Nahid Sırrı Örik - Bilinmeyen Yaşamlarıyla Saraylılar

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 99

Nahid Sırrı Örik _ Bilinmeyen Yaşamlarıyla Saraylılar

İçindekiler

Nahid Sırrı Örik ve bu kitaptaki yazıları .................................. 7


Mahdum Beyler,
Damat Beyler ve Küçük Hanımlarla Gelin Hanımlar ............. 11
Çapkın Damat Paşalar ................................................................. 18
Son Damatlar ................................................................................ 23
Saray Hikâyeleri ........................................................................... 33
Sultan Düğünleri ................................................:......................... 37
Saraylarda Boşanmalar ................................................................ 43
Boğaziçi'nde Bir Deniz Kazası .................................................... 48
Şehzadelerin Çapkınlıkları .......................................................... 55
Abdülhamid'in Havai Şehzadesi ................................................ 62
Osmanlı Hanedanı Kadınları ...................................................... 67
İki Valde Sultan Arasında ............................................................ 74
Abdülmecid'in Kızları Arasında ................................................. 81
Sultan Mecid'in Âşık Kızı ........................................................... 86
Abdülaziz'in Kızları ..................................................................... 97
V. Murad'ın Kızları ...................................................................... 101
Yirmi Dört Saatlik Saltanat Arası .............................................. 109
Abdülhamid'in Haremi ............................................................... 116
Abdülhamid'e Sığınan Sırp Kralı ve İstanbul'daki Sevgilisi ....... 149
Sultan Mehmed Reşad ................................................................. 158
Son Osmanlı Padişahı Vahideddin ............................................. 167
İntihar Eden Valiaht: Yusuf İzzeddin Efendi ............................ 175
Yusuf İzzeddin Sarayındaki Hanımlar....................................... 185
Son Veliaht ve Halife Abdülmecid Efendi ................................. 188
Mısır'ın Valdepaşaları .................................................................. 201
Mısır'ın Bir Sultanıyla Üç Kraliçesi ......................................... 208
Nahid Sırrı Örik ve bu kitaptaki yazıları
Nahid Sırrı Örik (İstanbul 1894-1960), sarayla ilişkili bir ailedendi. Dedesi Örikağası-zade
Ahmed Nafiz Paşa "divan sahibi" bir şairdi; babası Hasan Sırrı Bey II. Abdülhamid'in mabeyn
mütercimliğinde, Maarif Nezareti mektupçuluğunda, Rüsumat Eminliğinde (Gümrükler Genel
Müdürlüğü), Mekteb-i Hukuk hocalığında bulunmuştu.
Nahid Sırrı, özel öğretmenlerden ders alarak yetişti. Beşiktaş'taki Aftâb-ı Maarif
Rüşdiyesi'ndeki orta öğreniminden sonra Galatasaray Sultanisi'nde (Lisesi) okuduysa da burayı
bitirmedi. Bir süre dinleyici olarak Mekteb-i Hukuk'un derslerini izledi. Babasından,
çevresinden, yakınlarından işitip öğrendiklerinin, babasıyla birlikte çıktığı gezilerin
izlenimlerinin yetişmesi, kültürel ve sanatsal edinimi üzerinde büyük etkisi olduğu belirtilir.
1915-28 arasında babasıyla birçok Avrupa kentinde dolaştıktan sonra 1928'de Türkiye'ye döndü.
Arşiv Genel Müdürlüğünde, Cumhuriyet gazetesinde ve çevirmen olarak Ankara'da Maarif

www.webturkiyeportal.com
Vekâleti'nde çalıştı. Bu sıralarda başlayan yazarlığı ölümüne değin sürdü. Birçok gazete ve
dergide romanları, hikâyeleri, oyunları, gezi izlenimleri, deneme ve eleştirileri, anıları,
incelemeleri, tarihi konuları ele alan yazıları, çevirileri yayımlandı. Bunların bir kesimi
kitaplaştı:
Roman: Colere de Sultan (Fransızca, 1932), Eve Düşen Yıldırım (1934), Kıskanmak (1946) ve en
başarılı eseri sayılan Sultan Hamid Düşerken (1947). Hikâye: Kırmızı ve Siyah (1929),
Sanatkârlar (1932), Eski Resimler (1933). Oyun: Sönmeyen Ateş (1933), Muharrir (1934), Bütün
Oyunları (1997).
Deneme - inceleme - eleştiri: Edebiyat ve Sanat Bahisleri (1932), Roman ve Hikâye (1933), Hayat
ile Kitaplar (tarihsiz, 1946). Gezi: Anadolu'da (1939), Bir Edirne Seyahatnamesi (1941), Kayseri -
Kırşehir - Kastamonu (1955). Tarih - anı: Tarihi Çehreler Etrafında (1933), 150 Yılın Türk
Meşhurları Ansiklopedisi (1953'te üç fasikülü çıktı), Eski Zaman Kadınları Arasında (1958).
Fransızcadan çeviriler: Aziyade (P. Lo-ti'den), Bezgin Kadınlar (P. Loti'den), Vadideki Zambak
(Bal-zac'tan), Candide (Voltaire'den), Sylvestre Bonnard'ın Cürmü (A. France'tan), İstanbul'a
Ait Günlük Hatıralar (A. Gal-land'dan), vb.
O
Nahid Sırrı, yeteri kadar okuyucu bulamadıysa da, edebiyat tarihçilerinin ve eleştirmenlerin
görmezlikten geldiği bir yazar olmadı. Hatta, "Has edebiyatseverlerin hayranlıkla okuduğu
yapıtlar" verdiği (S. İleri) öne sürüldü. Konumuz Nahid Sırrı'nın edebiyatçı yönü, edebiyat
alanındaki ürünleri olmadığı için, bunlar üzerinde durmuyoruz.
O, aynı zamanda, yakm tarihe ilişkin pek çok yazı yayımlamış ve bunlar dergi sayfalarında
kalmıştır. Bu yazılarında, daha önce yazıya geçmemiş pek çok ilginç şey anlatır, pek çok ayrıntı
verir. Özellikle de saraylılar ve saray yaşamı üzerinde durur. Bunun farkında olan yazarlar,
Nahid Sırrı'nın hakkını "teslim etmekten" geri kalmazlar.
Hilmi Yavuz şu yargıya varır: "... Bir kimliği daha var Nahid Sırrı'nın. Tanpınar'ın İbnülemin
için söylediğini, onun bu kimliği için de kesinleyebiliriz: Bir 'cihan kaynanası'dır Nahid Sırrı.
Osmanlı sarayının son kadınlarını ince, müstehzi ve kışkırtıcı sözlerle o kadar içeriden yazıyor
ki, bir bakıyorsunuz, entrika ve anekdot, bir tarih metnine dönüşüvermiş."
Selim İleri ise gazetelerde, dergilerde çıkmış olup da "unutuluşa terk edilmiş" yazılarını anarken,
"Özellikle bu yazılarında Örik," der, "yakın tarihin Osmanlı padişahlarını, hanedan ailesini,
kadın efendileri, damatları çok renkli bir ifadeyle kaleme getirir."
Uzunca bir arayıp taramadan sonra 194O'lı ve 1950'li yılların gazete ve dergilerinden derleyip bu
kitapta topladığımız yazılar, Osmanlı sarayının son yüzyılı, özellikle de padişahlar, padişah
kadınları, şehzadeler, sadrazamlar, devlet adamları üzerine şaşırtıcı bilgilerle dopdoludur. Ve
Nahid Sırrı'nın anlattığı her şey, ya özel araştırmalarının sonucuna ya da kendisinin çoğu kez
"mevsuk" (güvenilir) kaynaklar dediği, bugün sözlü tarih araştırması olarak değerlendirilen
anlatımlara dayanır: Yaşamına, babasının ve yakınlarının sarayla ilişkilerinden ve devlet
görevlerinden kaynaklanan tanıklık ve bilgilere, yakın ve uzak çevreden derlenen ve yine
tanıklıklara dayanan bilgilere, dönemin gazete vb. yayınlarına, yabancı kaynaklara...
Nahid Sırrı'nın "konak Türkçesi" kullandığı yolundaki, Tahir Alangu'dan aktarılagelmiş yargı
üzerinde biraz durmamız gerekiyor. Bu yargı, Alangu'nun şu cümlelerine dayanıyor: "Örik'in
anlattığı konulara ve kişilere çok uygun düşen, günümüz sanatçılarına artık yabancı gelen biraz
eskice, uzun cümleli ama çok akıcı, düzgün bir dili var. Asıl önemli olan, onun diline takılmış
kalmış bazı eski kelimeler değil, kullandığı konak Türkçesinin göze derhal çarpan zenginliğidir.
Bu dili günümüz sanatçılarının dilleri ile karşılaştırınca, en aşırı dil temizliği gayretlerinin
yazarlarımıza zorunlu olarak neler kaybettirdiği açıkça görülmektedir. Kumanda verir gibi kısa
ve sert, konuşma dilinde yazma derdiyle iyice devrilip gitmiş, kısır, tutuk bir anlatış yerine
burada eskiye biraz yakın, tatlı bir 'İstanbul şivesi' anlatımını buluyoruz."
Kanımızca Nahid Sırrı'nın kimi oldukça uzun, kimi düşük cümleleri, kullanmaktan hoşlandığı
birtakım "kitabi" sözcükler, konak Türkçesiyle de İstanbul şivesiyle de kolay kolay
ilişkilendirilemez. Gerçekte Nahid Sırrı, Türkçenin sözdi-zimini değiştirerek kendine özgü bir
üslup yaratma çabasındadır. Kimi yazılarında daha da belirginleşen bu çabasında başarıya
ulaştığı söylenemez. Ama şunu da belirtmek gerekir, edebi eserlerinin diline 'müdahale' herhalde
doğru olmaz.
Elinizdeki kitapta yer alan yazıları ise, bugün için, uslu-
bundan çok, verdiği bilgiler yönünden önem taşımaktadır. Bu nedenle, kimi eskimiş sözcüklerin
yerine günümüzde kullanılan karşılıklarını yazmakta sakınca görmedik. Birkaç yerde de, çok
küçük "müdahale"lerle cümleleri daha anlaşılır kılmaya çabaladık. (Kimilerinin hiç hoş
görmeyecekleri bu "günahımızı" itiraf etmekten de kaçınmıyoruz!) Burada Örik'in kitapta yer
alan yazılarının 194O'lı ve 1950'li yıllarda yayımlandığını bir kez daha belirterek, "hayatta
olduğunu" söylediği birçok kimsenin bu dünyadan çoktan göçmüş olduğunu da vurgulamak
gereğini duyuyoruz.
Yazarın -T. Alangu'nun deyişiyle- "müstehzi de olabilen", ama çoğunca "duygusuz bir anlatış"ı
yeğleyen üslubunun ardındaki, başka bir deyişle satır aralarındaki tutumuna da dikkatleri
çekmek isteriz: Nahid Sırrı, hiç açığa vurmamakla birlikte, Osmanlı saltanatından yanadır;
Fethi Naci'nin, onun Sultan Hamid Düşerken başlıklı romanı üzerine yargıya varırken
(Yüzyılın 100 Türk Romanı, İst. 1999, s. 231) ortaya koyduğu tutum içerisindedir: "... Nahid Sırrı
Örik'in gönlü de, kafası da Sultan Hamid'den yana. Ne var ki Bal-zac'm kralcı oluşu toplumsal
gerçekliği nesnel gelişmesi içinde vermesine nasıl engel olmamışsa Nahid Sırrı'nın Sultan
Hamid'den yana olması da toplumumuzun belirli bir tarihsel kesitini bütün gerçekliğiyle
yansıtmasına engel olamamış."
Bu kitaptaki yazıların önemi de, pek çoğu artık hiç bilinmeyen tarihsel olguları nesnel bir açıdan
yansıtmasından ileri gelmektedir. Evet, şaşırtıcı bilgiler ve ayrıntılardır bunlar; ilk kez yazıya
geçirilmektedir. Daha önce ortaya sürülmüş birtakım yanlışların ve gerçek dışı anlatımların
düzeltilmesini de sağlayacaktır. Başka bir deyişle, Osmanlı saraylılarına ve saraylarına ilişkin
doğru bilgilerin edinileceği önemli bir kaynak olacaktır.
Alpay Kabacali
10
Mahdum Beyler, Damat Beyler ve Küçük Hanımlarla Gelin Hanımlar
Du yazımda sözünü edeceğim delikanlılarla taze hanımlar, en son yıllarını pek güzel
hatırladığım ve "İstibdat devri" diye anıp durduğumuz zamana (II. Abdülhamid'in saltanat
dönemine) ait bulunanlardır. Konuya girerken önce şu noktayı tespit etmeli ki, bu genç beylerle
hanımların paşa babaları veya paşa kaynataları üzerindeki nüfuzlarında ve bu nüfuzun
hayatlarında sağladığı tantana ve debdebede, lüks ve sefahat-ta nicelik büyük bir rol oynardı.
Yani, paşa efendinin veya beyefendi hazretlerinin bir tek evladı olup bu evlat erkekse kendisiyle
eşinin ve şayet kızsa kendisiyle kocasının bir dedikleri iki olmazdı. Ama, eğer pek muhterem
pederin bir veya daha çok sayıda eşlerinden bir düzine kadar veya üç dört tane evlat dünyaya
gelmişse, artık bunlardan ancak bir tanesi baş tacı olur, ötekilerin pek de esamisi okunmazdı.
Nitekim, Sultan Hamid'in en meşhur sadrazamı olan Küçük Said Paşanın ilk oğluyla ilk kızını
öteki çocuklarına tercih ettiğini herkes bilir. Galiba daha da çok evladı bulunan Kıbrıslı Kâmil
Paşanın da oğullarından bahriyeli Said Paşayı pek çok sevdiği ve sevginin hem İstibdat hem
Meşrutiyet devirlerinde Kâmil Paşanın düşmanlarınca çeşitli hikâye ve iftiralara yol açıp imkân
verdiği malûmdur.
Şeyhülislamlığı tam on yedi yıl süren Cemaleddin Efendinin ise, küçük oğlu Muhtar Beye pek
fazla sevgisi bulunduğundan, kendisini yirmi yaşında büyük makamlara eriştirdiği, mahdum
beyin de kendisinde büyük bir devlet adamı kabiliyeti vehmedip efendi babası aracılığıyla
Vükelâ Meclisi'nin (Bakanlar Kurulu) müzakerelerine karışmaya kalktığı meşhurdur.
11
Benim erişemediğim bir tarihte de sadrazam Halil Rifat Paşanın oğlu Cavid Beyin bu gibi
hareketleri son sınırlara varmış, nihayet pek debdebeli hayatı bir düşman kurşunuyla Köprü
üzerinde son bulmuştur.
Paşa hazretlerinin veya beyefendi hazretlerinin bir tek kızı olur ve bu kızını severse, bunların
kocaları da önem ve itibarca en şanlı mahdum beylere rekabet ederlerdi. Mesela Sultan
Hamid'in sarayında en önemli iki şahsiyettin biri olan Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşanın ancak
bir kızı vardı. O hanım da kocasına pek düşkün bulunduğundan, delikanlının israfı bütün aileyi
kötü duruma düşürmüştü.
Genellikle mahdum beylerin damat beylere nisbetle bazı üstünlükleri vardı ki, bunların en
önemlilerinden biri kendilerinin "damad-ı şehriyari" olup, yani saltanat ailesinden bir kız alıp, bu
takdirde vezirliğe ve müşirliğe (general rütbesine) erişebilmeleri imkânıydı. Buna karşılık Sultan
Hamid, damad-ı şehriyari olmayan paşazadelerle damatları Şûra-yı Devlet Mülkiye Dairesi
(sonra Danıştay İdari Daireleri) azalığıy-la vezirlikten önceki en yüksek rütbeyi oluşturan
Bâlâ'lığa kadar çıkarır, fakat asla vezir yapmazdı.
Yıldız Sarayı önünde Cuma selamlığı.
12
Nitekim kendisine bir sultan da vaadedilmiş bulunduğu halde Said Paşa, pek sevgili büyük oğlu
Ali Namık Beyin -orgeneralliğe eşit olan- Bâlâ rütbesini yeter saymamış, gerekçe olarak da
mahdumunun Fransızcasmı pek ilerlettiğini söyleyip, vezirliğini bir ariza (dilekçe) ile padişahtan
rica etmişti. Fakat, sureti İbnülemin'in "Son Sadrazamlar" isimli eserinde bulunan bu ariza da
Sultan Hamid'i yumuşatmaya yetmemiştir. Nasıl yetsin ki, "Utufetlû" Ali Namık Beyi
damatlığını beklemeden "Devletlû" Ali Namık Paşa yapınca, belki bir düzine mahdum bey ve
paşayı ardından vezir veya müşir yapmak gerekecekti.
Oysa Adliye Nazırı (Adalet Bakanı) ve eski Başvekil Ab-durrahman Paşanın en sevgili oğlu
Arif Hikmet Paşa, hünkârın üçüncü kızına eş seçilince, bunu hemen vezirlikle Şûra-yı Devlet'te
Tanzimat Dairesi Reisliği takip edivermişti.
Bununla birlikte Sultan Hamid, yeni sultan dairelerinin yol açacağı masraflardan korktuğu gibi,
babaları hayatta olan sultanları kocaya vermekten ve hele önemli rical (ileri gelenler) oğullarıyla
evlendirmekten kaçınırdı. Bunun için mahdum beylerin büyük çoğunluğu damad-ı şehriyari
rüyasını boşuna görüp durmuşlardır.
İçlerinden bazılarının Mısır Hıdivlik ailesine kapılanıp bazılarının da babalarıyla bir mevkide
kimselerin kızlarını aldıkları olmuştur. Mesela Gazi Ahmed Muhtar Paşanın oğlu Mahmud
Muhtar Paşanın eşi, Hıdiv İsmail Paşanın kızı olduğu gibi, Dahiliye Nazırı Memduh Paşanın
oğlu da Hariciye Nazırı ve geleceğin sadrazamı Tevfik Paşanın damadıydı.
Devrin son zamanlarında da, Sarayın ve dolayısıyla devletin en nüfuzlu şahsiyeti olan Mabeyn
İkinci Kâtibi Şamlı İzzet Paşa, kızını Şehremini (Belediye Başkanı) Reşid Mümtaz Pa-şanm
büyük oğlu -değerli hatıralarını daha sonra zevkle okuyacağımız- Semih Mümtaz Beye*
vermişti. O zaman yirmi be-
* Yazılarında Semih Mümtaz S. imzasını kullanmış, bunlardan bir kısmı 1948'de çıkan
Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler başlıklı kitabında yer almıştır. - yayına hazırlayanın
notu.
13
sinde bulunmasına rağmen bu meslektaşımız da -pek şaşaalı düğünden bir iki hafta önce mi
sonra mı, unuttum- damat ve mahdum beylik mesleğinin başlangıcı bulunan Bâlâ'lığa ve Şû-ra-
yı Devlet Mülkiye Dairesi azalığına erişivermişti.
Kaldı ki Sultan Hamid, vükelasıyla Mısır prensleri arasında evlenmekle oluşan akrabalık
bağlan kurulmasını da, vükelanın ve önemli ricalin arasında aynı bağların bulunmasını da
sevmezdi. Ayrıca paşa efendilerin haremleri (eşleri) hanımefendiler, kendilerine kafa tutabilecek
nazlı gelinler istemediklerinden, mahdum beylere "Ne görürse bizde görsün!" diye daha çok
mütevazı aile kızları alınırdı. Paşa efendiler de çoğu zaman kendilerinde kabiliyet keşfettikleri
veya kabiliyetli sandıkları yakışıklı fakir delikanlılar seçerek bunlara kızlarını vereceklerini
günün birinde bizzat müjdeler ya da adamlarına müjdeletip bu delikanlıları sevinçlerinden
çılgına çevirirlerdi.
Böyle hatır ve hayalinden geçmeyen bir nimete ulaşıp paşa efendiye damat olduktan sonra, bu
delikanlılardan, düğün gecesi küçük hanımın yüzünden duvağını kaldırınca çirkinliği korkunç bir
tazeyle karşılaşarak ömür boyu perişan olanları yok değildi. Bunlardan bir tanesini Hüseyin
Rahmi Bey, meşhur Mürebbiye romanında tasvir etmiştir. Söylentiye göre de bu, Modalı,
allameliği (büyük bilginliği) ünlü bir eski başvekilin pek okur yazar olmayan ve Bâlâ'lığa
eriştirilmiş damadıdır. İlk gençliğimde kendisi babamın Rüsumat (Gümrük) Dairesindeki
arkadaşlarındandı ve -hiç unutmam- bir aksilik olup bu zatın yanında Mürebbiye romanından
söz etmeye kalkışmamaklığım bana tembih edilmişti.
Sultan Hamid'in asla hoş görmediği ve izin vermediği Avrupa seyahatleri dışında, mahdum
beyler gizli şekilde her türlü sefahet ve safaya rağbet edebilirlerdi. Fakat kaç göçün yürürlükte
bulunması, kadınların umumi hayattan uzak kalmalarım, kerime ve gelin hanımların muhteşem
tuvalet ve elmaslarını dört duvar arasında giyinip kuşanabilmelerini, özellikle düğünlerde ve
senede bir iki kere Yıldız Sarayının merasiminde ancak kendileri gibi kadınlara gösterebilmele-
14
rini zorunlu kılardı. Kupa ve körüğü inik fayton içinde mevsim mevsim gidilen Kâğıthane,
Fenerbahçe ve Divanyolu piyasalarında ise ancak feracenin yerini almış olan çarşaf veya
yeldirmelerin saklamadıkları mücevherler gösterilirdi; arabalarla beygirlerin fevkaladelikleriyle
hayranlıklar uyandırılır, kıskançlıklar azdırılırdı.
Pek önemli mahdum ve damat beylerle kerime ve gelin hanımlar için baş üstünlük belirtisi, her
hafta seyran yerlerinde başka başka at ve araba ile görülmekti. Bunun için de büyük ailelerin bey
ve hanımları arasında araba değiş tokuşla-rı olur, böylece bir çeşit göz boyamaya da kalkışılırdı.
Düğünlerde kerime hanımlar ve gelin hanımlar padişahın kadın gururunu okşamak üzere
koyduğu Şefkat Nişanı'nı takmayı asla ihmal etmezlerdi. Ancak Sultan kaynanalarına Birinci
Mecidi, büyük ricalin eşlerine, kızlarına ve gelinlerine Birinci, önemi daha az olanlarınkine
İkinci, pek önemsiz-lerinkine Üçüncü Şefkat Nişanı verilirdi. Üçüncü rütbe pek bollaştığı için,
bu adeta bir hor görme şekli de almamış değildi. Hatta son zamanlarda İkinciyi alanlar da pek
arttığından, babam Sırrı Beyin Mülkiye'den sınıf ve Saraydan mütercimlik arkadaşı olan Hakkı
Beyin -yani, gelecekteki sadrazam Hakkı Paşanın- kızı, 10 Temmuz inkılabından (İkinci
Meşrutiyetin ilanı: 23 Temmuz 1908) galiba iki yıl kadar önce gelin edilince, Hakkı Bey bekâr ve
tek evladı bu hanım olduğundan, Sultan Hamid Birinci Şefkat ihsanını uygun bulmuştu. Benim
de götürüldüğüm düğünde gelin, göğsünde büyük kordonla görüldü.
Bunun üzerine, henüz gelinlik çağma erişmemiş bulunmasına rağmen, merhum ablam da pek
kıskanıp, bir bahane bularak ve beni götürmeyi de unutarak gidivermişti.
Mahdum ve damat beyler pederlerinin veya kaynatalarının önemlerine ve -helalından yahut
haramından- servetlerine göre sahip bulundukları kırk, elli, altmış odalı konaklarda, köşk veya
yalılarda, yahut da bu binaların bahçeleri içindeki ayrı daire ve köşklerde yaşarlardı. Ama
tamamen ayrı ve müstakil evlerde oturanları da yok değildi. Mesela az önce
15
adını andığımız Şeyhülislam-zade ve Şûra-yı Devlet Mülkiye Dairesi azası Muhtar Bey, -bekâr
bulunmasına rağmen-müstakil bir konakta ve bir kısmı devrin aydınları olan bir maiyet
ortasında ömür sürerdi. Ulema oğlu olmasına rağmen evinin pek alafranga düzen ve debdebesini
de her ramazan bir kere iftarına giden babam özellikle anlatırdı.
Şeyhülislam Efendinin damadı Cemil Paşa (Cemil Topuzlu) da şahsi bir konak sahibi, hem de
müşir idi. Ama bu zatı kırkına varmadan müşirliğe ulaştıran asıl etken, evladına yaptığı
ameliyatlar sırasında operatörlüğünün fevkaladeliğine Sultan Hamid'i minnettar bırakmış
olmasıydı*.
Mahdum beylerin damat beylere bir üstünlükleri, özel hayatlarında tamamen diledikleri gibi
hareket ederlerken isterlerse karılarını boşamak ve isterlerse üstlerine evlenmek hususunda
serbest bulunmalarıydı. Oysa damat beyler eşlerini bir hadde kadar aldatabilir, fakat tabii
üzerlerine evlenemez ve hele onları boşayamazlardı.
Pek meşhur bir eski sadrazamın pek sevgili kızını almış bir zat, hem de o paşanın kendisini çok
savurgan bulup damatlıktan azletmesi üzerine henüz eriştiği rütbede mıhlanıp Bâlâ'lığa
çıkamamış, fakat bu azledilmiş damat tarafından [padişaha] şefaatçi (dileğini yerine getirmesi
için aracı) gönderilip aşırı saygısıyla paşa hazretlerinin hoşuna gidecek halef (ardıl) seçilen zat
sıcağı sıcağına Bâlâ, hatta Şûra-yı Devlet dairelerinden birine reis oluvermişti.
Küçük hanımefendiyi emre uyarak değil, kendi serkeşlik-leriyle (dikbaşlılıkları, inatçılıklarıyla)
boşayan damat beylerin akıbetleri ise çok daha feci olabilir, yahut bu konuda yakıştırmalar
olurdu. Bunun en kuvvetli misali, büyük validemin dayızadesi olup konağındaki sazendeler ve
rakkaseler topluluğuyla meşhur Sadettin Paşa hakkında uydurulmuş
* Anılan 1951 ve 1982'de Seksen Yıllık Hatıralarım başlığıyla yayımlanan Cemil Paşa
(Topuzlu), 1912-1914 ve 1919-1920'de İstanbul şehreminliğin-de (belediye başkanlığı) bulunmuş,
1920'de Damat Ferid Paşa kabinesinde üç ay on sekiz gün Nafia Nazırlığı (Bayındırlık
Bakanlığı) yapmıştır. - y.h.n.
hikâyedir. Bu zat üçüncü ve en sevgili kızını boşayıveren bir subaya hiddetlenip kendisini taşra
hizmetine yollatmış. Adamcağızın her nasılsa yolda vapurdan denize düşüp galiba
kurtarılamaması üzerine paşanın gazabından eski damadını denizde boğdurttuğu söylenirmiş.
Bu iddia da 10 Temmuz inkılabından sonra Sadettin Paşanın sürülmesinin ve -varını yoğunu
uzun yıllar konağındaki sazende ve hanendelerle yediğinden- sürgünde engin bir sefalet içinde
ölmesinin başlıca sebebi olmuştur.
17
Çapkın Damat Paşalar
Osmanoğulları soyunda erkeklerin -yirmi dört saat içinde, yirmi dört bakireyi "iltifata mazhar"
edebilmek üzere ilaçlar yaptırıp yutan I. İbrahim başta gelmek üzere- çoğunluğu şehvet esiriydi.
Ancak bu soyun kızlarının, kadınlarının hemen hepsi, yüzyıllar boyunca, günahtan kaçınarak
yaşamışlardır. "Sultan" sıfatını taşıyan bu kızlar ve kadınların babaları, kardeşleri veya amcaları
olan hükümdarlar tarafından ödüllendirilmek istenen, fakat çoğunlukla babaları, dedeleri
yaşında vezirlere verilmişler; kocaları gazab-ı şahaneye uğrayıp idam edilmişse dul kalmışlar,
taşra hizmetlerine yollandığı zaman da onlarla birlikte gitmeleri usule aykırı sayıldığı için
beraber gitmeyerek başkentte yaşamışlar, yine dul hayatı geçirerek kaderlerine boyun
eğmişlerdir. İçlerinden dile gelenleri, II. Mahmud'un ablası olan, bu padişahın ilk zamanlarında
ve IV. Mustafa'nın boğulmasından sonra, bazı yeniçerilerin tahta çıkmasını istemiş oldukları
Esma Sultan başta gelmek üzere, iki üç taneden ibarettir.
Sultanların evlilik hayatında sahip oldukları tek imtiyaz, kocalarının başka kadın, hatta odalık
alamamalarıydı. Bu sebeple de, padişah tarafından kendisine bir sultan verilecek vezir, kendisini
evlat sahibi etmiş olsa bile, eşini ya da eşlerini boşamakla yükümlüydü. Sokollu'dan dul kalan
Esmihan Sultan, Budin Beylerbeyi Kalaylıkoz Ali Paşaya verilirken paşanın karısını boşamak
zorunda bırakıldığı ve bu kadının "feryad ü figanından dağların ve taşların inleyerek"
bedduasından da yeni damat paşanın az sonra ölmüş olduğu, eski tarihlerde okunmaktadır.
Kaldı ki, son yüzyıllarda bu usul-
18
de de istisnalar olmamış değildir. Mesela yine II. Mahmud'un kız kardeşlerinden Hibetullah
Sultan, uzun yıllar taşrada bırakılan kocası Sivaslı Alaeddin Paşanın başka kadın almasını -
yanına gönderilmediği için- bizzat istemiş, yakın zamanlarda ölen yazar Turhan Tan* da,
paşanın bu izin ve emir gereğince aldığı kadından olma soyundan gelmiştir. Sultan Mahmud
kızlarından Atiye Sultan da, Abdülmecid devrinde vükeladan Rodoslu Fethi Ahmed Paşaya
verildiği zaman, bu paşa, vaktiyle ihtida (İslam dinini kabul) ettirilerek Rodos'ta aldığı -
içlerinden bir tanesi, Abdülmecid devrinde damat olup Abdülhamid devrinde Taif'te boğulmaya
aday Mahmud Celaleddin Paşa olan- evlatlarının annesinden ayrılmamayı şart koşmuştu.
Sultan da, kendisinden bir hayli yaşlı olmasına rağmen, aşkla bağlandığı kocasına ortak üzerine
vardığını öğrenince durumu çaresiz kabul etmekle beraber, ömrünün geri kalanını ıstırap içinde
geçirmiştir.
Yine Sultan Mahmud kızlarından olup II. Abdülhamid devri ortalarına kadar yaşayan Adile
Sultan da kocası Kap-tan-ı Derya Mehmed Ali Paşanın üstüne evlendiğini, anlatıldığına göre,
bir gün tamamıyla rastlantıyla öğrenmiş ve durumu paşasının yüzüne vurmamayı tercih
etmiştir.
Sultan Mecid'in kızları arasında ve daha yakın devrin sultanları arasında ortağı bulunanlar
yoksa da, bunlardan birkaçının kocaları cariye kullanmışlar, bu cariyelerden evlat sahibi
olmuşlardır. Abdülmecid damatlarından, şimdi andığım, Sultan Hamid devri sonlarında
Avrupa'ya kaçıp Jön Türklere katılan Mahmud Celaleddin Paşanın sultanlardan evlatları
[Prens Sa-bahaddin ve Prens Lütfullah Beyler] bulunduğu halde, cariyelerden oğulları, pek genç
ölen Mısırlı İlhami Paşanın da bir kızı olmuştur. Galiba bir ikisi hayatta bulunan bu oğulların
kendilerinden söz edilecek bir hareketleri olmamışsa da, sultandan evladı dünyaya gelmeyen
İlhami Paşanın cariyeden doğma kı-
* Turhan Tan'ın (1896-1939) asıl adı Samih Fethi'dir. Gençliğinde değişik takma adlarla şiirler
yazdı. Sonrada gazetelerde köşe yazıları ve tarihi romanları yayımlandı. Bu romanlardan
birçoğu kitaplaştı. - y.h.n.
19
zı Emine Hanım Mısır'a götürülüp orada büyütülerek ikinci Mısır Hıdivi Tevfik Paşa ile
evlendirilmiş, son Hıdiv Abbas Hilmi Paşayı dünyaya getirip "Valde Paşa" unvanıyla
İstanbul'un uzun yıllar en seçkin çehrelerinden biri olmuştur.
Çapkın damat paşalardan bir kısmı da deyim yerindeyse "medeni ve asri" hareket etmişler, yani
sultanlarının üzerine gizlice evlenmeyerek yahut odalık almayarak şehirde gönül
eğlendirmişlerdir ki, eşlerinin huzur ve rahatı ve herhalde serveti için asıl afet oluşturanları
galiba bunlar olmuşlardır. Az önce andığımız Mehmed Ali Paşanın II. Mahmud'a damat
olmasından önceki eşinden dünyaya gelmiş ve Sultan Mecid tarafından ikinci kızı ve V.
Mehmed'in ana baba bir kardeşi Refia Sultanla evlendirilmiş oğlu Edhem Paşa da bunların
başta bulunanlarındandır. Otuzunu aşmadan ölen eşinden sonra yine evlenerek çoluk çocuk
sahibi olan ve mecnun ölen bu paşanın saray dışındaki maceralarına pek yüksek maaşı
yetmediğinden, bir plan hazırlamış. Herhalde merhum Sultan Mehmed Reşad'dan daha zeki
olmaması gereken, kendinden de pek genç, hem de güzel olan karısını, bu derdin devasının inci
ezilerek yapılacak karışımı kaşık kaşık
yemek olduğuna inandırmış. Sarayda inci namına -çeyiz takımlarına işlenmiş olanlardan
sultanın göğsünü ve kulaklarını süsleyenlere kadar- ne varsa hepsini almış, kendisine bunlardan
"karışım yapmış"! Bu hikâyeyi pek inanılır bir kaynaktan öğrenince, Sultan Me-cid'in son
zamanlarında kadınlarının ve kızlarının israflarından büyük öfke duyarak Babıâli'ye geldiği
sırada kendisini karşılamış kimseler arasında Edhem
Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa'nın annesi Emine Hanımefendi.
20
Paşanın babası Mehmed Ali Paşayı özellikle haşlamış olmasındaki hikmeti anladım.
Daha yakın zamanlardaki çapkın damatların en tipik ikisi de, Sultan Hamid'in birinci ve ikinci
kızları olan Zekiye ve Naime sultanlarla evlendirilmiş olan Gazi Osman Paşa-zade-ler,
Nureddin ve Kemaleddin paşalardır. Daha Harbiye Mektebinin zadegan (soylular) sınıfında
okurken damat yapılmış olup zevkinden başka ilke tanımayan pek süslü, hayli bön ve oldukça
havai Nureddin Paşanın bir iki Mısır prensesiyle gönül oyunları olup, hatta bunlardan birinin
yakınlarda ölen oğlunun, babasına ve kardeşine hiç benzemeyerek damat paşaya da pek
benzediği söylenirdi.
Fakat paşanın Mısırlı prenseslerle maceraları -deyiş yerindeyse- çerez niteliğinde olup, âşıkane
faaliyetinin asıl alanı Beyoğlu'ndaki hafifmeşrep Rum kadınları çevresiydi. Bu kadınlardan
Kamelya adlı olanın, Abdülhamid saltanatı ortalarında bir gece evinde annesi, uşağı ve
köpeğiyle öldürülüşü türlü yorumlara yol açmıştı. Nureddin Paşa, yılların akıp gitmesine
rağmen de pek faziletli ve kendisine aşın düşkün eşine bağlılık erdemini kazanmayarak yine aynı
âlemden gü-
Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa ve çocukları Nureddin ve Kemaleddin paşalar (Her ikisi
de saraya damat oldu).
21
zel, fakat gittikçe şişmanlayacak bir kadını kendisine dost tutmuştu. Daha sonra kuracağı
müesseseyle İstanbul'un en şanlı muhabbet tellalı olmaya aday bulunan bu yaratığı da,
Cumhuriyetin ilanıyla vatan dışına giderken yanında Fransa'ya götürmüştü. Nureddin Paşa
pek yakınlardaki ölümüne, yani seksenine merdiven dayamasına kadar uslanmamış, eşinin
bizzat satmadığı mücevherlerini de bir dolandırıcıya kaptırarak gerek kendisinin, gerek sultanın
engin bir sefalet içinde vefat etmelerine de -bir bakıma iyi kalpli ve mütevazı bir insan olmasına
rağmen- yol açmıştır.
Kemaleddin Paşanın damatlık yıllarındaki çapkınlıkları bu hadlere varmamışsa da, kendi
hesabına Nureddin Paşanınki-lerden pek kötü bir sonuç vermiş ve Nureddin Paşa ne yapsa
yanında kâr kalmış olduğu halde, -kardeşine göre kültürlü bir zat da olan- Kemaleddin Paşa
perişan olmuştur*.
Yine Sultan Hamid devri damatlarından ve kendisinden bir miktar yaşlı bir sultanla evli bir
başka paşanın da, dışarıda çapkınlıklar ettiği gibi, haremde cariyelerden birini odalık seçtiği
söylenirdi. Cumhuriyetin ilanıyla Mısır'a gidişlerinden sonra da çapkınlığa devam edip
sefahatine para yetişmediğinden, babasından büyük bir servet kalmış olan eşinin ihtiyarlık
demlerinde yoksulluk çekmeye dayanamayıp bir ara kendisini asarak intihara teşebbüs ettiği
duyulmuştu.
"Saraylarda Boşanmalar" başlıklı yazıya bakınız. - y.h.n.
22
Son Damatlar
Bunlar Osmanlı hanedanının damatlarıdır ve padişahların kızlarının, kız kardeşlerinin, yeğen
veya halalarının kocaları da olsalar kendilerine daima "damad-ı hazret-i şehriyari" denilmiştir.
Hanedanın kadın üyelerinde saltanat hakkı bulunmadığından, bu adamlar damat oldukları için
büyük bir önem, bir güç kazanmayacaklardır. Hatta, aksine, padişahlar değerlerini takdir
ettikleri veya nüfuzlarından korktukları kimseleri kendilerine tamamen bağlamak amacıyla
onları damat yapacaklardır. Bu amaçla genç padişahların üç dört yaşındaki, henüz bebekle
oynayan kızlarını altmışında veya yetmişinde vezirlere nikahladıkları, onların konaklarına gelin
yolladıkları da olmuştur!.. Öte yandan, kendilerine karşı gazaba geldikleri veyahut bu paşalar
yeniçerinin kinini uyandırdıkları zaman, eşleri sultanların dökecekleri gözyaşlarını asla hesaba
katmaksızın, eski padişahlar bu damatları cellada da vermişlerdir.
En son II, Abdülhamid böyle hareket edecek, iyi aydınlanmamış olan, bir gün üzerlerinde
durmak istediğim sebeplerle Taife sürdürdüğü gençlik arkadaşı ve sevgili eniştesi Mah-mud
Celaleddin Paşanın zindan hücresinden bir sabah cesedi çıkacaktır.
Damatların sayıları kaçtır ve Osmanoğulları devletinin kuruluşundan Büyük Millet Meclisi'nin
kararıyla son buluşuna kadar geçen birkaç yüzyıl boyunca sultan kocası olarak kaç kişi yan
kapıdan hanedan arasına girebilmiştir? Böyle bir hesap çıkaran olmamıştır. Böyle bir çalışma
yapılsa, ilk devirlerde bir iki prensesin Anadolu'daki diğer devletlere gelin git-
23
Sultan Abdülmedd'in k,zl Mediha Sultani e}, Sadrazam Damat Ferid Paşa.
24
tiğini ve son yıllarda Vahideddin'in saltanatı sırasında birkaç sultanın da amca çocukları olan
şehzadelere vardıklarını kaydetmek gerekir.
O
Biz bu kısa yazıda, sadece son damatları söz konusu edeceğiz ve konuya İkinci Meşrutiyetin
ilanı tarihinden gireceğiz. Bu tarihte damatların artık siyasi hiçbir önemleri ve kendilerinin
devlet geleceğinde en küçük bir etkileri yoktur.
Sultan Hamid'in Taif zindanında boğulan eniştesi Mah-mud Celaleddin Paşanın ölümünden
uzun yıllar sonra bir başka eniştesi, diğer bir Mahmud Paşa, pek büyük iddialar ve davalar
güderek karısından olma iki oğlu [Prens Sabahaddin ve Prens Lütfullah Beyler] ile birlikte
Avrupa'ya kaçmış ve birkaç yıl orada yaşayıp yalvarılarak ve sadrazamlığı kabul ile dönüşü
sağlanamayarak, mahzun ve gururlu ölmüştür.
Geri kalan damatların hepsi de gündüzlerini sultan saraylarının selamlığında dalkavuklarıyla
geçirip geceleri harem ağası mumları yanmış bir altın şamdanla görününce hareme giden
kimselerdir. İçlerinden ikisinin hiçbir resmi görevi yoktur. Diğerlerinden sivil olanlar Şûra-yı
Devlet'e devam ederler, askerlerin hepsi de padişah yaveri, resmi deyişle "yave-ran-ı hazret-i
şehriyari"dendirler.
Bu damatların sayısı on birdir. Şimdi adlarını andığımız Mahmud Paşaların eşleri olan iki
sultan dul yaşadıklarından, Sultan Mecid'in ancak bir, Sultan Aziz'in üç, Sultan Mu-rad'ın üç,
Sultan Hamid'in üç kızı ve Sultan Hamid'in birkaç sene önce ölmüş kardeşi Kemaleddin
Efendinin tek kızı kocalı bulunmaktadırlar. Başka bir tasnifle, Ferid Paşa Sultan Mecid'in,
Ahmed Zülkifl, Ali Halid, Mehmed Şerif paşalar Sultan Aziz'in, Vasıf ve Galib paşalarla
Refik Bey Sultan Murad'ın, Nureddin, Celaleddin ve Arif Hikmet paşalar Sultan Hamid'in ve
nihayet Mehmed Salih Paşa da Kemaleddin Efendinin damadıdırlar.
O
25
fi
Oysa, hele o devrin âdetlerine göre evlilik çağını çoktan bulmuş, yaşları yirmiyi aşmış sekiz
sultan daha vardır ve bunlardan ikisi padişahın kendi kızlarıdır. Fakat bir prenses çeyiz-leyip
düğününü yapmanın, sarayını kurmanın, damadı ayrıca beslemenin yol açacağı masraflardan
çekinen, damatları çoğaltarak birçok kimselerle ve çevrelerle hanedan arasında ilişkiler kurmanın
sakıncalarını da zihninde büyüten Sultan Hamid, bu prensesleri kolay kolay gelin edemeyeceğe
benzemektedir. Büyük kardeşi Sultan Murad sağken ilk iki kızını yıllarca tereddütten sonra ve
bunların büyüğü otuz bir yaşına varmışken gelin etmiş; Kemaleddin Efendinin kızını da
babasının ölümünden sonra ve otuz yaşında kocaya vermiştir. Sultan Murad torunlarının gelin
edilmelerini, babaları olan şehzade, ancak Hürriyetin ilanı'ndan sonra düşünebilecektir.
Ekleyelim ki, "damat" unvanı ancak sultanın hayatta bulunması veya evlilik bağının kopmamış
olması şartıyla taşınılır. Bu sebeple de, az önce adlarım sıraladığımız on bir damat yanında iki
de eski damat bulunmaktadır. Bunlardan biri iki kere, birinde kendisine Sultan Mecid'in ve
diğerinde Sultan Aziz'in birer kızı verilmiş ve bu iki sultan da nikâhında ölmüş olan Mehmed
Paşadır. II. Abdülhamid'in seneler senesi seryaveri bulunmuştur. İkincisi ise, padişahın ikinci ve
en sevgili kızı Naime Sultanın -Celaleddin Paşanın eşi olan sultanın- ilk kocası ve Gazi
Osman Paşa oğlu Kemaleddin Paşadır. Sultan Murad'ın büyük kızı ve Vasıf Paşanın eşi olan
prensesle aşkları öğrenildiği için, karısı bir tertiple kendisinden boş düşürülmüş ve rütbesi
alınmış olarak Bursa'ya sürgün edilmiştir.
Damatlar vezirliğe veya müşirliğe erişmişseler, kendilerine alışılmış usul gereğince sadece
"Devletlû" değil, fakat seraskerin de taşıdığı bir unvanla "Devletlû Atufetlû" denir. Bu kadar
koltuklanan ve bu derecede şatafata boğulan bu "Devletlû Atufetlû"ların erdemleri, değerleri
nedir? Padişah, hepsi de kendi saltanat devrinde seçilmiş olan bu damatları seçerken en çok
onların babalarını memnun etmek, kendisine bağlamak siyasetini izlemiştir. Özellikle kendi üç
kızını gelin
26
ederken buna önem vermiştir. İlk kızının kocasıyla ikinci kızının ilk kocası, yani Nureddin ve
Kemaleddin paşalar, ölünceye kadar yanından ayırmayacağı Gazi Osman Paşa'nın oğullarıdır.
Üçüncü kızının kocası Arif Hikmet Paşa ise Adliye Nazırlığında bulundurduğu ve çok değer
verdiği Ab-durrahman Paşanın oğludur.
Kemaleddin Paşanın yerini ve sultanını alacak olan zata gelince... O da Arnavutluk'taki büyük
ailelerin en meşhuru olup, İşkodra'yı bir yüzyıl boyunca soya bağlı yönetimle idare eden İşkodralı
hanedanının bir üyesidir. Sultan Aziz damatlarının ilk ikisi, yani Ahmed Zülkifl ve Ali Halid
paşalar da müşir Kurt İsmail Paşa ve Derviş Paşa oğullarıdırlar. Kemaleddin Efendinin kızı ise
eski sadrazamlardan Tunuslu Hayreddin Paşa-zade Salih Paşaya verilmiştir.
Öteki damatlar arasında baba veya dedeleri bu derecede büyük ve önemli kimseler olmayanlar
da vardır. Sultan Murad'ın iki kızını henüz sağken kocaya vereceği zaman, Sultan Hamid bu
sultanlar için böyle paşazadeler seçememiş, seçmek istememiş, iki kız kardeşten büyüğünü bir
binbaşı oğlu ve mabeynde şifre memuru bulunan bir kimseye, diğerini de Mülkiye Mektebi
mezunu bir kalem efendisine vermiş ve kendilerini vaktiyle rüyalarında görseler ihtimal
vermeyecekleri bir derece ve payeye, vezirliğe çıkarı-vermiştir.
Eşi öteki evli sultanların hepsininkinden yaşlı olduğu gibi kendisi de damatların en kıdemlisi
bulunan ve bu bakımdan hepsinden önde gelen Fe-
Sultan Abdülaziz'in kızı Emine Sultan'tn eşi Mehmet Şerif Paşa.
27
rid Paşadır ve bir nezaret (bakanlık) müsteşarının oğludur. Sultan Aziz'in en küçük kızının
kocası bulunan Şerif Paşa eski bir mutasarrıfın; Sultan Murad'ın son damadı Refik Bey ise yeni
bir valinin oğullarıdır.
Damatlardan dokuzu "Devletlû Atufetlû", yani vezir ve müşirdirler. Sade en sonuncular, Refik
Beyle Salih Paşa, ancak bir yıl önce damat olduklarından, bu payelere henüz erişemedikleri bir
sırada inkılap (İkinci Meşrutiyet) gelip çatacaktır.
Sultan Hamid bu on bir damat arasında yalnız birine değer vermiş, üçüncü damadı Arif Hikmet
Paşayı bir gün babasının yerine geçmek için galiba hazırlamak üzere onu nezaretin basamağına
çok benzeyen bir makama getirmiş, Şûrayı Devlet Tanzimat Dairesi reisi yapmıştır. Fakat
ötekilerin hiçbir rolleri yoktur.
Damad Ferid Paşanın fazlasıyla alafranga olup tırnaklarını fevkalade uzattığını, Vasıf Paşanın
eşi tarafından çoğu zaman selamlıkta bırakıldığını, Zülkifl Paşanın kendisinden yaşlı, çirkin ve
evlat sahibi olmayan eşinin üzerine hem de saraydan bir cariyeyi odalık seçtiğini ve hele
Nureddin Paşanın kendisine pek düşkün olan sultanının üzerine kırmadığı ceviz kalmayarak
mahbubelerinden ve Beyoğlu nazeninlerinden Kamelya isimlisinin nice zamanlar önce bir sabah
evinde anası, uşağı ve hatta köpeğiyle birlikte vurulmuş bulunduğunu şimdi çocukluk hatıraların
arasında buluyorum.
O
İkinci Meşrutiyetle birlikte bu on bir damadın hayatlarında ikinci safha başlayacaktır. Şûra-yı
Devlet üyesi olanlar, dediğim gibi, Şerif Paşa dışında, tasfiyeye uğrayacaklar; askerler-se askeri
rütbelerde yapılan tasfiye sırasında kaymakamlığa (yarbaylığa), binbaşılığa inince istifa ederek
"bey", işsiz güçsüz birer bey olacaklardır. Ve bu, hepsinden çok kendini çok beğenen, babasının
servetini tüketmiş bulunan, "efendi" kızı olduğundan karısına az maaş bağlanan Salih Beye ağır
gelecek, az sonra göreceğimiz gibi, onu hayatına mal olan kanlı bir maceraya atacaktır.
28
Sultan Reşad'ın tahta çıkışından bir süre sonra birkaç damat işsizlikten kurtulurlar: Ateşli bir
İttihatçılık devresi geçiren Ferid Paşa, Ayan'a (Ayan Meclisi'ne) girer. İttihatçıların düşüşüyle
iş başına gelen muhalif kabinelere Mehmed Şerif ve Arif Hikmet paşalar katılırlar. Fakat
muhalif kabinelerden sonra işbaşına gelen Mahmud Şevket Paşanın öldürülmesi üzerine
kurulmuş Divan-ı Harb da, bu işin büyük suçlularından biri olarak yakaladığı Salih Beyi idama
mahkûm eder ve Sultan Reşad kendini bu hükmü onaylamak zorunda gördüğü için bu zat idam
edilir.
Mütarekeye kadar eski damatların hayatlarında bir yenilik yoktur. Yalnız Abdülaziz'in
damatlarından Ali Halid Bey, pek sofu olduğu ve sofu Sultan Reşad bu bakımdan kendisine
yakınlık gösterdiği için Ayan'a girecektir.
Gerçi bu savaş yıllarında devletin adeta egemeni durumunda bulunan Enver Paşa da biraz sonra
söyleyeceğimiz gibi damattır, fakat bahtını ve gücünü damatlığın o derecede dışında sebeplerden
almaktadır ki, onu bu damatlar listesine katmamak gerekir. Zaten kendisi, Meşrutiyetten
sonraki damatlardan bulunduğuna göre, şimdiden anılmasına yazının planı da uygun değildir.
Biz ara sözü kapayarak sayıları artık sekize inen eski damatları izlemeye dönelim: Mütarekeden
sonraki dönemde Şerif ve Arif Hikmet paşalar gene nazır olacaklar, fakat gene büyük bir rol
oynamayacaklardır. Büyük rolü, ne yazık ki Damat Ferid oynayacak, Hariciye ve hatta Harbiye
nezaretlerini de bazen kendinde toplamak üzere dört kere sadrazamlık makamını işgal edecek,
hükümetler kuracaktır. Bunun memlekete neye mal olduğunu anlatmanın yeri ise burası değildir.
Biz öyküleme sınırında kalıp yalnız şunu söyleyelim ki, Damat Ferid'i Abdülmecid'in son kızı ve
Vahideddin'in ana baba bir kardeşi Mediha Sultanın kocası yaparak bu sayede vezirliğe, Ayan
üyeliğine ve sadrazamlığa yöneltmiş olan oluşum herhangi bir erdemi değil, gençliğindeki
yakışıklılığı olmuştur. Mediha Sultan pek sevdiği erkek kardeşine yalvarıp yalvartarak vardığı
ilk kocası Samipaşazade Necib
29
Paşanın -hem de iddiaya göre- cenazesinin kalktığı gün bu Ferid Paşayı kafes arkasından görüp
beğenmiştir. Dul kalışından bir yıl sonra Sultan Hamid kendisini tekrar evlendirmek isteyince
de, "eğer bu mutlaka lazımsa" kaydıyla, ona varmak isteğini bildirecektir. Bunun üzerinedir ki,
tam o sıralarda Londra Büyükelçiliği kâtipliğinden Bombay Başkonsolosluğuna nakledildiği için
İstanbul'da bulunan Ferid Bey apar topar Şûra-yı Devlet üyesi bir damat, az sonra da vezir olur.
Bu devlet kuşu başına konmasa herhalde bir ortaelçiliğe erişir, fakat belki gene bir falso yapıp bir
köşeye atılırdı. Ancak hiç değilse bu kadar kötü isim bırakmaz ve mezarında rahat yatardı.
Osmanlı tarihindeki -sayıları aldanmıyorsam yirmiyi bulan- ve içlerinde cidden büyükler
bulunan damat sadrazamların sonuncusu olması, Damat Ferid için de, hele Osmanlı tarihi için
de pek acı olmuştur.
O
İçlerinde, az önce dediğim gibi, birkaç şehzade bulunan ve bir İran şahının, Kaçar hanedanından
gelme son şahın karışmasına da ramak kalmış olan Meşrutiyetten sonraki damatlardan ancak
bir tanesinin tarihte rolü vardır. Bu rol de kendisinin bütün vatanseverliğine ve büyük
erdemlerine rağmen, feci akıbetle sonuçlanmıştır: Memleketi Birinci Dünya Savaşına, kendisini
de maceradan maceraya sürükleyerek yarı hükümdar kılığına girmiş bulunduğu bir sırada, Rusya
Asyasının topraklarında, Bolşevik kurşunlarıyla toprağa sermiştir. Fakat onun, yani
Abdülmecid şehzadelerinden Süleyman Efendi damadı Enver Paşanın dışında, öteki damatların
hemen hepsi pek sıradan kimselerdir; isimsiz kalmışlar, Cumhuriyetin ilanında da küçülüp bir
isim olmamak şartıyla sürülüp silinmişlerdir.
Kaldı ki, damatlığın itibarı Meşrutiyetle birlikte azalmış ve kredisi düşmüştü. Damatlar vezir
ve müşir yapılmadıkları gibi, o ayda üç yüz altına kadar varan ödenekler de maziye karışmıştı.
O derecede karışmıştı ki, askerlikten istifa etmeleri şerefine hepsine birden otuzar altın aylık
bağlanmış-
30
Naciye Sultan'ın eşi Enver Paşa Osmanlı Devleti'nin son yıllarında en etkin asker ve siyaset
adamlarından biriydi.
31
ken, Mebusan Meclisi bir bütçe görüşmesinde bunu da gereksiz bulup kesecek, adı geçenleri
tamamıyla karılarının eline bakar bir duruma sokacaktı. Meşrutiyet devri damatları arasında
ancak V. Murad şehzadesi Selahaddin Efendi damatlarından olup Birinci Dünya Savaşı
sırasında Kafkas cephesinde ölen Hafız Hakkı Paşa ile Sultan Hamid'in dördüncü kızıyla
evlenmiş bulunan Beyrutlu Ahmed Nami Bey anılabilirler. Bu Ahmed Nami Bey Suriye'de
cumhurbaşkanı olacaktır, fakat o sırada karısını boşamış bulunduğu için taşımakta daima ve
ısrarla devam edeceği bu isim ve unvana işin aslında hakkı da yoktur.
Şunu da kaydedeyim ki, Meşrutiyetten sonra damatlığı önemsizliğe düşüren şeylerden biri de
arzın çokluğu, yani gelinlik çağına gelen ve içlerine artık dedeleri dahi padişah olmamışlar
katılan prenses bolluğuydu. Saltanatın en son yıllarında damat sayısı pek yakında otuzu
bulacağa benziyordu. Ve nitekim VI. Mehmed'in (Vahideddin) büyük damadı olup bacanağı da
şehzade (Faruk Efendi) olan bir zata, herhalde padişahın uygun görmesiyle, "damad-ı hass-ı
şehriya-ri" denilmeye başlanmış, damatlığına bir de "has"hk eklenmişti. Bu ifade şeklini o
tarihlerde henüz Rüsumat Müdir-i Umumisi (Gümrükler Genel Müdürü) bulunan babama bazı
gümrük memurlarını tavsiye için kartını yolladıkça matbaa harfleriyle yazılı olarak gördüğümü
hatırlıyorum...
32
Saray Hikâyeleri
Damat Ferid Paşanın kendisini övmek için türlü yalan uydurup bunların çoğuna zavallı VI.
Mehmed'in (Vahideddin) kandığı, bu çerçevede Londra'daki elçilik kâtipliği sırasında belki bir
kere takdim edilerek iki kısa cümlesine ola ki muhatap olduğu -o tarihte veliaht- VII. Edward'la
eski hukukundan bahsettiği bilinir. Birinci Dünya Savaşma son vermek üzere Mondros'a,
mütareke görüşmelerine yollanmasını isterken gereğinde Londra'ya giderek VII. Edwardİa
kuruntuya dayanan bu eski hukukunu o zamanki kral V. Georges'a hatırlatacağını söylediği
tanıklarla sabittir. Kendisini övmek üzere çekinmediği yalancılığı yergi konusunda da göstererek
mesela kendisini başkonsolosluktan damatlıkla vezirliğe fırlatmışken, büyükelçi yapmadığı ve
belki sadrazamlığa yükseltmediği için kin beslediği Sultan Hamid aleyhinde türlü iftiralardan
çekinmemiş olduğu da malûmdur. Bu yakınlarda vefat eden Abdülaziz damadı, eski vekillerden
ve son Osmanlı veziri Şerif Paşadan bizzat duyduğuma göre, kendisinin hazır bulunduğu bir
toplulukta -ve tabii 10 Temmuz inkılabından bir hayli sonra- Ferid Paşa, Sultan Hamid'i
çekiştirmeye koyulmuş. Sayesinde girdiği o muhteşem Baltalimanı sarayında* yazın açık
pencereyle oturdukları sırada Sultan Hamid'in Beykoz'dan -neden dolayı Beykoz'dan!- çuvallara
doldurup denize attırdığı mazlumların ah ve feryatlarını dinlediklerini anlatmış. Hikâyesini
dinleyenlerin bazısını, belki de yalanına inandırmış...
* Burası, sonradan Kemik Hastalıkları Hastanesi olmuştur. - y.h.n.
