Professional Documents
Culture Documents
Resat Ekrem Kocu - Istanbul Ansiklopedisi 1 PDF
Resat Ekrem Kocu - Istanbul Ansiklopedisi 1 PDF
Bahar, Dolapdere). Beyazıt Meydanı (.Havuz Başı), Küllük Kahvesi, Gülhane Parkı
(.Park, Parkların Sabahı, Akşamı, Gecesi) ve ġehzadebaĢı kahveleri
(Kriz) konu edinilen yerler arasındadır.
Yazarın bir Ģiirine de konu olan Köprü, birçok hikâyenin mekânıdır. Ġzmirli Çımacı
iĢten çıkarılıp PaĢabahçe Cam Fabrikası'na girince oda arkadaĢı
Sivaslı iĢçiyle burada vedalaĢır (.Mavnalar). Yazar, Karaköy
Iskelesi'nde, birahanede, HaydarpaĢa Garı'nda karĢılaĢtığı kiĢileri
öykülerinde anlatır (.Birahanedeki Adam; Balıkçısını Bulan Olta;
Hikâye Peşinde). Bu çevreden Beyoğ-lu'na uzanan Yüksekkaldırım ve
Tünel anlatılan yerlerdendir (Yüksekkaldırım; Bacakları Olsaydı;
Tüneldeki ÇocuK). Beyoğlu, buradan Dolapdere'ye inen sokaklar,
kahveler, meyhaneler, serseriler, orospular birçok öykünün konusu
olmuĢtur (Havada Bulut vb). Bir öyküde Ģarap fıçılan odalar kadar
büyük bir meyhaneden söz edilir (.Şehrâyiri). Hı-ristaki Pasajı
hareketli yaĢamın canlı çerçevelerindendir (.izmir'e). En çok sözü
edilen yerlerden biri kahvehanelerdir (.Bilmem Neden Böyle
Yapıyorum; Mahalle Kahvesi; Cezayir Hurmaları). Bir öykünün
geçtiği yer Anadolu Pasa-jı'ndaki küçük bir kahvedir (Diş Ağnsı Nedir
Bilmeyen Adanı). Genç edebiyatçıların toplandığı Asmalımescit'teki
kahve (.Genç Edebiyatçılar), Taksim Mey-danı'na bakan kahve
(.Eftalikus'un Kahvesi), sokak çocuklarının uyukladığı sabahçı
kahvesi (.Gece İşi) kentteki yaĢamın türlü görüntülerine sahne olur.
Yazarın "Korkunç Pastahane" diye adlandırdığı yer ise haraççıların,
jigoloların, fahiĢelerin, eroincilerin, bobstillerin, sanatçıların, kadın
bulmaya çıkanların birleĢtiği yerdir.
Sait Faik'in canlandırdığı semtlerden biri de ġiĢli'de Bomonti durağına yakın evinin
çevresidir (.Lüzumsuz Adam). Daha ötedeki Mecidiyeköy gazinoları
(Havada Bulut), Ortaköy'e doğru inen yamaçların arasında bir dünya
cenneti gibi canlandırılmıĢ MenekĢeli Vadi, Atika-li'den Atatürk
Köprüsü'ne doğru uzanan bir gece serüveninin mekânı olan mahalleler
(Öyle Bir Hikâye), kentin kötülük
Sait Faik'in
bugün müze
olan
Burgaz
Adası'ndaki
evi.
Erkin Emiroğlu,
1993
ve çirkinliklerine karĢı bir masal çevresini andıran Alemdağ (.Alemdağ'da Var Bir
Yılan) kente ait peysajı tamamlar.
Sait Faik'in öykülerinde canlandırılan kent insanları arasında üreten, birbirleri için
özveri gösteren kiĢiler ön plandadır. Arabacı Bayram yedi yıldır
uğramadığı evinde sevecenlik ve hoĢgörüyle karĢılanır (.Menekşeli
Vadi). Çalılıkları temizleyerek toprağı iĢleyen Kör Mustafa
(Karanfiller ve Dometes Suyu), çalıĢkan, doğaya uyum sağlamıĢ
Papaz Aleksandros (.Papaz Efendi), 80'lik duvarcı Barba An-timos
(Barba Antimos), ıstakoz avında boğulan 75'lik Apostol Efendi (Ağıt),
iĢlemeli boyacı sandıklarını yapan Bakır-köylü Mercan Usta birer
destan kiĢisi gibi canlandırılmıĢtır. Öykücü her gün karĢılaĢılan
sıradan insanlarda sevgi uyandıran yanları bulup ortaya çıkarır,
okurlarına insanoğlunu sevdirir (.Kame-riyeli Mezar; Projektörcü;
Çöpçü Ahmet; Hallaç). Bunlar arasında külhanbeyler (Bir Külhanbey
Hikâyesi), kumarbazlar (Kumarbaz Hayri Efendi), gurbetçiler
(Birtakım İnsanlar), kente renk kazandıran kimi kiĢiler (.Şöhrete Dair
; Uzun Ömer) ve bazı meslekler de bulunmaktadır (.Ketenhelvacî).
Bibi. T. Alangu (haz.), Sait Faik İçin, îst, 1956; M. Uyguner, Sait Faik'in Hayatı,
Ankara, 1959; M. Kutlu, Sait Faik'in Hikâye Dünyası, Ġst., 1968; A.
Miskioğlu, Ana Temleriyle Sait Faik ve Yeni Türk Edebiyatı, Ġst.,
1979; F. TaĢ, Sait Faik, Ankara, 1988; F. Naci, Bir Hikayeci Sait
Faik, Bir Romancı Yaşar Kemal, Ġst., 1990.
KONUR ERTOP
ABAZA HASAN PAġA OLAYI
Türkmen Ağası Abaza Hasan Ağa'nın (PaĢa) (ö. 1659) lö52'de Üsküdar'ı yağmalayıp
Ġstanbul'u tehdit etmesi olayı. Abaza Vakası olarak da anılır.
Ġsparta mütesellimi Abaza Hasan Ağa, Göller Yöresi'ne saldıran Celâli
Haydaroğlu'nu yakaladığı için Yeni-Ġl (Kangal) Türkmen Ağalığı
verilerek ödüllendirilmiĢti. Fakat bu yeni görevi için, vezirazama,
ocak ağalarına rüĢvet ve hediyeler göndermiĢti. Dağıttıklarını
Türkmen ağalığı gelirleriyle toplamayı tasarlıyordu. Fakat ocak
ağaları kendisi-
ni bu görevden uzaklaĢtırdılar. Bunun üzerine Hasan Ağa Ġstanbul'a geldi.
BaĢvurduğu yetkililerden olumlu bir cevap alamadı. Kubbealtı'nda
vezirazam ve vezirlerle tartıĢtı, istanbul'u terk etmesi istendi.
Üsküdar'a geçti. Öteden beri, asi sipahilerin de kaçıp sığındıkları
Üsküdar'da uygun bir ortam buldu. Ulufelerini alamamıĢ ve eylemler
yapmıĢ olan zorba sipahileri çevresine topladı. Üsküdar'ı haraca kesti.
Çevreyi yağmalamaya baĢladı. PaĢakapısı'na adam gönderip
defterdarın ve Yeniçeri Ocağı önderlerinden Sarı Kâtip ile Deli
Birader'in baĢlarını istedi. "Üsküdar, At Meydanı değildir. Bundan
sonra aramızdaki sorunu kılıç çözer!" gibi tehditler savurdu. Ocak
ağaları, kubbe vezirlerini Üsküdar'a geçmeye ve Abaza Hasan'la
görüĢmeye zorladılar. Hasan, voyvodalığı onaylanmaz ve borçları
ödenmezse bir yere gitmeyeceğini bildirdi. Kendisine 30 kese akçe
gönderildi. Bu kez "Ben böyle üzgün ve mağdur geri dönersem
vilayetlerin hali ne olur, acımaz mısınız?" dedi. BaĢkentin güvenliği
dıĢında bir Ģey düĢünmeyen yetkililer "Bundan kalkıp gitsin de, ne
isterse yapsın, Anadolu'yu ateĢe yaksın!" dediler. Hasan Ağa,
arkasındaki gözü dönmüĢ eĢkıya ile Üsküdar'dan kalktı. Yolda
rastladığı, ulufe alamamıĢ bölük halkını da yanma kattı. Ġznik'e
yöneldi. Burada baĢkaldırdı. Üzerine gönderilen Katırcıoğlu'nu
bozguna uğrattıktan sonra ĠbĢir PaĢa ile birleĢip Ġstanbul'a yürüdü.
Boynueğri Mehmed PaĢa'nın baĢkanlığında bir öğütçü heyeti
EskiĢehir'de Abaza'yı caydırdı ve Türkmen ağalığı ile Yeni-Ġl'e
(Kangal) gitmeye razı etti.
1653'te sipahilerle Ġstanbul'a geleceği haberinin duyulması halkta korku uyandırdı.
Abaza Hasan, küçük bir grupla geldi. Vezirazam DerviĢ Mehmed
PaĢa'nın himayesine girdi. Birkaç ay kaldıktan sonra Yeni-îl'e döndü.
l654'te îbĢir PaĢa vezirazam iken adamlarıyla gelip Üsküdar'a yerleĢti.
ĠbĢir PaĢa 11 Mayıs l655'te idam edilince ayaklanmak amacıyla
Anadolu'ya geçti. Vezirlik rütbesi verilerek eylemi önlenmeye
çalıĢıldı ise de baĢarılamadı. IV. Mehmed'e, "Rumeli ve Ġstanbul
senin, Anadolu bizim olsun!" diyecek kadar ileri gitti. Ayaklanması
Köprülü Mehmed PaĢa'nın iktidara geliĢine (1656) kadar sürdü.
Cephe görevine gitmediği gibi, kendisinden hesap sorulacağından da
çekinmekteydi. Köprülü Mehmed PaĢa seferde iken silahlı
adamlarıyla bir kez daha Üsküdar'a geldi. Saray ağalarından gizli
destek sağladıktan sonra Köprülü Mehmed PaĢa'nın idamını istedi.
Sadrazamın ordu ile istanbul'a gelmekte olduğu haberi üzerine
Üsküdar'dan uzaklaĢtı. Bu kez de defter çalığı eski sipahileri af dileme
bahanesiyle Üsküdar'a gönderdi. Mehmed PaĢa bunun bir komplo
hazırlığı olduğunu sezerek Üsküdar'da yakalattığı 1.300 kadar
sipahiyi ve Abaza yandaĢını idam ettirdi. Abaza'nın üzeri-
ne de Murtaza PaĢa'yı sevk etti. Ilgın ordugâhında baskına uğrayan Osmanlı
kuvvetleri on bin kayıp verdi. Abaza Hasan PaĢa, 17 ġubat l659'da
Halep'te hile ile yakalanıp öldürüldü.
Abaza Hasan PaĢa olayı, Köprülü-ler'in iktidara gelmesinden önceki genel durum için
bir göstergedir. Abaza Hasan ve yandaĢları Üsküdar ile çevresini
aylarca yağmalamıĢlar, halktan vergi ve haraç toplamıĢlar, evlerde
oturmuĢlar fakat Ġstanbul'daki yönetim ve güvenlik güçleri hiçbir
önlem alamamıĢtır. Bu, baĢkentin devam edegelen ekonomik
bunalımını ve yiyecek yetersizliği sıkıntısını bir kat daha artırmıĢ,
Üsküdarlılar yoksul düĢmüĢlerdir.
NECDET SAKAOĞLU
ABAZA PAġA MODASI
Ġstanbul'da 1630'lu yıllardaki erkek modasıdır. Giyim kuĢamı silah kuĢanma ve eyer
takımlarını etkilemiĢtir. Salt giyim modasına "Abaza kesimi"
denmiĢtir.
Abaza Mehmed PaĢa (ö. 1634) l620'de Rumeli Beylerbeyi iken Ġstanbul'a geldi. Daha
o zaman kıyafeti, atı ve silahları ile ilgi ve hayranlık uyandırdı.
Anadolu'daki uzun süren ayaklanmasından sonra suçu bağıĢlanıp
l628'de ikinci geliĢinde de Bosna valiliğine gidinceye değin hem
giyim kuĢamı hem fiziği ile ayrıca isyan sonrası eriĢtiği Ģöhretle
herkesin ilgisini çekmiĢti. Son olarak Vidin valiliğinden azledilip
l631'de Ġstanbul'a çağrıldığında da baĢta IV. Murad (hd 1623-1640)
olmak üzere yöneticiler, giyim kuĢamının uygunluğuna hayran
kalmıĢlardı. Abaza Mehmed PaĢa, kırk yaĢlarında, kahraman tavırlı,
uzun boylu, herkesi büyüleyen alımlı bir fiziğe sahipti. Bu nedenle de
üzerindeki her Ģey, olduğundan daha güzel ve anlamlı gözüküyordu.
Kendi destarım özel bir form vererek sarıyor, özgün buluĢlarla
giysilerini sıradanlık-tan kurtarıyordu. Atma da kahramanlığına
yaraĢır görünümler vermekteydi. Tarihçi Naima'mn deyimiyle
"Kendüyü ve atlarını pehlivan-vâri tezyin etmeğe" eğilimi vardı.
IV. Murad'la Abaza Mehmed PaĢa'nın dostluğu ve birlikteliği uzun sürmedi. PadiĢah,
silahtarının etkilemesi sonucu, sözde onun Ġstanbullu Rumlarla
Ermeniler arasındaki "Kızıl Yumurta Günü" anlaĢmazlığından ötürü
Ermenilerden elli bin kuruĢ rüĢvet aldığı söylentisine inandı. Anadolu
Hisarı'ndaki gece âleminden, yanında ünlü BostancıbaĢı Du-çe
Mehmed olduğu halde ansızın ayrılıp Ġstanbul'a gelerek Çinili KöĢk'te
Abaza Mehmed PaĢa'yı boğdurttu. Bu beklenmedik olay, Ġstanbul
halkının giderek daha fazla korktuğu ve kinlendiği IV. Murad'a karĢı
bir tür tepkinin doğmasına yol açtı. Herkes, Abaza'nın anısını
yaĢatmak için, onunkine benzer kavuk, sarık, kaftan, eyer giymeye ve
kullanmaya baĢladı. Abaza tarzı raht (eyer), Abazalı kavuk, Abaza
kesimi kaftan,
Abaza kılıcı moda oldu. Bu akımı el altından Ġstanbul'un birtakım esnafı, piyasayı
canlandırmak için teĢvik etmekteydiler. Abaza modasına kapılanların
biricik düĢünceleri ise, bu tür giysi ve donanımların kendilerine
yakıĢıp yakıĢmadığına bakmaktan çok, kimseden geri kalmamaktı.
Abaza modası, birtakım değiĢikliklerle 17. yy'ın sonlarına değin
sürdü.
NECDET SAKAOĞLU
ABBAS AĞA CAMÜ
bak. SELÇUK SULTAN CAMĠĠ
ABBAS AĞA CAMÜ
BeĢiktaĢ'ta, SinanpaĢa Mahallesi'nde, Selamlık Caddesi ile Abbas Ağa Camii
Sokağı'nın kavĢağında yer almaktadır.
Banisi Darüssaade Ağası Abbas Ağa'dır (ö. 1672'den sonra). Abbas ibn Abdürrezzak
adıyla da bilinir. Osmanlı sarayının ünlü darüssaade ağalarından-dır.
IV. Mehmed'in padiĢahlığı (1648-1687) döneminde, saray hareminin
ve haremağalarının etkinlik kazandığı yıllarda darüssaade ağası
(1668-1671) oldu. Edindiği servetle Ġstanbul'un birçok semtine okul,
cami, hamam ve çeĢmeler yaptırdı. l672'de darüssaade ağalığından
azledilerek Mısır'a sürüldü, orada öldü. Kahire'de Ġmam Safi Türbesi
Haziresi'ne gömüldü.
Abbas Ağa'nın Ġstanbul'da yaptırdığı okul, sebil, çeĢme ve hamamların bazıları
günümüze ulaĢmıĢtır. En büyük eserlerinden olan, Koska'daki
Kızlarağası Çifte Hamamı sanat değeri açısından da önemliyken
cadde geniĢletmeleri sırasında yıkılmıĢtır. Aynı Ģekilde, Sirkeci'deki
Küçükağa Hamamı adım taĢıyan eseri de 1979'da yerine iĢ hanı
yapılmak üzere yıkılmıĢtır. CerrahpaĢa semtindeki üçüncü hamamı ise
Safilere mahsustu. BeĢik-
reden kubbeye geçiĢte köĢelerde beliren üçgen alanlar, altın yaldızlı ıĢınsal
süslemelerle kaplanmıĢtır. II. Mahmud devrinin özelliği olan söz
konusu mekânda tavana kadar devam eden bir mihrap tasarlanmıĢtır.
Ana mekânın, beyaz yağlıboya ile boyanmıĢ olan mihrabı ile ahĢap
minberi oldukça basittir.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, II, 102-103; Osman Bey, Mecmua-i Cevâmi, II, 45, no.
187; Raif, Mir'at, 298-299; ISTA, I, 9; Evliya, Seyahatname, I; Semavi
Eyice, "Ġstanbul'un Ortadan Kalkan Tarihi Eserleri", tO Edebiyat Fak.
Tarih Dergisi, S. 27, Ġst., 1973, s. 131-178; Öz, İstanbul Camileri, II,
1; 1KSA, I, 19-20.
TARKAN OKÇUOĞLU
ABBAS AĞA ÇEġMESĠ
Çapa ile KocamustafapaĢa semtleri arasında, Menderes Caddesi'nden Eski Vezir
Sokağı'na girerken hemen solda bir ahĢap evin bahçe duvarına
bağlıdır.
Yapı kesme taĢtan, klasik Osmanlı üslubunda yapılmıĢ olup, haznesizdir. Altı beyit
halindeki kitabe mermerdir ve çeĢmenin 1032/1622 tarihinde inĢa
edildiğini belirtir. Yapı Sultan II. Osman zamanında sarayda önemli
görevlerde bulunan Abbas Ağa adlı bir zatın hayratıdır.
Yol kotlarının yükselmiĢ olması nedeniyle çeĢme, zeminden bir metre kadar çukurda
olup, beĢ basamaklı bir merdiven ile inilir. Ayna niĢi bu devir
çeĢmelerinin genel özelliklerine uygun olarak düzenlenmiĢtir. Sivri
kemerli olan niĢ, sade ve az derindir. Mermer kitabe, aynataĢı ve
bunun iki yanındaki kaĢ kemerli maĢrapalıklar dıĢında süsleme
yoktur. AynataĢı yüzeysel süslemeli-dir ve 17. yy Osmanlı süsleme
sanatının tipik bir örneğidir. Sivri kemerin ayakları köĢeli ve kademeli
olarak derinleĢen silmeler halindeki sütunçelere oturur. Yapıyı üç
yönde yine derin bir silme kuĢağı çevreler. Kemer tepesinden saçağa
kadar olan bölüm cephe boyunca bir yalancı kitabelik halinde
düzenlenmiĢtir. Böylece cephede basit de olsa bir hareketlilik
sağlanmaya çalıĢılmıĢtır. Yuvarlak silmeli ve sığ bir saçağa sahip olan
çatı örtüsü kesme taĢtan üçgen prizma Ģeklindedir.
Kitabe, yazısı itibariyle 15-16. yy ki-tabelerindeki üslubu yansıtır. Yazı kasetlerinin
birleĢme yerleri inceltilerek aralarına stilize rozet halinde bitkisel
süsleme yapılmıĢtır. Kitabe yazarı belli değildir.
Topkapı ile Yedikule arasındaki bölgeyi Halkalı su Ģebekesinin beslediği bilindiğine
göre, bu çeĢme de suyunu aynı tesisten alırdı. Ancak, Kâzını Çeçen
1930'lu yıllarda bu Ģebekenin tahrip olduğunu ve çeĢmelerin
kuruduğunu belirtir. Bugün çeĢmenin suyu Ģehir Ģebekesinden
gelmekte ve çeĢme çukurluğuna yandan bağlanmıĢ olan bir musluktan
akmaktadır.
Bibi. TanıĢık, istanbul Çeşmeleri, I, 168; Çeçen, Su Tesisleri, 253.
ZĠYA NUR SEZEN
ABBAS HATĠM PAġA KÖġKLERĠ
Heybeliada'nın, Burgaz Adası'na bakan ve "Abbas PaĢa Mahallesi" olarak tanınan
kuzeybatı kesiminde bulunmaktadır.
Kavalalı Mehmet Ali PaĢa'mn torunlarından ve II. MeĢrutiyet devri ricalinden Prens
Abbas Halim PaĢa (1866-1935) 19. yy sonlarında (1897-1899)
Heybeliada'nın bu kesiminde üç köĢk inĢa ettirmiĢtir. PaĢaya ait olan,
yaklaĢık üç dönüm geniĢliğindeki arazi doğuda Abbas PaĢa
Sokağı'ndan baĢlayarak batıda deniz kıyısına kadar, güney-kuzey
doğrultusunda da Refah ġehitleri Caddesi'nden Ortodoks Ruhban
Mekte-bi'nin bulunduğu tepenin eteklerine kadar uzanmaktaydı. Bu
geniĢ arazi içinde dağılmıĢ olan köĢkler, devrin ünlü mimarlarından,
Abbas Halim PaĢa ailesi baĢta olmak üzere, Mısır hanedanının birçok
binasına imzasını atan Hovsep Aznavur tarafından tasarlanmıĢ, söz
konusu mimar, o zamanlar revaçta olan eklektik zevke uygun olarak
her üç köĢkte de tamamen farklı mimari üsluplar kullanmıĢtır.
Harem Köşkü: Abbas PaĢa Sokağı ile Yeni iskele Yolu'nun kavĢağında, ağaçlarla
dolu bir bahçe içinde yer alan, Abbas Halim PaĢa ailesinin ikamet
ettiği harem niteliğindeki asıl köĢk paĢanın vefatından sonra
kızlarından Prenses Zeynep Hanımefendi'ye intikal etmiĢ ve 1945'te
yıktırılarak arsası satılmıĢtır. Mimar Aznavur bu köĢkün cephe
tasarımında, mimari ayrıntılarında ve süsleme programında, Eski
Mısır mimarisinden mülhem olan ve Batı'da "egyptian revi-val"
olarak adlandırılan üslubu tercih etmiĢtir. Muhakkak ki, bu tercihte
Abbas Halim PaĢa'mn Mısır hanedanına mensubiyeti belirleyici
olmuĢtur. Bu köĢk, Batı ülkelerinde, Napoleon'un Mısır seferini
müteakip aristokrasi, yüksek burjuvazi ve aydınlar arasında Eski
Mısır'a duyulan ilginin giderek artmasına ve egiptolojinin geliĢmesine
paralel olarak yaygınlaĢan, mimarinin yanı sıra küçük sanatlarda ve
çeĢitli zanaat dallarında etkileri görülen egyptian revival üslubunun -
ġiĢli yöresindeki Ermeni ve Rum mezarlıklarındaki bir iki mezar
yapısı ile beraber- istanbul'daki nadir örneklerinden birini teĢkil
etmekteydi.
Abbas
Halim PaĢa
KöĢkleri
Harem KöĢkü Nimet Celaloğlu
Kagir bir bodrumun üzerinde yükselen ahĢap köĢk iki esas kat ile kısmi bir çatı
katından meydana gelmektedir. Deniz yönüne (kuzeybatıya) bakan
giriĢ, giriĢ cephesi ile yan cephelerdeki taĢkın kısımlar, Eski Mısır
mimarisinin en karakteristik unsurlarından olup özellikle tapınak
cephelerinde kullanılan pilonlar Ģeklinde tasarlanmıĢtır. Yukarıya
doğru hafifçe daralan, kesik piramit biçimindeki bu pilonlar helezoni
Ģerit kabartmalarıyla bezeli kaval silmelerle çerçevelenmiĢtir. GiriĢ
cephesinde, çift kollu olarak baĢlayıp yapının eksenindeki bir
sahanlıktan sonra bir tek kol halinde devam eden merdivenler
pilonların arasındaki giriĢ sahanlığına ulaĢmaktadır. Merdivenlerin
bitiminde yükselen, üzeri hiyerogliflerle süslü, lotus biçiminde
baĢlıklarla donatılmıĢ iki adet sütun, üst katta pilonların arasında yer
alan balkonu taĢımaktadır. Zemin katta da, pilonların önünde, giriĢ
merdivenini yanlardan kuĢatan, simetrik konumda birer balkon
bulunmaktadır. Aznavur'un 1897 tarihli cephe çiziminde bu
balkonların köĢelerindeki korkuluk babalarının üzerinde sfenks
heykelleri görülmekte fakat sonradan bunlardan vazgeçildiği
anlaĢılmaktadır. Cephelerdeki bütün açıklıklar dikdörtgen olarak
tasarlanmıĢ, giriĢ cephesindeki pencere grupları ile balkon alınlıkları,
kobraların ve akbaba kanatlarının kuĢattığı güneĢ diskleri ile
taçlandmlmıĢtır. KöĢkün dıĢ görünümüne bir Eski Mısır tapınağı
havası katan bütün bu plastik unsurların çeĢitli renklere boyanmıĢ
olduğu bilinmektedir. GiriĢ cephesinde bu havayı güçlendiren diğer
bir ayrıntı da pilonların üst kata ait kesiminde, pencerelerin yanlarında
yükselen ikiĢer bayrak direğidir. Harem KöĢkü'nün önemli bir özelliği
de, projeye göre önceden hazırlanan ahĢap malzemenin birbirine
vidalanması suretiyle inĢa edilmiĢ olmasıydı ve bu yüzden halk
arasında "Vidalı KöĢk" olarak tanınırdı. Mimar Aznavur, Fener'de
tasarladığı Bulgar Kilisesi'nde aynı tekniği bu sefer madeni
malzemeyle uygulamıĢtır.
Harem KöĢkü'nün cephelerinde, Ġstanbul'un mimari mirasına tamamen yabancı bir
üslubun egemen kılınmıĢ olmasına karĢılık mekânların tasarımında
Abbas Halim PaĢa KöĢkleri
Selamlık KöĢkü
M. Baha Tanman, 1993
Osmanlı sivil mimari geleneklerinin ya-Ģatıldığı gözlenmektedir. Nitekim zemin
katta, "zülvecheyn" denilen türde bir sofa yapıyı boydan boya kat
etmekte, yanlara simetrik biçimde dağıtılmıĢ olan salonlar ve odalar
bu sofaya açılmakta, üst katta da aĢağı yukarı aynı düzenin geçerli
olduğu anlaĢılmaktadır.
Günümüze Harem KöĢkü'nden, Abbas PaĢa Sokağı ile kısmen Yeni Ġskele Yolu
boyunca devam ve köĢkle aynı üslubu paylaĢan, kesme maltataĢından
örülmüĢ parmaklık dikmeleri ile cümle kapısı payeleri intikal
edebilmiĢtir. Abbas PaĢa Sokağı üzerindeki cümle kapısını kuĢatan
payeler lotus ve kobra kabartmalarıyla süslüdür. Lotuslara tırmanan
kobralar AĢağı Mısır'ı (Delta bölgesini) temsil eden kırmızı tacı
taĢımaktadır. Parmaklık dikmelerindeki kabartmalarda da, ortada birer
lotus, yanlarda, Eski Mısır tanrılarından Ptah'm atribüle-rinden çoban
asaları görülmektedir. Bütün bu unsurlar yatay kaval silmeler ve
çubuklu içbükey saçaklarla son bulmakta, kabartmalardaki boyaların
izleri hâlâ seçilebilmektedir.
Selamlık Köşkü: Refah ġehitleri Caddesi ile Fettah Sokağı'nın köĢesinde bulunan,
günümüzde tahini boyalı olan köĢk selamlık olarak tasarlanmıĢtır.
Meyilli bir arsada yer alan ahĢap köĢk, ana giriĢin bulunduğu Refah
ġehitleri Caddesi tarafından bakıldığında iki katlıdır. Ayrıca çukurda
kalan arka bahçeden gi-rilebilen kısmi bir bodrum katı mevcuttur. Son
derecede hareketli bir kitleye sahip olan ve dıĢarıdan bakıldığında
olduğundan küçük duran Selamlık KöĢkü'nün zemin katı, bahçe
yönünde, ahĢap dikmelere oturan büyük bir çıkma teĢkil etmekte, üst
kat ise zemin kata göre geriye çekilmiĢ bulunmaktadır. Cadde
üzerindeki ana giriĢten came-
kânlı bir taĢlığa, buradan da derinliğine yapıyı kat eden zülvecheyn sofaya
geçilmektedir. Ahenkli oranları ile dikkati çeken sofa, kemerli büyük
pencerelerle arka bahçeye açılmakta, yanlarda irili ufaklı odalar
sıralanmaktadır. Selamlık KöĢkü cepheleriyle olduğu kadar iç
taksimatı ile de, geç devre ait bir ada köĢkünden ziyade eski bir Boğaz
yalısını andırmakta ve Osmanlı ampir üslubunun izlerini
yansıtmaktadır.
Devrinin edebiyatçılarına ve sanatçılarına yakın ilgi gösteren, içlerinden birçoğunu
himaye eden Abbas Halim PaĢa'mn bu Selamlık KöĢkü'nde özellikle
hafta sonlarında verdiği ziyafetler, tertip ettiği sohbet toplantıları
Ġstanbul'da ün salmıĢtı. Mehmed Akif Ersoy, Recaizade Mahmud
Ekrem Bey, Abdülhak Hamid Tarhan, Ġbnülemin Mahmud Kemal
Ġnal, ressamlardan Halil PaĢa, Hoca Ali Rıza ve Feyhaman Duran bu
toplantıların müdavimleri arasındaydı. Selamlık KöĢkü'nde Abbas
Halim PaĢa'mn vefatını müteakip kızlarından Prenses Emine
Hanımefendi 194l'e kadar ikamet etmiĢ ve babasının devrindeki
sohbet geleneğini devam ettirmiĢtir. Yahya Kemal Be-yatlı ile Ahmed
Hamdi Tanpınar prensesin yakın dostları ve selamlığın misafirleri
arasında bulunmaktaydı.
Bendegân Köşkü: Fettah Sokağı ile Yeni Ġskele Yolu'nun kavĢağında yer alan ve
zamanında "agavat dairesi" olarak adlandırılan üç katlı ahĢap yapıda
Abbas Halim PaĢa'mn kalabalık bende-gâm ikamet etmekteydi.
Günümüzde aĢı boyalı olan bu yapı, II. MeĢrutiyet devrinde kısa bir
müddet "SebilürreĢad RüĢdiyesi" olarak kullanılmıĢ, paĢanın
vefatından sonra kızlarından Prenses Nimet Hanımefendi'ye intikal
etmiĢ ve 1938'de satılmıĢtır.
Birçok geç devir ada köĢkünde oldu-
ğu gibi, kapı ve pencerelerinde Orta Avrupa Ģalelerinden mülhem ayrıntıların
görüldüğü bu yapı aslında tek bir köĢk olmayıp, birbirleriyle bağlantılı
müstakil dairelerden meydana gelmektedir. Fettah Sokağı üzerinde,
ufak saçaklarla donatılmıĢ üç adet kapı sıralanmakta, yan kapılardan
çeĢitli dairelere, orta kapıdan ise küçük bir avluya girilmektedir. Yan
kanatlar, avlunun üzerinden geçen bir koridorla irtibatlandırılmıĢtır.
Abbas Halim PaĢa köĢklerinin tamamlayıcı unsurları arasında, Bendegân KöĢkü'ne
bitiĢik olan, tek katlı kagir bir trafo binası bulunmakta, bu binanın
kapısı üzerinde ta'lik hatlı bir besmele göze çarpmaktadır. Ayrıca
Yeni Ġskele Yolu'nun denize ulaĢtığı yerde, "Abbas PaĢa Ġskelesi"
olarak bilinen ve yalnızca köĢklerin sakinlerine hizmet eden bir iskele
ile kayıkhanelerin var olduğu bilinmektedir.
Bibi. N. Gülen, Heybeliada, Ġst., 1982, s. 123-125; Tuğlacı, istanbul Adaları, I, s. 60-
72.
M. BAHA TANMAN
ABBAS VESĠM
(?, ? - 1760, İstanbul) Döneminde Ġstanbul'un en tanınmıĢ hekimlerindendi. Tabip
Abbas Efendi, DerviĢ Abbas Efendi adlarıyla da tanınırdı. Bedensel
özrü nedeniyle halk arasındaki Ģöhreti Kambur Vesim'di.
Çok yönlü bir öğrenim gördü. Dönemin ünlü hekimleri; Sinoplu Ömer, ġi-faî, Bursalı
Ali MünĢî ve Reisü'l-etibba Kâtipzade Mehmed Refi' Efendi'den tıp,
MüneccimbaĢı Yanyalı Esad Efendi'den hikmet (fizik), edebiyat ve
Farsça, tarihçi Ahmet Mısrî'den de hey'et (astronomi) dersleri aldı.
Arapça da biliyordu. Ayrıca o dönemde Ġstanbul'da yaĢayan yabancı
hekimlerle dostluk kurmuĢ ve bu sayede biraz Fransızca ile Latince de
öğrenmiĢti. Onların Yunanca, Latince ve Ġtalyanca'dan çevirdiği tıp
kitaplarından da yararlanmıĢtır. Bir aralık tahsil maksadıyla Mekke,
Medine, ġam ve Mısır'a gitmiĢtir.
Halk arasında sevilen ve çok tutulan bir hekimdi. Fatih'teki Sultan Selim Camii
civarındaki hekim dükkânında (muayenehane) hasta bakardı. Hassa
(saray) hekimliğine de yükselmiĢti.
Abbas Vesim geleneksel Ġslam tıbbı yanında Batı tıbbından da yararlanan bir
hekimdi. Ünlü eseri Düstûrü'l-Vesim fi Tıbbi'l-Cedid ve'l-Kadim'de bu
hususu açık olarak görmek mümkündür. Yazımı 1758'de tamamlanan
bu iki ciltlik kitap dört ana bölüme ayrılır. Birinci bölümde geleneksel
olarak baĢ bölgesinden ayağa kadar sırasıyla organların hastalıkları,
ikinci bölümde kadın ve çocuk hastalıkları, üçüncü bölümde ĢiĢler ve
ülserler, dördüncü bölümde de basit ve bileĢik ilaçlar yer alır. Son
bölümü ise Hipokrat yemini ile hekimlerin mesleklerini yaparken
uymaları gereken deontoloji kurallarına ayrılmıĢtı.
ABBASAĞA MEZARLIĞI
10
11
ABDÎ
Vesiletü 'l-Metâlib fi İlmi't-Terâkib adını taĢıyan. 1735'te tamamladığı diğer eseri bir
akrabadindir. GiriĢ bölümünde hekimlerinden Yorgiyos'un
akrabadini-ni Petro adındaki filozof hekim ile inceleyerek özet olarak
çevirdiklerini ve üstadı Ali el-Brusî'nin (Bursalı Ali MünĢî) deneyip
kullandığı yararlı terkipleri ekleyerek bu kitabı hazırladığını
bildirmektedir. Ġki makaleden ibaret olan eserin birinci makalesinde
hastalık isimleri alfabetik olarak sıralanmıĢ ve bu hastalıklarda
kullanılacak basit droglar verilmiĢtir, ikinci makalede ise bileĢik
ilaçların terkipleri ve yapılıĢları yine alfabetik olarak sıralanmaktadır.
Abbas Vesim, matematik ve astronomi alanında da eserler vermiĢtir. Timur'un torunu
Uluğ Bey adına yazılan Zic'i (yıldız cetveli) Nehcü'l-Buluğ fi Şerh-i
Zic-i Uluğ adıyla 1745'te açıklamalı olarak Türkçe'ye çevirmiĢtir.
Önsözünde el-Hac Abbas Vesim tarafından Mevlânâ ġeyh Ahmed
Mısrî'nin himmetiyle hazırlanmıĢ olduğu kayıtlıdır. Yine astronomi ile
ilgili Risale-i Rü'yet-i Hilâl adında bir eseri daha vardır. 1740'ta
yazılan bu Arapça eserde ayın görünüĢlerinin çizgileri ve tarifleri
verilmektedir. Kaynaklarda, Tıbb-ı Ce-did-i Kimyevîye Risâletü'l-Vefk
adında iki eseri daha olduğu belirtilmektedir.
Abbas Vesim aynı zamanda hattat ve Ģairdi. Ta'lik yazıyı Reisü'l-etibba Kâtip-zade
Mehmed Refi' Efendi'den öğrenmiĢti. ġiirlerini de bir divanda
toplamıĢtır (yazm. Topkapı Sarayı Ktp, Hazine, no. 961).
Bibi. Ġbrahim, "Mefâhir-i Tıbbiye-i Osmâni-yemizden 1100 Tarih-i Hicrîsinde
Osmanlılarda Tababet", Hamidiye Etfal Hastahane-i Alisinin istatistik
Mecmua-i Tıbbiyesi, sene 5 (1320-1322/1904) 14-36; Osmanlı
Müellifleri, III, 342; Osman ġevki, Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti
Tarihi, îst., 1925, 58-73; A. Süheyl Ünver: "Hekim Vesim Abbas
Efendiyi Ruhen YetiĢtiren Kimdir?", Dirim, c. 22, no. 3 (1947) 1-2; F.
Nafiz Uzluk, "Ölümünden 9 Yıl Sonra Ordu HekimbaĢısı Yapılan Bir
Tabibimiz", Dirim, c. 26, no. 1-2 (1951) 18-25; Sırrı Akıncı, "Hekim
Abbas Vesim Efendi", İst. Tıp Fak. Meç., c. 24, no. 4 (1961) 695-700;
ay, "Kitâb-ı Düstûr-ı Vesim fi't-Tıbbi'l-Cedîd ve'1-Kadîm'in
incelenmesinden Ortaya Çıkan Sonuçlar", Yeni Tıp Alemi, c. 14, no.
146 (1964) 131-142; ay, "18. yy ikinci Yansı BaĢlarında Ġstanbul
Hekimleri", Hayat Tarih Meç., no. 3 (1972) 29-32; Muammer Dizer,
Kandilli Rasathanesi Kitaplığı Yazma Eserler Katalogu, I, Ġst., 1973,
53; Nil Akdeniz, Osmanlılarda Hekim ve Deontolojisi, Ġst., 1977; A.
Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde ilim, (haz. A. Kazancıgil-S.
Tekeli) Ġst., 1982, 187, 189-196; Bedi N. ġehsuvaroğlu-A. E. Demir-
han-G. C. GüreĢsever, Türk Tıp Tarihi, Bursa, 1984, 117-118; Türkiye
Kütüphaneleri Is-lâmî Tıp Yazmaları Katalogu, (yay. Ekme-leddin
Ġhsanoğlu), Ġst., 1984, 387.
NURAN YILDIRIM
ABBASAĞA MEZARLIĞI VE PARKI
BeĢiktaĢ sırtlarında olan Abbasağa Mezarlığı, adını civarındaki Abbas Ağa Ca-
mii'nden(->) almıĢtı. Darüssaade Ağası Abbas Ağa 1668-1671 yılları
arasında bu
Abbasağa Parkı, 1943
Güzetteşen istanbul, (istanbul Belediyesi Yayını) 1943
makamda bulunarak, Ġstanbul'da biri Laleli'de Kızlarağası Hamamı olmak üzere üç
hamam ile pek çok çeĢme yaptırmıĢ, bu arada da BeĢiktaĢ'taki camii
inĢa ve vakfetmiĢtir. Mezarlık bu cami çevresinde kurulup, geliĢmiĢ
ve oldukça geniĢ bir sahaya yayılmıĢtı. Yeri, Ġstanbul ġehremaneti'nce
Necip Bey tarafından 1340'ta yayımlanan Ģehir planlarının Beyoğlu
bölümünde görülebilir.
Servi ağaçları ile kaplı olan bu mezarlıkta 17. yy'dan itibaren buraya gömülmüĢ,
birçok tarihi kiĢinin kabir taĢları bulunuyordu. 1939'da bu mezarlığın
bütün ağaçları kesilmiĢ, mezar taĢları da sökülerek, kırılmıĢ ve yok
edilmiĢtir. Hiçbir izi kalmayan Abbasağa Mezarlığı
Abdal Yakub Tekkesi
Mutfak ve hamam binasının planı: 1. Hamam, 2. Ocak-külhan, 3. Mutfak.
M. Baha Tanman, 1982
arsası da park olarak düzenlenmiĢtir. 1941'de açılan park doğu yönünde Akdoğan
Sokağı, batıda MaĢuklar Sokağı arasındadır; toplam alanı 12 bin
m2'dir. Mezarlık kaldırılırken kesilen servilerin yerine çam, mazı,
taflan, atkestanesi ağaçları dikilmiĢtir. Bugün parkta çınar, akasya,
sedir, atkestanesi, mazı ve defne türleri bulunmaktadır. Parkta bir
basketbol sahası, çocuk oyun alam, tarihi bir çeĢme ve seyir terasları
vardır.
ĠSTANBUL
ABDAL YAKUB TEKKESĠ
Fatih Ġlçesi'nde, DavutpaĢa-Kocamustafa-paĢa arasında, DavutpaĢa Mahallesi'nde,
Hekimoğlu Ali PaĢa Caddesi, Esekapısı Sokağı ve DavutpaĢa
Değirmeni Sokağı'-nın kuĢattığı arsa üzerinde, Hekimoğlu Ali PaĢa
Külliyesi içinde yer almaktadır. Kaynaklarda "Abdal Yakub Dede"
"Asa-fî", "Cedid Ali PaĢa", "HekimbaĢı Nuh Efendizade Ali PaĢa",
"Hekimoğlu Ali PaĢa", "Hekimzade" ve "Hekimzade Ali PaĢa"
adlarıyla da mezkûrdur.
Hayatı ve kiĢiliği hakkında pek az Ģey bilinen Abdal Yakub Dede tarafından, yaklaĢık
18. yy ortalarında, daha sonra yerine inĢa edilen Hekimoğlu Ali PaĢa
Camii'nin avlusunda, Ģadırvanın bulunduğu yerde tesis edilmiĢtir.
Sadrazam Hekimoğlu Ali PaĢa (1689-1758) 1147/1734'te burada cami
ve külliyesini inĢa ettirirken, mimari özellikleri bilinmeyen bu ilk
tekkeyi yıktırmıĢ ve Il6l/1748'de, hemen yakınında, bugünkü yerinde
ihya etmiĢtir. Bu arada, biri ilk tekkenin haziresinde gömülü olan
Abdal Yakup Dede ile haleflerine, diğeri ise paĢa ile aile efradına
tahsis edilen iki bölümlü bir türbe inĢa edilmiĢtir. Muhtemelen küçük
kapsamlı fakat bağımsız bir kuruluĢ olan ilk tekkeden farklı olarak,
yeni inĢa edilen ve bundan böyle ikinci banisinin adı ile de anılır olan
tekke, Hekimoğlu Ali PaĢa Külliyesi'nin bir
parçası durumundadır. Nitekim derviĢ hücreleri, harem, selamlık, mutfak ve hamam
bölümlerini içerdiği halde, bağımsız tevhidhanesi olmayıp, ayinler,
külliyenin merkezini oluĢturan camide icra edilmekteydi. Geçen
yüzyılın ikinci yansı içinde, ahĢap olan harem ve selamlık
bölümlerinin yenilendikleri anlaĢılmaktadır. Bütün unsurları ile
günümüze intikal edebilmiĢ olan Abdal Yakub Tekkesi'nde, metruk ve
harap olan mut-fak-hamam grubu dıĢında kalan kısımlar mesken
olarak kullanılmaktadır.
BaĢlangıçta hangi tarikata bağlı olduğu Ģüpheli ise de, üçüncü Ģeyhin posta
geçmesiyle Halvetîliğin Cihangirîlik koluna, 1122/1710'dan itibaren
de Kadirîliğe intikal ettiği tespit edilebilmektedir. Tekkenin ilk Ģeyhi
Abdal Yakub De-de'den sonra posta, halifesi Üveys Dede geçmiĢ, bu
zatı, Halvetî-Cihangirî piri Cihangirli ġeyh Hasan Burhaneddin
Efendi (ö. 1663) halifelerinden ġeyh Enfî Ġbrahim Vehbi Efendi (ö.
1710) izlemiĢtir. Tekkenin dördüncü postniĢini, bu zatın oğlu olan,
Kadiri tarikatına mensup ġeyh Mehmed Rıza Efendi'dir (ö. 1749).
Kendisinden sonra oğlu Ġbrahim Edhem Efendi Ģeyh olmuĢ, 22
Cemaziyülâhır 1206/1792'de vefat ettiğinde oğlu Mehmed Nasreddin
Efendi henüz altı yaĢında bulunduğundan, ġeyh Mehmed Rıza
Efendi'nin halifesi Abdülkadir Efendi (ö. 1808) vekâleten meĢihatı
üstlenmiĢ, ġeyh Mehmed Nasreddin Efendi (ö. 1856) elli yıla yakın
bir müddet bu görevi yürüttükten sonra yerini, Sünbül Efendi
türbedan olan damadı ġeyh Sa-deddin Ġsmail Efendi'ye (ö. 1913)
bırakmıĢtır. Son Ģeyhin Müfid Efendi adında bir zat olduğu, ayinlerin
cuma günleri icra edildiği bilinmektedir.
Tekkeyi oluĢturan unsurlardan beĢ adet derviĢ hücresi doğu-batı doğrultusunda
uzanan bir kitle içinde sıralanmaktadır. Duvarları moloz taĢ ve tuğla
ile örülmüĢ, üstleri, aynı doğrultuda devam eden ve ahĢap çatı altında
gizlenmiĢ olan bir beĢik tonozla örtülmüĢtür. Hücre dizisinin batı
ucunda, sonradan eklenmiĢ olması muhtemel, nispeten büyükçe
bir mekân yer alır. Doğrudan ahĢap çatı ile örtülü olan bu bölümün, meydan odası,
taamhane veya mihmanhane olarak kullanıldığı düĢünülebilir.
Pencereler, ocaklar ve dolap hücreleri ile donatılmıĢ olan bütün bu
mekânların kuzey cephesi boyunca, zemini arnavutkaldırı-mı döĢeli,
ahĢap direklere oturan bir sundurma uzanmakta, kapılar bu
sundurmaya açılmaktadır. Hücrelerin doğu ucunda ise, planı, üst
yapısı ve cepheleri ile, alelade bir ahĢap mesken niteliğinde olan iki
katlı harem ve selamlık bölümleri bulunmaktadır. Söz konusu
bölümlerle derviĢ hücrelerinde R. 1301/1885-86 yılında, beĢi erkek
dokuzu kadın olmak üzere toplam on dört kiĢinin ikamet ettiği
Dahiliye Nezareti'nce hazırlanmıĢ bir istatistikte belirtilmektedir.
Avlunun kuzey kesiminde, birbirine bitiĢik olarak tasarlanmıĢ bulunan mutfak ile
hamam bağımsız bir kitle oluĢturmaktadır. Maliye Nezareti'nin
1325/1910 tarihli Ġstanbul Tekkeleri Ta-amiye ve Tahsisat
Defteri'nde, Abdal Yakub Tekkesi'nin günde bir okka iki yüz dirhem
et istihkakı olduğu kaydedilmiĢtir. Kare planlı mutfağın duvarları,
almaĢık olarak bir sıra kesme taĢ ve iki sıra tuğla ile örülmüĢ, mekânın
üstü, içerden sivri tromplara, dıĢarıdan sekizgen kasnağa oturan,
kurĢun kaplı bir kubbe ile örtülmüĢtür. Doğu duvarında, tuğla örgülü,
yuvarlak kemerli geniĢ bir kapı ile bir pencere, kuzey duvarında aynı
tür kemerlere sahip daha dar bir kapı ile, sonradan iptal edilmiĢ diğer
bir pencere, sağır olan batı duvarında da iki adet niĢ bulunmaktadır.
Mutfağın güneybatı köĢesinde, geniĢ yuvarlak kemeri ile göze çarpan
ocağın dıĢa taĢkın kitlesinin yanına, tek birimli ufak bir hamam
yerleĢtirilmiĢtir. Tek sıra tuğlayla örülmüĢ ince duvarları ve üstünü
örten beĢik tonozu ile küçük bir halvet niteliğindeki bu hamam ile
mutfak ocağının arasında, su kazanının bulunduğu bölme yer almakta,
baĢka bir deyimle ocağın aynı zamanda hamam külhanı olarak
kullanıldığı anlaĢılmaktadır. Türk mimarisinde benzeri hemen hiç
bulun-
Abclal Yakub Tekkesi
DerviĢ
hücreleri
M. Baba Tanman
mayan bu mutfak-hamam bağlantısı Ģüphesiz Abdal Yakub Tekkesi'nin en ilginç
yanını oluĢturmaktadır.
Bibi. Çetin, Tekkeler, 586; Kut, Dergehname, 219-220; Ayvansarayî, Hadîka, I, 81-
85; Âsi-tâne, 3; Osman Bey, Mecmua-i Cevâmi, I, 44-45, no. 52;
Münib, Mecmua-i Tekâyâ, 4; Ihsaiyat, 20; Vassaf, Sefine, V, 272;
ISTA, I, 16-17; Öz, İstanbul Camileri, I, 69-70; Zâkir, Mecmua-i
Tekâyâ, 10; Kut, Dergehname, 213-236; Aynur, Saliha Sultan, 30-39;
Fatih Camileri, 269; M. B. Tanman, "Abdal Yakup Tekkesi", DlA, I,
66.
M. BAHA TANMAN
ABDÎ (DerviĢ)
(?, Buhara - 1647, Medine) Ta'lik hattatı. Asıl adı Seyyid Abdullah'tır. Mevlevi
tarikatına bağlı olduğu için DerviĢ Abdî-i Mevlevi diye anılır.
Hattatlar arasında ise DerviĢ Abdî olarak tanınmıĢtır. Ta'lik yazıyı,
Ġsfahan'da Ġran'lı ünlü hattat Ġmâd el-Hasenî'den (ö. 1615) öğrendi. IV.
Murad döneminde (1623-1640) Ġstanbul'a geldi. PadiĢahın ve
vezirazam Mehmed PaĢa'nın iltifatlarına mazhar oldu. Yenikapı
Mevlevihanesi'ne kapılanarak kendini yazıya verdi. Birkaç yıl sonra
hocasını görmek için Ġsfahan'a vardığında Ġmâd'm öldürüldüğünü
duydu ve üzüntüler içinde hocasının evine gitti. Ev halkından,
hocasının yazılarına ġah Abbas tarafından el konduğunu ve
vasiyetnamesinde kendisine bir zir-meĢk (yazı altlığı) bıraktığım
öğrendi. Yazı altlığını kalınca bulan Abdî, kenarından aralayıp
bakınca kâğıtlar arasında Ġmâd'm on adet kıta (tek sayfalık yazı)
yerleĢtirmiĢ olduğunu gördü. Bu kıtalar, Ġstanbul'da "altlık kıtaları"
adıyla tanındı ve Ġmâd tarafından mükemmel-leĢtirilen Ġran ta'liki bu
yolla Osmanlı ülkesinde de yaygınlaĢmaya baĢladi. Türk hattatları,
Yesârîzade Mustafa Ġzzet tarafından 19. yy'da Türk ta'lik okulu
kuruluncaya kadar bu üslubu takip ettiler ve Ġmâd derecesinde
yazmayı baĢardılar. BaĢka bir deyiĢle, ta'lik, yerleĢmiĢ kurallarıyla
Ġran'da îmâd, Türkiye'de de Abdî ile baĢlamıĢtır.
Abdi'nin ustalığını gören Sadrazam Mehmed PaĢa, ona bir Şehname yazdırmıĢ, kâğıt,
tezhip, altın ve yazma parası olarak on sekiz kese akçe sarf etmiĢti.
DerviĢ Abdî hac farizasını ifa etmek için gittiği Mekke'den sonra
Medine'ye geçerek ölünceye kadar Hz Muhammed'in türbesi civarında
yaĢadı. Eserlerinin bir kısmı Türk ve Ġslam Eserleri Müze-si'ndedir.
En meĢhur öğrencisi Tophaneli Mahmud'dur.
ALĠ ALPARSLAN
ABDÎ
(18. yy) Pek çok Ģiirinde Ġstanbul sevgisini ve özlemini dile getiren âĢık.
Doğum ve ölüm yeri ve tarihleri bilinmeyen Abdî, "kalem Ģuarası" adı verilen ve
Ģiirlerini doğaçlamayla değil de yazarak oluĢturan âĢıklar
zümresinden-dir. Aruz ve hece ile yazdığı Ģiirlerin birçoğunda ayrı
düĢtüğü Ġstanbul'dan öz-
ABDÎ
12
13
ABDULLAH
lemle söz eder. "Destan" baĢlığı taĢıyan aruzla yazılmıĢ bir Ģiirindeki "Bu bin yüz
altmıĢ altıda mücavir Mekke'de Ab-dî" mısraından H. 1166 (1752)
tarihinde Mekke'de bulunduğu, "Üç senedir lûtf-i Hakla Beyt'e
sürdüm yüzümü" mısraından da üç yıl burada yaĢayıp çok sevdiği
istanbul'a döndüğü anlaĢılıyor.
ġiirde Nabî'den etkilendiğini belirtmekle birlikte Abdi'yi bir divan Ģairi saymak
mümkün değildir. Bir âĢık olarak Ģiirlerinde ÂĢık Ömer(->) ve
Gevherî etkisi açıkça görülmektedir. Abdi'nin Ģiirlerinde istanbul iki
yönlü olarak yer alır. Birincisi Ģehrin doğal güzelliklerine duyulan
özlem ve övgüdür. Ġkincisi ise Ģehir hayatının çeĢitli yönlerini,
semtlerini, mesire yerlerini, giyim kuĢamını, halkın ve seçkin sınıfın
geleneklerini sergilemesidir.
Bibi. Naci Kum, "ġair Abdî ve Güzel Ġstanbul", Yeni Türk, no. 38, 1936, s. 70;
Ergim, Türk Şairleri, I, 203-206; M. F. Köprülü, Türk Sazşair-leri, III,
Ankara, 1962, 400-401-TDEA, I, 10.
M. SABRI KOZ
ABDÎ
bak. ABDÜRREZZAK EFENDi
ABDÎ ÇELEBĠ CAMÜ
Fatih Ilçesi'nde, KocamustafapaĢa Ma-hallesi'nde, Müdafaaimilliye Caddesi ile
Marmara Caddesi'nin kesiĢtiği yerdedir. Banisi Kanuni dönemi ileri
gelenlerinden Ruznameci Çelebi Abdullah
Efendi'dir. "Çilingir", "Sankiyedim", "Ye-dimiçtim" gibi adlarla da anılmaktadır.
Mimar Sinan tarafından 940/1533 tarihinde inĢa edilen ilk yapı dolma bir set
üzerinde yükselmekte, dört fil ayağına bir kubbe oturtulmak suretiyle
tasarlanmıĢ bulunmaktaydı. Geçen yüzyılın sonlarında çok harap
durumda olan cami, devrin seraskeri Rıza PaĢa'nın (1844-1920)
delaletiyle, masrafı Hazine-i Hassa'dan ödenmek suretiyle yeniden
inĢa ettirilmiĢ, Mimar Sinan'ın tasarladığı ilk camiden tamamen farklı,
eklektik üslupta bir yapı ortaya çıkmıĢtır, istanbul'da 1896'da vuku
bulan Ermeni olaylarından sonra, camiin çevresindeki Ermeni
mahallesinde bir karakolun inĢa ettirilmesi, camiin yenilenmesine
vesile olmuĢtur.
Osmanlı devrinin son yıllarında bakımsız kalan Abdî Çelebi Camii 1933'te Süeda
Hanım adında bir hayırsever tarafından esaslı bir onanma tabi
tutulmuĢ, bu arada önüne imam meĢrutası eklenmiĢtir. ġu anda
(Haziran 1993) camide onarım çalıĢmaları yapılmaktadır. 1991-1992
yıllarında yapının kuzey kesimine dernek binası, tuvalet ve aptes
yerleri eklenmiĢtir. Ayrıca fevkani mahfilde kuzeye bakan
pencerelerden biri kapıya çevrilerek minareye ve mahfile dıĢarıdan
giriĢ sağlanmıĢtır. Bu yeni ekler cami ile son derecede uyumsuz bir
görünüm oluĢturmaktadır. Son yıllarda yapıların tarihi özellikleri
düĢünülmeden gerçekleĢtirilen sağlıksız onarım ve tadillerin bir
Abdî Çelebi Camii
Araş Neftçi, 1989
örneği de burada karĢımıza çıkmaktadır. Yapının cepheleri pilastrlarla bölünmüĢ, alt
ve üst pencerelerin arasına yatay bir silme yerleĢtirilmiĢtir. Alt
pencereler basık, üst pencereler ise yuvarlak kemerlidir. Üst
pencerelerden cephe ekseninde bulunanlar yükseltilerek saçak
korniĢinden yukarıya taĢırılmıĢtır. Birkaç istisna dıĢında Osmanlı
yapılarında görülmeyen, buna karĢılık Bizans dini mimarisinde çokça
kullanılan, Osmanlı dönemi Rum kiliselerinde de sürdürülen bu saçak
ayrıntısı, Abdî Çelebi Camii'nin Rum kökenli ustaların elinden çıkmıĢ
olabileceğini düĢündürmektedir. Yapının dört köĢesinde yükselen
ağırlık kuleleri sekizgen, üst kısımları da soğan kubbelidir. Cami
kiremit kaplı ahĢap çatıyla örtülmüĢtür. Minaresi kuzeybatı
köĢesindedir. Kapalı son cemaat yerinin üst katı kadınlar mahfili
olarak değerlendirilmiĢtir. Fevkani mahfilden harime açılan üç adet
kemerin içinde mahfil zemini kavisli çıkmalarla geniĢletilmiĢ, bu
çıkmalardan ortadaki daha geniĢ tutulmuĢtur. Kare planlı harimin
tavanı köĢede, pandantif görünümlü ahĢap dolgularla kuĢatılmıĢ,
böylece elde edilen sekizgen yüzeyin merkezine alçıdan yuvarlak bir
göbek oturtulmuĢtur. Son devrin önde gelen hattatlarından TuğrakeĢ
Ġsmail Hakkı Altunbezer'in(->) eseri olan, yaldızla yazılmıĢ sülüs hatlı
Nur ayeti, alçı göbeği kuĢatmaktadır. Mihrabı çevreleyen ve 1933
onarımına ait olduğu anlaĢılan çini kuĢakta mavi zemin üzerine beyaz
renkle celi sülüs olarak yazılmıĢ, Kâmil Akdik(->) imzalı Ihlas suresi
bulunmaktadır. Mihrap niĢinde, son dönem özelliklerim yansıtan
kalem iĢi perde motifleri görülür. BaĢlangıçta mescit olarak faaliyet
gösteren yapının minberini 1756'da Mahmud Ağa'nın koydurduğu
bilinmektedir. Halen görülen ahĢap minber ise, yapının mimarisi gibi
eklektik özellikler göstermektedir. 19. yy'ın sonundaki yenileme
sırasında konduğu anlaĢılan bu minberin köĢk kısmı dilimli
kemerlerle donatılmıĢ, soğan kubbeli bir külahla taçlandırılmıĢtır.
Bibi. Ayvansarayî; Hadîka, I, 77; ISTA, I, 24; Öz, istanbul Camileri, I, 42; Kuran,
Mimar Sinan, 135; Fatih Camileri, 48.
EMĠNE NAZA
ABDĠ ĠBRAHĠM
bak. BARUT, ABDĠ ĠBRAHiM
ABDĠ ĠPEKÇĠ SPOR SALONU
Zeytinburnu ilçesinin KazlıçeĢme semtinde Ġstanbul Belediyesi tarafından yaptırılan
spor salonu. Salona bir suikasta kurban giden gazeteci Abdi Ġpek-
çi'nin adı verildi. Temeli 1979'da atılan yapının inĢaatı duraksamalarla
on yıl kadar sürdü. Salon 1990'da ünlü Har-lem Globetrotters
basketbol takımının gösterisiyle hizmete girdi.
AçılıĢından bu yana basketbol, güreĢ, voleybol, halter gibi spor dallarında çeĢitli
uluslararası Ģampiyonalara ve
Abdi Ġpekçi Spor Salonu
Nazım Timuroğlu, 1993
spor etkinliklerine sahne olduğu gibi konserler için de kullanıldı. 1991 Avrupa
ġampiyon Kulüpler Basketbol Turnuvası Finalleri ile en büyük sportif
organizasyonlarından birini verdi. 7.000 seyirci kapasiteli salon her
tür uluslararası spor organizasyonuna elveriĢli olup ayrıca antrenman
salonlarına da sahip bulunmaktadır.
CEM ATABEYOĞLU
ABDULLAH (Sarı)
(1584, istanbul - 1660, İstanbul) Tasavvuf tarihinde "Sarı" veya "ġârih-i Mesne-vî"
olarak tanınan reisülküttab, hattat, çiçekçi ve Bayramî Melamîliğine
mensup mutasavvıf.
Babası, Magrib Ģehzadelerinden Sey-yid Muhammed, annesi Sadrazam Halil PaĢa'nın
kardeĢi Beylerbeyi Mehmed PaĢa'nın kızıdır. Eğitimini Ġstanbul'da
tamamladı. Halil PaĢa'nın (ö. 1630) birinci sadaretinde (1616-1619)
devlet hizmetine girerek Ġran seferine katıldı. PaĢanın ikinci
sadaretinde (1626-1628) ise, önce tezkireci ve ardından l627'de
Mehmed Efendi'nin yerine reisülküttab oldu. Bu sırada Doğu'da
Abaza Mehmed PaĢa üzerine gönderilen Halil PaĢa, baĢarı
sağlayamayınca her ikisi de görevlerinden uzaklaĢtırıldılar. 1630'da
Halil PaĢa'nın ölümüyle inzivaya çekilen Abdullah Efendi, 1638'de
Ġsmail Efendi'nin yerine tekrar reisülküttaplığa atanarak IV. Murad'ın
Bağdat seferine katıldı. l640'ta Anadolu muhasebecisi, l650'de piyade
mukabelecisi oldu ve l654'te mensuh mukataacılığma atandı. Bu son
resmi görevinden bir süre sonra ayrılan Abdullah Efendi, ölümüne
kadar Koca-mustafapaĢa'daki evinde tasavvufla uğraĢtı. Mezarı,
Topkapı'da kendi adıyla anılan sofasındadır.
Gençlik yıllarında Hacı Hüseyin Ağa (ö. 1630) aracılığıyla Melamî kutbu Ġd-ris-i
Muhtefî'ye (ö. 1615) intisap etmiĢ, onun ölümünden sonra da yerine
geçen Hacı Bayram Kabayî (ö. 1627) ve Sütçü BeĢir Ağa'ya (ö. 1662)
bağlanmıĢtır.
16. yy baĢlarında "Oğlan ġeyh" lakaplı ismail MaĢukî (ö. 1529) tarafından Ġstanbul'a
getirilen Melamîlik(->), önce Anadolu kökenli Ģeyhler tarafından Hel-
vaî Tekkesi'nde(->) örgütlenmiĢ ise de 17. yy'dan itibaren tarikatın bu
yöndeki faaliyetleri Rumeli Melamîlerinin denetimine geçerek saray
çevresi ile ilmiye sı-
nıfı üzerinde yoğunlaĢmıĢtır. Sarı Abdullah'ın mürĢidi Ġdris-i Muhtefî(->) bu kola
mensup olup, aralarında Sadrazam Halil PaĢa ve ġeyhülislam Ebu'l-
meyâmin Mustafa Efendi'nin de (ö. 1606) bulunduğu Osmanlı
bürokrasisini kendine bağlamıĢ, ayrıca KırkçeĢme'deki PeĢta-malcılar
Hanı'nda esnaf zümresini örgütlemiĢtir. Sarı Abdullah, Melamîliğe bu
handa yapılan dini bir törenle girmiĢ ve yaĢadığı dönemde esnaf ile
iktidar arasındaki sosyokültürel iliĢkinin tarikat adına düzenleyicisi
olmuĢtur.
Sarı Abdullah, Melamîliğin 17. yy Ġstanbul hayatındaki siyasi ve dini rolü üzerinde
etkili olmuĢ bir mutasavvıftır. Diğer tarikatlarla kurduğu yakın iliĢki,
siyasi ve mistik kiĢiliğinin derin izlerini taĢır. Ġsmail MaĢukî(->) ve
Hamza Bâlî (ö. 1561) gibi Melamî Ģeyhlerinin Ġstanbul'da
katledilmeleri üzerine gizlilik esasına dayalı bir örgütlenme modelini
benimseyen Melamîlik, onun aracılığıyla hem siyasi kadrolar içinde
hem de diğer tarikatların koruyucu Ģemsiyesi altında geliĢebilme
olanağı bulmuĢtur. Söz konusu bu tarikatlar, Melamîliğin
Ġstanbul'daki bir çeĢit resmi örgütü olan Bayramîlik(-») ile ondan
ayrılarak farklı bir kimlik kazanan Celvetîlik'tir(->). Ce-vâhir-i
Bevâhir-i Mesnevi adlı eserinde kendisini Bayramî olarak gösteren
Sarı Abdullah, ayrıca Sadrazam Halil PaĢa'nın da bağlı bulunduğu
Celvetîliğe intisap ederek, IV. Murad'ın yakın desteğini alan bu
tarikatların saray halkı üzerindeki nüfuzlarını, Melamîlere uygulanan
siyasi baskıyı azaltacak yönde kullanabilme baĢarısını göstermiĢtir.
l628'de Abaza Mehmed PaĢa'ya karĢı düzenlenen seferin baĢarısızlığa
uğramasıyla görevlerinden uzaklaĢtırılan Halil PaĢa ile Abdullah
Efendi'nin, Celvetî Ģeyhi Aziz Mahmud Hüdaî(->) tarafından IV.
Murad'a bağıĢlatılmalârı, bu açıdan tipik bir örnektir.
istanbul'un 17. yy mistik hayatında Sarı Abdullah'ın tasavvuf anlayıĢını benimseyip
sürdüren pek çok ünlü Ģair ve mutasavvıf vardır.
Sarı
Abdullah'ın
Topkapı-
Maltepe'de
bulunan
mezar taĢı.
Ekrem Işın,
1992
Bunlar arasında NeĢatî Ahmed Dede ile Cevrî Ġbrahim Çelebi gibi Mevleviler ve
La'lîzade Abdülbâki(->) gibi NakĢîler ilk anda dikkati çekerler.
Gelibolu ve BeĢiktaĢ Mevlevîhaneleri Ģeyhi Ağazade Mehmed
Dede'nin müritlerinden olup daha sonra Edirne Mevlevîhanesi post-
niĢinliğini üstlenen NeĢatî Ahmed Dede (ö. 1674), Sarı Abdullah'ın
kesedarlığım yapmıĢ, ondan aldığı Melamî neĢeyi Mevlevî kültürüyle
bütünleĢtirerek 17. yy divan Ģiirinin seçkin örneklerini vermiĢtir.
Cevrî Ġbrahim Çelebi (ö. 1654) ise, Sarı Abdullah'a bağlanan bir diğer
büyük Mevlevî Ģairi ve hattatıdır. Galata Mevlevîhanesi postniĢini
Ġsmail Rüsuhî Dede'nin derviĢi olan Cevrî, Melamîlik ile Mevlevîlik
arasındaki kültürel iliĢkinin, 17. yy'daki baĢlıca odak noktalarından
birisi sayılmaktadır. Sarı Abdullah'ın tasavvuf alanındaki asıl etkisi,
torunu ġeyh La'lî Mehmed Efendi (ö. 1707) aracılığıyla, 18. yy'ın
önemli NakĢî mutasavvıflarından La'lîzade Abdülbâki üzerinde
olmuĢtur. Sergüzeşt adlı eserinde Sarı Abdullah ve çevresini anlatan
La'lîzade kendi kurduğu kalenderhane ile bağlandığı Murad
Buharî'nin (ö. 1719) Eyüp'teki tekkesinde Ģekillenen Melamî-meĢrep
NakĢîliğin, Ġstanbul'daki baĢlıca temsilcisidir. Ġkinci devre
Melamîlerinin Sarı Abdullah aracılığıyla NakĢîlik üzerinde kurdukları
bu yoğun etki, ġeyh Murad Tekkesi postniĢini Abdülkadir Belhî'nin(-
») kiĢiliğinde, Cumhuriyet dönemine kadar uzanmıĢtır.
ġiirlerinde "Abdî" mahlasını kullanan Sarı Abdullah'ın eserleri, Ġstanbul'daki
Melamî/Hamzavîlerin kültürel dünyalarını göstermeleri açısından
önemlidirler. 1625-1631 yılları arasında Mesnevinin birinci cildine
yaptığı Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevi (bas. 1288, 5 c.) baĢlıklı Ģerhi,
onun Mevlevîlik ile kurduğu yakın iliĢkinin bir ürünü olup, IV.
Murad'a sunulmuĢtur. Aslında Bayramî olan Mevlevî Ģeyhi Ġsmail
Rüsuhî Dede ile yaptığı tasavvuf sohbetlerinin çeĢitli tarikat silsileleri
eklenerek geniĢletilmesi sonucu ortaya çıkan 1624 tarihli Semerâtü'l-
Fu-âd fi'l-Mebde-i ve'l-Meâd (bas. 1288), Bayramî Melamîliğinin
mistik kökeni ve geliĢimi üzerinde duran temel bir kaynaktır. Bu
kitaptaki tasavvuf konularını, Bayramî Ģeyhlerine ait menkıbelerle
zenginleĢtirerek 1639'da kaleme aldığı Cevheretü'l-Bidâye ve
Dürretü'n-Nihâye ise, tarikatın toplumsal tarihini yakından
ilgilendirir. l660'ta yazdığı Mir'âtü'l-As-fiyâfîSıfât-ı Melâmîyyeti'l-
Ahfiyâ, Muh-yieddin Arabî'nin Fütühâtü'l-Mekkiy-je'sindeki
Melamîlikle ilgüi bölümlerin Ģerhi olup, aynı zamanda da son eseridir.
Arapça yazdığı Risale fi Merâtibi'l-Vücûd ile Türkçe Meslekü'l-Uşşâk
adlı 105 beyitlik kasidesi, tasavvuf ve tarikat adabının genel
konularına değinir. Mes-lekü'l-Uşşâte-z. La'lîzade Abdülbâki ve
HabeĢîzade Rahimî gibi Melamiler tarafından ayrıca zeyiller
yazılmıĢtır.
Sarı Abdullah, mutasavvıf kiĢiliğinin yanısıra çiçekçiliği ve hattatlığı ile de Ġs-
ABDULLAH
14
15
ABDULLAH BĠRADERLER
ler. Bir ay sonra yeni bilgilerle dolu olarak Ġstanbul'a döndüler ve tüm sanat
yeteneklerini göstererek çalıĢmaya baĢladılar. Abdullah Biraderler'in
çektikleri fotoğraflarda bir baĢka canlılık vardı. Abdullah Freres adlı
stüdyonun ünü gün geçtikçe artıyordu. 18ö7'de Beyazıt'taki stüdyoyu
Andreomenos'a devrederek Beyoğlu'na (o dönemdeki adıyla Pera)
taĢındılar.
Ġstanbul'un batıya dönük yaĢam tarzına en yakın yeri olan Beyoğlu, bir yenilik olarak
fotoğrafçılığa hemen kapılarını açtı. Buradaki yeni yerlerinde baĢarılı
çalıĢmalar yapan Abdullah Biraderler'in
Abdullah Biraderler'in kullandığı bir fotoğraf kartı arkası. Engin Çizgen
tanbul kültürüne renk katmıĢtır. Yedi ayrı zerrin lale türü yetiĢtirmesinden dolayı L
Ġbrahim tarafından 1642'de "serĢükûfe-ci" tayin edildiğini
Müstakimzade kaydetmektedir. Hat sanatındaki baĢarısını ise, yazmıĢ
olduğu Abdülmecid Sivasî Tekkesi'ne ait vakfiyede göstermiĢtir.
Bibi. UĢĢakizade, Zeyl-i Şakaik, 346-347; Ta-rih-i Naima, VI, 121; Ayvansarayî,
Hadîka, II, 202; Ayvansarayî, Mecmuâ-i Tevârih, 190; Müstakimzade,
Tuhfe, 280-281; La'lîzâde Ab-dülbâkî, Menakıb-ı Melâmîye-i
Bayramîye, ist., ty; Sami, Kamus, IV, 2916; Sicill-i Osma-nî, III, 367-
368; Osmanlı Müellifleri, I, 100; Gölpınarh, Melâmilik, 137-142;
Ergun, Türk Şairleri, I, 194-203; Ö. F. Akün, "Sarı Abdullah", 1A, X,
216-220.
EKREM IġIN
ABDULLAH (Yedikuleli)
(?, İstanbul -1731, İstanbul) Sülüs, nesih hattatı. Yedikule'de doğduğu için hattatlar
arasında, Yedikuleli veya Yedikuleli Seyyid Abdullah olarak anılır.
Babası Seyyid Hasan el-HâĢimi, Yedikule Kapısı içindeki Ġmrahor
Camii'nin imamıydı ve hattattı. Abdullah da babasının ölümünden
sonra bu camiin imamlığını yaptı.
Yedikuleli büyük sülüs ve nesih hattatı Hafız Osman'dan 1686'da yazı meĢk etmeye
baĢladı ve 1690'da icazetname aldı. Kendisi de hattat III. Ahmed'in
takdir ettiği Yedikuleli, Sakazade Mustafa Efendi'den boĢalan
Topkapı Sarayı'nm hat hocalığına tayin edildi. Bu sırada kullandığı
mürekkebin çok temiz ve akıcı olduğu duyulunca padiĢahın, bunun
doğru olup olmadığını öğrenmek için bir adamını Yedikuleli'nin ders
verdiği yere gönderdiği, giden kiĢinin ders alacakmıĢ gibi yere
çömeldiği ve ne maksatla geldiğini söyledikten sonra hokkayı onun
mührüyle mühürleterek padiĢaha takdim ettiği hikâyesi ünlüdür.
Yedikuleli Abdullah'ın bir hattı
Söylentinin doğru olduğu anlaĢılınca hokkanın ağzı altınla kapatılıp kıymetli
hediyelerle hattata geri gönderilmiĢtir.
Yedikuleli Abdullah'ın hat sanatındaki ustalığım gösteren bir baĢka fıkra da Ģudur:
Bir gün devrin ileri gelenlerinden birinin sorması üzerine Hafız
Osman, Yedikuleli'yi göstererek "Seyyid Çelebi budur, benden güzel
yazar" demiĢtir. Hafız Osman o zamana kadar kimse hakkında böyle
söylememiĢti.
Yedikuleli Abdullah'ın sülüs ve nesih yazılarını Hafız Osman'ınkilerden ayırmak
zordur. Yazdığı yirmi dört Ku-ran'dan ikisi III. Ahmed'in emri ile
yazılmıĢtır. Osmanzade Taib Ahmed'in Meşâ-nk-ı Şerif Tercümestm
de gene sultanın emri üzerine yazmıĢtır. Ayrıca yazdığı bin kadar
enam, evrad, murakka (yazı albümü), kıta ve hilyenin çoğu Nuruos-
nıaniye Kütüphanesi'ne vakfedilmiĢtir.
Bibi. Müstakimzade, Tuhfe, 269-271; Rado, Hattatlar, 136-137.
ALĠ ALPARSLAN
ABDULLAH AĞA CAMÜ
bak. ĠSTAVROZ CAMĠĠ
ABDULLAH AĞA ÇEġMESĠ
Beylerbeyi'nde, Beylerbeyi Camii karĢısında, Abdullah Ağa ÇeĢmesi Soka-ğı'ndadır.
PaĢaçırağı lakabıyla tanınan, saraydan yetiĢme Abdullah Ağa
yaptırmıĢtır. Abdullah Ağa, baĢmusahip, hazine vekili ve hazinedarlık
görevlerinde bulunduktan sonra darüssaade ağası olmuĢ ve
1256/1840'ta vefat etmiĢtir.
Kaynaklarda son derece sade bir tezyinata sahip olduğu belirtilen çeĢme, günümüzde
harap durumdadır. Horasan harçlı su haznesinden sadece 50 cm'lik bir
kısım kalmıĢtır. Oval teknesi de toprak seviyesinin bir karıĢ altında-
dır. Kaybolduğu sanılan kitabesi ise yaptığımız araĢtırma sonucunda, yaklaĢık l km
ilerideki Gül Baba Türbesi bitiĢiğinde yer alan ve II. Mahmud'un
miralemine ait çeĢmenin üzerinde bulunmuĢtur. Sülüs hatlı kitabe,
Hazine-i Hümayun BaĢhademesi Nazif Mehmed Efendi'ye ait olup,
tarih mısraı Ģöyledir: Ayn-ı câri kıldı dârü's-sa'âde ağası lüleden
(1253/1837).
Bibi. Sicill-i Osmanî, III, 397; TanıĢık, İstanbul Çeşmeleri, II, 434-436.
DOĞAN YAVAġ
ABDULLAH BEY (Muhsinzade)
(1832, İstanbul - 20 Ağustos 1899, İstanbul) Sülüs, nesih hattatı. II. Mahmud'un
Istabl-ı Âmire müdürü Mehmed Bey'in oğludur. BeĢiktaĢ'ta Kapıağası
Mektebi'nde okurken hocası Hafız Mehmed Efendi'den yazı yazarak
icazetname aldı. Sonra ünlü hattat Kazasker Mustafa Ġzzet Efendi'ye
devam etmeye baĢladı ve ölümüne kadar onun yanından ayrılmadı.
Abdullah Bey bir süre Sadaret Mek-tubi Kalemi'nde çalıĢtı, 1887'de MenĢe-i Küttab-ı
Askeriye'nin hat hocalığına tayin edildi. Bu arada II. Abdülhamid
tarafından Reisülhattatin (hattatların reisi) unvanıyla ödüllendirildi.
Abdullah Bey, ġefik Bey ile birlikte Kazasker Mustafa Ġzzet Efendi'nin en baĢarılı
öğrencisidir. Hat sanatında Hafız Osman üslubunu sürdürmüĢtür.
Mah-mutpaĢa YokuĢu'nun alt baĢında bulunan Hacı Köçek Camii'nin
dıĢ kapısındaki beyit ile kapıya bitiĢik çeĢmenin manzum kitabesi en
güzel eserlerindendir. Nesih eserleri hususi koleksiyonlardadır.
Bibi. Ġnal, Son Hattatlar, 20-23; Rado, Hattatlar, 230-231.
ALĠ ALPARSLAN
ABDULLAH BĠRADERLER
19. yy'ın son çeyreğinde Ġstanbul'un ünlü fotoğrafçıları. Abdullah Biraderlerin
dedeleri Astvazadur Hürmüzyan, lölO'da Kayseri'den Ġstanbul'a göç
eden Aliksan'ın soyundan geliyordu. Astvazadur Hürmüzyan,
Abdülmecid'in (1839-1861) sarayında mübayaacıbaĢı olarak görev
yapmıĢ, alçakgönüllülüğü, ahlakı ve üstün zekâsıyla çok sevilen ve
sayılan kiĢiydi. Sarayın ileri gelenleri bu yüzden ona Müslüman
olmasını teklif ettiler. Astvazadur ise bu teklifi; "Adım Astvazadur.
Yani Allah'ın oğlu. Bundan böyle bana Abdullah diyebilirsiniz.
Böylece hem sizi memnun etmiĢ olurum, hem de gönlüm rahat eder"
diye yanıtladı. Aile o günden sonra Hürmüzyan yerine, Abdullah
adıyla anılır oldu.
Abdullah Biraderler'in babası Apra-ham Abdullah, 1792'de Ġstanbul'da doğdu. Küçük
yaĢta Kazaz Artin'in yanına girdi ve uzun zaman ipek iĢleri ile
uğraĢarak onun dostu ve meslektaĢı oldu. Anneleri Roza ise, Bağlıyan
ailesine mensuptu. Apraham Abdullah, 1875'te öldüğünde, 3 kızı ve 5
erkek çocuğu
Abdullah Biraderler'in çektiği bir Ġstanbul sokağı, 1870 yılları. Engin Çizgen
vardı. Oğullarından Viçhen, Hovsep ve Kevork güzel sanatlarla uğraĢtılar. Ke-vork
1839'da Ġstanbul'da Ortaköy'de doğdu. Bu semt Ermeni fikir
adamlarının ve asilzadelerinin buluĢma merkezi sayılırdı. Gözde
okullardan biri olan ve üstün yetenekli öğretmen kadrosuna sahip
Lusavoriçyan okulu da bu semtteydi. Kevork Abdullah daha 10-12
yaĢındayken, çalıĢkanlığıyla örnek bir öğrenci olarak herkes
tarafından sevilip sayılıyordu. Ke-vork'un gitmeyi hedeflediği
Venedik'teki Murad-Raphaelyan Okulu imparatorluğun çeĢitli
yerlerinde yaĢayan Ermeni ailelerin çocuklarını sanat öğrenmeye
gönderdikleri bir kurumdu. Kevork, 1852'de kendi yaĢıtlarından
oluĢan on iki kiĢilik bir grupla birlikte Ġstanbul'dan Venedik'teki
Murad Raphaelyan Okulu'na gitmek üzere yola çıktı. Daha sonra ilk
senesinde büyük bir heves ve kararlılıkla baĢladığı bu okuldan
1857'de mezun oldu. Yağlıboya fotoğrafçılığı dalında gösterdiği
baĢarı nedeniyle, mezunlar içinde ödül alan altı kiĢiden biriydi.
Ağabeyi Viçhen Abdullah, birinci sınıf ressam olarak Ġstanbul'da ün yapmıĢtı. Sedef
ve fildiĢi üzerine yaptığı minyatürlere en zor beğenen sanatseverler ve
ressamlar bile büyük bir hayranlık duyuyorlardı. Abdülmecid'in ve
daha sonra da Abdülaziz'in ve birkaç ünlü paĢanın resmini hazırladı.
Ayrıca, 1856'da Ġstanbul Beyazıt'da bir fotoğraf stüdyosu açan ve bu
stüdyoda daguerreotype ile uğraĢan Alman kimyager Rabach'ın
yanında rötuĢçu olarak çalıĢtı. 1858'de Venedik'ten dönen Kevork,
ağabeyi Viçhen ve diğer kardeĢi Hovsep ile birlikte Rabach'ın
stüdyosunu devraldı.
Fotoğrafçılık alanında yeteneklerini daha geliĢtirmek ve baĢarılı olabilmek için,
Viçhen ve Kevork, sanat dalında araĢtırmalar yapmak üzere Paris'e
gitti-
1867'de Paris'te açılan sanat sergisinde, Türk pavyonunda sergilenen Ġstanbul
fotoğrafları büyük bir ilgi gördü.
Osmanlı Ġmparatorluğu baĢkentinde bulunan değerli tüm eserler, bu yetenekli kiĢiler
tarafından fotoğraflanarak, albümler haline getirildi. Abdullah
kardeĢler özellikle Kevork'uh kuvvetli iradesi, sanata olan tutkusu,
ince zevki ve sanat dalında edindiği bilgileri ile mükemmelliğe
ulaĢtılar. Bu baĢarının en büyük sırrı ise, gölgelerin inceliklerinde,
renklerin ahengi ve onlara gösterdikleri özen nedeniyle uzun zaman
bozulmadan dayanabilmelerinde, birkaç yıl önce çekilmiĢ
fotoğrafların, daha dün çekil-miĢçesine canlı ve taze durmalarındaydı.
Fotoğraflardaki üstünlüğün nedenini, Ermenice yayınlanan Teotik
Labcinciyan (1912) adlı yıllıkta, Kevork Abdullah, collodion isimli
mayiin hazırlanmasındaki titizliklerine ve kompozisyonlara çok
dikkat etmelerine bağlıyor. Bu dikkatin sonucunda fotoğrafların güzel
bir rölyefle ıĢık ve gölgelerde ahenkli bir geçiĢ kazandığını belirtiyor.
1868'de Ġngiltere Veliahtı Galler Prensi Edward (daha sonra Kral VII. Ed-ward) 20
kiĢilik maiyetiyle Ġstanbul'a geldiğinde, Abdullahlar, veliahtın eĢi
Alexandra ve maiyetiyle birlikte fotoğrafını çekerler. Kevork prensin
hayranlığından yararlanarak, Londra'da fotoğrafhanenin bir Ģubesini
açmak istediğini söyler, ancak daha sonra bunu gerçekleĢtiremezler.
Ama Galler Prensi ile olan iliĢkileri onlara, 1890'da "Kraliyet
Fotoğrafçısı" unvanını kazandırır.
Abdülaziz, 1860'h yıllarda Beyoğ-lu'nda çalıĢan Derain adlı Fransız fotoğrafçıya bir
portresini çektirir. Ama ne padiĢah, ne de saray erkânı sonuçtan
hoĢnut kalır. Sadrazam Fuad PaĢa, padiĢaha Abdullah Biraderler'den
söz eder. Sultan, 1863'te Abdullah Biraderler'! izmit'teki av köĢküne
davet ederek onlara portresini çektirir. Sonuç olağanüstüdür. Sultan,
yüzünün ve asıl görüntüsünün, Abdullah Biraderler'in çektiği
fotoğraftaki gibi olduğunu söyleyerek, bundan böyle yalnızca onların
çektiği fotoğrafının resmi fotoğraf olarak tanınmasını ve böyle kabul
edilerek her tarafa dağıtılmasını emreder. Sultanı profilden gösteren
bu fotoğraf daha sonra Ġmparatoriçe Auğusta'mn hazırlattığı bir
madalyonda kullanılır. Sultan verdiği bir baĢka buyrukla da onları
"Ressam-ı Hazret-i ġehriyarî" unvanı ile ödüllendirir. Ayrıca 4
Temmuz 1873 tarihli Mec-mua-ı Maarif 'in 11. sayısında ve Şark
gazetesinin 182. sayısında, bu fotoğrafçıların baĢkaları tarafından
taklit edilemeyeceği bir padiĢah buyruğu olarak yayımlanır.
Abdullah Biraderler'in albümleri kısa zamanda dünyaya imparatorluk baĢkenti
Ġstanbul'u tanıtmaya baĢlar. Londra, Paris, Petersburg, Moskova gibi
birçok Ģehirde bu değerli fotoğraflar herkesin takdir ve hayranlığını
kazanır.
1870'li yılların baĢında Rus dükü Ni-
ABDULLAH EFENDĠ LOKANTASI 16
17 ABDURRAHMAN ABDÎ PAġA
ı ı vn s* 3
X^
Öğretmen Okulu (Darülmuallimat) binasının yakınında yer almaktaydı.
Mimar Koca Sinan'ın eserlerinden olan cami Kanuni devri kazaskerlerinden
Amasyalı Kızıl Abdurrahman Çelebi tarafından 962/1554 yılında
yaptırılmıĢtır. Üst yapısı ve minaresi 1908 tarihli Çırçır yangınında
harap olmuĢ, harabesi uzun müddet kereste deposu olarak
kullanıldıktan sonra 1951-1953 arasında çevre halkının giriĢimleri
sonucunda aslına uygun olarak ihya edilmiĢ, ancak 1957'de açılmakta
olan Millet Caddesi'-nin güzergâhı üzerinde kaldığı sanılarak
yıktırılmıĢtır. Günümüzde yerinde apartmanlar bulunmaktadır.
Abdurrahman Çelebi Camii Koca Sinan'ın kagir duvarlı ve ahĢap çatılı ca-
milerindendir. Duvarlar bir sıra kesme küfeki taĢı ve üç sıra tuğla ile
almaĢık düzende örülmüĢtür. Cami, her ikisi de enine dikdörtgen
planlı olan, kapalı bir son cemaat yeri ile bir harimden meydana
gelmektedir. Söz konusu mekânların kapıları mihrap eksenindedir.
Son cemaat yeri, dördü kuzeye, biri batıya diğeri de doğuya bakan
toplam altı adet pencere ile aydınlatılmıĢ, harimi ayıran duvara da dört
tane pencere ile iki küçük mihrap yerleĢtirilmiĢtir. Son cemaat yerinin
üzerine fevkani mahfil olarak değerlendirilmiĢ, batı duvarına yaslanan
bir merdivenle mahfile geçit sağlanmıĢtır. Harim ile son cemaat yeriai
ayıran hat üzerinde, batı yönünde yer alan minare, cepheden taĢkın
kare kesitli ,bir kaide ve prizmatik üçgenlerden müteĢekkil bir pabuç
üzerinde yükselmekte, kapısı, mahfil merdiveninin sahanlığına
açılmaktadır.
Harim duvarlarındaki pencereler,
klasik Osmanlı üslubunun prensiplerine
uygun olarak, iki sıra halinde tasarlan
mıĢ, batı ve doğu duvarlarına ikiĢer,
mihrap duvarına da dört çift pencere
açılmıĢtır. Alt sıradakiler dikdörtgen
açıklıklı, kesme taĢ söveli ve sivri tahfif
kemerli, tepe pencereleri ise sivri ke
merli ve revzenlidir. Camiin, dört meyil
li ve kurĢun kaplı ahĢap çatı ile örtülü
olduğu, harimin ortasında, çatı altında
gizlenen bir ahĢap kubbenin bulundu
ğu bilinmektedir. /
Hadîka'da baninin, Fatih'te Emik- Bu-harî Türbesi'nin karĢısında inĢa ettirdiği
mektebin bahçesinde gömülü olduğu bildiriliyorsa da Tubfetü'l-
Mimarm'de geçen "türbesi ana (camie) karîb" kaydı gerçeğe daha
yakın görünmektedir. Her halükârda Abdurrahman Efendi'nin türbesi
tamamen ortadan kalkmıĢ olup, mimari özellikleri bilinememektedir.
Ufak boyutlu bir açık türbe olduğu tahmin edilebilir.
Bibi. Evliya, Seyahatname, I, s. 214; Ayvan-sarayî, Hadîka, I, 167; Osman Bey,
Mecmua-i Cevâmi, I, 84-85, no. 340; Konyalı, Mimar Sinan, 151; öz,
İstanbul Camileri, I, 87; Meriç, Mimar Sinan, 27, 76; Unsal, Eski Eser
Kaybı, 6-6l; Kuran, Mimar Sinan, 251, 258, 271, 319; Fatih Anıtları,
148-149.
M. BAHA TANMAN
ABDURRAHMAN NAFĠZ PAġA KÜTÜPHANESĠ
bak. YENĠKAPI MEVLEVĠHANESĠ
ABDURRAHMAN NAFĠZ PAġA TÜRBESĠ
bak. YENĠKAPI MEVLEVĠHANESĠ
ABDURRAHMAN PAġA TÜRBESĠ
Eyüp'te, Camiikebir Caddesi üzerinde, Ferhad PaĢa Türbesi karĢısındadır.
Türbeyi Sultan Ġbrahim'in baĢmusa-hibesi ġekerpare Kadın, kendisi için yaptırmıĢ,
fakat gözden düĢünce, padiĢahın kızı tarafından Abdurrahman PaĢa ile
Hazine-i Hassa ağalarından Hasan Ağa'ya satılmıĢtır. Bu durum
Cevrî'ye ait sülüs hatlı ve 1058/1648 tarihli kitabede belirtilmiĢtir.
Abdurrahman PaĢa Türbesi
Yıldız Demiriz
Babüssaade ağalarından Abdurrahman PaĢa, bir süre vezirlik ve Mısır Valiliği
yapmıĢ, 11 Recep 1062/18 Haziran l652'de sarayda katledilerek bu
türbeye defnolunmuĢtur. Türbedeki iki sandukanın adı geçen ağalara
ait olduğu anlaĢılmaktadır. Ancak, üzerlerinde isimlerini belirten yazı
veya levha yoktur.
Kesme taĢtan inĢa edilmiĢ olan türbe
Abdurrahman ġamî Tekkesi
M. Baha Tanman, 1993
sekizgen planlı ve kubbelidir. Her cephesinde altlı üstlü iki sıra pencere, dikdörtgen
silmelerle çevrilmiĢtir. Dikdörtgen açıklıklı olan alttaki pencereler
mermer sövelerle kuĢatılmıĢ, sivri kemerli olan tepe pencereleri alçı
revzen-lerle donatılmıĢtır. Saçak hattı taĢkın bir silme Ģeklindedir.
Kubbeye geçiĢ pandantiflerle sağlanmıĢtır. Örtü sisteminin içini
süsleyen natüralist bitki motifli kalem iĢleri de tamir sırasında
yenilenmiĢtir.
Abdurahman PaĢa Türbesi, yıllarca marangoz atölyesi olarak kullanıldıktan sonra
1957 yılında Vakıflar Genel Mü-dürlüğü'nce restore ettirilmiĢ, bu
sırada yola bakan cephesindeki sebil kaldırılmıĢtır.
Bibi. AkakuĢ, Eyyûb Sultan, 161-163; Unsal, Türbeler, 77-120; Demiriz, Türbeler,
12-14.
YILDIZ DEMĠRĠZ
ABDURRAHMAN ġAMÎ TEKKESĠ
Eminönü ilçesi, Cankurtaran Mahallesi'nde, Sultanahmet Meydanı yakınında,
Kabasakal Caddesi ile Tevkifhane Sokağı'nm kavĢağında, TTOK'ye
ait YeĢil Ev Oteli'nin bitiĢiğinde bulunmaktadır.
Bünyesinde ashabdan Abdurrahman ġamî'nin makam türbesini barındıran bu tekke
kaynaklarda "Alemdar", "Sancaktar" ve "Sancaktar Baba" adlarıyla da
anılmaktadır. Tekkeye adım veren Abdurrahman ġamî'nin, Arapların
668-669 yılında Ġstanbul'u kuĢattıkları sırada Ģehit düĢen sahabelerden
olduğu ve Ebu Eyüb el-Ensârî'nin sancaktarlığını yaptığı rivayet
edilir. Ġstanbul'daki diğer sahabe kabir ve türbelerinin büyük
çoğunluğu gibi, fetihten sonra ihdas edilmiĢ olması muhtemel bu
makamın, uzun süre mütevazı bir ziyaretgâh olarak kaldıktan sonra I.
Abdülhamid (hd 1774-1789) tarafından ihya ve kendi vakfına tescil
ettirildiği anlaĢılmaktadır. Tekkenin kurulması ise Rufaî tarikatına
mensup türbedar ġeyh Mehmed RaĢid Efendi'nin (ö. 1296/1878-79)
türbeye meĢihat koydurması suretiyle olmuĢtur. KapatılıĢına (1925)
kadar Rufaîliğe hiz-
ABDURRAHMAN ġEREF
21
ABDÜLAHAD NURĠ
musevi hastsnesi
,|j«tfLJ
Abdülezel PaĢa Caddesi
istanbul Ansiklopedisi
Abdülezel PaĢa Caddesi'nin güney kesiminde Bulgar Kilisesi'nin vakfı olan bitiĢik
nizam kagir evler; eski Ġstanbul'un ilk yoksul apartman örnekleri
sayılan ve Yahudhane denilen bir iki yüksek ahĢap bina ile Aya
Nikolaos Kilisesi
önemli yapılardır. Paralel olan Mürsel PaĢa Caddesi ile Abdülezel PaĢa Caddesi
arasındaki binalar hemen tamamen yıkıldığından, dar bir yeĢil alan iki
yolu birbirine bağlar görünümdedir. Abdülezel PaĢa Caddesi'nin
kuzey yanındaki önemli yapılar, yıkımdan sonra sayıları iyice azalan
eski konaklardır. Çoğu 16-17. yüzyıldan kalma bu yapılar Fenerli
Rum beylerinin konaklarıdır. Bu civarda, I. Dünya SavaĢı'nda
değirmen olarak kullanılmıĢ bir binanın Türk musikisi ile ilgili
çalıĢmalarıyla da ünlü Kante-miroğlu'nun(-0 olduğu; oğlu Antiok-
hos'un da (1709-1744) bu konakta doğduğu söylenmekle birlikte, bu
konuda kesinleĢmiĢ bilgi yoktur. 19. yüzyılda inĢa edilen Bulgar
Kilisesi de(->) bu taraftadır. Bundan sonra Tur-ı Sina Manastırı
Temsilciliği ile Ġoannes Prodro-mos Kilisesi(->) yer alır.
Caddeye adı verilen Abdülezel PaĢa, Osmanlı askeri tarihinin en ilginç
komutanlarından biridir. 1831'de Konya'nın Hadim Ġlçesi'nin bir
köyünde doğmuĢ, 1853-1856 Kırım, 1876 Sırp, 1877-1878 Osmanlı-
Rus savaĢlarında bulunmuĢ; er olarak girdiği orduda generalliğe kadar
yükselmiĢ, Nisan 1897'de Osmanlı-Yunan SavaĢı'nda Pı-nartepe'de
Ģehit düĢmüĢ ve Alasonya'ya gömülmüĢtür.
ĠLBER ORTAYLI
ABDÜLFETTAH EFENDĠ
(1814, Sakız Adası [bugün Yunanistan'da] - 16 Ekim 1896, İstanbul) Sülüs, nesih,
ta'lik, divani ve rıka hattatı.
Aslen Rumdur. Gençliğinde Müslüman olmuĢ ve Sadrazam Husrev PaĢa tarafından
yetiĢtirilmiĢ ve okutulmuĢtur. Eskiden köleler ve mühtedilerden
çoğunun babalarına Abdullah adı verilirdi. Nitekim kendisinin nüfus
tezkeresinde babasının adı Abdullah olarak yazılıdır.
Husrev PaĢa'nın seraskerliği zamanında Daire-i Askeriye'ye kaydettirilerek burada
devrin bilgileri arasında geometri, hesap, Arapça, Farsça okudu,
ayrıca hat dersleri aldı. Bu daireyi bitirdikten sonra çeĢitli devlet
iĢlerinde görev yapan Abdülfettah Efendi, önce Husrev PaĢa'nın
hizmetinde bulunduktan sonra 1831'de kurulan Sıbyan Alayı
öğretmenliğine getirildi. Burada tabur kâtiplerine günlük
yazıĢmalarda kullanılan rıka yazısını öğretti. 1839'da Sadaret Mektubi
kalemine girdi. 1845'te Eyüp ve 1846'da ġehzade Camii'nin vakıf
iĢleriyle meĢgul oldu. Daha sonra Sivas, Amasya ve Aydın evkaf
müdürlüğü ile Saruhan ve Kastamonu mal müdürlüğü yaptı. Üç ay
Kastamonu vali vekilliğinde bulunduktan sonra Selanik vilayeti
meclis reisliğine ve mal müdürlüğüne getirildi. 1857'de ser-sikkeken
(madeni para ressamlarının ve para kalıpları yapanların baĢı) oldu.
1860'ta filigran yapımını öğrenmek için Viyana ve Paris'e gitti.
1878'de Ġmha-yı Kavâim Komisyo-nu'nda da vazife gören Abdülfettah
Efendi, bu görevleri dolayısıyla 1879'da birinci rütbe Mecidi ve birinci rütbe Os-mani
niĢanlarını aldı.
Abdülfettah Efendi sülüs ve nesihi ġakir Efendi'den öğrendi ve 1832'de icazetname
aldı, ta'lik yazıdan da 1846'da Yesârîzade Mustafa Ġzzet Efendi'den
icazet almayı baĢardı.
Yazıları çoktur. 1855 Bursa depreminde Ulucami'de harap olan yazıları tamir için
oraya gittiğinde hem mevcut levhaları hem de duvarlarda sıva üstüne
yazılmıĢ olanları tamir ettiği gibi ayrıca büyük boyda yazılar yazdı.
"Besmele", "Allah hu", "Huve Kur'anı Mecîd" levhaları bunlardan
birkaçıdır. Abdülfettah Efendi bu levhaları tahtadan yaptığı geniĢ
ağızlı kalemle yazmıĢtı. Ulucami'in yazılarının tamiri sona erince bu
geniĢ ağızlı kalem camiin mihrabının yanına asıldı. Son yıllara kadar
orada asılı durmaktaydı.
Diğer önemli eserleri arasında, Kastamonu'da ġabân-ı Veli'nin kabri üstündeki
örtüleri ile etrafında yatanların ör-tülerindeki kelime-i tevhit,
Ġstanbul'da Süleymaniye Camii'nin eski tarzda yazılmıĢ yazıları,
Abdülmecid'in yaptırdığı binalardaki yazılar, Abdülaziz'in tamir
ettirdiği Fatih Türbesi'nin örtüsü ile etrafındaki yazılar, Aksaray'da
Pertevniyal Valide Sultan Camii'nin dıĢ kapısındaki çeĢmenin yazıları,
Beylerbeyi Sara-yı'ndaki ayet, kaside ve kıtalar, Yıldız Hamidiye
Camii ile BeĢiktaĢ Ertuğrul Camii'ndeki levhalar ve çeĢme kitabeleri,
Talimhane'de yapılmıĢ olan büyük
Abdülfettah Efendi
Malumat, 1896 Nuri Akbayar
Ģadırvanın yazıları, Ġngiltere'de islam Cemiyeti ile Girit'teki camie hediye edilen
levhalar, o tarihlerde Girit mahkemeleri için yazdığı 44 tuğra,
Bursa'da Osman Gazi Türbesi'nin örtüsü üstündeki yazılar sayılabilir.
Bunların dıĢında müzelerde ve hususi koleksiyonlarda yazıları vardır.
Sülüs ve nesihte Hafız Osman; celi sülüste Mustafa Rakım; talikte Yesârîza-de
Mustafa Ġzzet ekolüne bağlıdır. Divani ve rıka yazılarında ise Divan-ı
Hüma-yun'da takip edilen üslup yolundadır. Bibi. Habib, Hat ve
Hattatan, Ġst., 1306, s. 180; Ġnal, Son Hattatlar, 24-28; Malumat, no.
63 (19 Kânunuevvel 1312), s. 296-298; Sictil-i Osmant, IV, 802;
Rado, Hattatlar, 230; DİA, I, 203; ISTA, I, 80-81.
ALĠ ALPARSLAN
Abdülhak Molla
Ana Yayıncılık Arşivi
ABDÜLHAK MOLLA
(22 Aralık 1786, istanbul - 19 Mayıs 1854, İstanbul) Ġstanbul'un hekimbaĢılı-ğa kadar
yükselmiĢ ünlü hekimlerin-dendir. Divan-ı Hümayun'dan Mehmed
Emin ġükûhi Efendi ile HekimbaĢı Büyük Hayrullah Efendi'nin kızı
Nefise Ha-nım'm oğlu, HekimbaĢı Mustafa Behçet Efendi'nin kardeĢi,
HekimbaĢı Küçük Hayrullah Efendi'nin babası ve Ģair Abdülhak
Hamit Tarhan'ın dedesidir.
Önce dini bilimler sonra da Süleyma-niye Medresesi'nde tıp tahsil ederek 1801'de
müderris oldu ve Eski Saray'da hassa (saray) hekimi olarak
görevlendirildi. Dönemin nüfuzlu kiĢilerinden Sadaret Kethüdası
Halet Efendi hakkındaki olumsuz sözleri nedeniyle ağabeyi Mustafa
Behçet Efendi ile birlikte 1821'de KeĢan'a sürüldü. KeĢan'da bir yıl
kaldıktan sonra küçük kardeĢi Hızır Ġlyas Efendi sayesinde affedilerek
Ġstanbul'a döndü. Abdülhak Molla önce Saray-ı Cedide-i Amire (Yeni
Saray, Topkapı Sarayı) hekimliğine getirildi, daha sonra da Asakir-i
Hassa hekimbaĢılığına atandı. Ağabeyi Mustafa Behçet Efendi'nin
ölümü üzerine 1834'te hekimbaĢı ve Mekteb-i Tıbbiye-i ġahane Nazırı
oldu. 1836'da hekimbaĢılık görevinden azledildi. 1839-1845 arasında
ikinci ve 1848-1849 yıllarında da üçüncü defa hekimbaĢılık yaptı.
1852'de reisü'l-ulema un-
vanı verilen Abdülhak Molla Ġlmiye sınıfında da sırasıyla Selanik Mollası (1827),
Mekke Kadısı (1829), Ġstanbul Payesi (1832), Anadolu Payesi (1836),
Anadolu Kazaskerliği (1839) ile 1842 ve 1848'de iki kez Rumeli
Kazaskerliği'ne yükselmiĢti. Ayrıca 1848'de Meclis-i Maarif Reisliği
yapmıĢtı.
Abdülhak Molla 14 Mart 1827'de açılan Tıphane-i Âmire'nin bir süre sonra
Avrupa'daki okulların gerisinde kaldığım fark etmiĢti. Nazırlık görevi
sırasında okulun hocalarından Ġstefenaki Karate -odori ile birlikte II.
Mahmud'un dikkatini okulun öğretim düzeyinin yükseltilmesi için
Avrupa'dan hoca getirilmesi gereğine çekmiĢlerdi. Bunun üzerine
Avusturya'dan Dr. C. A. Bernard davet edilmiĢ ve okul 1839'da
yeniden yapılandırılarak modernize edilmiĢtir. C. A. Bernard'ın
Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i ġahane'de uygulamaya koyduğu
yeniliklerde o dönemde nazır olan, Abdülhak Molla'nın büyük payı
vardır. Ayrıca nazırlığı döneminde karantina teĢkilatı kurulmuĢ ve
çiçek aĢısının yapımı zorunlu hale getirilmiĢ ve hasta müĢahedelerinin
çok iyi tutulmasını emretmiĢtir.
Bebek'teki yalısında (bak. HekimbaĢı Behçet Efendi Yalısı) ağabeyi Mustafa Behçet
Efendi'nin kurduğu bir botanik bahçesi vardı. Abdülhak Molla'nın
yalıdaki eczanesinin giriĢ kapısında yazılı "Ne ararsan bulunur derde
devadan gayri" mısraı ünlüdür. Saray eczanesinin kapısında ise Ģu
beytin yazılı olduğu bir levha asılıydı: Çâresâz olsa he-kîm-i mutlak /
Bula her derde deva Abdülhak.
Ağabeyi Mustafa Behçet Efendi halk hekimliğine ait bazı ilkel tedavi yöntemleri ve
inanıĢlarını, Hezâr Esrar adı altında madde madde toplamaya
baĢlamıĢtı. Ölümünden sonra 850. sırdan itibaren Abdülhak Molla'nın
devam ettirdiği bu eser oğlu HekimbaĢı Küçük Hayrullah Efendi
tarafından 1862'de tamamlanmıĢ ve daha sonra da yayımlanmıĢtır
(Ġstanbul, 1283). Eser günümüzde Türkçe ilk tıbbi folklor denemesi
olarak kabul edilmektedir.
Hekimliği yanında güzel Ģiirler de yazan Abdülhak Molla ne yazık ki Ģiirlerini bir
divanda toplamamıĢtır. Kalender Kasrı'nda II. Mahmud'un tavuğun
nasıl piĢirildiği sorusu üzerine padiĢaha takdim ettiği kaside ilginçtir.
Asakir-i Hassa hekimbaĢısı olduğu sırada, II. Mahmud'un 1828'de ordusu ile Rami
KıĢlası ve Tarabya'ya gittikleri tarihten Ġstanbul'a dönünceye kadar
geçen zaman içindeki olayları günü gününe yazmıĢtır. Tarih-i Liva
adını taĢıyan bu eseri R. Ekrem Koçu tarafından sadeleĢtirilerek
tefrika edilmiĢtir.
II. Mahmud'un ölümü ile ilgili olarak hazırladığı rapor da Feridun Nafiz Uzluk
tarafından yayımlanmıĢtır. Abdülhak Molla, II. Mahmud'a duyduğu
bağlılık nedeniyle Abdülmecid'in iradesiyle II. Mahmud türbesinin
avlusuna defnedilen ilk kiĢidir.
Bibi. Mecmua-i Fevâid, Millet Ktp., no. Yz (A) 2064, 28b; Rıza Tahsin, Mir'ât-ı
Mekteb-i Tıbbiye, Birinci Kitap, Ġst., 1327, s. 5, 8; Ġkinci Kitap, Ġst.,
1320, s. 306; Abdülhak Hamid, "Üstâd-ı Azam Abdülhak Hamid'in
Hayat ve Hatıraları", ikdam, 21 Cemaziyülâhır 1342/1923; Ġnal, Türk
Şairleri, I; Ġzzet, He-kim-başı Odası, ilk Eczane, Baş-Lala Kulesi, Ġst.,
1933, s. 26; R. Ekrem Koçu, "HekimbaĢı Abdülhak Mollanın
Hatıraları", Yeni Sabah, 14 ġubat 1941-28 ġubat 1941; A. Süheyl Ün-
ver, "Abdülhak Molla", Tedavi Kliniği ve La-bomtuvan Meç., c. X
(1941) s. 2; F. Nafiz Uzluk: "Sultan Mahmut-u A(d)li'nin Vefatı
Hakkında HekimbaĢmm Raporu", İbni Sina, Yıl l, S. l (ġubat-Mart
1950), s. 5662; F. Nafiz Uzluk, Hekimbaşı Mustafa Behçet, Ankara
(1954), s. 105; F. N. Uzluk: "Abdülhak Molla'nın Tıp Terimleri",
Dirim, S. 11-12 (1967), s. 278-279; N. Uzluk, "HekimbaĢı Yalısı",
VD, IX (Ankara 1971), s. 251-259; A. Adnan Adıvar, Osmanlı
Türklerinde İlim (haz. A. Kazancıgil-S. Tekeli) Ġst., 1982, s. 217-218;
Arslan Terzioğlu, "HekimbaĢı Abdülhak Molla" Bifaskop, Yıl 5, S. 14
(Eylül 1984), s. 13-17; Bedi N. ġehsuvaroğlu-A. E. Demirhan-G. C.
GüreĢsever, Türk Tıp Tarihi, Bursa, 1984, s. 154; Rengin Dramur,
"Abdülhak Molla'nın Sultan II. Mahmud'a Yazdığı Reçeteler", Tıp
Dünyası, c. 59, S. 3 (1986), s. 61-78.
NURAN YILDIRIM
ABDÜLHALĠM EFENDĠ TEKKESĠ
bak. KOZYATAĞI TEKKESĠ
ABDÜLHAMĠDI
(20 Man 1725, istanbul - 7 Nisan 1789, İstanbul) Osmanlı padiĢahı. Sultan Ab-
dülhamid Han-ı evvel, Hamid-i evvel adlarıyla da bilinir. III. Ahmed
ile ġermî Râbia Kadın'ın oğludur. Oğlu II. Mah-mud'dan baĢlayarak
Osmanlı hanedanı I. Abdülhamid'in soyundan yürümüĢtür.
Abdülhamid, babası III. Ahmed tahttan indirildiği zaman (1730)
henüz beĢ yaĢındaydı. Topkapı Sarayı'nın Kafes
I. Abdülhamid'in Young Albümü'nde yer alan portresi. Londra, 1808 Galeri Alfa
ABDÜLHAMĠD I
33
ABDÜLHAMĠDI
mıĢ olduğundan çok lezzetli olan BaĢlı-su'dan Emirgân'a yolu düĢen herkes tatmadan
geçmez.
Bibi. TanıĢık, İstanbul Çeşmeleri, II, 128; G. Ertürk. İstanbul Meydan Çeşmeleri,
(ĠÜEF YayınlanmamıĢ Lisans Tezi), Ġst., 1982, s. 49. ZĠYA NUR
SEZEN
ABDÜLHAMĠD I KÜLLĠYESĠ
istanbul'un önemli ticaret merkezlerinden Eminönü-Sultanhamam ile Sirkeci arasında
Bahçekapı denilen yerde Ha-midiye Caddesi kenarındaki Dördüncü
Vakıf Mani'nin güneyinde, tam karĢısına isabet eden yapı adasının
merkezindedir.
Külliyenin imaret, sıbyan mektebi, sebil ve çeĢme ile meydana gelen bölümünün
yerinde bugün Dördüncü Vakıf Ha-m(->) vardır. Medresenin
bulunduğu yerde ise sıra dükkânlar sınır teĢkil eder.
Medresenin doğusunda ise türbe-ye haziresi yer almaktadır. Medresenin güneyinde
mescit bulunmaktadır. Mescidin batısında Yıldız Baba Türbesi ve
Yıldız Hamamı kütüphaneye sınır oluĢturur.
Külliyeye ait imaret ve sıbyan mektebi yıktırılmıĢ, sebil ile çeĢme de, Gülha-ne Parkı
karĢısındaki Zeynep Sultan Ca-mii'nin köĢesine taĢınmıĢtır.
Külliyenin bugünkü mevcut yapıları, 18. yy'ın son çeyreğinden kalan
Osmanlı külliye mimarisinin, günümüzde görülebilen son örneklerini
meydana getirirler.
19 Ekim 1775'te Ġmaret inĢaatının baĢlaması ile külliyenin temeli atılmıĢtır. Tarih-i
Cevdet 'te bu temelin atılıĢı anlatılmıĢtır. Ayrıca Hüseyin
Ayvansarayî'de Hadîkatü l-Cevâmi adlı eserinde imaretin iki yöne
açılan iki ayrı kapısı ve bunların dıĢ kısımlarında birer de çeĢmeleri
olduğunu anlatır ve tarihlerini 1777 olarak verir.
Külliyenin diğer yapılarından sıbyan mektebi 1777, medrese-kütüphane-mes-cit-
arasta yapı topluluğu 1780, türbe ise 1789 yıllarında tamamlanmıĢtır.
imaret ve Sıbyan Mektebi: Külliyenin Hamidiye Caddesi'nin kuzey bölümünde kalan
yapıları 1913 yılından önce yerine Dördüncü Vakıf Hanı'nın yapılması
gayesiyle yıkılmıĢtır. Bu yapıların (ima-
ret ve sıbyan mektebi) birleĢik güney kenarlarının Hamidiye Caddesi'ne paralel
olduğu, diğer kenarları ile birlikte pek de düzgün olmayan bir dörtgen
meydana getirdiği, yapının ortasında bulunan revaklı avluya
hücrelerin açıldığı, cephesinin barok üsluplu süslemelerle
kaplandığını elde kalan fotoğraflardan anlıyoruz.
Sebil ve Çeşmeler: Sıbyan mektebinin HocapaĢa veya bugün Sirkeci denilen semte
bakan köĢesine 1774-1778 yılları arasında yapılan çeĢmeler de sebil
ile birlikte Dördüncü Vakıf Hanı yapılacağı sırada Zeynep Sultan
Camii'nin kuzeyinde kalan köĢeye nakledilmiĢtir. Bugün oldukça
bakımsız kalan eser, barok üslubundadır.
Medrese: Külliyenin günümüze kalan son yapılarından olan medresenin kütüphane
ve mescit ile birlikte 1780 tarihinde yapıldığını Yıldız Hamamı Soka-
ğı'na açılan cümle kapısının üzerindeki kitabesinden öğreniyoruz.
Kitabe Sey-yid Yahya Tevfik Efendi tarafından manzum Ģekilde
düzenlenmiĢtir.
Medresenin kuruluĢu ile ilgili diğer önemli bilgiler ise külliyenin 15 Muharrem 1195
(11 Ocak 1781) tarihli vakfiyesinde verilmektedir.
Vakfiyede, medresede görev alacaklarda aranan özellikler, ücretleri, görevleriyle
öğrencilerin nasıl terfi edecekleri, nasıl ve ne zaman, hangi dersi
okuyacakları vb gibi önemli mali ve idari yönetmelik maddeleri
açıklanmaktadır.
Ortaçağda Anadolu medreseleri genelde avlulu ve kubbeli denilen iki ana sınıfa
yerleĢirken Osmanlılar döneminde yapılan medreselerde bir tek plan
tipine yönelim görülmektedir. Bu avlu-eyvanlı medrese tipinin biraz
daha geliĢerek üç ana bölümde toplanmasıdır. Bunlar selatin
külliyeleri medreseleri, müĢtemilat medreseleri ve müstakil
medreseler diye açıklanabilir. Hamidiye Medresesi müstakil
medreselere dahildir. Bu medreseler bir camie bağımlı olmadan baĢlı
baĢına medrese olarak inĢa edilmiĢlerdir.
Alt grup olarak Hamidiye Medresesi küçük bir manzume meydana getirenlerdendir.
Bunlarda daha sonra banisinin türbesi, imaret, sıbyan mektebi, kü-
I. Abdülhamid
Külliyesi'nin
Dördüncü
Vakıf
Ham'ndan
alınmıĢ
kuzeybatıdan
görünümü.
Nazım Timuroğlu,
1993
tüphane, hamam gibi yapılar eklenmektedir. Yakınında büyük bir cami vardır, fakat
onun müĢtemilatı değildir. Özellikle mescidi diğerlerine göre daha
farklı bir yerde planlanmıĢtır. Ayrıca medresenin oldukça düz bir
araziye yerleĢmesine rağmen hücrelerinin zemininin avluya göre
yüksek tutularak altta bir bodrum katı meydana getirilmesi de farklı
bir özellik olarak görülmektedir. Medrese ve eklentileri, istanbul'da
yapılan ve bir padiĢah tarafından inĢa ettirilmiĢ son külliyenin
günümüze kalan parçasıdır.
Kitabenin olduğu kapıdan medreseye girildiğinde önce kare Ģeklinde üstü kapalı bir
avluya varılır. 5,50x5,50 m ölçülerinde olan bu mekânın üstü iç tepe
noktası 5,20 m gelen bir aynalı tonozla kaplıdır. Avludan sonra
karĢısında ikinci bir kapıdan geçilen uzunlamasına dikdörtgen planlı
medresenin iç avlusuna geçilir. Avlu 16,00x31,30 m ölçüle-rindedir.
Etrafı volütlü baĢlıklı 30 mermer sütunla çevrilidir. Avlunun üstü
medreseyi kullanan istanbul Ticaret Borsası tarafından betonarme
kolonlara taĢıtılan, uzun kenarlarında aydınlık fenerleri olan bir çatı
ile kapatılmıĢ ve içerisine de revakların önlerine borsanın acente
odaları yaptırılmıĢtır.
Aslında tek kadı planlanan medresede avlu, giriĢ katında bırakılmıĢ, çevrenin yüksek
yapılar ile çevreleneceği kabul edilerek revak kotu yüksek
tutulmuĢtur. Revakların üstleri çapraz tonozlar ile kapatılmıĢtır.
Revaklara cümle kapısından sonra gelen ikinci kapının iki yanından
sekiz rıhtlı merdivenler ile çıkılır.
1926'da yıkılması Ģartı ile istanbul Borsası'nın kullanımına bırakılmıĢ olan medrese
borsa tarafından yıktırılmamıĢ, ihtiyaçlarına cevap verecek bir
biçimde düzenlenerek restore edilmiĢtir. Günümüzde de gayet iyi
durumdadır.
Kütüphane: Cümle kapısından girilen avlunun güneyinde yer alan merdiven, ikinci
katta üstü aynalı tonoz ile örtülü bir hole varır. Bu hol doğu ve batı
duvarlarında açılmıĢ birer taĢ söveli pencere ile aydınlatılmıĢtır.
Merdivenin karĢısında üç rıht ile çıkılan bir koridor yer alır. Kitap
okuma salonuna bu koridorun sonunda ve solunda, üstünde kitabe
olan bir kapıdan girilir. Kapıdan girilince aynalı tonozla örtülü kare
bir mekâna varılır. Buradan sağa dönülünce üzeri yine aynalı tonoz ile
örtülü asıl kitap okuma mekânına gelinir. Salona holden sonra bir seki
ile çıkılır. Planda kuzey duvarı köĢeleri kırk beĢ derecelik açı ile
kırılarak dıĢarıdan ikiĢer tane görünen pencerelere içeriden bir
pencere görüntüsü sağlanmıĢtır. Sekinin baĢladığı çizgide sağda ve
solda ikiĢer adet sütun bulunmaktadır. Bunlann baĢlıkları stilize
edilmiĢ iyon tarzındadır. Sekiye ayakkabı ile çıkılmaması
planlanmıĢtır. Kitap okuma salonunun güney duvarına açılan bir
kapıdan cilthaneye geçil-
mektedir. Cilthane, bir büyük, iki küçük aynalı tonoz ile örtülüdür.
Mescit: Medresenin uzunlamasına dikdörtgen planlı avlusu ve etrafını çeviren
hücrelerinin meydana getirdiği ana yapısının güney kanadının orta
aksına köĢeleme gelecek Ģekilde biraz uzağına yerleĢtirilen mescide,
avludan girilen bir geçitle varılır.
Geçidin doğusunda ikisi medrese ve mescit duvarlarına yapıĢık dört sütun, batısında
ise arka bahçeye açılan kapının bulunduğu taĢ tuğla karıĢık malze-
Yüzyıl baĢında çekilen
bir fotoğrafta
I. Abdülhamid Külliyesi'nin
sıbyan mektebi ve
sebili (üstte).
IAM, Encümen Arşivi, no. 363
Hamidiye Sebili olarak anılan bu sebil Ģimdi Gülhane Parkı'nm karĢısında Zeynep
Sultan Camii'nin önünde yer almaktadır (solda). Ara Güler
me ile yapılmıĢ bir duvar bulunur. Bu Ģekilde ortaya çıkan koridor geçidin üstü, beĢik
tonoz ile örtülüdür. Geçidin sonunda karĢımıza çıkan kapıdan mescide
girilir, içten içe bir kenarı on metre olan mescidin duvarlarında taĢ ve
tuğla karıĢık kullanılmıĢtır. Duvarlar 9,50 m çapında zeminden 8 m
yükseklikte bir kubbe ile örtülüdür. Dört cephesinde de iki sıra
halinde pencereler olan mescit bugün iki kata bölünmüĢtür. Mihrabın
yeri belli olmasına rağmen tam olarak görülmemektedir.
Arasta: Medresenin ana yapısının kuzey duvarı ile Hamidiye Caddesi arasında kalan
sıra dükkânlar, günümüzde cephe özelliklerini kaybetmiĢtir. Aynı
Ģekilde önceden tonoz örtülü olan üstleri bugün düz bir çatı ile
kapatılmıĢtır.
Türbe : I. Abdülhamid 1789'da ölünce külliyenin içindeki türbeye defnedil-miĢtir.
Ayrıca kendinden sonra gelen padiĢahlardan IV. Mustafa da aynı
yerde gömülüdür. Türbe Aya Logütkon Manastırı'mn yerine 1789'da
yaptırılmıĢtır. Mimarı Mehmed Tahir Ağa'dır. Barok stilindeki
türbenin planı köĢeleri yuvarlatılmıĢ bir karedir. Türbenin diğer bir
mimari özelliği karenin yuvarlatılmıĢ köĢelerinde trompların
olmasıdır. Türbenin kare duvarlarının üzerindeki kasnak, kubbeyi
taĢır. DıĢ görünüĢü iki katlıdır. Alt sıradaki pencereler dövme demir,
boğumlu, kare parmaklıklarla üst sıradakiler ise petek camlıdır.
Türbenin Hamidiye Caddesine bakan kuzey duvarının kesik
köĢelerinde ve pencerelerin iki yanında dört adet barok tarzında,
mermerden çeĢme yapılmıĢtır. Kubbesi kurĢunla kaplı olan türbeye
güneyden girilir. Haziresi ise türbenin güneyinde ve batısında yer
almaktadır.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, I, 175-177, 240; Evliya, Seyahatname, I, 304; Tarih-i
Cevdet, I, 46, II, 102; Ziya, İstanbul ve Boğaziçi, I, 171-176;
Kumbaracılar, Sebiller, 45; Eyice, istanbul, 23; M. Gümbür, "I.
Abdülhamid Vakfiyesi ve Hamidiye Kütüphanesi", DTCFD (1964),
52-53; S. Eyice, "istanbul'un Ortadan Kalkan Bazı Tarihi Eserleri",
TD, XI/27 (1973), 146; Müller-Wiener, Büdlexikon, 41; î. Birol
Alpay, "I. Sultan Abdülhamid Külliyesi ve Hamidiye Medresesi",
STY, VIII, (1978), s. 1-22.
I. BlROL ALPAY
ABDÜLHAMĠD I MEDRESESĠ
Yavuzselim'de, I. Selim Camii ile Sultan Selim Caddesi arasındaki eski Yavuz Selim
Imareti'nin yerine, 1333/1917 tarihinde, Evkaf Nezareti'nce
yaptırılmıĢtır. Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi yapıla-rındandır.
6 Nisan 1327/1911 tarihinde çıkartılan bir kanunla istanbul'daki imaretler kapatılmıĢ,
bunların büyük bir bölümü yıkılarak yerlerine gelir sağlayacak yeni
binalar yapılmıĢtır. Bu arada, Bahçeka-pı'da, I. Abdülhamid
Külliyesi'ndeki medrese ile içindeki kitaplık Zahire ve Ticaret
Borsası'na dönüĢtürüldüğünden, bu bina, yine "I. Abdülhamid
(Abdülha-mid-i Evvel) Medrese ve Kütüphanesi" adı ile, 18 Eylül
1330/1914 tarihinde, din konusunda ilim ve fen uzmanı yetiĢtirmek
amacıyla çıkartılan kanuna uygun bir "medresetü'l-mütehassisin"
olarak, aynı yıllarda yıktırılan I. Selim Ima-reti'nin yerinde yeniden
inĢa edilmiĢtir. Kısa kenarı Halic'e bakan bir L biçiminde planlanmıĢ
olan yeni medrese 1924'te Cumhuriyet Kız Lisesi'ne, 1950'de ise
Yavuz Selim Kız Enstitü-
ABDÜLHAMĠD I SEBĠLĠ
38
39
ABDÜLHAMĠD H
sü'ne dönüĢtürülmüĢ, son dönüĢüm sırasında L'nin güney ucuna kısa bir kanat
eklenerek, plana tabanı geniĢ bir U biçimi verilmiĢtir.
Cami yönündeki ana giriĢ kapısı üzerine yerleĢtirilmiĢ, üç kartuĢlu (çerçeveli)
mermer kitabe üzerinde, eski yazı ile, 1194/1780, Birinci Abdülhamid
Han Medresesi, 1333/1917 kaydı görülmektedir. Ġlk tarih
Bahçekapı'daki I. Abdülhamid Külliyesi'nin, ikinci tarih ise yeni
medresenin yapılıĢ yıllarını belirlemektedir.
Yapının kısa kanadının üst katında yeniden faaliyete geçen Hamidiye Ki-taplığı'ndaki
ünlü yazma koleksiyonu, cumhuriyetin ilk yıllarında çıkarılan bir
kanunla, 1924'te ÇarĢamba'daki Murad Molla Kitaplığı'na, 1954'te de
Süleyma-niye Kütüphanesi'ne devredilmiĢtir.
Evkaf Nezareti baĢmimarı Ahmed Kemaleddin Bey tarafından tasarlanmıĢ olan yapı,
II. MeĢrutiyet döneminde yoğunlaĢan Batı etkisiyle, geleneksel
medrese binalarından iyice uzaklaĢmıĢ bir biçimleme anlayıĢıyla
gerçekleĢtirilmiĢtir. TaĢıyıcı tuğla duvar ve demir putrelli volta
döĢeme sistemiyle inĢa edilmiĢ olan üç katlı bina, yüksek tavanları,
heybetli görünüĢü, saygınlık uyandıran simetrik yüzey
düzenlemeleriyle, imparatorluğun son döneminde ortaya atılan dinde
uzmanlık eğitimi için uygun ve gösteriĢli bir ortam oluĢturmaktaydı. I.
Ulusal Mimarlık Dönemi'nin biçimleme ilkelerine uyum gösteren sivri
kemerli pencereleri, payandalarla taĢınan geniĢ saçakları, sürekli taĢ
silmelerine karĢın, I. Abdülhamid Medresesi, genel anlamda, bu
yıllarda Batı'da geçerli olan yeni Rönesans üslubuna uygun bir
biçimde tasarlanmıĢtır. Eski medreselerde görülen avlu ve revakların
yokluğu, inĢaat yöntemlerinin farklılığı, iç mekânlara bol ıĢık
sağlamayı amaçlayan büyük pencereler ve kubbeli tonozlu eski üst
örtü sistemlerinin yerine kullanılan kiremit kaplı kırma çatı, yapının
16. yy'da gerçekleĢtirilmiĢ olan I. Selim Külliyesi ile bütünleĢmesini
önemli ölçüde engellemektedir. Son yıllarda iki yapı arasına çekilen
taĢ duvar ise iliĢkiyi en aza indirmiĢtir.
Bibi. Hüseyin Hüsameddin (Yasar) -Ibnülemin Mahmud Kemal (Ġnal), Evkaf-ı
Hümâyûn Nezâreti'nin Tarihçe-i Teşkilâtı, ist., 1335; Ziya, İstanbul ve
Boğaziçi, I; Ergin, imaret Sistemi, 1939; M. Cunbur, "I. Abdülhamid
Vakfiyesi ve Hamidiye Kütüphanesi", DTCFD, XXII/l-2 (1964), 17-
69; Yavuz, Mimar Kemalettin, 227-231.
YILDIRIM YAVUZ
ABDÜLHAMĠD I SEBĠLĠ
bak. HAMĠDÎYE SEBĠLĠ
ABDÜLHAMĠD H
(21 Eylül 1842, İstanbul - 10 Şubat 1918, İstanbul) Osmanlı padiĢahı (31 Ağustos
1876-27 Nisan 1909). Sultan Abdülhamid Han-ı Sânî, Sultan Hamid
olarak da bilinir. Sultan Abdülmecid ile
Tîrimüjgân Kadınefendi'nin oğludur. PadiĢahlığının 1878-1909 arasındaki otuz yılı
"Ġstibdat Devri" olarak anılır. Bu dönemde, dıĢ, sorunların ağırlığını
gerekçe göstererek baskıcı bir yönetim sürdürmüĢtür.
Abdülhamid, babası Abdülmecid'in sarayında, Edhem PaĢa, Kemal PaĢa, Fransız
Gardet, Gerdankıran Ömer Efendi, Vakanüvis Lutfî Efendi, Guatelli
Lombardi'den özel dersler aldı. Amcası Abdülaziz'le Mısır (1863) ve
Avrupa (1867) gezilerine çıktı. ġehzadeliği boyunca Ġstanbul'daki
yaĢamını, saray ortamından ve lüksünden uzak geçirdi. Maslak
KöĢkü'nde oturdu. Tarabya'da da bir çiftliği vardı. Fırsat buldukça
yabancılarla görüĢürdü. Namık Kemal, Ziya PaĢa gibi Türk
aydınlarıyla da yakınlığı söz konusuydu. 1876'da, Ġstanbul'da üç ay
ara ile iki padiĢahın tahttan indi-
H. Abdülhamid
Veliahtlık dönemi Necdet Sakaoğlu
rilmesi, Abdülaziz'in intiharı, V. Mu-rad'ın çıldırması olayları yaĢandı. Abdülhamid,
hiç beklemediği bir zamanda, ağabeyi V. Murad'ın yerine tahta çıktı.
31 Ağustos 1876'da Topkapı Sara-yı'ndaki cülus töreninden sonra 7
Eylül günü Eyüpsultan'da kılıç kuĢandı. Kılıç Alayı, Dolmabahçe
Sarayı-Eyüp denizyolu, Eyüp-Fatih-Topkapı Sarayı karayolu
güzergâhında ve geleneksel düzende yapıldı.
II. Abdülhamid saltanatının ilk yılında devlet adamları ve ordu komutanları ile
yemekli toplantılar düzenledi. GörüĢler edindi. Kâğıthane mesiresine
gidip halkın sempatisini topladı. KıĢlaları ziyaret etti. Sık sık
Babıâli'ye, Bab-ı Me-Ģihat'a, Tersane'ye ve Tophane'ye giderek
çalıĢmaları izledi. Deniz ve Boğaz gezileri yaptı. Bu baĢlangıç, her
kesimde, halka yakın demokrat düĢünceli bir hükümdar olduğu
kanısını uyandırdı. Sarayın eski düzeninde değiĢiklikler
gerçekleĢtirdi. Haremin, bir kadınlar cenneti ve haremağaları yuvası
olduğu izlenimini silmeye çalıĢtı. Haremağaları-
nın protokoldeki konumlarım kaldırdı. Üst yönetimde yeni atamalar yaptı. Mid-hat
PaĢa'yı sadrazamlığa getirdi. Ġstanbul'da, Tersane Konferansı'nın
açıldığı 23 Aralık 1876 günü MeĢrutiyeti ilan etti. Parlamentonun
oluĢumundan önce 18 Ocak 1877'de Babıâli'de bir Meclis-i Fevkalade
toplandı. Burada Bosna-Her-sek, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ
sorunları ile Tersane Konferansı'nın gündemi tartıĢıldı. Ġstanbul'da her
gün gösteriler yapılmakta, Dolmabahçe Sarayı ile Babıâli çevresinde
yoğunlaĢan bu toplantılarda Rusya'ya savaĢ açılması istenmekteydi.
Meclis-i Fevkalade, bu ortamda, Tersane Konferansı'nın önerilerini
geri çevirdi. Büyük devletlerin Ġstanbul'daki elçileri kentten ayrıldılar.
Midhât PaĢa, "Millet Askeri" adını verdiği, Ġstanbullu gönüllülerden
bir ordu kurma giriĢiminde bulundu.
II. Abdülhamid, 5 ġubat 1877'de Midhât PaĢa'yı sadaretten uzaklaĢtırdı. PaĢa
istanbul'dan ayrılırken "Beni gönderirseniz, BeĢikler Körfezi'ndeki
düĢman donanması üç günde Ġstanbul'a gelir!" tehdidini savurmaktan
çekinmedi. Meclis-i Mebusan'm açılıĢ oturumu 18 Mart 1877'de
Dolmabahçe Sarayı mu-ayede salonunda yapıldı ve padiĢah, özel
olarak hazırlanan tahta oturarak kendi açılıĢ söylevinin okunmasını
dinledi. Bu sırada halk dıĢarıda coĢkun gösteriler yapıyordu. Meclis
sonraki çalıĢmalarını Ayasofya Meydanı'ndaki Darülfünun (daha
sonra Adliye Sarayı) binasında sürdürdü.
27 Nisan 1877'de, Rusya'nın Osmanlı Devleti'ne savaĢ ilan etmesi Ġstanbul'u paniğe
boğdu. SavaĢ hızla geliĢince kent yaĢamını doğu cephesi
savaĢlarından çok Tuna boyundaki ve Bulgaristan'daki savaĢları
etkiledi. Ordulara cephane, yiyecek ve elbise gönderilmesi, asker
Ģevki, yaralıların tedavisi, fakat en çok sayılan on binlere varan
Rumeli göçmenleri, Ġstanbul'un yaĢam dengelerini bozdu.
Ġstanbullular, savaĢın tüm sıkıntıları içerisinde, Rus ordularının
yaklaĢması nedeniyle korku yaĢamaktaydı. Bu ortamda, halkın
moralini yükseltmek için Plevne savunması ve doğu cephesi baĢarılan,
büyük zaferler olarak duyuruldu. Destanlar, türküler yazıldı. Fakat
göçmenlerin büyük çoğunluğunun Ġstanbul'a dolması, bunların
yoksulluk içinde camilerde, medreselerde meydanlarda yatıp
kalkmaları, çadırlardan, teneke tahta barakalardan muhacir
mahallelerinin oluĢması, istanbulluların belleğinde "Doksan Üç Harbi
faciası" olarak yer etti.
II. Abdülhamid bu olumsuzluğu ve savaĢ koĢullarını gerekçe göstererek 13 ġubat
1878'de Meclis çalıĢmalarını süresiz erteletti. Bu tarih, Abdülhamid'in
istibdat yönetiminin baĢlangıcıdır. Rus Orduları BaĢkomutanı
Grandük Niko-la'nın karargâhını YeĢilköy'e kurması ile 3 Mart
1878'de Ayastafanos AntlaĢ-ması'nm imzalanması ardından kentte
yoğun biçimde güvenlik önlemleri alın-
di, göçmenlerin iskânı için çaba gösterildi. Bunların çoğu Marmara Bölge-si'ne, bir
bölümü de Ġstanbul çevresindeki boĢ kamu arazilerine ve köylere
yerleĢtirildi. 20 Mayıs 1878'de Çırağan Olayı(->) yaĢandı.
II. Abdülhamid, saltanatının ilk iki yılının Ģokunu atlattıktan sonra Berlin
AntlaĢması'nm getirdiği barıĢ ortamında, korkutucu ve baskıcı
yönetimini uygulama olanağı buldu. Sadrazam ve nazırları sık sık
değiĢtirerek, dıĢarıya karĢı vezirleri birer kukla gibi kullanarak
devletin ve Ġstanbul'un ayrıntıda kalan sorunlarıyla bile doğrudan
ilgilenmeye, baĢladı. 10 Mart 1879'da Ġstanbul'daki inĢaat
amelelerinin bir tür greve gitmeleri padiĢahı daha da ürküttü. Benzeri
kıpırdanmaları önlemek için, hafiyelik ve jurnal örgütlerini kurdu.
Dolmabahçe Sarayı'nı, kendisinden önceki iki padiĢahın burada
tahttan indirilmiĢ olmaları yüzünden güvenlikli bulmuyordu. Yıldız
Kasrı'na çekildi. Burasını pavyonlardan ve çalıĢma bürolarından
oluĢan çok iyi korunmaya alınmıĢ bir saray konumuna soktu. 1881'de
Abdülaziz'i öldürttükleri gerekçesiyle Midhât PaĢa'yı ve öteki
sanıkları burada yargılattı (bak. Yıldız Mahkemesi).
1880'li yıllarda kendisini Yıldız'a hapseden II. Abdülhamid, geleneksel törenler
dıĢında dıĢarı çıkmamaktaydı. Yılda iki kez bayram namazı için
BeĢiktaĢ'taki Sinan PaĢa Camii'ne iniyor, bir kez Ertuğrul istimbotu ile
denizden Topkapı Sarayı'na Hırka-i ġerif ziyaretine gidiyordu. Cuma
selamlıkları ise sarayın önündeki Hamidiye Camii'nde
düzenleniyordu. Sarayından hiç çıkmayan padiĢah, Ġstanbul'un tüm
köĢe bucağını hafiyeleriyle gece gündüz kontrol altında tutmaktaydı.
Esnaftan, ileri gelenlerden kabadayılara kadar herkesin nerede ne
yaptığını bilir, kentin her sorunuyla doğrudan ilgilenirdi. DıĢ siyasal
konular kadar ekonomik ve askeri konulara da doğrudan müdahale
eder fakat her konuda gerektiğinde sorumlu tutacağı bir baĢkasının
bulunmasına dikkat ederdi. Abdülmecid (1839-1861) ve Abdülaziz
(1861-1876) dönemlerindeki borçlanmaların ödenmeyen 252 milyon
altın tutarındaki bölümü için Ġstanbul'da Düyun-ı Umumiye Ġdaresi'nin
kurulması 1881'dedir. Bu yönetim, Ġstanbul'da, II. Abdülhamid'in
kontrolü dıĢındaki tek kuruluĢ olmuĢtur.
Oldukça hareketsiz geçen 1880-1895 ara döneminde Ġstanbul'un imarı ve kentsel
sorunların çözümü bakımından önemli adımların atıldığı görülür.
1877'de çıkartılan Ġstanbul Belediye Kanunu, 1882 tarihli Ebniye
Nizamnamesi Ġstanbul'un bir Ġmparatorluk merkezi olma ötesinde,
büyük bir ticaret merkezi ve liman olarak da organizasyonunu
gündeme getirmiĢtir. Yangın alanlarının ıslahı ve yeni yerleĢimlere
açılması, altyapı hizmetlerine el atılması, Terkos su Ģebekesi ve
Hamidiye içme suları tesisi, havagazının yaygınlaĢtırılması gibi bir-
çok hizmet bu dönemde baĢarıldı. PadiĢahın güvenini kazanan ve uzun yıllar görevde
kalan ġehremini Rıdvan PaĢa^), kent hizmetleri için direktifleri
doğrudan Abdülhamid'den almaktaydı.
Halk arasında "Üç yüz on depremi" olarak anılan 1894 depreminde, Suriçi Ġstanbul
büyük zarar gördü. KapalıçarĢı ve çevresi en çok etkilenen bölgeydi.
Abdülhamid, kısa sürede bu çevrenin yeniden imarına çaba gösterdi.
Alınan önlemlerle Ġstanbul'un yangın korkusundan uzak kalması da
sağlandı. Narh ve fiyat denetimleri düzenli yapılıyordu. Lüks ve
israfın önlenmesi, kadınların sokağa çıkmalarının engellenmesi de
fiyat istikrarına bir neden gösterilir.
II. Abdülhamid Ġngiliz elçisini kabul ederken.
The Graphic, 21 Ekim 1876 Celsus Picture Library
Bu dönemde, kadınların çarĢafla çarĢı pazara, iĢlek caddelere çıkmaları yasaktı.
KapalıçarĢı kapılarında, köprü baĢında polisler, ellerinde makas çarĢaf
keserlerdi. Bunun nedeni, tehlikeli kiĢilerin ve suikastçıların da
çarĢafla kendilerini saklamalarının önlenmesiydi. 1899'da bir irade ile
yaĢmak ve ferace de salt saray kadınlarına özgü kılındı. ÇarĢaf ve
peçenin ancak mahalle aralarında ve komĢudan komĢuya gidilirken
kullanılabileceği duyuruldu. Bununla birlikte çarĢafa ilgi yine bu
dönemde baĢladı ve Ġstanbullu hanımlar, daha eskilerde
kullanılmayan, Halep ve Bağdat iĢi çarĢafları, Avrupa ipeklisinden
dikilen koyu renk çarĢaf ve kalın peçeyi, Abdülhamid devrinde
tanıyıp benimsediler. MaĢlah ve yeldirme ile kaĢ-pusyer üstlükleri
genç hanımlar ve kızlar, çarĢafı ise yaĢlı hanımlar kullanmaya
baĢladılar.
Aynı dönemde erkek kıyafetleri, tepesi dar, asabası geniĢ, uzun püsküllü
fes, devrik yakalı kolasız gömlek, yazın pike yelek, sof ceket, daireye gidenler için
redingot, yollu pantolon, Yıldız Sarayı mensupları için Ġstanbulin,
soğuk havalarda pardösü ve palto, yanları es-nekli fotin-rugan kaloĢ,
yağmurda kam-sele, kıĢın sako ve kundura lastiği modaydı.
Törenlerde Ġstanbulin ceketin göğüsleri omuz ve kolları, yaka, kol,
kaĢık, niĢan, Ģerit, madalya ve kordonlarla doldurulur, ayrıca göğüsler
sırma ile iĢlenmiĢ olurdu. Tüm bunlar, ekonomik istikrarla birlikte
Ġstanbulluların "Devr-i Hamidî", aydınların ve muhaliflerin ise
Ġstibdat Devri diye adlandırdıkları Sultan Abdülhamid yıllarının dıĢa
vuran özellikleridir.
Dönemin canlı ve renkli gelenekleri ise her hafta yinelenen ve Yıldız Sarayı
önündeki Hamidiye Camii çevresinde yaĢanan cuma selamlıkları ile
ramazan ayı boyunca her düzeyden Ġstanbullunun ilgi duyduğu
Direklerarası eğlenceleri olmuĢtur. O gün, Beyazıt, Davutpa-Ģa ve
Maltepe kıĢlalarından muzıka takımlarıyla gelen askeri birlikler,
Zühaf ve Ertuğrul taburları yerlerini alır, devlet erkânı, yüksek rütbeli
subay ve komutanlar ile ilmiye ricali dizilirler, Abdülhamid, Yıldız
Sarayı ile cami arasındaki birkaç yüz adımlık yolu körüklü
faytonunda, üzerinde boz renk kaput, karĢısında mabeyin müĢiri,
yanında bir Ģehzadesi ile geçer, alkıĢ yapılır ve camiye girerdi. Halkın
bu töreni izlemesi, bir dizi önlemlerle olurdu. Saray hanımları, elçilik
mensupları ve yabancı konuklar ise kafesli arabalar içinde ya da
Merasim (Seyir) KöĢkü'nden selamlık alayını izleyebilirlerdi. Fotoğraf
çekilmesi yasaktı. Fakat Abdülhamid, fotoğrafa ilgi
ABDÜLHAMĠD n
40
41
ABDÜLHAMĠD H
dır kısmı dar ve boğumlu Ģalvardı. Acemi oğlanları kulaklarına çiçek iliĢtirmeyi
gelenek edinmiĢlerdi.
Ocak yasaları ve sıkı disiplin altında yetiĢtirilen acemi oğlanların yaĢça küçük
olanları odadan ve kıĢladan dıĢarıya çıkartılmaz, temizlik, yemek ve
ağa hizmeti iĢlerinde görevlendirilirlerdi. YetiĢkin olanları, Ġstanbul
Ağası'nın belirlediği düzende ve baĢlarında çorbacıları olduğu halde,
istanbul'un bir dizi ağır iĢini görmekteydiler. Tersane iĢçiliği,
kalafatçılık, miri fırınlarda hamurkâr-lık, piĢiricilik, odun, at, buz
kayıklarında taĢımacılık, yol, iskele, meydan temizlikleri, yangın
söndürme, taĢ ocaklarında, inĢaatlarda iĢçilik bunlardandı.
Yaptıkları iĢlere göre acemi oğlanlara at oğlanı, bostancı yamağı, içoğlanı, teberdar
vb adlar da veriliyordu. Evliya Çelebi, bunların "keçe külah, pür-
silah" ellerinde süpürge ve küreklerle yolları temizleyerek
yürüdüklerini, esnaf olaylarına da yine bu tarzda katıldıklarını yazar.
Kapıcılık, baltacılık, aĢçılık, peyklik, solaklık, kasaplık, helvacılık da
acemi oğlanların yaptıkları iĢlerdendi. Kimileri de Bursa, Balıkesir
dolaylarındaki büyük çiftliklere geçici olarak gönderilirdi. Bunlara
"Türk üzerindeki acemi oğlanı" denmekteydi. YaĢı 23'e gelenler,
Yeniçeri Ocağı'ndaki boĢalmalarda buraya geçerlerdi. Buna çıkma
denirdi. Asker olmayanlar, Bostancı Ocağı'na geçerler, çürük, sakat ve
hastalıklılar ailelerine iade edilirdi. Yetenekli, çok zeki ve yakıĢıklı
olanlar ise özel eğitim için Galata Sarayı, ibrahim PaĢa Sarayı
mekteplerine ve Enderun'a alınırlardı.
Kapıkulu Ocağı'ndaki bozulma, 17. yy ortalarına doğru Acemi Ocağı'nı da etkiledi.
Bu ocağı besleyen devĢirme, pençik olanakları da giderek iĢlemez
oldu. Bunun sonunda Acemi Ocağı, disiplinsiz yeniçerilerin, kimi
serseri, eĢcinsel gençleri kapattıkları, çevreyi rahatsız eden birçok
olayın yaĢandığı yerlerden oldu. Bununla birlikte, yarı aç, çıplak,
eğitimsiz acemi oğlanlar, Ġstanbul yaĢamında 19. yy baĢına kadar
olageldi. 1620'lerde mevcutları 10.000'e kadar çıkmıĢken son
dönemde 2.000 dolayındaydı. 18-19. yüzyıllarda, azılı yeniçeriler,
yanlarında birer ikiĢer acemi oğlanını, köçek, civelek, oğlan adıyla
gezdirmeyi alıĢkanlık edinmiĢlerdi. Acemi oğlanlarından, iĢyerlerine
çırak, yamak olarak yanaĢanlar da çoktu. Kent yaĢamında bunların
etkileri görüldü. EĢcinsel iliĢkilerin yaygınlaĢması yanında, kentteki
her gösteriye ve ayaklanmaya bunlar da ya softalarla ya da kapıkulu
askerleriyle ve esnafla birlikte katıldılar. 1648'deki Atmeydam Olayı(-
>), bunların ilkidir. Acemi Ocağı 1826'da Yeniçeri Ocağı'yla aynı
zamanda kaldırılmıĢtır. Bibi. Evliya, Seyahatname, I, 514; Ricaut,
Türklerin Siyasi Düsturları (haz. M. R. Üzmen), s. 77-80; Ergin,
Maarif Tarihi, I, 20-29; UzunçarĢıh, Kapıkulu, I, 4-141.
NECDET SAKAOĞLU
ACEMĠOĞLANIAR KIġLASI
bak. ESKĠ ODALAR
ACEMĠOĞLANIAR MEKTEPLERĠ
bak. ENDERUN, GALATA SARAYI OCAĞI, ĠBRAHĠM PAġA SARAYI
MEKTEBĠ
ACEMOĞLU HAMAMI
Beyazıt'tan ġehzadebaĢı'na giderken solda KemalpaĢa Mahallesi sınırları içinde
Vidinli Tevfik Sokağı ile ġelızadebaĢı Caddesi'nin kesiĢtiği yerdedir.
Acemoğlu Hamamı olarak bilinen yapı, bazı kaynaklarda "Acemioğlanlar Hamamı"
Ģeklinde zikredilmektedir. Aslında Acemioğlanlar KıĢlası'nın hamamı
olan yapı, Türk kıĢla hamamları arasında önemli bir yere sahiptir.
Fatih tarafından yaptırılıp, Kanuni tarafından onartılan bu küçük ölçekli hamam,
yolun arkasında olması itibariyle gözden ırak bir durumda iken, çevre
duvarlarının yıkılması sonucu günümüzde artık dıĢarıdan
görülebilmektedir.
Hamam, Acemioğlanlar Ocağı'nın Yeniçeri Ocağı ile birlikte 1826'da ortadan
kalkması üzerine, bir çarĢı hamamı olarak, çevredeki esnafa hizmet
vermiĢtir.
Acemoğlu Hamamı, beĢ bölümden meydana gelir. En baĢta bulunan came-kân
bölümü, zaman içinde büyük değiĢiklikler göstermiĢtir. Bugünkü
camekân kısmı, Kanunî devri özelliklerini taĢımaz. Buradan
geçildikten sonra varılan soğukluk bölümünün bir tarafında tuvaletler
ile temizlik kısmı, diğer tarafta da niĢli ve kurnalı bir diğer kısım
vardır.
Acemoğlu hamamının sıcaklık kısmında, kare biçimli bir göbektaĢı yer almaktadır.
Bunun çevresinde de yedi tane kurna bulunur. Üzeri büyük bir kubbe
ile örtülü olan mekândan dikdörtgen ve iki kurnalı ayrı bir yıkanma
yerine geçilmektedir. Sıcaklık kısmına "L" Ģeklinde bağlanan bu
bölümle sıcaklığın hemen önünde biri dikdörtgen diğeri kare olan ve
birbirine geçit veren mekânlara ulaĢılır. Kare mekânda üç, dikdörtgen
mekânda ise beĢ adet kurna bulunmaktadır. Halvet Ģeklinde
düzenlenen bu mekânlar ile sıcaklığın birleĢti-
Acemoğlu Hamamı
Erkin Emiroğlu, 1993
ği duvar boyunca külhan kısmı yer alır. Yapıyı iki küçük bir büyük kubbe
örtmektedir.
ÖZKAN ERTUĞRUL
ACI HAMAM
Sultanahmet'ten ÇemberlitaĢ'a doğru sağ kolda Divanyolu'na açılan Dr. Emin PaĢa
Sokağı'ndadır.
17. yy'da inĢa edilen yapı, eskiden halk arasında "Acı Hamam Tatlı Su" olarak
anılırdı. Bunun nedeni hamama verilen suyun Topkapı Sarayı'ndan
sağlan-masıydı. KırkçeĢme tesislerine bağlı bu suyolunun zamanla
tahrip olması sonucu günümüzde Acı Hamam'ın suyu Ģehir
Ģebekesinden alınmaktadır.
Son yapılan inĢaatlarla birlikte sokak içine sıkıĢmıĢ olan hamamın giriĢi
yükseltilmiĢtir. Yapı içindeki değiĢiklikler sonucu, soyunmalık ve
sıcaklık kısmı ile bunların üzerini örten kubbe belirgin Ģekilde
günümüze kadar gelebilmiĢtir. Hamam, halen faaliyetini
sürdürmektedir.
ÖZKAN ERTUĞRUL
ACIBADEM
Anadolu yakasında, Küçükçamlıca'nın güneybatı yamaçlarında yer alan; eskiden,
Kadıköy'ün temiz havasıyla ünlü bir mesiresiyken bugün yoğun bir
iskân ve yapılaĢma bölgesi haline gelen bir semttir. EsatpaĢa,
RasimpaĢa, HasanpaĢa ve KoĢuyolu mahalleleriyle sınırlanan
Acıbadem, RasimpaĢa'dan Küçükçamlı-ca'ya doğru Ayrılık ÇeĢmesi,
Hünkâr Ġmamı, Dörtyol, Ġkbaliye ve NiĢantaĢı olmak üzere beĢ kesime
ayrılır. Ana ekseni, güneybatıdan kuzeydoğuya doğru uzanan
Acıbadem-Kücükçamlıca Cadde-si'dir. Bugünkü Osmanağa,
Acıbadem ve HasanpaĢa mahallelerini kapsayan Kaptan
HasanpaĢa'dan 1955'te ayrılarak Kadıköy Ġlçesi'ne bağlı bağımsız bir
mahalle haline getirilen Acıbadem'in, Örnek-bağı'ndan
Küçükçamlıca'ya doğru uzanan kuzey bölümü, daha sonra Üsküdar
Belediyesi sınırlarına katılmıĢtır. 1990 nüfus sayımına göre 50.540
olan mahalle nüfusunun 33-364'ü Kadıköy, 17.176'sı Üsküdar'a bağlı
alanlarda yaĢamaktadır.
Acıbadem
istanbul Ansiklopedisi
RasimpaĢa Mahallesi'nden Küçük-çamlıca'ya kadar, Ģimdiki Acıbadem semti olarak
bilinen alan, 17. yy baĢlarında Kızlarağası Mısırlı Osman Ağa'nın
mülküyken, IV. Murad tarafından 1630'da kamulaĢtırılmıĢ, daha sonra
1800'lerde III. Selim'in mülkiyetine geçmiĢtir. PadiĢahlar,
ödüllendirmek istedikleri kimselere buralardan yer bağıĢlamıĢ,
kendileri de av ve eğlence için bölgeye sık sık gelmiĢlerdir.
Semtin NiĢantaĢı olarak bilinen Küçükçamlıca'ya yakın kesimine (Halen Doğancı
Sokağı), II. Mahmud döneminde, rivayete göre padiĢahın, artık
yerinde bulunmayan Küçükçamlıca Kas-rı'ndan tüfeğiyle niĢan alıp
1.000 adım uzaktaki bir yumurtayı vurduğu yere bir niĢan taĢı
dikilmiĢtir. Hicri 1227/1813 tarihli, ġair Arife ait kitabesinde, padiĢah
övülüp olay anlatıldıktan sonra, "Sütun-u senge şöyle nakş-ı tarih
olsun ey Arif/ Bu menzilde yumuna kırdı şâh-ı Mahmud pâk-i endaz"
diye tarih düĢürülmüĢtür.
