Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 74

EVRENSEL

YÖNETİCİ
MEKANİZMA

BİLİM ARAŞTIRMA MERKEZİ


EVRENSEL
YÖNETİCİ
MEKANİZMA

BİLİM A R A ŞTIR M A M ERKEZİ


Yayınevi - İstanbul
Kitap No : 43 — EVRENSEL YÖNETİCİ MEKANİZMA

Bu yapıt. Dr. Bedri Ruhselman'ın, Mukadderat ve İcabat (1953)


isimli ünlü yapıtının bir bölümü ile, Tabiat Olayları ve Manaları (1958),
Yüksek İdare Mekanizması ve İlliyet Prensibi (1959) isimli broşürlerin­
den uyarlanmıştır. Son derece önemli bir Evrensel Konu'yu kapsayan
bu yapıt, yakın gelecekte ortaya çıkacak olan Yüce Rahmet’in edinil­
mesinde temel bir anlayışı şimdiden oluşturmak üzere olan bazı bilgi­
ler'! kapsamaktadır. Çok iyi ve dikkatli okunarak, öylece gözetilmesini
dileriz.

Birinci Baskı Kasım 1979


Dizgi - Baskı Işık Matbaası
Cilt Yapımı K a rd e ş le r C ütevi
Kapak Baskı Coşkun Matbaası
Kapak Resmi «G uds Asnd över vandene,»
Martinus, Det Evige Verdensbiüede,
Bog 1, Kopenhag, Martinus Institut,
1963
İÇ İN D E K İL E R

1. BÖ LÜM
İL Â H İ İR A D E K A N U N L A R I V E V A R L IĞ IN E V R İM DU­
RUMU
a — İlâhi İrade Kanunları ve A n la m la n
b — T a b ia t Kaideleri ve Te za h ü rle ri
c — İlâhi İrade K anunları'ndaki Katilik ve D e ğ işm e z­
lik
d — İlâhi İrade Kanunları S o n s u zd u r ve Sayı ile M u ­
kayyet D eğildir
e — İlâhi İrade Kanunları Karşısında Varlıkların İra­
deleri
f — İlâhi İrade K a n u nla rı’nı Zo rla m a k D o ğ ru Değildir!
2. BÖ LÜM
B Ü Y Ü K T A B İ A T H A D İS E L E R İ V E M A N A L A R I
a Birinci Y a zı: 18-12-1958... İstanbul
[D ü n y a O rg a n izm a sı, Y aşa m ı ve İdareci M e ka ­
n iz m a ]
b — İkinci Y a zı: 19-12-1958... İstanbul
[Ç e ş itli T a b ia t O layları ve İlliyet P re n sib i]
c — Ü ç ü n c ü Y a zı: 23-12-1958... İstanbul
[E v re n s e l İdare M ekanizm ası ve T ü rk iy e ’deki
O la y la r]
3. BÖ LÜM
Y Ü K S E K İD A R E M E K A N İZ M A S I V E İL L İY E T P R E N S İB İ
a — Birinci Y a zı: 5 -1 -1 95 9 ... İstanbul
[E v re n s e l İdare M ekanizm ası ve H ayatın T a n z i­
m i]
b — İkinci Y a zı: 5 -1 -1 95 9 ... İstanbul
[E v re n s e l İdare M ekanizm ası ve Kendini T e z a ­
h ü rü ]
c — Ü ç ü n c ü Y a zı: 5 -1 -1 9 5 9 ... İstanbul
[E v re n s e l İdare M ekanizm ası ve Evrim in Y ö n e ­
tim i]
Dr. Bedri Ruhselman, Yüksek Evrensel Hiyerarşi içeri­
sinde, beşerî ve beşer-üstü pek çok seviyelerin anlayıp, kav­
rayamayacağı bir Yüksek Seviye Varlığı dır. Bu Yüksek Sevi­
ye, tek tek dünyalar ile değil, şu bizim için uçsuz bucaksız
olan Yüce Kâinat’a ilişkin «Vazife» gören bir Yüksek Varlık
Sistemi’dir. Onları anlamak ne mümkün! Ne varki, beşerî
kimliği ile Dr. Bedri Ruhselman olarak bildiğimiz bu Evrensel
Varlık, dahil olduğu İlâhî Eğitmen Plân, Kâinat çapındaki
Yüce Vazife’âe, kuşkusuz tek tek dünyalarda çeşitli Vazife
ler'i yerine getirerek, bunların birbirleriyle bağlantılandırv -
maları ile de meşguldürler. Bu bakımdan olarak, bu söz k ı r ­
ımsa Yüce İlâhi Plân, son derece önemli bir Evrensel Vazife ­
nin, gene son derece önemli bir kısmını da yeryüzünde ger­
çekleştirmektedir. İşte bu Vazife için ise, O Yüce İlâhî Plân’ın
bir Üyesi olan bir Yüksek Evrensel Varlık, yeryüzüne Dr.
Bedri Ruhselman ismi ile gelmiş ve 'Yüce Îlâhî Rahmet’m
yeryüzüne indirilmesinde Bedenli Vazifeli olarak yer almış,
Vazife görmüş ve gene geldiği gibi sessizce Yüce Mekânı’na
dönmüştür. Fakat önümüzdeki yıllar ve yıllar sessiz değil­
dir. Yeryüzünün, şimdiki karanlık çağdan kurtuluşu ve Gök­
lerin Egemenliği’nin kuruluşu, Kıyamet olarak belirtilmiş
olan büyük temizlikten sonra gerçekleşecektir. «Sûr Borusu»
nun sesine kulak veriniz ve onu duymaya çalışınız. ■■

Kur'on : 27/87

«Ve o gün Sûr üfürülür de göklerde kimler varsa ve yeryüzünde


kimler varsa, Allah'ın dilediğinden başka hepsi, pek şiddetli bir kor­
kuya kapılır--.»

------------ ★------------

Not: Bkz: Sadıklar Plânı — 1... O Günlere Yaklaşırken/Sıra — 3


«Amacım, insanların büyük ızdıraplarım oluşturan, Al-
lah’a karşı ihmalkâr durumlarından onları ayırmak, ve bu ih­
malkâr durumlarına neden olan cehaletten ve özellikle ken­
di öz varlıklarım inkâra kadar varan bilgisizlikten onları kur­
tarıcı vasıtaları her türlü olanaklarımı kullanarak bulmak,
tatbik etmek ve İlâhi Vazifeler’i, bütün insanlara, seviyeleri­
ne göre, ve nefsaniyetlerinden biraz olsun ayırarak tanıt­
maktır.
«Bu yüksek amacıma ilişkin olarak, kendi şahsi kudre­
tim hakkında kendimi o kadar sağlam ve kuvvetli buluyo­
rum ki, dünyada hiçbir engel, mania, korku, cazibe; beni,
Allah’ın takdir buyurduğu son nefesim gelinceye kadar yo­
lumdan alıkoyamıyacaktır.» (19-O c a k -1951)
Dr. Bedri RUHSELMAN
(1898 -1960)
ÖNSÖZ

Mutlak Allah’ın Yaradılış İmajı, hiç bir yaratılan var­


lık ölçüsüyle en küçük bir kıyasa gelmeyeceği için, bu Yara­
dılış hakkında söylenecek tüm en yüksek sözler, gene bir
hiç derecesine kalacaktır.

Yaradılış, sonsuz oluşunu, gene kendi bünyesindeki Ya­


radılış Talimatları’ndan alır. Bunlar, İlâhi İrade Kanunları
olarak da belirtilmekte, isimlendirilmektedir. Ne varki, İlâ­
hi İrade Kanunları, sonsuz oluş hâlini oluşturan, Sonsuz
Bilgi’dir ve bu Sonsuz Bilgi’nin sonsuz yaradılış bünyesindeki
tezahürleri de sonsuz kombinasyonlar ve varyeteler gösterir.
Madde-altı âlemleri, madde âlemleri, madde-üstü âlemleri,
ruhsal âlemler, ruh-üstü âlemleri ve daha sonsuz ve sonsuz
âlemlerin sürekli kuruluşu, dağılışı, değişimi... hep ve hep
Yaradılış’ı en içten en dışa ve en dıştan en içe değin ihtiva
eden İlâhi İrade Kanunları tarafından belirlenir. Yaratılan
varlıklar, seviyeleri ile uyumlu olarak, bu İlâhi İrade Kanun­
larının işleyiş ve işlevlerinde birer hizmetkâr olurlar ve bu
hizmetleri sonsuz biçimlerde ortaya çıkar.

Tüm Yaradılış, İlâhi İrade Kanunları ile kurulmuş, ku­


rulmakta ve kurulacaktır ve tüm yaradılmış varlıklar da, dai­
ma İlâhi İrade Kanunları ile var olmakta devam edecekle­
rinden, en üst varlık seviyesi dahi, daha yüksek İlâhi İrade
Kanunları tarafından kuşatılmış kalacaktır.

------------ * _ --------

Halûk Egemen SarıJcajra


1. BÖLÜM

ilâhi irade Kanunları ve Varlığın Evrim Durumu


«İnsanlık merhalesine ulaşmış varlıkların herşeyden evvel, bir da­
kika bile akıllarından çıkarmamaları gereken hakikat şudur: İçlerinde
yaşamakta oldukları ortamların güvenlik ve esenlikleri, doğrudan doğ­
ruya kendi hayatlarının güvenlik ve esenliğidir. Böylece, o ortamın bü­
tün varlıklarına karşı derece derece yapmakla mükellef bulunduğu,
her insanın vazifeleri vardır. İnsanlar bilmelidirler ki, bu vazifede gös­
terilecek en küçük bir ihmal ve kayıtsızlığın kötü neticelerinden o orta­
mın göreceği az çok büyük zararların, mutlaka kendisine düşen büyük
hisseleri olacaktır.»
Dr. Bedri Ruhselman
Ruh ve Kâinat... Dergi -11/3.■■ Ağustos 1953

a — İlâhi İrade Kanunları ve Anlamları


*

Ruh ve Kâinat kitabının bir bahsinde, kendi kendi­


mize şöyle bir sual sormuştuk: Acaba ben, şu gökyüzün­
de ve gözümün önünde apaçık duran Ay’a, neden meselâ,
Beyazıt’a gittiğim gibi yürüyerek gidemiyorum? Bu işten
beni men eden kuvvet nedir? Polis mi, jandarma mı?
Hasar, beni oraya gitmekten alakoyan böyle bir kuvvet
yok! Bununla beraber ben bu işi yapmaya muvaffak ola­
mıyorum. Keza, acaba neden denizin üzerinde yürüye yü­
rüye Beşiktaş’tan Üsküdar’a kadar gidemiyorum? Beni
bu işten alakoyan kimdir?... Ve acaba ateş halinde kızar­
mış bir demir çubuğu avucumun içine alarak neden tüfe
mıyorum? Ve nihayet acaba niçin bin sene dünyada yaşa­
mak iktidarına malik değilim?... vb.

7
Böylece benim bazan çok istediğim işlere de engel
olan binlerce imkânsızlık etrafımı sarmıştır. Ve ben irar
deme karşı gelen bu imkânsızlıkların mevcudiyetini ta­
biî görmeye o kadar alışmış bulunuyorum ki, artık bun­
ları hiç de yadırgamıyor ve aksini düşünmeye bile lüzum
görmeden böyle olması lâzımmış gibi kabûl ediyorum.
Çünkü hatta düşünmeden bir iç duygusu bana hisset­
tirmiş ve beni inandırmıştır ki, Kâinat'ta her şeyin bir
nizamı, bir usulü ve bir icabı vardır. Bu nizam, usul ve
icabın dışına hiçbir kuvvet çıkamaz. Ve şuna da inanmı-
şımdır ki bu nizam, usul ve icap birtakım kaidelerin, ka­
nunların hükümlerine tâbi birer tezahürdür. Ve bu kai­
deler ve kanunlar hiçbir kimsenin hatın için, hiçbir vakit
değişmez. İşte buna kısaca «tabiat kaideleri» veya «kar
nunları» diyoruz.
Kâinat'ın muhteşem ahengini, büyük nizamım bu ka­
nunların icapları temin etmektedir. Zira kanunsuz ni­
zam, nizamsız ahenk olamaz. Bu kanunlar her şeyden
evvel, İlâhî İrade’nin namütenahi tecelliyatımn ifadesi
olan İlâhî müeyyidelerdir. Ve İlâhî İrade Kanunları’m
hiçbir yaratılan'm bütün kemali ile kavnyabilmek kud­
retine malik olmadığına inanıyoruz.
İlâhî İrade Kanunları, hiçbir tesir, hiçbir hareket,
ve hiçbir kuvvet ile istikametinden kıl kadar dahi şaş­
maz. Ve İlâhî İrade Kanunlan’nın kapsamı, kâinat kav­
ramım da her yönden aşmak sıfatı ile yüklüdür. Zira
Kâinat ancak bu kanunların icabatı ile ayakta durabil­
mektedir. özetle, evvelce de söylediğimiz gibi, Kâinat
orkestrası, ezel ve ebedi dahi yaratan Allah'ın İradesi’-
nin ezelî ve ebedî kanunları ile yaratılmış ve kurulmuş
öyle bir organizasyondur ki, bu organizasyonun mahiye­
tine nüfuz etmek hiçbir kula, hiçbir varlığa nasip olmı-
yacaktır.
İlâhî İrade Kanunları, insanların kanunları gibi be­

8
lirli zamanların» belirli sosyal zaruretlerine bağı telâkki­
lerden doğma bir ruh halinin ifadesi değildir. Onlar,
Kâinat’ın, ezelden ebede kadar oluşunu ve bu oluş hali­
nin namütenahi şartlarım ve bu şartların birbiri ile olan
münasebetlerini tayin ve tespit eden hükümleri ihtiva
eder. Kâinat’m oluş şartlarının sımsıkı ve namütenahi
demetler, örgüler halinde birbirine bağlı olarak akıp gi­
dişi bize, bu hâlin zaruretini icaplandıran İlahî İrade
Kanunlan’nın, değişmez bir kesinlik içinde devam edip
gitmekte olduğunu gösteren kuvvetli bir delil olur. Zira
bu kânunların katiyet ifadesinden mahrumiyetini dü­
şünmek, Kâinat varlığının büyük bir nizamsızlık ve
anarşi içinde darma dağmık olduğunu ve yerini yoklu­
ğa, boşluğa terketmesi icap ettiğini kabûl etmek demek
olur. Halbuki her düşünen, duyan ve görebilen ciddi bir
gözlemci, Kâinat’ta mevcut olayların hiçbirisinin insana
böyle abes ve mânâsız bir fikri telkin edici mahiyette ol­
madığım, bilâkis bunun tamamı ile zıddının, her hâdise­
de, en kör olanların bile gözüne batacak kadar ortaya
çıktığını söylemekte bir an bile tereddüt etmez.

b — Tabiat Kaideleri ve Tezahürleri

Büyük dostumuz ve üstadımız olan bir ruh varlı­


ğı C1) on beş sene evvel bize şunları söylemişti: «Tabiat
kanunları, bütün şartlarda tecelli eden İlâhî İrade Ka*
mınları’dır.» Şu hâlde, tabiat kanunları veya kaideleri,
insanların olaylar hakkmdaki anlayışlarına göre isimlen­
dirilmiş bir kısım İlahî İrade Kanunlân’dır.
Dünyasal anlayışa göre, tabiat hâdiselerinin tetkiki
sırasında insanların dikkat etmiş oldukları tabiî nizam
ve tertiplerden çıkarılmış birtakım kaideler vardır. Bun­
lara ötedenberi tabiat kanunları veya kaideleri denile-
gelmiştir. Fakat unutulmasın ki bunlar da, İlâhî İrade

9
Kanunları'nın, bizim âlemimizdeki tabiî dediğimiz hadi-*
selere ait tecelliyatıdır. Kıymetli ruh Tostlarımızdan
Akın: «Tabiat kanunları, İlâhî İrade Kanunları’dır,» di­
yor.
Tabiat kaideleri, yalnız üç buutlu realite dahilinde
düşünmek zorundaki insan oğlunun maddî görüş, araş­
tırma ve hattâ düşünce imkânlarına göre müşahede ede­
bildiği olayları zorunlu kılan yaptırımlardır ki, bu tür
olaylar, onun [insanoğlunun] tabiat âlemini teşkil eder.
Tabiat kanunlarının veya kaidelerinin kapsamı sa­
hasına meselâ: Fizik, kimya, astronomi, biyoloji gibi
ilimlerin mevzuatı girer. Bir cismin havada bırakılınca
yere düşmesi, tabiat kanununun bir icabıdır; belirli
şartlar altında iki cismin birleşerek belirli bir cismi
meydana getirmesi de gene tabiat kanunlarının icabıdır;
tıpkı bunun gibi, göksel cisimlerin belirli yörüngeler et­
rafında muntazaman hareketleri, bir embriyonun ana
rahmindeki teşekkülü gibi hâdiseler de birer tabiat ka­
nununun gereğidir.
Tabiat kanunları, İlâhî îrade Kanunları'nın bizith
âlemimizdeki birer tezahürü olduğuna göre, bunları da
çerçeveliyen ve bütün Kâinat’m bilmediğimiz sayısı^, nar
mütenahi maddi ve manevi olaylarının sevk ve idaresi
işindeki icapların tâyininde esas olan İlâhî İrade Kanun-
ları’nm, bizim ne aklımızın erebileceği, ne de duyguları­
mızın kavrıyabileceği bir hudut ve çerçeve içine soku*
lamıyacağı kanaatindeyiz. Bilhassa üç buutlu tabiatımı­
za ait realitelerin dışındaki maddi, manevî yüksek de­
ğerlerin nizam ve tertiplerini, kapsamı sonsuz olan İlâhî
İrade Kanunları'nın bilemediğimiz icaplarında aramak
lâzımgelir.
Su hâlde, dar ve beşerî mânada kullanılan ve anlası-
> ' » »

lan tabiat kanunları ne kadar derli toplu, muntazam ve


değişmez icaplar arzederse, bütün bunları da geniş ni­

10
zam ve tertibi içine alan ve sonsuz kâinatın, yalnız insan
müdrikesine değil, insanlardan daha çok, pek çok yük­
sek varlıkların dahi bize göre muazzam kavrayıcı kud­
retleri dahiline girmiyen ve sığmıyan İlâhî İrade Kanun­
ları icaplarının da bu tabiat kaidelerinden daha çok
âhenkli, geniş, kapsamlı ve sonsuz imkânlar arzedici, ve
insanların asla kavrıyamıyacağı ve çelişki hâlinde göre­
bileceği namütenahi değişimi vardır, özetle, tabiat kai­
deleri, İlâhî İrade Kanunları’nın dışında ve onlardan ay­
rı ve bağımsız değil, onların nisbeten mahdut ve belirli
bir âlemde (üç buutlu âleme) münhasır bir kısmının,
gene insan dili ile ifadesidir. İlâhî İrade Kanunları kap­
samına dahil olan olaylara misal olarak illiyet prensibi­
ni, tekâmül kanunlarını, alâka kanunlarını bir fikir ver­
mek için zikredebiliriz. Bunlar sonsuz İlâhi İrade Ka-
nunları'nm, gene ancak bir insan anlayışı ve duyuşu içi­
ne şöyle böyle girebilen pek cüzi olaylara ait kısımla­
rıdır. Ve bunların dışında, daima tekrarladığımız gibi,
bir bitmezlik, bir hudutsuzluk kavramı içinde yapılan
hâdiseler ve o hâdiselerin tâbi oldukları kanunlar var­
dır.

c — İlâhi İrade Kanunları’ndaki Katilik ve Değişmezlik

İlâhî İrade Kanunları, değişmez ve kafidirler. Al­


lah’ın Iradesi’nin tezahürleri, hiçbir tesire tâbi olarak
istikametlerini değiştirmezler. Ve aksi istikamette hiç­
bir iradenin ve hareketin onlar üzerinde müessir olabi­
leceği de düşünülemez. Zira böyle bir düşünce, her şey­
den evvel O’ndan daha üstün ve müessir bir kudretin
mevcudiyeti vehmine kapılmış bulunmanın bir ifadesi
olur. İkinci olarak bu hâl, Allah’ın Mutlak ismi ile telifi
kaabil olmıyan bir durumu meydana getirir.
Mutlak ismi ile kendisine tapılan Kudret’in, ismin­

11
deki azametin en küçük ve beşerin ancak anlamaya yak­
laşabileceği bir zerresinin mânası üzerinde durabilecek
kudreti gösterenler, İlâhî Kudretin tezahürü olan faali­
yetlerin ; alelâde bir insanın, bir varlığın ve herhangi bir
mahlûkun faaliyeti gibi zamanla, mekânla, olaylarla bağ­
lı olmayacağını az çok takdir etmeye çalışır. Ve bunda
muvaffak olabildikçe görür ki, Allah’ın iradesi ile tecelli
eden bir karar; bugün, dün, yarın veya herhangi bir
ezelde veya ebette başlamış veya sona ermiş değildir ki,
bir değişme, bir başkalaşma, bir yeniden olma gibi za­
manla kaim nisbî ve İzafî illetlerin (nedenlerin) zebunu
olsun!... Ne ebede, ne ezele ve ne de herhangi bir zaman
kavramına girmiyen ve böyle kayıtların üstünde bulunan
ve hattâ bu kayıtlan da yaratan İlâhî Irade'nin yaptığı
bir işin değişmesi, yani zaman kavramına tâbi sayılması
nasıl mümkün olur ve buna fböyle düşünmeye] kim cü­
ret edebilir?
Böylece, çok kısa bir aciz insan görüşü ve düşüncesi ile
İlâhî İrade Kanunları hakkında ancak ve elbette çok nok­
san olarak şu kadar düşünebiliriz; bizim ancak zerre be
zerre anlamaya ve öğrenmeye ve eylemler ve harekâtı­
mızı ona göre ayarlamaya çalıştığımız sonsuz İlâhî İra­
de Kanunları’nm icapları, bütün bu namütenahi tecelli-
yatına rağmen, başlangıcı ve sonu bahis mevzuu olmı-
yan Kâinatlar’ın da nizam ve âhenginin ve yaratılışları­
nın temininde hâkim İlâhî İrade Kudreti'nin bu sonsuz
Kâinatlar içinde bizim Kâinat dediğimiz gene bir son­
suzluk kavramının ifade ettiği meçhul âlemimizin his­
sesine düşen, belki en küçük bir zerresi hâlindeki teza­
hürüdür.
İlâhî İrade Kanunları’rnn şaşmazlığı ve değişmez­
liği hakkında bizim bu düşüncelerimizi bütün Yüksek
Ruh Âlemi, bütün oradaki üstadlarımız çok kıymetli

12
tebliğleri ile tasvip ve tahkim etmektedirler. Büyük dos­
tumuz Kadri’nin ( 2) aşağıdaki tebliğini okuyan sevgili
dostlarımız bu fikrime hemen hak vereceklerdir:

Kadri-•• (Yüksek Rehber R uh).-. 1 5 - 1 -1947

«Varlıkların takip ettikleri birtakım kanunlar ve nizamlar vardır.