33
o
"Elçiye zeval olmaz" sözü, aynı zamanda, iki kişi arasında haber getirip götürenin, taşıyıcılıktan
başka hiçbir rolü olmadığını anlatmak üzere düzenlenmiştir ama, çok kere gerçek bunun aksi
şekilde ortaya çıkar; elçi, iki tarafı çileden çıkartan, birbirine düşüren, fakat bazen de birbirine
düşmüş ya da düşmesi mümkün tarafları barıştıran bir unsurdur. V. ve VI. Meh-med'lerin baş
mabeyncileri Lütfi Simavi Beyin lütfen ziyaret ettikçe bize anlatmayı sevdiği fıkralardan biri de
ikinci şıkkın güzel bir örneğiydi. Lütfi Simavi Beyin aralarında elçilik ettiği kimseler de,
başmabeyncisi olduğu V. Mehmed'le onun tahta çıkışında veliahtlığa geçen Yusuf İzzeddin
Efendiydi.
Ben yaştakilerin pek güzel hatırlamaları gereken bir durumdur ki, Osmanlı ordularının fesi
çıkarıp kalpağı kabulünden sonra V. Mehmed, askeri üniforma ile fes giymekte devam etmişti.
Fakat daha babası Abdülaziz Hanın sağlığında aldanmıyorsam V. Mehmed ancak "ferik"
olduğu halde, müşir ve hassa ordusu kumandanı olan Yusuf İzzeddin, ordunun karşısına terk
edilen başlıkla çıkmayı doğru bulmayarak kendisine de kalpak giyme izni verilmesini padişahtan
rica etmesini Lütfi Beyden ister. Bizzat zat-ı şahanelerinin de böyle merasimde kalpağı kabul
buyurmalarının uygun olacağını bir hatıra yollu arzettiğinin bildirilmesini de ekler. Lütfi Bey,
Efendi'nin rica ve tavsiyesini en uygun biçimde arze-derse de, pek halim selim görünmesine
rağmen parlayışları da olan ihtiyar padişah hiddetlenir ve:
"O benim çocukluğumdan beri giydiğim fese karışmasın da, kafasına isterse kalpak, dilerse
külah geçirsin!" diye karşılık verir.
Fakat Lütfi Simavi Bey, "Elçiye zeval olmaz!" ilkesine güvenip bu sözleri nakletmeyerek,
veliahda şöyle bir irade tebliğ eder:
"Efendiye selam ederim. Gerçi bütün subaylar ve komutanlar gibi subaylık eden genç şehzadeler
de kalpak giydiler. Ancak bizim ikimizin mevkilerimiz tabii başkadır. Dolayısıy-
34
la kendisiyle benim fes giymeye devam etmemizin uygun olacağı görüşündeyim."
Lütfi Simavi Beyin "tebliğ" ettiği bu iradede adeta saltanata bir teşvik havası bulan Yusuf
İzzeddin Efendi de pek memnun olup iltifatlar duyarak kalpak hevesinden hiç değilse bir süre
için vazgeçer.
O
Aynı Lütfi Simavi Beyden, İngiltere Kralı ve Hindistan İmparatoru VII. Edvvard'ın 1910'da
ölümü üzerine yapılan pek görkemli cenaze töreninde hükümdarı ve devleti temsil etmek istemiş
olan aynı Yusuf İzzeddin Efendinin, cenaze töreni günü çektiği büyük korkuya ait de bir hikâye
dinlemiştim. Ata mükemmel binen bir adamın oğlu olan, yirmisinden önce müşirliğe ve ordu
kumandanlığına getirilen şehzadenin, süvarilikle meğer asla ve kesinlikle ilişkisi yokmuş.
Düzenlenen program uyarınca kendisinin cenazeyi birçok hükümdar ve prensle birlikte beygir
üzerinde takip etmesi gerektiğini öğrenince, aşırı telaş edip hakkında istisnai bir işlem
yapılmasının, kraliçeler ve hanedanın prensesleri gibi arabaya binmesinin sağlanmasını elçimiz
Tevfik Paşadan ısrarla istemiş. Nihayet, türlü gayretlerle, kendisini oldukça uslu bir beygir
sırtında alaya katılmaya razı etmişler. Yolda da bir ara heyecandan gemleri elinden bıraktığı için
az kalsın yere yuvarla-nıyormuş... Çok kavisli bacakları ve taşlı mesanesiyle güçlükle
yürüyebilen Sultan Mehmed Reşad'ı ise hiçbir muhayyile, hayatının hiçbir devrinde en sakin
beygirler üzerinde bile tasarlayamamış, kaldı ki bunda hata etmiştir: O lapalara benzeyen V.
Mehmed, yakınlarından bizzat duyduğuma göre, delikanlılığında mükemmel biniciymiş!
O
Ali Suavi ile adamları V. Murad'ı dışarı çıkarmak üzereyken Beşiktaş Muhafızı Hasan Paşanın
sopasıyla Ali Suavi yere serilip adamları arasında bozgun belirince, belki V. Murad'ı dualarla
dışarı gönderecek annesiyle öteki kadınlar, kendisini
35
penceresiz bir odaya sürüklemişler. İnanılır bir kaynaktan duyduğuma göre, bu kadınlardan biri,
tek şehzadesinin annesi olup Cumhuriyet devrini de gören Rüftarıdil kadınmış. Uzun boylu ve
pek güçlü kuvvetli olan bu kadınefendi o sırada eski padişahı sürüklemeye çalışanlardan birini
bir tek tokatla yere serdiği için de bunu unutmayan Sultan Murad, kendisiyle daima "Bizim
kadın pehlivandır!" diye şakala-şırmış...*
* Tarihimizde "Çırağan Baskını" ya da "Çırağan Vakası" diye anılan bu olayın tarihi, 18 Mayıs
1878'dir. - y.h.n.
36
Sultan Düğünleri
Abdülmecid, bugünkü hayatımıza göre henüz çocuk sayılmaları gereken yaşlardaki ilk dört
kızını, Fatma, Refia, Cemile ve Münire sultanları -yine bugünkü hayat şartlarıyla
düşünülemeyecek bir ihtişam ve israfla- gelin ettikten bir süre sonra ölmüştür. Öteki dört kızı,
yani Behice, Seniha, Me-diha ve Naile sultanlar da amcaları Abdülaziz'in saltanatı boyunca
gelin edilmişlerdi. Herhalde bu padişah, adlarını sıraladığımız yeğenlerini kocaya vermek için ilk
kızı Saliha Sultanın da gelinlik çağma erişmesini bekliyor, onu Mısır Hıdivi İsmail Paşanın bir
oğluna da nişanlamış bulunuyordu. V. Murad'ın üç aylık saltanatının ardından Abdülmecid'in
ikinci oğlu olan Sultan Hamid tahta çıkınca, ilki otuzuna erişmiş bulunan kız kardeşlerinin
kocaya verilmelerini bin-bir gaile içinde hemen düşünecek, şu kadar ki, bu otuzuna varmış
bulunan Behice Sultan pek ilerlemiş bir vereme yakalanmış bulunduğundan, onu değil de
ötekileri gelin etmek isteyecekti.
Bu Behice Sultan, uzun yıllardan beri I. Abdülhamid'in sadrazamı Halil Hamid Paşa
torunlarından Hamid Beye âşık bulunuyordu ve evlenirse ömrünün birkaç haftaya inebileceğinin
doktorlarca belirtilmesi üzerine sevgilisine kavuşmak hususunda bu pahaya da olsa ısrar
ettiğinden, o da gelin edilecekti. Gelinliğinin on üçüncü günü de ölüp gidecek, yaşça onun
küçüğü olmakla birlikte yirmi beşine varmış bulunan Seniha Sultan da II. Mahmud'un
damatlarından Halil Paşanın başka bir eşinden dünyaya gelmiş oğlu Mahmud Beye (geleceğin
Jön Türkü ve ünlü [Prens] Sabahaddin Beyin babası),
37
-onun bir cariyeyle evli ve bir evlat sahibi bulunduğu sultandan gizlenerek- verilecekti.
Mediha Sultan da bir süreden beri sevmekte olduğu Sami-paşazade Necib Paşaya verilecekti
ama, bunun için Sultan Hamid'in karşı çıkmasını yenmek gerekecek, keza gönlü adı ne yazık ki
belleklerden silinmiş - bir paşazadeye bağlanmış olan Naile Sultan ise annesinin ısrarına karşı
koyamayacaktı. Kardeşinin gelecekteki seryaveri Çerkez Mehmed Paşaya verilecek, birkaç yıl
sonra da ablası Behice Sultan gibi veremden -ve düğün günü intihar eden sevgilisinin yası
gönlünde-ölecekti.
Mediha Sultan, eşi Necib Paşa damatlığının beşinci yılı içinde ölünce, bu genç kız kardeşinin
öteki kardeşlerinden Fatma ve Cemile sultanlar gibi dul yaşamasını Sultan Hamid uygun
görmeyecekti. Kendisini Londra [Elçiliği] Başkâtipliğinden İstanbul'a gelmiş bir Hariciye
memuruna, Sultan Vahideddin'in sadrazamı Ferid Paşaya (bir söylentiye göre zamanın
sadrazamı Kıbrıslı Kâmil Paşanın teklifiyle, daha inanılır bir söylentiye göre de Sultan önceden
kendisini görüp beğendiğinden, onun isteğine kabul ederek) verecek, fakat kardeşi dul olduğu için
bu evlilik dolayısıyla düğün yapılmayacaktı.
Üç sultanın birden gelin edilmesi dolayısıyla yapılan düğün, Abdülhamid devrinin en parlak
düğünü olacaktı. 1889'da yapılan bu düğünde Sultan Hamid, kızlarının henüz pek genç
38
Sultan Abdülmecid'in kızı Bebice Sultan.
ilkini, Zekiye Sultanı gelin ederken, amcası Abdüla-ziz'in -birincisi artık yirmi yedisini süren- iki
kızını, Saliha ve Nazime sultanları da birlikte gelin edecekti. Böylelikle de, Saliha Sultanın
gelin olacak yaşa erişmesi için, Abdülmecid'in dört kızı yıllarca gelin olmayı beklemiş
bulundukları gibi, Sultan Aziz'in kızları da Sultan Hamid'in kızının gelin olma çağını yıllarca
beklemiş oluyorlardı.
Zekiye Sultan, yıllarca önce kararlaştırılmış bulunduğu gibi, Gazi Osman Paşanın henüz
Harbiye Mektebine giden büyük oğlu Nureddin Paşaya; önceden Mısırlı ile nişanı bozdurulan
Saliha Sultan Müşir Kurt İsmail Paşazade Ahmed Zülkifl Paşaya; Nazime Sultan da Müşir
Dervişpaşazade Ali Halid Paşaya verilmişlerdi. Az sonra Sultan Hamid, amcası Abdülaziz'in
üçüncü kızı olan, babasını pek küçükken kaybederek kendisi tarafından büyütülen ve görenlerden
duyduğuma göre büyük bir
Sultan Abdülmecid'in kızı Setniha Sultan küçük yaşta hayatını kaybetti.
39
güzelliğe sahip Esma Sultanı, Naile Sultanın ölümüyle dul kalmış bulunan Çerkez Mehmed
Paşaya (bu paşa epey yaşlı olduğu için, herhalde bir karşı çıkışı da yenerek) verecekti. 1898'de de
Abdülhamid saltanatının en gösterişli düğünü olacak, padişah, tahta çıkışının hemen ardından
doğduğu için pek uğurlu sayıp özellikle sevdiği ikinci kızı Naime Sultanı, önce veliahtın büyük
şehzadesine sonra Mısır Hıdivine vermeyi düşünmüşken, Gazi Osman Paşanın ikinci oğlu
Kema-leddin Paşa ile evlendirecekti. Yıldız Sarayında -birinde babam Sırrı Beyin de bulunup
debdebesini uzun uzadıya anlatmış olduğu- pek çok ziyafet verilecek ve bu ziyafetlerin hepsinde
-yine babamın anlattığına göre- Sultan Hamid, yanında damadıyla mabeyn ileri gelenleri,
davetlilerini merdiven başında karşılayıp dönüşlerinde aynı şekilde merdiven başında
uğurlayacaktı.
Bu düğünden üç yıl sonra, 1901'de, yine üç sultanın birden düğünü yapılacaktı. Bu üç saltanın
ikisi, henüz hayatta ve Çırağan Sarayında mahpus bulunan V. Murad'ın -ilki otuz bir, ikincisi
yirmi altı yaşlarında olan- kızları Hatice ve Fehime sultanlar, üçüncüsü de Abdülaziz'in yirmi
beş yaşında bulunan son kızı Emine Sultandı. Sultan Murad'ın kızları Çırağan'da
mahpusluktan yıllarca önce bezmiş, gelin edilmelerini rica ederek Yıldız'a alınmışlardı. Ancak
padişah, Sultan Murad'ın adını anmayı yasak ettiğinden, vükela oğlu bir talipleri çıkmamıştı. O
kadar ki, Sultan Hamid bir aralık Hatice Sultan için Naile Sultanın ardından Esma Sultandan
dul kalan yaşlı Mehmed Paşayı düşünmüştü. Damat olabileceklerden eski sadrazam Tunuslu
Hayreddin Paşa'mn oğlu Tahir Bey ise, damatların sakal koyuvermemeleri adetinden
yararlanmıştı: Sakallının sakalını tıraş etmesi de fazlasıyla "menfur" (nefret edilecek şey)
sayıldığına göre, sakal bıraktığı takdirde Sultan Murad damatlığından kurtulacağını hesap
ederek sakal koyuvermişti. Sonunda bu iki sultana mabeyn şifre kâtiplerinden iki kimsesiz genç
seçilerek kendilerine alelacele büyük rütbeler verilmişti. Sultan Hamid de bu yeğenlerini
"alelade" kimselere vermekle birlikte çeyiz-
40
lerinin ve düğünlerinin debdebe ve parlaklığına özen göstermişti.
Abdülhamid, Sultan Aziz'in son kızı Emine Sultanın karakterini fazlasıyla takdir ettiğinden,
onu da kendi şehzadelerinden Abdülkadir Efendiye -iki yaş büyük olmasına rağmen- almak
istemiş, fakat şehzadenin pek çapkın olduğunu bilen Emine Sultanın bunu reddetmesi üzerine de
onu eski vükeladan birinin ana tarafından torunu bulunan pek akıllı bir gence vermişti. O genç
de İkinci Meşrutiyetin vükelası arasında yer alan, kalem ve kültür sahibi Mehmed Şerif Paşadır
(Şerif Çavdaroğlu).
Üç yıl sonra da Sultan Hamid, üçüncü kızı olan Naile Sultanı gelin ediyordu. Onu daha önce
Gazi Osman Paşanın üçüncü oğluna vermek istemişken, Gazi Osman Paşanın ölümü ve
oğullarından Kemaleddin Paşanın eşinin paşadan ayırtılıp boş düşürülmesi* üzerine bundan
vazgeçiyor, bu kızım da eski Başvekil ve Adliye Nazırı Abdurrahman Paşazade ve geleceğin
vükelasından Arif Hikmet Paşaya veriyordu.
İkinci Meşrutiyetten önce iki sultan daha gelin edilecekti. Fakat bunlardan önce padişah,
Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir durum olarak, kocasını başka bir sultanla -hem de
henüz hayattayken Sultan Murad'ın büyük kızı Hatice Sultanla- aşk yaşamaya cesaret ettiği ve
durum ortaya çıktığı için gazaba uğrayıp boş düşürtülen sevgili kızı Naime Sultanı üç yıl
dulluktan sonra yeniden evlendiriyordu. Onu, Arnavutluk'un en ünlü ailesinin, soydan İşkodra
Valileri ailesinin son üyesi olan Celal Paşaya veriyordu. Ancak, Mediha Sultan gibi bu
sultanın da dul olması sebebiyle nikâhı gerdek izlemiş, düğün dernek yapılmamıştı.
1907'de yapılacak çifte sultan düğününde gelinlerin biri otuz, diğeri yirmi beş yaşında
bulunuyordu. Bunlar, tahtın ikinci varisiyken iki yıl önce ölen Kemaleddin Efendinin kızı
Münire Sultanla -artık hayatta bulunmayan- V. Murad'ın son kızı Fatma Sultandı. Tahta
çıkmamış şehzadelerin evlat sa-
* "Saraylarda Boşanmalar" başlıklı yazıya bakınız.
41
hibi olmamaları Abdülaziz'in tahta çıkışına kadar uyulmuş bir nizam bulunduğundan, tahta
çıkmadan ölmüş bir şehzadenin kızı, ilk defa olarak gelin ediliyor, bu çifte düğünü bildiren resmi
tebliğde padişah kızı -şehzadenin kızı kendisinden altı yaş büyük olmasına rağmen- daha önce
anılıyordu.
Şu kadar ki, üç yıl önce ölmüş bulunmasına rağmen Sultan Murad'ın adı ve padişahlığı ağza
alınmak istenmediğinden, ondan "Merhum büyük birader-i padişahî hazretleri" diye söz ediliyor,
Kemaleddin Efendinin adı ise belirtiliyordu. Adının anılması hâlâ uygun görülmemekle birlikte,
Sultan Murad'ın hayatta bulunmaması, iki öncekilerin kocalarına oranla toplumsal durumu
daha iyi bir kocaya gitmesini sağlıyor; Fatma Sultan, Aydın valisi ve eski mabeyn kâtibi Faik
Beyzade Refik Beye varıyordu. Münire Sultan ise, onun isteği üzerine babası Kemaleddin
Efendinin yaptığı vasiyet gereğince Tunuslu Hayreddin Paşa oğullarından Salih Paşaya
(Sultan Murad'a damat yapılmaktan korkarak genç yaşında sakal koyuvermiş olan Tahir Beyin
küçük kardeşi) veriliyordu.
Aradan bir yıl geçmeden 10 Temmuz inkılabının gerçekleşmesi de, mutlakiyet döneminin bu son
iki damadının bütün öteki damatlardan bir derece aşağı rütbede kalmalarına, yani sivilin
vezirliğe ve askerin müşirliğe erişememelerine sebep oluyordu.
10 Temmuz'la Abdülhamid'in tahttan uzaklaştırılması arasında geçen on aylık süre içinde -V.
Murad'ın kız torunlarından biri otuza yaklaşmış ve bizzat padişahın iki kızı yirmisini aşmış
bulunmakla birlikte- bir sultan düğünü olmayacak, yalnızca padişahın iki kızının nişanı
yapılacaktı. Sultan Murad'ın büyük kızı olan ve kocasını ilk günlerde pek hor görerek ona
verilişinin intikamını, Sultan Hamid'in sevgili kızı Naime Sultanın kocasını kendisine âşık edip
(hatta resmi iddiaya göre karısını zehirlemeye yöneltip) yuvasını yıkarak alan Hatice Sultan da,
sevmediği kocası Vasıf Paşadan hemen boşanmış, bunun için de, anlatıldığına göre, bu adama
önemli bir tazminat vermişti...
(1955)
42
Saraylarda Boşanmalar
Osmanlı Devletinin en eski devirlerinden ta İkinci Meşruti-yet'e, 1908 yazma kadar, kendilerine
sultan denen Osmanlı soyunun kadınlardan, birkaç yüzyıllık aralıkla ancak ikisi kocalarından
ayrılmışlardır.
Bunlardan ilki olan Şah Sultan, Yavuz Sultan Selim'in kızı ve Kanuni Sultan Süleyman
sadrazamlarından Lütfi Paşanın eşidir. Bu paşanın bir fahişe hakkında uygulattığı cezayı
vahşice bulup kendisini azarlayınca, belki karısının baskılarından zaten bıkıp usanmış olan
adam, sultan efendiyi, sultanlığına bakmayarak evire çevire dövüverir. Bu doğru olmasa bile
muhakkak ki aşağılar. Bunun üzerine de hem karısını boşamaya mecbur edilir, hem de
sadrazamlıktan alınarak Trakya'da Dimetoka kasabasına sürgün yollanır.
Kocasından ayrılan ikinci sultan ise, II. Abdülhamid'in kızlarından Naime Sultandır. Ayrılışı
İkinci Meşrutiyet'ten ancak birkaç yıl önce olduğundan, yaşlılar bunu pek güzel hatırlarlar. Bu
ayrılışın sorumluluğu, Naime Sultanın kocası olan damad-ı şehriyaride, Gazi Osman Paşa-
zade Kemaleddin Paşadadır.
Henüz V. Murad'ın sağ ve Çırağan sarayında mahpus bulunduğu, Sultan Hamid'in onu
ananları sürgüne yolladığı günlerde, bu paşazade, eski hükümdarın büyük kızı Hatice Sultanla
sevişmeye başlar. Tevfik Fikret ve Ali Ekrem beylerin talebesi sıfatıyla* edebiyat tarafı bol
nameler yazar-
* Tevfik Fikret ve Ali Ekrem Beyler Mekteb-i Sultani'de (Galatasaray Lisesi) öğretmenlik
yapmışlardı. Demek ki Kemaleddin Paşa orada öğrenim görmüş. - y.h.n.
43
«I
ken "Meşru padişah babanızdır. Benim kayınpederim bir ga-asıptır (zorguçtur)" yollu bir cümle
kullanır. Hatice Sultan ise bu maceraya, otuzundan sonra gelin edilip, bir paşazadeye değil,
ancak mütevazı bir şifre kâtibine verilmiş olmasının kiniyle girişmiştir. Kemaleddin Paşanın
mektuplarını, bir söylentiye göre, bilerek çaldırtır. Bunlar Yıldız Sarayına götürülüp Sultan
Hamid'e sunulunca, hem padişah, hem Naime Sultan, küplere binerler ve Kemaleddin Paşa
kafa tutup karısını boşamamakta inat ettiğinden, şer'i bir hileye başvurulur. Otuzundan önce
müşir yapılmış olan damat paşa, edebiyatlı mektuplarının bir yerinde sevgilisine "Ben sana
tapıyorum, sen benim Allahımsın!" dediğinden, müşrik (Tanrı'ya ortak koşmuş), putperest
olduğu hakkında fetva çıkarılır. Böylece nikâhının geçerli olamayacağına hükmedilerek sultan
boş düşürülür. Kemaleddin Paşa da Bursa'ya sürülür.
İşte, devletin kuruluşundan Sultan Hamid'in hanedan üyeleri üzerindeki egemenliğinin 10
Temmuz inkılabıyla son
buluşuna kadar geçen yüzlerce yıl arasında, ancak iki sultan bu şekilde kocasından boşanmıştır.
Buna karşılık 10 Temmuz inkılabıyla saltanatın kaldırılmasına kadarki zaman içinde, yani 1908-
1922 arasında, sultan saraylarında sekiz boşanma olayı yer alacaktır. Bu sultanlar arasında da
ancak bir tanesi, amca-zadesi Naime Sultanın kocasından ayrılmasına sebep olan Hatice
Sultan, iki kere kocadan boşanarak bir rekor kıracaktır.
Adı Hatice Sultan ile aşk dedikodularına karışan Naime Sultan'm eşi Kemaleddin Paşa.
44
İşaret ettiğimiz devre içinde kocalarından ayrılan öteki prensesler, gene V. Murad kızlarından
Fehime, II. Abdülha-mid kızlarından Ayşe, VI. Mehmed (Vahideddin) kızlarından Ulviye
sultanlarla babaları padişah olmadan ölmüş iki kadın, Adile ve Behiye Sultanlardır.
Hatice Sultan hiç beğenmemiş, hiç sevmemiş olduğu ilk kocasından hemen meşrutiyetin
ardından, henüz Sultan Ha-mid tahttayken -ve öne sürüldüğüne göre önemlice bir para vererek-
boşanacak, söylentilere göre bir süre sonra bir mesire yerinde görüp beğendiği ufakça bir hariciye
memuruna varacak, fakat ondan iki evlat dünyaya getirdikten sonra onunla da geçinemeyerek
yeniden boşanacak ve artık bir daha evlenmeyecektir. Fehime Sultan da ablası gibi, mabeyn
şifresinde kâtiplik eden, hem de çirkince biriyle evlendirildiği için, hürriyet havası estikten bir
süre sonra, keza kocasından ayrılacak ve galiba o da bir mesire yerinde görüp beğendiği bir eski
subaya -galiba evli olduğu için hem de karısını boşattırdıktan sonra- varacaktır.
Ekleyelim ki, bu iki sultanın hayatlarındaki düzensizliklerde, yaşları hayli ilerledikten sonra,
tahttan uzaklaştırılmış ve mahpus bir padişahın kızları oldukları için, öteki damatlara nisbetle
pek mütevazı kökenli kimselerle evlendirilmiş olmalarının etkisi muhakkaktır. Fakat ne çare ki,
ikinci kocalarını bizzat seçmelerine rağmen bunda da isabet gösteremediklerinden, padişah
sarayı bu yeni damatları beğenmemiş ve sultan nikâhlarının hükümdar sarayında şeyhülislam
tarafından kıyılması geleneğine rağmen, iki sultanın nikâhları bu sefer kendi dairelerinde
mahallelerinin imamı tarafından kıyılmıştır.
Fehime Sultan ikinci kocasından boşanmayacak ve Cumhuriyet döneminde, sürgünde, onun eşi
olarak ölecektir.
Her ikisi de vatanına dönmüş olan Ayşe ve Ulviye sultanların ilk kocalarından Mütareke
döneminde ayrılışlarında, o dönemin çeşitli olayları rol oynamıştır, sanıyorum. Ölüm, birincinin
ikinci ve mutlu evliliğine tez son vermiş, ötekinin ikinci evliliği bu felaketten uzak kalmıştır.
45
Babaları padişah olmadan ölmüş şehzade kızlarından kocalarından ayrılanlara gelince...
Bunların ikisi de henüz nikâhlıyken, evlilikleri gerçekleşmeden ayrılmışlardır. Birincisi, Adile
Sultan, V. Murad'ın tek şehzadesi Selahaddin Efendinin kızlarındandır. İkinci Meşrutiyet
devrinde nikâhlandı-ğı eski müşirlerden birinin bir yerde ataşemiliter olan oğlu, düğünden önce
asker hayatıyla sultan kocalığı icaplarının birleştirilemez şeyler olduğu görüşüne vararak bu
evlilikten çıkmak istemiş, gönül hoşluğuyla ayrılmışlardır. Sultan bundan sonra vardığı kocadan
da dul kalıp artık bir daha evlenmemiştir. İkinciye, yani V. Mehmed'in büyük oğlu Ziyaeddin
Efendinin ilk kızı Behiye Sultana gelince... Kendisi Birinci Dünya Savaşı içinde ve Mısır
prenslerinden Said Halim Paşa henüz sadrazamken onun küçük ve pek yakışıklı oğlu Ömer
Beye nikâh edilmişti ve bu sırada V. Mehmed tahtta bulunuyordu. Fakat Said Halim Paşa
sadrazamlıktan çekilip padişah da öldükten sonra, prens damat Avrupa'ya gidip ne zaman
döneceği hakkında hiçbir haber göndermediği gibi, nişanlısına da tek satır yazmadığı için,
Behiye Sultan bir süre bekledikten sonra vefasızdan ümidini kesecekti. Zaten sultanlara
kocalarını boşama hakkı bir süre önce verilmiş bulunduğundan, bu imtiyazını kullanacak, bu son
zamanlarda pek feci bir otomobil kazası sonucunda galiba Fransa'da ölen eşini boşayacaktı.
Anlatıldığına göre, nikâhın ardından Ömer Beye sultan çıkarılmış (gösterilmiş). Mısırlı prens,
bir süre önce Kahi-re'de ve Osmanoğullarınm kadınları arasında hâlâ aşılmamış başka bir rekor
olarak üçüncü kocasının nikâhında ölen genç sultanı görgüsüz ve gösterişsiz bulmuş, kadınlık
bakımından da beğenmemiş. Çünkü Behiye Sultanın çehresi güzelse de kendisi ufak tefek,
beyaz tenli, sarı saçlıydı. Ömer Bey ise aksine, boylu boslu, kara kaşlı ve kara gözlü kadınlardan
hoşlamrmış. Hatta "Adalar sahilinde bekliyorum" diye başlayan şarkı güftesinin kendisinin
eseri olduğunu, bu güfteyi de güzelliği bir zaman dillerde dolaşmış olup, yıllardan beri
Amerika'da yaşayan öyle boylu boslu ve ka-
46
ra kaş kara gözlü bir hanımın ilhanlıyla ve aynı tarihlerde yazdığını anlatırlar. Fakat doğru olsa
bile, bu bir başka hikâyedir.
47
Boğaziçinde Bir Deniz Kazası
Osmanlı saraylarına ait maceralar arasında bütün bir dramın, hatta melodramın unsurlarını
toplayanlar vardır. Bunlar arasında da Abdülmecid'in en büyük kızı ve Sultan Re-şad'ın ana
baba bir kardeşi olan Fatma Sultanın iki kere dul kalışının hikâyesi en başta gelir.
Sultan Mecid'in ilk saltanat yılında dünyaya gelen ve padişahın V. Murad'dan sonra en büyük
evladı olan bu kadın, tabiatın binbir bağışına rağmen hayatı boyunca kendini mutlu
hissetmemiş, iki kere kocaya varıp her iki keresinde feci şartlar içinde dul kalmıştır. Bu iki
evlilikten olan üç çocuk da yaşamamıştır.
Sultanın ilk kocası, Sadrazam Mustafa Reşid Paşanın üçüncü oğlu Ali Galib Paşa idi. İkinci
kocası da babasının pek genç mabeyncilerinden olup, onun kesin emriyle vardığı Nuri Paşadır.
Bunlardan birincisi bir yaz gecesi Boğaziçi sularında boğulup gitmiş, ikincisi de Sultan Aziz'i
öldürmek suçuyla idam hükmü yemiş bulunmak dehşeti içinde çıldırıp, mecnun olarak can
vermiştir.
Biz bu yazıda, Fatma Sultanın ilk evliliğinden ve bu evliliğe son veren faciadan söz edeceğiz.
Fatma Sultan, kendisinden sonra gelin edilen kız kardeşlerinden üçü gibi, babasının sağlığında
ve henüz on dört yaşında iken, 1854'te nikâh edilmiş, nikâhını düğün izlemişti. Güvenilir
kaynaklara göre bu iş hazineye tam iki milyon altına mal olmuştur. Mustafa Reşid Paşanın
üçüncü ve en sevgili oğlu olup yirmi beş yaşına erişmeden babasının vezirlikle hariciye nazırı
yaptıracağı bu Ali Galib Paşa ile nişanlanı-
48
Sultan Abdülmecid'in kızı Fatma Sultan.
49
şında ise, sultan henüz on birinde idi. Nişanın bu derece tez yapılışı da oğulları -ve hele bunlar
arasında en sevdiği ve kendisini dile getirecek derecede şımarttığı bu oğlu için- her şeyi ve
makamı az gören Reşid Paşayı memnun etmek arzusundan ileri gelmişti.
Paşanın sadrazamlıktan alınışı üzerine nişanın bozulacağı söylentileri ortaya çıkınca, belki pek
güzel olduğu söylenen Fatma Sultana görmeden âşık olduğu için ve muhakkak ki damatlık
şerefinden yoksun olmak korkusu, Ali Galib Paşayı üzüntüden hasta etti. Bunun üzerine,
oğluna pek düşkün olan anası, aşırı telaşa düştü. Bizzat Fatma Sultanın ilgisi sağlandı.
Nihayet sultanın on dördüne ve damadın da yirmi beşine varmış bulundukları sırada -hazineye
iki milyona mal olmuş bulunan- düğün yapıldı.
Düğün oldu. Fakat bunu kısa bir zaman sonra geçimsizlikler takip etti. Pek güvenilir
kaynaklardan aldığım bilgiye göre, Fatma Sultan pek asabi ve haşin yaratılışlı bir kadındı.
Padişahın ilk kızı ve gelecekteki V. Murad dışında bütün şehzadelerin ablası olduğu için, pek
gururluydu. O kadar ki, "Ben erkek dünyaya gelseydim, taht nöbetim sizden evveldi!" diyerek
kendilerine kafa tutardı. Murad dahil, hepsiyle dövüşe dövüşe büyümüştü.
Öte yandan, babasıyla annesi üzerindeki nüfuzuyla ve bir dediğinin iki edilmemesiyle pek küçük
yaştan başlayarak şımarmış ve bugün nice delikanlının zar zor bir lise bitirip üniversiteye
devama başladıkları bir çağda vükelalığa yükselmiş olan genç adamın, bu baskıcı sultanına kafa
tutmuş, huzurunda el pençe divan durmakta kusur etmiş bulunması mümkündür. Ayrıca, sultan
tarafından koca olarak beğenilmemiş de olabilir. Ali Galib Paşanın yüzü sevimliyse de, pek kısa
boylu ve ufak tefekti. Geçimsizlik pek çabuk kendini gösterdi ve az sonra vahim bir sebep bu
geçimsizliği son sınırına vardırdı:
Fatma Sultanla Damat Paşa aynı zamanda kötü bir hastalığa tutulmuşlardı. Her ikisi de bu
hastalığı kendisinin ötekine vermemiş, fakat ötekinden almış olduğunu öne sür-
50
inekteydiler. Az sonra sultan, Cemile Hammsultan adı verilen bir kız çocuğu dünyaya getirdi.
Söylentiye göre ana babasının hastalığı sebebiyle sakat ve cinsiyet organı eksik olan bu çocuk
ancak birkaç gün yaşadı. Fakat, çok çabuk bir cehennem hayatı şekline girmekle beraber, bu
evlilik devam etmeye mahkûmdu: Kanuni Sultan Süleyman devrinden, onun kız kardeşi olan
sultana dayak atmak cüretinde bulunan sadrazam Arnavut Lütfi Paşa zamanından beri, hiçbir
sultan kocasından boşanmamış ve boşanmaya padişahlar tarafından izin verilmemesi
hanedanın bir geleneği olmuştu.
Kıbrıslı Mehmed Paşanın on sekiz yıl nikâhında kaldıktan sonra boşamış olduğu tatlısu frengi
madamın hatıraların-daki kayıt doğru ise, bir gün de Ali Galib Paşa karışma bir harem ağasının
bir mektup sunmak üzere olduğunu görmüş. Paşa zaten karısından şüphe etmekte olduğu için,
bu mektubu kapmak istemiş. Harem ağasının mektubu teslim etmeyip kaçması üzerine, Paşa
babasına şikâyet etmiş. O sırada gene sadrazamlıkta bulunan Mustafa Reşid Paşa, durumu
padişaha bildirmiş. Sultan Mecid de, "Sen türlü yollardan bu evliliğin gerçekleşmesine çalıştın.
Şimdi de kızımdan şikâyete mi geldin?" diyerek kendisini terslemiş.
Bu son hikâye ve hele tersleme, madamanın hayalhanesinde geçmiş olsa bile, sultanla damat
paşanın yaşadıkları -bugün kemik veremi hastanesi olan- pek görkemli Baltalimanı Sarayında
bu genç evliler mutlu değildiler.
1857'de, altıncı sadrazamlığının yedinci ayında Mustafa Reşid Paşa ölüp gittikten sonra, -
şişmanlayıp boyunun kısalı-ğıyla yusyuvarlak kesilerek hiç çekiciliği de kalmayan- Ali Galib
Paşanın mevkii tamamen sarsılmıştı. Artık kudretli babasına dayanabilmesi imkânı kalmamıştı.
Nihayet 1858 Eylülünün hoş bir gecesinde, yazımıza başlık olarak aldığımız üzücü olay geçti.
"Boğaziçinde bir deniz kazası", Fatma Sultam sevmediği ve ayrılamadığı kocasından kurtararak
dul kalmasını sağladı.
O gece Damat Paşa, Sarıyer'de davetli bulunduğu bir yerden, yanında dairesinin kâhyası Hakkı
Beyle bir uşağı, Balta-
51
Fatma Sultan in ikinci eşi Nuri Paşa.
52
limanı sarayına dönmektedir. Yeniköy açıklarında kaptanı bir İngiliz olan bir istimbot
karşılarına çıkar. Kayığa bindirecek gibi olunca, paşa ile uşak korkudan denize atlarlar. Belki de
paşa atlayınca uşak ona bağlılığından kendisini izlemiştir. İstimbot hemen duramadığı ve ikisi
de yüzme bilmedikleri için, belki bir iki kere suyun üstüne çıktıktan sonra, boğulup giderler.
Birkaç gün sonra da cesetleri balıkçılar tarafından İstinye koyunda bulunup çıkarılır.
Vezirle uşak dehşet içinde birbirlerine sımsıkı sarılmışlardır. Paşanın avucuna sokulu kalmış
parmağında görkemli bir elmas yüzük, dört yıla yaklaşan bir zaman önce, damat oluşu sırasında
ihsan edilmiş bir yüzük vardır. Ali Galib Paşanın annesi olup, kocasının bir soğuk algınlığı
sonucunda ölümünü zehirden bilen Adile Hanım, -Fatma Sultanı ne derecede yasa boğduğu
bilinmeyen- bu ölümün bir suikast sonucu olduğundan şüphe etmemiş ve pek sevdiği oğlunu
kaybetmenin keder ve ıstırabıyla çıldırmıştır.
Mustafa Reşid Paşa ailesinde aynı kanı hâlâ vardır. Kaldı ki, Fatma Sultanın pek haşin mizacı
ve elindeki imkânlarıyla, henüz yirmisine girmemişken bu bedbaht evlenmeyi bütün bir ömür
sürüklemek dehşeti içinde bir cinayetin işlenmesini düşünmüş olması, ya da bu başkaları
tarafından düşünülünce buna izin vermesi hiç de imkânsız bir şey değildir. Herhalde
Boğaziçi'nde bir istimbotun bir eylül gecesinde mükellef bir paşa kayığına bindirmesine ramak
kalmış, istimbotun İngiliz kaptanı birkaç çifteli ve mükellef bir saray kayığı olduğunu görmesine
rağmen hemen durup denize atlayanları kurtarmamış, bu iş -Fransız Büyükelçisinin hükümete
bildirdiğine göre sarhoş olan- kayıkçılar tarafından da yapılmamış, ancak yüzme bilmeyen bir
uşağın sadakatine bırakılmıştır!..
Fatma Sultan aynı yıl içinde babası Sultan Mecid tarafından tekrar kocaya, yirmisini bulmamış
mabeyncilerden Nuri Beye verilmiştir. Sultan hemen vezirliğe yükselen bu Nuri Beyi de
istememiş, hatta kendisini hareme kabul etmeyeceğini söyleyerek iki başka ismi babasına
bildirip onlardan birine verilmesinde ısrar etmiş. Fakat sonunda yenilip Sultan
53
Mecid tarafından seçilen adama varmış. Sonra zaman geçip gitmiş ve herhalde Ali Galib Paşa
gibi kendisine kafa tutmaya cesaret edemeyen -aynı zamanda güzel olan- bu Nuri Paşa bir
deniz kazasına uğramadan 1881'e kadar yaşamış ve yazımızın başında söylediğimiz gibi Sultan
Aziz katillerinden olmak suçlamasıyla idama mahkûm edilişinden pek az sonra çıldırıp deli
olarak ölmüştür.
İlk kocasının belki de katili olan ve ikinci kocasına istemeyerek varan Fatma Sultan'a gelince, iki
yaş kadar büyüğü bulunduğu II. Abdülhamid'e şiddetle düşmandı. Çırağan'a kapatılan Sultan
Murad'ın taraftarlığını güttüğü için Balta-limanı Sarayında kapalı kalmıştı. Hele Çırağan
baskını sonuçsuz kalıp tahttan uzaklaştırılmış olan padişahın dünya ile ilişkisi kesildikten sonra
bu kapalılık, adeta mahpusluğa dönmüştü. Zaten henüz genç denecek bir yaşta, ikinci defa dul
kalışından üç yıl sonra, 1884'te öldü.
54
Şehzadelerin Çapkınlıkları
"İlk Meşrutiyet padişahı" V. Mehmed'in tahta çıktığı sıralarda, hiç kızı olmadığı halde,
Mehmed Ziyaeddin, Mahmud Necmeddin ve Ömer Hilmi isimlerinde üç şehzadesi vardı.
İstanbul, bunların varlıklarını 10 Temmuz inkılabından bir süre sonra, Beyoğlu'ndaki Febüs
Fotoğrafhanesinin vitrinleri ak bıyıklı veliahttın, yani az sonra tahta çıkması kaçınılmaz
bulunan bu V. Mehmed'in bütün oğullarının fotoğraflarıyla bezendiği zaman öğrenecekti. Ben
de o zaman öğrendim. Yüzlerini de, babaları tahta çıktıktan sonra bazı törenleri görmeye ya da
mesirelere götürüldükçe, süslü ve yaldızlı arabalarında gördüm. En büyükleri olan Ziyaeddin
Efendi çok sarışın, öteki ikisi kumraldı. Koyu renk feslerini üçü de çarpık giyerlerdi. Büyükle
sonuncu nisbeten zayıf, ortanca ise pek şişmandı. Özellikle büyüğün fesi koyu renk, adeta
laternacı fesi cinsindendi. Parıl parıl parlayan saçları arkadan pek kabarık görünürdü.
Gene özellikle büyüğün sırtında pek açık renk, o redingot ve jaketatay devrinde renkleri
pembeye, sarıya, havai maviye benzer elbiseler bulunur, cebinden mendili fışkırır ve yaldızlı
fayton arabasından sarkarak kadınlara türlü göz süzmeleriyle birlikte elleriyle işaretlerde
bulunmaktan çekinmezdi. Bunları yaparken pek alçakgönüllü davranırdı. Öylesine alçakgönüllü
ki, çehre züğürdü ve türlü ırklardan hatunlar, artık altmışa yetmişe varmış nice kadınlar hâlâ
bundan söz etseler, bir şehzadenin en büyük sevgilisi olarak sultanlığa erişmek imkânı
karşılarına çıkmışken fazilet uğrunda bunu reddettiklerini hâlâ konu komşularına anlatsalar,
hâlâ tebrik edilseler gerektir.
55
V. Mehmed Reşad'ın büyük oğlu Şehzade Ziyaeddın Efendi.
Sultan Mehmed Reşad'ın tahta çıkmasıyla büyük bir hürriyete kavuşup sokaklara fırlayan bu üç
şehzadenin -ortancanın hafiflikleri aslında dostlar alışverişte görsün niteliğinde kalmıştı-, daha
doğrusu iki şehzadenin durumları bir süre dillerde destan olmuş, Beyoğ-lu'nun bazı misafirperver
evlerine dadandıkları hatta bir iki yerde olaylara yol açtıkları duyulmuş, babalan da kendilerine
söz geçiremediği için ıslahlarını Hareket Ordusu Kumandanı Mahmud Şevket Paşaya havale
ettiği hikâye olunmuştur. Ah-med Rıza Beyin gündelik bir gazete sütunlarında kalmış
hatıralarında* da, Mahmud Şevket Paşa ile birlikte bu vaaz ve öğüdü yerine getirdiğini anlatan
bir parça vardır.
Ziyaeddin Efendi benim kendisini gördüğüm sırada otuzunu aşkındı. Öyle yakışıklı değildi
ama, saray mensupları "Daha eskiden pek güzel ve gençti" derlerdi. Sultan Hamid en çok
sevdiği kızı Naime Sultanı kendisine vermek istemişken Reşad Efendi, yani gelecekteki V.
Mehmed buna yanaşmadığı için evliliğin gerçekleşmediğini söyleyerek Sultan Hamid'in bir
zaman kendine damat yapmak istemiş olduğu bu yeğeninin babası gibi çıkmadığını söylerlerdi.
Onun sazendeleri toplayarak âlemler ettiği ve kanun çalarak fasıllara katıldığı Sultan Hamid'e
durmadan jurnal edilir, fakat Sultan Hamid "Ziyaeddin'den bir fenalık gelmez!" deyip önem
vermezmiş. Cidden pek güzel kanun çalan Ziyaeddin Efendi doktor-
* Ahmed Rıza Beyin Cumhuriyet gazetesinde çıkan anıları sonradan kitap-laşmıştır: Meclis-i
Mebusan ve Ayan Reisi Ahmed Rıza Beyin Anılan, Arba Yay., İst. 1988.-y.h.n.
56
luğa da hevesli olduğundan, babası padişah olduktan sonra -lise tahsili bulunmadığı halde, hatır
için- Tıbbiye'ye kabul edilmiş ve senelerce gidip gelerek bir diploma elde etmişti. Babasının son
zamanlarında, büyük oğulun 'şehriyari' sıfatıyla arabasının önünde de atlı bir seyis gider
olmuştu. Kaldı ki, ilk iki üç yılın sarhoşluğundan sonra hayli ağırlanmamış da değildi. Mesela
İngiltere Kralı V. Georges Balkan Harbinden az önce Hindistan'ı ziyaret etmek üzere Mısır
sahillerinden geçerken, onu mülk sahibi olan babası namına bir heyet başında selamlamıştı.
Anlattığına göre, bu işi hiç de yüzüne gözüne bulaştırmamıştı. Halit Ziya Uşakhgil,
hatıralarında*, bu şehzadeden aldığı ilk fena izlenimi daha sonra düzeltmiş olduğunu söyleyip
bunu ilerde anlatacağını bildirmişken sonra unutmuş, vaadini yerine getirmemiştir.
Ziyaeddin Efendinin Osmanlı tarihinde henüz belirlenmemiş bir yere, dolayısıyla sahip
olduğunu da kaydetmek gerekir. Şöyle ki, babası Sultan Reşad fazlasıyla çökmüş, veliaht Yusuf
İzzeddin Efendinin uğradığı akıl hastalığı da pek ilerlemişti. Yusuf İzzeddin'i taht sırasında
izleyen Vahideddin Efendinin yakın bir gelecekte veliaht olması, hatta -hükümdar çok
ihtiyarladığı için- tahta geçivermesi ihtimaliyle İttihat ve Terakki ürkmüştü. Sıraca
Vahiddeddin'i izleyen V. Murad'ın şehzadesi Selahaddin Efendiyi veliaht ilan etmeye
hazırlanırken bu zat ani bir biçimde ölünce şaşırıp kalmışlardı. Zira Ziyaeddin Efendiyi varislik
sırasında takip eden bu iki şehzade, yani Abdülmecid ve Selim efendiler de toplumca
seviliyorlardı. İşte bu sırada, varış noktasını saray çevresinden alan bir akım, veraseti, iki oğlu
da hayatta bulunan Ziyaeddin Efendiye yöneltmek, onu veliaht yapmak fikrini yaymaya
başlamıştı. Ancak harbin bozuk gidişinden dolayı hükümet bu kadar köktenci bir harekete
cesaret edememiş, ayrıca, Ziyaeddin Efendinin çeşitli hoppalıkları henüz pek yakın bir geçmişe
ait olduğu için bu büyük değişikliğe pek heves edilememişti. Kararsızlıklar içinde bocalanıldığı
sırada
* Saray ve Ötesi, yeni bas. İnkılap ve Aka, İst., tarihsiz. - y.h.n.
57
"ilk Meşrutiyet padişahının" kısa bir hastalık sonucunda ölümüyle Vahideddin Efendi tahta
çıkıvermişti.
Birçok karıları olan ve bunların ilkini daha mutlakıyet devrinde ve galiba ikisini sürgündeyken
boşayan, fakat sürgünde ve büyük geçim sıkıntıları içinde de gene iki eşli kalan Ziyaeddin
Efendi, gerçekten pek nazik, iyi kalpli ve neşeli bir zattı. Hovarda ve eli açık olduğundan, babası
tarafından verilen ödenekle ay sonunu bulmadığı için, babasının maiyetine bu ödeneği kırdırdığı
da söylenirdi.
Cumhuriyetin ilanıyla memleket dışına çıkması üzerine Beyrut'ta doktorluk edip doktorluğuna
üstün olan sazende-liğinden de medet umduğunu, bir aralık da bir vapur içinde İstanbul
limanına kadar gelip vatan hasretini giderdiğini, son zamanlarında da II. Abdülhamid'in
yakınlarından ve en zengin mensuplarından Arap İzzet Paşanın yardımıyla Mısır'da yaşadığını
duymuştum. Yirmi yıla yakın bir zaman önce İskenderiye'de bir kalp krizi sonucunda ölmüş ve
Beni Danyal türbesine gömülmüştür.
Sekiz çocuğundan yedisi saltanat devrinde, sonuncusu da hilafetin kaldırılmasından önce
dünyaya gelmişti. İki oğlu ile dört kızı sağdır. Oğullarından, Kahire'deki devlet dairelerinden
birinde memur olan ilkinin üç oğlu dünyaya gelmiş, orta dereceli bir ressam olan ikincisinin ise
kendinden yaşlı olduğu söylenen Mısırlı eşinden evladı olmamıştır.
O
Sultan Mehmed Reşad'ın ikinci oğlu Necmeddin Efendi için, şehzadelerinin en zekisi, en
tutarlısıdır, denir ve konuşmasının düzgün olduğu anlatılırdı. Yüzü de -hele o zamanın
anlayışına göre güneş görmemiş, kâğıtlar kadar beyaz teniyle- pek güzel sayılırdı. Fakat
zavallının çeşitli hastalıkları vardı. Kulaklarından birinin sadece deliği bulunduğundan, bunu
güzel kumral saçlarını pek uzatıp oraya yığarak gizlemeye çalışır, ayak kemikleri de kısmen eksik
bulunduğundan hemen hiç yürüyemezdi. Nitekim, babası yetmişe yakın yaşı ve mesanesin-deki
taşıyla Rumeli seyahatinin yorgunluklarına katlanabildi-
58
V. Mehmed Reşad'ın ortanca oğlu Şehzade Necmeddin Efendi.
ği halde o bu seyahata katılmamış ve hareketsizlikten aşırı şişmanlayıp kalbi yağ bağladığından
kırkma varmadan sakat kalıvermişti. Öne sürüldüğüne göre Damat Salih Paşanın idamına*da
kahırlanıp Balkan Harbi henüz devam ettiği sıralarda ölmüştür. Bu sırada, bilindiği gibi babası
padişahtı ve onun kendi ve soyu için yaptırmış olduğu türbeye Sultan Reşad'dan beş yıl kadar
önce bu şişman şehzade gitti.
Küçük kardeşi Hilmi Efendiyle bir arabada kendisine
birkaç kere rastladığımı, hatta bir kere bir Rum nazeninin arabasını o zaman bu derecede şehir
haline gelmemiş olan Şişli'de takip ederken gördüğümü hatırlarım Kaldı ki, az önce sözünü
ettiğimiz durumundan dolayı bu takip kendisi için fuzuli bir hareket oluşturuyor ve küçük
kardeşinin hafifliklerine gene boş yere ortak oluyordu. Yoksa kendisi Kuruçeşme'de hâlâ duran
ve şimdi bir harabeye benzeyen güzel yalısında beylerinin, yani erkek maiyetinin ortasında ömür
sürerdi. Şu kadar ki, pek gençken bir odalığı varmış, bir gün onun kendisinden ve iltifatlarından
kapı yoldaşlarına küçümser bir tavırla söz ettiğini işitince kızı hemen çıkar ettirmiş (saraydan
çıkarttırmış) ve artık hiçbir cariyeye iltifat etmemiş imiş. Hizmeti de hep yaşlı ve emektar
kalfalar tarafından görülürmüş.
O
* Damat Salih Paşa, Mahmud Şevket Paşanın 11 Haziran 1913 günü suikast sonucu
öldürülmesinden sonra bu olayla ilişkili bulunduğu için tutuklanıp yargılanmış ve idama
mahkûm edilmişti. Kardeşleri gazeteci Tahir Hayred-din ve Mehmed Hayreddin Beyler de
tutuklanıp sürgüne gönderildiler. Bunlar, eski sadrazamlardan Tunuslu Hayreddin Paşanın
oğullarıydı. - y.h.n.
59
V. Mehmed Reşad'm küçük oğlu Şehzade Ömer Hilmi Efendi.
Necmeddin Efendi kadar yakışıklı, güzel endamlı ve bedensel eksikliklerden uzak olan üçüncü
şehzade Ömer Hilmi Efendiye gelince... Onun da zekâ bakımından pek nasipsiz ve bilgi
yönünden pek sınırlı olduğu söylenir, bu hususlarda da bir kısmı belki abartılı, şişirilmiş,
inanılması güç hikâyeler anlatılırdı. Sultan Reşad, tahta çıktıktan sonra, o tarihte henüz
yirmisini yeni aşmış bulunan bu en küçük oğlunu hiç değilse bir yabancı dili ci-lasıyla süslemeye
girişmiş,
vakanüvis ve tarihçi Abdurrahman Şeref Efendiyi kendisine Fransızca okutmakla
görevlendirmişti. Efendi, yıllar yılı tarih hocalığı yaptıktan sonra Fransızca hocalığına geçen
Abdurrahman Şeref Efendiden Fransızca dersi aldı. Fakat kendi yeteneksizliğine belki
vakanüvisin lisan hocalığındaki tecrübesizliği de eklendiği için, Hilmi Efendinin Fransızcasının
bonjur ve koman sava'dan öteye gitmediği malûmdu.
Ömer Hilmi Efendi de Ziyaeddin Efendi gibi birçok hanımlarla evlenmiş, hatta henüz
yirmisinde yokken sonradan Milli Mücadelede büyük ün kazanacak bir kumandanın eşsiz
güzellikte bir kız kardeşini almıştı. Bu eşlerden dördünü boşamış, oğluyla kızının annesi olan
hanım da henüz babası tahttayken ölmüştür. Nikâhında ölen tek eşi de bu hanımdır.
Saltanatın kaldırılmasıyla Osnıanoğullarının elinde seçime bağlı bir hilafet kaldığında da
efendi, annesi Mısır Kralı hanedanından bir hanımla -eski Avrupa soylularının zengin Amerika
mis'leriyle evlenip kendilerine baktırmaları kabilinden- bir evlilik kurmuş ve o hanımın koştuğu
şartı kabul edip son eşini de boşamıştı. Ancak yeni aldığı yarım prenses, ken-
60
dişini evladıyla birlikte Mısır'a götürmek vaadine rağmen, pek az sonra İstanbul'dan ayrıldı.
Kendisi de haberi de gelmeyince, efendi gazaplanıp onu da boşadı. Sürgün kararı üzerine de önce
Fransa ve sonra Mısır'da bekâr yaşayıp bekâr öldü. Kısa süren bir hastalık sonucunda ve büyük
kardeşi Ziyaeddin Efendiden iki yıl önce İskenderiye'de vefat etmiştir. Onun kabri de Beni
Danyal türbesindedir.
Duyduğuma göre, Hilmi Efendinin oğlu yakışıklı, fakat abartılı şekilde iri yarı imiş. Ciddi bir
ticaret yeteneğine sahip olup, Hindistan'la Avrupa arasında ihracat-ithalat işleriyle uğraşıyor
ve hemen hemen hiç Türkçe bilmeyen tek oğlunu İngiltere'de okutuyormuş.
61
Abdülhamid'in Havai Şehzadesi
Abdülkadir Efendi, yedi oğluyla dokuz kızı dünyaya gelmiş ve bunlardan bir şehzadesiyle üç kızı
pek küçük yaşlarda ölmüş bulunan Sultan Hamid'in ikinci oğlu ve padişahlığından sonra doğan
ilk erkek evladıdır. 1878'de doğmuştur, annesi hemen Sultan Hamid'in tahta çıkışının ardından
doğan Naime Sultanın da annesi, padişahın sevgili ve bir zamanlar pek saygı gösterilen
eşlerinden biri olan Bîdar kadındır.
Abdülkadir Efendi, Yıldız'dan bazı büyük ileri gelenlerin oğullarının da devam ettiği
Şehzadegân Mektebinde okumuştur. Pek istekli bir öğrenci olmamışsa da, keman çalma
yeteneği pek genç yaşta kendini göstermiştir. Çok çapkın ve serkeş olacağı da ilk zamanlardan
belli olmuş, hatta Sultan Hamid'in kendisini "çapkın" diye anan birçok uyarısına rağmen
hareketlerini düzeltmek gereğini duymamıştır. Sözgelimi, babasının karşısına fesini çarpık
giyerek çıkmakta inat ettiği için, padişah pek öfkelenir ve söylenirmiş. Bir aralık, sözünü
geçirebilecek, kendisini saydırarak onu doğru yola getirebilecek bir kadınla evlendirmeyi
düşünmüş. Sultan Aziz'in son kızı, iki yaşında var yokken yetim ve öksüz kalarak büyük kardeşi
Yusuf İzzeddin Efendi tarafından büyütülen Emine Sultanı seçmiş; bu, hanedan üyeleri
arasında ilk evlenme olacakmış. Ancak, Abdülkadir Efendinin pek yakışıklı bir genç olmasına
rağmen, kendisinden dört yaş kadar büyük olan ve Mütareke sıralarında ölen Emine Sultan,
padişahın bu isteğini kabul etmemiş. Abdülkadir Efendiye de saraydan Suhendan ad-
62
Sultan II. Abdülhamid'in oğlu Şehzade Abdülkadir Efendi.
lı bir kız alınmış. Evlat dünyaya getirmeyen bu hanımla geçinemeyerek kendisinden az sonra
ayrılan şehzade, 10 Temmuz inkılabından önce yine saray halkından ve cariye kökenli Mihriban
hanımla evlenmiş. Bu hanımdan, inkılap sıralarında Orhan Efendi adlı oğlu dünyaya gelmiş.
Fakat efendi -halen sanırım sağ olup Beyrut'ta yaşamakta bulunan- bu ikinci eşini de bo-şamış.
Ve Yıldız Hareket Ordusu tarafından kuşatılır kuşatılmaz, babasını yazgısına
terk ederek, (üç yetişkin erkek kardeşi gibi hareket ederek Yıldız Sarayından ayrıldıktan ve
Sultan Hamid'in tahttan uzaklaştırılıp Alatini Köşküne götürülmesiyle müstakil bir dairede
yaşamaya başlamasından itibaren) pek başına buyruk bir hayat geçirmeye koyulmuş. Bu başına
buyruk hayat hakkında Arşiv Genel Müdürlüğü'nde bulunan hanedan dosyasında vaktiyle şu
belgeleri bulmuş ve kopyalarını almıştım:
"Dahiye Nezaretinden Sadarete ve Polis Müdüriyetinden Başkitabete yazılıp hanedan
meclisinde okunan tezkerelerde Abdülkadir Efendinin bir müddetten beri Beyoğlu'nun uygunsuz
mahallerine devam ettiği ve Beyoğlu Küçük Parmak-kapı'da 11 numaralı hanede sakine Argiro
kadının hanesinde kalıp saat onda gelen ağasıyla ve araba ile Beşiktaş'a gittiler tertip edildiği
(törenle gidildiği) anlaşılmakla Hanedan-ı Saltanat Nizamnamesinin 15'inci maddesi gereğince
altı ay evinden çıkmamasına irade sadır olduğu..." 9 Mart 1330 (22 Mart 1914)
63
"Nisanda cülus-ı hümâyûn (yani pederinin hal'i*) şerefine affedildiği. .."