Bugünkü Acıbadem semti, geçmiĢte, geniĢ çayırların, bağların, bahçelerin ve
Küçükçamlıca'ya doğru koruların arasında, saray mensuplarının,
sultanların, Ģehzadelerin, paĢaların köĢklerinin bulunduğu; temiz
havası yüzünden özellikle ciğer hastalarına tavsiye edilen bir sayfiye,
mesire ve dinlenme yeriydi.
ÖLÇEK
Anadolu'ya gidecek ordu birlikleri veya hacı kafileleri buradan uğurlanırdı. Bugün,
Acıbadem semtinin güneybatısında demiryoluna paralel uzanan
Ayrılık ÇeĢmesi Sokağı'nm yakınındaki Ayrılık ÇeĢmesi'nin adının bu
törenlerden geldiği söylenir.
Günümüzdeki görünümüyle yoğun bir iskân bölgesi olan Acıbadem semtini,
ortalarından, batı-doğu ekseninde Ġstanbul-Ankara karayolu;
Küçükçamlıca'ya doğru, NiĢantaĢı'nın kuzeyinden çevre yolu
kesmektedir.
Acıbadem'in kentsel iskân bölgesinin sınırı, 1960'lara gelene kadar Dörtyol Sarayardı
Sokağı'ydı. Buradan sonra, kuzeye Küçükçamlıca'ya doğru Sokollu
arazisi olarak da bilinen çayırlık ve koruluklar uzanırdı. Gerek
KoĢuyolu gerekse HasanpaĢa'ya doğru tatlı meyillerle inen
yamaçlarda, ağaçlıklı bahçeler arasında ahĢap köĢkler ve 1930-
1940'la-rın mimari özelliklerini taĢıyan kagir villalar vardı.
1905'lerden sonra, kentsel iskân alanı kuzeye doğru yürüdü. Aynı
dönemlerde Sokollu arazisinin parselasyonu bu bölgedeki
yapılaĢmaya hız kazandırdı. Büyük siteler kurulmaya baĢlandı. 1980'li
yıllara doğru semti güneyden kuzeye kat eden Acıbadem Caddesi
geniĢletildi. Caddenin iki yanında yapılaĢma bu tarihten sonra daha da
hızlandı ve semtin çehresi tümüyle değiĢti.
Acıbadem Caddesi gıda ağırlıklı bir alıĢveriĢ aksı halini aldı.
Semtin eski köĢklerinin, kasırlarının, bağlarının, bahçelerinin yerinde bugün siteler,
apartmanlar var. Günümüze kadar gelebilmiĢ olan binaların bir
bölümü harap ve terk edilmiĢ; kimileri ise, yıllar boyunca defalarca
yenilenerek eski yapısal özelliklerini yitirmiĢ durumda. 1980'lerden
sonra kurulan sitelerle çevrili Sokollu arazisi üzerinde Sokollu KöĢkü
olarak bilinen, bir dönem Anadolu Lisesi olarak da kullanılmıĢ halen
boĢ ve harap durumdaki bina, semtteki eski köĢklerin kaderini
gösteren örneklerden sadece biridir. 1560-1564 yılları arasında,
Sokollu Mehmed PaĢa'nın, eĢi Ġsmihan Sultan için yaptırdığı ileri
sürülen bu bina, aslında V. Mehmed Re-Ģad'ın oğlu ġehzade
Ziyaeddin Efen-di'nin köĢküdür. Hanedan üyeleri yurtdıĢına
gönderilirken Ziyaeddin Efendi damadının kardeĢi Hikmet Sokollu'yu
kendine vekil tayin ederek mülkü onun babasına satmıĢ, bundan sonra
köĢk, "Sokollu KöĢkü" olarak bilinmiĢtir. Acı-badem'de bir baĢka
önemli yapı Hicaz Valisi ve Kumandanı Ahmed Ratib PaĢa'nın yapımı
1908 yılında biten, sonradan bir süre Çamlıca Kız Lisesi olarak
kullanılmıĢ köĢküdür. Harap bir halde de olsa günümüze kadar kalmıĢ
köĢklerden bir baĢkası da Köçeoğlu'na ait
ACIMUSLUK MEDRESESĠ
64
65
ADAK YERLERĠ
olanıdır. Bu köĢk. eskiden Köçeoğlu'na ait büyük arazinin üzerine kurulmuĢ Milli
Savunma Bakanlığı Göğüs Hastalıkları Hastanesi'nin bahçesi
içindedir. Yine aynı arazi üzerinde, hastane bahçesinin kapıya yakın
bölümünde bir av köĢkü vardır.
KöĢklerin dıĢında, semtin diğer önemli tarihi binaları arasında. II. Ab-dülhamid
döneminde Faik PaĢa tarafından yaptırıldığı için Faik PaĢa Camii
olarak bilinen tek minareli, kare planlı, taĢ duvarlı Acıbadem Camii;
1860 yılında L Abdülhamid'in Kızlarağası Tayfur Ağa ile manevi oğlu
Besim Ağa tarafından yaptırılmıĢ Acıbadem ÇeĢmesi (Ba-ba-Oğul
ÇeĢmesi); Sultan II. Mah-mud'un tuğrasını taĢıyan Acıbadem NiĢan
TaĢı; Sokollu Mehmed PaĢa tarafından yaptırıldığı sanılan, daha sonra
1735'te, 1921'de ve nihayet 1965'te yenilenip onarılan Ayrılık
ÇeĢmesi ve Acıbadem Yıldızbakkal-Dörtyol arasında, Su Terazisi
denilen, aslında bir sur kalıntısı olan yapı sayılabilir.
Konumu nedeniyle öteden beri sağlık tesislerini, sanatoryum ve prevantoryumları
barındırmıĢ olan semtte, halen Çamlıca Askeri Sanatoryumu, MSB
Göğüs Hastalıkları Hastanesi, Validebağı Sağlık Tesisleri, Sabancı
Spastik Çocuklar Eğitim ve Tedavi Merkezi vardır.
Kadıköy bölgesinin çeĢitli yöreleri gibi, Acıbadem semti de Tanzimat'la birlikte
edebiyata girmiĢ, Edebiyat-ı Cedide yazar ve Ģairleri tarafından
iĢlenmiĢ ve özellikle 20. yy'ın ilk yarısında, bun-
lardan bir bölümünün çalıĢma ve buluĢma yeri olmuĢtur. Ahmed Rasim'in, pek çok
eserini Ģimdi sadece bir durak adı olarak kalmıĢ olan, eskiden Faik
Bey Sokağı'nm sonuna yakın bir yerde bulunan Örnekbağı'nda yazdığı
söylenir. 1950'lerde, o zamanlar Acıbadem iskân alanının kuzey sınırı
olan Sarayardı Sokağı çevresinde yaĢamıĢ ünlüler arasında Ģair
Özdemir Asaf. Mimar Kemalettin ile hâlâ hayatta olan bilim ve sanat
insanları vardır.
istanbul acımusluk medresesi
bak. DAMAD ĠBRAHiM PAġA DARÜLHADĠSĠ
ACIMUSLUK SOKAĞI SARNICI
Sirkeci yönünden Cağaloğlu'na giriĢte, vilayet binasının karĢısındaki Cağaloğlu
YokuĢu'nu sağdan kesen Cemal Nadir (eski adı Acımusluk)
Sokağı'nın bitiminde ve sol tarafta, eski Çiftesaraylar arsasında
bulunan mahzen ve içindeki sarnıç.
Tarihçesi ve sahibi hakkında kesin bilgiler yoktur. Mordtmann'a göre, Latin
imparatorluğu (1204 - 1261) döneminde, 1209'da Venediklilerin
yaptırdığı iç-kalenin (Castrum fori) bir devamı idi. B. Paluka'ya göre,
I. Romanos Lekape-nos'un (920 - 944) sarayının özel banyo odasıdır.
Ġddiasını kalıntılarda bulduğu iki adet tuğla damgaya dayandıran Pa-
luka, mahzenin II Andronikos (1282 -1328) döneminde bir tamir
geçirmiĢ ol-
duğunu da iddia eder. J. B. Papadopu-los'a göre ise mahzen, Cenevizlilere bırakılan
Botaniates (Kalamanos) Sara-yı'nın uzantısıdır. Gerçekten de, 12.
yy'da Cenevizlilerin Botaniates Sarayı'nı ve iki kilisesini satın
aldıkları ve burayı onararak görkemli bir konsolosluk binası yaptıkları
bilinmektedir. S. Eyice de, mahzenin, saray büyüklüğündeki bir sivil
binaya ait olduğunu ileri sürerek bu iddiayı destekler.
Mahzeni ve içindeki sarnıcı ilk kez 1893'te Ġstanbul'daki tüm sarnıç ve mahzenleri
gezen J. Strzygowski ve P. Forchheimer zikretmiĢtir. O dönemde
kapalı olduğu için içine girilemeyen sarnıcın ilk planını ise, 1895'te,
Sadrazam Cevad PaĢa'nm, eski su tesislerini ihya etmek istemesini
değerlendiren B. Paluka çizmiĢtir. Sonradan K. Wulzinger tarafından
yeniden çizilen plana göre, sarnıcın bulunduğu mahzen oldukça
büyük bir binaya aittir.
Haliç manzaralı bu binanın üst katları her ne kadar günümüze kadar gelmemiĢse de,
mahzen ile aynı plana sahip olmalıdır. Mahzenin bir kısmı, büyük
ihtimalle daha sonradan sarnıca dönüĢtürülmüĢtür. Buradan sokağa
uzatılan bir boru ile dıĢarı ulaĢtırılan suyun, sokağa adını veren su
olduğu sanılmaktadır. Ġlk incelendiği dönemde ve halen, toprak
seviyesinden 10 m kadar yukarıda olan cephenin gerisinde, yan yana
tonozlu odalar ve bunların ortasında 10,65x16,01 m boyutunda bir
salon vardır. Ġki sıra mermer sütunla süslü bu sa-
Acı Musluk
Sokağı
Sarnıcı
l, 2, 3, 5, 6 -Tonozlu odalar. 4 - Sütunlu salon,
7 - Koridor ve
dehliz,
8 - Oval sarnıç,
9 - Mermer
sütunlu oda,
10, 11 - Kare
odalar,
12 - BeĢik
tonozlu, apsisli
mekân.
Jahrbuch deş
Deutschen
Archöologischen
Instüuts, XXVIII,
1993
Alman Arkeoloji
Enstitüsü
lonun duvarının dibinde ise bir kuyu bulunur. Mahzenin sağ tarafındaki odaların
ardında, sonradan eklendiği sanılan oval biçimli bir sarnıç ve bir
dehlizle sonlanan dikdörtgen biçimli uzun bir koridor vardır. Sol taraf
ise ayrı bir plana sahip olup, bu kanadın devamı yoktur. Sütunlu
salonun gerisinde, apsis çıkıntısı hariç, 10,25x6,70 m ölçülerinde,
beĢik tonozlu ve mihrap biçimli apsisi olan, su dolu bir mekân vardır.
Buranın solunda ise biri 4,85x4,85 m, diğeri de 2,75x2,77 m
boyutlarında iki oda ile, iki adet mermer sütunla desteklenmiĢ
dikdörtgen bir mekân bulunur. Yamaca yaslanan ve aslında daha
büyük olduğu sanılan Acımusluk Sokağı Sarnıcı'nın sokağa bakan
cephesi Osmanlı Ġmparatorluğu döneminde bazı değiĢikliklere
uğramıĢtır. Yüzeye açılan çeĢitli büyüklükteki pencereler ile içeriye
ıĢık ve hava girmesi sağlanmıĢtır. Bibi. K. Wulzinger, "Die
byzantinischen Substruktionsbauten", Jahrbuch deş Deutschen
Archâologischen Instüuts, XXVIII, 1913 s. 376; Schneider, Byzanz,
res. 45.
ĠSTANBUL
AÇIKHAVA TĠYATROSU
Dolmabahçe Vadisi'nin Harbiye'ye bakan yamacında Hilton Oteli'nin bulunduğu
tepenin eteklerinde yer alan 4.000 kiĢilik açık tiyatro, konser, gösteri
mekânı.
ġehircilik uzmanı M. Prost, 1930'lar-da kentin imar planını hazırlarken Dolmabahçe
Gazhanesi'nin arkasındaki geniĢ vadiyi, Spor ve Sergi Sarayı, Açıkha-
va Tiyatrosu ve lunapark gibi eğlence yerlerini, halkın gezinti ve
dinlenme sahalarının yer alacağı, büyük bir kültür parkı haline
koymayı uygun buldu. Gü-müĢsuyu-Taksim-Harbiye-NiĢantaĢı-
Maçka-Dolmabahçe arasında merkezi konumu bulunan bu alanda
bostanlar, bahçeler, ahırlar vardı. Küçükçiftlik ve Belvü gazinolarının
da yer aldığı bu alan, park için elveriĢli bir mekândı. Ġmar planında "2
Numaralı Park" adı verilen bu alanın zamanla değerleneceği göz
önünde bulundurularak bölgedeki topraklar istimlak edildi.
O yıllarda kentin tiyatro ihtiyacını
TepebaĢı'ndaki iki ahĢap ve eski bina karĢılıyordu. Cumhuriyet rejimi tiyatroya ayrı
bir önem veriyordu. Ġl Genel Meclisi, Taksim Meydanı'nda Büyük
Opera binası ve 2 Numaralı Park'ta Açıkhava Tiyatrosu olmak üzere,
kentte iki tiyatro binası yapımına karar verdi.
Açıkhava Tiyatrosu'nun, 2 Numaralı Park'ın üst kısmında meyilli arazide yer alması
uygun görüldü. Tiyatronun planı Nihad Yücel ve Nahid Uysal
tarafından yapıldı. Yapımına, Lütfi Kırdar vali ve belediye reisi iken
Temmuz 1946'da baĢlandı. Cephe kaplamaları için küfeki ve
Uzunköprü taĢı karıĢtırılarak renk nüansı sağlandı. DöĢemeleri
Uzunköprü taĢından yapıldı. 9 Ağustos 1947'deki açılıĢ törenine
rağmen, son Ģeklini, Ankara Devlet Konservatuvarı rejisörlerinden
Cari Ebert'in sahne tekniğine uygun değiĢiklikler yapılmasıyla aldı.
Tüm noksanları ancak 1950'de tamamlanabildi. Bu ilavelerle maliyeti
900.000 TL'yi buldu.
Açıkhava Tiyatrosu'nda, amfiteatrlarda olduğu gibi, düz bir sahneye bakan yarım
daire biçiminde merdiven basamakları halinde, seyirci oturma yerleri
ya da gradenler yükselir. 30 kiĢilik Ģeref locası, 3.972 kiĢilik seyirci
yeri, 80 kiĢilik orkestra yeri ve gradenlerin ortasında, sinema filmi
veya dia gösterildiğinde kullanılan projeksiyon yeri vardır. Sahne
200-300 figüranın serbest olarak hareket edeceği kadar geniĢ
tutulmuĢtur. Geçit ve kapılar sahnenin birden boĢaltılmasına uygun
Ģekilde yapılmıĢtır.
Açıkhava Tiyatrosu'nda ilk oynanan eser Ankara Devlet Tiyatrosu sanatçılarının
sergilediği Sofokles'in Kral Oidi-pus adlı trajedisidir. Sahne zaman
zaman opera ve folklor gösterileri, konserler, geniĢ toplantılar,
"geceler" için de tahsis edilmiĢ; Yapı ve Kredi Banka-sı'nın
düzenlediği halk oyunları festivalleri bu mekânda yer almıĢtır.
Açıkhava Tiyatrosu'nda oynanan ilk opera, 1950'de Sevil Berberi'dir.
Bugün de, sahne sanatları, konser, gösteri ve toplantı mekânı olarak
değerlendirilmekte,, Ġstanbul Festivali sırasında yoğun olarak
kullanılmaktadır.
ZAFER TOPRAK
Açıkhava Tiyatrosu
Nazım Timuroğiu, 1993
BeĢiktaĢ Uzuncaova Caddesi üzerindeki Tuz
Baba adak yeri.
TETTV Arşivi / Cengiz Kahraman
ADAK YERLERĠ
Ġstanbul, adak yerleri ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkan gelenekler bakımından
hayli zengindir. Ġnsan hayatının değiĢik evrelerinde adak yerlerine
gidilmesi ve dileklerde bulunulup adaklar adanması, dilekler
gerçekleĢtiğinde de adağın yerine getirilmesi için ziyaretin
tekrarlanması, hattâ adağa konu olan çocuksa her yıl ziyaret edilmesi
Ġstanbul hayatının renkli yönlerinden birini teĢkil ederdi.
ġehrin çeĢitli yerlerine dağılmıĢ adak yerlerinin önemli bölümünü Hz Mu-hammed'in
soyundan gelenlerin, saha-benin(->), Ġstanbul'un fethi sırasında Ģehit
olan askerlerin "nime'l-çeyĢ"(-0 ve veliliğine inanılan Ģeyhlerin
kabirleri ve türbeleri oluĢturur. Bunların dıĢında kutsallık yakıĢtırılan
çeĢme, hamam, direk, havuz, kuyu ve ayazma gibi ziyaret yerleri(-0 de
vardır.
Ġstanbul'un adak yerleri arasında her türlü istek için ziyaret edilen Aziz Mah-mud
Hüdâî, Çifte Sultanlar, Edhem Dede, Elekli Baba, Emir Buharî, Eyüp
Sultan, Horoz Baba, Kahhar Baba, Karaca Ahmed Sultan, Merkez
Efendi, Nalıncı Dede, Oruç Baba, Saka Baba, Selâmı Ali Efendi,
Tezveren Dede, Yavuz Er Sinan, YûĢa Nebi; yaramaz çocukların
uslanması için Baba Cafer, Çifte Gelinler, Koyun Baba, Koyun Dede;
çocuk sahibi olmak isteyenler için Baba Cafer, Çifte Gelinler, Eyüp
Sultan, Lohusa Sultan; derslerinde baĢarılı olmak isteyen öğrencilerin
uğrak yeri olan Tuz Baba, Se-lâmî Ali Efendi; kısmetlerinin
açılmasını isteyen kızlar ve nadiren erkekler için Sümbül Efendi, Telli
Baba, Tokmak Dede; yürüyemeyen ya da sürekli hastalanan çocuklar
için Sümbül Efendi ve Yıldız Baba en çok tanınmıĢlarıdır.
ADALAR
66
67
ADALAR
Melling'in deseninde adaların genel bir görünümü, 18 yy.
Ara Güler
Çamlıca Tepesi'nden adaların bir görünümü, 1938.
Tuğrul Acar
Adak yerlerinin ziyaret edilmesi belirli günlerde yapılan kabir ve türbe
ziyaretlerinden oldukça farklıdır. Tek tek ya da toplu olarak
gerçekleĢtirilen adak yeri ziyaretleri her Ģeyden önce belirli bir amaca
yönelik olduğu için kimlerin nerelere götürülebileceği, buralara hangi
dilekler için nelerin adanabileceği önceden bellidir. Halk, Türkiye'nin
her yerinde olduğu gibi Ġstanbul'da da kabir ve türbelere bez
bağlamaya; mum yakmaya; tuz, Ģeker, yiyecek vb bırakmaya; toprak
(cevher) almaya; buralarda gömülü olan Ģahısların manevi gücünden
istifade etmek için yakarmaya din adamlarının tüm uyarılarına rağmen
devam eder.
Ġstanbul'da adak yerlerinin birçoğuna neler adanacağı önceden bilindiği için Elekli
Baba'ya elek; Kahhar Ba-ba'ya Kuran okuma; Koyun Dede'ye kandil
yağı; Oruç Baba'ya Ramazan'ın ilk günü türbesinde sirke ile oruç
açma; Selâmı Ali Efendi'ye Ģeker; Telli Baba'ya gelin teli; dilek
sahibini bekletmediğine inanılan Tezveren Dede'ye mum, yazma,
mendil, seccade, Ģal; Tuz Baba'ya tuz; YûĢa Nebi'ye süpürge, mum,
koyun, keçi ve horoz adanırdı.
Ġstanbul yatırları içinde kendilerine adanan adaklar bakımından Edhem Dede ve Saka
Baba'nın ayrı bir yeri vardı. Kadınlar bu yatırlardan dilekte
bulunurken göbek atma adağında bulunurlar. Hattâ Edhem Dede için
hoĢ bir tekerleme de söylerler: Edhem Dede Edhem Dede / Gömleği
keten dede / Bu muradım olur ise /Sana bir (iki, üç...) göbek atam
dede.
Ġstanbul adak yerleri içinde Eyüp Sultan ve civarının ayrı bir önemi vardır. Eyüp
Sultan ziyareti(->) yalnız Ġstanbul ve Anadolu halkınca değil Ġslam
dünyasının her yerinden gelen insanlar tarafından da önemsenmiĢtir.
Eskiden Ġstanbul'daki adak yerlerine uzak semtlerden gelenler hemen geri
dönemezlerdi. Abdest alınıp namaz kılındıktan, dilek ve adakta
bulunulduktan sonra türbe ya da kabir yakınlarındaki uygun yerlerde
bir süre dinlenilir, yemek yenilirdi. Bazı adak yerlerinin yakınları
mesire yeri olarak da ün yapmıĢtı. Ziyaretçilerin dinlenme sırasında da
yatırın yakınlarında bulunulduğunu unutmaması, özellikle çocukların
saygısızlık sayılabilecek davranıĢlardan kaçınmaları sıkı sıkı tembih
edilmesi önemli hususlardandı.
Bibi. M. ġakir ÜlkütaĢır, "Adak", Türkiye Folklor ve Etnografya Sözlüğü Üzerine
Kalem Tecrübesi, Fas. I, Ġst., 1937, 23-24; Muammer ÖnüĢ,
"Ġstanbul'da Bazı Ziyaret Yerleri", I-II, HBH, 104-105 (Haziran,
Temmuz 1940); Bayrı, İstanbul Folkloru, 152-177; ay, Yer Adlan, 78-
86; Ünver, Sahabe Kabirleri; ay, Mutlu Askerler; Lütfü Doğan, Adak
Kitabı, Ankara, 1966; Tanyu, Adak Yerleri, 1-5, 218-249; M. Kemal
Özergin, "Ġstanbul Yatırlarına Dair", I-II, TFA, 237, 243 (Nisan, Ekim
1969); ĠĢli, Sahabe; Hocaoğlu, Sahabe; Gürel, İstanbul Evliyaları; J.
Pederson, "Nezir", lA, EK, 239-241; Â. Özel, "Adak", DlA, I, 337-
340.
M. SABRĠ KOZ
ADALAR
Ġstanbul'un güneydoğu Marmara kıyısında, Bostancı ile Dragos Tepesi açıklarında
bulunan 9 ada ile biri Bostancı, diğeri de Maltepe açıklarındaki
sığlıkta, üzerlerinde fener olan iki kayalık, Ġstanbul Adaları olarak
bilinen bir takımada oluĢturur. En büyüğü 5,4 km2, en küçüğü 0.008
km2 olan bu adalar, üzerlerinde Batmaz ve Vordonos fenerlerinin yer
aldığı iki kayayla birlikte, dördüncü zaman baĢlarındaki yerkabuğu
hareketleri sırasında boğazlar açılıp Trakya-Kocaeli penepleninin
güney kesimleri sularla kaplanırken, peneplenin su üstünde kalmıĢ
parçalarıdır.
Adaların, Kocaeli Yarımadası'nın batısını kapsayan eski bir kitlenin parçaları
oldukları, coğrafi konumlan ve jeolojik yapı özelliklerinin yanısıra,
bölgenin denizaltı topografyasından da anlaĢılmaktadır. Burada,
güneydoğuya doğru derinleĢen bir platform Kocaeli Yarıma-dası'na
doğru yavaĢ yavaĢ yükselerek Büyükada ile Dragos arasında 10-15 m
derinlikte bir sırt haline gelir. Yapılan ölçüm ve araĢtırmalar, bütün
adalar arasında, sular altında kalmıĢ eski bir akarsuyun vadileri
olduğu sanılan olukların; adaların kuzeybatısında da, Boğaziçi
kanalının devamı olduğu tahmin edilen bir oluğun varlığını
göstermektedir.
Büyükada (Prinkipo), Heybeliada (Halki), Burgazadası (Antigoni), Kınalı-ada (Proti),
Sedefadası (Terebintos) yerleĢime açıktır. Yassıada (Plati) halen
Ġstanbul Üniversitesi Su Ürünleri Fakülte-si'nin kullanımındadır.
KaĢıkadası (Pita) özel mülktür. Sivriada (Ohia) ve Tav-Ģanadası
(Neandros) tümüyle boĢtur. Bostancı açıklarındaki Batmaz Feneri
kayalığı ve Maltepe açıklarındaki Vordonos kayalığının geçmiĢte
küçük adacıklar olduğu ve üzerlerinde yapılar bulunduğu,
ancak kuzeyden gelen Ģiddetli dalgaların aĢındırmasıyla bin yıl içinde fener
kayalarına dönüĢtüğü bilinmektedir.
Adalar çeĢitli yükseklikteki tepelerden oluĢur. Büyükada'nın, Yüce (Aya Yorgi): 203
m, Ġsa (Hristos): 163 m, Te-peköy (Nevruz): 150 m, Avcı: 145 m'lik
döıt tepesi; Heybeli'nin Değirmen: 136 m, Köy 128 m, Makarios 98
m, Ümit 85 m yükseklikte dört tepesi; Burgazada-sı'nın 170 m'lik
Bayrak (Hristos) Tepesi, Kınalı'nın Çınar: 115 m, TeĢvikiye: 115 m,
Manastır: 93 m'lik üç tepesi vardır. Sedefadası 55 m'lik, Yassıada 46,
Sivriada 90, KaĢıkadası 13, TavĢanadası da 40 m'lik birer tepeye
sahiptirler. Adaları merkez ve çevre olarak iki büyük gruba ayırmak
mümkündür: Büyükada, Heybeliada, Burgaz ve KaĢıkadası merkez
grubudur. Bu adalar, çevredeki Sedefadası, TavĢanadası, Yassıada,
Sivriada ve Kınalıada'dan daha yüksektir.
Adaların toprağı, demir oksitli kırmızı topraktır. Kireç tabakalarına karıĢmıĢ bol
miktarda demir filizi toprağa kızıl bir renk verir. Bu toprak, ağaç,
meyve, sebze, çiçek tarımına elveriĢlidir. Çevre, maden bakımından
zengindir. Büyüka-da'da, Maden semtinde, eskiden demir çıkartılıp
iĢlendiği; Heybeliada Çamli-mam'nda bakırla karıĢık demir
yataklarının bulunduğu, ayrıca saf bakır madeni çıkarıldığı için adaya
"bakır" anlamında Halki adı verildiği, boraks madeninin de
bulunduğu bilinmektedir. Patrik Konstantinos'un aktardığına göre bu
madeni ilk kez Halkedonlu (Kadıköy) Demonisos iĢlettiği için,
Aristoteles (MÖ 384-322) Heybeliada'yı "Demonisos Halkos" olarak
anar. Sicilya Adası'ndaki ünlü Apollon heykelinin Çamlimanı'nda hâlâ
izleri bulunan maden ocağında çıkarılan bakırdan yapıldığı ileri
sürülür. Rumeli Hisarı inĢa edilirken adaların ba-
kır ve demirinden de yararlanılmıĢtır. Adalarda taĢocaklan Bizans, Osmanlı ve
Cumhuriyet dönemlerinde sürekli iĢletilmiĢtir. Bizans döneminin
birçok rıhtım, liman ve surlarının yapımında kullanılan taĢları
çıkarmak için Kınalı-ada'nın Çınar ve Manastır tepelerinin batı
bölümleri oyulmuĢ; diğer adalardan taĢ çıkarılmasına da yakın
zamanlara kadar devam edilmiĢtir.
Adaların iklimi ana çizgileriyle Ġstanbul kentinin aynıdır. Ancak konumları nedeniyle
bazı özellikler de gösterir. Sıcaklık birkaç derece daha fazladır. KıĢın
kar pek az görülür. Yazın da Ġstanbul'un diğer bölgelerine oranla daha
az yağıĢ alır. Sise az rastlanır ve çabuk dağılır. Sonbahar, genellikle
ilkbahardan daha sıcak geçer. Ġlkbahar aylarının özellikleri birkaç
hafta içinde sona erer ve yaza geçilir. Rüzgâr rejimi de genelde
Ġstanbul'un aynıdır, ama adaların konumları bu rüzgârların etkilerini
yumuĢatır. KarĢı kıyıda bulunan Aydos, Ka-yıĢdağı, Alemdağı, Küçük
ve Büyük Çamlıca tepeleri, Kınalıada hariç diğer adaları poyraz
rüzgârından korur. KıĢın daha çok karayel eser. Batı rüzgârı mayıs
ayından itibaren aralıklarla esmeye baĢlar. Batı-karayel adalar
çevresinde fırtınalara yol açan en tehlikeli rüzgârdır. Sonbahar, kıĢ ve
ilkbahar aylarında zaman zaman esen lodos, adaları ısıtır. Sıcak
mevsimlerde ise, yerel bir rüzgâr olan meltem havayı serinletir. Bu
iklim ve rüzgâr özellikleri adaları sevilen bir yazlık ve dinlenme yeri
yapar.
Adalar zengin ve çeĢitli bir bitki örtüsüne sahiptir. Makiler ve çamlar hâkim doğal
örtüyü oluĢturur. Akdeniz ik-
liminin tipik bitkisi olan makiler, ilkbaharda birden rengârenk çiçeklenir ve hoĢ
kokular yayar. Sedefadası'nın Rumca adı olan Terebintos, bir maki
türüdür ve hoĢ kokulu, rayihalı anlamına gelmektedir. TaĢmeĢesi,
süpürge çalısı, sakız, kocayemiĢ, katırtırnağı, mersin, bodur ardıç,
laden ayrıca yabani zeytin, kekik, lavanta, adaçayı, zakkum sık
rastlanan türlerdendir. Adalar deyince hemen akla gelen çamlar,
makilerden sonra en yaygın bitki ve ağaç türüdür. En çok
Heybeliada'da görülen çamlar, kızılcam da denilen "Pinus Brutia"lar
grubundandır. Büyükada'nın Kuzey kesimlerinde fıstık çamları,
manastır ve mezarlıklar çevresinde serviler, yollarda akasyalar,
ıhlamurlar, bahçelerde çeĢitli süs ve meyve ağaçları görülür. Birkaç
yüzyıl önceki gezginlerin sözünü ettiği kavaklar, çınarlar, meĢeler
meskûn bölgelerde olup zamanla azalmıĢtır. Ağaç örtüsünün,
yüzyıllar boyunca yangınlar, kesimler, bakımsızlık, arsa ve toprak
kazanma gibi nedenlerle zaman zaman azaldığı, sonra yeniden
güıieĢtiği, bugünkü ağaç örtüsünün en fazla 120 yıllık bir geçmiĢe
sahip olduğu tahmin edilmektedir. GeçmiĢten kalan birkaç anıt
ağaçtan, Kınalıada'da çarĢıdaki çınarın 500 yaĢında; Burğaz'da fırın ö-
nündeki çınarın, Aya Yorgi Manastırı ve Kilisesi çevresindeki üç
zeytin ağacının ise yüzlerce yıllık olduğu söylenmektedir. Osmanlı
döneminde adalarda sebzecilik, meyvecilik yanında çiçekçilik de
yapılmıĢtır. O dönemlerin ünlü ada yaseminleri, karanfilleri zamanla
azalmıĢ, kimi türler bütünüyle kaybolmuĢ, daha sonra günümüze
doğru sera çi-
çekçiliğine geçilmiĢtir. Adaların karakteristik bitkilerinden biri de mimozadır.
Mimozalar yanında, adaların gülleri, Ģebboyları, petunyaları, lale ve
sümbülleri, glayörleri, beyaz sarı pompon gülleri, ortanca ve
kasımpatıları ünlüdür.
Meskûn adalarda av hayvanı kalmadığı gibi artık tavĢan yoktur. TavĢanadası,
Sivriada ve Sedefadası'nda adatavĢa-nı bulunur. Bölge, kuĢ açısından
zengindir. Martılar, kargalar, karabatak, ispinoz, serçe, kızılgerdan
(narbülbülü), kaya güvercini, sığırcık, saksağan, saka bolca vardır. Av
kuĢlarından, mevsiminde keklik, bıldırcın, çulluk, yabani-kaz görülür.
19. yy sonlarına ait gezi notlarında bülbüllerden söz edilir. Tarih
boyunca balıkçılığın ana uğraĢ olduğu ünlü adalarda 1950'ler, hele de
1970'ler-den sonra nesilleri hızla tükenmekte olan balık cinslerinin
bazıları mercan, sinarit, kırlangıç, hani, tekir, barbunya, kefal, lüfer,
istavrit, levrek, karagöz, çipura (alyanak) vb'dir.
Adalar, tarih boyunca çeĢitli kaynaklarda ve dönemlerde çeĢitli adlarla anılmıĢtır.
Bunların en yaygını Batı kaynaklarının kullandığı "LeĢ îles deĢ prin-
ces"dir (Prens Adaları doğrusu, Prensler Adaları). Bu ad adalara,
Bizans döneminde soyluların, prenslerin, patriklerin hattâ
imparatorların sürgün yeri olarak kullanıldıkları; kimi kaynaklara göre
de, Bizans Ġmparatoru II. Ġustinos 567'de Büyükada'da görkemli bir
saray ve manastır yaptırdığı için verilmiĢtir. Antik dönemde adalara
Dimonisi veya Demo-nisi (Cin Adaları) denmiĢ, Aristoteles
"Demonisi"nin Heybeliada'da ilk kez bakır madeni iĢleten birinin adı
olduğu-
ADALAR
68
69
ADALAR
nu ve adaların giderek onun adıyla anıldığını ileri sürmüĢ, kendisi ise Hal-kedon
(Kadıköy) Adaları demiĢtir. Yunan filozof Artemidoros, Pitiusa
(Çamlı), Romalı tabiat bilgini Plinius, Proponti-das (Marmara
Adaları) derken Bizanslılar buralarda yaĢayan keĢiĢlerden dolayı
Papadonisia (Papaz Adaları, KeĢiĢ Adaları) demiĢler; tarihçi Hammer,
LeĢ Ġles deĢ Saint (Evliya Adaları), Thomas Al-lom Demonesca,
Türkler, topraklarının renginden dolayı Kızıl Adalar diye
adlandırmıĢlardır.
Adaların Tarihi
Eldeki verilere göre adalarda tarihlene-bilen ilk olay, Makedonya Kralı Büyük
Ġskender'in komutanlarından Antigo-nos'un oğlu Dimitrios
Poliorkites'in MÖ 298'de, o dönemdeki adı Panormos (Emin Liman)
olan Burgazadası'nda babasının adına ve anısına bir kale inĢa ettirmesi
ve adaya Antigoni adını vermesidir. Burgaz'ın tepesinde, 1860'ta
Helenistik döneme ait üzeri Latince yazılı bir mezar taĢı; 1930'da
Büyükada'da, Büyük Ġskender'in babası II. Filip'e ait altın sikkeler
içeren Büyükada definesi bulunmuĢtur. MÖ 4. yy'da, Aristoteles,
adalardan Halkedon (Kadıköy) Adaları diye söz ettiğine göre, Ġsa'dan
önceki çağlarda da bilinmekteydi.
Adalar, tarih sahnesinin aydınlığına asıl Bizans döneminde ve Bizans kaynaklarıyla
girer. Roma Ġmparatoru Cons-
Burgazadası'mn
Bayrak
(Hristos)
Tepesi'nde
Bizans
döneminden
günümüze
ulaĢmıĢ
kiliselerden
biri.
Erisin Emiroğlu,
1985
Yüzyıhn
hemen
baĢlarında
Büyükada
vapur
iskelesini
gösteren bir
kartpostal.
Erkin Emiroğlu
tantinus'un 330'da Ġstanbul'u baĢkent yapmasından sonra adaların hem sürgün yeri
hem de manastırlar bölgesi olarak kullanıldığı, ayrıca burada Roma
tapınakları bulunduğu, Bizans dönemindeki manastırların bu
tapınakların kalıntıları üzerine kurulduğu, bölgeye ait Bizans kaynaklı
ilk bilgilerdir. Adaların Bizans tarihinde önem kazanması 5ö7'de
Ġmparator II. Ġustinos'un, o dönemlerde Megale (Büyük) denen
Büyükada'da bir saray yaptırmasıyla baĢlar. O zamana kadar, herhalde
küçük balıkçı köyleri barındıran adalarda, bu tarihten sonra art arda
manastırlar, kiliseler inĢa edilir.
UlaĢımı güç, kaçmanın âdeta imkânsız olduğu adalar, asıl ünlerini din ve taht
kavgalarıyla sarsılan Bizans'ın sürgün ve çile beldeleri olarak
kazanmıĢlardır. Özellikle 8. yy'da ve sonrasında gözden düĢen din
adamları, siyasal rakip olarak görülen saray mensupları, prensler,
naipler hattâ imparator ve im-paratoriçeler, çoğunlukla da ağır
iĢkenceler altında, gözlerine mil çekilerek adalara sürgün edilmiĢler,
orada hayat boyu çile doldurmaya ya da ölüme terk edilmiĢlerdir.
Adaların ünlü sürgünleri arasında, 780'de 10 yaĢında tahta geçen VI. Kons-
tantinos'un aynı zamanda naipliğini de üstlenen annesi Ġmparatoriçe
Eirene de vardır. Ġmparatoriçe Eirene, Büyüka-
da'daki II. Ġustinos Sarayı'mn kalıntıları üzerine bir kadınlar manastırı inĢa ettirmiĢ,
tahta geçecek yaĢa geldiğinde kendisiyle iktidar mücadelesine giren
oğlu VI. Konstantinos'u tahttan indirtip gözlerine mil çektirerek kendi
yaptırdığı Kadınlar Manastın'na kapattırrmĢtı. Torunu Efronisi'yi de
aynı manastıra hapseden imparatoriçenin kendisi de, 802' de bir darbe
ile tahttan indirilip Büyü-kada'ya sürgüne gönderilmiĢtir. Bizans
tarihinde kanlı mücadelelere yol açan "tasvir kırıcılar"la "tasvir
sevenler" arasındaki hesaplaĢmalarda, birçok tasvir sever din büyüğü
ve rahip Büyüka-da'ya; 809'da Aziz Teodoros ve 820'de Ġmparatoriçe
Teodosia ve oğlu Vasilios Heybeliada'daki Aya Triada Manastı-rı'na;
835-842 yılları arasında ünlü din adamı Metodios Burgazadası'na;
857'de Patrik Ġgnatios Rangavis Sedefadası'na; Ġmparator Mihael
Teofilos zamanında Gibon, Ġmparator Nikeforos Botaniates
zamanında (1078-1081) Nikeforigis gibi saray ileri gelenleri
Sivriada'ya; Ġmparator V. Mihael Kalafatis'in (1041-1042) üvey
annesi Ġmparatoriçe Zoe, 1069'da Ġmparatoriçe Anna Komnenos
Büyüka-da'ya sürülmüĢtür. Ünlü Bizans Ġmparatoru Romanos
Diogenes, 1071'de Selçuklu Sultanı Alp Arslan'a Malazgirt'te
yenilince, Bizans sarayında iktidarı ele geçirmiĢ olanlar tarafından
daha Ġstanbul'a varmadan yakalanıp gözlerine mil çekilerek
Kınalıada'da kendi yaptırdığı Hristos (Metamorfosis) Manastın'na
kapatılmıĢ, kısa süre sonra burada ölmüĢtür. Bunlar Bizans tarihinin
ada sürgünlerine sadece birkaç örnektir.
Ancak adalar, Bizans döneminde de sadece manastırlardan, zindanlardan,
sürgünlerden ibaret değildir. Çoğu sur içinde küçük balıkçı köyleri,
özellikle manastırların çevresinde tarlalar, üzüm bağları vardır.
Manastırların, kiliselerin zenginliği, adaların Bizans döneminde de
defalarca kuĢatılmasına, yağma edilmesine neden olmuĢtur. 1204'te
IV. Haçlı Seferi'ne çıkan Latinlerin komutanı Venedik Doju Enrico
Dandolo, askerlerine, ikmal için Trakya düzlüklerine yayılmamalarıni;
"Halkı, tarla ve sürü sahibi zengin insanlardır" diyerek adaları
yağmalamalarım öğütlemiĢtir. 1182'de yerli halk Haliç'teki Latin
mahallelerini yağmalayıp insanların birçoğunu öldürüp bir kısmını da
köle olarak sattıklarında kırıma uğrayan halktan gemilerle kaçmayı
baĢaranlar, Büyükada önlerine demirlemiĢ, misilleme olarak adanın
doğusundaki Kariye Köyü ile zengin Kadınlar Manastırı'nı
yağmalayıp ateĢe vermiĢlerdir. O dönemlerde, adalara yönelmiĢ
korsan yağmaları da eksik değildir. 1302'de Ġstanbul önlerine gelen
Giritli ve Eğribozlu korsanlar, Ģehrin surlarını aĢamayınca adalardaki
manastırları yağmalamıĢlar, keĢiĢleri kollarmdan bacaklarından gemi
direklerine asarak yeniden Ġstanbul önlerine gelmiĢler, Ġmparator II.
Andronikos Paleologos'tan keĢiĢler için yüklü bir fidye almıĢlardır.
Adaların Osmanlı egemenliğine geçmesi 1453'te Fatih'in Ġstanbul kuĢatması
sırasındadır. Kentin kuĢatılmasından bir süre sonra donanma ile adalar
önüne gelen Kaptan-ı Derya Baltaoğlu Süleyman Bey,
kendiliklerinden teslim olan Kınalıada, Burgazadası ve Heybeliada'yı
almıĢ, kale ile çevrili Büyükada da güçlü bir direniĢten sonra düĢmüĢ
ve adalar Ġstanbul'dan 42 gün önce fethedilmiĢtir. Fetihten sonra
manastırlar boĢaltılmıĢ, adaların Rum halkının çoğu buralardan
göçmüĢ, bölge bir süre canlılığını yitirmiĢ, daha sonra keĢiĢler yavaĢ
yavaĢ eski yerlerine dönmüĢler; Osmanlı döneminde patrikhaneye
adalarda toprak kullanım ve mülkiyet hakları verilmiĢ ve adalar,
eskiden olduğu gibi, manastırların ağırlık taĢıdığı köy yapılarını
sürdürmüĢlerdir.
Evliya Çelebi'ye göre 17. yy ortalarında, adaların üzerinde yüz-iki yüz haneli bağlık
bahçelik köyler, köy sakinleri arasında zengin Rum balıkçı reisleri
vardır. 16. yy'a ait seyahatnamelerde Büyükada'da Prinkipo ve Kariye
olmak üzere iki balıkçı köyünün, Kınalıada'nın doğusunda bir küçük
köyün, Heybeliada'da daha çok manastırların eki gibi görünen küçük
köy yerleĢmelerinin bulunduğundan söz edilir. Ġki yüzyıl kadar sonra
ise bu köylerden bir bölümünün, örneğin Kariye'nin ve Kınalıada'nın
doğusundaki yerleĢmenin harap durumda olduğu, buna karĢılık yeni
yerleĢmelerin oluĢtuğu bilinmektedir. Görünen o ki, adalar,
18. yy sonlarına gelene kadar, savaĢ ve
korsan talanlarına, donanma tayfalarına
veya yeniçerilerin zorbalıklarına, devlet
müsaderelerine, zorunlu göçlere veya
iskâna sahne olmuĢ; yerleĢim yapıları
sürekli değiĢmiĢtir.
17. yy'da Eremya Çelebi, adaları anlatırken, güzel ve mamur yerler olduğunu;
buralara gezmeye gidildiğini; bazılarında ziyaret yerleri, Rumlara ait
kubbeli, tasvirli, bahçeli kiliseler ile manastırlar bulunduğunu;
sakinlerinin Ģaraba düĢkün olduğunu yazar. Eremya Çelebi'ye göre,
adalardaki yerleĢmeler sürekli huzursuzluk içindedirler, Türk
donanmasının yolu üzerinde bulunduklarından harap olmuĢlardır.
Uzun süreler günlük yaĢamdan dinsel mekânlara, yortulara, bayramlara, törenlere
kadar Rum nüfusun damgasını taĢıyan adalara, Ġstanbul'un fethinden
sonra Karadeniz Bölgesi'nden Ġstanbul'a getirilen Türk halktan bir
bölümünün yerleĢtirildiği bilinmektedir. Bazı paĢaların, zengin ve
nüfuz sahibi saray mensuplarının adalara kısa süreli ziyaretler
yaptıkları, bu ziyaretler sırasında buralarda hastane, okul, köĢk gibi
binalar inĢa ettirdikleri, Ġstanbul'da çıkan salgınlar, örneğin 1562'deki
veba salgını sırasında Ġstanbullu zenginlerin ve kimi yabancıların
salgından korunmak için adalara sığındıkları biliniyorsa da,
19. yy'a kadar nüfus çoğunluğunu
Rumlar oluĢturmuĢtur. Önce Fransızlar,
Heybeliada'da
Ruhban
Okulu içindeki
Aya Triada
kilisesi ve
tarihi
mezarları.
Erkin Emiroğlu.
1985
daha. sonra Ġngilizler olmak üzere Batılıların gezi, ticaret, yazlık gibi amaçlarla
adalara gelmelerinin, yaĢamın değiĢmeye, canlanmaya baĢlamasının
tarihi ancak 18. yy sonlarına kadar gider. 19. yy'in ikinci yarısında
Ege'deki adalardan Ġstanbul adalarına doğru bir göç hareketi
görülmüĢ, özellikle balıkçılar adalara yerleĢmiĢlerdir. Kınalıada'ya
Ermeni cemaatinin yığınsal Ģekilde yerleĢmesi de yine 19- yy'dadır.
Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin ve manastırların özel imtiyazlara ve mülkiyet
haklarına sahip bulundukları adalarda, 19. yy'a gelindiğinde Osmanlı
toprak düzenindeki değiĢmelere bağlı olarak topraklar zengin ve
nüfuzlu Rum beylerinin, patriklerin, bankerlerin, Fransız ve Ġngiliz
tüccarların, elçilerin (Örneğin 1857'de Ġngiliz Elçisi Sir Henry Buhver
Yassıada'yı satın almıĢ daha sonra Mısır Hıdivi Ġsmail PaĢa'ya
satmıĢtır), paĢaların mülkiyetine geçmiĢtir.
Bizans döneminden beri birer sürgün, sığınma, çile doldurma ve manastır bölgesi
olan adaların aynı zamanda
Yüzyılın baĢlarında Büyükada iskele meydanı. Nezih Boşgelen
tedavi, dinlenme ve eğlence yeri olarak da ün kazanmaları; sürekli ve yazlık
nüfuslarının hızlı artıĢ göstermesi için, 19. yy'ın ortalarına, adalara
düzenli vapur seferlerinin baĢlamasına kadar beklemek gerekecektir.
19. yy baĢlarında adalara ulaĢım pazar kayıklarıyla sağlanırken
1846'da küçük vapurlarla baĢlayan seferler ihtiyacı karĢılamaz olunca
ġirket-i Hayriye vapurları iĢletilmeye baĢlamıĢtır. 19. yy baĢlarında
1.200 civarında olan nüfus 1850'lerde sadece Büyükada'da 2-3 bine,
1865'te toplam 6.000'e, 1900'de resmi kayıtlara göre 12.000'e
ulaĢmıĢtır. 20. yy baĢına doğru adalar, artık sadece Rum, Ermeni,
sonra da Yahudi azınlıkların yerleĢme ve yazlık bölgesinden; kutsal
yerleri, manastırları, kiliseleri, ruhban okullarıyla sadece dinsel eğitim
ve faaliyet alanlarından ibaret değildir. Tanzimat sonrasının değiĢme
süreci içinde Batılı yaĢama özenen Osmanlı devlet ricalinin, paĢaların,
beylerin de yazlık olarak benimsemeye hattâ yerleĢmeye baĢladıkları
bir yerdir. 1850'de Bahriye Mektebi'nin
ADALAR
70
71
ADAIAR
Adaların
yaygın ulaĢım
araçları
faytonlar ve
bir ada
vapuru.
Erdal Yazıcı, 1988
de bulunan kalıntılar, batmıĢ bir adacık olan Vordonos kayalığı dahil, adaların
tümünün üzerinde manastırlar bulunduğunu göstermektedir. Bugün
sadece kalıntıları görülen Bizans dönemi manastırlarının ve
kiliselerinin en önemlileri Büyükada'daki Ayios Yeorgios (Aya Yorgi)
Manastırı ve Kilisesi, Kadınlar Manastırı, Ayios Nikolaos, Hristos
(Metamorfosis); Heybeliada'da Ayios Yeorgios (Aya Yorgi), Ayios
Trias (Aya Tri-ada), Ayios Spridon (Arsenios) kiliseleri;
Burgazadası'nda Ayios Yeorgios (Aya Yorgi), Kınalıada'da Hristos
(Metamorfosis), Yassıada'da Teofilos manastırları; Sivriada'da Ohia
Manastırı, TavĢanada-sı'nda Ġynatios (Neandros) Manastırı,
Sedefadası'nda Andrevitos (Saint Mic-hel) Manastın'dır.
Bizans döneminde keĢiĢler, rahipler, manastırların veya sarayların zindanlarına
kapatılmıĢ soylu sürgünler, manastırlara sığınma olanağı bulmuĢ
kaçaklar, adaların asıl sakinlerini oluĢturmakta; manastırların
çevresinde ve onların ihtiyaçlarına dönük olarak üretim yapan, bir
bölümü köle, bir bölümü de genel olarak kıyılardaki küçük
yerleĢmelerde toplanmıĢ hür köylüler nüfusu tamamlamaktadır. Ana
uğraĢ, özellikle manastırlara ait topraklar üzerinde tarım, bağcılık,
hayvancılık ve balıkçılıktır. Osmanlı döneminde de aynı uğraĢ ve
iĢlevler etrafında yoğunlaĢan bir yaĢam 19. yy ortalarına kadar sürüp
gitmiĢ; bağcılık ve Ģarapçılık geleneği keĢiĢlerin ve manastırların
tekelinden zengin Rumlara, Fransız Ģarap tüccarlarına geçerek devam
etmiĢtir. Büyükada'da aynı adı taĢıyan tepedeki Aya Yorgi Kilise-
si'nin Ģarabı 19. ve 20. yy'larda da ünlüdür ve kilisenin bulunduğu
tepelerin yamaçları bağlarla kaplıdır. Heybeliada'da Ģarapçılık
1886'dan sonra Ege adalarından göç edenlerin etkisiyle geliĢerek
sürmüĢ; 19. yy sonlarında Ġstanbullular, eğlenmek ve adanın özel Ģa-
Akay ĠĢletmesi döneminde (1933-1937) Büyükada vapur iskelesinde yolcular.
Salâhaddin Giz
raplarından içmek için Heybeli'ye gelmiĢlerdir. Adalara da uğrayan Corneille le Brun
(1714), Seslini (1779), Von Eg-mont (1759), Olivier (1793) gibi Batılı
gezgin ve yazarlar, notlarında Heybeli-ada ve Büyükada Ģaraplarının
kalitesini överler.
Bütün bu özellikleriyle adalar, 19. yy'ın ortalarına gelene kadar "Müslüman
ĠstanbuP'a yabancıdır. Adalarda kilise ve manastırlarda canlı bir dini
yaĢam sürmekte, dini bayramlar, yortular, ayinler coĢkuyla
kutlanmakta, fener alayları yapılmaktadır. Burgazadası'nda-ki
Metamorfosis Manastırı, Paskalya Yortusu sırasında yakılan
meĢalelerin Ġstanbul halkını yangın telaĢına düĢürdüğü gerekçesiyle,
IV. Murad tarafından yıktırılmıĢtır. Özellikle Paskalya Yortularının
kalabalık ve canlı kutlandığı Büyü-kada'daki Aya Yorgi (diğer adı
Kudu-nas) Kilisesi aynı zamanda bir adak yeridir. Hıristiyan halk
adalara bu ayinlere, yortulara, bayram eğlencelerine katılmak veya
kutsal yerlere adak adamak için de gelmiĢtir.
Adaların ilk yazlıkçıları, 18. yy'ın sonlarına doğru gelen Fransızlardır. O zamanlar
Tophane'den kalkan büyük pazar kayıklarıyla yapılan ada yolculuğu
üç saate yakın sürmektedir.
1850'lerde kaleme alınmıĢ bir seyahatnamede Büyükada'da yaĢam anlatılırken
"Gündüzün Büyükada güneĢ altında yatan bir çöl gibidir. Hayat
akĢam serinliği ile baĢlar ve akĢamüstü Ģıklık taĢar. Kadınlar ve kızlar
Macar Kalesi önünde piyasaya çıkarlar" denmektedir. 20. yy
baĢlarında Avrupa "Belle Epo-que" yaĢamının küçük bir örneği
adalarda da gözlenecektir. Büyükada Yat Kulübü bu hayatın bir
parçası olarak bir ingiliz avukatın önderliğinde "Prinkipo Yacht
Company" adıyla kurulmuĢtur. Artık adalar özellikle Hıristiyan nüfus
ve Osmanlı yüksek bürokrasisi için Ģık, seçkin, eğlencesi bol bir
yazlık bölgedir. Azınlıklar, Ġstanbul'da sahip olamadıkları veya
sergilemekten çekindikleri daha özgür ve parıltılı bir yaĢam biçimini
burada uygulamak imkânı bulmuĢlar; birbirinden süslü, birbirinden
değiĢik üslupta köĢkler yaptırmıĢlar, bahçelerinde nadide çiçek ve
bitki yetiĢtirmekte birbirleriyle yarıĢa girmiĢlerdir. AkĢamları giyinip
süslenip rıhtım gezintileri, faytonlarla yapılan ada turları ve çamlık
gezintileri, deniz banyoları, mehtap sefaları, kayık yarıĢları, bando
mızıka eĢliğinde eğlenceler, adaların dini bayramlarına, paskalya,
karnaval eğlencelerine yeni renkler katmıĢtır. Ġstanbul'da yaĢayan
zengin yabancılar ve tüccarlar 20. yy baĢında adalarda yapılan
otellerde kalmaya baĢlamıĢlardır.
Adalarda manastırlar ve kiliseler dıĢında, köĢklerin, okulların, otel olarak kullanılan
binaların yapılmaya baĢlaması 1820'lerden daha erken değildir.
Bugüne ulaĢabilmiĢ en eski binanın, kapısının her iki yanında Arap
harfleri ve yeni harflerle 1822 yazan Büyükada'da-
NE REDE O GÜZELĠM ADA VAPURLARI
Ġlk ada vapurları yandan çarklı, simsiyah, upuzun bacalı, ince uzun teknelerdi. Vapur,
sabahleyin Büyükada'dan düdük çalarak martı çığlıkları arasında
hareket ediyor, sırasıyla Heybeliada'ya, Burgazadası'na, Kınalıada'ya
uğradıktan sonra Ġstanbul'a varıyor, akĢamüstü de yine yolcu ve
yükleri alarak adalara geri dönüyordu. Geceleyin, iskelesi kuzey
rüzgârlarına kısmen kapalı olduğu için de Heybeliada'da bağlıyordu.
Heybeli'nin o zamanlar bir kuĢ kafesini andıran zarafette, çok güzel
bir iskele binası vardı.
Ada halkı, hızlı ve güvenli olduğu için vapura çabuk alıĢtı. "Boğaz vapurlarında
olduğu gibi pek çok kimse hep aynı yere oturuyor, bir buçuk saati
bulan yolculuk boyunca ahbaplarıyla sohbet ediyor, kahvesini içiyor,
ada yolculuğunun keyfini çıkarmaya bakıyordu. Önceleri ada hattında
ahĢap tekneli, bacasından kapkara dumanlar salan, direklerinde de
gerekince açmak için sanlı yelken donanımı bulunan, istimli,
güvertesi tenteli, yandan çarklı küçük yolcu vapurları çalıĢtı. 1894'ten
sonra Ġngiliz yapısı, 286 grostonluk "Fenerbahçe" ile eĢi
"HaydarpaĢa", 1903'ten sonra da Macaristan yapısı, 375 grostonluk
"Ġhsan" ile eĢi "Neveser" Marmara seferlerinde hizmet vermeye
baĢladılar. Bunlar da öncekiler gibi yandan çarklı vapurlardı. Bir de
257 grostonluk, aslında pek de ferah olmayan "Ferah" adlı yandan
çarklı vapur vardı ki, 1898'den sonra Kadıköy ve adalar seferlerinde
çalıĢmaya baĢladı. Ama en ilgi çekeni 160 grostonluk küçücük bir
yandan çarklı olan "Anadolu" vapuruydu. Bir römorkör kadar
olmasına karĢılık iki bacalıydı, bu haliyle de her zaman alay konusu
oluyordu. Bu vapur yavrusu arada bir ada postasına da verilirdi; sert
havalarda iki yanındaki çarklarla suları köpürterek bata çıka geldiğini
gören adalılar, "Eyvah! pat pat-ı derya geliyor!" diyerek
hayıflanırlardı.
1910'larda, daha büyükçe "Halep", "Bağdat", "Basra" gibi birbirinin eĢi yandan
çarklılar da adalara sefer yapmaya baĢladı. Bu vapurlar tertemiz, pırıl
pırıldı. DöĢemeleri fes rengi kadife kaplıydı; üzerine de beyaz
ketenden, tiril tiril ütülü, tertemiz örtüler serilirdi. ġapka, paket
konacak fileleri taĢıyan pirinç ayaklar her zaman kaulle parlatılmıĢ
olurdu. 70 yıl önce bu vapurlar, hele havuzdan da yeni çıkmıĢlarsa,
Köprü'den hareketinden yarım saat kadar sonra Kınalı'yı tuttururlardı.
Kadıköy ve adalar hattında 1912'den sonra artık "Kınalıada",
"Pendik", "Maltepe" gibi pervaneli vapurlar çalıĢmaya baĢladı. O
günlerde her gün adalara 12 sefer yapılıyordu. Bu yüzyılın baĢlarında,
bunlara 1912 Fransa yapısı, 697 grostonluk, istimli, çift uskurlu
"Kadıköy", "Moda", "Burgaz" gibi büyük ve yollu vapurlar katıldı.
19401ı yıllarda 1938 Almanya yapısı, 637 grostonluk, istimli, çift
uskurlu "Suvat" île eĢi "Ülev", gerek hızlılık, gerekse rahatlık
bakımından ada yolcularının gözbebeği oldular. Yazlıkçılar
denklerini, sandıklarını, sepetlerini mevsim baĢında düzenlenen yük
postasıyla adalara taĢırlar, yaz sonunda yine aynı postayla Ġstanbul'a
dönerlerdi. "Bahçe" tipi gemiler diye sınıflandırılan, üçü de dizel
motorlu ve çift uskurlu olan 1952 italya yapımı 1.042 grostonluk
"PaĢabahçe", 1953 Ġngiltere yapımı 993 grostonluk "Fenerbahçe" ve
eĢi "Dolmabahçe" ile "ekspres" seferleri baĢlatılınca ada yolculuğu
önemli ölçüde kısaldı. Ne var ki, ekspres seferler normal bilet
ücretinden bir misli kadar pahalıydı. Ayrıca, adalardan Sedefadası'na
ve Bostancı'ya gidecek yolcular için de seferler kondu. Daha sonraki
yıllarda, adaların kalabalıklaĢması karĢısında sefer sayısı artırıldıktan
baĢka, değiĢik tipteki vapurlar da bu hatlarda çalıĢtırılmaya baĢlandı.
Son olarak "Bahçekapı" ile eĢi "Fahri Korutürk" adlı 78 m boyunda,
11,60 m geniĢliğindeki büyük vapurlar, Sirkeci ya da KabataĢ'taki
yeni iskelelerden bir seferinde gerekirse 2.100 kiĢiyi alıp saatte 18 rnil
hızla adalara götürebilecek büyüklükte.
Ġstanbul BüyükĢehir Belediyesi'nin 1987'de Norveç'ten getirttiği, dıĢtan çift burunlu,
içi bir uçağı andıran çift pervaneli katamaran tipi deniz otobüsleriyle
Büyükada'ya seferler baĢlatıldı. Günümüzde KabataĢ, Bakırköy,
Kadıköy ve Bastancı'dan Büyükada'ya çok sayıda deniz otobüsü
çalıĢıyor.
Adalar arasında artık parasız yolculuk yapılıyor. Sirkeci, KabataĢ ya da Bos-tancı'dan
adalara ayak basanlar, bir adadan ötekine iskelede jeton atmadan
rahatça geçebiliyorlar. Yaz aylarında Bostancı'dan adalara dolmuĢ
motorları da çalıĢıyor. Hattâ sırasında sürat tekneleri de...
ESER TUTEL
ke uyan süslemeciliği ve ahĢaba uygu-lânabilirliğiyle adalar mimarisine hâkim
olmuĢtur. Art-nouveau'nun ahĢaba uygulanmasının baĢka hiçbir yerde
görülmeyen örneklerine, adalardaki köĢklerde rastlanır. Yine 1898'de
otel olarak inĢa edilen ama II. Abdülhamid'den izin alınamayınca
yetimhane olarak kullanıl-
ADALAR
72
73
ADALAR ĠLÇESĠ
mak üzere Rum Ortodoks Patrikhane -si'ne devredilen büyük ahĢap bina adalardaki
ilginç mimari uygulamalardandır. Dar cepheli, çoğu iki katlı bahçeli
sıra evler ve büyük bahçeler içinde neoklasik, neobarok, neogotik,
ampir, özellikle de art-nouveau üsluplu birkaç katlı ahĢap köĢkler,
adaların yerel yerleĢme ve mimarisinin temel öğeleridir. Bu mimari
üslup çeĢitliliği yüzyıl baĢlarındaki BatılılaĢma sürecini
yansıtmaktadır.
Günümüzde adalar, yerleĢik 20.000 nüfusu, yaz aylarında bunu yüz binlere
Ada'da bir gün batımı. Nazım Timuroğlu
vardıran yazlıkçıları ve günübirlik ziya-retçileriyle; sık vapur ve deniz otobüsü
seferleri, sayıları artan otelleri, pansiyonları, en seçkininden en
sıradanına kadar lokantaları, gazinoları, kulüpleri, eğlence yerleriyle
ve belli bir korumacılık anlayıĢı içinde, dıĢ görünüĢleri geçmiĢten
çizgiler taĢısa da içleri çok daireli apartmanlar olarak düzenlenmiĢ
ahĢap köĢklerin hemen yanında ya da biraz ötesinde yükselen kagir
villaları, apartman yavrusu yapıları, hattâ gecekonduları ve harap
kulübeleriyle geçmiĢin sükunetinden ve havasından oldukça silik izler
taĢımaktadır.
Edebiyatta Adalar
Adaların edebiyata giriĢi; Ģiir, hikâye, roman veya anılara fon ya da konu oluĢu,
Servet-i Fünun akımıyla 19- yy'm sonunda baĢlar. Daha önce 18. yy
divan Ģairlerinden Fennî'nin Sahilnâmesinde bir mısra ile anılan
adalar, Türk edebiyatına önce Ģiir ve Ģarkı güfteleri, sonra roman ve
hikâyelerle girdi.
Adalar denince adı ilk anılan Ģair Mehmed Celal'dir(->). Mehmed Celal (1867-1912)
adalara olan sevgisi ve adalar hakkında yazdığı Ģiirlerle "Ada ġairi"
olarak ün yapmıĢtır. ġiirlerini Adada Söylediklerim (1886) adlı
kitabında toplayan Mehmed Celal'in etkilendiği Reca-izade Ekrem de
Büyükada'nın güzelliklerim Ģiirlerinde, eserlerinde yansıtanlardandı.
Fecr-i Âti topluluğu üyelerinden Tahsin Nahid de (1887-1919)
hüzünlü aĢk Ģiirlerinin çoğunu adalarda yazdı. Celâl Sahir gibi o da
adaları Ģiirlerinin fonu olarak kullandı. Ruh-ı Bî-kayd (1910) adlı Ģiir
kitabında, adalar çok sık geçer. Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Gençlik ve Edebiyat Hatıraları 'nda Tahsin Nahid ve eĢinin Büyükada'ya olan
hayranlıklarını, sevgilerini adaları tanıyıp sevmekte onlardan nasıl
yararlandığını anlatır. Tarihçi ve Ģair Ahmed Refik Altınay'ın(-0
Ģairliğinin kaynağı belki de adalardan etkilenmesiydi. Adalar için en
çok Ģiir yazmıĢ Ģairlerden biri olan Ahmed Refik aynı zamanda bazı
ünlü ada Ģarkılarının güftelerinin de yazarıydı. Ufuklardan güneş hâlâ
inmiyor, / İçim mahzun, gözümden yaş dinmiyor, /Ada sensiz
yüreğime sinmiyor / Gel de biraz gözlerini göreyim / Mimozadan sana
çelenk öreyim ve "Adalar'dan yaralandım", "ġen Adalar", "Ada'dan
sen gideli kalmadı gönlümde sürür" nakaratlı "Nerde ahu bakıĢın";
yine "Sensizdim o akĢam Ada'nın ufku hep aldı" diye baĢlayan
"Sensizim" Ģiiri, onun Gö-ww/(1932) adlı Ģiir kitabında yer alan ve
çoğu bestelenmiĢ ada Ģiirlerindendir. Ahmed Rasim de hem edebi
eserlerinde; hem de günlük yazılarında adalardan sık sık söz etmiĢ,
özellikle Kitabe-i Gam 'da adaları Ģiirli bir dille anlatmıĢtır. Hiciv
Ģiirleriyle ünlü Fazıl Ahmet Aykaç (1884-1967) Kınalıada baĢta
olmak üzere adalar için de Ģiirler yazmıĢtır. Medfun Emeller (1919)
adlı kitabında ada Ģiirlerini, Ģarkı güftelerini derlemiĢ olan Mustafa
ReĢid (1861-1936), "Ada AkĢamları" Ģiirinde: Gün sönerken baktım
da ıssız Dil'e / Yazık, dedim, bu yıl da Adalarda yaz bitti / Dalgalar
kö-pürürken indim sonra sahile, / Kalbim sanki uğultular işitti der.
Yusuf Ziya Ortaç'ın (1895-1967) "Ada Sevgisi" ve "Ada ġarkısı" adlı
Ģiirleri ünlüdür. Ey sevgili, akşam tura çık faytona bin de, / Bir tatlı
tebessüm açarak gonca lebinde... / Tekmil ada eşrafı senin bil ki ci-
binde, /Ey sevgili, akşam tura çık faytona bin de!" mısralarında
dönemin ada yaĢamının bir tablosu sunulur.
Adaları Ģiire dökmüĢ Ģairler arasında en ünlüsü Yahya Kemal Beyatlı'dır(-»). Yahya
Kemal'in Ģiirinde adalar aĢkların sahnesi, dekoru, mekânıdır: Şen
şarkıların durduğu bir lahza, kenarda / Yâd et ki seviştik ilahî
adalarda. Büyükada'nın Viranbağı için yazdığı mısralar da ünlüdür:
Adalardan yaza ettik de veda, / Sızlıyor bağrımızın üstündeki dağ, /
Seni hatırlıyoruz Viranbağ. Yahya Kemal daha çok Büyükada'nın
Ģairiydi. Kı-nalıada'yı adaların hiçbirine değiĢmeyeceğini söyleyen ve
Kınalıada'nın Ģairi olarak bilinen Fazıl Ahmet Aykaç ona Ģu mısralarla
sitem ediyordu: Uğrama-dın bu yaz bize hiç Kemal / Neyi bekliyorsun
sanki güzü mü? / Bizi unutturdu sana ihtimal / Gene bu Viranbağ'ın
ekşi üzümü / Cidden birşey oldu sana bu sene / Eski dostlarını
bıraktın bütün /Canım, Kınalı'ya kadargelsene, /Ekmek vesikanı alıp
da birgün. Bu dizeler yazıldığı sırada, yıl 1917 idi. I. Dünya SavaĢı
sürmekteydi ve ekmek vesikaya bağlanmıĢtı. Tevfik Fikret ("Seza",
"Beyaz Yelken"), Mehmet Akif Ersoy, Sela-hattin Batu, Osman Nihat
Akın, Halit
Fahri, YaĢar Nabi Nayır adalarla ilgili mısralar, beyitler, Ģarkı güfteleri olan
yazarlardan bazılarıdır.
Adaları düzyazıda hikâye, roman, anı, deneme türlerinde dile getirenler arasında en
ünlüsü kuĢkusuz Sait Faik Abasıyanık'tırC-»). Sait Faik'te adalar ilk
kez bir mekân ya da dekor olmaktan çıkmıĢ, baĢlıbaĢına bir konu
olmuĢtur. Ancak Sait Faik'e gelmeden önce Türk edebiyatında daha
birçokları, adaları romanlarının, hikâyelerinin, anılarının geçtiği ana
mekân olarak kullanmıĢlardır. Türk edebiyatına BatılılaĢma süreci
içinde giren ve ona paralel geliĢen roman ve hikâye türlerinde, Batılı
yaĢamın parlak örneklerinin yaĢandığı adaların öne çıkması doğaldı.
Yine yüzyıl baĢının gözde duygusal temalarından olan, veremli
sevgilinin ölümüyle sona eren romanlar için ciğer hastalığı
geçirenlerin öteden beri rağbet ettikleri ve tedavi gördükleri
Heybeliada adeta zorunlu bir çevreydi. Hüseyin Rahmi Gürpınar
(1864-1944), romanlarında Heybe-liada'yı, oradaki yaĢamı anlatır ve
bu adayı olayların geçtiği yer olarak seçer. Kokotlar Mektebi 'nde
Heybeliada'daki köĢkünde kendi yaĢamından söz eder. Sevda Peşinde
adlı romanı ile Tebes-süm-i Elem adlı romanının bazı bölümleri
Heybeliada'da geçer. Halit Ziya UĢakhgil'in (1867-1945) Aşk-ı
Memnu romanının hüzünlü, mutsuz kadın kahramanı Nihal, yazarın
belleğinde, romanın kimi bölümlerinde de anlatıldığı gibi, Büyükada
çamlıklarından süzülerek gelir. Mehmed Rauf'un (1875-193D
Böğürtlen romanında adalardaki değiĢen yaĢam konu edinilmiĢtir.
Çocukluğu Büyükada'da geçen Abdülhak ġinasi Hisar (1883-1963),
Geçmiş Zaman Köşkleri'nâe ve özellikle belli bir dönemin derin
toplumsal değiĢiminin anlatıldığı Ali Nizamî Beyin Alafrangalığı ve
Şeyhliği adlı romanında Büyükada'yı Nizam Caddesi'ndeki bir köĢk
yaĢamı çerçevesinde anlatır. Halide Edip Adıvar'ın(->) Raik'in
Annesi'nin bazı bölümleri adada geçer. Ömer Seyfeddin'in (1884-
1920), zamanına göre yaĢlı sayılan 35' lik bir adamın 18 yaĢındaki
adalar güzeline sevdalanmasını, sonra Boğaz'ın poyrazını yiyince
aklının baĢına gelmesini anlatan hikâyesinde, adaların ilkbaharda
insanın baĢını döndüren büyülü havası yansıtılır. Heybeliada
konusundaki incelemesiyle tanınan Nejat Gü-len'in Heybeli'de Yaz
Sonu romanı adalarda çeĢitli dilden, dinden, ırktan insanın nasıl bir
arada yaĢayabildiklerini bir roman atmosferinde anlatır. Burhan Cahit
Morkaya, Mahmut Yesarî, ReĢat Nuri Güntekin, sonraları Esat
Mahmut Kara-kurt da eserlerinde adalardan söz etmiĢ olan yazarlar
arasındadır. Yeni Türk edebiyatında, Zeyyat Selimoğlu, "Denizlerin
Ġstanbul", "Aramızdaydın", "O Gün", "Ada Soyunuyor" hikâyesinde
adaları, insanı ve doğasıyla anlatır. Bilge Karasu'nun Uzun Sürmüş
Bir Günün Akşamı kitabında, adalarda Bizans
dönemi keĢiĢlerinin yaĢamı canlandırılır. Selim Ġleri, Son Yaz'dz. adaları karmaĢık
duygu ve insan iliĢkilerinin daha da yoğunlaĢtığı bir mekân olarak
kullanır. Peride Celal'in "Ada" hikâyesinde de bu yönüyle yer alır.
Füruzan adayı bir evlatlığın yoksul gözlerinden anlatır. Adalet
Ağaoğlu'nun romanlarında Büyükada, özellikle de Anadolu Kulübü,
toplumsal değiĢmelerin yansıtıldığı mekân olur. Aziz Nesin Böyle
Gelmiş Böyle Gitmez "de Heybeliada'da geçen çocukluğunu
anlatırken, adalara baĢka bir gözle bakar ve sınıfsal farklılıkları iĢler.
Sait Faik'te adaların, özellikle de Burgazadası'nın yeri çok daha özeldir. O,
hikâyelerinde adaları bir fon, bir dekor olarak değil de âdeta baĢ
kahraman düzeyinde anlatır. Adaların çiçekleri, toprağı, kokuları,
denizleri, balıkları ve her kesimden, her sınıf ve tabakadan, her yaĢ ve
cinsiyetten insanları, ille de balıkçıları hikâyelerinin ana öğeleridir.
Sait Faik'in adaları birer hayal, Ģiir ve aĢk beldesi olmanın çok
ötesinde okurun önüne tüm gerçeklikleriyle çıkarlar. Yüzlercesi
arasından "Son KuĢlar", "Bir Kaya Parçası Gibi", "YaĢayacak",
"Ağıt", "Haritada Bir Nokta", "Dondurmacının Çırağı", "Sivriada
Sabahı", "Sımsıkı", "Yalnızlık", "Karanfiller ve Domates Suyu",
"Kınalıada'da Bir Ev", "Ġki KiĢiye Bir Hikâye" (Ermeni Balıkçı ile
Topal Martı), "Kendi Kendime", "Barba Anti-mos" ve diğerleri
adaların ve ada insanlarının birbirleriyle iç içe anlatıldıkları
hikâyelerdir.
Adalar, edebiyatçılara Ģiirler, romanlar, hikâyeler, anılar ilham etmeleri yanında,
yüzyılın pek çok ünlü yazar ve sanatçısının yaĢama ve buluĢma yeri
ol-
ġ-tplADA
ip1
Adalar Ġlçesi
istanbul Ansiklopedisi
muĢtur. Ġstanbul'da sadece Büyükada'yı sevdiğini söyleyen Nurullah Ataç, Hamdullah
Suphi Tanrıöver, RuĢen EĢref Ünaydın, Falih Rıfkı Atay, Yusuf Ziya
Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Halit Fahri Ozansoy, Hüseyin Cahit
Yalçın, tiyatro sanatçısı Bedia Muvahhit, pedagog Sad-rettin Celal
Antel, dilci Ġbrahim Necmi Dilmen, daha yenilerden felsefeci Macit
Gökberk, iktisatçı Ġdris Küçükömer, Doğan Avcıoğlu, adalarda bir
dönem yaĢamıĢ, renk katmıĢ ve bir bölümü de adalara gömülmüĢ
kiĢilerdir.
Bibi. G. Schlumberger, istanbul Adaları, Ġst., 1937; E. Mamboury, Leş Iles deş
Princes, Ġst., 1943; Janin, Constantinople byzantine, Erde-nen,
Adalar; Kömürciyan, İstanbul Tarihi; Evliya, Seyahatname, I; N.
Gülen, Heybeliada, ist., 1982; Adaların Türk Turizmindeki ve
Edebiyatındaki Yeri ve Önemi (seminer/panel), Ġst., 1984 Ostrogorsky,
Bizans; A. Millas, I Pnnkipos, Atina, 1988; Tuğlacı, İstanbul Adaları,
I-II.
ĠSTANBUL
ADALAR ĠLÇESĠ
Marmara Denizi'nin kuzeydoğusunda ve Kocaeli Yarımadası'mn Bostancı'dan
Kartal'a kadar uzanan güney kıyıları karĢısında yer alan irili ufaklı
dokuz ada, Ġstanbul iline bağlı Adalar Ġlçesi'ni oluĢturur.
Yüzölçümlerine göre sıralanacak olursa, Büyükada (5,4 km2),
Heybeliada (2,3 km2), Burgazadası (1,5 km2) Kınalıada (1,3 km2)
öteden beri iskân edilmiĢtir. Sedefadası (0,157 km2), 1960'larda
yazlık villaların yapılmasıyla, mevsimlik olarak iskâna açılmıĢtır.
Yas-sıada (0,052 km2) uzun süre deniz kuvvetleri tesislerini
barındırdıktan sonra Ġstanbul Üniversitesi Balıkçılık ve Su Ürünleri
Yüksek Fakültesi'ne devredil-
os
«£&
sl*ff>~visst!r
Sayım Toplam Nüfus Artış Yıllık Artış (%')
1960 19.864
Y 15.264 -4.600 - -4.63 -0.23
1
ı 1 1
9
l
12.807 5 -2.279 7 -3.02
18.232
6
l 14.534 . +5.425 - 8 +8.47 ~~
5
a 0 3 -
1990 19.413 +4.879 +6.70
n 8 . 4.05
75 1 6 6
9
ADALET ÖRGÜTLENMESĠ 9
7 8
Tanzimat öncesinde istanbul adalet örgütlenmesinde Rumeli ve Anadolu kazaskeri ile
0
1
9
istanbul kadısının özel bir yeri vardı. Resimde (soldan) kazasker,
baĢmuhzır ağa, Mekke kadısı, Rumeli kazaskeri, nakibüleĢraf ve
Ġstanbul kadısı görünüyor. Arifi PaĢa'mn Mecmua-i Tesavir'inde yer
alan resimden kartpostal Nün Akbayar
Adalar Ġlçesi'nde Nüfus
ADALET ÖRGÜTLENMESĠ 74
mistir. Sivriada (0,045 km2) ve TavĢana-dası (0,010 km2) tümüyle boĢtur. KaĢı-
kadası (0,008 km2) 1950'den beri özel mülktür; sınırlı bir iskâna
elveriĢli olup halen boĢ durumdadır.
Adaların istanbul limanına uzaklıkları, en yakın Kınalıada, en uzak TavĢan-adası
olmak üzere 7 deniz miliyle 13,5 deniz mili (25 km) arasında değiĢir.
Adalar'a ilk vapur seferleri Galata Köp-rüsü'nden 1846 yılında
baĢlamıĢtır. Bugün Sirkeci, KabataĢ, Kadıköy, Bostancı, Kartal'dan
sürekli deniz bağlantısı vardır.
Adalar'da ilk belediye örgütü 1868' de Yedinci Daire-i Belediye adıyla kurulmuĢtur.
1984'e kadar istanbul Beledi-yesi'ne bağlı bir Ģube müdürlüğü iken
1984'ten bu yana istanbul BüyükĢehir Belediyesi'ne bağlı bağımsız bir
belediyedir, idari yönden, 1908'de, MeĢruti-yet'in ilanından sonra
mutasarrıflık olan Adalar'a Emin PaĢa ilk mutasarrıf olarak tayin
edilmiĢtir. Günümüzün Adalar ilçesi, Büyükada'da Maden ve Nizam,
ayrıca Kınalıada, Burgazadası, Heybeliada olmak üzere beĢ
mahalleden oluĢmaktadır. Sedefadası, Büyükada Maden Muhtarlığı'na
bağlıdır, ilçenin merkezi Büyükada'dır.
19. yy'ın ikinci yarısından itibaren düzenli deniz ulaĢımının baĢlaması ve bir sayfiye
yerleĢmesi olarak önem kazanmasıyla birlikte Adalar'ın nüfusu artıĢ
göstermiĢ; 18l6'da 1.200 kiĢinin, 1860'larda 6.000 kiĢinin yaĢadığı
Adalar'da toplam nüfus 1914 sayımında 11.078; 1927 sayımında
11.691; 1950'de 15.405; 1960'ta 19.864 olmuĢtur. Daha sonraki
yıllarda, Adalar'da yaĢayan azınlık nüfusun çeĢitli toplumsal, siyasal
olayların sonucunda dönem dönem buradan ayrılması; yerleĢim
alanlarının az olması dolayısıyla yeni yapılaĢmaya sınırlı olanak
tanınması gibi nedenlerle, 1990'lara gelene kadar nüfus ya azalmıĢ ya
da durağan kalmıĢtır. 1990 nüfus sayımı sonuçlarının ortaya koyduğu
yeni artıĢ eğilimi ise, büyük ölçüde Doğu Anadolu kökenli iç göçe
dayanmaktadır.
Özellikle 1960'tan 1990'lara doğru, Adalarda sürekli oturan nüfus azalırken yörenin
etnik ve sosyal yapısı da değiĢmiĢtir. 1914 sayımında Adalar'da
toplam nüfusun dinlere dağılımı Ģöyleydi: Müslüman 1.586, Rum
Ortodoks 8.725, Ermeni Gregoıyen 596; Musevi 79; Rum
Katolik 56; Ermeni Katolik 5, Protestan 6, Latin 8, Süryani 9. 1960-1990 döneminde,
Hıristiyan, özellikle de Rum nüfusta büyük azalma olurken istanbul
dıĢı doğumlu Müslüman nüfus belirgin artıĢ göstermiĢtir. Günümüzde
Adalar II-çesi'nin yerleĢik halkının yaklaĢık yüzde 22'si Adalar
doğumludur, istanbul Ġli doğumlular toplam yüzde 30, Türkiye'nin
diğer illerinde doğup da halen Adalar'da oturmakta olanlar, toplam
nüfusun yüzde 48'idir. istanbul dıĢı doğumluların büyük bir bölümü,
1940'lar-da Erzincan depremi nedeniyle istanbul'a gelen ve özellikle
Burgaz ve Bü-yükada'ya yerleĢenlerdir. 1990 ve sonrasındaki nüfus
artıĢı da, ağırlıklı olarak, ilk göçle gelen Doğu kökenli halkın
hemĢerilerinden kaynaklanmaktadır.
Adalar Ilçesi'nin 1990 nüfus sayımına göre toplam 19.413 olan nüfusunun
mahallelere dağılımı Ģöyledir: Büyükada Maden Mahallesi,
Sedefadası'yla birlikte 3.697; Büyükada Nizam Mahallesi 3.278;
Heybeliada 6.534, Kınalıada 3.862; Burgazadası 2.042.
Adalar Ilçesi'nin bir baĢka özelliği, yaz kıĢ yerleĢik nüfus ile yaz nüfusu arasındaki
büyük farktır. Yaz nüfusunun saptanmasına yönelik resmi istatistikler
bulunmamakla birlikte, konut sayısından yola çıkarak hesaplandığında Adalar'ın yaz
nüfusunun yüz bini aĢtığı söylenebilir. Günübirlik ziyaretçilerle
birlikte bu rakam, kalabalık aylar olan temmuz ve ağustosta 250-300
bini bulmaktadır.
Osmanlı döneminde Adalar'da Ruhban Mektebi, Elen Ticaret Okulu, Kız
Yetimhanesi gibi eğitim kurumlarıyla azınlık okulları vardı. I. Dünya
SavaĢı sırasında bunlara el konarak yerlerine askeri okul öğrencileri
yerleĢtirilmiĢti. Cumhuriyet'! izleyen yıllarda bir bölümü yeniden
açıldı. Heybeliada'daki Ruhban Okulu 1970'lere kadar önemli bir din
akademisi sayılırdı. 1970 sonrasında özel yüksekokullar
devletleĢtirilir-ken yüksek bölümü kapandı. Halen Özel Rum Erkek
Lisesi olarak resmen açık durumdaysa da, öğrencisi yoktur ve eğitim
yapılmamaktadır. Bunun dıĢında Büyükada'da bir Rum ilkokulu, bir
resmi ortaöğretim okulu, istek Vak-fı'na bağlı Beyhan .Aral Lisesi,
Heybeli-ada'da bir ilköğretim okulu ve Hüseyin Rahmi Gürpınar
Lisesi, Kınalı ve Bur-gaz'da da birer ilkokul vardır.
Adalar'ın bir yandan seçkin ve zengin bir yazlık semt olması, öte yandan turistik
yönü, Büyükada baĢta olmak üzere, ilçede hizmet sektörü ağırlıklı bir
faal nüfusun barınmasını sağlamakta, bu sektör kendine gerekli
iĢgücünü daha çok adalara dıĢarıdan gelen göçten devĢirmektedir.
Arabacılıktan ev hizmetlerine, garsonluktan hamallığa kadar çeĢitli
hizmetlerde çalıĢanlar, son yıllarda Adalar nüfusunda gözlenen artıĢın
ve yapısal değiĢikliğin baĢlıca öğeleridir.
TURGAY GÖKÇEN
ADALET ÖRGÜTLENMESĠ
Kadı mahkemeleri Tanzimat'a kadar Ġstanbul'da yargı örgütünün temeliydi (bak.
Bilâd-ı Selâse Kadılığı; Havass-ı Refia Kadılığı; istanbul Kadılığı).
Bunların yanısıra zimmilerin özel hukuk alanında iĢlerini gören, kendi
kiliseleri içinde çalıĢan cemaat mahkemeleri ve yabancıları kapsayan
kapitülasyonlar gereği konsolosluk mahkemeleri vardı. II. Mahmud
döneminde kadıların durumlarını düzeltmeye yönelik düzenlemeler
yapıldı; Ģeriat mahkemeleri Ģeyhülislamlık makamına bağlandı.
ÇağdaĢ yargıya doğru önemli adımların atıldığı Tanzimat döneminde yargı örgütü
Ģer'iyye, nizamiyye, ticaret, cemaat ve konsolosluk mahkemeleri
baĢlıkları altında çeĢitlilik gösteriyordu.
istanbul Ģer'i mahkemeleri (Dersaadet Mehâkim-i ġer'iyyesi) iki aĢamalı idi. Üst
derecede geniĢ yetkilerle donatılmıĢ iki mahkeme Rumeli
Kazaskerliği ve Anadolu Kazaskerliği'ydi. ilki payitahtın Rumeli,
ikincisi Anadolu yakasında faaliyet gösteriyordu. Her iki
kazaskerliğin "iki sadr" yani Rumeli ve Anadolu Kazaskerliği
anlamına gelen Sadreyn MüsteĢarlığı adı altında ortak bir müsteĢarlığı
vardı. Ayrıca birer muavin ve vekayi kâtibi bulunduruyorlardı. Rumeli
Kazaskerliği'nin ayrıca Mahfel-i ġeriat adıyla bir mahkemesi
bulunmaktaydı. Kendisine havale edilen ikinci derecede önemli
davalara bakardı. Ancak tarafların isteği üzerine Mahfel-i ġeriat'a
havale olunan her tür dava tekrar Kazaskerliğe gönderilebilirdi.
Kısmet-i Askeriye Mahkemesi'yle Beytül-mâl Kısmet Mahkemesi
Rumeli Kazas-kerliği'ne bağlıydı. Üsküdar Mahkemesi ise Anadolu
Kazaskerliği'nin bünyesinde yer alıyordu.
Nefs-i Ġstanbul yani sur içi Ġstanbul'u ve Bilâd-ı Selâse'den (Galata, Eyüp ve
Üsküdar) her biri birer kaza olmaları nedeniyle birer Ģer'iyye
mahkemesi ile donatılmıĢlardı. Ancak bunlar kazaskerliklere oranla
ikinci derecede mahkemelerdi. Kazaskerlikten sonra en büyük
mahkeme Ġstanbul Mahkemesi'ydi. Yetki alanı sur içini kapsıyordu.
Ġstanbul kadısının bir muavini ve bir de vakayi kâtibi vardı.
Maiyetindeki Bâb Mahkemesi adını taĢıyan niyabeti ya da kadı
vekilliği, kadı efendinin havalesi üzerine önemi düĢük olan davalara
bakardı (bak. Bâb Naibliği). Bunların dıĢında Ġstanbul kıs-
mının geniĢliği nedeniyle Ġstanbul Mah-kemesi'nin DavutpaĢa, MahmudpaĢa,
Tahtakale mahkemeleri adıyla üç niyabet mahkemesi daha
bulunuyordu.
Köprünün öbür tarafı Galata Mahke-mesi'nin yetki alanına girmekteydi. Eyüp
Mahkemesi yetki sınırından Ru-melikavağı'na kadar uzanıyordu. Bâb
Niyabeti adıyla maiyetinde bulunan mahkemelerden baĢka BeĢiktaĢ,
KasımpaĢa, Tophane, Yeniköy niyabet mahkemeleri faaliyetteydi.
Eyüp Mahkeme-si'nin coğrafyası epey sınırlı olduğundan sadece bir
tane niyabet mahkemesine sahipti.
Üsküdar Mahkemesi'nin konumu Ġstanbul, Galata ve Eyüp mahkemelerinden
farklıydı. Rumeli yakasındaki mahkemeler bağımsız iken, Üsküdar
Mahkemesi Anadolu Kazaskerliğine bağlı bir niyabet mahkemesi
olarak Üsküdar ve çevresini kapsıyordu.
Kazaskerliklerin baktıkları davalar veraset, nesep, diyet, kısas gibi önemli davalardı,
ikinci dereceyi oluĢturan Ģer'iyye mahkemeleri ise nikâh, talak, nafaka
gibi daha az öneme haiz davaları görürdü. Bazı akit ve muamelelerin
tasdiki ile bunlardan doğacak davalar ancak istanbul Mahkemesi'ne
hasredilmiĢti. Ġstanbul çevresinde alım satım ve ekmekçi, uncu,
francalacı gediklerinin alımları, hibe, icar, isticar ve ikrar-ı mülk türü
iĢlemlerin mutlaka istanbul Mahkemesi'nde görülmesi gerekiyordu.
Mülk gedikleriyle ilgili iĢlemlerin tasdiki ve bunlardan doğacak
davalar da Ġstanbul Mahkemesi'nin iĢiydi, istanbul sur i-çi mülk, akar
(ve akar türü) değiĢik emlak alım akitlerinin tasdiki istanbul
Mahkemesi'ne verilmiĢti. Bilâd-ı Selâ-se'de bu gibi akaret hakkında
alım akitleri akarın bulunduğu kaza mahkemesine aitti. Mamafih
istanbul ve Galata niyabet mahkemeleri ancak değeri 50.000 kuruĢa
kadar emlakle ilgili alım ve iĢlem tasdikine yetkiliydi.
ġer'iyye mahkemelerinin vakıfla ilgili vazifelerini bağımsız olarak ifa etmek üzere
Ġstanbul ve çevresine mahsus ve yönetim açısından Evkâf-ı Hümayun
Nezareti'ne bağlı TeftiĢ Mahkemesi (Mahkeme-i TeftiĢ) adıyla bir
mahkeme vardı. MüfettiĢ unvanına haiz bir hâkim ile müsteĢardan
oluĢuyordu. Yetki alanı istanbul, Bilâd-ı Selâse ve Ģehremaneti
kapsamına giren yöreleri içeriyordu.
Ġstanbul'da gelir getiren gayrimenkul alım satımı, hibe, ikrar-ı mülk ve benzeri
iĢlemlerin görülmesi ve tasdiki Ģer'iyye mahkemesine aitti.
Kiralanarak tasarruf edilen vakıf müsakkafat ve müĢtegil-latı (tüm
vakıf gelirleri) hakkında icra olunacak ferağ ve intikal gibi iĢlemlerin
yürütülmesi ve onanması Mahkeme-i TeftiĢ'e aitti. Nitekim istanbul
ve Bilâd-ı Selâse'de bilcümle vakıf müĢtegillat ve müsakkafatı ile
ilgili sözleĢmelerde TeftiĢ Mahkemesi bir vekil atıyordu.
Ġstanbul ve Bilâd-ı Selâse'de tereke tahriri görevi üç kısmet mahkemesi arasında
paylaĢılmıĢtı. Ġlki TeftiĢ Mahkeme-
si'ne bağlı Evkaf Kısmet Mahkemesi, ikincisi Rumeli Kazaskerliği'ne bağlı Kısmet-i
Askeriye Mahkemesi, üçüncüsü Maliye Nezareti bünyesinde ancak
yine Rumeli Kazaskerliği'nin parçası olan Beytülmâl Kısmet
Mahkemesi'ydi.
Tanzimat döneminde Ģer'iyye mahkemelerinin yanısıra nizamiye mahkemeleri
kurulmaya baĢlandı. Ceza Ka-nunnamesi'ni uygulamak üzere,
Ġstanbul'da ceza mahkemesi niteliğinde Mec-lis-i Tahkikat kuruldu.
Bu kurul haftanın belli günlerinde toplanarak ceza iĢleriyle uğraĢır,
yargı iĢlevi görürdü. Bir süre sonra bu mahkemeler eyalet
merkezlerinde de açıldı. Üyelerini kadı ile eyalet meclisi mensupları
içinden -ya da dıĢından- valinin seçtiği kimselerin oluĢturduğu
mahkemenin baĢkanı vali idi. Karma nitelikli bu mahkemeler,
görüldüğü gibi, hem Ģeriatın temsilcisi kadı hem de sivil yöneticiler ve
halk temsilcisi sayılabilecek kimselerden meydana geliyordu.
Meclis-i Tahkikat'ın verdiği hüküm, ölüm cezası dıĢında, hemen yerine getirilirdi.
Ölüm cezası hükmü ise istanbul'daki Meclis-i Ahkâm-ı Adliye'ye
gönderilir ve yerinde görülürse padiĢahın onayına sunulurdu. Temyiz
iĢlevi böylece yalnızca ölüm cezalan için geçerliydi.
1840 ertesi, ticaret uyuĢmazlıklarına ayrı mahkemelerin bakması uygun görüldü, ilk
olarak, yabancı tüccarlar arasında çıkan uyuĢmazlıkları karara
bağlamak üzere istanbul'da Ticaret Nezareti'ne bağlı bir Ticaret
Meclisi kuruldu. Üyeleri loncalar ve tüccar temsilcilerinden oluĢan bu
mahkemenin baĢkanı ticaret nazırıydı. Osmanlı'nın giderek dıĢa
açılması ve yabancı ülkelerin Babıâli üzerinde etkinliklerinin artması
sonucu
1848'de karma ticaret mahkemesi kuruldu. Yedisi Osmanlı uyruğu, diğer yedisi ise
Osmanlı topraklarında ticaretle uğraĢan yabancı uyruklu tüccarlardan
oluĢan bu mahkemenin baĢkanı ticaret nazırı ya da onun vekiliydi.
1856'dan sonra Osmanlı uyruklarıyla yabancılar arasındaki
anlaĢmazlıkların hepsi konsolosluk mahkemelerine verilir oldu.
Devletin yargı yetkisi böylece giderek sınırlanmıĢ oluyordu.
Ticaret Kanunnamesi'nin kabulü ile ticari yargı önem kazandı. 1861'de yayımlanan
ticaret yargılama mevzuatı ile geniĢ yetkili ve tüm tüccarları kapsayan
ticaret mahkemelerinin kurulmasına baĢlandı. Bir baĢkan ile iki
sürekli, dört geçici üyeden oluĢan bu mahkemeler kara ve deniz
ticareti davalarına bakmak üzere iki çeĢitti. Ġstinaf-ı Deavi-yi Ticaret
Divanı bu mahkemelerin üstünde, 500 kuruĢu aĢan davaları gören
istinaf makamı olarak kuruldu. Ticaret Nezareti'ne bağlı bu
mahkemeler 1876'dan sonra Adalet Nezareti bünyesine alındı.
20. yy'ın baĢlarında istanbul'da üç tür ticaret mahkemesi vardı. Dersaadet Birinci
Ticaret Mahkemesi, karma mahkeme (mahkeme-i muhtelite) iĢlevi
görüyordu. Dersaadet ikinci Ticaret Mahkemesi Ġstanbul ve civarında
kara ticaretiyle ilgili davalara özgü bir bidayet mahkemesiydi. Bir reis
ve iki azadan oluĢuyordu. Dersaadet Ticaret-i Bahriye Mahkemesi'ne
Üçüncü Ticaret Mahkemesi de denirdi. Deniz Ticaret Hukuku
kapsamındaki davalara bakardı, iflas davaları Ġkinci Ticaret
Mahkemesi ile birlikte bu mahkemenin de görev alanına giriyordu.
Dersaadet Birinci Ticaret Mahkemesi ile Ticaret-i.Bahriye Mahkemesi'nin karma
davalar hakkında verdikleri hüküm-
76
ADALET ÖRGÜTLENMESĠ
Osmanlı devletinde yaĢayan yabancı uyrukluların kapitülasyonlarla elde ettikleri
ayrıcalıklar arasında özel yargı hakkı da vardı. Resimde 1870'lerde
istanbul'daki Ġngiliz Konsolosluk Mahkemesi'nde yapılan bir duruĢma
görülüyor. Tanzimat'tan Cumhuriyet 'e Türkiye Ansiklopedisi, c. III
İletişim Yayınlan
ler bir üst mahkemeye götürülemiyor-du. Ancak geri gönderilebiliyordu. Bu iki
mahkemede görülen taĢra karma davaları da temyiz edilemezdi.
Konsolosluk mahkemeleri ya da eski deyiĢle konsoloshane mahkemeleri
kapitülasyonlardan kaynaklanan ayrıcalıklarla donatılmıĢlardı. Bu
mahkemelerin görevi menkul ve gayrimenkul olmak üzere iki tür
davaya bakmaktı. Menkul davalarda her iki taraf da yabancı ise, dava,
davalının mensup olduğu konsolosluk mahkemesinde görülürdü.
Osmanlı mahkemeleri bu davalara bakamazdı. Taraflardan biri
Osmanlı tebaası ise ve dava 1.000 kuruĢa kadar bir meblağı içeriyorsa
ya da icarla veya isticarla ilgiliyse yetkili mahkeme Osmanlı hukuk
mahkemesi olurdu. Ancak mahkemede tercüman bulundurulması
zorunluydu.
Bu iki tür dava dıĢında kalan her türlü menkul davası karma mahkemede görülürdü.
Bu tür karma davalar ticaret mahkemesinin görev alanına giriyorsa
Ticaret Kanunnamesi, hukuk mahkeme-sininkine giriyorsa Mecelle
hükümlerine göre yürütülürdü. Ġstanbul'da karma mahkeme Birinci
Ticaret Mahkeme-si'ydi. Bir reis, ikisi yerli, ikisi -yabancının mensup
olduğu ülke sefaretinden seçilmiĢ- yabancı, dört üyeden oluĢuyordu.
Dersaadet Birinci Ticaret Mahkemesi'nde görülen davalar bir üst
mahkemeye götürülemezdi. TaĢra karma davaları için tek üst merci
Dersaadet Birinci Ticaret Mahkemesi'ydi. Ancak dava deniz ticareti
ile ilgiliyse temyiz görevini Ticaret-i Bahriye Mahkemesi karma
kumlu üstlenirdi.
Gayrimenkul davalarında ise Istim-lâk-ı Emlâk Nizamnamesi'ne ekli protokolü kabul
ve tasdik eden yabancı ülke tebaası Osmanlı tebaası gibi ülke mev-
zuatına tabi tutulurdu. Bu protokülü hemen hemen Osmanlı'nın ticaret yaptığı tüm
ülkeler imzalamıĢtı. Ġmza ediĢ sırasıyla bunlar Fransa, isveç, Belçika,
Ġngiltere, Avusturya, Danimarka, Prusya, Ġspanya, Yunanistan, Rusya,
Ġtalya, Felemenk, Amerika BirleĢik Devletleri, Portekiz ve iran'dı.
Cemaat mahkemeleri diye bilinen kilise ve hahamlığa bağlı ruhani meclisler (meclis-i
ruhani) ve hey'et-i mahsusalar (özel kurullar) nikâh, talak, çeyiz,
drahoma, nafaka, vakıf, vasiyet gibi mezhep bünyesinde medeni
hukuk bağlamında gündeme gelecek uzlaĢmazlıklara bakıyordu. Her
kilisenin ruhani, cisma-ni, karma meclisleri ve bazen de komis-yon-ı
mahsusları vardı. Davanın dini boyutu ruhani mecliste, dünyevi
boyutu ise cismani mecliste (meclis-i cismani) veya karma meclis ya
da komisyon-ı mahsusta görülürdü. Rum Patrikhane-si'nin
baĢpiskoposluk bünyesinde Ġstanbul ve çevresi için bir Metropolit
Cemiyeti ve bir de Meclis-i Muhtelifi bulunuyordu. TaĢrada da
metropolitin piskoposluk, eksarhlık esası üzerine kurulu olan ruhani
taksimatta birer meclis-i ruhani ve meclis-i muhteliti vardı. NiĢan ve
nikâh akitleri ve fesihleri meclis-i ruhaniye aitti. Fakat her iki akdin
maddi yönleri meclis-i muhtelitte çözümlenirdi. Mesela niĢanı meclis-
i ruhani bozuyor, taraflara düĢen tazminatın ödenmesine, çeyiz ve
drahoma miktarına, zevce ya da çocukların nafakasına ait
anlaĢmazlıklar meclis-i muhtelitte çözülüyordu.
Aynı Ģekilde Ermeni cemaati için Ġstanbul'da dördü halktan, dördü kilise ehlinden
sekiz üyeli bir mahkeme heyeti bulunmaktaydı. Keza taĢrada da
beĢten on ikiye kadar üyeden oluĢan Kilise Cemiyeti vardı. Musevi
cemaati
için de hahamhanelerde birer meclis-i ruhani ve meclis-i cismani vardı.
Cemaatler bu yetkileri değiĢik tarihlerde çıkarılan fermanlardan elde etmiĢlerdi.
Ancak, dava konusu evkaf ve arazi kanunlarına, mülki düzenle ilgili
hususlara girerse, Osmanlı mahkemeleri yetkili kılınırdı.
Osmanlı Devleti'nde ticari yargı çağdaĢ yargının yolunu açtı. Adli mahkemeler ticaret
mahkemelerini izledi. Meclis-i Ahkâm-ı Adliye memurların
yargılaması ile uğraĢmıĢ, Meclis-i Tahki-kat'tan gelen ölüm cezası
hükümlerinde üst merci olmuĢtu. 1847'de kurulan ve yarı yarıya
Osmanlı ve yabancı uyruklu görevlilerden oluĢan karma ceza-hukuk
mahkemesi yabancı uyrukluları yargılanmıĢtı. Böylece Meclis-i
Tahkikat ve Meclis-i Ahkâm-ı Adliye uzun süre adli yargıyı meydana
getirdi.
Nizamiye mahkemelerinin kuruluĢu 1864 Vilayet Nizamnamesi ile baĢladı. Bu
mevzuatla, ticaret mahkemesinin ya-nısıra her kazada bir Meclis-i
Deavi, her sancak merkezinde bir Meclis-i Temyiz, her vilayet
merkezinde bir Divan-ı Temyiz öngörülmüĢtü. ġeriat, cemaat, ticaret
ve konsolosluk mahkemelerinin yargı alanları dıĢında faaliyet
gösteren bu mahkemeler hem Müslümanlara, hem de zımmilere yargı
hizmeti veriyordu.
1868'de Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye ikiye ayrıldı. Bir bölümü ġûra-yı Devlet
oldu. Diğer kısmı nizamiye mahkemelerinin üst organı niteliğinde
yüksek adli mahkemeye dönüĢtürülerek Divan-ı Ahkâm-ı Adliye adım
aldı. Temyiz ve istinaf olmak üzere iki bölüme ayrılmıĢ bu yüksek
mahkemenin üyeleri Müslüman ve gayrimüslim Osmanlı vatandaĢları
arasından seçiliyordu. Üst durumda olan temyiz bölümü hukuk ve
ceza dairelerinden, altında bulunan istinaf bölümü ise ceza, hukuk ve
ticaret dairelerinden oluĢmuĢtu.
Ceza, hukuk ve ticaret mahkemelerini kapsayan nizamiye mahkemelerine 1868'de
yeni bir düzen verildi. Her nahiyede imam ya da papaz baĢkanlığında
en az üç en çok on iki üyeden kurulu ihtiyar meclisleri sulh
mahkemesi (deva-ir-i sulhiye) görevini üstlendiler. Kazalarda kadının
baĢkanlığında üç Müslüman, üç zımmi vatandaĢtan oluĢan Meclis-i
Deavi kuruldu. Vilayetlerde önemli ceza davalarını görmek üzere ceza
ve hukuk mahkemeleri üyeleri arasından Meclis-i Cinayet adlı ağır
ceza mahkemeleri kuruldu. Nizamiye mahkemelerinde kadı ve devlet
temsilcileri dıĢındaki üyeler iki yıl için yöre halkı tarafından
seçiliyordu. Nizamiye mahkemeleri derece itibariyle iki mahkemeye
ayrılıyordu: Bidayet ve istinaf mahkemeleri. Bunların da her biri iki
daireden oluĢuyordu: Ceza ve hukuk daireleri.
Ġstanbul'un adalet örgütü taĢradaki yapılanmadan farklıydı. Ġstanbul bu açı-•dan üç
kısma bölünmüĢtü: Ġstanbul sur içi (Nefs-i Ġstanbul), Beyoğlu ve
Üsküdar. Bu kısımların her birinde bir bidayet
mahkemesi vardı. Ġstanbul Bidayet Mahkemesi, ikisi ceza ikisi hukuk olmak üzere
dört daireye ayrılmıĢtı. Yetki alanı Yedikule'den Sütlüce iskelesine
kadar uzanan sahilin iç kısımlarını içeriyordu. Beyoğlu Bidayet
Mahkemesi, yine ikisi hukuk, ikisi ceza dört daireydi. Sütlü-ce'den
baĢlayarak körfezin Beyoğlu sahilini izliyor, Galata, BeĢiktaĢ,
Ortaköy'den Rumelikavağı'na kadar ulaĢıyordu. Beyoğlu, Taksim,
ġiĢli, BeĢiktaĢ bu dairece kapsanıyordu. Üsküdar Bidayet Mahkemesi
hem ceza hem de hukuk davalarını görüyordu. Yetki alanı Göksu'dan
baĢlıyor, Kandilli, Çengelköy, Berlerbeyi, Kuzguncuk, Üsküdar
semtlerini takip ederek Kartal Kazası hududunda son buluyordu.
ġehremanetine bağlı Beykoz, Kartal, ġile, Gebze, Küçükçekmece
kazalarının her birinde Osmanlı'nın diğer kazalarında olduğu gibi
naibin riyaseti altında halktan seçilmiĢ iki üyeli birer bidayet
mahkemesi vardı. Beykoz Malıke-mesi'nin yetki alanı Göksu
Deresi'nden Anadolukavağı'na kadar uzanan sahil Ģeridiydi. Kartal
Mahkemesi'ninkini Üsküdar'dan ayıran Bostancı (BostancıbaĢı)
Köprüsü'ydü. Köprünün bir tarafında kalan köyler Üsküdar
Mahkemesi'ne öteki tarafında kalanlar ise Kartal Kazası bidayet
mahkemesine tabiydi. Adalar ayrı bir kaza olmasına karĢın yargı
açısından Kartal Kazası bünyesinde yer alıyordu. Küçükçekmece
Kazası'nın merkezi Makriköy'dü (bak. Bakırköy). Küçükçekmece
Nahiyesi'nden baĢka Rumeli-feneri, Suyolu gibi merkezden uzak
nahiyeler vardı. Eyüp civarında bulunan Hamidiye (Rami) Köyü de
doğrudan doğruya merkez kazaya bağlıydı.
Bidayet mahkemelerinin kararlan bir üst mahkeme olan istinaf mahkemelerine
götürülebilirdi. Ġstanbul istinaf mahkemeleri dört kısımdı: Cinayet,
cünha, hukuk ve ticaret. TaĢra istinaf mahkemeleri ceza kısmı hem
cinayet davalarını görüyor, hem de cünha hakkında hüküm veriyordu.
Ġstanbul'da bu iki görev ayrılmıĢ birincisi cinayet mahkemesine, diğeri
Ġstinaf Cünha Dairesi'ne verilmiĢti.
Dersaadet Cinayet Mahkemesi Ġstanbul ve Ģehremanetine bağlı kazalarda iĢlenen
cinayetlerin davalarına bakıyordu. Dersaadet Ġstinaf Cünha Dairesi ise
Dersaadet, Beyoğlu ve Üsküdar bidayet mahkemeleriyle, Ġzmit,
Çatalca, Kal'a-i Sultaniye (Çanakkale) livaları ve Ģehremanetine bağlı
kazaların bidayet mahkemelerinden gelen ufak cürümlerin üst
mahkemesi (merci-i istinaf) niteliğindeydi. Nitekim Ġstinaf Hukuk
Dairesi aynı mahkemelerden gelen hukuk davalarının üst
mahkemesiydi. Ġstinaf Ticaret Mahkemesi de Dersaadet Ġkinci ve
Üçüncü ticaret mahkemelerinden ve diğer vilayetlerle Ġstanbul
civarındaki müstakil liva merkezleri (kazanın üstünde, vilayetin
altında kalan mülki bölüm) ticaret mahkemelerinden ya da hukuk
mahkemeleri ticaret sınıfından gönderilen davaların üst merdiydi.
Nizamiye mahkemeleri büyük bir ye-
nilikti. Ulema kesiminden gelen tepkilere karĢın Ahmed Cevded PaĢa'nın
gayretleriyle giderek benimsendi. Ancak kiĢilik, aile, miras alanında
tek yargıçlı kadı mahkemeleri etkinliklerini sürdürdüler. Divan-ı
Ahkâm-ı Adliye'nin istinaf bölümü 1870'te kaldırıldı. Geriye kalan
temyiz bölümü bugünkü Yargıtay'ın ilk Ģeklidir.
Cumhuriyetin ilanını izleyen yıllarda hukuk ve adalet mekanizmalarını temelden
değiĢtiren bir dizi reform yapılırken Ġstanbul'daki adalet örgütlenmesi
de aynı çerçevede Türkiye bütününe uyumlu-laĢtırıldı. Buna göre, il
ve ilçe düzeyinde hukuk ve ceza davalarına bakan Sulh Ceza, Asliye
Ceza ve Ağır Ceza mahkemeleri Ġstanbul'da da Türk Ceza Kanunu ile
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanu-nu'nda gösterilen madde ve
hükümlere göre görev yapmaya baĢladılar. Genel mahkemeler dıĢında
kalan ve özel mahkemeler kapsamında olan adliye kuruluĢları ĠĢ
Mahkemeleri, Ticaret Mahkemeleri, Kadastro, Ġcra ve Ġcra Ceza
Mahkemeleri ile Toplu Basın Mahkemeleri, Çocuk Mahkemeleri ve
Haziran 1983 tarihli ve 2845 sayılı yasayla kurulan Devlet Güvenlik
Mahkemeleri de halen Ġstanbul'da görev yapan yargı organlarıdır.
Ġstanbul ve ilçelerinde adalet örgütlenmesinde son değiĢiklikler 1982 yılında
çıkarılan yargı mevzuatına ve düzenlemesine uygun olarak yapıldı.
Buna. göre, Ġstanbul'un çeĢitli ilçelerinde ve bölgelerinde yeni
adliyeler açılarak mahkemeler buralara dağıtıldı. Bu dağılım halen
Ģöyledir: Ağır Ceza Mahkemeleri: Bakırköy 3, Eyüp 2, Ġstanbul
(Sultanahmet Adliyesi) 7, Kadıköy 2, Kartal 2, Üsküdar l olmak üzere
17; Asliye Hukuk Mahkemeleri 17 ilçede toplam 66; Ticaret
Mahkemeleri: Beyoğlu 2, Ġstanbul 7, Kadıköy 2 (toplam 11); Sulh
Ceza Mahkemeleri 38; ĠĢ Mahkemeleri: Bakırköy l, Eyüp l, Ġstanbul 8,
Kartal 2; Ġcra Mahkemeleri 29; Ġcra Ceza Mahkemeleri 26; Sulh
Hukuk Mahkemeleri 48; Kadastro Mahkemeleri 26; Çocuk
Mahkemeleri Ġstanbul Adliyesi'nde 2 ve Devlet Güvenlik
Mahkemeleri 3 adet.
Dönem dönem kurulan ve Cumhuriyet tarihimizin yarısından fazlasında faal olan
sıkıyönetim (örfi idare) mahkemeleri ile garnizon mahkemeleri ve
diğer askeri mahkemeleri de Ġstanbul mahkemeleri arasında saymak
gerekir.
Bibi. Ahmed Lutfi, Mirat-ı Adalet: Tarihçe-i Adhye-i Devlet-i Aliyye, ist., 1304;
Cabirizade Mehmed ġevki, Tayin-i Merci, Ġst., 1322; H. Rıfat, Yeni ve
Mükemmel Malumat-ı Kanuniyye, Dersaadet, 1327; A. Heidborn,
Manuel de droit public et administratif de I'Empire otlaman, 2 c.
Vienne-Leipzig, 1908-1909; Tanzimat I (yüzüncü yıldönümü
münasebetiyle), Ġst., 1940; EbuPulâ Mardin, Medeni Hukuk
Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa (1822-1895), Ġst., 1946; R. Seçkin,
Yargıtay: Tarihçesi, Kuruluş ve işleyişi, Ankara, 1967; A. Bayındır,
İslâm Muhakeme Hukuku, Ġst., 1986; C. Üçok-Ahmet Mumcu, Türk
Hukuk Tarihi, Ankara, 1991; H. Yavuz, Osmanlı Devleti ve İslâmiyet,
Ġst., 1991.
ZAFER TOPRAK
77 ADAM MICKIEWICZ MÜZESĠ
ADALET SPOR KULÜBÜ
1946'da Adalet Mensucat Fabrikası'mn bünyesinde kuruldu. Yalnız futbol dalında
faaliyet gösterdi. 1949'da Ġstanbul I. Ligi'ne yükseldikten sonra büyük
bir transfer faaliyetine giriĢen kulüp, 1951'de Fenerbahçe'den altı
futbolcu birden aldı. Adalet Kulübü'nün Fenerbahçe Kulübü'nü
hedefleyen bu faaliyeti Fenerbahçe taraftarlarının tepkisine yol açtı.
Bu nedenle Fenerbahçe-Adalet maçları yüksek tansiyon içinde
oynandı. Kırmızı-beyaz formalı kulüp, Ġstanbul I. Ligi'nde baĢarılı
sonuçlar aldı. Bu arada genç futbolcular da yetiĢtirdi. 1952-1953
sezonunda takım sayısının sekizden ona çıkarılmasıyla Beyoğlu-
spor'la birlikte Ġstanbul Profesyonel Ligi'ne katıldı. 1955'te "Atatürk
Kupası"nı kazanarak en büyük baĢarısına ulaĢtı. Ġstanbul Profesyonel
Ligi'ndeki en iyi derecesini de aynı yıl dördüncü olarak elde etti.
1959'da kurulan Türkiye Ligi'ne katılan Adalet futbol takımı 1959-1960 sezonunda 2.
Lig'e düĢtü. Ünlü futbolcularını kaybeden Adalet Spor Kulübü zor
durumlarda kaldı. 1971'de Alibeyköy Kulübü ile birleĢti. Bir süre
Alibeyköy Adalet adıyla faaliyetini sürdürdü ise de 1980'de
Alibeyköy Kulübü isminden Adalet'i çıkardı ve böylece Ġstanbul
futbolunun renkli bir takımı tarihe karıĢmıĢ oldu.
CEM ATABEYOĞLU
ADAM MICKIEWICZ MÜZESĠ
Polonya'nın yetiĢtirdiği en büyük Ģairlerden biri olan Adam (Bernard) Micki-ewicz'in
(24 Aralık 1798, Novgorod yakınları, Rusya - 26 Kasım 1855,
Ġstanbul) KasımpaĢa'da bir süre oturduğu ve yaĢama gözlerini
kapadığı evin düzenlenmesiyle oluĢturulan müze.
m
Adam Mickiewicz Müzesi'nin bulunduğu bina. Ara Güler
ADAMOPULO HAM
78
79
ÂDĠLE SULTAN
AyĢe Kadın'ın Fatih'te oturduğu sokak, eski Ġstanbul'dan kalan değerleri simgeler.
Handan'da (bas. 1912) Selim Bey'in Maltepe'deki köĢkü gelenekle
çağdaĢlığın uyumlu birleĢimini gösterir. YazılıĢından 20 yıl sonrasının
konu edinildiği bir ütopya romanı olan Yeni Turan (bas. 1913)
Erenköy'de Turan ülküsüne bağlı bir yaĢam çevresini canlandırır.
Tatarcık (bas. 1939) romanında Cumhuriyet dönemi gençliğinin
yaĢamını, davranıĢlarını, toplumsal görüĢlerini sergileyen çevre
Karadeniz kıyısında yazlıkçıların yerleĢtiği Poyrazköy'dür. Kalp
Ağrısında (bas. 1924) Boğaziçi, Sonsuz Panayır'âz (bas. 1946) ġiĢli
varlıklı fakat gelenek-göreneklere ters düĢmüĢ yaĢamın merkezleridir.
YaĢamını, ülkesinin özgürlüğü için verdiği mücadeleye adayan yurtsever Ģair, 1855'te
Prens Adam Czartoryski tarafından gönderildiği Ġstanbul'da, Saint
Lazar Manastırı ve Lüksemburg Ote-li'ndeki kısa ikametinden sonra
sözü edilen eve yerleĢmiĢti, istanbul'a geliĢ nedeni. Kırım SavaĢı'nda
müttefiklerin safında savaĢacak olan Polonya birliklerini örgütlemek
ve muhalif gruplar arasındaki görüĢ ayrılıklarını gidermekti. Fakat,
geliĢinden çok kısa bir süre sonra, muhtemelen kolera salgınında
yaĢamı son buldu. Bugün, istiklal Caddesi'ni KasımpaĢa yönünde
kesen Sakızağacı Caddesi'nin sonunda, Serdar Ömer PaĢa Sokağı ile
Tatlı Badem Sokağı'nın köĢesinde yer alan bu sade bina, o zamanlar
Bayan Rudnicka adlı Polonyalı bir mülteciye aitti. 1870'te yeni sahibi
olan Bay Jan Gorczynski tarafından yeniden yaptırılmıĢ ve duvara
Lehçe-Fransızca bir hatıra plaketi asılmıĢtır. 1891'de ve 1902'de
istanbul Polonya YardımlaĢma ve Hayırseverlik Derneği ile Krakow
Üniversitesi'nce evin müzeye dönüĢtürülmesi amacıyla baĢlatılan
kampanyalar, ev sahibinin talep ettiği paranın toplanamaması
yüzünden baĢarısızlıkla sonuçlandı. 1909'da Ġttihat ve Terakki Fırkası
önderliğinde bir törenle, Kırım'da kahramanca savaĢan Polonyalıların
anısına bugün bulunmayan ikinci plaket çakıldı. Halen binanın
cephesini süsleyen diğer hatıra levhası ise, 1933'te Ġstanbul'da yaĢayan
Polonyalılar tarafından asılmıĢtır. Binanın müze olarak düzenlenmesi
yolundaki çabalar, 1955'te sonuç vermiĢ ve Ģairin 100. ölüm
yıldönümü anısına, Polonya Kültür ve Sanat Bakanlığı ile iĢbirliği
yapılarak bir sergi düzenlenmiĢ ve müze ziyarete açılmıĢtır. Müze
Türk ve Ġslam Eserleri Müze-si'ne bağlıdır. Üç katlı binanın ilk salonu
A. Mickiewicz'in hayatı ve eserleri ile ilgili bilgi ve belgelere,
fotoğraf ve büstlerine, ikinci salonu ise Polonya'nın özgürlük
mücadelesine ayrılmıĢtır. Üçüncü salonda, Ģairin Ġstanbul'da
bulunduğu yıllara iliĢkin belge, fotoğraf ve gravürler bulunmaktadır.
Binanın bodrum katı ise, Krakow'da gömülü olan Ģairin sembolik
mezarı olarak düzenlenmiĢtir.
AYġE HÜR
ADAMOPULO HANI
Tünel'de, Galip Dede Sokağı no. 48'de yer alan yapı 1906 yılında mimar C. Coulo-
uthros tarafından inĢa edilmiĢtir. Ön cephesi Galip Dede, arka cephesi
ise ġahku-lu Sokağı'na bakar. Her iki cephe de pencere dizileriyle
bölümlendirilmiĢtir.
Yapı, günümüzde de han olarak kullanılmaktadır. Aynı döneme tarihlenen pek çok
örneği gibi ana malzemesi taĢ olan yapı, açıldığı iki sokağın
kesiĢimin-de yaptığı yuvarlatılmıĢ dönüĢle, oldukça geniĢ bir alanı
kaplar ve âdeta üç yöne açılır. Bu bölümde de yer alan pencerelerle,
bölüntülü yüzeyler ve pencere dizileriyle oluĢturulan simetri
korunmuĢtur.
Adamopulo Hanı
Nazım Timuroğlu, 1993
Yapıya cepheden bakıldığında, orta bölümde yer alan 4 pencerenin, iki yanda birer
pencere ile desteklendiği görülür. Birinci kat dıĢında bu pencereler
birer balkona açılırlar. Yapıda arka cephe öne göre daha sade ve
gösteriĢsizdir. Arka cephede her katta 12 pencere bulunurken, ön
cephede 5 pencere vardır. Birinci kat pencerelerinde kullanılan üçgen
alınlık, çıkma bölümünün en üst katında, orta bölümde tekrarlanır. Bu
pencereler, alınlıkları ve iki yanda yer alan sütunçeleriyle, bir tapınak
giriĢini andırırlar. Bu türden elemanların kullanımı, cephedeki
düzenlemeyi neoklasik üsluba yaklaĢtırır.
PELĠN AYKUT
ADIVAR, HALĠDE EDĠP
(1882, İstanbul - 9 Ocak 1964, istanbul) Roman ve hikâye yazarı. Birçok yapıtında
Ġstanbul'da yaĢamıĢ kahramanların serüvenlerini anlatmıĢ, bu
çerçevede kentin türlü özelliklerini yansıtmıĢtır.
Halide Edip
Adıvar gençlik
yıllarında.
Nuri Akbayar
Çocukluğu Mor Salkımh Ev (bas. 1963) adlı anı kitabında anlattığı Ihla-mur'da ve
Üsküdar'da geçti. Üsküdar Amerikan Koleji'nde öğrenim gördü. II.
MeĢrutiyet'in ilanından (1908) sonra hem edebiyat dünyasında adını
duyurdu, hem de toplumsal ve siyasal alanda etkinlik gösterdi.
Mütareke döneminde Ġstanbul'da düzenlenen mitinglerdeki
konuĢmalarıyla ünlendi (bak. Sultanahmet Mitingleri). EĢi Adnan
Adıvar'la birlikte Milli Mücadele'ye katıldı. Cumhuriyet döneminin
ilk yıllarında siyasal görüĢ ayrılıkları yüzünden eĢiyle birlikte
Türkiye'den ayrılmak zorunda kaldı. 1939'a değin Avrupa'da yaĢadı.
Türkiye'ye dönüĢünde Ġstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde
Ġngiliz dili ve edebiyatı profesörü oldu. 1950-1954 arasında bir dönem
de milletvekilliği yaptı.
Halide Edip'in yapıtları Türk toplumunun yaĢadığı değiĢmeyi baĢarıyla yansıtır. Ġlk
dönem yapıtlarında kadın kahramanlar öne çıkar. Sonra Türkçülük
ideolojisi belirgin bir yer tutar. Milli Mücadele yıllarının havası,
yurtseverlik duyguları yansıtılır. Son dönemdeki yapıtlarında ise
konular çeĢitlenir, bakıĢ açısı felsefi özellikler kazanır. Yapıtlarında
Ġstanbul değiĢik görünümleriyle karĢımıza çıkar. Sinekli Bakkal (bas.
1936) romanı II. Abdülhamid dönemi Ġstanbul'unda Aksaray'da bir
sokağın yaĢamını canlandırır. Mahalle bakkalı, mescit, Mevlevi
tekkesi, Ramazan geceleri, Karagöz, ortaoyunu gösterileri,
tulumbacılar, Hıdrellez eğlencesi geçmiĢin artık kaybolmuĢ
değerlerine bir övgü ve özlemi dile getirir. ĠĢgal Ġstanbul'unu
canlandıran Ateşten Gömlek 'te (bas. 1923) Doğancılar ulusal
değerlere bağlı, yurtsever bir ailenin çevresi olarak canlandırılırken
ġiĢli yanlıĢ BatılılaĢmayı, yabancılarla iĢbirliğini temsil eder. Bu
yapıtta Ġngilizlerin Harbiye Nezareti civarını bombalaması,
Sultanahmet mitingi; Seviye Talipte (bas. 1910) Serbesti gazetesi
baĢyazarının öldürülmesi, hürriyet Ģehitleri için mevlit okutulması
gibi kentte yaĢanan tarihsel olaylara yer verilmiĢtir. Vurun Kahpeye'de
(bas. 1926) Aliye'nin sütannesinin yaĢadığı Süley-maniye; Mev'ut
Hüküm'de (bas. 1918)
HALĠDE EDĠP ADIVAR'IN ÇOCUKLUK ANILARINDA ĠSTANBUL
....Hafızasında hayat, kendini bilmeye baĢladığı ilk devrin hiç unutamayacağı
anılarının baĢı BeĢiktaĢ'ta doğduğu eve kadar uzar. Bu ev Ihlamur'a
giden uzun caddeye inen, birbirine paralel dik yokuĢlardan birinin
hemen hemen tepesin-dedir. Bu evden sonra gelen kocaman kırmızı
kagir konak, bu yokuĢun son evidir. Tepenin solu koyu yeĢil çamlar,
nazlı söğütler arasında Abdülhamit'in beyaz saraylarını görürken, sağ
yanı Adalar denizinin mavi sularına bakar.
Evin kendisi, çocuğun hafızasında "Mor Salkımh Ev" olarak belirmektedir. Bu ev
yarım yüzyıldan çok, zaman zaman her gece, bu küçük kızın
rüyalarına girmiĢtir. Arka taraftaki bahçeye bakan pencereler, çifte
merdivenlerin sahanlık-lardaki ince uzun pencereleri, baĢtan baĢa mor
salkımlıdır ve akĢam güneĢinde mor çiçekler arasında camlar ateĢten
birer levha gibi parlar.
Bahçe, geniĢ iki dörtgen terastır. Aslında yokuĢtaki bütün evlerin bahçeleri ta
caddeye kadar birbirine bakan birer yeĢil terastır. Küçük kızın
bahçesinin üst terasında, baĢları göğe değer gibi görünen uzun
fıstıklar, akasyalar, aralarında iki tane, rüzgâr estikçe kırıtır gibi ipek
tüyleri hareket eden, pembe-beyaz bir gül ibriĢimi, çiçek açmıĢ yemiĢ
ağaçlan, ortalarında bir tane, alev çiçekli nar ağacı vardı. Bunların
ortasında yuvarlak küçük bir havuz, karĢı karĢıya iki beyaz mermer
arslamn ağzından durmadan bu havuza billur sular akar ve güvercin,
kumru sesleri ile karıĢır. Bazen de fıstıkların dallarım harekete
getirerek inleyen rüzgârın nağmesi ile birleĢerek sabah ve akĢam bir
tabiat musikisi kulağa gelir. AĢağıdaki terasa üç-dört adım merdivenle
inilir. Evin bahçeye açılan kapısı ile, bahçenin arkasındaki boĢ sırta
açılan kapı arasında, çakıl döĢeli ve üstü ^.asma çardaklı dar bir yol
vardır. YeĢil, sarı üzüm salkımlarının ve zümrüt gibi yaprakların
arasından sızan ıĢık ve yeĢil gölgenin içinde küçük kız, sabah akĢam
oynar durur. Alt terasta da bir havuz, türlü renkte yemiĢ ağaçları, iki
tane gül ibriĢimi ve bir de yine alev çiçekli nar ağacı vardır....
....Bundan sonra, küçük kızın hafızasında, TeĢvikiye camiinin önünden Ihlamur
caddesine inen büyük ve geniĢ yokuĢta, küçük bir mescidin karĢısında
biraz karanlık büyük ahĢap bir ev vardır. Arkasında büyücek bir bahçe
olmasına rağmen Mor Salkımh Ev'in, ferah, aydınlık havasına
benzemez. Küçük kızın kafasında bu evin bıraktığı görünümler ve
duygular tedirginlikle, akıntıyla doludur..!.
....Babası Ģimdi Yıldız'da baĢka bir eve taĢınmıĢtı. Dar bir sokakta, daha küçük bir ev.
Her cuma ve pazar günü gazinosunda mızıka çalarak kalabalık bir
halk toplayan, Ihlamur, denilen BeĢiktaĢ'ın tanınmıĢ ağaçlığa çok
yakındı. Orada toplanan kadınlar bir kafes arasında otururlardı. Yani o
açık yerde "harem dairesi" var .demekti. ĠĢte bu ağaçlığa sonraları
küçük kız evden kaçarak gider, fıstık ağaçlarının altında oynar,
rüzgârın kendine özgü biteviye uğultusunu, yaprakların garip havasım
dinler, önündeki sırtın tepesindeki Mor Salkımlı Ev'in bulunduğu yere
özlemle bakardı....
....Bir cuma günü, lalamız bizi Ihlamur'a götürmüĢtü. Bir sürü uzun pan-tolonlu,
apoletli, paĢa minyatürü erkek ve ipek entarili süslü kız çocuklar da
vardı. Oyuncakçılar, arkalarında Eyüp oyuncağı küfeleri ile dolaĢıyor,
sucular, bardaklarını Ģıkırdatarak bağırıyor, macuncular ve horoz
Ģekerciler, bugün de olduğu gibi birtakım mâniler söylüyorlardı. Bu
çıngıraklar, kaynana zırıltıları, düdükler ve bardak Ģıkırtıları, tozu
dumana karıĢtıran kalabalık arasında beni ilgilendiriyordu.
MorSalkımh Ev, ist, 1970
Bibi. H. YücebaĢ, Bütün Cepheleri ile Halide Edip, Isı., 1964; M. Uyguner, Halide
Edip Adıvar, ist., 1968; A. Yakar, Türk Romanında Milli Mücadele,
Ankara, 1973; N. Güntür-kün, Halide Edip ile Adım Adım, Ankara,
1974; Ġ. Enginün, Halide Edip Adıvar'm Eserlerinde Doğu ve Batı
Meselesi, Ġst., 1978; 1. Enginün, Halide Edip Adıvar, Ankara, 1968.
KONUR ERTOP
ÂDĠL, FĠKRET
(7 Ocak 1901, İstanbul - 5 Haziran 1973, Zürich, İsviçre) Gazeteci, yazar, sanat
eleĢtirmeni. Askeri hekim Mahmut Âdil'in oğludur. Mekteb-i
Sultanî'de (bugün Galatasaray Lisesi) okudu. I. Dünya SavaĢı'nm son
yılında okul kapanınca öğrenimi yarım kaldı. Ġlk yazıları Şebab
dergisinde çıktı. 1922'de Vakit gazete-
sinde çalıĢmaya baĢladı. Birçok gazete ve dergide telif ve çeviri romanları, hikâyeleri,
röportaj ve fıkraları, gezi izlenimleri, eleĢtirileri yayımlandı. ÇeĢitli
haber ajanslarında görev yaptı. Türkiye ĠĢ Bankası yayın
danıĢmanlığından emekli oldu. Tedavi için gittiği Zürich'te öldü.
Kabri Eyüp Mezarlığı'ndadır.
Yapıtlarından Asmahmescit 74 (1933, 1953, 1988), kitaba adını veren sokağa yakın
bir yerde 1930'larda bir grup sanatçının sürdürdüğü bohem yaĢayıĢını
canlandırır. KiĢiler arasında ressam Ġbrahim Çallı, Ģair Necip Fazıl
Kısakürek, yazar Peyami Safa, tamburi Mesut Cemil, gazeteci
Nizamettin Nazif Tepedelenli-oğlu gibi gerçek kiĢiler, yabancı
gazeteci ve kadın sahne sanatçıları yer alır. Al-yon Sokağı
köĢesindeki ayak meyhanesi, köprü baĢındaki seyyar pilavcı,
sanatçıların gidip geldiği Petrograd, Garden-bar, Tokatlıyan,
Meserret, Beyoğlu'ndaki barlar, randevuevleri kitapta geçen dönemin
yaĢamına iliĢkin mekânlar arasındadır. Yazarın İntermezzo (1955,
1988) kitabı Yunan aktörü Yorgo Pappas ile Ġstanbullu Musevi kızı
Tina'nın aĢk serüvenini anlatır. Beyaz Yollar Mavi Deniz (1950, 1993)
gezi notlarından oluĢur. Ölümünden sonra kitaplaĢtırılan Âvâre
Gençlik-Gardenbar Geceleri (1990) ile Deli Saraylı 'da da (1993)
Ġstanbul yaĢamından kesitler yer alır.
ĠSTANBUL
adile sultan
(23 Mayıs 1826, İstanbul - 12 Şubat 1899, İstanbul) II. Mahmud'un kızı, Sadrazam
Mehmed Ali PaĢa'nın eĢi. Annesi Zernigâr Kadın'dır. Osmanlı
hanedanının kadın bireyleri arasında divanı olan tek Ģairdir. Tanzimat
ve MeĢrutiyet yenilikleri boyunca Ġstanbul saray çevrelerinin ünlüleri
arasında yer almıĢ, kadınların haremden dıĢa açılıĢlarına, sosyal
yaĢama katılmalarına öncülük ve ör-
ÂDĠLE SULTAN
81
ÂDĠLE SULTAN
ÂDĠLE
SULTA N EFENDĠ
Âdile Sultan, deniz cihetinde açık renkli ipekli kumaĢla döĢenmiĢ büyük bir odada
kanepede, kerimeleri Hayriye hanım sultanın yanında oturuyorlardı.
Sultan girince validem tazimkâr bir temenna ile ilerleyip o vaktin
âdeti üzere yer öptü. Arkasından ben ve hemĢirem de aynı hürmet
vazifesini yaptık, çekildik, durduk. Sultanefendinin müsaade ve
emriyle yuvarlak birer kiĢilik kadife yer Ģiltelerine oturduk.
O akĢam kalmamız emir olundu. Sofra odanın bir kenarına yere konuldu. Evvelâ ağır
bir sırma yaygı yayıldı. Üstüne altı ayaklı gümüĢ iskemle kondu.
Üzerine yaygının aynı bir örtü örtüldü. Bunun üstüne yuvarlak gümüĢ
bir tepsi kondu. Salata, havyar, balık yumurtası, zeytin, peynir ile
donatıldı. Kapalı, murassa tuz, biber ve tarçınlık, billur limonlukla
limon suyu, ortaya gümüĢ nihalî (sahan altlığı) yerleĢtirildi. Tepsinin
etrafına üçer tane kenarı saçak çıkarılmıĢ ince tülbent destimaller (el-
bezi), bunların üstlerine birer altın çorba ve pilav kaĢığı, birer de sapı
mercanlı ve küçük pırlantalı sedef soğukluk kaĢıkları kondu.
Hanedanın, sofralarına misafir almaları âdet değildi, misafirler o sarayın büyük
kalfasıyle otururdu.
Haznedar ustanın kendi takımı; destimal üstüne gümüĢ ve fildiĢi kaĢığı
kondu, îbrikdarların getirdikleri leğenlerde ellerimizi yıkadık, ibrikdar
ustanın
tuttuğu sırmalı havlu ile kuruttuk, sofra etrafına konmuĢ yer Ģiltelerine
oturduk.
Dizlere alınan sofra havluları da sırma iĢlenmiĢti. -
Yemekten, kahveden sonra Sultanefendinin huzuruna götürüldük. Yine
gündüzki odadaydı. Saz takımı, kalfalar, öteki köĢedeki kapıdan girip
hemen
oraya alçak îskeralelere oturdular, notalarını karĢılarına koydu,
baĢladılar. Dört
keman, bir viyolonsel, bir miskal (Musikar), bir Çiner(?), bir. Kop'se
yahut
Kopsas (Uda benzer bir sazdı), bir de klarnet Üe zurna arasında.; bir
:Ģey vardı,
ne idi bilmem? ;:••-.-, . :
O zamanın modası italyan rnuzikası parçaları çaldılar. Bir Ģey çalınırken sazların
»adaları bkdenbire kesildi; tanımadığım, su damlalan gibi tek tek
fakat hazin-bir sesle düz iki nağme iĢittim. Galiba birden gözlerim
açılmıĢ, yerimden kalkmıĢım. Nağmelerin tekrarlanıĢında,
kemanilerin, okları avuçlarına sıkıĢtırıp yalnız ikinci parmaklarıyle
kiriĢleri çekmek suretiyle o hoĢ sadayı çıkarttıklarım anladım.
Odadakilerin bana bakıĢtıklarını gördüm. Sultanefendi gülümsüyordu.
Annem, ablam, sıkılmıĢ, bozulmuĢlardı. Ben daima sarayın
meĢkhanelerinden ayrılmadığım halde o sese tesadüf etmemiĢtim. Pek
hoĢuma gitti.
Efendimizin emriyle ertesi akĢam da kaldık. Ġkinci akĢam incesaz takımı çaldılar. Bu
takımda keman, tambur, santur, def vardı, Hanendeler pek
mükemmeldi. Hele, BaĢhanende Kahveci ustanın sesi eĢi az bulunur
güzel seslerdendi. Bu;takımı Münire Sultanefendinin düğününde
dinlemiĢtim. BaĢhanendenin adı "Mestinigâr" idî. Kızın nazik, hazin
bir sesi vardı. Orta yaĢlı bir kızdı. Kendisini her görüĢümde sesi
kulağıma gelirdi. O sarayda raks görmedim.
: - Leylâ Saz, Harem'in İçyüzü, s. 205-207;
düğü köĢk ve saraylar birer ibadethane havasındaydı. Silivrikapı'daki Bâlâ tekkesini
yeni baĢtan yaptırıp hizmete açmıĢtır. Buraya geldiğinde özel ve
coĢkulu ayinler yapılmaktaydı.
Fındıklı Sarayı'nda ölen Âdile Sultan'ın cenazesi, babası Sultan II. Mah-mud'un
türbesine değil, vasiyeti gereği, Mehmed Ali PaĢa ile Hayriye Hanım
Sultan'ın Eyüp'te Bostan Ġskelesi Cadde-si'ndeki türbesine gömüldü.
Eyüp'e kadar istimbotla götürülen cenazeyi iskelede tekke
mensuplarının tehlilleriyle kalabalık bir cemaat karĢıladı. Törene,
dönemin heyet-i vükelâ (bakanlar kurulu) üyeleri, saray ve mabeyin
görevlileri, en-derunlular, asker ve polis kıtaları, din adamları ve
kalabalık bir cemaat katıldı. Namazı Eyüb Sultan Camii'nde kılındı.
Ölümüne düĢürülen tarih Ģudur: Çâr-yâr imdâd idi visal Udi bugün / Rûh-i pâki Âdile
Sultân-ı cennetmekâ-nm (Hicri 1316).
L
ADĠLE SULTAN KASRI
82
83
ÂDĠLE SULTAN SARAYI
makla birlikte duygu yönüyle samimidir. Büyük atası Kanuni Sultan Süleyman'ın
(Muhibbi) divanını bastırmıĢtır. Kendi divanı basılmamıĢım Nüshaları
Topkapı Sarayı, Üniversite ve Millet kü-tüphanelerindedir.
Bibi. Topkapı Sarayı ArĢivi E. 29, 608, 630, 3544, 8389; D. 972, 1963, 7809, 7963,
8171 no'lu belgeler (düğünü, nikâhı, çeyizi ve sarayı ile ilgili); Ġnal,
Türk Şairleri, I; Tarih-i Lûtft, VIII, 24 vd; Ergun, Türk Şairleri, I;
Ulu-çay, Padişahların Kadınları; G. Oransay, Osmanlı Devletinde
Kim Kimdi? I Osmano-ğullan, Ankara, 1969; A. Osmanoğlu, Babam
Sultan Abdülhamid (Hatıralarım), ist., 1986, 98 vd; Tanır Olgun,
"Adile Sultan", Islam-Türk Ansiklopedisi, I, ist., 1943; Leylâ Saz,
"Saray ve Harem Hatıraları", Yeni Tarih Dergisi, no. 2; S. Mümtaz,
Tarihimizde Hayâl Olmuş Hakikatler, s. 161-463; H. ġehsüvar-oğlu,
"Âdile Sultan", Resimli Tarih Mecmuası, no. 26, ġubat 1952; Elif
Naci, "Türk Sarayında Müstesna Bir Prenses Adile Sultan", Hayat
Tarih Mecmuası, I, no. 10 (1965).
NECDET SAKAOĞLU
ÂDĠLE SULTAN KASRI
Üsküdar KoĢuyolu'nda, Milli Eğitim Bakanlığı Validebağı Sağlık Tesisleri içinde
bulunmaktadır. Kasrın geniĢ bahçesinde yine Sultan Abdülaziz
tarafından yaptırılmıĢ bir av köĢkü vardır. •
Diğer pek çok saray ve köĢk gibi cumhuriyetin kuruluĢundan sonra Milli Eğitim
Bakanlığı'nın kullanımına geçen Âdile Sultan Kasrı, önce Darüleytam
(Yetimler Yurdu) olarak kullanılmıĢ; 1927 yılında çocuk
prevantoryumu olarak yeniden düzenlenmiĢtir. Halen öğ-retmenevi
olarak kullanılmaktadır.
Kasır, Sultan Abdülaziz tarafından küçük kız kardeĢi Âdile Sultan(->) için 1270/1853
yılında yaptırılmıĢtır. Niko-ğos Balyan'ın tasarladığı düĢünülen kasır,
yükseltilmiĢ bir bodrum kat üzerine iki katlı kagir bir yapıdır.
Yapı, dikdörtgen biçiminde ve dikdörtgenin orta eksenlerine göre iki yönde de
simetrik olan bir plana sahiptir. Plan, 19. yy Ġstanbul konak, saray, vb
büyük konutlarının orta sofalı Ģemasından geliĢtirilmiĢ
görünmektedir. Dikdörtgenin eksenlerinin kesiĢtiği noktada, birinci ve
ikinci katlarda birer büyük orta sofa-salon bulunmaktadır. Bu orta
sofa-salon, dört yönde eyvan benzeri yan mekânlarla geniĢletilmiĢ bir
çekirdek mekândır. Uzun eksen üzerinde orta sofanın bir ucunda
merdiven, diğer ucunda ise geleneksel baĢoda gibi düĢünülebilecek
bir salon vardır. KöĢelere yerleĢtirilmiĢ birer büyük ve dört küçük
(muhtemelen servis hacimleri olan) oda, bu simetrik düzenli planı
tamamlar. Planın geleneksel kurguyu da kullanan bu klasik
geometrisi, dönemin birçok yapısında kullanılan ve Balyan atölyesini
karakterize eden bir modeli tanımlamaktadır.
Yapıya dikdörtgenin kısa ekseni üzerindeki kapılardan ve her iki taraftan da
girilmektedir. Çift kollu görkemli merdivenlerle ulaĢılan giriĢ, ayrıca
vurgulan-mamıĢtır. GiriĢ, her iki tarafta da orta
Âdile Sultan Kasrı
Erkin Emiroğlu, 1993
sofanın eyvanları olan birer sahanlığa açılmaktadır. Bu mekânlar sofadan üç basamak
ve ajurlu korkuluklarla ayrılmıĢlardır. Sekiz köĢeli yıldızlardan oluĢan
arabesk ajur, orta sofa motifine uygun düĢmüĢtür. BaĢoda, iki
tarafındaki büyük odalarla ve ayrıca servis-bekle-me mekanlarıyla
bağlantılıdır.
Uzun eksenin öteki ucunda yer alan merdiven ise, iki kollu, ahĢaptan neo-barok
üslupta biçimlendirilmiĢ bir öğedir. Eğrisel planlı bu merdivenin
ilginç olan yanı, merdiven altında limonluk kiriĢini taĢır gibi görünen,
bir tür perdeleme iĢlevi üstlenmiĢ ince sütuncukların neogotik
biçimleridir. Ancak bunlar öylesine ince ve aralıklıdır ki, görsel
planda bir ön yüz oluĢturamazlar; üstelik arkalarındaki kısım üç
büyük pencere ile aydınlanmıĢ olduğu için bir ıĢık-gölge kontrastı
veya yüzey yanılsaması da olmaz. Gerçekte bu düzenleme, oryantalist
eğilimlerle henüz tanıĢan bir mimari geleneğin hecelemeleri gibi
düĢünülebilir ve salt bu nedenle ilgi çekici olabilir.
Bu merdivenin bir diğer özelliği, orta salondan ayrı olarak kapalı bir mekân içinde
düzenlenmiĢ olmasıdır. Planın simetrisini daha rijit kılan bu hayli
tutuk düzenleme içinde söz konusu merdiven daha sonraki yıllarda
görülen ve orta sofa/salon mekânına gösterim ve geniĢleme öğesi
olarak katılan örneklerden ayrılmaktadır.
Birinci katın planını aynen yineleyen ikinci kattaki orta salon, enine eksen üzerinde
yapının cephelerine kadar uzanan geniĢ bir eyvan biçimindeki yan
mekânlara açılmaktadır. Uzun eksen doğrultusunda ise mekân, her iki
tarafta da geniĢletilmiĢ ve köĢeler yuvarlatıl-mıĢtır. Böylece ortada
oval bir zemin elde edilmiĢtir. Ancak orta mekânın bu açınımları,
bütünleĢik bir örtü sistemi ile karĢılanmamaktadır. Ortada ahĢap
kaburgalı, basık kubbe biçimli bir çökertme tavan vardır. Merkezi
vurgulayan ve orta sofanın geleneksel bağlamına referans veren bu
örtü motifi, kare biçimli bir korniĢ tabana oturmaktadır. Yan
hacimlerin de korniĢ ve kiriĢlerden
oluĢan bir tür kompartımanlı örtü sistemi vardır.
DıĢarıda, yapının kitlesinde baĢoda ve bağlı odalar grubu, dikdörtgen ana kitleden
çıkmalar yaparak belirginlik kazanırlar. Bu çıkmalar, yapının
volümetri-sindeki tam ve mutlak simetriyi ve aksi-yaliteyi de
vurgular. Bu simetri, birbirine eĢit kat yükseklikleriyle birlikte yapıya
bir denge ve durağanlık da vermektedir.
Simetri ve dengenin yanısıra, yüzeylerin ele alınıĢında iki özellik daha dikkati
çekmektedir.
Biri, yüzeylerin bir geometrik çerçeveleme sistemine bağlanmıĢ olması, ikincisi ise
cephede az sayıda eleman çeĢidi kullanılmasıdır. Fransa'da ampir
döneminde belirginleĢmiĢ olan bu çerçeveleme düzeni, burada yapının
ve cephenin simetrisine katkıda bulunan, hattâ bir modül sistemi
oluĢturan planın geometrisini cephede yansıtan bir düzenleme
olmaktadır.
Cephede kullanılan az sayıda eleman ise aynı profil ve biçimle yinelenen pi-lastrlar,
korniĢ ve pencerelerdir. Bu mimari öğeler, aynı zamanda cephenin
dekoratif elemanları olma iĢlevini de üstlenmiĢlerdir.
Cephede bütün köĢeler yivli pilastr-larla tutulmuĢ, giriĢler ayrıca iki yandaki küçük
pilastrlarla belirtilmiĢtir. Pilastrlar korentiyen baĢlıklarla
sonlanmaktadın
Klasik profilli korniĢler dikkatli bir duyarlıkla düzenlenmiĢlerdir. Pilastr hizası olan
yerlerde dekoratif destek parçaları (modillon) ile tutulan ensiz tablalar
vardır. Cephe, üstte daha büyük ölçekteki destek parçaları dizisi ile
kuvvetlenen bir korniĢle bitirilmektedir.
Pencerelere gelince, odalar grubu ve giriĢin çıkmalı kısımlarında birinci katta yarım
daire kemerli, ikinci katta basık kemerli pencere grupları
düzenlenmiĢtir. Çok birimli bir profil takımıyla hacim kazanan daire
kemerler, üzengilerinin altında geç ampir üslupta yüksek desteklere
oturmaktadır. Profilleri ise cephedeki çerçeveleme sistemi ile
bütünleĢir. Kemer içleri beĢ dilimli kayıtlarla bölümlenmiĢtir.
GiriĢ ve orta mekân bölümü, cephede denge ve durağanlığı bozmaksızın
ayrıntılardaki değiĢikliklerle belirtilmiĢlerdir.
Birkaç kez onarılmıĢ ve iĢlev değiĢtirmiĢ olan kasrın içi yenilenmiĢ ve bezemeler
elden geçirilmiĢtir. Özgün durumunu koruduğu gözlemlenen kesim,
giriĢ holünün duvarlarındaki mermer panolardır. Özenli bir torna
iĢçiliği ile çalıĢılmıĢ olan merdiven de özgün olmalıdır.
Bibi. Konyalı, Üsküdar Tarihi, II, 152-155; İKSA, I, 276-277; Eldem, Türk Evi, II,
268-269.
AFiFE BATUR
ÂDĠLE SULTAN MEKTEBĠ
Fatih Ġlçesi'nde, KüçükmustafapaĢa Ma-hallesi'nde, Vakıf Mektebi Sokağı'nda,
kiliseden dönme Gül Camii'nin karĢısında bulunmaktadır.
II. Mahmud'un kızı Âdile Sultan (1826-1899) tarafından 1285/1868 yılında yaptırılan
bina 1969'dan beri kütüphane olarak kullanılmaktadır. Birtakım
onarımlar geçirmiĢ olmasına rağmen özgün biçimini koruyabilmiĢtir.
Halic'e (kuzeye) doğru alçalan meyilli bir arazi üzerinde yer alan ve "L" biçiminde
bir alanı kaplayan mektepte, iki esas kat ile odunluk-ardiye olarak
kullanılan kısmi bir bodrum katı bulunmaktadır. Muhtemelen moloz
taĢ ve tuğla ile örülmüĢ olan duvarları içerden ve dıĢardan sıvanmıĢ,
ancak iç mekândan algılanabilen basık kemerlerle geçilen kapı ve
pencere açıklıkları dıĢardan dikdörtgen açıklıklı kesme taĢ söverlerle
çerçevelenmiĢtir. Yapı, kiremit örtülü bir ahĢap çatı ile donatılmıĢ,
mekânların ahĢap tavanlarında, çıtalardan müteĢekkil ince uzun
dikdörtgenlerin sıralandığı "çubuklu" demlen taksimat uygulanmıĢtır.
Mektebin giriĢi, Gül Camii'ne bakan doğu cephesinin geriye çekilmiĢ olan kesiminde
yer alır. Devrinden kalma ahĢap kapı kanatlarında, ortadaki
dikdörtgen, altta ve üsttekiler kare olmak üzere üçer adet tabla
bulunmakta, dikdörtgen tablaların ortasında güneĢ motifleri ile bunları
kuĢatan baklava Ģeklinde çerçeveler, ayrıca köĢelerde çeyrek güneĢ
motifleri, kare tablalarda ise yuvarlak madalyonlar görülmektedir.
GiriĢin üzerinde, yapının banisini ve inĢa tarihini veren, talik hatlı, on
mısralık
Âdile Sultan Mektebi
M. Baha Tanman, 1993
Osmanlıca manzum kitabe yer almaktadır, iki yandan "C" Ģeklinde kabartmalarla
kuĢatılmıĢ olan kitabenin üzerine "T.C. Kültür Bakanlığı Âdile Sultan
Halk Kütüphanesi Memurluğu" yazılı, oldukça çirkin görünümlü bir
ahĢap levha kondurulmuĢtur. Bu levhanın arkasında, kitabeyi
taçlandıran beyzi bir madalyonun içinde Sultan Abdülaziz'in
tuğrasının bulunduğu anlaĢılmaktadır.
Zemin katta, giriĢi izleyen ve buna göre simetrik konumda iki pencere ile aydınlanan
taĢlığın solunda, üst kata çıkan merdiven, sağında da dört adet kapı ile
karĢılaĢılır. Kapılardan biri bodruma inen merdivene, ikisi, muallim
odası türünden fonksiyonlara tahsis edildiği anlaĢılan mekânlara, biri
de, cephede taĢkınlık yapan küçük dershaneye geçit vermektedir. Üst
katta, merdivenin ulaĢtığı sofanın güneyine hela, batısına bir pencere
ile sofanın gözetlendiği bir oda, kuzeyine büyük dershane
yerleĢtirilmiĢtir. Sofanın, Gül Camii (doğu) yönüne bakan duvarında,
iki pencere arasında, devrinden kalma küçük bir çan günümüzde hâlâ
durmaktadır. Halen okuma salonu olarak kullanılan büyük dershane,
binanın derinliğince uzanan dikdörtgen planlı, ferah bir mekândır.
Güney duvarında bir, diğer duvarlarda da üçer tane olmak üzere
toplam on adet pencere ile aydınlanmaktadır.
Âdile Sultan Mektebi, gerek Batılı örneklerden mülhem tasarımı gerekse de
cephelerine, yine Batı kökenli ampir üslubunun egemen olması ile
Osmanlı sıbyan mekteplerinin geleneğinden tamamen ayrılmakta,
Tanzimat döneminin yarattığı, tedrisat bakımından eskisinden oldukça
farklı yeni mektep tipinin ilginç bir örneğini teĢkil etmektedir. Ayrıca
mektep binası ile bunun güney yönünde bulunan ve kendisi gibi ampir
üslubunun özelliklerini sergileyen, ġaban 1307/1890 tarihli Mehmed
Sadık Efendi ÇeĢmesi bir bütün oluĢturmakta, tam karĢısında yer
aldıkları Gül Camii ile küçük bir meydanı çevrelemektedir. Gül
Camii'nin, mektebin giriĢ cephesine bitiĢik olan sekizgen Ģadırvanı ile
bunun yanı baĢında yükselen asırlık çınar ağacı bu meydancığı
anlamlı kılan unsurlardır. Bibi. İSTA, I, 217.
M. BAHA TANMAN
ÂDĠLE SULTAN NAMAZGAHI
Dudullu'da bulunan bu namazgah esasında, 18. yy'da yapılmıĢ bir çeĢmenin
arkasındadır. 1730 yılında Hafız Abdül-kerim Ağa'mn yaptırdığı
çeĢme, 1886-1887 yılında Âdile Sultan tarafından ihya edilmiĢ
olduğundan onun adıyla anılır.
