağım, çekinme.”
Christmas irkildi. Bakışları buz gibiydi. “Fahişelere gitmiyorum.”
Joey birkaç adım geriledi. Sonra, sahnede oynayan bir aktör gibi
elini alnına götürdü. “Ah, elbette... Annenin de bir fahişe olduğunu
unutmuşum...” Geri geri gitmeye devam ederken bir yandan da pis pis
gülüyordu. “Bir fahişeyi düzerken anneni düzüyormuş gibi oluyorsun.
Böyle bir şey, değil mi?”
“Siktir git, Joey.”
Christmas öfkeyle depoya girdi ve kapıyı hızla çarparak kapadı.
Sonra önüne gelen kuyuya bir tekme savurdu. Sonra bir tekme daha,
bir tane daha... Kutu paramparça olana dek durmadı.

346
Luca Di Fulvio

Cyril masasında oturuyordu. Dönüp Christmas’a baktı fakat tek


kelime etmedi. Christmas başını çevirince göz göze geldiler. Christmas,
öfkeden titreyen sesiyle, “Özür dilerim, Bay Davies,” dedi.
“Bir şeyler kırmak istiyorsan bari gel de bir işe yara. Kutlanacak
bir sürü Yahudi düğünü var.”
“Ne var?” dedi Christmas. Asık bir suratla masaya yaklaştı.
Cyril güldü. “Böyle diyorum, çünkü Yahudiler düğünlerinde bir
mendilin içine bardak koyup kırarlar.” Sonra Christmas’a bir kabı işaret
etti. “Onun içi kırık sigorta dolu. Şu paçavrayı al. Bir de çekiç al. Si­
gortaları tek tek kır. Katotları bu kutuya koy. Anotları da şu gri olana.”
“Tamam,” dedi Christmas karamsar bir ifadeyle.
“Rahatladığın zaman beşinci kata, konser salonuna gideceksin.
Mikrofon monte edebilir misin?”
“Bilemiyorum...”
“Elinden hiçbir iş gelmeyen bir yardımcıyla ne yapacağım ben?”
diye homurdandı Cyril. “Ben yaparken belki yüz kere gördün... Herkes
yapabilir bunu.”
“...Peki.”
“Tamam.”
Bunun üzerine Cyril dönüp yeniden işine koyuldu. Christmas bo­
zuk sigorta dolu kutuyu aldı ve öfkeyle sigortaları kırmaya başladı.
Hiç ara vermeden belki de elli tane sigortayı kırdı. Sonra durdu. Bir
elektrik panosunu onarmaya çalışan Cyril’e baktı. Birkaç kez derin
derin nefes alıp verdi.
“Az önce olanlar... Az önce olanlar için üzgünüm, Bay Davies.”
“Saçmalaman bittiyse beşinci kattaki mikrofonla ilgilenebilir mi­
sin acaba? Tabii ki hiç acele etmene gerek yok. Tüm N.Y. Broadcast
emrinizde, efendim.”
Christmas gülümsedi. Kırık camları metal kaba boşalttı ve mik­
rofon kutusunu aldı. “Gidiyorum, Bay Davies.”
“Zahmet oldu. Bir de şu Bay Davies lafından vazgeç. Herkesi ar­
kandan güldürmek mi istiyorsun?”

347
Rüya Dağıtan Çocuk

Buraya Konser Salonu diyorlardı, çünkü binadaki en geniş salondu ve


kırk kişilik bir orkestrayı alabilecek büyüklükteydi. Christmas daha
önce Cyril ile beraber bu salona girmişti ve o andan itibaren salonun
amfiteatr şeklindeki formuna hayran kalmıştı. Tam karşıdaki duvarda
dikdörtgen biçiminde kristal bir cam vardı ve ses teknisyenlerinin
bulunduğu kumanda bölümünü gösteriyordu. Salonun ortasında tek
ayaklı bir mikrofon ile soliste veya şarkıcıya ayrılan yer vardı. Sağ
taraftaysa siyah ve parlak bir kuyruklu piyano bulunuyordu.
“Ah, sonunda gelebildin,” dedi arkasından gelen bir ses.
Christmas dönüp sesin geldiği yere baktı ve ses geçirmeyen küçük
bir kapıdan yirm i yirm i beş yaşlarında, esmer, simsiyah saçları gür
ve kıvırcık olan bir kadının girdiğini gördü.
Kadın, hafif bir İspanyol aksanıyla, “Hadi, çabuk ol... Ben sesçiyi
çağırayım,” dedi.
“Ama ben...”
“Lütfen bana daha fazla zaman kaybettirme.” dedi kadın hızlı
ama yumuşak bir tonla. Christmas’a salonun ortasındaki mikrofonu
göstererek, “Solist mikrofonuna gidin,” dedi. “Notaları getirdin mi?”
“Hayır... Bakın, ben...”
“Biliyordum!” diyerek güldü genç kadın. İnci gibi bembeyaz diş­
leri göründü. “Hepiniz aynısınız. Tamam, ben bulurum. Bir kopyasını
almıştım.” Sonra Christmas’ın girdiği kapıya yöneldi.
O sırada aynı kapıdan kolunun altında siyah bir kutu taşıyan kırk
yaşlarında bir adam girdi.
Genç kadın, “Kimsiniz?” diye sordu.
Adam elindeki kutuyu işaret ederek, “Beni bir trompet solosu için
çağırmıştınız,” dedi.
Kadın dönüp Christmas’a baktı. “O zaman sen kimsin?”
Christmas, “Ben aşağıda, tamirhanede çalışıyorum. Mikrofon
monte etmek için gelmiştim.”
Kadın güldü. “Ben de konuşmana fırsat vermedim, değil mi?”
Christmas bir an onun çok güzel olduğunu düşündü. Neşeli ve
cıvıl cıvıl.

348
Luca Di Fulvio

Kadın topuklarının üzerinde dönüp müzisyenle yüz yüze geldi.


“Peki ya siz? Notaları getirdiniz mi?”
“Hayır.”
Kadın Christmas’a döndü.
“Sana ne demiştim? Bak, gördüğün gibi... Hiçbiri notaları getir­
miyor,” dedi. Sonra gülümseyerek göz kırptı. “Tamam, sen mikrofonu
monte edebilirsin.” Sonra yeniden müzisyene döndü. “Siz de dudak­
larınızı ısıtmaya başlayın, hemen kaydı yapalım. Şimdi gidip sesçiyi
çağırıyorum ve size notaları getiriyorum.”
Christmas, “Neyse ki önceden bir kopyasını almıştınız.”
Genç kadın dönüp Christmas’a baktı ve salondan çıkmadan önce
ona gülümsedi.
Christmas yere eğildi, elindeki beyaz kutuyu açtı ve mikrofonu
çıkardı. Üzerinde “5R3” yazıyordu. Yani, sağdaki beşinci mevki ve
üçüncü sıra.
Bu arada müzisyen trompeti dudaklarına götürmüş, ikinci sıradaki
bir mikrofonu kullanarak prova yapmaya başlamıştı.
Christmas kabloları bağlarken, “Affedersiniz,” dedi. “Sizin kayıt
sırasında solist mikrofonunu kullanmanız gerekiyor.”
Adam, “Ne saçmalıyorsun?” dedi. “Trompet hep burada olur.”
O sırada genç kadın, yanında sesçiyle beraber yeniden salona girdi.
“Doğru söylüyor. Solist mikrofonuna geçin lütfen. Teşekkürler,” dedi.
Sonra sahnenin ortasındaki nota sehpasına notaları yerleştirdi.
Ses teknisyeni başıyla Christmas’ı işaret ederek, “O kim?” diye sordu.
“Özel asistanım,” dedi kadın gülerek.
Ses teknisyeni bir şey söylemeden ses geçirmez bir kapıdan girdi
ve az sonra dikdörtgen camın ardında göründü. Dâhili telefonu kul­
lanarak, “Ben hazırım. İstediğin zaman başlayalım. Önce seviyeleri
test edeceğiz. Özel asistanına söyle, çıkarken kapıyı iyice kapasın.”
Genç kadın, az önce işini bitirmiş olan Christmas’a döndü. Alçak
sesle, “Kalmak ister misin?” diye sordu.
Christmas’m gözleri parladı. “Kalabilir miyim?”

349
Rüya Dağıtan Çocuk

“Benim özel asistanım olduğuna göre... Gel, yanıma otur.” Genç


kadın sırtı cam bölmeye, yüzü konser salonuna dönük küçük bir ma­
saya gidip oturdu.
Christmas da gidip kadının yanına oturdu.
“Işıklar, Ted.”
Salonun ışıkları hoş bir sıcaklık yayarak yandı. Nota sehpası üze­
rindeki ışık da yanmıştı.
Kadın, müzisyene, “Elli dördüncü ölçüden yüz otuz beşinciye ka­
dar,” dedi.
Sesçi, dâhili telefondan, “Seviye kontrolü,” diyerek hazır olduğunu
işaret etti.
“Hayır, Ted. Parça çalınırken seviyeyi kontrol edersin.”
“Peki.”
“Kaydın devamını buraya ver. O da sesi kulaklıklardan alır.”
Ses teknisyeni başını salladı. “Hazırım.”
Genç kadın, müzisyene baktı. “Siz de hazır mısınız?”
Adam başıyla hazır olduğunu işaret etti.
Sonra müzik tüm salona yayıldı. Müzisyen, kadına bakıyordu.
Genç kadın elini havada, tam alın hizasında, tıpkı bir kelebek gibi
yumuşak bir şekilde hareket ettiriyordu. Sonra alçak sesle, “Bir, iki,
üç, dört...” dedi ve müzisyene bir işaret yaptı. Müzisyen, kusursuz bir
zamanlamayla parçaya girdi.
Christmas’m gözleri adeta yuvalarından fırlamıştı. Bu bir tür sihir
olmalıydı.
Genç kadın, yanında oturan delikanlıya baktı. Yakışıklı çocuk,
diye düşündü. Mağrur ve zeki bir havası var. Dudağının kenarından
başlayıp çenesine doğru inen yara iziyse onu daha çekici yapıyordu.
Hem de daha çok genç olmasına rağmen.
“Adın ne?” diye sordu kadın alçak sesle.
“Christmas.”
“Christmas mı?”
Müziğin büyüsüne kapılmış olan Christmas kadına dönüp bakma­
dan, “Biliyorum, biliyorum... Zenci adına benziyor,” dedi.

350
Luca Di Fulvio

“Hayır, hayır... Onu demek istememiştim. Neşeli bir isim.”


Bunun üzerine Christmas dönüp kadına baktı. Yüzleri birbirine çok
yakındı. Christmas onun dolgun dudaklarının çok seksi göründüğünü
düşündü. “Peki senin adın ne?” diye sordu.
Genç kadın, Christmas’m gözlerinin içine bakarak, “Maria,” dedi.
“Biliyorum, biliyorum... İtalyan ismi.”
O sırada ses teknisyeni araya girdi. “Maria! Sessiz olur musun
lütfen?”
Genç kadın şakayla karışık homurdandı. “Tamam, Ted.”
Gözlerini hâlâ Christmas’tan ayırmamıştı. Sonra delikanlıya biraz
daha yaklaştı ve sıcacık dudaklarını kulağına değdirdi. “Ama Porto
Rikoluyum.”
Christmas, genç kadının çok güzel koktuğunu fark etti. Güneşte
kurutulmuş baharatlar gibi... Ye ondan hoşlanmıştı.
Christmas ilk kez bir kadınla birlikte olduğunda on yedi yaşındaydı.
Ruth Los Angeles’a gideli bir yıl olmuştu. Christmas, Joey ile birlikte
Brooklyn’deki bir bara gitmişti. Joey sürekli kadınlardan söz ediyordu
ama Christmas onun bir kez olsun bir kadınla çıktığını görmemişti.
O gece kendilerinden yaşça daha büyük bir garson kıza sulanmaya
başladı. Kız masaların arasında dolaştıkça arkasından ıslık çalıyor,
yanından geçerken de Christmas’a saçma gelen şeyler söylüyordu. Bir
süre sonra garson kız gelip Joey’nin karşısında durdu, iki elini kalçasına
dayayıp ıslık çaldı. Joey ile yüzleri birbirine çok yakındı. Christmas,
Joey’nin kıpkırmızı olduğunu ve bir adım geri giderek bir şeyler ho­
murdandığını gördü. Garson kız, Joey’yi tepeden tırnağa süzerek, “Tek
yapabildiğin ıslık çalmak mı, Rudolf Valentino?” dedi. Christmas bir
kahkaha patlattı. Genç kız bu kez Christmas’a dönüp, “Çok şekersin,”
dedi ve yeniden masalara servis yapmak için yanlarından uzaklaştı.
Joey, yalnız kaldıklarında kızın arkasından saçma sapan bir şeyler
söyledi ve onun gibi bir salakla zaman harcamaya değmeyeceğini söy­
leyerek oyun makinelerinin başına gitti.
“İş, daima kadınlardan önce gelir, Diamond.”
Christmas yalnız kalmıştı. Yüzünde keyifli bir gülümsemeyle etra­
fına bakınırken gözü garson kıza ilişti. O sırada kızın da ona baktığını
gördü. Ama Joey’ye baktığından daha farklı bir şekilde. Christmas

351
Rüya Dağıtan Çocuk

hemen toparlandı. Yüzündeki gülümseme kayboldu. İçinde bir he­


yecan hissetti, ama hoşuna giden bir heyecandı bu. Başını yavaşça
önüne eğdi, sarı perçemleri yüzüne döküldü. Garson kız birilerini
arıyormuş gibi çevresine bir göz attı. Sonra yeniden Christmas’a ba­
kıp başıyla onu takip etmesini işaret etti. Christmas büyülenmiş gibi
kızın peşinden gitti. Kız bar tezgâhına geçti ve yeniden çevresine bir
göz attı. Sonra tezgâhın arkasından bir anahtarlık alıp arka kapıdan
dışarı çıktı. Christmas bir an kızın çıktığı kapıya bakakaldı. İçindeki
o heyecanla karışık rahatsızlık duygusuyla çekindi. Sonra kararlı bir
şekilde kızın peşinden gitti. Karanlık bir park yerine çıkmıştı. Fakat
kız görünürde yoktu.
“Pişt...”
Christmas dönüp baktı. Kız bir arabanın arka koltuğundaydı ve
camı açıp ona gelmesi için işaret ediyordu. Christmas arabaya biner
binmez, “Kapıyı kapat, dışarısı çok soğuk,” dedi.
Christmas hem gergin hem de çalımlı bir şekilde arka koltuğa
oturdu. Kalbi deli gibi atıyordu ve hızlı nefes alıp vermeye başlamıştı.
Sonra içinden gülmek geldi. Sessizce. Garson kız da güldü. Başım
Christmas’ın omzuna dayayıp göğsünü okşamaya başladı. Sonra göm­
leğinin düğmelerini açtı ve çıplak göğsünü öpmeye başladı. Christmas
gözlerini kapadı ama hâlâ kendini sessizce gülmekten alıkoyamıyordu.
Öpücükleri karnına doğru inerken genç kız da onunla birlikte gülüyordu.
Sonra Christmas’m bir elini tutup göğsüne götürdü. Hem gülmeye
devam ediyor hem de Christmas’m elini kendi eliyle birlikte göğsü­
nün üzerinde gezdiriyordu. Christmas bu kez daha güçlü, daha keyifli
güldü. Her gece yatağında düşlediği kadın teni şu an elinin altındaydı.
Garson kız, Christmas’m bir elini alıp bacaklarını arasına götürdü
ve kulağına, “Boşalt beni,” dedi. Christmas kıza dokunur dokunmaz
geri çekildi. Arabanın koltuğuna iyice dayandı. Pantolonunun önünü
sıkıştıran şişkinlikten iyice utanmıştı.
Genç kız bu kez kahkahayla güldü fakat bu gülüşte alaydan çok
samimiyet vardı. Christmas’ın kulağına eğilerek, “İlk kez mi yapıyor­
sun?” diye sordu.
Christmas da aynı rahatlıkla gülerek, “Evet,” dedi.

352
Luca Di Fulvio

Genç kız iştah açıcı bir yemeğin karşısındaymış gibi zevkle iç çekti.
“Öyleyse bu işi doğru yapmalıyız.”
Önlüğünün düğmelerini açıp yumuşak ve süt gibi bembeyaz göğüs­
lerini Christmas’a gösterdi. Sonra Christmas’ın iki elini tutup göğüsle­
rine bastırdı. “Ellerin buz gibi... Bir kadının memelerine dokunmadan
önce ellerini ısıtman lazım...”
“Tamam...” dedi Christmas gözlerini kızın dolgun memelerinden
ayırmadan.
Garson kız, Christmas’ın elini tekrar tutup sütyeninin içine soktu.
Christmas kızın göğsüne dokunur dokunmaz nefessiz kalmış gibi ağ­
zını açtı.
Genç kız, Christmas’ın göğsünün ucunu sıktığını görünce, “Sık,”
dedi. “Yavaşça... İşte böyle... Nasıl büyüdüğünü hissediyor musun?”
“Evet...”
“Hadi şimdi onu dışarı çıkar... Nazikçe... Çok değerli bir şey gibi,”
dedi kız gülerek.
Christmas da gülmek istedi, çünkü içinden gülmek geliyordu.
Ama o an sadece, biraz viski, biraz ter ve biraz da Christmas’ın kadın
kokusu olduğunu düşündüğü tanıdık bir parfüm kokan o muhteşem
yuvarlaklığa odaklanmıştı.
“Öp hadi... Dilini ucunda gezdir... Evet, işte böyle... Şimdi de ısır
ama yavaşça... Bebeklerin kulaklarını ısırır gibi... Oh, evet böyle...
Çok güzel.”
Sonra kız eteğini kaldırdı ve Christmas’m elini bacaklarının ara­
sına götürdü. Christmas, yumuşak tüylerin arasında kadife gibi bir
yumuşaklık hissetti; nemli, kapalı ama her an açılmaya hazır. Açıldığı
zamansa ortaya yapışkan, davetkâr ve acı, buruk tatlardan oluşmuş
sıcacık bir pınar çıkacaktı. Kız, Christmas’ın üzerine çıkıp onu içine
almaya başladığında delikanlı o an, tüm arzusunu o pınarın içinde
boğmaktan başka bir şey istemediğini fark etti.
Sonunda kız giyinirken Christmas’m içinden yine gülmek geldi.
Kıza sarıldı ve güldü. Sonra göğüslerini, boynunu, dudaklarını öptü.
Kasıklarında hızla doğan yeni bir gücün onu zorladığını ve penisinin
yeniden sertleşmeye başladığı anda bile hâlâ gülüyordu.

353
Rüya Dağıtan Çocuk

Kız, “A rtık içeri girmeliyim,” dedi ve onu arabadan indirdi. Sonra


eteğinin cebinden çıkardığı bir bezle arabanın koltuğunda kalan iz­
leri sildi. Arabadan inip kapıyı kilitledikten sonra elini Christmas’m
saçlarının arasına soktu. “Çok tatlısın,” dedi. “Bu saçlarla kadınların
akıllarını başlarından alacaksın.”
Christmas genç kızı kendisine doğru çekti ve öptü. O koku ve
tatları ezberlemek ister gibi nazikçe ve gözlerini kapayarak öptü onu.
“Güzel kokuyorsun,” diye fısıldadı kızın kulağına.
Kız, Christmas’ın yüzüne düşen perçemlerini yavaşça geriye itti.
“Evet, kadınlar sana deli olacak, tatlım.” dedi. “Ama seni biraz kendime
saklamak istiyorum. Yine gel. Seni evime götürürüm.” Sonra barın
kapısından içeri girip gözden kayboldu.
Christmas, az önceki tatlı yorgunluğun etkisiyle New York soğu­
ğunu hissetmez bir halde, yüzünde koca bir gülümsemeyle parkın
ortasında kalakalmıştı.
O sırada Joey, “Ah, işte buradasın!” diye sırıtarak yanma geldi.
“Ne yapıyorsun? Yarım saattir seni arıyorum.”
Christmas’m verecek bir cevabı yoktu. Sadece, ilk birlikteliğin hâlâ
taze olan yorgunluğuyla arkadaşına baktı.
Joey böbürlenerek, “Az önceki garson kızı hatırladın mı?” diye
sordu. “Şimdi şu kapının önünde karşılaştık, beni yanağımdan öptü.
Ne zaman istersem altıma alabilirim, anlayacağın.”
Christmas, dalgın bakışlarla, “Bence de...” diye cevap verdi ve
içinden yine gülmek geldi. “Sen içki mi içtin, Diamond? Alkole çok
dayanıksızsın. Hadi, gidelim buradan. Makinelerden yirm i dolar kal­
dırdım, ortak.”
Christmas, Joey’yi takip etti. Yürürken istediği tek şey o geceki
kokuları hiç unutmamaktı.
Yatağa girince Ruth’u düşündü. Ama hiç suçluluk hissetmiyordu.
Çünkü garson kıza âşık olmadığından emindi. Hatta bu deneyimden
sonra Ruth için daha tecrübeli, daha duyarlı bir âşık olduğunu da
söyleyebilirdi. Ruth ile daha mükemmel olacağından artık emindi.
Yorgana sarılıp uykuya dalmadan önce, “Daha çok çalışmalıyım,” dedi
kendi kendine.

354
Luca Di Fulvio

Sonraki aylarda garson kızı sık sık ziyarete gitti. Ve daha sonra
başka kadınlarla beraber olmaya başladı; kendisinden daha büyük,
daha tecrübeli kadınlarla. Açık pembe uçları olan bembeyaz göğüsle­
rin bal gibi bir tadı olduğunu öğrendi. Krizantem uçlu, armut biçimli,
yumuşak, koyu renk ve biraz da sönmüş göğüslerin buruk bir tadı
oluyordu. Sudan fırlayan balıkları andıran kalkık uçlu küçük, esmer
ve sert göğüsler biraz tuzlu ve acıydı. Sıcak hava balonlarını andıran
o şeffaf, dik, mavi damarlı ve sert uçlu göğüsler ise pudra kokuyordu.
Olgun bir kadının güneşte kurutulmuş üzümler gibi buruşuk uçları
olan yumuşak göğüslerindeki tat, o kadının yıllar boyunca biriktir­
diği, tükettiği ve hatta unuttuğu tüm duygusal tatların karışımıydı. Ve
kadınların teni ya kaygandı ya da okşayışları oyalamak için pürüzlü
yapılmıştı. Bazıları ise pürüzsüz ve kuruydu. Ya da en güçlü arzuları
bile tatmin edecek kadar nemli. Ve bacaklarının arasında gizledikleri
sır, yaprakları dikkatle, tutkuyla, özenle ya da heyecanla açılması ge­
reken bir çiçekti. Christmas her bakışı, her işareti anlamayı öğrendi.
İpek saçlarını, samimi gülüşünü, sert yüz hatlarını, neşesini, kaslı ama
bir o kadar da çevik bedenini kullanmayı öğrendi. Ve tüm kadınları
olabildiğince doğal, olabildiğince gerçek duygularıyla sevmeyi öğrendi.
Ama Ruth’u bir an olsun aklından çıkarmadı.
“Kayıttayız.” Ses teknisyeninin salonda çınlayan sesi Christmas’ı
kendine getirdi.
“Ne düşünüyordun?” diye sordu Maria alçak sesle.
Christmas, genç kadının kulağına eğilip, “Senin düşüncelerini
okumaya çalışıyordum,” dedi.
“Yalancı,” dedi Maria gülümseyerek.
“Maria, sen başlat,” diye seslendi teknisyen.
Maria alnındaki saçlarını geriye attı ve bir elini müzisyene doğru
uzattı. Birkaç saniye durduktan sonra işaret verdi ve trompetin sesi
salona yayılmaya başladı. Maria, Christmas’a dönüp, “Şimdi gerçekten
sessiz olmalıyız,” diye fısıldadı.
Christmas gülümsedi ve gözlerini Maria’dan ayırmadan iki elini
dudaklarına götürüp üstlerine hohladı.
Genç kadın, soru sorarcasına tek kaşını kaldırdı. Christmas işa­
ret parmağını dudaklarına götürüp “sus” işareti yaptı. Başını hafifçe

355
Rüya Dağıtan Çocuk

yana eğdi ve sarı saçları gözünün üstüne düştü. “Ellerim ısındı,” diye
fısıldadı Maria’nın kulağına.
Maria tekrar kaşını kaldırdı.
“Sana, düşüncelerini okuduğumu söylemiştim.”
Maria endişeyle dönüp ses teknisyenine baktı. “Şu an gerçekten
sessiz olmalıyız.”
Christmas gülümsedi. Yavaşça bir elini uzatıp genç kadının elini
okşadı. Parmaklarıyla sevişir gibi parmak uçlarını önce kadının bi­
leğinin sonra da elinin üstünde gezdirdi. Maria bir an irkildi. Önce
sesçiye, sonra müzisyene baktı. Fakat elini de çekmiyordu. Christmas
parmak uçlarım kadının bileğinden yukarı, kolunun içine doğru kay­
dırdı. Sonra bacağına indi. Elbisesinin eteğini yavaşça yukarı çekip
dizini okşadı. Maria, Christmas’m elini tuttu ama itmedi. Christmas
kısa bir süre hareketsiz kaldı. Sonra yeniden kadının eteğini yukarı
sıyırmaya başladı. Maria, Christmas’m elini sımsıkı tutan elini gevşetti.
Christmas o zaman elini yavaşça kızın bacak arasına soktu. Yavaş
yavaş, hiç acele etmeden yukarı doğru okşayarak ilerlemeye devam
etti. Ve Maria’nın bacaklarının birleştiği yere, hedefine ulaşmadan
önce Christmas’m nazik parmak uçları yavaşladı. O kavuşma anını
hayal etmek, arzulamak ve biraz da korkmak için yaklaşıp uzaklaşarak
bir süre oyalandı. Christmas, Maria’nm iç çamaşırının kenarından
parmaklarını soktuğunda önce yumuşacık tüylerle karşılaştı sonra
da Maria’mn sıcak ve nemli zevk noktasıyla. Hazır, açık, davetkâr ve
teslim olmuş...
Maria, Christmas’m dokunuşuyla irkildi.
Christmas, genç kadının kulağına, “Sessiz olmalıyız,” diye fısıldadı.
Cevap olarak, Maria’nın soluk soluğa kalmış nefesi geldi kulağına.
O zaman Christmas arzu noktasını - o küçücük, yumuşak ama aynı
zamanda garson kızın yıllar önce ona söylediği gibi bir kadına zevk
verdiği an sertleşen çıkıntıyı- aradı parmaklarıyla. Ve onu yavaşça,
yuvarlak hareketlerle okşamaya başladı. Ancak hareketlerinin hep
aynı olmamasına özen gösteriyordu. Sonunda -m üzik sesinin aniden
yükseldiği bir anda- Maria’nm bacaklarının daha güçlü gerildiğini
hissetti. O zaman Christmas yavaşladı ve ancak Maria’nm tırnaklarını

356
Luca Di Fulvio

kollarına geçirdiğini ve ses çıkarmamaya çalışarak nefessiz kaldığını


hissettiği zaman durdu.
Müzisyen son notayı da çalıp bitirince ses teknisyeni, “Bana iyi
gibi geldi,” dedi. “Sen ne diyorsun, Maria?”
“Güzel... Çok güzel.”
“Bir tane daha kaydedelim mi?”
“Hayır... Hayır. Bu güzel. Teşekkürler,” diye alelacele cevap verip
ayağa kalktı Maria.
“Şimdi gitmem lazım, Ted.” Sonra da müzisyene dönüp, “Teşek­
kürler, çok iyiydiniz,” dedi.
Salondan çıkmadan önce Christmas’m ceketini çekiştirip başıyla
onu takip etmesini işaret etti. Birlikte dışarı çıktılar. Hızlı adımlarla
koridorun sonuna dek yürüdüler. Maria koridorun sonundaki kapıyı
açtı ve içeri baktı. Sonra Chtistmas’ı içeri çekip kapıyı kilitledi ve
delikanlıyı tutkuyla öptü. Christmas kadını koltukaltlarından tutup
kaldırdı ve tehlikeli bir şekilde sallanan lavabonun üzerine oturttu.
Maria, “Acele et,”dedi.
Christmas kadının eteğini yukarı çekti ve onu sabırsızca bekleyen,
tüm yaprakları açık çiçeğin içine girdi. Maria, şehvetle Christmas’ın
saçlarını kavradı. Onu öpmeye ve kendine daha çok çekmeye başladı.
Nefesleri birbirine karıştı, zevkin doruğuna çıktılar ve sonunda, ağır­
lıklarıyla kırılan lavaboyla birlikte yere düştüler,
Christmas, “Canın yandı mı?” diye sordu.
Maria, “Hayır,” diyerek güldü. “Ama hemen buradan çıkmalıyız
yoksa bunu bize ödetirler.”
Christmas, kadının dudağına bir öpücük kondurdu. “Gülen ka­
dınları seviyorum,” dedi.

O akşam, eve doğru yürürken karşı kaldırımda Santo’nun esmer, kısa


boylu, hafif şişman ve biraz da çirkin bir kızla el ele yürüdüğünü gördü.
Durdu ve onlara baktı. Santo, sanki arkadaşının ona baktığını hisset­
miş gibi döndü ve bakışları karşılaştı. Sokak lambasının loş ışığında
Christmas, Santo’nun kıpkırmızı olduğunu ve başım hafifçe öne eğdiğini
gördü. Sonra da onu fark etmemiş gibi yoluna devam etti. Christmas

357
Rüya Dağıtan Çocuk

güldü ve yeniden yürümeye başlayıp Monroe Caddesi’ndeki 320 numaralı


evden içeri girdi. Merdivenleri çıkarken aynı gün konser salonunda
duyduğu caz parçasını mırıldanmaya başladı. Basamakların yarısını
çıktığında alt kattan heyecanlı bağrışmalar geldiğini duyunca durup
kulak verdi.
Santo’nun babası, sokak kapısının eşiğinde durmuş, neredeyse
üç senedir yatalak olan karısına sesleniyordu. “Bak, Carmelina’nm
babası bu. Antonio. Benimle on üçüncü iskelede çalışıyor. Sahi, kaç
sene oldu, Tony?”
Kapıdaki adam, “Bırak seneleri saymayı,” dedi. “Kendimizi iyice
yaşlı hissetmekten başka bir işe yaramaz. Şimdi evlatlarımızı düşünme
zamanı. Dileyelim, onların evliliği de bizimkiler gibi uzun ve mutlu
sürsün.”
“Haklısın,” dedi Santo’nun babası. “Hadi, içeri gel de Carmelina
ve Santo için kadeh kaldıralım.”
Christmas, Filesi ailesinin oturduğu dairenin kapısının kapandı­
ğını duyunca merdivenin aydınlık penceresinden dışarı baktı. Santo,
yolun karanlık bir köşesinde Carmelina’yı omuzlarından tutup kendine
çekmeye ve acemice öpmeye çalışıyordu.
“Acele etme, Santo,” dedi Christmas kendi kendine gülerek. Sonra
yeniden ıslık çalmaya başlayarak merdivenleri çıkmaya devam etti.
İçine biraz hüzün çökmüştü. Çünkü şu son yıllarda onu canlı tutan
tek şey kadınlardı.
Ama Ruth’u kaybetmişti.
“Seni bulacağım,” dedi.

358
40

Newhall-Los Angeles, 1926-1927

Her pazar, annesi ve babası onu ziyarete geliyordu. Babası yanına


yaklaşıp yanağına acele bir öpücük konduruyor, sonra kenara çeki­
liyordu. Ruth ve annesi avluda oturuyor, beyaz gömlekli hasta bakı­
cıların denetiminde bahçede dolaşan diğer hayaletlere bakıyorlardı.
Anne konuşuyor ama doğru dürüst bir şey söylemiyordu. Konuşarak
o an içinde bulunduğu yeri ve durumu görmezden gelmek istiyordu.
Aradan bir saat geçtikten sonra da gidiyorlardı. Annesi, “Geç oldu,”
diyordu. Babası da, “Geç oldu,” deyip yanağına o soğuk öpücüğü ye­
niden konduruyordu. Anne, “Haftaya pazar görüşürüz,” derken baba
çoktan gidip arabaya oturmuş oluyordu. Artık Hispano-Suiza HöC’ları
yoktu. Pierce-Arrow da çoktan satılmıştı. Şimdi daha eski, daha az
parlak ve şoförsüz bir arabaları vardı.
Fakat o pazar günü annesi bir şeylerden bahsetti. “Babanın if­
lası, Phonofilm işindeki tüm paramızı kaybetmemize neden oldu.
Hollyvvood’da kimse onu istemiyor. Warner Brothers, Vitaphone kul­
lanıyor. William Fox, Movietone’u seçti. Paramount ise Photophone
kullanıyor. Hiç kimse Phonofilm’i istemiyor ve DeForest böylece iflas
etti... Ve biz de onunla birlikte... Tıpkı...”
“Rahat bıraksana,” dedi babası. Oraya geldiklerinden beri ilk kez
araya giriyordu. “Ne anlamasını bekliyorsun? Bu... Bu durumdayken...”
“Bilmesi gerekiyor.”
“Seni dinlemediğinin farkında değil misin?”
“Bilmesi gerekiyor.”

359
Rüya Dağıtan Çocuk

Annenin buz gibi sesine karşı baba da sert ve kararlı bir ses tonuyla
devam etti. “Kes şunu.”
Ruth o zaman ilk kez dönüp babasına baktı.
Babası sanki ona gülümsüyordu. Bir an için Ruth onun büyükba­
basına benzediğini düşündü. Anne birden ayağa kalkıp eldivenlerini
giymeye başladı. “Geç oldu.”
Baba, gözlerini kızından ayırmadan, ilk kez pazar ritüelini bozarak,
“Hemen geliyorum, arabada bekle” dedi.
Anne tekrar, “Geç oldu,” dedi ve yolun kenarına park ettikleri
arabaya doğru yürümeye başladı.
Babası gelip Ruth’un yanma oturdu. Geçen onca aydan beri ilk
kez. Cebinden bir karton kutu çıkarıp açtı. İçinden küçük bir fotoğraf
makinesi çıktı. Elinde makineyi evirip çevirerek herhangi bir baba gibi
anlatmaya başladı: “Bu bir Leica ı. Alman malı. İçinde filmi var. 50
milimetrelik bir merceği ve telemetresi de var. Bak burada, görüyor
musun? Odaklanmaya, uzaklıkları ölçmeye yarıyor.” Makineyi kızına
uzattı. “Gözünü buraya koymalısın. Bu vizörden ne görürsen çekeceğin
fotoğraf da öyle olur. Şu düğmeye basman yeterli. Ama ondan önce
diyaframın açıklığım kontrol etmelisin. Işık azsa daha çok açıklık
vermen gerekir mesela.”
Ruth kımıldamadan babasının fotoğraf makinesini tutan ellerine
bakıyordu. Sesindeki beklenmedik sevecenlik kulaklarında çınlıyordu.
Biraz büyükbabasını andırıyordu.
“Fotoğrafı çektikten sonra bir sonraki fotoğraf için makineyi kurman
gerekir. Bak onu da böyle yapacaksın; şu gördüğün küçük yuvarlağı
çevirerek... Şöyle, bu yöne...”
Ruth ne kımıldadı ne de elini uzatıp makineyi aldı. Babası bunu
görünce makineyi kızının kucağına bıraktı. Bir süre sessizce oturdu.
Sonra, “Annenin söyledikleri doğru,” dedi.
Bu kez sesindeki sevecenliğin yerini yorgunluk ve yenilmişlik aldı.
“Hemen hemen her şeyimizi kaybettik. Kıymetli olan neyimiz varsa
satmaya başladık. Nasıl kapış kapış gidiyor, biliyor musun? Akbaba
gibiler. Geri çeviremeyeceğimi bildikleri için bana öyle komik rakamlar
söylüyorlar ki... Holmby Hills malikânesini de satışa çıkarmak zorunda
kaldım...” Devam etmeye gücü yetmeyecekmiş gibi sustu.

360
Luca Di Fulvio

Ruth sessizce dönüp babasına baktı. Babasının omuzları çökük,


başı önüne eğikti. Dönüp kızına baktı. “Bir an önce iyileşmeye çalış,
hayatım,” dedi. Sesi yeniden az önceki sevecenliğini kazanmıştı. “Seni
burada daha ne kadar tutabilirim, bilmiyorum.”
Başını tekrar önüne eğdi. Elini uzatıp kızının dizini okşadı.
Ruth yeniden babasının ellerine baktı. Eklem yerleri boğumlan­
maya başlamıştı, tıpkı büyükbabasının elleri gibi. Ve elinin üstünde
lekeler oluşmuştu, büyükbabasında olduğu gibi.
“Çok üzgünüm...” dedi babası. Sonra ayağa kalktı ve arabaya doğru
yürüdü.
Ruth başmı kaldırmadan, gözlerini babasının bacağında okşadığı
yere bakarak kapanan kapı seslerini, motorun çalışmaya başlamasını,
vitesin değişmesini, lastiklerin çakıllı yolda çıkardığı sesi dinledi.
Birden, neden yaptığım-bilmeden kucağındaki makineyi aldı ve
ailesini ondan uzaklaştıran arabanın fotoğrafını çekti.
Bu onun ilk fotoğrafıydı.
Fotoğrafı banyo ettiği zaman arabanın ve bahçe kapısının siyah
beyaz resmini gördü. Kapıdaki tabelada siyah beyaz harflerle “New-
hall Kadın Ruh Sağlığı Merkezi” yazıyordu. Sinir hastalarının tedavi
edildiği ve onun da bir süredir kaldığı klinikti burası.
O an bir parçacık da olsa huzura erdiğini hissetti.

Bayan Bailey altmış yaşlarındaydı ve on yıldan fazladır Newhall’da


kalıyordu. Zamanının büyük bölümünü “zararsız” olarak sınıflandırılan
hastalara açık olan ortak salonun bir köşesinde geçiriyordu. Diğerleri,
yani “zararlılar”, duvarları elyafla doldurulmuş hücrelerde kalıyor ve
neredeyse hiç ortalıkta görünmüyorlardı. Bayan Bailey ve Ruth gibi
“zararsızlar” ilaç tedavisine olumlu cevap veren hastalardı. İlaç tedavisi
aslında yatıştırıcı etkisi olan anestezik uygulamalardan oluşuyordu.
“Zararlılar” ise alkol, uyuşturucu ya da şizofreni teşhisiyle kliniğe yatan
ve hem kendilerine hem de başkalarına zarar verebilecek olanlardı.
Buz gibi soğuk su banyolarına maruz kalıyor ve kendilerine en az za­
rar verebilecekleri özel hücrelere kapatılıyorlardı. Tabii ki bu, iri yarı
hasta bakıcılar tarafından -doktorların onayıyla- dövülmedikleri ya

361
Rüya Dağıtan Çocuk

da kötü muamele görmedikleri anlamına gelmiyordu. Çünkü şiddet,


zorunlu perhizle birleşince en pratik tedavi şekliydi. Ve Newhall’un,
hali vakti yerinde olmayan hastaların tamamen unutulduğu diğer akıl
hastanelerinden tek farkı yemekler, örtüler, yataklar ve çarşaflardan,
kısacası binanın dışa yansıyan görüntüsünden ibaretti. Böylece kendi
evlatlarını, eşlerini, anne ve babalarım buraya bırakan insanların suç­
luluk duyguları giderilmiş oluyordu. Ve tabii ki daha kayda değer bir
diğer fark ise tedaviler -yani bazı şeylere göz yumulması için - ödenen
rakamlardaydı.
Ruth, intihara eğilimli bir hasta olarak bir süre gözetim altında
tutulduktan sonra, doktorların onun zararsız olduğuna ve diğerleri
için bir tehlike oluşturmadığına karar vermeleri üzerine iki kişilik
bir odaya alındı. Odadaki diğer hasta Bayan Bailey idi. Yaşlı kadın,
hebefreni ve katatoni arasında gidip gelen şizofreni teşhisiyle kliniğe
yatırılmıştı. Düşünce bozukluğundaki semptomların baskınlığına göre
kimi zaman duygusal tepkilerde tutarsızlıklar kimi zaman da davranış
bozukluğu gösteriyordu. Önceleri Ruth, Bayan Bailey’den ve önün derin
sessizliğinden çok korkmuştu.
Birlikte yaşamaya başladıkları ilk gün Ruth, yaşlı kadının ayak­
kabılara tahammül edemediğini fark etti. Bayan Bailey, bulduğu ilk
fırsatta ayakkabılarını çıkarıyor ve ayak başparmaklarını diğer parmak­
larının üzerine geçiriyordu. Ancak ondan sonra sakinleşiyor, yüzüne
bir dinginlik geliyordu.
Aralarında bir hafta kadar süren sessizlikten sonra sanki Ruth’un
bakışlarını üzerinde hisseden Bayan Bailey, burnunun ucundaki be­
lirsiz bir noktaya bakmaya devam ederek, “Herkes kendi dengesini
kendisi bulmalıdır,” dedi.
Bayan Bailey, Ruth’un fotoğrafım çektiği ilk hasta oldu.
Ruth o gün Bayan Bailey’nin yanma gelip, “Bir fotoğrafınızı çe­
kebilir miyim?” diye sordu.
“Tavuklar, yumurtlamak için izin almazlar.”
“Efendim?”
“Tilki de onları yemek için izin almaz.”
“Yani izin veriyor musunuz?”

362
Luca Di Fulvio

“Çiftçi de tilkiyi tuzağa düşürmek için izin almaz.”


Ruth, makinesini eline aldı ve Bayan Bailey’nin profilden fotoğ­
rafını çekti.
Yaşlı kadın, gözünü diktiği belirsiz noktadan ayırmadan, “Ben bu
yüzden buradayım,” dedi. “Tuzak yüzünden...” Ve bir damla gözyaşı
kırışık yanağından aşağı süzüldü.
Ruth filmi sararken Bayan Bailey dönüp ona baktı. Ruth, kadının
bir fotoğrafım daha çekti. Filmlerin banyosunu yaptığı zaman Bayan
Bailey’nin muhteşem ama bir o kadar da hüzünlü mavi gözleri, tıpkı
fotoğrafları çektiği günkü gibi ona bakıyordu. Ruth bu gözlere günlerce
bakmış ve bir süre sonra Bayan Bailey’nin kim olduğunu çözmeye baş­
lamıştı. O gözlere objektiften bakmak araya hem çok uzun hem de kısa
bir mesafe koymak gibiydi. Sanki Ruth’a, soru sormadan soruşturma
izni veriyordu. Elindeki Leica fotoğraf makinesi bir araç, bir paravana
ya da bir sığınakmış gibi, Ruth o mavi gözlere bakıyor ama bakışları
Bayan Bailey’yi rahatsız etmiyordu. Filmin baskısı siyah beyaz olsa
bile yaşlı kadmın duygularına, heyecanlarına, tutkularına aracılık eder
gibiydi; onları kabul edilebilir, tahammül edilebilir kılıyordu adeta.
Sıra Bayan Bailey’den sonra Esther’a geldi. Leica’mn objektifine
yakalanır yakalanmaz endişeli gözlerle elini ağzına götürüp tırnaklarını
yemeye başlayan Esther, Ruth’a sürekli aynı soruyu soruyordu: “Bir
tane de annem için çekebilir misin?”
Oysa Ruth, annesinin onu dünyaya getirirken öldüğünü biliyordu.
Sonra Bayan Lavender vardı. Ruth’un makinesini görür görmez he­
men gözlerini kapatıyordu. Estelle Rochester ise fotoğrafının nasıl
çıktığından çok arka planla ilgileniyordu. Duvar ustası olan kocasının
duvarda herhangi bir çatlak istemediğini söyleyerek poz vereceği yeri
sürekli değiştiriyordu.
Charlene Summerset Villebone ise ne Ruth’la ne de bir başkasıyla
ilgileniyordu. Daisy Thalberg, fotoğrafını çekmeden önce Ruth’un alçak
sesle üçe kadar saymasını istiyordu. Çünkü sabırsızlanıyor, makinenin
“tık” sesini duyana kadar nefesini tutuyordu.
Bir gün genç doktorlardan biri Ruth’a, “Benim de bir fotoğrafımı
çeksene,” dedi.
“Hayır,” dedi Ruth.

363
Rüya Dağıtan Çocuk

“Neden?”
“Çünkü siz gülümsüyorsunuz.”
Yine de Ruth’un gözdesi Bayan Bailey idi.

Birlikte yaşadıkları üç hafta boyunca kadının elliden fazla fotoğrafını


çekmişti. Ve bunları, diğer Newhall misafirlerinin fotoğraflarından
ayrı bir kutuda saklıyordu. Bu ayrıcalık belki de Bayan Bailey onun
aynı zamanda oda arkadaşı olduğu içindi. Ya da onu diğerlerinden
daha fazla seviyordu. Belki onda kendinden bir şeyler buluyordu ya da
geceleri, hemşireler oda kapısını üstlerine kilitlediği zaman Bill’den,
Christmas’tan ve kendisinden bahsettiği tek arkadaşı Bayan Bailey
olduğu içindi. Evet, belki de tamamen bunun içindi, çünkü yaşlı ka­
dın ona ne cevap veriyor ne de onu dinlediğini belli eden bir hareket
yapıyordu.
Bayan Bailey bir gün, “Fotoğrafları ona da göster,” dedi.
Günlerden pazardı, Ruth’un annesiyle babasının onu ziyarete gel­
mediği ilk pazar. Babası ona bir not göndermişti. Holmby Hills’deki
malikâne için gelecek olan bir alıcıyı beklemeleri gerekiyordu.
Ruth, Bayan Bailey’nin zaman zaman sessizliğini bölerek söylediği
tutarsız sözlere alıştığı için ilgisizce, “Kime?” diye sordu.
O esnada odalarının kapısı açıldı ve içeri yetmiş yaşlarında, tom­
bul, ufak tefek, patates burunlu, gür beyaz kaşları ve ufacık açık renk
gözleri olan bir adam girdi.
Bayan Bailey, “Clarence,” dedi. “Ruth’un fotoğraflarına bak.”
Adamın yüzünü mutlu bir gülüş kapladı. Heyecan dolu sesiyle
karısının yanma yaklaştı ve başını nazikçe öptü. “Nasılsın, hayatım?
Sesini duymak o kadar güzel ki...” Sonra Ruth’un duymaması için
olabildiğince alçak bir sesle, “Seni seviyorum,” dedi.
Ama Bayan Bailey çoktan kendi dünyasına dönmüş, gözlerini
önündeki bir noktaya dikmişti.
“Aşkım...” dedi adam. “Beni duyuyor musun, hayatım?” Adamın
yüzüne yayılan tebessüm çabucak söndü. Gürültü yapmamaya özen
göstererek bir sandalye alıp karısının yanma oturdu. Bayan Bailey’nin

364
Luca Di Fulvio

elini kendi ellerinin arasına aldı, öptü ve sonra yavaş yavaş okşamaya
başladı. Sessizce.
Bu şekilde bir saat geçti. Sonra Bay Bailey ayağa kalktı, eşinin
başına yeniden nazik bir öpücük kondurdu ve yine yavaşça, “Seni se­
viyorum,” dedi. Sonra yorgun adımlarla dışarı çıktı ve bir kez bile
Ruth’a dönüp bakmadan kapıyı arkasından kapadı.
Yalnız kaldıkları zaman Ruth yaşlı kadına, “Eşinizin geldiğini nasıl
anladınız?” diye sordu.
Kadın cevap vermedi.
Ertesi hafta Bayan Bailey birdenbire, “Çünkü onu her zaman du­
yuyorum,” dedi. “Henüz tanışmadan çok önce bile duyuyordum.”
Günlerden yine pazardı ve Ruth’un babası yeni bir not göndermiş,
malikânenin satışıyla uğraştıkları için gelemeyeceklerini bildirmişti.
Ruth o gün de bir önceki pazar olduğu gibi salona inmemiş, Bayan
Bailey ile kalmıştı.
“Kimi?” diye sordu yaşlı kadına.
Tam o sırada Clarence Bailey odadan içeri girdi.
“Ruth’un fotoğraflarına bak, Clarence,”
Adam ilk kez o zaman gözlerini karısından ayırıp Ruth’a baktı.
Bayan Bailey kendi dünyasına dönmeden önce eşine, “Ona yardım
et, Clarence,” diye mırıldandı.

Newhall’da geçirdiği dört aydan sonra Ruth eve dönerken kendini kay­
bolmuş, aynı zamanda yeniden doğmuş gibi hissediyordu. Annesiyle
babası önde oturuyorlardı. Babası sürücü koltuğunda, annesi de başını
cama çevirmiş halde -görünüşte manzaranın güzelliğine dalmış gibi—
yanındaki koltukta oturuyordu. Ruth arka koltuğun tam ortasında
oturmuş, arabayı inceliyordu. Ailenin alışılagelmiş diğer arabaları gibi
kaliteli deri ve puro kokmayan bu araba Ruth’un çocukluğundan beri
bindiği lüks otomobillere hiç benzemiyordu. Ama bu Ruth’un umu­
runda bile değildi çünkü bu araç, ilk fotoğrafının kahramanıydı. Ön
taraftaysa babası oturuyordu; ona Leica’sım armağan eden, kendisiyle
büyükbabasının ses tonuna benzeyen bir tonla tatlı tatlı konuşan, dizini
okşayan ve onun iyiliğini isteyen adam. Babası; Ruth’un yeni babası.

365
Rüya Dağıtan Çocuk

Babasının o ziyaretinden sonra Ruth sadece bunu düşünmüştü; o zi­


yaret Ruth’un klinikteki hayatını değiştirmişti. Artık ona sarılacak,
onu sıcak tutacak ve koruyacak bir babası vardı.
Aniden annesi kızına doğru dönerek sessizliği bozdu.
“Hazırlan,” dedi buz gibi bakışlarıyla kızını süzerken. “Evde bü­
yük değişikler göreceksin.” Sonra yeniden başını cama çevirdi. “Hepsi
babanın sayesinde...”
Babası gözünü yoldan ayırmadan, yorgun bir ifadeyle, “Sarah, yine
başlama,” dedi.
Kadın küstah bir ifadeyle, “Hem de onun çok iyi koku alan burnu
sayesinde,” diye devam etti.
“Sarah, kız daha oradan yeni çıkmışken...”
Bayan Isaacson yeniden Ruth’a baktı ve buz gibi sesiyle, “Zenginler
için yapılmış akıl hastanesinden...” dedi.
Ruth başım öne eğdi ve elindeki fotoğraf paketini sıktı.
“Sayende artık zengin olmadığımızı bilmesinde ne sakınca var?”
“Sarah... Lütfen.”
“Gözlerime bak, Ruth.”
Ruth başını kaldırıp annesine baktı. Leica’smın arkasına saklan­
mak istiyordu.
Annesi gözlerini kısarak, “Eğer bir daha başına aynı şey gelirse,”
dedi. “Babanın söylediği gibi seni bir daha ‘oraya’ göndermemiz müm­
kün değil.”
Ruth, Leica’sının arkasına saklanmak istiyordu. Annesinin fotoğ­
rafını hiç çekmediğini düşündü.
Bay Isaacson, arabanın direksiyonuna bir yumruk attı ve “Sarah,
kes artık şunu!” diye bağırdı.
Ruth bu haykırışın ne kadar güçsüz olduğunu düşündü. Babasının
sesinde büyükbabasının o güçlü yankılanışı yoktu artık.
“İstiyorum ki senin kızının...” Ruth’un annesi, dudaklarında buz
gibi bir gülümsemeyle kocasını süzerek, “En azından onun...” diye
devam etti. “Gerçekle yüz yüze gelecek cesareti olsun.”
Ruth’un babası dikiz aynasından arkaya bakarak kızının gözlerini
aradı. “Sen ona sakın kulak asma, hayatım,” dedi.

366
Luca Di Fulvio

Ruth babasının gözlerinde o her zamanki zayıflığı gördü. Büyük­


babasının ışıltısı bu gözlerde yoktu.
“Ona kulak asma, hayatım...”
Sesinde de büyükbabasının sesindeki tatlılıktan eser yoktu.
“Çok ilginç bir projeye başlıyorum...” Sonra bir an sustu, gözlerini
kızından kaçırdı. Sonunda alçak sesle, “Yeni bir filme başlıyorum...” dedi.
Ruth’un annesi kocasına baktı ve acımasız bir kahkaha attı.
“Kes şunu, Sarah...”
“Hadi, durma... Ünlü yapımcı...” Kadın yeniden güldü. “Hadi söyle
kızma, ne tür bir film bu?”
“Sarah, kapa çeneni!”
Bayan Isaacson kocasını soğuk soğuk süzdü. Sonra yeniden başını
cama çevirdi.
Sakin bir sesle, “Baban kalan üç beş kuruşunu da...” diye konuş­
maya başladı. Ancak Bay Isaacson, “Sarah!” diye bağırdı ve acı bir
fren yaparak arabayı durdurdu.
Ruth’un annesi başını ön panele vurdu. Ruth dengesini kaybedip
ileri doğru kaydı, yüzünü ön koltuğun arkasına çarptı ve elindeki paket
yere düştü. Yırtılan paketten düşen fotoğraflar yere saçıldı.
Bay Isaacson titreyen parmağını eşine doğru sallayarak, “İzin
vermiyorum,” dedi. “Bunu yapmana izin vermiyorum.”
Kadın elini alnına, saç diplerine doğru götürdü. Sonra parmak­
larına baktı. Kan bulaşmıştı. Kontrollü ve buz gibi bir sesle kızına,
“Alış bunlara, hayatım,” dedi. Alnına bakmak için kendisine çevirmiş
olduğu dikiz aynasından Ruth’a baktı. “Bundan böyle soluyacağın hava
böyle olacak. Baban kimin oğlu olduğunu, nereden geldiğini ve kim
olduğumuzu çoktan unuttu.”
Bay Isaacson başını direksiyona dayadı ve ağlamaklı bir sesle,
“Yalvarırım, Sarah...” dedi.
Kadın dönüp eşine bakmadı bile. Çantasından zarif hareketlerle
bembeyaz bir mendil çıkarıp alnını sildi. “Baban sadece erkeklerin
sevebileceği türden bir film yapacak, Ruth.”
“Sarah...”

367
Rüya Dağıtan Çocuk

Ruth eğildi ve fotoğraflarını toplamaya başladı. Duymak istemi­


yordu. İçinden sürekli bunu tekrarlıyordu. Duymak istemiyorum...
“Yoldan çıkmışlar için... Fahişelerle dolu bir film...”
“Yalvarırım, Sarah... Kes şunu!”
“A rtık yoldan çıkmışlar ve fahişelerle arkadaşlık edeceğiz... Yeni
dostlarımız bunlar...”
“Sarah...”
Ruth, dökülen fotoğraflarını toplamaya devam ediyordu. Bayan
Bailey’nin yüzü. İşte, Estelle Rochester ve Charlene Summerset Ville-
bone. Daisy Thalberg ve genç Esther... Sonra Clarisse, Dianne, Cynthia.
Yeter artık, anne... Kes sesini.
Bayan Isaacson çantasını açtı ve küçük bir metal şişe çıkardı.
İnce ve parlak metalden yapılmış şişenin tıpasını çıkardı, mendili
ıslattı ve mendili yarasına bastı. Sonra şişeden koca bir yudum içti.
“Yapma, Sarah... Kızın gözü önünde olmaz. Lütfen.”
Ruth o zaman, arabaya bindiğinden beri aldığı tuhaf kokunun
nedenini anladı.
Babası, “Onun önünde olmaz...” diye tekrar etti.
Bayan Isaacson şişenin kapağını kapadı ve şişeyi yeniden çanta­
sına koydu. Alaycı bir ses tonuyla, “Ve bu muhteşem girişiminde de
batmayı başaracak,” dedi. Sonra rujunu çıkardı, dudaklarını boyadı.
Elleriyle saçlarını düzeltti.
“Hadi bizi eve götür, zavallı.”
Bay Isaacson bir süre hareketsiz kaldı. Sonra itaatkâr bir şekilde
vitesi değiştirdi ve gaza bastı.
Ruth fotoğrafları toplamayı bitirmişti, hepsini sımsıkı tutup göğ­
süne bastırdı.
O pazar günü Bay Bailey, Ruth’un çektiği fotoğraflara tek tek bak­
tıktan sonra, “Yeteneklisin,” demişti. “Bundan eminim. Yeteneğin var.
İnsanların ruhunu görebiliyorsun.” Sonra karısının fotoğraflarından
birini eline aldı. Bu fotoğrafta Bayan Bailey’nin küçük mavi gözleri
son derece canlıydı.
“Bunu alabilir miyim?” diye sordu Ruth’a. “Burada tıpkı... Tıpkı
onu tanıdığım günkü gibi...”

368
Luca Di Fulvio

O gün, Bay Bailey yanlarından ayrılmadan önce eşinin fotoğraf­


larından birinin arkasına bir adres yazdı ve Ruth’a, “Sana yardım
edeceğim,” dedi. “Gelip beni bul... Buradan çıktığın zaman.”
Bunun üzerine Bayan Bailey, gözünü diktiği noktadaki biriyle ko­
nuşur gibi, “O kapana kısılmadı işte,” dedi. “O çıkacak... Clarence...
Ona yardım et.”
“Edeceğim, aşkım...”
Bay Bailey her pazar olduğu gibi yine nazikçe eşini öptü ve on yıldır
içinde hapis olduğu odadan sessizce çıkıp kapıyı arkasından kapadı.
Artık arabada kimse konuşmuyordu. Ruth, fotoğraflarını göğsünde
sımsıkı tutarken iki ay önceki o pazar gününü düşünüyordu. Holmby
Hills malikânesinin muazzam giriş kapısının önüne geldikleri zaman
fotoğraflardan birini çıkardı. Bayan Bailey’nin gözleri ifadesizce ona
bakmaktaydı. Ruth fotoğrafın arkasını çevirdi. Bay Bailey’nin küçük
ama kusursuz el yazısıyla “Wonderful Photos - 1305 Venice Bulvarı,
4. kat” yazıyordu.
Ruth’un babası arabayı durdurdu. İndi ve bahçenin geniş kapısını
açtı. Sonra yeniden arabaya bindi.
O zaman Ruth, “A rtık bir işim var,” dedi. “Okula dönmeyeceğim
ve bu evde de kalmayacağım.”
Ne babası ne de annesi dönüp ona baktı. Annesi her zamanki zarif
duruşuyla sessizce oturmaya devam etti. Babası direksiyonu tuttu ve
var gücüyle sıktı. Ruth, babasının parmak boğumlarının bembeyaz
olduğunu gördü.
Bayan Isaacson, “Gidelim,” diye mırıldandı.
Bay Isaacson arabayı çalıştırıp bahçe kapısından içeri girdi.

369
41

Manhattan, 1927

“Rahat olabilirsin. Bir sonraki 10 Mart’ta, Harriet Tubman’ı anarken


senin eşyalarından birine tükürmeyeceğim.”
Cyril, eski bir gazeteyi Christmas’m burnuna doğru uzatırken
gülerek bunları söyledi.
“Nedenini biliyor musun?”
Christmas da adama güldü. “Çünkü ben harika bir asistanım ve
benim sayemde istemediğin o katlara çıkmak zorunda kalmıyorsun.”
“Saçma sapan konuşma. Senin eşyalarından birine tükürmeyece­
ğim, çünkü sen beyaz değilsin,” dedi Cyril gülerek. Gazeteyi çalışma
masasının üzerine açtı.
“Bak,” dedi. “Alabama, 1922. Jim Rollins adında, benden daha
kara bir zenci bir beyaz kadınla birlikte oluyor. Irkların karışması ya
da melezleşme, büyük bir suç. Bir zamanlar böyle bir suçun bedeli
epey ağırdı, evlat. Fakat daha sonra Jim Rollins’in beraber olduğu
kadının İtalyan olduğu ortaya çıkıyor. Bak, oku şurayı... Edith Labue.
Rollins suçsuz bulunuyor, çünkü Amerikalılara göre siz İtalyanlar beyaz
sayılmıyorsunuz. Onlara göre soyunuzda ‘zenci tohumu’ var.” Cyril
tekrar güldü. “Anlayacağın, kardeş sayılırız, delikanlı. İşte bu yüzden
10 Mart günü hiçbir eşyana tükürmeyeceğim.”
“Bu gazeteyi nereden buldun?”
“Benim bacanağın arşivinden. Bizim gibi zavallı zencilerin vatan­
daşlık hakları için çalışan bir aktivist, sahip Christmas.”
Cyril ilk kez Christmas’la bu kadar neşeyle şakalaşıyordu.

370
Luca Di Fulvio

“Geçen gün ona senden söz ediyordum, ortaya bu hikâye çıktı.”


“Bacanağınla benim hakkımda neden konuşuyordun ki, Cyril kardeş?”
“Ona, beyaz olmana rağmen pek de kötü biri olmadığını söylüyordum.
Zaten sen de beyaz sayılmıyormuşsun, baksana.” Cyril yeniden güldü.
“Hadi artık iş başına, aylak herif. Gerçek beyazlar gibi çalışma de­
lisi olmadığından belli zaten zenci kanı taşıdığın,” dedi ve Christmas’a
bir karton kutu uzattı.
“Konser salonuna yeni bir mikrofon monte etmekten kaçacağını
sanmıyorum. Ama tüm sabahı o kızla geçirme. Bugün yarım gün ça­
lışacağız ve daha yapılacak bir sürü işimiz var.”
Christmas kutuyu zencinin elinden aldı.
“Eğer acele edersem bana radyo tamirinin nasıl yapıldığını gösterir
misin? Evlenen bir arkadaşıma hediye etmek istiyorum.”
Cyril, önemli bir k a ra n a eşiğindeymiş gibi bir süre Christmas’a
bakıp, “Bugün yarım gün çalıştığımıza göre...” dedi. “Eğer yapacak
daha iyi bir işin yoksa bana yemeğe gelebilirsin. Evde tamir edilmiş
bir iki radyo olmalı.”
Christmas şaşkın bir ifadeyle, “Senin evine mi?” diye sordu.
“Ne var? Bir zencinin evinde yemek yemekten iğrenir misin?”
Christmas güldü. “Bana iyi bir fiyat verir misin?”
Cyril, delikanlının yüzüne onu küçümseyen bir ifadeyle baktı.
“Sen gerçekten de yarı beyazsın, delikanlı. Benim gibi bir zenci
sana sağlam bir radyosu olduğunu söylüyorsa ve üstelik seni evine
yemeğe davet ediyorsa, o radyoyu sana hediye edecek demektir. Zen­
ciler hakkında bir bok bildiğin yok.”
“Gerçekten mi?”
“Ne gerçekten mi? Zenciler konusunda bir bok bilmediğin mi?
Hem de nasıl.”
“Çok büyüksün, Cyril,” dedi Christmas. “Sen gerçek bir dostsun.
Bir gün sana borcumu ödeyeceğim. Söz veriyorum, bu nezaketinin
altında kalmayacağım.”
Cyril, eliyle bir işaret yaptı. “Hadi oradan, küçük patron,” dedi.
Sonra elindeki işe döndü. “Hadi şimdi kıçını kaldır. Ne yapacağını
biliyorsun, umarım.”

371
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas omuzlarını silkip kapıya doğru yöneldi. “Elbette...”


“Önce bağlantıyı kesmeli...”
“Biliyorum, kardeşim, biliyorum...”
Christmas, Cyril’in arkasından söylediği şeylere kulak asmadan
depodan çıktı. Sonra koşarak merdivenleri çıkıp konser salonuna girdi.
İlişkilerinin ikinci haftasında Maria, “Christmas,” demişti. “Lütfen
bizimle ilgili hayaller kurma.”
N.Y. Broadcast’ın sevişebilecekleri her köşesini denemişlerdi.
“Ben kendim gibi bir Porto Rikoluyla evleneceğim.”
Christmas gülerek, “Buna sevindim, Maria,” demişti. “Çünkü ben
de bir Yahudi kızıyla evleneceğim.”
O andan itibaren duygusal beklentilerden arınan ilişkileri daha
tutkulu bir hale dönüşmüştü.
Çeşitli sanatçılarla anlaşmalar yapmak ve onlarla bağlantı kurmakla
ilgilenen Maria, Christmas’a stüdyoların kapılarını açtı ve Christmas
en sonunda radyoda çalışmanın ne demek olduğunu gördü. Fırsat bul­
dukça kayıtlarda ya da canlı yayınlarda stüdyoda bulunuyordu. Müzik
dinliyordu ama komedi ve tartışma programlarını da kaçırmıyordu.
Gördüğü her stüdyo, kısa bir süre sonra ona çok bildik gelmeye başla­
mıştı. Teknisyenlerle, yönetmenlerle ve hatta birkaç aktörle tanışmıştı.
Loş bir köşeye gidip oturuyor ve dinliyordu. Dinliyor, öğreniyor ve
hayal kuruyordu.
Konser salonunda Maria ile karşılaşınca, “Mikseri kurmam ge­
rekiyor,” dedi.
Maria her zamanki gibi etrafa neşe saçıyordu. Bir baş hareketiyle
gür siyah saçlarını salladı ve Christmas’a ses odasındaki kayıt masasını
işaret etti. “Tabii, nasıl istersen,” dedi. Ses teknisyeni odadan çıkar
çıkmaz genç kadın Christmas’m sırtını okşamaya başladı ve kulağına,
“Dün gece rüyamda seni gördüm,” dedi.
Christmas, elindeki işe devam ederek, “Ne yapıyordum?” diye sordu.
Maria kıkırdadı. “Her zamanki şeyi.”
“Rüyada bile, ha?”
Maria, delikanlının yanağına bir öpücük kondurdu. “Tabii... O
yüzden bugün seninle sevişmek istemiyorum.”

372
Luca Di Fulvio

Christmas dönüp kıza baktı. “Ben istetmesini bilirim.”


Maria, Christmas’ın alnına düşen sarı saçlarını düzeltti. “Bu gece
benimle tiyatroya gelir misin?”
“Tiyatro mu?”
“Evet, tiyatro. Victor Arden diye başarılı bir piyanist var. Zaman
zaman bizimle de çalışıyor. Bu akşam için bana iki bilet verdi.”
Christmas şaşırmıştı. “Sen de benimle mi gitmek istedin?”
“Evet... Sana da uygun mu?”
“Bugün, davet alma günüm anlaşılan.”
“Başka hangi kızdan davet aldın?”
Christmas güldü. “Cyril’den. Öğle yemeğini onun evinde yiyeceğiz.”
Maria pırıl pırıl parlayan siyah gözlerini Christmas’a dikip başını
hafifçe yana eğdi.
“Tanıdığım herkesten çok farklısın. Hiçbir beyaz bir zencinin evine
yemeğe gitmez.”
Christmas, Maria’ya göz kırptı. “Eh, sen de pek beyaz sayılmazsın.”
“O iş için beyazlar fazla sorun çıkarmıyorlar.”
Christmas güldü ve kızı kendisine çekip öptü. “Her neyse. Ben
de İtalyanların beyaz olmadığını öğrendim. Sen, Cyril ve ben Am e­
rikalıyız, nokta”
“Güzel bir rüya.”
“Gerçek bu, Maria.”
Maria, Christmas’a uzun uzun baktı.
“Biliyor musun, insanları anlattığın hikâyelere inandırmak gibi
bir yeteneğin var.”
Christmas ciddi gözlerle Maria’ya baktı. “Gerçek bu,” diye tekrarladı.
Maria gözlerini delikanlıdan kaçırdı ve onun kollarından kurtulup,
“Öyleyse, bu akşam tiyatroya gidiyor muyuz?” diye sordu.
Christmas yeniden işine döndü. “Nerede?”
“Alvin Tiyatrosu’nda. Binanın inşaatı daha yeni bitti. Açılışı bu
gece yapılacak. Adele ve Fred Astaire’in oynadığı bir müzikalle. O iki
kardeşi tanıyor musun?”

373
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas, ‘“Lady, Be Good!’” diye bağırdı. “Annem o şarkıya ba­


yılır, sürekli dilinde... Onları görmeye gideceğimi söylediğimde kıs­
kançlığından çatlayacak.”
“Belki başka bir gece için iki bilet daha ayarlayabilirim.”
Christmas, Maria’ya sarıldı. “Harikasın, Maria... O kadar iyi olur
ki...”
“Öyleyse, bu gece için ne diyorsun?”
Christmas’m yüzü asıldı. “İyi ama... Nasıl giyinmeliyim?” dedi.
Maria gülümsedi. “Böyle çok yakışıklısın. Herkes beni kıskanacak.”
O sırada odaya giren takım elbiseli, şık kravatlı bir adam, “Maria!”
diye bağırdı. “Başlıyoruz.”
“Gitmeliyim,” dedi Maria telaşla. “Elli İkinci Cadde, Batı. Alvin
Tiyatrosu.”
“Funny Face,”15 dedi Christmas yüzünü komik hale getirerek.
Maria güldü ve koşarak odadan çıktı.

Gece olmuştu. Christmas, Manhattan’m karanlık sokaklarında amaç­


sızca yürüyor, bir yandan da geçirdiği günü düşünüyordu.
Cyril’in evinde yediği öğle yemeği sürprizlerle doluydu. Şehrin hiç
bilmediği bir mahallesini tanımıştı. Zenginlerin yaşadığı bölgelerin
bittiği yer olan Central Park’m geniş yeşilliğinden sonra bıçakla kesilmiş
gibi yeni bir mahalle başlıyordu. “Zenci mahallesi” denen bu bölge,
Christmas’m yaşadığı Aşağı Doğu Yakası’ndan çok da farklı değildi.
Onlarca insan, kışlaya benzer evlerde bir arada yaşıyordu.
Ancak Cyril böyle bir evde oturmuyordu. Christmas’ın Bensonhurst’te
ve genellikle de Brooklyn’de gördüğü gibi ahşap ve tuğladan yapılmış,
iki katlı, dış cephesi New York’un nemli kışlarından ve boğucu sıcakla­
rından iyice zarar görmüş, harap bir evde oturuyordu. Evde kendisinden
başka eşi Rachel, Rachel’ın ablası Eleanore ve onun eşi (vatandaşlık
hakları savunucusu olan) Marvin ve onların beş, yedi, on yaşların­
daki üç oğlu da vardı. Ayrıca Cyril’in annesi (Güneyli iki kölenin kızı
ve azat edilmiş bir kölenin karısı) Rochelle nine ve Marvin’in babası

15 (İng.) Komik yüz. İlk olarak 1927’de Alvin Tiyatrosu’nda oynanan bir George Gershwin
müzikali, (yay. n.)

374
Luca Di Fulvio

Nathaniel da onlarla birlikte yaşıyordu. Nathaniel, gençliğinde Count


Basie’nin babasının çok yakın arkadaşıymış. Ömrü boyunca, Rochelle
ninenin tüm sanatçıların üçkâğıtçı olduğuna dair bitmek bilmeyen
söylenmelerine kulak asmadan mutfağın bir köşesinde duran yeşil
konsol piyanoyu tıngırdatırmış.
Christmas, tüm aileyle birlikte masaya oturmuş ve fırınlanmış
tatlı patatesle koca bir pisi balığı yemişti.
Evdeki sıcaklığın ve doğallığın dışında onu en çok şaşırtan şey,
Cyril’in kendi laboratuvarı olarak bahsettiği barakaydı. Aslında evin
arkasındaki bir toprak parçası üzerine oturtulmuş -b elki de bir za­
manlar tuvalet olan- tahtadan bir harabeydi. Cyril topladığı ıskarta
malzemelerle burayı genişletmiş ve küçük bir kulübeye dönüştürmüştü.
Christmas’m hiç görmediği birtakım garip şeylerle dolu laboratuvarın içi
N.Y. Broadcast’ın deposundan daha karmaşık bir haldeydi. Christmas,
Cyririn akima ve ustalığına hayran kalarak hepsini tek tek incelemeye
çalıştı. Cyril, gururla, “Hepsi prototip bunların,” dedi. “Ve hepsi çalı­
şır halde. Şuna bak.” Aşağı yukarı yirmi adım uzunluğunda iki ince
tahta direği birbirine eklemiş ve elde ettiği sırığı barakanın dışına
bağlamıştı. Sırığın ucunda ilkel bir anten sallanıp duruyordu. Cyril,
gelen akımı bağladığı siyah kutunun düğmesini açınca alet vızıldamaya
başladı. Yine kendi tamir ettiği bir mikrofonu laboratuvardan eve kadar
çekmiş ve bir yandan kadınlar bulaşık yıkarken diğer yandan yaşlı
Nathanierın bıkmadan çaldığı piyanonun yanına yerleştirmişti. Tüm
bunları Christmas’a gösterdikten sonra delikanlıyı kolundan tutup bir
sokak ötedeki bakkal dükkânına götürdü. “Aç kapıyı!” diye bağırdı.
Cyril’in sesini duyan dükkân sahibi sessiz ve samimi bir gülüşle
dükkânın kapısını açtı. Cyril, Christmas’la birlikte içeri girdi. Dükkânın
arkasında, berbat durumdaki bir radyonun sigortalarının ısınmasını
beklediler ve Christmas birkaç dakika sonra Nathaniel’m piyano se­
sini duydu. Rochelle nine adama bağırıyor, artık çalmayı kesmesini
söylüyordu. Nathaniel da ısrarla Count Basie’nin babasıyla arkadaş
olduğunu ve bu yüzden çalmayı bırakmayacağını söylüyordu.
Cyril, iki elini beline koyup göğsünü şişirerek, “E ne diyorsun,
beyaz adam?” diye sordu Christmas’a. “Gördüğün gibi benim de bir
radyo istasyonum var.”

375
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas, laboratuvara geri dönene kadar ne diyeceğini bilemeden


sessizce yürüdü ve sonra, “Sen bir dâhisin,” diyerek güldü. Cyril de
utanarak güldü ve sevinçten ne yapacağını bilemeden sağma soluna
bakındı. Sonra yaptığı ilkel yayını kesti ve barakanın içindeki bir ör­
tüyü kaldırarak ortaya eski bir tencere çıkardı. “İşte bu, arkadaşın
için. Güzel bir şey değil ama çalışıyor.” Tencerenin kenarına birkaç
delik açılmış ve yepyeni sigortalar takılmıştı. Cyril, “Bunları yapıp
mahalledeki siyahlara hediye ediyorum,” diye anlattı. Sonra Christmas’a
evlenecek olan arkadaşının adını sordu ve ince bir fırçayı siyah cilaya
batırıp titrek ve özenli bir yazıyla tencerenin üzerine yazdı: “Santo ve
Carmelina Filesi”.
Christmas, kolunun altında Cyril’in karısının koca bir bisküvi ku­
tusundan yaptığı ve kurdeleyle süslediği hediye paketiyle eve döndü.
Santo’nun kapısını çalıp arkadaşına düğün hediyesini verdi. N.Y.
Broadcast’ın yayın yaptığı kanalı ayarladı ve Filesi ailesine -biraz
böbürlenerek- o sırada radyoda program yapan adamı tanıdığını an­
lattı. Abel Nittenbaum adındaki bu programcı çok havalı ve insanlara
tepeden bakan duruşuna rağmen iyi bir adamdı. Santo duygulanmış
ve biraz da utanmıştı.
“Hey, dostum! Biz hâlâ Diamond Dogs çetesiyiz, değil mi?” diyerek
Christmas’a takıldı. Sonra sohbet etmeye başladılar. Santo, arkadaşına
çalıştığı mağazayı değiştirdiğini anlattı.
“Şimdi Macy’s’de erkek giyim departman şefiyim.”
Christmas dostunu tebrik etti ve eve gitmek için izin istedi. O
gece Astaire kardeşleri seyretmek için tiyatroya gideceğini ve kahve­
rengi takımını temizlemesi gerektiğini söyledi. Christmas’ı dinlerken
Santo’nun gözleri ışıl ışıl parladı. Arkadaşının koluna girdi ve annesine,
“Anne! Carmelina’ya hemen döneceğimi söyle,” diye seslendi. Sonra
Christmas’ı adeta sürükleyerek çalıştığı mağazaya götürdü. Mağaza
müdürüyle ayaküstü sohbet edip Christmas’ı soyunma odalarından
birine soktu. Hemen sonra elinde lacivert bir yün takım elbiseyle geldi
ve onu Christmas’a giydirdi. Takımın tam olarak arkadaşının bedenine
göre olduğunu görünce mağazadaki terzilerden birini çağırıp pantolon
paçalarını çok acil kıvırmasını istedi. Christmas’m bir şey söylemesine
fırsat vermeden, “İşte, Diamond Dogs’un reisine de bu yakışır,” dedi.

376
Luca Di Fulvio

Sonra birlikte Monroe Caddesi’ndeki evlerine dönerken tek kelime


konuşmadılar, çünkü aralarındaki dostluk böyle bir şeydi.
O gece Alvin Tiyatrosu’nda Christmas çok şıktı. En azından kendini
öyle hissediyordu. Adele ve Fred Astaire kardeşler doğal zarafetleriyle
sahneyi dolduruyorlardı. Adele, Frankie rolünü canlandırıyordu. Fred
ise Jimmy Reeve rolündeydi ve birlikte “Let’s Kiss and Make Up” şar­
kısını söylüyorlardı. Maria, tüm müzikal boyunca Christmas’m kolunu
sımsıkı tutmuş, bırakmamıştı. Müzikalin sonunda Christmas’ı piyanist
Victor Arden’la tanıştırmak üzere kulise götürdü. Sohbetleri sırasında
siyah kaşmir bir mantoya sarınmış Adele Astaire yanlarından geçer­
ken Christmas, İtalyanca, “Braval” diye bağırdı. Aktris, şaka yollu bir
reverans yaptı. Bu esnada kendi odasından çıkan Fred Astaire olayı
görünce, “Ya ben?” diye sordu. “Bana iltifat yok mu?” Christmas ona,
“Siz inanılmazdınız,” diye ceyap verdi. “Sahnede dans etmiyor, adeta
kayıyorsunuz. Tıpkı bir buz parçasının üzerindeymiş gibi. İnanılmaz.”
Ve sonra Adele’in kendisine yaptığı gibi Fred’e bir reverans yaptı. Asta­
ire kardeşler güldüler ve kol kola girip onların yanından uzaklaştılar.
İşte üst üste yaşadığı tüm bu duygular nedeniyle Christmas bir
türlü eve giremiyordu. Cyril’in ince zekâsı, Santo’nun dostluğu ve
tiyatronun büyülü atmosferi onu iyiden iyiye etkilemişti. Aklından
binlerce şey geçiyordu. Tiyatro onu büyülemişti. Hayatında ilk kez
bir müzikal izlemişti ve şu an tiyatro hayatı gözünde bambaşka bir
yerdeydi. Soğuk havaya rağmen üzerindeki takımını görmek istediği
için paltosunu giymeden yürüyor, tiyatroda mükemmel bir hayatın
olduğunu düşünüyor, hayaller kuruyordu.
N.Y. Broadcast binasının önüne geldiğini fark edince dönüp girişte
asılı büyük harflere baktı. Döner cam kapının ötesinde, masasında
uyuklayan gece bekçisini görebiliyordu. Yedinci kattaki yönetici ofisle­
rinden birinin yanan ışığı dışında tüm bina karanlıktı. Christmas elini
cebine attı ve arka giriş kapısının anahtarını çıkardı. Gülümsedi ve ara
sokağa girip atölyenin kapısını açtı. Işıkları yakmadan devam etti ve
içerideki merdivenden üç numaralı stüdyonun bulunduğu ikinci kata
çıktı. Geniş bir kayıt stüdyosu olan bu odanın ortasındaki kumanda
masasının üzerine dokuz ayrı mikrofon yerleştirilmişti.

377
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas sessizce stüdyoya girdi. Kumanda masasına oturup pal­


tosunu ayaklarının dibine bıraktı. Tıpkı diğer sanatçılardan gördüğü
gibi ceketim çıkardı, gömleğinin kollarım sıyırdı. Sonra mikrofonu açtı.
Bir cızırtı duyuldu. Sonrasında sessizlik...
Christmas, açılmak üzere olan perdenin arkasında gergin bir halde
bekleyen bir aktör gibiydi. Gözlerini kapadı ve birden tüm sahne ışıkları
açılmış ve orkestra Gershwin’in muhteşem müziğini çalmaya başlamış
gibi hissetti. Sesini temizledi ve mikrofona uzandı. ı
“İyi akşamlar, New York...”

Kari Jarach otuz yaşındaydı. Polonya’nın Bydgoszcz kentinde küçük


bir hububat tüccarının oğlu olan babası Krzysztof, 1892 yılında New
York’a gelmişti. Ellis Adası’na adım attığında hiçbir tecrübesi ve ye­
teneği olmayan bir adamdı. Bir süre limanda yük taşımış ama ufak
tefek ve dayanıksız bir yapısı olduğu için bu işe ancak üç ay daya-
nabilmişti. Sonraki altı ay duvar işçiliği yapmayı denedi. Ama bu iş
için de yeterince güçlü kasları yoktu. Dilini konuşmak için katıldığı
küçük bir Leh cemiyetinin düzenlediği baloda, kendisi gibi göçmen
olan Graznya ile tanıştı ve iki genç birbirlerine hemen âşık oldular.
Aynı yıl evlendiler ve Krzysztof, Graznya’nm babasının hırdavatçı
dükkânında satış elemanı olarak işe başladı. Henüz bir yıl geçmeden
Krzysztof, babasının Bydgoszcz’daki hububat dükkânında öğrendik­
lerini burada da uygulayarak satışlarda belli bir tutarlık yakalamayı
ve doğru yatırımlar yapmayı başarmıştı. Dükkânın mali durumu gün
geçtikçe düzelmeye, kâr oram artmaya başladı. Graznya’nın babası,
damadına müdürlük görevini verdi ve bir sonraki yılda, bankalardan
çektiği kredilerle boğazına kadar borca girerek, iş merkezini Bleecker
Caddesi’ndeki köhne yerden, daha havalı ve daha ticari bir yer olan
Broadway’in köşesindeki Worth Caddesi’ne taşıdı. Ticari konularda
Krzysztof’un burnu çok iyi koku alıyordu. Hırdavatçı dükkânının her
iki vitrinini kadınların da dikkatini çekebilecek türden malzemelerle
doldurdu. Kısa bir süre sonra banka borçları ödendi ve dükkân yeniden
kâr etmeye başladı. Krzysztof un hayatında yolunda gitmeyen tek şey
vardı; eşi Graznya ona bir erkek evlat veremiyordu. Graznya’mn annesi
bunu kendine dert etmişti ve kiliseye gidip adakta bulundu. Aradan
üç ay geçmeden Graznya, Karl’a hamile kaldı.

378
Luca Di Fulvio

Kari, bütün Leh camiası tarafından sevgi gören bir bebek oldu.
Mutluluk içinde, maddi sıkıntı yaşamadan büyüdü. Üniversite çağına
gelmeden çok önce Krzysztof oğlunun eğitimi için gereken parayı çoktan
bir kenara koymuştu. Am a Kari, herkesi şaşırtacak bir karar verdi;
üniversiteye gitmeyecekti. O zaman Krzysztof, her ne kadar hayal kı­
rıklığına uğramış olsa da oğlunu iş yerinin yönetimi için yetiştirmeye
başladı. Ancak Kari sürekli dalgındı, işe kendini veremiyor, çabuk
sıkılıyordu. Fırsat bulduğu her an radyo ve iletişim teknolojisiyle ilgili
kitaplar okumaya koyuluyordu. Bir gün Krzysztof yemek masasında,
oğlunun doğduğu günden bu yana ilk kez kendini kaybederek, “Yeter
artık!” diye bağırdı. “Eğer içinden radyoda çalışmak geliyorsa, tamam,
çalış... Ama zamanını boşa harcama!”
Babasının bu azarlaması Karl’a bir kırbaç etkisi yaptı ve delikanlı
o ana dek süren tembelliğinden sıyrılıverdi. Bir hafta içinde, zama­
nını okuduğu kitaplar yerine New York ve civarındaki eski veya yeni
kurulan radyo istasyonlarının, radyo ve telefon üreten fabrikaların
listeleri almaya başlamıştı. Kari belki de bu listedeki her kapıyı çaldı.
Sonunda N.Y. Broadcast’ta vasıfsız işçi olarak işe alındı.
Babası, Karl’ın işe başladığı gün ona baldırıçıplak bir PolonyalI
gibi görünmesini istemediğini söyleyerek iki takım elbise hediye etti.
Bu kaliteli takımlar gayesinde Kari kısa bir süre sonra bir yöneticinin
dikkatini çekti. Karl’a ilgi gösteren adam onu bir süre denemek istedi­
ğini söyledi. Krzysztof un babasından öğrendiklerini kayınpederinin
işinde uygulaması gibi, Kari da babasından öğrendiklerini radyoda
uygulamaya başladı.
Babasının vidalar ve çiviler için kullandığı kriterleri insanlara uy­
gulayarak, kullanmayı planladığı “insan haznesi” fikrini kafasında
şekillendirmişti. Mesai dışında da uzun saatler çalışıp canını dişine
takarak birkaç yıl içinde N.Y. Broadcast’ta orta düzey yöneticiliğe kadar
yükseldi. Sadece yapılan yayınları yönetmekle kalmıyor, aynı zamanda
yeni program arayışlarıyla da ilgileniyordu.
O gece de Kari, çoğu zaman olduğu gibi geç saatlerde çalışıyor ve
çok sıkıcı bir kültürel program yerine ne gibi bir alternatif bulacağını
düşünüyordu. Üst düzey yöneticilerden birinin yakın dostu olan bir
üniversite profesörünün karmaşık cümlelerle anlattığı Amerika tarihi
hiçbir dinleyicinin ilgisini çekmiyordu. Profesörün genizden ve ağır

379
Rüya Dağıtan Çocuk

ağır konuşması bir hafta boyunca sırf kahve içmiş bir adamın bile
uykusunu getirebilirdi. Çünkü kiminle konuştuğunun farkında değildi.
Seslendiği kişileri tanımıyor ve onları anlamak için en ufak bir gayret
göstermiyordu. Ancak Karl’ın defalarca yönetime söylediği gibi, eğer
radyo insanların evlerine giriyorsa onların dilinden konuşmalı, onların
sorunlarını ve isteklerini bilmeliydi.
Kari, yorgun gözlerini ovuşturdu. Aklına gelenleri not ettiği dosyayı
bezgin bir ifadeyle kapadı ve ceketini giydi. Cesareti kırılmış, keyfi kaç­
mıştı. Haftalardır, o kendini beğenmiş profesörün sıkıcı sözleri olmadan
Amerika’nın hikâyesini halka anlatacak bir şeyler arayıp duruyordu.
Paltosunu giydi. Ofisinden çıkıp kapısını kilitledi. Boynuna babasının
hediyesi olan kaşmir atkısını sardı ve gecenin bu vaktinde asansöre
binmekten çekindiği için servis merdivenlerine doğru yürüdü. Asan­
sörlerin bakımından sorumlu ekip gecenin bu saatinde genellikle nöbet
değiştiriyordu ve binanın gece bekçisi deliksiz uykusuyla meşhurdu.
Karl’ın asansörde kalması, ertesi sabah görevlilerin gelişine kadar o
daracık kutuda, havada asılı olarak beklemesi demekti. Bu yüzden
geç saatlere kadar çalıştığı zaman mutlaka merdivenleri kullanırdı.
Bütün binaya karanlık ve sessizlik hâkimdi. Karl’ın ayak sesleri
merdivenlerde çınlıyordu. İkinci kata geldiğinde hoparlörlerden merdi­
ven aralığına yayılan bir ses duydu. Sıcak, neşeli, canlı ve genç biriydi
konuşan. Kari, yavaşça ikinci katın giriş kapısını açtı ve sessizce yürü­
meye çalışarak kayıt stüdyolarının bulunduğu koridora doğru ilerledi.
Bir grup insanın üç numaralı stüdyonun kapısında beklediğini
gördü. Artık daha net ve daha güçlü duymaya başladığı ses, “Çünkü
gangsterliğin en temel kuralına göre...” diyordu. “Bir adam, bir şeye
ancak onu elinde tutabildiği sürece sahiptir...”
Kari biraz daha yaklaştı. Stüdyonun kapısında bekleşen grubun
içinden bir adam başını çevirdi ve Karl’ı gördü. Elinde bir paspas ve
kova olan zenci adam, karanlıkta pırıl pırıl parlayan endişeli gözlerle
önündeki kadının omzunu dürttü. Kadın da dönüp Karl’a baktı. Onun
da simsiyah yüzündeki endişe açıkça belli oluyordu. Karl’a bir şeyler
söylemek için ağzını açtı ama Kari elini dudaklarına götürüp zencilere
susmalarını işaret etti. Grubun hepsi zenciydi, hepsi gece mesaisi yapan

380
Luca Di Fulvio

temizlik görevlileriydi. Kari hepsine sessiz olmalarını işaret ederek


grubun arasından geçti. İçerideki ses konuşmaya devam ediyordu.
“Bana tüm bunları nasıl bildiğimi soracaksınız... Eh, çok kolay. Ben
de onlardan biriyim. Diamond Dogs çetesinin lideriyim; Aşağı Doğu
Yakası’nın en ünlü çetesi. Ben de tüm o mahalledekiler gibi açlıktan
nefesi kokan biriyim...”
Kari, her gün ofisini temizleyen kadının omzuna dokundu. “Selam,
Betty,” diye mırıldandı yavaşça.
Kadın yerinden sıçradı ve sonra hemen toparlanarak, “İyi akşamlar,
Bay Jarach,” diye cevap verdi.
Kari, başıyla karanlık stüdyoyu işaret ederek, “İçerideki kim?”
diye sordu.
Betty omuzlarını silkti. “Biz de bilmiyoruz.”
Bu arada Kari, kadının ona sadece nezaketen cevap verdiğini, as­
lında içeriden gelen sesi dinlemek istediğini fark etti. Bunu fark edince
gülümsedi ve sustu.
“Her şey Five Points ya da o günkü adıyla Altıncı Koğuş, yani
Altıncı Bölge denen yerde başladı. Şükürler olsun ki daha ne siz ne
de ben doğmuştuk...”
Kari, çalışanların birbirlerine bakarak gülümsediklerini ve baş­
larını salladıklarını gördü.
“Burası Cross, Anthony, Orange ve Little Water yollarını içine alan
sağlıksız ve ilkel bir bölgeydi. O sokakları bilir misiniz?”
Zenciler, ona cevap verir gibi başlarını sağa sola salladılar. Betty
alçak sesle, “Hiç duymadım,” dedi.
Ses, cevapları duymuş gibi, “Oysa ben hepinizin defalarca o sokak­
lardan geçtiğine eminim,” diye devam etti. “Anthony Caddesi, bugünkü
Worth Caddesi...”
Kari zencilerin şaşkınlıkla ellerini ağızlarına götürdüklerini gördü.
Kendisi de şaşırmıştı.
Babamın dükkânının bulunduğu cadde, diye düşündü. Büyüdü­
ğüm yerler.

381
Rüya Dağıtan Çocuk

“Orange ise şu an Baxter olarak anılıyor. Cross, Park oldu. Little


Water ise artık yok... Şimdi bir daha düşünün bakalım, bu tarihî kal­
dırımlardan kaç kere geçtiniz?”
Duyduklarına inanamayan zenciler, ağızları bir karış açık halde
birbirlerine baktılar. Kari da çok şaşkındı ve etkilenmişti. Grubu ya­
rarak kapının önüne geldi ve stüdyonun içine bakmaya çalıştı. Ancak
görebildiği tek şey, kontrol masasında elinde mikrofonla oturan bir
gölgeydi.
“Bir zamanlar tıpkı Coney Island’a benzeyen ve bizim gibi balıkçıla­
rın, istiridye avcılarının/işçilerin ve dar gelirli insanların sürekli gittiği
oyun salonları ve barlarla dolu bu garip yerde çeteler doğdu. Ve inanın,
o zamanki çeteler çok acımasızdı. Sertliğin kitabını yazmışlardı...”
Kari adeta büyülenmişti. Orada bulunan herkes gibi kendisi de
hiç ses çıkarmadan tüm dikkatiyle sesi dinliyordu.
“Çok geç oldu. Artık gitmeliyim, New York.”
Stüdyonun kapısına yığılmış olan çalışanlar arasından bir homurtu
yükseldi.
“Ama yakında döneceğim. Size şehrin yoksul mahallelerini, iş­
verenleri anlatacağım. Old Brewey, Dev Mose, Gallus Mag, Patsy ve
karşılaşmak istemeyeceğiniz bir kadın olan Hell-Cat Maggie’den söz
edeceğim...”
Zenciler birbirlerini dirsekleriyle dürterek gülüştüler. Kari da on­
larla birlikte güldü.
“Ve sizlere her gün içlerinde olduğum, sizin de sokaklarda sık sık
karşılaştığınız, bugünün şık ipek takımlar giyen gangsterlerini an­
latacağım. Sizlere onlar gibi konuşmayı öğreteceğim ve kentimizin
arka sokaklarında yaşanan inanılmaz maceraları gözlerinizin önüne
sereceğim.”
Gruptan biri, farkında olmadan, “Ne zaman?” diye sordu.
“Şimdi sizi Monk Eastman hakkında bir hikâyeyle baş başa bırakı­
yorum. Monk, kanlı kariyerinin ilk zamanlarında Doğu Yakası’ndaki bir
oyun salonunda çalışıyordu. Görevi, huzuru bozan müşterilere derslerini
verip mekânı korumaktı. Bunu da kocaman, kalın bir sopayla yerine
getiriyordu. Yere serdiği her müşteri için sopasına özenle bir çentik

382
Luca Di Fulvio

attığı söylenir. Monk bir gece... Bunu bilmeniz gerekiyor... Bir gece
savunmasız bir ihtiyara yaklaşıyor ve tek bir sopa darbesiyle adamın
kafasında koca bir yarık açıyor...”
Karl’ın yanındaki şişman zenci elini ağzına götürerek, “Hii!” dedi.
Betty, “Şşşt!” diye kadını uyardı.
“Ona bunu neden yaptığını sorduklarında Monk: ‘Peh! Sopamda
kırk dokuz çentik vardı, yuvarlamak istedim,’ diye cevap veriyor...”
Herkes kıs kıs güldü. Kari bile.
“Şimdi sizlerden ayrılıyorum. Kendi barıma gidip bilardo sopala­
rını toplamalı ve bir ispiyoncunun sesini kesmeliyim. İyi geceler, New
York... Ve sakın unutmayın! Diamond Dogs hepinizin hikâyesini biliyor.”
Sonra kapatılan mikrofonun çıtırtısı geldi.
İşte Amerika’nın hikâyesi bu, diye geçirdi akimdan Kari. Bir anlık
tereddütten sonra alkışlamaya başladı. Etrafında bulunanlar da onun
peşinden alkışa başladılar.
O an aceleyle itilen bir sandalye sesi geldi ve Kari uzanıp stüdyo­
nun ışıklarını açtığında karşılarında yirm i yaşlarında, dağınık saçları
alnına düşmüş, gömleğinin kolları dirseklerine kadar kıvrılmış ve şaş­
kın gözlerle neler olduğunu anlamaya çalışan bir delikanlı gördüler.
“A... Affedersiniz... Ben, affedersiniz... Hemen gidiyorum...”
Kari bir iki adım attı. “Adın ne?”
“Lütfen, efendim... Lütfen beni kovmayın...”
“Adın ne?”
“Christmas... Christmas Luminita.”
“Bütün bu söylediklerin doğru mu? Tüm o hikâyeleri biliyor musun?”
“Evet... Evet, efendim.”
“Öyleyse saat lo ’da burada ol. Yarın sabah.” Kari gülümsedi. “İlk
bölümü kaydedelim.”

