Professional Documents
Culture Documents
Evrensel Yönetici Mekanizma PDF
Evrensel Yönetici Mekanizma PDF
YÖNETİCİ
MEKANİZMA
1. BÖ LÜM
İL Â H İ İR A D E K A N U N L A R I V E V A R L IĞ IN E V R İM DU
RUMU
a — İlâhi İrade Kanunları ve A n la m la n
b — T a b ia t Kaideleri ve Te za h ü rle ri
c — İlâhi İrade K anunları'ndaki Katilik ve D e ğ işm e z
lik
d — İlâhi İrade Kanunları S o n s u zd u r ve Sayı ile M u
kayyet D eğildir
e — İlâhi İrade Kanunları Karşısında Varlıkların İra
deleri
f — İlâhi İrade K a n u nla rı’nı Zo rla m a k D o ğ ru Değildir!
2. BÖ LÜM
B Ü Y Ü K T A B İ A T H A D İS E L E R İ V E M A N A L A R I
a Birinci Y a zı: 18-12-1958... İstanbul
[D ü n y a O rg a n izm a sı, Y aşa m ı ve İdareci M e ka
n iz m a ]
b — İkinci Y a zı: 19-12-1958... İstanbul
[Ç e ş itli T a b ia t O layları ve İlliyet P re n sib i]
c — Ü ç ü n c ü Y a zı: 23-12-1958... İstanbul
[E v re n s e l İdare M ekanizm ası ve T ü rk iy e ’deki
O la y la r]
3. BÖ LÜM
Y Ü K S E K İD A R E M E K A N İZ M A S I V E İL L İY E T P R E N S İB İ
a — Birinci Y a zı: 5 -1 -1 95 9 ... İstanbul
[E v re n s e l İdare M ekanizm ası ve H ayatın T a n z i
m i]
b — İkinci Y a zı: 5 -1 -1 95 9 ... İstanbul
[E v re n s e l İdare M ekanizm ası ve Kendini T e z a
h ü rü ]
c — Ü ç ü n c ü Y a zı: 5 -1 -1 9 5 9 ... İstanbul
[E v re n s e l İdare M ekanizm ası ve Evrim in Y ö n e
tim i]
Dr. Bedri Ruhselman, Yüksek Evrensel Hiyerarşi içeri
sinde, beşerî ve beşer-üstü pek çok seviyelerin anlayıp, kav
rayamayacağı bir Yüksek Seviye Varlığı dır. Bu Yüksek Sevi
ye, tek tek dünyalar ile değil, şu bizim için uçsuz bucaksız
olan Yüce Kâinat’a ilişkin «Vazife» gören bir Yüksek Varlık
Sistemi’dir. Onları anlamak ne mümkün! Ne varki, beşerî
kimliği ile Dr. Bedri Ruhselman olarak bildiğimiz bu Evrensel
Varlık, dahil olduğu İlâhî Eğitmen Plân, Kâinat çapındaki
Yüce Vazife’âe, kuşkusuz tek tek dünyalarda çeşitli Vazife
ler'i yerine getirerek, bunların birbirleriyle bağlantılandırv -
maları ile de meşguldürler. Bu bakımdan olarak, bu söz k ı r
ımsa Yüce İlâhi Plân, son derece önemli bir Evrensel Vazife
nin, gene son derece önemli bir kısmını da yeryüzünde ger
çekleştirmektedir. İşte bu Vazife için ise, O Yüce İlâhî Plân’ın
bir Üyesi olan bir Yüksek Evrensel Varlık, yeryüzüne Dr.
Bedri Ruhselman ismi ile gelmiş ve 'Yüce Îlâhî Rahmet’m
yeryüzüne indirilmesinde Bedenli Vazifeli olarak yer almış,
Vazife görmüş ve gene geldiği gibi sessizce Yüce Mekânı’na
dönmüştür. Fakat önümüzdeki yıllar ve yıllar sessiz değil
dir. Yeryüzünün, şimdiki karanlık çağdan kurtuluşu ve Gök
lerin Egemenliği’nin kuruluşu, Kıyamet olarak belirtilmiş
olan büyük temizlikten sonra gerçekleşecektir. «Sûr Borusu»
nun sesine kulak veriniz ve onu duymaya çalışınız. ■■
Kur'on : 27/87
------------ ★------------
------------ * _ --------
7
Böylece benim bazan çok istediğim işlere de engel
olan binlerce imkânsızlık etrafımı sarmıştır. Ve ben irar
deme karşı gelen bu imkânsızlıkların mevcudiyetini ta
biî görmeye o kadar alışmış bulunuyorum ki, artık bun
ları hiç de yadırgamıyor ve aksini düşünmeye bile lüzum
görmeden böyle olması lâzımmış gibi kabûl ediyorum.
Çünkü hatta düşünmeden bir iç duygusu bana hisset
tirmiş ve beni inandırmıştır ki, Kâinat'ta her şeyin bir
nizamı, bir usulü ve bir icabı vardır. Bu nizam, usul ve
icabın dışına hiçbir kuvvet çıkamaz. Ve şuna da inanmı-
şımdır ki bu nizam, usul ve icap birtakım kaidelerin, ka
nunların hükümlerine tâbi birer tezahürdür. Ve bu kai
deler ve kanunlar hiçbir kimsenin hatın için, hiçbir vakit
değişmez. İşte buna kısaca «tabiat kaideleri» veya «kar
nunları» diyoruz.
Kâinat'ın muhteşem ahengini, büyük nizamım bu ka
nunların icapları temin etmektedir. Zira kanunsuz ni
zam, nizamsız ahenk olamaz. Bu kanunlar her şeyden
evvel, İlâhî İrade’nin namütenahi tecelliyatımn ifadesi
olan İlâhî müeyyidelerdir. Ve İlâhî İrade Kanunları’m
hiçbir yaratılan'm bütün kemali ile kavnyabilmek kud
retine malik olmadığına inanıyoruz.
İlâhî İrade Kanunları, hiçbir tesir, hiçbir hareket,
ve hiçbir kuvvet ile istikametinden kıl kadar dahi şaş
maz. Ve İlâhî İrade Kanunlan’nın kapsamı, kâinat kav
ramım da her yönden aşmak sıfatı ile yüklüdür. Zira
Kâinat ancak bu kanunların icabatı ile ayakta durabil
mektedir. özetle, evvelce de söylediğimiz gibi, Kâinat
orkestrası, ezel ve ebedi dahi yaratan Allah'ın İradesi’-
nin ezelî ve ebedî kanunları ile yaratılmış ve kurulmuş
öyle bir organizasyondur ki, bu organizasyonun mahiye
tine nüfuz etmek hiçbir kula, hiçbir varlığa nasip olmı-
yacaktır.
İlâhî İrade Kanunları, insanların kanunları gibi be
8
lirli zamanların» belirli sosyal zaruretlerine bağı telâkki
lerden doğma bir ruh halinin ifadesi değildir. Onlar,
Kâinat’ın, ezelden ebede kadar oluşunu ve bu oluş hali
nin namütenahi şartlarım ve bu şartların birbiri ile olan
münasebetlerini tayin ve tespit eden hükümleri ihtiva
eder. Kâinat’m oluş şartlarının sımsıkı ve namütenahi
demetler, örgüler halinde birbirine bağlı olarak akıp gi
dişi bize, bu hâlin zaruretini icaplandıran İlahî İrade
Kanunlan’nın, değişmez bir kesinlik içinde devam edip
gitmekte olduğunu gösteren kuvvetli bir delil olur. Zira
bu kânunların katiyet ifadesinden mahrumiyetini dü
şünmek, Kâinat varlığının büyük bir nizamsızlık ve
anarşi içinde darma dağmık olduğunu ve yerini yoklu
ğa, boşluğa terketmesi icap ettiğini kabûl etmek demek
olur. Halbuki her düşünen, duyan ve görebilen ciddi bir
gözlemci, Kâinat’ta mevcut olayların hiçbirisinin insana
böyle abes ve mânâsız bir fikri telkin edici mahiyette ol
madığım, bilâkis bunun tamamı ile zıddının, her hâdise
de, en kör olanların bile gözüne batacak kadar ortaya
çıktığını söylemekte bir an bile tereddüt etmez.
9
Kanunları'nın, bizim âlemimizdeki tabiî dediğimiz hadi-*
selere ait tecelliyatıdır. Kıymetli ruh Tostlarımızdan
Akın: «Tabiat kanunları, İlâhî İrade Kanunları’dır,» di
yor.
Tabiat kaideleri, yalnız üç buutlu realite dahilinde
düşünmek zorundaki insan oğlunun maddî görüş, araş
tırma ve hattâ düşünce imkânlarına göre müşahede ede
bildiği olayları zorunlu kılan yaptırımlardır ki, bu tür
olaylar, onun [insanoğlunun] tabiat âlemini teşkil eder.
Tabiat kanunlarının veya kaidelerinin kapsamı sa
hasına meselâ: Fizik, kimya, astronomi, biyoloji gibi
ilimlerin mevzuatı girer. Bir cismin havada bırakılınca
yere düşmesi, tabiat kanununun bir icabıdır; belirli
şartlar altında iki cismin birleşerek belirli bir cismi
meydana getirmesi de gene tabiat kanunlarının icabıdır;
tıpkı bunun gibi, göksel cisimlerin belirli yörüngeler et
rafında muntazaman hareketleri, bir embriyonun ana
rahmindeki teşekkülü gibi hâdiseler de birer tabiat ka
nununun gereğidir.
Tabiat kanunları, İlâhî îrade Kanunları'nın bizith
âlemimizdeki birer tezahürü olduğuna göre, bunları da
çerçeveliyen ve bütün Kâinat’m bilmediğimiz sayısı^, nar
mütenahi maddi ve manevi olaylarının sevk ve idaresi
işindeki icapların tâyininde esas olan İlâhî İrade Kanun-
ları’nm, bizim ne aklımızın erebileceği, ne de duyguları
mızın kavrıyabileceği bir hudut ve çerçeve içine soku*
lamıyacağı kanaatindeyiz. Bilhassa üç buutlu tabiatımı
za ait realitelerin dışındaki maddi, manevî yüksek de
ğerlerin nizam ve tertiplerini, kapsamı sonsuz olan İlâhî
İrade Kanunları'nın bilemediğimiz icaplarında aramak
lâzımgelir.
Su hâlde, dar ve beşerî mânada kullanılan ve anlası-
> ' » »
10
zam ve tertibi içine alan ve sonsuz kâinatın, yalnız insan
müdrikesine değil, insanlardan daha çok, pek çok yük
sek varlıkların dahi bize göre muazzam kavrayıcı kud
retleri dahiline girmiyen ve sığmıyan İlâhî İrade Kanun
ları icaplarının da bu tabiat kaidelerinden daha çok
âhenkli, geniş, kapsamlı ve sonsuz imkânlar arzedici, ve
insanların asla kavrıyamıyacağı ve çelişki hâlinde göre
bileceği namütenahi değişimi vardır, özetle, tabiat kai
deleri, İlâhî İrade Kanunları’nın dışında ve onlardan ay
rı ve bağımsız değil, onların nisbeten mahdut ve belirli
bir âlemde (üç buutlu âleme) münhasır bir kısmının,
gene insan dili ile ifadesidir. İlâhî İrade Kanunları kap
samına dahil olan olaylara misal olarak illiyet prensibi
ni, tekâmül kanunlarını, alâka kanunlarını bir fikir ver
mek için zikredebiliriz. Bunlar sonsuz İlâhi İrade Ka-
nunları'nm, gene ancak bir insan anlayışı ve duyuşu içi
ne şöyle böyle girebilen pek cüzi olaylara ait kısımla
rıdır. Ve bunların dışında, daima tekrarladığımız gibi,
bir bitmezlik, bir hudutsuzluk kavramı içinde yapılan
hâdiseler ve o hâdiselerin tâbi oldukları kanunlar var
dır.
11
deki azametin en küçük ve beşerin ancak anlamaya yak
laşabileceği bir zerresinin mânası üzerinde durabilecek
kudreti gösterenler, İlâhî Kudretin tezahürü olan faali
yetlerin ; alelâde bir insanın, bir varlığın ve herhangi bir
mahlûkun faaliyeti gibi zamanla, mekânla, olaylarla bağ
lı olmayacağını az çok takdir etmeye çalışır. Ve bunda
muvaffak olabildikçe görür ki, Allah’ın iradesi ile tecelli
eden bir karar; bugün, dün, yarın veya herhangi bir
ezelde veya ebette başlamış veya sona ermiş değildir ki,
bir değişme, bir başkalaşma, bir yeniden olma gibi za
manla kaim nisbî ve İzafî illetlerin (nedenlerin) zebunu
olsun!... Ne ebede, ne ezele ve ne de herhangi bir zaman
kavramına girmiyen ve böyle kayıtların üstünde bulunan
ve hattâ bu kayıtlan da yaratan İlâhî Irade'nin yaptığı
bir işin değişmesi, yani zaman kavramına tâbi sayılması
nasıl mümkün olur ve buna fböyle düşünmeye] kim cü
ret edebilir?
Böylece, çok kısa bir aciz insan görüşü ve düşüncesi ile
İlâhî İrade Kanunları hakkında ancak ve elbette çok nok
san olarak şu kadar düşünebiliriz; bizim ancak zerre be
zerre anlamaya ve öğrenmeye ve eylemler ve harekâtı
mızı ona göre ayarlamaya çalıştığımız sonsuz İlâhî İra
de Kanunları’nm icapları, bütün bu namütenahi tecelli-
yatına rağmen, başlangıcı ve sonu bahis mevzuu olmı-
yan Kâinatlar’ın da nizam ve âhenginin ve yaratılışları
nın temininde hâkim İlâhî İrade Kudreti'nin bu sonsuz
Kâinatlar içinde bizim Kâinat dediğimiz gene bir son
suzluk kavramının ifade ettiği meçhul âlemimizin his
sesine düşen, belki en küçük bir zerresi hâlindeki teza
hürüdür.
İlâhî İrade Kanunları’rnn şaşmazlığı ve değişmez
liği hakkında bizim bu düşüncelerimizi bütün Yüksek
Ruh Âlemi, bütün oradaki üstadlarımız çok kıymetli
12
tebliğleri ile tasvip ve tahkim etmektedirler. Büyük dos
tumuz Kadri’nin ( 2) aşağıdaki tebliğini okuyan sevgili
dostlarımız bu fikrime hemen hak vereceklerdir:
13
den, ve O Irade’nin mahdut teeelliyatmdan bahsetmeye
kalkışmak, hakikaten, düşüncesizce bir hareket olur.