Bunlar âdeta bir ders programı şeklinde ve birbirini müteakip yapıl­
ması hazırlanmış bir hâlde ve muntazam olarak cereyanı temin edil­
miş bir vaziyettedir. Ne olursa olsun, bu programda hiçbir şekilde feda­
kârlık icrasına imkân ve ihtimal mevcut değildir. Bâzıları buna tabiat
kanunu derler. Fakat muhakkak ve hakikî olan bir şey varsa, bu,
aksamadan cereyan eden bir harekettir.

«İşte bütün âlemler bu nizama tâbi olarak daima kolaydan güçe


doğru birtakım terakkiler göstererek akıp gitmektedirler. Bu şekilde
muntazam bir. terakki ve inkişaf, varlıkların yükselmelerini ve âlemlerin
nizamlarını meydana getirir.»

Neo-Spiritüalizma anlayışına göre, mukadderat bah­


sini biraz daha izah edebilmek için İlâhî İrade Kanunla­
rının bilhassa bu değişmezliği üzerinde durmayı fayda­
lı gördük, öte yandan, bu kanunların katiliği ve hiçbir
sebep altında hiçbir inhiraf kaydetmeyişi karşısında ira­
demizin oynadığı veya oynıyabileceği rolleri de aşağıda­
ki kısımda araştırmakla, mukadderat bahsine ait haki­
katlere daha iyi nüfuz edebileceğimize inanıyoruz.

d — İlâhi İrade Kanunları Sonsuzdur ve Sayı ile


Mukayyet Değildir

İlâhî İrade Kanunları’nda, bir son, bir hudut, bir


sayı kavramını kabûl etmenin ne kadar yersiz olduğu­
nu şimdiye kadar yapılan mülâhazalar esasen göster­
mektedir. Hiçbir şekil ve surette, hiçbir şeyle nisbeti
bahis mevzuu olmıyan Mutlak hakkında, tam bir bilgi
aczi içinde bulunurken, O’nun Iradesi’nin mahdudiyetin-

13
den, ve O Irade’nin mahdut teeelliyatmdan bahsetmeye
kalkışmak, hakikaten, düşüncesizce bir hareket olur.
Kâinat'm, İlâhi Gayeler yolunda nizam ve ahengini te­
min eden İlâhî İrade Kanunları, mahdut değildir. Böyle
olunca hiçbir varlığın, İlâhî İrade Kanunları’ndan dışa­
rı, en küçük bir harekette dahi bulunabileceğini düşün­
mek doğru olmaz. Zira, hudutsuzluk ve sonsuzluk kav­
ramını ifade eden bu İlâhî Müeyyidelerin dışında kabûl
edilmiş herhangi bir hareket, o Müeyyidelerin belirli bir
noktada son bulmuş olduğunu anlatır, ki, böyle bir şe­
yin olmasına, imkân düşünülemez.
Hâl böyle olunca, en küçüğünden en yükseğine ka­
dar bütün varlıkların, herhangi bir kanunun tecelliya-
tından uzaklaşabilmeleri, ancak başka tertipteki veya
başka kombinezonlardaki diğer kanunların tecelliyatma
dayanmak ve onların kapsam sahasına girmek yolu ile
kaabil olabilir. Zira, varlıkların hareketlerinin İlâhî İra­
de Kanunları dışında cereyan edebilmesi fikrini, bu ka­
nunların sonsuzluğu ve hudutsuzluğu hakikati, tama-
miyle ortadan kaldırmaktadır.
Demekki yalnız İlâhî İrade Kanunları dahilinde var­
lığını ispat etmek ve hareket kabiliyetini göstermek vas­
fıyla yükümlü olan her varlık, herhangi bir tabiat kanu­
nunun çizmiş olduğu istikametten ayrı bir yolda faaliyet
göstermek durumunda kaldığı zaman, ancak, başka bir
kanunun icaplarından istifade ederek o faaliyetini göste­
rebilmek imkânım bulur.Yoksa bunun aksine, hiç bir iş
meydana getiremez. Bu fikirler mukadderat bahsinin
aydınlatılmasında büyük faydalar Bağlıyacaktır. Şu hâl­
de insan iradesi, bir İlâhî İrade Kanunu’nun icabatmdan,
ancak başka bir İlâhî irade Kanunu'nun icabatma uy­
mak sureti ile ayrı bir tahakkuk imkânına ulaşabilir.
Bunun aksine hareket eden insan iradesi ne kadar çırpı­
nırsa çırpınsın herhangi bir tahakkuk imkânını elde
edemez. Burada büyük ruh dostumuz ve üstadımızın bir
sözünti bildireceğim:
Üstad... (Yüksek Rehber R u h )-. 1 2 - 7 - 1 9 3 6

«Evvelce söylediğim gibi kanun-u tabiat dediğiniz kaideler, o ka­


dar çok, o kadar türlü-çeşitlidir ki, bunlardan birinin neticesi diğer bî­
rinin neticesine uymıyabilir. Fakat bu iki netice de birbirine benzeme­
mekle beraber, gene kanun-u tabiatın ürünüdür.»

Üstad (Yüksek Rehber R uh)... 3 1 - 5 - 1 9 3 6


«Evvelâ şunu söyliyeyim ki, tabiat kanunları, sizin ihata edemiye-
ceğiniz derecede çok kapsamlı ve karmaşıktır. Böylece, bir kısım ta­
biat kanunlarına muhalif gibi görünen bir irade, diğer birtakım tabiat
kanunlarının tesiriyle kendini tahakkuk ettirir.»

Bu geniş bilgiler bize İlâhî İrade Kanunları'nın son­


suzluğu ve hudutsuzluğu hakkında çok düşündürücü fi­
kirler vermektedir. Bu hususlarda biraz daha meseleyi
açabilmek için bir misal üzerinde konuşmak istiyorum:
Ateşi doğrudan doğruya eliyle tutan bir insanın elinin
yanması bir tabiat kanununun icabıdır. Ancak, eğer o
elin bir ateşi tutmakla beraber yanmaması da isteniyor
ise o zaman o elin sahibinin bu hususta istifade edebile­
ceği diğer tabiat kanunlarının icaplarına uymaya çalış­
ması gerekir. Meselâ eline ateşin tesirine mâni olacak
bir madde sürer, bir eldiven giyer veya maşa gibi her­
hangi bir nesneyi vasıta olarak kullanıp, ateşi tutar. (3)
Keza, ben şu anda elimdeki kalemle şu kitabı yazı­
yorum. Elimin bu hareketi mutlaka tabiat kanunlarının
kapsamı dahilindedir. Fakat biraz sonra kitabı yazmak­
tan vazgeçiyorum. Ve kitabın yazılması duruyor. Bu hâl
elbette evvelki hareketimin tamamıyla zıddına olan bir
iştir. Fakat bu hareketim de başka bir yönden gene ta­
biat kanunlarının kapsamı dahiline girmiş bulunmakta­
dır. İşte, gerek kitabı yazmak için yaptığım işlerde ve
gerek kitabı yazmaktan sarfı nazar ettiğim zaman vâki
olan hareketlerimde, muhakkak surette tabiat kanunla­
rının icaplarından faydalanmişımdır. Aksi hâlde ne ki­

15
tabı yazmak için elimi kullanabilirdim, ne de onu yaz­
maktan vazgeçtiğim zaman elimin hareketlerini durdu­
rabilirdim. Bu hâl ister benim tarafımdan bilinerek, is­
ter bilinmeyerek yapılmış olsun, mutlaka tabiat kanun­
larından birisine veya diğerine uyabilmemle tahakkuk
imkânına erebilmiştir.
özetle, hiçbir insanın, hiçbir varlığın yapabileceği,
yapmak istediği hiçbir şey yoktur ki İlâhî İrade Kanun-
lan’mn kapsamından hariç kalsın. En Yüksek Varlıkla­
rın dahi, bu kanunların kapsamından kudretleri yettiği
kadar namütenahi istifade imkânlarına malik olmaları,
onların yüksek tekâmül derecelerinin neticesi olarak
kendilerine bahşedilmiş İlâhî bir armağandır.
İlâhî Kanunlar, Kâinat’m ayrı ayrı olayları hakkında
geçerli birtakım kaideleri ve icapları neticelendirir.
Bunların bir kısmını geçen bir bahsimize 'tabiat kaide­
leri’ diye mütalâa etmiştik. Tabiat kaideleri, maddî dün­
yamızın yeknesak hareketlerinin düzenleyicisi olan ve
daima bu yeknesaklık vasfını gösteren bir icap arzeder.
Hakikaten tabiat kanunları, belirli yönlerde icaplar arze-
den bir monotonluk vasfını haizdirler.
İlâhî İrade Kanunları’nın maddeye ait kısımlarında
gördüğümüz bu yeknesaklık; bir değişmezlik, şaşmazlık
ve istikrardır ki bunda da çok derin hikmetler ve yük­
sek gayeler içeriktir. Ruhların evrimlerine gerekli olan
madde âleminin monoton ve aynı tempodaki düzeni, ge­
nel Kâinat Ahengi’nin bir icabıdır. Ayrı ayrı yeknesaklık
içinde görünen bu kaideler, İlâhî İrade Kanunları’nın
sonsuzluğu, hudutsuzluğu ve sayısızlığı içinde o kadar na­
mütenahi hareket varyetelerine yol açar ki, bu hareket­
lerin de sonsuzluğu, Kâinat nizamının, yeknesaklıkla hiç
bir benzeri olmıyan zenginliğini, nihayetsiz ve sayısız de­
ğişikliklerini meydana getirir. Bu nokta bizce çok mü­
himdir. Zira, insan iradesinin İlâhî İrade Kanunları kar­

16
şısındaki durumundan bahsedilirken, bu konu üzerinde
ayrıca düşünmek icap edecektir. Ve ileriki izahatımızla
da tekrar belirtileceği gibi, Îlâhî İrade Kanunlan’nm
varlıklara bahşettiği namütenahi imkânlardan, onların
[varlıkların] iradeleri ile serbestçe ve istedikleri şekilde
istifade edebilme kudretleridir ki kendilerinin mukad­
deratım tâyin edecektir.

e — İlâhi İrade Kanunları Karşısında Varlıkların İra­


deleri

İlâhî İrade ile, insan iradesinin hiçbir şekil ve su­


rette ve hiçbir yoldan mukayese ve benzerliğinin bahis
mevzuu olmadığı hakkmdaki imanımız, en büyük haki­
katlerden birinin, ruhumuzdaki ifadesidir. İlâhî İrade
Kanunları karşısında, onlarla boy ölçüşmek şöyle dur­
sun, nisbet dahi edilebilecek hiç bir irade yoktur. Şu
hâlde, insan iradesini inkâr etmek mi lâzım gelecek?
Asla!..
İşte yukarıda serdedilen sual ve cevabın mânalarını
izah etmekle, mukadderat bahsinin en güç ve içinden çı­
kılmaz bir bahsini, beşerî kudret ve imkânlarımız nis-
betinde daha kolaylıkla anlaşılabilir bir hâle sokmuş
olacağımızı sanıyorum.
Burada, evvelâ, irade ve^tahayyül bahisleri üzerinde
uzun uzadıya konuşmak icap ederdi. Fakat oldukça uzun
olan bu mühim bahisleri bâzı zaruretlerle başka bir ki­
tap hâlinde çıkarmaya karar vermiş bulunduğumuz için,
irade hakkında burada çok kısa ve ancak mevzuumuza
yeteri kadar konuşacağız. ( 4)
Varlıkların kudretleri ile uyumlu olarak, iradelerini
kullanmakta tamamen serbest olduklarını belirtmek,
irade hakkında burada söyliyeceğimiz sözlerin başında
gelir. Bu serbestlik hem mümkündür, hem de onların

17
tekâmül derecelerine uygun olarak Allah’ın İradesi ka­
nunları ile lütfedilmiş, bir haktır. Bu fikir üzerinde bi­
raz durmaklığımız lâzım geliyor.
Bir varlık neyi düşünebilirse, daha doğrusu neyi is­
temek kudretini gösterebilirse, iradesini o yolda kullan­
mak hürriyetine her an maliktir. Ancak, bir şeyi iste­
mekle iradeyi o yolda seferber etmek arasında çok bü­
yük farklar olduğu gibi, bir şeyi isteyebilmenin de zan­
nedildiği kadar kolay ve her zaman mümkün olmıyacağı
bilinmelidir. Herkes, bir çok şeyler istemekte olduğunu
zannedebilir, fakat istemenin hakikî mânasını iyi anla­
mış bulunanlar, istediklerini zannettikleri bu birçok
şeylerin gene birçoklarını iste-mekten, daha doğrusu on­
ları isteyebilmekten çok uzak olduklarını pekâlâ takdir
ederler. İstek, alelâde bir arzu değildir. İsteğin içinde,
başta inanmak, olduğu hâlde, daha bir sürü ruh kudret­
lerinin faaliyeti içeriktir. Bunları irade ve tahayyül hak­
kında yazacağımız müteakip eserde tafsilâtı ile arzede-
ceğiz. ( 5)
İşte bu şartlar altında, ruhta doğmuş birer istekten
yönlerini alan iradelerdir ki tam bir serbestlik hakkına
malik bulunmaktadırlar, öte yandan, bu şartlar altında
faaliyet gösteren herhangi bir iradeyi, İlâhî İrade Kanun­
larının icabatmdan başka, dışarıdan herhangi bir enge­
lin durdurmasına, İlâhî İrade Kanunları cevaz vermez.
Eğer hâdiseler, bunun aksini gösteriyorsa, yani böyle
herhangi bir insanın iradesinin, dış etkenler tarafından
kösteklendiği hâller görülüyorsa, bunun sebebini dışa­
rıda değil, gene bizzat o insanın bilerek veya bilmeyerek
vâki olan kendi istek ve tahayyüllerinin İlâhî İrade Ka-
nunları’na göre neticelendirmiş olduğu hayat şartlannda
aramak icap eder. Ve işte bu da, Allah'ın varlıklara bah­
şetmiş olduğu en güzel ve en yüksek imkânlardan ve ih­
sanlardan biridir.

18
İlâhî trade Kanunları, varlıkları daima mükemmel-
leştirmeyi, durmadan, bir son merhale kavramı tâyin
etmeden, ebedî evrimlerinde daima ileriye doğru yürüt­
meyi amaçlamaktadır. Fakat bir varlığın, iradesini baş­
ka bir varlığa teslim ederek kendisinin otomatik bir ma­
kine gibi çalışması ile tekâmül edebilmesi mümkün ola­
maz. İradenin esareti, evrimi köstekler. İradesini biz­
zat kullanmıyan, onu başka bir iradeye terketmiş bulu­
nan bir varlık yürümüyor, itiliyor, demektir. Halbuki
evrim için itilmek değil, yürümüş olmak lâzımdır. Ve bu
yürüyüş de; iyiye, güzele, yükseğe ve sonu gelmiyecek
olan Müteal Realiteler’e doğrudur. Ve bu mesafeler yü­
rüyerek katedilir, itilerek değil. Eğer evrim itilerek de
mümkün olsaydı, yerde duran bir taş parçası da insan
gibi evrimleşirdi. Ve bir ot parçası ile, bir insan arasın­
da da evrim farkı kalmazdı. Halbuki iş böyle değildir.
Zira, evvelce de söylemiş olduğumuz gibi evrim bir ayrı­
calık değil, bir kazançtır. Ve her kazanç ancak belirli bir
yolda sarfedilecek emek ve cehit karşılığında elde edilir.
Şu hâlde, her noktasında yalnız ve ancak başka bir ira­
denin sürüklediği tek bir iz üzerinde hareket etmek esa­
retine düsmüs
» » bir insan,' bu esaretinin şiddeti
* derecesi-
ne göre evriminden geri kalır. ( 6)
İşte bunun içindir ki bir iradenin kendinden başka
bir diğer irade tesiri altına girmesini ve o irade ile ma­
kine gibi hareket etmesini biz, mükemmelleşmenin de­
ğil, ilkelleşmenin bir belirtisi ve hattâ nedeni sayarız.
Bütün tebligatın söylediği gibi, varlıklar ezelî ve
»bedî evrim halindedirler. Esasen varlıkların evrim yü­
rüyüşü uğrunda, önüne geçilemiyecek kadar şiddetli
zorlamaları vardır. Demekki var oluş, evrime doğru bir
hız alıştır. Nasılki yokluk fikrî bir çöküntüyü, bir boş­
luğu ifade eder. Şu hâlde, varlığın her anı, bir evvelki
anma nazaran bir adımlık evrimin ifadesidir. Yaratıl­

19
makla bu evrim zaruretine girmiş bir varlık, nasıl olur
da evrim için zarurî olan iradesinin serbestliğinden mah­
rum bırakılır? Allah, Mutlak Kemal’dir. Onun hiçbir
eserinde, Mutlak Kemal ismi ile telifi mümkün olmıya-
cak hiçbir nokta yoktur. Belki bizim her işimizde bir
kusur, bir noksanlık mevcuttur. Fakat bizim görüşümüz,
Allah’ın görüşü değildir. Ve bizim görüşümüzle Allah'ın
görüşünü tâyin etmeye kimse cüret edemez.
Şu hâlde, evrime, zorunlu olarak susuz bulunan var­
lıkları yaratmakla, Mutlak Kemali’nin yanılmaz bir bü­
yük eserini ortaya koyan Allah, evrimin aleyhindeki her
hareketi, İlâhî İrade Kanunları ile, evrimin lehine kullan­
mayı varlıklara zarurî kılmış ve bunun için de onların
iradesini özgür yaratmıştır. Eğer bu iradenin hürriyeti
ortadan kalkarsa, varlıklar evrimleşemezler. Bu duruma
göre, hiçbir varlığın, İlâhî İrade Kanunları gereği dışına
çıkabilmesi bahis mevzuu olamaz. Çünkü esasen hiçbir
varlık, evriminin dışındaki bir harekete tevessül edemez.
Bu, onun oluş hâli ile kaim bir zarurettir. Ve işte gene
bu zaruretledir ki onun, İlâhî İrade Kanunları ile belir­
lenmiş irade serbestliğini kullanması icap etmektedir.
Görülüyor ki, varlıkların yükselmesine yönelik İlâ­
hî İrade Kanunları’na uymaları zarureti ile, gene onların
yükselmesi için iradelerini serbestçe kullanabilmeleri
zarureti, ayni hedefe yönelik yürüyüşün iki muhtelif cep­
heden görünüşüdür. Bunlardan birisinin zaruretini inkâr
etmek, diğerinin varlığındaki mânayı ortadan kaldırır.Ya-
ni evrimi, İlâhî İrade Kanunları zorunlu kıldığı gibi, var­
lıkların,iradelerini serbestçe kullanabilmeleri keyfiyeti de
evrimin bir zaruretidir. Böylece, bunlar tamamen birbi­
rine bağlı hareketlerdir. Bu fikri aşağıdaki misal ile da­
ha iyi izah edebileceğiz:
Ben bir yolculuğa çıkıyorum. Hedefim C... memle­

20
ketine gitmektir. Oraya tayyare ile, vapurla, trenle, oto­
mobille, araba ile ve hatta yaya olarak da gidebilirim.
Veyahut yola çıktıktan sonra bunları değiştirebilirim de.
Fakat ne olursa olsun oraya gidebilmek için muhakkak
bu vasıtalardan birini kullanmaya mecburum. Bundan
başka, o memlekete gidebilmekliğim için birtakım yol­
lardan da geçmekliğim icap eder. Bu yollar da çok çe­
şitlidir. Denizden giderim, karadan giderim, güney, do­
ğu, batı yönlerinden gitmeyi tercih ederim, havadan gi­
derim... vb. Fakat ne olursa olsun, oraya mutlaka gitme­
ye mecburum. Ve gene ne olursa olsun oraya gitmek için
muhakkak, ortada mevcut olan, ancak bu vasıtalardan
ve yollardan birini tercih etmek zorundayım. Şu da var
ki, benim o memlekete gitmekteki gayem ve maksatla­
rım ancak, oraya,kadar olan seyahatim esnasında göste­
receğim şahsi gayret ve sarfedeceğim emek nispetinde
tahakkuk edebilecektir. O hâlde, bu seyahatim esnasın­
da kullanmak zorunda kaldığım vasıtaları ve yollan ter­
cih etmek ve o vasıtalardan şu veya bu tarzda, az veya
çok nisbette istifade etmek hakkı veya mecburiyeti ba­
na verilmiştir. Yani meselâ, hiçbir kuvvet emrederek
veya benim, kendi hüviyet ve şahsiyetime ait istek imkâ­
nım ortadan kaldırarak kendi arzu ve iradesine göre ba­
na; ’sen şu yoldan ve şu vasıta ile gideceksin’ diye beni
kurulmuş bir makine gibi sevketmiyecektir.
İşte benim, bu vasıtalardan herhangi birini, herhan­
gi bir yolda kullanmak imkânına malik oluşum, bura­
daki istek, irade ve tahayyül kudretlerimin en geniş mâ­
nadaki serbest kullanılış hâllerini ifade eder. Ve ben mu­
hakkak gitmek zorunda bulunduğum o memlekete, kul­
lanacağım bu vasıtalardan birinin türüne ve o vasıtayı
kullanabilme kaabiliyetimin derecesine ve onun süratine
veya yavaşlığına göre, kısa veya uzun zamanda, az veya
çok güçlük çekerek gidebilirim.