383
42

Los Angeles, 1927

Bili bir sahne dekoru söküyordu. Saat akşamın dokuzuydu ve sette


ondan başka kimse kalmamıştı. Son aylarda sinema dünyasında hiçbir
ilerleme kaydedememişti. Set işçisi olarak işe başlamıştı ve hâlâ bir
set işçisiydi. Ücreti, bir zencinin ücretinden biraz daha yüksekti. Fakat
kariyer yapma şansı bir zencininki gibi sıfırdı.
Bili, dekorlardan birini ayakta tutan takozlara sıkı birer tekme
attı. İki tahta direğe asıldı ve dekorun gürültüyle yere düşmesini
izledi. Hollyvvood’da öğrendiği şey buydu. Aslında her şey, dekorun
hangi tarafında durduğuna bağlıydı. Eğer önündeysen, istediğin her
şeye dönüşebilirdin. Bugün bir komutan, yarın zengin bir adam ya da
dünyanın sahibi. Rüyalardaki gibi bir villaya, şehre tepeden bakan
lüks bir ofise, ısıtılmış bir havuza sahip olman an meselesiydi. Bili,
ıssız sete göz gezdirdi. Gün boyunca lezbiyen seks sahneleri çektikleri
görkemli harem dekoru şimdi komik ve acınası görünüyordu. Eğer
dekorun arkasındaysan bütün gerçekler olduğu gibi ortadaydı. Bo­
yanmış karton paneller, tahtalara yapıştırılmış duvar resimleri... Bu
paneller ve tahtalar film bittikten sonra yeniden boyanacak ve başka
bir aldatmacanın parçası olacaklardı. Şefleri, işe başladığı ilk gün,
tüm ekibi etrafına toplamış ve elini ahşap direklere vurarak, “Unut­
mayın, önemli olan tahtadır,” demişti. “Bir seti söktüğünüz zaman
özen göstermeniz gereken tek şey, tahtadır. Tahta kalıcıdır. Karton
ise hiçbir boka yaramaz.” İşte Hollywood buydu; bir hiç. Hatta daha
kötüsü, bir göz aldanması.

384
Luca Di Fulvio

Bili, paneli bir kenara bıraktı ve iki yeni panel daha söktü; taban­
dan çivileri çıkardı ve bunları da büyük bir dikkatle diğer panellerin
yanına koydu. Genellikle işinin bir an önce bitmesi için çalışır, bir an
önce eve dönüp Linda Merritt’i gözetlemeye can atardı. Ama bu gece
acelesi yoktu, çünkü Linda gitmişti. Ünlü bir yıldız olamamış ve pes
edip çiftliğine, yeni hayal kırıklıkları, yeni sorunlar, yeni pişmanlıklar
için ağlamayacağı evine dönmüştü. Ancak Bill’in içini yakan tek şey,
Linda’yı artık gözetleyemeyecek olmasıydı.
Yerden yeni söktüğü paneli aldı ve diğerlerini yığdığı köşeye doğru
öfkeyle fırlattı. Panel kırılmış bir kanat ya da bir yelken gibi havalandı,
yükseldi, sonra bir uçak gibi yere çakıldı. Bili paneli öfkeyle tekmeledi,
sonra yerden aldı ve kenara dayadı. Sete geri döndü. Bütün gün ak­
trislerin çıplak bedenleriyle uzandıkları ve sahte arzularını çarşaflara
döktükleri geniş yatağa attı kendini. Başını yastığa gömdü ve öfkesini
bastırmaya çalıştı. Bir anda kendisini Gloria Swanson sanan fahişenin
parfümü Shalimar’ın kokusu burun deliklerinden içeri doldu. Bili o
kadından tiksiniyordu; setin kurulduğu hangarda gezinen diğer tüm
fahişelerden daha çok tiksiniyordu. Diğer aktrisler Bill’in farkına bile
varmazken o kadın, daha ilk günden ona takmıştı. Kendisine kahve, su
ya da herhangi bir şey getirmesi için Bill’i zorluyor, sonra ona mutlaka
küçük düşürücü, alaycı bir şeyler söylüyordu. Kahve ya çok koyu ve
şekerli oluyordu ya da sidik gibi ve şekersiz. Su ya çok sıcak oluyordu
ya da çok soğuk. Bili ya kırk saatte bir su getiremiyordu ya da o lafı
bitirmeden gittiği için yanlış bir şey getirmiş oluyordu. Kadın sık sık
yönetmene dönüp, “Arty, bu ahmağı nereden buldun?” diye soruyordu.
Sonra bir kahkaha atarak ya makyajcıya ya da kuaförüne dönüp, “Biraz
gerizekâlı galiba,” diyordu. Bili susuyordu, ateş saçan gözlerle kadına
bakmasına rağmen cevap veremiyordu ve o fahişe bunu anlıyor, bunun
keyfini çıkarıyordu. Her zaman açıkta olan göğüslerini okşayarak ona
meydan okuyor ve gülüyordu.
Bili yastığı eline aldı, tam parçalamak üzereyken kendine hâkim
olmayı başardı. Aksi halde şef yarın bunun hesabını ondan sorardı.
Bili, Shalimar ve aşağılık fahişe kokan kuş tüyü bir yastığın parasını
ödeyecek kadar çok kazanmıyordu. Yastığı tutup kendisinden uzak bir
köşeye fırlattı. Yatağa sırtüstü uzandı. Burun delikleri öfkeyle açılıp

385
Rüya Dağıtan Çocuk

kapanıyordu. Gözlerini tavanda asılı dekorlara, dev gözler gibi ona


bakan ışıklara dikti.
Hayır, o gece eve dönmek için acelesi yoktu. Hatta sadece o gece
değil, Palermo’daki kasvetli odasına dönmek için artık hiçbir gece acele
etmesine gerek yoktu. Çünkü Linda gitmişti. Gitmeden önce birkaç
kez Bili ile konuşmaya çalışmış ama Bili hep ondan kaçmıştı. Onun
dert ortağı, sırdaşı olmak istememişti. Linda’nın tek başına acı çek­
meye devam etmesini istemişti, çünkü hoşuna giden şey buydu. Hatta
bir gece Linda kapısını çalıp birlikte bir şeyler içmeyi teklif ettiğinde
saygısız bir hareketle kapıyı yüzüne çarpmıştı. Kızın tek başına sarhoş
olmasını istemiş, istediği gibi de olmuştu. O gece Bili için unutulmazdı.
Linda her zamankinden daha çok ağlamış ve ışığı açık bırakmıştı. Bili,
onunla duvarların arkasından daha önce hiç sevişmediği gibi sevişmişti.
Tutkularını tamamen yaşabildiği bir gece olmuştu.
Ancak onu öfkeden çıldırtan sadece Linda’nın gidişi olmadı. Ertesi
sabah yeni komşusu kapısını çaldı. Kendini beğenmiş bir gençti. Herkese
tepeden baktığı daha ilk anda anlaşılıyordu. Kibirliydi, çünkü senaryo
yazarıydı, kendine ait bir de daktilosu vardı. Bili kapıyı açtığında o
yazar bozuntusunun soğuk suratında alaycı bir gülümseme vardı.
“Üzgünüm, dostum,” dedi. “Parti bitti.”
Bili önce onun ne dediğini anlamadı. Bunu fark eden genç yazar,
suratındaki gülümsemeyi bozmadan başıyla odanın duvarını işaret
etti. “Senin şu bedava eğlencelerin...” Güldü. “Duvarlardaki delikleri
buldum. Üzgünüm ama seninki gitti. Benim de sana aynı zevki yaşat­
mak gibi bir niyetim yok. Bu yüzden delikleri kapadım. Yalnız bana
çok güzel bir hikâye konusu vermiş oldun.”
Bili, o an adamı ağzından kan gelinceye kadar dövmek istedi. Ama
daha toparlanamadan genç yazar, o kibirli havasıyla dönüp odasına
girmişti. Biraz sonra Bili adamın evinden gelen daktilo seslerini duydu.
Kesinlikle Bill’in hikâyesini yazıyordu.
Aniden duyduğu sesle irkildi. “Beni mi kokluyorsun, hödük?”
Bili, utanarak hemen yataktan fırladı.
Aktris bembeyaz ve inci gibi dişlerini göstererek güldü. “Merak etme,
kimseye bir şey söylemem,” dedi. Soyunma odasına giden merdivenleri
çıkmaya başladı. “Bizim küçük bir sırrımız olarak kalacak.” Eldivenli

386
Luca Di Fulvio

parmaklarıyla merdivenin tırabzanını okşadı ve dilini alaycı bir ha­


reketle kırmızı rujlu dudaklarında gezdirdi. Başını kaldırıp Bill’e bir
göz atmaya bile tenezzül etmeden, “Bir hayranımın hediyesini odamda
unutmuşum,” dedi. “Sen kuşunu kaldırmaya devam et, ben yokmuşum
gibi.” Sonra gülerek soyunma odalarından birine girdi.
Bili öfkeden kıpkırmızı oldu. Çekici kaptı ve hırsla iki ahşap des­
teği sökmeye başladı. Önce ilkini kirişlerden kurtarıp diğer panellerin
olduğu köşeye götürdü. Sonra diğerinin çivilerini sökmeye başladı.
Kısa bir süre sonra kadının sesi yeniden duyuldu. “Sen mi aldın?”
Bili dönüp baktı. Kadının üstünde açık renk, ucuz bir kürk vardı.
Açık önünden, içindeki kıpkırmızı ipek elbise görünüyordu.
Aktris kendinden emin adımlarla basamakları inmeye başladı.
“Sen mi aldın?” diye sordu tekrar.
Bili, olduğu yerden kımıldamadan, “Neyi?” diye sordu.
“Aşağılık, bok herif,” dedi kadm. Topuk sesleri ıssız sette yankı­
lanarak Bill’in yanma geldi.
MeksikalIydı ama açık tenliydi. Daha çok Yahudiye benziyor, diye
düşündü Bili. Bunu düşündüğü için de şaşırdı. Kürkler ve mücevherler
içinde, zengin bir Yahudi kızı. Zarif. Göğüsleri yeni çıkmış. Kaç yaşında
olabilir? On sekiz mi? Bir fahişe olduğu için tam bir kadına benziyor.
Aslında sadece bir genç kız.
Aktris, tam Bill’in karşısında durup, “Bileziğim,” dedi. “Altın bile­
ziğim, orospu çocuğu. Odamda unuttum ve sen onu çaldın.”
“Ben hiçbir şey almadım.”
Aktris, parmağını Bill’e doğru uzattı. “Geri ver ve her şeyi unutalım.”
Manikürlü uzun tırnaklarına kırmızı oje sürmüştü. Küçük par­
mağında dikdörtgen biçimli zümrüt bir yüzük vardı.
“Ben almadım,” dedi Bili. Onu sadece genç bir kız olarak düşün­
mek istiyordu.
“Bana bak, orospu çocuğu...”
Bili içinde bastıramayacağı şiddette bir öfkenin kabarmaya baş­
ladığını hissetti.
“Buradaki tek orospu sensin.”

387
Rüya Dağıtan Çocuk

Kadın, “Herkese anlatacağım,” dedi. “Sen bittin, adi hırsız. Seni


işten attıracağım ve sonun hapishane olacak, pislik.” Bunları söylerken
bir adım geri gitti.
Bili o zaman kadının tüm özgüveninin, tüm kibrinin sadece göz­
lerinde olduğunu fark etti. Güldü, uzun zamandan beri gülmediği gibi
güldü. Gülüşünde, eskiden karakterinin doğal bir parçası olan o neşeli
ses tonu vardı.
Aktris bir adım daha geri giderek, “Sonun demir parmaklıkların
arkası olacak,” dedi. Ancak bunu söylerken, Bill’in bakışlarında oku­
duğu şey onu tedirgin etmeye başlamıştı.
Bili, kadına yaklaştı. “Korkuyorsun, değil mi?” dedi.
Onun sadece küçük bir kız olduğunu düşünmek istiyordu. Ak­
trisin uzun siyah buklelerini okşadı. Sonra elini yanağında gezdirdi.
Hayır, bu bir MeksikalI teni değildi, daha ziyade bir Yahudinin tenini
andırıyordu.
Genç kadın, “Çek ellerini üstümden,” dedi ve geri dönüp Bill’in
yanından uzaklaşmak istedi.
Ama Bili aniden onu bileğinden yakaladı. Sadece şımarık bir kız
olduğunu düşünmek istiyordu. Şımarık, zengin bir Yahudi fahişe.
“Söz veriyorum, seni öpmeyeceğim,” dedi ve kadının yüzüne bir
yumruk attı.
Aktris inleyerek yere düştü, sonra emekleyerek kaçmaya çalıştı.
Bili, kürkün yakasından tuttu.
“Seni öpmeyeceğim, Ruth.”
Kadın bağırarak kaçmaya çalıştı, kürk üzerinden çıktı. O zaman
Bili kadını saçlarından tutup geri çekti. Genç kadının dudağı yarılmış,
kırmızı rujuyla kanı birbirine karışmıştı. Gözleriyse dehşet içindeydi.
Bili, kahkahasındaki o eski parlak tonu neşeyle dinleyerek güldü ve
kadına bir yumruk daha attı. Başını alıp giden Linda’yı düşünerek
vurdu. Hollywood’daki yalnız gecelerinde bedenini kızıştıran gözyaş­
larını... Sırf daktilosu olduğu için kendisine tepeden bakan o senarist
bozuntusunu... Ona ilk zevkini tattıran Ruth’u, tüm öfkesini ve ha­
yal kırıklıklarını kendisini zehirlemeden dışarı akıtabildiği o geceyi
düşünerek vurdu. Yüzüne, sonra karnına, midesine... Sonra kadım

388
Luca Di Fulvio

saçlarından yakaladı, ayağa kaldırdı ve gün boyunca yüzünde şehvetli


bir gülümsemeyle yuvarlandığı yatağa sürükledi. Işıkların altında ipek
gibi görünen çarşafların üzerine fırlattı. Ata biner gibi üzerine çıkıp
oturdu, bileklerinden sımsıkı tutarak onu hareketsiz hale getirdi ve
yanaklarından süzülerek dudağından akan kana karışan gözyaşlarını
yaladı.
Bir yandan kadına yumruklar ve tokatlar indirirken bir yandan da
sürekli olarak, “Gerçek hayatı görmek ister misin, orospu?” diyordu.
Bir eliyle aktrisin yakasını tuttu ve sert bir hareketle yırttı. Gülüyor,
güldükçe kahkahasında eski Bill’i buluyordu. Kadının sütyenini par­
çaladı ve yüzüne birkaç tokat daha attı. O çırpındıkça Bili yıllar önce
kaybettiği neşesini buluyor, kendisini daha canlı hissediyordu. Bundan
başka hiçbir şey umurunda değildi. Yaptığı işin sonuçlarını düşünmü­
yordu. Hiçbir şey düşünmüyordu. O anda başka hiçbir şeyin önemi
yoktu çünkü. Kendisinden başka hiçbir şeyin önemi yoktu. Kadının
küçük ve sert göğüsleri zıplıyordu. Bili birini tuttu ve var gücüyle,
suyunu çıkarmak istediği bir portakalı sıkar gibi sıktı.
Aktris çığlık attı. Ağzındaki kan genzine kaçınca öksürdü.
Bili güldü. O unuttuğu neşesini yeniden bulmanın keyfiyle kendine
engel olamıyor, sürekli gülüyordu. Kadının eteğini yukarı çekti, külotunu
yırttı. Sonra pantolonunun düğmelerini açtı ve heyecanla onun üstüne
abandı. Sert bir hareketle içine girdi. “Gerçek dünyayı görmek istiyor
musun?” diye bağırdı kadının yüzüne. “İşte gerçek dünya bu, orospu!”
Kurbanının her acısından, her umutsuz çığlığından beslenen öfke­
siyle içine aletini sokup çıkarırken Ruth’tan başka hiçbir şey düşünemi-
yordu. Sonunda orgazma ulaşıp kadının içine tüm zehrim boşalttığında
Ruth’un sadece beynine değil, aynı zamanda kanma da girmiş olduğunu
anladı. O zaman dişlerini sıktı. Az önceki tecavüzünün söndüremediği
bir öfkeyle altındaki kadına bir kez daha saldırmaya hazırdı.
O sırada kadın başmı çevirip yana baktı. Gözlerindeki korkuya
şimdi bir de şaşkınlık ve utanç eklenmişti.
Bili de gözlerini onun baktığı noktaya çevirdi. Arty Short bir köşede
durmuş, sessizce onları izliyordu. Bili kılım kıpırdatmadan adama
bakmaya devam etti. Fakat saldırmaya hazırdı. Eğer mecbur kalırsa
adamı öldürebilirdi. Kim bilir, belki de mecbur kalacaktı. Yönetmen,

389
Rüya Dağıtan Çocuk

yüzünde garip bir ifadeyle hâlâ onlara bakıyordu. Hiç kımıldamadan.


Sol elinde altın bir bilezik sallanıyordu. Setin içindeki tek hareket,
altının üzerinde parlayan ışıkların oyunuydu. İki adam birbirlerine
gözleriyle meydan okuyarak, birbirlerini tartarak bakışıyorlardı. Bili
hazırlıksız yakalanmamak için yönetmenin ilk hareketini hesaplamaya
çalışıyordu.
Tecavüzcüsünün ağırlığı altında hareketsiz kalan aktris doğrul­
maya çalıştı.
Sonra yönetmen konuşmaya başladı. “Şu an yaptığını kameranın
önünde de yapabilir misin?”
Bili kaşlarını çattı. Neler oluyordu? Adamı öldürmeye hazırdı ama
adam ona saldıracak gibi görünmüyordu.
Yönetmen gülümseyerek onlara yaklaşmaya başladı.
Aktris, yarılmış ve çoktan şişmeye başlamış dudaklarını zorlaya­
rak, “Arty...” diye inledi.
Yönetmen, bakışlarını Biliden ayırmadan, “Sessiz ol,” dedi kadına.
Bili yataktan kalktı. Pantolonunun düğmelerini ilikledi. Çarşafın
ucunu çekip yapış yapış olan parmaklarını sildi.
Arty, “Bunu kameranın karşısında tekrar yapabilirsen hepimiz
zengin oluruz,” dedi.
Bili ses çıkarmadan adama bakıyordu.
Yönetmen aktrise yaklaştı ve elindeki altın bileziği nazikçe gö­
ğüslerinin arasına bıraktı. “Bunu mu arıyordun, Frida?” diye sordu
gülümseyerek. “Arabamda bırakmışsın.” Sonra Bill’in yanından geçti
ve yerde duran kürkü eğilip aldı. Kürkün sağ yakası kırmızıya boyan­
mıştı. Arty, toz silker gibi yakaya iki kez vurdu ve aktrise döndü. Bir
centilmen gibi ona elini uzattı ve yataktan kalkmasına yardımcı oldu.
Sonra kürkü omuzlarına koydu. “Düğmelerini ilikle. Böylece hiçbir şey
görünmez,” dedi. Elini pantolonunun cebine attı. Şık bir deri cüzdan
çıkardı ve altın klipsli bölmeden elli dolar çekip kadına uzattı. “Taksi
ve kuru temizleme için,” dedi. Kürkün kan lekesi olmuş yakasını iki
parmağıyla okşadı. Güldü. İki eliyle Frida’nın omuzlarını tuttu, onu
kendisine çevirdi ve birlikte kapıya yöneldiler. “On beş gün izinlisin.
Doktor Winchell’ı çağır ve ödemeyi benim yapacağımı söyle,” dedi.

390
Luca Di Fulvio

Kadını saçlarından öptü ve kapıya yönlendirdi. “Ve işine devam etmek


istiyorsan kimseye tek kelime etme,” dedi.
“Ama Arty...” diye mırıldandı aktris.
Yönetmen, “İyi geceler, Frida,” dedi ve kadına sırtım döndü. Sonra
dönüp Bill’e baktı ve Frida’nın ayak sesleri uzaklaşıncaya kadar bek­
ledi. Yalnız kaldıklarını anladığı zaman yüzüne dostça bir gülümseme
yayıldı. “Gel gidip yemek yiyelim ve biraz iş konuşalım,” dedi. Bir elini
Bill’in omzuna attı. “Senden bir yıldız yaratacağım... Göreceksin.”

391
43

Manhattan, 1927

Kari dâhili telefona uzandı. “İstediğin zaman başlayabiliriz,” dedi.


Christmas, camın arkasından N.Y. Broadcast’ın yöneticisi, ses tek­
nisyeni, Maria ve Cyril’e bakıyordu. Son ikisinin stüdyoda bulunmasını
özellikle istemişti. Herkes tam bir sessizlik içinde ona bakıyordu. Maria
ve Cyril’e gülümsemeye çalıştı. Ama dudakları kurumuştu, gergindi.
“Ne zaman hazır olursan,” dedi Kari.
Christmas başını salladı. Uzanıp mikrofonu kavradı. Elleri ter
içindeydi.
“Merhaba, New York...” dedi çekingen bir sesle.
Kafasını kaldırıp camın ardındaki Maria’ya baktı. Genç kadın
ona gülümsemeye çalışıyor, bir yandan da sabırsızlıkla tırnaklarını
yiyordu. Cyril’in yüzünden bir şey anlaşılmıyordu ama Christmas onun
da yumruklarını sıktığını gördü.
Rahat bir ses tonu takınmaya çalışarak yeniden söze başladı: “Evet,
merhaba, New York... Ben, Diamond Dogs’un lideriyim ve size bazı
hikâyeler...” Birden sustu. “Hayır, önce size Diamond Dogs çetesinden
söz etmeliyim. Ben, yani biz bir çeteyiz...” derken yeniden Maria’ya baktı.
Maria hafifçe başını eğip ona gülümsedi. Fakat genç kadının iri siyah
gözlerinde neşeden eser yoktu. Cyril, Christmas’m baktığını görünce ona
cesaret vermek için yumruklarını havaya kaldırdı. Christmas, zencinin
dudaklarından dökülen sözleri de anlamıştı: “Hadi, göreyim seni.”
“İşte bu yüzden bir sürü sır biliyorum. Sokakların, Aşağı Doğu
Yakası’mn, Bloody Angle, Brooklyn... Blackwell Adası ve Sing Sing...

392
Luca Di Fulvio

Çünkü ben... Ben bir... Ben onlardan biriyim, anlatabiliyor muyum?”


dedi ve sonra yine sustu.
Nefes alamıyordu. Şu an buradaydı, hayalinden tam bir adım ötede...
Ama kekeliyordu. Şimdi, eline böyle büyük bir fırsat geçmişken ko-
nuşamıyordu. Midesine sancılar giriyordu. Ciğerleri, sıkılmış iki bez
parçası gibiydi. Ayrıca Cyril ve Maria’nın gözlerinde sürekli büyüyen
bir endişe görüyordu. Belki de biraz hayal kırıklığı. Tıpkı kendisinin
de şu an hissettiği gibi. Düş kırıklığı ve korku.
Öfkeyle mikrofonu itti. Yapamıyorum, diye geçirdi içinden.
“Baştan al,” dedi Kari Jarach. “Sakin ol.”
O sırada Cyril, “Aşağıda benimle çalışırken bir saniye susmuyor­
sun,” dedi.
Christmas ona bakarak zoraki bir kahkaha attı.
Kari, “Baştan alıyoruz,” 'dedi.
Christmas yeniden mikrofona yaklaştı. Midesindeki kramplar,
ciğerlerindeki sıkışma geçmiyordu.
“Merhaba, New York...” dedi. Kısa bir süre sustu ve birden ayağa
fırladı.
Başı önüne eğik, öfkeden titreyen bir sesle, “Üzgünüm, efendim,”
dedi. “Yapamayacağım.”
Cyril, Karl’a dönüp, “İzin verin konuşayım,” dedi.
“Ne diyorsun, Maria?”
Maria başıyla onayladı.
Cyril kumanda odasından çıkmak üzereyken Kari onu durdurdu.
“Bekle,” dedi. “Bir dakika bekleyin.” Kısa bir süre düşündü ve sonra
ses teknisyenine dönüp, “Işıkları kapat,” dedi.
“Hangi ışıkları?”
“Hepsini.”
“Salondakiler?”
“Hepsini... Hem salonda hem de burada açık olan tüm ışıkları kapat.”
“O zaman hiçbir şey görünmez...”
“Kapat!” diye bağırdı Kari.

393
Rüya Dağıtan Çocuk

Adam sesini çıkarmadan ışıkları kapadı. Tüm stüdyo karanlığa


gömülmüştü.
Karanlığın içinde Karl’m sesi duyuldu: “Son bir kez, Christmas.”
Durup bir nefes aldı. “Oyna.” Yeniden kısa bir sessizlik. “Dün geceki
gibi... Oyna.”
Christmas bir an hareketsiz kaldı. Oyna, diye tekrarladı içinden.
El yordamıyla mikrofonu aradı. Sonra yavaşça yerine oturdu. Derin
derin nefes aldı. Bir, iki, üç, dört... Gözlerini kapadı. Tıpkı bir tiyatro
sahnesindeymiş gibi stüdyonun sessizliğini dinledi.
Aniden, “Yelkenler fora!” diye bağırdı.
“Ne saçmalıyor bu?” diye mırıldandı ses teknisyeni.
“Sessiz ol,” dedi Kari.
Maria, bir eliyle Cyril’in omzunu sıkıca kavradı.
Christmas yeniden, “Yelkenler fora!” diye bağırdı ve sesinin sa­
londa yankılanışım dinledi. “İyi akşamlar, New York...” dedi. Sesi bir
önceki gece olduğu gibi neşeli ve sıcacıktı. “Hayır, çıldırmadım. ‘Yel­
kenler fora’ çok eskiden beri kullanılan bir söz... Yelkenleri açmak,
yola çıkmak için kullanılır. Peki öyleyse, yola çıkmaya hazır mısınız,
millet? Çünkü birazdan hiç gitmediğiniz yerlere gideceksiniz. New
York’umuzun ‘hırsızların ve aynasızların şehri’ olarak adlandırıldığı
o günlere bir yolculuk yapacağız. Bowery’de sahnelenen bir tiyatro
oyununda düşünün kendinizi. Oyuncular başka hiçbir tiyatroda göre­
meyeceğiniz kadar ahlaksız ve kötüler. Argo laflara, terbiyesiz şakalara,
sokak serserilerinin ve katillerin hikâyelerine tanıklık etmeye hazır
olun. Ve cüzdanlarınıza sahip çıkın...”
Christmas hafifçe güldü. Midesindeki kramplar çözülmeye başla­
mıştı. Hava, ciğerlerine rahatça girip çıkıyordu. Projektörler yanmıştı,
salonu hafif bir müzik sesi dolduruyordu. Christmas şimdi insanların
konuşmalarını, düşüncelerini, hislerini duyabiliyordu.
“Yanınızda oturan insanlar gazete satıcıları, çöpçüler, eskiciler,
genç dilenciler, fahişeler ve cepçiler... Evet, doğru duydunuz. Cepçiler.
Ah, elbette, affedersiniz... Sizler kibar insanlarsınız, bizim jargonu
bilmezsiniz. Tamam, öyleyse ilk ders; kibarlar sizin gibi insanlardır,
suç dünyasının dalaverelerinden haberleri yoktur. Cepçiler ise... ellerini
sizin ceplerinize korkusuzca daldıran adamlardır. Hayal edebileceğiniz

394
Luca Di Fulvio

en iyi yankesiciler bunlardır. O yüzden... Aman, dikkat. İşte gördüm!


Senin cebinden cüzdanını çekti, seninkinden de bir beş dolarlık. Hey,
sen! Sen de Charlie’ne veda edebilirsin. Charlie, sizin altın saat dediğiniz
eşya. Birazdan saatin kaç olduğunu merak edeceksin ve elin Ben’den
sarkan saat zincirine gidecek. Ben ne mi? Bunu da mı bilmiyorsunuz?
Siz gerçekten çok kibarsınız. Ben, yelek demektir. Charlie’ni arayacak
ama onun çoktan uçup gittiğini anlayacaksın. Elveda. Bağırıp çağır­
man faydasız, sadece milleti arkandan güldürmeye yarar. Bir aynasıza
koşman ise daha komik. Sana daha çok gülmelerinden başka bir işe
yaramaz, inan. Yardım istediğin adam Hamlet olsa bile nafile... Hayır,
hayır... Sahneye bakıp durmayın. Hamlet, bir oyun karakteri değil.
Polis şefi!”
Christmas durup bir nefes aldı. Şimdi her şey daha kolay görünü­
yordu. Kelimeler düşünmeden dudaklarından dökülüyordu. Christmas
sahnedeydi ve oyun oynuyordu. Güldü ve alçak sesle, “Senin Charlie
şu anda nereye gidiyor dersin, şapşal? Tabii ki kiliseye. Hayır, senin
gittiğin kilise değil, bizim ‘sonbahar’ dediğimiz yer. Ha, gerçekten son­
bahar demek istediğimiz zaman ‘yaprak’ deriz. Benim sözünü ettiğim
kilise, mücevherlerin üzerindeki işaretleri değiştirdiğimiz yerdir. İşte,
Charlie gitmiş, yerine koca bir dert gelmiş. Şimdi eve dönüp olan bi­
teni belana anlatman lazım. Belan kim mi? Karın tabii ki, başka kim
olacak? Eh, haliyle karın Sana inanmayacak, demediğini de bırak­
mayacak. Saati götürüp zamazingona, yani metresine verdiğini söy­
leyecek. Başın dertte, dostum. Tamam, belki de kız arkadaşın yoktur.
Diyelim ki kerhaneye gidip çıtırlardan biriyle biraz oynaşmak istedin.
Sanma ki seni gören olmadı ya da peşine bir kan emici düşmedi. İşte
şimdi başın gerçekten belada. Kan emiciler sen kerhaneden çıkarken
yakana yapışıp sana şantaj yapmaya başlar, gördüklerini senin evdeki
belaya anlatacaklarım söylerler. Hadi diyelim ki o an bir beşlik verdin,
kurtuldun. Ama işin orada biteceğini sanma. Sittinsene sana şantaj
yapmaya devam edecekler. ‘Yüz doların var mı, birader?’ diye sana
yanaşıp duracaklar. Sakın teselliyi içkide arama, dostum. İçeceksen
de içtiğin mal sulandırılmış olmasın. Sana verdikleri şeyler sonunu
getirebilir. O noktadan sonra bitersin, mahvolursun. Gidip Habil’le
Kabil’in kucağına, yani kumar masasına oturursun. Ellerin, dostum...
Ellerin şeytanın kitabını, yani oyun kâğıtlarını karıştırmaya başlar.

395
Rüya Dağıtan Çocuk

Anında her şey biter, yüzüne karanlık çöker, ayılırsın... Ama artık çok
geçtir, dostum. O andan itibaren çantada kekliksindir ya da çatalın
ucundaki lokma...”
“Olağanüstü,” dedi Kari, hâlâ karanlık olan kumanda odasında.
Cyril, Maria’nın o ana dek omzundan çekmediği elini sımsıkı tuttu.
Heyecanla, “İşte depoda da böyle bu çocuk,” dedi. “Hiç susmak
bilmez. Çoğu zaman beni zıvanadan çıkarır.”
Ses teknisyeni güldü. “Vay serseri! Bunca şeyi nereden biliyor?”
Ancak Karl’ın sert bakışlarıyla karşılaşır karşılaşmaz toparlandı.
“Affedersiniz, efendim. Dalmışım.”
“Hepsini kaydettin mi?”
Sesçi gülmesine engel olamadan, “Evet,” dedi. “Hepsini.”
Christmas o sıcak ve neşeli sesiyle devam ediyordu.
“Neyse, New York... Artık geç oldu. Gitmeliyim.”
Christmas’m o canlı sesi, karanlık stüdyoda yankılanıyordu.
“Ama geri döneceğim. Şimdi çetemin yanına dönmeliyim. Diamond
Dogs! Bu adı daha önce duydunuz, değil mi? Elbette... Biz meşhuruz, bu
yüzden onca şeyi biliyorum. Ama merak etmeyin, size de öğreteceğim.
Böylece bir gün siz de çetemin bir üyesi olabilirsiniz. Kulaklarınızı
açıp beni dinleyin. Size şehrinizin her karanlık köşesini göstereceğim,
elinizden tutup en ücra sokaklarına sokacağım... Korktuğunuz, ama
sizi büyüleyen hayatın yaşandığı yerlere... İyi geceler, New York.”
Sessizlik çöktü.
İyi geceler, Ruth, dedi içinden Christmas.
Kimseden ses çıkmıyordu.
Sonra tüm ışıklar yandı. Christmas, camın arkasındaki dört kişinin
ağzı kulaklarında ona baktığını gördü. Maria gelip Christmas’a sarıldı.
Kulağına, “Tebrikler,” diye fısıldadı. Bu sırada Cyril de hem utanarak
hem gururla yanlarına geldi. Ne diyeceğini biliyordu.
Kari, Christmas’m elini sıkarken, “Yönetimle konuşacağım,” dedi.
“Bugüne dek hiç kimse böyle bir program yapmadı.”
Christmas heyecanlanmıştı. “Hiç kimse, ha?”
“Evet... Ne kadar devam edebilirsin?”

396
Luca Di Fulvio

“Devam etmek mi?” diye sordu Christmas. Sersem gibiydi. Bede­


ninde garip bir heyecan vardı, mutlulukla hüznün karışımı gibi. Hem
ağlayıp hem gülmek istiyordu sanki.
“Böyle kaç hikâye daha anlatabilirsin?”
Christmas, Maria’nın elini tuttu. “Sonsuz... Binlerce hikâye var
böyle. Ama bittikleri zaman yenilerini uydururum,” dedi.
Ses teknisyeni de Christmas’m elini sıktı. “Çok iyisin.”
“Teşekkür ederim.”
Christmas artık buradan kaçmak, yalnız kalmak istiyordu.
Kari kendi kendine konuşur gibi, “Bugüne dek böyle bir program
hiç yapılmadı,” dedi.

397
44

Los Angeles, 1927

Genç kız setin ortasında durmuş, şaşkın gözlerle etrafına bakıyordu.


Setin bulunduğu hangar karanlıktı. Tepede sallanan tek bir ampul
çevresine zayıf ışıklar yayarak seti aydınlatıyordu. Dekor, onlarca in­
sanın bir arada yaşadığı apartmanlardaki çamaşırhanelerin neredeyse
bire bir kopyasıydı. Soldaki panellerin dibinde boyaları dökülmüş bir
kapı görünüyordu. Kapının sağ tarafındaysa üç büyük çamaşır teknesi
vardı. Yanlardaki iki duvarın en üst kısımlarında, çamaşırhanenin
bodrum katında olduğunu anlatmak amacıyla dar ve uzun iki pen­
cere yerleştirilmişti. Her ikisinin de arkasında birer kamera gizliydi.
Üçüncü kamera dipteki duvarın arkasına yerleştirilmişti ve bir delikten,
iki çamaşır teknesinin arasını görüyordu. Çekimin yapılabilmesi için
dördüncü duvarın olmadığı normal setlerin aksine bu set, iki demir
direğin arasına gerilmiş tel örgüyle kapatılmıştı. Her iki uçtaysa birer
kamera daha vardı ve çamaşır teknelerinin arasından çekim yapan
kameranın göremeyeceği köşelere yerleştirilmişlerdi. Beş kamera eş
zamanlı çekim yapacak ve sahneyi her açıdan çekmiş olacaktı. Çünkü
birazdan çekilecek sahnenin tekrarlanması pek mümkün değildi. Bu
yüzden kameralar aynı anda çalışacaktı. Her birine yirmi dakikalık
bir film makarası takılmıştı. Sahne için ihtiyaçları olan süre o kadardı.
Bu, Arty Short’un fikriydi. Bu sistemle, başka türlü mümkün olmayan
bir gerçekçilik yakalamış olacaktı. Çekmek üzere oldukları sahnenin
ise kesinlikle gerçekçi olması gerekiyordu. Elbette ki maliyeti yüksek
bir çekim olacaktı. Ama son zamanlarda işler yolundaydı. Ve bu son
keşfi ona çok daha büyük paralar kazandıracaktı. Arty, herkesin Ceza-

398
Luca Di Fulvio

landırıcı olarak tanıdığı yeni yıldızına, “Yeni bir çağ başladı,” demişti.
“Sen ve ben, bu yeni çağın ilk adımlarını atıyoruz.”
Şu an genç kız setin ortasında ne yapacağını bilemez bir halde
duruyordu. Utanıyordu, gergindi. Gülümsemeye ve kendinden emin
görünmeye çalışıyordu. Ama karanlıktı. Ne ekibi ne de çelik telin ar­
kasındaki yönetmeni görebiliyordu. Bu yüzden tedirgindi. Bir önceki
gün, diğer figüranlarla birlikte Erich von Stroheim’in yeni filmi The
Wedding March!ta bir rol kapabilmek için beklerken yanına bir adam
yaklaşmıştı. Ona bir rol önermiş ve eğer başarabilirse diğer tüm isimsiz­
lerin arasından sıyrılıp ünlü olabileceğini söylemişti. Tabii ki başrolde
oynayacaktı. Kısa bir filmdi ama Hollyvvood’un en büyük yapımcıları
tarafından izlenecekti. Bütün gece gözüne uyku girmemişti. Çekimden
önce makyajcının yüzündeki yorgunluk izlerini yok edeceğini düşün­
müştü fakat kimse gelip ona «makyaj yapmamıştı. Sadece sahne için
bir elbise ve iç çamaşırı vermişlerdi. Kostümcü ona, yönetmenin tam
bir realizm manyağı olduğunu söylemişti. Bu, kıza çok garip gelmişti.
Sette deneme için başka kızların olmaması da öyle. Ancak Hollywood
işe yeni başlamış bir genç kızın fazla soru sormasından hoşlanmazdı.
Aslında Los Angeles’a geldikten sonra birkaç deneyimi olmuştu. Örneğin
“GraphiC” için poz vermişti. Bu modellik işini alabilmek içinse fotoğ­
rafçıyla yatmıştı. Bir de yapımcı Jesse Lasky’nin evli bir arkadaşıyla
ilişkisi olmuş ve bu sayede bazı filmlerde görünmüştü. Hollywood
denen yerde kariyer böyle yapılıyordu. Şöhret olmak için terk ettiği,
Oregon’daki Willamette Vadisi’nin kalbinde bulunan Corvallis’te kariyer
için bir fotoğrafçının ve evli bir adamın koynuna girdiğini duysalar
fahişe olduğunu düşünürlerdi. Ama Hollywood’un kuralları farklıydı ve
o kendisini bir fahişe gibi hissetmiyordu. Ne de olsa her önüne gelenle
yatmıyordu. Zevk için de seks yapmıyordu. Zaten sadece bir o fotoğ­
rafçı bir de Jesse Lasky’nin arkadaşıyla yatmıştı. Corvallis’te güzelliği,
aslında oduncu olan bir belediye memuru ile evlenmeye yaramıştı,
tıpkı diğer kız arkadaşları gibi. Sembolü krizantem olan bir kasabadan
başka ne beklenirdi ki? Bir kez, kasabanın kütüphanesinde krizante­
min dünyanın birçok ülkesinde ölüm çiçeği olarak kabul edildiğini
okumuştu. Oysa o, kesinlikle ölü gibi bir hayat yaşamak istemiyordu.

399
Rüya Dağıtan Çocuk

Setin kapısı açıldı ve yönetmen içeri girdi. Çiçek bozuğu cildi ve


oldukça zayıf yüzüyle çirkin bir adamdı ve sevimsiz bir ifadesi vardı.
Ama genç kızın hayattan birçok beklentisi vardı. Bunu düşünerek
adama gülümsedi.
Arty Short, “Hazır mısın?” diye sordu.
Kız, tecrübeli bir aktris gibi rahat görünmeye çalışarak gülümsedi.
“Ne yapmalıyım?” diye sordu. “Senaryo var mı?”
A rty kızı bir süre sessizce süzdü. Gözlerini kısarak saçlarım arkaya
doğru attı. Sonra kapıya doğru yürüdü ve “Saçları örülsün!” diye bağırdı.
Kadının biri ayaklarını sürterek içeri girdi. Elinde ikisi kırmızı ikisi
mavi dört tane kurdele tutuyordu. “İki tane mi öreyim?” diye sordu.
A rty Short başıyla onayladı.
“Kurdele?”
Arty yine başıyla onay verdi
“Kırmızı mı mavi mi?”
“Kırmızı.”
Kadın cebinden bir tarak çıkardı. Kızın yüzüne bile bakmadan
arkasına geçip saçlarını taramaya başladı.
Arty, kadın işine devam ederken kızı süzmeye devam ediyordu.
“Saf görünmeni istiyorum, anladın mı?” dedi.
Kız “evet” der gibi gülümsedi. Saç örgülerinden nefret ediyordu.
Corvallis’teki tüm kızlar saçları örgülü gezerlerdi. Şimdi bu saç ör­
güleriyle kendisinin de o köylülere benzediğinden emindi. Ama bu,
hayatının ilk oyunculuk denemesiydi. Yıldız olmanın ilk basamağıydı.
İsterlerse bundan çok daha fazlasını yapmaya da hazırdı.
Arty, “Adın neydi?” diye sordu kıza.
“Bette Silk...” diye kekeledi kız. Sonra gülümseyerek, “Yani sahne
adım. Asıl adım ise...”
“Peki, Bette. Şimdi beni cankulağıyla dinle. Şimdi, senden iste­
diğim...” Yönetmen birden sinirlendi. “Lanet olası iki örgüyü örmek
daha kaç saat sürecek?”
Kuaför kadın alelacele ikinci örgüyü de bitirip ucuna kırmızı kur­
deleyi bağladı. Sonra yine ayaklarını sürüyerek setten çıktı.

400
Luca Di Fulvio

“Affedersin, Bette.” Arty sesini yumuşatarak kıza gülümsedi. “Ama


çekim sırasında sette bir aksilik olsun istemiyorum. Nasıl? Rahat mısın?”
“Evet.”
“Pekâlâ. Şimdi sen, evden kaçmış bir genç kızsın. Ben ‘motor’ de­
diğim zaman sen şu kapıdan içeri gireceksin. Nefes nefese ve korkmuş
bir haldesin. Bu sürgüyle kapıyı kapatıyorsun.” A rty kıza kapının or­
tasındaki sürgüyü gösterdi ve kapıyı sürgüledi.
Kız, kapının altında ve üstünde görünen diğer iki sürgüyü göste­
rerek, “Ya bunlar?” diye sordu. “Eğer birinden kaçıyorsam...”
Arty Short kızın sözünü kesti. “Bette... Bette, senin fikrini sormu­
yorum. Sana bunu kapatmanı söylüyorsam, sadece bunu kapatacaksın.”
“Evet, tabii... Affedersiniz, ben sadece...”
A rty soğuk bir ifadeyle, “Sana şu pencereden atla dersem, atlaya­
caksın, Bette. Anlaşıldı mı?”
Bette kıpkırmızı oldu ve bakışlarını adamdan kaçırdı. “Evet...
Özür dilerim.”
"Güzel. O zaman tek yapman gereken bu.” Sesi yeniden yumuşadı.
“Kaçıyorsun. Korku içindesin. Ve bu çamaşırhanede saklanmaya ça­
lışıyorsun.”
“Kimden kaçıyorum?”
A rty kısa bir süre kıza baktı. “Hazır mısın?” dedi.
Bette, zor duyulur bir sesle, “Hazırım,” dedi.
“Çok güzel.”
“Bir şeyler söylemem gerekiyor ıııu?”
A rty kıza kibarca güldü. “Kendiliğinden söyleyeceksin zaten, me­
rak etme.”
Sonra yukarı doğru bakıp bağırdı. “Işıklar!”
Sahneye dönük projektörler yandı. Bette ışıklarla bedeninin ısın­
dığını hissetti. O an neler olduğunun farkına vardı. Bir film çekmek
üzereydi, hem de başrol oyuncusu olarak.
“Gel.”

401
Rüya Dağıtan Çocuk

Arty, kızı omuzlarından tutup setin dışına çıkardı. Bette setten


çıkmadan önce dönüp arkasına baktı. Işıklar içindeki mekânı görünce
yüreği yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başladı.
“İşte bu da rol arkadaşın.”
Bette dönüp baktı ve yirmi beş yaşlarında bir gencin ifadesiz bir
bakışla ona baktığını gördü. Buz gibi bir dalganın bedenini sardığını
hissetti ve hemen dönüp ışıl ışıl olan sahneye baktı.
A rty yerine geçti ve bağırdı: “Motor!”
Bette kalbinin sıkıştığını hissetti. Hayali gerçekleşmek üzereydi.
Derin bir nefes aldı ve sahneye atladı. Aceleden yere düştü. Hemen
toparlandı ve kapıya yürüdü. Korkuyormuş gibi titreyerek kapıyı ka­
padı, sürgüyü çekti.
O esnada Arty Short, Bill’e döndü ve “Hadi bakalım,” dedi. “Sıra
sende.”
Bili başına, sadece iki göz deliği ve ağız yerlerinde aralık olan
siyah bir deri maske geçirdi.
“Hadi, Cezalandırıcı,” diye bağırdı Arty.
Bili kapıya bir omuz attı. Sürgü kırıldı. Kapı ardına kadar açıldı.
Bili bir süre kımıldamadan Bette’nin uzun saç örgülerine ve biçimli
vücuduna baktı. Kızın yüzü korkudan bembeyaz olmuştu. Duvarlardan
birinin arkasına gizlenmeye çalışıyordu. Bili kızın çok kötü rol yaptı­
ğını düşündü. Dönüp kapıyı kapadı. Ayağıyla kapının alt tarafındaki
sürgüyü kapadı sonra da üstteki sürgüyü çekti. Sonra dönüp yeniden
kurbanına bakmaya başladı. Kulaklarına çalışan kameraların vızıltıları
geliyordu. Deri maskesinin arkasından gülümsedi. Kız, özendiği sessiz
sinema aktrisleri gibi korkuyor numarası yaparak elini ağzına götürdü.
Bili, ağır adımlarla kıza yaklaştı. Bette miyavlar gibi yalvarıyordu.
“Hayır... Hayır... Yalvarırım... Gidin... Hayır...”
Bili kızın örgülerinden birini tuttu ve Bette’yi sürükleyerek setin
ortasına getirdi. Kız başmı kaldırdığında gözlerindeki korku gerçeğe
çok yakındı ama Bili henüz tam istediği gibi olmadığını düşündü. Kızın
karnına bir yumruk attı. Kız inleyerek iki büklüm oldu. Cezalandırıcı,
kızın başını tutup yukarı kaldırdı. Çekim yapan kameralara kızın yü­
zündeki acı ve korkunun ne kadar gerçek olduğunu gösterdi. Sonra

402
Luca Di Fulvio

Bili güldü. Bir yandan kıza yum ruk atarken diğer yandan elbiselerini
yırtıyordu. Kameraların sesini dinlerken heyecanının arttığını hissetti.
On dakika sonra A rty Short, “Kestik!” diye bağırdı.
Bunu takip eden sessizlikte önce jeneratörlerin kapanma sesi du­
yuldu, sonra projektörler söndü. Hangara karanlık çöktü. Hâlâ duyu­
lan tek ses, soğumaya başlayan projektörlerin çıkardığı cızırtılardı.
Setin ortasındaki ışık, cılız aydınlığını yaymaya devam ediyordu. Bu
loş karanlıkta Bili maskesini çıkarıp setten ayrıldı. Bette ise ölü gibi
kıpırdamadan yatıyordu. Sonra yavaşça elini kasıklarına götürdü ve
canının daha fazla yanmasına engel olmak istermiş gibi eliyle cinsel
organını saklamaya çalıştı. Diğer elini de göğüslerine doğru kaldırdı
ve kolunu çıplak göğüslerine doladı. İçinden hıçkıra hıçkıra ağlamak
geliyordu. Başını çevirip artık sesleri çıkmayan kameralara baktı ve
“Ah, Tanrım...” diye inledi.
Etrafındaki herkes, karanlığın içindeki herkes sessizdi.
Aniden A rty Short’un bağırması duyuldu: “Doktor Winchell!”
Altmış yaşlarında, seyrek saçları sadece kulaklarının üst kısmında
kalmış, altın çerçeveli bir gözlük takan, gri takımlı elbiseli, bir elinde
küçük bir doktor çantası ve diğerinde iki örtü taşıyan bir adam loş
ışığın altına doğru geldi. Kızın yanma oturdu. Örtülerden birini kızın
üstüne örttü diğerini de katlayıp başının altına soktu. Küçük valizini
açtı, bir şırınga çıkarıp içini açık renkli bir sıvıyla doldurdu. Kızın
başı hâlâ karanlıktaki kameralara dönüktü. Doktorun itinayla kolunu
tuttuğunu fark edince dönüp adama baktı. Doktor, kızın koluna ince
bir lastik bağladı. “Morfin,” diye fısıldadı. “Acını alacak.”
Sonra kızın kolunun iç tarafına iğneyi batırdı ve kolundaki ince
lastiği çözdü. İğneyi soktuğu gibi yine itinayla çıkarıp küçük yara ye­
rine dezenfektanlı bir pamuk parçası bastırdı.
Doktor işini bitirip toparlanırken A rty Short kızın yanma yaklaştı.
Cebinden bir tomar para çıkardı. Kızın üzerine doğru eğilip parayı
eline sıkıştırdı.
“Tam beş yüz dolar,” dedi. “Ayrıca yapımcı bir dostumla konuş­
tum, sana yeni başladığı filminde bir rol verecek. Ama eğer polise
gitmeyi aklından geçiriyorsan sadece kendine kötülük yapmış olur­

403
Rüya Dağıtan Çocuk

sun.” Sonra ayağa kalktı. “Mükemmel bir iş çıkardın,” dedi ve kızın


yanından uzaklaştı.
Doktor Winchell kıza gülümsedi. Tam kalkmak üzereyken ani
bir kararla yeniden kızın yanma oturdu ve itinayla kızın yaralarını
temizlemeye başladı.
Az ötede, karanlığın içinden A rty Short’un sesi geliyordu: “Bü­
yüksün, Cezalandırıcı! Montajdan sonra ortaya çıkan şeye sen de
inanamayacaksın. Hadi, gidip bir şeyler içelim. Yakında bir efsane
olacaksın, güven bana!” Kahkahası hangarda çınladı.
Kız, gözlerim kendisini tedavi eden doktordan ayırmıyordu. So­
nunda bir elini Doktor VVincheH’ın yüzünü temizleyen elinin üzerine
koydu ve gülümsedi.
“Siz,” dedi. “Siz... Büyükbabama benziyorsunuz.”

404
45

Los Angeles, 1927

Venice Bulvarı’nın dördüncü katındaki Wonderful Photos’un kapısında


durdu ve içeride ona arkası dönük olarak çalışan Bay Bailey’ye:
“Eşinize bana yardım edeceğinizi söylediğiniz zaman, ciddi miy­
diniz?” diye sordu.
Bay Bailey dönüp kapıda duran Ruth’a baktı. Genç kızın elinde
timsah derisinden yapılmış çok şık yeşil bir valiz vardı.
“Başın belada değil, değil mi?” diye sordu ve kızın elinden valizi
alıp içeri girmesi için kenara çekildi.
Ruth kapıda hareketsiz duruyordu. Sadece, “Hayır,” dedi.
“Umarım benim başımı da belaya sokmazsın.”
Ruth’un yüzünde bir şaşkınlık ifadesi belirdi. “Hayır... Tabii ki
sokmam.”
“Neden içeri girmiyorsun, Ruth?”
Ruth, utangaç bir halde kapıda durmaya devam etti. Sanki hareket
edemiyordu. Holmby Hills malikânesini bırakmak pek zor olmamıştı.
Klinikten döndüğü gün o koca ev ona daha da sevimsiz gelmişti. A i­
lesinin sayısız partiler düzenlediği salon, birkaç parça para etmeyen
mobilyanın dışında neredeyse bomboştu. Bir zamanlar ünlü ressam­
ların tablolarıyla süslü duvarlar, sanat meraklıları tarafından adeta
talan edilmişti. Yerler çıplaktı, onlara renk ve sıcaklık katan yumuşacık
el dokuması halılar şimdi kim bilir kimin evindeydi. Havuzun suyu
boşaltılmış, içini kuru yapraklar doldurmuştu. Babası günlerini ya

405
Rüya Dağıtan Çocuk

evde müşteri bekleyerek ya da gizlice çıkıp yeni ortaklarıyla buluşarak


geçiriyordu.
Annesi, babasının gizlice evden çıktığını görür görmez peşinden
koşuyor ve avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Fahişelerinle deneme çe­
kimi yapmaya mı gidiyorsun? En azından cebinde birkaç kuruşla dön,
ahlaksız herif!” Sonra sabahın erken saatlerinde başlayıp gün boyunca
yerinden kalkmadan içki içtiği koltuğuna gömülüyordu.
Fakat Ruth’un evi terk edişini kolaylaştıran şey, bu dayanılmaz
atmosfer olmamıştı. Ailesine kararını bildirdikten sonra, kendisi için
kararsız geçen üç günün sonunda bir sabah babası yanında şık giyimli,
yeni traş olmuş, donuk bakışlı bir adamla birlikte odasına girdi. Adam
ilgisini belli etmemeye çalışarak odayı iyice inceledi. Bay Isaacson
başını yerden kaldırmıyor, Ruth’la göz göze gelmemeye çalışıyordu.
Sonunda adam, dedesi Saul’un eski bir fotoğrafının olduğu paha biçil­
mez gümüş çerçeveyi göstererek, “Bu,” dedi. Ruth’un babası yerinden
kımıldamadı. Bunu gören adam uzanıp çerçeveyi aldı, arkasını çevirdi,
çerçevenin içinden Saul Isaacson’ın fotoğrafını çıkarıp yatağın üzerine
attı. Sonra da elinde çerçeveyle odadan çıkıp hâlâ kımıldamadan yere
bakan Bay Isaacson’a seslendi. “Başka görülecek bir şey var mı? Yalnız
çabuk olun. Acelem var.”
Ruth’un babası kızına söyleyecek bir şey bulamadı. Yavaşça çıkıp
kapıyı kapadı.
O gün Ruth, yeşil timsah derisi valizini çıkardı. İçine elbiselerini,
dedesinin fotoğrafını, Christmas’m kalp kolyesini yerleştirdi ve Holmby
Hills malikânesini terk etti. Bunu yapmak ona hiç zor gelmedi.
Bay Bailey, “Gir lütfen, Ruth,” dedi tekrar.
Ruth adama baktı. Sonra yere, tıpkı bir sınır gibi koridorun yer
karosuyla fotoğraf stüdyosunu ayıran pirinç kaplı eşiğine baktı. Sanki
o son adım, bugüne dek attığı bütün adımlardan daha ağırdı. Sanki o
eşiği geçer geçmez kararından dönme şansı kalmayacaktı. Pirinç eşiğe
bakarken, Christmas’a veda etmek için gittiği Monroe Caddesi’ndeki
kokular burnuna dolmaya başladı. O gün ona şaşkınlık veren koku­
lar şimdi cesaret veriyordu. Karşısında duran Bay Bailey birden ona
Christmas’ı hatırlattı. Onun neşeli gülüşünü, alnına düşen dağınık
kâküllerini, kapkara gözlerini, dünyayı umursamayan yüz ifadesini

406
Luca Di Fulvio

görür gibi oldu. Aniden tüm bedenini onun sıcaklığı, umursamazlığı,


cesareti ve hayata meydan okuyuşu sardı.
Başını kaldırdı ve Bay Bailey’ye baktı. Adam sıcacık bakan göz­
leriyle ona gülümsüyordu.
“Bayan Bailey nasıl?”
“Her zaman ki gibi... Girsene.”
Ruth, Christmas’a duyduğu özlemi gidermek ister gibi, “Onu çok
özlüyor musunuz?” diye sordu.
Bay Bailey uzanıp Ruth’un elindeki valizi aldı ve diğer eliyle de
Ruth’u kolundan tutup içeri doğru çekti. “Gel,” dedi. “İçeride konuşalım.”
Ruth, Bay Bailey’nin eşiğe bastığını gördü. Yaşlı adam, babasının
giydiği türden İngiliz ayakkabıları giymiyordu. Ayağında sıradan Ame­
rikan ayakkabıları vardı. Ruth bir an için ne yapacağını bilemedi ve
sonra eşiğin üzerinden atlayıp içeri girdi. İşte, başardım, dedi içinden.
On dakika sonra Bay Bailey’nin sekreteri elinde çay tepsisiyle içeri
girdi. Çay fincanlarını ve küçük kurabiyeleri masanın üzerine bıraktı
ve sessizce çıkıp kapıyı arkasından kapadı.
Bay Bailey, Ruth henüz ona bir şey sormadan, “Onu o kliniğe bı­
rakmak benim kararım değildi,” dedi. “Ben bunu asla yapmazdım.
Eğer bana kalmış olsaydı işi gücü bırakır, kendimi tüm bedenim ve
tüm ruhumla Bayan Bailey’ye adardım. Gece gündüz. Hiç bırakmadan.
Ama hayır, buna ben karar vermedim.”
O özel ama acı veren anıyı hatırlayınca Bay Bailey’nin gözleri bir
an buğulandı.
“Bir gün... Onun kendi hastalığı için söylediği gibi ‘kapana kısıl­
masının’ üzerinden aylar geçtikten sonra bir gün gelip karşıma oturdu
ve bana, ‘Beni iyi dinle, Clarence,’ dedi. ‘Hastalığımın ne kadar ciddi
olduğunu görüyorsun, değil mi? Beni bir akıl hastanesine götürmelisin.’
Sadece bunları söyledi; lafı hiç dolandırmadan, uzatmadan. İtiraz etmeye
kalkıştım ama beni susturdu. ‘Tartışacak zamanım yok, Clarence,’ dedi.
“Birkaç kelime sonra saçma sapan konuşmaya başlayabilirim. Bana söz
vermelisin. Her zaman bana karşı dürüst oldun, şimdi de ol, Clarence.
Tartışacak zamanım yok.’ Ellerini ellerimin arasına aldım, yaramazlık
yapmış bir çocuk gibi başımı önüme indirdim. Çünkü ağlamak üzerey­

407
Rüya Dağıtan Çocuk

dim ve beni... Beni o kadar güçsüz görmesini istemiyordum. Ellerini


sımsıkı tuttum ve başımı kaldırma cesareti bulduğum zaman... Bayan
Bailey benim yanımda değildi. Hepsi bu... Yoktu. O zaman istediğini
yapmaya karar verdim. Çünkü onu yanımda alıkoymaya devam etsey­
dim, onun tanıdığı, dürüst bulduğu adam olmayacaktım...”
Bay Bailey’nin gözleri hüzün doluydu. Gülümsedi. Çayından bir
yudum içti ve sonra pencerenin yanına gidip sırtını Ruth’a döndü.
Tekrar döndüğünde sakinleşmişti. Tüm hüznünü üzerinden atmış
gibiydi. Ruth gözünü kırpmadan onu izliyordu. Sımsıkı tuttuğu çay
fincanı ellerini ısıtıyordu. Ama Bay Bailey’nin bakışları çok daha sıcaktı.
Ruth aniden tüm korkusunun yok olduğunu fark etti, şu an kendisini
hiç olmadığı kadar güvende hissediyordu. Tıpkı büyükbabasının ya-
nındayken olduğu gibi... Tıpkı Christmas’la birlikteyken olduğu gibi.
“Bayan Bailey, içinde bulunduğu kapandan kurtulmak için büyük
bir çaba harcadı ve senin çektiğin fotoğraflara bakmamı istedi...” dedi
Bay Bailey. “Hem de bunu üst üste iki kez yaptı. Çok önemli bir çaba.
Sence de öyle değil mi?”
Ruth alçak sesle, “Evet,” dedi.
“Hadi öyleyse, işe başlayalım.”
Bay Bailey, Ruth’un yanına gitti ve elinden tuttu. Birlikte ofisten
çıktılar. Stüdyonun tüm duvarları boydan boya fotoğraflarla kaplıydı.
Bay Bailey, Ruth’un elini tutmaya devam ederek sekreterinin oda ka­
pısının önünde durdu.
“Bayan Odette, yarın stüdyoya geldiğiniz zaman arşivin kapısını
kapalı görürseniz içeri girmeyin ve hatta fazla gürültü yapmayın. Bir
misafirimiz olacak.”
Uzun bir koridor boyunca yürüdüler ve açık renk bir ahşap kapı­
nın önünde durdular. Bay Bailey kapıyı açtı. “Hadi... Yardım et de şu
odayı toparlayalım,” dedi.
Sonra odanın her tarafına, yerlere, mobilyaların üzerine yayılmış
fotoğrafları toplamaya başladı. Ruth, yaşlı adamın fotoğrafları belli
bir düzen içinde toplamasını ve aynı şekilde yan taraftaki odaya ta­
şımasını izledi.

408
Luca Di Fulvio

“Daha uygun bir yer bulana kadar burada kalabilirsin. Ben de bu­
rada yaşıyorum, beşinci katta. Bir şeye ihtiyacın olduğu zaman kapımı
çalabilirsin. Aslında evimde sana göre bir yer ayarlayabilirim ama...
Bilirsin işte, benim gibi yarı dul bir adamın senin gibi genç ve güzel
bir kızı evinde ağırlaması pek hoş olmaz, sanırım. Değil mi?”
Ruth kıpkırmızı oldu. “Haklısınız, Bay Bailey.”
Yaşlı adam, “Bana Clarence diyebilirsin,” dedi. “Şu dolapta çarşaf
ve battaniye olması lazım. Bu odada neden bir yatak olduğunu biliyor
musun? Bayan Bailey sanatçıların beş parasız insanlar olduğunu söylerdi
ve iyi bir fotoğraf ajansı, bir kuruş kazanmasa bile onların bakımım
üstlenmeliydi.” Bay Bailey güldü. “Belki çok mantıklı değil ama onu
memnun etmeye çalışmak beni her zaman mutlu etmiştir,” dedi ve
tekrar güldü. Elindeki son fotoğrafları da yandaki odaya götürdükten
sonra kendini divana attı. “Sence de öyle değil mi?” diye sordu.
Ruth başını salladı.
Bu arada bir kapının sertçe kapandığını duydular.
Bay Bailey gülümsedi. “Odette her zaman bir şey söylemeden çeker,
gider. O korkunç isminden başka bir de bu kusuru var. Sakın üstüne
alınma, bu onun normal hali. Herkese aynı şeyi yapar. Bazı konularda
pek eğitimli olduğunu söyleyemeyeceğim. Ama mükemmel bir sekre­
terdir. İyi bir insan olduğunu da eklemek gerekir.”
Ruth yeniden başım salladı. Pencereye yaklaşıp dışarı baktı. Güneş
hemen hemen batmıştı.
“Yemek yedin mi?”
“Aç değilim, teşekkürler.”
“Bayan Bailey, sana çok cılız olduğunu söylediğimi duysa muhteme­
len kafamı kırardı. O yüzden sen söylemedim kabul et. Ama öylesin.”
Yaşlı adam gülümsedi ve kısa bir süre genç kızı süzdü.
“Her neyse, ben yaşlı bir adamım ve erken yatmalıyım... Burada
tek başına korkar mısın?”
“Hayır...”
“Öyleyse iyi uykular...”
Bay Bailey etrafa bir göz attı. “Pek matah değil ama zamanla daha
sevimli bir hale getirebiliriz burayı,” dedi.

409
Rüya Dağıtan Çocuk

“Öyle mi?” dedi Ruth ve uzun zamandan beri gülmediği bir iç­
tenlikle güldü.
Yaşlı adam da onunla birlikte güldü. “Gelecek pazar, sana da uygunsa,
Bayan Bailey’yi birlikte ziyaret edebiliriz. Eminim hoşuna gidecektir...”
Bunu söylerken Bay Bailey’nin gözlerine bir hüzün çöktü. “Sana bunu
asla belli edemeyecek olsa bile...” dedi. Sonra yine etrafa bakındı. “Ah,
unutuyordum! Anahtarlar. Benimkileri al ve kapıyı içeriden kilitle.
Yarın yedeklerini yaptırırız.”
Elini uzatıp bir dede şefkatiyle, ama biraz beceriksiz hareketlerle
Ruth’un simsiyah saçlarını okşadı. “İyi geceler, Ruth.”
“İyi geceler... Clarence.”
Ruth, binanın dış kapısının kapanmasını bekledi. Sonra dolabı açtı.
Temiz çarşaf ve battaniye aldı. Duvara bitiştirilmiş, üzeri yastıklarla
dolu divana yatağını yaptı. Timsah derisinden yapılmış yeşil valizini
yatağın üzerine koydu, kilitlerini açtı. Büyükbabasının fotoğrafını alıp
raflardan birine yerleştirdi. Sonra Christmas’ın üç sene önce ona veda
hediyesi olarak verdiği kırmızı kalpli kolyeyi avucuna aldı, var gücüyle
sıktı. Valizi yatağın altına koydu ve elbiselerini çıkarmadan yatağa
uzandı.
Kısık sesle, “İyi geceler, Christmas,” dedi. Cevap bekler gibi birkaç
saniye kımıldamadan durdu. Sonra gözlerini kapadı.
Gecenin ortasında yüreğinde bir sıkıntıyla sıçrayarak uyandı. Ya­
taktan fırlayıp kapıyı kilitledi. “Defol,” diye homurdandı. “Defol, Bili!”
Sonra yatağa girdi. Kolyeyi boynuna taktı. Korkuyorum, dedi içinden.
Her şeyden korkuyorum. Bir an önce uyumayı dileyerek gözlerini
kapadı. “Bir zamanlar Chrismas’tan bile korkuyordun, aptal kız,” diye
söylendi. Sonra, yıllardan beri ilk kez kendisine acıdı. Bu kez gözlerin­
den süzülen yaşların nedeni umutsuzluk değil, kabullenişti.
Ruth kendisine teslim olmuştu.
Kalkıp yatağın içine oturdu. Gömleğini çıkardı, göğüslerini sıkan
bandajı çözdü. Kızarmış göğüslerine baktı. Onları yavaşça, sevgiyle
okşadı. O korkunç kırmızı kalbin onlara değmesine izin verdi. Sonra
göğsüne sardığı bezleri alıp çöp kutusuna attı.

410
Luca Di Fulvio

Yeniden yatağa döndü. Gömleğini giydi ve boynundaki kalpli kolyeyi


sımsıkı tutarak uyumaya çalıştı. Uykuya dalmadan önce düşündüğü
son şey, bantlar olmadan çok daha kolay nefes aldığıydı.

Ertesi sabah Bay Bailey ofisinde, “Düzenli bir görevin olana kadar
kendini başkalarının tekniklerini inceleyerek geliştirebilirsin,” dedi
Ruth’a. “Karanlık oda çok iyi bir okuldur. Orada fotoğraf çekmenin püf
noktaları çok iyi anlaşılır ve fotoğrafın büyüsüyle bağlantıya geçilir.
Ah, sahi... Odanda iki grup halinde kitaplar bulacaksın. Biri, fotoğraf
tekniği ile ilgili el kitapları. Onlara bir göz atmanı isterim. Diğerleriyse
dünyadaki en seçkin fotoğrafların toplandığı kitaplar. Sayfalan dikkatle
incele, iyice karıştır. Sevdiğin ve sevmediğin fotoğrafların bir listesini
yaparsan çok memnun olurum. Ayrıca bu ayırdığın fotoğraflar içinden
seni hiç etkilemeyen ve bakarken bir şeyler gördüğün fotoğrafları da
listelersen çok güzel olur. Tüm bunlardan sonra senden bir şey daha
isteyeceğim; içlerinden dört adet fotoğraf seçmelisin. Hiçbir zaman
çekmek istemediğin bir fotoğraf, Ah, keşke bunu ben çekseydim,’ diye
düşündüğün bir fotoğraf, baktığında teknik olarak hiç ulaşamayacağını
sandığın bir fotoğraf ve ‘Ben olsaydım daha iyisini çekerdim’ diyebi­
leceğin bir fotoğraf. Toplam dört tane. Elbette ki aynı temayı ve aynı
enstantaneyi bulman mümkün olamaz ancak olabildiğince benzer
çekimler yapmaya çalışmak mümkün, özellikle de gölgelere ve ışığa
dikkat ederek. Tüm fotoğraf makinelerimi kullanabilirsin. İçlerinden
birini seç ve o dört fotoğrafa uygun olan fotoğraflar çekmeye çalış.”
Sonraki bir ay içinde Ruth, filmleri banyo etmeyi ve baskılarını
yapmayı ya da Bay Bailey’nin dediği gibi “fotoğrafın büyüsünü” öğren­
mişti. Karanlık odada fotoğraflardaki objeler tıpkı hayaletler gibi kart­
ların üzerinde oluşmaya başlıyordu. Bir yandan reaktifleri ve banyoları
öğrenirken bir yandan da Bay Bailey’nin fotoğraf makineleriyle pratik
yapıyor, magnezyum flaş ve üçayak kullanmayı deniyordu. Bu arada
doğru poz zamanlamasını da öğrenmişti. Burnu yavaş yavaş jelatin,
potasyum dikromat, bromür ve gümüş klorür kokularını ayırt etmeye
başladı. Akşamları odasına çekildiğinde fotoğraf teknikleri ve tarihiyle
ilgili kitapları okuyordu. İlkel cam levhalar üzerine uzmanlaşmış eski
Arap fotoğrafçılardan dagerreyotipilere, ilk negatif fotoğraflardan gü­

411
Rüya Dağıtan Çocuk

nün son tekniklerine geçiyordu. Ve kitapların sayfalarını çevirdikçe


fotoğrafın ruhuyla bağlantı kuruyor, tek bir karenin inanılmaz bir
anlatım zenginliği taşımasına hayranlıkla bakıyordu.
Kendisini hazır hissettiğinde Bay Bailey’nin yanma gitti. “Bitir­
dim,” dedi. “Bunlar bana söylediğiniz listeler ve bunlar da seçtiğim
dört fotoğraf.”
“Tebrikler,” dedi Clarence. “Öyleyse ilk işine hazırsın.”
“Ya bunlar? Bunlara bakmayacak mısınız?”
“Neden bakayım?” Küçücük mavi gözlerini Ruth’a çevirdi ve genç
kıza göz kırptı. “Bunları neler hissederek seçtiğini anlamam mümkün
değil. Bunu anlayabilecek tek kişi yine sensin. Sence de öyle değil mi?”
Ruth bu cevap karşısında oldukça şaşırmış bir halde elindekileri
evirip çevirdi. Sonra birden Bay Bailey’nin ne demek istediğini anladı
ve adama gülümsedi. “Evet, Clarence.”
“Güzel. Yarın saat dörtte Paramount’ta olacaksın. Beş numaralı
stüdyoda Albert Brestler ile randevun var. Kendisi çok önemli biridir.
Adolph Zukor onun söylediği her şeyi dikkate alır.”
“Peki onun fotoğrafını mı çekeceğim?” diye sordu Ruth şaşkınlıkla.
“Hayır. Onun değil, oğlu Douglas’m fotoğrafım çekeceksin. Yedi
yaşma basıyor. Brestler onun için beş numaralı stüdyoda bir parti
düzenliyor. Oynarken, hediyelerini açarken, pastasının mumlarını
üflerken fotoğraflarını çekersin.”
“Ah...”
“Ne oldu?”
“Gülen insanların fotoğraflarını çekmekten hoşlanmıyorum.”
“Öyleyse sen de gülmediği anları yakala.”
Ruth ne diyeceğini, ne yapacağını bilemeden kalakaldı.
“Başka bir şey var mı?” diye sordu Clarence. İşine dönmek ister
gibi bir hali vardı.
Ruth bir şeyler söylemek istedi. Sonra vazgeçip Bay Bailey’nin
odasından çıktı.
Stüdyoya geldiği zaman kendisini çok rahatsız hissediyordu. Çocuk­
ların anneleri birer başrol oyuncusu gibi tüm mücevherlerini takmışlardı.
Çocuklarsa on sekizinci yüzyılı andıran kostümler giymişlerdi. Günün

412
Luca Di Fulvio

ortasında tüm stüdyo güçlü projektörlerle aydınlatılmıştı. Stüdyonun


tam ortasına hazırlanmış olan küçük sahneye altm varaklı bir taht
yerleştirilmişti ve Douglas Brestler elinde asası, başında tacıyla tahtta
oturmaktaydı.
Ruth’un içeri girdiğini gören ev sahibesi kızın yanma yaklaştı.
“Fotoğrafçı siz misiniz?”
Elini çenesine koyup Ruth’u baştan aşağı süzdü.
“Hadi öyleyse, oyalanmayın.”
Daha sonra misafirlerinin yanma dönen kadın muhtemelen birkaç
saniye içinde, Ruth sanki hiç var olmamış gibi, onu unutacaktı.
Ruth da yavaş yavaş rahatlamaya başladı. Ne büyükler ne de ço­
cuklar onu fark etmiş gibiydi. Sanki görünmez biriydi. Douglas, arka­
daşlarından birinin kanadını kırdığı uçağına üzüntüyle bakarken Ruth
çocuğun fotoğraflarını çekmeye başladı. Sonra annesinin sinirlerine
hâkim olamadan indirdiği tokadın diğer çocuğun yanağında bıraktığı
parmak izlerini çekti. Bayan Brestler’in koca bir pastayı yutmaya çalı­
şırken çenesinden akan kremayı... Başka bir annenin dişlerinin arasına
girmiş yiyecek artığını uzun ve kırmızı boyalı tırnağıyla çıkarmaya
çalışmasını... Kaçan çorabına öfkeyle bakan başka bir anneyi... Ama
hepsinden çok çocukları fotoğrafladı. Terlemiş, yorulmuş, üstlerin­
deki komik ve çikolata lekesi içindeki giysilerle bir köşede uyuklayan
çocuklar. Küçük bir şey yüzünden kavga eden ya da balerin eteğinin
danteli söküldüğü için gözyaşı döken çocuklar. Bir masanın etrafında
açlıktan gözü dönmüş gibi yiyeceklere saldıran çocuklar. Savaş alanına
dönmüş bir mekân.

Bir sonraki hafta Ruth fotoğraf stüdyosuna girerken Albert Brestler’m


Clarence’a bağırdığını duydu. “Bunlar ne? Sen bunlara fotoğraf mı di­
yorsun? Bir doğum günü partisinden çok bir cenaze töreni gibi. Karım
öfkeden çıldırmak üzere.”
Ruth o an öleceğini sandı. Ofis boştu. Odette çoktan gitmişti. Bay
Bailey’nin yarı açık duran oda kapısına yaklaştı ve içeriyi dinlemeye
devam etti.
Clarence son derece soğukkanlı bir sesle, “Bana ne söylemeye
çalışıyorsunuz, Bay Brestler?” diye sordu. “Sanırım bana ödeme yap­

413
Rüya Dağıtan Çocuk

mak istemiyorsunuz. Aksi takdirde buraya kadar gelme zahmetinde


bulunmazdınız. Haklı mıyım?”
Ruth kapı aralığından Bay Brestler’in oturduğunu gördü. Elindeki
fotoğraflara sessizce ama yüzünde gittikçe artan bir öfkeyle tekrar
tekrar bakıyordu. “Baktıkça... Baktıkça daha çok...” Sustu ve derin
bir nefes aldı. “Garip bir şeyler...”
Clarence, “Evet, ben de aynısını düşündüm,” dedi.
Brestler yaşlı adamın gözlerinin içine bakarak, “Ama o kadar özen­
diğim bir gün için bana böyle birini göndermemeliydin,” dedi. “Çok
ünlüsün, çünkü en ufak ayrıntıyı bile gözden kaçırmaz, hata yapmaz­
sın. Ancak bu defa...” Fotoğrafları öfkeyle masaya fırlattı. “Karım çok
haklı... Bu bir cenaze töreni,” dedi.
Ruth kalbinin durduğunu sandı. Her ikisi de bir süre konuşmadı­
lar. Ofisin içine bir ölüm sessizliği hâkimdi. Ruth daha fazla dinlemek
istemiyor ama yerinden de kımıldayamıyordu.
Sonunda Clarence gülümseyerek, “Daha önemli bir çekim için
size bu kızı önersem, ona bir şans daha verir miydiniz?” diye sordu.
Brestler içini çekti. “Hayır,” dedi. “Sanmam.”
Clarence sessizce adamı süzdü. “Ben de öyle düşünmüştüm.”
Brestler başını iki yana salladı. Fotoğrafları eline alıp yeniden göz
attı. Sonra cebinden sigara tabakasını çıkarıp bir sigara yaktı. Uzun
bir nefes çekti ve dumanının tavana doğru üfledi.
“Aslında iyi çekmiş.”
“Evet, çok iyi.”
Ruth kapının arkasında kıpkırmızı kesildi. İşte şimdi kaçma za­
manı gelmişti.
Brestler, “Peki, tamam,” dedi. “Sence kimlerin fotoğrafını çekmeli?”
“Gülmeyen insanların.”
Brestler sabırsızca yerinde kımıldandı.
“Ne demek ‘gülmeyen insanlar’? Drama oyuncuları filan mı?”
“Mükemmel... Evet, drama oyuncuları.”
“Ya başka?”

414
Luca Di Fulvio

“Şimdilik bunlardan başlayalım. Eğer fotoğraflar güzel çıkarsa, o


sürekli gülen insanlar da fotoğraflarını ona çektirmek isteyeceklerdir.”
“Bu kızın adı ne?”
“Ruth Isaacson.”
“Yahudi mi?”
“Sormadım.”
“Yahudi olmak, Hollywood’da birçok kapıyı açar.”
“Öyleyse sorarım.”
“Canın cehenneme, Clarence,” dedi Brestler ayağa kalkarak. Sonra
parmağıyla oğlunun fotoğraflarım işaret etti. “Yine de bunların pa­
rasını sana ödemeyeceğim. Ve hemen karımın çenesini kapatacak bir
fotoğrafçı gönder bana. Boşanma davası açmadan önce.”
“Geçen seneki fotoğrafçıyı ister misiniz?”
“Bana öldüğünü söylemiştin.”
“Gerçekten mi?” Clarence kurnazca güldü. “Affedersiniz. Karış­
tırmış olmalıyım.”
Brestler güldü ve ıslık çalarak ofisten ayrıldı.
Clarence fotoğrafları eline aldı ve hepsine tek tek bakmaya başladı.
Kısa bir süre sonra, “İçeri gelsene, Ruth,” diye seslendi. “Hâlâ dışarıda
ne yapıyorsun?”
Ruth buz kestiğini hissetti. Yakalandığı için huzursuz ve kıpkırmızı
bir yüzle odaya girdi. “Clarence, çok özür dilerim... Ben...”
Yaşlı fotoğrafçı gülerek Ruth’un sözünü kesti. “Bugünden itibaren
somurtkan yıldızların fotoğrafçısısın,” dedi. “Ne diyorsun? Tamam mı?”

415
46

Manhattan, 1927

Christmas, Monroe Caddesi 320 numaralı apartmanın yöneticisi ve


sahibi Sal’in ofisinden içeri başını uzattı. “Girebilir miyim?” dedi.
Çalışma masasının arkasında hesaplarla boğuşan Sal Tropea, yıl­
lar içinde daha derin ve boğuk hale gelmiş sesiyle, “Tabii, gel” dedi.
Christmas elindeki biletleri havada sallayarak, “Funny Face mü­
zikaline iki biletim var,” dedi.
“Eee?”
“Alvin’de.”
“Eee?”
Christmas biletleri masaya bıraktı. “Annemi götürsene.”
Sal başını kaldırıp Christmas’ı süzdü. “Bu takımı nereden aldın?”
“Güzel, değil mi?” dedi Christmas. Lacivert yün takımının ceketi
üzerinde elini gezdirdi.
“Sana nereden aldığını sordum. Annen o kahverengi takımı giy­
meni istiyor.”
Christmas’m suratı asıldı. “Kötü bir şey yaptığım yok. Santo’nun
hediyesi.”
“Kimin?”
“Santo Filesi.”
“Şu evlenen çocuk mu?”
“Evet, o.”
“Arkadaş mısınız?”

416
Luca Di Fulvio

“Evet.”
Sal, “İyi insanlar,” dedi. Çalıştığı hesap defterini kapatıp Christmas’ın
masaya bıraktığı biletlerin üzerine koydu. Sanki biletler orada yokmuş
gibi. “Her ay düzenli olarak kiralarını ödüyorlar. Ama bu düğün beni
biraz endişelendiriyor. Etrafa bir ton para saçıyorlar. Şu insanlar ne
halt etmeye evlenirler, bilmem.”
Christmas biletleri işaret ederek, “Bu akşam,” dedi.
“Belki de bu ay onlardan kira almam. Zaten onların da ödeme
yapacaklarını pek sanmıyorum. En azından zorlanacakları kesin. Ben
de onlarla kötü olmamış olurum. Üstelik güzel bir düğün hediyesi
olur, değil mi?”
“Gidecek misiniz?”
“Sorduğum sorulara hiç kulak asma sen.”
“Sen de öyle. Annemi tiyatroya götürecek misin?”
“Annenden daha kalın kafalısın. Kira almazsam güzel bir düğün
hediyesi olur mu?”
Christmas içini çekti. “Evet, Sal. Olur.”
“Evet, bence de.” dedi Sal memnuniyetle. “O ufak tefek adam var
ya, Santo’nun babası...”
“Tek eliyle bir ton yük kaldırıyor. Yıllardır mahallede bunu bil­
meyen yok.”
“Üstelik çok iyi bir adam.”
“Lanet olsun, Sal. Tamam, anladım.”
Christmas biletleri almak için masaya uzandı. Sal’in yıllardır te­
mizlemekten çekindiği eli hızla Christmas’m bileğini tuttu. “Doğru
konuş, serseri.”
“Tamam, Sal. Şimdi işe gitmeliyim.”
Sal, Christmas’m bileğini bıraktı ve arkasına yaslandı. “Neymiş
oyunun adı?”
“Funny Face.”
“Hiç duymadım.”
“Yeni bir gösteri. Bir müzikal...”
“Hangi tiyatro demiştin?”

417
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas, “Alvin,” diye homurdandı. “Biliyorum, onu da hiç duy­


madın. Bina da yeni açıldı. Elli İkinci Cadde’nin başında.”
“Peki, neden adını Alvin koymuşlar?”
Christmas’m sabrı taştı. “Ben nereden bileyim, Sal?”
Sal güldü ve ellerini ensesinde birleştirdi. “Binayı Bay Pincus inşa
etti ama mühendislerin içinde de tanıdıklarım var,” dedi sıtırarak.
“Binanın sahipleri Alex Aarons ve Vinton Freedley. Alex ve Vinton.
A l ve Vin. Gösterilerden, tiyatrolardan bir bok anlamam ama emlak
piyasasını bana sorabilirsin.” Kendinden emin bir şekilde, dişlerini
göstererek güldü. “Gördün mü? Öğreneceğin çok şey var.”
“Tamam, sen kazandın,” dedi Christmas gülerek.
“Şu müzikale dönersek...”
“Fred ve Adele Astaire’in birlikte oynadığı bir müzikal. Fred Astaire...”
“Tamam, tamam... Anladım. Annen bütün gün onların şarkılarıyla
kafamı şişiriyor. Bu adam, neydi adı, ibnenin teki galiba.”
“Fred Astaire. İbne olduğunu nereden çıkardın?”
“Adam dansçı.”
“İbne filan değil,” diye homurdandı Christmas. “Seninle konuşmak
niye bu kadar zor?”
Sal, Christmas’ın son dediğini duymamış gibi, yüzünün ifadesini
hiç değiştirmeden, “Olmadığım nereden biliyorsun?” diye sordu. “Adam
dansçı, değil mi? Eh, tüm dansçılar ibnedir. Yoksa kadınların yaptığı
bir işi neden yapmak istesin?”
“Onu, senin hayal bile edemeyeceğin bir kadınla birlikte gördüm,”
dedi Christmas.
Sal gözlerini kısarak ona baktı.
“Bu, Fred bilmem ne dediğin adamın ibne olmadığını kanıtlar mı?”
“Hayır, Sal. Sana bunu nasıl anlatabilirim ki?”
Sal kısa bir süre daha Christmas’a baktı. Sonra hesap defterini
önüne çekip sayfalarını karıştırmaya başladı. Christmas’m hâlâ kı­
mıldamadan durduğunu görünce başını kaldırıp ona baktı. “Başka
bir şey var mı?”
“Annemi bu gece tiyatroya götürüyor musun?”
“Bakarız.”

418
Luca Di Fulvio

“Sal, ne zamandır onu dışarı çıkarmıyorsun.”


Sal’in bakışları dalgınlaştı. Aklına, hapisten yeni çıktığı zaman
Madison Square Garden’daki gece geldi. “Nesin sen? Muhabbet tellalı
mı?” dedi. Sonra başını iki yana salladı. “Haklısın, uzun zaman oldu.”
“Öyleyse?”
“Bakarız.”
“Sal!”
“Tamam, tamam... Allahın belası!” Uzanıp masanın üstündeki
biletleri aldı ve güldü.
“Seni iyi terlettim ama... Değil mi?”
“Anneme sakın biletleri benim verdiğimi söyleme. Senin aldığını
düşünmek onu daha çok mutlu eder.”
“Umarım koltukların yeri iyidir yoksa beni annenin karşısında
rezil edersin.”
“Locada.”
“Loca... Loca... Ben götürdüğüm zaman ona hep en ön sıradan
bilet alırdım.”
“Hoşça kal, Sal. Gitmeliyim.”
“Hey, bekle. Radyo programı nasıl gidiyor?”
Christmas, elini kapıdan ayırmadan dönüp Sal’e baktı. “Henüz
bir şey yok,” dedi.
Sal masaya bir yumruk indirdi. “Karar vermek bu kadar mı uzun
sürüyor? On beş gün geçti bile. Orospu çocukları... Ne yani, sen onların
keyfini mi bekleyeceksin? Zengin piçleri, kibirli itler...”
“Santo’ya yardım ettiğin için de teşekkür ederim,” dedi Christmas
gülümseyerek.
“Bir şey değil. Görüşürüz.”
Sal yalnız kalınca derin bir nefes aldı ve masaya bir yumruk daha
vurdu. Sonra pencerenin yanına gitti, camı sonuna kadar açtı.
Kaldırımda yürüyen Christmas’ın arkasından, “İstersen bacakla­
rını kırarım!” diye bağırdı. “Bana söyle yeter ki. İşini bilen iki adam
hepsinin hakkından gelir.”

419
Rüya Dağıtan Çocuk

Kari Jarach duyduklarına inanamıyordu. Yirmi günlük bir beklemeden


sonra ret cevabı vermişlerdi. Önce lafı dolandırıp durmuş, programda
boş yer olmadığım söylemişlerdi. Kari onları sıkıştırınca da bu kadar
argo konuşulan bir programın ilgi çekmeyeceğini söylemişlerdi. Onlara
göre programın hiçbir zaman yeterli dinleyiciye ulaşması mümkün
değildi. Aptallar... N.Y. Broadcast’m yönetim kurulu tamamen aptallar­
dan oluşuyordu. Programın kabul edilmediğini Christmas’a söylemek
için depoya indiğinde söylediği ilk şey bu olmuştu.
Cyril, umutsuz gözlerle Karl’a bakıp yere tükürdü. “Lanet olası
beyazlar!” dedi.
Kari, Christmas’ın yüzündeki hayal kırıklığını açıkça görebiliyordu.
“Üzgünüm,” dedi. “Gerçekten çok üzgünüm.”
Christmas zorla gülümsedi. Sonra Cyril’e dönüp, “Kutlanacak Ya­
hudi düğünü var mı?” dedi.
Tamirci öfkeyle eğilip yerden bir kutu ve iki çekiç aldı. “Buna
benim de ihtiyacım var,” dedi. Sonra Karl’a ters ters bakıp, “Her ne
kadar birilerinin kafasını kırmak istesem de...” diye homurdandı.
Kari ikisinin de deponun arkasına doğru yürüdüklerini görünce,
“İşe dönmeliyim,” dedi. Ama ne Christmas ne de Cyril ona cevap verdi.
Kari belki duymadıklarını, belki de duymamış gibi davrandıklarını
düşündü. Omuzları çökük ve çaresizlik içinde yedinci kata çıktı. Odasına
girer girmez sekreteri arkasından nefes nefese odaya daldı.
“Çok kötü bir şey oldu, Bay Jarach.”
Kari pencereye doğru ilerledi ve boş gözlerle dışarı bakmaya baş­
ladı. New York’ta akşam olmaya başlamıştı. Daha şimdiden çoğu insan
işinden çıkmış, caddeler kalabalıklaşmaya başlamıştı. Bir günün daha
sonuna gelmişlerdi.
“Yine mi?”
“Skinny ve Fatso.”
Kari dönüp sekreterine baktı. “Evet?”
“Trafik kazası geçirmişler. Programa gelemeyecekler.”
Sekreter kadın, iki varyete sanatçısının yaptığı Cookies adlı komedi
programının sadık bir dinleyicisi olarak adeta yasa girmişti.

420
Luca Di Fulvio

Kari bir şey demeden kadına baktı. O an, Skinny ve Fatso adlı iki
aptala ne olduğu umurunda bile değildi. “Ne yapalım? Müzik yayını
mı?” diye sordu.
“Evet, evet...”
“Ne tür bir şey olsun?”
“Siz karar verin.”
Sekreter kadın bir an ne diyeceğini bilemeden durdu, sonra ka­
rarını vermiş gibi odadan çıktı.
Kari yeniden pencereden bakmaya başladı. İşten çıkan insanlar
evlerine koşuyordu. İyi geceler, Neıv York, dedi içinden. O anda sırtın­
dan aşağı soğuk bir ürperme geçti. Ne olacaksa olsun, diye düşündü.
Koşar adım odasından çıktı. Asansöre binmekte olan sekterine seslendi.
“Mildred! Mildred! Eve gidebilirsiniz. Geri kalanını ben halle­
deceğim.”
“Ama Bay Jarach...”
“Evinize gidin.”
Kadım kolundan tutup asansörden çıkardı ve kendisi bindi. Asan­
sör görevlisi kapıyı kapar kapamaz, “İkinci kata,” dedi, “Çabuk ol.”
Asansörün kapıları ikinci katta açılır açılmaz Kari, konser salonuna
doğru koşmaya başladı. Önüne gelene, “Maria nerede?” diye soruyordu.
A z sonra Maria ile karşılaştı. Genç kadın mantosunu giymiş, at­
kısını bağlamakla meşguldü.
Kari, nefes nefese, “Henüz gidemezsin, Maria,” dedi. Dinle beni!
Fazla zamanımız yok. Christmas’ın kaydını yapan sesçinin adım ha­
tırlıyor musun?”
“Leonard.”
“Leonard, tamam. Hemen onu bana buluyorsun. Kaydı ondan alı­
yorsun ve bana yetişiyorsun... Cookies hangi stüdyodan yayınlanıyor?”
“Dokuz.”
“Üçüncü kattaki stüdyo mu?”
“Evet, üç.”
“Tamam, orada buluşalım.” Babasının hediyesi olan altın kol sa­
atine baktı. “Çabuk olun, Maria. Beş dakikamız kaldı.”

421
Rüya Dağıtan Çocuk

Üçüncü kattaki dokuz numaralı stüdyoda ses teknisyeni ve spiker


müzik yayını başlatmak için bekliyorlardı.
Kari salona girdi. “Hazır mıyız?” diye sordu.
“Evet, ama...”
“Bir dakika bekleyin.”
Kari bir elini sesçiye doğru uzattı ve gözünü salonun kapısına dikti.
O sırada Maria elindeki kayıt bandıyla koşarak salona girdi. “İşte!”
Kari, kaydı sesçiye uzattı. “Bunu yayınlıyoruz,” dedi.
Maria, “Emin misiniz?” diye sordu.
Kari sevinçli bir gülümsemeyle, “Hiç bu kadar emin olmamıştım,”
dedi.
Sesçi, “Tamam,” dedi. “Ben hazırım.”
“Maria, teşekkürler... A rtık evinize gidebilirsiniz.”
Maria, Karl’a gülümsedi. “Deli misiniz? Bu anı hiçbir şeye değiş­
mem. Ama gidip tamirhanede dinlemek istiyorum,” dedi.
Kari da genç kadına gülümsedi. “Selamımı söyleyin,” diye cevap
verdi.
Maria başını salladı ve ses geçirmeyen kapıyı yavaşça çekip kapadı.
O sırada dâhili mikrofondan ses teknisyeninin sesi duyuldu: “Ya­
yma on beş saniye kaldı.”
“Ne söylemem gerekiyor?” diye sordu spiker telaşla.
Kari, ses teknisyenine, “Girişten sonra tüm ışıkları kapatmanı
istiyorum,” dedi “Hepsini.” Sesçi, kristal camın arkasından bir işaret
yaparak anladığını belirtti.
Spiker, tedirgin bir ses tonuyla tekrar, “Ne söylemem gerekiyor?”
diye sordu.
“On saniye...” dedi ses teknisyeni.
Kari adama baktı. “Ben hallederim,” diyerek onu kenara itti.
Sonra sesçiye baktı ve başlaması için işaret verdi.
Sesçi camın arkasından elini kaldırıp saymaya başladı: Beş... Dört...
Üç... İki... Bir. Kolunu aşağı indirdi. Yayın başlamıştı.
Kari, sesini ayarlayıp konuşmaya başladı: “Burası N.Y. Broadcast,
sizin radyonuz... Bu akşam, beklenmedik bir nedenle, Cookies sizlerle

422
Luca Di Fulvio

olamayacak...” Kimsenin kanal değiştirmemesini dileyerek yumruk­


larını sıktı. “Ancak sizlere, Christmas’m hazırladığı yeni ve sıradışı
programımızı sunmaktan gurur duyuyoruz...” Sustu. Buz gibi terlemeye
başladı. Lanet olsun! Christmas’m soyadı neydi? “Evet, Christmas...
Sadece o kadar, sayın dinleyiciler. Birazdan onun soyadını neden
gizlediğimi anlayacaksınız. Christmas, tehlikeli bir adam. Program
başlıyor, sayın dinleyiciler.” Kari yeniden durdu. Bir isim; programa
bir isim gerekiyordu. “Diamond Dogs sizlerle!”
Sonra kaydı başlatması için sesçiye işaret verdi.
Tüm salon karanlığa büründü ve Christmas’m sesi duyuldu: “Yel­
kenler fora!”
Sessizlik.
Sonra bir kez daha Christmas’ın sesi karanlık salonda yankılandı:
“Yelkenler fora!”
Kari elini alnına koydu. Ter içindeydi. Birden çok mutlu olduğunu
hissetti. “Vay anasını!” diyerek oturduğu koltuğun arkasına yaslandı.
Christmas’m kadife gibi sesi şehre yayılmaya başladı: “İyi akşam­
lar, New York...”

423
47

Los Angeles, 1927

Bay Bailey, karanlık odanın kapısını açmadan içeri seslendi.


“Misafirin var, Ruth.”
Ruth neşeli bir sesle, “Geliyorum,” diye cevap verdi.
Banyo etmekte olduğu fotoğraflardan çok memnundu. Güney Ca­
lifornia Üniversitesi’nin futbol takımı Thundering Herd’ün başarılı
oyuncusu Marion Morrison’un fotoğraflarıydı bunlar. İri yarı, uzun
boylu genç, çekimler süresince -v e hatta molalarda b ile- bir kez olsun
gülümsememişti. Şu an sadece Fox stüdyolarının aksesuarcısıydı ama
Clarence’a göre ileride ünlü bir yıldız olacaktı. Clarence, Fox stüdyo­
larının başkam Winfield Sheehan’a da bunu söylemişti. Ruth içinse
bunun pek bir önemi yoktu. Onu ilgilendiren tek şey, delikanlının hiç
gülmeyen biri olmasıydı. Fotoğraf çekimlerini açık havada yapmıştı.
Clarence, Ruth’un kulağına delikanlının western filmleri sevdiğini
fısıldamıştı. Ruth da bunu düşünerek onu havanın kapalı olduğu bir
günde, neredeyse çöl gibi kurak bir alana götürmüştü. Fotoğraflar
karanlık ve yüksek kontrastlıydı. Marion Morrison’un iri yarı görün­
tüsü kadrajın tam ortasındaydı. Delikanlı poz verirken ellerini ceple­
rine sokmuş, dünyayı umursamayan bir havaya bürünmüştü. Ancak
Ruth’un çektiği bu fotoğraflarda başka bir şey daha vardı; Morrison,
yeryüzünde kalan son insanmış gibi yalnızdı.
Bay Bailey, “Gelsene, Ruth,” dedi.
Ruth son fotoğrafı da kuruması için asarken, “Tamam, işte bitti,”
dedi. Sesi cıvıl cıvıldı. “Kimmiş beni soran?”

424
Luca Di Fulvio

Bay Bailey sadece, “Gel,” diye tekrarladı.