Kâinat'm, İlâhi Gayeler yolunda nizam ve ahengini te
min eden İlâhî İrade Kanunları, mahdut değildir. Böyle
olunca hiçbir varlığın, İlâhî İrade Kanunları’ndan dışa
rı, en küçük bir harekette dahi bulunabileceğini düşün
mek doğru olmaz. Zira, hudutsuzluk ve sonsuzluk kav
ramını ifade eden bu İlâhî Müeyyidelerin dışında kabûl
edilmiş herhangi bir hareket, o Müeyyidelerin belirli bir
noktada son bulmuş olduğunu anlatır, ki, böyle bir şe
yin olmasına, imkân düşünülemez.
Hâl böyle olunca, en küçüğünden en yükseğine ka
dar bütün varlıkların, herhangi bir kanunun tecelliya-
tından uzaklaşabilmeleri, ancak başka tertipteki veya
başka kombinezonlardaki diğer kanunların tecelliyatma
dayanmak ve onların kapsam sahasına girmek yolu ile
kaabil olabilir. Zira, varlıkların hareketlerinin İlâhî İra
de Kanunları dışında cereyan edebilmesi fikrini, bu ka
nunların sonsuzluğu ve hudutsuzluğu hakikati, tama-
miyle ortadan kaldırmaktadır.
Demekki yalnız İlâhî İrade Kanunları dahilinde var
lığını ispat etmek ve hareket kabiliyetini göstermek vas
fıyla yükümlü olan her varlık, herhangi bir tabiat kanu
nunun çizmiş olduğu istikametten ayrı bir yolda faaliyet
göstermek durumunda kaldığı zaman, ancak, başka bir
kanunun icaplarından istifade ederek o faaliyetini göste
rebilmek imkânım bulur.Yoksa bunun aksine, hiç bir iş
meydana getiremez. Bu fikirler mukadderat bahsinin
aydınlatılmasında büyük faydalar Bağlıyacaktır. Şu hâl
de insan iradesi, bir İlâhî İrade Kanunu’nun icabatmdan,
ancak başka bir İlâhî irade Kanunu'nun icabatma uy
mak sureti ile ayrı bir tahakkuk imkânına ulaşabilir.
Bunun aksine hareket eden insan iradesi ne kadar çırpı
nırsa çırpınsın herhangi bir tahakkuk imkânını elde
edemez. Burada büyük ruh dostumuz ve üstadımızın bir
sözünti bildireceğim:
Üstad... (Yüksek Rehber R u h )-. 1 2 - 7 - 1 9 3 6
15
tabı yazmak için elimi kullanabilirdim, ne de onu yaz
maktan vazgeçtiğim zaman elimin hareketlerini durdu
rabilirdim. Bu hâl ister benim tarafımdan bilinerek, is
ter bilinmeyerek yapılmış olsun, mutlaka tabiat kanun
larından birisine veya diğerine uyabilmemle tahakkuk
imkânına erebilmiştir.
özetle, hiçbir insanın, hiçbir varlığın yapabileceği,
yapmak istediği hiçbir şey yoktur ki İlâhî İrade Kanun-
lan’mn kapsamından hariç kalsın. En Yüksek Varlıkla
rın dahi, bu kanunların kapsamından kudretleri yettiği
kadar namütenahi istifade imkânlarına malik olmaları,
onların yüksek tekâmül derecelerinin neticesi olarak
kendilerine bahşedilmiş İlâhî bir armağandır.
İlâhî Kanunlar, Kâinat’m ayrı ayrı olayları hakkında
geçerli birtakım kaideleri ve icapları neticelendirir.
Bunların bir kısmını geçen bir bahsimize 'tabiat kaide
leri’ diye mütalâa etmiştik. Tabiat kaideleri, maddî dün
yamızın yeknesak hareketlerinin düzenleyicisi olan ve
daima bu yeknesaklık vasfını gösteren bir icap arzeder.
Hakikaten tabiat kanunları, belirli yönlerde icaplar arze-
den bir monotonluk vasfını haizdirler.
İlâhî İrade Kanunları’nın maddeye ait kısımlarında
gördüğümüz bu yeknesaklık; bir değişmezlik, şaşmazlık
ve istikrardır ki bunda da çok derin hikmetler ve yük
sek gayeler içeriktir. Ruhların evrimlerine gerekli olan
madde âleminin monoton ve aynı tempodaki düzeni, ge
nel Kâinat Ahengi’nin bir icabıdır. Ayrı ayrı yeknesaklık
içinde görünen bu kaideler, İlâhî İrade Kanunları’nın
sonsuzluğu, hudutsuzluğu ve sayısızlığı içinde o kadar na
mütenahi hareket varyetelerine yol açar ki, bu hareket
lerin de sonsuzluğu, Kâinat nizamının, yeknesaklıkla hiç
bir benzeri olmıyan zenginliğini, nihayetsiz ve sayısız de
ğişikliklerini meydana getirir. Bu nokta bizce çok mü
himdir. Zira, insan iradesinin İlâhî İrade Kanunları kar
16
şısındaki durumundan bahsedilirken, bu konu üzerinde
ayrıca düşünmek icap edecektir. Ve ileriki izahatımızla
da tekrar belirtileceği gibi, Îlâhî İrade Kanunlan’nm
varlıklara bahşettiği namütenahi imkânlardan, onların
[varlıkların] iradeleri ile serbestçe ve istedikleri şekilde
istifade edebilme kudretleridir ki kendilerinin mukad
deratım tâyin edecektir.
17
tekâmül derecelerine uygun olarak Allah’ın İradesi ka
nunları ile lütfedilmiş, bir haktır. Bu fikir üzerinde bi
raz durmaklığımız lâzım geliyor.
Bir varlık neyi düşünebilirse, daha doğrusu neyi is
temek kudretini gösterebilirse, iradesini o yolda kullan
mak hürriyetine her an maliktir. Ancak, bir şeyi iste
mekle iradeyi o yolda seferber etmek arasında çok bü
yük farklar olduğu gibi, bir şeyi isteyebilmenin de zan
nedildiği kadar kolay ve her zaman mümkün olmıyacağı
bilinmelidir. Herkes, bir çok şeyler istemekte olduğunu
zannedebilir, fakat istemenin hakikî mânasını iyi anla
mış bulunanlar, istediklerini zannettikleri bu birçok
şeylerin gene birçoklarını iste-mekten, daha doğrusu on
ları isteyebilmekten çok uzak olduklarını pekâlâ takdir
ederler. İstek, alelâde bir arzu değildir. İsteğin içinde,
başta inanmak, olduğu hâlde, daha bir sürü ruh kudret
lerinin faaliyeti içeriktir. Bunları irade ve tahayyül hak
kında yazacağımız müteakip eserde tafsilâtı ile arzede-
ceğiz. ( 5)
İşte bu şartlar altında, ruhta doğmuş birer istekten
yönlerini alan iradelerdir ki tam bir serbestlik hakkına
malik bulunmaktadırlar, öte yandan, bu şartlar altında
faaliyet gösteren herhangi bir iradeyi, İlâhî İrade Kanun
larının icabatmdan başka, dışarıdan herhangi bir enge
lin durdurmasına, İlâhî İrade Kanunları cevaz vermez.
Eğer hâdiseler, bunun aksini gösteriyorsa, yani böyle
herhangi bir insanın iradesinin, dış etkenler tarafından
kösteklendiği hâller görülüyorsa, bunun sebebini dışa
rıda değil, gene bizzat o insanın bilerek veya bilmeyerek
vâki olan kendi istek ve tahayyüllerinin İlâhî İrade Ka-
nunları’na göre neticelendirmiş olduğu hayat şartlannda
aramak icap eder. Ve işte bu da, Allah'ın varlıklara bah
şetmiş olduğu en güzel ve en yüksek imkânlardan ve ih
sanlardan biridir.
18
İlâhî trade Kanunları, varlıkları daima mükemmel-
leştirmeyi, durmadan, bir son merhale kavramı tâyin
etmeden, ebedî evrimlerinde daima ileriye doğru yürüt
meyi amaçlamaktadır. Fakat bir varlığın, iradesini baş
ka bir varlığa teslim ederek kendisinin otomatik bir ma
kine gibi çalışması ile tekâmül edebilmesi mümkün ola
maz. İradenin esareti, evrimi köstekler. İradesini biz
zat kullanmıyan, onu başka bir iradeye terketmiş bulu
nan bir varlık yürümüyor, itiliyor, demektir. Halbuki
evrim için itilmek değil, yürümüş olmak lâzımdır. Ve bu
yürüyüş de; iyiye, güzele, yükseğe ve sonu gelmiyecek
olan Müteal Realiteler’e doğrudur. Ve bu mesafeler yü
rüyerek katedilir, itilerek değil. Eğer evrim itilerek de
mümkün olsaydı, yerde duran bir taş parçası da insan
gibi evrimleşirdi. Ve bir ot parçası ile, bir insan arasın
da da evrim farkı kalmazdı. Halbuki iş böyle değildir.
Zira, evvelce de söylemiş olduğumuz gibi evrim bir ayrı
calık değil, bir kazançtır. Ve her kazanç ancak belirli bir
yolda sarfedilecek emek ve cehit karşılığında elde edilir.
Şu hâlde, her noktasında yalnız ve ancak başka bir ira
denin sürüklediği tek bir iz üzerinde hareket etmek esa
retine düsmüs
» » bir insan,' bu esaretinin şiddeti
* derecesi-
ne göre evriminden geri kalır. ( 6)
İşte bunun içindir ki bir iradenin kendinden başka
bir diğer irade tesiri altına girmesini ve o irade ile ma
kine gibi hareket etmesini biz, mükemmelleşmenin de
ğil, ilkelleşmenin bir belirtisi ve hattâ nedeni sayarız.
Bütün tebligatın söylediği gibi, varlıklar ezelî ve
»bedî evrim halindedirler. Esasen varlıkların evrim yü
rüyüşü uğrunda, önüne geçilemiyecek kadar şiddetli
zorlamaları vardır. Demekki var oluş, evrime doğru bir
hız alıştır. Nasılki yokluk fikrî bir çöküntüyü, bir boş
luğu ifade eder. Şu hâlde, varlığın her anı, bir evvelki
anma nazaran bir adımlık evrimin ifadesidir. Yaratıl
19
makla bu evrim zaruretine girmiş bir varlık, nasıl olur
da evrim için zarurî olan iradesinin serbestliğinden mah
rum bırakılır? Allah, Mutlak Kemal’dir. Onun hiçbir
eserinde, Mutlak Kemal ismi ile telifi mümkün olmıya-
cak hiçbir nokta yoktur. Belki bizim her işimizde bir
kusur, bir noksanlık mevcuttur. Fakat bizim görüşümüz,
Allah’ın görüşü değildir. Ve bizim görüşümüzle Allah'ın
görüşünü tâyin etmeye kimse cüret edemez.
Şu hâlde, evrime, zorunlu olarak susuz bulunan var
lıkları yaratmakla, Mutlak Kemali’nin yanılmaz bir bü
yük eserini ortaya koyan Allah, evrimin aleyhindeki her
hareketi, İlâhî İrade Kanunları ile, evrimin lehine kullan
mayı varlıklara zarurî kılmış ve bunun için de onların
iradesini özgür yaratmıştır. Eğer bu iradenin hürriyeti
ortadan kalkarsa, varlıklar evrimleşemezler. Bu duruma
göre, hiçbir varlığın, İlâhî İrade Kanunları gereği dışına
çıkabilmesi bahis mevzuu olamaz. Çünkü esasen hiçbir
varlık, evriminin dışındaki bir harekete tevessül edemez.
Bu, onun oluş hâli ile kaim bir zarurettir. Ve işte gene
bu zaruretledir ki onun, İlâhî İrade Kanunları ile belir
lenmiş irade serbestliğini kullanması icap etmektedir.
Görülüyor ki, varlıkların yükselmesine yönelik İlâ
hî İrade Kanunları’na uymaları zarureti ile, gene onların
yükselmesi için iradelerini serbestçe kullanabilmeleri
zarureti, ayni hedefe yönelik yürüyüşün iki muhtelif cep
heden görünüşüdür. Bunlardan birisinin zaruretini inkâr
etmek, diğerinin varlığındaki mânayı ortadan kaldırır.Ya-
ni evrimi, İlâhî İrade Kanunları zorunlu kıldığı gibi, var
lıkların,iradelerini serbestçe kullanabilmeleri keyfiyeti de
evrimin bir zaruretidir. Böylece, bunlar tamamen birbi
rine bağlı hareketlerdir. Bu fikri aşağıdaki misal ile da
ha iyi izah edebileceğiz:
Ben bir yolculuğa çıkıyorum. Hedefim C... memle
20
ketine gitmektir. Oraya tayyare ile, vapurla, trenle, oto
mobille, araba ile ve hatta yaya olarak da gidebilirim.
Veyahut yola çıktıktan sonra bunları değiştirebilirim de.
Fakat ne olursa olsun oraya gidebilmek için muhakkak
bu vasıtalardan birini kullanmaya mecburum. Bundan
başka, o memlekete gidebilmekliğim için birtakım yol
lardan da geçmekliğim icap eder. Bu yollar da çok çe
şitlidir. Denizden giderim, karadan giderim, güney, do
ğu, batı yönlerinden gitmeyi tercih ederim, havadan gi
derim... vb. Fakat ne olursa olsun, oraya mutlaka gitme
ye mecburum. Ve gene ne olursa olsun oraya gitmek için
muhakkak, ortada mevcut olan, ancak bu vasıtalardan
ve yollardan birini tercih etmek zorundayım. Şu da var
ki, benim o memlekete gitmekteki gayem ve maksatla
rım ancak, oraya,kadar olan seyahatim esnasında göste
receğim şahsi gayret ve sarfedeceğim emek nispetinde
tahakkuk edebilecektir. O hâlde, bu seyahatim esnasın
da kullanmak zorunda kaldığım vasıtaları ve yollan ter
cih etmek ve o vasıtalardan şu veya bu tarzda, az veya
çok nisbette istifade etmek hakkı veya mecburiyeti ba
na verilmiştir. Yani meselâ, hiçbir kuvvet emrederek
veya benim, kendi hüviyet ve şahsiyetime ait istek imkâ
nım ortadan kaldırarak kendi arzu ve iradesine göre ba
na; ’sen şu yoldan ve şu vasıta ile gideceksin’ diye beni
kurulmuş bir makine gibi sevketmiyecektir.