21
Demekki burada, bu çeşitli vasıtalardan birini kul­
lanmanın, benim tamamen inisiyatifime bırakılmış bîr iş
olması, nasıl bana verilmiş bir hak ise, seçeceğim o va­
sıtanın, seyahatimin neticesi üzerinde yapacağı müsait
veya gayri müsait tesirlerini tatmak da tamamen ve yal­
nız benim şahsıma ait bir keyfiyet olacaktır. Meselâ eğer
ben, oraya gitmek için öküz arabasını seçmiş isem, bu
vasıta ile havada uçar gibi süratle gitmeyi bekleyemem.
Keza vasıta olarak bir vapura binip denizin ortasına
açılmış isem, o vapur hiç olmazsa bir karaya yanaşmca-
ya kadar, deniz yolculuğunun bütün icaplarına uymaya
mecburum. İşte bu mecburiyet o seçtiğim tarz ve hare­
ketin bir icabıdır. Ve ben, bu icaptan kendimi, içinde bu­
lunduğum şartları değiştirmenin yolunu bulmadıkça as­
la kurtaramam. Tâ ki bu vapur bir sahile yanaşır ve ben,
gene ister ayni vapurla yolculuğuma devam ederim, is­
tersem vapuru orada terkederek seyahatimin müteakip
kısımlarım daha uygun gördüğüm vasıtalardan birisi ile
tamamlarım.
İşte burada benim görgü ve tecrübesizliğim bâzan
bu seçme işinde beni yanıltabilir. Ve o zaman seçmiş ol­
duğum yollarda güçlük çekmeye başlarım. Bu hâl ge­
nellikle yolumun daha uzamasını, yollarda arasıra takı*
lıp kalmamı ortaya çıkarır. Hattâ seçmiş olduğum vası­
talara intibaksızlığım daha ileri derecede olursa bâzan
yolumu büsbütün şaşırır ve gideceğim memleketin yö­
nünü kaybedebilirim. Ve o zaman kendisinden yol sora­
cak birisini aramaya başlarım. Ve o rehberi bulunca he-
men ondan, gitmek istediğim memlekete beni götürecek
yolların istikametlerini ve vasıtalarını sorup öğrenmeye
çalışırım. Ve gene onun bana gösterebileceği çeşitli yol­
lardan hangisi işime ve hesabıma uygun gelirse onu ka-
bûl eder ve o yolda seyahatime devama başlarım. Zira o
memlekete gitmekliğim zaruridir. Ve bunun için de mu­

22
hakkak bir yol ve bir vasıtaya ihtiyacım olacaktır. Ve bu
vasıtayı da mutlaka inisiyatifimle kabûllenmem gerek­
mektedir.
Görülüyor ki beni bu seyahatimde kimse şu veya bu
yolla, şu veya bu vasıtaya zorla sevketmemektedir. An­
cak, ben bu yolculuktan ihtiyacım nispetinde yardımcı­
lar arıyor ve irademi kullanıyorum. Burada irademi kul­
lanmak serbestliğime o kadar dikkat edilmiştir ki hattâ
en nazik ve tehlikeli zamanlarda bile iradem harekete
geçmedikçe beni o tehlikeli durumdan zorla kimse kur­
taramıyor. Sözgelimi, vapurda giderken ben kendimi
kaybedip yoluma devam etmekten vazgeçerek herhangi
görgüsüzce bir hareketle karaya çıkacağım diye kendimi
denize de atabilirim. O zaman, yani boğulmak üzere iken
bile beni kimse kolumdan zorla tutup yukarı çıkaramaz,
ancak, gene kendi isteğim, iradem ve cehtimle tutunup
bu felâketten kurtulabilmem için halat atarlar ve bu atı­
lan halatı tutmaklığım için yukarıdan bağırışırlar. Eğer
ben bu halatı tutmaz ve beni gelip kurtarsınlar diye ken­
dimi suların cereyanına hiçbir cehit sarfetmeden kapıp
koyuverirsem, ne halat atanların, ne halatı tut diye bağı-
rışanların ve ne de herhangi başka bir yardımcının imda­
dı bana yetişemez ve ben belki de bir daha ebediyet kadar
uzun bir müddet bu seyahate devam edememek üzere,
boğulup giderim. Veyahut da, boğulmadan evvel son
ümitsizce haykırışlarıma koşan hayırkâr bir yardımcı­
nın sesi kulağıma çarpar. Fakat o anda bile bu ses beni
kaldırıp dalgaların arasından dışarı fırlatmaz, bana an­
cak şunları söyliyebilir: «Ey gafil adam! Sen kendini de­
nize atmakla bir yanlış yola saptın. Ve yolculuğunun ga­
yesini unuttun. Sana ancak bir vasıta olacağını bildiğin
bu vapuru ve denizi kendine bir gaye edindin. Ve yolcu­
luktan ayrılarak kendini denize attın. Bu deniz artık sa­
na bir yol değil, bir mezar olacaktır. Bu hakikati şimdi

23
gözünle gördün ve anladın mı?» Bu söze karşı ben gene;
kulaklarımı tıkarsam, esasen bir nefeslik kalmış hayatı­
mı orada tüketirim. Aksi hâlde, o sesin sahibine hatamı
itiraf eder ve yoluma tekrar devam etmek arzumu açık­
larsam bana doğru; kurtarıcı bir el uzanır. Fakat onu
gene ben, kendi isteğimle, kendi irademle ve kendi cehit
ve gayretimle tutmaya mecburum, eğer kendimi kurtar­
mak istiyorsam!... Fakat ondan sonra bu pek çok yanlış
hareketimin neticesi olarak, çekmiş olduğum korkunç
sıkıntılar bana güzel bir ders olur. Ve bu ders, bu gibi
seyahatlerde lüzumlu olan görgü ve tecrübelerimi arttı­
rır. Ve müteakip hareketlerimde, irade serbestliğimi ar­
tık böyle kötü ve zararlı yollarda kullanmamaya çalış­
mama sebep olur. Bilgi, görgü yolu ile ve bilhassa daha
tecrübeli kişilerin iyi niyetle ve kendi menfaatlerini fe­
da ederek sırf beni desteklemek için yaptıkları nasihat­
lere, irşatlara kullaklarımı açarım. Ve bütün bu kudret­
leri bir araya toplıyarak onlardan aldığım hız ile seyaha­
timde bana en münasip olacak yolu ve vasıtayı seçmeye
çalışırım.
Demek ki bu yolda yürümekliğimi takdir eden icap­
lar, ayni zamanda benden beklenen irade serbestliğimi,
münasip ve doğru yollarda kullanabilmekliğim için beni
hazırlayıcı her imkânı ve yolu da önüme sermiş bulun­
maktadır.
İşte İlâhi İrade Kanunları karşısında varlıkların ira­
desi, çok kaba bir görüşle yukarıda vermiş olduğumuz
seyahat misalindekine benzetilebilir. İlâhi İrade Kanun-
lan'nın hedef kıldığı evrim safhaları, bütün varlıklar
için ulaşılması zarurî olan birer yolculuk merhalesidir.
Ve o merhalelere varlıkların selâmetle ulaşabilmelerini
sağlayıcı vasıtalar ve yollar da gene İlâhî İrade Kanun-
lan’nın namütenahi icaplarıdır. Biz ancak, deneylerimi-

24
zm ve evrim seviyemizin ruhumuza kazandırmış olduğu
kudretlerden doğan isteklerimizin nicelik ve nitelikle­
rine göre ve bunların yanında bilhassa yardımcı varlık­
ların irşatları ile bu kanunlardan birinin veya diğerinin
icabatına uymak, uyduktan sonra, bu uygunluk devam
ettiği müddetçe o icabatm çizmiş olduğu yönler boyun­
ca ister istemez yürümek zorunda ve ihtiyacındayız. Bu
bir hakikattir.
İnsanların yalnız dünyadaki hareketleri değil, spat-
yoma gittikten sonra ve daha yukarlara bile çıkarken
olan hareketleri dahi ancak kendi evrimleri nisbetindeki
istek ve iradelerinin şevki ile ve muhayyilelerinin seçti­
ği varyeteler içinde vukua gelmektedir. İşte aşağı mıntı­
kalarda ve bilhassa dünyamızda bu yoldaki hareketlerin
seçiliş şekil ve tarzlarında genellikle vukua gelen isabet­
sizlikler, o insanın hayatında karşılaşacağı müşkilâtm
ve çekeceği meşakkatlerin belli başlı etkenlerinden biri­
sini teşkil eder. Bununla beraber, dikkat edilirse bütün
bu hareketlerin de ancak gene birtakım kanunların ve
icapların tesiri ve yardımı ile tahakkuk imkânına ulaş­
tığı görülür. Halbuki bu kanunlar ve onların icapları Al­
lah’ın Iradesi’nin Kâinat’taki birer tecellisidir. O hâlde,
bu kanunların icaplarından, kudreti ile mütenasip bir
serbestlik içinde istifade imkânı kendisine bahşedilmiş
bir insan için; odaları, salonları, tekmil köşesi, bucağı
kurulu bir billûr köşk gibi, bütün hâdiseleri, ezelden
olaylar olarak tesbit edilmiş ve hiçbir parçası kıl kadar
dahi değişmiyecek şekilde ebede kadar hazırlanmış ve
donuk kalmış bir hayat mukadderi asla mevcut değildir.
Kader, muhakkak ki bir icaptır ve bu icap da seçilen
herhangi bir hareket tarzına göre gerçekleşmiş bir zaru­
rettir. İyilikleri icap ettiren hareketler, nasıl insanın
görgü ve deneyimi ile oluşturulmuş bir isteğin ürünü ise,
kötülükleri, daha doğrusu insana kötü gelen hâlleri icap

25
ettiren hareketler de, öylece, o insanın görgü ve deney
kıtlığı yüzünden ileri gelmiş bir sapkınlığının neticesi-
sidir.
Allah'a karşı küfredenler de vardır. Bu kadar deh­
şetli ve korkunç olan kötü bir hareket de mi mukadder­
dir? Kulun, kendisine bu kötü hareketi yapmasını Allah
mı istemiştir? Bu ne kadar yanlış ve cüretkârane bir
düşünce olur? Halbuki o kul, takdir etmeden ve netice­
lerini idrâk etmeden ancak kendi inisiyatifiyle bu kötü
hareketi yapmış bir biçaredir. Bununla beraber, böyle
mânâsız ve yaraşıksız bir hareketinden o biçareyi, hiçbir
İlâhi Kudret alakoymuyor. Hattâ müreffeh bir hayat
içinde, müsaadeli bir şekilde yaşıyabilmesi, bu yanlışlı­
ğında ve sapıkça hareketlerinde bütün serbestliği ile ha­
reket edebilmesi imkânlarının da onun önüne serilmiş
olduğunu göstermeye kâfi gelmiyor mu?

Mustafa Molla... (Yüksek Rehber Ruh)... 21-2-1948

«Size önceleri de tekrarladığım gibi insan buraya da [Spatyom ’a ]


gene kendi irade ve isabetli ve isabetsiz karar ve istekleri ile geliyor.
Hatta buradan yukarıya gitmeniz veya tekrar dünyanıza dönmeniz ge­
ne sizin isteklerinize bağlı hâdisattandır,
«Allah nasıl olur da sizi ancak kendi isteği dahilinde çevirip ida­
re eder, ki o takdirde ne şahsiyetinizin, ne de hayatınızın mânası ka­
lır. Dikkat etmiyor musunuz; sizin için Allah'ın hâkim olan tarafı de­
ğil, fakat sadece kanunları vardır. Bu kanunlar ne Allah’tır ne de in­
san! Hâdiselerin cereyanı ise ne Allah’la ne de böyle a priori [önsel]
bir hüküm kabulüyle tesbit olunmuş herhangi bir şekil ve suretle alâ­
kadar değildir. İnsan ilelebet özgürdür.
«İyiliklerin sizi ne kadar yüksek merhalelere yükseltmekte oldu­
ğunu, ruhen ne kadar ve nasıl derinleşip âdeta sonsuzluğu teneffüs
eder, hâle geldiğinizi pekâlâ anlıyorsunuz. O hâlde ne için tekrar fe­
nalıklara, sukuta rıza gösteriyorsunuz? Bu d o mı Allah'tan?
«İyi hâiler Allah’a doğru, fakat kötü hâlleriniz kime doğrudur? Ne
için düşünmezsiniz ki Allah bize nihayetsiz bir şahsi özgürlük ve ruh­
sal iktidar verdiği hâlde, bütün işlerimizi ve seviyelerimizi âncak O ’nuiı-
la kaabili ifade görüyoruz?
«Bu dâva ezeli bir cidal safhasıdır. Yaşıyacaksınız. Pek iyi, pek
fena. Fakat .muhakkak gayeye uygun düşecek seviye ve idraki illâ
istihsal etmeniz lâzım ve mecburidir. İster bin kere dünyaya gelin, is­
ter bir kere. Ne elde ederseniz sizin içindir.
«Allah, Allah’a küfredenleri helâk ediyor mu? Onların sizden da­
ha müreffeh olduklarına çok kere şahit olmuyor musunuz? Bu, ne
mâna ifade eder?»

Yalnız Allah’a karşı değil, en küçük bir insana karşı


da yapılması caiz olmıyan hareketleri yapmakta, insan,
tamamiyle serbest bırakılmıştır. Eğer insanlar, iradele­
rinde, böyle serbest bırakılmış olmasalardı, bu kötü ha­
reketlerini yapmaya değil, yapmak niyetine bile teşeb­
büs edemezlerdi. Zira Muazzam Kâinat’m içinde bir zer­
reden ibaret kalan biçare insan oğlunun bu büyük ve
muhteşem Mekanizma içinde çiğnenip gitmesi, milyar­
larca ton ağırlığı altında bir sivrisineğin ezilmesinden
daha küçük bir hâdise olurdu. Fakat böyle olmuyor ve
bir bedbaht kişinin, Tanrı’ya karşı küstahça küfretmesi,
bütün Kâinat’m Yüksek Varlıklarım titretirken, kendisi­
nin bir tek kılını bile oynatmıyor. Ve bu hareketsizlik,
o varlığın bizzat kendi kudretleri ve nuru parlaymcaya
kadar devam ediyor. îşte ancak kendisi için bu mesut
anın gelişini müteakiptir ki, o adamın bu hareketsizliği
birdenbire şiddetli bir kasırga tufanı hâlini alacak ve
bütün Kâinat’ı kendisine zindan edercesine bir azabm
eşiğinde canlanacaktır. Demekki bu da kendisine gene,
dışarıdan verilmiş bir azap değil, bizzat kendi ruh uyu­
şukluğunun bilâhare meydana çıkan şiddetli yansımala­
rıdır.
İnsanlar ve bütün varlıklar, ruhlarının evrim dere­
celerinin müsaadesi nisbetindeki hayat seviyesine uygun
âlemlerde ve muhitlerde yaşarlar. Ve içinde yaşamaya
mecbur bulundukları o muhitlerin ve âlemlerin tâbi ol­
dukları tabiat kanunlarının icaplarına uymak zaruretin­

27
den de kendilerini hiçbir suretle kurtaramazlar. Başka
bir yerde, hiçbir insanın elini kolunu sallıyarak yürüye
yürüye Ay’a kadar gidip gelemiyeceğinden bahsetmiştim.
Çünkü dünyanın kanunları buna müsait değildir. Ve in­
san da dünyada yaşamak zorunda kaldıkça bu kanunla­
rın icabatımn kapsamı dışına çıkamaz. Fakat bir insan
ruhu tekâmül ederek daha yüksek bir madde âleminin
teşkil ettiği bir muhitte yaşamak ehliyetine vardıktan
sonra o muhitin daha müsait kanunlarından istifade
ederek dünyamızda yapamadığı işleri tabiî bir kolaylık­
la oralarda yapmak imkânını pekâlâ bulabilir. Nitekim
dünyamızda bile, meselâ bir karınca âlemine, bir tayya­
re yapıp Avrupa’dan Amerika’ya beş on saatte uçup git­
mesine imkân verilmemiştir. Ve bu da karınca âlemini,
insanlık âleminden ayıran bir sürü tabiat kanunlarının
kati icaplarından ileri gelmektedir. Şu hâlde bir varlı­
ğın, içinde bulunduğu âlemin tabiî kanunlarının üstüne
çıkabilmesi imkânı ona verilmiştir, ancak bu imkân
onun tekâmülü ile elde edeceği yüksek kudretler nisbe-
tinde mümkün olacaktır. îşte bunun içindir ki emeksiz
yükselme ve yükselmeksizin kudret edinilmesi yoktur.
Bu hakikat anlaşıldıktan sonra haklı olarak denilebilir
k i; insan daima yüksek nasibini ve kaderini, gene kendi
cehit ve iradesinin mahsulü olan evrimi derecesine göre
kazanmış olduğu liyakat ve kudret nisbetinde elde eder.
Daha doğrusu, insanların yaşadıkları muhitte hâkim
olan tabiat kanunlarının üstüne çıkmaları demek, yük­
sek mukadderlerinin, kendilerini lâyık kıldığı bir hayat
seviyesine uiaştırıcı nasiplerini gene bizzat kendi cehit
ve gayretleri ile hazırlamaları demektir.
İnsan, evvelce kendisi için çok yüksek ve hattâ ula­
şılamaz sanılan ve genellikle olmayacak gibi görünen da­
ha yüksek âlemlerin kanunlarına ve icaplarına istek, ce­
hit, gayret, irade ve bunların hepsini toplayan —bil­