Ruth, yaşlı adamın sesindeki donukluğu hemen fark etti. Karanlık
odanın camını açtı ve sonra dışarı çıktı.
“Benim ofisimde bekliyor.”
Ruth koridorda yürürken bir an durakladı. İçine garip bir korku
düşmüştü. Elini pirinç kapı koluna dayadı, kolu yavaşça çevirdi ve
kapıyı açtı.
Bay Isaacson, çalışma masasının önünde yüzü kapıya dönük du­
ruyordu.
“Merhaba, tatlım.”
“Merhaba, baba.”
Ruth kapının eşiğinde kımıldamadan durdu.
“Uzun zamandır bizi görmeye gelmedin.”
“Öyle oldu,” dedi Ruth. İçeri girdi ve kapıyı kapadı.
Ne yapacağını bilemiyordu. Koşup babasının boynuna mı atlama­
lıydı yoksa bir yabancı gibi ondan uzak mı durmalıydı? Aralarındaki
sessizliğin daha fazla uzamaması için, “Annem nasıl?” diye sordu.
Bay Isaacson, Clarence’ın Venice Bulvarı’na bakan geniş ve aydınlık
penceresini işaret ederek, “Aşağıda,” dedi. “Arabada... Yukarı çıkıp çık­
mamakta. .. Biliyorsun son görüşmenizde çok iyi şeyler yaşanmamıştı...”
“Hâlâ çok içiyor mu?”
Bay Isaacson başını önüne eğdi ve kısa bir suskunluktan sonra,
“Taşınıyoruz,” dedi.
Ruth şaşırmıştı. “Taşınıyor musunuz? New York’a geri mi dönü­
yorsunuz?”
Ruth’un babası hüzünlü bir ifadeyle başını iki yana salladı. “Hayır.
Annen bunu yapamaz...” dedi. Başı hâlâ önüne eğikti. “Oakland’a gidi­
yoruz. Holmby Hills’i komik denecek bir fiyata sattım ve Oakland’dan
gelen bir iş teklifini kabul ettim. Yeni bir sinema açılmış... Kısacası
bir yöneticiye ihtiyaçları varmış ve ben de... Sadece büyükler için
olan filmleri biliyorsun, değil mi? Annen haklıydı, her zaman olduğu
gibi... Bizim dünyamız değil orası. İnsanlar çok kaba, çok avam. Artık
dayanamıyordum ve sonra... Her neyse, kazancımız da çok yüksek

425
Rüya Dağıtan Çocuk

değildi... Oakland’da sinemaya yakın bir yerden bir ev satın aldık...


Kalabildiğimiz kadar kalmaya çalışacağız.”
Ruth babasına doğru çekingen bir adım attı. Sonra bir tane daha,
bir tane daha... Yanına gelince boynuna sarıldı. “Baba... Çok üzgünüm.”
Kızının sarılmasından duygulanan Bay Isaacson’ın gözleri doldu.
Alelacele cebinden bir mendil çıkarıp burnunu sildi. Ruth o an, yanın­
daki adamın ne kadar zayıf biri olduğunu yeniden hatırladı. Ama onu
hor görmüyordu. Ne de olsa babasıydı ve bir kız çocuğunun istediği
gibi bir baba olamamak onun suçu değildi. Onu yeniden kendisine
çekti, sımsıkı sarıldı. Ve babasını, hayatı boyunca yapamadığı her şey
için affetti.
Babasını kollarında sıkmaya devam ederek, “A rtık bir fotoğrafçı­
yım,” dedi. “Ve bu senin sayende oldu, baba. Teşekkür ederim.”
Bay Isaacson hıçkırarak ağlamaya başladı. Ancak kısa bir süre
sonra başmı kaldırıp kızına baktığı zaman gözleri neşeyle parlıyordu.
“Aferin, benim güzel kızım,” dedi. Hem gülümsüyor hem de gözlerin­
den yaşlar akıyordu. “Tıpkı babam gibisin, Saul deden gibi.” Kızının
yüzünü ellerinin arasına aldı. “Sen güçlü bir kızsın, Ruth ve her gün
bana benzememen için Tanrı’ya dua ediyorum. Omuzlarımda bir de
onun yükünü taşıyabileceğimi pek sanmıyorum.”
“Böyle konuşma, baba,” dedi Ruth. Yeniden kendisini onun kolla­
rına attı. “Böyle konuşma...”
Bay Isaacson kızım kollarından tutup kendisinden uzaklaştırdı.
“Oakland’a yolun düşerse mutlaka bizi bul.” dedi. “Oakland Tiyatrosu,
Telegraph Bulvarı.”
Sonra elini ceketinin iç cebine soktu ve bir zarf çıkardı.
“İçinde beş bin dolar var. Maalesef daha fazlasını veremiyorum,
hayatım.”
“Gerek yok, baba. Benim bir işim var.”
“Al bunu, Ruth. Lütfen. Büyükbaban bizlerin, duygularını ancak
parayla anlatabilen insanlar olduğumuzu söylerdi. Lütfen...”
Ruth babasının uzattığı zarfı aldı.
Bay Isaacson gülümseyerek, “Ben sana bir de Leica hediye etmiş­
tim, değil mi?” diye sordu.

426
Luca Di Fulvio

“Aldığım en güzel hediyeydi,” dedi Ruth.


Babası aniden ciddileşti. “Son bir şey daha var,” dedi. Yutkundu,
başını tekrar yere indirdi.
“Ben bilmiyordum...” Ruth’a bakıp gülümsemeye çalıştı. “Bilmi­
yordum ancak bilseydim bile belki farklı davranmazdım...” Elindeki
alyansıyla oynamaya başladı. Devam edip etmemekte tereddüt ederek
yüzüğü sağa sola çeviriyordu. “Bunu sana söylemenin doğru bir şey olup
olmadığım da bilmiyorum... Ama ondan nefret etme, Ruth. Annenden
nefret etme. O sadece senin için iyi olduğuna inandığı şeyleri yaptı.”
“Neler diyorsun, baba?”
“Annen, Ruth... Ben bilmiyordum ama bu son zamanlarda, yani
sen gittikten sonra... Çok fazla konuşmaya başladı. Biliyorsun işte,
alkol... Ve...”
“Baba.”
“Şu seni kurtaran çocuk...”
“Christmas!”
“O çocuk... O sana mektup yazmış... Bir sürü. Beverly Hills’e ve
sonra da Holmby Hills’e... Ama annen... Annen hiçbirini sana göster­
memiş... Ve hatta senin yazdıklarını... Senin o çocuğa yazdıklarını da
yok etmiş.”
Ruth midesine bir yumruk yemiş gibi nefesinin kesildiğini hissetti.
“Ondan nefret etme, Ruth... Yalvarırım... Doğru bildiğini yapmış.
Sadece senin iyiliğin için...”
“Evet...”
Ruth babasına arkasını dönüp pencerenin yanına gitti ve aşağı
baktı. Karşı kaldırımın yanma kahverengi bir araba park etmişti. Şoför
koltuğunun yanında oturan kadının elindeki metal şişe bir an parladı.
Ruth geri döndüğünde babası artık yanında değildi.

427
48

Manhattan, 1927

Oymalı geniş çalışma masasının arkasında oturan N.Y. Broadcast


genel müdürü Neal Howe, üstüne adının baş harfleri işlenmiş keten
bir mendille yuvarlak çerçeveli gözlüklerini sildi. “Kovuldunuz,” dedi.
Yuvarlak yüzündeki ince kılcal damarlar, tıpkı bir örümcek ağı
gibi yanaklarına yayılmıştı. Seyrek saçlarının altındaki kafa derisi
kıpkırmızıydı. Usta bir terzinin elinden çıkmış olduğu belli olan gri
takımının ütüsü kusursuzdu ve ceketinin sağ yakasındaki birkaç askerî
madalya hemen göze çarpıyordu. Temizlendiğinden iyice emin olunca
gözlüklerini taktı ve karşısında ayakta duran Christmas ve Karl’ı süz­
meye başladı.
“Kendi kendinize, sizinle kişisel olarak görüşmek istememin nede­
nini soruyor olabilirsiniz,” derken alaycı bir ifadeyle gülümsedi. “Çünkü
eğer savaşta olsaydık bu yaptığınıza isyan denirdi. Ve isyanın cezası
da askerî mahkemedir.”
Christmas ellerini ceplerine soktu ve umursamaz bir tavırla, “Bizi
asacak mısınız?” diye sordu. Göz ucuyla Karl’a baktı ve adamın kor­
kudan bembeyaz olmuş yüzünü görünce şaşırdı.
Genel müdür bir an ne diyeceğini bilemedi. Sonra sert bir sesle,
“Sululuk yapma, delikanlı,” dedi. “Ve benim karşımdayken ellerini
ceplerinden çıkararak konuş.”
“Yoksa ne yaparsınız? Beni kovar mısınız?”
Genel müdürün sevimsiz yüzü öfkeden mosmor oldu.
Kari, zor duyulan bir sesle araya girmeye çalıştı.

428
Luca Di Fulvio

“Bakın Bay Howe, rica ederim beni dinleyin... Delikanlının olayla


hiçbir ilgisi yok. Tamamen benim fikrimdi. Onun yayından bile haberi
yok. Bunun hesabını ondan sormamalısımz.”
Genel müdür güldü. “Sormamalı mıyım?” dedi.
“Affedersiniz öyle demek istememiştim. Ben...”
Christmas bir elini Karl’ın koluna koydu.
“Boş verin... Baksanıza, bizimle oyun oynuyor. Ne yaparsanız yapın,
bizi yine kovacak. Anlamıyor musunuz? Bunu adaleti yerine getirmek
için yapmıyor. Bizi küçük düşürmek hoşuna gidiyor. Lütfen zamanınızı
boşa harcamayın ve ona bu zevki tattırmayın. Benimle gelin. Lütfen.”
Genel müdür kıpkırmızı bir suratla yerinden fırlayarak, “Bu ne
cüret?” dedi.
“Küplere binme, patron;” dedi Christmas adama gülerek. Kapıya
döndü. “Geliyor musunuz, Bay Jarach?” diye sordu.
Kari, neler olduğunun farkında değilmiş gibi, şaşkın gözlerle
Christmas’a baktı. Bu arada genel müdür, “Turkus! Turkus!” diye ba­
ğırmaya başladı.
Suratı aldığı yumruklardan şekil değiştirmiş bir adam hızla odaya
girdi. Üzerinde güvenlik görevlisi üniforması vardı.
“At bunları dışarı! Kıçlarına tekmeyi vur! At dışarı!”
Güvenlik görevlisi Christmas’m koluna uzandı.
“Bana elini sürersen Louis Lepke de senin boğazını keser.”
Adam bir an ne yapacağını şaşırdı ve eli havada kaldı.
“Yarın sabah polislerin cesedini terk edilmiş bir arabada bulma­
larını ister misin?”
Christmas’m yüzündeki ifade güvenlik görevlisini caydıracak kadar
ciddiydi. Christmas, Karl’a döndü. “Gidelim mi, Bay Jarach?” dedi.
Karl’ın koluna girdi ve adamı adeta sürükleyerek odadan çıkarmaya
çalıştı. Güvenlik görevlisi, şaşkın bir halde kımıldamadan duruyordu.
“Turkus!”
“Elveda, patron,” dedi Christmas. Gülerek asansöre yöneldi.

429
Rüya Dağıtan Çocuk

Genel müdür öfkeden köpürerek bağırmaya devam ediyordu: “Ja-


rach! Yemin ederim, bundan böyle hiçbir radyoda iş bulamayacaksın!
Yemin ederim! Hırkus! Kıçlarına tekmeyi bas yoksa sen de kovulursun!”
Güvenlik görevlisi hızlı adımlarla yürüyerek Christmas’m yanma
geldi. “Bir daha buralarda görünmeyin!” dedi.
Christmas gelen asansöre binmeden önce, “Tamam, tamam,” dedi
görevliye. “İtibarını kurtardın. Şimdi çekil yolumdan!” Kari ile beraber
asansöre bindiler. Christmas, “Zemin kat,” dedi asansör görevlisine.
Asansör gıcırdayarak aşağı inerken Kari olanları aklında topar­
lamaya çalışıyordu. Bitmişti. Yedinci kattaki ofisi artık başka birine
ait olacaktı. Zorlukla inip çıktığı merdivenler, işi ve radyo uğruna özel
hayatından yaptığı fedakârlıklar, başarısı için verdiği onca uğraş...
Hepsi bitmişti. Kari Jarach artık bir hiçti.
Asansörden inerken Karl’m sallandığını fark eden Christmas telaşla
adamın kolunu tuttu.
“İyi misiniz?”
Kari sessizce başını salladı.
“Bay Jarach, yaptıklarınız için size teşekkür borçluyum. Rüyamın
gerçek olabileceğini görmek güzeldi.”
Kari tekrar ses çıkarmadan başını salladı.
“Gelin,” dedi Christmas. Bodrum katına açılan küçük kapıya yö­
neldiler.
“Ne? Programı iptal mi ettiler?” diye sordu Cyril. Tamirhanenin
kapısında bekliyordu. “Ahmaklar! Bir halttan anladıkları yok...”
O sırada merdivenlerin ortasında duran Karl’ı fark etti ve içeri
girmesi için geri çekildi.
“Beni kovdular,” dedi Christmas.
Cyril durup Christmas’a baktı. “Ne?”
“Bay Jarach’ı da kovdular... İsyan suçundan.”
Cyril, merdivenlerin ortasında duran adama bir göz attı. Başını
sağa sola salladı. Burnundan adeta ateş püskürüyordu. Boğumlu par­
maklarıyla kapıyı tutup var gücüyle çarptı. Sonra bir daha, bir daha...
Kapının çarptığı duvardan koca bir parça alçı kopup yere düşene kadar...
“Ahmaklar!” diye bağırdı başını yukarı kaldırarak.

430
Luca Di Fulvio

Gürültüyü duyan güvenlik görevlisi yanlarına geldi. “Neler olu­


yor?” diye sordu.
Cyril, öfke dolu gözlerini adama dikti. “Bu çocuğun yaptığı prog­
ramı duydun mu?” dedi.
“Neyi?”
“Diamond Dogs.”
Görevli, parmağını Christmas’a doğru uzatarak, “O sen miydin?”
diye sordu. “Şaka mı bu?”
“Eh, önemi yok artık... Çünkü onu kovmuşlar.”
“Kovmuşlar mı?”
“Evet, kovuldu... Suçu da isyan.”
“İsyan mı?”
Cyril, “Söylediklerimi tekrarlamanın bir anlamı yok,” diye homur­
dandı. Sonra içini çekti. “Hepsi budala, hepsi!” diye bağırdı.
Görevli, arkasından kapıyı kapadı. “Sakin ol, Cyril. Başına iş açma.”
“İsyan da ne demek? Ahmak değil de ne denir bunlara?”
Görevli, Cyril’i yeniden uyardı: “Kes şunu, Cyril. Mutlaka... Yani
ben bu işlerden anlamam ama... Mutlaka geçerli bir nedenleri vardır.”
Cyril, adamın sözlerine iyice sinirlenmişti.
“Ne diyorsun sen? Saçma sapan konuşma!”
“Tamam artık, yeter,” dedi görevli. Christmas’a döndü. “Ve sen,
delikanlı... Kovulduğuna göre burada daha fazla kalamazsın.”
Christmas tamirhaneye doğru yürüdü. “Eşyalarımı alıp gidiyo­
rum,” dedi.
Cyril, uzaklaşan adamın arkasından öfkeyle homurdandı ve
Christmas’ın peşinden gitti.
Kari hâlâ olduğu yerde duruyordu. Bir eliyle duvara tutundu. Az
önce yaşadığı şokun bütün ağırlığı şu an omuzlarındaydı ve ciğerlerini
sıkıştırıyordu. Bitmişti. Kari Jarach geldiği noktaya dönmüştü. Yine
Polonyalı bir göçmenin oğluydu. Onun gibi Leh göçmenlerin düzenle­
diği toplantılara gidecek, partilere katılacak ve sonunda yine kendisi
gibi Leh bir kızla evlenecekti. Başsız çiviler... Döşeme çivileri... Büyük
başlı çiviler... Duvar çivileri...

431
Rüya Dağıtan Çocuk

Depodan çıkan Christmas, Karl’m yanma gitti. “Bay Jarach,” diye


seslendi. “İyi olduğunuzdan emin misiniz?”
Kari boş gözlerle ona baktı ve başmı salladı. Merdivenleri çıktı ve
tamirhaneye girdi. Demir vidaları... Ahşap vidaları... Köşebentler...
Bu arada Cyril, Christmas ile konuşuyordu: “Yeteneğin var, evlat.
Bu aşağılık heriflere kulak asma. Yeteneklisin. Ah, piç kuruları, orospu
çocukları... İçine sıçtığımın ülkesi... İşte Amerikan rüyası. Onlardan
biri değilsen hayal kurmak ne haddine! Ama sen sakın vazgeçme,
evlat! Vazgeçmemelisin.” Christmas’ı omuzlarından tuttu ve sarstı.
“Bana bak. Bu zenciye bak ve dinle. Sen başarmalısın, evlat. Anlıyor
musun?” dedi.
“Evet,” dedi Christmas gülümseyerek.
“Ben çok ciddiyim,” dedi Cyril sevgi dolu bir ifadeyle. Christmas’ı
omuzlarından tutup sarstı. “Kendini bırakmak yok, yoksa o budala
herifi haklı çıkarırsın. Anladın mı beni?”
“Evet, Cyril. Teşekkürler.”
Kari kapının önünde duruyordu. Demir törpüsü, doğrama tör­
püsü, dülger çekici, ayakkabıcı çekici, saatçi çekici, uzun tornavida,
kısa tornavida, kerpeten, kargaburun... Aklından hırdavat çeşitlerini
sıralamaya devam ediyor, bir yandan da bu iki adama bakıyordu. Biri
İtalyan diğeri zenci olan iki tamirci. Yedinci katta değil, bodrum ka­
tında çalışan iki göçmen. Tıpkı kendisi gibi iki göçmen.
Birden kendisini çok yalnız hissetti, çünkü N.Y. Broadcast sarayının
zirvesine çıkan merdivenleri kat ederken bu iki insanın arasındaki
şeyi kaybetmişti. Dostluk, bağlılık, dayanışma, yani zirveye bakarken
göz ardı ettiği her şey. Ağaç testeresi, kıl testere, matkap ucu, demir
testeresi, vargel testere... İşte şimdi tekrar başladığı noktadaydı. Bod­
rum katında. Bir daha yukarı çıkma şansı yoktu. Üstelik o ana dek
olduğundan daha yalnızdı. Birden kendisini orada bir fazlalık gibi
hissetti. “Ben artık gideyim...” dedi.
Christmas ve Cyril dönüp Karl’a baktılar. Kari, onların bakışlarında
kendine cesaret verecek bir şeyler bulamadı. Hatta bu bakışlarda ona
destek veren bir ifade de yoktu. Çünkü o, kendini beğenmişin tekiydi.
Çünkü o, her şeyin üstesinden tek başına geleceğine inanmıştı. Oysa
şimdi kader onu hiç düşünmediği bir noktaya getirmişti. Düz iskar-

432
Luca Di Fulvio

pela, kavisli iskarpela, üç köşe iskarpela, yarım yuvarlak iskarpela,


ince detay iskarpela...
“Ya siz, Bay Jarach? Ne yapmayı düşünüyorsunuz?”
Kari, dudaklarında garip bir gülümsemeyle, “Halkalı vidalar, gözlü
cıvatalar, gözlü vidalar, halkalı pitonlar...” diye saymaya başladı.
Christmas bir kaşını kaldırarak, “Anlamadım?” dedi.
Kari, “Bir şey yok,” dedi başını iki yana sallayarak. “Sadece sesli
düşünüyordum.” Sonra, ait olduğu dünyaya açılan dar sokağa bakan
kapıya doğru yürüdü. Cyril’in Christmas’a hâlâ, “Sakın kendini bı­
rakma, evlat,” dediğini duyuyordu. “Sakın vazgeçme.”
Kari birilerinin kendisine de böyle destek vermesini, arka çıkmasını
ne çok istediğini fark etti ve içinde koskoca bir boşluk hissetti. Öyle
biri yoktu, hiç olmamıştı.
Cyril, hâlâ Christmas’a moral veriyordu: “Ah, açlıktan ağzı kokan
zencinin teki olmasaydım sana kendi radyonu kurardım... Hem de ne
radyo!”
Malalar, çekiçler, ince çıtalar, kaim çıtalar...
Cyril heyecanlı sesiyle anlatmaya devam ediyordu: “Kendi ellerimle
sana muazzam bir stüdyo yapar ve o piç kurularına inat, tüm New
York’a sesini duyururdum.”
El matkabı, freze, demir matkabı, ahşap matkabı, duvar matkabı...
Cyril inatla hayal kurmaya devam ediyordu: “İşe yarar bir verici
kaça mal olur sence?” Kari deponun kapısını açtı ve şehrin soğuk ve
nemli havasını yüzünde hissetti. Cyril devam ediyordu: “Teknik açıdan
düşünecek olursak, benim için basit bir şey...”
Traversler, köşebentler, cıvatalar, somunlu vidalar...
“Ama epey para lazım...”
Perçinler, açık ağızlı köşebentler, alüminyum perçinler... Kari sap­
lantılı bir şekilde düşünmeye devam ederek kapının kolunu bıraktı.
Böylece N.Y. Broadcast sayfası sonsuza dek kapanmış oluyordu. Şimdi
kaderiyle baş başaydı.
“Dünyanın parası lazım...”
El mengenesi, kıskaçlar, kablo bantları, çelik halatlar... Kari sürekli
düşünüyordu ama Cyril’in son sözleri aklını karıştırmıştı. Adımlarını

433
Rüya Dağıtan Çocuk

yavaşlattı. Bütün o hırdavat çeşitleriyle birlikte aklına başka şeyler de


gelmeye başlamıştı.
“Biraz param olsaydı, kendi ellerimle sana muazzam bir stüdyo
yapar ve sesini tüm New York’a duyururdum...”
“Gereken her şey bende var!” diye bağırdı Kari geri dönerek.
Christmas ve Cyril yerlerinden sıçradılar ve şaşkınlıkla Karl’a baktılar.
“Gereken her şey bende var.” Kari dönüp kapıyı kapadı. Çok he­
yecanlıydı. Yeniden hayat dolu bir adam oluvermişti. Christmas’a
gülümsedi. “Vazgeçmemeliyiz,” dedi. Sonra başka biri de bunu ona
söylüyormuş gibi tekrarladı. “Vazgeçmemeliyiz.” Artık kendini daha
az yalnız hissediyordu. “Bir radyo kurmak için gereken malzemelerden
söz ediyorum,” dedi. “Babamın bir hırdavat dükkânı var. Çok büyük bir
dükkân. İşimize yarayacak her şeyi o bize sağlayabilir.” Sonra Cyril’e
döndü. “Gerçekten bir radyo istasyonu kurabilir misin?”
“Şey... Sanırım.”
“Sanmak mı?”
“O evinde kurduğun şey gibi, Cyril,” diye araya girdi Christmas.
Cyril’in kafası karışmıştı. “O... Evet, onu ben yaptım,” dedi. “Ama
küçük bir verici o... Sadece ufak bir alanı kapsıyor.”
“Yapabilir misin, Cyril?” diye tekrar sordu Kari.
“Hadi ama, Cyril... “ dedi Christmas.
Cyril, “Sıkıştırma beni, çocuk,” diyerek ayağa kalktı.
Sonra aşağı yukarı yürümeye başladı. Aniden bir rafın önünde
durdu, raftan eline bir şey aldı, evirip çevirip geri yerine koydu. Tek­
rar dolaşmaya başladı. Sonra bir şeyler homurdandı. İkide bir rafın
önünde duruyor, aynı parçayı alıp inceliyor, sonra yerine koyuyordu.
Kari ve Christmas ses çıkarmadan onu izliyorlardı. Sonunda Cyril
tam karşılarına geçip durdu. Yüzünde anlaşılmaz bir ifadeyle kollarını
göğsünde birleştirdi.
“Evet, Cyril?” dedi Christmas sabırsızlıkla.
“Nefesini boşa harcama, evlat. Yayına sakla.”
Kari, “Yapacak mısın?” diye sordu.
“Bana gereken her şeyi sağlayabileceğinizden emin misiniz?”
“Ne istersen.”

434
Luca Di Fulvio

Cyril sinsi bir gülüşle başını aşağı yukarı salladı. “Bir beyaza göre
çok da kötü biri değilsiniz, Bay Jarach,” dedi.
“Lütfen bana Kari de.”
Cyril, mağrur bir gülümsemeyle, “Düşüncem yine de değişmeyecek.
Bir beyaza göre kötü sayılmazsınız,” dedi.
“Öyleyse? Yapabilir miyiz bu işi?”
“Evet.”
Christmas heyecanını bastırmaya çalışarak, “Gerçekten yapabilir
miyiz, Cyril?” diye sordu.
“Evet... Evet... Evet... Yapabiliriz,” dedi Cyril gülerek.

435
49

Manhattan, 1927

“Hadi, zenciler!”
Cyril, Yüz Yirm i Beşinci Cadde’deki bir binanın çatısına çıkmış,
mahalleden topladığı en güçlü on adama bağırıyordu. “Beyazlar bile
yapabilir bu işi! Hadi!”
Karl’m babasının dükkânından alman çelik halat, piramit şeklindeki
metal bir iskelete bağlanmıştı. Yorgunluktan boğalar gibi soluyan on
zencinin çatıya doğru çektiği, birbirlerine vida ve cıvatalarla sabitlen­
miş, bir sürü yatay, dikey ve eğik demir çubuklardan oluşmuş iskelet
ürkütücü gıcırtılar çıkarıyordu.
Onu neredeyse bir ayda bitiren Cyril hâlâ bağırıyordu: “Hadi, ço­
cuklar! Hadi!”
Christmas ve Kari, meraklılardan oluşan küçük bir toplulukla
birlikte olayı kaldırımdan izliyorlardı. Christmas’m koluna sımsıkı
sarılmış olan Maria’dan başka hepsi zenciydi.
Maria, Christmas’a, “Bunu neden çatıda yapmadınız?” diye sordu.
“Çünkü Cyril, bir keçiden daha inatçı,” diye cevap verdi Kari.
Christmas, “Biz de yukarı çıkalım,” dedi ve binanın kapısına doğru
yürüdü. Mahalledeki diğer evler gibi onlarca ailenin bir arada yaşadığı
binanın beşinci katına çıktı. Peşinden Kari ve Maria da geldiler. Çatıya
vardıklarında metal iskelet saçağın kenarına kadar çıkmıştı.
Cyril, çatıdan öne doğru uzanarak, “Ha gayret!” diye bağırdı.
On adam var güçleriyle çelik halata asıldılar.

436
Luca Di Fulvio

İskelet, sürtünerek yukarı doğru gelirken saçak pervazından koca


bir parça kopardı ve sıva parçaları aşağıda bekleşen meraklı grubunun
üzerine düştü.
Zencilerden biri yorgunluktan tükenmiş sesiyle, “Olmayacak!”
diye bağırdı.
Cyril öfkeyle, “Beyazların dedelerinize yaptığı gibi benim de sizi
kırbaçlamam mı gerekiyor?” dedi. “Hadi, hadi... Kendinizi koy verme­
yin. Şu an bırakamazsınız.”
Christmas ve Kari da zencilerin yanma gelip var güçleriyle onlara
yardım etmeye başladılar. Metal iskelet önce çatırdadı, sonra hava­
lanıp ters döndü.
Kaldırımdaki küçük kalabalıktan bağrışmalar yükseldi.
İskelet titremeye başladı ve zenciler bir an için kontrolü kaybetti­
ler. İçlerinden ikisi yere kapaklandı. Diğerleri çelik halatın kaymasına
engel olurken Christmas avuçlarının içinde bir yanma hissetti. Acıyla
bağırdı ama yine de çelik halatı bırakmadı. Halat kan içindeydi.
Cyril, “Hadi, bir kez daha deneyin,” diye bağırıyordu. “Ben üç der
demez... Hep birlikte.”
Yere düşen iki zenci de ayağa kalkmış ve yeniden çelik halata sa­
rılmıştı.
“Bir... İki... Üç!” diye bağırdı Cyril. “Şimdi! Var gücünüzle!”
Çelik halat, bu güçlü çekişle yeniden hareket etti. Metal iskelet
yukarı doğru gelmeye başladı ama yeniden saçağa takılıp titredi.
Soğuğa rağmen terden pırıl pırıl parlayan derisi ve yorgun yü­
züyle Cyril’e bakan zencilerden biri, “Böyle olmaz,” dedi. “Bu şekilde
yapamayız.”
Bir diğeri, “Geri indirelim,” dedi.
“Hayır!” diye bağırdı Cyril.
Kari, “Yapamayacaklar, Cyril,” dedi.
Cyril etrafına bakındı. “Halatı şu bacaya bağlayalım,” dedi. “Biraz
dinlenin, sonra yeniden deneriz.”
Kari, “Mengene ve yirm i üç numaralı anahtar,” dedi.

437
Rüya Dağıtan Çocuk

Çelik halat bacanın etrafına dolandı ve zencilerden biri mengeneyi


alıp halatı bacaya cıvatalarla bağladı. Sonra hepsi, katran sıvalı çatının
üzerine kendilerini bıraktılar.
Christmas ellerine baktı, kanıyorlardı. Maria boynundaki eşarbı
çıkarıp ortasından yırttı ve Christmas’m ellerine sardı.
İri yarı zencilerden biri bir çift eldiven uzatıp, “Al, delikanlı,” dedi.
“Ben de bir çift daha var.”
Cyril, “Vinç gerekeceğini söylemiştim,” diye homurdandı.
Kari da, “Ben de sana çatıda yapmanın daha doğru olduğunu söy­
lemiştim,” dedi.
Cyril cevap vermedi. Çatının kenarına gidip saçağa baktı, başmı
sağa sola salladı.
Christmas, Cyril’in yanma gidip diz çöktü ve ses çıkarmadan Cyril’i
izlemeye başladı.
Birkaç saniye sonra Cyril alçak sesle, “Bu şekilde asla olmaz,” dedi.
Christmas, on adım aşağıda, boşlukta sallanan metal iskelete baktı.
Cyril yeniden, “Böyle olmayacak,” dedi.
Christmas aniden ayağa kalktı. “Beni burada bekleyin,” dedi. “Ben
dönmeden hiçbir şey yapmayın.” Dönüp zencilere baktı. “İçinizde bi­
sikleti olan varsa bana ödünç verebilir mi?”
Ona eldivenleri veren iri yarı zenci ayağa kalktı ve çatının ke­
narına kadar geldi. Sonra aşağı doğru seslendi: “Betty! Bisikleti bu
beyaz çocuğa ver!”
Sonra Christmas’a döndü. “Git, al...” dedi. “Karım aşağıda seni
bekliyor.”
Christmas adama gülümsedi ve neredeyse çökmek üzere olan bi­
nanın çatlak merdivenlerini koşarak indi. Aşağı indiğinde, parlatılmış
abanoz ağacı gibi pırıl pırıl teni olan genç bir kadın bir evin bodrumuna
girdi ve bir dakika sonra elinde eski ve paslı bir bisikletle dışarı çıktı.
Christmas kadına gülümseyerek teşekkür etti ve çatıya bakarak,
“Hemen döneceğim!” dedi.
Sonra olanca gücüyle pedal çevirmeye başladı. Yüzüne vuran soğuk
rüzgâra ve yollardaki hendeklere aldırmadan Manhattan’ı bir baştan
bir başa geçti.

438
Luca Di Fulvio

Sonunda koca bir binanın önünde aradığını buldu. Bir grup adam
çember halinde oturuyor, birbirlerine fıkralar anlatarak gülüşüyorlardı.
Christmas, soğuktan kesilen sesiyle, “Bay Filesi,” dedi. “Yardımı­
nıza ihtiyacım var.”
Santo’nun babası dönüp arkasına baktı ve Christmas’ı görünce
gülümsedi. Yerinden kalkıp Christmas’ın yanına yürürken, “Bu deli­
kanlı, oğlumun en yakın arkadaşı,” dedi. “Ona düğün hediyesi olarak
bir radyo hediye etti. Adı, Christmas.”
Diğer işçiler başlarıyla Christmas’ı selamladılar.
Bay Filesi, işçilerden birinin yandaki duvarın oyuğundan çıkardığı
ev yapımı şarabı Christmas’a uzatarak, “Tadına bakmak ister misin?”
diye sordu.
Christmas rahat soluk almak için öne doğru eğildi ve başını iki
yana salladı.
Bay Filesi telaşlanmıştı. “Neler oluyor?” diye sordu.
Christmas, dizlerini tuttu. “Tek elinizle bir ton kaldırdığınız doğru
mu?” dedi.
Yarım saat sonra Bay Filesi, Carmelina’nın babası Tony ve Bunny
adındaki bir başka işçiyle birlikte Yüz Yirmi Beşinci Cadde’nin kaldırı­
mına kamyonetini park etti. Cyril’in yaptığı metal iskelet hâlâ çatıdan
aşağı sallanıyordu.
Üç işçi, önce çevredeki kalabalığa, binadan sallanan metal iskelete
baktılar.
Bay Filesi, “Ne yapılacağı belli,” dedi.
“Aynen,” diye cevap verdi Tony.
Bay Filesi, “Halat ve kılavuz mu?” diye sordu.
Tony, “Başka türlü olmaz,” dedi.
Bunny kamyonetin kapısını açarken, “Kesinlikle halat ve kılavuz
olmalı,” dedi. Sonra deniz yosunundan hafif yeşillenmiş bir çelik halat
rulosunu omzuna vurdu ve kendinden daha uzun iki demir çubuk aldı.
“Yeterli mi?” diye sordu.
Bay Filesi, “Yeterli,” dedi.
Tony, “Ben yukarı çıkıyorum, sen de yakalıyorsun,” dedi.

439
Rüya Dağıtan Çocuk

“Olmaz,” diye itiraz etti Bay Filesi. “Christmas, benim oğlumun


arkadaşı. Ben çıkıyorum, sen yakalıyorsun.” Sonra binanın girişine
yöneldi.
Binanın önünde bekleyen kalabalık artmıştı ve hepsi meraklı göz­
lerle neler olacağını anlamaya çalışıyordu.
Bay Filesi, çatıya çıkar çıkmaz yüzünde sıcak bir gülümsemeyle
herkesi selamladı.
“Merhaba, millet.”
Sonra gidip çatının kenarından aşağı baktı. Kafasını kaşıyarak
ayağa kalktı ve bu kez de bakışlarını on zenciye çevirdi. Hepsini kısa
bir süre inceledikten sonra, Christmas’a eldivenlerini veren adamı işa­
ret ederek, “Sen,” dedi. Adam, arkadaşlarının yanından ayrılıp Bay
Filesi’nin yanma geldi. Santo’nun babası, kendi boyunun zencinin an­
cak göbek hizasına geldiğini görünce gülümsedi. “Ne yedirdiler sana
küçükken?” dedi. Uzanıp elini adamın omzuna koydu. “Güzel güzel...
Neyse, adın ne bakalım?”
“Moses.”
“Moses, sen destek olacaksın.”
“Destek nedir?”
Tony halatı Bunny’nin elinden aldı ve Moses’in gövdesine sardı.
“Destek, ana gövdeyi taşıyan şeye denir.”
“Ne yapmam gerekiyor, onu söyle.”
Bay Filesi eline bir demir çubuk aldı ve saçağın bir kenarını kaldırdı.
Kopardığı sıva parçasıyla saçaktan yaklaşık bir buçuk adım geriye bir
çarpı işareti çizdi.
“Burada durman gerekiyor ve ne olursa olsun kılını bile kıpırdat-
mamalısın.” Zencinin gözlerinin içine baktı. “Sana güvenebilir miyim,
Moses?” dedi.
“Hiç kımıldamayacağım.”
“Sana inanıyorum. Şimdi ben ana gövdeyim ve ana gövde, deste­
ğine güvenmek zorundadır. Bunny takoz olacak. Dünürüm Tony de
balıkçı. Şimdi tam bir ekip olduk.”
Tony halatın diğer ucunu aldı ve saçağın kenarından aşağı salladı.
Sonra yeniden yukarı çekti ve koluyla salladığı kısmın uzunluğunu

440
Luca Di Fulvio

hesapladı. Daha sonra halatı Bay Filesi’nin koltukaltlarından ve bacak


arasından geçirerek sıkıca bağladı. “Tamam,” dedi.
Bunny ayaklarını saçağın ucuna bastı ve Moses’a doğru uzanıp
kollarını -garip bir dans figürü gibi- adamın beline doladı. “Sen de
bana sarıl ama akima saçma sapan şeyler getirme. Elini kıçıma sü­
rersen ben de senin çükünü koparırım.”
Bay Filesi ve Tony güldüler. Moses da güldü ve güçlü kollarıyla
Bunny’ye sarıldı.
“Biz hazırız,” dedi Bunny.
“Hazırız,” dedi Moses.
Bay Filesi saçağın kenarına çıktı. Zencilere dönüp, “Çelik halatı
iyice gerin,” dedi. “Tony size işaret verdiğinde var gücünüzle çekin.”
Tony halatı tuttu ve Bay Filesi çatıdan aşağı doğru sallanmaya
başladı. Aşağıdaki kalabalıktan çığlıklar yükseldi. Christmas, Maria’nın
elini sımsıkı tutuyordu.
Cyril, Karl’a yaklaştı. “Sen haklıydın,” dedi. “Özür dilerim.”
Kari, gözlerini aşağı doğru inen Bay Filesi’den ayırmadan, “Önemli
değil,” dedi.
Bay Filesi, metal iskeletle aynı hizaya gelince yukarı seslendi: “Ben
hazırım!”
Tony, Bunny ve Moses’a baktı. “İş artık sizde,” dedi.
Bunny, Moses’a, “Şimdi hafif ama hiç aldanma, birazdan ağırlaşacak.”
“Ben hiç kımıldamıyorum.”
“Anlaştık. Biz de hazırız, Tony,” dedi Bunny.
Tony iki uzun demir çubuğun birini bir eline, diğerini öteki eline
aldı ve saçak ile metal iskelet arasından geçirerek Bay Filesi’ye uzattı.
Ayaklarım binaya dayamış olan Bay Filesi iki çubuğun uçlarını elle­
riyle yakaladı, dizlerini büktü, çenesini sıktı ve demir çubukları dışarı
doğru iterken bacaklarını da aynı anda uzattı. Metal iskelet, demir
çubukların üzerine oturarak binadan uzaklaştı.
Bay Filesi, mosmor olmuş suratıyla nefes nefese yukarıdakilere
seslendi: “Yol hazır!”
Tony, “Dayanabilecek misin?” diye sordu.
“Kes sesini, Tony. Hadi bir an önce çekin şunu yukarı.”

441
Rüya Dağıtan Çocuk

Tony güldü. “Ya kıpkırmızı suratını izlemek hoşuma gidiyorsa?” dedi.


“Hıyar herif.”
Tony, zencilere bakıp, “Ben söyler söylemez çekmeye başlayın,”
dedi. “Yavaş yavaş ve aralıksız. Sakın kendinizi koyvermeyin yoksa
anında kaldırıma yapışır kalırım.” Sonra çatıdan eğilip Bay Filesi’ye
baktı. “Bir daha görüşemezsek, her zaman iyi bir dost olduğunu bil­
meni isterim,” dedi.
“Siktir git, Tony.”
“Şimdi!”
Metal iskelet gıcırtılar çıkartarak Bay Filesi’nin iki ucundan tuttuğu
demir çubuklar üzerinde hareket etmeye başladı. Saçağın kenarına
geldiği an Tony zencilere döndü.
“DUrun! Öylece kaim!” Sonra Bay Filesi’ye, “Çubukları bırak!” dedi.
Kendisi demir çubukları uçlarından tutarak yukarı çekti ve yere bıraktı.
“Bunny! Sıra sende.”
Bunny, Moses’a, “Geri git,” dedi. “Çok yavaş.”
Moses geri gitmeye başladı. Bunny de onu ittiriyordu. O sırada
Bay Filesi, Tony’nin yardımıyla çatıya çıktı.
Bay Filesi, hâlâ var güçleriyle çelik halatı tutan zencilere, “Hadi
balıkçılar,” dedi. “Avınızı yukarı çekin.”
Moses, “Sana yardım edeyim,” diye öne atıldı.
Bay Filesi, “Dur, Moses,” dedi. “Bu senin işin değil... Hadi, Tony.”
Metal iskeleti bir ucundan yakaladı. Tony de yetişip diğer ucundan tuttu.
“Sağa doğru mu eğeceğiz?”
“Başka ne tarafa eğmeyi düşünüyorsun?”
Tony güldü. “Sen yaşlı adamsın. Bütün yükü sana vermeyelim
diye düşündüm,” dedi.
“Çeneni kapamazsan tek başına yapacaksın zaten.”
“Tamam, hazırım.”
“Çek!”
Bay Filesi ve Tony yorgunluktan inlemelerine rağmen iki dansçı
gibi çevik hareketlerle metal iskeleti çevirdiler ve bir dakika sonra
iskelet büyük bir gürültüyle çatının üzerine devrildi. İki arkadaş, so­

442
Luca Di Fulvio

nuçtan memnun kalarak birbirlerinin omuzlarına vurdular ve hiçbir


şey olmamış gibi tulumlarının tozunu silkmeye başladılar. Bu arada
Christmas, Maria, Kari, Moses ve diğer zenciler onları alkışlıyor, so­
kaktaki kalabalık sevinç çığlıkları atıyordu.
Bay Filesi, Christmas’a yaklaşıp, “Bu aleti yerine yerleştirelim mi
yoksa siz halleder misiniz?” diye sordu.
Cyril gelip adamın elini sıktı. “Siz olmadan başaramazdık,” dedi.
“Beyaz olsanız da...”
Bay Filesi omuzlarını silkerek Cyril’in sözünü kesti. “Renkle alakası
yok bunun,” dedi alçak gönüllülükle. “Biz bu işleri her zaman yapıyoruz.”
Sonra Moses’a döndü ve işaret parmağını göğsüne doğrultarak, “Ne
zaman istersen on üç numaralı iskelede işin hazır,” dedi. “Ne dersin,
Tony? Acemi ama pek güçlü.”
Tony, “Evet, olabilir...” dedi. Sonra Cyril’e göz kırpıp, “Her ne kadar
zenci olsa da...” diye ekledi.
Moses güldü. “Teşekkür ederim,” dedi.
Bay Filesi, Cyril’e dönüp, “Merakımı bağışlayın ama ne işe yara­
yacak bu şey?” diye sordu.
“Bu, bizim radyo istasyonumuz,” dedi Christmas gururla.

443
50

Los Angeles, 1927

Sevgili Christmas,
Bana yazdığım çok kısa bir süre önce öğrendim. Mektup­
ların hiçbir zaman elime geçmedi. Benimkiler de senin eline
geçmemiş, biliyorum. Annem yüzünden. Babam ondan nefret
etmememi istiyor ama ben ne hissettiğimi bilmiyorum.
Aynı anda hem üşüyor hem de sıcaktan bunalıyorum. Ellerim
titriyor. İçimde ne olduğunu bilemediğim bir düğüm var. Kendimi
karmakarışık ve aptal gibi hissediyorum. Hem bağırmak hem
de gülmek istiyorum. Bazen de ağlamaktan mutlu oluyorum.
Bu şekilde ağlamak bir çeşit özgürlük, biliyor musun? İçimdeki
tüm gözyaşlarını akıtmak... Onları durdurmadan, buzun içine
hapsetmeden, hayatımın engeller arkasında yok olup gideceğini
düşünmeden ağlamak.
Çok komik. Parktaki bankımızda yan yana oturuyor gibiyiz.
O zaman da hem üşüyor hem sıcaklıyordum. O zaman da ellerim
titriyor, içimdeki heyecana bir isim bulamıyordum.
Ama sen orada, benimleydin. O yüzden fazla korkmuyordum.
Sonra her şey değişti. Hayatımdaki ve bedenimdeki sıcaklık,
yerini felç edici ve dondurucu bir soğuğa bırakarak yok oldu.
Ellerime, seni benden ayıran trenin koltuğuna sıkıştırarak tit­
remelerini yasakladım. Artık gülmüyorum. Sadece bağırmak
istiyorum. Ama hiç bağırmadım. Sadece bekledim. Bir işaretini,
bir satır mektubunu bekledim. Beni ikinci kez gelip kurtara-

444
Luca Di Fulvio

cağına dair bir işaret bekledim; yeniden parktaki bankımıza


gidip oturacağımızı gösteren bir işaret. Gerçek bir kadın ol­
madan beni yaşlandıran o geceye ait kâbuslardan beni çekip
kurtarmanı bekledim.
Ama mektupların gelmedi. Ben de bir gün beklemekten
vazgeçtim. Can simidini tutan ellerimi gevşettim ve kıyıya ye­
niden ulaşma hayallerimi yok edip kendimi o derin, karanlık
ve buz gibi suya bıraktım.
Bizim hikâyemizde bir sürü canavar, bir sürü kötü büyücü
var. Ama ben onlarla savaşamayacak ve gelip seni arayamayacak
kadar yaşlıyım, buna cesaretim yok. Çünkü korkuyorum, seni o
bankta bir başkasıyla yan yana otururken bulmaktan korkuyo­
rum. O bankın artık olmamasından korkuyorum. Adımı unut­
muş olmandan korkuyorum. Sana söyleyeceklerimi dinlemeye
zamanının olmamasından korkuyorum. İçimdekileri sana nasıl
söyleyeceğimi bilmediğim için korkuyorum.
Ama o hiç okumadığım mektuplarının hayalini kuracağım ve
beni ısıtmalarına izin vereceğim. Ne zaman korksam, ne zaman
karanlık çökse, ne zaman gülmek istesem hayal kuracağım.
Daha fazlasını yapamadığım için beni affet. İnancımı yi­
tirdiğim için beni affet. Canavarların hikâyemizi kirletmesine
izin verdiğim için ben affet. Büyümeden yaşlandığım için beni
affet. Bize inanmayı başaramadığım için beni affet.
Fakat “biz” diye bir şey vardı. Ve içimde daima olacak. Biz
daima var olacağız.
A rtık banktan kalkmam lazım. Christmas, Christmas,
Christmas... Adını söylemek ne kadar güzel... Seni seviyorum.

Kalbi seninle olan ama asla senin olamayan Ruth

Ruth mektubu katladı. Sonra ortasından yırttı. Sonra bir kez daha
katlayıp yırttı. Bir daha ve bir daha... Tüm sayfa minicik parçalar
haline gelene dek.

445
Rüya Dağıtan Çocuk

Tüm kâğıt parçacıklarım avuçladı, gidip pencereyi açtı ve hepsini


havaya fırlattı.
Venice Bulvarı’nda yürüyen bir adam başını kaldırdı ve bir genç
kızın binanın dördüncü katından aşağı uçuşan kâğıt bulutuna kımıl­
damadan baktığını gördü. O uzaklıktan fark etmesi mümkün olmasa
da kızın ağladığından emindi. Genç kız, sakin bir şekilde, büyük ve
derin bir acının verdiği ağırbaşlılıkla ağlıyordu.
“Stüdyodan aradılar. Modelin bugün gelemeyecekmiş,” dedi Cla­
rence. Odaya girdiğinde Ruth’un alelacele pencereyi kapadığım gördü.
Gözleri kızarmıştı ve yüzündeki ifadeden o an nasıl bir üzüntü içinde
olduğunu anlamak zor değildi.
Bay Bailey, sanki onu odada çıplak yakalamış gibi utanarak başını
önüne eğdi ve, “Affedersin...” dedi.
Ruth gülümseyerek, “Öyleyse bugün boşum,” dedi.
“Hayır,” dedi Clarence. “Onun evine gitmeni istiyorum.”
Ruth irkildi.
“İyi bir insandır,” dedi Clarence.
Ruth gözlerini odanın içinde gezdirdi. Nereye bakacağını, ne söy­
leyeceğini bilemiyordu.
Bay Bailey, “Garip ama iyi bir insan,” diyerek Ruth’a yaklaştı.
“İstersen şoförünü gönderecek. Ama istersen arabayı alır, eve kadar
sana ben eşlik ederim.”
“Hayır, tamam...”
Ruth çantasına uzandı ve fotoğraf makinelerini kontrol etmeye
başladı.
“Yapabileceğim bir şey var mı?” diye sordu Clarence.
Ruth dönüp yaşlı adama baktı. Fotoğraf randevusundan bahset­
mediğini anlıyordu. Başını iki yana salladı ve gülümsedi. Sonra da­
yanamayıp ona sarıldı. “Teşekkür ederim,” dedi.
Bay Bailey, Ruth’un saçlarını okşadı. Uzun uzun, zaman durmuş gibi.
Ruth, acısını ve içindeki karmaşayı dindiren bir huzur hissetti.
Christmas’ın onu unuttuğuna inanmıştı. Ondan şüphe etmişti. Ona
kirli olduğunu ve kendisine her baktığında sadece bunu gördüğünü
söylemişti. İşte en büyük acısı buydu; Christmas’a güvenmemek.

446
Luca Di Fulvio

Seni aldattım, dedi içinden ve kendisini binlerce ton yükün altında


kalmış gibi hissetti. Seni hak etmiyorum.
Bay Bailey’ye bakıp, “Hiç bu kadar önemli birinin fotoğrafını çek­
medim,” dedi.
Clarence ona gülümsedi.
“Ciddiyim.”
“Onun da herkes gibi bir yüzü var. İki gözü, bir burnu ve bir ağzı.”
Ruth içini çekti. “Ya benim çektiğim fotoğrafları beğenmezse?” dedi.
“Ona iyice bak ve doğru ışığı yakala.”
Ruth bir şey söylemek için hazırlanırken odanın kapısı açıldı ve
içeri Odette girdi.
“Bay Barrymore’un şoförü geldi.”
“Hadi, git.”
Bay Bailey yere eğildi, Ruth’un çantasını aldı ve ona uzattı.
“Unutma, iki göz, bir burun, bir ağız.”
Ruth kararsız bir ifadeyle gülümsedi ve Clarence’ın elinden çanta­
sını aldı. Kapıya doğru giderken geri döndü. “Clarence,” dedi. “Burada
kalabilir miyim?”
Bay Bailey kaşlarını çatıp şaşkın bir ifadeyle Ruth’a baktı.
“Artık kendime bir daire kiralayacak kadar kazanabiliyorum. Ama
bu odada kalmaya devam etmek istiyorum. Kalabilir miyim?”
Clarence gülümsedi. “Hadi, git. Acele et,” dedi.
Bir zamanlar Fred’in yaptığı gibi, şoför lüks arabanın kapısını açtı
ve Ruth’un binip koltuğa yerleşmesini bekledi. Sonra yerine geçti ve
yola çıktılar.
Villaya geldiklerinde Latin kökenli bir hizmetçi, şoförün yanma
geldi ve ara sıra Ruth’a bakarak bir şeyler fısıldadı.
O sırada villanın içinden tok bir bağırma sesi duyuldu: “Başla­
yalım artık!”
Kapıda, mükemmel burnu nedeniyle tüm Hollywood’un “Muhteşem
Profil” olarak tanıdığı John Barrymore göründü. Üzerinde saten bir
robdöşambr vardı ve saçlarını henüz taramamıştı.

447
Rüya Dağıtan Çocuk

Hizmetçi kadın hâlâ endişe içinde Ruth’a bakıyordu. Alçak bir


sesle, “Bay Barrymore, ben...” diye konuşacak oldu ama Barrymore
ona kulak asmadan Ruth’a baktı.
“Fotoğraflarımı sen mi çekeceksin?” diye sordu. “Hadi öyleyse,
kımılda.”
Ruth kısa bir süre tereddüt etti, sonra villaya girdi.
Büyük aktör salonda, kendini koltuklardan birinin üzerine atmış,
oturuyordu. Kırk beş yaşındaydı. Hem hüzünlü hem de saf bir güzelliği
vardı. John Barrymore, Ruth’un odaya girdiğinin farkında bile değildi.
Sanki orada değilmiş gibi boş gözlerle uzaktaki bir noktaya bakıyordu.
Ruth sessizce yere diz çöktü. Çantasından Leica’sım çıkardı. Pro­
filden bir fotoğraf çekti. Gerçekten de mükemmel olan profili, alnına
düşen bir tutam saç ile gölgelenmişti.
Barrymore döndü ve onu yeni görmüş gibi Ruth’a baktı. Güzel
yüzüne sıcacık bir gülümseme yayıldı.
“İhanet, ha?”
Ruth başını kaldırıp aktöre baktı. “Efendim?” dedi.
John Barrymore güldü. “Öyleyse sana ‘hain’ diyeceğim. Lakap
bulmakta üstüme yoktur.”
“Birkaç poz daha çekebilir miyim?”
“Elbette, güzel hain, emrine amadeyim,” dedi Barrymore. Yeniden
gülerek poz verdi.
Ruth, fotoğraf makinesini indirip aktöre, “Lütfen gülmeyin,” dedi.
“Hayranlarımın beni mutlu görmesini istemiyor musun?”
Ruth cevap vermedi. Aktörü süzmeye devam etti.
Barrymore’un dudakları hâlâ gülümsüyordu ancak gözlerine dü­
şünceli bir bakış yerleşmişti.
Ruth birkaç poz daha çekti.
Barrymore oturduğu yerde Ruth’a arkasını döndü. Salonun geniş
penceresinden giren güneş ışığı aktörün dağınık saçlarını adeta ya­
kıyordu. Her zaman dik duran geniş omuzları hafif çökmüştü. Ruth,
aktörün yumruklarını sıktığını fark etti.
Bir kare daha çekti.

448
Luca Di Fulvio

Barrymore dönüp Ruth’a baktı. Güzel dudakları yarı aralıktı.


Gözleri dalgındı.
Ruth bir kare daha çekti.
Barrymore birden ayağa kalktı ve salondan çıkarken, “Giyinmeye
gidiyorum,” dedi.
Ruth birkaç saniye bekledi, sonra aktörün peşinden gitti.
Barrymore loş bir odadaydı. Kalın perdelerin aralığından giren
bir güneş ışığı aktörün çıplak ayaklarına, yerdeki bir içki şişesine ve
adamın dua eder gibi üst üste koyduğu ellerine vuruyordu. Barrymore
başını önüne eğmiş, kımıldamadan şişeye bakıyordu.
Ruth merceği açtı, çekeceği kareyi ayarladı ve kımıldamamak için
kapı pervazına dayandı. Sonra deklanşöre bastı.
Barrymore tepki vermedi.
Ruth odaya girdi, perdeleri araladı. Öyle ki gün ışığı şimdi aktö­
rün saçlarına da vuruyordu. Birkaç adım geri gidip diz çöktü ve bir
poz daha çekti.
“Bana bakar mısınız?”
Barrymore sadece başını kaldırdı.
Ruth hemen deklanşöre bastı.
“Bunların hiçbirinin yayınlanmasına izin vermeyeceğim. Biliyorsun
değil mi, güzel hain?” Sesi her zamanki gibi sıcak ve biraz da hüzün­
lüydü. Ancak bakışlarında ne bir öfke ne de kibir vardı.
Ruth bir poz daha çekti. “Öyleyse ben de size hediye ederim,” dedi.
“Ne isterseniz onu yaparsınız.”
“Hepsini yırtarım.”
Ruth yeni bir poz daha çekti. “Bu sabah ben de bazı şeyler yırttım,”
dedi. Sonra birden sustu. Bu samimi itirafına kendisi de şaşırmıştı.
“Ne yırttın?”
“Görmek istemediğim bir şeyi.”
Ruth bunu söylerken yutkundu ve fotoğraf makinesinin arkasın­
daki gözleri buğulandı.
Barrymore, Ruth’a yaklaştı, elinden fotoğraf makinesini aldı ve
Ruth bir şey söylemeye vakit bulamadan bir fotoğrafını çekti.

449
Rüya Dağıtan Çocuk

“Affedersin, güzel hain,” dedi Leica’yı geri uzatırken. “Ama o kadar


güzeldin ki...”
Ruth kıpkırmızı oldu ve önüne baktı.
Barrymore güldü. “Seni utandırdım mı?” dedi.
Ruth cevap vermedi.
Barrymore bir elini Ruth’un omzuna koydu. “Beş dakika izin ver,”
dedi. “Hemen giyineyim ve herkese gösterebileceğimiz fotoğraflar çe­
kelim.” Sonra Ruth’a göz kırptı. “Gülmeyeceğim, söz.”
Ruth salona döndü. Az önce John Barrymore’un oturduğu yere
oturdu. Onun sıcaklığını aradı. Sonra aklına Venice Bulvarı üzerinde
uçuşan kâğıt parçacıkları geldi; Christmas’a gönderme cesareti bula­
madığı ve belki de hiçbir zaman bulamayacağı mektubun parçaları.
Üç yıjdan fazla bir zaman önce, “Seni bulacağım,” demişti Christ­
mas. Ruth, bunu onun dudaklarından okumuştu. O günden beri de
onun dönmesinin beklemişti ve hâlâ da bekliyordu. Çünkü kendisinin
Christmas’ı arama cesareti yoktu. Sadece bekliyordu.
“Kalbi seninle olan ama asla senin olamayan,” diye mırıldandı.
Sonraki bir saat boyunca John Barrymore sabırla poz vererek ününe
ün katan tüm o gizemli ifadelerini sergiledi. Fakat hiçbir pozunda
Ruth’un daha önceki çekimlerde yakaladığı hüznü göstermedi.
Ertesi gün Ruth tüm fotoğrafların banyosunu yaptı. Yayınlanacak
olanları Clarence’a teslim etti ve sonra Barrymore’un evine gitti.
“İşte dün sizden izinsiz çektiğim fotoğraflar ve bunlar da negatif­
leri,” dedi ünlü aktöre. “Hiç kimse görmedi.”
Barrymore kısa bir süre Ruth’u süzdü. “Mükemmelsin, hain,” dedi
sonunda. “Ben buyum işte.”
O zaman Ruth çantasından bir fotoğraf daha çıkardı. Bir önceki
gün Barrymore’un çektiği fotoğraftı, bu.
“Ben de buyum,” dedi aktöre. “Sizinkilerle birlikte bunu da yırta­
bilirsiniz. Ne zaman isterseniz.”
Ruth evden çıktıktan sonra Barrymore fotoğrafı çevirdi ve arka­
sındaki yazıyı okudu.
Christmas’a. Kalbi seninle olan ama asla senin olamayan, Hain.

450
51

Manhattan, 1927

Mahalle sakinleri yoldan geçerken yedi otuzu gösteren dev saate ba­
kıyor ve gülümsüyorlardı. Kaldırımdaki beyaz polisler de aynı onlar
gibi başlarını kaldırıp saate bakıyor ve aralarında konuşuyorlardı.
“Bu zencileri anlamak imkânsız. Çalışmayan bir saati binaya monte
etmeye uğraşıyorlar.”
Oysa mahalle sakinlerinin saate bakarken gülümsemelerinin bir
nedeni vardı. Cyril’in yaptığı ve güzelce boyadığı o kocaman saatin
arkasında ne olduğunu biliyorlardı. Bay Filesi’nin çatıya radyo veri­
cisini çıkardığı gün, binanın önünde duran devriyeler bir sürü soru
sormuşlardı. Polislere ne cevap vereceğini bilemeyen Christmas, metal
yapının dev bir saat iskeleti olduğunu söylemişti. Cyril ise inandırıcı
olmak açısından sinirlenmiş gibi davranıp, “Ne yani?” diye söylenmişti.
“Harlem zencilerinin saate bakmaya hakkı yok mu?”
O gün sokağa toplanan kalabalık merakla polislerin çevresini sarmış
ve belaya bulaşmak istemeyen devriye görevlileri bu olayı karakola bil­
dirmeleri gerektiğini söyleyerek uzaklaşmışlardı. Onlar da görevlilerin
dediklerini yapmış ve yetkili birime Yüz Yirmi Beşinci Cadde’deki bir
binanın tepesine saat kurmak istediklerini bildiren, özensizce yazılmış
bir dilekçe göndermişlerdi. O andan itibaren o bölgede devriye gezen
polisler zencilerle dalga geçmeye başlamış, ancak işin aslını bilen ma­
halle sakinleri polislerin bu davranışını beklenmedik bir hoşgörüyle
karşılamışlardı.

451
Rüya Dağıtan Çocuk

Bir ay dolmadan radyo istasyonu bitmiş ve yayma hazır hale


gelmişti. Bu süre içinde -M aria, Christmas, Cyril ve Karl’ın tahmin
ettikleri gib i- N.Y. Broadcast, o gece yayını dinleyenlerin Diamond
Dogs adlı programın devam edip etmeyeceğini soran ve Christmas’a
övgüler yağdıran mektuplarının istilasına uğradı. Bunun üzerine N.Y.
Broadcast yönetimi bir toplantı yaptı ve halkın isteğini yerine getirme
kararı aldı. Ancak yöneticilerden hiçbiri Christmas’ın adını anmaya
cesaret edemedi ve toplantı sırasında ondan “hevesli bir amatör” diye
söz edildi. Böylece iki komedyeni radyo için komedi yazmak üzere
görevlendirdiler. Sonra tok sesli ve diksiyonu mükemmel bir tiyatro
oyuncusunun eline o metinleri verdiler. Programı da Bir Gecelik Gang­
ster diye adlandırdılar. Ancak yazılan hikâyeler son derece düz şeylerdi.
Ne gerçekçilik ne de özgünlük taşıyorlardı. Yazarlar New England’da
büyümüşlerdi ve her ikisi de varlıklı ailelerin çocuklarıydı. İkisi de
üniversite mezunuydu ve Hollyvvood hayaliyle bu şehre gelip radyo
programları için öyküler yazmaya başlamışlardı. Tıpkı bir devlet da­
iresindeki memurlar gibiydiler. Aktör ise radyoda reklamlar okuyarak
geçimini sağlamaya çalışan ve Broadway’de çaresizce bir rol arayan
tecrübeli figüranlardan biriydi. İçlerinden hiçbiri Aşağı Doğu Yakası
ya da Brownsville’in çamurlu sokaklarına adım atmamıştı. Kullan­
dıkları terimler son derece sıradan, bilmem kaçıncı sınıf gangster
filmlerinde kullanılan argolardan alınmıştı. Bu basmakalıp sözlerin,
o geceki yayında Christmas’ın insanları etkilediği gibi etkilemesinin
imkânı yoktu. Zaten kısa bir süre sonra program ilgi görmemeye başladı
ve N.Y. Broadcast yönetimi programı yayından kaldırma kararı aldı.
Böylece radyo dinleyicileri yeniden Skinny ve Fatso’nun, Cookies adlı
programlarında yaptıkları bayat esprilerle idare etmek zorunda kaldı.
Yaklaşık iki ay sonra, dolunayın pırıl pırıl parladığı bulutsuz bir
gecede Cyril kollarını göğsünde kavuşturup koca bir saatin arkasına
gizlenmiş vericiye doğru baktı. Sonra kaldırımın karşısına geçip Christ­
mas ve Kari ile beraber binaya girdi.
Beşinci kata çıktılar ve Cyril kahverengi vernikli bir kapıyı çaldı.
Az sonra kapıyı otuz yaşlarında, çok çekici bir kadın açtı. Bedenini
sımsıkı saran mavi ipek elbisesinin cömert bir göğüs dekoltesi vardı.
Gelenlere gülümseyerek, “İçeri girin,” dedi.

452
Luca Di Fulvio

Cyril, genç kadını, “Bu, Bessie,” diye tanıttı. “Erkek kardeşimin


eşiydi. Ama kardeşim içki şişelerini ailesinden daha çok sevdi. On­
dan en son haber aldığım zaman Atlantadaydı. Ama son iki yıldır hiç
haber alamadık.”
Bessie, başını yukarı kaldırdı ve iri, siyah gözlerindeki öfke ve
gururu gizlemeden, “Ve o zamandan beri de fahişelik yapıyorum,” dedi.
Christmas aniden rahatsızlık duydu ve elini göğsüne, annesinin
mesleğinden ötürü çocukluğundan beri bir leke gibi taşıdığı F harfi
şeklindeki izin üzerine götürdü. Mahcup bir ifadeyle başını öne eğdi.
Sarı perçemleri gözlerinin üzerine düştü.
Bessie, birden uzanıp Christmas’m saçlarını okşadı. “Bakın hele,
bu beyazın ne güzel saçları varmış,” dedi.
Christmas hemen kendisini geri çekti.
“Sakin ol, delikanlı. Seni baştan çıkarmaya çalışmıyorum. Ayrıca
evde çalışmam.”
Christmas iyiden iyiye rahatsız olduğunu hissetti. Bessie, Christmas’ı
bileğinden tuttu ve Karl’a da onları takip etmesini söyledi. Birlikte
içeri girdiler. Kapalı bir kapının önüne geldiklerinde Bessie ses çı­
karmamalarını işaret etti. Yavaşça kapıyı açtı ve odadaki iki yatağı
göstererek, “Bunlar benim çocuklarım,” dedi.
Christmas, odanın loşluğunda yataklarında rahatça uyuyan iki
çocuk gördü.
Bessie, Christmas’ı elinden tutarak odaya soktu. Bez bebeğine sa­
rılmış, baş parmağını emerek uyuyan kız çocuğunun yanma geldiler.
Kadın, kızın iri siyah buklelerini okşadı. Christmas’m kulağına alçak
sesle, “Bu, Bella-Rae,” dedi. “Beş yaşında.” Daha sonra saçları kısacık
kesilmiş erkek çocuğun başmı okşadı.
Çocuk, uykulu iri gözlerini açıp, “Anne...” diye mırıldandı.
“Uyu, tatlım.”
Çocuk, örtüyü üstüne çekip yeniden uykuya daldı.
“Bu da Jonathan,” dedi Bessie. “O da yedi yaşında.”
Christmas, utanarak gülümsedi. Aklına, Tonia ve Vito Fraina öl­
dükten sonra Bayan Sciacca’nm evinde ağlayarak uyandığı geceler ve o
kadının ve aptal çocuklarının onu garip bir yaratıkmış gibi izlemeleri

453
Rüya Dağıtan Çocuk

geldi. Sonra, biraz daha büyüyüp evde yalnız kaldığı geceleri düşündü.
Ne zaman bir kâbus görse ağlayarak uyanır ve evde olmadığını bile bile
annesine seslenirdi. Sonra da başını yastığına gömer, örtüleri yüzüne
kadar çeker, annesinin kokusunu arayarak uyuyakalırdı.
Bessie ile birlikte odadan çıktılar. Bessie, Karl’ın da odadan çıkma­
sını bekleyip kapıyı yeniden yavaşça kapadı. “İki küçük melek gibiler,
değil mi?” dedi.
Christmas’m yüreği yeniden hüzünle doldu ve küçükken hissettiği
o korkunç yalnızlık duygusunu adeta yeniden yaşadı. Elini Bessie’nin
elinden çekti ve zor duyulur bir sesle, “Evet,” dedi.
Bessie, Cyril’e bakarak, “Delikanlı pek huysuz,” dedi gülerek.
Cyril, “Bessie kardeş, biz şimdi...” diye söze başladı. Bessie, hırçın
bir tavırla Cyril’in sözünü kesti: “Buraya çene çalmaya değil, çalışmaya
geldiniz. Biliyorum.” Sonra kendi yatak odasına doğru yürüdü. “Size
bu odayı ayarladım ama kusura bakmayın, uygun bir hale getirmek
için zamanım olmadı,” dedi.
Cyril güldü. Sonra Christmas ve Kari ile birlikte Bessie’nin onlara
gösterdiği, tam çatıdaki antenin altında kalan odaya girdiler. Duvar­
dan ve tavandan bir sürü kablo girip çıkıyordu. Tahtadan yapılmış
iki ayağın üzerine dikdörtgen bir ahşap levha monte edilmişti. Bu
platformun üzerinde de son derece ilkel, el yapımı bir alet duruyordu.
Kari bir kaşını kaldırdı. “Çalışıyor mu?” diye sordu.
Cyril, “Bessie kardeş, radyoyu aç!” diye bağırdı.
Bessie, oda kapısında belirip, “Öyle bağırarak çocukları uyandı­
rırsan üçünüzü de kapı dışarı ederim!” diye terslendi. Sonra Cyril’m
ağzını açıp bir şey söylemesine izin vermeden, “Radyo çoktan açık,”
dedi. “Bu hilkat garibesinin çalışacağına inanmak da zor ya...”
“Oraya git, Kari,” dedi Cyril. “Sen de Christmas.”
Christmas ve Kari, Bessie’nin yatak odasına girdiler. Evin her yeri
gibi burası da düzenli ve temizdi. Bessie, Christmas’m etrafa baktığını
görünce, “Evde çalışmadığımı söylemiştim,” dedi.
Annem gibi, diye düşündü Christmas kızararak.
Bessie’nin beyaz boyalı bir şifonyerin üzerinde duran radyosu,
dükkânlarda satılan modellerden değildi. Bessie, başıyla Cyril’in bu­

454
Luca Di Fulvio

lunduğu odayı işaret ederek, “Bunu da içerideki manyak yaptı,” dedi.


Sonra mantardan yapılmış düğmeyi çevirdi.
Odaya Cyril’in sesi yayıldı.
“Beni duyuyor musunuz, beyazlar? Elbette duyuyorsunuz. Radyonuz
şu anda Harlem’in korsan kanalına ayarlı... 540. frekans, W NYC’nin
570. frekansına yakın. Böylece o kanalı arayanlar bize rast gelebilir.
Zenci dostunuz ne kadar zeki, değil mi? Tüm Manhattan ve Brooklyn’i
içine alan bir yayın ağımız var.” Cyril susup bir soluk aldı. “Tamam,
bu kadar gevezelik yeter. Yanıma gelin. Yayma hazırız.”
Kari odaya girip kapıyı kapadı. “Hayır,” dedi. “Henüz hazır değiliz.”
Christmas ve Cyril şaşkın gözlerle ona baktılar.
Kari, “Ne yapmayı düşünüyorsunuz?” dedi. “Böyle, aniden yayma
mı geçeceksiniz?”
Cyril ifadesiz bir sesle, “Başka ne olacak ki?” diye sordu.
Kari, “Önce insanların bizden haberdar olmasını sağlamayız,” dedi.
“Yani?”
Karl’ın gelmek istediği noktayı anlayan Christmas, “Yayma geç­
tiğimizi bilmelerini sağlamalıyız, Cyril,” dedi.
“Benim çevrem çoktan biliyor ve dört gözle bekliyor.”
Kari, karşısındakini ikna etmeye çalışan bir ses tonuyla, “Ama
şehrin geri kalanı bilmiyor,” dedi. “Onların kanalları kurcalarken te­
sadüfen bizim kanalı bulmalarını bekleyemeyiz.”
Cyril, “Öyleyse tüm New York’u dolaşıp haber vermek lazım,” dedi.
Kari gülümsedi. “Onun gibi bir şey,” dedi.
Cyril, “Peh, onunla da siz ikiniz uğraşın,” dedi. “Ben üstüme dü­
şeni yaptım.”
Kari gülümseyerek Cyril’e baktı. “Hiçbirimizin sokak sokak dolaş­
ması gerekmeyecek, Cyril,” dedi. “Bu benim uzmanlık alanım.”
“Öyle diyorsan...”
Karl’ın yüzü birden ciddileşti. “Ancak şimdi paraya ihtiyacımız
olacak. Ben beş yüz dolar verebilirim,” dedi.
“Benim bir sentim bile yok,” dedi Christmas dürüstçe.
“Al benden de o kadar,” diye ekledi Cyril.

455
Rüya Dağıtan Çocuk

“Öyleyse bir yerlerden bin dolar daha bulmalıyız,” dedi Kari gü­
lümseyerek.
“Ne işimizi görecek o kadar para?”
Kari, bir elini Cyril’in omzuna koydu. “Ben sana ilk andan beri
güvendim, Cyril,” dedi. “Ve sen mükemmel bir iş çıkardın.”
Cyril’in yüzünü mutlu bir tebessüm kapladı.
Kari, “Şimdi de senin bana güvenme zamanın,” dedi. “Bin dolar
bulmamıza yardım et.”
Cyril, “Bin dolar, ha?” diye homurdandı.
Kari, ciddi bir ifadeyle Christmas’a döndü. “Sen de, Christmas.
Çok önemli,” dedi.
“İyi de bu lanet olası dolar ağaçta yetişmiyor,” dedi Cyril çaresizlikle.
Kari, “Ben bir yol buldum,” dedi. “Mahalledeki insanlardan birer
dolar isteyelim.”
“Neler saçmalıyorsun?”
“Radyomuzdan onlara birer dolarlık hisse sattığımızı düşün. Bu
bir doları yıl sonuna kadar onlara geri ödeyeceğimizi söyleriz, hem
de faiziyle... Bire iki.”
“Sen ne dediğini bilmiyorsun.”
Christmas heyecanlanmıştı. “Bırak da sözlerini bitirsin, Cyril,” dedi.
Cyril, Christmas’ı duymamış gibi, “Saçma sapan bir fikir,” dedi.
“Resmî bir radyo değiliz, bu geliri nasıl sağlamayı düşünüyorsun? Ya­
sadışı yollardan mı? Aklınızdan neler geçiyor sizin?”
Kari itiraz etmeye çalıştı. “Sonsuza dek illegal kalmayacağız. Özgür
bir ülkedeyiz ve...”
Cyril öfkeyle bağırdı: “Etrafına bir bak, Polonyalı! Bu zenciler sence
özgür mü? Hangi konuda özgür olduklarını düşünüyorsun? Açlıktan
ölme konusunda mı? Bir de bu adamların bir dolarını istiyorsun.”
“Bir dolar alıp onlara umut vereceğiz,” dedi Christmas.
“Ah, güzel. Bu yüzden cebinde bir doları olan bin tane zenci bul­
man gerekecek.” ,
Christmas, “Bin değil,” dedi. “Kimi on dolar verir, kimi yüz...”
“Yüz dolar mı? Evet, siz gerçekten salaksınız!”

456
Luca Di Fulvio

Christmas, “Rothstein’a giderim,” dedi. “O zengin biri. Belki bin


doları tek başına bile çıkarıp verir.”
Cyril alay eder gibi gülümsedi. “Evet, emin ol verir,” dedi.
O sırada odanın kapısı açıldı ve Bessie elinde bir cüzdanla içeri
girdi. Cüzdanı açtı, içindeki bozuklukları saydı ve masanın üzerine
bir avuç dolusu bozuk para bıraktı.
“İşte ilk bir dolarınız,” dedi.
Christmas sanki onu ilk kez görüyormuş gibi baktı; bir kadına
bakar gibi. Ve o kadının gözlerinde ilk kez, yıllardır annesinin gözle­
rinde görüp kabul edemediği gerçeği gördü.
Bessie, Christmas’m ona dikkatle baktığım fark edince başını
kaldırıp delikanlıya baktı. Christmas kıpkırmızı oldu, utanarak ba­
şını önüne eğdi. Sonra yeniden Bessie’ye bakıp, “Benim annem de bir
fahişeydi,” dedi.
Cyril ve Kari dönüp Christmas’a baktılar.
Bessie’nin dolgun dudakları aralandı ve inci gibi dişleri göründü.
Genç kadın, Christmas’a yaklaştı. Yüzünü zarif ellerinin arasına aldı.
Başparmağıyla bir kaşını düzeltti ve uzanıp yanağından öptü. Yeniden
o bembeyaz dişlerini göstererek gülümsedi ve Cyril ile Karl’a dönüp,
“Bir fahişenin evladı yüz tane zengin çocuğuna bedeldir, bunu unut­
mayın,” dedi.
Cyril ve Kari başlarını salladılar.
Bessie, Christmas’a bakıp, “Annenle gurur duyuyor olmalısın,” dedi.
“Evet,” dedi Christmas. “Elbette.”
Bessie yeniden elleriyle Christmas’m yüzünü okşadı ve yanağına
bir öpücük daha kondurdu. Sonra Cyril’e bakıp, “Evet? Bu bir doları
alıyor musun yoksa almıyor musun?” diye sordu.
Cyril, tahta masaya bir yum ruk attı. Bozuk paralar şıkırdadı.
“Öyle olsun,” dedi. “Deneyelim bakalım. Ben kendi çevremi yok­
larım, Christmas, sen de gangsterleri...” Başını iki yana salladı. “Sıç­
tığımın radyosu...”
Christmas, Kari ve Bessie kahkahayla güldüler.
Cyril de gülümsedi. “Gülün! Gülün! Ben hâlâ bu paranın ne işe
yarayacağını anlamış değilim,” dedi.

457
Rüya Dağıtan Çocuk

“Göreceksin,” dedi Kari gülümseyerek.


Christmas gözlerini kıstı. “CKC büyük bir şirket olacak.”
Kari ve Cyril aynı anda, “Ne?” diye sordular.
Christmas gururla, “CKC,” diye tekrarladı. “Radyomuzun adı bu
olacak. İsimlerimizin baş harfleri. Güzel, değil mi?”
Cyril kuşkulu gözlerle Christmas’a baktı. “Peki, ilk C hangimizin
adı olacak? Cyril mi Christmas mı?”
“İlk mi olmak istiyorsun? Tamam, ilk C, senin adın olsun.”
“Beni kandırmıyorsun, değil mi?”
“Hayır, ortak.”
“Hımm, ortak...” dedi Cyril. Hayallere dalmış gibi bir elini çene­
sine koydu.
Kari da sevinçle, “Ortak,” diye tekrarladı.
Cyril güldü. “İki beyazla iş ortaklığı. Buna inanabiliyor musun,
Bessie kardeş?” dedi.
“Cehennemde yanacaksın, Cyril.”
Hep birlikte güldüler.
Bir sonraki hafta Cyril sekiz yüz dolar topladı. Mahalledeki zenciler,
teklifi duyunca ellerinde ne var ne yoksa büyük bir heyecanla toplayıp
Cyril’e verdiler. Aslında onlar için özgürlüğü ifade eden bir radyonun
küçük bir hissedarı olup olmamak umurlarında değildi. Fakat beyaz­
ların ne olduğunu bilmediği bir saatin küçük de olsa bir parçasına
sahip olmak beyazların kıçlarına sıkı bir tekme atmak kadar hoşlarına
gitmişti. Bu mutsuz ve fakir insanların hiçbiri paranın geri dönüşüne
dair bir garanti istemedi. Onlar için, eğer beyazların kıçına sıkı bir
tekme atılacaksa, bu paralar iyi yere harcanmış demekti.
Christmas bin dört yüz dolar topladı. Beş yüz doları Rothstein
vermişti. Christmas ondan para koparmanın yolunu öğrenmişti. Gang­
stere, “Bir bahse girdiğini var say,” demiş ve Rothstein da çıkarıp parayı
vermişti. Kalan altı yüz doları da Lepke, Gurrah Shapiro ve Greenie’den
aldı. Bu üç adam bahis masalını pek yutmuyordu, Rothstein gibi bahis
hastası değillerdi. Christmas bunu bildiği için onlara sadece yasal ol­
mayan bir iş için gerektiğini söylemek yeterli oldu. Kanunlara uygun
olmayan bir şeyler yapmak kendilerini her zaman heyecanlandırdığı

458
Luca Di Fulvio

için daha fazla bir şey sormadan altı yüz doları toparlayıp Christmas’m
eline saydılar.
Son olarak annesi Cetta, oğlunun avucuna seksen beş dolar sıkış­
tırdı. Bu, uzun süredir biriktirdiği bir paraydı. Sonra da bu miktarı
iki yüz dolara tamamlamak için Sal’in başının etini yedi ve ondan da
yüz on beş dolar aldı.
O haftanın sonunda Kari çok mutluydu. “İki bin iki yüz dolar!”
diye bağırdı ve küçük bir çocuk gibi ellerini ovuşturarak, “Bendeki
beş yüzü de sayarsak iki bin yedi yüze ulaşıyoruz. Babam da üç yüz
dolar vereceğini söylemişti. Hepsi üç bin dolar! İstediğimiz her şeyi
yapabiliriz!” diye ekledi.
Ertesi gün Brooklyn, Aşağı Doğu Yakası ve Harlem’in bazı stratejik
yerlerine yerleştirilen ilanlar, iri harflerle yeni radyonun reklamını
yapıyordu: “CKC - Gizli Radyonuz.”
Bir sonraki hafta ilanlar New York’un dört bir köşesinde görül­
meye başladı.
“CKC - Gizli Radyonuz. Geri saymaya başlayın. Sadece 7 gün kaldı.”
Ertesi gün, bu sayı altı ile değiştirildi. Sonra beş, dört, üç, iki ve
sonunda bir.
Sayı kısımları hareketli olan bu ilanlar için dokuz yüz yirmi dolar
harcandı. Geriye iki bin seksen dolar kalmıştı. Yayının yapılacağı gün
New York sokaklarına yeni ilanlar asıldı.
“Beklediğin gün sonunda geldi, New York. Bu akşam saat 19.30’da
radyonuzu 540 AM frekansına getirin ve Diamond Dogs’u dinleyin.
Bize katılmanıza az kaldı.”
İlandaki CKC, 540 AM ve Diamond Dogs karakterleri ışıklandı-
rılmıştı ve ritmik olarak yanıp sönüyordu.
Harlem, saat 19.30’d an önce hareketlendi. O yıllarda çoğu Cyril
tarafından imal edilmiş radyolar açılmış ve hepsi 540 AM frekansına
getirilmişti. Cetta da yayından bir saat önce, Ruth’un bir zamanlar
Christmas’a hediye ettiği Radiola marka radyosunu açmış ve kanalı
ayarlamıştı. Sal ise ondan daha heyecanlıydı. Heyecandan rengi atmış
bir halde Cetta’mn yanında oturuyordu. N.Y. Broadcast’ın merkez bi­
nasında Maria, Christmas’ın ilk yayınına katılan iki ses teknisyeni ile

459
Rüya Dağıtan Çocuk

birlikte üçüncü kattaki küçük bir salona kapanmıştı ve radyo alıcısını


540 AM frekansına getirmişti. Cyril, Bessie’nin yatak odasındaydı.
Çocuklar, duvarın öte yanındaki bir beyazı neden radyodan dinle­
meleri gerektiğini pek anlamadan annelerinin eteklerine yapışmış,
bakınıyorlardı.
Yayının yapıldığı odanın ışıkları, Christmas’a ihtiyacı olan karanlığı
sağlamak için söndürülmüştü. Kapı ve pencere, mahallelinin günlerdir
haşladığı yüzlerce yumurta sayesinde ses geçirmez hale getirilmişti.
Kari, Christmas’ baktı. “Hazır mısın?” diye sordu.
Christmas sadece gergin bir şekilde gülümsedi.
“Her şey yolunda gidecek,” dedi Kari.
“Evet.”
Christmas gözlerini kapadı, derin bir nefes aldı ve Cyril’in N.Y.
Broadcast’ın deposundan yürüttüğü üç mikrofondan birini iyice önüne
çekti.
Radyofonik ekipmanın hemen yanma eski bir gramofon yerleştir­
mişlerdi. Kari, gramofonun kolunu çevirdi ve fren kolunu sıkıştırdı.
Christmas’m o gün aldığı plak çalmaya hazırdı.
Bessie’nin yatak odasında, Cyril gözünü saatten ayırmıyordu. Bir
süre sonra yavaşça, “Şimdi,” dedi
“Yayındayız, Christmas,” dedi Kari.
“Başla, Kari.”
Kari heyecandan titreyen sesiyle konuşmaya başladı: “İyi akşamlar,
sevgili dostlar. İlk gizli yayınımıza hoş geldiniz. Birazdan Diamond
Dogs sizlerle olacak. CKC keyifli bir akşam geçirmenizi diler...”
Bir dakikalık sessizlik oldu. Cyril oturduğu yatakta sabırsızca
kıpırdandı. Sonra sımsıcak ve genç bir ses, “İyi geceler, New York...”
diyerek konuşmaya başladı.
Cetta heyecanla, “İşte benim Christmas’ım,” dedi.
“Sus be kadın,” dedi Sal. Hâlâ heyecanlıydı.
“Başlamadan önce sizden bir ricam olacak...”
Kari, karanlık odada Christmas’ın gözlerine bakmaya çalıştı.
Cyril yataktan kalktı ve sırıtarak dinlemeye devam etti.

460
Luca Di Fulvio

Cetta da nefesini tutmuştu. Sal, gözlerini radyodan ayırmadan


Cetta’nın elini sımsıkı tuttu.
“Bu gece New York’un tüm fahişelerini düşünmenizi istiyorum.
Seksten bahsetmiyorum. Onları benim gördüğüm gibi görmenizi is­
tiyorum. Birer kadın gibi.”
Christmas’m sesi Aşağı Doğu Yakası, Brooklyn ve Harlem’in tüm
radyolarından sokağa yayılıyordu.
“Ben onlara çok şey borçluyum. Sırf ben değil, tüm New York on­
lara borçlu. Şunu sakın aklınızdan çıkarmayın ki onların kalbi bizim
gibi kalpsizlere bile yetecek kadar yüce.”
Bessie, çocuklarına sarıldı ve dönüp Cyril’e gülümsedi.
“Şimdi çok özel bir şarkı geliyor... Sonra sizi, biz gangsterlerin
karanlık ve tehlikeli dünyasına götüreceğim.”
Christmas, Karl’a işaret verdi. Kari, mikrofonu gramofonun ho­
parlörüne iyice yaklaştırdı ve fren kolunu serbest bıraktı.
Christmas sıcacık sesiyle, “Bu senin için, anne,” dedi.
Kari, gramofonun iğnesini plağın üzerine bıraktı.
Cetta önce plağın üzerindeki iğnenin cızırtısını, sonra yeniden
Christmas’m sesini duydu.
“Fred Astaire, bizzat kendi bu şarkıyı sana hediye ettiğini söyledi.
Bu şarkıyı biliyor musun, anne?”
Radiola’dan müziğin ilk notaları duyulmaya başladı.
“Lady...” dedi Cetta. Ama sesi bir hıçkırıkla kesildi. “Lady... Be...”
ağlamaktan konuşamıyordu. Sonunda, “Lady, Be Good!” diye bağırdı.
Sonra Sal’e sarılarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Sal yerinden hiç kımıldamadan, hipnotize olmuş gibi radyoya
bakmaya devam ederek, “Fred Astaire’in ibne olduğunu duymuştum,”
dedi. Sonra cebinden mendilini çıkarıp Cetta’ya uzattı. Cetta gözyaşları
arasında Sal’in sözlerine güldü.
Şarkının sonunda Christmas, “Teşekkürler, anne,” dedi.
“Ve şimdi hep birlikte bağırmaya hazır olun: Yelkenler fora! Macera
başlıyor, New York!”

461
52

Los Angeles, 1927

Bili, Studebaker Big Six Touring '19 model arabasını Whilshire Bul­
varındaki Los Angeles Residence Club önünde durdurdu ama motoru
çalışır halde bıraktı. Big Six’in direksiyonunu okşadı. Şüphesiz araba
yeniyken direksiyonu da gıcır gıcırdı. Yaklaşık on yıl boyunca değen
eller yüzünden matlaşmış, kimi yerlerinde çatlaklar oluşmuştu. Yine
de her zaman için klas bir arabaydı ve hep öyle kalacaktı. Bir zamanlar
zenginlerin gözdesi olan bu otomobil, onun eski Ford Model T ’si gibi
değildi. Geçen ay sekiz yüz dolar sayarak aldığı bu Studebaker ikinci
el bile olsa Bill’in gururla kullanacağı bir modeldi.
Bili bunları düşünerek arabadan indi ve binaya doğru yürüdü.
Kapı görevlisi kapıyı açıp Bill’i selamladı: “İyi akşamlar, Bay Fennore.”
“Selam, Lester.” Arabanın kaportasına vurarak, “Bebeği götürüp
yatırabilirsin,” dedi.
Adam arabaya atladı. Bili kaldırımda durup arabasının asfaltı
okşar gibi ilerleyerek müşteri otoparkına girişini izledi. Tabii ki hiç
kimse yolda durup ağzı bir karış açık arabasını izlemiyordu ya da onu
direksiyonda görenler çok zengin biri olduğunu düşünmüyordu. Ama
arabasını eski Ford’uyla karşılaştırdığı zaman bunun kendisi için ileri
doğru atılmış önemli bir adım olduğu açıktı. İşler bu şekilde devam
ettiği sürece o da bir gün bir Duesenberg sahibi olabilirdi. J Model bir
Duesenberg, saatte yüz doksan kilometre hız yapabilen bir canavar. Bu
yıl ilk kez New York’taki otomobil sergisinde halka sunulmuştu. Bili
bir dergide fotoğraflarını görmüş ve er ya da geç bir Duesenberg sahibi

462
Luca Di Fulvio

olmaya karar vermişti. Keyifle gülümsedi ve başını kaldırıp Los Angeles


Residence Club’ın beşinci katma baktı. 504 numaralı süit Whilshire
Grand Hotel’deki süitlere benzemiyordu. Aslında ikiye bölünmüş geniş
bir odaydı. Bir tarafta yatak, diğer tarafta ise iki koltuk, bir kanepe
ve bir de küçük masa bulunuyordu. Odanın duvar kâğıtlarının üst
kısımları hafifçe kararmış, kimi yerlerde de uçları kalkmıştı. Kapıcı­
nın, otel görevlileri gibi amiral üniformasına benzer üniforması yoktu.
Oda servisi yoktu. Aşağı inip karşıki büfeden bir sandviç almak, sonra
çıkıp odada yemek gerekiyordu. Çarşaflar ve havlular haftada bir kez,
pazartesi günü değişiyordu. Yanlışlıkla üzerlerine bir şey döktüğünde ya
da daha sık değiştirilmelerini istediğinde yarım dolar ödeme yapması
gerekiyordu. Oda hizmetçisi topal ve yaşlı bir zenciydi. Sadece yatağı
yapıyor, çöpleri atıyordu. Hatta çoğu kez kül tablasını dökmeyi bile
unutuyordu. Hayır, burası gerçek bir süit değildi. Ancak diğer sıradan
odalardan ayrılması için bu odaya süit deniyordu. Arkadaki yüzme
havuzu, dibi yosun tutmaya başlamış bir su hendeğinden başka bir
şey değildi. Lester’ın gizlice kulağına fısıldadığına göre otelin sahibi
iğrenç bir cimriden başka bir şey değildi.
“Havuzu tüm odalar dolu olduğu zaman dolduracaksın,” diye em­
retmişti Lester’a. Ve doğal olarak hiçbir zaman otel tamamen dolu
olmamıştı. Ama her şeye rağmen burası, Palermo Evleri’ndeki odadan
sonra Bili için kocaman bir adım olmuştu ve günün birinde Whilshire
Grand Hotel’de kalacağını da biliyordu. A rty’nin en hoşuna giden cüm­
lelerinden birini mırıldandı neşeyle: “Yeni bir çağ başladı.”
Sonra otele girdi, asansöre bindi ve beşinci kata çıktı.
Odanın iki penceresini de açtı, biraz ortalığı topladı, elini yüzünü
yıkadı. Sonra banyo lavabosunun altına elini sokup kontrol etti. Ora­
daydı. Lester sözünde durmuştu. Lavabonun altında bir şişe iyi kalite
viski duruyordu. Her zamanki Meksika tekilasından ya da romdan
çok farklıydı. Bili viski şişesini iki bardakla birlikte masaya koydu.
Misafir bekliyordu. Gülümsedi. Şişenin kapağını açtı ve bardaklardan
birine iki parmak viski koydu. A rty sadece bir şeyler içmek için davet
edildiğini sanıyordu. Oysa o gece iş konuşulacaktı; iş ve para. Bili biraz
hesap yapmıştı ve daha fazlasını istiyordu.

463
Rüya Dağıtan Çocuk

Kapı çalındı. Bili koridorda gülüşen kızların sesini duydu. Arty


yalnız gelmemişti.
“Kahretsin!” diye homurdandı Bili alçak sesle. Sonra yüzünde
yapmacık bir gülümsemeyle kapıyı açtı. “Arty! Girsene,” dedi.
İki genç kız aynı anda, “Selam, Cezalandırıcı,” diye kıkırdadılar
ve Bill’i öperek içeri girdiler.
Bili sıkkın bir halde kızları uzaklaştırdı. “Yalnız gelirsin sanmış­
tım,” dedi.
“Hey, parti yapmak istemez misin?” dedi Arty. Ellerini kızların
kalçalarına koydu.
Kızlar güldüler. Biri sarışındı, biçimli bir vücudu vardı, hatta biraz
tombul sayılabilirdi. Diğeri incecik ve esmer bir kızdı. Bili onları tanı­
yordu. “İkizler” diye bilinirlerdi ve lezbiyen sahnelerle meşhurdular.
A rty lezbiyenleri severdi. Onları önce izler, sonra becerirdi.
Bili, “İş konuşmayı düşünüyordum,” dedi.
Arty, “Ben de işi kucağına getirdim,” dedi.
Kızlar gülüştüler ve A rty’ye sarılıp onu öptüler.
“Ben çok ciddiyim, Arty.”
“Ben de öyle, inan. İstersen Lola söylesin.” Arty sarışının elini tuttu
ve aletine götürdü. Kız önce utanmış gibi kıkırdadı, sonra A rty’nin
aletini sıkmaya başladı. Esmer olan kız, Bill’in arkasına geçti ve elini
ön tarafa uzatarak Bill’in bacak arasını okşamaya başladı. Bili kızı
hızla itti.
“Çek ellerini.”
A rty birden ciddileşti. “Nedir bu kadar önemli olan?” diye sordu.
“Seninle iş konuşmak istiyorum,” dedi. Sonra dönüp kızlara baktı.
“Ama bunların önünde değil.”
A rty derin bir nefes alıp verdi, çevresine bakındı.
“Banyoya gidin,” dedi. “Kapıyı kapatın ve ben çağırmadan da gel­
meyin.” '
“Tamam, Arty.”
Arty kızların popolarına birer tane vurdu. “Ve uslu durun, kızlar,”
diye ekledi.

464
Luca Di Fulvio

Kızlar yine kıkırdadılar ve banyoya girip kapıyı kapadılar.