İşte benim, bu vasıtalardan herhangi birini, herhan
gi bir yolda kullanmak imkânına malik oluşum, bura
daki istek, irade ve tahayyül kudretlerimin en geniş mâ
nadaki serbest kullanılış hâllerini ifade eder. Ve ben mu
hakkak gitmek zorunda bulunduğum o memlekete, kul
lanacağım bu vasıtalardan birinin türüne ve o vasıtayı
kullanabilme kaabiliyetimin derecesine ve onun süratine
veya yavaşlığına göre, kısa veya uzun zamanda, az veya
çok güçlük çekerek gidebilirim.
21
Demekki burada, bu çeşitli vasıtalardan birini kul
lanmanın, benim tamamen inisiyatifime bırakılmış bîr iş
olması, nasıl bana verilmiş bir hak ise, seçeceğim o va
sıtanın, seyahatimin neticesi üzerinde yapacağı müsait
veya gayri müsait tesirlerini tatmak da tamamen ve yal
nız benim şahsıma ait bir keyfiyet olacaktır. Meselâ eğer
ben, oraya gitmek için öküz arabasını seçmiş isem, bu
vasıta ile havada uçar gibi süratle gitmeyi bekleyemem.
Keza vasıta olarak bir vapura binip denizin ortasına
açılmış isem, o vapur hiç olmazsa bir karaya yanaşmca-
ya kadar, deniz yolculuğunun bütün icaplarına uymaya
mecburum. İşte bu mecburiyet o seçtiğim tarz ve hare
ketin bir icabıdır. Ve ben, bu icaptan kendimi, içinde bu
lunduğum şartları değiştirmenin yolunu bulmadıkça as
la kurtaramam. Tâ ki bu vapur bir sahile yanaşır ve ben,
gene ister ayni vapurla yolculuğuma devam ederim, is
tersem vapuru orada terkederek seyahatimin müteakip
kısımlarım daha uygun gördüğüm vasıtalardan birisi ile
tamamlarım.
İşte burada benim görgü ve tecrübesizliğim bâzan
bu seçme işinde beni yanıltabilir. Ve o zaman seçmiş ol
duğum yollarda güçlük çekmeye başlarım. Bu hâl ge
nellikle yolumun daha uzamasını, yollarda arasıra takı*
lıp kalmamı ortaya çıkarır. Hattâ seçmiş olduğum vası
talara intibaksızlığım daha ileri derecede olursa bâzan
yolumu büsbütün şaşırır ve gideceğim memleketin yö
nünü kaybedebilirim. Ve o zaman kendisinden yol sora
cak birisini aramaya başlarım. Ve o rehberi bulunca he-
men ondan, gitmek istediğim memlekete beni götürecek
yolların istikametlerini ve vasıtalarını sorup öğrenmeye
çalışırım. Ve gene onun bana gösterebileceği çeşitli yol
lardan hangisi işime ve hesabıma uygun gelirse onu ka-
bûl eder ve o yolda seyahatime devama başlarım. Zira o
memlekete gitmekliğim zaruridir. Ve bunun için de mu
22
hakkak bir yol ve bir vasıtaya ihtiyacım olacaktır. Ve bu
vasıtayı da mutlaka inisiyatifimle kabûllenmem gerek
mektedir.
Görülüyor ki beni bu seyahatimde kimse şu veya bu
yolla, şu veya bu vasıtaya zorla sevketmemektedir. An
cak, ben bu yolculuktan ihtiyacım nispetinde yardımcı
lar arıyor ve irademi kullanıyorum. Burada irademi kul
lanmak serbestliğime o kadar dikkat edilmiştir ki hattâ
en nazik ve tehlikeli zamanlarda bile iradem harekete
geçmedikçe beni o tehlikeli durumdan zorla kimse kur
taramıyor. Sözgelimi, vapurda giderken ben kendimi
kaybedip yoluma devam etmekten vazgeçerek herhangi
görgüsüzce bir hareketle karaya çıkacağım diye kendimi
denize de atabilirim. O zaman, yani boğulmak üzere iken
bile beni kimse kolumdan zorla tutup yukarı çıkaramaz,
ancak, gene kendi isteğim, iradem ve cehtimle tutunup
bu felâketten kurtulabilmem için halat atarlar ve bu atı
lan halatı tutmaklığım için yukarıdan bağırışırlar. Eğer
ben bu halatı tutmaz ve beni gelip kurtarsınlar diye ken
dimi suların cereyanına hiçbir cehit sarfetmeden kapıp
koyuverirsem, ne halat atanların, ne halatı tut diye bağı-
rışanların ve ne de herhangi başka bir yardımcının imda
dı bana yetişemez ve ben belki de bir daha ebediyet kadar
uzun bir müddet bu seyahate devam edememek üzere,
boğulup giderim. Veyahut da, boğulmadan evvel son
ümitsizce haykırışlarıma koşan hayırkâr bir yardımcı
nın sesi kulağıma çarpar. Fakat o anda bile bu ses beni
kaldırıp dalgaların arasından dışarı fırlatmaz, bana an
cak şunları söyliyebilir: «Ey gafil adam! Sen kendini de
nize atmakla bir yanlış yola saptın. Ve yolculuğunun ga
yesini unuttun. Sana ancak bir vasıta olacağını bildiğin
bu vapuru ve denizi kendine bir gaye edindin. Ve yolcu
luktan ayrılarak kendini denize attın. Bu deniz artık sa
na bir yol değil, bir mezar olacaktır. Bu hakikati şimdi
23
gözünle gördün ve anladın mı?» Bu söze karşı ben gene;
kulaklarımı tıkarsam, esasen bir nefeslik kalmış hayatı
mı orada tüketirim. Aksi hâlde, o sesin sahibine hatamı
itiraf eder ve yoluma tekrar devam etmek arzumu açık
larsam bana doğru; kurtarıcı bir el uzanır. Fakat onu
gene ben, kendi isteğimle, kendi irademle ve kendi cehit
ve gayretimle tutmaya mecburum, eğer kendimi kurtar
mak istiyorsam!... Fakat ondan sonra bu pek çok yanlış
hareketimin neticesi olarak, çekmiş olduğum korkunç
sıkıntılar bana güzel bir ders olur. Ve bu ders, bu gibi
seyahatlerde lüzumlu olan görgü ve tecrübelerimi arttı
rır. Ve müteakip hareketlerimde, irade serbestliğimi ar
tık böyle kötü ve zararlı yollarda kullanmamaya çalış
mama sebep olur. Bilgi, görgü yolu ile ve bilhassa daha
tecrübeli kişilerin iyi niyetle ve kendi menfaatlerini fe
da ederek sırf beni desteklemek için yaptıkları nasihat
lere, irşatlara kullaklarımı açarım. Ve bütün bu kudret
leri bir araya toplıyarak onlardan aldığım hız ile seyaha
timde bana en münasip olacak yolu ve vasıtayı seçmeye
çalışırım.
Demek ki bu yolda yürümekliğimi takdir eden icap
lar, ayni zamanda benden beklenen irade serbestliğimi,
münasip ve doğru yollarda kullanabilmekliğim için beni
hazırlayıcı her imkânı ve yolu da önüme sermiş bulun
maktadır.
İşte İlâhi İrade Kanunları karşısında varlıkların ira
desi, çok kaba bir görüşle yukarıda vermiş olduğumuz
seyahat misalindekine benzetilebilir. İlâhi İrade Kanun-
lan'nın hedef kıldığı evrim safhaları, bütün varlıklar
için ulaşılması zarurî olan birer yolculuk merhalesidir.
Ve o merhalelere varlıkların selâmetle ulaşabilmelerini
sağlayıcı vasıtalar ve yollar da gene İlâhî İrade Kanun-
lan’nın namütenahi icaplarıdır. Biz ancak, deneylerimi-
24
zm ve evrim seviyemizin ruhumuza kazandırmış olduğu
kudretlerden doğan isteklerimizin nicelik ve nitelikle
rine göre ve bunların yanında bilhassa yardımcı varlık
ların irşatları ile bu kanunlardan birinin veya diğerinin
icabatına uymak, uyduktan sonra, bu uygunluk devam
ettiği müddetçe o icabatm çizmiş olduğu yönler boyun
ca ister istemez yürümek zorunda ve ihtiyacındayız. Bu
bir hakikattir.
İnsanların yalnız dünyadaki hareketleri değil, spat-
yoma gittikten sonra ve daha yukarlara bile çıkarken
olan hareketleri dahi ancak kendi evrimleri nisbetindeki
istek ve iradelerinin şevki ile ve muhayyilelerinin seçti
ği varyeteler içinde vukua gelmektedir. İşte aşağı mıntı
kalarda ve bilhassa dünyamızda bu yoldaki hareketlerin
seçiliş şekil ve tarzlarında genellikle vukua gelen isabet
sizlikler, o insanın hayatında karşılaşacağı müşkilâtm
ve çekeceği meşakkatlerin belli başlı etkenlerinden biri
sini teşkil eder. Bununla beraber, dikkat edilirse bütün
bu hareketlerin de ancak gene birtakım kanunların ve
icapların tesiri ve yardımı ile tahakkuk imkânına ulaş
tığı görülür. Halbuki bu kanunlar ve onların icapları Al
lah’ın Iradesi’nin Kâinat’taki birer tecellisidir. O hâlde,
bu kanunların icaplarından, kudreti ile mütenasip bir
serbestlik içinde istifade imkânı kendisine bahşedilmiş
bir insan için; odaları, salonları, tekmil köşesi, bucağı
kurulu bir billûr köşk gibi, bütün hâdiseleri, ezelden
olaylar olarak tesbit edilmiş ve hiçbir parçası kıl kadar
dahi değişmiyecek şekilde ebede kadar hazırlanmış ve
donuk kalmış bir hayat mukadderi asla mevcut değildir.
Kader, muhakkak ki bir icaptır ve bu icap da seçilen
herhangi bir hareket tarzına göre gerçekleşmiş bir zaru
rettir. İyilikleri icap ettiren hareketler, nasıl insanın
görgü ve deneyimi ile oluşturulmuş bir isteğin ürünü ise,
kötülükleri, daha doğrusu insana kötü gelen hâlleri icap
25
ettiren hareketler de, öylece, o insanın görgü ve deney
kıtlığı yüzünden ileri gelmiş bir sapkınlığının neticesi-
sidir.
Allah'a karşı küfredenler de vardır. Bu kadar deh
şetli ve korkunç olan kötü bir hareket de mi mukadder
dir? Kulun, kendisine bu kötü hareketi yapmasını Allah
mı istemiştir? Bu ne kadar yanlış ve cüretkârane bir
düşünce olur? Halbuki o kul, takdir etmeden ve netice
lerini idrâk etmeden ancak kendi inisiyatifiyle bu kötü
hareketi yapmış bir biçaredir. Bununla beraber, böyle
mânâsız ve yaraşıksız bir hareketinden o biçareyi, hiçbir
İlâhi Kudret alakoymuyor. Hattâ müreffeh bir hayat
içinde, müsaadeli bir şekilde yaşıyabilmesi, bu yanlışlı
ğında ve sapıkça hareketlerinde bütün serbestliği ile ha
reket edebilmesi imkânlarının da onun önüne serilmiş
olduğunu göstermeye kâfi gelmiyor mu?
27
den de kendilerini hiçbir suretle kurtaramazlar. Başka
bir yerde, hiçbir insanın elini kolunu sallıyarak yürüye
yürüye Ay’a kadar gidip gelemiyeceğinden bahsetmiştim.
Çünkü dünyanın kanunları buna müsait değildir. Ve in
san da dünyada yaşamak zorunda kaldıkça bu kanunla
rın icabatımn kapsamı dışına çıkamaz. Fakat bir insan
ruhu tekâmül ederek daha yüksek bir madde âleminin
teşkil ettiği bir muhitte yaşamak ehliyetine vardıktan
sonra o muhitin daha müsait kanunlarından istifade
ederek dünyamızda yapamadığı işleri tabiî bir kolaylık
la oralarda yapmak imkânını pekâlâ bulabilir. Nitekim
dünyamızda bile, meselâ bir karınca âlemine, bir tayya
re yapıp Avrupa’dan Amerika’ya beş on saatte uçup git
mesine imkân verilmemiştir. Ve bu da karınca âlemini,
insanlık âleminden ayıran bir sürü tabiat kanunlarının
kati icaplarından ileri gelmektedir. Şu hâlde bir varlı
ğın, içinde bulunduğu âlemin tabiî kanunlarının üstüne
çıkabilmesi imkânı ona verilmiştir, ancak bu imkân
onun tekâmülü ile elde edeceği yüksek kudretler nisbe-
tinde mümkün olacaktır. îşte bunun içindir ki emeksiz
yükselme ve yükselmeksizin kudret edinilmesi yoktur.
Bu hakikat anlaşıldıktan sonra haklı olarak denilebilir
k i; insan daima yüksek nasibini ve kaderini, gene kendi
cehit ve iradesinin mahsulü olan evrimi derecesine göre
kazanmış olduğu liyakat ve kudret nisbetinde elde eder.
Daha doğrusu, insanların yaşadıkları muhitte hâkim
olan tabiat kanunlarının üstüne çıkmaları demek, yük
sek mukadderlerinin, kendilerini lâyık kıldığı bir hayat
seviyesine uiaştırıcı nasiplerini gene bizzat kendi cehit
ve gayretleri ile hazırlamaları demektir.