28
hassa— tahayyül melekelerini tekâmül için zarurî olan
İlâhî yollarda kullamp yükselerek intibak edebilir ve o
zaman bu kanunların hâkim olduğu muhitlerde yaşa­
mak ve oranın icaplarından faydalanmak, onun için,
hattâ bir zaruret hâlini alır. Bunu daha açık olarak şöy-
lece ifade edebiliriz: İnsana evvelâ mukadder ve nasip
görünmiyen yüksek bir hayat safhası, o insanın İlâhî
İrade Kanunlan’na intibak yolunda devamlı surette gös­
tereceği istek, irade, cehit ve gayret sayesinde kazana^
cağı muayyen bir liyakat derecesinden sonra ona mu­
kadder bir nasip hâlini alabilir. Bu fikrin hakikatini
biraz daha tebarüz ettirebilmek için bir misal üzerinde
konuşacağız: Eğer ben bir mühendis olmayı istemez,
özlemez ve hattâ aklıma bile getirmezsem bu meslekteki
muvaffakiyet şartlarından hiçbirini hazırlamak kudre­
tini gösteremem. Ve böyle olunca da hiçbir vakit mü-
hendilik yapabilecek liyakat ve kudreti kazanamam. Me­
selâ mühendis mektebine gidip okumam. Oradaki bilgi­
leri öğrenemem. Hiçbir mühendisin yanında çalışıp mü­
hendisliğe dair ondan bir şeyler öğrenmek teşebbüsü­
ne girişmem. Ve mühendislik hakkında hiçbir tatbikatta
bulunmam. Bu takdirde mühendis olamamak benim için
elbette mukadder bir iştir. Zira bu şartlar altında ben
hangi hak ve salâhiyetle mühendislik yapabilirim? De-
mekki mühendis olabilmem için muhakkak benim iste­
mem, tahayyül etmem, çalışmam ve yapmam lâzım.
Bunsuz olmaz. Yani, istemeden, çalışarak, hazırlanarak
mühendislik kaderine kendisini lâyık kılacak bir ehliye­
ti iktisap etmeye cehit ve gayret sarfetmeden, İlâhî
İrade Kanunları hiçbir kimseye bol kessden mühendis­
lik yapabilmek kudretini bahşetmez. Fakat mühendislik
kudretini bahşetmiyeceği gibi böyle çalışmadan, isteme­
den, tahayyül etmeden ve o yolda faaliyet göstermeden
hiçbir varlığa daha yüksek ve mesut bir hayata ulaşmak

29
kaderim de nasip kılmaz. Yani Allah’ın lütufkâr müsaa­
desine sığınarak ve haddimiz olmadan biraz ileri gidip
konuşmaya cüret ederek diyebiliriz ki, olayların ifade
ettiği mânalara göre İlâhî Kanunlar müvacehesinde ha­
vadan mükâfat almak yoktur. Eğer, diğerlerine nazaran
çok az çalışarak ve gayret sarfederek çok büyük neti­
celer alanlar da varsa (ki çok vardır) muhakkak bilin­
melidir ki bunların da çok eski hayatlarında, kendileri­
ni bu işlere ve bu hayata liyakatli kılacak bir sürü faali­
yetleri geçmiş ve bu liyakatleri onları, birtakım karma­
şık ve bir tek hayatla izahı mümkün olmıyan bu büyük
işlere hazırlamıştır. Yani onlar bu işlerinde nail olduk­
ları kolaylığı, bedava almış değillerdir. Fakat unutulma-
mamlıdıki bu da büyük hem de çok büyük ilâhi bir ih­
sandır. Ancak, ilâhi ihsan, eski padişahların keyiflerine
göre etraflarına dağıttıkları ihsanlara benzetilemez. Bu­
nun mânası bambaşkadır. Ve keyfi olmak illetinden ta-
mamiyle münezzehtir. İlâhî İhsan demek, İlâhî İrade
Kanunları'nın icaplarına, isteyerek ve gayret sa'rfederek
uymuş olmanın neticelendirdiği bir mükâfat demektir
ki tam mânası ile bu, hak edilmiş ilâhi teveccühün, in­
san mukadderatında tezahür eden bir büyük tecellisidir.
İnsanın, birbirini izleyen büyük mukadderlerine
nail olabilmesi için göstereceği cehde mukabil elde ede­
ceği neticeler elbette bir ilâhi ihsan’dır. Meselâ insan,
bir üzümü dahi kütüğünden koparmak için cehit ve gay­
ret sarfetmezse, üzümün kendisine vereceği iyiliklerden
istifade edemez. Demek ki o, bu nimetten faydalanabil­
mek için üzümü mutlaka hiç olmazsa kütüğünden ko­
paracak kadar ufak bir gayret göstermek zorundadır.
Bununla beraber, üzümü kütüğünde olgunlaştıran ve ha-
zırlıyan da onun isteği, veya cehit ve gayreti değildir.
İşte bu misal, yukardan beri serdettiğimiz mülâhazala­
rın güzel bir izahını daha arzetmektedir ve bu izah da

30
insanların İlâhî irade Kanunları’ndan çeşitli surette is­
tifade etmeleri imkân ve zaruretleri hakkında evveîce
arzettiğimiz mülâhazaların iyice kavranılmış olmasın­
dan sonra kolayca anlaşılabilecektir. Üzümü yetiştirecek
kütük tabiat kanunları uyarınca meyvesini hazırlamış­
tır. İnsana düşen vazife bu kanunların icabatma uyarak
o kütüğe yardım etmek ve üzüme malik olmak arzusu­
nu taşımak ve bu yolda çalışmaktır ki, bütün bu işler
ayrı ayrı, gene birer tabiat kanunundan istifade etmek
kudretini insanın göstermesine bağlıdır. Şu hâlde, İlâhî
İrade Kanunları hiçbir kimseyi zorla hiçbir harekete sü­
rüklemez. Fakat liyakatini ve kazançlarını arttırmak ve
kendisini yükseltmek zaruretini hisseden insanın istifa­
desi önüne, bu kanunlar, bütün kazanç imkânlarını se­
rer. Ve yükselmek ihtiyacını duyduğu nisbette tekâmül
vasıtalarının her türlü şeklinden faydalanabilmesini sağ­
layıcı kolaylıkların insanın kudretlerinin erişebileceği
yerlere kadar uzatır.
Aşağıdaki tebliğ bu fikirleri kudretle ifade etmek­
tedir:

Mustafa Molla... (Yüksek Rehber Ruh)... 1-4-1948

«İlâhî ihsan nedir? Bu sual bizden size doğru sorulursa ne gibi


bir cevapla karşılaşırız, diye merak ve endişe duymaktayız. İhsanın
insandan öteye varm a tahammül ve tecellisi olduğunu unutmamalısı­
nız. Öyle bir idrâki pürfeyze nail olacaksınız ki buna ihsan diyebilir­
siniz. Öylece her türlü hakikat perdelerinin bîrbir' kaldırılması nasip
oluyor. Ve bu uzun yolda [tekâmül yolunda] size şek ve şüphenin
zararlarının crtık devamına müsaade edilmiyor.
«İhsan bir kere, yüreğinizde açılmış, bir ilâhi yöne doğrulmuş te­
mennilerin, dua ve yalvarmalarla birlikte kudretiniz dahilinde çalış­
manızın bir armağanı demektir. Böyle bir şeye mazhar olmanın im­
kânları ne türlüdür ve ne derece olabilmelidir? Asıl size burada izah
eylemekten bir türlü kendimi alamıyacağım en mühim mesele budur.
«İhsanı İlâhînin tabiatta varlıklara, her şeye şamil olduğunu iza­
ha da lüzum yoktur, zannındayım. Evvelemirde bu, insanın şahsen her

31
türlü dünya endişelerine rağmen en az bir say! zihni He [zihnî çaba
ile] anlıyabileceği bir hakikattir.
«Biz, bizden evvelini ve sonrasını tâyinden acizken ne ile iddia
edebiliriz ki dünya işlerinde ve ahiret meselelerinde İlâhî mesağın
(iznin) birinci ahengi teşkil etmediğine inanalım. Elbette hak bir tür­
lü tasavvurdur. Ve o da bizden üstün, bizden sonradır. O hâlde kati
hakikatlerin zuhuru gene onun iradesine bağlıdır. Böylece, düşünün;
hangi imkân vardır ki Allah katında bir sır olsun? Bunun hiçbir se­
bebi mevcut olamaz. En ufak bir cehit en yüksek bir irade arasın­
da netice itibariyle büyük farkların zuhurunu görmenizden tabiî bir
şey olamaz. Bir daldaki meyvenin alınması bile bir cehte mütevak­
kıftır. Bu cehit işte size elmayı getirmiştir. Fakat bu elmayı dala ge­
tiren kimdir? Siz sadece almaktasınız. Amma düşünmelisiniz ki biz de
kendimize göre bir şey izhar edebiliriz. Tabiat karşınızda bütün gizli
çalışmalarıyla neler veriyorsa sizde ruhen öylece yükselme emeliy­
le dolmalısınız. Ve isteyeceklerinize bu yolla erişmeniz tahakkuk ede­
cektir.»

Şimdi burada mühim bir mevzua temas etmenin


sırası gelmiştir. İlâhi İrade Kanunları, zarurî neticeler
doğuran ilâhi müeyyidelerdir (yaptırımlardır). Fakat
bu fikir üzerinde biraz derinleşince, çok mühim bir me­
selenin karşımıza dikildiğini görmekte gecikmeyiz.
İlâhî İrade Kanunları'mn neleri kucakladığını ve
şümulleri (kapsamları) derecelerinin nerelere kadar ya­
yıldığını soramayız. Esasen böyle bir sual de bahis
mevzuu olamaz. Zira bütün ilâhi kavramlar, başlangıç
ve son kayıtlarından azadedirler. Ve bizim bütün bilgi
ve duygu hudutlarımızın dışında kalırlar.
Yalnız şunu bilelim ki, İlâhî İrade Kanunları, Kâi-
nat’taki her varlığa, her zerreye, her hâdiseye, her şeye
hâkimdir. Ve bütün bunlar namütenahi olan İlâhî İrade
Kanunları’ndan muhakkak ya birisinin veya diğerinin
icabatmm tesir ve yardımı ile ancak gerçekleşmek im­
kânına vasıl olabilirler. Kâinat’ta bildiğimiz veya bil­
mediğimiz hiçbir şey yoktur ki İlâhî İrade Kanunları'
nın kapsamı kalsın. Böyle bir şeyi düşünmek o şeyin

32
yokluğunu kabül etmek demektir ki, aslında yokluk
dâhi gene İlâhî İrade Kanunları’nın kapsamına dahil bir
varlıktır. Çok kaba olmakla beraber bu fikrimi bir mi­
salle biraz izah etmek istiyorum. Gerçi böyle İlâhî ve
müteal (aşkın) mevzuları bunun gibi maddî ve kaba
misallerle kıyaslandırarak izaha kalkışmak bir nevi
küstahlıktır, ama ne yapalım, çok iptidaî bir şekilde de
olsa hakikate biraz olsun yaklaşmak arzu ve iştiyakı ile
ara sıra böyle kaba misallere müracaat etmek mecbu­
riyeti hâsıl oluyor.
Sonsuz bir umman tasavvur edelim. Bu umman,
Kâinatı da içine alacak kadar hudutsuz olsun. Bu um­
manın içinde yaşıyan namütenahi varlıklar var. Fakat
bu yaratıkların mevcudiyetleri, ancak bu ummanın var­
lığına bağlıdır. Böylece, en küçük bir zerreden en büyük
ve kuvvetli varlıklara kadar orada yaşıyan bütün canlı
mahlûklar kendi kapasiteleri, ihtiyaçları ve imkânları
nisbetınde bu sonsuz ummanın bir kısmından istifade
ederler. Ve bu varlıklar için hayat sahası ancak onların
bu ummandan istifade edebildikleri yerler olabilir. Me­
selâ çok derinlerdeki varlıklar için ummanın üst kısım­
ları, yaşanacak ve barınabilecek yerler değildir. Varlık­
ların kaabiliyetlerine ve duydukları ihtiyaçlara göre bu
hayat sahaları pek dar bir mmtakaya da inhisar edebi­
lir. Ve o zaman ummanın geriye kalan sonsuzluğundan
onlar ne istifade edebilirler, ne de bundan haberdar ola­
bilirler. Onların bütün kâinatını, bu içinde yaşamakta
oldukları ancak bir su damlacığı teşkil eder. Fakat ister
bir su zerresi olsun, ister o sonsuz ummanın bütününe
nisbetle gene bir zerresi olan büyük bir okyanusu olsun,
onu kullanan ve o zerreden veya okyanustan faydalanan
varlıklar o ummam ne tüketebilirler, ne de onun mahi­
yetini değiştirebilirler. O, bütün zerreleri ile gene bir
umman olarak kalır.

33
İlâhî İrade Kanunları da işte böyle bir umman’dır.
O, Kâinat’ın her zerresini besler, her zerresini yaşatır
ve her zerrenin kendi ihtiyacına ve hayat şartlarına uy­
gun zaruretlerinin tahakkukunu temin eder. Şu hâlde
bu kâinatı teşkil eden varlıklar içindeki irade sahipleri,
kendi ihtiyaçlarının bütün karşılığını istedikçe, özle­
dikçe muhitlerinde muhakkak surette bol bol bulabilir­
ler. Ve bu istekler uğrunda cehit ve gayret sarfettikçe de
o kanunların tahakkuku yolundaki icaplardan istifade
ederek emellerine nail olurlar. Bu bir hakikattir ve biz
bu hakikatin her türlü tecelliyatmı kendi muhitimizde
de her an görmekte ve tatmaktayız. Bunun en basit ve
iptidaî misalini bir ot parçasının, fizik kanunlarından
istifade ederek yerden gıdasını bütün bedenine mayi hâ­
linde çekmesi ve bu suretle hayatını idame etmeye ça­
lışması teşkil eder. Demekki adi bir ot parçası dahi, en
mübrem olan hayatî vasıtasını, yani gıdasını topraktan
gene ancak kendi cehti ile fakat tabiat kanunlarından is­
tifade etmek suretiyle alabilmektedir. Mahlûkatın bütün
bu kullanış ve faydalanış imkânlarının bolluğuna rağ­
men, tıpkı yukarki umman hikâyesinde olduğu gibi, bu­
rada da İlâhî İrade Kanunları’ndan ne bir şey eksilir, ne
de bir şey değişir.
Anlaşılıyor ki, İlâhî İrade Kanunları’nın, bizim seze­
bildiğimiz mahlûkatın doldurduğu Sonsuz Kâinat hisse­
sine isabet eden kısımlarının tatbik sahaları, o Kâinat’m
içinde gene bir Kâinat’tır: Ve orada yaşıyan bütün var­
lıklar da bu tatbikat sahasında kendi ihtiyaçlarına göre,
kendi kudretleri nisbetinde insiyak, istek, irade, tahay­
yül ve daha bilmediğimiz namütenahi canlılık melekele­
rini kullanmak suretiyle bilerek veya bilmiyerek faal bi­
rer rol oynamaktadırlar. Varlıkların tekâmül seviyeleri
yükseldikçe evvelâ yalnız basit ve iptidaî maddî bir ha­
yat zaruretine dayanan bu istek ve ihtiyaçların hududu

34
genişler ve hemcinslerine, hemcinslerinin dışmdakilerine
doğru peyda olan hayırlı ve yükseltici endişelerle, ferdî
hotkâmlığm hududu kırılır ve o zaman onlar, Büyük
İlâhî Vazifeler’in ve Misyonlar’m hizmetçisi hâlini alan
nurlu birer varlık olurlar. Demekki bu vazifeler, bâzan
bir ot parçasında olduğu gibi tamamen şuursuzca veya
daha doğrusu, idraksizce bir insiyak hâlindeki en ipti­
daî irade tecellisi ile yapılır. Ve bu nebat böylece, ancak
kendi hayatı ile, cinsinin sürekliliği ve bâzı noktalarda
da gene bilmeden diğerlerinin faydalanması hususunda
tabiat kanunlarının ancak küçük bir kısmmı kendi kud­
reti dahilinde kullanır. Meselâ köklerini mütemadiyen
toprağın altına salar. Ruhunda henüz irade hâlini al­
mamış insiyak hâlindeki kudretiyle bitki, idrâk etmeden
bu hareketi bizzat kendisi yapar. Onun köklerinin top­
rak altında uzamasını elbette dışardan başka birisi ya­
pıyor, değildir. Bu, onun hayatî kudretinin bir neticesi­
dir, yani kendisinin öz malıdır. Bununla beraber o, bu
inkişafını muayyen bir hadde kadar yapar. Neden? Çün­
kü, onun bu dünyada geçirmesi icap eden hayat tecrü­
belerini karşılayıcı vasıtalar tabiat kanunlarının icabatı
dahilinde o basit ruhun basit insiyaklarıyla gerçekleşti­
rilmiştir.
Bitkinin ruhu, bunu bitki hâlinde iken bilmeden
otomatikman yapar. Yani bu kanunların icaplarından
faydalanır. Eğer onun ruhu, bu kudreti göstermez ve bu
faaliyetten geri kalırsa dışardan hiçbir kuvvet o ot par­
çasının yeryüzündeki hayatını temin için onun kökleri­
ne hazırlanmış gıdayı zorla şırınga etmek külfetine kat­
lanamaz ve bu imkânı da bulamaz, özetle, burada gayet
mazbut birtakım tabiat kanunlarından bu bitki, bilme­
den fakat insiyak ile bol bol istifade etmek hakkım
kullanarak bu işi yapmaktadır. Bir tabiat kaidesi olan
ince liflerin kılcallık [ve geçirgenlik] hassasından istifa­

35
de etmek üzere bitki, bedeninin toprak altında kalan kı­
sımlarım inceltir ve sulak sahalarda yayar. Bu suretle,
bitki hayatı için lüzumlu olan topraktaki su ve bu suda
erimiş maddeler topraktan çekilerek bitkinin bütün göv­
desine dağıtılır. Demek ki, kökünü toprak altına salabil­
mek kudretine ermiş ve bu kudretini tatbikat sahasında
kullanmak liyakatine ulaşmış bitki gibi her varlık, bu
suyu ve bu gıdayı topraktan böylece almak ve ondan is­
tifade etmek hakkını kazanmıştır. İşte bitkinin kök sal­
ması, tabiatın bâzı kaidelerinden faydalanarak kendisini
beslemesi, gıdasını alabilmesi için insiyaki, dediğimiz
hareketler de henüz tam mânasıyla irade denilemiyeeek
derecede basit bir ruh kudretinin ve basit bir cehit ve
gayretin mahsulüdür. Bu da gösteriyor ki tabiat kanun­
ları, ne kadar küçük olursa olsun, kendi kapasitesi ve
kudreti dahilinde ve kendi sahasında faydalanmak isti-
yen her şeyden, hiçbir varlığı mahrum bırakmamakta
ve geri çevirmemektedir.Yeter ki o varlık, bu kanunların,
kendisinden beklemekte olduğu, istifadesine yarayacak
eserleri meydana çıkarmak kudret ve liyakatini özvarlı-
ğınm hareketleriyle isbat etmiş olsun. Bunu yaparsa,
yani köklerini salıverirse ne âlâ, yaşar. Yoksa kurur,
gider. Fakat bir bitkinin İlâhî İrade Kanunları karşısın­
daki vazifesi bu kadarla kalmaz. O, beslendikçe geliş­
mek ihtiyacını gösterir ve bunun için yeni yeni hareket
kudretleri izhar etmeye başlar. Büyür, semalara açılmış
kollar gibi dal ve budaklar oluşturur. Ve bu dallar yap­
raklanır. Bütün bu hareketler, onun yaşıyabilmesi için
başka bir tabiat kanununun icabatmdan faydalanmak
hakkını o bitkinin kullanabilmesi serbestliğinin diğer
bir tecellisidir. Bu yapraklar bitkinin ciğerleridir. Zira
bu yapraklar; hava ve ışık ile onun hayatî usaresinin
temas sahasını teşkil edecek ve bu sayede de gene bir­
takım fiziko-şimik kaidelerin icabatı gerçekleşecek ve

36
bitki bundan kendisi için mühim faydalar temin ede­
cektir.
Görülüyor ki bitki, hayatının idamesi için içinden
gelen itilişleriyle lüzumlu olan organlarını meydana ge­
tiriyor ve ancak ondan sonradır ki onun bu uzuvları ma­
rifetiyle tabiat kuvvetlerinden istifade etmek hakkı ve
imkânı kendisini gösteriyor. Fakat gene iş bu kadarla
kalmıyor. Bitki çiçekleniyor. Bu çiçeklenme hareketi
tabiat kanunları karşısında onun başka bir tertipteki
faaliyetinin bir ifadesidir. Bu ifadede de bitkilerin nesli­
nin süregitmesi sözkonusudur.
Bütün bu hareketleri maddî hareket kompozisyon­
larının kör birer tesadüfü neticesi olarak düşünmeye
çalışan inkarcı bir materyalist görüşü ile mütalâa ede-
miyeceğimiz gibi, varlıkların iradelerim inkâr ederek,
veyahut sembolik birer irade izafe eyliyerek onları dış
ve üst kuvvetlere körü körüne boyun eğen birer kukla
yerine koyup şahsiyetlerini inkâr eden bir cebriyeci (ka­
derci) düşüncesi ile de mütalâa edemeyiz. Bu ne odur,
ne öteki... Bu hâl ancak, İlâhî İrade Kanunları’nm na­
mütenahi tecelliyatından istifade ederek tekâmüllerinin
teminine matuf imkânları tahakkuk sahasına çıkarabil-
meleri için varlıkların göstermeleri mukadder olan ira­
delerinin tezahürleridir. Ve bu tezahürleri göstermek,
her varlık için, hem bir ihtiyaçtır, hem de bir vazifedir.
Burada evrimin ilerleyişi nisbetinde, diğerkâmca (özge-
cil) faaliyetlerin tebarüz etmesi ile; ihtiyaç, vazife ve
misyon mevzuları birleşir ve gayeler böylece yükseldik­
çe ruh kudretlerinin de o nisbette tesirlerinin kapsam
sahası artacağı için ruhların daha zorlu tabiat kanun­
larından istifade etmek imkânları çoğalır. Nitekim, bir
tek basit ağacın bile ilk yetişme anlarında yalnız kendi­
sini olgunlaştırma kaygısı ve bu kaygı etrafında toplan­
mış hareketleri görülürken, olgun bir ağaçta hemcinsi­