“Seni dinliyorum.”
“Otur, Arty.”
Bili bardaklara ikişer parmak viski doldurdu. Kendi bardağını
alıp A rty’ninkiyle tokuşturdu.
“Kaç film çektik, Arty?”
“Sekiz.”
“Bugünküyle dokuz, doğru mu?”
“Doğru.”
Bili gözünü kırpmadan yönetmenin gözlerinin içine baktı.
“Sen ve ben yeni bir çağ başlatıyoruz. Bu da doğru mu?”
“Bugünkü filmle, evet.” A rty memnun bir ifadeyle güldü. “Ciroya
baktım biraz. Olağanüstü.” İçkisinden bir yudum aldı. “Seni suçüstü
yakaladığım gün söylediklefimi hatırlıyor musun?”
“Beni bir ilah yapacaktın.”
“Sözümde durdum mu?”
Bili gülümsedi. “Evet,” dedi. Zengin Hollyvvood sapıklarının arasında
Cezalandırıcı artık bir idoldü. O vahşi dünyanın vahşi bir idolü. Bill’in
tanınmaktan ve New York suç dünyasının hedefi olmaktan korktuğu
için giydiği siyah deri maske onu gizemli bir ilah haline getirmişti.
Cezalandırıcının yüzü yoktu. Böylece her seyirci o maskenin arka­
sında kendisinin olduğunu düşünebilirdi. Cezalandırıcıyı izleyen ve
bir kadına saldıracak cesareti olmayan her erkek o maskenin altına
girip kadını dövebilir, ona bir mal gibi davranabilir, bir köle gibi ezi­
yet edebilirdi. Hem de kanunlara hesap vermeden, toplum ve ahlak
kurallarını çiğneyerek yapabilirdi bunu. Cezalandırıcı, her insanın,
her erkeğin içindeki şiddetin sesi ve vücut bulmuş haliydi.
“Evet,”dedi Bili bir kez daha.
A rty içkisini bitirip bardağı yeniden doldurdu. “Ve inan bana, bu
daha hiçbir şey değil,” dedi.
Önceki sekiz film alışılageldik bir sistemle çekilmişti. Sahne ayar­
lama, çekim, kısa bir mola, yeniden sahne ayarlama, çekim ve böyle
sürüp gidiyordu. Cezalandırıcının kurbanları pornografi dünyasının
tanınmış yüzleriydi. Tecavüze uğruyormuş gibi rol yapıyorlardı. Elbette

465
Rüya Dağıtan Çocuk

sadece para için. Bili onları gerçekten dövüyordu, ama tabii ki gerçek
hayatta yaptığı gibi değil. Sadece rol yapıyordu. İki sahne arasında, bir
genç kız Bill’in heyecanının sönmemesi için uğraşıyor, makyöz de kur­
banların yaralarına kırmızı makyaj yaparak daha derin görünmelerini
sağlıyordu. Hollywood önceleri Cezalandırıcı’nm bu gözüpekliğini büyük
bir heyecanla karşılamıştı. Hiçbir yapımcı o zamana dek pornografi
dünyasında bu kadar cüretkâr filmler çekmemişti. Piyasaya yayılan
yeni filmler diğerlerinin yanında başyapıt gibi kalıyordu. Ancak daha
sonra Hollywood bu filmlere alıştı. Bazı aktörler ve yönetmenler, hep
aynı aktrisleri görmekten bıktıklarım söyleyerek, verdikleri özel parti­
ler için hâlâ Cezalandırıcının filmlerini satın alıyorlardı. Diğerleriyse
filmleri çok yapmacık bulduklarını söylemeye başlamışlardı. Bunun
üzerine A rty’nin akima yeni bir proje geldi. Her şey gerçek olacaktı.
Sahne ayarlanması, çekim süreleri, molalar, profesyonel aktrisler...
Hayır, bunların hiçbir olmayacaktı. Gerçek kızlara ihtiyaç vardı. Ger­
çek kurbanlara. Her şey, Bill’i ilk gördüğü gece, gözde aktrislerinden
Meksikalı Frida’ya tecavüz ederken olduğu gibi olacaktı.
Arty, projesini hayal edince büyük bir heyecan duydu. “Evet, ger­
çekten bu hiçbir şey değil,” dedi Bill’e. “Henüz bir şey görmedin. Bana
inanıyor musun?”
“Evet.”
“Yeni filmin piyasaya çıkmasını bekle. Göreceksin, paraya para
demeyeceğiz.”
Bili bardağına uzandı. Sessizce içkisini yudumladı.
“Benim de seninle konuşmak istediğim buydu,” dedi.
“Konu neydi?”
“Benim cebime ne kadar girecek?”
“Nedir istediğin? Zam mı?” Arty güldü. “Tamam, istediğin gibi
olsun. Bin az geliyor demek ki. Ne kadar istiyorsun? Film başına bin
beş yüz dolara kadar çıkabilirim. Ne diyorsun?”
Bili sessizce içkisini içmeye devam etti.
“Lanet olsun! Bin beş yüz dolar diyorum sana!”
Bili hâlâ sessizdi.

466
Luca Di Fulvio

“Bin yedi yüz, piç kurusu. Daha fazlasını veremem. Giderlerle baş
edemiyorum.”
Bili bardağındaki içkiyi bir dikişte bitirdi. Dudaklarını sildi ve
bardağına yeniden içki doldurdu.
A rty soğuk bir sesle, “Sabrımı zorlama,” dedi.
Bili, “Yoksa?” diyerek güldü.
A rty öfkeyle ayağa kalktı. “Seni ben yarattım,” dedi. “Bunu sakın
unutma. Ben seni... Seni bulmadan önce Cochrann Fennore kimdi?
Bir set işçisi. Açlıktan nefesi kokan bir hiç. Bir de şimdi geldiğin nok­
taya bak. Lüks bir araban var, böyle bir süitte yaşıyorsun... Ve her şey
daha da güzel olacak. Durumun daha iyi olacak.” Sonra parmağını
Bill’in yüzüne sallayarak sesini alçalttı. “Ama seni uyarıyorum, beni
hafife alma.”
Bili bardağı kafasına dikti. Başının dönmeye başladığını hissetti.
İçinde giderek büyüyen bir yenilmezlik duygusu vardı. Biraz da sarhoş
olmuştu.
“Ya Arty Short, Cezalandırıcıdan önce neydi?” diye sordu yönetmene.
“Bir pezevenk. Düşüp kalktığın orospulara kalitesiz filmler çeken bir
pezevenkten başka neydin sen? Tıpkı Los Angeles’taki diğer pezevenkler
gibiydin. Cezalandırıcı olmasaydı ne olacaktın? Pezevengin tekisin,
Arty. Yönetmen filan değil, boktan herifin tekisin.”
A rty öfkesini kontrol etmeye çalıştı. Bill’e arkasını döndü ve odanın
içinde aşağı yukarı yürümeye başladı.
Bili ayağa kalktı. “Bana bak, Arty,” dedi.
A rty durdu. Bili yönetmenin yanma gidip adamı süzmeye başladı.
Soğuk, kapkara ve uzak bir bakışı vardı. A rty bir adım geri gitti. Bili
de ona doğru bir adım attı. A rty başmı çevirerek Bill’in bakışlarından
kaçmak istedi. Bili adamın boğazını tutup sıkmaya başladı.
“Seni bir yıldız yapacağım, demiştin. O gece bana söylediğin şey
buydu, değil mi? Bunu bana tekrar edip duruyorsun. Ne kadar iyi
olduğumu söylemekten başka bir şey yapmıyorsun. Ancak benim ne
düşündüğüm konusunda en ufak bir fikrin yok. Var mı, Arty?”
“Canımı yakıyorsun...”

467
Rüya Dağıtan Çocuk

Bili güldü. “O gece seni gördüğüm zaman ne düşündüğümü bilmek


ister misin?” dedi.
Birkaç saniye gözünü kırpmadan adama bakmaya devam etti. Sonra
dudaklarını yönetmenin kulağına yaklaştırdı. “Seni öldürecektim, Arty,”
diye ekledi. Elini yavaşça gevşetti. Sonra gidip kendisine bir içki daha
doldurdu. “Bunu ciddi olarak düşünmelisin. O parlak fikrin olmasaydı
şu an ölü bir pezevenktin.”
A rty zorla gülümsemeye çalıştı ve gelip Bill’in karşısına oturdu.
“Niçin bunları konuşuyoruz?” dedi. “Neden durduk yere kendini öf­
kelendiriyorsun? Paradan mı konuşmak istiyorsun? Tamam... Film
başına iki bin dolar. İyi mi? Eğer beğenmediysen...”
Bili adamın sözünü kesti. “Şu andan itibaren yüzde elli istiyorum,”
dedi.
“Ne?”
“Sağır mı oldun, Arty?”
“İyi de bir sürü masrafım oluyor benim. Film, kadro, set kirası...”
“Tüm harcamalarını çıkarırız. Geriye ne kalırsa yarı yarıya bö­
lüşürüz.”
“Bak, anlamıyorsun...”
“Hayır, çok iyi anlıyorum. Bir defter tutarız ve ona harcanan her
kuruşu yazarız. Set çalışanları bir artış isterse birlikte karar veririz.
Alınması gereken bir şey olursa birlikte alırız. Yeni bir sahne dekore
edilecekse eski sahnelerden kalan her şeyi değerlendiririz. Eğer benden
bir kuruş kaçırmaya kalkarsan senin kıçına tekmeyi basar, kendime
yeni bir yönetmen bulurum. Yeterince açık konuştum mu?”
Bili bardağı kafasına dikti.
A rty yere bakarak başını sallıyordu. Ne söyleyeceğini bilemiyor
gibiydi. “Ben... Senin anlamadığın... Bu sadece hesap kitap meselesi
değil... Anlamıyorsun. Bu iş çok daha karışık...” diye geveledi. Elleriyle
ter içinde kalmış yüzünü sildi. Derin derin nefes alıp verdi. Sonra
başını kaldırıp Bill’e baktı. Yüzü kıpkırmızıydı. Zayıf ama öfkeli bir
sesle, “Benim çevrem var!” dedi. “Tecrübelerim...”
Bili, masanın üzerinden uzanıp adamın ceketinin yakasına yapıştı
ve onu kendisine doğru çekti. “Benim de sikim var! Taşaklarım var!

468
Luca Di Fulvio

Öfkem var,” dedi. Adamın yakasını bıraktı ve tıslar gibi, “Öfkem var,”
diye tekrarladı.
Bir süre ikisi de konuşmadı. Bili galip bir hava içinde, A rty ise
başı omuzlarının arasında oturdular.
Sonunda Arty, “Pekâlâ,” dedi. “Ortağız.”
Bili, “Doğru bir seçim yaptın, dostum,” dedi gülerek.
A rty gülümsedi, sonra bardağındaki viskiyi kafasına dikti. “Eh, o
zaman bunu kutlamalıyız,” diye cevap verdi. “İkizlerle.”
Bili omuz silkti. “Benim pek umurumda değil,” dedi.
Arty, “Fahişeler!” diye bağırdı. “Hadi çıkın girdiğiniz delikten.”
Kızlar banyo kapısını açtılar ve her zamanki gibi kıkırdayarak
içeri girdiler.
A rty yatağı işaret ederek, “Siz başlayın,” dedi.
Kızlar gülüşerek yatağa'atladılar. Bir yandan öpüşürken diğer
yandan birbirlerini soymaya başladılar.
A rty yerinden kalktı ve yatağın ucuna gidip kızları seyretmeye
başladı. Sonra Bill’e dönüp, “Hadi gel, ortak,” dedi.
Bili, “Bana göre değil,” dedi. “Sen işine bak.”
Arty, sarışının dolgun kalçasına bir tokat attı. “Hadi, ortak... Bu­
rada iyi mal var,” dedi.
Sonra kendini kızların eline bıraktı ve kendisini yatağa çekmele­
rine, soymalarına ve okşamalarına izin verdi.
Bili biraz daha içti. Ve Arty’nin ereksiyon oluşunu izledi. Öyle hazır,
dakik ve kendiliğinden... Bili, şu an istediği her fahişeyi elde edebilecek
konumdaydı ama bir şeyi yapamıyordu. Erekte olamıyordu. Ne yaptıysa
bir türlü tahrik olamıyor, gerektiği kadar ereksiyona ulaşamıyordu.
Esmer fahişe, kendi organının üzerine yapay bir penis takmıştı
ve sarışın kız A rty’nin penisini emerken o da arkasına geçmiş, sarışın
kızı beceriyordu.
Arty, Bill’e bakıp sırıttı. “Buraya bir ayna takmalısın,” dedi
“Evet.”
Bili içmeye devam etti. Artık şişe neredeyse dibine gelmişti. Sadece
sette başarılı oluyordu. Her ne kadar yaptığı şiddet gösterisi onu artık

469
Rüya Dağıtan Çocuk

uyaramıyor olsa da kameraların çekime başlar başlamaz çıkardıkları


sesle erekte oluyordu. Şöhret... A rtık onu harekete geçiren tek şey
şöhret arzusuydu.
A rty bir yandan sarışın fahişeye penisini emdiriyor bir yandan
da esmer kadının memelerini sıkıyordu. “Hadi getir onu buraya,” dedi
esmer kıza.
Fahişe yataktan çıktı ve tahrik eden bakışlarla Bill’i süzerek ağır
ağır ona doğru yürümeye başladı. Bu arada yapay penis önünde sal­
lanıyordu. Tam Bill’in karşısında durdu. Yapay penis, Bill’in yüz hiza-
sındaydı. Esmer fahişe, kendi göğüslerini okşayarak, “Daha önce bir
erkekle yaptın mı?” diye sordu.
Bili aniden ayağa fırladı ve kızın suratına bir yumruk indirdi.
“Siktir git, orospu!” diye bağırarak kızı tekmelemeye başladı.
Arty, “Coehrann!” diye bağırdı. “Orospu çocuğu! Ona zarar verme,
hayvan herif.”
Bili nefes nefese kalmıştı. Aniden durdu. Başı dönüyordu. Çok
fazla içmişti. Kız hâlâ yerde, başını kollarının arasına almış, kımıl­
damadan duruyordu.
“Defolun!” diye bağırdı. İçkinin etkisiyle dili dolanıyordu. “Gidin
buradan!” diye bağırdı.
Arty, sarışın fahişeyi itip yatağın kenarına oturdu. “Coehrann!
Çıldırdın mı?” dedi.
Bili, “Çıkın dışarı!” diye bağırdı. Gözleri kan çanağı gibiydi ve
ayakta zor duruyordu. Sendeledi.
Esmer fahişe ayağa kalktı, elini dudaklarına götürdü. Parmaklarına
kan bulaştı. Belindeki yapay penisi çözüp çıkardı ve aceleyle giyinmeye
başladı. Sarışın kız da hemen toparlanıp giyinmeye başladı. A rty ba­
şını sallayıp duruyordu. Sonra içini çekti ve o da kalkıp giyinmeye
başladı. Odanın kapısını açıp çıkmadan önce, “Yarın montajdayım,”
dedi. “İstersen sen de gelip bir göz at.”
Bili, A rty’ye bakmadan başını salladı.
Arty ve kızlar çıkıp kapıyı kapadılar.
Bili yalnız kalır kalmaz kendini yatağa attı, başını yastığa gömdü.
Gözlerini sımsıkı kapadı. İçinde bulunduğu karanlık fırıl fırıl dönü­

470
Luca Di Fulvio

yordu. Sonra o karanlık girdabın içinde bir kadın silueti belirmeye


başladı. Etekleri mavi fırfırlı, beyaz elbiseli bir genç kız. On üç yaşında.
Simsiyah iri bukleleri omuzlarından aşağı dökülmüş. Ruth. Bili, önce
her zaman gördüğü kâbuslardan birinin daha başlamak üzere oldu­
ğunu sandı. Ruth yine onu incitmeye gelmişti. Ancak Yahudi kızı ona
gülümsüyordu ve karşısında yavaşça soyunmaya başladı. Elbisesini
omuzlarına indirdi. Bili, pantolonunun düğmelerini açıp aşağı indirdi
ve aletini okşamaya başladı. Ruth yavaş yavaş soyundukça bacaklarının
arasından kan süzülmeye başladı. Ama Bill’e bir şey olmuyordu. Bir
türlü aletini uyaramıyordu. Sonra tam elini çekip toparlanmaya karar
verdiğinde başının içinde bir uğultu oluşmaya başladı; yavaş ve fısıltı
gibi. Sinema perdesinde akan filmin sesi gibi... Bu sırada bacaklarının
arasında bir karıncalanma hissetti. Aleti sertleşmişti.
Ona daha coşkulu dokunmaya ve A rty’ye yakalandığı ilk geceyi
hayal etmeye başladı, kendisini yeniden bulduğu o muhteşem geceyi.
Sonunda orgazma ulaştı.
Birkaç dakika yatakta hareketsiz kaldı. Eline, karnına ve çarşaflara
bulanmış sıcacık yapışkan sıvının bacaklarının arasından süzülmesini
bekledi. Sonra telefona uzandı ve ahizeyi kaldırıp bekledi.
“Buyurun, Bay Fennore.”
“Lester, zenci kadına söyle, gelip yatağın çarşaflarını değiştirsin.”
“Bugün pazartesi değil. Farkındasınız değil mi?”
“Yarım dolar, evet biliyorum Lester.”

471
53

Manhattan, 1927-1928

Tıknaz ve güçlü görünümlü adam, akşam yedi, buçukta başlayan Dia­


mond Dögs’u dinlemek için Lindy’nin Yeri’ne gelen onca insanı iterek
büyük radyonun karşısına geçip oturdu.
O sırada arkasından gelen bir ses, “Orası benim yerim,” dedi.
Adam dönüp bakmaya bile gerek görmeden, “Öyle mi?” diye sordu.
“Nerede yazıyor?”
“Bir yerde yazması gerekmiyor. O pörsümüş kıçını kaldır oradan.”
“Anlaşıldı. Sen belanı arıyorsun.”
Adam yumruklarını sıkarak dönüp arkasına baktı. Fakat arkasında
duran adamın kim olduğunu anlar anlamaz sapsan kesildi, hemen
yerinden fırladı ve şapkasını çıkardı.
“Affedersiniz Bay Buchalter... Ben... Ben bilmiyordum...”
Lepke Buchalter adama cevap vermeden gidip bara oturdu. Broad-
waydeki bu mekânın sahibi olan Leo Lindemann’a bakarak, “Hey, Leo,”
dedi. “Şu dağdan inmeye bu radyoyu kimin hediye ettiğini söylesene.”
Leo’nun karısı, “Radyoyu bu mekâna zorla kim koydu desene,”
diye homurdandı.
Bu sırada Arnold Rothstein yüzünde bir gülümsemeyle içeri girdi.
“Boşuna sızlanma, Clara,” dedi. “Çok da zorlayan olmadı, kabul et. Her
akşam saat yedi buçukta bu radyo sayesinde mekân dolup taşıyor.”
“Eh, tamam...” dedi Clara gülerek. “Kabul ediyorum. Güzel bir
fikirdi,” dedi. “Cheesecake istiyorsan acele et, Patron. Bitmek üzere.”

472
Luca Di Fulvio

Rothstein, Lepke’yi de işaret ederek, “İki porsiyon,” dedi.


Tıknaz adam iyice telaşa düşerek birkaç adım geri gitti. O sırada
arkasındaki bir masaya çarpıp yere devrildi. Mekândaki adamlar -çoğu
Rothstein’ın adamlarıydı- alay ederek gülmeye başladılar.
Rothstein bara otururken, “Şimdi sesinizi kesin,” dedi. “Bırakın
da çocuğu dinleyeyim. Lepke, sesi aç.”
Radyonun hoparlörlerinden Karl’ın sesi yükselmeye başladı.
“İyi akşamlar, dostlar. Gizli yayınımıza tekrar hoş geldiniz. Dia­
mond Dogs’un yeni bir macerasını dinlemek üzeresiniz.”
Lepke, “Susun!” diye bağırdı.
Clara ve Leo da yayını rahat duyabilmek için ellerindeki tabakları
tezgâhın üzerine bıraktılar.
“CKC, keyifli akşamlar diler.”
Rothstein, mekânın sahibine bakarak, “Sana bu radyonun ortağı
olduğumu söylemiş miydim, Leo?” diye sordu.
“Yüz kere, patron.”
“Ah, hesaplıyorsun demek...” dedi Rothstein. “Öyleyse beş yüz do­
larlık hisse aldığıma göre dört yüz kere daha söyleyeceğim, not al.”
Gülerek etrafına bakındı. “Gurrah nerede?”
Lepke, “Acil bir iş için Brownsville’de kaldı,” dedi. “Martin’in ye­
rinden dinliyor olmalı ve onu biraz tanıyorsam şu an sandviçlerinin
iğrençliği yüzünden küfredip duruyordur.”
Bu sırada Christmas’m yumuşak sesi duyuldu.
“İyi akşamlar, New York...”
Aniden nefesler tutuldu.
“Bu, karanlık bir gece, New York... Çünkü gangsterlerin hayatı
sadece güzel arabalar ve güzel kadınlarla piyasa yapmak değil... Ya­
pılacak pis işler de var. Kimsenin yapmak istemediği... Ama yapılınca
da doğru yapılması gereken işler.”
Sol gözünün üstünden çenesine kadar iki derin yara izi olan bir
serseri, “Doğru,” dedi
“Kes sesini, budala herif,” dedi Lepke. “İyi iş çıkarmaktan ne an­
larsın sen?”

473
Rüya Dağıtan Çocuk

“Bu akşamki hikâye biraz üzücü ve acı... Ve eğer çok korkarsanız...


Eh, o zaman sadece kanal değiştirmekle kalmayın. Bu şehri de terk
edin, çünkü New York size göre bir yer değil demektir...”
Lepke, Rothstein’ın kulağına, “Bu çocuk işi biliyor,” diye fısıldadı.
Rothstein gururla gülümseyerek, “Doğru ata oynamışım,” dedi.
“Birazdan size anlatacağım hikâye, bu cangılda hayatta kalabilmek
için ne uğraşlar verdiğimizi gösterecek size. Tabii ki isim vermeyeceğim.
Sevgili polis teşkilatımızdan bazı meraklı polislerin bizi dinlediğini
biliyorum... İyi akşamlar, Başkomiser Mclnery, eşiniz nasıl? Komiser
Cowley’ye de selamlar. Ya siz, Sayın Başsavcı? Siz de orada mısınız?
Not almaya başladınız mı?”
Lindy’nin Yeri’ndeki tüm gangsterler gülmeye başladılar.
Brownsville’deki Martin’in Yeri’nde de olay aynıydı. Tıpkı Lepke’nin
tahmin ettiği gibi, Gurrah Shapiro sandviçinden koca bir ısırık alıp
yediği şey Lindy’nin duble sandviçlerine hiç benzemediği için küfre­
derek çiğneyip duruyordu.
Aynı şekilde Bowery’deki kulüp binasında ve Sutter Bulvarı’ndaki
bilardo salonlarında da bir araya toplanmış gangsterler gülüyorlardı.
Christmas sözlerine devam ediyordu.
“Sadede gelirsek,” dedi. “Bir keresinde adamın birinin ortadan
kaybolması gerekiyordu. Hem de temelli, bilmem anlatabildim mi?
Fakat bu işi yapması gerekenler kuşatma altındaydı. Tüm polislerin
gözlerini sizin üzerinize doğrulttuğu anlardan biri. Olur bazen öyle
şeyler. Ama bazı çenesi düşüklerin acilen ortadan kaybolması gerektiği
anlar da olabilir. O zaman ne yapmalı? Kafayı kullanmalı. Ve bu olayda
olduğu gibi bazen kaderin de -h er ne kadar zalimce görünse d e - yar­
dım elini uzattığı olur. Bizim gevezeyi ortadan kaldırması gereken
adamın babası ölüm döşeğindedir ve adamın sahibi olduğu garajın
hemen üstündeki evinde yatmaktadır. Öyleyse ne yapmak gerekir?
Geveze herif garaja getirilir ve adam, iki suç ortağıyla birlikte geve­
zenin işini orada halleder. Ceset, çalınmış bir kamyonete yüklenir ve
mahallenin çocuklarından birine iki dolar verilip kamyoneti ıssız bir
yere götürüp bırakması söylenir. Ertesi gün, polis bir numaralı şüpheliyi
yakalamak için eve baskın yaptığı zaman onu ve yardımcılarını yaşlı
babanın ölüm döşeğinin etrafında bulur. Polisler şapkalarını çıkarıp

474
Luca Di Fulvio

alçak sesle özür dileyerek evi terk ederler. Böylece olay da çözülmeden
arşive kaldırılır...”
Christmas’ı, Clinton Caddesi’ndeki genelevde dinleyen Greenie,
“Bunu ona ben anlatmıştım!” diye bağırdı. Bu sırada etrafındaki fahi­
şeler de iç çekiyor, kendi dünyalarım başka hiçbir erkeğin tanıyamaya-
cağı kadar iyi tanıyan bu yumuşak sesli delikanlıyla bir gün tanışma
hayalleri kuruyorlardı.
Aynı anda Doksan Yedinci Bölge’deki polis merkezinin geniş salo­
nunda oturan Başkomiser Rivers, adamlarına dönüp, “Hangi olaydan
söz ediyor?” diye sordu. “Bu Christmas’ı bana bulmanızı istiyorum.”
Yardımcısı, “İyi ama nasıl?” dedi. “Sadece bir ses var elimizde.”
“İsminden yola çıkın. New York’ta bu kadar boktan bir ismi olan
kaç kişi vardır?”
“Takma bir isim olduğu belli.”
“Bana da öyle geliyor.”
“Ama şunu da yapabiliriz...”
Bu arada Christmas sözlerine devam ediyordu.
“Polislere neden ‘cops’ dediğimizi biliyor musunuz?”
Yüzbaşı kulağını radyoya uzatarak adamına, “Sus!” dedi.
“Bakır yıldızları yüzünden.”16
Memurlardan biri, “Bunu söyleyeceğini biliyordum,” diye homurdandı.
Başkomiser öfkeyle, “Ödüllü bilgi yarışmasında değilsin, ahmak
herif!” diye bağırdı.
“Ama Five Points dönemlerinde,” diye devam ediyordu Christmas,
“onlara ‘meşin kafa’ da deniyordu çünkü o zamanlar deri kasketler
takıyorlardı. Yalnız korkarım ki o kasketler sopalara karşı fazla etkili
değildi...”
Sal gülerek, “Doğru söylüyor,” dedi. Cetta’mn evinde el ele oturmuş,
kulaklarını neredeyse Radiola’ya yapıştırarak Christmas’ı dinliyorlardı.
Cetta, Sal’in koluna hafif bir yumruk attı.
“Sus da dinle.”

16 (İng.) Copper: Bakır, (yay. n.)

475
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas, “Söz sopalardan açılmışken...” diye devam etti. “Aklıma


babamın sık sık tekrarladığı bir şey geldi...”
“Babası mı?” diye güldü Sal. “Neler saçmalıyor bu piç kurusu?”
“Beni ne zaman elimde beyzbol topum ve sopamla merdivenlerde
otururken bulsa o tok sesiyle, ‘Hey, bana bak, piç kurusu. Topu bırak
da sopaya sarıl,’ derdi...”
“Bunu ona babası değil, ben söylüyordum,” dedi Sal tekrar gülerek.
Sonra aniden ciddileşti. Dudağını ısırdı. Cetta onun taş kesildi­
ğini fark etti. Elini tutan eli buz gibiydi. Derken Sal yerinden kalkıp
radyoyu kapadı.
“Kalk, biraz dolaşalım,” dedi. “Bu program gerçekten saçmaymış.”
Kapıya doğru yürüdü ve dönüp Cetta’ya baktı. Kaba bir sesle, “Ge­
liyor musun, gelmiyor musun?” diye sordu.
Cetta, “Biraz duygulanmanın nesi kötü?” dedi.
Sal, “Sen de oğlun gibi budalanın tekisin,” dedi ve kapıyı hızla
çarpıp çıktı.
Cetta gülümsedi ve radyoyu yeniden açtı. Sonra hâlâ Sal’in sıcak­
lığını taşıyan divana uzandı.
O sırada Christmas, “Bir İtalyan gangsterle bir Yahudi arasındaki
farkı biliyor musunuz?” diyordu.
Wally’s Bar & Grili adlı mekânda, mucize eseri ileri bir yaşa ka­
dar gelmiş olan eski bir mafya üyesi, romatizmalı ellerini oğlunun
omzuna koydu.
“Bakalım bu genç gangster bizi gerçekten tanıyor mu?” dedi.
Oğlu da gülerek dönüp kendi oğluna baktı. Torun, on altı yaşlarında
bir delikanlıydı ve elindeki sustalıyla tırnaklarının içini temizliyordu.
“En önemli fark,” diye devam etti Christmas. “İtalyan, oğlunu
kendisi gibi bir gangster yapmak üzere yetiştirir...”
İhtiyar, “Evet, evet, yüksek sesle söyle bunu, radyo mafyası,” di­
yerek güldü.
Oğlu ve torunu da onunla birlikte güldüler.
“Oysa Yahudi, kendi yaptığı pis işleri oğlu yapmasın diye onu
üniversiteye gönderir. Böylece onun bir Amerikalı olacağına inanır...”

476
Luca Di Fulvio

Yaşlı adam elini oğlunun omzundan çekerek, “Neler söylüyor bu


götveren?” diye homurdandı.
Oğlu, yanındaki çocuğa baktı ve elindeki sustalı bıçağı alıp çocuğa
bir tokat attı. “Yarın sabah okula gidiyorsun!” dedi. “Bu şeyi de bir
daha elinde görürsem...”
“Bu akşamlık süremiz de doldu... Şimdi veda zamanı. İyi geceler,
New York.”
Lindy’nin Yeri’ndeki bütün gangsterler, “İyi geceler, New York!”
diye bağırdılar.
Rothstein hepsinin sesini bastıran kahkahasıyla, “Hep kazanan
bir at,” dedi. “Onu radyo işine ben başlattım. Hiçbir bahsi kaybetmem,
bilirsiniz.”
Cetta divandan kalktı, radyoya yaklaştı ve oğlunun sarı saçlarını
okşarcasına radyonun parlak-yüzünü okşadı.
Christmas sözlerini, “Sana da iyi geceler, Ruth,” diye bitirdi. “Her
neredeysen.”
Cetta radyoyu kapadı. Sonra ev birden derin bir sessizliğe gömüldü.

Kısa bir süre sonra korsan radyo CKC herkesin dilindeydi.


Gangsterler, Diamond Dogs’n kendi özel programları gibi görü­
yorlardı. Ve Rothstein’ın Christmas’ı dinlemek için Lindy’nin Yerine
bir radyo hediye ettiği söylentisi yayıldığından beri tüm rakip çeteler
ve diğer suç örgütleri kulüp binalarını, bilardo salonlarını, barları ve
çalıntı araba parçaladıkları garajları radyoyla donatmışlardı. Hepsi
saat tam 19.30’da Christmas’ı dinlemeye başlıyordu.
Ancak Manhattan ve Brooklyn’in daha fakir bölgelerinde de işler
değişmeye başlamıştı. Christmas’m hikâyeleri sayesinde sıradan insanlar,
toplumun yalanladığı, kendilerinin ise isteme cesareti gösteremedik­
leri özgürlüğü kazanmış güçlü kişiler olduklarını hayal ediyorlardı.
Christmas, onların sesi olmuştu. Fırsatları hayal ediyorlardı, aykırı
bir şeyler yapmayı... Ve radyonun önünde rahatça kurulup otururken,
kendilerini tehlikeye atılmaya hazır hissediyorlardı.
Ve bu korsan yayının kalesi durumunda olan Harlem’de herkes
kendini daha özgür hissetmeye başlamıştı. Mahalledeki her zenci -

477
Rüya Dağıtan Çocuk

Cyril’in başlangıç için istediği bir doları ödeyen herkes- kendisini, bir
binanın tepesine dikilmiş sahte saatin arkasında gizlenen bu istasyonun
sahibi gibi görüyordu.
Cyril’in başını kaşıyacak bir saniyesi bile yoktu. Devamlı mahalleliye
radyo yapıyordu. Ama zencilerin arasında en gururlu olanı Bessie'ydi.
İlk bir doları o vermiş, böylece bu olağanüstü girişimin temeline ilk
taşı o koymuştu.
Doğal olarak gazeteler de olayı allayıp pullamakta geri kalmıyordu.
Şehirle ilgili sayfalarda orman yangını gibi büyüyen bu korsan yayınla
ilgili bir haber mutlaka oluyordu.
Christmas ve Cyril abartılı başlıkları gördükçe, “Bunların hepsi
bedava reklamımız,” diyerek gülüyorlardı. Kari ise endişeli bir sus­
kunluk içinde sadece başını sallamakla yetiniyordu.
Polis, kısa sürede belediye yetkililerini devreye soktu ve resmî
radyolara baskı yapılmasını istedi. Korsan yayının başladığı saat olan
19.30’da hiçbir resmî radyoda yapılan programlar Diamond Dogs ile
rekabete girecek kalitede değildi. Doğal olarak Diamond Dogs’u taklit
etmeye çalışan yeni radyo programları ortaya çıkmaya başladı. Ancak
ne aktörler ne de program yazarları halka Christmas’m doğallığını
aktarabiliyorlardı. Ayrıca yayınların yasalara uymak zorunda olması
halkın heyecanını yok ediyordu. Üstelik polis, CKC’nin merkeziyle il­
gili en ufak bir bilgiye bile ulaşamamıştı. Bunun tek nedeni Harlem
ve gangsterler arasındaki kusursuz iş birliği değildi. Polislerin kendi
içlerinde bile -büyük bir çoğunluğu programın daimî dinleyicileriydi-
büyük bir gayret yoktu. Bu şekilde kış bitti ve ilkbahar geldi. Büyük
radyo istasyonlarına yeniden baskı yapılmaya başlandı. Polis, CKC’nin
yasallık ilkesini her gün umursamadan çiğnediğini vurgulayarak ba­
sının şartlandırılmasını istiyordu.
Bir gece yayından sonra Kari, “İşi devamlı bu şekilde götüreme­
yiz,” dedi.
Cyril, “Ne istiyorsun?” diye homurdandı. “Vazgeçmek mi?”
“Ben sadece bu şekilde sürdüremeyeceğimizi söylüyorum. Bir sıç­
rama yapmanın zamanı geldi. Ya şimdi ya da hiç.”
“Ne sıçraması?”

478
Luca Di Fulvio

Onlardan biraz ötede oturan Christmas asık yüzle konuşulanları


dinliyordu. Beyninde binlerce karamsar düşünce dönüp duruyordu.
Kari, “Daha geniş bir yayın programı yapmayı denemeliyiz,” dedi.
“Sistemin bir parçası olmamız, yani yasallaşmamız gerek. Bunu ya
şimdi başarırız ya da bizi yok ederler. Öyle değil mi?”
Kari dönüp Christmas’a baktı.
Christmas bakışlarını kaçırdı. “Öyle... Belki...” diye geveledi.
Kari kollarını iki yana açıp, “Belki ne demek?” diye sordu. “Bunu
konuşmuştuk...”
Christmas sandalyeyi itip ayağa fırladı. “Evet! Evet! Tamam... Şu
an hiçbir şey bilmiyorum,” dedi.
“Ne bilmen gerekiyor?”
“Ah, lanet olsun! Bilmiyorum işte, o kadar!”
Christmas kapıyı sertçe çarpıp çıktı.
Cyril, “Nesi var bunun?” dedi.
Kari cevap vermedi. Pencereye yaklaştı ve kaldırımda volta atan
Christmas’a baktı.
“Ne bileyim... Neden kendin sormuyorsun?” Karl’m sesi buz gibiydi.
“Onun dadısı değilim, senin de.”
Cyril yüzünü astı. “Öyle diyorsan...”
“Affedersin, Cyril,” dedi Kari. Gelip Cyril’in yanma oturdu. “Bir
radyo istasyonunun nasıl işlediğini biliyorum. Şu an bir başarı sevi­
yesi yakalamış durumdayız. Halk bizi ilgiyle dinliyor ama... Her şey
Christmas’m omuzlarında. Ve o bu şekilde fazla devam edemez.”
Cyril eline bir mikrofon aldı. “Öyleyse her şey bitti mi? Bunu mu
söylemek istiyorsun?” dedi.
“Hayır, bunu söylemiyorum. Ama değişmeliyiz. Christmas’tan
bağımsız olmalıyız.”
“Çocuğu dışlamak mı istiyorsun?”
“Ya o bizi dışlarsa?”
“Neden böyle bir şey yapsın?”
“Yapar, demiyorum zaten. Ama bizim değişmemiz lazım. Başka
programlar da yapmalıyız. Başka konular bulmalıyız.”

479
Rüya Dağıtan Çocuk

“Bu yüzden mi günlerdir çocuğun suratı asık?”


“Belki... Ama belki de kafasından başka şeyler geçiyor.”
“Günlerinin sayılı olduğunu mu düşünüyor?”
Kari huzursuz bir edayla, “Ne düşündüğünü bilmiyorum,” dedi.
“Ama biz ikimiz yeni bir şeyler bulmalıyız, Cyril... Ve artık para ka­
zanmaya başlamalıyız. Rüyamız meyvelerini vermeye başlamalı, aksi
takdirde...”
“Sadece bir rüya olarak kalır.”
“Öyle.”
“Ve rüyayla karın doymaz.”
“Öyle.”
“Çocuk ne diyor?”
Kari, Cyril’e baktı. “Hiçbir şey,” dedi.
Cyril ayağa kalktı, pencerenin yanma gidip sokağa baktı. Christ­
mas hâlâ dolaşıyordu.
“Bu hoşuma gitmedi...” diye homurdandı.
O sırada Christmas başını kaldırıp yukarı baktı ve Cyril’i gördü.
Senin de canın cehenneme, dedi içinden öfkeyle. Sonra hızlı adım­
larla evin yolunu tuttu.
Üç gün önce olanları düşünüyordu. Onları kovan N.Y. Broadcast
genel müdürü Neal Howe’un onu çağırdığı gizli toplantı bir türlü ak­
lından çıkmıyor, düşüncelerini altüst ediyordu. Yaşlı Hovve, ceket ya­
kasında yine askerî madalyalar takılı şık kıyafetiyle onu karşılamıştı.
“Buyurun, Bay Luminita.”
Geniş toplantı masasının etrafında ondan başka, radyo istasyo­
nunun diğer üç yöneticisi ve sanat yönetmeni olarak Karl’ın yerine
alınan otuz yaşlarında sıska bir adam oturuyordu.
Neal Howe, “Niçin burada olduğunuzu biliyor musunuz, Bay Lu­
minita?” diye sordu.
Christmas, yüzünde küstah bir ifadeyle ellerini ceplerine soktu.
“Beni yeniden mi kovmak istiyorsunuz?”
Yaşlı adam gergin bir ifadeyle gülümsedi. “Düşmanlığı bir kenara
bırakalım isterseniz,” dedi. “İş konuşalım.” Önündeki evraklarla ilgi­

480
Luca Di Fulvio

leniyormuş gibi yaparak konuşmasına uzun bir ara verdikten sonra,


“Yıllık on bin dolar, sizce iyi bir başlangıç mıdır?” diye sordu.
Christmas, damarlarındaki kanın donduğunu hissetti.
Neal Howe, sözlerine devam ediyordu: “Doğruyu söylemek gere­
kirse, biz bu programın kapasitesini anlayamamışız...” Sesinde sak­
lamakta zorlandığı bir öfke vardı. Unutmuş taklidi yaparak, “Neydi
adı?” diye sordu.
Yeni sanat yönetmeni, “Diamond Dogs,” diye araya girdi.
“Ah, evet... Diamond Dogs.”
Christmas kendini huzursuz hissetmeye başlamıştı. Kafası da ka­
rışmıştı. On bin doları aklından çıkaramıyordu.
Neal Howe gülerek, “Pek matah bir isim değil...” dedi. Masadaki
diğer yöneticiler de onunla birlikte güldüler. “Ama halk bu ismi benim­
sediğine göre biz de devam ettiririz. Ne diyorsunuz, Bay Luminita?”
Christmas, “N-ne mi diyorum?” diye kekeledi.
“Hukuk bölümümüz sizinle anlaşma yapmak için hazır.” Howe,
Christmas’m gözlerinin içine bakarak, “On bin dolar fazlasıyla cömert
bir teklif.”
Christmas zorla yutkundu. Bacakları titriyordu. “On bin dolar...”
diye tekrarladı.
“Evet? Kararınız nedir, Bay Luminita?”
Christmas konuşamıyordu. Aklında sadece sayılar vardı.
“Neden oturmuyorsunuz?”
“Evet...” Christmas oturdu ve yeniden, “Evet...” dedi.
“Evet mi? Ne için? Teklifimizi kabul ediyor musunuz?”
“Ben...” Christmas derin bir nefes aldı. “Ya Kari ve Cyril?”
Neal Howe anlamamış gibi, “Kim?” diye sordu.
Christmas kaybolmuş cesaretini yeniden toparlayarak, “Kari Jarach
eski görevine dönecek mi?” diye sordu. “Ve tamirci Cyril Davies, o da
baş teknisyen olmalı.”
Neal Howe gülerek masadaki diğer yöneticilere baktı.
“Bay Luminita, Diamond Dogs sizsiniz, diğer ikisi değil. İnsanlar
sizi dinlemek istiyor.”

481
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas, kendine daha çok güvenerek, “Biz ortağız,” dedi. “On­


lar olmadan Diamond Dogs olmazdı. Siz bizi kovarken isyandan söz
etmiştiniz. Bunun adı da ihanet.”
“Hayır, delikanlı. İş, bu.”
“Kari ve-Cyril ekibin diğer üyeleri. Öyle de kalacaklar.”
Neal Howe’un yüzü mosmor kesildi.
“Şart koşacak durumda olduğunuzu mu düşünüyorsunuz?” dedi.
Sesi küstah ve acımasızdı. “Size on bin dolar öneriyoruz çünkü bize
göre buna değersiniz. Ancak diğer ikisi, N.Y. Broadcast için birer hiç­
tir. Eğer o zenci çok istiyorsa gelip tamirci olarak çalışmaya devam
edebilir. Ama Jarach bundan sonra ne buraya ne de başka bir radyo
istasyonuna adım atabilir, bundan emin olun. Teklifi kabul etmek veya
etmemek sizin bileceğiniz iş, Bay Luminita. Bunu bir kez daha düşünün.
Kabul ederseniz para sizin. Ayrıca bu olayda ihanet söz konusu bile
değil. Ancak reddetme aptallığını gösterecek olursanız siz de arkadaş­
larınızla birlikte gömülürsünüz. Eğer Jarach biraz olsun mesleğinden
haberdarsa maceranızın fazla uzun sürmeyeceğini size söylemiş olmalı.
Size elimizi uzatıyoruz, Bay Luminita. Bu fırsatı kaçırmayın. Kendi­
nizi kurtarabilirsiniz. O saçma radyo yayınınızı kapattırmak için tüm
gücümüzü ortaya koyabiliriz ve sizi temin ederim ki gücümüz hafife
alınacak gibi değildir.”
Christmas ayağa kalktı.
Neal Howe yeniden, “On bin dolar,” dedi.
Christmas sessizce adama baktı.
“Size bir hafta verelim, Bay Luminita. Genç yaşınıza aldanmayın,
geleceğinizi düşünün.”
Neal Howe, görüşmenin geri kalan bölümü onu ilgilendirmiyormuş
gibi, önündeki dosyalardan birini açıp karıştırmaya başladı. Sonra
Christmas’a bakıp, “Unutmadan...” dedi. “Size bir tavsiye: Bu görüş­
meden ortaklarınıza söz etmeyin. İnsanlar başkasının parasından söz
ederken çok soylu davranabilirler ama söz konusu olan kendi para­
larıysa o zaman durum insanına göre değişir. Dostunuz Jarach iki
hafta önce buraya gelip Diamond Dogs’u almak isteyip istemediğimi
sordu. Ancak sizden, sizin ondan söz ettiğiniz gibi özverili bir şekilde
söz etmedi. Aksine, sizi ucuza kapatabileceğini söyledi.”

482
Luca Di Fulvio

Christmas birden irkildi. “Buna inanmıyorum,” dedi.


Neal Howe gülümsedi. “Bunu kendisine istediğiniz zaman sora­
bilirsiniz, değil mi?” dedi. “Ama o zaman bugünkü görüşmemizden
onu da haberdar etmiş olursunuz. Benim tavsiyem bunu yapmamanız
ve yıllık on bir doların hayatınız için nasıl bir güvence sağlayacağının
bir an önce farkına varmanız.” Sonra gözlerini kısarak Christmas’a
kısa bir süre baktı ve “Haftaya görüşmek üzere, Bay Luminita,” dedi.
Christmas sersemlemiş bir halde bir süre kımıldamadan durdu.
Sonra arkasını döndü ve toplantı salonundan çıktı.
Neal Howe yanındakilere dönüp, “Çocuğun buraya gelip anlaşma
teklif ettiğini Kari Jarach’ın duymasını sağlayın,” dedi.
Christmas, N.Y. Broadcast’ın merdivenlerini sarhoş gibi indi. Bey­
nini kemiren iki şey vardı; yılda on bin dolar kazanç ve Karl’ın CKC’yi
Neal Howe’a satmak istemesi.
Bu görüşmeyi takip eden uç gün boyunca Christmas sessiz kaldı.
Kimseye bir şey söylemedi, iyice içine kapandı. Çünkü birdenbire
Neal Howe’un yalan söyleyip söylemediğinden emin olmadığını fark
etmişti. Fakat bundan da kötüsü Karl’ın bir hain olup olmadığından
emin olamamasıydı.
O akşam Bessie’nin evini apar topar terk ettikten sonra hep bun­
ları düşündü:
İşte bu yüzden bir şeyler yapmamız konusunda ısrarcı. Çok uzun
süre devam edemeyeceğimizi bu yüzden söyleyip duruyor. Çünkü bizi
satıyor, hem de haber verme gereği bile duymadan.
Tüm yol boyunca ve onu kasvetli evine götüren merdivenleri çı­
karken de bunları düşünmeye devam etti. İçindeki öfke büyüdükçe
bu ev, bu yaşam ona dayanılmaz görünmeye başladı. Duvarlardaki
çatlaklar, berbat kıyafeti, açlıktan kokan nefesi...
Bizi bir kukla gibi parmağında oynatabileceğim sanıyor, diye
düşündü.
Evin kapısını açıp duvarlara sinmiş sarımsak kokusunu aldığı an
içindeki öfke hepten kabarmaya başladı. Gözlerini mutfağın köşesin­
deki yatağında, elden düşme mobilyalarda gezdirdi. Artık emindi, Kari
ahlaksız hainin tekiydi.
“Şerefsiz,” diye homurdandı öfkeyle.

483
54

Manhattan, 1928

Nefesi kesilmişti. Bacakları ağrıyordu. Ama duramazdı, koşmaktan


vazgeçemezdi. Soluklarım ensesinde hissediyordu. Water Caddesi’ni
döner dönmez, sırtında alet çantasıyla eve dönen bir liman işçisi gördü.
“Hey!” diye bağırdı umutsuzca. “Yardım et!”
Adam dönüp baktı ve peşinde iki silahlı adam olan bir gencin güç­
ten düşmüş bir halde ona doğru koştuğunu gördü. Üzerindeki takım
elbise çok şıktı. O sırada farlarını söndürmüş bir arabanın da köşeden
sokağa döndüğünü fark etti.
Delikanlı, “Bana yardım et!” diye bağırdı.
Liman işçisi etrafına bakındı ve bir evin aralık duran sokak ka­
pısına koştu. Tam kapıyı kapamak üzereyken delikanlı içeri girmeye
çalıştı. “Yardım et! Beni öldürecekler,” dedi.
Adam delikanlının yüzüne baktı. Çocuk korku içindeydi. Koyu
renk gözlerinde karanlık bir bakış vardı ve derin göz çukurları bakışım
hepten ürkütücü yapıyordu. İşçi bunları düşünürken çocuğun peşinden
gelenler kapıya iyice yaklaşmışlardı. Çocuk yaşlar içindeki gözleriyle
adeta adama yalvarıyordu. “Bana yardım et...” diye fısıldadı.
İşçi kapıya var gücüyle bir omuz attı ve kapı delikanlının yüzüne
kapandı.
Joey dönüp peşinden gelenlere baktı ve yeniden koşmaya başladı.
Ancak yorgunluktan bacaklarına oynatamıyordu. Jackson Caddesi’ne
saptı. Biraz ötesindeki East River’ın karanlık sularını görebiliyordu.
O sırada kaydı ve yere kapaklandı. Hemen toparlanıp ayağa kalktı ve

484
Luca Di Fulvio

yeniden koşmaya başladı. Henüz South Caddesi’ne gelmeden siyah araba


onu solladı ve önünü kesti. Bir anda aracın dört kapısı birden açıldı.
Joey olduğu yerde dondu. Geri dönüp baktı. Peşinden gelen iki
adam koşmayı bırakmış, ağır ağır ona doğru yürüyorlardı. Joey on­
ların sakin bir şekilde kendisine gülümsediklerini gördü. Zaman dur­
muş gibiydi. Joey başını önüne indirdi ve yüz elli dolarlık kıyafetinin
düşerken yırtılmış olduğunu gördü. Aklına çocukken düştüğü o gün
geldi. Babası Abe hemen yanma koşmuş ve kravatıyla dizlerini temiz­
lemişti. Eve döndüklerindeyse pantolonunun dizlerini kendi elleriyle
yamamıştı. Joey bu olayı hatırlar hatırlamaz dizlerinin üzerine çöktü
ve ağlamaya başladı.
Arabadan iki adam indi; Lepke Buchalter ve Gurrah Shapiro. On­
ların arkasından fötr şapkalı bir adam daha indi. Şoför direksiyonda
oturuyordu.
Gurrah şarkı söyler gibi, “Joey, Joey...” dedi. “Ne yapıyorsun? Sü­
müklü kızlar gibi ağlıyor musun yoksa?”
Joey başını kaldıramıyordu.
Gurrah yumuşak bir ses tonuyla, “Nerede paracıklar?” diye sordu.
Joey başını iki yana sallamaya çalıştı. Yanakları yaş içindeydi ve
burnunu çekip duruyordu.
Gurrah, Joey’nin yanma gelip eğildi. Dizlerinden çıtırtılar geldi.
Cebinden mendilini çıkardı, Joey’yi çenesinden tutup yüzünü kendisine
doğru çevirdi ve mendili burnuna götürüp, “Sümkür!” dedi.
Joey yeniden ağlamaya başladı.
“Sümkür, Joey.”
Gurrah’nın sesi artık pek dostça değildi.
Joey sümkürdü.
“Bir daha.”
Joey bu kez biraz daha güçlü sümkürdü.
“Aferin... “Pekâlâ, Joey, nerede paralar? Lansky burada. Hepsini
geri istiyor.”
Joey elini ceketinin iç cebine soktu ve bir tomar para çıkardı.
Gurrah kımıldamadı.
“Hepsi bu mu?”

485
Rüya Dağıtan Çocuk

Joey başını bu kez evet anlamında salladı.


“Gördün mü bak? Ne kolay oldu. Şimdi kendini daha hafif hisse­
diyorsun, değil mi? Doğruyu söyle. Vicdanın bile rahatlamıştır şu an.”
Sonra delikanlıyı bir kolundan tutup ayağa kaldırdı.
“Gel, Joey. Parasını Lansky’ye sen iade et. Daha güzel olmaz mı?”
Delikanlıyı fötr şapkalı adama doğru sürükledi.
“Lansky, bak şu delikanlıya. Paralarını geri getiriyor. Evet, seni
dolandıran da bu. Ama bak geri veriyor işte. Gerisini sen bilirsin. Bana
soracak olursan, iyi çocuktur, derim.”
Lansky ile yüz yüze geldiğinde Joey adamın yüzünde hiçbir ifade
olmadığım fark etti. Elleri paltosunun cebinde kendisine bakıyordu.
Joey paraları uzattı.
Lansky ellerini ceplerinden çıkarmadan, “Sen de kalsın,” dedi.
Joey ne yaptığını bilmeden para tomarını yine ceketinin içi cebine
koydu.
Lansky, “Pantolonun yırtılmış,” dedi.
Joey yeniden ağlamaya başladı.
Gurrah, “Affedersin, Lansky,” dedi ve adamın ceket cebinden men­
dilini aldı. “Benimki kirlendi de...” Sonra kolunu Joey’nin boynuna
doladı ve onu köprünün direklerinden birinin altına doğru sürükledi.
Mendili yeniden burnuna dayayıp, “Sümkür,” dedi.
Joey çırpınmaya başladı ama Gurrah onu sımsıkı tutuyordu. Joey
dönüp arkasına bakmaya çalıştı. Lepke arabaya biniyordu.
“Christmas’ın arkadaşıyım!” diye bağırdı ağlayarak. “Lepke!”
Lepke bir an kapıda durup Joey’ye baktı ve gülümsedi. Sinir bo­
zucu, hatta ürkütücü bir gülümsemeydi bu.
“Biliyorum, Joey. Sakin ol.”
Sonra arabaya bindi ve kapıyı kapadı.
Lansky de kapısını kapadı.
Gurrah, “Sümkür,” dedi yeniden.”
Joey sümkürdü.
“Daha güçlü.”
Joey bir daha sümkürdü.

486
Luca Di Fulvio

Gurrah dostça bir ses tonuyla, “Nefes al,” dedi. “Ağzım aç ve rahat
rahat nefes al.”
Joey ağzını açtı. Gurrah aniden mendili delikanlının ağzına tıkış­
tırdı. Sonra kendi mendilini de Joey’nin ağzına soktu. Joey çırpındı,
gözlerini fal taşı gibi açtı ve gece boyunca arkasından koşan adamlar­
dan birinin boğazına çelik bir tel doladığını fark edemedi. Adam teli
sıkmaya başladı. Joey çırpındı, bağırmaya çalıştı, elleriyle teli tutup
çekmeye çalıştı. Ama çırpındıkça gücü tükendi. Bir süre sonra gözleri
yuvalarından fırladı ve altına işedi.
Gurrah ona bakıyordu.
“Ne iğrenç,” dedi sonunda. Sonra Joey’nin celladının yanma yaklaşıp,
“East River’ın sularını bu pislikle kirletme,” dedi. “Çöplerin içine at.”
Sonra o da arabaya bindi ve araç, farları sönük olarak gecenin
içinde kayboldu.

Christmas, Maria’yı kendisine doğru çekerken, “Öyleyse bu son ol­


sun,” dedi.
Maria tembel tembel gerindi ve başmı Christmas’m göğsüne koydu.
“Tamam.”
Christmas, genç kadının bukleleriyle oynayarak, “Bu yatağı özle­
yeceğim,” dedi. “Evdeki yatağım bunun kadar rahat değil.”
Maria güldü ve “Terbiyesiz. Yatağı özleyecekmiş,” diyerek Christmas’m
omzuna bir yum ruk attı. “Ama ben seni özleyeceğim,” dedi sonra.
Christmas örtülerin arasına kayıp Maria’nın göğüslerini öptü.
“Düğüne beni de davet edecek misin?”
“Hayır.”
Christmas örtülerinin arasından çıkıp yeniden Maria’mn yanına
uzandı.
“Neden?”
Maria, Christmas’m yüzüne düşen sarı saçlarını kaldırdı ve sessizce
delikanlının gözlerinin içine baktı. “Bu yüzden,” dedi.
“Nasıl?”
Maria gülümsedi.

487
Rüya Dağıtan Çocuk

“Ramon birbirimize nasıl baktığımızı görürse pek hoşlanmayabilir.”


“Beni öldürür mü?”
Maria yeniden gülümsedi.
“Ramon’a âşığım. Üzülmesini istemem.”
Christmas biraz hüzünlü bir sesle, “Mutlu olacaksınız,” dedi.
Maria yanağını Christmas’m yanağına dayadı. Boynunu öptü.
Yumuşacık bir sesle, “Onu mu düşünüyorsun?” dedi.
Christmas yataktan çıktı ye giyinmeye başladı.
“Her gün... Her saniye.”
Maria kollarını açıp, “Buraya gel,” dedi. “Gitmeden önce son bir
öpücük.”
Christmas ceketinin önünü ilikledi ve eğilip Maria’yı öptü. “Çok
güzelsin,” dedi. Gözleri veda etmenin verdiği hüzünle buğulanmıştı.
“Seninle birlikte gülmeyi özleyeceğim.”
“Ben de...”
“Gidiyorum...”
“Tamam...”
Birbirlerine baktılar, gülümsediler. Acı çekmeden ayrılan iki sevgili,
birbirini kaybeden iki dost, yolları ayrılan iki oyun arkadaşı gibiydiler.
Aynı derecede hüzünlüydüler.
Maria, “Henüz erken...” dedi. “Biraz daha kalmak istemez misin?”
Christmas genç kadının yüzünü okşadı.
“Hayır. Yayından önce birini görmem gerekiyor.”
Maria sinirlenmiş gibi, “Burada kalmaktan daha ilginç olan biri
kim acaba?” dedi gülerek.
Christmas sessizce güldü.
“Cevap yok mu?”
“Bir arkadaşla randevum var.”
“Ah, evet... Bir arkadaş.”
Bakıştılar.
“Gidiyorum,” dedi Christmas.
“Peki...”
Bir süre daha bakıştılar.

488
Luca Di Fulvio

Maria, Christmas’m elini tuttu. “Onu mutlaka bulacaksın,” dedi.


“Er ya da geç.”
Christmas gülümsedi. Sonra arkasını dönüp Maria’nm evinden
ve hayatından çıkıp gitti.
Yolun sonundaki istasyonda biraz bekledikten sonra gelen trene
atladı. Boş bulduğu ilk yere oturdu ve gözünü önündeki koltuğa dikti.
Ne inenin ne de binenin farkındaydı. Kafası bomboş ama aynı zamanda
binlerce düşünceyle doluydu. Başka bir vedaya hazırlıyordu kendisini;
kesin, sancılı, kaçınılmaz bir vedaya.
Zihninin bir bölümüyle -tıpkı Maria’nm yanındayken olduğu gibi—
Karl’ın yaptığı hainliği düşünüp duruyordu. Şerefsiz, dedi içinden. Kari
onları satmak istiyordu. Senin de sıran gelecek, piç kurusu.
İstasyona geldiği zaman trenden indi ve acele etmeden yürümeye
başladı. Mount Zion Mezarlığının geniş kapısını geçti, sessiz yolla­
rında yürümeye devam etti ve sonunda, Yahudi mezarlığının ıssız bir
köşesinde bir adamla bir kadın gördü. Adamla hiç karşılaşmamıştı
ancak yıllarca ondan söz edildiğini duymuştu. Adam, kol ve yaka kı­
sımları iyice eskimiş, gri bir takım elbise giymişti. Başında da siyah
bir kipa vardı. Siyahlar içindeki kadınsa yüzünü yine siyah bir tülle
gizlemişti. Christmas’m Yahudi olmadığını anlayınca ona elini uzat­
mayacaktı. İkisinin de elbiseleri kışlıktı ve yazın boğucu sıcağında
ter içinde kalmışlardı.
Christmas yanlarına yaklaşıp, “Kalabilir miyim?” diye sordu.
Kadın ve adam dönüp Christmas’a baktılar. Yüzlerinde ne bir şaş­
kınlık ne de bir rahatsızlık ifadesi vardı. Sonra yeniden dönüp mezar
taşma bakmaya başladılar; küçük, beyaz, üzerinde bir Davut yıldızı
olan ve sadece “Yosseph Fein. 1906-1928” yazılı olan taşa. Hepsi bu.
Ne “Sevgili Oğlumuz” gibi bir ilave ne “Herkes onu Joey diye bilirdi”
ne de “Tüm cüzdanlar ince parmaklarına yapışıyor diye lakabı Sticky
idi” gibi bir detay...
“Aptal Abe nalları diktiğinde onu Mount Zion Mezarlığı’nda bir
çukura atacaklar ve mezarının üstüne ‘1874’te doğdu, bilmem kaç sene­
sinde öldü’ yazacaklar. Hepsi bu. Neden, biliyor musun? Çünkü Aptal
Abe hakkında söylenecek başka bir şey yok.”

489
Rüya Dağıtan Çocuk

Bir gün Joey ona bunları söylemişti. Ve şu an kendisi, babası


için düşündüğü mezarda yatıyordu. Ne incecik bir delikanlı olduğu
ne gözlerinin etrafındaki kara halkalardan söz ediliyordu mezar ta­
şında... Lüks bir araba almanın hayalini kurduğu, başkalarının oyun
makinelerinden haraç aldığı veya uyuşturucu sattığı da yazmıyordu.
İnsanları New York Times gazetesine sardığı bir demir parçasıyla dö­
verek babasından çok para kazandığı, Meyer Lansky’den para çaldığı
ve bu yüzden boğularak öldürüldüğü de yazmıyordu. Dürüst bir adam
için çok pahalı ve fazlasıyla gösterişli, tam yüz elli dolarlık bir takım
giydiği, buna rağmen cesedinin çöpte bulunduğu da yazmıyordu mezar
taşında. Sadece ismi, doğum tarihi ve ölüm tarihi vardı.
Bu küçücük beyaz taşta Christmas’m onun tek arkadaşı olduğu
bile yazmıyordu.
Ve o gece, Mount Zion Mezarlığı’nm bu ıssız köşesinde, yeni ka­
zılmış o mezarının başında anne ve babası dışında hiç kimse yoktu.
Sadece ikisi, kışlık elbiselerinin içinde terleyen, tuzdan iki sütun. Ne
Joey için ağlayan biri ne de Abe ve eşine başsağlığı dilemek için gelen
eş dost. Orada sadece üç kişiydiler.
“İyi çocuktu...” diye mırıldandı Christmas. Çünkü Joey’nin, arka­
sından tek bir güzel söz söylenmeden gitmesine gönlü razı olmuyordu.
Fakat nasıl devam edeceğini bilemeden sustu.
Joey’nin annesi sadece bir an için dönüp Christmas’a baktı. Ba­
kışlarında ne bir onaylama ne de eleştiri vardı. Sonra yeniden toprağa
bakmaya başladı.
Christmas, yanlarından uzaklaşırken, “İyi çocuktu,” diye mırıldandı
tekrar. Hepsi buydu zaten, onun için söylenecek fazla bir şey yoktu.
O sırada aniden, mezarlığın sessizliğini bölen bir ses duyuldu.
Bastırılan bir inleme ya da engellenmeye çalışılan bir hıçkırık gibi.
Christmas dönüp arkasına baktı. Aptal Abe’in omuzları çökmüştü.
Neredeyse komik denebilecek bir hıçkırıkla tüm bedeni sarsıldı ve
başındaki kipa yere düştü. Eşi eğildi, kipayı yerden aldı ye yeniden
kocasının başına koydu. Sonra Aptal Abe doğruldu ve derken ikisi
de kımıldamadan toprağa bakan tuzdan iki sütuna dönüşüverdiler.

490
55

Los Angeles, 1928

Arty ona sürekli kendisininki gibi bir ev alma konusunda ısrar ediyordu.
Ona göre ev, yaşlılık için bir yatırımdı. Şehir merkezinde yapılan yeni
evler A rty’ye göre bu iş için idealdi.
Ancak Bili yaşlılığı düşünmüyordu. Nedense kendisinin yaşlı biri
olacağını hayal edemiyordu. Zaten Hollywood’da geleceğe yatırım ya­
pan tek kişi de muhtemelen A rty idi. Bill’e göre Hollywood’daki yaşlı
insanlar bile yaşlılığı dert etmiyordu. Bu yüzden o sıra sıra dizilmiş,
ön cephesinde her çöp atmaya çıktığında komşularınla selamlaşmak
zorunda kaldığın, ufacık bir bahçesi ve arka tarafında hafta sonu man­
gal partilerine tahammül etmeyi gerektirecek bir parça çimenliği olan
evlerden birini satın almayı asla düşünmüyordu. Hayır, bu tarz bir hayat
Bill’e göre değildi. Onun Hollywood’dan beklediği hayat bu değildi.
Cezalandırıcı filmlerinin ortak yapımcısı olduktan sonra Bill’in
kazancında önemli bir artış olmuştu. A rty ile bölüştüğü ilk film ge­
lirinden sonra Bili, “Hepsini tek başına yemeyi düşünüyordun, öyle
mi?” diye terslemişti yönetmeni. Çünkü tüm giderler düştükten sonra
ikisine yaklaşık dörder bin dolar para kalmıştı. Sonra etrafa yeni porno
filmde gerçek şiddet kullanıldığı söylentisi yayılmış ve haliyle taleplerde
de önemli bir artış olmuştu. Teksas’tan, Kanada’dan, New York ve
hatta Miami’den sürekli müşterileri olmaya başlamıştı. İkinci filmden
yedişer bin dolar kazandılar. Bu arada yeni müşteriler ilk filmin tüm
kopyalarını alıp bitirdiler. Böylece başlangıçta kazandıkları dört bine,
ayrıca bir üç bin dolar daha eklenmiş oldu. Üçüncü filmin piyasaya
çıkması beklenirken Billy ve A rty bir ay içinde yirmi bir bin dolarlık

491
Rüya Dağıtan Çocuk

bir gelir elde etmişlerdi; her birine on bin beş yüz dolar. Ve her yeni
filmde kârları daha çok artmaya başladı.
Billy ve Arty, sonuncusu otuz iki bin dolar hasılat yapan yedi film
çektiler ve önemli partilerde sık sık boy göstermeye başladılar. Ceza­
landırıcı bir yıldızdı. Herkes onun kim olduğunu öğrenmek istiyordu.
Bu yüzden iki yapımcıya dalkavukluk edip duruyorlardı. Fakat ikisi
de sırlarını açıklamaya niyetli değildi.
Bili bu insanlarla arkadaşlık ettikçe, Cezalandırıcının aslında
onların hayatlarını sergilediğini anladı. Mae Murray’in anılarını ya­
yınlamasından sonra “Pis Alman” lakabıyla anılan Erich von Stroheim
vardı mesela. Ya da St. Francis Oteli’ndeki odasında Virginia Rappe’yi
şişeyle tecavüz ederek öldüren Roscoe Fatty Arbuckle. Hollyvvood bir
tecavüz makinesiydi. Göz açıp kapayıncaya kadar yaratıp yok ettikleri
o aldatmacalar tecavüzden başka neydi? İşte bu yüzden Cezalandırıcı
karakteri başarılı olmuştu. Çünkü o, Hollywood’un ve onu yöneten
erkeklerin ruhuna beden olmuştu. Cezalandırıcı, başkalarının değişik
yollarla yaptığı her şeyi fiziksel olarak ye pervasızca yapan bir karakterdi.
Bili, beşinci filminde tecavüz ettiği kız olan Moll Daniel onlara
şantaj yapmaya başlayınca Hollywood gerçeğini biraz daha tanıdı.
Diğer kızlar genellikle susuyorlardı. Onlara teklif edilen beş yüz dolar
o güne göre çok iyi paraydı. Üstelik hepsi, film dünyasının yönetmen
ve yapımcılarıyla tanıştırılıyordu. Ve çoğunda utanma duygusu vardı.
Güçlü adamların o küçük düşürücü sahneleri izlediklerini bilmek zaten
Hollywood’da tutunmaya çalışan bir yıldız adayı için yeterince kaygı
vericiydi. Ancak Moll vaatlerden ve hayallerden çok daha fazlasını
istiyordu. Üstelik hiçbir şeyden utanmıyordu. Ve işin aslına bakılırsa
Bili bu kıza -tavrından dolayı- hayranlık duyuyordu. A rty ise iyice
paniğe kapılmıştı. Bunun üzerine A rty’nin müşterisi olan ve yıllardır
tanıdığı ünlü bir yapımcıya gidip sorunu ona anlattılar. Cezalandırıcının
sadık bir izleyicisi ve hayranı olan yapımcı onlara her şeyi yoluna ko­
yacağına dair söz verdi. Kızıl saçlı kadınlara zaafı olduğundan Moll’a
yeni filminde küçük bir rol verecek ve onunla yatacaktı. Ancak bunun
karşılığında Cezalandırıcının kim olduğunu öğrenmek istiyordu. Arty
baklayı ağzından çıkarmaya hazırdı fakat Bili onu bir göz işaretiyle
engelledi. Sonra ünlü yapımcının yanma gitti, bir elini omzuna koyup

492
Luca Di Fulvio

adamı ofisin diğer köşesine götürdü ve kulağına bir şeyler fısıldadı.


Yapımcı, kısa bir süre ses çıkarmadan Bill’e baktı. Ve ardından onlara
yardım edeceğini, bunun içinse bir karşılık beklemediğini söyledi.
Yapımcının odasından çıkar çıkmaz A rty merakla Bill’e yaklaştı
ve adamın kulağına ne fısıldadığını sordu. Bili de tıpkı adama yaptığı
gibi A rty’nin kulağına yaklaştı ve “Cezalandırıcı sensin,” dedi. “Kıza
kötü davran, hoşuna gidecektir.”
Hollywood böyle bir yerdi işte. A rty’nin bir bok bildiği yoktu.
Sadece kameralardan anlayan bir pezevenkti. Ve Hollywood denen
dünyadan hiçbir şey anlamadığını kanıtlamak istercesine Bill’e sanki
bir banka memuruymuş gibi, o bir örnek villalardan birini alması için
baskı yapıyordu. Hayır, Arty gerçekten de yaşamak nedir bilmiyordu.
Bili, Beverly Hills’de kiraladığı villanın havuz kenarında güneş­
lenirken yine bunları düşünüyordu. Havuz küçüktü, bahçe de öyle.
Villa, Beverly Hills’in iyi bir yerinde bile değildi. Ama kısa bir süre
önce yaşadığı Palermo Evleri’nin küçük bir odasından buraya kadar
kat ettiği yol takdire değerdi. Eski Studebaker marka arabası da yerini
gıcır gıcır bir LaSalle’e bırakmıştı. Bili, Willard Rader’in geçen yıl araca
takılan sekiz silindirli bir motorla saatte yüz elli kilometre yaptığını
okuduktan sonra bu özel arabayı satın almıştı. Bili, arabasının gerçekten
çok olağanüstü bir araç olduğuna inanıyordu. Arty, bir araba için onca
serveti harcamanın tam bir budalalık olduğunu söylemişti. Ama Arty
yaşamayı bilmiyordu ki... Oysa Bili onun gibi değildi. İşte bu yüzden o
lüks arabayı almıştı. Her fırsatta ona atlayıp sahile gitmek en büyük
zevkiydi. San Diego’ya doğru tam gaz giderken sağ tarafında uzanan
ışıl ışıl okyanusu izlemek kadar ona keyif veren başka bir şey yoktu.
Sabah yaptığı yüzme keyfinden sonra California güneşi saçlarını
kuruturken, uzandığı şezlongda gerindi ve “Zenginim,” diye mırıldandı
kendi kendine. Sonra eline Photoplay dergisini aldı ve kapak resmin­
deki Gl'oria Swanson’a bakarak, “Orospu,” dedi. Swanson, o yıl Sadie
Thompson rolüyle en iyi kadın oyuncu dalında Oscar kazanmıştı. Zengin
erkekler ona tahammül edebiliyordu ama kadınlar asla.
“Pis orospu,” diyerek kapağa tükürdü ve dergiyi yanındaki küçük
masanın üstüne fırlattı. Sonra gülerek yerinden kalktı, bornozunu giydi

493
Rüya Dağıtan Çocuk

ve arabayla bir tur atmaya karar vererek eve doğru yürüdü. LaSalle
bahçe kapısının önünde pırıl pırıl parlıyordu.
Birden onları gördü.
Üniformalı iki polis memuru, devriye arabasını girişe park edip
arabadan indiler. Birinin elinde birtakım evraklar vardı. Diğerinin
belindeyse bir kelepçe sallanıyordu. Bili hemen evin bir köşesine sak­
landı. Bu esnada polisler kapıya gelmiş, zili çalıyorlardı. Tekrar tekrar
çaldılar. Zilin sesi, Bill’in beyninde vahşi bir çığlık gibi yankılandı.
Sonra polislerden biri, yandaki villadan çıkan kadına, “Hanımefendi,
Cochrann Fennore’yi tanıyor musunuz?” diye sordu.
“Kimi?”
Belinde kelepçe olan polis, Bill’in evini göstererek, “Burada oturan
adamı tanıyor musunuz?” diye yeniden sordu.
“Ah, evet... Şu adam,” dedi kadın. “Deli gibi araba kullanıyor. Bu
yüzden mi buradasınız?”
“Hayır, hanımefendi. Sorun, hızlı araba kullanması değil.”
“Ne yapmış?”
“Daha önce yaşadığı yerde, yıllar önce çok kötü şeyler yapmış.
Savcı ona San Quentin’de güzel bir tatil ayarladı.”
Polisler birbirlerine bakıp güldüler. Elinde evraklar olan polis, zili
çalmaya devam ediyordu.
Komşu kadın tiksintiyle yüzünü ekşitti. “Zaten ondan hiç hoşlan-
mamıştım,” dedi.
“Onu bir daha hiç görmeyeceksiniz, hanımefendi. Merak etmeyin.”
Kadın, “Çok iyi olur,” diye homurdandı ve evine girdi.
Bill’in kalbi deliler gibi çarpıyordu. Beni buldular, diye düşündü.
Birden gözünün önüne Ruth’un mavi fırfırlı beyaz elbisesi geldi. El­
bisedeki kan lekelerini gördü. Ardından kızın yüzük parmağı gözü­
nün önüne geldi. Sonra parmağı kesen bahçe makası, babasının eline
saplanan balık bıçağı... Aynı bıçak daha sonra annesinin göğsüne ve
karnına saplanmıştı.
Yerde bir kan gölü içinde yatan iki ceset gördü. Döşemede gittikçe
büyüyen kan gölünde yüzen balık pulları... Parasını ve kimliğini çaldığı
İrlandalI gencin son nefesi kulaklarını yalayıp geçti ve delikanlının

494
Luca Di Fulvio

ismini bağırarak onu arayan nişanlısının yüzü gözlerinin önüne geldi.


Sonra bir anda sevgili LaSalle marka arabasından çok daha hızlı bir
şekilde tüm hayatı gözlerinin önünden geçti; onca şiddet, tecavüz ve
zorbalık.
Bitti, diye düşündü. Panik içindeydi. Döktüğü onca kan, akıttığı
onca gözyaşı şimdi hep birlikte beynine hücum ediyordu. Polislerin
ve kapı zilinin sesi artık dayanılmazdı. Biraz daha sürecek olursa da­
yanamayacak, kulak zarı patlayacaktı.
“Coehrann Fennore, aç kapıyı! Polis!”
Bili, kapıldığı panikle ne yapacağını bilemez halde açık arka pen­
cerelerin birinden eve daldı, alelacele giyindi ve arka bahçedeki tahta
kapının oraya çıktı. Bahçe kapısını yavaşça açıp sağa sola bakındı ve
sonra koşmaya başladı. Koştu, koştu, koştu... Nefessiz kalıp yere yı­
ğılana kadar. Kenardaki çalılardan birinin arkasına saklandı ve nefes
almaya çalıştı. Fakat gözünün değdiği her şey kırmızıya boyanmaya
başlamıştı. Topraktan, kuru dallardan, her yerden kan fışkırıyordu.
Gökyüzü bile kızarmaya başlamıştı. Ayağa fırladı ve yeniden koşmaya
başladı. Polisten önce kendisinden kaçmaya çalışıyordu. Nerede oldu­
ğunu ve nereye gittiğini bilmeden koşarken başında gittikçe artan bir
uğultu başladı. Ellerini kulaklarına bastırdı, uğultuyu duymamak için
bağırdı. O sırada ayağı takıldı, yere düştü ve dik bir yokuştan aşağı
yuvarlanmaya başladı. Dikenli çalılar ellerini ve yüzünü yırttı. Bir ağaç
gövdesine çarptı. Çarpmanın etkisiyle iki büklüm oldu. Derin bir nefes
alıp yeniden ayağa kalkmayı denedi. Fakat bacaklarında hiç güç yoktu,
yeniden kayıp yuvarlanmaya başladı. Kalın bir ağaç köküne tutunmayı
başardı. Korku içinde soluyordu. Ancak beyninin içindeki gürültü art­
maya devam ediyor, kulakları zonkluyordu. Aniden bir patlama gördü.
Tüm renkler önce canlandı ve ardından hepsi siyaha döndü.
Şimdi beynindeki uğultu daha tanıdık gibiydi. Kamera çalışıyordu.
Kendisi de setin orta yerinde oturuyordu. Oturduğu koltuk kaygan ve
rahatsızdı. Kalkmaya çalıştı. Ancak el ve ayak bilekleri deri kayışlarla
koltuğa bağlanmıştı. Arkasından sesler geldiğini duydu. Dönüp bakmak
istedi ama başı ve çenesi de bağlıydı. Başının tam tepesine oturtulmuş
soğuk bir başlıktan buz gibi bir sıvı akıyordu. Su. En iyi elektrik iletkeni.
Bili, elektrikli sandalyeye bağlanmıştı. O an karşısında Ruth belirdi.

495
Rüya Dağıtan Çocuk

Üzerinde gardiyan üniforması vardı. Bill’e yaklaştı ve yüzünü okşadı.


Elinin yüzük parmağı kesikti ve kesik olan yerden kan damlıyordu.
Ruth kendisine arzu dolu gözlerle bakıyordu. “Seni seviyorum,” diye
fısıldadı. “Seni çok seviyorum.” Ama tam o anda bir yönetmen -Erich
von Stroheim olm alıydı- ağzına megafonu götürüp bağırdı: “Motor!”
O an Ruth’un yüz ifadesi değişti. Bill’e buz gibi gözlerle bakarak,
kesik parmağından kan akan eliyle şalteri indirdi. Bili tüm bedeninin
elektrik akımıyla titrediğini hissetti. Ruth kahkahalarla gülüyor, Von
Stroheim da durmadan bağırıyordu. Set, on bin voltluk projektörlerle
aydınlatılmıştı ve dört bir yana yerleştirilmiş kameralar onun ölümünü
filme alıyordu.
Bili çığlıklar atarak gözlerini açtı.
Gece olmuştu. Hâlâ köke asılı duruyordu. Her yer karanlıktı. Tek
bir ışık bile yoktu. Nerede olduğunu bilmiyordu. Ve korkuyordu. Tıpkı
küçükken babasının eline doladığı kemerle üzerine yürüdüğü anda
korktuğu gibi. Bu, nefesini kesen, ellerini donduran ve bacaklarını
kımıldamaz hale getiren bir korkuydu. Sanki hep geceymiş gibi...
Ağlamaya başladı. Gözyaşları yavaşça gözlerini ıslatarak yanak­
larından süzüldü ve üzerinde yattığı toprağı ıslattı.
Bütün gece Bili, ayaklarını dayadığı bir kayadan güç alarak o ağaç
köküne asılı kaldı. Titreyerek, altı yıldan bu yana kaybettiğini sandığı
o korkuyla bekleyerek...
O karanlığın içinde kayboldu, yolunu kaybetti. Geçmişindeki ha­
yaller, akıp giden zaman, hepsi birbirine karıştı ve üst üste bindi. Acı
içinde geçen çocukluğu, yoldan çıkmış gençliği, New York, Los Angeles,
kurbanları, umutları, fakirliği ve zenginliği, arka kasasında Ruth’un
geleceğini elinden aldığı eski kamyoneti ve lüks La Salle’i, kendi yüzü
ve Cezalandırıcı maskesi, baba korkusu, elektrikli sandalye korkusu,
rüyaları ve karanlık kâbusları, hepsi birden onu geceden daha karanlık
bir boşluğa çekiyordu. Bili ise gitmek istemiyordu.
Yeni günün müjdecisi olan şafak vakti Bill’e ışığı getirmedi. Ama
onu kapkara bir çamurun içine çekti. Bill’e kalan tek hatıra, tek miras
buydu. Karanlık.
Bili, deliliğin kapılarını açmıştı.

496
56

Manhattan, 1928

“Bu mikrofon bir boka yaramıyor!” dedi Christmas. CKC’nin yayın


odasındaki her zamanki yerinde oturuyor, sinirli hareketlerle saate
bakıyordu.
Cyril, “Neyin var?” diye sordu.
Christmas cevap vermedi. Yeniden saate baktı. Yediyi yirmi geçi­
yordu. Yayına sadece on dakika kalmıştı ve misafiri henüz ortalıkta
yoktu. Kim bilir Cyril ile Kari onu karşılarında görünce ne yapacaklardı?
Ancak dört gözle beklediği bu anın keyfi, Karl’ın yaptığını öğrendiğin­
den beri içinde büyümeye başlayan şüphe ve kıskançlıkla yok olmuştu.
Hain Kari. Şerefsiz Kari. Ama sonunda onun da suyu kaynamıştı.
Ağzından tek bir kelime kaçırmadan tüm öfkesini bir hafta boyunca
içinde beslemişti. Şimdiyse hesaplaşma vaktiydi.
Elindeki mikrofonu öfkeyle fırlattı ve çekmecelerden birini ka­
rıştırmaya başladı.
Kari kaşlarım çatmış, onu izliyordu.
Cyril, “Ne arıyorsun?” diye sordu.
Christmas yine cevap vermedi. Alçak sesle küfürler ederek çek­
meceden çıkardığı kabloları yere fırlattı. Sonra yeniden saate baktı.
Cyril, ne olduğunu anlamaya çalışarak, “Neyi var bu mikrofonun?”
diye sordu.
Christmas mikrofonu onun elinden aldı. “Bok gibi,” dedi. “Bir
kuruş etmez.”

497
Rüya Dağıtan Çocuk

Kari, alaycı bir ses tonuyla, “Haklı, Cyril,” dedi. “Onun gibi bir
yıldız daha iyisine lâyık.”
Christmas dönüp Karl’a ters ters baktı.
Kari onu görmezlikten geldi ve pencereye gidip dışarı bakmak
için siyah örtüyü araladı.
“Kapat!” dedi Christmas. “Işık beni rahatsız ediyor.”
Kari, örtüyü çekip kenarlarım iyice sıkıştırdı. “Son günlerde birçok
şey seni rahatsız ediyor.”
“Haklısın. En başta da sen.”
Cyril ayağa kalkıp ikisinin arasına girdi.
“Size neler oluyor böyle? Yayma on dakikadan az kaldı. Artık sakin­
leşin.” Sonra ses tonu biraz daha yumuşadı ve gülerek, “Sizi birbirinize
düşüren rie? Şöhretiniz mi?” dedi.
Kari, gözlerini Christmas’tan ayırmadan, “Hiçten var olmuş birinin
burnunun büyümesi için azıcık şöhret yeter,” dedi.
Christmas da meydan okuyan bakışlarla, “Ve biri yalakalık yap­
maya başlayınca insanları hırdavatçı dükkânındaki çiviler gibi satar;
bini bir paraya,” diye tısladı.
Cyril neler olduğunu anlamaya çalışarak ikisine bakıp duruyordu.
“Bana neler olduğunu söyler misiniz?” Sonra saate baktı. “Çabuk
anlatın, çünkü sekiz dakika sonra yayma başlayacağız.”
Christmas acı acı güldü. “Hadi Kari, bizi dinleyen herkese dostlarını
nasıl üç kuruşa satmaya kalktığını anlat.”
Kari başını sağa sola sallayarak, “Yazık,” dedi. “Hiç değilse ona
söyleyecek cesaretin olsun.”
Cyril hayretle, “Neyi söyleyecek?” diye araya girdi.
Kari, hor gören gözlerle Christmas’a bakmaya devam ediyordu.
“Delikanlı kendisini büyük balıklara satar. Seni, beni ve ona tüm ina­
nanları yüzüstü bırakır. Yükseğe, çok yükseğe uçmaya karar verir.”
Christmas işaret parmağını Karl’a uzatarak Cyril’e baktı.
“Güzel bir hikâye.” Sesi öfkeden titriyordu. “Ne işler çevirdiğini
biliyor musun? N.Y. Broadcast’a gitmiş. Neden mi? Oradaki kodaman­
lara, güneş gören bir çalışma masası karşılığında hepimizi satmak için.”

498
Luca Di Fulvio

Kari yerinden fırladı. Christmas’ın ceketinin yakasına yapıştı.


“Neler saçmalıyorsun sen?”
Christmas kaba bir hareketle Karl’ın elini iterek yakasını kurtardı.
“Sen neler saçmalıyorsun?” diye bağırdı.
O an Cyril önündeki masaya bir yumruk atarak, “Kesin şunu!”
diye araya girdi.
Odaya bir sessizlik çöktü. Sadece iki kızgın adamın derin nefes
alışları duyuluyordu.
Cyril sakin bir sesle, “Şimdi neler olduğunu bana doğru dürüst
anlatın.”
Kari, “N.Y. Broadcast’a gitmiş,” diye tısladı.
Cyril, soğukkanlı bir ifadeyle Christmas’a baktı. “Doğru mu?” diye
sordu.
Christmas cevap vermedi.
Kari acı acı gülümsedi. “Ne kadar teklif ettiler?” dedi.
Christmas, “Beni satmak için istediğinden daha fazla.”
“Saçma sapan konuşma.”
Kari, Cyril’i omuzlarından tutup Christmas’a doğru döndürdü. “Şuna
bak,” dedi. “Güvendiğin delikanlıya bak. Daha şimdiden üçkâğıtçının
teki olmuş. Eh, sürekli suçlularla takılan birinden daha fazla ne bek­
leyebiliriz ki? Ona iyi bak. Çekip gitmek üzere. Hadi Christmas, söyle
ona. Gidiyorsun, değil mi?”
, Cyril yeniden, “Doğru mu?” diye sordu.
Christmas kısa bir süre ses çıkarmadan yaşlı zenciye baktı.
“Ona inanıyor musun?”
“Sadece gördüğüme inanıyorum.”
“Nedir gördüğün?”
“Yayına beş dakikamızın kaldığını görüyorum. Senin ölüme mahkûm
edilmiş biri gibi sürekli saate baktığını görüyorum. Her şeyden öte,
kümeste birbirini yiyen iki horoz görüyorum.”
Christmas yerinden kalktı, Karl’ın yanma gitti. Öyle yakınlardı ki
neredeyse yüzleri birbirine değecekti.
“N.Y. Broadcast’a sen de gittin...”

499
Rüya Dağıtan Çocuk

“Hayır,” dedi Kari.


“Benden önce, beni çağırmalarından önce.”
“Hayır.”
“Programı satmak istedin. Ve o Howe denen hıyara beni ikna edip
ucuza kapatabileceğini söyledin.”
Kari bir süre sesini çıkarmadan Christmas’a baktı. Ne gözlerini
kaçırdı ne de bir adım geri gitti. Yüzünde ne bir yenilgi ne de kuşku
ifadesi vardı. Sonra, “Seni kandırmışlar,” dedi donuk bir sesle. “Bu
söylediklerinin hiçbirini yapmadım.”
Christmas, Karl’ın kendine olan güveninden etkilenmişti. Adamın
yüzüne dikkatle bakıp gerçek duygularını ölçmeye çalıştı. Ancak ka­
fası karışmış, kendi duygularında çelişkiler yaşamaya başlamıştı. Bir
yandan Karl’ın ihanetinin öfkesi içinde alev alev yanıyor, öte yandan
onun doğru söylediğine inanıyordu. Bir yanda günlerdir içinde haksız
yere beslediği hınç, diğer yanda Karl’ın işin aslını bilmesinin verdiği
kızgınlık ve utanç karmaşası.
Tek kelime edemeden -ve Karl’ın bakışlarında da aynı kendi bakış­
larındaki hor görme ve sitemi, aynı suçlama ve kınamayı okuyarak- bu
karşıt duygular arasında savaşırken sokak kapısının önünden birtakım
gürültüler duymaya başladı.
Bessie, korkmuş ve şaşırmış bir sesle, “Kimsiniz?” diyordu.
Sanki kapıyı eliyle itip içeri girmeye çalışan biri de, “Açın lütfen,”
diyordu. “Christmas beni bekliyor. Bırakın geçeyim. Geç kaldım.”
Cyril, “Neler oluyor?” diyerek kapıya yöneldi. Bu sırada bir deli­
kanlı ve koyu renk, şık bir kaşmir palto giymiş bir adam, peşlerindeki
Bessie ile birlikte içeri girdiler. Adamın başına koyu renk bir kukuleta
geçirilmişti.
Adam, “Boğulmak üzereyim,” dedi.
Cyril hâlâ şaşkınlıkla izliyordu.
Bessie, “Bunları tanıyor musun, Christmas?” diye sordu.
Christmas gözlerini bir an bile Karl’dan ayırmadan, “Santo, başlığı
çıkar,” dedi.
Kari da aynı şekilde gözünü kırpmadan Christmas’a bakmayı sür­
dürüyordu.

500
Luca Di Fulvio

Santo, adamın başındaki kukuletayı çıkardı. Bessie aniden bir


çığlık attı.
“Aman Tanrım! Bu... Bu, Fred Astaire!”
Fred Astaire eliyle saçlarını düzeltirken, “Eğlenceliydi ama daha
fazla dayanamadım,” dedi. Sonra, yüzlerini birbirine neredeyse yapışık
gibi duran Christmas ve Karl’ı fark etti.
“Bu ne böyle? Bir düello mu?”
Ne Christmas ne de Kari dönüp adama baktı. Sessizce birbirlerini
süzmeye devam ettiler.
Kari buz gibi sesiyle, “Öyleyse?” diye sordu. “Sattın mı kendini?”
Christmas dişlerini gıcırdatarak, “Hayır,” dedi. “Dün onlara ret
cevabımı verdim.”
Cyril, sanki o ana kadar nefes almadan durmuş gibi derin bir
nefes aldı.
“Sohbetinizi bölüyorsam özür dilerim,” dedi araya girerek. “Ama
size, otuz saniye içinde başlayacak bir canlı yayınımız olduğunu ha­
tırlatmak isterim. Ah, tabii bir de Fred Astaire’in başına geçirilmiş
kukuletayla, Bessie’nin evine vardığını da söylemiş olayım.”
Sonra başını sallayarak kumanda masasına oturdu ve hazırlıklara
başladı. Bir yandan da, “Ben artık hiçbir şey anlamıyorum...” diye
homurdanıyordu.
Christmas toparlandı ve dönüp Fred Astaire’e gülümsedi. “Teşekkür
ederim, Bay Astaire,” dedi. Sonra Cyril’in önünde bir reverans yaptı.
“Bay Astaire, Diamond Dogs’un ilk konuğu,” diye ekledi. Ardından
Santo’nun omzuna şaka yollu bir yumruk attı. “Ve bu da Santo, Macy’s
Giyim’in yeni mağaza müdürü ve Diamond Dogs’un diğer üyesi. Ve
Bay Astaire’i kaçırıp radyomuza getiren arabayı alacak kadar da iyi
kazanıyor.”
Santo, hafifçe eğilerek Christmas’a selam verdi ve “Daima emrin­
deyim, şef,” dedi.
Cyril bazı düğmeleri çevirirken, “Siz delisiniz,” diyerek güldü. “Son
otuz saniye...”
Christmas, “Nasıl başlanacağını hatırlıyor musunuz Bay Astaire?”
diye sordu.

501
Rüya Dağıtan Çocuk

“Evet,” dedi Astaire. “Dersime iyi çalıştım.”


Cyril, Kari ve Christmas’a ters ters bakarak, “Son yirm i saniye,”
dedi. “Kavganız bitti mi, kızlar?”
Christmas dönüp Karl’a baktı. Göz göze geldiler. İkisinin de ba­
kışlarındaki gerilim hâlâ yüksekti.
“On...”
Fred Astaire oturdu ve eline mikrofonu aldı.
Christmas donuk bir sesle, “Bana güvendiğini sanıyordum,” dedi.
“Beş...”
Kari aynı soğuk sesle cevap verdi.
“Ben de...”
Cyril, “Yayındayız,” deyip büyük bir düğmeyi ileri itti.
Christmas ve Kari hâlâ buz gibi bir ifadeyle birbirlerini süzüyorlardı.
“İyi akşamlar, New York,” dedi bir ses.
Tüm radyo dinleyicileri şaşkınlıkla dönüp radyolarına baktılar.
“Biliyorum, sevgili Christmas’ın sesini bekliyordunuz. Ama duy­
duğunuz ses bana, Fred Astaire’e ait...”
Christmas gözlerini Karl’dan ayırıp aktörün yanma oturdu.
“Size, CKC’nin kaçak yayın yaptığı merkez binasından sesleniyorum.
Buraya nasıl geldiğimi hiç sormayın, kaçırıldım. Başıma bir kukuleta
geçirdiler, sonra beni bir arabaya attılar ve şehrin sokaklarında yarım
saat dolaştırdılar. Niyetleri kafamı karıştırmaktı...”
O sırada Christmas’m sesi duyuldu: “Becerebildik mi bari, Bay
Astaire?”
“Emin olabilirsiniz,” diyerek güldü Astaire. “Siz gangsterlerin yön­
temleri çok da acımasız değilmiş.”
Christmas da güldü. Ancak bu kez her zaman yaptığı gibi gözleri,
onayını almak için Karl’ın gözlerini aramadı. Kari da Christmas’a bak­
madan, her zaman yaptığı gibi, gözleriyle desteğini belli etmeden, güldü.
Her ikisi de aralarında bir şeylerin kırılıp döküldüğünün farkındaydı.
Fred Astaire neşeli sesiyle sözlerine devam ediyordu.
“Ama endişelenmeyin, New Yorklular... Sağ salim karşınızdayım.
Yayın biter bitmez evime döneceğim. Ve hepinizi bu geceki gösterime

502
Luca Di Fulvio

bekliyorum... Aslında düşünüyorum da gangsterlerle aktörler birbirlerin­


den çok da farklı değiller. Size anlatmak istediğim enteresan öykülerim
var. Bizim de rakiplerimizi alt etmek için kendi yöntemlerimiz var...”
Christmas, Kari, Cyril ve Bessie hep bir ağızdan güldüler. Radyoları
başındaki dinleyiciler de aynı neşeyle gülüyorlardı. Gangsterler de.
Cetta da güldü. Sal de pis pis gülerek, “İbne herif,” diye homurdandı.
“Gangsterlerle aktörler arasında kalan berbat bir tür daha var,
sevgili dostlar,” diye devam ediyordu Astaire. “Elbette... avukatlardan
söz ediyorum.”

503
57

Manhattan, 1928

Gazetelerin günlerce söz ettiği, olağanüstü yankı uyandıran Fred Astaire


programından sonra Duke Ellington da kaçırıldı. Duke, öncelikle yayma
hiç para almadan katıldığını belirterek, “Başıma geçirilen kukuletayı
saymazsak, bu CKC radyosunun ortamı çok hoşuma gitti,” dedi. “Tıpkı
Cotton Club gibi buraya da zencilerin girmesi serbest. Hatta iki tanesi
şu an tam karşımda oturuyor.”
Cyril hiç ses çıkarmadı ama göğsünün gururla kabardığını oradaki
herkes fark etti. Bessie ise nasıl davranacağını bilmeden heyecanla ba­
ğırdı: “Bu radyoya ilk bir dolarlık katkıyı ben yaptım! Ben bir ortağım,
sense hiçbir şey, Duke. Yanımda oturman bile senin için onurdur.”
Diamond Dogs mikrofonlarından duyulan gülüşmeler tüm Harlem’e
yayıldı.
Daha sonra sıra Jimmy Durante, Al Jolson, Mae West, Cab Cal-
loway, Ethel Waters ve iki genç Broadway aktörü olan James Cagney
ve Humphrey Bogart’a geldi. Bogart özellikle Christmas ile tanışmak
için geldiğini söyledi.
“Neden özellikle Christmas, Bay Bogart?”
“Eh, ben Noel gecesi doğdum. İsim olarak benim doğum günümü
taşıyan biriyle tanışma şansını kaçırır mıyım sizce?”
CKC tarafından kaçırılmak artık moda olmuştu. Ünlü yüzler arasında
teklif alıp da Diamond Dogs programını reddeden kimse olmuyordu.
Başına kukuleta geçirilerek CKC’ye götürülmek, bu korsan radyonun
merkez binasına adım atmış o ayrıcalıklı kişilerden biri olmaktı. Ünlü

504
Luca Di Fulvio

restoranlarda, önemli partilerde, galalarda, “Onların gizli mekânında


bulundum,” diye hava atmak çok önemli bir ayrıcalıktı. Üstelik hiçbir
misafir CKC’ye ihanet etmiyordu. Böylece radyo merkezi gizli kalmaya
ve şehir efsaneleriyle beslenmeye devam etti. Santo, CKC’nin resmî
şoförü olmuştu. Bundan büyük keyif alıyor, geçmişte Christmas ile
hayalî bir çetenin iki üyesi olarak geçirdiği günlerde olduğu gibi he­
yecanlı anlar yaşıyordu.
Önceleri, gazete muhabirleri kaçırılacak ünlüleri tahmin etmeye
çalışarak onları adım adım izlemeye başladılar. Ellerinde fotoğraf ma­
kineleri ve not defterleriyle zaman zaman villaların önünde saatlerce
nöbet tuttular. Muhtemelen, New York suç dünyası izin verseydi, bir
süre sonra CKC’nin gizli merkez binasını bulmayı da başarırlardı. Her
işe burunlarını sokmayı seven gazete muhabirleri ve fotoğrafçıları­
nın, suç dünyasında kullanılan ijma yöntemleriyle gözleri korkutuldu.
Arabanın kaportasında oluşuveren bir kurşun deliği, aile yakınlarının
günlük programını ve telefon numaralarını içeren adsız bir mektup,
eğer gerekiyorsa yüz yüze yapılan bir görüşmede verilen gözdağı ya
da fotoğraf makinesinin bir kaza sonucu ortadan kaybolması gibi.
Tüm bu senaryoların ve koruma ağının başındaki adam Arnold
Rothstein idi. Ama yaptığı her girişim üzerine gazetecilerin bir sürü bilgi
uydurduğunu görünce Büyük Patron yeni ve etkili bir plan hazırladı.
Bu plan için onlarca adam ve on iki araba gerekiyordu. Operasyon en
ince ayrıntısına kadar defalarca gözden geçirildikten sonra bir sabah,
Nem York Times, Daily Neıvs, Forıuard, Neıv YorkAmsterdam News,
Post ve politik bir gazete olan Daily Worker gazetelerinin yöneticileri,
sokakta başlarına kukuleta geçirilmek suretiyle kaçırıldılar. Rothstein’ın
ikna yeteneği sayesinde hiçbir tanık polise haber vermedi. Hatta ba­
zıları onların Diamond Dogs programına götürüldüklerini düşünerek
güldüler. Başta editörler de aynı şeyi düşündüler. Ama daha sonra,
kendilerini hep birlikte Lincoln Republican Club’da bulup karşılarında
Arnold Rothstein’ı görünce tüm keyifleri kaçtı ve yerini korkuya bıraktı.
, Adamlar, salonun ortasına önceden yerleştirilmiş sandalyelere
kabaca itilerek oturtuldular ve Büyük Patron lafı dolandırmadan ko­
nuşmaya başladı.