İnsan, evvelce kendisi için çok yüksek ve hattâ ula
şılamaz sanılan ve genellikle olmayacak gibi görünen da
ha yüksek âlemlerin kanunlarına ve icaplarına istek, ce
hit, gayret, irade ve bunların hepsini toplayan —bil
28
hassa— tahayyül melekelerini tekâmül için zarurî olan
İlâhî yollarda kullamp yükselerek intibak edebilir ve o
zaman bu kanunların hâkim olduğu muhitlerde yaşa
mak ve oranın icaplarından faydalanmak, onun için,
hattâ bir zaruret hâlini alır. Bunu daha açık olarak şöy-
lece ifade edebiliriz: İnsana evvelâ mukadder ve nasip
görünmiyen yüksek bir hayat safhası, o insanın İlâhî
İrade Kanunlan’na intibak yolunda devamlı surette gös
tereceği istek, irade, cehit ve gayret sayesinde kazana^
cağı muayyen bir liyakat derecesinden sonra ona mu
kadder bir nasip hâlini alabilir. Bu fikrin hakikatini
biraz daha tebarüz ettirebilmek için bir misal üzerinde
konuşacağız: Eğer ben bir mühendis olmayı istemez,
özlemez ve hattâ aklıma bile getirmezsem bu meslekteki
muvaffakiyet şartlarından hiçbirini hazırlamak kudre
tini gösteremem. Ve böyle olunca da hiçbir vakit mü-
hendilik yapabilecek liyakat ve kudreti kazanamam. Me
selâ mühendis mektebine gidip okumam. Oradaki bilgi
leri öğrenemem. Hiçbir mühendisin yanında çalışıp mü
hendisliğe dair ondan bir şeyler öğrenmek teşebbüsü
ne girişmem. Ve mühendislik hakkında hiçbir tatbikatta
bulunmam. Bu takdirde mühendis olamamak benim için
elbette mukadder bir iştir. Zira bu şartlar altında ben
hangi hak ve salâhiyetle mühendislik yapabilirim? De-
mekki mühendis olabilmem için muhakkak benim iste
mem, tahayyül etmem, çalışmam ve yapmam lâzım.
Bunsuz olmaz. Yani, istemeden, çalışarak, hazırlanarak
mühendislik kaderine kendisini lâyık kılacak bir ehliye
ti iktisap etmeye cehit ve gayret sarfetmeden, İlâhî
İrade Kanunları hiçbir kimseye bol kessden mühendis
lik yapabilmek kudretini bahşetmez. Fakat mühendislik
kudretini bahşetmiyeceği gibi böyle çalışmadan, isteme
den, tahayyül etmeden ve o yolda faaliyet göstermeden
hiçbir varlığa daha yüksek ve mesut bir hayata ulaşmak
29
kaderim de nasip kılmaz. Yani Allah’ın lütufkâr müsaa
desine sığınarak ve haddimiz olmadan biraz ileri gidip
konuşmaya cüret ederek diyebiliriz ki, olayların ifade
ettiği mânalara göre İlâhî Kanunlar müvacehesinde ha
vadan mükâfat almak yoktur. Eğer, diğerlerine nazaran
çok az çalışarak ve gayret sarfederek çok büyük neti
celer alanlar da varsa (ki çok vardır) muhakkak bilin
melidir ki bunların da çok eski hayatlarında, kendileri
ni bu işlere ve bu hayata liyakatli kılacak bir sürü faali
yetleri geçmiş ve bu liyakatleri onları, birtakım karma
şık ve bir tek hayatla izahı mümkün olmıyan bu büyük
işlere hazırlamıştır. Yani onlar bu işlerinde nail olduk
ları kolaylığı, bedava almış değillerdir. Fakat unutulma-
mamlıdıki bu da büyük hem de çok büyük ilâhi bir ih
sandır. Ancak, ilâhi ihsan, eski padişahların keyiflerine
göre etraflarına dağıttıkları ihsanlara benzetilemez. Bu
nun mânası bambaşkadır. Ve keyfi olmak illetinden ta-
mamiyle münezzehtir. İlâhî İhsan demek, İlâhî İrade
Kanunları'nın icaplarına, isteyerek ve gayret sa'rfederek
uymuş olmanın neticelendirdiği bir mükâfat demektir
ki tam mânası ile bu, hak edilmiş ilâhi teveccühün, in
san mukadderatında tezahür eden bir büyük tecellisidir.
İnsanın, birbirini izleyen büyük mukadderlerine
nail olabilmesi için göstereceği cehde mukabil elde ede
ceği neticeler elbette bir ilâhi ihsan’dır. Meselâ insan,
bir üzümü dahi kütüğünden koparmak için cehit ve gay
ret sarfetmezse, üzümün kendisine vereceği iyiliklerden
istifade edemez. Demek ki o, bu nimetten faydalanabil
mek için üzümü mutlaka hiç olmazsa kütüğünden ko
paracak kadar ufak bir gayret göstermek zorundadır.
Bununla beraber, üzümü kütüğünde olgunlaştıran ve ha-
zırlıyan da onun isteği, veya cehit ve gayreti değildir.
İşte bu misal, yukardan beri serdettiğimiz mülâhazala
rın güzel bir izahını daha arzetmektedir ve bu izah da
30
insanların İlâhî irade Kanunları’ndan çeşitli surette is
tifade etmeleri imkân ve zaruretleri hakkında evveîce
arzettiğimiz mülâhazaların iyice kavranılmış olmasın
dan sonra kolayca anlaşılabilecektir. Üzümü yetiştirecek
kütük tabiat kanunları uyarınca meyvesini hazırlamış
tır. İnsana düşen vazife bu kanunların icabatma uyarak
o kütüğe yardım etmek ve üzüme malik olmak arzusu
nu taşımak ve bu yolda çalışmaktır ki, bütün bu işler
ayrı ayrı, gene birer tabiat kanunundan istifade etmek
kudretini insanın göstermesine bağlıdır. Şu hâlde, İlâhî
İrade Kanunları hiçbir kimseyi zorla hiçbir harekete sü
rüklemez. Fakat liyakatini ve kazançlarını arttırmak ve
kendisini yükseltmek zaruretini hisseden insanın istifa
desi önüne, bu kanunlar, bütün kazanç imkânlarını se
rer. Ve yükselmek ihtiyacını duyduğu nisbette tekâmül
vasıtalarının her türlü şeklinden faydalanabilmesini sağ
layıcı kolaylıkların insanın kudretlerinin erişebileceği
yerlere kadar uzatır.
Aşağıdaki tebliğ bu fikirleri kudretle ifade etmek
tedir:
31
türlü dünya endişelerine rağmen en az bir say! zihni He [zihnî çaba
ile] anlıyabileceği bir hakikattir.
«Biz, bizden evvelini ve sonrasını tâyinden acizken ne ile iddia
edebiliriz ki dünya işlerinde ve ahiret meselelerinde İlâhî mesağın
(iznin) birinci ahengi teşkil etmediğine inanalım. Elbette hak bir tür
lü tasavvurdur. Ve o da bizden üstün, bizden sonradır. O hâlde kati
hakikatlerin zuhuru gene onun iradesine bağlıdır. Böylece, düşünün;
hangi imkân vardır ki Allah katında bir sır olsun? Bunun hiçbir se
bebi mevcut olamaz. En ufak bir cehit en yüksek bir irade arasın
da netice itibariyle büyük farkların zuhurunu görmenizden tabiî bir
şey olamaz. Bir daldaki meyvenin alınması bile bir cehte mütevak
kıftır. Bu cehit işte size elmayı getirmiştir. Fakat bu elmayı dala ge
tiren kimdir? Siz sadece almaktasınız. Amma düşünmelisiniz ki biz de
kendimize göre bir şey izhar edebiliriz. Tabiat karşınızda bütün gizli
çalışmalarıyla neler veriyorsa sizde ruhen öylece yükselme emeliy
le dolmalısınız. Ve isteyeceklerinize bu yolla erişmeniz tahakkuk ede
cektir.»
32
yokluğunu kabül etmek demektir ki, aslında yokluk
dâhi gene İlâhî İrade Kanunları’nın kapsamına dahil bir
varlıktır. Çok kaba olmakla beraber bu fikrimi bir mi
salle biraz izah etmek istiyorum. Gerçi böyle İlâhî ve
müteal (aşkın) mevzuları bunun gibi maddî ve kaba
misallerle kıyaslandırarak izaha kalkışmak bir nevi
küstahlıktır, ama ne yapalım, çok iptidaî bir şekilde de
olsa hakikate biraz olsun yaklaşmak arzu ve iştiyakı ile
ara sıra böyle kaba misallere müracaat etmek mecbu
riyeti hâsıl oluyor.
Sonsuz bir umman tasavvur edelim. Bu umman,
Kâinatı da içine alacak kadar hudutsuz olsun. Bu um
manın içinde yaşıyan namütenahi varlıklar var. Fakat
bu yaratıkların mevcudiyetleri, ancak bu ummanın var
lığına bağlıdır. Böylece, en küçük bir zerreden en büyük
ve kuvvetli varlıklara kadar orada yaşıyan bütün canlı
mahlûklar kendi kapasiteleri, ihtiyaçları ve imkânları
nisbetınde bu sonsuz ummanın bir kısmından istifade
ederler. Ve bu varlıklar için hayat sahası ancak onların
bu ummandan istifade edebildikleri yerler olabilir. Me
selâ çok derinlerdeki varlıklar için ummanın üst kısım
ları, yaşanacak ve barınabilecek yerler değildir. Varlık
ların kaabiliyetlerine ve duydukları ihtiyaçlara göre bu
hayat sahaları pek dar bir mmtakaya da inhisar edebi
lir. Ve o zaman ummanın geriye kalan sonsuzluğundan
onlar ne istifade edebilirler, ne de bundan haberdar ola
bilirler. Onların bütün kâinatını, bu içinde yaşamakta
oldukları ancak bir su damlacığı teşkil eder. Fakat ister
bir su zerresi olsun, ister o sonsuz ummanın bütününe
nisbetle gene bir zerresi olan büyük bir okyanusu olsun,
onu kullanan ve o zerreden veya okyanustan faydalanan
varlıklar o ummam ne tüketebilirler, ne de onun mahi
yetini değiştirebilirler. O, bütün zerreleri ile gene bir
umman olarak kalır.
33
İlâhî İrade Kanunları da işte böyle bir umman’dır.
O, Kâinat’ın her zerresini besler, her zerresini yaşatır
ve her zerrenin kendi ihtiyacına ve hayat şartlarına uy
gun zaruretlerinin tahakkukunu temin eder. Şu hâlde
bu kâinatı teşkil eden varlıklar içindeki irade sahipleri,
kendi ihtiyaçlarının bütün karşılığını istedikçe, özle
dikçe muhitlerinde muhakkak surette bol bol bulabilir
ler. Ve bu istekler uğrunda cehit ve gayret sarfettikçe de
o kanunların tahakkuku yolundaki icaplardan istifade
ederek emellerine nail olurlar. Bu bir hakikattir ve biz
bu hakikatin her türlü tecelliyatmı kendi muhitimizde
de her an görmekte ve tatmaktayız. Bunun en basit ve
iptidaî misalini bir ot parçasının, fizik kanunlarından
istifade ederek yerden gıdasını bütün bedenine mayi hâ
linde çekmesi ve bu suretle hayatını idame etmeye ça
lışması teşkil eder. Demekki adi bir ot parçası dahi, en
mübrem olan hayatî vasıtasını, yani gıdasını topraktan
gene ancak kendi cehti ile fakat tabiat kanunlarından is
tifade etmek suretiyle alabilmektedir. Mahlûkatın bütün
bu kullanış ve faydalanış imkânlarının bolluğuna rağ
men, tıpkı yukarki umman hikâyesinde olduğu gibi, bu
rada da İlâhî İrade Kanunları’ndan ne bir şey eksilir, ne
de bir şey değişir.
Anlaşılıyor ki, İlâhî İrade Kanunları’nın, bizim seze
bildiğimiz mahlûkatın doldurduğu Sonsuz Kâinat hisse
sine isabet eden kısımlarının tatbik sahaları, o Kâinat’m
içinde gene bir Kâinat’tır: Ve orada yaşıyan bütün var
lıklar da bu tatbikat sahasında kendi ihtiyaçlarına göre,
kendi kudretleri nisbetinde insiyak, istek, irade, tahay
yül ve daha bilmediğimiz namütenahi canlılık melekele
rini kullanmak suretiyle bilerek veya bilmiyerek faal bi
rer rol oynamaktadırlar. Varlıkların tekâmül seviyeleri
yükseldikçe evvelâ yalnız basit ve iptidaî maddî bir ha
yat zaruretine dayanan bu istek ve ihtiyaçların hududu
34
genişler ve hemcinslerine, hemcinslerinin dışmdakilerine
doğru peyda olan hayırlı ve yükseltici endişelerle, ferdî
hotkâmlığm hududu kırılır ve o zaman onlar, Büyük
İlâhî Vazifeler’in ve Misyonlar’m hizmetçisi hâlini alan
nurlu birer varlık olurlar. Demekki bu vazifeler, bâzan
bir ot parçasında olduğu gibi tamamen şuursuzca veya
daha doğrusu, idraksizce bir insiyak hâlindeki en ipti
daî irade tecellisi ile yapılır. Ve bu nebat böylece, ancak
kendi hayatı ile, cinsinin sürekliliği ve bâzı noktalarda
da gene bilmeden diğerlerinin faydalanması hususunda
tabiat kanunlarının ancak küçük bir kısmmı kendi kud
reti dahilinde kullanır. Meselâ köklerini mütemadiyen
toprağın altına salar. Ruhunda henüz irade hâlini al
mamış insiyak hâlindeki kudretiyle bitki, idrâk etmeden
bu hareketi bizzat kendisi yapar. Onun köklerinin top
rak altında uzamasını elbette dışardan başka birisi ya
pıyor, değildir. Bu, onun hayatî kudretinin bir neticesi
dir, yani kendisinin öz malıdır. Bununla beraber o, bu
inkişafını muayyen bir hadde kadar yapar. Neden? Çün
kü, onun bu dünyada geçirmesi icap eden hayat tecrü
belerini karşılayıcı vasıtalar tabiat kanunlarının icabatı
dahilinde o basit ruhun basit insiyaklarıyla gerçekleşti
rilmiştir.