Dudullu'nun esas meydanında trafiği engellediği gerekçesiyle çeĢmenin yer
değiĢtirmesi 1985-1986'da uygun görülmüĢtür. Önünde hayvanların
su içmesi için ayrı yalakları bulunan çeĢmenin belirli bir üslubu
olmadığından, Ģimdiki biçimini Âdile Sultan tarafından yaptırı-
lan tamirde aldığı sanılır. Tek bezemesi bir bitki kabartması olan oyma taĢıdır.
Üstünde son tamire ait olduğu açıkça görülen bir alıntaĢı bulunan
çeĢmenin arka yüzüne bir mihrap iĢlenmiĢtir. Böylece arkasındaki
düzlüğün bir namazgah olduğu anlaĢılır. Mihrabın varlığı, bu arka
yüzeye güzel bir hatla iĢlenmiĢ bir ayetle de vurgulanmıĢtır.
Bibi. TanıĢık, İstanbul Çeşmeleri, II, 334-336, no. 264/58; U. Derman, "Osmanlı
Devri ġehir ve Menzil Yollarında istirahat ve Ġbadet Yerleri
(Namazgahlar)", Atatürk Konferansları, V (1971-1972), Ankara,
1975, s. 292-293, res. 23.
SEMAVĠ EYĠCE
ÂDĠLE SULTAN SARAYI
Kandilli'de Akıntıburnu sırllarındaki düzlükte bulunmaktadır. Sarayı çevreleyen
koruluğa sahil yolundaki kapısından girilir. Tepeye dolanarak çıkan
yoldan sonra saraya varılır. Düzgün bir biçimi olmayan saray
arsasının ön yüzü sahil yolunda, arka cephesi Sıraevler Sokağindadır.
Saray, Sultan Abdülmecid tarafından kız kardeĢi Âdile Sultan(-*) için Tophane
MüĢiri Halil PaĢa'dan satın alınan konağın yerine Sultan Abdülaziz
tarafından 1876'da Sarkis Balyan'a yaptırılmıĢtır.
Bina, uzun bir dikdörtgen kitle olarak kayalık ve eğimli bir arazi üzerine doğu-batı
yönünde yerleĢtirilmiĢ; batı cephesi Boğaziçi görünümüne
yönlendirilmiĢtir. Bu konumundan ötürü saray, önde (batı) üç, arkada
iki katlıdır. Saray, yaklaĢık 32x93 m boyutunda dikdörtgen bir taban
üzerindedir. Elli beĢ odası vardır.
Planı Ģematik olarak üç bölümden oluĢmaktadır:
Batı bölümü: Âdile Sultan'a ait olan bu bölüm, yüksek bir subasman üzerindedir.
Sarayın birinci kattaki cümle kapısına iki kollu bir merdivenle çıkılır.
Dört kolonla taĢınan bir ĢahniĢin, giriĢin üstünü örter ve revaklı bir
sahanlık oluĢturur.
GiriĢte mermer döĢeli büyük bir taĢlık ve iki yanında büyük odalar vardır. Merdiven
kiriĢini taĢıyan bir çift kolonun iki yanında yükselen iki kollu bir
merdivenle üst kata çıkılır. Sultanın özel dairesinin bulunduğu üst
katın, zemin ile benzer bir Ģeması vardır. Yalnız buradaki salonun
veya sofanın denize bakan cephesine, giriĢin üzerini örten ĢahniĢ
eklenmiĢtir. BeĢ pencere ile manzaraya açılan sofanın iki yanında
büyük salonlar bulunmaktadır. Sofa, merdivenin iki yanından birer
koridorla orta bölüme bağlanır.
Doğu bölümü: Bu bölümün giriĢinde uzun ve büyük bir taĢlık vardır. GeniĢ ve rahat
bir merdivenle üst kata ulaĢılır. Bu katın da odaları büyük bir sofa
konumunda olan salonun kuzey ve güney tarafında yer almaktadır.
Salonun doğu ucunda servis hacimleri, batı kenarında ise orta bölüme
açılan kapılar bulunmaktadır.
r
ÂDĠLE SULTAN TÜRBESĠ
85
ADLĠYE SARAYI
Ağa Camii
Tarkan Okçuoğlu, 1993
altın yaldızlı yazı kuĢağı, iki koldan mihrabın tepeliğine kadar dolaĢır. Duvarlar,
zeminden itibaren pencerelerin ortasına kadar mavi, yeĢil fayanslarla
kaplıdır. Camiin içi, klasik motifler kullanılarak Kütahya çinileriyle,
pencereler ise kalem iĢiyle süslenmiĢtir.
Avlusunda, aralarında ajurlu mermer Ģebekeler ve içbükey çeĢme aynaları olan, sivri
kemerli sütunların oluĢturduğu çokgen planlı bir Ģadırvan bulunur.
ġadırvan Mimar Sinan'ın eseridir. Bugün yerinde mevcut olmayan,
fakat Mimar Sinan'ın tezkirelerinde adı geçen Kasım-paĢa'daki, Sinan
PaĢa Camii'nden getirtilmiĢtir. Fıskiyesi ise Oluklubayır Tek-
kesi'nden alınmıĢtır.
Camiin kuzeyinde, bahçe duvarının iki yanında, son zamanlarda inĢa edilen iki
kulübede din görevlileri barınır.
Bibi. Osman Bey, Mecmua-i Cevâmi; Raif, Mir'at, 438; ISTA I, 230-232; Öz,
istanbul Camileri, II, 1-2; 1KSA, I, 307-309.
TARKAN OKÇUOĞLU
AĞACAMÜ
bak. MALATYALI ĠSMAĠL AĞA CAMĠĠ
AĞA HAMAMI
Beyoğlu Ġlçesi'nde, Galatasaray-Firuza-ğa arasında, Kuloğlu Mahallesi'nde,
TurnacıbaĢı Sokağı ile Ağa Külhanı So-kağı'nın kavĢağında yer
almaktadır.
Banisi ve yapını tarihi kesin olarak tespit edilememektedir. 16. yy'da inĢa ettirildiği
tahmin edilen hamam zaman içinde birçok onarım ve değiĢim
geçirmiĢ, sıcaklık bölümü kısmen özgün tasarımım koruyabilmiĢ,
buna karĢılık, eskiden muhtemelen ahĢap olan soyun-malık (camekân)
bölümü 20. yy'ın ilk yarısında kagir olarak tamamen yenilenmiĢ, bu
arada I. Ulusal Mimari Akımı'-nda bir cepheyle donatılmıĢtır.
TurnacıbaĢı Sokağı üzerinde, soyunmalık cephesiyle birlikte
tasarlanmıĢ basık kemerli dükkânlar arasında yer alan ve aynı tür bir
kemerle donatılmıĢ bulunan ana giriĢten, basamaklarla, sokak kotuna
göre çukurda kalan soyunmalığa inilmekte-
AĞA HAMAMI
92
93
AĞA HANI
tir. ġeyhlerinin listesi Ģöyledir: 1) ġeyh el-Hac Ahmed Efendi (ö. 1741); 2) ġeyh
Mustafa Safvetî Efendi; 3) ġeyh Meh-med ġemseddin Efendi (ö.
1775): Mes-cit-tevhidhanenin mihrap duvarı önündeki küçük hazirede
gömülüdür. Kabir kaĢında Sünbülî tacı görülür; 4) ġeyh Süleyman
Efendi (ö. 1792); 5) ġeyh Ebubekir Efendi (ö. 1804): Mescit-tev-
hidhanenin haziresinde gömülüdür; 6) ġeyh Sadık Efendi: Zâkir'in,
Mecmua-i Tekâyâ'sindi adı bulunmayan bu Ģeyhin varlığı,
Süleymaniye Kütüphanesi, Zühdü Bey böl., no. 489'da bulunan,
müellifi bilinmeyen, 1823 civarına tarih-lenebilen, Ġstanbul'daki tekke
Ģeyhlerinin dökümünü içeren elyazmasından tespit edilmektedir.
Burada, Kadirî Ģeyhleri arasında "KocamustafapaĢa kurbünde
Ağaçayırı'nda ġeyh Bekir Efendi hulefâlarından ġeyh Sadık Efendi
dâileri" kaydı bulunmakta, böylece Sadık Efendi'nin, selefi Ebubekir
Efen-di'nin halifesi olduğu, Kadirîliğe bağlı bulunduğu da
anlaĢılmaktadır; 7) ġeyh Mehmed Emin Efendi (ö. 1847): 1834'te
Saliha Sultan ile Halil Rıfat PaĢa'nın düğününe davet edilen Sünbülî
Ģeyhleri arasında adı geçmekte, Ağaçayırı Tek-kesi'nin Kadirîlerden
tekrar Sünbülîlere intikal ettiği anlaĢılmaktadır; 8) ġeyh Mehmed
ġevki Efendi (ö. 1854); 9) ġeyh Mehmed RaĢid Efendi (ö. 1912):
Selefinin oğludur. 1889 tarihli Münib, Mecmua-i Tekâyâ 'da postniĢin
olarak kayıtlıdır; 10) ġeyh Rıza Efendi: Tekkenin son postniĢini
olduğu anlaĢılan bu Ģeyhin varlığı 1923 tarihli Sefîne'den
öğrenilmektedir.
Ağaçayırı Mescit-Tekkesi tekkelerin kapatılmasından sonra cami olarak kullanılmaya
baĢlamıĢ, 1940 civarında kadro harici bırakılmıĢ, bu tarihten sonra
kullanılmayan ve harap olan yapı 1964'te çevre halkının yardımlarıyla
onarılarak tekrar ibadete açılmıĢtır. Bu onarım sırasında, aynı
zamanda tekkenin tevhidhanesi olarak kullanılan mescidin mimari
kimliğine uymayan değiĢiklikler olmuĢ, bu yapının kuzey yönünde yer
alan ahĢap tekke bölümlerinin yerine de, aynı Ģekilde uyumsuz,
betonarme meĢruta ve tuvaletler inĢa edilmiĢtir.
Mescit-tevhidhanenin, nispeten özgün kalabilmiĢ harim bölümü kare planlıdır. GiriĢ
kuzey duvarında, mihrap ek-senindedir. Onarımda, kesme taĢ
örgüsünü taklit eden, fugalı bir sıvayla kaplanmıĢ olan duvarlarda, iki
sıra halinde düzenlenmiĢ dörder pencere bulunmaktadır. Alt
sıradakiler dikdörtgen açıklıklı, üsttekiler yuvarlak kemerlidir.
Aslında ahĢap olduğu anlaĢılan son cemaat yeri, betonarme tekniği ile
yeniden inĢa edilirken, son derece oransız, enine dikdörtgen
percerelerle donatılmıĢtır.
Kagir duvarlı, ahĢap çatılı alelade bir yapı olan mescit-tevhidhanenin en özgün
unsuru, harimin kuzeybatı köĢesine kondurulmuĢ olan bodur
minaredir. DıĢa taĢkın kare bir kaide üzerine oturan
Ağaçayırı Mescidi ve Tekkesi'nin bodur
minaresi.
M. Baha Tanınan, 1993
ve harim kitlesi ile yanı yükseklikte olan minare, kaide üzerine oturan, dikdörtgen
pencereli bir ezan okuma yeri ile donatılmıĢtır. Soğan biçiminde,
kurĢun kaplı bir ahĢap külahla son bulan bu ilginç minare, bazı
istanbul mescitlerinde görülen Ģerefesiz bodur minarelerin "nev'i
Ģahsına mahsus" bir örneğini oluĢturmaktadır. Bunun yanına eklenmiĢ
olan mescit kitlesine göre fazla uzun düĢen yeni minarede klasik
Osmanlı üslubundan alınma ayrıntılar bulunmaktadır.
Alayimamı Sokağı'ndan girilen avluda görülebilen tek özgün unsur, mermerden
yontulmuĢ, dikdörtgen prizma biçimindeki abdest tekkesidir. Mihrap
duvarının önünde, tek sıra halinde dizilmiĢ dört adet mezarı barındıran
küçük bir hazire bulunmaktadır. Mihrabın hizasında yer alan tarihsiz,
kavuklu Ģahide Kasım ÇavuĢ'a aittir. Diğer üç Ģahi-dedin ikisi ġeyh
Mehmed ġemseddin Efendi ile ġeyh Ebubekir Efendi'ye aittir, biri de
Nûr-u dîdem oğlum / Abdül-kadir âb / kuş gibi uçdu mısralarıyla
baĢlamakta ancak alt kısmı toprağa gömülü olduğu için kitabenin
devamı okunamamaktadır. Aynı sırada, küçük bir mezar Ģahidesi
görünümünde, 17 Zilhicce 1277/1861 tarihli, bir namazgaha ait
mihrap taĢı bulunmaktadır. Eski devirlerde, mesirelerin muhakkak bir
namazgaha sahip olduğu hesaba katılırsa, bu taĢın Ağaçayırı
mesiresinde bir zamanlar var olan namazgahtan getirilip buraya
dikildiği tahmin edilebilir.
Duvarlar içerden formika lambrilerle kaplanmıĢ, ahĢap kaplamalı tavan yüzeyinde,
ince çıtalarla kareli bir taksimat uygulanmıĢ, kuzey duvarı önündeki
betonarme mahfil mihrap ekseninde yer
alan bir sütunla desteklenmiĢtir. Yuvarlak kemerli mihrap, klasik üslupta, çubuklu bir
silme ile kuĢatılmıĢtır. 19. yy'a ait olan ahĢap minberde II. Mahmud'un
güneĢ kabartmaları, ayrıca beĢ ve sekiz kollu yıldızlar görülmektedir.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, I, 47-48; Kut, Dergehnâme, 222; Çetin,
Tekkeler, 586; Aynur, Saliha Sultan, 34, no. 9; Âsitâne, 8; Osman
Bey, Mecmua-i Cevâmi, I, 6, no. 29, 66-67, no. 104; Münib, Mecmua-
i Tekâyâ, 8; th-saiyat II, 21; Vassaf, Sefine, V, 273; Zâkir, Mecmua-i
Tekâyâ, 79-80; Öz, istanbul Camileri, I, 19; İSTA, I, 235-236; ÎKSA, I,
311; Fatih Camileri, 146, 269.
M. BAHA TANMAN
AĞAÇKAKAN MESCĠDĠ VE SffiYAN MEKTEBĠ
Fatih Ġlçesi'nde, KocamustafapaĢa-Ağaçkakan semtinde, Alifakih Mahalle-si'nde,
Ağaçkakan Sokağı ile iskender PaĢa Camii Sokağı'nm kavĢağında yer
almaktadır.
Banisi, mescidin Kıble yönünde gömülü olan Debbağ Ġskender Çelebi'dir. Matbu
kaynaklarda, ne Ġskender Çele-bi'nin ölüm tarihi ne de mescidin inĢa
tarihi hakkında bir bilgi bulunmaktadır. Ancak mescidin, 953/1546
tarihli istanbul Vakıftan Tahrir Defterinde adının geçmemesinden,
ayrıca eski yapısında gözlenen mimari özelliklerinden hareketle 16.
yy'in ikinci yarısına veya 17. yy'a ait olduğu söylenebilir. Banisinin
adından ziyade bulunduğu Ağaçkakan semtinin adıyla anılan mescit,
tespit edilemeyen bir tarihte, Kalaycızade Mehmed Efendi adında bir
Ģahsın minber koydurmasıyla camie dönüĢtürülmüĢtür. Cumhuriyet
devrinin baĢlarında, kullanılmadığı için bakımsız kalarak harap olan
yapı 1955'te, çevre halkının yardımlarıyla yeniden inĢa ettirilmiĢtir.
İstanbul Ansiklopedisinde: yer alan, R. Sevinçsoy'a ait plan krokisi ile dıĢ görünüm
eski mescidin mimarisi konusunda aydınlatıcı olmaktadır. Bu yapı,
enine dikdörtgen planlı, bağdadi duvarlı, kapalı bir son cemaat yeri ile
moloz taĢ örgülü duvarları olan, ters "T" planlı bir harim bölümünden
meydana gelmekteydi. GeniĢ saçaklı, kiremit örtülü bir ahĢap çatı
yapıyı örtüyordu. Krokide, Ġskender PaĢa Camii Sokağı üzerinde
bulunan cümle kapısından son cemaat yerine girildiğinde, hemen
sağda, mihrap ekseninden batıya doğru kaydırılmıĢ harim kapısı
bulunmaktadır. Son cemaat yeri ile harimi ayıran duvarın eksenine
küçük bir mihrap, bunun yanlarına da, simetrik konumda birer
pencere yerleĢtirilmiĢtir. Harim mekânının, ahĢap çatılı mescitlerde
hemen hiç görülmeyen ters "T" planında olması, diğer taraftan
minarenin -geleneksel mescit Ģemasına aykırı olarak- harimle son
cemaat yerinin sınırında bulunmaması, ayrıca minareden itibaren
kuzeye doğru harim duvarlarının bağdadi olarak devam etmesi
muhtemelen geç devirde, ibadet alanını geniĢletmek amacıyla son
cemaat yerinin harime katıldığım, kuzey yönüne de yeni bir son cemaat yerinin
yapıldığını kanıtlamaktadır. R. Sevinç-soy'un, mescidin güney ve batı
cephelerini gösteren deseninde, harim duvarlarının ikiĢer çift pencere
ile donatılmıĢ olduğu, alt sıradakilerin sivri kemerli olarak
tasarlandığı görülmektedir. Harimin kuzey duvarı boyunca uzanan,
ahĢap fevkani mahfil dört adet ahĢap sütuna oturmakta, batı kesiminde
kavisli bir çıkma yapmaktadır. Bugünkü mescit inĢa edilirken,
tasarımın ana hatlarında ve boyutlarda eski yapıya belirli ölçüde sadık
kalınmıĢ, ancak bu arada, basık kemerlerle donatılan tepe pencereleri
alt sıradaki pencerelerin üzerine oturtularak cephelerdeki klasik
oranlar bozulmuĢ, fevkani mahfil kagire dönüĢtürülmüĢ, harim
duvarları, pencerelerin alt hizasına kadar, ayrıca mihrap fayansla
kaplanmıĢtır. Özgünlüğünü koruyabilmiĢ tek unsur olan minare,
almaĢık örgülü çokgen kaidesi, alternatif dizilmiĢ üçgenlerden oluĢan
pabucu, alt ve üst bitimlerinde kesme taĢtan simitlerle donatılmıĢ,
almaĢık örgülü ve silindir biçimindeki gövdesi, alçıdan mamul,
geometrik Ģebekeli Ģerefe korkulukları ve kurĢun kaplı konik ahĢap
külahı ile dikkati çeker. Mescidin güneybatı köĢesinde, Ġskender PaĢa
Camii Sokağı tarafında, duvara yerleĢtirilmiĢ olan çok ufak bir
mermer levhada, sülüs hatla yazılmıĢ Kelime-i Tevhid ve "ġefaat yâ
Nebiyallah" ibaresi görülmektedir. Cümle kapısının üzerine, Arap
rakamlarıyla 1955 tarihli, Nuri imzalı, sülüs hatlı bir ayet levhası
konmuĢ, baninin, mihrap önündeki kabri Latin harfli bir Ģahide ile
donatılmıĢtır.
Aynı mahallede, Ağaçkakan Mesci-di'nin 200 m kadar batısında, Hacı Ham-za
Mektebi Sokağı'nda, Debbağ Ġskender Çelebi tarafından yaptırılmıĢ
bir sıb-yan mektebinin kalıntıları bulunmaktadır. "Ağaçkakan" ya da
"Hacı Hamza" adlarıyla anılan bu mektebin, klasik üslupta, almaĢık
duvarlı, çift sıra pencereli bir yapı olduğu anlaĢılmaktadır.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, I, 37; Osman Bey, Mecmua-i Cevâmi, I, 6-7, no. 30;
İSTA, I, 238; Öz, İstanbul Camileri, I, 19; Aksoy, Sıbyan Mektepleri,
12; ÎKSA, I, 314-315; Fatih Camileri, 314.
M. BAHA TANMAN
AĞAÇKAKAN TEKKESĠ
Fatih Ġlçesi'nde, KocamustafapaĢa-Ağaç-kakan semtinde, Alifakih Mahallesi'nde,
Ağaçkakan (Ġskender Çelebi) Mesci-di'nin yanında yer alıyordu.
Adını, bulunduğu semtten ve komĢusu olduğu mescitten alan bu tekke 1256/1840
yılında, Bedevî tarikatından, "ġeyh Ahmed Baba" olarak tanınan ġeyh
el-Hac Ahmed Niyazi Efendi (ö. 1877) tarafından kurulmuĢtur.
Ġstanbul tekkelerine iliĢkin kaynaklarda, banisinin, üçüncü postniĢini
ġeyh Mustafa Nailî Efendi'nin veya bağlı bulunduğu tarikatın
adlarıyla da anılmaktadır. Ġstanbul Kültür ve Sanat Ansiklopedi-
si'ndeki maddede, Ġstanbul Vakıflar BaĢmüdürlüğü ArĢivi, R. 1341/1925 tarihli
Esâmi-i Tekâyâ Defterinde bulunan vakfiye özetinde, ġeyh A. Niyazi
Efendi'nin "bir semahaneyi hâvi menzilini zaviye olmak üzere"
vakfettiği, mü-tevellilik ve Ģeyhlik (tevliyyet ve meĢi-. hat)
görevlerinin, neslinden gelecek "eslah ve erĢed" (en salih ve en reĢid)
kiĢi tarafından üstlenilmesini Ģart koĢtuğu, söz konusu evini de Ģeyh
olanların ikametine tahsis ettiği belirtilmektedir.
Kapatıldığı tarihe (1925) kadar Bedevî tarikatına bağlı kalan Ağaçkakan Tekke-si'nde
çarĢamba günleri ayin icra edilmiĢ, postuna Ģu kimseler oturmuĢtur: 1)
ġeyh el-Hac Ahmed Niyazi Efendi (ö. 1877); 2) ġeyh Mehmed Arif
Efendi (ö. 1883): Selefinin torunudur; 3) ġeyh Mustafa Nailî Efendi
(ö. 1908): Selefinin oğludur. II. Abdülhamid yönetimi tarafından
Fizan'a sürülmüĢ, önce Fizan'da sonra Trablus-garp'ta yaklaĢık on üç
yıl hapis yattıktan sonra hürriyetine kavuĢarak Ġstanbul'a dönmüĢ,
yokluğunda harap olan tekkesini ihya ettikten dört ay sonra kalp
hastalığından vefat etmiĢtir; 4) ġeyh Mehmed Atâullah AĢkî Efendi
(ö. 1932): Tekkenin son Ģeyhidir. Bani A. Niyazi Efendi'nin neslinden
olmayıp, Ġstanbul'daki baĢka bir Bedevî tekkesinin postniĢini Çerkez
asıllı ġeyh ġevki Beyefendi'nin oğludur. Kozlu Mezarlığı'nda
gömülüdür. ġeyh M. Nailî Efendi'nin ölümünden sonra, belki A.
Niyazi Efendi'nin neslinden erkek evlat kalmamıĢ olmasından, belki
de baĢka bir sebepten ötürü tekkenin meĢihatında bir sülale
değiĢikliğinin vuku bulduğu anlaĢılmaktadır.
Geçen yüzyılın ünlü zâkirlerinden AĢkî Efendi ġeyh A. Niyazi Efendi'nin oğlu, ikinci
postniĢin ġeyh Mehmed Arif Efendi'nin babasıdır. S. N. Ergun, Türk
Musikisi Antolojisi-Dini Eserler'de hakkında Ģu bilgiler verilmektedir:
"Sesinin güzelliği ve okuyuĢunun düzgünlüğü ile iĢtihar eden değerli
zâkiıierden biri de AĢkî Efendi'dir. Bilhassa Yazıcızade mersiyesini
okumakla tanınmıĢtı... Sadrazam Kâmil PaĢa'nın imamı idi. Hıdiv
Ġsmail PaĢa kızını evlendirdiği zaman birçokları gibi o da Mısır'a
gitmiĢti. Orada hastalandı ve 1290/1873'te mevlevî-hanede vefat etti.
Mısır'da Kadiriyyeden Talibî Dergâhı'ndaki makbereye defnedildi.
Manastırlı Hoca Nailî Ģu tarihi vü-cude getirdi: Âd-i adhâda dedim
târih-i fevtin Nailî / Hakka kurban eyledi Aşkî Efendi kendini 1290.
Tekkelerin kapatılmasını izleyen dönemde, Ağaçkakan Tekkesi bir yangında
bütünüyle ortadan kalkmıĢ, mimari özelliklerini aydınlatacak herhangi
bir belge de bulunamamıĢtır. Mamafih, yukarda sözü edilen vakfiye
özetinden, Ġstanbul'da, Ģeyh evinden tekkeye dönüĢmüĢ pek çok baĢka
tesis gibi bunun da, tarikat fonksiyonlarına uygun biçimde tadil edilen
ve kullanılan, içinde tevhidhanesi, harem ve selamlık bölümleri
bulunan ahĢap bir meskenden ibaret olduğu anlaĢılmaktadır. Bu ev-
tekkede,
R. 1301/1885 yılında, altı erkek ile üç kadının yaĢadığı tespit edilmektedir.
Bibi. Osman Bey, Mecmua-i Cevâmi, I, 64-65, no. 100; Münib, Mecmua-i Tekâyâ,
11; Ihsaiyat II, 22; Vassaf, Sefine, V, 271; Zâkir, Mecmua-i Tekâyâ.
29; Ergun, Antoloji, II, 484; İSTA, I, 238;' İKSA, I, 313-314; Fatih
Camileri, 153.
M. BAHA TANMAN
AĞALAR CAMĠĠ
Bugün Topkapı Sarayı olarak adlandırılan Saray-ı Cedîd'in (Yeni Saray) üçüncü
avlusunda bulunan Ağalar Camii, hasodanın yanındadır.
R. Ekrem Koçu, sarayın içindeki camilerin en büyüğü olan bu ibadet yerine Hünkâr
Camii de denildiğini bildirir. Burada içoğlanları ve Enderun-ı
Hümayun zülüflü ağalan namaz kıldıklarından, daha sonraları buraya
Ağa Camii denilmiĢtir. Yapının kesin tarihi bilinmemekle beraber,
Ağalar Camii'nin duvar örgü tekniği Fatih Sultan Mehmed
döneminden kaldığına iĢaret eder. Kapılarından biri üstündeki
1136/1723-24 tarihli kitabeden ve duvar örgü tekni-ğindeki farktan,
18. yy'da Seyyid Mehmed Ağa adlı bir kiĢi tarafından büyük ölçüde
tamir ettirildiği anlaĢılmaktadır.
II. Mahmud döneminde, Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması kararının bu camide alındığı
da söylenir. Ağalar Camii 1881'e kadar cami olarak kullanılmıĢ,
bundan sonra depo ve yemekhane olmuĢ ve üstünün kurĢunları
alınarak yıkılmaya bırakılmıĢtır. Ancak Topkapı Sarayı müze
yapıldıktan sonra, 1925'ten itibaren kütüphane ve okuma salonu
olarak restore edilmiĢ, sarayın çeĢitli yerlerindeki yazma kitaplar
burada toplanmıĢ ve bunu anlatan 1928 tarihli bir kitabe güney
tarafındaki kapısı üstüne konulmuĢtur.
Ağalar Camii, dikdörtgen planlı enlemesine uzanan bir yapıdır. Yanına kapısında
1136 tarihli kitabe olan mescit eklenmiĢtir. Camiin ilk yapıldığında
üstünün kiremit kaplı bir ahĢap çatı ile örtülü olduğu ve ancak 18. yy
ortalarında Ģimdi görülen beĢik tonozun inĢa edildiği, bu sonuncu
elemanın Türk klasik dönem mimarisine ters düĢmesinden anlaĢılır.
Üstünde evvelce bir kubbe olduğu yolundaki görüĢ inandırıcı değildir.
Ağalar Camii taĢ ve tuğla dizileri halinde yapılmıĢ, yuvarlak kemerli
alt sıra pencereleri bu biçimlerini 18. yy'da almıĢtır.
Ağalar Camii'nin yanında Ģimdi okuma salonu olan mescidin duvarları güzel çinilerle
kaplanmıĢtır. Mescit ile esas cami kitlesi arasında kalan ve ancak Al-
tınyol'dan ulaĢılan mekân ise hareme mahsus bir namaz yeri idi.
Bibi. E. Mamboury, "Die Moschee Mehmeds deĢ Eroberers und die neue
Bibliothek", Die Denkmalpflege, V (1931), s. 161-167; Halil Ethem,
Camilerimiz, 37; Koçu, Topkapu Sarayı, 74; ay, "Ağalar Camii",
ISTA, I. 247; A. Kuran, The Mosque in Early Ottoman Archi-tecture,
Chicago, 1968, s. 185-186; S. Eyice, "Ağalar Camii", DİA, I, 464.
SEMAVĠ EYĠCE
AĞAOĞLU, SAMET
98
99
AGVA
Ahırkapı'ya gelene kadar bütün bölge turistik bir yapılaĢmaya sahne olmaktadır.
Ahırkapı'dan güneybatıya doğru surların yıkık olduğu yerlerde yeni
oteller yerleĢmeye baĢlamıĢtır. Ayasofya'nın güneyindeki eski
cezaevinin de bu amaçla restorasyonu öngörülmektedir. Bu mahalleler
giderek pansiyonculuk türünden iĢlevlere açılmaktadır. Topka-pı
Sarayı surları dıĢındaki Cankurtaran Mahallesi'nin de gelecekteki
iĢlevi aynı doğrultudadır.
Bibi. Kömürciyan, İstanbul Tarihi; Abdur-rahman ġeref, "Topkapı Saray-ı
Hümayunu", TOEM, S. 5; Ziya, İstanbul ve Boğaziçi I, 16-19;
Dirimtekin, Marmara Surları; Ahmet Efendi, Ruznâme, Ankara,
1993; P. Gilles, The Antiquities of Constantinople. New York, 1988,
s. 23-24; İSTA, I.
DOĞAN KUBAN
AHIRKAPI FENERĠ
Ahırkapı'da Marmara surları ile sahil yolu arasındaki kıyı Ģeridindedir.
III. Osman tarafından 1755'te yaptırıldı. Kaptan-ı Deıya Süleyman PaĢa nezaretinde
inĢa edilen bu ilk fener ahĢap olup Marmara surlarının Otluk Kapısı
mevkiindeki bir burcunun üzerindeydi.
Fenerin bakımı ve iĢletmesi baĢlangıçta Bostancı Ocağı neferleri tarafından
üstlenilmiĢ, kandillerinde yakılacak yağ ise Topkapı Sarayı'ndan
sağlanmıĢtır. I. Abdülhamid döneminde fenerin idaresi gedik usulüne
bağlanarak babadan oğula geçmeye baĢlamıĢ ve bu gelenek günümüze
kadar devanı etmiĢtir.
AhĢap fenerin Ahırkapı'da çıkan yangınlarda birkaç defa yanarak harap olması
üzerine 1857'de Abdülmecid tarafından bu defa sahilde taĢtan inĢa
ettirilmiĢ ve geçirdiği çeĢitli onarımlarla günümüze kadar gelmiĢtir.
Fener dıĢtan bütünüyle sıvanmıĢ ve beyaza boyanmıĢtır. Kulenin silindir biçimindeki
gövdesi çepeçevre korkuluklarla donatılarak balkona dönüĢtürülmüĢ
olan kare tabanlı kaide üzerinde yükselmekte, alt kısmı da enli bir
silmeyle kuĢatılmıĢ bulunmaktadır. Çokgen prizma biçimindeki feneri
kuĢatan ve minare Ģerefelerini andıran balkon küçük konsollarla
desteklenmiĢ, Ģebekeli korkuluklarla sınırlandırılmıĢtır.
Ahırkapı Feneri yaklaĢık 40 m yükseklikte olup, iki saniye aralıkla dört saniye
süresince ıĢık vermektedir. Bibi. Fener Risalesi, Ġst., 1341, s. 44-45;
ISTA, \, 264-265; İKSA. I, 338.
ĠSTANBUL
AHIRKAPI HAMAMI bak. ĠSHAKPAġA HAMAMI
AHÎ ÇELEBĠ CAMĠĠ
Eminönü'nde, Haliç kıyısında, Zindan Hanı'nın hemen batısında ve Yoğurtçular
Sokağı ile Değirmen Sokağı'nın kesiĢtiği köĢededir.
Camiin inĢa kitabesi yoktur. Ancak bazı rivayetlere dayanarak kapı üzerine 1500
tarihi konulmuĢtur. Yapıldığı yıl
Ahırkapı Feneri
Erkin Emiroğlu, 1993
kesin olarak belli değildir. Sai Çelebi'nin kaleme aldığı Tubfetü'l-Mimarin ve
Tezkiretü'l-Ebniye'de Mimar Sinan'ın eserleri listesinde ve fakat
yangında harap olduğu ve tamir edildiği Ģeklinde açıklanarak
kaydedilmiĢtir. Her iki tezkirede de camiin mevkii "izmir Ġskelesi" ve
"derun-ı sebzehane" olarak geçmektedir. Hadîkatü'l-Cevâmfnin matbu
nüshasına göre bani Ahî Çelebi'nin iki camii olduğu kayıtlıdır Birisi
Kanlı Fırın Mescidi, diğeri de Yoğurtçular Camii'dir. Ancak
görülebilen diğer yazma nüshalardan Türk Tarih Kurumu Kütüphane-
si'ndeki 1231/1816 tarihli yazma nüshada, Yoğurtçular Camii'nin
banisinin Ahî Çelebi olduğu ve hâlâ bu isimle anıldığını yazdıktan
baĢka, Kanlı Fırın Mescidi banisinin FahĢî (matbu nüshada MuhaĢ-Ģî)
Çelebi Efendi'nin Ahî Çelebi'nin kardeĢi olduğu zikredilmiĢtir.
Halbuki yaz-
Ahi Çelebi Camii
Nazım Timuroğhı. 1993
ma nüshada bir bütün olan Yoğurtçular Camii bahsi, matbu nüshada ikiye ayrılmıĢ ve
Kanlı Fırın Mescidi Ahî Çele-bi'ninmiĢ gibi ayrı bir bahis olarak
yazılmıĢtır. Hadîka'nm diğer 1245/1829 tarihli yazına Tübingen
nüshasında ise Kanlı Fırın Mescidi'nin adı hiç geçmemekte,
Yoğurtçular Camii hakkındaki bilgi çok kısa olarak tekrar edilmekte
ve mescidin Ahî Çelebi diye meĢhur olduğu ifade edilmektedir.
Ayrıca yazmalarda camiin mevkii de Zindan Kapısı harici olarak
gösterilmektedir. Matbu nüshada ise bu bahis de birbirine
karıĢtırılmaktadır. Camiin bugün de Yoğurtçular Sokağı'nda olması
yazmaların ifadesini doğrulamaktadır. YanlıĢ olarak bilinen Kanlı
Fırın Mescidi ise bulunamamıĢtır.
Camiin banisi, Ahî Çelebi Mehmed bin Tabib Kemal Ahî Can Tebrizî'dir (matbu
nüshada "can" kelimesi "han" olarak yazılmıĢtır). Vakfiyelerde de
"Merhum Ahî Çelebi bin Kemalü'l-Tabib" olarak geçmektedir.
Takribi 835/1432'de doğmuĢtur. Fatih, II. Bayezid, Yavuz Selim ve
Kanuni devirlerinde yaĢamıĢtır. Önce Candaroğulları hizmetindeyken,
daha sonra Ġstanbul'a gelerek Mahmut-paĢa semtinde bir dükkânda
tabiplik etmiĢtir. Ġlk bilgilerini babasından alan Ahî Çelebi, Fatih
DarüĢĢifasrna hekimbaĢı olmuĢtur. Doksan yaĢını aĢmıĢ olduğu halde
hacca gitmiĢ, dönüĢte Mısır'da 930/1524'te vefat ederek Ġmam ġafii
Tür-besi'ne gömülmüĢtür. Böbrek ve mesane taĢları üzerine kaleme
aldığı telifi ve tıbba ait diğer eserleri bilinmektedir.
Camiin tarihi bilinmeyen vakfiyesi 953/1546 tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir
Defteri'nde .özet olarak verilmiĢtir. Vakfiyede Meyve Kapısı
haricinde gösterilen cami ve baninin Edirne'de bir hamam, Trakya'da
sekiz köy, mezralar vakfedilmiĢtir. Bu vakıfların yıllık gelirleri
161.390 akçeyi bulmaktadır. Ayrıca Ahî Çelebi'nin oğlu Ruhullah
Çelebi'nin kızı AyĢe Hatun da 934/1528'de 10.000 akçe nakit ve
senelik 1.250 akçelik bir meblağı vakfa ilave etmiĢtir.
Ahî Çelebi Camii'nin, Evliya Çelebi'nin meĢhur seyahat rüyasının geçtiği cami
olması dolayısıyla Ġstanbul'un folklor tarihinde önemli bir yeri vardır.
Evliya Çelebi rüyasında, Ahî Çelebi Ca-mii'nde Hz Peygamberi ve
diğer peygamber ve velilerin ruhlarını, sahabeyi görür, Peygamber'in
elini öpmek Ģerefine nail olur. Bu arada da Ģefaat isteyeceği yerde dil
sürçmesiyle seyahat dileğinde bulunduğunu çok canlı bir Ģekilde
anlatmaktadır.
Ahî Çelebi Camii'nin, Ġstanbul'un meĢhur yangınlarında iki defa yanmıĢ olduğu
anlaĢılmaktadır. Birincisi 1539, ikincisi de 1653'tedir. 1894
zelzelesinde de bir hayli harap olmuĢ, fakat iyi olmayan bir tamir
geçirmiĢtir. 1990'da Vakıflar Ġdaresi tarafından tekrar esaslı bir tamir
görmek üzere bina hemen tamamen sıvalarından sıyrılmıĢ, kubbe
kurĢunları sökülmüĢtür. Bu arada etrafındaki yapılar da kısmen
kaldırılmıĢ ve bina ortaya çıkarılmıĢtır. Ancak bugüne kadar henüz
restorasyon gerçekleĢememiĢtir. Önceki tamirler sırasında camiin
ayak ve duvarları alttan geniĢletilerek takviye edilmek istenmiĢtir.
Haliç kıyısının yumuĢak zemini sebebiyle ve bir aralık mihrabın
sağından fıĢkıran suyla içerisi dolmuĢ ve bina bir tarafa doğru çökme
tehlikesi geçirmiĢtir. Binanın sıvalan döküldükten sonra moloz taĢ ve
tuğla ile inĢa edildiği ve çok tamir gördüğü ortaya çıkmıĢtır.
Cami, tuğladan dört sivri kemer üzerine oturtulmuĢ, oldukça basık tek kubbelidir.
Ölçüler dıĢtan dıĢa 17x24,95 m'dir. Ġki yana doğru birer ayak ve iki
kemerle büyütülmüĢtür. Son cemaat yeri altı kubbelidir. Kubbeyi
taĢıyan sivri kemerlerin sağ ve sol üstlerinde sivri kemerli pencere
izleri çıkmıĢtır. Binanın kare Ģeklindeki kubbe kasnağı çepeçevre bir
demirle çevrilmiĢtir. Yanlara doğru ikiĢer payandanın da sonradan
ilave edildiği belli olmaktadır. Büyük kemer içlerinde sağ ve solda
dörder, kıble duvarında üç, mihrap duvarında ise iki üst pencere
mevcuttur. Minare sağdadır. Kaidesi kesme taĢtandır. Ġçerdeki kapısı
yüksekte olduğundan ahĢap bir merdivenle ulaĢılmaktadır. Minare
kaidesi de bu geçide imkân vermek için dıĢarıdan kıbleye doğru
uzatılmıĢtır. Son cemaat mahallinde minare tarafındaki duvardan bir
kapı açılarak eklenti olan ilave binaya geçit sağlanmıĢtır. Minare
pabuçtan sonra yenilenmiĢ ve yuvarlak bir gövde ve Ģerefe
yapılmıĢtır. Camiin cümle kapısı son derece basittir. Mihrabı mermer
plaklarla kaplanarak yenilenmiĢtir. Minber, 1982'deki tetkikte olduğu
gibi durmaktadır. AhĢaptan, rokoko tarzı oymalı ve yeĢile
boyanmıĢtır. Sağdaki ilave yapı üzerindeki basit çeĢmenin kitabesi
1281/1864 tarihlidir. Binanın sanat açısından korunacak bir yanı
olmamakla beraber, tarih açısından önemli bir yeri vardır.
Bibi. H. Ayvansarayî, Hadîkatü'l-Cevâmi, (yazma) TTK Ktp; H. Ayvansarayî,
Hadîka-
tü'l-Cevâmi (yazma), Tübingen, s. 1047; Ayvansarayî, Hadîka, I, 239; Evliya,
Seyahatname, I. 27-33; Ziya, İstanbul ve Boğaziçi, I. 329; M. T.
Gökbilgin, XV-XVI. Asırlarda Edirne ve Paşa Livası, Ġst., 1952, s.
488-489; Cezar, Yangınlar, 327-392; Barkan-Ayverdi, Tahrir Defleri,
106: Ġ. Aydın Yüksel, Osmanlı Mimarisinde II. Bayezid, Yavuz Selim
Devri, V, Ġst., 1983, s. 158-159.
Ġ. AYDIN YÜKSEL
AHĠLLEUS HAMAMI
Constantinus(-0 döneminden önce yapıldığı tahmin edilen ve Ġstanbul'un en eski
hamamlarından biri olan yapı.
6. yy yazarlarından Miletli Pseudo-Hesychios'a göre, kentin efsanevi kurucusu
Byzas(->) tarafından yaptırılan hamamın bugünkü Sirkeci bölgesinde
olduğu anlaĢılmaktadır. Adını, yakınlarında bulunan ve Ahilleus adına
yapılmıĢ olan allardan almıĢ olmalıdır. 425 dolaylarında yazıldığı
sanılan ve o yıllardaki Ġstanbul'un nüfusu ve topografik yapısı ile ilgili
ayrıntılı bilgiler içeren Notitia urbis Constantinopolitanae adlı
kitapta, aynı yerde o güne dek bilinmeyen "Eodokia Hamamı"ndan
söz edilmektedir. Büyük ihtimalle, Ahilleus Hamamı bu tarihte II.
Teodosius'un (408-450) karısı imparatoriçe Atenais-Eudo-kia'nın(-+)
adını almıĢtı. Fakat bu yeni isim pek kullanılmadı ve 432'de çıkan
yangında zarar gören hamam tamir edildikten sonra eski adı ile
anılmaya devam etti. Hamam o yıllarda yeni kurĢun borularla,
Hadrianus sukemerlerine bağlandı.
990 tarihli bir belgede görülen kısa bir değinme dıĢında, 443'ten sonra hamamla ilgili
herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır.
Bibi. Janin, Constantinople byzantine, 216-220; A. Berger, Das Bad in der
byzantinisch-enZeit, Münih, 1981, s. 148-149 '
ALBRECHT BERGER
AHĠZADE HÜSEYĠN EFENDĠ MESCĠDĠ VE TEKKESĠ
bak. ġÜHEDA MESCĠDĠ
AHMEDI
(18 Nisan 1590, Manisa - 22 Kasım 1617, İstanbul) Osmanlı padiĢahı (21/22 Aralık
1603 - 22 Kasım 1617)° III. Mehmed ile Haseki Handan Sultan'ın
oğlu. ġiirlerinde Bahtî ve Ahmed mahlaslarım kullanmıĢtır. Ġstanbul'a
kazandırdığı büyük eseri önceleri Ahmediye, günümüzde ise Sultan
Ahmed Camii olarak anılan ve Süleymaniye'den sonra kentin en
büyük selatin camisi olan mabet ile külliyedir. Osmanlılar döneminde
Atmeydanı olarak anılan hipodrom sahası da bu padiĢahın adını
taĢımaktadır. III. Mehmed 21 Aralık l603'te ölünce henüz sancak
valiliğine gönderilmemiĢ bulunan Ahmed, aynı gece Topkapı Sa-
rayı'nda bir iç törenle tahta oturdu. Önceki padiĢahlar Ģehzadeliklerini
sancak görevinde geçirmek, evlenmek ve çocuk sahibi olmak
olanağını bulmuĢlarken babasının ansızın ölümü, I. Ah-
I. Ahmed'in Young Albümü'nde yer alan bir portresi, Londra 1815. Galeri Alfa
med'in deneyimsiz ve hazırlıksız tahta çıkmasına neden oldu. Hanedanın kendisinden
ve akıl hastası kardeĢi Mustafa'dan baĢka erkek üyesi
bulunmadığından, kardeĢ katli geleneğini uygulayamadı. III.
Mehmed'in vezirazamlığa atadığı Mısır Beylerbeyi Yavuz Ali PaĢa da
henüz Ġstanbul'a gelmemiĢti. 22 Aralık sabahı Divan-ı Hümayun
olağan biçimde toplandığında Ġstanbul Kaymakamı Vezir Kasım PaĢa,
I. Ahmed'in ilk hatt-ı hümayununu okudu. "Sen ki Kasım Pa-Ģa'sm.
Babam, Allah emriyle vefat eyledi ve ben taht-ı saltanata cülus
eyledim. ġehri muhkem zapt eyleyesin. Bir fesad olursa senin baĢını
keserim!" diyordu. Bu buyruğun amacı, Ġstanbul'daki kapıkulu
askerlerinin ayaklanıp kenti yağmalamaları olasılığını önlemekti. O
gün, Babüssaade önüne kurulan tahta baĢına semle (siyah sarık)
sarmıĢ olarak oturdu. Vezirler, Ģeyhülislam ve devlet ileri gelenleri
padiĢaha biat ettiler. Ardından III. Mehmed'in cenazesi kaldırılıp Aya-
sofya avlusundaki türbe yerine gömüldü. Cülus günü Kaptan-ı Deıya
Ciğala-zade Sinan PaĢa, bir hafta sonra Vezira-zanı Yavuz (Malkoç)
Ali PaĢa Ġstanbul'a geldiler ve padiĢahın eteğini öptüler. Ali PaĢa, iki
yıllık Mısır hazinesini de getirdiğinden I. Ahmed'den iltifat gördü.
Ve-zirazam, SiyavuĢ PaĢa Sarayı'na yerleĢti. Kapıkulu ocaklarına
700.000 altın tutarında cülus bahĢiĢi dağıtıldı.
I. Ahmed'in kılıç alayı 4 Ocak 1604'-te düzenlendi. PadiĢah, Eyüp Sultan Türbesi'nde
Hz Muhammed'in kılıcını kuĢandı. 10 Ocak'ta, babaannesi Safiye
Sultan'ı kalabalık bir harem kadrosu ile Eski Saray'a gönderdi.
Darüssaade ve babüssaade ağalarını değiĢtirdi. 23 Ocak'ta
Süleymaniye Camii'nde ilk cuma selamlığına çıktı. Oradan veziraza-
AHMEDI
106
107
AHMEDI
mm sarayına giderek sünnet oldu. Ġlk kez bir padiĢahın sünnet edilmesi olayını
yaĢayan Ġstanbul'da ve öteki büyük kentlerde Ģenlikler düzenlendi.
Fakat cedri (çiçek) hastalığına yakalanması halkı kaygılandırdı.
I. Ahmed'in tahta çıktığı sırada batıda Avusturya, doğuda Iran ile savaĢlar
sürmekteydi. Anadolu'da da Celali eylemleri doruk noktasındaydı. Bu
nedenle Ġstanbul'un güvenliği, her iki savaĢ ve iç sorunlar bakımından
oldukça kritikti. Yavuz Ali PaĢa, kentte bir dizi önlemler aldı ve
cezalar uyguladı. Narh iĢlerini, çarĢı pazar denetimini sıkı tuttu. Yeni
birtakım kurallar koydu. AkĢam hava karardıktan sonra halkın sokağa
çıkmasını yasakladı. Bu disiplin altında Avusturya ve Ġran seferleri
için hazırlıkları hızlandırdı. 1604 ilkbaharında Engürüs (Macaristan)
seferi için görkemli bir törenle istanbul'dan hareket etti. Halkalı'da
padiĢahın otağ-ı hümayunu önünde büyük bir geçit düzenlendi. Aynı
günlerde Ciğalazade Sinan PaĢa da Doğu seferine çıktı. Ġstanbul
kaymakamlığına önce Sofu Sinan PaĢa, kısa bir süre sonra da Hafız
PaĢa atandılar. Vezirazam Ali PaĢa'nın Bel-grad'da ölmesi üzerine de
Lala Mehmed PaĢa vezirazam ve serdar-ı ekrem oldu. I. Ahmed, tüm
karar ve atamalarında hocası Mustafa Efendi'ye danıĢmaktaydı. Eski
sadaret kaymakamı Kasım PaĢa'nın. Bağdat valiliğine giderken halka
zulmettiği ve zorla para topladığı haber alınınca Ġstanbul'a çağrıldı.
PadiĢahın önünde boynu vuruldu. Ölüsü, Edirnekapı hendeğine atıldı.
Ġstanbul kaymakamlığına getirilen Sarıkçı Mustafa PaĢa'nın, yeniçeri
ulufelerinin dağıtılmasında defterdarla
anlaĢamaması yanında, o sırada Ġstanbul'un en çok çekimlen örgütü durumundaki
Melamî-Hamzavîlerle iliĢkisinin bulunduğu da öğrenilmiĢti. Arz
sırasında I. Ahmed içeriye cellat çağırarak Mustafa PaĢa'nın boynunu
vurdurdu. Sofu Sinan PaĢa ikinci kez Ġstanbul kaymakamlığına atandı.
Anadolu'daki Celaliler üzerine ise Nasuh PaĢa gönderildi.
I. Ahmed ilk av partisine 1604 Ekim ayında kente yakın Rumeli Bahçesi'nde çıktı.
Av sürerken saraydan bir Ģehzadenin (II. Osman) doğum haberi geldi.
Ġstanbul'da yedi gün ve gece donanma yapıldı. Macaristan seferini
tamamlayan Lala Mehmed PaĢa, 1605 ġubat'ında halkı coĢturan bir
zafer alayı ile Ġstanbul'a döndü. Ama, herkes, giderek yaklaĢan Celali
ayaklanmasından korkmaktaydı. Celali reisleri I. Ahmed'e "Ġstanbul
ve Rumeli senin olsun, Anadolu bizimdir!" yollu haberler
göndermekteydiler. Anadolu halkı da çoğunlukla Celalilere bağlı
gözükmekteydiler. Kalenderoğlu, Kara Said, Tavil Halil, Saçlı
çetelerinin Anadolu'yu baĢtan baĢa kana boyadıklarına iliĢkin olarak
gelen bilgileri Sofu Sinan PaĢa I. Ahmed'e sundu. Bunun üzerine bir
meĢveret meclisi toplandı. Davud PaĢa'nın serdar atanması, Nasuh
PaĢa'ya ve valilere emirler yazılması kararlaĢtırıldı. Vezirazam Lala
Mehmed PaĢa Ġstanbul'da çok durmayarak 1605 Mayısında Estergon
seferine çıktı. Bu sefer löOö'da Zitvatorok AntlaĢması ile
sonuçlanmıĢtır. Ġran savaĢları ise lölO'a kadar sürdü. Bu sırada
Kuyucu Murad PaĢa da pek çok kan dökerek Anadolu'daki Celali
ayaklanmasını sindirdi. 12 Kasım l605'te ölen annesi Han-
I. Ahmed'in yaptırdığı Sultan Ahmed Camii'nin içinden bir görünüm. Allom'un bir
deseninden gravür 19. yy Ara Güler
dan Sultan'ın cenaze törenine katılan I. Ahmed ertesi gün, havanın fırtınalı olmasına
aldırıĢ etmeden kadırga ile Ġstanbul'dan Mudanya'ya gitti. Bursa'da
atalarının mezarlarını ziyaret ettikten sonra döndü. Divan-ı
Hümayun'da, Üveys oğlu Mehmed PaĢa'nın Celalile-rin bastırılması
önerisi görüĢüldüğü sırada, Ġstanbul'da bin türlü suç iĢledikten sonra
Anadolu'ya kaçmıĢ bulunan, orada da halka salgınlar salan kapıkulu
sipahilerinden Gödöslü Ali, Deli DerviĢ, Köse Hamza, KızılbaĢ
Mehmed, Arnavut Hüseyin, Küçük Halil, Tepesi Tüylü, Kumkapulu
ve daha birçok asi divan toplantısını bastılar. "Bize zulüm ve ihanet
olmuĢtur!" diyerek vezirleri tehdit ettiler. Sofu Sinan PaĢa'ya, divan
üyelerine neredeyse saldırır oldular. Bunların geçmiĢteki kusurları
silindi ve her birine böîük ağalığı verildi. Sonra da sipahileri ile
Anadolu serdarının maiyetine gönderildiler. Bu kez, Ġstanbul'daki
yeniçerilerle sipahiler ayaklandılar. Yakınma konulan giysilerinin ve
ulufelerinin zamanında verilmemesiydi. Ulufe divanında çorba
içmediler, subaylarını taĢladılar. I. Ahmed, eski bir gelenekle kan
dökeceğini anımsatan kırmızı kaftan giyip devlet adamlarını Sultan
Bayezid KöĢkü'ne çağırdı. Ayaklanmaya elebaĢılık eden Silahdar
Ağası ġahbaz'ı, Sipahiler Kâtibi Kargazade'yi, YekçeĢm Mah-mud'u
ve birçok askeri idam ettirdi.
Macaristan seferinden dönen Vezirazam Lala Mehmed PaĢa 21 Haziran 1606'da öldü.
Yerine DerviĢ Mehmed PaĢa atandı. Duhan denen tütünün Ġstanbul'a
geliĢi ve çok kısa bir zamanda herkesçe içilir olması bu sıradadır. Ser-
dar Ferhad PaĢa'nın Aydın ve Saruhan yörelerindeki zulmü yüzünden Ġstanbul'a
dökülen kalabalıklar Divan-ı Hü-mayun'a baĢvurdular. Bundan
etkilenen I. Ahmed, Vezirazam DerviĢ Mehmed PaĢa'yı 11 Aralık
1606 tarihinde, huzurunda bostancılara boğdurdu. Tarihçi Nâima "Bir
zamandan sonra ayağını oynatmakla padiĢah hançer ile boğazını
kesti" diye yazar. Vezirazamın böyle bir kızgınlığa kurban ediliĢinin
gerisinde Ġstanbul'da Demirkapı semtinde yaptırdığı sarayın
eminliğini üstlenen Yahudiye tüm masrafları ödetmesi, Yahudinin de
elaltından "Konak mahzeninden Sultanlık sarayına gizli bir yol
açtırtıp padiĢaha suikast düĢüncesindedir!" dedikodusunun olduğu
tarihlere geçmiĢtir. DerviĢ Mehmed PaĢa'nın Ġstanbul'da, halktan her
ĢahniĢin baĢına biner akçe rüĢvet aldığı da saptanmıĢtı. Ġdam edilince
halk bu yasadıĢı haraçtan kurtulmanın sevincini yaĢadı.
Yeni vezirazam Kuyucu Murad PaĢa 1607 ilkbaharında, Anadolu ve doğu
bölgelerindeki eĢkıyayı ve KızılbaĢları yok etme buyruğu alarak
Ġstanbul'dan ayrıldı. Bu sırada Kalenderoğlu Bursa ve çevresini zapt
etmiĢ, Ġstanbul'u tehdit etmekteydi. Kalenderoğlu'ndan kaçan
Canbuladoğlu ise Ġstanbul'a gelip padiĢahtan bağıĢlanma diledi. O yıl,
Anadolu'da ve Suriye'de suçlu suçsuz ayırmadan binlerce insanı asıp
kesen ve görece bir yatıĢma sağlayan Murad PaĢa, I. Ahmed katında
saygınlığını artırdı. 1008 yılının son günlerinde Ġstanbul'a döndü.
KıĢtan ilkbahara kadar Üsküdar'da ordugâhta kaldı. Ġran seferi
hazırlıklarını tamamladı. PadiĢahla gizli görüĢmeler yaptıktan sonra,
rütbe ve görev verme sözüyle birçok Celali baĢbuğunu Üsküdar'a
getirtip birer ikiĢer idam ettirdi.
27 Eylül 1609 tarihinde I. Ahmed, At-meydanı'nın, Akbıyık tarafında iki eski paĢa
konağının arsasına, adını taĢıyacak camiin temelini kazdırmaya
baĢladı. Kendisi de altın bir kazma ile teıieyin-ceye değin çalıĢtı.
Temel atma töreni 4 Ocak lölO'da Atmeydanı'nı dolduran bir
kalabalığın dualarıyla yapıldı. AĢırı dindar olan L Ahmed, Mekke ve
Medine'deki kutsal yerlerin ve Kabe'nin onarımı için Ġstanbul'dan usta
ekipleri, özenle iĢlenmiĢ bir mermer minber, kitabeler, Kabe için altın
ve gümüĢ kuĢaklar gönderdi. Kendi dönemine kadar, Mısır'da
dokunup özel bir törenle Kabe'nin içine ve dıĢına kaplanan ve her yıl
yenilenen örtülerin, Ġstanbul kâr-hanelerinde daha kaliteli kumaĢlar
dokunduğu gerekçesiyle buradan gönderilmesini istedi. O zamana
kadar benzeri görülmemiĢ astarlar ve ridalar hazırlandı. Toplam 1.060
zira' (yaklaĢık 800 m) örtü kumaĢ; 48.000 dirhem (153 kg) ipek iĢleme
yapıldı. Kutsal mezarlar için kisve ve nitaklar (örtü) hazırlatıldı.
Ġstanbul'daki sim, sırma, dokuma tezgâhları için artık yeni bir iĢ sahası
açılmıĢtı. Yüzlerce parçadan oluĢan tüm bu örtü-
ler için 18.000 miskal (81 kg) altın tel, 460 miskal (l kg) sırma üretildi. Tüm bunlar
l609'da yerlerine gönderildi. PadiĢah bu iĢlere öylesine kendisini
vermiĢti ki, Ġstavroz Sarayı bahçesini bir atölyeye dönüĢtürtmüĢtü.
Ġstanbul'un en usta demircileri, kuyumcuları burada çalıĢmaktaydılar.
I. Ahmed'in tanımladığı altın kaplı Kabe oluğu, üzeri gümüĢ ve altın
kaplı demir takviye kuĢakları hep burada imal edildi. PadiĢahın
huzurunda körükler ve ocaklar koĢuldu. I. Ahmed bir yandan da
hemen her gün Atmeydam'na gidip cami ve külliye inĢaatıyla
ilgileniyordu. Diğer yandan Da-vutpaĢa Bahçesi'nde de aslına uygun
boyut ve biçimde bir Kabe maketi yapıldı. KarĢısına kurulan sayebana
da (gölgelik) padiĢahın tahtı yerleĢtirildi. L Ahmed, hazırlananların
uygulanmasını buradan saygıyla izledi. lölO'da Tophane semtine bir
çeĢme yaptırttı.
Ölen Kuyucu Murad PaĢa'nın yerine 22 Ağustos löll'de atanan Nasuh PaĢa, Ġran'la
barıĢ sağladıktan sonra yanında Ġran elçilik heyeti ve ġah I. Abbas'ın
her yıl ödemeyi kabul ettiği 200 yük ipekle Eylül I6l2'de Ġstanbul'a
döndü. Vezirazam ve Ġran elçilik heyeti ayrı ayrı alay gösterdiler. I.
Ahmed, kıĢı geçirmek ve avlanmak için aralık ayında Edirne'ye
hareket etti. Yolda dört kez sürgün avı düzenlendi. Edirne Sarayı'na
haremiyle yerleĢen padiĢah, Gelibolu'ya, Çanakka-
le'ye gitti. Ġstanbul'dan getirttiği saltanat kayığı ile deniz gezileri yaptı. Gelibolu'da
Gazi Süleyman PaĢa'nın türbesinde kılıç kuĢandı. 1613 ilkbaharında
Tekirdağ üzerinden baĢkente döndü. Yenileriyle değiĢtirilen Kabe'nin
ve Ravza-i Mutahhara'nın eski eĢyası Ġstanbul'a getirildi. Bunlar
arasında Kabe'nin oluğu, Peygamberin evinde asılı olan ve daha
değerli bir baĢka taĢla değiĢtirilen Kev-keb-i Dürrî, Kabe kapısının bir
kanadı da vardı. I. Ahmed, bunların Topkapı Sarayı'nda Hazine-i
Âmire'de saklanmasını emretti. Hz Muhammed'in yayını, Halife
Ebubekir'in seccadesi ile kılıcını, öteki sahabe kılıçlarını da taht
odasına (hasoda) koydurttu. 1613 yılı yaz mevsimini Üsküdar,
Ġstavroz, Tersane, Davut-paĢa saray ve bahçelerinde geçiren I. Ahmed
Çatalca Bahçesi'ne ava gitti. Bir süre Halkalı Bahçesi'nde kaldı.
BeĢiktaĢ, Kâğıthane bahçelerinde ve öteki hasbahçelerde dinlendi.
Topkapı Sarayı'na eylül ayında döndü.
O yılın Berat ve Kadir gecelerinde Ġstanbul halkına altınlar, gümüĢler dağıtıldı.
Ramazan ve Kurban bayramı alayları eski geleneğe göre çok daha
görkemli gerçekleĢtirildi. I. Ahmed, saray hazinesini açtırarak burada
biriken muazzam zenginliği izledi. Bir fermanla kesin içki yasağı
koydu. Meyhaneleri kapattırdı hamr (içki) eminliğini kaldırdı. Bu
yasak tüm ülke için geçerliydi.
109
108
AHMED I ÇEġMESĠ
Bir Ģair. Kalb-i âşık gibi viran etdiler meyhaneyi / Bî-vefâlar ahdine döndürdüler
peymâneyi dizeleriyle buna tepki gösterirken meyfuruĢlar (içki
satanlar) ortalıkta kaldı. Fakat yasaklamanın etkisi göreceydi.
Ġnsanlar, özellikle istanbul'da içki alıĢkanlıklarını gizlice sürdürdüler.
Devletin ise önemli oranda, içki vergisi kaybı söz konusu oldu.
Felemenk Dukası'nın elçilik heyeti ve çok kalabalık bir tüccar grubu
da gemilerle Ġstanbul'a geldiler. Bunların getirdiği Avrupa mallan
Ġstanbul'da âdeta kapıĢıldı. Ġstavroz Sarayı'nı yetersiz bulan I. Ahmed,
buraya hizmet binaları ile bir mescit ekletti. Vezirleri ve kapıkulu
askerlerini iĢe koĢtu ve 40 gün gibi kısa bir zamanda her Ģey
tamamlandı. Kasım l6l3'te, kıĢı geçirmek için Edirne'ye hareket eden
padiĢah, Ġstanbul'un yönetimini eski kaymakam Gürcü Mehmed
PaĢa'ya bıraktı. Vezirazam Nasuh PaĢa ile tüm devlet yöneticileri de
Edirne'ye gittiler. I. Ahmed, baĢkentten ayrılmazdan önce Florya
Bahçesi'nde kaptan-ı deryayı kabul ederek kendi has gelirlerinden
ayırdığı parayla yeni on kadırga yapılmasını, Tersane Bahçesi'ne bir
köĢk inĢasına emretti. Lüleburgaz'da So-kollu Mehmed PaĢa
Sarayı'nda bir süre kalıp sürgün avları düzenledi. Çevrede toplanan
ceylanlar ve öteki hayvanlar âdeta dalga dalga idi. KıĢı Edirne'de
geçiren padiĢah, ilkbaharda Tekirdağ'a oradan da kızaklar üstünde
Edirne'ye getirilen saltanat kayığı ile Tunca Irma-ğı'nda gezintiler
yaptı. ġubat l6l4'te Ġstanbul'a döndü. Yeni yapılan Tersane Bahçesi
Kasrı'nda bir süre kaldı. Burada, iç harem bahçesine, Ġstanbul'un
uzman çiçekçilerine ve bahçıvanlarına türlü türlü çiçekler ektirtti.
Ayrı ayrı tarhlara çiçeklerin ve süs ağaçlarının dikimi törenlerine
kendisiyle birlikte vezirler ve Ģeyhülislam da katıldılar. Burası,
Ġstanbul bahçelerinin en bakımlısı oldu. Öte yandan Vezirazam Nasuh
PaĢa ise Ġstanbul'daki tüm köpekleri toplatıp kayıklarla Üsküdar
cihetine göndertti. 17 Ekim I6l4'te baĢkent gergin bir gün yaĢadı. O
gün cuma selamlığına çıkmayan I. Ahmed, saray çevresinde sıkı
koruma önlemleri aldırttı. Tüm kapıkulları, Sur-ı Sultani dıĢına etten
bir duvar gibi dizildiler. PadiĢahın buyruğu ile bostancıba-Ģı, silahlı
100 bostancı ile PaĢa Kapısı'na gitti ve Nasuh PaĢa'yı boğdurttu.
Nasuh PaĢa'nın müsadere edilen serveti milyonlarca Duka altını
değerindeydi. Ve-zirazarnın öldürülmesinin nedeni, mal düĢkünü
olması, rüĢvet alması ve kibirli oluĢuydu. Somut neden olarak ise
padiĢah ve vezirazam Edirne'de iken, Nasuh PaĢa'nın, Cebrail adlı
ağasının, bir sey-yidin evine girip karısının ırzına geçmesi, seyyidin
de cuma selamlığında, cami içinde sarığını çözüp I. Ahmed'in
duyacağı bir sesle "Allah'a hanginizden Ģikâyetçi olayım?" diye
bağırması gösterilmiĢtir. Yeni vezirazam Öküz (Öksüz) Mehmed
PaĢa. 1615 ilkbaharında Ġran seferine çıktı. Ġki devlet arasındaki barı-
Ģın bozulmasına neden, Ġran'a gönderilen elçi Ġncili Mustafa ÇavuĢ'un tutuklanması
ve ġah I. Abbas'ın antlaĢma yükümlülüklerini yerine getirmemesiydi.
Revan Kalesi önünde baĢarı gösteremeyen Mehmed PaĢa azledildi. 17
Kasım I6l6'da Halil PaĢa vezirazam oldu. Ġstanbul'a gelen Alman
Elçisi Czernin. padiĢahın huzuruna çıktı ve 50.000 altın değerinde
hediye sunarak aradaki barıĢın devamını istedi. Bu elçi görkemli bir
alay gösterdi. PadiĢah, Ġran Elçisi Kasım'ı ise huzuruna kabul
etmeyerek Yedikule'de tutuklattı. Yıllardır yapımı süren cami ve
külliyesinin bitmek üzere olması I. Ahmed'i sevindirdi. 9 Haziran
1617 günü, Atmeydanı'na otağlar, padiĢahın göz kamaĢtırıcı tahtı
kuruldu. Tüm vezirler, din bilginleri, ocaklılar, esnaf ve halktan
kalabalık bir topluluk hazırken cami kubbesinin kilit taĢı yerleĢtirildi.
Herkese ziyafet verildi.
I. Ahmed ekim ayında ansızın rahatsızlandı. Hekimler sıtma tanısı koydular. Fakat
hastalık umulmadık biçimde ilerledi ve olasılıkla mide kanserinden 22
Kasım I6l7'de öldü. Henüz 27 yaĢında olan I. Ahmed'in bu
beklenmedik ölümü, herkesi ĢaĢkına çevirdi. O atmosferde, karar
vermeye yetkili olanlar Osmanoğullarının süregelen yasasına aykırı
biçimde, padiĢahın oğlunu (Osman) değil kardeĢi Mustafa'yı tahta
oturttular. Bunun da nedeni, ilk kez, ölen padiĢahın kardeĢinin hayatta
olmasıydı. O gün Ġstanbul camilerinde selalar okundu. I. Ahmed'in
cenaze namazını, sarayın Sahn Divan-hanesi'nde ġeyhülislam Esad
Efendi kıldırdı. Oradan alınan cenaze kalabalık bir cemaatle camii
yanındaki türbesine gömüldü.
Döneminde kazaskerlik yapan Bos-tanzade Yahya Efendi, I. Ahmed'in
erdemlerinden, Ġstanbul'a hizmetlerinden uzun uzun söz eder.
BaĢkentte rüĢveti önlediğini, kadıların adil davranmalarını
sağladığını, yetim malları için ayrı bir hazine oluĢturduğunu, yiğit, iyi
ok atan, ustaca kılıç kullanan ve topuz fırlatan, çok dindar,
gerektiğinde sert ve ödünsüz olduğunu anlatır. Bir ok müsabakasında
Ġstanbul surları üstünden attığı ok fersahlarca ileriye düĢmüĢtür. Hz
Muhammed'in ayak resmini içeren bir sorgucu sarığına takarak dine
bağlılığını simgelemiĢti.
Sultan Ahmed Külliyesi ile Ayasof-ya'nın karĢısında ondan daha alımlı ve görkemli
dini bir anıt tasarımı için kendi gelirlerinden servetler tüketmiĢtir.
Caminin on dört Ģerefesi I. Ahmed'in 14. Osmanlı padiĢahı olduğunu
simgeler. Ġstanbul'da adına yapılan diğer eserler arasında baĢlıcaları
Eyüp'teki Sultan Ahmed Sebili, BeĢiktaĢ'ta Tersane Bahçesi'nde köĢk
ve kasır, Kavak Sarayı ve Ġstavroz mescitleri, Alemdar, Tophane,
Tersane, HaydarpaĢa ve Üsküdar iskelesi çeĢmeleridir. Topkapı
Sarayı'nda da III. Murad Odası'na bitiĢik bir odası vardır.
Oğullarından II. Os-
man, IV. Murad, Ġbrahim (Deli) padiĢah olmuĢlar, hasekisi Kösem Mahpeyker
Sultan. Osmanlı Sarayı'nın en etkin valide sultanı olarak ün yapmıĢtır.
ġehzadelerin sancak valiliğine gönderil-meyip sarayda göz hapsine
alınmaları, haremin saray ve Ġstanbul yaĢamındaki ağırlığı I. Ahmed'le
baĢlamıĢtır. Bibi. Tarih-i Soiakzade, 683 vd; Tart h-i Naima, I, II;
Hammer, Devlet-i Osmaniye Tarihi, VIII, ist. 1333; Bostanzade
Yahya, Tarih-i Saf Tuhfetü'l-Ahbab (Duru Tarih), îst. 1978; Evliya,
Seyahatname, I, 212 vd; Uzun-çarĢılı, Osmanlı Tarihi, III;
DaniĢmend, Kronoloji, III; M. C. Baysun, "Ahmed I", 1A, I. NECDET
SAKAOĞLU
AHMED I ÇEġMESĠ
Alemdar'da, Sur-ı Sultani'den Gülhane Bahçesi'ne geçiĢi sağlayan Soğuk ÇeĢme
Kapısı'mn sağında sur duvarı üzerinde yer alır.
Üzerindeki üç beyitlik kitabeden 1012/1603 tarihinde Sultan I. Ahmed tarafından
yaptırıldığı anlaĢılmaktadır. Evliya Çelebi'nin eserinde Soğuk ÇeĢme
adı ile bu çeĢmeden bahsedilir. 1645 yılında Sur-ı Sultani üzerinde
açılan ve çeĢmenin yanında yer alan kapı da Soğuk ÇeĢme Kapısı
olarak tanınmıĢtır. ÇeĢme daha sonra 1307/1889 tarihinde II.
Abdülhamid tarafından yenilenmiĢ ve Hamidiye ÇeĢmesi olarak
tanınmıĢtır. Bu durum çeĢme üzerindeki ta'lik hat ile yazılmıĢ olan iki
satırlık diğer kitabede belirtilmiĢtir.
Mermer malzeme ile yapılmıĢ bulunan çeĢme bugün her iki dönemin de izlerini
taĢımaktadır. I. Ahmed zamanında yapılmıĢ çeĢmeden günümüze
gelmiĢ olan kısımlar bugünkü çeĢmenin orta bölümünü
oluĢturmaktadır. Bu bölümde üstte rumîli, palmetli bir taç yer alır.
Bunun altında bitkisel dekorlu bir bordur ile sağlı sollu birer dal
üzerinde lale, stilize çiçekler ve yapraklardan oluĢan bir süsleme
bulunmaktadır. Burada çiçekli iki dalın arası kazınmıĢtır. Muhtemelen
I. Ahmed'in tuğrası burada bulunuyordu. AĢağıdaki üç satırlık
kitabeden sonra sivri kaĢ kemerli çeĢme niĢi yer almaktadır. Kemer
köĢelerinde birer dal üzerinde ikiĢer lale yer alır. ÇeĢmenin aynataĢı
Bursa kemeri Ģeklinde düzenlenmiĢ olup ortada bir musluk deliği, iki
yanda birer tas hücresine sahiptir. AynataĢı üzerinde celi sülüs yazı ile
bir ayet yer alır.
II. Abdülhamid devri ilavelerini orijinal çeĢmenin etrafındaki parçalar
oluĢturmaktadır. En üstte devrin özelliğine sahip "C-S" kıvrımlı taç
bölümünde yine tuğra yeri kazınmıĢtır. Burada da II. Ab-dülhamid'in
tuğrası bulunuyor olmalıydı. Ġki yanda yer alan bölümlerde bu devrin
özelliklerine uygun kıvrık yaprak düzenlemeleri, ikiĢer sütunçe ve
baĢlıklardan oluĢan zarif kabartma süslemeler bulunmaktadır. Bunlar
aĢağıda oval hareketli birer kaide üzerine oturmaktadır. ÇeĢme
altındaki dilimli kurna da bu döneme aittir.
Bibi. TanıĢık, İstanbul Çeşmeleri, I, 60; O. ġ. Gökyay, "Risale-i Mimariye ve Mimar
Mehmed Ağa", ismail Hakkı Uzuncarşıh'ya Armağan, Ankara, 1976,
s. 19-142.
AHMET VEFA ÇOBANOĞLU
AHMED I SEBĠLĠ
bak. SULTAN AHMED KÜLLĠYESĠ
AHMED I SEBĠLĠ
bak. EYÜB SULTAN KÜLLĠYESĠ
AHMED H
(25 Şubat 1643, İstanbul - 6 Şubat 1695, İstanbul) Osmanlı padiĢahı (22 Haziran
1691 - 6 ġubat 1695). Sultan Ġbrahim ile Hatice Muazzez Sultan'ın
oğlu. Fatih Sultan Mehmed'den sonra cülus ve kılıç alayı törenleri
Edirne'de yapılan ilk padiĢahtır. Kısa saltanatında Ġstanbul'a hiç
gelmedi. Döneminde, sadrazam ve vezirlerle devlet erkânı da
Edirne'de veya cephede bulunduklarından fiili baĢkentliğini geçici
olarak yitiren Ġstanbul'u Sadaret kaymakamı ve Ġstanbul kadısı
yönettiler. Bu nedenle kent, sorunları ile baĢ baĢa bırakılmıĢ olarak bir
dizi sıkıntı yaĢadı. Yönetimdeki boĢluklar yüzünden, türeyen bir
zorbalar zümresi halkı yıldırdı.
Babası Sultan Ġbrahim'in (hd 1640-1648) tahttan indirilip öldürüldüğü tarihte henüz 5
yaĢında bulunan II. Ahmed, sarayın ġimĢirlik Kasrı'nda 43 yıl göz
hapsinde tutuldu. Bu süre boyunca Ġstanbul'u gezip görme olanağı
bulamadı. Doğup büyüdüğü Ġstanbul'u tanımayan II. Ahmed,
Ģehzadelik yıllarını özel dairesinde ilm-i nücum'la (yıldızbilim)
uğraĢarak geçirdi.
1691 ilkbaharında Avusturya seferi hazırlıklarını tamamlayan Sadrazam Köprülü
Fazıl Mustafa PaĢa, istanbul'dan hareket ederken PadiĢah II.
Süleyman'ı da ağır hasta olmasına karĢın Edirne'ye kadar birlikte
gitmeye ikna etti. Veliaht konumundaki II. Ahmed de kapalı bir
arabayla Edirne'ye götürüldü. Sadrazamın cepheye hareketinden kısa
bir süre sonra II. Süleyman Edirne'de öldü. ġeyhülislam Feyzullah
Efendi, Ri-kâp Kaymakamı Ali PaĢa, NiĢancı Elmas Mehmed PaĢa,
nakibüleĢraf ve kadıas-kerler ile diğer ileri gelenler Edirne Sarayı'nda
toplanarak padiĢahlık sırası konusunu tartıĢtılar. Bir kısmı, IV. Meh-
med'in oğlu Mustafa'yı tahta oturtmak istiyordu. Durumu Filibe'deki
ordugâhta öğrenen sadrazamın müdahalesiyle II. Ahmed'in
padiĢahlığına karar verildi. Cülus ve biat töreni 23 Haziran 1691
tarihinde Edirne'de yapılan II. Ahmed, Kılıç kuĢanma töreni için
Ġstanbul'a gitmek istedi. Fakat bunu kendi mevkileri bakımından
sakıncalı bulan yöneticiler, âdet olmadığı halde bu töreni Edirne Eski
Camii'nde (II. Murad'ın da bu camide kılıç kuĢandığı saptandığından)
yaptılar. II. Ahmed'e, Ģeyhülislam ve nakibüleĢraf, Ġstanbul'dan
getirtilen Hz Muhammed'in kılıcını, camiin hünkâr mahfilinde dua
ederek kuĢattılar (13
II. Ahmed'in Youııg Albümü'nde yer alan bir resmi, Londra, 1815. Galeri Alfa
Temmuz 1691). Tüm bu karar ve uygulamalarda görüĢüne baĢvurulmayan padiĢah,
kızgınlık duyarak nakibüleĢraf Ali Efendi'ye "Bre Allah'tan korkmaz,
ak sakalından utanmaz. Beni bu hale koyup hapis çektirdiniz.
Saltanata layık değildir demenize aceb sebep ne ola?", diye
bağırmıĢtır. Yayımlanan cülus fermanında ise "Ġrsen ve istihkaken
ma-kam-ı saltanat ve taklid-i hükümet itti-fak-ı ârâ ile cenab-ı saadet-
meabıma tevfiz olundu", denmek suretiyle tahta çıkıĢının yöneticilerin
oyu ile olduğu vurgulanmıĢtı.
II. Ahmed'in saltanat yıllarında, art arda bozgunlarla sonuçlanan Avusturya-
Macaristan savaĢları devam etti. Hicaz'da, Suriye'de ayaklanmalar,
Kuzey Afrika'da devletin önleyemeyeceği karıĢıklıklar vardı.
Sadrazamlıkta bırakılan Köprülü Fazıl Mustafa PaĢa'nın Slanka-men
SavaĢı'nda Ģehit düĢmesinden (1691) sonra II. Ahmed, kısa aralıklarla
Arabacı Ali PaĢa'yı (1091), Hacı Ali PaĢa'yı (1692), Bozoklu Mustafa
PaĢa'yı (1693), Sürmeli Ali PaĢa'yı (1694) sadrazam ve serdar-ı ekrem
atadı. Bu sadrazamlar da görevlerini Edirne'de sürdürdüler veya
cepheye gittiler.
II. Ahmed, Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) dönemindeki yönetim geleneklerini
canlandırma isteğiyle Divan-ı Hümayun'un haftada dört gün
toplanmasını öngörürken bir dizi atamalarda da bulundu. Ġstanbul
kaymakamlığına Amcazade Hüseyin PaĢa'yı atadı. BaĢta hekimbaĢı
olmak üzere enderun amirlerinden çuhadar, rikabdar ve dülbend
ağalarını değiĢtirdi. Ġdam ettirmek istediği Yeniçeri Ağası Eğinli
Mehmed Ağa'dan çekindiği için ilkin Ġstanbul'a gönderdi. Amcazade
Hüseyin PaĢa'nın ağayı koruması üzerine de istanbul kay-
AHMED H
makamlığına ismail PaĢa getirildi. Yeni kaymakam, Mehmed Ağa'nm boynunu
vurdurdu.
En basit konulara bile öfkelenen II. Ahmed,. Arabacı Ali PaĢa'yı böyle bir anında
uzaklaĢtırıp Diyarbakır Valisi Hacı Ali PaĢa'yı sadrazam atadı. O
gelinceye kadar da Ġstanbul Kaymakamı Ġsmail PaĢa'yı Edirne'ye
çağırdı ve yeniçeri ağası yaptı, istanbul kaymakamlığına Sarı Hüseyin
PaĢa getirildi. Bu sırada, padiĢahın ikiz Ģehzadeleri Ġbrahim ve Selim
doğduğu için Edirne'de ve Ġstanbul'da Ģenlik ve donanma düzenlendi.
Fakat istanbul, bu tür Ģenliklerle avutulabilmekten uzaktı. Yıllardan
beri yaĢanagelen güvensizlik ve ekonomik buhran, ilmiye sınıfının
dinsel hoĢgörüsüzlük ortamında unutturulmaya çalıĢılıyordu. Ġkiz
Ģehzadelerin doğumu bile din çevrelerince istismar edildi ve Osmanlı
tarihinde ilk kez görülen bu mutlu doğumun, yakın gelecekte her
Ģeyin düzeleceğine bir iĢaret olduğu halka inandırılmaya çalıĢıldı. Öte
yandan, Ġstanbul'daki din önderleri ile medreselerin bağnaz ve bilgisiz
müderrisleri, halk ve esnaf yığınlarını küçük bir iĢaretle peĢlerine
takarak her türlü eylemi yapabilecek güçteydiler. II. Ahmed'in
Edirne'de oturtulması da bu yüzdendi. Gerçek din bilginleri ve
aydınlar ise Ġstanbul'dan uzaklaĢtırılmıĢlardı.
Bu ortamda Ġstanbul, tarihlere "Vak'a-i Garibe" adıyla geçen ilginç bir olay yaĢadı.
Mayıs 1692'deki ramazan ayıydı; ermiĢliğine inanılan Demirkapu-lu
ġeyh Süleyman Efendi'nin Fatih Camii'nde bir cuma konuĢması ve
duası yapacağı bir hafta önceden halka duyurulmuĢtu. O gün, kadın
erkek, yaĢlı ve çocuk Fatih Camii'ni ve çevresini mahĢer
görünümünde doldurdular. Bunu haber alan Ġstanbul Kaymakamı
Bosna-vi Sarı Hüseyin PaĢa, böylesine bir kalabalığın toplanması bir
karıĢıklığa neden olur kaygısıyla "kol"a çıktı. Hüseyin PaĢa'nın
arkasında kadılar, zabitler ile uzaktan gözükmesi, korku ve çekinme
duyguları çok baskın olan halkı heyecanlandırdı. "Vezirin kol ile
gelmesi sebepsiz değildir, kaçalım!", söylentisi hızla yayıldı. Herkes
dehĢete kapıldı. Cami kapı ve merdivenlerinden birbirini çiğneyip
ezerek çıkmaya çalıĢanlar, küçük çocukların ölümüne neden oldular.
Bunların anneleri ve yakınları ağlaĢmaya baĢladılar. Halk birbirine
girdi. Kaymakam paĢa, derhal sarayına döndü. Ama olaylar yatıĢmadı.
Hüseyin PaĢa azledilerek yerine Selanik Muhafızı eski bostancıbaĢı
Hüseyin PaĢa atandı. Eski kaymakam, idam edileceğini öğrenince
ortadan kayboldu. Bu olayın heyecanı yatıĢmadan Cibali'de yangın
çıktı. Karanlık Mescit Mahallesi'ni saran yangın, rüzgârla yayıldı.
Birkaç koldan ilerledi. Bir kol, Salih PaĢa Camii çevresine, bir kol
Atpazarı'na, Muytablar ÇarĢısı'na uzandı. Birkaç bin ev ve dükkân
yandı. l693'te daha büyük bir yangın Ayazma Kapısı ile Unkapanı
arasındaki dükkân-
111
110
AHMEDDI
SULTAN II. AHMED'tN ÖLÜMÜ, II. MUSTAFA'NIN TAHTA ÇIKIġI
1106 yılının Cemaziyel-âhir ayının 22 nci Pazar günüki rumî Ocak ayının 27 nci
günüdür, sabahleyin güneĢin doğuĢundan üç saat sonra, padiĢahımızın
amcası Sultan Ahmed damla hastalığından ölmüĢtü. Bu haberi Dârü's-
saâde Ağası Ġs-hak Ağa, Sadrazam Ali PaĢaya bildirince, Ali PaĢa,
Edirne'de bulunan vezirleri, ulemayı, Ocak ağaları ile ileri gelenlerini
ve Divan memurlarını sarayına çağırarak Sultan Ahmed'in yerine
padiĢahlığa kimin getirileceği konusunda konuĢmaya baĢladı.
Toplantıda, bu konuda merhum Sultan Mehmed'in büyük Ģehzadesi
Sultan Mustafa üzerinde oy birliği olduğu belli olunca, bu kararı
Bâbü's-saâde Ağasına bildirdiler ve hep birlikte cülus töreninde
bulunmak üzere Bâb-ı hü-mâyun'a gelerek yeni padiĢahın çıkıĢını
beklemeye baĢladılar.
Bu sırada ben, Sultan Mustafa'nın Ģehzadeliklerinde oturdukları haneye koĢarak
muĢtu haberini vermiĢ ve onu buradan alarak Hasoda tarafında
bulunan demir kapı önüne getirmiĢtim ki, Arz ağaları bizi karĢıladılar.
Buradan doğruca Tahtodası'na gittik. PadiĢahımız Hazret-i
Peygamberin mübarek hırkalarının eteğinde iki rekât Ģükür namazı
kılıp dua ettikten sonra, sırtında, içeride giydiği, yeĢil Ģal kaplı samur
erkân kürkü olduğu halde, baĢına küçük sarık üzerine murassa bir tuğ
takarak biat töreni için dıĢarı çıkarken, Arz odası önünde Ģehzadelik
imamı Ali Efendi, HekimbaĢı Mehmed Efendi, CerrahbaĢı Nuh Çelebi
karĢılayıp, padiĢahımızın elini öptüler. Bundan sonra PadiĢahımız,
öğle vakti, ezanı saatle tam 7'de Bâb-ı hümâyun dıĢında kurulmuĢ
bulunan tahta Ģan ve
Ģerefle oturdu...
Cülus töreni devam ederken merhum Sultan Ahmed'in cenazesi, PadiĢahın emri
üzerine, Dârü's-saâde içinde Imam-ı sultanî Ali Efendi tarafından
yıkanarak hazırlanmıĢ ve Alay KöĢkü önündeki musalla taĢına
indirilmiĢti. Merhumun cenaze namazı Müfti Efendi tarafından
kıldırılıp cenaze arabaya konacağı sırada PadiĢahımız merhumu
hayırla anarak cenazenin Ġstanbul'da Sultan Süleyman Türbesi'ne
defnedilmesini buyurdu ve cenaze Ġstanbul'a Küçük Mir-i ahur
Dilâver Ağa ile gönderildi. Cenaze töreninde hazır bulunan bütün
vezirler, ulemâ ve ordu ileri gelenleri onu Solak ÇeĢmesi'ne kadar
selametlediler.
Sikhdâr Fmdıklılı Mehmed Ağa, Nusretnâme, c. I, s. 3-4
lan tutuĢturdu. Rüzgârın Ģiddetiyle yayılan bu yangında Cibali Kapısı'na kadar olan
sur dıĢı dükkân ve evler tamamen yandı. Surdan iç kesime giren bir
kol, Küçükpazar'ı yaktıktan sonra üç koldan ilerledi. Süleymaniye
Camii'ne kadar semtler, Vefa Meydanı çevresi, Zeyrek YokuĢu,
Atpazarı, Saraçhane, Büyük Arasta (Haffafhane), Yeniodalar, Avret
Pazarı, DikilitaĢ (ÇemberlitaĢ) çevresi kül oldu. Halk ve güvenlik
birlikleri yangını söndürmede baĢarılı olamadılar. Bunun, ilahi bir
cezalandırma olduğu söylentisi halk arasında yayılınca birçok
Ġstanbullu evlerim uzak yerlere taĢımaya kalkıĢtılar. Yirmi saat süren
bu büyük yangında yüzlerce ev, mescit, bekâr odası, han ve dükkân
yandı. Kurtarabildikleri eĢya ile camilere, meydan ve yollara dolan
halka vaizler olmadık Ģeyler anlatıp mucize beklemelerini
öğütlemekteydiler. Yiyecek darlığı daha da arttı. Can güvenliği
olmadığı gibi, herkes, kentteki kolluk kuvvetlerinden ve
yöneticilerden aĢın derecede korkmaktaydı. Aradan on iki gün geçince
yine Ayazma Kapısı'nda bir yangın daha baĢladı, Odun Kapısı'na
doğru kerestecileri tutuĢturdu. Olaylar, Edirne'deki II. Ahmed'e
"kundak koyma" olarak ulaĢtırıldı. PadiĢah, öfkelenerek istanbul
Kaymakamı Hüseyin PaĢa'yı azletti ve yerine Kıbrıs Muhafızı
Kalaylıkoz Ahmed PaĢa'yı atadı. Kentte sayısız hırsız, soyguncu
türemiĢti. Ġstanbul'da hava karardıktan sonra kimse dıĢarı
çıkamıyordu.
Yeni kaymakam, gece ve gündüz, kendi rahatını bir tarafa bırakıp güvenlik önlemleri
aldı. Bu sırada Ġstanbul'daki ilginç yasaklamalara bir yenisi daha
eklendi. Ahmed PaĢa, Hıristiyan ve Yahudi halkın renkli çuhalar,
değerli elbiseler, samur kalpaklar, sarı mest pabuç giymelerini, kent
içinde atla gezmelerini yasakladı. Siyah elbise, kırmızı veya siyah
pabuç giyme zorunluluğu koydu. Gayrimüslimlerin hamama
girdiklerinde nalın kullanmayıp çıngırak bağlayarak ehl-i Ġslam
olmadıklarını belli etmelerini emretti. Halk, bu tür önlemleri pek tuttu.
Ahmed PaĢa, bir anda ummadığı bir üne kavuĢtu. Bunu haber alan
Edirne'deki Sadrazam Bozoklu Mustafa PaĢa, II. Ahmed'in izniyle
Kalaylıkoz Ahmed PaĢa'yı görevinden aldı ve Amcazade Hüseyin
PaĢa'yı kaymakamlığa getirdi. Ama II. Ahmed bu değiĢiklikten kısa
bir süre sonra sadarete eski defterdar Sürmeli Ali PaĢa'yı, Ġstanbul
Kayma-kamlığı'na da Van Valisi Esir Mustafa PaĢa'yı atadı. 1694'te
Ġstanbul'a gelen Ġtalyan gezgin Francis Gemelli, kentte dilediği gibi
gezebilme özgürlüğü bulamadığını, hattâ Tersane'nin yanına kadar
sokulma cesareti gösterdiği için Banyon denen zindana atıldığını
anlatır. Ġstanbullu gayrimüslimlerin ise tam bir ibadet özgürlüğüne
sahip bulunduklarını, kiliselerde ayinler düzenlediklerini ekler.
II. Ahmed'in ve devlet ileri gelenlerinin oturduğu Edirne, yaĢama bakıĢ ve
kültür düzeyi açısından Ġstanbul'dan farklı değildi. Bursa'dan kalabalık bir derviĢ
grubuyla Edirne'ye gelen ve halkı tahrik eden, yönetimi ve yeniçerileri
aciz bırakan Niyazi MıĢıl, mehdilik iddiasıyla ortaya çıkıp Eski
Cami'de halkı kendisine biata çağıran bir meczup, dönemin özelliğine
örneklerdir. Bu ortamda, Divan-ı Hümayun'un haftada dört gün
toplanmasının, II. Ahmed'in sık sık atama ve uzaklaĢtırmalar
yapmasının hiçbir yararı olmamıĢtır. Önceki padiĢah II. Süleyman (lıd
1687-169D gibi, saray muhiti ile çevresindeki kıt görüĢlü çıkarcı bir
zümrenin etkisinde kalan II. Ahmed, kendisini çok akıllı, adil, yetkin
bir padiĢah sanmaktaydı. Ġstanbul'a gitme isteği her seferinde türlü
bahanelerle önlenerek kalabalık kadrolu Topkapı Sarayı'nın
entrikalarına oyuncak edilmemeye çalıĢıldığı kabul edilir. Ama gene
de zayıf Ģahsiyeti yüzünden Edirne Sa-rayı'nda tecrit edilmiĢti.
Sağlıksız bir bünyeye sahip olan II. Ahmed Edirne'de öldüğü zaman Divan-ı
Hümayun toplantıdaydı. Gelen haber üzerine II. Mustafa (1695-1703)
Edirne'de tahta oturtuldu. II. Ahmed'in cenazesi ise Ġstanbul'a
gönderilerek Kanuni Sultan Süleyman Türbesi'ne defnedildi.
Dönemindeki Ġstanbul kadıları sırasıyla A'reczade Abdullah, Esseyyid
Mehmed, Muslî, Evliya Mehmed, Tevki-izade Mehmed, Caferzade
ġeyh Mehmed, AlaĢehiıii Abdullah efendilerdir. Bunların bazıları
Kostantiniye Kadısı bazıları Ġstanbul Efendisi unvanları ile
atanmıĢlardır.
Müzikten ve Ģiirden hoĢlanan II. Ahmed, Ģehzadeliğinde, Muslihiddin Mustafa bin
Vefa'nın (ö. 1491) Mülheme-i Şeyh Vefa adlı eserini, l680'de ġimĢir-
lik'te istinsah etmiĢtir. 33 varaktan ibaret bu eser, Topkapı Sarayı
Kütüphane-si'ndedir. UĢĢakîzade Seyyid Ġbrahim'in Ataî tezkiresine
yazdığı Zeyl-i Ataî'nin 21. ve son bölümü bu padiĢah dönemindeki
devlet adamlarını, bilginleri, Ģeyhleri kısa biyografilerle tanıtır. II.
Ahmed'in kısa yaĢamöyküsü de vardır. Bu konular, yine bir Ataî zeyli
olan ġey-hî'nin (Mehmed bin Hasan) Vekayiu'l-Fuzalâ'sının 21.
tabakasında yinelenmiĢtir. II. Ahmed adına, Ġstanbul'da yapılmıĢ
herhangi bir eser yoktur. Bibi. Feraizîzade Mehmed Said, Gülşen-i
Maarif, II, Ġst., 1268; Tarih-i Raşid, II; Silah-dar Tarihi, II.
NECDET SAKAOĞLU
AHMED m
(31 Aralık 1673, Hacıoğlupazarağı [bugün Bulgaristan'da] - l Temmuz 1736.
İstanbul) Osmanlı padiĢahı (22 Ağustos 1703 - l Ekim 1730). IV.
Mehmed ile Rabiâ Emetullah GülnûĢ Haseki Sultan'ın oğludur.
Ġstanbul dıĢında doğmuĢ, Edirne Vakası denen ayaklanmada Edirne'de
tahta çıkmıĢ, Patrona Halil Ayaklanması(->) ile de tahttan
indirilmiĢtir. PadiĢahlığının 1718-1730 arasın-
daki dönemi Lale Devri(->) olarak bilinir. Hattat olarak da ünlüdür.
III. Ahmed, 9 Ağustos l679'da Bey-lerbeyi'ndeki Ġstavroz Sarayı'nda özel bir törenle
ilk dersi Seyyid Feyzullah Efendi'den alarak eğitim ve öğretime
baĢladı. Hat hocaları Hafız Osman ve Veliyeddin efendilerdi. Dini
bilgiler ve yazı dıĢında müzik, edebiyat da öğrendi. l687'den sonra 16
yıl boyunca Ġstanbul ve Edirne saraylarında, kafes hayatı denen göz
hapsinde kaldı. Bu dönemde Edirne, Osmanlı Devleti'ııiıı fiili baĢkenti
durumundaydı. Ġstanbul'da 1703'te cebecilerin baĢlattığı ayaklanma,
Edirne Vakası denen bir ihtilalle sonuçlandı ve III. Ahmed, ağabeyi II.
Mustafa'nın (1695-1703) yerine 22 Ağustos 1703'te Edirne Sarayı
Hasodası'nda tahta çıktı. Ġlk cuma selamlığını Edirne'de Bayezid
Camii'nde yaptı. Ayaklanmacıların istekleri doğrultusunda yeni
atamalarda bulundu ve Ġstanbul'a dönmek üzere ordugâha çıktı.
Hocası Feyzullah Efendi'nin öldürülmesini engelleyemedi. 4 Eylül
1703'te, yaklaĢık yarım yüzyıldır, kısa aralıklarla Edirne'de süregelen
saray ve saltanat düzenini kapatarak tüm saray halkıyla birlikte
Ġstanbul'a hareket etti. 14 Eylül günü DavutpaĢa sahrasında konakladı.
16 EylüPde buradan Eyüb Sultan Türbesi'ne giderek Hz Mtı-
hammed'in kılıcını kuĢandı ve coĢkulu bir törenle Edirne Kapısı'ndan
kente girdi. Doğruca Topkapı Sarayı'na gitti.
Uzun zamandan beri denetim dıĢı kalmıĢ olan Ġstanbul huzurlu ve güvenlikli bir
ortam değildi. KarıĢıklıklar, tutuklama ve idamlar sürdüğü gibi,
hırsızlık ve soygun olayları da yaygındı. III. Ahmed'in geldiği
günlerde bostancıların, yeniçerilerin ayaklanma giriĢimleri güçlükle
yatıĢtırıldı. Defter çalığı iki bin dolayında yeniçerinin ocağa dönme
isteklerini geri çeviren III. Ahmed, bunların elebaĢılarını idam ettirdi.
Bu kez bostancılar, saray bahçelerinde eylemler baĢlattılar. III. Ahmed
kesin hükümler içeren bir hatt-ı hümayunla bunların tümünü yeniçeri
sınıfına geçirtti. Uymayanları ise idam ettireceğini duyurdu. Ocakta,
sarayda ve devlet örgütünde yeni atamalar yaptı. Suçlulardan kimileri
idam edildi ya da sürgüne gönderildi. Yeniçeri ağası idam, Sadrazam
Kavanoz Ahmed PaĢa azledildi. Ġstanbul kadısı sürgüne gönderildi.
Sadrazamlığa 16 Kasım 1703'te Damat Hasan PaĢa'yı atayan III.
Ahmed, Ġstanbul kadılığına da Kara Halil Efendi'yi getirdi. Ancak
1704 yılı ilk aylarında yönetime egemen olabildi. Ġstanbul'da hem para
darlığı, hem mal kıtlığı vardı. Piyasadaki züyuf (düĢük ayarlı) akçeleri
toplatan padiĢah, yeni çil akçeler kestirdi ve halkın, ellerindeki düĢük
değerli paraları darphanede değiĢtirmelerine olanak verdi. Askerin ve
halkın moralini yükseltmek düĢüncesiyle Okmeydam'nda atıĢ
müsabakaları düzenlenirken tersanede de yeni bir savaĢ gemisi denize
indirildi. Bu vesileyle ziyafetler verildi. III. Ahmed kısa aralıklar-
la sadrazam değiĢtirdi. Damat Hasan Pa-Ģa'mn yerine önce Kalaylıkoz Ahmed PaĢa'yı
ardından da 25 Aralık 1704'te Baltacı Mehmed PaĢa'yı atadı. Ġlk
çocuğu Fatma Sultan'ın 22 Eylül 1704'teki doğumu renkli bir Ģenlikle
kutlandı. Ġstanbul'daki esnaf kollan da Alay KöĢkü önünde gösteriler
düzenlediler.
1705'te, Sadrazam Baltacı Mehmed PaĢa, Ġstanbul'daki Kubbe Veziri Hüseyin PaĢa'yı
azlettirmek için zorba bayrakları açtırtıp düzmece bir eylem yaptırttı.
Bayezid Camii'ndeki bu eylem sonucunda Hüseyin PaĢa sürgüne
gönderilirken yirmi kiĢi de idam edildi. Baltacı Mehmed PaĢa'mn
yerine 3 Mayıs 1706'da Çorlulu Ali PaĢa sadrazam oldu. Ġki yıl
boyunca Ġstanbul'a birçok elçi geldi. Bunlardan Ġran ve Avusturya
elçilerinin alay göstermeleri çok görkemli oldu. 1707'de Eyüp'te Dîv
Ali Ağa'nın, padiĢahı tahttan indirmeye dönük komplosu ortaya
çıkartıldı. Komplocu softaların boyunları Bâb-ı Hümayun
Levni'nin Silsilename "de yer alan III. Ahmed ve Ģehzadesini betimleyen bir
minyatürü, 18.'yy.
TSM, III. Ahmed Kütüphanesi Nazım Timuroğlu
önünde vuruldu. Eski Ġstanbul kaymakamı Firari Hasan PaĢa da kuĢku üzerine,
bostancıbaĢı tarafından kaldırılıp Fenerbahçe'ye götürüldü ve fenerci
odasında boğuldu. Bunu, Kudüs nakibinin sarayda Cellat ÇeĢmesi
baĢında boynunun vurulması izledi. Bunayan ġeyhülislam Sadık
Mehmed Efendi'nin yerine Ebezade Abdullah Efendi atandı. Tüm bu
operasyonlardan sonra III. Ahmed, artık hem saltanatını sağlama aldı,
hem de Ġstanbul'u baskı gruplarından ve sıkıntılardan bir ölçüde
kurtardı. DıĢ siyasette savaĢ olasılığını önleyici tedbirler aldı. 1708'de
Çorlulu Ali PaĢa'mn II. Mustafa'nın kızı Emine Sultanla evlenmesi
nedeniyle geleneksel sur-ı hümayun düzenlendi. O yaz mevsimini
Kara-
AHMEDHI
ağaç Bahçesi'nde geçiren III. Ahmed çiçek hastalığına yakalandı. 8 Kasını 1708'de
Üsküdar iskele meydanında Valide Sultan Camii'nin temeli atıldı.
Aynı gece HocapaĢa'da yangın çıktı, Yahudi Ģekerci dükkânları,
MahmudpaĢa ÇarĢısı, Cağaloğlu Sarayı, Daye Hatun Camii, Rüstem
PaĢa Medresesi çevresi, iplikçi-ler bodrumu, bin dolayında ev ve yapı
yandı. 30 Kasım günü, Akdeniz'den gelen cephane yüklü bir kalyon
Tersane önünde infilak etti. Ġçindekilerle beraber, Haliç'te balık
tutanlardan, kayıkçılardan, kıyıdakilerden dört yüz kiĢi öldü. Tersane
Bahçesi'ndeki köĢkler harap oldu. O gün baklava alayı(~0 vardı.
Saraydan baklava tepsileriyle dönmekte olan yeniçeriler, olayı fırsat
bilip çarĢı pazar içlerinde yağma ve soygunlarda bulundular.
1709'da, III. Ahmed'in henüz 5 yaĢındaki kızı Fatma Sultan'la Silahdar Ali PaĢa'mn
"stırî" düğünleri yapıldı. On beĢ gün süren bu muhteĢem düğünün
hazırlıkları sırasında Edirnekapı-Otakçı-lar-Eyüp güzergâhındaki
birçok ev, gelin alayının ve hasbahçeden alınan gümüĢten iki büyük
"nakıP'ın ve gümüĢ gelin arabasının geçirilmesi için kamu-laĢtmlıp
yıkıldı. Ġstanbul'a gelen Ġsveç elçisini arzodasında(->) kabul eden III.
Ahmed, Bender'de oturan sığınmacı Kral DemirbaĢ ġarl'ın korunması
için, Ġstanbul'dan bin sipahi, bin silahdar ser-dengeçtisi, bin beĢ yüz
kıdemli sipahi gönderdi. Ġstanbul'a gelen Özbek, Rus, Venedik,
Kalmuk elçilerini de kabul etti. 1710'da, Sarayburnu surları üstüne
yaptırılan ve Topkapı Harem Sarayı olarak bilinen yeni ahĢap harem
dairesine yerleĢen III. Ahmed, 16 Haziran'da Çorlulu Ali PaĢa'yı
sadrazamlıktan uzaklaĢtırdı. Köprülü Numan PaĢa'mn iki aylık
sadaretinden sonra Baltacı Mehmed PaĢa'yı. 18 Ağustos 1710'da
ikinci kez bu makama atadı. Numan PaĢa'mn azil nedeni,
"Köprülü'nün torunu sadrazam olmuĢ, varalım Dersaadet'e gidelim!"
diyen ayağı çarıklı Anadolu ve Rumeli Türklerinin Ġstanbul
sokaklarını doldurmalarıydı. Ġstanbullular, ayaklanma çıkmasından,
ekmek bulunmayacağından ve soygundan korkmaktaydılar. O yıl
içinde Kırım Hanı Devlet Giray da baĢkente geldi. III. Ahmed'i ikna
ederek Rusya'ya savaĢ açılmasını sağladı. PadiĢah, Alay KöĢkü'nden
geçit törenini izledikten sonra Baltacı Mehmed PaĢa'yı sefere
uğurladı. Ġbadete açılan Üsküdar Valide Sultan Camii'ni, Rabiâ
GülnûĢ Sultan'ın ziyareti için, yol üzerindeki tüm evler boĢaltıldı.
Sokak baĢlarına perdeler asıldı.
Prut'taki baĢarısına karĢın Baltacı Mehmed PaĢa'yı görevden alan padiĢah, Gürcü
Yusuf PaĢa'yı 20 Kasım 1711'de sadrazam yaptı. Bir yıl sonra 12
Kasım 1712'de Süleyman PaĢa bu göreve geldi. 1713'te Galata'da
yangın çıktı. Kalenin iç ve dıĢ mahalleleri yandı. Rusya ile yeni bir
savaĢ olasılığı doğunca Ġstanbul'daki Rus elçi heyeti tutuklandı.
AHMED m
112
113
AHMED m
MANZARALARI
TANBUL
_
Üçüncü Ahmed devrinde Ġstanbul tabii güzelliklerini hemen hemen her köĢe-siyle
koruyor durumdaydı. Boğaziçi, onun mavi ve hafif dalgalı sularıyla
titreĢen yeĢil sahillerde dört beĢ beyaz özenli köĢkten baĢka, dikkati
çeken yapılar yoktu. BeĢiktaĢ sahillerinin çamlıkları altında Saray-ı
Asafî'nin (Sadrazam Sarayı) görkemli varlığı, Anadolu sahillerinde
muntazam camilerin beyaz minareleri, sonra etrafı çiçeklerle bezeli
râyiha dolu koylar, Boğaz'ın güzelliğim tamam-
lıyordu.
Sarayburnu ile Ġstanbul semtleri, bu tabii güzellikler arasında pek özel bir mevkiydi.
Sarayın sahilden baĢlayarak Ayasofya önlerine kadar uzayan surları
ortasında, yüksek serviler, ulu ağaçlar arasında kubbeleri ve revakları
ile kıyıyı süsleyen yalı köĢkleri ve Ġncili KöĢkler, bütün bu köĢklerin
üzerinde kademeli yükselen Bağdat KöĢkü'nün zarafeti, lâle bahçeleri
yer alıyordu.
... Üsküdar ve Kadıköyü sahilleri de baĢtanbaĢa köĢklerle bezenmiĢti. Bu kıyıdaki
saray ve köĢkler yüzden fazlaydı. Bunlardan, Silâhdar Ali PaĢa'nın,
Fatma Sultanla nikâhlanmazdan önce yaptırdığı saray cidden
temaĢaya değerdi. Saray, deniz kenarında çok güzel bir noktada olup
arkasında ormanlarla örtülü bir tepe bulunuyordu. Yüzden fazla
odalarının herbiri olağanüstü tarzda bezemeliydi. Mermerler,
yaldızlar, gayet ince resimler göz kamaĢtırıyordu. Pencere camları
Ġngiltere'nin en değerli billurlarından seçilmiĢti....
Özellikle hamam dâiresi pek muhteĢemdi. Kurnalar, çeĢmeler, döĢemeler hep
mermerdi. Tavan yaldızlarla, duvarlar çinilerle kaplıydı. Hamamın
yanında iki geniĢ dâire vardı. En yüksekteki bir sed biçiminde idi.
Dört köĢesinden
Ģelâleler akıyordu...
Âhıned Refik, Lâle Devri, s. 31-35'ten sadeleĢtirilerek özetlenmiĢtir.
Çelebi Mehmed PaĢayı Ġstanbul kaymakamı atayan III. Ahmed Edirne'ye gitti.
Burada bir süre kaldı. Balıkçılıktan vezirliğe yükseltilen Kel Deli
Ġbrahim Ho-ca'nın (PaĢa) Edirne'de sadrazamlığa getiriliĢi 6 Nisan
1713'tedir. Bu adamın, kokuĢmuĢ gemici fesine sarılı burma sarığı
çıkartılıp baĢına vezir kavuğu konduğunda odaya yayılan pis koku.
amber tütsüsü ile bastırılmıĢtı. Yollarda kadınlara laf atan bu garip
sadrazam 20 gün sonra idam edildi. Damat (ġehit) Ali PaĢa sadrazam
oldu. Ruslarla Edirne AntlaĢması imzalandıktan sonra III. Ahmed
Ġstanbul'a döndü. 1714'te, Gümrük (Eminönü) Ġskelesi'ne yanaĢık
duran bir Mısır kalyonu ateĢ alıp yandı. Bu olayda iki yüz kiĢi öldü.
1714'te Galata Sa-rayı'nın onarımı gündeme geldi. YaklaĢık kırk yıldır
kullanılmayan ve bir bostancı bölüğünün koruduğu bu sarayın
kethüda odası ile orta odası dıĢındaki bölümleri ve avlu ortasındaki
camisi yıkılmıĢ bulunuyordu. Aynı günlerde, Ef-lâk'te krallığını
duyuran Voyvoda Kons-tantin, görevle giden Koca Mustafa Ağa'nın
cesur bir giriĢimi ile tutuklanıp Ġstanbul'a getirildi. Yalı KöĢkü'nde,
padiĢahın huzurunda dört oğlu ve baĢbo-yarı ile birlikte boyunları
vuruldu. (Bu olay, Ömer Seyfeddin'in Topuz adlı öyküsüne konu
olmuĢtur.) 17 Ocak 1715'te Galata Sarayı, yapım ve onarımı
tamamlanarak törenle hizmete girdi.
III, Ahmed Sadrazam Ali PaĢa'yı Mora seferine uğurlamak üzere ilkbaharda görkemli
bir törenle DavutpaĢa ordugâhına geçti. Buradan da Edirne'ye hare-
•ket etti. Çerkez Mehmed PaĢa Ġstanbul kaymakamlığı görevini
üstlendi. 2 Temmuz 1715'te Beyazıt Okçular Kapısı'nda yangın çıktı.
Bir nakılcı dükkânından baĢlayan ateĢ, Kâğıtçılar ÇarĢısı'nı,
Darphane'yi, Hekim Çelebi Tekkesi'ni, Laleli ÇeĢme çevresini kül
ettikten sonra Aksaray'a yayıldı. Bir kolu Kızılmus-luk'tan Cellat
ÇeĢmesi'ne, Langa bostanlarına, Yenikapı ve Kumkapı'ya yayıldı.
Otuz saat sürdü. ġiddetli bir poyraz ve yağmur, ateĢi azdırdı. Langa'da
bin iki yüz insan kurtarmaya çalıĢtıkları eĢya ile birlikte yandılar.
Kumkapı'daki rical konaklarının tamamı kül oldu. Sayımda on bin ev
ile iki bin dükkânın birçok cami ve mescidin yandığı saptandı. O yıl
Eski Saray'ın harem dairesi de yandı. PaĢmakçızade Seyyid Abdullah
Efendi Ġstanbul kadılığına getirildi.
Ali PaĢa'nın Mora'daki zaferi nedeniyle Edirne'de ve Ġstanbul'da yedi gün yedi gece
Ģenlik ve donanmalar yapıldı. Fakat Ġstanbul'daki asayiĢsizliği
önleyemeyen Kürt Mehmed PaĢa kaymakamlıktan uzaklaĢtırılıp
yerine Sirke Osman PaĢa getirildi. 1715-16 kıĢında Kâğıthane'den
Galata'ya kadar Haliç dondu. KıĢın Ģiddeti Nevruz'a değin sürdü. Bir
taraftan da istanbul'daki kapıkulu askerinin ilkbaharda sefere çıkma
hazırlıkları sürüyordu. Sadrazam Ali PaĢa, Ġstanbul'un en eski
yapılarından olan KurĢunlu Mahzen'i yıktırıp buraya III. Ah-
med'e hediye etmek üzere yeni bir köĢk yaptırdı. Ġstanbul'a dönen padiĢah fazla
kalamadan, Sirke Osman PaĢa'ya kent güvenliğiyle ilgili buyruklar
verdikten sonra yine Edirne'ye gitti ve sadrazamı Avusturya seferine
uğurladı. Peter-varadin bozgunu, Ali PaĢa'nın Ģehit olması ve
TamıĢvar Kalesi'nin yitiriliĢi ile baĢlayan çözülme, Ġstanbul'da paniğe
neden oldu. Yeni Sadrazam Halil PaĢa, ivedi olarak Kürt Mehmed
PaĢa'yı getirtip Ġstanbul kaymakamı yaptı. BaĢkentte yeni bir savaĢ
için mühimmat ve levazım hazırlama çalıĢmaları hızlandırıldı.
Ġstanbul Kadısı Tosyavî Mustafa Efen-di'nin yerine Yahyazade
Ahmed Efendi getirildi. Hindistan elçisi, Edirne'de padiĢahın
huzuruna çıktıktan sonra Ġstanbul'a "geldi ve günlerce ağırlandı. 1717
ilkbaharında Donanma-yı Hümayun'un sefere çıkıĢ törenini Ġstanbul
kaymakamı yönetti. Fakat o yılki savaĢlarda da Osmanlı ordusunun
bozguna uğraması ve Belgrad'ın düĢmesinin ardından, NiĢ'e kadar
olan bölgenin Müslüman ve Türk halkı, aç ve çıplak, Edirne'ye ve
Ġstanbul'a doğru kaçma çabasına düĢtüler. III. Ahmed Sofya'da
olmasına karĢın hiçbir önlem alınamadı. Sadrazam Halil PaĢa'nın
yerine 26 Ağustos 1717'de NiĢancı Mehmed PaĢa getirildi. Ordunun
toparlanabilen birliklerine Edirne'de yerlerine dönüĢ izni verildi.
Ġstanbul'a dönen donanmanın altmıĢ toplu bir kalyonu Tophane
önünde infilak etti. Mürettebatla birlikte çevrede bulunan bin kiĢi
öldü. Ġki kalyon da Yenikapı açıklarında çarpıĢarak battı. III. Ahmed,
Macar sığınmacılarla Edirne'ye gelen Er-del Kralı II. Rakoczi'yi kabul
etti. Avusturya cephesinde, Bosna ve Vidin'de elde edilen baĢarılardan
ve 22 Temmuz
1718'de Pasarofça AntlaĢması'nın imzalanmasından sonra padiĢah ve yeni sadrazam
NevĢehirli Ġbrahim PaĢa, Ġstanbul'a dönüĢ hazırlıklarına baĢladılar.
Temmuz ayı ortasında, Ġstanbul'da tü-fenkhane yolundaki bir
yahudhaneden çıkan yangın, kenti sardı. Unkapam Camii, Azepler
Camii ve Hamamı, Zeyrek Mahallesi, Fatih'e ve Saraçhane'ye kadar
semtler, Horhor, Etmeydanı, Molla Gü-ranî, Altımermer, öte yandan
Ayazma Kapısı'ndan yayılan yangınla da Kantarcılar, Vefa,
Vezneciler, Eski Odalar, Acemioğlanlar KıĢlası, Çukur ÇeĢme, Langa,
DavutpaĢa Camii'ne kadar olan yerler yandı. Bu nedenle padiĢahın
Ġstanbul'a dönüĢü bir süre ertelendi. Kent içinde gerekli düzenlemeler
ve temizlikler yapıldıktan sonra 20 Ekim 1718'de III. Ahmed büyük
bir alayla baĢkente döndü. 1730'daki Patrona Ayaklanma-sı'na kadar
sürecek olan Lale Devri bu dönüĢle baĢlamıĢtır.
1719'da Topkapı Sarayı'nda arzoda-sının arkasına yeni bir kütüphane yap-tırtarak
sarayın muhtelif dairelerindeki kitapları buraya toplatan III. Ahmed,
Lale Devri'nin ilk adımını bu eseriyle atmıĢ olmaktaydı. Bunu,
Ġbrahim PaĢa'nın 24 Mayıs 1719'da Kâğıthane'de verdiği eğlenceli
ziyafet, cirit gösterileri, at koĢulan, pehlivan güreĢleri izledi. Bu da
Lale Devri'nin ilk eğlencesi sayılır. Fakat bu eğlenceler, 14 Mayıs
1719'daki üç dakika süren ve tüm Ġstanbul'u etkileyen büyük
depremden hemen sonraya rastladığından buruk geçti. Depremde
surlar yer yer yıkıldı. Yedikule ve Ahırkapı bedenleri yarıldı.
Camilerin kubbelerinde çatlaklar açıldı. Deprem merkezi olan Ġzmit'te
ise dört bin kiĢi ölmüĢ, Yalova yerle bir olmuĢtu.
III. Ahmed, yakınmaları dikkate alarak geceleyin Boğaz trafiğine bir kolaylık olmak
üzere Kızkulesi'ne bir fener yapılmasını emretmiĢti. PadiĢah, çok
bakımsız ve ıssız olan Dolmabahçe Ça-yın'nın deniz tarafına da sakız
bahçeleri duvarları gibi bezemeli parmaklıklar yaptırttı. Arap
Ġskelesi'ni halka kapattırdı. Buraya dıĢ hassa odaları ve bir kayıkhane
inĢa edildi. 24 Haziran 1719'da GedikpaĢa'da sabun imalathanesinde
çıkan yangın, o semtteki hamamı, Bâli PaĢa, Ġbrahim PaĢa camilerini,
Kürekçi-ler Hanı'nı, karakolu, Ermeni Kilisesi'ni ve mahalleleri kül
etti.
III. Ahmed, en çok Ġstanbul'un para piyasasıyla ilgilendi. BaĢkentte kesilen zolata 80,
Leh zolatası 90 akçeydi. PadiĢah bu farkın giderilmesini istedi.
Yapılan ayarlamalar sonucu Ġstanbul zolatası 90, Leh zolatası 88 akçe
düzeyine getirildi. Yeni paraya cedit zolata adı verildi. Ġstanbullular
1720'de heyecanlı bir gün yaĢadılar. Akdeniz'in azılı korsanı
Burunsuz, yakalanıp baĢkente getirilmiĢti, l Mart günü halk, kıyıları,
kayıkları doldurmuĢtu. Burunsuz, kendi kalyonunun sereninde, Yalı
KöĢkü önünde ipe çekildi. 3 Haziran'da Ġbrahim PaĢa'nın,
ġehzadebaĢı'nda Eski Odalar'ın karĢısına yaptırttığı dershane, yatı
hücreleri, kütüphane, sebil ve çeĢme törenle hizmete girdi. 29
Temmuz'da Cihangir Camii ile çevresindeki tekke ve evler yandı. III.
Ahmed, 13 Eylül günü, Okmeydanı'ndaki sur-ı hümayunla
Ģehzadelerini sünnet ettirdi. Ziyafetler, gösteriler yirmi gün sürdü.
1721'de gündemdeki konu fiyatların denetlenenıe-mesiydi. Esnaf,
türlü nedenlerle narhlara uymamaktaydı. Gemilerle getirilen
zahirenin, yiyeceklerin denetimi de sağ-lanamıyordu. Bu yüzden
Ġstanbul Kadısı Dürrî Mehmed Efendi Ekim 1721'de görevden alındı,
yerine Köse ġaban Efendi atandı. Öte yandan, kentin dıĢ ve kenar
mahalleleri, hırsız Ģebekelerin-ce soyulmaktaydı. Eyüp, KasımpaĢa,
Hasköy, Beyoğlu ve Büyükdere'ye kadar Boğaz köylerinde ev basan,
soygun düzenleyen, karĢı koyanları öldüren çeteler kol geziyordu.
Bunların, kolluk güçlerinden destek gördükleri biliniyordu. Bir
baskınla 18 soyguncu yakalandı. Çaldıkları öteberi, bekâr odalarında
ele geçirildi. Öte yandan III. Ahmed'in güvenini kazanıp bostancıbaĢı
olan Sivaslı Mehmed, türlü kanunsuzluklara göz yummakta,
Ġstanbul'un her köĢe bucağına kaçak yapılar yaptırtmakta, Boğaz'ın iki
yakasında sel yataklarının önlerine duvarlar ördürtüp akıntıyı kesip
Ģunun bunun evine, bahçesine zarar vermekte, hasbahçeleri gelenek
dıĢı kullandırmakta ve herkesten iĢine göre rüĢvet almaktaydı.
PadiĢah, artan Ģikâyetler sonucu bostancıbaĢım sürgüne gönderdi.
1721'den itibaren Eyüp, Ali-beyköyü, Beylik Bahçe'de imar
çalıĢmaları baĢlatıldı. Ġbrahim PaĢa Ġstanbul'un harap durumdaki tüm
camilerini, deprem ve yangınlardan zarar görmüĢ
saraylarını, hasbahçelerini tespit ettirte-rek her birinin onarımını ve imarını da sıraya
koydu.
Ġstanbul'un bir sorunu da taĢradan kaçak gelip kentin çevresine yerleĢenlerin vergi
ödemeksizin mal üretip el altından satmalarıydı. Oysa bunlar, kendi
memleketlerinde baç ve gümrük resmi ödeyerek imal ettiklerini
Ġstanbul'a ve baĢka yerlere ihraç edebiliyorlardı. Bu alıĢkanlık, kamu
bütçesine zarar verdiği gibi, piyasa kurallarına da aykırıydı. Ġstanbul
esnafının her türlü vergiden muaf olması, taĢralı esnafın baĢkente
hücumuna bir baĢka nedendi. Bir ferman çıkartılarak sonradan açılan
tüm iĢyerleri vergi yükümlüsü kılındı. Ġstanbul'a göçlerin durmaması
yüzünden taĢralarda nüfusun azaldığı, kalanların daha ağır vergi
yükünden ezildikleri gerekçesiyle "en az on yıldır Ġstanbul'da
oturmayanların memleketlerine dönmeleri" için de 1722'de bir ferman
çıkartıldı.
8 Temmuz 1721'de Küçükmustafapa-Ģa ÇarĢısı'nda çıkan yangında ilk kez, tulumba
kullanıldı. Yüz elli tulumbacı canla baĢla çalıĢıp bu yangını
yayılmadan söndürdüler. Ama bir ay sonra Ba-lat'ta çıkan yangın,
yahudhanelerin sıklığı yüzünden söndürülemedi. Bu sırada yapılan bir
soruĢturma sonucu, her iki yangının da birer kundaklama eseri ol-
III. Ahmed'in
Topkapı Sarayı
Harem
Dairesi'nde,
hat çalıĢtığı
YemiĢ Odası.
Araş Neftçi
duğu anlaĢıldı. Suçlu bulunan bir fırıncı ibret olsun diye idam edildi. III. Ahmed'in
geliĢmesine çaba gösterdiği bir semt Üsküdar'dı. Annesi adına buraya
bir cami yaptırtması, iskele meydanına bir anıt çeĢme inĢa ettirmesi de
bu yaklaĢımının kanıtlarıdır. Üsküdar bu yıllarda, herkesin rağbet
ettiği bakımlı bir kasaba görünümü kazandı. Ramazan ayında Üsküdar
Valide Camii'nde malıya yakılması için de bir ferman çıkartıldı. Fakat
1723'te kasaba çarĢısında çıkan yangın, Bit Pazarı'nı, Tabhane'yi,
Haffafhane'yi, birçok dükkânı ve evi yaktı. 1725'te, Hint gezginlerinin
öteden oeri Ġstanbul'a getirip pazarladıkları haĢhaĢın (esrar) satıĢı
yasaklandı. III. Ahmed, Ġstanbul'un su sorununa da eğildi. 1725'te
Belgrad Köyü korusu içinde bir bent yaptırttı. Kente su akıtan
Ģebekeleri de onarttı. Tekfur Sarayı'nın Kârhane-i KâĢî adı ile bir çini
fabrikasına dönüĢtürülmesi, surların onarılması da bu yıllardadır.
1727'de Saray-ı Âmire (Topkapı Sarayı) içinde inĢa edilen yeni
Darphane-i Âmire faaliyete geçirilerek para iĢlerinin kontrolü sağlama
alındı.
Para operasyonu ve o yıllarda süren Ġran savaĢları yüzünden 1727'de yeni vergiler
konması kaçınılmaz oldu. Artık Ġstanbullulardan da birtakım
vergilerin alınmaya baĢlanması halkta hoĢnutsuz-
AHMED m BENTLERĠ
114
115
AHMED m KÜTÜPHANESĠ
sebil olarak değerlendirilmiĢtir. Sebiller bel düzeyine kadar duvarla örülmüĢ, belli bir
yüksekliğe kadar da dilimli kemerlerle geçilen üç tunç Ģebekeli
açıklıklarla su dağıtımı sağlanmıĢtır. ġebekeli açıklıkları tekrar duvar
izlemektedir. Hazne ve çevre koridorunu yüksek bir çatı örtmektedir.
Çatı dıĢa doğru açılarak çeĢme çevresindekileri yağmur ve güneĢten
koruyacak geniĢ bir saçak oluĢturmaktadır. KurĢun kaplı ahĢap çatı
ortada sekiz cepheli kasnak üzerinde dilimli kubbecikle yükselir.
KöĢe sebillerinin uzantılarında da merkezdeki kubbe-cikten daha
küçük kubbecikler vardır. Kubbecikler de kurĢun kaplıdır ve altın
yaldızlı alemlerle son bulmaktadırlar.
Meydan çeĢmesinin ana cephesi Topkapı Sarayı'na giden yol üzerindedir. Bu cephe
III. Ahmed'in boydan boya uzanan beytinin bulunması, hem çeĢme
çevresi düzenlemesi, hem de sebillerde doğalcı bitkisel bezemenin bir
tek bu cephede uygulanması ve çeĢme düzenlemesinin iki yanında yer
alan niĢlerin konumu ve iĢleviyle bezeme açısından farklı
değerlendirilmiĢtir. Ana cephe doğala bitkisel bezemeli bordür-lerle
çevrelenen dikdörtgen alanlara ayrılmıĢtır. DüĢey dikdörtgen alanların
or-tasındakinde musluk tablası dilimli kemer ve rozetle bezenmiĢ,
köĢelikler doğalcı bitkisel bezemeyle doldurulmuĢtur. Bu
düzenlemenin üzerinde madalyon içinde "maĢallah" yazısı vardır.
Musluk tablasının' iki yanında ĢiĢ gövdeli, uzun boyunlu vazolar
içinde çiçek demetleri bezemesi görülür. Mukarnas öğeli korniĢ ve
palmet-lotuslu korniĢten sonra kemer içi kıvrımdallı bir düzenlemeyle
doldurulmuĢtur. NiĢ dıĢında iki yanda ĢiĢ gövdeli çiçekli vazolar
ikiĢer kere yinelenmiĢtir. NiĢ köĢelikleri de bitkisel bezemelidir ve
merkezde birer kabara bulunur. Yanlardaki dikdörtgen alanlarda yan
niĢler sebil düzeyinden baĢlar. Öteki cephelerdeki yan niĢler çeĢme
yalağının düzeyindedir. Su doldururken bir eĢya koyma ya da oturma
iĢlevini karĢıladıkları düĢünülebilir. Ana cephede ise daha yüksekten
baĢlarlar
ve içerden bir delik açılmıĢtır. Bu niĢlerin kuĢların su içmesi için tasarlandığı
anlaĢılıyor. ÇeĢme cephesindeki düĢey dikdörtgen alanların üzerinde
boydan boya yazıtın bulunduğu kırmızı çinili bordürle çevrili yatay
dikdörtgen alan vardır. Sebillerde alt bölümde duvar bezemesi doğalcı
bitkisel bezemedir. ġebekeler de lale motifli dökme demirdir. Rumî-
palmet-lotus gibi klasik Osmanlı yüzey bezemesinde karĢılaĢılan
geleneksel motiflerle bezemeli öteki üç cephe birbirine
benzemektedir. Kitabe yalnızca musluk niĢinin üzerindedir ve iki
yanında boya ile bezenmiĢ madalyonlar vardır. Sebillerin alt
bölümünde Ģemseler ve rozetler görülür. Güney cephesinde yan
niĢlerin yerinde ise birer kapı açılmıĢtır.
ÇeĢme duvarının üst bölümü palmet, yazı, kartuĢ, mukarnas, yeĢim çini, cin bulutu ve
pers beneği gibi değiĢik nitelikteki bordürlerle çevrilmiĢtir. Saçak
ahĢap kabartma bezemelidir. Saçağın köĢelerini merkezde üzüm,
armut, nar gibi kabartma meyve grupları bezer. KöĢelerde ıĢınsal
geliĢen bitkisel bezeme, aralarda kaset sisteminde bir düzenlemeyle
bezeme programını tamamlar.
III. Ahmed Meydan ÇeĢmesi doluluk ve boĢluk karĢıtlığı, düĢey-yatay dengesi,
altyapıyla üstyapı ve geometrik biçimlerin iliĢkisi açısından baĢarılı
bir tasarım örneğidir. Klasik Osmanlıdan Batı etkilerine, özellikle
baroğa geçiĢi sergileyen bir baĢyapıttır.
Bibi. TanıĢık, İstanbul Çeşmeleri, I, 134; A. Arel, Onsekizinci Yüzyıl İstanbul
Mimarisinde Batılılaşma Süreci, Ġst., 1975, s. 41; S. Eyice, "Ahmed
III ÇeĢmesi", DlA, II, 38-39.
AYLA ÖDEKAN
AHMED (DurmuĢzade)
(1665/1666, İstanbul - Mart/Nisan 1717, istanbul) Ta'lik hattatı. ġehremini DurmuĢ
Efendi'nin oğludur. Medrese eğitimi gördü. Ġzmir ve Edirne'de kadılık
yaptı. Mekke payesi aldı. Ta'lik yazıyı Ahmed Siyahî'den(-0 meĢk
ettikten baĢka, Abdülbâki Arif Efendi(->), Kırımı Camii Ġmamı
Ahmed Efendi gibi devrin tanınmıĢ hattatlarıyla yakın münasebetler
kurarak sanatını geliĢtirmiĢtir. Hattatlar arasında DurmuĢzade
unvanıyla tanınan Ahmed yaĢadığı devirde çok beğenilmiĢ, birçok da
öğrenci yetiĢtirmiĢtir.
Ġstanbul'da, eski Darphane'deki okul ve sebil ile Çorlulu Ali PaĢa'nm Beyazıt'ta
yaptırdığı darülhadis ile tekkenin ve HırkaiĢerif teki yapılar ile
Tersane'-deki camiin, Beyazıt'ta Kaptan Ġbrahim PaĢa Camii önündeki
sebilin, Fatih'te ġeyhülislam Feyzullah Efendi Medrese-si'nin (bugün
Millet Kütüphanesi) ve çeĢmesinin, Üsküdar'da Valide Camii'-nin
(Yeni Cami) yazılan onun eseridir. DurmuĢzade Ahmed, Ġran ta'lik
okulunun takipçilerindendir.
Bibi. Müstakimzade, Tubfe, 643; Rado, Hattatlar, 123; Tarih-i Raşid, IV, 340; Sicill-
i Os-manî, I, 240.
ALĠ ALPARSLAN
{Ün
AHMED AĞA
118
119
AHMED BESĠM PAġA
konuyu ilginç bulan Ġngiliz finans kuruluĢlarından Dunn Fischer and Co., bu amaçla
1.000.000 sterlinlik ikrazda bulunma kararına varmıĢ olmakla birlikte
bu giriĢim de sonuçlanmamıĢtır.
Ahmed Besim PaĢa'nın 30 yıla yakın bir süre üzerinde ısrarla çalıĢtığı önemli bir
konu Boğaziçi tünelidir, ingiliz Henry John Cooke ile birlikte 19.
yy'ın sonlarında baĢladıkları bu giriĢim konusundaki ilk'baĢvuru
1909'da Nafıa Ne-zareti'ne yapılmıĢtır. Bu baĢvuruya Lloyds Ġngiliz
Bankası'mn bir banka mektubu ile bir de plan eklenerek tünelin üç yıl
içinde bitirilebileceği ve 3.500.000 sterline mal olacağı belirtilmiĢtir.
Tünel giriĢimi 1920'li yılların baĢlarında yeniden ve yoğun bir
biçimde gündeme gelmiĢtir. 1923'te denizaltı tü-nelleri yapımı
konusunda çeĢitli patentleri olan mühendis Lewis Thomas Godfrey-
Evans. giriĢime ortak olmuĢ, gerekli sermayedarları bulmuĢ ve 15 ay
içinde bitirilmesi düĢünülen tüneli gerçekleĢtirmek ve iĢletmek için
düĢünülen Ģirketin sermaye yapısı, yatırım, amortisman ve kâr marjına
iliĢkin bir tasarı hazırlamıĢtır. Ahmed Besim PaĢa 1922'de Ġstanbul
ġehremaneti'ne baĢvurarak 10 yıldan fazla bir süredir düĢünülen,
ari'cak savaĢlar nedeniyle gecikmeye uğramıĢ olan Anadolu ve
Rumeli demiryollarını HaydarpaĢa ile Saraybur-nu veya Sirkeci
arasında bir denizaltı tüneli ile birleĢtirme konusunda gerekli fenni ve
mali proje ve planların hazırlanmış olduğunu belirterek kentin
geliĢmesine yardımcı olacak bu giriĢim konusunda görüĢmelere
baĢlama talebinde bulunmuĢtur. 1923'te de aynı konuda TBMM
BaĢkanlığı ile Nafıa Vekâle-ti'ne baĢvurmuĢtur. 1925'te Ģehremaneti
konunun Dahiliye Vekâleti'ne iletildiğini ve daha önce hükümete
yapılan baĢvuruların incelenebilmesi için gerekli mali ve fenni
bilgilerin ayrıntılı olarak verilmesinin istenildiğini bildirmiĢtir. Türk
hükümetinin konuyu incelemek için banka garantisi istemesi ve
bankaların da garanti vermek için Türk hükümetinin garantisini
istemeleri üzerine konu bir kısır döngü içine girmiĢtir. H. J. Cooke ile
L. T. Godfrey-Evans 1925 yılı baĢında Londra'da noterde
hazırladıkları bir yazı ile Anadolu ve Ġstanbul demiryolu
terminallerini denizaltından birleĢtirecek Boğaziçi tüneli için ortak
olduklarını ve bu konuda yasal imtiyazı elde etmek için her türlü
giriĢimde bulunmak üzere Ahmed Besim PaĢa'yı tam yetki ile yasal
temsilci tayin ettiklerini beyan etmiĢlerdir.
Sonunda sermayesi 1.550.000 Ġngiliz Sterlini olan ve merkezi Ġstanbul'da bulunan
Ġstanbul-Üsküdar Tünel Kumpanyası kuruluĢ aĢamasına kadar
gelmiĢtir. Önerilen koĢullara göre imtiyaz süresi 60 yıl olacak ve
Ģirket hükümete her yıl 15.500 lirası amortisman bedeli olmak üzere
58.125 lira verecektir. Hükümetin bu 15.500 lirayı her yıl bir bankaya
yatırması durumunda altmıĢ yıl sonunda
bileĢik faiz ile 1.550.000 lira toplanmıĢ olacaktır. Ġmtiyazın bitiminde bu paranın
hisse senedi sahiplerine ödenmesi sonucunda tünel hükümet
tarafından satın alınmıĢ olacaktır.
Tünelin yapımına iliĢkin deniz derinliği ölçümleri yapılarak kesin yer saptanmıĢ,
gerekli plan ve projeler de büyük ölçüde hazırlanmıĢtır. Çok ilginç
olduğu kuĢkusuz olan bu belgeler bugün elde bulunmamaktadır.
Tünel için bir Ģirketin kurulması aĢamasına kadar gelinmiĢ olmakla
birlikte, anlaĢıldığı kadarıyla Türk hükümetinin günün siyasal ve
ekonomik koĢulları içinde olaya soğuk bakması, Ahmed Besim
PaĢa'nın hastalığı ve 1928'de ölümü giriĢimi sonuçsuz bırakmıĢtır.
Bibi. Ahmed PaĢa, "Single sorew engines for a Turrkish war vessel", Tbe Mecbanical
World, 5 September 1902, s. 114-115; Deniz Mektepleri Tarihçesi
(1929), ist., 1931; E. Dölen; "Makine Mühendisliği ve Bahriye Feriki
Ahmed Besim PaĢa", TCTA, II, s. 514-515; E. Dölen, "XX. yüzyıl
baĢlarında 'Boğaziçi Tüneli' giriĢimi ve Ahmed Besim PaĢa", //. Türk
Bilim Tarihi Sempozyumu (İstanbul, 3-5 Nisan 1989) Bildirileri; The
Institution of Mechanical Engineers: Memoirs, December 1928,
London, (1928), s. 1033; M. Tuncay, "Ġngiliz iĢçi Partisi'nde bir
Osmanlı Amirali", Bilineceği Bilmek, Ġst., 1983, s. 166-197.
EMRE DÖLEN
AHMED BUHARÎ
(1453, Buhara - 1516, İstanbul) NakĢibendî tarikatına mensup Ģeyh. Abdullah
Ġlahî'den sonra NakĢîliğin Ġstanbul'da yaygınlaĢmasını sağlayan kiĢi
olarak tanınır.
NakĢibendîliği 15. yy sonlarında Ġstanbul'un gündelik hayatına sokan Abdullah
llahî'nin(-0 halifesidir. Hayatı hakkındaki bilgiler, kendisiyle aynı adı
taĢıyan""bîr"diğer NafcĢî Ģeyhi ile karıĢtırıldığı için yeterince
aydınlatıcı değildir.
Seyyid Mehmed Efendi'nin oğlu ve Emir Sultan'in amcazadesi olan Ahmed Buharî,
Semerkant'ta NakĢîliğin önemli temsilcilerinden Ubeydullah Ahrar'a
(ö. 1490) intisap etti. Burada Abdullah Ġlahî ile tanıĢtı ve her ikisi de
bir süre sonra Ahrar tarafından NakĢîliği yaymak üzere Anadolu'ya
gönderildi. Ġlahî'nin memleketi Simav'a yerleĢen Ahmed Buharî, hac
ziyareti için tekrar uzun bir yolculuğa çıktı ve Kudüs'te bir süre kaldı.
Simav'a döndükten sonra Abdullah Ġlahî'den hilafet alarak Ģeyhi
tarafından halife sıfatıyla Ġstanbul'a gönderildi. Burada Zeynî
tarikatının ileri gelenlerinden ġeyh Vefa ile tanıĢtı ve onun tekkesine
misafir oldu. ġeyh Vefa ile kurduğu bu yakın iliĢki, aynı meĢrebe
sahip olan Zeynîlik ile NakĢîliğin Ġstanbul'da ortak bir toplumsal
zemin üzerinde örgütlenmelerini sağladı. Bu sırada II.-Meh-med'in
Abdullah Ġlahî'yi Ġstanbul'a davet etmesini, yerel güç odaklarını
denetlemeye yönelik bir plan olarak değerlendiren Ahmed Buharî,
Ģeyhine gönderdiği Farsça bir beyitle kuĢkularını dile getirdi ve
Ġlahî'nin Ġstanbul'a gel-
mesini önledi. II. Mehmed'in vefatından sonra Ġstanbul'a gelebilen Abdullah Ġlahî.
NakĢîliğin Ģehir hayatı içinde örgütlenip yaygınlaĢması konusunda
Buha-rî'yi görevlendirdi. II. Bayezid'in kendisine sağladığı yakın
desteği çok iyi değerlendiren Ahmed Buharî, bu görevini vefatına
kadar baĢarıyla yürüttü ve NakĢîliği Ġstanbul'un mistik hayatını
Ģekillendiren temel kurumlardan birisi hali-ne getirdi. Türbesi, Fatih'te
kendi kurduğu ve bugün harap durumdaki tekkesinin yanındadır.
Türbe penceresi üzerindeki kitabe, ebced hesabıyla vefat tarihi olan
15l6'yı verir: Can dimağın çünki bu sevda Buharî kapıldı / Dil didi^
târih ey Seyyîd Buharî ah vah! 922. Önceleri Fatih civarındaki evinde,
müritlerinin eğitimiyle meĢgul olan Ahmed Buharî, buranın zamanla
ihtiyaca cevap vermemesi üzerine Ġstanbul'daki ilk büyük NakĢî
merkezi sayılabilecek tekkesini inĢa ettirmiĢ, bu tekkenin hemen
karĢısına da II. Bayezid, Ahmed Buharî adına bir mescit yaptırmıĢtır.
Bu ilk tekkeyi daha sonra Edirnekapı ve Ayvansaray'da kurulan diğer
tekkeler izlemiĢtir. Ahmed Buharî, yetiĢtirdiği; halifeleri aracılığıyla
NakĢîliği Ġstanbul'da yaygınlaĢtırmıĢ ve bu halifelere bağlı olarak
faaliyet gösteren söz konusu tekkeler de tarikatın Ģehir hayatındaki
etkinliğini artırmıĢtır.
Halifelerinden ġeyh Mahmud Çelebi (ö. 1531), Buharî'nin kızı Fatma Hanım ile
evlenerek ona damat olmuĢ ve Ģeyhinin vefatından sonra Fatih'deki
tekkenin postniĢinliğini yapmıĢtır. Mahmud Çelebi aynı zamanda
Ahmed Buharî adına Edirnekapı dıĢında kurulan ikinci önemli NakĢî
tekkesinin de Ģeyhliğine getirilmek suretiyle her iki dergâhın ortak
meĢihatini üstlenmiĢ, vefatıyla yerine damadı Abdüllatif Efendi (ö.
1563) geçmiĢtir. Bir diğer halifesi Hekîm Çelebi olarak anılan Seyyid
Mehmed Efen-di'dir (ö. 1566). Halıcılar civarında kendi adına
kurduğu Hekîm Çelebi Tekke-si'nde faaliyet göstermîĢlîrT Buharî'nin
halifelerinden olan Nefehatü'l-Üns mütercimi Bursalı Lamiî Çelebi (ö.
1531) ise NakĢîliğin daha çok ilmiye sınıfı içinde yaygınlaĢmasına
hizmet etmiĢtir.
NakĢîliği Ġstanbul'da kurumlaĢtıran Ahmed Buharî, aynı zamanda tarikatı mali
yönden güçlü kılan vakıf organizasyonunu da gerçekleĢtirmiĢtir. Bu
vakıf sistemi sayesinde NakĢîlik diğer tarikatlara oranla daha erken
bir dönemde mali özerkliğe kavuĢmuĢ ve böylece kazandığı nüfuzu
siyasi açıdan Ġstanbul'un üst tabakası üzerinde daha rahat
kullanabilmiĢtir. 1546'da Ahmed Buharî'nin Fatih, Edirnekapı ve
Âyvansaray'daki üç tekkesine toplam 44 adet vakıftan gelir
bağlanması, tarikatın Ģehir hayatı içinde ulaĢtığı gücü açıkça
göstermektedir.
Ahmed Buharî, Abdullah Ġlahî'den sonra Horasan kökenli NakĢîliğin Ġstanbul'daki en
önemli temsilcisi sayılır. Tarikatın hâcegân koluna mensup bulunan
Buharî'nin tasavvuf anlayıĢı, fütüvvet ge-
leneğine bağlı olan geleneksel NakĢîliğin mistik çerçevesi içinde ĢekillenmiĢtir. Bu
açıdan tarikat ilmiye sınıfının ya-nısıra Ġstanbul'un esnaf tabakası
arasında da yaygınlık kazanabilmiĢ ve bu özelliğini günümüze kadar
korumuĢtur.
Bibi. Lâmîî, Nefehât, 460-465; Mecdî, Hada-ikü'ş-Şakaik, 262-265: Ataî, Hadaiku'l-
Haka-ik, 61-62; ġeyhî, Vekayiu'l-Fuzalâ, I, 48-49; Ayvansarayî,
Hadîka, I, 42-44; ay, Mecmuâ-i Tevârih, 231; Hocazade, Ziyaret, 10-
14; Zâ-kir, Mecmua-i Tekâyâ, 54, 66, 68; K. Kufralı, "Molla Ġlahî ve
Kendisinden Sonraki NakĢ-bendiye Muhiti", TDED, m/1-2, (1948),
135-143; Barkan-Ayverdi, Tahrir Defteri, 203-208; I. Gündüz,
Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, ist., 1989, s. 53-55; H. L.
ġuĢud, İslâm Tasavvufunda Hâcegân Hanedanı, ist., 1992, s. 100-
102.
EKREM IġIN
AHMED BUHARÎ TEKKESĠ
bak. EMĠR BUHARÎ TEKKESĠ
AHMED ÇELEBĠ (Hezarfen)
(l 7. yy) Kendi yaptığı kanatlı bir araçla uçmayı baĢarmıĢ ilginç bir kiĢidir. Hakkında
bilgi veren tek kaynak olan Evliya Çelebi'ye göre, Hezarfen Ahmed
Çelebi ilk çalıĢmalarım Okmeydanı'nda yaptı. Sonra Galata
Kulesi'nden Üsküdar Doğancılar'a kadar, Ģiddetli rüzgâr eĢliğinde
uçmayı baĢardı. Saraybur-nu'nda Sinan PaĢa KöĢkü'nden kendisini
izleyen IV. Murad (hd 1623-1640) bir kese altınla onu ödüllendirdiyse
de sonradan böyle sıradıĢı bir olayı gerçekleĢtiren adamın tehlikeli
olacağını söyleyerek Cezayir'e sürgüne gönderdi. Evliya Çelebi'ye
göre, Hezarfen Ahmed Çelebi orada ölmüĢtür. Bibi. Evliya Çelebi,
Seyahatname, I, 670.
ĠSTANBUL
125
AHMED MĠDHAT EFENDĠ
diği için yazı hayatından çekilen Ahmed Midhat Efendi, Darülfünun'da(->), Da-
rülmuallimat'ta(->), Medresetü'1-Vâ-izin'de(-0 ders vermeye baĢladı.
Tarih-i Osmani Encümeni azalığına getirildi. Cemiyet-i Tedrisiye-i
Ġslamiye'nin mec-lis-i tedris (Öğretim Kurulu) üyesi oldu. Bu
cemiyetin kurduğu DarüĢĢafaka'-da(-0 "ders nazırlığı" da yaptı.
Aktar çıraklığı ile baĢlayıp değiĢik konularda iki yüze yakın eser kaleme alan bir
yazar konumuna, gazete yayıncısı ve baĢyazarlığına oradan da
Darülfünun hocalığına kadar uzanan hayat çizgisi ile Ahmed Midhat
Efendi öteki Tanzimat yazarlarından farklı özellikler taĢır. YetiĢtikleri
ortamlar arasındaki fark onun çevresine, topluma, dünyaya, hayata,
baĢka türlü bakmasına sebep olmuĢtur. Tanzimatla birlikte BatılılaĢma
yönünde keskin bir dönemeçten geçen toplumun en temel ihtiyacının
eğitim olduğunu önce kendi hayatında yaĢamıĢ ve uygulamıĢtır.
Halkın yüzde 95'nin okuma yazma bilmediği, hayatın kapalı
topluluklar biçiminde sürdüğü bir ülkede insanları dıĢ dünyaya açmak,
eğitmek, onlara hem Tanzimat'ın sağlayabileceği nimetlerden
yararlanmayı öğretmek hem de onları yanlıĢ BatılılaĢmanın
zararlarından korumak Ahmed Midhat Efendi'nin fikri hayatının ve
yazarlığının baĢlıca amacı olmuĢtur.
Ahmed Midhat Efendi Osmanlı ülkesine Batı'dan gelen yeni yazı türleri roman,
hikâye, tiyatro ve özellikle gazete yazılarının eğiticilik ve öğreticilik
amacına hizmet eden birer araç durumundadır. Ayrıca tarih, coğrafya,
din, felsefe, eğitim, ekonomi, fen konularına iliĢkin eserlerinde de bu
amaca hizmet etmeye özen göstermiĢtir. "Kırk beygirlik yazı
makinesi" olarak anılmasına yol açacak verimli yazı hayatı boyunca
bu görevi bıkmadan, usunmadan sürdürmüĢ, bu yolda sert tartıĢmalara
girmekten de çekinmemiĢtir.
'Ahmed Rasim(->) ve Hüseyin Rahmi Gürpınar(->) gibi iki büyük yazarın
yetiĢmesinde etkili olan Ahmed Midhat Efendi, yönetimi altındaki
Tercüman-ı Hakikat'te de Ahmet Cevdet Oran(->), Ahmet Ġhsan
Tokgöz(-0 ve Hüseyin Cahit Yalçın(->) gibi önemli gazeteci, yazar ve
yayıncılara ortam sağlamıĢtır.
Ahmed Midhat Efendi'nin eserleri Tanzimat döneminin getirdiklerini, götürdüklerini;
olumlu, olumsuz yönlerini o dönemin bir insanının kaleminden
öğrenebilmek bakımından tükenmez bir kaynaktır. Bunlarda
Tanzimat'tan II. MeĢrutiyet'e kadar geçen yetmiĢ yıllık dönemde bilim
ve teknikte, yaĢama tarzında, güzel sanatlar ve edebiyatta, kadında,
aile hayatında, dünya görüĢünde meydana gelen değiĢmeleri en açık
biçimiyle görmek mümkündür.
Edebi eserleri geniĢ bir coğrafyaya yayılmıĢ olsa bile 18. ve 19. yy Ġstanbul hayatını,
Ģehrin doğal ve tarihsel çehresini gerçekçi bir dille anlatan Ahmed
SEVDĠ
çeki yıllara ait bir uzun hikâyedir. Eserde eski Ġstanbul'un eğlenceli âdetlerinden
helva sohbetleri(-*) anlatılır; bu toplantılarda oynanılan eğlenceli
oyunlardan, özellikle "yüzük oyunu"ndan(->) ayrıntılı olarak söz
edilir, oyuncuların kendi aralarında yaptığı Ģakalara kadar yer verilir.
Bir gözü dıĢarda kadının evine aldığı sıradan bir Ġstanbullu olan
Behram Ağa ile aynı kadının belalısı bir yeniçeri ve "paĢalı" kocası
arasında'geçen olay yeniçerinin ve kadının "paĢalı" koca tarafından
öldürülmesine kadar uzanır. Yeniçerinin konuĢmaları, giyim
AHMED MĠDHAT EFENDĠ 126
Midhat Efendi'de Ġstanbullu tipler de büyük bir yer tutar. Hikâye ve romanlarında
konuyla bağlantılı uzun açıklamalara sık sık yer veren Ahmed Midhat
Efendi, bu pasajlarıyla daha çok bir tarih, bir hayat kesiti tespiti, insan
ve çevre tasvirleri, geleneklerin açıklanması gibi hizmetleri yerine
getirir.
Gençlik 'te (1870) çarĢı, pazar ve seyir yerlerinde gezip dolaĢarak, daha çok
Kalpakçılar'da alıĢveriĢe gelen kadınlara bıyık burup kaĢ göz atan
acemi bir çapkın tipi canlandırılır.
Mihnetkeşân (1870) ve Henüz Onye-di Yaşında (1881; yb 1943) adlı eserlerinde
Ġstanbul'un Beyoğlu tarafında bulunan genelevler, buralarda çalıĢan
kadınlar, bu evlere devam eden kiĢiler yer alır. Bunlardan birincisinde
baĢ kahramanlardan biri bir Müslüman kız, ikincisinde ise bir Rum
kızdır. Yazar ayrıca kaleme aldığı Yeryüzünde Bir Melek 'te de (1879)
benzer konuyu ve benzer kadın tipini canlandırır.
Yeniçeriler (\B1\\ yb 1942), bu askeri ocağın son yıllarındaki korku, isyan ve patırtı
dolu istanbul günlerini, Tophane ve Galata meyhanelerini, buralara
devam eden yeniçeri zabit ve askerlerini anlatır. Eserde olaylar,
kiĢiler, yer ve zaman bakımından Ġstanbul anlatılmaktadır. Yazarın
ayrıntılarla çizdiği kabadayı yeniçeri portreleri, bunların kendi
aralarında kullandıkları özel deyim ve kelimelerden oluĢan yeniçeri
argosunun yansıtılması, giyim-kuĢamlarındaki en küçük ayrıntının
bile ihmal edilmemesi dikkati çeker.
Bahtiyarlık^ (1885) Ġstanbullu olmadığı için esef eden zengin bir köy ağasının oğlu
Senai ile Ģehir çocuğu olduğu halde köyde yaĢamayı tercih eden
ġinasi arasındaki karĢıtlıklar ele alınır. Senai babasından kalma mirası
Beyoğlu eğlence yerlerinde har vurup harman savurur. Bu eserde
Senai'nin devam ettiği çalgılı kahvelere de yer verilir, ancak
bunlardan o dönemin en alafranga eğlence yerlerinden "Cafe Flamme"
ayrıntılı bir biçimde tanıtılır.
Obur (1885; yb 1945), eski Ġstanbul hayatının birçok yönünü çok iyi yansıtan,
mirasyedi zenginlerin maskara durumuna düĢmüĢ bazı tiplerle
birtakım muziplikler yaparak nasıl eğlendiklerini anlatan bir uzun
hikâyedir. Bu hikâyeye adını veren Fil Tahsin obur olduğu kadar
pisboğazdır da. Eserde bir mirasyediye dalkavukluk eden "molla" ile
yalancı "tabip" tipi de vardır. Eserde eski Ġstanbul mutfağına ait bazı
yemeklerin nasıl hazırlandığı abartılı tariflerle anlatılmaktadır.
Çingene (1887), halk arasında anlatılan bir çingene kızı masalından yola çıkılarak
yazılmıĢtır. Hikâyede Kâğıthane mesiresindeki âlemlerin ve buralara
devam eden kahramanların tasvirleri yapılır. Kâğıthane âlemlerinin
gerçekçi bir anlatımla canlandırıldığı görülmektedir. Dolaptan
Temaşa (1890; yb 1986), Yeniçeri Ocağı'nın kapatılmasından ön-
GÖNÜL
GÖZ GÖRDÜ
Civelek Hüsnü Üsküdar iskelesinde kayıkçılık eder idi. Bir akĢam saat on bir buçuğa,
on ikiye kadar kayığı içinde büyük iskele baĢında bulunup artık
müĢteri zuhurundan [çıkmasından} meyus olarak silâhlarını iskele
baĢına bırakmıĢ ve kayığı kızağa çekmek tedarikiyle iĢtigal etmiye
[uğraşmaydı baĢlamıĢ idi.