505
Rüya Dağıtan Çocuk

“Christmas bir gangster değil,” dedi. “Ama bizim için, içimizden


biri gibi. CKC merkezini yok etmeye çalışırsanız ya da yayınlarınız
sırasında o çocuğun ve programının saygınlığına gölge düşürecek tek
bir şey söylerseniz siz gazetecilerle, hepinizle savaşa hazırım. Hiç kimse
CKC ve Diamond Dogs hakkında bir şey bilmeyecek. Uşaklarınızı eği­
tin, haber peşinde koşup binbir türlü yalakalık yapan köpeklerinizin
ellerini ve çenelerini bağlayın. Ve sakın bana basın özgürlüğü marta­
valını anlatmayın. Siz o lanet özgürlüğünüzü kullanacaksınız diye bu
boktan şehirde dinlemeye değer olan tek şeyden mahrum kalamayız...”
Rothstein bilardo masasından kalkıp adamların yanına geldi ve
hepsinin gözlerinin içine tek tek baktı. “Diamond Dogs’a zarar verir­
seniz sonra oturup hayatlarınızı nasıl mahvettiğimi izlersiniz,” dedi.
Sonra bembeyaz dişlerini göstererek güldü ve “Yine de size bir iyilik
yapmaya karar verdim,” diye ekledi. Lepke’ye bakıp göz kırptı. Lepke
elindeki çöpleri ona uzattı.
“Küçükken oynadığımız bir oyunu oynayalım,” dedi Rothstein.
“İçinizden kısa çöpü çeken kişinin kaçırılıp Diamond Dogs’un bir bö­
lümünü sunma şansı olacak. Fakat diğerlerinizi de mağdur etmemek
için hiçbiriniz orada bulunmasanız da o kişi hepiniz adına notlarını
alacak ve tüm öğrendiklerini size bildirecek. Böylece hepiniz aynı anda
CKC’nin misafiri olmuş gibi gazetelerinizde bu haberi tüm detaylarıyla
yayınlama şansı elde etmiş olacaksınız. Anlaştık mı?” Rothstein, tüm
gazetecileri şaşırtan içten ve sıcak bir gülümsemeyle sözlerine devam
etti. “Bu habere CKC’nin nerede bulunduğu gibi bazı ipuçlarının ek­
lenmesinin anlaşmamızı bozacak nedenler olacağını söylememe gerek
yoktur, sanırım.”
Bunun üzerine Lepke, Neıv York Amsterdam News gazetesinin
baş editöründen başlayarak çöpleri adamlara tek tek uzattı. Kısa çöpü
çeken, Harlem’de yayımlanan haftalık Neıv York Amsterdam Neıvs
gazetesi oldu.
Rothstein gülümseyerek, “Güzel,” dedi. “Christmas bu dostça soh­
betimizle ilgili hiçbir şey bilmiyor. Bu yüzden aklınıza saçma sapan
fikirler getirmeyin. O, yetenekleri olan iyi bir delikanlı.” Yeniden tek
tek adamların gözlerinin içine baktı. “Ve benim korumam altında.”

506
Luca Di Fulvio

Sonra kendi adamlarına onları alıp götürmeleri için bir işaret verdi
ve “Şimdi kaybolun, kalemşorlar,” dedi.
Ertesi gün, kısa çöpü çeken New YorkAmsterdam Neıvs gazetesinin
editörü, çatısında sürekli yedi otuzu gösteren dev bir saatin bulunduğu
binanın önünde durdu ve başını kaldırıp saate baktı. Binaya girdi ve
zenci mahallesinde yaşayan herkes gibi onun da çok iyi bildiği beşinci
kattaki CKC merkezine çıktı; tıpkı bir gün önceki olayda ucunda kırmızı
bir işaret olan kısa çöpü kendisinin çekmesi gerektiğini bildiği gibi.
Çünkü Rothstein riski sevmezdi, bahis kaybetmeyi de.
Adam Christmas ile tanıştırıldı ve ona önceki gün yaşananları
bir bir anlattı.
İki gün sonra New York’un bütün gazeteleri aynı manşetle çıktı.
Hemen hemen tüm gazeteciler, “Diamond Dogs’un Gizli Sığınağı” diye
başlık attıkları yazılarını kendi imzalarıyla ilk sayfada yayımladılar. O
renkli dünyanın çoğu ünlü aktörü ve müzisyeni gibi onlar da “ayrıcalıklı
kişiler”e dâhil edilmişlerdi. Ve o gün, sokak gazetecileri daha önce hiç
yaşamadıkları bir ilgiyle gazetelerini birkaç saat içinde satıp bitirdiler.
Diamond Dogs dinleyicileriyse o günden sonra hiç kimsenin tah­
min edemeyeceği kadar arttı.
Olay o kadar büyüdü ki tüm ulusal gazeteler haberi yayımlamaya
başladı ve CKC’nin şöhreti büyüyerek Los Angeles’a, Hollywood’un
ünlü yapımcıları ve yıldızlarına kadar ulaştı.
On gün kadar sonra Kari düşünceli bir ifadeyle, “Tüm bunlar çok
fazla,” dedi kendi kendine.
Cyril gülerek, “Önce reklam yapmalıyız diye kıçını yırttın, şimdi
de çok fazla olduğunu mu söylüyorsun?” diye sordu.
“Tüm otoriteleri karşımıza alıyoruz. Artık hiçbir şeyden haber­
leri yokmuş gibi varlığımızı görmezden gelemezler. Yakında tepemize
üşüşeceklerdir.”
“Yani gelip bizi yakalayacaklarını mı söylemek istiyorsun? Önce
benim zencilerimi ezip geçmeleri gerekir.”
Christmas, “Kari haklı, Cyril,” diyerek söze karıştı.
Kari dönüp Christmas’a baktı. Christmas sessizce bakışlarını kaçırdı.

507
Rüya Dağıtan Çocuk

Birbirlerinden şüphe ettikleri için karşı karşıya geldikleri o gün­


den sonra ilişkileri büyük bir darbe almıştı. İkisi de birbirlerine karşı
besledikleri gereksiz kuşkunun altında eziliyor gibiydi.
Christmas, “Haklısın, Kari,” dedi. “Sen her zaman haklıydın.”
Kari gözlerini kaçırmadan Christmas’a bakmaya devam ediyordu.
“Üzgünüm,” dedi Christmas.
Karl’m bakışlarında belli belirsiz bir yumuşama oldu. “Ben de
üzgünüm,” dedi ve Christmas’a doğru bir adım atıp elini uzattı. Christ­
mas önce adamın elini hararetle sıktı, sonra da Karl’ı kendisine doğru
çekip sarıldı.
Cyril, elindeki işinden başını kaldırmadan gülümsedi ve “Lanet
olası beyazlar,” diye homurdandı. O sırada içeri giren Bessie, şaka
yollu gpzlerini siler gibi yaparak, “Ne hüzünlü bir tablo,” dedi ve ar­
kasından ciddileşerek, “Âmsterdam gazetesinin editörü burada,” dedi.
“İçeri alayım mı yoksa giyinmenizi mi bekleyeyim kızlar?”
Cyril, “Yine ne bok istiyor?” dedi.
“Ağzını topla. Etrafta çocuklar var. Eee, ne yapıyoruz? Dışarıda
bekliyor.”
O sırada editör başını kapıdan içeri uzatıp, “Girebilir miyim?”
dedi. Sonra elindeki zarfı uzatarak, “Christmas için,” dedi. “Bu sabah
geldi. Benim adıma gönderilmiş ama içinden kapalı bir başka zarf ve
ona iletmem için yazılmış bir not çıktı.”
Cyril öfkeyle, “Sen de bunu kabul ederek yerimizi bildiğini belli
etmiş oldun. Aferin, sik kafalı!” dedi.
Bessie, “Cyril!” diye bağırdı. “Çocuklar...”
“Kusura bakma, Bessie,”
Kari, “Ne demek istediğimi şimdi anlıyor musunuz?” dedi. “Bu­
lunmak üzereyiz.”
Neıv York Âmsterdam Neıvs’un editörü utanarak, “Çok özür di­
lerim,” dedi. “Ama ta Los Angeles’tan geliyor.”
Christmas bembeyaz oldu. Zarfı adamın elinden alıp aceleyle açtı.
Aklından tek bir şey geçiyordu: Ruth. İkiye katlanmış kâğıdı açıp hemen
imzaya baktı. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Fakat imzayı görünce
hayal kırıklığına uğradı. “Louis B. Mayer,” diye mırıldandı.
Cyril merakla, “Kim?” diye sordu.

508
Luca Di Fulvio

Christmas yeniden imzaya baktı.


“Louis B. Mayer, Metro-Goldwyn-Mayer...”
“Ne istiyormuş?”
Christmas hâlâ mektupta Ruth’tan bir iz arıyordu. Ancak umudu
kesilince kâğıdı masanın üzerine fırlatıp attı. “Bilmiyorum,” dedi.
Kari mektubu eline aldı ve alçak sesle okumaya başladı.
“Sevgili Bay Christmas. Dinleyenleri hayran bırakan hikâyeler
anlatmaktaki yeteneğinizi gazetelerden öğrendik ve bu muhteşem
yeteneğin Hollywood’da hak ettiği değeri bulacağına inanıyoruz. Bu
yüzden sizi, olası projeler hakkında konuşmak üzere stüdyolarımıza
davet etmek istiyoruz. Bana şu numaralardan ulaşabilirsiniz... Vesaire,
vesaire... Yol ve konaklama masraflarınızı karşılamaktan memnuniyet
duyarız... Vesaire, vesaire... Bize ayıracağınız zaman için bin dolar
falan filan... Saygılarımla, Louis B. Mayer...”
Sonra odaya bir sessizlik çöktü.
Bessie bir süre sonra, “Sinema...” diye mırıldandı.
“Umurumda bile değil.”
Kari, “Ama düşünsen iyi olur,” dedi.
Christmas boş gözlerle ayak uçlarına bakıyordu.
“Ben ciddiyim,” dedi Kari.
“Hollywood hiç umurumda değil.”
Cyril sanki ağzından kaçmış gibi, “O kız Los Angeles’ta değil mi?”
diye sordu.
Christmas dönüp Cyril’e baktı.
Ama Cyril çoktan başmı önüne eğmiş, kumanda masasındaki
düğmelerle oynamaya başlamıştı. “Yayma iki dakika,” dedi.
Christmas ses çıkarmadan Cyril’in karşısındaki yerine geçip oturdu.
Gazete editörü, “Ben gidiyorum,” dedi.
Hiç kimse adama cevap vermedi.
Sadece Bessie elini adamın sırtına koyup onu odadan çıkardı ve
kapıyı arkalarından kapadı.
Bir süre üçü de ses çıkarmadan oturdular. Derken Kari, “Size söy­
lemem gereken bir şey var,” dedi.
Cyril, “Şimdi mi?” diye homurdandı.

509
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas sesini çıkarmadı. O an sadece Ruth’u düşünüyordu.


Kari, “Çok fazla dile düştük,” dedi. “Yalanda bizi bitirecekler, eminim.”
Cyril, “Yine parlak bir fikrin mi var?” dedi ve ekledi: “Son yirmi
saniye.”
Kari, yüzünde anlaşılmaz bir gülümsemeyle, “WNYC bizi satın
almak istiyor,” dedi.
Christmas ve Cyril dönüp adama baktılar.
“Aynı frekansta kalacağız. Tüm araç gereç ve stüdyolarını kullan­
mamıza izin verecekler ve hiçbir müdahale olmaksızın kendi prog­
ramlarımızı yapmaya devam edeceğiz.”
Kari cebinden birbirine tutturulmuş birkaç kâğıt çıkardı.
“İşte anlaşma. Biz yüzde elli bir ile ortak olacağız.”
Cyril şüpheci bir bakışla, “Bundan bizim ne avantajımız olabilir
ki?” diye sordu.
“Yasal bir kanal olacağız. Reklam alabilir, gelir sağlayacak duruma
gelebiliriz...”
Cyril başını sağa sola salladı.
“New York’un en çok dinlenen yayınını satın almak istiyorlar ama
bize stüdyolarından başka verecek bir şeyleri yok, öyle mi? Son beş...”
“Yüzde kırk dokuz için büyük bir teklifte bulundular aslında...”
dedi Kari gülümseyerek.
“... Dört...”
Kari kâğıtları masanın üstüne serdi ve parmağıyla bir yeri işaret etti.
“... Üç... İki...”
“Anlaşmayı imzalamamız için yüz elli bin dolar. Sizce yeterli mi,
ortaklar?”
Cyril’in ağzı bir karış açıldı. Yüzünün rengi değişirken gözleri de
yuvalarından fırladı. Sonra rüyadaymış gibi yayını başlatan düğmeyi
kaldırdı ve ruh gibi bir sesle, “Yayındayız,” dedi.
Christmas güldü. Bu gülüşü tüm dinleyenlere ulaşmış olmalıydı.
“İyi akşamlar, New York...” dedi ve yeniden güldü.

510
58

Los Angeles, 1928

Bay Bailey gülerek Ruth’un odasına girdi.


“Barrymore’a ne yaptın öyle? Gittiği her yerde senin üstüne fotoğ­
rafçı olmadığını söylüyormuş.” Elindeki fotoğrafları salladı. “Ve dürüst
olmam gerekirse, ben senin bunlardan daha iyi işler çıkarabileceğini
de biliyorum. Bunlar çok soğuk kareler.”
Ruth, utanarak belli belirsiz gülümsedi.
Bay Bailey’nin neşeli yüzü birden karardı ve gözlerindeki ışık ye­
rini endişeye bıraktı.
Ruth güldü. “Kötü şeyler düşünme, Clarence,” dedi. “Belki de Kı­
zılderililer haklıdır. Fotoğraflar insanların ruhunu çalıyor olabilir.”
“Peh, bir şey anlamadım...” dedi Clarence. “Yalnız bildiğim bir şey
varsa ö da şu an Hollywood’un en çok aranan fotoğrafçısı olduğun...
Ajandanın her günü dolu.”
Ruth daha sonraki iki hafta boyunca John Gilbert, William Boyd,
Elinor Fair, Lon Chaney, Joan Crawford, Dorothy Cumming, James
Murray, Mary Astor, Johnny Mack Brown, William Haines ve Lil-
lian Gish’in fotoğraflarını çekti. Gerek sanatçılar gerekse yapımcılar,
Ruth’un çektiği fotoğraflardaki gizem, derinlik, karanlık ve hüzün
karşısında heyecanlarım saklayamıyorlardı. Hatta Paramount, Fox
ve MGM, Ruth’un sadece kendilerine çalışması için Clarence Bailey’ye
baskı yapmaya başlamışlardı.
Ruth, bir cumartesi sabahı Jeanne Eagels ile randevusu için Pa­
ramount stüdyolarına gitti. Aktris, geçen sene MGM adına bir film

511
Rüya Dağıtan Çocuk

yapmıştı ancak bu sene Paramount ile çalışacağı belliydi. Hatta gelecek


sene için iki film anlaşması birden imzaladığı söyleniyordu.
Ruth onu setin bir kenarında otururken buldu. Setin içi neredeyse
karanlıktı. Işıkları yanan tek yer, figüranların makyajlarının yapıldığı
ve kıyafetlerini değiştirdikleri bölümdü. Jeanne Eagels bir sandalyede
oturuyor ve ünlü bir kuaför onun saçlarını tarıyordu. Ruth yavaş yavaş
yaklaştıkça aktrisin hatlarını daha net görebiliyordu. Saçları platin
rengiydi ve duru bir teni vardı. Bacak bacak üstüne atmıştı. Ruth, ayak
bileklerinin incecik olduğunu fark etti. Aynı şekilde el bilekleri de in­
cecikti. Aktrisin yüzü asıktı. Ruth iyice yaklaştığında Jeanne Eagels’ın
son derece zayıf olduğunu fark etti. Çok masum -v e aynı zamanda
karam sar- bir güzelliğe sahipti. Güçlükle nefes alıp verdiğini gizlemek
ister gibiydi. Kıyafetinde aşırıya kaçmamaya özen gösterdiği belliydi.
Diz boyunda gri bir etek ve bembeyaz bir gömlek giymişti. Ayağında
siyah ayakkabılar vardı ve boynuna tek sıra bir inci kolye takmıştı.
Ruth’u görünce sinirli bir şekilde, “Henüz hazır değilim,” dedi. Sonra
bir anda ifadesi değişti ve gözlerinde yolunu kaybetmiş birinin çaresiz
ifadesi göründü. Alt dudağını ısırdı ve Ruth’a gülümseyerek, “Çalışı­
yordum,” dedi. “Bu fotoğraf işi için beni apar topar buraya getirdiler.”
Ruth, “Sizin için yorucu olacak öyleyse,” dedi,
Jeanne Eagels cevap vermedi. İçindeki sıkıntı yüzüne vurmuş gibi
ifadesi yeniden değişti. Saçını tarayan kuaförün elini itti ve yüzünü
stüdyonun karanlık tarafına çevirdi. Karar vermesi gereken bir şeyler
varmış gibi gözlerini boşluğa dikerek düşünmeye başladı. Sonra sıkın­
tısını kontrol altına almak istercesine elini göğsüne bastırdı. Dönüp
Ruth’a baktı ve çok kibar ama neşesiz bir ifadeyle gülümsedi.
Otuzuna yeni basmıştı ama yirmi yaşında gibi görünüyordu. Kadın
bakışlarına sahip yirmi yaşında bir genç kız. Ruth, fotoğraflarının çok
ilgi çekici olacağını düşündü.
Jeanne Eagels birden ayağa kalktı, çantasını karıştırdı ve bir paket
sigara çıkardı. İçinden bir sigara aldı ve yakmadan elinde çevirmeye
başladı. Bir yandan da sürekli olarak stüdyonun girişine bakıyordu.
Birden yaklaşan ayak seslerini duyunca bedenini dikleştirdi ve nere­
deyse soluk almayı bıraktı. Hüzünlü ama mağrur bir duruşu vardı.
Ruth deklanşöre bastı.

512
Luca Di Fulvio

Jeanne Eagels, “Hayır!” diye bağırdı. Sonra yeniden ayak seslerine


kulak kabarttı.
Gergin bir sesle, “Sen misin, Ronald?” diye seslendi.
Loş setin içinden biri, “Evet,” dedi.
Jeanne Eagels’ın yüzü aydınlandı. Ruth yine de bunun bir mutluluk
ifadesi olmadığını düşündü. Aktris üst kattaki soyunma odalarına
çıkan merdivene doğru gitti, tırabzanlara tutunarak basamakları ace­
leyle çıktı. Merdivenin sonunda durup arkasına baktı. Keten şapkasını
gözlerinin üzerine kadar çekmiş, ufak tefek ve zayıf bir adam Eagels’ın
arkasından merdivenleri çıktı. Aktrisin aksine adamın adımları gayet
kontrollü ve kayıtsızdı. Elinde küçük bir doktor çantası taşıyordu. O
da merdivenleri çıktıktan sonra ikisi beraber bir odaya girip gözden
kayboldular.
Ruth dönüp kuaföre baktı. Kadın utanmış gibi hemen bakışlarını
Ruth’tan kaçırdı.
On dakikadan biraz uzun bir süre sonra Jeanne Eagels odanın
kapısında göründü. Merdivenlere doğru yürüdü ve basamakları ken­
dinden emin, sakin adımlarla indi. Sanki yürümüyor, yüzüyordu. Geçip
aynanın karşısına oturdu ve kuaföre işini bitirmesini işaret etti.
Sonra yüzünde sıcacık bir gülümsemeyle Ruth’a döndü.
“Başlayalım mı?”
■“Elbette... Çekimleri burada yapabilir miyiz? Aynaları kullanmak
hoş olacak.”
Jeanne Eagels cevap vermeden gözlerini kapadı ve başım arkaya
atarak poz vermeye başladı. Şehvetli ve umursamaz bir poz... Ruth
hemen deklanşöre bastı. Aktris gözlerini açtı ve şuh bir gülümsemeyle
aynadaki görüntüsüne baktı. Ruth bu pozu da hemen yakaladı. Sonra
Jeanne başını makyaj masasının üzerine koydu, platin rengi saçları
ahşap masanın üzerine dağıldı. Aynanın etrafındaki ışıklar platin saç
tellerinde oyunlar oynamaya başladı. Ruth deklanşöre bastı. Ünlü
aktris gözlerini kapadı ve bir elini omzuna koydu. Parmakları az ön­
ceki gerginliğini kaybetmiş, suda yüzer gibi yumuşak hareketlerle
kımıldanıyordu. Ruth deklanşöre bastı. Jeanne güldü ve dudaklarını
sımsıkı kapadı, Ruth bunu da çekti. Parmaklar omzundan yukarı,
boyuna doğru kaydı okşar gibi. Ruth bunu da çekti. Jeanne doğruldu

513
Rüya Dağıtan Çocuk

ve sandalyede dimdik oturdu, başmı hafifçe bir tarafa eğdi, ellerini


de kucağına bıraktı. Ruth deklanşöre bastı. Fotoğrafların muhteşem
olacağını düşünüyordu. Fakat bu düşünce onu neşelendireceği yerde
içinde garip bir sıkıntı yarattı.
“Gömleğiniz lekelenmiş,” dedi Ruth. Makinesini indirip kadının
sağ kolunu işaret etti.
Bembeyaz gömleğin sol kolunun iç tarafında küçük, kırmızı bir
leke oluşmuştu.
Jeanne Eagels yavaşça bakışlarını koluna çevirdi. Sonra soğuk
bir gülümsemeyle Ruth’a baktı ve tekrar bakışlarını kolundaki lekeye
çevirdi. Leke, keten kumaşın üzerinde yavaşça yayılmaya devam edi­
yordu. Aktris hemen elini lekenin üzerine bastırdı.
“Ah, evet... Ruj lekesi.”
Ama Ruth onun kan olduğunu biliyordu. Kolundaki damarda olu­
şan küçük yırtıktan dışarı sızan kan. Ve şimdi -doktor çantası taşıyan
ufak tefek adamın ayak sesleri gittikçe uzaklaşırken- Jeanne Eagels’ın
ruh halinin nasıl o kadar çabuk değiştiğini anlıyordu. Çekilen fotoğ­
rafların birer şaheser olacağını düşünürken neden mutlu olmadığını
da biliyordu. Ruth’un deklanşöre her basışında hissettiği o tedirginlik
duygusunun nereden geldiğini de tahmin ediyordu. Ruth şu an nasıl
birinin fotoğraflarını çektiğini gayet iyi biliyordu. Çünkü ilk önce,
bakışlarında o aynı hiçlik duygusu taşıyan kadınların fotoğraflarını
çekmeye başlamıştı. Bunlar, Newhall Kadın Ruh Sağlığı Merkezi’nin
yitik kadınlarıydı. Onun da bir zamanlar kapatıldığı ve o yitik kadınlar­
dan biri olduğu klinikteki hastalar. Bu yüzden o iğne başı kadar küçük
gözbebeklerinin derinliklerinde neler olduğunu biliyordu: umutsuzluk,
yenilgi, tükeniş, ölüm. Ruth, ölümün fotoğraflarını çekiyordu.
Aniden toparlanmaya başladı ve zorla gülümsemeye çalışarak,
“Bitirdik,” dedi.
Jeanne Eagels ona soğuk bir gülümsemeyle cevap verdi.
“Ah, öyle mi?”
Ruth fotoğraf makinesini alelacele çantasına attı ve koşar adım
stüdyodan çıktı. Ve ancak Hollywood’dan uzaklaşıp Los Angeles güne­
şinin parlak ışığı bedenini ısıtınca durdu. Çevresine bakındı. Nerede
olduğunu anlayamadı. Şehir merkezinde olabilirdi. Belki de denizden

514
Luca Di Fulvio

fazla uzakta değildi. Nerede olduğunu bilmiyordu ama bunun pek önemi
yoktu. Gerçek dünya buydu, uzun zamandır kaçtığı gerçek dünya. New
York’tan ayrıldığı andan beri, Christmas’ı kaybettiğinden beri, kendi
içinde yitip gittiğinden beri geçen zaman içinde kaçtığı gerçek dünya.
Kendini yeniden bulmuş gibi davranmaya başladığından beri,
dedi içinden.
Gözlerini yeniden kapamıştı. Dünyayı Leica’sınm objektifinden
gördüğüne inandırmıştı kendisini. Bir fotoğraf ajansının küçücük oda­
sına kapanmış, iyi yürekli ve koruyucu bir ihtiyarın gerçek dünya ile
arasında bir zar olmasına izin vermişti. Film yıldızlarının fotoğraflarını
çekmek yaşamaktır sanmıştı. Onlar, intihar etmek istediği gece gör­
düğü çekirgelerdi. Kanatlarım deliler gibi çarpıyorlardı, çünkü gelip
geçici olduklarını ve yaşadıkları şeyin gerçek hayat değil sadece kısa
bir rüya olduğunu biliyorlardı. Ya da Jeanne Eagels, John Barrymore
gibilerinin, hatta kendisinin yaşadığı gibi birer kâbus.
Ruth, geniş bir kapalı kapının önündeki taş basamaklara oturdu
ve başını ellerinin arasına aldı. Çevresindeki sesleri duyuyordu. İnsan
sesleri, gökte uçan martıların çığlıkları, açık pencerelerin birinden
sokağa yayılan müzik sesi, arabaların gürültüleri.
Daha önceleri kulakları tıkalı olmalıydı. Bunları ne görmüş ne duy­
muş ne de dinlemişti. Sadece görüyor, duyuyor, dinliyor gibi yapmıştı.
Ama değişen bir şey olmamıştı. Büyükbabası yaşlı Saul’un fotoğrafının
arkasına saklanmış, onu Clarence Bailey’nin yumuşak gözlerinde gör­
düğüne inanmıştı. Christmas’ı, geceleri ona eşlik eden o çirkin kırmızı
kalbin içine mühürlemişti; ruhsuz bir eşyanın içine.
Çevresinde koşan, yürüyen, konuşan, gülen, küfreden insanlara
bakarak, “Yalnızsın,” diye mırıldandı.
Kendisi yıllarca hayallerle beslenmişti. Büyükbabasının hayali,
Christmas’m hayali... Biri ölmüştü, diğeriyse ölmüş gibiydi. Çünkü
Ruth’un onu aramaya, yaşayıp yaşamadığını araştırmaya cesareti
yoktu. Kendisi için bile...
“Yalnızsın,” diye mırıldandı yeniden. Ve göğsünde derin bir acı
hissetti.
Sonra ayağa kalktı ve çantasından fotoğraf makinesini çıkardı.
O tanımadığı yollarda acele etmeden, amaçsızca yürümeye başladı.

515
Rüya Dağıtan Çocuk

Duvarlarını kendi elleriyle ördüğü, parmaklıklarını kendi kendine


taktığı ve kilidini kapatıp anahtarım yok ettiği hapishanesinden ay­
rılma isteği olmaksızın yürüdü. Uzun zamandan beri yapmadığı gibi
bakınmaya ve çevresini görmeye çalıştı. Bir yandan da etrafı dinliyor
ve duymaya çalışıyordu.
Dar ve karanlık bir sokak arasında yere uzanmış, uyuyan bir ser­
seri gördü. Hemen bir fotoğrafını çekti. Sonra bir tane daha. Leica’sım
indirip adama bakmaya başladı. Uzun zamandır ilk kez kendi gözleriyle
bakıyordu ve birden adamdan gelen pis kokuyu duydu. Yıllardan sonra
ilk kez gerçekten koku alıyordu.
Sonra, tıpkı bir cangıla girmiş gibi, bu tanımadığı yerin sokakla­
rında dolaşmaya devam etti.
Mağazalardan birinde oldukça şişman bir kadının çiçekli bir elbiseyi
denediğini gördü. Zavallı tezgâhtar kız çaresizce elbisenin düğmelerini
iliklemeye çabalıyordu. Şişman kadının yüzünde üzgün ve mahcup
bir ifade vardı. Ruth, Leica’sım kaldırıp vitrinin önünden fotoğrafla­
rını çekti. Şişman kadın ve satıcı kız onu fark ettiler ve şaşkın şaşkın
bakmaya başladılar. Ruth bir kez daha deklanşöre bastı.
Sonra yeniden yürümeye başladı. Şu an ona her şey farklı geli­
yordu. Sanki yeniden bu dünyaya ait olmak için geri dönmüştü; herke­
sin yaşadığı sıradan, gerçek dünyaya. Yeniden nefes almaya başlamış
gibiydi; göğüslerini sıkıca sardığı sargılardan kurtarıp ciğerlerinin
yeniden havayla dolduğunu hissettiği anda olduğu gibi. Ne o andan ne
gördüklerinden ne de duyduklarından kaçmak istiyordu artık. Bunun
farkmdalığıyla yeniden yürümeye başladı.
O akşam stüdyoya çok geç bir saatte döndü ve tüm geceyi çektiği
fotoğrafların banyosunu yapmakla geçirdi. Restoranın birinde ağzını
inanılmayacak derecede doldurmuş bir adam ve ona şaşkınlıkla bakan
eşi... Aynı restoranın arka tarafındaki merdivenlere oturmuş, ağzında
sigarasıyla ayaklarına masaj yapan garson kız... Yan yana dizilmiş
ikinci el otomobiller, camlarına iliştirilmiş satış fiyatları ve arka tarafta
müşteri bekleyen ufak tefek satıcı... Öpüşen bir kadınla adam ve bu
aşk sahnesini umursamadan ağlayarak kadının eteğini çeken erkek
çocuğu... Hareket halinde bir yük vagonu ve umutsuzca ona binmeye
uğraşan bir sokak serserisi... Yan yana dizilmiş, tüm pencereleri ka­

516
Luca Di Fulvio

palı olduğu için terk edilmiş gibi görünen evler... Mosmor olmuş bir
gözüyle çamaşır asan genç bir kadın... Sıvası dökülmüş sokak kapısının
önünde, sallanan sandalyesinde keyif yapan yaşlı bir adam... Çöp atan
küçük bir çocuk...
Ertesi sabah, Jeanne Eagels’m birkaç kare fotoğrafıyla beraber Los
Angeles şehrinin fotoğraflarını da Bay Bailey’ye gösterdi.
Clarence, “Yeni bir yola girmeye mi karar verdin?” diye sordu.
“Bilmiyorum.”
Bay Bailey, Jeanne Eagels’m fotoğraflarını, Paramount stüdyo­
larına göndermek üzere bir zarfa koydu. Sonra Ruth’un Los Angeles
sokaklarında çektiği fotoğraflara yeniden göz attı. Bu kez daha büyük
bir dikkatle, hiçbir ayrıntıyı atlamadan. Sonra, “Çok etkileyici,” dedi
Böylece Ruth, elinde Leica’sı ile Los Angeles sokaklarında dolaş­
mayı âdet edindi. Her gün düzenli olarak, hayattan “etkileyici” kareler
yakalamak için yollara düşüyordu. Ama fark etmediği bir şey vardı.
Günden güne, çektiği her karede kendisi de hayata alışıyordu. Her şeyi
yeni baştan öğrenir gibi... O amaçsız gibi görünen başıboş dolaşmalar
bir okulmuş gibi...
Yaklaşık iki hafta sonra fotoğraflarında artık gülen insanlar da
olduğunun farkına vardı. Bunlar tamamıyla neşeli kareler değildi, hâlâ
karamsar ve derin izler taşıyorlardı. Ama bir bakıma da bu karamsarlığı
yok etmek ya da makinenin kadrajım genişletip objektife hem gölgeleri
hem de ışıklarıyla tüm hayatı yansıtmak ister gibiydiler.
Fakat akşam olup Ruth odasına çekildiği zaman kendi kendine
tekrarladığı şey hep aynıydı: “Yalnızsın.”
Bir pazar günü -Bayan Bailey’ye yaptıkları haftalık ziyaret son­
rasında- Ruth çocuk dolu bir park gördü ve Clarence’tan arabayı
durdurmasını rica etti. Arabadan indi. O, parka doğru yürürken Bay
Bailey de yeniden yola koyuldu.
Ruth parka yaklaştıkça çocukların neşeli seslerini daha net duy­
maya başladı ve kliniğin şizofrenik havasından sonra içinden gülmek
geldi. Banklardan birine oturdu ve oynayan çocuklara baktı. İlk işinde
neşeli ve mutlu fotoğraflarım çekmeye zorlandığı zengin çocukları
geldi aklına. O doğum gününde bu isteğe karşı koymak için kendisini

517
Rüya Dağıtan Çocuk

nasıl da zorlamıştı... Ve o gün çocuklardan çaldığı neşeyi geri vermek


düşüncesiyle makinesini çıkarıp fotoğraf çekmeye başladı.
Vizörde onu fark eden ve gülerek komik pozlar veren dört beş
yaşlarındaki bir çocuğun yüzü belirdi. Kısacık kesilmiş saçları kepçe
kulaklarım olduğu gibi meydana çıkarmıştı. İnce uzun bacaklarının
dizleri dikkat çekecek kadar iri kemikliydi. Çocuk bir boksör gibi poz
verdi. Ruth ona gülümsedi ve deklanşöre bastı. Sonra çocuk, elindeki
hayali tabancasıyla ateş eden bir kovboy oldu. Ruth bu kareyi de ya­
kaladı. Çocuk, bu beklenmedik oyundan çok mutlu olmuş görünü­
yor, devamlı gülüyordu. Çığlıklar atarak Kızılderili dansı yaparken
de Ruth’un makinesine yakalandı.
Sonra, “Şimdi de Tarzan olacağım,” diyerek kısa bir ağaca çıktı ve
dallardan birine sarılmaya çalıştı. Ancak o sırada dengesini kaybetti
ve çok kötü şekilde yere düştü. Dizinin derisi soyulmuştu. Yüzündeki
neşeli ifade hemen kayboldu ve yolunu kaybetmiş gibi çevresine ba­
kınıp ağlamaya başladı.
Ruth yerinden fırladı ve koşarak çocuğun yanma gitti. Tam onu
kucaklamak için diz çökerken iki güçlü el çocuğu tutup kaldırdı.
“Yok bir şey, Ronnie.”
Ruth, çocuğu kucaklayan delikanlıya baktı. Uzun boylu ve geniş
omuzlu biriydi. Sarı saçlarından bir tutam alnına düşmüştü. Cildi
bronzlaşmıştı ve düzgün hatlara sahip yüzündeki mavi gözleri ışıl
ışıldı. Dolgun dudaklarının arasından bembeyaz dişleri görünüyordu.
Ruth, delikanlının kendisinden birkaç yaş büyük olabileceğini düşündü.
Yirmi iki veya yirmi üç olmalıydı.
Ruth bakışlarını elindeki makineye çevirip, “Benim hatam,” dedi.
“Fotoğraflarını çekiyordum ve o da...”
Delikanlı, sevgi dolu bakışlarını azarlamanın arkasına saklamaya
çalışarak, “Ronnie de ağaçlara tırmanmak gibi kötü bir alışkanlığı
olduğunu göstermek istedi. Öyle mi, Ronnie?” dedi.
Çocuk ağlamayı kesti ama yüzü hâlâ yaş içindeydi. Dudaklarını
büzerek, “Tarzan gibi olacaktım, maymunların kralı gibi,” dedi.
Delikanlı, çocuğun düştüğü yeri işaret ederek, “Onun yerine yerde
bir krater açtın,” dedi. “Gördün mü verdiğin zararı? Bu işten vaz­

518
Luca Di Fulvio

geçmezsen seni tutuklayıp hapse atacaklar. Belki sonra da elektrikli


sandalyeye gidersin.”
“Yalan söylüyorsun,” dedi çocuk gülerek.
Delikanlı, Ruth’a bakıp, “Öyleyse küçük hanıma sor,” dedi. “Sana
o söylesin.”
Ruth güldü.
“Eh, polis arkadaşlarım var. Belki cezanı biraz hafiflettirebilirim.
Ömür boyu hapis cezası gibi.”
Delikanlı da güldü.
“Bacağım acıyor,” dedi ufaklık.
Delikanlı çocuğun dizine baktı ve mutsuz bir ifadeyle başını salladı.
“Çok kötü görünüyor. Kesmek zorundayız.”
“Hayııır!”
“Çok derin bir kesik bu, Ronnie. Başka çaremiz yok.” Delikanlı
yine Ruth’a bakıp, “Siz hemşiresiniz,” değil mi?” diye sordu.
Ruth şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi.
“Aslında ben...”
“Lütfen ona yardım edin. Bu, korkunç bir ameliyat. Kim bilir nasıl
canı yanacak...”
Ruth oyuna katılmaya karar verdi. “Anlaştık,” dedi.
Delikanlı, parkın içindeki çeşmelerden birine doğru yürümeye
başladı.
“Güzel. Öyleyse ameliyathaneye gidelim.”
Ruth makinesini kaldırıp çocukla delikanlının fotoğraflarını çekti.
Sonra onlara yetişti. Delikanlı, Ronnie’yi yere bıraktı ve yerden ince
uzun bir dal parçası aldı. Sonra cebinden bir mendil çıkardı. Ronnie’nin
cebindeki mendili de aldı.
“Tamam. Şimdi cesur olma zamanı, dostum.”
Küçük dal parçasını Ronnie’nin dişlerinin arasına soktu.
“Ne yazık ki uyuşturucumuz yok. Bunu kuvvetlice ısır. Ve siz
hemşire hanım, ben çalışırken siz de kanamayı kontrol altına alın.”
Mendillerden birini Ruth’a uzattı. Diğerini de çeşmede ıslattı.
Ruth, mendili çocuğun diz kapağının üzerine bağladı.

519
Rüya Dağıtan Çocuk

“Hazır mısın, dostum?”


Ağzındaki dal parçasıyla delikanlıyı dikkatle izleyen Ronnie başmı
evet anlamında salladı.
Delikanlı, ıslak mendille çocuğun dizini sildi. Ronnie inleyerek
dişlerini sıktı ve sonra tam bir aktör edasıyla başmı arkaya doğru
atıp gözlerini kapadı.
“Zavallıcık,” dedi delikanlı. “Dayanamadı, bayıldı. Ama böylesi
daha iyi.” Ruth’a göz kırptı. “Yarası çok ağır. Kesinlikle ölecek. Bize
yük olmaktan başka bir şeye yaramaz artık. O yüzden onu burada
bırakmalıyız. Çakallar icabına bakar.”
Ronnie hemen gözlerini açtı. “Beni burada bırakamazsın, piç ku­
rusu!” dedi ağzında dal parçasıyla.
Ruth güldü. Delikanlı, yaşlı mendili çocuğun dizine sardı.
“Tamam, sert adam. Öyleyse eve gidiyoruz.”
Sonra Ruth’a döndü. “Ne düşündüğünüzü bilmiyorum ama babası
değilim,” dedi.
Ruth gülümsedi.
“Adım Daniel,” dedi delikanlı. Gülümseyerek elini Ruth’a uzattı.
“Daniel Slater.”
Ruth onun elini sıktı ve sadece, “Ruth,” dedi.
Daniel bir süre Ruth’un elini bırakmadı. Onu süzüyor ancak ne
diyeceğini bilemiyordu. Gözlerinden genç kıza veda etmek zorunda
olmanın verdiği düş kırıklığı hemen belli oluyordu.
O sırada Ronnie, “Hemşireye borcunu ödemelisin,” dedi.
Daniel’ın gözleri parladı. “Ronnie haklı,” dedi. “İyi iş çıkardın,
hemşire... Ruth.” Sonra parkın az ötesinde, yolun her iki tarafına sı­
ralanmış, önlerinde küçük birer bahçesi ve garajı olan, iki katlı, bir-
birleriyle aynı model küçük villaları işaret etti. “Şurada oturuyoruz.
Bu saatte annem yaptığı elmalı turtayı fırından çıkarmak üzeredir,”
dedi çekinerek. “Bize katılmak ister misin?”
Ronnie, “Evet!” diye bağırdı.
Ruth yolun karşı tarafındaki evlere baktı.
Daniel, “Annemin turtası bambaşkadır,” dedi.

520
Luca Di Fulvio

Az önceki rahat davranışları kaybolmuştu. Ruth, bronz teninin


hafifçe kızardığını düşündü. Daniel’m mavi gözleri ısrarla Ruth’un
gözlerini arıyor ve sonra utanarak bakışlarını yere indiriyordu. Ruth
şu an karşısında hem olduğundan büyük hem de Ronnie’den bile kü­
çük biri olduğunu düşündü. Delikanlı başını her önüne indirdiğinde
sarı saçları da gözlerinin üzerine düşüyordu. Ruth, Christmas’ı, onun
buğday sarısı saçlarını düşündü. Geride bıraktığı hayatında kalan sarı,
ipek gibi saçları. Birbirinin aynısı, yan yana dizilmiş evlere yeniden
baktı. İnsana güven veren bir görüntüleri vardı ve Ruth’un burnuna
elmaların üzerindeki yanmış şeker kokusu geldi. Sanki şu an kendisini
daha az yalnız hissediyordu.
“Gelmek ister misin?”
Ruth önce kendi kendine konuşur gibi, “Peki...” dedi. Sonra dönüp
Daniel’a baktı ve sesini biraz yükselterek, “Peki,” dedi.

521
59

Manhattan, 1928

Christmas, bir saatten fazladır pencereden dışarı bakıyordu. Yetmiş


Birinci Cadde’yle Central Park’ın batı kapısına bakan apartmanın on
birinci katındaki bu daireyi yeni satın almıştı. Bu yükseklikten parkı
seyredebiliyor ve bir zamanlar Ruth ile buluştukları bankı görebiliyordu.
Daha ikisi de çocukken, daha Christmas hayatın ona neler getireceğin­
den habersizken buluşup konuştukları o bank yerli yerinde duruyordu
Bu daireyi satın almasının tek nedeni buydu; banklarını görebilmek.
Çünkü bir süredir o parka gitmeyi ve o bankı seyretmeyi bırakmıştı.
Gözü hiçbir şeyi görmeden, radyo macerasına balıklama dalmıştı. Ve
şimdi biraz durmanın vakti gelmişti. Kendine birtakım sorular sormaya
ve tabii ki o sorulara cevaplar bulmaya ihtiyacı vardı.
Bir gün önce Kari ona, “Cyril ve ben merkezin taşınmasını ayarla­
rız,” demişti. “Tüm teknik işleri de hallederiz. Ancak yeniden yayma
başlamamız en az bir ayımızı alır.”
WNYC ile anlaşmaya varmışlar ve karşılıklı sözleşme imzalamış­
lardı. “Senin de Hollyvvood’daki o adamla gidip görüşmek için yeterli
zamanın olur,” demişti Kari.
Cyril ise Christmas’m gözlerinin içine bakarak, “Git, oğlum,” demişti.
Christmas, yaşlı zencinin Hollywood’dan söz etmediğini biliyordu.
Cyril’in umudu, Christmas’m gidip Ruth’u bulmasıydı. “Git ve onu bul,
evlat,” demişti Cyril.
Christmas, parktaki banka bir kez daha baktı ve ona hiç gideril­
meyecek gibi gelen bir yalnızlık hissetti. Boş gözlerle şehre bakmaya

522
Luca Di Fulvio

başladı. Göl, Metropolitan Müzesi, Beşinci Cadde ve daha uzakta, Ruth’un


eskiden yaşadığı yer olan Park Bulvarı. Pencereyi kapadı ve etrafına
bakındı. Evde sadece bir yatak vardı; çift kişilik koca bir yatak. Dün
gece ilk kez bu yatakta uyumuş, daha doğrusu kaybolmuştu. Monroe
Caddesi’ndeki evin mutfağında, yıllarca üstünde yattığı eski divanı
düşününce bu yatakta gerçekten kaybolmuştu.
Birdenbire zengin olmuştu ve daha da zengin olacaktı. CKC’nin
satılmasıyla payına düşen elli bin dolardan başka, Diamond Dogs’un
sesi olarak yılda on bin dolar, program yapımcısı olarak da ayrıca
bir on bin dolar daha kazanacaktı. Ayrıca radyonun reklam ve diğer
gelirlerinden de payına düşeni alacaktı. Evet, artık zengindi, hem de
hiç tahmin edemeyeceği kadar. Ve önünde yaşayacağı upuzun bir ha­
yat vardı.
Christmas, cebinden bir zarf çıkardı. İçinde Los Angeles için bi­
rinci sınıf bir bilet vardı.
“Git ve onu bul,” demişti Cyril.
Christmas bu söz üzerine durması ve hayatına dönüp bakması
gerektiğini anladı. Çünkü bugüne kadar durmadan koşmuş ve bu koşu
onun gözlerini kör etmişti. Şu an tıpkı yıllar önce Aşağı Doğu Yakası
sokaklarında kaybolmuş o çocuk gibiydi.
Christmas kapıyı kapatıp çıktı. Monroe Caddesi’ne doğru yürür­
ken aklına Joey geldi. Kaçak barlarda geçen günlerini, onun cenaze
töreninde söyleyecek hiçbir şey bulamamasını düşündü. Sonra aklına
Maria geldi. O günden beri kendisinden hiçbir haber alamamıştı. Her
ikisi de hayatına sessizce girip sessizce çıkmışlardı. Çünkü Christmas
o koşturma sırasında kulaklarını tıkamış, sadece radyonun hoparlör­
lerinden tüm New York’a yayılan kendi sesini duymuştu. O, Diamond
Dogs’un meşhur yıldızı Christmas’tı ve bundan başka hiçbir şeyin
önemi yoktu. Kendi sesinden başka herkesin sesine kulak tıkamıştı
çünkü o, gettonun yollarında kaybolan ve bir suçluya dönüşmeye baş­
layan çocuğun ta kendisiydi. Çünkü Pep’in dediği gibi, gözlerindeki
masumiyeti çoktan yitirmişti. Ve bilmem kaçıncı sınıf bir sokak ser­
serisi olmuştu. Aşağı Doğu Yakası sokaklarında olmasıyla önemsiz
bir radyonun mikrofonunda olmasının arasında pek bir fark yoktu.
Kendisini belki de binlerce hastalıktan daha beter bir illetin kollarına

523
Rüya Dağıtan Çocuk

bırakmıştı: kayıtsızlık. Ruth için duyduğu üzüntü de, onsuz kendisini


eksik hissetmesi de bu gösterinin bir parçasıydı. Anlam ve duygudan
yoksun sözcüklerdi sadece.
“Git ve onu bul.” Cyril neden bunu söylemek zorunda hissetmişti
kendisini?
Columbus Meydam’nı geçip Broadway’e döndü.
Nedenini biliyordu, hem de çok iyi. Korku.
Geçen hafta, WNYC yöneticileri önüne elli bin dolarlık çeki uzat­
tıklarında bir an için dünya durmuştu. Sanki başına korkunç bir darbe
almış ve her şeyi unutmuştu. Central Park’a nasıl geldiğini bile ha­
tırlamıyordu. O banka -Jo ey’nin hediye ettiği sustalı bıçakla isimle­
rini kazıdıkları banklarına- gelip oturduğunun farkında bile değildi. 1
Kendine geldiği zaman bir eliyle beş sene önce kazıdıkları o isimleri
okşadığını fark etti sadece. Ruth & Christmas.
İçinde gittikçe büyüyen korkuyla da o an tanışmıştı. Hemen ye­
rinden fırlamış ve koşarak o banktan uzaklaşmıştı. Sığınacak bir yer
arıyormuş gibi açık bulduğu ilk kapıdan içeri girmişti. Yanma gelen
apartman görevlisi ona gülümseyerek, “On birinci kattaki daire için
mi geldiniz?” diye sormuştu. İşte o daireyi böyle bulmuştu, tamamen
tesadüf eseri.
Görevliyle beraber daireyi gezmiş ve bir bankın içine hapsolmuş
dünyasına yukarıdan bakmanın daha dayanılır olabileceğini düşünmüştü.
On İkinci Cadde’den Dördüncü Cadde’ye döndü. Biraz ileride Bo-
wery vardı. Üçüncü Cadde’nin köşesinde de annesinin garson olarak
çalıştığı bar görünüyordu.
“Git ve onu bul.”
Tabii Cyril’in neden böyle söylediğini şimdi anlıyordu. Hiçbir zaman
itiraf edemediği ama artık saklamak da istemediği korku yüzünden.
Evet, artık zengin biriydi. Başarmıştı. Artık yasadışı iş yapmıyordu
ve bunun anlamı, ortaya çıkma zamanının gelmiş olmasıydı. Artık
Ruth’u bulmaktan korkmuyordu. Isaacsonlar New York’u terk edeli
dört yıl olmuştu. Ruth’u ondan alıp götüren vagonun camına dokunma
cesareti bulamadığı o geceden bu yana geçen dört koca yıl. Ruth’un
ortadan kaybolduğu, mektuplarına cevap vermediği dört yıl. Ancak
şu an Bowery’yi dolduran onca insanın arasında yürürken korktuğu

524
Luca Di Fulvio

şeyi kendine itiraf edebiliyordu: Ruth onu terk etmiş ve büyük olası­
lıkla unutmuştu.
Üstü başı kir içinde, sıska bir gazeteci çocuk bağırarak yanından
geçti.
“Diamond Dogs artık yasal! CKC, WNYC ile el sıkıştı!”
Houston Caddesi’nin köşesinden dönerken, “Unuttu,” diye mırıldandı.
Eğer Ruth onu terk etmişse, unutmuşsa, kalbinden silmişse, neden
onu bulduğu zaman mutlu olacaktı? Şu an ünlü ve zengin olması neyi
değiştirecekti? Artık Ruth’un dengi olması, onun zenginliği altında
ezilmeyecek kadar varlıklı olması ve hatta Ruth’a bir gelecek vaat ede­
cek güce sahip olması neyi değiştirecekti? Çocukken Martin Eden’ı
okuduğu zamanlar, Martin’in Ruth Morse’a olan büyük aşkı ve trajedisi
geldi aklına. Aşağı Doğu Yakası’nın kirli sokaklarında kanlar içinde
bulduğu kızın adının da Ruth olması ne garip ne sıradışı bir rastlantıydı.
Bu rastlantı Martin ve Christmas’ın başarı ve sosyal statülerinde de
vardı. Martin artık halktan biri değildi ve hiçbir zaman da o hayran
olduğu süslü hayata ait olmayacaktı. Geri dönüşü olamayacak kadar
yalnızdı. Büyük hayallerinin peşinden koşarken yolunu kaybetmişti.
Evet, Christmas şimdi Martin Eden gibi olmaktan korkuyordu.
Ve Ruth’un artık eski Ruth olmamasından.
Ancak biraz daha az su yüzüne çıkmış başka bir korkusu daha
vardı ve bu korkudan kurtuluşu olmadığının da farkındaydı. O ana
dek birlikte olduğu tüm kızlar, en azından bir anlık bile olsa, Ruth
olmuşlardı. Sadece bir an için. Bundan da mutlu olmuştu. Çünkü ha­
yal kırıklığına uğramaktan, gerçeğin ve hayatın Ruth’u sonsuza dek
elinden almasından korkmuştu. Hatta rüyalarından bile.
Şimdi, Monroe Caddesi, 320 numaralı binanın eski ve harap ka­
pısından içeri girerken artık hayal kuramayacağını düşündü. Artık
bu mümkün değildi. Merdivenleri çıkarken her basamağın biraz daha
yükseldiğini ve çıkmakta zorlandığını fark etti. Her zaman inandığının
aksine, para kendisini daha iyi hissetmesini sağlamamıştı. Şimdi, yıllar
önce kapıya takılan ve üzerinde “Bayan Cetta Luminita” yazılı olan
küçük pirinç levhaya bakarken paranın ona mutluluğu garantileme­
diğinin de farkına vardı. Çünkü kendi içinde bir şeylerin değişmesi
gerekiyordu.

525
Rüya Dağıtan Çocuk

Ancak buna cesaret edecek güce sahip olup olmadığını bilmiyordu.


Hayatını kökten değiştiren o sözleşmenin imzalanmasından bu
yana bir hafta geçmişti. Kendisinden ve Ruth’tan kaçtığı, zenginlerin
oturduğu bir apartmanın on birinci katından bir daire satın aldığı
koca bir hafta... Bu birkaç gün içinde Joey ve Maria’yı unuttuğunu ve
Los Angeles’a gidip Ruth’u aramayı hiç düşünmediğini fark etmişti.
Cyril ona, “Git ve Ruth’u bul,” demek zorunda kalmıştı. Çünkü
Christmas’m bunu düşünmeye bile cesareti yoktu. Çünkü o şu an sa­
dece korkuyordu.
Eve girdi. Cetta divanda oturmuş, etrafa neşe saçan bir yüzle onu
bekliyordu.
Christmas daha içeri girer girmez, “İki hafta içinde Hollywood’a
gidiyorum,” dedi. Ancak söyledikleri, annesiyle konuşmaktan utanacağı
bir konuymuş gibi, yüzünü yerden kaldıramıyordu.
Cetta sesini çıkarmadı. Oğlunu çok iyi tanıyordu. Ve kimi zaman'
bazı kelimelerin aslında oluşturdukları cümleleri ifade etmediğini
biliyordu. Sadece Christmas’a bakmaya devam etti ve oğlunun başını
kaldırıp ona bakmasını bekledi. Sonra eliyle yanma gelip oturmasını
işaret etti. Christmas gelip yanına oturduğu, daha doğrusu çöktüğü
zaman bir elini kendi ellerinin arasına aldı ve yine ses çıkarmadan
oturmaya devam etti.
Sonunda Christmas, “Benimle gurur duyuyor musun?” diye sordu.
Cetta oğlunun elini var gücüyle sıktı. “Hem de hayal bile edeme­
yeceğin kadar,” dedi.
Christmas başını önüne eğdi. “Ben korkağın tekiyim, anne.”
Cetta cevap vermedi.
“Çok korkuyorum.”
Cetta yine cevap vermedi ve oğlunun elini bıraktı.
Christmas başını kaldırıp annesinin yüzüne baktı. “Bir şey söy­
lemeyecek misin?” dedi. Gülümsedi. “Beni azarlamayacak mısın? Ya
da en azından gerçek bir Amerikalının hiçbir şeyden korkmadığını
söylemeyecek misin?”
“Amerikalıların bir bok olmadıklarını artık sen de biliyorsun.”
Christmas yine güldü. “Ne yapacağımı bilmiyorum, anne.”

526
Luca Di Fulvio

“Hollywood’a gideceğini söyledin.”


Christmas başmı iki yana salladı. “Neden gideceğimi ben bile
bilmiyorum.”
Cetta oğlunun sarı saçlarını okşadı. “Korkmak, alçaklık değildir,”
dedi. “Ama yalan söylemek alçakların işidir.”
“Yıllar boyunca bunu nasıl başardın, anne? Gücünü nereden aldın?”
“Sen benden daha güçlüsün.”
“Hayır, değilim...”
“Öylesin. Sen Beyaz Diş’sin, unuttun mu?”
“Ben Martin Eden’ım.”
“Saçmalama. Sen Beyaz Dişsin.”
Christmas gülümsedi. “Seninle hiç konuşulmuyor. Hep haklı olmak
istiyorsun,” dedi.
“Ben her zaman haklıyım.”
“Doğru.”
“Pekâlâ... Söyle bakalım, neden Hollywood’a gidiyorsun?”
“Ünlü yapımcılardan biri çağırdı. Hikâyelerimi yazmamı...”
Cetta oğlunun sözünü kesti. “Hollywood’a neden gidiyorsun?” diye
sordu tekrar.
Christmas sesini çıkarmadan annesine baktı.
Cetta, “Perde açılıyor,” dedi. “Hatırlıyor musun, sana küçükken
tiyatrodan söz ederdim hep. İşte, perde açılıyor. Sahnenin tam orta­
sında ejderhanın saldırısına uğramış genç bir kız yatıyor, ölmek üzere.
Ama kadere bak ki o sırada oradan fakir bir şövalye geçiyor. O kadar
fakir ki sahip olduğu tek şey bindiği katır ve elindeki tahta kılıcı. Ama
yakışıklı bir genç, sarışın, güçlü ve cesur. İzleyiciler bu genci tanıyor.
O sahneye girerken herkes nefesini tutuyor. Orkestra hüzünlü bir şarkı
çalmaya başlıyor, çünkü dramatik bir an. Hikâyenin başı. Şövalye kızı
kurtarıyor. Derken bu kızın aslında bir prenses olduğu anlaşılıyor...”
Cetta dudak bükerek sözlerine devam etti. “Her ne kadar Yahudilerden
prens veya prenses çıkacağını sanmasam da...”
“Yapma, anne!” dedi Christmas gülerek.

527
Rüya Dağıtan Çocuk

Cetta da gülümsedi. “İlk görüşte aşk... Birbirlerinin gözlerine ba­


kıyorlar ve...”
“Ve başka hiç kimsenin göremeyeceği bir şeyi görüyorlar...”
“Şşşştt, sus... Ve sonra ne ülkesi ne hâzineleri ne de bir unvanı olan
fakir şövalye prensesin aşkıyla yanıp tutuşarak uzun bir yolculuğa çıkıyor.
İlk önce zengin bir tüccarla karşılaşıyor. Bu tüccarın Lilliput adındaki
kızı bir büyücü tarafından uyuz bir dişi köpeğe dönüştürülmüş. Fakir
şövalye, Lilliput’u büyücünün sihrinden kurtarıyor. Böylece şövalye ilk
altınını kazanıyor. Bu sırada yaşlı ve bilge kral gelip şövalyeyi mütevazı
kulübesinde ziyaret ediyor ve tüm köylüler o andan sonra şövalyeye
başka bir gözle bakmaya başlıyorlar. Hatta içlerinden bazıları kılıcı­
nın aslında büyülü olduğunu söylemeye başlıyor. Ve sonra prenses,
minnettarlığının ve sevgisinin bir işareti olarak şövalyeye altın bir
borazan gönderiyor. Şövalye o kadar güzel melodiler çalıyor ki kısa
bir sürede tüm kraliyet topraklarında bu büyülü melodiler duyulmaya
başlıyor ve şövalye zengin ve ünlü biri oluyor. Ancak bu arada prenses,
kötü büyücünün eline düşüyor. Büyücü onu bir kuleye hapsettiği için
prenses şövalyenin melodilerini hiç duyamıyor. Böylece gün geçtikçe
şövalyenin müziği daha acıklı olmaya ve Hollywood şatosunun kulesine
tırmanmaya başlıyor. İşte o an tüm seyirciler...”
“Nefeslerini tutuyorlar... Tamam, anladım.” Christmas güldü ve
sevgiyle annesine baktı. “Eğer bugün ben de hikâye anlatabiliyorsam
bu senin eserindir, anne.”
“Ne kadar tatlısın, hayatım.” Cetta oğlunun yüzünü okşadı ve sonra,
“Hollywood’a git ve Ruth’u bul,” dedi.
“Korkuyorum.”
“Sadece aptal olan biri, belinde tahta bir kılıç ve sırtında altın bir
borazanla sihirli kuleye tırmanmaktan korkmaz.”
Christmas gülümsedi. Elini annesinin ellerinin arasından çekti.
“Dediklerimi düşündün mü?” dedi.
“Düşünmeme gerek yok, Christmas.”
“Artık zenginiz.”
“Yapamam, hayatım.”
“Neden?”

528
Luca Di Fulvio

“Yıllar önce, sen daha küçükken...” Cetta uzanıp Christmas’ın


yüzüne düşen perçemini geriye doğru itti. “Sal’in Vito, dedeye nasıl
davrandığını gördüm. İşte o zaman çok önemli bir şey öğrendim ve
bunu bir daha asla unutmadım. Eğer senin bana bundan daha güzel
bir ev hediye etmene razı olursam Sal’in kalbini çok kırmış olurum.”
Christmas tam cevap vermek üzereyken kapı açıldı ve Sal elinde
bazı kâğıtlarla içeri girdi.
Christmas’a bakıp, “Hah, sende buradasın,” dedi. Sonra elindeki
kâğıtları divanın yanındaki masaya fırlattı ve Cetta’ya, “Bir göz at,
bakalım,” dedi.
Cetta kâğıtları alıp evirip çevirmeye başladı.
“Ters tutuyorsun,” dedi Sal. Kâğıtları Cetta’nm elinden çekip aldı.
“Bir projeye nasıl bakılır, ondan bile haberin yok.”
Cetta puflayarak, “Hangisi-oda, hangisi... Of, bir şey anlamadım.”
Sal kaba bir hareketle kâğıtları rulo yapmaya başladı. “Neyse, boş
ver,” dedi.
Christmas, Cetta’nm bıyık altından güldüğünü fark etti.
Bu sırada Sal, Christmas’a dönüp, “Biraz benimle gel,” dedi. “Sana
göstermek istediğim bazı şeyler var.”
Christmas annesine baktı. “Ne gibi bazı şeyler?” diye sordu.
Sal, “Neden ona soruyorsun?” diye homurdandı. “Binanın sahibi
benim. O değil. Hadi, kımılda. Ofise geçelim.”
Cetta, Christmas’a gülümsedi ve Sal ile gitmesini işaret etti. Bu
arada Sal çoktan kapıyı açıp koridorda gözden kaybolmuştu.
Christmas alçak sesle, “Neler oluyor?” diye sordu.
Cetta’nın gözleri ışıl ışıldı. “Hadi git, bekletme,” dedi.
Christmas, Sal’e yetişti ve onun yıllardır ısrarla “ofis” dediği da­
ireye girdi.
Sal projeleri geniş masasının üzerine yayarken, “Kapıyı kapa,” dedi.
Christmas ceviz masaya yaklaştı. “Neden söz ediyorsun?” diye sordu.
“Annenle birlikte yaşasak, rahatsız olur musun?”
“Birlikte yaşamak mı? Nasıl?”
“Sence birlikte yaşamak ne demek, gerizekâlı? Birlikte diyorum işte.”

529
Rüya Dağıtan Çocuk

Sonra projelerin üzerine eğilerek, “Bak şuna,” dedi Christmas’a. “Şu


duvarı yıkar ve annenin eviyle bu ofisi birleştirirsem ortaya üç odalı
bir ev çıkar. Buraya büyük bir banyo yapacağım, küveti bile olacak.
Mutfağın yerine çalışma odası yapacağım. Ve şu iki odadan biri yemek
odası olacak. Anlayacağın zengin evleri gibi bir daire yapmış olacağım.”
“Ve annemle birlikte yaşayacaksın.”
“Evet, birlikte.”
“Neden bana soruyorsun?”
“Çünkü sen onun oğlusun, hergele. Ve sonunda kendi ayaklarının
üstünde durabiliyorsun.”
“Evlenecek misiniz?”
“Bakacağız.”
“Evet mi, hayır mı?”
“Canın cehenneme, Christmas. Beni sıkıştırma.” Sal, parmağını
Christmas’m yüzüne doğru sallayarak devam etti. “Annen senelerdir
bunu bir kez olsun sormadı. Şimdi sen kalkmış bana...”
“Tamam.”
“Tamam, ne?”
“İzin veriyorum.”
Sal koltuğuna oturdu ve bir sigara yaktı. “Güzel,” dedi. “Artık zen­
ginsin, hı?”
“Bayağı...”
Sal aniden ciddi bir ifadeyle Christmas’ı süzmeye başladı.
“Hayatta herkes varabileceği yere varır.”
Eliyle bir daire çizerek odanın duvarlarını işaret etti. “Annenle
ben buraya kadar gelebildik,” dedi. “Ve bu bizim hayatımız. Onun
hiçbir şeyini eksik etmeyeceğim.” Sonra kalkıp Christmas’m yanma
geldi. “Ama sana yemin ederim ki bir gün olur da ona yetemediğimi
görürsem anneni senin yanma getirip onun hayatından çıkacağım.”
Parmağını Christmas’ın göğsüne vura vura sözlerine devam etti.
“Ancak o güne kadar hayatımıza saygılı ol. Nasıl ki ben senin
hayatına karışmıyorsam sen de bize karışma. Bu duvarlar kâğıt gibi.
Az önceki yeni ev hikâyesini duydum.”

530
Luca Di Fulvio

Christmas başını öne eğdi. “Affedersin, Sal,” dedi.


Sal güldü ve Christmas’m omzuna bir yumruk attı. “Üç kuruş para
hemen başını döndürmesin,” dedi. “Unutma, sen sidiklinin tekiydin,
öyle de kalacaksın.”
Christmas, Sal’e baktı. “Sana sarılabilir miyim?” dedi.
Sal, “Dene de burnuna yumruğu ye,” diye homurdandı.
Christmas, “Tamam,” dedi.
“Ne tamamı?”
“Yumruğu yerim.”
Sonra Sal’e sarıldı.

531
60

Los Angeles, 1928

Küçük villa, Ruth’un hep o tür evleri hayal ettiği gibiydi. Temiz ama
hafif dağınık, güzel kokulu ama doğaldı. Yapmacık olmayan, içinde
yaşandığı belli olan bir evdi.
Daniel ile birlikte Slater ailesinin evine adımını ilk attığı gün Ruth
hemen bunları düşünmüştü. Bu ev, bir ailenin yuvasıydı.
Daniel’ın ve küçük Ronnie’nin annesi olan Bayan Slater elli yaş­
larında, uzun boylu, sarışın, zarif vücutlu, bronz tenli bir kadındı.
Okyanus suyu ve güneşin rengini iyice açtığı saçlarını basit bir topuzla
ensesinde toplamıştı. İnce uzun parmaklı elleri güçlüydü. Daniel an­
nesinin kopyası gibiydi. Onda da aynı düz burun, aynı etli ve kırmızı
dudaklar, aynı parlak ve canlı gözler, aynı ince telli düz saçlar vardı.
Bayan Slater hayatı basit ve doğal yaşamayı seven bir kadına benzi­
yordu. Olduğu gibi, ona getirdikleri her şeyi kabullenerek. Ve oldukça
mutlu görünüyordu. Teknelerden hoşlanıyordu ama tabii ki bunda da
abartıya kaçmamıştı. Küçük bir yelkenlisi vardı ve hafta sonları eşi ve
çocuklarıyla okyanusa açılmaktan büyük zevk alıyordu. Ayrıca Ruth
onun tek spesiyalitesinin elmalı turta olduğunu fark etti.
Bir hafta önceki o ilk karşılaşmalarında Bayan Slater, Rüth’u da
oğlunun herhangi bir arkadaşı gibi gayet samimi ve sıcakkanlı bir
şekilde karşıladı. Unlu elleri ve terli yüzüyle Ruth’u mutfağına davet
etti ve eline koca bir fırın eldiveni takıp Ruth’la o şekilde tokalaşmaya
çalıştı. Buna hep birlikte güldüler. Sonra Bayan Slater eldiveni çıkarıp
elini yeniden Ruth’a uzattı. Fakat az sonra, eldiveni çıkarttığını unutup

532
Luca Di Fulvio

fırındaki tepsiyi çıplak eliyle almaya çalıştı. Annesinin canının yandığını


anlayan Ronnie ona hemen dizindeki yarayı gösterdi. Bayan Slater de
canının yandığını belli etmeden Ronnie’ye baktı ve yeniden gülüştü­
ler. Sonra oğlunu kucağına aldı ve mutfak tezgâhının üstüne oturttu.
Önce eğilip Ronnie’nin dizindeki yaraya baktı, sonra da yarayı öptü.
Ronnie yüzünü ekşiterek, “Iyy, iğrenç!” dedi.
Bayan Slater oğlunun yüzünü okşayıp, “Oğlumun hiçbir yeri iğrenç
değil,” dedi.
Daniel ise bir an bile gözlerini Ruth’tan ayırmamıştı. Onu mutfak
sandalyelerinden birine oturtmuş ve kendisi de kapının pervazına da­
yanıp genç kızı sessizce izlemeye koyulmuştu.
Durumu fark eden Bayan Slater, Daniel’a bir parça turta uzatıp,
“Ağzına bir lokma bir şeyler atarsan suskunluğun daha doğal görü­
nür,” dedi.
Daniel hemen kıpkırmızı oldu. Turta tabağını annesinin elinden
alıp ağzına koca bir parça attı.
Ruth, Bayan Slater’ın oğluna sevgi dolu gözlerle baktığını gördü.
Kadın bu sırada Ruth’a dönüp, “Bazen Daniel’a katı davranıyorum,”
dedi. “Evde kalmış kızlar gibi... Sanırım onun bu kadar çabuk büyü­
mesi ve yakında bizi bırakıp gideceğini bilmek...”
Daniel, Ruth’la göz göze gelmemeye çalışarak, “Anne, lütfen...”
dedi. Belli ki çok utanmıştı.
Bayan Slater, güzel dudaklarına yayılan bir gülümsemeyle oğluna
baktı.
“Evet, sanırım onun da acı çekmesini istiyorum,” dedi şaka yollu.
“Tıpkı benim çektiğim gibi.”
Bunun üzerine Ronnie, yine bir boksör gibi yumruklarını kaldırıp
Daniel’ın önünde durdu.
“Lanet olası, pis haydut. Hesabını benimle göreceksin.”
Daniel ve Ruth birbirlerine bakıp gülüştüler ve Daniel birden cid­
dileşerek Ruth’un gözlerinin içine baktı. Ama Ruth bu bakışlardan
korkmadı, kendisini tehlikede hissetmiyordu. Elmalı turtadan koca
bir dilim kesip ona uzatan Bayan Slater’a dönüp bakması ona yetti.
Güvendeydi.

533
Rüya Dağıtan Çocuk

Kadın, “Sinemanın bu etkisinin iyi bir şey olup olmadığını bilmi­


yorum,” dedi. “Daniel küçükken hiç böyle şeyler bilmezdi ama Ronnie
tam bir felaket. Bilmiyorum ama belki de artık onu sinemaya götür­
mekten vazgeçmeliyim. Ama hep birlikte sinemaya gitmek o kadar
hoşuma gidiyor ki...”
Hep birlikte, diye düşündü Ruth. Sonra tek tek Daniel’a, Ronnie’ye
ve Bayan Slater’a baktı. Hiçbiri yalnız değildi.
Bayan Slater, “Eve dönmek zorunda mısın, Ruth?” dedi. “Seni ak­
şam yemeğine davet etmemde bir sakınca olur mu?”
“Hayır, bir sorun olacağını sanmıyorum,” dedi Ruth. “Yalnız ya­
şıyorum.”
Ruth, Bayan Slater’m o anki yüz ifadesini hemen fark etti. Kısa bir
an için kadın ona farklı bir şekilde bakmıştı. Ancak bu bakışta ne bir
şüphe ne bir önyargı ne bir hesap ne de aşağılama vardı. Daha ziyade
bunun korkunç bir şey olduğunu düşünür gibiydi.
Ruth, bir şeyler söylemesi gerektiğini düşündü ve hemen, “Ailem
Oakland’da yaşıyor,” dedi. “Ben de fotoğrafçıyım.”
Ronnie, “Hollywood aktörlerinin de fotoğraflarını çekiyor musun?”
diye sordu.
Konuyu hemen kapamak isteyen Ruth, “Bazen...” dedi. “Evet, bazen
çektiğim oluyor.”
Ronnie, “Harika!” diye bağırdı
Bayan Slater, “Saat yedi buçuğa geliyor,” dedi. “Kocam birkaç da­
kikaya evde olur. Hindi göğsü ile fırında patates ve jambonumuz var.
Ne diyorsun? Kalacak mısın?”
O sırada, her akşam aynı saatte olduğu gibi Bay Slater kapıdan içeri
girdi. İlk önce karısını öptü. Sonra kravatını gevşetti ve Ronnie’nin
başmı okşadı. Daniel’ın da omzuna hafifçe vurdu. Sonra Ruth’u se­
lamladı. Karısıyla aynı yaştaydı. Ruth’un yemek sırasında öğrendiğine
göre, lisede tanışmışlar ve birbirlerine âşık olmuşlardı. Her ikisi de
üniversite hayalinden vazgeçmiş ve kısa bir süre sonra evlenmişlerdi.
Bir yıl sonra da Daniel doğmuştu. Şimdi Bay Slater tarım aletleri ve
traktör satarak hayatım kazanıyordu.

534
Luca Di Fulvio

Bay Slater, “Daniel ilk çocuğumuzdu,” dedi. “Başka çocuk da dü­


şünmüyorduk. Ancak on yedi sene sonra başımıza bu felaket geldi.”
Bunu söylerken başıyla Ronnie’yi işaret etti.
“Ben felaket değilim.”
“Hayır, haklısın. Sen bir tufansın. Ve emin ol, tufan felaketlerin
en büyüğüdür.”
Ronnie güldü ve sonra birden masadan kalktı. “A z kalsın unutu­
yordum,” dedi. Ve babasının yanına giderek, “Bak baba, yaralandım.
Sence izi kalır mı?”
Bay Slater okuma gözlüklerini takarak yarayı ciddi bir ifadeyle
inceledi. “Hayır,” dedi. “İz kalacağını sanmam.”
“Ama ya bir daha olursa? Mesela yarın yine ağaca çıkarken dü­
şersem?”
Baba Slater ciddi bir ifadeyle, “O zaman yapılacak şey basit,” dedi.
Masadaki hindiye uzandı ve onu dilimlemek için kullandıkları büyük
bıçağı alıp Ronnie’ye gösterdi.
Ronnie bir an ne diyeceğini bilemedi. Sonra gülmeye başladı ama
yine de yerine oturup bacağını masanın altına sakladı.
Bay Slater, Ruth’a göz kırpıp, “Eğer ihtiyacın olursa, ben burada­
yım,” dedi.
Ruth o an Ronnie’nin komik yüzünü ve kepçe kulaklarını kimden
aldığını fark etti.
Yemekten sonra Daniel ve Ruth evin önündeki küçük verandaya
çıktılar. Birlikte salıncağa oturdular ve uzun uzun sohbet ettiler. Da­
niel ona, okulu bitirir bitirmez iş hayatına atılacağını anlattı. Babası
bir otomobil satıcısıyla ortak olmuştu. Adam gelecekteki en kârlı işin
araba satışı olduğunu söylüyordu. Böylece babası tarım makineleri
satarken Daniel da binek araba satışlarıyla ilgilenecekti.
“Babamın ortağı ben işe başlayıp kendimi gösterdikten sonra kendi
payını bana satacak,” diye devam etti Daniel. “Seninki gibi yaratıcı
bir iş değil belki... Ama iyi para kazandırır. Bir aile kurmaya ve ge­
çindirmeye yetecek kadar.”
Ruth, ona baktı. Güven veren bir tipti. Mutlaka çok iyi bir satıcı
olacaktı. Kim olursa olsun Daniel’dan mutlaka bir araba alırdı. Ve

535
Rüya Dağıtan Çocuk

mutlaka harika bir eş ve sevgi dolu bir baba olacaktı. Bunu Ronnie’ye
olan davranışından anlamak çok kolaydı. Üstelik Daniel gerçek bir
ailenin içinde büyümüştü. Aile kavramının ne olduğunu öğrenmek için
yeterince zamanı ve fırsatı olmuştu. Ama Ruth’a göre Daniel ne kadar
şanslı olduğunun farkında değildi. Ona göre her şey olması gerektiği
gibi, sıradan ve doğaldı.
Slater ailesinin ısrarlarına fazla dayanamayan Ruth sonunda
Daniel’m onu babasının arabasıyla eve bırakmasını kabul etti. Fakat
araba Venice Bulvarı’ndaki evin önünde durur durmaz kapıyı açıp
kendisini dışarı attı. Daniel’a hiçbir açıklama yapmadı. Ona Bill’den,
ilk ve son kez birlikte arabaya bindiği o caniden söz edemezdi. Ama
arabadan indikten sonra kaldırımda durup bekledi. Bunu gören Daniel
da arabadan inip Ruth’un yanına geldi.
Ruth, fotoğraf makinesi ve diğer gereçlerle dolu olan çantasını
önüne doğru çekmişti. Bu yüzden Daniel ona fazla yaklaşamadı.
“Yeniden görüşecek miyiz?”
“Okulda çıktığın bir kız yok mu?”
Daniel başını salladı ve alçak sesle, “Yok,” dedi. Sonra elini çe­
kinerek Ruth ile arasındaki büyük çantaya uzattı ve çantanın omuz
askısıyla oynamaya başladı.
“Keşke...”
“Bilemiyorum.”
Ruth, Daniel’ın sözlerini kabaca kestiğinin farkındaydı.
Daniel, Ruth’a gülümsedi. “Keşke fotoğraflarına bakabilsem,” dedi.
Ruth cevap vermedi.
Daniel gülümsedi.
“Lafı değiştirmek için söylemiyorum, emin ol.”
“Öyle mi?”
“Hayır,” dedi Daniel ciddi bir ifadeyle. “Annemi teknedeyken görsen,
ne demek istediğimi anlarsın. Onu denizde görmeden tanımış sayılmaz­
sın. Anladığım kadarıyla fotoğrafların da senin için aynı şey olmalı.”
“Öyleyse beni yarın akşam da yemeğe çağıracak mısın?”
“Elbette.” Daniel’ın gözleri ışıl ışıl parlamaya başladı.
“Şu sokak lambasına yaslan ve sakın kıpırdama.”

536
Luca Di Fulvio

Ruth çantasından Leica’sını çıkardı ve Daniel’ın fotoğrafını çekti.


“Öyleyse yarın akşam sizin evde görüşüyoruz.”
“Altı buçukta.”
“Tamam, altı buçukta.”
Ertesi akşam, Slater ailesinin evindeki akşam yemeğinden sonra
Ruth onlara Ronnie’nin ve Daniel’ın fotoğraflarını gösterdi.
Daniel’ın fotoğrafına bakarken Bayan Slater’m gözleri yaşardı. So­
kak lambasının loş ışığı altında oğlunun aydınlık yüzünü parmağıyla
okşadı. Sonra aynı sevgi dolu bakışla Daniel’ın yüzünü okşadı ve alnına
düşen saçlarını geriye doğru itti.
Ronnie, babasına alçak sesle, “Neden ağlıyor?” diye sordu.
Baba, eşine bakıp, “Özlem,” diye cevap verdi.
Bayan Slater, elini uzatıp kocasının elinin üzerine koydu ve gü­
lümseyerek sıktı.
Ronnie, “Kadınlar...” diye yorum yapınca herkes gülmeye başladı.
Ruth da güldü ve dönüp Daniel’a baktı.
Daniel, gözlerini Ruth’tan ayırmadan, “Hafta sonu Ruth da bizimle
birlikte tekneye gelebilir mi?” diye sordu.
Bay Slater gülümseyerek Ruth’a baktı.
“Bayan Slater’m ani dönüşlerinden biri sırasında boğulma tehlikesi
geçirmedikçe aileden sayılmazsın,” dedi.

O pazar akşamı, Daniel onu sinemaya davet ettiğinde Ruth hâlâ ok­
yanusun tuzunu saçlarında hissediyordu. Sanki hâlâ teknenin suya
vurduğu an çıkardığı ses ve rüzgârın güçlü uğultusu kulaklarında
çınlıyor, okyanusun yüzeyinde parlayan güneş ışıltısı hâlâ gözlerini
alıyordu. Fakat kulağında çınlayan bir cümle bunların hepsinden daha
baskındı.
Bayan Slater ona, “A rtık sen de ailemizin bir bireyisin,” demişti.
“Üstelik boğulma tehlikesi bile atlatmadın.”
Daniel, “Ne düşünüyorsun?” diye sordu.
Ruth ona bakıp gülümsedi. Düşündüğü şeyi Daniel’a açıklaması
çok zordu. Anlayamazdı.

537
Rüya Dağıtan Çocuk

“Hiç,” diye cevap verdi. “Hiçbir şey.”


“Sinemaya gidelim mi?”
“Hep beraber mi?”
Daniel’ın yüzü bir an için gölgelendi.
“Ben sadece ikimiz gideriz diye düşünmüştüm. Sen ve ben.”
Hayır, Daniel’ın onu anlamasına imkân yoktu. Slater ailesinin ona
verdiği sıcaklık duygusunu ve kendisinin bu duyguya olan açlığım
anlaması mümkün değildi.
“Şaka yapıyordum,” dedi delikanlıya gülümseyerek.
Broadway’deki Arcade sinemasının, neoklasik tarzdaki kolonları
ve dikdörtgen camlarıyla soğuk bir görüntüsü vardı. Daniel bilet gi­
şesine doğru giderken Ruth onu New York’tan koparıp buralara fır­
latan, babasının iflasına ve annesinin alkolik olmasına neden olan
şeyin sinema olduğunu düşündü. Koşarak Daniel’ın yanma gitti ve
delikanlının koluna girdi.
“Buradan gitmeliyim,” dedi.
Daniel’m gözlerindeki düş kırıklığını fark eder etmez, “Şu an beni
anlayamazsın,” dedi. “Ama seninle bir ilgisi yok.”
“Fakat gitmelisin.”
“Evet.”
Daniel gülümsemeye çalışarak, “Tamam,” dedi. “Seni eve geri
götüreyim.”
“Niçin? Sinemaya gitmek istemiyorum ama seninle kalmak isti­
yorum.”
Daniel’ın güzel yüzü sıcacık bir gülümsemeyle aydınlandı. Neşeli
bir sesle, “Sinema kimin umurunda?” dedi. “Ne yapmak istersin? Bize
gidelim mi?”
Ruth o an Slaterların evine kapanmak istemediğini düşündü.
“Dışarıda bir şeyler yesek? Mesela bir restorana gitsek?”
Daniel alçak sesle, “Sen ve ben,” dedi. Kendi kendine konuşur
gibiydi. Sonra elini uzatıp Ruth’un elini tuttu. “Gidelim öyleyse.”
O an Daniel, Ruth’a büyümüş gibi geldi. Sanki yanındaki bir de­
likanlı değil, koca bir adamdı.

538
Luca Di Fulvio

La Brea’daki Meksika restoranına geldiklerinde garson kız boş


masa için bir saat kadar beklemeleri gerektiğini söyledi.
“Peki, paket olarak taco siparişi versek? O ne kadar sürer?” diye
sordu Daniel. Sonra Ruth’a bakıp, “Kumsalda yeriz, ne dersin?” diye
sordu.
Ruth irkildi. Güneş batmak üzereydi. Önce arabada, şimdi de
kumsalda Daniel ile baş başa kalmak... Bir adım geri gitti. Korkması
gerektiğini düşündü. Gerçekten de o an korku tüm bedenini sardı.
Ama bu kez hayır, kazanan korkusu olmayacaktı. Kendi yarattığı bu
hapishanede daha fazla kalmamalıydı.
Böylece arabaya binip sahile gittiler. Tüm okyanusu görebilecekleri
bir kum tepeciğinin kenarında arabadan indiler.
Ruth yavaş yavaş sakinleşmeye çalışıyordu. Nitekim bir süre sonra
gülüp şakalaşmaya başladılar. Ruth kendini zorluyor, tehlikede olma­
dığına inanmaya çalışıyordu. Gerçekten de Daniel’m gözlerinde, uzun
yıllar önce Bill’in gözlerinde gördüğü o karanlık ışığı hiç görmedi.
Yemeklerini bitirdikten sonra aralarında bir sessizlik başladı. Doğal
olmadığını bildikleri halde ikisi de bu sessizliği bozamıyordu. Ruth ne
yapacağını bilemiyor, bu sessizlik uzadıkça geriliyordu.
Farkında olmadan, hâlâ nemli olan kum tanecikleriyle oynamaya
başladı. Daniel elini Ruth’un elinin yanma koydu.
Ruth dönüp delikanlının eline baktı. Tıpkı annesinin elleri gibi
güçlüydü Damel’ın elleri. Uzun parmaklarıyla hem kadın hem de erkek
eline benziyordu.
Ruth aniden, “Seni iğrendiriyor mu?” diye sordu ve elini kuma
gömdü.
“Ne?” dedi Daniel. Şaşırmıştı.
Ruth dönüp delikanlıya baktı. “Bir parmağım eksik,” dedi. “Hiç
fark etmedin mi?”
“Evet...” dedi Daniel. Ve kendi elini kumun içine gömerek nazikçe
Ruth’un eline dokundu. “Ama senin olan hiçbir şey beni... O kelimeyi
söylemek bile istemiyorum. Hiç ilgisi yok çünkü.”
Ruth başını çevirip ufka baktı. Güneşin kızıl kuşağı ufku sarmış,
sanki kaybolmamak için inat ediyordu.

539
Rüya Dağıtan Çocuk

“Ruth...”
Ruth başını çevirdi. Daniel gözlerinin içine bakarak yavaş yavaş
Ruth’a yaklaştı. Şimdi delikanlının kokusunu duyabiliyordu. Tertemiz,
taptaze çiçek kokusu. Aklına odasının çekmecelerine konan küçük
lavanta torbacıkları geldi. İnsanı ürkütmeyen, rahatsız etmeyen bir
koku. Tanıdık gelen, aile gibi kokan.
Daniel dudaklarını hafifçe Ruth’un dudaklarına değdirdi. Daniel
gibi kibar, diye düşündü Ruth. Kendini bu masum dokunuşun büyü­
süne bıraktı. İlk öpüşmesiydi. Christmas’a vermek isteyip veremediği
en masum öpücüğü. Daniel elini kumdan çıkarıp Ruth’un ensesine
götürdü ve onu biraz daha kendisine çekti.
Ruth kalbinin giderek daha hızlı çarptığını fark etti. Kendini
Daniel’dan kurtarmak istedi ama delikanlının eli çok güçlüydü. Ani­
den sanki bir daha hiç hareket edemeyeceğini hissetti. Gözlerini açtı.
Bulanık ama gittikçe güçlenen bir korku dalgası bedenini sarmaya
başlamıştı. Ancak Daniel’ın gözlerinin kapalı olduğunu ve kendinden
geçmiş bir halde onu öptüğünü gördü. Sarı perçemi gözlerinin üzerine
düşmüştü. Hayır, Bu Bili değildi, DanieFdı. Lavanta kokulu çocuk.
Yeniden gözlerini kapamayı denedi. O mis gibi lavanta kokusunu içine
çekti. Yavaş yavaş bedeni de tehlikede olmadığını anlıyordu ve korkusu
yok olmaya başlamıştı. Hafifçe dudaklarını araladı. Şiddetin değil,
kibarlığın tadım alıyordu. Geçmişini yenmişti işte. Kendini bu zevkin
akışına bırakmaya çalıştı.
Ancak o sırada Daniel omuzlarını okşamaya başladı ve güçlü eli
aşağı doğru inip Ruth’un bedenini tutkunun verdiği şiddetle kendisine
doğru çekti.
“Hayır!”
Ruth var gücüyle Daniel’ı itti. Elini tutup bedeninden uzaklaştırdı.
“Hayır.”
Gözlerine o eski korkusu yemden gelip yerleşmişti.
Daniel, “Ben...” diye kekeledi. “Ben... Sana zarar vermek istemedim.
Asla sana zarar vermem... Veremem.”

540
Luca Di Fulvio

Ruth işaret parmağını az önce öptüğü o güzel dudaklara götürüp


delikanlıyı susturdu. Göğsü sıkışıyordu. Birdenbire yıllarca göğüslerini
içine sakladığı sargı bezlerini özlediğini hissetti.
“Bana dokunmanı istemiyorum.”
Daniel kıpkırmızı oldu, bakışlarını yere indirdi. “Özür dilerim,
her şeyi mahvettim,” dedi. “Ama ben sana zarar...”
Ruth kızgın değildi. Beni anlayamaz, diye düşünüyordu sadece.
Daniel bilemezdi. Hiç kimse bilemezdi. Sadece Christmas. Dört sene
önce Central Park banklarında öpmeye karar verdiği Aşağı Doğu Ya­
kası cini. Onun için dudaklarına ruj sürmüştü. Sadece o biliyordu.
Sadece o, Ruth dokuz parmaklı olduğu için matematiği değiştirmeyi
becerebilirdi. Sadece onun aklına Ruth’a dokuz adet çiçek vermek ge­
lirdi. Sadece o, tüm Amerika’yı dokuza kadar saymaya zorlayabilirdi.
Sadece o kendisini öpebilirdi.
Ama artık o yoktu.
Şimdi Daniel vardı. Tüm sevgisini ona vermeye hazır olan çocuk.
Öp onu, diye geçirdi içinden. Bir daha öp.
Daniel’ın dolgun dudaklarına baktı. Ve o sıcak heyecanın verdiği
güven duygusunun tüm bedenini sardığını hissetti.
Delikanlıya gülümsedi ve “Bana biraz sabır göstermelisin, Daniel,”
diye fısıldadı.

541
61

Los Angeles, 1928

Arty Short, ortadan kaybolmasından bir ay kadar sonra onu şans eseri
bulduğunda neredeyse tanımamıştı.
Kırmızı ışıkta durduğu zaman boş gözlerle etrafına bakınırken
bir grup serseri dikkatini çekti. Serserilerden biri bir kasanın üzerine
çıkmış, bağıra bağıra dünyanın sonunun geldiğini söylüyordu. Zayıf,
yüzünde hayatın bıraktığı derin çizgiler olan, içine şeytan girmiş gibi
bakan ve iyice çökmüş olan gözleri bu adam kıyamet gününden, Sodom,
Gomora ve Hollywood’dan söz ederken araya Nasıralı İsa’yı, Mısır’ın on
belasını ve Sunset Bulvarı’nı sıkıştırıyor, sonra İncil’den ve filmlerden
alıntılar yapıyordu. Douglas Fairbanks Jr.’dan Musa diye bahsediyor,
gazetelerin birinci sayfalarında yer almış skandalları anlatıyordu.
Felaket tellalının etrafını saran insanlarsa, duyduklarından iyice
umutsuzluğa kapılarak, ara sıra koro halinde, “Âmin!” diye bağırı­
yorlardı. Bunu duyan yaşlı serseri kollarını göğe doğru uzatarak ilahi
yıldırımlardan, taş gibi yağan dolulardan, çekirge yağmurlarından
bahsediyordu.
Arty güldü. Ortada gülünecek bir durum olmadığını bile bile güldü.
Cezalandırıcı, yani altın yumurtlayan tavuk ortadan kaybolmuştu. Ve
tam da o günlerde -Hollywood’un en sevilen tecavüzcüsünün yeni
filmini sabırsızlıkla bekleyen müşterilerin baskısı yüzünden- ortağını
kaybettiğine artık iyice inanan Arty birkaç deneme filmi çekmişti.
Ama Cezalandırıcının vahşi kızgınlığını hiçbir suçluda bulamamıştı.
Kamera karşısında en acımasız cani bile beceriksiz, utangaç ve yapay

542
Luca Di Fulvio

duruyordu. Hemen hemen hepsi -e n berbat meyhanelerden topladık­


ları b ile - gerçek hayatta gece vakti sokakta kiminle karşılaşsa ödünü
patlatabilecek türde kişilerdi ama set ışıklarının altında hepsi birer
amatöre, kötü birer taklide dönüşüveriyordu. Hiçbirinde Cochrann’daki
yetenek ve karizma yoktu. Cezalandırıcı tekti ve A rty onu kaybetmişti.
Arty, ihtiyar serserinin üstüne çıktığı kasadan indiğini gördü. Bu
sırada yeşil ışık yanmıştı. Arkasındaki araba korna çaldı. A rty başını
çevirip vites değiştirdi. Ama gözünü ondan ayırırken sırtından aşağı
soğuk terler döküldüğünü hissetti. Başını çevirip yeniden serseri gru­
buna baktı. Arkasındaki araba yeniden korna çaldı.
“Siktir git!” diye bağırdı A rty birden. Arabayı kaldırıma yanaş­
tırdı ve dönüp serserilere baktı. Elindeki delik deşik şapkayı onları
dinleyen insanların arasında gezdiren seyrek sakallı, pis saçları kıtık
gibi olmuş delikanlının yüzü ona tanıdık gelmişti. Birkaç kişi şapkaya
bozuk para attı. Yaşlı serseri şapkayı gencin elinden çekip aldı ve onu
takip etmesini işaret etti. Genç adam az önce yaşlı serserinin üzerine
çıkıp konuştuğu kasayı bir ucundan tutup sürüklemeye ve kasanın
kaldırımın üzerinde çıkardığı gürültüye aldırmadan, alışmış adımlarla
yaşlı adamın peşinden yürümeye başladı. Peşlerinden üç serseri daha
gidiyordu. Kalabalık çoktan dağılmış, herkes kendi yoluna gitmişti.
Arty, heyecandan dili damağı kurumuş bir halde arabadan indi.
Tramvayın geçmesini bekledikten sonra koşarak caddeyi geçti ve gruba
yetişip önlerine geçti. Sonra durup hâlâ elindeki kasayı gürültüyle
sürükleyen genç serseriye pür dikkat baktı. Bir deri bir kemikti, üzerin­
deki elbiseler paramparçaydı. Ayağında çorap yoktu ve ayakkabıların
önündeki yırtıktan parmakları çıkıyordu.
Yönetmen, “Coehrann!” diye bağırdı.
Delikanlı gözlerini kırpıştırarak etrafına bakındı, sonra başını
önüne eğdi ve kasasını sürükleyerek A rty’nin yanından geçip gitti.
A rty hızlandı, gencin yanma gitti ve bir kolunu tutarak onu dur­
durmaya çalıştı.
“Coehrann! Coehrann! Benim, Arty... A rty Short. Beni hatırla­
madın mı?”
Genç adam başını iyice omuzlarının arasına çekti ve kasayı çe­
kiştirmeye başladı.

543
Rüya Dağıtan Çocuk

Yaşlı adam A rty’ye döndü ve bir elini kaldırarak, “Müridimden


ne istiyorsun?” diye sordu.
“Siktir git, salak herif. Bu adamın kim olduğundan haberin bile
yok. Bu, Cochrann Fennore.” Bu sırada genç durmuştu. Başmı aksi
yöne çevirmiş olsa da A rty’yi dinliyordu.
“Bu, Cezalandırıcı,” diye devam etti yönetmen. “Bir ilah. Bir yıldız.
Zirvenin tek sahibi, Cezalandırıcı.”
O sırada Bili döndü ve tek kelime etmeden A rty’ye baktı. Başını
bir tarafa eğdi ve bir eliyle gözlerini ovuşturmaya başladı.
“Benim, Arty... Hatırladın mı?”
Bili sessizce yönetmeni süzüyor, ara sıra başmı hafifçe sağa sola
sallayıp kaşlarını çatıyordu. Sanki beyninde uçuşan düşüncelerini belli
bir sıraya koymak istiyordu.
Yaşlı adam, “Konuşamaz,” dedi. “Dilsizdir.”
“Siktir git, bok herif.”
Yaşlı serseri, bir elini havaya kaldırdı, diğer elinin işaret parmağım
A rty’nin sırtına vura vura bağırmaya başladı.
“İntikam Tanrısı günahlarından dolayı onun dilini kuruttu, hepi­
mize yapacağı gibi. Daha sonra Adalet Tanrısı gelecek ve gözlerimizi
kör, kulaklarımızı sağır yapacak. Çünkü biz günahkârlar sinemayı
icat ettik. Hepimiz Yaradılış’ın yüz karasıyız.”
Yaşlı adamın peşinden ayrılmayan diğer serseriler hep birlikte,
“Âmin!” diye bağırdılar. Sonra içlerinden biri sadaka istemek için elini
A rty’ye uzattı.
Arty, Bill’e iyice yaklaştı ve omuzlarından tutup onu kendisine
bakmaya zorladı.
“Arty... Benim adım Arty.”
Bili ağzını açmış ona bakıyordu. Sonra çatlak dudakları kımıldadı
ve zorlukla, “Ar-ty...” dedi.
Arty, “Evet, Arty!” diye bağırdı ve Bill’e sarıldı.
“Arty, A rty Short... Ortağın, dostun Arty.”
Bili alçak sesle, “Arty...” diye tekrarladı. Gözleri eskiden olduğu
gibi alev alev yanmaya başlamıştı. Önce yönetmene baktı, sonra elbi­
selerine, yaşlı serseriye ve sonra tek tek diğerlerine.