37
nin yetişmesiyle ilgili faaliyetler meydana çıkar. Ve bu­
raya gelince o ağaç daha geniş mikyasta tabiat kanunla­
rının icaplarından istifade etmeye başlar. Meselâ çiçek­
leri açılınca etraftan kendisine yaklaşanlar ve kendisiy­
le alâkadar olanlar çoğalır. O artık yalnız topraktan ve
sudan değil; hava, böcek, vb. gibi diğer unsurlardan da
istifade ederek tohumlarım başka yerlere kadar gönde­
rir. Ve bütün bu unsurların çoğu ona, bilmeden bu hu­
susta hizmet ederler. Yani tatlı bir meltem, güzel ka­
natlı bir kelebek, işgüzar bir an, hattâ bir insan eli ona
bu hizmeti ancak o bitkinin bu çiçeklerini ve tohumla­
rını hazırladıktan sonra yapabildiklerini kimse inkâr
edemez. Fakat o bitki de bu iyiliğin karşılığım boş bı­
rakmaz ve bâzan güzel kokulanyla, bâzan lezzetli mey­
veleriyle, bâzan şifa verici tesirleriyle, velhasıl şusu ile,
busu ile etrafındakilere ayrı ayn fedakârlıklarda bulu­
narak borcunu ödemeye çalışır. İşte bu da onun diğer­
kâmca faaliyetlerinden bir nümunedir. Ve bir bitkinin
basit bir insiyakından doğan hareketler ve bu hareket­
lerin ortaya koyduğu eserler, tabiatta kendi varlığına
nisbeten çok mühim kudretlerle, yani İlâhî İrade Ka-
nunlan’mn birer tecellisi olan diğer mühim hâdiselerle
onun karşı karşıya gelmesine ve böylece az çok bir
ehemmiyet kazanmasına sebep olur. Ve böylece de o,
gittikçe tabiat kanunlarının icaplanndan daha geniş öl­
çüde faydalanmak çarelerini bulur. Kök olmayınca göv­
de sulanmaz, çiçek açmayınca kelebek gelmez, özetle,
şahsî cehit ve gayretlerin semeresi görünmeyince tabiat
kanunları, kendisinden istifade imkânlarım bahşetmez.
Her varlık, tabiat kanunlanmn, bilerek bilmeyerek
tatbikatında faal olan bir âmil, bir unsurdur. Ve işte
onun İlâhî İrade Kanunları müvacehesindeki serbestliği­
ni mânalandıran zaruret de bundan doğmaktadır. Ruh
dostlarımızdan Akın: 31.7.1948 tarihinde vermiş olduğu

38
bir tebliğinde: «Her ruh kendi kaabiliyeti nisbetinde ve
ruhi seviyesine göre tabiat kanunlarının tatbikatı saha­
sında yer alır» diyor. Ve keza; 14.8.1948 tarihli başka bir
tebliğinde de: «Şüphesiz, ruhlar tabiat kanunlarını tat­
bike memur değiller midir?» sualini soruyor. Ve keza;
28.8.1948'de verdiği diğer bir tebliğde bu hususda çok
sarih olarak diyor ki: «Her ruhun kendisine göre bir
vazifesi vardır. Ve ruhlar yükseldikçe tabiat kanunların­
dan istifade şekli büsbütün başkalaşır. Kâinat nizamının
tatbikinde en ufağından en büyüğüne kadar bütün ruh­
lar bilerek veya bilmiyerek kendi imkânları dahilinde
vazifelenmişlerdir.»

Mustafa Molla... (Yüksek Rehber Ruh}... 10-11-1949

«B. R. — Yüksek varlıkların, İlâhî İrade Kanunlan'riın tatbikatın­


da birer âmil, birer vazifedar olduklarım sanıyoruz. Buna ne dersiniz?

«M . Molla — Eğer bunu siz anlayabiliyor ve gerçekten samimiyet­


le hakikatin nüansına varabiliyorsanız hemen ve kati olarak söyliye-
yim ki, evet. Fakat bir şey anlamadan bir türiü bunun garabetinden
kurtulmaya muvaffak olmadan sınırlı düşünenler için bunda, hayır,
mânası vardır.*
Yalnız buradaki vazifenin veya vazifelenmiş olma­
nın mânasını iyi anlamak lâzımdır. Bu vazifelenme key­
fiyeti, bir insanın dünyada alelâde bir memuriyete tâyM
edilmesi gibi basit ve itibarı bir hâdise değildir. Keza
ruhların Kâinat nizamında birer vazife sahibi olmaları^
İlâhî İrade Kanunları'nı kendi keyif ve heveslerine göre
istedikleri gibi tasarruf edebilmeleri de değildir. Böyle­
ce, varlıkların, İlâhî İrade Kanunları’ndan faydalanabil­
mek serbestliğini düşünürken yukardanberi ısrarla üze­
rinde durduğumuz noktaları ve daha bilmediğimiz mil-
yonlarca şartlan gözönünde tutmak lâzımgelir. YokSa.
varlıkların, İlâhî İrade Kanunları karşısındaki serbest

39
ve faal hareketlerini yüzeysel ve yarım yamalak bir dü­
şünceye dayanarak kabûl etmek, bunu hiç kabul etme­
mekten daha az zararlı neticeler doğurmuş olmaz. İşte
söz buraya gelince karşımıza, mütalâası icap eden başka
bir bahsin dikiliverdiğini görüyoruz. O halde biraz da
bu bahis üzerinde konuşalım.

f — İlâhi İrade Kanunları'nı Zorlamak Doğru Değildir !

Bir varlık, araçları, icapları, imkânları ve zaruretle­


ri hazırlanmadan kocaman bir dağı devirebilir mi? Ay’ı
gök yüzünden kaldırabilir mi? Veyahut dünya üzerinde
on bin sene yaşıyabilir mi?...
Bu suallerin, ruhlarımızda uyandıracağı tepkiler kar­
şısında şöyle düşünmeye başlarız: İlâhî İrade Kanunla-
n ’mn tatbikatında, insan oğlunun ve bütün varlıkların
elbette belirli bir imkân derecesi ve hududu vardır. Ve
bize göre yukarda söylediğimiz ve bilhassa biraz evvelki
umman misalinde arzettiğimiz gibi, buradaki imkân sa­
hasının hududu, varlıkların evrim derecelerinin kendi­
lerine kazandırmış olduğu kudret ve liyakat nisbetinde
genişler, fakat, hiçbir vakit o ummam kucaklıyamaz. Ve
kucaklıyamıyacaktır. Zira varlıkların evrimleri ve kud­
ret iktisap etme keyfiyetleri nasıl namütenahi ise, o um­
manın hudutsuzluğu ve sonsuzluğu [da] öylece namüte­
nahidir. Böylece birincisinin ötekini yakalamasına, yani,
varlıkların kudretlerinin günün birinde İlâhî İrade Ka-
nunlan'nın sahası hududunu aşarak o ummana tama-
miyle hâkim bir duruma geçebilmesine imkân yoktur,
kanaatindeyiz. İşte böylece bir insanın nasıl, bir Ay’ı
gök yüzünde yok etmesine imkân tasavvur edilemezse,
bir karıncanın da bir kitap yazıp neşretmesine öylece
imkân düşünülemez. Fakat insan için bir kitabı yaza­
bilmek olabilir işlerdendir. İşte buradaki imkân haddi-

40
nin derecelenmesi, karınca ile insan arasındaki evrim
farkının bir icabıdır. Keza, bahçenin bir köşesinde biten
bir mantarın da karınca gibi bütün bahçeyi dolaşarak
beğendiği herhangi bir gıdayı yuvasına taşıyamaması da
gene karınca ile o mantarın evrim farkından ileri gelme
bir icaptır. Ve bu bakımdan mantar, karınca kadar bile
tabiat kanunlarından nisbeten bollukla faydalanama­
maktadır. Yani, karıncamn ruhi kudreti; yürümek için
bir bacağı, yakalamak için bir ağızı, keşfetmek için bir­
takım anten nevinden organik teşekkülâtı idare edebi­
lecek bir kifayet derecesine ulaşmıştır. Ve onun içindir
ki karınca, bu teşekkülâta malik olmakla, tabiat kanun­
larının daha üstün icaplarından istifade hakkını kulla­
nabilmek liyakatine erişmiştir. Halbuki mantarın ruhu,
henüz bu liyakati gösterememektedir. îşte nasıl bitkiler
ve hayvanlar arasında böyle evrim farklarıyla birbirin­
den ayrı kudretler gösteren ve bu kudretleri nisbetinde
İlâhî İrade Kanunları’ndan istifade imkânlarım çoğal­
tan varlıklar mevcut ise, elbette insanlar ve daha Üstün
Varlıklar arasında da öylece İlâhî İrade Kanunlan’m
kullanmak ve onların icaplarından faydalanmak husu­
sunda birbirinden farklı kudretler gösteren ve bu kud­
retlerini evrim dereceleriyle ödeyen varlıklar ayrılmıştır.
Sözgelimi, fiziko-şimik ilimler hakkında hiçbir bilgisi ol-
mıyan çok cahil bir insanın, modem bir fizik veya kimya
lâboratuvarma girerek orada atom enerjisinin teori ve
pratiğinden bâzı İlmî neticeler çıkarıp ortaya koyabil­
mesi imkânı düşünülemez. Bu sahada ilerlemiş bir fizik
âlimine bir çok keşif imkânları bahşeden tabiat kanun­
larının bu lâboratuvar işlerinde hâkim olan icapları, o
cahil adama hiçbir sırrım ifşa etmez ve bir şey söyle­
mez. Keza bir piyano üzerinde senelerce çalışan bir vir­
tüözün parmaklan altında en yüksek ve ruh okşayıcı
nağmeleri çıkaran bir piyano âleti de ömründe bu âleti

41
eline almamış ve hattâ görmemiş elli yaşındaki başka
bir adamın karşısında, hiçbir işe yarâmıyan bir nesne­
den ibaret kalır.
İşte az çok tekâmül ederek insanüstü kudretlere er­
miş bir varlığın karşısında da, dünya şartlan içinde en
kaabiliyetli gördüğümüz bir insan oğlunun durumu böy­
ledir. O insanüstü varlığın bir insana nazaran, tabiatta
yapabileceği o kadar muazzam işler vardır ki, insanın
bunları başarabilme imkânımn mevcut olmayışı şöyle
dursun, hattâ bu yüksek işlerin mahiyetlerini bile idrâk
etmeye kudreti yetmez. Onun içindir ki ruhlar diyarında
ilerlemiş ruhların ne gibi işler yaptıklarını insanlara an­
latabilmek imkânsız bir hâl almıştır.
Bütün bu sözlerden çıkan netice şudur:
İnsanların İlâhî İrade karşısındaki serbestlikleri
tamdır. Fakat bu tamlığm da gene bir hududu vardır.
Ve bu hudut, o varlığın, ulaşmış olduğu evrim derece­
siyle inkişaf eden ruh kudretlerinin tecelliyatma göre
ortaya çıkar, ki bu kudretlerin başında onun görgü ve
tecrübesi, isteği, iradesi, tahayyülü ve daha ileri derece
ve mertebelerde bilemediğimiz kimbilir yüksek hangi
melekeleri gelir. Bu melekeler sayesinde İlahî İrade Ka-
nunları’nm kendilerine bahşetmiş olduğu imkânlardan
istifade ederek, varlıklar, tabiattaki müessiriyet (et­
kinlik) sahalarım genişletirler. Ve o nisbette de aktif du­
rumlara girerler. Yani o nisbette de tahayyüllerini, cehit
ve gayretlerini görgü ve tecrübelerinden almış oldukları
hız ve Yüksek Varlıklar’m gönderdikleri ilham yardımiy-
le geniş ölçüde kullanmak iktidarına, ererler. Fakat bu
sözlerden de açıkça anlaşılacağı gibi bu kullanış babın­
da, gene daima bir hudut vardır ve bu hudut da var­
lıkların evrim dereceleriyle sınırlanmıştır. Varlıklar bü
hudut dahilinde, öz varlıklarının ihtiyaçlarım, özleyişle^
rini ve daha ileri hamle almak zaruretlerini temin mak-

42
sadiyle her şeyi yapmak, ve gelecek hayatlarının yolla­
rım çizmek için kudretlerinin erişebileceği saha dahilin­
de kendilerine yararlı bütün tabiat kanunlarından iste­
dikleri ve diledikleri gibi istifade edebilirler. Ve böylece
yükselirler, yükseldikçe de demin söylediğimiz gibi, da­
ha yüksek kanunların icaplarım kullanabilmek liyakati­
ni kazanırlar. Ve bu hâl, böylece ebediyet içinde uzanıp
gider. İşte tekâmül (evrim) dediğimiz, varlıkların bu
hâli, Kâinat içinde nerede başladığı ve nerede biteceği
bahis mevzuu olmıyan fakat daima güzelleşen daima
gerçekleşen daima ulvileşen bir öyküdür, bir âhenktir»
bir düzendir ve İlâhî İrade Kanunları'nın bir tecellisi­
dir, binaenaleyh bir mukadderdir.
Şu hâlde: «Ben hürüm, tekâmülüme elverişli olan
ve kudretim içinde bulunan her istediğim şeyi yapabili­
rim» demek ne kadar doğru bir söz olursa «ben tabiatta
ne nizam, ne kanun, ne ahenk ve icap tanımam, ben bü­
tün bunların haricinde ve üstünde bir iradeye malikim»
demek de o kadar saçma, o kadar mânâsız ve cahilâne
bir iddia olur. Her varlığın ancak kendi kudreti dahi­
linde ve tekâmül derecesi nisbetinde bir irade serbest­
liğini ve hürriyetini kabûl ettiğimize göre, varlıkların;
akıllan ermediği, his ve idrâklerinin kavrıyamadığı ve
ruh kudretlerinin yetmediği tabiat işlerine burunlarını
sokmaya salahiyetli olmadıklarını da takdir etmemiz
lâzımgelir. Bunu bile bile aksi yolda hareket etmeye kal­
kışan bir insanın muvaffak olabilmesi ihtimalinin, bahis
mevzuu olamıyacağı şöyle dursun, hattâ eldekilerini bile
kendisine kaybettirici birtakım zararlara da düçar ol­
mak tehlikesiyle karşı karşıya kalabilmesi imkânı dai­
ma mevcut olur. Meselâ «Ben İlgaz dağım yerinden oy­
natarak yürüteceğim» iddiası üe ortaya atılan bir adamı,
soluk aldırmadan tımarhaneye tıkarlar. Keza yüzmek
bilmiyen ve bunu öğrenmeden kendisini kaldırıp açık­

43
tan denize atan bir insan elbette boğulur. Bu vaziyet
karşısında Allah’ın adaletsizliğini ileri sürerek serzeniş­
te bulunmak bilgisizce bir iş olur.
Hayat, hâdiseler ve işlerle doludur. İnsanlar kud­
retlerinin dışına çıktıkları zaman, daha doğrusu çık­
mak istedikleri zaman ve herhangi bir cazibenin tesirine
kapılarak boylarından büyük ve akıllarının erdireme­
dikleri hâdiselere burunlarını soktukları zaman, ümit et­
medikleri İlâhî İrade Kanunları’nın birer granit gibi sert
kalelerle karşılarına dikilip yol vermeyen icaplarına ka­
falarım şiddetle vururlar ve biraz daha bu hareketlerin­
de, herhangi bir ihtirasın itişi ile İsrar ederlerse bu haşin
ve aşınmaz granitlere çarpan kafaları incinir ve kanpr.
Bilâkis bütün bu icaplara iyi niyetlerle, diğerkâmlık yo­
lundaki azim ve iradeleriyle kendilerim hazırlamış insan­
lar, bu sahalarda, o kanunların büyük yardımlarından
kolaylıkla faydalanarak çok büyük işler yapabilirler ve
muazzam eserler meydana getirerek ilerleme yolunda
süratli hamleler alırlar. Yani hazırlıksız, olanları perişan
edebilen ayni tabiat kanunları, kendilerini az çok yetiştir-
mis olanlara sevinç, neşeler ve başarılarla dolu, mutlu­
luk verici hayatların kapılarını açarlar.
Demek ki, İlâhî İrade Kanunları’nın daha geniş ve
kapsamlı imkânlarından istifade edebilmek için tutula­
cak yol, o kanunların hâkim oldukları muhitlerin hayat
şartlarına ruh kudretlerini tedricen intibak ettirmeye ça­
lışmaktır, ki buna biz tekâmül (evrim) diyoruz.
İnsanlar, bazen, tabiat kanunlarının neticelerinin isti­
kametlerini de değiştirebilirler. Bu da başka bir durum­
dur. Fakat bunun yukarda söylediğimiz başı boş hare­
ketlerle hiçbir ilişkisi yoktur. Burada, bilâkis, olgunlaş­
mış ve nisbeten tabiat kanunlarının çeşitli icaplarından
lüzumu derecesinde faydalanmak kaabiliyetini kazanmış
varlıklar, kendi evrim ihtiyaçlarım karşılıyacak şekilde,.

44
gene o kanunların icaplarından faydalanarak diğer ka­
nunların icaplarım değiştirebilirler. Meselâ eliyle doğru­
dan doğruya ateşi tutan bir insanın eli yanar. Bu bir
tabiat kanununun icabıdır (7). Ancak, eğer o adam, ate­
şin tesirini ortadan,kaldırıcı bir madde keşfeder ve onu
eline sürdükten sonra ateşi tutarsa bu defa elinin yan­
masına mâni olur. Kıymetli ruh dostlarımızdan Kadri’-
nin aşağıdaki tebliği, bu bahiste bize, çok dikkate değer
bilgiler vermektedir:

Kadri... (Yüksek Rehber Ruh)... 5-7-1948

«Tabiat kanunları o kadar kuvvetlidir ki İnsanlar bunlarla müca­


dele edecek vaziyette değildir. Yalnız, o kuvvetleri, kendi lehlerinde
ve istifadelerine yarıyacak şekilde kullanmak akıllılığını göstermiş
olanlar, hayatta çok muvaffak olurlar.
«B u kudretleri, gittikleri istikametten geri çevirmek için mücade­
lede bulunmak, boş yere hareket etmek demektir. Bunların gidiş yol­
larını değiştirmek suretiyle onlardan büyük istifadeler temin edilir. Me­
selâ kuvvetli akan bir sudan yüzyılınızın gelişimi oranında istifade et­
mek kolay ve herkes için yapılması mümkün bîr iştir. Fakat bu suyu
büsbütün durdurmaya çalışmak doğru değildir. (s)
«Günlük bütün hâdiselerde size etkin olan kuvvetleri, kendi ta­
rafınıza çekmeyi bilirseniz, ondan fayda görürsünüz. Bir günlük ha­
yatınızda, sabahtan akşama kadar tabiattaki kuvvetlerin üzerinize ne
şekside müessir (etkin) olmakta bulunduğunu bir kere düşününüz. Ev­
velâ güneş, açık havadaki cereyanlar, akan sular, içtiğiniz sular, rüz­
gârların istikametine nazaran kendi mevkiiniz; bulunduğunuz yerde,
yattığınız yerlerde, yıldızlara ve aya karşı olan vaziyetiniz üzerinde du­
rur ve bunları kontrol edebilir ve sizin için en istifadeli cepheyi ken­
dinize verebilirsiniz. Bu kudretler zararlı değil, çok büyük faydalar ve­
rerek, üzerinize, kendi kudretlerinden birer parça eklerler. Bunların
tersini yaparsanız o kuvvetler sizi yere serer. Bunun için dikkatli olu­
nuz.»