"Abdülkadir Efendinin askeri kaymakamlığından mütekaid Şerif Beyin küçük kerimesi Madde
Hanımla izdivaç için Hanedan Meclisi'ne müracaatla ve bu müracaatın reddine rağmen bu defa
izdivaç eylemekle gerek Macide Hanımın ve gerek doğacak çocukların hanedandan
sayılmayacakları ve şehzadenin mutallakasından (boşandığı kadından) doğup onun nezdinde
bulunan mahdumu Orhan Efendiye aylığından 50 lira ayrılıp 500 lira maaşının da 250'ye tenzil
edildiği hakkında Mabeyn Başkitabetinden Sadarete tezkere..." 9 Haziran 1331 (22 Haziran 1915)
"Abdülkadir Efendinin geçinemediğinden bahis (söz eden) müracaatı üzerine kararın
değiştirilemeyeceği ve fakat Müda-faa-i Milliye için terk eylemekte olduğu şehrî 10.000 kuruşu
vermemekte muhtar bulunduğunun bildirildiği hakkında Başkitabetten Sadarete tezkere..."
Teşrin-i evvel 1331 (Ekim /Kasım 1915)
Saltanatın kaldırılmasına kadar, yirmi yılı aşkın zaman içinde rütbesi süvari kaymakamlığına
(albaylığına) erişip tahta hayli yaklaşarak son padişah Vahideddin'in 1918'de tahta çıkışından
itibaren de altıncı varis haline gelen bu Osmanoğ-lunun memleketin hayat akışına, siyasi, dini
ve toplumsal hayatına karşı ciddi bir ilgisi, bu hayatta rolü bulunan kimselerle de hiçbir teması
olmayacaktır. Sözü de, ancak Beyoğlu âlemlerinde görünüşünden, bir Rum kadınının oğluna
baba olarak onu gösterdiği yolundaki söylentiden, nihayet iki şehirli hanımla üst üste
evlenmesinin saray ve hükümetçi hiç iyi karşılanmamasından dolayı edilecektir. İnsafı elden
bırakmamak için şunu da eklemek gerekir ki, başka şehzadeler ara-
* Babası Abdülhamid'in tahttan uzaklaştırılıp V. Mehmed'in tahta çıkışı tarihi olan 27 Nisan
1909'un yıldönümü dolayısıyla. - y.h.n.
64
sında da saraydaki Çerkez kızları yerine dışardan ve müteva-zi çevrelerden eş alındığı olmamış
değildir. Ve nihayet tahtı işgal eden padişahın şehzadeleri de Beyoğlu'nun konuksever evlerine
devam edip durmaktadırlar. Abdülkadir Efendi hakkında gösterilen hoşgörü eksikliğinin en
büyük sebebi ve kendisinin en büyük kabahati, bir Abdülhamid şehzadesi oluşu bulunsa gerektir.
Kaldı ki, cezalandırmışlarında, bu hiddet ve şiddetlerde bir sebat ve düzenlilik bulunmadığım da
kabul etmek gerekir. Az önce görüldüğü gibi, altı ay evde hapis edilme kararı bir süre sonra
kaldırılacaktır. Macide Hanımdan doğan iki çocuk da, şimdi galiba Viyana'da bir Avusturyalı
kadınla evli olup hayatını hekimlikle kazanan Ertuğrul Necib ve Komünizm rejimi içindeki
Bulgaristan'da kalıp hayat ve mematı bilinmeyen Alaeddin Efendiler de hanedana mensup
sayılacaklardır.
Ve bütün karşı koymaları hiçe sayıp Macide Hanımla evlenmiş olan Abdülkadir Efendi, kısa bir
süre sonra bir başka güzel kıza, Giritli ve galiba emekli bir yarbay kızı olan Meziyet Hanıma
âşık olup onu da nikâhla alacak, ondan da saltanatın yıkılıp OsmanoğuUarının ellerinde Büyük
Millet Meclisi'nin seçimine bağlı bir halifelik kalmış bulunduğu sıralarda İstanbul'da Bîdar ve
sürgünlük yıllarında Budapeşte'de Neslişah Saffet adlı kızları dünyaya gelecektir.
Cumhuriyetin Osmanoğullarını memleket dışına çıkarma kararı üzerine Macaristan'a, Peşte'ye
giden Abdülkadir Efendi, Macaristan'la Bulgaristan'da yirmi yılı aşan ve pek acıklı aşamaları
bulunan bir hayat geçirmiştir. Budapeşte'deki bir apartmanda iki ortağın -İstanbul'un büyük
konak ve saraylarında idaresi mümkün- geçimsizlikleri pek velveleli hadlere varacak, küçük
Bîdar kundakta ölüp Gülbaba Türbesi'ne gömülecek, Orhan Efendi Mısır'la Fransa'da bağımsız
bir hayat sürerken Efendi, -galiba Atina'da ölen- Macide Hanımı boşayıp Meziyet Hanımla
kalacaktır. Sonunda, zaten büyük olmayan servet tamamıyla suyunu çekince, bir buçuk asır bir
vilayetimize merkezlik etmiş Budapeşte'nin barlarında keman çalmak gerekecektir. Leh
krallarından birinin oğlu olan bir
65
Prens Poniatowsky de ünlü bir ses sanatçısı olarak dünyanın en büyük operalarında kendini
alkışlatmış olduğuna göre, bu prensin de keman çalarak kendini ve evladını geçindirmesinde

www.webturkiyeportal.com
onur kıracak hiçbir şey yoksa da, keman çaldığı yerlerin sarhoşlar uğrağı barlar olması elbette ki
çok hazindi.
Nihayet, yaş da ilerleyince, henüz hayatta bulunan Halife Abdülmecid Efendiden sonra artık
en yaşlı Osmanoğlu durumuna giren Abdülkadir Efendi bu hayata dayanamayarak küçük
çocukları ve son eşiyle birlikte Sofya'ya gelecektir. Babası Sultan Hamid'in Bulgaristan Prensi
ve Rumeli-i Şarki Valisi olmuş, müşirlerine özgü üniformayı giyerek "yaver-i ekrem"lerine
(padişah yaverlerine) özgü kordonları takmış olan Bulgaristan Kralı Boris de, babasına bu sıfat
ve unvanları veren adamın zavallı ve ihtiyarlamış, çökmüş oğluna Sofya'da, bilmem ne
idaresinde bir kantarcılık hizmeti verdirecek, yoksulluk içinde bile olsa, geçimini sağlayacaktır.
Abdülkadir Efendi, İkinci Dünya Savaşı içinde, şehrin bir bombardımanı sırasında, bir sığınakta
çıkan panik sonucu düşüp ezilerek, bir iddiaya göre de havasızlıktan boğularak ölmüş; ömrünün
son yıllarını yine bu Sofya'da, fakat hayli gönençli bir durumda geçiren V. Murad kızı Fatma
Sultanın mezarı yanına gömülmüştür. Kabri, bir mezar taşından yoksunmuş. Ve vaktiyle
Beyoğlu'nun bir Rum nazenini kendisinden bir erkek evlat, bir "şehzade" dünyaya getirdiğini
iddia edip durduğu gibi, şimdi Sofya'da bir Bulgar kadını da Abdülkadir Efendinin dul eşi
olduğunu iddia ediyormuş! Yani, demek ki, zavallı Abdülkadir Efendinin kalbi ihtiyarlık ve
yoksulluk yıllarında da hercai ve ateşli kalmış!
66
Osmanlı Hanedanı Kadınları
Cumhuriyet hükümetinin (1952 yılında) aldığı yeni karar gereğince, hilafetin kaldırılması
sırasındaki karar değiştirilip, hükümleri sınırlanıyor. Yani, Osmanoğulları hanedanından
erkeklerin ülke sınırları içine girmeleri yasağı yürürlükte kalmakla birlikte, kadın üyelerin,
bunlarla evlenmiş erkeklerin ve kendilerinden doğmuş erkek ve kadınların dönmelerine izin
veriliyor. Şu kadar ki, herhangi bir vatandaşa nispetle bir üstünlük iddia etmemeleri ve eski
unvanlarını, yani sultan, damat, beyzade ve hanım sultan unvanlarını terk etmeleri
kendilerinden talep olunuyor. Kaldı ki, damatlık ancak nikâh bağının bulunmasına bağlı bir
durumdu. Bir sultandan doğmuş bulunmak da, resmen tanınmış bir unvan ve paye sağlamazdı.
Bu bakımdan, Cumhuriyet hükümetinin kararı gereğince unvanlarını ve payelerini terk etmek
şartıyla memlekete dönecek olanlar, gerçekte Osmanoğulları hanedanının doğrudan doğruya
padişah veya şehzade kızı olan kadınlarıdır.
Bunlar şimdi kaç tanedir, yirmi sekiz yıl sürmüş bir vatan gurbeti sırasında kaçı ölmüştür ve
buna karşılık yeniden doğmuşları kaç tanedir? Yeniden doğmuş olanları bilmeye sanmam ki
gerek olsun. Fakat yirmi sekiz yıl önce verilmiş karar gereğince bir haftalık süre içinde
memleketten çıkarılmış olanlar hakkında bir bilgi sahibi olmanın uygun bulunduğunu
sanıyorum. Bu gidenlerin ve nicesi vatan dışında ölüp gömülen kadınların ve kızların sayısı
neydi? Rakam vermeden önce kendileri için bir tasnif yapalım. Bu eski sultanları padişah ve
halife kızları, halife kızı, padişah torunla-
67
rı ve padişah erkek evlatlarından olma kadınlar diye ayırıp haklarında pek kısa ve genel bazı
bilgiler verelim.
O
Sürgün kararı sırasında Sultan Abdülmecid'in yirmiyi aşkın olup sekizi gelinlik çağına erişmiş
ve gelin olmuş kızlarından artık ancak ikisi, Seniha ve Mediha sultanlar sağdı. Damat Ferid'in
eşi olan Mediha Sultan bir süre önce kocasıyla birlikte memleketten gitmiş bulunduğu için,
ancak Mahmud Paşanın dul eşi ve Prens Sabahaddin'in anası olan Seniha Sultan sürgün
yolunu tutacaktı. Yetmişlik ve bütün hanedanın en yaşlısıydı ve hayli zaman önce attan düşerek
topal olmuştu. Avrupa'ya gitti ve büyük geçim sıkıntısına uğradıktan sonra son halifenin
yanında öldü. Mediha Sultan daha önce ölecekti.
Abdülmecid'in ardılı Abdülaziz'in ise iki kızı hayattaydı. Bunlar büyük kızı Saliha Sultanla
halife Abdülmecid'in ana baba bir kardeşi Nazime Sultandı. Onlar da yaşlanmış kadınlardı.
Kocalarıyla birlikte, aldanmıyorsam Suriye'ye gittiler ve orada öldüler.
V. Murad'ın da Hatice, Fehime ve Fatma Sultan adlarında üç kızı kalmıştı. Birincisi, ikinci
kocasından boşanmış bulunuyordu. İkincisi, ikinci kocasının nikâhı altındaydı. Üçüncüsü, koca
değiştirmemiş olan, kendi halinde bir kadındı. Birincisi Beyrut'a, ikincisi Fransa'ya ve sofu olan
üçüncüsü "İslamı boldur ve memlekete yakındır" diye Bulgaristan'a gitti. Üçü de sığındıkları
yerlerde, ilk ikisi sefalet, üçüncüsü nisbi bir refah içinde öldüler.
Kız evladı en çok padişah -erkek evlat için de aynı durum geçerliydi- II. Abdülhamid'di. Zekiye,
Naime, Naile, Ayşe, Şadiye ve Refia adlarında altı kızı vardı. Naime ve Ayşe sultanlar ilk
kocalarından boşanıp ikinci bir kocaya varmışlardı ve hepsi de -Beyrut'a giden Naile Sultan
dışında- Fransa'ya gittiler. Naime ve en gençleri olan Refia sultanlar dışındakilerin hayatta
bulunduklarını sanıyorum. Naime Sultanın ikinci kocası Arnavutluk'un en büyük bir ailesinin
son bire-
68
Son padişah Vahideddin'in kızı Sabıha Sultan (Son halife Abdülmecid Efendi'nin oğlu Şehzade
Ömer Faruk Efendi ile evliydi.)
yi bulunduğundan, bu sultan sürgün yolunun son aşaması olarak o memleketi seçmiş ve orada
ölüp gömülmüştür. Sultan Hamid'in en büyük kızı olup, vaktiyle en hayırsever ve eli açık sultan
denen Zekiye Sultanın yaşı seksene yakın olarak Fransa'nın Po isimli kasabasında kocası ve
kızıyla yaşadığını ve artık geçim sıkıntısında bulunduklarından altmışlık kızının mutfakta
yemek pişirdiğini duymuştum. Buna karşılık, II. Abdülhamid'in öteki kızlarının refahlı durumda
oldukları söylenmiştir.
Sultan Abdülhamid'den sonra Osmanlı tahtına geçen Sultan Reşad'ın kız evladı yoktu. Buna
karşılık son padişah Sultan Vahideddin'in ya da VI. Mehmed'in iki kızı vardı ki, onlar da
Ulviye ve Sabiha Sultan veya hanımlardı. İlk kocasından ayrılan, Cumhuriyetin ilanı sırasında
ikinci kocasına varmış bulunup bulunmadığını bilmediğim -şu anda vatan topraklarında olan-
Ulviye Hanım Mısır'a gidecek, Sabiha Sultan da o zaman görevden alınmış halifenin gelini,
yani
69
şehzade Ömer Faruk'un eşi bulunduğundan, kaynanasıyla kocasının yazgılarını izleyerek İsviçre
yolunu tutacaktı.
Halife kızı ise, son halifenin kızı olan Dürrüşehvar Sultandı. Çocukluktan genç kızlığa girmek
üzere bulunuyordu. Babasıyla birlikte gitti ve birkaç yıl önce memleketi bir yabancı prenses
sıfatıyla, Haydarabad devleti veliahdının eşi sıfatıyla ziyaret etti. İki oğluyla birlikte Londra'da
yaşadığı ve refah içinde öldüğü biliniyor.
Padişah kız torunlarından, yani dedeleri hükümdar ise de babalarına taht nasip olmamış
sultanlardan sürgün kararı sırasında sağ olanlar Abdülmecid'in iki, Abdülaziz'in üç, Mu-rad'ın
dört, V. Mehmed'in yani Sultan Reşad'ın da beş torunuydu.
Abdülmecid'in kız torunları, babaları saltanat nöbetinde ikinciliğe eriştikten sonra ölmüş olan
Kemaleddin ve Süleyman Efendilerin kızlarıydı. Kemaleddin Efendinin kızı olan Münire Sultan,
Mahmud Şevket Paşanın öldürülmesinde suçlu görülüp veya sayılıp asılan Salih Paşanın dul
eşiydi. Kayınları kendisini Tunus'a götürdüler ve galiba orada öldü. Süleyman Efendinin kızı
Bayan Naciye ise Birinci Dünya Savaşının Başkumandan Vekili Enver Paşanın son eşiydi.
Kocasının kaçışından sonra memleketten ayrılıp Almanya'ya gitmiş bulunuyordu. Cumhuriyet
hükümetinin aldığı karar üzerine ve artık vatandan ayrılmamak azmiyle dönüp geldiğini geçen
gün gazeteler yazdılar.
Abdülaziz torunlarından birini, son halifenin kızı olması sıfatıyla daha önce yazdık. Geri kalan
üç taneden ikisi, 1909'dan 1916'ya kadar Osmanlı tahtının veliahdı bulunmuş ve intihar etmiş
olan Yusuf İzzeddin Efendinin kızları Bayan Şükriye ile Mihrişah'dır. Sürgün kararı sırasında
Şükriye bir şehzadeyle evli bulunuyordu. Babasının ölümünden birkaç ay sonra dünyaya gelen
Mihrişah da henüz küçük bir çocuktu. Şimdi Abdülmecid'in oğlu Ömer Faruk'un eşidir; sürgün
kararı kalkar kalkmaz vatana ilk koşanlar bu iki bayan oldu. Abdülaziz'in en küçük oğlu
Seyfeddin Efendinin de Gevherin isimli bir kızı vardı ve son zamanlara kadar sağ olup
70
Mibrimah sultanlar.
Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi'nin kızları Şükriye
kocaya varamamıştı. Hayatta bulunup bulunmadığını bilmiyorum.
J-- 1
V Murad'ın tek oğlu Selahaddin Efendiden gelme dört kız torunu ise, Behiye, Rukiye, Adile ve
Atiye sultanlardı, ilkle üçüncü dul olup, öteki ikisi evliydi. Rukiye Sultanın eşi son Mekke Emiri
Şerif Ali Haydar Paşanın büyük oğlu Abdulme-cıd Beydi. Rukiye Sultan sağ olup, eşi
Ürdün'ün Londra Bu-
71
yükelçisi imiş. Behiye Sultan yokluk içinde Mısır'da ve Adile Sultan hayli refahlı durumda
Paris'te imiş. Atiye Sultanın hayatta bulunup bulunmadığını bilmiyorum.
Sultan Hamid'in ise tek, fakat kızlarının üçünden yaşça ilerde bir torunu vardı ki, o da büyük
oğlu Selim Efendinin hemen hemen kendisi de çocukken dünyaya gelmiş kızı Ne-mika Sultandı.
Evli olan bu sultan da babasıyla birlikte Beyrut'a gitmişti. Sağ olduğunu sanıyorum.
Sultan Reşad'ın beş kız torununa gelince... Bunlardan dördü büyük oğlu Ziyaeddin Efendinin,
biri de küçük oğlu Ömer Hilmi Efendinin kızlarıydı. Ziyaeddin Efendi kızları Behiye, Rukiye,
Hayriye ve Lütfiye sultanlardan birincisi Mısırlı Said Halim Paşanın ikinci oğlundan
düğünden önce boşanmıştı. Aldanmıyorsam dul olarak Mısır'da yaşıyor. Kız kardeşlerinden biri
hayatta değilmiş, biri de Ürdün Kralının kardeşi Emir Naif'in eşiymiş. Hilmi Efendinin kızı
Mukbile Sultan ise Sultan Murad kolunun vârisi ve Selahaddin Efendinin torunu Ali Vasıp
Efendiyle ev-leymiş...
O
Bundan sonra da dedesi dahi padişah olmamış sultanlar vardı ki, bunlardan ancak iki tanesi
olgunluk çağına gelmiş ve kocaya varmış bulunuyorlardı. Yani Abdülmecid hanın tahta
çıkmadan ölmüş oğullarından Burhaneddin Efendi-zade İbrahim Tevfik Efendinin kızları
Kadriye ve Fatma Sultanlardı. Öncekinin hayatını kazanabilmek için İsviçre'de musiki hocalığı
ettiğini ve genç yaşında veremden öldüğünü duymuştum. İkinci bilmem ki sağ mıdır?
Bunlar dışında ve gene padişah torunu veya torun çocuğu olarak acaba kaç sultan doğmuştu ve
kundakta sürgün yolunu tuttu? Galiba Abdülhamid oğullarından Abdurra-him Efendinin
Selçuk Sultan isminde bir kızı, İbrahim Tevfik Efendinin Fethiye Sultan, Süleyman Efendinin
büyük oğlu Abdülhalim Efendinin Semra Sultan ve nihayet Faruk Efendinin ilk eşi Sabiha
Sultandan doğma üç kızından en büyü-
72
ğü olup birkaç yıl önce ve Mısır hanedanından bir prens eşi olarak İstanbul'a gelen Neslişah
Sultan doğmuş bulunuyorlardı...
O
Sayılarını bilmediğim ve buradan gidenleri arasında kaçının sağ olduğunu kestiremediğim bu
Osmanoğulları hanedanının kızlarından bazıları refah içinde yaşadılar, bazıları da şiddetli bir
yoksunluğun ıstıraplarıyla yoğruldular. Hükümdar hanedanlarının sicillerini yazan Gotha
yıllığı, Şükriye Hanımın bir süre küçük bir Arap devletinin hükümdarının eşi olduğunu yazar.
İçlerinde birkaçı Mısır prensleriyle, bir ikisi şeriflerle, biri eski Hind devletinin veliahdıyla
evlidir. Ve nihayet birinin, yani Prenses Neslişah'ın eşi halen Mısır Krallığının birinci naibi
olmuştur ve tahtla arasında da altı aylık bir çocuk bulunmaktadır. Bu bakımdan da Neslişah'ın
bilmem kaç göbekten halası olan ve iki Mısır sultanıyla evlendikten sonra ölümünde Fatih
Sultan Mehmed'e büyük miras bırakan Yıldırım Bayezid'in kız torunu Hontşehzade gibi, başına
bir gün Mısır tacını giymesi hiç de imkânsız değildir. Fakat şimdi özellikle şunu belirtmek
gerekir ki, yirmi sekiz yıllık sürgün ve gurbet sırasında Osmanoğullarınm kızlarından hiçbiri
damarlarında dolaşan Fatih ve Yavuz kanma ihanet etmemişler, vatanları için kötü bir söz
söylememişler, bazı İslam devletlerinin yeni ortaya çıkan prensesleri gibi şurada burada
rezaletlere yol açmamışlar, dinlerinden olmayan erkeklerle evlenmekten de daima çekinmişlerdir.
Bütün dileğimiz, kendilerine nihayet açılan vatan topraklarında bütün vatandaşları gibi huzur
ve sükun içinde ömür sürmeleridir.
73
İki Valde Sultan Arasında
Osmanlı padişahlarının anaları arasındaki rekabetlerin en önemlisi, 1648 yılı Ağustosunda
başlayıp üç yıl sürmüş, o rekabet dramının son sahnesi de 2/3 Eylül 1651 gecesi Topka-pı
Sarayının duvarları arasında oynanmıştır. Kösem Mahpey-ker, imparatorluğa eskisi gibi
hükmedebilmek için oğlu I. İbrahim'i tahttan attırıp öldürterek yedi yaşındaki torunu IV.
Mehmed'i padişah yaptırmıştı. Mehmed'in annesi Turhan "gerçek valde sultanın artık kendisi
olduğunu, bu sebeple de egemenliğin artık kendisine geçmesi gerektiğim" ifade edince aralarında
savaş başlamış, çocuk padişahın zehirlenmesi sayesinde Kösem'in zaferiyle son bulmasına
ramak kalmış, fakat Turhan Sultan adamlarının Kösem Sultanın dairesine saldırarak kendisini
perde ipleriyle boğup öldürmeleriyle sonuçlanmıştır.
Abdülaziz'in annesi Pertevniyal ile V. Murad'ın annesi Şevkefza veya Şevkefsar arasındaki
rekabet ise böyle üç yıl değil, çeyrek yüzyılı aşkın bir süre devam etmiş, ancak böyle bir sonuç
vermemiş, yani ikisinden birinin hayatına mal olmamıştır. Bu kadınlar, oğulları tahta çıktıkları
sırada hayatta bulundukları için, "valde sultan" olmuşlardı ve V. Mu-rad'dan sonraki üç
padişahın anaları, oğullarının tahta çıkışından önce öldükleri için, silsilenin sonuncularıydılar.
Ancak bu rekabet, birincinin oğlunun -öldürülmediyse- ıstırabından intihar etmesine, ikincinin
oğlunun da dehşetten çıldırarak ömrünün yirmi sekiz yılını hapiste geçirmesine yol açan
sebeplerin başında gelmiştir.
Bir Venedik soylusu ve valisinin kızı olup III. Murad'dan
74
III. Mehmed'i doğuran Safiye dışında, bütün öteki valde sultanlar gibi bu sonuncu valde
sultanların da nerede, hangi ana ve babadan, hangi tarihte doğduklarını ve İstanbul sarayına
nasıl girerek "iltifat-ı hümayun "a uğradıklarını sağlıklı olarak ve kesinlikle bilmiyoruz.
Kesinlikle bilinen şey, birincinin artık yaşlanmaya başlayan II. Mahmud'un iltifatına uğrayarak
son evlatlarından Abdülaziz'i; ikincinin, yani Şevkefza veya saray telaffuzuyla Şevekefsar'ın ise
II. Mahmud'un büyük oğlu ve ardılı Abdülmecid'e on yedisinin içinde, tahta çıkış sıralarında
gözde olup, ilk şehzadesi Murad'ı dünyaya getirmiş bulunmalarıdır.
Bu bakımdan da, Abdülmecid 1861'de veremden ölerek küçük kardeşi Abdülaziz tahta çıkınca,
Pertevniyal Valde Sultan, eski tabir ve ifadeyle "Mehd-i ulya-i saltanat" makamına ulaşmış;
Şevkefza ise ancak veliaht anası olan bir 'ka-dmefendi' kalmıştır. Bu sırada da bu iki kadın
arasındaki derin kinin aşılmaz uçurumu yıllardan beri mevcut bulunmaktadır. Çünkü Şevkefza,
tahtı en yaşlı şehzadeye veren Âl-i Osman Kanunu'nun değiştirilerek saltanatın babadan büyük
oğula geçmesini, böylelikle de kendi oğlunun veliaht ilan edilmesi için Abdülmecid zamanında
çok çalışmıştır. Sultan Mecid bu işten vazgeçtikten sonra da çabalarına devam ederek, iddiaya
göre kocasının -ölümüyle sonuçlanan- hastalığı sırasında gizlice yabancı elçilerle görüşmüş,
hatta Sultan Mecid ölüp Abdülaziz'e 'biat' için Topkapı Sarayına gitmelerini bildiren
davetiyeler yazıldığı sırada, vükeladan eski serasker Hasan Rıza Paşanın yardımıyla ileri
gelenlerin karşısına oğlunu çıkarmaya gayret etmiş, davetiyelerde tahta geçecek padişahın adını
bir süre boş tutmayı başarmıştır. Bu bir söylenti bile olsa, vükelanın Abdülaziz'i 'cülus merasimi'
için veliaht dairesinden alıp götürmeleri üzerine Pertevni-yal'in bunun bir hile ve bir suikast
başlangıcı olmasından korktuğu, tehlike halinde yanında bulunmak üzere oğlunun arkasından
Topkapı Sarayına koştuğu bir gerçektir.
Sultan Aziz'in on beş yıl süren saltanatı bu kini her gün daha artıracak, Veliaht Murad
Efendinin etrafında topla-
75
Sadece 3 ay tahtta kalabilen Sultan V. Murad.
76
nan meşrutiyet taraftarlarının veya hoşnutsuzların çabalarıyla Sultan Aziz aleyhinde gittikçe
artan bir hoşnutsuzluk baş-gösterecektir. Bu Pertevniyal'in gözünde özellikle Şevkef-za'nın eseri
ve çabası sonucu sayılacak, öte yandan Sultan Aziz'in tahta çıkma yöntemini değiştirerek
büyük şehzadesi Yusuf İzzeddin Efendiyi veliaht ilan edeceği yolundaki belirtiler Şevkefza'yı
hiçbir zaman valde sultan olamayacağı korkusuna düşürecek, çılgına çevirecektir.
Oğlunun tahta çıkışı üzerine nihayet meramına eren, nihayet valde sultan olan Şevkefza'nın
Topkapı Sarayında III. Selim'in şehit edildiği daireye kapatılan Abdülaziz'in acıklı
şikâyetlerinden etkilendiği yolunda hiçbir kayıt ve bilgi yoktur. Bu şikâyetler üzerine, biraz
bilincine sahip bulunan V. Mu-rad'ın "amcasının Feriye Sarayına nakledilmesi" için irade
verdiğini daha sonra öğrenince buna canının sıkılmış, bu merhameti gereksiz ve tehlikeli bulmuş
olması da pek mümkündür. Fakat kesin olan şey, Sultan Aziz'in intiharı sırasında türlü hakarete
uğratılan, henüz can üzerinde olan oğlunun üzerine kapanmış bulunduğu sırada kulaklarından
askerlerce küpeleri çekilip alman, sonra başı açık, oğlunun götürüldüğü karakol meydanına
çıkarılan Pertevniyal'e karşı yapılmış hareketlerin ve zulümlerin, Şevkefza'da en küçük bir
kırgınlık ve merhamet uyandırmayışıdır. O sıralarda büyük bir nüfuza sahip bulunduğu ve artık
cinnetin pençesine düşen Sultan Murad'ın adeta vekili yerine geçtiği halde, Pertev-niyal ve
Abdülaziz evlatları hakkında en küçük bir koruma hareketine gerek görmeyişi, onları korumayışı
ve bu düşüşten mutlu görünerek, aynı zamanda onların mallarını ele geçirmeye girişmesidir.
V. Murad'ın hastalığının şiddetlendiği ve bu durumda tahtta bırakılamayacağının vükelaca
kendisine hissettirildiği sırada Şevkefza'nın, paşalara, "Oğlum iyi olmayacaksa beni tahta
çıkarın. İngiltere'de de Kraliçe Viktorya hükümdar değil mi?" demiş olduğunu eski başmabeynci
Lütfi Simavi Bey bir eserinde kaydeder. Eğer gerçekten bunu söyledi ve bu söz Pertevniyal'in
kulağına vardıysa, acaba düşük ve mahpus
77
valde sultan ne düşündü? Bu çılgın istek gerçekleşseydi Ab-dülaziz'in anası bu duruma nasıl
dayanabilirdi? Fakat bu istek bir masal olduğu gibi, Şevkefza'nın, Sultan Mecid'in öteki
şehzadelerini ziyafet bahanesiyle Nisbetiye Kasrına toplayıp zehirlemeye teşebbüsü hakkındaki
iddia da belki ancak bir iftiradır.
Kuşkusuz ki Şevkefza oğlunu olabildiğince uzun bir süre tahtta tutmak ve henüz on beşini
sürmekte bulunan torunu Selahaddin Efendinin padişahlığına vükelayı razı edip "naibe-i
saltanat" durumunda kalmak istiyordu. Bu isteğinin bir hayal olduğunu, bir gün deli oğlunu
hemen bir kapalı arabaya bindirip yeni padişah gelmeden Çırağan Sarayına götürmesi emrini
alınca, 'cülus' toplarının sesleri İstanbul'un dört bucağında gümbürdeyince anlayacaktı. Bundan
en derin hazzı da, kuşkusuz, Pertevniyal valde duymuştur.
V. Murad'ın Çırağan Sarayına kapatılmasından bir süre sonra bilincini bir derece elde etmesi
üzerine tahta tekrar çıkarılması için Ali Suavi'ce girişilen -ve muhakkak ki Şevkefza'nın da
teşvikiyle meydana gelen- teşebbüs başarıya ulaş-saydı, belki Şevekefza Pertevniyal'e karşı yeni
zulümlere girişir, onu bu sefer de Feriye Sarayından attırarak belki evladıyla birlikte bir taşra
kasabasına sürerdi. Herhalde, Çırağan baskınının sonuçsuz kalması ve Şevkefza'nın etrafındaki
çemberin gittikçe şiddetlenmesi, Pertevniyal'in son yıllarının tek hazzı ve tek tesellisi olmuştur.
Onun dairesinde yetişen, ölümünden sonra Yıldız Sarayına geçen ve hayatta olup uzun ömre
rağmen belleği yerinde olan bir hanımefendiden duyduğuma göre, büyük bir cami
yaptırmasından da anlaşıldığı üzere pek dindar olan ve "Ömrümde üç şeyi pek sevdim: İbadet,
evlat ve çiçek" diyen Pertevniyal, İslam dininin kini şiddetle yasaklamış bulunmasına rağmen,
ömrünün son anına kadar Şevkefza'ya düşmanlığını, öfkesini korumuş. Şevkefza'nın talihsiz
oğluyla birlikte Çırağan Sarayında hapis yaşaması ve bunun gittikçe acı bir nitelik alması,
beslediği kini azaltmamış. Her gece yatsı namazından sonra uzun uzun dua etmek adetiymiş.
Bu dua sıra-
78
sında çok kere coşup kendinden geçer ve "Yarabbi, şan ve debdebenin en yükseğine ulaştım ve
ciğerparemin ölümüyle her şeyi kaybettim. Hiçbir şeyin hasretini çekmiyorum, hiç kimseden bir
şikâyette bulunmuyorum. Fakat oğlumun kanını Şevekefsar kulundan talep ediyorum. Mahşer
gününde ondan davacıyım!" diye haykırırmış. Yani Şevkefza'yı Sultan Aziz'in öldürülmesinde
veya intihar etmek zorunda kalmasına yol açan en büyük, hatta tek sebep saymakta son
dakikaya kadar ayak diremiş.
Bu iki valde sultanın her ikisi de devlet işlerine karışmışlardır. Pertevniyal, oğlunun tahtını
korumak ve yetkilerin vükela eline geçmesini önlemek için çalışmış; en son gününe kadar da,
çökmüş bir kadın görünümü vermeye razı olmamış, saçı azalınca peruka takmıştır. Hırsı ve
kendine güveni Kösem Mahpeyker'den daha az olmayan Şevkefza ise Sultan Murad namına üç
ay kadar adeta saltanat sürmüş; Çırağan muhafızlar ve casuslarla sımsıkı kapatıldıktan sonra
da her tarafa haberler salıp fesatçıları sarayın su yollarından içeri sokabilecek kadar cüretli,
pervasız olabilmiştir*.
Pertevniyal valdenin ölümü 1883'te, rakibesi ve ebedi düşmanı Şevkefza valdeninki ise
1889'dadır. Bu. ölümleri bildiren resmi tebliğlerde Pertevniyal, "Valde Sultan" diye anılacaktır.
Oğlu V. Murad'dan on beş yıl kadar önce ölecek olan Şevkefza'dan bu unvan esirgenerek resmi
tebliğde Ab-dülmecid'in "İkinci Kadını Hazretleri" şeklinde, ne valde sultanlığı, ne de ismi
bildirilmeden anılacak; herhangi bir kuşkuya yer bırakmamak için de bu ölüm ilanım ölümün
sebebini bildiren bir doktorlar raporu izleyecektir. Şu kadar ki, Şevkefza'nın valde sultanlığını
kaale almayan, inkâr eden bu resmi tebliğ, Pertevniyal'e karşı aynı zamanda bir üstünlük
belirtisi, adeta bir zafer belgesi niteliği de taşımaktadır.
* Doktor Doni, V. Murad'ın sağlığının düzeldiği yolundaki söylentilerin doğru olup olmadığım
araştırmakla görevlendirilmiş ve İngiltere'den gelmişti. Padişahın annesinin cariyelerinden
Nakşibend Kalfanın yardımıyla çatıdaki su yollarından Çırağan Sarayına girerek bir hafta
kalmış ve aynı yollardan dışarı çıkarak, V. Murad'ın iyileştiği haberiyle ülkesine dönmüştü. -
y.h.n.
79
Çünkü oğlunun saltanattan düşüşüyle onun hiçbir önemi, -onun saltanatı sırasında devlet
işlerine az çok karışmış olmasına rağmen- artık siyasi hiçbir kimliği kalmayışına karşılık,
Şevkefza'nm saltanatta bulunan zat için hâlâ uğraşılmaya değer bir düşman sayıldığını, gizli bir
tertiple hakkından gelinmesinin düşünülebileceğini, ölümünden sonra çağrılmış doktorlar
grubundan alınıp yayımlanan bu rapor bildirmektedir. Şevkefza'nm adının ve valde sultanlığının
anılma-yışı da bir korkunun hâlâ devam ettiği hakkında bir başka delildir.
80
Abdülmecid'in Kızları Arasında
livladının sayısı yüzü aşkın denen III. Murad derecesinde olmamakla birlikte, Abdülmecid en
çok baba olmuş Osmanlı padişahlarından biridir. Ölü doğan üç şehzadesinden başka on sekiz
oğlu ve yirmi kızı dünyaya gelmiş; oğullarıyla kızlarından sekizer tanesi olgunluk çağına
erişmiştir. Pek küçük ölmüş evlatlarının doğum sıralarıyla hangi kadınlardan doğduklarım ise
artık en yakınları da unutmuş bulunmaktadır. Bunları söyledikten sonra olgunluk çağına erişen
ve kocaya varan sekiz kızdan söz etmek istersek, bu sekiz kız arasından ancak üçünün uzun
ömürlü olduklarını kaydetmemiz gerekir. Cumhuriyet ilanında da bu üç, ikiye inmiş
bulunuyordu.
Genç ölen Abdülmecid kızlarından birinin, Behice Sultanın pek hazin hayatını daha önce hikâye
etmiş ve kendisinin yıllarca bir eski sadrazam torununu sevmişse de, tahtta bulunan Sultan
Aziz, kardeşi ve önceli Abdülmecid'in bakire kızını gelin etmekte hiç acele etmediği için, sevdiği
adama kavuşamadığını anlatmıştım. II. Abdülhamid tahta çıkıp henüz kocaya varmamış kız
kardeşleri evlendirmeye giriştiği zaman da, Behice Sultan bunların en büyüğü bulunmakla
birlikte doktorların pek ilerlemiş bir verem hastası olduğundan evlenirse ömrünün birkaç haftaya
ineceğini söylemeleri sebebiyle Sultan Hamid'in kendisini evlendirmek istemediğini, fakat
Sultanın ısrarıyla düğünün yapılıp bundan ancak on iki gün sonra da öldüğünü yazmıştım.
Kaldı ki, Abdülmecid'in öteki kızları da, tabii pek debdebeli hayat sürmüş bulunmalarına ve
içlerinden ancak biri
81
(Cumhuriyet devrini görüp seksen yaşına kadar yaşayan Seniha Sultan) dışında hepsi ömürleri
boyunca sıkıntı çekmemiş olmalarına rağmen, nice acı tatmamış değillerdir.
Doğum sırasıyla ilkleri olan Fatma Sultanın birinci kocası Boğaziçi'nde boğulmuş, ikincisi akli
dengesini kaybedip sürgünde ölmüş, evladı yaşamamış ve sultan, iki kocasına da zorla
verilmiştir.
İkincisi, Refia Sultan da pek çapkın bir kocaya düşmüş, bir ameliyat sonucunda genç yaşında
ölmüştür.
Üçüncüsü, Cemile Sultan, erkek kardeşinin pek
sevdiği kocasını [Mahmud Celaleddin Paşayı] sürdürüp öl-dürtüşünden dolayı matem etmiş; bu
mateme dört evladını kaybetmenin ve yıllarca kötürüm kalmanın ıstırabı eklenmiştir.
Dördüncüsü, Münire Sultan, pek tazeyken dulluk acısı çekmiş, kendi de çok genç ölmüştür.
Abdülmecid kızları arasında en rahat ve mutlu yaşamış olanı, sekiz kız kardeşten yedincisi olan
Mediha Sultandır ki, o da ikinci kocası Damat Ferid Paşanın sadrazam oluşunda-ki rolünden
dolayı tarihin hışmına uğramış; bütün hanedanın da bedduasını almıştır.
Beşinci kız, hazin macerasını az önce tekrar ettiğimiz Behice, altıncı kız ise hesap ve kitabını
zaten öteden beri hiç bilmediği için sürgünde engin bir sefalete düşen ve ahir ömrün-
82
Sultan Abdülmecid'in kızı Refia Sultan.
de üstü başı perişan ve yarı bunamış bir zavallı halinde son halifenin merhametine teslim edilen
Seniha sultanlardır.
Bir bakıma Naile Sultan, bu sekizden en talihsizi, hayattan Behice Sultan kadar bile kâm
almamış olanıdır. Bu sekiz kız kardeşin en gencidir de. 1857'de doğduğuna göre, Sultan Mecid'in
ondan sonra biri son padişah VI. Mehmed olmak üzere iki oğlu, bir de Bedia Sultan adında ve
pek genç yaşta ölmüş bir kızı dünyaya gelecektir. Annesi de, ta Sultan Re-şad'ın ilk
zamanlarına kadar yaşamış bulunan ve Abdülmecid eşleri arasında en son ölen Şayeste
Kadındır. Behice Sultanın elem ve matem içinde, hiç mutlu olmadan sönüp gitmesine işte bu
Şayeste Kadın sebep olmuştur. Bunu birkaç kısa cümleyle hikâye etmek isteyince şunları
söylemek gerek: Şayeste Kadın, kızını sevmekte olduğu adama verdirmeyip zorla başkasına
verdirmiş, sultanın varamadığı adam bu evliliğin yapıldığı gün intihar etmiş, Naile Sultan
kalan ömrünü matem içinde geçirmiş, bu matemle de belki babasının mirası olan verem
ilerleyerek kendisini otuzuna varmadan kara toprağa sokmuş.
Sultanın sevdiği ve ölünceye kadar matemini tutacağı delikanlının ismi, macerayı kendilerinden
dinlediğim iki eski ve muhterem saraylının belleğinden de maalesef uçup gitmiş. Sadece bir
paşazade olduğunu hatırlıyorlar. Basının gün görmüş kıdemli bir üyesi ise, Amedi-i Divan-ı
Hümayun hulefası bir Galib Bey olması ihtimalinden bahsetti.
İşte Naile Sultan gelin edilip kendisine ayrılan yalıda yüreği kan ağlayarak, fakat baştan aşağı
elmas ve pırlantalar içinde, tel ve duvağıyla gelin tahtında otururken, kendisine gizlice bir
tezkere sunmuşlar. Bu tezkerede, "Sultanım, bu satırları yazdıktan sonra hayatıma kıyacağım.
Gelin olduğunuz gün tabutum sarayınızın önünden geçecek. Kabilse [olabilirseniz] mesut olun."
Sözleri varmış. Gerçekten, tam bu sırada yalının arkasındaki caddeden bir cenaze geçmiş.
Sultan da gelin tahtından inmiş, tel ve duvağını çıkarıp atmış ve kalan ömrünü Ortaköy
Camiinin yanında döşenmiş yalısında, matem ve hastalık içinde geçirmiş. Bu bina hâlâ mevcut
olup galiba tütün de-
83
Sultan Abdülmecid'in kızı Naile Sultan.
poluğu etmektedir. Aslında Ermeni zenginlerinden Maksutzade Si-mon Bey adında birine
aitmiş.
Şayeste Kadının Sultan Hamid'i ikna ederek kendisine damat ettiği zat ise, meşhur Şeyh
Şamil'e akrabalığı bulunan Çerkez Mehmed Paşadır. O sırada Trab-lusgarb'da yarı sürgün bir
halde iken İstanbul'a getirilmiş. Vaktiyle de Sultan Aziz'in ma-beyncilerinden imiş! "Şeref-i
sıhriyet"e, yani damatlığa adaylığı şerefine kendisine miralaylık (albaylık) verilip Zaptiye
Meclisi'ne üye yapılmış. İkinci Meşrutiyet, onu uzun yıllardan beri "Ser-yaver-i Hazret-i
Padişahî" (padişahın başyaveri) bulacaktı.
Cumhuriyetin ilanı sırasında henüz hayatta olduğu için de, eşleri sultanlar nikâhları altında
ölen eski damatlar sürgüne tabi bulunduklarından, memleket dışına çıktı ve galiba Suriye'de
öldü. Ekleyeyim ki, Naile Sultandan dul kaldıktan sonra kendisine Sultan Aziz'in bir kızı
verilmiş ve o da nikâhında ölmüştü. Şayeste Kadının kendisine kızını vermekteki ısrarı ise, güya,
onun erkek kardeşine karşı beslediği bir teveccühün eseriymiş.
Zavallı Naile Sultanın hiçbir yerde yayımlanmamış bir resmini, artık solmuş bir fotoğrafını pek
değerli bir resim koleksiyonunda gördüm. Uzun ve zayıf yüzü, pek nazik hatları ve iri gözleri
var. Boynu incelmiş ve iri gözlerinin etrafı çürük çürük. Hafif tebessümü gamlı.
Fotoğraf, ellerinin uzun hastalıktan adeta şeffaflaşmış ol-
84
duklarım, insana bu elleri görmüş ve avucunda hissetmiş gibi tahmin ettiriyor. Hayatın hiçbir
elemine dayanamayacak, hiçbir güçlükle mücadele edemeyecek bir yaradılışta olduğunu anlamak
için bu fotoğrafa bir an bakmak yeter.
Kendisine zorla verilmiş kocanın basit ve haşin bir insan oluşundan bahsedilen Naile Sultanın
ölümüne, adını bilmediğim bir şair,
Ka'r-t firdevs-i berreynde Sultan oldu Naile
[Naile, toprakların (yeryüzü) cennetinin dibinde sultan oldu]
beytini tarih düşürmüş.

85
Sultan Mecid'in Âşık Kızı
Sultan Abdülmecid'in pek küçükken ölmüş bulunanlar dışında, sonuncu kızı, yani Fatma, Refia,
Cemile, Münire, Seniha, Naile ve Behice sultanlardan küçük olan kızı Mediha Sultanı şahsen
görmedim. Fakat adını pek küçük yaşımdan beri bilirim. O tarihlerde çocukları erkek ebelerin,
doktorların doğurtmalarına pek ender durumlarda rastlandığından, ablamı da beni de Servet
Hanım adında bir ebe dünyaya getirmişti. Bu ebe hanım başkentin en meşhur ebelerinden biri
olduğu için, birkaç sultanı, bu arada Mediha Sultanı doğurtmuştu. (Galiba artık gelecekteki
gelinini doğurtacağı zamanı hesaplıyordu da.) Ve ebe hanımların çocuklarını doğurttukları
konakları arada bir ziyaret ederek kendilerine türlü ikramlarda bulunulması ve giderlerken
zamanın usulüyle kapıya getirtilen konağın kupasına veya kira arabasına içi çeşitli kumaşlarla
dolu bir bohça konması âdet olduğundan, Servet Hanım yılda en az bir kere bize gelir, her
ziyaretinde -tek oğlu Sami Beyin ebesi bulunduğu için- sarayına daima gidip geldiği Mediha
Sultandan söz etmeyi asla ihmal etmezdi. Ziyaretlerine biraz ara verirse, Sultan Efendi mutlaka
ağalarından (hizmetkârlarından) birini yollayıp davet etmeyi ihmal etmezmiş. Her gidişinde
günlerce salıvermez, giderken türlü bağışlara garkedermiş. Pek akıllı, pek bilgin bir sultan efendi
imiş. Bir gün Baltalimanı Sarayının bilmem hangi odasında yalnızken, Servet Hanımın
duvardaki bir levhada yazılı bulunan "İnniz begûzered" sözlerini kendi kendine, yüksek sesle
okuyacağı tutmuşmuş da, meğer yan odada bulunan Sultan Efendi içeri girerek, "Ay ebeciğim,
meğer sen Farisi bi-
lirmişsin de gizlermişsin, öyle mi?" diye kendisiyle bu dilde konuşmaya başlayıvermiş.
Bu hikâyeyi duyup "İnniz begûzered" sözünü de belledikten sonra, aradan yıllar, uzun yıllar
geçmişken, hatta Mediha Sultan ikinci kocası Damat Ferid Paşanın arkasına takılarak, henüz
Cumhuriyet ilan edilip Osmanoğulları hanedanı üyeleri sınır dışı edilmeden, hatta VI.
Mehmed tahtta bulunduğu sırada, memleketten ayrılmış ve Avrupa'nın bilmem hangi şehrinde
ölüp gitmişken... Bunu da yıllar izlemiş, şakaklarım artık iyiden iyiye ağarmaya başlamışken...
Arşiv Umum Mü-dürlüğü'ne ait bazı evrakı görevli bir memur sıfatıyla karıştırdığım bir sırada,
Mediha imzalı bir mektup bulacak ve birkaç satırını okur okumaz da bu mektubu işte ebemin
doğurttuğu Mediha Sultanın genç bir kızken yazmış olduğunu anlamakta gecikmeyecektim.
Evet, bu mektup, Abdülmecid'in kızı Mediha Sultanın kaleminden çıkmıştı. Ve ebemin olgunluk
çağında ilim ve kemalinden bahsettiği Mediha Sultanın daha bir genç kızken de pek kültürlü ve
kalemi kuvvetli bir hanım olduğunu, nice erkek ağzını hayretten açık bırakacak kadar da Arapça
ve Farsça bildiğini gösteriyordu.
Aynı zamanda, bu pek bilgince edalı mektup, bir aşk mektubuydu. Mediha Sultan, analığına
yazdığı bu
mektupta âşık bulunduğu Sultan AbMmedd-in km erkeğin özleminden adeta Mediha
Sultan.
87
çıldırma ve ölme raddelerine gelmiş bulunduğunu pek etkili bir dille anlatmakta, yüreği parça
parça etmekteydi. Fakat az sonra bir suretini aynen verecek olduğum bu mektuptan önce, yazan
hakkında bir miktar bilgi vermek gerek:
Mediha Sultan 1856 doğumlu, yani ana baba bir kardeşi bulunduğu son Osmanlı padişahı
Mehmed Vahideddin'den beş yaş büyüktür. 1861'de, VI. Mehmed'in doğumundan birkaç ay
sonra Abdülmecid Han ölünce yetim kalır; birkaç ay sonra da (son Osmanlı padişahının annesi
bulunmasına rağmen hakkında hiçbir şey bilmediğimiz) annesi Gülistan Hanım öldüğü için
babasının evlat dünyaya getirmemiş eşlerinden biri tarafından büyütülür.Amcası Abdülaziz
tahttan indirilip en büyük kardeşi V. Murad ve onun ardından öteki büyük kardeşi II.
Abdülhamid tahta çıktıkları tarihte yirmi bir yaşına varmış bulunmaktadır. Henüz gelin, hatta
nişanlı değildir.
Yirmi bir yaş, o zaman, hatta nisbeten yakın tarihlere kadar, gelin olmamış kızların evde kalmış,
hemen hemen küflenmiş sayıldıkları bir yaştır. Nitekim Mediha Sultanın büyük ablası Fatma,
Refia, Cemile ve Münire Sultanlar da babalarının sağlığında, henüz on üç, on dört
yaşlarındayken gelin edilmişlerdir. Fakat Abdülaziz, yeğenlerinin gelin edilmeleri için aynı
çasayı göstermeye ve pek büyük masraflar etmeye gerek görmediğinden, Mediha Sultan gibi
ablaları Seniha, Naile ve Behice sultanlar da henüz kocaya verilmiş değillerdir. Sultan
Abdülmecid'in tahta çıkışının ardından Abdülmecid kızlarının gelin edilmeleri düşünülmüş ve
Mediha Sultan için II. Mahmud damatlarından Halil Paşanın oğlu Mahmud Paşa akla
gelmiştir. Fakat Halil Paşa sonra Seniha Sultanla evlendirilecek ve Mediha Sultan birkaç yıl
daha gelin edilmeyecektir. Bunun sebebi, tabiidir ki, kendisine uygun bir eş bu-lunamayışıdır.
Ebe Servet Hanımın hiç güzelliğinden söz etmeyişinden dolayı güzel olmadığı yargısına
vardığım Mediha Sultan, hatta zararsız değil de pek çirkin bile olsa, şüphesiz ki, devrin bütün
vezirzadeleri kendisini almaya can ü gönülden hazırdılar. Fakat Sultan herhangi bir paşanın
delikan-
lı oğluna değil, gönlünün seçmiş bulunduğu bir gence varmak istiyor, bunda şiddetle ısrar ediyor,
varmak istediği genci "Damad-ı hazret-i şehriyari"ler arasına katmayı da Sultan Hamid
reddediyordu.
Mediha Sultan, 1878'de ölen meşhur Sami Paşanın oğullarından Necib Beye verilmesi için ısrar
etmekteydi. Ve Sultan Hamid, şahsen pek yakışıklı ve pek seçkin bir genç olmasına rağmen, bu
beyin hanedana yakınlaşmasını kesinlikle kabul etmiyordu. Çırağan baskınını yapıp V. Murad'ı
tahta çıkarmaya girişmiş olan Ali Suavi'nin en son günlerine kadar Sami Paşa konağına devam
etmiş bulunduğu, bu konağın çeşitli korumalarından yararlandığı sabit olmuştur; bundan dolayı
da Sultan Abdülhamid'in bu pek kalabalık aileden sıtkı sıyrılmıştır. Bu aileden birini, asi Mısır
valisine başvekillik ettikten bir süre sonra İstanbul'a sığınıp ilk önce bir mutasarrıflık kabul
eden, ardından nazır ve vezir olan Sami Paşanın bilmem kaçıncı oğlunu, kendisine ve tabii aynı
zamanda Sultan Mu-rad'a enişte yapmayı arzu etmemekte, bunu sakıncalı bulmaktadır.
Mediha Sultanın hemen hemen yaşıtı, ondan ancak bir yaş büyük bu paşazadeye hangi tarihte
ve nasıl âşık olduğunu bilmiyoruz. Amcası daha tahttayken onu görmüş ve sevmeye başlamış
da olabilir. Belki bir mesire yerinde, tabii yaşmaklı ve feraceli olarak, cariyelerin ve harem
ağalarının nezaretleri altında, yarı perdesi inik bir kupa arabasının penceresinden ve ta uzaktan
onu görüp beğenmiş ve cariyelerinden sorup kimliğini öğrenmiş olduğunu tahmin etmek güç
değildir. Belki gözler karşılaşmış, belki yaşmağın tülleri arkasından dudakların hafif ve uçucu bir
tebessümü paşazadeye bir sultanın kendisine gönül verdiğini müjdelemiştir. Fakat Ali Suavi
baskını üzerine Necib Beyin İstanbul'da kalması padişahça uygun görülmeyerek kendisi sefaret
kâtipliğiyle Paris'e yollanmıştır.
Şimdi Mediha Sultanın kendisini büyütmüş olan analığına, kadınefendiye yazdığı ve kimbilir ne
korkular içinde, ne tereddütlerden sonra odasına bırakıp yüreği çarpa çarpa
kaçtığı mektubu aynen sunuyorum. Güzel ve pek okunaklı, sade, o zamanın hemen genel âdeti
üzerine noktasız virgül-süz mektubunda Sultan aynen şöyle diyor:
Benim terbiye-i vücudum ve sebeb-i feyzim şefkatperver ninem efendi hazretleri,
Mukteza-i merhamet ve mürüvvetiniz kaç gündür hastalığın nedir zayıflıyorsun diye
üzülüyorsunuz. Ah anneciğim vücutça benim bir illetim olmadığı sizin de pek rânâ malûm-ı
devletinizdir. Fakat efsûs ki şu temam beş yıldır bir derde uğradım ki çaresi bulunmamaktadır.
Artık ne diyeyim efendim yine mukadderat-ı ilahiyeden gayri değildir binaenaleyh bu dahi inkâr
götürmez ki vacib teala ve tekaddes herkese irade-i cüz'i ihsan etmiştir anın ise sarf olunmadığı
ke-mal-i teessüf ve hayretle görülmektedir bu ecilden çünkü ve-satet-i devletinizi rica ediyorum
çünkü anacığım sizin sada-ı şikâyetiniz sairlerininki gibi hükümsüz olmayacaktır demek
istiyorum ki bu ane değin zat-ı hilafet-i âyâd efendimiz hazretlerini taciz ve tasdiden ictinab
etmişsinizdir ve padişahımız efendimiz dahi akran ve emsalinize faik (aynı yaştakilerden ve
benzerlerinizden üstün) olduğunuzu bilip görüyoruz ki zatınıza fevkalade hürmet ve riayet
göstermektedir hasılı (kısacası) anacığım benim derdime çare ancak siz bulacaksınız benim nahif
zayıf vücudum ancak beş sene tahammül edebildi ve kasir aklım ise şu kadar gün beni idare etti
zannedersem bizim sabrımız dasitan-ı sabr-ı Eyyub'u elsine-i enamdan imha edecek dereceye
vasıl oldu nineciğim efendiciğim benim perişanlığımdan ve perişanlığımın sonu olan helakimden
(yok olmamdan, ölümümden) ortada azim (büyük) günahtan başka bir faide hasıl olmayacak
hulasa-i kelam (sözün kısası) kâred ve istikan reşid meselince bu defa bilıztırar şakk-i es-tar-ı
edeble mütecasir-i ihtar oldum (hatırlatmaya cesaret ettim) sebeb-i hayatım efendim ninem. 18
Ramazan 97 (25 Ağustos 1880)
Kerime ve Cariyeleri Mediha "
90
Bir Çerkez cariyeye kadınefendilik payesine eriştikten ve anne yahut analık olduktan sonra
saray adabı gereğince bir sultan tarafından da nasıl saygı gösterildiğini göstermek bakımından
da önemli olan bu mektuptaki "beş sene" sözü ve 97 tarihi, Mediha Sultanın Necib Paşayı daha
Abdülaziz saltanatı sırasında görüp sevmiş olduğunu, belki henüz ablası Seniha Sultana
namzetken (onunla evlenmeye adayken) görüp sevmiş olduğunu anlatmaktadır.
Necib Paşa da Mediha Sultanı sevmekte, onun hasretiyle Paris'te ıstırap çekmekte midir?
Onun Paris elçiliğimizde-ki başka bir kâtiple, pek çapkın ve zevk düşkünü olan Abdül-hak
Hamid'le pek sıkı fıkı dostluk etmiş olduğunu düşününce, bu soruya kesin bir "evet" demek güç.
Kaldı ki, konumuz ancak Mediha Sultanın aşkının hikâyesidir.
Kadınefendi büyüttüğü üvey kızının itirafnamesini, Arapça ve Farsça kelimelerine, yaşına hiç
uymayan edasına rağmen, elbetteki pek etkili olan mektubunu okurken herhalde gözleri
yaşarmış olacaktır.
Mediha Sultanla ayrıca konuştu, onu da konuşturup dinledi mi? Birlikte ağladılar mı,
bilmiyorum. Belki edebe aykırı bulmuş, yüz göz olmayı uygun görmeyerek kendisiyle bu konu
üzerinde görüşmemiştir. Fakat muhakkak ki pek üzülmüş, telaş ve endişeye kapılmış ve eline
kalemi alıp, bozuk bir yazıyla, Mediha Sultan gibi bilgin olmadığı için, Farsça beyitler
karıştırmaya teşebbüs etmeden, tıpkı kendisi gibi evlat dünyaya getirmemiş olmakla birlikte
fiilen Valde Sultanlık makamını işgal etmekte olan Perestû Kadına yine aynen sunduğum
mektubu yazmıştır.
(Bilindiği gibi hemen hemen İkinci Meşrutiyete kadar sağ kalan bu Perestû Kadın, annesi
Tirimüjgân Kadını Sultan Ha-mid pek küçükken kaybettiği için, padişahı büyütmüş ve ölünceye
kadar Valde Sultan mevkiine düşen görevleri yerine getirmiş ve hanedan mensuplarınca Valde
Sultan muamelesi görmüştür.)