544
Luca Di Fulvio

“Arty.”
A rty güldü.
“Evet, benim.”
“A rty Short.”
“Evet!”
Bili, A rty’den uzaklaştı ve çevresine bakındı. Birden gözlerini
korku bürüdü.
“Beni arıyorlar, Arty,” diye mırıldandı. “Beni elektrikli sandalyeye
oturtacaklar.” Yeniden korku dolu gözlerle çevresine bakındı. “Kaç-
malıyım.”
“Hayır, hayır, beni dinle Cochrann. Bana bak... Gözlerime bak.”
A rty yeniden Bill’i omuzlarından kavrayıp sıkıca tuttu.
“Polis bana da geldi. Seni saçma sapan bir şey için, bir hırsızlık
olayı yüzünden arıyorlar. Detroit’te Ford’dâ çalışan bir işçi kız senden
şikâyetçi olmuş. Onun parasını çalmışsın. Beni dinliyor musun, Coch­
rann? Hepsi bu. Bu yüzden adamı elektrikli sandalyeye göndermezler.”
“Liv...”
“Evet, Liv.”
Bill’in bakışları yeniden bulanıklaştı. Kaşlarım çattı. Sanki anı­
larının içinde kayboluyordu.
“Dinle, Cochrann...” Arty, Bill’i salladı. “Bana bak. Her şeyi yo­
luna koyacağım... Merak etme. Hadi şimdi eve gidelim. Yıkanmalısın.
Karnını doyurmalısın. Elektrikli sandalye değil ama bu zayıflık seni
öldürebilir. Hadi, Cochrann. Herkes seni bekliyor. Herkes bana seni
soruyor. Hadi, bir sürü film yapmalıyız. Çok çalışmalıyız.”
Bili güldü- Uzak ve anlamsız bir gülüştü bu. Ama güldü.
Arty, kolunu Bill’in boynuna doladı ve kulağına, “Sinemaya döne­
lim, Cezalandırıcı,” dedi. “Hollywood’a dönelim.”
Yaşlı serseri, Bill’in sahibi olduğunu anlatmak ister gibi bir elini
delikanlının omzuna koydu ve “Sodom ve Gomora!” diye bağırdı. Diğer
üç serseri de Bill’e yaklaşıp A rty ile onun arasına girmeye çalıştılar.
Arty, “Hay Allah’ın cezaları,” diye homurdandı. Sonra elini cebine
atıp bir avuç bozuk para çıkardı ve kaldırıma fırlattı.

545
Rüya Dağıtan Çocuk

Yaşlı adam ve diğer serseriler birbirleriyle itişe kakışa kaldırıma


çöküp paraları toplamaya başladılar.
Arty, Bill’in koluna girdi ve onu arabaya doğru sürükledi.
“Hadi, Cezalandırıcı. Eve gitme vakti.”
Bili, A rty’nin onu götürmesine ses çıkarmadı. Bir yandan da elin­
deki kasayı hâlâ çekiştirip duruyordu.
“Bırak şu pisliği elinden! Hadi acele et, gidelim.”
Arty, Bill’i adeta iterek arabaya soktu ve tam gaz oradan ayrıldı.

Bir hafta içinde Bili toparlanmış ve her şeyi hatırlamaya başlamıştı.


İhtiyar felaket tellalı ve üç arkadaşı tarafından bulunmasını, onların
çöplüğünde açık havada yatmasını, sadakalarla hayatta kalmaya ça­
lışmalarını hatırlıyordu. İlk günlerde sahte peygamberin onu basto­
nuyla dövmesini ve kendisine verdiği görevi de hatırlıyordu: cemaate
seslendiği zaman üstüne çıktığı kasayı taşımak. Ve sonra A rty’nin o
sabah onu tesadüfen bulup kurtarmasını hatırlıyordu.
Bu süre zarfında Arty, Bill’i gözünün önünden ayırmadı ve onu
kendi evinde misafir etti. İlk işi bankaya gidip Bill’in tüm hesaplarım
kapamak oldu. Sonra ona yeni bir kimlik ayarladı ve açtığı yeni banka
hesabına tüm parasını yatırdı.
“Bu andan itibaren adın Kevin Maddox,” dedi o haftanın sonunda.
“Cochrann Fennore diye biri yok artık.” Sonra yumuşak bir sesle, “Bi­
liyorum, kendinden başka biri olmak çok zor iş. Ama başka çaremiz
yoktu. Üzgünüm,” diye devam etti.
Bili, yönetmenin sözlerini duyunca aniden gülmeye başladı. O ken­
dine özgü gülüşü, kimliğini kaybetmiş bir halde serserilerle geçirdiği
o süre içinde bile kaybolmamıştı. A rty ne düşüneceğini bilemeden,
ağzı bir karış açık Bill’e bakakaldı.
“Rahat ol, Arty. Ben iyiyim. Aslına bakarsan Cochrann Fennore
canımı sıkan bir isimdi. Oysa Kevin Maddox hoşuma gitti. Ama senin
bana Bili demeni istiyorum, anlaştık mı?”
“Bili mi?”
“Evet, Bili.”

546
Luca Di Fulvio

Arty, “Tamam,” dedi. Fakat hâlâ soru soran gözlerle Bill’in yüzüne
bakıyordu. “Benden sakladığın başka şeyler de mi var... Bili?” diye sordu.
Bili bir an ortağına sessizce baktı ve sonra omzuna bir yumruk
attı. “Yeniden başlamaya hazırım, Arty,” dedi.
“Hey! İşte senden duymak istediğim de buydu!”
“Sete geri dönmeye hazırım.”
“Yeni bir durum var.”
Bili irkildi. “Nasıl bir yenilik?”
“Sakin ol, ortak.” Arty güldü. “Filmlerimize daha fazla tat katacak
bir şey.”
“Yani?”
“Seslendirme, dostum. Seslendirme!”
“Seslendirme mi?”
“Evet. Bir ses teknisyeniyle anlaştım ve bir senkronizasyon stüdyosu
ile sözleşme yaptım.” Arty anlatırken iyice heyecanlanmaya başlamıştı.
Güldü. “Kurbanların çığlıklarını ve Cezalandırıcı’mn yumruk seslerini
artık seyirciler de duyabilecek!”
Bili, “Seslendirme...” diye tekrarladı.
“Evet.”
Arty, Bill’i kolundan tutup salonun penceresine götürdü. “Şimdi
şuna bak,” dedi. Pencerenin perdelerini açtı. “Bak, Bili.”
Kaldırımın kenarında pırıl pırıl bir LaSalle park edilmişti.
“Bu, o mu?”
“Evet, o.”
“Teşekkürler, Arty.”
“Eh, çok zor olmadı.” Arty etrafta birileri varmış gibi sesini alçalttı.
“Ancak halledemediğim bir sorun var.”
“Müşteriler seni Coehrann Fennore olarak tanıyor. Onlara ismini
neden değiştirdiğini anlatamayız, öyle değil mi? Bir süre ortalarda
görünmesen daha iyi olur gibime geliyor. Bir zamanlar olduğu gibi,
onlarla yine ben ilgilenirim.”

547
Rüya Dağıtan Çocuk

Bili, parmağını A rty’nin göğsüne doğrulttu. “Sakın beni dolandır­


maya kalkma,” dedi. “Bana büyük bir iyilik yaptın, farkındayım. Ama
bunu kullanarak beni aldatmaya kalkma sakın.”
“Başını büyük bir beladan kurtardım,” dedi Arty. Bili, adamın
bakışlarının eskiye göre daha cesur olduğunu fark etti.
Yönetmen, “Bana güvenmelisin,” dedi.
“Tamam, öyleyse. Güvenmeye çalışırım.”
“Senin payından birazını bana aktarmakta fayda var.”
“Ne alakası var?”
“Bili... Bili.” A rty içini çekti. “Her şeyi tek başıma yapmak zorun­
dayım. Tüm yük benim omuzlarımda olacak...”
“Ne kadar?”
“Seni zor durumda bırakmak iste...”
“Ne kadar?”
“Bana yetmiş, sana otuz.”
“Altmış.”
“Olmaz, Bili... Yetmiş.”
Bili, “Altmış beş olsun öyleyse, pislik herif!” diye bağırdı.
“Boşuna sinirlenme. Yetmiş. Daha azına yapamam, inan ki yapa­
mam.” A rty bir elini Bill’in omzuna koydu. “Durumun berbat. Polis
peşinde, evrakların sahte... Ve muhtemelen benden gizlediğin başka
şeyler de var... Bili, seni yakalarlarsa eğer, benim de işim biter. Aldığım
riskin farkında mısın?”
Bili kendini kanepeye attı. “Bana içecek bir şeyler ver,” dedi.
A rty büfeye gitti. Bir bardağa viski doldurdu ve Bill’e uzattı.
“Kin beslemeye gerek yok, ortak. Öyle değil mi?”
“Canın cehenneme, Arty.”
“Sesli filmle çok para kazanacağız, dostum. Hem de çok.”
“Canın cehenneme, dedim.”
“Ne zaman başlayalım?”
“O kadar öfkeliyim ki şu an bile başlayabilirim.”

548
Luca Di Fulvio

A rty güldü. “İşte benim adamım!” dedi. Sonra kendisine de bir


parmak viski koydu ve bardağı Bill’e doğru kaldırdı. “Cezalandırıcı’mn
dönüşüne!”
Bili de bardağını kaldırdı. “Canın cehenneme, Arty,” dedi.
“Bugün başlayanlayız,” dedi Arty. “Yarın da olmaz. Ama elimde
tam sana göre küçük bir fahişe var. Aklın başından gidecek.” Bardağına
biraz daha viski koyup kendini kanepeye, Bill’in yanma attı.
“Tam senin bayıldığın tiplerden. Esmer, gür ve uzun saçlı, zarif,
masum bakışlı. Reşit olduğunu söylüyor ama ben pek inanmıyorum.
Cumaya başlayalım mı? Ne diyorsun?”
“Söyledim ya, ne zaman istersen.”

Kız daha ilk tokatta ağlamaya başladı. İlk yumruktan sonra da çığlıklar
atıyordu. Ses teknisyeni, A rty’ye kızı çok net duyduğunu ve kaydın
mükemmel olacağını işaret etti. A rty memnun bir ifadeyle ellerini
ovuşturdu. Seslendirme yaparak daha çok para kazanacağı kuşkusuzdu
ve bunun yüzde yetmişi de cebine girecekti.
Sahne mükemmel bir şekilde devam ediyordu. Kız kamera arka­
sında olduğundan daha küçük görünüyordu. Arty onu bir okul öğrencisi
gibi giydirmişti; dizine kadar gelen beyaz çoraplar, beyaz pamuk iç
çamaşırları. Kızı kadınsı yapacak jartiyerler, seksi iç çamaşırları bu role
uygun değildi. O sadece küçücük, masum bir genç kızdı. Cezalandırıcı,
kızın karnına bir tekme atıp eteğini yırtarken keyifle kıkırdadı. Kız
çıldırmış gibi bağırıyor, doğal bir saflıkla çıplak bacaklarım örtmeye
çalışıyordu. A rty onun bakire bile olabileceğini düşündü.
Cezalandırıcı, kızı saçlarından kavradı ve yatağa fırlattı. Yatak,
A rty tarafından özellikle tek kişilik seçilmişti. Sette kurulan oda tam
liseli bir kızın yatak odası gibiydi.
A rty gülümseyerek Bill’i izlemeye devam ediyordu. Cezalandırıcı,
önce kızın üstündeki süveteri çıkardı, sonra da gömleğini yırttı. Kızda
sütyen yoktu. Giydiği ince, pamuk faniladan yeni tomurcuklanan gö­
ğüsleri belli oluyordu.
A rty kendi kendine, “Güzel, şimdi onu bir güzel becer,” dedi.

549
Rüya Dağıtan Çocuk

Cezalandırıcı kızın suratına bir yumruk daha attı. Kız inliyordu.


A rty dönüp sesçiye baktı. Adam eliyle her şeyin mükemmel gittiğini
işaret etti. Bu arada Cezalandırıcı kızın külotunu yırttı.
“Aferin. Hadi şimdi.”
Cezalandırıcı kızı tutup yataktan aşağı çekti ve yere yatırdı. Sonra
rastgele tekme atmaya başladı.
A rty sabırsızca, “Hadi, becer şunu,” diye mırıldandı.
Bili nefes nefese kalmıştı. Aniden durdu. Ellerini başındaki deri
maskeye götürdü ve başını ellerinin arasına alıp sarsmaya başladı.
A rty yanındaki adama, “Ne halt ediyor bu?” diye sordu.
Bili kameraların uğultusunu duyuyordu ama bir türlü öfkelene-
miyordü. Bacaklarının arasında hiçbir hareket yoktu. Yerde inleyip
ağlayan kıza baktı. A rty haklıydı; kız, tam onun hoşlandığı tiplerden
biriydi. Ama bir şey olmuyordu. Ve o lanet olası kameranın uğultusu
ona elektrikli sandalyeyi hatırlatıyordu.
“Arty!” diye bağırdı ve maskeyi çekip başından çıkardı.
Arty, “Kestik!” diye bağırdı ve sahneye girdi.
Sette bulunan herkes mırıldanmaya ve kıs kıs gülmeye başlamıştı.
“Neler oluyor, Bili?”
“Kalkmıyor. Bir türlü sertleşmiyor.”
A rty bir çözüm bulmak istercesine etrafına bakındı. Yerde inleyen
küçük kızı göstererek, “Zaten bu da henüz bakireymiş,” dedi. “Bu du­
rumda gerçek bir tecavüz olmasa da olur. Yine de süper bir film olacak.”
Bili, A rty’nin yakasına yapıştı. Öfkeyle yönetmene bakarak, “An­
lamıyor musun? Sana sertleşmiyor diyorum,” dedi.
“Tamam, tamam, şimdi sakin ol...”
A rty düşünmeye çalıştı. Hemen bir çözüm bulmalıydı. Sette bir
aşağı bir yukarı yürümeye başladı. Bir yandan da kendi kendine mı­
rıldanıyordu. “Lanet olsun!” dedi. “Bir çuval para harcadık...”
Küçük kız yerden doğrulmaya çalıştı.
“Kımıldama.”

550
Luca Di Fulvio

A rty kızı durdurdu ve sonra Bill’e baktı. “Onu beceriyormuş gibi


yap,” dedi. “Pantolonunu indir ve beceriyormuş gibi yap. Sahneyi ar­
kandan çekerim. Yeter ki sen onu avaz avaz bağırt.”
Bili ses çıkarmadan yönetmene baktı.
“Olabilir, Bili. Başlığını tak ve sahneyi bitirelim. Endişelenme, hiç
kimse bir şeyin farkına varmayacak.”
Sonra ekibe dönüp, “Herkes hazır olsun!” dedi. Sahneden çıktı
ve projektörlerin arkasındaki yerini aldı. Bill’in deri maskeyi yüzüne
geçirdiğini görünce de, “Motor!” diye bağırdı.
Kameralar yeniden çalışmaya başladı.
A rty yanındaki kameramana, “Kızı yakın plan çek,” dedi.
Cezalandırıcı pantolonunu indirdi, kızın üstüne kapandı, bacakla­
rını ayırdı ve üzerinde gidip gelmeye başladı. Kızı bağırtabilmek içinse
pembe göğüs uçlarından birini tutup var gücüyle sıktı.
Film, beklenenden az ilgi gördü. Buna rağmen A rty ve Bili cep­
lerine otuz bin dolar indirdiler. Ancak müşteriler pek tatmin olmuş
gibi görünmüyorlardı. Ne olduğunu anlamamalarına rağmen filmde
doğal olmayan bir şeyler olduğunu söyleyip durdular.
Müşterilerin güvenini kazanmak için hemen yeni bir filmin hazır­
lığına başlandı. Maliyetine pazarlanacak olan bu filmin setinde Arty,
Bill’e bakarak, “Endişe etme, dedi. “Böyle şeyler olabilir. Ama her zaman
da olacak diye bir şey yok.”
Fakat o filmde de aynı şey oldu.
Bili, “Beceriyormuş gibi yapayım mı?” diye sordu.
A rty başını üzüntüyle salladı. “Hayır,” dedi. “Bir başka fiyaskoyu
kaldıracak gücümüz yok.”
Sonra da dönüp setten çıktı.
Bili o gece uyuyamadı. Öfke ve başarısızlık ona gizlenmesi gerektiğini
unutturmuştu. Arabasına atladı ve kumsala doğru sürdü. Ancak gaza
basan ayağı da eskisi gibi değildi. Evet, araba yolda hızla gidiyordu ama
eskisi gibi Bill’e uçma hissi vermiyordu. Birden yavaşladı, arabayı yolun
kenarına çekti. Okyanusun kenarına kadar yürüdü. Dalgaların ritmik
sesi bir süre sakinleşmesini sağladı. Ancak arkasını dönüp baktığında
LaSalle’in yanında duran polis arabasını fark etti. İlk aklına gelen şey,

551
Rüya Dağıtan Çocuk

koşarak oradan uzaklaşmak oldu. Ancak polisin elindeki fenerin ışığı


onu yakalamıştı. Şimdi dalgaların sesi ona kameraların vızıldaması
gibi geliyordu, polisin fener ışığıysa bir projektör gibi. Ama bu kez Bili
o ışığın arkasında set ekibinin değil, bir polisin olduğunu biliyordu.
Beni yakaladılar, diye düşündü. Elektrikli sandalyenin kayışları
boynunu ve bileklerini sıkmaya başlamıştı.
“Beyefendi... Beyefendi, iyi misiniz?”
Bili dönüp sesin geldiği yöne baktı.
Polis memuru yanına kadar gelmişti. Bili o an, yüzünün ter içinde
kaldığını fark etti. “Evet,” dedi önce. Sonra da, “Hayır, iyi değilim,” dedi
“Neyiniz var?”
“Şimdi geçer... Şimdi geçer.”
“Şu araba sizin mi?”
“Evet.”
“Lütfen araca geçip bana ehliyet ve ruhsatınızı gösterebilir misiniz?”
Bili kumda yürümekte zorlanıyordu. Ayakları bileğine kadar kuma
giriyor, nefes almakta güçlük çekiyordu.
“Kevin Maddox... Evet, bütün evraklarınız tamam. Yalnız yavaş
kullanmanızı rica ediyorum. Şimdi biraz daha iyi misiniz?”
“Evet...”
Polis memuru evrakları Bill’e geri verip arabasına doğru yürüdü.
Bir an dönüp Bill’e baktı ve “Güzel araba,” dedi. Sonra arabasıyla ge­
cenin karanlığında kaybolup gitti.
Şimdi her yer yeniden karanlıktı ve Bili bu karanlığın içinde daha
önce olduğu gibi kendini kaybetmekten korktu. Hemen arabaya bindi
ve farları yaktı. A rty’nin evine döndü ve kendisini hemen yatağa atıp
örtülerin altına girdi. O gece odasının ışığını kapamadı ve örtülerin
altında kıvrılıp sabaha kadar yattı.
Ertesi sabah kahvaltı sırasında Arty, “Başın belada, dostum,” dedi.
Bill’in gözlerinin etrafı mosmordu, yüzünde renk kalmamıştı ve
kahve fincanını tutan eli tir tir titriyordu.
“Ama ben sorunu çözdüm,” diye devam etti Arty.
Bili adama baktı.

552
Luca Di Fulvio

Yönetmen cebinden küçük bir cam şişe çıkardı ve Bill’e doğru


kaydırdı.
“Kokain.”
Daha sonraki günlerde A rty ve Bili iki film daha çektiler.
Kokain görevini iyi yapıyordu. Bili coştukça coşuyor, A rty bundan
daha iyisinin olamayacağını düşünüyordu. Bili artık set dışında da
seks yapmayı becerebiliyordu. Sanki yeniden doğmuştu. Ancak Arty
onun artık kokainsiz yapamadığını ve gün geçtikçe daha yüksek dozlar
kullandığını görüyordu. Uyuşturucu ona sadece Cezalandırıcı rolünü
değil, hayattaki rolünü de oynaması için yardımcı oluyordu. Yönetmen,
kokainin Bill’in üzerindeki diğer bir olumsuz etkisini de fark etmeye
başlamıştı. Bill’in paranoyaları gün geçtikçe artıyordu.
Cezalandırıcı artık düşüşe geçmişti. Bu yüzden olabildiğince sıkıp
suyunu çıkarmak gerekiyordu. Çünkü yakında Bili, sonsuza dek kul­
lanım dışı kalacaktı. Daha şimdiden bir enkaza dönüşmüştü. Birlikte
daha kaç film yapabilirlerdi? Çok az. Neyse ki Bili, içinde bulunduğu
durum nedeniyle A rty’nin hakkı olan yüzde yetmişlik orandan daha
fazlasını aldığını fark etmiyordu. Sadece ıvır zıvır ve kokain alması
için gereken para Bill’e yetiyordu. Ancak kısa bir süre sonra A rty’nin
onu tamamen sırtından atması gerekecekti.
İşin kötüsü, müşteriler Cezalandırıcı’nm filmlerine alışmaya başla­
mışlardı. Hiçbir yenilik yoktu. Sahnelerin hemen hemen hepsi aynıydı.
Bu durum, film gelirlerine yansımaya başladı. Hollywood’un şımarık
zenginleri farklı şeyler arıyorlardı.
Bir sabah Arty, “Bir şeyler yapmalıyız,” dedi “Daha fazlasına ih­
tiyacımız var.”
Ve yeni bir set hazırlattı; her şeyiyle mükemmel düşünülmüş bir
ameliyathane. Beyaz, tertemiz ve pırıl pırıl.
Daha fazlasını mı istiyorlardı? Öyleyse istedikleri gibi olacaktı.
Arty, Cezalandırıcı sayesinde, onlara istediklerinden daha fazlasını
verecekti.

Genç kız, hemşire gibi giyinmişti ve ameliyat aletlerini kontrol ederek


odanın içinde dolaşıyordu. Neşterler, ameliyat testereleri, forsepsler.

553
Rüya Dağıtan Çocuk

O sırada içeriye Cezalandırıcı giriyordu. Kız, tıpkı diğer kurbanlar


gibi korkuyor ve kendisine kötü davranmaması için Cezalandırıcıya
yalvarıyordu.
Bili kendisini bir dağın tepesindeymiş gibi hissediyor ve tertemiz
dağ havasını içine çekiyordu. Dünyanın sahibi oydu. Bu fahişenin de
hayatı onun ellerindeydi ve birazdan aletinin tadına bakacaktı. Ama
önce tekme ve tokatla biraz uysallaşmalıydı. Hayranlarının neşelenmesi
için kızın ağlayıp inlemesi gerekiyordu. O, Cezalandırıcı idi, herhangi
biri değil.
Kızın suratına bir tokat attı. Ancak kız, ağlayıp sızlanmak yerine
yandaki metal masadan parlayan bir şey alıp Bill’in koluna batırdı. Bili
koluna yayılan bir sıcaklık hissetti. Kokain olağanüstü bir uyuşturu­
cuydu. Ama o sırada, çekime başlamadan önce Arty’nin zorla giydirdiği
doktor önlüğünün kolunda kırmızı bir leke gördü. Kan mıydı, bu? O
sırada kız eline bir neşter alıp Bill’e doğru salladı ve gömleğinin önünü
yırttı. Bill’in göğsü de çizilmiş ve kanamaya başlamıştı. Bili bir adım
geri gitti ve kıza baktı. Hayır, onun tipi değildi.
A rty yanındaki kameramana, “Yarayı yakın plan çek,” dedi. Sonra
sahneyi izlemeye devam etti. Kuvvetli bir kız seçmişti; biraz tombul,
kolları ve bacakları kaslı. Evet, pek seksi sayılmazdı ama Cezalandırıcı’nın
karşısında diğerlerinden daha dik başlı olabilirdi. Zaten A rty’nin de
istediği buydu.
Bili kolunu tuttu. Gömleği yırtıp yarasına baktı. Göğsündeki sa­
dece bir çizikti ama kolundaki derin bir yaraydı. İkisi de kanıyordu.
Bili, kokain sayesinde acı hissetmiyordu. Kendisini güçlü ve yenilmez
hissediyordu. Güldü. Sonra çelik hasta yatağını kıza doğru itti. Kız
dengesini kaybetti. Bili hemen kızm üstüne atladı, elindeki neşteri
alıp boğazına dayadı. Gözlerini kızın korkuyla açılmış gözlerinden
ayırmadan seri bir hareketle önlüğün en üst düğmesini kopardı. Kız
çırpınmaya başladı ve neşter göğsünü kesti. Acıyla bağırarak dizlerinin
üzerine çöktü. Bili üstüne çıktı. Kız kendisini korumak için elini uzattı
ve neşter bu kez avucunda derin bir yara açtı. Bill’in aklına babası
geldi. Bu kez bisturiyi kızm karnına sapladı. Ama derin değil, sadece
önlüğü kan lekesi olacak kadar.

554
Luca Di Fulvio

Bill’in hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkusu yoktu. O artık bir


tanrıydı. Cezalandırıcı, tanrı demekti artık. Kızın önlüğünü yırttı ve
boğazından yakalayıp yatağa fırlattı. Elindeki neşterle bedenini baştan
aşağı, sadistçe bir zevkle çizdi. Sonra neşteri fırlatıp attı ve öfkeyle
kıza tecavüz etti.
İşte A rty ’nin Hollyvvood’a yeni armağanı buydu, kan. Tecrübeli
yönetmen, Hollywood’un kan gördüğü zaman seksten vazgeçeceğini
biliyordu.
Belki gün gelecek, Hollyvvood kandan da sıkılacak ve yerine başka
bir şey isteyecekti; ölüm gibi. Ama o zamana dek Arty yeterince birikim
yapıp emekli olmayı umuyordu.

555
62

Los Angeles, 1928

Christmas, Los Angeles’a vardığı zaman Bay Mayer’ın özel şoförü­


nün kendisini beklediğini gördü. Şoför, elindeki valizi alıp arabanın
bagajına koydu ve Christmas’ı Sunset Bulvarı’ndaki havuzlu, lüks bir
villaya götürdü. Sonra onu, her isteğini yerine getirmekle görevlendi­
rilmiş Latin hizmetçiyle tanıştırdı ve bu villada Bay Mayer’ın konuğu
olarak ağırlandığını söyledi. Kadın, Christmas’m valizini ilk kattaki
yatak odasına çıkarırken şoför garajda yepyeni bir Oakland Sport
Cabriolet’nin emrine amade olduğunu ekledi. Ayrıca akşamüzeri Bay
Mayer ile yapacağı toplantı için kendisini almaya gelecekti.
Christmas, tek başına kalır kalmaz kendisi için hazırlanmış geniş
yatak odasına çıktı ve pencereden dışarı baktı.
Demek burada yaşıyorsun, Ruth, diye geçirdi içinden. Sonra alt
kata indi, hizmetçiye yemeğini dışarıda yemek istediğini ve Holmby
Hills’e nasıl gideceğini sordu
Yıllar sonra yeniden Grand Central İstasyonu’nda olmak ona hayli
garip gelmişti. Ancak bu kez bir banka oturup Los Angeles’a kalkan
trenin arkasından bakmak yerine birinci sınıf kompartımanda seyahat
etmek çok daha garipti. Christmas artık, elindeki eski püskü kasketi
evire çevire trenin kaybolmasını izleyen o çocuk değildi. Şimdi elinde
birinci sınıf bir bilet vardı. Ama trene binip yerine oturduğu zaman
hiç düşünmediği bir şey oldu. Sanki Ruth hayatından çıkalı dört sene
geçmemiş gibiydi. Sanki hemen onun arkasından trene binmiş, Los

556
Luca Di Fulvio

Angeles’a gidiyordu. Sanki şu an, “Seni bulacağım,” diye mırıldanan


o âşık çocuktu.
Holmby Hills’e doğru yol alırken bunları düşünüyordu. Ancak şık
sokak lambalarıyla donatılmış geniş caddeye girince, yıllardır içinde
sakladığı o kızgınlık yeniden kabarmaya başladı. Ne bir mektup ne
bir cevap... Ruth onu bir anda hayatından söküp atmıştı.
Büyük villanın önüne gelince arabayı park etti. Son derece bakımlı
bahçeyi geçip kapıyı çaldı. Birkaç dakika sonra beyaz ceketli bir uşak
kapıyı açtı.
“Bayan Ruth ile görüşmek istiyorum.”
“Kim?”
Christmas hâlâ içini kavuran öfkesiyle, “Isaacsonlar burada otur­
muyor mu?” diye sordu.
“Hayır, efendim. Sanırım yanlış adres.”
Christmas, “Bu, imkânsız,” dedi ve göz ucuyla etrafa bakmaya çalıştı.
Bu sırada içeriden bir kadın sesi duyuldu.
“Gelen kimmiş, Charles?”
Christmas, kapıdan içeri görmek için hafifçe uzanarak, “Bayan
Isaacson,” dedi. “Ruth’u görmeye geldim.”
Uşağın arkasında sarışın, uzun boylu ve candan görünümlü zarif
bir kadın belirdi. Ellerinde bahçıvan eldivenleri vardı.
“Isaacson mı dediniz?”
“Evet...”
“A rtık burada oturmuyorlar.”
Christmas bacaklarının titrediğini hissetti. Bunu hiç düşünme­
mişti. Her şeyi bıraktığı gibi bulacağını sanmıştı. Kendisi hâlâ o tren
istasyonunda bekleyen çocuktu ve her şeyin orada, onunla birlikte
durduğuna inanmıştı. Birden birkaç saniye öncesine kadar yüreğinde
soğumak bilmeyen öfke yok olup gitti. California’nın boğucu sıcağına
rağmen damarlarındaki kan dondu. Kendisini birden çok çaresiz his­
setti ve aklına ilk kez çok geç kalmış olabileceği geldi.
“Peki... Siz... Nerede olduklarını... Nereye taşındıklarını biliyor
musunuz?”
“Hayır, maalesef bilmiyorum.”

557
Rüya Dağıtan Çocuk

“Ama... Nasıl olur?”


Kadın merakla onu süzüyordu.
“Nerede yaşadıklarını bilmiyorum,” dedi. “Ama bence onları lüks
semtlerde aramayın. Ciddi mali sorunları oldu.”
Christmas kısa bir süre daha kadına baktı. Hiçbir şey söyleyemedi.
Sonra dönüp arabasının yanma gitti. Ellerini arabaya dayadı, başmı
önüne eğdi. Şimdi ne yapacaktı?
Arkasından kadının, “Kapa kapıyı, Charles,” dediğini duydu.
Christmas, ağır kapının kapanışını ve kilidin çevrilişini dinledi.
Sonra başını kaldırdı. Los Angeles koca bir şehirdi. Ve kendisi de bu
koca şehirde kaybolmuştu. Umutsuzdu.
Arabaya bindi ve ağır ağır sürmeye başladı. Kaldırımda yürüyen
herkesin yüzüne tek tek bakmaya çalıştı. Bunu hiç düşünmemişti.
Ruth’u bulamayacağını hiç düşünmemişti. Amaçsızca caddelerde do­
laşırken birden her şeyin hayal ettiğinden çok daha farklı olduğunu
anladı. Ya çok geç kalmışsa? Ya Ruth’un hayatına başka biri girmişse?
Arabayı durdurdu. Arkasından biri korna çaldı. Christmas onu
duymadı bile. Belki de özel bir dedektif tutmalıydı. A rtık birini kira­
layacak parası vardı. Ama hemen bu düşünceden vazgeçti. “Seni ben
bulmak istiyorum,” diye mırıldandı. “Seni ben bulmalıyım.”
Etrafına bakındı ve küçük bir restoran gördü.
İçeri girer girmez, bar tezgâhının arkasındaki adama, “Telefon
rehberiniz var mı?” diye sordu.
Adam, barın üzerinden uzanıp arka taraftaki kırık dökük telefon
kabinini işaret etti. Christmas, telefonun altına konmuş rehberi aldı
ve endişeyle sayfalarını çevirmeye başladı. Hayır, hiçbir iz yoktu. Los
Angeles telefon rehberinde Isaacsonlara ait bir numara, bir isim veya iz
yoktu. Ya başka bir şehre taşındılarsa? Rehberi hızla çarparak kapadı.
Barın arkasındaki adam, “Hey!” diye bağırdı. Christmas dönüp adama
boş gözlerle baktı. Ruth ya evlenmişse? Ya soyadını değiştirmişse?
Restorandan çıktı, arabaya bindi ve arkasından gelen korna sesle­
rine aldırış etmeden, kaldırımın yanından ağır ağır gitmeye başladı.
Yayaların yüzlerine tek tek bakıyor, siyah bukleli birini görünce yüreği
ağzına geliyordu.

558
Luca Di Fulvio

“Neredesin?” diye mırıldandı sıkıntıyla. “Neredesin?”


Yıllardan beri ilk kez içinde beliren umutsuzluk büyüyordu. Ger­
çekten her şey bitmiş olabilirdi. Geç kalmış ve Ruth’u sonsuza dek
kaybetmiş olabilirdi.
İki caddenin birleştiği noktadaki koca saati görmese zamanın na­
sıl akıp gittiğinin farkına varmayacaktı. Bay Mayer’ın şoförü çoktan
villaya gelmiş olmalıydı.

“Bay Mayer, randevusuna geç kalan insanlardan nefret eder.”


Christmas, şoförün sıkıntılı yüzünü görmezlikten gelip alelacele
arabaya atladı.
“Öyleyse bas gaza.”
Ancak şu an Mayer umurunda değildi. Hâlâ hızla stüdyolara doğru
giden arabanın camından dışarı-bakıyor, insanların yüzünü seçmeye
çalışıyordu.
Louis Mayer kendisini tam yarım saat bekletti. Christmas bu süre
zarfında, en az on telefona cevap vermeye çalışan tecrübeli sekreterin
karşısındaki geniş kanepede ses çıkarmadan bekledi. Sonra sekreterin
masasındaki dâhili telefon çaldı.
“İçeri alın.”
Sekreter ayağa kalktı ve Christmas’a kendisini takip etmesini işaret
etti. Mayer’ın kapısını kibarca çaldı ve içeriden cevap beklemeden açıp
Christmas’m içeri girmesi için bir adım geri çekildi.
Christmas düşüncelerinden sıyrılmaya çalışarak odaya girdi.
Mayer, geniş çalışma masasının arkasındaki rahat koltuğuna ya­
yılmış, onu bekliyordu. Christmas içeri girer girmez yüzüne kurnaz,
ama sıcak ve sempatik bir gülümseme yayıldı.
“Sizi daha farklı hayal etmiştim, Bay Luminita.”
“Esmer, kaşları neredeyse saçıyla birleşmiş, kısa boylu, şebek yü-
rüyüşlü ve kravatında sarımsak sosu lekesi olan biri gibi mi?”
Mayer güldü. “Ve belinde koca bir silah taşıyan biri,” diye ekledi.
Christmas meydan okuyan bir ifadeyle, “Şu an New York sokakla­
rında belinde silahla gezen yeterince Yahudi var zaten,” dedi.
Mayer anlamaya çalışan gözlerle Christmas’a baktı.

559
Rüya Dağıtan Çocuk

“Öyleymiş, haberim var. Ama bana kalırsa siz bazı Yahudilerle,


İtalyan soydaşlarınızla olmadığınız kadar samimisiniz.”
Christmas cevap vermedi.
Louis Mayer yeniden güldü, ama daha çok öksürür gibiydi.
“Oturun, Bay Luminita. Bu kadar uzun bir yolculuğu kabul edip
gelmenize çok memnun oldum.”
Christmas yine bir şey söylemedi. Adamı incelemeye devam ediyordu.
Mayer hafifçe başını salladı.
“Siz bir oyuncusunuz, değil mi? Güzel! Oyuncuları severim.”
Yüzündeki sıcak gülümseme kaybolmaya başlamıştı. Christmas,
bu adamın da gerektiği zaman en az Rothstein kadar sert ve acımasız
olabileceğini düşündü. Ve tabii ki söylendiğine göre en az Rothstein
kadar çevresi olan biriydi. Güçlüydü, nüfuzluydu. Christmas birden
bu durumdan hoşlandı ve adama gülümsedi.
“Hiç bir şeyler yazdınız mı, Bay Luminita?”
“Okuma yazma bilip bilmediğimi mi soruyorsunuz?”
Mayer gülümsedi.
“Aslında, hayır. Ama dilerseniz oradan başlayalım.”
“Biliyorum.”
“Peki, hiç profesyonel olarak yazmayı düşündünüz mü?”
“Hayır.”
“Programınızdaki senaryoları kim yazıyor?”
“Hiç kimse. Ben o an doğaçlama söylüyorum.”
Mayer hayranlıkla Christmas’a baktı. “Doğuştan sanatçısınız,”
dedi. “Şimdi gazetelerin övgülerini ve bazı arkadaşlarımın her gece
sizin yayınınıza kilitlenme nedenlerini anlıyorum.”
“Ben aktör olmak istemiyorum.”
Mayer yeniden gülümsedi.
“Yapmayın, rica ederim. Hollywood’d aki aktör sayısı, New York’taki
hamamböceklerinden daha hızlı artıyor. Benim yazarlara ihtiyacım
var. Orijinal ve seyircinin nabzını elinde tutabilecek yeteneklere. Siz
bana bunu verecek seviyede misiniz?”
“Bilmiyorum.”

560
Luca Di Fulvio

“Kartlarımızı açık oynamaya ne dersiniz?”


Mayer yerinden kalktı, masanın etrafını dolaştı ve Christmas’m
yanına gelip bir elini delikanlının omzuna koydu.
“Ben geleceğe bakıyorum. Ve sinemanın geleceği de sizin son de­
rece güzel bir şekilde anlattığınız karakterlerde. Eski Romalılardan
söz edildiğini hiç duydunuz mu? İnsanların öldürüldüğü veya aslanlar
tarafından parçalandığı bir arenaları vardı ve bu arena her zaman
doluydu. Seyircilerin heyecanı bitmek tükenmek bilmezdi. Eh, vahşet
insan doğasının bir parçasıdır. Ve ben... Sinema yapıyorum. Seyircinin
neden hoşlandığını bilmek ve takip etmek zorundayım. Bu, insanların
beğenmediği takdirde çöpe atılamayacak kadar pahalı bir oyuncak.
Beni anlıyor musunuz?”
“Tabii. Halkın dediği olur, diyorsunuz.”
“Bu, biraz göreceli. Biz sadece halkın bir bölümünün zevkine hi­
tap edebiliriz. Ama siz haklısınız. Halk, bizim patronumuz. Ve iyi bir
yapımcı onun ne düşündüğünü bilmek zorunda. Amerika şu an farklı
bir şeyler istiyor; kan gibi, ölüm gibi, kötü kahramanlar gibi... Çünkü
insanoğlunun her zaman karanlık bir yanı var. Ancak önemli olan
sonunda aydınlığın kazanması. Sizin hikâyelerinizde hem karanlık
hem de aydınlık bir arada...”
Mayer gidip Christmas’ın yanma oturdu ve bir elini delikanlının
dizine koydu.
“Bu yeteneğinizi sinema için kullanmayı denemek ister misiniz?”
“Bilemiyorum... Her şeyden önce böyle bir yeteneğim olup olma­
dığını bile bilmiyorum.”
Mayer gülümsedi. “Görüşmemizin nedeni bu değil mi, Bay Lumi­
nita?” dedi. Öne eğilip Christmas’a baktı.
“Los Angeles’da ne kadar kalmayı planlıyorsunuz, Bay Luminita?”
“Bakalım...”
“Siz gerçekten çok iyi bir oyuncusunuz. Evi beğendiniz mi?”
“Çok,”
“Size kazandıracaklarımla böyle bir ev alabilirsiniz, tamamen
kendinize ait bir ev.”
“New York’ta bir dairem var zaten.”

561
Rüya Dağıtan Çocuk

“Bu daha iyi. Böylece iki eviniz olmuş olur.”


Christmas güldü.
Mayer, Christmas’ın yanından kalktı ve gidip çalışma masasına
oturdu.
“Sizi sevdim, Bay Luminita. Gerçek hayatın ne olduğunu biliyorsu­
nuz. Bunu gözlerinize bakarken anlayabiliyorum. Bir deneme yapmaya
ne dersiniz? Benim için bir şeyler yazın.”
Sonra masadaki siyah bir kutuya uzandı ve üzerindeki düğmeye
bastı.
“Nick geldi mi?”
Kutunun içinden sekreterin sesi duyuldu.
“Evet, efendim.”
Mayer ayağa kalktı ve ofisin kapısı açıp Christmas’a, “Gelin, lüt­
fen,” dedi.
Christmas kapıda iyi giyimli, saçlarını özenle taramış bir gencin
durduğunu gördü.
Mayer bir elini Christmas’a doğru uzattı.
“Nicholas, seni Bay Luminita ile tanıştırayım. Kendisine şehri
gezdirirsin.”
Sonra Christmas’a dönüp elini uzattı ve o sıcak gülümsemesiyle,
“Sizinle kalmayı çok isterim,” dedi. “Ama ne yazık ki zamanımın patronu
ben değilim. Nicholas benim asistanlarımdan biridir, en iyilerinden
biri. Her konuda yeterlidir, göreceksiniz. Aklınıza takılan ne varsa
ona sorabilirsiniz.”
Christmas’m omzunu tutup sıktı. “Sizden çok şey bekliyorum,”
dedi. Sonra iyice yanına yaklaşıp alçak sesle, “Ama Yahudilerin teke­
lindeki yeraltı dünyasını allayıp pullamak fazla ilgimizi çekmeyebilir,”
diye ekledi. “Bize gerçek insanları gösterin, Bay Luminita. Gerçek ve
dramatik insanları...”
Christmas, “İtalyan olmaları daha iyi öyleyse,” dedi.
Louis Mayer, gözlüklerinin arkasında parlayan gözleriyle Christmas’a
baktı.
“Sanırım İrlandalılar da olmalı, öyle değil mi?”
Gülüştüler ve sonra Mayer ofisine girdi.

562
Luca Di Fulvio

Binanın merdivenlerini inerken Nicholas, “Sizden hoşlandı,” dedi.


“Nasıl anladın?”
“Çünkü hâlâ tek parçasın.”
Asistan gülerek elini Christmas’a uzattı.
“Adım, Nicholas Stiller ama bana Nick diyebilirsin. Ben sorunları
çözen adamım.”
“Ben de bir sorun muyum, Nick?”
Asistan güldü. “Tüm yeni gelenler önce birer sorundur. Sonra ku­
ralları anlayıp uyum sağladıkça işler kolaylaşır.”
“Atlar gibi,” dedi Christmas.
Bu sırada alçak bir binaya doğru yürüyorlardı. Binanın birinci
katında boydan boya bir balkon ve bu balkona açılan aynı tip kapı ve
pencereler vardı.
“Gem ve eyere alışmamız gerekiyor.”
Nick, balkona çıkan dış merdivenlere yöneldi. “Yanlış yerden ba­
kıyorsun,” dedi gülümseyerek. “Bu, bir endüstri. Kurallar, üretkenliğin
güvencesi.”
Christmas, Nick’i takip ederek ilerledi.
“Aksi takdirde sorun olur.”
“Doğru.”
Christmas balkon boyunca yürürken her odanın bir kapı ve pen­
ceresi olduğunu fark etti. Yazı masasının başına oturmuş insanlar,
önlerindeki daktilodan başlarını kaldırmadan harıl harıl yazıyorlardı.
“Ve çözmek için seni çağırırlar.”
Nick, on bir numaralı odanın kapısını açıp Christmas’ı içeri davet
etti.
“Ben sorun çıkmasına engel olmak için varım,” dedi. Sonra odaya
bir göz gezdirdi ve “Burası senin geçici hücren,” diye ekledi. “Çalışma
masası, yazı makinesi, yemek, içki ve dolgun bir ücret.”
Christmas etrafına bakındı.
“Bize uzun uzun hikâyeler yazmak zorunda değilsin. Küçük notlar,
anılar, anekdotlar yeterli. Sonra bizim senaryo yazarlarımız onları
geliştirirler. Kolay, değil mi?”

563
Rüya Dağıtan Çocuk

“Bunun için programımı dinlemeniz yeterliydi. Kolay, değil mi?”


Nick, masanın karşısındaki koltuğa oturdu.
“Anlıyorum. Sen şu eğitilmesi güç olan atlardansın, hı?”
“Sanırım öyleyim.”
“Lütfen yerine otur, Christmas. Bana bu iyiliği yap. Otur ve kol­
tuğun rahat olup olmadığını söyle. Nasıl bir şey istersin? Deri mi?
Kumaş mı? Ne istediğini söyle ve anında burada olmasını sağlayayım.”
Sonra Christmas’m oturmasını bekledi.
“Nasıl hissediyorsun? Yazı makinesine beyaz bir kâğıt tak. Hemen
orada, sağ çekmecede.”
Christmas cevap vermeden çekmeceyi açtı. Bir kâğıt çıkardı ve
makineye taktı. Birden ensesinden aşağı inen soğuk bir ürperme his­
setti. Şaryonun çıkardığı ses çok hoşuna gitmişti.
Nick, “İşte, bir adet bembeyaz sayfa,” dedi. “Şu an bir kâğıt parça­
sından başka bir şey değil. Ama sen ona istediğin biçimi verebilirsin.
Sadece hayal et. Çünkü kelimelerinden bir karakter ortaya çıkacak;
bir adam, bir kadın ya da bir çocuk. O karakterin kaderini sen be­
lirleyeceksin; şöhret, trajedi, zafer ya da yenilgi. Sonra bir yönetmen
ortaya çıkacak, bir de aktör. Ve senin o kelimelerin film haline gelecek.
Dünyanın kaybolmuş bir köşesinde... Ne bileyim, sen bul bir yer, işte
o cehennemin dibindeki bir salonda senin yazdığın kaderi yaşayan
insanlar çıkıp bu filmi izleyecekler ve kendilerinden bir şeyler bulacak­
lar. Bu kâğıttan çıkan kadere inanacaklar, onu bir de senin yazdığın
şekilde yaşadıklarını hayal edecekler.”
Christmas az önceki ürpermeyi yeniden hissetti. Nick, Christmas’a
doğru eğildi.
“İşte senden yapmanı istediğimiz şey bu. Kurallar sadece bu hikâyenin
düzenlenmesine yarayacak. İşin özü burada, bu kâğıdın üzerinde...”
Christmas önce asistana, sonra da beyaz kâğıda baktı.
“Ben bunu zaten uzun zamandan beri yapıyorum.”
“Biliyoruz,” dedi Nick. Birden ciddileşti. “Çok özel bir yeteneğin
var. İşte bu yüzden buradasın.”

564
Luca Di Fulvio

Christmas sessizce Nick’i dinliyordu. Ama sonra yeniden dönüp


kâğıda baktı. Adeta büyülenmişti. O doldurması gereken beyaz boşluğa
bakarken ne bir rahatsızlık ne de korku duydu.
“Bir kez dene,” dedi Nick. “Dene... Eğer olmazsa...”
Christmas gülümsedi. “Sen sorunu halledersin,” diye tamamladı.
Nick de ona gülümsedi. “Ne gem vurmaya ne de eyere zorlamaya
gerek var,” dedi.
Christmas, yazı makinesinin tuşlarına dokundu. Parmak uçları
o kaygan yüzeye değince sırtından aşağı yine o soğuk ürperme indi.
Nick yerinden kalkıp kapıya yöneldi.
“Nick, gerçekten sorunları hallettiğin doğru mu?”
“Bana bunun için para ödüyorlar.”
“Ben aslında birini arıyorum. Isaacsonları tanıyor musun?”
“Kim?”
“Bay Isaacson film yapımcısı olmak için buraya taşındı. Yıllar önce.”
“Isaacson, öyle mi? Bakalım ne yapabilirim...”
Christmas başını sallayarak teşekkür etti.
Nick, yazı makinesini işaret ederek, “Ama sen de bu arada bize
bir şeyler ver.”
Sonra arkasını dönüp odadan çıktı ve kapıyı arkasından kapadı.
Christmas bir süre kımıldamadan oturdu. Parmak uçlarıyla tuşlara
dokunmaya devam etti. Sonra biraz daha kuvvetli basmaya başladı.
Yazı makinesinin içindeki ince çubuklar beyaz kâğıda yaklaşıp geri
dönüyordu. Beyaz kâğıt ve tuşlar, ilk harfi yazmasını bekler gibiydi. Bir
kelimenin ilk harfi. Bir cümlenin ilk kelimesinin ilk harfi. Bembeyaz
kâğıda düşecek kaderin ilk cümlesi. Sadece Christmas’a bağlı olacak
bir hayatın ilk harfi. Christmas heyecanlanmaya başladığını fark etti.
Bu heyecanı daha önce de hissetmişti. Karanlık stüdyoda mikrofonu
eline aldığı o ilk gece hissettiği de şu anki heyecanın aynısıydı. Bir tuş
seçip parmağını üzerine koydu. Gözlerini kapadı ve karanlıkta tuşa
bastı ve tuşun mürekkepli şeride vururken çıkardığı sesi dinledi. Bir
harf atlayan şaryonun sesi, hareket eden ince metal çubukların sesi...
Güldü ve gözlerini açtı. Sonra bir tuş daha seçip bastı. Yeniden az
önceki tüm sesleri dinledi. Hem yeni hem de çok tanıdıktı bu sesler.

565
Rüya Dağıtan Çocuk

Üçüncü tuşu aradı gözleri. İşte, bastığı ilk tuşun yanındaydı. Hemen
yanında. Aynı sırada. Ona da bastı. Sonra dördüncü tuşu aradı. O da
bir alttaki sıradaydı. Üçüncüyle ikinci tuşun arasında. Bu dört harf
kendi aralarında birbirlerine özel bir uyumla bağlıydılar sanki. Bir
aşağı, bir yukarı.
RUTH.
Christmas yazı makinesinin üzerine eğilerek bir süre bu harflere
baktı. Sonra geri çekildi, koltuğuna iyice yerleşti ve yazmaya başladı.

566
63

Los Angeles, 1928

Ertesi akşam Nick, MGM’in Christmas için geçici olarak hazırladığı


ofisin kapısında beliriverdi.
Christmas, başını önündeki yazı makinesinden kaldırmadan eliyle
ona susmasını işaret etti. Ve bir süre sonra, sadece iki elinin işaret
parmaklarını kullanarak bastığı tuşlarla işi bitince Nick’e baktı.
Nick güldü. “Deli bir piyanist gibisin,” dedi.
Christmas’m sarı perçemleri gözünün üzerine düşmüştü ama de­
likanlı alev alev yanan heyecanlı bakışını yeterince gizleyememişti.
Nick, “Eğleniyorsun gibi görünüyor,” dedi.
“Gibi.”
“Hadi, itiraf et. Hem de deliler gibi eğleniyorsun.”
Christmas gülümsedi. Sonra başını yeniden yazı makinesine çe­
virdi. Yanında on sayfa kadar yazılı metin dağınık vaziyette duruyordu.
“Isaacsonlar hakkında biraz bilgi edindim.”
Christmas kısa bir süre donakaldı. Sonra masadan fırlayıp Nick’in
yanma geldi.
“Yanlış ata oynamış,” diye devam etti Nick. “Tüm parasını Phonofilm’e
yatırmış ve her şeyini kaybetmiş. Bizim kaybedenlere dediğimiz gibi
‘veba kapmış’. Ama yine de biri ona elini uzatmış. Oakland Tiyatrosu’nun
müdürü...”
“Oakland mı?”
“Evet. Oakland. Telegraph Bulvarı.”

567
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas başmı sağa sola salladı. Odanın içinde aşağı yukarı


yürümeye başladı. Aklından binlerce düşünce geçiyordu. Sonra dönüp
Nick’e baktı.
“Hemen Oakland’a gitmeliyim.”
“Önce buradaki işini bitir.”
“Bu çok önemli...”
“Yapmakta olduğun şey de bizim için çok önemli, ChristmaS. Bu­
rada işini bitir. Sonra arabayı sana bırakırım...” Güldü. “Tabii sonra
geri getireceksen.”
Christmas gülümsedi.
“Bay Mayer’ın bana verdiği arabanın modelini biliyor musun?”
diye sordu. “Bir Oakland.”
Nick de gülümsedi. “İşte, kaderin cilvesi,” dedi. “Gerçek hayatta
pek rastlanmaz. Ama sinemada hep olan şeyler bunlar.”
“Gece gündüz demeden çalışırım, Nick. Ancak Mayer’ın yazdıkla­
rımı bir an önce okumasını sağla. Onun kıçının keyfini bekleyemem.”
Nick bir kahkaha attı.
“Hikâye kahramanların da böyle mi konuşuyorlar? Çok sevdim.”
“Siktir git, Nick.” Christmas yeniden makinenin başına geçti ve
şaryoyu satır başına çekti. “Bana zaman kaybettirme.”
Kapının kapandığını duyunca Christmas durdu ve Ruth adını
oluşturan dört harfi okşadı. Gözleri mutluluk gözyaşlarıyla buğulandı.
“Oakland,” diye mırıldandı alçak sesle.
Christmas o gece eve gitmeden çalıştı. Artık yazamayacağını anladığı
an başını koltuğa yaslıyor ve gözlerini kapatıyordu. Kısa kısa rüyalar
görmeye başlıyor, ama sonrasında değerli zamanını kaybettiği hissine
kapılıp toparlanıyordu. O zaman yerinden kalkıyor, yüzüne soğuk su
çarpıyor ve koca bir fincan koyu, şekersiz kahve yapıp masanın başına
dönüyordu. Kâğıt dolduğu zaman alelacele makineden çıkarıp yenisini
takıyordu. Şafak söktüğünde yirminci sayfası bitmek üzereydi.
Ertesi akşamsa yazılıp bitirilmiş metinler otuz beş sayfayı bulmuştu.
Nick bir ara yanma uğramış ve yavaşlaması gerektiğini, bu tempoyla
çalışmasının doğru olmadığını söylemişti. Christmas ona cevap bile
vermemiş, sadece boş gözlerle bakmıştı. Sonra tuşlara basmaya devam

568
Luca Di Fulvio

etmişti. Parmak uçları gittikçe daha duyarsız olmaya başlamıştı. Tüm


gün boyunca sadece bir sandviç yemiş ve iki demlik kahve bitirmişti.
O gece de artık gözleri kendiliğinden kapanmaya başlasa da Christ­
mas vazgeçmeden yazmaya devam etti. Ancak hikâyesine son noktayı
koyar koymaz ahşap zemine yığıldı ve derin bir uykuya daldı.
Sabah Nick ofise girdiğinde Christmas hâlâ uyuyordu ve onun
gelişini duymadı. Nick masaya yaklaştı. Yazı makinesine takılı kâğıda
bir göz attı ve kâğıdın en altındaki “Son” kelimesini görünce memnun
bir ifadeyle gülümsedi. Kâğıdı makineden çıkardı ve masaya gelişigü­
zel yığılmış diğer kâğıtları topladı. Sonra gidip penceredeki panjuru
kapadı ve sessizce çıkıp gitti.
Christmas, öğleden sonra üç sularında sıçrayarak uyandı. On bir
saat deliksiz uyumuştu. Başı ve kemikleri ağrıyordu. Ağzında kah­
venin acı tadı vardı. Elbiseleri buruşmuştu ve midesi bulanıyor, başı
dönüyordu. Ayağa kalktı. Lavaboya gidip yüzünü yıkadı. Sonra çalışma
masasının başına geldi. Kâğıt tomarının yerinde küçük bir not vardı:
“Akşamüzeri beşte -tam b eşte- Bay Mayer’ın ofisinde ol. Nick.”
Böylece iki gün sonra Christmas, Sunset Bulvarı’ndaki villaya döndü.
Latin hizmetçi kendisine hemen tavuklu bir sandviç hazırladı. Tıraş
olup banyo yaptığı sırada da elbiselerini temizleyip ütüledi. Christmas
yemeğini yedikten sonra arabaya atladı ve MGM stüdyolarına doğru
yola çıktı. Saat tam beşe beş kala Mayer’ın sekreterinin karşısındaki
kanepede oturuyordu.
Saat tam beşte, dâhili telefondan Bay Mayer’ın sesi duyuldu:
“Bay Luminita’yı içeri alın.”
Christmas yerinden kalktı ve Mayer’ın odasına girdi. Mayer ça­
lışma masasında oturuyordu. Nick ise sağ tarafında ayakta duruyordu.
Christmas içeri girince başıyla onu selamladı.
Bay Mayer, “Nick, kıçımın keyfini beklememeniz için hikâyenizi
bir an önce okumamı istedi,” dedi.
Nick güldü.
Mayer, “Ben de okudum,” diye ekledi.
Christmas masanın önünde hareketsiz durmaya devam etti.

569
Rüya Dağıtan Çocuk

Mayer gülümseyerek, “Biraz kalıp ne düşündüğümü öğrenecek


vaktiniz var mı, Bay Luminita? Yoksa Oakland’a gitmek için acele mi
ediyorsunuz?” diye sordu.
Christmas, çalışma masasının önündeki iki koltuktan birine oturdu.
Hâlâ sersem gibiydi ama Mayer günlerdir yazdığı kâğıt tomarını eline
alınca midesine kramp girdiğini hissetti.
Mayer, “Eğer sayfalara numara vermeyi öğrenirseniz, okuyan kişiye
büyük bir yardımınız dokunur,” dedi.
Christmas utandı, eliyle hiçbir anlama gelmeyen bir hareket yaptı.
Mayer, “Ve ilk kez bir acemi için kıçımın keyfini bozuyorum,” dedi.
Christmas, “Şey, evet... Aslında ben...” gibi bir şeyler geveledi.
“Aslında siz Oakland’a gitmek zorundasınız. Evet, biliyorum. Nick
söyledi. Ve sanırım bu yolculuğu MGM’nin arabalarından biriyle ya­
pacaksınız...”
Christmas rahatsız olmuştu. “Ya da trenle...” dedi. “Hatta yürüyerek
bile olabilir. Hiç önemi yok.”
Mayer gülerek Christmas’m sözünü kesti.
“Durun, durun, Bay Luminita... Sakin olun. Sizde hoşuma giden şey
bu işte. Çevremizde o kadar çok ucuz kalem var ki... Ama siz onlardan
biri değilsiniz. Her şeyden önce yüreklisiniz. Bu kadar genç olmanıza
rağmen hayatı tanıyorsunuz.”
Mayer memnun bir ifadeyle gülümseyerek elindeki kâğıtlara baktı
ve sonra Christmas’a döndü. “Mükemmel bir iş çıkarmışsınız, Bay
Luminita,” dedi.
Christmas damarlarındaki kanın çekildiğini hissetti. Ayak uçla­
rından yukarı doğru buz gibi bir soğukluk bedenine yayılıyordu. Bir
şeyler söylemek için ağzını açtı ama sesi çıkmadı. Felç olmuş gibiydi.
Nick güldü.
Mayer, gözlüklerinin üstünden Christmas’a baktı.
“Muhteşem bir yeteneğiniz var. Ben daha ziyade komedi türünü
seviyorum. Ama sizin yaptığınız iş...” Sustu ve neşeli bir çocuk gibi
güldü. “Sizin yaptığınız başka türlü bir şey. Yarattığınız karakterde
her şey var; hayat, dram, suç...”

570
Luca Di Fulvio

Nick, öğrencisinden gurur duyan bir öğretmen gibi Christmas’ı


inceliyordu.
Christmas, az önceki adrenalinin soğukluğundan sonra şimdi içinde
yanan bir ateş hissetti. Yanakları kıpkırmızı oldu.
Mayer güldü. “Ah, demek ki gangsterlerin de yüzü kızarabiliyor-
muş,” dedi.
Nick de güldü ve yaslandığı kitaplıktan ayrılıp Christmas’ın yanına
geldi. Omzuna hafifçe vurdu.
Mayer, koltuğuna yaslandı ve masanın çekmecelerinden birini açtı.
“Şimdi Oakland’a gidin,” dedi. “Ama daha önce...” Çekmeceden bir kâğıt
çıkardı. “Sizin için hazırlattığım bu sözleşmeyi okuyup imzalayın.”
Kâğıdı masanın üzerine koyup Christmas’a doğru itti.
Christmas ayağa kalktı.
“Hayır... Hayır, şu an buna hiç vaktim yok. Beni affedin, Bay Ma­
yer. Ama ben...”
“Neyin peşinden gittiğinizi bilmiyorum, Bay Luminita. Ama ha­
yatınızın en büyük fırsatını kaçırmayın.”
Christmas aceleyle masadaki kâğıdı aldı ve rulo yapıp ceketinin
iç cebine soktu.
“Oakland’dan döner dönmez...”
Bu arada masadaki dâhili telefondan sekreterin sesi duyuldu.
“Bay Barrymore geldi.”
Mayer telefona doğru uzandı, düğmeye bastı ve sekretere, “Söyle­
yin, içeri gelsin,” dedi. Sonra yerinden kalktı ve gidip odanın kapısını
açtı. Bir kolunu uzatarak, “İçeri gel, John,” dedi. “Seni tanıştırmak
istediğim biri var.”
John Barrymore, üzerinde kusursuz dikilmiş, şık bir kruvaze gri
ceketle içeri girdi.
Mayer, Barrymore’u göstererek, “Majesteleri John Barrymore,”
dedi. “Bu da Bay Christmas Luminita. Yazarlıkta yükselen bir yetenek.”
John Barrymore, Christmas’ın elini sıktı ve bir kaşım kaldırarak,
“Christmas...” dedi. Sonra bir şey hatırlamak istercesine elini çenesine
dayadı. “Christmas...” diye tekrarladı. “Sanırım ortak bir dostumuz var.”

571
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas, Venice Bulvarı’ndaki binanın merdivenlerini ikişer ikişer


çıkarken ne Mayer’ı ne Hollywood’u ne de yazarlıktaki yeni heyecanını
düşünüyordu. Oakland’a gitmek zorunda kalmamıştı. Kaderinin bir
sürü işaretle ona yol gösterdiğini düşünüyordu. Bunların sonuncusu
da John Barrymore olmuştu. Nefes nefese dördüncü kata geldi. Üs­
tünde, “Wonderful Photos” yazan kapıyı görene dek koridoru koşar
adım geçti. Kapıyı çaldı. Sonra elini sol tarafına koyup eğilerek rahat
nefes almaya çalıştı.
Kapı açıldı. Bay Bailey, “Buyurun?” dedi.
Christmas toparlandı. “Ruth Isaacson’ı arıyorum,” dedi.
Bailey tereddütlü bir bakışla, “Siz kimsiniz?” diye sordu.
Christmas hâlâ nefes nefeseydi.
“Lütfen, onu görmeliyim. New York’tan bir arkadaşıyım.”
Bay Bailey bu kez telaşlandı. “Bir şey mi oldu?” diye sordu.
Christmas ancak o zaman, nefes nefese haliyle ve gözlerindeki
telaşla nasıl göründüğünün farkına vardı. Güldü. “Evet, oldu,” dedi.
“Sonunda onu buldum.”
Clarence bu sözün üzerine delikanlının acelesini anlayabildi. Gözle­
rindeki ışık, tıpkı kendisinin Bayan Bailey’yi ilk gördüğü andaki ışıktı.
Gülümsedi ve Christmas’m girmesi için kapıyı ardına kadar açtı.
“İçeri gelin. Fakat Ruth henüz dönmedi.”
Christmas çoktan içeri girmişti.
“Yok mu?”
“Evet, dediğim gibi.”
“Ne zaman döner?”
Christmas’m sesinde yine o telaş ve endişe vardı.
“Bilmiyorum,” dedi Bay Bailey. Zamanın sevenlere işkence etmek
için yaratıldığını düşünüyordu. “Ama fazla gecikmez. Gelin, içeride
bekleyebilirsiniz.”
Christmas çekingen adımlarla içeri girdi. Etrafına baktı. Duvarlar
fotoğraflarla doluydu.
Clarence, Lon Chaney’nin bir fotoğrafını işaret ederek, “Bunu Ruth
çekti,” dedi.

572
Luca Di Fulvio

Christmas dalgın dalgın fotoğrafa baktı, sonra diğerlerine bakmaya


başladı. Midesinde bir yumru oturup kalmıştı. Bacaklarında sürekli
bir titreme hissediyor, yerinde duramıyordu.
“Genelde saat kaçta döner?”
Clarence güldü.
“Birazdan gelir. Merak etmeyin. Gelin, ofisime geçelim. Size bir
çay ikram edeyim ve...”
“Sanırım ben...”
“Siz de bana New York’u anlatın biraz.”
Christmas başını salladı.
“Hayır... Bakın, çok özür dilerim. Ancak...”
Ne diyeceğini bilemedi. Bir an için, geçmek bilmeyen saniyeler
süresince bu kibar ihtiyarla oturup sohbet ettiğini hayal etti. Yapa­
mayacaktı.
“Hayır, ben çok üzgünüm...” Kapıya doğru yürüdü. “Sanırım git­
sem daha iyi olacak.”
Bay Bailey şaşkındı. “Ruth’a ne söylememi istersiniz?” dedi.
Christmas çoktan kapıyı açıp koridora çıkmıştı. Bay Bailey arka­
sından seslendi.
“Adınız neydi?”
Christmas cevap vermedi. Koşarak merdivenleri indi ve sokağa
çıkar çıkmaz derin bir nefes aldı. Sonra bir elini ağzına götürdü ve
gözlerini kapadı.
Sakin ol, dedi kendi kendine.
Ancak beklemeye dayanamıyordu. Sanki o son birkaç adım Ruth’la
arasına giren koca bir okyanustu. O küçücük zaman dilimi, Ruth ol­
madan geçirdiği dört koca seneden daha uzundu. Christmas bunun
sebebini biliyordu. Birazdan tek hayali gerçekleşecekti.
Kaldırımlara baktı. Önce sola sonra sağa. Bacakları, elektrik yemiş
gibi titremeye başladı yeniden. Bir şeyler yapmalıydı. Sol tarafa yürüdü.
Sokağın sonuna kadar gitti. Sonra yeniden sağma soluna baktı. Acaba
hangi taraftan gelecekti? Dönüp binanın giriş kapısına baktı. Ya diğer
taraftan gelirse? Geriye koştu. Binanın önünde birkaç saniye oyalanıp
bu kez ters yöne doğru yürüdü. Sokağın sonuna gelince geri döndü.

573
Rüya Dağıtan Çocuk

Sürekli dönüp binanın giriş kapısına bakıyordu. Ya o görmeden Ruth


içeri girdiyse? Etrafına bakındı. En iyisi kapının önünde durmaktı.
Biraz düşündü, sonra sırtını duvara dayayarak beklemeye koyuldu.
Sürekli sağa sola bakmaya da devem ediyordu.
Ya yanında bir adamla gelecek olursa? Ya yalnız değilse? O za­
man ne yapacaktı? Duvara bir yumruk attı. Daha fazla bekleyemezdi.
Ruth’un hayatında biri varsa bunu hemen öğrenmeliydi. Ruth onu bir
daha görmek istemiyorsa bunu ona hemen söylemeliydi.
Gömleğinin ilk düğmesini açtı, ceketini çıkarıp omzuna attı. Mayer’m
sözleşmesi iç cebinden duruyordu. “Canın cehenneme, Mayer!” diye
homurdandı. Birden yeniden öfkelenmeye başladı. Ruth hiçbir mek­
tubuna cevap yazmamıştı. Onu silmiş, terk etmişti. Birbirlerine söz
vermişlerdi ama Ruth bu sözleri unutmuştu. Christmas, şu an Ruth’un
hayatında bir başkasının olduğundan emindi. Birden yukarıdaki ih­
tiyara bunu sormadığı için çok pişman oldu. Gerçeği bilseydi şu an
burada onu bekliyor olmazdı.
Sana da lanet olsun, Ruth! Hepinize lanet olsun!
Öfkesi hem ruhunu ve yüreğini hem de yüzünü alev alev yakarken
sol tarafına baktı. Ve bir anda onu gördü. Yolun başında, Los Angeles
kalabalığının arasında yürüyordu. Acele etmeden, ağır ağır kendisine
doğru geliyordu. Omzunda koca bir çanta vardı. Etekleri diz boyunda, lila
rengi bir elbise giymiş, saçlarını da kestirmişti. Bir yandan çantasında
bir şeyler arıyor bir yandan da ağır ağır yürümeye devam ediyordu.
Çok güzeldi. Onu son gördüğü andan bu yana daha da güzelleşmişti.
Genç bir kadındı artık. Gözleri, o ana dek hiç tatmadığı bir heyecanla
buğulandı. Sadece Ruth’un çok güzel olduğunu düşünüyordu. Ona hiç
cevap vermemiş olması umurunda değildi. Hayatında başkasının olup
olmadığı da şu an önemsizdi. Ruth, onun Ruth’u karşısındaydı. So­
nunda onu bulmuştu.
Ruth tembel tembel yürüyordu. Günü, yeni yeni öğrenmeye başla­
dığı hayatın fotoğraflarını çekerek geçmişti. Anahtarlarını çıkarmak
için elini çantasına attı. Çantası bir sürü ıvır zıvırla doluydu. Odasına
çıktığında çantayı bir güzel boşaltıp temizlemeyi düşündü. O sırada
anahtarların şıkırtısını duydu. Sonunda bulmuştu. Gülümseyerek
anahtarları çantasından çıkardı.

574
Luca Di Fulvio

Ve bir anda gülümsemesi dudaklarında donakaldı. Bu, o muydu?


Gerçekten o muydu yoksa dört yıl içinde sürekli kurduğu hayaller onu
yanıltıyor muydu? Şu ana dek hiç ete kemiğe dönüşmemiş bir hayal miydi
gördüğü? Ya da ona çok benzeyen biri? Başı dönmeye başladı. Gözlerini
kısarak ona tüm dikkatiyle baktı, her ayrıntıyı inceledi. Karşısındakini
hayalleriyle bağdaştırmaya çalıştı. Sonra nefes almasını zorlaştıran
bir heyecan duymaya başladı. Evet, oydu. Kaldırımın ortasında duran
oydu. Girmesi gereken sokak kapısının birkaç adım önünde durmuş,
insanların ona çarpmasına aldırış etmeden kendisine bakıyordu. O,
buradaydı. Kaçmak istese kaçamaz, saklanmak istese saklanamazdı.
Hatta bir adım bile atamazdı. Beyni hiçbir organını yönetemiyordu
şu an. Göğüslerinde hâlâ o sımsıkı sargı bezleri varmış gibi zor nefes
almaya başladı. Nefes alamıyordu ama kalbi deli gibi çarpıyordu. Sanki
daha önce hareketsiz duruyormuş gibi şimdi yerinden çıkmak istiyordu.
Kalbi o kadar hızlı çarpıyordu ki yanından geçenler mutlaka sesini
duyuyorlardı. O buradaydı. Kendisi için gelmişti. Nihayet.
On adım ötesindeydi. Ellerini yanma indirmiş, o zümrüt yeşili
gözleriyle ona bakıyordu. Christmas da hareket edemiyordu. Şimdi Ruth
orada, kendisinden on adım ötede duruyor ama Christmas kımılda-
yamıyordu. Kulakları çınlamaya başladı. Nefesi, boğazında bir yerlere
takılıp kalıyor, dışarı çıkamıyordu. Gözlerinin yandığını hissediyor,
yine de gözünü kırpmadan Ruth’a bakıyordu. Sanki gözünü kırptığı
an Ruth yeniden ortadan kaybolacaktı. Bu korku içinde büyümeye
başlayınca bir adım atmaya cesaret etti, sonra bir tane daha. Şimdi
tam Ruth’un karşısındaydı.
Christmas konuşmadan Ruth’a baktı. Daha doğrusu ne diyeceğini
bilemiyordu.
Ruth da aynı şekilde ona bakıyor, o da aynı şekilde ne diyeceğini
bilemiyordu. Christmas’m kapkara gözlerine, rüzgârda uçuşan saçlarına
baktı. Elmacık kemikleri biraz daha belirginleşmiş, böylece yüzüne
daha erkeksi bir ifade hâkim olmuştu.
“Çok güzelsin.”
Ruth, sanki göğsündeki sargı bezleri yeniden parçalanmış ve yeni­
den rahat nefes alıp vermeye başlamış gibi hissetti. Ciğerleri yanıyor,
sanki yüreği acıyordu.

575
Rüya Dağıtan Çocuk

“Ben...” diye fısıldadı. “Ben iyi değilim.”


“Gel.”
Christmas bir kolunu Ruth’un beline doladı. Ona ilk kez, yaralı
olarak bulduğu o ilk gün kollarına alıp hastaneye götürürken dokun­
muştu. İlk ve son kez. Ancak şu an hissettiği heyecan çok daha farklıydı.
Christmas etrafına bakındı. Karşı kaldırımda küçük bir kafe vardı.
“Gel”, diye tekrarladı.
Ruth, Christmas’m eli bedenine değer değmez irkildi. Ama bu irkilme
sadece birkaç saniye sürdü. Sokağın karşı tarafına doğru yürürlerken
başını Christmas’m omzuna yasladı. Şu an yürümek için onun güçlü
kollarına ihtiyacı olduğunu düşündü. Hayır, kendini aldatmamalıydı.
Christmas’a her zaman ihtiyacı olmuş, onu her zaman yanında iste­
mişti. Neden ona iyi olmadığını söylemişti? Belki hiç olmadığı kadar
iyi olduğu ve buna alışık olmadığı içindi. Onun için asıl sürpriz, yü­
reğinde bir acı gibi hissettiği mutluluk duygusuydu. O zaman Ruth
da çekinerek kolunu Christmas’m beline doladı. Kafeteryaya doğru
yaklaşırlarken vitrinde ikisinin yansımasını gördü. Birbirlerine âşık ve
aşklarını özgürce yaşayan iki genç gibi olduklarını düşündü. Kızardı
ama yine de gözünü vitrindeki görüntülerinden ayırmadı. Şu an ne
arabaların gürültülerini ne de diğer insanların seslerini duyuyordu.
Kafeteryanın kapısına gelene kadar vitrindeki görüntülerine baktı ve
sonra birlikte içeri girdiler.
Christmas, büyük bir aynanın önüne yerleştirilmiş boş masayı
işaret ederek, “Gel,” dedi.
Ruth masaya oturur oturmaz göz ucuyla aynaya baktı. Oradaydı,
Christmas’la birlikte, karşı karşıya.
“Daha iyi misin?”
Ruth ses çıkarmadı. Christmas’a bakmaya devam etti. Şu an elini
uzatıp o sarı saçlarını okşamak, simsiyah gözlerini çevreleyen uzun
kirpiklerine ve elmacık kemiklerine dokunmak istiyordu. Dört sene
önce öpmek için kendini hazırladığı dudaklara baktı. Alt dudağındaki
yara izini gördü. Bu daha önce yoktu, diye düşündü.
Christmas da zaten bir cevap beklemiyordu. Ruth cevap verse de
belki duymayacaktı. O da gözünü kırpmadan Ruth’un gözlerinin içine
bakıyordu. Daha önce de bu kadar yeşil miydi bu gözler? A rtık ne

576
Luca Di Fulvio

sorulara ne de açıklamalara gerek vardı. Her şey geçmişte kalmıştı.


Düşünceler, endişeler, hepsi küçük bir çocuğun kuma çizdiği ve bir
dalganın gelip ansızın sildiği bir resim gibiydi. Onlar ise okyanusun
ta kendisiydi, başı ve sonu belli olmayan.
“Gazetelerde seninle ilgili çıkan haberleri okudum.”
“Bir radyo programı yapıyorum. Yani bir radyoda konuşuyorum.”
Ruth gözlerinin dolduğunu hissetti. Ona radyo hediye ettiği günü
hatırladı. Büyükbabası Saul’a bir gün radyoda konuşacağını söylemiş,
sonra da, “Bunu senin için yapacağım,” der gibi gözlerini Ruth’a çe­
virmişti.
“Hâlâ en sevdiğim programlar onlar.”
“Ben de senin çektiğin bir fotoğrafı gördüm. Şu, Lon Chaney...”
Ruth başını öne eğip Christmas’m sözünü kesti.
“Mektupların elime hiç geçmedi. Ben de sana bir sürü yazdım
ama onlar da senin eline geçmedi. Annem yüzünden... Bunu da çok
kısa bir süre önce öğrendim.”
Christmas sessizce Ruth’a baktı. Aniden her şey ona normal göründü.
Olası tek açıklama buydu zaten. Sanki bunu hep içinde hissetmiş, hep
böyle bir nedeni olmasını dilemişti.
“Lon Chaney’in fotoğrafını çok beğendim. Çok iyi.”
Ruth başını kaldırdı ve Christmas’a gülümsedi. Sonra birden dö­
nüp aynaya baktı. Gözleri pırıl pırıldı ve Christmas da onunla birlikte
gülüyordu. Şu an tıpkı Central Park’taki çocuk gibiydi.
Christmas ise bakışlarını bir an bile Ruth’un üzerinden çekmi­
yordu. Lila elbisesinin altında inip kalkan ve artık dolgunlaşmış gö­
ğüslerini fark edebiliyordu. Ayaklarının, masanın altında birbirlerine
çok yalcın olduğunu biliyordu. Ve masanın üstündeki eli istediği an
dokunabileceği kadar onun eline yakındı. Sonra Ruth’un dudaklarına
baktı. Mükemmel, dolgun ve kırmızı dudaklarına. Aniden içinden ona
sarılıp öpmek geldi. Birden kendisini kaybetmişti. O güne dek öptüğü
hiçbir kadında bu dudakları bulamadığını biliyordu.
Ruth birden, Christmas’m düşüncelerini okumuş gibi, ciddileşti.
İçinde sıcacık, yepyeni bir heyecan hissediyordu. Bakışları Christmas’m
dudaklarına kaydı ve farkına varmadan kendi dudaklarını kapadı.

577
Rüya Dağıtan Çocuk

O sırada masalarına yaklaşan bir garson, “Ne alırsınız?” diye sordu.


Christmas gözünü kırpmadan Ruth’a bakmaya devam etti. Ruth da
bakışlarım Christmas’tan ayıramıyordu. Sanki ikisi de garsonu fark
etmemişti.
Garson yeniden, “Ne alırsınız?” diye sordu.
Christmas ayağa kalkıp, “Hiçbir şey,” dedi.
Ruth da aynı anda ayağa kalkmıştı. Christmas’a elini uzattı. El
ele koşarak dışarı çıktılar. Christmas gözlerini bir an bile Ruth’tan
ayırmamıştı. Sokağa çıkar çıkmaz Christmas başparmağını Ruth’un
dudaklarına değdirdi. Onu incitmemeye çalışarak yavaşça dudaklarını
okşadı. Ruth gözlerini yarı kapadı ve yüzünü Christmas’a doğru uzattı.
Christmas genç kızı kendisine doğru çekip öptü. Ruth’un kollarını
boynuna sarıp iyice kendisine yaklaştığını görünce gözlerini kapadı.
Ruth, Christmas’ın sıcaklığının onun bedenini de yaktığını hissetti.
Delikanlıya sımsıkı sarıldı. Artık ne kendi ellerinin ne de Christmas’m
ellerinin nerelere kaydığının farkındaydı. Sarhoş gibiydi. Dudakları,
yüzü, bedeni alev alev yanıyordu. Ciğerleri güçle doluyordu. Derin
derin nefes alıp veriyordu. Sanki o ana dek hiç böyle nefes almamıştı.
Kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu ama Ruth’un korkusu yoktu.
Bir eli Christmas’ın başına uzandı, parmaklarını saçlarının arasında
gezdirdi, o hiç dokunmadığı sarı perçemi okşadı. Yoldan geçenlerin
bakışlarına aldırmadan bedenini sımsıkı Christmas’m bedenine yapış­
tırdı. Dik göğüslerini, ömür boyu sevmekten vazgeçmediği erkekle tek
beden olmak istercesine Christmas’m güçlü göğsüne bastırdı. Dudakları
birbirini öperken, ısırırken, okşarken, alçak sesle, “Christmas...” diye
fısıldamaya devam etti.
“Christmas... Christmas...”
Ruth birdenbire kendini geri çekti. Nefes nefeseydi. Bir eliyle
Christmas’m yüzünü okşarken diğeriyle sımsıkı boynuna sarıldı. “Beni
evine götür,” dedi.
Christmas cevap veremeden onu yeniden kendine çekip öptü. Bu
kez daha arzulu, daha güçlü... Bedeninin binlerce yeni heyecana teslim
olduğunun farkında olarak.
Sürekli öpüşerek ve birbirlerini okşayarak, bedenleri arasındaki
yakınlığı hiç kaybetmeden arabaya kadar geldiler. Christmas, Ruth’un

578
Luca Di Fulvio

saçlarını okşayarak, elini yüzünde gezdirip gözyaşlarını silerek arabanın


kapısını açtı. Birlikte arabaya bindiler ve Christmas motoru çalıştırdı.
Ruth, Christmas’a iyice yaklaştı, kollarını boynuna doladı. Yanaklarını,
gözlerini boynunu öpüyor, bir yandan da, “Çabuk ol,” diye fısıldıyordu.
Christmas gülüyor, sürekli korna çalarak yolu açmaya çalışıyordu.
Önü açılır açılmaz da dönüp Ruth’un dudaklarına bir öpücük kondu­
ruyordu.
Ruth da gülüyor ve “Çabuk ol, çabuk,” diye tekrarlıyordu.
Oakland, Sunset Bulvarı’na ok gibi daldı ve Mayer’m misafir ko­
nutunun önünde durdu.
Christmas ve Ruth öpüşerek arabadan indiler. Christmas, kay­
bolacağından korkarmış gibi hemen Ruth’un elini yakaladı. Bahçeyi
geçip kapıya geldiler. Christmas sabırsızca kapıyı çaldı. Latin kökenli
hizmetçi kapıyı açtı ve Christmas yalnızmış gibi hafifçe eğilerek onu
selamladı.
“İyi akşamlar, senor.”
Ruth, Christmas’la sarmaş dolaş merdivenleri çıkarken çevresindeki
diğer insanları bir an bile dikkate almadığının farkına vardı. Ne onların
düşündükleri ne de bu davranışı karşısında annesinin söyleyecekleri
aklına gelmişti. Christmas’la göz göze geldiği andan beri bu dünyada
sadece ikisi vardı.
Ama yatak odasına girip kapıyı kapatınca, gerçekten baş başa
kaldıkları an birdenbire Ruth’un gözlerinin önüne hizmetçinin yüzü
geldi. Kulaklarında yeniden kadının sesini duydu:
“İyi akşamlar, senor.”
Onları tüm dünyadan ayıran kapının yanma gitti ve Christmas’a
bakarak, “Adı ne?” diye sordu.
“Kimin?”
“Hizmetçinin.”
“Bilmiyorum.”
“Buraya sadece sevişmek için geldiğimizi düşünecek.” Ruth göz­
lerini yere indirdi.
Christmas, “Sanırım öyle...” dedi ve uzanıp Ruth’un elini tuttu.
“Yapmasak da yaptığımızı düşünecek.”

579
Rüya Dağıtan Çocuk

“Sanırım öyle...”
Ruth, Christmas’m gözlerine baktı. Galiba şimdi korkuyordu.
“Ruth...”
Ya Bili tekrar aklına gelirse? Ya onunla olduğu gibi acı duyarsa?
Ya yapacağı şey Bill’le olduğu kadar utandırıcı, onunla olduğu kadar
iğrenç bir şeyse? Ruth gözlerini kapadı. Yeniden açmaktan ve karşı­
sında Bill’i görmekten korkuyordu.
Christmas, Ruth’a baktı. Ellerini kendi ellerinin arasına aldı. Ama
bu kez genç kızı tutkuyla kendisine doğru çekmedi.
“Korkuyorum, Ruth...” dedi alçak sesle.
Ruth gözlerini açtı. O an Christmas, uzun zamandır vazgeçmeden
sevdiği kızın gözlerinde de aynı korkuyu gördü.
Ruth’un ellerini bıraktı, gidip yatağın ucuna oturdu. Birkaç dakika
kımıldamadan, sessizce oturdu. Sonra kendisini turuncu yatak örtüsünün
üzerine attı ve bacaklarını karnına doğru çekti. Sırtı Ruth’a dönüktü.
“Korkuyorum...” diye tekrarladı.
Ruth bir an ne yapacağını bilemeden kalakaldı. Öfkelenmeye baş­
ladığını hissetti. O korku denen şey sadece kendi tekelindeydi, sanki
sadece kendisine yakışırdı. Ama hemen bu düşünceyi kafasından attı.
Christmas korktuğunu söylemişti. Ondan korkuyordu. Ya da ikisinden.
Yavaşça gidip yatağa oturdu ve Christmas’m sırtını okşadı. Sonra
parmaklarını saçlarının arasında gezdirdi. Christmas kımıldamıyordu.
Ruth, Christmas’ın kendi kabuğuna çekilmesine izin vermemesi ge­
rektiğini düşündü. Sonra o kabuktan çıkmak yıllarını alabilirdi.
Christmas’a yaklaştı, arkasına geçip kollarını beline doladı ve başını
sırtına koydu. Christmas yavaşça elini kaldırıp Ruth’un elini tuttu,
önce göğsüne koydu sonra da dudaklarına götürüp öptü. Ruth elini
geri çekmedi. O elinin, Bill’in sakatladığı eli olduğu da aklına gelmedi.
Şimdi o el Christmas’a aitti, kendisine bile değil. Çünkü hep Christmas’a
ait olmuştu. Onunla beraberken utanmasına gerek yoktu. Çünkü şu
an kendisini kirletilmiş hissetmiyordu. Christmas’a daha sıkı sarıldı.
Şimdi bedenindeki sıcaklık da Christmas’m sıcaklığı idi. Sanki ikisi
de o anı yaşamak için doğmuşlardı. Sanki her şey o kadar doğal, o
kadar olması gerektiği gibiydi.

580
Luca Di Fulvio

Ruth elini Christmas’ın elinden çekti. Gömleğinin ilk düğmesini


açtı, sonra İkincisini ve üçüncüsünü. Sonra sakat eliyle Christmas’m
göğsündeki F şeklinde yarayı okşadı. Bu yara da, en az Ruth’un par­
mağı kadar şiddetle oluşmuştu.
Christmas yatağın içinde doğruldu ve Ruth’un gözlerinin içine
baktı. Bu kez Ruth, kendisini sırtüstü yatağa bıraktı. Kollarını, hem
çekingen hem davetkâr bir şekilde hafifçe Christmas’a doğru uzattı.
Christmas, Ruth’un yanma uzandı. Elbisesinin ilk düğmesini açtı. Sonra
biraz bekledi. Ruth gözlerini Christmas’tan ayırmıyordu. Christmas bir
düğme daha açtı, sonra bir tane daha. Sonra ayağa kalktı ve gömleğini
çıkardı. Ruth da yatağın içine oturup elbisesini çıkardı. Gözlerini bir
an bile kırpmadan Christmas’a bakıyordu. Christmas da aynı şekilde
gözlerini Ruth’tan ayırmadan pantolonunu çıkardı. Şu an biri ayakta,
biri yatağa uzanmış halde çırılçıplak kalmışlardı. Christmas yatağa,
Ruth’un yanma uzandı. Ruth’a dokunmadan bir süre öylece kaldı. Sonra
Ruth, Christmas’a doğru döndü. Elini uzatıp Christmas’m alnına dü­
şen saçma dokundu. Christmas gözlerini kapadı. Sonra Ruth’un kısa
buklelerinden birini alıp kulağının arkasına attı. Kızın kulak memesini
okşadı. Yanlış bir şey yapmaktan çekiniyor, Ruth’a olabildiğince nazik
bir şekilde dokunmaya çalışıyordu.
Ruth’un parmakları Christmas’m kaşlarına dokundu, oradan bur­
nuna ve dudaklarına indi.
Christmas’m parmakları, Ruth’un çenesini okşadı, oradan dudak­
larına geçti, bir süre o kıpkırmızı dudaklarda gezindi.
Ruth’un parmakları da Christmas’ın parmaklarını izler gibi du­
daklarına kadar indi. Christmas hafifçe Ruth’un parmaklarını dudak­
larının arasına aldı, öptü. Ruth da Christmas’m parmaklarını öptü.
Christmas parmaklarını Ruth’un boynuna doğru indirdi. Köprü­
cük kemiklerini okşadı, sonra göğsünün ortasına kadar indi. Ruth’un
parmakları da aynı dokunuşları Christmas’ın bedeninde yapıyordu.
Sanki ikisi tek beden olmuştu. Christmas hafifçe Ruth’un göğüs uçla­
rına dokundu. Birini iki parmağının arasına alıp hafifçe sıktı, sonra
öptü. Parmağıyla göğüs ucunun etrafında daireler çizdi.
O zaman Ruth, Christmas’m göğsünden kalktı, karnına doğru indi.
Sonra sessizce Christmas’m elini alıp yoğun bir sıcaklık duyduğu yere,

581
Rüya Dağıtan Çocuk

böylesine bir arzu hissetmeyi, böylesine bir zevk almayı hiç tahmin
etmediği bacak arasına doğru kaydırdı.
Yıllardır korkan ve susan, ama artık bir kadın olduğunu keşfeden
Ruth, Christmas’m elinin o gizli yere değdiğini hissederken korkusunun
yoğun bir sıvının içinde çözülerek yok oluşunu dinledi.

582
64

Los Angeles, 1928

Christmas yataktan kalktığında neredeyse akşam olmuştu. Ruth’a


gülümseyerek baktı.
“Mutfağa gidip yiyecek bir şeyler bakayım,” dedi.
Kapıya kadar gitti ve durdu. Geriye döndü, yatağa atladı ve Ruth’a
tutkuyla sarıldı. Sonra aynı tutkuyla dudaklarından öptü. “Hemen
dönerim,” dedi.
“Bir yere kaçmıyorum,” dedi Ruth. Bunu söyler söylemez garip
bir şey hissetti.
Christmas gülümsedi, yataktan kalktı ve koridorda gözden kayboldu.
Ruth arkasından “Bir yere kaçmıyorum...” diye tekrarladı. Bu sözler
ağzından o kadar içten, o kadar ciddi bir şekilde çıkmıştı ki kendisi
bile bu kadarını tahmin edemezdi. Ve birden, onu bu yatağa getiren,
ona korkusunu unutturan, düşüncelerini sağırlaştıran duygu seli dindi.
Bu yeni ve doğal olmayan sessizlikte Ruth yeniden kendi düşüncelerini
duymaya, kendi bilincine sahip olmaya başladı.
“Bir yere kaçmıyorum...”
Bu kez aynı şeyi çok alçak sesle tekrarladı. Sanki yüreğinde derin
bir uçurum açan bu cümleyi kendisi de duymak istemiyordu. Sırtından
aşağı buz gibi bir ürperti indi ve sonra bir tedirginlik hissetti. Boğa­
zında bir şeyler düğümlendi. Kalbi deli gibi atmaktan ziyade kötü bir
şeyin başlangıcını hisseder gibi titriyordu Yatağın içine oturdu. Çıplak
bacaklarını göğsüne doğru çekti ve kollarını dolayıp yüzünü dizlerinin
arasına gizledi. Gözlerini kapadı ve derin derin nefes aldı.

583
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas’la Venice Bulvarı’nda karşılaştığı andan beri ilk kez


Daniel’ı düşündü. Onu hiç aramamıştı. Öylece ortadan kaybolmuştu.
Bir saniye bile akima gelmemişti. Daniel’a olan ılımlı hisleri Christmas’a
karşı hissettiği ateşli tutkuyla silinip gitmişti. Ruth kontrolünü kay­
betmişti. Kumsaldaki öpüşmelerini düşündü. Okyanusun tuzuyla ya­
nan dudakların masumca, zararsızca birbirine değmesini. Daniel’ın,
omuzlarına dokunan çekingen elini düşündü. Kendisinin korkuyla onu
itmesini... Sonra birden kendisini Christmas’la sevişirken düşündü. En
ufak bir utanma, en ufak bir kural olmaksızın aşka aç, aşktan delirmiş
çıplak bedenlerinin birleşmesini... Her zerresinin hâlâ Christmas’m
öpüşleriyle yanıyor oluşunu...
Karşılaşmalarından bu yana ilk kez içinde kontrol edilemez ve
son derece tehlikeli bir mutluluk duydu. Bu mutluluk onu korkutuyor,
boğuyor, sıkıştırıyor, yaralıyor, parçalara ayırıyordu. Coşkun akan bir
nehir, nefes kesen bir fırtına gibi.
Kendisinden, yüreğinden, ruhundan daha büyük bu mutluluğu
tartmaya çalışırken gözleri yaşlarla doldu. Ve ılık gözyaşları yanak­
larından süzülüp Christmas’m öpücüklerini, dokunuşlarını silerken
yüreğinde derin bir acı hissetti. Sanki biri henüz kapanmamış yarasına
tuz basmış gibi.
Bu mutluluk onu delirtecek gibiydi.
Aniden içindeki acı sessizce yüreğinin derinliklerine, hâlâ Christmas’ın
sıcaklığıyla yanan yerlere indi. Zorla derin bir nefes aldı.
Sonra ne yaptığını bilmeden yataktan kalktı. Gözyaşları hâlâ ya­
naklarını ıslatıyordu. Alelacele giyindi. Eşyalarını topladı ve kendisini
hiç hayal edemediği kadar mutlu eden o yatak odasından, tıpkı bir
hırsız gibi sessizce çıktı.
Bağırmak istemesine rağmen nefesini tuttu ve parmak uçlarına
basarak sokak kapısına geldi. Mutfaktan Christmas’m sesi geliyordu.
Küçük bahçeyi koşar adım geçti ve bahçe kapısını açarak koşmaya baş­
ladı. Önüne gelene çarpıyor, bazen yere düşüyor ama hemen toparlanıp
koşmaya devam ediyordu. Arkadan gelen bir motor sesi duyduğunda
hemen bir çalı arkasına saklanıyor sonra yeniden koşuyordu.
Sonunda taşıyamayacağı bu mutluluktan koşarak uzaklaşırken
gözyaşlarını tutamaz hale geldi ve bağıra bağıra ağlamaya başladı.

584
Luca Di Fulvio

Koşacak takati kalmayınca bir çalılığın arkasına gizlendi ve nefes


almaya çalıştı. Neden kaçtığını bilmiyordu. Ya da biliyordu. Şimdi kor­
kuyordu işte, sadece korkuyordu. Beyninde o çıtırtıyı yeniden duymak­
tan, dengesini kaybetmekten korkuyordu. Yıllar önce onu yaşamaktan
vazgeçiren o çıtırtıdan korkuyordu; kuru bir dal gibi kırılan parmağın
çıkardığı, Holmby Hills malikânesinin penceresinden atladığı an içinde
çınlayan o çıtırtıdan... Bill’in iç çamaşırını parçalarken attığı yumruk­
ların sesine benzeyen sol tarafındaki o uğultudan... İyice gerilmiş ve
tıpkı yoğun bir mutluluk, kontrol edilemeyen bir tutku gibi aniden
kopan teli andıran o çıtırtıdan. Çünkü o mutlu olmak için doğmamıştı.
Çünkü onun için mutluluk, şiddet demekti. İkisinin de sınırları yoktu.
İkisinin de ne bir çerçevesi ne de bir çiti vardı.
Ayağa kalktı. O sırada bir Oakland Sport Cabriolet’nin hızla geldi­
ğini gördü. İçinde de sarı saçları rüzgârda uçuşan Christmas. Kendisini
yeniden çalıların arasına attı.
Seni bulmamalı, diye geçirdi içinden. Çünkü bulursa Christmas’ın
kendisine verebileceği mutluluğa dayanma gücü yoktu. Mutlaka o çıtırtı
beynine hükmedecek ve Ruth’u delirtecekti. Çünkü o mutlu olmak için
doğmamıştı. Sırf gülüyor ve kendisini de güldürüyor diye bir bahçıvanla
evden kaçtığı gece, bu hakkı elinden alınmıştı. Her şey, kendisine ait
olmayan ve onun da ait olmadığı mutluluğu aramaya kalkıştığı gece
başlamıştı. Ruth’un mutluluk arayışı şiddet ve talihsizliğin kurbanı
olmuştu. Bir de beynindeki çıtırtının.
Ayağa kalkıp Sunset Bulvarı’mn sonuna doğru baktı. Oakland’m
farları artık çok uzaktaydı. Christmas kesinlikle Venice Bulvarı’na gidi­
yordu. Clarence’ı uyandıracak ve oturup Ruth’u bekleyecekti. Sonunda
da bulmuş olacaktı. Ruth’un aklına yeniden Daniel geldi. Eğer ona
giderse kesinlikle güvende olurdu. Şiddetten ve mutluluktan uzak ama
Daniel’ın yanında hissedebildiği tek şey olan o ılımlı duygular içinde...
Ayağa kalktı ve un, elmalı turta ve lavanta kokan, birbirine benzer
ailelerin oturduğu aynı tip villalara doğru yürümeye başladı.
Mutluluğun bulaşıcılığmdan kaçıyordu.