Derken ezan ile beraber yanında genç bir kız olduğu halde ihtiyarca bir kadın geldi:
- Aman kayıkçı, bizi Bahçekapısı'na geçir.
- Bu vakte kadar nerede kaldınız? Kadın kısmının bu vakit sokakta iĢi ne?
- Aıtık "Aman" dedim. Evlâdım ol bana kıydırma, vakit kaybetmeyelim, hali
mi sana kayıkta söylerim.
- (Kendi kendine) AkĢam üstü ummadığım taraftan bir kısmet mi geldi de
sem! (Kadına hitaben) Haydi artık ne ise! (Kızı baĢtan ayağı süzerek
ve içini çe
kerek) Senin oğlun olayım amma oğlun olur isem bu yanındakinin
kardeĢi ol
mam.
Tabancalarını devĢirerek kayığa girer, iskeleye yanaĢtırır ve kadın ile kızı alarak
denize açılır. Biraz açılınca hem küreklerini yağlar ve hem de söze
baĢlar:
- (Sırıtarak) Ey hanım abla söyle bakalım. Fakat kavlimizi [sözümüzü] unut
ma "Senin oğlun olurum amma yanındakinin kardeĢi olmam." demiĢ
idim. Gö
züme pek parlak görünüyor.
- Eh evlâdım ırzımızı sana teslim ettik artık...
- Tamam öyle etmeli ya, buldunuz ciğer inanacak kediyi. O bir tarafa kalsın
Ģu siz bu vakit Üsküdar'da ne geziyorsunuz; eğer Üsküdarlı iseniz
Ġstanbul'da
ne iĢiniz var? Çabuk söyle zira kollarım titriyor, kürek çekemiyorum.
Sonra, Ġs
tanbul'a varamazsınız ha!
- Aman evlâdım. Artık ocağına düĢtük. Fakat sen bizi fena zannetme ve bi
ze Ģu muamelede bulunma. Bugün izinsiz nasılsa Ģeytana uyarak
Üsküdar'a ge
lin görmeye geldik, dalıp kaldık. Bu akĢam eve yetiĢemez isek herif
bizi öldü
rür.
727
AHMED MUHTAR PAġA
PaĢa'nın baĢkanlığında Alman Gromkov PaĢa ve mühendislik okulu
öğretmenlerinden Alman Jasmund'dan oluĢan komisyon Yıldız
Sarayı'nda bir silah müzesi kurduysa da, bu müze kısa sürede kapandı.
II. MeĢrutiyet'in ilanından (1908) sonra, zamanın Tophane MüĢiri Ali Rıza PaĢa'nın
desteği ile Ahmed Muhtar PaĢa yeniden müze komisyonu
baĢkanlığına getirildi. Yine aynı yıl Harbiye Nazırı Mahmud ġevket
PaĢa'nın önerisi ile Esliha-i Askeriyye Müzesi'nin ilk müdürü oldu.
1908-1923 arasındaki müdürlüğü sırasında müzenin adı Mü-ze-i
Askerî-i Osmani olarak değiĢti. 1914'te müzeye bağlı olarak bir
mehter takımı kuruldu.
Ahmed Muhtar PaĢa, aynı zamanda askeri marĢlar bestelemiĢ, güfte yazmıĢtır.
Verimli bir yazar olarak, çoğu askerlik tarihi ve topçulukla ilgili
makale ve kitapları vardır. Bunlardan en önemlisi sayılan Feth-i Celil-
i Konstantiniyye (1320/1902) tarihçilik açısından fazla değer
taĢımamakla birlikte Ġstanbul'un fethine iliĢkin o döneme kadar
yazılmıĢ en kapsamlı eserdir.
Gazeteci ve yazar Sermet Muhtar Alus'un(-») babası olan Ahmed Muhtar PaĢa, kısa
bir emeklilik döneminden sonra, Ġstanbul'da öldü.
Bibi. Esad, Mühendishane, 1312, s. 230-231; 1986, 183; Gövsa, Türk Meşhurları,
257-258; Tülin Çoruhlu, "Ahmed Muhtar PaĢa", DİA, II, 106-108; M.
H. Yınanç, "Tanzimat'dan MeĢrutiyet'e Kadar Bizde Tarihçilik",
Tanzimat, I, ist., 1940, s. 587; N. Eralp, "1908-1923 Döneminde
Türkiye Askeri Müzesi'nin Batılı Anlamda KuruluĢu ve Kültür
Hayatındaki Yeri", ikinci Asken Tarih Semineri-Bil-dinler, Ankara,
1985, s. 285-294.
ĠSTANBUL
Ahmed Muhtar PaĢa
Nuri Akbayar
AHMED NAĠlI
128
129
AHMED PAġA
U N
ÖZELLĠKLERĠ
Garip Ģey! ġu Amerikalılar ne tuhaf adamlardır! ĠĢleri güçleri yokmuĢ gibi tâ yeni
dünyadan kalkarak eski dünyada bulunan Ģehrimize kadar gelmiĢler
ve demografi yani bilâd ve sekene-i bilâd ahvâl-i umumiyesinden
bahseden fenne tatbikan icra-yı tetkikât etmiĢler. Hatta Türklerle
muaneseti meyhane âlemlerine kadar vardıran Amerika
yadigârlarından biri New York'ta neĢrolunan Comic-Revieıv nam
mecmua-i mudhikeye yazmıĢ olduğu makale-i mahsusada ahvâl-i
fizyolojiye göre birtakım yerler göstermiĢtir. Bu muharririn kavline
nazaran Ģehrimizde:
Görülür görülmez kemâl-i hayretle gülünecek ve gülündükçe kahkahaların
büyüyeceği yerler: Tiyatrolarla matbaaların dahili.
Ağlayacak ve zorla gözlerden yaĢ getiren mahaller: Balık ve patlıcan vaktinde bakkal
dükkânları önleri.
AkĢamdan uykusuz kalanlara mahsus kestirme tabir olunan mızganacak mahaller:
Kadıköyü'nün 4 ve 5 numaralı vapurlarıyla Haliç çektirmeleri ve
tramvaylar.
Kavga çıkan mahaller: Köprü baĢlarıyla ġirket-i Hayriye bilet barakaları.
Mide hastalığına kuvvet veren yerler: Alelumum lokantalar.
Ġshal ve basur ve barsak ufunetine ilaç satılan dükkânlar: Fatih kasaphaneleri.
ġehrin kutb-ı Ģimalîye tesadüf eden kısmı: ġimdilik kömür depoları.
Melbûsât mağazaları: Batpazarı (Bitpazarı).
Def-i sekre medar olan müdâvât-ı ibtidaiye mahreçleri: Küfe.
Görünür kazalar: Muhacir arabaları.
Kaza ve kaderin ekser gezindiği taraflar: Bahçe havaleleriyle duvarları.
DüĢüp kafa göz yarılan, bacak kırılan, kol incinen yerler: Sokaklar.
Para verilen mahaller: Dükkânlar.
Beyhude para alınan mahaller: Köprü, Kadıköy vapurları.
Geceleyin iĢleyen tramvay: Tünel.
Gürültüsü nisbeten az olan mahal: Kadınlar hamamı.
Alafranse taam edilen yerler: Yani, Nikoli, Löbon, Isponek, Kafe do Süis,
Gambrinoz, Bertoli birahaneleri.
Alaalman cimnastik mahalleri: Aksaray'dan Topkapı'ya ve Samatya'ya giden büyük
caddeler.
Alarus tiril tiril titremlen mahaller: Köprü üzeri, baĢmuharrir odası, Rumeli
Ģimendiferi vagonları.
Kulelerin göremediği duman çıkaran yerler. Sigara ağızlıklarıyla pipolar.
Sulak yerler: KuruçeĢme, ÇukurçeĢme, AynalıçeĢme, SelamiçeĢmesi, haftada iki defa
terkos boruları.
Kurak yerler: Balıkpazarı, YemiĢ, Unkapam, Cibali, Ayakapısı, Fener, Hasköy.
Ciyâdet-i havasıyla meĢhur olan yerler: KazlıçeĢme, Kurbağalıdere, Balat,
KasımpaĢa,
Alaturka darü'l-musahabât: Mahalle kahveleri, sokak içleri, çarĢı, köprüdeki intizâr
salonları.
AlıĢveriĢ mahalleri: Hanaki, Mezon Ruso, Kafe do Komers'in gizli odaları;
Konkordiya'nın rulet dairesi, Pale KristaPin iç salası, Tokatlıyan'ın
yukarısmdaki bir nev'i hücre, DoğruyoPda sabahlan meçhul bazı
mesâkin-i hususiye.
Yağcı esnafı: Kumarbaz yardakları.
Miktarı günden güne tezâyüd eden nüfus: Dilencilerle arabacılar.
Yolda serbest yürüyenler: Hamallar.
Kuttâ-i tarik: Köpekler.
Soyucu esnafı: Düzinesini on beĢe satan, likidasyon ilân eden Ģık mağazalar-
la
Tünel baĢındaki mezathane.
Ot pazarı: ĠĢtayn, Mayer, Viktor Tring, Goldenberg.
Attariye ve envâ-i tuhafiye dükkânı: BonmarĢe.
Antika: Galata Kulesi.
Tahte'z-zemin bulvarlar: Eyüp, Karacaahmet, Edirne, Mevlevihane kapıları.
Ġç deniz: Haliç, yağmurlu havalarda yol ortaları.
DıĢ deniz: Marmara ve havalisi....
Ahmed Rasim, Şehir Mektupları, 3-4, ist., 1992, s. 17-19
Bibi. R. E. Koçu, Ahmet Rasim, ist., 1938; S. Hizarcı, Ahmet Rasim, Ġst., 1953; H.
YücebaĢ, Ahmet Rasim, Aşkları, Hatıraları,, Ġst., 1957;
A. S. Levend, Ahmet Rasim, Ankara, 1965; Ġ.
B. Sürelsan, Ahmet Rasim ve Musiki, Ankara,
1977; ġ. AktaĢ, Ahmet Rasim, Ankara, 1987;
ġ. AktaĢ, Ahmed Rasim'in Eserlerinde İstan
bul, Ġst., 1988; M. Gökman, İstanbul'u Yasa
yan ve Yaşatan Adam Ahmet Rasim, 2 c.,
Ġst., 1989.
NURĠ AKBAYAR
131 AHMED RATĠB PAġA KÖġKÜ
AHMED RATĠB PAġA KÖġKÜ
Anadolu yakasında Küçükçamlıca sem-tindedir. 1985'e kadar Çamlıca Kız Lise-si'nin
eski binasının yatakhanesi olarak kullanıldı. Halen koruma altında
olup restore edilmektedir.
1892-1908 yılları arasında Hicaz valisi ve kumandanı olarak görev yapmıĢ olan
MüĢir Ahmed Ratib PaĢa tarafından dönemin tanınmıĢ mimarı
Kemaleddin Bey'e yazlık köĢk olarak yaptırılmıĢtır.
Yapı, büyük bir özenle pahalı ve değerli malzeme ile gerçekleĢtirilmiĢ, mobilyaları
Viyana ve Paris'ten getirtilmiĢ; ancak Ratib PaĢa ve ailesi köĢkte hiç
oturamamıĢtır. Yapımı ve döĢenmesi bittiği sırada II. MeĢrutiyet ilan
edilmiĢ; Ratib PaĢa'nın görevine son verildiği gibi mallarına da el
konulmuĢtur.
KöĢk, 1909 yılında büyük bahçesi ve müĢtemilatıyla birlikte dönemin maarif nazırı
tarafından satın alınmıĢ, önce Viyana Theresianum Kolejleri
modelinde özel bir kız okulu kurularak ona tahsis edilmiĢ ve
Almanya'dan öğretmenler getirtilmiĢtir. Kısa süren bir denemeden
sonra bu pahalı ve özel model terk edilmiĢ ve Çamlıca Ġnas Sultanisi
adıyla yeni bir okul açılmıĢtır. KöĢk, Cumhuriyet'in kuruluĢundan
sonra da okul olarak iĢlevini sürdürmüĢtür.
KöĢk, kagir bir bodrum kat üzerine üç katlı ahĢap bir yapıdır. Kuzeydoğu-güneybatı
doğrultusunda yerleĢtirilmiĢ 24x53 m boyutlarında bir dikdörtgen
tabana oturan yapının aksiyal ve simetrik bir kuruluĢu vardır. Orta
(ana) eksen üzerinde yer alan giriĢ, üç kollu bir merdiven grubuyla
vurgulanmıĢtır. Bu ana giriĢ, merdivenlerden ve antre hacminden
sonra haçvari planlı büyük bir hole açılmaktadır. GiriĢin tam
karĢısında çift kollu anıtsal bir merdiven, büyük binayı uzunlamasına
kat eden geniĢ bir koridor ve ona açılan oda ve salonlardan oluĢan eĢ
planlı yan kanatlar uzanmaktadır. Bu kanatların ucunda ve yan
cephelerde, muhtemelen harem ve selamlık giriĢlerine hizmet eden,
yine eĢ biçim ve düzende kapılar ve merdivenler bulunmaktadır. Bu,
harem-selamlık düzeni ile simetrik plan konseptinin bir denkdüĢüm
örneği olarak düĢünülebilir.
Eksendeki anıtsal merdivenle ulaĢılan üst katta geniĢ bir salon-hol ve karĢıda geniĢ
balkonuyla bahçeye açılan büyük bir kabul salonu vardır. Büyük
salon-hol, iki kat yüksekliğindedir; bu ikinci kat, büyük salonu
çevreleyen galeriler halinde düzenlenmiĢ ve üstü renkli camlarla
bezemeli ve metal strük-tüıiü bir örtüyle örtülmüĢtür.
Betimlenen bu aksiyal ve simetrik Ģema, klasisist bir tasarım anlayıĢını
tanımlamaktadır. Ne var ki, plan düzeyindeki bu konsept, yapı
kitlesinin biçimleniĢinden cephelerin düzenleniĢine, yapım
tekniğinden dekoratif desenlerin seçimine kadar önemli değiĢikliklere
uğramaktadır. Kitlenin plandan gelen altyapısı, çok sayıda çıkma ve
balkonla,
AHMED REFĠK
132
133
AHMED VEFĠK PAġA
rih okuttu. 1863-1865 arasında Anadolu sağ kol müfettiĢi olarak Bursa ve
Balıkesir'de olumlu iĢler baĢardı. Örneğin Bursa'ya, görevinden dolayı
"MüfettiĢ Suyu" denen kaynak suları akıttı. 1865-1871 arasında
görevsiz olarak Rumelihi-sarı'ndaki köĢkünde oturdu. Moliere'-den
adaptasyon ve çeviriler yaptı, Ta-rih-i Osmanî adlı, istanbul ve taĢra
okullarında uzun süre okutulan ilk tarih dersi kitabı ile Atalar Sözü'nü
yazdı. 1871'de, önce rüsumat emini, 4 ay sonra da sadaret müsteĢarı
oldu. Sert tutumu nedeniyle buradan Maarif Nezare-ti'ne atandı.
1873'te getirildiği ġûra-yı Devlet üyeliğinden açığa alındı ve üç yıl
yine görevsiz kaldı. Bilimsel ve çeviri çalıĢmalarını sürdürdü ve
Lehçe-i Osmanî'yi hazırladı. 1876'da Petersburg'-da toplanan Doğu
Bilimcileri Kongre-si'ne Türk delegesi olarak katıldı. 1877'de, ilk
Meclis-i Mebusan'a istanbul mebusu seçildi. 5 ġubat 1877'de Meclis
reisliğine atandı. 20 gün sonra vezirlik rütbesi verildi. "Bana 20 yıldır
bu onurlu rütbe teklif ediliyor. Mazeret bildirip kabul etmedim. Bu
sefer, padiĢahın meclis hakkındaki teveccühünün belirtisi olduğu için
sevinerek kabul ettim." dediği bilinir. Meclis oturumlarını çok sert ve
kırıcı yönetti. Midhat PaĢa'mn kurduğu Hediyye-i Askeriye
Cemiyeti'ni kapattı. Meclis tatile girince Edirne Vali-liği'ne
gönderildi. Üç ay sonra döndü. Ayan üyesi oldu. Bir ay kadar, ikinci
kez maarif nazırlığından sonra 4 ġubat 1878'de dahiliye nazırlığı da
üzerinde olarak "baĢvekil" unvanıyla sadrazamlığa atandı.
O sırada istanbul en buhranlı günlerini yaĢamaktaydı. Edirne'yi iĢgal eden Rus
orduları baĢkente doğru ilerlemiĢ, Büyükçekmece, ateĢkes hattı olarak
belirlenmiĢti. ġiddetli bir kıĢ vardı, istanbul, Rumeli'den kaçan iki yüz
bin dolayında aç, çıplak, hasta ve sahipsiz, Türk-Müslüman göçmenle
dolmuĢtu. Bunları donmaktan korumak için tüm camiler, hanlar,
hamamlar açılmıĢtı. SavaĢ koĢulları yüzünden bütçe olanakları
tükenmiĢti. Kâğıt paranın değeri gün gün düĢmekte, fiyatlar
yükselmekteydi. Fırınlar kapalıydı, istanbullular, kolluk güçleri, hattâ
saray hademeleri, Fatih, Beyazıt, Sultanahmet meydanları ile Sirkeci
çevresindeki yarı donmuĢ, yollarda yatan göçmen çocuklarını
sırtlarında evlere taĢımaktaydılar. Âhmed Vefik PaĢa, ödünsüz ve
tehdit edici yöntemlerle vilayetlerden para getirtti. Göçmenlerin
çoğunu, Anadolu'ya gönderip iskân ettirdi. Halk bunlara "93
Muhacirleri" demiĢtir, istanbul'un iaĢe ve geçim koĢullarını büsbütün
zorlaĢtıran nüfus yükünü bir ölçüde hafifletti. Halk ve ordu için iaĢe
temini önlemleri aldı. Fakat herkeste Rusların kenti iĢgal edecekleri
korkusu vardı. Bu sırada, ingiltere'nin, Ġstanbul'daki uyruklarını
korumak için Boğaziçi'ne bir filo gönderme giriĢimi, ikinci dönem
çalıĢmalarına baĢlamıĢ olan Meclis-i Mebusan'ı karıĢtırdı. Ah-
med Vefik PaĢa, ingiltere'yi bu kararından caydırtamadı. Rusya ise böyle bir durumda
istanbul'a bir tümen asker sokacağını duyurdu. Yıldız Sarayı'nda
toplanan Meclis-i Fevkalade'de, ya savunma savaĢına veya barıĢçı
yoldan Rus tümeninin giriĢine karar verilmesi konuĢuldu, ikinci öneri
benimsendi. Ancak, Ġngiltere ile Rusya anlaĢtıklarından Rus birlikleri
YeĢilköy'de karargâh kurmakla yetindiler. Rusya'nın ağır antlaĢma
koĢullarını hafifletmek için Ahmed Vefik PaĢa çaba harcadı ve
donanmanın teslimini önledi. 3 Mart 1878'de BarıĢ Ant-laĢması'mn ön
protokolü imza edildi. Ahmed Vefik PaĢa, bitmez tükenmez
tartıĢmaların geçtiği Meclis'i süresiz tatile sokan II. Abdülhamid'i, en
azından, bazı mebusların tutuklanması kararından caydırdı. Fakat bu
kez, padiĢah, kendisine "ġehremini Rasim PaĢa ile Re-Ģad Efendi'yi
(Sultan) tahta geçirmek için istanbul'daki göçmenlerden fedailer
grubu oluĢturmaktadırlar!" savını içeren
Ahmed Vefik PaĢa
İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı
bir jurnal sunulunca 19 Nisan 1878 tarihinde Ahmed Vefik PaĢa'yı baĢvekillikten
uzaklaĢtırıp Bursa valiliğine atadı. Bu görevi üç yıl sürdü.
Bursa'daki hizmetleri ve açtığı tiyatro unutulmamıĢtır. Ġstanbul'a maliye nazırına
çektirdiği bir telgrafta, istenen parayı gönderemeyeceğini aynen "Para
denilen b..., bu vilayette yok!" sözleriyle bildirmesi; hükm-i karakuĢi
denen, yasaya, olagelene uymaz tutumu sonucu 1882'de azledildi.
Buna iliĢkin Meclis-i Vükela (Bakanlar Kurulu) kararında, merkezden
atanan kamu görevlilerini iĢe baĢlatmamak, yetkisi yokken kaymakam
azletmek, tiyatro biletlerini zorla sattırmak, kimi memurlara maaĢ
verdirmemek, müfettiĢlere hakaret etmek vb suçlamalar yer alıyordu.
30 Kasım 1882'de ikinci kez atandığı baĢvekillikten iki gün sonra azledilince bundan
çok alındı. Bir daha görev kabul etmemek kararlılığı ile Rumelihisa-
rı'ndaki köĢküne çekildi. Dokuz yıl boyunca âdeta yoksul yaĢadı. Bu
durumda öldü. Ġstanbul gazeteleri ertesi gün ölüm haberini "Bir
müddettir müptela olduğu hastalıktan rehâyâb olamayarak 20 Mart
1307/1 Nisan 1891 günü Rume-lihisarı'nda kâin sâhilhânesinde
tekmil-i enfas eylemiĢdir. Hastalığında Zât-ı Hazret-i ġehriyarî
(padiĢah II. Abdülha-mid) birkaç defa Mâbeynden ahvalini
sordurmuĢdu" vb cümlelerle verdiler ve yaĢamöyküsünü sansür
korkusuyla çok kısa geçtiler. Serveti, yalısındaki 15 bin nadir
kitabından ibarettir. Eyüp'teki aile kabristanına değil de
Rumelihisarı'ndaki Kayalar Mezarlığı'na gömülmesi, sonradan
birtakım yorum ve yalanlara bağlanmıĢtır. Sözde, korusunu Robert
Ko-lej'e sattığı için, Abdülhamid "oraya gömün de çan sesleri
dinlesin!" demiĢ.
Tanzimat ricali denen kiĢilikli kadro içinde Ahmed Vefik PaĢa'nın asıl farklı ve üstün
yönünü bir kültür adamı oluĢu ortaya çıkarır, istanbul'a çağdaĢ Batı
tiyatrosunun gelmesine öncülüğü o yapmıĢ, öte yandan
adaptasyonlarında Anadolu Türkçesine de yer vererek istanbul
kültürüne egemen Osmanlıcaya karĢı arı Türkçeyi kendi eserlerinde
cesaretle kullanmıĢtır. 18ö8'den baĢlayarak istanbul'da sahnelenen,
Zor Nikâh, Zoraki Tabip, Yorgaki Dandini, Merakı, Okumuş
Kadınlar, Kocalar Mektebi vb çeviri ve uyarlamalarına istanbullular,
kahkahalarla gülmüĢler, bu sayede tiyatroya ısınmıĢlardır. Halk ve
istanbul kültürüne, dil-sözlük ve tiyatro alanlarındaki katkıları
büyüktür. Lehçe-i Osmanî adlı sözlüğü bir baĢyapıttır. Kendisi bu
çalıĢmalarını, Türklerin dil, edebiyat, kıyafet ve sanat bakımından
bağımsız bir ulus olarak canlanmalarına bir hizmet biçiminde
yorumlamıĢtır. Moliere'den yaptığı çeviri ve adaptasyonlar öylesine
baĢarılıdır ki, "Ahmed Vefik PaĢa, eserlerini Moliere'e yazdırtmıĢ!"
denilmiĢtir. Fransızca, Ġngilizce, italyanca, Grekçe, Arapça ve
Farsçayı çok iyi bilen, Rusça, Ibranice, Çağataycayı anlayan ve
okuyan Ahmed Vefik PaĢa'nın, Voltaire'den 'Micromegas (Hikaye-i
Hikemiye-i Mik-romega), Fenelon'dan Telemak, la Sa-ge'den Cilblâs,
Santillâni'den Sergüzeşt, V. Hugo'dan Ernani çevirileri o dönem için
önemli yenilikler olmuĢ, Ġstanbul aydınları, bu eserlerin 2., 3-, 4.
basımlarını aramıĢlardır. Ġstanbul okullarında okutulan ilk Osmanlı
tarihi ders kitabı olan Târih-i Osmanî / Fezleke-i Târih-i Osmanî,
Osmanlı padiĢahlarını, övgülere yer vermeksizin, dönemlerindeki
olayları özetleyen ve bir imparatorluğun anatomisini içeren özgün bir
eserdir.
Vezirlerin, paĢaların padiĢaha ve birbirlerine dalkavukluk ettikleri bir dönemde
kimseden çekinmeyen, kimseye boyun eğmeyen, bilgisinden emin, u-
lusçu kiĢiliği ile herkesle ters düĢmesi
doğaldı. O nedenle de farklı bir Ġstanbul efendisi ve Osmanlı paĢası olarak yaĢamının
son yıllarını, Ġstanbul'un ilk büyük ve özel ihtisas kütüphanesini
içeren evinde geçirdi. Kütüphanesi Ġstanbul'daki özel kitap
koleksiyonlarının en değerlisiydi. 1893'te bir Amerikalının almak
istediği bu kitaplığı, vârisleri satmadılar. 314 sayfalık bir katalogu
Bağ-datlıyan tarafından yayımlandı. Buna göre ad olarak 3.851 eser,
cilt ölçeğiyle de 6.000 dolayında kitap saptanmıĢtır. Bunlar arasında
nadir yazmalar, Çağatayca, Farsça, Arapça, Türkçe, Latince, Ġngilizce,
Fransızca ve baĢka dillerden eserler bulunuyordu. Bu eĢsiz kütüphane,
daha sonra küçük partiler halinde satılıp dağıtılmıĢtır.
Ahmed Vefik PaĢa'nın, herkesten fazla alafranga olması gerekirken herkesten çok
ulusçu ve gelenekçi olması, kiĢiliğini öne çıkartan tipik davranıĢları,
bir dizi anekdota konu olmuĢtur. Onu yakından tanıyanlardan tarihçi
Abdurrahman ġeref "Sokakta dilenci kıyafeti ile dolaĢ-sa hiç
tanımayan birisi, bu adam vezirdir, diye hükmedebilirdi" der. Evinde,
eĢine Türk usulü ferace ve çedik giydirmesi, ailesini alafranga
modalardan uzak tutması meĢhurdur. Yine A. ġeref, onunla ilgili
anılarında "Son yıllarda üç dört ayda bir kendisini görmeye giderdim.
Gerçekten zengin bir insan değildi. Her ay ödenmeyen emekli aylığı,
çok yalınkat olan evinin geçimine yetmiyordu. EĢya eskimiĢti. Hattâ
minder örtüleri yamalı idi. Küçülmemek için ne aylığına zam ve ne de
geçmiĢ maaĢlarının ödenmesini istemiĢtir... Farklılığı sırf gönül
tokluğu değildi. Sevmediklerini mevkilerine bakmadan apaçık
aĢağılardı. HoĢlandıklarına da toz kondurmazdı. Ġri püsküllü büyük
fesi, yuvarlak çehresi, korku ve saygı duygularını bir arada
uyandırırdı..." der. Onun için döneminde "BaĢaĢağı kütüphane", "Her
tarafı dikenli bir yuvarlak", "Binek taĢı iriliğinde pırlanta" denmiĢtir.
Devlet memurlarının rüĢvete bulaĢmıĢlarını çerçöpten sayar,
ahmakları ve yeteneksizleri bile bunlardan üstün tutarmıĢ. Çoğu
çevrelerce "deli" bilinirmiĢ. Ahmed Vefik PaĢa ise yakınlarına
"Kendime deli dedirtinceye kadar neler çektim!" dermiĢ. Bayram
tatilini kaldırması, kızdıklarını hapsettirmesi, kovması, esnafa
borcunu ödemeyen bir bürokratın atını sattırması, Bursa valiliğindeki
garip icraatı, alaycılığı, fesi, fesinin püskülü, takkesi, ayakkabıları,
gözlüğü, gecelik entarisi vb onun ilginç özelliklerindendi.
Bibi. Ġnal, Son Sadrazamlar, I; Abdurrahman ġeref, Tarih Musahabeleri, ist., 1339,
s. 223-234; I. Hikmet (Ertaylan), Ahmet Vefik Paşa, Ġst., 1932; F. A.
Tansel, "Ahmed Vefik PaĢa", Belleten, no. 109, 110, 113, (1964-
1965); M. Z. Pakalın, Ahmed Vefik Paşa, Ġst., 1942; M. Uraz, Ahmed
Vefik Paşa, Ġst., 1944; A. H. Tanpınar, "Ahmed Vefik PaĢa", lA, I,
207-210; O. Köprülü, "Ahmed Vefik PaĢa Kütüphanesinin Katalogu
Hakkında", Türk Kültürü, ġubat 1971, s. 100.
NECDET SAKAOĞLU
AHMED ZĠYAEDDĠN EFENDĠ TEKKESĠ
bak. GÜMÜġHANEVÎ TEKKESĠ
AHMED ZĠYAEDDĠN GÜMÜġHANEVÎ
(1813, Gümüşhane - 13 Mayıs 1893, İstanbul) NakĢibendîliğin Halidî koluna mensup
mutasavvıf.
GümüĢhane'de baĢladığı eğitimine sırasıyla Trabzon ve 1831'de geldiği istanbul'da
devam etti. Önce Bayezid ardından Mahmud PaĢa medresesinde
okudu ve burada Kürt Hoca lakabıyla tanınan NakĢî ġeyhi
Abdurrahman el-Harputî'nin (ö. 1851) öğrencisi oldu. 1844'te
müderrislik icazeti aldı ve aynı yıl Bayezid medresesinde ders
vermeye baĢladı. 18ö3'te ilk hac yolculuğuna çıktı. 62 yaĢında iken
ġeyhülharem Meh-med Emin PaĢa'mn kızı Havva Seher Hanım ile
evlenen GümüĢhanevî, 1877'de Osmanlı-Rus SavaĢı'na katılarak
Batum cephesinde çarpıĢtı. Ertesi yıl ikinci defa hacca gitti ve
dönüĢünde bir süre Mısır'da kaldı. 1878'den vefatına kadar istanbul'da
kendi adıyla anılan tekkesinde tarikat faaliyetlerini sürdürdü. Mezarı,
Süleymaniye Camii naziresinde, Kanuni Sultan Süleyman Türbe-si'nin
kıble duvarı bitiĢiğindedir.
Ahmed Ziyaeddin Efendi, medrese eğitimi gördüğü yıllarda tasavvufa da ilgi
duymuĢ, Ġstanbul'daki çeĢitli NakĢî tekkelerine devam ederek
sohbetlere katılmıĢtır. Bu NakĢî merkezlerinden Üsküdar'daki
Alacaminare Tekkesi'nde Mevlana Halid'in halifelerinden Abdül-
fettah Ukarî (ö. 1864) ile tanıĢması ve onun aracılığıyla TrablusĢam
müftüsü olarak tanınan Ahmed Ervâdî'ye (ö. 1858) intisap etmesi,
Halidîliğin Ġstanbul'da örgütlenmesi açısından bir dönüm noktasıdır.
1848'de gerçekleĢen bu intisap sonucunda GümüĢhanevî, Halidî
hilafetinin yanısıra NakĢî, Müceddidî, CeĢtî, Mahzarı, Desûkî, Kadiri,
Kübrevî, ġazelî, Halveti, Sühreverdî, Bedevi ve Rıfaî tarikatlarından
da icazet almıĢ, "Ca-miu't-turuk" bir Ģeyh olarak yetiĢtirdiği
müritlerine, tasavvuftaki eğilimlerine göre bu tarikatlardan icazet
vermiĢtir.
GümüĢhanevî'nin mensubu bulunduğu Halidî tarikatı, 19. yy'da NakĢibendîliğin
Ġstanbul'daki en etkin koludur. Aslen ġafiî mezhebinden olan Mevlana
Halid'in (ö. 1826) kurduğu bu tarikat, Kuzey Irak'taki Süleymaniye'de
kökleĢmiĢ, Basra, Kerkük, Erbil, Diyarbakır, Cizre, Mardin ve Urfa
gibi Kürt nüfusunun yoğun Ģekilde bulunduğu yerleĢim bölgelerinde
hızla yaygınlaĢmıĢtır.
19. yy baĢlarında Mevlana Halid'in halifeleri Muhammed Salih ve Abdül-vehhab
Sûsî tarafından istanbul'a getirilen Halidîlik, baĢta ġeyhülislam
Mekkî-zade Mustafa Âsim Efendi, Namık PaĢa ve Necib PaĢa gibi
devlet adamlarından yakın destek görmüĢ, HocapaĢa'da Saf-vetî,
Eyüp'te Hüsrev PaĢa, Halıcılar'da Feyzullah Efendi ve ÇarĢamba'da
Ġsmet
Efendi tekkelerinde faaliyete geçerek istanbul'un mistik hayatında önemli rol
oynamıĢtır. Ancak II. Abdülhamid'in doğudaki Kürt aĢiretlerini
denetlemek amacıyla Halidîliği himaye etmesi, tarikatın zamanla
siyasi iĢlevini ön plana çıkartmıĢ ve bu yüzden mensupları, Babıâli
tarafından sürekli takibata uğramıĢtır.
Önceleri Mahmud PaĢa Medresesi'n-deki hücresinde yakın çevresine tarikat telkini
yapan Ahmed Ziyaeddin Efendi, müritlerinin kalabalıklaĢması
nedeniyle 1859'dan itibaren Cağaloğlu'ndaki Fatma Sultan Camii'ni
merkez olarak seçmiĢ Halidîliğin diğer NakĢî grupları içindeki varlığı
bu tarihten sonra önem kazanmıĢtır.
GümüĢhanevî Tekkesi'ni(->) oluĢturan Fatma Sultan Camii, daha önce burada mevcut
bulunan Piri Ağa Mesci-di'nin yerine 1727'de Damat ibrahim PaĢa'nın
eĢi Fatma Sultan tarafından yaptırılmıĢtır. 1826'da çıkan HocapaĢa
yangınında harap olan yapı, 1827'de yeniden inĢa edilmiĢ ve 1859'da
Ahmed Ziyaeddin Efendi tarafından Halidî usulünce "Hatm-i
hâcegân" icra edilen bir tekkeye dönüĢtürülmüĢtür. 1875'te harem ve
selamlık daireleri ile derviĢ hücrelerinin eklenmesiyle son Ģeklini alan
tekkede GümüĢhanevî'nin vefatından sonra Hasan Hilmî Efendi (ö.
1911), Ġsmail Necatî Efendi (ö. 1918), Ziyaeddin Ömer Efendi (ö.
1920) ve Mustafa Feyzi Efendi (ö. 1926) postniĢinlik görevini
üstlenmiĢler ve tekke 1925'te çıkartılan 677 sayılı kanun gereği bu son
Ģeyhin zamanında kapatılmıĢtır. Cumhuriyet döneminde kadro harici
bırakılan Fatma Sultan Camii ve GümüĢhanevî Tekkesi bir süre
valiliğin yatakhane ve elbise deposu olarak kullanılmıĢ, 1957'de ise
yol açma gerekçesiyle yıktırılmıĢtır.
Günümüz Ġstanbul'unda varlığını sürdüren NakĢî grupları arasında GümüĢhanevî'nin
tarikat silsilesine bağlı olan Halidîlik, en etkili olanıdır. GümüĢhanevî
Tekkesi'nin son Ģeyhi Mustafa Feyzî Efendi'nin halifesi Mehmed
Zahid Kotku (ö. 1980) tarafından Fatih'teki Ġskender PaĢa Camii'nde
örgütlenen bu NakĢî kolu, özellikle 1950'ler-den sonra Ġstanbul'a göç
eden taĢralı esnaf tabaka arasında hızla yaygınlaĢmıĢ, dönemin
partileriyle yakın iliĢki kurarak siyasi bir kimlik kazanmıĢtır.
Kotku'nun damadı ve halifesi Prof. Dr. M. Esad CoĢan'a bağlı olarak
halen faaliyetini sürdürmektedir.
Ahmed Ziyaeddin Efendi'nin tasavvuf anlayıĢı, NakĢîliğin ana ilkelerine sadık
kalarak geliĢtirdiği hadis, fıkıh ve akaid ağırlıklı bir düĢünce sistemi
içinde ĢekillenmiĢtir. Halvete ayrı bir önem veren müritlerini riyazatla
eğiten GümüĢhanevî, eserlerini Arapça kaleme almıĢ olup bunlardan
Camiü'l-Usûl, baĢta NakĢîlik gelmek üzere diğer tarikatlar-daki adap
ve erkânı da inceleyen temel bir kaynaktır.
Bibi. Ayyansarayî, Hadîka, I, 156; Tarih-i Lutfî, I, 286-287; Süleyman Zühdî Halidî,
AHMEDĠYE KÜLLĠYESĠ
136
13',
AHMET HAġĠM
Ahrida Sinagogu'nun içinden bir görünüm. Ön planda teva (dua kürsüsü). Naim
Güleıyüz
ara kapı da bu iddiayı doğrular mahiyettedir. 1992 restorasyonunu üstlenen yüksek
mimar Hüsrev Tayla çalıĢmalarını binadaki mimari bulgulara uyan 17.
yy mimari tarzını ve iç tezyinatını göz önünde tutarak düzenlemiĢtir.
Ahrida Sinagogu Balat sinagoglarının en büyüğü ve görkemlisidir. Tuğla ve yığma
taĢ sinagogun teva'sı (dua kürsüsü) bir gemi pruvasını andırır. Bir
rivayete göre bu profil Nuh'un gemisini anımsatmakta, bir baĢka
rivayete göre ise Sefaradları (ortaçağ Ġspanya Yahudileri) Ġspanya'dan
Osmanlı Ġmparatorluğu'na getiren kadırgaları simgelemektedir.
1693'te geçirdiği bir yangın felaketi sonucu harap olan Ahrida Sinagogu 10 Mayıs
1694 fermanı ile yenilenmiĢ, Stei-ner isimli bir gezginin ifadesine
göre
Osmanlı
ordusunun
zaferi için
18 Mayıs 1877
günü Ahrida
Sinagogu'nda
düzenlenen
tören.
L'IUustration,
2 Haziran 1877
Naim Güleıyüz
ġehir hayatında usul usul bir ikilik belirmektedir. Boğaziçi'nde bütün yaz,
görkemlerinden çok Ģey yitirmiĢ yalılarda, düĢkün Ruslar ve
Yahudiler eğlenmektedir. Onlar denizden ve güneĢten yararlanırlar.
"Mülkün sahipleri"ne gelince, iskele kahvelerinde, bakımsız köĢelerde
nargile çekmekte, "fincan fincan" kahve içmekte, gülüp eğlenenlere
kızmaktadırlar. Rumeli sahili "musikîli. parıltılı'yken Anadolu yakası
her gece gamlı bir karanlığa bürünür. "Oteller, kulüpler, gazinolar,
meyhanelerle dolu, cazbandı ve balom alafranga Ada"da yeni devrin
zenginleriyse eğlenceyi, "rakı sofraları ve kumar masaları"nda
aramaktadır. ġimdi Ġstanbul'u saran, alaturka ve alafranga
yaĢayıĢlarda, yoğun bir can sıkıntısı, tehlikeli bir üretimsizliktir
("Sayfiyelerden Dönenler", 1924).
Ġstanbul'da durgun, ölgün, isteksiz bir kültür-sanat hayatıyla karĢılaĢılır: "Süleyman
Nazif'in mezarı hâlâ" yapılmamıĢtır; fakat zaten "bu gibi aç ölenlerin
çürümüĢ kemiklerine mermerlerden bir köĢk yapmaya kalkıĢmaktan
ne çıkar?" ("Süleyman Nazif'in Mezarı", 1928). "Ertuğrul Muhsin'in
Amerika'ya ansızın gidiĢiyle" Darülbedayi'de yeni tiyatro mevsimi
pek zayıf açılmıĢtır. "Hayatı bir tek adamın mukadderatına" bağlı
kaldıkça böyle bir sanat kurumundan söz açmak da olasızdır
("Darülbe-dayi", 1928).
Gitgide ironik bir ifadeye bürünen yaklaĢımlarda, Ahmet HaĢini'in Ģehir hayatının
yeniliklerinde kofluğu, yalın-katlığı gördüğü sezilebilir. "Yarım
yamalak tarihî bilgilerin ve ham bir zevkin kaynaklarından akıp
gelen" Ġttihat ve Terakki siyaseti, mimaride türbeyle medresenin
taklidini uygun bulmuĢtur. "ĠĢte o tarihten beridir ki Ġstanbul'un her
tarafında bu biçim binalar inĢa etmek ve bu mimariye de 'millî mimari
rönesansı' ismini vermek âdet" olmuĢtur ("Mürteci Mimari", 1926).
Ġstanbul'a iliĢkin, bu türden, sayısız eleĢtirel değinme, önsezili endiĢeler, yönetim
katlarmca ilgiye değer bulunmadığından, Ahmet HaĢim'in Ģehir
yazıları güncelliğini hâlâ korumaktadır. Bibi. Y. K. Karaosmanoğlu,
Ahmet Haşini, ist., 1934; Y. K. Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat
Hatıraları, Ankara, 1969; A. ġ. Hisar, Ahmet Haşim / Şiiri ve Hayatı,
ist., 1963; Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri,
ist., 1979.
SELĠM ĠLERĠ
AHRĠDA SĠNAGOGU
Balat'ta Kürkçü ÇeĢme Sokağı'ndadır. 15. yy baĢlarında kurulan sinagog adını
kurucularının Osmanlı Ġmparatorluğu'na göç ettiklerinde ilk
yerleĢtikleri yer olan Makedonya'daki Ohri Kasabası'ndan alır.
Bugünkü bina 15. yy'da yapılmıĢ ilk bina olmayıp bir rivayete göre
daha önce mevcut yan yana iki sinagogun aralarındaki duvarın
yıkılarak birleĢtirilmesiyle oluĢmuĢtur. Ahrida'nın son restorasyonu
sırasında ortaya çıkan arka
de 1709 ve 1823'te tekrar onarım görmüĢtür. Sinagogun giriĢ kapısının üzerinde
okunan 5641/1881 tarihi binanın önemli onarımlarından birini
belgelemektedir.
Sinagogun bahçesinde bir midraş (medrese) bulunmaktadır. Sinagogun arka duvarına
bitiĢik daha önce mevcut Yahudi okulunda 1912 yılında Türkçe,
Ġbranice ve Almanca eğitim yapıldığı ifade edilmektedir.
Belgelenmeyen bir iddiaya göre sinagogun altında nereye kadar
uzadığı belli olmayan bir gizli geçit bulunmaktaydı. 1910'lu yıllarda
bazı yöneticilerin kazı yaptıkları ve gerçekten bir demir kapı ile
karĢılaĢtıkları, ancak belirsiz bir yönde ilerlemekten çekinip kazıyı
kapattıkları söylenmektedir. 17. yy'da kendini mesih ilan eden Sabetay
Sevi'nin Ġzmir'den Ġstanbul'a geldiğinde içinde vaaz verdiği söylenen
Ahrida Sinagogu'nun geçmiĢindeki anlamlı anılardan biri de 1877-
1878 Os-manlı-Rus SavaĢı'na katılan Osmanlı ordusunun zaferi için
18 Mayıs 1877 günü düzenlenen ve Sadrazam Ġbrahim Ed-hem PaĢa
ile devlet ricalinin de katıldığı dua törenidir.
1926 ve 1955'te kısmen onarım gören yaklaĢık 350 kiĢi kapasiteli Ahrida
Sinagogu'nun 1992 restorasyonu sırasında elden geçirilen tavan
kaplamalarının altında, binanın kuruluĢ döneminden kalma orijinal
tavan süslemelerini bulmak mümkün olmuĢtur. Ahrida Sinagogu iki
yıl süren titiz bir çalıĢma sonunda 19
Kasım 1992 günü düzenlenen bir törenle tekrar hizmete girdi. Balat Yahudi
yaĢamının görkemli günlerinde sayısız düğün ve kutlama töreninin
icra edildiği Ahrida Sinagogu, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Kurulu'nun 8.6.1989 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanmıĢ olan
16.9.1987 tarih ve 3618 sayılı kararı ile (sıra no. 128) koruma altına
alınmıĢtır.
NAĠM GÜLERYÜZ
AĠLE -\
Ana, baba, çocuklar ve aile biçimine göre değiĢen sayı ve nitelikte kan
akrabalarından oluĢan; tarihsel, kültürel, dinsel, ekonomik etkenlere
göre biçimlenen; neslin devamını, yeni kuĢakların yetiĢtirilmesini ve
topluma katılımını sağlayan ekonomik ve toplumsal birlik.
Tarih boyunca çeĢitli etnik grupları ve halkları barındırmıĢ çok kültürlü, çok dinli bir
mozaik olan Ġstanbul'da aile yapısının ve iliĢkilerinin, tarihsel süreç
içinde farklılık ve değiĢme göstermesi doğaldır. Böylesine geniĢ bir
tarihsel boyut ve karmaĢık bir sosyo-ekono-mik çerçeve içinde,
değiĢmez ve tek bir "Ġstanbul ailesi"den söz etmek, gerçeği
yansıtmayan bir soyutlama olur. Bizans ailesi Fetih sonrası
Ġstanbul'unun orta tabaka Müslüman Türk ailesinden ne kadar
farklıysa, Ġstanbullu bir Rum ya da Musevi ailesi de yaĢam mekânı
konak olan bir ulema ya da paĢa ailesinden; orta sınıf Müslüman esnaf
ailesi Tanzimat ailesinden, günümüzde "Te-peler"den birinde
gecekonduda oturan Doğu ya da Karadeniz kökenli bir iĢçi ailesi de
Boğaz'daki özel sitelerde bir villada yaĢayan büyük burjuva ailesinden
o kadar farklıdır. Bütün bu farklılıklar ve tarih boyunca geçirdiği
değiĢmeler göz önüne alındığında Ġstanbul ailesinden değil Ġstanbul
ailelerinden söz etmek; tarihsel, kültürel, ekonomik ve toplumsal
farklılıkların doğurup biçimlendirdiği farklı aile yapılarını ve bunların
tümünde ortak kalan yanlan incelemeye çalıĢmak doğru olacaktır.
Bizans Dönemi
Bizans iç yapısının temel birimi olan aile biyolojik, toplumsal ve ekonomik bir
kurumdur. Gerek baĢkent Konstantino-polis'te, gerek imparatorluğun
geri kalan yörelerinde rastlanan en yaygın aile türü karı, koca ve
çocuklardan oluĢan çekirdek (nükleer) ailedir. Bu aile türünün
yaygınlığının baĢ nedenleri arasında Bizans miras kanunlarında,
ortaçağ Avrupa'sındakinin aksine, ekber evlat hakkının mevcut
olmayıp aile servetinin çocuklar arasında (kızlar da dahil olmak üzere)
eĢit olarak paylaĢtırılması gelir. Dolayısıyla, aynı çatı altında yaĢayan
20-30 fertten oluĢan kalabalık ailelere de kaynaklarda zaman zaman
rastlanmakla birlikte, her evlenen çiftin kendilerine ayrı birer ev
açmaları yoluyla ailelerin küçük birimlere bölünmesi daha yaygın bir
âdet halini almıĢtır. Roma devrine kıyasla, Bizans'ta aile
çok daha sabit ve pekiĢik bir birim teĢkil etmekteydi. Örneğin, Roma'da bir evliliğin
yürürlüğe girmesi yalnızca tarafların rızasıyla mümkün iken, Bizans'ta
bu yeterli görülmemiĢ, kilisenin onayı ve ayrıca her iki ebeveynin de
rızası Ģart koĢulmuĢtur. Roma kanununda cariyelik kurumu tanınırken
Bizans imparatorları, önce evli erkeklerin cariye tutmalarını
yasaklamıĢ, sonra kurumu tümden yok etmeye çalıĢmıĢlardır.
Bizans'ta ailenin Roma devrinden farklı bir baĢka özelliği de zamanla
erkeğin aile içerisinde sahip olduğu sonsuz otoritenin ("patria
potestas") azalıp, kadının etkisinin ve öneminin artmıĢ olmasıdır (bak.
Kadın yaĢamı).
Bizans devrinde, özellikle bazı aĢırı dini çevreler arasında, evlilik ve dolayısıyla aile
karĢıtı tavırlar mevcut olmakla beraber, aile genelde devlet ve
kilisenin himaye ve gözetimi altında bir kurum olarak varlığını
sürdürmüĢtür. 8. yy'da düzenlenen Ekloga isimli kanunnamede aile
konusu pek çok maddede ele alınmıĢtır. Bu yasalara göre, evlilik yaĢı
kızlar için 13, oğlanlar için 15 olarak belirlenmiĢ; çeĢitli akrabalık ve
hısımlık derecelerinde olan kiĢiler arasındaki evlilikler ise
yasaklanmıĢtır. BoĢanma konusunda da devlet kısıtlayıcı bazı yasalar
getirmiĢtir. Çiftlerin boĢanması ancak erkeğin üç yıl boyunca devam
eden cinsel iktidarsızlığı, kadının zina yapması, çiftlerden herhangi
birinin diğerini öldürmeye teĢebbüsü veya çiftlerden birinin cüzam
hastalığına yakalanması durumlarında mümkündü. Buna karĢılık akli
denge bozukluğu veya erkeğin zina suçu aileyi bozmak için yeterli
sebep sayılmamaktaydı. Yasal olarak bir kiĢinin üç kez evlenip
ayrılması mümkün olmakla beraber, gerek devlet, gerek Bizans
kilisesi ikinci evliliklere (özellikle kadınlarınkine) hoĢ gözle
bakmamıĢ, üçüncü evliliklere de çoğu kez engel olmaya çalıĢmıĢtır.
BaĢkent'te, fakir halkın düğün törenleri için senato binasının
karĢısında Nimfaion(->) adlı bir kamu binası yapılmıĢtır.
Aile içi ekonomik iliĢkilere gelince, Bizans'ta drahoma âdeti vardı. Kadının
evlenirken aileye getirdiği ve asıl amacı çocukların maddi güvenliğini
sağlamak olan drahoma, mirasın tersine, satılamaz mülklerden
oluĢmaktaydı ve intifa hakkı kocaya aitti. Ancak kocanın ölümünden
sonra veya bazı suiistimal durumlarında kadınlar drahomalarını
kendileri denetleme ve idare etme hakkını elde edebilirlerdi. ġart
olmamakla birlikte, çiftler arası maddi iliĢkiler ve mülk dağılımını
tanzim eden evlilik kontratı âdeti de vardı. Bizans'ta aile aynı
zamanda ö-nemli bir üretim birimiydi; özellikle evde dokumacılık çok
yaygındı.
Bizans toplumsal yaĢamında çok mühim bir yer tutan aile örnek kurum olarak baĢka
sosyal iliĢkilere de model olmuĢtur. Örneğin, Bizans imparatorunun
halkla veya baĢka devletlerin reisleriyle iliĢkilerinde, mecazi olarak
aile
Eski istanbul'da mahalle, aile yaĢamının hem dıĢ mekânı hem de uzantısıydı.
G. Brindesi'nin bir resmi, 19. yy Ara Güler
modeli kullanılmıĢtır. Bu sisteme göre imparator baba rolünü üstlenirken,
baĢkalarının konumlan aile içerisindeki değiĢik akrabalık derecelerine
göre hiye-rarĢik olarak sıralanmıĢtır.
NEVRA NECĠPOĞLU Osmanlı Dönemi
15. yy'ın ikinci yarısında, fetih sonrasında uygulanan iskân politikası, kente, ihtiyacı
olan Müslüman kalifiye nüfusu sağlamayı hedefliyordu. Ġskân
edilenlerin Ģehir hayatına uyum sağlayabilecek ve ekonomik hayatın
canlandırılmasına katkıda bulunabilecek nitelikte olması yanında,
bunların aile yapılarını korumalarına da özen gösterildi. Ġstanbul'a
iskân edilen, ekonomik hayatın çok çeĢitli alanlarından esnaf ve
zanaatkar aileleri, Osmanlı dönemi Ġstanbul ailesinin ilk örnekleriydi.
ġehirli kökenleri, geliĢmelere ve kent yaĢamına uyumlarını
kolaylaĢtırırken kuĢaktan kuĢağa geçmiĢ becerileri, bu aileleri kent
hayatının vazgeçilmez öğeleri arasına sokuyor ve Ġstanbul'un
ekonomik hayatını canlandırma politikasının gereği olarak kendilerine
sağlanan maddi destekler, aile yapısının güçlenip sağlamlaĢmasına
katkıda bulunuyordu. 15. yy'ın ikinci yansında ve 16. yy'da Ġstanbul
ailesinin demografik özellikleri konusunda fazla bilgi yoksa da, orta
tabaka Müslüman reaya ailesinin Ģer'i ve örfi hukukun biçimlendirdiği
bir yapıya sahip bulunduğu söylenebilir. Eski Türk aile yapı ve
gelenekleri, yerel özellikler, Bizans kenti aile yapısı, Ġslamiyetin aile
anlayıĢı ve hukuku, karĢılıklı bir etkileĢim içinde, genel olarak kentsel
Müslüman Türk ailesini, özel olarak da Ġstanbul ailesini
ĢekillendirmiĢtir.
Söz konusu yüzyıllarda, Müslüman Türk ailesi, Ġslamlığın ilk dönemlerindeki kadın
ve erkeğin rızasından ibaret
â,
AĠLE
140
141
AĠLE
19. yy Ġstanbul'unda geleneksel yapıda bir paĢa ailesi. Fotoğrafta, oğullarını, kız ve
erkek torunlarını çevresine toplamıĢ alaylı paĢa, kadınların hâlâ ev
içine kapandığı, pederĢahi ve gelenekçi aile yapısını yansıtıyor.
Necdet Sakctoğlu
Abbas Halim PaĢa ailesi. PaĢa ve ailesi 1917 yılı civarında Bebek'te Abbas PaĢa
Yalısı'nın korusunda bulunan kendilerine ait köĢkteler. YenileĢmeci,
alafranga aile yapısına bir örnek. Niinel Ceialoğlu
sözleĢmeyle değil, resmi bir nikâh akdi ve bu akdin getirdiği yükümlülüklere ve
haklara bağlı olarak kuruluyordu. Kırsal kesimlerde evlilik ve ailede
örfi hukuk hükümleri ağırlık kazanırken, kentlerde, özellikle de
kentler arasında ayrıcalıklı yeri olan Ġstanbul'da, Ġslam aile hukuku
ağır basıyordu. Nikâh öncesinde ailesine değil de bizzat kadına
ödenen "mehr-i muaccel" ve evlilikten sonraki dönemlerde, örneğin
boĢanma durumunda ödenen "mehr-i müeccel" Ġstanbul'la kırsal kesim
farklılığını göstermesi açısından önemliydi. Mehr, kırsal kesimlerde
kızın ailesine ödenen baĢlık vb gibi bedellerden iĢlevi ve tasarruf
sahibi açısından farklıydı. Öte yandan Ģer'i hukukta yeri olan kadının
boĢanma veya niĢanın bozulmasını talep hakkı da Ġstanbul'da, pek sık
olmasa da, günlük hayatta uygulanabiliyordu. ÇokeĢli evlilik (dört
kadına kadar) erkeğe Ġslamiyetin getirdiği bir hakti. Ġslamiyet'in
doğup yayıldığı bölgelerde çok karılı evlilik yaygındı. Ġslam, Cahili-
ye döneminin bu yaygın geleneğini kurallara bağlamıĢ, dört kadına
kadar cevaz vermiĢ ama tekeĢliliği yüceltmiĢ ve önermiĢti. Ġstanbul'da
yaygın aile biçiminin ağırlıkla tek karılı olması-, kaynaklara göre, 15
ve 16. yy'larda ve Kanuni döneminde de monogamik (tekeĢ-li) ailenin
yaygın biçim olarak görülmesi, Ġslamın doğuĢ döneminin saf bir
modelini, eski Türk ailesi ve Bizans ailesinin tekeĢli yapısının izlerini
yansıtıyor, ancak aileye iliĢkin diğer konularda olduğu gibi bu konuda
da farklı sosyoekonomik katmanlardan ailelerde farklı eğilim ve
yapılar gözleniyordu.
Birden fazla kadınla evlilik, kural olarak çocuk -çoğunlukla erkek evlat-sahibi
olabilmek için baĢvurulan bir yoldu. Buna karĢılık saray ve
çevresindeki evliliklerde harem kurumunun, cariye kullanımının
getirdiği karmaĢık yapılara, çok karılılığın çeĢitli biçimlerine
rastlanmaktaydı. Toplumsal farklılaĢmanın, sosyo-ekonomik
katmanlaĢmanın zayıf ve yavaĢ olduğu 15-18. yy'lar boyunca, kendi
içine kapalı geleneksel Ġstanbul ailesinin içinde devindiği mekân,
ailenin bir çeĢit doğal uzantısı sayılabilecek mahalleydi. Esnaf, imam,
dul kadın, bey, paĢa, asker vb hanelerin bir arada yer aldığı mahalle,
ailenin toplumla buluĢma noktası, değerler sisteminin baĢvuru
çerçevesi, kolektif yaĢamın mekânıydı. Aile-mahalle bağı günümüzde
anlaĢılamayacak kadar sıkı ve önemliydi. Mahallenin yapı ve
iĢlevlerindeki ilk çatlaklar daha 18. yy'da, hele de 19. yy'da, üst
katmanlara mensup ailelerin eski mahallelerinden çıkıp yeni semtlerde
köĢkler, konaklar yaptırmaları ve buralara taĢmmalarıyla baĢladı. Bu
türden geliĢmeler 19. yy ortalarında ve 20. yy'da gerçekleĢecek
değiĢimin de ilk adımlarıydı.
19. yy'a kadar geçen sürede Ġstanbul ailesinin gündelik yaĢamına iliĢkin olarak,
seyahatnamelerde, yabancı elçilerin
anı veya raporlarında, seriye sicilleri, tereke defterleri gibi belgelerde, zamanın
ulemasının eserlerinde dağınık bilgiler vardır. Ailede, genel olarak
erkeğin, özel olarak da aile reisi erkeğin mutlak hâkimiyeti, hanenin
idaresinin ve çocukların yetiĢtirilmesinin kadının (annenin) yetki ve
görevi olarak tanımlanması, çok karılılık durumunda ilk eĢin tö-resel
ve hukuksal üstünlüğü, dönemin evlilik ve aile yapısının ana
hatlarıydı. Öte yandan, yine aynı kaynaklardan derlenebildiği
kadarıyla, Ġstanbul ailesinde hâkim ve yaygın biçim tekeĢlilikti. 15.
yy'dan itibaren, çeĢitli kaynaklar, özellikle de kendi önyargı ve
beklentileriyle çatıĢtığı için bu duruma ĢaĢıran yabancı gözlemciler,
Ġstanbul aileleri arasında -hattâ tüm imparatorluk toprakları üzerinde,
özellikle kentsel kesimlerde- tekeĢliliğin yaygınlığına dikkat çekerler.
16. yy'dan itibaren Ġslami değerler açısından baĢlıca baĢvuru
kaynaklarından biri sayılan Ahlâk-ı Alâi'-sinde Kınahzade Ali Çelebi
(1510-1572) aileyi de ele alır ve Osmanlı toplum biçim yapısına
uygun aile biçimini tekeĢlilik olarak tanımlar. Çok kadınla evliliğin
zararlarını ve ailede yol açacağı tahribatı anlatan Kınalızade'nin
ahlakçı olarak ortaya koyduklarını 16, 17 ve 18. yy'da Ġstanbul'a
gelmiĢ Batılı yazarlar ve eski kaynaklara doğrudan eğilen
araĢtırmacılar doğrulamakta, tekeĢliliğin yaygınlığının altını
çizmektedirler.
Kulaktan dolma yerleĢik kanılarla ça-tıĢsa da, Ģer'i hukuk hükümlerinin ağır bastığı,
örfi hukukun etkilerinin bir ölçüde geriye itildiği ortalama Ġstanbul
ailesinin yüzyıllar boyunca taĢıdığı ana
l
özellikleri, çekirdek aile yapısının ve tekeĢli evliliğin yaygınlığı, öte yandan hane
halkı sayısının sanılandan düĢük olmasıdır. Bu özelliklerin çağlar
boyunca süreklilik gösterdiğini, Alan Duben, Cem Behar, Frederic
Shorter gibi sosyal bilimcilerin daha yakın dönemlerin verilerini
inceleyerek yaptıkları çalıĢmalar onaya koymaktadır. Duben ve
Behar'ın 1885 ve 1907 sayımlarının verileriyle yaptıkları
değerlendirmeye göre, bu yıllarda, Ġstanbul'daki evli erkeklerin,
sırasıyla yüzde 2,51 ve 2,l6'sı çokeĢlidir. Ancak, toplumsal
farklılaĢma ve katmanlaĢmanın bir hayli geliĢmiĢ olduğu 19. yy
sonlan ve 20. yy baĢlarında çok karılı evlilik oranları sosyo-ekonomik
katmanlara göre önemli oynamalar göstermektedir. Görece yoksul
ailelerin ve geleneksel orta katmanların yerleĢme bölgesi olan Fatih,
Eminönü gibi sur içi semtlerde çok karılı evlilik oranı yüzde l,41e
Ġstanbul ortalamasının da altına düĢerken, sahilhanelerin, sarayların,
konakların bulunduğu BeĢiktaĢ çevresinde bu oran üç katına
çıkmakta; yine imam, hafız benzeri din görevlileri arasında yüzde
30'a, yüksek bürokrasi ve saray çevresi arasında yüzde 10'a
yükselmektedir. ÇokeĢli evliliklerin en seyrek görüldüğü kesim
gündelikçiler, ameleler ve dar gelirli ücretlilerdir. Kimi
araĢtırmacılara göre, çok karılı evliliklere üst katmanlar arasında daha
fazla rastlanmasının nedeni, böylesine masraflı bir yaĢam biçimini
ancak bu katmanların sürdürebilmesi yanında, bunların yakından
izledikleri saraydan etkilenmeleri ve saray yaĢamını taklit
eğilimleridir. Ġstanbul ailelerinin Osmanlı dönemi
boyunca fazla değiĢmemiĢ bir özellikleri de yukarda belirtildiği gibi hane halkı
nüfusunun sanıldığından düĢük olmasıdır. Bu durum, söz konusu
dönemlerde ortalama yaĢamın kısalığı yanında doğal afetler, savaĢlar,
salgınlar yüzünden ö-lüm oranlarının yüksek olmasından
kaynaklandığı kadar, doğurganlık oranının düĢüklüğünden de
kaynaklanıyordu.
Duben ve Behar'ın daha geç dönemleri, 19. yy sonu ve 20. yy'ın baĢını kapsayan
araĢtırmalarında, gerek hane nüfusunda gerekse doğurganlık
oranlarında 19. yy'dan 20. yy'a ve 20. yy'ın ilk 40 yılma doğru bir
düĢme eğilimi saptanıyor. 1907 sayımı verilerine göre, evdeki
hizmetkârlarla birlikte hane halkı nüfus ortalaması 4,4, doğurganlık
oranları ise 1885'te 3,5, 1907'de 3,8'di. PaĢaların, beylerin, ulemanın
yüksek devlet bürokrasisinin konaklarında hane nüfusunun kimi
zaman 30-40 kiĢiye varmasına karĢılık alt sosyo-ekonomik
katmanlarda hane nüfusu daralıyordu. Bu ortalama, bütün aile
hanelerinin yüzde 40'ını meydana getiren ve en yaygın aile biçimi
olarak ortaya çıkan basit çekirdek ailelerde 3,6'ya kadar düĢüyordu.
Hane halkı büyüklüğü açısından üst katmanlar ve asker sivil bürokrasi
önde gelirken, en az nüfuslu haneler alt gelir grupları amele, iĢçi,
ücretli aileleriydi.
Ailenin yapısı acısından bakıldığında, ana, baba ve çocuklardan kurulu basit çekirdek
aile en yaygın biçimdi. Bu biçime en fazla Osmanlı seçkinleri
(aydınları) ve esnaf, zanaatkar aileleri arasında rastlanıyordu. Buna
karĢılık, çiftlerden birinin anne veya babasının veya diğer yakın
akrabalarının birlikte kaldığı
geniĢlemiĢ aile tipi, en yaygın olarak (yüzde 34,4 oranında) amele, iĢçi ve dar gelirli
kesimlerde, onları izleyerek de asker veya sivil devlet memurları,
bürokrasi arasında görülüyordu. Aynı veya değiĢik kuĢaklardan birden
fazla ailenin birlikte yaĢadıkları çok aileli hane yapıları, alt sosyo-
ekonomik katmanlarda çok azalırken (yüzde 6,3) üst katmanlar,
seçkinler arasında 20. yy'ın baĢlarında yüzde 21'e kadar varıyordu.
Ġstanbul ailesini kırsal kesim ve hattâ diğer kent ailelerinden farklı kılan bir baĢka
özellik, evlenme yaĢının gerek kadın gerekse erkek için oldukça
yüksek olması ve evlilik yaĢındaki yükseliĢin 19- yy'ın ikinci
yarısından sonra daha da belirginleĢmesiydi. 19. yy'ın sonlarında ve
20. yy'ın baĢında, basında ve yazında evlilik yaĢı üzerine yapılan
tartıĢmalardan ve bu dönemlerin evlendirme kayıtlarından
çıkarılabildiği kadarıyla 1870-1880'lerde en erken evlilik yaĢı
ortalaması kadında 18-21, erkekte 24, çoğunlukla 28-30'du. Evlilik
yaĢının görece yüksek olmasında, Ġstanbul'da kız veya oğlan
evlendirme masraflarının fazlalığı yanında, evlilik ve aile kurmak için
sadece bedensel olgunluğa eriĢmenin yeterli olmadığı, aile
sorumluluğunu taĢıyabilecek ruhi olgunluğa eriĢilmiĢ olması da
gerektiği yolundaki anlayıĢın da payı vardı. Yine Ġstanbul'da ikinci
defa evlenme oranı, dul kalmıĢ ya da eĢlerinden ayrılmıĢ olanlar
arasında bir hayli fazlaydı ve kadınlarda bile yüzde 20'yi aĢabiliyordu.
Ġstanbul aileleri arasında en eski dönemlerden beri yaygın olan; farklı sosyo-
ekonomik katmanlardan ailelerde
genel modeli bozmayacak, kabul edilebilir oranlarda sapmalar gösteren, bu yüzden de
Ġstanbul ailesinin özellikleri sayılabilecek; tekeĢliliğin, çekirdek aile
tipinin yaygınlığı, hane halkı büyüklüğü ve doğurganlığın düĢüklüğü,
evlenme yaĢının yüksekliği gibi olgular, Ġstanbul'u, çağı ve çevresinde
benzer kentlerden, özellikle de kırsal kesimlerden ayırıyordu. Kimi
araĢtırmacılar, bu özellikleriyle Ġstanbul ailesinin Doğu ve Doğu
Akdeniz tipolojilerine giremeyecek, daha çok Batı ve Balkan
grubunda yer alabilecek özel, hattâ "tek" bir durumu bulunduğu
kamsındadırlar.
Ġstanbul ailesinin gerek aile yapısı, gerek demografik öğeleri, gerekse yaĢam biçimi
açısından modelden belirgin biçimde farklılaĢtığı yer konaktır.
Osmanlı toplum yapısının hızla çözülmeye baĢladığı ve bütün toplum
kurumlarının bu çözülmeden etkilendiği 19- yy öncesinde, mahalle
bütünlüğünün korunduğu ve konakların da dar gelirli mahalle halkının
evlerinin yanı baĢında kurulu olduğu dönemlerde bile, beylerin,
paĢaların konaklarındaki yaĢam kuĢkusuz orta katman Ġstanbul
ailesininkinden bir ölçüde farklıydı. Konaklar, doğal üyeleri sayılan
hizmetkârlar, cariyeler, lalalar, evlatlıklarla kalabalık haneler
meydana getiriyorlar; çeĢitli derecelerden akrabaları, çoğunlukla
gelinleri, bazen içgüve-yisi damatları aynı çatı altında
barındırıyorlardı. Yukarda sözü edilen 19. yy sonu 20. yy baĢına ait
nüfus araĢtırmaları böyle bir yapının çok daha yakın dönemlere kadar
sürdüğünü ve hane halkı büyüklüğü ortalamalarından en ciddi
sapmaların konaklarda yaĢayan ulema veya diğer devlet ricali aileleri
arasında görüldüğünü belgeliyor.
Konak, hele de toplumsal farklılaĢmanın hızlandığı ve her katmandan kiĢi ve ailenin
aynı mahalle bütünlüğü içinde yaĢadığı mahalle yaĢam biçiminin hızla
çözüldüğü 19. yy'dan itibaren farklı bir aile yapısı sergilemeye
baĢladı. Ġster gelenekçi Ġslamcı ulema konakları, ister Batıcı yüksek
bürokrat konaklan olsun, konak aileleri çok sayıda çiftin aynı mekânı
paylaĢtıkları, birkaç kuĢağın bir arada yaĢadığı, akrabalar yanında,
hizmetkârlar, cariyeler vb'nin büsbütün kalabalıklaĢtırdığı geniĢ
birleĢik ailelerdi. Tanzimat döneminde ve sonrasında, hızlı
yenilikçilik, BatılılaĢma ve alafrangalık akımları kadar, alafrangalığa.
BatılılaĢmaya ve değiĢmeye en sert karĢı duran düĢünce ve yaĢam
biçimlerinin de konaklarda filizlenip geliĢmesi rastlantı değildi.
Geleneksel orta katman Ġstanbul ailesinin özelliklerinden farklı
yapıdaki, üretici değil tüketici yanları ağır basan konak aileleri,
değiĢen toplum karĢısında uyum sorunlarını olumlu ya da olumsuz
yönden çok daha Ģiddetli yaĢadılar. Geleneksel ve üretici orta katman
Ġstanbul ailesi ise yapısını bir ölçüde koruyarak daha ağır ama daha az
bunalımlı bir değiĢmeye adaydı. Tanzimat sonrasının yenilikçi, Batıcı
AĠLE
142
143
AĠLE
risi olduğu kadar, 20. yy'm ilk çeyreğinin sosyo-ekonomik ihtiyaç ve taleplerine
verilmiĢ bir cevap denemesi niteliğindeydi. ĠĢgücüne, nüfus artıĢına
ihtiyaç olduğu bir dönemde evlilik ve aile teĢvik ediliyor, hattâ kimi
zaman kararnamelerle zorlamaya kadar varılıyordu. Öte yandan I.
Dünya SavaĢı yıllarında kadın iĢçi taburları kurulmuĢ, resmi
dairelerde kadınlar çalıĢtırılmaya baĢlanmıĢtı. Özellikle alt sosyo-
ekonomik katmanlarda kadınlar çalıĢma hayatına girmiĢler ve bu
geliĢmeler aileyi etkilemiĢti. 1917'de çıkarılan Hukuk-ı Aile
Kararnamesi çok kısa sürede yürürlükten kal-
Tanzimat Dönemi
Bütün toplumu sarsan ve temel toplumsal birim olan aileyi etkilemeden geçemeyecek
olan değiĢimin, hem bir zorlama hem de bir ihtiyaç olarak ortaya
çıkması 19. yy'm ilk çeyreğine rastlar; Tanzimat, I. ve II. MeĢrutiyet,
Cumhuriyet ve Cumhuriyet sonrasında da 1950'li, 1970'li, 1990'lı
eĢiklerden atlayarak devam eder. Toplumsal bunalım ve değiĢ-
1930'larda orta katman bir subay ailesi. Kadının annesi ve bekâr kız kardeĢi de
ailenin bir parçası.
TETTVAı-şivi
A|JLE_JIAYATOOZDA_AVRUPALILAġMANIN TESĠRĠ
Vasat derecede bir maiĢete ve muayyen bir bütçeye malik bir aile tasavvur ediniz.
ġiĢli'de bir apartmanda veya Erenköy'ünde küçük bir köĢkte ikamet
ediyor; ihtiyar bir peder ve valide, genç bir kadın, temiz ve pak
giyinmiĢ bir erkek, üç çocuk ve bir hizmetçiden mürekkep olan bu
ailenin tabii, bazı akraba ve taalu-
kâtı da vardır.
Genç zevç vaktiyle güzel bir terbiye almıĢ, okumuĢ; sahib-i malumat ve zeki,
müteĢebbis ve cesur. Gündüz bir vazife-i resmiye ile meĢgul. Gece
gazetelerini, kitaplarını muntazaman okuyor. Her sabah erkenden
kalkıyor, yıkanıyor, traĢ oluyor, her gün yaka ve kollarını değiĢtiriyor,
iç ve dıĢ gömlekleri tertemiz, ütülenmiĢ elbisesini giyiyor, yemek
odasına giriyor.
(...) AkĢamleyin vakt-i muayyeninde evine dönüyor. Çocukları ta kapıdan kendini
karĢılıyor. Aralarında aynı bûse-i muhabbet teati olunuyor. Güzel bir
kutu gibi döĢenen yemek odası temiz ve zarif evâni ile panldıyor.
GeniĢ bir masanın etrafına bütün aile toplanıyor. Herkesin çatalı,
bıçağı, tabakları ayrı. Katiyen bir tabaktan muhteliten yemek
yenmiyor. Bir bardaktan iki kiĢi su içemiyor.
(...) Yatsı okunuyor, ihtiyar baba ve nene hep birden namazlarını kılıyorlar.
Namazdan sonra hanım efendi piyano baĢına geçiyor. Bazı millî ve
vatanî parçalar çalıyor. Çocuklar seviĢerek mûsikiyi dinliyor.
Yatılacağı vakit genç valide çocuklarına Kur1 andan bir sûre
okutuyor, onların saf kalplerini muhabbet-i ilâ-hiyeyle teshir ederek
terbiye-i diniyelerine takviyet veriyor. Ve sonra temiz bir yatağa
yatırıyor.
(...) ġimdi bir de Ģark usûlünde bir Ģehirli aile hayatı tasvir edelim. Bu aile de
yukarıda tasvir olunan AvrupalılaĢmıĢ aile efradı gibi bir kaç kiĢiden
mürek-keb. Bir kız ve bir erkek çocuk o mahalle mektebine gidiyor;
ayaklarında Ģıptık bir takunya, mendile sarılmıĢ yiyecek. Hay ve huy
ile sokağa çıkıyorlar. Okudukları da pek basit Ģeyler, hiç fikîr
açmayan kitaplar. Zaten hoca efendinin de hiç bir Ģeyden haberi yok.
Mektep çitlenbik ve servi ağaçlan içine gömülmüĢ, küçük bir cami ile
büyük bir mezarlığın kenarında.
(...) AkĢam olmuĢ, sofra kurulmuĢ, bey babayı bekliyorlar. Gece alaturka saat bir,
gelen giden yok. Zevç kaleminden çıkmıĢ, arkadaĢlarıyla meyhaneye
uğramıĢ, rakısını içiyor, mezesini yiyor; yahut içki içmiyor, doğru
evine geliyor, yukarı çıkıyor, hazırlanan yemek baĢına oturuyor; sofra,
küçük bir iskemle üzerine mevzu geniĢ bir siniden ibaret. Ġhtiyar
peder ve valide, çoluk çocuk sininin etrafına diziliyor. Bir kap yemek
geliyor, bütün eller o sahanın içine dalıyor; bir bardak geliyor on kiĢi
aynı bardaktan içiyor; tepsinin üstü ekmek kırın-tısıyla kaĢık
döküntüsüyle dolmuĢ, zararı yok. Seferi bir haldeymiĢ gibi alelacele
yeniliyor, kimse kimseyle hemen hiç konuĢmuyor. Ağır bir yükten
kurtulmuĢ gibi sofradan kalkılıyor; ya sedire ya yere mevzu küçük
minderlere çökülüyor.
(...) Çocuklar bir tarafa sinmiĢ uyukluyor; zevç aylıkların çıkmasından yahut iĢlerin
fena gidiĢinden Ģikayete baĢlıyor; kasabın, sebze ve etçinin,
ekmekçinin müracaatı söyleniyor. Gece yansı yaklaĢıyor, yük
dolabının kapıları açılıyor, her dakika hicret ve seyahate hazırlanmıĢ
gibi yük içinde bükülüp duran yataklar, çıkarılıyor. Yere seriliyor,
uykuya dalınıyor, sabahleyin erken kalkıldıkça Ģöyle bir acı kahve ve
çay ile keyif çatılıyor, bîhareket uzun müddet sedirde oturuluyor.
Öğlene doğru iĢ baĢına gidiliyor. Zevcin elbisesi ekseriya altı ayda bir
ütülenir. Bazen onbeĢ günde bir traĢ olur. Ekseriya gecesini
kahvehanede geçirir. Evinde otele girip çıkar gibi oturur, bir gün
zevcesini alıp da bir tarafa gittiği yoktur.
(...) Eve bir erkek girse ve bu erkek zevcin taallukatından veyahut ahibasın-dan biri
bulunsa bile yine merdivenden yukarı çıkarken evin içine oldukça
zararlı bir hayvan girmiĢ gibi o anda oda kapıları kapanır, kadın ve kız
namına ne varsa çil yavrusu gibi dağılır. Erkek erkekle, kadın kadınla
konuĢur; bir arada içtimaî hayat katiyyen vuku bulamaz.
Tüccarzade Ġbrahim Hilmi, Avrupalılaşmak, Felaketlerimizin Esbabı,
Dersaadet Matbaa-ı Hayriye, 1332
arayıĢları ve değiĢimi içinde, aile üzerine tartıĢmalar, teori ve çözüm üretme
denemeleri, eleĢtiri ve arayıĢlar hızlanırken Ġstanbul ailesinin ana
özelliklerini ve temel değer normlarını sessizce koruyan ve dramatik
bir kopuĢ ve değiĢmenin olabildiğince sancısız ve yıkımsız
atlatılabilmesini sağlayan toplumsal öğelerden biri de orta katman
Ġstanbul ailesiydi.
menin kendini en Ģiddetli hissettirdiği büyük kent Ġstanbul'da aile yapısının bu
değiĢimin dıĢında kalması düĢünülemez.
Toplumsal ve kültürel değiĢim süreci içinde Ġstanbul ailesinin geçirdiği evrimi ve
değiĢimin aileye ne oranda yansıdığını araĢtırmak için "Tanzimat
ailesi" de denen aile tipini incelemekte yarar vardır. "Tanzimat ailesi"
kavramıyla simge-leĢtirilmesine rağmen, toplumsal kültürel
değiĢmeden etkilenen; bu değiĢmeye ayak uydurmaya çalıĢtığı kadar
değiĢimin öncülüğünü de yüklenen Tanzimat ailesi, aslında yenilikçi
Batıcı yüksek bürokrasinin konak ailesidir. Bir dönemin adıyla
anılmakla birlikte, bu ailenin taĢıyıcısı olduğu kültürel ahlaki değerler
ve aile yapısı, 19. yy'ı aĢarak 20. yy'm ilk 20 yılına kadar gelir.
Yepyeni bir aile biçiminden çok bir değiĢim modeli ve özlemi olarak
anlaĢılması gereken Tanzimat'ın konak ailesi, Ġstanbul'un yaygın aile
tipi olmaktan uzaktır. Batıcı seçkinci kesimin, bir kısım yenileĢmeci
yüksek bürokrat ailesinin yaĢam biçimi ve özlemlerinin ifadesidir.
Yine de bu aile, yapısal açıdan olmasa bile kültür ve değerler sistemi
açısından geleceğin, hattâ Cumhuriyet sonrasının modern ailesinin
öncüsü olmuĢ, geliĢme ve değiĢmenin nüvelerini içinde taĢımıĢtır.
Tanzimat ailesi, belirtildiği gibi baĢlıca konak ailesidir. Ancak karĢısında, geniĢ
birleĢik aile yapısı açısından kendine benzeyen, toplumsal-kültürel
değiĢme açısındansa gelenekçiliği ve tutuculuğu temsil eden
çoğunlukla ulema konakları ve bu konakların aile anlayıĢı ve yaĢamı
vardır. Konak aileleri Tanzimat'la baĢlayarak tüm toplumsal değiĢme
süreci boyunca bu iki uçta yer almıĢlar, bunlardan Tanzimat ailesi
toplumsal-kültürel yenileĢmenin ve yeni aile yapısının dinamiği
olurken, gelenekçi, Ġslamcı ulema konağı 20. yy'da tümüyle
dağılmıĢtır.
Tanzimat ailesine geçiĢ, önce ailenin eski geleneksel mahalle ve semtinden ayrılıp
Beyoğlu, Galata, Harbiye, BeĢiktaĢ, Boğaziçi gibi yeni semtlere,
oradaki konaklara, sahilhanelere taĢınmasıyla baĢlar. Bu konak ve
sahilhanelerde oldukça debdebeli geçen yaĢam, 19. yy'm ikinci
yarısından itibaren, önce özenti ve özlem olarak baĢlayıp sonra
yaygınlık kazanan Batı yaĢam biçiminden, Batı örf ve âdetlerinden
etkilenme ve eklentilerle sürer. O zamana kadar Ġstanbul ailesi ve
hanesinde yer almayan Batı yaĢam tarzının ürünü ve parçası eĢyalar,
mekân düzenlemesi, örneğin salonlar, salonlarda koltuk takımları,
masalı, san-dalyeli, büfeli yemek odaları, çatal bıçak takımları, yüksek
karyolalı, komo-dinli, konsollu yatak takımları, piyano baĢta olmak
üzere geleneksel musikide ve gündelik hayatta o zamana kadar yeri
olmayan pek çok maddi ürün konağın gündelik hayatına girer.
Batı'nın erkek modasını izlemeye çalıĢan beylerin yanında, hanımların
giyim kuĢamında
da önemli değiĢiklikler olur. Artık ev içlerinde, komĢu ziyaretlerinde Avrupa'dan
gelen hazır ya da Avrupa kumaĢlarından dikilmiĢ geleneksel biçki ve
zevkten farklı fistanlar giyilmeye baĢlar. 19. yy'm son çeyreğine
gelindiğinde, gazeteler, dergiler konak hanımlarının feracelerinin
altına giydikleri "incecik" kumaĢtan fistanların ve hafifmeĢrep
kıyafetlerin eleĢtirisiyle doludur. Ancak, Tanzimat ailesini geleneksel
Ġstanbul aile tipinden farklılaĢtıran unsurlar, bu biçimsel
değiĢmelerden ibaret değildir. 19. yy'da Tanzimat'la birlikte ailenin ve
asıl aile içinde kadının durumuyla ilgili yoğun bir tartıĢma baĢlar.
Kadının aile ve toplumdaki yeri, iĢlevi, haklan, eĢlerin birbirleriyle
iliĢkileri, çocukların ve kadınların eğitimi yoğun tartıĢmalara konu
olur. Tanzimat'ı izleyen yıllarda, 19. yy boyunca, kadının aile içindeki
haklarını geniĢletmeye ya da güvence altına almaya yönelik, eĢ
seçimi, evlilik kararı, evlilik yaĢı vb ile ilgili bir dizi fermana rastlanır.
Kadının toplumsal hayata katılması, olabildiğince iyi eğitim görmesi, hattâ meslek
sahibi olması, çalıĢması fikri henüz küçük örneklerle de olsa
uygulama alanına geçirilmeye baĢlar. Kadınlara da erkekler gibi
eğitim olanağı sağlayan kız rüĢtiyeleri (1858), Ebe Mektebi (1842),
Darül Muallimat ve Kız Sanayi Mektebi (1870) ve kızların eğitimine
ilk kez yasal zorunluluk getiren 1869 tarihli Maarif-i Umumiye
Nizamnamesi bu geliĢmenin bazı örnekleridir. 19. yy'm ikinci yarısı
boyunca üzerinde en fazla durulan konulardan biri, kadınların eğitimi,
ancak eğitimli kadının iyi eĢ ve ana olabileceği fikridir. Eğitim
görmüĢ kadın aile içinde baskılar ve korkular yüzünden değil, özgür
karar verme yeteneği ve kendi özgüveniyle sadık ve iyi eĢ
olabilecektir. Buna bağlı olarak kadınlarla ilgili yayınlarda artıĢ, aile
içinde okumanın -örneğin akĢamları hep birlikte kitap okumak-
teĢviki ve özendirilmesi görülür. Yine geleneksel Ġstanbul ailesinde
görülmeyen, hattâ ayıp sayılan eĢlerin birbirlerine, babaların
çocuklarına sevgi ve yakınlıklarını açıkça belirtmeleri, toplum
hayatına birlikte katılmaları, ailenin kendi içinde daha yakın iliĢkilere
girmesi, geceleri aile içinde musiki talimleri, yabancı mü-rebbiyeler,
misafir ağırlama adabına giren Batılı etkiler Tanzimat sonrası ve asıl
19. yy sonu Ġstanbul konak ailelerinin özellikleridir. DüĢünce ve
özlem olarak Batı'ya yönelen; mekân olarak eski geleneksel
mahalleden kopup konak veya yalılara yerleĢmiĢ; üretici değil
tüketici, giderek mirasyedi olan; büyük bir hizmetkâr kadrosunu da
konak içinde barındıran; birkaç kuĢağın bir arada yaĢadığı; otoritenin,
bütün özgürlük akımlarına rağmen çoğunlukla bir paĢa vb olan aile
reisinde toplandığı, yapı bakımından geniĢ birleĢik aile grubuna giren
Tanzimat konak ailesi Ġstanbul'a özeldir. Bir dönemin, yaygın olmasa
bile toplumsal değiĢmeyi etkileyen baĢat aile yapısını yansı-
••''••.••
Cumhuriyetin ilk yıllarında bir aile. Fes, peçe, çarĢaf atılmıĢ, Ģapka giyilmiĢ. Necdet
Sakaoğlu
tır. Ancak, bu aile tipi bir yüzyıla kalmadan dağılıp tarihe karıĢan bir geçiĢ biçimi, bir
tür kültürel öncüdür.
II. MeĢrutiyet'in ilanını izleyen toplumsal siyasal geliĢmeler içinde istanbul konak
ailesinin Tanzimat'tan beri süren değiĢim krizi ve süreci derinleĢti.
1908'in "hürriyet" belgisi aileye de yansıdı, daha doğrusu, dönemin
"yeni ha-yaf'ımn ilkelerini belirleme çabasındaki Ziya Gökalp gibi
ideologlarca Ġttihatçı bir hürriyet anlayıĢı çerçevesinde aileye de
yansıtılmak istendi, "yeni hayat"ı kurmaya çalıĢırken, ittihatçılar aileyi
toplumun temel birimi olarak öne çıkardılar ve devletin ilgi çerçevesi
içine soktular. Artık "yeni aile" ya da daha yaygın deyimle "milli
aile"den söz edilmekteydi. "Milli aile" hem Tanzimat'ın Ġstanbul
konak ailesine ve onun getirdiği değer sarsıntısı ve çözülmesine, hem
de Tanzimat ailesinin karĢı kutbu ve baĢlıca eleĢtiricisi hattâ düĢmanı
olan Ġslamcı gelenekçi ulema konağı aile modeline karĢıydı. Fetih'ten
beri en yaygın aile biçimi olan ve değiĢim rüzgârlarının sürüklemesine
olanak tanımadan kendi kaldırabileceği ölçülerde değiĢen geleneksel
Ġstanbul ailesinin devamı durumundaki orta katman, Ġstanbul ailesine
sunulan toplumsal çözülmeyi onu güçlendirerek aĢmaya çalıĢan yeni
bir modeldi. Milli ailenin kökleri, özellikle kadın özgürlüğü ve eĢitliği
açısından Ġslamiyet öncesi Türklerin aile kurumunda aranıyordu. Bu
ailede hiçbir zaman çok karılılık olmadığı, kadının tümüyle erkeğe
eĢit olduğu gibi zaman zaman aĢırı zorlanmıĢ savlarla güçlendirilmeye
çalıĢılan "milli aile" kuramında öngörülen aile biçimi, tekeĢli evliliğe
dayalı, üretici temel olarak ana, baba ve çocuklardan oluĢan çekirdek
aileydi. Milli aile, 1908 MeĢrutiyeti döneminde toplumun belli
kesimlerinde ortaya çıkan aile bunalımına bir çözüm öne-
1907 ve 1985 Yıllarında Ġstanbul BileĢiml
Kentinde Hane e
Hane Bileşimi 907 1985 r
(Tüm (çekirdek
Basit Hanelerin1aile
Yüzdesi Olarak)
haneleri)
Çift 9 11 i
Çocuklu çift 25 60
Çocuklu yalnız ebeveyn 12 4
KarmaĢık (geniĢletilmiĢ ve birkaç ailelik
Basit aile + diğerleri
haneler) 18 11
Birden çok basit aile 14 4
Aile olmayanlar (çekirdek aile
Yalnız yaĢayanlar
bulunmayan haneler) 15 7
Çift olmayan gruplar 9 3
145
144
AĠLE
1985'e ait veriler o yılın Ġstanbul genel sayımının yüzde 3'lük bir örneklemesinden
hesaplanmıĢtır. Sapmaları önlemek için aile ferdi üstesi tam olmayan
haneler hesaba katılmamıĢtır. 1907'ye iliĢkin veriler ise Duben ve
Behar'ın İstanbul Haneleri adiı çalıĢmasından alınmıĢtır. (Sayılar
yuvarlatılmıĢür.)
1937'de Tokatlıyan Oteli'nde bir düğün. Zamanın Batıcı, alafranga ailesi.
Sebatı ve Joaillier'in bir fotoğrafı M. Baha Tanman
dırılmıĢsa da kadına ailede geniĢ haklar tanıyan özüyle, dönemin havasını
yansıtmaktaydı. Ziya Gökalp'in ideologlu-ğunu yaptığı "milli aile"
modeli, Ġttihatçıların resmi aile görüĢü olarak yansısa da, Cumhuriyet
sonrasının, orta katman istanbul ailesinin bu aile modeliyle büyük
benzerlikler gösterdiği ortadadır.
Cumhuriyet sonrasında gerçekleĢtirilen bir dizi toplumsal-hukuksal reform ve
ekonomik, toplumsal, kültürel değiĢme, genel olarak aileyi, özel
olarak da Ġstanbul ailelerini etkileyip yeniden biçimlendirdi. Hızlanan
toplumsal, sınıfsal katmanlaĢma ve farklılıĢma, artık belli bir tip
Ġstanbul ailesinden söz etmeyi büsbütün güçleĢtirir hale geldi. II.
Dünya SavaĢı öncesinde, 1930-1940'larda bütün toplumsal kurumlar
gibi ailedeki yapısal değiĢme de Tanzimat sonrasındaki kadar köklü
oldu. Artık hızlı değiĢimin taĢıyıcısı ve itici gücü, konak aileleri değil,
ilk önemli servet birikimlerim sağlamaya baĢlayan yerli burjuva
aileleriydi. AlafrangalaĢma, Avrupailik, BatılılaĢma gibi özlemler
Tanzimat sonrasında olduğu gibi yine gündemdeydi ve bu tip aileler
yine, Ġstanbul ailelerinin dinamik ama küçük bir azınlık kesimini
oluĢturuyordu. Buna karĢılık "milli" ya da "yeni aile" tipinde ifadesini
bulan aile biçimi ve yapısı Ġstanbul'un en yaygın orta katman aile
tipinde bu defa Cumhuriyet ailesi olarak sonıutlaĢıyor-du. Çekirdek
aile olma özelliğiyle modern aileyle benzeĢen ama geleneksel orta
katman Ġstanbul ailesinin değerlerini korumayı sürdüren bir aile tipi
de, Cumhuriyet ailesinin yapı olarak benzeri ama ideolojik-kültürel
açıdan ve değerler sistemi açısından karĢıtı olarak
toplumda yerini aldı. Bu ikilem günümüz Ġstanbul ailesine kadar varlığını korudu.
Ancak Ġstanbul'un, iç göçlerle hem nicel, hem nitel olarak derinden
değiĢen demografik yapısı içinde, bu geleneksel ailenin değerleri,
günümüze doğru gelindiğinde, Ġstanbul'a kırsal kesimlerden gelen ve
yeni oluĢan gecekondu semtlerine yerleĢen ailelerce benimsendi.
Bibi. Ziya Gökalp, "Aile Ahlâkı", Yeni Mecmua, S. 12-17, Ġst., 1917; Yeni harflerle
basım: Sosyo Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, c. III; Ġlber
Ortaylı, "Osmanlı Toplumunda Aile", Türkiye'de Ailenin Değişimi,
Ankara 1984; Alan Duben "19. ve 20. yy'da Osmanlı Türk Aile ve
Hane Yapıları", Türkiye'de Ailenin Değişimi, Ankara 1984; Alan
Duben, "Türkisch Families and Households in Historical Perspective",
Journal of Family History, 10 (1985); A. Duben, "80 Yıl Önce
Ġstanbul'da Aile Hayatı", Tarih ve Toplum, S. 50; Alan Duben-Cem
Behar, "istanbul Ha-useholds", Cambridge, Türk Aile Ansiklopedisi,
Ankara, 1991; Birsen Gökçe, "Aile ve Aile Tipleri Üzerine Bir
Ġnceleme", Aile Yazılan, Ankara, 1991; Ahmet Tabakoğlu, "Osmanlı
Toplumunda Aile", Sosyo Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, c.
I, Ankara, 1992; ismail Doğan, "Tanzimat Sonrası Sosyo Kültürel
DeğiĢmeler ve Türk Ailesi", Sosyo Kültürel Değişme Sürecinde Türk
Ailesi, c. I, Ankara, 1992; Ekrem IĢın; "Tanzimat Ailesi ve Modern
Adab-ı MuaĢeret", Sosyo Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, c.
I, Ankara, 1992; Zafer Toprak, "Ġkinci MeĢrutiyet Döneminde Devlet.
Aile ve Feminizm", Sosyo Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, c.
I, Ankara, 1992; M. Akif Aydın, "Osmanlılarda Aile Hukukunun
Tarihi ve Tekâmülü", Sosyo Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi,
c. II, Ankara, 1992; Nüket Esen, "Türk Ailesindeki DeğiĢmenin
Romanımıza Yansımaları", Sosyo Kültürel Değişme Sürecinde Türk
Ailesi, c. II. Ankara. 1992.
ĠSTANBUL
Günümüzde Ġstanbul Ailesi
Haneler, bir ya da birden çok aile grubundan oluĢtuğundan aile ve hane, genellikle
bir arada ele alınan kavramlardır. Ġstanbul hanelerinin hemen tümü,
aralarında kan ya da evlilik bağlan olan kiĢilerden meydana gelmiĢtir.
Hane bir yaĢama düzenini ifade eder; yurt, otel, kıĢla, özel tıbbi ya da
diğer kurumlarda topluca kalan kiĢileri içermez. 1985 verilerine göre
Ġstanbul nüfusunun yüzde 95'i bir aile hanesi biçiminde yaĢamaktadır.
Daha eski dönemlerde Ġstanbul'da aile haneleri çoğu kez hizmetkârları ve cariye,
evlatlık gibi sürekli üyeleri de içerirdi. Bu tür haneler Ģimdi çok
azalmıĢtır. Bugün ailelerin gereksinim duyduğu kiĢisel hizmetler,
çocuk bakımı ve ev iĢleri, kendi ayrı haneleri olan gündelikçiler
tarafından karĢılanmaktadır. Hizmetkâr ve cariye, evlatlık vb dıĢında,
baĢka akrabalar olmaksızın yalnız yaĢayan çekirdek aile, en azından
20. yy'ın baĢından beri Ġstanbul'da egemen hane biçimi olmuĢ, bu
biçim zaman içinde önemini artırarak 1985 yılına gelindiğinde tüm
ailelerin yüzde 75'ine ulaĢmıĢtır, (bak. Tablo)
Evliliğin ve ailenin evlilikle yeniden üretiminin, gerek değer olarak gerekse
uygulamada güçlüce benimsendiği ve akrabalarla kiĢisel desteği ve
etkileĢimi yitirmeden ayrı yaĢama koĢullarının olanaklı olduğu
toplumlarda, nüfusun yüksek bir oranının çekirdek aile hanelerinde
yaĢaması olağandır. Örneğin, Doğu Akdeniz'de bir diğer kent olan
Kahi-re'de, Ġstanbul'daki yüzde 75'e karĢılık, hanelerin yüzde 73'ü
basit çekirdek aileden oluĢmaktadır. Ġngiltere ve Wales gibi Avrupa
ülkelerinde ise bu oran yalnızca yüzde 53'tür ve çekirdek hanelerin
hemen hemen yarısı çocuksuz çiftlerdir.
Ġstanbul ailelerinde, ölüm oranlan çıktıktan sonra aĢağı yukarı her kuĢakta
ebeveynlerin yerini alacak düzeyde bir ortalama doğum oram
gözlenmektedir. 1990 yılı için yapılan tahminlere göre, doğurganlık
yaĢındaki kadın baĢına, ortalama 2,2 çocuk düĢmektedir. Ortalama
doğurganlık oram, en azından son 40 yıldır, üç çocuk ya da daha az
olmuĢtur. Ġstanbul'a yönelen çok sayıda iç göçmen kimi
dalgalanmalara neden olmuĢsa da, kent ortalaması hep üç doğumun
altında kalmıĢtır. Duben ve Behar, bebek ve çocuk ölümlerinin
Ģimdikinden çok daha yüksek olduğu 1907'de bile Ġstanbul ailelerinin
3,7 çocuk dolayında bir doğurganlık oranına sahip olduklarını
göstermektedirler. Demek ki, çeĢitlilik gösteren bir nüfusta, ortalama
olarak küçük aile normu çok uzun bir süredir vardır ve fiilen
uygulanmaktadır.
Ġstanbul'da evlilik hemen hemen genel kuraldır. Hiç evlenmeyen erkek ve kadınların
oranı yüzde 3'ten azdır. Buradaki tek dalgalanma erkek ve kadınların
ilk evlenme yaĢında olmuĢtur. Erkekler için bu yaĢ yaklaĢık 24,
kadınlar için ise 21'dir. Görüldüğü gibi çekirdek
aileler yirmili yaĢların baĢında oluĢmaktadır. Kadınlar için durum 1907'de de fazla
farklı değildi: 1940'lar öncesinde kadınlar ilk evlilik yaĢında yaklaĢık
üç yıllık bir yükselme dönemi yaĢamıĢlar, sonra yeniden daha önceki
21 yaĢına dönmüĢlerdi. 20. yy'ın baĢlarında erkekler çok geç,
neredeyse 30 yaĢında evlenirlerken ilk evlenme yaĢları sürekli
düĢmüĢtür.
Evlenme yaĢının düĢmesine çoğu kez iki yorum getirilmektedir: Birincisi,
1940'lardan sonra özellikle yoğun olan iç göçün Ġstanbul'a erken
evlenme niye-tindeki genç insanları getirdiği ya da bunların önceden
evli oldukları, bu durumun da kent için ortalama evlilik yaĢını
düĢürdüğüdür. Diğeri ise, 1950'ler-den sonra iktisadi koĢulların
iyileĢtiği, böylece genç yetiĢkinlerin bağımsız bir aile oluĢturmanın
sorumluluklarını daha erken üstlenebildikleridir.
Evlilik yaĢındaki düĢüĢün Ġstanbul'da evlilikdıĢı kadın erkek birlikteliklerine karĢı
toplumsal yaptırımların bugüne dek sürmesini sağlayan bir etken
olduğu kuĢkusuzdur. Erken evliliklerin doğum oranlarını artırmaması
da dikkat çekicidir. Ġstanbullu çiftler, Avrupa ülkelerinde olduğu gibi,
doğurganlığı etkin biçimde kontrol etmektedirler (bak. aile
planlaması).
Öte yandan, genel kanıya karĢın, Ġstanbul'da ortalama hane nüfusunda bir azalma
olmamaktadır. Böyle bir kanının nedeni, herhalde, Ġstanbul'da
çekirdek ailelerin yaygınlığı ya da tek kiĢilik haneler ve çocuksuz
çiftlerde gözlenen artıĢın gelecekte hane nüfusunun azalmasına yol
açabileceği düĢüncesidir. 1985'te, tabloda gösterilen her kategorideki
hanelerin ortalama büyüklüğü 1907'den daha yüksektir (çocuksuz
çiftler ve yalnız yaĢayanlar hariç). Genel ortalamada 1907'de
(hizmetkâr, besleme ve evlatlıklar dahil) 3,6 olan hane büyüklüğü
bugün 4,0 kiĢidir. Bu artıĢın baĢlıca nedeni, ortalama yaĢam süresinin
yükselmesi, ölüm oranının düĢmesidir. Tüm aile fertlerinin daha uzun
ya-
Ģaması halinde aile devresinin herhangi bir aĢamasındaki ortalama büyüklük de
büyük olasılıkla daha yüksek olmaktadır. Bütün Türkiye nüfusu gibi,
Ġstanbullu ailelerde de yaĢlı kiĢilerin sayılarında bir artıĢ gözlenmekte,
bu da aile biriminin nüfusunun artmasına yol açmaktadır.
Ġstanbul aileleri arasında gözlenen farklılıkların baĢlıca kaynaklarından biri onların
kökenleri, yani doğuĢtan Ġstanbullu ya da Türkiye'nin baĢka bir
bölgesinden ya da yabancı ülkelerden göçmüĢ olup olmadıklarıdır.
Günümüz Ġstanbul'unda hane reislerinin yalnızca yüzde 18'i
Ġstanbul'da doğmuĢtur. Geri kalanın yüzde 7'si yabancı ülke doğumlu,
diğerleri ise Türkiye'nin diğer yöre-lerindendir.
Göçle gelmiĢ olanlarda, basit çekirdek ailelerden çok, karmaĢık aileler kurma eğilimi
yüksek olmakla birlikte, bu konuda Ġstanbul kökenli aile reisleri ile
aralarındaki farklılıklar ancak 50 yaĢın üstündeki grupta istatistik
açıdan önem taĢımaktadır. Ġstanbul dıĢı kökenli genç göçmen aile
reislerinin, özellikle de çocuk doğurma ve yetiĢtirme yaĢlarında
olanların basit çekirdek aile hanesinde yaĢama olasılığı, Ġstanbul
doğumlu aile reislerininkinden farklı değildir. Bu sonuç, göçmen
ailelerin, gençken köklü ve yerleĢmiĢ Ġstanbul modelleri ile
uyumlaĢma, ancak aile devresinin olgun bir aĢamasında,
sorumlulukları üstlenebilecekleri dönemde de, akrabalarını haneye
katarak onlara aile desteği verme eğilimlerinin bir göstergesi olarak
yorumlanabilir. Kendi çekirdek aile birimlerine ek olarak yanlarında
yaĢayan akrabaları bulunan Ġstanbul doğumlu aile reislerinin oranı,
bütün yaĢ grupları için yüzde 15'in üstündedir.
Ġstanbul'da farklı hanelerde yaĢayan akrabalar arasında aile destek sistemleri hâlâ
güçlüdür. Birlikte yaĢama, evliliklerin ilk dönemleri ile bebeklerin
doğumu ve yetiĢtirilmesi dönemlerinde yoğunlaĢmaktadır. KarmaĢık
aile ortamın-
AĠLE PLANLAMASI
da yetiĢtirilen bebeklerin oranı göçmen ailelerde yüzde 26, Ġstanbullu ailelerde yüzde
20'ye varmaktadır. Çocuklar büyüyüp kardeĢler gelince bu oranlar
düĢmekte, çünkü aileler kendi ayrı evlerine taĢınmaktadırlar.
Ġstanbullu ailelerin yaĢlanan ebeveynlerini aile hanelerine alıp almayacakları ve
giderek yaĢlanan nüfusun, ilerde çocuklarının yanında barınıp
barınmayacakları henüz belli değildir. Ġstanbul doğumlular arasında
en yaygın model, yaĢlıların tümüyle elden ayaktan düĢünceye kadar
yalnız yaĢamaya devam etmeleri, ancak çocuklarından çeĢitli
biçimlerde destek almalarıdır. Bu konuda geleceğe dönük tahminler
ilerde büyük bir talep artıĢı olacağım gösterdiğinden, bağımsızlıklarını
korumak isteyen ya da profesyonel bakıma gerek duyan yaĢlılara
yardım edecek kurumsal sistemlerin geliĢtirilmesi ciddi bir sorundur.
Bibi. A. Duben-C. Behar, İstanbul Haneleri: Evlilik, Aile ve Doğurganlık: 1880-
1940, Ġst., 1991; G. Gökçay-F. Shorter, "Ġstanbul'da Kim Kimle
YaĢıyor", Neıv Perspectives on Turkey, c. 9, 1993; Devlet Ġstatistik
Enstitüsü, Genel Nüfus Sayımı: Nüfusun Sosyal ve Ekonomik
Nitelikleri, İstanbul İli, Ankara, 1985, 1990.
FREDERIC SHORTER
AĠLE PLANLAMASI
Gebeliği önleyici yöntemler kullanarak doğurganlığın denetlenmesine "aile
planlaması" denir. 1965'te yürürlüğe giren bir yasa ile çiftlere
doğuracakları çocukların sayısı ve zamanını denetleyebilme hakkı
verilmiĢtir. BellibaĢlı gebeliği önleyici yöntemler, erkeği ya da kadını
kısırlaĢtırma ameliyatları, rahim içi araç, kadına ağızdan ya da
enjeksiyon ve benzeri yolla verilen suni hormonlar, prezervatif,
diyafram, vajinal tablet, takvim (doğurgan dönemi belirleme), geri
çekme, lavajdır. 1983'te yürürlüğe giren ek bir yasa ile kürtaj
yaptırmak da "aile planlaması" yöntemi olarak benimsenmiĢtir. Aile
planlaması yasa ve uygulamasının temel amacı, hızlı nüfus artıĢını
düĢürerek kalkınma sorunlarını hafifletebilmektir. Ayrıca, az sayıda
doğumun bebek ve ana ölümlerini azalttığı da bir gerçektir.
Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet sonrasında 1950'lere kadar, ölüm oranının
yüksek olması nedeniyle nüfus yavaĢ artmaktaydı. Nüfusun yavaĢ
artması o dönemlerdeki emek yoğun üretim koĢullarında, ekonominin
önemli bir sorunuydu. Doğumların azalması devletin tercih etmediği
bir durumdu; bu yüzden devlet, gebeliği önleyici yöntemleri tanıtıcı
eğitim ve hizmet vermiyor, aksine, kürtaj ve gebeliği önleyici yöntem
kullanmak yasaklanıyordu.
Bu yasaklara rağmen, Ġstanbul halkı, eskiden beri doğurganlığını ciddi biçimde
denetlemiĢ, kentin nüfusu, doğurganlıktan çok göç yoluyla artmıĢtır.
19. yy'ın sonu ve 20. yy'ın baĢında Ġstanbul'daki
AKA GÜNDÜZ
146
147 AKARCA MESCĠDĠ VE TEKKESĠ
1 1 —ı ı t L_
i
Ö T— J
1
H ö J
K)
^
B H T
J Akarca
^3G Tekkesi L
X/fv\ tevhidhane
^ 0 1 2 3 m plam. M. n
1983 B
i
Akarca Mescidi ve Tekkesi an
M. Baha Tamnan, 1993 h
a
tarihçelerine iliĢkin temel kaynaklarda bu hususta bilgi bulunmadığı gibi yapının inĢa
tarihini veren bir kitabeye de rastlanmamaktadır. Ayrıca Ġlyas Çele-
T
bi'nin, mihrap duvarı önünde bulunan mezar taĢı da tarihsizdir.
a
Ġstanbul Vakıflar BaĢmüdürlüğü'nde-ki 1341/1925 tarihli nEsâmi-i Tekâyâ Def-
fen'nden E. Hakkı Ayverdi'nin naklettiği bir kayıtta,
m ġeyh Veli Efendi
adında bir Ģahsın Tophane'de llyas Çelebi a Ca-mii'ne meĢihat
koydurduğu bildirilmektedir. Diğer taraftan, nCelvetîliğin piri Aziz
Mahmud Hüdâyî'nin (ö. 1628) halifelerinden,, "Ehl-i Cennet Efendi"
olarak anılan ġeyh Mehmed Fenâyî Efendi'nin (ö. 1664), mürĢidinin
vefatı üzerine (1628), görevli olarak bulunduğu Simav'dan Ġstanbul'a
geldiği, doğduğu semt olan Tophane'de yerleĢerek, Hü-dâyî
Âsitanesi'ne postniĢin olduğu tarihe (1057) kadar burada münzevi bir
hayat sürdüğü, bu arada Ġlyas Çelebi (Akarca) Mescidi'nde kürsü
Ģeyhliği yaptığı, kendisinden sonra, Aziz Mahmud Hüdâyî'nin diğer
bir halifesi olan Tophaneli ġeyh Veli Efendi'nin (ö. 1697) bu görevi
devraldığı bilinmektedir. Böylece, Akarca Mescidi'nde 17. yy'm ikinci
çeyreğinde Celvetîlerin faaliyet göstermeye baĢladıkları, 1657'den az
sonra da ġeyh Veli Efendi'nin, söz
konusu mescide meĢihat koydurmak suretiyle bu faaliyete resmiyet kazandırdığı
anlaĢılmaktadır.
Celvetîliğe bağlı olarak tesis edilen, "Ġlyas Tekkesi" veya "Ġlyas Efendi Tekkesi"
olarak da anılan Akarca Tekkesi, muhtemelen 18. yy'm birinci
yarısında Kadirîlere intikal etmiĢ, mescidin imamı olan Mustafa
Efendi (ö. 17ö3'ten az sonra), KasımpaĢa'daki Muabbir Tekke-si'nin
Ģeyhi Ali Vahdî Efendi'den (ö. 1763) hilafet almıĢtır. II. Mahmud'un
kızı Saliha Sultan'ın 1834'teki düğününe davet edilen Celvetî Ģeyhleri
arasında "Tophane'de, Akarca'da Akarca Tekkesi ġeyhi el-Seyyid
Sadullah EfendF'nin adı geçmekte, tekkenin tekrar Celvetîliğe avdet
ettiği anlaĢılmaktadır. Bu tarihten sonraya ait tekke listelerinde de
Akarca Tekkesi Celvetî olarak gösterilmiĢtir. Ancak, çocukluğunda
bu civarda oturmuĢ olan ve babası ile Akarca Tekke-si'ne birçok defa
gittiğini söyleyen Ġ. Hüsrev Tökin burada, tekkelerin kapatılmasından
önceki yıllarda Rıfaî ayinlerinin icra edildiğini, vücuda ĢiĢ saplamak,
kızgın demir yalamak gibi, Rıfa-îler'in "burhan" tabir ettiği birtakım
gösterilerin yapıldığını söylemiĢtir.
Ayin günü çarĢamba olan Akarca Tekkesi'nde postniĢin olan Ģeyhlerin tam bir
dökümü elde edilememiĢtir. Bu tür çift fonksiyonlu mescit-tekkelerde
görüldüğü gibi burada da imamlık ve Ģeyhlik görevinin aynı kiĢi
tarafından üstlenildiği anlaĢılmaktadır. Mi'rat-ı İstanbul'da, Akarca
Mescit-Tekkesi'nin kapısı üzerinde bulunduğu ifade edilen, bugün
mevcut olmayan manzum kitabede, 1306/1888'de, harap durumdaki
yapının, imam Hoca Fuad Efendi'nin önayak olması sonucunda halkın
yardımlarıyla yeniden inĢa ettirildiği belirtilmektedir.
Akarca Mescit-Tekkesi, aynı zamanda tevhidhane olarak kullanılan mescit bölümü
ile bunun batı yönüne bitiĢen harem bölümünden meydana gelmekte,
mescit-tevhidhanenin bodrum katında, selamlık birimleri veya derviĢ
hücreleri
olarak kullanıldığı anlaĢılan basık tavanlı mekânlar yer almaktadır. Yapı dik bir
yamaç üzerinde yükselmekte, kuzeydeki küçük avlunun giriĢi,
arazinin meyli yüzünden basamaklı olan Ġlyas Çelebi Camii Sokağı'na
açılmaktadır. Halen (Ekim 1993) Vakıflar idaresi tarafından onarımı
yaptırılan mescit-tevhidhane, ahĢap duvarlı ve kapalı bir son cemaat
yeri ile kagir duvarlı bir harimden oluĢmakta, her iki mekân da,
kiremit kaplı bir ahĢap çatı ile örtülü bulunmaktadır. Son cemaat
yerinin, ahĢap dikmelerle takviye edilmiĢ olan üst katı, kadınlara
mahsus bir fevkani mahfil olarak değerlendirilmiĢ, kuzeybatı
köĢesine, bu mahfile çıkan ahĢap merdiven, merdivenle harim duvarı
arasına da minarenin kaidesi yerleĢtirilmiĢtir. DıĢardan ahĢap
kaplama, içerden bağdadi sıva ile oluĢturulan son cemaat yeri
duvarlarında dikdörtgen açıklıklı pencereler bulunmaktadır.
Harim kısmının moloz taĢ örgülü, doğu, batı ve güney duvarlarında, iki sıra halinde
düzenlenmiĢ dikdörtgen açıklıklı pencereler sıralanmaktadır. Alt
sıradaki pencerelerin açıklıkları aslında tuğladan basık kemerlerle
geçilmiĢ olduğu halde sonradan pencerelerin içine dikdörtgen açıklıklı
ahĢap kasalar yerleĢtirilmiĢ, kemer aynaları da örülerek kapatılmıĢtır.
Harimin kuzeydoğu ve kuzeybatı köĢelerinde, zemini bir sekiyle
yükseltilmiĢ ve çevresi ahĢap korkuluklarla kuĢatılmıĢ olan birer
küçük mahfil bulunmaktadır. Bunların üzerinde, fevkani kadınlar
mahfilinin, birer ahĢap dikmeye oturan çıkmaları yer almaktadır.
Güney cephesinde dıĢa taĢkın olan, yarım daire planlı mihrap niĢinin
iç yüzeyinde, geç devir mihraplarında sıkça uygulanan bir süsleme
grubu görülmektedir: Tepede "Sultan Mahmud güneĢi" türünden
ıĢınsal bir motif yer almakta, bunun altında, iki yandan kordonlarla
tutturulmuĢ perdeler, ortada ise bir kandil motifi dikkati çekmektedir.
Dekupaj tekniği ile imal edilmiĢ, basit süslemeli ahĢap minber geçen
yüzyılın ürünüdür. Harimin cepheleri içbükey bir saçakla son
bulmakta, güney cephesini, antik Yunan mimarisinden üçgen bir
alınlık (fronton) taçlan-dırmaktadır. Kısa, silindirik minare tuğladır.
Basit demir korkulukların kuĢattığı Ģerefesi kesme taĢtan konsollarla
desteklenmiĢ, peteğin üzerine, kesme taĢtan, boğumlu bir külah
oturtulmuĢtur.
GiriĢin, güneyde îlyas Çelebi Soka-ğı'nda bulunan harem bölümü günümüzde imam
meĢrutası olarak kullanılmaktadır. 19. yy sonlarına ait sıradan bir
Ġstanbul evi olan harem bölümü kagir bir bodrum ve zemin kat ile,
sokak yönüne çıkma yapan ahĢap bir üst kattan meydana gelir. Mihrap
duvarının önündeki küçük hazirenin, Ġlyas Çelebi Sokağı üzerindeki
istinat duvarında I. Ulusal Mimari Üslubu'nda küçük bir çeĢme vardır.
Dikdörtgen bir çerçeve içine alınmıĢ olan sivri kemerli çeĢme
niĢinin üzerinde, boĢ bırakılmıĢ olan, enine dikdörtgen kitabe yüzeyi, kemerle bunun
arasında kalan üçgen alanlarda da birer adet kabartma rozet yer
almaktadır.
Bibi. Evliya, Seyahatname, I, 307; Ayvansa-rayî. Hadîka, II, 73-74; Kut,
Dergehnâme, 221, 232. no. 43; Çetin, Tekkeler, 590; Aynur, Saliha
Sultan, 34, no. 13; Âsitâne, 14; Osman Bey, Mecmua-i Cevâmi, II, 34-
35, no. 61- Münib, Mecmua-i Tekâyâ, 11; Raif, Mir'at, 349-350;
Sicill-i Osmanî, IV, 612; Öz, İstanbul Camileri, II, 3; M. Sertoğlu,
"Galata ve Tophane", Hayat Tarih Mecmuası, 7 (Temmuz 1977), 9-
17; H. K. Yılmaz, Aziz Mahmud Hüdâyî ve Celvetiyye Tarikatı, Ġst.,
1982, 126, 130, 286-287.
M. BAHA TANMAN
AKARÇEġME HAMAMI
Eyüp Defterdar Mahallesi'nde Çömlekçiler Caddesi ile Abdurrahman ġeref Bey
Caddesi'nin kesiĢtiği köĢededir.
Bulunduğu mahallenin adına atfen "Çömlekçiler Hamamı" da denir. Çifte hamamdır
ve Türk hamamlarının en güzel örneklerinden biridir.
Camekân kısmının üstü kiremit örtülü olup, bir özelliği yoktur. Çatıda ahĢap gövdeli
bir aydınlık feneri vardır. Burada kahve ocağı ile üst kata çıkılan
merdivenler yer alır.
Soğukluk kısmında, giriĢin sağındaki duvarda, küçük bir niĢ içinde bir çeĢme vardır.
Buranın iki yan duvarının önünde peykeler bulunur. Bunlardan sağda-
kinin üstü bölünerek iki duĢ yeri yapılmıĢ ve yapı düzeni bozulmuĢtur.
Ġki soğukluktan soldaki sıcaklığa açılır. Sıcaklık üç bölümden oluĢur. Birinci kısım,
iki geniĢ kemerin taĢıdığı bir kubbe ile iki küçük beĢik tonozun
örttüğü bir sofadır. Ġki kademeli bir seki üzerinde altı kurnası vardır.
Sıcaklığın sol duvarında boydan boya tas koymak için bir duvar
girintisi ve ayrıca derin ve yüksek bir niĢ bulunmaktadır. Sağda ise
biri üç, diğeri dört kurnalı iki halvet vardır. Bunların arasındaki
duvarda kandil niĢi yer alır. Halvetlerin üzeri kubbelidir.
Bibi. İSTA, I, 500-501; İKSA, I, 510.
ZĠYA NUR SEZEN
AKARETLER
BeĢiktaĢ ve Maçka arasında, bulunduğu semte adını veren sıra ev grubu. ġair Nedim
ve Spor caddelerinin çatalağzı biçiminde birleĢtikleri bölgede ve
eğimli arazide kurulmuĢtur.
Akaretler sıra ev grubu, "sıra ev" olarak adlandırılan konut tipinin. Ġstanbul'daki en
önemli ve anıtsal örneğidir. Yapımına Ocak 1875'te irade-i hümayunla
baĢlanan Akaretler sıra evlerinin mimarı, Sarkis Balyan'dır.
Bu sıra evler kira konutu olarak tasarlanmıĢ ve bunlardan elde edilecek gelirle
Aziziye Camii'nin yapılması öngörülmüĢtür.
Sıra ev, 19. yy'ın ikinci yarısından baĢlayarak Ġstanbul'un kentsel büyüme
alanlarında, yangın sonrası düzenleme bölgelerinde veya azınlık gruplarının vakıf
arazilerinde inĢa edilmiĢ bir konut tipidir. Orta ve küçük kentsoylu
sınıfının konutu olarak ortaya çıkan sıra ev tipi, Ġstanbul'daki konumu
ve mimari nitelikleri ile kent tarihi ve sosyolojisi açısından son derece
önemli veriler oluĢturmaktadır.
Akaretler sıra ev grubu, 66 parsel üzerinde 133 konut birimini içermektedir.
Parseller, konum ve büyüklük bakımından birbirlerinden küçük
ayrımlar gösterirler. En farklı olan, üçgen biçimli adanın köĢe
parselidir. Belirli geometrik biçimi olmayan, üç cephesi de yola bakan
ve alanı en büyük (600 m2) olan parseldir. Geri kalanların tümü
küçük kenarları yoldan cephe alan dikdörtgen biçimli ve alanları 180
m2 ile 220 m2 arasında değiĢen parsellerdir. Parsellerin yoldan cephe
alan kenarları, her bir grup içinde birbirine eĢit geniĢliktedir. Üçgen
adadaki parsellerin cephe geniĢliği 8,80 m, öbür gruplarda 7,50 m'dir.
Arazinin eğimlerinden ötürü arka bahçe çizgisi değiĢtiğinden parsel
büyüklükleri az da olsa farklıdır. Biri ġair Nedim Caddesi'nde dördü
de Spor Cadde-si'nde olmak üzere beĢ parsel çift parsel alanı
büyüklüktedir. Parsellerin tümü yolu dik çizgilerle bölümlemiĢtir.
Akaretler sıra ev grubunun etkili kentsel perspektifi öncelikle bu parselasyon
sistemine dayanmaktadır. Mimar, kendi imar kurallarını da getiren bu
düzenleme ile ve yaratıcı bir ustalıkla arazinin elveriĢsiz koĢullarını
olumlamıĢtır.
Üçgen biçimli yapı adasında arka bahçelerin gerisinde Akaretler'e ait ve muhtemelen
ortak kullanım için ayrılmıĢ, geniĢ bir alan bulunmaktadır. Bugün
BeĢiktaĢ Plaza Projesi'nin uygulandığı bu alana Spor Caddesi
üzerinde bulunan ve basık kemerli bir kapısı olan geniĢ bir geçitten
girilmektedir.
Akaretler sıra ev grubunda, plan ti-polojisi bakımından iki ana tip ve bunların küçük
farklar içeren varyantları bulunmaktadır.
Birinci tip, yandan giriĢli, önde salon ve arkada yatak odaları ve ortada servis
Akaretler jji
Onur Dirikan, 1993
hacimleri olan modeldir. Bu tipin, merdivenin ortada veya yanda oluĢuna ve arkada
tek veya çift oda bulunuĢuna göre varyantları bulunmaktadır. YaklaĢık
120 m2'lik inĢaat alam rasyonel bir düzenlemeyle, kayıp alanlar en aza
indirgenerek kullanılmıĢtır. Mutfak ve banyo/tuvaletin günümüz
ölçülerine göre küçük tutulmasına karĢılık oturma hacimleri büyüktür
(ortalama net 49 m2). Çok eskimiĢ ve kötü kullanılmıĢ olmakla
birlikte ÇağdaĢ donanımı vardır.
Ġkinci tip, yalnızca, yukarıda beĢ tane olduğunu söylediğimiz çift parsel
büyüklüğündeki parsellerde kullanılmıĢtır. Çok daha ileri bir tarihin
plan anlayıĢına yakın duran bir düzenleme görülmektedir. Ġki konut
birimi, ortada yer alan tek bir merdiven çekirdeğine bağlanmıĢ ve
böylece altı daireli apartman tipi bir konut elde edilmiĢtir. Öteki
parsellerdeki gibi önde salon, arkada iki oda ve ortada servis
hacimleri olan plan, özellikle bu hacimlerin daha konforlu olabileceği
boyutlar sağlamaktadır. Tek merdiven ve geniĢ bir aydınlık orta
alanlara önemli bir planlama rahatlığı getirmiĢtir.
Akaretler sıra ev grubunda, cephe ti-polojisi bakımından da iki ana tip vardır.
Birinci tip, üçgen biçimli adanın cephelerinde kullanılan ve birinci katında bir çıkma
ve onun üzerinde bir balkon bulunan cephe düzenlemesidir. Ġkinci tip
ise, caddelerin öbür kenarındaki konutlar için seçilmiĢ olan çıkma-sız
ve salt ikinci katta balkonu olandır.
Sıra ev grubunun cephe düzeni ve grubun genel konsepti için üslup terimi olarak
neoklasisizm sözcüğü kullanılabilir. Ancak burada üslubun esnek ve
özgül kullanımına iĢaret edilmelidir. Çünkü buradaki gibi bir kentsel
düzenleme söz konusu olduğunda üslup betimlemeleri tek birimi
değil, grubun bütününü göz önüne almak durumundadır. Tek yapıda
belirgin, önemli veya belirleyici olmayan bir yapı elemanı, bütün
içinde belirleyici özellik kazanabilir.
Bu açıdan bakıldığında Akaretler sıra ev grubunda, her iki cephe tipinde de yatay
bölümlemeyi, dolayısıyla konut bi-
AKARSULAR
150
157
AKARSULAR
1
AKĠNDĠNOS, GREGORĠOS
160
r
161
AKSARAY
AKĠNDĠNOS, GREGORĠOS
bak. PALAMÎSM
AKÖZER, AIĠ SAMĠ
(3 Şubat, 1866, Rusçuk [bugün Bulgaristan 'da] - 1936, istanbul) Ressam ve
fotoğrafçı. Halil Kamili PaĢa'nın torunu, Hacı ġefik Mevlevi'nin
oğludur. Ailesi Üsküdar Beylerbeyi nüfusuna kayıtlı olan Aközer,
Mühendishane kayıtlarında "Üsküdarlı Ali Sami" diye geçer. 1886'da
Mühendishane-i Berri-i Hümayun'u bitirdi. Okulda resim ve fotoğraf
öğretmeni olarak görevine baĢladı. ġehzade Burhaneddin Efendi'ye
uzun zaman fotoğraf ve resim dersleri veren Ali Sami Bey, sarayın
fotoğraf hocalığını yaptı. Servili Ahmed Emin'in(->) kızı ile evlendi.
Bu evlilik fotoğrafçı olan kayınpederi ile birlikte, onun fotoğraf
alanında daha da yoğunlaĢmasını sağladı. Karakalem ve suluboya
resim konusunda da usta olan Aközer, 1892'de kolağası rütbesine
yükseldi. 1898'de Alman Ġmparatoru II. Wilhelm'in, istanbul'u
ziyaretinde, Yıldız Sarayı'mn büyük salonunda yapılan karĢılama
törenini, Yıldız Talimhane'deki geçit törenini fotoğrafla-dı. II.
Wilhelm'in Kudüs gezisine de II. Abdülhamid'in emriyle fotoğrafçı
olarak katıldı ve istanbul'dan Kudüs'e kadar Ġmparatoru izleyerek
fotoğraflar çekti. Bu fotoğraflar albümler halinde II. Ab-dülhamid'e
sunuldu.
Aközer, II. MeĢrutiyet'ten sonra Mü-hendishane'deki resim ve fotoğraf
öğretmenliğinden ayrıldı. Daha sonra Trabzon Lisesi'nde resim
öğretmenliği yaptı. 1935'te Ġstanbul'a döndü ve burada öldü. Bibi. E.
Çizgen, Fotoğrafçı Ali Sami Bey, Ġst.,
1989.
ENGiN ÇĠZGEN
Aksaray,1875
TaĢbasma
haritalardan
yararlanılarak
1964'te Ġstanbul
Belediyesi
tarafından
hazırlanan
haritalardan
çizilmiĢtir.
istanbul
Ansiklopedisi
Aksaray, 1993
istanbul Ansiklopedisi
riĢsiz dükkânlarla çevriliydi. Deniz tarafında birkaç sokak üzerinde çarĢı alanı
bulunuyordu. Bu meydanın Yenika-pı'ya doğru açılan ve Aksaray'dan
kalkan tramvayların hareket alanı olan bir cebi vardı. Topkapı'ya ve
Yedikule'ye giden tramvay yolları meydandan âdeta küçük ahĢap
evlere sürünerek çıkardı.
Ġstanbul gibi Aksaray'ın da değiĢmesi, Demokrat Parti'nin iktidara geliĢinden ve II.
Dünya SavaĢı sonrası ekonomik ve politik programlarının Üçüncü
Dünya'yı ve Türkiye'yi sarsmasından sonra oldu. Bu bölgede yaĢayan
halkın dağılmaya baĢlaması ve eski kent dokusunun bozulması
Menderes döneminin imar hareketleri sonucudur. Buradaki
rin oturdukları mahallelerdi. Buna karĢılık CerrahpaĢa, KocamustafapaĢa, Fatih,
Horhor, Laleli gibi iç mahallelerde Türkler yerleĢmiĢti. Aksaray,
Hıristiyan ve Müslüman cemaatler arasında bir buluĢma meydanıydı.
III. Murad döneminden (hd 1574-1595) sonra sürekli karıĢıklıklar
çıkaran ve kontrol edilemeyen 40.000 kadar yeniçerinin büyük bir
bölümü Aksaray'da oturuyordu. Eski ocak disiplini bozulduktan sonra
bunların birçoğu kıĢlalar çevresindeki bekâr odalarına taĢınmıĢ, kimisi
çarĢı ve pazarda ticarete koyulmuĢ, ulufelerini alamadıkları zaman
kentte kargaĢalıklar çıkarmıĢlardı. Aksaray'ın kötü Ģöhreti
yeniçerilerin yarattıkları bu anarĢi ortamının sonucu
Sultan ve Kara Mustafa PaĢa saraylarının varlığına bakarak Aksaray'ın 17. yy'da
konut alanı olarak itibarlı bir semt olduğunu söyleyebiliriz. Bu
saraylar kurucularının ölümünden sonra, büyük yangınlar sonucu
ortadan kalkmıĢ olmalıdırlar. Konumu açısından Aksaray, bir kent
yapısının en önemli odaklarından biri, daha sınırlı bir görüĢ açısından
bir semtin merkezi iĢlev alanı olarak düĢünülebilir. Laleli, Fındıkzade,
Yenikapı-Langa, Haseki, Saraçhane gibi semtlerle çevrilidir.
Aksaray'ın konumu kentin nüfus dağılımı açısından da ilginçti. Ġstanbul'un Marmara
kıyıları, Samatya'dan Kunıka-pı'ya kadar genellikle Rum ve Ermenile-
1950'lerde Aksaray Meydanı'ndan geçen Topkapı-Bahçekapı tramvayı ve arkada
Valide Camii.
Ekrem Işın
olarak görülebilir. Vaka-i Hayriye'den az önce kurulan EĢkinci askeri kurumunun
kendilerine zarar vereceğini düĢünen yeniçeriler Aksaray'daki
Etmeydanı'nda toplanmıĢlar, kazanlarını bu meydana getirerek
baĢkaldırmıĢlar ve kente dağılarak yağmaya baĢlamıĢlardı (bak. Vaka-
i Hayriye). Sonunda yenilerek odalarına sığınan yeniçerilerin
Etmeydanı'ndaki kıĢlaları sarılmıĢ ve o sırada çıkan yangında bu
yapılar yok olmuĢtur.
Vaka-i Hayriye'ye (1826) kadar yeniçeriler kent yaĢamında önemli bir öğe oldukları
için, Aksaray daima çok canlı ve olaylarla dolu bir semt olarak
tanınmıĢtır. Yeniçeri ocaklarının giderek kontrolden çıkmalarına bağlı
olarak Aksaray çevresinde bir yolsuzluk ve fuhuĢ bölgesi oluĢmuĢtur.
Aksaray'ın, Yenibahçe ve Langa gibi halkın çok gittiği bahçe ve
bostanlık kent içi mesire yerleri arasında olması, çarĢısı, fuhuĢla
iliĢkisi ve kentin tarihi ulaĢım aksı üzerindeki yeri, onu ünlü bir semt
haline getirmiĢtir.
Aksaray'ı Osmanlı döneminde tanımlayan ünlü yapılar vardır. Her ne kadar semt
bütün tarihi fizyonomisini yitirmiĢ-se de, yapıların bir bölümü bugüne
kadar yaĢamıĢtır. Bunların en önemlisi Fatih'in vezirlerinden Murad
PaĢa'nın yaptırdığı ve camiini 1471'de bitirdiği Murad PaĢa
Külliyesi'dir(->). Külliye cami-iyle birlikte bir medrese (1936'da
yıkılmıĢtır), bir hamam (1958'de, Vatan Cad-desi'nin açılıĢı sırasında
yıkılmıĢtır), Murad PaĢa'nın türbesini ve bir hazireyi içerir. Camiin
önündeki Ģadırvan 1622'-de Kara Davud PaĢa tarafından
yaptırılmıĢtır. Aksaray'daki diğer bir ünlü yapı, ġehzade Camii
yapıldıktan sonra buraya inĢa edilen yeniçeri odalarıdır. Bu kıĢlanın
yeri kesin olarak bilinmemekle birlikte, ortasında Etmeydanı Mescidi
bulunuyordu. Etmeydanı bu kıĢlaların
önündeydi. 18. yy'ın sonunda, Kauffer planında Yeniçeri Mahallesi olarak gösterilen
bölge, Murad PaĢa Camii'nin kuzeybatısında, BayrampaĢa Deresi
üzerinde ve Yenibahçe denilen bahçe ve bostanların yanındadır.
Böylece kıĢlaların, bugünkü Ahmediye Camii (Orta Camii, Etmeydanı
Camii olarak da bilinir) çevresinde Sofular Caddesi civarında olduğu
söylenebilir. Aksaray'ın yakın çağlardaki kimliğini yaratan yapılardan
bir diğeri, seçmeci bir sözde-Ġslami üslupla yapılmıĢ Pertevniyal
Valide Sultan Ca-mii'dir (bak. Valide Camii). Aksaray Meydanı'ndan
CerrahpaĢa'ya çıkan yolun ağzında ise, R. E. Koçu'ya göre eski bir
yeniçeri kolluğunun yerine yapılmıĢ neoklasik üsluplu ve karakteristik
bir revakı olan ünlü Aksaray Karakolu vardı (1957'de yıkılmıĢtır).
Eski Aksaray Meydanı'nın CerrahpaĢa yönündeki sınırlarından biri bu
karakoldu.
Adnan Menderes döneminin imar etkinliklerine gelene kadar meydan ve çevresinin
oldukça yeĢil bir görünümü vardı. 1937-1938'de yeni kent
düzenlemeleri sırasında yapılan Aksaray Parkı o zamana kadar duran
bir bostan üzerinde kurulmuĢtu. Langa meyhaneleri ve ünlü YeĢil
Tulumba Kahvesi gibi eğlence yerleri hep bu bahçeler içindeydi.
Aksaray semtinde yukarıda adı verilen baĢlıca yapılar dıĢında mahalle mescitleri,
tekkeler, sıbyan mektepleri ve çeĢmeler gibi kamu yapılarından
bazıları, değiĢikliklere uğrayarak günümüze kadar gelmiĢtir.
Aksaray, Cumhuriyet'ten II. Dünya SavaĢı sonuna kadar bellibaĢlı anıtsal yapılarını,
kent dokusunu, konaklarını ve mütevazı evlerini koruyan, 1911
UzunçarĢı yangınından sonra daha çabuk yenilenmiĢ olan Laleli ile
derin bir uykuya dalmıĢa benzeyen CerrahpaĢa
ve Haseki gibi semtler arasında canlı bir kent ortamıydı. Aynı zamanda bir tramvay
terminaliydi ve burada tramvay depoları bulunuyordu. Bu depolar atlı
tramvaylar döneminde ahır olarak kullanılan alanlarda yapılmıĢtı.
Aksaray çarĢısı büyüktü ve kent içinde ünlüydü. Semt halkının büyük
bir bölümü Ġstanbul yerlisi denilebilecek Müslümanlardan
oluĢuyordu. Geleneksel yaĢamı sürdüren bir sosyal yapısı vardı. Eski
Bous Forumu'nun yerindeki Aksaray Meydanı, ortadaki büyük ve bol
ağaçlıklı refü-jün çerçevesinde Valide Camii'nin görkemli avlu
cephesi ve taç kapısı, Aksaray Karakolu'nun revakmın yanısıra her iki
tarafından da kısmen ahĢap, göste-
Meydanı ortadan kaldıran köprülü kavĢak yapıldıktan sonra Aksaray.
Erkin Emiroğlu
AKSARAY
164
r
165
AKSEL, MALIK
Malik Aksel'in bir resmi: "Unkapanı Köprüsü", mal üzerine yağlıboya, 49x59 cm.
Türk Kültürüne Hizmet Vakfı
simleri (1960) adlı bir kitapta topladı. Büyük ölçüde taĢbaskısı halk hikâyelerinde
bulunan resimlerin incelenmesine ayrılan bu kitap, halk kitaplarını
resim sanatı açısından değerlendiren ilk kaynaktır. Bu eserinde
istanbul'da kahvehanelere, meyhanelere, muhallebici, bozacı ve Ģıracı
dükkânlarına asılan ilk tablo-. larımızı tanıtmıĢ, böylece dini
resimlerden folklorik resimlere geçiĢi belgeleyen, Türk resmindeki
modernleĢmenin kök ve izlerini araĢtıran önemli bir çalıĢma ortaya
koymuĢtur.
Türklerde Dinî Resimler (1967) adlı eseriyle unutulmuĢ yazı-resim sanatını inceleyen
Aksel, dokusunu harflerden alan cami, çifte vav, kandil, baĢlık, es-
hâb-ı kehf, gemi, kuĢ, aslan, ibrik ve insan resimlerini incelemiĢtir.
Eserde bu resimlerin Türk toplumundaki varoluĢ sebepleri açıklandığı
gibi din, mezhep ve tarikat açısından ne anlama geldikleri de
açıklanmıĢ bulunmaktadır.
Malik Aksel'in anı ve inceleme niteliğindeki yazılarını topladığı Sanat ve Folklor
(1971) ile İstanbul'un Ortası (1977) adlı kitapları da eski istanbul'a
iliĢkin bilgilerle, tanıklıklarla doludur. Adını, Ġstanbul halkının
ġehzade Ca-mii'nin Vefa'ya dönen köĢesindeki mermer sütunun Ģehrin
ortası olduğuna inancından alan İstanbul'un Ortası yazarın çocukluk,
ilk gençlik ve orta yaĢlılık anılarını, Ģehrin değiĢen çehresini yansıtır.
Kitapta özellikle eski tiyatrolar, kahvehaneler, meddah ve ortaoyunu
üstadlarıyla birlikte Ġstanbul'un eğlence hayatı hakkında ilginç bilgiler
vardır.
Bibi. K. Ertop, "Malik Aksel ve Ġstanbul'un Ortası", TFA, 350 (Eylül 1978); A.
Kaynardağ, "Malik Aksel'le SöyleĢi", Çevre, 5 (Eylül-Ekim 1979); S.
Tansuğ, "Resmin Büyük Ustalarından: Malik Aksel", Gösteri., 15
(ġubat 1982); Z. Kerman, "Malik Aksel'le Mülakat", Kaynaklar, no. 4
(1984); Ahmet Koksal, Ressam, Eğitimci ve Yazar Malik Aksel, Ġst.,
1988; G. Derman, Resimli Taşbaskısı Halk Hikâyeleri, Ankara, 1988.
M. SABRI KOZ
AKSUHOS AĠLESĠ
11. yy'ın sonlarında Bizans Ġmparatorlu-ğu'na iltihak eden Türk (Anadolu Selçuklu)
kökenli aile. Ancak Türkleri genellikle Ġranlılarla özdeĢleĢtiren Bizans
kaynaklarında Aksuhosların Ġran kökenli olduğu ileri sürülür.
Ailenin Bizans'a gelen ilk mensubu loannes Aksuhos (veya Aksuh) adıyla bilinir.
Kendisi I. Haçlı Seferi (bak. Haçlı Seferleri) sırasında, Ġznik'te, 10
yaĢındayken esir alınıp, Haçlı ordusu tarafından Ġmparator I. Aleksios
Komnenos'-a(->) armağan edildi. Bu yoldan köle olarak Bizans
sarayına giren Aksuhos, orada imparatorun oğlu ve veliaht loannes
Komnenos'la (bak. loannes II. Komnenos) yakın dostluk kurdu.
Prensin II. loannes unvanıyla 1118'de tahta çıkmasından sonra da
devam eden dostluk Aksuhos'un sebastos rütbesine yükselmesi ve
Bizans askeri teĢkilatında çok üstün bir makam olan megas do-
mesft'&M'luk, yani baĢkumandanlık (veya doğu ve batı ordularının
kumandanlığı) görevine tayiniyle sonuçlandı. Aksuhos o derece
yetkili ve saygındı ki, hanedan üyeleri (bak. Komnenos Hanedanı)
bile onu gördükleri zaman atlarından inip selamlarlardı. II. loannes ile
kız kardeĢi Anna Komnena(->) arasında çıkan bir taht kavgasından
sonra Ġmparator kardeĢinin el koyduğu tüm mülklerini Aksuhos'a
armağan etmek istemiĢ, ama Aksuhos bu mallan uygun bir Ģekilde
reddederek Komnenos Haneda-nı'nın güçlü bir koluyla iliĢkilerinin
zedelenmesinden kaçınmıĢtı. II. loan-nes'in Anadolu'da bir
seferdeyken ölmesi sırasında (1143) yanı baĢında hazır bulunan
Aksuhos, yine orada bulunan ve halef ilan edilen I. Manuel Komne-
nos'tan(->) önce baĢkent Konstantino-polis'e gönderilerek, yeni
imparatorun çekiĢmesiz bir Ģekilde tahta çıkması için gerekli ortamı
hazırladı. Bizans sarayında üç imparatorun yönetiminde elli yıl
kadar görev yapan loannes Aksuhos yaklaĢık 1150'de öldü.
Ayrıca felsefe ve Hıristiyan ilahiyatına ilgi duyan Aksuhos, ön adından da anlaĢıldığı
gibi, küçük yaĢta girdiği Bizans sarayında Hıristiyanlık dinini kabul
etmiĢ ve bu yönde eğitilmiĢti. Olgunluk yıllarında da Hıristiyanlığa
inancı devam eden Aksuhos için, din adamı Modonlu Nikolaos -onun
bizzat merak ettiği bazı teolojik konulara açıklık getiren- kısa bir
risale yazmıĢtır.
Aksuhos ailesi loannes'in ölümünden sonra önemini yitirmeyip, aksine güçlenmeye
devam etti. loannes Aksu-hos'un kesin sayıları belli olmayan çocukları
arasında en azından bir kızı ile bir oğlunun imparatorluk ailesinden
gelen kiĢilerle evlendikleri bilinir. Bunlardan biri, Ġmparator Manuel
Komne-nos'un bir yeğeniyle evli olan Aleksios Aksuhos, loannes'in
büyük oğluydu ve sarayda babasınınki gibi askeri bir görev olan
protostrator'luk (baĢseyis) makamına sahipti.
Aleksios Aksuhos'a sık sık elçilik ve benzeri diplomatik görevler de verilmekteydi.
Fakat çok zengin olan, gerek Bizans ordusunda gerek baĢkent halkı
arasında özellikle sevilen ve sayılan Aleksios Aksuhos, çok geçmeden
bazı saray mensuplarının kıskançlığını üzerine çekti. Sonunda da,
rakip bir grup tarafından, Sultan II. Kılıç Arslan'la iĢbirliği yaparak
imparatora karĢı bir darbe düzenlediği iddia edilerek gözden
düĢürüldü ve yaĢamının geri kalan yıllarını bir manastırda geçirmek
zorunda bırakıldı. Bu ihanet söylentilerine ilave olarak, bir Bizans
kaynağı Aleksios'un baĢkent civarındaki evlerinden birinin
duvarlarını, âdet olduğu gibi imparatorun değil, Selçuklu sultanının
zaferlerini gösteren resimlerle bezettiğini ileri sürer.
Aleksios Aksuhos'un iki oğlundan biri olan ve annesinin aile ismini kullanmayı tercih
eden loannes Komnenos, aynı zamanda "ġiĢman" lakabıyla da tanınır.
Babası öldükten sonra I. Manuel mallarının çoğuna el koyduğu için
yoksulluk içinde büyüyen loannes, 1185'te Komnenos Hanedanı'nın
son bulmasıyla tahta geçen Angeloslar devrinde (bak. Angelos
Hanedanı) durumunu kısmen düzeltti. Ancak 1200 yılında Ġmparator
III. Aleksios Angelos'a karĢı düzenlenen bir darbeye alet olunca, talihi
yeniden ters döndü. Darbeci-lerce Ayasofya Kilisesi'nde imparator
ilan edilen ġiĢman loannes (kendisi anne tarafından eski Ġmparator II.
loannes Komnenos'un büyük torunu oluyordu), kısa süre içinde
bastırılan ayaklanma sırasında hayatım kaybetti.
Böylece varlığını Konstantinopolis'te üç kuĢak boyunca sürdüren bu Türk kökenli
ailenin adı bundan sonra baĢkent sahnesinden silinmekle beraber,
nüfuzu Trabzon'da devam etmiĢ olmalıdır, çünkü 13. yy'ın baĢında
kurulan Trabzon Ġmparatorluğu'nun üçüncü hü-
kümdarı loannes Komnenos Aksuhos (hd 1235-1238) ismini taĢır.
Bibi. K. M. Mekios, Ho megas domestikos tou ByzanHou loannes Axoucbos kat bo
protost-rator hyios autou Alexios, Atina, 1932.
NEVRA NECĠPOĞLU
AKġAM
Günlük gazete. I. Dünya ġavaĢı'nın son aylarında Ġttihatçı iktidarın basına daha
yumuĢak davranmaya baĢladığı ortamda 20 Eylül 1918'de, yayın
hayatına girdi. BaĢyazar Necmeddin Sadık (Sadak), yazar Falih Rıfkı
(Atay), yazı iĢleri müdürü Ali Naci (Karacan) ve yönetici olarak
Kazım ġinasi'nin (Dersan) ortaklığıyla, öğleden sonra gazetesi olarak
yalnızca Ġstanbullulara hitap ediyordu. ĠĢgal döneminde, Anadolu ile
iliĢkilerin kopuk olmasına rağmen, dinamik bir gazetecilik yaparak,
özel haber ağıyla Ġstanbulluları olayların iç yüzünden haberdar etmeyi
baĢardı. Sansürle ve iĢgal kuvvetleriyle çatıĢmaya giriĢmekten çekin-
meyerek Ankara'nın zaferlerini Ġstanbul halkına ulaĢtırdı. Bu yüzden,
gazete daha makineden çıkarken kapıĢılıyordu. AkĢam bu yıllarda
Ankara'daki gaziler için hediye toplama kampanyası açarak
Ġstanbulluları Milli Mücadele'ye katılmaya teĢvik etti. Futbol
karĢılaĢmaları düzenleyerek gençliğin ulusal duygularını
kuvvetlendirmeye çalıĢtı.
Akşam, Ġstanbul'un kurtuluĢu ve Cumhuriyetle birlikte Kemalist devrimlerin
savunuculuğunu üstlendi. Latin harflerinin benimsenmesi için büyük
çaba sarf etti. Fıkraları ve yazı dizileri kadar ciddi haberciliğiyle de
"Ġstanbul beyefendisinin gazetesi olmaya yöneldi. Yazarları arasında
bulunan Hikmet Feridun Es, Vâlâ Nureddin, Muharrem Feyzi Togay,
Enis Tahsin Til, Refik Halit Karay, ġevket Rado, Burhan Felek,
Hüseyin Cahid Yalçın, Adnan Adıvar, Ser-med Muhtar Alus, Ahmed
Refik Altınay gibi kalemlerle Cemal Nadir Güler gibi karikatüristler,
bir dönem gazetenin saygınlığını artırdılar.
Çoğulcu demokratik ortama tam uyamama yüzünden gazete, 1940'ların ikinci
yarısında etkisini tamamen yitirdi. Ancak Haziran 1957'de yeni sahibi
Malik Yolaç'ın yatırımları ve giriĢimciliği sonunda hem sabahları
çıkmaya baĢladı, hem de bütün Türkiye'ye hitap eden ulusal gazete
niteliğine büründü. Bu yıllarda Demokrat Parti iktidarının baskılarına
karĢı güçlü bir mücadele verdi. 1960'larda Ankara'da bastırıp
Anadolu'ya daha hızlı ulaĢtırma çabaları sonunda tirajı o zamanlar için
rekor sayılabilecek iki yüz bini aĢtı. Bunda, yazı kadrosuna alınan
Aziz Nesin, Çetin Al-tan, Ġlhami Soysal gibi kalemlerin etkisiyle
solda saygın bir yer tutması da rol oynadı.
Akşam gazetesinin mali zorlukları giderek arttı ve sonunda 1972'de Türk-ĠĢ'e
devredildi. Yeni yönetim de gazetenin geliĢmesini sağlayamayınca
Akşam'ı
K Ġ
M
R
K
Ġstanbul akĢamcıları, ekseriyetle hoĢsohbet, kalendermeĢrep adamlardı. Rindâ-ne
gazeller söyleyen, destan semaî düzen bu saz ve söz sahiplerinin
arasına eli bıçaklı ve yumruk oyununa alıĢmıĢ baldırı çıplaklar pek
karıĢamazdı. Bu gibilerin gittikleri yerlere de berikiler ayak atmazdı.
Kanlı kavgalar daima süflî koltuk meyhanelerinde çıkardı. Yeniçeri
kabadayıları, akĢamcılığa yeni yeni ayak uydurmağa çalıĢan
delikanlıları mütecaviz sarhoĢlara karĢı müdafaa etmekle övü-nüıierdi.
AkĢamcılardan bir kısmı da muziplikleri tuhaflıkları ile meĢhurdu.
Gedikli meyhanelerin kapanma saati alaturka 1,5 sulan idi. Vakit
gelince, uĢaklar çıngırağı çalarlardı. Hanlar içindeki gediklilerde
çıngırak bulunmaz, davul çalınırdı.
AkĢamcılar meyhane dönüĢlerinde semtlisi ile birleĢerek yolda da muhabbet ve
sohbet ederlerdi. Fazla kaçıranlardan bazan yollarda dökülüp kalanlar
da olurdu. HoĢ bir fıkradır:
AkĢamcının biri evinin kapısına kadar gelmiĢ, fakat tokmağı vuracak takati
kalmadığından kapı önünde sızmıĢ, kalmıĢ. Derken kol (devriye)
geçmiĢ. Bir yeniçeri çorbacısı (kolluk subayı) sarhoĢu uyandırıp:
- Kalk! "Kapı"ya (karakol) gideceksin. DemiĢ. SarhoĢ gülmüĢ:
- Ağa, hâlim olsa, evimin kapısından içeri girerdim! DemiĢ.
(...)
Devlet ricalinden, kalem âmirlerinden, hattâ ulemâdan ve müderrislerden bile
kıyafetlerini değiĢtirip gedikli meyhanelere giden akĢamcılar olurdu.
Bazı fakir akĢamcılar da vardı ki tatlı dili, güzel sesli yahut herhangi
bir sazdaki hüneri ile meyhanelerde her akĢam bir sofranın misafiri
olurdu. Geçen asrın baĢlarında yaĢamıĢ imameci kalfalarından Kırbalı
Ahmed bunların en namlılarından biridir. Daha çocukluğunda
çığırtma çalmağa heves etmiĢ, az zamanda fevkalâde hüner sahibi
olmuĢ, bu yüzden pek genç yaĢında akĢamcılar arasına düĢmüĢ,
meyhane âlemlerinden kendisim kurtaramamıĢ, meyhane meyhane
dolaĢmıĢ, rakıyı bol, arkadaĢı teklifsiz bulmuĢ ve akĢamcıların
tabiriyle "okkalık'lar-dan olmuĢtu. Öyleki yaptırttığı yarım okkalık bir
kırbayı da eve giderken dol-dururmuĢ. Kırbalı lâkabı bundan ötürü
kalmıĢ.
ReĢad Ekrem Koçu, Osmanlı Tarihinde Yasaklar, s. 24
kafadar marka sarma kâğıdı. 19. yy'm sonlarına doğru Ġstanbul'da içilmeye baĢlayan
"düz" rakıyı, akĢamcılar uzun zaman benimseyememiĢlerdir. Sakız
leblebisini tercih nedenleri, hem ağız kokusunu alması, hem mide
suyunu emmesindendir. Mezenin karın doyurmak maksadıyla
atıĢtırılması da akĢamcılar arasında bir görgü noksanlığı kabul
ediliyordu. Fakat, sofralarında her çeĢit mezenin bulunmasından da
zevk almaktaydılar. Eski meyhanelerde akĢamcılar için hazırlanan
baĢlıca mezeler; sardalye, çiroz, likorinoz, ringa, ançüez, ciğer tava,
piyazlar, pilaki, havyar, peynir türleri, muska böreği, midye tavası,
pavurya, Ġstakoz, kuzu söğüĢü, turĢu, bumbar, dolmalar, iĢkembe
tuzlaması, patates ezmesi, keten helva, kâğıt helva veya tahin helvası,
zeytinyağlılar, çerkez tavuğu, kaz ciğeri ezmesi, pastırma, mevsim
meyveleri, reçelden kadayıfa kadar tatlı çeĢitleri idi. Sofranın
zenginliği ne ölçüde olursa olsun bir akĢamcıyı en çok üzen Ģey, daha
fazla içmesi konusunda ısrar edilmesiydi. Deneyimli akĢamcılar,
böyle bir pozisyonun olasılığım hissettiklerinde "sızma" numarasına
yatarak kendilerim kurtarırlardı. Ayrıca, tanımadıkları, huyunu suyunu
bilmedikleri insanları sofralarına yaklaĢtırmazlar, uzak dururlardı.
Cıvıyan, içtikçe konuĢan, coĢan tipleri ise meyhaneci içeriye almaz,
"senin hakkın iki değil bir buçuk!" deyip bir önceki akĢamın tatsız
durumunu hatırlatır, gerektiğinde "racon keser", fazla içki vermezdi.
Kendi masasında to-sunluk ve kabadayılık yapmaya kalkıĢanı da,
akĢamcıların huzurunu kaçırmamak için, "sofra oğlanlarının (garson)
yardımıyla olaysız dıĢarı atardı.
Gedikli meyhanelerde, akĢama yakın, esnaf kalfalarının, genç Babıâli kâtiplerinin
tezgâh baĢında bir-iki kadeh alarak akĢamcılığa adım atmalarına
olumlu bakılır, fakat böyleleri fazla kalmadan meyhaneden
uzaklaĢırlardı. Çünkü adlarının akĢamcıya çıkması evlenip yuva
kurmalarına engel olabilirdi. Asıl akĢamcılar, yaĢını baĢını almıĢ ocak
ağalan -bunlara her gittikleri meyhanede ilk sırada saygı gösterilir ve
"dayı" denilirdi-, esnaf, gemi reis ve kaptanları, Ģair, yazar takımı ile
kabadayılar daha sonra gelmeye baĢlarlardı. Meyhaneciler,
akĢamcıları davet iĢareti olarak hava kararmak üzereyken ilkin kendi
sofralarının Ģamdanını yakarlar, "ateĢ oğlanı" (çubuklara ateĢ tutan),
"sofra oğlanları" (bunların çoğu Sakızlı Rum gençlerdi), tertemiz
giyinmiĢ, kapıda ve sofra baĢlarında müĢteri beklerlerdi. Ġstanbul
akĢamcılarının en çok titizlendikleri bir husus da meyhanenin
temizliği, servisin düzenli ve dikkatli yapılmasıydı. AkĢamcılar
arasında, ateĢ veya sofra oğlanlarından birine tutulup her akĢam aynı
meyhaneye gidenler de olurdu ki, bunlardan Ģair olanlar, Ġstanbul
edebiyatının özgün bir türünü oluĢturan birçok "sâki-name'ler
yazmıĢlardır.