Tabiat kanunlarından en iyi istifade yolu görgü ve


tecrübe ile bulunur. Ve bu da gene insanın evrimi ile alâ­
kalı bir mevzudur. Görgü, tecrübe ve bilgi noksanlığı
yüzünden illiyet prensibine [nedensellik ilkesine] vâkıf

45
olmıyan ve her hâdisede bir tesadüf, bir rasgele kavra­
mına inanan insanların tabiat kanunlarından istifade sa­
haları daralır. Ve onlar hakikaten kendi telâkkilerine
göre gelişi güzel yaşamaya başlarlar. Dostumuz Kadri,
bir tebliğinde şunları söylüyor:

Kadri... (Yüksek Rehber Ruh)... 3-9-1947

«Hiçbir kudret, ezelî kanunun dışına çıkamaz. Her şeyde bir ted­
riç kaidesi vardır. Hayatta, bütün varlıklar her isteklerine birden nail
olmak imkân ve fırsatını bulsalardı, bütün âlemlerin hiçbirisine lüzum
kalmazdı. Bunlar (arzunun dışında vaki olan hâdiseler) geçilmesi za­
rurî olan sarp, dik ve bâzan kayalık, bâzan da güneşli yollardır.»

Ve nihayet bize ilk tebliğleri veren değerli Üstadı­


mızın aşağıdaki sözleri çok kuvvetli bir dayanak olmak­
tadır:

Üstad... (Yüksek Rehber Ruh)... 5-5-1936

«İnsan iradesinin tabiat kanunları karşısında mevkii, o kanunla­


ra tevafuk ettikçe [uygun geldikçe] tesirini göstermesi, muhalefet et­
tikçe göstermemesi, şeklindedir.
«Evvelâ şunu söyliyeyim ki, tabiat kanunları sizin ihata edemi-
yeceğîniz derece çok kapsamlı ve karmaşıktır. Böylece, bir kısım ta­
biat kanunlarına muhalif gibi görünen bir irade, diğer birtakım tabiat
kanunlarının tesiri ile kendisini tahakkuk ettirir. Her iki takdirde de,
eğer maksatlı hayır ise, ona göre, şerre yönelik ise gene ona göre
âkibete vâsıl olur.»

Bu sözler çok açıktır. Ve üzerinde durup düşündük­


çe insan, hayatında muvaffakiyetle tekâmül imkânları ve
yolları hakkında daha belirgin düşünce ve fikirlere sa­
hip olabilir.
Özetle, insanlar tabiat kanunlarına bilerek veya bil-
miyerek karşı durmakla değil, bilakis onlara uyarak ha­
yatta galip ve muzaffer durumlara girebilirler. Ve gene
ancak tabiat kanunlarının muhtelif icaplarından istifade

46
ederek daha yüksek kanunların ve bu kanunların icapla­
rından doğan realitelerin geçerli olduğu âlemlere yükse­
lirler. Tedricî, fakat durmadan ileriye doğru hamle al­
mak azmi ile yapılan tahayyül ve bu tahayyül peşinde ve
elbette büyük bir hüsnü niyetle, yani yalnız diğerkâmca
düşüncelerle gösterilecek cehit ve gayret, bu işteki mu­
vaffakiyeti, yani İlâhî İrade Kanunları’ndan mütemadi­
yen faydalanabilmek liyakatini ve sonuç olarak, ruhun
evrimini hazırlayıcı vasıtaların başında gelen birer ruh
kudreti’dir.
2. BÖLÜM

Büyük Tabiat Hadiseleri ve Manaları


«Biz eşyayı ne kadar analiz edersek edelim ve onu ilk aslına yani
ana maddesine döndürmeye çalışırsak çalışalım mutlaka sonunda
kâinatı meydana getiren atomların bağlı bulunduğu fizik kurallarının
varlığını kabullenmek zorunda kalırız. İşte bu kanunlar aslında yara­
tıcı bir gücün yani Tanrı G ücü’nün delilinden başka birşey değillerdir.
Bu kâinatta meydana gelen her olayı işte O Yaratıcı takdir buyur­
muş ve yürümesi gereken plânı O çizmiştir. Elektronları, protonları ve
nötronları yöneten Allah, onlara belirli özellikler vermiş ve onların ha­
reket tarzının süresini kararlaştırmıştır.»
Prof. Dr. Edwin Faust
(Fizik Bilgini)

a — Birinci Yazı: 18-12-1958... İstanbul

[Dtinya Organizması, Yaşamı ve İdareci Mekanizma]


Etrafımızda dikkatlice baktığımız zaman, belirli
amaçlara yönelik intizamlı bir yürüyüşün mevcudiyetini
açıkça görürüz. Toprağa atılmış küçük bir tohum, ve­
rimli bir ağaç haline girmek istikametine yönelen bir
sürü inkişaf safhası geçirir. Ve bu safhalar çok hesaplı
olarak, birbirini destekleyici tarzda arka arkaya sıra­
lanmıştır. Vücudumuzdaki insan idrâkinin kavnyamıya-
cağı birçok olay, insan hayatının devamım hedef tutan
maksatlı bir yolda birbirine sımsıkı bağlı olarak [sürüp]
gitmektedir. (9)
Her birimizin kendi inkişafına mâtuf bir hayat plâr
nı vardır. Eğer şöyle 50-60 yaşlarına geldikten sonra ba-

4?
şımızı geriye çevirip arkamızda bıraktığımız hayatın hâ­
diselerini görebilirsek, onların [belirli bir] plân dahilin­
de birbirine ne kadar büyük bir intizam ve tertiplerle
bağlanmış olduğunu görürüz. Hattâ bu sırada vaktiyle
kendimize hiç münasip görmediğimiz ve hoşnutsuzluk­
la reddetmeye çalışıp da başımızdan atamadığımız öyle
hâdiselere de rastgeliriz ki şimdi onların hiç de bizim o
zaman zannettiğimiz gibi birer felâket değil, bilâkis bizi
olgunlaştırıcı birer âmil olduklarım tasdik ve kabûl et­
mekten başka bir şey yapamayız.
Dünyanın hâli de böyle değil mi? Dünya yüzeyi bir
takım parçalara ayrılmış bir bütünden ibarettir. Ve gö­
rünüşte bir parçanın diğerinden tamamiyle ayrı olması­
na rağmen, görünmiyen kuvvetli bağlarla bunların birbi­
rine sımsıkı bağlanmış olduğunu pekâlâ biliriz. Bu par­
çalardan birinin diğeriyle olan bütün alâkalarının kesil­
diğini farzedersek, onun hayatiyetinin o andan itibaren
sönmeye başladığım düşünmemiz icap eder. Şu halde,
yeryüzünün bu çeşitli parçalarım birbirine karşı her
cepheden faydalı ve verimli bir denge hâlinde tutan ve
insan kudreti dışında kalan bir sürü tesirin bu işlere
karıştığım kabûl etmek durumunda kalırız.
Özetle, her zerrenin kendi bünyesinde şaşmıyan bir
tertip, her organizmada aksamıyan bir düzenli faaliyet
ve tabiatta, Kâinat’ta aynı nizam ve tertiplere riayetkâr
veya daha doğrusu onları ’ destekleyici ahenkli ve mak­
satlı bir İdare Mekanizması mevcuttur.
Acaba bu hakikati objektif ve direkt olarak müşa­
hede ve tahkik etmek imkânlarına kavuşamaz mıyız? Ve
bunun için nasıl hareket etmemiz ve nasıl bir metotla
çalışmamız lâzımdır? Her çalışmanın bir lâboratuvan,
her bilginin bir tatbikatı olacağı gibi elbette bunun da
da bir lâboratuvarının ve tatbikat sahasının mevcut ol­
duğunu kabûl etmekte haklıyız.

49
Her iş kendi muhitinde ve kendi ölçüsünde kıymet­
lendirilir ve gene kendisine uygun vasıta ve malzemeler­
le başarılır. Böyle olduğuna göre Evrensel bir nizam ve
ahengin Yüksek Şuurlu İdareci âmillerinin biraz daha
yakından tetkik ve tesbiti, alelade bir fiziko-şimik lâbo-
ratuvarımn dar duvarları arasında ve imkânları ancak
muayyen ve mahdut kaba maddelere göre tâyin ve tah­
dit edilmiş kısır aletleriyle mümkün olmaz. O halde ne
yapacağız?
Buradaki lâboratuvarımız, tabiatın, dünyamızın biz­
zat kendisi olacak. Ve orada en basit görünen bir hâdi­
seden, idrâkimizin, hattâ sezgimizin ancak yakalayabile­
ceği en zorlu ve büyük hâdiselere kadar vâki olan her
olayı (—gene Kâinat hakkındaki bilgilerimizin imkânla­
rına yaslanarak— ) ince bir düşünce, ve kıyas mekaniz-
masiyle germeye ve tetkik etmeye çalışacağız. O zaman
şuurlu, idrâkli ve plânlı bir Sevk ve îdare Kudreti’ne
sahip tesirlerin veya vibrasyonların bu hâdiseleri mey­
dana getirdiğini ve bu işleri ancak onların yapabileceği­
ni anlamaya başlarız. Meselâ durup dururken muazzam
bir kasırganın ortaya çıkışı (—bütün eksik fizik izahla­
rına rağmen— ) yaptığı işler ve meydana koyduğu neti­
celerle bize Yukarı’lara ait bir çok şeyler öğretebilir. Bir
yerde âni olarak patlak veren büyük ve tahripkâr bir
zelzele ve bu zelzelenin akışı esnasındaki mânalar gene
şuurlu tesir ve vibrasyonların müdahaleleri hakikatini
ispat eder.
Tıpkı bunlar gibi, meselâ hiç beklenilmeden gelen
muazzam bir su baskınının bir ormanı sürükleyip gö­
türmesi, bir şehri veya bir kasabayı tahrip etmesi, bir
çok zararlara ve ızdıraplara sebebiyet vermesi ve bu yüz­
den bir çok yeni yeni hâdiselerin ortaya çıkışı insanla­
rın idrâk ve iz’anlarını zorlayıcı ve bu suretle de onların
az çok uyanabilmelerine yardım edici neticelerin hâsıl

50
oluşu, bu işte başı boş yürüyüşlerin rastgele hareket et­
tiklerini göstermez. Bilâkis Kâinat’m büyük nizam ve
ahengindeki dengeyi temin eden, daha doğrusu böyle
bilhassa yıkıcı ve tahrip edici görünüşleriyle evrimin
mühim bir cephesini hazırlıyan bu hâl, bütün bu görü­
nüşlerinin arkasında gayet hesaplı ve tertipli büyük
İdareci Tesirler’in mevcut olduğunu bize öğretir.
O halde, bizim burada yapacağımız şey etrafımızda
cereyan edecek olan hâdiselerin oluşlarını, sebeplerini,
neticelerini ve âmillerini araştırmak ve bu araştırmala­
rın meyvalarını elde etmeye çalışmak olacaktır.

b — İkinci Yazı: 19-12-1958... İstanbul

[Çeşitli Tabiat Olayları ve İlliyet Prensibi]


Dünyanın her tarafında şimdiye kadar izah edile­
memiş bir sürü olağanüstü hâdise, gelmiş geçmiştir. Ve
hâlen de bunlar olagelmektedir. Hayat dedikoduları ara­
sında, insanların bunlar üzerinde durup, düşünüp kendi
mukaderatını ilgilendiren bu olayları illiyet prensibi
[nedensellik ilkesi] cephesinden incelemeye vakit bula­
mamaları, onların [o olayların] gözlem değerlerini or­
tadan kaldırmış olmaz.
Gerek eski ve yeni mukaddes kitaplarda, gerek ta­
rih kitaplarında; kavimlerin ve milletlerin başlarından
geçen ve bazen felâketli manzaralar arzeden büyük, kü­
çük hâdiselere ait hikâyeler yazılıdır. Dikkatli ve şümul­
lü (kapsamlı) bir bakışla bunları tetkik edersek, felâ­
ketli görünen bu olayların o andaki toplum insanlarına
ait iyi kötü bir takım ruh halleri ile, toplumsal alışkan­
lık ve eğilimlerle, içtimai durumlarla olan alâkalarım az
çok sezmeye muvaffak oluruz. Meselâ eski «MU» kıt’a-
sının ileri gelen Yöneticileri orada vukua gelecek olan
felâketli büyük hâdiseleri daha evvelden haber vermişler

51
ve hayattaki insanlık vazifelerini kaybetmeye yüz tut­
muş MU sakinlerini ikâz etmeye çalışmışlardı ( 10). Daha
berilere gelirsek, İtalya’ya gidenlerimizin şahit olduğu
meşhur Pompei şehrinin harabelerini görürüz. O zaman
25.000 den fazla sâkini bulunan bu şehrin maddeden baş­
ka bir kıymet tanımıyan halkının en lüks hayat safhala­
rında yaşarken bir gün şiddetleniveren bir volkanın kız­
gın külleri altında kalarak nasıl kaskatı kesildiklerini
hâlâ oranın müzesinde saklı bulunan taş haline gelmiş
insan ve hayvan cesetlerinin manzarası bize çok iyi an­
latır.
Hâdiseler mânalarla doludur.
İnsanların, oluşlarından beri gördükleri basit bir
yağmur hadisesinin hayatta oynadığı yaşatıcı rollerini
idrâk etmek için senelerce yağmursuz kalmış, susuz bir
bölgede vukuu muhakkak olan felâketleri görmeyi bek­
lemelerine lüzum kalmamalıdır. Gerçi bunu herkes tak­
dir eder ama, bu basit yağmur hâdisesinin arkasında sı­
ralanan bir sürü sebebi düşünmek insanlara belki zor ve
belki de lüzumsuz gelir. Acaba dünyadaki hayat imkân­
larının tahakkuku için lüzumlu olan bu hâdiseyi kolay­
laştırıcı şartların tam vaktinde ayarlı olarak denkleşti­
rilmesi suretiyle yağmuru neticelendirmesinde âmil olan
şeyler nelerdir? Burada kör tesadüflere inanırsak yağ­
muru husule getiren bir sürü şartın sıralarını, yerlerini
ve zamanlarım değiştirmesinin her an mümkün ve hattâ
muhakkak olabileceğini düşündüğümüze göre acaba bu
şartların ne için böyle ölçüsüz ve yersiz karşılaşmaları
ile dünyamız yer yer yağmursuzluktan kavrulup gitmi­
yor veya bunun tersine olarak meskûn kıtaları seller ve
tufanlar mütemadiyen alıp götürmüyor? Bununla bera­
ber gene de buna benzer hâdiseler birer felâket halinde
görülen durumlarıyla, fakat daima ölçülü ve hesaplı ola­
rak yer yüzünde vukua gelebilmektedir.

52
Fakat bu yağmur hikâyesinden başka mutad dışı
görünen biraz evvel bahsettiğim diğer daha büyük tabiat
olayları da vardır ki bunlar az çok büyük birer felâket
olarak vasıflandırılır. Bilhassa bunların ehemmiyeti üze­
rinde durmak isterim. Zira karakterleri itibariyle bunlar
bir taraftan bütün yıkıcı görünüşlerine rağmen, dünya
hayatının yer yer inkişafını hızlandırırken diğer taraf­
tan da insanları kendi hâl ve hareketlerinin muhasebele­
rini yapmaya mecbur kılmaları bakımından, dikkate şa­
yan birer durum arzederler. Ve bu bakımdan bunlar yer
yüziindekilerin evrimleri ve selâmetleri için çok lüzumlu
bir hal alırlar.
Burada bir iki misal vermek isterim.
Evvelâ İngiliz ve Amerikalıların her sahada büyük
cehit ve gayretleriyle vukua gelmiş bugünkü inkişaf se­
beplerinden birisini teşkil eden; memleketlerinde vâki
olmuş büyük hâdiselerden bir ikisini gözden geçireceğiz.
Onaltmcı asrın yarısında Londra’da büyük bir veba
salgını olmuştu. Bu âfet, kısa bir zamanda yüzbinlerce
inşam hayattan alıp götürdü. Bu vak’aya ait yazıların
ifade ettiğine göre, bu salgının hüküm sürdüğü zaman­
larda Londra sokaklarında eksik olmayan cenaze ara­
balarının tıkırtılarından ve korku, ıstırap içinde aklını
yarı yarıya kaybetmiş olarak evlerinden dışarı fırlayan
insanların deli gibi korkunç haykırışlarından başka bir
ses duyulmuyordu. Londra’da bu âfetin sıcaklığı henüz
geçmeden, yâni bir sene sonra ikinci bir âfet, bir yan­
gın felâketi meydana çıktı. Bu yangın en çok bir hafta
içinde bütün Londra şehrini bir tane sağlam bina bırak-
mamacasma muazzam bir kül yığını haline soktu.
Keza on yedinci asrın ortalarına doğru Bengal Kör­
fezinde deniz karadan 12 metre yükselerek şehre saldır­
dı ve şehri baştan başa taradı. Bu hengâmede 250.000
kişi öldü. Ve denizde de büyüklü küçüklü 2.000 gemi ha­
rap oldu ve battı.
53
Asrımızın başında Teksas’ta vâki olan büyük bir ka­
sırgada Galveston şehrinde binlerce evin çatısı uçtu ve
gene binlerce ev tamamiyle yıkıldı, sağlam bir tek bina
kalmadı.
Lizbon’da, iki bin kilometrelik bir sahada vâki olan
bir zelzele 50.000 insanın ölümüne sebep oldu ve şehir­
deki 20.000 evin 17.000 tanesi tamamiyle yıkıldı. Diğer­
leri de oturulmaz bir şekilde harap oldu.
Onyedinci asrın ortasında Hindistan’da vukua gelen
büyük bir zelzele 300.000 kişiden fazla insanı öldürmüş­
tü. Fakat bundan evvel Çin’deki bir zelzelede 800.000 ki­
şi ölmüştü.
Şimdi nisbeten daha yakın zamanlara gelirsek C11)
bu geçmiş facialardan geri kalmayan yenilerini de göre­
biliriz. Meselâ Akdenize komşu Pele dağının eteğinde
bulunan St. Pierre şehri bir volkanın birdenbire püskür­
mesi ile büyük bir felâkete uğramıştı. Püskürmeden bir
gece evvel, ani olarak, yakıcı bir kasırga kopmuş, bu
kasırga ancak bir iki saniyelik müdetle geçtiği bütün
yerlereki taşları bile kor haline birer ateş parçası yapa­
rak bütün şehri baştanbaşa taramış ve 28.000 insanı bir
an içinde ciğerlerini yakmak suretiyle öldürmüştür.Kasır-
ga sahasında bulunan gemilerin personelleri kaynayan
denizin sıcaklığiyle yanmışlardır. Fakat bu ateş kasır­
gası St. Pierre’i taradıktan sonra orada durmamış, ci­
vardaki St. Philomene şehrine atlayarak orasını da gene
bir kaç saniye içinde kıpkırmızı bir kor haline soktuk­
tan sonra büyük bir arazi kısmını silip süpürmüştür.
Pele dağındaki bu âfetin bilânçosu bir anda 63.000 insa­
nın ciğerlerinin kavrularak ölmesi, 14 geminin batması
ve 25 kilometrelik bir sahanın harabe haline gelmesiyle
kapanabilmiştir.
Bunlar tarihte geçen tabiat âfetlerinin pek küçük
bir kısmıdır. Ve sebeb-netice prensibi cephesinden tetki­

54
ki gereken birer hâdisedir. Her hâdise muhakkak bir tar
kim sebeblerin neticesi olduğu gibi, gene her hâdisenin
muhakkak bir takım neticeleri mevcuttur. Şu halde ge­
çen yazımda da belirttiğim gibi, hâdiselerin sebeplerini
ve neticelerini araştırmak zahmetine katlanmak şartıyla,
insanların şimdiye kadar anlıyamadıkları ve kimisinin
çözülmez bir muammadır hükmünü verdiği, kimisinin
rastgele olaylardır dediği ve kimisinin de omuz silkip
geçtiği bu hâdiselerdeki sebeb ve netice zincirini ancak
bunların derin ve bilgili düşüncelere dayanan gözlemleri
yardımıyla çözebiliriz. îşte bizim şimdilik bu ilk serî­
deki yazılarımızın gayesi, her insanın olduğu kadar bil­
hassa aydınların, etrafımızda cereyan eden veya edecek
olan büyük tabiat hâdiselerini bu cepheden görüp dü­
şünebilmeleri lüzumunu tebarüz ettirmektir. Bu sırada
daima göz önünde tutulması icab eden ve düşünceye ışık
tutacak olan ana bilgi şudur: Her hâdisede bir mâna
vardır ve bu mânanın tekâmülü hızlandırma gayesine
matuf olan esas veçhesi bir nizamın ve tertibin dünya­
mızdaki akışını sağlıyan büyük İdareci bir Mekanizma’-
nın mevcudiyetini ifade eder. Ve hâdiseleri sırasıyla,
yoluyla, yerinde olarak birbirine bağlayan bir sürü tesir
ağı, bu Mekanizma’nın lüzumlu ve kudretli bir vasıtası­
dır.

c — Üçüncü Yazı: 23-12-1958... İstanbul

[Evrensel îdare Mekanizması ve Türkiye’deki Olaylar]