Bitkinin ruhu, bunu bitki hâlinde iken bilmeden
otomatikman yapar. Yani bu kanunların icaplarından
faydalanır. Eğer onun ruhu, bu kudreti göstermez ve bu
faaliyetten geri kalırsa dışardan hiçbir kuvvet o ot par
çasının yeryüzündeki hayatını temin için onun kökleri
ne hazırlanmış gıdayı zorla şırınga etmek külfetine kat
lanamaz ve bu imkânı da bulamaz, özetle, burada gayet
mazbut birtakım tabiat kanunlarından bu bitki, bilme
den fakat insiyak ile bol bol istifade etmek hakkım
kullanarak bu işi yapmaktadır. Bir tabiat kaidesi olan
ince liflerin kılcallık [ve geçirgenlik] hassasından istifa
35
de etmek üzere bitki, bedeninin toprak altında kalan kı
sımlarım inceltir ve sulak sahalarda yayar. Bu suretle,
bitki hayatı için lüzumlu olan topraktaki su ve bu suda
erimiş maddeler topraktan çekilerek bitkinin bütün göv
desine dağıtılır. Demek ki, kökünü toprak altına salabil
mek kudretine ermiş ve bu kudretini tatbikat sahasında
kullanmak liyakatine ulaşmış bitki gibi her varlık, bu
suyu ve bu gıdayı topraktan böylece almak ve ondan is
tifade etmek hakkını kazanmıştır. İşte bitkinin kök sal
ması, tabiatın bâzı kaidelerinden faydalanarak kendisini
beslemesi, gıdasını alabilmesi için insiyaki, dediğimiz
hareketler de henüz tam mânasıyla irade denilemiyeeek
derecede basit bir ruh kudretinin ve basit bir cehit ve
gayretin mahsulüdür. Bu da gösteriyor ki tabiat kanun
ları, ne kadar küçük olursa olsun, kendi kapasitesi ve
kudreti dahilinde ve kendi sahasında faydalanmak isti-
yen her şeyden, hiçbir varlığı mahrum bırakmamakta
ve geri çevirmemektedir.Yeter ki o varlık, bu kanunların,
kendisinden beklemekte olduğu, istifadesine yarayacak
eserleri meydana çıkarmak kudret ve liyakatini özvarlı-
ğınm hareketleriyle isbat etmiş olsun. Bunu yaparsa,
yani köklerini salıverirse ne âlâ, yaşar. Yoksa kurur,
gider. Fakat bir bitkinin İlâhî İrade Kanunları karşısın
daki vazifesi bu kadarla kalmaz. O, beslendikçe geliş
mek ihtiyacını gösterir ve bunun için yeni yeni hareket
kudretleri izhar etmeye başlar. Büyür, semalara açılmış
kollar gibi dal ve budaklar oluşturur. Ve bu dallar yap
raklanır. Bütün bu hareketler, onun yaşıyabilmesi için
başka bir tabiat kanununun icabatmdan faydalanmak
hakkını o bitkinin kullanabilmesi serbestliğinin diğer
bir tecellisidir. Bu yapraklar bitkinin ciğerleridir. Zira
bu yapraklar; hava ve ışık ile onun hayatî usaresinin
temas sahasını teşkil edecek ve bu sayede de gene bir
takım fiziko-şimik kaidelerin icabatı gerçekleşecek ve
36
bitki bundan kendisi için mühim faydalar temin ede
cektir.
Görülüyor ki bitki, hayatının idamesi için içinden
gelen itilişleriyle lüzumlu olan organlarını meydana ge
tiriyor ve ancak ondan sonradır ki onun bu uzuvları ma
rifetiyle tabiat kuvvetlerinden istifade etmek hakkı ve
imkânı kendisini gösteriyor. Fakat gene iş bu kadarla
kalmıyor. Bitki çiçekleniyor. Bu çiçeklenme hareketi
tabiat kanunları karşısında onun başka bir tertipteki
faaliyetinin bir ifadesidir. Bu ifadede de bitkilerin nesli
nin süregitmesi sözkonusudur.
Bütün bu hareketleri maddî hareket kompozisyon
larının kör birer tesadüfü neticesi olarak düşünmeye
çalışan inkarcı bir materyalist görüşü ile mütalâa ede-
miyeceğimiz gibi, varlıkların iradelerim inkâr ederek,
veyahut sembolik birer irade izafe eyliyerek onları dış
ve üst kuvvetlere körü körüne boyun eğen birer kukla
yerine koyup şahsiyetlerini inkâr eden bir cebriyeci (ka
derci) düşüncesi ile de mütalâa edemeyiz. Bu ne odur,
ne öteki... Bu hâl ancak, İlâhî İrade Kanunları’nm na
mütenahi tecelliyatından istifade ederek tekâmüllerinin
teminine matuf imkânları tahakkuk sahasına çıkarabil-
meleri için varlıkların göstermeleri mukadder olan ira
delerinin tezahürleridir. Ve bu tezahürleri göstermek,
her varlık için, hem bir ihtiyaçtır, hem de bir vazifedir.
Burada evrimin ilerleyişi nisbetinde, diğerkâmca (özge-
cil) faaliyetlerin tebarüz etmesi ile; ihtiyaç, vazife ve
misyon mevzuları birleşir ve gayeler böylece yükseldik
çe ruh kudretlerinin de o nisbette tesirlerinin kapsam
sahası artacağı için ruhların daha zorlu tabiat kanun
larından istifade etmek imkânları çoğalır. Nitekim, bir
tek basit ağacın bile ilk yetişme anlarında yalnız kendi
sini olgunlaştırma kaygısı ve bu kaygı etrafında toplan
mış hareketleri görülürken, olgun bir ağaçta hemcinsi
37
nin yetişmesiyle ilgili faaliyetler meydana çıkar. Ve bu
raya gelince o ağaç daha geniş mikyasta tabiat kanunla
rının icaplarından istifade etmeye başlar. Meselâ çiçek
leri açılınca etraftan kendisine yaklaşanlar ve kendisiy
le alâkadar olanlar çoğalır. O artık yalnız topraktan ve
sudan değil; hava, böcek, vb. gibi diğer unsurlardan da
istifade ederek tohumlarım başka yerlere kadar gönde
rir. Ve bütün bu unsurların çoğu ona, bilmeden bu hu
susta hizmet ederler. Yani tatlı bir meltem, güzel ka
natlı bir kelebek, işgüzar bir an, hattâ bir insan eli ona
bu hizmeti ancak o bitkinin bu çiçeklerini ve tohumla
rını hazırladıktan sonra yapabildiklerini kimse inkâr
edemez. Fakat o bitki de bu iyiliğin karşılığım boş bı
rakmaz ve bâzan güzel kokulanyla, bâzan lezzetli mey
veleriyle, bâzan şifa verici tesirleriyle, velhasıl şusu ile,
busu ile etrafındakilere ayrı ayn fedakârlıklarda bulu
narak borcunu ödemeye çalışır. İşte bu da onun diğer
kâmca faaliyetlerinden bir nümunedir. Ve bir bitkinin
basit bir insiyakından doğan hareketler ve bu hareket
lerin ortaya koyduğu eserler, tabiatta kendi varlığına
nisbeten çok mühim kudretlerle, yani İlâhî İrade Ka-
nunlan’mn birer tecellisi olan diğer mühim hâdiselerle
onun karşı karşıya gelmesine ve böylece az çok bir
ehemmiyet kazanmasına sebep olur. Ve böylece de o,
gittikçe tabiat kanunlarının icaplanndan daha geniş öl
çüde faydalanmak çarelerini bulur. Kök olmayınca göv
de sulanmaz, çiçek açmayınca kelebek gelmez, özetle,
şahsî cehit ve gayretlerin semeresi görünmeyince tabiat
kanunları, kendisinden istifade imkânlarım bahşetmez.
Her varlık, tabiat kanunlanmn, bilerek bilmeyerek
tatbikatında faal olan bir âmil, bir unsurdur. Ve işte
onun İlâhî İrade Kanunları müvacehesindeki serbestliği
ni mânalandıran zaruret de bundan doğmaktadır. Ruh
dostlarımızdan Akın: 31.7.1948 tarihinde vermiş olduğu
38
bir tebliğinde: «Her ruh kendi kaabiliyeti nisbetinde ve
ruhi seviyesine göre tabiat kanunlarının tatbikatı saha
sında yer alır» diyor. Ve keza; 14.8.1948 tarihli başka bir
tebliğinde de: «Şüphesiz, ruhlar tabiat kanunlarını tat
bike memur değiller midir?» sualini soruyor. Ve keza;
28.8.1948'de verdiği diğer bir tebliğde bu hususda çok
sarih olarak diyor ki: «Her ruhun kendisine göre bir
vazifesi vardır. Ve ruhlar yükseldikçe tabiat kanunların
dan istifade şekli büsbütün başkalaşır. Kâinat nizamının
tatbikinde en ufağından en büyüğüne kadar bütün ruh
lar bilerek veya bilmiyerek kendi imkânları dahilinde
vazifelenmişlerdir.»
39
ve faal hareketlerini yüzeysel ve yarım yamalak bir dü
şünceye dayanarak kabûl etmek, bunu hiç kabul etme
mekten daha az zararlı neticeler doğurmuş olmaz. İşte
söz buraya gelince karşımıza, mütalâası icap eden başka
bir bahsin dikiliverdiğini görüyoruz. O halde biraz da
bu bahis üzerinde konuşalım.
40
nin derecelenmesi, karınca ile insan arasındaki evrim
farkının bir icabıdır. Keza, bahçenin bir köşesinde biten
bir mantarın da karınca gibi bütün bahçeyi dolaşarak
beğendiği herhangi bir gıdayı yuvasına taşıyamaması da
gene karınca ile o mantarın evrim farkından ileri gelme
bir icaptır. Ve bu bakımdan mantar, karınca kadar bile
tabiat kanunlarından nisbeten bollukla faydalanama
maktadır. Yani, karıncamn ruhi kudreti; yürümek için
bir bacağı, yakalamak için bir ağızı, keşfetmek için bir
takım anten nevinden organik teşekkülâtı idare edebi
lecek bir kifayet derecesine ulaşmıştır. Ve onun içindir
ki karınca, bu teşekkülâta malik olmakla, tabiat kanun
larının daha üstün icaplarından istifade hakkını kulla
nabilmek liyakatine erişmiştir. Halbuki mantarın ruhu,
henüz bu liyakati gösterememektedir. îşte nasıl bitkiler
ve hayvanlar arasında böyle evrim farklarıyla birbirin
den ayrı kudretler gösteren ve bu kudretleri nisbetinde
İlâhî İrade Kanunları’ndan istifade imkânlarım çoğal
tan varlıklar mevcut ise, elbette insanlar ve daha Üstün
Varlıklar arasında da öylece İlâhî İrade Kanunlan’m
kullanmak ve onların icaplarından faydalanmak husu
sunda birbirinden farklı kudretler gösteren ve bu kud
retlerini evrim dereceleriyle ödeyen varlıklar ayrılmıştır.
Sözgelimi, fiziko-şimik ilimler hakkında hiçbir bilgisi ol-
mıyan çok cahil bir insanın, modem bir fizik veya kimya
lâboratuvarma girerek orada atom enerjisinin teori ve
pratiğinden bâzı İlmî neticeler çıkarıp ortaya koyabil
mesi imkânı düşünülemez. Bu sahada ilerlemiş bir fizik
âlimine bir çok keşif imkânları bahşeden tabiat kanun
larının bu lâboratuvar işlerinde hâkim olan icapları, o
cahil adama hiçbir sırrım ifşa etmez ve bir şey söyle
mez. Keza bir piyano üzerinde senelerce çalışan bir vir
tüözün parmaklan altında en yüksek ve ruh okşayıcı
nağmeleri çıkaran bir piyano âleti de ömründe bu âleti
41
eline almamış ve hattâ görmemiş elli yaşındaki başka
bir adamın karşısında, hiçbir işe yarâmıyan bir nesne
den ibaret kalır.
İşte az çok tekâmül ederek insanüstü kudretlere er
miş bir varlığın karşısında da, dünya şartlan içinde en
kaabiliyetli gördüğümüz bir insan oğlunun durumu böy
ledir. O insanüstü varlığın bir insana nazaran, tabiatta
yapabileceği o kadar muazzam işler vardır ki, insanın
bunları başarabilme imkânımn mevcut olmayışı şöyle
dursun, hattâ bu yüksek işlerin mahiyetlerini bile idrâk
etmeye kudreti yetmez. Onun içindir ki ruhlar diyarında
ilerlemiş ruhların ne gibi işler yaptıklarını insanlara an
latabilmek imkânsız bir hâl almıştır.
Bütün bu sözlerden çıkan netice şudur:
İnsanların İlâhî İrade karşısındaki serbestlikleri
tamdır. Fakat bu tamlığm da gene bir hududu vardır.
Ve bu hudut, o varlığın, ulaşmış olduğu evrim derece
siyle inkişaf eden ruh kudretlerinin tecelliyatma göre
ortaya çıkar, ki bu kudretlerin başında onun görgü ve
tecrübesi, isteği, iradesi, tahayyülü ve daha ileri derece
ve mertebelerde bilemediğimiz kimbilir yüksek hangi
melekeleri gelir. Bu melekeler sayesinde İlahî İrade Ka-
nunları’nm kendilerine bahşetmiş olduğu imkânlardan
istifade ederek, varlıklar, tabiattaki müessiriyet (et
kinlik) sahalarım genişletirler. Ve o nisbette de aktif du
rumlara girerler. Yani o nisbette de tahayyüllerini, cehit
ve gayretlerini görgü ve tecrübelerinden almış oldukları
hız ve Yüksek Varlıklar’m gönderdikleri ilham yardımiy-
le geniş ölçüde kullanmak iktidarına, ererler. Fakat bu
sözlerden de açıkça anlaşılacağı gibi bu kullanış babın
da, gene daima bir hudut vardır ve bu hudut da var
lıkların evrim dereceleriyle sınırlanmıştır. Varlıklar bü
hudut dahilinde, öz varlıklarının ihtiyaçlarım, özleyişle^
rini ve daha ileri hamle almak zaruretlerini temin mak-
42
sadiyle her şeyi yapmak, ve gelecek hayatlarının yolla
rım çizmek için kudretlerinin erişebileceği saha dahilin
de kendilerine yararlı bütün tabiat kanunlarından iste
dikleri ve diledikleri gibi istifade edebilirler. Ve böylece
yükselirler, yükseldikçe de demin söylediğimiz gibi, da
ha yüksek kanunların icaplarım kullanabilmek liyakati
ni kazanırlar. Ve bu hâl, böylece ebediyet içinde uzanıp
gider. İşte tekâmül (evrim) dediğimiz, varlıkların bu
hâli, Kâinat içinde nerede başladığı ve nerede biteceği
bahis mevzuu olmıyan fakat daima güzelleşen daima
gerçekleşen daima ulvileşen bir öyküdür, bir âhenktir»
bir düzendir ve İlâhî İrade Kanunları'nın bir tecellisi
dir, binaenaleyh bir mukadderdir.