Ġstanbul'un değiĢik semtlerindeki
meyhanelere devam eden akĢamcılar arasında sınıfsal ve mesleksel farklılıklar da söz
konusuydu. Örneğin, yeniçeriler, topçular, kalyoncular, esnaf, oda,
kıĢla veya mahallelerine yakın meyhanelere giderlerdi. Galata
meyhanelerinde Müslüman akĢamcıdan çok gayrimüslimler ve
levantenler görülürdü. Tersane halkı ise KasımpaĢa, Salıpazarı,
Fındıklı meyhanelerini tercih etmekteydiler. AkĢamcılığı meyhane
yerine evinde sürdürenlerin tezgâhına ise "çilingir sofrası" deniyordu.
Bu, o gün evde hazırda veya piĢmiĢ ne varsa her birinden küçük
tabaklara konmuĢ bir tepsi ile karafaki ve sürahisinden ibaretti.
AkĢamcı, evin kendi zevkine uygun bir köĢesinde yalnız demlenir, ev
halkı ise yer sofrasında akĢam yemeğini yerdi.
AkĢamcılar için "mola" denen içkiye ara vermek, kandil ve cuma geceleri, ramazan
ayı, ertesi gün kabir veya türbe ziyaretine gidilecek akĢam, daha
inançlılar için ayrıca muharrem ayının ilk on günü, hattâ tövbe aylan
(recep, Ģaban) boyunca olabilirdi. Kimi akĢamcılar da Ģaban ayının 15.
günü ağızlarını yıkarlar, Ramazan Bayramı'mn üçüncü günü akĢamına
kadar içmezlerdi.
Eski Ġstanbul'da akĢamcılığın kent nüfusuna oranı çok düĢüktü. Ahmed Ra-sim, taĢ
çatlasa her mahallede bir veya iki akĢamcı ve sarhoĢ olduğunu
belirtmiĢtir. Bu sınırlılıkta, toplumun içmenin her türlüsünü
onaylamayıĢmm, din bas-
kısının, türlü kaygı ve korkuların etkisi vardı. Örneğin Ġstanbullular "AkĢamcının
kızını alma dükkânın varsa meyhane yapar!" derlerdi. Mahalle
çocukları gün boyu, sokak aralarında sarhoĢ taklidi yaparlardı. Kadıya
"Efendim bu adam akĢamcıdır. Gece gündüz içer!" dendiği an, kiĢinin
tanıklığı kabul edilmezdi. Mahalle kadınları, kocası akĢamcı olan
komĢularına "Senin yerinde olsam bu herifin derdini bir gün
çekmem!" derlerdi. Kısacası, son derece seviyeli ve kontrollü
olmalarına karĢın, akĢamcıların toplumdaki konumları olumsuzdu.
AkĢamcılık, Ġstanbul'da yüzyıllarca birçok incelikleri, kuralları, alıĢkanlıkları
özümseyerek, edebiyat, müzik, taklit, nükte ortamlarında geliĢme
gösterdikten sonra 20. yy baĢında, âb âlemi(-») ve daha birçok özgün
âdet gibi nitelik kaybına uğradı ve biçim değiĢtirdi. Günümüzde,
Ġstanbul'un meyhane muhitlerinde, örneğin Çiçek Pasajı'nda, Kum-
kapı'da ve Boğaz'da, turizme dönük, nostaljik atmosferli meyhaneler
varsa da eski akĢamcılık âdetleri unutulmuĢtur.
Bibi. A. Rasim, "Rakı Nasıl Ġçilmelidir?" Resimli Ay, no. 2-4, 1927; A. Refik, "16.
Asırda içenler", Aydabir, no. 4, 1936; A. Rasim, "Zevalini Sevinçle
Gördüğümüz Fena Ġtiyatlardan: AkĢamcılık" Resimli Tarih Mecmuası,
no. 6, 1950; R. E. Koçu, "içki Yasağı" Osmanlı Tarihinde Yasaklar,
Ġst., 1950; M. Tev-fik, "Meyhane Yahut Ġstanbul AkĢamcıları",
istanbul'da Bir Sene, İsi., 1991.
NECDET SAKAOĞLU
AKġEMSEDDĠN
(1390, Şam - 1459, Göynük) II. Meh-med'in hocası ve Bayramı tarikatına mensup
mutasavvıf.
Asıl adı ġemseddin Muhammed olan AkĢemseddin'in aile kökeni, babası ġeyh
Haınza tarafından ünlü mutasavvıf ġehabeddin Suhreverdi'ye (ö.
1234) dayanır. Yedi yaĢında iken babasıyla birlikte ġam'dan
Anadolu'ya geldi ve A-masya'nın Kavak Ġlçesi'ne yerleĢti. Ġlk dini
bilgileri babasından aldı. Daha sonra zahiri ilimlerde bilgisini
derinleĢtirdi ve Osmancık Medresesi'ne müderris oldu. Bu görevde
uzun süre kalmayarak tasavvufa duyduğu ilgi nedeniyle Hacı Bayram-
ı Velî'ye (ö. 1429) intisap etti ve Bayramı hilafeti aldı. Tarikatı
yaymak amacıyla Beypazarı ve Ġskilip'e gitti. Her iki yerde de birer
mescit yapıp müritlerinin eğitimiyle meĢgul olduktan sonra Göynük'e
gelerek yerleĢti. Hacı Bayram-ı Velî'nin vefatıyla birlikte Bayramî
meĢi-hatini üstlendi. Daha önce Ģeyhi Hacı Bayram-ı Velî aracılığıyla
II. Murad ile tanıĢmıĢ ve Ģehzade II. Mehmed ile de iliĢki kurmuĢtu.
Bu yakınlığın sonucu olarak II. Mehmed'i manevi yönden etkiledi ve
padiĢahın yakın çevresine girerek diğer Bayramî Ģeyhleriyle birlikte
Ġstanbul'un fethine katıldı. ġehrin alınmasından sonra Ayasofya
Camii'nde ilk cuma hutbesini okudu. Bir süre kiliseden çevrilen
Zeyrek Camii'nde ders verdi. Ardından tekrar Göynük'e döndü ve
burada vefat etti. Türbesi vefatından beĢ yıl sona 1464'te yaptırıldı.
AkĢemseddin Ġstanbul'un tarihinde iki ayrı açıdan önemli rol oynamıĢtır. Birincisi,
fetih sırasında kuĢatmanın kaldırılması fikrini ileri süren Çandaıiı
Halil PaĢa'ya karĢı çıkıp kuĢatma yanlısı Zağanos PaĢa'ya destek
vermesi ve bu amaçla II. Mehmed'e bir mektup yazarak padiĢah
üzerindeki nüfuzunu kullanmasıdır. Bu açıdan AkĢemseddin, fetih
konusunda padiĢahı cesaretlendirmiĢ ve bu tutumu nedeniyle
Ġstanbul'un manevi mimarı olarak kabul edilmiĢtir. Ġstanbul tarihinde
oynadığı ikinci önemli rol, mensubu bulunduğu Bayramîliğin Ģehir
hayatına girmesi için uygun ortamı hazırlamasıdır. Ancak
Bayramîlik(->) AkĢemseddin'in vefatından sonra onun halifeleri
aracılığıyla Ģehir hayatına girebilmiĢ ve kısa sürede yaygın bir
örgütlenme baĢarısı göstermiĢtir.
Bayramîlikten kendi adına kol ayıran AkĢemseddin, ġemsîliğin kurucusudur. Hacı
Bayram-ı Velî'nin vefatını izleyen yıllarda kendisi gibi Bayramî
halifesi olan Bıçakçı Ömer Dede (ö. 1475) ile arasında tasavvuf
anlayıĢı bakımından ayrılık çıkmıĢ ve Bayramîlik iki ana kola
ayrılmıĢtır. Bunlardan AkĢemseddin'e bağlı olan ġemsîlik, klasik
Bayramîliğin bir devamı niteliğini taĢımıĢ, Ömer Dede ise ikinci devre
Melamîliğinin temellerini atmıĢtır.
ġemsîliğin AkĢemseddin tarafından Ġstanbul'da ne ölçüde yaygınlaĢtırıldığı
bilinmemektedir. Buna karĢın Bayramîlik,
II. Bayezid döneminde (hd 1481-1512), AkĢemseddin'in halifelerinden Ġbrahim
Tennûrî'ye (ö. 1482) bağlı olan Muhyied-din Mehmed Ġskilibî (ö.
1514) tarafından Ġstanbul'da örgütlenmiĢ, Bıçakçı Ömer Dede'ye
mensup bulunan Bayramî Melamîliği ise Ġsmail MaĢûkî (ö. 1529)
aracılığıyla ancak Kanuni'nin ilk saltanat yıllarında Ģehir hayatına
girebilmiĢtir.
Ġstanbul'da AkĢemseddin'in adını taĢıyan bir mescit ve iki tekkenin onunla olan
tarihsel iliĢkisi eldeki mevcut bilgilerin azlığı nedeniyle yeterince
aydınlatı-lamamıĢtır. Fatih'te Keçeciler Cadde-si'ndeki AkĢemseddin
Mescidi'nin(->) onun tarafından yaptırıldığı rivayet edilmekte ise de
bu kesin değildir. Bu mescidin yanında bulunan ve ġeyh Muhyî
Efendi Tekkesi olarak bilinen AkĢemseddin Tekkesi'nin de dunumu
aynıdır. Tekke Kadirî tarikatına bağlı olup Mehmed ġemseddin
Efendi (ö. 1812) tarafından kurulmuĢ ve Cumhuriyet dönemine kadar
faaliyet göstermiĢtir. Bilinen son Ģeyhi, Hayrullah Efendi'dir.
AkĢemseddin'in adını taĢıyan ikinci tekke ise Zeyrek'te-dir. Semerci
Ġbrahim Efendi Tekkesi olarak da tanınan bu dergâhın Bayramîlikle
ilgisi kurulamamıĢtır. NakĢibendîliği Ġstanbul'a getiren Abdullah
Ġlahî(->) bu tekkenin ilk postniĢini olup daha sonra meĢihat makamına
Halvetî ve Celvetî Ģeyhlerinin geçtiği bilinmektedir.
AkĢemseddin'in tasavvuf alanında kaleme aldığı Risâletü'n-Nûriye ile Def'u
Metâini's-Sûfiye Arapça ve Maka-mât-ı Evliya, Türkçedir. Bunlardan
Risâletü'n-Nûriye, 1434-1438 yılları arasında yazılmıĢ olup Hacı
Bayram-ı Velî ve Bayramîliğe yöneltilen eleĢtirilere bir cevap niteliği
taĢımaktadır.
Bibi. Enisî, Menâkıb-ı Akşemseddin, Millet Ktp, Emirî ġer'iye, no. 1044;
Abdürrezzak Ey-yübî, Tuhfetü'l-lhvânfîMenâkıb-ı Akşemseddin,
Süleymaniye Ktp, Esad Efendi, no. 3622/10; Lâmîî, Nefehât, 685;
Mecdî, Hada-ikü'ş-Şakaik, 240-246; Ataî, Hadaiku'l-Haka-ik, 64-65;
ġeyhî, Vekayiu'l-Fuzalâ, I, 55; Ay-vansarayî, Mecmuâ-i Tevârih, 270;
Feridun Ahmed, Münşeatü's-Selâtîn, I, Ġst., 1274, s. 28; Osmanlı
Müellifleri, I, 12-15; Vassaf, Sefine, II, 130; Gölpınarlı, Melâmilik,
40-42; Er-gun, Türk Şairleri, I, 400-401; H. J. Kissling, "Ak ġems ed-
Din: Ein Türkischer Heiliger aus Endzeit von Byzanz", Byzantinische
Zeit-schrift, XLIV (1951); A. Ġhsan Yurd, Fatih'in Hocası
Akşemseddin. Hayatı ve Eserleri, îst., 1972; H. J. Kissling, "Zur
Geschichte deĢ Denvischordens der Bajrâmijje", Dissertati-ones
Orientales et Balcanicae: I. Das Der-ıvischtum, München, 1986, s.
237-268; H. Ġnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar, I,
Ankara, 1987, s. 127-28; K. Eras-lan, "AkĢemseddin'in Dinî-
Tasavvufî ġiirleri" Türk Dili Araştırmaları Yıllığı (Belleten), 1987, s.
11-85; O. F. Köprülü-M. Uzun, "AkĢemseddin", DİA, II, 299-302.
EKREM IġIN
AKġEMSEDDĠN MESCĠDĠ
Fatih Ġlçesi'nde Hırka-i ġerif Camii civarında, Mimar Sinan Mahallesi'nde Keçeciler
Caddesi üzerindedir.
Banisinin Fatih'in Ģeyhi AkĢemseddin olduğu tahmin edilmektedir. 18. yy'ın
AkĢemseddin Mescidi
Erkin Emiroğlu, 1993
ilk çeyreğinde III. Ahmed bu camide öğle namazı kılmıĢ, mescidin ismini sorup
AkĢemseddin tarafından yaptırıldığı söylenince minber koydurmuĢ ve
vazifelilerin gündeliklerini artırmıĢtır. 953/ 1546 tarihli İstanbul
Vakıfları Tahrir Defteri 'nde Ali PaĢa Camii nahiyesinde gösterilip,
evkafı olmadığından yazılmadığı bildirilmektedir. II. Abdülhamid
devrinde Bosnalı Hacı Emine Hanım isminde bir hayırsever kadının
vasiyeti üzerine tamir edilmiĢtir. Tamir kitabesi, kapıdan girerken kapı
ile sağdaki pencere arasındadır. Talik yazı ve siyah zemin üzerine sarı
yaldızlı kitabe 1322/1904 tarihini taĢımaktadır. Yapıda 1944'te
mahalle halkının yardımlarıyla geniĢ bir tamir yapılmıĢtır.
Yapının harim kısmı kare planlı, duvarları kagir, ahĢap çatılı ve kiremit örtülüdür.
Cephelerde ikiĢer tane dairesel kemerli pencereler vardır. Pencereler
batı normunda tuğlalarla çevrelenmiĢtir. Kuzeydoğudaki minarenin
kaidesi almaĢık düzende, pabuç kısmı taĢ tuğla üçgenlerden oluĢmuĢ,
tuğladan gövdesi ise çokgendir. ġerefesi kesme taĢtan düz korkuluklu,
külah kısmı kurĢun kaplı ahĢap konik bir biçimdedir. 1993
Haziran'mda cami onarımda idi. Son cemaat yeri tamamen
yenilenmiĢtir. Eski son cemaat yerinin ahĢap olduğu ve dikdörtgen
pencerelerle aydınlatıldığı bilinmektedir. Camiin güneybatı ve kuzey
yönünde bir haziresi vardır. Yapının önünde AkĢemseddin adına
yapılmıĢ mermerden bir anıt bulunmaktadır.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, I, 40; ISTA, I, 558-559; Öz, İstanbul Camileri, I, 21; Bar-
kan-Ayverdi, Tahrir Defteri, 410; Ayverdi, Fatih Devri, III, 314;
İKSA, I, 507-568; Fatih Camileri, 54.
EMĠNE NAZA
AKġEMSEDDĠN TEKKESĠ
bak. MEHMED ġEMSEDDĠN EFENDĠ TEKKESĠ
AKġEMSEDDĠN TEKKESĠ
bak. SEMERCĠ ĠBRAHĠM EFENDĠ TEKKESĠ
•fe
r
AKTANSEL, SAĠM TURGUT
172
173
AKTARLAR
'ı .
_,__________________________TO,.. _
Alacaminare Tekkesi'nin yapılar arasına sıkıĢıp kalmıĢ harap durumdaki ahĢap binası
ve naziresinden bir görünüm. M. Baba Tamnan, 1988
35'i dördüncü sınıf, 35'i beĢinci sınıf, 65'i altıncı sınıf, 65'i yedinci sınıf, 100'ü
sekizinci sınıf, 100'ü dokuzuncu sınıftır.
Ġstanbul aktarlarının en ünlüleri Mısır ÇarĢısı'nda(-t) bulunuyordu. BaĢlangıçta
çarĢıda bulunan 100 dükkânın 49'u aktarlara geri kalanı ise yorgancı
ve pamukçulara ayrılmıĢtı. 1925'te Ġstanbul'da, çoğunluğu Mısır
ÇarĢısı içinde veya civarındaki sokaklarda olmak üzere, 75 kadar
aktar dükkânı bulunuyordu. Bugün (1993) Ġstanbul'daki aktar adedi,
çoğunluğu Mısır ÇarĢısı ve Çemberli-, taĢ'ta olmak üzere, 15
civarındadır. 1850'den sonra Ġstanbul'da, bugünkü anlamdaki
eczanelerin çoğalması (1884'te Ġstanbul'da toplam 52 eczacı dükkânı
bulunuyordu), tedavi alanına hazır ilaçların girmesi, bazı aktarların
hazır ilaç satmaya baĢlamaları ve Müslüman halkın aktarları tercih
etmeleri gibi sebepler nedeniyle aktarlar ile eczaneler arasında büyük
bir rekabet oluĢmuĢtur.
Eczacılar kazançlarının azalmasına sebep olduğuna inandıkları aktarların
rekabetinden kurtulmak için, bazı azınlığa mensup ve yabancı uyruklu
hekimler ile birlikte olup aktarların halk sağlığı için bir tehlike
oluĢturduğunu ileri sürerek iĢi Ġstanbul'daki bütün aktarların
kapatılmasını istemeye kadar götürmüĢlerdir.
Bu dönemde Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye baĢkâtibi olan Mehmed Muhtar Efendi'nin
kiĢisel gayretleri ile aktarlığın tüm olarak kaldırılması önlenmiĢtir.
Buna karĢılık ilaç yapımı ve satımını yalnızca eczacılara bırakmak
amacıyla, 24 Nisan 1884 tarihinde, "Aktarlar ve Kökçüler
Nizamnamesi" yayımlanmıĢtır. Bu nizamname uyarınca aktarların
zehirli drog ve bileĢikleri, terkibi gizli ilaçlan ve tıbbi müstahzarları
satmaları ve hekim reçetesine göre ilaç hazırlamaları yasaklanmıĢtır.
Eski aktarlar bugüıı genellikle "baharatçı" veya "tohumcu" Ģekline dönüĢmüĢtür.
Dükkânlarında bilhassa baharat veya sebze ve çiçek tohumu
bulunmaktadır. Bununla beraber çok az bir kısmı halen tedavide
kullanılan maddeleri de
Aktar geleneğim sürdüren bir esnaf ve dükkânı.
Erdal Yazıcı
satmaktadır. Bunlara "ince aktar" adı verilir. 1983'te bazı ince aktar dükkânlarında
yapılan incelemeler sonunda bunların dükkânlarında 200 kadar
bitkisel ve 50 kadar da hayvansal ve sentetik drog çeĢidi bulunduğu
saptanmıĢtır.
Ġstanbul aktarlarında bulunan drogla-rın listeleri N. Baylav (1959), M. Heil-bronn
(1959), A. Demirhan (1975), F. Günergun (1984) ve T. Baytop (1984)
tarafından saptanarak yayımlanmıĢtır.
Bibi. S. Ünver, "1260 (1844)'de Ġstanbul'da Attar ve tspençiyarlarm Sayısı", Dirim,
XXI/11 (1946), 415; M. Heilbronn, "Eski Mısır ÇarĢısı Hakkında",
Türk Eczacıları Birliği Mecmuası, II/3 (1959), 10; N. Baylav,
Eczacılık Tarihi, Ġst., 1968, 136-143; A. Demirhan, Mmrçarşısı
Droglan, Ġst., 1975; F. Günergun, Osmanlı Yükseliş Devrinde (14-17.
yy.) Kullanılan Anorganik İlaçlar ve Elde Ediliş Metotları, Ġst., 1984;
T. Baytop, Türkiye'de Bitkiler ile Tedavi (Geçmişte ve Bugün), Ġst.,
1985; ay, Türk Eczacılık Tarihi, Ġst., 1985, 73-81.
TURHAN BAYTOP
ALACA HAMAM
Sultanhamamı'ndan Ġstanbul Üniversite-si'ne çıkarken Çelebioğlu Aleaddin Ma-
hallesi'nde, Marpuççular Sokağı'ndadır.
Alaca Hamam II. Mehmed vakfıdır. Orijinalinin çifte hamam olduğu bilinmekle
birlikte, takriben 1900'lü yılların baĢında kadınlar kısmı bozularak
came-kân kısmı bir mağaza haline getirilmiĢ, bu kısmın soğukluk ve
sıcaklığı ile halvetleri de erkekler kısmına eklenmiĢtir.
Yapı bugün yol kodundan aĢağıda kaldığı için basamaklarla inilir. Came-kândan
soğuklukla geçilen kapının üstünde çok zarif bir yaĢmak
bulunmaktadır. Bu bölümde ayrıca iki uzun peyke ile yukarı çıkılan
merdivenler yer alır.
Soğukluk sadedir. Sıcaklık denilen asıl hamam kısmı ise klasik hamam planlarına
uymaz. GiriĢe göre sol tarafta kalan bölümde sekiz köĢeli bir göbekta-
Ģı, arkasına rast gelen duvarın iki köĢesinde tek kurnalı birer halvet ile
bunların arasındaki duvarın ortasında tek kurnalı yıkanma sekisi
bulunur. GöbektaĢı-nın çevresinde ayrıca altı kurna yer alır.
Buradan soğukluğa geçilen kapının hemen yanında tek kurnalı bir usturalık
odacığı bulunmaktadır. Sıcaklığın sağ bölümünde ise dört kurna ile yine tek kurnalı
bir sofa ve tek kurnalı bir baĢka usturalık bulunur. Bu bölümden
eskiden kadınlar kısmı olarak kullanılan bölüme geçilebilir. Bu bölüm
on kurnalıdır. Üçgen planlı olan ikinci kısım ise bir konak hamamını
andırmaktadır. Camekân kısmında bir de kuyu bulunmaktadır.
ReĢad Ekrem Koçu'nun belirttiğine göre 1946 yılında bu hamam Terkos suyu
kullanmaktaydı. Ayrıca KırkçeĢme suyundan da bir lüle su hakkı
vardı.
Oldukça eski bir yapı olan Alaca Hamam ile ilgili hikâyeler de çoktur. III. Ahmed'in
cülusundan sonra Eyüb Sultan Türbesi'nde kılıç kuĢanmasını
müteakip istekleri yerine getirilmeyen yeniçeriler ayaklandı. Çalık
Ahmed tarafından ayaklanma bastırıldı. Lakin gece Alaca Hamam
Mahallesi'nde büyük bir yangın çıktı. PadiĢah olayı bizzat yerinde
inceledi ve söndürülene kadar da oradan ayrılmadı. Alaca Hamam da
bu yangında büyük zarar gördü. Daha sonra padiĢah tarafından
yeniden yaptırılması için emir ve para verilmiĢtir. Bibi. ISTA, I, 570-
571; IKSA, I, 577-578.
ZĠYA NUR SEZEN
ALACA MESCĠT VE TEKKESĠ
bak. MARPUÇÇULAR MESCĠDĠ
ALACAMESCĠT TEKKESĠ
bak. MERCĠMEK TEKKESĠ
ALACAMĠNARE TEKKESĠ
Üsküdar Ġlçesi'nde, Nuhkuyusu civarında, PazarbaĢı Mahallesi'nde, batıda Kar-
talbaba Caddesi, kuzeyde Boybeyi Sokağı, doğuda Köprülü Fazıl PaĢa
Sokağı tarafından kuĢatılmıĢ bulunan arsada yer almaktadır.
NakĢibendî tarikatından, "Hacı Dede" lakaplı ġeyh el-Hac Hüseyin Dede (ö. 1760)
tarafından 1143/1730 yılında tesis edilen tekke daha ziyade,
karĢısında yer aldığı Alacaminare Mescidi'nin adıyla tanınmıĢ, ayrıca
"Hacı Dede, Sadık Efendi, ġeyh Sadık Efendi, Ebültev-fik Ġbrahim
Efendi, Ġbrahim Efendi, ġeyh Ġbrahim Efendi" gibi çeĢitli adlarla da
anılmıĢtır. II. Abdülhamid'in I. hazinedarı tarafından 1302/1884'te
yeniden inĢa ettirilen Alacaminare Tekkesi'nde, bu yıllarda beĢi erkek,
sekizi kadın olmak üzere toplam on üç kiĢinin ikamet ettiği, Maliye
Nezareti'nden senede 132 kuruĢ tahsisatı olduğu bilinmektedir.
Tekkelerin kapatılmasından sonra tekke binaları harap olmuĢ,
tevhidhane 1940'-ta Vakıflar Ġdaresi tarafından > yıktırılmıĢ, diğer
bölümlerin bir kısmı ortadan kalkmıĢ, günümüze, ancak
tevhidhanenin duvar izleri, bazı harap birimler, hazire, abdest teknesi
ile ufak bir çeĢme ulaĢabilmiĢtir.
Sonuna kadar NakĢibendîliğe bağlı kalan Alacaminare Tekkesi 1858-1859'-da
Bağdatlı ġeyh Abdülfettah Efendi'nin posta geçmesiyle bu tarikatın
Halidî ko-
luna intikal etmiĢtir. Ayin günü perĢembe olan tekkenin meĢihat listesi Ģöyledir: 1)
ġeyh el-Hac Hüseyin Dede (ö. 1/60); 2) ġeyh Mehmed Fahri Efendi
(ö. 1778); 3) Erzincanlı ġeyh Mehmed Sadık Efendi (ö. 1794-1795);
4) ġeyh el-Hac Ġbrahim Celali Efendi (ö. 1827-1828); 5) ġeyh Ali
Rıza Efendi (ö. 1858-1859); 6) Bağdatlı ġeyh Abdülfettah Efendi (ö.
1864-1865); 7) Tırnovalı ġeyh Ġbrahim ġerif Efendi (ö. 1882); 8)
ġeyh Ġsmail Efendi.
Alacaminare Tekkesi'nin binaları, kıble doğrultusunda uzanan, dikdörtgen planlı
geniĢ bir arsaya dağılmıĢ bulunmakta, çoğu ortadan kalkmıĢ olan bu
yapıların konumları, boyutları ve malzeme özellikleri 1935 tarihli
Pervi-titch paftasından öğrenilebilmektedir. Kartalbaba Caddesi
üzerinde, arsanın batı sınırında yer alan tevhidhane, kagir duvarlı,
ahĢap çatılı, sıradan bir mescit niteliğindedir. Kuzey yönünde kapalı
bir son cemaat yeri ile donatılmıĢtır. Moloz taĢ örgülü duvarlar yer yer
tuğla hatıllarla beslenmiĢtir. Dikdörtgen planlı harimde, caddeye
bakan iki pencere ile yarım daire planlı mihrap niĢinin kalıntıları hâlâ
seçilebilmektedir. Kuzey duvarındaki son cemaat yeri giriĢinden
baĢka, doğu yönündeki avluya açılan bir giriĢ daha mevcuttur.
Tevhidhanenin kuzeyinde, hemen karĢısında, günümüzde mevcut
olmayan iki katlı ahĢap binanın, selamlık dairesi olması muhtemeldir.
Söz konusu bina, cadde ve avlu yönlerinde çıkmalarla geniĢletilmiĢ,
giriĢi güney cephesine alınmıĢtır.
Arsanın doğusunda, Köprülü Fazıl PaĢa Sokağı üzerinde iki tane tek katlı ahĢap bina
ile bunların arasında, halen harap durumda olan kulemsi kagir bir yapı
göze çarpar. Duvarlarının alt kesimleri moloz taĢ ve tuğla ile, üst
kesimleri bütünüyle tuğla ile örülmüĢ
olan, zamanında tek katlı ahĢap birimlerin kuĢattığı bu iki katlı yapının mutfağı ve
mutfakla bağlantılı bölümleri (taamhane, kiler vb) barındırması
ihtimal dahilindedir. Duvarlarında farklı boyutlarda söveli pencereler,
batı cephesinde, zemin katta, kesme taĢtan iki konsola oturan, tuğla
örgülü bir kemerin taĢıdığı, ilginç bir çıkma gözlenmektedir.
Doğudan ve batıdan iki giriĢle donatılmıĢ olan arsanın kuzey kesimi hazire-ye tahsis
edilmiĢ, ayrıca tevhidhanenin doğusunda da ufak bir hazire bölümü
oluĢmuĢtur. Kartalbaba Caddesi üzerindeki avlu giriĢinin yanında
bulunan ufak çeĢmenin, Osmanlı baroğu üslubunda kabartmalarla
bezeli dikdörtgen ayna taĢı dikkat çekicidir. Arsanın güney kesiminde,
duvarları almaĢık örgülü, beĢik tonozlu bir su haznesinin kalıntıları,
tevhidhanenin doğusunda, minyatür Ģadırvan niteliğinde bir abdest
teknesi bulunmaktadır. Yekpare küfeki taĢından yontulmuĢ,
dikdörtgen prizma biçimindeki teknenin geniĢ yüzlerinde, çatık kaĢ
kemerli çerçeveler içinde birer musluk yeri bulunmakta, bu
çerçevelerin üzerinde, aynı tür kemerciklerle sonuçlanan, enine
dikdörtgen biçiminde kartuĢlar görülmektedir. Batıya bakan yüzdeki
kartuĢun içinde, ta'lik hatla Ģu kitabe yer alır: Asitâneli Dilsizzade el-
Hac Büyük/esli Mehmed Fahreddin Efendi'nin hayratıdır gurre-i
Receb 1326/1908.
Pervititch paftasında, arsanın güney kesimini iĢgal ettiği görülen, büyük boyutlu, iki
katlı ahĢap konağın Alacaminare Tekkesi'nin harem dairesi olduğu
anlaĢılmaktadır. Diğer tekke binaları ile beraber aynı çevre duvarının
kuĢattığı bu konağın güneydoğu köĢesinde hamamı, güneybatı
köĢesinde de su haznesi görülmektedir. Günümüzde bu konağın
yerinde birçok apartman bulunmaktadır.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, II, 218; Çetin, Tekkeler, 588; Aynur, Saliha Sultan, 37,
no. 150; Asitâne, 16; Osman Bey, Mecmua-i Ce-vâmi, II, 56-57, no.
86, 66-67, no. 115; Mü-nib, Mecmua-i Tekâyâ, 14; Raif, Mir'at, 133-
134; Ihsaiyat, II, 19; Zâkir, Mecmua-i Tekâyâ, 27; Konyalı, Üsküdar
Tarihi, I, 90-91 420-421.
M. BAHA TANMAN
Alâeddin Ali Çelebi Türbesi planı.
'Yıldız Demiriz
ALÂEDDĠN ALĠ ÇELEBĠ TÜRBESĠ
Eyüp'te Piyer Loti Mezarlığı'ndadır. Alâeddin Ali Çelebi (ö. 1496), II. Bayezid devri
Ģeyhülislamlarındandır. Molla Gü-rani ve Hızır Bey'in talebesi
olmuĢtur. Halep civarında doğduğu için Alâeddin el-Arabî olarak da
tanınır. ġeyhülislamlığı 1495-1496 yıllarına rastlar.
Alâeddin Ali Çelebi'nin kare planlı açık türbesinden bugün sadece kare tabanı ile iki
paye kalmıĢtır. Aslında dört paye üzerinde sivri kemerlere oturan
kubbeli bir yapı idi. Tabanın, payelerin ve kemerlerin kesme küfeki
taĢı ile inĢa edildiği anlaĢılmaktadır.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, I, 262-265; Par-doe, Bosphorus, 12-13; Grosvenor,
Constan-tinople, I, 84; M. Koman, Eyüp Sultan Loti Kahvesi ve
Çevresi, Ġst., 1966, s. 5; Demiriz, Türbeler, 16; S. Eyice, "Haliç
Sırtlarında PeriĢan Bir Türbe: Yok Olmaktan Kurtarmak", istanbul, S.
5 (Nisan 1993), 66-68.
YILDIZ DEMĠRĠZ
ALÂEDDĠN BEY
(1844, ? - 1887, İstanbul) Sülüs ve nesih hattatı. Muzıka-i Hümayun'da esvab emini
ve sağ kolağası idi. Hat sanatında hocası ünlü hattat Kazasker Mustafa
Ġzzet Efendi'nin(->) usta öğrencilerinden biri olan ġefik Bey'dir. ġefik
Seyfi Bey, Ab-dülaziz'in mabeyincilerinden Gözügüzel Hakkı Bey,
ġekercizade Hüseyin ve Çen-gelköylü Sahhaf Besim Efendi de
Alâeddin Bey'in tanınmıĢ öğrencilerindendir.
Alâeddin Bey'in Ġstanbul'daki eserleri arasında Yıldız'da Orhaniye Camii'ndeki yazı
ve levhalarla BeĢiktaĢ'ta Sinan PaĢa Camii'nin pencereleri üstündeki
esmâ-i hüsna (Tann'nın güzel isimleri) yazıları zikredilebilir. Alâeddin
Bey sülüste ve nesihte Hafız Osman, celi sülüste ġefik
177
ALÂEDDĠN MESCĠDĠ VE TEKKESĠ 176
Bey ve onun üstadı Kazasker Mustafa Ġzzet Efendi yolundadır. BibL Ġnal, Son
Hattatlar, 39; Rado, Hattatlar, 226.
ALĠ ALPARSLAN
ALÂEDDĠN MESCĠDĠ VE TEKKESĠ
Fatih Ġlçesi'nde, Aksaray'da, Sofular Ma-hallesi'nde, Molla Hüsrev Sokağı'nda
bulunmaktadır.
Halvetîliğin Sünbülî kolunu tesis eden ġeyh Yusuf Sünbül Sinan (Sünbül Efendi) (ö.
1529) halifelerinden Kefeli ġeyh Aiâeddin Ali Efendi (ö. 1562)
tarafından 16. yy baĢlarında yaptırılmıĢ, vakfiyesi 916
Cemâziyelevvelinin ortala-rı/1510'da düzenlenmiĢtir. İstanbul Kültür
ve Sanat Ansiklopedisi 'nde bulunan ilgili madde de, C. S.
Revnakoğlu'ndan naklen, Fatih Sultan Mehmed'in Okçu-baĢısı Sinan
Ağa tarafından, adı geçen, Ģeyh için inĢa ettirildiği yolunda bir
kayıttan söz edilmektedir. Ancak, 9537 1546 tarihli Tahrir
Defteri'nde, "Mahal-le-i Mescid-i Mevlânâ Hüsrev" bölümünde yer
alan, 1820 no'lu ve "vakf-ı Zâviye-i ġeyh Alâüddin Halîfe" baĢlıklı
vakfiye özetinde Ģeyh efendinin "vâkıf' olarak zikredilmesi yukarıdaki
kaydı geçersiz kılmaktadır.
Ġstanbul'daki birçok tarikat yapısı gibi, bir mescit-tekke olan bu tesisin zaman içinde
çeĢitli onarım ve değiĢmeler geçirdiği tahmin edilebilir. Vezirazam
Bayram PaĢa'mn (ö. 1638), minber koydurmak suretiyle mescidi
camie dönüĢtürdüğü bilinmektedir. Tekkelerin kapatılmasından sonra
bakımsız kalan binalar ortadan kalkmıĢ, boĢ kalan arsada, 1976
yılında, bu amaçla kurulan bir dernekle Vakıflar Ġdaresi'nin iĢbirliği
sonucunda yeni bir cami inĢa ettirilmiĢtir.
Halvetî-Sünbülî tarikatına bağlı olarak faaliyete geçen Aiâeddin Tekkesi 19. yy
baĢlarında Celvetîliğe ve Sa'dîliğe intikal etmiĢ, aynı yüzyılın birinci
çeyreğinde, bir müddet her iki tarikata birden hizmet etmiĢtir. Postuna
geçen Ģeyhlerin listesi Ģöyledir: l)Kefeli ġeyh Aiâeddin Ali Efendi (ö.
1562); 2) ġeyh Abdi Çelebi Efendi; 3) ġeyh Mısrî Ömer Efendi (ö.
1658): Halvetîliğin ġemsî kolunu kuran ġeyh ġemseddin Sivasî'nin
(ö. 1597) torunudur. 4) ġeyh Hamid Efendi; 5) ġeyh Mehmed
Müstakim Efendi (ö. 1709); 6) ġeyh Feyzullah Efendi; 7) ġeyh el-Hac
Mustafa Efendi (ö. 1735); 8) ġamîzade Kefeli ġeyh Seyyid Ahmed
Efendi (ö. 1773); 9) Mudanyak ġeyh Yakub jEferıdi (ö. 1808); 10-11)
ġeyh Mehmed Nured-din Efendi (ö. 1849) ile ġeyh Nizameddin
Efendi (ö. 1822): Ġkisi de Yakub Efendi'nin oğlu olup birlikte posta
geçmiĢlerdir. M. Nureddin Efendi Celvetî, Nizameddin Efendi ise
Sa'dî tarikatından hilafet almıĢtır. 12) Saçlı ġeyh Mehmed Emin
Efendi (ö. 1879), 13) ġeyh Mehmed Nizameddin Efendi (ö. 1888), 14)
ġeyh Seyyid Halid Efendi (ö. 1916), 15) ġeyh Hoca Salih Nazım
Efendi (ö. 1918),
16) ġeyh Ali Sıdkı (Kurtar) Efendi (ö. 20.11.1958). Aiâeddin Tekkesi'nde pazartesi
günleri ayin icra edildiği, 1301/ 1885'te dördü erkek olmak üzere beĢ
kiĢinin ikamet ettiği, Maliye Nezare-ti'nden günde 3 okka et, Kurban
Bayramlarında da 7 tane kurban istihkakı olduğu bilinmektedir.
Aiâeddin Mescit-Tekkesi'nin bütün binaları tarihe karıĢmıĢ, ancak çevre duvarlarının
bir kısmı, avlu giriĢi, giriĢin yanındaki çeĢme ve bazı yıkıntılar
günümüze ulaĢabilmiĢtir. Kesme küfeki taĢı ile örülmüĢ, basık kemerli
avlu giriĢinin üzerinde, sülüs hatlı, kelime-i tev-hidle baĢlayan ve
baninin adım içeren tarihsiz bir kitabe bulunmaktadır. Kapının sağına
bitiĢik olan çeĢmede alt alta iki kitabe göze çarpar. ÇeĢmenin yapım
tarihini (1246) veren alttaki kitabe, su mimarisinde kullanılan ayetleri
içermekte ve sülüs hatla yapılmıĢ değiĢik bir istif sergilemektedir.
Rumi ve Hicri olarak onarım tarihini (Nisan 1312 ile Zilkade 1313),
ayrıca Ahmed Hulusi PaĢa ile eĢi Nefise Hanım'ın isimlerini veren
üstteki kitabe ise talik hatla yazılmıĢtır. Sağda, buna bitiĢik olarak yer
aldığı bilinen diğer çeĢme ortadan kalkmıĢtır, istanbul
Ansiklopedisi'nde yer alan, A. B. Koçu'ya ait resimde görülebilen bu
çeĢmenin, enine geliĢen oranlan ve sade cephe tasarımı ile bu
çeĢmenin ilk inĢa döneminden (16. yy baĢlarından) kalma olduğu
kabul edilebilir.
Arsanın kuzeybatı köĢesinde hazire, güneybatı köĢesinde, eski Ġstanbul'da "taĢ oda"
denilen türden, almaĢık duvarlı, tuğla beĢik tonozlu, harap bir mekân,
kuzeydoğu köĢesinde de bir su haznesinin kalıntıları bulunmaktadır.
Arsanın ortasında yer aldığı anlaĢılan, günümüzde en ufak bir izi
kalmamıĢ
Alâeddin
Mescidi ve
Tekkesi
Erkin Emiroğlu, 1993
olan eski mescit-tevhidhanenin kagir duvarlı, ahĢap çatılı iddiasız bir yapı olduğu
tahmin edilebilir. AĢağı yukarı aynı yerde, 1976'da inĢa edilmiĢ olan
kagir duvarlı, ahĢap çatılı yeni cami, tasarımı ile olduğu kadar
ayrıntıları ile de Osmanlı mescitlerinin geleneğini sürdüren sevimli bir
yapıdır. Ġki sıra tuğla ve bir sıra kesme taĢla kaplanmıĢ olan
duvarlarda, klasik Osmanlı üslubundaki düzene uygun biçimde, iki
sıra halinde pencereler açılmıĢ, iki yandan sağır duvarlarla kapatılmıĢ
olan son cemaat yerinin sınırına, ahĢap dikme görünümünde
betonarme sütunlar, bunların üzerine, yine ahĢap mimariden alınma
yastıklar konmuĢ, son cemaat yerinin, ahĢap kaplı tavanı harim
bölümü ile birlikte aynı çatı altına alınmıĢtır.
Camiin en ilginç ayrıntısı, batı duvarında yer alan, benzerlerine birtakım klasik devir
mescitlerinde rastlanılan, baca görünümlü Ģerefesiz minaredir. Camiin
doğu yönüne inĢa edilmiĢ olan yeni Ģadırvanda da klasik Osmanlı
üslubunu yaĢatma gayreti göze çarpar. Beyaz mermerden mamul
sekizgen bir hazne, bunu kuĢatan sekiz adet ince mermer sütun, bu
sütunlara oturan, sekizgen piramit biçiminde, kurĢun kaplı bir ahĢap
çatıdan meydana gelen Ģadırvan, ahenkli oranları ve özenli ayrıntıları
ile dikkati çekmektedir.
Bibi. Barkan-Ayverdi, Tahrir Defteri, 312; Kut, Dergehnâme, 219; Çetin, Tekkeler,
584; Aynur, Saliha Sultan, 34, no. 15; Asitâne, 10; Ayvansarayî,
Hadîka, I, 148; Osman Bey, Mecmua-i Cevâmi, l, 72-73, no. 117;
Münib, Mecmua-i Tekâyâ, 10;- İhsaiyat, II, 20; Zâkir, Mecmua-i
Tekâyâ, 49-50; ISTA, I, 575-576; Öz, istanbul Camileri, I, 21; IKSA, I,
581-582; H. K. Yılmaz, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarikatı,
Ġst., 1982, 284-285.
M. BAHA TANMAN
Allom'un deseninde Alay KöĢkü, 19. yy.
ALAY KÖġKÜ
Bugün Topkapı Sarayı olarak adlandırılan, Saray-ı Cedid'in (Yeni Saray) etrafını
çeviren Sur-ı Sultani denilen duvarın bir köĢesinde yer alan Alay
KöĢkü, esasında bir burcun üstünde inĢa edilmiĢ olup, 18. yy'dan beri
Sadaret makamı olan Babıâli'nin, evvelce yalnızca sadrazamların girip
çıkmalarına mahsus olan ve Ģimdiki biçimini 19. yy'm ilk yarısında
alan, geniĢ saçaklı PaĢa Kapısı'nın tam karĢısında bulunur. Saray
surunun 90 derecelik bir dirsek teĢkil ettiği köĢedeki burç,
diğerlerinden daha itinalı malzeme ile yapıldığı için daha Fatih
zamanında da bir köĢkü taĢımak üzere tasarlandığı tahmin edilir. 16.
yy'da burada ahĢap bir köĢk vardı. Bugünkü binanın pencere
kemerlerinde bronz harflerle yazılan manzum kitabeye göre, II.
Mahmûd tarafından daha önceki bir köĢkün yerine 1225/1810 veya
12357 1819'da yaptırılmıĢtır. Keçecizade Ġzzed Molla tarafından
yazılan bu tarihlerin ebcedinin çözümlemesinde değiĢik görüĢler
ortaya atılmakla beraber, noktalı harfleri toplamak suretiyle 1235 elde
edilmiĢtir ki, genellikle kabul edilen de budur. Alay KöĢkü'nün,
açıkça Batı Avrupa üslubunda oluĢu, bunun, kesin bir bilgi
olmamakla beraber Kirkor Amira Balyan (1764-1831) tarafından
yapılmıĢ olabileceğini hatıra getirir.
Alay KöĢkü, önünden geçen Ģehrin anacaddesinin kenarında olduğundan, padiĢahın
bu caddeden geçit yapan alayları görmesi içindi. Bu yüzden burcun
üzerinde taĢ konsollara dayanan çokgen ve yedi cephesi pencereli
köĢk, büyük tek salondan ibarettir. Arka ve yan tarafında değiĢik
büyüklükte hizmet odaları vardır. Saray bahçesinden geniĢ bir rampa
ile büyük sofaya ulaĢılır. KöĢkün üstünü, geniĢ saçaklı, soğan
biçiminde ve dilimli, kurĢun kaplı bir külah örter. Ġçeride ise bu külahın kubbe
halinde olduğu görülür. KöĢkün dıĢ yüzü ise mermer levhalarla
kaplanmıĢtır. KöĢkün yedi penceresinin üstlerindeki yayvan kemerler
siyah mermer kaplanmıĢ olup her birinde bir beyit olmak üzere bronz
harflerle tarih manzumesi yazılmıĢtır. Pencerelerde evvelce altın
yaldızlı oldukları anlaĢılan dökme demir Ģebekeler vardır. Sofa ve
esas salonun kubbe ve tavanı kalem iĢi nakıĢlarla bezenmiĢtir.
Ġsviçreli mimar Fossati kardeĢlerin projesine göre, 1855'te Alay KöĢkü ile
SoğukçeĢme Kapısı yanındaki burç arasına ve surun dıĢına bitiĢik
olarak ilk Telgrafhane-i Âmire binası yapılarak, Dolmabahçe
Sarayı'nın bir köĢesinde yeni bir Alay KöĢkü (Pembe KöĢk)
yapıldığından, artık fonksiyonunu kaybeden esas Alay KöĢkü,
telgrafhane nazırlarına makam olarak tahsis edilmiĢtir. Telgrafhane
buradan çıktıktan ve cadde kenarındaki binası da yıkıldıktan sonra
Alay KöĢkü uzun süre boĢ durmuĢ, Cumhuriyet döneminin ilk
yıllarında Güzel Sanatlar Birliği'ne tahsis edilmiĢtir. Bir süre Eminönü
Halkevi'nin oyun salonu ve 1945-1946'da Ġstanbul Eski Eser-
Alay KöĢkü'nden bir ayrıntı. Bünyad Dinç
ALAYLAR
leri Tescil Bürosu olarak kullanılmıĢtır. 1938'de Topkapı Sarayı Müdürlüğü'ne
bağlanan Alay KöĢkü 1959-1960 yıllarında büyük ölçüde bir tamir
geçirdiğinde bazı geç tarihlerde yapılmıĢ ahĢap katlar ve bölmeler
kaldırılmıĢtır. Bir ara Topkapı Sarayı Müzesi'ne bağıĢlanan Kenan
Özbel'in Halk Sanatları Koleksiyonu burada teĢhir edilmiĢ, fakat
sonra buradan alınmıĢtır.
Bibi. Topkapı Sarayı Müzesi Rehberi, Ġst., 1933, s. 19-20; (Konyalı), Abideler, 6-7;
ISTA, II, 582-584; Koçu, Topkapu Sarayı, 22-28; Z. Orgun, "Alay
KöĢkü", Arkitekt, S. 309, (1962), s. 153-162; S. Eyice, "Ġstanbul'da ilk
Telgrafhane-i Âmire'nin Projesi (1855)", TD, S. XXXIV (1984), s. 61-
72.
SEMAVĠ EYĠCE
ALAYLAR ^u.
Resmi, dini, askeri ve folklorik nitelikli, halkın da izlediği törenler.
Bizans Dönemi
Bizans tarihi dinsel inanç ve törelerle pekiĢtirilmiĢ çok zengin bir tören yaĢamına
tanıktır. Bunların bir bölümü sarayda ve kiliselerde sınırlı ya da özel
bir insan grubu için yapılan tören ve ayinlerdi. Diğer bir grubu ise
kentin sokaklarında halkın katılımı ile yapılan (bir bakıma halkın
katılımının özellikle istendiği) büyük alaylardır. Sıradan halkın düğün
törenleri, cenaze merasimleri, lonca mensuplarının geçit alayları, ölüm
mahkûmlarının siyaset meydanlarına götürülmesi, vahĢi hayvanların
sürücü ve bakıcılarıyla birlikte geçmeleri halkın ilgisini çekse de,
Konstantinopolis'in yaĢamına özellik kazandıran büyük toplumsal
olgular içinde Hippodrom'daki yarıĢlar sayılmazsa özellikle
imparatorun yaĢamına iliĢkin alaylar büyük önem taĢır. Bunu dini
nitelikli alaylar izler. Anılan törensel alayların ayrıntıları zaman içinde
değiĢmiĢ ama nitelikleri aynı kalmıĢtır. Askeri zaferlerden sonra
baĢkente dönüĢte yapılan merasim ve alaylar (Latince trtumph,
Yunanca riambos, ta epinikid) Bizans'a Roma'dan kalan geleneklerdir.
Zafer alayının imparatorun yasal statüsünü pekiĢtiren bir tür
referandum olduğu söylenebilir. Ġstanbul'da ilk yüzyıllarda
putperestlik gelenekleri içinde yapılırken, 7. yy'dan sonra
Hıristiyanlık öğeleri önem kazanmaya baĢlamıĢtır.
Ġmparatorun zafer dönüĢü bir bayram gibi kutlanırdı. De Ceremonüs'de 872'de I.
Basileios'un zafer alayı anlatılır. Ġmparator geceyi sur dıĢında
manastırda geçirmiĢ, ertesi gün, oğlu ile birlikte, değerli taĢlarla süslü
beyaz atlara binmiĢ olarak Altın Kapı'dan(->) kente girmiĢ ve orada
kentin valisi (Latince praefectus, Yunanca eparkos) tarafından
karĢılanmıĢtı. Mese(->) baĢtanbaĢa re-vaklar, değerli kumaĢlar ve
çiçeklerle süslenmiĢti. Tezahürat yapan, alkıĢlayan ve çiçekler atan
halkın arasında geçen kafileyi arkada Müslüman esirler ve
ganimetlerle dolu arabalar izliyordu. Konstantinos Forumu'nda alay
durmuĢ ve imparator bu forumdaki Meryem
ALAYLAR
178
179
ALAYLAR
Ġstanbul'da bir düğün alayı. Önde giden nahılı, çeyizi taĢıyanlar takip ediyor. En
arkada ise gelin arabası; Melling'in bir deseninden gravür, 18. yy.
Voyage Pittoresque de Constantinople et deş rives du Bosphore,
tıpkıbasım, 1969 TETTV Arşivi
(Teotokos) Kilisesfne girerek askeri elbiselerini değiĢtirmiĢ, ünlü kırmızı kaftanını
(tunic) ve altın yaldızlı yeleğini giydikten sonra, kiliseden çıkıp
yoluna devam ederek Augusteion'dan Ayasofya Kilisesi'ne gelmiĢ,
kapıda patrik tarafından karĢılanmıĢ, Ayasofya'daki törenden sonra
Büyük Saray'a geçmiĢti.
imparatorun baĢkentten ayrılıĢı (Latince profectio, Yunanca ta eksitirid) yine kilisede
yapılan bir ayinle baĢlıyor ve halk imparatoru kent kapıları dıĢına
kadar uğurluyordu. 972'de loannes Tzi-miskes savaĢa giderken
arkasında bir rahip ordusu ile önce çıplak ayakla saraydan
Ayasofya'ya, oradan Ayvansa-ray'daki Meryem Kilisesi'ne (Teotokos
ton Blahernon) gitmiĢti. Damlara kadar her yer tıklım tıklım insanla
doluydu. Ġmparator rahiplerle birlikte yüksek sesle dualar okuyor,
halk da onlara katılıyordu, imparatorun kente dönüĢü ise (Latince
adventus, Yunanca apantisis) büyük bir törendi. Bu törenin bütün
ayrıntıları önemli bir devlet protokolü olarak belirlenirdi. KarĢılama
komitesinin seçimi, karĢılama yapılacak yerin belirlenmesi, alkıĢ ve
tezahürat töreni, okunacak övgü ve Ģiirler, yakılacak kandil, meĢale ve
kokular, nihayet taç giyme töreni bu karĢılamanın parçalarıydı. Kentte
imparatora refakat etmek ve yürüyüĢ boyunca yapılacak Ģeyler de
bütün ayrıntılarıyla saptanıyordu. KarĢılama töreninden sonra Altın
Kapı'dan alay kente girer, bir ünlü kilise ziyaret edilir ve saatlerce
süren alay töreni Ayasofya ve Büyük Saray'da biterdi. Halkın katılımı
imparatorun prestijini ortaya koyan bir gösterge idi. Nikeforos Fokas
istanbul'a döndüğünde önce gemiyle Bakırköy'e (Hebdomon) inmiĢ,
yaldızlı kırmızı kumaĢlarla süslü beyaz bir ata binmiĢ, önünde altı
sancak olduğu halde ve günün bütün sıcağına karĢın yanmıĢ
meĢaleler, trompetler, nekkareler, davullar eĢliğinde Ayasofya'ya
gelmiĢti. Halkın elinde küçük bayraklar ve meĢaleler vardı. Bütün bu
kalabalık imparatorla birlikte Ayasofya'ya girmiĢti. Nikeforos
Fokas'ın atla kente giriĢini gösteren bir minyatür tarihçi loannes
Skilit-zes'in Synopsis Historiarum adlı yazmasının Madrid'deki
nüshasındaki minyatürler arasında yer alır.
De Ceremonüs'in birinci kitabında o sırada temel öğeleri iyice belirlenmiĢ olan
imparator gezintilerinin (Latince prokensos, Yunanca proeleusis)
(Osmanlılarda biniĢ) ayrıntıları açıklanmıĢtır. Büyük yortularda kentin
dini statüsü yüksek kiliselerini ve onlardaki kutlu eĢyaları (?«
leipsand) ziyaret için alaylar düzenlenirdi. Alayların yolları, duraklan
zaman zaman değiĢmiĢtir. Genel olarak imparatorun geçtiği yollar
donatılır, durak noktalarında yeĢiller ya da maviler (bak. Maviler,
YeĢiller) ve eufemia denilen bağırma ve alkıĢlama içeren tezahüratla
(ki bu bazen protestoya da dönüĢebilirdi) imparatoru karĢılardı.
Ġmparatorun bu biniĢler dolayısıyla özel olarak
giyeceği elbiseler, bütün ayrıntılarıyla ilgili memurlar tarafından düzenlenirdi.
Ġzleyiciler yolun iki tarafına dizilir ve eğer bir dilekleri varsa,
imparatorun önüne yazılı dilekçeler atarlardı, imparatorların kent içi
gezilerinde durdukları ya da geçtikleri yerleri belirten yol programlan,
kentin Bizans dönemi topografyasını saptamak açısından tarihçiler
için temel verilerden birini oluĢturmuĢtur.
Din Ģehitlerinin, sonlan da büyük din adamları ile azizlerin naaĢlarının, ya da
Kudüs'te mezarlarından çıkarılarak büyük kentlere, bu arada istanbul'a
getirilmiĢ kemiklerinin ve kutsal eĢyaların bir kiliseden bir baĢkasına
taĢınması da önemli bir alay türüydü. Bu taĢıma törenleri bir bayram
havasına bürünür, kilise takvimlerinde özel bir yer alırlardı ve Bizans
sokak yaĢamının sürekli gösterileriydi. Bazıları her hafta olurdu.
Örneğin, Meryem'in baĢörtüsünün -ki Konstantinopolis'in Palladium'u
kabul edilirdi- saklandığı Blaherna bölgesindeki Meryem
Kilisesi'nden (Teotokos ton Blahernon) Ayasofya yakınındaki
Halkoprateia Kilisesi'ne kadar uzanan alay her cuma günü yapılırdı.
Patrik ve imparator, törene beyazlar giymiĢ, meĢaleler ve kandiller
taĢıyan halkla birlikte katılırdı. Azizin ikonu bir kiĢi tarafından taĢınır,
arkasında kalabalık bir rahip grubu dualar söyleyerek onu izler, halk
da bunların arkasında ve etrafında büyük bir coĢku ile yürürdü. Bizans
sanatında törensel alaylara iliĢkin sahneler resimlenmiĢtir. Örneğin, 6
yy'a ait bir fildiĢi plakada, iki atlı bir arabada dizlerinde kutsal eĢya
kutusunu taĢıyan patrik, atları dizginlerinden tutan bir yüksek memur,
onların önünde yürüyen üç kiĢi, onları karĢılayan bir Basileus -ve
etraflarında alayı seyreden kadın, erkek
Ġstanbul'da
ilk zafer alayı:
Fatih'in törenle
kente giriĢi.
F. Zonaro'nun
tablosundan
ayrıntı, 1908,
Doîmabahçe
Sarayı
Ara Güler
fotoğraf arşivi
karıĢık bir grup insan resmedilmiĢtir. Düğünlerde, kilisedeki törenden sonra, müzik
ve Ģarkılarla yola çıkan düğün alayında gelinin arkasında nedimeler
gelirdi. Alay damadın evinde sona ererdi. Genellikle düğün alayı gece
yapılır ve meĢale taĢıyanlar yollan aydınlatırlardı. Cenaze alayları
(kideid) Türk dönemindekinden çok farklı değildi. Cenaze evde
yıkanıp ölü beyaz ketenden kefene sarıldıktan ve evde eĢin dostun
ziyareti tamamlandıktan sonra sandukayı mezarlığa götürenler
buhurlar ve meĢaleler yakarlardı.
Bibi. De Ceremoniis L Kitap; L. Brehier, le Monde Byzantine, III, civüisation
byzantine, Paris, 1970, s. 84-85; M. Mc. Cormick, Eter-nal Victory,
Triumphal Rulership in Late An-Hquity, Byzantium and the Early
Medieval West, Cambridge, 1986; Dictionaıy of Byzantium, ilgili
maddeler; Janin, Constantinople byzantine; Janin, Eglises et
monasteres; Mordtmann, Esquisse.
DOĞAN KUBAN Osmanlı Dönemi
Osmanlı döneminde Ġstanbul'da yapılan resmi, dini, askeri ve folklorik nitelikli,
halkın izleyebildiği törenlerdi. PadiĢahın katıldığı alaylara "selamlık
alayı", "alay-ı hümayun" denirdi. Geçit törenlerine "alay gösterme",
iĢkollarının gösterilerine "esnaf alayı", sefere çıkıĢ törenlerine "alay-ı
azîm" vb adlar veriliyordu.
Bizans imparatorluk geleneklerinde önemli bir yer tutan törenler, bu devletle
komĢuluk iliĢkisi olan Selçuklu ve Osmanlı devletlerini de etkiledi:
Grekçe "allagion" (maiyet askeri) sözcüğünden TürkçeleĢen alay
deyimi ise tören anlamında kullanıldı.
istanbul'un fethinden (1453) sonra, kentsel birçok gelenek arasında yeni bazı törenler
daha alaylar kapsamında pro-
tokole girdi. KuĢkusuz bu törenlerin çoğu, istanbul'un kuruluĢundan beri, yönetim
biçimlerine ve inançlara uyarlanarak koaınagelmiĢti. Kentin alınıĢı ile
Osmanlı Devleti ilk kez büyük bir kültür ve ticaret merkezine
kavuĢurken buradaki uygarlık birikimleri de Türk ve islam gelenekleri
ile bağdaĢtmlabildiği oranda korundu. Cülus (tahta çıkma) töreni ve
bahĢiĢi, alkıĢ ve alaylar bunlardandır.
Osmanlılar döneminde Ġstanbul'da düzenlenen ilk büyük alay, fethin ertesi günü (30
Mayıs 1453) II. Mehmed'in (Fatih) Ġstanbul'a giriĢi münasebetiyle
yapılan zafer alayıdır. Bu alayda ve 20 gün sonra Fatih'in Edirne'ye
dönüĢünde, soylu Rum kadın ve kızları, yol boyunca karĢılıklı
dizilerek padiĢahı ve maiyetini alkıĢlamıĢlardı. Fatih Kanunnamesi ile
de Ġstanbul'da yapılacak alayların ilkeleri ve protokolü ilk kez
belirlendi. Örneğin, daha önce, yalın bir dinsel görev niteliğinde
algılanan iki bayram (Ramazan ve Kurban) için, sarayın ve padiĢahın
olanca görkemini ve gücünü dıĢa yansıtıcı programlar öngörüldü.
Alay geleneğinin istanbul'da giderek yerleĢmesi ve baĢka birçok
etkinliği de kapsamına alması ise 16. yy'dadır. Bu süreç 17. ve 18.
yy'larda birtakım yenilik ve değiĢikliklerle devam etmiĢtir.
istanbul alayları arasında önceliği, sonraları selamlık resm-i âlisi de denen, her hafta
cuma günleri yinelenen selamlık alayı(->), kutsal gün ve gecelerde
yapılan mevlid alayı(->) alıyordu. PadiĢahlar, haftada bir kez, mevkib-
i hümayun denen görkemli tören birlikleri ile saraydan bir camie
giderek cuma nama-
zı kılmayı aksatmamaya özen gösterirlerdi. Yılda iki kez bayram alayı(->), ramazan
ayının 15. günü Hırka-i Saadet ziyareti, tahta çıkan padiĢahın Eyüb
Sultan Türbesi'nde kılıç kuĢanması için düzenlenen kılıç alayı(->),
kutsal gün ve gecelerde yapılan mevlid alayı ve kadir alayı(-0, her yıl
receb ayının 12. günü düzenlenen Surre alayı(-0, sancak-ı Ģe-j rifin
saraydan çıkartılıp savaĢa giden sadrazama teslimi için düzenlenen
tören, Ġstanbul'dan Edirne'ye ya da sefere gidiĢ, seferden dönüĢ
törenleri, odağı padiĢah olan, dini, askeri ve siyasi amaçlı büyük
alaylardı. Bunlar, niteliklerine göre farklı kadroların katılımı ile
uygulanır, Ġstanbul halkının da izlemesi için önlemler alınırdı.
Bu asıl alaylardan baĢka, Ġstanbul'a gelen elçiler, verilen izin uyarınca alay
gösterirler, gerektiğinde elçilerin yukarıda sözü edilen alayları
izlemelerine de olanak verilirdi. Tahta çıkan padiĢahın annesinin
valide sultan olarak Eski Saray'dan Yeni Saray'a (Topkapı) törenle
geliĢinde valide alayı, padiĢah kızının veya kız kardeĢinin evlenip
damat sarayına gidiĢinde cihaz alayı ve gelin ala-yı(-0, padiĢahın
çocuğu doğduğunda beĢik alayı(->), ölen padiĢah için cenaze alayı(->)
düzenleniyordu. Bunlar, resmi yönü ikinci sırada kalan özel
törenlerdi.
Üçüncü düzeydeki alaylar, halkı daha az ilgilendirirdi. Bunlardan bazıları alay-ı
yevm-i sâlis denen, bayramın 3. günü sadrazamın törenle Eyüb Sultan
Camii'ne namaza gitmesi, yeni sadrazamı ziyaretler, çıkma denen
yöntemle saraydan ayrılıp dıĢ göreve giden silah-
jrünüyor.
dar, rikabdar ağalar için düzenlenen törenler ile yeniçerilerin baklava alayı(-0 gibi
kısa programlı alaylardı.
Alayların ilginç bir gösterisi de "al-kıĢ"tı. Son dönemlerde "alkıç" da denen bu
gelenek, alkıĢlama değil, dua idi. Alayın türüne göre bir alkıĢçıbaĢının
yönettiği alkıĢçılar korosu, belirli noktalarda, örneğin padiĢah atına
binerken, attan inerken, camiden çıkarken, "Aleyke avnullah, uğrun
açık olsun ikbâlin ef-zun, padiĢahım devletinle bin yaĢa!"; "MaĢallah,
mağrur olma padiĢahım senden büyük Allah var!"; "Uğrun hayır ola,
yaĢın uzun ola, Hak tealâ, Efendimize ömürler vere. Devletinle bin
yaĢa!" vb duaları yinelerdi. Her cuma günü selamlık alayı, yılda iki
kez bayram, birer kez Hırka-i Saadet ve mevlid alayı, sık sık
yinelenen elçilik ve beĢik alayları, esnaf kesiminin organize ettiği
esnaf alayları ile çocukların okula baĢlamalarında düzenlenen âmin
alayı(->), bir yılın ortalama 1/5'ini renklendirdi.
KuĢkusuz alayların ortak akılcı bir amacı, Ġstanbul'un kozmopolit toplumunu bu tür
renkli ve oyalayıcı gösterilerle gerilimlerden uzak tutmaktı. Buna
bağlı olarak baĢkent halkının nabzı alaylarla kontrol edilebiliyordu.
CoĢku düzeyi, padiĢah ve yönetim için bir bakıma kamuoyu
yoklaması yapma olanağı vermekteydi. Bu nedenle de alayları çok
sayıda insanın izlemesi önlemleri alınırdı. Örneğin, cuma
selamlıklarında, sarayla padiĢahın gideceği cami arasında izlenecek
güzergâhtan ilkin, hasodalılar biri sorguçlu öteki sorguçsuz iki sarık
götürürler, bununla halka kortejin geçe-
ALAYLAR
180
181
ALEKSANDER
ceği yollar gösterilmiĢ olurdu. Buna sarık alayı(->) deniyordu. Yine, alay sırasında
görevlilere arzuhal (dilekçe) verme olanağı da vardı. Kimileri ise
gerilerden slogan atarak ortak bir Ģikâyeti dile getirebilirlerdi.
Osmanlı teĢrifat kanunnameleri, padiĢahın alayla saraydan çıkıĢına, sadrazamın,
vezirlerin, kaptan-ı deryanın istanbul'dan ayrılıĢlarına, curna ve
bayram alaylarına iliĢkin kuralları ve ayrıntıları veren bölümler
içermektedir. Örneğin, bir alay kortejinin düzenlenmesinde
sadrazamdan baĢlayarak protokolün en alt sırasında yer alana, değin
kimlerin, mevsimlere göre ne tür tören giysileriyle alaya katılmaları
gerektiği belirlenmiĢtir: "...Sadr-ı â'zâm hazretleri kallavi ve ber-
muktezâ-yı mevsim erkân kürkü ya ferace ve divân bisatlu esb ile ve
Re'isü'l-küttâb Efendi ve çavuĢbaĢı ağa selimi ve muktezâ-yı mevsim
üzre erkân kürkü ya ferace ile..." vb kurallar yanında alay sırasındaki
hareketler, karĢılamalar da gösterilmiĢtir: "Ve yeniçeri ağası ibtidâ
camie geldikde mahfeU hümâyûn kapusuna inüb Ģevketlû efendimiz
havli tapusundan duhûl buyurduklar gibi kapucubaĢı ağalan yere
beraber temenna idüb..." veya "...müretteb alay ile bâb-ı hümayundan
çıkub Alay KöĢkü altından HocapaĢa'dan Bağçekapu-sunda kireç
iskelesine vardıklarında dua idüb..." ifadeleri bu türden ayrıntılara
örnektir. Tevkiî Abdurrahman Paşa Kanunnamesi 'nin "Kanun-ı Alay"
baĢlıklı bölümünde, büyük alaylarda, sefere çıkıĢlarda, diğer alaylarla
türbe ziyaretleri için düzenlenen alaylarda nelere uyulacağı
açıklanmıĢtır. Örneğin, vezir ve serdar olanların silahdarları ile
çuhadarlarının kırmızı zerdûz üsküf, kırmızı kadife Ģalvar giymeleri,
satırlarının ise zerrin taçlar ile katılmaları, alay günlerinde zırh
giyilmek ve tirkeĢ kuĢanılmak gerekirse zırh üzerine celâbî kaftan
onun üstüne de çaprastlı kırmızı mevhi-dî giyilmesi, "atlara kıtas ve
zerdûz aba ve yancak vurulması" gibi birçok ayrıntının bu
kanunnamede yer aldığı görülmektedir. Esad Efendi'nin Teşrifat-t
Kadime adlı derlemesinde de benzeri ayrıntılar görülmektedir.
Örneğin "tertib-i alay-ı iyd-i saîd" baĢlığı altında divan-ı hümayun
hâcegânının, kapıcı ağaların, niĢancı, defter emini, Ģıkk-ı sani ve sıkk-
ı sâlis efendilerin, defterdarın, re-isülküttabm. vezirlerin, sadrazamın,
Ģeyhülislamın alay protokolündeki sıraları, ayrıca alay boyunca
kimlerin ne gibi görevleri yapacakları da -seccade götürme, sarık
taĢıma vb- gösterilmiĢtir. Örneğin, cuma selamlığında camiden çıkıĢta
kapıcılar kethüdasının "elinde sim a'sâ ve nim-tane kürk ve selimî ve
kadife Ģalvar ve çerkesî filâr ile piyade Ģevketlû efendimiz
hazretlerinin" (padiĢahın) önünde yürümesi gibi. Evliya Çelebi, bir
esnaf alayını anlatırken alay çavuĢlarının "ellerinde çevgân, dillerinde
vird-i Dâvudî olduğu hâlde küheylân atlara binüb altıĢar pare
yancakları ve
ESNAF ALAYINDA YENĠÇERĠLERĠN GEÇĠġLERĠ
Yeniçeri Ocağı müruru ki, ibtidâ kırk iki nefer Kalkanlı-çavuĢ, ba'dehu sağda Orta-
çavuĢ, solda Küçük-çavuĢ, verâlarında iki sıra Sakkalar, nihâyetinde
Sak-ka-baĢı bayrağı ile, ba'dehu ortalar ki, birinci bölük altmıĢ dört ve
yetmiĢ bir cema'atlar, ba'dehu beĢinci bölük, ba'dehu altmıĢ sekiz ve
altmıĢ yedi ve kırk dört ve seksen iki cema'atlar, ba'dehu Ģâir cema'at
ve bölük ortalan neferâtı ve kazanları ile iki sıra gidüp, orta yerlerinde
birer ve ikiĢer Ocak çavuĢları ve Orta yazıcıları yürür; ortalar
itmamında, sağ kolda birinci bölük, solda beĢinci bölük bayrakları
verâlarında Ģâir ortalar bayrakları, iki sıra tamamında Oda-baĢı-lar,
kezâlik iki sıra hitâmında Çorbacılar, kezâlik iki sıra geçerler ve
Çorbacılar süvari, orta yerlerinde Deveci Ağa ve Beytü'l-mâlci ve
BaĢ-ÇavuĢ, Ağalar, Ocak imamı Efendi ve Zenberekçi ve Haseki
Ağalar ve Turnacı-baĢı ve Sansuncu ve Zağarcı-baĢı ve Kul Kethüdası
Ağalar ve Yeniçeri Efendisi, ba'dehu Ocak tuğları ve sîm kalkanlu
yedekler ve Ġmânı-ı a'zam hazretlerinin beyaz sancağı, ba'dehu
Yeniçeri Ağası, ba'dehu Tüfengciler ve Kâr-hânelü ve Kethüdâ-yeri
ve Ağa Kethüdası ve BaĢ-halîfe ve Beytü'1-mâl kâtibi ve Kîsedarlar
ve Kethüdâ-yeri kâtibi ve Dîvân kâtibi ve Kapı-halîfesi ve ÇavuĢ-
halîfe ve tabii, alem tertîb-i mezkûr üzre mürur ederek, Alay-köĢkü'ne
gelmeden mukaddem zikr olunan rü'esâ ve çorbacıyân ve Ģâir ağalar
atlarından nüzul ve hil'atlar ilbâs olunduk-da, ÇavuĢ-baĢı ile Hünkâr
Kapıcılar Kethüdası dîvân libâsı ve sîm asaları ile piyade önlerine
düĢüp, Alay-köĢkü tahtına götürüp, beraber zemînbûs ve Kasrı
geçtikde, adarına suvar olup, alaya mülhak olurlar.
Yeniçeri Ağası dahi zikr olunan mahalle geldikde, ber-vech-i meĢrûh hil'at ilbâs
olunduktan sonra, ÇavuĢ-baĢı ile Kapıcılar Kethüdası istikbâl ve
huzûr-ı hümâyûna îsâl olundukda, yeĢil çuha samur kürk ilbâs ile
ikram olunup, çıktık-da râkiben ve ağayân-ı mezburân râcilen Kasr
altına geldikde, özengi beraberi temenna eder, geçer. Bu alayda
Yeniçeri Ağası rûz-merre desâr ve al çuhaya kaplı, kapâniçe yakalı,
uzun ferace yenli, muvahhadi resminde VaĢak kürk ve silâh ve bisât
ile ve Yeniçeri Efendisi Kafesî destâr, ferace kürk ile Kul Kethüdası
Balıkcin baĢında ve kezâlik al çuha VaĢak kürk, lâkin yakası
ağanınkinden noksanca ve Sakkaların cümlesine bin kuruĢ atiyye-i
hümâyûn ve beher ortanın Kara Kullukcularına, kazan ile giderken
beyaz astarlı birer çıkı ve her bir AĢçıya onar altın ve derviĢ du'acıya
ve Ģâire ikiĢer üçer altın surra-i hümâyûn verildi.
ġemdânîzade Fındıklık Süleyman Efendi, Mür'i't-Tevarih II/A, (haz. M. Aktepe), s.
117-118, Ġstanbul 1978
selam adlı ikinci kapısı arasında kalan geniĢ alana alay meydanı denmiĢtir. Çünkü,
alay günleri, ilgililerin alay elbiselerini (üniforma) giyinmiĢ olarak
buraya gelmeleri gerekiyordu. Burada alay bağlanıyor (kortejin
oluĢturulması) ve alaya biniliyordu (atlara binilip hareket edilmesi).
Hava koĢullarına ve sağlık durumuna göre padiĢah kimi kez at yerine
alay arabasına binerek kortejdeki yerini almaktaydı. Dolmabahçe
Sarayı'na geçildikten sonra, saat kulesine bakan selamlık kapısından
girilen geniĢ avlu alay yeri, sarayın caddeye bakan camlı köĢkü de
Alay KöĢkü iĢlevini görmüĢtür.
Ġstanbul'daki geleneksel alaylar, önce saltanatın (l Kasım 1922), ardından da
halifeliğin (3 Mart 1924) kaldırılması ile tarihe karıĢmıĢtır.
Bibi. Tevkiî Ahdurrahman Paşa Kanunnamesi, Ankara, 1935, s. 93-152; Esad
Efendi, Teşrifat-ı Kadime (Tıpkıbasım), Ġst., 1979; Ali ġeydi Bey,
Teşrifat ve Teşkilatımız, Ġst., ty; Küçükçebelizade Ġsmail Âsim Efendi,
Küçük-çelebizade Tarihi, Ġst., 1282, s. 555, 559, 600, 610; Hammer,
Devlet-i Osmaniye Tarihi, III, Ġst., 1330; s. 218 vd; Mehmed Fuad
(Köprülü), "Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri
Hakkında Notlar", Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, I, 1931, s.
270 vd, Evliya, Seyahatname, I, s. 511 vd; Uzunçarsılı, Saray.
NECDET SAKAOGLU
yumru su tasları ile gûnâ-gûn zillerle kemer raht ve gaddare ile atlarını beze-düb
kendüleri dahi gûnâgûn akmîĢe fâ-hireler" giyinmiĢ olarak herkesi
coĢturduklarını betimler.
Batıda Avusturya ve Rusya'ya karĢı savaĢlar açıldığında Anadolu'dan gelen eyalet
askerleri, baĢlarında beylerbeyleri ve sancak beyleri olduğu halde ya
Topkapı Sarayı'nın Alay KöĢkü önünden geçerek ya da DavudpaĢa
ordugâhında alay göstermeleri de yasa gereğiydi. Bunlara, padiĢahın
ve sadrazamın Ġstanbul'a dönüĢlerinde düzenlenen törenlere alay-ı
a'zîm de deniyordu. Bu törenlerde, baĢlarında sorguçlu mücevvezi
olan, omuzlarında topuz taĢıyan alay çavuĢları önden yürüyerek hem
halkı coĢtururlar hem de korteje yol açarlardı. Örneğin, sadrazam
Özde-miroğlu Osman PaĢa'nın 1584'te sefer için Ġstanbul'dan alayla
çıkıĢı öylesine görkemli olmuĢtu ki, Ģair Harimî "Şöyle dolmuşdu
sokaklar içi â'mm u hâsdan / iğne atsan yîre düşmez kesret-i eşhâs-
dan" diye baĢlayan uzun bir manzume yazmıĢtı.
Osmanlı padiĢahlarının Topkapı Sara-yı'nda oturdukları zamanlar boyunca (19- yy
ortalarına kadar) bu sarayın bâb-ı hümayun denen birinci kapısı ile
bâbüs-
ALBERTI, TOMMASO
(17. yy) Ġstanbul'da 1609 ile 1621 tarihleri arasında kalan ve gördüklerini tasvir eden
Tommaso Alberti hakkında bildiklerimiz ancak kendi yazdıklarıdır,
onlar da yok denecek kadar azdır. Bo-lognalı ya da Venedikli olduğu
sanılıyor. Venedikli tüccarların yanında yardımcı ya da uĢak olarak 18
Mayıs 1609'-da Venedik'ten gemiye binerek 18 Tenı-muz'da
Ġstanbul'a geldi. 26 Kasım l6l2'de aynı tüccarların halı, ravent ve ipek
yüklü otuz üç arabasını, Polonya'nın (bugün Ukrayna'da) Lvov
kentine götürmek üzere yola çıktı. Ġstanbul'a l Haziran l6l3'te döndü
ve üç hafta sonra yeniden Lvov'a doğru hareket etti. Orta Avrupa'yı
dolaĢarak Venedik'e geldi ve oradan gemiye binerek 30 Haziran
l6l4'te Ġstanbul'a ulaĢtı. Bu sefer kentte yaklaĢık yedi yıl kalan Alberti
Ġstanbul'u son olarak 14 Mayıs 1621'de terk etti, denizyoluyla
Venedik'e vardıktan sonra l Ağustos'ta Bologna'ya geldi. Ancak
Ġstanbul'la ilgisini kesmediği görülür. Çünkü yazısında Mayıs l622'de
II. Osman'ın yeniçeriler tarafından öldürülmesinden söz eder.
Alberti'nin bırakmıĢ olduğu yazma, Bolognalı kitap meraklısı bir eczacının elinden
bu kentin üniversite kütüphanesine geçmiĢ, 1889'da Alberto Bacchi
della Lega tarafından Viaggio di Costa-ninopoli di Tommaso Albeni
adıyla 202 adet olarak basılmıĢtır. Metinde, Ġstanbul'un tasvirinden
çok, Osmanlı Devle-ti'nin idari düzeni hakkında oldukça ayrıntılı
bilgiler vardır. Ancak BostancıbaĢı kethüdasına olan yakınlığından
dolayı, padiĢahın avda olduğu bir sırada, Topkapı Sarayı'nın deniz
kapısından içeri alınarak ona bazı köĢkler ve harem dairesinin altında
bulunan büyük havuz gezdirilmiĢ, havuzun içinde eğlence için
kullanılan küçük bir geminin (çek-tiri) olduğunu görmüĢtür. Bu
mekânın üstünde bulunan padiĢahın yalak odasına da bir göz attığını
yazan Alberti, tasvirlerinin doğruluğuna bakılırsa, harem dairesini
kısmen de olsa görüp yazabilen ender kiĢilerden biridir.
STEFANOS YERASĠMOS
ALBOYACIYAN, ARġAG
(17 Haziran 1879, İstanbul - 24 Haziran 1962, Kahire) Ġstanbul Ermeni kiliselerinin
tarihi üzerine araĢtırmaları ile tanınmıĢ yazar. Üsküdar'da doğdu.
Öğrenimini Getronagan Lisesi'nde tamamladı. Sekiz yıl kadar ticaretle
uğraĢtıktan sonra, yazı hayatına atıldı.
Alboyacıyan'ın ilk yazılan 1897'de Püzantion gazetesinde yayımlandı. Hantes
Amsordya, Goçnag, Püragn, Masis ve Dzağig dergilerine S. Ankeğ-
ya, ġavarĢ takma adlarıyla yazılar yazdı. Amenun Daretsuytsı'da
(Herkesin Yıllığı) yazmaya baĢladı. 1910-1922 arasında Türkiye
Ermenileri Patrikliği'nde sekreterlik görevinde bulundu. Yazları
Ġstanbul'daki düĢün ve sanat adamları-
nın toplantı merkezi haline gelen Kına-lıada'da yaĢayan Alboyacıyan, 1922'de
Kahire'ye göç edip hayatının geri kalan bölümünü orada tamamladı.
ArĢag Alboyacıyan araĢtırmacı-yazar-lığın dıĢında uzun yıllar öğretmenlik görevinde
bulundu. Mısır Murahhaslı-ğı'nda Divan baĢkanı oldu. Azad Midk
(Özgür DüĢünce, 1936-1937) ve Kırase-ri Araçnort (Kitapseverin
Kılavuzu, 1938-1949) dergilerini; D. ġahlamyan ile Gyank yev Kir
(Hayat ve Yazı, 1948) yıllığını çıkardı.
Ġstanbul tutkunu yazarın bu Ģehirle ilgili sayısız makalesi yıllık ve dergilerde
dağılmıĢ durumdadır. 1910 Surp Pır-giç Ermeni Hastabanesi
Yılhğı'nda "Ni-zamname-i Millet-i Ermeniyan"ın 50. yılı nedeniyle
çok geniĢ kapsamlı bir araĢtırması; aynı yıllığın 1925 tarihli sayısında
ise "Anhedatsadz Hay Yegeğet-sinerı Bolso Meç" (Ġstanbul'daki
KaybolmuĢ Ermeni Kiliseleri) adlı yazısı yayımlanmıĢtır. Yerektaryan
Badmutyun Surp Hreşdagabed Yegeğetsvo Balatu (Balat Surp
HreĢdagabed Kilisesi Üç Yüzyıllık Tarihi, 1931) adlı eserde Balat
Mahallesi'nin kuruluĢu ve Balatlıların ilk kiliseleri olan Çarkhapan
Surp Asd-vadzadzin hakkında kapsamlı bir yazısı vardır.
Alboyacıyan'ın eserleri arasında bazı büyük Ģehirlerdeki Ermeni kolonilerinin tarihi
önemli bir yer tutar: Badmutyun Hay Gesaryo (Kayseri Ermenileri
Tarihi, 2 cilt, 1937), Badmutyun Yevtogyo Ha-yots (Tokat Ermenileri
Tarihi, 1961), Badmutyun Malatya Hayots (Malatya Ermenileri
Tarihi, 1961), Huşamadyon Gudinahayeru (Kütahya Ermenileri Anı
Kitabı, 1961). Bazı önemli aile ve kiĢilerle ilgili eserleri de vardır:
Krikor Zoh-rab ir Gyankn u Kordzı (Krikor Zoh-rab. Hayatı ve
Eserleri, 1919), Krikor Gesaratsi Badriark yev ir Jamanagı (Patrik
Kayserili Krikor ve Zamanı, 1936), Torkom Badriark Kuşagyan
(Patrik Torkom KuĢagyan, 1940), Dad-yannen (Dadyanlar, 1965).
Bibi. M. Boduryan, Hay Hanrakidag (Ermeni Ansiklopedisi), c. I,
BükreĢ, 1938, s. 71-72; Haygagan Sovedagan Hanrakidaran (Sovyet
Ermeni Ansiklopedisi), c. I, Erivan, 1974, s. 190.
VAĞARġAG SEROPYAN
ALEKO (Tahtaperde)
(1880, Midilli - 1955, İstanbul) Futbolcu. Tam adı Aleko Kaliya'dır. Doğum yeri olan
Midilli'den 15 yaĢındayken Ġstanbul'a geldi. Kadıköy gazinolarında
fıstık satarak hayatını kazanmaya baĢladı. Ġstanbul'a yerleĢmiĢ Ġngiliz
ailelerin Kadıköy çayırlarında oynadıkları futbolun cazibesine
kapılarak 1900'de Kadıköy'de Rum arkadaĢlarıyla birlikte Elpis
takımını kurdu. Bu takımda defans oyuncusu olarak kendini gösterdi.
1,90 m'lik boyu ile rakip forvetlerin karĢısında büyük bir set gibi
durduğundan "Tahtaperde Aleko" diye anıldı. Futbol-culuğunu daha
sonra Ġngilizlerin kurdu-
ğu Kadıköy takımında sürdürdü. Bu takımda oynadığı bir maçta sakatlanıp futbolu
bırakmak zorunda kaldı. Ömrünün sonuna kadar futbol maçlarını
ilgiyle izledi. Hayatı Kadıköy'de geçti. Orada öldü.
CEM ATABEYOĞLU
ALEKSANDER (D'jak)
(14. yy) Muhtemelen 1394-1395'te, Konstantinopolis'e kısa bir ziyaret için gelen Rus
gezgini. Büyük olasılıkla Novgorodludur. Mesleğini Rusçada çeĢitli
anlamlara gelen d'jak (küçük kilise görevlisi; yazıcı veya muhasip;
herhangi seviyede bir devlet memuru) sözcüğüyle tanımlayan
Aleksander, Bizans baĢkentinde ticaret amacıyla bulunduğunu ileri
sürer. Burada kaldığı sürece gördüğü yerleri kısaca anlattığı gezi
raporunun dıĢında baĢka hiçbir kaynakta adına rastlanmaz.
Sözü geçen kısa rapor, Aleksan-der'm ziyaret ettiği ve çoğunluğu kilise veya manastır
gibi dini önemi olan yerlerin isimlerinden, buralarda bulunan kutsal
emanetler veya meĢhur ikonların listelerinden ve zaman zaman da bu
yerlere iliĢkin efsanelerin anlatımından ibaret bir katalogdur.
Ortaçağ boyunca Bizans baĢkentini görmeye gelen birçok gezgin gibi, Aleksander da
kent turuna Ayasofya Kilisesi'ni ziyaret ederek baĢlamıĢ, oradan
sırasıyla kentin doğusu, ortası ve kuzeybatısındaki diğer bellibaĢlı
kutsal yerlere uğramıĢtır. Gezisine Ģehir surlarını güneye doğru takip
eden bir yoldan devam ettikten sonra, tekrar doğu istikametine
yönelip, Büyük Saray ile Hippodrom'dan geçerek Ayasofya civarına
geri dönmüĢtür.
Aleksander'ın aĢağı yukarı iki-üç gün
sürdüğü tahmin edilebilen ziyareti bo
yunca gördüğü yerler anlatılıĢ sırasına
göre Ģunlardır: Ayasofya (bak. Ayasofya
Camii); Ayios Georgios Manganai Ma
nastırı; yine Mangana'daki Soteros Fi-
lantropos Kilisesi; Panalırantos Manastı
rı; Hodegetria Manastırı (bak. Hodeget-
ria Manastırı ve Ayazması); Havariyyun
Kilisesi (Ayios Apostoleion); Pantokra-
tor Manastırı (bak. Zeyrek Kilise Camii);
Pammakaristos Manastın (bak. Fethiye
Camii); Petra'da Ayios loannes Prodro-
mos Manastırı; yine Petra'da Ayios Ni-
kolaos Manastırı; Kariye (bak. Ka'riye
Camii); Blaherna Kilisesi(->); Kosmidion
Manastırı; Kutsal Peygamber Daniel Ma
nastırı ve Türbesi; Peribleptos Manastırı;
Studios Manastırı (bak. Ġmrahor Camii);
Kyra Marta (Rahibeler) Manastırı; Bü
yük Saray(->); Küçük Ayasofya (Ayios
Sergios ve Bakkhus) (bak. Küçük Aya
sofya Camii); Hippodrom(->) ve son
olarak kentin doğu ucundaki Ayios La-
zaros Manastırı. .:..
Bibi. G. P. Majeska, Russian Trâvelers to Constantinople in the Fourteenth and Fif-
teenth Centuries, Washington, DC, 1984.
NEVRA NECĠPOĞLU
r
ALEKSĠOS I KOMNENOS
182
183
ALEMDAĞ
ALEKSĠOS I KOMNENOS
(1048, Konstantinopolis - 15 Ağustos 1118, Konstantinopolis) Bizans imparatoru (hd
1081-1118) ve Komnenos Ha-nedanı'mn(->) kurucusu. Babası loan-
nes Komnenos, annesi Anna Dalasse-ne'dir(->); kendisi irene Dukaina
ile evlenmiĢtir. Anadolu'da toprak sahibi asker kökenli aristokrat bir
aileden gelen Aleksios, Konstantinopolis'te (Ġstanbul) imparator III.
Nikeforos Botaneiates'e karĢı düzenlediği bir darbe sonucunda baĢa
geldi. Ağabeyi Isaakios Komnenos ile beraber 14 ġubat 1081'de
baĢlattıkları ayaklanma baĢkentin l Nisan'da düĢmesiyle sona erdi ve
Aleksios 4 Nisan'da imparator ilan edildi. Tahta çıkıĢı Anadolu'nun
askeri aristokrasisinin baĢkentte hüküm sürmekte olan sivil
aristokrasiye karĢı zaferinin bir simgesi olarak kabul edilir.
Aleksios'u meĢgul eden ilk önemli meselelerden biri Normanlarm lideri Robert
Guiscard'a (ö. 1085) karĢı giriĢtiği mücadele oldu. 1081 Ekim'inde
Adriyatik Denizi'nin doğu kıyısındaki Dyrrakhion (Durazzo) kentini
fetheden ve buradan Bizans baĢkentine doğru ilerleyen Robert
Guiscard'la, Aleksios ancak Alman Ġmparatoru IV. Heinrich ve Papa
VII. Gregorius ile giriĢtiği müzakereler ve Venedik'ten sağladığı
yardımlar sayesinde baĢa akabildi. Venediklilerin yardımlarına
karĢılık onlara çeĢitli ticari imtiyazlar tanıyan Aleksi-os'un bu hareketi
genelde Bizans Ġmpa-
I. Aleksios Komnenos'u (solda)
betimleyen bir elyazması. Nevra Necipoğlu fotoğraf koleksiyonu
ratorluğu ve özellikle Konstantinopolis ekonomisi için çok önemli sonuçlar doğurdu.
11 irde Pisa kenti de imparatordan benzer imtiyazlar aldı.
Aleksios'un hükümdarlığı aynı zamanda Türklerin Bizans topraklarını ciddi Ģekilde
tehdit ettiği yıllara rast gelir. Selçuklularla Anadolu'da mücadeleler
sürerken, baĢkent Konstantinopolis 1090-1091 kıĢında güçlü bir
filoya sahip olan Ġzmir Emiri Çaka Beyle Peçenek-lerin denizden ve
karadan ortak saldırısına sahne oldu. Peçenekleri yine ancak
Kumanların yardımıyla geri çevirebilen Aleksios, bu arada Bizans
tahtına göz diken ve kendini imparator ilan eden Çaka Bey
tehlikesinden, önce Ebu'l Ka-sım'ı, sonra I. Kılıç Arslan'ı ona karĢı
kıĢkırtarak kurtuldu.
1096-1097'de, I. Haçlı ordularının uğrak yeri olan Konstantinopolis'te tekrar
heyecanlı olaylar yaĢandı. Ġlk önce Ami-ens'li Pierre l'Hermite'in
liderliğindeki disiplinsiz, yağmacı güçler, ardından yüksek düzeydeki
baron ve Ģövalyelerle beraberlerindeki ordular, imparatora ve baĢkent
halkına zorlu günler geçirttiler (bak. Haçlı Seferleri).
ĠçiĢlerinde ise Aleksios özellikle saray ve devlet teĢkilatında birçok yeni düzenleme
yaptı. 11. yy'ın ortalarından beri sürekli zayıflayan devlet otoritesini
yeniden güçlendirmek amacıyla sıkı bir merkezileĢtirme politikası
uyguladı. Ancak Aleksios'un merkeziyetçilik anlayıĢı kendi ailesinin
ve ona bağlı diğer aris-
tokrat ailelerin saray ve devlet iĢlerindeki üstünlüğü prensibine bağlıydı. Dolayısıyla,
kendisi tahta çıkmadan önce yüksek itibar ve yetki sahibi olan ve
büyük ölçüde sivil kesimi temsil eden senatörler sınıfı ile hadımların
yetkilerini kısıtladı. Onlardan boĢalan yerleri ise kendi akrabaları ve
taraftarlarıyla doldurdu. Aleksios'un ve sonra haleflerinin, hadımlara
karĢı takındıkları olumsuz tavırda ayrıca o devirde çok vurgulanan
yiğitlik, erkeklik, mertlik ve cengâverlik gibi aristokratça değerlerin
de rolü vardır. Aleksios rütbe ve unvanlar sistemine getirdiği birtakım
değiĢikliklerle de, yine akrabalarının ve destekçilerinin toplum ve
saray hiyerarĢisinde zirveye çıkmalarım sağladı. Özellikle kendi
taraftarları için yarattığı yeni rütbe ve unvanlar yoluyla (örneğin
ağabeyi Isaakios için icat edilen ve sonra sadece imparatorların
kardeĢleri ve oğullarına verilen sebastokrator unvanı veya eniĢtesi
Mihail Taronites'in sırasıyla sahip olduğu protosebastos ve panhyper-
sebastos gibi unvanlar) baĢkentin yönetici sınıfının kompozisyonunu
tamamen değiĢtirdi. Son olarak, Aleksios tüm devlet dairelerini
logothetes ton sekreton adlı tek bir görevlinin kontrolü altında
yeniden düzenleyerek bir baĢka merkeziyetçilik giriĢiminde bulundu.
Gelgele-lim, tüm gayretlerine rağmen, merkezi iktidarı tam olarak
yerine oturtamadı ve hükümdarlığı sırasında, özellikle güçlerim
kaybeden Ģahıs ve aileler tarafından imparatora karĢı düzenlenen çok
sayıda komplo ve darbeye muhatap oldu.
Ġktisadi bakımdan Aleksios yönetiminin ilk on yılı sorunlu olmakla beraber, sonraları
para sisteminde yapılan bazı değiĢiklikler olumlu yönde kimi
geliĢmeler sağlanmıĢtır. Örneğin, 1081'den beri sürekli değer
kaybeden Bizans altın sikkesi, yaklaĢık 1092'de imparatorun emri
üzerine tam ayarlı yeni "hyperpyron'ların piyasaya sürülmesiy-le
yeniden değer kazandı.
Aleksios'un kilise ile iliĢkilerinde, Norman ve Peçeneklerle savaĢırken kilise
hazinelerine el koymasının yarattığı gerginlik haricinde, genel bir
uyuĢma ve iĢbirliği hâkimdi. Ġmparatorluğu döneminde kiliseyi ve
doktrini tehlikeye düĢüren bazı akımlar ve bu akımların temsilcileriyle
bizzat mücadele etti. Ġmparatorlukta süratle yayılan ve baĢkent ahalisi
arasında da, özellikle aristokrat çevrelerde, çok sayıda taraftar
kazanan itizalci Bogomil doktrininin lideri Basi-leios'u tutuklattı ve
yargılanmasından sonra Hippodrom'da halkın gözleri önünde
yakılarak idam ettirdi. Ġmparator bundan önce loannes Italos isimli
meĢhur bir filozofun da antik felsefe taraftarlığı ve Hıristiyanlık
öncesinden kalma düĢüncelere düĢkünlüğü, Hıristiyan doğmalarını
önemsememesi yüzünden aforoz edilmesinde rol oynamıĢtır.
Dindarlığıyla tanınan Aleksios, ayrıca hayır kurumları banisi olarak da ünlüdür.
BaĢkentte, Akropolis civarında, 6.
yy'dan beri var olan Hagios Pavlos yetimhanesi imparator tarafından onartılıp
aeniĢletilerek, yetimhane ve okuluna ek olarak fakirler, körler,
sakatlar, yaĢlılar ve emekli askerler için bakımevlerini de içeren,
yepyeni bir kurum haline getirilmiĢtir. "BaĢkent içinde ikinci bir kent"
olarak tanımlanan Hagios Pavlos kompleksinden "binlerce" kiĢinin
yararlandığı ve tamamını gezmek için tam bir gün gerektiği devrin
kaynaklarında belirtilir. Bibi. F. Chalandon, Essai sur le regne d'Ale-
xis Ier. Comnene (1081-1118), Paris, 1900; C. Morrisson, "La
Logarike: Reforme moneta-ire et reforme fiscale sous Alexis Ier
Comnene" Travaux et Memoires, VII, 1979, s. 419-464; M. Angold,
The Byzantine Empire, 1025-1204; A Political History, Londra-New
York, 1984, s. 102-149.
NEVRA NECĠPOĞLU
ALEKSĠOS SARAYI
Ġmparator I. Aleksios Komnenos (hd 1081-1118) iktidarı ele geçirdiğinde
Sultanahmet semtindeki Büyüksaray'da değil, Ģehrin kuzeybatı
köĢesinde Blaher-nai (Vlaherne) bölgesindeki küçük pavyonlarda
oturmayı tercih ettiğinden, burada yeni bir saray binası yaptırtmıĢtır.
Ġmparatorun kızı Anna Komnena, babasının hayatına dair yazdığı kitapta, Aleksios'un
burada, I. Haçlı Seferi'ni yapan Batılı Ģövalyeleri kabul ettiğini
bildirir. Haçlılar 1096'da Ġstanbul'dan geçtiklerine göre, saray bu
tarihte tamamlanmıĢ olmalıdır. Anna'mn yazdığına göre, Haçlılar bu
sarayda saklanan göz kamaĢtırıcı zenginlikteki eĢya ve değerli Ģeylere
hayran kalmıĢlardır. Bizanslı tarih yazarı Georgios Pakymeres (1242-
yak. 1310), bu sarayı Aleksiakos basili-kos triklinos (Aleksios'un
imparatorluk triklinos'u) olarak adlandırır. Latin iĢgali sona erip
Bizans devleti yeniden Ġstanbul'a sahip olduğunda, 1354'te burada
dini bir toplantı (consil) yapılmıĢtır. 1341-1354 yılları arasında tahtı
ele geçirerek imparator olan VI. Ġoannes Kanta-kuzenos yazdığı
tarihinde bu sarayı bir kaleye (frurion, kastellion) benzettiğine göre,
içten ve dıĢtan gelecek tehlikeleri önleyecek biçimde tahkim edilmiĢti.
Sarayın, Ģehrin kara tarafı surlarına bitiĢik olduğu, sur dıĢında ordugâh kuran
Haçlıların attıkları oklardan birinin pencereden girerek, imparatorun
yamn-dakilerden birini yaralamıĢ olmasından anlaĢılır.
Ġmparator II. Ġsaakios Angelos (hd 1185-1195) sarayı daha da tahkim etmek üzere
bitiĢik bir kule yaptırdığına göre, bu sarayın Eğrikapı'da üzerinde Ġvaz
Efendi Camii'nin bulunduğu teras üzerinde ve belki de kısmen, hemen
yanında olan Anemas Zindanı denilen kemerli ve tonozlu mahzenin
üstüne uzandığı tahmin edilir. Janin, Aleksios Sarayı'nın belkide Emîr
Buharî Tekke-si'nin olduğu yere kadar yayıldığını ileri sürer.
Dirimtekin tarafından yapılan kazılar, bazı duvar buluntuları sağlamıĢ
olmakla beraber, bunların saray ile iliĢkileri aydınlatılmıĢ değildir.
Aleksios Sarayı'ndan toprak üstünde hiçbir iz yoktur. Yalnızca Ġvaz Efendi Camii
önündeki burcun en üstündeki, odanın saraya ait bir mekân olması
mümkündür. Çevredeki arazide evlerin altlarında duvar kalıntıları ve
küçük sarnıçlara da rastlanır. Fakat bunların Aleksios Sarayı'na ait
olduklarını ispata yarayacak kesin dayanak yoktur.
Bibi. Janin, Constantinople byzantine, 125-126; J.-B. Papadopoulos, lespalais et leş
egli-ses deş Blachemes, Thessalonique, 1928, s. 138, 141-147; F.
Dirimtekin, "LeĢ palais d'Alexis I et Manuel II pourraient etre locali-
ses", TTOK Belleteni, S. 201 (1958), s. 23-24; ay, "AyVansaray'daki
imparator Sarayları Bölgesinde Yapılan Kazı", Türk Arkeoloji
Dergisi, IX (1960), s. 18-23.
SEMAVĠ EYĠCE
ALEMDAĞ
Ġlin doğusunda, Ümraniye Ġlçesi'ne bağlı bir köydür. Resmi adı Alemdar olmakla
birlikte yaygın olarak Alemdağ diye adlandırılır.
Kuzeybatıdan Polonezköy, kuzey ve kuzeydoğudan ReĢadiye, doğudan Mah-
mutĢevketpaĢa, güneydoğudan PaĢa-köy ve güneybatı ile güneyinden
de Sultançiftliği köylerinin arazisiyle çevrilmiĢtir. 21 km2
yüzölçümüne sahiptir. Ġdari bölünüĢ bakımından 1987'ye kadar
Üsküdar Ġlçesi'ne dahilken, bu tarihten sonra yeni kurulan Ümraniye
Ġlçesi'ne bağlanmıĢtır.
Alemdağ
Sedat Avcı
Birinci Zaman'a (Paleozoik) ait ka-yaçlardan oluĢan köyün arazisinde, gerek Silür
(yaklaĢık 435-395 milyon yıl öncesi), gerek Devon (yaklaĢık 395-345
milyon yıl öncesi) devirlerine ait kayaç-lar da yer alır. Bu kayaclar,
detritik tortul kayaçlardan arkozlar, grovaklar, kuvarsitler, feldispatlı
kuvarsitler ve Ģeyllerden ibarettir.-Alemdağ Köyü'nün çevresindeki en
büyük yükselti Alemdağı'dır (442 m). Kuzeybatıda Türbe Tepe (379
m), kuzeyde Göz Tepe (267 m) ve Papeli-naçma Tepe (238 m),
doğuda Kamburun Tepe (138 m) ve güneydoğuda Alem-dağburnu
Tepe (200 m) yakın çevredeki diğer yüksek noktaları oluĢturur.
Alemdağ Köyü ve çevresinin iklimi, içinde bulunduğu Marmara Bölgesi'nin-ki gibi
Akdeniz ile Karadeniz iklim tipleri arasında bir geçiĢ tipini oluĢturur.
Bu iklimin genel karakteri yazlar sıcak ve kurak, kıĢlar ılık ve
yağıĢlıdır. Ancak Karadeniz'e yakınlığı nedeniyle, yöre Kocaeli
Yarımadası'nın güneyine nazaran daha serin ve nemlidir.
Köyün arazisinde üç farklı toprak tipi görülür. Bunlar kırmızı Akdeniz toprakları,
kahverengi orman toprakları ve alüvyal topraklardır. Alemdağ
Köyü'nün çevresindeki ormanlık sahalarda kırmızı Akdeniz toprakları
ile kahverengi orman toprakları yer alır. Kahverengi orman
topraklarının üzerindeki orman örtüsü, köye yakın alanlarda tahrip
edil-
ALEMDAĞ KASRI
184
185
ALEMDAR OLAYI
SEKBANLARIN ÇARPIġMALARI
4 Kasım çarĢamba sabahı, Kadı PaĢa, Demirkapı'dan; bir binbaĢı SoğukçeĢ-me'den;
diğer bir binbaĢı da Bab-ı Humâyun'dan olmak üzere, seymenleri ile
beraber dıĢarı çıkarak dövüĢe dövüĢe Irgatpazan'na kadar ilerlediler
ve o kadar yeniçeri öldürdüler ki ceset yığınından sokaklar geçilmez
bir hale geldi. Seymenler: "Ey yeniçeriler, neredesiniz? DövüĢmek
için meydana çıkın" diye bağırıyor ve rast geleni öldürüyorlardı. Bu
esnada, Kapudan PaĢa da gemide hazır durmuĢ, kalabalık gördüğü
iskeleleri topa tutuyordu. Gemilerden biri, toplanmıĢ bulunan
yeniçerileri dağıtmak için bilhassa Ayakapı'yı ve Süleymaniye'yi
devamlı olarak topa tutuyordu. Fakat bu aksi netice verdi, çünkü sık
sık atılan toplardan dehĢet içine düĢen halk, yeniçerilerin tarafını
tutmağa baĢladı. Kadı PaĢa'nm kendileritni] amansızca imha edeceğini
anlayan yeniçeriler, birbirine cesaret vererek, halkın da iĢtirakiyle
Kadı PaĢa'ya karĢı harekete geçtiler. Büyük bir savaĢ oldu ve bir
seymene karĢı on kiĢi olmak üzere pek çok yeniçeri öldü. PaĢa,
yeniçerilerin kırıldıkça daha da çoğalarak hücum ettiklerini görünce,
dövüĢe dövüĢe geri çekilip Cebehane kıĢlasına geldi ve orada da
birçok adamı öldürdü. Seymenler ara sıra dıĢarı çıkarak dövüĢüp ve
hayli insan öldürdükten sonra içeri çekiliyorlardı. Bu suretle, iki defa
gah bu, gah o taraf kazanıyordu. Bab-ı Humâyun'dan Ayasofya'ya ve
Cebehane'ye kadar olan yerler kana bulanmıĢ, sokaklar cesetlerden
geçilmez olmuĢtu. Vaziyetlerinin fenalaĢtığını gören yeniçeriler,
seymenleri paniğe uğratmak için Cebehane'yi arka taraftan birkaç
yerinden ateĢe verdiler. Bir rivayete göre ise, önce seymenler yangın
çıkarmıĢlar, yeniçeriler de onların hareketini tekrarlamıĢlardır.
Cebehane gündüz saat 5'de yanmağa baĢlamıĢ ve büyüyen ateĢ
cehennemi bir manzara meydana getirmiĢti. Bir taraftan yükselen
alevler, diğer taraftan da top ve tüferik sesleri Ģehri tasviri gayri kabil
bir dehĢet içine düĢürmüĢtü. Yayılan yangının bir kolu Yerebatan
sarayı, bir kolu SüleymanpaĢa Hanı, diğer bir kol FazılpaĢa Camii,
baĢka bir kol da Çatladıkapı'ya doğru uzandı. Yangın yirmiiki saat
devam etti. Hepsi de türklere ait olan evler, ne hamal ne de zabit
bulunmadığı için bütün eĢyaları ile beraber kül oldular ve sakinleri
ancak canlarım kurtarabildiler. Bununla beraber alevlerin içinde
kalmıĢ birçok insan da yanmıĢtır.
an'm Ruznâmesi, (çev. H. D. Andreasyan), s. 41-42, Ġst., 1972
mis ve ziraat sahası haline getirilmiĢtir. Çevredeki kuvarsit tepelerde ana materyalin
ayrıĢması sonucunda ortaya çıkan malzeme, yağıĢlarla akıp
gittiğinden, toprak oluĢumuna meydan vermez. Köy ve çevresindeki
akarsuların tabanları alüvyal topraklarla kaplıdır.
Köy sınırları içinde özellikle geçmiĢ dönemlerde ekip-biçme faaliyetleri için orman
tahrip edilerek arazi kazanılmaya çalıĢılmıĢtır. Köyün kuzeybatısında
yer alan Alemdağı, bitki örtüsünün çeĢitliliği ile ilginçtir (bak.
Alemdağı).
Alemdağ Köyü'nün arazisi Riva De-resi'nin kollan tarafından sulanır. YerleĢmenin su
ihtiyacının bir kısmı kaynak sularından (Defneli, Ayazma, Mütevelli,
Elmalı ve Kozpmar gibi), bir kısmı da kuyulardan sağlanır.
Alemdağ Köyü'nün kumlusu hakkında kesin bir bilgi yoktur. Ancak yaĢayanların
çoğu "93 Rus Harbi" olarak bilinen Osmanlı-Rus SavaĢı yıllarında
(1877-1878) Hopa'dan göçmüĢ olanların torunlarıdır. Son yıllarda
özellikle Doğu Karadeniz kıyı Ģeridindeki illerden de nüfus
almaktadır. Nüfus sayımlarına göre köyün nüfusu büyük artıĢ ve
azalıĢlar gösterir. Bunun en büyük nedeni çevredeki askeri birliklerin
hareketleridir. 1970'lerden sonraki hızlı nüfus artıĢı ise köyün
istanbul'un banliyölerinden biri olması ve sanayi tesislerinin özellikle
1980'den sonra bu araziye yerleĢmesidir.
Köyün nüfusu 1935'te 337, 1970'te 668 iken 1990 sayımında 6.684 olarak
kaydedilmiĢtir. 35 yılda iki katına çıkan nüfusun son 20 yılda on
katına çıkması tüm Ġstanbul'a özgü göç olgusunun Alemdağ'a
yansımasını gösterir.
Köyün geçimi yakın yıllara kadar tarıma dayanmaktaydı. Bu durum 1970'lere kadar
devam etmiĢtir. 1967'de köyde sanayi tesisi olarak yalnızca
yeğurthane vardı. Ancak son yıllarda ulaĢım Ģartlarının iyileĢmesi ve
hızlı nüfus artıĢı -sonucunda Alemdağ Köyü önce bir banliyö
karakteri kazanmıĢ, ardından sanayi tesislerinin gelmesiyle bir sanayi
merkezi halini almıĢtır. 1980'de süs eĢyasından soba tuğlasına ve
marley, muĢamba, profil sac, asetilen gazı üretimi gibi değiĢik
ürünlerin üretildiği 20'nin üzerinde tesis bulunmaktaydı.
Üsküdar-ġile karayolu kenarına yerleĢmiĢ olan Alemdağ yerleĢmesinin ulaĢım
problemi yoktur, istanbul Belediye-si'nin düzenli otobüs seferleri
vardır. Su, elektrik ve ulaĢım gibi hizmetlerin yanında ucuz iĢgücü ve
arsa fiyatları, çevrede sanayinin geliĢmesini teĢvik etmektedir. Bibi.
Karakurum, "Alemdağ Ormanları ve Orman Köyleri", (Ġstanbul
Üniversitesi, Coğrafya Enstitüsü, bitirme tezi), ist., 1939; N. Çakın,
"Alemdar Köyü BeĢeri ve Ġktisadi Etüdü", (Ġstanbul Üniversitesi,
Coğrafya Enstitüsü, bitirme tezi), Ġst., 1967; Y. Dönmez, Kocaeli
Yarımadasının Bitki Coğrafyası, Ġst., 1979; A. T. Akdoğan,
"Ġstanbul'da ġehirleĢmenin Tarım ve Orman Alanlarına Etkisi",
(Ġstanbul Üniversitesi, Coğrafya Enstitüsü, bitirme tezi), Ġst., 1981; Ġ.
Ketin, Türkiye Jeolojisine Genel Bir Bakış, Ġst., 1983.
SEDAT AVCI
ALEMDAĞ KASRI
Alemdağı mesire yerinde, padiĢahın kısa süre kalması için yapılmıĢ bir biniĢ kasrıydı.
Sultan Abdülaziz (hd 1861-1876) için Sarkis Balyan tarafından
tasarlanmıĢ neoklasik üslupta, yüksek bir bodrum kat üzerinde iki
katlı kagir bir yapıydı. 1940'lı yıllarda bekçisinin çıkardığı bir
yangında harap oldu.
ĠSTANBUL
ALEMDAĞI
Ġstanbul'un Anadolu yakasında, Üsküdar-ġile arasına çekilecek hayali bir hattın
üzerinde yer alır. Deniz seviyesinden yüksekliği 442 m'dir. Alemdağı
ve çevresi Birinci Zaman'ın (Paleozoik) Si-lürien ve Devonien
devirlerine ait ka-yaçlardan meydana gelmiĢtir. Bu kayaç-lar, tortul
detritik kayaçlardan arkozlar, grovaklar, kuvarsitler, feldispatlı
kuvarsitler ve Ģeyllerdir. Alemdağı'nı oluĢturan kayaçların tabakaları,
Kocaeli Yarı-madası'ndaki diğer yüksek tepeler gibi doğu-batı
doğrultusunda kıvrılmıĢtır. Bu kıvrılma hareketi muhtemelen Kaledo-
nien Orojenezi'nde (435-395 milyon yıl önce) meydana gelmiĢtir.
Alemdağı, üzerini kaplayan orman örtüsüyle ilginç bir günübirlik dinlenme alanıdır.
Kocaeli Yarımadası'nda görülen iki farklı karakterdeki bitki örtüsünün
sınırı bu dağdan geçer. Dağın kuzeye bakan yamaçları nemli ormanlar
sahasına dahilken güneye bakan yamaçlarında kuru ormanlar görülür.
Dağın zirve kesi-. minden kuzeye, Polonezköy'e kadar olan bölgede,
250 m'ye kadar, kayın ağaçları (Fagus orientalis) hâkimdir. Kayının
içine özellikle batı kesimde birlikler halinde kestane de (Çastanea
sativd) dahil olur. Doğuda ise gürgen (Carpi-nus betulus) ve ıhlamur
(Tilia tomento-sd) nemli ormanın diğer türlerini oluĢturur. Özellikle
kayının tahrip edildiği yerlerde, hâkim türlerini kızılcık (.Cornus
mas), muĢmula (Mespilus germanicd), üvez (Sorbus torminalis),
geyik dikeni (Crataegus monogynd), fındık (Coıylus avettana) ve
sırımbağının (Dapbnepon-tica) oluĢturduğu maki benzeri bir bitki
örtüsü yer alır. Kuzeye bakan yamaçlarda 250 m'nin altındaki
yükseltilerde saçlı meĢe (Quercus cerris) toplulukları yayılıĢ gösterir.
Alemdağı'nın güneye bakan yamaçlarında, kuru ormanı mazı meĢesi
(_Quercus infectoria) ve yer yer maki temsil eder. Maki topluluğu
içindeki hâkim türler akçakesme (Phülyrea latifolia), kermez meĢesi
(Quercus coc-ciferd), kocayemiĢ (Arbutus unedö), funda (Erica
arbored) ve katran ardıcıdır (Juniperus oxycedrus). Alemdağı'nın
kuzey yamaçlarında, geliĢmiĢ ağaçlarıyla tam bir orman görünümü
varken, güneye bakan yamaçlar çalı görünümlü ağaçlardan
oluĢmuĢtur. Ormanın özellikle alt seviyeleri sürekli tahriple karĢı
karĢıyadır. Hayvan otlatma, kaçak ağaç kesimi ve tarla açmak için
yapılan tahribat yüzyıllardır devam etmektedir.
Bibi. 1. Yalçınlar, Türkiye Jeolojisine Giriş (Paleozoik açısından), ist., 1976; Y.
Dönmez, Kocaeli Yarımadasının Bitki Coğrafyası, ist., 1979; t. Ketin,
Türkiye Jeolojisine Genel Bir Bakış, Ġst., 1983.
SEDAT AVCI
ALEMDAĞI ĠSPEVOZU
Bayağı ispinoz, saka, flürya, iskete gibi ötüĢü güzel birçok kuĢ türünü içeren
ispinozgiller familyasının (Fringilla co-elebs) bir üyesidir. Ġstanbul'da
Alemdağı ispinozu olarak bilinir. Ġstanbul'un Anadolu yakasında,
Çekmeköy'den, kuzeyde Riva'ya kadar uzayan Alemdağı orman serisi
ve avlağında, öteki göçmen kuĢlarla birlikte görülür. Açık mavi,
kırmızı, yeĢilimsi, beyaz-siyah tüyleri ve diğer özellikleri ile öteki
ispinoz türlerinden önemli bir farkı yoktur. Ancak ötüĢü daha güzel ve
Ģakraktır. Tanınması ise 19. yy'da Alemdağı korularının ve
membalarının mesire (piknik yeri) olmasından sonraya rastlar.
Alemdağı ispinozu
DHKD Arşivi
Alemdağı mesirelerine tutkun olan ve sık sık bu çevreye biniĢler düzenleyen II.
Mahmud döneminde (hd 1808-1839) Ġstanbullular da günübirlik veya
çadır kurup geceleyerek Alemdağı'na mesireye gitmeye baĢladılar. 19.
yy boyunca süren bu geleneğin bir amacı da ispinoz ve bülbül
dinlemekti. Ġlkbahar sonu, yaz ayları boyunca tertiplenen geziler için
özellikle mehtaplı geceler seçilirdi. TaĢdelen ve Malkuyusu sularını
içmek, eğlenceler düzenlemek, mehtapta ve koru serinliğinde
dinlenmek, özellikle Üsküdar ve Kadıköy halkı için vazgeçilmez bir
tutku oldu. "Alemdağı'na ispinoz dinlemeye, TaĢdelen suyu içmeye
gidiyoruz!" diyenler, Üsküdar, Dudullu, Kısıklı, Sultançiftliği
semtlerinden at ve öküz arabaları ile sazlı sözlü yola çıkarlardı.
Ġstanbul kibar çevrelerinin, doğal seslere ve çevre.. güzelliklerine
düĢkün aydınları ve sanatçıları da Emirgân'da bülbül-,. Göksu'da
mehtapta kurbağa, Boğaziçi'nde açık yali pence-
resinden deniz Ģıpırtısı dinlemek kadar, Alemdağı ispinozlarının ötüĢlerini dinlemeye
de meraklıydılar. Bunlar aralarına, dönemin ünlü bestekârlarını da
(kemani Tatyos, kemençeci Vasil, kanuni ġemsi, tanburi Yuvakim,
ġevki Bey vd) alırlar; kuĢların ötüĢüne eĢlik eden fasıllar
tertiplerlerdi. Kimi zaman da ispinozları çalgı sesleri ile farklı ötüĢlere
alıĢtırma yarıĢmaları düzenlenirdi.
Kentin edebiyat ve sanat çevrelerinde, ispinozların kimi saz sanatçılarını tanıdıkları
ve usullerini taklit ettikleri gibi iddialar ve fıkralar eksik olmazdı.
Ġstanbul'un kenar halkı arasında ise Alemdağı ispinozu bir alay
simgesiydi. Ġnce sesli ve hızlı konuĢan, kısa aralıklarla duraksayan,
sesi pürüzsüz kimselere, kentli görgüsünü bir tarafa bırakıp uluorta ve
seri konuĢanlara, bazen ayıplama, bazen de alaya almak için
"Alemdağı ispinozu" denirdi. Ahmed Rasim, Şehir Mektupları'nda bir
Ġstanbullu tipini (Muhsin Bey) tanıtırken "...Alemdağı ispinozu gibi
öte öte Kadıköyü'nde de-hen-i Ģikâyetini açar..." der.
NECDET SAKAOĞLTJ
ALEMDAR GENÇLĠK KULÜBÜ
1926'da Sultanahmet'te Alemdar semtinde kuruldu. Turuncu-lacivert formalı kulüp
futbol, boks ve basketbol dallarında faaliyet gösterdi. Uzun yıllar Alay
KöĢ-kü'nün çatısı altında barınan Alemdar Gençlik Kulübü özellikle
boks dalında pek çok ünlü Ģampiyon çıkardı. Bunlar arasında Halit
Ergönül, Abdi Özkutlu, Cevdet Özçendek, Cihat Vurucu gibi isimler
de bulunmaktadır. Futbol takımı ise Ġstanbul mahalli liglerinde uzun
yıllardan beri faaliyetini sürdürmektedir. Alay KöĢkü'nden
çıkarılmasından sonra kulüp bir lokal sahibi olamadığı gibi,
boksörlerini çalıĢtırabilecek yer de bulamadı. Yıllar geçtikçe artan
ekonomik sıkıntılar Alemdar Gençlik Kulübü'nü bugün
Sultanahmet'te küçük bir kahvehane köĢesinde ve salt amatör futbol
dalında faaliyette bulunmaya zorlamaktadır.
CEM ATABEYOĞLU
ALEMDAR OLAYI
Babıâli Baskını, Alemdar Vak'ası, Bayraktar Mustafa PaĢa Vak'ası da denir (16-19
Kasım 1808). Yeniçerilerin Ġstanbul'da gerçekleĢtirdikleri son büyük
ayaklanmadır.
1807'deki Kabakçı Mustafa Ayaklan-ması'mn(-0 ardından Ġstanbul çalkantılı bir yıl
geçirdi. III. Selim'in(->) tahttan indirilmesi, Nizam-ı Cedid(->)
birliklerinin dağıtılması, Boğaz yamaklarının terörü nedeniyle kentte
can güvenliği kalmadı ve soygun olayları yaĢandı. Sürgünler ve
idamlar devam ediyordu. Rusya ile savaĢ durumunun sürmesi de
Ġstanbul yaĢamını etkilemekteydi. Sadrazam Çelebi Mustafa PaĢa
cephede olduğundan kenti sadaret kaymakamı yönetiyordu. Orduyla
birlikte Ġstanbul'a hareket eden Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa PaĢa,
sevk
ettiği bir öncü birlikle Kabakçı'yı ve adamlarını öldürterek yamakları etkisiz duruma
getirdi. 21 Temmuz 1808'de Ġstanbul'a geldi. III. Selimin
öldürülmesini önleyememekle birlikte 28 Temmuz günü IV.
Mustafa'yı tahttan indirip II. Mahmud'u padiĢah ilan etti. BaĢlarında
Ģubara, kuĢakları, omuzlan silahlarla dolu 8-10.000 Kırcalı milis ile
Ġstanbul'un yönetimini ele geçirdi. Yeniçeriler, bu disiplinli ve silahlı
güçle baĢ edemeyeceklerini görerek sindiler.
Sadrazamlık görevini üstlenen Alemdar Mustafa PaĢa, Rumeli ve Anadolu ayanlarını
Ġstanbul'a çağırarak Osmanlı Devleti'nin iç ve dıĢ güvenliğim sağlama
konusunda görüĢmeler yaptı. Aralarında Cebbarzade Süleyman,
Karaosma-noğlu Hacı Ömer Ağa, Serezli Ġsmail Bey, Kadı
Abdurrahman PaĢa, Gemici Ali Ağa, Hacı Ahmed Ağa gibi ünlü
derebeylerinin de bulunduğu ayanlar, 29 Eylül 1808'de Sened-i Ġttifak
denen bir protokol imzaladılar. Bunun bir maddesi de yeniçerilerin,
Ġstanbul'da ayaklanma giriĢiminde bulunmaları durumunda ayanların
çağrı beklemeksizin baĢkente gelmelerini içermekteydi. II. Mahmud
(hd 1808-1839), bu protokolü kendi mutlak egemenliğine gölge
düĢürücü bulmakla birlikte kabul etti.
Ġstanbul'daki derebeyi ayanların her semte yayılan silahlı, saygısız ve vuru-cu-kırıcı
milisleri kentin özellikle çarĢı pazar düzenini büsbütün altüst etti. ĠaĢe
sıkıntısı baĢ gösterdi. Alemdar, kentte kalabalık bir milis gücüyle dolaĢıyor,
padiĢahın katına bile silahlı çıkıyor, astığı astık bir yönetim
anlayıĢıyla herkesi sindirmeye çalıĢıyordu. Bu sırada, Sek-ban-ı
Cedid(->) adıyla, dağıtılan Nizam-ı Cedid'in yerini alacak yeni bir
asker örgütü için de aday yazımına baĢlandı. Alemdar, padiĢahtan
Yeniçeri Ocağı'mn kapatılmasına onay alamayınca bu ocağa karĢı
daha sert uygulamalardan çekinmedi. Ġstanbul'un yüzyıllardır oluĢa-
gelen yaĢam pratiklerinden, kültüründen de habersiz olduğu için,
koymak istediği her kural tepkiyle karĢılandı. Milisler ise birkaç hafta
içinde han, hamam, çarĢı, kapan ve iskelelere el koymuĢ, vezir
konaklarına yerleĢmiĢlerdi. Dönemin Ġstanbul ozanlarından Galatalı
Hüseyin, bunlar için yazdığı uzun destanında Ģöyle diyordu: Bastı
İstanbul'u dağ civanları /Alemdar Paşanın pehlivanları / Cümbüşlü
olur bağçe zamanlan / Pek yamandır bu Kırcalı askeri.
Babıâli'de oturan Alemdar da her gün kenti denetliyor, suçlu gördüklerini bir-iki
dedirtmeden astırıyordu. Halk arasında ise geceleri Babıâli'de zevk ve
sefa içinde cariyelerle düĢüp kalktığı konuĢulmaktaydı. Ġstanbul
kahvehanelerine bu dedikoduları yayanlar yeniçerilerdi. Çoğu ocağa
kayıtlı yeniçeri olan esnaf ise Kırcalı milislere her gün rüĢvet
vermekten, angaryaya koĢulmaktan bıkmıĢtı. Bu nedenle çarĢı
esnafının birço-
ALEMDAR SĠNEMASI
186
187
ALIġVERĠġ MERKEZLERĠ
ona "Ģeyh-i sani" (ikinci Ģeyh) adını vermiĢlerdir. Den'iĢ Ali, ünlü hattat Hafız
Osman'a da(->) hocalık etmiĢtir.
Bibi. Müstakimzade, Tuhfe, 336; Rado, Hattatlar. 100-101: Suyolcuzade Mehmed
Necib, Devh'atü'l-Kütiâb, Ġst., 1942, s. 49.
ALĠ ALPARSLAN
ALĠ (DerviĢ) (Anbarîzade)
(?, İstanbul - 1716, İstanbul) Hattat. Ak-lâm-ı sitte denen altı çeĢit yazıda ustalık
göstermiĢtir. Babası Anbarîzade unvanını taĢıdığı için Anbarîzade
DerviĢ Ali diye meĢhur olmuĢtur. Ayrıca, ġeyh Hamdullah okuluna
bağlı diğer DerviĢ Ali'den(-0 ayırmak için II. DerviĢ Ali, Küçük
DerviĢ Ali, DerviĢ Aliyy-i Sani veya îmam DerviĢ Ali gibi unvanlarla
da anılır. Mevlevî tarikatına mensuptu. Hat sanatında hocası
Ağakapılı ismail bin Ali'dir. Yazının inceliklerini de Hafız Osman'dan
öğrenmiĢtir. Alaca Mescit denen Çelebioğlu Mescidi'nin imamı idi.
Mezarı Eyüp'tedir. DerviĢ Ali, Hafız Osman okulunun ünlü
hattatlarındandır. Bibi. Müstakimzade, Tuhfe, 338; Rado, Hattatlar,
123.
ALi ALPARSLAN
ALĠ BABA TEKKESĠ
bak. ġEHĠDLÎK TEKKESĠ
ALĠ BEHÇET EFENDĠ TEKKESĠ
bak. SELĠMĠYE TEKKESĠ
ALĠ BEY (Denizoğlu)
(19. yy) Türk besteci. Hayatı, gördüğü musiki eğitimi ile onu izleyen musiki
çalıĢmaları konusundaki bilgiler yok denecek kadar azdır, ama
Ġstanbul'da yaĢadığına kesin gözüyle bakılabilir.
"Denizoğlu" lakabıyla anılan Ali Bey, hem sanat musikisi zevkine, hem de halk
zevkine seslenen, kendi türünde son derece baĢarılı Ģarkılar
bestelemiĢtir. 17. ve 18. yy'ların musikisinde "Ģarkı" pek önemli
sayılmayan, kuralları kesin olarak belirlenmemiĢ, hafif bir türdü.
"ġarkı" ilk kez 19. yy ortalarında Hacı Arif Bey'in eserleriyle kuralları
belirli, daha ciddi bir müzik formu durumuna geldi. Ancak, Hacı Arif
Bey'le aynı dönemde yaĢadığı halde eski bestecilerin Ģarkı anlayıĢını
sürdüren değerli besteciler de vardır. Son derece kıvrak, coĢkun,
neĢeli, zarif, Ģuh, bazen de buruk bir hüzün taĢımakla birlikte
büsbütün karamsar olmayan bu tür Ģarkılar, bir bakıma "Mustafa
ÇavuĢ üslubu" denebilecek bir bestecilik çizgisinin uzantılarıdır.
Denizoğlu Ali Bey de bu çizginin bestecilerinden biridir. ġarkıları
Ġstanbul'un musiki çevrelerinde olduğu kadar halk katında da çok
sevilmiĢtir. Sanat musikisi zevkiyle Ġstanbul halkının musiki zevkini
ilgi çekici bir üslupla kaynaĢtırdığı, bu yönüyle de Ġstanbul'a özgü
musiki zevkini geniĢ ölçüde temsil ettiği söylenebilecek olan Ali
Bey'in Ģarkılarından bazıları Türk musikisi reper-tuvarımn en tanınmıĢ
Ģarkıları arasında
yer alır. Özellikle hisarbuselik yürük aksak ("Yandım deminden, ağyar elinden"),
Ģehnazbuselik semai ("Gönlüm alamam, yüzün göremem") ve Ģedd-i
araban yürük aksak ("Bahçelerde aĢla-ma, aĢlamayı taĢlama") Ģarkıları
günümüze kadar değerinden ve güzelliğinden hiçbir Ģey yitirmeyen,
konserlerde ve radyolarda sık sık okunan eserlerdir.
ĠSTANBUL
ÂLĠ BEY (Direktör)
(1844, istanbul- 3 Şubat 1899, İstanbul) Mizah ve oyun yazarı. Kapı kethüdası Yusuf
Cemil Efendi'nin oğludur. Özel eğitim gördü. Babıâli Tercüme
Odası'nda çalıĢtı. Karantina baĢkâtipliği, Varna Sancağı
mutasarrıflığı, Mamure-tü'1-Aziz ve Trabzon valiliği yaptı. 1894'ten
ölümüne kadar Düyun-ı Umumiye Ġdaresi'nde direktör olarak çalıĢtı.
Bu yüzden "Direktör" lakabıyla anılır.
Âli Bey ilk Türk mizah yazarlarındandır. Diyojen (1870-1872), Çıngıraklı Tatar
(1873) ve Hayal (1873-1877) gazetelerindeki yazıları edebi mizahın
ilk baĢarılı örnekleri arasındadır. Âli Bey Gedik-paĢa'daki Osmanlı
Tiyatrosu'nun kuruluĢunda Güllü Agop'la(->) birlikte önemli rol
oynadı. Fransız oyun yazarlarından çeĢitli yapıtlar uyarladı. Telif
oyunlar da yazdı. Bunların baĢlıcaları Ayyâr Hamza (1871, yb 1940),
Kokana Yatıyor (1870, yb 1961), Misafiri İstiskal (1870), Geveze
Berber (1872), Tosun Ağa ve Çıngı-
Direktör ': Âli Bey
Nuri Akbayar
ra/fe'tır. Ayrıca Letafet (1897, yb 1961) adlı müzikli oyunu vardır. Lehçetü'l-Ha-
kayık (1897, yb 1962, 1974) adlı mizahi sözlüğü de çok ünlüdür.
Bibi. Osmanlı Müellifleri, II, 334; Sicitt-i Os-manî, W, 675; (Sevengil), Türk
Tiyatrosu, I, 31; And, Tanzimat, 259; And, Osmanlı, 173.
ĠSTANBUL
AIĠ BĠN ABDULLAH
(1456, ? - ?, ?) Osmanlı mimarı. MimarbaĢı Yakub ġah'ın baĢhalifesi olarak Ba-yezid
Camii'nin inĢasında görev aldığı ve padiĢah tarafından çeĢitli
hediyelerle ödüllendirildiği bilinmektedir.
1507'de Yakub ġahla birlikte Bursa Pirinç Hanı'nın yapımında görev aldı. Yakub
ġah'ın ölümünden sonra mimarbaĢı oldu. Bu dönemde, Rumelihisarı
Hamamı'nı inĢa etti. II. Bayezid'in Dime-toka Sarayı'nın yapımında
bulundu. Ġstanbul'da kırk beĢ gün süren 1509 depreminde hasar gören
birçok yapının tamirini üstlendi. Bu yapılar arasında bulunan Fatih
Camii'ni Mimar Bâlî ve Mimar Mahmud ile birlikte tamir etti. Yine
aynı depremde hasar gören Ġstanbul surlarının onarımını mimarbaĢı
sıfatıyla yürüttü. Mimar Ali bin Abdullah'ın Hamza isimli bir oğlu
olduğu ve saray mimarlarına katılmıĢ olduğu bilinmektedir. Mimar
Ali bin Abdullah'tan sonra, saray mimarbaĢılığı görevine Mimar
Murad'ın getirilmiĢ olma ihtimali kuvvetlidir.
Bibi. Evliya, Seyahatname, I, 141-142; R. Melül Meriç, "Beyazıd Camii Mimarı",
Ankara Üniversitesi ilahiyat Fak. Yıllık Araştırmalar Dergisi, II
(1957), s. 30-31.
BURCU ÖZGÜVEN
ATĠ ÇAVUġ TEKKESĠ
bak. ALTUNCUZADE TEKKESĠ
ALĠ EFENDĠ (PaĢmakcızade)
(1638, İstanbul - 1712, İstanbul) ġeyhülislam ve Melamî kutbu. Melamîlerce "Seyyid
Ali Sultan" olarak tanınır.
Üsküdar Kadısı PaĢmakcızade Mehmed Efendi'nin oğludur. 17.yy'ın önde gelen
alimlerinden ders gördü ve Müftü Abdurrahim Efendi'nin yanında
mesleki tecrübesini geliĢtirdi. Bir süre Ġstanbul'un çeĢitli
medreselerinde müderrislik yaptıktan sonra l686'da Kudüs ve
ardından 1689'da Edirne kadısı oldu. Bu görevlerinde gösterdiği
baĢarı üzerine kendisine "NakibüleĢraf" unvanı ve "Rumeli payesi"
verildi.
PaĢmakcızade Ali Efendi, üç defa Ģeyhülislamlık makamına getirilmiĢtir. Bunlardan
birincisi, "Edirne Vak'ası" olarak bilinen ve II. Mustafa'nın tahttan
indirilmesiyle sonuçlanan ayaklanmanın karıĢık siyasi ortamına
rastlar. ġeyhülislam Feyzullah Efendi'nin devlet yönetimindeki
nüfuzunu ortadan kaldırmak isteyen Sadrazam Ramî Mehmed PaĢa, o
sırada Gürcistan seferini bahane eden Cebeci Ocağı'nı el altından
kıĢkırtmıĢ ve Ġstanbul'da baĢlayan ayaklanma kısa sürede Edirne'ye
sıçramıĢtır. Ġsyancılar 23 Temmuz 1703'te Ali Efendi'yi Feyzullah
Efendi'nin yerine Ģeyhülislam seçmiĢler ise de o bu görevi, siyasi
ortamın karıĢıklığı nedeniyle kabul etmemiĢ, bunun üzerine Ġmam
Mehmed Efendi, isyancılar tarafından Ģeyhülislamlığa getirilmiĢtir.
PadiĢah iradesi alınmadan yapılan bu atamalar yasal olmadığı için II.
Mustafa, durumu düzeltmek amacıyla Ali Efendi'yi 31 Temmuz
1703'te birinci defa Ģeyhülislamlık makamına getirmiĢ, ancak
isyancılar Ġmam Mehmed Efendi üzerinde ısrar edince bu görevde 23
gün kalabilmiĢtir. II. Mustafa'nın tahttan indirilip yerine III. Ahmed'in
geçmesiyle Ali Efendi, ikinci
defa 26 Ocak 1704'te Ģeyhülislam olmuĢ ve üç yıl bu görevini yürüttükten sonra
Sadrazam Çorlulu Ali PaĢa'mn muhalefeti nedeniyle 1707'de Sinop'a
sürülmüĢtür. Bir süre burada kalan Ali Efendi, III. Ahmed tarafından
bağıĢlanmıĢ ve Ebezade Abdullah Efendi'nin yerine üçüncü defa 16
Temmuz 1710'da Ģeyhülislam olarak atanmıĢtır. Bu son görevini
yürütürken vefat eden Ali Efendi, Edirnekapı Mezarlığı'nda
gömülüdür.
Yazılı kaynaklarda yalnızca Ģeyhülislamlığı belirtilen ve yakın çevresi dıĢında,
üstlendiği bu resmi görev nedeniyle tanınan PaĢmakcızade Ali Efendi,
Ġstanbul hayatı üzerindeki asıl kalıcı etkisini Melamî kutbu olarak
yapmıĢtır.
Ali Efendi, kendisinden önceki Melamî kutbu Bursalı Seyyid HaĢim Efendi'nin (ö.
1677) müritlerinden olup müderris ve Ģair Gedayî Ali Efendi
tarafından tarikata sokulmuĢtur. HaĢim Efendi'nin vefatından sonra
Melamîliğin "gavsiyet" makamına geçmiĢ ve tarikatı büyük bir
gizlilik içinde yönetmiĢtir. Bu gizliliğe o denli riayet etmiĢtir ki, onun
tarikatla bağlantısı ancak vefatından sonra vasiyeti gereği ünlü
Melamî Kutbu Sütçü BeĢir Ağa'nın (ö. 1662) damadı Osman Ağa'nın
Edirnekapı'daki mezarı yanına gömülmesi üzerine öğrenilmiĢ ve bu
durum Ġstanbul halkı arasında çeĢitli söylentilere yol açmıĢtır.
MezartaĢı kitabesi Melamî Ģairlerinden Rahimî'ye ait olup tarih beyti
Ģöyledir: Yegâne zâtı gitdikde denildi fevtine târîh / Bekaya göçtü es-
SeyyîdAH ol müftî-i af âk 1124.
Ġsmail MaĢukî(->), Hamza Bâlî ve Sütçü BeĢir Ağa'mn(->) Ģeriata ters düĢtükleri
gerekçesiyle katledilmeleri üzerine Melamîlik(-»), gizlilik esasına
dayalı içedönük bir örgütlenme modeli benimsemiĢ ve böylece 17. yy
ortalarından itibaren özellikle saray çevresi ile bürokrasi içinde etkili
olmuĢtur. Sadrazam Halil PaĢa, Sarı Abdullah(->) ve La'lîzade Ab-
dülbâki(->) gibi devlet adamları bu dönemde Melamîliğe girmiĢler,
fakat hiçbirisi "gavsiyet" makamına yükselip tarikatın yönetimini
üstlenmemiĢtir. Melamîliğin tarihinde bu görevi üstlenen ilk devlet
adamı PaĢmakcızade Ali Efendi'dir.
III. Ahmed üzerindeki nüfuzunu kullanarak saray çevresinde kendine bağlı bir zümre
oluĢturmayı baĢaran PaĢmakcızade, böylece Melamîliği bürokrasi
içinde ağırlığı olan bir baskı grubuna dönüĢtürmüĢtür. Lale Devri
boyunca bu grubun Topkapı Sarayı'ndaki helvacılar zümresi içinde
örgütlendiği ve bürokrasinin çeĢitli kademelerine yapılan atamalarda
söz sahibi olduğu görülmektedir. PaĢmakçızade'ye bağlı bu Melamî-
ler arasında sadrazamlığa kadar yükselecek olan ġehit Ali PaĢa ile
NevĢehirli Ġbrahim PaĢa(->) da vardır. ġehit Ali PaĢa,
PaĢmakçızade'nin vefatıyla Melamî kutbu olmuĢ, III. Ahmed'in kızı
Fatma Sultan ile evlenerek sarayla bağını güçlendirmiĢtir. Ali PaĢa'mn
Petervara-din'de Ģehit düĢmesiyle dul kalan Fatma Sultan, daha sonra
NevĢehirli Ġbrahim
PaĢa ile evlenmiĢtir. PaĢmakcızade Ali Efendi tarafından Melamîliğe kazandırılan bu
siyasi kimlik, Sadrazam NevĢehirli Ġbrahim PaĢa'mn katledilmesine
kadar önemini korumuĢ ve baĢta Sadrazam Çorlulu Ali PaĢa (ö. 1711)
olmak üzere pek çok üst düzey muhalifini siyaset sahnesinden
silmiĢtir.
Bibi. İlmiye, 496-498; Gölpınarh, Melâmilik, 163-164; UzunçarĢıh, Osmanlı Tarihi,
IV/1, 45; Altunsu, Şeyhülislamlar, 107-108.
EKREM IġIN
ALĠ EFENDĠ (Tanburi)
(1836, Midilli - Temmuz 1890, İzmir) Besteci ve tanburi. Enisefendizadeler soyundan
Hafız Bekir Efendi'nin oğludur. Genç yaĢında Ġstanbul'a geldi.
Hayatının en uzun ve verimli dönemini Ġstanbul'da geçirdi. Medresede
okurken musikiye baĢladı. Ġlk musiki derslerini Enderun hocalarından
Lâtif Ağa (yak. 1815-1885), Sütlüceli Âsim (P-1895) ve Kanuni Rıza
Efendi'den aldı. Yenikapı Mevlevîhanesi ġeyhi Celâleddin Efendi
(1849-1907) ile birlikte Tanburi Küçük Osman Bey'in (yak. 1825-yak.
1900) tanbur derslerine devam etti. Ġstanbul'da geleneksel tanbur
tavrının usta bir tanburisi olarak ün kazandı. Ali Efendi'nin aynı
zamanda güzel bir sesi vardı. Fatih Camii Müderrisi Hopçuzade Hafız
ġakir Efendi'den ders alarak zamanın en iyi hafızlarından biri oldu.
1868'e doğru "Sarıklı Müezzin" göreviyle saraya girdi. 1868'de
Abdülaziz'e "imam-ı sani" oldu. Ali Efendi, ayrıca, padiĢah
imamlarına verilen müderrislikte ikinci dereceye yükselerek mevlevi-
yet rüusu aldı. 1869'da imam-ı saniliği sona erdi; 1872'de de saraydan
çıkarıldı. 1885'te Abdülaziz'in tahttan indirilmesiyle ilgili olaylara
karıĢtığı Ģüphesiyle Ġzmir'e gönderildi. Hayatının son beĢ yılını
Ġzmir'de geçirdi.
Ali Efendi Ġstanbul'da Beylerbeyi'nde, Ġstavroz Mahallesi Nevnihal Sokağı'nda
oturdu. Oğlu besteci ve tanburi Aziz Mahmud Bey (1870-1929) bu
evde dünyaya geldi. Türk musikisinin saraydaki itibarını günden güne
kaybettiği V. Mu-rad ve II. Abdülhamid dönemlerinde Ġstanbul'da
saraydan uzak, besteci olarak eser verirken, pek çok da öğrenci
yetiĢtirdi; Ġsmail Fennî Ertuğrul (1856-1946), Ömer Ferid Kam (1863-
1944) ve Tanburi Cemil Bey(-») öğrencileri arasındadır. Cemil Bey,
Ali Efendi'den doğrudan doğruya ders almamakla beraber, genel
musiki bilgisi ve Türk musikisinin inceliklerini öğrenmek bakımından
kendisinden yararlanmıĢtır. Ali Efendi tanburda geleneksel tavrın
önde gelen temsilcilerinden olduğu halde Cemil Bey'in çok genç
yaĢlarında elde ettiği yeni tanbur tavrını benimsedi ve onu teĢvik etti.
Ġstanbul'un musiki hayatı, o dönemde bu iki usta ile daha bir canlılık
kazanmıĢtı. Yeğeni Bekir Sıtkı Efendi de (ö. 1934) musikiciydi.
Tanburi Ali Efendi 19. yy'ın önemli bestecilerindendir. Büyük beste formlarını
kullanmıĢ, bu arada fasıllar bestele-
miĢ olmakla birlikte, musikisi dönemin anlayıĢ ve özelliklerine uygun olarak içli ve
duyguludur. Eserlerinde, ince bir hüznün altında, aydınlık ve coĢkulu
bir sevgi hissedilir. Sipihr, niĢabur, muhay-yerzengule,
muhayyersünbüle, arazbar-buselik gibi az kullanılmıĢ ya da
unutulmaya yüz tutmuĢ makamlardan eserler besteleyerek bu
makamları tekrar canlandırdı. Bir ay içinde bestelediği "suzidil
takımı", Türk musikisinin Ģaheserleri arasındadır. Oğlu Aziz Mahmud
Bey ve Manisalı Hafız Salis Efendi (?-1915) tarafından notaya alman
eserleri Aksaray yangınında yandı. Yüz elliye yakın eser bestelemiĢse
de çeĢitli özel koleksiyonlarda ve öğrencilerinde bulunan notalarda
değiĢik makam ve formlardan seksen dolayında eseri günümüze
ulaĢmıĢtır.
GÜLDENiZ EKMEN
ALĠ EFENDĠ (Çırcırlı)
(?, ? - Kasım/Aralık 1906, İstanbul) Celi sülüs, sülüs ve nesih hattatı. Hayatı
hakkında fazla bilgi yoktur. Hattatlar arasında Çırcırlı veya Haydarlı
lakabıyla anılırdı. Uzun yıllar Maliye Nezareti'nde memurluk yaptı.
Sülüs, celi sülüs ve nesih yazılarını ġefik Bey'den öğrendi.
Eserlerinin birçoğu kaybolmuĢ, bir kısmı da Ģahıslarda kalmıĢtır. Sanatında usta
olduğunu, devrin en büyük hattatı Sami Efendi de takdir etmiĢtir.
Ali Efendi, hocasının takip ettiği Kazasker Mustafa Ġzzet üslubuna bağlıdır.
Bibi. înal, Son Hattatlar, 45-48; Rado, Hattatlar, 232-233.
ALI ALPARSLAN
ALĠ EFENDĠ (Basiretçi)
(1838, İstanbul - 1912, İstanbul) Ġstanbul basınının yurtdıĢında önemsenerek
izlenmesine zemin hazırlayan gazetecilerden. Enderun'dan yetiĢti.
Memurluklarda bulundu. 1283/1866-67'de bir gazete çıkarmak için
Hariciye Nezareti'ne baĢvurdu, izin verilirse o sırada sorun yaratan
Rumlara da izin verilmesi zorunluluğu doğabileceği gerekçesiyle
reddedildi. Oysa aynı sırada Tasvir-i Efkâr ve Muhbir de Ģiddetli
muhalefet yaptıkları için geciktirilmiĢti. Ali Efendi izni 1869'da aldı
ve Babıâli'nin maddi yardımıyla Basiret 'in ilk sayısını 20 ġevval
1286/23 Ocak 1870'te yayımladı. Kısa süre sonra Prusya-Fransa
SavaĢı'nm patlaması ve buna objektif bir yaklaĢımla sütunlarında yer
vermesi -Fransız kültürünün egemen olduğu bir dönemde Alman
tezlerini dıĢlamaması- dikkatleri çekti. Alman BaĢbakanı Bismark'ın
bu Türk gazetesinin yayınlarının kendisine ulaĢtırılması hakkındaki
emri üzerine Basiret'ten yapılan çeviriler gönderildi. Bunun üzerine
Almanya'ya çağrıldı. Sadrazam Âli PaĢa'mn izniyle Almanya'ya gitti,
onun talimatlarına uygun konuĢmalar yaptı. Bismark'ın hediye ettiği
bir matbaa makinesi, gazetesinin daha iyi baskı yapmasını sağladı.
Mısır'a gidip Hıdiv Ġsmail PaĢa ve Hocabey'de Rus Çarı II. Aleksandr ile
AIĠ EFENDĠ
192
193
AIĠ KETHÜDA CAMÜ
Hoca Ali Rıza'nm bir tablosu: "PaĢabahçe'den Boğaz", 1923, suluboya, 33x50 cm.
Nazım Timuroğlu fotoğraf arşivi
ALĠ RIZA (Hoca)
(1858, İstanbul - 30 Mart 1930, İstanbul) Ġstanbul manzaralarıyla tanınmıĢ Türk
ressam. Üsküdar Ahmediye'de doğdu. Bazı kaynaklarda doğum tarihi
1864 olarak verilir. Babası hat sanatına meraklı Üsküdarlı süvari
binbaĢı Mehmet RüĢdi Bey'dir.
Resme olan ilgisi, Mekteb-i Harbi-ye'de okurken yoğunlaĢtı. Resme meraklı birkaç
arkadaĢı ile birlikte Harbi-ye'de bir resimhane (atölye) açılmasına
önayak oldu. Ġlk ciddi resim derslerini burada, ünlü asker
ressamlardan, hocaları Osman Nuri PaĢa, Fransa'da eğitim görmüĢ
Miralay Süleyman Seyyit'ten ve Mösyö Kez adıyla bilinen Fransız
kökenli yabancı bir ressamdan aldı.
1883'te Harbiye Mektebi'nden mezun olduktan bir süre sonra Osman Nuri PaĢa onu
yardımcılığına getirdi. 1895'te kolağası rütbesiyle resim
öğretmenliğine atandı. Bu dönemde resim eğitimi için Ġtalya'ya
gönderilmesine ka-
201
r
200
ALĠ RIZA
Hoca Ali Rıza, özellikle 1910'dan sonra kendine özgü bir yoruma ulaĢmıĢ, resimdeki
üslup ve tavrıyla bir okul haline gelmiĢtir. Titiz, belgeci, ayrıntılardan
vazgeçmeyen canlı fırçasıyla kendinden önceki soğuk, fotoğrafik etki
uyandıran anlayıĢlarından ayrılır. Konu olarak figüre ve natürmorta
fazla ilgi göstermemiĢtir. Asıl alanı manzara ressamlığıdır. Aynı
zamanda büyük bir desen ustası olan ressamın öğrencileri için
hazırladığı taĢbaskı albümlerde yer alan desenleri bu ustalığını çok iyi
yansıtır. Hoca Ali Rıza, resimlerinde Osmanlı karakterini özellikle
vurgulamıĢ, yitip gitmekte olan değerleri, yaĢantı biçimlerini
olabildiğince belgelemeye çalıĢmıĢtır.
Hoca Ali Rıza, teknikte gelenekten ve denenmiĢten yanaydı. Özellikle suluboya ve
guvaĢ boyaları kullanmadan önce dener, güneĢte solmadığına emin
olduğu boyalarla çalıĢırdı. Yağlıboya çalıĢmalarında, Ģeffaf boya
katmanlarından oluĢan "glase" tekniğini kullanırdı, izlenimcilerin
(empresyonistler) rağbet ettiği kalın boya tekniğine, dökülme ve
çatlama tehlikeleri taĢıdığı endiĢesiyle hiç yanaĢmadı.
Türk resmindeki imzasız resimler sorunu, Hoca Ali Rıza için geçerli değildir. Ġmzasız
resmi hemen hemen yok gibidir. En küçük krokisini dahi imzalamıĢtır.
Ġlk toplu sergisi ölümünden üç yıl sonra 1933'te Eminönü Halkevi'nde açılmıĢ, bu
sergide yaklaĢık iki yüz eseri sergilenmiĢtir. 1956'da Ankara Dil-Ta-
rih ve Coğrafya Fakültesi'nde açılan sergisinde ise 441 eser yer almıĢ,
bu eserler 1960'ta Milli Kütüphane tarafından satın alınmıĢtır.
Üretken bir sanatçıdır. Suluboya, guvaĢ, pastel, desen ve yağlıboya tekniği ile
oluĢturduğu binlerce eseri bugün baĢta Milli Kütüphane olmak üzere
çeĢitli müze, banka ve özel koleksiyonlarda yer almaktadır.
Manzara alanında, Halil PaĢa ile birlikte Türk resminin en önemli temsilcilerinden
biri olan Hoca Ali Rıza'nın eserleri, bugün müzayedelerde yüksek
fiyatla alıcı bulmaktadır.
Bibi. Boyar, Türk Ressamları; N. Ġslimyeli,
Türk Plastik Sanatlar Ansiklopedisi, Ankara,
1967; K. Erhan, Hoca Ali Rıza, Ankara, 1986.
AHMET ÖZEL
ALĠ RIZA (Sepetçi)
(1860, İstanbul - 19 Aralık 1928, İstanbul) Ortaoyunu ve tuluat oyuncusu. Oyuna
çıkmadığı zamanlar Ġstanbul Si-livrikapı'daki sepetçi dükkânında asıl
iĢi olan sepet örücülüğü yaptığı için "Sepetçi" adıyla da anılırdı.
Önceleri orta-oyunlarında oynadıktan sonra, 1880' ler-de Abdürrezzak
Efendi'nin Handehane-i Osmani Topluluğu'nda çalıĢtı. Kel Hasan
Efendi'nin Hayalhane-i Osmani ve ġevki Efendi'nin Eğlencehane-i
Osmani topluluklarında komik, ortaoyununda ise aptal rollerine çıktı.
Kavuklu'ya çıktığı da olmuĢtur. II. MeĢrutiyet'in ilanın-
dan sonra ġevki Efendi'nin oynadığı tiyatroda bir topluluk kurduysa da yürütemedi.
1923-1925 arasında çekilen filmlerde küçük rollerde göründü.
RAġĠT ÇAVAġ
ALĠ RIZA BEY
(1845 ?, ? - 1926, İstanbul) Eski Ġstanbul yaĢayıĢına iliĢkin anı ve gözlemlerini dile
getirdiği dizi yazılarıyla tanınan yazar. Balıkhane'de yöneticilik
yaptığı için "Balıkhane Nazırı" diye de ün kazanmıĢtır. Öldüğünde 80
yaĢını geçkin olduğu bilinmektedir.
18 Kasım 1902 tarihli Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yer alan Balıkha-ne'nin açılıĢı
ile ilgili haberde Düyun-ı Umumiye Ġdaresi'ne bağlı olarak faaliyet
gösteren bu kurumun baĢında bulunduğu kaydedilen Ali Rıza Bey'in
hayatıyla ilgili fazla bilgi yoktur.
Ali Rıza Bey eski Ġstanbul yaĢayıĢını iyi bilen ve yazılarında bunu o güne kadar çok
az denenmiĢ bir yolla yansıtan yazarlardandır. Gazetelerde
yayımlanan dizi yazıları "Onüçüncü Asır-ı Hicrîde Ġstanbul Hayatı"
genel baĢlığını taĢımaktadır. Yazı baĢlığı 18. yy sonlarını da içine
alıyor izlenimi veriyorsa da gözlem ve anıların ağırlığı 19. yy'm ikinci
yarısı ile 20. yy baĢlarına aittir.
Ali Rıza Bey, dizi yazılarına ilkin Alemdar gazetesinde baĢlamıĢ (8 ġubat 1921),
daha sonra aralıklı olarak Peyâm-ı Sabatite (9 Mayıs 1921-25 Kânu-
nısani 1922) sürdürmüĢtür. Bu yazılardan bazıları, sonradan yazarın
evrakına sahip olan Ģair ve yazar Necip Fazıl Kı-sakürek (1905-1983)
tarafından Büyük Doğu dergisinde de yayımlanmıĢtır. Çoğu gazete
sayfalarında kalan bu yazıların bir bölümü gazeteci, yazar Niyazi
Ahmet Banoğlu (1913-1992) tarafından sadeleĢtirilmiĢ, birtakım
açıklayıcı notlar eklenerek Bir Zamanlar İstanbul (ty) adıyla
kitaplaĢtırılmıĢtır.