“Izgara et ve guacamole sosu... Çok güzel kokuyor.”

585
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas, elinde koca bir tabakla gülerek yatak odasına girdi.


Ruth’u yatakta göremeyince banyo kapısına bakarak, “Hizmetçinin
adı Hermelinda imiş,” diye seslendi. “MeksikalIymış.”
Ruth’un hâlâ ses vermediğini görünce yatağın içine oturdu ve par­
mağını sosa batırıp yaladı.
“Acele etmezsen hepsini ben yiyeceğim.”
Sonra mutlu bir tebessümle gözlerini kapadı ve havada Ruth’un
ten kokusunu aradı. Bir kez içine sızmış ve hep derinlerde bir yerde
kalmış o ten kokusunu...
Ancak yeni kızarmış etin kokusu şu an tüm kokulara baskın geli­
yordu. Ruth gelene kadar idare etsin diye elbisesini koklamaya karar
verdi ve yataktan kalkıp Ruth’un elbisesini bıraktığı koltuğun yanma
geldi. Ancak elbise yoktu. Banyonun kapısına bakarak, “Ruth,” diye
seslendi. Sonra etrafına bakındı. Odada Ruth’a ait hiçbir eşya yoktu.
Koridora fırladı ve telaşlı bir sesle, “Ruth!” diye bağırdı.
“Senor?”
Christmas, kadına cevap vermedi. Koşarak yatak odasına döndü
ve pencereyi açarak gecenin karanlığına, “Ruth,” diye bağırdı. Sonra
bahçe kapısının açık olduğunu gördü. Alelacele giyindi, evden koşarak
çıktı ve arabaya atlayıp hızla yola çıktı.
Önce Sunset Bulvarı’nın sonuna dek gitti. Sonra durdu ve ters
yöne gitti. Karanlıkta etrafa iyice bakmaya çalışıyordu. Ancak Ruth’tan
hiçbir iz yoktu.
Arabayı Venice Bulvarı’na doğru sürerken direksiyona yumruklar
atarak bağırıyordu.
“Neden? Neden? Neden?”
Stüdyoya dönmüş olmalıydı. Başka nereye gidebilirdi? Orada ol­
malıydı, orada olmalıydı.
Ama şimdi, arabayı alelacele kaldırımın yanma park edip mer­
divenleri üçer beşer çıktıktan sonra, fotoğraf stüdyosunun kapısını
yumruklarken onu burada bulacağından pek de emin olamıyordu.
“Ruth! Aç kapıyı! Ruth!”
“Hey, sesini hemen kesmezsen polis çağıracağım.”

586
Luca Di Fulvio

Christmas, yırtıcı bir hayvanın öfkesiyle geri döndü. Karşıdaki


dairenin yarı aralık kapısında beti benzi atmış bir adamın ona bak­
tığım gördü.
“Git, kimi çağırırsan çağır, orospu çocuğu!”
Adam hemen kapıyı kapadı.
Christmas, üzerinde pirinç harflerle “Wonderful Photos” yazan
kapıyı tüm öfkesiyle çalmaya devam etti.
“Biliyorum, içeridesin, Ruth!”
Sesi artık öfkeden çok umutsuzluk doluydu.
“Delikanlı, birazdan kapımı kıracaksın.”
Clarence üzerindeki mavi kırmızı çizgili robdöşambrın kuşağını
bağlayarak merdivenlerden indi.
Christmas, yaşlı adamın yakasına yapıştı. “Ruth nerede?” dedi.
Karşıdaki adam yeniden kapısını araladı. “Polis çağırayım mı, Bay
Bailey?” diye sordu.
Clarence, zor nefes alıp vererek, “Hayır, hayır, gerek yok, Bay Sul-
livan,” dedi. “Her şey yolunda.”
“Emin misiniz?”
Clarence, Christmas’m gözlerinin içine baktı.
“Beni bırak, delikanlı.”
Christmas, Bay Bailey’nin yakasını bıraktı ve sırtını duvara dayadı.
“Burada yok, değil mi?”
Clarence, hâlâ kapı aralığından olayı izleyen adama bakıp, “Lütfen
içeri girin, Bay Sullivan,” dedi.
Adam, “Her şeyi gidip yöneticiye anlatacağım...” diye homurdan­
maya başladı.
Christmas, “Kapat kapıyı!” diye gürledi.
Adam hemen kapıyı kapadı.
Christmas, Bay Bailey’ye baktı. Ve umutsuzca, cevabını bile bile,
“Ruth nerede?” diye sordu.
Clarence korkmaya başlamıştı. “Seninle olduğunu sanıyordum,” dedi.
Christmas, yüzünü ellerinin arasına alarak yere çömeldi.
“Neden?”

587
Rüya Dağıtan Çocuk

Clarence, kendinden umulmadık bir ses tonuyla, “Ruth’a bir şey


mi yaptın?” dedi. “Ruth’ a bir zarar verdiysen...”
Christmas başını kaldırdı ve şaşkın bir ifadeyle, “Tabii ki hayır.
Ben Ruth’u seviyorum,” dedi.
Clarence bir süre Christmas’a baktı ve “Delikanlı, benim sert bir
kahveye ihtiyacım var,” dedi. “Sanırım senin de öyle.”
Christmas artık, görmeyen gözlerle etrafına bakıyordu.
Clarence elini uzattı. “Gel, benim evime çıkalım,” dedi.
“Burada değilse nerede olabilir? Gidecek başka yeri var mı?”
Clarence içini çekti. “Kahve içecek halde değilsin sanırım,” dedi.
Sonra dizlerinin verdiği sızıyla yüzünü buruşturarak Christmas’m
yanına oturdu.
“Neler oldu? Ruth iyi mi?”
“Bilmiyorum...”
“Neden bana her şeyi baştan anlatmıyorsun?”
“Er ya da geç buraya dönecek, değil mi?”
“Beni endişelendiriyorsun, delikanlı. Sana aynı soruyu son bir
kez daha soracağım ve sonra polis çağıracağım. Ruth iyi mi? Ona bir
zarar vermedin, değil mi?”
“Bilmiyorum... Gülüyorduk, konuşuyorduk, çok mutluyduk ve sonra...
Sonra odada yoktu. Kaçmıştı.” Christmas umutsuz gözlerle Clarence’a
baktı. “Neden? Neden bunu yaptı? Bana yardım edin.”

“Bana yardım et, Daniel,” diye fısıldadı Ruth.


Daniel, afallamış gözlerle Ruth’a bakıyordu. Ruth’un saçları terden
birbirine yapışmıştı, dizleri kan içindeydi.
“Neler oldu, Ruth?”
Ruth, Slaterlarm evine vardığı zaman kapıyı çalmak istemedi. A i­
lenin onu bu şekilde görmesini istemiyordu. Ne kendisine soru sorul­
masını ne de gözlerindeki ihtirasın okunmasını istiyordu. Bu yüzden
evin arkasına geçmiş ve Daniel’ın penceresine küçük bir taş atmıştı.
Daniel’ın odasının ışığı hâlâ açıktı ve sesi duyan delikanlı hemen pen­
cereye koştu. Ruth, işaret parmağını dudağına götürüp susmasını ve
aşağı inmesini işaret etmişti.

588
Luca Di Fulvio

Ve şimdi, bahçe çitinin hemen yanındaki koca gövdeli ağacın ar­


kasına gizlenmiş halde yüz yüze konuşuyorlardı.
Daniel hâlâ telaş içindeydi. “Ne oldu?” diye sordu yeniden.
Ruth endişeli gözlerle eve baktı.
“Lütfen, şimdi değil... Sadece bana yardım etmeni istiyorum.”
“Nasıl?”
“Beni sakla ve... Ve bana sımsıkı sarıl.”
Daniel da dönüp eve baktı. Sonra Ruth’a sımsıkı sarıldı.
“Neden saklanman gerekiyor?”
“Şimdi anlatamam, Daniel. Şimdi olmaz.”
Daniel, Ruth’un elini tuttu.
“Peki... Hadi içeri girelim.”
Ruth elini çekti. “Garajda uyuyacağım,” dedi.
“Saçmalama. Odamda uyuyacaksın.”
Ruth irkildi ve bir adım geri gitti.
“Merak etme. Ben Ronnie’nin odasına giderim.”
“Sizinkilere ne diyeceğiz?”
“Neden saklanman gerekiyor, Ruth?”
Ruth başını önüne eğdi.
“Bizimkilere ev sahibinin seni evden çıkardığını söyleriz.”
“Böylece mi? Hiçbir eşyamı almadan.”
Daniel gülümsedi. “Onu da yarın düşünürüz,” dedi. Sonra birden
ciddileşerek, “Ama yarın sabah bana neler olduğunu anlatacaksın.”
Ruth, delikanlıya baktı. İçinden ona sarılmak geliyordu. Sarılmak
ve öpmek... Daniel, şu an hayatını kurtarıyordu. Alçak sesle, “Yarın,”
dedi. Sonra birlikte un, maya, elma ve lavanta kokan eve girdiler.
Sessizce merdivenleri çıktılar. Ruth banyoda ellerini yıkayıp diz­
lerini temizlerken Daniel kapıda gözcülük yaptı. Sonra Ruth’a oda­
sını gösterdi. İçeri girdiler. Daniel ışıkları nereden açıp kapatacağını
gösterdi. Son derece düzenli ve lavanta kokulu bir çekmeceden kendi
pijamalarından birini çıkarıp Ruth’a uzatırken kıpkırmızı oldu. Hemen
yandaki odayı göstererek, “Ronnie’nin odası,” dedi. “Orada olacağım.”

589
Rüya Dağıtan Çocuk

Sonra Ruth’a yaklaştı. Ruth hemen yüzünü yan çevirdi ve Daniel


onun yanağına bir öpücük kondurdu. “İyi geceler,” dedi.
Daniel kıpkırmızı suratıyla Ruth’a gülümsedi. Sonra sessizce oda­
dan çıkıp kapıyı kapadı.
Ruth ışığı söndürdü ve gidip kapıyı yeniden sıkıca kapadı. O sırada
Ronnie’nin uykulu sesini duydu.
“Ne oluyor?”
“Sus da biraz kenara kay.”
“Adi herif, bunun hesabını soracağım sonra.”
“Uyu hadi.”
Ruth, kapının altından sızan ışığm az sonra söndüğünü gördü ve
ev karanlığa gömüldü.
batağa döndü. Elbisesini çıkardı ve Daniel’ın pijamasını giyip ör­
tünün altına girdi. Dolunayın ışığı duvarlara gölgeler çizerek odaya
vuruyordu.
Ruth başmı yastığa gömdü ve Daniel’m temiz kokusunu içine çek­
mek istedi. Ama burnunda hâlâ aşkın, seksin, ihtirasın buruk kokusu
vardı. Christmas’m kokusu. Ve gözlerini kapadığında Christmas’ın ter
içinde kalmış yüzünü görüyordu. Onun nemli dudaklarını görüyor,
bedeninin ve ellerinin sıcaklığım hissediyordu. Nefeslerinin, efsanevi
bir varlık gibi iki bedenden çıkıp tek nefese dönüşen yankısını duyu­
yordu. Birbirine kenetlenmiş, bağlanmış, biri diğerinin esiri olmuş
bedenlerinin üzerinde kanat çırpan hayalî bir kuşun nefesini dinliyordu.
Bedenleri aynı arzuyla evlenmiş, hâlâ bacaklarının arasında gizlediği
çekici ve ilkel dürtüyle birbirine söz vermişti. O ana dek sadece acı ve
aşağılanma duygusu beslediği o gizli yuvada aynı arzu hâlâ yanıyor
ve bu yakıcı haz duygusu doruğa çıktığı zaman nefesi kesiliyordu.
Gözleri her ışığa kapanıyor, kulakları hiçbir sesi duymaz oluyordu.
Bedenindeki tüm kaslar o kontrolsüz titremeyle sarsılıyor ve Ruth
ruhunun bu haz içinde kıvranmasına engel olamıyordu. Ölüme çok
benzeyen ama hayata çok yakın olan o zamansız haz...
Ruth birden gözlerini açtı. Yataktan kalkıp odanın ışığını yaktı.
Yatağın kenarına oturdu ve gözyaşlarına engel olmaya çalıştı. Hayır,
ağlamayacaktı.

590
Luca Di Fulvio

Yataktan kalktı. Pencerenin önüne yerleştirilmiş çiçekli koltuğa


oturdu. Daniel’ın tertemiz kokan çarşaflarında yatmaktan rahatsız ol­
muştu. Hiçbir sabunun çıkaramayacağı kadın kokusuyla onun yatağını
da kirlettiğini düşündü. Delirmemek için kabul etmekten çekindiği o
hazzı hatırlamak da onu delirtiyordu. Ne Daniel ne de başka bir erkek
ona böyle bir haz verebilir, Ruth da ne Daniel’a ne de başka bir erkeğe
bunu denemesi için izin verebilirdi.
Tan ağarırken yerinden sıçrayarak uyandı. Ne zaman daldığını
hatırlamıyordu. Güneşin ilk ışıkları ortalığa hafif bir sis yaymaya
başlamıştı.
Kalktı. Başı ağrıyordu. Dizleri uyuşmuştu ve bedenindeki tüm
kemikler sızlıyordu. Damel’ın yatağına bir kez daha baktı. Elini yas­
tığının üzerinde gezdirdi. Slater ailesinin uyanışını hayal etti. Hep
birlikte yapılan kahvaltıyı, traş sabunu kokusuna karışan kahve ko­
kusunu düşündü. Ve o sabahki uyanışın kendi varlığıyla, yalanlarıyla,
sorunlarıyla bozulmasını hayal etti. Daniel’a, kendisini yanında tam
bir kadın gibi hissettiği bir adamla birlikte olduğunu anlatırken hayal
etti. Ona Christmas’tan söz etmeyi hayal etti. Birbirlerine verdikleri
sözlerden, uyumlarından, birlikteyken tek beden ve tek nefes gibi ol­
duklarından, Central Park’taki banklarından, kırmızı kalp kolyeden,
Bill’den, hastaneden, Aşağı Doğu Yakası cinini öpmeyi planladığı gün
ailesinin New York’tan ayrılma kararı almasından söz etmeyi hayal etti.
Ve hemen sonra Daniel’ın güzel yüzünü ve o yüzdeki yıkılışı hayal etti.
Ruth anlattıkça onun omuzlarının kaldıramayacağı bu yükle çöküşünü.
Böylece Ruth, Daniel’ı da aldatmış olacaktı.
Giyindi. Çantasını aldı. Odanın kapısını yavaşça açıp evi dinledi.
Slaterlarm evi hâlâ derin bir sessizlik içindeydi. Mis gibi kokan örtülerine
sarınmış uyuyorlar ve araba satmayı, küçük yelkenlileriyle okyanus
dalgalarının keyfini çıkarmayı, kumsalda güneşlenmeyi düşlüyorlardı.
Merdivenleri sessizce indi. Arka bahçeye açılan kapıyı yavaşça
açtı ve dışarı sıvıştı.
Yine kaçıyorsun, dedi içinden. Fakat hiç tereddüt etmeden Slater­
larm evinden hızla uzaklaştı.

Clarence, “Ruth buraya mutlaka dönecektir, burası onun evi,” demişti.

591
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas da tüm geceyi arabanın içinde, sabaha kadar gözünü


kırpmadan binanın kapısına bakarak geçirmişti. Çünkü Ruth’u bir kez
daha kaybetmeyi göze alamazdı. Onu bir daha görememek düşüncesi
dayanılır gibi değildi. Neden kaçtığını öğrenmeliydi.
Ama şu an güneşin ilk ışıklarıyla gözleri yanmaya başlamıştı.
Christmas, başının ağırlaştığını hissediyordu. Sürekli uyumaması
gerektiğini tekrarlasa da göz kapakları kapanıyor, düşünceleri hep­
ten birbirine karışıyordu. Yola bakıyordu ve Ruth’un köşeden dönüp
kendisine doğru geldiğini görüyordu. Üzerinde lila rengi bir elbise
vardı, omzunda da kocaman siyah bir çanta asılıydı. Christmas ona
doğru yürümeye başlıyordu. Bu, ne zaman olmuştu? Sadece bir gün
geçmişti aradan. Ama bin sene önce yaşanmış ve zaman içinde kay­
bolmuş bir anı gibiydi şimdi.
Christmas gözlerini kapadı.
Sadece bir dakika, diye geçirdi içinden. Ancak gözlerini kapatır
kapatmaz başının döndüğünü hissetti. Dengesini bulmak için aniden
gözlerini açtı. Direksiyona tutundu. Gözlerini kırpıştırdı ve yeniden
Ruth’un köşeden dönüp ona doğru yürüdüğünü gördü. Lila rengi el­
bisesi ve simsiyah kısa saçlarıyla muhteşemdi. O sırada Ruth da onu
fark etti ve durdu. Christmas yeniden gözlerini kapadı. Şimdi Ruth’un
yaklaşan ayak seslerini de duyuyordu. Baş dönmesi geçmeye başla­
mıştı. Gülümsedi ve gözlerini açtı. Ruth şimdi koşuyordu. Ama ona
doğru değil, tam aksi yöne doğru koşuyordu. Ruth ondan kaçıyordu.
“Ruth!” diye bağırarak uyandı. Uyku ile uyanıklık arasında, bir
kâbusun esiri olmuştu. Uzun süredir soluksuz kalmış gibi derin derin
nefes aldı. Gözlerini ovuşturdu. Oturduğu yerde doğrularak sokağı kontrol
etti. Ortalık hâlâ ıssızdı. Arabanın kapısını açtı ve dışarı çıktı. Karşı
kaldırımdaki kafeden taze kahve kokusu yayılmaya başlamıştı. Ağır
adımlarla karşıya geçti ve kafeteryaya girdi. Birden en dipteki masada
onu gördü. Ruth. Yanında sarı saçlı bir adamla masada oturuyordu.
Genç adam dönüp kendisine gülümsedi. Adam oydu, kendisi... Artık
var olmayan bir Christmas. Bir gün önce, hayır, hayır, bir ömür önce
yine bu masada oturan Christmas’tı ona gülümseyen. Bacaklarının
güçsüzleştiğini hissetti.
Tezgâhın arkasındaki kız, “İyi misiniz?” diye seslendi.

592
Luca Di Fulvio

Christmas dönüp kıza baktı. Sonra başmı yine masaya çevirdi.


Dişleri olmayan yaşlı bir kadın koca bir parça yaban mersinli turtayı
çiğnemeye çalışıyordu. Turtanın çenesinden akan kremasının farkında
bile değildi.
Christmas, tezgâha dayanıp, “Kahve,” dedi.
Kız yeniden, “İyi misiniz?” diye sordu.
Christmas boş gözlerle kıza bakıp, “Kahve,” diye tekrarladı.
Kız, bembeyaz porselen bir fincana kahve koyarken Christmas
camdan dışarı, Ruth’un er veya geç gireceği kapıya doğru baktı. Gü­
neşin altın rengi ışıklarıyla camları birer ayna gibi parlayan Oakland
az ötede park edilmiş halde duruyordu.
“Buyurun, kahveniz. Yiyecek bir şey de ister misiniz?”
Christmas kıza sadece gülümsedi ve fincanı eline alıp kahvesinden
koca bir yudum aldı. Kahve çok sıcaktı, damağının yandığını hissetti.
Kahve fincanını tezgâha bırakıp hesabı ödemek için eline cebine attı.
Eline bir kâğıt parçası geldi. Çıkarıp baktı; Mayer’m sözleşmesiydi.
Bunu tamamen unutmuştu. Bu sözleşme de şu an ona uzak gibi duran
bir hayata aitti. Sözleşmeyi tezgâhın üstüne serdi, kenarlarını düzeltti
ve elini üzerinde okşarcasına gezdirdi. Yazarken aldığı hazzı hatırla­
mak istercesine ağır ağır okudu. Tuşlara her basışıyla bembeyaz kâğıt
üzerinde oluşmaya başlayan hayatın ona verdiği heyecanı hatırlamak
istedi. Yazı makinesinin tuşlarına dokunuşunu, şaryonun ahenk içinde
gidiş gelişini, kâğıdın hışırtısını hatırlamaya çalıştı. MGM yönetiminin
hikâyeleri için ona teklif ettiği rakama baktı. Okudu, bir daha okudu.
Ama tüm bunlar ona öyle uzak ve anlamsız görünüyordu ki... Kâğıdı
katlayıp cebine attı. Kahvesini içti. Bir avuç bozuk parayı saymadan
barın üzerine bıraktı. Ruth’un yaşadığı evin kapısına bir göz attıktan
sonra lavaboya girdi. Yüzünü soğuk suyla iyice yıkadı. Aynada uzun
uzun kendisine baktı. Gözlerinde hiçbir ifade yoktu. Sanki o an yaşa­
mıyordu, sanki o an orada değildi.
Kafeden çıkıp arabasına doğru yürüdü. İyice yaklaştığı zaman
Oakland’m camlarında kendi yansımasını gördü. Buruşmuş bir ceket,
yorgun bir surat, çökmüş omuzlar. Elini kapı koluna koydu ve yukarı
baktı. Fotoğraf ajansının tüm pencereleri kapalıydı. Dönüp tekrar yola
baktı. Kimse yoktu. Kapıyı açıp arabaya bindi.

593
Rüya Dağıtan Çocuk

“Seni burada bulacağımı biliyordum.”


Christmas’ın şaşkınlıktan adeta dili tutuldu. Sadece, “Ruth...”
diyebildi.
Ruth yanındaki koltukta oturuyordu. “Seni kafeye girerken gör­
düm,” dedi.
“Seni bekliyordum.”
“Biliyorum.”
Birbirlerinin gözlerine baktılar. Hem çok uzak hem çok yakınlardı.
Christmas yavaşça Ruth elini avuçlarının arasına aldı.
“Neden, Ruth?”
Ruth, Christmas’ın elini sıktı, parmaklarını onun parmaklarının
arasına soktu.
“Seniıi suçun yok.”
Christmas’ın başı önüne eğikti. “Neden?” diye sordu yeniden.
Ruth başını çevirdi. “Ben kirliyim,” dedi. “Asla birlikte olamayız,
asla bir geleceğimiz olamaz...”
Christmas, Ruth’un parmaklarını sıktı. İsyan eder gibi, “Hayır,
bu doğru değil,” dedi. “Doğru değil, Ruth.”
Ruth boş gözlerle yan camdan dışarı bakmaya devam etti.
“Başarabiliriz, Ruth... Başarmalıyız.”
“Hayır, Christmas. Ben diğer kızlar gibi değilim. Diğer kadınla-
rınkine benzer bir geleceğim olamaz.”
Ruth’un sesi umutsuz ve kontrollüydü. Alçak sesle, “Ben kirletil­
dim,” dedi.
“Ruth...”
“Senin suçun yok, Christmas.”
Christmas, Ruth’un elini göğsünün üzerine bastırdı. “Beni seviyor
musun?” dedi.
“Ne önemi var?”
“Benim için var.”
Ruth cevap vermedi.
“Duymak istiyorum, Ruth. Şu an bunu duymaya her zamankinden
daha çok ihtiyacım var. Söyle, Ruth.”

594
Luca Di Fulvio

Ruth, elini Christmas’m avucundan çekti ve arabanın kapısını açtı.


“Beni aramayacağına söz ver.”
Christmas başını salladı. “Bunu benden isteyemezsin,” dedi.
Ruth, Christmas’a uzun uzun baktı. Sanki tiim yüz hatlarını ez­
berlemek istiyordu.
“Belki bir gün... Belki bir gün kendimi hazır hissederim. O zaman
ben seni arar, bulurum. Şimdi sıra bende, Christmas.”
Christmas yeniden Ruth’un elini tutmaya çalıştı ama Ruth ara­
badan inmişti bile.
“Gidiyorum. Nereye gideceğimi bilmiyorum ama gidiyorum.”
Ruth’un sesi bu kez çok soğuk ve kararlıydı.
“Beni bekleme.”
“Seni bekleyeceğim.”
“Bekleme.”

595
65

Manhattan, 1928

Central Park’a bakan apartmanının kapıcısı Christmas’ı görünce ko­


şarak yanma gitti ve “Sonunda geldiniz, efendim...” dedi. “Önce polis
çağırmak istedim... Ama sonra, sonra ne yapacağımı bilemedim.”
Christmas dalgın ve isteksizce, “Ne oldu, Neil?” diye sordu.
Neil eğilip Christmas’m bavulunu alıp asansöre doğru ilerledi.
“Hiç olacak şey değil, efendim. Bir adam...”
Christmas, valizini adamın elinden çekip aldı.
“Neil, Los Angeles’tan yeni döndüm ve hiç havamda değilim. Ne
oldu?”
Kapıcı nefes bile almadan, “Bir adam beni zorladı... Bana zorla
evinizin kapısını açtırdı.”
“Hangi adam?”
“Adını bilmiyorum. İri yarı bir adam... Kocaman ve... Ve kirli elleri
vardı.”
Christmas gülümsedi. “Seni nasıl zorladı?” diye sordu.
Kapıcını yüzü bembeyaz oldu.
“Beni dizlerimden vuracağını söyledi.”
“Sen de inandın mı?”
“Ah, evet efendim... Onu görseydiniz... Sesi...”
“Böğürüyor gibi değil mi? Biliyorum.”

596
Luca Di Fulvio

“Hah, evet... Aynen öyle. Neyse, eve bir şeyler getirdi...” Adamın
sesi titriyordu. “Yani demek istediğim... Garip olan, evden bir şey gö­
türmedi, aksine bir şeyler getirdi.”
Christmas çocuğa gülümsedi. “İyi yapmışsın, Neil,” dedi. “Şimdi
on birinci kata çıkalım.”
Neil gülümsedi.
“Biliyorum, efendim... Sürekli sizi dinliyorum. Yarın gece başlı­
yorsunuz, değil mi?”
Christmas bir şey söylemeden, dalgın dalgın çocuğa baktı. Sadece
iki hafta geçmişti ve bundan önceki hayatı ona çok uzak ve bir o kadar
da yabancıydı. Başka birinin hayatı gibi.
“Saat yedi buçukta, değil mi?”
“Ne?”
“Yayınınız... Her zamanki gibi saat yedi buçukta, değil mi?”
“Ah, evet...” dedi Christmas. Nasıl olup da o eski coşkusuyla cevap
verdiğine kendisi de şaşırdı. Nasıl bir saniye Ruth’u düşünmeyi bırakmış
ve aklına o eski heyecanı gelmişti... Şimdi -h er ne kadar onu kaybetmiş
olsa d a - aralarındaki bağın çok daha güçlü olduğunun farkındaydı.
“Evet, saat yedi buçukta... Her zamanki gibi.”
Asansör kata gelince sıçrayarak durdu. Çocuk kapıyı açtı ve Christ­
mas valizini alıp yorgun adımlarla dairesine doğru yürümeye başladı.
Asansör görevlisi çocuk, arkasından neşeyle bağırdı: “İyi akşamlar,
NewYork!”
Christmas dönüp çocuğa baktı. Gülümsedi, başıyla selam verdi
ve sonra cebinden anahtarlarını çıkardı.
Eve girince elindeki valizi hemen girişe bıraktı ve hemen Central
Park’a bakan pencereye gitti. Pencerenin önüne ceviz bir çalışma masası
ve bir de döner koltuk konmuştu. Christmas masaya yaklaştı. Üzerinde
Underwood Standard Portable marka bir yazı makinesi duruyordu.
Eğilip makineye takılı kâğıdı okudu.
annen Şmdi bir de saçmalıklarını yaZdığım söylüyor Madem ya-
zacaksn bari çalışma masan ve daktilon olsun değil mi sidikli
Christmas gülümsedi ve koltuğa oturup okumaya devam etti.

597
Rüya Dağıtan Çocuk

masa Jack Londona aitmiş Sırf bu yüzden şerefsiz antikacı 500


dolar istedi bok herif neyseki sonra hediye etti
Christmas elini masanın pürüzsüz yüzeyinde gezdirdi ve kahka­
halarla gülmeye başladı. Sal onun için masayı çalmıştı.
Sonra bakışlarını Ruth ile gülüşüp konuştukları banka çevirdi,
başka bir hayatta.
Dirseklerini masaya dayadı ve başını ellerinin arasına aldı. Başka
bir hayat... Artık var olmayan başka bir hayat...
Ayağa kalktı ve pencereyi ardına kadar açtı. Aşağıdaki sesler on
birinci kata sadece bir uğultu gibi geliyordu.
Mükemmel bir aşk gecesinden sonra kaybolan bir hayat... Altı sene
bekledikten sonra yok olan umutlar...
Pencerenin önünde bir süre kımıldamadan durdu. Parkm ağaçla­
rına, yeşilliğine, göllerine baktı ve sonra gözlerini daha uzaklara, tüm
şehre çevirdi. Kendi kendini inandırmaya çalışarak, “İyi akşamlar, New
York...” diye mırıldandı alçak sesle. Sonra banyoya gitti. Yıkandı ve
üstünü değiştirdi. Sonra dışarı çıktı ve ağır ağır yürüyerek parktan geçti.
Ruth’tan ayrıldıktan sonra Christmas, Mayer’ın kendisine ayırdığı
villaya döndü. Kendini, bir gece önce Ruth’la seviştikleri yatağa attı
ve tüm gün boyunca Ruth’un kokusunu içine çekti. Hiçbir şey dü­
şünmüyor, sadece kokluyordu. Hatta hiçbir şey hatırlamıyordu. Tüm
gün yataktan çıkmadı. Ancak sonra dayanamayıp telefonu aldı ve Bay
Bailey’yi aradı.
“Gitti mi?”
“Evet.”
“Nereye gitti?”
Karşı tarafta uzun bir sessizlik oldu. Sonra Clarence, “Ruth, bana
bir anlaşma yaptığınızı söyledi,” dedi.
“Evet.”
“Fakat sizin buna sadık kalacağınızdan pek emin değildi.”
Christmas, Bay Bailey’nin sesindeki hüznü fark etmişti.
“Siz nereye gittiğini biliyor musunuz?”
Sonra yine uzun bir sessizlik oldu ve ardından Bay Bailey telefonu
kapadı.

598
Luca Di Fulvio

Christmas kendisini yeniden yatağa attı. Yüzünü yeniden yastığa


gömdü. Ama Ruth gibi kokusu da artık kaybolmuştu. Christmas ağ­
layacağını sandı. Gözleri buğulanıyor ama içindeki acıyı su yüzüne
çıkarmak istemiyormuş gibi yaşlara engel oluyordu. Ruth’tan kalan
son şey bu acıydı.
Akşama doğru kapının önünde bir araba durdu. Christmas önce
Hermelinda’nın sesini sonra da yukarı çıkan ayak seslerini duydu.
Nick odaya girdi. Geçip koltuğa oturdu ve bacak bacak üstüne
attı. Sonra Christmas’m ceketine uzanıp cebinden sözleşmeyi çıkardı.
“Mayer şimdi de senin kıçını kaldırma zamanının geldiğini söylüyor,”
dedi. “Sözleşmeyi okudun mu?”
Christmas dönüp Nick’e bakmadı bile.
Nick, umursamaz bir edayla, “Hizmetçi, misafirinin olduğunu
söyledi,” dedi. “Eğlendin mi bari?”
Christmas yerinden kımıldamadı.
“Pek öyle gözükmüyor,” dedi Nick.
Sonra ayağa kalktı ve sözleşmeyi yeniden Christmas’m cebine soktu.
“Yarın sabah saat onda seni Mayer’ın ofisinde bekliyoruz. Tam
onda. Sözleşmeyi imzalayalım, tamam mı?”
Christmas, artık Ruth gibi kokmayan yastıktan başım kaldırmadı.
Nick tam kapıdan çıkmak üzereyken, “Dinle beni, Christmas,”
dedi. “Sanırım bir kız meselesi, değil mi? İstersen Hollywood’daki
tüm kızları...”
Christmas, Nick’e dönüp bakmadan, “Sen de bunun için buradasın,
değil mi?” diye homurdandı. “Sorunları çözmek için...”
Nick’in yüzü donuklaştı. “Yarın sabah tam onda,” deyip odadan çıktı.
Christmas, Yedinci Cadde’ye doğru yürümeye devam etti. Zenci
mahallesi gözükmeye başlamıştı. Önce yavaşladı, sonra durdu. Şehri,
iki haftadır uzak kaldığı yerleri yeniden özümsemesi gerekiyordu. O
iki hafta içinde başka biri olmuştu ve bu “başka biri’ nin nasıl biri
olduğunu keşfetmesi lazımdı.
O günün ertesi sabahı MGM stüdyolarına gitmişti. Yazma heyeca­
nını keşfettiği on bir numaralı küçük ofisinin kapısına bakmış ve kendi

599
Rüya Dağıtan Çocuk

kendine, “İşte sana kalan tek şey,” diye mırıldanmıştı. Ve o yepyeni,


sımsıcak heyecan duygusu da o an ona çok uzak gibi gelmişti.
Sonra dönüp Mayer’m ofisine doğru yürüdü. Saat ona iki vardı.
Sadık bir memur gibi saat tam onda randevusunda olacaktı. Henüz
elindeki sözleşmeyi reddetme şansı vardı. Aniden durdu. “Memur”
kelimesi kulaklarında çınlamaya başlamıştı. Memur. Kaya gibi ağır
bir kelimeydi. O sırada bir yerlerden bir ses geldi. Birisi megafonla bir
şeyler bağırıyordu. Christmas sözleşmeyi cebinden çıkarıp eline aldı
ve sesin geldiği tarafa doğru ilerledi. Geniş bir sürgülü kapının aralı­
ğından yapay bir bahçenin ve yine yapay bir çeşmenin projektörlerle
aydınlatılmış olduğunu gördü. Megafondan gelen bir emirle çeşmeden
su fışkırmaya başladı ve beyaz peruklar takıp yüzlerini beyaz pudraya
bulamış iki aktör göründü. O sırada Christmas, gözünü alan ışıklar
yüzünden yerdeki kabloları görmedi ve tökezledi. Megafondaki kişi
tekrar, “Sessizlik!” diye bağırdı. Bir başka ses de “Motor!” dedi. Ve
setin sessizliğinin arasından kameraların vızıltıları duyulmaya başladı.
Sahnenin kenarındaki bir sandalyede oturan yönetmen, “Motor!” der
demez iki aktör birden canlandı. Muhtemelen daha önceki sahnenin
devamı olarak iki aktör hızla yumruklaştılar ve sahnenin bitimine
doğru yürüdüler. Bu esnada yeniden yönetmenin sesi duyuldu: “Kestik!”
Kameralar sustu. Setin ışıkları yandı ve az önce bir saray bahçesini
andıran duvarların boyalı birer panel olduğu ortaya çıktı. Yönetmen
bazı kâğıtlar imzaladı. Aktörler bir aynanın önüne oturdular ve yüzle­
rindeki pudrayı sildiler. Sonra da peruklarını çıkardılar. Adamlardan
biri dazlaktı. Bu sırada başka bir adam yanlarına gelip aktörlere para
uzattı. Aktörler paralarını alıp saydılar. Christmas, onlara para veren
adamın, “Tamam, işiniz bitti,” dediğini duydu. Adamlar üstlerini de­
ğiştirdiler ve setten çıktılar. Christmas, tam onun yanından geçerken,
aktörlerden birinin diğerine, “Acele et,” dediğini duydu. “Yirmi dakika
içinde yedi numaralı stüdyoya olmalıyız. Daha kovboy kılığına gireceğiz.”
Memurlar gibi, diye düşündü Christmas.
O sırada elinde bir dosya tutan asistanlardan biri Christmas’a
yaklaşıp, “Siz kimsiniz?” diye sordu. “Sette ne işiniz var?”
Christmas dönüp kıza baktı ve gülümseyerek, “Hiç,” dedi. “Hiçbir
işim yok.”

600
Luca Di Fulvio

Oradan uzaklaşırken anlamıştı. Onun dünyası bu değildi. Hayır,


iyi bir memur gibi her sabah aynı saatte on bir numaralı ofiste ol­
ması gerekmiyordu. Hollywood endüstrisinin yarattığı, koşuşturan
insanlarla dolu yolları geçip stüdyolardan uzaklaşırken yepyeni bir
duygunun sarhoşluğundaydı. Christmas yazmaktan, karakterler ya­
ratmaktan hoşlanıyordu. Önce bu karakterleri hayal etmek sonra da
mürekkep yardımıyla bembeyaz kâğıdın üzerinde biçimlenmelerini,
can bulmalarım görmek gerçekten Christmas’ın başını döndüren yeni
bir hazdı. Annesi geldi gözünün önüne; ona tiyatrodan söz ederken
gözlerinin nasıl ışıl ışıl parladığını düşündü. Seyircinin heyecanlı ve
gergin sessizliğini hatırladı. Perdenin açılırken çıkardığı kutsal, tören­
sel, yumuşak hışırtıyı, perdenin ön tarafındaki bir bölmede gizlenmiş
orkestranın notalarının sıcaklığını, projektörlerin göz kamaştıran ışık­
larını hatırladı. Maria ile birlikte tiyatroya gittikleri ve Fred Astaire ile
tanıştığı gece geldi aklına ve tıpkı o an olduğu gibi yüreği heyecanla
sessizleşti. Yeniden o geceyi, o anı yaşıyormuş gibi nefesini tuttu ve
kendisini küf kokan karanlık salonda hissetti.
Birdenbire -bağıra çağıra gelen bir figüran grubuyla çarpışmamaya
çalışarak- MGM stüdyolarının giriş kapısının önünde durdu. Kara­
rını vermişti. Hâlâ elinde sımsıkı tuttuğu sözleşmeyi buruşturdu ve
California’nın sıcak rüzgârına bıraktı. New York’a dönecekti ve hemen
yazmaya başlayacaktı. Ama memur gibi değil, özgür ruhlu bir tiyatro
yazarı gibi. Christmas kararını vermişti, tiyatro için yazacaktı.
Harlem’e doğru yürürken kendi kendine gülümsedi. Henüz kimsenin
bu karardan haberi yoktu. CKC’nin eski binasına doğru yürüdü. Önce
oradan başlamalıydı. O yer, kendisini ilk keşfettiği yerdi.
Binanın olduğu Yüz Yirmi Beşinci Cadde’nin köşesini döndü. İki
blok ötede, Bessie’nin evinin önünde bir kalabalık vardı. Öyle ki insanlar
kaldırımdan taşmış, caddeye yayılmışlardı. Bir polis arabasının yanıp
sönen devriye ışığını gördü. Ancak iyice yaklaşınca bir değil, iki polis
arabası olduğunu fark etti. Hızla yürüyüp insanların arasına girdi ve
CKC’nin bulunduğu binanın önüne geldi.
Mutlu bir suratla etrafa bakman bir kadına yaklaştı ve “Neler
oluyor?” diye sordu.

601
Rüya Dağıtan Çocuk

Kadın dönüp Christmas’a baktı. Etli ve koyu renk dudaklarına bir


gülümseme yayıldı ve bembeyaz dişlerini göstererek, “Sen Christmas
değil misin?” diye sordu.
Christmas yeniden, “Neler oluyor?” diye sordu.
Kadın, kalabalığa dönüp, “Christmas da geldi!” diye bağırdı.
O an kadının sesini duyan herkes dönüp Christmas’a baktı ve “Christ­
mas burada!” sesleri ağızdan ağza yayılmaya başladı. Christmas’m
yakınında olan insanlar ona sarılıyor ve onu öne doğru itiyorlardı.
Hepsi elini uzatıp onunla tokalaşmaya çalışıyor, kimi sırtına vuruyor,
kimi onunla şakalaşıyordu.
İri yarı bir zenci, “Hey! Beni hatırladın mı?” diye sordu. Güçlü
kolunu binanın çatısına doğru uzattı. “Eski anteni çatıya çekenlerden
biriyim, hatta sana bisikletimi ödünç vermiştim.”
“Eski anten mi?” Christmas başını yukarı kaldırdı.
Çatıda ince ve uzun, yepyeni bir anten vardı. Antenin tepesinde
altın rengi bir küre dönüp duruyordu. Tam ortada yeşil ve altın rengi
bir saat vardı ve yedi otuzu gösteriyordu. En tepedeyse CKC harfleri
göze çarpıyordu.
Christmas iri yarı zenciye baktı. “Sen Moses olmalısın,” dedi.
Fakat zenci ona cevap vermedi. Kalabalığa dönüp, “Christmas geldi!”
diye bağırdı ve Christmas’ı tutup tüy gibi havaya kaldırdı. Başka bir
zenci de ayaklarından tuttu ve ikisi birlikte gülerek Christmas’ı havaya
fırlatmaya başladılar. Sonunda kendiliğinden bir insan kuyruğu oluştu
ve Christmas, bir kahraman gibi eller üzerinde taşınarak CKC’nin giriş
kapısına kadar getirildi.
Yere bıraktıkları zaman Christmas’m nefesi kesilmişti ve başı
dönüyordu. Tam karşısında duran Cyril ve Kari, mutlu bir ifadeyle
gülüyorlardı.
Cyril, Christmas’a sarıldı. “Hoş geldin, ortak,” dedi.
Christmas yeniden, “Neler oluyor?” diye sormaya çalıştı.
Fakat Kari da ona sımsıkı sarıldı ve “Hoş geldin, ortak,” dedi.
Christmas silkinip arkadaşlarının kollarından kurtulmaya çalıştı
ve bir adım geri giderek, “Biri bana burada neler döndüğünü anlatabilir
mi?” diye sordu.

602
Luca Di Fulvio

Cyril ve Kari güldüler.


Cyril, “Çatıya baktın mı?” dedi.
“Antenimiz nerede? Saatimize ne oldu?”
Cyril ve Kari yine güldüler. Diğer insanlar da gülmeye başladı.
Christmas öfkeyle, “Neler oluyor?!” diye bağırdı.
Cyril yanına geldi ve bir elini Christmas’ın omzuna attı. “Tamam,
tamam...” dedi. “Program değişikliği.” Sonra Karl’ı göstererek sözlerine
devam etti.
“Yöneticimiz sonunda hayırlı bir iş yaptı. Şuradaki beyleri görüyor
musun?”
Parmağıyla polis arabalarının yanında duran gri takım elbiseli
üç beyazı gösteriyordu. Adamlar olayları biraz uzaktan ama mutlu
bir yüz ifadesiyle izliyorlardı.
“Bu Polonyalı var ya, CKC’nin bağımsız bir merkezi olması konusunda
onları ikna etti. WNYC’nin stüdyoları muhteşem elbette, ancak... Ancak
biz bu delikteki rahatlığımızı orada bulamadık. Yönetime kendimiz
için yeni bir anten almayı önerdik. Onlar da sırf bununla yetinmeyip
bize piyasadaki en modern ekipmanı sağladılar...”
Kari heyecanla araya girdi: “Hepsi bu değil. Şimdilik sadece Bessie’nin
evinde çalışacağız ama yarın sabahtan itibaren işimiz ciddi olarak
başlayacak. En üst katı kiraladık. Üç yayın stüdyomuz ve ayrıca ofis­
lerimiz olacak, kısacası her şeyimiz hazır.”
Cyril de aynı heyecanla, “Bir sürü zenci de iş sahibi olacak!”
Christmas ne diyeceğini bilemiyordu. Sonunda, “İki hafta...” dedi.
“Sadece iki hafta yoktum ama döndüğümde ortalığın altını üstüne
getirdiğinizi görüyorum.” Sonra gülerek dostlarına sarıldı.
Kari koluna girip onu polis arabalarının yanma doğru götürdü.
“Gel, WNYC yöneticilerine bir selam verelim.”
Christmas yüzünde mutlu bir gülümsemeyle, “Etrafta bu kadar
çok zenci görünce mutlaka altlarına sıçmıçlardır,” dedi.
Üç yönetici, Christmas’m elini hararetle sıktılar. Birkaç övgü dolu
sözden sonra çok acil bir işleri olduğunu söyleyerek lüks bir arabaya
binip gittiler.

603
Rüya Dağıtan Çocuk

Kari, “Ben de onlarla gidiyorum,” dedi. “Aklımda CKC ile ilgili bir
sürü program var. Sıcağı sıcağına onlarla konuşmalıyım.”
Cyril, Karl’ın da arabaya binmesini bekledi ve ardından gülerek,
“Adam doğuştan yönetici,” dedi. “Başka hiçbir şey düşünmüyor.”
Sonra Christmas’a bir dirsek atıp devriye arabasının yanında duran
polisleri işaret etti ve içlerinde en yaşlı olanın yanma gitti.
Alaycı bir gülümsemeyle, “Affedersiniz, memur bey. Acaba saat kaç?”
diye sordu. Sonra elini çatıya doğru uzattı ve “Bilirsiniz, biz zenciler
çok aptalız. Kalkıp çalışmayan bir saat diktik çatının tepesine,” dedi.
Polisin yüzü gerildi, sağ yanağındaki bir kas seğirmeye başladı.
Çevredeki zenciler gülmeye başladılar ve hep bir ağızdan, “Saat
kaç, memur bey?” diye bağırarak arabaların etrafını sardılar.
Diğer üç polis memuru hemen ellerini bellerindeki silahlara gö­
türdü. Yaşlı polis sakin bir ifadeyle, “Saçma bir şey yapmayın,” dedi.
“Bu ahmaklarla ben ilgilenirim.”
Polis memuru dayandığı yerden doğruldu, yolun ortasına kadar
geldi. Başını kaldırıp yukarıya baktı. “Epey bir süredir bizimle dalga
geçtiğinizi kabul etmeliyiz,” dedi yüksek sesle.
Kalabalık güldü. Diğer polisler de ellerini silahlarından çekip gü-
lüyormuş gibi yaptılar.
Halkın arasından biri, “Saat kaç, memur bey?” diye sordu.
Yaşlı polisin yüzü aniden asıldı ve sesin geldiği yöne döndü. Sonra
hemen yumuşadı. Başını sallayarak gülümsedi ve şapkasını çıkarıp
seyrek saçlarını düzeltti. Sonra kalabalığa baktı.
“Burada hep yedi otuz olacak,” dedi.
Kalabalıktan hoşnut sesler ve gülüşmeler yükseldi, sonra da memuru
alkışlamaya başladılar. Polis de güldü ve arkadaşlarının yanma döndü.
“Hadi gidelim buradan. Zencilerin bu leş gibi kokusu midemi bu­
landırıyor.”
Arabaya bindi, motoru çalıştırdı ve iki yana açılan kalabalığın
arasından -peşinden gelen diğer polis arabasıyla birlikte- geçti.
Yanında oturan polis memuru, “Büyük adamsın, Charlie,” dedi
gülerek.

604
Luca Di Fulvio

Charlie, arabanın üstüne vurarak onları selamlayan zencilere gülüm­


seyerek ilerlerken, “Zenciler bizden aşağı varlıklardır, sakın unutma!”
dedi. “Ne zaman içlerinden biri elimize düşecek olursa, bizimle dalga
geçmenin ne demek olduğunu göstereceğiz.”
Bu sırada Cyril, Christmas’a, “Hadi yukarı çıkıp yeni yerimizi
görelim,” diyordu.
Cyril giriş kapısına doğru ilerlerken Christmas sokakta toplanmış
olan kalabalığa göz gezdirdi. İnsanların yüzünden mutluluk okunu­
yordu. Onlar için adeta bir bayramdı. Zencilerin arasında birkaç tane
de beyaz vardı. Bunlardan biri, koyu renk ve gür saçlı, göz çukurları
derin, kemerli burunlu, güçlü kuvvetli bir adamdı. Christmas’la göz
göze gelince kalabalığı yararak yanma geldi. “Ben Calabrialıyım,17” dedi
Christmas adamı tepeden tırnağa süzdü. Gösterişli takım elbisesi
üzerine biraz dar gelmiş gibiydi ve pantolonunun sağ arka cebinde bir
sustalı bıçak taşıdığı belli oluyordu.
“Sorun ne?” diye sordu.
“Brooklyn’deyim, dedi Calabrialı. Sonra Christmas’m kulağına
yaklaştı. “Ve tamamen kendime ait bir çetem var.” Sağma soluna ale­
lacele bir göz atıp yeniden Christmas’a döndü.
“Neden programında benden hiç söz etmiyorsun? Biraz reklam hiç
fena olmaz hani. Karşılığında ben de sana bir iyilik yaparım.”
Christmas gülümsedi.
Gangster, “Komik bir şey duymak ister misin?” diye fısıldadı.
“Adımı biliyor musun? Pasquale Anselmo! Bütün New York’ta FBI’da
çift dosyası olan tek kişi benim. Neden mi? Çünkü hangisi adım, hangisi
soyadım, bilen yok. Dosyanın biri ‘Pasquale Anselmo’ adına, diğeriyse
‘A nselmo Pasquale’.”
Gangster bir tepki bekleyerek Christmas’a baktı. “Anlamadın mı?”
Sonra gülmeye başladı. “İyiydi ama, değil mi?”
“Evet, iyiydi, Calabrialı,” dedi Christmas. Adama gülümsedi. “Sen
programı dinlemeye devam et.”
Bu sırada saten bir takım elbise giymiş, iri yarı bir zenci yanlarına
geldi. “Bu ne iş?” diye sordu. “Beyazlara reklam var, zencilere bir şey

17 Calabria: İtalya’nın güney ucundaki bir bölge, (yay. n.)

605
Rüya Dağıtan Çocuk

yok mu?” Calabrialımn tam önünde durup ona yan yan baktı. “Sadece
İtalyanların, Yahudilerin veya İrlandalIların mı yüreği var?”
“Çekil ayağımın altından, pezevenk,” dedi Calabrialı.
“Sen benim mıntıkamdasın, bok herif!” diye çıkıştı zenci.
O sırada Cyril ikisinin arasına girdi.
“Tamam, tamam... Kesin sesinizi. Gidin başka yerde hesaplaşın!”
Calabrialı, zenciye ters ters baktı. “Görüşürüz, pezevenk!” dedi ve
kendinden emin adımlarla uzaklaştı.
Zenci de onun arkasından, “Ne zaman istersen,” diye bağırdı.
Cyril, Christmas’m koluna girdi ve birlikte binaya doğru ilerlediler.
“Ben de bir ev aldım, Christmas. Çok büyük bir ev. Harlem’de evler
sudan ucuz,” dedi. Bir zamanlar Bessie’nin olan ama şimdi tamamen
CKC’nin merkezi haline gelen dairenin kapısını açtı. “Bessie artık bi­
zimle kalıyor. Sonuçta onlar da bizim aileden.”
Cyril kapıyı ardına kadar açıp Christmas’ın girmesini bekledi. Daire
boya kokuyordu. Her taraf açılmamış kutularla doluydu. Tavandan,
duvar diplerinden kablolar geçiyordu.
Cyril gururla, “Henüz bir boka benzemiyor ama yakında harika
bir yer olacak.”
Sonra kutulardan birini açtı ve bir mikrofon çıkardı. “Bu senin,”
dedi. “Çok hassas bir alet.”
Christmas etrafına bakındı. Evim, diye düşündü. Evime döndüm.
Cyril, Christmas’m yüzüne bakmadan, “Onu buldun mu?” diye sordu.
“Tiyatro için oyunlar yazmaya karar verdim.”
Cyril ona sessizce baktı. Christmas dairenin içinde dolaştı. Bazı
kutuları açtı. Yepyeni, modern ekipmana baktı. “Ondan söz etmek
istemiyorum,” dedi.
Cyril, kırık dökük bir sandalyeye oturdu. Yüzünü ekşiterek parmak­
larını ovuşturmaya başladı. Kısa bir sessizlikten sonra başını kaldırıp
Christmas’a gülümsedi. “Tiyatro, ha?” dedi. “Güzel. Tiyatroyu ben de
çok severim.”

606
66

Manhattan, 1928

Ancak yazmaya başlamak hiç de düşündüğü kadar kolay olmadı.


İlk gün, Underwood yazı makinesinin karşısında tek satır yazmadan
geçti. Nasıl başlayacağını bilemeden bembeyaz kâğıda bakıp durdu.
Sanki korkuyordu. Sanki onu, alaycı bir gülümsemeyle hayatla yüz­
leştiren, Aşağı Doğu Yakası’nm yoksul sokaklarından dışarı yönelten
bilincini kaybetmişti. Sanki dünya aniden sadece başarı ve paradan
oluşan ciddi bir serüven oluvermişti. Sanki daha çok vurdumduymaz
olması gerekirken hayat onu daha tedbirli olmaya zorlamıştı. Şimdi,
kaybetmekten korktuğu bir şeyler vardı ve artık riske girmeye cesa­
ret edemiyordu. Hayata karşı cimrileşmişti ya da onu ciddiye almaya
başlamıştı.
İçinde bir şeyler susmuş gibiydi. Ya da tüm dünya susmuştu veya
dünya ile arasına koca bir duvar girmişti.
CKC illegal olmaktan çıkmıştı ve artık tüm New York onu dinleye­
biliyordu. Merkeze günde yüzlerce mektup geliyordu ve hepsi Christmas
içindi. İltifat, sevgi, hayranlık dolu mektuplar.
Kadınlar artık anlaşıldıklarına inanıyorlardı. Erkekler daha yürekli
olduklarını hayal ediyorlardı. Çocuklar onun gibi olmak, genç kızlarsa
bir gün onunla karşılaşıp aşklarını dile getirmek istiyorlardı. Kari, bir
duvar panosu hazırlamış ve Diamond Dogs’a gelen mektupların ana
başlıklarını yazmıştı. Bir anda tüm bu ilginin yükünü omuzlarında
hissetmeye başladı. A rtık kamuya mal olmuş bir kişilikti ve kendi
görüntüsünün içinde hapsolup kalmaktan korkuyordu.

607
Rüya Dağıtan Çocuk

İşte bu yüzden, ilk gün tek satır yazamadı. Underwood’a takılı


beyaz kâğıda bakıp durdu. İkinci gün kendini zorladı, MGM stüdyo­
larının on bir numaralı ofisinde içinde canlanan heyecanı bulmaya
çalıştı. Korkarak birkaç tuşa bastı. Bu ilk harflerin havada uçuşma­
larını duymak, tiyatronun sessizliğini yırtacak sesi dinlemek istedi.
Ama olmadı, yeterli değillerdi. Onları silip yeni kelimeler yazdığında
bu kez de çok fazla olduğunu gördü. İstediği dengeyi kuramıyordu. Bir
hikâye yazmak, karakterleri yaratmak, aralarında en gerçek şekliyle
bir bağ kurmak, Mayer’a yazdığı o kabataslak satırlardan daha karma­
şık, radyo başında doğaçlama anlatmaktan daha zordu. Bir hikâyenin
kahramanlarının hayatı, o hikâyenin hayatı için güvence olmuyordu.
Üçüncü gün, kendini tuşlara balıklama atmaya karar verdi. Ak­
lına geleni yazacak, sonra onları birbirine bağlayacaktı. Çözüm yolu
bu olmalıydı.
Bu düşünceyle gözlerini kapadı ve hayal etmeye çalıştı. Gözlerinin
önünde, duman altında kalmış bir bilardo salonu canlandı. Ve yavaş
yavaş sahne netleşmeye başladı. Gömleklerinin kollarını dirseklerine
kadar kıvırmış, koltukaltlarındaki tabancaları belli olan birkaç gang­
ster bilardo oynuyordu. Christmas, barın üzerine dizilmiş kaçak viski
şişelerini gördü. O sırada bir adam salonun kapısını hızla açarak içeri
daldı ve gangsterlerin üzerine ateş açtı. Hepsini teker teker öldürdü ve
kısa bir süre, salona aniden hâkim olan sessizliği dinledi. Daha sonra
Christmas katilin kahkahasını duydu. Adam bardan bir şişe viski aldı,
önce koca bir yudum içti, sonra da kahkahalar atarak içkiyi yerde
kan içinde yatan cesetlerin üzerine dökmeye başladı. Son yudumu
kafasına dikti ve kapıya doğru ilerledi. Christmas, adamın tam kapıda
durduğunu, bir kibrit çıkarıp yaktığını ve bir anlık tereddütten sonra
yüzünde alaycı bir gülümsemeyle kibriti alkol gölünün içine attığını
gördü. Bir anda bütün salon alev aldı. Sonra karanlık... Sahne bitmişti.
Christmas gözlerini açtı ve yüreği heyecanla çarparak gördükle­
rini yazmaya başladı. Kendi kendine, “Ayakta alkışlanacak bir sahne,”
diyerek güldü. Karanlık... Alkışlar... Çok heyecanlıydı. Makinesinin
üzerine kapandı ve aralıksız yazmaya devam etti. Sahneyi bitirdiği
zaman kâğıdı makineden çıkardı ve sağ tarafına koydu. Sol tarafın­

608
Luca Di Fulvio

daki desteden bir kâğıt daha aldı, makineye yerleştirdi. Bir süre beyaz
kâğıda baktı. Sonra gözlerini kapadı.
Aşağı Doğu Yakası’ndaki bir evi düşündü. Yere oturmuş bir kadın,
sırtını eski püskü divana dayamış, ağlıyordu. Elinde de bir fotoğraf
vardı. Gözyaşları fotoğrafı ıslatmıştı. Bunu gören kadın fotoğrafı kal­
bine bastırdı. Genç ve güzel bir kadındı. O sırada kapı çalındı ve içeri
bir adam girdi. Yüzü gölgedeydi. Yerinden hiç kımıldamadan ağlayan
kadına bakıyordu. Kadın başını kaldırıp adama baktı. “Onu vurdular,”
diye hıçkırdı. “Güzel Sonny’mi bilardo salonunda vurdular.” Bunun
üzerine adam genç kadının yanma gidip ona sarıldı. Seyirciler ara­
sında bir uğultu başladı, adamı tanımışlardı; az önce bilardo salonuna
saldıran katildi. Adam, kadının başmı göğsüne yasladı ve saçlarını
okşayarak, “Onu vuran şerefsizi bulacağım,” dedi. Yeniden karanlık
ve alkışlar, alkışlar...
Christmas, evin detaylarını, kadının yüzünü ayrıntılarıyla yaz­
maya devam etti. Son satırlara geldiğinde başını kâğıttan kaldırdı ve
yazmaya karar verdiğinden beri parktaki banka bir kez olsun dönüp
bakmadığını fark etti. Oysa bu evi sırf o bankı görebilmek için almıştı.
Kendisini rahatsız hissetti, sanki Ruth’u aldatmıştı.
Hızla sahnenin sonunu yazıp bitirdi, kâğıdı makineden çıkarıp
yerine yenisini taktı.
Sonra evden çıktı ve CKC’ye doğru yürümeye başladı. Birazdan
programı başlayacaktı. Ancak parktan geçmedi, hâlâ içindeki o ra­
hatsızlık devam ediyordu. Omuzlarını silkti. Yazıyordum, diye geçirdi
aklından. A rtık bir görevi vardı; tiyatro için oyunlar yazmak. Artık
olmayan birini düşünmeye devam edemezdi. Bu olanları isteyen kendisi
değildi. Ruth’u aramış ve onu hiç kimseyi arzulamadığı kadar arzula-
mıştı. Oysa Ruth ondan kaçmış, onu kandırmıştı. Şimdi o, Christmas
Luminita idi; zengin, ünlü, önemli ve her gün binlerce aşk mektubu
alan bir adam. A rtık kendi hayatı, kendi kariyeri ile ilgilenmeli ve
önüne bakmalıydı.
Program bittiği zaman, yüzünde kibirli bir ifadeyle, “Nasıldı?”
diye sordu.
Kari, “Biraz paslanmış gibisin,” dedi.

609
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas, beklemediği bu cevap karşısında irkildi. “Ne demek


o?” diye sordu.
“Sanki bir şeyleri ezberden okuyorsun... Yani, nasıl desem...”
Christmas öfkeyle, “Ne saçmalıyorsun, Kari?” dedi. “Bence ola­
ğanüstüydü.”
“Demek istediğim...”
“Ne?”
“Sanki kendin değilsin, kendini taklit ediyorsun.”
Christmas ayağa kalktı. “Siktir git, Kari,” dedi. “Bana artistlik
yapma.” Sinirli bir ifadeyle güldü. Başına iki yana sallayıp, “Ne demek,
kendini taklit ediyorsun?” dedi. Yeniden güldü ve Cyril’e baktı. “Adamı
duydun mu? Kendim gibi değilmişim. Ben tam kendim gibiyim, lanet
olası. Mükemmel bir program oldu. Herkesi avucumun içine aldım,
bunu hissedebiliyorum. Öyle değil mi, Cyril?” Cyril’den iltifat bekler
gibi zenciye gülümsedi. “Kendim gibi değilmişim, peh.”
“Gerçekten ne düşündüğümü bilmek ister misin?”
Christmas bir kaşını kaldırdı ve kibirli bir gülümsemeyle kollarını
iki yana açtı.
“Durma, söyle.”
“Şişirilmiş bir balon gibisin.”
Christmas birden taş kesildi. Sadece bir an için. Üzerinde kalın
bir kabuk varmış ve Cyril’in sözleri bu kabuğa çarpıp geri dönmüş
gibi hissetti. Güldü; alçak gönüllülükten uzak, kendini beğenmiş bir
gülüştü bu. Sonra birden ciddileşti. Parmağını Cyril ve Karl’a doğru
sallayarak, “Bir şeyi unutmamanız gerekiyor,” dedi. Yüzündeki soğuk
ifade, yüz hatlarını da katılaştırıyordu. “Ben olmasam...”
Cyril, “Sakın devam etme, evlat,” dedi. Bakışları sert, kararlı ve
otoriterdi.
Christmas sustu ama parmağını hâlâ tehdit eder gibi onların yü­
züne doğru sallıyordu.
Cyril, Christmas’ın gözlerinin içine bakmaya devam ederek, “Sakın
söyleme,” diye tısladı.
Christmas bir adım geriledi. Elini indirdi ve küçümseyen gözlerle
gülümseyerek adamlara baktı. Bir şey söylemek için ağzını açtı. Ama

610
Luca Di Fulvio

aniden arkasını dönüp stüdyodan çıktı. Yolda, tanıdık bir Ford Model
T gördü.
“Santo!” diye seslendi. Kendini neşeli göstermeye çalışarak zoraki
güldü ve arabanın kapısını açtı. “Ne işin var burada?”
“Seni görmeye geldim, patron.” Santo, arabasının direksiyona vu­
rarak, “Adam kaçırdığımız o günleri nasıl özlüyorum, bir bilsen,” dedi.
Christmas güldü. Dirseklerini arabanın üstüne dayayıp, “Evet,”
dedi. “Şimdi ise beni görmek için kapıya gelip kuyruk oluyorlar.”
Santo gururla güldü. “Büyük adamsın,” dedi.
“Bugünkü programı dinledin mi?”
“Ne mümkün! Çalışıyordum, çok üzgünüm. Ama Carmelina kesin
dinlemiştir...”
Christmas, Santo’nun sözünü kesti: “Mükemmeldi. Yine herkesi
avucumun içine aldım.”
Santo, arkadaşına hayranlıkla baktı. “Yeni bir ev aldım, biliyor
musun?” dedi.
Christmas dalgın gözlerle, “Sahi mi?” diye sordu.
“Brooklyn’de... Ömür boyu taksit ödeyeceğim ama çok güzel bir
ev. İki katlı.”
“Tebrikler...”
“Görmek ister misin?” Santo heyecanlanmıştı. “Hatta akşam ye­
meğini birlikte yiyelim mi? Carmelina çok sevinir.”
“Hayır, ben...”
“Hadi ama patron. İtalyan mutfağı.”
“Hayır, Santo.” Christmas dirseklerini arabanın üstünde çekti ve
ellerini cebine soktu. “Maalesef gidip birileriyle görüşmem gerekiyor.
Bilirsin işte.”
Santo’nun yüzü hayal kırıklığıyla gölgelendi ama hemen toparlanıp
gülümsedi.
“Doğru ya, sen önemli bir adamsın. Önceden randevu almak ge­
rekiyordu.”
Christmas utanmıştı. “Önümüzdeki günlerden birinde sizi ziyarete
gelirim,” dedi.

611
Rüya Dağıtan Çocuk

“Gerçekten mi?”
“Söz veriyorum.” Christmas bir ayağını hafifçe kaldırdı. “İlk fır­
satta Brooklyn’deyim.”
Santo, idolüne hayran hayran baktı. “Seni özlüyorum, patron,”
dedi. “Söylesene, kodese girdiğimiz geceyi hatırlıyor musun? Hani
bir keresinde de...”
Christmas kabaca, “Gitmeliyim, Santo,” dedi.
“Öyleyse bize geldiğin zaman eskilerden konuşuruz. Söz verdin
bak, unutma!”
“Söz.”
Santo neşeli bir ifadeyle, “Biz kimiz?” diye bağırdı.
Christmas heyecansız bir ses tonuyla, “Diamond Dogs,” diye cevap
verdi.
“Evet! Bize Diamond Dogs derler!”
Christmas gülümsedi. “Hadi git artık. Carmelina seni merak eder.”
Santo motoru çalıştırdı. “Diamond Dogs,” diye mırıldandı. Sonra
Christmas’a bakıp, “Karşılaşmasaydık hayatım bir boka benzemeye­
cekti, patron,” dedi. “Bunu biliyor musun?”
“Hadi bas git, koca kafa.” Christmas arabanın üstüne vurdu. Santo
gülümseyerek Christmas’a selam verdi ve hareket etti.
Christmas yolun ortasında durup Santo’nun gözden kayboluşunu
izledi.
“Mükemmel bir program oldu,” dedi kendi kendine. “Tüm dinle­
yenleri avucumun içine aldım.”
O sırada arkasından gelen sesleri duydu. Dönüp baktı. Cyril ve
Kari birbirleriyle şakalaşarak kapıdan çıkıyorlardı. Christmas hemen
karanlık bir köşeye saklandı ve onların uzaklaşmasını bekledi. Sonra
ağır ve yorgun adımlarla eve döndü. Tek başına. Sadece sırtındaki
kabuğuyla.
Yazı makinesinin başına oturdu. Underwood’a beyaz bir kâğıt taktı
ve tuşlara basmaya başladı. Katil, kadının sevdiği adamı öldürmüştü.
Şimdiyse onu yatağa atmaya çalışıyordu. Ve o adi herif kadını baştan
çıkarmaya çalışırken vurduğu adamın en yakın arkadaşı olduğu or­

612
Luca Di Fulvio

taya çıkıyordu. “Hayat bok gibi,” diyordu. “Bok gibi bir hayat yaşıyor,
sonra da ölüyorsun.”
Karanlık, alkışlar, alkışlar... Ve sonraki sahne.
Christmas kâğıdı makineden çıkardı ve diğerlerinin üzerine koydu.
Gözlerini ovuşturdu. Çok yorgun ve çok huzursuzdu. Midesinde adeta
bir taş oturuyordu. Sürekli Cyril’in sözlerini düşünüyordu. Ona, şişiril­
miş balon, demişti. Bu sözler onu incitmemişti, çünkü kaim bir zırhı
vardı. Üstelik zenci bir tamircinin saçmalıklarını dinlemekten daha
önemli işleri vardı. Brooklyn’deki iki katlı boğucu bir evde, Santo ve
Carmelina ile yemek yemekten daha iyi şeyler yapabilirdi. A rtık o bir
yazardı, bir oyun yazarı. Pencereden dışarı baktı. Karanlık bir geceydi
ve parktaki bank gözükmüyordu. Onun da önemi yoktu. Öfkeyle ye­
rinden fırladı, döner koltuk yere düştü. Pencereyi açtı ve “Hiçbir şey
umurumda değil!” diye bağırdı. Sonra pencereyi kapadı, koltuğu yerden
kaldırdı ve yerine oturup makineye yeni bir kâğıt taktı.
Önce karanlık. Sonra ışık. Bir polis merkezi. Kadın, bir masanın
önünde oturuyor. Genç bir kadın dedektif ona sorular soruyor. Kadın,
soruları tek heceli kelimelerle cevaplıyor. Sonra dedektif ona, seyircilerin
katil olduğunu bildiği adamı tanıyıp tanımadığını soruyor. Genç kadın,
dedektife bakıyor. “Evet,” diyor. “Sonny’min en yakın arkadaşıydı.” O
zaman dedektif kaşlarını çatıyor...
Christmas aniden, “Neler saçmalıyorum?” diye bağırdı ve kâğıdı
makineden çekip yırttı. “Ne saçma sapan şeyler bunlar!”
Yeni bir kâğıt aldı ve makineye taktı.
Önce karanlık. Sonra ışıklar yanar. Şafak vaktidir. Red Hook’taki
inşaatın önünde iki araba durmaktadır. Birinden katil iner, diğerinden
tıknaz bir mafya babası. El sıkışırlar. Mafya babası, “Güzel iş çıkar­
dın,” der. Katil, bir şey demeden silahını okşar. Patron, adamlarından
birine işaret eder. Gangster arabanın bagajını açar, içinden bir paket
çıkarır ve götürüp katile verir. Katil paketi açar, içi para doludur. O
parayı sayarken mafya babası silahım çeker, katilin ensesine dayar ve
ateş eder. Katil yüzükoyun yere yığılır. Gangster yere saçılan paraları
toplar, patronuna uzatır. Sonra birlikte arabaya binerler.
Karanlık, alkışlar... Sahne biter.

613
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas gerindi. Bir elini boynuna götürüp masaj yaptı. Sonra derin
bir nefes aldı. Bir süre kımıldamadan oturdu. Sanki artık çıkarılacak
bir ses kalmamıştı, kımıldaması ya da düşünmesi için bir neden yoktu.
Artık Cyril yoktu, Kari yoktu. Santo ve Carmelina da yoktu. Hiç kimse
ve hiçbir şey yoktu. Diamond Dogs yoktu. Ne Hollywood ne radyo ne
de hayran mektupları. Ne gazeteler onlardan söz ediyor ne de banka
hesabına her gün yeni meblağlar ekleniyordu. Belki artık kendisi de
yoktu. Şişirilmiş bir balon. Kendi kendinin karikatürü.
Pencereden karanlık parka baktı. Onların aylarca oturduğu bank
yoktu, New York şehri yoktu. Sadece tüm dünyayı ondan, onu da tüm
dünyadan gizleyen kabuğu vardı.
Sadece acısı vardı; bir bulaşıcı hastalık ya da kanser gibi içinde
haykıran acısı. O kabuğun içinde zaten bundan başka bir şey yoktu.
Bir tek Ruth vardı.
Ve artık o da yoktu.
Christmas yerinden kalktı ve ağır ağır yürüyerek evden çıktı. Par­
kın girişinde durdu. Şu an bankı görmek istemiyordu ama orada, iki
adım ötesinde olduğunu biliyordu. Sadece bir adım atması, ayaklarının
çimlere değmesi yeterliydi. Ama yapmadı. Hareket etmeden durdu.
Gözyaşları yanaklarından süzülmeye ve kabuğunu kırmaya başladı.
Hemen arkasını dönüp evine, o boş eve geri döndü. Masanın üze­
rinden yazdığı hikâyeleri aldı ve hepsini tek tek yırttı. Sonra Under-
wood yazı makinesini alıp hızla duvara çarptı. Bağıra bağıra ağlayarak
kendisini yatağa attı. Bir süre sonra derin bir uykuya daldı.
Ertesi sabah uyandığında ne banyo yaptı ne de üstünü değiştirdi.
Bir tarafı ezilmiş, tuşlarının çoğu yerinden fırlamış yazı makinesine
dönüp bakmadan yerlere saçılmış kâğıt parçalarının üstüne basarak
evden çıktı. Bir kafeye girdi ve sert bir kahve istedi. Sonra annesine
gitmeye karar verdi. Kafeden çıkıp Broadway’e doğru yürümeye başladı.
O sırada karşı kaldırımdaki bir gazeteci çocuk elindeki gazeteyi
havaya doğru sallayarak bağırıyordu: “Rothstein’ı vurdular! Büyük
Patron çok ağır yaralı!”
Christmas yüzüne tokat yemiş gibi oldu. Trafiğe aldırmadan karşıya
geçti ve gazeteci çocuğa yetişip elindeki gazeteyi kaptı.

614
Luca Di Fulvio

Çocuk, “Heey!” diye itiraz edecek oldu.


Christmas, “Dün gece, saat 22.47’de Central Park...” diye haberi
hızla okumaya başladı.
Çocuk yeniden, “Heey!” diye seslenerek ceketinin eteğine yapıştı.
Christmas elini cebine attı, bir dolar çıkardı ve çocuğa verdi. Sonra
okumaya devam ederek yürümesine devam etti.
Çocuk, “Bir dolar!” diye bağırdı. “Teşekkürler, efendim.”
“... Central Park Oteli’nin asansör görevlisi Vince Kelly, Arnold
Rothstein’ı bir servis asansöründe ağır yaralı halde buldu. Ünlü gang­
ster karnından vurulmuştu...”
Christmas başını gazeteden kaldırdı. Bir an boş gözlerle etrafına
bakındı. Sonra hemen yeniden okumaya başladı. Büyük Patron, New
York Polyclinic Hastanesi’nin acil servisine kaldırılmıştı. Onu vuran
kişinin adını isteyen polislere cevşıbı, “Kendisiyle bizzat ilgileneceğim,”
olmuştu.
Christmas gazeteyi katladı ve bir taksiye ıslık çaldı.
“Polyclinic Hastanesi’ne.”
Taksi, hastanenin önünde durunca Christmas bir an için bacaklarını
hissetmedi. Adeta taş kesilmişti. Daha önce sadece bir kez hastaneye
gitmişti, o da Ruth için. İçeri girince hastaneye özgü o dezenfektan
kokusu burnuna doldu. Başının döndüğünü hissetti. Sonra iki polisin
asansöre doğru ilerlediğini gördü ve onlara yetişip aynı kata çıktı.
Koridor polis denetimindeydi.
Christmas, görevli polislerden birine yaklaşıp, “Rothstein’ı gör­
meliyim,” dedi.
“Akrabası mısınız?”
“Lütfen, onu görmeliyim.”
“Gazeteci misin?”
“Hayır. Ben... Ben onun bir dostuyum.”
O sırada yanlarından geçen bir başkomiser, “Rothstein’ın dostu yok,”
dedi. Sonra durdu ve geri döndü. Tam Christmas’m karşısında durup,
“Seni tanıyorum...” dedi. Ve aniden bileğinden tutup yüzünü duvara
çevirdi. Yanındaki polise, “Üstünü ara,” dedi. “Ben bu piç kurusunu
tanıyorum. Bahse varım sicilin epey kabarıktır, serseri.”

615
Rüya Dağıtan Çocuk

Polis memuru, “Temiz, efendim,” dedi. Sonra elini ceketinin içi


cebine sokup cüzdanını aldı ve içinden Christmas’m kimliğini çıkardı.
“Christmas Luminita,” dedi.
Başkomiser, “Christmas Luminita mı?” dedi. “Hemen bırak onu.”
Sonra kollarını iki yana açtı ve başmı sallayarak, “Affedersiniz,
Bay Luminita,” dedi. “Ama... Anlamanız gerek... Kahretsin!” Sonra
polis memuruna döndü.
“Christmas Luminita. Diamond Dogs.”
“Radyodaki Diamond Dogs mu?”
“Evet, radyodaki, budala.”
Christmas araya girdi. “Rothstein’ı görmek istiyorum, mümkün
mü?” diye sordu.
Yüzbaşı tereddütle etrafına bakındı. “Sadece sizin için buna izin
verebilirim,” dedi. “Gelin...”
Biraz yürüyüp kapalı bir kapının önünde durdu. Christmas da
adamın peşinden geldi.
“Eğer bir dost tavsiyesi isterseniz, etrafta Rothstein’ın dostu ol­
duğunuzu söylemeyin.”
Christmas odaya girerken, “Teşekkürler, başkomiser,” dedi.
Rothstein gözleri kapalı yatıyordu. Solgun yüzü ter içindeydi. Yüzü­
nün çizgilerinden acı çektiği anlaşılıyordu. “Sen misin, Carolyn?” dedi.
“Hayır, efendim. Benim, Christmas.”
Rothstein gözlerini açtı ve başmı çevirip Christmas’a baktı. Gü­
lümseyerek, “Hep kazanan atım,” dedi. Sesi yorgundu.
Christmas yatağa yaklaştı. “Nasılsınız?” diye sordu.
Rothstein gülümsedi. “Ne biçim soru bu, serseri?” dedi. Elini yatağın
kenarına vurdu. “Gel, otur. Cidden hatırı sayılır bir adam olmuşsun.
Yoksa odaya kuş uçurtmuyorlar.”
Christmas, yatağın yanındaki sandalyeye oturdu. Bir süre, New
York’u yöneten adama baktı. Yaralı da olsa, acı da çekse, o kendisine
özgü azametini kaybetmemişti.
“Bana radyo için borç verdiğiniz o beş yüz doları hatırlıyor mu­
sunuz, Bay Rothstein? Şu an beş bin oldu.”

616
Luca Di Fulvio

“Bana hiçbir şey borçlu değilsin, delikanlı. Sen de dursun hepsi.”


Rothstein zorlanarak gülümsedi. “Gerçekten beceriksiz bir gangster
olurmuş senden. Eski bir kuraldır: Ölen adama borç ödenmez.”
“Ama bahse girdik ve siz kazandınız...”
Rothstein güçlükle nefes alıyordu.
“O parayı sana bahis için vermedim. Neden verdim, dersin? Çünkü
sen dürüst bir insansın. Ve hiçbir dürüst insan benden para istemedi.
Namuslu insanlar benim paramdan iğrenirler. Babam bile benim pa­
ramı istemedi. Onlara el altından vermek zorunda kaldım.”
Rothstein gözlerini kapadı ve ince dudaklarını ısırdı. Sonra dönüp
Christmas’a baktı. Kısa bir süre ağzını açarak nefes almaya çalıştı.
“Sen, benim paramı isteyen ilk ve tek dürüst adamsın. Sana bu
yüzden o parayı verdim. Ve eğer geri vermezsen beni çok mutlu etmiş
olursun.”
Sonra elini ağır ağır kaldırıp Christmas’a yaklaşmasını işaret etti.
“Şimdi sana söyleyeceğim şeyi asla açıklamayacağına dair yemin
eder misin?”
“Ederim.”
Christmas oturduğu sandalyeden kalktı ve kulağını Rothstein’ın
dudaklarına yaklaştırdı.
Büyük Patron, Christmas’m kulağına onu vuran kişinin adını fı­
sıldadı.
Christmas bir süre hareketsiz kaldı. Sonra yavaşça geri çekildi ama
gangsterin yanından kalkmadı. Heyecanlanmış ve oldukça sarsılmıştı.
“Neden özellikle ben?” diye sordu.
“Çünkü bu ismi kendimle birlikte mezara sokacağımı bilmek beni
delirtiyor... Ama bunu sadece dürüst birine söyleyebilirim.” Rothstein
cansız eliyle Christmas’m yüzüne hafifçe, okşar gibi vurdu.
Christmas kalkıp sandalyeye oturdu.
“Sen burada güvenebileceğim tek insansın. O hainin adını açık­
lamayacağına söz verdin ve bu sözü ölene dek tutacağım biliyorum.”
Rothstein’ın sesi gittikçe zayıflıyordu.
“Bunu Lepke’ye söylemiş olsaydım... Katilim bir saat içinde ölmüş
olurdu. Bu... Diğer adamlarım için de geçerli. Hepsi aynı şeyi yapardı.”

617
Rüya Dağıtan Çocuk

Rothstein ağzını açarak nefes almaya çalışıyordu. Ani bir acıyla


yüzünü ekşitti.
“Ve ben o piç kurusunun ölmesini istemiyorum...”
“Neden?”
Rothstein zar zor gülümsedi. “Benimki son bir zar atışı,” dedi.
“Bahse varım... İhtiyarladığında bu hikâye... Katilimin adını söyleme­
diğim... Sadece... Sadece ‘Onunla ben ilgileneceğim’ dediğim... Hâlâ
konuşuluyor olacak. “ Christmas’a göz kırptı ve gülmeye çalıştı.
“Kendim için anlamlı bir son hazırlıyorum. Eğer o piçin adım açık-
lasaydım... Sıradan bir itin beni vurduğu anlaşılacaktı... Ve onun... O
piç kurusunun cesedi bile, Büyük Patron’u vurduğu için ünlü olacaktı...
Ve benim sonum da... Tıpkı bütün gangsterlerin olduğu gibi... Acınası
bir son olacaktı... Ancak bu şekilde... Ölümüm bile tarihe yazılacak...
Efsane olacak.”
Rothstein içini çekti, gözlerini kapadı. Burun delikleri açılıp ka­
panıyordu. Birkaç dakika böyle geçti. Sonra gözlerini açıp yeniden
Christmas’a baktı.
“Bunu senden öğrendim,” dedi. “Saçma sapan hikâyeler uydurmayı...”
O sırada öksürmeye başladı.
Christmas çekinerek elini uzattı ve Rothstein’m elini tuttu. Gang­
ster de kalan gücüyle Christmas’ın elini sımsıkı tuttu.
“Hadi şimdi çek git buradan.”
Rothstein’m sesi artık zayıf bir soluk gibiydi.
Christmas, oda kapısının önünde Rothstein’m eşi Carolyn’le karşılaştı.
Kısa bir süre bakıştılar. Sonra kadın sessizce kocasının yanma girdi.
Ertesi gün Rothstein komaya girdi ve o gece öldü.

Christmas, birkaç gün sonra yaptığı programın sonunda, “Union Field


Mezarlığı’nda ne kadar çok insan vardı anlatamam,” dedi. “Bir sürü
kötü adam ve birkaç dürüst insan. Bu, Arnold’ı üzmüş olmalı. Seçtiği
yol, dürüst bir insan olmasına izin vermiyordu ama dürüst insanları
sevmesine engel de olamıyordu. Değer vermeyi bilen biriydi. New York,
o da artık senin bir parçan. Sakın bunu unutma. Çünkü sen busun,
New York; karanlık ve ışık.”

618
Luca Di Fulvio

Sonra başını kaldırıp Cyril’in bağlantıyı kesmesini bekledi. Ancak


karşısında Kari duruyordu ve eski günlerde olduğu gibi, başıyla be­
ğendiğini anlatmaya çalışıyordu. Christmas dönüp Cyril’e baktı. Yaşlı
zenci de Diamond Dogs programına yeniden başladığından bu yana
hiç olmadığı kadar içten bir tebessümle ona bakıyordu.
Christmas o gece Santo’nun Brooklyn’deki yeni evine gitti.
Santo ve eşi Carmelina ile beraber fırında makarna ve patatesli
domuz inciği yedi.
Gece, Central Park’ın karşısındaki evine döndüğünde, duvara fır­
lattığı günden beri yerde yatan Underwood yazı makinesini kaldırıp
masasına koydu. Harf çubuklarını elinden geldiğince düzeltmeye çalıştı.
Taşların sadece biri kırıktı; R harfi. Masasına geçip oturdu ve maki­
neye temiz bir kâğıt taktı. Önce bir kalem alıp büyük harfle R yazdı.
Sonra diğer üç harfi tuşladı: U-T-H. Ruth. Sonra parmakları tuşlarda,
kımıldamadan ve tüm hayatı olan o isimden gözlerini ayırmadan durdu.
Başını kaldırıp pencereden dışarı baktı. Gecenin karanlığında
bankı göremiyordu ama orada olduğunu biliyordu.
Sonra birden akima işçilerin evde unuttuğu bir şey geldi. Kilere
koyduğunu hatırlıyordu. Cebine bir paket kibrit attı ve gidip kilerden
işçilerin unuttuğu gaz lambasını aldı
Sokağa çıktı ve tam parkın girişinde durdu. Bankı göremiyordu
ama orada, birkaç adım ötede olduğunu biliyordu. Sadece ayağını çim­
lere atması yeterliydi. Güldü. Bir ayağını yavaşça çimlere uzattı, sonra
diğerini. Sonra birden banka doğru koşmaya başladı.
Dönüp masasına oturduğunda pencereden dışarı, parka doğru
baktı. Parkın içinde zayıf bir ışık titreşip duruyordu; gaz lambasının
ışığıydı bu. Christmas şimdi bankı da görebiliyordu.
Ruth’un adının altına “DIAMOND DOGS: Bi Aşk ve Gangste
Hikâyesi” yazdı.
Sonra kâğıdı makineden çıkardı. Sağ tarafına koydu. Sol tara­
fındaki kâğıt yığınından yeni bir kâğıt aldı. Yazı makinesine taktı ve
tuşlara bastı.
“Bİ İNCİ SAHNE”

619
Rüya Dağıtan Çocuk

Derin bir nefes aldı ve tuşların üzerine kapanıp heyecanla yaz­


maya başladı. Makinenin kırık olan R tuşuyla karşılaştığı her kelimede
eliyle yazıyordu.
Ve şimdi, sağ tarafında hızla biriken kâğıtlarda hayatın aktığını
biliyordu.

620
67

San Diego - Neıuhall - Los Angeles, 1928

Ona Clarence yardım etmişti. Kendisine hiçbir şey sormamış ve sessizce


anlattıklarını dinlemişti. Sonrasında da sadece iki yorumu olmuştu. Biri,
“O delikanlı için üzgünüm,” diğeriyse, “Bayan Bailey seni özleyecek.”
Sonra odasına kapanmış ve birilerini aramaya başlamıştı.
Daha bir saat geçmeden Ruth’un yanına gelmiş ve “San Diego’ya
hiç gittin mi?” diye sormuştu.
İki gün sonra Ruth, yeni işvereni Barry Mendez’in ona bulduğu,
Logan Heights’taki yeni evine taşındı. Barry, otuz kırk yaşlarındaydı.
İnci gibi dişlerini ve neşeli gülüşünü görenler otuz yaşında olduğuna
inanırlardı. Ancak kırlaşmaya başlayan saçları ve pantolonunun
kemerinden sarkan koca göbeğiyle kırk yaşında gibiydi. Yıllar önce
Clarence’ın fotoğrafçılarından biriydi. Los Angeles’ta iyi bir kariyer
yapmış, sonra da San Diego’ya dönmüştü. Clarence onun için Ruth’a,
“Her ne kadar Amerika’da doğmuş olsa da ruhu hep MeksikalI kaldı,”
demişti. “Tembel bir dâhi.”
Barry Mendez’in bir fotoğraf stüdyosu vardı ve düğün fotoğrafları
çekiyordu. Müşterilerinin çoğu Meksika asıllıydı.
Barry, Ruth’a çektiği fotoğrafları gösterirken, “Az kazanıyorum,
hayatım,” demişti. “Ama çok eğleniyorum. Şu yüzlere bak. Onlara göre
evlilik hem çok ciddi bir olay hem de bir oyun. Nasıl da gururlular,
baksana.”
Ruth, Barry’nin çektiği fotoğrafların banyosunu yapıyordu. Barry
düğünlere gittiği zaman da dükkânda tek başına kalıyordu. Eğer pazar

621
Rüya Dağıtan Çocuk

gününe denk gelen düğün olursa o zaman Ruth da Barry ile birlikte
gidiyor ve ona yardım ediyordu. Ancak Barry’nin daha önemli bir işi
çıkmışsa Ruth tek başına çekime gidiyordu.
Önceleri boş zamanında ne yapacağını bilemiyordu. Minicik daire­
sinde yalnız başına oturuyor, gece yatağa girince de sık sık Christmas’ı,
onun teninde gezen ellerini düşünüyordu. Kaçtım çünkü hazır değildim,
diyordu hep kendi kendine. Böylece düşüncelerinin susacağını sanı­
yordu. Ancak yalnızlığının sessizliğinde anılar, eski ve yeni duygular
birer çığlık halini alıyordu. Kısa bir süre sonra sürekli evde kapalı
kalmak bu çığlıkları dayanılmaz hale getirmişti.
Böylece eline Leica’sını alıp San Diego sokaklarında dolaşmaya
başladı. Ve bir gün kendisini deniz kıyısında buldu. Doğada gördüğü
her şeyin fotoğrafını çekmeye başladı. Ama sesler, düşünceler, anılar ve
tutkular bir türlü susmuyordu. Zaman zaman hepsini daha az duyuyor,
umursamamayı becerebiliyordu. Ancak bu anlar çok kısa sürüyordu.
Hemen sorular ardı ardına beynine üşüşüyordu. Anılar onu yaşadığı
yerden alıp götürüyordu. Bazen Christmas’tan uzaklaşmak için Daniel’ı
düşünüyordu. Havada, Slater ailesinin rahatlatıcı lavanta kokusunu
arıyordu. Ama bu çabası da kısa sürüyordu.
Bir gün Barry, Tijuana’daki bir düğünün fotoğraflarını çekmek için
sınırı geçeceklerini söyledi. Ruth, en azından o gün düşüncelerinden
kurtulacağına sevinerek hazırlandı.
Sınıra yaklaştıkları sırada ters yönden gelen bir kamyonet gördü.
Arkasından da siren çalan bir polis arabası geliyordu. Ruth birden
polislerden birinin camdan elini çıkarıp ateş etmeye başladığını gördü.
Kamyonet yan yattı ve yolun kenarına sürüklendi. Barry hemen durdu.
Ruth arabadan inip fotoğraf çekmeye başladı. Alnından yaralanmış
bir kadın, elleri havada araçtan dışarı çıkıyordu. Arkasında gözleri
korkuyla açılmış iki çocuk göründü. Onların arkasından da iki adam
çıktı. Açık renk pantolonları leş gibiydi ve paçaları ayak bileklerini
açıkta bırakacak şekilde kısaydı. Ruth tek tek hepsinin fotoğrafını çekti.
Sonra iki polisin kadını iterek yere düşürmelerini çekti. Çocuklardan
biri, annesini korumak için polislerden birinin üzerine atladı ve adamı
yumruklamaya başladı. Polis, çocuğa bir tekme attı. Adamlardan biri
çocuğa doğru fırlamak istedi. Ama diğer polis, silahının kabzasıyla

622
Luca Di Fulvio

adamın suratına vurdu ve adam dizlerinin üzerinde yere çöktü. O


sırada başka bir polis arabası göründü. Araç gelip diğer polis araba­
sının yanında durdu. Hepsini toplayıp arabaya doldurdular ve geri
dönüp sınıra doğru tam gaz gözden kayboldular. Ruth her şeyi kare
kare çekmişti. Polis arabası tam önlerinden geçerken beş Meksikalı
kaçağın yüzlerini de çekti. Bu sırada çocuklardan birinin arka camdan
ona bakan koca gözlerini de çekebilmişti.
“Firıito el sueno,” dedi Barry. Asfaltı örten kuma tükürdü ve ara­
baya bindi.
Ruth geçip Barry’nin yanma oturdu. “O ne demek?” diye sordu
“Rüyanın sonu.”
Ruth bir şey söylemeden önlerinde uzayıp giden yola baktı. Artık
sınıra iyice yaklaşmışlardı. Amerikan polisleri onları durdurmadan
geçip gitmelerine baktılar. Meksika tarafındaki polisler de aynısını yaptı.
Ruth, beş Meksikalınm polis arabasından indirilip Meksika polisine
teslim edildiğini gördü. Alnından yaralanmış olan kadın, arabadan
iner inmez dönüp Amerika topraklarına baktı.
Akşam San Diego’ya döndükleri zaman Ruth hem Tijuana’daki
düğünün hem de sınırdaki olayın fotoğraflarının banyosunu yaptı.
Barry, Ruth’un tab ettiği fotoğraflara bakarak, “En azından de­
nediler,” diye mırıldandı.
O günden sonra Ruth, nedenini bilmeden, her fırsatta sınıra gitti.
Tijuana’ya giden yolcu otobüsüne atlıyor, sınırda iniyor ve sınırdan
geçen insanları izleyerek fotoğraflarını çekiyordu. Zaman zaman da
hapishanenin fotoğrafını çekiyor, MeksikalIların o tembel, karamsar
ama gururlu ve tutku dolu bakışlarını yakalıyordu. Bir süre sonra po­
lisler artık onu tanımışlardı. Elinde fotoğraf makinesini görür görmez
silahlarını ellerine alıp poz veriyorlardı.
Her akşam, çektiği fotoğrafları tab ediyor ve saatlerce onlara ba­
kıyordu. Ve baktıkça içinde bir şeyler uyanıyordu. Tıpkı bir düğümün
çözülmesi gibi. Bu fotoğraflardan dışa vuran duyguların neler olduğunu
henüz hissedemiyordu. Ama içinde bir şeylerin değiştiğinden emindi.
Henüz yeşermemiş bir düşünceyi besler gibiydi. Ve sanki bu düşünce,
peşinden bir şeyler getirecek ve aramakta olduğu huzuru hepten yok
edecekti. Fotoğraflarında, sınırı geçemeyen o MeksikalIların gözle­

623
Rüya Dağıtan Çocuk

rinde gördüğü bir şeyler vardı. Sancılı bir dinginlik gibi, onu hem
hüzünlendiren hem de yüreklendiren bir şey.
Ancak bu çelişki, içinde anlam veremediği o şey ortaya çıkınca
kayboldu. Olanca netliğiyle Ruth’un içinde patlayınca, Ruth bir daha
Tijuana’ya gitmeye, demir parmaklıklar arkasındaki gözlerin fotoğ­
raflarını çekmeye cesaret edemedi. Korkuyordu. Yeniden korkmaya
başlamıştı. O günden sonra anıları ve duyguları daha büyük birer
acıya dönüştü.
İki hafta sonra Ruth, bir bahane uydurarak Barry’den birkaç gün
izin istedi. Los Angeles’a giden otobüse atladı ve oradan da Newhall’a
geçti. Günlerden pazar değildi ama kendisinin de bir süre kapalı kaldığı
Newhall Kadın Ruh Sağlığı Merkezi’nin kapıları ona açıldı ve Bayan
Bailey’yi görmesine izin verildi.
Ruth, her zamanki gibi, Bayan Bailey’yi pencerenin önünde, kendi
dünyasında kaybolmuş bir halde buldu. Sessizce yanma oturdu ve
ellerini kendi ellerinin araşma aldı. Bayan Bailey hiçbir tepki vermedi.
Bir süre sonra Ruth, “Günün birinde yeniden kapana kısılmaktan
korkuyorum,” dedi. “Ne yapmalıyım?”
Bayan Bailey, hiçbir şey görmeden dışarı bakmaya devam etti.
Ruth, bir saat kadar kadının yanında sessizce oturdu. Sonra ellerini
yavaşça geri çekti ve ayağa kalkıp kapıya doğru ilerledi.
Sonra Bayan Bailey ansızın, “Bir gün, küçük bir çocuk...” diye
konuşmaya başladı. “Kanarya satan bir adamın oğlu, tüm kanaryaları
serbest bırakmaya karar vermiş...”
Ruth durdu, elini kapının tokmağından çekmeden kadına kulak
verdi.
“Bütün kafeslerin kapılarını açmış ve kanaryalar, gökyüzünü neşeli
sesleriyle doldurarak uçup gitmişler. Biri hariç. Hepsinden daha yaşlı,
hatta çocuktan bile önce doğmuş, Aquila adında bir kanarya kafesinden
çıkmamış. Çocuk omuzlarını silkmiş. Er veya geç o da uçup gidecektir
diye düşünmüş. Ancak akşam olduğunda kanarya hâlâ kafesindeymiş.
Açık kapıdan uzak bir yerde oturuyormuş. Çocuk, açlığın ve susuzlu­
ğun kanaryayı dışarı çıkaracağını düşünerek hem suluğunu hem de
yem kabını kafesten çıkarıp almış. Ancak ertesi sabah kanaryayı yine
kafesin içinde bulmuş. Sertleşmiş bedeni kafesin dibinde, minik ayak­

624
Luca Di Fulvio

lan havada, gözleri donuk ve hiç uçmak istemeyen kanatları, zincirle


bağlanmış gibi, göğsüne sımsıkı yapışık olarak.”
Bayan Bailey içini çekti ve sustu.
Ruth nefesinin kesildiğini hissetti. Ağlamaya başladı. Yaşlar göz­
lerinden oluk gibi akarken gelip kadının yanma oturdu ve sessizce
ağlamaya devam etti.
O zaman Bayan Bailey elini uzatıp Ruth’un elini tuttu.
Ruth kımıldamadı. Her ikisi de kendi dünyasında, anılarında, dü­
şüncelerinde kaybolmuş halde sessizce pencereden dışarı bakmaya
devam ettiler.
Akşama doğru bir hemşire elinde yemek tepsisiyle odaya girdi ve
Ruth’a artık gitmesi gerektiğini söyledi.
Ruth yavaşça elini Bayan Bailey’nin elinden çekti ve odadan çıktı.
O gece Los Angeles’a döndü ve Bay Bailey’nin kapısını çalarak
geceyi eski odasında geçirdi.