Evvelki iki yazımdan birincisi, genel olarak dünya­


n ın uzvî ve hayatî bünyesini destekliyen şuurlu ve idrâk-
li dünya üstü bir îdare Mekanizması’nm mevcudiyetine
ait bâzı mütalâaları ihtiva eder. İkincisi, dünyada gelmiş
geçmiş normal üstü bâzı tabiat olaylarından ve bunların
insanlar arasında yapmış oldukları ıztıraplı ve korkunç
görünen neticelerinden ve bu neticelerin illiyet prensip­
leri ile olan münasebetlerinden bahseder. Bu yazı ise
mûtat olmıyan ve felâketli görünen bu büyük tabiat ha­
diselerinin gene illiyet prensibi karşısında Kâinat’taki
o Büyük İdare Mekanizmasına olan bağlantısını ve bü­
tün inkişaf eden memleketlerde olduğu gibi memleketi­
mizin de bu bağlantı sahasının dışında kalamıyacağım
belirtecektir.
Bu yazı, bundan evvel yazmış olduğum yazıların he­
def tuttuğu noktayı belirtmek gayesine mâtuftur. Orar
da bâzı felâketli tabiat hâdiselerinden İsrarla bahsedi­
şim, belirtmek istediğim bir problemin daha iyi bir iza­
hım sağlamak içindi. Bu problem nedir? Bundan sonra
gelecek ilk yazılarımda vâzıh görüşmelerini yapabilmek
imkânına kavuşacağımızdan emin bulunduğum bu prob­
lemin şimdilik elimden gelebildiği kadar izahım yapma­
ya çalışacağım.
Geçen iki yazımda az çok belirttiğim gibi, bütün bu
olağanüstü tabiat hâdiselerinin büyük hedefleri vardır.
Ve bunlardan birisi de o .hâdiselere şahit olan veya mu­
kadderleri o hâdiselere bağlı bulunan bir sürü insanın
tekâmül etmesidir. O2)
Bir yerde, beşeriyetin felâket damgasını vurabilece­
ği büyük veya küçük ızdıraplarla birlikte, olağanüstü
herhangi bir tabiat hâdisesi zuhur ederse, orada mu­
hakkak kütlevî yâni azçok geniş bir insan topluluğunu
ilgilendiren evrim sözkonusu olur. Dünyada gelip geçen
bütün felâketli zamanları, mutlaka, azçok belirli bir ev­
rim hızı takip etmiştir. Bu tekâmülün; o sırada ölenler,
yâni felâkete kurban oldu denilenler için de böyle olup
olmadığını münakaşa etmemize, bu yazılarımızın içeriği
bugün henüz müsait değildir. Ve esasen bu husus, diğer
müşahedeleri elde ettikten sonra daha geniş bir bilgi
kadrosu içinde düşünülebilecek bir durum arzeder. Biz

56
şimdilik böyle tabiat âfetlerinden artakalan olarak dün­
yada kalan insanlardan bahsediyoruz.
Filhakika dünyada vâki olan bütün felâketler, fer­
din ve toplumun evrimini muhakkak hızlandırıcı bir et­
ken olmuştur. Bundan başka, insanların dünya üzerin­
de yer yer ve zaman zaman evrimlerinin sür’atlendiril-
mesi de, esasen bir tabiat kanunu icabıdır. Ve tarih bo-\
yunca vukubulmuş sayısız hâdiselerin tetkikiyle anlaşı­
lacağı gibi, dünyamız bugünkü evrim düzeyine işte böy­
le topluluklar arasında zaman zaman vâki olmuş, büyük
sosyafl ve tabiî hâdiselerin insanlara yaptırdığı hamle­
lerle ulaşabilmiştir. ( 13)
Mesele bu bakımdan gözden geçirilince bu hâdiseler
(—ne kadar felâketli olursa olsun— ) insanlık için bir
yükselişin ve kurtuluşun hem sebebi, hem de ifadesi ola­
rak görünür. Gerek bilgi, gerek kültür iktisabında, evrim
ve gelişim hızını arttırmak gayretiyle senelerdenberi çır­
pınıp duran memleketimizde de elbette bu hızı liyakat­
lerimize uygun bir şekilde her sahada temin edici bazı
hâdiselerin vuku bulacağım beklemek tabiatıyla bir icab
olur ( 14). îşte biz bu gibi hâdiselerle karşılaştığımız za­
man bu bekleyişimizin bizlere ne derece faydalı kazanç­
lar temin edeceğini de bu yazılarımızla şimdilik hiç ol­
mazsa hissettirmeye uğraşıyoruz. Ve ilerde zamanı gel­
dikçe bu hissedişlerimizi yavaş yavaş daha geniş bilgi
ve idrâklere doğru gütürecek olan görüşmelerimize
muntazaman devam edeceğiz.
Bu büyük hâdiselerin ilk anlarda; evvelce bahsetti­
ğimiz büyük âfetler gibi geniş çapta olmayacağım hesap
ve kitaplara dayanan tekâmül mevzuunun icablarından
çıkartabiliriz. Böylece önceleri gayet basit ve dünyada
sık sık görülebilen bazı olağanüstü ve nisbeten küçük
hâdiselerin memleketimizde de vukubulabileceğini he-
saplıyarak idrâk ve bilgi kapasitelerimizi ona göre alıcı

57
ve faydalamcı açık bir anten halinde hazır bulundur­
maklığımız bizim için elbette çok faydalı ve hattâ lü­
zumlu olur.
Acı bir ilâcın öldürücü bir hastalığın defetmesi gibi,
elbette az çok acılığı bulunan bu türlü olayların karşı­
sında tiksinmek veya şaşırıp kalmak insana büyük bir
şey kazandırmaz. Fakat öyle bir hengâmede, bu yazıla­
rımızın taşıdığı mânaları iyi hazmetmiş olup, tatbikatta
onları kullanabilenlerin istifadesi büyük olur. Böylece
daha iyi tebarüz ettirmiş olmak için, bu mânaları kısaca
ve şimdilik son söz olarak tekrar ediyorum
Her olayın bir sebebi vardır.
Bu sebep de ağırlaşmış bir evrim hızını arttırmaya
yöneliktir. Keza ne kadar az veya çok felâketli görünür­
se görünsün, her hâdise hayırlı, iyi ve insanların yük­
selmesi için lüzumlu unsurları hazırlayan bir sürü neti­
ceyi peşinden sürükler. Şu halde bunlar tabiatın rastge-
le birer kötü tesadüfü değil, Yüksek Kâinat Kanunlan'-
na dayanan şuurlu ve idrâkli bir İdare Mekanizması’nm
tertipleri, nizamları ve icablan'dır. Bu İdare Mekaniz­
ması, elbette dünyamız üstü bir kudretin ifadesidir. İşte
bütün bu olayların ve gelecek şeylerin insanlara açıklan­
ması lâzım gelen şu andaki en önemli mânası da onla­
rın, bu İdare Mekanizmasını isbat edici birer delil ve bi­
rer ışık mahiyetini taşımış olmalarında mündemiçtir.
İlerisi daha çok derinleşen bu büyük hakikati, şim­
dilik ancak bu kadarcık ve biraz da müphemiyet içinde
ifade edebilmiş oluyoruz. Fakat bu kısa izahlar, gelecek
günlerimiz için kâfidir. İlerde, daha müsbet müşahede­
ler karşısında daha açık ve daha geniş ölçüde görüşece­
ğimizi ve bu suretle de yazılarımızı okuyan dostlarımı­
za bu yoldaki bilgilerinin artması babında, daha faydalı
olabileceğimizi kuvvetle umuyorum.

58
3. BÖLÜM

Yüksek idare Mekanizması ve illiyet Prensibi


«Dünyamızın dışındaki diğer yıldızlarda mevcut olan birçok ele­
mentleri deneme imkânına sahip bulunduğumuzu belirtmek isterim.
Şimdiye kadar yapılan çalışmalarda yeryüzünde bulunan elementlerin
aynısının diğer gezegenlerde ve bizden çok uzaklarda bulunan yıldız­
larda da mevcut olduğu anlaşılmıştır. Çok uzak mesafelerde bulunan
yıldızlar da dünyadaki elementlere benzer elementler ihtiva etmekte­
dir. Bilim adamları bugün bu Kâinat’ın çok uzak mesafelerinde yer
alan gök cisimlerine, dünyamıza hükmeden fizik kanunlarının hük­
metmekte olduğunu kabûl etmektedirler. İşte biz kâinatın neresine yü­
zümüzü çevirirsek çevirelim sonsuz bir yaratıcının gücünü vazettiği
ahengi görürüz. İşte bütün bu saymış olduğum gerçekler, içimde hiç­
bir şüpheye mahal bırakmadan kudret sahibi bir tanrının bu kâinatı
yoktan varedip hedef ve yönünü tayin ettiğini kabûl ettirmiştir bana.»

Prof. Dr. Johne Adolf Butıler


(Kimya Bilgini)

a — Birinci Yazı: 5-1-1959... İstanbul

[Evrensel İdare Mekanizması ve Hayatın Tanzimi]


Bir saatin kapağını açıp içine baktığımız zaman,
orada bir sürü dişli çarkın birbirine bağlı olarak işlediği­
ni görürüz. Beşinci çarkın dişleri dördüncü çarkın diş­
leri ile kenetlenmiştir. Böylece dördüncü çarkm dişleri
beşinci çarkın dişlerine, üçüncü çarkmkiler dör­
düncü çarkınkilere, ikinci çarkmkiler üçüncü çarkm-
kilere, birinci çarkın dişleri de ikinci çarkın dişlerine
bağlanmışlardır.. Bu bağlantıların bir neticesi olarak,
baş tarafta gerilmiş bir yayın boşalması ilk çarktan iti
baren bütün çarkları ve son çarka tâbi akreple yelkova­
nı mekanik bir tertibe göre döndürmeye başlar ve bü­
tün bu mekanizmanın işlemesi de muayyen bir zaman
akışını insanlara göstermeye yarar. Burada İsrarla söyle­
meye lüzum yoktur ki bütün bu çarkların ve yayların
hiç birisi böyle bir maksat ve neticenin vukuunu düşü­
nerek, his ve idrâk ederek dönüyor değillerdir. Bu ta­
mamiyle mekanik bir harekettir ve bu mekanizmanın
kendisine şuur ve maksat mefhumları izafe edilemez.
Bununla beraber, burada çok hesaplı ve tertipli bir işin
vuku bulduğunu açıkça görmekteyiz. O halde zamanı
göstermek kastiyle bu tertibi meydana getiren idrâkli
müessir kimdir? Elbette insan. Bu çok basit misalden
şu neticeyi çıkarıyoruz: însan, zaman akışı hakkında
bilgi edinmek için bir saat makinesi yapmıştır. Bu saat
makinesi gene ayni maksatla insan elini idare eden bir
şuur ve idrâkle, daha doğrusu irade ile kurulmakta ve
otomatik olarak işletilmektedir. îşte burada neden ve
sonuç kavramının en basit ve açık bir şemasını görüyo­
ruz. Bu mefhumun başında illet veya sebep olan insan
iradesi, sonunda akrep ve yelkovanın saat kadranı üze­
rinde dönerek, zamanı gösterme neticesi vardır.
İlliyet prensibi, idrâk ve şuurlu kaynaklardan kopan
tesir ve vasıtalara bağlı mekanizmaların işlemesindeki
neticelerle ifade edilir. Yani illiyet prensibi altında yü­
rüyen her işte, malûm veya meçhûl bir kasta yönelmiş
idrâkli tertipler ve nizamlar vardır. Bu saat misalinden
başka, dünyada hangi makina vardır ki idrâkli bir mü­
essir tarafından düzenlenmiş olmasın ve muayyen bir işi
yapmak gayesine yönelmiş bulunmasın? İşte neden ve
sonuç.
Şimdi bu mekanizmayı biraz daha yükselterek da
ha geniş bir sisteme geçiyoruz. Neye matuf olduğunu
şimdilik düşünmeden, köpek neslinin dünyada devam
edip gittiğini ele alalım. Bu hâdise birbirine bağlı bir
sürü elemanın fizyolojik faaliyetleri ile meydana gelmiş
olan bir neticedir. Ancak bu elemanların, yani erkek ve

60
dişi köpek organizmalarının hiçbiri vazifelerini yapar­
ken bu neticenin, yani bir yavruyu meydana getirmenin
idrâkine asla varmış olmamaktadırlar. Bunları bu yola
doğru tahrik eden görünürdeki âmil, her iki cinse mu­
sallat olan, önüne geçilmez şiddetli bir cinsiyet arzusu
otomatizmasıdır. Ve bu otomatizmanm da basit bir in­
siyaktan, bir vasıtadan ibaret olduğunu elbette biliriz.
Zira bu otomatizma ne erkek, ne de dişi köpeklere yav­
ru meydana getirmek gaye ve maksadını telkin etmiş ol­
muyor. Fakat gene de açıkça görüyoruz ki bu kör cinsi­
yet insiyakı, neticede bir köpek yavrusunun dünyaya gel­
mesi için alevlenmiştir. Ve netice elde edildikten son­
ra bu içgüdü de bir müddet için tekrar sönük hale dö­
necektir. Köpek neslinin sürmesini hedef tutan bu içgü­
dünün hedefine uygun şartlar altmda, böyle muayyen
zamanlarda yanıp sönmesi ve bu itilişlerle gene ayni he­
def yolunda muntazaman işleyen fizyolojik fonksiyon­
ların büyük bir tertip ve nizam üzere birbirini tâkip
etmesi, elbette hesaplı, kitaplı bir idare işidir. Eğer bu
İdareci Mekanizma’yı (—bu işte esasen kendileri birer
vasıtadan ibaret olan— ) karışık bir takım fiziko-şimik
vetireye bağlıyarak, onlarla [konuyu] aydınlatmaya kal­
kışırsak bilâkis zindan gibi karanlık bir kuyuya dalar
gideriz. Hakikatte görelim, görmiyelim, bilelim, bilmi-
yelim burada hiç şüphesiz dişi ve erkek köpekleri bir
araya getirip onlardan yavrular hâsıl ederek köpek nes­
lini dünyada devam ettirmek gayesini güden şuurlu, id­
râkli büyük bir İdare Mekanizması vardır, ki bu Meka-
nizma’nm idrâki ve görüş kapsamı dişi ve erkek köpek­
lerin duygularından da, iç organlarının birbirine bağlı
fiziko-şimik faaliyetlerinden de, hattâ dünyadaki bilim
adamlarının akıllarının ermesinden de daha çok üstün­
dür. Ve bu Mekanizma, etraftan gelen bütün yıkıcı men­
fi tesirlere rağmen, yüksek maksat ve gayesine doğru
şaşmadan ve durmadan hızla yürümektedir.
61
Misalimize devam ediyoruz. Ana köpek, yavrusunu
doğurur doğurmaz eğer onu terkediverirse yavru yaşa­
yamaz, ölür ki, bu da o İdare Mekanizması'nm gayesine
aykırı düşer. Peki ama, hangi köpek, yavrusunun yaşa­
ması lüzumunu düşünür ve bunun için de ona lâzım ge­
len ihtimamı göstermesinin icap ettiğini anlıyabilir? Bu­
nunla beraber, o, yavrusuna öyle bir taassupla sarılır ki
onun yaşaması için icap ederse canını bile feda eder.
Halbuki ona bu mükellefiyeti yükleten otomatizma kör
bir sevgi bağından ibarettir ve bunun da fonksiyonu an­
cak yavrunun hayatta kendisini kurtarabileceği yaşa ge­
linceye kadar devam eder, ondan sonra biter. Peki ama,
şu idraksiz ve bilgisiz hayvana, uzun vâdelere bağlı ge­
lecekteki bir sürü hâdisenin tertibine dahil olacak yav­
rusunu beslemek ve büyütmek fiilini yaptıran bu sevgi
insiyakını, kim vermiştir? Misalimizde biraz daha ileri
gidersek bu sualin ehemmiyetini daha iyi belirtmiş olu­
ruz.
Bu bahsettiğimiz üstün şuur ve îdare Plânı'nm
programında ileriye ait başka bir hâdise daha mevcut
olabilir ve meselâ dünyadaki mühim bir şahsiyetin ku­
durarak ölmesi icabeder. Bu ölümün tahakkuku için de
o kişinin hasta bir köpek tarafından ısırılması lâzım ge­
lir. İşte köpeğimiz bunun için hazırlanmış olabilir. Ar­
tık bundan sonra siz bu köpek yavrusunun yalnız bu bir
tek cepheden dahil olacağı hâdise kombinezonlarını dü­
şünebildiğiniz kadar çoğaltırsınız ve bu suretle de neti­
celerin ne kadar sonsuz imkânlar içinde çoğalmakta ol­
duğunu görürsünüz. Meselâ o şahsın kudurarak ölme­
siyle, dünyadaki ilim adamları kuduz aşısını bulmak
için seferber olacaklar, bu sâyede gösterecekleri cehitli
ve gayretli araştırmalarla kuduz aşısını bulacaklar ve
böylece insanlığın bu âfetten korunmasını sağlayacak­
lardır. Veya o mühim adamın bu suretle ölmesinden bir

82
harb zuhur edecek, beşeriyet bu harbin neticesinde bir
sürü ızdırap çekecek, hanumanlar sönecek, ölümler ve
hastalıklar birbirini takip edecek, neticede büyük bir
uyanış ve kendine geliş hâli sonucu, bir insan kütlesi
tekâmül hızını arttıracak ve yükselecektir, vb. Bütün
bunlar o Yüksek îdare Mekanizması’nm illiyet prensibi
ışığı ile çizmiş olduğu, insan aklının sonuna kadar ula-
şamıyacağı hâdiseler yolundaki sayısız akışların sonsuz
varyeteleridir.
Şu küçük misallerden anlaşılıyor ki bütün bu girifit
olaylar, inceden inceye hesaplanmış ve çok sağlam bağ­
larla birbirine eklenmiştir. Bu bağların uçları ise insan
kudret ve idrâkinin kavrıyamıyacağı Büyük idare Sis-
temi’ni yürüten yüksek tesirlerin derin kaynaklarında-
dır. Bu hakikati bütün hadiselere genelleyebiliriz. îşte
evvelki bölümde de ısrarla söylediğimiz gibi ( 15) dünya­
da vâki her hâdisenin, her hareketin, her tezahürün mu­
hakkak surette bir mânâ taşıdığını, bu mânâda o Büyük
îdare Mekanizması’nm güttüğü gaye ve maksatların giz­
lenmiş bulunduğunu burada biraz daha izah etmiş olu­
yoruz. Bu mevzuda insanlara düşen ilk vazife, hâdiseler­
deki bu mânâları okumaya çalışmak ve [buna] alışmak­
tır.

b — İkinci Yazı: 5-1-1959... İstanbul

[Evrensel İdare Mekanizması ve Kendini Tezahürü]


Her hareketin, her hâdisenin bir dili vardır. Bu dili
anlıyabilenlere hâdiseler, Kâinat'm sonsuz görünen sır­
larından bir iki tanesinin daha, nasıl çözüleceğini öğre­
tir. Çünkü insana sır görünen olayların âmilleri büyük
ve küçük bütün bu hâdiselerin müessiri olan işte bu
muazzam, Evrensel bir İdare Mekanizması’nm içinde
saklıdır.