Bir Zamanlar İstanbul'da, mahalle çocuklarının oyunları, mahalle mektepleri, devlet
memurlarının niçin cahil kaldığı, Ġstanbul esnafı tütüncüler, bedes-
tenliler, kaĢıkçılar, mürekkepçiler, çubukçular, tespihçiler,
balmumcular, in-ciciler, doğramacılar, ciltçiler, çiniciler, çatma, kilim
ve halı satanlar, 1863'teki Sergi-i Umumi-i Osmanî, Ġstanbul
sokaklarının nasıl temizlendiği, Ġstanbul tabakhaneleri, saraçlar,
simkeĢler, tuzcular, balıkçılar, kasaplar, ekmekçiler, narh, Tiryaki
ÇarĢısı, tiryakilerin hayatı, muĢamba fenerciler, divitçi esnafı, tiryaki
kahvehaneleri ve tiryakiler, esrarkeĢler ve meczuplar, sebilciler,
dilenciler, kopuklar, tulumbacılar, köĢklüler, küplü takımı, doğum
âdetleri, lohusa eğlenceleri, kurĢun dökme, çocuk dili, aile kavgaları,
ramazan âdetleri, eğlenceler, mesire yerleri, Karagöz ve ortaoyunu
sanatçıları, hokkabazlar, cambazlar, çengiler, nüktedanlar, musahipler,
nedimler, musiki üstatları ve meyhane âlemleriyle ilgili bilgiler
bulunmaktadır.
Ali Rıza Bey'in, Peyâm-ı Sabah'te aynı genel baĢlık altında yayımlandığı halde Bir
Zamanlar İstanbul 'a alınmayan "Saray Âdetleri" ve "Balık
Musahabeleri" baĢlıklı yazıları da vardır.
Bir söyleĢi rahatlığı ve anı lezzeti ile kaleme alınmıĢ olan bu yazılar, Ġstanbul
folkloru, tarihi ve Ģehrin eski çehresi bakımından kaynak niteliği
taĢımaktadır.
Bibi. Ali Rıza, "Saray Âdetleri", Peyâm-ı Sabah, (24 Kânunıevvel 1921-6
Kânunısani 1922); ay "Balık Musahabeleri", Peyâm-ı Sabah, (23-25
Kânunısani 1922); ay, "19'uncu Asırda Ġstanbul", Büyük Doğu, S. 59-
87, (18 Nisan 1947-2 Nisan 1948); ay, "Eski Ramazan Adetleri",
Büyük Doğu, S. 55-62 (11 Mayıs-29 Haziran 1951); İSTA, IV. 2011-
2015; 1KSA, II, 688.
M. SABRĠ KOZ
ALĠ RIZA BEY (Kaptanzade)
(1881, İstanbul - 15 Şubat 1934, Edremit) Besteci. Mecidiye Kruvazörü süvarisi
Miralay Mehmed Bey'in oğludur. Babası kaptan olduğu için
"Kaptanzade" lakabıyla anılmıĢtır. Çocukluğundaki kısa bir süre
dıĢında bütün ömrü Ġstanbul'da geçti. Öğrenimini tamamladıktan
sonra Ġstanbul gümrüğünde memur olarak çalıĢtı, ayrıca öğretmenlik
yaptı. Bir ara amatör olarak Karagöz oynattı. Karagözü Sevenler
Cemiyeti'ne baĢkan oldu.
Besteci, icracı ve aktör olarak tanınan Ali Rıza Bey musikiye 14 yaĢında kanun
çalarak baĢladı, daha sonra piyano öğrenerek Batı müziği etkileri
taĢıyan eserler besteledi. Geleneksel Türk musikisinde sahne musikisi
örnekleri yaratmak amacıyla Musahibzade Celal, Muallim Ġsmail
Hakkı Bey ve Fahri Kopuzla birlikte 1919'da kurdukları Ġstanbul
Operet Heyeti'nin çalıĢmalarına önemli katkılarda bulundu. "Macun
Hokkası" ve "Ġstanbul Efendisi" operetleri, zamanında çok sevilmiĢti;
Ali Rıza Bey bestelediği bu operetlerde aktör olarak da rol almıĢ, çok
baĢarılı olmuĢtu. Operetleri dıĢında Ģarkı, fantezi, fokstrot ve marĢ
türlerinde eserleri vardır. Kürdilihicazkâr ("Her tel saçı bir ter dudağın
değdiği yerdir"), acemkürdi ("Leyi olur ki hüzn içinde her nefes bir âh
olur"), hicaz ("ÂĢıkım dağlara kurulu tahtım"; "Ufuklara yaslanmıĢ
yorgun dağlar sırayla"; "Eğilmez baĢın gibi gökler bulutlu efem");
segah ("Gel gitme kalmasın gözüm yollarda"), nihavend ("Issız
gecede ben yine hicranı düĢündüm"; "Benim gönlüm sarhoĢtur
yıldızların altında") Ģarkı ve fantezileri sevilen, günümüzde de okunan
eserlerinden bazılarıdır.
ĠSTANBUL
ALĠ SAMi (Bahriyeli)
(?, İstanbul - ?, Selanik) Fotoğrafçı. Hayatı ile ilgili fazla bilgi yoktur. 1892'de
Mekteb-i Bahriye-i ġahane ve Leyli Tüccar Kaptan Mektebi'nin,
inĢaiye sınıfından deniz teğmeni olarak mezun oldu. YüzbaĢılığa
kadar yükseldi. Ali
r
Sami Bey, "Bahriyeli Ali Sami" diye anılır. Bu lakap kendisine, yine saray için
çalıĢan, Mühendishane-i Berri-i Hüma-yun'dan mezun Ali Sami
Aközer'le(->) aynı adı taĢıdığından, karıĢıklığı önle-
•gen koleksiyonu
mek için verildi. Darülaceze'de baĢfo-toğrafçılık ve Mekteb-i Bahriye'de fotoğraf
hocalığı yapan Ali Sami, Osmanlı donanmasının pek çok fotoğrafını
ve Ġstanbul'a gelen yabancı amirallerin ve donanmaların fotoğraflarını
çekti. 1893' te Mebadi-i Usul-i Fotoğrafya adlı bir kitap yayımladı.
Dönemin fotoğraf tekniklerini içeren kitap, II. Abdülhamid'e ithaf
edildi.
Ali Sami, 1897'den sonra Yıldız Sara-yı'nda açılan serginin müdürlüğünü yaptı. Daha
sonra II. Abdülhamid'in yaverliğine getirildi ve saray fotoğrafçısı
oldu. Bu dönemde padiĢah için pek çok albüm hazırladı. Özellikle
bahriye için çok değerli belgeler olan bu albümler nedeniyle, üçüncü
dereceden Osmani, dördüncü dereceden Mecidi niĢanı ve sanat
madalyası ile ödüllendirildi.
Ali Sami II. MeĢrutiyet'in ilanından sonra, subaylıktan uzaklaĢtırıldı. Tercüman-ı
Hakikat gazetesinin 2 Ağustos 1909 tarihli sayısında bahriye
fotoğrafçısı Ali Sami Bey'in bir hafiye olduğu belirtilerek padiĢah
yaverliğinden alındığı ve Ġskenderun liman reisliğine tayin edildiği
bildirilmektedir. Bu arada Mısır'a kaçan Ali Sami'nin fotoğraf
makinesini de yanında götürdüğü anlaĢılmaktadır. 28 Ağustos 1909
tarihli İkdam gazetesinde Ali Sami'nin beraberinde götürdüğü devlet
malı fotoğraf makinesinin bedelinin, kaçağın haciz edilen mallarından
tahsil edileceği haber verilmektedir.
Ali Sami, milli mücadelenin baĢladığı sıralarda tekrar Anadolu'ya gelerek,
Bandırma'da beĢ sayı yayımlanabilen Adalet adında bir gazete çıkardı.
Bu gazete ile II. Abdülhamid devrini savundu, Milli Mücadele'ye
karĢı çıktı.
KurtuluĢ SavaĢı baĢladığında ise, önce Ġzmir'e, oradan da Selanik'e kaçtı.
1924'te hazırlanan ve KurtuluĢ SavaĢı'na karĢı çıktıkları için Türkiye'ye dönmeleri
yasaklanan "yüzellilikler" listesinde yer alan Ali Sami Selanik'te öldü.
ENGĠN ÇĠZGEN
ALĠ SAMĠ YEN STADYUMU
Mecidiyeköy'de, Galatasaray Spor Kulü-bü'nün yönetiminde bulunan, kulübün
kurucusu ve l numaralı üyesi Ali Sami Yen'in adını taĢıyan stadyum.
Taksim Stadı'nın 1940'ta yıkılıp yerinde Ġnönü Gezisi'nin yapılması
üzerine, sahasız kalan Beyoğlu semti kulüpleri için, Mecidiyeköy'de,
Likör Fabrikası'nın yanında bulunan Tekel'e ait arazi Beden Terbiyesi
Genel Müdürlüğü tarafından satın alınmıĢ ve 30 yıl müddetle, yıllığı l
liradan Galatasaray Spor Kulübü'ne kiralanmıĢtı. Galatasaray kulübü
bu sahada modern bir stad ve velodrom yapılmasını taahhüt etmiĢti.
Stadın yapımına ancak 1943'te baĢlanabildi. Araya II. Dünya
SavaĢı'nın en karanlık günlerinin girmesi nedeniyle saha küçük açık
tribünlerle çevrilebildi. Buna rağmen saha açıldı ve 1945'ten itibaren
resmi maçlar oynanmaya baĢladı. Ancak inĢaatın Galatasaray Spor
Kulübü'nün maddi imkânlarıyla yürütülemediği görüldüğünden iĢ
Beden Terbiyesi Genel Müdürlü-ğü'ne devredildi. Stadın inĢası
duraksamalarla sürdü ve ancak 1964'te tamamlanabildi.
Stadın açılıĢı 20 Aralık 1964'te Türki-ye-Bulgaristan milli maçıyla yapıldı. AçılıĢ
töreninde büyük izdiham yüzünden Büyükdere Caddesi tarafındaki
açık tribünden yüzlerce kiĢinin alt kata düĢerek yaralanması üzücü bir
olay teĢkil etti. 1965'te ıĢıklandırılarak bir süre ge-
ri
Ali Sofî'nin
Bâb-ı
Hümayun
kemeri
aynasındaki
inĢa kitabesi.
Erkin Emiroğlu,
1993
AIĠSOFÎ
ce maçları da oynanan stadın aydınlatma sistemi 1993'te yenilendi ve yeniden gece
maçları oynanmaya baĢladı. YaklaĢık 40.000 seyirci kapasiteli Ali
Sami Yen Stadı Ġstanbul'un en büyük stadyumlarından biri olarak
bugün de hizmetini sürdürmektedir.
CEM ATABEYOĞLU
AIĠSOFÎ
(15. yy) Özellikle celi sülüste ünlü hattat. Edirneli hattat Yahya Sofî'nin oğludur.
Hayatı hakkında bilgi çok azdır. Yazıyı babasından öğrendi. Her çeĢit
yazıda usta idi. Eserlerinden II. Mehmed (Fatih) döneminde (hd 1451-
1481) yaĢadığı anlaĢılıyor. Mezarı Karacaah-met'te ġeyh
Hamdullah'ın mezarının yakınındadır.
Bildiğimiz imzalı kitabeleri Ģunlardır: Ayasofya'nın arkasında Bâb-ı Hümayun
kemeri aynasında müsenna besmele ve "inne'l müttekîne..." ayeti, kapı
kemeri üstünde girift celi sülüsle inĢa kitabesi, sağda dairevi ve
müsenna tarzda "Nas-run min Allah" ayeti ile solda aynı tarzda ketebe
kıtası. Fatih Camii'nin üç parçadan ibaret olan inĢa kitabesi. Bu kitabe
sağda yedi satırla baĢlayıp kemer üstünde iki satır halinde devam
etmekte, solda yine yedi satırla sona ermektedir. Hattatın Bâb-ı
Hümayun'daki imzası "Ali bin Mürid es-Sofî" Fatih Camii'nin
kitabesinde de "Ali bin es-Sofî" Ģeklindedir. Sofî kelimesi künyedir,
mürid ise bir ad olmayıp sıfattır. Yani birinci imzanın anlamı,
"Sofî'nin müridinin oğlu" ikincisininki ise "Sofî'nin oğlu Ali"dir.
Bilhassa Bâb-ı Hümayun'da müsenna ayet ile kitabede harfler, yazı kurallarına uygun
ve hem teker teker hem de bir-
AIĠSUAVĠ
202
r
203
AIĠBEYKÖYÜ
leĢmiĢ durumlarıyla güzeldir. Ali Sofî'nin ustalığım anlamak için, Bâb-ı Hüma-
yun'un Topkapı Sarayı tarafında, celi sülüsün en geliĢmiĢ çağında yani
19. yy'ın sonunda Abdülfettah Efendi tarafından yazılmıĢ olan diğer
müsenna "inne'l-müttekîne..." ayetine bakmak kâfidir.
Ali Sofî, devrini aĢan bir hattattır. Celi sülüs onun elinde hemen hemen kemal
derecesine yükselmiĢken, sonraki asırlarda duraklamıĢ, hattâ
gerilemiĢ, ancak 19. yy'da yetiĢen Mustafa Ra-kım'ın elinde yeniden
güzelleĢmiĢtir.
Bibi. Müstakimzade, Tuhfe, 333; Nefeszade ibrahim, Gülzar-ı Savab, Ġst., 1939, s.
17; E. H. Ayyerdi, Fatih Devri Hattattan ve Hat Sanatı, Ġst., 1953, s.
16-21.
ALĠ ALPARSLAN
AIĠSUAVĠ
(Kasım/'Aralık 1839, istanbul - 20 Mayıs 1878, istanbul) Gazeteci, yazar, fikir adamı.
Yazarlığı kadar eylemciliği ile de tanınır. Medrese kültürü ile Batı
kültürünü bağdaĢtırmaya çalıĢan yeni Osmanlı tipinin
örneklerindendir. Yoksul bir ailenin çocuğuydu. DavutpaĢa RüĢti-
yesi'ni bitirdi. Bir süre Bâb-ı Seraske-ri'de memurluk, ardından Simav,
Bursa, Sofya ve Filibe'de rüĢtiye öğretmenliği yaptı. Filibe'deki
görevinden devlet yönetimini eleĢtiren konuĢmaları yüzünden
uzaklaĢtırılınca Ġstanbul'a gelip gazetelerde yazar olarak mücadeleye
giriĢti. Muhbir'deki sert eleĢtirileri üzerine 1867'de Kastamonu'ya
sürüldü. Kısa süre sonra Paris'e kaçıp Mustafa Fazıl PaĢa'nın yanında
toplanmıĢ olan Namık Kemal ve Ziya Bey'e (PaĢa) katıldı. Yeni
Osmanlılar'ın yurtdıĢındaki ilk gazetesi olan Muhbir'i orada
yayımlamaya baĢladı (31 Ağustos 1867). Bir süre sonra beliren
anlaĢmazlık üzerine onlardan ayrıldı. 1869'da Paris'te Ulûm gazetesini
çıkardı. 1870'te Kamusu'l-Ulûm ve'l-Ma-
AH SuavĠ
İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı
arif yayınıyla Türkçe ilk ansiklopedi örneğini verdi.
Bireysel davranıĢı tercih eden Ali Suavi, Âli PaĢa'nın ölümünden (1871) sonra çıkan
aftan yararlanmadı. Avrupa'da kaldı, ancak 1876'da V. Murad tahta
çıktıktan sonra Ġstanbul'a döndü. Basi-ret'te Midhat PaĢa aleyhindeki
yazılarıyla yeni Sultan II. Abdülhamid'in dikkatini çekti ve Ocak
1877'de Mekteb-i Sultani (bugün Galatasaray Lisesi) müdürlüğüne
getirildi. Ġngiliz eĢiyle yaĢantısı ve okuldaki alıĢılmamıĢ davranıĢları
tepkiler topladığından Aralık 1877'de görevinden alındı. Rus
ordularının Ġstanbul kapılarına dayanmıĢ olduğu bir sırada, Basiret
gazetesinde, devletin içine düĢtüğü güçlüklerden kurtulmanın yolu
bulunduğunu, bunu üç gün sonra açıklayacağını yazıp herkesi o tarihli
gazeteyi okumaya davet etti. O gün bazı Rumeli göçmenlerini
ayaklandırıp Çıra-ğan Sarayı'nı bastı ve akli denge bozukluğu
sebebiyle tahttan indirilmiĢ olan V. Murad'ı tekrar padiĢah yapmaya
çalıĢırken öldürüldü (bak. Çırağan Olayı).
Ali Suavi Tanzimat'ın gündeme getirdiği Doğu-Batı sentezinde, bir yandan saf ve
temiz bir Ġslamı, Ġslami adaleti savunurken, öbür yandan Kuran'ın
Türk-çeye çevrilmesinden, Türkçülükten bahsedebiliyordu. Bunların
Ġstanbul'da medreseliler ve softalar arasında yayılması ve devrimci
eylemlere dönüĢmesinde (kanun-ı esasi istemek gibi) Ģüphesiz etkisi
oldu. Bu yüzden M. G. Kuntay, onu "Sarıklı Ġhtilalci" olarak niteler.
Ali Suavi'nin uzun süren bir etkisi de V. Murad'ı tahta çıkarma
giriĢimiyle II. Ab-dülhamid'de "Murad psikozu"nu kökleĢtirmesinde
görülür.
Bibi. Ġ. H. DaniĢmend, AH Suavi'nin Türkçülüğü, îst., 1942; M. C. Kuntay, Sarıklı
İhtilalci Ali Suavi, ist., 1946; F. R. Atay, Baş-veren Bir İhtilalci, Ġst.,
1954; N. Akbayar, "Ali Suavi", TDEA, I, 116-117; 1. Doğan, Tan-
zimatın İki Ucu: Münif Paşa ve Ali Suavi, ist, 1991.
ĠSTANBUL
ALĠ SÜREYYA
bak. KALEMCĠOĞLU, ALĠ SÜREYYA
ALĠ UFKÎ BEY
(l 7. yy) Leh asıllı Osmanlı besteci, nota yazarı, çevirmen. Polonya (Leh) kökenli olup
asıl adı Wojciech Bobowski'dir. Batı kaynaklarında adı daha çok
Albert Bo-bowski ve Albertus Bobovius diye geçer. Din değiĢtirince
Ali adını almıĢtır; "Ufkî", Ģiirlerinde kullandığı mahlasıdır. Kimi
kaynaklarda lölO'da Polonya'nın Lwow Ģehrinde doğduğu belirtilirse
de bugüne kadar hayatı, doğum, ölüm tarihi ve yeri hakkında kesin
bilgi elde edilememiĢtir.
Soylu bir aileden geldiği söylenir. Çocukluğu ve öğrenim hayatı konusunda da
aydınlatıcı bilgiler yoktur. Ancak eserlerinden, muhtemelen esir
olarak Ġstanbul'a gönderilmeden önce iyi bir öğrenim gördüğü, birçok
dil öğrendiği anlaĢılmaktadır.
Ġsveç'in o dönemdeki Ġstanbul sefirlerinden Claes (Nicholas) Ralamb, kendisinden
dinlediğine göre, onun 1645'te Osmanlı-Venedik SavaĢı'nda
Osmanlılara esir düĢtüğünü, sarayda Enderun'a alınarak yetiĢtirildiğini
ve burada on yıl hanendelik ettikten sonra padiĢah tarafından azat
edilerek sipahi ulufesi aldığını yazar. Kendisi de, Sultan Ġbrahim (hd
1640-1648) ve IV. Mehmed dönemlerinde (hd 1648-1687) sarayda
görev aldığını, Enderun'da bilim, fikir ve sanat alanlarında yeteneğini
geliĢtirdiğini belirtir. Genel bilgilerin yamsıra Doğu ve Batı
musikisini öğrendiğini, kısa sürede santur çalmakta usta olduğunu,
Ufkî mahlasıyla Ģiirler yazdığını, musiki eserleri bestelediğini yazar.
Ġçoğlanı ve mu-sikici olarak on dokuz yıl kadar sarayda kaldı,
yetenekleriyle dikkati çekti. Di-van-ı Hümayun'da tercümanlık
görevinde bulundu. ÇeĢitli kaynaklarda on yedi dil bildiği belirtilir.
1675'te Ġstanbul'da öldüğü tahmin ediliyor.
Çok yönlü bir kiĢiliği olan Ali Ufkî Bey Ġstanbul'da musiki eserleri bestelemiĢ,
bunları Şiir ve Şarkı Mecmuası (Paris Bibliotheque Nationale, AF
292) ile Ali Ufkî Edvarı diye bilinen Mecmua-i Saz ü Söz 'de (Londra
British Museum, Sloane 3114) toplamıĢtır. Bu eserler, kendi besteleri
dıĢında, 17. yy saz ve söz, dini ve dindıĢı musiki eserleri ile halk
ezgilerinin notalarını verdiği için Türk musikisi tarihi açısından büyük
önem taĢır. Saray ve Ġslami gelenek ve göreneklere iliĢkin bir yapıtı
olan Serai Enderum Cive Penetrale deli' Serraglio detto Nuovo dei G.
Stie Re Ottomani (Londra British Museum, Harleian 3409) 17. yy'da
Ġstanbul'da saray hayatı, Enderun örgütü, orada verilen eğitim ve
öğretim ile günlük hayat ve Türk musikisi hakkında yazılmıĢ gözlem
ürünü değerli bir belgedir. l643'te Ġstanbul'da kaleme aldığı bir
Latince-Türkçe konuĢma kitabı (Paris Bibliotheque National, FT 216)
ünlüdür. Ġstanbul'da çevirdiği en ünlü yapıtı Kitab-ı Mukaddes
çevirisidir; birçok kez gözden geçirilip düzeltilen bu çeviri günümüze
kadar kullanılmıĢtır. Eski Ahid, Yeni Ahid ve Apokrip-ha'dan
meydana gelen bu çeviriyi Ali Ufkî Bey Hollanda'nın Ġstanbul sefiri
Le-vinus Warner'in isteği ve onun para yardımı ile gerçekleĢtirmiĢtir.
Eski Ahid'deki Ezra ve Yeremya kitaplarından bir bölümü eksik olan
yazma, Le-iden Üniversitesi Levinus Waner kolek-siyonundadır (Cod.
390 Warn). 1664'te tamamlanan bu çevirinin Yeni Ahid bölümü
Kieffer'in tashihinden geçtikten sonra 1819'da, tamamı ise 1827'de
Paris'te yayımlanmıĢtır. Eski Ahid'in bir bölümü olan Mezmurlar 'm
(Paris Bibli-otheque Nationale Suppl. türe 472) ilk on dört bölümü
Latin harfleriyle, nota-larıyla birlikte yayımlanmıĢtır. O dönemde
Ġstanbul'da Ġsveç sefiri olan Claes Ralamb'in Ali Ufkî Bey'den satın
aldığı 137 adet minyatürün de Ali Uf-kî'nin eseri olabileceği ileri
sürülmüĢtür.
Bu minyatürler bugün Stockholm Kun-gelige Bibliothek'tedir (no. 10). Bibi. C.
Ralamb, Constantinopolitaniske Re-san, Stockholm, 1679; F.
Babinger, "Wojci-ech Bobowski", Polski Sloıunik Biograficzny, II,
1936; T. Kut, "Ali Ufki Bey ve Eserleri Hakkında", Musiki Mecmuası,
S. 332 (Haziran 1977); C. Behar, "Ali Ufkînin Bilinmeyen Bir Musiki
Elyazması", TT, VIII, 1987; C. Behar, Ali Ufkî ve Mezmurlar,
istanbul, 1990.
TURGUT KUT
ALĠBEYKÖYÜ
Alibeyköyü, Halic'in yukarı kesiminde, Alibeyköyü Deresi'nin Halic'e ulaĢtığı
bölgede yer alan, Eyüp Ġlçesi'ne bağlı bir semttir. Haliç'te 1.000 m
dolayında sahili olan Alibeyköyü, kuzeyde Kemerburgaz ve
Cebeciköy, güneyde Haliç ve Eyüp Ġlçesi, doğuda Kâğıthane Deresi
ve batıda da Küçükköy ve GaziosmanpaĢa arazileriyle sınırlanmıĢtır.
Alibeyköyü'nün yaĢamında Alibeyköyü Deresi ve Haliç tarih boyunca çeĢitli
Ģekillerde etkili olmuĢtur. Halic'in eski mesire olanakları, kıyılarda
yalı ve köĢk tipi konutların geliĢmesine yol açarken Alibeyköyü
Deresi vadisindeki zengin topraklar, çayırlar ve su, Osmanlı
askerlerinin atlarının beslenmesi dahil, topraktan yararlanmada geniĢ
olanaklar sağlamıĢtır. Bu doğal kaynakların bozulmasıyla eğlence-
dinlenme iĢlevinin azalarak yavaĢ yavaĢ ortadan kalkmasına rağmen,
dere boyunca tarım ve hayvancılık 1950'lere kadar Alibeyköyü'nün
simgesi olmuĢ, 1950 yıllarında bile, Alibeyköyü, sebzecilik ve
mandıracılığın egemen olduğu 2.150 nüfuslu bir köy yerleĢmesi
görünümünü korumuĢtur.
Alibeyköyü'nün, Ġstanbul'un gerek iĢ merkezlerine (örneğin Eminönü) gerekse yoğun
nüfus alanlarına yakınlığına rağmen, uzun süre Ġstanbul Ġli sınırları
içinde, geniĢ boĢ alanlara da sahip küçük bir yerleĢme halinde
kalmasının nedenlerinin baĢında, büyük kısmı ile Ġstanbul'a yönelen iç
göçlerin o dönemlerde henüz güçlenmemiĢ ve yerleĢmenin mekânsal
olduğu kadar sosyoekonomik yapısını da etkileyecek olan sanayi
faaliyetlerinin yoğunlaĢmamıĢ olması gelir. Ġstanbul'un gerek alansal
gerek nüfus bakımından büyümesinde büyük rolü olan iç göçlerin
yöneldiği ve buna bağlı olarak da nüfus ve yerleĢme alanının
büyüdüğü semtlerinden biri de Alibeyköyü'dür. 1950'den itibaren
ülkenin çeĢitli kesimlerinden Ġstanbul'a gelen nüfus, Ģehirde, genelde
jeomorfolojik yapı bakımından daha önce konut ya da diğer
yerleĢmelere pek uygun olmayan Alibeyköyü ve benzeri alanlara (dik
yamaçlar, tepeler vb) sahip kesimlere yerleĢmiĢtir. Alibey-köyü'ne
özgü bir baĢka göç hareketi de 1950-1955 yılları arasında yoğunlaĢan
Yugoslav göçmenlerinin Alibeyköyü sınırları içine yerleĢtirilmesidir.
Yugoslavya'dan gelen göçmenlerin planlı bir Ģekilde TaĢlılarla ve
Sağmalcılar'a yerleĢtirilmesine paralel olarak Alibeyköyü De-
Alibeyköyü ve çevresi
istanbul Ansiklopedisi
resi batı yamacı ve Eyüp doğrultusundaki yayla düzlüğü (Köpek Yaylası), önceleri
plansız gecekondular, bir süre sonra da gecekondu önleme
giriĢimlerine bağlı olarak sosyal konutlar ile iskân edilmeye
baĢlanmıĢtır. Böylece eskiden beri yerleĢme bölgesi olan Halic'in
sonundaki alan dıĢında, Alibeyköyü arazisinin geri kalan kısımları da
konut alanları haline dönüĢmüĢtür. Kısa bir süre
Alibeyköyü'nden bir görünüm. Erkin Emiroğlu, 1993
sonra, daha önceden var olan kırsal nitelikteki sanayie hızla baĢkalarının da eklendiği
görülür. Bunda, Alibeyköyü'nün Ģehre kolay ulaĢılabilir konumu, ucuz
ve bol iĢçi ile yine ucuz ve bol arazinin varlığı baĢrolü oynamıĢ;
böylece, Alibeyköyü arazisinde, baĢlıca-ları eski köy konutları,
gecekondular ve sosyal konutlar olan konut alanları dıĢında, yeni bir
arazi kullanım Ģekli ola-
ALĠBEYKÖYÜ BARAJI
204
r
205
ALLEON AĠLESĠ
rak sanayi de güçlü bir Ģekilde yer almaya baĢlamıĢtır. Sanayi faaliyetleri ve onunla
sıkı bağı olan gecekondu yapımı, Alibeyköyü'nün eskiden rekreatif
kullanıĢlara, oldukça yakın zamanlara kadar da sebzecilik ve
hayvancılık faaliyetlerine sahne olan vadideki arazisinin büyük çapta
ortadan kalkmasına yol açmıĢ, Alibeyköyü Barajı'nın kurulması ise
Alibeyköyü Vadisi'nin âdeta yok olmasına neden olmuĢtur.
Özellikle 1950-1960 arasında Alibey-köyü'nde sanayi faaliyetleri çok hızlı geliĢmiĢ;
1950'den önce bir-iki gıda, dokuma, madeni eĢya sanayi tesisi ile
mermer atölyesi varken, bu tarihten sonra, Ġstanbul'un baĢka
yerlerinden, örneğin KuruçeĢme ve ġiĢli'den buraya taĢınan ya da
doğrudan burada kurulan sanayi tesisleri de bunlara eklenmiĢtir. Bu
tesisler Ali-beyköyü'nde iĢ imkânları yaratırken, bir yandan da konut
alanlarında çok daha yoğun bir gecekondulaĢmaya yol açmıĢtır.
Bütünüyle Haliç'te, özellikle Alibey-köyü'nde, temelde yine sanayie
bağlı olarak, ulaĢım sektöründe de sorunların artması ve çevre
kirliliğinin büyük boyutlara varması bu kesimden sanayiin
kaldırılmasına neden olmuĢtur.
Günümüzde Alibeyköyü, sanayiin terk ettiği alanlardan yararlanma biçiminin
araĢtırıldığı; gecekondu alanlarının iyileĢtirilmeye çalıĢıldığı;
istanbul'un içinde yer almasına rağmen Ģehrin birçok yerinde olduğu
gibi ayrı bir sosyoekonomik yapıya sahip bir yerleĢme halindedir. Bu
yapı ve yarattığı mekânsal görünüm, hızlı nüfus artıĢı ve doğurduğu
sorunları kontrol altına alma amacıyla, Alibeyköyü 1967'de belediye
haline getirilmiĢtir.
Alibeyköyü'nde, mekânsal değiĢim ve geliĢim sonucu yerleĢmede 4 mahalle
oluĢmuĢtur: Merkez, Karadolap, Emniyet-tepe ve Güzeltepe
mahalleleri. Merkez Mahallesi Alibeyköyü yerleĢmesinin çekirdeğini
oluĢturan mahalledir. Merkezi iĢ alam, pazar, bu mahalle içindedir;
yerel ihtiyaçları karĢılayacak ticarethaneler, lokantalar, sinemalar,
eczaneler, doktor muayenehaneleri ve avukat büroları, idari binalar da
burada yer almaktadır.
Sosyoekonomik yapıdaki değiĢim, Merkez Mahallesi'nde yer alan bu fonksiyonlara
da yansımıĢtır. Örneğin, hayvancılık faaliyetinin hâkim olduğu
devrede yem satan dükkânlar çoğalmıĢ, zamanla sinemaların yerini
müzik ve video kaseti satan dükkânlar almıĢtır.
Merkez Mahallesi dıĢında kalan diğer mahalleler konut alanlarıdır. Karadolap
Mahallesi'nin çoğunluğunu ve Merkez Mahallesi'nin de bir bölümünü
Yugoslavya'dan gelen göçmenler oluĢturur. Emniyettepe ve Güzeltepe
mahallelerinde daha çok Erzurum, Sivas, Kars ve Doğu Karadeniz
illerinden gelenler çoğunluktadır.
Alibeyköyü'nün bugünkü kalabalık görüntüsünü almasında iç ve dıĢ göçler baĢlıca
etkendir. Gerçekten de 1935'te yalnızca 701, 1940'ta 856 olan nüfus
1950'de ancak 2.150 olmuĢ, yukarıda verdiğimiz büyüme çizgisine uygun olarak,
1955'te, yani beĢ yıl içinde, 12.809'a varmıĢtır. Sürekli artıĢ çizgisini
daha sonraki yıllarda da sürdüren Alibeyköyü'nün nüfusu 1970'te
22.072, 1975'te 33.387 ve 1980'de de 45.532 olmuĢtur. Eyüp ilçesi
içindeki mahalle sayısının artması ve mahalle bölünümleri nedeniyle
1985'te 37.927'ye inmiĢ görünen Alibeyköyü'nün nüfusu 1990
sayımında, tekrar 45.292'ye çıkmıĢtır.
EROL TÜMERTEKĠN
ALĠBEYKÖYÜ BARAJI
bak. BARAJLAR
ALĠBEYKÖYÜ MESCĠDĠ VE ÇEġMESĠ
Alibeyköyü'nün giriĢinde, Silahdarağa Caddesi'nin sağında yer alır.
Mescit, Hibetullah adında hayırsever bir kadın tarafından inĢa ettirilmiĢtir. Hangi
tarihte yaptırıldığı ve banisinin kabri bilinmemektedir.
III. Ahmed, minber koydurmak ve vakfiyeye gerekli ilaveleri yapmak suretiyle
mescidi camie dönüĢtürmüĢ, yapının giderlerinin, babaannesi Hatice
Turhan Valide Sultan'ın Yeni Cami Külliyesi gelirlerinden
ödenmesini Ģart koĢmuĢtur. Muhtemelen bu sebepten ötürü, söz
konusu yapı günümüzde "Hatice Sultan Camii" olarak tanınmaktadır.
19. yy'm sonlarında Kürt Ahmed PaĢa ile eĢi tarafından yeniden inĢa
ettirilmiĢ, bu husus giriĢin üzerinde yer alan ta'lik hatlı, sekiz mısralık
kitabeyle belgelenmiĢtir. Söz konusu kitabenin altında,
Alibeyköyü
Mescidi ve
ÇeĢmesi
Erkin Emiroğlu, 1993
1315 tarihini içeren kartuĢun sağında ve solunda "mimarı Eskizağralı-Mehmed
Sadık" ibaresi yer almaktadır. Geç devirde pek az örneği bulunan bu
mimar kitabesi dikkat çekicidir.
Eski haliyle dört kagir duvar üzerine kiremit çatılı ve ahĢap minareli olan yapı son
yıllarda betonarme olarak tamamen yeniden inĢa edilmiĢtir. Doğu ve
batı cephelerinde ikiĢer pencere yer almakta, mihrap duvarının önüne
bir oda ile hela eklenmiĢ bulunmaktadır. GiriĢ cephesinde de küçük
bir son cemaat yeri oluĢturulmuĢ, fayansla kaplanan bu cephede,
demir doğramadan mamul, son derecede zevksiz camekân kapısının
üzerine onarım kitabesi yerleĢtirilmiĢtir. Mescidin kuzeybatısında yer
alan geniĢ gövdeli güdük minare de yenilenmiĢtir. Harim mekanındaki
fevkani mahfil iki sütuna oturmakta, mihrabın yanındaki pencereler,
sonradan eklenen küçük odaya bakmaktadır. Mihrap ile minber
fayansla kaplanmıĢtır.
Mescidin güneybatı köĢesinde yer alan, kesme taĢla klasik üslupta inĢa edilmiĢ olan
çeĢmenin yapım tarihi ve ilk banisi bilinmemektedir. Ta'lik hatlı
kitabesinde Adana mutasarrıfının küçük kızı Hatice Hanım'ın ruhu
için 12797 1862 yılında onarıldığı belirtilmektedir. ÇeĢme, bulutların
arkasından güneĢ ıĢıklarının dağılımını temsil eden bir kabartma ile
taçlandırılmıĢım
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, I, 299; Osman Bey, Mecmua-i Cevâmi, II, 12-13, no. 47;
Ra-if, Mir'at, 574; TanıĢık, İstanbul Çeşmeleri, I, 274; İSTA, II, 640,
642; Öz, İstanbul Camileri, I, 21; İKSA, II, 632.
EMĠNE NAZA
11
ALĠBRANTĠS, YORGO
(1886, İstanbul - ?, ?) Jimnastikçi. Öğrenimini yaptığı Galatasaray Lisesi'nde
jimnastik sporuna baĢladı. Ali Faik Üs-tünidman'ın(->) en yetenekli
öğrencilerinden biri olarak yetiĢti. Spor yaĢamını daha sonra Tatavla
Heraklis Jimnastik Kulübü'nde (bugünkü KurtuluĢ Spor Kulübü)
sürdürdü. 1906'da Atina'da yapılan "Ara" olimpiyat oyunlarına
Osmanlı Devleti'ni temsilen katılan Tatavla Kulübü sporcuları
arasında yer aldı. O tarihlerde olimpiyat oyunları resmi programı
içinde bulunan 10 m'lik ipe tırmanıĢ yarıĢmasında 11,4 saniyelik
derecesiyle Ģampiyon oldu. Bu aynı zamanda olimpiyat ve dünya
rekoru idi.
Yorgo'nun kardeĢi NiĠco Alibrantis de
Jimnastikçi idi. O da Tatavla Heraklis
Jimnastik Kulübü'nde yetiĢmiĢ ve ağa
beyi ile birlikte "Ara" olimpiyat oyunla
rına katılmıĢ ama derece elde edeme
miĢti. Yorgo Alibrantis'in daha sonra
Yunanistan'a yerleĢtiği ve orada öldüğü
bilinmektedir. CEM ATABEYOĞm
Yorgo Alibrantis
Melissinos Hristodulos, Ta Tatavla, Ġst., 1913
ÂLĠME HATUN TEKKESĠ
bak. KABAKULAK TEKKESĠ
ALKAZAR AMERĠKAN TĠYATROSU
Ġstanbul'daki bazı tiyatro ve sinemaların adı Alkazar'dı. Ancak 19. yy'da, Tophane
Caddesi 216 no'da bulunan Alka-zar'ın adı halk arasında Amerika
Tiyatrosu ya da Amerikan Alkazarı olarak bilinirdi. Ġki sıra locası
vardı. Kantocula-rıyla ünlüydü. Çoğu oyunları pando-mim ve Ģarkılı
oyunlardı. Asıl adının Kadriye Hanım olduğu söylenen, zamanın ünlü
kantocusu Matmazel Küçük Amelya kanto yapardı. Ġzleyicilerinin
çoğunluğu gemiciler ve Galatalılardı. Bunlar hareketli bir seyirci
kitlesi oluĢ-
tururlar, sık sık olay çıkarırlardı. Bir Rum tiyatrosu olan Alkazar Ameri-kan'da, Güllü
Agop'un Osmanlı Tiyatrosu, 1872'de Mustafa Efendi'nin Leyla ile
Mecnuriunu da oynamıĢtı. ÇeĢitli kumpanyaların oyunlarını
sergilediği ve bir tür içkili gazino olan Amerikan Alkaza-rı'nın adını
taĢıyan ikinci bir tiyatro, II. MeĢrutiyet yıllarında Galata'da
yaptırılmıĢtır. Ġstiklal Caddesi 184 no'daki Alka-zar'a ise Bizans
Alkazarı (Alcazar Byzantin), Petit Alcazar ya da daha sonraki adıyla
ġark Tiyatrosu da denirdi.
Bibi. M. N. Özön-B. Dürder, Türk Tiyatrosu Ansiklopedisi, istanbul, 1967; M. And,
Tanzimat.
RAġĠT ÇAVAġ
ALKAZAR SĠNEMASI
Beyoğlu Ġstiklal Caddesi'nde, 1923'ten bu yana film gösteren sinema. Sinema
binasının ilk yapım tarihi kesin olarak bilinmemekte, 1918-1920
yılları arasında inĢa edildiği tahmin edilmektedir. Salon 1923'te Safvet
ve Naci beyler tarafından Cine Salon Electra adıyla iĢletilmeye
baĢlanmıĢ, 1925'te Alkazar adını almıĢtır. Sinemanın bulunduğu
binanın mülkiyeti 1955-1956 yıllarında Doğubank'a geçmiĢ; bir
dönem Mahmut Hayrettin KocataĢ, daha sonra Kadri, Ali, izzet
Cemali kardeĢler tarafından iĢletilmiĢtir.
Alkazar Sineması binası, Ġstiklal Cad-desi'ne açılan Ahududu ve Kuloğlu sokakları
arasındaki yapı adasında, 179 no'da Ġstiklal Caddesi'ne bakan dar
cepheli bir parsel üzerinde kurulmuĢtur. Yığma ve dört katlı olan
binanın, geçirdiği onarımlar nedeniyle, yapım sistemi hakkında
detaylı gözlem yapma olanağı yoktur. Ġki yanında karyaditler bulunan
ve iki kat boyunca yükselen yarım daire kemerli giriĢ kapısının
açıldığı koridorun tonoz örtüsü, alçı kasetler ile bezemelidir. Üst
katlara çıkan merdiven ise, bu holün bitiminde, solda yer almaktadır
ve giriĢ koridorundaki alçı kaset bezemeler basamak altlarında da
kullanılmıĢtır. Parsel üzerinde, giriĢ koridorunun bitiminde yer alan
sinema salonuna giriĢ, fuayenin de bulunduğu birinci kattan
sağlanmaktadır. Ġkinci katta da diğer bir salon giriĢi bulunan binanın
son katında merdiven holünü aydınlatan tepe ıĢıklığı çevresindeki alçı
tavan, dolama dal motifleri ile bezemelidir.
Binanın yapıldığı dönemin seçmeci anlayıĢını yansıtan cephesinde, giriĢ kapısı
kemerinin sırtı ile kat silmesi arasındaki alanda bulunan antik dönem
kaynaklı mitolojik hayvan figürleri ve kilittaĢı yerindeki barok kartuĢ
ile üçüncü katın geriye çekilmiĢ, taĢ parmaklıklı ve kolonlu küçük
balkonu üzerinde yer alan barok bezeme öğeleri cepheyi
zenginleĢtirmektedir.
Alkazar Sineması 1930'lu yıllarda kovboy ve korku filmleriyle özdeĢleĢmiĢ bir
sinemaydı. Drakula, FrankenĢ-tayn türünden filmler bu sinemanın re-
pertuvarının özelliği sayılırdı. 1950'ler-de, "Maskeli Süvari",
"YüzbaĢı Ameri-
ka", "Ormanlar Prensesi", "Kamçılı Süvari", "Zorro" gibi seri filmler ağırlık kazandı.
1960'larda Ayfer Feray'ın kendi adıyla kurduğu tiyatro topluluğunu
barındırdı. 1970'li yıllardan itibaren ağırlık seks filmlerine kaydı.
Aynı dönemde alt salonu birahane ve bilardo salonuna dönüĢtürülerek
sinemadan ayrıldı.
ĠSTANBUL
Alkazar
Sineması
binasının
ön
cephesi.
Erkin
Emiroğlu,
1993
ALLEON AĠLESĠ
1789 Fransız Ġhtilali'nden sonra, Osmanlı Devleti'ne sığınmıĢ soylu bir Katolik ailesi.
Fransa'da bankerlikle uğraĢan Alleon ailesinin zenginliği ünlüydü. Aile Ġstanbul'a ilk
geldiğinde önce Büyükdere'ye yakın bir yerde çok büyük bir konağa
yerleĢti; daha sonra, yabancıların gayrimenkul edinmelerine olanak
sağlayan 1854 tarihli yasadan yararlanarak Grand Rue de Pera'da
(bugünkü Ġstiklal Caddesi) 354 no'lu konağı satın aldı. KıĢları burada,
yazları ise yine Büyükdere'de oturuyorlardı. Ġleriki yıllarda, Pera'daki
büyük konak, Bortoli Biraderler'e satıldı, ünlü "bön marche" mağazası
haline getirildi.
Alleon ailesinin Jacques, Antoine ve Jean adlı üç oğlu vardı. Bu çocuklar, babalarının
ölümünden sonra dağıldılar. Büyük oğul Jacques satılıncaya kadar
ALLIANCE ISRAELLTE OKULLARI 206
baba evinde kalırken, Antoine, DerviĢ Sokağı'nda büyük ve eski bir konağı satın aldı.
En küçükleri Jean ise, yine Grand Rue de Pera'da, Ģimdiki Tokatlı-yan
Ham'nın karĢısındaki üç katlı eve taĢındı.
Pera bölgesinde Altıncı Daire-i Bele-diye(-0 kurulduğunda, Antoine Alleon buraya
birinci üye olarak seçildi, uzun yıllar yönetimde kaldı. Altıncı Daire-i
Be-lediye'nin adı da yine Antoine Alleon'un öneri ve etkisiyle Paris
belediye örgütünün geliĢmiĢ bir bölgesi olan "6. Arron-dissement"dan
esinlenerek konulmuĢtu.
Babalarının ölümünden sonra, üç kardeĢ bankerlik iĢine devam ettiler, iĢe ilk olarak
Voyvoda Caddesi'nde bir büro açarak baĢlayan Alleonlar, sonraları,
dönemin en ünlü bankerlerinden Mano-laki Baltazzi ile ortak oldular.
Bu kiĢi, yabancı uyruklu olmasına rağmen Osmanlı imparatorluğu
sınırları içinde özel bir irade ile gayrimenkul satın alabilen ilk kiĢidir.
Alleonlar böyle güçlü bir ortak sayesinde, 1845 baĢlarında
Ġstanbul'daki tüccarlara 450.000 Fransız Frangı tutarında bir kredi
sağlayacak düzeye ulaĢmıĢlardı. Alleonların ortak olduğu bankerlik
kuruluĢu, bir banka kurmak için giriĢimlere baĢladı. 1847'de, özel bir
ferman ile 1.000.000 ingiliz Sterlini sermaye ile kurulan bu bankanın
adı Ban-que de Constantinople idi. 100.000 hisseye bölünmüĢ
bankanın en büyük hissedarı ise Baltazzi ve Alleon aileleriydi. Gerçek
görevi, kambiyo kurunu belirli bir düzeyde tutmak olan banka, bu
amacında baĢarılı oldu. Ancak 1848 Fransız ihtilali sırasında, Fransa
ile yürüttüğü yakın iliĢkiler yüzünden büyük sarsıntı geçirdi. Bu
dönemi atlatmak için, kendilerine kuruluĢta yardımcı olan Osmanlı
Devleti'ne baĢvuran ortaklar, umdukları desteği göremediklerinden
hisselerini 1852'de devretmek zorunda kaldılar. Bu arada baba Alleon
da, Alphonse de Lamartine'e(->) Türkiye'deki giriĢimleri için ihtiyacı
olan kredileri bulmakta aracılık ediyordu.
Aile, büyük konağı elden çıkardıktan sonra Beyoğlu'nda yeni bir konak yaptırarak
buraya taĢındı. Sokağa da ailenin adı olan Alleon (bugün Alyon
Sokağı) adı verildi. Aile fertleri zaman içinde teker teker Fransa'ya
döndüler. Ancak, öldüklerinde, cenazeleri Ġstanbul'a getirildi ve
Pangaltı'daki Katolik mezarlığına gömüldü.
BEHZAT ÜSDĠKEN
ALLJANCE ISRAELITE OKULLARI
Yahudi eğitim kurumları. 19. yy'ın ikinci yarısında yurtdıĢında geliĢen bir giriĢim
Türkiye ve Ġstanbul Yahudileri üzerinde birkaç nesil iz bırakan
boyutlara eriĢti. 1840'ta ġam'da meydana gelen bazı toplumsal
olayların yarattığı heyecan sonucu, özellikle Fransız ve Alman
Yahudileri arasında, dini inançlarından dolayı ayrımcılığa maruz
kalan Yahudileri, nerede olurlarsa olsunlar korumak
amacı ile bir teĢkilat kurulması fikri geliĢti. 1858'de Bologna'da (Ġtalya) Morte-ra
adında bir Yahudi çocuğun Roma'ya kaçırılarak zorla vaftiz edilmesi
olayı da bu fikri oluĢumu hızlandırdı. Mayıs 1860'ta Paris'te,
aralarında Isidore Ca-han, Narcisse Leven, Charles Netler ve Eugene
Manuel'in de bulunduğu bir grup Fransız Yahudi yazar ve edebiyatçı
tarafından Alliance Israelite Üniverselle (AIU) adlı bir cemiyet
kuruldu. Kurum cehalet ve fakirlikten kurtulabilmenin ancak lisan,
müspet ilim ve teknik bilgi temellerine dayalı çağdaĢ bir eğitim
sistemi uygulaması ile mümkün olabileceği esasından hareket etti.
AIU yöneticileri arasında, bu gayeye ulaĢabilmek için her toplumun
yaĢamını sürdürdüğü ülkenin anadilinde eğitilmesi gerektiğinin
faydalarını savunanlara karĢın en uygun lisanın bir kültür dili olan
Fransızca (Mısır ve Ortadoğu'da biraz da Ġngilizce) olduğu görüĢünde
olanlar çoğunlukta idi.
AlU'nun okullar zincirinin Osmanlı Ġmparatorluğu'ndaki ilk halkaları Bağdat ve
ġam'da görüldü. Bu okullar daha sonra Volos, Edirne, Selanik, Ġzmir,
Ġstanbul'un değiĢik semtlerinde, Kava-la'dan Safed'e, Üsküp'ten
Kudüs'e, Ma-nastır'dan Basra'ya muhtelif yerleĢim merkezlerinde
kuruldu. Ev iĢleri ve aile bilgisi (dikiĢ, nakıĢ, yemek, bakım, vb)
ağırlıklı kız okullarının yanında erkek okulları, meslek okulları, ziraat
okulları ve seminer (ruhban okulu) açıldı. Ġstanbul'da ilk AIU erkek
okulu 1875'te Dağ-hamam'da öğretime baĢladı. Bunu, Temmuz
1875'te Balat erkek, Ağustos 1875'te Hasköy kız, Ekim 1875'te Galata
erkek, 1876'da AĢkenaz cemaati karma, Ocak 1877'de Hasköy erkek,
Temmuz 1879'da Kuzguncuk erkek, Ağustos 1879'da Galata kız,
Ağustos 1880'de Dağhamam kız, ġubat 1881'de Ortaköy karma, Nisan
1882'de Balat kız okulları izledi. Ġlk kız meslek okulu 1882'de Ga-
lata'da öğretime baĢladı. Bu okulların mali gereksinmesi, kısmen AIU
fonlarından, kısmen de yerel cemaat yönetimlerinin ve durumu müsait
olan öğrencilerin katkılarından sağlanıyordu.
AIU okullarının Türkiye Yahudilerin! eğitme ve kültür seviyelerini yükseltme
konularındaki baĢarıları tartıĢılmaz. Ne var ki Alliance uygulamasına
karĢı ciddi tenkitler de bulunmaktadır. Özellikle Fransızcayı temel
eğitim dili olarak kabul etmesi sonucu Osmanlı Yahudilerinin
Türkçeyi zamanında öğrenmeyi ihmal etmeleri yanında Ġspanya
göçünden beri korudukları Judeoespanyol'u (Yahudi Ġspanyolcası)
unutmaları veya çarpıtmaları bu tenkitlerin baĢında gelir.
Alliance okullarına zaman zaman Yahudi olmayan birçok öğrenci de devam etti.
Cumhuriyet'in ilanından sonra milli bir eğitim sisteminin yerleĢmesi
üzerine Haziran 1924'te Maarif Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı)
Yahudi okullarından tedrisata Türkçe veya anadillerinde devam etme
konusunda tercihlerini bildir-
melerini istedi. Türkçe eğitimin seçilmesi üzerine tüm bu okulların AIU genel
merkezi ile bağlan sona erdi ve Türk eğitim sistemi içindeki yerlerini
aldılar.
Bibi. A. Rodrigue, French Jews Turkjeıvs, In-diana, 1990; P. Dumont, "Üne source
pour I'Etude deĢ Communautes Juives de Turquie: leĢ archives de
I'Alliance Israelite Üniverselle", Journal Asiatique, Paris, 1979, s.
267; B. Lewis, Thejeıvs of islam, Princeton, New Jer-sey, 1984.
NAĠM GÜLERYÜZ
ALLOM, THOMAS
(13 Şubat 1804, Londra - 21 Ağustos 1872, Barnes) Ġstanbul'u konu alan re-
simleriyle tanınan Ġngiliz mimar ve ressam. Kraliyet Akademisi'ni
bitirdi. Fransa'da Kral Louis Philippe'in (1773-1850) Dreux ġatosu
için resimler yaptıktan baĢka, mimar olarak da 1850'de Hig-burg'da
Ġsa, 1856'da Notting-HiU'de Sa-int Peter kiliselerini inĢa etti. 1827-
1871 arasında Royal Academy'de projelerini sergileyen Allom, Ġngiliz
Mimarlar Ensti-tüsü'nün (Institute of British Archi-techts)
kurucularındandı.
Allom, Avrupa'nın çeĢitli ülkelerindeki görüntüleri resimledi. Bunlar Ġngiltere,
Fransa, Belçika ile ilgili olup, ayrıca Çin'den resimler getirdi. 1834-
1836 arasında Ġstanbul'dan baĢlayıp. Anadolu, Suriye ve Filistin'i
gezdiği, buralarda resimler yaptığı bilinmektedir. Taslak halinde
çizilen bu resimler, Ġngiliz hakkâkları tarafından çelik üzerine
iĢlenerek gravür olarak Robert Walsh'ın yazdığı bir metin ile birlikte
yayımlanmıĢtır. Ġstanbul'da Ġngiliz Elçisi Lord Strangford'un 1820'den
itibaren özel papazı olan Robert Walsh,, Osmanlı topraklarında
gördüklerine dair 1836'da yayımlanan bir eserinden baĢka A Journey
from Constantinople baĢlıklı bir kitap daha hazırladı ve bu metin
Ġstanbul ile Batı Anadolu'daki baĢlıca antik merkezlere dair büyük
kitapta kullanıldı. Allom'un resimleri ile süslenen ve çeĢitli ülkelere
dair büyük bir dizinin içinde yer alan bu kitap Constantinople and tbe
Scenery ofthe Seven Churches of Asta Minör adı ile, iki cilt olarak
1838'de Londra'da yayımlandı. Aynı kitap L. Gali-bert ile C. Pelle
tarafından Fransızcaya çevrilerek üç cilt halinde Constantinople
ancienne et modeme, comprenant aussi leş Sept Eglises de l'Asie
Mineure adı ile Paris'te basılmıĢtır. Metinler arasında farklılıklar
olmakla beraber, Allom'un resimleri aynı çelik kliĢeler kullanılmak
suretiyle bu yayında da yer aldı. Ġçinde Ġstanbul'un çeĢitli görüntüleri
dıĢında Bursa, Manisa, Bergama, Efes, Pamukka-le'den de resimler
bulunur. Ancak kitaptaki gravürlerin hepsi Allom'un çizgisi değildir.
Bunlardan tamamen fantezi ürünü olduğu görülen Silivri Kalesi
gravürü F. Herve imzalıdır. Rumeli ve bilhassa Arnavutluk'u tasvir
eden gravürler de baĢka ressamlarındır ve gerçekçilik dereceleri
Ģüphelidir. Allom, ayrıca L. Galibert ve C. Pelle'in Constantinople
ancienne et moderne (1828) ile Charac-
207 ALMAN ARKEOLOJĠ ENSTĠTÜSÜ
Thomas Allom'un Constantinople and the Scenery ofthe Seven Churches ofAsia
Minör adlı kitapta yer alan Atmeydanı'nı betimleyen bir deseni, 1838.
Ara Güler fotoğraf arşivi
da Roma'da kurulan bir araĢtırma merkezinin yaratılması ile gerçekleĢmiĢtir.
Arkeoloji Enstitüsü programı sonra geniĢledi. Önce 1859'da Prusya
Devlet Enstitüsü, 1871'den itibaren de Alman Ġmparatorluk Enstitüsü
oldu ve arkasından da Alman Devleti Arkeoloji Enstitüsü adını aldı.
Berlin'de kurulan bir merkez dıĢında Atina'da, Frankfurt'ta, Madrid'de,
Ka-hire'de, son olarak da Bağdat'ta (az sonra lağvedildi) Ģubeler
açıldı.
Ġstanbul'da da bir enstitü kurulması fikrinin temeli 1924'ten itibaren atılmıĢ
bulunuyordu. Alman Arkeoloji Enstitülerinin Ġstanbul Ģubesi önce
Alman Elçi-liği'ne komĢu bir evde kuruldu. BaĢına müdür olarak Prof.
Dr. Martin Sche-de'nin (1883-1947) getirildiği bu müessese 1929
yılında bütçesinin kabul edilmesi üzerine resmileĢti. Enstitüye, Tak-
sim'de Sıraselviler'de Alman Hastane-si'nin kapısı yanında ayrı bir
bina olan poliklinik tahsis edilmiĢti. Alman Arkeoloji Enstitüleri
Ġstanbul Ģubesi, bütün teĢkilatı ve zengin kütüphanesi ile buraya
yerleĢti ve 1930 yılından itibaren çalıĢmaya baĢladı.
O sıralarda adı, Archâoloğische Insti-tut deĢ Deutschen Reiches Abteilung Ġstanbul
olan enstitünün çok zengin kütüphanesi, tanınmıĢ Türkolog ve Bizans
arkeolojisi uzmanlarından A. D. Mordt-
mann ailesinin bazı fertlerinden alınan kitaplardan oluĢmuĢtu. 1917'de kurulup,
1918'de ilk dünya harbinin yenilgiyle sona ermesi üzerine kapanan
Macar Enstitüsü'nün pek fazla olmayan kitapları da buraya
devredilmiĢ, bunlara gerek Türkiye'de alınan, gerek Almanya ve
çeĢitli ülkelerden pek çok sayıda getirtilen kitap ve dergi de katılarak
çok zengin bir kütüphane meydana getirilmiĢtir. Bununla birlikte,
enstitüde eski nadir fotoğraflardan oluĢan bir de arĢiv düzenlenmiĢti.
Müdür M. Schede'nin Berlin'deki ana merkeze atanması üzerine de
Ġstanbul Ģubesinin baĢına Prof. Dr. Kurt Bittel geçti ve enstitü uzun
yıllar onun yönetiminde kaldı.
Sıraselviler Caddesi'ndeki küçük bina böyle bir enstitü için çok dardı. Zemin katında
hizmet mekânlarından baĢka, Türkiye'ye gelen Alman
araĢtırmacılarına mahsus üç küçük odası vardı. Birinci katta ise büyük
bir okuma salonu ile baĢvuru kitaplarından oluĢan bir kütüphane
bulunuyordu. Gerideki büyük salon ise kitap ve dergi deposu idi.
Kütüphane her kesimin faydalanmasına açıktı.
Alman Enstitüsü faaliyete geçmesi ile birlikte bazı yayınlara da giriĢmiĢti. Bunlardan
ilki istanbul Forschungen (Ġstanbul AraĢtırmaları) adlı bir dizi olup,
ilk fasikülü Ġstanbul Arkeoloji Mü-
ter and Costume in Turkey and Italy (1840) adlı kitaplarını da resimlemiĢtir.
Bunlarda da Ġstanbul'un tarihi atmosferini ve günlük hayatını
aksettiren güzel gravürler yer alır.
Allom, gördüklerini güzel ve canlı Ģekilde, ayrıntılara önem vererek tasvir eden bir
resim ustasıdır. Ressamın yerinde çizdiği gerçekçi desenler, bu yerleri
hiç görmemiĢ hakkâklar tarafından kliĢe haline getirilirken, bazı üslup
farkları da meydana gelmiĢtir. Fakat ne olursa olsun, fotoğraf
sanatının baĢlayıp yaygınlaĢmasından pek az önce Allom'un meydana
getirdiği gravürler, Ġstanbul'u binaları, manzaralar, insanları ve
bunların kıyafetleri ile Batı'ya tanıttı. Bugün bu resimlerin çoğu birer
belge niteliğindedir. Bibi. The Art Journal, no. 300 (1872); Thi-eme-
Becker, Künstlerlexikon, I (1907), s. 319; R. E. Koçu, "Allom,
Thomas", ISTA, II, s. 725-727; H. Bowen, British Constributions to
Turkish Studies, London, 1945, s. 35; L. Thornton, Leş
orientalistespaintres voyageurs 1828-1908, Paris, 1985; S. Eyice,
"Allom, Thomas", DM, II, s. 505.
SEMAVĠ EYĠCE
ALMAN ARKEOLOJĠ ENSTĠTÜSÜ
Arkeoloji biliminin Batı ülkelerinde yaygınlaĢması ile, Almanya'da da klasik
arkeoloji ile uğraĢacak bir enstitü kurulması düĢünülerek, bu yolda ilk
adım 1829'-
r
ALMAN ÇEġMESĠ
208
209
ALMAN ELÇĠLĠĞĠ BĠNASI
iki oda, birinci katta rahibeler için bir oda, kadın hastalara ayrılmıĢ bir özel oda
bulunmaktaydı. Orta bina iki katlıydı, iki katta da çiçek hastaları için
odalar, zemin katta bir de çamaĢırhane yer almaktaydı. Ön cephede
bulunan üçüncü binanın alt katında mahzen, banyo, eczane ve bir
hasta odası vardı. Birinci katında bir genel hasta koğuĢu, frengi
hastalarına ayrılmıĢ bir istasyon ve birinci sınıf hastalar için 5 özel
oda mevcuttu. Isınma odun sobalarıyla sağlanıyordu. Hastanedeki
toplam 33 yatak genel koğuĢlarda iki sıra halinde dizilmiĢti. KoğuĢlar
birbirine koridorlarla bağlıydı. Hastanenin iç hizmetleri biri müdire,
ikisi erkek koğuĢundan, biri kadın koğuĢu ve eczaneden, biri de
mutfak ve çamaĢırhaneden sorumlu beĢ rahibe tarafından
yürütülmekteydi. Ayrıca birer hastabakıcı, kapıcı, hizmetçi ve aĢçı
bulunmaktaydı. Binanın su
1871 yangınında boĢalan yakın çevredeki arazinin de dahil edilmesine dayanan iki
proje geliĢtirmiĢtir. Bu arada yeni projenin, yapılaĢmanın olmadığı
yeni ve serbest bir çevrede inĢa edilmesi düĢüncesi de gündeme
gelmiĢ ve bugünkü binanın iĢgal ettiği yerdeki ilk arazi satın alınarak
zaman içinde geniĢletilmiĢtir. Galata Serdar-ı Ekrem Sokağı'ndaki
(eski adıyla Yazıcı Sokağı) ilk arsada ise bugün "Doğan Apartmanı"
yükselmektedir. Arazinin bir kısmını kaplayan mezarlıktan yalnızca
Silahdar Ali Ağa ve ailesinin mezarları, anlaĢma üzerine korunmuĢtur.
Büyük bir yer edinme arayıĢında, Rusya,. Fransa ve Ġngiltere
elçiliklerinin yerleĢtiği alanlardan daha küçüğüne razı olmayarak
Almanya'nın prestijine uygun bir çözüme varılması isteği de rol
oynamıĢtır. Sonuçta, baĢka koĢullar için üretilen proje, değiĢikliklerle
yeni bir duruma uyarlanmıĢtır, inĢaat 1874'te baĢlamıĢ ve l Aralık
1877'de binanın açılıĢı gerçekleĢtirilmiĢtir.
Yapı malzemesinin bir kısmı baĢka ülkelerden gelmiĢtir. Ana korniĢ ile pencere
silmelerinin taĢları Arles'dan getirilmiĢ, tuğlalar da kısmen Livorno'da
kısmen de yerel bir iĢletmede üretilmiĢtir. Bir ülkenin yabancı
topraklarda tipik mimarisi ile temsil edilmesi ve zamanın uluslararası
geçerli stil öğelerinin bağdaĢtırılması, mimarın tasarımdaki çıkıĢ
noktalarıdır. Ana bina, kısa kenarlarında birer çıkma bulunan büyük,
dikdörtgen bir kütleden ibarettir, içeride elçilik iĢlevinin gerektirdiği
mekânlar ve bütün katlar yüksekliğinde, üstü açık, küçük bir peristyl
yer almaktadır. Kütle ve cephe düzeninde neorönesans bir yaklaĢım
egemenken, yalın bir klasisizm ve özellikle cephede çıplak tuğla
kullanımı Prusya mimari geleneğine bağlanmaktadır, iç mekanların
tefriĢ edilmesinde de yine diğer bazı önemli elçiliklerin standardı
gözetilmiĢ ve eldeki kısıtlı maddi olanağa rağmen öncelikle büyük
kabul salonlarına değerli Türk halıları, abajurlar ve ampir üslubunda
mobilyalar yerleĢtirilmiĢtir. Önemli salonlar ve geçiĢ mekânları,
klasisizm içinde (kaset tavanlar, alçı-mermer duvar kaplamaları, niĢler
içinde heykeller) "Prusya görkemi"ni vurgulamaktadır. Özgün eĢyanın
çoğu,
ALMAN ELÇĠLĠĞĠ YAZLIK KÖġKLERĠ
Tarabya'da koy içinde, Yeniköy-Tarab-ya caddesi üzerindedir. Denize hayli geniĢ bir
cephe veren büyük bir bahçe içine yerleĢtirilmiĢ çeĢitli yapılardan
oluĢmuĢtur.
Alman Elçiliği
(bugün
baĢkonsolosluk)
binasının
bahçe
cephesinden
görünümü,
19. yy sonu.
Necdet Sakaoğlu koleksiyonu
binaya zaman içinde iki kez el koyulduğu için kaybolmuĢtur. BaĢlıca bezeme
öğelerinden olan sekiz adet ünlü çatı kartalı da II. Dünya SavaĢı
sırasında kaybolmuĢtur.
istanbul'un mimarisiyle kontrast içinde, fazla kütlesel bir etkiye sahip oluĢu, bir ön
bahçesi olmaksızın âdeta doğrudan caddeye açılması, bazı önemli iç
mekânların karanlıkta kalacak Ģekilde dıĢarıyla zayıf iliĢkilendirilmesi
zamanında eleĢtirilmiĢtir. Dönemin Alman gazeteleri, yeni elçilik
binasından söz ederken "Almanya'nın birliği ve büyüklüğü", "Prusya
ruhu", "Avrupa ve Asya'yı kucaklamak isteyen kartallar" gibi
ifadelerle yapının temsil ettiği imparatorluk imgesini
vurgulamıĢlardır.
Bugün baĢkonsoloslukta 1989'da binaya yerleĢen Alman Arkeoloji Enstitü-sü'nün
istanbul Ģubesi de faaliyetini sürdürmektedir.
Bibi. F. O. Gaerte, "Das Deutsche Kaiserlic-he Palais in istanbul", ist. Mut., 35
(1985), s. 323-351; Dokumentation - Kulturhistorische Bauten der
Bundesrepublik Deutschland in İstanbul, Berlin, 1989; C. Meyer-
Schlicht-mann, Von der Preussischen Gesandschaft zum Doğan
Apartmanı, ist., 1992.
TURGUT SANER
Elçiliğin arazisi eski Tarabya Kas-rı'nın bulunduğu yerdir. Nitekim alt bahçede halen
mevcut bir kemer kalıntısı üzerinde Abdülaziz'in tuğrası
görülmektedir. Aynı kemerin diğer yüzünde yeĢil zemin üzerine san
yaldızla "Ya Hafız" yazılı bir levha vardır. Eski Tarabya Kasrı'ndan
kalmıĢ, değiĢtirilmemiĢ ve halen depo olarak kullanılan bir de mutfak
binası vardır. Vaziyet planında yeni yapıların yamsıra yerleri bilinen
kimi eski yapılar da iĢaretlenmiĢtir.
Bahçe düzeninde ve yeni yapıların yerleĢtirilmesinde belirli bir geometri ve aksiyalite
gözetilmek iĢlenmiĢse de muhtemelen eski yerleĢme izlerine bağlı
kalmaktan ötürü radikal bir geometri sağlanamamıĢ görünmektedir.
Merkezdeki meydanda kesiĢen yollar, olması gerektiği gibi 90
derecelik bir açı yapmazlar. Elçilik rezidansından baĢlayıp batıdaki
partere ulaĢan anayol, düz bir doğru olarak uzanmak yerine hafif bir
kırılma gösterir. Binaların yerleĢimi de simetrik bir konumda değildir.
Örneğin, ana bina merkezde görünmesine karĢılık yeni elçilik evi ve
müsteĢar evinin konumları simetri dıĢıdır. Dolayısıyla Alman
neoklasik yerleĢme düzeninin bir hayli dıĢına düĢen daha serbest bir
yerleĢme gözlenir.
Yapılar fazla yüksek olmayan kagir birer bodrum kat üzerine üç (bazısı iki) katlı ve
ahĢap olarak inĢa edilmiĢlerdir. Tüm yapılarda Ģale tipi bir ahĢap
bezeme kullanımı vardır.
Binalar, genel olarak 19. yy sonunun eklektisist anlayıĢını yansıtmaktadır.
Planlarının, ana çizgileriyle klasik olan
Alman Elçiliği Yazlık KöĢkleri
Elçilik rezidansı (sağda), elçilik müsteĢarı konutu (solda). Almanya Federal
Cumhuriyeti istanbul Başkomolosluğu'nun izniyle
düzenine karĢın cephelerde oryantalist bir tasarımın pek çok öğesi yer almaktadır.
Dilimli moresk (magrip tipi) kemerler, "Chinoiserie" üslubundan kule
figürleri ve tüm çatı saçaklarının uçlarında görülen mızrak biçimli
öğeler bunlardan birkaçıdır. Önde denize bakan elçi evinde eklektisist
repertuvara alt kat pencerelerindeki üçlü yonca yaprağı biçimindeki
neogotik pencere düzenlemeleri eklenmektedir.
Zaman içinde bazı yeni ek binaların da inĢa edildiği elçilik arazisi içinde, bahçede
eski hamam binasının yerine inĢa edilmiĢ bir de Ģapel bulunmaktadır.
Bahçede bazı baĢka yapılar da vardır. Bunlar arasında üzerinde
kazıma tekniğinde Aziz Georg'un tasviri bulunan bir çeĢme ile
mezarlık ve Moltke Anıtı anıl-malıdır.
Denize nazır tepe üzerindeki bu mezarlıkta I. Dünya SavaĢı'nda Ģehit olan askerler ile
MareĢal Von der Goltz yatmaktadır. ġehit askerlerin anısına
hazırlanan rölyef, kendisi de asker olan Ge-org Kolbe'ye aittir.
Üst bahçe terasında 1835-1839 yıllan arasında Türkiye'de bulunmuĢ olan Moltke'nin
anısına dikilmiĢ bir de obelisk vardır. Kaidesindeki yazıya göre
1888'de dikilmiĢ olan obeliskin bir cephesinde Moltke'nin bronz bir
madalyon içinde profilden portresi yer almaktadır. Kaidenin ise bir
yüzüne II. Abdülha-mid'in tuğrası, diğer yüzüne de imparator II.
Wilhelm'in "W" ve "R" harflerinden oluĢan monogramı iĢlenmiĢtir.
Tümü bakımlı olan binalar, 1990 Ha-ziran'ında bir yangın tehlikesi geçirmiĢ-se de
mutfak dıĢında önemli bir zarar meydana gelmemiĢtir.
AFĠFE BATUR
ALMAN HASTANESĠ
Taksim Sıraselviler Caddesi'nde bulunan özel sağlık kurumu. Prusya Elçiliği
hekimlerinden Dr. Georg Hermann Rit-ter von Mühling'in (1826-
1907) önerisi üzerine Ġstanbul'daki D. W. V. Alman Hayır
Cemiyeti'nin katkılarıyla 6 Nisan 1846 tarihinde kurulmuĢtur. Hastane
için gereken arsa ve bina Alman Protestan Kiliseleri Topluluğu
tarafından sağlanmıĢtır. Sıraselviler'de sadece 5 yatakla hizmete giren
hastanenin kısa bir süre sonra ihtiyaçları karĢılayamadığı
görüldüğünden aynı yılın kasım ayında daha geniĢ bir ev
kiralanmıĢtır. Hastane 1851'de Sakız Sokağı'na, 1853'te de Telgraf
Sokağı'na taĢınmıĢ ve içinde taĢ bir bina bulunan bir arsa da satın
alınarak hastaneye eklenmiĢtir. Kırım SavaĢı (1854-1856) sırasında
hasta sayısı artınca, 1856'da HalilpaĢa arsası adı verilen bugünkü
hastane sahasının içine ek bir bina yapılmıĢtır.
Hastane 1874'te at nalı Ģeklinde dizilmiĢ üç binadan oluĢuyordu. Ön binanın zemin
katında kapıcı odası, bekleme odası, mutfak ve mahzen, asma katta
konsültasyon odası, rahibeler için
Geçen yüzyılın sonlarına ait iki kartpostalda Alman Hastanesi'nin binaları. Erkin
Emiroğlu arşivi (üst), Nuri Akbayar koleksiyonu (alt)
ihtiyacı ise bir kuyu ve sarnıçtan sağlanıyordu.
Hastane Alman Hayırseverler Cemiyeti tarafından Alman Elçiliği'nden bir temsilci ile
birlikte yönetilmekte ve cemiyet üyeleri ücretsiz tedavi edilmekteydi.
Hastaların büyük bölümünü Ġstanbul'a gelen Alman gemiciler, yoksul
Almanlar oluĢturuyordu. Ġstanbul halkından da çok sayıda hasta
baĢvurmaktaydı. Ġstisnalar dıĢında ruh hastalan ile frengililer kabul
edilmiyordu. Eczane, gerekli farmasötik iĢlemleri bilen bir rahibenin
sorumluluğu altında çalıĢmaktaydı. Gereken droglar Ġstanbul'da ilgili
yerlerden sağlanmakta, alkaloitler ise Almanya'dan getirtilmekteydi.
Hastanede basit ameliyatlar için gereken cerrahi aletler, ayrıca bir
elektromanyetik cihaz ile sabit akım veren 30 voltluk bir batarya da
bulunmaktaydı. 1915'te Ģehir elektrik ağına bağlandıktan sonra hasta-
212
ALMAN KÜLTÜR MERKEZĠ
nede röntgen ve sterilizasyon bölümleri açılmıĢtır.
I. Dünya SavaĢı sırasında (1914-1918) Almanya'dan hekimler getirtilmiĢ ve bir
doğum servisinin açılması düĢünülmüĢ fakat savaĢ yüzünden
gerçekleĢtirilememiĢtir. SavaĢ sırasında 1917'de ana bina sivil hizmete
bırakılmıĢ, çocuk ve erkek servislerine ait 72 yatak askeri birliklere
verilmiĢtir. Teknik aletlerin de ortaklaĢa kullanılması
kararlaĢtırılmıĢtır. SavaĢta yaralanan Türk ve Alman askerler
hastanede tedavi edilmiĢler, sterilizasyon bölümünün bir kısmı da
bitleri temizlemek için bir tebhirhane haline getirilmiĢtir. Çocuk
servisinin yerine, 1918'de Mo-da'da bir yer kiralanarak 20 yataklı bir
çocuk servisi faaliyete geçirilmiĢtir.
I. Dünya SavaĢı'nın bitiminde imzalanan mütarekename uyarınca bütün Alman ve
Avusturyalılar istanbul'u terk etmiĢler ve 2 ġubat 1919'da hastanede
Ġngiliz hekim ve hemĢireler çalıĢmaya baĢlamıĢtır. Bu tarihten sonra
ingilizler hastanede asker barındırmıĢlar, 1925-1928 yıllarında da
hastaneyi Amerikalılar kullanmıĢlardır. Kaiserswerth rahibe
hemĢireleri ancak 1931'de Alman Hastanesi'ne geri gelmiĢlerdir.
Kaiserswerth Vakfı 1973'te dağılınca hastane Alman Federal
Cumhuriyeti DıĢiĢleri Bakanlığı'na bağlanmıĢtır. Eylül 1993'te,
Almanya ile Türkiye arasında imzalanan bir protokole göre Alman
Federal Cumhuriyeti, Alman Hastanesi üzerindeki bütün haklarını ve
kullanım imkânlarını Ġstanbul Erkek Liseliler Vakfı'na devretmiĢtir.
Günümüzde Alman Hastanesi; dahiliye, cerrahi, kadın hastalıkları, doğum ve çocuk
kliniği, röntgen, laboratuvar ve mutfak bölümlerinin bulunduğu ana
bina ile diğer binalarında bulunan toplam 90 yatakla faaliyetini
sürdürmektedir. Bibi. Plan-Proje-Kroki, BOA, no. 701; Ġrade,
Rüsumat, BOA, no. 6-20, s. 1312; Abdullah Bey-Zoeros-Mordtmanrı:
"Notices sur le hö-pitaux civüs de Constantinople", Gazette Me-dicale
d'Orient, c. 18, no: 9 (1874) s. 141-142; H. Akbay, "Alman
Hastanesi", İSTA, II, 728; Ġstanbul Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp
Tarihi Anabilim Dalı Cem'i Demiroğlu Üniversite ArĢivi Alman
Hastanesi dosyası.
NURAN YILDIRIM
ALMAN KÜLTÜR MERKEZĠ
Aralık 1956'da, Almanya ile Türkiye arasındaki kültürel iliĢkileri geliĢtirmek
amacıyla, Dr. Robert Anhegger tarafından, Beyoğlu Alyon Sokağı'nda
kurulan kültür merkezi.
Merkezin Teutonia Alman Kulübü'n-de(-0 baĢlayan kuruluĢ çalıĢmalarında Macit
Gökberk, Behçet Necatigil, Adalet Cimcoz, Haldun Taner, Bülent
Özer, Metin Özek, Mustafa Aslıer ve Ekmel Zadil de yer aldı.
BaĢlangıçta, Türk Alman Kültür Enstitüsü adıyla, Almanya'da
bulunan Goethe Enstitüsü'nün Türkiye Ģubesi olarak yalnızca dil
eğitimi vermeyi amaçlayan kuruluĢ, 21 Ocak 1959'da Türk-Alman
Kültür Der-neği'ne dönüĢtü ve kültür etkinliklerine
baĢladı. 196l'de, merkezi Almanya'nın Münih kentinde bulunan ve 70'i aĢkın ülkede
150'ye yakın Ģubesi olan Goethe Enstitüsü'nün bünyesine girdi.
Böylece Almanya'dan yazar ve sanatçıların gelmesi ve merkezin
çalıĢmalarına destek vermesi kolaylaĢtı. 1988'de Alman Kültür
Merkezi adını alan kuruluĢ çalıĢmalarını, Program, Eğitsel ĠliĢkiler,
Dil ve Kütüphane bölümlerinde yürütmektedir. Uluslar ve kiĢiler
arasında kültürel iletiĢime yardımcı olmak ve Alman dilini yaymak
amacında olan merkez, çalıĢmalarını 2.500'e yakın üyesiyle halen
Ġstiklal Caddesi'ndeki Odakule binasında sürdürmektedir.
AYġE HÜR
ALMAN LĠSESĠ
Beyoğlu Tünel'de, Almanca eğitim veren, Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı özel
yabancı okul.
Alman Lisesi, 19. yy ortalarından itibaren sayıları giderek artan Alman tüccar,
zanaatkar, mühendis, hekim ve elçilik mensuplarının çocuklarının
eğitim ihtiyacını karĢılamak üzere Mayıs 1868' de 23 öğrenci ve 2
öğretmenle derslere baĢladı. Okul, çocuklarını Prusya Elçiliği
ikametgâhında, 1850'den beri eğitim veren Protestan evangelist
kilisesine bağlı okula göndermek istemeyen; çağdaĢ ve bağımsız bir
eğitim düĢleyen Alman ve Ġsviçreli ailelerin çabalan sonucunda kısa
sürede geliĢti. 1871'de Alman Birliği'nin sağlanmasından sonra,
Alman devletinden önemli yardım alabilme olanağı doğdu. 1873'te
Ġstanbul'da ayrı ayrı eğitim vermekte olan iki Alman okulu birleĢti. O
yıl, okulun 4 öğretmeni ve 147 öğrencisi vardı.
1873'e kadar Pera civarındaki kiralık binalarda barınan okul, aynı yıl Galata
yakınındaki kendi binasına taĢındı. Galip Dede Sokağı'na bitiĢik
Müeyyetzade Camii karĢısında bulunan ve Doğan Apartmanı olarak
bilinen binanın mimarı M. F. Cumin'di. Okulun planı, dönemin Alman
okul planlarına uygun olarak düzenlenmiĢti. On bir sınıflı ve üç katlı
olan binada, öğretmen konutları, bir sarnıç ve bir jimnastik salonu da
vardı. Dönemin okul binalarında sık
Alman
Lisesi'nin
ġahkulu
Bostanı
Sokağı'ndaki
bugünkü
binası.
Erkin Emiroğlu arşivi
rastlanan neoklasik üsluptan izler taĢıyan yapı, 1894'teki zelzelede büyük hasar
gördü. Sayıları sürekli artan, 1873'te 147; 1884'te 180 erkek, 137 kız
olmak üzere toplam 317'ye yükselen öğrencilerin ihtiyaçlarına
yetmeyen eski okul binasının yerine yeni bir bina yapılması gündeme
geldi. 1868'de okulun kurulmasına önayak olan Okul Birliği,
Ġstanbul'daki Almanlardan ve Almanya'dan o zamana, göre büyük bir
meblağ olan 100.000 mark topladı. Deutsche Bank'ın da mali
desteğiyle inĢa edilen o zamanlar on beĢ sınıflı yeni binaya Eylül
1897'de taĢınıldı. 1901'de binaya, kız okulu ve öğretmen evleri için
altı sınıflı bir bölüm eklendi. Alman Lisesi'nin bugün de bulunduğu
ġahkulu Bostanı So-kağı'ndaki bu bina üç katlıydı. Planlarını, binanın
inĢaatını da üstlenen Otto Kapp, eski binada olduğu gibi dönemin
eğitim ilke ve ihtiyaçları yanında sağlık koĢullarına ve pedagojik
iĢlevlere uygunluğu da göz önünde bulundurarak, hazırlamıĢtı.
Binanın cephesi pilastırlar ve neoklasik üsluba uygun dekoratif
unsurlarla bezenmiĢti.
I. Dünya SavaĢı sona erdiğinde Türkiye'deki Almanlar ülkeyi terk ederken Alman
Lisesi de kapatıldı, bina iĢgal kuvvetlerinin eline geçti. Okul Kasım
1924'te o zamanki adı Polonya Caddesi olan Nuriziya Sokağı'nda
geçici bir binada 100 öğrenciyle yeniden açıldı. Bir yıl sonra yeniden
kendi eski binasına taĢındı. O günlerde binaya merkezi ısıtma sistemi
eklendi. Neoklasik üsluba uygun olarak inĢa edilmiĢ eski düz çatı,
beĢik çatı ile değiĢtirilerek bugünkü haline getirildi. Bu onarım ve
ekler sıra-sında, binanın bazı karakteristik özellikleri değiĢime uğradı.
II. Dünya SavaĢı'nın son dönemlerinde, 1944'te kapatılan okul,
1953'te yeniden açıldı. Arada geçen sürede Beyoğlu Kız Lisesi olarak
kullanılan bina, 1953-1957 arasında önemli onarımlardan geçti.
Binaya bir jimnastik salonu ve müzik odası eklendi. Okulun
karakteristik Prusya üsluplu cephesi de değiĢtirilerek kıĢla
görünümünden uzaklaĢması sağlandı.
Bina, bazı küçük değiĢiklikler dıĢında, halen 1957'deki durumunu sürdür-
r
inektedir. Okulun "L" biçimindeki kitlesi, uzun koridorlu ve iki yanı derslikli bir
plana dayanır. Binanın dolaĢım eksenini oluĢturan koridorlar ve
oldukça geniĢ merdivenler, dersliklerden aynı anda çıkan öğrencilerin
rahat dolaĢımını sağlamayı amaçlamaktadır. Üst katlarda yer alan
spor, müzik vb iĢlevli salonlar Prusya okul mimarisinin ve 19- yy
Alman eğitiminin vazgeçilmez öğelerindendir. Binanın cephesi 19. yy
okul binalarında sık rastlanan sadeleĢtirilmiĢ, klasik bir cephedir. Bu
sade görünümü, korniĢler ve saçak süslemeleri tamamlamaktadır.
BaĢlangıçta Ġstanbul'daki Alman çocukların okul ihtiyacını karĢılamayı amaçlayan
okul giderek Alman, Ġsviçreli ve Avusturyalı öğrenciler yanında 18
değiĢik ulus ve tabiyetten öğrencilere de açıldı. Ġstanbul'un Türkler
arasında da rağbet gören seçkin okullarından biri oldu.
1879'da Direktör Mühlmann döneminde hazırlık sınıfı açılarak Almanca bilmeyen
çocukların da okula devam edebilmeleri sağlandı. 1880'lerden sonra,
öğrencilerin 16 yaĢına kadar eğitim görebilecekleri bir ortaokul yapısı
kazandı. 1898'de, Alman imparatorunun Ġstanbul'u ve okulu
ziyaretinden sonra, okula Alman resmi ortaokul diploması verme
hakkı tanındı. 19H'de son sınıflara sınavla Osmanlı diploması
verilmeye baĢlandı. I. Dünya SavaĢı yıllarında, bir ara, öğrenci
sayısının bine varmasının en önemli nedeni, Almanya dıĢında orta
dereceli Alman diploması veren tek Alman okulu olmasıydı.
1924'te yeniden açıldığında okulun 587 öğrencisi vardı. Bu sayı 1931'de 828'e
yükselmiĢti. Okul, kuruluĢunda olduğu gibi, Alman devletinden
yardım ve destek görüyordu. 1933'ten sonra, nazizm döneminde,
dönemin okul müdürü Scheuermann'ın da katkılarıyla eğitim büyük
yara almadan ve bağımsızlığı korunarak sürdürülebildi. 1954'te
BaĢbakan Konrad Adenauer'in ve 1957'de CumhurbaĢkanı Theodor
He-uss'un okulu ziyaretleri, Federal Almanya'nın bu eğitim kurumuna
verdiği önemin bir göstergesiydi. Okul bu destekten yararlanarak kısa
zamanda Ġstanbul'un seçkin özel yabancı okulları arasında yerini aldı.
Bu geliĢmede nazizm döneminde Almanya'yı terk eden hocası Leo
Spitzer'i izleyerek Ġstanbul'a gelmiĢ olan ve önce öğretmen, daha
sonra müdür yardımcısı, 196l'de okul müdürü olan Anstock'un payı
vardı.
Ġstanbul Özel Alman Lisesi günümüzde bir yıllık hazırlık sınıfı, üç yıllık orta kısım
ve dört yıllık lise kısmıyla, Türkçe-Almanca iki dilde eğitim yapan,
zorunlu Ġngilizce yanında seçmeli olarak Fransızca da okutan, fen
ağırlıklı bir lisedir. Sınıfların her biri A'dan D'ye dört Ģube olup A
Ģubeleri Alman tabiiyetindeki öğrencilerle daha önce Almanya'da
okumuĢ Türkiye Cumhuriyeti vatandaĢı öğrencilere ayrılmıĢtır.
Merkezi sınav sistemi ile öğrenci alınan okul-
da 1993-1994 öğretim yılında 259 kız, 698 erkek öğrenci eğitim görmektedir.
Bunlardan 114'ü çoğu Alman olmak üzere yabancı uyrukludur.
BURCU ÖZGÜVEN
ALMANCA BASIN
Almanya Osmanlı Devleti piyasalarına geç girdiğinden Almanca da basında geç
belirdi. Alman uzman ve iĢadamlarının sayısı119. yy ortalarından,
özellikle 1880'lerden sonra arttı; bundan dolayı gazete ihtiyacı ortaya
çıktı. Osmanisch-en Post'un ilk sayısı 20 Eylül 1890'da yayımlandı.
Alman Ġmparatoru II. Wil-helm'in Ġstanbul'a bir yıl önceki ziyaretinin
bunda etkili olduğu anlaĢılmaktadır. Gazete önce haftada iki gün,
sonra günlük çıktı; 1895'te kapandı. Sayıları gittikçe artan Alman ve
Avusturyalı tüccarlar bilgiye gereksiniyorlardı, bunun için 1896'da
Ġstanbul'da haftalık Köns-tantinopler Handelsblatt yayımlanmaya
baĢladı; 1905'te yayınını hâlâ sürdürüyordu. Gazete daha çok ticari,
mali, sınai ve ulaĢım konularından söz ediyordu. Sözü edilen iki
gazete de özel giriĢimcilerin çabalarıyla çıkarıldı. Bunların dıĢında,
Ġstanbul'da her gün 600 kadar Almanya ve Avusturya gazetesinin
satıldığı hesaplanmıĢtır.
Artan bilgi ihtiyacı, Ġstanbul'un, Alman gazetecileri ve ajansları için merkez haline
getirilmesi sonucunu da doğurdu. Frankfurter Zeitung 'un muhabiri
Paul Weitz 1895'ten 1918'e kadar 23 yıl Ġstanbul'da yaĢamıĢ, bütün
devlet adamlarıyla yakınlık kurmuĢ, bu arada Alman Elçiliği'nin
baĢlıca haber kaynağı olmuĢtu. Viyana'da çıkan Neue Freie Presse
"nin muhabiri Nevlinski de II.Abdülha-mid ile Siyonist lider Herzl
arasında bağ kurmakta önemli rol oynamıĢtır. Ayrıca Alman haber
ajansı Wolffsche Telegraf-er Bureau, Ġstanbul'da Ģube açarak, Wie-ner
Telegrafer Bureau ise Agence de Constantinople ile bağ kurarak iki
taraflı haber akımını sağlıyorlardı.
1908'de II. MeĢrutiyet'in ilanı Almanları daha etken bir mekanizma iĢletmeye
yöneltti. Ekonomik etkinliği artırmak kadar siyasal etkinliği de
artırmak planlandı. Alman DıĢiĢleri Bakanlığı'nın yönetiminde Loewe
ve Krupp gibi silah fabrikalarıyla National Bank ve Deutsche Bank'ın
mali katkılarıyla 18 Aralık 1908'de Osmanischer Lloyd Almanca ve
Fransızca (Lloyd Ottoman) olarak yayıma baĢladı. Yeterli sayıda
Almanca okuyan belirince Fransızca nüshanın yayımdan kaldırılacağı
belirtiliyordu. 1918 sonuna kadar yaĢayan Osmanischer Lloyd, ilk
yılında 836 nüsha basarken 1915'te 6.700 nüshaya ulaĢtı. Gazete
Alman makamlarından her yıl 100^200 bin mark arasında yardım
alıyordu. SavaĢ sırasında yerli gazetelerin aksine kâğıt ve baskı
malzemesi sıkıntısı çekmediğinden Fransızca nüshasının 1.800'lük
tirajı diğer Fransızca gazetelerin iki misline ulaĢıyordu.
213 ALTI-YEDĠ EYLÜL OLAYLARI
SavaĢ sırasında, daha çok askeri uzmanlar ve makamlar için Neuen Türkei, Jilderim
(Yıldırım), The Verteidigung (Fransızca nüshası Defense Nationale)
gazeteleri Türkçe olarak da çıkmıĢ fakat etkileri çok sınırlı kalmıĢtır.
Hitler'in iktidara geliĢinden sonra yoğunlaĢan propaganda çabalarının aracı olarak
Ġstanbul'da 1944'e kadar Türkisc-he Post adlı bir gazete de
yayımlandı.
Bibi. I. Jacobsen, Die Deutsche Pressepolitik und Propagandatâtigkeit im
Osmanischen Reich, (doktora tezi), Hamburg Üniversitesi, 1987.
ORHAN KOLOĞLU
ALTI-YEDĠ EYLÜL OLAYLARI
Kıbrıs sorununda Yunanistan'a karĢı Türkiye'nin tepkisini gösterme gerekçesiyle
Ġstanbul ve Ġzmir'de, bir ölçüde de Ankara'da, ulusal duyguların
vandaliz-me dönüĢtürüldüğü ve Rum vatandaĢların taĢınır ve taĢınmaz
mallarının yağmalandığı 6-7 Eylül 1955 gecesi, Türkiye'nin içinde
bulunduğu ekonomik bunalımın da bir göstergesiydi. Yunanistan
aleyhine bir gösteri biçiminde baĢlayan olay, taĢkın halkın amansız bir
servet düĢmanlığına dönüĢtü.
Demokrat Parti 50'li yılların ortalarında ekonomik sorunlarla karĢı karĢıya gelmiĢti.
Toplumda hoĢnutsuzluk artıyor, muhalefet giderek bastırıyordu.
Demokrat Parti yönetimi içteki baskıyı azaltmak kaygısıyla
kamuoyunun dikkatini dıĢ olaylara çekmeyi denedi. Kıbrıs sorunu
kısa sürede milli davaya dönüĢtü.
Yunanistan Enosis'te diretiyor, Ġngiltere ise Türkiye'yi de taraf haline getirerek
Yunanistan karĢısında konumunu güçlendirmeyi deniyordu. Bu sırada
Kıbrıs'ta terör olayları artmıĢtı ve Türkler giderek mağdur oluyordu.
Nitekim Türkiye de, bir süreden beri Kıbrıs'la ilgilenmeye baĢlamıĢ ve
"Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır" belgisi, giderek kamuoyuna
benimsetilmiĢti. Ġngiliz Uluslar Topluluğu'nun bir iç sorunu gibi
görünen Kıbrıs sorunu kısa sürede uluslararası bir nitelik kazandı.
1955'te terör olayları Kıbrıs'ta tırmanıĢa geçmiĢti. Haziran 1955'te Ġngiltere, Türkiye
ve Yunanistan'ı bir konferansa çağırdı. Türkiye çağrıyı kajpiul etti ve
Yunanistan'a sert bir nota .vererek Kıbrıs konusundaki kıĢkırtmalara
son verilmesini istedi. Adanın kaderini belirleyecek görüĢmeler 27
Ağustos 1955'te Londra'da baĢladı. GörüĢmelerden üç gün önce,
Menderes, "Kıbrıs'taki kardeĢlerimizin yakın günlerde umumi bir
tecavüz tehlikesi karĢısında bulundu-ğu"ndan söz etti. DıĢ politikada
son derece gergin bir dönem yaĢanıyordu.
Konferansta Yunanistan Enosis'i savundu. Türk kamuoyunun dikkati Londra'ya
çevrilmiĢti. Basın görüĢmelere geniĢ yer veriyordu. Bu arada Kıbrıs
Türk Kültür ve Yardım Cemiyeti, Kıbrıs Okullarından YetiĢenler
Cemiyeti, Kıbrıs Koruma Cemiyeti, Kıbrıs Türk Derneği gibi
dernekler kurulmuĢ, kamuoyu
f
labalık çığ gibi büyüdü; giderek hareketlendi ve denetimden çıktı. Bu arada binlerce
sopa ve demir yerden bitercesine ortalığa yayıldı. Sokaklarda birtakım
kimselerin "on binlerce lira kazanıyor, iki paralık malı iki liraya
satıyorlar" diye kulaklara fısıldadıkları duyuluyordu. Saldırılacak
dükkân ve evler, önceden saptanmıĢ, tahrip edici araçlar hazırlanmıĢtı.
Bir süre sonra Beyoğlu'nda, Kara-köy'de Rum vatandaĢlara ait
dükkânların kepenkleri demir çubuklarla sökülüyor; camlar
kırılıyordu. TaĢkın halk içeriye dalıyor; ne kadar eĢya varsa dıĢarı
fırlatıp o dakikada kullanılmaz hale getiriyordu. Çapulculuk ve
kundukçılığın önü almamıyordu. Kısa sürede tecavüz meskenlere,
mabetlere ve mezarlıklara kadar geniĢledi.
ALTI-YEDĠ EYLÜL OLAYLARI 214
6-7 Eylül gecesi istanbul sokaklarında yaĢanan olaylardan bir görünüm. Cumhuriyet
Gazetesi Arşivi
bu konuda sürekli canlı tutulmuĢtu. Kıbrıslı Türkler 4 EylüPde Londra'da bir gösteri
yaptılar. Türkiye'de de benzer bir gövde gösterisi, dengeleri Kıbrıs
Türkü'nün lehine çevirebilirdi.
6-7 Eylül Olayları, 6 Eylül günü ikinci baskı yapan İstanbul Ekspres ve Hürriyet
gazetelerinin Atatürk'ün Selanik'teki evine yapılan bombalı saldırıyı
büyük puntolu harflerle manĢete çıkarmalarıyla baĢladı. Haber derhal
yayıldı; bütün yurtta infial ve hiddet uyandırdı. Ülkede hava, Kıbrıs
sorunu nedeniyle, haftalardır zaten gergindi.
6 Eylül öğleden sonra yükseköğrenim gençliği bir gösteri düzenledi. Havanın
kararmaya baĢladığı saatlerde yer yer gruplar ortaya çıktı. Büyük
ölçüde Tak-sim'de toplanıldı. Birkaç saat içinde ka-
6-7 Eylül Olayları'ndan taĢıtlar da nasibini almıĢtı. Cumhuriyet Gazetesi Arşivi
Saldırganlık akıl almaz boyutlara ulaĢmıĢ, çapulculuk ve yağmacılık baĢlamıĢtı. Kitle
psikolojisinin yönüne kapılan insanlar, bilinçsiz ve kendilerini
kaybetmiĢ bir biçimde çevrelerinin etkisine giriyorlar; gördüklerini
yapıyorlardı, isimleri yabancı veya sahipleri Rum olan dükkânlara
kuru kalabalık dolmuĢtu. Mücevhercilerdeki mücevherat, saat-
çilerdeki saatler, avizecilerdeki avizeler, porselen takımlar havalarda
uçuĢuyordu. Yağmayı durdurmak imkânsızdı. Ġzmir'de Yunan
Konsolosluğu ve Fuar'da-ki Yunan pavyonu ateĢe verilmiĢti.
Ordu ancak gece yansından sonra olaya hâkim olabildi. 7 Eylül sabahı bütün
istanbul'un üzerine ağır, hazin bir hava çökmüĢtü. Kent sanki büyük
bir afet görmüĢ; bir gece önce, âdeta bir siklon koca Ġstanbul'u periĢan
etmiĢti. Sabaha karĢı kentin caddelerinde bulunanlar gördükleri
manzaraları hayatlarının sonuna kadar unutamayacaklardı. O gece
Beyoğlu sanki talan edilmiĢ bir düĢman mahallesiydi. Taksim'den Tü-
nel'e kadar uzanan yoldan geçmek olanaksızdı. Bütün cadde,
kepenkleri kınlan dükkânlardan alınan eĢyalarla doluydu. Her renkten
ve çeĢitten kumaĢ yerlerde sürünüyordu. Kaldırım taĢları, tramvay
hattı, iki taraftaki asfalt tamamıyla kumaĢla örtülmüĢtü. Ötede beride
kırılmıĢ, parçalanmıĢ buzdolapları, radyolar, bisikletler yatıyordu.
Cadde cam parçalarıyla doluydu. Orada burada otomobiller devrilmiĢ,
yakılmıĢ, tekerlekleri boĢlukta dönüyordu. Taksim'deki ve
Galatasaray'daki kiliselerden henüz sönmemiĢ yangınların dumanları
yükseliyordu. Ġstiklal Caddesi'nde üç dükkândan ikisi • tamamıyla
harap edilmiĢti.
Ġstanbul'un diğer semtlerinde de durum farksızdı. Bilinçsiz kalabalık önüne ne
çıkarsa eziyor, sahipleri Rum diye bilinen ne kadar dükkân varsa aynı
akıbete uğruyordu. KöĢedeki, kıyıdaki bakkal dükkânları, sütçüler,
ayakkabı tamircileri dahi talandan kurtulamadı. Rum evlerine girilip,
insanlar sokaklarda sürüklendi. Sanki bir sadizm dalgası Ģehri bir
uçtan öbür uca sarmıĢtı. Ġlk tahminler maddi zararın bir milyar lirayı
geçtiği doğrultusundaydı. Saldırıya uğrayarak, yağmalanmıĢ ve
yakılmıĢ toplam dükkân ve ev sayısı 5.538'di. 2 manastır, 8 ayazma ve
71 kilise tahrip gördü. Bu arada mezarlıklarda bazı kabirler de tahrip
edildi. Ruhaniler tehdit edildi; tartaklandı, biri öldürüldü.
Gece yarısı dolaylarında, Ankara yolunda olan BaĢbakan Adnan Menderes'ten
sıkıyönetim ilan edildiği haberi geldi. Ancak yönetim bu konuda son
derece kararsızdı. Nitekim ertesi sabah sıkıyönetim erkenden
kaldırılacak, ama , akĢamüzeri yeniden konacaktı. Bakanlar Kurulu
üyeleri ivedi istanbul'a çağrıldı. BaĢbakanın basın konferansını
müteakip toplanan Bakanlar Kurulu yeniden sıkıyönetim ilanına karar
verdi. Bu kararı, cumhurbaĢkanının, Meclis'i 12 EylüPde toplantıya
çağırması izledi.
12 Eylül Pazartesi günü Meclis olağanüstü toplanarak istanbul olaylarını görüĢtü.
Muhalefet lideri Ġsmet inönü iktidara uyarı niteliğinde bir konuĢma
yaptı: 6-7 Eylül Olayları'nda Türkiye'nin kaybı asıl manevi yönden
ağırdı. VatandaĢın el sürülmez haklan, kanun himayesi, hukuk devleti
gibi kavramlar ağır darbe yemiĢti. Bu olaylar vatanı cehennem kılan,
Türk ulusunu uygarlık karĢısında lekelemeye yönelik giriĢimlerdi.
Ġnönü konuĢmasında sıkıyönetimin kaldırılmasını da istedi. Ancak DP
Meclis Grubu, sıkıyönetimin altı ay sürmesine daha önce karar
vermiĢti. Bir görüĢe göre, sıkıyönetim, hükümetin muhalefeti daha
kolaylıkla kontrol altına alabilmesi için ilan edilmiĢti.
DıĢiĢleri Bakanı Köprülü suçu "komü-nistler"e yüklemeyi denedi. Emniyette dosyası
bulunan birçok solcu, herhangi bir delil olmaksızın, olay ertesi hemen
tutuklandı; sorgusuz sualsiz aylarca hapis yatırıldı. Zafer gazetesi:
"Müessif hadisenin tahrikçilerinden Ġstanbul'da 43 kızıl yakalandı"
haberini veriyordu. Hapse atılanlar arasında, Hasan Ġzzettin Dinamo,
Aziz Nesin, Faik Muzaffer Amaç, Hamdi ġamilof, Kemal Tahir,
doktor Bo-ratav kardeĢler, Arslan Kaynardağ, Asım Bezirci, Emin
Sekün, Hadi Malkoç, Ġsmet Selimoğlu, Recep Yelkenkaya vardı. Vâlâ
Nurettin, Ġstanbul Sıkıyönetim Komutanı Nurettin Aknoz'a Harbiye'de
tutuklu bulunan elli iki kiĢiyi ne yapacaklarım sorduğunda "istanbul'u
yaktıran o heriflerdir. Hepsine müstehak oldukları cezayı
verdireceğim. On, on beĢini sallandıracağım, geri kalanını da yirmi
beĢer, otuzar yılla zindanda çürüteceğim" yanıtını almıĢtı. Bu arada
Demokrat Parti, tezini doğrulatmak için, Amerika'dan uzman
getirterek 6-7 Eylül Olayları'nı inceletti. Amerikalı uzman,
komünistlerin bu kadar güçlü olmaları durumunda, etrafı tahrip
edeceklerine ihtilal yapmayı yeğleyeceklerini kaydederek DP'nin
"komünist parmağı" görüĢünü reddetti.
12 Eylül günü toplanan Meclis'te günün en ilgi uyandıran konuĢmalarını DP'nin
Ermeni ve Rum iki milletvekili yaptı. Özellikle Hacopulos'un
konuĢması pek çok acı noktayı içeriyordu, istanbul Rum milletvekili
bizzat baĢına gelenleri anlattı. Polisin olaya seyirci kalıĢını gündeme
getirdi. Hacopulos'a göre, kolluk kuvvetleri sanki masum vatandaĢları
değil, mütecavizleri koruyordu. Hacopulos, 80 yaĢındaki anne ve
babasının nasıl tartaklandığım, kiliselerinin nasıl yakıldığını bir bir
söyledi.
Meclis'te herkes mütacavizleri telin ediyordu. Ancak hükümet kuvvetlerinin gerektiği
gibi müdahale etmediği, önlenebilecek olayların önüne geçilemediği
genel kanıydı. Daha sonra BaĢbakan Adnan Menderes ve yardımcısı
Fuad Köprülü de bunu kabul edecekler, kolluk kuvvetlerinin
milliyetçi bir gösteri olduğu kamsıyla ayaklanmaları bastırmadıklarını
ve bu nedenle iyi çalıĢmadıklarım bizzat söyleyeceklerdi.
Menderes'e göre olay, "bir gençlik, bir talebe grubunun harekete geçmesiyle"
baĢlamıĢtı. Öğrenci dernekleri, Kıbrıs Cemiyeti ve bu tür kuruluĢlar
"birtakım muzır eĢhasın, muzır faaliyetlerine meĢruiyet kisvesini ve
siperini" teĢkil etmiĢti. Kısaca ayaklanmadan yine komünistler
suçlanıyordu. Öte yandan hasıl olan psikoz, o derece birden patlamıĢtı
ki, ilk anda polis güçleri mefluç hale gelmiĢti. Menderes Kıbrıs
sorununun bütün vicdanlarda bir "cihat" gibi gösterilmiĢ oluĢu
nedeniyle kolluk kuvvetlerinin geliĢmelere anında müdahale
edemediğini vurguluyordu. "ġeytan, rahmani bir kılığa girerek"
karĢılarına çıkmıĢtı.
6 Eylül gecesi istanbul ve izmir'de, 9 EylüPde Ankara'da sıkıyönetim ilan edildi.
"VatandaĢları tahrik ve memleketin yüksek menfaatlerine aykırı
olarak hükümet kuvvetlerine karĢı koymak suretiyle giriĢilen toplu
hareketlerin amme huzur ve asayiĢini ihlâl edecek istidat göstermesi"
sıkıyönetim ilanına gerekçe gösterildi. Hükümet "yağmacılığın ve
tahrikçiliğin, merkezi Beyrut'taki kızıl bir örgütçe hazırlandığı" ve
buna alet olduğu gerekçesiyle Kıbrıs Türktür Ce-miyeti'ni kapattı. Bu
dernekte bazı
7 Eylül sabahı Ġstiklal Caddesi. Cumhuriyet Gazetesi Arşivi
215 ALTI YEDĠ EYLÜL OLAYLARI
CHP'lilerin yer aldığını bilen DP, olayların kısmen de olsa CHP tarafından
düzenlenmiĢ olabileceği görüntüsünü vermeye çalıĢtı. 10 Eylül günü,
Namık Gedik içiĢleri Bakanlığı'ndan istifa etmek zorunda kaldı. Bu,
hükümetin verdiği tek Ģekli tavizdi.
6-7 EylüPde tahrip edilen milli servetti. Kıbrıs sorununda puan kazanmak istenirken
dünya kamuoyu önünde Türkiye çok güç duruma düĢmüĢtü. Olaylarla
ilgili olarak önce 6.000 kiĢi tevkif edildi. Bir süre sonra 3.000'i serbest
bırakıldı. Ancak yüzlerce vatandaĢ, olayla ilgili olarak sorgusuz
sualsiz dört ay boyunca Selimiye KıĢlası'nda tutuklu kaldı. Sonuçta
yargı önüne çıkarıldılar ve beraat ettiler.
Hükümet yapılan tahribatı tazmin yoluna gitti ve zarar sahiplerine 68 milyon lira
ödedi. Zarara uğrayan kurumlar o yıl gelir vergisinden muaf tutuldu.
Yunanlıların istediği manevi tamir yani tarziye Türk Hükümeti adına
büyükelçi tarafından tebliğ neĢretmek suretiyle yapıldı. Yunanlılar,
bunu yeterli görmediklerinden dolayı, UlaĢtırma Bakanı Muammer
ÇavuĢoğlu, 24 Ekim 1955 günü Ġzmir'de NATO Karargâhı'na Yunan
ALTTMERMER
216
T
217
ALTIN KAPI
ki taĢ ve tuğla tekniği çok açık surette 13-14. yy'ların Bizans duvar örgüsüne iĢaret
eder.
Fetihten az sonra 1457/58'de II. Mehmed tarafından Altın Kapı ve yanlarındaki
kulelerin arkası kuleli bir duvarla çevrilip burası bir hisar biçimine
sokularak tarihe Yedikule Hisan(->) olarak geçmiĢti. Kulelerden
güney tarafındaki zindan yapılmıĢ, hattâ II. Osman burada
öldürülmüĢtür.
Altın Kapı'nın önünde, ön surun küçük kapısı ve burçları bulunmaktadır, iki sütunun
desteklediği bir kemerden ibaret olan bu kapının, mimarisi bakı-
bayrağının çekilme merasiminde hükümet adına bulunarak tarziye anlamına bayrağı
selamladı.
6-7 Eylül Olayları 27 Mayıs 1960'ta DP'nin bir askeri darbe ile iktidardan
uzaklaĢtırılmasından sonra, Yassıada mahkemelerinde tekrar gündeme
geldi. Mahkeme 6-7 Eylül Olayları'm Anaya-sa'yı ihlal suçunun maddi
unsuru olarak kabul etti. DuruĢmalar sırasında Menderes, olayların
tertip olmadığım; bu tür bir olayın daha önceki hiçbir hükümetin
baĢına gelmediğini; o nedenle önlem alınmasının olanaksız olduğunu
vurguladı.
Ancak, Menderes'in inkârına rağmen genel kam, 6-7 Eylül'de tertip unsurunun
olduğu doğrultusundaydı.
Gösterilerin bir tertip eseri olduğu mahkeme tarafından Ģu kanıtlara dayandırılıyordu:
Olaylar Ġzmir ve istanbul'da aynı zamanda baĢlamıĢ; aynı tür tahrip
araçları kullanılmıĢtı, ilgililer olay saatinden kısa bir süre önce
istanbul'dan uzaklaĢmıĢlar, sadece içiĢleri Bakanı Namık Gedik
istanbul'da kalmıĢ; ancak olayların vahamet kazanması üzerine,
baĢbakan ve cumhurbaĢkanı Sapan-ca'dan geri dönmüĢlerdi, istanbul
Valisi Fahrettin Kerim Gökay'ın istifa ederken söyledikleri, yukardan
direktif aldığı Ģeklinde yorumlanmıĢtı.
Yine dava sırasında ortaya çıktığı kadarıyla, önlem alınan yerlerde tecavüz
olmamıĢtı. Mesela Eyüp'te o tarihte 263 fabrika bulunuyordu. Ancak
burada kolluk kuvvetleri önlem aldığı için hiçbir tecavüz olayı
saptanmamıĢtı. Keza istanbul Valisi Rum Ortodoks Patrikha-nesi'ne
telefon ederek telaĢlanılmaması-nı, patrikhane için güvenlik
önlemlerinin alındığım bildirmiĢti. Nitekim patrikhaneye iliĢilmedi.
ilginç bir örnek de Kınalıada'da görülmüĢtü: Kınalıada'yı tahrip için karĢı sahilden
kayıklarla gelen kafileye, Kına-lıada emniyet amiri "Burası tamam; siz
baĢka yere gidin!" demiĢti.
Olaydan sonra Milli Emniyet MüfettiĢliği tarafından yaptırılan tahkikat da aynı
doğrultuda sonuca varıyordu. MüfettiĢ Korgeneral Behçet Türkmen'in
verdiği raporda, olayın birbirinden uzak mekânlarda aynı anda
baĢladığı; bazı yerlerde göstericilere talan vaat edildiği; Rum mağaza
ve dükkânlarının bilinerek, ilk anda hedef olduğu; olaylar Kıbrıs'taki
geliĢmelere bir mukabele olarak baĢlasa da, bilincini kaybeden
topluluğun önlemlerin alınmayıĢı nedeniyle talana yeltendiği
kaydediliyordu.
Daha sonraki yıllarda, 1960'lardan sonra, 6-7 Eylül'ün ilk kıvılcımı olan, Atatürk'ün
Selanik'teki evine bomba atılmasının, bir tertip olduğu da ortaya çıktı.
6-7 Eylül Olayları Demokrat Parti iktidarının sertleĢmesinin baĢlangıcı oldu. Ġlan
edilen sıkıyönetim istanbul'da 279 gün sürdü.
ZAFER TOPRAK
ALTEMERMER
Türk döneminde Rumların "Eksimarma-ra" diye adlandırdıkları Kocamustafapa-Ģa
bölgesindeki Çukurbostan (Mokios açık sarnıcı) çevresi, Rumca
sözün Türkçeye çevrilmesiyle Altımermer'e dönüĢmüĢtür. Bugün de
aynı bölgede Altımermer Caddesi vardır. Koçu burasının, eski kent
teĢkilatı içinde Samatya nahiyesinin Seyit Ömer Mahallesi ile
civarındaki Altımermer bostanları olduğunu yazar. Bütün sur çevresi
eskiden bostan olduğu için bu tanımın alan tanımı ile ilgili bir değeri
yoktur. Bizans dönemi kent tarihçileri, bu arada Janin, Eksimarmara
deyiminin Rumlar tarafından bölgenin eski adı olan Eksokionion
sözünün bozulmasından ürediğini yazarlar. Bunun inandırıcı bir
açıklama olduğu söylenemez. Eksokionion dıĢ re-vak anlamına gelir
ve patriograflara göre, Konstantin surları dıĢında bir kapı önünde inĢa
edilen ve imparatorun heykelini taĢıyan bir sütunla onun çevresindeki
revağa iĢaret eden bir sözcüktür. Pseudo-Kodinus, antik siteden gelen
bu revak sütunlarının 10. yy'da hâlâ görüldüğünü söyler. Türk
döneminde de bu sütunlar bir süre yerinde kalmıĢ olmalıdır. Fakat
Janin'in dediği gibi bu bölgenin Konstantin suru ile Teodosius suru
arasındaki bütün alanların adı olduğu kabul edilemez. De
Ceremonitâde imparatorun Balıklı'ya Kserolofos'da (Yedinci Tepe,
yani CerrahpaĢa) Arka-dios Forumu'ndan daha sonra Mone-ta'dan
geçerek Eksokionion'a vardığı yazılıdır. Bu sınırlı bir alana iĢaret
ediyor, imparator paskalyadan sonraki dördüncü haftada Aziz Mokios
Kilise-si'ni ziyaret edip dönerken Moneta denilen yapıda YeĢiller ve
Mavilerle görüĢüyordu. Kilise bugün yeri belli olan Çukurbostan
(Mokios Sarnıcı) yakınında olduğuna göre, Eksokionion da, bugünkü
gibi, Türklerin Altımermer dedikleri bölge olmalıdır. Fatih döneminde
Altımermer Mescidi Mahallesi vardır. Bu da Altımermer'in belirli bir
bölgenin adı olduğunu kanıtlamaktadır.
Bibi. De Ceremoniis; Mordtmann, Esquisse-, Janin, Constantinople byzantine;
"Altımermer", İSTA, II, 731.
DOĞAN KUBAN
ALTIN KAPI
Ġstanbul kara tarafı surlarının, Yedikule kesiminde imparatorların zafer alayı baĢında
Ģehre giriĢ yaptıkları Bizans dönemine ait ana tören kapısıdır.
Yaldızlı Kapı olarak bilinen bu giriĢ, Latince "Porta Auera", Grekçe "Krisai pilai"
(Kriseia pile veya porta) olarak adlandırılmıĢtı. Osmanlı döneminde
ise Yedikule Kapısı olarak tanınmıĢtır. Batıda Trakya yönünden
uzanan Ģehirlerarası Via Egnatia denilen yol bu kapı önüne kadar gelir
ve kapıyı aĢtıktan sonra Ģehrin içindeki Mese(-») adı verilen anacadde
ile Ayasofya önündeki meydana kavuĢurdu.
Altın Kapı, üç gözlü bir mimariye sahip olduğundan, dıĢ ifadesi bakımından bir zafer
takına benziyordu. Bu hususu dikkate alan bazı sanat ve istanbul
tarihçileri, baĢta J. Strzygowski olmak üzere, bunun, esasında arazide
yapılmıĢ bir zafer takı olduğunu ve kara tarafı surlarının inĢası ile
onlarla birleĢtirilerek kapı haline getirildiğim ileri sürmüĢlerdir.
Ancak sonraki inceleme ve araĢtırmalar bu görüĢün inanılır
olmadığını ve Altın Kapı'nın surlar ile beraber bir bütün olarak
yapıldığını ortaya koymuĢtur. Kapı, adını altın yaldız kaplamalı kapı
kanatlarından almıĢtı. Sadece imparatorlara mahsus olduğundan,
bunun az yukarısında kuzeyde, surlarda halk için bir kapı daha
açılmıĢtı. Yeni Yedikule veya sadece Yenikapı denilen bu kapı Türk
devrinde büyük ölçüde değiĢikliğe uğramıĢ olmakla beraber, esasının
Bizans dönemine ait olduğu kabul edilir.
Üç gözlü olan Altın Kapı'nın iki yanında 16,87 m ileri taĢan kare planlı iki kule
vardır. Her biri 18,34 m geniĢliğinde olan bu kulelerin arasında daha
geride olan üçlü giriĢ cephesi yer alır. 19,40 m yükseklik ve 29,34 m
geniĢliğindeki bu cephenin ortasında açılan kemerli esas kapı 15,50 m
yüksekliğinde ve 8,50 m geniĢliğindedir. Ġki yanındaki yine kemerli
küçük geçitler 10,88 m yükseklik ve 5,75 m geniĢliğindedir. iki büyük
kule ("propile'ler) ve 66 m'yi bulan üçlü cephe tamamen Marmara
Adası (Pro-konnessos) mermeri ile kaplanmıĢtır. Bunlar da çok
muntazam iĢlenmiĢ, 1,90 m boyunda, 0,37 m yükseklik ve 0,95 m
kalınlığında bloklar halinde yontulmuĢtur. Kulelerin üstlerinin, etrafı
mermer korkuluklu teras olduğu anlaĢılmaktadır. Kulelerin saçak
silmelerinin köĢelerine ise birer Roma kartalı kabartmasının iĢlenmiĢ
olduğu dikkati çeker. Ortadaki kapının büyük kemer taĢlarında
evvelce altın kaplamalı bronz harflerden bir kitabe bulunduğu çok
eskiden beri tespit olunmuĢ ve bu harfleri bağlamak için açılan kemer
deliklerinden harfler teĢhis olunarak Trakya tarafındaki Latince kitabe
okunmuĢtur: AVREA SAECLA GERĠT QUIPORTAM CONSTRVIT
AURO
Ünlü Fransız araĢtırıcı Charles du Canğe'ın (1610-1688) istanbul'a hiç gelmeksizin,
tespit ettiği bu metin, "kapıyı altın olarak yaptıran altın bir devir
yarattı" Ģeklinde çevrilebilir. Kapının, Ģehre açılan doğu tarafındaki
kemerinde ise aynı sistemle düzenlenmiĢ ikinci kitabe bulunuyordu:
HAEC LOCA THEVDOSIVS DECORAT POST FATA TYRANNI
Bu metnin çevirisi de Ģöyledir: "Tiranı yok ettikten sonra Teodosius burayı süsledi".
Altın Kapı'nın aslında bir zafer takı olduğunu düĢünenler, bu yazıda adı geçen
imparatorun I. Teodosius (379-395) olduğunu düĢünüyorlardı. Ancak
bu hükümdarın, Hippodrom'da Dikili-taĢ'ın kaidesindeki kitabesinde
çoğul olarak "tiranlara karĢı zaferinden" bah-
Altın Kapı'nın
üç gözlü
anıtsal giriĢini
gösteren
çizim.
Fritz Krischen, Die
Landmauer von
Konstantinopel,
Berlin, 1938
Alman Arkeoloji
Enstitüsü
sedümesi, halbuki Altın Kapı'da tekil olarak yalnızca bir tirana karĢı kazanılan
zaferin anılması, burada adı geçen imparatorun II. Teodosius (408-
450) olması gerektiğini gösterir. (Tiran: Geç imparatorluk döneminde,
otorite boĢluğundan faydalanarak kendilerini dıĢ eyaletlerde
imparator ilan ettiren kiĢilerdir). Gerçekten I. Teodosius, tahta ortak
olmak isteyen Maximus ve oğlu Victor'a karĢı savaĢmıĢ, II. Teodosius
ise yalnızca 423'te italya'da ayaklanan Primecerius ile çarpıĢmıĢtır. Ph.
Schwe-infurth tarafından ileri sürülen bu görüĢ inandırıcıdır. Bu
duruma göre Du Can-ge'dan beri kapının L Teodosius tarafından
yaptırıldığı hipotezi kapanmıĢtır. Bu duruma göre II. Teodosius
tarafından, Ģehrin kara tarafı surları 412 yılına doğru pmefectus
praetorio (eparkhos) Anthemius tarafından inĢasına baĢlanıp, büyük
ihtimal ile 439'a doğru tamamlandığında Altın Kapı da inĢa edilmiĢ
olmalıdır (bak. Surlar). Malzeme farklılığı dıĢında Altın Kapı, surların
diğer kapıları ile aynı prensiplere uygun olarak yapıldığına göre bir
bütünün parçasıdır. Mermer cephe yüzeyine kırmızı ve siyah boya ile
bazı yazılar da yazılmıĢtır. Bunlardan Grekçe olanında "Basileios'a
çok yıllar" temenni edilir; Latince olanları ise "cornuti" ve "leones
iuniores" denilen askeri birlikler ile ilgili olup, bu yazılar büyük
ihtimalle II. Teodosius'un Primecerius'un öldürülmesinden sonra
Ġtalya'ya gitmek üzere
yola çıkıp, geri dönmek zorunda kalması üzerine, onun Ģehre giriĢinde yazılmıĢtır.
Altın Kapı Bizans Ġmparatorluğu'nun sonlarına doğru eski haĢmetini kaybetmeye
baĢlamıĢtı. Evvelce Trakya'dan istanbul yönünde giden herkesin, daha
çok uzaklardan heybetli beyaz kitlesi ile gözünü dolduran, Roma'ya
nazaran yabancı sayıldıklarından "Barbar" denilen insanların hayretini
çeken bu muhteĢem kapı tesisinin üç açıklığı içleri doldurulmak
suretiyle kapatılmıĢ, hattâ iĢlemeli baĢlıklar olan yan dikmelerin
yerleri değiĢtirilmiĢtir. Soldaki giriĢin dolgusunda-
Alün Kapı'nın giriĢ cephesini kare planlı kuleler ve surlarla birlikte gösteren
çizimden ayrıntı. Fritz Krischen, Die Landmauer von Konstantinopel,
Berlin, 1938 Alman Arkeoloji Enstitüsü
ALTINAY, AHMED REFĠK
218
r
219
ALTINAY, AHMED REFĠK
yazılmıĢtır. Gönül (1932) adlı Ģiir kitabında topladığı Ģiirlerinden birçoğu Ġstanbul
esintili olup bestelenmiĢtir.
Türkiye'de henüz resmi tarih yazıcılığının ve ağır anlatım dilinin geçerli olduğu bir
dönemde Ahmed Refik'in tarihi açık, kolay anlaĢılır biçimde sunması
kimi çevrelerce yadırganmıĢ ve eleĢtirilmiĢtir.
Gazete ve dergilerde 1901-1937 arasında 741 makale, sohbet, biyografi,
mından ilgi çekici bir tarafı yoktur. Yalnız bunun 19. yy'ın ilk yarısı baĢlarında II.
Mahmud devrinde tamir edildiği, kapı kemeri üstündeki tuğradan
(1992'de sökülüp çalındı) ve fresko olarak yapılmıĢ bunu çevreleyen
Osmanlı devlet armasından anlaĢılıyordu. Bu arma da son yıllarda yok
olmuĢtur. Bizans döneminin sonlarında 14. yy'da kapının iki
yanındaki duvar yüzeylerine, daha eski yapılardan çıkarılan mermer
konsol ve sövelerle çerçeveler yapılarak bunların içlerine, yine antik
çağa ait bir yapıdan çıkarılmıĢ, mermerden kabartmalarla süslü on iki
levha yerleĢtirilmiĢti. MS 2. yy'a ait kabartmalar, mitologya konulu
olup bunlarda Herakles, Afrodit, Apol-lon ve Faeton'un maceraları
anlatılıyordu. Fetih'ten sonra da yerlerinde kalan bu levhalar,
Ġstanbul'da 1621-1628 yılları arasında Ġngiltere elçisi olarak bulunan
Sir Thomas Roe'nin (1584-1644) ilgisini çekmiĢtir. Roe aldığı bir izne
güvenerek bunları söktürmüĢ, ancak çevre halkının Ģiddetle karĢı
koyması üzerine kabartmaları götüremeyip, sökülmüĢ halde yere
bırakmak zorunda kalmıĢtır. Fakat bunlar toplanmadığından dağılarak
kaybolmuĢ, bazı parçalar ise Batı müze ve özel koleksiyonlarına
gitmiĢtir. Bugün yalnızca çerçevelerinin kalıntıları görülür. 1894
depreminde Altın Ka-pı'nın yanındaki güney kulesinin yukarı
kısmındaki mermer kaplama, ana duvardan çok tehlikeli biçimde
ayrılmıĢ ve böylece yarım yüzyıl durmuĢtur. Uzmanlarca çoğu çok
zahmetli ve masraflı tamir sistemleri teklif edilirken yüksek mimar
Cahide Tamer 1960'larda büyük bir baĢarı ile buradaki restorasyonu
gerçekleĢtirmiĢ, eksik kısımları bütünü ile değil, fakat evvelce var
olduğunu gösterecek biçimde kısmen yapmıĢtır. Bu vesile ile Altın
Kapı içi, geçitleri ve döĢemesi de temizlenmiĢtir. Maalesef, büyük
kemerin taĢlan yenilenirken, üstlerinde kitabe harflerinin kenet
delikleri olan taĢlara dikkat edilmediğinden bunların yerlerine düz
taĢlar konulmuĢtur. Altın Kapı'nın üstünde olduğu bilinen Te-odosius
ve zafer tanrıçası Nike heykellerinden hiçbir iz yoktur. Yalnız son
tamir sırasındaki temizlikte toprak içinden, dıĢarıdaki kabartmalardan
bazı küçük parçalar bulunmuĢtur. Daha baĢka parçalar da 1930'larda
yapılan kazılarda meydana çıkarılmıĢtı.
Bibi. J. Strzygowski, "Das Goldene Thor in Konstantinople", Jahrbuch deş
Arcbâologisc-hen Instituts/VLll, l, (1893), s. 1-39; Millin-gen, Walls,
59-73; E. Weigand, "Neue Unter-suchungen über das Goldene Tor..."
Athe-nische Mitteilungen, XXXIX (1914), s. 1-64; R. Paribeni, "Porta
Aurea", Historia, II (1928), s. 539-549; G. Gerola, "Porta Aurea-Porta
Aureola", Atti del R. İstituto Veneto, 89 (1929-1930), s. 391-419; Th.
Macridy-S. Cas-son, "Excavations at the Golden Gate", Arc-
haeologia, LXXXI (1931), s. 63-84; H. Edhem (Eldem), Yedikule
Hisan, ist., 1932; B. Me-yer-Plath, "Das Goldene Tor in Konstantino-
pel", Mnemosynon Th. Wiegand, München (1938), s. 87-98; F.
Krischen, Die Landmauer von Konstantinopel, I, Berlin, 1938, lev.
19-
22, 41-44; Schneider-Meyer, Landmauer, II, s. 39-62; Ph. Schweinfurth, "istanbul
Suru ve Yaldızlı Kapı", Belleten, XVI/62 (1952), s. 261-267; Janin,
Constantinople byzantine, 252-255; Müller-Wiener, Bildlexikon, 298-
300.
SEMAVĠ EYĠCE
ALTINAY, AHMED REFĠK
(1880 ?, istanbul - 10 Ekim 1937, İstanbul) Kitaplarında ve yazılarında eski Ġstanbul
hayatını en çok iĢleyen ve bunu, tarihi sevdirici bir üslupla yapan
yazar. Türkiye'de popüler tarihçiliğin kurucusu ve en baĢarılı kalemi
sayılır. 20. yy'ın ilk yarısında Ġstanbul'un aydın ve sanatçı çevrelerinin
ilk akla gelen kiĢilerin-dendi. ÇağdaĢı birçok yazar, Ģair gibi o da
bellek gücüne, kitap bilgisine, halk kültürüne, anı zenginliğine sahip
renkli bir Ģahsiyet olup "tarihi sevdiren adam" olarak tanınmıĢtı.
Ahmed Rasim gibi, bilgi ve belgeleri gerektiğinde öyküleĢ-tirebilen
usta bir yazar, meclis adamı ve Ġstanbul efendisiydi. Yahya Kemal Be-
yatlı'nın Lale Devri diye nitelendirdiği 1718-1730 yenilikler
dönemim, aynı adı taĢıyan bir kitapta anlatmıĢ, Ġstanbul'un ve Osmanlı
tarihinin bu çok renkli yılları artık Lale Devri olarak yerleĢmiĢtir.
Ahmed Refik, 1934'te aldığı "Altınay" soyadını yazılarında
kullanmamıĢtır.
Ürgüplü Gürlükçüoğullarından, saray vekilharcı Ahmed Ağa'nın oğludur. ViĢ-nezade
Sıbyan Mektebi, BeĢiktaĢ Askeri RüĢtiyesi, Kuleli Askeri Ġdadisi ve
Harbiye Mektebi'nde öğrenim gördü. 1898'de mülazim-i sani
(asteğmen) çıktı. Askeri okullarda coğrafya, tarih, Mekteb-i Har-
biye'de Fransızca ve meç öğretmenliği yaptı. 1908'de Mekteb-i
Harbiye'nin asıl öğretim kadrosuna tarih muallimi olarak katıldı. II.
MeĢrutiyet'e (1908) kadar, Ġstanbul'da yayımlanan îrtika, Malumat,
Hazine-i Fünun, Mecmua-ı Ebüzziya adlı dergilerde makaleler,
Tercüman-ı Hakikat gazetesinde de baĢyazılar yazdı. II. MeĢrutiyet'i
izleyen günlerde ise
Ahmed Refik'in
ibrahim Çallı
tarafından
yapılmıĢ bir
resmi, 1931.
Erkin Emiroğlu
fotoğraf arşivi
dönemin havasına uygun ve kendisine ün sağlayan popüler tarih yazılarını İkdam
gazetesinde yayımlamaya baĢladı. Bu dizide, sonradan ayrı kitaplar
halinde de yayımlanan "Samur Devri", "Köprülüler", "Felâket
Seneleri", "Lâle Devri" vb tefrikaları çıktı ve Ġstanbul'da çok tutundu.
Ġlk kez halka dönük, açık ve akıcı bir Türkçe ile tarihi ve geçmiĢteki
yaĢamı anlatması takdir topladı.
Ahmed Refik, 1909'da Erkân-ı Harbi-ye-i Umumiye Reisliği (Genelkurmay
BaĢkanlığı) tarafından yayımlanan Mec-mua-yı Askeri'nin yönetimine
getirildiği gibi, yeni kurulan Tarih-i Osmani Encü-meni'ne de üye
seçildi. Balkan SavaĢı (1912-1913) boyunca askeri sansür müfettiĢliği
yaptıktan sonra emekliye ayrıldı. Fakat kısa süre sonra yüzbaĢı
rütbesiyle yeniden orduya alındı. Kavalalı ailesinin Osmanlılara
ihanetini anlatan bir yazısından dolayı dönemin sadrazamı (Kavalalı
soyundan) Said Halim PaĢa tarafından, 19l4'te arpa saman memuru
olarak UlukıĢla'ya sürdürüldü. 1915'te EskiĢehir'e atandı.
Hastalanarak Ġstanbul'a döndü. Harp Mecmuasında yazıları çıkarken
bir yandan da Hazine-i Evrak denen Devlet ArĢivi'nden, eski Ġstanbul
yaĢayıĢına iliĢkin yüzlerce belge derledi. I. Dünya SavaĢı'nın (1914-
1918) sonuna doğru yabancı gazetecilerle birlikte Doğu Anadolu'ya
gitti. 1918'de ikinci kez, yüzbaĢı rütbesiyle emekliye ayrıldı. Da-
rülfünun'a tarih müderrisi oldu.
Ahmed Refik mütareke yıllarında (1919-1922) siyasetle ilgilendi. Hürriyet ve Ġtilaf
Fırkası'na katıldı. Veliaht Ab-dülmecid Efendi (son halife) ile dostluk
kurdu. 1925'te Abdurrahman ġeref ölünce Türk Tarih Encümeni
baĢkanlığına seçildi. O yıl, Milli Mücadele sırasında faaliyet gösteren
Tarikat-ı Salahi-ye adlı gizli örgütle iliĢkisi olduğu ileri sürülerek
tutuklandı. Ankara Ġstiklal Mahkemesi'nde yargılanıp beraat etti.
1931'de, Ġstanbul Belediyesi'nin taraf
olduğu ünlü Surp Agop Mezarlığı davasında, Elmadağ-Harbiye arasındaki arazinin
belediyeye ait olması gerektiğini belgelerle kanıtladığından, Ġstanbul
Be-lediyesi'nce kendisine bir ev armağan edildi.
1932'de I. Türk Tarih Kongresi için Ankara'ya çağrıldı. Türk Tarihinin Ana-
hatları'nın yazı kurulunda çalıĢtı. 1933'teki Darülfünun tasfiyesi ve
Ġstanbul Üniversitesi'nin kuruluĢu sırasında kadro dıĢı bırakıldı.
Bundan çok etkilendi ve Büyükada'daki evine çekildi. Ölümüne değin
resmi bir görev almayarak Yedigün, Millî Mecmua, Hayat mecmuası
ile Cumhuriyet ve Akşam gazetelerine yazılar yazdı. Yazı gelirleri ve
yüzbaĢı emekliliği aylığı ile geçinemedi-ğinden sıkıntı çekti.
Kütüphanesini, tablolarını sattı. Uzun bir hastalıktan sonra
HaydarpaĢa Hastanesi'nde öldü. Büyü-kada Tepeköyü Mezarlığı'na
gömüldü.
Ahmed Refik'i önce Ġstanbullulara sonra da ülke genelinde okuyuculara sevdiren
özelliği, konuları seçiĢi, konuya yaklaĢımı ve üslubudur. Resmi
belgeleri, tam bir yetkinlikle yorumlayarak kullanmıĢ; çoğu kez,
Ġstanbul halkının ve taĢranın Osmanlı yönetimine bakıĢını, olayları
değerlendiriĢini ve anlak anlayıĢını da ustalıkla yansıtmıĢtır. Tüm
etütlerini ve yazılarını genelde iki ana eksen etrafında kaleme almayı
ilke edinmiĢtir. Bu eksenler, eski yüzyıllarda "Osmanlı hayatı" ile
"Ġstanbul'da gündelik hayaf'ür. Vurgulanması gereken ikinci yönü,
tarihin en kanlı ve korkunç olaylarını bile yumuĢak ve akıcı bir anlatı
tekniğiyle iĢlemesidir. Bu iki önemli özelliğinden dolayı kendisine
"ilk halk tarihçisi" denmiĢtir. Tarih yazarlarından Turhan Tan ise
ölümünden sonra Cumhuriyet gazetesindeki yazısında, onun Ģair,
sanatkâr, dinamik bir tarihçi ve edebiyat ustası olduğunu, geçmiĢ
zamanların üç büyük kültür adamı olan ReĢidüddin (14. yy), Hakanı
(17. yy) ve Mütercim Âsim (19. yy baĢı) ile denk tutulması gerektiğini
vurgulamıĢtır. Ercü-mend Ekrem Talû ise Son Posta'da, Ahmed
Refik'in eserlerinin piyasada bulunmadığını, çıktığı gün kapıĢıldığmı,
onun sırtından para kazanan Babıâli'nin beyin ve kültür
kabzımallarının (yayıncıların) kaldırımlarda sürüklediği hastalıklı
vücuduna yüz çevirdiklerini yazmıĢtır.
Zamansız ölümünün Ġstanbul'da yaygın üzüntüye neden olması salt tarihçiliğinden
değildi. Ahmed Refik, içki ve meze seçiminden sohbet konusunu
belirlemeye, zaman ve yer saptamaya, arkadaĢ grubu oluĢturmaya
değin pek çok incelikleri olan örnek bir Ġstanbul insanıydı. Engin tarih
kültürü, yazdığı Ģiirler ve Ģarkı güfteleri, gazeteciliği, seyahat ve
askerlik anıları, bağ bahçe düĢkünlüğü ve espri yeteneği ile tıpkı,
Ahmed Rasim, Ercümend Ekrem, Niza-meddin Nazif, Ġbrahim Çallı
vd gibi Ġstanbul'un renkli kiĢilerindendi. Katıldığı içkili toplantılarda
pek çok ilginç olay yaĢanmıĢ, Ģarkılar bestelenmiĢ, güfteler
MESELE SI
ĠSTA N B UL'UN ODUN
Saraya verilen odun da mühim bir yekûne baliğ olurdu. Kanunî Sultan Süleyman
zamanında "Darüssaade" ve matbahı âmire maslahatı için "her yıl
Ġznik-mid kadılığından yirmi bin vezne ve Yalakova (Yalova)
kadılığından dokuz bin vezne ve Geğbuze (Gebze) kadılığından iki
bin vezne" odun gelirdi. Bir vezne üç bin altı yüz dirhemdi. Her
kadılık bu odunu vaktinde kestirir, sahile indirtir, "odun maslahatı
içün" gelen gemilere yükletirdi. Odunların bir iki ay içinde gelmesi
elzem olduğu gibi, kimseye de verilmezdi. Her vezne için iki buçuk
akça fiat takdir olunmuĢtu. Kadılar bu akçaları odun kesip indiren
rençberlere dağıtırlar, gemiye ne kadar odun yükletmiĢlerse, gemi ile
gelen adama ona göre hüccet verirlerdi. Odun Ġstanbul'a geldiği
zaman, iskelelerde Ġstanbul vezne-sile tartılır, kadıların hüccetlerine
muvafık olup olmadığına bakılırdı.
Darüssaade için yakılan odun, meĢe odunu yani palamut odunu ile karıĢıktı. Her sene
sarfedilen meĢe odununun miktarı da, bin beĢ yüz vezne idi. Ġzmit,
Yalova, Gebze kadıları her sene beĢer yüz vezne de bu odundan
göndermeye mecburdular. MeĢe odunile sair odunların iki bin
vezneye baliğ olması kanun iktizasındandı. ġu halde her sene, yalnız
Harem ile mutbak için sarfedilen odun, otuz üç bin vezne idi. Saraya
mahsus olan bu otuz üç bin vezne odundan paĢalar, beylerbeğiler,
kapı ağaları bir vezne bile alamazlardı. Onlar da ahali gibi, odunu
"odun satan kimesnelerden" alırlardı. Yalnız, mucibi memnuniyet bir
nokta vardı: "Beyliğe alınan ve sair halk için satılan odun"un fiatı
birdi. Odun veznesi Saray için de, ahali için de iki buçuk akça idi.
Veznenin, Ġstanbul veznesi olması meĢruttu. Hattâ Saraya gelecek
odunlar için Ġzmit, Yalova, ve Gebze iskelelerine istanbul veznesi
gönderilir, istanbul'a gelecek odunlar o vezne ile tartılırdı.
Hariçten Ģehire gelecek odundan resim alınırdı. Bu resim de çok bir Ģey değildi.
Sultan Süleyman'ın (Kanunname! Âli Osman)ı bu mes'eleyi tasrih
ediyor: "Ve eĢek yükü odun kaleye girse, kapıcı resim bir odun ala" (s
22); Fatihin kanunu bu bir odunun nereye sarf edileceğini de tasrih
ediyor: "ġehirden gelüb giden beğ kuluna" (madde 14). Memleket
dahilinden gelen odundan da araba baĢına bir akça alınırdı.
Beylik odunların haricinde, ahali dağlardan ve ormanlardan odun kesebilirlerdi.
Bunları "kim dilerse düĢüre. Anundur." Eğer baĢka biri tarafından
korunmuĢ ve yetiĢtirilmiĢse, ona ancak sahibi tasarruf eder, baĢkası
kesemezdi.
Ġstanbul'da odunun veznesi, vakıa umum için, iki buçuk akça idi; fakat bu iki buçuk
akça nerh, 'ancak saraya münhasir kalırdı. Ahali, odunu gene on dört,
on beĢ akçaya alırdı. Odun tacirleri odunu Ġstanbul'a getirdiler mi,
derhal "ekâbir âdemisi namına" acemi oğlanlar kayıkları karĢılarlardı.
Bazan iskelelerde gemilere girerler, odunu tacirlerden çekisini on
akçaya alırlar, Ģehirde on beĢ akçaya satarlardı. Bazan tacirler de
onlarla ortak olurlar, parayı aralarında taksim ederlerdi. Odun
tacirleri, bu halden bizar olurlar, "meclis Ģer'e" Ġstanbul kadılığına
müracaat ederlerdi. Kadı, mes'eleyi Divâna yazar, neticede çekisi iki
buçuk akçaya alınan odunun on akçaya satılmasına karar verilirdi.
Keza, odun hammallarının taĢıma ücretleri de tayin edilirdi. Her
gemiden dört ilâ altı akça navlun alınırdı.
Üçüncü Sultan Murat zamanında, en çok odun gelen yerler: Yalak âbâd, Mi-halıç,
ġile, Kandın, Aydıncık, Biga, Karadeniz ve Rumeli yalılarıydı.
Ġstanbul'da odun sıkıntısı daima mevcuttu. Yangınlar çoğaldıkça kereste fiatı artar, o
zaman kayıklar Ġstanbul'a odun getirmezler, mütemadiyen kereste
taĢırlardı. Buna mani olmak için, Çöplük iskelesinde olan Ahtabolu
gemileri ile Ah-taboluda bulunan kayıkların kereste taĢımaları
menedilir, Kasımdan evvel her kayığın ikiĢer sefer odun getirmesi
temin olunurdu.
Bazan odunları iskelelere yığarlar, daha pahalı satmak için fırsat beklerlerdi.
Divandan mahallî kadılara mütemadiyen hükümler yazılır, fakat hiç
bir tesiri görülmezdi.
Ahmed Refik Altınay, Eski İstanbul, ist. 1931, s. 99-102
eleĢtiri vb türde yazısının yayımlandığı saptanmıĢtır. Bunlar arasında Bizans
dönemiyle ilgili olanlar da vardır. Çoğu, Osmanlı dönemi
Ġstanbul'unun gündelik yaĢamıyla ilgilidir. Kentin hamamları, surları,
çarĢıları, alıĢveriĢ gelenekleri, gümrük iĢleri yanında, Ġstanbul-Anado-
lu iliĢkileri, Ġstanbul'a gelen gezginler ve ressamlar, ekmek, yağ, iaĢe
sorunları, itfaiye iĢleri, odun-kömür, su meseleleri, ilk kâğıt fabrikası,
Okmeydanı, ace-
ALTINCI DAĠRE-Ġ BELEDĠYE
sel, Altıncı Daire Reisi Blak Bey (Edo-uard Blacque) nezdinde giriĢimde bulundu;
Cemiyet-i Tıbbiye-i Mülkiye üyelerinden Muallim Doktor Kaymakam
Agop Handanyan Bey'in de katılımıyla bu dairede bir tıbbi heyetin
oluĢturulmasına ve bir hastane açılmasına karar verildi. Böylece
genelevler ve zührevi hastalıklarla ilgili ilk mevzuat "Altıncı Daire-i
Belediye dahilinde bulunan bazı hususi hanelerin hidemat-ı
sıhhiyesine dair talimatname" baĢlığıyla Altıncı Daire bünyesinde
kabul edildi. Zührevi hastalıklar için bir Altıncı Daire-i Belediye Nisa
Hastahanesi kuruldu.
1857 Nizamnamesi'ne göre Altıncı Daire-i Belediye Meclisi belediye hizmetlerinin
yürütülmesi için gerekli vergilerin miktarını ve tahsil usulünü
saptayacaktı. Ayrıca devletin de belediyeye yardım yapacağı
belirtilmiĢti. 1858 Ni-zamnamesi'nde Altıncı Daire'nin gelirleri daha
da belirgin olarak kaydedilmiĢti.
Mevzuata göre, Altıncı Daire'nin gelirleri adi gelirler ve fevkalade gelirler olmak
üzere ikiye ayrılıyordu. Sokaklara konulacak kandiller nedeniyle hane
ve dükkânlardan alınacak tenvirat vergisi; sokakların tamiri ve
temizliği karĢılığı olarak tanzifat vergisi; kontratolar-dan alınacak
harçlar; mizan ve ölçü resimleri; bina tamir ya da inĢası için ruhsatiye
karĢılığı harçlar; patent resmi; geliri olan emlakten senelik gelirin en
çok yüzde 2'si kadar alınacak emlak vergisi adi gelirler arasında yer
alıyordu.
ALTINCI DAĠRE-Ġ BELEDĠYE 220
mioğlanlar, Boğaziçi, meslekler, esnaf, kadın zümreleri, düğünler, eğlenceler, rüĢvet,
ayaklanmalar, anıtlar vb ele aldığı konuların baĢlıcalarıdır. Yedigün
dergisinde ise 1933'ten itibaren, Münif Fe-him'in resimlendirdiği, yine
eski istanbul yaĢamına iliĢkin en zevkli yazıları yer almıĢtır.
Yayımlanan 91 kitabından, doğrudan istanbul'u ilgilendirenler Ģunlardır: Bizans
İmparatoriçeleri (1331), Eski istanbul (1931), Hicrî Onbirinci Asırda
İstanbul Hayatı (1931), Hicrî Onikinci Asırda İstanbul Hayatı (1930),
Hicrî Onüçüncü Asırda İstanbul Hayatı (1932), Kadınlar Saltanatı (I-
IV c., 1916-1923), Lâle Devri (Ġst., 1331), Onuncu Asr-ı Hicrîde
istanbul Hayatı 1333 (yb Onaltıncı Asırda istanbul Hayatı, 1935),
Tarihî Simalar (ist., 1331), Türklerin istanbul Müh asar alan (1932).
Kitaplarının ve yazılarının açıklamalı bir listesi, Muzaffer Gökman'ın hazırladığı
Tarihi Sevdiren Adam Ahmed Refik Altınay adlı kitapta yer almıĢtır.
Bibi. M. Halil (Ymanç), "Müverrih Ahmed Refik", Millî Mecmua, no. 39, 1925; M.
H. Bayrı, "Müverrih Ahmed Refik", Yeni Türk, no. 59-60, 1937; R. E.
Koçu, Ahmed Refik Hayatı, Seçme Sür ve Yazılan, ist., 1938; M.
Gökman, Tarihi Sevdiren Adam Ahmed Refik Altınay, ist., 1978.
NECDET SAKAOĞLU
ALTINCI DAĠRE-Ġ BELEDĠYE
Tanzimat döneminde, Batı'dan esinlenerek çağdaĢ kent anlayıĢı doğrultusunda
Galata-Beyoğlu bölgesine hizmet götüren ve Altıncı Daire-i Belediye
adıyla bilinen ilk belediyecilik deneyimi.
Kırım SavaĢı Osmanlı Devleti'nin Batı ile iliĢkilerini pekiĢtirdi; istanbul kısa sürede
yabancı orduların, ardından Avrupalıların uğrak yeri oldu. 1820'ler
ertesi, gerek ticari iliĢkilerdeki artıĢ, gerekse Kırım SavaĢı nedeniyle
Galata'mn bir ara liman iĢlevi görmesi Avrupalıların Galata ve
Beyoğlu'nda iĢ tutmalarına ve zamanla yerleĢmelerine ortam sağladı.
Tanzimat'ın gündeme getirdiği Batı özlemi sarayı da etkilemekte gecikmedi.
Abdülmecid, "nefs-i istanbul" diye bilinen suriçini terk ederek,
köprünün karĢı yakasına geçiyor: 16 Temmuz 1856'da Dolmabahçe
Sarayı'nı Fransız tarzı bir devlet yemeğiyle açıyordu. Saray bundan
böyle Topkapı'dan kentin Avrupai yakasına taĢınmıĢtı. Eskiden Batılı
diplomatik misyonların mekân edindikleri Beyoğlu bundan böyle
Avrupalı tüccar, serbest meslek erbabı ve Avrupai yaĢamı benimsemiĢ
Levanten ve gayrimüslim Osmanlıya mesken oluyordu. Bundan böyle
Galata ve çevresinin servet birikimi bir tür Osmanlı "burjuvazisinin
oluĢumuna ortam hazırlıyordu.
Sanayi devrimi Batı'daki kent dokusunu kökten etkilemiĢti. 19. yy'da Avrupa kentleri
hızla büyüyor; artan nüfus kent hizmetlerinin önem kazanmasına
neden oluyordu. Tanzimat'la birlikte çağdaĢlaĢmaya yöneliĢ
Batı'dakine ben-
zer kent hizmetlerini de gündeme getirdi, istanbul'a Batı baĢkentlerine benzer bir
görünüm verme özlemi bir dizi reformu gerekli kılıyordu. 16 Ağustos
1855'te Takvim-i Vekayi, Meclis-i Âli-i Tanzimat'ta, Ġhtisap
Nezareti'nin lağve-dildiğini ilan ediyor "Dersaadet ve Bi-lâd-ı
Selâse'de Ģehremaneti ünvaniyle bir memuriyet" ihdas edilmesine ve
bir Ģehir meclisi kurulmasına karar verildiğini yazıyordu. Bu
doğrultuda Kırım SavaĢı ertesi kısa aralıklarla çıkarılan iki
nizamname çağdaĢ belediyeciliğin temellerini attı: Bunlar 28 Aralık
1857 günlü "Altıncı Daire-i Belediye Nizama-tı" ve 7 Haziran 1858
günlü "Devair-i Belediyeden Altıncı Daire Ġtibar Olunan Beyoğlu ve
Galata Dairesinin Nizam-ı Umumisi"ydi.
28 Aralık 1857 tarihli nizamname ile nefs-i Ġstanbul (Ġstanbul suriçi), Boğazlar ve
Adalar da dahil olmak üzere Ġstanbul 14 belediye dairesine ayrıldı.
Beyoğlu ve Galata, Altıncı Daire olarak örgütlendi. Kısmen
Tophane'yi de içeren Altıncı Daire yabancıların, Levantenlerin ve
Ermeni, Rum, Osmanlı gayrimüslimlerinin rağbet ettikleri bir
mekândı.
Babıâli'nin, belediye reformuna Ga-lata-Beyoğlu'ndan baĢlamasının nedeni, yörede
değerli ve görkemli taĢınmazların bulunması ve kentin bu kesiminde
oturanların Avrupa'da bu tür belediye hizmetleri gördükleri için
reformlara sıcak bakacakları umuduydu. Altıncı Daire örnek ya da o
günkü deyimle "numune" bir daire olarak kuruluyordu. Galata'mn
Altıncı Daire adını almasının nedeni Paris'te "sixieme arrondisse-
ment" (6. bölge) diye bilinen belediye biriminin kentin en etkin
donanıma sahip bölgesi olmasıydı. Altıncı Daire baĢarılı olduğu
takdirde, yeni belediye düzeni diğer bölgelere de uyarlanacaktı.
Altıncı Daire'deki deneyim doğrultusunda tedricen diğerlerinin de
kurulması öngörülmüĢtü.
Öte yandan Tanzimat'ın gündeme getirdiği istiĢari nitelikteki Ġntizam-ı ġehir
Komisyonu büyük ölçüde bu bölgede yaĢayanlardan ve tüccarlardan
oluĢuyordu. Bu nedenle reformlara kentin bu bölgesinden baĢlanması
doğaldı. Nitekim sokakların düzenlenmesi ve temizliği giriĢimlerine
ilk kez bu yörede baĢlandı. Gazyağıyla sokak aydınlatılması iĢine de
Cadde-i Kebir (bugün Ġstiklal Caddesi) öncülük etti. Yöre halkının
görece varlıklı ve Batı'ya açık oluĢu, belediye hizmetlerine sıcak
bakılacağı beklentisine neden olmuĢtu.
Paris'e özenilerek verilen Altıncı Daire adı, 1868 mevzuatında da korundu. Keza
1877'de daire sayısı yirmiye yükseltilirken sıra itibarıyla, BeĢinci
Daire Eyüp'ten sonra Hasköy'ün Altıncı Daire olması gerekiyordu.
Hasköy Yedinci Daire yapılarak sıra atlandı ve Beyoğ-lu'na Altıncı
Daire dendi. 1880'de daire adedi ona düĢürüldüğünde de Beyazıt
birinci, Fatih ikinci, CerrahpaĢa üçüncü daire diye adlandırıldı. Sıra
gereği Be-
yoğlu'nun Dördüncü Daire olması gerekirken, BeĢiktaĢ'a Dördüncü Daire dendi;
Beyoğlu Altıncı Daire adını korudu.
Altıncı Daire adı bir kez baĢka bir semte verildi: 1912'de belediyeler tekrar
düzenlenirken Beyoğlu Üçüncü Daire oldu; Üsküdar'a Altıncı Daire
dendi. 1913 baĢında daire adı toptan kaldırıldı ve yerel birimler
Ģubeye indirgendi.
1857 Nizamnamesi Altıncı Daire'nin baĢına bir daire müdürü getiriyor; onun
baĢkanlığında Daire-i Belediye Mecli-si'ni kuruyordu. Babıâli'nin
atadığı ve padiĢahın tasdik ettiği daire müdürünün Altıncı Daire
hudutları dahilinde en aĢağı 100.000 kuruĢluk emlake sahip
bulunması gerekiyordu.
Altı ay sonra 7 Haziran 1858'de yayımlanan Nizam-ı Umumi, Altıncı Daire'nin
görevlerini bu kez ayrıntılarıyla düzenliyordu. 1857 Nizamnamesi on
dokuz madde iken, 1858 Nizam-ı Umumisi doksan üç bent ya da
maddeden oluĢuyordu; 1857 Nizamnamesi'ni geliĢtiren bir mevzuattı.
Bu nizamname ile Altıncı Daire müdürünün adı "reis" olmuĢtu.
PadiĢah iradesiyle atanacak olan reis, hizmeti karĢılığı bir ücret
almıyordu.
1857 mevzuatına göre, Daire-i Beledi
ye Meclisi, reis dıĢında yedi üyeden olu
Ģuyordu. Babıâli'nin seçtiği ve padiĢah
iradesiyle göreve gelen üyelerin en az
100.000 kuruĢluk emlak sahibi olmaları
ve en az on yıldan beri Ġstanbul'da otur
maları gerekiyordu. Altı ayda bir kura ile
Meclis üyelerinin yarısı değiĢecekti.