Şu hâlde: «Ben hürüm, tekâmülüme elverişli olan
ve kudretim içinde bulunan her istediğim şeyi yapabili
rim» demek ne kadar doğru bir söz olursa «ben tabiatta
ne nizam, ne kanun, ne ahenk ve icap tanımam, ben bü
tün bunların haricinde ve üstünde bir iradeye malikim»
demek de o kadar saçma, o kadar mânâsız ve cahilâne
bir iddia olur. Her varlığın ancak kendi kudreti dahi
linde ve tekâmül derecesi nisbetinde bir irade serbest
liğini ve hürriyetini kabûl ettiğimize göre, varlıkların;
akıllan ermediği, his ve idrâklerinin kavrıyamadığı ve
ruh kudretlerinin yetmediği tabiat işlerine burunlarını
sokmaya salahiyetli olmadıklarını da takdir etmemiz
lâzımgelir. Bunu bile bile aksi yolda hareket etmeye kal
kışan bir insanın muvaffak olabilmesi ihtimalinin, bahis
mevzuu olamıyacağı şöyle dursun, hattâ eldekilerini bile
kendisine kaybettirici birtakım zararlara da düçar ol
mak tehlikesiyle karşı karşıya kalabilmesi imkânı dai
ma mevcut olur. Meselâ «Ben İlgaz dağım yerinden oy
natarak yürüteceğim» iddiası üe ortaya atılan bir adamı,
soluk aldırmadan tımarhaneye tıkarlar. Keza yüzmek
bilmiyen ve bunu öğrenmeden kendisini kaldırıp açık
43
tan denize atan bir insan elbette boğulur. Bu vaziyet
karşısında Allah’ın adaletsizliğini ileri sürerek serzeniş
te bulunmak bilgisizce bir iş olur.
Hayat, hâdiseler ve işlerle doludur. İnsanlar kud
retlerinin dışına çıktıkları zaman, daha doğrusu çık
mak istedikleri zaman ve herhangi bir cazibenin tesirine
kapılarak boylarından büyük ve akıllarının erdireme
dikleri hâdiselere burunlarını soktukları zaman, ümit et
medikleri İlâhî İrade Kanunları’nın birer granit gibi sert
kalelerle karşılarına dikilip yol vermeyen icaplarına ka
falarım şiddetle vururlar ve biraz daha bu hareketlerin
de, herhangi bir ihtirasın itişi ile İsrar ederlerse bu haşin
ve aşınmaz granitlere çarpan kafaları incinir ve kanpr.
Bilâkis bütün bu icaplara iyi niyetlerle, diğerkâmlık yo
lundaki azim ve iradeleriyle kendilerim hazırlamış insan
lar, bu sahalarda, o kanunların büyük yardımlarından
kolaylıkla faydalanarak çok büyük işler yapabilirler ve
muazzam eserler meydana getirerek ilerleme yolunda
süratli hamleler alırlar. Yani hazırlıksız, olanları perişan
edebilen ayni tabiat kanunları, kendilerini az çok yetiştir-
mis olanlara sevinç, neşeler ve başarılarla dolu, mutlu
luk verici hayatların kapılarını açarlar.
Demek ki, İlâhî İrade Kanunları’nın daha geniş ve
kapsamlı imkânlarından istifade edebilmek için tutula
cak yol, o kanunların hâkim oldukları muhitlerin hayat
şartlarına ruh kudretlerini tedricen intibak ettirmeye ça
lışmaktır, ki buna biz tekâmül (evrim) diyoruz.
İnsanlar, bazen, tabiat kanunlarının neticelerinin isti
kametlerini de değiştirebilirler. Bu da başka bir durum
dur. Fakat bunun yukarda söylediğimiz başı boş hare
ketlerle hiçbir ilişkisi yoktur. Burada, bilâkis, olgunlaş
mış ve nisbeten tabiat kanunlarının çeşitli icaplarından
lüzumu derecesinde faydalanmak kaabiliyetini kazanmış
varlıklar, kendi evrim ihtiyaçlarım karşılıyacak şekilde,.
44
gene o kanunların icaplarından faydalanarak diğer ka
nunların icaplarım değiştirebilirler. Meselâ eliyle doğru
dan doğruya ateşi tutan bir insanın eli yanar. Bu bir
tabiat kanununun icabıdır (7). Ancak, eğer o adam, ate
şin tesirini ortadan,kaldırıcı bir madde keşfeder ve onu
eline sürdükten sonra ateşi tutarsa bu defa elinin yan
masına mâni olur. Kıymetli ruh dostlarımızdan Kadri’-
nin aşağıdaki tebliği, bu bahiste bize, çok dikkate değer
bilgiler vermektedir:
45
olmıyan ve her hâdisede bir tesadüf, bir rasgele kavra
mına inanan insanların tabiat kanunlarından istifade sa
haları daralır. Ve onlar hakikaten kendi telâkkilerine
göre gelişi güzel yaşamaya başlarlar. Dostumuz Kadri,
bir tebliğinde şunları söylüyor:
«Hiçbir kudret, ezelî kanunun dışına çıkamaz. Her şeyde bir ted
riç kaidesi vardır. Hayatta, bütün varlıklar her isteklerine birden nail
olmak imkân ve fırsatını bulsalardı, bütün âlemlerin hiçbirisine lüzum
kalmazdı. Bunlar (arzunun dışında vaki olan hâdiseler) geçilmesi za
rurî olan sarp, dik ve bâzan kayalık, bâzan da güneşli yollardır.»
46
ederek daha yüksek kanunların ve bu kanunların icapla
rından doğan realitelerin geçerli olduğu âlemlere yükse
lirler. Tedricî, fakat durmadan ileriye doğru hamle al
mak azmi ile yapılan tahayyül ve bu tahayyül peşinde ve
elbette büyük bir hüsnü niyetle, yani yalnız diğerkâmca
düşüncelerle gösterilecek cehit ve gayret, bu işteki mu
vaffakiyeti, yani İlâhî İrade Kanunları’ndan mütemadi
yen faydalanabilmek liyakatini ve sonuç olarak, ruhun
evrimini hazırlayıcı vasıtaların başında gelen birer ruh
kudreti’dir.
2. BÖLÜM
4?
şımızı geriye çevirip arkamızda bıraktığımız hayatın hâ
diselerini görebilirsek, onların [belirli bir] plân dahilin
de birbirine ne kadar büyük bir intizam ve tertiplerle
bağlanmış olduğunu görürüz. Hattâ bu sırada vaktiyle
kendimize hiç münasip görmediğimiz ve hoşnutsuzluk
la reddetmeye çalışıp da başımızdan atamadığımız öyle
hâdiselere de rastgeliriz ki şimdi onların hiç de bizim o
zaman zannettiğimiz gibi birer felâket değil, bilâkis bizi
olgunlaştırıcı birer âmil olduklarım tasdik ve kabûl et
mekten başka bir şey yapamayız.
Dünyanın hâli de böyle değil mi? Dünya yüzeyi bir
takım parçalara ayrılmış bir bütünden ibarettir. Ve gö
rünüşte bir parçanın diğerinden tamamiyle ayrı olması
na rağmen, görünmiyen kuvvetli bağlarla bunların birbi
rine sımsıkı bağlanmış olduğunu pekâlâ biliriz. Bu par
çalardan birinin diğeriyle olan bütün alâkalarının kesil
diğini farzedersek, onun hayatiyetinin o andan itibaren
sönmeye başladığım düşünmemiz icap eder. Şu halde,
yeryüzünün bu çeşitli parçalarım birbirine karşı her
cepheden faydalı ve verimli bir denge hâlinde tutan ve
insan kudreti dışında kalan bir sürü tesirin bu işlere
karıştığım kabûl etmek durumunda kalırız.
Özetle, her zerrenin kendi bünyesinde şaşmıyan bir
tertip, her organizmada aksamıyan bir düzenli faaliyet
ve tabiatta, Kâinat’ta aynı nizam ve tertiplere riayetkâr
veya daha doğrusu onları ’ destekleyici ahenkli ve mak
satlı bir İdare Mekanizması mevcuttur.
Acaba bu hakikati objektif ve direkt olarak müşa
hede ve tahkik etmek imkânlarına kavuşamaz mıyız? Ve
bunun için nasıl hareket etmemiz ve nasıl bir metotla
çalışmamız lâzımdır? Her çalışmanın bir lâboratuvan,
her bilginin bir tatbikatı olacağı gibi elbette bunun da
da bir lâboratuvarının ve tatbikat sahasının mevcut ol
duğunu kabûl etmekte haklıyız.
49
Her iş kendi muhitinde ve kendi ölçüsünde kıymet
lendirilir ve gene kendisine uygun vasıta ve malzemeler
le başarılır. Böyle olduğuna göre Evrensel bir nizam ve
ahengin Yüksek Şuurlu İdareci âmillerinin biraz daha
yakından tetkik ve tesbiti, alelade bir fiziko-şimik lâbo-
ratuvarımn dar duvarları arasında ve imkânları ancak
muayyen ve mahdut kaba maddelere göre tâyin ve tah
dit edilmiş kısır aletleriyle mümkün olmaz. O halde ne
yapacağız?
Buradaki lâboratuvarımız, tabiatın, dünyamızın biz
zat kendisi olacak. Ve orada en basit görünen bir hâdi
seden, idrâkimizin, hattâ sezgimizin ancak yakalayabile
ceği en zorlu ve büyük hâdiselere kadar vâki olan her
olayı (—gene Kâinat hakkındaki bilgilerimizin imkânla
rına yaslanarak— ) ince bir düşünce, ve kıyas mekaniz-
masiyle germeye ve tetkik etmeye çalışacağız. O zaman
şuurlu, idrâkli ve plânlı bir Sevk ve îdare Kudreti’ne
sahip tesirlerin veya vibrasyonların bu hâdiseleri mey
dana getirdiğini ve bu işleri ancak onların yapabileceği
ni anlamaya başlarız. Meselâ durup dururken muazzam
bir kasırganın ortaya çıkışı (—bütün eksik fizik izahla
rına rağmen— ) yaptığı işler ve meydana koyduğu neti
celerle bize Yukarı’lara ait bir çok şeyler öğretebilir. Bir
yerde âni olarak patlak veren büyük ve tahripkâr bir
zelzele ve bu zelzelenin akışı esnasındaki mânalar gene
şuurlu tesir ve vibrasyonların müdahaleleri hakikatini
ispat eder.
Tıpkı bunlar gibi, meselâ hiç beklenilmeden gelen
muazzam bir su baskınının bir ormanı sürükleyip gö
türmesi, bir şehri veya bir kasabayı tahrip etmesi, bir
çok zararlara ve ızdıraplara sebebiyet vermesi ve bu yüz
den bir çok yeni yeni hâdiselerin ortaya çıkışı insanla
rın idrâk ve iz’anlarını zorlayıcı ve bu suretle de onların
az çok uyanabilmelerine yardım edici neticelerin hâsıl
50
oluşu, bu işte başı boş yürüyüşlerin rastgele hareket et
tiklerini göstermez. Bilâkis Kâinat’m büyük nizam ve
ahengindeki dengeyi temin eden, daha doğrusu böyle
bilhassa yıkıcı ve tahrip edici görünüşleriyle evrimin
mühim bir cephesini hazırlıyan bu hâl, bütün bu görü
nüşlerinin arkasında gayet hesaplı ve tertipli büyük
İdareci Tesirler’in mevcut olduğunu bize öğretir.
O halde, bizim burada yapacağımız şey etrafımızda
cereyan edecek olan hâdiselerin oluşlarını, sebeplerini,
neticelerini ve âmillerini araştırmak ve bu araştırmala
rın meyvalarını elde etmeye çalışmak olacaktır.
51
ve hayattaki insanlık vazifelerini kaybetmeye yüz tut
muş MU sakinlerini ikâz etmeye çalışmışlardı ( 10). Daha
berilere gelirsek, İtalya’ya gidenlerimizin şahit olduğu
meşhur Pompei şehrinin harabelerini görürüz. O zaman
25.000 den fazla sâkini bulunan bu şehrin maddeden baş
ka bir kıymet tanımıyan halkının en lüks hayat safhala
rında yaşarken bir gün şiddetleniveren bir volkanın kız
gın külleri altında kalarak nasıl kaskatı kesildiklerini
hâlâ oranın müzesinde saklı bulunan taş haline gelmiş
insan ve hayvan cesetlerinin manzarası bize çok iyi an
latır.
Hâdiseler mânalarla doludur.
İnsanların, oluşlarından beri gördükleri basit bir
yağmur hadisesinin hayatta oynadığı yaşatıcı rollerini
idrâk etmek için senelerce yağmursuz kalmış, susuz bir
bölgede vukuu muhakkak olan felâketleri görmeyi bek
lemelerine lüzum kalmamalıdır. Gerçi bunu herkes tak
dir eder ama, bu basit yağmur hâdisesinin arkasında sı
ralanan bir sürü sebebi düşünmek insanlara belki zor ve
belki de lüzumsuz gelir. Acaba dünyadaki hayat imkân
larının tahakkuku için lüzumlu olan bu hâdiseyi kolay
laştırıcı şartların tam vaktinde ayarlı olarak denkleşti
rilmesi suretiyle yağmuru neticelendirmesinde âmil olan
şeyler nelerdir? Burada kör tesadüflere inanırsak yağ
muru husule getiren bir sürü şartın sıralarını, yerlerini
ve zamanlarım değiştirmesinin her an mümkün ve hattâ
muhakkak olabileceğini düşündüğümüze göre acaba bu
şartların ne için böyle ölçüsüz ve yersiz karşılaşmaları
ile dünyamız yer yer yağmursuzluktan kavrulup gitmi
yor veya bunun tersine olarak meskûn kıtaları seller ve
tufanlar mütemadiyen alıp götürmüyor? Bununla bera
ber gene de buna benzer hâdiseler birer felâket halinde
görülen durumlarıyla, fakat daima ölçülü ve hesaplı ola
rak yer yüzünde vukua gelebilmektedir.
52
Fakat bu yağmur hikâyesinden başka mutad dışı
görünen biraz evvel bahsettiğim diğer daha büyük tabiat
olayları da vardır ki bunlar az çok büyük birer felâket
olarak vasıflandırılır. Bilhassa bunların ehemmiyeti üze
rinde durmak isterim. Zira karakterleri itibariyle bunlar
bir taraftan bütün yıkıcı görünüşlerine rağmen, dünya
hayatının yer yer inkişafını hızlandırırken diğer taraf
tan da insanları kendi hâl ve hareketlerinin muhasebele
rini yapmaya mecbur kılmaları bakımından, dikkate şa
yan birer durum arzederler. Ve bu bakımdan bunlar yer
yüziindekilerin evrimleri ve selâmetleri için çok lüzumlu
bir hal alırlar.
Burada bir iki misal vermek isterim.
Evvelâ İngiliz ve Amerikalıların her sahada büyük
cehit ve gayretleriyle vukua gelmiş bugünkü inkişaf se
beplerinden birisini teşkil eden; memleketlerinde vâki
olmuş büyük hâdiselerden bir ikisini gözden geçireceğiz.