O
91
Mektubu alan Kadınefendi, sevdalı prensesi sorguya çekmiş-se, bu aşktan vazgeçerek şevketli
biraderinin uygun göreceği başka bir paşazadeye varmanın hakkında daha hayırlı olacağına onu
inandırmaya çalışmış mıdır? Bunu yapmış olsa bile, Mediha Sultanı hiç yatıştırıp ikna
edememiş, hatta büsbütün coşturmuş olacak ki, fazlasıyla acıyıp telaş etmiştir. Ve kendisi,
Mediha Sultanla geleceğin VI. Mehmed'ini büyüttüğü gibi, pek erken ölmüş annesinin, yani
Tirimüjgân Kadının yerini alıp II. Abdülhamid'i büyüten ve o padişah olunca resmen Valde
Sultanlık makamını elde edememekle birlikte fiilen o makama geçen Perestû kadına aynen
aktardığım mektubu yazmış yahut yazdırmış. Ekleyeyim ki, Mediha Sultanınki gibi nokta ve
virgülü bulunmayan bu mektubun yazısı pek bozuktur:
"Devletlû ismetlû canberaberim yoldaşım efendim hazretleri, Mahsus selam edip mizac-ı
ismetanenizi istisfar eylerim. Benim vanım işbu arızamın sebeb-i vechi şu oluyor ki kerimem
Mediha Sultan dört buçuk seneden beri emr-i padişahi-ye ve rey-i acizaneme boyun eğip benim
de halim şudur demez iken bu kerre her nasılsa tahammülün haricinde bir iştir tutup hasbihal
dahi etmek tabiat ve âdeti olmadığından bilmecbu-riye bana kâğıt yazmış ben de bir diyecek söz
bulamayıp çaresiz sizi rahatsız etmeği düşündüm. Bugüne kadar kendine teselli ve ümitli
sözlerinde vaktini şöyle bir hoş geçirdik ise de bende teselli edecek söz kalmadığından ve yine
hüda âlem gerek zat-ı ismetanenizi ve gerek şevketlû efendimiz hazretlerini asla taciz etmek
istemem ve istemediğimi de elbette bilirsiniz, hakin kendi de bir âlişan olduğundan hakikaten
söz ile olunacak idareden âcizim ve kendisinin yazmış olduğu kâğıdı leffen gönderdim görünüz
Allah aşkına kardeş bir kusurum oluyorsa affet. Böyle bir kâğıt size gelürse nasıl edersiniz kı-
yas-ı nefsle düşününüz. Hele bugünlerde ziyade mahzundur. Sırasına göre karşımdan bile
ağlayarak kalkıyor benim de halim malûm dayanamıyorum. Bana dokunuyor kuzum yoldaşım.
İnsanlık vakit malûm kimse kimseye gücenmez eğer masarifçe güç oluyorsa Refia Sultan
merhumenin köşkünde
92
olduğu gibi yani içinde olan döşemesiyle olduğu gibi ariyet olmak kavliyle şimdilik içinde icra
olunsun da sonram yine ferman-ı şahaneleriyle yine bu tarafa gelinür. Artık ben telaş ve
üzüntümden ne yazdığımı bilmiyorum. Rica ederim efendimizi bana gücendirmeden sadra şifa
verecek bir haber gön-deresiniz gözüm yoldadır. Gece oturuyor idim, nasıl kâğıt getirip Sultan
Efendi gönderdi diye elime verdiler ise, vücudumda bir yerim kalmayıp bütün âzam kesildi ne
yapayım ki tahammül edecek halim yoktur. Düşünmemek, kederlenmemek o da elimden
gelmiyor. Ne çare edeceğim bilmiyorum, artık herhalde lütfunuza sığınarak hatm-i kelam
eyledim.
Üçüncü Kadın "
Bilmiyorum, Kadınefendi ortağına (aslında galiba dördüncü kadın olan ortağına) gönderdiği ve
bir harem ağasının kim-bilir ne büyük bir önem edasıyla götürmüş olacağı mektubuna âşık
sultanın mektubunu da eklemiş ve padişahı bu bilmem kaçıncı üvey annesinin arizasından
(dilekçesinden) çok bu mektup mu yumuşatmıştı? Herhalde genç bir adamın, Paris elçiliğindeki
kâtibin kendisi için bir tehlike oluşturacağını ve üyelerinden birinin damatlığa yükselmesiyle
Sami Paşa ailesinin tahtını sarsabileceğini düşünmekte ısrar etmeyi şanına yedirmeyerek Sultan
Hamid, Necib Beyi İstanbul'a getirtiyor. Kısa bir zaman sonra vezirlik verilen Sami
Paşazadenin, Mediha Sultanla nikâhları, sonra da düğünleri yapılıyor. Aşağıdaki mektup,
Mediha Sultanın analığı Kadınefendi tarafından nikâh töreninin ardından Sultan Abdülhamid
Hana takdim edilen şükran arizası:
"Cenab-ı vahibü'l-âtaya hazretleri habib-i ekremi hürmetine velinimet-i biminnetimiz şevketlû
mahabetlû merhamet ve şef-kat-i âlemiyan olan efendimiz hazretlerinin hâk-i pay-i şahanelerine
ta'zim ve mefharetle yüzüm ve gözüm sürerim efendimiz. Cenab-ı halik hazretlerinin emri ve
fahr-ı kâinat Efendimizin sünnet-i şerifleri olmak üzere dünkü pazar günü emr-i padişahi ile
Mediha Sultan cariye-i hâkberaberlerinin nikâh
93
takriri alındığından, ne derecelerde memnun ve şâdan olduğumu sahihan beyanı acizlerince
muhal ender muhaldir. Ce-nab-ı Hak Hazretleri efendimizi umur-ı devlette nice nimetlere
muvaffak buyursun amin. Bu cariyeleri teşekkürümü beyan için gelip efendimizin hâk-i pay-i
şahanelerine saatlerce başımı koymak arzusunda idi isem de, bir mani zuhur eder de emelime
muvaffak olamam ve tasdi-i ser-ri şehriyarilerin-den dahi ihtizaren işbu ariza-i cariyem
takdimini münasip gördüm ve me'mul ederim ki, cariyelerinin âcize hatırı için efendimiz bu
ariza-i nâlayık olan varakparemi gözden geçirirler ve bu ümit ile de cesaret eyledim. Kibriya
hakkıy'çün efendimiz gerek teşekkürümü gerek ettiğim duanın binde birini yazmak değil, bir
noktasını beyandan âcizim, herhalde ârifü'l-her-hal olan efendimiz hazretlerinin kuvve-i kudsi-
ye-i şahanelerine sığınarak hatm-i kelam eylerim efendimiz. Mediha Sultan cariyeleri dahi, hâk-i
pay-i şahanenize yüzünü ve gözünü sürer efendimizin emriyle beraber dua ve hüsn-i teveccühleri
üzerinden berkarar olmasını ayrıca rica ettiğini vasıta-i cariyanenıle beyan ediyor. Baki bi't-
tekrar ikimiz de hâk-i pay-i şahanenize yüzümü ve gözümüzü sürüp duayı şahaneleriyle meşgul
bulunduğumuz Cenab-ı Hakka ayan ve merhametlû efendimiz hazretlerine beyandır efendim.
26 Muharrem 1296 (17 Ocak 1879)"
Cariyeleri Verd-i Cenan"
Onlar, eski ve meşhur tabirle muratlarına erince, bizim de kerevetine çıkmamız, yani sözü
kesmemiz gerekir. Fakat şunları da ekleyeyim: Evliliğinden, yakın zamanlara kadar hayatta
olduğunu bildiğim Sami Bey adında bir oğlu dünyaya gelen Mediha Sultanın mutluluğu beş yıl
sürecek ve Necib Paşa henüz yirmi dokuz yaşındayken, 1883'te, kısa bir hasta-
* İlk mektupta 97 (1297 = 1880) tarihi vardı. Gerek bu sonraki mektupta yer alan 1296 (1879)
tarihinden, gerek yazarın ilk mektubu verdikten sonraki anlatımından 97 tarihinin yanlış olacağı
kanısına ulaşıyoruz. - y.h.n.
94
lığın ardından ölecektir. Sultanın matemi de pek derin ve büyük olacak ve kaynatasını galiba
hanımının ölümüne kadar yanından ayırmayacaktır.
Matemi derin ve büyük olacak, bununla birlikte erkek kardeşinin iki kere bildirilen iradesine
boyun eğerek bir yıl sonra yeniden evlenmeyi kabul edecek, Londra [Elçiliği] Başkâtipliğinden
Bombay Başşehbenderliğine (başkonsolosluğuna) nakledilmiş bulunan, eski Bahriye Müsteşarı
Hasan İzzeti Efendizade Ferid Beye varacaktır. Sami Paşazade Subhi Paşa damadı, yine saym
Hamdullah Suphi Tanrıöver'in eniştesi eski nazır ve büyükelçilerden Yusuf Ziya Paşanın
babam Sırrı Beye söylediğine göre, Sultan Hamid "Tekrar kocaya varması gereklidir!" diye
kendisini sıkıştırınca Ferid Beyin adını Sultan söylemiş, çünkü kafesli pencere ardından yaşlı
gözlerle kocasının tabutunun gidişine bakarken, merhum eşi gibi pek yakışıklı olan bu Ferid Beyi
de fark etmiş, belleğinde hayalini saklamıştır. Bir başka iddiaya göre de, onu Paris'te Necib
Paşanın çıkarttığı resimler arasında ve bir grup içinde görüp unutmamış ve ısrar üzerine
hatırlayarak kendisine varacağını bildirmiştir.
Fakat İbnülemin Mahmud Kemal Beyin Son Sadrazamlar adlı önemli eserine alınmış bir
tezkereye göre, Ferid Beyi o zaman sadrazam olan Kıbrıslı Kâmil Paşa teklif etmekte; bu
mektubu tahlil ve tefsir eden üstad da, Kâmil Paşanın Ferid Beyi teklif etmek emrini aldığı için
teklif ettiğine ihtimal vermektedir. Yani, Ferid Beyi ister cenaze günü kafes arkasından görmüş,
ister resmi kocası tarafından gösterilmiş olsun, bizzat Mediha Sultan seçmişe benziyor.
Bu Ferid Bey ise, hepimizin bildiğimiz gibi, Mütareke devrinin uğursuz sadrazamı Ferid Paşadır
ve Mediha Sultanın onu beğenip seçmesi ve VI. Mehmed'e beğendirerek sadrazam olmasını
sağlaması, Osmanlı İmparatorluğu'nun çö-küşündeki en büyük etkenlerden biri olmuştur. Ama,
acaba Abdülmecid'in âşık ruhlu kızı adaylığı sırasında sadece "Mütemayiz" rütbeliyken
nikâhtan önce üç rütbe birden fırlayıp "Bâlâ"lığa eriştirilen ve az sonra vezir yapılacak olan bu
Fe-
95
rid Beyin kollarında ilk kocasını, o kadar severek, öyle ağlayıp sızlayarak vardığı Necib Paşayı
hemen unutmuş mudur? Yoksa şeklini beğenmiş olmasına rağmen bu adamın karısı olmak
kendisini acı acı ağlatmış mıdır? Bilmiyoruz. Şu kadar ki, bir süre sonra (galiba Rüstem Paşanın
ölümüyle Londra Elçiliği boşalınca) kocasının oraya tayinini Sultan Hamid'den -yine
İbnülemin'in eserindeki kayda göre- rica etmiş ve padişah kendisine, "Hemşire, orası mektep
değildir, pek mühim bir sefarettir. Umur-ı siyasiyeye vukufu, tecrübesi olanlar tayin olunur"
cevabını vermiştir. Bu muhakkak olunca, ya Mediha Sultan ikinci kocasının ısrarına
dayanamayıp Sultan Hamid'in nasıl olsa reddedeceği kanaatiyle ricada bulunmuş, ya da pek
ağır ve katlanılmaz bir felaket niteliğini alan ikinci evliliğinden kurtulmak ve ilk kocasının
matemiyle baş-başa kalmak için bunu yapmıştır. Zira tabiidir ki, Ferid Paşa ile birlikte kız
kardeşinin Londra'ya gitmesine halife ve padişah Abdülhamid Han izin vermeyecek ve Mediha
Sultan İstanbul'da yalnız ve kocasız yaşayacaktı.
Kaldı ki, ikinci kocasını bir süre sevememiş ve Necib Paşayı bir süre unutamamış olsa bile,
Sultan Mecid'in bu kalbi ateşli kızı, daha sonra Damat Ferid'e de derin bir aşkla bağlanmayacak
değildi.
Hem öylesine bir bağlanış ki, ömrünün sonuna kadar sürecekti. Nitekim saltanatın en son
günlerinde, Milli Mücadelenin zaferle sonuçlanacağı anlaşılınca, Avrupa'ya sığınmış bulunan
Damat Ferid Paşa bir gün ansızın İstanbul'a kendisini almaya döndüğü zaman, Mediha Sultan
tahtı artık zangır zangır sallanan kardeşi Sultan Vahideddin'in yanında kalmakta ısrar
etmeyecekti. Hatta, onun gidişini uygun görmemesinden, kendisini bırakmamasından korkarak,
hiç haber vermeksizin, alelacele hazırlanacak ve o uğursuz vezirle birlikte vatanını terk
ediverecek, kaçıp gidecekti.
İnsan kalbinin bütün zaaflarını çok iyi bilen Sultan Ha-mid, en küçük kız kardeşinin bu pek
ateşli kalbiyle kocasız kalmasını belki de ihtiyaten uygun görmemiş, ilk dulluğunun pek az
sürmesinde bunun için ısrar etmiştir!..
96
Abdülaziz'in Kızları
Abdülmecid'in ölü doğanlar ve belki doğmadan düşenler dışında dünyaya gelmiş evladı otuz
altıdır ve bunlar tahtı işgal ettiği yirmi iki yıl içinde doğmuşlardır. Ardılı Abdülaziz'in tahta
çıkışından beş yıl kadar önce doğan ilk çocuğundan sonra, on beş yıllık saltanatı boyunca on bir
çocuğu daha dünyaya gelmiştir. Buna göre bu padişah, harem hayatında birinciye göre çok ılımlı
hareket etmiş demektir. Abdülaziz'in toplamı on ikiyi bulan evladının yarısı erkek, yarısı kızdır.
Erkeklerden besiyle kızlardan dördü olgunluk çağına erişmiş, bir erkekle iki kız da pek küçük
yaşta ölmüşlerdir.
Pek küçük ölen bu kızların, yani birinci Emine ve Fatma Sultanların hangi annelerden
doğduklarını hâlâ öğrenemedim. Olgunluk çağına erişen dördünden bahsederek bunların
kişilikleri ve hayatları hakkında kısmen yazılmamış bazı bilgiler verelim. Kaldı ki, bu dört sultan
ancak birer kere evlenip eşlerinin nikâhında ölmüşler ve Abdülmecid'in kızlarına nisbetle -hele
bunlardan Behice ve Naile sultanlara nisbetle-hayli olaysız birer hayat sürmüşlerdir.
Abdülaziz Hanın ilk kızı olup veliaht Yusuf İzzeddin ve pek ufakken ölen Selim efendiler gibi
Dürrünev Başkadmdan dünyaya gelmiş olan Saliha Sultan, tahta çıkışından bir yıl kadar sonra,
1862'de doğmuş ve Osmanoğulları hanedanı üyelerinin memleket dışına çıkarılışları üzerine
eşiyle birlikte Mısır'a gidip orada seksen yaşında ölmüştür. Büyük biraderi Yusuf İzzeddin
Efendiye benzediği, yani güzel olmadığı söylenirdi. Babasının saltanatı sonlarında Mısır Hıdivi
İsmail Paşazade İbrahim Paşa ile nişanlanmış ve bu münasebetle
97
Hayatına kendisi son veren Sultan Abdülaziz.
Mısır'dan fevkalade hediyeler gelmişken, Sultan Hamid'in tahta çıkışından sonra -belki bu
padişahın arzusuna uygun olarak- nişanı bozulan sultan, ancak 1889'da, dört yaş küçük kardeşi
Nâzıma Sultanla ve Abdülhamid'in en büyük kızıyla birlikte, ancak bu sonuncu gelinlik çağına
erişince kocaya verilmiştir. Böylelikle de zamanın âdetlerine göre Saliha Sultan hayli geçkin
evlenmiştir ki, bu da belki Sultan Aziz'in öncelinin dört kızını (ihtimal ki yine aynı Saliha
Sultanla birlikte gelin etmek üzere) bekletmiş bulunmasına bir karşılık oluşturmuştur.
Saliha Sultana eş olarak seçilen kimse, Müşir ve "Kurt" lakabıyla tanınan İsmail Paşazade
Ahmed Zülkifl Paşa olup, sultan, kendisinden bir miktar genç ve yakışıklı olan (sanırım ki halen
sağ olup Mısır'da yaşayan) eşine bütün ömrünce şiddetle bağlı kalmış, anlatıldığına göre de bu
yüzden hayli ıstırap çekmiştir. Hatta Abdülaziz'in bir zamanlar en zengin kızı bulunmasına
rağmen, eş kederlerine, hele Mısır'da şiddetli para sıkıntıları katıldığı için, ömrünün son
demlerinde intihara teşebbüsü dahi duyulmuştur. Bu doğruysa ve Yusuf Izzeddin'in de intihar
ettiği gözönüne getirilirse, Abdülaziz'in kendi kendini telef ettiği iddiası için yeni bir delil ortaya
çıkmış olur.
Sırası gelmişken ekleyelim ki, Saliha Sultan, babasının intihar etmeyip öldürüldüğünden
kesinlikle eminmiş. Gerçi, Yusuf İzzeddin Efendi dışında bütün kardeşleri bu iddiada
bulunmuşlarsa da, babasının ölümü sırasında Saliha Sultan
on dördüne erişmiş bulunduğundan, kanaatinin -ötekilerinde mevcut olmayan- bir değeri
bulunabilir.
Abdülaziz'in olgunluk çağına erişmiş kızlarından ikincisi Nâzıma Sultan, üçüncü eşi ve
güzelliğiyle meşhur Hayra-nıdil kadından doğmuş olup, son halife Abdülmecid Efendinin ana
baba bir kardeşiydi. Cumhuriyeti o da görerek eşiyle birlikte Beyrut'a gitmiş ve seksen bir
yaşında orada ölmüştür. Bu bakımdan, -bilinmezlerle dolu ilk devir dışında- Os-manoğulları
hanedanında en uzun ömrü yaşamış demektir. Sultan Hamid, Nâzıma Sultanı İkinci
Meşrutiyet devrinde Ayanlığa erişen ve Müşir Derviş Paşanın oğlu olan Ali Halid Paşaya
vermiş, bu evlilik de -Saliha Sultanınkinin aksine-pek mutlu geçmiştir.
Nâzıma Sultan kavrayışlı ve kültürlü bir hanımdı; gençliğinde Fransızca öğrendikten sonra
Birinci Dünya Savaşı sırasında da Almancayı elde etmeye çalıştığını duymuştum. Ömrünün
son yıllarında bunayarak konuşma yeteneğinin onda dokuzunu kaybetmiş. Bu haldeyken Sultan
Hamid kızlarından biri kendisini Avrupa'dan gelip ziyaret edince onu tanıyamamış; Halid
Paşanın hatırlatmasıyla ziyaretçi piyanonun başına geçerek babasının marşını çalmaya
başlayınca bu marşın nağmeleri harap bellekte yankılar uyandırıp ihtiyar kadın ağlamaya ve
kesik sesler çıkarıp yıllardan beri görmediği yeğenini okşamaya başlamış.
Sultan Aziz'in olgunluk çağma erişen üçüncü kızı Esma Sultan, bu dört kız kardeşten en kısa
ömürlüsüdür. Padişahın dördüncü şehzadesi Şevket Efendi ve son kızı Emine Sultanla ana baba
bir kardeş olan Esma Sultanı tanımış olanlar, zekâ ve irade bakımından basitçe, fakat güzellik
bakımından fevkalade olarak anlatırlar. Uzun boylu, iri siyah gözlü, uzunca yüzlü, beyaz tenli
ve çekik kaşlıymış. Sultan Hamid tarafından büyütülüp onun emriyle Abdülmecid kızlarından
Naile Sultandan dul olan -ve babası yaşında bulunan- Seryaver Mehmed Paşaya verilmiş.
Ondan dördüncü çocuğuna hamileyken, genç yaşında, Abdülhamid saltanatının sonlarına
yaklaşmadan ölüp gitmiş. Yine parantez açıp söyleyim ki, bu
99
Mehmed Paşaya Abdülaziz devrinde çırak edilecek bir cariyenin verilmesi sözkonusu iken,
Sultan Aziz, "Kıza acırım, Mehmed'e veremem," demişmiş. Padişahın belki cariyesini çok
gördüğü adama sonra kızlarının en güzeli nasip olmuş.
Saliha Sultanın evladı yaşamayıp Nâzıma ve Emine sultanların da hiç çocukları dünyaya
gelmediğinden, Abdülaziz'in kız tarafından soyu yine bu Mehmed Paşadan olmuştur.
Abdülaziz'in son kızı olan ikinci Emine Sultan ise, Yusuf İz-zeddin Efendi tarafından
büyütülmüş ve kendisini çok takdir eden Sultan Hamid onu ikinci şehzadesi Abdülkadir
Efendiye almayı arzu etmiş. Fakat kendisinden iki üç yaş küçük olan efendi o tarihte de pek
çapkın olarak tanındığından, sultan kabul etmemiş ve iyi okuyup yetişmiş bir koca istediğinden
böylesi seçilmiş; İkinci Meşrutiyette vükelalık yapan Mehmed Şerif Paşa (Şerif Çavdaroğlu) ile
evlendirilmiş. Sultan Hamid de, gelini olmayı reddettiği için Emine Sultana kırgın olmayıp
hatta üçüncü kızı Naile Sultanın evliliği kararlaştırılınca, iyi idare edilen bir sultan sarayı
görmesi için kızını onun İstanbul'daki -arsasında şimdi bir mahalle kurulmuş- sarayına yollamış.
Emine Sultanın, Yusuf İzzeddin Efendinin ölümünden büyük üzüntüye kapılıp intihara
teşebbüsle kendini bahçedeki havuza attığını, o tarihteki başmabeynci Tevfik Beyin babama
söylediklerinden aktararak yazmışsam da, Şerif Paşa olayın doğru olmadığını söylemektedir. Bu
hanım Mütareke devrinde ve henüz genç denecek bir yaşta, kısa bir hastalık sonunda ölmüştür;
matemini hâlâ tutmakta bulunan eşinin yazdığı mersiye de eski edebiyatımızın en güzel
ürünlerinden biridir.
Güvenilir bir kaynaktan duyduğuma göre, Abdülmecid Efendi, kız kardeşleri Nâzıma ve Emine
sultanların kavrayış ve yeteneklerini fazlasıyla takdir ederek, "Bunlar erkek yaratılmalıydılar,"
dermiş. Önceki kendisinden üç yaş büyük olduğuna göre, VI. Mehmed'in tahta çıkışında onun
veliaht olması gerekir, olaylar da, belki başka bir seyir izlerdi.
100
V. Murad'ın Kızları
Topkapı Sarayında Abdülhamid'e biat edilir, yüz bir pare top atılır ve tahtında ancak üç dört
gün şuuruna bir derece sahip olmuş bulunan zavallı Murad Han Dolmabahçe Sarayından
kapalı bir arabayla artık ancak cenazesinin çıkacağı Çıra-ğan'a nakledilirken, beraberinde
gidenler arasında iki de kızı bulunuyordu: Altı yaşındaki Hatice ve bir yaşındaki Fehi-me
sultanlar. İki yıl sonra da, aldanmıyorsam, Fatma Sultanla ikiz olarak Aliye Sultan dünyaya
gelecek, Fatma Sultan hayatta kalacak ve Aliye Sultan yirmisine varmadan, verem olup
ölecekti. Şimdi üçü de Meşrutiyeti ve Cumhuriyeti gören üç kız kardeş üzerinde ayrı ayrı
duralım...
Hatice Sultan, Osmanoğullarınm kadınları arasında hayatına en velveleli bir macera ile gerçek
ve cidden dramatik bir roman sığdırmış bir kadındır. Babasının intikamını kendine göre almış,
amcası II. Abdülhamid'in en sevgili kızının kocasını, yani Naime Sultanın eşi Gazi Osman
Paşazade Ke-maleddin Paşayı kendine âşık ederek hiç değilse mektuplarında bu adamı
kaynatasına karşı isyana yöneltmiş; bu mektupları Sultan Abdülhamid'in -galiba isteyerek-
eline geçirtmiş, bir iddiaya göre de Kemaleddin Paşayı karısını zahirlemeye yöneltmiş ve
herhalde amca oğlunun mutluluğunun yıkılmasına, kendisinden iki çocuk dünyaya getirdiği
kocasından ayrılmasına sebep olmuştur. Birtakım yeni belgelerle ve bağımsız bir yazı dizisiyle
anlatacağım bu hikâye üzerinde daha fazla durmaksızın, Hatice Sultanın bütün hayatını burada
kısaca söz konusu edeceğim.
V. Murad'ın büyük kızı, babası tahta çıktığı zaman altı ya-
101
şındaydı. Yani padişah kızı olma gurur ve mutluluğunu kendine göre tatmış ve Çırağan
Sarayındaki hapislik hayatının acılarını ve isyanlarım ilk günden sezmiş, tamamen anlamakta
gecikmemiştir. Ateşli yaratılışlı ve öteki kız kardeşlerinin aksine 'müstesna' denilebilecek kadar
güzeldir. Fakat Çırağan Sarayının dört duvarı içinde on altısına, yirmisine, yirmi beşine gelecek
ve gelin edilmesinin, günü güneşi görmesinin hiç söz konusu olmadığını görünce Yıldız'a
haberler yollayacak, "velevki sarayın harem ağalarından birine verilerek" bu zindandan
kurtarılmasını ve bağımsız bir daireye sahip edilmesini isteyecektir. Sultan Hamid, Hatice ve
Fehime sultanların Çırağan'dan alınmalarına nihayet razı olur. Fakat bir daha hiç Çırağan'a
dönmeyecekler, babalarının yüzünü görmeyeceklerdir. Otuza yaklaşan Hatice Sultanla yirmiyi
aşkın bulunan Fehime Sultan bu şartı kabul eder ve Yıldız Sarayına misafir giderler. Bu
misafirlik uzun aylar devam edecek, hapiste ve hâlâ hayatta bir eski padişahın kızlarım istemeye
vükela ve vü-zera evladından kimse cesaret etmeyecektir. Nihayet, yeni bir istirham üzerine,
Sultan Hamid yeğenlerine birer koca seçer. Hatice Sultan tam otuz bir yaşında gelin edilecektir.
Çeyiz, düğün, saray, hemen hemen hepsi padişahın kendi kızlarına yapmış olduğu
mükemmelliktedir. Fakat kocalar alelaladedir, hele güzel ve daha hırslı ve gururlu olan Hatice
Sultanın kocası, herhangi orta halli memurun kızını vermeyeceği derecede bir insandır.
Enderundan yetişmiş, kimin nesi olduğu bilinmeyen, öğrenimden yoksun, mabeynin adi birtakım
sorgu işlerinde kullanılır, hatta yakışıklı ve genç bile olmayan, uzun kara bıyıklı bir Vasıf Efendi,
yekten vezir Vasıf Paşa yapılıp Hatice Sultana Ortaköy'de verilen saraya damat paşa olarak
yollanmıştır.
Hatice Sultan bu kocayı hiç beğenmeyecek, hatta bir hayli zaman yanına yaklaştırmayarak
selamlıkta yatırıp kaldıracaktır. "Kendi kızlarını Gazi Osman Paşanın oğullarına verdi de bizi
kimlere münasip buldu!" Bu, dilinden düşmeyen bir sözdür. Bitişiğindeki yalıda padişahın en
sevgili kızı, Gazi Osman Paşanın oğlu olan kocasıyla yaşamaktadır.
102
Hatice Sultan için intikam imkânları elinin altındadır ve bu imkânları kullanarak sultanın
kocasından ayrılmasına, Kemaleddin Paşanın da Bursa'ya sürgün yollanmasına sebep olacaktır.
Bu, İkinci Meşrutiyetten birkaç yıl önce gerçekleşmiş bir şeydir. Ve 10 Temmuz inkılabıyla
hürriyetini elde eder etmez Hatice Sultanın ilk işi, bir gün [bile] kendisine layık bulmamış
olduğu kocasından boşanmaktır. Sonuna kadar çirkin bir şekilde hareket ettiğini kabul etmek
gereken bu uydurma vezir, boşanmayı yüksekçe bir tazminat alıp kabul edecektir. O sırada
Kemaleddin Paşa sürgünden dönmüş, müşirliği geri verilmiş ve bir söylentiye göre felakatine
sebep olan Hatice Sultanla evlenmeyi de istemiştir. Fakat V. Murad'ın büyük kızı bir yıl kadar
dul kalacak, sonra söylentiye göre mesire yerlerinde görüp beğenerek, Rauf Hayri Bey isminde
ve Hicaz Defterdarı bir Hayri Bey oğlu, Hariciye kâtiplerinden, belki kendinden biraz genç
birine varacaktır.
Bu beyi, damatlığından pek az sonra, sırtında ancak evimize gelen İngiliz dergilerinde gördüğüm
bir kıyafetle, açık gri renkte bir redingot ve yakası pek dik ve kravatı blastron, elinde de başı
tamamen altın bir baston, tıraş yerleri de bol pudralı görmüş olduğumu hatırlarım. Muhakkak ki
pek şıktı, fakat bunun pek uzun düşünülüp düzenlenmiş ve belki uzun zaman ancak tasarlanmış
bir şıklık olduğu da belliydi. Kaldı ki, henüz hepsi vezir veya müşirzade olan damatlara nisbetle,
bu defterdar oğlu, bütün yeni şıklığına rağmen biraz hafif sayılmış, galiba merasime de pek
alınmamak istenmişti. Nitekim, ailemizin damatlarından olan Ceyb-i Hümayun kâtibi Hakkı
Beyden duyduğuma göre, 1910'da Sırp Kralı İstanbul'a geldiği zaman Hürriyet-i Ebediye
Tepesinde yapılan askeri resm-i geçidi seyretmek üzere Rauf Bey, padişahın oğullarının da
bulundukları çadıra girer ve V. Meh-med'in ortanca oğlu Necmeddin Efendi bunu bir küstahlık
sayıp teşrifatçıyı çağırarak, "Hanedandan olmayan kimseler görüyorum" sözlerini yüksek sesle
söyler. "Ben büyük amcanızın büyük damadıyım!" karşılığında bulunmaya cesaret
103
edemeyen Rauf Hayri Bey de altın başlı bastonu ve daima pek dik yakasıyla oradan ayrılmak
zorunda kalır.
Hatice Sultanın bu ikinci kocasından bir oğlu ile bir kızı dünyaya gelecek ve hayatı bu sevip
vardığı koca zamanında da hayli dedikodulara -fakat artık pek geçici maceralardan dolayı- konu
olacaktır. Kendisini Meşrutiyetin üçüncü yılı sıralarında, yazlığına kiracı şeklinde gittiği
Büyükada'da arabasıyla tura çıkmış olduğu bir gün görmüş olduğumu hatırlıyorum. Arabasında
yalnızdı, sırtında beyaz bir maşlah ve başında parlak kumral saçlarını cömertçe gösteren bir
başörtüsü vardı. Göğsü kalkık ve yüksek, gözleri meçhul bir semte dikili, gururlu ve kırkı aşmış
bulunmasına rağmen hâlâ pek güzeldi.
Birinci Dünya Harbi içinde ikinci kocasından da ayrılacak, Cumhuriyetin ilanı üzerine kızı ve
oğluyla birlikte Beyrut'a gidecek, zaten zengin olmadığı için az zamanda sıkıntı, sonra da sefalet
başgösterecekti. O kadar ki, V. Meh-med'in en yakınlarından olan başesvapçısı Sabit Beyden
duyduğuma göre, bu zat Beyrut'a yaptığı bir seyahat sırasında onu pek mütevazı apartmanında
yemek pişirirken bulmuş ve sultanlar kızı, "Sabit Bey, şu halime bak!" diye acı acı gülmüştü.
Henüz reşit olmayan çocukları için Hariciye memuru Rauf Hayri Beyin maaşından kesilen
para, bu gurbetteki sultanla iki sultanzadeyi bir süre geçindirecek, fakat Rauf Hayri Bey galiba
Odesa Başkonsolosuyken şeytana uyup bir kaçakçılık işinde yakayı ele vererek görevinden
uzaklaştırılıp hapsedilince, bu aylık bir gün kesilecekti. Beyrut'ta yıllarca yaşamış bir
dayızademden öğrendiğime göre, Hatice Sultan bir süre de kızının vardığı bir Hintli'ce
bağlanmış aylıkla yaşayacaktır. Hindistan'a giden kızı Hayriye Hanımsulta-nın Hint iklimine
ve kocasının zulme benzer sertliklerine dayanamayıp orada öldüğünü biliyorum ama, bu ölümün
annesininkinden önce olup olmadığını, Hatice Sultanın yeniden bir kara sefalete düşüp öyle mi
öldüğünü artık hatırlamıyorum.
Fehime Sultanın hayatına gelince, bu hayat da hüzün ve
104
ıstırap içinde başlayacak ve kapkara bir sefalet içinde bitecektir. Ve Fehime Sultan, Hatice
Sultan gibi aynalardan hayran kasideler dinlemek mutluluğunu da duymamış, yani hiçbir zaman
güzel olmamıştır. Buna karşılık Hatice Sultandan belki biraz kültürlüdür, musikiye çok meraklı
ve nisbeten de aşina olan babasının etkisi altında piyano çalmasını öğrenmiş, hatta bestekârlığa
heves etmiştir. Eski Resimli Kitab dergilerinden birinde sanıyorum ki bir bestesi vardır.
Fehime Sultan, az önce dediğimiz gibi, Çırağan'a beşikte girmişti. Yıldız Sarayına giderlerken
hayatın o derece cahili ve acemisidir ki, binecekleri arabadan, beygirlerden korkacak, arabaya
binmeye bir süre cesaret edemeyecektir. 1901'de ablasıyla birlikte gelin edilirken Sultan Hamid
bu yeğenini daha kendi halinde bulup onu nisbeten daha iyi bir kocaya verecek, yine vezir ve
nazır oğlu olmamakla birlikte, hiç değilse öğrenim görmüş, orta halli bir aileden Galib Bey
adında bir Mülkiye mezunu seçecek, kezalik vezir yapılan bu damat insan içine çıkabilecek halde
olduğu için Şûra-yı Devlet üyeliğine atanacaktır. Fehime Sultanın bu kocadan evladı olmamış,
fakat ablası gibi hürriyetle birlikte ondan ayrılmaya da kalkışmayarak evlilik hayatı birkaç yıl
daha devam etmiştir. Fakat o da neticede bir mesire tesadüfünde hem de evli bir adama gönül
kaptıracaktır.
Annemin Erenköyü'nde oturduğu hat boyundaki bir köşkün yanındaki kuleli köşke yaz için kiracı
gelen Fehime Sultanın dairesinde bir gece büyük gürültüler olup, damat paşanın ertesi sabah
hışımla ayrıldığını, ondan sonra da karısını -Vasıf Paşa gibi tazminat istemeye tenezzül
etmeksizin- bırakmış olduğunu çocukluk zamanımdan hatırlıyorum. Fehime Sultanın yeni kocası
Mahmud Beyi de bir süre sonra, saray arabasında görmüştüm. Bir kızı evimize gelip giden (Ba-
siretçi) Ali Efendinin başka bir kızını bırakıp sultan kocası olmuş ve eski bir subaymış. Rauf
Hayri Bey gibi edası ve biraz fazla iddialı bir zarafeti yoktu. Kısaca boylu, esmer, tıknaz,
sultandan haylice genç bir adamdı.
Mütareke devrinde kaç göçe pek uymayıp İngiliz subayla-
105
Sultan V. Murad'ın kızı Fehime Sultan.
106
rina Ortaköy'deki sarayını pek açmış olduğu -belki haksız yere- söylenen Fehime Sultanın
Cumhuriyetten sonraki hayatı ise Hatice Sultanınkinden de hazin, hatta tamamen fecidir.
Eşyasının ve sarayının satışından elde edilmiş parayı en yakını ve koruyucusu olması gereken
adam, İstanbul'dan ayrılınca gittikleri Fransa'da bir dükkân açmak bahanesiyle elinden alır, bir
nazeninle yer ve kendisini tek başına bırakıp gider. Bu ikinci kocasından da evladı olmamış
bulunan Fehime Sultanın yanında güzel bir Habeş cariyeden başka hiç kimse yoktur. Ni-
ce'tedirler, keza Nice'te bulunan Halife Abdülmecid Efendi amcası Abdülmecid'in soyundan
sefalete düşenlere en küçük bir yardımı da esirgediği için, sığındığı odada bu Sultan Mu-rad
kızının açlıktan ölmemesi ancak Habeş cariyenin inaye-tiyle mümkün olmaktadır. Güzel Habeş
cariye geceleri Nice şehrinin kaldırımlarında seyrana çıkmakta ve kazandığı beş on frankla
dönerken hasta sultana bir sıcak çorba getirmektedir. Galiba Nice'te ölen zavallı kadın bir
mezara ve bir me-zartaşına, bilmiyorum sahip midir...
Sultan Murad'ın üçüncü kızı ve Fehime Sultanın üç yaş küçüğü Fatma Sultan, İkinci
Meşrutiyetten az bir süre önce, Fehime Sultan gibi yirmi beşini biraz aşkınken kocaya
verilmiştir. Sultan Murad mezara girdiği ve taraftar sağlaması gibi düşüncelere yer kalmadığı
için, amcası tarafından kendisine zararsız bir koca seçilmiş; uzun bir mabeyn kâtipliğinden sonra
valilik hizmetiyle saraydan ayrılan, İkinci Meşrutiyette Aydın valiliğinden ayrıldıktan bir süre
sonra da ayanlığa atanan Faik Beyzade Refik Beyle evlendirilerek kendisine yine Ortaköy'de,
ablalarının sarayları yanındaki kargir bina tahsis edilmiş*, dairesinin kâhyalığına da yazımın
başında adını andığım Hakkı Beyin babası Hacı Hafız İbrahim Efendi atanmıştı. Bu kanaldan
alınmış bilgilere göre, Fatma Sultanın zekâ ve kültürü orta, kendisi orta boylu, esmer ve
şişmanca bir kadınmış. Annesinden kalan elmaslar bakımından
* Bu üç yalı hâlâ mevcut olup birisi bir ilkokul ve ikisi galiba tütün deposudur.
107
da hanedanın en değerli mücevherlere sahip bulunanlarından biriymiş. Bununla birlikte pek
tutumlu bir insan olduğu için yanına bir kalfa alıp pek sade bir kıyafete bürünerek çarşıya
gittiğini, hatta bir kere ucuz bulup satın aldığı tavuklardan bir kısmını cariyeye verip bir kısmını
da kendisi yüklenerek dairesine döndüğünü bir yakınından duymuştum.
Fatma Sultan galiba üç erkek evlat dünyaya getirecek ve ablalarının giriştikleri tecrübeleri hatır
ve hayalinden geçir-meyecek, ufak tefekce ve yakışıklıca Refik Beye şiddetle bağlı kalacaktı.
Cumhuriyetin ilanında sınır dışı edilince de, memlekete en yakın ve aynı zamanda hayatı da
gösterişsiz bir yeri seçerek kocası ve oğullarıyla birlikte Bulgaristan'a gitti ve nisbeten yakın bir
tarihte orada öldü.
Oğullarından, eski saray tabiriyle "beyzadelerden" birinin İkinci Dünya Savaşı sırasında büyük
bir servet kazanıp fakat "ihtikâr" suçuyla komünist rejimi tarafından idama mahkûm edildiğini,
bu hükmün uygulanmak üzere bulunduğunu gazeteler bir telgraf haberi şeklinde bildirmişlerdi.
Ve bu galiba doğrulanmadı da, tekzip de edilmedi. Doğru olmaması elbette temenni edilir.
i
Yirmi Dört Saatlik Saltanat Arast
108
Yıldırım Bayezid'in esir düşmesi üzerine Edirne'de birbiri ardı sıra saltanat sürmüş olan
Süleyman ile Musa'nın Osmanlı Devleti geleneklerince padişah sayılmadıkları, 1402'den 1413'e
kadar süren egemenliklerinin bir "saltanat arası (fasılası)" sayıldığı bilinmektedir. Veliahtlar
sancak beyliklerinde bulundukları sırada, yani bu usulün III. Mehmed'ce kaldırılmasına kadar,
padişahın ölümüyle ardılının tahta çıkışı arasında da birkaç kere saltanat araları yaşanmıştı. Bir
iki kere, bu sırada askerin ayaklanmasından çekinilerek, ölü padişahların başlarına kavuk
konulup uzaktan gösterildikleri, hayatta sandırıldıktan olmuştu. Böyle geçirilen günlerin birer
saltanat arası sayılması yerinde olduğu gibi, bu araları padişahların hasta döşeğinde bilinçlerini
kaybedip devlet yönetimi valde sultanlara yahut vezirler eline geçtiği andan başlamış saymak
da mümkündür.
Buna yakın tarihten bir örnek aramak istersek, V. Mu-rad'ın dünyadan habersiz olup devlet
işlerinin annesi Şevkef-za ile Sadrazam Mütercim Rüştü ve Midhat paşalar eline kaldığı
zamanı ve Sultan Mehmed Reşad'ın resmi evrakın gösterilen yerine güçlükle imza attığı, hatta
artık bunu da atamadığı birkaç günü, saltanat hayatında birer ara saymak gerekir. Kaldı ki, V.
Murad -belki nisbi- akıllılık günlerini Hüseyin Avni Paşanın egemenliği altında geçirmişti;
Sultan Reşad dokuz yıllık saltanatı sırasında hemen hemen bir kukla durumunda kalmıştı.
İşkodra'dan Aden sınırlarına ve Karadeniz'de Hopa ötelerinden Kazan çöllerine uzanan bir
ülkede, ve hiç değilse ilk
109
Mebusan Meclisi'ni kapatıp 10 Temmuzda Meşrutiyeti geri getirmek zorunda kalışına kadar,
memlekete kesin ve tam bir şekilde egemen kalan II. Abdülhamid, mutlakiyetle saltanat
sürdüğü en son yıllar içinde, 1906 Temmuz ve Ağustos aylarında, şiddetli bir kum hastalığı
geçirip devlet işlerine birkaç gün bakmadığı gibi, yirmi dört saat bilincini tamamen kaybetmiştir
ki, işte bunu gerçek bir saltanat arası saymak doğru olur.
Saltanatının ortalarına doğru da bir kere ciddi bir hastalık, öne sürüldüğüne göre bir zehirlenme
geçirerek Mabeyn-ci Ragıb Paşa'mn büyük kardeşi Müşir Arif Paşa tarafından tedavi edilen
Sultan Hamid'in bu hastalığı, ölümüne kadar geçirdiği hastalıkların en önemlisi ve vahimidir.
Ve bu padişahın halka daima zinde, daima tam sağlıklı görünerek her insan gibi fani olduğu ve
her an bir saltanat değişikliği olabileceği düşüncesini zihinlerden kovmak yolundaki sonsuz
çabası bu hastalık sırasında iflas etmişti. Ve hiçbir zaman sektirmediği Cuma selamlıklarından
birine çıkamamış, durum da eski gazete koleksiyonlarında arayıp bularak kopyasını aldığım şu
resmi tebliğle ertesi günü halka ilan edilmiştir:
"Velinimet-i biminnetimiz zat-ı şevketmeab padişahımız efendimiz hazretlerinin biraz soğuk
almış olmaları cihetiyle geçen Cuma günü selamlık resm-i âlisi icra buyurulamamış ise de,
lehülhamd ve elmine soğuğun tesiri tamamen zail olarak sıhhat ve afiyet-i hümayûn-ı mülûkâne
berkemal bulunmuştur."
O tarihte ben, onunu süren bir çocuktum. Bununla birlikte, mabeyn mütercimlerinden olan
babam Sırrı Beye bir hüzün ve sessizlik çöktüğünü, hünkârın Cuma selamlığına -resmi tebliğin
söylemiyle pek hafif bir soğuk algınlığından dolayı- çıkmadığı günden bir gün önce de kendisinin
büyükanneme pek yavaş ve üzgün bir sesle:
"Hünkârın gayetle hasta olduğu sarayda söyleniyor. Yarın galiba selamlık olmayacakmış,"
dediğini çok güzel hatırlarım.
O Cumadan epey önce, Sultan Abdülhamid yatağa düşmüş bulunuyormuş ve -en sevdiği,
henüz Kadınefendi değil,
110
33 yıl tahtta kalan Osmanlı padişahı; Sultan II. Abdülhamid.
111
sadece baş ikbal olmasına rağmen de eşlerinin en saygını olan- Müşfika Kadın gece gündüz
başucunda hizmet eder, hatta kuruntulu hükümdarın kuşkuya kapılarak bunları reddetmemesi
için de, gözü önünde bütün ilaçları (doktorun sağlam bir kişi için bunların pek zararlı
olabileceğini söylemelerine rağmen) tadarken, musahiplerin kitabet (yazı işleri) dairesinden
getirdikleri evrakı da kendisine imza ettirir-miş. Ancak son bir iki gün padişahın gücü buna
yetmez olmuş ve nihayet kendini tamamen kaybederek evrak ve koca imparatorluğun dört bir
köşesinden gelen istizanlar (olur isteyen yazılar) birikince, Yıldız Sarayının en önemli ve
birbirine rakip iki şahsiyeti, birbirlerine güvenemedikleri için, padişah haremine birlikte
girmişler: Sadrazamlarla nüfuz mücadelesine girişen ve o sırada sadrazam olan Avlonyalı Fe-rid
Paşayı biri sadrazam yaptırmış olan, ikincisi de şimdi hükmü altında tutan Başkâtip Tahsin
Paşa ile İkinci Kâtip ve Mabeynci Şamlı İzzet Paşa... Bu ikisi, padişahın adeta can üzerinde
bulunduğu daireye gelerek pek kıskanç olan Sultan Hamid'in, başlarını kaldırıp haremağalarının
bile yüzünü görmelerini istemediği Müşfika Hanımla görüşmüş, kendisinden talimat istemişler.
Sultan Hamid'e Selanik'teki Alatini Köşküyle Beylerbeyi Sarayında eşlik etmiş, otuz yıldan
beri Beşiktaş Serencebey yokuşunda artık gittikçe harap olan bir konakta bütün hatıralarına ve
zekâsına sahip yaşayan bu en az seksenlik, mavi gözlü ve yaşla boyu ufalmış Abaza, o anda
belki bütün bir imparatorluğun geleceğine egemen olmanın bilincini duymuş ve, "Durumu idare
edin, efendimize hiçbir şey arzetmek elde değil. Aman dışarıya bir şey yansımasın!" demiş.
Padişahın sürekli hekimleri Said ve İbrahim paşalarla Nureddin Paşa da hastalığın ağırlığını
gizlemeyerek Müşfika Kadına, "Eğer ter gelmezse ölüm kesindir," diye haber vermek zorunda
kalmışlar.
Fakat padişah hareminin ve mabeynle Babıâli'nin bütün çabasına rağmen, bu hastalık haberi
yalnız bizim Yıldız'ın eteklerinde, Ihlamur setlerinin başında bulunan evimizin du-
112
varlarından sızmakla kalmamış, yabancı elçiliklerden Avrupa'nın her tarafına bildirilmiş, en
büyük bölümü Batı Avrupa'da, bazıları da Mısır'da bulunan Jön Türkler tarafından da
öğrenilmiştir. Bunlar bu sırada öteden beri yaptıkları iddiaya, yani Sultan Hamid'in veraset
düzenini bozarak, yalnız veliah-tı ve öteki kardeşleriyle amcazadelerini ve birkaç yeğenini değil,
kendi oğullarından üçünü de taht hakkından yoksun ederek dördüncü oğlu Burhaneddin Efendiyi
veliaht ilan etmek istediği iddiasına ısrarla sarılmışlardı. Serasker ve Bahriye Nazırıyla öteki
askeri ileri gelenlerin de buna taraftar olduğunu, şehzadenin bu konuda Alman ve Rus
büyekelçileriy-le görüşüp anlaştığını yazmakta ve ilan etmekteydiler. Zaten Sultan Hamid'in
serhafiyeliğini bırakıp hükümdarın amansız düşmanlığına ve pek ateşli bir Jön Türklük'e
geçivermiş olan Ahmed Celaleddin Paşa, 1876'da II. Abdülhamid'in tahta çıkışından bu yana,
otuz yıldan beri veliaht olan Mehmed Re-şad Efendiye, yani geleceğin V. Mehmed'ine daha
önceden haber ulaştırmıştı. Kutsal haklarının tehlikede bulunduğunu belirterek onu -ak bıyıklı-
bir ikinci Sultan Cem halinde Avrupa'ya kaçmaya davet etmiş, bu konuda gereken tedbirlerin
alınıp bir İngiliz gemisinin emre hazır tutulduğuna -sureti Ahmet Bedevi Kuran'ın İnkılap
Tarihimiz ve Jön Türkler başlıklı kitabında bulunan- bir yazıyla güvence vermiştir.
Doktorların şart koştukları -ve belki de pek ummamış oldukları- ter gelecek, bunun sonucunda
Sultan Hamid gözlerini açacak, kendine gelecek, ertesi Cuma günü de selamlığa çıkıp, dönüşte
arabasını her zamanki gibi kendisi kullanacak, fakat buna bütün gücünü harcadığı için saraya
girişinde yorgunluktan düşüp bayılacaktı.
Ekleyeyim ki, Sultan Hamid'in yirmi dört saat kendini bilmeyecek kadar ağır hastalığı sırasında
özel hizmetinde, daha doğru bir ifadeyle uşaklığında bulunan ve bu uşaklıkları "Ser kilari", "Ser
berber", "Ser ibriktar" gibi unvanlarla süslenen, ağalıktan "beyefendi hazretleri "lige yükselmiş
kimselerden biri, Dolmabahçe Sarayındaki dairesinde bir hafiye ordusuyla sözde kuşatılmış olan
veliahta düzenli olarak ha-
113
berler ulaştırır, kardeşinin ölümüyle Osmanlı tahtına çıkmasının bir gün, hatta bir saat meselesi
olduğunu müjdeler dururmuş. Tahta ancak üç yıl sonra ve en derin bir ümitsizlik geçirdikten
sonra çıkacak olan (bu hastalık sırasında da altmış ikinci yaşını süren) yaşlı veliaht bu müjdeye
ne derecede inanıp sevindi, bilinmez. Ve yine babamdan duyduğuma göre, nekahet günlerinde
Yıldız Sarayına gelip Sultan Ha-mid'i tebrik eder, sağlık ve afiyetine dua ederek kendisinin
devleti yönetebilecek iktidarda bulunmadığını söylerken ne derecede samimiydi, bunu da
bilemeyiz.
O
Asıl söylenmesi gereken nokta, Sultan Hamid'in yenmeyi başardığı bu hastalığın bünyesinde ve
özellikle azim ve iradesinde pek büyük bir etki bırakmış olmasıdır. Kendisinin, yönetim şeklinin
değişmesini kabul ettikten sonra da tahtını koruyamayarak, sonuçta ömrünün dokuz yılını
saltanattan düşürülmüş ve hapiste geçirmesindeki en büyük etken, bu hastalıktır. Hatta, pek
yakınlarında yaşamış birinden duyduğuma göre, devlet işleriyle eskisi kadar uğraşamadığı ve
sözgelimi bir zamanlar en güçlü ve ünlü sadrazamları fırlatıp atarken şimdi adeta yoktan var
ederek sadrazamlığa getirdiği Av-lonyalı Ferid Paşayı görevden almaya karar veremeyecek
kadar eski enerji ve cesaretini kaybettiğini kendisi de fark etmiş. Bu yüzden, bir gün, bir
bezginlik dakikasında acı acı dert yanmış, "Cenabı Hakkın herhalde hakkımda bir niyet ve
takdiri var ki, bana bu hastalığı verdi," demiş.
Yazık ki, Rumeli'de kıyametler kopup iş çığırından çıkmadan, Meşrutiyeti kendiliğinden geri
getirmedi. Ancak bunu düşünmüş olduğuna da, babamın Vakit gazetesinde çıkmış hatıralarında
hikâye ettiği gibi, Rumeli'deki karışıklıklardan bir süre önce Avrupa devletlerinin anayasalarını
ma-beyn mütercimlerine çevirttirmesi pek güçlü bir delil olarak kabul edilebilir. Herhalde, artık
mutlakiyet rejimini sürdüremeyecek olduğunu anlamış ve bazı değişikliklerle haklarını biraz
daha genişlettirmek şartıyla meşrutiyeti geri getirmeyi
114
istemiş. Ancak buna karar vermeye de azim ve iradesi yetmediğinden, her şeyi suyun akıntısına
bırakıp, sonunda taç ve tahtını da Rumeli'den gelen sele kaptırmış. Fakat bu hastalığın kendisini
içten kemirip güçten düşüren etkileri dıştan fark edilmediği için, çevresindekiler Rumeli'den
gelen emirlere boyun eğeceğine, 10 Temmuzdan önce de, Hareket Ordusu İstanbul'a yaklaşırken
de, ihtimal vermemişler ve bu boyun eğişlerine şaşırıp kalmışlardır. Sultan Hamid'in hep o eski
Sultan Hamid olduğu ve bir gün hapsedildiği yerden bile fırlayıp her şeye egemen olabileceğine
inanış o kadar yaygın kalacaktır ki, hele düşman eline düşmek üzere bulunan Selanik'ten
İstanbul'a getirilişi, başta ardılı olmak üzere, birçok kimseyi telaşa, belki bazılarını da ümitlere
düşürebilecektir.
115
Abdülhamid'in Haremi
Osmanlı Devleti geleneklerinin 36 olarak kabul ettiği padişahların 34'üncüsü, en uzun süre
tahtta kalanlardan ve en uzun ömür sürenlerden biri olan, yani otuz üç yıla yakın bir süre
padişahlık eden ve dokuz yıla yakın bir süre de tahttan indirilmiş olarak yaşayıp yetmiş altı
yaşının içinde ölen II. Ab-dülhamid, özel hayatında atalarının geleneklerine bağlı kalmış,
şehzadeliğinden itibaren birçok eşi olmuştur. 1876 Ağustosunun sonuncu gününde, otuz üç
yaşının içinde tahta çıkması üzerine de dört resmi eşi, eski "Haseki"liğin dengi bulunan
"Kadınefendi" payesini almışlardır. Sultan Hamid vücutça pek sağlıklı, kadına da düşkün
bulunduğundan, hele güç dolu bir hükümdar durumunda bulunduğu uzun yıllar boyu,
sarayındaki cariye ordusundan pek çok kız "iltifatına maz-har" olmuştur. Bununla birlikte
evlatlarının sayısının, babasıyla atalarının eriştikleri miktarı bulmamasına gayret ve dikkat
etmiş olduğu gibi*, resmi eşi sayılan ve "Kadınefendi" unvanını alanların sayısı bazı öncelleri
zamanındaki gibi altıya, hatta dokuza çıkmamış, dördü aşmamıştır. Çocuklarının sayısı da,
sözgelimi Abdülmecid evlatlarının sayısını bulmadığı için, evlat dünyaya getirerek "ikbal"
payesine ulaşanlar da nisbeten sınırlı olmuştur.
Buna karşılık, bir süre, hatta yalnız bir iki kere padişahın "iltifatını" gördükten sonra bu iltifatın
derecesine göre baş-
* II. Abdülhamid'in, 12 kadından 8'i erkek, 9'u kız 17 evladı dünyaya gelmiş; bunlardan 13'ü
olgunluk çağına ulaşmışlardır. Çocuklarından üçü şehzadelik zamanında doğmuştur.
116
mabeynci konağından ibriktarbaşmın evine kadar bir yere yollanarak, sarayın deyişiyle "tımara
çıkarılarak" yine gördüğü iltifatın derecesine uygun bir çeyizle o iltifata uygun önemde birer
kocaya verilmiş gözdelerin sayısını tespite imkân yoktur. Bunların çoğu unutulup gitmiştir.
Ekleyelim ki, Sultan Hamid'in "harem-i hümayun"unda-ki kadın sayısının çokluğu, bu padişahın
saltanatı zamanında yine abartılarla dışarıya yansımıştır. Hatta, pek güvenilir bir kaynaktan
öğrendiğime göre, bu konu üzerinde Almanya İmparatoru II. Wilhelm'in 1898'deki İstanbul'u
ikinci ziyaretinde Osmanlı padişahıyla Alman hükümdarı arasında bir konuşma geçmiştir.
İmparator, Divan-ı Hümayun tercümanı Münir Paşa aracılığıyla Sultan Hamid'e kaç eşi
olduğunu sormuştur. Sultan Hamid'in o sırada dört kadınefendisiy-le evlat sahibi dört ikbali
bulunduğundan, toplamını kastederek, "Sekiz eşim vardır," diye karşılık vermiştir. İmparator, bu
konuşma sırasında hazır bulunan, kendinden bir yaş büyük, biraz da basit bir kadm olduğu
söylenen karısı İmpara-toriçe Augusta Viktoria'nın öfkeden gelincikler gibi kızarmasına aldırış
etmeyerek, "Sekiz tane ha! Ben bir imparatoriçe ile baş edemezken siz sekiz kadını nasıl idare
edebiliyorsunuz?" demiştir. Bunun üzerine de Fransızcayı pek güzel anlayıp tercümanların
sözlerini karşısındakine iyi aktaramadıkları takdirde durumu fark ederek bunları haşladığı da
olan* II. Abdülhamid, cevabını Divan-ı Hümayun tercümanının aracılığına rağbet etmeden
bizzat vermiş, hayli övüngen bir edayla, Fransızca olarak, "Ça c'est un art, Majeste!", yani "Bu
iş bir sanattır, Majeste!" diye karşılık vermiştir.
Kaldı ki, II. Abdülhamid Hanın bu değişik derece ve pa-yeli eşlerini ve gözdelerini daima
kavgasız ve velvelesiz yönetebilmiş olduğu da hiç doğru değildir. Elbetteki kavgalar, is-
* Bu tercümanların en yeterlisi olan, ölümüne kadar yıllarca Teşrifat Nazırı (Protokol Genel
Müdürü) ve Divan-ı Hümayun Tercümanı kalan Münir Paşanın da bir gün sözlerini eksik ve
farklı çevirdiğine dikkat ederek kendisini daha sonra yanına çağırıp müthiş şekilde azarladığını
ve hatta ihanetle suçladığını güvenilir bir kaynaktan duymuşumdur.
117
yanlar ve gözden düşenlerle gözde kalanlar arasında sahneler olmuştur. Bunlardan birkaçı da bu
sayfalarda anlatılacaktır. Fakat ortada o zamanı yaşayanların üzerinde birleştikleri bir nokta
vardır ki, o da Sultan Hamid'in kadınlarının devlet işlerine en küçük müdahalelerine izin
vermemiş olduğu gibi, saray kadınlarının özellikle babası Abdülmecid devrinde ayyuka çıkan
birtakım rezaletlerinin tekrarına asla meydan vermemiş olduğudur. Bu noktayı belirttikten
sonra, 34'üncü Osmanlı padişahının özel hayatına ait olarak bildiklerimizi kayıt ve hikâye
edelim. Bunlardan bazılarının ilk defa yazılmakta olduklarını da ekleyelim...
Nazikeda
En aşırı ve insafsız düşmanlarının bile -yakın ve uzak bazı öncelleri hakkında söylendiği gibi-
anormal zayıflıklar ve eğilimler yakıştırmadıkları Sultan Hamid'in hayatındaki ilk kadın kimdir?