Nizamnamede asli üyelerin yanısıra, belediye hizmetleri nizamnameye
dönüĢtürülürken görüĢmelerde bulunmak üzere dört müĢavir üye
öngörülmüĢtü. Asli üyeler gibi Babıâli'nin seçtiği bu üyeler padiĢah
iradesiyle göreve getirili-yorlardı. MüĢavir üyeliğe atanabilmek için
kendisinin ya da en yakın akrabasından birinin Altıncı Daire sınırları
dahilinde en az 500.000 kuruĢ değerinde emlake sahip ve en az on
yıldır Ġstanbul'da oturuyor olması gerekiyordu. Belediye dairesinde
çalıĢan birinci mimar, mühendis ve tabip de Daire-i Belediye Mecli-
si'ne müĢavir sıfatıyla katılabileceklerdi.
1858 mevzuatında Daire-i Belediye
Meclisi üyesi, ikisi reis vekili tayin edil
mek üzere sekize çıkarılmıĢ, dört müĢa
vir korunmuĢtu. Meclis'in diğer üyeleri
bir muavin, bir baĢkâtip, bir sandık
emini, iki mütercim, bir mühendis ve
bir mimardı. Böylece Meclis, reis dahil
yirmi kiĢiden oluĢuyordu. Üyelerin hiz
met süreleri üç yıldı ve kendilerine her
hangi bir ücret ödenmeyecekti.
Daire-i Belediye Meclisi nizamname ile belirlenmiĢ görevleri yerine getirecek, bu
konuda hazırlanacak ayrıntıları yeni nizamnamelerle düzenleyecekti.
Mahalle, çarĢı ve pazarların temizlik düzenine ait kararlar alacak,
yasaklar koyacak ve bu konuda talimatnameler hazırlayacaktı.
Yapı ve tamir iĢlerini pazarlık veya eksiltme yoluyla ihale etmek ve bunlarla ilgili
sözleĢmeler düzenlemek ve ka-
f
rara bağlamak Meclis'in görevleri arasındaydı. Keza belediye hizmetlerinin görülmesi
için mülk sahiplerinden alınacak vergilerin miktar ve tahsil usulü de
Meclis'çe saptanacaktı.
Daire-i Belediye Meclisi haftada iki gün toplanıyordu. Gerekli görüldüğünde
olağanüstü toplantı çağrısı da yapılabiliyordu.
Altıncı Daire mevzuatı geçici bir düzenlemeydi. Nitekim ikinci nizamnamenin bend-i
mahsus kısmında, Ġstanbul'daki diğer belediye daireleri de
oluĢtuğunda bunlar için düzenlenecek mevzuatın Altıncı Daire-i
Belediye'yi de kapsayacağı kaydediliyordu.
Ġstanbul'daki diğer daireler 6 Ekim 1868'de yayımlanan Dersaadet Ġdare-i Belediye
Nizamnamesi'yle kapsandı. Bu nizamnamede Altıncı Daire korundu;
KurtuluĢ, Beyoğlu, Maçka bölgeleri Altıncı Daire olarak bir kez daha
belirtildi.
1857 tarihli nizamnameyle Altıncı
Daire-i Belediye, daire dahilindeki ma
halle ve sokaklarla kaldırımları, suyolu
ve lağımları tamir ve inĢa ettirecek;
bunların temiz tutulmasını sağlayacak;
sokakları aydınlatacak; sokakların te
mizliğine bakacak; bu hizmetlerin yürü
tülmesi için gerekli masraflar karĢılığı
olarak varidat sağlayacaktı.
1858 Nizamnamesi'yle belediye hu
dutları içindeki bütün emlakin; kıymet
ve iradım, inĢa tarzını, mutasarrıflarının
isimlerini de içermek üzere tahrir görevi
de Altıncı Daire-i Belediye'ye verilmiĢti.
Bu tahrir, dairenin alacağı emlak vergisi
için de esas oluĢturacaktı. Nizam-ı
Umumi'de yer alan baĢka bir madde ile
yangın söndürme iĢleri de belediye hiz
metleri arasında sayılmıĢtı.
Aynı nizamnamede "zehair ve esarın tahkik ve tecessüsü" görevi de Belediye
Meclisi'nin görevleri arasında sayılmıĢtı. Böylece daire, ölçü ve
kantarları teftiĢ edecek, narh koyacaktı. Narh uygulaması 1865'e kadar
devam etti. 28 Temmuz 1865 tarihli Meclis-i Mahsus-ı Vükelâ kararı
ile ekmekten baĢka diğer bütün maddelere narh konulmasından
vazgeçildi.
Beyoğlu ve Galata sokaklarının aydınlatılması da Altıncı Daire'nin görevleri
arasındaydı. Her iki nizamnamede bu görev açıkça belirtilmiĢse de
Altıncı Daire sokaklarının petrol fenerleriyle aydınlatılması ancak
1864-1865'te mümkün olabilmiĢti. Aydınlatma iĢi o tarihlerde
müteahhitlere ihale olunuyordu.
Altıncı Daire'nin kuruluĢu ertesi reisliğe, evi Cadde-i Kebir'in Taksim ucunda
bulunan Mehmet Kâmil Bey atandı. MahĢer Midillisi lakabıyla
tanınan Kâmil Bey baĢhariciye teĢrifatçısı olarak yabancılarla ve
diplomatik misyonlarla sürekli iliĢkideydi. BükreĢ, VarĢova, Paris'i
görmüĢtü. Batılı bir yaĢam tarzı vardı.
Daire Meclisi üyeliklerine Osmanlı uyruğu ve daire hududu dahilinde emlak sahibi
olan tüccardan Sava, tiyatrocu Naum, Mısır sarrafının biraderi
tüccardan Ġlya, Miltiyadi Bey, Balmumcu -
221
^«SssâaifefeiiiiîBeö^âaS^i^âââ^^SSi^SÖSlIlSfigâ^SĠfeâSS^
Altıncı Daire-i
Belediye antedi
2 Kânunısani
13127
14 Ocak 1897
tarihli emlak
vergisi
makbuzu.
Necdet Sakaoğlu
koleksiyonu
zade Salih Efendi, Sarraf Ohannes, daire mimarı Bilezikçi Artin ve daire tabibi
Serviçen getirildiler. Ayrıca daire hududu dahilinde emlak sahibi
yabancılardan Antoine, Hanson, Septim Frankini, Kamatoğulu Avram
müĢavir üye olarak atandılar.
Altıncı Daire ilk iĢ olarak Beyoğlu ve Galata'mn kadastro haritasını tanzim etti. Bu
kesimdeki Ġslam mezarları hariç, defin yerlerini Ģehir dıĢına ve ġiĢli'de
tahsis edilmiĢ yere naklettirdi. TepebaĢı ve Taksim'de birer umumi
bahçe yapıldı. Vukuatın yoğun olduğu bir semt oluĢu nedeniyle
yaralananları tedavi etmek üzere bir hastane açıldı. Galata ve
Beyoğlu'nun yollan olanaklar ölçüsünde geniĢletildi. Büyük Beyoğlu
yangınından sonra kagir inĢaat özendirildi. Yapımı 1869'da baĢlayan
ve kısa sürede tamamlanan (1870-1871) büyük bir Belediye konağı
(Altıncı Daire Konağı) yaptırıldı.
Osmanlı ülkesinde hükümetin denetimi altında ilk umumhaneler Altıncı Daire'de
açıldı. Kırım SavaĢı ertesi Avrupalıların Osmanlı payitahtında yoğun
iskânı sonucu "âlüftegân"ın sürekli sağlık denetiminde
bulundurulması hükümetçe ve belediyece uygun görüldü. Ancak
"hürriyet-i Ģahsiye"yi tahdit edeceği gerekçesiyle alınacak önlemlerin
sefaret-lerce kapitülasyonlara aykırı olduğu ileri sürüldü; bir süre
engellendi (bak. Abanoz Sokağı).
Bir süre sonra yöre tabiplerinden Mi-
ALTINCI DAĠRE-Ġ BELEDĠYE
222
r
223
ALTINCI DAĠRE-Ġ BELEDĠYE
Daire sınırlan içinde açılan yeni yol, cadde ve yapılan lağımlar için hane ve
dükkânlardan fevkalade vergi alınacaktı. Bu oran mülk sahiplerinden
emlak vergisinden ayrı olarak alınacak, mülklerinin yıllık gelirinin en
çok yüzde 3'ü kadar olabilecekti. Daire-i Belediye Meclisi'nce
kararlaĢtırılan istikraz geliri; devletçe yapılacak para yardımı ve
hayırsever kiĢilerin bağıĢları nizamnamede fevkalade gelirler arasında
sayılmıĢtı.
1858 Nizamnamesi'nde Daire-i Belediye Meclisi'ne belediye zabıtası görevi de
verilmiĢti: Narh ve tarifeleri düzenleyecek; kantar ve ölçüleri
denetleyecek; panayır, tiyatro, çarĢı, lokanta, mektep, balo, kahve,
meyhane türü kamuya açık mekânlara nezaret edecekti. Nizamnamede
bu hizmetler için ayrı ayrı düzenlemelere gidileceği de belirtiliyordu.
Nitekim 20 Nisan 1859 tarihli "Sokaklara Dair Nizamname" bu tür bir
düzenlemeydi.
Nizamnameyle Altıncı Daire sokakları üç sınıfa ayrılıyor, bunların süpürülmesi
eksiltme usulüyle müteahhide ihale olunuyordu. Nizamnameye göre,
birinci sınıf sokaklar kıĢın günde bir, yazın iki kez; ikinci sınıf
sokaklar yazın ve kıĢın günde bir; üçüncü sınıf sokaklar haftada bir
kez süpürülecekti. Nizamnamede sokakların yaz ve kıĢ mevsimlerinde
günün hangi saatlerinde temizleneceği de belirtilmiĢti. Dükkân
sahipleri ile ev sakinleri yaya kaldırımlarının yıkanıp sü-pürülmesiyle
mükellef tutulmuĢ ve çöpçülerin her evin kapısını çalarak çöp
tenekelerini alacakları, baĢka zamanlarda dıĢarıda çöp tenekesi
bulundurmanın yasak olduğu kaydedilmiĢti. Meydan ve sokakların
yazın sulanması da müteahhitler aracılığıyla gerçekleĢecekti.
15 Mayıs 1871 tarihli bir kararname ile Altıncı Daire bünyesinde bina ve
gayrimenkul gelirleri davalarına bakmak üzere bir sulh mahkemesi
(mahke-me-i sulhiye) kuruldu. Mahkeme Divan-ı Ahkâm-ı Adliye
Nezareti'ne tabi olacaktı. Böylece belediye davalarına bakmak üzere
bir ihtisas mahkemesi oluĢturuluyordu. Daire bünyesinde sulh
mahkemeleri kurulmasına 1877 belediye mevzuatıyla son verildi.
28 Aralık 1857 ve 7 Haziran 1858 tarihli Altıncı Daire nizamnameleri 5 Ekim 1877
tarihli Dersaadet Belediye Kanunu ile kaldırıldı. Altıncı Daire genel
belediye mevzuatına girdi. Yeni kanunla istanbul ġehremaneti yirmi
belediye dairesine ayrıldı. Beyoğlu bölgesine yine Altıncı Daire
dendi. Diğer adı Beyoğlu Dairesi'ydi; KasımpaĢa Deresi'-nin sol
tarafından Tatavla (KurtuluĢ), Feriköy dahil olduğu halde
Küçükçiftlik Deresi'yle Dolmabahçe Ġskelesi'ne ve sahilde
Azapkapı'dan Galata, Tophane, Salıpazarı, KabataĢ ve Dolmabahçe'ye
kadar olan mahalleri kapsıyordu.
Böylece 30 Ocak 1913 tarihli Dersaadet TeĢkilât-ı Belediyesi hakkındaki Muvakkat
Kanun'a kadar Altıncı Daire varlığını sürdürdü. Bu yeni mevzuatla Ġs-
tanbul Ģehri bir tek belediye dairesi addolundu ve bu dairenin dokuz idare Ģubesine
ayrılması öngörüldü. Böylece da-ire-i belediye meclisleri ve reislikleri
de kaldırıldı. Bu dokuz belediye idare Ģubesinin baĢında ve
Ģehremininin emri altında olmak üzere, devletçe mansup bir müdür
bulunması öngörüldü, idare Ģubelerinin sınırları ve merkezleri ayrı bir
nizamname ile saptandı. Ancak bu nizamname ġûra-yı Devlet'te
takıldı kaldı.
Böylece 1913 tarihli mevzuat görece bağımsız belediye dairelerini Ģehrema-netinin
bünyesi içinde eritti. Bu bir anlamda, 5 Ekim 1877 günlü Dersaadet
Idare-i Belediye Nizamnamesi'yle ayrıcalığını yitiren Altıncı Daire'nin
adını da yitirmesi anlamına geliyordu.
Bir deneme niteliğinde kurulan Altıncı Daire, bağımsız kimliğiyle on iki yıl devam
etmiĢse de, gündeme getirdiği kent hizmetleri ile Osmanlı belediye
tarihi üzerine etkileri derin olmuĢtur. Öte yandan yerel yönetim
anlayıĢına Batı normlarım getirmenin ve diğer belediyelere örnek
olmanın ötesinde Altıncı Daire, Tanzimat zihniyetini de yansıtması
bakımından Osmanlı çağdaĢlaĢma anlayıĢına ıĢık tutmaktadır.
Batı'daki kentleĢme örneğini Osmanlı'ya taĢıyarak Tanzimat'ın gündemindeki
"asrileĢme" ya da "muasırlaĢma" anlayıĢına da ıĢık tutmaktadır. Galata
ve Beyoğlu Osmanlı'nın etnik dokusundaki çeĢniyi en iyi yansıtan
mekânlardan biridir. Bu tür karmaĢık bir nüfusu ortak yaĢama uyum
sağlamak üzere katılıma özendirmesi ve bu alanda baĢarı göstermesi
Tanzimat'ın Osmanlılık anlayıĢının bir yansımasıdır. Müslümanı,
gayrimüslimi, Levanteni, yabancısı ile bu mekân Tanzimat'ın
karĢılaĢtığı tüm etnik sorunları bağrında yaĢatmıĢtır. Farklı unsurların
birlikteliği, aynı mekânı ve sorunları paylaĢmaları, ortak çözüm
arayıĢı çağdaĢ kent kültürünün yeĢermesine yol açmıĢtır. Altıncı
Daire, Osmanlı'nın genel düzeyde karĢılaĢtığı tüm sorunları farklı
ölçekte de olsa yaĢamıĢ bir idari birimdir. Bu açıdan Altıncı Daire
Tanzimat'ın bir tür bilançosudur.
Osmanlı yönetiminin 19. yy'da ana sorunu Müslümanlarla gayrimüslim kesimin
meĢru göreceği çağdaĢ bir devlet kurmaktı. Bu nedenle geleneksel
yapının çözülerek Osmanlılık anlayıĢının toplumun her katmanında
yerleĢmesi gerekiyordu. Osmanlılık bir anlamda din farkı
gözetmeksizin aynı devlet bünyesinde yurttaĢlık bilincinin oluĢması
ve yasalar karĢısında eĢitlikti. Yerel yönetim anlayıĢında Altıncı
Daire'nin yapmak istediği iĢte böyle bir katılım bilincini oluĢturmaktı.
Ġdari reformların ve yasal eĢitliğin sağladığı olanaklarla pekiĢtirilmiĢ
yerel yönetime bizzat katılım, bağımsızlık özlemlerini törpüleyecek ve
yeni bir devlet yapısı oluĢabilecekti. Bu açıdan Altıncı Daire deneyimi
Tanzimat beklentilerinin küçük ölçekte de olsa bir göstergesiydi.
Babıâli Galata'da, gayrimüslimlere ge-
niĢ bir özerklik tanıyarak belediye reformlarını özendirmekle kalmadı; aynı zamanda
Osmanlılık anlayıĢını sınama olanağı buldu. Osmanlı yurttaĢlığı
anlayıĢını beslemek amacıyla Galata'da giriĢilen bu yeni yapılanma ve
Daire-i Belediye Meclisi'ne sağlanan mali destek Ġntizam-ı ġehir
Komisyonu'nun beklentilerine yanıt veriyordu. Babıâli yeni bir devlet
yapılanmasının kent öncelikli olacağı bilincindeydi. Osmanlı yurttaĢı
ancak kent ortamında yeĢerebilirdi. Nitekim Daire-i Belediye Meclisi
üyeleri de Altıncı Daire giriĢimi ile Osmanlılık anlayıĢı arasında iliĢki
kurmakta gecikmemiĢlerdi.
Bütün bu beklentilere karĢın, Altıncı Daire'de gerçekleĢtirilenler Osmanlılık bilincini
oluĢturmakta baĢarılı olamadı. Yönetim büyük ölçüde Galata-Beyoğlu
kesiminde yerleĢik Avrupa himayesinde bulunan varlıklı "burjuvazi"
elinde kaldı. Gerek Ġntizam-ı ġehir Komisyonu, gerekse Daire-i
Belediye Meclisi kent reformları konusunda tutucu bir çizgi izledi.
Öneriler ve icraat yörenin fiziki ve toplumsal yeniden
yapılandırılmasından çok, var olan ekonomik ve toplumsal iliĢki ağım
akılcı kılmaya yönelikti. Bu nedenle sokakların düzenlenmesi ve
temel kent hizmetleri ile yetinildi. Daire-i Belediye Meclisi, bu tür bir
düzenlemenin yörenin varlığım göstereceği, AvrupaileĢme çizgisini
kanıtlayacağı ve Galata'nın varlıklı kesiminin kültür normlarını ön
plana çıkaracağı beklentisi içindeydi. Ancak Altıncı Daire bölgesinde
yaĢayan farklı toplumsal katmanların gereksinimlerine karĢı bir
sorumluluk duygusu oluĢmadı. Babıâli karĢısında güç kazanmak ve
özerklik elde etmek Galata iĢ çevrelerinin konumlarını güçlendirmek
anlamına geldi.
Nitekim Daire-i Belediye Meclisi'nin çabaları üyelerinin toplumsal sınıf
beklentilerini yansıttı ve bu nedenle belediye reformlarını cılız bir
konuma soktu. Düzlenen, geniĢletilen, gazla aydınlatılan, taĢ döĢenen
sokaklar dairenin ana ulaĢım ağına hasredildi. Ticaretin gerçekleĢtiği
alan, Meclis üyelerinin de yaĢadıkları, iĢ kurdukları, eğlendikleri
mekândı. Cadde-i Kebir donatılırken daire sınırları içinde yer alan
sokakların büyük çoğunluğuna en temel hizmetler bile götürülemedi.
Galata tacirinin Mec-lis'teki ağırlığı bu yörede ticaret mahkemelerinin
kuruluĢu ve gediğin kaldmlı-Ģıyla da kanıtlanıyordu.
Öte yandan dairenin en büyük gider kalemi Galata rıhtımı ve han yapımıydı. Ticaret
erbabının özlemini duyduğu Ga-lata-Taksim araba yolu aynı kesimin
beklentilerinin bir baĢka göstergesiydi. Beyoğlu ile Galata'yı
birleĢtirecek bir tramvay hattı istemi ve fuhuĢu Galata rıhtımına
kapatma giriĢimi yörenin Hıristiyan ve orta sınıf değerlerinin
kanıtıydı. Tüm bu projeler, yörenin fakir Rum ve Ermeni sekenesi ve
TepebaĢı, KasımpaĢa ve Pangaltı varoĢlarında ya-, Ģayan Müslüman
ahali için pek bir an-
lam taĢımıyordu. Bu yörelerde ne çöp toplandı, ne de sokaklar temizlendi.
Altıncı Daire'nin öncelikleri, ticareti rasyonel temellere oturtmak, Avrupai kent
hizmetlerini getirmek ve yeni bir tüketim örüntüsü oluĢturmaktı. Bu
nedenle, sefaretlerin bulunduğu bir ortamda, Avrupa'ya aĢırı bağımlı
oluĢu, Osmanlılık bilincinin gerektirdiği Müslü-man-gayrimüslim
dayanıĢmasına engeldi. Avrupa'yı taklit özlemi zamanla. Galata'da
Müslüman ve Hıristiyan cemaatini uzlaĢmaz bir konuma getirdi.
Daire-i Belediye Meclisi'ne tanınan özerklik Osmanlılık anlayıĢını geliĢtirmek Ģöyle
dursun Meclis üyelerinin Osmanlı yönetimine karĢı bağlılık
duymalarına bile yol açamadı.
Sefaretlerin yerel yönetim giriĢiminde sınırlayıcı rolü yöre sakinlerinin yapılan
yenilikler konusunda gösterdiği tepkide de gözlendi. Osmanlı
gayrimüslim tebaasına kapitülasyonlarla ayrıcalıklı konum tanınması,
gayrimüslim cemaate güvenlik ve sadakat konusunda baĢka
seçenekler sundu. Yabancıların himayesine giriĢ Osmanlı nüfusunun
yurttaĢlık bilincini köreltti. Ortak mekânın paylaĢıldığı bir cemaat
anlayıĢından, giderek bağımsız millet yapılanmasına yönelindi.
Babıâli'nin, Daire-i Belediye Meclisi'nde Düvel-i Muazzama'nın her
birinin himayesine aldığı bir kiĢiyle temsilini istemesi, bu eğilimi
güçlendirici bir etmen oldu. Birçok giriĢim, kapitülasyonlara aykırı
olduğu gerekçesiyle, baĢta Ġngiltere olmak üzere, sefaretlerce
engellendi. Birçok sefaret Avrupa devletlerinin himayesinde oldukları
ve dokunulmazlıkları bulunduğu için dairenin giderlerini karĢılamak
üzere belirlenen vergileri ödemeyenlere arka çıktı. BaĢkalarına kötü
örnek olan bu tür durumlar daire gelirlerini büyük ölçüde sınırladı.
Özellikle, vergi ödemeye yanaĢmayanların dairenin varlıklı kesimi
oluĢu, özerk yönetimin mali temellerini yok etti.
Altıncı Daire deneyimi Tanzimat döneminde Batı ile olan sağlıksız iliĢkilerin de bir
göstergesiydi. Daha Ocak 1858'de Babıâli, Altıncı Daire
düzenlemesinden sefaretleri haberdar eder etmez tepki almakta
gecikmedi. Birçok düzenlemenin kapitülasyonlara aykırı olduğu ileri
sürüldü. Vergilere, bu arada, ticaret erbabına getirilen harçlara büyük
itiraz geldi. Osmanlı, bir yandan belediye hizmetlerini düzenlemeye
çalıĢırken öte yandan sefaretlere sürekli güvence verme gereği duydu.
Batı'nm reformdan, yana desteği, kendi vatandaĢlarının ve
himayelerine aldıkları unsurların çıkarlarıyla çatıĢtığı anda yerini
köstek olmaya bıraktı.
Kapitülasyonlar Babıâli'nin elini kolunu bağlıyordu. Altıncı Daire ile bölge
yönetiminin özerk kılınması kapitülasyonları daha da vahim bir
konuma soktu. Bu nedenle Babıâli, 1913'te Altıncı Daire'nin
ayrıcalığını kaldırdı ve diğer belediyeler konumuna indirgedi.
Ancak bu tür olumsuzluklara rağmen Altıncı Daire deneyi Babıâli'nin kent
konusunda duyarlılık kazanmasına neden oldu. ÇağdaĢ toplum
anlayıĢının kent dokusundan geçtiğini gördü. Kent hizmetlerinin
kamunun görev alanına girdiğini anladı. GeçmiĢin vakıflar gibi
dağınık birimleriyle gerçekleĢtirilen değiĢik tür hizmetlerini tek bir
çatı altında toplamanın gereğine inandı. Bu nedenle çağdaĢ yerel
yönetim anlayıĢının Türkiye'de temelleri kısa süreli bir giriĢim de
olsa, Altıncı Daire ile atıldı.
Bibi. (Ergin), Mecelle, Ġst., 1330-1338; (Osman Nuri Ergin) Muhtasar Mecette-i
Umur-ı Belediyye, Ġst., 1337; Ġ. Ortaylı, Tanzimatdan Cumhuriyete
Yerel Yönetim Geleneği, Ġst., 1985; ay, Tanzimattan Sonra Mahalli
idareler (1840-1878), Ankara, 1974; S. T. Rosent-hal, The Politics of
Dependency: Urban Reform in istanbul, Westport, 1980; S. Tümer-
kan, Türkiye'de Belediyeler (Tarihi gelişim ve bugünkü durum), ist.,
1946.
ZAFER TOPRAK
ALTINCI DAĠRE-Ġ BELEDĠYE BĠNASI
Günümüzde Beyoğlu Belediye BaĢkanlığı olarak kullanılan Altıncı Daire-i Belediye
binası, ġiĢhane Meydanı'nda, Yolcuzade Ġskender, MeĢrutiyet ve Mü-
ellit caddelerinin birleĢme noktasındadır. Arkasında (doğusunda)
Tünel'in üst giriĢini oluĢturan Metro Han, kuzeyinde ġiĢhane ve Tünel
Meydanı'm birbirine bağlayan merdivenlerden sonra köĢede bugün
otel olarak kullanılan Degucis Evi yer alır. Yapının güney ve
doğusundan tırmanan yokuĢ Ġstiklal Caddesi'nin giriĢine ulaĢır.
Altıno Daire-i Belediye binası
Nazım Timuroğlu, 1993
1857'de on dört bölgeye ayrılan Ġstanbul'da, örnek belediyecilik uygulamasına Altıncı
Daire kabul edilen Beyoğlu-Gala-ta bölgesinde baĢlandı. Bina
Edouard Blacque Bey'in ilk reisliği döneminde (1879-1883) inĢa
edilmiĢtir. Mimarı, Ġs-
tanbul'a baĢka eserler de kazandırmıĢ olan Ġtalyan kökenli Barborini'dir. Haliç ve
tarihi yanmada manzarasına hâkim olan yapı, önemli iĢleviyle semte
de adını vermiĢ, MeĢrutiyet Caddesi'nin baĢlangıcı "Daire" olarak
anılmıĢtır.
Osmanlı'da ilk belediye binası olan Altıncı Daire-i Belediye, uzun yıllar iĢlevini
sürdürmüĢ, 19601ı yıllarda kaymakamlık olarak kullanılırken tekrar
belediye Ģube müdürlüğü yapılmıĢ, 1984'te Beyoğlu Belediye
BaĢkanlığı olmuĢtur. Bu sırada tadilat görmüĢ, mevcut çatı katı,
çatının yükseltilmesi ile normal kata dönüĢtürülmüĢ, ancak bu
müdahalede yalın bir ifadeye sahip olan ilave kat, cepheden içeri
çekilmiĢ ve Ģevli (geriye doğru hafif eğik) eserin özgün mimarisinden
yalıtılmaya çalıĢılmıĢtır. 1992'de dıĢ cephesi temizlenmiĢ ve
boyanmıĢtır. Eski fotoğraflarda, yaz aylarında, yapının pencerelerinde
cepheye hareket kazandıran tenteler kullanıldığı görülür.
Dik eğimli bir parselde yer alan yapı, ġiĢhane Meydanı'ndan merdivenlerle ulaĢılan
yükseltilmiĢ bir platform üzerine inĢa edilmiĢtir. Açıklıkların
tonozlarla geçildiği bu geniĢ platformun altı bodrum kat olarak
kullanılmaktadır. Mimari düzenleme, ihtiyaçlara cevap veren açık ve
sade bir tasarımdır. Zemin katta, yapı aksında geniĢ bir giriĢ holü ve
buradan ulaĢılan her iki yönde uzanan koridorlar üzerinde, hepsi iyi
ıĢık alan ofis olarak düzenlenmiĢ mekânlar yer alır. Kat yükseklikleri
4,5 m'yi bulur. Katlar arası bağlantıyı sağlayan merdivenler giriĢ
holünün karĢısmdadır. Yenilenen merdiven kovasının yanına, kat
yüksekliğinden yararlanılarak ara kat seviyesinde muhdes mekânlar
ilave edilmiĢtir. Merdivenler, bu mekânlara giriĢi sağlamak amacıyla
dört kollu olarak yenilenmiĢtir. GiriĢin üzerinde birinci katta yer alan
geniĢ salon günümüz-
Ġı
225
',:.:••:, v":'-SStS»fe&î«3lS5*MWaE2:'«s:iSv .•
Altıncı Daire-i Belediye Hastanesi
Saman Sokağı 15 numaradaki binada hizmet verdiği yılları gösteren bir resim. Nuran
Yıldınm koleksiyonu
6. Filo'yu protesto amacıyla Dolmabahçe sahilinden denize siyah çelenk atan TMTFli
öğrenciler. Cumhuriyet Gazetesi Arşivi
ALTINCI DAĠRE-Ġ BELEDĠYE 224
de Belediye Meclisi salonu olarak kullanılmaktadır. Yeniden düzenlenen çatı katına
bağlantıyı metal konstrüksiyon döner bir merdiven sağlar. AhĢap olan
kat döĢemeleri betonarme kaset sisteme dönüĢtürüldüğünden iç mekân
tezyinatı tamamen yok olmuĢtur.
Neoklasik anlayıĢta düzenlenmiĢ cephelerde tam bir simetri hâkimdir. GeniĢ kat
silmeleri, saçak silmeleri, köĢe pilastrlan, pencere balustrad
(korkuluk) ve frontonları (alınlık) ile Beyoğlu mimarisinin örnek bir
yapısıdır. Pilastr Ģeklinde çifter kolonla ayrılmıĢ yuvarlak kemerli üç
sıra geniĢ pencereye yer verilen giriĢ holü cephesi, ana kütleden 3
m'lik bir çıkma Ģeklinde düzenlenmiĢtir. BibL S. N. Duhani, Eski
insanlar Eski Evler, Ġst., 1982, s. 13; Cezar, Beyoğlu, 250-251; C.
Can, "Ġstanbul'da 19. Yüzyıl Batılı ve Levanten Mimarların Yapılan
ve Koruma Sorunları", Yıldız Teknik Üniversitesi, (yayımlanmamıĢ
doktora tezi), 1993, s. 198-201.
CENGiZ CAN
ALTINCI DAĠRE-Ġ BELEDĠYE HASTANESĠ
Beyoğlu Belediye Hastanesi'nin temelini oluĢturan sağlık kurumu. Ġstanbul'da
belediye eliyle kurulmuĢ ilk hastanedir. 1865'teki kolera salgınında,
istanbul'a gelmiĢ olan St. Vincent de Paul rahibeleri Kuledibi'nde
kiraladıkları bir dükkâna 8 karyola yerleĢtirerek koleraya yakalanan
kiĢileri burada tedavi etmeye baĢlamıĢlardı. Salgın sırasında tedavi
ettikleri 1.200 kiĢinin yandan fazlasını iyileĢtirmiĢlerdi. Rahibelerin
bu hizmeti Altıncı Daire-i Belediye Reisi Server PaĢa tarafından
takdirle karĢılanmıĢ ve salgın bittikten sonra da hizmetlerini
sürdürebilmeleri için 40-50 yataklı bir belediye hastanesi kurulması
önerilmiĢti. Hastanede inanç ve milliyet ayrımı gözetilmeden belediye
hudutları içinde oturanların tıbbi bakım ve tedavileri yapılacaktı. Bu
amaçla Saman Sokağı no. 15'te belediye tarafından bir ev kiralanmıĢ
ve eĢyalarının büyük bölümü de hayır kurumlarınca karĢılanmıĢtı. O
dönemde önemli bir ihtiyacı karĢılamasına rağmen çok masraflı
olduğu gerekçesiyle hastanenin kapatılması yönünde birçok giriĢimde
bulunulmuĢtur. Ama hastane geliĢmesini sürdürmüĢ ve daha büyük bir
binanın yapımı için belediye bütçesinden önemli miktarda para
ayrılmıĢtır.
Hastane 3.400 rtf'lik bir alana yayılmıĢtı. Her biri 150 ırf'lik iki kattan oluĢan iki
ahĢap barakası vardı. Zemin katta mutfak, çamaĢırhane ve malzeme
odaları, birinci katta iki rahibe odası, eczane, çamaĢır salonu, ikinci
katta ise bir büyük iki küçük koğuĢ ile bir çocuk koğuĢu
bulunmaktaydı. Hasta sayısı da 35-40 arasında değiĢmekteydi. Büyük
baraka, tifo, humma gibi enfeksiyöz hastalıklarla ciddi cerrahi
vakalara ayrılmıĢtı. Küçük baraka ise çiçek, kızıl gibi bulaĢıcı
hastalıklara tahsis edilmiĢti, l, 2, 3 numaralı koğuĢlar sıradan
hastalıklara, 4. koğuĢ ise çocuklara aitti. Bina odun so-
basıyla ısıtılmaktaydı. Hastanede 46 yatak vardı. Hastalardan ücret alınmamakta,
ancak zührevi hastalığı olanlar ile kronik hastalar kabul
edilmemekteydi, istanbul'un diğer belediye bölgelerinden gelen
hastalara da bakılmaktaydı. 1865-1871 arasında hastanede toplam
3.535 hasta tedavi görmüĢ, bunların 3.156'sı taburcu edilmiĢ, 379'u da
ölmüĢtür.
1874'te Altıncı Daire-i Belediye'ce Tophane'de Defterdar YokuĢu'nda büyük bir
konak kiralanmıĢ ve hastane buraya nakledilmiĢtir. Burada normal
hastalardan çok Galata, Beyoğlu ve civarındaki yerlerde kavgalarda
yaralananların tedavileri yapıldığından hastaneye Altıncı Daire-i
Belediye Mecruhun Hastahane-si adı verilmiĢtir. 1878'de de sahibinin
ısrarı üzerine konak satın alınmıĢtır. AhĢap olan bina 30 Aralık
1893'te hastane ocağından çıkan yangında eĢyasıyla birlikte yanmıĢtır.
Yangından sonra Beyoğ-lu'nda Kumbaracı YokuĢu'nda bir ev
kiralanmıĢ, gerekli malzeme temin edilerek geçici bir hastane haline
getirilmiĢ ise de binanın darlığı, sağlık koĢullarına uymaması
sebebiyle burası terk edilerek Ağahamamı'nda bir ev kiralanmıĢ ve
zemin katı 10 yataklı bir hastane haline getirilmiĢtir. Fakat sahibi
binanın diğer bölümlerine hasta yatırılmasına izin vermiyor, hastane
de talepleri karĢılayamı-yordu. Bunun üzerine 1901'de rahibelerin
düzenlediği piyangodan elde edilen gelir ve toplanan bağıĢlarla 35
hasta ya-tırılabilecek geniĢlikte bir iki oda, iki katlı bir pavyon ve bir
de ameliyathane yaptırılarak hastalar buraya nakledilmiĢtir. Asıl bina
rahibelere ayrılmıĢ ve ayrıca eczane, laboratuvar, kütüphane, kabul
salonu, mutfak ve çamaĢırhane de burada bırakılmıĢtır.
ġehremaneti Meclisi 1894'te bir mazbata ile, yanan binanın arsasına, civarındaki bir
ev ile bir arsanın da istimlak edilmesiyle bölgedeki yabancı hastane-
lere karĢı imparatorluğun Ģanına yakıĢacak, yeni bir hastane yapılmasını teklif
etmiĢtir. Yapılan eksiltmede inĢaat, mimar Ernest'in üzerinde kalmıĢ
fakat kıĢ mevsimi olduğundan, inĢaatın ilkbaharda baĢlaması
kararlaĢtırılmıĢtır. ġûra-yı Devlet'in 25 Ekim 1894 tarihli
mazbatasından da hastanenin yapılacağı alana bitiĢik olan ev ile
arsanın istimlakine karar verildiği anlaĢılmaktadır. Ancak 1904'te
yanan binanın Tophane'deki arsası satılmıĢ, buna rahibelerin St.
Benoit BaĢrahibi Françoise'dan borç olarak aldıkları miktar eklenerek
Ağahamamı'-ndaki ev satın alınmıĢtır. 14 Ekim 1910'da Müessesat-ı
Sıhhiye-i Hayriye'ye devredilen hastaneye yaralılar dıĢında hasta da
kabul edildiği göz önünde bulundurularak adı Beyoğlu Zükûr
(Erkekler) Hastahanesi olmuĢtur. Bu tarihte, biri asıl bina diğeri de
sonradan yapılan pavyon olmak üzere baĢlıca iki binaya sahipti. Altı
rahibe çalıĢmakla birlikte yönetimi müesseseye bağlanmıĢ ve bir
belediye hastanesine dönüĢtürülmüĢtü.
Hastane, I. Dünya SavaĢı'ndan sonra Fransızlar tarafından iĢgal edilmiĢ, bir yıl kadar
da Rus göçmenlerini barındırmıĢtır. Daha sonra binanın Dr. Haim
Naum yönetiminde Dâülkelp (kuduz) Tedavihanesi olarak
kullanılmaya baĢlaması üzerine hastalar önce Çapa'ya, 1924'te de
ġiĢli'de kiralanan 41. Ġlkokul binasına yerleĢtirildi. Ġngilizler
istanbul'dan ayrılırken, Kuledibi'ndeki ingiliz Bahriye Hastanesi
(British Seeman Hospital) binasını Kızılay'a devretmiĢlerdi. Beyoğlu
Zükûr Hastahanesi, ġehremini Operatör Emin (Erkul) Bey zamanında
(1924-1928) ingiliz Bahriye Hastanesi'nin binasına taĢındı. 1933'te
bina belediyeye intikal etti ve Beyoğlu Belediye Hastanesi adını aldı.
1983'te de el değiĢtirerek Sağlık Bakanlığı'na geçti. Bugün Beyoğlu
Devlet Hastanesi adı altında faaliyetim sürdürmektedir.
T
Bibi. Abdullah Bey-Zoeros-Mordtmann, "No-tices sur leĢ höpitaux de
Constantinople", Gazette Medicale d'Orient, c. 18, no. 6-7, (1874), s.
115-117; Müessesât-ı Hayriye-i Sıhhiye Müdüriyeti, Ġst., 1911, s. 57-
60; B. N. ġehsuvaroğlu, Istanbulda 500 Yıllık Sağlık Hayatımız. Ġst.,
1953; B. N. ġehsuvaroğlu, "istanbul Sağlık Hayatı", İstanbul İl Yıllığı,
Ġst., 1973, s. 452-453; Ġ. Ortaylı: Tanzimat-dan Cumhuriyete Yerel
Yönetim Geleneği, Ġst., 1985, s. 139; Ġstanbul Tabip Odası, istanbul
Tıp Katalogu 86-87, Ġst., (1987), s. 28; O. Balcıgil, "GeçmiĢ Zaman
Olur ki. ġimdiki Beyoğlu Hastanesi'nin Aslı Ġngiliz Bahriye
Hastanesi'dir", Hürriyet Magazin, no. 7, 12 ġubat 1989.
NURAN YILDIRIM
ALTINCI FĠLO'YU PROTESTO OLAYLARI
6. Filo'nun Ġstanbul'u ziyareti sırasında Amerikan askerlerine karĢı giriĢilen eylemler.
1967-1969 yılları arasında özellikle eğlence yerlerinin ve genelevlerin bulunduğu
Beyoğlu'nda Amerikan askerlerinin baĢlarından keplerini kapmak,
üstlerine kırmızı mürekkep atmak, üniformalarını jiletlemek, ya da
köĢede kıstırıp hırpalamakla baĢlayan "antiemper-yalist eylemler"
askerlerin Dolmabah-çe'de kargatulumba denize atılmasına kadar
vardı.
Kıbrıs sorununda Amerika'nın tutumu, Vietnam SavaĢı, Ortadoğu'da ABD' nin Ġsrail
yanlısı tavrı ve Israil-Arap savaĢı 1960'h yılların gençliğini Amerika
karĢıtı bir tavır almaya sevk etti. "Amerikan emperyalizmi" bu yıllarda
sol söylemin ana muhalefet çizğisiydi. ABD'nin Akdeniz'deki gücü 6.
Filo, gençlik eylemlerinin hedeflerinden biri oldu. Bu gösteriler
Ġstanbul'da Haziran 1967'de baĢladı ve dönem dönem tekrarlanarak
Kanlı Pazar diye bilinen 1969 ġubat'ına kadar sürdü. Bu süre içinde,
6. Filo'nun Türk limanlarını her ziyareti gençliğin protestosuyla
karĢılaĢtı.
24 Haziran 1967 günü, Amerika'nın Türkiye ve Ortadoğu'daki rolüne karĢı öğrenci
gösterileri sırasında Alp Kuran ve arkadaĢları hırpalandı. Olayı
izleyen günlerde, TMGT (Türkiye Milli Gençlik TeĢkilatı) ve
TMTF'nin (Türkiye Milli Talebe Federasyonu) bunu protesto etmek
üzere yayımladıkları bildiride, "Bu kahbece hırpalanmanın
Amerika'ya ve CIA'ya uĢaklık edenlerden beklenebileceği"
belirtiliyor, "Türkiye'deki Amerikan üslerini söküp atacağız"
deniyordu.
6. Filo'ya karĢı gösteriler Eylül 1967'de tırmanıĢa geçti. Olaylar 6. Filo'nun izmir'e,
ardından istanbul'a geliĢiyle ve Dolmabahçe önlerine demirleyiĢiyle
baĢladı. Ziyaretin Ġstanbul'un düĢman iĢgalinden kurtuluĢunun 45.
yıldönümüne rastlaması yükseköğrenim gençliğinin siyasal bilincinde
yer etmiĢ "bağımsızlık" duygularına da ters düĢüyordu.
ĠTÜ, ĠTÜ Teknik Okulu, ODTÜ, Ġstanbul Yüksek Teknik Okulu öğrenci birlikleri
ortaklaĢa bir protesto hareketi düzenlediler. 6. Filo erlerinin ayak
bastıkları Dolmabahçe rıhtımını, cumartesi
sabahı iĢgal ederek Amerikalıların geçmesine izin vermeyeceklerini açıkladılar.
Yayımlanan bildiride "Ģımarık Amerikalı ve Amerikan askeri" için
Saygon ile Türk limanlarının pek fark etmediği, kentlerimizi "cinsel
boĢalım merkezi" olarak kullandıkları, en çok satan gazetelerin
objektiflerine kucaklarında Türk kızları olduğu halde poz verdikleri,
Ġstanbul sokaklarının Saygon sokaklarına benzetilmek istendiği
kaydediliyor, "iĢte biz Türk gençleri olarak bu kez buna izin
vermemek azmindeyiz" deniyordu.
TiP (Türkiye ĠĢçi Partisi) Genel Sekreteri Rıza Kuas da yayımladığı bildiride
"Emperyalist Amerika'nın Akdeniz korsanı" 6. Filo'yu artık Boğaziçi
sularında görmek istemediklerini, Lozan AntlaĢma-sı'na hayır diyen
Amerika'nın, istanbul'un kurtuluĢunun kutlandığı günlerde
Dolmabahçe'ye demir atmasının Türk halkının bağımsızlığına karĢı
alenen saygısızlık oluĢturduğunu belirtiyordu.
7 Ekim sabahı gençler ellerinde "Yankee, Go Home", "6 Ekim'de kovduk, 7 Ekim'de
geldiler", "Filolarıyla geldiler, finolarıyla dönecekler", "Türkiye
Vietnam olmayacaktır" yazılı pankartlar olduğu halde Dolmabahçe
rıhtımını tuttular. Sol basın, direniĢi Türkiye'nin "ikinci kurtuluĢ
savaĢının ilk muharebeleri" olarak yorumluyor, gençlik ve iĢçi
liderlerini "Yankee emperyalizmi"ne karĢı mücadele açmaya
çağırıyordu.
Gençlerin Dolmabahçe rıhtımını tutması üzerine Amerikalı askerler sahile baĢka
yerlerden çıkarıldılar. Subaylar helikopterlerle YeĢilköy'e götürüldü.
12 Ekim'de de, bu kez Ġzmir'de, Amerika aleyhtarı gösteriler yapıldı.
Bir sonraki yıl, gençliğin benzer eylemleri sürdü. Sol yazının bir kesiminde
"Dolmabahçe DireniĢi" diye bilinen olay-
ALTINCI FĠLOYU PROTESTO
lar 15 Temmuz 1968 günü 6. Filo'nun istanbul'a geliĢiyle baĢladı. Aynı gün ĠTÜ'de
öğrenci dernekleri bir toplantı düzenlediler ve yapılacak protesto
eylemlerini tartıĢtılar. Toplantı ertesi, gençlerin Taksim Alanı'na çıkıĢı
toplum polisince engellendi. Öğrenci liderleri gözaltına alındı.
16 Temmuz günü, ĠTÜ'lü öğrenciler
bu durumu protesto etmek üzere Dol
mabahçe rıhtımına indiler; göndere ya
rıya kadar bayrak çektiler. Gerekçe 6.
Filo'nun Türkiye'nin "tam bağımsız"lığı
için tehdit oluĢturduğuydu. Bu sırada
ĠTÜ sürekli polis ablukası altındaydı.
Taksim ve GümüĢsüyü çevresinde po
lislerle öğrenciler vur-kaç yöntemiyle
çatıĢıyorlardı.
Aynı gece bir grup öğrenci GümüĢ-suyu'ndan Taksim'e doğru yürüdü. Polis 16
öğrenciyi Toplantı ve Gösteri YürüyüĢleri Yasası'na aykırı hareket
gerekçesiyle gözaltına aldı. Gençler Dolma-bahçe'den Beyoğlu'na
çıkan Amerikalı erlerin ve subayların üzerlerine boya atıyor, keplerini
alıyor ve kıstırdıklarını pataklıyorlardı.
17 Temmuz günü sabaha karĢı ĠTÜ
Rektörü Bedri Karafakioğlu'nun, yurdun
üniversite dıĢında olduğunu belirtmesi
üzerine Talebe Birliği ve 444 öğrencinin
kaldığı ĠTÜ Öğrenci Yurdu polis tarafın
dan basıldı. Öğrenciler direndi. Arala
rında FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu)
Ġstanbul Sekreteri Veysi Sarısözen'in de
bulunduğu 30 öğrenci tutuklandı. Yak
laĢık yedi saat süren olaylar sırasında 35
öğrenci, 70 polis yaralandı. Ağır yarala
nan Vedat Demircioğlu, Alpaslan Ertuğ-
rul ve Kerim TaĢgören adlı öğrenciler
ilk Yardım Hastanesi'ne kaldırılarak yo
ğun bakıma alındılar. Vedat Demircioğ
lu tüm çabalara karĢın kurtarılamadı ve
r
226
ALTEVKUM PLAJI
24 Temmuz günü öldü. Öğrencilerle toplum polisi arasında çıkan çatıĢma, 27
Mayıs'tan beri, bu tür olayların ilki idi.
ĠTÜ Öğrenci Yurdu baskını ertesi, gençler Taksim Alanı'na kadar bir protesto
yürüyüĢü düzenlediler. "Bağımsız Türkiye", "Kahrolsun Amerika",
"Amerikalı it, evine git", "Tanklarıyla toplarıyla gelseler dahi,
bağımsız olacak Türk'ün ülkesi" sloganları atıldı. Taksim Ala-nı'nda
6. Filo'yu protesto eden gençler, daha sonra Amerikalı denizcilerin
kadınlarla girdikleri Opera Oteli'ni taĢladılar.
Ardından açığında 6. Filo'nun demirli olduğu Dolmabahçe rıhtımına yöneldiler.
Durumun vahamet kazanması üzerine FKF yöneticileri ve ĠTÜTB
(Ġstanbul Teknik Üniversitesi Talebe Birliği) BaĢkanı Harun
Karadeniz yürüyüĢçüleri durdurmak istediler. Ancak, Mustafa Gürkan
ve öteki DÖB'lüler (Devrimci Öğrenci Birliği) yürüyüĢün
sürdürülmesinden yana etkin ajitasyona giriĢtiler. Polis kitleyi
durduramadı ve rıhtımı boĢalttı. Bu sırada botlarla açılmaya çabalayan
Amerikan erleri gençler tarafından denize atıldılar. Filo'ya ait motorlar
taĢlandı. YeĢilköy'den Amerikan donanmasına erzak getiren bir
kamyon yağmalandı ve yakıldı. Amerikalılara ait bir askeri otobüs taĢ
yağmuruna tutuldu. Dolmabahçe duvarları ve yerler yazılarla
donatıldı.
Ġstanbul Merkez Komutanı Tümgeneral Selami Pekün gençlere dağılmalarını
söylediyse de sözünü dinletemedi. Tümgeneral Pekün omuzlarda
taĢındı ve ordu lehinde tezahüratta bulunuldu. Bu arada 41 öğrenci
geç saatlerde gözaltına alındı; 400'e yakın toplum polisi Dolmabahçe
rıhtımını kuĢattı.
18 Temmuz günü ĠTÜ Rektörü Prof. Karafakioğlu ile dekanlar ve senato üyeleri
topluca görevlerinden istifa ettiler. Gözaltına alınan 30 öğrenci ilk
sorgularından sonra tutuklandı. Amerika'ya karĢı gençlik hareketi bu
sırada Ankara'ya da sıçradı. Amerikan Haberler Merkezi, Pan
Amerikan Hava Yolları ve Amerikan Kültür Merkezi'ne
molotofkokteyli atıldı; cam ve vitrinleri kırıldı;
Tuslog Komutanlığı'mn duvarları siyaha boyandı.
20 Temmuz günü gençlik örgütleri Beyazıt'ta emperyalizme karĢı büyük bir miting
düzenlediler. Bir gün sonra Mec-lis'te, ĠçiĢleri Bakanı Faruk Sükan bu
hareketlerin ve akımların hürriyeti kötüye kullanmak olduğunu,
ülkedeki sükûneti bozduğunu, vatandaĢlar arasında Ģikâyetlere yol
açtığım ve devletin prestijini sarstığını söyleyerek, bunların devamına
izin verilmeyeceğini bildirdi.
24 Temmuz günü Vedat Demircioğ-lu'nun komadan kurtarılamayarak ölmesi ikinci
bir öğrenci-polis çatıĢmasına neden oldu. FKF'liler Vilayet'e siyah
çelenk koymaya ve "oturma grevi" yapmaya karar verdiler. 47 öğrenci
tutuklandı. Ġstanbul Üniversitesi'nde toplanan gençler Vilayet'e
yürüdüler. Divanyo-lu'nda polisle çatıĢmaya girildi. Vedat
Demircioğlu'nun cenazesinin gençlere verilmemesi üzerine sembolik
bir tabutla yürüyüĢe geçildi. Öğrenci ile polis sokak aralarında çatıĢtı.
Askeri inzibat birlikleri devreye girdi.
Temmuz olayları TMGT'nin ayın 27'sinde yaptığı "Anayasa ve Kanunlara Saygı"
mitingiyle son buldu. Dolmabahçe olayları TĠP yanlısı "Sosyalist
Dev-rimciler'le sonraki yıllarda Milli Demokratik Devrim yanlısı olan
"Demokratik Devrimciler" ayırımının belirginleĢmesine neden oldu.
TĠP "oportünizm" ile suçlandı.
Kısa bir süre sonra 6. Filo liman kentlerini tekrar ziyarete geldi. 21 Ağustos 1968
günkü Cumhuriyet gazetesi DıĢiĢleri Bakanlığı'nm ve Deniz
Kuvvetle-ri'nin, 30 Ağustos Zafer Bayramı ve 9 Eylül Ġzmir'in
kurtuluĢu ile aynı zamana rastlayan 6. Filo'nun ziyaretlerine karĢı
çıktığını yazıyordu. 30 Ağustos günü Zafer Bayramı nutkunda
CumhurbaĢkanı Sunay, Türkiye'nin Nato müttefikleriyle iliĢkilerini
sarsmaya uğraĢan aĢın grupları eleĢtirdi ve 6. Filo'ya geleneksel
misafirperverliğin gösterilmesini istedi.
6. Filo olaylarının son evresi 1969 ġubat ayıdır. Filo'nun Ġstanbul'u yeniden ziyaret
etmesi üzerine 10-13 ġubat
6. Filo
olaylarının
öğrenci
liderleri
(ortada ĠTÜ
Talebe Birliği
BaĢkanı Harun
Karadeniz)
Dolmabahçe'de.
Cumhuriyet
Gazetesi Arşivi
1969 günleri 6. Filo'ya karĢı gösteri yapanlarla polis arasında çatıĢmalar çıktı. 16
ġubat'ta Taksim'de düzenlenen mitinge bu kez gençliğin yamsıra
sendikalar ve meslek kuruluĢları da katıldı. O-laylar 6. Filo'ya karĢı
gösteri yapanlara, "Müslüman Türkiye" diye bağıran bir grubun
saldırıya geçmesiyle baĢladı. Gençlere sopalarla ve bıçaklarla saldıran
kalabalık karĢısında toplum polisi çaresiz kaldı. Sokak aralarındaki
çatıĢmalarda 2 iĢçi öldürüldü; 200 kiĢi yaralandı. Kanlı Pazar ya da 16
ġubat Ola-yı'nı anlatan basın, "Taksim SavaĢ alanına döndü" diyordu.
Tabii Senatör Ahmet Yıldız, Kanlı Pazar olayından hükümeti sorumlu tuttu ve
istifasını istedi. Demire! Kanlı Pazar'la ilgili filmlerin televizyonda
gösterilmesini yasakladı. Basın bunun bir sansür olduğunu ileri sürdü;
Demirel kanunun kendisine bu yetkiyi verdiğini söyledi.
Kanlı Pazar'dan sonra Amerikan hükümeti 6. Filo'nun Türkiye ziyaretlerini bir süre
için ertelemeye karar verdi. Bibi. E. Korkmaz, Kafa Tutan Günler: 68
Güncesi, ist., 1969; S. Genç, Bir Devrin Perde Arkası... 1960-71: 12
Man'a Nasıl Gelindi, Ankara, 1971; H. Karadeniz, Olaylı Yıllar ve
Gençlik, ist., 1975; H. Çetinkaya, Sancılı Yıllar (1965-1971), ist.,
1986; A. Yıldırım, Belgelerle FKF, Dev Genç, 2 cilt, Ankara, 1988,
1990; E. Höke, 1960'lardan 1980'e Gençlik ve Mücadelesi, ist., 1989;
A. Kabacalı, Türkiye'de Gençlik Hareketlen, Ġst., 1992; Sosyalizm ve
Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi. ZAFER TOPRAK
ALTINKUM PLAJI
Boğaz'ın yukarı kesiminde, Rumeli yakasında Rumelikavağı'nın kuzeyinde, doğal bir
plajdır. ġirket-i Hayriye(->) tarafından, 1929'da, halkın ailece, kadınlı
erkekli denize girebilmesi amacıyla soyunma kabinleri kurulması ve
doğal kumsalın düzenlenmesiyle açıldı. Anadolu yakasındaki
Küçüksu Plajı'yla birlikte, tasarlanarak iĢletmeye açılmasında
Boğaz'ın geliĢip kalkınmasını ilke edinen ġirket-i Hayriye'nin
yöneticilerinden Necmettin KocataĢ'la birlikte Müdür Sadi Akant'ın
da emeği geçti.
Ġncecik kumu ve tertemiz deniziyle dikkati çeken Altınkum'da soyunma kabinleri ve
bir lokanta da yaptırıldı. O tarihlerde Sarıyer'den ulaĢılması hayli zor
olduğundan vapur seferleri düzenlendi. ġirketin o sıralarda yeni inĢa
ettirdiği vapura da "Altınkum"(-0 adı verildi. Ne var ki plaj, Ģehre
uzak olduğu için fazla rağbet görmedi. Araya II. Dünya Sava-Ģı'nın
girmesiyle, Sarıyer Yenimahalle'den itibaren sahil Ģeridi askeri bölge
içine alınınca, çevreye giriĢ çıkıĢlar kısıtlandı. Plajın ulaĢımı daha da
güçleĢti.
Plaj bugün halka açıktır. Ġstanbul'da halen denize girilebilen ender doğal plajlardan
biridir. Sarıyer'den kalkan belediye otobüsleri ve dolmuĢlarla
gidilebileceği gibi, Ģehir hattı vapurları da yanı baĢındaki
Rumelikavağı Ġskelesi'ne yaz kıĢ ring seferleri yapmaktadır.
ESER TUTEL
r
Altınkum Vapuru
Salâhaddin Giz
ALTINKUM VAPURU
ġirket-i Hayriye'nin, Cumhuriyet'ten sonra inĢa ettirdiği Boğaz vapurlarından biridir.
1929'da, Ġskoçya'da, Glas-gow'daki Fairfield Sihpbuilding Cop.
tezgâhlarında yapıldı. Baca numarası 74'tür. Yazın 975, kıĢın da 885
yolcu alıyordu. 415 grostonluk olup 46 m uzunluğunda, 7,6 m
geniĢliğindeydi; su kesimi 2,9 m kadardı. Toplam 580
beygirgücündeki iki buhar makinesiyle saatte 10 milin üzerinde hız
yapabiliyordu. BaĢ tarafında ayyıldız içeren kabartma süsler vardı;
sonra bunlar bakım zorluğundan kaldırıldı.
Ġstanbul'a getirildiği günlerde, kıç tarafındaki Ġngiliz bayrağının Türk karasularında
indirilmesi gerekirken indil-memesi bazı tatsız olaylara yol açtı.
Sonunda, Ticaret-i Bahriye Müdüriyeti'nin giriĢimleriyle indirilerek
yerine Türk bayrağı çekildi.
ġirket-i Hayriye'nin tanınmıĢ kaptanlarından ġeref Kaptan'ın bir süre süvariliğini
yaptığı bu vapurla 1930'lu yıllarda normal posta seferlerinin dıĢında,
Yalova'ya, Çınarcık'a müzikli eğlence seferleri de düzenlendi. ġeref
Kaptan genç yaĢta ölünce, cenazesi yine bu vapurla Beykoz'a
götürüldü.
Boğaz sularında aralıksız 55 yıl çalıĢtıktan sonra 1984'te kadro dıĢı bırakılan
Altınkum, 1987'de de satıĢa çıkartıldı. Bugün, Gelibolu-Eceabat
arasındaki Bur-hanlı mevkiinde, Sur ve Göztepe adlı Ģehir hattı
vapurlarıyla birlikte yeniden değerlendirilmek üzere bekletilmektedir.
ESER TUTEL
ALTINVARAKÇILIK
Altınvarak, külçe altının haddehanede silindirden geçirilmesi ve daha sonra değiĢik
özellikteki deriler arasında dövülerek inceltilmesiyle elde edilen çok
ince bir kâğıt görünümündeki levhadır. Belli boyutlarda kesilip
aralarına "tükürük kâğıdı" konularak on yaprağı bir "deste", yirmi
destesi de bir "tefe" diye
adlandırılır; deste ya da tefe olarak alınıp satılırdı.
Altınvarak, geniĢ yüzeylere levha halinde yapıĢtırma yoluyla uygulandığı gibi, derin
bir porselen kapta sulandırılmıĢ arapzamkı ile ezilip boya kıvamına
getirildikten sonra fırça ile gereken yerlere uygulanabilmiĢtir.
Altınvarakçılık eskiden Osmanlı kuyumculuğunun merkezi olan Ġstanbul'da
KapalıçarĢı'nın içinde ve çevresinde yer alan han ve iĢliklerde
yapılırdı. Özellikle KapalıçarĢı'da Sandal Bedesteni yakınında Çuhacı
Hanı Sokağı ile Karakol Sokağı arasında bulunan Varakçı Hanı da bu
geleneksel sanatın merkezlerindendi. Devlet, altın ve gümüĢ
tüketimini, dolayısıyla da altınvarakçılığı Ġstanbul kadısı eliyle
denetim altında tutuyordu. Altınvarak belli büyüklükte kalıba göre
seçildiği ve kalınlığı da belli olduğu için destesi on beĢ altından
satılırdı. Zaman zaman altınvarakçılar büyük kalıplarla çalıĢır, bu
yüzden altın fiyatlarında yapay bir yükselme olurdu. Devlet hassa
(saray) nakkaĢlarının alünvarak sıkıntısı çekmemesi için her
varakçının haftada dört deste varağı esnaf yiğitbaĢılarına teslim
etmelerini ve saray için buradan satın alınmasını uygun görmüĢtü.
Altınyurt Spor
Kulübü'nün
sunduğu kanto
gösterilerinden
biri, 1965.
Tuna Baltacıoğlu
arşivi
221 ALTINYURT SPOR KULÜBÜ
19. yy'ın tanınmıĢ simalarından Altu-nizade Ġsmail Zühdi PaĢa'nın(->) babası Hacı
Ali Efendi Varakçı Hanı'nda varakçılar kethüdalığı yapmıĢtı. 19- yy
sonlarına doğru Avrupa'dan ithal edilen fabrikasyon altınvarakla
rekabet edemeyen Osmanlı altınvarakçılığı terk edildiğinden bu handa
da kuyumculuk malzemeleri satan iĢyerleri açılmıĢtır.
Altınvarak daha çok müzehhipler, mücellitler, minyatürcüler, lake ressamları ve
hattatlar tarafından kullanıldığı gibi mobilyacılıkta, endam aynası ve
kavukluk yapımında, mermer süslemelerinde ve kitabelerde,
madenden yapılan kubbe ve minare alemlerinde de kullanılmıĢtır.
MEHMET ZEKĠ KUġOĞLU
ALTINYURT SPOR KULÜBÜ
Ġlk kuruluĢ tarihi 1935'tir. Altunizade semtinin Tophanelioğlu kesiminde tramvay
caddesi üzerinde boĢ bir dükkânda kurulan kulübün futbol ve
voleybol takımları vardı. Gençler sporla yetinmeyip tiyatro kolu ile
gezi kolu da kurmuĢlardı. Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu'nun Akıl Taciri,
Kafa Tamircisi, inanmak adlı yapıtları kitap olarak yayımlanmadan
önce ilk kez kulüp sahnesinde oynanmıĢtı. Ġlk Altınyurt üç yıl yaĢadı.
Ġkinci Altınyurt o yılları yaĢamıĢ çılanların giriĢimiyle 16 Mart 1959'da kuruldu.
Kurucuları arasında Tuna Baltacı-oğlu, Metin Yasavul ve Engin
Yesarioğ-lu vardı. Kulüp etkinlikleri futbol, voleybol ve basketbolü
kapsıyordu. Kulüp üyeleri ve yöneticileri spor kadar tiyatroya da
önem veriyorlardı. Kulüp henüz bir binaya kavuĢmamıĢ olduğundan
tiyatro kolu Ekim 1959'da Altunizade KöĢkü(->) salonunda ġinasi'nin
Şair Evlenmesi ile Thornton Wilder'in Trenton ile Caniden 'a Mutlu
Yolculuk adlı oyunlarıyla ilk etkinliğini gösterdi. Oyunları sahneye
Hasan Kuruyazıcı koymuĢtu.
Kulüp 196l'de Altunizade'de Küçük Çamlıca Caddesi üzerinde üyelerinin çaba ve
katkılarıyla bir lokal binasına sahip oldu. Lokalde bir de küçük sahne
vardı. Bu sahnede 1961-1963 yıllarında sonradan ün kazanan Müjdat
Gezen,
iiĠĠı
229
r
ALTUNBEZER, ĠSMAĠL HAKKI 228
SavaĢ Dinçel, Atila Alpöge, Arif Erkin, Mehmet Akan, Ergun Köknar, Çetin
Ġpekkaya gibi birçok genç sanatçı oyun sergiledi. Yine bu yıllarda
kulüp istanbul'da ilk kez Direklerarası'nın eski ramazan eğlencelerini
canlandırdı. Kulübün tüm amatör sanatçıları on yıl boyunca ramazan
ayında kanto eğlenceleri düzenlediler. Bu etkinlik kamuoyunda ve
basında büyük ilgi uyandırdı.
1965'te eskrim kolu kuruldu. Sosyal çalıĢmalar çerçevesinde resim sergileri, edebiyat
geceleri, konserler, konferanslar, geziler, sinema Ģenlikleri, sanatçıları
anma günleri, folklor, tiyatro gibi etkinlikler de geniĢ bir Ģekilde yer
alıyordu. Kulüp 1965'te futbol Ģubesini kapattı. Voleybol, basketbol,
eskrim dallan Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü'nce tescil edildi.
1969'da voleybol Ģubesinin baĢına Mehmet Bengü getirildi. Mehmet
Bengü, Türkiye'de ilk kez Asya voleybolu diye adlandırılan hızlı ve
aldatmacalı bir uygulama baĢlattı. Bu sistem birkaç yıl içinde sonuç
vermeye baĢladı. Voleybol A Takımı durmadan geliĢerek 1974'te
Türkiye Ligi'ne yükseldi. Yine Türkiye voleybol tarihinde ilk kez
gerçek amatör oyunculardan kurulu bir takım 12 yıl küme düĢmeden
Türkiye Li-gi'nde kalmayı baĢardı.
Kulüp, bugün lokal binası bitiĢiğinde Genel Sigorta ġirketi'nin yardımıyla ya-, pılan
güzel bir kapalı salona sahiptir. Bu tesislerden yaklaĢık 300 sporcu
yararlanmaktadır. Kulübün en büyük özelliği kuruluĢundan bu yana
amatör bir semt kulübünün nasıl olması gerektiği yönünde bir örnek
oluĢturmasıdır.
TUNA BALTACIOĞLU
ALTUNBEZER, ĠSMAĠL HAKKI
(9 Şubat 1873, İstanbul - 19 Temmuz 1946, İstanbul) Özellikle celi sülüs ile uğraĢmıĢ
hattat, tuğrakeĢ ve müzehhip.
KuruçeĢme'de doğdu. Baba tarafı beĢ göbek hattattı. Babası Mehmed îlmi Efendi
Kazasker Mustafa izzet Efen-di'nin(->) öğrencisiydi. Altunbezer
Aksaray Pertevniyal Valide Sultan Sıbyan Mektebi'ni, Fatih
RüĢtiyesi'ni bitirdi. Bu arada, ilk önce babasından sülüs ve nesih yazı
öğrendi. Daha sonra Sami Efen-di'ye(-») devam ederek tuğra çekmeyi,
divani, celi divani ve celi sülüs öğrendi. 1890'da genç yaĢında Divan-ı
Hümayun Kalemi'ne girdi. Kısa zamanda yükselerek birinci tuğrakeĢ
(tuğra çeken) oldu. Bu kalemden çıkan niĢan, berat ve menĢur gibi
resmi evrakı yazma iĢini üstlendi. Bu evrakı divani ve celi divani ile
yazarken diğer taraftan da bu evrakın üst yanına tuğraları çekiyordu.
Altunbezer, 1896'da Sanayi-i Nefise Mektebi (Güzel Sanatlar Akademisi, Ģimdi
Mimar Sinan Üniversitesi) resim bölümünü birincilikle bitirdi. Bir
aralık çeĢitli okullarda rık'a yazı öğretmenliği yaptı. 19l4'te açılan
Medresetü'l-Hatta-tin'e tuğra ve celi sülüs hocası oldu. Ayrıca
Üsküdar Ġdadisi ve Darülmualli-min'de hat, ToptaĢı RüĢtiyesi ile
Galata-
'•"7TT W* WJ?3E?" ^
•m> _ *«**jj&£î8&s5- v&
Altunbezer'in müsenna bir yazısı ġevket Rado, Türk Hattattan
saray Sultanisi'nde de resim öğretmenliğinde bulundu.
Medresetü'l-Hattatin 1928'de kapanınca emekli oldu ise de bir müddet sonra açılan
ġark Tezyini Sanatlar Mek-tebi'ne tezhip hocası oldu. Bu okulun
müdür yardımcılığını yaptı. Daha sonra Güzel Sanatlar Akademisi
Türk Tezyini Sanatlar ġubesi tezhip öğretmenliğine getirildi. Tezhip
sanatını Bahaeddin Bey'den öğrenmiĢti. Bu sanatta kendine has bir
üslubu vardı ki, klasik anlayıĢa aykırı idi. Bu yüzden de ölümünden
sonra terk edildi. Soyadı kanunu çıkınca arkadaĢı hattat Necmeddin
Okyay(->) ona, müzehhipliği dolayısıyla Altunbezer soyadını uygun
görmüĢ o da bunu benimsemiĢti. Hattatlar arasında daha çok TuğrakeĢ
Ġsmail Hakkı diye anılırdı.
Altunbezer, ta'lik müstesna, her çeĢit yazı ile uğraĢtı. Nesih ve sülüs üzerinde fazla
durmadı. Tuğra, divani ve celi divani de üstüne yoktu. Bilhassa celi
sülüs yazı kompozisyonundaki buluĢları fevkaladedir. Aynı zamanda
hakk (oymacılık) sanatında da ustaydı.
Divan-ı Hümayun'da yazdığı sayısız niĢan, ferman, berat ve menĢur dıĢında
yapılardaki eserlerinden bazdan Ģunlar-
Altuncuzade
Tekkesi'nin
planı.
M. Baha Tamıuın, 1982
dır: Üsküdar, Selimiye, Edirnekapı, Zeynep Sultan, Abdi SubaĢı camilerinin kubbe
yazıları, Üsküdar ġemsi PaĢa Camii kuĢak yazısı. Ayrıca Ġstanbul'da
Laleli, Bebek, Bakırköy, Kemer Hatun ve Ağa Camii'nde de eserleri
vardır. En meĢhur öğrencileri Macid Ayral(->) ile Halim
Özyazıcı'dır(->). Altunbezer, Hafız Osman ve Mustafa Rakım
ekollerinin usta temsilcisidir.
Bibi. İnal,-Son Hattatlar, 97-101; Rado, Hattatlar, 258-259.
ALI ALPARSLAN
ALTUNCUZADE TEKKESĠ
Eminönü llçesi'nde, ġehzadebaĢı semtinin, eskiden "AğayokuĢu", "Kırkdörtka-pısı"
veya "MehmedağayokuĢu" olarak anılan kesiminde, KemalpaĢa
Mahalle-si'nde, ġirvanizade Sokağı ile YeĢil Tulumba Sokağı'nın
kavĢağında, mahalleye adım vermiĢ olan mescidin yanında yer
almaktadır.
Yanında yer aldığı Kemâl PaĢa Mes-cidi'nde imamlık yapan, Halveti tarikatından,
"SarhoĢ" lakaplı ġeyh Bâlî Efendi (ö. 1572) tarafından 16. yy'ın
ortalarında tesis edilmiĢtir. Bâlî Efendi'nin baĢlangıçta adı geçen
mescitte Halveti
r
ayini icra ettiği, daha sonra mescidin yanına bağımsız bir tevhidhane inĢa ettirdiği,
hayatı boyunca burada Ģeyhlik yaptıktan sonra mescidin haziresine
gömüldüğü anlaĢılmaktadır. Daha sonra tekkenin postniĢini olan
"Altuncuzade" ve "Kudsizade" lakaplı Ģeyhler, tekkenin bu isimlerle
de anılmasına sebep olmuĢlardır. Bu arada Ġstanbul tekkelerine iliĢkin
bazı kaynaklarda tekkenin "Altun", "Altunizade", "Altıncıoğlu" olarak
kaydedilmiĢ olduğu görülmektedir. Ayrıca, Saliha Sultan'm 1834'teki
düğününe davetli olan Ģeyhler arasında, Hal-vetîliğin ġabanı
kolundan, "Ağayoku-Ģu'nda Altıncıoğlu Tekkesi ġeyhi MüĢtak
Efendi'nin" adı geçmekte, tekkenin bu tarihten itibaren Halvetîliğin bu
koluna bağlı kaldığı, "Hacı MüĢtak" veya "MüĢtakzade" gibi adlarla
da anılmaya baĢladığı tespit edilmektedir.
Ġlk yapının özellikleri bilinmemekte, çeĢitli tarihlerde onarımlar geçirdiği hattâ yeni
baĢtan inĢa edildiği anlaĢılmaktadır. Özellikle 1826 tarihli Vaka-i
Hayriye'de, hemen yanında bulunan, "Eski Odalar" isimli yeniçeri
kıĢlasının yakılması sırasında tekkenin de tahrip olduğu, 1826-1834
arasında, yukarıda adı geçen ġeyh MüĢtak Efendi tarafından ġaba-nî
koluna bağlı olarak ihya edildiği tahmin edilebilir. Tekkenin, yarı
yıkık du-
Altunizade
İstanbul Ansiklopedisi
rumda günümüze intikal eden son yapısı ise 20. yy baĢlarına aittir. Kemâl PaĢa
Mescidi'nin yanındaki türbesinde gömülü olan Hasan Fehmi PaĢa'nın
eĢi Zey-neb Feride Hanım'm, 1902'de, adı geçen mescitle birlikte
Altuncuzade Tekkesi'ni de yenilemiĢ olması akla yakındır. 23
Temmuz 1911 tarihli ünlü Aksaray yangınında KemalpaĢa Mahallesi
bütünüyle yandığında muhakkak ki tekke de büyük ölçüde harap
olmuĢ ve daha sonra onarım görmüĢtür. 1925'ten sonra kaderine terk
edilen tekkenin tevhidhanesi halen mezbelelik halindedir. Harem-se-
lamlık kanadından geriye kalan zemin kat ise Kemâl PaĢa Mescidi'nin
imam meĢrutası olarak kullanılmaktadır.
Mimari programı ve boyutları asgari düzeyde tutulmuĢ, mütevazı bir zaviye olan
Altuncuzade Tekkesi, aralarında duvarla bağlantı kurulmuĢ iki
kanattan oluĢmaktadır. Batı kanadı tevhidhaneyi, doğu kanadı da iki
katlı harem ve selamlık bölümlerini barındırmaktadır. Kareye yakın
dikdörtgen planlı ufak tevhidhane, son devre ait sıradan bir mescit
niteliğindedir. Duvarlar moloz taĢ ve tuğla ile örülmüĢ, üstü ahĢap çatı
ile kapatılmıĢtır. Doğu yönünden girilen bu mekânda toplam beĢ adet
basık kemerli pencere bulunmakta, tuğla ile örülmüĢ olan bu
kemerlerin bir eĢi de mihrap ni-
ALTUNĠZADE
Ģini taçlandırmaktadır. GiriĢin yer aldığı doğu duvarındaki izlerden, burada iki katlı
ahĢap mahfillerin mevcut olduğu anlaĢılmaktadır. Aslında iki katlı
olduğu bilinen, ahĢap olan üst katı ortadan kalkmıĢ bulunan harem-
selamlık kanadının zemin katı, geçirdiği değiĢimler sonucunda özgün
tasarımını bütünüyle yitirmiĢtir. Söz konusu iki kanat arasında, basık
kemerli geniĢ bir pencereyle kuzeydeki YeĢil Tulumba Sokağı'na
açılan, üstü açık ufak bir avlu bulunmaktadır. Bibi. Evliya,
Seyahatname, I, 256; Ayvansa-rayî, Hadîka, I, 180; Çetin, Tekkeler,
585; Aynur, Saliha Sultan, 34, no. 18; Âsitâne, 9; Osman Bey,
Mecmua-i Cevâmi, I, 8-9, no. 10; Ihsaiyat, II, 22; M. B. Tanman,
"Altuncuzade Tekkesi", DM, II, 544-545.
M. BAHA TANMAN
ALTUNĠ2ADE
Üsküdar-Kısıklı yolu üzerinde, Bağlarba-Ģı ile Millet Bahçesi adı verilen park
arasında kalan bölgenin güneye, KoĢuyo-lu'na doğru uzanan kesimine
Altunizade adı verilir. Semtin adı Altunizade Ġsmail Zühdi PaĢa'dan(-
>) gelmektedir. Ġsmail Zühdi PaĢa'ya "Altunizade" adı, babası
döneminin büyük altınvarakçılarından ve ticaret filosu sahibi Altuni
Hacı Ali Efendi olduğu için II. Mahmud tarafından verilmiĢtir. Ġsmail
Zühdi PaĢa, Altunizade lakabını aldıktan sonra bu semtte
ALTUNĠZADE KÜLLĠYESĠ
231
Altunizade Külliyesi'nin dükkânları ve geri planda camii. Hakan Artı, 1993
r
230
ALTUNĠZADE KÖġKÜ
iki köĢk, bir cami, çeĢme, iptidai ve rüĢtiye mektepleri, fırın, hamam, karakol, vakıf
evleri ve dükkânlar yaptırmıĢtır.
Altunizade semti geçmiĢte, büyük bahçe içinde köĢkleri ve konaklarıyla Ġstanbul'un
ünlü bir yazlık köĢesiydi. ġimdi çoğu yıkılmıĢ olan eski Altunizade
köĢkleri arasında Ģunları sayabiliriz: Altunizade KöĢkü(->), Sürre
Emini Be-hiç Bey'in köĢkü (1858) (restore edilmiĢtir, Prof. Dr.
Fahreddin Kerim Gökay Caddesi no. 33'tedir), Hüseyin Hâki KöĢkü
(1922'de gazeteci yazar Burhan Felek'in amcası tarafından satın
alınmıĢ, 1947'de Burhan Felek tarafından Emniyet Genel
Müdürlüğü'ne satılmıĢtır. Halen polis prevantoryumu olarak
kullanılmaktadır), Âdile Sultan Kasrı(-t) ve Abdülaziz Av KöĢkü(-»)
bakımlı olarak ayakta durmaktadır. Millet Bahçesi'nin karĢısında
Mısırlı Mustafa Fazıl PaĢa Sarayı bugün Sabancı Holding'e aittir. Al-
tunizade'nin diğer ünlü köĢkleri arasında Rauf PaĢa KöĢkü, Nafiz PaĢa
KöĢkü ve Sermet Efendi KöĢkü sayılabilir.
Semtin en önemli camii olan Altunizade Camii'nin (bak. Altunizade Külliyesi) banisi
ismail Zühdi PaĢa'dır. Camiin önünde bir çeĢme ve Altunizade
ailesine ait bir mezarlık yer alır. Bu mezarlıkta Ġsmail Zühdi PaĢa, eĢi
Habibe Nev-res Hanım, kız kardeĢi Emine ġerife Hanım, oğlu Ali
Necib Bey ve torunu Emine Rabia Hanım yatmaktadır. Camiin
bitiĢiğindeki "akaretler" adı verilen evlerde, kira ödemeden imam ve
müezzinler otururdu. Diğer evlerin, dükkânların, fırın ve hamamın
iradı camie verilirdi. Camiin karĢısında Küçük Çamlıca yolu üzerinde
Altunizade Karakolu vardır. Karakol binası da Ġsmail Zühdi PaĢa
tarafından 1866'da yaptırılmıĢtır.
Altunizade semtinin güneye doğru uzanan kesiminde eskiden bellibaĢlı üç yapı yer
alırdı. Bunlar KoĢuyolu'na doğru Muhsin Bey'in köĢk ve bahçesi;
Saffet Bey'in köĢkü ve Validebağ Prevantoryumu idi. Muhlis Bey'in
köĢkünün yerinde bugün Marmara Üniversitesi Hastanesi ve Huzurevi
bulunmaktadır. Saffet Bey'in köĢk ve bağının yerinde ise STFA
Ģirketinin genel müdürlük binaları yükselmektedir. Milli Eğitim Ba-
kanlığı'na ait Validebağ Prevantoryu-mu'nun bahçesinin kuzey
kesimine son yıllarda yapılan okul binasına HaydarpaĢa Lisesi
taĢınmıĢtır.
Altunizade Camii'nin arkasındaki iptidai mektebinin adı Cumhuriyet'ten sonra
Altunizade 14. Ġlkokul'a dönüĢtü. Bu okul 1923-1938 arasında Millet
Bah-çesi'ne yakın bir yerde Kısıklı tramvay caddesi üzerindeydi,
ahĢap bir binaydı ve oldukça haraptı. Bu bina yıkılınca okul Yeniyol
adlı kavĢaktaki kagir bir binaya taĢındı. 1954'te Ġsmail Zühdi Pa-Ģa'nın
torunu Saime Altunigil, Altunizade KöĢkü'ne ait 40 dönüm bahçeyi
parselletti ve 1.800 m2 büyüklüğünde bir arsayı okul yapmak
koĢuluyla Milli Eğitim Bakanlığı'na bağıĢladı. Milli Eğitim Bakanlığı
buraya bir okul binası inĢa et-
ti. Altunizade Ġlkokulu bugün, bu binada öğretimini sürdürmektedir.
Altunizade semtinin Üsküdar-Kısıklı tramvay caddesinin bulunduğu kuzey kesimine
eskiden Tophanelioğlu denirdi. ġimdi Tophanelioğlu adı bilinmeyen
bir nedenle KoĢuyolu'na inen caddeye verilmiĢtir. Tophanelioğlu'nda
Gül Baba adıyla anılan bir yatırın türbesi vardır. Altunizade'de
Altınyurt adlı bir de spor kulübü bulunmaktadır (bak. Altınyurt Spor
Kulübü).
Altunizade semti son yıllarda imar durumunda yapılan değiĢiklik nedeniyle iĢyeri
binalarının, sitelerin ve apartmanların birbiri ardından yükseldiği bir
çevre haline geldi. Bahçeler, yeĢillikler arasındaki köĢklerle belirlenen
görünümü değiĢti. Genel müdürlüklerim Altunizade ve çevresine
taĢıyan birçok tanınmıĢ kuruluĢtan sonra Eylül 1993'te Capitol adlı
büyük alıĢveriĢ merkezinin (bak. AlıĢveriĢ Merkezleri) açılmasıyla
semt, bahçeli yazlık köĢklerin gözde olduğu o eski havasını tümüyle
yitirdi.
TUNA BALTACIOĞLU
ALTUNĠZADE KÖġKÜ
Altunizade KöĢkü semte adını vermiĢ olan Altunizade Ġsmail Zühdi PaĢa tarafından
1808'de inĢa ettirilmiĢtir. PaĢa daha önce o zaman sahibi bulunduğu
Milli Eğitim Bakanlığı Validebağ Prevantoryumu arazisi içinde
kendisi için bir köĢk yaptırmıĢtır. Ġlk Altunizade KöĢkü budur.
Harem ve selamlık bölümleri birbirine köprüyle bağlı olan ve Küçüksu Kas-n'nı(->)
andıran bu köĢkün dıĢ görünümü çok güzeldi. Bu güzelliğin övgüsünü
duyan Abdülaziz, Ġsmail Zühdi Pa-Ģa'yı huzura çağırarak ima yoluyla
bu köĢkün kendisine verilmesini ister. PadiĢahın isteğine boyun eğen
Ġsmail Zühdi PaĢa bu güzel köĢk elinden gidince Altunizade Camii'nin
karĢısında yeni bir köĢk yaptırır. Altunizade KöĢkü denilen bu yeni
köĢkün dıĢ görünüm olarak eskisinin aksine hiçbir özelliği ya da
güzelliği yoktur. PaĢa elinden alınan ilk köĢkün yapımında özen
gösterdiği dıĢ güzelliğe, bu kez yeni köĢkün iç bezemelerinde yer
vermiĢtir. Altunizade KöĢkü'nün on sekiz odası, üç salonu, altı sandık
odası, altı helası vardı. Ġki mutfağı içeren bodrum katının üstünde bir
alçak tavanlı kat ile iki yüksek tavanlı kat olmak üzere, üç yerleĢim
katından oluĢmaktaydı. KöĢk 420 m2'lik bir zemin üstüne
oturtulmuĢtu. Bina yüksekliği ön cephede 18 m, arka cephede 16 m
idi. En üst katın salon tavanı bir Ġtalyan ressam tarafından alçı üzerine
yapılmıĢ çok güzel yağlıboya resimlerle bezenmiĢti. Ayrıca tüm
salonların ve odaların tavan bezemeleriyle merdiven korkulukları eliĢi
tahta oyma sanatının birer göstergesi gibiydi. Bir kattan diğer kata iniĢ
çıkıĢ dört ayrı merdivenden yapılmaktaydı.
KöĢkün 40 dönüm bahçesi vardı. Bu
bahçe içinde beĢ tane havuz, bir de hamam bulunuyordu. Havuzlardan biri, içinde
kayıkla gezilebilecek büyüklükteydi. Havuzun ortasında küçük bir
adacık vardı.
KöĢkün ayakta kaldığı 120 yıl içinde yaĢanan en ilginç olaylardan biri, I. Dünya
SavaĢı sonrasında Ġstanbul iĢgal altında iken Anadolu'ya kaçırılan bazı
silahlar için kısa süreler depo olarak kullanılmasıdır. Bir keresinde
iĢgal kuvvetleri aniden köĢkü basarak oturanları bir hayli
korkutmuĢlar fakat yaptıkları aramada saklı olan silahları
bulamamıĢlardır.
KöĢk çok uzun yıllar onarım görmemiĢ, artık içinde oturulamaz bir duruma gelmiĢti.
Bu nedenle birinci derecede eski eser sınıfına giren köĢk, 1987'de
Ġsmail Zühdi PaĢa'nın vârisleri tarafından içerisi ve dıĢarısı aynı
görünümde olmak üzere yeniden inĢa edilmek koĢuluyla STFA
firmasına satıldı ve 1988'de yıktırıldı. Yeni binanın yapımına ise Ģu
ana kadar baĢlanmamıĢtır.
Altunizade KöĢkü kuruluĢundan itibaren kültür ve sanat faaliyetlerine açık bir yuva
olmuĢtu. Cumhuriyet sonrasında, aile bireylerinin ve yakınlarının
sanatın çeĢitli kollarına yatkınlıkları köĢkün sanat atmosferini daha da
zenginleĢtirdi (bak. Altınyurt Spor Kulübü). KöĢk l Mart 1935 ile 31
Aralık 1936 tarihleri arasında iki yıla yakın bir süre, Saime
Altunigil'in eĢi Ismayıl Hakkı Bal-tacıoğlu'nun çıkarmakta olduğu
haftalık Yeni Adam dergisinin yönetim yeri olmuĢtu. Erenköy'de
oturmakta olan ünlü besteci Yesari Asım Arsoy(->) 1940'lı yıllarda
bazı geceler Altunizade KöĢkü' nün üst salonunda ıĢıkları söndürterek
ay ıĢığında Altunizadelilere kendi bestelerini okumuĢtu. Nazım
Hikmet'in 1948'de yazdığı "Angina Pektoris" adlı Ģiirinde: Sonra,
bizim hurda mahkûmlar uykuya varıp revirden el ayak çekilince /
kalbim Çamlıca 'da bir harap konaktadır her gece, doktor, diye
sözünü ettiği harap konak Altunizade KöĢkü' dür. Nazım Hikmet'in
eĢi Piraye Hanım, bu harap köĢkün bir odasında 10 yılı aĢkın süreyle
oturmuĢtur.
TUNA BALTACIOĞLU
ALTUNĠZADE KÜLLĠYESĠ
Üsküdar Ġlçesi'nde, kendi adını taĢıyan mahallede, Ord. Prof. Dr. Fahreddin Kerim
Gökay (Küçükçamlıca) ve Tophanelioğlu (KoĢuyolu) caddeleriyle
Ġsmail PaĢa Sokağı'nın çevrelediği dikdörtgen bir alan üzerinde
kurulmuĢtur. Camideki iki kitabeye göre Abdülmecid ve Abdülaziz
dönemlerinde önemli görevler alan devlet adamı Altunizade ismail
Zühdi PaĢa (1806-1887) tarafından 1282/1865'te yaptırılan külliye,"
cami, hamam, sıbyan mektebi, muvakkithane, dükkânlar, fırın, imam
ve müezzin meĢrutaları ile çeĢmeden ibaret olup cami dıĢında kalan
yapıların bir bölümü çok harap durumda günümüze ulaĢmıĢ, bazıları
da ortadan kalkmıĢtır. Ayrıca bu yapı topluluğunun yakınında, imam
ve
f
müezzin meĢrutalarının karĢısında Ġsmail Zühdi PaĢa'nın konağı bulunmaktaydı. Söz
konusu konak, yakın bir tarihte STFA firması tarafından, yeniden inĢa
ettirilmek üzere yıktırılmıĢtır.
Cami: Ord. Prof. Dr. Fahreddin Kerim Gökay Caddesi ile Tophanelioğlu Caddesi'nin
kesiĢtiği köĢeye verev olarak yerleĢtirilmiĢtir. Cami, kitabeli bir
kapıdan girilen avlu içinde yer almakta ve inĢa tarihi ile banisini
belgeleyen iki adet kitabe bulunmaktadır. Her ikisi de Trabzonlu
Mehmed Rasim Efendi'nin (1842-1885) ta'lik hattıyla mermer levhalar
üzerine yazmıĢ olduğu manzum kitabelerden, avlu giriĢi üzerinde yer
alanın metni Senih Efendi'ye (1822-1900), mihrap duvarının dıĢ
yüzeyinde-kininki ise "Asım" mahlaslı Ģairlerden birine aittir.
Cami, kare planla ve tek kubbeli bir harim ile enine dikdörtgen planlı ve üç birimli,
kapalı bir son cemaat yerinden meydana gelmektedir. Duvarlar kesme
taĢtan inĢa edilmiĢ, harimi örten bağdadi kubbe içerden sıva, dıĢarıdan
kurĢunla kaplanmıĢtır. Son cemaat yerinin önünde camekânlı bir giriĢ
bölümü mevcuttur. Ortadaki daha büyük olmak üzere üç kapı ile
harime geçit veren son cemaat yerinin ortadaki birimi aynalı tonoz,
yanlardaki birimleri beĢik tonozlarla örtülüdür. Son cemaat yerinin
köĢelerindeki ahĢap merdivenlerden söz konusu mekânın üst katını
iĢgal eden fevkani müezzin ve kadın mahfillerine çıkılmaktadır.
Bağdadi kubbenin ağırlığı sınırlı olduğu halde harimin köĢelerine
kalın payeler konmuĢ, bunlar birbirlerine basık kemerlerle bağlanmıĢ,
ayrıca içerde kubbenin köĢelerine pandantifler yerleĢtirilmiĢ, böylece
kubbenin kagir olduğu ve ağırlığının kemerlerle köĢe payelerine
intikal ettiği izlenimi verilmek istenmiĢtir. Esasen taĢıyıcı niteliği
olmayan harim duvarlarında, iki sıra halinde büyük boyutlu ve
yuvarlak kemerli altıĢar pencere açılmıĢtır. Biri pencere sıralarının
arasında, diğeri payelerin üst hizasında bulunan iki silme grubu ile
cepheler yatay olarak bölünmüĢ, ayrıca pencerelerin arasına gelecek
Ģekilde her cepheye ikiĢer pilastr kondurulmuĢtur. Yatay silme
grupları pilastrların ve payelerin hizasında çıkıntı yaparak çepeçevre
cepheleri kuĢatmaktadır. Gerek silme ve pilastr gibi öğelerle gerekse
de üst sırada, ortada yer alan pencerelerin diğerlerinden daha büyük
tutulması ve bunların üzerinde silmenin, kubbeyi taĢıyor görünen
basık kemere teğet bir yuvarlak kemer teĢkil edecek Ģekilde kıvrılması
sayesinde harim kitlesinin cepheleri hareketlilik kazanmıĢtır.
Son cemaat yerinin batı köĢesinde, yapıya dıĢtan bitiĢik, kare kaideli, silindir gövdeli,
tamamen kesme taĢ örgülü minare yükselmektedir. Barok üsluba
uygun bir profile sahip pabucun üzerinde yükselen gövde, orta
yerinde yıldızlı bir frizle donatılmıĢ, Ģerefe küçük konsollar
ve akantus yaprakları ile desteklenmiĢtir. Geç dönem Osmanlı minarelerinin çoğunda
olduğu gibi burada da kurĢun kaplı konik ahĢap külah yerine kesme
taĢ örgülü ve birtakım süsleme öğelerine sahip bir külah tercih
edilmiĢtir.
Karimde duvarlar, pandantifler ve kubbe yüzeyi, pastel renklerin egemen olduğu
eklektik kalem iĢleri ile bezenmiĢtir. Barok ve ampir üslubundan
aktarılma motiflerin kullanıldığı bu kalem iĢleri kapı ve pencerelerin
üstlerinde, mahfil çıkıntılarının alınlarında, pandantiflerde ve kubbede
yoğunlaĢmaktadır. Kapı ve pencere kemerleri, "S" ve "C" kıvrımları
ile stilize yapraklardan müteĢekkil süsleme grupları ile taçlandırılmıĢ,
pandantiflerdeki yuvarlak hat madalyonları aynı öğeleri barındıran
bezemelerle kuĢatılmıĢtır. Kubbe yüzeyi kartonpiyerden yumurta
frizleri ile on altı dilime ayrılmıĢ, nispeten dar tutulan sekiz dilimde
açık renk zemin üzerine koyu renklerle, daha geniĢ tutulan diğer sekiz
dilimde de koyu renk zemin üzerine açık renklerle aynı türde
bezemeler yapılmıĢtır. Kubbe merkezinde bulunan ve hemen bütün
Osmanlı camilerinde Nur ayetinin yazılı olduğu yuvarlak madalyonun
boĢ bırakılmıĢ olması ĢaĢırtıcıdır. Beyaz mermerden mamul olan
mihrap, minber ve vaaz kürsüsünde, binanın mimarisi ile uyum
sağlayan ayrıntılar gözlenmektedir. Mihrabı iki yandan kuĢatan yivli
sütunlar, minarede olduğu gibi kare kaidelere oturmakta ve
gövdelerinin en orta yerinde yıldızlı bir frizle donatılmıĢ
bulunmaktadır. Akantus yapraklı baĢlıkların üzerinde, pilastrlarla
kuĢatılmıĢ olarak mihrap ayeti levhası bulunmakta, bunun da
üzerinde, yaprak kabartmaları ortasında yuvarlak bir ayet madalyonu
görülmektedir. Minberin alt kesiminde ve köĢk kısmında bulunan
yuvarlak kemerlerin içine, Abdülaziz devrinde moda olmaya baĢlayan
neogotik üsluptan alınma üç merkezli sivri kemerler yerleĢtirilmiĢ,
köĢk kısmı
Arap etkilerinin hissedildiği dilimli bir kubbecikle taçlandırılmıĢtır.
Sıbyan Mektebi: Tophanelioğlu Cad-desi'ne cepheli olan sıbyan mektebi mihrabın
arkasındaki hazireye bitiĢiktir, iki katlı binanın caddeye ve avluya
açılan birer kapısı vardır. Kız ve erkek öğrenciler için iki bölüm
halinde tasarlanmıĢtır. Günümüzde bu bölümlerden biri mesken,
diğeri dükkân (eczane) olarak kullanılmaktadır.
Hamam: Yine Tophanelioğlu Caddesi üzerinde, sıbyan mektebinin bitiĢiğindeki
dükkânlar ile fırının arasındadır. Moloz taĢ ve tuğla ile inĢa edilmiĢ
olan bu küçük mahalle hamamı dikdörtgen bir alam kaplamaktadır.
Soyunmalık, ılıklık ve sıcaklık olmak üzere üç bölümden ibarettir.
Soyunmalık kısmı yıkıktır. Ilıklık kısmının üzeri tonoz, sıcaklık
kısmının üzeri ise kubbeyle örtülüdür. Halen oldukça harap
durumdadır.
Fırın: Tophanelioğlu Caddesi'ne cepheli ve hemen hamamın yanındadır. Ġki katlı
olan yapının caddeden bir giriĢi ve arka bahçeye açılan diğer bir
kapısı vardır. Caddedeki kapıdan girildiğinde sağda duvara bitiĢik
olan fırın 2x2 m ölçü-lerindedir. Günümüzde mesken olarak
kullanılan yapının üst katına geçit veren merdiveni bahçe yönündeki
duvara yaslanmaktadır.
İmam ve Müezzin Meşrutaları: Tophanelioğlu Caddesi üzerindeki diğer külliye
binaları gibi iki katlı olarak ve aynı malzemelerle inĢa edilmiĢtir. Aynı
Ģekilde caddeye ve arka bahçeye açılan kapıları vardır. Günümüzde
özgün iĢlevini sürdürmektedir.
Çeşme-. Aynı cadde üzerinde, mihrap yönünde, hazireye doğru girinti yapacak
Ģekilde yerleĢtirilmiĢtir. Ufak boyutlu, mermer yalaklı sade bir sokak
çeĢ-mesidir. Alınlık altı kollu bir yıldızla ve barok kıvrımlarla
bezenmiĢtir. Suyu ak-mamaktadır.
Dükkânlar, Muvakkithane ve Kahvehane-. Cadde üzerinde sıralanan bütün
233
ANADOLU YAK
r
232
ALUS, SERMET MUHTAR
Altunizade Camii'nin içinden bir görünüm. Hakan Arlı, 1993
bu yapılar arasında, farklı boyutlarda, toplam on adet dükkân yer almaktadır. Hepsi
iki katlı olan dükkânların çoğu yıkık durumdadır. Bunlardan bir
kısmı, hastaneye yakınlıklarından ötürü eczane olarak hizmet
vermektedir.
Ord. Prof. Dr. Fahreddin Kerim Gö-kay Caddesi üzerinde, camiin son cemaat yeri ile
avlu ihata duvarı arasında kalan üçgen alanda muvakkithanenin yer
aldığı bilinmektedir, iki caddenin kesiĢtiği noktada, yine bugün
mevcut olmayan bir kahvehanenin varlığı tespit edilmektedir.
Bibi. Raif, Mir'at, 55; İSTA, II, 752-753; Öz, İstanbul Camileri, II, 4; Konyalı,
Üsküdar Tarihi, I, 91-94, II, 300, 436; 1KSA, II, 719-720; H.
Küçükbaür, "Altunîzade Külliyesi", DlA, II, 546-547.
HAKAN ARLI
ALUS, SERMET MUHTAR
(28 Mayıs 1887, istanbul - 18 Mayıs 1952, istanbul) Eski Ġstanbul hayatını konu
edinen yazılan ve romanlarıyla tanınmıĢ gazeteci, yazar. Askeri Müze
Müdürü Ahmed Muhtar PaĢa'nm(-0 oğludur. Galatasaray Lisesi'ni
(1906) ve Mekteb-i Hukuk'u bitirdi. Hoca Ali Rı-za'dan(->) resim
dersleri aldı. II. MeĢru-tiyet'te iki arkadaĢıyla birlikte El Üfürük
(1908) adlı mizah dergisini çıkardı. Necdet takma adıyla çeĢitli
dergilerde hikâyeler yayımladı. Davul (1908-1909) adlı mizah
dergisine yazılar yazdı.
Sermet Muhtar Alus mütareke döneminde tiyatroyla ilgilendi. Helâl Mal (.Temaşa, S.
10-11, 1918), Ev ilacı (.Şâir, S. 12-15, 1919), Kalem Efendileri, Sevk-
i Tabiî, Gemi Arslanı gibi telif ve uyarlama komediler kaleme aldı.
Sonraki yıllarda Yedigün, Yeni Mecmua, Hafta, Akbaba, Amcabey,
Aydabir ve Resimli Tarih Mecmuası gibi dergilerle Akşam, Son Posta,
Cumhuriyet, Vakit, Tan, Vatan, Tasvir-i Efkâr ve Yeni Sabah gibi
gazetelerde eski Ġstanbul hayatını, unutulmuĢ ilginç olay ve kiĢileri gözlem ve
anılarına dayanarak anlattığı yazı dizileri yayımlandı. Bunlardan
Akşam'da yayımlanan 30 Sene Evvel İstanbul 'da (1931) Beyoğlu ile
ilgili çeĢitli konulara, ressamlara, hekimlere, çocuk oyunlarına,
ramazan âdetlerine, pazar yerlerine, tuluat tiyatrolarına, tandırbaĢı
eğlencelerine; Eski Defterdekiler ve Masal Olanlar 'da (1932) eski
Ġstanbul'dan bazı ünlü kadın ve erkek tiplerine, bunlarla ilgili anı ve
anekdotlara, mesire ve eğlence yerlerine, eski semtlere; 84 Sene Evvel
İstanbul'da (1932) bazı eski geleneklerle önemli birkaç konak ve
yalıyla ilgili anılara; istanbul Kazan Ben Kep-çe'de (1938-1939) eski
Ġstanbul'un semtlerinin özelliklerine; 40 Yıl Evvelki-ler'de (1939) eski
Ġstanbul'da yaĢamıĢ bazı ünlü sanatçılara ve çok değiĢik tip ve
meĢrepte insanlara; Eski Günlerde'de (1939-1940) Ġstanbul halkının
ramazan, bayram, ulaĢım araçları bağlamında gündelik yaĢayıĢıyla
ilgili anı ve gözlemlere; Gördüklerim ve Duydukla-nm'da. (1942-
1944) Ġstanbul'daki eski eğitim kurumlarına, lokanta, gazino,
kahvehane ve tiyatro hayatına; çay, Ģerbet, reçel, dondurma, çikolata,
kakao, bira, Ģarap, rakı, tütün ve kahve gibi maddelerin geçmiĢ
zamanlarda gündelik hayattaki yerine değinilir.
Sermet Muhtar Alus'un, konularını eski Ġstanbul hayatından alan romanlarından
ancak dördü kitaplaĢmıĢtır: Kıvırcık Paşdâz (1933) son dönem
Osmanlı paĢalarından birinin konak hayatı çerçevesinde kalan
çapkınlıkları, zaman zaman düĢtüğü güç ve komik durumlar eserin
ana konusunu oluĢturur. Pembe Maşlahlı Hamın'da. (1933) Jön
Türklükle suçlandığı için yurtdıĢına kaçan bir kocanın Ġstanbul'da
bıraktığı genç karısı anlatılır. Asıl adı Hayriye olan kadın gezinti ve
eğlence yerlerinde pembe maĢlah giyi-
nip arabayla dolaĢır. Bu yüzden peĢinde koĢan çapkınlar arasında "Pembe MaĢlahlı
Hanım" diye anılır. Eserde, II. Ab-dülhamid'in son yıllarındaki
Ġstanbul hayatı, çapkınlar ve bunların dolaĢtığı yerler çerçevesinde
canlı tasvirlerle verilir. Harp Zengininin Gelini'nde (1934), I. Dünya
SavaĢı yıllarının fırsatlarını iyi değerlendirerek zengin olmuĢ Asmaaltı
(Eminönü) tüccarlarından Cevdet Efen-di'nin evinde, dükkânında ve
iliĢkide bulunduğu çevrede geçen olaylar anlatılır. Cevdet Efendi ve
ailesi özellikle de oğlu Lûtfi'nin alafranga karısı Suat Hanım eserin
odak noktasını oluĢturur. Eski Çapkın Anlatıyor 'da (ty [1944]) ise
yaĢlanmıĢ eski bir Ġstanbullu çapkının ağzından yazılmıĢ çapkınlık
anılarına yer verilir. Eserin en ilginç yönlerini Ġstanbul'un köĢe bucak
ayrıntılarla anlatılması ve her kesimden insanın canlandırılması
oluĢturur. KitaplaĢmamıĢ roman ve uzun hikâyelerinden Sermet
Muhtar Alus'un, "Sülün Bey'in Hatıraları", "RüküĢ Hanımlar" ve
"Havalanmalar", Akşam'da.; "Tombul Mirasyedi" ve "Ġki Gönül Bir
Olunca", Son Posta'dz; "On Ġkiler", Cumhuriyet'te; "Kırkından
Sonra", "Anasını Gör Kızını Al" ve "Harman Sonu", Vakit'te; "Bebek
Emine" ise Vatan 'da tefrika olarak kalmıĢtır.
Bütün romanlarında kahramanlarının davranıĢ ve konuĢmalarını kendi mizah anlayıĢı
çerçevesinde yansıtan, canlandırdığı tiplerin siyah-beyaz karikatürü
andıran desenlerini çizen Alus, bütün eserlerinde yalnızca Ġstanbul'u
anlatan ender yazarlardan biri olmuĢtur. Bibi. C. Kudret, Türk
Edebiyatında Hikâye ve Roman, II, Ankara, 1970, s. 372-379; ISTA,
II, 755-756; Gövsa, Türk Meşhurları, 42-43.
ĠSTANBUL
Sermet Muhtar Alus
Mustafa Çetin Tükek koleksiyonu
ASI SAYFĠYELERĠ
Çamlıcalar, Ģenlik, kalabalık, rağbet itibarile bir zamanlar Boğaziçi ile atbaĢı beraber
gidermiĢ.
Abı ve havası meĢhur, manzarası ve yüksekliği emsalsiz; gezme tozma yerleri
müteadditmiĢ. BağlarbaĢı piyasası, belediye bahçesi, çiftlik gazinosu,
kaç tane tiyatro.
Muhit Boğaziçi ile beraber yavaĢ yavaĢ sönmeğe baĢlamıĢ; el ayak çekile çe-kile
ıssızlanmıĢ, köĢkler boĢalmıĢ; Ģimendüfer güzergâhı modasıdır baĢ
göstermiĢ.
Ötedenberi Üsküdar ve Kadıköy sayfiyeden madut değil. Üsküdar bilâdı se-lâseden
ve mutasarrıflık merkezi bir Ģehir; Kadıköy ise kasaba; Moda
ecnebiler yatağı. Hep bu taraftakiler yerli; yazlı, kıĢlı otururlar.
ġimendüfer boyuna ilk teveccüh eden sayfiye herhalde Kurbağalıderedeki sultan
Muradın köĢküdür.
Çamlıcanın revnakında yavaĢ yavaĢ husuf baĢlarken öbür tarafta canlılık ve hareket
Kızıltopraktan baĢ vermiĢti. Hattı fasıl KuĢdilinin önündeki köprü ve
dere idi. Köprü asarıatikadan, yanın yumru, haleti nezide bir alâmetti.
Altındaki dere kıĢın taĢar, yazın üstünde milyonlarca haĢarat ve
tatarcık kaynar, bataklık ve çamur deryası halinde, gelip geçen
arabaların tamiratına da hizmet ederdi. En lüks faytonlardan tutunuz
da çıkırık arabalarına kadar, her geçen araba hiç değilse bir nebze
olsun burada yıkanır, pir ve pak, Kadıköyün sınırını aĢardı.
Kurbağalı derenin yanındaki yokuĢta hâlâ ismi kalan Ziver bey köĢkü vardı. YokuĢun
alt baĢındaki Ģimendüfer geçit noktası öyle tehlikeli bir yerdi ki Eğri
dere yanında halletmiĢ. Canından bezmiĢ ihtiyar bir bekçi güya nöbet
bekler; tren geçeceği zaman parmaklıkları çekip yolu kapar. Rabbim
kimseye göstermesin, birgün çocukluğumda araba ile oradan geçerken
az kaldı lokomotifin altında kalıyorduk.
Ziver bey köĢküne sonraları Acemlerin köĢkü denilmeğe baĢlandı. Hattın bu tarafında
maarif nazırı Zühtü paĢanın kâĢanesi. (ġimdi kız orta mektebi olan
bina Zühtü paĢanın ikinci köĢküdür. Ġlki kazaen tutuĢmuĢ; Zühtü paĢa
allahlık adam değil mi, yangın yanarken sandalyayı karĢısına atmıĢ,
(her ne gelirse yahĢidir, zira o dostun bahsidir) felsefesine dayanarak
yangını bir âlâ seyretmiĢ.)
Gene hattın bu tarafında Pirinçciler lâkabile anılan Hasan Amirlerin, TaĢçı zadelerin,
Feshane baĢkâtibi Ahmet beyin, bahriye fabrikalar müdürü Hüsnü
paĢanın köĢkleri vardı. Fabrikatör Raif beyin ki binnisbe yemdir.
Yapıldığı tarihin en alâmod, en cicili bicili köĢklerinden olduğu
muhakkaktı. TuğlacıbaĢı tarlalarında da yeni yeni evler. KuyubaĢında
bahriyeli Mahmut beyin, Hüseyin paĢanın tiyatrocu K. Hasanın,
kilerci baĢının köĢkleri eskidir.
Kızıltopraktan Bağdat caddesi takip edilince ve Ģimdi (Depo) ismi verilen noktaya
gelinince yol ikiye ayrılır;
Fenerbahçe istikameti, Bağdat caddesi.
Buradan KalamıĢa saparken sağda, bilmem neli molla lâkabile meĢhur zatın köĢkü
önünden geçilir, KalamıĢa gelinirdi.
Nefis rakısı dillere destan olan ve Ģekil ve Ģamaili Karaca Ahmedi hatırlatan Vasil'in
gazinosu burada idi. Biraz ileride ve sol kolda lokantacı ve Ģarapçı
Ozi-er'in yazlık Ģubesi vardı. Daha ileri yürününce Fuat PaĢanın
hududu önüne gelinirdi.
Sıra sıra Çin, Japon köĢkleri: aksayı ümrandan bait park; müĢtemelât, daireler,
ahırlar. Kendimi bildim bileli buradaki inĢaata Ģahit olmuĢumdur.
Donanmalarda ibadullah birbirini çiğner, kıyametler kopar, elektrik projektörleri
gözleri kamaĢtırır, sazlar, muzikalar kulakları doldurur, ikram edilen
dondurmalar, Ģerbetler, sigaralar ortalığı velveleye verir, fakat Fuat
paĢanın kasrı bîr türlü kurtarılıp ortaya konamazdı.
Fenerbahçeye giderken ilerisi ecnebi evleri; Gül bayramında önü bin bir ayak olan
kiliseler, Otel Sebastiyano ve Otel Belvü.
ġimdilik depodan Bağdat caddesini takip eden cadde Feneryolunda Hafız paĢa zade
Nail beyin ve zamanın meĢhur tuhafiyecisi ġiĢman Yankonun köĢkleri
önünden geçerdi.
Feneryolundan KayıĢdağı caddesine sapan tarikte meĢhur Musullu arap Sami beyin,
Sergi müdürü ve bilâhare masraf nazırı Rıza beyin kösleri... BaĢkâtip
Tahsin paĢanın geçen sene yıkılan kâĢanesi çok sonradır.
Daha ileride, Serasker Ali Saip yaĢa zade Sadi paĢanın köĢkü muhit içinde, zamanı
lâle devrine ulaĢtıran ve (benden sonra tufan) diye para, pulu su gibi
istihlâk eden bir malikâne. Çifte havuzlar basık havasız,
Bülbülderesindeki mezarlığın yamacı kadar karanlık ve kasvetli bir
yerdi; içinde kırmızı balığından çok yosunu olan havuzun kenarında
meyhaneci Ġspiro barbunya tavasına ve karĢıki bağın ince kabuklu
çavuĢ üzümüne terfikan enfes rakı sunardı...
Sermet Muhtar Alus, "Anadolu Yakası Sayfiyeleri", Akşam, 1931
AMALFĠLĠLER
ALYANAK ALĠ EFENDĠ TEKKESĠ
bak. ZIHGĠRCĠ KEMALEDDĠN MESCĠDĠ VE TEKKESĠ
AMALFĠLĠLER
Ġtalya'nın Napoli kırsal bölgesinde, Sa-lerno civarında bulunan Amalfi kentinin, 10-
13. yy'larda, Konstantinopolis'te koloni kuran halkına verilen ad.
6. yy'dan beri bilinen Amalfi kenti halkı, Ġtalya'nın yerli (otokton) halklarından
değildir. Ostrogot akınlarından kaçarak Ġtalya'ya geldiler ve Bizans
hakimiyetindeki Napoli Dükalığı'na bağlı olarak yaĢadılar. 839'da
bağımsız bir Ģehir devletine dönüĢtüler, yöneticilerini, Ģehrin soylu
(patrisyen) ailelerinden, kendileri seçmeye baĢladılar. Bizans
imparatorları tarafından "praefecturii", "go-mite", "hypati" ve "duces"
gibi unvanlarla adlandırılan bu Ģefler, gerek Ġtalya'da, gerekse Amalfi
kolonilerinde siyasal ve ekonomik iktidarı temsil ediyorlardı.
Rakipleri olan Venedikliler(->), Cenevizliler^), Pisalılar(~»), Ankonalılar(->) ve
Gaetalılar gibi Akdeniz ticaretinde önemli bir rol oynayan Amalfililer,
875'te Salerno, Napoli ve Gaeta ile birlikte Araplarla ittifak kurarak
Roma'yı yağmaladılar. Bu iĢbirliğinin meyvesi olarak da, o dönemde
"Arap Denizi" diye tanımlanan Akdeniz'de önemli ayrıcalıklar edinip,
Ġspanya, Fas, Mısır ve özellikle Bizans ile yakın ticari iliĢkiler
kurdular. 973'te Salerno'da yapılan bir kontrat Mısır'a mal götüren
Amalfilili tüccarlardan söz eden nadir yazılı kanıtlardandır. 949'da
Konstantinopolis'i ziyaret eden Liutprand'ın(->) anılarında da, o
tarihte Bizans'a sokulması yasak olan malların Venedik ve Amalfi
üzerinden geldiğine dair bilgilere rastlanır.
10. yy'dan itibaren Bizans Ġmparatorluğu ile bağlarını pekiĢtiren Amalfililer,
Konstantinopolis, Antiokheia (Antakya) ve Akka'da koloniler
kurdular. Konstantinopolis'te diğer Ġtalyan Ģehir devletleri mensupları
gibi belli bir alanda, imtiyaz sahibi oldular, "doj" adı verilen
Ģeflerinin yönetiminde 1073'e kadar rakipleri ile eĢit iliĢkiler içinde
yaĢadılar. Kolonileri, diğerleri gibi kentin kalabalık semti Peramatis'te
(bugünkü Sarayburnu ile Eminönü arasındaki bölge) yer alıyordu.
Sokak kenarlarındaki kemerlerden gelen adıyla "embolum" denilen bu
mahallelerin etrafı surlarla çevrili olup, sınırları ve içinde bulunan
anıtları, imparatorluk emirnameleriyle tam ve ayrıntılı bir Ģekilde
tanımlanırdı. Bu koloni yerleĢim alanlarında en az bir ibadet yeri, bir
fırın, bir iskele, ticaret için açık ya da kapalı bir pazar yeri bulunurdu,
koloni Ģefleri, Ayasofya ve Hippodrom'da(->) birer Ģeref mevkiine
sahiptiler.
19. yy'da Ġstanbul'u ziyaret eden Yunanlı Paspati'ye göre, Ġstanbul'daki Amalfi
Kolonisi, kentin Halic'e bakan kuzey yakasındaydı, batıda Porta Pera-
matis (bugünkü Balıkpazarı) ile doğuda Porta Neorion (bugünkü
Bahçekapı)
r
234
AMASTRĠANON FORUMU
arasında yer alıyordu. Bir baĢka kaynağa göre ise, Amalfi Mahallesi o zamanlar
Apologotheton Manastırı'nın (bugünkü I. Abdülhamid Türbesi'nin
mevkii) bulunduğu yerdeydi. Yine Paspati'ye göre, Amalfililer, Langa
ile Kumkapı arasında taĢımacılık yapıyorlardı. Akdeniz'den Hint
Okyanusu'na kadar geniĢ bir coğrafyada faaliyet gösteren
Amalfililerin taĢıdıkları en önemli mallar, "triblattia" denen üç renkli
kadifeler, Babylonia (Kahire) mumlan ve Afrika ipeğinden yapılma
mihrap örtüleri idi.
Konstantinopolis'teki Amalfi Koloni-si'nin tarihi, Kont Mauro ailesinin iki üyesi,
Mauros ve büyük oğlu Pantale-on'un faaliyetinde izlenebilir. Bizans
belgelerinde "consoli marittimi" (deniz konsolosu) olarak tanımlanan
Pantaleon, büyük ihtimalle Konstantinopolis'teki Amalfi Kolonisi'nin
de baĢıydı, Ġmparator tarafından "patrice" ve "consul" payeleri ile
onurlandırılan bu soylu kiĢi, italya'da Normanların hâkimiyetini
kırmak için Bizans imparatorluğu ile ittifak kurmuĢ, bunun
karĢılığında da önemli ayrıcalıklar elde etmiĢti. Öte yandan baba
Mauros da, Salerno Prensi Gisulf'u Normanlara karĢı kıĢkırtıyordu.
Bir belgeye göre, baba Mauros Prens Gisulfu, hac nedeniyle Kudüs'e
giderken uğradığı Konstantino-polis'te, oğlu Pantaleon'a ait güzel bir
malikânede misafir etmiĢti. Pantaleon'un, Venedik'teki St. Andrea
Kilisesi için, 1066'da Konstantinopolis'te yaptırdığı bronz kapı
öylesine ün kazanmıĢtı ki, o dönemde Ġtalya'daki irili ufaklı birçok
kilise bu kapının kopyalarını Konstantino-polis'e sipariĢ etmiĢ, ayrıca
Ġskenderiye ve Konstantinopolis'ten getirttikleri mozaik ustalarıyla
kilise binalarını onartmıĢ-lardı. Bu kiliselerin arasında Roma'daki
ünlü St. Paul Kilisesi de vardı.
Ġtalya'daki St. Andrea Kilisesi ile aynı adı taĢıyan küçük bir kilise (burası ya St.
Sauveur Manastın veya Santa Maria de Latino Manastırı olabilir)
Amalfililerin istanbul'daki ibadet yeriydi. Söz konusu kilisede Salerno
Dükü Gisulf ile birlikte Haçlı Seferi'ne çıkan, fakat
Konstantinopolis'te bir salgın hastalıkta yaĢamını yitiren Palermo
Piskoposu Bernard'ın gömülü olduğu rivayet edilir.
1073'te, kendilerine baskı yapan Lom-bardlardan kurtulmak için Normanlardan
yardım isteyen Amalfililer, Bizans Impa-ratorluğu'nun tepkisini
çektiler. Bizans'ın en büyük düĢmanı olan Normanlarla ittifak kuran
Amalfilileri cezalandırmak isteyen I. Aleksios Komnenos(->) (hd
1081-1118), bir emirnameyle, Konstantinopolis'te ve imparatorluğun
herhangi bir yerinde dükkânı olan her Amalfilinin Venedik'teki St.
Marco Kilisesi'ne ağır bir vergi vermesini emretti (1082). O güne
değin diğer koloni devletleriyle eĢitlik içinde rekabet eden
Amalfililer, bu yasadan sonra Venediklilerin uyruğu durumuna
düĢtüler. Böylece, Bizans tarafından, Ġtalya'daki yardımlarından
dolayı Venediklilerin ödüllendirilmesiyle, Amalfililerin yıldızı
sönmeye baĢladı. 1135'te Pisalılar
Akdeniz' deki Amalfi donanmasını yok ettikten sonra, Amalfi Kolonisi önemini
neredeyse tümüyle yitirdi.
Bu tarihten sonra Amalfi adına pek az belgede rastlanır. 1192 tarihli bir baĢka
imparatorluk emirnamesinde, Konstantinopolis'teki Amalfililerin
kendilerine saldırıda bulunan batı komĢuları Pi-salıları Ģikâyet
ettikleri görülür. Gerçi verilen cevapta, tüm varlıklarının imparator
tarafından güvence altına alındığı garanti edilmektedir, ama
Amalfililerin durumunun giderek kötüleĢmekte olduğu da bir
gerçektir.
Konstantinopolis Patrikliği'ne verilmesi gereken yabancılar vergisine iliĢkin 1208
tarihli bir emirnamede, Papa
III. Ġnnocent Ģehirde yerleĢmiĢ yabancı
lar arasında Amalfililerden de söz et
mektedir. Gene aynı yıl, büyük ihtimal
le uğradıkları saldırılar yüzünden, Ayios
Andreas'a (bak. Andreas [Ayios]) ait
kutsal emanetlerin, Amalfili Kardinal Pi-
erre de Copoue tarafından italya'ya ta
Ģındığı anlaĢılmaktadır. 1256' da, Papa
IV. Alexandre Amalfililere ait Santa Ma
ria de Latino Manastırı'nı himayesine al
dıysa da, 1257'de tekrar Papa'ya baĢvu
ran Amalfililer kendilerine yöneltilen
saldırıların devam ettiğinden Ģikâyet
ediyorlardı. Papa'nın cevap mektubun
da, Konstantinopolis'teki Cistercien tari
katına bağlı St. Ange Kilisesi rahibin
den, nüfuzunu bundan böyle koloni le
hine kullanmasının istenmesine karĢın,
bu tarihten sonra Amalfililerin adına bir
daha rastlanmaz.
Mucidi oldukları mıknatıslı gemici pusulaları ile tanınan Amalfililer, aynı zamanda
Akdeniz'de 1570'e kadar geçerli olan "Tavola Amalfitana" adlı
denizcilik yasaları ile ünlüdürler. St. Jean ġövalyeleri Tarikatı'nın da
Amalfi Piskoposu Jean adına Kudüs'te kurulan bir imarethanede
doğduğu söylenir.
Bibi. W. Heyd, Yakm-Doğu Ticaret Tarihi I, Ankara, 1975; R. Stewig, Bizans-
Konstanti-nopolis-İstanbul, "Dünya Şehri" Problemi Bakımından Bir
Araştırma, Ġst., 1965; Janin, Constantinople byzantine, 228-f; ay,
Englises et monasteres, 570.
AYġE HÜR
AMASTRĠANON FORUMU
Ġstanbul'un Bizans dönemi topografyası içinde yer alan bir meydan. Varlığı ve bazı
iĢlevleri bilinen ve Filadelfion gibi Tauri Forumu(->) ve Bous
Forumu(->) arasında yer alan meydanın kent içindeki kesin yeri
saptanamamıĢtır. Varlığı ve içindeki önemli yapıtlar bilindiği halde
Ġstanbul topografyası ile ilgilenen tarihçiler bazen Amastrianon'dan
söz etmemeyi yeğlemiĢlerdir. Bu meydan belgelerde forum olarak
adlandırılmaz.
Meydanın adı, Amastrisli (Amasra) bir kiĢi ile ilgili, belgelenmemiĢ bir kuruluĢ
hikâyesinden kaynaklanmaktadır. De Ceremcmis?de imparatorun
Beyazıt'tan Aksaray'a (Tauri Forumu'ndan Bous Forumu'na) inerken
sırayla önce Filadelfion'dan sonra Amastrianon'dan
geçtiği yazılmıĢtır. Meydanda çok sayıda pagan heykel (Pseudo-Kodinus) olduğu
bilindiğine göre, kuruluĢunun Konstantin döneminde olduğu
söylenebilir. O dönemde yarımadanın topografyası doğal durumunu
korumaktaydı.
Mese'nin, önce Konstantin Martiri-onu'na giden yönde ve yarımadanın oldukça düz
olan en yüksek su ayrımı çizgisini izleyerek Tauri düzlüğünden
ayrıldığını ve sonradan bugünkü Saraçhane'ye varmadan
ġehzadebaĢı'nm bir noktasında Ģimdiki yol kotundan 4-5 m daha alçak
bir düzeyde Bous Forumu'na doğru meyilli olarak döndüğünü
düĢünmek gerekir. Bugünkü yol yönleri o gün için yanıltıcı olabilir.
Bu nedenle Amast-rianon'u SarachanebaĢı'nda değil, daha önce
ġehzadebaĢı ile Laleli arasında Aksaray'a yakın bir noktada ve Bous
Foru-mu'nu da, BayrampaĢa Deresi'ne doğru, Aksaray düzlüğünün
daha batıda bir noktasında düĢünmek doğru olabilir.
Öte yandan eski yeniçeri odaları, Fatih'in Saraçlar ÇarĢısı ve sonradan ġehzade
Camii'nin yapıldığı düzlük göz önüne alınırsa Filadelfion ve Amastri-
anon'un birbirlerini izleyen bir çizgide ve platonun su ayrımı çizgisine
yakın bir doğrultuda iki meydan oldukları da düĢünülebilir.
Kentin tarihi topografyasını inceleyen bilim adamlarının kesinleĢtiremedikleri sorun,
Aksaray'a (Bous) giden yolun Filadelfion'dan sonra Amastrianon'a ve
Konstantin Forumu'na doğru iki kola ayrılıp ayrılmadığıdır. Guilland,
Amastri-anon'un Apostoleion (eski Konstantin Martirionu) yolunda
olduğu kanısındadır. Fakat De Ceremoniis'de, Filadelfion'dan sonra
iki yol ayrıldığına ve bunlardan birinin Amastrianon Bousu'na,
diğerinin Olibriu-Polieuktos Kilisesi-Kons-tantin Martirionu'na
gittiğine iĢaret edildiğine göre Amastrianon'u Edirnekapı'ya giden yol
çizgisi üzerinde düĢünmemek daha doğru olur. Arazinin topografyası
çok değiĢtiği ve arkeolojik veriler de yetersiz olduğu için, bugüne
kadar kesin bir sonuca ulaĢılamamıĢtır. Ne var ki, Amastrianon'un
Polieuktos Kilisesi'nden çok daha eskiden kurulduğu, kilisenin
bugünkü Aksaray'a yakınlığı ve bugün bile var olan arazi meyli
düĢünülecek olursa, Amastrianon'un Belediye Sara-yı'nın arkasındaki
daha düĢük bir kotta, bugünkü Aksaray kavĢağına yakın bir yere
oturduğu savunulabilir.
Filadelfion'u vaktiyle bazı araĢtırmacıların yaptığı gibi bugünkü ġehzade
Külliyesi'nin yerinde düĢünmek de doğru olamaz. Polieuktos Kilisesi
ile külliye arasında ancak 100 m'lik bir mesafe vardır. Oysa, bu arada
Olibriu denen mahalle yer alıyordu. Filadelfion Beyazıt'a yaklaĢınca,
Amastrianon da daha kolay açıklanabilir bir konuma gelmektedir.
Amastrianon'da pagan dönemden kalmıĢ heykeller arasında en çok sözü edilenler bir
kadriga üzerindeki Zeus Helios ile Herakles ve Hermes heykelleriydi.
Bu meydanda 8. yy'da hâlâ ayakta
duran bir Zeus tapınağı, içinde atlarla birlikte müzik aletleri de olan ve Artemi-sion
olarak adlandırılan bir yapı ile bir tiyatro ya da hipodrom vardı.
Sonraki gözlemcilerin sözünü ettiği yarım daire biçiminde olan ve
Vavassore'nin kent planında görülen yapı bu yöredeydi. Ancak
yapının Amastrianon'la doğrudan iliĢkisi bugünkü bilgilerle ileri
sürülemez. Ġzleri Osmanlı dönemine kadar gelen bu dairesel yapı
kalıntısının geç dönemlerde "Coliseo dei Spiriti" (Ruhlar Amfiteatrı)
adıyla anılması Latin iĢgalinden kalmıĢ olabilir ve bu ad burada hâlâ
pagan geleneklerin kehanet ve tılsımlarla ilgili pratiklerinin
yapıldığını gösterir. Bizans kaynaklarının I. Teodosius ya da II.
Teodosius tarafından yapıldığını söyledikleri anfiteatrın burada
gerçekten var olup olmadığı tarihçiler arasında tartıĢmalı olmakla
birlikte, eski gravürlerde dairesel yapı vurgulu biçimde gösterilmiĢtir.
Hıristiyanlığın kabulünden uzun yüzyıllar sonra bile, burada hâlâ
pagan gelenekler içinde kehanetler yapılıyordu. Bu kehanetlerle
iliĢkili olan nehir, kurt, kartal, kaplumbağa, kuĢ ve yılan heykelleri de
8. yy'da henüz ayakta duruyordu. Amastrianon'da da, bütün forum ve
meydanlarda olduğu gibi ticaret yapılıyordu. Burada at ve büyükbaĢ
hayvan satılırdı. Aynı etkinlikler Bous'da da yapıldığına göre,
Amastrianon Bous'a yakın olmalıdır. Türk döneminde Saraçhane
ÇarĢısı'nın konumu bu eski ticaret alanlarının bir uzantısı olarak
düĢünülebilir. Janin, Bizans tarihinde önemli olan Modion'un bu
meydanda olduğunu yazar. Modion piramit biçiminde bir anıttı ve
üzerinde iki uzanan el arasında bir tahıl ölçü birimini (modius)
gösteren kabartma vardı. Amastrianon'da bir tahıl ambarı da vardı.
Ġmparatoriçe Eirene 8. yy'da meydanın bir bölümünü ve bu arada
amfiteatrı da yıkarak bir saray yaptırdığı zaman bir yoruma göre bu
yapıdan kalan revaklarm içine fırıncı dükkânları inĢa ettirilmiĢti.
Amastrianon'da bir tahıl ambarı (Horreum) ve fırıncıların bulunması
onun Aksaray Meydanı'na yakın olduğunun bir baĢka kanıtıdır. Çünkü
burasının da Bous Forumu gibi Eleuterion Limanı'ndan gelen tahılın
depolandığı bir yer olduğuna iĢaret etmektedir. Ġmparatoriçe Eirene'in
sarayının adı da Eleuterios idi. Ne var ki, De Ceremoniis'de,
Modion'un Tauri Forumu ile Filadelfion arasında olduğu yazılmıĢtır.
De Ceremonüs'in ziyaretlerden söz eden bölümü 10. yy'a aittir. Oysa
Modion'u Amastrianon'da gösteren kaynaklar daha eski tarihlidir. O
zaman iki Modion'un varlığından söz edilebilir. Birincisi bir anıta
izafeten verilmiĢ bir meydan adıdır ve bunun Tauri ile Filadelfion
arasında yer alması gerekir, ikinci Modion ise sadece bir anıttır. Bu
durum Cameron'un dediği gibi, Mo-dion'daki heykelin Amastrianon'a
taĢındığını gösterebilir. Parastaseis'te, Modion'un diğer adının
Horreum olduğu belirtilir. Bu, Modion heykelinin Amastri-
anon'daki tahıl deposu önüne ya da üzerine konduğuna iĢaret edebilir.
Amastrianon'un, meydanda idam cezaları yerine getirildiği için kent tarihinde kötü
bir Ģöhreti vardı. Fakat Ģöhretinin kötülüğü büyük bir olasılıkla,
Hıristiyan Konstantinopolis'te pagan âdetler ve geleneklerle uzun
zaman iç içe yaĢanmıĢ olmasından kaynaklanmaktaydı. Sade halk için,
burada Ģeytanlar, kâhinler, tılsımlarla iliĢkilendirilen pagan dönemi
kalıntıları vardı.
Bibi. Janin, Constantinople byzantine, s. 72-74; A. Cameron-J. Herrin,
Constantinople in the Early 8th Century, The Parastaseis Syntomoi
Chronikai, Leiden, 1984, s. 187, 224, 226, 228.
DOĞAN KUBAN
AMBARI CAMÜ
bak. YUSUF ġÜCAÜDDĠN CAMĠĠ
AMBARLI
Ambarlı, Avrupa yakasının Marmara Denizi kıyısında, Küçükçekmece'den 7 km
ileride tatlı bir meyille denize inen arazinin üzerinde kurulmuĢ bir
yerleĢim birimidir. Osmanlı döneminde zengin çiftçilerin buğday
ambarlarının burada bulunmasından dolayı Ambarlı olarak anılmıĢtır.
Bizans imparatorlarının yazlık olarak kullandıkları Küçükçekmece çevresinde
bulunan Ambarlı, bir balıkçı köyüydü. Osmanlı imparatorluğu
döneminde, istanbul'u çevreleyen surların dıĢındaki Eyüp Kadılığı
sınırları içinde bir Rum köyü olarak varlığını sürdürdü. Ambar-lı'ya
Türklerin ilk yerleĢmesi, 1912'de Usturumca muhacirlerinden 15 hane
kadar Türkün iskânıyla baĢlamıĢ ancak I. Dünya SavaĢı sonunda
Rumlar, Türkleri köyden çekilmeye mecbur etmiĢlerdir. 1922'den
sonra, Ambarlılı Rumlar mübadeleye tabi tutulmuĢ ve Selanik
Kayalar'dan gelen muhacir Türkler bölgeye yerleĢtirilmiĢtir.
Ambarlı Cumhuriyet döneminde bir Ġstanbul köyü olarak varlığını sürdürmüĢ, 1950'li
yıllarda bir banliyö yerleĢim alam olarak geliĢmeye baĢlamıĢ ve kısa
sürede istanbul'a yönelen iç göçten nasibini alarak banliyö
kimliğinden uzaklaĢmıĢ ve 900 haneli bir yerleĢim alanına
dönüĢmüĢtür. Ambarlı 1980'li yıllardan sonra daha çok Türkiye'nin
doğu bölgelerinden gelen göçle büyümüĢtür.
Ambarlı istanbul kentine ve kentin önemli merkezlerinden Aksaray'a Edirne
asfaltından ayrılan bir yol ile bağlıdır. Halen balıkçı sığınaklarının
bulunduğu deniz kıyısından geçirilecek yolun E-5 Karayolu'na
bağlanması projesi sonuçlandığında, Ambarlı Ģehirlerarası ulaĢım
ağına girecektir.
Ambarlı, daha önce Küçükçekmece Ġlçesi'ne(->) bağlıydı. 1992'de Avcılar(->)
Küçükçekmece'den ayrılıp ilçe yapıldığında Ambarlı da Avcılar'a
bağlandı. Ambarlı doğuda yine Avcılar Ġlçesi'ne bağlı Deniz KöĢkler
Mahallesi, batıda
235 AMBARLI TERMĠK SANTRALI
Büyükçekmece Ġlçesi'ne bağlı Yakuplar Köyü, kuzeyde Cihangir ve Merkez
mahalleleri ve güneyde Marmara Denizi ile çevrilidir. Kıyılardaki
kumların lodos rüzgârlarıyla Soğuksu Burnu'na sürüklenmesini ve
dolayısıyla toprağın kaymasını önlemek için setlerle korunmaktadır.
Ambarlı'nın batısında bulunan ReĢid PaĢa Çiftliği'nin bir kısmından Ģimdi aynı adı
taĢıyan cadde geçmektedir. Arazinin geriye kalan bölümünde
apartmanlar yapılmıĢtır. Bu çiftliğin ilerisinde bulunan ve Yakuplar
Köyü'ne kadar olan yerlerde ise çeĢitli fabrikalar ve iĢletmeler
kurulmuĢtur.
1922'de muhacirlerin yerleĢtirilmesi sırasında mevcut kiliseden mescide çevrilen
binadan günümüzde iz kalmamıĢtır. Ambarlı Sağlık Ocağı'ndan
aĢağıya doğru denizcilerin barınağına inen yolun solunda, yamacın
üstündeki restoranın yerinde, eskiden Rum mezarlığının bulunduğu
söylenmektedir. Semtte Osmanlı döneminden kalma, ancak kullanıma
kapatılmıĢ 3 çeĢme vardır.
Eski Rum yerleĢim yerlerinden olan Ambarlı'da, bugün Türk ve Müslüman nüfus,
semt nüfusunun tamamını oluĢturmaktadır. Nüfusun büyük çoğunluğu
iĢçi ve ücretlidir.
Cumhuriyet döneminde muhacirlere dağıtılan tarımsal topraklar yapılaĢmaya
açıldığından, artık tarım yapılmamaktadır. Semtte, Kaleterasit, ĠnĢa,
Arçelik fabrikaları ile Petrol Ofisi ve Etibank tesisleri bulunmaktadır.
Ambarlı Termik Santralı(->) semtin sınırlan içindedir.
FĠGEN TAġKIN
AMBARLI TERMĠK SANTRALI
Avcılar'da kurulu istanbul ve Trakya'ya elektrik enerjisi sağlayan Türkiye'nin en
büyük termik elektrik santrallarından biridir. KuruluĢ çalıĢmaları
1964'te baĢlayan santral, 1967'te 110 MW'hk iki ünitesiyle devreye
girdi. Yakıt olarak fueloil kullanan santrala, 1970'te 110 MW'lık bir
ünite daha eklendi. 1971'de 150 MWlık iki ünite daha devreye
sokulunca, Ambarlı Termik Santralı 630 MW'lık toplam kurulu güç ve
3,472 Gwh'hk termik enerjisi ile (2.400 MW'lık Atatürk, 1.350
MW'lık Karakaya ve 1.340 MW'lık AfĢin Elbistan santralla-nnın
ardından) Türkiye'nin dördüncü büyük elektrik santralı oldu.
Birinci BeĢ Yıllık Kalkınma Planı döneminde, Türkiye'nin mevcut elektrik
kapasitesinde 910,4 MW'lık bir artıĢ sağlanmıĢtı. Bu dönem boyunca,
hidrolik enerji kaynağından daha çok yararlanılması yönündeki plan
ilkelerinin aksine, 280,4 MW'lık hidroelektrik santrallarma karĢılık
630 MW'lık, termik güçle çalıĢan Ambarlı Termik Santralı inĢa
edilmiĢ; böylece termik santralların toplam elektrik enerjisi üretimi
içindeki payı korunmuĢtur.
Ambarlı Termik Santralı yakıt olarak ĠpraĢ, AraĢ ve Aliağa rafinerilerinden getirilen
fueloili kullanmaktadır. Devreye
Amcazade Hüseyin PaĢa Külliyesi'nin yüzyıl baĢlarındaki görünümü. Sebil, hazire
pencereleri
ve giriĢ kapısı.
İAM, Encümen Arşivi, /, no. 448
r
236
AMCAZADE HÜSEYĠN PAġA
Ambarlı Termik Santralı
Erkin Emiroglu, 1993
sokulduğu 1967 yılında varili 2,5 dolar olan petrolün 1973'teki büyük petrol bunalımı
döneminde aĢın zamlanması sonucu, Ambarlı Termik Santralı yakıt
sıkıntısına düĢmüĢ, bir elektrik darboğazı oltaya çıkmıĢ, o zamanki bir
deyimle Ambarlı, petrol değil dolar yakmaya baĢlamıĢtır. Bu dönemde
istanbul'da elektrik darboğazından kurtulmak için elektrik kesintileri
yapılmıĢ, daha sonraki yıllarda, petrol faturasının nispi ağırlığının
azalmasıyla bu uygulama kaldırılmıĢ, santral günlük üretimine
dönmüĢtür.
Bugün, 630 MW'hk Ambarlı Termik Santralı, 1980 yılında ilk grupları devreye giren,
1990 yılında da tamamlanan 1.350 MW'lık Ambarlı Doğalgaz
Kombine Çevrim Santralı ile birlikte toplam 1.980 MW'lık elektrik
enerjisi üretmektedir. Ambarlı Doğalgaz Kombine Çevrim Santralı
her biri 139 MW gücünde altı gaz türbinine ve her biri 172 MW
gücünde, atıksuyu değerlendirmeye yönelik inĢa edilmiĢ üç buhar
türbinine sahiptir.
Halihazırda Türkiye Elektrik Kurumu'nün iĢlettiği Ambarlı Termik Santralı, tam
kapasite ile çalıĢtığı zaman, günde 14 milyon, yılda 4-4,5 milyar
kilovat/saat elektrik enerjisi üretmektedir. Ve bu üretilen elektrik
enerjisi 34 kilo-voltluk hatlarla Trakya'ya, 154 kilovolt-luk hatlarla da
istanbul'a gönderilmektedir. Bu iki santral ortalama olarak Türkiye'nin
elektrik enerjisi üretiminin yüzde 5'ini karĢılamaktadır, istanbul'un,
Türkiye'de üretilen elektrik enerjisinin yaklaĢık yüzde 40'ını tükettiği
dikkate alınırsa, bu iki santralın istanbul'un elektrik enerjisi
ihtiyacının yaklaĢık yüzde 37'sini karĢılamak suretiyle çok önemli bir
rol üstlendiği görülmektedir.
istanbul'un elektrik enerjisi ihtiyacının geri kalan bölümü ise Lüleburgaz'da inĢa
edilmiĢ, 100 MW gücünde sekiz gaz, 100 MW gücünde dört buhar
türbininden oluĢan toplam 1.200 MW lık kurulu güce sahip Trakya
Hamitabat Doğalgaz Kombine Çevrim Santra-lı'ndan ve istanbul
Boğazı üzerinden
geçirilen bir adet 380 kilovoltluk, iki adet 154 kilovoltluk TEK bağlantısından,
Anadolu'dan istanbul'a doğru akan elektrik enerjisi ile
karĢılanmaktadır.
Bibi. (Bu madde kaleme alınırken, rakamsal bilgilerin güncelliğini sağlamak için
Ambarlı Termik Santralı Teknik ĠĢler Müdürlüğü yetkililerinin sözlü
açıklamalarından da faydala-mlmıĢtır.); T. Çandar, "Türkiye'de
Enerji", Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, c. 3, Ġst., 1983; K.
Ongun, "Türkiye'de Elektrik Enerjisi Üretimindeki GeliĢmeler",
Enerji Dünyası, Dünya Enerji Konferansı Milli Komitesi, Ankara,
1975; M. Ula, Türkiye'de Elektrik Santralleri, TEK Genel Müdürlüğü
Yayınları, Ankara, 1985; M. Ula, Türkiye Elektrik İstatistikleri Özeti,
TEK Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara 1983; T. Yarman, "Enerji
ve Türkiye", Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, c. 3, ĠletiĢim
Yayınları, 1983.
SEViM BUDAK
AMCAZADE HÜSEYĠN PAġA KÜLLĠYESĠ
Fatih ilçesi, SaraçhanebaĢı semtinde, Sofular Mahallesi sınırları içinde yer
almaktadır.
17. yy sonlarında ibrahim Ağa'nın mimarbaĢılığı sırasında inĢa edilen külli-. yenin
banisi Köprülü ailesinden olup II. Mustafa devrinde vezirazam olarak
görev yapmıĢ olan Amcazade lakabı ile de tanınan Hüseyin PaĢa'dır.
Külliye önceleri medrese, dershane-mescit, kütüphane, sıbyan mektebi, dükkânlar ve
sebilden oluĢmakta iken daha sonra bunlara ġeyhülislam Mustafa
Efendi tarafından 1152/1739'da bir çeĢme ilave edilmiĢtir. Ayrıca
1114/1702'de vefat eden Amcazade Hüseyin PaĢa'nın sebilin güneyine
gömülmesinden sonra aileden olan diğer kiĢilerin de buraya
gömülmeleri ile bir hazire oluĢmuĢtur.
Külliye 1718 ve 1782 yangınlarında, 1755 ve 1894 depremlerinde hasar görmüĢtür.
1755'te banisinin kızı Rahmiye Hanım tarafından, 1940, 1957-1958 ve
1960'ta çeĢitli tamirler yaptırılmıĢtır. 1966 yılında Vakıflar idaresi
tarafından yapılan yeni düzenlemeler ile müze bi-
nası haline getirilmiĢ olan külliye "Türk inĢaat ve Sanat Eserleri Müzesi" olarak
kullanılmaktadır.
Kareye yakın bir alanda yerleĢtirilmiĢ olan külliyenin doğu cephesi ortasında basık
kemerli kapısı vardır. Üzerinde üç satır halinde Arapça yazılmıĢ on iki
mıs-ralık inĢa kitabesi bulunmaktadır. Kapının sağında çeĢme ve altta
dükkânlar ile üstte sıbyan mektebi, solunda ise ortada sebil iki yanda
hazire yer almaktadır. GiriĢin karĢısında, batı cephesi boyunca
uzanan, kuzey ve güney yönlerde de kolları olan "U" Ģeklinde revaklı
medrese odaları mevcuttur. Avlunun kuzeyinde, medresenin kuzey
koluna bitiĢik olarak fevkani kütüphane binası yer alır. Avlunun
ortasına yakın bir yerde sekizgen Ģadırvan ile güneyde üç tarafı
revaklı sekizgen dershane-mescit binası bulunmaktadır.
Dershane-Mescit: Külliyenin en dikkat çekici bölümlerinden birini güneyde yer alan
dershane-mescit binası oluĢturur. Sekizgen plana sahip yapı, geçiĢleri
mukarnaslarla sağlanan 11 m çapında kubbe ile örtülmüĢtür. Bina
dıĢtan doğu, batı ve kuzey olmak üzere üç yönden "U" Ģeklinde geniĢ
bir revak ile çevrelenmiĢtir. 22 mermer sütun üzerinde mukarnaslı ve
baklavalı baĢlıklara oturan sivri kemerli revakta birimlerden dokuz
tanesi kubbe, dört tanesi çapraz tonoz, bir tanesi aynalı tonoz ile,
sekizgen gövdeyi tamamlayan dört köĢe ise yarım kubbelerle
örtülmüĢtür.
GiriĢin önündeki revak kemeri diğerlerine göre daha dar tutulmuĢ, üzerini örten
kubbe ise biraz yüksek ele alınmıĢtır. Dershane-mescit kapısı, mermer
kaplamalı olup basık kemerli, açıklığa sahiptir. Kemer ortasında
"Mühr-i Süleyman" motifi yer alır. Kemer köĢe dolguları kıvrık dallar
üzerinde rumîlerden oluĢan süslemeye sahiptir. 1112/1700 tarihini
veren tek satırlık Arapça sülüs kitabe üzerinde mukarnas ve palmet
sıralı firiz bulunmaktadır. Kapının iki yanında birer küçük niĢ yer alır.
Yapı çift katlı pencere düzenine sahiptir. GiriĢ cephesi hariç diğer cephelerde altlı
üstlü ikiĢerden dört pencere yer alır. Alt kat pencereleri basık
boĢaltma kemerleri altında dökme demir parmaklıklı, dikdörtgen
söveli, üst kat pencereleri ise sivri kemerli olup içlik ve dıĢlıklara
sahiptir. GiriĢin iki yanında, altta pencereler yerine küçük birer dolap
niĢi açılmıĢtır. GiriĢin karĢısında eksende yer alan mermer mihrap
yedi kenarlı bir niĢe sahiptir. NiĢ üzeri mukarnaslı, yaĢmaklı olup iki
köĢede birer rozet mevcuttur. Üstte sülüs hat ile yazılı mihrap ayeti,
en üstte ise palmetli bir firiz ile taçlandırılmıĢtır.
Yapıda kubbe içi, pencere ve dolap üstleri kalem iĢleri ile süslenmiĢtir. YenilenmiĢ
olan bu kalem iĢlerinde klasik desenler söz konusudur. Kubbe
ortasındaki yazı madalyonundan sonra kubbe eteğine uygun salbekli
Ģemseler sıralanmıĢtır, içlerinde bitkisel düzenlemeler görülür. Yazı
madalyonunun etrafı ile kubbe eteğinde, pencere ve dolap üstlerinde
kıvrık dallarla rumîli ve palmetli kompozisyonlar vardır. Üst kat
pencere aralarında mihrap üstüne gelen yerde çerçeve içinde yine
mihrap ayeti yazılmıĢtır. Diğerlerinde ise yuvarlak madalyonlar içinde
Allah, Muhanımed, dört halife, Hasan, Hüseyin adları yazılıdır.
Dershane-mescidin etrafında yer alan revakta kubbe içlerinde vaktiyle mevcut olan
19. yy kalem iĢleri bugün mevcut değildir. Buralarda yer yer orijinal
kalem iĢlerinden küçük izler görülmektedir.
Medrese Odaları: GiriĢin karĢısında yer alan medrese, güneydeki dershane-mescit ile
kuzeydeki kütüphane arasında avluyu geniĢ bir "U" Ģeklinde
çevrelemektedir. Batıda on bir, kuzeyde dört, güneyde iki olmak üzere
toplam on yedi birimden oluĢan medrese önünde baklavalı baĢlıklara
sahip on üç mermer sütunun taĢıdığı sivri kemerli revaklar yer
almaktadır. Medrese odalarının tamamı pandantiflerle geçiĢleri
sağlanmıĢ kubbeler ile örtülüdür. Revaklarda ise güney uçtaki birim
ile batıda kuzey kanatla birleĢmeden önceki birimin üzerleri, aynalı
tonozla, diğerleri pandantifi! kubbelerle örtülüdür. Medrese odaları
yaklaĢık 4x4 m ölçüsünde olup basık kemerli kapı ve dikdörtgen
söveli bir pencere ile revaklara, bir veya ikiĢer pencere ile de dıĢarıya
açılmaktadır. Yalnızca güneyde ortada yer alan oda ile kuzeyde
kütüphane yanındaki üç odanın dıĢarıya açılan pencereleri yoktur.
Burada köĢeye yakın olan odanın köĢedeki birime açılan bir penceresi
vardır. KöĢe mekânının üzeri bugün açıktır, içinde bir ocak niĢi ile
vaktiyle dıĢa açılan fakat bugün içi doldurulmuĢ olan kapısı vardır.
Odaların içinde iki veya üç dolap niĢi ile bir de ocak niĢi
bulunmaktadır. Ocaklar dıĢtan sekizgen gövdeli, her yüzeyinde birer
rüzgâr açıklığı bulunan, üzeri küçük kubbecik ile örtülü kesme taĢ
bacalara sahiptir.
Medresede yapı malzemesi dıĢ cep-
helerde bir sıra kesme taĢ, iki sıra tuğla, revak cephesinde ise tuğla hatıllı moloz
taĢtır. Bu cephe günümüzde sıvalı olup pencere ve kapı üstlerindeki
tuğladan sivri boĢaltma kemerleri ve tuğla alınlıkları sıva altında
kalmıĢtır. Revak kemerleri ve kemer araları düzgün küfeki taĢından
olup tüm örtü sistemleri tuğladandır. Batıdaki revak cephesinin
ortasında kemer arasındaki yüzeyde bir tane kuĢ köĢkü bulunmaktadır.
Revak kemerlerinin kilit taĢı üzerinde bir rozet, bir "Mühr-i
Süleyman" motifi alternatif olarak sıralanmıĢtır. Revak medrese
birleĢmesinde bir uyumsuzluk söz konusudur. Depremler neticesinde
çok harap olan medresede yenilenen kubbeler arasında da farklılıklar
görülmektedir.
Şadırvan: Avlunun ortasında mermerden ongen bir haznesi olan Ģadırvan, baklavalı
baĢlıklara sahip sekiz mermer sütunun taĢıdığı ahĢap çatı ile
örtülmüĢtür. Son yıllarda yenilenmiĢ olan Ģadırvanda hazne, fıskiyeli
olup çeĢme aynataĢları, silmelerle sivri kaĢ kemer Ģeklinde
düzenlenmiĢ, içleri bir rozet ile süslenmiĢtir.
Ayrıca ihtiyaçtan dolayı giriĢin sağında yer alan hazne duvarına musluklar
yerleĢtirilmiĢ, önüne de küfeki taĢından bir kanal yapılmıĢtır. Vaktiyle
üzerinde ahĢap bir sundurmanın da olduğu mevcut izlerden
anlaĢılmaktadır.
Kütüphane: Avlunun kuzeyinde sıbyan mektebi ile medrese odaları arasında yer alan
kütüphane iki katlı bir yapıdır. Avluya bakan giriĢinin üzerinde yer
alan ve nesta'lik hat ile yazılı olan dokuz satır halinde, on dört mısralı
oval kitabeden, yapının 1168/1755'te Hüseyin PaĢa'nın kızı Rahmiye
Hanım tarafından tamir ettirildiği anlaĢılmaktadır.
Avluya bakan cephesi düzgün kesme küfeki taĢı ile kaplı olan yapının diğer üç
cephesi bir sıra kesme taĢ, iki sıra tuğla ile kaplanmıĢtır. Yalnızca
doğu
23 7 AMCAZADE HÜSEYĠN PAġA
duvarının avluya yakın köĢesinde pencere açıklığı boyunca kesme küfeki taĢı
kaplama yapılmıĢtır.
Yuvarlak kemerli açıklığa sahip olan tonozlu dehlizden geçilerek kuzeydeki küçük
avluya, oradan da üst kata ulaĢılır. Burada baklavalı baĢlıklı iki
mermer sütunun taĢıdığı basık tuğla kemerli, üzeri düz meyilli beton
çatı ile örtülü olan revak bulunmaktadır. Ortada yer alan yuvarlak
kemerli açıklığa sahip kapı, dıĢtan küfeki taĢ, içten mermer sö-velidir.
6,50x6,50 m ölçüsündeki mekânın üzeri dıĢtan sekizgen kasnaklı,
içten pandantiflerle geçiĢi sağlanan kubbe ile örtülmüĢtür.
Kütüphane, güneyindeki avluya dört, giriĢin iki yanında birer, doğu ve batı
duvarlarının güney uçlarında yanlara iki olmak üzere toplam sekiz
pencere ile dıĢa açılmaktadır. Pencereler dikdörtgen olup dıĢtan
küfeki taĢ, içten mermer sövelidir. Batı cephesinde yer alan pencere,
tuğladan sivri boĢaltma kemeri altında, niĢ içindedir. Güneydeki
avluya bakan dört pencere ile, doğu cephesindeki pencerenin üstleri
birbirini takip eden üç kademeli silme ile sivri kemerli alınlık Ģeklinde
dekorlanmıĢtır. Kütüphanede doğu ve batı duvarları içinde üçerden
altı tane dikdörtgen niĢ bulunmaktadır. Mekânın içi beyaz badana ile
kaplanmıĢtır. Vaktiyle mevcut olan 19. yy kalem iĢlerinden hiç iz
kalmamıĢtır.
Külliyenin yapımından sonra kütüphanenin geçirdiği tamirlerden dolayı geç devir
izleri açıkça belli olmaktadır.
Kütüphanenin altında yer alan mahzenin su dağıtma yeri (maksem) olduğu
anlaĢılmaktadır. Güneyde avluya bakan küçük yuvarlak kemerli
açıklığı bulunmaktadır. Bugün tonozlu koridordan bir kapı açılmıĢ ve
depo olarak kullanılmaktadır. Yapıda ayrıca üst kata çıkıĢı sağlayan
merdiven altında bir hela yer almaktadır.
r
238
AMCAZADE HÜSEYiN PAġA
Kütüphaneye Hüseyin PaĢa 457, Sey-yid Nafiz Efendi 85 kitap vakfetmiĢtir. Kitaplar
önce Beyazıt Kütüphanesi'ne, 1929 yılında Fatih-Millet
Kütüphanesi'ne, son olarak da 1936 yılında Süley-maniye
Kütüphanesi'ne taĢınmıĢtır.
Sıbyan Mektebi: Külliyenin doğusunda ön cephede yer alan dükkânların üzerine inĢa
edilmiĢtir. Bugün kare planlı iki kubbeli mekândan oluĢan yapı 1894
depreminde büyük hasar görmüĢ, son yıllarda Vakıflar idaresi
tarafından esaslı bir Ģekilde onarılmıĢtır.