Onaltmcı asrın yarısında Londra’da büyük bir veba
salgını olmuştu. Bu âfet, kısa bir zamanda yüzbinlerce
inşam hayattan alıp götürdü. Bu vak’aya ait yazıların
ifade ettiğine göre, bu salgının hüküm sürdüğü zaman
larda Londra sokaklarında eksik olmayan cenaze ara
balarının tıkırtılarından ve korku, ıstırap içinde aklını
yarı yarıya kaybetmiş olarak evlerinden dışarı fırlayan
insanların deli gibi korkunç haykırışlarından başka bir
ses duyulmuyordu. Londra’da bu âfetin sıcaklığı henüz
geçmeden, yâni bir sene sonra ikinci bir âfet, bir yan
gın felâketi meydana çıktı. Bu yangın en çok bir hafta
içinde bütün Londra şehrini bir tane sağlam bina bırak-
mamacasma muazzam bir kül yığını haline soktu.
Keza on yedinci asrın ortalarına doğru Bengal Kör
fezinde deniz karadan 12 metre yükselerek şehre saldır
dı ve şehri baştan başa taradı. Bu hengâmede 250.000
kişi öldü. Ve denizde de büyüklü küçüklü 2.000 gemi ha
rap oldu ve battı.
53
Asrımızın başında Teksas’ta vâki olan büyük bir ka
sırgada Galveston şehrinde binlerce evin çatısı uçtu ve
gene binlerce ev tamamiyle yıkıldı, sağlam bir tek bina
kalmadı.
Lizbon’da, iki bin kilometrelik bir sahada vâki olan
bir zelzele 50.000 insanın ölümüne sebep oldu ve şehir
deki 20.000 evin 17.000 tanesi tamamiyle yıkıldı. Diğer
leri de oturulmaz bir şekilde harap oldu.
Onyedinci asrın ortasında Hindistan’da vukua gelen
büyük bir zelzele 300.000 kişiden fazla insanı öldürmüş
tü. Fakat bundan evvel Çin’deki bir zelzelede 800.000 ki
şi ölmüştü.
Şimdi nisbeten daha yakın zamanlara gelirsek C11)
bu geçmiş facialardan geri kalmayan yenilerini de göre
biliriz. Meselâ Akdenize komşu Pele dağının eteğinde
bulunan St. Pierre şehri bir volkanın birdenbire püskür
mesi ile büyük bir felâkete uğramıştı. Püskürmeden bir
gece evvel, ani olarak, yakıcı bir kasırga kopmuş, bu
kasırga ancak bir iki saniyelik müdetle geçtiği bütün
yerlereki taşları bile kor haline birer ateş parçası yapa
rak bütün şehri baştanbaşa taramış ve 28.000 insanı bir
an içinde ciğerlerini yakmak suretiyle öldürmüştür.Kasır-
ga sahasında bulunan gemilerin personelleri kaynayan
denizin sıcaklığiyle yanmışlardır. Fakat bu ateş kasır
gası St. Pierre’i taradıktan sonra orada durmamış, ci
vardaki St. Philomene şehrine atlayarak orasını da gene
bir kaç saniye içinde kıpkırmızı bir kor haline soktuk
tan sonra büyük bir arazi kısmını silip süpürmüştür.
Pele dağındaki bu âfetin bilânçosu bir anda 63.000 insa
nın ciğerlerinin kavrularak ölmesi, 14 geminin batması
ve 25 kilometrelik bir sahanın harabe haline gelmesiyle
kapanabilmiştir.
Bunlar tarihte geçen tabiat âfetlerinin pek küçük
bir kısmıdır. Ve sebeb-netice prensibi cephesinden tetki
54
ki gereken birer hâdisedir. Her hâdise muhakkak bir tar
kim sebeblerin neticesi olduğu gibi, gene her hâdisenin
muhakkak bir takım neticeleri mevcuttur. Şu halde ge
çen yazımda da belirttiğim gibi, hâdiselerin sebeplerini
ve neticelerini araştırmak zahmetine katlanmak şartıyla,
insanların şimdiye kadar anlıyamadıkları ve kimisinin
çözülmez bir muammadır hükmünü verdiği, kimisinin
rastgele olaylardır dediği ve kimisinin de omuz silkip
geçtiği bu hâdiselerdeki sebeb ve netice zincirini ancak
bunların derin ve bilgili düşüncelere dayanan gözlemleri
yardımıyla çözebiliriz. îşte bizim şimdilik bu ilk serî
deki yazılarımızın gayesi, her insanın olduğu kadar bil
hassa aydınların, etrafımızda cereyan eden veya edecek
olan büyük tabiat hâdiselerini bu cepheden görüp dü
şünebilmeleri lüzumunu tebarüz ettirmektir. Bu sırada
daima göz önünde tutulması icab eden ve düşünceye ışık
tutacak olan ana bilgi şudur: Her hâdisede bir mâna
vardır ve bu mânanın tekâmülü hızlandırma gayesine
matuf olan esas veçhesi bir nizamın ve tertibin dünya
mızdaki akışını sağlıyan büyük İdareci bir Mekanizma’-
nın mevcudiyetini ifade eder. Ve hâdiseleri sırasıyla,
yoluyla, yerinde olarak birbirine bağlayan bir sürü tesir
ağı, bu Mekanizma’nın lüzumlu ve kudretli bir vasıtası
dır.
56
şimdilik böyle tabiat âfetlerinden artakalan olarak dün
yada kalan insanlardan bahsediyoruz.
Filhakika dünyada vâki olan bütün felâketler, fer
din ve toplumun evrimini muhakkak hızlandırıcı bir et
ken olmuştur. Bundan başka, insanların dünya üzerin
de yer yer ve zaman zaman evrimlerinin sür’atlendiril-
mesi de, esasen bir tabiat kanunu icabıdır. Ve tarih bo-\
yunca vukubulmuş sayısız hâdiselerin tetkikiyle anlaşı
lacağı gibi, dünyamız bugünkü evrim düzeyine işte böy
le topluluklar arasında zaman zaman vâki olmuş, büyük
sosyafl ve tabiî hâdiselerin insanlara yaptırdığı hamle
lerle ulaşabilmiştir. ( 13)
Mesele bu bakımdan gözden geçirilince bu hâdiseler
(—ne kadar felâketli olursa olsun— ) insanlık için bir
yükselişin ve kurtuluşun hem sebebi, hem de ifadesi ola
rak görünür. Gerek bilgi, gerek kültür iktisabında, evrim
ve gelişim hızını arttırmak gayretiyle senelerdenberi çır
pınıp duran memleketimizde de elbette bu hızı liyakat
lerimize uygun bir şekilde her sahada temin edici bazı
hâdiselerin vuku bulacağım beklemek tabiatıyla bir icab
olur ( 14). îşte biz bu gibi hâdiselerle karşılaştığımız za
man bu bekleyişimizin bizlere ne derece faydalı kazanç
lar temin edeceğini de bu yazılarımızla şimdilik hiç ol
mazsa hissettirmeye uğraşıyoruz. Ve ilerde zamanı gel
dikçe bu hissedişlerimizi yavaş yavaş daha geniş bilgi
ve idrâklere doğru gütürecek olan görüşmelerimize
muntazaman devam edeceğiz.
Bu büyük hâdiselerin ilk anlarda; evvelce bahsetti
ğimiz büyük âfetler gibi geniş çapta olmayacağım hesap
ve kitaplara dayanan tekâmül mevzuunun icablarından
çıkartabiliriz. Böylece önceleri gayet basit ve dünyada
sık sık görülebilen bazı olağanüstü ve nisbeten küçük
hâdiselerin memleketimizde de vukubulabileceğini he-
saplıyarak idrâk ve bilgi kapasitelerimizi ona göre alıcı
57
ve faydalamcı açık bir anten halinde hazır bulundur
maklığımız bizim için elbette çok faydalı ve hattâ lü
zumlu olur.
Acı bir ilâcın öldürücü bir hastalığın defetmesi gibi,
elbette az çok acılığı bulunan bu türlü olayların karşı
sında tiksinmek veya şaşırıp kalmak insana büyük bir
şey kazandırmaz. Fakat öyle bir hengâmede, bu yazıla
rımızın taşıdığı mânaları iyi hazmetmiş olup, tatbikatta
onları kullanabilenlerin istifadesi büyük olur. Böylece
daha iyi tebarüz ettirmiş olmak için, bu mânaları kısaca
ve şimdilik son söz olarak tekrar ediyorum
Her olayın bir sebebi vardır.
Bu sebep de ağırlaşmış bir evrim hızını arttırmaya
yöneliktir. Keza ne kadar az veya çok felâketli görünür
se görünsün, her hâdise hayırlı, iyi ve insanların yük
selmesi için lüzumlu unsurları hazırlayan bir sürü neti
ceyi peşinden sürükler. Şu halde bunlar tabiatın rastge-
le birer kötü tesadüfü değil, Yüksek Kâinat Kanunlan'-
na dayanan şuurlu ve idrâkli bir İdare Mekanizması’nm
tertipleri, nizamları ve icablan'dır. Bu İdare Mekaniz
ması, elbette dünyamız üstü bir kudretin ifadesidir. İşte
bütün bu olayların ve gelecek şeylerin insanlara açıklan
ması lâzım gelen şu andaki en önemli mânası da onla
rın, bu İdare Mekanizmasını isbat edici birer delil ve bi
rer ışık mahiyetini taşımış olmalarında mündemiçtir.
İlerisi daha çok derinleşen bu büyük hakikati, şim
dilik ancak bu kadarcık ve biraz da müphemiyet içinde
ifade edebilmiş oluyoruz. Fakat bu kısa izahlar, gelecek
günlerimiz için kâfidir. İlerde, daha müsbet müşahede
ler karşısında daha açık ve daha geniş ölçüde görüşece
ğimizi ve bu suretle de yazılarımızı okuyan dostlarımı
za bu yoldaki bilgilerinin artması babında, daha faydalı
olabileceğimizi kuvvetle umuyorum.
58
3. BÖLÜM
60
dişi köpek organizmalarının hiçbiri vazifelerini yapar
ken bu neticenin, yani bir yavruyu meydana getirmenin
idrâkine asla varmış olmamaktadırlar. Bunları bu yola
doğru tahrik eden görünürdeki âmil, her iki cinse mu
sallat olan, önüne geçilmez şiddetli bir cinsiyet arzusu
otomatizmasıdır. Ve bu otomatizmanm da basit bir in
siyaktan, bir vasıtadan ibaret olduğunu elbette biliriz.
Zira bu otomatizma ne erkek, ne de dişi köpeklere yav
ru meydana getirmek gaye ve maksadını telkin etmiş ol
muyor. Fakat gene de açıkça görüyoruz ki bu kör cinsi
yet insiyakı, neticede bir köpek yavrusunun dünyaya gel
mesi için alevlenmiştir. Ve netice elde edildikten son
ra bu içgüdü de bir müddet için tekrar sönük hale dö
necektir. Köpek neslinin sürmesini hedef tutan bu içgü
dünün hedefine uygun şartlar altmda, böyle muayyen
zamanlarda yanıp sönmesi ve bu itilişlerle gene ayni he
def yolunda muntazaman işleyen fizyolojik fonksiyon
ların büyük bir tertip ve nizam üzere birbirini tâkip
etmesi, elbette hesaplı, kitaplı bir idare işidir. Eğer bu
İdareci Mekanizma’yı (—bu işte esasen kendileri birer
vasıtadan ibaret olan— ) karışık bir takım fiziko-şimik
vetireye bağlıyarak, onlarla [konuyu] aydınlatmaya kal
kışırsak bilâkis zindan gibi karanlık bir kuyuya dalar
gideriz. Hakikatte görelim, görmiyelim, bilelim, bilmi-
yelim burada hiç şüphesiz dişi ve erkek köpekleri bir
araya getirip onlardan yavrular hâsıl ederek köpek nes
lini dünyada devam ettirmek gayesini güden şuurlu, id
râkli büyük bir İdare Mekanizması vardır, ki bu Meka-
nizma’nm idrâki ve görüş kapsamı dişi ve erkek köpek
lerin duygularından da, iç organlarının birbirine bağlı
fiziko-şimik faaliyetlerinden de, hattâ dünyadaki bilim
adamlarının akıllarının ermesinden de daha çok üstün
dür. Ve bu Mekanizma, etraftan gelen bütün yıkıcı men
fi tesirlere rağmen, yüksek maksat ve gayesine doğru
şaşmadan ve durmadan hızla yürümektedir.
61
Misalimize devam ediyoruz. Ana köpek, yavrusunu
doğurur doğurmaz eğer onu terkediverirse yavru yaşa
yamaz, ölür ki, bu da o İdare Mekanizması'nm gayesine
aykırı düşer. Peki ama, hangi köpek, yavrusunun yaşa
ması lüzumunu düşünür ve bunun için de ona lâzım ge
len ihtimamı göstermesinin icap ettiğini anlıyabilir? Bu
nunla beraber, o, yavrusuna öyle bir taassupla sarılır ki
onun yaşaması için icap ederse canını bile feda eder.
Halbuki ona bu mükellefiyeti yükleten otomatizma kör
bir sevgi bağından ibarettir ve bunun da fonksiyonu an
cak yavrunun hayatta kendisini kurtarabileceği yaşa ge
linceye kadar devam eder, ondan sonra biter. Peki ama,
şu idraksiz ve bilgisiz hayvana, uzun vâdelere bağlı ge
lecekteki bir sürü hâdisenin tertibine dahil olacak yav
rusunu beslemek ve büyütmek fiilini yaptıran bu sevgi
insiyakını, kim vermiştir? Misalimizde biraz daha ileri
gidersek bu sualin ehemmiyetini daha iyi belirtmiş olu
ruz.