1842 Eylülünde doğmuş bulunduğuna göre, ilk maceralarının 1861 Haziranında ölen babası
Abdülmecid zamanına rastlamış olması pek mümkündür. Fakat kesin olarak bilinen bir isim ve
macera yoktur, çünkü bunu kendisi en yakınlarına bile anlatmış değildir. Fakat ilk kadın olmasa
da, hayatında önem kazanmış ilk kadının 1876 Ağustosunda tahta çıkışı üzerine "Başkadın" olan
Nazikeda isimli cariye olduğu muhakkaktır. Kendisini görenlerden bizzat işittiğime göre bu
Nazikeda*, kara kaşlı, kara gözlü, pembe beyaz tenli, oldukça uzun boylu ve balık etinde bir
kadınmış. Sultan Hamid'le hemen hemen yaşıt olup, kendisine kız kardeşlerinden Cemile
Sultan tarafından verilmişmiş. Oldukça bilgili ve konuşması düzgünmüş. Sultan Hamid'den bir
yaş ufak olan, onun gibi pek küçük yaşta annesini kaybeden, üvey anne (Abdülmecid'in
dördüncü kadını Perestû Kadın) tarafından büyütülerek pek gençken babası tarafından gelin
edilen Cemile Sultan, hayli özenle yetiştirilmiş bulunması
* VI. Mehmed'in başkadını ve iki kızının annesi olan saraylının adı da Na-zikeda'dır. Herhangi
bir yanlış anlamayı önlemek üzere kaydediyorum.
118
gereken bu cariyeyi biraderine acaba hangi tarihte ikram etmişti? Bunu bilmiyorsam da, kendisi
galiba on dördünde ve babasının sağlığında gelin edilip bir daire sahibi olduğuna göre, bu ikramı
da Abdülhamid henüz yirmisine varmadan ve Abdülmecid henüz tahttayken yapmış olması pek
olasıdır. Herhalde, kesin olan şu ki, Nazikeda Sultan Hamid'in ilk evladı Ulviye Sultanı bu
padişaha daha yirmi beşlere varmamış bir şehzadeyken dünyaya getirmişti. Bilindiği gibi bu
çocuk da henüz beş altı yaşındayken, annesi piyano çaldığı sırada kendi kendine bir kibrit
kutusuyla oynamaya koyularak ve annesi piyanoya fazlaca daldığı sırada kutudan çıkardığı
kibritlerden sırtındaki ipek elbise tutuşarak aldığı yaralar sonucunda, kazadan bir iki saat sonra
can vermişti.
Kızının feryadı üzerine musikinin sihrinden ayrılarak çocuğun üzerine atılıp onu söndürmeye
çalışan ve cariyelerle harem ağaları yetişinceye kadar bu mücadele sırasında kendisi de birkaç
yerinden yaralanan Nazikeda, Sultan Hamid'in acısını bir türlü unutmadığı ve dilinden
düşürmediği bu faciadan birkaç yıl sonra, 1876 yılında Sultan Hamid tahta çıkınca, padişahın
dört eşinden en kıdemlisi sıfatıyla "Başkadın" olmuş ve bu uzun saltanatın ortalarına dek süren
hayatı müddetince bu unvan ve payeyi korumuştur.
Şu kadar ki, Sultan Hamid, ne tahta çıkışından önce ne de sonraları, ondan yeni bir evlat
dünyaya getirmeyecektir. Zaten belki de feci kazada kendisine bir sorumluluk, bir ihmal payı
ayırdığı, kendisine karşı içten içe çok kırgın bulunduğu için, yıllarca bu ilk kadınını ancak saray
merasimi sırasında, bayramlaşma gibi günlerde görecektir. Nazikeda Başkadını son
zamanlarında görmüş pek muhterem bir kimseden duyduğuma göre, olgunluk çağında artık hayli
şişman bir hanımdır ve daha genç ortakları başları açık göründükleri halde o, eski saray
kıyafetine sadık kalarak başının hotozunu muhafaza etmiştir.
II. Abdülhamid, Osmanlı tahtında ancak doksan üç gün kalabilmiş olan büyük kardeşi V.
Murad'ın yerine geçince, Nazikeda başkadınlık mevkiine yükseldiği sırada üç kadın,
119
yani Bedrifelek, Nurefzûn ve Bîdar Kadınlar da kıdemlerine göre ikinci, üçüncü ve dördüncü
kadın olurlar.
Bedrifelek
II. Abdülhamid'in tahta çıkışında ikinci kadın olup başkadın Nazikeda'nın saltanatın
ortalarında ölümü üzerine de onun mevkiini alan Bedrifelek, padişahın analığı olan, "Makam-ı
mehdi-i ulya-yı saltanat" unvanıyla fiilen valde sultanlık mevkiinde bulunmuş olan Perestû
Kadının tahttan uzaklaştırma olayından iki üç yıl önce ölümü üzerine de "harem-i hümayun"un
en yüksek mertebeli kişisi olmuştur. Bu sıfatla da, Cuma selamlıklarıyla Hırka-i Şerif alaylarına
gidip gelişlerinde bindiği saray arabası en başta bulunacak ve otuz yıl Perestû Kadının vermiş
olduğu "Arabalar gelsin!" emri, gidişler sırasında onun tarafından verilecektir. Ufak tefek,
sarışın, mavi gözlü bir Çerkezdir. Dokuz yaşındayken Abdül-hamid Efendi dairesine -sonradan
paşalık kazanan- babası tarafından takdim edilmiş, tahta çıkıştan altı yıl önce padişahın ilk
şehzadesi Selim Efendiyi, beş yıl önce ikinci çocuğunu, olgunluk çağı içindeki Zekiye Sultanı
dünyaya getirmiş, tahta çıkıştan iki yıl sonra da Abdülhamid'in üçüncü şehzadesi Ahmed
Efendiyi doğurmuş, hatta galiba bundan sonra da bir çocuğu kazaya uğrayıp düşmüştür.
Abdülhamid'den en çok evlat dünyaya getiren kadındır ve o da Nazikeda gibi başından
hotozunu çıkarmayacaktır.
Bedrifelek Başkadın oldukça nazik, sessiz ve iyi kalpli imiş. Kıdemli kadmefendiler, yeni
ikballere cariye imişler gibi davranmakta inat ettikleri halde, o hepsine "ortakçığım!" der,
rakibelerine nezaket ve tebessümle davranır, Sultan Hamid'i de kıskançlıklarıyla rahatsız
etmezmiş. Padişah da bu tahammülün mükâfatı olarak kendisini Yıldız'daki hayatının son
zamanlarında, yani artık Bedrifelek'in ellisini aşkın bulunduğu tarihlerde bile -pek nadiren de
olsa- iltifatına mazhar edermiş. Bedrifelek Başkadın, Sultan Hamid'le Selanik'e gidemeyerek,
refakata davet olunmayarak, tahttan indirilmiş bulunan padişahı ancak bir kere, 1912 sonlarında
(Sultan Hamid'in Sela-
120
Sultan II. Abdülhamid'in oğlu Şehzade Selim Efendi.
nik'ten İstanbul'a nakli üzerine Beylerbeyi Sarayında, bütün ortakları ve padişahın kızıyla
birlikte) görmüş. Görüşmede hazır bulunanlardan birinin bana anlattığına göre, Abdülha-mid
kendisini Başkadın sıfatıyla, oturduğu kanepede ta yanına oturtmuş; üzüntüsünü yenemeyen ve
artık altmışını geçkin bir kadın olması gereken Bedrifelek de, tahttan indirilmiş hakanın dizlerini
öpe öpe bir hayli ağlamışmış.
Sultan Hamid'in bu ikinci başkadını Cumhuriyet devrini
görmüş ve birisi Beyrut'a, birisi Fransa'ya sürgüne giden evlatlarından biriyle beraber
memleketten ayrılmayarak İstanbul'da kalmış. Galiba 1935'te, pek ihtiyar olduğu halde, Yıldız
yakınlarında büyük oğlu Selim Efendiye ait olup bir tütün şirketine uzun süre depoluk eden, iki
üç yıl önce de yanan ahşap konakta ölmüş. Son zamanlarına kadar da belleğine sahip kalmış.
Bedrifelek, Sultan Hamid'in eşleri arasında "Valde Sultanlık" mevkiini -iki üç gün de olsa-
kendine mukadder sanabilmiş olan tek kadındır. Bunu, VI. Mehmed'in 1918'de tahta çıkışı
üzerine Selim Efendinin tahtın birinci vârisi oluşundan sonra değil, çok daha önce, yani 1909
ilkbaharında Yıldız Sarayının Hareket Ordusu tarafından kuşatılarak Sultan Hamid'in tahttan
indirileceğinin belli olduğu gün ve saatlerde sanabilmiştir. Çünkü bilindiği gibi, o sırada
Hareket Ordusu içinde veraset düzenini değiştirip babasına şiddetle karşıt bilinen Selim
Efendiyi tahta çıkarma düşünceleri bir süre egemen olmuştu. Gelinlik çağındaki kızının da,
Berlin Ataşe-militerliğini bırakıp orduya katılmış bulunan "Kahraman-ı Hürriyet" Enver Beye
verilmesi düşünülmüştü. Kaldı ki, si-
121
yasete pek yabancı olan Bedrifelek bu tasarıları belki o zaman bilmemiştir bile...
Nurefzûn
II. Abdülhamid'in tahta çıkışında üçüncü kadınlık mevkiine ulaşan Nurefzûn Kadın, bu
padişaha en büyük aşkını ilham etmiş bulunduğunda görüş birliği içerisinde olunan bir cariyedir
ve padişahın eşleriyle ikbal ve gözdelerinin büyük çoğunluğu gibi sarışın ve mavi gözlüdür.
Padişahın tahttan uzaklaştırılmasından az sonra çıkan -aradan yarım yüzyıl geçmişken daha
ayrıntılısı da bulunmayan- Abdülhamid-i Sani ve Devr-i Saltanatı Hayat-ı Siyasiye ve
Hususiyesi adlı eserde* kendisinden yanlış olarak Safinaz adıyla söz edilen kadın budur.
Kendisi Sultan Aziz'e Mısır Hıdivi İsmail Paşa tarafından armağan edilmiş bir cariyedir. Özel
olarak yetiştirilmiş olup pek güzel keman çalmaktadır. Hıdiv tarafından takdim edilince sarayın
kızlardan oluşan musiki takımına alınmıştır. Amcasını bir ziyaretinde Sultan Hamid (o
zamanki nam ve unvanıyla Şehzade Abdülhamid Efendi) onu görür, görür görmez de gönül verir.
Bu çılgınca bir aşktır. Henüz otuzuna varmamış olan ve taht nöbetinde ikinci gelen şehzadeyi
uykudan, ye-yip içmekten kesecek, söylendiğine göre de şair edip, ona "Ben seni sevdim seveli"
diye başlayan şarkının güftesini ilham edecektir. İki eşi olan ve bunlarla avunamayan
Abdülhamid Efendi, o hale gelecektir ki, analığı Perestû Kadın telaşa düşecektir. Durumu gidip
harem-i hümayunun mutlak egemeni olan, hatta devlet işlerine de az çok müdahaleden geri
kalmayan Pertevniyal Valde Sultana arzedecektir.
Valde Sultan, Perestû Kadının hikâyesini ilk önce iyi karşılamaz. O sırada henüz kırklarında
olan oğlu için, "Benim arslanım erkek değil mi ki cariyelerini Abdülmecid Han şehzadelerine
dağıtayım?" der. Zira bundan bir süre önce bir başka Abdülmecid şehzadesi, galiba taht
nöbetinde dördün-
* Osman Nuri'nin üç ciltlik bu kitabı 1327'de (1911) İstanbul'da yayımlanmıştır. - y.h.n.
122
cü gelen Kemaleddin Efendi de, saray-ı hümayundan bir cariyeyi ricalarla almıştır. Pertevniyal,
bu seferki ricanın geçici bir hevesten ileri gelmediğini anlayınca yumuşar. Abdülhamid Efendiye
de özel bir teveccühü vardır. Fakat gerçeği şevketli oğluna anlattığında "gazab-ı şahane" olup her
şeyin tamamıyla bozulmasından korkar, amaca ulaşmak için bir çare düşünür. Düşündüğü ve
bulduğu çare, haremin çalgı takımı kızlarından Nurefzûn'un çıraklık istemekte olduğunu
hükümdara bildirmektir. Çünkü bir cariye çırak edilmeyi, şehirden bir kocaya verilmeyi talep ve
rica ettiği takdirde, gözdeler arasında bulunsa bile, eğer hamile değilse ricasını kabul etmek
sarayın usulüdür.
Nurefzûn ise harem-i hümayundan çok belki mabeynde vakit geçiren ve sık sık şehir dolayındaki
kasırlarında geceleyen Sultan Aziz'in iltifatına uğramamıştır; sadece keman çalan bir kızdır.
Abdülaziz Han, "Valde, cariyeler boyuna çıraklık istiyorlar. Acaba kendilerine fena muamele mi
yapılıyor? Bu kızın keman çalışından pek hazzediyorum," der. Fakat annesi tarafından bildirilen
bu ricayı da reddetmez.
Nurefzûn azat edilirken kendisine güzel bir de çeyiz veren Valde Sultan, onu bir saray
arabasına bindirtir; yanına bir cariye ve bir harem ağası vererek o sırada Kâğıthane'deki
köşkünde bulunan -galiba henüz hiçbir şeyden haberi olmayan- Abdülhamid Efendiye yollar.
Nurefzûn için, azat edildiğine göre, Abdülhamid Efendi dairesine gitmemek, iki eşi bulunan bir
şehzadenin üçüncü eşi olmamak mümkündür. Fakat o da şehzadeyi sevmiş olabilir, yahut hiç
değilse, ilham etmiş bulunduğu aşk sayesinde -yakında tahta çıkacağını tahmin etmemekle
beraber nihayet tahtın yakınında bulunan, ikinci velihat olan- bir şehzade sarayında nikâhlı ve
hâkim bir eş olmak düşüncesiyle bunu tereddütsüz kabul etmiştir. Bu hakimiyet pek uzun
sürmeyecek, evladı da dünyaya gelmediği için, mevkii o kadar da güvenli olmayan Nurefzûn, bir
süre geçince karşısında yeni ve kuvvetli bir rakibe bulacaktır. Abdülhamid Efendi kendisini
123
hâlâ sevmekle beraber, daha genç ve daha güzel bir cariyeyi de iltifatına mazhar etmiştir; ismi
Bîdar olan cariye hamiledir. Tahta geçiş üzerine Nurefzûn üçüncü kadınlık mevkiini kazanırken
o da dördüncü kadın olacak ve tahta geçişten birkaç gün, ancak birkaç gün sonra, II.
Abdülhamid'in "taht kızım" diyerek bütün evlatlarından çok seveceği ve pek küçük ölen ana baba
bir kız kardeşinin, ablasının adını vereceği evladını, Naime Sultanı dünyaya getirecektir.
Nurefzûn Kadın, daha beş yıl, Bîdar Kadının ikbal ve itibarının bozulmasını ve hiç değilse
kendisinin de bir evlat sahibi olmasını bekleyecektir. Bu ikbal ve itibarın eksilmediğini, hatta
Bîdar Kadının Naime Sultanın doğumundan iki yıl sonra da bir erkek evlat dünyaya getirdiğini,
harem-i hümayunda adeta egemen duruma geldiğini görünce, nikâhla varmış bulunduğu Sultan
Hamid'den boşanmak isteyecektir. Eski bir kadıne-fendinin, tahtı işgal etmekte bulunan
padişah tarafından boşanmış bir kadınefendinin kocalı ya da kocasız yaşaması Sultan Hamid'ce
hoş görülmez. Kaldı ki, Nurefzûn'a karşı duymuş olduğu büyük aşk kalbinden tamamıyla çıkmış
gitmiş de değildir. Fakat Nurefzûn boşanmayı ısrarla ister. Bunun üzerine padişah kendisine bir
hayli nakit, mücevherat ve nihayet şehirde bir konakla bir sayfiye evi verdikten sonra,
maiyetinde birçok cariye ve harem ağasıyla o konağa gönderir.
Cariye ve harem ağalarından oluşan kalabalık maiyet Nurefzûn'un hamile olabileceği
düşüncesinden dolayıdır. Eğer hamileyse, nihayet bir şehzade veya sultan annesi olacaksa,
boşanmış bulunmasına rağmen, herhalde ikinci bir kocaya verilmeyecektir.
Belirli süre geçerek hamilelik belirtileri görülmeyince, boş kâğıdı gider ve önceden belirlenen
kocaya nikâh edilir. Bu, öyle yakışıklı olmamakla birlikte, kendisinden epey genç olan bir saray
adamı, esvapçılardan Saffet Beydir. Nurefzûn onun nikâhı altında uzun yıllar yaşayacak ve II.
Abdülha-mid'den evladı olmadığı halde bu beyden çocuk dünyaya getirecektir. Ölümü, İkinci
Meşrutiyet'ten az öncedir.
Ekleyeyim ki, Nurefzûn'un Saffet Beyden dünyaya gelen
124
oğlu da II. Abdülhamid devri sonlarında mabeyn kâtipliği etmiştir ve hayattadır. Kendisinin,
annemin anne tarafından akrabası bir hanımla evlenip evlat sahibi olduğunu bu yakınlarda
tesadüfen öğrendim.
Bîdar
Gençken II. Abdülhamid'in en güzel eşi olduğunda görüş birliğine varılan (ve pek güvenilir bir
kaynaktan duyduğuma göre padişahın en sevgili eşi Müşfika Kadına bir gün "Şimdiki haline
bakma. Vaktiyle emsalsiz güzellikte idi!" dediği) Bîdar Kadın, Sultan Hamid'in şehzadeliğinde
ve pek küçükken dairesine girmiş bir Çerkez kızıdır. Sarışın endamlı, mavi gözlüdür. Yetişip
serpilerek güzelliği birdenbire göz kamaştıracak bir hal alınca, Abdülhamid Efendi -Nurefzûn'u
hâlâ sevmekle beraber- kendisine başı dönüp iltifat etmiş, bu iltifatın eseri olarak da tahta
çıkışından birkaç gün sonra Bîdar kendisine Naime adı verilen bir kız çocuğu dünyaya getirmiş
ve "dördüncü kadın" olmuştur. Naime, [padişahın] annesi Tirimüjgân Kadının Sultan
Hamid'den önce dünyaya getirdiği, tez ölmüş bir kız çocuğunun adıdır. Bîdar Kadın 1878'de de
II. Abdülhamid'in padişahlığından sonra doğan ilk oğlu Abdülkadir Efendiyi dünyaya getirecek;
önem ve itibarı bir de şehzade annesi olunca büsbütün artacaktır. Bu önem ve itibara tahammül
edemeyen ve artık eski güzelliği uçup gittiğinden mücadele gücünü herhalde kendisinde
bulamayan Nurefzûn çekilip gidince dördüncü kadınlıktan üçüncülüğe, Abdülhamid saltanatı
ortalarında başkadın Na-zikeda'nın ölümüyle ikinci kadın (Bedrifelek) başkadın olunca da
üçüncülükten ikinciliğe yükselecektir. Bu mevkii Sultan Hamid'in tahttan uzaklaştırılışına
kadar korumuştur.
Sultan Hamid birkaç yıl Bîdar'la aynı bina içinde, kendisi alt katta, iki çocuğuyla Bîdar üst
katta yaşayacaktır. Ve Bîdar, bütün diğer kadınlardan üstün ve padişaha yakın bulunmasına
rağmen, onu daima kıskançlık sahneleriyle usandıracaktır.
Bir ara Nevcedid Hanım adlı bir gözdeyle mücadele edecek ve bu cariyeden bir süre
vazgeçmeyen Sultan Hamid, onu
125
P
Yıldız Sarayı bahçelerinin ta sonundaki bir köşke gönderip gizli gizli (ve önemli meseleler için
gece komisyonlarım ileri sürerek) görmeye gidecektir. Fakat Bîdar Kadın bu gece
komisyonlarının gerçek niteliğini öğrenmekte gecikmez. İşkod-ra'dan Cidde'ye kadar yayılmış
imparatorlukta Sultan Ha-mid her tarafı saran hafiye teşkilatı oluşturmuşsa, o da Sultan
Hamid'in etrafında bir hafiye teşkilatı kurmuştur. Padişahın en yakınlarından birinden bizzat
duyduğuma göre, bu gizli ziyaret gecelerinden birinde harem ağalarını korkutup padişah köşke
dönmeden binanın bütün anahtarlarım alır, bütün ışıkları söndürtür. Sultan Hamid arkasında
iki musahip ve tüfekçiyle gizli bir aşk saati yaşadığı uzak köşkten Bîdar Kadınla paylaştığı
konuta gelince, kapıları kapalı ve konutunu sessiz bulur. Bir bekleyişten (kapı vurulup boşuna
beklendikten) sonra da, üst katın bir penceresinden görünerek başını sarkıtan Bîdar Kadının
feryat ve şikâyetlerini arkasında musahip ve tüfekçileriyle Sultan Hamid'in dinlemesi, suçlu
herhangi bir koca gibi dinlemesi, ve sonunda kapı açılınca adeta süklüm püklüm içeri girmesi
gerekecektir. Ekleyelim ki, eşlerinin kıskançlıklarını Sultan Hamid'in pek mazur görmesi de
lazımdır. Çünkü kendisi de şiddetle kıskançtır ve babası Abdülmecid'in bazı eşlerinden uğramış
olduğu ihanetleri ayrıntısıyla bildiği için bütün saray kadınlarım, hatta iltifatına uğratmak
hatırından bile geçmeyen kadınları şiddetli bir denetim altında bulundurmaktadır. En çok
sevilen Bîdar Kadında da bu denetimlerin en şiddetlisi uygulanmaktadır. Nitekim bir gün, onun
yüzüklerinden birinin tam eşini tahtın vârisi olan ve henüz -sonradan olacağı gibi- kendisinden
tamamen uzaklaştırmadığı, sık sık huzuruna kabul ettiği kardeşi ve velahtı Reşad Efendinin
(gelecekteki V. Mehmed'in) parmağında görünce aklına bin şüphe hücum ederek Bîdar'ın
başında kıyametler koparacaktır. Bîdar Kadının kıskançlıkları ve bu kıskançlıkların ilham ettiği
sahneler, Yıldız'ın son yıllarına kadar devam etmiştir. Sultan Hamid kendisiyle birlikte
oturmayalı, bu imtiyaz o tarihte ikbal olan Müşfika Kadına geceli yıllar olduktan son-
126
ra da, padişahın her yeni macerası onda şiddetli tepkiler uyandırmış; Yıldız Sarayının her
tarafında "Bîdar Kadın yine bayılmış!" haberi pek çok defalar duyulmuş.
"Efendimiz haber alınca dairesine gitmiş, onu ayıltır!" yargısı da alay yollu eklenmiştir. Yani
padişahın ona karşı duymuş olduğu zaaf geçtikten sonra da (ve eski güzelliği kalmadıktan sonra
da), biraz da en sevgili evladının annesi oluşu sayesinde, Bîdar önemini korumuştur. Nitekim,
Almanya İmparatoru II. Wilhelm'in ilk ziyaretinde olduğu gibi ikinci ziyaretinde de, yani artık
II. Abdülhamid'in kalbinde eski mevkiini çoktan kaybetmiş bulunduğu zamanda da harem-i
hümayunu ziyaret eden imparatoriçe, karşısında Valde Sultan mevkiinde Perestû Kadınla ve
sultanlarla birlikte tek eş olarak Bîdar Kadım bulacak; Sultan Hamid, tutucu Hıristiyan olan
imparatoriçeyi bir erkek yatağını paylaşmak zilletini kabul etmiş kadınlarla el sıkışmak zorunda
bırakmayacaktır. Bîdar'ın öteki kadınlar gibi şişmanlamayarak ince ve zarif endamlı kalışı da
bunda etkili olmuştur.
Kaldı ki, bu boşuna olmamış da değil: İkinci ziyarette Hariciye Nazırı sıfatıyla imparatora
refakat etmiş olan Bülow Prensi, hatıralarında, harem-i hümayunu ziyaretinin izlenimlerini
imparatoriçeden sorunca, ondan, "Ne diyeyim! Durmadan tatlı yemekten pek şişmanlamış,
bezgin edalı ve sırtlarındaki Paris modası elbiseleri kendilerine hiç yakıştıramamış bir sürü
kadın!" cevabını aldığını söyler. Gerçeğe gelince, kendisi de pek iyi giyinmemekle meşhur olduğu
gibi, hem de tombul olan imparatoriçenin karşısına çıkan Bîdar Kadın narin, Valde Sultan
nazenin ve Sultan Murad'm henüz gelin olmamış kızları da içinde, hazır bulunan sultanların
hiçbiri şişman değildi...
Sultan Hamid'in tahttan uzaklaştırılarak Selanik'e götü-rülüşü üzerine Bîdar Kadın Fenerbahçe
taraflarında bir köşke taşınmış; pek değerli mücevherlerinin büyük kısmım sağlığında
havailikleriyle meşhur [şehzade] Abdülkadir Efendiye kaptırmış ve Cumhuriyet devrini
görmeyerek II. Abdülhamid'in ölümünden az sonra, aynı 1918 yılı içinde ölmüş. Meşhur Gotha
Almanağı, kendisinin doğum yeri Tiflis'ten
127
bahseder. Buna doğru dersek, Çerkez değil Gürcü olması gerekir. Sultan Hamid'ce kendilerine
paşalık verilmiş -ve biri Selanik yolculuğunda padişaha refakat etmiş- iki erkek kardeşinden
yeğenleri vardır.
Dilpesend
Dördüncü kadınlık Bîdar'dan boşalınca ikballikten dördüncü kadınlığa ve üçüncü kadınlık yine
Bîdar'dan boş kalınca dördüncülükten üçüncülüğe yükselen Dilpesend Kadın, II. Abdülhamid'in
eşleri arasında en az önem kazanmışlardan biridir. Siyah saçlı, buğday benizli, kadınefendi ve
ikballer arasında da en uzun boylusu imiş. Kendi halinde, herhangi bir iddiaya kalmadan ve hele
Bîdar Kadınla mücadeleye kalkışmadan, tek evladı olup yakın tarihlerde ölen ve Sultan Ha-
mid'in olgunluk çağı yaşamış üçüncü kızı olan Naile Sultanla birlikte dairesinde yaşarmış. O on
altı, on yedi yaşlarındayken şiddetli bir kum sancısı içinde ölmüş. II. Abdülhamid'in tahtta
bulunduğu yıllar içinde ölen bu ikinci kadınefendisi boyu ve edasıyla alımlıysa da, II.
Abdülhamid eşleri arasında güzellikten en az nasiplisi olduğunu kendisini gören bir
hanımefendiden duydum.
Dilpesend Kadın, Sultan Mahmud'un ikballerinden olan, evladı yaşamayan ve Abdülaziz'e süt
verdiği ve ortağı Pertev-niyal Valde ile pek iyi geçinmiş bulunduğu için Abdülaziz saltanatı
boyunca adeta ikinci bir valde sultan muamelesi gören Tiryal Hanımın cariyelerindenmiş. Bu
hanımın ölümü üzerine ve gelenek gereğince kapı yoldaşlarıyla birlikte padişah sarayına
geçmiş...
Mezide
Dilpesend'in dördüncü kadınlıktan üçüncülüğe yükselmesi üzerine ikbalden dördüncü,
Dilpesend'in ölümü üzerine de üçüncü kadın olan Mezide Kadın, Sultan Hamid'in güzelliğiyle
meşhur eşlerinden biri, kara kaşlı, kara gözlü olanlarının da en güzel sayılanı... Görebildiğim bir
fotoğrafında da, siyah gür saçları ve iri siyah gözleriyle gerçekten alımlı bir ha-
128
li var. Edası ve kıyafetiyle tamamen Avrupai de... O kadar ki, bana uzatılan fotoğrafına
bakınca, bunun bana verilirken bir hata işlendiğine, bunun mesela İtalyalı bir prensese yahut bir
kontese ait olduğuna karar verecektim. Mezide Kadın, şehzade Burhaneddin Efendiyi dünyaya
getirmiştir. Mabeynde görevli İtalyan Guatelli Paşanın öğrencisi olup, oğlu gibi alafranga
mükemmel piyano çalarmış. Hatta biraz da İtalyanca öğrendiğinden, Yıldız Sarayı
tiyatrosunda İtalyanca operalar oynanırken olayın gelişimi hakkında sultanlarla ortaklarına
açıklama yapma alışkanlığı bulunduğunu, bu açıklamaları dinlemiş saygıdeğer bir zat söyledi.
Mezide Kadının Sultan Murad sarayından alınmış olduğu hakkında gazete sütunlarına geçmiş
iddiaya gelince, bu iddia Çırağan Sarayı mahpusunun gelinlik çağına gelen iki kızının, Hatice
ve Fehime sultanların Çırağan Sarayından getirilince Mezide Kadının dairesinde misafir
edilmelerinden, bir türlü gelin edilmeyerek dört yıl, 1901'e kadar, orada oturtulmuş
bulunmalarından ileri gelmektedir. Bu durum da, aynı zamanda, bu kadmefendinin dairesinin
gösterişli ve önemli düzenini anlatmıyor değildir. Mezide Kadın Sultan Abdülhamid'in
saltanatı sırasında mücevherattan başka şahsi serveti bulunan tek eşiymiş. Zira onun hamileliği
sırasında niteliği biraz da şüpheli kalmış, zehirlenmeye benzeyen bir hastalık geçiren Sultan
Hamid, bu çok genç kadının karnında bir çocukla dul kalması halinde düşebileceği güç durumu
düşünerek kendisine bir defada on bin altın lira vermişmiş.
Mezide Kadın hayli zaman mide kanseri çekmiş, epey bir süre de halini ve ıstırabını gizlemiş.
Abdülhamid Hanın tahttan uzaklaştırılmasından iki üç yıl önce geçirdiği -ölümle
sonuçlanmasına da adeta ramak kalan- hastalık sırasında Almanya'dan getirilen uzman doktor
tarafından muayene edilince bu adam hastalığın pek ilerlemiş olduğunu haber vermiş.
Mezide Kadınefendi oğluna pek düşkünmüş. Jön Türklerin iddia etmiş oldukları gibi onun
veliahtlığını hayal etmiş olsun olmasın, onu babası gözünde değerlendirmekte pek bece-
rikliymiş. Saltanatının son yılları içinde, bu Cuma selamlığın-
129
Sultan II. Abdülhamid'in oğlu Şehzade Burhaneddin Efendi.
da bilindiği gibi Sultan Ha-mid'e suikast yapıldığı gün de Burhaneddin Efendi ahşılagel-diği
üzere padişahın arabasında bulunduğu için, bombanın gümbürtüsü Yıldız Sarayının harem
dairelerinde çınlayınca, dehşetten çılgın hale gelmiş. Kazadan oğlunun sağ salim çıktığını
öğrenmek de kendisini yatıştırmaya bir süre yetmemiş. Ölümünde de oğluna bu düşkünlüğünün
etkisi yok değil: Onun yerini beğenmediği bir resmini başka bir yere -sanki bunu yapacak başka
kimse yokmuş gibi- çakmak üzere bir iskemleye çıkmış, iskemlenin üzerinde dengesini
kaybederek düşmüş, midede yara deşildiğinden birkaç gün sonra da ölmüş. Yıldız Sarayında ve
Sultan Hamid'in saltanatı sırasında -tahttan uzaklaştırmadan üç ay önce- ölmüştür.
Cenazesinin gösterişli kalktığını gazetelerde okuduğumu hatırlıyorum.
Emsalinur
Mezide Kadının üçüncü kadınlığa geçmesi üzerine dördüncü kadın olup, onun tahttan
uzaklaştırmadan birkaç ay önce ölümü üzerine üçüncü kadınlığa geçen Emsalinur Kadın, Yıldız
Sarayına çocukken gelmiş bir cariyedir. Güzelliği sayesinde bir gün hükümdarın iltifatına
mazhar olmuş ve bir süre geçip Sayın Şadiye Osmanoğlu'nu dünyaya getirince ikballiğe
yükselmiştir. Şu kadar ki, aynı sıralarda padişah bir başka cariyeye, Sayın Şadiye
Osmanoğlu'nun doğumundan birkaç ay sonra padişaha bir kız evladı daha takdim edecek olan
Müşfika Hanıma iltifat ederek bu ikbal de büyük bir teveccüh ve önem kazanıp sürekli olarak
daire-i hümayuna yerleşeceği, daha önce Bîdar Kadının sahip bulunmuş olduğu durumu
kazanacağı
130
için, Nuremsal kadın -kıdemin haklarına sahip olmakla birlikte- büyük bir önem kazanamamış.
Sultan Hamid Selanik'e yollanırken kendisine refakat etmiş beş eşinden biri ve "Kadıne-fendi"
payesine içlerinden o sırada tek sahip olanıdır. Bir yıl sonra, Sultan Hamid'in Selanik'e
beraberinde gitmiş üç gelinlik kızı ve bu arada kendi kızı kocaya varmak üzere İstanbul'a
dönerlerken, Alatini köşkünden o da ayrılıp gelmiştir.
Tavırlarının ve konuşmasının ölçülülüğü sayesinde muhatapları üzerinde iyi bir etki bıraktığını
kendisini görmüş olanlardan duyduğum Nuremsal Kadın, Cumhuriyet devrini görecek, bir
zaman da Fransa'ya giderek bir süre Paris'te, kızının yanında yaşayacaktır. Sultan Hamid'in
kadınefendi-leri arasında Avrupa'ya tek ayak basanıdır. Hatta Paris'te operaya ilgi gösterir ve
sokağa şapkamsı bir hotozla çıkarmış. On yıl kadar önce İstanbul'da ölmüştür.
Nuremsal kadının da -fakat yaşlı zamanına ait- bir fotoğrafını gördüm. Bu fotoğrafta eski
güzelliğini haber veren bir eser pek de yoktu.
Bazı Hanımlar...
Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, Sultan Hamid'in tahttan uzaklaştırılışı sırasında üç eşi
"Kadmefendi" payesini taşıyorlardı. "İkbal" unvanını taşıyanlar da kendisine "Kadınefen-di"
payesi az sonra yeni padişah Sultan Mehmed Reşad tarafından verilecek olan Müşfika baş
ikbal, -Refia Osmanoğlu'nun annesi- Sazkâr, II. Abdülhamid'in beşinci şehzadesi Abdurrahim
Efendinin annesi Peyveste, kundakta ölmüş ve anısına Şişli'deki çocuk hastanesi yapılmış olan
Hatice Sultan annesi Fatma Pesend, altıncı şehzade Nureddin Efendinin annesi Behice ve son
şehzade Mehmed Abid Efendinin annesi Saliha Naciye Hanımlar da ikbal payesini
taşıyorlardı.Yani Sultan Abdülhamid tarafından 1898'de Almanya İmparatoru Wilhelm'e
bildirilmiş rakamda bir değişiklik yoktu. Şu kadar ki, o zamanki kadınlardan ikisi ölmüş, boşalan
iki yere, iki ikbal mevkiine de Behice ve Saliha Naciye Hanımlar geçmiş bulunuyorlardı.
131
Konuyu ikisi hayatta bulunan ve biri İstanbul'da diğeri Napoli'de yaşamakta olan bu beş kadına
getirmeden ve hele Abdülhamid'in en sevgili ve vefalı eşi olup padişahın Beylerbeyi Sarayında
10 Şubat 1918'de kucağında öldüğü Müş-fika Kadın hakkında bilgi vermeden önce, padişahın bir
de bu beş kadının hepsinden kıdemli bir başka ikbali daha mevcut bulunmuş olduğunu ve onun
kendi istemiyle -tıpkı üçüncü Nurefzûn Kadınefendi gibi- boşandığını söylemeliyiz.
İsmi Simperver imiş. 1885'te Sultan Hamid'in o ilk ağır hastalığı geçirmekte bulunduğu sırada
evladı da bulunmadığından saraydan ayrılmış ve kocaya varmış. Kime vardığını ve ölüm tarihini
bilemiyorum.
Nihayet, konuyu son kadınlara getirmeden önce Bîdar Kadının vaktiyle çılgınca kıskanarak
padişahın kendisini gizlice ziyaretine bile tahammül edemediğini anlattığımız Nev-
Sultan II. Abdülhamid'in en küçük oğlu Şehzade Abid Efendi.
132
cedid Hanımı bir kere daha analım. Bu kadın hamile bulunduğu, bu bakımdan da saraydan
atılma tehlikesi içinde olmadığı halde Bîdar'ın padişah üzerindeki hüküm ve itibarına
dayanamamış, karnındaki çocuğu her tehlikeyi göze alıp düşürdükten sonra ısrar edip sarayı terk
etmiş. (Şunu da ekleyeyim ki, hamile olması Nevcedid hanımın önemini ayrıca gösteren bir
durumdur, zira pek inanılır bir kaynaktan bildiğime göre, Sultan Hamid evladının karakterini de
takdire değer gördüğü kadınlardan dünyaya gelmesine dikkat eder, onlara böyle durumlarda
"Sana bir yadigâr bıraktım!" dermiş...)
Müşfika
II. Abdülhamid'in tahttan uzaklaştırılışı sırasında henüz baş ikbal olup boş bulunan dördüncü
kadınlığa yeni padişah V. Mehmed'in iradesiyle yükselen Müşfika Kadına bu çalışma içinde en
uzun yeri ayırıyorum. Fakat bunda kendisini şu son yıllar içinde birkaç kere görüp dinlemiş
olmaktan gelen özelliğin ve insan ömrünün eriştiği en son sınırlara yaklaşmış bulunmasına
rağmen zekâsının hâlâ ne kadar keskin ve belleğinin ne kadar mükemmel kaldığını görmekten
doğan hayranlığım ve nihayet eşsiz nezaket ve alçakgönüllülüğünden dolayı minnetin payı baş
etken asla değildir. Fakat Sultan Hamid'in padişahlığının son yirmi yılı, yani süre bakımından
en önemli kısmıyla tahtttan uzak kalma süresini oluşturan dokuz yıla yakın bir zaman boyunca
hükümdarın daima yanında kalmış, onun gerçek hayat arkadaşı olup kendisine adeta bir anne
şefkatiyle bakarak özellikle felaket döneminde hayatın acılığını ona unutturmak için hiçbir
çabayı esirgememiş olmasından dolayı buna kendimi mecbur görüyorum.
Asıl ismi Ayşe olup, Müşfika adı kendisine II. Abdülhamid tarafından Kuran-ı Kerim'de
yapılmış bir tefe'ül (bir sözcük seçerek fal açma) üzerine ve "İnşallah bana müşfik bir eş olursun!"
diye verilmiş olan Müşfika Kadın, bugün yaşı herhalde seksen beşi aşmış bulunmasına rağmen
güzelliğinden hâlâ belirtiler kalmış, gözlerinin mavisi hâlâ eşsiz bir renkte, belli ki yılların yükü
altında boyu biraz ufalmış, fakat hâlâ çe-
133
vik, en küçük bir yardıma muhtaç olmaksızın hareket eden, bakışları ve sesi canlı, görüş ve işitiş
yetenekleri mükemmel, hatta bazen müstehzi ve buyurgan bir hanımefendidir.
Aslen Çerkezlerin Abaza soyundan olup 93 Harbine (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) gönüllü
gitmeden İstanbul'a iki kızını getiren, harpte de şehit olan bir beyin bu iki kızından büyüğü,
babasının cenge giderken emanet bıraktığı yerden Sultan Aziz'in sürekli olarak güzel çocuklar
alan ve matemini bunları yetiştirmekle avutan annesi Pertevniyal Valde Sultana, ardından
Sultan Hamid'in süt kardeşi ve esvapçıba-şısı İsmet Beye gelin olan kız kardeşiyle birlikte
intikal etmiş. Valde Sultanın ölümünde de gelenek gereği bütün daire halkıyla birlikte saraya
girmiş.
Aradan bir süre geçerek genç kızlık çağına girince de, galiba bir bayram töreninde kendisini
gören ve pek beğenen II. Abdülhamid onu nikâhla almış ve bunu ikbal'lik takip etmiş. O sıra
keza ikbal olan Emsalinur Kadının Şadiye Osmanoğ-lu'nu dünyaya getirmesinden dört ay kadar
sonra da -İkinci Meşrutiyet'ten sonraki Devlet Salnamelerinin kaydettikleri-Ayşe
Osmanoğlu'nu dünyaya getirmiş. Bu sırada Sultan Ha-mid artık Bîdar Kadınla birlikte
yaşamamaktadır. Kadıne-fendiler dahil, bütün eşlerini yanına kısa buluşmalar için çağırmakta,
hizmetinde yalnızca yüksek payeli olan ve kendilerine hazinedar denen cariyeler bulunmaktadır.
Bu, bir bakıma bir bekâr hayatı da sayılabilir. Müşfika Kadın durumu gördükten sonra
padişahın yanında sürekli kalmayı ve kendisine bakmayı teklif edecek, teklifteki samimiyet ve
cesaret de padişah üzerinde büyük bir etki yaratacaktır. Müşfika Kadın artık sürekli olarak
hükümdarın hayatını paylaşacak ve VI. Mehmed devrinde yanan daire bu ortak hayat için özel
olarak inşa edilecektir. İlk eş ve belki ergenlik çağının arkadaşı olan Nazikeda Başkadının
Sultan Hamid'e "Şahin" diye hitap etmesine karşılık, kadınefendiler dahil bütün eşler
"Efendimiz!" diye hitap ederlerken, Müşfika Kadının hitap şekli bir ayrıcalık gösterecek, o
Sultan Hamid'e "Efendimiz" yerine "Efendiciğim" diyecektir.
134
Müşfika Kadının bu ikbali Yıldız Sarayında ilk önce bir kıyamet koparmamış ve yeni rakibeye
karşı bir tertip, başarıya ulaşmasına ramak kalan bütün bir tertip hazırlanmamış değildir. Yeni
ikbal Müşfika Hanım yirmisinde bile yoktur ve Abdülhamid artık ellisine yaklaşmış bir
adamdır. Babasının bazı eşlerinden, bu arada Rus dönmesi ve kardeşlerinden Süleyman
Efendinin annesi Perefraz Hanımdan ne ihanetler görmüş olduğunun hatırası, müthiş şekilde
kıskançlıktır da. Konuşurken eşlerinin yüzlerine harem ağalarının bile bakmaları yasaktır. İşte
rakibeler, harem ağalarının bile başlarını kaldırıp yüzlerine bakmaktan yasaklanmış bulundukları
Müşfika Kadının ihaneti hakkında bütün bir roman düzenleyecek, hatta bir süre Sultan Hamid'i
şüpheye düşürebileceklerdir. Kurguladıkları, hayalhanelerinde icat ettikleri ve hatta Yıldız'ın
yüksek duvarlarından şehre bile sızan aşk romanının kahramanı ve padişahın sözde rakibi de,
kendisinin büyük oğlu, tek eşi İryale Hanıma onun ölümünde tam yedi yıl sadık kalacak olan
büyük şehzadesi Selim Efendidir.
Rakibeler kendisiyle Müşfika Kadın arasında gizli bir tanışmanın sürüp gittiğini iddia edecek,
hatta şehzadenin Müşfika Kadının dairesinin önünden geçerken iki tarafın birbirlerine işaret
verdikleri hakkında türlü şahit çıkaracaklar. Fakat Sultan Hamid aldatıldığını, bütün bu
hikâyenin adi bir masal ve iftira olduğunu anlamakta gecikmeyecek ve 1918 yılının 10 Şubat
gününe rastlayan ölümüne kadar Müşfika Kadını yanından ayırmayacak ve Müşfika Kadın da
yanından ayrılmayı düşünmeyecektir.
Kaldı ki, kendisinden mutlak bir sadakat gördüğü, kızı yerindeki bu eşe karşı II. Abdülhamid'in
gerçek kabahatleri olacaktır. Eski eşler iltifat-ı hümayuna az çok uğrayacakları gibi, sayıları
belirsiz ve itibarları geçici gözdeler dışında yeni ikballer, Sazkâr, Peyveste, Fatma Pesend ve
Behice ve Naciye hanımlar birbirlerini takip edeceklerdir. Müşfika Kadın da kıskançtır, hatta
Peyveste Hanımın yeni ortaya çıktığı sırada bir gün herhangi kıskanç bir kadın gibi padişahın
onunla buluştuğu odaya hücum etmeye kalkacak ve kilitli ka-
135
pıyı açamayarak önünde yığılacaktır. Bu kıskançlık nöbeti de o sırada karnında taşımakta
bulunduğu bir çocuğun, erkek doğarsa Sultan Hamid'in Musa adını vermeyi düşündüğü
çocuğun henüz birkaç aylıkken düşmesine yol açacaktır. (Bu durumu, Osmanlı Devleti
geleneklerinin padişah olarak kabul etmediği, böyle olmakla beraber Fatih'le Yavuz'u
müjdeleyen savaşçı erdemleri bulunan bu Edirne padişahına [Musa Çelebi'ye] Sultan Hamid'in
hayranlığını da göstermesi bakımından da kayda değer buldum.)
Fakat bir süre daha geçince Müşfika Kadın durumu kabul edecek, yeni sevda ve maceraların
geçici hevesler olduğuna ve asıl sevilenin, asıl hayat arkadaşı yerinde bulunanın kendisi
olduğuna tam inandıktan sonra da ihanetleri (kaldi ki azalacak, hele 1906 yılı içindeki ve artık
ihtiyarlık çağına rastlayan büyük hastalıktan sonra nadirleşen ihanetleri) görmeye tenezzül
etmeyecektir.
Müşfika Kadın hükümdarın daima yanı başındadır. 1906'da Sultan Hamid'in geçirdiği önemli,
yirmi dört saat kendini bilinçten yoksun bırakmış ve ölümün eşiğine kadar getirmiş hastalık
sırasında da onun zehirletilme endişesiyle verilen ilaçlan almak istemeyeceğini hesap ederek
bunları ilk önce kendisi hükümdarın gözü önünde içmiş, doktorların bunu yapmaması, bu
hareketin sağlıklı bir insan bünyesinde kötü tesirleri olabileceği hususundaki uyarılarına önem
vermemiştir.
Felaket Yıldız Sarayı üzerine çökünce, 31 Mart isyanında suçu ve hissesi bulunduğu artık hiç
kimse tarafından iddia edilemeyen II. Abdülhamid bu isyanın düzenleyicisi olmak suçlamasıyla
tahttan uzaklaştırılıp kendisini ve ailesini Selanik'e götürecek kira arabaları sarayın dış
kapısında sıralanınca, tepeden tırnağa kadar siyah çarşafıyla örtülü Müşfika Kadın -gazetelerin
o zamanki anlatışlarıyla- padişah tarafından Avrupai bir erkek nezaketiyle kendinden önce
arabaya bindirilecek, gerçekte ise arabanın içine bir katilin saklanmış olabileceği endişesiyle
körüğü inik paytona hücum edip içerisini inceleyecektir. Ondan sonra da, iç tarafa, II. Ab-
dülhamid'le -büyük kardeşleri gibi babasını felaket günün-
136
de bırakıp kaçmayan- yetişkin, yani on dördünde oğlu Ab-durrahim Efendi geçecekler,
karşılarında da Müşfika Kadın ve kucağında dört yaşındaki -az sonra uykuya dalacak- şeh-
zadesiyle son ikbal Saliha Hanım olacaklardır.
Arkadan gelen arabalarda padişahın henüz gelin olmamış üç kızıyla diğer üç eşi, biri saray
teşrifatında Müşfika Kadından önce gelen, birkaç aydan beri Üçüncü Kadın olan üç eşi ve diğer
maiyeti, cariyeler, harem ağaları ve bazı bendegân gelmektedir.
Selanik'e giden bu eşlerden ikisi kızlarının gelin olmak üzere dönüşleri ve evladı olmayan
üçüncüsü de Alatini Köşkünden bezdiği için dönerlerken, Müşfika Kadın, kendi kızının da
kocaya varmak üzere Selanik'ten ayrılmasına rağmen İstanbul'a dönmeyi hatır ve hayalinden
geçirmeyecektir. Tahttan uzaklaştırılmış ve hapsedilmiş hükümdarın yanında kalacak ve 1912
sonbaharında, Balkan Harbinin uğursuz seyriyle Sela-nik'in düşüşü öncesinde, Alman
imparatorunun tahsis ettiği gemiyle İstanbul'a gelen eski hükümdarın yanında başka bir
mahpus, Beylerbeyi Sarayının yaldızlar içindeki hapishanesine girecek ve Sultan Hamid'in
kollarında, avcunu öpüp hayır dua ettikten sonra can vereceği bu hapishanede kalacaktır.
Müşfika Kadın son ikbal olup dokuz yıla yakın bir süreyle eski hükümdarın odasını vaktiyle eski
bir ziyarette gözümle gördüğüm birer paravanayla paylaşmış oldukları Naciye Hanım ve onun
dünyaya getirdiği, artık delikanlılık çağına girmeye hazırlanan Abid Efendi ile birlikte bir süre
Beylerbeyi Sarayında kalacaktır. "Biraderime çok iyi baktı, kendisine bir ev almak boynumun
borcudur," diye haber göndermiş olan Sultan Reşad, vaadini tutamadan, II. Abdülha-mid'in
ölümünden dört ay sonra ölecektir. Yeni padişah, Abdülmecid'in son şehzadesi Vahideddin de,
tahta çıkınca, kendisine otuz üç yıl babalık eden büyük kardeşinin bu gerçekten müşfik ve vefalı
eşine Yıldız Sarayında bir daire tahsis etmek değerbilirliğini gösterecektir.
Cumhuriyetin ilanından itibaren de Müşfika Kadın, Beşiktaş'ta Serencebey Yokuşunda,
vaktiyle Gazi Osman Paşa
137
dairesinin selamlık ve yaveran dairesini oluşturan, şiddetle tamire muhtaç bulunmasına rağmen
hiç değilse birdenbire haraplığını fark ettirmeyen konakta, kırk yılı aşan bir zamanın geçmiş
bulunmasına rağmen de efendisinden sanki yeni ayrılmış gibi, sevgisi ve hatırası yüreğinde, o
kadar canlı olarak bahsede ede yaşamaktadır.
Müşfika Kadın, Demokrat iktidarın [Demokrat Parti iktidarının] Osmanoğulları ailesine
mensup kadınların memlekete dönmelerine izin verişiyle tek evladı Ayşe Osmanoğlu'na
kavuşmuş olup, hayatını onunla birlikte geçirmekte ve kızına karşı muamelesinde hürmet ve
şefkat yanında baskı da görülmektedir. Sultan Hamid'le otuz yıllık bir hayat arkadaşlığı, baskı
ve emir verme ihtiyacını tabii olarak aşılamamış değildir. Ve Müşfika Kadın, sürgün
hükümlerinin geçerlikte bulunduğu çeyrek yüzyılı aşkın bir süre, tek evladını görmek ve hasretini
gidermek için, onun birçok davet ve ricasına rağmen İstanbul'dan, genç ve güzel bir kadın
halinde girip ihtiyarlığa eriştiği bu eski, yolu sessiz ve gamlı konaktan ayrılmamıştır.
Bu ayrılmayışın sebe-| -I bi de, Sultan Hamid'in s hatırasına gösterdiği | gerçekten
etkili, gözlere nem verecek kadar etkili bir saygıdır.
Beni lütfen kabul etmiş olduğu bir gün, "Niçin hasretinizi gidermek üzere hiç değilse bir kere
Avrupa'ya gitmediniz? Ortaklarınızdan da, öteki padişah ve şehzade haremlerinden de kaç
hanım gitti!" deyişim üzerine, ince dudakla-Sultan II. Abdülbamid'in kızt Ayşe Sultan. rina
hafif bir tebessüm
138
gelmiş ve, "Efendim pek kıskançtı. Harem ağaları bile başlarını kaldırıp yüzümüze bakmaktan
men edilmişlerdi. Avrupa'ya gittiğimi, yüzümü yabancı erkeklerin gördüklerini kabrinde
hissederse güceneceğini, azap duyacağını düşündüm. Onun için de kalbime taş basarak yıllar
yılı dar-ı dünyada tek evladımın hasretine katlandım!" diyecekti.
Sazkâr
II. Abdülhamid'in tahttan uzaklaştırılması sırasında İkinci İkbal durumunda bulunan Sazkâr
Hanım yeşil gözlü ve güzel yüzlü bir Çerkez kızı olup, kendisinden daha sonra söz edeceğimiz
ikbal Behice Hanımla uzak bir hısımlığı varmış. Sazkâr Hanım, Sultan Hamid devri
vükelasından müverrih ve bestekâr Çorluluzade Mahmud Celaleddin Paşanın cariyesi olup,
saraya onun tarafından takdim edilmiş. 1891'de, padişahın -olgunluk çağına erişen ve hayli
zaman önce ölen- son kızı Refia Sultanı dünyaya getirdiğinden, ikballiğe yükselmiş.
Hükümdarın tahttan uzaklaştırılıp Selanik'e götürülüşünde gelin olmamış kızları anneleriyle
birlikte kendisine refakat ettiklerinden, o da kızıyla birlikte Selanik'e gidip bir süre Alatini
Köşkünde kalmış. Refia Sultan gelin olmak üzere İstanbul'a kardeşleriyle birlikte dönerken de
onunla birlikte Alatini'den ayrılmış.
Sazkâr Hanım, hanedan üyeleri hilafetin kaldırılması üzerine vatandan sürülünce Beyrut'a
giden kızıyla birlikte memleketi terk etmiş. Yaşlı zamanına ait başörtülü ve yeldirmeli bir
fotoğrafında, bir hükümdar cezbetmiş güzelliğinden bir eser görmemiş olduğumu ekleyeceğim.
Peyveste
II. Abdülhamid'in tahttan uzaklaştırılması sırasında Üçüncü İkbal durumunda bulunan
Peyveste Hanım, çocukluğunda saraya alınmış bir Çerkez kızı olup, o sırada pek güzelmiş.
1894'te padişahın beşinci şehzadesi Abdurrahim Efendiyi dünyaya getirerek ikballer sırasına
girmiş. Tahttan uzaklaştırma sırasında kendinden büyük dört erkek kardeşi Yıldız Sarayından
çoktan kaçmış bulundukları halde, Abdurrahim Efendi baba-
139
sini terk etmeyerek Selanik'e birlikte gitmekte ısrar ettiği için, Peyveste Hanım da beraber
gitmiş. Yıldız'dan Sirkeci'ye kadar gece yarısı, örfi idarenin mutlak surette boş ve simsiyah
ettiği sokaklar aşılırken de, bulunduğu araba içinde üzüntü ve dehşetten baygınlık geçirmiş.
Birkaç yıl önceki intiharına kadar zaman zaman uğradığı hastalığın belki ilk belirtisi olarak
Selanik'te dertli babasına karşı türlü saygısızlığa kalkışan Abdur-rahim Efendi, öğrenimine
devam etmek üzere -gelin olacak kız kardeşleriyle birlikte- İstanbul'a dönerken, Peyveste Hanım
oğluyla birlikte Alatini'den ayrılmış ve akıllı ve iradeli bir kadın olduğundan hep nüfuz sahibi
kalmış.
Şehzade, Mısır prenslerinden ve Osmanlı Devleti vükelasından Abbas Halim Paşanın kızı
olan, kendisine bir kız evlat veren eşiyle geçinemeyerek ayrıldığından, Peyveste Hanım -halen
Mısır'da yaşamakta olan- torununa da annelik etmiş. Hanedanın sürülüşü üzerine Abdurrahim
Efendi ve onun Selçuk adını taşıyan kızıyla birlikte vatandan ayrılıp Fransa'ya gitmiş ve ölümü -
daha sonra oğlunun intihar yeri olacak- Paris'te olmuş.
Peyveste Hanım mütarekenin ikinci yılında babamın Şiş-li'de, o zamanki tarifle Süvari
Karakolu ve şimdiki tarifle Şişli Camii karşısındaki -yerine şimdi bir apartman yapılmış
bulunup bahçesi olduğu gibi korunan- evini almıştı. Almadan önce de tabii evi gezmiş. Ben o
sırada İtalya'da olduğumdan, kendisini görmemiştim ama, büyükannemden az sonra gelen bir
mektupta, "Sultan Hamid gibi sarayında yüzlerce güzel cariye bulunan bir padişah bu hanıma
nasıl olmuş da rağbet etmiş, doğrusu şaştım!" yolunda sözler vardı. Büyükannemin bu
yargısında abartma payı var mıydı bilmem ama, Peyveste Hanımın ölümünden az önce çekilmiş
bir fotoğrafında da küçük kızlık zamanındaki güzelliğinden bir esere gerçekten
rastlayamayacaktım.
Fatma Pesend
Tahttan uzaklaştırma sırasında Dördüncü İkbal durumunda olan Fatma Pesend Hanım, Sultan
Hamid'e birlikte büyüdü-
140
ğü kız kardeşi Cemile Sultan tarafından hediye edilmiş kumral bir cariye imiş. Abdurrahim
Efendinin doğumundan bir süre sonra padişahın Hatice Sultan adlı kızını dünyaya getirerek
ikballer sırasına yükselmiş ve eski bir yazımda anlatmış olduğum gibi*, bu çocuk henüz
kundaktayken sütninesinden aldığı bir hastalık yüzünden ölünce hükümdar, hatırasını andırmak
üzere Şişli'deki çocuk hastanesini yaptırmıştır. Fatma Pesend Hanım pek şen ve sevimli bir
kadın olup, padişah katındaki itibarını daima korumuş. O kadar ki, güvenilir bir kaynaktan
öğrendiğime göre, Sultan Hamid, tahttan uzaklaştırıldığının bildirilmesinden az sonra Selanik'e
gitmek kararı duyurulunca, ilk önce, henüz gelin olmamış üç kızını da Yıldız Sarayından
ayrılmamış küçük oğullarım da yanına almak istememiş.
"Benim sonum Selanik'te pek karanlık olabilir. Öyle olmasa bile evlatlarımın orada türlü sıkıntı
ve eziyet çekmelerini arzu etmem. Annelerinin de evlatlarının başında bulunmaları gereklidir.
Fakat Fatma Hanımın çocuğu yoktur. Bana yalnız o refakat etsin!" demiş. Üç kızı, iki oğlu ve
bunların anneleri ısrar edip birlikte giderlerken, İstanbul'da kimsesi olmayan Fatma Pesend
Hanım da pek tabii Selanik'in yolunu tutmuş.