63,
Burada size bizzat müşahedesini yaptığım bir hâdi­
seden bahsedeceğim. Bir akşam insanların diğerkâmlık
duygusu ile işlerine ve vazifelerine bağlılık dereceleri
hakkında bir hayli düşündükten sonra yatıp uyumuş­
tum. Sabahleyin biraz su ısıtmak için havagazmı yaktım.
Henüz bir dakika geçmeden gazocağının ateşe yakın bir
köşesinden tahtakurusu kadar ufak bir örümceğin dı­
şarı fırladığını ve ocağın demir ayağından aşağıya doğ­
ru koşarak indiğini gördüm. Hayvan besbelli yavaş ya­
vaş kızmaya başlayan demirin sıcaklığından, kaçıyordu.
Ocak ayağının dibine kadar indi ve orada biraz durdu ve
geriye dönerek tekrar eski yerine doğru koşa koşa çık­
maya başladı. Fakat yukarı, yuvasına çıkmasıyla gene
koşarak aşağıya inmeye başlaması bir oldu. Zira ocağın,
yuvasının bulunduğu üst kısmı alt kısımlara nazaran da­
ha çok kızıyordu. Ama aşağıda gene duramadı ve bu de­
fa daha çok koşarak tekrar yuvasına doğru tırmandı.
Duramadı ayni süratle aşağı indi. Fakat bu defa ayağın
dibine kadar inmedi, yarı yola gelince geriye döndü ve
bir daha yuvasına tırmanmaya başladı. Artık orası ken­
disinin dayanamıyacağı kadar kızmıştı. Hızı kayboldu.
Adeta zorla ve aşıla aşıla yuvasının bulunduğu ateşe doğ­
ru çıkmaya uğraştı. Bu sırada ön taraflarının renginin
değiştiğini, kül rengi hâlini aldığını gördüm. Yani hay­
van yavaş yavaş yanıyordu. Dayanamadı geriye döndü
ve ancak birkaç adım aşağıya indikten sonra hayret ve­
rici bir cüretle yukarıya doğru döndü, yüzü yuvasına
çevrilmiş olarak birkaç adım daha ancak atabildi. Ora­
da bütün vücudünün kül rengi haline girdiğini gördüm.
Hayvan ne ileri gitti, ne de artık geri dönebildi. Orada
öylece asılı kaldı, yani yandı.
O anda bu hâdise bana pek çok şey öğretti. Evvelâ
o sırada zihnimi işgal eden bir problemin burada açık
bir müşahede içinde cevabını buldum. Bu örümcek, ihti­

64
mal, yuvasında başlanmış bir işi, kendinden beklenme­
dik bir şekilde bir türlü terkedemiyordu. Hattâ yavaş
yavaş yanmak gibi işkenceli bir ızdıraba dahi cesaretle
göğüs gererek yuvasına dönmekte İsrar ediyor ve bu
uğurda âdeta kahramanca, tedricen kavrularak yanmca-
ya kadar azminden dönmüyordu. Hangi tesirin altında
olursa olsun şu zavallı idrâksız küçük mahlûkun, canım
verecek kadar işlerine karşı gösterdiği cehti derin derin
düşündüm. Bu düşünce beni, akıllı ve vicdanlı insanla­
rın bazen çok küçük nefsânî endişeler ve kendilerine en
az zarar verici engeller karşısında bile en büyük ve mu­
kaddes insanlık vazifelerinden korkup kaçmalariyle in­
sanlık kudretlerinin nasıl heba edilip gittiğine dair bü­
yük bir kıyas bilgisine götürdü.
Bu hadisenin öğrettiği şeylerin İkincisi şudur:
Hiç bir hayvanın böyle yana yana bir ateş tehlikesi­
ne ısrarla koşması mutat olaylardan değildir. Ve bu
örümceğin o sabah gözümü açar açmaz karşıma bu ib­
ret verici haliyle çıkarılması, benim için fevkalâde bir
hâdisedir. Asıl bu işin dikkate değer ciheti de, bir gece
evvel kafamda uzun uzadıya düşünülmüş bir meselenin
bu hâdise içinde tam manasıyla cevabının verilmiş ol­
masıdır. Ben tesadüfe inanmam. Kör tesadüf itikadı, il­
liyet prensibi hakkmdaki bilgisizliğin neticesidir. Böyle­
ce, bu ancak, geniş bir bilgi ile ilgili olarak, o sıralarda
kafamda dolaşan bir konunun cevabım, hâdiseler içinde
bana vermeyi münasip gören Yüksek İdareci Mekaniz-
ma’nm bu hayvanı feda ederek tertiplemiş olduğu bir
tebliğ’dır, bir bilgi’dir ( 1Ğ). Ve ben senelerce sonra, bu
gün olduğu gibi tam zamanı gelince o bilgiyi aynen mü­
şahedemle birlikte sizlere ulaştırarak o Yüksek İdare
Mekanizması'na karış olan borcumu ödemiş bulunuyo­
rum. Hayatımda buna benziyen öğretici hadiseler sayı­
sız denecek kadar çok geçmiştir. Bu da bana verilmiş

65
bir imtiyaz değildir. Bütün insanların kendi ihtiyaçları
nisbetinde önlerine her gün konan, fakat ancak onların,
buları okuyabilenlerine mânâlar dolusu sayfalarım açan
büyük tabiat kitabı, işte gene o yüksek ve bütün Kâinat’ı
kapsamına alan İdare Mekanizması’mn insanlara bahşet­
miş olduğu imkânlardan biridir.
O halde her hâdise bir mânâ taşır ve her hâdise ba­
zı bilgilere ihtiyacı olan fertlere veya topluluklara, taşı­
dığı mânânın şekline göre küçük, büyük, hafif, şiddetli
ve hattâ bazen de insanların kafasına vururcasma felâ­
ketli ve ızdıraplı karakterler arzederek gelir. İşte böyle­
ce bir gemiyi yüzlerce yolcusu ile birlikte kısa bir za­
manda denize gömen bir Tomad’m (tomade), C17) esi­
şinde kitaplar dolusu mânâlar vardır. Şehirleri allak bul­
lak eden büyük bir yer sarsıntısının, ormanları, kasaba­
ları sürükleyip götüren muazzam bir selin, bir anda on
binlerce inşam yakıp kavuran bir yanardağ infilâkının
felâketli telâkki edilen neticelerinde de, böylece, insan­
lara tatbikat dersleri içinde bilgiler veren bir sürü mânâ
saklıdır.
Bilhassa şu sıralarda yurttaşlarıma bu noktayı tek­
rar ele alıncaya kadar unutmamalarını tavsiye ederim.
Ve şunu da ilâve ederim ki, insanlar böyle büyük tabiat
alaylarının sadece görünen maddî cepheleriyle ve bunlar
hakkında beş duyu organlarını ilgilendiren kaba hissi
taraflariyle uğraşmayıp biraz da illiyet prensibi inancı
ve bilgisiyle Yukarılar’a varırlar. O zaman hâdiselerin
dillerinden anlamak imkânını elde etmiş olurlar. Ve işte
o zaman Kâinat Sırları'mn perdeleri kendilerine kısım
kısım açılmaya başlar. Esasında, bakılırsa bu olaylar, bu
neticeye ulaşabilmeleri imkânlarını sağlamak için insan­
ların gözleri önüne serilmektedir. Buna rağmen burada­
ki İnsanüstü Tesir Mekanizmaları’nı görmemekte İsrar
eden beşeriyetin gözlerini delercesine kendisine musal­
lat olan bu hâdiseler, elbette bir gün onun gözlerini aça­
caktır.
c — Üçüncü Yazı: 5-1-1959... İstanbul

[Evrensel îdare Mekanizması ve Evrimin Yönetimi]


Etrafımızdaki bütün yürüyüşlerin belirli bir amaca
doğru gittiklerini görüyoruz? Evrim ve gelişim isimle*
riyle adlandırdığımız bu amaç, apaçık olarak gözlerimi­
zin önünde cereyan edip durmaktadır. En küçüğünden en
büyüğüne kadar herşey, bir gelişim akışı içindedir. Bir
bebek zayıf ve cılız olarak doğar, büyür, ergin, kuvvetli
ve verimli bir insan halini alır, nihayet ihtiyarlar, ol­
gunlaşır ve tecrübe sahibi bir varlık kudretiyle dünya­
ya gözlerini kapar. Fakat onun yerini daha mütekâmil,
daha gelişmiş yeni nesiller birbirini müteakiben doldu­
rur. Bu arada maddelerin kaliteleri değişir. Onları kul­
lanma tarzları daha yüksek tertiplere tâbi tutulur, es­
kiden tahayyül bile edilemiyen seyyal ve zorlu madde
hâlleri, insanların elinde birer oyuncak hâline girer.
Her şey hatta ölümler, savaşlar, felâketler, binbir ızdı-
rap kaynağı olan hâdiseler kendi kadroları içinde hep
gelişim ve yükseliş halindedirler.
Bir tek hareket bile boş ve mânâsız değildir. Her
hareket bu büyük evrim ve gelişimin gerçekleşmesi için
lüzumludur. İnsanların aksaklık hâlinde gördükleri bo­
zucu, yıkıcı ve kendilerini rahatsız edici bazı hâdisele­
rin menfi durumları, onların, Kâinat'taki nizam ve
ahengi teşkil eden büyük gelişim istikametinden ayrıl­
mış olduklarım asla ifade etmez. Zira bu menfilik, bu
aksaklık, insan bilgi ve görgüsünün dar kadrosundan
taşamıyan kısır bir görünüşün mahsulüdür.
Böyle olunca, büyük bir gelişim yolundaki bütün
bu hadiseler elbette kendi kendilerine olmuş şeyler de­
ğildirler. Zira böyle ahenkli bir yürüyüş; nizam, tertip,
program ve bilhassa namütenahi evvellerini, namütena­

67
hi sonralarım müdrik şuur ve kudretlere dayanan üs­
tün bir idare işidir. Bu idare kudretidir ki büyük pren­
sipler dahilinde hâdiselerin birbirine zincirleme bağlan­
masını neticelendirir. Bu idare kudretidir ki birbirine
bağlı olan hâdiselerdeki illiyet prensibi dediğimiz se­
bep-netice kanununun tecelliyatım temin eder. Bu ida­
re kudretidir ki, böyle her neticenin bir sebebe, her se­
bebin bir neticeye dayanması sayesinde Kâinat’m niha­
yetsiz değişiklikler, dağınıklıklar ve rabıtasızlıklar için­
de görünen en küçüğünden en büyüğüne kadar sayısız
olaylarının koca bir bütün halinde tam bir ahenkle ev­
rim ve gelişim hedefine doğru yol almasını sağlar. îşte
bu bakımdandır ki dünyadaki her olayın, her hareketin
mânâsı bu idare Kudreti’ni ifade eden Büyük Mekaniz-
ma'mn tecellilerinde gizlenmiş olarak bulunur.
O halde bu İdare Kudreti’nden fışkıran Kâinat'm
bütün olayları, bize, bir sürü tabiat sırrını ve bu arada
aşıl kendi varlığımızın hikmetini ve manasını öğretir
ki insanlığın bugün en ziyade muhtaç olduğu ana bilgi
de işte budur. Ve bu günkü beşeriyet ( —tam idrakine
varmış olmamakla beraber— ) bu bilginin peşinden çır­
pınarak koşmaktadır.
EVRENSEL ÇİLE

Biz bilindik bilinmedik


Görüldük görülmedik
Sözler dedik duyulmadık
iki cihan arasında

Bizi yuvamızdan aldılar


Bir yüce hırka için
Bitmeyen çile’den sarılan
Yirmi üç yumağına

Gidiş bitmeyen yolculuk


Gurbetlerden gurbetlere
Evren böyle sıla bize
Gizem dolu yollarında

Evrim denen isimledir


Yüce Sevgili insanlara
Kavuşanı olmadı çünki
Hem O ’na hasret hem kollarında

27-8-1979
İstanbul
DİPNOTLAR

(1) Bkz: N EO - SPİRİTİZM , kitap -11... Böl: 2/c


(2) B kz:N EO - SPİRİTİZM , k ita p -11... Böl: 2/b

(3) Beden organizması İle ilgili bir diğer tabiat kanunu'nu kullanabil­
me melekesi edinildikten sonra, çıplak elle de kor ateşler tutula­
bilir, ateş korları üzerinde yürünebilir ve ülkemizdeki Rufai Der­
vişleri gibi, korkunç sıcaklıktaki fırınlara girilip, yanmadan çıkı-
labilir...

(4) Dr. Bedri Ruhselman'ın burada belirttiği kitap, daha sonra ya­
yımlanmamıştır, ne varki, sizlere sunacağımız çeşitli kitaplarımız­
da, bu konu, yeterince işlenmiş olacaktır.
(6) Üstteki 4 no’lu dipnotunda da belirtildiği gibi, çeşitli kitaplarımız­
da «irade» ve «imajinasyon» konularını işleyeceğiz.
Bkz: EV R EN SEL EVRİM YO LLA R I, kitap-3 7... Böl: 2/©
(«) Yeryüzünü akıl almaz bir karanlık ve kısır döngüye sokan beşe­
rî gerilik ve bunu bir vasıta olarak kullanan ve beşeriyeti ölçüsüz
derecelerde ve şekillerde istismar eden, her ülkedeki birer avuç
«küçük insanlıklam’ın yaptıkları da işte budur.
(7) Üstteki 3 no’lu dipnotunda da belirtildiği gibi, elin bu türlü yan­
masını engelleyen daha değişik tabiat kanunları’nın bir meleke
olarak edinilmesi sonucu, elbette el veya ayak veya vücut yan­
mayabilir. Bu meleke olmaksızın, ateş, kuşkusuz organizmayı ya­
kacaktır.
(8) Tabiatın, son derece kompleks, çeşitli dengeleri vardır. Bunların
bilgisizce ve bozguncu bir tutumla tahrip edilmeleri, olmadık fe­
lâketlerin ortaya çıkması demektir.
(9) Bkz: D O S TL A R P L Â N I-1 ... Böl: 3 / S ır a -3
(10) Bkz: M U, kitap-10... Böl: 7/b... (Ayrıca: E k -1 )
I11) Bkz: SADIKLAR PLÂNI - 3... Bölüm - 1
Bkz: D O S TL A R P L Â N I-1 ... Bölüm - 8
Bkz: N E O - SPİRİTİZM , kitap -11... Ek Bölüm - 2
(12) Bkz: SADIKLAR P L Â N I-3 ... Böl: 1 / S ıra -7

(13) Bkz: D O S TL A R P L Â N I-1 ... Böl: 1 / s ıra -8


Bkz: D O S TL A R PLÂNI - 2... Böl: 2
(14) Bkz: SADIKLAR PLÂNI - 3... Böl: 1/Sıra: 2, 3, 5, 8

(15) Bkz: Bölüm - 3... a - Birinci Yazı.

(le) Sadıklar Plânı, bir tebliğinde. «Yeryüzü tümüyle bir tebliğ ala­
nıdır.» demektedir. Bu ifadenin anlaşılması, hayatın kuşattığı olay
ve oluşumların ihtiva ettiği çeşitli bilgileri, o olay ve oluşumlar­
dan alabilmekle, kişi, İdareci Mekanizmamın, nice nice, olaylar
ve oluşumlar tarzında ortaya çıkan tebliğleri'ni görebilir.
(lT) Tom ade: Nispeten ufak bir alanı kaplayan ve çoğunlukla yaklaşık
400 m. çapında olan son derece şiddetli bir hortum. Daha ziyade,
yağm ur mevsiminin-başında ve sonunda Batı Afrika'da ve Nisan -
Tem m uz aylarında Amerika'da meydana gelir. Çoğu kez gökgü-
rültüsü ve şiddetli yağmurlarla birlikte görülür.
YAYIM LA N M IŞ KİTAPLARIM IZ

1. A Ğ A R T A ... (Yeraltı Uygarlığı) ................................................ 30 TL .


2. U F O BİLİM SEL KURAM LARI .................................................... 30 T L .
4. Ö LÜ M ve Ö T E S İ... (Bilimsel İncelenimi) ............................ 30 T L .
5. R E E N K A R N A S Y O N ... (Genedoğmak Bilimsel İncelenimi) ... 30 T L .
9. EKM İNEZİ... (Geçmiş Yaşamlara Transla GeriDönüşler)... 50 T L .
10. M U ... (Tarih Öncesi Evrensel Uygarlık) ............................... 50 T L .
11. N EO SPİRİTİZM - M O D ER N SPİRİTİZM ................................ 50 TL.
12. U F O -A P O L L O ... (Ortak Uzay Uçuşları) ............. ................. 30 T L .
13. S P E K TR A - URI G E L L E R ... (Hoova Planeti Misyonu) ...... 30 T L .
14. UZ A Y LILA R ... (Genel Bilgiler) ................................................ 30 TL.
15. Ö LÜ M VE A H R E T... (Temel Bilgiler) . . ' . . . ............................ . 30 TL.
16. UZAYLI İN SA N LA R ... (Bilimsel İncelenim) ........................... 30 T L
17. K O ZM O S'D A N D Ü N Y A LILA R A ... (Ummo Planeti Misyonu) 30 TL .
18. D Ü N Y A Ö Ğ R E T M E N İ... (Altın Çağ Rehberliği) ...... ............. 30 TL.
19. T E L E P A T İ... (Uygulama Deney ve Yöntemleri) ............... 30 TL.
20. USO - O IN T... (Denizaltı Uygarlığı) ....................................... 30 TL.
21. L E V İTA S Y O N ... (Yerçekimini Yenen İnsanlar) .................... 30 TL.
22. S O V Y E TL E R U F O KURAM LARI ............................................. . 30 TL.
23. SİRİUS M İSYO N U ... (-Bildirge-) ............................. >............... 30 TL.
24. KIRLIAN P H O TO G R A P H Y (Biyoplazmik Bedenler) ..... 30 TL.
25. Ö N C Ü - U F O G E N E L YAPILARI ............................................. 30 TL.
26. EVREN UYGARLIKLARI ............................................................ 30 TL.
27. İNSAN VE K E H A N E T... (Kanıtlı Öngörümler) .................... 30 TL.
2rt. UZAY ÜSSÜ A Y ... (Gizemli Yapay Planet) ....................... 30 TL.
29. IŞINLAM A .. (Olaylar, Gözlemler) .......................................... 30 TL.
30. M E D İTA S Y O N ... (Transandantal) .......................................... . 30 TL.
31. G Ö R Ü N E N R UHLAR... (Bilimsel İncelemeler) ................... 30 TL.
32. EVRİM Ü S TA D LA R I... (Venüs Planeti Misyonu) .................... 30 TL.
33. A G A R TA ... (Mahatmalar Misyonu) ......................................... 30 TL.
34. U F O L O Jİ (Uzaylılar Bilimi) ....................................................... 30 TL.
35. DUR UG Ö RÜ (Zaman Mekân Dışı Ruhsal Gözle Görüm) 30 TL.
37. EV R EN SEL EVRİM YOLLARI ............................ ........................ 30 T L .
38. PSI-TIP (Ruhsal Cerrahi) ....................................................... . 40 TL .
39. APORLAR (Ruhsa! Işınlamalar) ............................................. 40 TL.
40. PA R APSİKO LOJİ BİTKİLER ARAŞTIRM ASI .........- .............. 40 TL.
41. M E D Y O M LU K (Ruhsal Celseler) .............................................. 40 TL.
43. EV R EN SEL Y Ö N E TİC İ M EKANİZM A .................................... . 40 TL.
1. C ilt: SADIKLAR PLÂNI (Altın Çağ Misyonu) ......................... 30 TL .
2. C ilt: SADIKLAR PLÂNI (Altın Çağ Misyonu) .......................... 5P TL.
3. C ilt : SADIKLAR PLÂNI (Altın Çağ Misyonu) ........................ . 3ü TL.
1. C ilt: D O S TL A R PLÂNI (Altın Çağ Misyonu) ......................... 40 T L .
2. C ilt : D O S TL A R PLÂNI (Altın Çağ Misyonu) ................... 50 TL.

BİLİM A R A ŞTIR M A M ERKEZİ P.K. 1072 — İS TA N B U L


Çeşitli tabiat olayları, çeşitli sosyal olaylar, çeşitli psikolojik olay­
lar, çeşitli kütlesel hareketler... vb, bunlar giderek yeryüzünü daha bir
h e rcüm e rç ederek. B ü y ü k Hazırlık günlerini yaklaştırmaktadır. Çeşitli
beşer toplumlarının üzerlerine yöneltilen üstte sayılan kategoriler içine
giren olayların nedenleri, anlamları ve am açları nelerdir ve onlardan
nasıl etkilenmeli ve ne gibi dersler almalıdır ki, gitgide çoğalan bir
tempoda türlü-çeşitli felaketler halinde cczbedilmiş ve cezbediliyor ol­
masınlar?..

Beşeriyet karanlık bir yoldadır, karanlığa girmiştir ve çevresini ku­


şatan karanlık, bu beşeriyeti, daha bir am a n sız hallere uğratacaktır.
Bu duru m d a n tek çıkış yolu va rd ır ki, o da. Göksel Işıkları benimse­
mek ve onlar ile yeryüzünü ışıtmaktır..

Öylesine gün le r gelmektedir ki, herkes kazandıklarının m addî ve


manevî sonuçlarını k e s e n k e s bir şekilde yaşam ak ve onların getire­
ceklerine katlanmak zorunda kalacaktır. O zam an, -ye ryü zü , ölçüsüz
kahroluş çığlıklarıyla kaplanacak, fakat o çığlıkları, onları ç ığıranlar-
dan başkaları is e ‘ duym ayacaktır. Merhameti reddedenlerin, merhameti
göremeyecekleri «kısasa kısas» günlerinde, bugünlerin bu karanlık be­
şerlerinin başlarına gelecek olanlar, «b ü yü k insanlık» için büyük bir
ölçü oluşturacaktır.

Bu yapıtla şu hususlara ilişkin bilgi edinebilirsiniz:

İlâhi İrade Kanunları ve Kesenkes İşleyişleri


İlâhi irade Kanunları ve S on su zluğ u Sorunları
İlâhi İrade Kanunları ve Varlık İradesiyle İlişkisi

Büyük T a b ia t Hadiseleri ve Nedenleri - A m açları - Anlamları


Y üksek İdare Mekanizması ve Y aşa m ı Kuşatan T e za h ü rü
Y üksek İdare Mekanizması ve Varoluş'un Nedensellik ilkesi

You might also like