Bu bahsettiğimiz üstün şuur ve îdare Plânı'nm
programında ileriye ait başka bir hâdise daha mevcut
olabilir ve meselâ dünyadaki mühim bir şahsiyetin ku
durarak ölmesi icabeder. Bu ölümün tahakkuku için de
o kişinin hasta bir köpek tarafından ısırılması lâzım ge
lir. İşte köpeğimiz bunun için hazırlanmış olabilir. Ar
tık bundan sonra siz bu köpek yavrusunun yalnız bu bir
tek cepheden dahil olacağı hâdise kombinezonlarını dü
şünebildiğiniz kadar çoğaltırsınız ve bu suretle de neti
celerin ne kadar sonsuz imkânlar içinde çoğalmakta ol
duğunu görürsünüz. Meselâ o şahsın kudurarak ölme
siyle, dünyadaki ilim adamları kuduz aşısını bulmak
için seferber olacaklar, bu sâyede gösterecekleri cehitli
ve gayretli araştırmalarla kuduz aşısını bulacaklar ve
böylece insanlığın bu âfetten korunmasını sağlayacak
lardır. Veya o mühim adamın bu suretle ölmesinden bir
82
harb zuhur edecek, beşeriyet bu harbin neticesinde bir
sürü ızdırap çekecek, hanumanlar sönecek, ölümler ve
hastalıklar birbirini takip edecek, neticede büyük bir
uyanış ve kendine geliş hâli sonucu, bir insan kütlesi
tekâmül hızını arttıracak ve yükselecektir, vb. Bütün
bunlar o Yüksek îdare Mekanizması’nm illiyet prensibi
ışığı ile çizmiş olduğu, insan aklının sonuna kadar ula-
şamıyacağı hâdiseler yolundaki sayısız akışların sonsuz
varyeteleridir.
Şu küçük misallerden anlaşılıyor ki bütün bu girifit
olaylar, inceden inceye hesaplanmış ve çok sağlam bağ
larla birbirine eklenmiştir. Bu bağların uçları ise insan
kudret ve idrâkinin kavrıyamıyacağı Büyük idare Sis-
temi’ni yürüten yüksek tesirlerin derin kaynaklarında-
dır. Bu hakikati bütün hadiselere genelleyebiliriz. îşte
evvelki bölümde de ısrarla söylediğimiz gibi ( 15) dünya
da vâki her hâdisenin, her hareketin, her tezahürün mu
hakkak surette bir mânâ taşıdığını, bu mânâda o Büyük
îdare Mekanizması’nm güttüğü gaye ve maksatların giz
lenmiş bulunduğunu burada biraz daha izah etmiş olu
yoruz. Bu mevzuda insanlara düşen ilk vazife, hâdiseler
deki bu mânâları okumaya çalışmak ve [buna] alışmak
tır.
63,
Burada size bizzat müşahedesini yaptığım bir hâdi
seden bahsedeceğim. Bir akşam insanların diğerkâmlık
duygusu ile işlerine ve vazifelerine bağlılık dereceleri
hakkında bir hayli düşündükten sonra yatıp uyumuş
tum. Sabahleyin biraz su ısıtmak için havagazmı yaktım.
Henüz bir dakika geçmeden gazocağının ateşe yakın bir
köşesinden tahtakurusu kadar ufak bir örümceğin dı
şarı fırladığını ve ocağın demir ayağından aşağıya doğ
ru koşarak indiğini gördüm. Hayvan besbelli yavaş ya
vaş kızmaya başlayan demirin sıcaklığından, kaçıyordu.
Ocak ayağının dibine kadar indi ve orada biraz durdu ve
geriye dönerek tekrar eski yerine doğru koşa koşa çık
maya başladı. Fakat yukarı, yuvasına çıkmasıyla gene
koşarak aşağıya inmeye başlaması bir oldu. Zira ocağın,
yuvasının bulunduğu üst kısmı alt kısımlara nazaran da
ha çok kızıyordu. Ama aşağıda gene duramadı ve bu de
fa daha çok koşarak tekrar yuvasına doğru tırmandı.
Duramadı ayni süratle aşağı indi. Fakat bu defa ayağın
dibine kadar inmedi, yarı yola gelince geriye döndü ve
bir daha yuvasına tırmanmaya başladı. Artık orası ken
disinin dayanamıyacağı kadar kızmıştı. Hızı kayboldu.
Adeta zorla ve aşıla aşıla yuvasının bulunduğu ateşe doğ
ru çıkmaya uğraştı. Bu sırada ön taraflarının renginin
değiştiğini, kül rengi hâlini aldığını gördüm. Yani hay
van yavaş yavaş yanıyordu. Dayanamadı geriye döndü
ve ancak birkaç adım aşağıya indikten sonra hayret ve
rici bir cüretle yukarıya doğru döndü, yüzü yuvasına
çevrilmiş olarak birkaç adım daha ancak atabildi. Ora
da bütün vücudünün kül rengi haline girdiğini gördüm.
Hayvan ne ileri gitti, ne de artık geri dönebildi. Orada
öylece asılı kaldı, yani yandı.
O anda bu hâdise bana pek çok şey öğretti. Evvelâ
o sırada zihnimi işgal eden bir problemin burada açık
bir müşahede içinde cevabını buldum. Bu örümcek, ihti
64
mal, yuvasında başlanmış bir işi, kendinden beklenme
dik bir şekilde bir türlü terkedemiyordu. Hattâ yavaş
yavaş yanmak gibi işkenceli bir ızdıraba dahi cesaretle
göğüs gererek yuvasına dönmekte İsrar ediyor ve bu
uğurda âdeta kahramanca, tedricen kavrularak yanmca-
ya kadar azminden dönmüyordu. Hangi tesirin altında
olursa olsun şu zavallı idrâksız küçük mahlûkun, canım
verecek kadar işlerine karşı gösterdiği cehti derin derin
düşündüm. Bu düşünce beni, akıllı ve vicdanlı insanla
rın bazen çok küçük nefsânî endişeler ve kendilerine en
az zarar verici engeller karşısında bile en büyük ve mu
kaddes insanlık vazifelerinden korkup kaçmalariyle in
sanlık kudretlerinin nasıl heba edilip gittiğine dair bü
yük bir kıyas bilgisine götürdü.
Bu hadisenin öğrettiği şeylerin İkincisi şudur:
Hiç bir hayvanın böyle yana yana bir ateş tehlikesi
ne ısrarla koşması mutat olaylardan değildir. Ve bu
örümceğin o sabah gözümü açar açmaz karşıma bu ib
ret verici haliyle çıkarılması, benim için fevkalâde bir
hâdisedir. Asıl bu işin dikkate değer ciheti de, bir gece
evvel kafamda uzun uzadıya düşünülmüş bir meselenin
bu hâdise içinde tam manasıyla cevabının verilmiş ol
masıdır. Ben tesadüfe inanmam. Kör tesadüf itikadı, il
liyet prensibi hakkmdaki bilgisizliğin neticesidir. Böyle
ce, bu ancak, geniş bir bilgi ile ilgili olarak, o sıralarda
kafamda dolaşan bir konunun cevabım, hâdiseler içinde
bana vermeyi münasip gören Yüksek İdareci Mekaniz-
ma’nm bu hayvanı feda ederek tertiplemiş olduğu bir
tebliğ’dır, bir bilgi’dir ( 1Ğ). Ve ben senelerce sonra, bu
gün olduğu gibi tam zamanı gelince o bilgiyi aynen mü
şahedemle birlikte sizlere ulaştırarak o Yüksek İdare
Mekanizması'na karış olan borcumu ödemiş bulunuyo
rum. Hayatımda buna benziyen öğretici hadiseler sayı
sız denecek kadar çok geçmiştir. Bu da bana verilmiş
65
bir imtiyaz değildir. Bütün insanların kendi ihtiyaçları
nisbetinde önlerine her gün konan, fakat ancak onların,
buları okuyabilenlerine mânâlar dolusu sayfalarım açan
büyük tabiat kitabı, işte gene o yüksek ve bütün Kâinat’ı
kapsamına alan İdare Mekanizması’mn insanlara bahşet
miş olduğu imkânlardan biridir.
O halde her hâdise bir mânâ taşır ve her hâdise ba
zı bilgilere ihtiyacı olan fertlere veya topluluklara, taşı
dığı mânânın şekline göre küçük, büyük, hafif, şiddetli
ve hattâ bazen de insanların kafasına vururcasma felâ
ketli ve ızdıraplı karakterler arzederek gelir. İşte böyle
ce bir gemiyi yüzlerce yolcusu ile birlikte kısa bir za
manda denize gömen bir Tomad’m (tomade), C17) esi
şinde kitaplar dolusu mânâlar vardır. Şehirleri allak bul
lak eden büyük bir yer sarsıntısının, ormanları, kasaba
ları sürükleyip götüren muazzam bir selin, bir anda on
binlerce inşam yakıp kavuran bir yanardağ infilâkının
felâketli telâkki edilen neticelerinde de, böylece, insan
lara tatbikat dersleri içinde bilgiler veren bir sürü mânâ
saklıdır.
Bilhassa şu sıralarda yurttaşlarıma bu noktayı tek
rar ele alıncaya kadar unutmamalarını tavsiye ederim.
Ve şunu da ilâve ederim ki, insanlar böyle büyük tabiat
alaylarının sadece görünen maddî cepheleriyle ve bunlar
hakkında beş duyu organlarını ilgilendiren kaba hissi
taraflariyle uğraşmayıp biraz da illiyet prensibi inancı
ve bilgisiyle Yukarılar’a varırlar. O zaman hâdiselerin
dillerinden anlamak imkânını elde etmiş olurlar. Ve işte
o zaman Kâinat Sırları'mn perdeleri kendilerine kısım
kısım açılmaya başlar. Esasında, bakılırsa bu olaylar, bu
neticeye ulaşabilmeleri imkânlarını sağlamak için insan
ların gözleri önüne serilmektedir. Buna rağmen burada
ki İnsanüstü Tesir Mekanizmaları’nı görmemekte İsrar
eden beşeriyetin gözlerini delercesine kendisine musal
lat olan bu hâdiseler, elbette bir gün onun gözlerini aça
caktır.
c — Üçüncü Yazı: 5-1-1959... İstanbul
67
hi sonralarım müdrik şuur ve kudretlere dayanan üs
tün bir idare işidir. Bu idare kudretidir ki büyük pren
sipler dahilinde hâdiselerin birbirine zincirleme bağlan
masını neticelendirir. Bu idare kudretidir ki birbirine
bağlı olan hâdiselerdeki illiyet prensibi dediğimiz se
bep-netice kanununun tecelliyatım temin eder. Bu ida
re kudretidir ki, böyle her neticenin bir sebebe, her se
bebin bir neticeye dayanması sayesinde Kâinat’m niha
yetsiz değişiklikler, dağınıklıklar ve rabıtasızlıklar için
de görünen en küçüğünden en büyüğüne kadar sayısız
olaylarının koca bir bütün halinde tam bir ahenkle ev
rim ve gelişim hedefine doğru yol almasını sağlar. îşte
bu bakımdandır ki dünyadaki her olayın, her hareketin
mânâsı bu idare Kudreti’ni ifade eden Büyük Mekaniz-
ma'mn tecellilerinde gizlenmiş olarak bulunur.
O halde bu İdare Kudreti’nden fışkıran Kâinat'm
bütün olayları, bize, bir sürü tabiat sırrını ve bu arada
aşıl kendi varlığımızın hikmetini ve manasını öğretir
ki insanlığın bugün en ziyade muhtaç olduğu ana bilgi
de işte budur. Ve bu günkü beşeriyet ( —tam idrakine
varmış olmamakla beraber— ) bu bilginin peşinden çır
pınarak koşmaktadır.
EVRENSEL ÇİLE
27-8-1979
İstanbul
DİPNOTLAR
(3) Beden organizması İle ilgili bir diğer tabiat kanunu'nu kullanabil
me melekesi edinildikten sonra, çıplak elle de kor ateşler tutula
bilir, ateş korları üzerinde yürünebilir ve ülkemizdeki Rufai Der
vişleri gibi, korkunç sıcaklıktaki fırınlara girilip, yanmadan çıkı-
labilir...
(4) Dr. Bedri Ruhselman'ın burada belirttiği kitap, daha sonra ya
yımlanmamıştır, ne varki, sizlere sunacağımız çeşitli kitaplarımız
da, bu konu, yeterince işlenmiş olacaktır.
(6) Üstteki 4 no’lu dipnotunda da belirtildiği gibi, çeşitli kitaplarımız
da «irade» ve «imajinasyon» konularını işleyeceğiz.
Bkz: EV R EN SEL EVRİM YO LLA R I, kitap-3 7... Böl: 2/©
(«) Yeryüzünü akıl almaz bir karanlık ve kısır döngüye sokan beşe
rî gerilik ve bunu bir vasıta olarak kullanan ve beşeriyeti ölçüsüz
derecelerde ve şekillerde istismar eden, her ülkedeki birer avuç
«küçük insanlıklam’ın yaptıkları da işte budur.
(7) Üstteki 3 no’lu dipnotunda da belirtildiği gibi, elin bu türlü yan
masını engelleyen daha değişik tabiat kanunları’nın bir meleke
olarak edinilmesi sonucu, elbette el veya ayak veya vücut yan
mayabilir. Bu meleke olmaksızın, ateş, kuşkusuz organizmayı ya
kacaktır.
(8) Tabiatın, son derece kompleks, çeşitli dengeleri vardır. Bunların
bilgisizce ve bozguncu bir tutumla tahrip edilmeleri, olmadık fe
lâketlerin ortaya çıkması demektir.
(9) Bkz: D O S TL A R P L Â N I-1 ... Böl: 3 / S ır a -3
(10) Bkz: M U, kitap-10... Böl: 7/b... (Ayrıca: E k -1 )
I11) Bkz: SADIKLAR PLÂNI - 3... Bölüm - 1
Bkz: D O S TL A R P L Â N I-1 ... Bölüm - 8
Bkz: N E O - SPİRİTİZM , kitap -11... Ek Bölüm - 2
(12) Bkz: SADIKLAR P L Â N I-3 ... Böl: 1 / S ıra -7
(le) Sadıklar Plânı, bir tebliğinde. «Yeryüzü tümüyle bir tebliğ ala
nıdır.» demektedir. Bu ifadenin anlaşılması, hayatın kuşattığı olay
ve oluşumların ihtiva ettiği çeşitli bilgileri, o olay ve oluşumlar
dan alabilmekle, kişi, İdareci Mekanizmamın, nice nice, olaylar
ve oluşumlar tarzında ortaya çıkan tebliğleri'ni görebilir.
(lT) Tom ade: Nispeten ufak bir alanı kaplayan ve çoğunlukla yaklaşık
400 m. çapında olan son derece şiddetli bir hortum. Daha ziyade,
yağm ur mevsiminin-başında ve sonunda Batı Afrika'da ve Nisan -
Tem m uz aylarında Amerika'da meydana gelir. Çoğu kez gökgü-
rültüsü ve şiddetli yağmurlarla birlikte görülür.
YAYIM LA N M IŞ KİTAPLARIM IZ