Eğer A rty onu aldatacağını sanıyorsa büyük bir hata yapıyordu. İki
ay önce, “Bitti,” demişti Bill’e. “Cezalandırıcı bitti, kokain bitti.” Ama
Bili hiçbir şeyin bitmediğini biliyordu. O isteyene kadar da bitme­
yecekti. A rty artık fazla kazanmadıklarını söylüyordu. Saçma! Bili,
A rty’nin onun yerine başkasını düşündüğünü biliyordu. Deri maskeyi
başkasının kafasına geçirince her şeyi halledeceğini sanıyordu. Ama
Cezalandırıcı sadece bir maske değildi, maskenin arkasındaki kişiydi.
Arty hâlâ paranın oluk gibi akacağını sanıyordu. Yanılıyordu. Bili buna
asla izin vermeyecekti.
İlk kez, Arty kendisini o Meksikalı fahişeyi becerirken gördüğünde
Bili onu öldürmeyi düşünmüştü. Bu, A rty’nin kaçınılmaz kaderiydi;
ölümü Bill’in elinden olacaktı. Hayatta kalmasının tek nedeni, Bill’e
cennetin kapılarını açmasıydı. Ama artık görevi bitmişti.
Bili, yüksek bir doz kokain çektikten sonra, “Canın cehenneme,
Arty,” dedi. “Asıl benim sana ihtiyacım yok.”
Küçük cam şişeyi kapadı ve cebine attı. Derin bir nefes aldı, diş­
lerini gıcırdattı. Onu hissediyordu. Bedenine yayıldığını hissediyordu.
Sabahki hepsinden güzeldi. İlk dozu yataktan kalkmak için almıştı.

625
Rüya Dağıtan Çocuk

İkincisini de kendisini yenilmez hissetmek için. Dişetleri uyuşmaya


başladı, burnu ve boğazı da. Düşünceleri de daha net ve parlak olmaya
başladı.
“Arty. Adi herif.”
İki ay önce, yönetmen ona her şeyin bittiğini söylediğinde Bili
gerçekten umutsuzluğa düşmüştü. Ancak hemen sonra bunun bir
düzmece olduğunu anlamıştı. O solucan kendini ne sanıyordu? Bili,
salya sümük içinde ona yalvaracak, bir parça kokain için o pezevengin
ayaklarına mı kapanacaktı? Hayır, içgüdüleri onu kurnaz davranmaya
yönlendirmişti. Düşmanını daha iyi alt edebilmek için onun gözüne
zayıf görünecekti.
Arty’nin sözlerinden sonra iki gün yataktan çıkamamıştı. Parmağını
kıpırdatacak gücü yoktu. Arty, “Bitti,” demişti. Bu boktan şehirdeki
boktan bir pansiyon odasında cebinde dört dolarla hapis kalmıştı.
Ama Bili bitmemişti. İki gün sonra neler olduğunun farkına varmış
ve ayağa kalkmıştı. Bedenini saran öfkeyle bir yandan da adrenalin
salgılamaya başlamıştı.
Sonraki iki gün boyunca A rty’yi takip etti. Onu öldürmeden önce
her hareketini inceledi. Ve o iki gün içinde kokaini kimden aldığını
da öğrendi. Satıcı, Lester adında şık giyimli biriydi. Bili, Lester’ın
evine baskın yaptı ve çocuğu ağzından, burnundan kan gelene kadar
dövdü. Çocuk sonunda kokain ticaretini elinde tutan adamın ismini
verdi: Tony Salvese.
Tony, Bili ile bir bilardo salonunun arka avlusunda buluştu. İki
adamı da yanındaydı. Bili, Tony Salvese’ye kim olduğunu açıkladı; o
Cezalandırıcı’ydı. Bunun üzerine Tony güldü ve yanındakilere, “Bu herif,
Hollywood’un en güzel fahişelerini beceren adamdır,” dedi. Adamları
da güldüler ve Bill’e farklı bir ifadeyle baktılar. Bili onlara Hollyvrood’a
kokain satmak istediğini söyledi. Tony kendisine bir kilo kokain verdi.
“Fahişeler kokaini seviyor, değil mi? Yüzde sekseni benim. Bir
sent bile eksik olursa aletini köpeklerime yediririm.”
Bili bilardo salonundan çıktıktan sonra başına bir başlık geçirip
Lester’ın evine gitti. Adamın uyuşturucusunu ve parasını çalıp kaçtı.
Artık kokain satıyordu. Müşteri bulmak hiç de zor olmamıştı.
Filmlerinden tanıdığı insanlara uğraması yeterli olmuştu. Hepsine

626
Luca Di Fulvio

kim olduğunu açıklamış ve böylece yeniden oyuna girmişti. Herkes,


yakında yeni filmler yapacağına inanıyordu çünkü hiç kimse onun
gibi değildi. Sadece biraz zamana ihtiyaç vardı. Ama Bili sabırsızdı. Bu
arada müşterilerinden bir grup, Los Angeles’ın dışındaki bir motelde
çılgın bir parti düzenlemiş ve Bill’i de davet etmişti. Partide ona bir
maske verip gözlerinin önünde, tıpkı Cezalandırıcı gibi, bir fahişeyi
becermesini istediler. Bili o an kendisini çocukları eğlendiren bir hok­
kabaz gibi hissetti. Fakat böyle bir başlangıca ihtiyacı vardı. Yeniden
oyunda olmalıydı.
Ondan sonra Bili sürekli bu tür partilerden davet almaya başladı.
Bunlardan birinde sertleşemedi fakat kokain hemen imdadına yetişti.
Sonrası mükemmeldi. Oradaki konuklara, “Sizin için eti yumuşattım,”
dedi. “Buradan sonra siz devam edin.” Herkes partiden çok memnun
ayrıldı ve Bill’e fazladan beş yüz dolar verildi. Evet, şu veya bu şekilde
yine oyundaydı. Yeniden Cezalandırıcı olmuştu.
Ama şimdi A rty denen o solucanla hesaplaşma zamanıydı.
Biraz daha kokain aldı, diş etlerine de bir parça sürdü. Sonra
yumruklarını sıktı. İşte şimdi yenilmezdi.
A rty’nin evine gidip beklemeye başladı. Yönetmen, alışkanlıkları
olan biriydi. Her sabah, tıpkı bir emekli gibi yürüyüşe çıkıyordu. Dö­
nerken de hep aynı kafede kahvaltı ediyordu.
“Zavallı budala,” diye mırıldandı Bili. Sonra gidip evin arka ka­
pısını zorladı ve içeri girdi.
Doğruca A rty’nin yatak odasına çıktı. Komodinin çekmecesini
boşalttı. Yönetmenin gizli yerini biliyordu. Çekmecenin arkasındaki
kutuda beş yüz dolar ve yirmi paket kokain buldu. Paraları cebine
atıp salona indi. Kokain poşetlerini masanın üzerine koydu. Sonra
polisi aradı. Onlara adresi verdi ve çabuk olmalarını, evde bir kokain
partisi verildiğini söyledi. Telefonu kapattıktan sonra bir poşet kokaini
masaya boşalttı. O gün, dördüncü kez beyaz tozu burnuna çekti ve
arka kapıdan çıkıp gitti.
A rty polislerle aynı anda eve geldi. Bahçe kapısından içeri girer­
ken siren çalarak gelen polis arabasına merakla baktı. Ancak polisler
arabadan inip yönetmenin yüzünü duvara yapıştırdılar ve onu adeta

627
Rüya Dağıtan Çocuk

sürükleyerek eve soktular. Birkaç dakika sonra A rty elleri kelepçeli


olarak evden çıkarıldı.
Bili, bir ağacın arkasından olup bitenleri izliyordu. “Bir pezevengin
kanıyla ellerimi kirletmeye değmezdi,” diye mırıldandı. Hayır, onu öl­
dürmemişti. Böylesi daha zevkliydi. Güldü. Hapishaneye güzel bir pasta
gönderecekti. Böylece Arty, orada bulunmasını kime borçlu olduğunu
anlayacaktı. Cezalandırıcıya, “Sen bittin,” demenin ne olduğunu, onu
fahişelerinden biri gibi başından savurup atamayacağını öğrenecekti.
“Elveda, Arty.”
Polis arabalarının siren sesleri lüks semti inletirken Bili de sak­
landığı yerden çıkıp uzaklaştı.
Tony’nin bilardo salonuna gitti.
“Yen,i evraklara ihtiyacım var.”
Arty, Billy’nin ismini vererek onun da başını belaya sokacağını
düşünüyorsa büyük bir hata yapardı. Onu bulmaları mümkün değildi.
Artık William Hofflund diye biri yoktu. Hatta ne Coehrann Fennore
ne de Kevin Maddox vardı. Bili artık yepyeni bir kimliğe sahipti.
Salvese, “Sana pahalıya patlar,” dedi.
“Ne kadar?”
“Üç yüz.”
Bili cebinden A rty’den çaldığı beş yüz doları çıkardı ve içinden üç
yüz dolar çekip Tony’ye uzattı.
Bunun için de teşekkürler, Arty, dedi içinden. Güldü.
“Ne gülüyorsun?”
“Yok bir şey, Tony. Aklıma eski bir dostum geldi.”
“Ne yapıyordu? Komedyen filan mıydı?”
Salvese’nin etrafından bir an bile ayrılmayan goriller güldü.
“Öyle sayılır,” dedi Bili. “Pezevengin biriydi, bir hain.”
Salvese gülümsedi. “Geçmişi unutmaman güzel,” dedi.
Evet, A rty artık onun geçmişiydi. Şimdi geleceği düşünmek ge­
rekiyordu.
“Bana biraz daha evrak lazım,” dedi.
“Neden?”

628
Luca Di Fulvio

“Kodamanların katılacağı bir partiye gidiyorum.”


Salvese ses çıkarmadan biraz durdu. Sonra bilardo masasına giz­
lenmiş bir çekmeceyi açtı ve içinden şişkin bir paket çıkartıp bilardo
masasına attı.
Bili paketi aldı, başıyla Salvese’yi selamladı ve bilardo salonundan
çıkıp gitti.
Pansiyondaki odasına döndü, kokaini havalandırma boşluğuna
sakladı ve yatağa uzandı. A rty’nin yüzünün polis arabasına giderken
aldığı şekli düşünüp güldü. Sonra aniden yataktan fırladı. Gözlerini
ovuşturdu, kapatıp açtı, yeniden ovuşturdu. Yerinde duramıyordu.
Odanın içinde bir aşağı bir yukarı yürüdü. Sonra durdu, masanın
üzerine bir poşet kokaini döktü, A rty’den çaldığı banknotlardan birini
rulo yapıp uyuşturucuyu ciğerlerine kadar çekti.
“Sağlığına, Arty,” dedi. Yine keyiflenerek güldü.
Dolabından krem rengi bir takım elbise ve kırmızı, ipek bir gömlek
çıkardı. Köşedeki çamaşırhaneye gitti.
“Bunlar bana bu gece için lazım. Mükemmel şekilde ütülenmesini
istiyorum.”
Çamaşırhanenin sahibi teslimat fişini doldurup Bill’e uzattı.
“Akşam beş gibi hazır olur. Uygun mu?”
Bili yerinde duramıyordu. “Tamam. Saat tam beşte,” dedi.
Çamaşırhaneden çıkıp berber salonuna girdi.
“Saç ve sakal.”
Berber hemen onu bir koltuğa aldı. Bili aynaya baktı ve arkasın­
daki taburede sarışın bir kadının elindeki dergiyi karıştırdığını gördü.
Kadının üstünde çizgili bir önlük, ayağında da terlikler vardı.
Bili, kadına aynadan bakmaya devam ederek, “Manikür yapar
mısınız?” diye sordu.
Kadın, Bill’in yüzüne bakmadan, “Elbette, efendim,” diye cevap
verdi. Elindeki dergiyi sehpanın üzerine bıraktı ve salonun arka ta­
rafına gitti.
Bili musluktan akan suyun sesini duydu. Berbere, “Traştan sonra
masaj da istiyorum,” dedi.

629
Rüya Dağıtan Çocuk

Bu sırada kadın, elinde sabunlu ılık su olan bir kapla Bill’in yanına
geldi. Az önce oturduğu tabureyi alıp Bill’in önüne oturdu.
Bili elini kadına uzattı. Kadın, Bill’in elini önce hafifçe kremledi
ve sonra su dolu kaba soktu. Ilık su, Bill’i rahatlattı.
Bu sırada berber yüzünü sabunladı. Sonra usturayı meşine sür­
terek bilemeye başladı.
Bili usturaya baktı. Bilenmiş, parlak usturaya... Tıpkı onun dü­
şünceleri gibi, tıpkı kokain gibi... Kendisini yenilmez hissediyordu.
“Bu gece Hollywood’daki bir partiye gidiyorum,” dedi manikürünü
yapan kadına.
Kadın, Bill’in yüzüne bakmadan ve işine ara vermeden, “Çok şans­
lısınız, efendim,” dedi.
Evet, şanslıydı. Hayat yine yüzüne gülmeye başlamıştı.

630
68

Los Angeles, 1928

Bay Bailey, “Barrymore seni sordu, “dedi. Elinde büyükçe bir paket
tutuyordu.
Ruth cevap vermedi.
“Eğer bu akşamki davete sen de gelirsen yırtmadığı bir fotoğrafı
görebilirmişsin.”
Ruth gülümsedi.
Clarence, “Bu ne anlama geliyor?” diye sordu.
“Cesur bir aktör olduğu anlamına geliyor.”
Bay Bailey anlamayarak başını iki yana salladı. “Bana eşlik edecek
misin?” dedi.
“Bilmiyorum.”
“Hadi ama, bu zavallı ihtiyarı yalnız bırakma. Partilerden hep
nefret etmişimdir ama bunu geri çeviremedim.”
“Gerçekten bilmiyorum, Clarence.”
“Güzel bir kızla görünüp tüm gençleri kıskandırma şansımı elimden
alacaksın demek. Üstelik en yetenekli fotoğrafçımla.”
Ruth gülümsedi.
“Kaprisli, çılgın... Ama yetenekli.”
Ruth bu kez kahkaha attı. “Kaprisli değilim,” dedi.
“Tabii ki öylesin. En ünlü yıldızlardan fazla kapris yapıyorsun. İşin
güzel yanı, bunun sana yakışması. Hadi, gel benimle... Barrymore’un
şu fotoğrafını merak ediyorum.”

631
Rüya Dağıtan Çocuk

“Giyecek doğru dürüst bir şeyim yok.”


Bay Bailey elindeki paketi Ruth’un masasına bıraktı.
“Bu nedir?”
“Açsana.”
Ruth paketi aldı ve açtı. İçinden zümrüt yeşili ipek bir gece elbi­
sesi çıktı.
Clarence, “Göz rengine uyacağını düşündüm.”
Ruth’un ağzı bir karış açık kalmıştı. “Neden?” diye kekeledi.
Clarence, Ruth’a yaklaştı ve genç kıza sımsıkı sarıldı.
“Bir zamanlar en çok sevdiğim şey Bayan Bailey’ye elbiseler al­
maktı. Bir bilsen, nasıl mutlu olurdu...”
“Ama... Neden ben?”
Bay Bailey, Ruth’u bırakıp bir adım geri gitti.
“Çünkü sen, kendimi bir aptal gibi hissetmeden bu tür hediyeler
verebileceğim tek kadınsın.”
Ruth gülümsedi. “Teşekkürler, Clarence,” dedi.
Yaşlı adam omuzlarını silkti. “Kendim için yaptım,” dedi. “Hâlâ
yaşadığımı hissetmek için.”
“Elbiseden söz etmiyorum, Clarence. Sen olmasaydın...”
Bay Bailey, “Öyleyse anlaştık, benimle geliyorsun,” dedi ve dönüp
odadan çıktı.
Ruth elindeki yeşil elbiseden gözlerini ayıramadı. Sonra aynanın
önüne gidip elbiseyi üzerine tuttu. Ona en son bir gece elbisesi hediye
eden insan, annesi olmuştu. Onu Newhall’a götüren kan kırmızısı bir
elbise... Ama bu anıyı hatırlamak Ruth’u rahatsız etmedi. Çünkü o
klinikte Bayan Bailey’yi tanımıştı, sonrasında da Clarence’ı. Her ne
kadar acı dolu bir anı olsa da o klinikte yeni hayatına başlamıştı.
Ailesinin onu içinde tuttuğu kafesten bu sayede kurtulmuştu. Ruth
yeşil elbiseye bir kez daha baktı.
Kafesi benim için bir kez daha açıyorlar, diye düşündü.
Elbiseyi yatağın üzerine bıraktı ve sokağa çıktı.
Bir çift beyaz çorap, bir çift alçak topuklu siyah rugan ayakkabı,
siyah bir kısa ipek ceket aldı. Kol boyu dirseğinin hemen altına kadar

632
Luca Di Fulvio

inen ceketin çok hoş bir yaka kesimi vardı. Daha sonra bir tuhafiyeciye
girdi. Elbiseyle aynı tonda düğmeler aldı ve ceketin siyah düğmeleri
yerine onları diktirdi. Bir parfümeri mağazasından tozpembe bir ruj ve
inci pembesi bir pudra, gözleri için siyah bir kalem ve bir şişe Chanel
N°5 aldı. Son olarak bir kuaföre gidip saçlarını yaptırdı.
Clarence akşam Ruth’un odasına girdiği zaman ağzı bir karış açık
kaldı. Kapıda kımıldamadan durup, “Affedersiniz, hanımefendi,” dedi.
“Ben Bayan Isaacson’a bakmıştım.”
Ruth kıpkırmızı oldu, gülümsedi.
“Çok güzelsin.”
Clarence, bir babanın evladından duyduğu gururla kolunu Ruth’a
uzattı.
“Gidelim mi?”
Koridora çıktıkları zaman Clarence bir şey unutmuş gibi elini
alnına vurdu. “Bekle bir dakika,” dedi ve koşar adım üst kata çıktı.
Geri geldiğinde elinde tül bir eşarp vardı. Ruth’un omzuna eşarbı
koyduktan sonra, “Bayan Bailey’nindi,” dedi. “Şimdi mükemmel oldun.”
Arabaya bindiler ve Sunset Bulvarı’nda, gündüz gibi aydınlatılmış
muhteşem bir villanın önünde durdular. Bir görevli hemen koşup kapı­
larını açtı ve onlar indikten sonra arabayı park etti. Ruth ve Clarence
daha yeni gelmiş olmalarına rağmen arkada bir otomobil kuyruğu
oluşmuştu.
Clarence dönüp arabalara baktı. “İşte, en nefret ettiğim şey,” dedi.
“Keşke arabayı hiç içeri sokmayıp bahçenin dışında bir yere park et­
seydik. Çıkarken saatlerce arabayı getirmelerini bekleyeceğiz.” Sonra
kolunu Ruth’a uzattı ve birlikte villaya doğru ilerlediler.
O sırada koyu renk bir araba geldi. Park görevlisi kapıyı açmak
için araca yaklaştığında, ön taraftan silahlı dev gibi bir adam indi
ve görevliyi adeta kenara fırlattı. Sonra etrafı uyanık gözlerle tarayıp
arabanın içine doğru bir işaret yaptı. Arabanın arka kapıları açıldı
ve dışarı iri yarı iki adam daha çıktı. Koltukaltlarmdaki silahlar çok
belliydi. Adamlardan biri elini aracın içine doğru uzattı ve fazla ki­
lolu ama çok şık bir kadına arabadan çıkması için yardım etti. Diğer

633
Rüya Dağıtan Çocuk

kapıdan da yuvarlak çerçeveli gözlükleri olan, bronz tenli, kel ve ufak


tefek bir adam indi.
Bahçe kapısından içeri başka bir araba girerken silahlı adamlardan
biri, saygısız bir ses tonuyla görevliye, “Senatörün arabasına başka bir
araç yaklaşmamalı,” dedi.
Clarence, “Her zamanki emirler,” diye homurdandı. Sonra Ruth’a
bakıp, “Senatör Wilkins,” dedi. “Çok kısa bir süre önce kendisine iki
ayrı suikast girişiminde bulundular. Organize suçlarla savaşıyor.” Sonra
başını iki yana salladı. “Ama kendisi de mafyadan farksız. Onun ko­
rumalarıyla bir gangsterin gorilleri arasında ne fark var?”
Villanın merdivenlerine doğru yürürlerken orkestradan gelen müzik
sesini duydular. Sonra kalabalığın gürültüsü de geldi.
Clarence, “Ne kadar kalabalık...” diye homurdandı.
Ruth gülümsedi ve birlikte villaya girdiler.
Villanın duvarları, koca bir sergi salonu gibi, ünlü yıldızların re­
simleriyle kaplıydı.
Clarence, “Hollywood işte bu,” dedi. “Kendi kendini göklere çıkaran
soytarıların dünyası.”
Şık bir adam -alınm ış kaşları, platin rengine boyanmış briyantinli
saçlarıyla efemine bir tip - Clarence’ı görür görmez ona doğru koştu. Yaşlı
adamın boynuna sarıldı ve abartılı bir heyecanla yanaklarından öptü.
“İşte gecenin kralı. Hemen hemen tüm fotoğraflar senin ajansına ait.”
Clarence adamın kollarından kurtuldu ve kibarca gülümsedi.
“Fotoğraf sanatçısı Ruth Isaacson... Bu da Blyth Bosworth, bu
güzel fikrin sahibi.”
Blyth Bosworth iri gözlerini iyice açarak Ruth’a baktı. “Sanırım
partinin kraliçesini de bulduk,” dedi. “Tüm misafirler bir fotoğrafın
etrafına toplanmışlar... Birazcık... Yüz kızartıcı bir şey.” Sonra Ruth’un
elini tutup onu bir salona doğru sürükledi. “Hadi gel, hayatım.”
Ruth endişe içinde dönüp Clarence’a baktı. Bay Bailey, yaramaz
bir çocuk gibi Ruth’a el sallayıp güldü. Çok eğlendiği halinden belli
oluyordu.
Blyth salona girer girmez, “Çekilin! Yolu açın! Yolu açın!” diye
bağırmaya başladı.

634
Luca Di Fulvio

Herkes dönüp onlara baktı.


“John! John! Senin güzel hainin geldi!”
Misafirler iki yana açıldılar ve Ruth, dev bir fotoğrafın önünde
John Barrymore’u gördü.
Aktör koyu renk bir ceket ve bembeyaz bir gömlek giymişti. Yaka­
sının son düğmesini açmış, kravatını da gevşetmişti. Ruth’u gördüğü
zaman yüzünde içten bir gülümseme belirdi. Teatral bir hareketle
reverans yaptı ve elini Ruth’a uzattı.
Ruth kıpkırmızı oldu ve yerinden kımıldamadı.
Blyth, “Hadi şekerim,” diyerek Ruth’u aktöre doğru itti. “Hollywood’da
çekingen bakireler demode sayılıyor.”
Ruth, Barrymore’a yaklaşırken fotoğrafa baktı. Bu onun, Barrymore’un
evinde çektiği fotoğraflardan biriydi. Üstelik Barrymore henüz giyin­
meden önce çekilenlerden biri..Üzerinde çizgili, saten robdöşambrı olan
aktör melankolik gözlerle objektife bakıyordu. Perdenin aralığından
sızan bir güneş ışığı aktörün taranmamış saçlarını, çıplak ayaklarını ve
yerdeki bir şişeyi aydınlatıyordu. Fotoğraf bu kadar büyütülünce, ışık
ve gölgenin kontrastı ile daha dramatik, daha gerçek gibi duruyordu.
Barrymore ellerini Ruth’un omuzlarına koyup misafirlerine doğru
döndü.
“Arkadaşlarıma da anlattığım gibi, şişede sadece soğuk çay vardı.”
Hollyvvood sosyetesi önce güldü, sonra da aktörü alkışlamaya başladı.
Barrymore gülümsüyor, Ruth’u yanında tutmaya çalışıyordu.
“Hoş geldin, güzel hain,” dedi alçak sesle. “Gördün mü? Hepsini
kandırdım. Sadece benim fotoğrafımla ilgileniyorlar. Ne Greta Garbo
ne de Rudolf Valentino benimle baş edebilir. Gloria Swanson dersen,
çok öfkeliydi. Sanırım az önce ortadan kayboldu.”
Ruth aktöre baktı. “Bu fotoğraf için bana ödeme yapmamıştınız,
Bay Barrymore,” dedi.
“Aa, tabii ki yaptım.”
Ruth bir kaşını kaldırdı.
“Sevgili Christmas’ına seni nerede bulabileceğini ben söyledim.”
Ruth bakışlarını önüne indirdi.
“Kötü bir şey mi yaptım?”

635
Rüya Dağıtan Çocuk

Ruth zor duyulur bir sesle, “Hayır,” dedi.


“Hadi, bakalım,” dedi Blyth. “Şimdi fotoğrafın yanında poz verin.”
Sonra da kenara çekilip meydanı davet edilen sosyete fotoğrafçılarına
bıraktı. Onlarca flaş, bir idam mangasının tüfekleri gibi aynı anda
patlamaya başladı.
Ruth’un gözleri kamaşmıştı. Her yer önce bembeyaz, sonra kap­
kara oldu. Sonra sürekli gülen ve alkışlayan insanlar yeniden fotoğ­
rafın çevresine toplanmaya başladılar. Ve bu çok eğlenen kalabalığın
ortasında Ruth bir an için asık bir surat görür gibi oldu. Şaşkın ama
tanıdık bir çift göz üzerine çevrilmişti. Bu sırada flaşlar yeniden pat­
ladı. Yeniden bir ışık yağmuru. Önce beyaz. Sonra siyah. Ve yeniden
gülen, konuşan insanlar. Ancak Ruth o tanıdık bakışı hâlâ üzerinde
hissediyordu. Bacakları titremeye başladı. İnsanların neşeli kahka­
haları, tüylerini ürperten tek bir kahkahaya, geçmişinden çıkıp o ana
gelen bir gülüşe dönüştü.

Bili partiye erkenden gelmişti. Arabasını yolun kenarına park edip


bahçeye yürüyerek girdi. Kolunun altında büyükçe bir paket taşıyordu.
Ev sahibi, onu doğruca çalışma odasına götürdü. Bili paketi ev
sahibine teslim edip yedi bin doları cebine indirdi. Sonra birlikte paketi
açıp birer doz kokain çektiler. Bili bugün kaçıncı kez kokain çektiğini
hatırlamıyordu bile. Onca önemli insanın arasında olmak sinirlerini
bozuyordu. Sürekli yanında taşıdığı cam şişelerinden en az birini
bitirmişti. Kokain bedenine yayıldıkça kendisini daha az dışlanmış
hissediyordu. Evin sahibi milyarderle rahatça şakalaşmasının nedeni
de buydu. Ya da milyarderle evlenmeden önce birkaç film çeviren,
otuz yaşlarındaki güzel ev hanımı odaya girene kadar kendisini rahat
hissediyordu. Kadın dönüp Bill’e bakmadı bile. Sadece paketin içinden
bir poşet kokain alıp şık gece çantasının içine attı ve sonra eşine dönüp,
“Beyefendi kalıyor mu?” diye sordu. Adam, kibarca eşinin koluna girip
onu odanın kapısına doğru götürdü.
“Herkes bir bakışta onun uyuşturucu satıcısı olduğunu anlar,” dedi
kadın. “O açık renk takım ve korkunç kırmızı gömlekle...”
Ev sahibi eşinin sözünü kesti. Olabildiğince alçak bir sesle, “İçeride
ona benzeyen bir sürü kişi var,” dedi.

636
Luca Di Fulvio

Ancak sesleri yeterince alçak değildi ve Bili hepsini duymuştu. Kokain


damarlarında dolaştığı zaman her şeyi duyuyor, her şeyi görüyordu.
Bu yüzden kendisini yenilmez hissediyordu. Fakat birden terlemeye
başladı. Bir doz daha çekmek için dayanılmaz bir arzu hissediyordu.
Ev sahibi, eşinden kurtulup çalışma odasına geri döndüğünde Bill’i
masanın üzerine kapaklanmış, kokain çekerken buldu. Güldü. Sonra
gidip bir büfeden iki kristal bardak ve yine kristal bir şişe aldı.
“Yıllanmış bir Glenfiddich... Tam on sekiz yaşında. Son Avrupa
seyahatlerimden birinde gümrükten geçirmeyi başardım. Kokain ve
viski, bundan daha güzel bir ikili olabilir mi?”
Bill’le kadeh kaldırdılar ve ev sahibi ona o gece kimseye Cezalan­
dırıcı olduğundan söz etmemesini tavsiye etti. “Bazı şeyleri kendimize
saklasak daha iyi olur,” dedi.
Misafirler gelmeye başladıkça Bili kendisini daha çok oyunun dı­
şında hissetmeye başladı. Bu durumdan rahatsız oldukça cam daha
fazla kokain istiyordu. O zaman alt kattaki beş lüks tuvaletten birine
girip kokain çekiyor, sonra da çalışma odasına gidip kimseden izin
almadan on sekiz yaşındaki Glenfiddich’i kafasına dikiyordu. Evin
hizmetkârlarına denk geldiği zamansa küfürler yağdırarak dışarı çık­
malarını söylüyor, yeniden kristal şişeye saldırıyordu.
Sonunda şişedeki içki bitti. Bili, kiraz ağacından yapılmış pahalı
masanın üzerine şişeyi bıraktı. Bardağını koyduğu yerler içki lekesi
içinde kalmıştı. Gidip büfeyi açtı ve ne bulduysa içmeye başladı. Ba­
şının ağırlaştığını hissettiği zaman yemden lüks banyolardan birine
kapanıyor ve her seferinde daha yüksek dozlarda kokain çekiyordu.
Kimsenin onunla konuştuğu yoktu. Bili duvarları kaplayan fo­
toğraflara bakarak, “İçlerinde ben olmalıydım,” diye mırıldanıyordu.
“Benim sayemde kim bilir kaç kez otuz bir çektiniz, orospu çocukları.
Yıldız olan benim, siz değil.”
Yüzündeki kasların gerildiğini hissediyordu. Gülümsemeye çalışıyor
ama aynalardaki görüntüsüne bakınca sadece sırıttığını anlıyordu.
İkinci poşeti bitirdiğinde artık herkesin gizlice ona baktığından
emindi. Ona bakıyorlar, sonra aralarında bir şeyler mırıldanıp yeniden
ona bakıyorlardı.

637
Rüya Dağıtan Çocuk

Ne bakıyorsunuz? Ne istiyorsunuz? Karılarınızı gözünüzün önünde


becermemi mi? Ya da ağzınızdan kan gelinceye dek dayak yemek
mi? Orospu çocukları!
Bir noktadan sonra, aklına gitmek geldi. Kapıya doğru ilerledi.
Gitmeliydi. Bu zengin piçlerin içinde ne işi vardı? Ondan utanıyorlardı.
Onu tanımıyormuş gibi yapıyorlardı. Bir sürü adama selam vermişti,
içlerinde uyuşturucu sattıkları bile vardı. Buna rağmen onu tanımıyor
gibiydiler. Bütün gülücükler, yaltaklanmalar toza ihtiyaçları olduğu
zamandı. Şimdi onu tanımıyormuş gibi yapıyorlardı. Kokaine fare ze~
hiri karıştırmadığı için çok pişmandı. Evet, yapması gereken buydu.
Çünkü hepsi ahlaksız birer fareydi. Yüreksiz birer sıçan.
Kapının önüne çıktı. Temiz havayı ciğerlerine çekti. Evet, buradan
gitmeliydi. Ama niçin onlara yenilecekti ki? Hayır, o Cezalandırıcı idi.
İçlerindeki en ünlü, en başarılı yıldız. Yumruklarını sıktı. Bahçenin
karanlık bir köşesine saklandı. Poşetin dibindeki kokaini de burnuna
çekti.
Canınız cehenneme, piç kuruları! Kim daha yürekli, şimdi göreceğiz.
Salona geri döner dönmez alışlar ve gülüşmeler duydu.
Benim için olmalı, diye düşündü ve flaşların patladığı yere doğru
ilerledi. İnsanları yararak öne doğru yürümeye çalıştı. Burun delikleri
genişlemiş, gözleri cam gibi olmuştu. Dişetleri ve dudaklarıysa iyice
uyuşmuştu. Bir sürü düşünce, biçim ve anlam kazanmadan zihninde
dönüp duruyordu. Onun hakkı olan alkışları, gülüşleri ve şöhreti kimin
aldığını görmek istiyordu.
Birden onu gördü.
O da kımıldamadan durmuş, Bill’e bakıyordu.
Aniden, yıllardır gördüğü kâbusların birer önsezi olduğunu anladı.
O an insanların gülüşleri, alkışları, sesleri, hepsi sustu. Patlayan her
flaşla Ruth ona bir adım yaklaşıyordu. Düşünceleri de susmuştu. Hayır,
düşünceleri ölmüştü. Ruth hepsini öldürmüştü. Bili artık düşünemi­
yor, kımıldamadan Ruth’a bakıyordu. Kaderine bakar gibi, bütün o
koşuşturmadan sonra kendisini ölümle yüz yüze bulmuş gibi... Ölüm...
Geceleri onu korku içinde uyandıran, hayatını mahveden ölüm. Şimdi
tam karşısındaydı. Sadece onun için gelmişti.
Ruth onu almak için gelmişti.

638
Luca Di Fulvio

Kolunu kaldırmış, onu işaret ediyordu. Birazdan ağzını açacak,


“İşte o!” diye bağıracaktı.
O doğal olmayan sessizliğin içinde herkes Ruth’un çığlığıyla dönüp
ona bakacaktı. Anlayacaklardı. “İşte o!” diyeceklerdi. Onu bir hayvan
gibi yakalayayıp yere yatıracak, onunla alay edeceklerdi. Sonra sım­
sıkı bağlayıp polise teslim edeceklerdi. Polis onu elektrikli sandalyeye
oturtacak, bileklerini bağlayıp başına metal başlığı geçirecekti. Ve Ruth
ona tam elektrik verilirken yeniden bağıracaktı: “İşte o!”
Ve Cezalandırıcı ölecekti. Beyni kafatasının içinde sıkışacak, öle­
cekti. Kolları bağlı bir halde, tıpkı bir köpek gibi, tıpkı kâbuslarında
gördüğü gibi.
O sırada tam arkasında duran bir fotoğrafçı, bir ünlünün fotoğrafım
çekti. Patlayan flaş, Bill’in beynindeki sessizliği yırttı ve Bili dönüp
adama bir yumruk attı. Şimdi herkes gülmeyi kesmiş, ona bakıyordu.
Bili dönüp Ruth’a baktı. Ruth hâlâ gözünü kırpmadan ona bakıyor
ve gülüyordu. Tıpkı kâbuslarında olduğu gibi zalimce, acımasızca ona
bakıyor ve gülüyordu.
Bu sırada kaşlarım kadınlar gibi almış, saçları platin rengine bo­
yalı, efemine bir adamın yanma geldiğini gördü. Yumruğunu kaldırdı.
Adam bağırarak eliyle yüzünü kapadı. Bili, tiksinerek adamı itti. Adam
yine bağırarak yere yapıştı. Sonra Bili, ona korku ve merakla bakan
zengin bozuntularını yararak oradan kaçtı.

Ruth onu hemen tanıdı.


Bacakları titriyor, nefesi boğazına takılıp kalıyordu. Tüm bedenini
korku sarmıştı.
Bili de onu tanımıştı ve gözünü kırpmadan kendisine bakıyordu.
Yıllardır korktuğu karşılaşmaydı bu. Kâbuslarındaki adam. Onu
girdabının içine çekip yok edecek olan geçmiş.
Ruth kesik parmağının yerinde ince bir sızı hissetti. Parmağının
yeniden kanamaya başlamasından korktu.
Bill’in bakışları acımasızdı.
Sonunda saldırgan ve kurbanı karşılaşmışlardı ve şu an tıka basa
dolu salonda sanki onlardan başka kimse yoktu.

639
Rüya Dağıtan Çocuk

Ruth kapana kısılmış gibiydi. Bill’in elleri. O gece, kamyonetin


arkasında onu esir alan eller. Ona vuran, onu hırpalayan, kanatan
eller. Burnunu, kaburgalarını kıran, dudaklarını patlatan eller. Bahçe
makasını tutan ve onu sakat bırakan eller. Onu kirleten ve hayatını
mahveden eller... Tıpkı o gece Bill’in ellerinin onu tuttuğu gibi, şimdi
de aklında hâlâ canlı duran görüntüler ona şiddetten ve aşağılanmadan
kurtulma ve oradan kaçma imkânı vermiyordu.
Ardı ardına patlayan flaşların arasında Ruth, Bill’e bakıyordu. Ne
bağırabiliyor, ne ağlayabiliyor ne de kaçabiliyordu. Sadece orada öylece
duruyor ve korkudan donakalmış gözleriyle tecavüzcüsüne bakıyordu.
Bill’in o geceki alkol kokan nefesini soluyor, bedeninin onun bedeni
altında alev alev yandığını hissediyor ve kulaklarına sadece Bill’in sesi
ve o korkunç gülüşü geliyordu.
Bili ona bakmaya devam ediyordu ve Ruth onun gözlerinde tüm
gücünü, kendisi üzerindeki tüm hâkimiyetini görebiliyordu.
Farkında olmadan, içinde yıllardır sakladığı öfke ve korkuyla,
Barrymore’un koluna asıldı. Fakat o yumuşak ve hafif kumaşa dokunur
dokunmaz gözlerine yaşlar doldu. Kaçmalıydı. Kımıldayabilirim, diye
düşündü. Buradan hemen uzaklaşıp Bill’in insanlıktan uzak bakışla­
rından kurtulmalıydı. Oysa öfkesini biraz dışarı vurabilse ya da biraz
cesareti olsa bağırabilir, insanlara onun kim olduğunu söyleyebilirdi.
Böylece onu yakalatır, öcünü de almış olurdu. Bir saniye, sadece bir
saniye Bill’in o acımasız bakışlarından kendini kurtarabilse, belki
bunları başarabilirdi.
Ama yapabildiği tek şey, Barrymore’un koluna asılıp kalmaktı. Flaş­
lar deli gibi üst üste patlıyor, ışıklarından Bill’in yüzü bazen görünmez
oluyordu. Ama Ruth onun orada olduğunu biliyordu. Orada durmuş,
kendisine bakıyordu. Ruth’u kendisine ait bir şey gibi avucunun içinde
hapsetmiş, kilitlemiş ve kımıldayamaz hale getirmişti.
Sonra bir anda Bill’in fotoğrafçılardan birine döndüğünü gördü.
Adama bir yumruk attı, Blyth’ı boş bir çuval gibi yere fırlattı ve sonra
kaçmaya başladı. Bir anda kalabalığın içinde gözden kayboldu.
Kaçıyordu. Bili kaçıyordu.
Ruth farkında olmadan parmak uçlarında yükselip insanları iterek
kaçmaya çalışan Bill’i izlemeye çalıştı. Salondan çıkmadan önce Bili, bir

640
Luca Di Fulvio

an durup Ruth’a baktı. Gözlerinde hayvani bir bakış vardı. Ama Ruth
bununla beraber o bakışta, tıpkı kendi içindeki korkuya benzeyen bir
şey gördü. Ve bunu gördüğü an kendi içindeki korku eriyip yok oldu.
Sanki onların hikâyesinde tek bir korku vardı ve şu an onu terk edip
Bill’in bakışlarına yerleşmişti.
Ter içinde kalmıştı. Gözle görülmeyen, buz gibi bir tül bedenini
sarmıştı adeta. Ama şimdi yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı.
Barrymore’un kolunu sımsıkı tutan elini gevşetti. Damarlarında
%
yeniden dolaşmaya başlayan kan, bedenini ısıtmaya başlamıştı. Tıpkı
derin bir komadan uyanır gibi nefes aldı. Uzun ve rahat bir nefes.
Adeta yeniden doğmuştu.
Bili kaçmıştı. Şimdi korkan oydu, hem de Ruth’tan korkuyordu.
Ruth güçlükle güldü. Beklenmedik bir armağan almış, kıymetli
bir hazine bulmuş gibiydi. Hâlâ korkudan titreyen dudaklarını başka
hiçbir şey böyle kımıldatamazdı; güneşin doğuşundan önce tomur­
cuk açmış bir çiçek gibi henüz hiçbir düşünceye sahip olmayan bir
gülümsemeydi bu. Dudaklarında beliren ve sonra gözlerine bulaşan
bu gülümseme ona korkuyu unutturuverdi. Sanki korku hiç olmamış,
sanki Bili kendisiyle birlikte bütün pisliğini alıp götürmüştü. İşte şu an
Ruth yolculuğunun sonuna gelmişti. Ruhunun en gizli labirentlerinde
bile bunu hissediyordu. Şimdi, zaman yeniden akmaya başlayabilirdi.
Ruth, onca zamandır bir film karesinin içinde hapis kaldığını bi­
liyordu ve o kare Bill’i de içine hapsetmişti. İkisi de o kareye mahkûm
olmuştu. Ruth’un hayatı, altı sene önceki o gecede donup kalmıştı.
“Ama artık ben, o ben değilim,” dedi Ruth. “Sen de o sen değilsin.”
İşte bu kadar basitti. Ve bu düşüncenin basitliğine kendisi de şaşırdı.
Yüreğinde bir hafiflikle veya bir hafiflik vaadiyle Barrymore’a
döndü ve aktörün kulağına eğilerek, “A rtık gitmeliyim,” dedi. Sonra
da Clarence’ın yanma geldi. Ona eve gitmek istediğini söyledi. Yaşlı
adam Rutha gülümseyerek kolunu uzattı. Ruth, Clarence’ın koluna
girdi ve birlikte dışarı çıktılar.
Tertemiz havayı içlerine çektiler. Gökyüzü bulutsuz ve yıldız doluydu.
i-
Clarence, yolun sonunu işaret ederek, “Araba ta orada,” dedi.

641
Rüya Dağıtan Çocuk

Ruth, açık renk takım elbise ve parlak kırmızı gömlek giymiş bir
adamın park etmiş arabaların arasına sinerek kaçtığını fark etti. Ara
sıra duruyor, arabaların arasından etrafa bakıyor, sonra yeniden ko­
şuyordu. Hatta Ruth’a bir ara düşmüş gibi de geldi. Ancak Ruth bunu
pek umursamadı. O adamı tanımıyordu; artık tanımıyordu. Onun için
herhangi biriydi.
Ruth gülümsedi ve merdivenlerden inmeye başladı.
Artık sana ait değilim, diye düşündü. Yeniden gülümsedi kendi
kendine. O gülümsedikçe, kafesin kapısı da açılıyordu.
“Elveda, Bili.”

Bili tökezleyip yere düştü. Ama hemen ayağa kalktı.


LaSalle, on kadar arabanın arasında kalmıştı.
Bir park görevlisi geldi. “Ayrılıyor musunuz, efendim?” dedi. “Bana
on dakika izin verirseniz...”
Bili, “Siktir git,” diye hırlayarak adamı itti. On dakikası yoktu. Bir
saniyesi bile yoktu. Dönüp villaya baktı. Ruth tam girişte durmuş, göz­
leriyle onu arıyordu. Yanında bir adam vardı. Onu içeride de görmüştü.
Polis olmalıydı. Adam elini kaldırıp Bill’i göstermiş, Ruth da gülmüştü.
Bili, bahçe kapısına doğru koştu. Oradan hemen uzaklaşmalıydı.
Yakalanmamalıydı. Park etmiş arabalara çarpa çarpa koşmaya devam
ederken bir an yine dönüp arkasına baktı.
Ruth şimdi merdivenleri iniyordu. Polis de yanındaydı. Hiç acele
etmeden yürüyorlardı. Onunla oyun oynadıkları belliydi. Bili kafese
sıkışmıştı ve kafesin kapısı da kapanmak üzereydi. Beyni patlayacak
gibiydi. Bili bir an gökyüzünde uçuşan kıvılcımlar görüyor, bir an her
taraf simsiyah oluveriyordu. Sonra yeniden ışıltılı kıvılcımlar, sonra
yeniden karanlık. Alkol bedenine iyice hükmetmeye başlamıştı. Ba­
caklarının gücü gittikçe azalıyordu. Yeniden koşmaya başladı. Bahçe
kapısına çok yaklaşmıştı.
Sonra bir anda aklına Sunset Bulvarı’ndaki evden kaçışı geldi. Hayır,
yürüyerek kaçamazdı. Mutlaka yakalanırdı. Başmı çevirip arkasına
baktı. Polis yemden onu işaret ediyordu. Az önceki park görevlisi de

642
Luca Di Fulvio

yanlarına gelmişti ve o da Bill’i işaret ediyordu. Ruth ise gülüyordu.


Ona bakıp gülüyor, gülüyor, gülüyordu...
Bili bir ağacın arkasına saklandı. Derin derin nefes alırken bir yan­
dan da etrafı izliyordu. Şu an biraz kokain çekebilse ne güzel olurdu...
Bir parça kokainle yine yenilmez olur, yine kimseye yakalanmazdı.
Elini cebine attı. Cebinde bir şeyler vardı. Parmağına bir parça kokain
bulaşmıştı. Küçük şişelerden biri açılmış olmalıydı. Hemen ceketini
çıkardı, cebini ters çevirdi ve tozu avucuna boşalttı. Çok az bir şeydi
ama yine de yeterliydi. Güldü. Sonra avucunu burnuna yaklaştırıp ko­
kaini burnuna çekti. Genzinin yandığını hissetti. Cebini iyice kokladı.
Güldü. Dudağını fena ısırmıştı. Kanın sıcaklığını hissetmiş ama acı
duymamıştı. “Hâlâ yenilmezim,” diyerek güldü.
Ağacın kenarından başını uzatıp etrafa bakındı. Siyah takım el­
biseli adamlar sigara içip sohbet ediyorlardı. O sırada yanlarından
geçen hizmetçiye bir şeyler söyleyip gülüştüler. Bili, kim olduklarını
biliyordu. Senatör denen budalanın korumaları. Bok herifler. Siyah
arabadan yirm i adım kadar uzaktaydılar. İçlerinden biri, ceketini çı­
karmıştı. Bili, adamın koltukaltındaki silahını görebiliyordu. Başka
hiç kimse başaramazdı ama o, evet... O başarabilirdi. O yenilmezdi.
Onlara göre daha avantajlıydı, çünkü arabaya daha yakındı. Zavallı
budalalar. Arabaların arkasına saklanarak siyah arabanın yanına ka­
dar gitti. Kapıyı sessizce açtı. Sürünerek arabanın içine girdi. Anahtar
kontağa takılıydı, sadece çalıştırıp geri vitese takmak yeterliydi. O
zavallı budalalar onu yakalamak için asla zaman bulamayacaklardı.
Şoför koltuğuna oturdu. Elini kontağa götürdü. Ve aniden durdu.
Ruth ona doğru geliyordu.
Bili, o gece Ruth’a hiç, “Fahişe,” demediğini ilk kez o an fark etti.
İlk karşılaştıkları andan bu yana onu hiç fahişe gibi düşünmemişti.
Neden böyle olduğunu da bilmiyordu. Kalbinde bir karıncalanma his­
setti. İçinde garip duygular uyanmaya başlıyordu.
Ruth bahçenin çakıllı yolunda ilerliyordu. Bill’e iyice yaklaşmıştı.
Zümrüt yeşili bir elbise giymişti. Bill’in parmağıyla birlikte söküp aldığı
yüzük gibi, Ruth’un gözleri gibi zümrüt yeşili... Yolda ilerliyor ve gülü­
yordu. Çok çekiciydi. Bill’in hayatı boyunca gördüğü en güzel kadındı.
Uğruna aklını yitirdiği genç kız. 1 f

643
Rüya Dağıtan Çocuk

Anahtarı tutan parmaklan buz gibiydi. Bili, bütün bedenini saran


heyecana engel olamıyordu. Zaman durdu ve Bili aniden tüm korku­
sunun kaybolduğunu hissetti. Hayır, korkmuyordu. Şu an arabadan
inip Ruth’un karşısına çıkabilirdi. Ruth o kadar yakındı ki heyecandan
dili damağı kurumuştu. Olabilirdi, her şeye yeni baştan başlayabilirdi.
“Çok güzelsin, Ruth,” diye fısıldadı.
Ve yüreğinde yanıp tutuşan bu yeni heyecanla kontağı çevirdi.
Gürültüyü duymadı. Sadece inanılmaz bir sessizlik oldu. Sonra
tüm bedenini alevler sardı.
>

Araba havaya uçtuğu zaman Ruth da havadaki basınçla yere düştü.


Bombanın gürültüsünden kulakları adeta sağır olmuştu.
* Clarence yerden kalkması için yardım ederken Ruth, korumaların
ellerinde silahlarla koştuklarını gördü. İnsanlar panik içinde koşarak
villadan çıkıyor, hizmetçiler, görevliler bağırarak sağa sola kaçışıyor­
lardı. Kısa bir süre sonra tüm bu seslere Sunset Bulvarı’ndaki devriye
arabasının siren şeşleri de karıştı.
Polislerden biri, “Senatör nerede?” diye bağırdı.
Korumalardan biri, “Senatörün bir şeyi yok, gayet iyi,” diye cevap
verdi bağırarak.
Diğer iki koruma koşarak villadan içeri girdi ve senatör ile eşini
alıp dışarı çıktı. Birlikte bahçeyi koşararak geçtiler. Polisler ikisini de
arabaya bindirdi ve devriye arabası siren çalarak oradan uzaklaştı.
Binanın ve arabaların tüm camları paramparça olmuştu. Çoğu
arabanın kapıları yerlerinden çıkmıştı. Çimlerin bir bölümü yanmıştı
ve bazı yerler hâlâ yanıyordu. Sıcaklık dayanılır gibi değildi.
Ruth’un arkasında duran biri, “Bu, üçüncü suikast girişimi,” dedi.
Bir diğeriyse, “Senatörü davet etmemek daha iyi olurdu,” diye
cevap verdi.
Gülüştüler.'
İnsanlar, gece elbiseleri içinde yollara dökülmüşlerdi. Fotoğrafçılar
sürekli fotoğraf çekiyorlardı. Flaşlar, delirmiş çekirgeler gibi gecenin
içinde parlayıp sönüyordu.
Hava gaz, yağ, kızgın demir ve yanmış deri kokularıyla dolmuştu.

644
Luca Di Fulvio

Sonra ateş birdenbire söndü. Kendi kendine. Aniden. Sanki biri


ateşin üstüne dev bir kovayla su dökmüştü. Sadece etrafta bazı kıvıl­
cımlar kalmıştı, bir de yanan arabadan gelen çıtırtılar.
Ruth yanan arabaya biraz yaklaştı.
Bill’in kömürleşmiş bedeni hâlâ şoför koltuğundaydı. Başı arkaya
doğru düşmüştü.
Yanma yaklaşan polis, “Dikkat edin, hanımefendi,” dedi.
Ruth, “Görmeliydim,” diye mırıldandı.
“Onu tanıyor musunuz?”
“Artık özgürüm.”
“Küçük hanım, yanan adamı tanıyor musunuz?”
Ruth yeniden dönüp Bill’e baktı. “Hayır,” dedi. “Hayır, tanımıyorum.”

645
69

Manhattan, 1928

Christmas, “SON” kelimesini yazdığı an içinin boşaldığını hissetti.


Yalnız ve yolunu kaybetmiş gibiydi.
Yazmak, onu bütünüyle içine çekmişti. Gerçek hayatını unutmuş,
kendi yazdığı satırlar arasında kaybolmuştu. Bir anda kendisini tuşlara
kaptırmış, sanki orada, o karakterlerin arasında yaşamaya başlamıştı.
Arkadaşlık, sivrilmek ya da sadece hayatta kalmak için verilen savaş,
Aşağı Doğu Yakası yaşamı. Ve aşk. Düş. Olması gerektiği gibi bir dünya.
Acısıyla da trajedisiyle de mükemmel. Anlam. Aradığı şey buydu; hayata
bir anlam katmak. Onu daha az belirsiz bir hale getirmek. Mükemmel
olmak böyle bir şeydi. Başarı değil, bir düşün ya da bir tutkunun sona
ermesi veya bir sonuç değil, duygu. Böylece hikâyedeki kötü karakterler
bile bir yön buldular, kendi hayatlarına bir anlam katabildiler. Ve tıpkı
bir örümcek ağını yaratan incecik teller gibi her hayat diğerleriyle
birleşti. Ve ortaya soyut olmayan, gerçek bir resim çıktı. Dramatize
edilmemiş, ironi ve duygu dolu bir tablo.
Christmas, iki yüz on yedinci sayfanın en altında yazan, “SON”
kelimesine bakarak, “Peki ya şimdi?” diye sordu kendi kendine.
O zaman başını kaldırıp parka baktı. Bank oradaydı, onu görebi­
liyordu. Ruth ve Christmas orada oturmuş olmasaydı o bankın da bir
anlamı olmayacaktı. Hikâyesinde yer almayacaktı.
Son kâğıdı da makineden çıkarıp diğerlerinin üzerine koydu.

646
Luca Di Fulvio

Sonra tüm hikâyeyi, üzerindeki isim ve adres çok önceden yazılmış


olan bir zarfın içine koydu. Ve binanın kapıcısı Neil’e, adrese teslim
edilmek üzere verdi.
Olmuştu işte. Tahmin ettiğinden çok daha önce olmuştu.
Daha on beş gün bile geçmeden, Diamond Dogs’un hayranı ve
sürekli dinleyicilerinden biri olan Eugene Fontaine, Christmas’ı Bro-
adway’deki ofisine davet etmişti.
Fontaine, buruşuk elini Christmas’m oyununun kapağına vurarak,
“Kırk yıldır bu mesleğin içindeyim ve bir oyunun tutup tutmayacağını
hemen anlarım,” dedi. “Bu hikâyede gangsterler var, aşk var... Bu, New
York’un ta kendisi.”
Christmas şaşkınlık içinde, “Beğendiniz mi?” diye sordu.
“Olağanüstü.”
“Gerçekten mi?”
“Sıkı dur, Christmas Luminita. Fırtınaya tutulmuş gibi sallana­
caksın. Oyunu hazırlamam için bana biraz süre ver. Sonrasında tüm
Amerika sadece bizden söz edecek.”
Ve şimdi oyunun galasına sadece iki hafta kalmıştı. Şehirde bu
oyundan söz etmeyen tek bir gazete yoktu. Devamlı Christmas’la rö­
portaj yapmak istiyorlardı. Vanity Fair şimdiden onu kapak yapmıştı.
Mayer, Los Angeles’tan bir telgraf göndermişti: BANA BİR YÜZDE
ÖDEMEN GEREKİYOR STOP SENİ YAZMAYA BAŞLATAN BENİM
STOP ŞANSIN AÇIK OLSUN STOP TİYATRONUN KÜF KOKUSUNDAN
RAHATSIZ OLURSAN STOP CALIFORNIA’NIN SICAK HAVASINI
İÇİNE ÇEKMEK İSTERSEN STOP SENİ DÖRT GÖZLE BEKLİYOR
OLACAĞIM STOP L.B.
Bekleyiş çok heyecanlı ve gerilimliydi. Oyun henüz gösterime gir­
memişti ama herkesin dilindeydi.
Christmas yerinden kalktı ve gidip pencereyi açtı. Central Park’ı
örten bembeyaz karın ortasında bir leke gibi duran banka baktı. Sokaklar
da bembeyazdı. İnsanlar kayıp düşmemeye özen göstererek hızlı hızlı
yürüyorlardı. Çoğunun ellerinde kurdelelerle süslenmiş paketler vardı.
Christmas garip bir melankolinin bedenini sardığım hissetti, içi
titredi. Pencereyi kapatıp içeri girdi. Evinde hâlâ eşya yoktu. Ne bir

647
Rüya Dağıtan Çocuk

divan ne bir dolap ne de bir halı. Gülümsedi. Önceki gün Sal onu Noel
yemeğine davet etmeye geldiğinde, “Bu ev hâlâ bir boka benzemiyor,”
demişti.
Yatak odasına girdi ve annesinin iki yıl önce aldığı kahverengi
takıma baktı. Tam yoksullara göre bir kıyafet; yoksul ama kişilik sa­
hibi olan insanlara göre... Yoksul ama soylu bir kadın tarafından bir
sokak satıcısından alınmış elbise. Yazdığı oyundaki kahramanın da
kahverengi bir takımı vardı. Christmas bu kıyafeti atmamıştı, hiçbir
zaman da atmayacaktı. Sık sık onu eline alır, bakar, kollarını, ya­
kalarını okşar ve annesine teşekkür ederdi. Bir de mavi yün takımı
vardı. Maria ile beraber ilk kez tiyatroya gittiği zaman giymesi için
Santo’nun ona hediye ettiği takım elbise. Oyunundaki kahramanın da
Macy’s’den alınmış, sıcacık, yün bir mavi takımı ve tıpkı Christmas’m
sahip olduğu gibi gerçek bir dostu vardı. Christmas, mavi takımı da
okşayıp kahverengi takımının yanma astı. Sonra dolaptan beyaz bir
gömlek, ince bir kravat ve siyah bir takım elbise alıp giydi. Bir dolaptan
iki paket aldı; büyüğü annesi, küçüğü Sal için. Sonra Neil’ı arayıp bir
taksi çağırmasını söyledi. Siyah kaşmir paltosunu giyip aşağı indi.
Christmas, taksinin kapısını açmış, onu bekleyen kapıcıya, “İyi
seneler, Neil,” dedi.
Delikanlı, Christmas bindikten sonra taksinin kapısını kapadı.
“İyi seneler, Bay Luminita.”
Christmas, sürücüye, “Monroe Caddesi’ne,” dedi.
Adam bir kolunu koltuğunun arkasına atıp geri döndü ve Christmas’a
baktı.
“Monroe mu? Neresi olduğunu biliyor musunuz, efendim?”
“Kesinlikle.”
“Aşağı Doğu Yakası’ndadır,”
“Daha kötü yerler de biliyorum.”
Şoför gülümseyerek dönüp arabayı çalıştırdı ve hareket etti.
Christmas ara sıra dikiz aynasından adamın hâlâ şaşkın bakan
gözlerine bakıp gülümsedi. Monroe Caddesi’ne döndüklerinde, “Şu
Cadillac’ın yanında durun,” dedi ve parasını ödeyip taksiden indi.

648
Luca Di Fulvio

Dört çocuktan oluşan bir grup, lüks arabanın etrafında dolaşıp


duruyordu. Hepsi çok zayıf ve soluk benizliydi. Şapkalarını kulak­
larına kadar indirmişlerdi ve incecik kıyafetlerinin içinde soğuktan
titriyorlardı. Buna rağmen hiçbiri eve gitmeye niyetli görünmüyordu.
Mahallede çok sık görmeye alışık olmadıkları araca hayran hayran
bakmaya devam ediyorlardı.
Christmas, gülümseyerek çocuklara yaklaştı. “Hiç değilse bu ak­
şamlık onu tek parça bırakın,” dedi.
Çocuklar şüpheli gözlerle Chriştmas’a baktılar. Bu adam da ma­
halledeki hiç kimsenin giyinmediği gibi giyinmişti. Kim olduğunu bil­
miyorlardı. Ama gangster olmadığı belliydi. Manhattanlı bir budala
olmalıydı; yolunacak bir kaz.
Çocukların içinde en kısa boylu ama zeki ve uyanık bakışlı olan
elini cebine attı.
“Yolunuzu mu kaybettiniz?”
“Hayır.”
Çocuk, Cadillac’ı işaret etti. “Bu, sizin mi?”
“Hayır.”
Çocuk elini cebinden çıkardı. Şimdi elinde pırıl pırıl parlayan bir
sustalı bıçak vardı. Küstah bir ifadeyle Christmas’a bakıp, “Öyleyse
işimize burnunu sokma,” dedi “Toz ol.”
Christmas teslim olmuş gibi ellerini havaya kaldırdı.
“Burası bizim bölgemiz,” diye devam etti delikanlı.
“Adınız ne?”
Çocuk, bocalayarak arkadaşlarına baktı. Ancak onların da pek
yardımcı olacak halleri yoktu.
Yeniden dönüp Christmas’a baktı. “Biz...” dedi. Sonra bir şey arı­
yormuş gibi sağma soluna bakındı. Sonra birden gözleri parladı ve
gururla göğsünü şişirerek, “Bize Diamond Dogs derler,” dedi.
Christmas güldü. “Yıllar önce bu taraflarda aynı ismi taşıyan bir
çete vardı,” dedi.
Çocuk omuzlarını silkti.
“Bizim adımızı duyunca kirişi kırmış olmalılar. Şimdi bu isim
sadece bize ait.”

649
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas başmı salladı. “Ellerimi indirebilir miyim?” dedi.


Çocuk bıçağı Christmas’m burnuna doğru uzattı.
“Evet, ama sakın yanlış bir şey yapmaya kalkışma.”
“Sakin ol, bela aramıyorum.” Christmas eski evinin giriş kapısını
göstererek, “Ama şu binaya girmem gerekiyor.”
Çocuklar bakıştılar.
“Girebilir miyim?”
Lider konumundaki çocuk diğerlerine döndü.
“Ne dersiniz? Bırakalım, gitsin mi?”
Çocuklardan birinin gülmesi geldi ve ağzını eliyle kapadı.
Eli bıçaklı çocuk, “Bugün iyi günümüzdeyiz,” dedi. “Gidebilirsin.
Bu seferlik Diamond Dogs seni bağışlıyor.”
“Anlaşıldı.”
Christmas çocukların yanından ayrılıp binaya çıkan merdivenleri
çıkmaya başladı. Eli bıçaklı çocuk Christmas’m arkasından seslendi.
“Hey! Şu tanıdığın çete... Diamond Dogs. Ne yapıyorlardı? Ünlü
müydüler?”
“Çok. Ama silah ya da bıçak yerine kafalarını kullanıyorlardı.”
Çocuk ilgiyle Christmas’ı dinliyordu. “Peki ya liderleri kimdi?”
“Adı zenci adına benzeyen bir adam.”
“Öyle mi? Benim adım da Albert. Ama dostlarım bana Zip der.”
Christmas geri dönüp birkaç basamak indi ve çocuğa elini uzattı.
“Memnun oldum, Zip.”
Çocuk kımıldamadan duruyordu.
“Ne dersin? Zip, Diamond Dogs liderine yakışır bir isim mi?”
Christmas biraz düşünür gibi yaptı. “Evet, Zip güzel bir isim,” dedi.
Zip gülümsedi ve elini Christmas’a uzattı.
“Senin adın ne?”
“Benim mi?” Christmas omuzlarını silkti. “Aptal bir ismim var,
boş ver.” Sonra çocuğa baktı. “Nerede oturuyorsun?”
“Şurada... Karşıda.”
“Odanın camından yolu görebiliyor musun?”

650
Luca Di Fulvio

“Evet. Neden sordun?”


“Belki bana büyük bir iyilik yapabilirsin.” Christmas’ın yüzü çok
ciddiydi. “Burada soğuktan donmak yerine evine gidersen belki arada
sırada bu Cadillac’a bir göz atabilirsin. Diamond Dogs’un gözünün
onun üstünde olduğunu bilmek beni epey rahatlatacaktır.”
Elini cebine soktu, bir tomar para çıkardı. Bu hareket ona daima
Rothstein’ı hatırlatırdı. İçinden on dolar çekip çocuğa uzattı.
“Ne diyorsun? Yapabilir misin?”
Zip gözlerini fal taşı gibi açtı. Parayı aldı ve elinde evirip çevirdi.
Sonra sesindeki heyecanı gizlemeyi beceremeden, “Tamam,” diye mı­
rıldandı.
“Teşekkürler dostum.”
Ama Zip artık onu duymuyordu. Dönüp evin merdivenlerine
koşmuş, aceleyle aşağı iniyordu. Christmas, yüzünde bir gülümseme,
yüreğinde buruk bir nostaljiyle bir süre onu izledi. Sonra yukarı çıktı
ve eski evinin kapısını çaldı.
Sal kapıyı açtı.
“Gelmekle çok iyi yaptın, delikanlı. İçeri gel de gözün ev görsün,
seninki gibi boş bir daire değil.”
Christmas içeri girdi ve annesine sarıldı.
Cetta, Christmas’m yüzünü ellerinin arasına aldı, oğlunu öptü,
okşadı.
“Biraz yorgun gibisin, güzel oğlum.”
Sal, “Böyle bir anneyle nasıl nonoş olmadın, çok merak ediyorum
doğrusu. Çocuğu rahat bırak, Cetta.”
Cetta güldü. Oğlunun paltosunu aldı ve ona hayranlıkla baktı.
“Ne kadar yakışıklısın. Hadi sofraya oturalım. Her şey hazır.”
“Hayır, önce ona evi göstermeliyim.” Sal, Christmas’ı kolundan
tuttu. “Bir çuval para harcadım. Ona evi gösteremezsem ne işe yarar?”
Sonra Christmas’a tek tek bütün odaları gezdirdi. Bir yandan da
her şeyi detaylı olarak anlatıyordu. Duvar işçiliği, su ve elektrik tesi­
satı, yeni mobilyalar... Yatak odasının kapısına geldikleri zaman Sal
kapıyı açmadı. Sadece alçak sesle, “Burası annenle benim odam,” diye
mırıldandı. Utanmıştı.

651
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas, Cetta’ya bakıp gülümsedi.


Sal, küçük turun sonunda, “Evet? Nasıl buldun?” diye sordu.
“Çok güzel.”
Sal adeta gürledi: “Çok güzel mi?! Senin bir şeyden anladığın yok,
sidikli. Burası bir saray. Kralı da benim.”
“Haklısın, Sal,” dedi Christmas gülerek.
Sonra salona geçti.
Masa üç kişilik hazırlanmıştı. Köfteli makarna ve közlenmiş biber,
salçalı sosis, siyah zeytin, domuz kıymasıyla doldurulmuş patlıcan
yediler. Son olarak da pastırma ve keçi peyniri. Yemek boyunca da
kırmızı şarap içtiler.
Sonra Sal buzdolabına gitti ve karton bir kutuyla bir şişe çıkardı.
“CaSsata siciliana,18 spesiyalitemiz. Yanında da tatlı spumante.19
O ekşi şampanyaya benzemeyen muhteşem bir tat.”
Hep birlikte kadeh kaldırdıkları an Sal kıpkırmızı kesilerek, “An­
nene evlenme teklif ettim, evlat,” dedi.
Christmas gülümsedi. “Sen ne cevap verdin, anne?” dedi.
Sal’in elindeki pastadan küçük bir parça masa örtüsüne düştü.
Kara elli adam sandalyesinde doğruldu. “Ne cevap vereceğini sandın,
sidikli?” diye bağırdı.
Cetta parmağını kadehine sokup şarabın köpüğünden biraz aldı
ve önce Christmas’ın sonra Sal’in kulaklarının arasına sürdü. “Şans
getirir,” dedi.
Christmas, “Sizin adınıza çok sevindim,” dedi. “Peki, ne zaman?”
Sal, “Bakacağız,” diye homurdandı. “Bir düğün kaça patlıyor, ha­
berin var mı? Zaten ev için dünyanın parasını harcadım...”
Christmas kadehini kaldırdı.
“İkinize.”
Cetta “Ve senin oyununa,” dedi. “Az zaman kaldı...”
Christmas gülümsedi. Alçak bir sesle, “İki hafta,” dedi.
Sal de kadehini kaldırdı. “Oyununun başarısına.”

18 İtalyan mutfağına özgü, içi meyve dolu, dondurulmuş pasta, (ç. n.)
19 Bir tür İtalyan beyaz şarabı, (yay. n.)

652
Luca Di Fulvio

Cetta, “Vito dedene ve Tonia ninene... Seninle gurur duyarlardı,”


dedi. Sonra uzanıp Sal’in elini okşadı.
Sal buruk bir sesle “Ve Mikey’ye,” dedi
“Mikey’ye.”
Şaraplarını içip pastalarını yediler.
Christmas büyük paketi alıp annesine uzattı.
Cetta heyecanla paketi açtı. İçinden el yapımı şık bir yatak örtüsü
çıktı. Ağız kısmına C ve S harfleri işlenmişti.
“Yatağınız için,” dedi Christmas.
Cetta oğluna sarıldı ve onu öptü.
Sal, omzuna hafifçe vurdu. “Teşekkürler.”
Christmas, cebindeki küçük paketi çıkardı. “O, annemim hediyesi,”
dedi. “Sen neden teşekkür ediyorsun?”
Sonra pencerenin önüne gitti ve camı açıp aşağı baktı.
Sal, “Kapat şu camı,” dedi. “Soğuk midemi bozuyor.”
“Bir şeye bakıyordum.”
Sal, Christmas’ın yanına geldi ve onu kenara itip pencereyi ka­
pamak istedi.
“Nereye bakıyorsun?”
“Şunu gördün mü?”
Sal pencereden uzanıp aşağı baktı. Gülümsedi. Gözlerinden ara­
baya hayran olduğunu anlamak çok kolaydı.
“Cadillac 314,” dedi. “Sekiz silindirli.”
“Güzel araba.”
“Sen gerçekten salağın tekisin, sidikli. Bu araba bir mücevherdir.”
“Kim bilir kimindir...” Christmas, bunu söylerken elindeki küçük
paketi belli etmeden Sal’in cebine soktu. “Ama sanıyorum ki anahtarı
kimin cebindeyse, onundur.” Sonra elini pantolonunun ceplerine so­
kup cepleri dışarı çıkardı. “Bende anahtar yok,” dedi. Sonra annesine
döndü. “Ya sen, anne? O Cadillac’m anahtarları sende mi?”
Sal güldü. “Sana alkol dokunuyor anlaşılan,” dedi. “O araba na­
sıl annenin...” Birden sustu. Ciddileşti. Christmas ona gülümseyerek
bakıyordu, Cetta da öyle. Anlaşılmaz bir ifadeyle yola baktı. Sonra

653
Rüya Dağıtan Çocuk

ellerini cebine attı, paketi buldu. Kurdeleyle süslenmiş kutuyu açtı.


Kutunun içinde bir araba anahtarı vardı. Dudaklarını ısırarak başını
sallamaya başladı. Burnundan nefes alıp veriyordu. Kaşları çatılmış,
gözleri kıpkırmızı olmuştu. Tek bir kelime etmeden iri ve kirli parmağını
Christmas’a doğru salladı. Dönüp Cadillac’a baktı. Sonra, birbirlerine
sarılmış olarak onu izleyen Cetta ve Christmas’a baktı.
Bir boğa gibi soluyordu.
Sonra aniden, üzerinde şık bir vazo duran sehpaya bir yumruk
indirdi. Sehpanın bir bacağı kırıldı ve üzerindeki vazo yere düşüp
paramparça oldu.
“Aklından neler geçiyor senin?! Beyninin yerine saman mı doldur­
dular?” Öfkeyle sehpaya ve yerdeki kırık vazo parçalarına tekmeler
atmaya başladı.
“Cadillac 314!” diye bağırdı! “Başına bir iş gelmesin diye güvenilir
bir garaj kiralamam gerekecek.”
Sonra kapıyı hızla çarparak çıktı. Çarpmanın şiddetinden kapının
üstündeki haç yere düştü.
Apartmanın sahanlığından karşılaştığı kiracı, “İyi seneler, Bay
Tropea,” dedi.
Sal’in sesi tüm apartmanın içinde yankılanıyordu.
“Siktir git!”
Christmas, “Nesi var bunun?” diye sordu annesine.
Cetta oğluna gülümsedi. “Sanırım duygulandı,” dedi.
Sonra pencereden aşağı bakmaya başladı.
Zip, evinin penceresinden iri yarı bir adamın Cadillac’a doğru
yürüdüğünü gördü. Adam arabanın önünde duruyor, bir süre bakı­
yor, sonra arka tarafına geçip bir sürede bagaja bakıyordu. Birden
lastiklerden birine bir tekme attı. Ama sonra hemen yere çömeldi ve
cebinden çıkardığı mendille tekme attığı yeri sildi.
Zip’in babası oğlunun yanma geldi ve bir eliyle ensesini tuttu. Ba­
basının kocaman, sıcacık elini ensesinde hissetmek Zip’in her zaman
hoşuna giderdi. Bu şekilde kendisini güvende hissediyordu.
“Güzel araba, değil mi Albert?”

654
Luca Di Fulvio

Yoldaki adam, anahtarı sokup arabanın kapısını açtı. Ancak bin­


medi. Bir süre arabanın içine baktı.
Zip’in babası pencereyi açtı ve dışarı uzandı. Yoldaki adama, “Güzel
araba, Bay Tropea!” diye seslendi.
Adam başını kaldırıp ona baktı ama bir şey söylemedi. Zip ada­
mın yüzünde aptal bir ifade olduğunu düşündü. Sonra adam büyük
bir özenle arabaya bindi. Motoru çalıştırdı ve gaz verdi. Heyecanlı bir
yüz ifadesiyle motorun sesini dinlemeye başladı.
“Bundan böyle bana herkesin Zip demesini istiyorum, baba.”
“Zip mi? O ne boktan isim öyle?”
Yoldaki adam kornaya basmaya başladı. Delirmiş gibi, elini kor­
nadan çekmiyordu.
Arabadan indi ve Zip’in evinin karşısındaki apartmana baktı.
“Ne bekliyorsunuz?” diye bağırdı. “Gelin, bir tur atalım.”
“Baba, tamamen bana ait bir çetem var, biliyor musun?”
“Çete mi?” Babası, Zip’in ensesine hafif bir tokat attı. “Ne zaman
bu saçma işlerden vazgeçeceksin?”
Sonra başım kaldırıp karşı apartmanın penceresine baktı. “Şu
adamı görüyor musun?” dedi.
Karşı evin camında şık bir siyah takım giymiş genç bir adam,
yanındaki güzel bir kadına sarılmış aşağı bakıyordu. İkisi de mutlu
görünüyordu.
“O adam, Christmas Luminita. Bu mahalleden çıkmayı başarmış
bir zengin.”
Zip az önce ona Cadillac’a göz kulak olması için on dolar veren
adamı hemen tanıdı. Christmas tam bir zenci ismi, dedi içinden gü­
lümseyerek. Ve cebindeki on dolara dokundu.
Zip’in babası bir yandan pencereyi kapatırken bir yandan da söz­
lerine devam ediyordu.
“Sen o adamın böyle saçma sapan hikâyeler uydurarak mı bu hale
geldiğini sanıyorsun?”
Bu sırada Cadillac’taki adam korna çalmaya devam ediyordu.

655
70

Manhattan, 1929

Soğuk bir ocak ayı gecesiydi. Christmas titrediğini hissetti. Kaşmir


paltosunun yakasını kaldırdı ve beyaz, ipek atkısını boynuna doladı.
Bankın üzerindeki R ve C harflerini okşayıp kalktı.
Lincoln Limousine onu parkın yanındaki yolda, yıllar önce ihtiyar
Saul Isaacson’m şoförü Fred’in Ruth’u beklediği yerde bekliyordu.
Christmas araca bindi ve şoföre, "Gidelim,” dedi.
Lincoln ağır ağır hareket etti.
Christmas boynuna doladığı atkıyı çıkardı, paltosunun yakasım
düzeltti. Sonra arabanın camından dışarı baktı. New York ışıklarla
donatılmıştı. Ancak en gösterişlisi, Kırk İkinci Cadde, 214 numaralı
tiyatro binasının tepesindeki idi. Binden fazla ampulle yazılmış DIA­
MOND DOGS yazısı çatıda parlıyordu.
Limuzin, bir insan selinin ortasında durdu. Etrafına hemen ba­
riyerler kondu ve polisler koşarak aracın yanma geldi. Bir figüran,
omzundaki makineli tüfeği koşarken düşmesin diye sıkıca tutarak,
arabanın kapısını açtı. Bir gangster gibi son derece abartılı giyinmişti.
Christmas arabadan inerken adama gülümsedi. Figüran tüfeğini ka­
labalığın üzerine çevirerek Christmas’m yanında yürümeye başladı.
Bu, Eugene Fontaine’in bir planıydı. “Tiyatro sokakta başlar,” demişti.
Kalabalık alkışlamaya başladı. Fotoğrafçılar makinelerinin flaşla­
rını hazırlıyorlardı. İki sahte gangster daha Christmas’m yanma gelip
onu koruma altına aldılar. Tiyatronun kapısında fahişe gibi giyinmiş
bir genç kız Christmas’a tutkulu bir bakış attı. O sırada eli yüzü kir
içinde, fakir giyimli bir çocuk tökezlemiş gibi yapıp Christmas’a çarptı.

656
Luca Di Fulvio

Christmas çocuğa bağırdı. Çocuk ayağa kalktığında elindeki altm saati


Christmasa doğru sallıyordu. Kalabalık çığlıklar atıyor, gülüyor, al­
kışlıyordu. Fotoğrafçılar üst üste fotoğraf çekiyor, flaşlar durmaksızın
patlıyordu.
Christmas fuayeye girdi. Bir sürü insanla tokalaştı, hepsine gü­
lümsedi ve gazetecilerin sorularına cevap verdi. Sonra sahneye doğru
ilerledi. Sahnenin arkasında yükleme boşaltma yapılan dar sokağa
açılan kapıdan dışarı çıktı. Sokaktaki kalabalığın ve tiyatrodaki in­
sanların sesleri oraya kadar geliyordu.
“İnsanın başını döndürüyor, değil mi?”
Arkasından gelen sesi duyunca Christmas dönüp baktı. Paspal
giyimli bir çocuk, duvara dayanmış sigara içiyordu. Balmumu sürülmüş
elleri pırıl parlıyordu. Zayıftı ve gözlerinin altında koyu halkalar vardı.
“Adım Irving Solomon. “Rolüm...”
“Joey Sticky Fein, evet.” '
Çocuk utanarak düzeltti.
“Asîmda... Lakabı Wax olan Phil Schultz rolündeyim.”
“Ah, evet... Haklısın.”
Genç aktör, “Oyununuzda Joey Sticky Fein diye biri yok,” dedi.
Christmas gülümseyerek yere baktı. Yine anılarına dalmıştı. Sonra
bakışını kaldırıp delikanlıya baktı.
“Wax’e gereken saygıyı göster, hakkını vererek oyna,” dedi. “O
sadece bir hain değildi.”
“Neydi?”
Christmas cevap vermedi. Genç aktörün balmumu sürülmüş par­
maklarına, gözlerindeki makyaja baktı. Gülümsedi.
“İkinci sahnede, üzerinde yüz elli dolarlık elbisenle göründüğünde,
ayaklarının üzerinde böyle sıçrayarak yürü. Neredeyse dans eder gibi.
Bak böyle... Bir boksör ya da bir balet gibi...”
Christmas, tıpkı Joey’nin yaptığı gibi gergin ve çevik hareketlerle
sıçramaya başladı.
Arka kapının önünde ansızın sahne amiri göründü.
“Solomon, hâlâ dışarıda ne yapıyorsun? At şu sigarayı elinden.”
Genç aktör, sorusuna Christmas’ın gözlerinde cevap bulacakmış
gibi dikkatle bakarak, “Gerçekten arkadaş mıydınız?” diye sordu.

657
Rüya Dağıtan Çocuk

“Hadi, git...” dedi Christmas gülerek. “Bol şans.”


Birkaç dakika sonra sahne amiri yeniden kapının önünde belirdi.
“Bay Luminita, birazdan başlıyoruz. Eğer girmek isterseniz...”
Christmas başını salladı. Adam içeri girdi. Dar sokakta yalnız
kalınca Christmas başını kaldırıp New York’un yıldızsız gökyüzüne
baktı ve sonra içeri girdi. Perdenin arkasından seyircinin uğultusu
geliyordu.
Oyunculara baktı. “Hepimize bol şans,” dedi.
Aktörler sessizce Christmas’ı alkışladılar.
Joey rolünü oynayan aktör, hepsinden uzak bir köşede hafif ha­
reketlerle ayaklarının üzerinde sıçrayıp duruyordu. Bir boksör gibi.
Christmas perdenin arkasından çıkıp seyircilerin arasına indi.
Seyirciler ayağa kalkmış, onu alkışlıyorlardı. Christmas gülümsedi
ve onları selamladı. Sonra salonun en arkasına gidip insanlara bak­
maya başladı. Birinci sırada annesini görebiliyordu. Simsiyah saçla­
rını ensesinde toplamış ve yakası açık mavi bir elbise giymişti. Onun
yanında yıkanmış ellerini sürekli ovuşturan, yüzü ter içinde kalmış,
şık ve yepyeni smokini içinde Sal oturuyordu. Bir iki koltuk yanda ise
Cyril vardı. Kendisinin ve karısı Rachel’ın söylediği gibi, “Harlem’in
en zengin zencisi” Cyril. Christmas, zencilerin tiyatroya girmesine ke­
sinlikle izin vermeyeceğini söyleyen tiyatro müdürüyle ciddi şekilde
tartışmıştı. Fakat Cyril bu konuyu bilmiyordu. Christmas, üzerine
bir dolar yapıştırılmış yüzüğünü herkese gösteren Bessie’yi görünce
gülümsedi. Ve Kari, annesiyle babasını yerlerine oturttuktan sonra
hemen WNYC yöneticilerinin yanma gidip koyu bir sohbete başlamıştı.
Kesin aklındaki yeni programlar hakkında konuşuyordu. Christmas
ona da gülümsedi. Sonra iki parmağını alnına götürerek, gösteriyi
kaydedip radyoda yayınlayacak olan CKC teknik ekibini selamladı.
Yakında doğacak ilk çocuklarına hamile olan Carmelina’nın yanında
oturan Santo’ya, Macy’s mağazalarının yeni müdürüne sevgiyle baleti.
Salonun en orta yerinde oturan Lepke, Gurrah ve Greenie’yi gösterişli
takım elbiseleriyle görünce içinden gülmek geldi. Onların bir arka­
sındaki sırada tüm New York mafyası oturuyordu. Gençler smokin,
yaşlılar frak giymişlerdi. Eugene Fontaine, eleştirmenlerin yorumları
bile beklenmeden tüm biletlerin üç hafta içinde tükendiğim söylemişti.
Aktörler, gazeteciler, zenginler... Herkes oradaydı.

658
Luca Di Fulvio

Fakat tüm bunlara rağmen, Christmas tam anlamıyla mutlu ola­


mıyordu. Gözlerini kapadı. Tüm hayatı gözlerinin önünden hızla geçti.
Eksik bir şey vardı; hâlâ eksik olan bir şey.
O sırada yönetmenin sesi duyuldu: “Işıklar!”

Tren rötar yapmıştı. Ruth sabırsızlıkla saatine baktı. Yerinde duramı­


yordu. Camı açıp başmı dışarı çıkardı. Rüzgâr saçlarını karıştırınca
içeri çekilip camı kapadı. Karşısındaki koltukta oturan yaşlı kadın
Ruth’a bakıp gülümsedi. Ruth da ona gülümseyerek karşılık verdi.
Zaman kalmamıştı. Birdenbire zaman bitivermişti. Asla başara­
mayacaktı.
Yaşlı kadın, “Yetişeceğiz,” dedi.
Ruth başmı salladı ve geçip yerine oturdu. Başını önüne eğip ne­
fesini kontrol etmeye ve dizlerinin titremesine engel olmaya çalıştı.
Elini göğsünün üzerine koydu.'Beyaz gömleğinin altında Christmas’m
beş sene önce ona hediye ettiği kalpli kolye vardı. Minesi tamamen
dökülmüştü. Gömleğinin üzerinde kolyeyi tutmayı denedi. Ama elleri
titriyordu. Yemden ayağa fırladı ve camı açtı. Yine başmı dışarı çıkardı.
İs kokusu ciğerlerini yaktı.
Camı tekrar kapatıp içeri çekildi. O an yaşlı kadın güldü ve el­
divenli elini dudaklarına götürerek, “Ah, Tanrım!” dedi. “Şu haline
bak.” Çantasını karıştırdı ve içinden keten bir mendil çıkardı. Ayağa
kalkıp Ruth’a doğru uzandı ve yanaklarını temizlemeye başladı. İşi
bitince Ruth’a baktı ve gülümseyerek, “Biraz makyaj yapmalısın,” dedi.
“Berbat görünüyorsun.”
Ruth sesini çıkarmadı. Yeniden saatine baktı. Sonra koltuğun üst
kısmında duran, küçük, timsah derisi bavuluna uzandı. Açıp içinden
Clarence’ın hediye ettiği zümrüt yeşili gece elbisesi ile açık renk bir
deri kutu çıkardı. Kompartımandan hızla çıkıp tuvalete doğru ilerledi.
Tuvalet kapısının önünde durdu. Bir tren tuvaletine en son beş
sene önce, ters yöne yolculuk yaparken girmişti. Bir elinde Christmas’m
hediyesi olan kolye, diğerindeyse bir makas vardı.
Kapının kolunu sımsıkı tutan elini gevşetti. Kapıyı açtı ve içeri girdi.
Aynaya baktı. Böyle bir aynaya en son baktığında uzun siyah buk­
leleri vardı ve Christmas’m dudaklarından “Seni bulacağım” sözlerini
okuyalı birkaç dakika olmuştu.

659
Rüya Dağıtan Çocuk

Böyle bir banyoya en son kapandığında siyah buklelerini kesmiş


ve bir kadına benzememek için göğüslerini sımsıkı sarmıştı.
Lavaboya dayandı. Yüzüne su çarptı. Sonra yeniden aynaya baktı.
Yüzündeki su damlacıkları gözyaşlarına benziyordu ama Ruth bu kez
ağlamıyordu.
Gömleğinin düğmelerini açtı, yün eteğini çıkartıp yere attı. Ay­
nadaki görüntüsünü bir süre izledi. Aklına, Aşağı Doğu Yakası cinini
öpmeye karar verdiği gün geldi. Deri kutuyu açtı ve tıpkı o gün yaptığı
gibi yüzüne önce fondöten sürdü, sonra da pudraladı. Sonra gözlerine
kalem çekerek daha iri görünmelerini sağladı. Ve son olarak dudak­
larına kırmızı bir ruj sürdü; göğsünde sakladığı o kalp kadar kırmızı.
Saçlarını taradı. Ve yeniden aynadaki görüntüsüne baktı. Şimdi kadın
gibi göründüğünü biliyordu. Bunu anlamak için kendi tenini okşama­
sına artık gerek yoktu.
Büyük bir özenle yeşil elbisesini giydi.
Kompartımana geri döndüğünde yaşlı kadın bir şey demeden
Ruth’u süzdü. Buruşuk yüzünde, unutamadığı bir şeyleri anar gibi
hoş bir gülümseme oluştu. Tren, Grand Central İstasyonu’nda durduğu
zaman Ruth’un telaşla kapıya yöneldiğini görünce yavaşça, “Şansın
açık olsun,” diye mırıldandı.
Ruth, hâlâ hareket halinde olan trenden atlarken neredeyse dü­
şüyordu. Peron boyunca koştu, trenden inmeye başlayan kalabalığı
yararak istasyondan çıktı ve taksilerin park ettiği yere doğru koşmaya
devam etti.
Taksiye biner binmez, “New Âmsterdam Tiyatrosu’na, lütfen,” dedi.
“Olabildiğince çabuk.”
Şoför arabayı çalıştırdı ve hızla yola koyuldu.
Taksi caddeleri geçerken Ruth etrafına bakmıyordu. Sanki doğup
büyüdüğü ve sonra kopartıldığı bu şehri, şiddet gördüğü ve aynı zamanda
tek, büyük ve tutkulu aşkını bulduğu bu şehri görmek istemiyordu.
Taksiden indiği zaman gördüğü tek şey ışıklar içinde yanıp sönen
bir yazı oldu: DIAMOND DOGS.
Ve insanlar; çeşit çeşit insan... Gangsterler, fahişeler, sıradan in­
sanlar...

660
Luca Di Fulvio

Taksinin parasını ödedi ve orada, tiyatronun kapısının önünde


kalakaldı. Sanki aniden nefesi kesilmişti ya da tüm insanları en ufak
ayrıntısına kadar incelemesi gerekiyordu.
Sonra tiyatronun girişine kadar serili kırmızı halıya ilk adımını
attı. Onun kandan oluşmuş uzun bir çizgi olduğunu düşünmedi. Ha­
yatında artık kan yoktu. Kırmızı, dudaklarının rengiydi. Kırmızı, kalp
şeklindeki çirkin bir kolyenin rengiydi.
Fuayeye girdi. Görevliler kadife perdeleri çekiyorlardı ve kapılar
kapanmak üzereydi. Salona çıkan birkaç basamağı çıktı. Bir elinde
mantosu diğerinde timsah derisi yeşil valizi vardı.
Arkasından bir ses, “Hanımefendi...” diye seslendi.
Ruth yürümeye devam etti.
“Hanımefendi...”
Onu bulup bulamayacağını bilmiyordu. Hâlâ bekleyip beklemedi­
ğini bilmiyordu. Geleceklerinin nasıl olacağını bilmiyordu, hatta bir
geleceklerinin olup olmayacağını bile bilmiyordu.
“Hanımefendi, nereye gidiyorsunuz?”
Bildiği tek şey, bunu denemesi gerektiğiydi. Kafesinin içinde, kor­
kudan ölmek istemiyordu.
Görevlilerden biri yolunu kesti.
Ruth sadece ona ait olduğunu biliyordu... En baştan beri hep ona
aitti.

O sırada yönetmenin sesi duyuldu: “Işıklar!”


Salon karanlığa büründü. Ayakta olan seyirciler yerlerine otur­
dular. Sesler iyice azaldı ve heyecanlı tek bir mırıldanma halini aldı.
Görevliler sağ ve sol taraftaki iki giriş kapısının kadife perdelerini
kapatıyorlardı. Tiyatronun en arkasındaki duvara dayanmış, ayakta
duran Christmas gözlerini kapadı. Hayatı hızla gözlerinin önünden
geçiyordu.
Sol tarafındaki giriş kapısının arkasından biri, “Hanımefendi, içeri
giremezsiniz...” diyordu.
Sonra bir koşuşturma oldu, karışık birtakım sesler...
Christmas gözlerini açtı.
Sol tarafındaki kaim kadife perde hızla çekildi.

661
Rüya Dağıtan Çocuk

Christmas dönüp baktı.


Zümrüt yeşili ipek bir elbise gördü.
Aynı telaşlı ses hâlâ, “Hanımefendi, giremezsiniz...” diyordu.
Christmas dayandığı duvardan ayrılıp kapıya döndü.
Ruth muhteşemdi... Işıl ışıl, güzel, çok güzel. Ve ona bakıyordu.
Zümrüt yeşili gözleri daha önce hiç olmadığı kadar canlı parıldıyordu.
Bir elinde mantosu, diğer elinde de valizi vardı.
Christmas güçlükle ağzını açtı. Şiddetli, beklenmedik ve onu felce
uğratan bir heyecanla kuşatılmıştı. Şaşkınlık, mükemmellik, anlam...
Sadece Ruth’un yolunu kesen görevliye elini kaldırıp onu bırak­
masını işaret edebilmişti.
Görevli bir adım geri gitti.
Ruth, Christmas’a bakıyor ve hiç kımıldamıyordu.
Sahne amiri, “Karanlık!” dedi.
Elektrik düğmelerinin çıtırtıları duyuldu. Salon derin bir karan­
lığa büründü.
Seyirciler sustu. Derin, gergin ama canlı bir sessizlik...
Görevli çıkmak için perdeyi araladı. İçeri giren ışıkta Christmas,
Ruth’un kollarını iki yana açtığım gördü. Manto ve valiz yere düştü.
Son sırada oturan biri, “Sessiz olun,” dedi.
Christmas güldü. Sessizliğin içinde Ruth’un ayak seslerini dinledi.
“Döndüm,” dedi Ruth.
Christmas şimdi onun kokusunu duyabiliyordu.
Perde açılmaya başladı.
Christmas elini uzatıp Ruth’un elini tuttu ve onu kendisine doğru
çekti.
O sırada sahneden bir ses yükseldi.
“İyi akşamlar, New York.”

SON

662
Teşekkürler

Marco Cohen ve Fabrizio Donvito’ya teşekkür ederek başlamak is­


tiyorum, çünkü benim de hayata kendilerinin baktıkları noktadan
bakmamı sağladılar. Böylece çok daha fazla şey görebildim. Ve Gabriele
Muccino, atalarımızın maceralı yolculuklarını mükemmel bir şekilde
aktararak bana okyanusu aşabilme gibi olağanüstü bir fırsat verdi.
Bir diğer teşekkür Roberto Minutillo Tıırtur’a, bana goz kulak olduğu
ve elimden tutup yol gösterdiği için. Ayrıca sanatıyla karakterlerimi
giydirmeme izin veren Maurizio Millenotti’ye, bitmek bilmez merakıyla
bana şehrini tanıtan Peter Davies’e, bilmediğim birçok yabancı dili
kullanmamda bana yardımcı olan Emanuela Canali’ye ve profesyo­
nelliği ve sabrı için Barbara Gatti’ye teşekkür ediyorum.
Bana hep destek olan ve o büyüleyici sesiyle beni daima heyecan­
landıran Silvana Fuga’ya da teşekkürler. Etkileyici ve tutkulu yorumlan
için de Sole Ferlisi’ye teşekkür ederim.
Güneşin özelliklerini bana ve kahramanıma öğrettiği için Silvio
Muccino’ya, ayrıca benim iflah olmaz güvensizliğimi dostluğu ve say­
gısıyla tedavi eden Vincenzo Salemme’ye teşekkürü borç bilirim.
Ve efsanevi insan David Bowie’ye Diamond Dogs şarkısını yazdığı
ve benim de çeteme bu adı vermeme izin verdiği için teşekkürler.
Ve son olarak teşekkürler Clara. Sen olmasaydın ben var olmazdım.

663

n ş a n ı n u n ı u t s u z a şl<
1H
il İ Î İ ı
iiım . %

Christmas, İtalya’dan Am erika’ya göçtükten


sonra fahişelik yaparak geçinen genç bir kadının
gayrim eşru oğludur. A nne oğul, kendi ülkelerindeki
toprak sahiplerinin zulm ünden kaçtıktan sonra New
5Sİİİ
York’ta çetelerin hüküm sürdüğü yoksul bir göçm en
m ahallesinde yaşam mücadelesi vermektedir.

Ruth, şehirdeki zengin bir Yahudi ailenin kızıdır,


Bir gün korkunç bir şekilde tecavüze uğramış ve ağır
yaralanmış halde bulunur. Genç kızı bulup hayatını
kurtaran ise Christm as’tan başkası değildir.
' .
Aralarındaki farklılıklar nedeniyle birlikte olmaları
im kânsız görünse de Christmas, Ruth’a olan
tutkusundan vazgeçmeyecektir. Her türlü tehlikeyi
göze almaya hazırdır. Hayat şartları Ruth’u ondan
kopardığında ise onu bulm ak için elinden geleni
yapacaktır.

.
A caba Christmas, bir yandan radyonun ve Broadway
tiyatrosunun büyülü dünyasında şöhret olm a hayalini
kovalarken, diğer yandan hâlâ kalbinde taşıdığı Ruth’a
w% kavuşabilecek midir?

Peki Ruth, aldığı büyük yaralara rağm en hayata tutunup


genç adamın aşkına karşılık verebilecek midir?
"M
Rüya Dağıtan Çocuk, şiddetin, acım asızlığın ve yoksulluğun •J
içinde yeşeren umudun ve hayallerin öyküsü...

\
| www.pegasusyayinlari.com
*1j?
| I S B N : ci 7 f l - t , D S - 3 M 3 - b E t , - 3 !

786053"436263

You might also like