Şu kadar ki, Selanik'teki durum, yani yaşlı ve kederli padişahın odasında ve birer paravan
arkasında -Beylerbeyi'nde son günlere kadar devam edeceği gibi- Müşfika Kadınla son ikbal
Saliha Naciye Hanımın yatışları, birlikte gelmiş öteki eşlerin padişahı ancak gündüz
saatlerinde herhangi bir hazinedar ya da cariye gibi ancak uzaktan görebilişleri, Fatma Pesend
Hanıma ağır gelmiş. Emsalinur Kadınla Sazkâr Hanım kızları gelin olacakları için, Peyveste
Hanım oğlu İstanbul'da Harbiye Mektebi'ne gideceği için Selanik'ten ayrılırlarken, onun
gitmesi için bir sebep bulunmamasına rağmen İstanbul'a döneceğini, galiba "Ben burada Hazreti
Hatice ola-
* 1 Ekim 1954 tarihli Hürriyet gazetesinde "İki Küçük Kızın Ölümü" başlıklı makale.
141
mam!" diyerek bildirmiş. Kaldı ki Hazreti Hatice'nin sağlığında Peygamberimiz kendisinin
üzerine başka bir kadın almadığına göre, İslam tarihinden seçtiği misalde isabet etmiş değil.
Halifeliğin kaldırılmasıyla sürgüne kadar İstanbul'da -Sultan Hamid'in üçüncü kızı olan ve
annesi bildiğimiz gibi çoktan ölmüş bulunan- Naile Osmanoğlu'nun yanında bir anne saygısı
görerek oturmuş. Fakat Naile Osmanoğlu sürgün hükmü gereğince memleketten ayrılırken,
Fatma Pesend Hanıma -elinde maddi imkân da bulunduğu için- yeni bir hayat kurmak hevesi
gelmiş. Beşiktaş'ta galiba V. Murad torunu Nihad Efendinin konağını almak ve bir doktora
varmak üzereyken de, galiba yanlış alınmış bir ilacın etkisiyle ve ani bir ölümle ölmüş,
Karacaahmet'te gömülü imiş.
Bu tarihlerde çıkardığı ve tesadüfen gördüğüm bir fotoğrafında Fatma Pesend Hanımın böyle
tasavvurlara düşmesini haklı ve mazur gösterecek bir hali de hiç yok! Kaba şekilde şişman, orta
yaşlı bir hanım!
Behice
Tahttan uzaklaştırma sırasında Dördüncü İkbal durumunda bulunan Behice Hanım,
Çerkezlerin Maan diye anılan asil bir soyundandır. Hükümdarın hususi yaverlerinden bulunan
babasını, dimdik vücudu ve uzun boyuyla hiçbir yerde sırtında görmediğim beyazlı kırmızılı bir
üniforma içinde çocukken gördüğümü hatırlıyorum. Saygıdeğer bir toplulukta bir iki yıl önce
kendisine takdim edildiğim bir hanımefendinin evinde "teyzem" diye bahsettikten sonra
büyükannemin öz dayısı* Çerkez Hafız Paşanın -şu eski kitapların rüya tefsirleri yüzünden
Mısır ordusuna yenilgisini anlattıkları paşanın- dayı ve amca yoluyla yeğeni olduğunu
bildirmediğine göre de, Behice hanımla aramda hoşaf bulaşığının bulaşığı şeklinde bir yakınlık
mevcut demek oluyor**. Bunu yeni öğrenmiş ol-
* Eski Zaman Kadınları Arasında adlı kitabımda anlatılmıştır. ** Yazarın bu cümlelerinden
anlam çıkarmak pek güç! - y.h.n.
142
makla birlikte, bu Dördüncü İkbalin adını uzun yıllar önce, daha kırmızılı beyazlı elbise giyen
babasını gördüğüm tarihte duymuştum.
Boylu poslu, sarışın ve "müstesna güzellikte" denen Behice Hanım, geçen yüzyılın en son
yıllarında Yıldız Sarıyana babası tarafından ve güçlü bir söylentiye göre padişahın üçüncü ve en
sevgili oğlu Burhaneddin Efendiye eş olmak üzere takdim edilmişmiş. Fakat Sultan Hamid
tarafından nefs-i hümayununa layık görülerek ikballer arasına konulmuş. "İltifat-ı hümayun"un
sonucu olarak da Behice Hanım 1901'de -anlatıldığına göre eşsiz bir zekâya sahip olup ancak üç
yıl yaşayabilen- Bedreddin Efendiyle zekâca Sultan Hamid şehzadelerinin galiba en basiti olan,
olgunluk çağında ve sürgündeyken Paris'te ölen Nureddin Efendiyi dünyaya getirince, o vakte
kadar hiç ikiz evladı dünyaya gelmemiş bulunan II. Abdülhamid'e hem de artık ihtiyarlık çağına
yaklaşmışken bu zevki tattırınca, Behice Hanımın saraydaki itibarı daha da artmış. Fakat
babası tarafından fazlasıyla sevilen Bedreddin'in ölümünden sonra hanımda Yıldız'daki hayatı
bir esaret sayan bir ruh hali belirmeye başlamışmış. Herhalde kesin olan şu ki, Selanik'e ve
Alatini'ye doğru yola çıkacağı sırada Nureddin Efendiden yedi yaş büyük bir şehzadeyle annesi
yolcular arasında bulunurlarken, ancak altı yaşında olan Nureddin ile annesi, şehre çıkmak
üzere Yıldız'da kalmışlar. Gerçi o sırada Nureddin Efendinin başında bulunmayan fesini arar ve
babasının huzuruna fessiz çıkmaya cesaret edilmezken, Selanik yolcularının Yıldız'dan
ayrıldıkları hakkında bir söylenti yok da değildir. Fakat bir süre sonra hükümetin izniyle ikinci
bir kafile de Alatini Köşküne gitmiş ve Behice Hanım bu topluluğa katılıp oğluyla birlikte
Selanik'e gitmek için hiçbir arzu göstermemiştir.
Arzu göstermediği gibi, hükümet ve sarayla da az sonra mücadeleye girecektir. Çünkü bütün
Sultan Hamid evladının birer saraya sahip edilmelerine karşılık Nureddin Efendiye ve
dolayısıyla kendisine bir yer tahsis edilmemiştir. Behice Hanım zayıf iradeli Sultan Mehmed
Reşad'dan ve İttihat hükümetin-
143
den arzu ve talebine karşı bir ilgi göremeyince, kuvvetli bir söylentiye göre önemli bir yabancı
devletin aracılığına başvuracak, Maslak Kasrı bu sayede sağlanacaktır. Fakat İttihat ve Terakki
bu serkeş Çerkez kadınını mimleyecek, kendisini artık sürekli bir gözetlemede bulunduracaktır.
İttihat ve Terakki bu hususta basit, dürüstlüğü de hiçe sayan bir komedya düzenleyerek Behice
Hanımı hapsetmeye bile girişmiştir.
Balkan harbi içinde bulunulmaktadır ve Sultan Hamid Selanik'ten Beylerbeyi Sarayına birkaç
ay önce nakledilmiş; Kâmil Paşa kabinesi de düşürülerek Cemiyet iktidarı tekrar ele geçirmiştir.
İkbali Beylerbeyi Sarayı namına ziyaret ederek pek hasta olan Sultan Hamid'in son veda için
kendisini davet ettiğini haber verirler. Küçük oğlunun bu sahneden pek üzüleceğini düşünerek
onu yanına almayan Behice Hanım, tek başına ve hemen Beylerbeyi Sarayına koşar. Büyük bir
muhafız kuvvetinin dünyayla ilişkisini kestiği Beylerbeyi Sarayının harem dairesine ayak atar
atmaz da, Sultan Hamid'in ölüm halinde hasta değil, tamamen sıhhatte olduğunu, düzenlenen
komediden de tamamıyla habersiz bulunduğunu anlamakta gecikmez. Bunun üzerine
kıyametleri kopararak, Beylerbeyi'nde kalmasına imkân olmadığını, şehre ve oğlunun yanına
hemen dönmesine izin verilmediği takdirde deniz kenarındaki sarayın camlarını kırıp ahaliyi
imdadına çağıracağını feryatlarla haber verir. İki eşiyle sağladığı denge ve son yıllarının sükunu
namına Sultan Hamid de bu asi eşinin tarafını tuttuğundan, yani serbest bırakılmasını
istediğinden, Beylerbeyi Sarayının kapıları yeniden açılarak Behice Hanım şehre döner.
Daha sonra Birinci Dünya Savaşı içinde İttihat ve Terakki hükümetinin başvuracağı başka bir
tedbir vardır: Henüz bütün güzelliğini muhafaza etmekte bulunan ikbali bazı suçlama ve
iftiralarla lekeleyerek akrabasının yaşadığı İzmit ve Adapazarı bölgesine sürme teşebbüsü. Bu
teşebbüse girişilmiştir, hatta buna dair Hanedan Meclisi'nden, aslı Arşiv Genel Müdürlüğü
belgeleri arasında saklı bir de kararname alınmıştır. Bu kararnamenin bizde saklı suretini bu
sütunlara geçirmeyi pek tabii olarak doğru bulmadım.
144
Behice Hanım sürgün kararı üzerine (benzerleri gibi sırtından subay üniforması çıkan) oğluyla
birlikte memleketten ayrılmış ve oğlu eşiyle birlikte Paris'e yerleşirken kendisi de daha sonra
İtalya'da Napoli'yi mekân etmiştir. Söylendiğine göre de yıllardan beri oğlunun eski yaveri ve
kaynı olan, kendisinden bir miktar genç olması gereken bir zatla evli bulunmaktadır.
Pek uzun yıllardan beri hayatını Napoli'de düzenlediği için de artık İstanbul'a dönmemek
kararında imiş. Nisbeten yakın bir tarihte çıkarılmış olan bir fotoğrafında eski güzelliğinden bir
eser yok değil ve Sultan Hamid'in -az sonra anacağımız birkaç gözdesi bir yana- hayattaki ikinci
ve son eşi.
Atike Naciye
Tahttan uzaklaştırma sırasında Altıncı İkbal durumunda bulunan, ilk adıyla Saliha, ikballikten
sonra aldığı adla Atike Naciye Hanım ise, Abdülhamid Hanın hem son ikbali, hem de
hayatında yer işgal etmiş son kadındır. Büyük Kafkasya göçleri sırasında Adapazarı
taraflarında yerleşmiş bir Çerkez ailesinden olup Kabasakal lakaplı ve 31 Mart'tan sonra irti-
caya hizmet suçlamasıyla asılacak olan Mehmed Paşa, saray hizmeti için cariye toplamak üzere
o bölgeyi ziyaret etmiş. Köyüne uğramış ve Naciye Hanım, Yıldız'a götürülmeyi bizzat ve
ısrarla istediğinden hali vakti yerinde olan babası izin vermek zorunda kalmışmış. Sarayda
terbiye edildikten sonra padişahın "iltifatına mazhar" olup, 1904'te Sultan Hamid'in halen
hayatta bulunan tek şehzadesi Mehmed Abid Efendiyi, ondan sonra ve tahttan uzaklaştırma
olayından iki üç ay önce de kundaktayken ölen Samiye Sultanı dünyaya getirmiş. II.
Abdülhamid'in son iki çocuğunun annesi...
Yıldız Sarayından ayrılınarak, sıkı bir örfi idare altında bomboş, zifiri karanlık sokaklardan
geçilerek Sirkeci'ye gidilirken -daha önce anlattığım gibi- Sultan Hamid'in binmiş bulunduğu adi
bir kira arabasından ibaret padişah arabasın-daymış; eski hükümdarla beşinci oğlunun
karşılarında Müş-fika Kadınla yanyana ve kollarında dört yaşındaki oğluyla
145
yer almış. Ve çocuk her şeyden habersiz uyuduğu için, onun yükünü Sirkeci'ye kadar taşırken
kolları kımıldayamayacak bir hale gelmiş.
Yine daha önce dediğim gibi, Selanik'te Alatini Köşkünde ve İstanbul dönüşü Beylerbeyi
Sarayında Naciye Hanım, Sultan Hamid'in odasını Müşfika Kadınla paylaşacaktır. Ve hemen
hemen dokuz yıl süren bu ortak hayattan söz eden Müşfika Kadın, bu yıllarda ortağından ancak
saygı ve bağlılık gördüğünü, saygısını yitirtecek en küçük bir dikkatsizlik, kıskançlığa yol
açabilecek en küçük bir hareket karşısında kalmadığını söylemekte, kendisini hayırla
anmaktadır.
Naciye Hanım henüz genç denecek bir yaştayken, halifeliğin kaldırılmasıyla sürgün yolu bütün
Osmanoğulları gibi tek oğlunun önünde de açılmadan bir ay kadar önce, kısa bir hastalığın
ardından galiba Erenköy taraflarındaki köşkünde ölmüş. O sıralarda çıkarılmış olup
görebildiğim tek fotoğrafında alımlı bir hali var. Bununla birlikte, Mezide ve Müşfika
Kadınlarla Behice Hanımın gençlik resimlerindeki şaşaalı güzelliğe sahip değil. Ahlakının iyiliği
gibi öteki eşlerinin hepsinden daha taze oluşuyla da artık altmışı aşmış, yaşlanmış padişahı
kendine bağlamış olacak...
Ve gözdeler...
Sultan Hamid'in uzun ömrü ve saltanatı sırasında zevceliğine erişerek "kadın" ve "ikbal"
payelerini kazanmış ve evlat dünyaya getirerek kanlarını Osmanoğulları kanına karıştırmış
kadınlar yanında, kısa bir süre "iltifata mazhar" olup evlatları da dünyaya gelmediği için kolayca
tasfiye edilmiş cariyelerin sayılarını tesbite artık imkân bulunmadığını daha bu çalışmanın
başında söylemiştim. Bu gözdeler arasında da ancak birini, kıskanç ve buyurucu Bîdar Kadının
kendisine karşı amansız harp açmış olduğu Nevcedid Hanımın adım anmıştım.
Onun dışında, hatırladığım ve bir iki kere yeri geldiği için kendisinden pek de hayran olmayan
bir edayla söz ettiğim bir Bergüzar Hanım vardır. Çocukluktan artık çıkmak üzere bulunduğum
sırada annemin Beyazıt'taki evinin se-
146
lamlık dairesinde kiracı ve en büyüğü Fecr-i Âti edebiyatçılarından Şahabeddin Süleyman Bey
olan üç yetişkin erkek an-nesiydi. Bir zamanlar sarayda büyük bir itibarı bulunduğunu anlatırdı.
Saraydan çıkınca "ricalden" denilecek bir zata, Damat Şerif Paşanın amcası olan "Ulâ evveli"
rütbeli birine verildiğine göre de herhalde sözünde bir gerçek payı vardı.
Levandit adlı ve olağanüstü güzellikte başka bir gözdenin de çırak çıkarılınca çok daha rütbeli
bir zata verilip yıllar geçtikten sonra oğlunun da padişahın yeğenlerinden bir sultana eş
yapıldığını biliyorum.
Fakat genellikle gözdelik, hiçbir garantisi olmayan bir durumdur. Zira padişah bu hanımlardan
bıkar veyahut kendilerine bir sebepten dolayı öfkelenirse, derhal yolcu edilirler. Bir küçücük
daireye yerleştirilmiş ve hizmetine hiç değilse bir cariye tahsis edilmiş olan gözdenin hiç hatır ve
hayalinden geçmeyen bir saatte, bu iş görevleri arasında bulunan ikinci Haznedar (imtiyazlı ve
yüksek payeli cariye), kendisinin karşısına dikilir ve selam-ı şahaneyi müjdeleyerek, "Kızımın
münasip bir kocaya verilmesini irade ettim. İnşallah bahtiyar olur," emrini bildirerek kızın
padişah yanındaki itibarına uygun miktarda mücevher ve parayı sunarmış. Gözde de derhal
bunları koynuna koltuğuna doldurup, diğer eşyasını toplayarak, ağlaya ağlaya -yahut mizacı
serkeşse ve şehirdeki hayatı özlemişse memnunluğunu belli etmemeyi güçlükle başararak-
hemen hazırlanır, dış kapıya getirilmiş saray arabasına bir harem ağasıyla derhal bindirilerek
uygun kocaya varıncaya kadar kalacağı, padişah hazretlerinin kulunun konağına giden yola
düşermiş. Bu konak ise, yine gözdenin önemi ve güzelliğinin erdemine uygun olup, uzun ya da
uzunca süre gözdelik etmiş kadınlar başmabeyncinin ya da o dereceye yakın bir zatın konağına
yollandıkları halde, ancak bir iki kere "iltifat-ı hümayuna mazhar" olmuş veya gazaba
uğramışlar, seccadecibaşı veya ibriktarbaşı gibi ikinci derecedeki bendegân konaklarına
gönderilirlermiş.
Bu gözdeler arasında da, eğer aldanmıyorsam, halen dört hanım hayatta bulunmaktadır. En
yaşlıları olan Ebru Hanım
147
Yıldız'a padişahın en büyük kızı Zekiye Osmanoğlu'nun dairesinden gelmiş olup, şimdi
seksenlerdeymiş. Saraydan çıktıktan sonra kocaya varıp evlat sahibi olmuş ve onların
yanlarında rahat içinde ömür sürüyormuş.
Vaktiyle olağanüstü güzellikte olan Sermelek Hanımsa, yalnız ve pek çetin hayat şartları
içinde, yani geçim sıkıntısı içindeymiş.
Saraydaki hizmeti sırasında adı Gevherrîz olan üçüncü gözde ise Yıldız'ın en son zamanlarında
iltifata uğramışmış, düşük hükümdara karşı da gerçekten takdire değer bir bağlılık göstererek,
Selanik'e gidilirken beraber olmadığı halde, sonradan giden bir kafileye sadece bir cariye
olduğunu söyleyip katılmış. Alatini Köşküne gelmiş. Fakat artık yaşı altmış altıyı bulmuş
olduğu gibi rakibeleri idare konusunda Yıldız Sarayındaki imkânlara ve kolaylıklara da sahip
bulunmayan bezgin hakan, bu birdenbire ortaya çıkan taze gözdenin sebep olacağı
hoşnutsuzluklar gibi dışarıya taşabilecek dedikodulardan da çekinerek kendisini geri yollamış.
Şimdiki ismini belirtmeye gerek bulunmayan vefalı kadın, Selanik dönüşü kocaya varmış ve
aldanmıyorsam bir sahne sanatçımızdan ayrıca bir de ses sanatçısı dünyaya getirmiş.
Şahsen görüp pek canlı ve neşeli sohbetini iki kere dinlemek zevkine eriştiğim dördüncü gözde
ise, sarayda taşımış olduğu adıyla Caliboz Hanımdır. O da en son yıllarda iltifata uğramış,
yeşile kaçar mavi gözlü, kumral ve eski güzelliği pek belli bir hanım. Padişahın halası ve Sultan
Mahmud'un en uzun ömürlü kızı Adile Sultan cariyesi iken, onun ölümünde saraya geçmiş ve
Yıldız Sarayının kapıları kapandıktan sonra şehirde kocaya varmış. Yeni eşi olan bir askeri
paşadan dünyaya gelen ve genç yaşta ölen oğluna da, nisbeten yakın bir tarihte ve Mısır'da
yaşadıkları sırada, VI. Mehmed'in ikinci kadını ve tek şehzadesinin annesi olan Şaziye Meved-
det Hanım, -aradaki büyük yaş farkına rağmen- kendini sevdirmeyi başararak varmışmış ama,
bu başka bir gün, VI. Mehmed'in harem-i hümayunundan söz eden bir yazı dizisinde
anlatacağım bir hikâyedir!..
148
Abdülhamid'e Sığınan Sırp Kralı ve İstanbul'daki Sevgilisi
Adakaleme bir ansiklopedi çeşnisi de, bir tarih kitabı edası da vermek istemem. Bununla birlikte,
konunun tamamen aydınlanması ve kişilerin tam bir saydamlık içinde ortaya çıkmaları için,
yazıya böyle bir çeşni ve edayla başlamak zorun-luğu var. Bu sebeple, hiç değilse şunları
söyleyeyim: Bugünkü Yugoslavya'nın bel kemiğini ve temelini oluşturan Sırbistan, eski çağlarda
bir krallıktı. Sonra birkaç yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu'nun bir eyaleti oldu. II.
Mahmud devrinde, yani II. Abdülhamid'in büyükbabasının baltanatı sırasında özerkliğe erişti.
Bu özerkliği sağlayan isyanın elebaşısı, Kara Yorgi adlı ihtilalci prenslik makamına ulaştı;
Frenk-leşmiş imlayla "Karageorgevich", hanedanın kurucusu oldu. Yugoslavya cumhuriyet
oluncaya kadar kral, bu hanedandan gelirdi.
Kara Yorgi yarım tahtından Osmanlı ordusu tarafından atılmış; bir süre sonra arkadaşlarından
Miloş kendisini bize Sırbistan Prensi olarak tanıtmayı başarmış, böylece de 1903'te resmen son
bulacak ikinci bir hanedanı kurmuştu. Bu hanedan da, Frenkçe imlasıyla "Obrenovitch"
hanedanıydı. Berlin Antlaşması hükümleri gereğince Sırbistan'ın bağımsız bir prenslik ve sonra
krallık oluşu bunların zamanlarına rastladı. Obrenovitch hanedanının kurucusu olan Miloş
(Frenkleşen imlasıyla Miloch)'la iki oğlu, -biri ağır hasta olmak şartıyla kısa bir süre, diğeri on
yıl kadar bir zaman-Osmanlı fermamyla prenslik ettiler. 1868'de Miloch'un ikinci oğlu olan
prens Michel'in öldürülmesi ve evladı bulunmaması sebebiyle amcazadesinin oğlu Milan yine
Osmanlı fer-
149
manıyla (Abdülaziz Han tarafından verilmiş bir fermanla) beylik makamım alacaktı. İşte
Osmanlı İmparatorluğu'na isyan ederek Berlin Kongresi hükümleri gereğince bağımsızlığa
kavuşan ve 1882'de prensliğin krallık şeklini alması üzerine yeni Sırp krallarının birincisi olan
adam, bu Milan'dır. Az sonra çevirisi okunacak mektupla Sultan Hamid'e sığınıp yardım rica
etmiş Sırp Kralı da odur.
Kendisine ihanet etmiş olduğu Osmanlı padişahından yardım istemesinin sebebine gelince... Bu
hareketi aşk maceralarından birinin pek sarpa sarışından ve Osmanlı uyruğu bir Rum kadının
başına bela kesilmiş olmasından ileri geliyordu.
Mektuba ve maceranın hikâyesine geçmeden önce, Balkanlı haşmetmeab'ın çehresini biraz daha
yakından görmemiz gerekir:
Milan pek genç yaşında ve zorunluk sonucu prensliğe geçmiş; bu muhakkak ki Sırbistan için
zararlı olmuştu. Zira Michel büyük rüyalar görüyor, gücüne kudretine bakmadan Balkanlarda
imparator olmak gibi bir sevdaya düşmüş bulunuyordu. Şu kadar ki, Abdülaziz'in son
zamanlarında Osmanlı İmparatorluğu'nun görünümü Slavları gene
Sultan II. Abdülhamid'e sığınan Sırp Kralı Milan ve sevgilisi.
150
harekete yöneltecek, Rusya'nın emriyle Hersek karışıklıklarını Karadağ ve Sırbistan isyanları
izleyecekti. Bu isyanları Rusya'nın işe karışmasının ve "93 Harbi" diye anılan savaşın (1877-78
Osmanlı-Rus savaşı) izlediği ve sonunda davanın 1878'de Berlin Kongresi'nde sonuçlandığı da
bilinir. Fakat Sırbistan Osmanlı ile savaşlarında büyük bir başarı gösterememiş olduğu için,
kongrede Rusya'nın korumasından yoksun kalacak, çarlığın Ayastefanos görüşmelerinde ortaya
çıkarttığı koskoca bir Bulgaristan'a gene feda edilmek tehlikesine düşecek ve Milan son
günlerine kadar sürdüreceği Avusturya taraftarlığı sayesinde Berlin Kongresi'nden kuru bir
bağımsızlıkla çıkmayacak, bir miktar da Osmanlı toprağı elde edecek, Niş'le daha başka bir iki
yeri koparacaktı.
Bağımsızlığını kazanıp krallığını ilan ettikten sonra Milan, Bulgaristan'ı kıskanmayı
sürdürmüştü. Nitekim Bulgaristan, bağımlı bulunduğu Osmanlı Devleti'nin bir eyaletini, yani
Doğu Rumeli'ni gasp edince, Balkanlarda dengeyi korumak gerekçesiyle ona saldırmış, fakat
derhal dayak yeyip barış istemiş ve barış görüşmelerinde Bulgaristan'ın metbuu (bağımlı olduğu
devlet) sıfatıyla bizim delegemiz de bulunmuştu. Yani Milan, dış siyaseti ve ordusu zayıf bir
hükümdardı; buna özellikle hayatındaki karışıklıklar yol açıyordu.
Pek yakışıklı bir adam olan bu prens, daha yirmisine gelmeden, kendisinden de genç, adeta çocuk
denecek yaşta bir genç kızla evlendirilmiş; Alexandre adını taşıyan -ve sonradan yerine geçecek
olan- bir de oğlu dünyaya gelmişti. Karısı Nathalie bir hükümdar hanedanından değildi. Kechko
adında bir Rus albayıyla büyük bir Rumen ailesinden gelen, kendisine prenses denen bir kadının
kızıydı. Fakat çok güzel, bilgili ve pek gururluydu. O zamanki Belgrad'da sürülen hayatı,
yaşamış olduğu Batılı çevrelerinkine göre pek sönük buluyor ve bir Sırp prensinin bu hayatı
kabul edişinden dolayı kendisine minnettar olmasını istiyor, hele kendisine kesin
151
bir bağlılık gösterilmesini güzelliğinin tabii ve mutlak hakkı sayıyordu.
Oysa Milan pek çapkın, en adi türden bir çapkındı. Bahaneler icat edip boyuna Viyana'ya
koşuyor, her gün bir başka sevgili buluyor ve sürdüğü safa ve sefahat hayatına küçük ve yoksul
Sırbistan'ın mütevazı bütçesi yetmediğinden, durmadan borçlanıyor, bu borçlan ödeyebilmek
için de memleketini daha çok Avusturya'nın -sevgililerini en çok başkentindeki sürtüklerden
seçtiği Avusturya'nın- nüfuzuna teslim ediyordu. Nathalie ise doğal olarak Rus taraftarıydı ve
kan koca arasındaki kıskançlık kavgaları siyasi kavgalarla vahimleşiyor, yatak odası
çekişmelerine oğulları veliaht prens üzerinde egemenlik iddiaları da karışıyordu.
Bir ara Milan'ın sabrı kalmadı; karısını boşadı ve Avrupa'da bulunduğu sırada albay babasının
adıyla ortada kalan gururlu ve sinirli kraliçe Sırbistan'a dönemedi.
Fakat kralın rezaletleri de ayyuka çıkmış, Sırbistan'ın bütçesi ise tamtakır olmuştu. Milan,
henüz reşit olmayan oğlu adına tahttan çekilmek, -Nathalie büyük bir sevinç içinde Sırbistan'a
dönerken- Takova Kontu adım alıp memleketten ayrılmak zorunda kalıyordu.
Şu kadar ki, Nathalie'nin siyasi yeteneği, iddiaları kadar büyük değildi. Alexandre ise
vaktinden önce rüştü ilan edildikten sonra da çok basit, adeta aptal bir genç halinde kalacaktı.
Bu aptallığını da, adi bir macera kadınını kraliçeliğe yükseltip onun elinde bir kukla haline
gelerek, bu sevda uğrunda feci bir ölümle ödeyecekti.
Milan karısından boşandıktan beş yıl sonra nikâhını tazeleyip durumuna biraz çekidüzen
verdiği gibi, tekrar Sırbistan'a dönüyor ve Sırp ordusunun başkumandanlığını üzerine
çevirttirerek ülkeye yeniden egemen oluyordu.
İşte Sultan Hamid'e -üzerinde tarih görmediğim- bir mektupla sığınması bu zamanlara
rastlamaktadır.
O
152
Abdülhamid'in yardımına sığınmasının sebeplerini hikâye etmeden, yani derdinin niteliğini
anlatıp bâlâ rütbesindeki bir Rumun kız kardeşi olan macera arkadaşından söz etmeden önce
belirtmeliyim ki, bir kraldan bir imparatora, Osmanlı imparatoruna yazılmış olan mektubu
Fransızca aslından çevireceğim. Ekleyeyim ki, bu mektup ilk olarak ortaya çıkıyor. Aslı Arşiv
Genel Müdürlüğündeki "Yıldız Evrakı" adını taşıyan ve Sultan Hamid devrine ait bulunan
evrak arasındadır. Milan'ın üslubu, levanten diye adlandırılmış bozuk ve melez Fransızcadır;
'hükümdarca eda' zoraki olduğu gibi, dilbilgisi yanlışları da pek boldur. Belki de kral ilk önce
Sırpça yazmış, sonra kendi kendine Fransızcaya çevirmiş, mektup bir düzletmen elinden
geçmemiştir. Arşivdeki de herhalde aslı değil, kopyasıdır:
"Haşmetmeab,
Zat-ı hümayunları bana karşı muazzam muhabbet ve iyi niyetlerini o kadar çok vesileyle
belirtmeye tenezzül buyurmuşlardır ki, yüksek olgunluk ve dürüstlükleriyle önemini benden iyi
takdir buyuracaklari bir meselede hakkımdaki dostluklarına müracaat etmekte tereddüt
etmiyorum.
Zat-ı hümayunlarının bana karşı lütuflarmın ve beni kabul sırasında gösterdikleri lütufkâr ve
övünç verici davranışların anısını huşu ile ve sadıkane koruyorum. Kendisine şimdi başvurmaya
beni yönelten etken de ancak bundan ileri gelmektedir.
Haşmetmeab, durum nazik bir meseleye ilişkindir. Bu sebeple de zat-ı hümayunlarının mahrem
ifadelerimi, söz konusu bütün menfaatleri koruyacak bir şekilde karşılamak lüt-funda
bulunmalarını rica ederim.
Bana karşı pek hararetli bir ilgi göstermek lütfunda bulunmuş olan zat-ı hümayunları,
kendilerinin uyruğundan bulunan İstanbullu bir aileye beni bağlamış ilişkilerin niteliğini bilirler.
Zat-ı hümayunlarının şahsıma raptetmek (?) lütfunda bulundukları Ahmed Paşaya (bu Ahmed
Paşanın serhafiye
153
Ahmed Celaleddin Paşa olması muhtemeldir; fakat mihmandar ressam Şeker Ahmed Paşa da
olabilir) bu hususta bazı izahat vermek imkânını bilmiştim. Bu Vasilaki Kalfa ve Yan-ko Bey
Yoannides ailesi üyelerinin aynı hususta doğrudan doğruya zat-ı hümayunlarını maruzatta
bulunmuş olduklarını zannediyorum.
Zat-ı hümayunlarına bütün gerçeği itiraf etmek görevimdir. Kendilerine karşı bu bir dürüstlük
borcudur. Bu sebeple, bu aileden birine, ailenin büyük kızı Artemise'e kendisini nikâhla almayı
vaadetmiş olduğumu söyleyeceğim.
Zat-ı haşmetpenahileri, şartların hayattas niyetleri değiştirdiklerini benden iyi bilir ve takdir
buyururlar. Daha önemli nitelikte duygulara, daha yüksek düşüncelere itaat etmek ve oğlum
Kral Alexandre'a yapabileceğim zararı teslim edip bu tasarıyı kesin şekilde reddetmek zorunda
kaldım. Kudretli imparatorluğunun geleceğini o kadar olgunlukla, ihtiyatla ve kendi mülkü
içinde olduğu gibi dışında oluşan durumlara o derece nüfuz eyleyerek yönetmekte bulunan zat-ı
hümayunları, boyun eğmiş olduğum durumları şüphesiz ki takdir buyuracaklardır.
Esasen bu karara beni ikinci bir kanaat sürüklemiştir. Söz konusu kimsenin kabul etmek
istemediğim şahsi bir ikbal davası gütmekte olduğuna, aynı zamanda siyasi hasımlarımdan
bazılarının çıkarlarına alettik ettiğine kanaat getirdim.
Bir yıldan beri her türden entrikalara hedef oldum. Bunların kaynağı da bana bu kimseyle ilişkili
göründü.
Bu şartlar içinde kesin bir karar almaya mecbur kaldım ve bu kesin karar aramızdaki ilişkileri
kesmek oldu.
Bu tutumu benimsemem gibi, zat-ı hümayunlarının hakkında ilgi göstermek inayetinde
bulundukları oğlumun menfaati namına Kraliçe Nathalie ile aramdaki hukuki duruma dönmek
yolunda aldığım karar, Yoannides ailesi tarafından tehditlere uğramama yol açtı.
Sözü geçen kadın adına yazılmış bir mektupta Yanko Bey, büyük fedakârlıkları takdir edilmemiş
bir kadının ümit-
154
sizliğinin kendisini sürükleyebileceği meşum son kararları öğrenmeden önce, durumda hiçbir
değişiklik yapmamamı benden rica etmektedir.
Aleyhimde girişilmiş entrikalardan şikâyet etmek tamamıyla hakkımken, bu ailenin hayatıma
sonu gelmez bir şekilde karışma iddiasını kabul edemem.
Bu tehditlerden asla korkmuyorum, zira kendisine reddi-mi kesin şekilde bildirmekle yerinde
hareket etmiş olduğum kanaatindeyim. Fakat bunun, zat-ı hümayunlarının güçlü korumaları
olmadığı takdirde yol açabileceği rezalete karşı kendimi savunmam güçtür. Bu amaçladır ki,
adalet hislerinden emin olarak zat-ı hümayunlarına başvuruyorum. Bu meselede kimlere ne gibi
buyruklar vereceklerini zat-ı haşmetpenahileri takdir buyururlar.
Kendi kanaatim ve tecrübem, bütün bu şahısların İstanbul'dan uzaklaştıkları ve Avrupa'ya
geldikleri zaman, entrikaların artmakta olduğu yolundadır.
Bana öyle geliyor ki, zat-ı hümayunlarının onların hiçbir bakımdan benim şahsımla ve
Sırbistan'la ilgilenmemelerini ve bu meseleyle doğrudan doğruya ya da dolayısıyla ilişkili her
türlü yazışma ve ilişkiden kaçınmalarını emreden tek bir sözleri, kendilerini hareketsiz kalmaya
yöneltecek ve yanız bana zarar vermeyecek, fakat oğlum Kral Alexandre'a da zararı dokunacak
hareketlere girişmekten bu söz kendilerini engelleyecektir. Zat-ı hümayunlarının oğlum krala
karşı besledikleri muhabbet hislerini bildiğimden, bizzat hüküm süreceği zaman yaklaşırken -
ancak bir yıl ve birkaç aylık reşit olma dönemi kalmıştır- zat-ı hümayunlarına başvurmaya
cesaret ettim. Zat-ı haşmetanelerinin beni af buyurmalarını ve bu yolda hareket cesaretini bana
karşı lütuflarında ve her vesileyle oğluma ve şahsıma karşı gösterdikleri yüksek ilgide
bulduğuma inanmalarını rica ederim.
Bu minnetttarlığının ve değişmez bağlılığının güvencesini kabul buyurmak lütfunda
bulunmalarını cat-ı hümayun-ı mülukânelerinden niyaz ve istirham eyleyen
Milan"
155
Kral Milan'ın karakteri ve karaktersizliği üzerinde yeterince durduğumuza göre, kendisine isyan
ettiği bir hükümdara böyle diller dökerek korumasına sığınmasını ve alacağına söz verdiği bir
kadının yıldırılmasını ondan beklemesini eleştirmek, gereksizdir. Bizim anlatmamız gereken şey,
Milan-Nathalie madalyonunun öbür tarafı, yani kralın Artemise diye andığı kadının çehresi,
onunla macerasıdır.
Bu kadın, Tanzimat döneminde yükselmiş, Osmanlı saraylarında mimarlık etmiş olan Vasilaki
Yoannides Kalfanın kızı ve Osmanlı Devlet Salnamelerinin "Bahriye Nezaret-i Celilesi
(Denizcilik Bakanlığı) mimarı" kaydıyla "Bâlâ" rütbeliler cetvelinde adını andığı Yanko Beyin de
kardeşidir. Aile Beyoğlu'nda, Mektep Sokağında, şimdi polis karakolu olan bir konakta
oturmaktadır. Vasilaki'nin üç kızından biri olan Artemise, Rum telaffuzuyla Artemisiya,
İstanbul'daki Sırp elçiliğinde ataşe olan Mösyö Cristich'e verilmiştir. Milan, bağımsız kral
sıfatıyla ve aldanmıyorsam 1888'de Sultan Hamid'i ziyaret etmek üzere İstanbul'a gelişinde
kendisini görüp beğeniyor, pek beğendiği ve hevesi geçmediği için de Cristich'ler Belgrad'a
gidiyorlar. Koca, Belgrad sarayında büyük bir makama da erişiyor. Daha sonra Mösyö Cristich,
karısını boşuyor ve elçilikle Avrupa'ya gidiyor. Artemisiya bir erkek evlat dünyaya getirmiştir ve
Milan'ın mektubunda itiraf ettiği vaadin gerçekleşmesini, yani karısını boşamış olan
sevgilisinin kendisini nikâhla almasını ve aşklarının ürünü Georges adlı çocuğa da prens unvanı
verilmesini istemektedir. Fakat Milan çok zaman geçmeden bunu yapamayacak duruma
düşecek, kaldı ki, büyük ihtimalle bunu yapmak da istemeyecektir. Biliyoruz ki gönlü pek hercai,
aşkları çok geçicidir. İstanbul'a, Mektep Sokağındaki konağa dönmüş olan Artemisiya ile
ailesinin kendisini sözünde durmak zorunda bırakmak üzere harcadıkları çabaları Sultan
Hamid'e bir "ariza" (dilekçe) sunarak sonuçsuz bırakmaya girişecek, bunda bir dereceye kadar
başarılı da olacaktır.
1903'te Milan'ın meşru oğlu Kral Alexandre öldürülüp Obrenovich hanedanından resmen kimse
kalmayınca, Mi-
156
lan'ın oğlu olduğu herkesçe bilinen yeğeninin kral ilan edilebileceği, böylelikle kız kardeşinin ana
kraliçe olup kendisine de herhalde bir prens unvanı verileceği hayaline kapılan Yanko Beyin bir
iki gün pek kurumlandığını da kendisinin ahbabı olan babam Sırrı Bey merhum anlatırdı.
O
Kraliçe olmayı bile istemiş olan bu Beyoğlu matmazeliyle onun bir kraldan dünyaya getirdiği ve
düşe düşe sirklerde nişancılık numaraları yapmaya ve sonunda Viyana lokantalarında garsonluk
etmeye inmiş talihsiz oğlundan ikinci bir yazıyla söz edeceğimi umuyor; Beyoğlu ile Tarabya'nın
yaşlı Rumlarmdan haklarında daha bazı bilgiler ve mümkün olursa birkaç soluk resim elde
etmeye çalışıyorum. Şimdilik yalnız şunu söyleyeyim ki, Artemisiya Yoannides, yerini almak
istediği Kraliçe Nathalie ölçüsünde olağanüstü bir güzelliğe sahip değilmiş. Yüzünün çizgileri
düzgün ve siyah gözleri pek canlıysa da, burnu fazlaca iriymiş. Sade dekoltesi oldukça güzelmiş,
bundan dolayı da özellikle gece tuvaletiyle hemen bütün kadınları gölgede bırakırmış.
İstanbul'da Cumhuriyetin ilanından az önce ölmüş. Milanİa ve Sırp hükümetiyle başa çıkmak
uğrunda açtığı davalar da servetine mal olduğu için, son yıllarını adeta yoksulluk içinde
geçirmiş. Oğlunun ölümünü ise İkinci Dünya Savaşından az önce, bir Fransız gazetesinde
okuduğum bir telgraf haberinden öğrendimdi.
157
Sultan Mehmed Reşad
Yirmi beş yıl kadar mütercim sıfatıyla Sultan II. Abdülhamid'in sarayında hizmet etmiş
bulunmasına rağmen babam Sırrı Bey, bu hükümdarın huzuruna ancak bir kere, Ermeni
olaylarından sonra Anadolu'da incelemelerde bulunacak iki Amerikalı gazeteciye eşlik etmekle
görevlendirildiği sırada çıkmıştı. Bunun sebebi de, bazı belirli kişilerle özel "bendegânı" dışında,
bu hükümdarın pek az kimseyi huzuruna kabul etmesiydi. Sırrı Bey, eski deyişle bu "şeref-i
müsüP'ü* Vakit gazetesinde yayımlamış, ne yazık ki o gazetenin sayfalarında kalıp kitap-
laşmamış hatıralarında temiz ve veciz diliyle anlatmış olduğu için, o görüşmenin hikâyesi
gereksiz bir tekrar sayılabilir.
Fakat Sultan Hamid'in ardılı V. Sultan Mehmed'in huzuruna birkaç kere çıkmış, onun ilk
veliahtı Yusuf İzzeddin Efendi tarafından sık sık kabul edilmiş; veliahtlıkta Yusuf İz-zedin'i ve
saltanat makamında Sultan Reşad'ı izleyen VI. Mehmed Vahideddin'i ise bir kere, veliahtlığa
geçişi ardından ziyaret etmişti. Bu huzura çıkışlar hakkındaki izlenimlerini kendi anlatımından
aktararak toplu şekilde hikâye eder ve bu üç zattan duyduğu şeyleri yazarsam, yakın tarihimizle
ilgili bazı hususları da aydınlatmış olacağımı düşünüyor ve bu yazıyı Mehmed Reşad'ın "şeref-i
müsûl"lerine ayırıyorum.
O
Sultan Abdülhamid'in meşrutiyeti geri getirmesinden önceki zamanlarda veliaht başkalarıyla
ilişkisi yasaklanmış bir du-
* Müsûl: (Saygıdan dolayı) ayakta durma. - y.h.n.
158
rumda ömür sürdüğüne ve değil kendisiyle, adamlarıyla da gö-rüşülemediğine göre, babamın V.
Mehmed'i Reşad Efendiliğinden tanıması söz konusu olamazdı. İkinci Meşrutiyet'in gelmesiyle
Sultan Hamid'in tahttan uzaklaştırılması arasında geçen on aylık süre içinde ise gerçi Reşad
Efendi mahpus gibi yaşamaktan kurtulmuş, biraz gezip dolaşmış, hatta çarpık siyah fesli ve
püskürme bıyıklı üç oğlunu alıp özgürlükçü gösterilerde bulunmuştu. Yani, hürriyet kahramanı
Niyazi Beye dağa çıkışında katılıp adı geçen zafer kazanarak şehre ininceye kadar yanından
ayrılmayan geyik bilmem nerenin yararına İstanbul'un bilmem neresinde halka gösterilirken
büyük bir önemle onun seyrine gelmişti. Fakat hiçbir törende hazır bulundu-rulmadığı ve
teşrifata (protokole) ortak edilmediği için kendisine takdim edilmesi için gene bir sebep
çıkmamıştı.
Reşad Efendi, V. Mehmed adı altında tahta çıktığı sırada
Sultan V. Mehmed Reşad.
159
babam Rüsumat Emin (Gümrük Başmüdürü) Vekili idi. Harbiye Nezareti'nde yapılmış 'biat'
töreninde bulunup bulunmadığını hatırlayamıyorum. Fakat Eyüp'teki kılıç kuşanma törenindeki
davetliler arasında olduğunu ve türbeden kara yoluyla dönüşte davetliler kurulunun kendi gibi
ikinci derecedeki üyelerinden bilmem kimle birlikte bindirildikleri kira arabasında sarsıla sarsıla
bütün şehri geçmekten fazlasıyla yorulduğunu söylemiş, pek uzaktan görebildiği yeni padişahın
da büyük kardeşinden çok yaşlıya benzediğini eklemişti. Yeni padişahın ilk saltanat günlerinde
Rüsumat Eminliğine asaleten atanmış bulunmasına rağmen de, saray o sıralarda adeta
kurulmamış bir durumda olup teşrifat düzene girmediğinden Sırrı Bey teşekkürlerini arz için
saraya gitmemiş, padişahın ilk saltanat yılında tek başına huzura çıkmasını gerektiren bir başka
vesile de meydana gelmemiş.
Babamın V. Mehmed tarafından ilk kabulü, Mekteb-i Hukukta ilk önce kendisini okutmuş ve
ilk hocalarını yetiştirmiş bulunduğu "Hukuk-ı Hususiye-i Düvel"e (Devletler Hususi
Hukuku'na) ait eserinden*, tabii büyük bir özenle ciltlettirdiği bir nüshayı saraya götürüp bir
aracıyla takdim etmesi dolayısıyla olmuş. Başmabeynci o gün rahatsız bulunup makamına
gelmediğinden, daha sonra aynı göreve getirilecek olan Tevfik Bey onun yerine bakıyormuş.
Babamı pek seven bu zat, "Teşrifinizi efendimize arzedeyim. Belki bir ferman-ı hümayunları
olur," deyip ve Sırrı Beyi odasında bırakıp çıkmış. İki dakika sonra da gelerek, hatırlıyorum ki,
pek tekellüflü (özentili, gösterişli) olan konuşmasıyla beklemesini, on dakikaya kadar huzur-ı
şahaneye davet edileceğini müjdelemiş.
Babam bir çeyrek kadar beklemeden sonra üst kata çıkarılıp padişahın bulunduğu odaya girince
hükümdarı ayakta, her zamanki kıyafetinde, yani redingotlu bulmuş. Sırrı Bey
* Örikağasızade Hasan Sırrı: Hukuk-ı Hususiye-i Düvel, Mahmud Bey Mat., İst. 1326 (1910),
400 s. Aynı zatın aynı adla, 1314'te (1896) basılmış 186 sayfalık bir kitabı daha vardır. - y.h.n.
160
eteğini öpmek üzere ilerleyince, "Estağfurullah" deyip çekilen hünkâr, sonra bir koltuğa oturup
babama da karşısındaki iskemleyi göstermiş. Yanındaki üstü mermer küçük masanın üzerinde
de kendisine az önce takdim edilen cilt bulunuyormuş. Sultan Reşad, belki babamın hocalığını
öteden beri bilerek, çok daha güçlü bir ihtimalle Tevfik Beyden yeni öğrenerek, Sırrı Beye:
"Eser-i âlinizi memnuniyetle tetkik edeceğim. Çeyrek asrı aşkın tedrisatınızla (öğretim
yapmanızla) memlekete çok yararlı bir hizmette bulunmuş olduğunuzu biliyorum," demiş.
Sesi pek kalın ve gür, cümleleri de düzgünmüş; huzuruna çıkışından beri de babamın hal ve
tavırlarını büyük bir dikkatle inceliyormuş. Pek uzun yıllar saray hizmetinde bulunduğu için
Sırrı Bey de herhalde temennalarla yaklaşmayı, etekleyip yeni temennalardan sonra iskemleye
ilişmeyi pek kusursuz yapmış olacak ki, sultan pek memnun görünmüş. Memleketin durumuna,
her hususta yapılacak çok şey bulunduğuna değinip, saltanat döneminin hararetli bir çalışma ve
mutlu bir yükselme devri olmasını Cenabı Hak'tan dualarla dilediğini söylemiş ve babam henüz
bir karşılıkta bulunmadan:
"Birader de hiçbir şeye bakmamış ki!" sözlerini bastırmış.
O zaman, açık mavi renkteki gözlerinin bütün dikkatini karşısındakinin üzerinde
yoğunlaştırarak, bir cevap beklemiş. Sırrı Bey bu sözün bir imtihan olabileceğine, padişahın
kendisinin hocalığı gibi mabeyn mütercimliğini Tevfik Beyden öğrenmiş olup eski efendisinin
hatırasına karşı niceleri gibi nankörlük edip etmeyeceğini anlamak istediğine inanmış. Esasen de
kendisine iyilik etmiş bir insanı çekiştirecek yaratılışta olmadığı için, hükümdarların sözlerini
cevapsız bırakmak usule aykırı bulunmasına rağmen, susmayı tercih etmiş. Bunun üzerine
Sultan Reşad pek memnun ve pek iltifatlı bir tavırla hatırlayamadığım bazı afaki (dereden
tepeden) sözler söylemiş. Sözü kesip görüşmenin son bulduğunu anlattıktan sonra da kalkmış,
iki adım geriye giderek zile basmış, huzurundan çıkacak olan kimseyi geçirmelerini dışarıdakile-
re böyle hatırlatmış ve padişahlarla şehzadelerin her zaman
161
söyledikleri sözleri tekrar ederek, "Pek mahzuz oldum*. Ziyaretlerinizi daima memnuniyetle
kabul edeceğim," deyip babamın gitmesine izin vermiş.
Sırrı Bey görüşmeyi kavrayışlı bir hanım olan annesine evde ayrıntısıyla hikâye etmiş ve
sözlerini:
"Sultan Hamid'in müstesna cazibesine, muhteşem zekâsına elbette ki sahip değil. Bununla
beraber ne söyledikleri gibi ahmak, ne de iddia ettikleri gibi sarsak. Hareketleri biraz ağır
olmakla beraber konuşması düzgün ve bilhassa muamelesi gayetle nazik," diyerek
sonuçlandırmıştı. Ayrıca da daha kişisel bir noktaya dikkat ettiğini söylemiş:
"Sultan Hamid mabeynde daima başı açık bulunurdu. Yeni padişahımızın başında ve fesin
altında takkesi var, başını bir kere çevirince farkettim. İlk meşrutiyet padişahı, son istibdat
padişahından çok daha muhafazakâr!" demişti.
Sultan Reşad'ın en son günlerinde, artık tamamıyla pel-teleştiği, tamamıyla güçten düştüğü
1918 yazına kadar sekiz kere daha huzuruna çıkacak ve her sefer pek iltifatlı bir biçimde kabul
edilecekti. Kendisinin büyük ölçüde güvenip yüz gösterdiği Ceyb-i Hümayun (padişahın özel
bütçesi) kâtibi Hacı Hakkı Beyle aramızda bir akrabalık bulunduğunun öğrenişinin de bunda
herhalde etkisi olmuştur. Nitekim ablamın 1910'da, yirmi iki yaşında, kırk yedi günlük gelin
olarak ölümü üzerine aynı Hacı Hakkı Beyi özel olarak evimize yollamış, başsağlığı dileklerini
bildirerek, "Hastalık bana neden evvelce söylenmedi? Haberim olsaydı her gün doktorlarımı
yollardım," diye yakınlık göstermişti.
Sultan Reşad'ın bir kere daha "Birader de bir işe bakmamış ki!" gibisinden bir söz söyleyip
babamı gene güç bur duruma düşürdüğü olmuştur. Babıâli baskınının ardından, yani
İttihatçıların zorla iktidara dönüşleri ve sadrazamlıktan atılan Kâmil Paşanın memleket
sınırları dışına gitmeye mecbur kaldığı, Küçük Said Paşanın da dokuz kere sadrazamlık
* "Hoşlandım, memnun oldum." Sultan Reşad, görüştüğü pek çok kimseye böyle dermiş. - y.h.n.
162
ve başvekillikten sonra Şûra-yı Devlet reisliğiyle kabineye katıldığı sıralarda, babamı bilmem ne
münasebetle kabul etmiş ve bu sefer cevap verilmesi zorunlu tarzda konuşarak, yani soru
sorarak:
"Said ve Kâmil Paşalardan hangisini beğenir ve tercih edersiniz?" demiştir.
Sultan Reşad'ın dedikoducu tanınmasına ve cevabı İttihat ileri gelenlerine yetiştirmesi ihtimali
bulunmasına rağmen, babam bu sefer suskun kakmamış ve işin içinden son derece beceriklilikle
sıyrılmaya çalışarak:
"Her ikisi de son devirde yetişmiş tanınan birer devlet ileri geleni olduklarından haklarında
hüküm vermek haddim değildir. Ancak Kâmil Paşa kullan Kıbrıs'ta doğup Mısır'da terbiye
görmüşlerdir. Şimdi de Kıbrıs'a dönmüş bulunuyorlar. Said Paşa kulları ise Erzurum'da doğup
büyüdüklerine göre bu memlekete daha kopmaz bağlarla bağlı olmaları gerekir," cevabını vermiş.
Padişah da pek beğenmiş görünüp:
"Bu fikir ve görüşünüze tamamen katılırım. Said Paşanın bu memleketle ilişkisinin daha derin
olması tabiidir," demiş.
Bu sırada zat-ı şahanesinin görevden alınmışlardan, köşeye çekilmişlerden hoşlanmadığını
görmek mümkündür. Kâmil Paşanın son sadrazamlığında Sultan Hamid'i tekrar tahta çıkarmak
istediğine ihtimal verip Sultan Reşad'ın bu seksenlik, hatta seksen beşlik vezirden ürküşünün bir
delilini bulmak daha da mümkündür.
V. Mehmed'in ileri sürüldüğü kadar saf, hele bir zaman hizmetimizde ayanlığa ve vükelalığa
yükseldikten sonra uyruğunu değiştiren Besarya isimli Ulah'ın Romen uyruğu olarak Türkiye'ye
gelince iddia ettiği gibi aptal olmadığını göstermek istiyorum. Balkan Harbinin son döneminde,
büyük devletlerin geri aldığımız Edirne'yi geri vermemiz için baskılar yaptıkları bir sırada
babama anlattıklarını aktaracağım. Padişahın o bunalımlı günlerde kabul ettiği Avusturya-Ma-
caristan büyükelçisi ve İstanbul'daki büyükelçilerin en kıdemlisi Marki Pallavicini, pek
önemseyen bir tavır takınarak:
163
"Mademki Edirne'yi Bulgar'lara vermek istemiyor, İstanbul'un güvenliği için bunun büyük bir
tehlike oluşturacağını söylüyorsunuz, bari Bulgarlara göre yumuşak bir millet olan Yunanlılara
bırakıp büyük devletlerle* pek tehlikeli olabilecek bir anlaşmazlığı önleseniz!" demiş.
Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen babamın aktardığı cevab-ı hümayunu hatırlıyorum:
"Marki Pallavicini bana bu sözleri söyleyince, 'Bu, sizin kişisel fikir ve görüşünüzdür. Bir
diplomat sıfatıyla böyle düşünebilirsiniz. Fakat eminim ki bağlı olduğunuz büyük güçler, bu fikir
ve görüşünüze katılmazlar. Çünkü Büyük Devletler hükümdarları arasında bir dayanışma
vardır ve onlar başka türlü düşünür, çünkü her şeyi daha yüksekten görürler. Haşmet-lu
imparator - kral hazretleri Devlet-i Osmaniye gibi yüzyılları ululuğu ve gücüyle dolduran bir
devlete başkentlik etmiş bir şehrin Yunanlılar gibi daha dün türemiş devletlere bırakılmasını
uygun görmezler. Bu inanış ve güvenimi hükümdarınıza bildirmenizi özellikle isterim' dedim. Bu
karşılığım üzerine elçi bir şey söyleyemedi ve görüşme alışılmış birkaç sözle son buldu. Birkaç
gün sonra kendisi yeniden kabul edilmeyi rica etti. Kabul ettim. 'Emr-i hümayunları gereğince
sözlerinizi hükümdarıma arzettim. Selam ve saygılarıyla birlikte Edirne'nin devlet-i aliyyelerine
bırakılmasına yardımda bulunacaklarını ve bu hususta müsterih (gönül rahatlığı içinde) olmanızı
bildirmekle görevli kılındım' diye haber verdi."
Sultan Reşad'ın bütün bu görüşmeleri hayalinde kurup düzenlediği varsayılabilir, fakat yalnız
bu kurup düzenleme bile, kendisinin öne sürüldüğü gibi ebleh ve zavallı bir insan olmadığını
ispata yeter. Bir parantez açıp ekleyeyim ki, şu görüşmeyi -babamdan duyduğunu kaydederek-
eski Osmanlı ayanından ve Viyana büyükelçilerinden Mavroyani Bey, Fransızca yayımlanmış
hatıralarında anlatmakta, fakat Sırrı Beyi İstanbul Gümrüğü Müdürü olarak anıp, Sultan Re-
* "Düvel-i Muazzama" denen İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya ve Avus-turya-Macaristan. -
y.h.n.
164
şad'ın sözlerini de bayağı tabiriyle pek pestenkâraneleştirerek (saçma sapan göstererek)
aktarmaktadır.
İlk velihatı ve amcasının oğlu Yusuf İzzeddin Efendinin intiharını izleyen günlerde, yani 1916
yılı başlarında ve bilmiyorum ne gibi bir münasebetle babamı huzuruna kabul eden hünkârın o
intihar hakkındaki sözleri de kayda değer. Sırrı Beyi alışılmış merasimle kabul edip karşısına
oturttuktan sonra, hiçbir münasebet aramadan, bayağı tabirle damdan düşer gibi, demiş ki:
"Vehim (kuruntu) fena bir şeydir. Zavallı Yusuf İzzeddin Efendi de vehmine kurban gitti.
Kendisinin veliahtlıktan düşürüleceğine her nedense inanmıştı. Bu kanaatini bana ilk açışında,
'Müsterih olunuz, ben hayatta bulundukça böyle bir şey olamaz' dedim. Bunun üzerine, 'Zat-ı
şahanenizi kabule mecbur ederler' dedi. 'Böyle bir şeyi kabule beni hiçbir kuvvet mecbur edemez'
dedim. İnanmış görünüp teşekkür ettikten birkaç gün sonra gene aynı şeyleri söyleyip beni aynı
karşılıkta bulunmaya mecbur etti. Ve bu durum birkaç kere tekrarlandığından, doğrusu son
zamanlarda artık bezmiş ve yanıma gelmesini istemez olmuştum."
Babamın Sultan Reşad'ın huzuruna kabul hakkındaki izlenimlerine ait şu birkaç sayfa, bu
padişahın ılımlı ve alçakgönüllü yaratılışını pek güzel ortaya koymaktadır. Henüz hiç
kaydetmemiş olduğum bir şeyi hikâye ederek son vereceğim:
İstanbul gümrüklerinden birindeki küçük bir memurun eşi, sarayın eski mensuplarından, hem de
(Sultan Reşad'ın) en sevgili eşi olup, ilk önce dördüncü kadınefendi iken sonra üçüncü
kadınefendiliğe yükselen hanımın azatlılarından imiş. Eski cariye saraya geldikçe kocasının terfi
ettirilmesini bu ka-dınefendiden rica eder, o da her sefer ricasını padişaha tekrar edermiş. Sultan
Reşad ilk önce aldırış etmemiş, sonra, ricalar tekrarlanınca, teyzemin damadı olan Hacı Hakkı
Beye:
"Bu adamcağızın bir derece yükseltilmesini Sırrı Beyi ziyaretle söyleyin. Fakat benim namıma
söylemeyin, kendi namınıza rica edin. Zira istenen şeyi belki usule aykırı oldu-
165
ğundan yapamaz, yapamayınca da başaramadığından dolayı mahcup olup üzülür," demiş.
Osmanlı tahtını işgal eden adamın bu alçakgönüllü ve düzene saygılı sözleri söylemesine
karşılık, gerek İttihat ve Terakki, gerek İtilaf ileri gelenlerinden babama Rüsumat (Gümrükler)
idaresinin başında kaldığı on üç yıllık süre içerisinde gelmiş çeşitli tavsiyeleri, "Hal ve vakti
beklemeye tahammülü olmayan ... Beyin münhal (boş) olan hukuk müşavirliğine derhal tayinini
ehemmiyetle temenni ederim" yahut "Ehliyeti nezdimizde malûm olan (yeterliliği bizce bilinen)
... Beyin memurin müdürlüğü tarzında bir vazifeye bekletilmeden tayin edilmesi himmetinizden
muntazırdır (beklenmektedir)" yolunda, emirname kılıklı bildirimleri hatırlamamak elimden
gelmiyor.
Son Osmanlı Padişahı Vahideddin
166
Osmanlı padişahlarının sonuncusu olan VI. Mehmed'in adını ilk önce -tabii kendisi henüz
Vahideddin Efendi iken, hem de bu adı uzun yıllar taşıması kaçınılmaz bulunduğu sırada-
babam Sırrı Beyin ağzından birkaç kere duyduydum. On, on bir yaşlarında bir çocuktum.
Mabeyn mütercimlerinden bulunan babam, zamanına göre uyanık bir kadın olan annesiyle
günlük olayları konuşur ve bu arada Yıldız Sarayında olup bitenlere fazlaca yer ayırırken, birkaç
kere "Vahideddin Efendi bugün gene geldi. Huzurda da epeyce kalmış. Hanedandan gene
kimbilir kimleri jurnal etti! diye söylenenler oldu," yolunda sözler söylemişti. İçinde yaşadığım
çevre sayesinde bu sözlerin anlamını anlamaya artık başlamış bulunuyordum. On iki yaşında
olduğum sırada Hürriyet ilan edildiği zaman ise, gelecekteki VI. Mehmed'in büyük kardeşi
(Abdülhamid) tarafından saltanat hanedanı üyelerinin durumlarım yoklamakla görevlendirilen
pek yüksek mer-tebeli bir hafiye olduğu kanısına varmış bulunuyordum.
Yıllar bu ilk yargımı tabii değiştirdi. Sultan Hamid'in artık sayıları artmış Osmanoğullarım
denetleyebilmek için Vahideddin Efendinin yardımından yararlanmış olduğunu düşünüyor,
efendinin bazı uygunsuzlukları haber vermiş olmasını bir suç ve günah saymıyorum. Nitekim, 10
Temmuz inkılabıyla şehzade ve sultanların serbest hayata kavuşmaları hiç de parlak sonuçlar
vermeyecek ve sonunda kendilerini sıkı sıkı denetlemekle görevli bir Hanedan Meclisi kurulması
zorunluluk olacaktı.
Hürriyetin ilanı sırasında tahtın Reşad, Yusuf İzzeddin ve
167
Şehzade Vahideddin
(Son Osmanlı Padişahı
VI. Mehmed Vahideddin).
Süleyman efendilerden sonra dördüncü adayı bulunan Meh- med Vahideddin Efendi, Hür-
riyetten on ay sonra Reşad Efendi V. Mehmed'lige dönüşünce üçüncülüğe yükseliyor, birkaç ay
sonra büyük kardeşi Süleyman Efendinin ölümüyle ikinciliğe erişiyor, az sonra da "Velihad-ı
sani-i saltanat" (ikinci veliaht) ilan edilmesi istemiyle büyük kardeşi olan padişahı sıkıştırmaya
ve sıkmaya başlıyordu.
Vahideddin Efendiyi, Osmanlı Devleti geleneklerinde bulunmayan ve zaten eski Kırım Hanlığı
dışında hiçbir yerde de bulunmamış olan böyle bir mevki ve sıfat istemeye hangi sebep ve
düşünce yöneltmişti? O sıralarda başmabeynci bulunan Lütfi Simavi Beyin hatıralarında da
sözü geçen bu girişimin saiki olarak ileri sürülmüş sebep, yani veliaht Yusuf İzzeddin Efendinin
ihtiyar ve özellikle düşkün olan Sultan Reşad'ın yakın bir tarihte ölümüyle tahta çıktığı
takdirde, tek oğlu Nizameddin Efendi lehinde varislik düzenini değiştirmeyi tasarladığına,
yaşının pek küçük bulunmasına rağmen bu şehzadede şaşılacak bir zekâ görüldüğünden, duruma
hükümet ileri gelenlerini de razı edeceğine Vahideddin'in ihtimal vermiş olmasıdır.
Yusuf İzzeddin Efendinin, henüz genç olduğu sırada dünyaya geldiğini bildiğim, doğum ve ölüm
tarihlerine bir yerde rastlayamadığım ilk çocuğu Sadeddin Efendiyi kaybettikten yıllarca sonra
dünyaya gelen bu ikinci oğlunu sevdiğini, yirmi yıl kadar önce ölen Nizameddin Efendinin de
gerçekten yetenekli bir genç olarak yetiştiğini inandırıcı anlatımlara dayanarak biliyorum. Yusuf
İzzeddin Efendi de tahta çıkınca varislik şeklini değiştirmek kararı, hiç değilse isteği var
168
mıydı, kestiremem. Buna karşılık, bu iki amcazadenin birbirlerini çekemedikleri kesindi ve belki
bu çekemeyişte Vahideddin tarafından bir de hor görme duygusu ve hakkının gasp edilmiş
bulunmasının kini de vardı.
Başka bir anlatımla Vahideddin, Yusuf İzzeddin'de tahta adaylık hakkı görmüyor ve onun kendi
hakkını gasp ettiği kanaatini besliyordu. Bunun sebebi de, Osmanoğulları düzeninde
yüzyıllardan beri şehzadelerin evlat sahibi olmamaları kesin bir usulken, Yusuf İzzeddin
Efendinin babası Abdü-laziz henüz şehzadeyken dünyaya gelişi, babasının tahta çıkışı üzerine
varlığı ilan edilerek kendisine doğum sırasına göre yer verilişi, yani Abdülmecid'in son
şehzadeleri Süleyman ve Vahideddin efendilerin önüne geçişi olabilirdi.
Gerçi şehzadelerin tahta çıkıştan önce evlat sahibi olmamaları usulüne bir kere de bir yüzyıl
önce I. Abdülhamid uymamış ve Dürrüşehvar adında bir kızı dünyaya gelmişti. Fakat bu
padişah, tahta çıkışından sonra, kendisini pek sevmesine rağmen, bu şehzadelik ürününe
"sultan" payesini esirgemişti. Ve işte Abdülaziz bütün gelenekleri çiğneyerek şehzadeliğinde
dünyaya gelmiş ve beş yaşına kadar Eyüp semtinin bir küçük evinde gizli büyütülmüş olan
oğlunu şehzade olarak tanıyordu. Bu tanıyış, Mehmed Vahideddin Efendinin tahtla arasındaki,
ölümü her gün için mümkün olan, pelte haline gelmiş bir padişahın ardılı olmasını engelliyor,
gerilere atıyordu. Acaba bunun kızgınlığını ağzından kaçırdı ve ağzından kaçırdığı sözler
tellenip pullanarak Yusuf İzzeddin Efendiye bildirildi de iki şehzade arasında bundan dolayı mı
uçurum gittikçe derinleşti, kestirilemez.
Her ne ise, ben bu şehzadeyi işte ikinci veliahtlık payesini elde etmek üzere girişimlere ilk
başladığı sırada, yani II. Abdülhamid'in tahttan uzaklaştırılmasından ve Süleyman Efendinin
ölümünden pek az sonra gördüm. Bu ilk görüşte tanığı olduğum bir hareketi, iyi veya kötü öteki
Osmanoğul-larından pek farklı bir kişiliği bulunduğu kanaatine beni o zamandan götürüverdi.
Pangaltı'daki Harbiye Mektebini bitirmiş olan subayların
169
diplomalarının dağıtılması törenine yeni padişah V. Sultan Mehmed, taht sırası yakın
şehzadelerle üç oğlunu alarak gelmişti ve oraya yakın oturduğumuzdan ben de mektebin önüne
toplanmış kalabalığa katılarak padişahla şehzadelerin çıkışlarını seyretmiştim.
Dört atlı saltanat arabasıyla ilk görünen V. Mehmed'i halk alkışla karşılayınca, yüzünün hatları
iri, iki taraftan aşağıya sarkık ve süt beyazlığındaki yüzünde gülümseme olarak kabul edilmesi
gereken bir gerilmeyle ihtiyar padişah sağa sola bakınmış ve halk arasında inmeli olduğu
yayılmış bulunan kolunu ağır ağır iki yana kaldırmıştı.
İkinci arabada veliaht Yusuf İzzeddin Efendi oturuyordu. Alkışlara çok daha rahat jestlerle,
çirkince fakat sevimli yüzünde pek memnun bir ifadeyle öyle bol karışılıklarda bulundu ki, bu
alkışlar bir misli artıverdi.
Halk, kendisini izleyecek şehzadeleri de aynı hararetle selamlamaya kararlı bir durumda üçüncü
gelen arabayı da şakırtılarıyla karşıladı. Fakat bu üçüncü arabanın körüğü inikti ve içindeki
şehzade, yani son Osmanlı padişahı olacak Mehmed Vahideddin Efendi, yüzünde sıkılmış bir
ifadeyle ve selamlardan kaçmak isteyen bir hoşnutsuzluğu gizleyemeden içeri çekildi. Hayret
edildi ve bu hayrete kızgınlık karıştı. Alkışı hep birden kestik. Öyle ki, kendisini izleyen iki
arabadaki alkışa meraklı iki şehzadenin, Selahaddin Efendiyle yanına pek genç oğlunu da almış
bulunan Abdülmecid Efendinin alkışlanmadan tebessümler dağıtmaları ve Selahaddin
Efendinin arabasından iniverip kendisinin küçüğü olan Abdülmecid Efendinin arabasına
geçmesi, Abdülmecid Efendinin oğlunu, Ömer Faruk Efendiyi okşaması gerekti.
Hürriyet ve İtilafçılığından ve Mahmud Şevket Paşanın öldürülmesinde parmağı
bulunmasından dolayı varislik hakkından yoksun bırakılmasının İttihat ve Terakki'ce
kararlaştırıldığı hakkında arada bir söylentiler dolaşan Vahideddin Efendiyi bir kere de Sultan
Abdülhamid'in tabutu muhteşem bir alayla Topkapı Sarayından alınarak dedesi II. Mahmud'un
türbesine götürülmek üzere Divanyolu'ndan geçirilirken gö-
170
recektim.Vahideddin Efendi artık iki yıldan, Yusuf İzzeddin Efendinin intiharından beri
veliahttı. Törende şehzadelerle damatların ve devlet ileri gelenlerinin, herkesin önünde, sırtında
askeri üniforma, vücudu öne eğik, yürüyordu. Orta boylu, kır bıyıklı, gözlüklüydü. Sırtı hayli
kamburlaşmış bulunuyordu. Düşünceliydi. Sultan Hamid'in iki yaş küçüğü olmakla birlikte
vücutça ondan çok düşkün olan Sultan Reşad da yakında öleceği için, son erkek kardeşini artık
son ikametgâhına uğurlayacağını, fakat artık bir "padişah-ı nevcah" (tahta yeni oturmuş
padişah) olarak uğurlayacağını mı düşünüyordu? Fakat herhalde bu düşünce kendisini mutlu
etmiyor olsa gerekti ki, derin bir benlik denetimi içinde adeta acı çekiyor, kendisine binlerce
gözün bakmasına rağmen adeta hayali bir dünya içinde yürür gibi ve etrafındaki şehzadelerin
hepsinden uzak, sanki yapayalnız ilerliyordu.
Galiba iki ay sonra, Sultan Reşad'ın ölümüyle tahta çıktığında ise, Rüsumat Müdir-i Umumisi
sıfatıyla babam Karadeniz kıyılarındaki gümrükleri Batum'a kadar denetlemek için yola çıkmış
ve beni de yanında götürmüş bulunuyordu. İstanbul'a dönüşümüzden sonra da kendisini artık
hükümdar sıfatıyla görmek nasip olmayacaktı.
Bu iki uzaktan görüşün izlenimlerine, babamın kendisini ilk ve son ziyaretinin hikâyesini de
ekleyeceğim.
Meşrutiyet döneminin, Sultan Reşad'ın tahta çıkışıyla başlayan usullerine göre, bayramlarda
padişah Dolmabahçe Sarayında, taht üzerinde ve saçak öptürerek tebrikleri kabul ettikten sonra
bu sırada üniformasıyla tahtın ta yanında duran veliaht, aynı Dolmabahçe Sarayının kendisine
ait kısmında ve sivil elbiseyle bayram tebriklerini kabul ederdi. Üniformalarını çıkarıp redingot
giyen ileri gelenler, sıra ve düzen izlememek şartıyla, veliaht sarayına giderler, veliaht
tarafından da kabul edilerek tebriklerini ona, tabii saçak falan öpmeden sunarlardı.
Yusuf İzzeddin Efendinin intiharını izleyen ilk bayramdan bir iki gün önce gazetelerde çıkmış
bir resmi bildirim, veliaht dairesine geçmemiş, Çengelköy sırtlarında hâlâ duran köşkün-
171
de kalmış bulunan Vahideddin Efendinin tebrikleri büyük kızı Ulviye Sultanın Kuruçeşme'de,
aldanmıyorsam eski ma-beynci Arif Beyden alınmış yalısında kabul edeceğini ilan etmişti. İşgal
ettiği mevkiden dolayı teşrifata dahil bulunan babam bu yalıdan dönüşünde, çok iyi
hatırlıyorum, adeta gücenik bir tavırla, adeta küskün, ziyaretini anlatmış, kendisine hep iltifat
ederek merasimin gerektirdiği ziyaretler dışında arada bir davet ettiren, bu davetlerde sofrasına
kabul eden Yusuf İzzeddin Efendiyi içi titreyerek rahmetle anmıştı.
Yeni veliaht ziyarete gelenleri epey bekletmiş. Gelenler hayli arttıktan sonra hepsini birden
ufarak, pancurları yarı yarıya inik bir odaya kabul etmiş. Herkese yer gösterip kendi de bir
koltuğa oturduktan sonra bir süre gözleri inik, sessiz kalmış. Sonra gözlerini kaldırmadan,
"Affedersiniz sizi beklettim, içerde sultanlar vardı," deyip susmuş. Oradakilerden yükselen
"estağfurullah"ları dinledikten sonra yeni bir sessizlik... Bu sessizliği bozup, "Sizleri
Çengelköyü'ne kadar yormamak için burada kabulü tercih ettim. Fakat burası da pek iç karartıcı
bir yer," demiş.
Bunun üzerine de bir iki estağfurullah ve yeni bir sessizlik olmuş. Sonunda efendi, gözleri hâlâ
inik, ağır ağır doğrulmuş ve, "Affedersiniz, içerde bekleyen sultanlar var," dedikten sonra
gelenlere izin verivermiş. Babam, "Herkese adeta rahatsız edildiğini telkin etti. Neme lazım. Bir
daha semtine uğramam," demiş ve gerçekten de sonraki bayramlarda artık ziyaretine gitmemişti.
Oysa hemen o günün akşamı, Tünel'den kendisiyle çıktığımız sırada Karaköy'de, ta çocukluktan
arkadaşı olan ayandan Topçu Rıza Paşaya rastlayacaktık. Ve bu pek vatansever zat, Sırrı Beyi
ta yana çekip, gözlerinin içi güle güle:
"Şimdi veliahttan geliyorum. Uzun uzun konuştuk. Beni gelecek için çok ümitlendirdi. Pek
olgun ve mükemmel bir adam," demişti.
Yani, demek oluyordu ki, babamla kimler olduklarını hatırlayamadığım öteki misafirleri belki
İttihat ve Terak-ki'den sayarak ya da kendilerine güvenmediği gibi önem de
172
vermeyerek, zahmete girmemişti. Veya ihtiyat ederek, tekrar edilmeye değer ve kötü tefsir
edilmeye uygun bir şeyler söylemeden onları başından savmıştı.
Babamın onun hakkındaki bu hatırasını Harbiye Mekte-bi'nin tören kapısı önünde ve kırk yılı
aşan bir zaman önce kendisini görüşüme ait izlenimle birleştirerek şimdi şu yargıya varıyorum:
Vahideddin Efendi muhakkak ki öteki şehzadelerin çoğuna üstün olan ağırbaşlı ve ciddi bir
adamdı. Fakat birtakım sabit fikirleri vardı ki, bunlardan biri de bir hükümdarın halkla
ilişkilerinde sevgi belirtileri sağlamaya çaba harcamasının, kendisini küçük düşüreceğine
inanmasıydı. Bu inanışla hareket ederek halkın sevgisini kazanmak için halkın davranışlarına
göre hüküm vermesini istedi, ne çare ki bu hüküm da tamamıyla olumsuz çıktı.
Zira, esasen şartların sonsuz derecede çetin olması bir yana, sarayından dışarı adım atmak
istemeyen ve "İttihatçı olsalar gerek!" diye kimselere güvenmeyen bu padişah, kuruntuları ve
altmışına yaklaşmış bulunmasına rağmen görgüsüzlüğü ve bilgisizliği yüzünden, eniştesi
Damat Ferid Paşadan medet umacak, bir elçilik kâtipliğinden bir sultan sarayına geçmiş ve otuz
yıl kapalı kaldığı bu sultan sarayında uyuyup uyanarak okunmamış Frenkçe kitapların ciltlerine
bakmış bir insanı bir devlet adamı olarak kabul edecek, Osmanlı tarihinin en bunalımlı
döneminde Babıâli'ye yollayacak ve bu hata tarihin en büyük gafletlerinden biri olacaktı.
Son Osmanlı padişahı hakkında asıl hükmü tarih verecektir ve bu hükmün malzemesi henüz
tamamlanmış değildir. Biz, cılız iki üç hatıra ile bu hükmü şimdiden vermeye kalkışmadan
yalnız şunu söyleyelim ki, kader VI. Mehmed'e Osmanlı padişahlarının en büyüklerinden biri
olmak imkânını da sunmuştu ve o en talihsizi olmak felaketine bir hayli de kendi gaflet ve
gevşekliği yüzünden uğradı.
Bu nokta üzerinde fazla durmaksızın, pek üzücü bir günde bir çağdaş hükümdarın, yani Birinci
Dünya Savaşı başlangıcında Sırp Kralı I. Piyer'in nasıl hareket ettiğini hatırlayalım:
Bilindiği gibi, ilk büyük savaşa Avusturya-Macaristan
173
devletinin Sırbistan'a verdiği ültimatomla başlanmış ve hemen Belgrad'ı ele geçiren düşman
orduları küçük Sırbistan'ı istilaya başlamıştı. Yaşı yetmişi aşkın ve aynı zamanda hasta olan
Piyer, hayli zamandır devletin yönetimini oğluna bırakmıştı ve bir kaplıca şehrine çekilmiş
bulunuyordu. Ordusunun mutlak bir ümitsizliğe ve perişanlığa düştüğünü öğrenince, çekildiği
yerden kalkıp sürekli bir ricat halindeki orduya katılıyor ve sadece "Askerlerimin arasında ben de
ölmeye geldim," diyordu. Hasta ve ihtiyar kralın bu sözü ordusunu elektriklendirerek Sırp
ordusu bir süre için bile olsa Belgrad'ı geri almayı başaracak ve kendisinin birkaç misli kuvvet
karşısında gene yenilgiye uğrayıp en çetin şartlar içinde Adriyatik'e kadar çekilirken de, kral
hasta ve ihtiyar olmasına rağmen ordusundan ayrılmayacak, Arnavutluk'tan geçilip Adriyatik'e
varılmak üzere geri çekilişin bütün sefaletlerini askerleriyle paylaşacaktı...
Fakat ne yazık ki VI. Sultan Mehmed çeşitli kuruntu ve kararsızlıklar içinde kalarak ordusuyla
ölmek tehlikesini göze almayacak, bu muhteşem fırsatı kaçıracak, bu görkemli yükümlülüğü
reddedecekti!
174
İntihar Eden Veliaht: Yusuf İzzeddin Efendi
Dün yapraklarını çevirdiğim yabancı dilde bir yıllıkta, Al-manac de Gotba'da, Osmanlı
İmparatorluğu veliahtlarından Yusuf İzzeddin Efendinin 1 Şubat 1916'da ölümü kaydı gözüme
ilişti. Bu yıldönümü, bu şehzadenin son zamanları hakkında güvenilir bir iki kaynaktan
duyduğum ve henüz yazmadığım bazı hususları bildirmemin uygun olacağı fikrini bana verdi.
Bundan önce de, şehzadenin kimliğini belirtecek birkaç söz söylemek belki uygun olur.
Yusuf İzzeddin Efendinin bir facia şeklinde son bulan hayatının daha başlangıcından itibaren
esrarlı ve karışık bir gelişmesi ve devamı vardır. Bu şehzade 1857'de, yani babası Ab-dülaziz
tahta çıkmadan dört yıl önce dünyaya gelmiş ve yüzyıllardan beri kurulmuş bir gelenek
gereğince henüz tahta çıkmamış şehzadelerin evlat sahibi olmamaları usulünden dolayı, bu
doğum gizli tutulmuş, Yusuf İzzeddin de Eyüpsultan taraflarında bir evde saklanılarak durum
ancak Abdülaziz'in tahta çıkışından sonra ilan edilmişti. Gerçi I. Abdülhamid'in pek de uzun
süren ve ancak son üç yılı veliaht olarak geçen şehzadeliğinde doğan Dürrüşehvar adlı bir kızı
yok edilmemiş ve babasının saltanatında nüfuz ve itibar sahibi olmuşsa da, I. Ab-dülhamid
kendisine "sultan" payesi vermemiş ve kadın "Hanım", hatta "Ahretlik Hanım" adıyla anılmıştı.
Oysa Abdüla-ziz, Yusuf İzzeddin Efendiyi şehzade olarak ilan edip saltanat nöbetini de doğum
tarihinden geçerli kılmıştı. Böylelikle, Ab-dülmecid evladından olup yaşı elliye yaklaşmış olarak
1909'da ölen Süleyman Efendi ve V. Mehmed'i VI. Mehmed unvanıyla izleyen Vahideddin,
kendisinin gerisinde kalıyorlardı.
175
Abdülaziz'in yirmisinden çok önce müşirlikle Hassa Ordusu Kumandanı yaptığı bu büyük
oğlunu, -öteki oğulları dahil- geri kalan bütün şehzadeleri saltanat hakkından yoksun bırakıp
veliaht yapmak istediği iddia edilmiştir. Ancak bunun doğruluğunu kanıtlayacak bir belge
yoktur. Fakat, ke-
Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi.
176
sin olan şey, Abdülaziz'in kendisini Abdülmecid evladından üstün bir duruma sahip kılmış
oluşudur. Her gün Serasker Kapısına gidip gelmesine* rağmen tahttan uzaklaştırma konusuna
ait bir şey sezemediği için de Dolmabahçe Sarayından Topkapı Sarayına götürüldüğü** sırada,
söylentiye göre, acı acı onu azarlamıştır. Bu tahttan uzaklaştırmada en büyük rolü oynayan ve
yabancıların o zaman buldukları tabirle Abdü-laziz'i "intihar ettiren" Hüseyin Avni Paşanın
bundan birkaç gün sonra tahttan uzaklaştırılmış hükümdarın kadınlarından birinin kardeşi olan
Çerkez Hasan'ca öldürülmesinde Yusuf İzzeddin'in bir teşvik ve etkisi olduğu ise hiç akla
gelmemiştir ki, gelmesi mümkündü.
V. Murad'ın sözde kalan padişahlığı son bulup II. Abdül-hamid'in tahta çıkışıyla İkinci
Meşrutiyet arasındaki otuz üç yıllık zamanda, Yusuf İzzeddin Efendi adeta bir mahpus hayatı
geçirmiş; pek dirayetli bir adam olduğu hakkında söylentiler dolaşmakla birlikte, hürriyet
taraftarlarınca müstebit Abdülaziz'in oğlu sıfatıyla adı ileri sürülmemiş, tahta çıkması lehinde
propaganda yapılmamıştır.
Şu kadar ki, başka bir şekil ve tarzda ölüm bu propagandayı yapmış; kendisinden yaşlı ve
dolayısıyla saltanat nöbeti kendi üstünde Abdülmecid evladından Burhaneddin, Nu-reddin ve
nihayet Kemaleddin Efendiler aradan çekilmişlerdir. Otuz üç yıl veliaht kalacak olan Mehmed
Reşad ile 1905'ten itibaren arasında artık şehzade kalmamıştır. Meşrutiyetin ilanından bir süre
sonra Kıbrıslı Kâmil Paşanın Mebusan Meclisi'nin güvensizlik oyuyla düşürülmesinden az önce
ortaya çıkan söylentide, yani Sultan Hamid'in cemiyetçe (İttihat ve Terakki) saltanattan
uzaklaştırılıp veliahttın da haklarından yoksun bırakılarak Yusuf İzzeddin Efendinin
* Beyazıt'taki, sonradan İstanbul Üniversitesi olan Bâb-ı Seraskeri. Bugünkü Genelkurmay
karargâhı işlevini görüyordu. Veliaht, buraya Hassa Ordusu Kumandanı olduğu için geliyor. -
y.h.n.
"'"' Abdülaziz, tahttan uzaklaştırıldıktan sonra önce Topkapı Sarayına götürülmüştü. Yeni
padişaha yazdığı mektuptan sonra Çırağan Sarayına gönderildi. - y.h.n.
177
I ı !'I
'm'
padişah edileceği hakkındaki iddialarda bir gerçek payı bulunduğu ise hiçbir zaman
kesinleşmemiştir. Zaten bu iddialar, Kâmil Paşa ile beraber ortadan kalkacak, az sonra da
Sultan Hamid tahttan uzaklaştırılmakla birlikte Mehmed Reşad Efendi tahta çıkarılarak Yusuf
İzzeddin Efendi sadece veliaht olabilecekti.
Yusuf İzzeddin Efendinin veliahtlığı 1909'dan 1916'ya kadar yedi yıl devam etti. İlk zamanları
gelecek için ümitler veriyordu. Öte yandan, selam için kolları güçlükle kalkan, tavırları şaşkın,
görünümü inmeli olduğu iddialarını asla yalanlamayan zavallı Sultan Reşad'ın yetersizliği
hakkında o kadar hikâyeler alıp yürümüştü ki, pek kısa boyuna rağmen ağırbaşlı tavırlı ve
kekemeliğine rağmen oldukça makul konuşur bir adam olan Yusuf İzzeddin Efendinin lehinde bir
kanaat doğmuş bulunuyordu. Er geç onun lehine Sultan Re-şad'a tahtın bıraktırılacağı hakkında
haberler çoğalıyordu. Yusuf İzzeddin Efendinin bu hususa İttihat ve Terakki'yi yöneltmeye
dönük bir girişimi bilinmemekteyse de merhum Cavid Beyin Tanin sütunlarında çıkan
hatıralarında kardeşi, son halife Abdülmecid Efendinin bunu tavsiye eden bazı sözleri dikkate
değer.
Sultan Reşad'ın vücutça düşkün ve bitkin oluşu da, ölümünün yakın bulunması ihtimalini
hesapta tutturmuş ve Yusuf İzzeddin Efendi veliahtlığının daha ilk zamanlarından başlayarak
tahta geçişinin yakın olması ihtimalini hesap edip vaziyet alanlar eksik olmamıştı. Bunlar
arasında, büyük siyasi rol oynamak isteyenden ziyafet sofrası sonunda diş kirası bekleyene
kadar, çeşit çeşit insanlar olmuştur. Bu arada bir mebusun efendideki saltanat ihtiraslarını
kamçılayanlar arasında ön safta geldiğini duymuştum. Bu, doğu illeri mebuslarından, abartılı iri
sarığıyla kendisine bir şeyhülislam görünümü veren, kalın ve çatık siyah kaslarıyla deli sultan
İbrahim'i -tahttan indirilip hapis edilmesinden sonra- aşağılamış bir Karaçelebizade Abdülaziz
Efendi hayalini gözlerde canlandıran bir hocaydı. Söylentiye göre, hemen her cumartesi günü
efendiyi ziyaret ederek, "Aman efendimiz, dün Cuma
178
selamlığında hazır bulundum. Artık bitmiş, kımıldayamaya-cak hale gelmiş. İki üç ay daha
yaşayabileceğinden şüpheliyim. Atalarınızın tahtına büyük şan ve şevketle cülus buyurmak
üzeresiniz!" diye müjdelerde bulunurdu. Şehzadeden, "Bu müjdeyi ne zamandan beri boş yere
verip duruyorsun. Sus, ikiyüzlü herif!" şeklinde bir hakaret değil, iltifat görürmüş. Gerçekten
Yusuf İzzeddin Efendi, yedi veliahtlık yılını içi içine sığmadan, ilk önce Sultan Reşad'ın yaşayıp
durmasının ıstırabıyla, sonra da padişah olmadan kendisinin haklarından yoksun edilmesi ve
düşürme işleminin gizlice yapılmış olup durumun Mehmed Reşad'ın ölümüyle ilan edileceği
korkusu içinde geçirmiştir. Kendisi için hayatta padişah olmaktan başka bir amaç olmadığını,
emlakıyla ilgili işlerle uğraşan ve Şişli'deki evimize yakın oturan bir Ruma hastalığının en
ıstıraplı günlerinden birinde söylediği ve o adamın bize ölümünden sonra aktardığı şu "Biz
saltanat hanedanı üyelerinin hayatta tek amacımız vardır ki, o da tahta çıkmaktır. Ben babam
Abdülaziz Han zamanında kendimden yaşlı şehzadelere üstün bir mevkideydim. Bugün hâlâ
makama geçmedim. Nasıl olur da memnun ve huzurlu yaşayabilirim!" sözleri bunu ek güzel
anlatır.
Bununla birlikte eklemek gerekir ki, veliahtlığının ilk zamanlarında Yusuf İzzeddin Efendi
dıştan huzurlu ve tabii görünmüş, Sultan Reşad adına birçok kere Avrupa'ya gitmiş ve ileri
gelenlerle ilişkilerinde olumlu izlenimler vermiştir.Bu çerçevede, teşrifatta yeri olduğu için efendi
ile veliahtlığının ilk zamanlarından başlayarak ilişkide olan ve isteği üzerine bu teşrifatın
gereklerinden daha sık bir şekilde dairesine giden babam Sırrı Bey de, ondan aklı başında,
gururlu tanınmış bulunmasına rağmen terbiyeli ve günün sorunları üzerine dikkate değer şeyler
anlatır bir adam olarak söz ederdi. Efendinin dilinden, anlattığı şeylerden hiç değilse bir ikisini
ve bu arada İtalya'nın Trablusgarb'a saldırısına ilişkin bir tanesini, ölümü hakkında duyduğum
bir iki şeyden önce kaydetmek isterim.
O
179
İtalya'nın Trablusgarb'a saldırmasıyla savaşın çıkmasından az sonra Yusuf İzzeddin Efendi,
içlerinde babam da bulunan bazı misafirleriyle bu mesele hakkında konuşurken, felaketi
zamanında önleyemediği için Babıâli'yi, özellikle saldırı sırasında sadrazam olan Hakkı Paşayı
eleştirir. Son Avrupa yolculuğunda Roma'dan geçerken İtalyan ileri gelenlerinin Trablusgarb'da
kendilerine birtakım imtiyazlar verilmesi şartıyla bir anlaşma yapılmasını teklif ettiklerini şu
şekilde anlatır:
"Bana Roma'da büyük saygı göstererek bazı şartlarla ittifaka gidebilecek bir dostluk kurulması
arzularından söz ettiler. Bu şartların ise Trablusgarb'da mali ve iktisadi birtakım imtiyazlardan
ileri geçemeyeceğine güvence veriyorlardı. Bunun üzerine Babıâli'ye telgraf çektim. Görüşmeyi
bizzat yönetmek üzere eğer istenirse ikametimi uzatmaya hazır olduğumu da haber verdim.
Fakat o tarihte Hariciye Nazırı olan Rıfat Paşa, 'Veliahtların böyle şeylere karışmaları usulden
değildir. Roma'daki belirlenen ikamet süresi biter bitmez hareket buyurun' yolunda ve küstahça
karşılıkta bulundu."
Bu sırada Hakkı ve Rıfat paşalar sağ olduklarına göre, Yusuf İzzeddin Efendinin bu sözlerinin
tamamıyla hayal ürünü olmayacağı akla gelmektedir. Böyle bir yazışmanın Babıâli arşivlerinde
bulunup bulunmadığının araştırılması yerinde olur.
Buna karşılık, Yusuf İzzeddin'in hiçbir zaman belgelene-meyecek sözler aktarıp karşısındakileri
hayran etmeyi âdet edinmiş olduğuna da, yine babamdan duyduğum başka bir hikayesiyle karar
veriyorum.
Eski sadrazam Said Paşanın Birinci Dünya Savaşından kısa bir süre önce ölümü sıralarında
kendisinden söz açılır ve efendi der ki: "Said Paşa çok zeki ve pek âlim bir adamdı ama, görüşünü
bildirmekten çekinir ve karşısındakinin hislerine uygun şekilde konuşmaya dikkat ederdi. Hiç
unutmam; son sadrazamlığından önce, henüz Ayan reisi bulunduğu sıralardaydı; bir gün
kendisine bizim ancak İngiltere ile ittifak edebileceğimizi söyledim. Bu görüşümü pek kuvvetli
de-
180
liller göstererek doğruladı. Fakat bir süre sonra, sırf kendisini bir çeşit imtihandan geçirmek
üzere, bizim içinde bulunulan şartlara göre ancak Almanya ile ittifak edebileceğimizi söyledim.
Bu sefer de bu sözümü, yine pek kuvvetli deliller getirerek, savundu. Bunun üzerine
dayanamadım ve, 'Paşa, sizin zekâ ve kültürünüzden kimse şüphe edemez. Ancak maalesef
görüşleriniz çok değişken. Geçen gün İngiltere ile ittifakı benim görüşüm olduğu inancıyla
savundunuz, bugün de aynı sebeple Almanya ile ittifakı savunuyorsunuz. Kişisel görüşleriniz
neyse onu söyleseniz ve onu savunsanız!' dedim. Said Paşa pek mahcup olarak nasıl karşılıkta
bulunacağını şaşırdı..."
Oysa Şabur Çelebi diye anılan Said Paşa, ölünceye kadar olağanüstü bir belleğe sahip
kaldığına göre, daha önce savunduğu bir şeyi unutmasına imkân olamazdı; böyle hakareti andırır
sözlere dayanabileceğine ihtimal vermek de güç olduğundan, şehzadenin bu fıkrası bir hayal
ürününe pek benzemektedir.
Bununla birlikte, efendinin meclisinde değerli söyleşiler de yapıldığı, Yusuf İzzeddin'in kendisini
övmeyi bırakıp söylenenleri dikkatle dinlediği de olurmuş. Bu arada babam, Birinci Dünya
Savaşının ilk sıralarında Almanya'nın yengi kazanamayacağı hakkında adını maalesef
unuttuğum yüksek rütbeli bir kurmay subayın çok ayrıntılı açıklamalarını onun meclisinde
dinlediğini ve Yusuf İzzeddin Efendinin bu açıklamaları dikkatle dinledikten sonra, Fransızların
o sırada kazanmış bulundukları birinci Marne zaferinin gerçekten önemli olduğunu söyleyerek
konuyu kapadığını anlatmıştı.
Bu bağlamda eklemek gerekir ki, birçok yetkili kimseler bu zaferin önemini takdir edememişlerdi.
Osmanlı İmpara-torluğu'nun da savaşa, Almanya'nın mutlaka zafer kazanacağı güveniyle
katılması sağlanmıştı. Yani, şu da gösterir ki, Yusuf İzzeddin, hastalığının artık başlamış
olduğu o devrelerde dahi zırdeli değil, fakat sabit bir fikre esir bur durumda bulunuyordu. Bu
sabit fikir ise, bildiğime göre, bir diş ağ-
181
rısı geçirirken kansere tutulmuş olmak korkusuyla başlamış ve iyileşmez bir hastalığa tutulmuş
adamın tahta çıkarılmayacağı korkusuna geçtikten sonra buna ait işlemlerin gizlice yapıldığı
inanışına dönüşmüştür.
Bu hastalığın tedavisi için de, özellikle taht nöbetinde kendisini izleyen Vahideddin'in siyasi
tutkuları bilindiğinden, hükümet çok çalışmış ve efendi Orta Avrupa'da bir sanatoryuma
yollanmıştır. Tedavi yolculuğunda maiyetinden bulunan ayandan Azaryan Efendi adlı zatın
uğradığı eziyetlerin ise, Abdülaziz'in Avrupa gezisinde maiyetine çektirdiklerine yakın
olduğunu söylerler. Nitekim bir akşam, birlikte bulunulurken, Azaryan Efendinin gittikçe artan
bir telaşla izin isteyip, şehzadenin hiddetle "otur!" dediğini ve bu durum üç kere yinelendikten
sonra Yusuf İzzeddin Efendi insafa gelip, "Eh, mademki gitmek istiyorsun, kalk git!" deyince,
Azaryan Efendinin yanındaki yavere, "Ne olduysa oldu. Artık kalkmasam da ziyanı yok!" diye
mırıldandığını, kendisinden birkaç yıl sonra duymuştum.
Hükümet bu hastalığın tedavisi için çaba harcadığı gibi, Abdülaziz kızlarının büyüğü ve
efendinin ana baba bir kardeşi olan Saliha Sultan da kendisince bir çare düşünerek, Çerkez ve
Gürcü göçmenlerinin yoğun bulunduğu Adapazarı taraflarına adam yollatmış ve bir köyde pek
güzel bir Kafkas dilberi buldurup takdim etmiş. Kızı görünce yapılmış hesabı anlayan Yusuf
İzzeddin, "Benim içimden kan gidiyor. İttihatçılar beni veliahtlıktan düşürmek için son önlemleri
alıyorlar. Savaşsa günden güne tehlikeli ve feci bir duruma geliyor. Bütün hanedanın geleceği
karanlıktır. Bu zamanda ben taze cariyelerle dertlerimi unutabilir miyim? Bu kızı geldiği yere
gönderin, yüzünü bir daha görmeyeyim!" demiş ve kız kardeşine darılmış; ölümünde kendisine
dargın bulunuyormuş.
Zaten Yusuf İzzeddin Efendide zevke düşkünlük, babası Abdülaziz, amcası Abdülmecid ve
onun oğlu olan II. Abdül-hamid'deki derecelerde değildi. Nitekim Avrupa yolculuklarında da
herhangi bir maceradan çekinmiştir. Kral ve prens-
182
lerin Paris'e uğrayışlarında oranın tanınan nazeninlerinden biriyle buluşmaları hemen hemen bir
gelenek halini aldığı, hatta pek ünlü ve hoş bir Fransız komedyası Paris'e gelmiş hükümdarların
felekten bir saat çalmalarına imkân bırakmak üzere bu saatin programlarda "Ayan Reisini
ziyaret" şeklinde yer aldığını anlattığı halde, Yusuf İzzeddin Paris'e hiçbir gidişinde "Ayan
Reisiyle bir görüşme"ye rağbet etmemiştir. Kendisine birkaç kere pek güzel kadınlar gösterilince
de, ha-remindekiler sayesinde gönlü tok bulunduğunu bildiren gülümsemelerle karşılık verdiğini
eski başmabeyncilerden Lüt-fi Simavi Beyden duymuştum.
Herhalde, bu Osmanoğlunun, kendisinde iyileşmez hastalıklar bulunduğu kuruntusuna kapılıp
ondan sonra da veliahtlıktan indirileceğine inanarak geçirdiği birkaç yıl içerisinde ve özellikle en
son günlerinde gerçek bir trajedi kahramanı halinde yaşadığı kesindir. Yaverlerinden olan ve
akrabamdan bulunan bir zattan duyduğuma göre, bu son zamanlarında dairesinin denizden
sarılıp tutuklanacağına ve tıpkı babası gibi alınıp götürüleceğine inanarak Dolmabahçe
sarayının veliahtlara ayrılan kısmında hiç kalmak istemez, etrafı açık olan Zincirlikuyu
köşkünde oturmayı gerekli görürmüş. Orada da, bazı gece yarılarında, kendisini alıp götürmeye
gelmiş askerle köşkün sarıldığına inanarak haremden fırlar, adamlarını toplayıp başlarına
geçerek bahçeye çıkar, elinde fenerle kasrın duvarları boyunca, düşe kalka, kan ter içinde,
saatlerce dolaşırmış. Birkaç kere de bu dolaşmalar, bardaktan boşanırcasına yağmur yağar,
fırtınalarla karlar savru-lurken yapılmış...
O sırada veliahttın altmışına hayli yaklaşmış bulunduğu da hesap edilirse, zavallı mecnuna
karşı duyulması gereken merhamet büsbütün artar. Bu çerçevede ekleyeyim ki, Yusuf İzzeddin
Efendinin öldüğü öğrenilir öğrenilmez, kardeşlerinin en küçüğü olup babasının ölümünde
kundakta bulunan ve erkek kardeşi tarafından büyütülmüş olan Emine Sultanın kederinden yarı
delirerek kendisini sarayın bahçesindeki havuza attığı duyulmuştu. Bu durum ise, Abdülaziz
evladında
183
belki soydan gelen bir kendine kıyma eğiliminin bulunduğuna, bu bakımdan da, son zamanlarda
özellikle Sayın İsmail Hakkı Uzunçarşılı tarafından Türk Tarih Kurumu dergisinde savunulan
görüşe* rağmen, Abdülaziz'in öldürülmeyip intihar ettiğine bir kanıt olabilir.
* İ.H. Uzunçarşıh'nın Türk Tarih Kurumu'nca yayımlanan Belleten'in o tarihlerde çıkan 28, 29,
30, 32 ve 33. sayılarındaki yazılarında dönemin olayları üzerine belge, bilgi ve açıklamalar vardır. -
y.h.n.

184
Yusuf İzzeddin Sarayındaki Hanımlar
(N.S. Örik, bu yazısının başında da Yusuf İzzeddin Efendinin Beyoğlu'nda ve Avrupa'da
çapkınlık yapmadığını belirtiyor; önceki yazıda anlattığı, Paris'te kendisine tanıştırılan
matmazelle ilişki kurmaktan kaçınması olayına değiniyor; "Bu hanımın güzelliğinden pek bir şey
anlamadım," dediğini aktarıyor ve devam ediyor:)
-Cfendinin ilk eşi olup veliahtlığının ilk zamanlarında henüz sağ bulunan Çeşmi Ahu Hanım
ile onun ölümüyle dördüncü hanımlıktan üçüncülüğe yükselen Tabende Hanımın, böyle bir
küçümsemeye hak verdirecek derecede olağanüstü güzellikte olduklarını duymuştum. Bu
güçbeğenirlikte onların, daha doğrusu yalnız ikincinin etkisini görüyorum.
Zira Çeşmi Ahu Hanım, üzerine basarak söylendiğine göre, efendiden yaşça biraz büyük olup,
ölümü sırasında yaşını başım almış, bununla birlikte bir zamanlar olağanüstü güzellikte olduğu
pek belli bir kadınmış. Sarışın olan bütün hanımlarla üç odalığın aksine siyah saçlı, kara kaşlı ve
kara gözlü olan Tabende Hanım ise, efendinin ölümünde henüz bütün güzelliğine sahip olup,
şehzadenin en çok sevdiği ve herhalde nazlandırıp şımarttığı eşi o imiş.
Yusuf İzzeddin Efendi intihar etmeyerek ve kendisini intihara sürükleyen iyileşmez hastalığa
tutulmayarak, Sultan Reşad'ın 1918'deki ölümünü bekleyebilmiş ve tahta çıkmış olsaydı, nikâhlı
eş olarak, dediğimiz gibi, Çeşmi Ahu Hanım bir süre önce öldüğünden, hepsi de cariye kökenli
olan, al-
185
danmıyorsam İkinci Meşrutiyetten bir süre sonra hepsi de aynı gün içinde nikâh edilen dört
eşinin, mevkileri ve kıdemleri sırasıyla, Züleyha Cavidan, Nazikeda, Tabende ve Leman
Hanımların "Kadınefendi" payesi kazanmaları gerekecekti. Ve bu dört hanım arasında,
efendinin gönlünde en çok Tabende Hanımın yeri vardı. Cavidan Hanımın ise İstanbul'u
ziyaret edecek yabancı hükümdarların eşlerini gereğinde bir imparatoriçe gibi kabul etmeye
adaydı ama, en önemli mevki ve en büyük önem sonuncudaydı. Çünkü, öteki hanımların hiç
evladı dünyaya gelmemiş ve Çeşmi Ahu Hanım II. Ab-dülhamid'in ilk zamanlarında ancak bir
yıl yaşayabilmiş, yaşamaması tercih edilecek, etten ibaret, kemikten yoksun bir külçe olan
Sadeddin Efendiyi dünyaya getirebilmişti. Buna karşılık Leman Hanım, Yusuf İzzeddin
Efendiyi Meşrutiyetten az önce sağlıklı bir kıza, az sonra da bir erkek evlada sahip etmişti.
Ekleyeyim ki, bu iki doğum şenlikleri sırasında Tabende Hanımın üzülmemesi için en seçkin
mücevherler Leman Hanıma değil, ona hediye edilmişmiş.
Bu dört hanımın dördü de Cumhuriyet dönemini görmüşlerdir. Sonuncuları olan, Ulusoy
soyadını alan Leman Hanım, söylendiğine göre ancak imzasına atabilecek kadar cahil olmasına
rağmen büyük bir zekâ ve iradeye sahipmiş. Evladının malını yönetmede büyük bir başarı
göstererek, "Çocuklarım memlekete dönüp mallarına sahip olmadan Allah canımı almasın!" diye
diye yaşamış. Oğlu Mısır'da verem olmuşsa da, -biri Yusuf İzzeddin Efendinin ölümünden az
sonra dünyaya gelen- iki kızı (Şükriye ve Mihriban Hanımlar) sürgün kararı kalkıp vatana
dönerek ellerini öptükten bir süre sonra ölmüştür.
Öteki üç hanım ise, evlatları bulunmadığından ayrı evlere çıkmışlarmış. Cavidan Hanım galiba
Topkapı dışında aldığı büyük bir köşkte ve iyi bir durumda ölmüş. Onunla uyuşmaya çalışıp
söylentiye göre üçüncü ve dördüncü hanımlarla geçinemeyen Nazikeda Hanım ise, geçim
sıkıntısı içinde kaldığından, o dördüncü hanımın Mısır'da yaşayan evladı tarafından Mısır'a
aldırılıp orada ölmüş. En zenginleri
186
olan Tabende Hanıma gelince, Ortaköy'de bir eve yerleşmiş; emanet olarak aldığı çok büyük
değer taşıyan mücevherlerini o hayırsız akraba bir daha getirmediği için eski debdebesini
koruyamamış, adeta darda yaşamıştır.
Yusuf İzzeddin Efendinin ilk delikanlılık ve gençlik devirlerini bilen bir kimse artık maalesef
kalmamış olduğu için, ilk ve kendinden biraz yaşlı eşi Çeşmi Ahu Hanımla sırada ikinci gelen
Cavidan Hanımdan önce de başka gözdeleri, odalıkları olmuş muydu, bilmiyorum. Fakat daha
yakın tarihlerde Tabende Hanımın bembeyaz teniyle büyük bir zıtlık oluşturan simsiyah
gözlerine ve boyuna poşuna şiddetle vurgun olmasına rağmen, Bedricemal, Sezaver ve Mölon
adlarında üç de odalığı varmış. Bunlardan ancak birincisi, Bedricemal Hanım hayattadır ve
Yusuf İzzeddin Efendiye II. Mahmud ikballerinden kalan, Leman Hanımın bütün eşyasıyla
korumayı başardığı Çamlıca köşkünün bahçesi içindeki ayrı bir binada, pek sevimli ve pek şen
bir yaşlı kalfa ve onun evladıyla yaşamaktadır. Bedricemal Hanım bütün zekâsına sahip olup,
eski güzelliğinin izleri de yüzünde ve zekâsı kalın camlı gözlüklerinin arkasında parıl parıl
parlayan yeşil gözlerinde görünmektedir. Çeşmi Ahu, Cavidan, Nazikeda, Tabende ve Leman
hanımları kıskanıp onlardan birinin yerini almaya ve bunun için bir evlat dünyaya getirmeye
çalışmış olup olmadığını ve öteki iki odalıkla iyi geçinip geçinmediğini sordum:
"Bunları hep unuttum. O kadar uzaklarda kalmış bir mazi!" dedi.
Fakat odalıkların adını söylerken Mölon'un Fransızcada kavun anlamına geldiğini pek alaycı bir
küçük gülüşle söylemeyi de ihmal etmedi.
Yusuf İzzeddin Efendiden söz edildiği sırada, "Evet, kısa boyluydu, fakat başka bir halaveti
(tatlılığı) vardı," derken güzeldi ve uzak geçmişe, yarım asra yaklaşan geçmişe daldı. Kaldı ki,
bunda hata da etmiyordu. Zira boyunun pek kısa olmasına ve yüzünün hatlarının kusursuz
olmamasına rağmen, Yusuf İzzeddin Efendide, benim gibi uzaktan görenlerin farkettikleri bir
alım, bir gösteriş yok değildi.
187
Son Veliaht ve Halife Abdülmecid Efendi
Osmanlı saltanatının son veliahdı ve Osmanoğullarından gelmiş halifelerle bütün halifelerin de
sonuncusu olan Abdülmecid Efendinin hayatı ve kişiliği, eski veya yakın tarihimizde rolü
bulunan niceleri için de olduğu gibi, bir incelemeye konu olmamıştır. Birkaç sayfa içinde bu işi
başarmaya elbette ki girişecek değiliz. Kaldı ki, bu yazıyı biz daha çok bu zatın veliahtlığı
sırasında son sadrazam Tevfik Paşaya göndermiş olup adı geçenin oğlu İsmail Hakkı Beyin
kopyasını almamıza izin verdikleri birkaç mektubun sunulmasına bir vesile olmak üzere yazmak
arzusundaydık. Bundan sonra, bazı hatıraların yardımıyla, yazımız o mektuplara ait bir not
niteliğini aştı ve efendi hakkında -daha ayrıntılısı galiba henüz yazılmamış- bir küçük inceleme
niteliğini aldı.
O
Abdülmecid Efendi, herkesin bildiği gibi, Sultan Aziz'le eşlerinin en güzeli olmakla tanınan
Hayramdil Kadın'ın çocukları, bu padişahın delikanlılık çağına erişmiş oğullarından üçüncüsü,
İkinci Meşrutiyeti görenlerin ikincisi ve son ölen oğludur.
Babasının tahttan uzaklaştırılması ve ölümü sırasında (1876'da) yedi yaşında bulunmakla
beraber onun son zamanlarını pek güzel hatırladığını ve babasının intihar etmeyip Hüseyin
Avni Paşa tarafından öldürüldüğüne inandığını, kendisiyle ilişkisi bulunanlar hikâye
etmişlerdir.
İlk oğlu Yusuf İzzeddin Efendiyi tahttan uzaklaştırılmasından epey bir süre önce ve henüz
yirmisine varmadan "müşir", ikinci oğlu Mahmud Celaleddin Efendiyi on dördüne
188
Son Halife Abdülmecid Efendi.
erişmeden "ferik" yapan o hünkâr, bu üçüncü oğlunu da yanılmıyorsam topçu miralayı (albay)
yapmıştı. Sultan Aziz'in ölümüyle evlatları için başlayan mevkiden düşüş üç ay sonra II.
Abdülha-mid'in tahta çıkışıyla acı verici niteliğini kaybetmekle birlikte, Abdülmecid Efendinin
İkinci Meşrutiyete kadar geçirdiği hayat tabiidir ki hayli sönük olmuştur.
Kaldı ki, Arşiv Genel
Müdürlüğü'nde bulunan Yıldız Evrakını kısmen gözden geçirdiğim sırada suretini ne yazık ki
almamış olduğum bir kâğıt, Sultan Hamid'in oğullarının ilkinden, yani Selim Efendiden ancak
bir yaş büyük olan amcazadesine karşı -hiç değilse kuruntusunu uyandıracağı vakte kadar- bir
baba şefkati göstermiş bulunduğunun bir kanıtını oluşturmaktadır. Zira, galiba başmabeynciye
hitap eden bu iradesinde, Sultan Hamid, bayram ve kandillerde kendi evlatlarına elbiseler
yaptırılıp hediyeler alındıkça, eşlerinin mutlaka Mecid Efendi için de alınıp hazırlanmasını etkili
bir ifadeyle emretmiştir.
Abdülmecid Efendi, Sultan Hamid'in saltanat yılları sırasında bir iki tanesi yabancı olan
hocalardan dersler aldığına, yazlarını geçirdiği Çamlıca'da atla serbestçe dolaştığına, hatta -
gene arşiv belgeleri arasında gördüğüm bir jurnala göre-günün birinde Çengelköyü'ne gidip
Vahideddin Efendiyle, yani gelecekteki VI. Mehmed'le uzun bir görüşmede bulunabilmiş
olduğuna göre, bu dönemi pek acıklı bir hapislik şeklinde geçirmemiş olması gerekir. Bu
bakımdan da, İkinci Meşrutiyet ilan edilip fakat henüz Abdülhamid tahtında bulunduğu sırada,
(otuz üç yıllık Abdülhamid döneminin yirmi se-
189
kiz yılını, yani babası V. Murad'ın ölümüne kadarki dönemi gerçekten mahpus olarak geçiren
şehzadesi Selahaddin Efendi dahi geçmiş hakkında ağız açmamışken) Abdülmecid Efendinin -
Paris'te kapıcı kadınlarla şoförlerin gazetesi olarak tanınan- Petit-Parisien gazetesinin
muhabirine demeç verip Hürriyetin ilanına kadar çektiklerini uzun uzun anlatışı, herhalde daha
sonra kendisinin de beğenmediği bir hareket olmuştur.
Ekleyeyim ki, bu hareketini Abdülmecid Efendi beğen-mediyse çok daha sonra beğenmemiş
olmalıdır. Zira o tarihte sadrazam bulunan Kıbrıslı Kâmil Paşa -belki Sultan Ha-mid'in de
arzusuyla- mektupçusunu efendiye gönderip, kendisini hareketlerinde ölçülü olmaya davet
edince, efendi gazetelerde çıkan bir açık mektupla karşılık vermiş ve "hukuk-ı hürriyetinin
milletin kefaleti altında bulunduğunu ve bununla müftehir olduğunu (övündüğünü)" seksenlik
sadrazama pek yüksekten bildirmiştir. Ben de Abdülmecid Efendinin ismini galiba o sıralarda
öğrenecek ve kendisinin resmini hemen hemen Hürriyetin ilanıyla devrin en itibarlı fotoğrafçısı
Fe-büs'e koşup resim çektiren bir hayli şehzadenin fotoğrafları gibi işbu Febüs'ün camekânında
gördükten sonra, kendisini Tünel'de, evet, sarayından çıkarak, yaldızlı arabasından inerek,
yolcuları arasına katıldığı Tünel'de görecektim.
"Devletlû Necabetlû Efendi Hazretleri" o tarihte kırkında var yoktu ve bacaklarının kısalığına
karşılık büstü uzun olduğu için gene heybetliydi. Sarışın, iri mavi gözlü ve yüzünün hatları
kusursuzdu. Abdülaziz'in en güzel eşinden doğmuş olduğunu hakkıyla iddia edebilirdi. Galiba
sonbahara varılmıştı ki, açık renk bir pardösü almıştı. Fakat bu pardösüyü iki adım geriden gelen
redingotlu, bugün herhangi bir devletin elçisi sanılacak kadar kelli felli bir ağa taşıyordu. Ancak
birden -bilmiyorum arabanın içinde rüzgârlar mı esti ki-, efendinin pardösüsünü isteyeceği tuttu.
Ağa giydirmek istediyse de arzu etmeyip koluna aldı. Ağanın istekle atılması ve emredip fakat
giymekten vazgeçenin edası, birden fısıltılar davet etti. Araba artık Beyoğlu'na varmışken
efendi birden pardösüsü-
190
nü taşımaktan vazgeçerek ağasına uzattı, o da saygılarla kabul edince, artık bu pek kibar
şahsiyetin kimliği şüphe bırakmadı ve halkla yakından ilişki kurmak üzere tam bir alçakgö-
nüllükle Tünel arabasına binmiş bulunan şehzade, pek hoşlandığı fark edilen gösterilerle
uğurlanıverdi.
Abdülmecid Efendi Osmanlı saltanatının en son günlerine kadar üzerine en çok ilgi çeken, fakat
buna en çok da çalışan şehzade olmuştur. Ekleyeyim ki, İkinci Meşrutiyetle ortaya çıkan
Osmanoğulları arasında görünüşü kadar nitelikleri yönünden de en çekicisi kendisiydi. Yakışıklı
ve pek nazik olduğu gibi, Fransızca ve Almanca öğrenmiş bulunuyordu. Musiki ile, özellikle
resimle ilişkisi vardı. Bir hayli tablo yapmış, bir eseri Paris'te teşhir olunmaya -işe bir miktar
hatır gönül karışmış olsa bile- değer görülmüş ve efendi, zamanının kalem erbabıyla ve
sanatçılarıyla yakın ilişki kurmayı sürekli bir kaygı edinmişti. Sözgelimi, Abdülhak Hamid'in
muhakkak ki en büyük eseri olan Finten cilt halinde çıktığı zaman, bu edebiyat olayı şerefine
Çamlıca'daki köşkünde üç yüz kişilik çay ziyafeti verip bütün aydınları davet etmişti.
Abdülmecid Efendinin yalnız memleket aydınlarına değil, yabancılara da kendisini
beğendirmeyi istemiş olduğu söylenebilir. Avrupa'ya ancak düşük ve sürgün halife olarak
gidebilmiş, o zamana kadar hiç memleketten ayrılmamış bulunmasına rağmen, İstanbul'a gelen
diplomatlarla ve diğer yabancılarla ilişkisi sayesinde bunu bir derece başarmıştır.
Bunun bir delilini kişisel hatıralarım arasından alıp belirtmek üzere söyleyeyim ki, Milli
Mücadele'nin henüz gelişmekle birlikte Cumhuriyete kadar götürüleceğinin pek hatıra
gelmediği sıralarda, yani 1921 yılı içinde, Paris'teyken bir münasebetle kendisine takdim
edildiğim Madam Bompard (1909'dan 1915'e kadar İstanbul'da Fransız büyükelçiliği etmiş olup o
tarihte Senato üyesi bulunan zatın İstanbul'u ve Türkleri pek sevmiş bulunmakla tanınan eşi),
söz başka bir konu içinde sürüp giderken, birdenbire durup adeta heyecanlanarak, "Mösyö, size
pek saygısızca bir sual soracağım," demiş ve "Veliaht Abdülmecid Efendinin yakında tahta
çıkarı-
191
lacağını zannediyor musunuz?" sorusunu, bunun hakikat olmasını pek arzu eden bir eda ile
sormuştu.
Herhalde şu kesindir ki, Osmanoğulları arasında ecel, önceden şiddetli darbeler indirseydi ve
1909'da Sultan Ha-mid tahttan uzaklaştırılmak üzereyken onunla Abdülmecid Efendi arasında
bulunan 65 yaşındaki Mehmed Reşad, 51 yaşındaki Yusuf İzzeddin, 49 yaşındaki Süleyman, 48
yaşındaki Mehmed Vahideddin ve Mehmed Selahaddin Efendiler de ecelleriyle daha önce
ölmüş bulunsalardı, taht nöbeti bunları izleyen ve o sırada kırkında olan bu şehzadeye gelseydi,
halife ve padişah sarayı gerçekten görkemli bir hal ve görünüm alır, bu sarayda özellikle güzel
sanatlar cidden koruma görürdü. Fakat acaba bu II. Abdülmecid hükümdarlık görevlerini yerine
getirmekte ne derece başarı gösterebilirdi? Halife sıfatıyla zamanın gereklerini takdir
edebildiğini söylemek güç olan Abdülmecid Efendinin şehzadeliği ve veliahtlığı sırasında da pek
olgun bir siyasi kimlik arzetmediğini kabul etmek gerekir.
Bir kere, kişiliğinin hatlarının tamamıyla belirmemiş, kesinleşmemiş olduğunu kabul etmek
gerekir. Bunun bir belirtisi de, fazlasıyla Batılı görünmek istemesine rağmen tek eşle
yetinmeyişi, fakat iki çocuğunun iki ayrı kadından dünyaya gelmiş bulunduklarını bir zaman ilan
etmekten kaçınmış bulunmasıdır. Buna karşılık çocuklarının, gerek oğlunun ve gerek kızının,
eğitim ve öğrenimleri için pek büyük bir dikkat ve çaba harcamış olduğunu kabul etmek gerekir.
Öğrenim için oğlunu Avrupa'ya gönderen ilk Osmanlı prensi Abdülmecid Efendidir.
Eski Maliye Nazırı Cavid Beyin gazete sütunlarında kalmış hatıralarıyla eski Mabeyn
Başkâtibi Ali Fuad Beyin Görüp İşittiklerim adlı eserindeki birkaç satır, son Osmanlı ve-
liahtının İkinci Meşrutiyet senelerinde ve henüz veliaht olmadan bir rol oynayabilmek
hususundaki emelleri kadar memleketin geleceğine karşı ilgisini de göstermek bakımından
anılmaya değer. Cavid Bey, efendinin Sultan Reşad'ın zaafından ve iktidarsızlığından söz
ederek, o tarihte veliaht
192
bulunan büyük kardeşi Yusuf İzzeddin Efendinin tahta çıkarılmasını arzu ve tavsiye edişini
anlatır. Ali Fuad Beyin hatıralarında ise, İttihatçılar, başta o zaman 'bey' olan Talat ve Enver
paşalar olmak üzere, Babıâli'yi basıp Kâmil Paşayı istifa ettirdikten ve bu arada Nazım Paşa
kaynayıp gittikten sonra, Dolmabahçe Sarayında Mahmud Şevket Paşanın sadrazamlık
fermanı hazırlanırken, efendinin saraya gelip kendisine merdiven başında rastlayarak, "Zat-ı
şahaneye söyleyiniz, bana müsaade buyursunlar, şimdi bir ata bineyim, oradaki kalabalığı
dağıtayım" dediğini, kendisinin "Aman efendi hazretleri, iş bu dereceye geldikten sonra öyle bir
teşebbüs yalnız şahsınızı değil, saltanatı da tahtı da tehlikeye kor" karşılığında bulunduğunu,
fakat Mecid Efendinin o andaki hayalciliğini bir türlü unutamayarak şuna buna "Ben gidip
ahaliyi dağıtacaktım, başkâtip engel oldu" diye söylenmekte devam ettiği aktarılmaktadır.
Abdülmecid Efendinin biraz dengesiz ve görünmeye meraklı kişiliği, eğer bir zamanlar
söylenmiş olduğu gibi tahta yakın şehzadelerin Ayan üyelikleri gerçekleşmiş veya bir ara
dolaşan bir söylenti gerçekleşip kendisi İtalyan harbinin çıkmasından önce Trablusgarb
valiliğine atanmış bulunsaydı, kuşkusuz ki bazı gösteriler ve belki de biraz ölçüsüz bazı
hareketlerle tehlikeli bir şekilde ortaya çıkabilirdi. Yusuf İzzeddin Efendinin intiharıyla tahta
yakınlaşıncaya kadar Abdülmecid Efendinin bütün siyasi gösterileri an önce söylediğim gibi
Petit-Parisien muhabirine demecinden, bir de Maarif Nazırı Emrullah Efendinin Galatasaray
Sultanisi müdürlüğünden Tevfik Fikret Beyi çekilmek zorunda bırakması üzerine bir bardak su
içinde fırtına kopunca, o tarihte oğlu Faruk Efendi Galatasaray'a gittiği için öğrenci velisi
sıfatıyla itirazcılara katılışından ibaret kalmıştır.
Sultan Reşad yerine tahta çıkarılmasını tavsiye ettiği büyük kardeşinin yeterliliğine ne derece
inanıyordu veya bu tavsiye sadece tahtın Sultan Mecid koluna geçmesini görmek emelinin mi
bir ürünüydü, bilemem. Fakat Yusuf İzzeddin Efendinin intiharından sonsuz bir acı duymuş
olduğunu o ta-
193
rihte başmabeynci bulunan Tevfik Beyin, onun cenaze alayındaki haline bakıp babama
söylediğini hatırlıyorum. Tevfik Beyin bu münasebetle, "Sultan Aziz kolunda olağanüstü ve
tehlikeli bir duyarlılık bulunduğuna o gün Abdülmecid Efendinin gösterdiği keder ve ıstırabın
derecesine bakarak hükmettim. Kendisinin hali beni geleceği hakkında adeta endişeye düşürdü"
dediğini merhum babam söylemişti. Bununla birlikte, onun padişahlığını İttihatçılara tavsiye
etmesine rağmen, Abdülmecid Efendinin bazen de kendisini büyük kardeşinden üstün gördüğü,
Yusuf Efendinin babasının veliahtlığında dünyaya gelip varlığının ancak saltanatından sonra
ilan edildiğini kastederek, "O, şehzade Abdülaziz Efendinin oğludur, bense Sultan Abdülaziz
hanın oğluyum" yolunda sözler söylediği iddia olunmamış değildir.
Son halifenin saltanat makamına layık bulmadığı Sultan Reşad'ın ölümü sıralarında -bu ölümle
veliahtlığı kazanacağı halde- üzüntü göstermesi ise kalben temiz bir insan olduğunu gösterip
ispat eden bir durumdur. Bu padişahın Ceyb-i Hümayun kâtibi olan ve eşi akrabamdan bulunan
Hacı Hakkı Bey merhumdan duyduğuma göre, Sultan Reşad'dan artık ümit kesildiği ve ihtiyar
hükümdar kendini kaybetmiş bulunduğu bir sırada Abdülmecid Efendi saraya gelip kendisini
görmek üzere izin ister. Padişahın yanında kadınları bulunmakta olduğundan, onlar çekilirler ve
efendi hareme alınır. Bir süre yanında kalıp ve artık can üzerinde bulunan Sultan Reşad'ın
ağzına zemzem vermek gibi hizmetlerinde bulunup gitme eğilimi de göstermediğinden,
kadınefendiler kendisine haber yollayıp adeta kovarlar. Bunun üzerine efendi gözleri yaşlanmış
olarak -düşürülmesini gerekli görüp durumunu hep eleştirdiği- ihtiyar padişahın ayağını öperek
kendisine veda eder.
Osmanlı tarihini kanlara boyayan şehzade rekabetlerinin geri gelmesinden çekinerek
Abdülmecid Efendinin Anadolu'dan gelen teklifi kabul etmeyip İstanbul'da kaldığı, Sultan
Vahideddin'le mücadeleden çekindiği, hatta hilafet makamına geçtikten sonra da son padişahın
siyasetini eleştirip
194
kötülemekten kaçındığı hatırlardadır. Şu kadar ki, bu ikisi ortası bir hareket olmuş, şişle birlikte
kebabı yakmamak isteyen efendi, halifelik makamına da -sevinçli bir atılış içinde ve hanedanın
en yaşlısı sıfatıyla olmayıp en reşidi (ergini) kaydıyla bile olsa- kabul etmekte tereddüt
etmeyerek geçmiştir.
Kaldı ki efendi, veliahtlığı sırasında da doğru ve tutarlı bir hareket çizgisi tutturamayarak
ikircikli ve değişken kalmış, mesela Sultan Vahideddin'i şiddetle eleştirirken bir taraftan da
oğlunun onun küçük kızıyla evlenmesine karşı çıkmamıştır. Oysa, beğenmediği Sultan Reşad'ın
aynı durumda, yani kendisi veliaht iken, hem de Sultan Vahideddin gibi âciz bir durumda değil,
memleketin mutlak hükümdarı bulunan Sultan Hamid'den gelen bir evlilik bağlantısı teklifini
reddettiğini ve büyük oğlu Ziyaeddin Efendinin padişahın en zengin kızı Naime Sultanla
evlenmesini kabul etmemiş olduğunu hatırlamamak elden gelmez.
Gerçek şudur ki, Milli Mücadele'nin gelişmesini izlemekte ve ona göre durum almakta
Abdülmecid Efendi de -Sultan Vahideddin derecesinde değilse bile- öngörü gösterememiş,
halifelik makamını işgal ettiği sırada da zamanın zorunluluklarını takdir etmeyi başaramamıştır.
Halifeliği kabul etmemesi belki de daha makul ve kişiliği için daha uygundu. Kabul edince de
saltanat geleneklerini diriltip yaşatmaya öyle heveskâr görünmemesi gerekirdi.
Kesin olan şey, Abdülmecid Efendinin kendini göstereme-menin ve saltanat zevkini
tadamamanın ıstırabıyla yaşamış olduğudur. Nitekim bu ıstırap ve bu özlem, barış görüşmeleri
hazırlıkları sırasında kırk yıllık bir diplomat olan Sadrazam Tevfik Paşaya adeta yol gösterir bir
ifadeyle yazdığı bir mektupta da kendini göstermektedir.
O
Saltanat hakkını taşımayan, aynı zamanda Osmanoğullarının en yaşlısı bulunmayı da halifelik
için bir hak saymayıp hanedan erkekleri arasında en yeterli olanın seçilmesi yönünü Büyük
Millet Meclisi'ndeki çoğunluğa bırakan bir halifeliği
195
kabul etmemesinin Abdülmecid Efendiye, Selim Efendi tarafından (kendisinden sonra en yaşlı
Osmanoğlu olup, II. Ab-dülhamid'in de büyük şehzadesiydi) tavsiye edildiği söylenir. Bu
tavsiyenin doğruluğu hakkında kesin bir hüküm verilememekle birlikte, efendinin halifeliği
büyük bir şevk ve atılışla ve geçici olduğuna pek ihtimal de vermeden kabul ettiği kesindir.
Öyle olmasaydı, yani Dolmabahçe Sarayının ancak kısa bir süre için misafiri bulunduğundan
emin olsaydı, herhalde başka türlü hareket eder, sarayın odalarını ince ve bilgili zevkiyle yeniden
düzenlemeye girişmezdi. Kaldı ki, bu işle ve her Cuma selamlığında başka bir camiye gidip at
üzerinde olanca heybetiyle görünmek üzere -adları şimdi aklıma gelmeyen- iki üç binek atını da
ardı sıra götürmekle faaliyet ihtiyacını gideremeyecek, artık Ankara ile ilişkilerin gittikçe
gerginleşmeye başlamış bulunduğu bir sırada görev ve yetkilerinin belirlenmesini isteyecekti.
Saltanat hakkından yoksun bir halifenin öncelikle elde etmiş bulunması gereken dini bilgilere
sahip bulunduğu hiç de iddia edilmemiş olan efendi, acaba kendisine ne gibi görev ve yetkiler
verilmesini istiyordu? Acaba Papayı mı düşünüyor, yani onun kendini Roma'da İtalya
devletinin mahpusu sayarken bile bütün devletlerle ilişkide bulunuşuna ve Katolik uyruğu olan
bütün devletlerin iç işlerine müdahale ettiğine mi bakıyordu? Yani Papanın yüz milyonlarca
Katoliğe hükmetmesine karşılık kendisinin de yüz milyonlarca Müslümanın halifesi olduğunu
hesap ederek Endonezya'dan Afrika içlerine kadar bütün İslam memleketlerin iç işlerinin
düzenleyicisi olabilmek hak ve ayrıcalığını mı istiyordu? Fakat bu yetkileri o tarihte nüfusu
yirmi milyondan çok uzak bir Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceğine egemen bulunan Ankara'nın
Büyük Millet Meclisi kendisine nasıl verebilirdi?
Gerçekte, son halifenin hüküm ve önemi ancak sarayın dört duvarı arasında geçerliydi. Büyük
Millet Meclisi aldığı kararla halifeliğin kaldırılmış bulunduğunu ilan ederek kendisine hemen
hareket etmesi gereğini bildirdiği zaman her şey
196
bitiverecek, hiçbir İslam memleketi Abdülmecid Efendiyi kendi mülkünde halifeliğini
sürdürmeye davet etmeyecekti.
Büyük Millet Meclisi'nde verilen düşürme kararından bir saat sonra, VI. Mehmed kadar II.
Abdülmecid'in de siyasi ve dini kimlikleri ve önemleri kalmadı. Efendiye halifelikten
düşürüldüğü ve hemen İstanbul'dan ayrılması gereğinin İstanbul'daki vilayet amirleri tarafından
tebliğ edildiği gece saatinde, kendisinin Almancaya çalışmakta bulunduğu söylenmiştir. Bu
durum, ufukta hiçbir tehlike görmeyen bir insanın huzurunun belirtisi miydi, yoksa Büyük
Katerina'nın Petersburg'da İsveç toplarını duyarak gereğinde maiyetiyle birlikte Moskova'ya
kaçabilmek için dört yüz beygir hazır bekletirken, sinirlerine egemen kalabilmek üzere Rusçaya
bir eser çevirmekle uğraşmasına benzer bir avunuş muydu?
Abdülmecid Efendinin halifelik makamında bulunduğu sırada yaşlı şehzadelerin (o dönemdeki
tabirle halifezadelerin) onun çevresinde görünmedikleri ve Cuma selamlıklarına ancak genç
şehzadelerin katıldıkları da söylenebilir.
Efendinin İstanbul'dan otomobille ayrıldığı, eşleri, iki çocuğu ve yakın bendegânıyla birlikte
Çatalca'ya kadar öyle gittikten sonra oradan trene bildirildiği ve İsviçre'ye gittiği bilinmektedir.
İsviçre'de iki yıla yakın bir süre kalacak, bundan sonra da Nice'e geçecekti. Vahideddin henüz
sağdı ve kendisini hükümdar ve halife sayıyordu. Kendisini saltanat ve hilafete sahip sayanla
kendisini halife kabul eden arasında da, Va-hideddin'in ölümüne kadar barışma ve anlaşma
olmayacaktı.
VI. Mehmed'in ölümünden sonra ise Abdülmecid artık bütün Osmanoğullarınca ve
etrafındakilerce hanedanın reisi sayılacak ve iki yıl İsviçre'de kaldıktan sonra Nice'te bir villada
yaşayacak, bir süre hayli geçim sıkıntısı çekecek, 1931'de kızı Dürrüşehvar'ın dünyanın en büyük
zenginlerinden biri olan Haydarabad Nizamı'mn veliahtına varması üzerine artık refaha
ulaşacaktı.
Burada, Abdülmecid Efendinin hayatını inceleyecek bir tarihçinin söylemekten kendini
alamayacağı bir noktayla karşılaşıyoruz: Kızının evlenmesine kadar Mısır'dan kendi-
197
sine bazı para yardımlarında bulunulmuş olan son halife, bundan önce de bundan sonra da bazı
üyeleri pek korkunç bir sefalete düşmüş olan hanedan üyelerine karşı hemen hemen kayıtsız
kalmış ve söylendiğine göre özellikle Abdülme-cid koluna karşı bu kayıtsızlık inanılmaz sınırlara
ulaşmıştır. Sultan Mecid'in kızı ve ailenin en yaşlısı olan Seniye Sultan, Nice'teki güzel
villanın izbe bir odasında emektar ve yatalak bir cariye muamelesi görecek, Sultan Mecid'in bir
torunu, İbrahim Tevfik Efendi, Nice'te ölünce cenaze masrafı verilmediği için papazlar
tarafından naşı galiba denize attırılacak, Sultan Murad'ın -bütün malı kocası tarafından
götürülmüş-ikinci kızı Fehime Sultan gene Nice'te hasta yattığı sırada da gıdasını oluşturan bir
fincan sıcak çorbayı, biraz güzel çeh-reli Habeş cariyesi sokaklardaki dolaşmalarından
dönüşünde getirecektir.
Var olduğu, kızında bulunduğu ve ta çocukluk zamanlarından başlayarak hayatının bütün
aşamalarını kapsadığı söylenen hatıralarında efendi, bilmiyorum hanedan üyelerinin çektiklerine
değiniyor mu, yoksa kendisinin bir zaman çekmiş olduğu geçim sıkıntısını anlatmakla mı
yetiniyor?
Abdülmecid Efendinin Avrupa'da geçirdiği -sayısı büyük amcası Cem'in geçirdiği on üç yıla
oranla çok uzun, fakat çok da sönük- yıllar, İkinci Dünya Savaşı sonlarında ve Paris'te son
bulmuş, yani efendi iki üç yıl önce Nice'ten ayrılıp taşındığı Paris'te Etiol yakınlarında oturduğu
küçük bir konakta, kalp durmasından ölmüş, ölüme de Paris'in Fransızlar tarafından geri
alınması sırasındaki silah ve top seslerinin verdiği heyecan yol açmıştır. Naşı da hâlâ Paris'teki
caminin bir odasındaymış.
Şam'da Vahideddin'in yanına gömülmesini vasiyet ettiğinden, bir zaman oğlu, yaşadığı Mısır'a
getirilmesini, kızı da saltanat sürdüğü Hindistan'a naklini istemişler, İstanbul'a getirmek de
mümkün olmadığından, tabut hâlâ Paris camisin-deki odada duruyormuş.
O
198
Şimdi Abdülmecid Efendinin, amcazadesi VI. Mehmed'in saltanatı sırasında ve kendisi onun
veliahtıyken, sadrazam Tevfik Paşa merhuma yazdığı ve Tevfik Paşazade İsmail Hakkı Beyin*
lütfuyla örneğini yazdığım mektubu aktarıyorum:
"Fahametlû Devletlû Sadrazam Tevfik Paşa Hazretleri,
Londra'ya gidecek beyet-i murahhasamızın (delegeler kurulumuzun) riyasetinde zat-ı samilerinin
bizzat bulunmaları bir vecibedir (borçtur). Murahhas olarak Paris Sefiri Nabi Bey ile Londra
Sefaretinde Reşid Paşanın yerine bırakılmak üzere Berlin sefir-i sabıkı (eski elçisi) Rıfat Paşanın
refakat-i asafanelerinde bulunmasını elzem (eşlik etmesini gerekli) gördüm.
Mütehassıs olarak da bundan evvel Versailles'da bize tevdi edilmiş olan muahede (antlaşma)
projesinin tetkikiyle buna muktazi (gereken) cevapların emr-i tahririnde ibraz-ı dirayet ve ehliyet
eylemiş (yazılmasında beceriklilik ve yeterlilik göstermiş) ve hudutlarımızın ahval-i tabiiye
(doğal durumu), coğrafiye ve ırkiyesi ve memleketimizin ahval-i siyasiye ve askeriye, maliye,
hukukiye ve nafiası (bayındırlık durumu) hakkında malûmat-ı nazariye (kuramsal bilgileri) ve
ameliye-i mükemmeliyeyi (mükemmel uygulamaları) haiz bir askeri mütehassıs, bir maliye, bir
umur-ı hukukiye (hukuki işler) ve bir nafia mütehassıslarıyla bir evrak memuru ve iki
daktilograftan mürekkep küçük bir heyet bulunması maksada tamamen kâfidir, kanaatindeyim.
Gerek Yunanistan mahafilinin (çevrelerinin) gerekse İstanbul Patrikhanesinin teşebbüsat-ı
malûmesine (bilinen girişimlerine) karşı müessir (etkili) bir surette mukabelede bulunmak üzere
askeri mütehassısın mütarekenin bidayetinden (başlangıcından) beri Trakya'da, İzmir'de, Bursa,
İzmit ve Karamürsel havalisinde Yunanlılar tarafından irtikâp olunan fecayiin (işlenen feci
şeylerin [cinayetlerin]) bütün tafsilatına vâkıf olması elzem (ayrıntılarını bilmesi gerekli) oldu-
* Vahideddin'in başyaverliğinde bulunmuş olan İsmail Hakkı Okday. - y.h.n.
199
ğu gibi, alelumum mütehassısların Anadolu'nun son vaziyet ve mutalebat-ı arziyesi (toprak
istemleri) hakkında malû-mat-ı kafiye (yeterli bilgiler) sahibi olmaları pek faydalıdır.
Teklifimi itmam (tamamlamak) için, maliye mütehassıslığına elyevm (şimdi) Paris'te bulunan
Maliye Heyet-i Tefti-şiye (Teftiş Kurulu) Müdürü Kâzım Bey, nafia mütehassıslığına elyevm
İstanbul'da bulunan sabık Nafia Müsteşarı Muhtar Bey, umur-ı askeriye (askeri işler)
mütehassıslığına elyevm seryaver olup evvelce maiyet-i samilerinde (sizin maiyetinizde) Paris'te
bulunmuş olan erkân-ı harbiye kaymakamı (kurmay yarbay) Kadri Bey ve umur-ı hukukiye
mütehassıslığına da taraf-ı samilerinden bir münasibi intihab olunursa (tarafınızdan bir
yarayışlısı seçilirse) pek muvafık (uygun) olacağı zannındayım.
Hemen Cenab-ı Hak zat-ı sami-i sadaretpenahilerini tev-fikat-ı sübhaniyesine mazhar
buyursun (Tanrı siz sadrazama kolaylıklar sağlasın), amin.
21 Cemaziyelevvel 1338 (12 Şubat 1920)"
Bu mektupta ifade düzgün, imla pek nadir hatalı ve vatan sevgi ve endişeleri pek açık şekilde
belli. Fakat aynı zamanda bir gösteriş edası da yok değil ve özellikle hükümet etmek, iş başında
bulunmak tutkusu o kadar kuvvetli ki, ömründe yarım saat bir devlet işi görmemiş olan şehzade,
altmış senedir devlet hizmetinde bulunan sadrazama yalnız tahminlerde bulunmuyor, yalnız
istekler belirtmiyor da, devlet idaresinin en teknik yönlerine de karışıp daktiloların miktarı
hakkında bile kendisini aydınlatmaya kalkıyor!..
200
Mısır'ın Valdepaşaları
Osmanlı Sarayı ve Osmanlı Devleti, Kavaklı Mehmed Ali Paşanın Mısır'da kurduğu sarayı -
bütün debdebe ve ihtişamına rağmen- bir vali dairesi saymıştı. Hıdivliğin kurulmasından sonra
bile bu yeni hanedandan gelen prenslere, ancak kendilerini bir rütbeye sahip kılmışsa bu
rütbelere özgü unvanlarla hitap etmiş, "devletlû" demiş, "saadetlü" dediği de olmuş, çok kere de
hiçbir unvan vermemişti.
Mısır Hıdiv hanedanı üyelerinin kendi kendilerine aldıkları prens ve prenses unvanları Osmanlı
İmparatorluğu teş-rifatınca tamamıyla yok sayılmıştı; temelden bütünüyle yoksun bir iddia
olarak kalacaktı. Mısır hıdivleri sadrazamla ve Mısır hıdivliğinden alınmış olanlar eski
sadrazamlarla eşit işlem görüyorlardı. Ancak, o sırada sadrazam olan zatla o sırada hıdiv olan
zat aynı yerde bulundukları takdirde, sadrazam hıdivden önde geliyordu. Derece derece hepsinde
hıdiv olma hakkı bulunmakla birlikte, hanedan üyelerinin bir mevkileri yoktu. Bu hanedandan
gelip de sadrazamlık makamını alan tek zat ve sadrazamlığına kadar vezir değil, ancak "Rumeli
Beylerbeyi" payeli ve "Saadetlü" olan Said Halim Paşa bile, Osmanlı İmparatorluğu
teşrifatında herhangi bir iddiaya kalkışmayacak, yabancılarla yazışmalarda Said Halim diye
imza attığı ve ilişkilerde prensliği daima hatırda kaldığı halde, devletin resmi yazışmalarını
"Mehmed Said" şeklinde imzalamayı gerekli görecekti. Ve imparatorluğun en son yıllarında
Said Halim Paşanın kardeşi Abbas Halim Paşanın iki kızı Osmanlı hanedanından iki
şehzadeye, II. Abdülhamid'in oğullarından Abdurrahim ve V. Murad'ın
201
torunlarından Osman Fuad Efendiye vardıkları sırada bu evlenmelere ait resmi bildirimlerde,
gelin olan prensesler ancak "hanımefendi" şeklinde anılacaklardı.
Ancak bu, madalyonun bir yüzü, zaafını ve çöküşünü itiraf etmeyen imparatorluğun inadının bir
sonucuydu. Yoksa Osmanoğulları hanedanının gittikçe -hele İkinci Meşrutiyetten sonra pek
açık biçimde- yoksullaşmış bulunmalarına karşılık Mısır hanedanı üyeleri, çok daha zengin
olmalarının sağladığı bir önem ve itibar içinde yaşıyorlardı. Avrupa'da olduğu gibi
memleketimizde de bir hükümdar hanedanı üyelerine özgü işlemlere değer görülüyorlardı.
Çünkü, Kavaklı Mehmed Ali Paşanın kızı ve eski sadrazam Yusuf Kâmil Paşanın eşi olup
ömrünün büyük bölümünü İstanbul'da geçiren ve servetine ve kerem ve ihsanına ait hikâyeler
hâlâ dillerde gezen Zeynep Hanımefendinin hatırası tamamen canlanıyordu. O kadar ki, şimdi
andığım şehzadelerin henüz nişanlanmalarının söz konusu olduğu bir toplulukta, babamın otuz
yıllık Mülkiye ve mabeyn mütercimliği arkadaşı olan ve o tarihte sadrazamlıktan uzaklaşmış
olarak büyükelçi sıfatıyla Berlin'e gitmeye hazırlanan Hakkı Paşanın, kararlaştırılan bu
evliliklerden "İyi olmuş, zavallı şehzadelerimiz de biraz para yüzü görsünler!" diye söz ettiğini
hatırlarım.
İşin olumlu ve fiili tarafına gelince... Dâhi Kavalalı, Osmanlı ordularına karşı kazandığı
zaferlere dayanıp Osmano-ğullarını atmak ve Sultan II. Mahmud yerine İstanbul'da saltanat
sürmek istemişti. Avrupa'nın da kısmen yardımı sayesinde eli kolu bağlanarak Mısır'la
yetinmek zorunda kaldıktan ve soyuna hiç değilse Mısır'da sürekli bir mevki sağladıktan sonra
da, hanedanının örgütlenmesi Osmanoğulla-rındaki geleneklere uygun şekilde ayarlanmıştı.
Buna göre, Mısır valiliği, Mehmed Ali hanedanı arasında en yaşlı erkeğe ait oluyordu.
Erkek üyeler için tek kadın almak veya denk (küfv) kadın almak gibi bir zorunluk yoktu.
Valinin annesi de Osmanlı sarayında olduğu gibi bütün
202
hanedan üyelerinin önünde geliyor ve Osmanlı sarayının valde sultanlığına karşılık "valdepaşa"
unvanını alıyordu.
Abdülaziz devrinde sağlanan bir fermanla vali unvanı hı-divlikle değişecek, hıdivlik de babadan
büyük oğula geçmek üzere ilk hıdiv İsmail Paşa soyuna kalacaktı. Yani, o tarihten itibaren
Kavalalı hanedanı Osmanoğulları örgütlenmesine sırt çevirip Batı şekillerine yöneliyor, fakat
durum valdepaşa-ların bütün hanedanın önünde gelmesi haklarını sarsıyordu.
Osmanlı padişahları örneğindeki gibi birden çok eşleri bulunan (bunlardan biri de sanıyorum ki
Osmanlı sadrazamlarından Halil Hamid Paşanın soyundan olan) ilk hıdiv, sarayının
hareminde bir inkılap yapmaktan, kadınlarından birine "hıdive" payesi tanımaktan çekinmişti.
Kaldı ki, hanedanın erkekleri için birden çok eş alma hakkı son zamanlara kadar yürürlükte
kalmış demek oluyordu ki, son hıdiv Abbas Hilmi Paşa zamanında dahi bir "hıdive"
olmayacaktı. Nitekim, bir aralık Abbas Hilmi Paşa, eşlerinin sayısını birden ikiye çıkaracak,
evladının annesi bulunan ilk eşinin üzerine bir de Macar kontesi alacaktı. Osmanlı sarayındaki
valde sultanlar gibi val-depaşalar da Kahire'de ayrıcalıklarını ve mevkilerini Mısır'ın hıdivlik-ten
saltanata dönüşüne kadar koruyacaklardı.
Bu valdepaşalar kaç tanedirler? Kavalalı Mehmed Ali Paşa hanedanından Mısır vali ve
hıdivleri, Mehmed Ali Paşa dahil, yedi kişidir: Mehmed Ali, İbrahim, Abbas, Said, İsmail,
Tevfik ve Abbas Halim paşalar. Buna göre, yedi kadın bu payeyi taşı- Mısır Hıdivi Abbas
Hilmi Paşa.
203
yabilirdi. Şu kadar ki, Mehmed Ali Paşa özerk Mısır'ın valiliğini ancak ihtiyarlık çağında
yapabildiğine göre, herhalde, bir yerde adına bile rastlamadığım annesinin o tarihe kadar
yaşayamadığı, valdepaşa olamadığı şüphesizdir. Fakat resmen oğlu olmakla birlikte bir iddiaya
göre yeğeni, diğer bir iddiaya göre de evlatlığı bulunan ardılı İbrahim Paşa da, ondan sonrakiler
de valiliği ve hıdivliği az çok genç veya pek genç yaşlarda elde ettiler. Bu sebeple de annelerinin
hayatta bulunmaları ve bir nevi kraliçe hayatı sürmeleri için tez gelmiş bir ecelle bu dünyadan
gitmemiş bulunmaları yeterliydi.
Bu valdepaşalar arasında özellikle sonuncu, yani son hıdiv Abbas Hilmi Paşanın annesi
Prenses Emine Hanımefendi, aynı zamanda II. Abdülhamid devri İstanbul'unun da en ihtişamlı
çehrelerinden biri olmuş, son asır İstanbul hayatına ait birçok hatıraya vücut vermiştir.
Bir önceki hıdiv İsmail Paşanın annesi bu derecede müstesna bir çehre değildir. Fakat o da
İstanbul'u daima ziyaret edecek, hatta padişahın annesi Pertevniyal Valde Sultanla bir nevi
dostluk kurmayı başaracak, o zamana ait bir gazete koleksiyonunda okuduğuma göre, bu valde
sultan Emir-gân'daki hıdiv sarayında kendisine gece yatısı misafiri gelecektir. Fakat onu bana
özellikle hatırlatan, Ebüzziya Tevfik Beyin Yeni Osmanlılar Tarihi isimli eserinde kendisinin
Rodos'a hava değişimine gelişini anlatan satırlardır. Bu satırlar, yazarın Sultan Aziz'in en son
yıllarında, bu şehirde sürgün bulunduğu zamanı anlatan kısımdadır.
O yaz valdepaşanın her zamanki gibi hava değişimi için adaya gelmek üzere bulunduğu haberi
üzerine çarşıda nasıl ateşli bir temizlenme ve çekidüzene girme çalışmasının başladığı hikâye
edildikten sonra, hele valdepaşanın karşılanması tasvir edilir ve her yaz tekrarlanan
ziyaretlerinin herbirin-de valdepaşadan gördüğü ihsanlar hürmetine, mutasarrıfın Osmanlı
İmparatorluğu'nda resmen hiçbir mevkiye sahip olmayan bu hanımefendiyi bir kâhya, bir ağa
gibi nasıl elpen-çe divan, yerlerden temennalarla karşıladığı anlatılır. Tasvir o kadar canlıdır ki,
eseri okuyuşumdan beri uzun yıllar geç-
204
tiği halde mutasarrıfın Maşuk Paşa olan garipçe ismine kadar sahneyi ve hikâyeyi ayrıntısıyla
hatırlarım.
Hıdivlikten alınması üzerine İsmail Paşa, eşleri ve evladıyla Mısır'dan ayrılmak zorunda
bırakılacak, İstanbul'a da kabul edilmediği için bir süre İtalya'da yaşayacak, Nil boyundaki
saraylarda ise yeni hıdiv Tevfik Paşa, pek genç bir adam, tek eşiyle kalacaktı. Ve bu tek eş
doğusundaki durum bakımından yalnız önceki valdepaşalardan değil, geleceğin Mısır
kraliçelerinden de üstündü, yani Mehmed Ali Paşa haneda-nındandı: Mehmed Ali'nin torunu
olan üçüncü vali Abbas Paşanın tek oğlunun kızıydı. Az önce andığım Emine Hanımefendi
kendisidir ve hıdivin eşi sıfatıyla resmen sahip olmadığı en büyük payeyi büyük oğlu Abbas
Hilmi Paşa on yedi yaşında, hemen hemen çocukken hıdiv olunca elde ederek valdepaşalığın
bütün debdebe ve ihtişamına ait hatıraları artık ancak kendi ismi etrafında yaşatıp
hatırlatacaktı.
Bu prensesin dedesi Abbas Paşa, Mısır valisiyken veraset şeklini değiştirip tek oğlu İlhami
Paşayı ardılı olarak kabul ettirmek isteyecek, bunu sağlamak üzere de oğlunu o zamanki padişah
Sultan Mecid'e damat etmeye çalışacaktı. Fakat emeline erişmeden esrarlı bir ölümle ölecek,
damat edilen İlhami Paşa da çok yaşamayacaktı. Emine Hanımefendi, İlhami Paşanın
damatlığından önce ve başka bir anadan doğmuştur; ancak saltanat hanedanıyla gene de bir
ilişkisi bulunduğu söylenemez değildir. Kendisine pek büyük bir servet kalmış bulunduğu gibi,
pek de güzel olduğundan hıdivliğe aday olan Tevfik Paşa için en uygun eş sayılmış, kocasının
ölümünden sonra da her yaz İstanbul'a gelmeyi âdet edinmişti. Uzun yıllar süren bu ziyaretlerin
II. Abdülhamid devrine ait bulunan en merasimlilerinden sonuncularını hatırlıyorum.
Valdepaşa az sonra oğlunu da gidip getirecek olan el-Mahrusa yatıyla, pek kalabalık bir nedime,
cariye ve harema-ğası ordusuyla sonbahara kadar kalmak üzere yaz başlangıçlarında gelir, yat
limana demirler demirlemez karşılamaya Yıldız sarayından Liva rütbesinde (general) bir yaver
(hikâye edilirdi ki, pek önemli yaver paşalardan biri) yollanır ve
205
i!
derhal saraya giderek huzura kabul edilip iltifatlara boğulduktan sonra Bebek'teki yalısına şeref
verirdi.
Hâlâ varolan ve şimdi Mısır'ın yazlık elçiliği olan bu sa-hilhane, aslında II. Mahmud ve
Abdülmecid devri sadrazamı Mehmed Emin Rauf Paşanın yalısı olup ondan daha ünlü bir
sadrazama, Âli Paşaya geçmiş ve II. Abdülhamid tarafından alınarak yıktırılmış, yerine yeni bir
bina yaptırılıp valdepaşaya hediye edilmişti.
Emine Hanımefendiyi bir kere uzaktan, Sultan Hamid'in saltanatı sırasındaki İstanbul
ziyaretlerinin birinde görmüş olduğumu hatırlıyorum. Yazın en sıcak günlerinden birinin, bir
temmuz gününün akşamındaydı ve bir pazar günüydü. O gün galiba ilk defa götürüldüğüm
Göksu'dan dönüyorduk. Sayısız kik'le, kayıkla ve bunların aralarına mahcup sokulmuş sandalla
karşılaşmış bulunmamıza rağmen, "Cuma olmadığı için bugün nispeten tenha!" demişlerdi.
Derenin ağzına varmıştık ki, bir kaynaşma oldu, bir fısıltı dolaştı. Tam karşıdan gelen üç çifte
bir kayığa yer vermek üzere kayıklar ve sandallar hep çekildiler. Yaşmak ve ferace devri çoktan
son bulmuş olup hemen bütün kayıklardaki hanımlar hep çarşaflı veya yeldirmeli oldukları halde,
bu yeni üç çifte kayıktaki kadınlar, üç kadın, yaşmak ve feraceliydiler. İkisi karşıda elpençe divan
oturuyorlardı, bir tanesi de başta ve yalnızdı. Sırtında önü işlemeli krem renginde bir ferace
vardı. Yaşmağı ne fazla ince, ne fazla kalındı. Yüzün çizgileri farkediliyor, fakat bu yüzün artık
bir genç kadın yüzü olmadığı anlaşılmıyordu. Yaşmağın açıkta bıraktığı büyük gözler bana ela
gibi görünmüştü. Bakmıyorlar gibi, bakmaya tenezzül etmezlermiş gibi dalgın geçtiler.
Baştaki kadın (valdepaşa) da, karşısında elpençe divan duran iki nedime de, Mısır usulünde
yaşmak tutunmuşlardı, yani başlarındaki hotozlar hayli şapkaya benziyor ve alın tarafında bir
yükseklik oluşturuyordu. Ve kayık süzülüp geçtikten sonra devam eden fısıltılardan başka,
denizden bir hışıltı yükselmişti. Kayığın arkasına konmuş gümüş işlemeli beyaz örtünün ucu
denize pek yaklaşıyor ve örtünün eteği
206
suya kadar gelen, giren sayısız gümüş balıklarla son buluyordu. Bu gümüş balıklar şıkır şıkır
sesler çıkararak Boğaziçi'nin denizinde yıkanıyor, yüzüyorlardı.
Bundan birkaç yıl sonra, V. Sultan Mehmed'in saltanatı devrinde, o sarayda büyük bir memur
olan teyzemin damadını bir ziyaretimde, valdepaşaya ait bu hatıram canlanacaktı. Bu sefer onu
uzaktan da görecek değildim, fakat padişahı ziyaret etmek için Dolmabahçe'ye gelmiş
bulunduğu ve ihtiyar hükümdarın kendisini kabul etmek üzere hareme gittiği söylenmişti ve
görüşme son bulmak bilmiyor, Sultan Reşad bir türlü mabeyne dönmüyordu.
Birinci Dünya Savaşı ile Abbas Hilmi Paşa Mısır'a dönemez olduktan ve İngilizler tarafından
tahttan düşürülerek Mısır'a İngiltere korumasında bir sultanlık kimliği verildikten sonra,
valdepaşa artık Mısır'a dönemeyerek yıllarca, yazlı kışlı Bebek sarayında yaşadı ve Cumhuriyet
devrinde gene Bebek'te öldü. Fakat artık yaşlı bir kadındı ve Boğaziçi'nde üç çifte kayıklı ve
yaşmaklı, feraceli hanımlar devri maziye karışmış bulunuyordu. Valdepaşanın ipek örtüsünden
gümüş balıklar dökülen kayığı da Boğaz sularında hiç görünmüyordu. Ve artık gümüş el
aynalarında yorgun ve çizgili bir yüz görmekten mahzun ve gamlıydı. Oğlu da yabancı
diyarlarda yeni tahtlar hayal ederek dolaşan Emine Hanımefendi, bir gün Bebek'te kısa bir
hastalık sonunda ölecekti.
Sultan Hamid'in hediyesi olan sarayını, eşyasının müzayedesi sırasında, on altı, on yedi yıl önce
gezmiş, fazla cicili bicili, tavanları da biraz alçak bulmuştum...
O
Birinci Dünya Savaşı'nın başlarında, Mısır'ın bizden ayrılışından başlayarak, valdepaşalık
unvanı -Emine Hanımefendi taşımayı sürdürmekle birlikte- gerçekte tarih olmuştu. Zira artık
Mısır bir sultanlıktı ve ve sultanın annesi de ancak valde sultan olabilirdi.
207
Mısır'ın Bir Sultanıyla Üç Kraliçesi
Birinci Dünya Savaşı başında İngiltere, Abbas Hilmi Paşayı -hukuken yetkisi bulunmamasına
rağmen- hıdivlikten azletmiş ve ilk hıdivin ikinci oğlu Hüseyin Kâmil Paşa İngiltere
korumasında bir sultan olmayı tereddütlerden sonra kabul etmişti. Osmanlı İmparatorluğu da
onu asi saymış ve toy bir delikanlı olduğu sırada kendisine Sultan Aziz tarafından verilen
müşir'liği geri almıştı.
Prenses Melek Hanımefendi kocasından bir hayli genç olup, Sultan Hüseyin Kâmil tarafından
evladının annesi bulunan ilk eşi öldükten sonra alınmıştı. Kendisi Mısır'ın seçkin bir ailesinden
gelmekle birlikte, Mehmed Ali hanedanından değildi. Nitekim, savaşın başlangıcında
İstanbul'da bulunan ve Mısır'a dönemeyen galiba Aziz İzzet Paşa adında bir kardeşi vardı.
Esmer, şişmanca, uzun boylu, kır saçlı ve bıyıklı, pek de nazik bir zat olan bu paşa, babam Sırrı
Bey merhumun Serkldoryan'dan (Sercle d'Orient kulübü) arkadaşıydı. Hatırlıyorum ki, bir iki
kere Şişli'deki evimize gelmişti. Babamdan duyduğuma göre de, Taksim meydanında bir
konakta oturmasına rağmen geçim sıkıntısından şikâyet ediyor, ilişkilerin kesilmesinden dolayı
Mısır'dan pek güç para aldığını gizlemiyordu. Aldanmıyorsam bir kere de, Mütareke'nin hemen
öncesinde, kendisini görecektim. Mısır'a gitmek üzereydi ve hali eskisine göre daha güvenli,
hatta belki biraz da gururluydu. Melek Sultan'ın ise geçen yaz İstanbul'a geldiğini gazetelerde
okuduktan bir iki gün sonra, bir ikindi vakti, Fatih Camisinde rastlayacak ve kuşatılmış
bulunduğu kalabalık bir maiyetten ve halindeki gerçek ağırbaşlılık ve adeta heybetten de o
olduğunu anlayacaktım.
208
Bununla birlikte, hiç de gösterişli ve -eltisi olduğu son val-depaşa gibi- ziynet ve debdebeye gark
olmuş değildi. Galiba hiçbir zaman güzel de olmamıştı. Epey yaşlı, ihtimal yetmişlik, fakat
esmerce teni gergin, boyu ancak orta, saçları kı-zılımtrak bir sarı renkte, gözlüklü bir kadındı.
Sırtında önü iliklenmemiş, kenarlarında açık renk bir kumaş bulunan siyah, mantodan çok
yeldirmeye benzeyen hırkamsı bir şey, başında iki taraftan omuzlarına inen bir örtü vardı.
Yeldirmenin içinden siyah ve pek sade bir elbise görünüyor; siyah, donuk renkte botlar bu sade
giyimi tamamlıyordu. Sultanın solunda genç, yakışıklı, pek ufak sakallı ve saçlarına biraz kır
düşmüş bir erkek, belli ki bir mabeynci, biraz gerisinden yürüyor ve sağında kendisinden biraz
genç, uzun boylu, uzun yüzlü bir kadın, Melek Sultanın yüksekte kalmış elini parmaklarının
ucuyla tutmuş,onun yürümesini sanki idare ediyordu. Başnedime olması gereken bu kadın da,
arkadan gelen değişik yaşlardaki diğer nedimeler de hep melikenin kıya-fetindeydiler: Hep aynı
renkte başörtüler, mantolar, elbiseler. Yalnız onlar ve mabeynci ayakkabılarını çıkarmış olup
halılar ve hasırlar üzerinden çorapla sessiz yürüyorlardı. Ve pek uzaklarda kalmış bir yaz
gününün akşamında, Boğaz'da kayığı içinde, arkasında gümüş balıkların şıkırtılarıyla ilerleyen
görkemli bir prensesten sonra müminlerle hıncahınç dolu
A
Mısır Kralları Kral Fuad ve Kral Hüseyin Kamil.
209
Fatih Camisinde ibadetten ve Kuran dinlemekten dönen bu yaşlı melike bana birden daha
munis ve saygıya daha değer görünmüştü...
Hüseyin Kâmil kısa bir saltanatın, daha doğrusu bir mankenliğin ardından, galiba daha savaş
bitmeden ölünce, yerini kardeşlerinden I. Fuad alacak ve bu sefer onun Nazlı Hanımefendi
isimli eşi sultan olacaktı.
Pek tabii ve kesindir ki, hanımefendi evlendiği sırasında bu ikbali hayal ve hatırından geçirmiş
değildi. Zira, bildiğimiz gibi Mısır hıdivliği, bu yarım taht, İsmail Paşa evladı arasında babadan
büyük oğula geçecekti ve Fuad Paşa bilmem kaç oğulun küçüğüydü.
Babasının hıdivlikten düşürülmesiyle önce İstanbul'a alınmadığı için İtalya'da geçirdiği yıllarda
onun yanında yetişmiş, sonra da, gene onunla birlikte İstanbul'a gelerek Emirgân sarayında
yaşamıştı. Hıdivlik ise büyük kardeşinin ölümünden dolayı onun büyük oğluna, yani kendi
yeğenine geçmişti. Evlenme çağına eriştiği tarihte geleceğin hükümdarı, amcalarından birinin
torunu olan bir prensesle, -İstanbul'un pek güzel tanıyıp hatırladığı- Şivekâr Hanımefendi ile
evlenmiş, ondan bir kız çocuğu dünyaya geldikten bir süre sonra da bu evlilik boşanmayla
sonuçlanmıştı. Boşanma sırasında müstakbel I. Fuad -o zamanki isim ve unvanıyla Fuad Paşa-
gene İstanbul'un pek güzel hatırladığı ve ıstıraplı ömrünün son ve huzurlu yıllarını geçirmesi için
kendisine göğsünü açtığı kayınbiraderi Prens Seyfeddin tarafından boğazından yaralanmıştı.
(Bir parantez açıp ekleyeyim ki, Kral Fuad iyileşmekle birlikte, kurşun gırtlağında kaldığından
beş on dakikada bir onu bir çığlık çıkarmaya zorlarmış. Bu sebeple de çığlığı duyunca herhangi
bir telaş ve ilgi göstermemelerinin huzura çıkacak yabancılara teşrifatçılar tarafından önceden
hatırlatıldığını, kabul şerefine ulaşmış iki dışişleri görevlimizle bir yabancı profesörden yıllar
önce duymuştum.)
Bu ilk evlilik dönemi bittikten sonra I. Fuad bir hayli süre bekâr kalacak, sonunda yeniden
evlenecek ve kendinden
210
otuz yaş genç bir hanım alacaktı. İşte bu, Nazlı Hanımefendi idi. Şivekâr Hanım gibi
hanedandan olmayıp, Mısır'ın orta dereceli devlet adamı yetiştirmiş ve söylentiye göre son reisi
biraz hovarda olduğu için hayli de fakir düşmüş bir ailenin evladıydı. Büyük atasının Fransız
olduğunu ve bu adamın Bonapart'ın Mısır'ı istilasında maiyetinde Fransa'dan gelen
subaylardan biri bulunduğunu, Mısır'da kalıp dinini değiştirerek ve Süleyman adını alarak
Mehmed Ali Paşa zamanında paşalık payesini elde ettiğini de Fransız gazetelerinde okudum.
Sultan Hüseyin Kâmil'in ölümü üzerine oğlu İngiltere korumasında olarak yerine geçmek
istemediği, sırası ondan sonra gelen birkaç prens de İngilizlerce tahta layık görülmedikleri için,
İsmail Paşanın en küçük oğlu Fuad makama getirilmiş, bir süre sonra saltanat krallığa
dönüştürülünce Nazlı Sultan da Kraliçe Nazlı olmuştu.
Fakat o sırada Mısır'da toplumsal hayat bugünkü gelişmesine erişmemişti. Kral hazretlerinin
kendisinden otuz yaş genç karısını kıskanması da pek insani bir sebep olduğundan, Nazlı
Hanım, haşmetmeap eşinin ölümüne kadar eski geleneklere uygun bir harem hayatı sürecek,
şehre de yaşmak ve feraceyle çıkacaktı.
Kraliçenin bu yaşmakla feraceyi çıkarması için eşi I. Fu-ad'ın ölümü, oğlunun düşük hıdiv Abbas
Hilmi Paşanın kardeşi ve Sultan Abdülhamid devri veziri -ve hâlâ veliaht-Mehmed Ali'nin
naipliği altında tahta çıkması gerekecekti. O zaman ana kraliçe henüz reşit olmayan oğlu Kral
Faruk'la kızlarını alıp Avrupa'ya götürmüş ve kralın az sonra reşit olarak Mısır'a dönüşüne
kadar çocuklarıyla orada kalmıştı.
Dönüşte feracesi pek ince bir nevi maşlah olup, yaşmağı da bütün yüzünü açık bırakıyordu.
Güzelliğini, bu dönüşten iki üç yıl sonra kızlarının en büyüğünü o tarihte veliaht bulunan İran
Şahı ile evlendirmek üzere Tahran'a gittiği sırada düğününe gönderilmiş kurulun içinde yer alan
bir dostum söylemişti. Ana kraliçenin hâlâ pek güzel bir kadın olduğunu söylerken de, tören
sırasında bazen uzun eteğini koluna
211
alıp yürüyüşündeki zarif ve muhteşem edayı ve her tuvaletinin rengine uygun mücevherlerinin
olağanüstülüğünü anlata anlata bitirememişti. Fakat hikâyelerinden, bu benzersiz güzelliğin
artık gerileme çağına girmek üzere bulunduğu da anlaşılmıyor değildi.
Gençliğinin ve güzelliğinin en görkemli yıllarını kendisinden çok yaşlı bir eşle ve bir harem
hayatında geçiren dul kraliçenin serbestliğe kavuşması, bir kızının Müslüman olmayan birine
varışını hoş görüşü, Mısır'a dönmeyip Amerika'da kalmak ısrarı ve nihayet ödeneğin kesilişi ve
Mısır'la her ilişkinin son bulması... Bütün bu durumlar, kısa çizgilerle verilmiş bir hayat
hikâyesinde kaynaklarını, etkilerini ve sebeplerini bulmuyor değildi.
Nil boyunun bu yüzünün çizgileri belki biraz fazla belirgin ve keskin kraliçesinin yanında ikinci
kraliçenin, Majeste Faruk'un birinci eşi Kraliçe Feride'nin simasi sakin, yumuşak, vakur ve
mahzundur. Söylenmiş olduğuna göre, kendisi sadece kralın kız kardeşlerinin çocuklukta oyun
arkadaşlarından ve daha sonra nedimelerinden imiş. Kral da daha babasının sağlığında, önceki
kral Hüseyin Kâmil'in kızlarından olup İstanbul dergilerinde bir hayli yazısı da yayımlanmış
bulunan Prenses Kadriye Hüseyin kızı bir hanımla sözlü bulunuyormuş.
Ana kraliçe Nazlı, velev ki ana tarafından hanedana mensup bir genç kızın kraliçe olunca
kendisinin üstünlüğünü kabul etmeyeceğini düşünmüş. Her şeyi kendisine borçlu olacak bir genç
kızın bu yarım prensesten daha hayırlı olacağını hesap ederek gelecekteki kraliçe Feride'yi (o
zamanki adıyla Safinaz Hanımı) uygun bulmuş. Onu kızlarının nedimesi sıfatıyla maiyetine
alıp Avrupa'ya giderken birlikte götürmüş.
Birkaç ay süren Avrupa ikameti sırasında da tasarladığı şey gerçekleşmiş. Yani henüz on yedi
yaşında olan kral, kendi yaşında ve cidden güzel bir kız olan Safinaz Hanımı severek Mısır'a
dönüşünden az sonra kraliçe yapmış.
Safinaz Hanım büyük bir memur ailesinden geliyormuş, an-
212
nesi de -aldanmıyorsam aslen Türk olan- eski başvekillerden Mehmed Said Paşanın kızı imiş.
Bir Fransız okulunda okumuş, nedime sıfatıyla da saray adabını öğrenmiş olduğundan,
kraliçeliği fazlaca yadırganmamış. Bu yeri galiba on yılı aşkın bir süre işgal etti, fakat birkaç kızı
dünyaya gelmekle birlikte Mısır krallığına bir veliaht veremediğinden, artık yaşı seksene
yaklaşan ve bekâr olan Prens Mehmed Ali, hep vâris kaldı. Boşanma olayında da, bilindiği gibi,
bu durum ileri sürülmüştü. Şu kadar ki, bu resmi tebliğin diliydi ve yakın zamanlarda bir
gazeteciyle konuşurken kral bunu yalanlayıverdi.
Mısır sarayıyla ilişkileri olan bir hanımefendiden iki yıl kadar önce işittiğime göre, kralla
kraliçenin ortak hayatları hep mutlu geçmemiş. Kraliçe eşinin kalbine tek sahip kalamadığını
gördükten sonra sade hayat şartları içinde daha mutlu olacağım düşünerek -ve mutluluğunu
böyle bir dekor içinde belirleyip çizerek- boşanmaya kendisi talip olmuş. En küçük kızını yanına
alarak, "Feride" ismini de bırakıp yeniden "Safinaz" Hanım olarak, tacı başından çıkarmış,
saraydan evine dönmüş. Bir süre sonra, bir sinemada öğrenciler gösteride bulunarak "kendisini
daima kraliçeleri saydıkları, başka bir kraliçe istemedikleri" yolunda sözler söyledikleri için de
çaresiz dışarı pek çıktığı olmuyormuş.
Acaba bıraktığı yeri alan, belki daha güzel, fakat muhakkak ki daha genç hanıma ve onun
mutluluk ve geleceğine ait ayrıntıları gazetelerde okurken kalbine ne gibi duygular hücum
ediyor? Tören gereği, ardılına tebriklerini bizzat, hiç değilse yazıyla sunmaya kendisini zorladı
mı, bu da belli değil. Kendisini bir masal şehzadesi kadar güzel, genç ve narin bir delikanlının
kraliçe yaptığını ve kralın artık o pek genç ve güzel prens olmadığını düşünerek, bu düşünceye
sığınarak, teselli bulmuş olduğu da düşünülebilir.
Nihayet üçüncü ve son kraliçe, dünkü Neriman Sadık Hanım... Mısır sarayında Kral Fuad'ın
saltanatı sırasında uygulamaya başladığı usulle kendisine -Safinaz Hanıma yapıldığı gibi- F
harfiyle başlayan bir isim verilmeyip doğumundan beri taşıdığı ismi koruyan, Neriman olarak
kalan melike...
213
Onun da bir memur ailesine, önceki kraliçenin ailesine göre biraz mütevazı bir memur ailesine
mensup bulunup, büyük dedesinin Mehmed Ali Paşa hizmetindeki askeri komutanlardan biri
olduğu yazılmıştır. Bir iki yıl önce krala bir tertip ile gösterildiği ve güzelliğinin kral üzerinde
kendisini tahta ortak edecek kadar güçlü bir etki bıraktığı, o zaman on altısını sürmekte bulunan
genç kızın da bir elçilik kâtibi olan nişanlısını feda etmekte tereddüt etmeyerek talihinin layık
gördüğü ikbale koştuğu hâlâ anlatılıp durmaktadır. Yeni kraliçenin milletin toplumsal hayatına
etkin bir ilgi göstermesi ve bir erkek evlat dünyaya getirmesi temenni olunur*.
* N.S. Örik'in bu yazısı 1951'de yayımlanmıştır. Temmuz 1952'deki darbeyle Mısır'da krallık
rejimi sona erdi ve Kral Faruk ülke dışına çıktı. - y.h.n.
214
Sultan V. Murad'tn torunu Adile Sultan.
Sultan II. Abdülbamid'in torunu Nemika Sultan.
Sultan Abdülmedd'in kızı Fatma Sultan'ın Oryantalistler tarafından yapılmış gravürü.
Sarayda alışveriş tablosu (Oryantalistlerin İstanbulu).
Sultan Reşad Çırağan Sarayı'ndan çıkarken.
Dolmabahçe Sarayı.
Münire ve Cemile sultanlar için yaptırılan Çifte Saraylar.
Baltalimanı'nda Mustafa Reşıd Paşa Sahılbanesı (Bu saray önce Fatma Sultan ile Ali Galip
Paşa'nın ve daha sonra da Mediha Sultan ile Damat Ferid Paşa'nın evleri oldu. Şimdi
Baltalimanı Kemik Hastanesi olarak kullanılıyor.)
Dolmabahçe Sarayı hareminin, Kadınefendi'nin dairesinin bahçeden görünümü.
Sultan Reşad ve Sultan V. Mıırad şehzadelik günlerinde Şehzade Kemaleddin Efendi ile
birlikte.
Yıldız Sarayı Saat kulesi önünde Cuma Selamlığı töreni.
10 Şubat 1918'de ölen Sultan Abdülhamid'in cenaze töreni.
Nahid Sırrı Örik, yaşananlara ve yaşayanların tanıklıklarına dayanan yazılarının toplandığı bu
kitapta, Osmanlı saray hayatına ve saraylıların özel yaşamlarına dair gün ışığına çıkmamış son
derece renkli olayları, kendine özgü anlatımıyla ortaya koyuyor. Neler yok ki bu yazılarda...
Hanım sultanlar, padişah kadınları, jariyeler, gözdeler, damatlar, şehzadeler, padişahlar,
evlenmeler, boşanmalar, •apkınlıklar, dedikodular... Hatta Mısır'ın valdepaşaları, kraliçeleri... t
Saray duvarlarından sızan fısıltılara kulak verin...
195 te İstanbul da doğdu. Özel eğitimin ardından bir süre Galatasaray Sultanisi'nde okudu.
Sekiz yıl Avrupa'da yaşayan Örik, dönüşünde Cumhuriyet gazetesinde çalıştı. Milli Eğitim
Bakanlığı'nda çevirmenlik, yaşamının son yıllarında ise çeşitli İstanbul gazetelerinde fıkra
yazarlığı yaptı. Anı, roman, deneme, oyun, gezi türlerinde pek çok eser veren Örik, Abdülhamit
Düşerken adlı romanıyla üne kavuştu. ,

www.wtfrm.com

You might also like