Mektebe giriĢ, dükkân dizisinin ortasında yer alan yuvarlak kemerli kapı ile
sağlanmıĢtır. BeĢik tonozlu bir koridordan geçilerek etrafı duvarla
çevrili, zemini taĢ döĢeli küçük iç avluya ulaĢılır, içinde bir adet hela
bulunan ve mektebin batısında yer alan bu avludan yukarıdaki
sahanlığa çıkılır. KöĢeye yakın yerleĢtirilmiĢ olan küfeki taĢından
söveli ve basık kemerli kapı ile önce kuzeydeki mekâna, oradan da
dikdörtgen mermer söveli kapı ile güneydeki mekâna geçiĢ
sağlanmıĢtır. Mekânlar dıĢtan on iki kasnaklı, içten pandantiflerle
geçiĢi sağlanan kubbeler ile örtülmüĢtür. Kuzeydeki oda, batıda iki
pencere ile iç avluya, doğuda iki pencere ile de dıĢa açılır. Kuzey
duvarında üç, güney duvarında bir mermer söveli niĢ mevcuttur. Bu
mekânda, giriĢten sonra zemin 0,30 m kadar yükselir. Güneydeki
ikinci oda ise doğuda üç pencere ile dıĢa, batıda bir pencere ile avluya
açılmaktadır. Bu mekânın batı duvarında bir ocak niĢi ile güney
duvarında mermer söveli üç dolap niĢi vardır. Baca dıĢta, kesme taĢtan
sekizgen gövdeli olup üzeri küçük kub-becikle örtülmüĢtür. Her
yüzde birer ta-
ne rüzgâr açıklığı vardır. Yapı dıĢtan bir sıra moloz taĢ, iki sıra tuğla dizisinden
oluĢan almaĢık bir duvar örgüsüne sahiptir. Yalnızca penceresiz olan
güney cephe ile batı duvarının güney köĢesi tamamen düzgün kesme
küfeki taĢı ile kaplanmıĢ olup taĢ konsollar ile dıĢa hafif taĢkındır. Bu
cephe üzerinde üçlü konsollara oturan iki kuĢ köĢkü mevcuttur. Ġçten
sade, dıĢtan ise tuğladan sivri boĢaltma kemerleri altında mermer
alınlık ve söveleri olan pencereler dökme demir parmaklıklıdır. Güney
mekânda odaları ayıran ortak duvar üzerinde 19. yy'da yazılmıĢ olan
iri çifte vav kompozisyonu bulunmaktadır.
Dükkânlar: Külliyenin doğu cephesinde, sıbyan mektebinin altında dört adet dükkân
yer almaktadır. Oval hareketli, iki kademeli konsollar üzerine oturan
dıĢa taĢkın yuvarlak kemerli cephelere sahiptirler. BeĢik tonoz ile
örtülmüĢ olan mekânlarda giriĢin karĢısında birer tane niĢ
bulunmaktadır. Altında mahzenleri olan dükkânlar 2,5x5 m ölçüsünde
olup dikdörtgen plana sahiptirler.
Sebil: Külliyenin doğu cephesi üzerinde, giriĢin solunda yer alır. Son yıllarda tamir
görmüĢ olan sebil dıĢa taĢkın dört dilimli cepheye sahiptir. Ġçten
pandantiflerle geçiĢi sağlanan bir kubbe ve bunun önünde küçük
yarım kubbe ile örtülü olan sebil dıĢtan bir saçak ile çevrelenmiĢtir.
Ġkisi duvara gömülü, üçü serbest beĢ mermer sütun üzerinde
mukarnaslı baĢlıklara oturan sivri kemerli dört açıklığa sahiptir.
Kemer içleri mermer dolgulu olup baĢlık araları da oval harekete
uygun lentoludur. Kemer kilit taĢlarında birer rozet, lentolarda kıvrık
dallar üzerine rumîlerden oluĢan süslemeler görü-
ÇEġME
lür. Cephelerde "C", "S" kıvrımlarından oluĢan dökme demir parmaklıklar vardır. Her
parmaklıkta Bursa kemerli altı tane su verme açıklığı mevcuttur.
Dershane-mescidi çevreleyen revak ile sebil arası iki çapraz tonoz ile örtülmüĢtür.
Burada yer alan basık kemerli kapı ile sebile geçilir. Ġçeride kuzey
duvarı üzerinde dikdörtgen bir niĢ bulunmaktadır. Güney duvarı
üzerinde ise vaktiyle mevcut olan sivri kemerli açıklık, nazire
zemininin yükselmesinden dolayı kapatılmıĢ, içine yatık dikdörtgen
Ģeklinde mermer hazne ve bir kurnadan oluĢan çeĢme yerleĢtirilmiĢtir.
Haznedeki aynataĢı, silme ile üçe ayrılmıĢtır. Ortada sivri kaĢ kemerli
bölüm içinde büyük bir rozet ile karĢılıklı iki vazodan çıkan stilize
çiçekler vardır. Ġki yan panoda ise birer iri servi ağacı motifi
mevcuttur. ÇeĢmenin yanında bir de kuyu bulunmaktadır. Sebil içinde
vaktiyle mevcut olan ve 19. yy'ın zevkini aksettiren kalem iĢlerinden
bugün iz kalmamıĢtır. Son restorasyonda klasik desenlerden izler
tespit edilmiĢtir.
Çeşme: Külliyenin doğu cephesi üzerinde, giriĢin sağında dıĢa hafif taĢkın olarak yer
alır. Külliyenin inĢasından 39 yıl sonra ġeyhülislam Mustafa Efendi
tarafından yaptırılmıĢ olmasından dolayı ġeyhülislam Mustafa Efendi
ÇeĢmesi adı ile tanınmaktadır. 1152/1739 tarihim veren mermer
üzerine ta'lik hat ile yazılmıĢ bulunan beĢ satır halinde yedi be-yitlik
bir kitabesi vardır. Kitabenin hattatı Katibzade diye de tanınan
Mehmed Refi bin Mustafa'dır. Harap durumda olan kitabenin alt
satırında, iki köĢede bitkisel süslemeli küçük kartuĢlar görülmektedir.
Amcazade Hüseyin PaĢa Külliyesi
ÖLÇEK: 1/500
Erdem Yücel, Vakıflar Dergisi, Sayı VIII, 1968 (Sıbyan Mektebi'nin kaynak planda
var olmayan sağ kanadı sonradan onanldığı için plana eklenmiĢtir. A.
V. Çobanoğlu)
r
Amcazade Hüseyin PaĢa Külliyesi
Araş Neftçi, 1990
Klasik üslupta olan çeĢme kesme küfeki taĢından inĢa edilmiĢtir. Sivri kemerli bir niĢ
Ģeklinde düzenlenmiĢ olan çeĢme oldukça sade olup silmelerle
çevrelenmiĢtir. Kemer kilit taĢında kabarık bir gül rozeti bulunan
çeĢmenin aynataĢı sade düz mermer levhadandır. Altta mermer bir
teknesi vardır. Tekne hizasına kadar yanlar da mermer ile
kaplanmıĢtır. Arkada kesme taĢtan üzeri pramidal örtülü geniĢ bir su
haznesi bulunmaktadır.
Nazireler: Külliyede üç adet mevcuttur. Amcazade Hüseyin PaĢa'nın 1114/ 1702
tarihinde vefatı ve sebilin güneyine gömülmesinden sonra bu aileden
ölen kiĢiler de buraya gömülmüĢlerdir. GiriĢin solunda sebilin iki
yanında yer alan ve cephe boyunca kademeli üç bölümden oluĢan
üzerleri açık hazirelerde bugün 47 mezar bulunmaktadır. En erken
tarihlisi Hüseyin PaĢa'ya ait olup 1114/1702 tarihlidir. En geç tarihli
olan ise Köprülü-zade el-Hac Mehmedzade Ömer Lütfi Bey'in annesi
Vesile Hanım'a ait olan 1334/1915 tarihli mezardır.
GiriĢin solundan sebile kadar olan birinci bölümde dört mezar vardır. Zeminden biraz
yükseltilmiĢ olup 5x5,50 m ölçüsünde kareye yakın bir alan kaplar.
Mermer kaplamalı dıĢ cepheye ikisi duvarda, biri serbest üç mermer
sütun üzerinde mukarnaslı baĢlıkların taĢıdığı sivri kemerli iki
pencere açılmaktadır. Kemer köĢe dolgularında iri rozetler vardır.
Kemer içi, mermer kaplamalı olup baĢlık hizasından dokuz dilimli
kemer Ģeklindeki açıklığı, oval hareketli dökme demir parmaklıklıdır.
Dilimli kemer üzerinde bir sıra mukarnas dizisi görülür. Avluya bakan
cephelerinde malzeme kesme küfeki taĢıdır. Ġki pencere ile kuzeye, iki
pencere ve bir kapı ile de batıya açılmaktadır. Küfeki taĢı sütunlar
üzerinde düz baĢlıklara sivri kemerler oturmaktadır. BaĢlık araları
lentoludur. Güney uçtaki kapı altta basık kemerli ve mermer söveli olarak
düzenlenmiĢtir.
Sebilin solunda, güneyde yer alan ikinci bölüm 9,50x9,50 m ölçüsündedir. Doğu
cephe mermer kaplamalı olup ikisi duvarda üçü serbest beĢ mermer
sütun üzerinde mukarnaslı baĢlıkların taĢıdığı sivri kemerli dört
açıklığı vardır. Açıklıklar geometrik düzende dökme demir
parmaklıklıdır. Güneye de dört kemerle açılan hazire, batıda dershane
-mescit revağı ile sınırlanmıĢtır. Zeminden yükseltilmiĢ olan hazireye
kuzeyde yer alan basık kemerli kapıdan geçilir. Kapı ile sebil arasında
hazireye bakan bir de pencere vardır. Kuzey, batı ve güneydeki
açıklıklar dökme demir parmaklıklıdır. Bu hazirede bir tanesi
Amcazade Hüseyin PaĢa'ya ait olan 21 mezar bulunmaktadır.
Ġkinci bölümün güneyinde, zemini diğerlerine göre biraz düĢük tutulmuĢ olan
3x34,50 m ölçüsündeki üçüncü bölüm yer alır. Güney cephe boyunca
devam eden bu bölümde 22 adet mezar bulunmaktadır. Doğuda,
cepheye göre daha alçak seviyede kesme küfeki taĢı duvar üzerinde,
sivri kemerli bir açıklığı vardır. Güney duvarı ise aynı zamanda
külliyenin de duvarı olup son yıllarda yenilenmiĢtir. Dershane-mescit
önünde yeni yapılmıĢ bir duvar ile doğu yönünde kesilen hazirede her
iki duvar da almaĢık örgüye sahiptir.
Bibi. Ayvansarayî, -Hadîka, I, 91-92; Kumbaracılar, Sebiller, 29; TanıĢık, İstanbul
Çeşmeleri, I, 102-163; E. H. Ayverdi, "Amucazâde Hüseyin PaĢa
Külliyesi", ISTA, II, 792-799; ġ. N. Bayraktar, "Amucazâde Hüseyin
PaĢa Kütüphanesi", ISTA, II, 799; Eyice, istanbul, 78; Öz, istanbul
Camileri, I, 22; Y. Önge-E. Yücel, "Amca Hüseyin PaĢa Külliyesi
(Saraçha-nebaĢı)", Arkitekt, XXXV (1966), s. 181-187; E. Yücel,
"Amcazade Hüseyin PaĢa Külliyesi", VD, VIII (1968), s. 249-266;
Kütükoglu, Darü'l-Hilafe, 161-162; O. Aslanapa, Osman-
239 AMCAZADE HÜSEYĠN PAġA
h Devri Mimarisi, ist., 1986, s. 364-365; Ġ. E. Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi II,
Kuruluştan Tanzimat'a Kadar Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri. Ankara,
1988, s. 65; Fatih Anıtları, 108; ġ. Aydın, "Amcazade Hüseyin PaĢa
Külliyesi", DlA, III, 9-10.
AHMET VEFA ÇOBANOĞLU
AMCAZADE HÜSEYĠN PAġA YALISI
Asya yakasında ve Anadolu Hisarı'mn kuzeyinde, Ġstanbul Boğazı'nın günümüzde
ayakta kalan en eski yahĢidir. MeĢruta Yalı olarak da bilinir.
l699'da Amcazade Hüseyin PaĢa (1644-1702) için inĢa edilmiĢtir. Yeğen, SarhoĢ,
Mevlevi lakaplarıyla da bilinen Amcazade Hüseyin PaĢa, Köprülü
Mehmed PaĢa'nın erkek kardeĢinin oğlu ve Fazıl Ahmed PaĢa'nın
amcası idi; II. Mustafa döneminde çeĢitli yüksek görevlerde
bulunduktan sonra 1697-1702 yılları arasında sadrazamlık yapmıĢtı.
Bugüne kalan yapı, eskiden Amcazade Hüseyin PaĢa Yalısı'nın selamlık dairesinin
divanhanesini teĢkil ediyordu. Harem dairesi ise selamlığın 70-80 m
kadar güneyinde idi. Aralarındaki bahçe arkadaki tepenin eteklerine
kadar uzanıyordu. Haremin eski bir fotoğrafından hareketle iki katlı,
iki büyük sofalı ve 15-20 odalı olduğu tahmin edilmektedir. Deniz
cephesinde üç geniĢ oda çıkma yapıyordu. Yalının 1893 Rus SavaĢı
sıra-' sında yerleĢtirilen Rumeli göçmenleri yüzünden tahrip olduğu
ve kısmen yıktırıl-dığından ya da bir yangınla ortadan kalktığından
söz edilir. Ancak, daha yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı sivil
mimarlığının eĢsiz bir eseri olarak dikkat çekmiĢ olmasına rağmen,
Amcazade Hüseyin PaĢa Yalısı'nda en büyük tahribata günümüze
kadar süren ihmal neden olmuĢtur.
S. H. Eldem'in hazırladığı restitüsyo-na göre eski selamlık dairesinin, hamam, mutfak
ve uĢaklar dairesi gibi ek binalarıyla sokak seviyesine kadar u-zandığı
anlaĢılmaktadır. Yalının arkasından geçen yol önceleri bugünkü
sokaktan denize 5 m daha yakın ve bugünkü seviyesinden daha
aĢağıda olmakla birlikte, gene de yalının oturduğu zeminden çok daha
yüksekte idi. Boğaziçi yalılarında sık görülen bu durum göz önüne
alınırsa, yalının arkasında yolun öte tarafında kalan, set duvarıyla
tutulmuĢ arka bahçeye göre 1-1,5 m kadar daha aĢağıda bir geçit
bulunmuĢ olduğu ve arka bahçe ile bağlantıyı bu geçidin sağladığı
kabul edilebilir. Harem dairesi ise bu yolun hemen kenarına
gelmekteydi. Burada da üst katta yolun öbür tarafına uzanan bahçeye
bir geçit olması olasıdır. Selamlık divanhanesinin oturduğu zemin
rıhtımdan 2 m kadar yüksektir. Kaide duvarları rıhtım hizasından
baĢlayarak, kısmen dolma olan yapının alt tabanına kadar
yükseliyordu. Selamlık dairesinin arkasındaki yapıyı bağımsız bir
konuta dönüĢtüren ilave bina, harem yok olmadan evvel, 19. yy'ın
ikinci yarısına doğru ya-
AMCAZADE HÜSEYĠN PAġA
240
241
AMELE TEALĠ CEMĠYETĠ
pılmıĢtır. Bunun için selamlığın iki odası ve sofası ile bazı servis binalarının
yıktırılmıĢ olduğu anlaĢılmaktadır.
Selamlıktan artakalan divanhane "T" Ģeklindedir. AhĢap kubbe ile örtülü kare
Ģeklindeki orta Ģahın etrafında birer kol, bir tanesi deniz üstüne olmak
üzere, üç yönde çıkıntı meydana getirirler. Seriye sicilleri, Boğaziçi ve
Haliç sahilsa-raylarına ait inĢaat, keĢif ve onarım defterleri, "üç sofalı
oda" diye tanımlanan bu mekân tipinin 17. yy sonundan itibaren
yalnızca hanedana ait kasırlar ve köĢklerde değil, sıradan insanların
evlerinde de revaçta olduğuna tanıklık eder. Bu tipin en son
örneklerinden biri de Küçüksu Kasrı'dır(->); ayrıca Bebek KöĢkü,
BeĢiktaĢ Sarayı'nda Çinili KöĢk(->), Aynalı Kavak Kasrı(->), Çırağan
Sarayı'nda GülĢenabad KöĢkü, Emirgân'daki ġerifler Yalısı(->)
divanhanesi de bu tipteydi. 18. yy "da Boğaziçi'nde inĢa edilmiĢ olan
pek çok sahilsarayda ve yalıda böyle denize taĢan ve üç yönde
manzaraya, açılan bir mekânın aranmıĢ olması kadar, evlerde de bu
tür sofalara çok sık rastlanması, bu tipin kaynakları üzerinde ayrıca
durulmasını gerektirir.
Hanedana ait yapılara baktığımızda, "üç sofalı oda'ların, henüz sahilsarayların denize
paralel değil de dikey olarak birbirine eklemlenen odalar ve sofalar
dizisi halinde bahçe içlerine uzandıkları dönemde, hemen deniz
üstündeki ön mekânların, itibarlı, geniĢ kabul salonları, divanhaneler
olduğu anlaĢılmaktadır. Bu divanhanelerin denize taĢan kısımları
büyük çıkma payandalarla destekleniyordu. Amcazade Hüseyin PaĢa
Yalısı'nda da divanhane kaide duvarından çıkan büyük furuĢlarla
taĢınmaktadır. Selamlık divan-
hanesinin en karakteristik tarafı pencerelerinin çok alçak tutulmuĢ olmasıdır. Duvar
yüksekliğinin ancak yarısına kadar uzanan pencerelerin üst tarafı
tamamen sağırdır; Osmanlı konut mimarisinin klasik cephe elemanı
olan ikinci sıra pencereler burada tamamen kaldırılmıĢtır. El-dem'e
göre ıĢığın bu derece kısılması, Boğaz sahillerinde denizden gelen
yansımayı önlemek içindir. Divanhanenin üç tarafı manzaralı
olduğundan doğal olarak arka duvarı hariç diğer duvarları tümüyle
pencereyle kaplanmıĢtır. Pencerelerin üst kısımlarının da cam duvar
yapılması halinde mekânın dayanılmaz bir ıĢık fazlalığı içinde kalması
tehlikesi doğabilirdi. Eldem bu düzenin kendine mahsus bir mekân ve
ıĢık kompozisyonu yarattığı görüĢündedir. Suyun üstündeki hareketli
ıĢınların loĢ tavan ve duvarlara akisleri, bu arada tezhipli yüzeylerdeki
altın kaplamaların yer yer pırıltıları, benzersiz bir mekân yaratmıĢ
olmalıdır.
Yapının ait olduğu Mülhak Amcazade Hüseyin PaĢa Vakfı ve Amcazade Hüseyin
PaĢa Yalısı ĠnĢaat, Restorasyon, Turizm ve Ticaret Aġ'nin yıllardır
süren dıĢlayıcı tutumu nedeniyle, bugünkü durumu bilinemeyen iç
mekân, bir zamanlar tamamen renkli desenlerle bezeli ahĢap
panellerle kaplanmıĢtı. Kullanılan renklerde büyük bir ılımlılık ve
ölçü hissedilmekteydi. Bazı mimari elemanlar altın varak kaplı veya
tezhipliy-di. Duvarlar stilize çiçekler, tavan ise yerine göre tezhipli
soyut Ģekiller ve bitkisel desenlerle bezenmiĢti. Orta tavandaki
ĢiĢelerin arasında zarif güller yer almıĢtı. Çepeçevre duvar
kitabelerinin içindeki panolara vazolar içinde na-türalist tarzda nar
çiçeği, gül, karanfil,
Amcazade
Hüseyin PaĢa
Yalısı'nm
günümüze
kalabilen
selamlık
divanhanesinin
Boğaz'a hâkim
konumu.
Bünyad Dinç,
1992
yasemin ve lale demetleri yerleĢtirilmiĢti. Kapı ve dolap cephesi ise tel ve fildiĢi
kakma ile bezenmiĢti. Odanın ortasındaki havuz ve fıskiye iki sıra
mermer ile çevriliydi. Daha bundan otuz yıl önce gözlemciler ahĢap
dekoratif elemanların tamamen süngerleĢmiĢ olduğunu
kaydettiklerinden artık yalının iç dekorasyonunu yenilemek için
özgün parçaların kullanılamayacağı sanılmaktadır.
Yalının dıĢ cephesi, yapıldığı günlerde de içerisindeki zenginliği dıĢa vurmazdı.
Sonradan kesilmiĢ olan geniĢ saçağın yerine gelmiĢ olan çıtak baĢ
silmesi dıĢında, dıĢ mimari elemanları korunmuĢ; ancak eskiden
pencereleri örten kepenkler ortadan kalkmıĢtır. Bugün bir eĢi mevcut
olmayan bu uygulamanın diğer örneklerine, dönemin çeĢitli
sahilsaraylarını, bahçeler içindeki köĢk ve kasırlarını gösteren
gravürlerde rastlıyoruz. Pencereler ve kapakları, bu geometri ve
süslemeden tamamen arınmıĢ cephelerin tek canlı elemanı idi. Pencere
kapaklan kapandıkları zaman bir yatay tahta kaplama yüzeyi meydana
getirirlerdi ve böylelikle bir dönem yalnızca mevsimlik olarak
kullanılmıĢ olan Boğaziçi yalıları denizin ve iklim koĢullarının
tahribatından bir ölçüde korunurdu. Üst kapaklar açıldığı zaman ise
pencerelerin önünde bir gölgelik, güneĢ siperi meydana gelirdi.
1956'da yetersiz bir onarım gören yapı bugün, ortadan kalkma tehlikesiyle karĢı
karĢıyadır.
Bibi. M. H. Saladin-R. Mesguich, Le Yali deş Keupruli â Anatoli-Hessa Göte
Asiatique du Bosphorer, Paris, 1915; S. Ünver-S. H. Eldem,
Amucazade Hüseyin Paşa Yalısı, Ġst., 1970; Eldem, Köşkler ve
Kasırlar, II, s. 151^179; Eldem, Türk Evi, II, 190-191.
TÜLAY ARTAN
AMELE FIRKASI
Mütareke yıllarında Ġstanbul'da kurulmuĢ siyasal parti.
Amele Fırkası, Amiralzade Cemal Hüsnü, Davavekili Râdi, sabık memurlardan
Mehmet Behçet ve Haydar, kömür müteahhidi Mehmet Kâmil, Hüsnü
PaĢazade Seyit Bilâl, kömür kâtiplerinden Ali Haydar, Vanlı Mehmet
Baba ve Mehmet Ali Ağa tarafından 11 Ağustos 1920'de kuruldu.
ĠĢçinin refah ve saadetini sağlamak, iĢçi ile sermayedar arasındaki iliĢkileri
düzenlemek, hasta düĢen iĢçiyi tedavi, sakat ve alil olanlara sahip
çıkılması ve kimsesiz kalan amele evladının okutulması için amele
sandıkları kurmak, fırkanın ana amacıydı. Genel merkezi Ġstanbul'da
olmak üzere ülkenin birçok yöresinde ve özellikle Ereğli kömür
havzasında Ģubeler açmayı amaçlıyordu.
Fırkaya memur alınmıyordu. Üyelerin serbest meslek ve mesai erbabından olması
gerekiyordu.
Amele Fırkası'nın örgütleniĢi ve faaliyetleri hakkında fazla bilgi yoktur.
ZAFER TOPRAK
AMELE TEALĠ CEMĠYETĠ
Cumhuriyetin ilk yıllarında Ġstanbul'da kurulan iĢçi konfederasyonu.
Türkiye'de sendikal örgütlenmeyle ilgili mevzuat 1909 Tatil-i EĢgal Kanunu ile
gündeme geldi. Bu yasanın 8. maddesi kamuya hizmet götüren
iĢyerlerindeki sendika kuruluĢunu yasaklayarak diğer iĢyerlerinde
sendikal geliĢmeleri zımnen onaylamıĢ oldu. MeĢrutiyet'in ilk
yıllarında cemiyet olarak kurulan sendikalar yine 1909 tarihli
Cemiyetler Kanunu'na tabiydiler.
Cumhuriyet döneminde sendikalara iliĢkin mevzuatın ana dayanağı 1924 TeĢkilat-ı
Esasiye Kanunu'ydu. Cumhuri-yet'in bu ilk anayasasının 70. maddesi
toplanma ve dernek kurma hakkını düzenliyor, böylece sendika hakkı
da dernek kurma hakkı bünyesinde ele alınmıĢ oluyordu. 1925 tarihli
Takrir-i Sükûn Kanunu sendika kurma hakkını ortadan kaldırdıysa da,
1926'da benimsenen Türk Medeni Kanunu ile dernek kurma hakkı
geniĢ bir biçimde düzenlendi.
Bu genel çerçeve içinde yer alan, 1920'li yıllardaki sendikal geliĢmelerde Amele
Teali Cemiyeti'nin ayrı bir konumu vardır. 12 Ağustos 1924 günü
kurulan cemiyet, çalıĢma yaĢamıyla ilgili olgularda ön planda
göründü; sendikalar arası eĢgüdüm ve uyumu sağladı. Cemiyet,
Ġstanbul sendikalarının bir anlamda bağlantı noktasıydı. Daha önceki
Türkiye Umum Amele Birliği'ne oranla çok daha etkin bir kuruluĢtu.
Siyasal bağlamda radikal çizgideki Aydmlık(->) çevresiyle de
diyalogu vardı.
Amele Teali Cemiyeti aslında gitgide güçten düĢen ve iĢlevini yitiren Türkiye Umum
Amele Birliği yerine kurulmuĢ bir sendikaydı. Cumhuriyet'in
kuruluĢuyla birlikte, hükümetin Amele Birli-
ği'ni giderek daha sıkı denetleme çabası içinde olduğu gözlendi. Türkiye Umum
Amele Birliği BaĢkanı Rasim Bey zaten yönetimin yakın ve güvenilir
adamıydı. Onun yamsıra Halk Fırkası Ġstanbul Mutemedi Refik Ġsmail
Bey'in Birlik Yürütme Kurulu BaĢkan Yardımcılığı'na getirilmesi, iĢçi
çevrelerince olumsuz karĢılandı. 1923 Arahk'ında 19.000 dolayında
üyesi olan birliğin üye sayısı dört beĢ ay içerisinde 7.000'e düĢtü. Bu
geliĢmeler sonucunda Mürettibin Cemiyeti, Ġstanbul Umum Deniz ve
Maden Kömürü Tahmil ve Tahliye ĠĢçileri Cemiyeti, Cibali Tütün
Fabrikası Amele Ġttihadı Cemiyeti, ġark ġimendiferleri Müstahdemin
Te-avün Cemiyeti, Anadolu Bağdat ġimen-diferciler Cemiyeti,
Ġstanbul Tramvay Amelesi Cemiyeti, Haliç ġirketi Amele Cemiyeti
baĢta olmak üzere, Ġstanbul'un bellibaĢlı iĢçi kuruluĢları bir araya
gelerek Amele Teali Cemiyeti'ni kurdular.
Amele Teali Cemiyeti değiĢik iĢkolla-rının yoğunlaĢtığı yörelerde Ģubeler açtı.
ġirket-i Hayriye iĢçilerini Kürkçüler Kapısı ġubesi'nde, Gaz ġirketi
iĢçilerini Dol-mabahçe ġubesi'nde, kunduracı iĢçilerini Divanyolu
ġubesi'nde örgütledi. Bir ara Emekçi adıyla bir gazete çıkarma
giriĢiminde bulundu. Bünyesinde sanatkârları toplayarak Amele
Sahnesi adı altında tiyatro gösterileri sunmayı kararlaĢtırdı. 1925 yılı,
Amele Teali Cemiyeti'nin en faal olduğu yıldı. Mesai Kanunu projesi
üzerine görüĢ bildirmek için toplantılar düzenledi. Ġstanbul'un hemen
hemen tüm iĢçi sendikaları 13 ġubat 1925 tarihli toplantıya katıldılar.
Amele Teali Cemiyeti, Mürettibin Cemiyeti, Bahriye Milli Sanatkâran
Cemiyeti, Tahmil ve Tahliye Maden Kömürü Amelesi Cemiyeti, Em-
val-i Ticariyye Tahmil ve Tahliye Cemiyeti, Cibali Tütün Amelesi
Cemiyeti, ġark ġimendiferleri Müstahdemin Teavün Cemiyeti, Balat
Un Fabrikaları Amelesi, Seyrüsefain Fabrikaları Amelesi, ġirket-i
Hayriye Amele Cemiyeti, ġirket-i Hayriye Memurin Cemiyeti,
Perukâr Esnafı Cemiyeti, Hasköy Değirmen Amelesi, ĠnĢaat Irgat ve
Rençber Amelesi Cemiyeti, Kaptan ve Makinist ve Müntesibin-i
Bahriye Cemiyeti, Anadolu Bağdat ġimendiferleri Cemiyeti,. ġark
ġimendiferleri Edirne Cemiyeti, Kazancı Amelesi, Makriköy
Fabrikaları Amelesi, Tramvay ĠĢçileri Amelesi Cemiyeti, Kalafatyeri
Fabrikaları Amelesi ve Ġstinye Dok ġirketi Amelesi toplantıya temsilci
gönderdiler.
Katılan sendika temsilcilerinden, 19 kiĢilik bir komisyon (encümen) kuruldu.
Komisyon, Amele Teali Cemiyeti'nin Babıâli'deki merkezinde
toplanarak o sırada TBMM Ticaret ve Ziraat En-cümeni'nde
görüĢülmekte olan Mesai Kanunu hakkında bir "layiha" hazırladı.
Ġzmir Ġktisat Kongresi'nce kabul edilen ilkeler çalıĢmalarda esas
olarak alınacak, Heyet-i Umumiye'nin onayından sonra Meclis'e
sunulacaktı.
Cemiyetin "layiha" üzerinde çalıĢması güç koĢullar altında gerçekleĢiyor; cemiyet
merkezinde toplanan amele zümrele-
ri murahhasları hakkında hükümetçe "takibat ve isticvaba!" icra edileceği söylentileri
bazı gazetelerde yer alıyordu. Cemiyetin "layiha" çalıĢmaları 17 ġubat
gü- -nü baĢladı. 20 ġubat günü tekrar toplanıldı. Bu kez mekân
Divanyolu'ndaki Cumhuriyet Lokantası'ydı. Ancak bu toplantıya,
Meslek dergisinin tanımıyla "Türk komünistleri" de iĢtirak etmiĢler,
heyecanlı tartıĢmalar izlenmiĢ; itirazlar yükselmiĢti. Layihayı yetersiz
bulup Ankara'ya yeni bir layiha gönderilmesini öneren "müfrit"
guruba karĢı "mutediller"in görüĢü ağırlık kazandı. Halk Fırkası kâtibi
ve tramvay iĢçileri reisi Sadi Bey "müfrit" komünistleri tasvip
etmediğini vurguladı. Komünistler bunu protesto ettiler. Amele Teali
Cemiyeti ile "eski tüfeklerin iliĢkileri basında da tartıĢıldı.
Bu konuda "uyarı'lardan biri de Meslek dergisi çevresinden geliyordu. Derginin
görüĢü sendikalist bir temele oturtulmuĢtu: ĠĢçinin sorununu en iyi
iĢçi bilirdi. ĠĢçiyi siyasi amaçlarına alet etmek isteyenlere karĢı iĢçi
uyanık davranmalı, iĢçi haklarına kendisi sahip çıkmalı mücadelesinin
önderliğini bizzat üstlenmeliydi. Politikacılar iĢçiyi Ģuraya buraya
çekiĢtirip duruyorlardı. ġayet politika yapmak gerekirse de onu
"proletarya kendisi cemaat halinde" yapmalıydı.
ÇalıĢmalar Ģubat sonunda bitirildi. Dilekler uzunca bir "layiha" halinde tespit edildi.
"Amele metalibatı" böylece Ticaret Vekâleti'ne gönderilecekti. Bu
sırada ġeyh Sait isyanı baĢ gösterdi. Cemiyet Cumhuriyet'ten yanaydı.
Amele Teali Cemiyeti isyanı telin için toplandı.
1925 l Mayıs ĠĢçi Bayramı, Amele Teali Cemiyeti tarafından örgütlendi, (bak. Bir
Mayıs Kutlamaları) Aynı gün iĢçilere, Amele Teali Cemiyeti
yayınlarından "Mayıs l Nedir?" baĢlıklı kitapçık dağıtıldı. 16 sayfalık
bu broĢür, iĢçilerin birlik ve dayanıĢma günü l Mayısların kısa
tarihçesini veriyordu. Risale ġefik Hüsnü tarafından kaleme alınmıĢtı.
Ancak, bu broĢür nedeniyle baĢta Kâtib-i Umumi Abdi Receb olmak üzere Amele
Teali Cemiyeti yöneticileri tutuklandılar. Ankara'ya gönderilerek
Ġstiklal Mahkemesi'ne çıkarıldılar. Yargılama sonucu 10 amele
"komünistlik teĢkilat ve propagandası yapmak suretiyle dahili
emniyeti ihlâl ve binnetice hükümet Ģeklini değiĢtirmeye matuf fiil ve
hareketlerde bulunmak"tan suçlu bulunarak tevkif edildi ve 7 yıldan
15 yıla kadar küreğe mahkûm oldu.
Aynı yılın eylül ayında ilk senelik kongre toplandı. Bu kongreye 60 üye katıldı.
Cemiyetin Babıâli Caddesi'ndeki genel merkezinde toplanan delegeler
marangoz esnafından Hasan "arkadaĢ"ı riyasete seçtiler. Gündemde
amele çocuklarına mahsus bir okul açılması ve bir teavün sandığının
kurulması da vardı. Yeni yönetime Refik Ġsmail (riyaset), Sabri
(riyaset-i sani) ve Hüseyin (kâtib-i umumi) beyler seçildi. Amele Teali
Cemiyeti 1927 sonbaharına kadar faaliyeti-
r
AMELE-Ġ OSMANĠ CEMĠYETĠ 242
ni sürdürdü. Bu arada 1927 l Mayıs'ı kutlandı. Bu tarihe kadar Babıâli'deki genel
merkezin yanısıra Beyazıt, Aksaray, Yedikule, Haliç ve BeĢiktaĢ'ta
Ģubeler açılmıĢtı. 1927 Ekim'inde zabıta cemiyetin kayıt ve
defterlerine el koydu, iĢlemlerinde yolsuzluk olduğu gerekçesiyle
soruĢturma açtı.
Cemiyetin kapatılıĢ tarihi kesin olarak bilinmemekte, ancak soruĢturma açılmasından
kısa bir süre sonra kapatıldığı tahmin edilmektedir. Nitekim o
tarihlerde diğer sendikaların da faaliyetlerine son verilmiĢtir. Bazı
kaynaklarda Amele Teali Cemiyeti'nin 1928 Tem-muz'unda yapılan
ġark ġimendifer ve Ġstanbul Tramvay grevlerinden sonra kapatıldığı
ileri sürülmektedir.
Bibi. Z. Toprak, "Tek Parti Döneminde ÇalıĢma YaĢamı ve Amele Teali Cemiyeti,"
Düşün, S. 7, Haziran 1986; M. Tuncay, Türkiye'de Sol Akımlar (1908-
1925), 2 c., Ġst., 1991; M. Tuncay, Türkiye'de Sol Akımlar (1925-
1936), Ġst., 1992.
ZAFER TOPRAK
AMELE-Ġ OSMANĠ CEMĠYETĠ
Osmanlı Amele Cemiyeti adıyla da bilinen, Ġstanbul'da sendikal amaçlı kurulan ilk
iĢçi örgütü.
1890'ların ortalarında Ġstanbul'da Tophane fabrikaları çevresinde kuruldu. O sırada
bu fabrikalarda dört binin üzerinde iĢçi çalıĢıyordu. Sekiz kiĢilik bir
kurucu heyetle örgütlenme giriĢiminde bulunuldu. Avrupa'daki Jön
Türklerle temasa geçildi. Gizli kuruluĢu ve Abdül-haınid'e karĢı tavır
alıĢı nedeniyle yarı sendikal, yarı siyasal bir dernekti. Bir yıl gibi kısa
bir faaliyet süresinin ardından, kurucuları yakalandı; sürgüne
gönderildi; dernek dağıldı.
Kurucularının sürgünden kaçarak geri dönmesinden sonra 1901-1902'de cemiyet
tekrar canlandırılmak istendi. Toplantılar düzenlendi; iĢçi kesiminin
sorunları gündeme getirildi. Avrupa'daki sosyalist hareketle ilgili
geliĢmelere iliĢkin bilgi ve yayınlar çevrilerek dağıtıldı. Topkapı
Mezarlığı'nda gizli bir toplantı yapıldı; alınan kararlar bir bildiri
Ģeklinde Ġngiliz, Fransız ve Rus sefaretleri aracılığıyla padiĢaha
gönderildi.
Hükümet bir aralık iĢçi sorunlarına eğilir gözükmüĢse de, dernek yöneticileri kısa
süre sonra tutuklanarak tekrar sürgün edildiler. Dernek dağıldı.
Kaçabilenler Amerika ve Avrupa'ya gittiler. Bunlar arasında Osmanlı
sosyalist hareketinde daha sonraki dönemlerde de adı geçen Osman
Abdullah ve Edhem Nejat da bulunuyordu.
Kuruculardan bazılarının aynı kiĢiler olmasına dayanılarak II. MeĢrutiyet ertesi
kurulan Osmanlı Sanatkâran Cemiyeti'nin Amele-i Osmani
Cemiyeti'nin uzantısı olduğu söylenir.
ZAFER TOPRAK
AMELĠ HAYAT MEKTEPLERĠ
Vilayet Umumi Meclisi'nin aldığı kararla 1925'te açılan, pratik yabancı dil ve ticaret
bilgisi kazandırmaya yönelik kurs nitelikli okul. 1932'de Ameli Hayat
Ġktisat Lisesi adını almıĢ, 1936'da kapanmıĢtır.
Eskiden beri bir ticaret merkezi olagelen, ayrıca çok sayıda yabancı nüfus barındıran
Ġstanbul'da yabancı dil öğrenimi ve ticaret bilgisi edinimi için okul
açılması düĢüncesi 1883-1884'te gündeme gelmiĢti. Bu amaçla
Hariciye Nezareti'nin, Lisan Mektebi, Ticaret Nezareti'nin de
Hamidiye Ticaret Mektebi adlı birer okul açtıkları bilinmektedir.
Hamidiye Ticaret
Cumhuriyet'in ilk yıllarında bir bayram törenine katılan Ġstanbul Ameli Hayat Ticaret
ve Lisan Mektebi öğrencileri öğretmenleriyle. Necdet Sakaoğlu
koleksiyonu
Mektebi'nin ayrıca, Fransızca öğretimine mahsus mahreç (hazırlık) sınıfı da vardı.
19l4'te ise ticaretle uğraĢanlara pratik bilgiler kazandırmak amacıyla serbest ticaret
derslerinin verildiği bir sabah mektebi açılmıĢtı. Ġlkokul mezunlarının
kabul edildiği bu kurs, ertesi yıl iki devreli rüĢtiye (ortaokul)
düzeyinde bir okula dönüĢtürüldü. Sonraki yıllarda ise, lise ve yüksek
düzeyde sınıfları da açıldı. Bu okul bünyesinde bir de ameli ticaret
Ģubesi bulunuyordu. 1917'de kızlar için ameli ticaret inas Ģubesi de
faaliyete geçti. Ġstanbul'u örnek alan Ġzmir, Samsun, Trabzon, Adana
ve Ankara'da da benzeri kurs ve okullar açıldı.
Cumhuriyet'in ilam (1923) ve Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Kanunu'nun
yürürlüğe girmesinin (1924) ardından bu tür okullar, yerel
yönetimlere bağlı oldukları için yaĢama olanağı bulamayarak kapandı.
1918'de Orta Ticaret Mektebi adını almıĢ olan Ġstanbul'daki okul da
aynı nedenle 1924'te çalıĢmasına ara verdi. Fakat, Ġstanbul'un büyük
bir ekonomi merkezi olması ve dıĢ ticaret iliĢkileri, aynı amaçlı bir
okulun açılmasını gerektiriyordu. Diğer yandan, Ġstanbul'da iĢsizlik ve
geçim sıkıntısı ileri düzeydeydi. Ġlk ve orta okuldan sonra okuma
olanağı bulamayan veya öğrenimini yarım bırakan gençler için, kısa
yoldan meslek ve uzmanlık edinebilecekleri kurumlara gereksinim
duyulmaktaydı. Konu, aynı zamanda belediye meclisi iĢlevindeki
Vilayet Umumi Mec-lisi'nde gündeme geldi. Ortaokullardan Fransızca
derslerinin kaldırılmıĢ olması da dikkate alınarak yeni bazı meslek ve
ihtisas okulları yanında iki kız ve üç erkek ameli hayat mektebi
açılması kabul edildi. Zabıta-i Belediye Memurları Mek-
F
tebi, ġehir Bandosu Mektebi, Hastabakıcı Mektebi'nin açılması da benzeri
gerekçelerle kabul edildi.
Öngörülen beĢ ameli hayat mektebinden ancak ikisi, biri kızlar, diğeri erkekler için
açılabildi. Vilayetin bu okullara katkısı özel idare bütçesinden
"yardım" adı altında, ilkokullara, DarüĢĢafaka'ya, azınlık okullarına
sağlanan olanaklar düzeyinde tutuldu. Fakat, daha baĢlangıçta Maarif
Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı) ile Ġstanbul Vilayeti arasında
uzlaĢmazlık doğdu. Bakanlık, Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği tüm
okulların kendi örgütü içinde yer alması gerektiği görüĢündeydi.
Vilayet ise, vilayet bütçesinden yardım alan ilkokullarla diğer okulları
örnek göstererek ameli hayat mekteplerinin de vilayete bağlı olarak
çalıĢabileceğini ileri sürüyordu. Bu sürtüĢme, okulun kapanıĢına değin
sürmüĢtür.
Milli Emlak'e ait, yerleri saptanmayan iki ayrı binada öğretime açılan kız ve erkek
ameli hayat mektepleri, önceki kurum gibi, pratik Fransızca ile ticaret
bilgilerinden ibaret bir programa sahipti ve bir yıllıktı. Okula, ilkokul
mezunları, ortaokul ve liselerden ayrılanlar ile bir yüksekokula
gidemeyen lise mezunları, Darülaceze Mektebi'ni bitirenler, ayrıca
taĢradan ticaret mektebine girmek için gelip de giremeyenler kay-
dolabiliyorlardı. Kurs nitelikli okulun öğretmenleri, aylıklarını vilayet
bütçesinden almaktaydılar. 1932-1933 öğretim yılında kız ve erkek
okulları birleĢtirilerek karma öğretime geçildiği gibi öğretim süresi üç
yıla çıkartıldı ve okulun adı Ameli Hayat Ġktisat Lisesi olarak
değiĢtirildi. Maarif Vekâleti bu kez konuya daha da titizlikle
eğildiğinden öğrenim izni onayı verilmedi. Okul 1936'da kapandı.
Bibi. Ergin, Maarif Tarihi, V; F. R. Unat, Türk Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi
Bir Bakış, Ankara, 1964; N. Sakaoğlu, Osmanlı Eğitim Tarihi, Ġst.,
1991; ay, Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi, Ġst., 1992.
ĠSTANBUL
AMERĠKA BĠRLEġĠK DEVLETLERĠ ELÇĠLĠĞĠ BĠNASI
Beyoğlu'nda, MeĢrutiyet Caddesi (eski Kabristan Sokağı) üzerinde bulunan ve
eskiden "Corpi Sarayı" diye tanınan eski elçilik binası.
Yakın akraba olan Corpi, Nomico ve Tubini ailelerinin ortak mülkü olan, yaklaĢık
9.000 mz'lik arsanın, Corpi ailesinin payına düĢen kısmında yapılmıĢ
olan binanın sahibi Ignace Corpi'dir. ġimal Sokağı'ndan Corpi
Sokağı'na kadar olan bölümde Nomico ailesinin evi bulunuyor, Corpi
Sarayı ile TepebaĢı Cad-desi'nin köĢesine kadar olan yeri ise Tubini
ailesi kullanıyordu. 19. yy'da, Ceno-va'dan Sakız Adası'na göç eden
bu Katolik ailelerden Corpi ve Tubiniler Gala-ta'da bankerlikle
uğraĢırken, Nomicolar, aynı yerde lokum fabrikası iĢletiyordu.
Daha sonraları Corpi Sarayı olarak ünlenen binanın mimarı, yine Sakızlı bir
Amerika
BirleĢik
Devleüeri
elçilik
(bugün
baĢkonsolosluk)
binası,
IĢıl ÖzıĢık'm
bir resmi.
ABD İstanbul
Başkonsolosluğu
Arşivi
göçmen olan Giocomo Leoni'dir. 1882'de oturulabilir hale gelen binanın, inĢaatına ne
zaman baĢlandığı bilinmemektedir. Bina tamamlandıktan kısa süre
sonra ev sahibi Ignace Corpi vefat etmiĢ, bunun üzerine aile, evi
1890'da Amerika BirleĢik Devletleri'ne, elçilik binası olarak kiraya
vermiĢtir.
1900'de, ortaelçi John G. A. Leish-man döneminde, binanın ABD hükümetince satın
alınması gündeme geldi. Uzun süren görüĢmeler sonunda, 1907'de
Corpi Sarayı Amerikan hükümetince satın alındı. 1937'de, elçiliğin
Ankara'ya nakledilmesine kadar, elçilik binası, sonra ise konsolosluk
binası olarak kullanıldı. Binanın hemen yanındaki Tubini Evi ise,
bugün konsolosluğun vize bulumu olarak hizmet vermektedir.
Görkemli bir "palazzo" olarak tasarlanmıĢ olan yapı, simetrik ve aksiyal bir kuruluĢa
sahiptir. Dikdörtgen planlı binanın giriĢ aksında öne çıkan üçlü bir
kemer grubu, üstündeki alınlıkla birlikte simetri eksenini
vurgulamaktadır.
Yüksek bir bodrum üzerine iki katlı kagir bir yapıdır. Sahibinin isteği doğrultusunda,
binada dönemin en iyi ve değerli malzemeleri kullanılmıĢ, bunların
birçoğu da Ġtalya'dan getirtilmiĢti. Pencere ve kapı kasalarının
Piemon-te'den, yerlerde ve ön cephede kullanı-
Amerikan Bristol
Hastanesi'nin
NiĢantaĢı'ndaki
ana binasının
1940'lardan bir
fotoğrafı.
TETT\'Arşivi
243 AMERĠKAN BRĠSTOL HASTANESĠ
»%t
ANADOLU PASAJ
Anadolu
Pasajı'mn giriĢ
cephesi.
Nazım Timuroğlu,
1993
Günümüzde Anadolu Hisarı'nın bulunduğu yerde daha Önceleri bir Zeus ya da
Jüpiter Urillo tapmağı olduğu rivayet edilmektedir. Bazı kaynaklarda
Göksu Vadisi'nde Neapolis adında küçük bir Bizans yerleĢmesinin
varlığı kaydedilir. Petrus Gyllius 1544'te Ġstanbul'u ziyaret ettiğinde,
bu bölgede Neapolis adım hatırlatan Napli adlı bir yerleĢmenin hâlâ
yaĢamakta olduğunu tespit etmiĢti. 19. yy'ın son çeyreğinde ise Göksu
Vadisi'nin (Arethaoi, Potamoni-on-tatlı su) iç tarafında Bizans
dönemi kalıntılarına rastlanıldığı kaydedilmektedir. Hisarın
yapımında kullanılan taĢlar arasında Bizans yapılarından devĢirilmiĢ
parçalara rastlanıyorsa da bu yapıların neler olduğu açığa
çıkarılamamıĢtır.
Fetih'ten sonra Anadolu Hisarı Karadeniz yönünden gelebilecek saldırılara karĢı
baĢkenti savunacak istihkâmlardan biri oldu. Evliya Çelebi'ye göre 17.
yy'da Anadolu Hisarı'nda II. Mehmed (Fatih) dönemine tarihlenen bir
camiden baĢka bir dizdarhane, cebehane ile asker odaları da
bulunmakta; ayrıca burada "iki yüz tımar ehli nefer" yaĢamaktaydı.
Bu kale muhafızlarının hepsinin tımarları Kocaeli sancağı sınırları
içindeydi. Evliya Çelebi, halkının tümünün Müslüman olduğunu
kaydettiği Anadolu Hisarı'nın dıĢ mahallelerine iliĢkin abartılı
görünen rakamlar vermekte; 1.080 ev, 20 dükkân, bir hamam, 7 sıb-
yan mektebi, l cami ve sayısız mescitten söz etmektedir.
Anadoluhisarı'nda II. Mehmed'e atfedilen ve bir zamanlar iskelenin
tam karĢısında olan cami, Hi-sar-Kanlıca yolu açılırken bu yol
üzerinde yeniden inĢa edilmiĢ, hamam ise tespit edilemeyen bir tarihte
yıktırılmıĢtır.
Evliya Çelebi, daha 17. yy'da burada büyük sahilsaraylar, yalılar olduğunu
kaydetmektedir. Bunların arasında ġeyhülislam Bahâi Efendi'ninki
özellikle çi-nileriyle ünlüydü. 18. yy sonundan 19. yy ortalarına kadar
olan dönemi kapsayan bostancıbaĢı defterlerinden, bu sahilde,
çoğunlukla görevden alınmıĢ kazasker, Ģeyhülislam ve diğer ulema ile
gene görevden alınmıĢ devlet görevlilerinin yalılarının yer aldığı
anlaĢılmaktadır. Esasen Ġstanbul Boğazı'nın iki yakası arasında devlet
hiyerarĢisini simgeleyen belirgin bir yerleĢim protokolü izlendiği
açıktır (bak. Boğaziçi). Örneğin, Bebek ve Rumelihisarı sahilinde,
Ana-doluhisarı'nın tersine, 17. yy sonrasında birkaç nesil Ģeyhülislam
yetiĢtirmiĢ ulema ailelerinin ve nakibüleĢrafın yalıları bulunmaktaydı.
Anadoluhisarı'mn hemen yanındaki Göksu Deresi (bak. Göksu), güneyindeki
Küçüksu Deresi ve çayırlığı çok revaçta olan mesirelerdi. 18. yy
sonrasında buralarda yapılan günlük geziler, kayık sefaları, mehtap
âlemleri, musiki fasılları birçok kaynakta canlı bir biçimde tasvir
edilmiĢ; tek çifte piyade kayıklarıyla dere yukarı çıkıp dönmenin dört
saat sürdüğü kaydedilmiĢtir. Özellikle cuma günleri yapılan bu
seferler, yazları çar-
Anadoluhisarı
istanbul Ansiklopedisi
samba ve pazar günleri de Ġstanbul halkını buraya çekiyor; sultan ve Ģehzadeler,
hanedanın kadın üyeleri kalabalığı seyretmeye Göksu Vadisi'ne
geliyorlardı. 18. yy ortasına kadar sultanların Asya yakasındaki
üçüncü biniĢ yeri olan ve özellikle IV. Murad tarafından itibar edilen
bu hasbahçede, Küçüksu Deresi'nin denize döküldüğü noktada bir
bostancı ocağı ve Küçüksu Kasn(-0 bulunuyordu. I. Mahmud
zamanında, 1752'de, Di-vitdar Mehmed PaĢa tarafından sahilde bir
kasır inĢa edilmiĢ, bir havuz ve fıskiye yapılmıĢ; III. Selim ve II.
Mahmud zamanında tamir edilen kasır, I. Abdülme-cid zamanında da
bugünkü haliyle yeniden inĢa edilmiĢti. Ayrıca Göksu üzerinde bir
köprü olduğu ve tepede I. Mahmud ile III. Selim tarafından dikilmiĢ
niĢan taĢları bulunduğu bilinmektedir. Dere boyundaki birçok
çemenzar, namazgah ve çeĢme gibi dinlence noktalarının yanısıra,
vadinin sonundaki Göksu panayırı denilen ayazına da ilgi çekiyordu.
Özellikle eylül aylarında kalabalık Hıristiyan gruplar burayı ziyaret
etmekteydi. Göksu Deresi 1909'daki sel felaketi sonrasında dolmuĢ ve
geleneksel Göksu eğlencelerinin sonu gelmiĢtir.
Göksu Deresi boyunca elde edilen çamurdan yapılan çanak, çömlek ve testiler
meĢhurdu. Ayrıca dere boyunca sultan sarayları için un öğüten hassa
değirmenleri vardı. Bugün Göksu'nun denize döküldüğü noktada
ayakta kalan birkaç yalı, Boğaziçi'nin bu yöresinin Ģiirsel güzelliğinin
son Ģahitlerin-dendir.
Bibi. A. Gabriel, Châteaux turcs du Bospbo-re, Paris, 1943, s. 9:28; E. H. Ayverdi,
Osmanlı Mimarisinin ilk Devri, Ġst., 1966; Eyi-ce, Boğaziçi, R. E.
Koçu, "Anadoluhisarı", ISTA- M. Tayyip Gökbiîgin, "Boğaziçi", İA-
Evliya, Seyahatname, I, Ġst., ty; Kömürciyan, İstanbul Tarihi;
Ġnciciyan, istanbul; A. ġ. Hisar, Boğaziçi Mehtapları, ist., 1955; F.
Ka-zancıbaĢı, Anadoluhisan Yöresinin Tarihçesi, Ġst., 1992.
TÜLAY ARTAN
Günümüzün Anadoluhisarı
Günümüzde Beykoz Ġlçesi'ne bağlı bir semt olan Anadoluhisan, sahilde Küçüksu
Deresi ve Kanlıca Körfezi ile sınırlanırken, iç bölgelerinde Otağtepe
yolu ile Kavacık'a, Göksu-Göztepe yolu ve Bent yolu ile Elmalı Baraj
Gölü'ne, HekimbaĢı Çiftliği yolu ile de Ümraniye'ye komĢu olur. Fatih
Sultan Mehmet Köprüsü(->) Anadoluhisarı'mn hemen
258
ANADOLUHĠSARI CAMĠĠ
Ġ N
Anadolu Hisarında bir gün geçiren insan Türk ruhunu derinden derine öğrenir.
Güzelce Hisar, Göksu, Otağ Tepesi.. Yalnız bu isimler baĢlı baĢına
birer resimdirler. Anadolu zevkinde bir isim olan Güzelce Hisar
zaman içinde kaybolmuĢ yerine Anadolu'nun kendi ismi gelmiĢ,
Göksu ne kadar hayâl meyâl bir kelimedir; Otağ Tepesi, bilâkis
fütuhat devrinin mücessem bir sahnesi gibi gözleri kamaĢtırıyor.
Göksu vadisinden Boğaziçi sularına ilk gelen Türkler'den tâ Ġstanbul'un fethine kadar
bu köy anlı Ģanlı bir hisardır; kâh Anadolu'dan Rumeli'ye kâh
Rumeli'den Anadolu'ya koĢan Yıldırım Bâyezidle onun oğulları,
Murad ve Fâtih gibi ve onların arkadaĢları olan cengâverler ikide
birde, bir kartal kümesi hâlinde, bu kulelere konarlar, bu kulelerden
kalkarlar; Fetih senesi bu köy, kahramanlık çağının kemâlindedir.
Hicretin 856 senesinin baharında, genç Fâtih ikide birde gelir, gider.
Nihayet o martın yirmi altıncı günü Hisar önünde, Gelibolu'dan gelen
Balta Oğlu Süleyman Bey"in donanması, Karadeniz Boğazı'ndan taĢ
ve kireç yüklü binlerce gemi ve mavna Hisar önünde demirlerler;
Fâtih bütün paĢalarıyle, beyleriyle, ağalarıyle, mîmar-baĢılarıyle,
iĢçileriyle karĢıya geçer: O gün o kıyıda, Boğazkesen Hisarı'nın ilk
temel taĢlarını kendi koyar, ve-zîrinden son nefere kadar bütün
maiyeti iĢe giriĢir...
...O sene Anadolu Hisarı'nın son kahramanlık senesiydi. Önce genç rakibi olan karĢı
hisarın beĢ ayda göklere yükseldiğim gördü, sonra kıĢı, târîhin en
büyük vak'asım hazırlamakla geçirdi, daha sonra ilkbaharda Ġstanbul
surlarından gelen top uğultularım dinledi, mayısın yirmidokuzuncu
günü fetih müjdesini aldı, Ģimdiki Ġskele Câmii'nin yerinden fetih
ezanlarını dinledi.
***
Camiin yanı baĢında iskele kahvesinin ağacı altında otururken kollarım sıvamıĢ birer
köĢede abdest alan ihtiyarlara baktım ve düĢündüm ki fetihten çok
evvel böyle müslüman, böyle Türk, böyle sâde olan bu yerde, böyle
bir kahve, böyle ağaçlar ve böyle bir câmî vardı, bu manzaranın o
günlerde baĢka türlü olduğuna ihtimâl de verilemez çünkü mevki'
tabiatin dar bir çerçevesinde, Ġstanbul'un muhasarası günlerinde bu
küçük meydan tıpkı bu saatte olduğu gibiydi, ihtiyarlar Ģurada, burada
abdest alıyorlardı, küçük kızlar çanaklariyle yoğurt almağa
gidiyorlardı, kahvenin ağaçları altında köyün ileri gelenleri
konuĢuyorlardı. Benim Ġstanbul'dan AkĢam gazetesini beklediğim bu
saatte onlar, Ġstanbul muhasarasının yeni haberlerini bekliyorlardı,
sonra yataklarına o haberlerle yatıyorlardı. Ve o elli günlük
muhasaranın top uğultularını dinledikten sonra mayısın son sabahı bu
camiin minarelerinden fetih ezanlarını iĢittiler. Ah o yaz bu Hisar'da
kimbilir nasıl geçti? Fakat iĢte o yazdan sonra Hisar kahramanlık
çağını geçirir, artık sayfiye olur, önünden zaman Göksu gibi ağır akar,
dâima saz sesleri ve arada sırada, Ģenlik günleri kulelerinden atılan
topların uğultusunu duyar. Nedim'in rubaisinde dediği gibi:
Zannetme ra'd ü berk'dir etti gulu
Top Ģenliğidir Hisâr'ın ey sâkî bu
Âmîhte kıl tegerg ile sahbâyı
Sun rind-i mey-âĢâme dolu üzre dolu
Yahya Kemal Beyatlı, Aziz istanbul, ist., 1974, s. 105-107
lat fabrikası, çömlekçi atölyeleri ve Göztepe Suyu'nun kaynağı vardır.
Yenimahalle, Küçüksu Deresi ile Göksu Deresi arasında uzanan bölge olup baĢlıca
ulaĢım yolları Çiftlik, NiĢangâh ve Cephane caddeleri ile bunların
arasında bulunan Yenimahalle, TaĢocağı, Dürdane, NiĢanlı,
Barutçular, NiĢantaĢı Çınarlı sokakları ile HekimbaĢı Çiftliği yoludur.
Bir zamanlar Ġstanbul'un en ünlü mesirelerinden olan Göksu bölgesinin çayırlık ve
ağaçlıklarının tahrip edilerek evlerle doldurulmasından sonra idari
birim olarak Göksu Mahallesi adını alan bölgede, eski adı
Anadoluhisan Gençlik ve Spor Akademisi(->) olan bugün Marmara
Üniversitesi'ne bağlı spor okulu bulunmaktadır. Göksu Mahallesi,
Küçüksu Caddesi ile Göksu Caddesi arasında kalan yeĢil alanlardan
baĢka, gü-
kuzeyinden geçer. Semt dört mahalleye ayrılmaktadır. Anadoluhisan Mahallesi en
eski yerleĢme bölgesidir. 19. yy'da kurulmuĢ olan Yenimahalle, tarihi
oldukça yeni olan Göksu ve Göztepe mahalleleri diğer üç mahalledir.
Anadoluhisan Mahallesi, merkezin ticari ve sosyal yaĢamının kalbidir.
BaĢlıca sokak ve caddeleri sahil boyunca uzanan Körfez ve Kanlıca-
Anadoluhisarı caddeleri ile Kızılserçe, Kanije, Ġbrahim Bey, Setüstü,
Merdivenli KöĢk, Hisar Kalesi, Hisar Hamamı, Toplar Önü,
Riyaziyeci, Pazar Aralığı, Hisar Deresi, Pazar, Saka Bayın sokakları,
Otağtepe Caddesi ve buna bağlı MuhteĢem Çıkmazı'dır. ÇarĢı ve
turistik mekânlar, Anadolu Hisarı'nın çevresinde toplanmıĢtır.
Kızılserçe So-kağı'mn bitiminde, Göksu Deresi'nin kenarında
Anadoluhisan Mezarlığı bulunur. Bunu takip eden alanda ayrıca ha-
neyde Yenimahalle'ye doğru, Çuvalcı, Merdivenli KöĢk, ġekercibaĢı, Eyüpağa, ĠniĢli,
Buğday, Süslü Kız, Hasan Efe, Mazgal ve Cuma sokaklarında
yoğunlaĢan bir yerleĢim yeridir. Mahalledeki DörtkardeĢler ve
Baruthane çayırlan ise, ünlü mesire yerleridir.
Semtin dördüncü mahallesi olan Göztepe Mahallesi oldukça yeni bir yapılanmadır.
Otağtepe Caddesi'ni keserek güneye yönelen Göksu-Göztepe yolunun
doğusundan Kavacık'a doğru yayılan bölgenin en önemli sokakları,
Perçemli Kız, Tamara, Maral, Sanal, Seval, Penbe Hanım, Mamureler,
Nural, Polat, Yavuz, Nüve, ġarklı, Karabey, Orhun, Timuçin, Ġlk,
Gülgün, Selçuklu ve Uluırmak sokaklarıdır. Bu mahalle sınırları
içinde bulunan mesire yerleri Elmalı Baraj Gölü'ne doğru uzanır.
Bölgeyi yarım daire Ģeklinde kucaklayan tepelerde fundalık karakteri hâkimdir.
Küçüksu Deresi ile PTT Mensupları Dinlenme Kampı arasında kalan
bölüm ayrıkotu ile kaplı iken Küçüksu Kasrı'nın arkasındaki bölüm
yabani hardal ve mor renkli yonca bitkilerinin yoğun bulunduğu bir
yeĢil alandır. Koruluk olarak kayıtlı bulunan alanların toplamı
yaklaĢık 400.000 ırf'dir. Yakın zamana kadar Göksu Deresi tarafından
sulanan verimli topraklarında incir, çilek, kiraz, fındık, üvez, ayva,
üzüm ve mısır yetiĢtirilen Anadoluhisarı bugün sebze meyve
ihtiyacının büyük kısmını dıĢarıdan karĢılamaktadır. Birçok semt
sakininin yüzmeyi öğrendiği, balık tuttuğu, sandal sefalarının
yapıldığı Göksu ve Küçüksu dereleri tümüyle kirlenmiĢtir. Bölgenin
ünlü mesire yerleri olan Göksu, Küçüksu, Baruthane, DörtkardeĢler,
Ayazmalar, Çınarlıtepe ve Elmalı Bendi çayırlarının büyük kısmı
inĢaat alanı olmuĢtur. Bölgenin tatlı su kaynaklan ise Göztepe,
Kestane ve Elmalı suları adları ile tanınır. Bunların dıĢında pek çok
pınar, maslak ve ayazmaya sahip olan Anadoluhisan günümüzde
turistik ve seçkin bir Boğaz semti olarak bilinmektedir. Sahildeki
yalılar ve tarihi binalar hızla onarılmakta özellikle de yalılar ve eski
köĢkler son yıllarda yüksek değerlerle el değiĢtirmekte ve Göksu
Deresi'nin kuzey yamaçlarında villa ve benzeri konut inĢaatları
sürmektedir. Son olarak 2.500 ünitelik bir konut kompleksi Göksu
Vadisi'nin kuzeyini tümüyle iĢgal etmiĢtir.
Semtin, her biri bağımsız birer muhtarlık olarak Beykoz'a bağlı dört mahallesinde
1990 sayımlarına göre yaklaĢık 20.000 kiĢi yaĢamaktadır. Bölgede bir
ticaret lisesi, bir ortaokul, bir ilköğretim okulu ile iki ilkokul
bulunmaktadır.
AYġE HÜR
ANADOLUHĠSARI CAMÜ
Anadoluhisarı-Kanlıca yolu üzerinde, caddenin kara tarafındadır. Hadîkatü'l-
Cevâmi'de Fatih Sultan Mehmed tarafından, hünkâr mahfiline sahip,
fevkani
Anadoluhisan Camii
Tarkan Okçuoğlu, 1993
bir cami olarak inĢa ettirildiği kayıtlıdır. Minarenin kaidesindeki kitabede caminin
1301/1883'te II. Abdülhamid tarafından yeniden yaptırıldığı yazılıdır.
GeniĢ bahçe duvarları içinde yer alan kagir cami ahĢap çatı ile
örtülüdür. Yapı kare planlı bir harim ile, cephede üç sıra kemerle
açılan bir son cemaat yeri ve kuzeybatıda kesme taĢtan yapılmıĢ bir
minareden meydana gelmiĢtir. Sonradan pencerelerle kapatılan, ahĢap
tavanlı kagir son cemaat yerinin doğu ve batı yönlerinde sivri kemerli
açıklıkları vardır. Yapı, sivri kemerli pencereleriyle I. Ulusal Mimari
döneminin özelliklerini sergiler. Bu husus caminin II. Abdülhamid
döneminden sonra yenilendiğini göstermektedir. Son cemaat yerinin
kemerleri arasında, tahta üstüne alçı kaplama palmetler yer alır.
Ana mekânı ve daha alçak olan son cemaat yerini çıtalarla kasetlenmiĢ bir saçak
kuĢatır. Cami, alt sırada dikdörtgen kesitli, üst sırada ise alttakilerle
aynı hizada ve geniĢlikte olan sivri kemerli ikiz pencerelerle
aydınlanmıĢtır.
Harimin kuzeyinde, mihrap ekseninde, kuzeybatıdan bir merdivenle çıkılan, iki ahĢap
direğin taĢıdığı fevkani bir mahfil yer alır. Çıtalarla kasetlenmiĢ ahĢap
tavanın ortasında, kare içine alınmıĢ, merkezden kenarlara doğru
geliĢen çıtaların oluĢturduğu bir göbek meydana getirilmiĢtir. Son
cemaat yerinin tavanı da aynı biçimde çıtalarla kasetlenmiĢ ve iç içe
iki karenin ortasına çıtadan sekiz kollu bir yıldız yerleĢtirilmiĢtir.
Minber ahĢaptır.
Kuzeybatıdaki kesme taĢ minarenin, II. Abdülhamid'in yaptırdığı eski camiden
kaldığı bilinir. Kare bir kaide üzerinde yükselen minarenin altıgen
geometrik geçmeli korkuluklu Ģerefesi kaim konsollarla
desteklenmiĢtir. TaĢ külahının altında bir girland dizisi dolaĢır.
Son cemaat yerinin doğusuna bitiĢik,
sonradan kapatılmıĢ küçük bir mekânda, bir mermer çeĢme ile abdestlik yeri
oluĢturulmuĢtur.
Bahçede 1987 yılında yapılmıĢ altıgen bir Ģadırvan ve doğusunda lojmanlar bulunur.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, II; Raif, Mir'at, 222-223; Öz, istanbul Camileri, II, 5.
TARKAN OKÇUOĞLU
ANADOLUHĠSARI GENÇLĠK VE SPOR AKADEMĠSĠ
Anadoluhisarı'nda sahil yolu ile Göksu-Küçüksu dereleri arasındaki 100 dönümlük
arazide kurulu yükseköğretim kurumu. Türkiye'de alanındaki ilk
yüksekokul olarak 1976'da açılmıĢtır.
1968-1975 arasında milli takımların kamp yeri olan bu sahaya yapılan binalardan
yararlanılarak spor alanında yükseköğretim verecek bir okulun
açılması 12 Ocak 1976 tarihinde Gençlik ve Spor Bakanlığı'nca kabul
edildi. Öngörülen ilk programa göre okulda antrenör ve spor
yöneticisi yetiĢtirilecekti. Öğretim çalıĢmalarını bu kapsamda
sürdüren okul, 1982'de Yüksek Öğretim Kuru-lu'nun kararı ile
Marmara Üniversitesi'ne bağlandı. Atatürk Eğitim Enstitü -sü'nün
1983'te Eğitim Fakültesi olması ile bu yeni fakültenin bünyesine
alındı ve Gençlik ve Spor Bakanlığı ile iliĢiği kalmadı. Son olarak
1993'te de doğrudan Marmara Üniversitesi Rektörlüğü'ne bağlı,
bağımsız yüksekokul konumuna getirildi ve adı Beden Eğitimi ve
Spor Yüksek Okulu olarak değiĢtirildi.
Okulda, beden eğitimi, antrenör eğitimi, spor yöneticiliği adlı üç ana dal ve bu
dallarda öğrenim gören yaklaĢık 1.000 öğrenci vardır. Öğretim
kadrosu 80 dolayında öğretim üyesinden oluĢmaktadır. Okul kampusu
içinde, Marmara Üniversitesi'ne bağlı Ġktisadi Ġlimler Fakültesi'nin
ÇalıĢma Ekonomisi ve
259 ANADOLUHĠSARI NAMAZGAHI
Endüstriyel ĠliĢkiler Bölümü, Almanca ĠĢletme Bölümü, Ortadoğu ve Ġslam Ülkeleri
Enstitüsü, Bankacılık Enstitüsü de faaliyet göstermektedir.
Kampusta, okula ait tesislerin baĢlı-caları, 3 açık tenis kortu, l jimnastik, l oyun
(basketbol, voleybol, hentbol), l ritmik jimnastik, l judo, l masatenisi,
l tekvando salonu ile 2 futbol sahası (birinde ayrıca atletizm pisti ve
yan açık tribün bulunmaktadır) vardır. Kampustaki Kredi ve Yurtlar
Kurumu'na ait yurtta 600 kız öğrenci kalmaktadır.
Okuldan mezun olanlar arasından karatede Haldun AlakaĢ dünya Ģampiyonu,
tekvandoda Nusret Ramazanoğlu ve Gülnur Yerlisu dünya ikincisi,
Mustafa BaĢ ve Nurten Yalçınkaya Avrupa Ģampiyonu, güreĢte Salih
Bora Avrupa Ģampiyonu ve dünya ikincisi olmuĢlardır.
AYHAN DOĞAN
ANADOLUHĠSARI ĠDMAN YURDU
Anadoluhisarı'nda kurulmuĢ spor kulübü. KuruluĢ tarihi 1912'dir. Futbol, hokey ve
kürek dallarında faaliyet gösteren sarı-yeĢil formalı kulüp, kendi
mütevazı imkânlarıyla, Ġstanbul'un en gözde mesire yerlerinden biri
olan Anadoluhisan çayırının bir köĢesinde bir futbol sahası yaptırdı.
Er Meydanı adı verilen saha, 19 ġubat 1915 günü törenle hizmete
girdi. Uzun yıllar bu sahada resmi ve özel futbol ve hokey maçları
oynandı. Kulübün futbol takımı uzun yıllar Ġstanbul mahalli liginde
yer aldı. Bu arada kürek sporunda da kazandığı Ģampiyonluklarla
dikkat çeken bir kulüp oldu. Kulüp bugün Beden Terbiyesi Genel
Müdürlüğü'nce yaptırılan küçük bir stadyumu iĢletmektedir.
CEM ATABEYOĞLU
ANADOLUHĠSARI NAMAZGAHI
Anadoluhisarı'nda Toplarönü mevkiinde yer alan namazgah. Boğaziçi'nden geçiĢleri
kontrol etmek ve Bizans'a karĢı bir "köprübaĢı" olmak gayesiyle I.
Bayezid (Yıldırım) tarafından yaptırılan Anadolu Hisarı'nın yanında
bir de mescit vardı. Bunun dıĢında ayrıca bir de namazgaha niçin
ihtiyaç duyulduğu bilinmez.
Hisarın güneybatı tarafında olan namazgah etrafı bir duvarla çevrili yaklaĢık 20x25 m
ölçülerinde bir sahaya sahiptir. A. Gabriel, bu namazgahın, hisarın
dıĢındaki toprağın yükseltilip düzenlenmesinden sonra büyük ihtimal
ile 17. yy'dan daha önce olmamak üzere yapılmıĢ olacağını ve
mihrabın üslubunun da bu tahmini doğruladığını yazar. Ancak böyle
bir dayanağın yetersizliği de açıkça belirlidir. Uğur Derman, altta bir
çeĢmesi olduğuna göre bunun bir "fevkani" namazgah olduğunu
yazar. Fakat böyle bir çeĢme izine rastlanmadığı gibi namazgahın
fevkani olabileceğini gösteren bir iĢaret de yoktur.
Anadoluhisan Namazgahı, son yıllar-
ANADOLUHĠSARI VAPURU
260
261
ANADOLUKAVAĞI
ayrı mahallesi bulunan önemli bir yer- re, 1946'da 270-280 haneli olan, halkı-
leĢmeydi. ġirket-i Hayriye'nin 19l4'te nın büyük çoğunluğu balıkçılıkla geçi-
yayımladığı Boğaziçi broĢüründe, o ta- nen, diğerlerinin bahçecilik ve iĢçilik
rihte 180 haneli ve 1.000 kadar nüfuslu yaptığı Anadolukavağı, 1990'da 1.500
olduğu bildirilmektedir. E. Koçu'ya gö- nüfusa sahiptir.
da oldukça harap ve bakımsız hale girmiĢken, 1986'da Beykoz Belediyesi tarafından
temizlenmiĢ ve çevre duvarının eksikleri tamamlanarak restorasyonu
yaptırılmıĢtır.
Anadoluhisarı Namazgahı, etrafı duvarla çevrili namaz mekânı ile kıble duvarında bir
mihraptan ve bunun yanındaki bir minberden oluĢmuĢtur. Muntazam
iĢlenmiĢ kesme taĢlardan yapılan mihrap sade görünüĢlü olup
üzerinde herhangi bir süsleme yoktur. Minber de yeni taĢtan daha
basit olarak inĢa edilmiĢtir. Merdivenin yukarı ucunda, normal
minberlerdeki gibi bir köĢkü yoktur. Evvelce böyle bir ..elemanın
bulunduğuna dair de bir iz görülmez. Fakat bu namazgahta mihrap ve
minberin oluĢu, buranın bir açık hava camisi gibi tasarlandığını
gösterir.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, II, s. 162; A. Gabriel, Châteaux Turcs du Bosphore,
Paris, 1943, s. 26; U. Derman, "Osmanlı Devri ġehir ve Menzil
Yollarında Ġstirahat ve Ġbadet Yerleri: Namazgahlar", Atatürk
Konferansları, 1971-1972, V (1975), s. 291.
SEMAVÎ EYĠCE
ANADOLUHĠSARI VAPURU
ġehir Hatları ĠĢletmesi vapuru. 1949'da, Hollanda'nın Den Haag Ģehrindeki In-
dustrielle Handels Combinatie tezgâhlarında inĢa edilen birbirinin eĢi
6 vapurdan biriydi. 56l grostonluktu. Boyu
Anadoluhisarı Vapuru
Eser Ttıtel, 1975
Anadoluhisarı Namazgahı
Onarımdan önce
Nuri Akbayar koleksiyomt
54,4 m, geniĢliği 10,9 m, sukesimi 2,5 m kadardı. Her biri 340 beygirgücünde iki
makinesi vardı. Çift uskurluydu. Kazanı kömürle ısıtılıyordu. Önceleri
Köprü -Kadıköy, sonraları daha çok Boğaz seferlerinde kullanıldı.
1985'te kadro dıĢı bırakılarak elden çıkartıldı.
ESER TUTEL
ANADOLUKAVAĞI
Boğaziçi'nin kuzey kesiminde, Anadolu sahilinde, Rumelikavağı'nın karĢısında
bulunan, tarihi eskilere dayanan Boğaz köyü. Bizans ve Osmanlı
dönemlerinde ana uğraĢı balıkçılık (özellikle kılıçbalığı avı)
bahçecilik ve Karadeniz'e açılmak için elveriĢli hava bekleyen
gemilere hizmet vermek olan Anadolukavağı, günümüzde Beykoz
Ġlçesi'ne bağlı turizm ve balıkçılık ağırlıklı bir sahil köyüdür.
Anadolukavağı'mn gerek adı gerekse tarihiyle ilgili bilgiler, çeĢitli kaynaklarda
farklılıklar ve çeliĢkiler göstermektedir. Köyün adının kavak
ağaçlarından geldiği yolundaki yaygın kanıyı, Eremya Çelebi
"Muazzam kavak ağaçlan bulunan Kavak iskelesi yakınlardadır.
Sahildeki bu kavak ağaçlarının her birini üç adam ancak
kucaklayabilir" diyerek pe-kiĢtiriyorsa da gerek Anadolu gerekse
karĢı sahildeki Rumelikavağı'nın adları, "kavak kalelerfnde de geçen
ve sınır, gümrük kontrol noktası anlamını taĢıyan "kavak"
sözcüğünden türemiĢ olmalıdır. Gerçekten de, Boğaz'ın Karadeniz'e
açıldığı bölgeye yakın ve iki yakanın birbirine çok yaklaĢtığı bir
noktada bulunan karĢılıklı iki yerleĢme, Karadeniz'den Boğaz'a
girecek gemilerin en iyi kontrol edilebileceği ve gereğinde
durdurulabileceği bir konumdaydı.
Kavaklar'dan Karadeniz'e doğru, Boğaz'ın Karadeniz'e açıldığı Anadolu ve Rumeli
fenerlerine kadar denize dik inen tepeler ve sarp kayalıklar arasında
kalan koylar, limanlar çevresinde, her iki yakada da, birden fazla
manastır, kavak kalesi ve istihkâmın varlığı bilinmektedir. Bu kaleler
halk arasında çoğunlukla yanlıĢ olarak Ceneviz kaleleri ya da Kavak
kaleleri adıyla tanınırdı. Bu kalelerin en önemli görülenleri Osmanlı
döneminde zaman zaman tamir edilmiĢ, kimileri yeniden yapılmıĢ, kimileri de terk
edilip yıkılmaya bırakılmıĢtır. Ana-dolukavağı'na adını veren ve
özellikle çeĢitli yüzyıllarda seyyahların sözünü ettiği kavak kalesinin,
köyün kurulu olduğu vadinin kuzeyindeki tepenin üstünde bugün de
kalıntıları bulunan Bizans yapımı görkemli Yoros Kalesi(->) mi,
yoksa IV. Murad tarafından 17.yy'da yaptırılan, sahilde bulunan ve
bugün tümüyle yok olmuĢ kavak kalesi mi olduğu yanılgılara da yol
açmıĢ bir tartıĢma konusudur. Kaynakların karĢılaĢtırılması,
Anadolukavağı'nda iki ayrı kale bulunduğunu göstermektedir. Biri
Bizanslılardan kalma, muhtemelen 1348'den itibaren kısa bir süre için
Cenovalıların eline geçmiĢ, aynı yüzyılın sonlarında, Boğaziçi'nin
Anadolu yakasına tümüyle egemen olan Osmanlılar tarafından
zaptedi-lip uzun süre kullanılmıĢ Yoros Kalesi; diğeri Yoros'un
eteklerinde, IV. Murad'ın 1624'te, Karadeniz'den 150 Ģaykayla gelip
Boğaziçi'nin Rumeli kesimini Yeniköy'e kadar yağmalayan
Kazakların ani baskınından sonra, bu türlü olayları engellemek için
yaptırdığı kaledir.
1580'lerin ortalarına doğru bölgeyi dolaĢmıĢ olan Heberer'in kitabında yer alan
gravürde Yoros Kalesi ayrıntılı Ģekilde çizilmiĢtir. Osmanlı belgeleri,
kalenin 1576 yılında esaslı bir tamir gördüğünü kanıtlamaktadır. Daha
önce, 1403'te Timur'un yanına gitmek için Boğaziçi'nden bir yelkenli
ile geçen ispanyol elçisi Cla-vijo da bu kalenin bakımlı olduğunu,
içinde bir Türk garnizonunun bulunduğunu yazar. Yine Clavijo, daha
sonra Evliya Çelebi'nin de nakledeceği yaygın, ancak kanıtlanmamıĢ
bir söylentiyi ilk ortaya atanlardan biridir. Buna göre,
Anadolukavağı'ndaki kaleden denizin ortasında bulunan bir kuleye de
dolanarak karĢı sahilde Rumelikavağı'ndaki bir diğer kuleye bağlanan
bir zincir Boğaz'ı kesiyor ve tüm Boğaz'ın bu noktadan kontrol
edilebilmesini sağlıyordu.
Anadolukavağı'nda, Yoros Kalesi'-nden baĢka, IV. Murad'ın yaptırdığı ve "Anadolu
Kilidü'l-bahir Kalesi" olarak da bilinen sahildeki kaleyi, Evliya
Çelebi, kıbleye bakan demir kapılı, içinde 80 civarında asker odası,
dizdarı, 300 kadar neferi, l camii, 2 buğday ambarı, 100 adet topu
bulunan güçlü bir kale olarak anlatır.
Anadolukavağı Köyü, kavak kalelerinin varlığı yüzünden tarih boyunca önem
kazanmıĢ, ayrıca da bir gümrük ve sınır kontrol noktası olarak
ekonomik bakımdan geliĢmiĢtir. Evliya Çelebi, bağlık bahçelik,
müreffeh bir belde olarak anlattığı köyde, 800 Müslüman evinin, kale
içindeki camiden baĢka köyde de l caminin, 7 mescidin, 200
dükkânın, bekâr odaları ve sıbyan mektebinin bulunduğunu kaydeder.
"Suları âb-ı hayat misalidir. Halkı cümle gemici, bahçıvan ve
tüccardır. Cümlesi Anadolu'dandır. Üsküdar Mollası'nın bir naibi
bulunur ve kalenin dizdarı da idare eder" dedikten
Anadolukavağı
Yoros Kalesi'ni ve IV. Murad'ın yaptırdığı sahildeki kaleyi gösteren Allom'un bir
deseni, 19. yy.
Nazını Tiınııroğlıı fotoğraf arşivi
sonra, yaz ve kıĢ, limanında 300 gemi olduğunu ekler. Bir yüzyıl sonra, Incici-yan,
Anadolukavağı'mn nüfusunun 1.000 kadar Türk'ten oluĢtuğunu,
köyün dükkânlarının denizcilerin ihtiyaçlarını karĢılamak için geceleri
bile açık tutulduğunu, sayısı bazan 300'ü bulan geminin Karadeniz'e
çıkmak için müsait hava kollarken burada demir attığını yazar.
Eremya Çelebi'nin de, limanda "nodos"u (lodos) beklemek üzere iki
veya üç yüz geminin durmasının vaki bulunduğunu yazması ilginçtir.
Yine Eremya Çelebi, buradan Karadeniz'e, Giresun'a (Kera-sun),
Azak'a, Don Nehri ve Sinop'a, gemilerle odun, yemiĢ, baĢta buğday
olmak üzere hububat sevk edildiğini, ayrıca kirazının meĢhur
olduğunu, üç su değirmeninden oluĢan, saraya has ekmek yapılmak
üzere un üreten beylik değirmenin de burada olduğunu kaydeder.
Anadolukavağı
GeçmiĢte, Boğaz'ın Karadeniz'e açıldığı bölgede askeri ve ticari öneme sahip bir
yerleĢme olduğu anlaĢılan Ana-dolukavağı'mn dalyanlarının da en
eski ve bereketli daylanlardan olduğu, ancak 19. yy'm sonlarında
kapandığı bilinmektedir. Özellikle kılıçbalığı avı, yakın zamanlara
kadar köy halkının baĢlıca geçim kaynağını oluĢturmuĢtur.
20. yy baĢlarında Anadolukavağı hâlâ oldukça büyük bir çarĢıya sahip, beĢ
r
ANADOLUKAVAĞI VAPURU 262
263
ANAOKULLARI
Cağaloğlu'ndaki eski bir Ġstanbul evinin merdivenlerinde Melih Cevdet Anday. İsa
Çelik
Melih Cevdet, Aylaklar romanında konak ve köĢk hayatının, sonunda ille apartmana
geçecek son temsilcilerini, edebiyatımızda örneğine az rastlanılır bir
baĢarıyla dile getirmiĢtir. II. Abdülha-mid'in eczacıbaĢılarından ġükrü
PaĢa'nın Erenköyü'ndeki bu konağı "artık çökmeye yüz tutmuĢ, üç
katlı" bir yapıdır. Ġç süslemesini bir zamanlar bir Ġtalyan sanatçı
yapmıĢ; eĢyaları da Ġtalya'dan getirtilmiĢtir. Ne var ki "dam saçakları
sarkmıĢ, pancurların çoğu kırık, bağdadi yer yer kopmuĢ,
dökülmüĢ"tür. Kapıları kapanmaz olmuĢtur. Koltukların, kanepelerin
değerli kumaĢı çoktan yırtılmıĢ, perdeler lime lime olmuĢtur. Üç
kuĢağı barındırmıĢ konakta, son fertler, eski, varlıklı günleri hâlâ
sürdürme peĢindedirler. Mesela ġükrü PaĢa'nın kızı Leman Hanım,
krem rengi, çiçekli hasır Ģapkası, "Ģanel biçimi, kırmızı harçla süslü,
parlak Fransız keteninden, lâcivert tay-yörüyle" imparatorluğun kılıç
artığı,
ġ I N A N A Y
Ada vapuru yandan çarklı Bayraklar donanmıĢ cafcaflı Simitçi kahveci gazozcu
ġinanay da Ģinanay
Müsülmanı yahudisi urumu Ġsporcusu ihtiyarı veremi Kiminin saçı uçar, kiminin
eteği ġinanay da Ģinanay
Estirir de Ada yeli estirir Seni sevindirir beni küstürür Lüküs kamarada kimler oturur
ġinanay da Ģinanay
Melih Cevdet Anday
Cumhuriyet modasıyla içli dıĢlı, bir Ġstanbul hanımefendisi görünümündedir. Hiç
çalıĢmadan, üretmeden yaĢamak isteyen bu imparatorluk çocukları ve
onların yetiĢtirdiği kuĢak, bir yandan da, bugünkü hayatımızda yeri
kalmamıĢ eli-açıklığı, ikramseverliği, hatta dalkavuk beslemeyi
sürdürmek isterler. Yakın geçmiĢte yaĢadıkları zaman, Ģimdi
birdenbire "tarih" olmuĢ; onlar da bu tarihi çözemez duruma
gelmiĢlerdir. Romanın kiĢilerinden biri Ģöyle der: "Birinci Dünya
SavaĢı'na neden girdiğimizi Talât PaĢa bilmiyor, Cemal PaĢa bilmiyor.
Enver PaĢa bilmiyor. Peki kim biliyor? Bilen yok." Acı tatlı bir ironi
diliyle yazılmıĢ bu güçlü roman, kültür gömleği değiĢtiren Ġstanbul'un
öz çocuklarını tanımak açısından bir kaynak niteliğindedir.
SELĠM ĠLERĠ
ANDELĠB
bak. FAĠK ESAD
ANDREAHANI
Karaköy-Tophane arasında, Galata Mumhane Caddesi üzerinde bulunan 63 numaralı
binadır. Hanın yan cephesi Karatavuk Sokağı'na, arka cephesi Hoca
Tahsin Sokağı'na bakmaktadır. Binanın tek giriĢi, Galata Mumhane
Caddesi üzerinde bulunur.
Yapım tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, 1880'lerde Rusya'dan hac görevi
için Kudüs ve Aynaroz'a giden Ortodoksların Ġstanbul'da
konaklamaları amacıyla yapılmıĢtır. Bina, Ayna-roz'daki üç
manastırdan biri olan Aya Andrea'ya bağlı olması dolayısıyla bu adı
almıĢtır.
I. Dünya SavaĢı'na kadar hacı adaylarının konakladıkları binanın malzemelerinin bir
kısmının, Rusya'da açılan bağıĢ kampanyası ile getirtildiği
söylenmektedir. 1917 Ekim Devrimi'nden sonra, ülkeden ayrılan
çarlık yanlısı Beyaz Ruslar bir süre burada ikamet etmiĢler, daha
sonra Avrupa ve Amerika'ya geçmiĢlerdir. Ġstanbul'da kalanlar ise,
daha çok Beyoğlu bölgesine yerleĢmiĢlerdir.
1950'Iere kadar binanın idaresi keĢiĢlerin elindeydi. Bu dönemde keĢiĢlerin
Aynaroz'a dönmeleri veya ölüm nedeniyle, bina bir süre idaresiz
kaldı. 1954'-te Galata bölgesindeki üç kiliseden -Panteleymon,
Andrea, Elia- üçer kiĢilik heyetlerin P. A. E. Fukaraperver Cemi-
yeti'ni kurmaları ile bina, cemiyetin idaresi altına girdi.
"L" biçiminde bir plana sahip olan yapı kagirdir. Üç katlı inĢa edilen han, cephede
kesme taĢ ve tuğla malzeme birlikteliği ile oluĢturulmuĢtur. GiriĢi
tamamen kesme taĢ malzeme ile meydana getirilmiĢtir. Üst kat
cepheleri ise tuğla örgülüdür. Cephenin simetri ekseninde orta bölüm
ve köĢeler kesme taĢ ile öne çıkarılmıĢtır.
Sütunlu giriĢ kapısının iki yanında ve diğer cephelerde dükkânlar bulunmaktadır. Bu
dükkânlar, binaya ve Ayna-
ANDREAS, APOSTOLOS
268
269 ANEMAS ZĠNDANI VE KULESĠ
te Uzun Hasan'a ait gözlemlerini içeren bir metni basılır. Bugün hiçbir nüshası
kalmamıĢ olan bu metin G. B. Ramu-sio'nun Venedik'te 1559'da
basılan Na-vigazioni e Viaggi adlı derlemesinin ikinci cildinde "Breye
Narratione della Vita e Fatti degli Scia di Persia Ussun Hassan" (Ġran
ġahı Uzun Hasan'ın Hayatı ve Eylemlerinin Kısa Anlatımı) adı ile
yeniden yayımlanır. Angiolello 1499 ile 1515 arasında Ġran'a ikinci bir
yolculuk yapmıĢ olabilir. 1517'de Vicenza'da noterler loncasının
baĢına getirilen An-giolello'ya ait son bilgi Ağustos 1524'e rastlar.
Sağlığında basılmıĢ kitabının dıĢında iki tane yazma eser bırakmıĢtır.
Bunlardan biri 1909'da BükreĢ'te lon Ursu tarafından Historia
Turchesca (1500-1514) adı ile yayımlanmıĢ olan Osmanlı tarihidir.
Rumen araĢtırmacının bu metni Donado da Lezze'ye atfetmesine
rağmen bu iddia doğru değildir. Ġstanbul'u tasvir eden ikinci bir yazma
ise 1881'de Vicenza'da A. Caparozzo tarafından Di G. M. Angiolello e
di un Svo Manoscritto Inedito adı ile özel olarak bastırılmıĢtır.
En az yedi yılını Ġstanbul'da geçirmiĢ olan Angiolello kentin Fetih'ten sonraki
durumunu anlatan ilk yabancıdır. Verdiği bilgiler, örneğin sürgün
yoluyla Ġstanbul'a getirilip yerleĢtirilen halkın oluĢturduğu
mahallelerin, birbirinden ayrı dil, örf ve âdetlerinin olması, kentin o
dönemdeki sosyal yapısına dair bazı ipuçları verdiği gibi, binalar ve
mekânlar hakkında da birçok bilgi sunmaktadır. Bunların en
önemlileri içinde yaĢamıĢ olduğu Topkapı Sarayı'na aittir. Böylece
üçüncü avluda bulunan ve bugün Kutsal Emanetler Dairesi adı verilen
dairenin sanıldığı gibi II. Bayezid zamanında inĢa edilmeyip Fatih
dönemine ait olduğu anlaĢılıyor. Angiolello'dan 1766'da yıkılan ilk
Fatih Camii'nin, üçü önde ikisi yanda olmak üzere beĢ kapısının
olduğunu da öğreniyoruz.
Bibi. S. Yerasimos, ''Giovan Maria Angiolello ve Ġstanbul'un Fethinden Sonraki Ġlk
Tasviri", ÎT, 58, (Ekim 1988).
STEFANOS YERASĠMOS
ANGLĠKAN KĠLĠSESĠ
bak. KIRIM KĠLĠSESĠ
ANGLĠKAN ġAPELĠ
Galatasaray'da, Ġngiliz Sarayı'mn (bugün Ġngiltere BaĢkonsolosluğu) bahçesindeki
küçük kilise. 1692-1697 arasında, Ġngiltere Büyükelçisi Lord Paget
döneminde inĢa edilen bina, Windsor tarzındadır. ġapelin yapıldığı
tarihe kadar, Ġstanbul'da yaĢayan Anglikanların baĢka bir mabedi
yoktu. ġapelin saraya açılan kapısı dıĢında, TepebaĢı Caddesi
(bugünkü MeĢrutiyet Caddesi) üzerinde no. 12'de ikinci bir giriĢi daha
vardır. Haco-pulo Pasajı'mn (bugünkü DanıĢman Geçidi) karĢısındaki
çıkmaz sokakta bulunan bu kapı, ziyaretçilerin Ġngiliz Sarayı'na
girmeden kiliseye ulaĢmalarını sağlıyordu.
5 Haziran 1870'teki Pera yangınında sarayla birlikte Ģapel de büyük zarar gördü.
1873'te iki bina da onarıldı. Halen faal olan ve St. Helena ġapeli
adıyla da bilinen kilise, 1988'den beri rahip lan Shenvood tarafından
yönetilmektedir.
BEHZAT ÜSDĠKEN
ANIT AĞAÇLAR
Batı'da akla gelip benimsenmiĢ bir kavram. Ağaçların birkaç bakımdan anıt çapına ve
karakterine eriĢmiĢ olanlarını anlatan bir deyim.
Bu kavramın ve deyimin ortaya çıkıĢı Avrupa'da endüstrinin yol açtığı geliĢmeler
içinde oldu. Ġlk fabrikalar kurulup üretime geçtiklerinde, bu, bir sıra
köklü değiĢimi de beraberinde sürükledi. DeğiĢimin bir bölümü de
Ģehirler mimarisinde yaĢanmaya baĢlandı. Kültür temeli
endüstrileĢmeye rağmen devam eden Batı ülkeleri, önce Alman
prenslikleri olmak üzere, bu yozlaĢmaya karĢı bir koruma doktrini ve
rejimi kurdular. Buna "tarihin ve sanatın korunması" adı verildi.
Endüstrinin yol açtığı ikinci tahribat tabiat varlıklarında görülüyordu.
Bozulan doğal ortam, eski denge içinde yer alan tabiat
zenginliklerinin yaĢam hakkını ellerinden alıyordu. Bu yozlaĢmaya
karĢı da aydın çevreler ve bütün
Büyükdere
Çaym'ndaki,
bugün mevcut
olmayan yedi
gövdeli çınar
grubu.
B. de Thihatcheff in La vie
minen re1 ünün (Paris, 1853) botanik bölümünde yer alan
J. Laurens'in bir litografisi. Nuri Akbayar koleksiyonu
kültür çevreleri, yani öğretmenler, yazarlar, Ģairler ve özellikle müzisyenler, ikinci bir
doktrin kurdular. Buna da, "tabiatın korunması" adı verildi.
Tabiatı korumak, kendi içinde birkaç ilgi ve çalıĢma grubunu içeriyordu. Birincisi,
orman, göl ve ırmak gibi toplu doğal (ve güzel) peyzajların, olduğu
gibi, yani bütün bakir tablosuyla devam ettirilmesi fikriydi. Ġkincisi,
belirli bitki ve hayvan türlerinin korunmasıydı. Üçüncüsü, dağ, kaya
ve tepe gibi jeolojik yapıdaki özel biçimlenmelerin esir-genmesiydi.
Dördüncü kategori, bir kısım tek tek ağaçların, ya formları, ya da
yaĢlan ile dikkati çekecek kiĢisel bir görüntüye ulaĢmıĢ olmaları
halinde, üzerlerine adeta görünmez bir cam fanus kapatır gibi, hem
toplumun özel ilgi ve sevgisine sunulmasını, hem de hukuk sisteminin
belirli güvencelerine kavuĢturulmasını sağlıyordu. Toplumun bilgisi,
dikkati ve sevgisi olmadan yapılacak her düzenleme ve kurulacak her
rejim temelsiz ve ömürsüz olurdu. Onun için aydınlar, "anıt ağaç"
kavramını yerleĢtirecek birçok özverili çalıĢma yaptılar. Anıt
görüntüsündeki ağacı yücelten, içli ve lirik Ģiirler yazıldı. Tablolar
yapıldı. Belgesel nitelikli ya da sanat içerikli fotoğraflar çekildi;
sergiler, yarıĢmalar dü-
zenlendi; kitaplar yayımlandı. Bu iĢ için kurulmuĢ derneklerin etkisiyle, bu beğeni
ölçüleri ve değer yargıları, hukuk sistemlerine de girdi.
Bu kültürel hareketin Türkiye'ye ve Ġstanbul'a yansıması, öbür teknik ve hukuk
değiĢimlerine oranla, hem çok geç, hem çok zor oldu. Osmanlı
Ġstanbul'u ise, kendine özgü dağınık, romantik, sükûnetli ve yemyeĢil
yerleĢim tipi içerisinde, zamanla Batı'nın anıt ağaç kavramına giren
birçok doğal varlıkları ve zenginlikleri de kazanmıĢtı. Eski
Ġstanbul'un, geniĢ ve düz caddeleri ve dolayısıyla dizi ağaçları, yoktu.
Fakat camiler yapıldığında, nüfus azlığı faktörünün de etkisi ile, geniĢ
tutulan avlularına, Ģadırvan çevresi veya sıra halindeki ab-dest alma
muslukları önüne, müminlerin hem ibadete huzur içinde
hazırlanmaları, hem de güneĢin yakıcılığına karĢı korunmaları için,
bol ağaç dikilmesi geleneği doğdu. Yaramaz çocuklara karĢı
kayyumların özel koruması altındaki bu ağaçlar, özellikle de çınarlar,
zamanla, tam anıt çaplarına ve boylarına ulaĢtılar. Osmanlı
Ġstanbul'unda, mahalle aralarında Batı'nın -hattâ Bizans'ın- anıt
meydan ölçülerine sahip olmayan her açıklığa da, geniĢ Ģekilde ağaç
dikilmiĢti. Evlerin ve konakların, iç ve arka bahçelerini meyve
ağaçlarının bereketine kavuĢtururken, ön giriĢ kapısını da ileride
görkemli boylara varacak bir ağaçla süsleme geleneği vardı. Bu 300-
400 yıllık bir yaĢam bereketinin ve birikiminin oluĢturduğu ağaç
varlığı hakkında, tam ve ayrıntılı bilgi sahibi değiliz.
Bunun birinci sebebi, bir yandan Osmanlı'nın "eflâke ser çekmiĢ" deyimi ile
tanımladığı "ulu ağaç" tipinin Ģehirdeki bolluğu, öbür yandan, bunları
tespit edip bir kayda geçirme kavramının, hem bir Batı değer yargısı
oluĢu, hem de endüstri ve geometrik Ģehir olgularından uzak ve de
habersiz ilk dönemlerde, böyle bir çalıĢmaya hiç gerek du-yulmayıĢı
idi.
Tarihe ancak yan olaylarla geçebilmiĢ ulu ağaçlardan biri, Batı'da Haçlı Seferleri
dolayısıyla ün yapan Fransız Komutan Godefroi de Bouillon'un Bü-
yükdere Çayırı'nda altında çadırını kurduğu, yedi gövdeli olağanüstü
çınar grubu idi. Bu çınarların 19- yy'da yapılmıĢ çok değerli gravürleri
vardır.
Ġkinci bir örnek, Sultanahmet'teki "Vakvak Ağacı"dır. IV. Mehmed'in çocuk yaĢta
tahta çıkarılması ile baĢlayan kargaĢada, mali darlık yüzünden asker
ulufesi, bakır oranı çok gümüĢ akçe basılarak ödenmiĢ ve esnafın
bunları kabul etmemesi üzerine, sipahiler ve yeniçeriler ayaklanmıĢtı.
Bunların, devleti soyan 40 kiĢinin listesini vermeleri üzerine, her biri
boğdurulup Sultanahmet çınarına baĢ aĢağı asılmıĢlardı. Biri de,
Valide Sultan'ın yakını bir kadın: Melekî Usta'ydı. Yıl 1656, 4 Mart
(bak. Çınar Olayı).
Cesetlerin asıldığı bu ağaç, efsanede-
Topkapı Sarayı
ikinci
avlusunda
bulunan ve
çevresi
10 m olan
çınar ağacı.
Çelik Gülersoy
arşivi
ki bir ağaç ismine atıfla, Vakvak Ağacı olarak ün yapmıĢtı. Ağacın tam yeri kesin
değildir.
BatılılaĢma baĢlarken onun koruma rejiminin Osmanlı'ya geçmesine, birkaç iç faktör
engel olmuĢtu.
Önce, Batı'mn 1800'ler ortasından itibaren baĢlayan teknik etkilemesi, sonra da
1960'lar ve devamının kalabalık faktörü.
Birinci devrede, belediye yöneticilerinin Avrupa'yı bilmeden taklit tutkuları, baĢrolü
oynadı. Her yol geniĢletmesi ve meydanı büyütme hareketi, önce,
oradaki ağaç varlığım yok etmek zorunda kaldı. Bu operasyon, eski ve
bambaĢka Ģartların ürünü bir resmin üzerine, bambaĢka bir Ģablonu
koyup, onun sert çizgilerini çekme iĢlemiydi. DeğiĢen Ģartlar bir yerde
bunu zorunlu kılabilirdi ama, "eski Ģehri koruyup, bir yenisini az
ötesine kurmak", o zaman çok mümkün iken, kimsenin aklına
gelemediği için, mimarisi ile, yeĢil dokusu ile eski mirası esirgeme
Ģansı da gereksiz yere yitirilmiĢ oldu. Bu döneme bir örnek vermek
üzere, MeĢrutiyet'in ġehremini Dr. Cemal PaĢa'nın (Topuzlu), 80
Yıllık Hatıralarım adlı eserinde, kendisinin övünçle anlattığı bir olay
kaydedilebilir: Topkapı Sarayı'mn dıĢ bahçesini "Gülhane Parkı"
adıyla halka açan PaĢa, burada düz bir cadde açabilmek uğruna, kaç
tane asırlık ağaç kestirdiğini ve buna Ģiddetle karĢı çıkan Fransız
sefirinin eĢini (Madam Bompard) nasıl atlattığını, iftiharla anla-
tır. Türk aydın kesiminden ancak Hüseyin Cahid'in bu "hatt-ı müstakim" merakına
karĢı çıkan tavrı gibi, cılız ve tek tuk eleĢtiriler alabilen bu "düz ve
geniĢ bulvar" merakı, Ġstanbul'un Osmanlı'dan devraldığı ağaç
varlığını ortadan kaldıran ilk faktör olmuĢtur. 1930'lu yıllarda aynı
akım içinde Sarıyer kaymakamı, Büyük-dere Çayırı'nın Batı'da bile ün
yapmıĢ yedi kollu ve bin yıllık ulu çınarından kalan gövdeyi, yine yol
için ortadan kaldırmıĢ, (yani caddeyi o noktada ikiye ayırmayı akıl
edememiĢ), 1950'ler sonunda devrin baĢbakanı da, kiĢisel tak-
dirleriyle tek baĢına yürüttüğü "imar" hareketleri içinde ilk iĢ olarak,
Laleli Cad-desi'nin ortasındaki çınarları kestirmiĢtir.
Ġkinci dönem olan 1960 sonrasında çeĢitli örnekler arasında, Divan Oteli önündeki
anıtsal bir diĢbudak ağacının, sırf bilgisizce, ayrı ayrı ve koordinas-
yonsuz olarak, elektrik, su, kanal ve telefon kazınılan yüzünden
kökleri zedelenip sonunda yıkıldığını kaydetmek, yeterli olabilir.
Ġstanbul'daki anıt ağaçlan kısmi bir saptama çalıĢması, bu satırların yazarının
giriĢimiyle, 1967-1969 yıllarında Türkiye Turing ve Otomobil
Kurumu-Belediye iĢbirliği ile yapılmıĢ; yazar Kerim Yund, eski ve
yeni Bahçeler müdürleri Necmettin Kasımoğlu ve fotoğrafçı Ġsmail
AkbaĢ'ın katılımı ile bir komisyon, Alibeyköyü-Rumelifeneri arasını
tarayarak fotoğraflar çekmiĢ, ağaçların beden ölçülerini almıĢ;
bunların 14
ANĠKĠA ĠUIĠANA
274
275
ANKONA1HAR
**
âli1
ciltlik albümleri TTOK tarafından bir törenle dönemin Ġstanbul Belediye BaĢka-nı'na
teslim edilmiĢ, bir özeti ve seçmeler albümü ise kurum tarafından
1972 yılında yayımlanmıĢtır.
Ġstanbul'da halen yaĢayabilen olağanüstü yaĢ, boy ve güzellikteki ağaçlara, örnek
olarak, Büyükdere'de Kibrit Fabrikası ile yukarıda sukemeri
arasındaki geniĢ ormanı ifade eden, Bilezikçi Çiftliği içinde, sağda
giriĢ yolundan sonra sol kolda kalan, içi boĢalmıĢ yaklaĢık 1.200 yıllık
çınar ile ileride sağdaki havuz kenarında, yaklaĢık 400 yıllık, fakat
yatay bir kolundan ağaç gövdeleri yükselmiĢ "Uyuyan Çmar"ı
gösterebiliriz. Ġstanbul'un diğer önemli anıt ağaçları ve bunların çevre
uzunlukları aĢağıdaki gibidir: Rumelikavağı'ndaki mescit önündeki
çınar (6 m), Hünkâr Suyu'nda set üstündeki ıhlamurlar (5,20 m ve
3,80 m), Çırçır Suyu'ndaki çınarlar (3,20 m ve 3,10 m), Tarabya Dere
Sokağı'ndaki çınar (5,40 m), Yeniköy üstündeki Ayapa-raskevi
Ayazması'ndaki çınar, (4,40 m), Emirgân UĢaklıgil Villası'ndaki sedir
(3 m), Baltalimam Kemik Hastanesi bahçesindeki manolya (3,65 m)
ve kayın (3,30 m), Baltalimam Hidrobiyoloji Enstitü-sü'nün
bahçesindeki çınar (5 m) ve lale ağacı, Bebek Parkı'ndaki çınarlar
(4,10 m ve 5,70 m), Arnavutköy Kız Kole-ji'ndeki çınar (7,30 m),
Etiler'in altındaki ayazmanın çınarları, Yıldız Parkı giriĢinin dıĢında
(3,80 m) ve içindeki çınar-
Arnavutköy
Amerikan Kız
Koleji
bahçesinde
çevresi 730 cm
olan çınar
ağacı.
Çelik Gülersoy
arşivi
lar, Sütlüce Tekel deposundaki çınar (6 m), SoğukçeĢme'de Zeynep Sultan Camii
önündeki çınar (6,85 m), Topkapı Sarayı ikinci avlusundaki çınarlar
(4,35 m, 3,55 m, 10 m ve 10 m), Çinili KöĢk önündeki çitlembik (3,50
m), Sultan Ah-med Camii avlusundaki çınarlar (6,22 m ve 6,08 m),
Ġbrahim PaĢa Sarayı avlusundaki çınar (4,80 m), Bayezid Camii
avlusundaki çınar ve atkestanesi, Süley-maniye Camii'nin avlusundaki
çitlembik (4,20 m), servi ve çınar (4,42 m), Rum Ortodoks
Patrikhanesi avlusundaki çınar (4,20 m), Fatih Camii avlusundaki
çınarlar (2,39 m, 2,82 m ve 2,85 m) ve kavak (1,90 m), Aksaray
Murad PaĢa Camii avlusundaki çınar (3,90 m), Eyüp Camii
avlusundaki çınarlar (6 m ve 9 m).
Bibi. Ç. Gülersoy, İstanbul'un. lan, ist., 1989.
ÇELĠK GÜLERSOY
ANĠKĠA ĠUIĠANA
(461/63, Konstantinopolis - 527/29, Konstantinopolis) Bir soyluluk unvanı olan
patrikia unvanına sahip, Bizanslı sanat hamisi kadın. Babası 472
yılında Batı Roma tahtına çıkan Anikius Olybri-us, annesi "Genç"
Placidia'dır (Galla Pla-cidia'nın ve Bizans Ġmparatoru II. Te^
odosios'un(->) torunu, Batı Ġmparatoru III. Valentinianus'un kızı).
Babasının imparator olarak Ġtalya'ya gitmesinin ardından annesiyle
birlikte Konstantinopo-lis'te kalan Anikia Ġuliana, 478/479'da
Alan komutanı Flavius Areobindus Da-galaiphus Areobindus ile evlendi. Bu
evlilikten doğan oğullan Olybrius (Genç) daha sonra Bizans
Ġmparatoru I. Anasta-sios'un(->) yeğeni Firene ile evlendi.
Köklü ve zengin bir aileden gelen Anikia Ġuliana, yaĢamını geçirdiği Kons-
tantinopolis'te birçok kilise inĢa veya tezyin ettirdi. Bunlardan adları
bilinenler arasında en belli baĢlıları Ayia Eufemia Kilisesi(-0 ve ona
bitiĢik manastır, Kons-tantinianae Mahallesi'ndeki (bugünkü
Saraçhane) Ayios Polyeuktos Kilisesi ve Anadolu yakasında
Honoratae Mahalle-si'nde (Anadoluhisarı civarında) Teoto-kos
(Meryem Ana) Kilisesi'dir. Bazı araĢtırmacıların Konstantinianae
yakınında, Zeugma'daki(-t) Ayios Stefanos Kilisesi'-ni de Anikia
Ġuliana'nın inĢa ettirdiğini düĢünmelerine karĢın, bu konudaki veriler
zayıf ve ikna edicilikten uzaktır.
Konstantinianae Mahallesi'nde aynı zamanda büyük bir konak sahibi olan Anikia
Ġuliana'nın, emrinde çoğunluğu hadımlardan oluĢan çok sayıda
hizmetkâr çalıĢtırdığı bilinir. 511-512'de Konstantinopolis'i ziyaret
eden Aziz Sabas'la yakınlık kurup onunla sık sık görüĢen Anikia
Ġuliana'nın ölümünden sonra, hizmetindeki hadımlar topluca baĢkenti
terk ederek, Sabas'ın Kudüs yakınlarındaki manastırına keĢiĢ olarak
girdiler.
Anikia Ġuliana, ailesinin, servetinin, ve sanat hamiliğinin kendisine kazandırdığı ün
dıĢında, devrinin dini ve siyasi olaylarında da önemli rol oynadı.
512'de monofizitlik sempatizanı Ġmparator I. Anastasios'a karĢı
ayaklanan baĢkent halkı, Halkedon Konsili(-0 tarafından benimsenen
Ortodoksluk doktrininin koyu taraftarı olduğu bilinen Anikia
Ġuliana'nın evine gelerek, orada kocası Are-obindus'u imparator ilan
ettiler. Ancak olaya karıĢmak istemeyen Areobindus baĢka bir yere
kaçıp saklandığı için, halk emeline ulaĢamadı. Ayaklanma
bastırıldıktan sonra ise, gerek I. Anasta-sios'un, gerek onun dini
politikasını destekleyen Patrik Timoteos'un (511-518) baskılarına
karĢı koymayı baĢaran Anikia Ġuliana, Halkedon Konsili ilkelerine
daima sadık kaldı. Anikia Ġuliana yine monofizit-Ortodoks
çekiĢmelerinden doğan Akakios'un baĢlattığı dinsel akım, Roma ile
Konstantinopolis kiliseleri arasında 484-519 arasında geçici bir
bölünmeye yol açtığında faal davrandı ve kiliseler arasındaki
sürtüĢmeye son vermek amacıyla Papa Hormisdas'la mektuplaĢtı.
(bak. Akakios)
Anikia Ġuliana'nın, kendisi için yaklaĢık 512 yılında kopya edilen ve bugün
Viyana'daki Avusturya Ulusal Kitaplı-ğı'nda bulunan, Dioskorides'in
De ma-teria medica isimli eserinde bir minyatür portresi mevcuttur.
Bibi. C. Capizzi, "L'attivita edilizia di Anicia Giuliana", Orientalia christiana
analecta, 204, 1977, s. 119-146; ay, "Anicia Giuliana (462 ca.- 530
ca.); Ricerche sulla Ģua famiglia e la Ģua vita", Rivista di studi
bizantini e ne-cellenici, 5, 1968, s. 191-226.
NEVRA NECĠPOGLU
ANKARA CADDESĠ
bak. BABIÂLĠ CADDESĠ
ANKARA PASTANESĠ
Beyoğlu'nda, Ġstiklal Caddesi'nde bulunan eski pastane.
Ankara Pastanesi ilk olarak 1918-1920 arasında Ġstanbul'a gelen Beyaz Ruslardan
Nikola Ġgnatiedis tarafından Petrograd Pastanesi adıyla TepebaĢı,
MeĢrutiyet Caddesi no. 9-11'de açılmıĢ, daha sonra Ġstiklal
Caddesi'ne, Alkazar Sineması'nın biraz ilerisine taĢınmıĢtır. Ankara
Pastanesi adını aldığında, Mustafa Tütüncü ve Aleksandr adlı ortaklar
tarafından iĢletiliyordu.
Ankara Pastanesi'ne girildiğinde sağ tarafta merdivene kadar uzanan büyük bir
buzdolabı göze çarpardı. Sol tarafta ise, bembeyaz örtülerle kaplı
masalar sıralanırdı. Yukarı kata çıkan merdivene gelmeden solda
bulunan küçük girintide de birkaç masa vardı. Üst katta ise, küçük bir
salonla yan yana iki oda bulunuyordu. Buranın müdavimi olan yazar
ve sanatçılar alt katı tercih ederler, mümkünse ön masalarda oturmaya
çalıĢırlardı. Üst katta ise özel nitelikli toplantılar yapılırdı.
1943'te, Aleksandr'ın ayrılması üzerine M. Tütüncü pastaneyi iĢletemedi ve 1944'te
Niko Kleovulos Hürmüzoğlu adlı bir Rum'a devretti. Hürmüzoğlu
pastanenin üst katındaki duvarları yıkarak burasını büyük bir salona
dönüĢtürdü. Alt kat ise Atlantik Lokanta ve Birahanesi adıyla yeniden
hizmete girdi.
Ankara Pastanesi'nin bir diğer özelliği de, sabaha kadar açık olmasıydı. Bu arada,
aynı dönemde Büyükada'da, Pet-ro Çiçoviç adlı bir Rus tarafından
iĢletilen bir Ankara Pastanesi daha vardı. Bugün Ankara Pastanesi'nin
yerinde bir iĢhanı ve altında bir mağaza vardır.
BEHZAT ÜSDĠKEN
ANKARAVÎ MEHMED EFENDĠ MEDRESESĠ
1686-1688 arasında Ģeyhülislamlık yapan Mehmed Emin Efendi adına yaptırılan
medrese, SaraçhanebaĢı'nda, Ġstanbul BüyükĢehir Belediye Sarayı'nın
güneybatısında yer almaktadır.
Kapısı üzerindeki yazıta göre medrese 1119/1707 tarihinde, Osmanlı mimarlığının
klasik çağının sonlarında yapılmıĢtır. Mimarı bilinmemektedir. 1935
tarihli Pervititch planında medrese giriĢinin HoĢkadem Medresesi
Sokağı üzerinde yer aldığı ve giriĢ yönü hariç, yapılarla çevrili olduğu
görülmektedir. 1950'ler-de Belediye Sarayı yapımı sırasında
çevresindeki kentsel doku istimlak edilerek kaldırıldığından, medrese
bugün yeĢil alan içinde tek baĢına durmaktadır.
HoĢkadem Mescidi'ne yakınlığı dolayısıyla HoĢkadem Medresesi olarak da anılan
yapı, günümüzde (1993) Türk Dünyası AraĢtırmaları Vakfı ve
KaĢgarlı Mahmut Dil Enstitüsü tarafından kullanılmaktadır.
Ankaravî
Mehmed
Efendi
Medresesi
Erkin Emiroğlu
Medrese, bir külliyeye bağlı olmadan yapılan tek medrese türü içine girmektedir. Bir
dershane, on dört hücre ve helalardan oluĢmaktadır. Hücreler dar,
uzun bir avlunun üç kenarı üzerinde, "U" plan düzeninde
sıralanmakta, dershane onlardan bağımsız olarak dördüncü kenar
üzerinde yer almaktadır. Güneydoğu cephesindeki giriĢten beĢik
tonozlu dar bir geçitle revaklara ulaĢılmaktadır. GiriĢin üzerinde
ahĢap bir saçak olduğu, geriye kalan demir kancalardan
anlaĢılmaktadır. Avlu zemininden yükseltilmiĢ olan dershane, giriĢ
ekseni üzerindedir. Önündeki revak, alıĢılmıĢtan farklı olarak tek
açıklıklıdır ve üzerinde dar bir tonoz vardır. Kare planlı olan
dershanenin duvarlarında pencereler ve niĢler yer almaktadır; dilimli
tonoz bingilere oturan bir kubbe ile örtülüdür.
Üç kol üzerinde yerleĢtirilen hücrelerden güney kol üzerinde yer alan dört tanesi
diğerlerinden daha büyüktür. Kuzey kol üzerinde beĢ hücre
dizilmiĢtir. Zemin kattaki on üç hücreye ek olarak, giriĢin üstünde,
merdivenle ulaĢılan küçük bir hücre yer almaktadır. Helalar güneybatı
köĢesindedir.
Medrese yapılarla çevrili olduğundan, dershane ve hücreler avluya açılan
pencerelerle aydınlatılmıĢtır. Yalnız dershanenin batı yönüne açılan
üç üst penceresinin yanısıra kuzeydoğu köĢesindeki küçük bahçeye
bakan alt pencereleri vardır.
Revaklar taĢtan yekpare olarak yapılmıĢ kaide ve sütunlara oturmaktadır. Ki-
reçtaĢından yapılan sütun baĢlıklarının üzerlerinde yüzeysel olarak
iĢlenmiĢ baklava motifleri bulunmaktadır. Kuzey ve güney yönündeki
kemer biçimleri farklıdır; kuzeydekiler basık sivri kemer biçimlidir.
Kemerler tuğladan yapılmıĢtır; yalnızca kilit taĢları küfeki taĢındandır.
Revak kemerleri üstünde ve dershanede bir sıra taĢ, iki sıra tuğladan
oluĢan almaĢık örgü uygulanmıĢtır. DıĢtan ise, giriĢ cephesi dıĢında
kalan ve çevre yapılarla kapanan kısımlarda özensiz, kaba yönü taĢ
örgü vardır. Hücreler kubbe, revaklar aynalı tonozlarla örtülüdür.
Revak örtüsünün eğimi avluya doğru verilmiĢ ve yağmur suları sütun
eksenleri üzerine yerleĢtirilen cörtenlerle uzaklaĢtırılmıĢtır.
Medresenin kötü bir onarım geçirdi-
ği, birçok özgün ayrıntısını yitirdiği gözlenmektedir. Kalan izlerden korniĢlerin kirpi
saçak, çatı kaplamasının kurĢun olduğu anlaĢılmaktadır.
Bibi. Ayvansarayî, Hadika, 98; ISTA I, 87-88; Unsal, Eski Eser Kaybı, 22;
Kütükoğlu, istanbul Medreseleri, 297-299; Kütükoğlu, Darü'l-Hilafe,
81-82.
ZEYNEP AHUNBAY
ANKONALILAR
Ġtalya'nın Adriyatik kıyısında küçük bir liman Ģehri olan Ankona'nın, 12-15. yy'larda
Konstantinopolis'te koloni kuran halkı.
Ġtalya Yarımadası'nda, Bizans Ġmpa-ratorluğu'nun yürüttüğü politikalara destek veren
Ankonalılar, 1173-1174 yıllarında Alman Ġmparatorluğu ve Papalık
tarafından kuĢatıldıktan sonra, Bizans Ġmparatoru I. Manuel
Komnenos'un(->) (hd 1143-1180) desteği ile bazı ayrıcalıklar elde
ettiler. Bu döneme ait bir emirnamede, bunalım dönemlerinde,
Ankonalıların "akla uygun" ve "dürüstçe yapılmıĢ" her türlü isteğinin
karĢılanması konusunda imparatorun talimatı görülür. Kentleri
düĢmana teslim olduktan sonra, Ankonalıların, Konstantinopolis'te
belli bir toprak sahibi olmayı talep edip etmedikleri bilinmemekle
birlikte, baĢkentteki faaliyetleri hakkında yazılı belgeler vardır.
11 ġubat 1199'da, St. Peter ve Pisalı-lara ait St. Nikolas kiliselerine gönderilen bir
protokolde, Ankonalılara ait St. Stephen adlı kiliseden ve onun rahibi
Dominik'ten söz edilmektedir. (15. yy'da yapılmıĢ bir Ankona
portolanına Ġdeniz haritasına] eklenmiĢ listede, Konstantinopolis'teki
St. Stephen Kilisesi zikredilmiĢtir.) 1308 tarihli bir imparatorluk
emirnamesinde, II. Andronikos Paleologos'un (hd 1282-1328)
Ankonalılara da, Venedikliler(-k) ve Cenevizlilere^) tanınan
ayrıcalıkları tanıdığı belirtilmektedir. Buna göre Ankonalılar Ģehrin
limanlarına gelen ve buradan giden mallar için sadece yüzde 2 vergi
ödemekle yükümlü idiler. Bu belgede her ne kadar Ankonalıların
nerede yerleĢtikleri konusunda kesin bilgiler yoksa da, anlaĢıldığına
göre bu mahalle, diğer Ġtalyan yerleĢimleri gibi, Halic'in güney
kıyısında, Pisalılar(->) ile Cenevizlilerin
ANTEL, NECĠP CELAL
276
277
ANTĠKACILIK
vb) kandil zarfları, sedef kakmalı Kuran ve sakal-ı Ģerif mahfazaları, bunların bağa,
fildiĢi iĢlemeli, altlıkları ajur süsle-meli olanları, Trabzon kemerleri,
Van iĢi savatlı tabakalar, Tokat bakırı evani, Beykoz iĢi cam eĢya,
yaldız pullu ĢiĢeler, süt beyaz, mine rengi opalin Ģekerlikler, sürahiler,
lacivert ve kırmızı camdan kandiller, laledanlar, bardaklar, kupa ve
kâseler, fincanlar, ibrikler, aĢurelikler, gülabdanlar, çeĢmibülbüller,
kuĢlar (güvercin ve kumru), tabaklar, daldırmalar, kadehler, tuzluk,
Ģekerlik, yumurtalık, karlıklar, nargileler, hokkalar, mühreler,
mataralar, avizeler, askı topları, duvar, koyun saatleri, sandıklı saatler,
sedef iĢli çekmeceler, rahleler, gümüĢ, altın, billur, çini kupalar,
Osmanlı silahları, Edirnekâri çekmeceler, halkâri billur kutular,
minekâri kutu ve çekmeceler, kuburlar, sadaklar, som veya geçme
türlü ağızlıklar, Venedik iĢi gümüĢ el ve minder aynaları, Tophane iĢi
lüleler, yazı takımları, sürahiler, ibrikler ve askılar, bağa, fildiĢi
iĢlemeli kutular ve çekmeceler, hamam lalinleri, madeni hamam
tasları, sabunluk ve killikler, tel-kırma, Ġstanbul iĢi, sırma iĢlemeli
hamam takımları, günlük yaĢamla ilgili fakat antika değerindeki bağa
hoĢaf kaĢıkları, mercan saplı kaĢıklar, billur kâ-
No. 24 .Constantinople - Antiquaire
1930'Iu yıllarda KapalıçarĢı'da bir antikacı dükkânı. Gökhan Akçura arşivi
16. yy'ın sonlarına doğru, antika eĢya ticaretiyle uğraĢan esnafla ilgili bazı
hükümlerin çıkarıldığı tespit edilmektedir. Bunlardan biri 1573 yılına
ait olup bedestende, esnaf ile tellalların anlaĢıp hilelere
baĢvurduklarına ve gelen eĢyayı değerinden çok ucuza alıp sonra
yüksek fiyatla sattıklarına iliĢkindir. Bu konuda bedesten kethüdasının
uyarıldığı görülmektedir. Yine aynı yıllarda, kimi esnafın damgasız
gümüĢ evani ya da sahte Ģeyler sattıkları saptanmıĢ ve bu tür suçları
iĢleyenlerin hapsolunacakları bildirilmiĢtir. Yine bedesten hacegileri,
kol-tukçu ve oturakçı denen esnafı aracı edinerek terekelerden ya da
paraya sıkıĢanlardan pek ucuza mal kapatıp sonra kendi aralarında
çıkıĢma denen yöntemle kazanç paylaĢımı yapmaktaydılar. Bundan
dolayı 19. yy ortalarına doğru suçlanmıĢlar ve birbirlerine müteselsil
kefil olmuĢlardı. 1582'de ise bir dilekçeyle saraya baĢvuran bedesten
esnafı, vakıf sandığına yüksek bedeller ödeyerek tasarruf hakkını elde
ettikleri dolaplarının, ölümlerinden sonra varislerine verilmeyip
baĢkalarına kiralandığını, bu yüzden çoluk çocuklarının periĢan oldu-
ğunu bildirdiklerinden istanbul kadısına ve Ayasofya mütevellisine hüküm yazılarak
ölen esnafın tasarrufundaki dolabın varislerine verilmesi
duyurulmuĢtur. Bedestendeki dolap denen, mücevheratla birlikte nadir
ve yüksek değerli antikaların da satıldığı küçük dükkânlar ilginçti.
Buralarda dükkân sahipleri salt kendi mallarını muhafaza etmez, belli
bir saklama ücreti karĢılığında çarĢı içinden ve dıĢından varlıklıların
da kıymetli öteberilerini, paralarını saklarlardı. Ġstanbullu zengin
ailelerin bedestende bir dolap sahibiyle mutlaka bu tür bir iliĢkisi
vardı. Bu açıdan bedesten, tüm kentteki antikaların büyük bir
bölümünün deposu durumundaydı. Ġç Bedesten'de 44 mahzen ve
bunların önünde de dolap denen dükkânlar vardı. Mahzenler birer
kasa odası durumundaydı. Diğer esnaf gibi antika alım satımı yapanlar
da sandıklarını, camekânlarını, satmak istedikleri eĢyayı, dolap
raflarına, oturdukları tezgâhın çevresine yerleĢtirirler, akĢam
toplarlardı. Dolap sisteminde dükkânlar bedestenin dıĢında, Kapahçar-
Ģı'nın baĢka yerlerinde de bulunuyordu. Bunların aĢağıya ve yukarıya
açılan iki
kanatlı kepenkleri, eĢya teĢhirinde iĢe yaramaktaydı. Eski eser alıp satanlar,
önlerindeki, yanlarındaki kutulara, ca-mekânlara, raflara ve rahlelere
porselen, fağfur, ayna, billur, lamba, Ģamdan, mangal, her çeĢit eĢyayı,
.Venedik kristallerini, bindallıları, Ģalları, halı seccadeleri
yerleĢtirirler, silahları, hançerleri asarlardı. ÇarĢının loĢ ortamında
bunlar, olduklarından daha farklı gözükür, ilgi uyandırırdı. Sandal
Bedesteni ise daha çok değerli kumaĢların, giyim eĢyasının
pazarlandığı bir yer olmakla birlikte burada da antika alım satımı
yapılıyordu. Ġstanbullu hanımlar, sokağa ve çarĢıya çıkabilme iznine
bağlı olarak en çok buraya gelmekte, bazen eski bir Ģey satmakta,
bazen da alıcı olmaktaydılar.
Her köĢe bucağı ile bir antika pazarı olan KapalıçarĢı ile Cevahir ve Sandal
bedestenleri için Miss Julie Pardoe, "Avrupalıların binbir gece rüyası"
deyimini kullanmıĢtır. Pardoe, bu çarĢının, pazar-lanan değerli eserler
bakımından, Ala-eddin'in sihirli lambası gibi ıĢıklar saçtığını yazar. Ġç
Bedesten'i, Sandal Bedes-teni'ni ve Galata'daki daha eskiden mevcut
olan ve benzeri Ģeylerin satıldı-
ğı kapalıçarĢıyı tanımlar. Galata'daki bedestenle ilgili 22 Aralık 1585 tarihli bir belge
önemlidir. Bu belgede, Galata ci-hetindeki aĢırı gereksinim dikkate
alınarak 20 kubbeli ve Bizans yapısı olan eski bir binanın onarılıp 55
dolaplı bir bedesten durumuna getirilmesi ve Ayasofya vakfına bu
yoldan yeni bir gelir kaynağı sağlanması açıklanmaktadır. KuĢkusuz
Galata Bedesteni'nde Ġstanbul ci-hetindeki antikacıların rağbet
etmedikleri, daha çok gayrimüslimleri ilgilendiren ikonalar, tablolar,
Hıristiyanlıkla alakalı eĢya ve simgeler satılıyordu.
Bedestenlerde antika değerinde kitapların satıldığını ise 1672-1673 yıllarında
buralardan hayli yazma eser alan An-tonie Galland anlatmaktadır.
Galland, aldığı yazmalar arasında Hasan Çelebi'nin Tezkiretü'ş-
Şuara'sı ile Lâmîî'nin Ceva-miü'l-ffikâyafmı da zikreder. Tarih
bilgileri, yangın tehlikesi nedeniyle sahafların yüzyıllar boyunca
KapalıçarĢı içinde ve bedesten civarında iĢ yaptıklarını
doğrulamaktadır. Dolayısıyla Ġstanbul'a gelen yabancılar, gerek
sahaflardan gerekse bedestenlerdeki antikacılardan nadir yazmaları,
hatları, levhaları da almaktaydılar. Sahafların kitap alma ve
satmalarının da yine bedesten esnafının alım satım gelenekleriyle aynı
olduğu anlaĢılmaktadır. Birer dolaba sahip olan sahaflar, antika
değerindeki kitaplarını ortada bulundurmayarak uygun müĢterisinin
çıkmasını beklerlerdi. Bunlar, yeni kitap alımında ise tellalın o
dolaptan ötekine dolaĢtırdığı sahafiye iĢi kitabı dikkatle incelerler,
uzmanlarına danıĢırlar ve ona göre artırırlardı. Sahafların Kapalıçar-
Ģı'dan dıĢarıya çıkıp Ģimdiki yerlerine (eski Hakkâklar ÇarĢısı)
geçmeleri 19. yy'ın sonlarında baĢlamıĢtır.
Ġstanbul antikacılığının bir uzantısı ise Sultanahmet Arastası idi. Buradaki silahçılar
aslında birer antikacıydı. Ed-mondo de Amicis, burayı anlatırken
parlatılarak boy boy sıralanmıĢ olan korkunç silahların, Türk, Macar,
Arap kılıçlarının, kabzaları mücevherli, altın iĢlemeli tüfeklerin,
piĢtov ve tabancaların, meĢin kılıflı hançerlerin uyandırdığı duyguları
dile getirir. Sedef, agat, sapları firuzelerle bezemeli simli kamaları,
altın ve inci iĢlemeli eyerleri, at baĢlarına mahsus tombak zereleri,
gümüĢ gemleri, haĢaları, fitilli tüfekleri, Arnavut tabancalarını, baĢtan
baĢa mücevher gibi iĢlenmiĢ uzun Arap tüfeklerini, türlü derilerden
yapılma antik kalkanları, Çerkez ve Kazak zırhlarını, yayları, cellat
palalarını... betimler. Satıcıları ise bağdaĢ kurmuĢ, yaĢlı, zayıf, yüzleri
gülmeyen insanlar olarak tanımlar. Gazeteci Mery (19. yy)
silahçıların, Ġngiliz koleksiyoncuları ile antika meraklılarının istilasına
uğradığını yazar. Birçok parçanın, Justinyan zırhı, son yeniçeriye ait
kuka, III. Murad'ın hançeri vb yutturmalarla lortlara nasıl
pazarlandığım hikâye eder. Antika fiyatları konusunda bilgiler veren
gezgin Fellows'a (19. yy) göre ise antika silah ve öteberinin satıl-
dığı Sultanahmet Arastası müĢteri açısından tenhadır.
Eski birçok resim ve gravürün delaletiyle KapalıçarĢı'da ve Mısır ÇarĢı-sı'nda seyyar
antikacıların dolaĢtığı da biliniyor. Bunlar, omuzlarına attıkları Ģallar,
ağır kumaĢlar, boyunlarına geçirdikleri yay kiriĢleri, kılıçlar,
kuĢaklarına doldurdukları piĢtovlar, hançerler, kollarındaki dizilerle
tespih, çubuk vb ile dolaĢmakta ve ayaküstü pazarlıkla antika alıp
satmaktaydılar.
Fakat, 19. yy ortalarına gelinceye değin Ġstanbul antikacılarının ev eĢyası türünden
parçalarla ilgilenmedikleri, toprak altından çıkan arkeolojik objeleri
de türlü inanç kaygıları ve sakıncalar yüzünden alım satım konusu
yapmadıkları anlaĢılıyor. Saray çıkıĢlı bile olsa mobilya türü eĢyanın
bitpazarlarına gittiği ve çoğu zaman da antika fiyatlarıyla oran-
lanamayacak düzeyde ucuza satıldığı veya en iyilerinin Sandal
Bedesteni'nde, dıĢarıdaki mezat yerlerinde müzayedeye çıkarıldığı
sanılıyor. Bu açıdan, eski Ġstanbul antikacılarının, deyimin anlamına
uygun olarak yükte hafif pahada ağır nesnelerle uğraĢtıkları
söylenebilir. Bakır, pirinç, gümüĢ, altın evani (mangal, güğüm, tepsi,
fincan zarfı, gülabdan, buhurdan, fiske, Ģamdan semaver
Geçen yüzyılda
KapalıçarĢı'daki
bir antikacı
dükkânını
betimleyen
kartpostal.
Turhan Baytop
koleksiyonu
ANTĠKACILIK
280
281
APARTMAN
APARTMAN
282
283
APOKAUKOS AĠIJESĠ
sorun oldu. Üsküdar'da ve KabataĢ'ta uzun vapur kuyrukları oluĢtu. Meydanlar sıraya
giren otomobilleri alamaz oldu. Bu durumda, ortaya çıkan ihtiyacı
karĢılamak üzere, yeni araba vapurlarının inĢasına hız verildi. Üçü de
motorlu olan 900'er grostonluk Harem 1965'te, Salacak 1966'da,
Eminönü 1967'de hizmete sokuldu. Onları, 1971'de çalıĢmaya
baĢlayan Topkapı, Kınalıada, Cemalettin Erem ile Eyüp izledi. 19801i
yıllarda da Ġntepe, Kocadere, Fırkatepe, Topçular I, Eskihisar I,
Halıdere, Karamürsel, Değir-mendere, Hereke III, SelamiçeĢme, Sul-
tantepe, Zeytinburnu, Okmeydanı, Haznedar, Mecidiyeköy, Esenköy
adlı araba vapurları inĢa edildi.
Eskiyen vapurların hurdaya çıkmasıyla ortaya çıkan boĢluklar yeni vapurlarla
kapatılmaya çalıĢıldı. Bu vapurlar yalnızca Ġstanbul sularında değil,
zaman zaman Çanakkale Boğazı'nda da çalıĢarak araçları iki yaka
arasında taĢımakta devam ettiler.
du. ĠĢletme, 1954'te Kartal, iki yıl sonra da KabataĢ araba vapurlarını inĢa ederek
Boğaz'da hizmete soktu. Bunların yalnız tekneleri yeni inĢa edilmiĢti.
Ġlkinin makinesi eski Maltepe yolcu vapurunun, ikincisininki de eski
Pendik'in hâlâ çalıĢabilir durumdaki buhar makineleriydi. Yine eski
yolcu vapurlarından Basra ile Bağdat'ın makineleri kullanılarak,
Karamürsel adlı, hayli uzun ve geniĢ çok sayıda araba alabilen bir
araba vapuru daha inĢa edildi. Bu vapurun özelliği, ikisi bir baĢında,
ikisi de öteki baĢında olmak üzere dört çarkı olmasıydı. Ne var ki, bu
vapur fazla uzun ömürlü olamadı. 1960'ta inĢa edilen Hürriyet adlı
araba vapurunu, 1962'de Orhan Erdener, bir yıl sonra Hüseyin Hâki,
ertesi yıl Sirkeci, daha sonra da ġemsipaĢa izledi. Dördü de buhar
makineli vapurlardı.
Bu tarihten sonra, Ģehirdeki motorlu araç sayısının hızla artmaya baĢlamasıyla
Boğaz'ın bir yakasından ötekine geçmek
Sirkeci'den Harem'e doğru giden Esenköy araba vapuru (solda), Sirkeci'de bir araba
vapuru boĢalmak üzere (üstte). BünyadDinç, 1993
Bugünkü Araba Vapurları
Adı
İnşa yeri
Groston
İnşa tarihi
ARABESK
290
291
ARABESK
yana iki kiĢi alabilen, kabriyoleler. Avrupa hükümdarlarının ve hanedanlarının, hattâ
papaların kullandığı, ağır mobilya karoserli, oymalı, altın varaklarla
kaplanmıĢ, hattâ dıĢtan meĢaleler ve heykellerle süslenmiĢ, gösteriĢli
ve külfetli saltanat arabaları ise, hiçbir zaman, Osmanlı sarayının
kullanımına giremedi ve payitaht sokaklarında arz-ı endam etmedi.
Bu ilginç durumun ve farklılığın birkaç sebebi vardır.
1) Önce, payitahtın yaygın Ģekilde kullandığı en geniĢ ve güvenli yol, kara değil
denizdi.,Her kesimden insanın mecburen bir taĢıta binme imkânına
sahip olduğu denizde (Boğaziçi, Liman ve
Dolmabahçe
Sarayı'nm
saltanat kapısı.
Erdal Yazıcı
artan süslemeleri hareketli bir görünüm kazanır.
Orta kesimin en tepesinde; iki kat halinde kartuĢlarla çevrili kulplu vazo formu, bir
yumru tepelikle son bulur. Bunu destekleyen eğri konsollu Rönesans
alınlığının altında Abdülmecid'e ait
ġehzade
Camii'nde
pencere
çerçevesi
üstündeki
sivri kemerli
alınlık _
dolgusunda Jj
arabesk. Jı
Selçuk Mülayim m
Kupa arabaları, 19. yy. Sebah & Joaillier'in bir fotoğrafından ayrıntı. Alman Arkeoloji
Enstitüsü Fotoğraf Arşivi, 9709
Civar köylere ve bozuk yollu mesirelere gidiĢte 1900'ler baĢına kadar kullanılan koçu
arabaları.
Yine, daha çok uzak semtlere ve kırlık yerlere mahsus, bazen eĢek koĢulu, koçuya
göre daha kısa boylu ve daha alçak, perdeli bir araba tipi olan
talikalar.
Adalar ve YeĢilköy baĢta olmak üzere, yazlık semtlerde kullanılan, örgü sepet
arabalar. (Bunlara günümüzde yanlıĢ olarak ada faytonlan
denilmektedir.)
AvrupalılaĢmıĢ, iyi giyimli ve biraz gösteriĢ seven beylerin Ģık eldivenler giyerek
kendilerinin kullandıkları, Viya-na'dan, Paris'ten ithal, Beyoğlu
(Taksim) mağazasından alınma, parlak metalik renkli, karoserli, tek at
koĢulu, yan
Kâtipodası ^
A. Preziosi'nin bir
resmi, 19. yy.
Ara Güler fotoğraf arşivi
Haliç), hanedan, Avrupa saraylarının saltanat arabalarından çok daha görkemli, çok
daha uzun, kalabalık personelli, atlas perdeli, altınlanmıĢ köĢklü,
gümüĢ sütunlu kayıkları kullanıyordu.
2) Osmanlı payitahtı, göçerlik karak
terine sahip iç dokusu nedeniyle, bul
varlara ve meydanlara sahip olmadığın
dan, ağır, hızlı ve büyük Avrupa araba
larının iĢleyebileceği Versailles veya
Fontaineblau'nun Ģehir içi açıklıkların
dan yoksundu.
3) Fazla motif, külfetli oymalar ve
süslemeler anlayıĢı ve heykel figürleri,
baroğu bir ölçüde benimsemiĢ de olsa
fazlasına yatkın olmayan Osmanlı'nın,
zevkinin de, felsefesinin de kaldırabile
ceği Ģeyler değildi. Avrupa öğrenimli
Ermeni Balyan ailesinin telkinleriyle Av
rupa tipi sarayın inĢasına izin veren Ab-
dülmecid'in ve Abdülaziz'in ilk sarayla
rında, özel yemek salonları yer almıyor
ve karyola bile henüz kullanılmayıp yer
yataklarında yatılıyordu. Bu filozofik ve
sosyal dokudaki saray, Batı tipi süslü
arabalara bir ölçüde geçti ama, bunlar
hiçbir zaman, Paris ve Viyana modelleri
olmadı. Olabilenlerden kalanlar, Topka-
pı Sarayı ahırlarında görülebilir.
4) Avrupa saraylarının çok görkemli
saltanat arabalarına geçtikleri dönemler,
Fransa'nın GüneĢ Kralı XVI. Louis devri
hariç, daha çok 18. ve 19. yy'dır ve bu
iki yüzyıl, Avrupa'nın ekonomik olarak
yükseldiği zenginleĢme çağlarıdır. Aynı
yüzyıllar, Osmanlı için iniĢ devirlerini
ifade eder.
Saray arabalarının en süslülerini II. Mahmud sattırdığı gibi, oğlu genç Ab-dülmecid
de, kadınlarının ve damatlarının lüks araba israfını önleyebilmek için,
tekerlekleri zincirletmek gibi tedbirler uygulamak zorunda kalmıĢtı.
Cevdet PaĢa, ünlü Tezâkir'inde bu olayları ibretle kaydeder ve israfta
Osmanlı sarayına da fena örnek olan -ve sonunda kendileri de batan-
Mısır hanedanını, acı acı eleĢtirir.
I. Dünya SavaĢı, istanbul'u toplam sayıları ve türleri fazla olmayan atlı arabalarıyla
buldu. SavaĢ Ģartlan, adına otomobil denilen yeni icadı, önce askeri
yetkililerin kullanımına sundu. Sonra zengin aile beyleri ve
delikanlılarının getirtmeye baĢladıkları bu daha konforlu ve çok daha
hızlı "kendi kendine giden" araç, hayvanla çekilen arabaları, hızla
istanbul sahnesinden sildi. Günümüzde, film çekimleri için bir adet
fayton bile zor bulunuyor.
ÇELiK GÜLERSOY
ARABESK
Endülüs'ten Hindistan'a kadar yayılmıĢ olan Ġslam sanatında arabesk, her bölgede
değiĢik motif ve bileĢenleriyle yerel uygulamalara yansımıĢtır.
YaklaĢık 500 yıl Osmanlı payitahtı olan istanbul, bu tür süslemelerin
zirve eserlerinin sergilendiği bir merkez halindedir. Sanatın her
dalında adeta bir "baĢkent üs-
lubu" yaratan bu Ģehrin Osmanlı mimarlık eserleri, karmaĢık/giriĢik kurgulu
süslemeleriyle "arabesk" olarak tanımlanan örneklerin en güzellerini
sergilemektedir.
Arabeski en geniĢ anlamıyla alırsak, erken Osmanlı, klasik devir ve BatılılaĢma
dönemine kadar uzanan çizgide, değiĢen üsluplara uygun olarak
varlığını koruyan seçkin örneklerle karĢılaĢmak her zaman
mümkündür. Malzeme ve teknikten gelen farklılıklar yanında, bazen
geometrik, bazen de bitkisel süslemelerin ağırlık kazandığı örnekler,
eklektik üslup dıĢında, hemen daima bağlı olduğu mimari üslubun
karakterini yansıtmıĢ, mimari bütüne kimlik kazandırıcı bir unsur
olmuĢtur.
Arabesk olarak tanımlanan kompozisyonların klasik devirdeki en seçkin
örneklerinden biri ġehzade Camii'nin (1548) avlu pencerelerinde yer
almaktadır. Dikdörtgen pencere çerçevesinin üstünde yer alan sivri
kemerli alınlık dolgusu, gerek motif düzeni, gerekse malzeme ve
teknik bakımdan dikkate değerdir. Tepede hafifçe sivrilen yarım daire
alana bütünüyle yayılan bitkisel kompozisyon, oyularak indirilen
yüzeylerin kırmızı bir hamurla dolgulanma-sıyla kakma tekniğini
andıran bir tarzda iĢlenmiĢtir. Benzeri konumdaki çini dekorasyona
göre daha sade, kalem iĢi örneklere göre daha dayanıklı olan
kompozisyon, türünün en güzel denemelerinden biridir. Bu teknik
yapının diğer unsurlarında da göze çarpan renkli taĢ iĢçiliği ile üslup
bütünlüğü içindedir. Kompozisyon, yüzeydeki tek renk etkisini
unutturacak derecede güçlü ve doyurucudur. Orta düĢey eksene göre
iki yanda tamamen simetrik düzenlenen kompozisyon, orta eksenden
çıkan dallar, farklı çapta dairesel kıvrımlar yapan dallarla spiral bir
açılma hareketine dönüĢür. Bu tasarım çini ve seramikte "Haliç iĢi"
adı verilen üslubu hatırlatmaktadır. Kıvrım dallara bağlanan rumîler,
yer yer tekrarlanan geometrik düğümlerle dekorasyon, tekdüzelikten
kurtulmaktadır. Gerek desen, gerekse açık-koyu dengesi, gözü
rahatlatan bir sükûnet içinde bütünüyle klasik devir ölçülerine uygun
düĢmektedir.
Abdülmecid tarafından yaptırılan ve 1856'da tamamlanan Dolmabahçe Sara-yı'nın
Dolmabahçe Caddesi'ne bakan saltanat kapısı, bu dönemin en anıtsal
cephelerinden biridir. Daha çok bir dantel dokusu sergileyen dökme
demir kapı kanatları ile farklı kademelerde zengin dekoratif alanlar
halinde düzenlenen kapı kütlesi, plastik unsurların çeĢitliliği ve
ayrıntılarındaki inceliği dolayısıyla etkili bir görünüm sunar. Eklektik
üslubun pek çok unsurunu içeren kompozisyon, farklı sanat okullarına
ait motif ve Ģekillerin yerli yerinde kullanılmasıyla diğer örneklerden
ayrılır. Yuvarlak kemerli orta açıklık ve bunun iki yanındaki
kanatların simetrik kuruluĢu, bütün bu unsurların, yukarıya çıktıkça
bir tuğranın iĢlendiği görülür. Bunun altında dört mısralık tarih kıtası kendisi için
ayrılan alana yazılmıĢtır. Her iki yanda yükselen kuleler, kıvrım dallı
zengin tepelikler, iri rozet motifleri, gir-landlar, istiridye formlarıyla
simetrik düzenin etkisini artırırlar. Yan kanatlar, iki
ARABOĞLU, MELĠDON
292
293 ARAP AHMED PAġA TÜRBESĠ
uçta tepelikli kuleler halinde yükselen daha ince unsurlarla sınırlandırılmıĢtır. Yan
kanatların üst kısmı akroter sırala-rıyla son bulan süslü bir korkulukla
cephelendirilmiĢtir.
DıĢa taĢıntı yapan konsollu bir sun1 durmayla ayrılan alt kesimde, genel
kompozisyonu belirleyen unsurlar Ko-rent baĢlıklı sütunlar ve üçlü
kemer formlarıdır, iri rozetler ve akantus formlarıyla dolgulanmıĢ
bölmelerin yer aldığı friz, cepheyi enlemesine kat eder.
Yan niĢlerin üstü; bitkisel formlar, kartuĢlar, vazo formları ve "C" kıvrımla-rıyla,
çapraz çubuklu ızgara ile dolgulanmıĢ olup, dekoratif yükün en yoğun
olduğu alanlardan biridir. Orta kesim de, Roma zafer taklarında
olduğu gibi tonozla örtülüdür. Bu kısım, cephelerde yarım daire
kemerlerle cephelere açılır. Kemerin üstünde kalan üçgen köĢelikler
daire madalyon içinde rozet ve akantuslarla dolgulanmıĢ, kilit taĢı
zengin bir bitki kompozisyonu ile taçlandırılmıĢ tır.
Kapı cephesinin en çarpıcı unsurlarından biri de dökme demirden kapı kanatlarıdır.
Simetrik iĢlenmiĢ her kanat; çapraz çubuklu kafes Ģeklindeki
Ģebekeler, zengin bitkisel kıvrımlarla bir dantel görünümüne sahiptir.
Dolmabahçe Sarayı'nın saltanat kapısındaki anlayıĢ; 18. ve 19. yy saray ve
kasırlarında görülen eklektik karakteri yansıtmaktadır. Yazı, bitkisel
ve geometrik formlarla Yunan, Roma ve Rönesans mimarisinin çeĢitli
unsurları bir araya getirilmiĢtir. KarmaĢık-giriĢik bezeme olarak, en
geniĢ anlamıyla alınan arabesk karakter, hem klasik Osmanlı hem de
BatılılaĢma dönemine ait Ġstanbul örneklerinde tekrarlanmaktadır.
SELÇUK MÜLAYĠM
ARABOĞLU, MELĠDON
(?, Kayseri - Eylül/Ekim 1742, İstanbul) Ermeni asıllı hassa mimarı. III. Ahmed (hd
1703-1730) ve I. Mahmud (hd 1730-1754) döneminde hassa
mimarlığı yaptı. Sultan Ahmed Camii'nin onarımında çalıĢtı. Tarihçi
Yetvart Alyanakyan'a göre Ģahsi dostluğunu kazandığı Sadrazam
Hekimoğlu Ali PaĢa'nın inĢa ettirdiği külliyenin kalfalığını yürüttü.
Caminin önündeki sebil de onun eseridir.
Ayrıca 1719'da Kumkapı Surp Asd-vadzadzin Kilisesi'nin yeniden inĢasına nezaret
etti. 1722'de yenilenen Samat-ya'daki Surp Kevork Kilisesi'nin
mimarlığını yaptı. 1730'da bir yıl önce yanan Balat'taki Surp
HıreĢdagabet Kilisesi'nin üçüncü inĢaatını yürüttü. Tarihçi Ho-
vannesyan'a göre bu kilisenin yakınında kagir büyük bir evi vardı.
Bibi. Y. Alyanakyan, "Altımermeri Surp Ha-gop Ukhdavayrı"
(Altımermer'deki Surp Ha-gop Adak Yeri), Jamanak, 31 Mart 1945;
S. Hovannesyan, Vibakrutyun Gosdantnubulsa (Ġstanbul Tarihi),
Kudüs, 1967; K. Pamukci-yan, "Ermeniler Hakkında Biyografik
Notlar" (yayımlanmamıĢ çalıĢma).
KEVORK PAMUKCĠYAN
ARABYAN, BOĞOS
(l 742, Kemaliye/Erzincan - 1836, İstanbul) Ermeni asıllı matbaacı. Babası Hovannes
Arabyan da (ö. 1802/1803) matbaacıydı. Mesleğe genç yaĢta
Ġstanbul'da baĢladı. 1778'de babasıyla birlikte MahmutpaĢa Kürkçü
Hanı'nda kurduğu matbaayı 1796'dan sonra tek baĢına yönetti.
1800'den sonra oğulları Ast-vadzadur, Kevork ve Kalust da burada
çalıĢmaya baĢladılar. 1820'de oğullan için Ortaköy'de yeni bir matbaa
açtı.
Boğos Arabyan, 1816'da Matbaa-i Âmire müdürlüğüne atanınca "Araboğlu hurufatı"
olarak tanınan nesih ve ta'lik harfleri hazırladı. Göze daha hoĢ gelen
bu harfler Osmanlı matbaacılığının geliĢmesinde bir aĢama sayılır.
1831'de yayıma baĢlayan Takvim-i Veka.yfn.in Ermenice baskısı da
Boğos Arabyan'ın matbaasında basılmıĢtır. Bibi. Teotik
(Lapçinciyan), Dib u Dar (Baskı ve Harf), Ġst., 1912; K. Gorgodyan,
Hay Dı-bakir Kirkı Gosdantnubolsum (Ġstanbul'daki Ermenice Basılı
Kitap), Erivan, 1964; K. Pa-mukciyan, "1801-1850 Yılları Arasında
Ermenice ve Ermeni Harfli Türkçe Meçhul Baskılar" (Ermenice),
Pazmayep, 1-2, Venedik, 1992.
KEVORK PAMUKCĠYAN
ARABYAN, KALUST
(l 785, İstanbul - 9 Temmuz 1850, İstanbul) Matbaacı ve tarihçi. Boğos Arabyan'ın(-
>) en küçük oğludur. 1800'de babasının matbaasında çalıĢmaya
baĢladı. 1820'den sonra kardeĢleriyle birlikte Ortaköy'deki matbaayı
yönetti. 1846-1850 arasında Takvim-i Vekayfnin Ermenice baskısının
yazıiĢlerini yürüttü. Onun ölümünden sonra gazete kapandı. Kalust
Arabyan'ın Alemdar Mustafa PaĢa hakkında 1815'te kaleme aldığı
Ermenice tarihçe, yazma nüshasından Türkçeye tercüme edilmiĢ ve
Rusçuk Ayanı Mustafa Paşa'nın Hayatı ve Kahramanlıkları adıyla
basılmıĢtır (Ankara, 1943). Ayrıca Hazret-i Süleyman'ın Mesellerim
de Türkçeye çevirmiĢ ve yayımlamıĢtır (1806). Oğlu Harutyun
Arabyan da (1816-1890) matbaacılıkla uğraĢmıĢtır.
Bibi. Teotik (Lapçinciyan), Dib u Dar (Baskı ve Harf), Ġst., 1912; V. K. Gukasyan,
Bolsa-hay Mamuli Iskızpnavorumi (Ġstanbul Ermeni Basınının
BaĢlangıcı), Erivan, 1975; K. Pa-mukciyan, "Ermeniler Hakkında
Biyografik Notlar" (yayımlanmamıĢ çalıĢma).
KEVORK PAMUKCĠYAN
ARAKEL KĠTAPHANESĠ
I. MeĢrutiyet (1876) sonrasında ortaya çıkan "alafranga" kitapçı dükkânlarının
ilklerindendir. Önceleri Galata Köprü-sü'nde gazete müvezziliği
yapan Arakel Topuzluyan tarafından 1875'te Babıâli Caddesi no.
46'da açıldı. Arakel Kitap-hanesi daha çok okullarda okutulan Türkçe
ve Fransızca ders kitaplarının ya-nısıra; Ahmed Rasim, Ahmed Ġhsan,
Ha-lid Ziya gibi dönemin ünlü yazarlarının çeviri ve telif eserlerini de
yayımladı.
KuruluĢundan on yıl sonra 1885'te Türkçe ilk özel kitapçı katalogu sayılması gereken
Esamî-i Kütüktü yayımlayan Arakel Kitaphanesi, bu katalogdaki
kitapları Osmanlı Devleti'nin taĢradaki vilayet ve sancaklarında
dağıtabilmek için 24 merkezde dağıtım örgütü oluĢturdu. Ayrıca
Ġstanbul'da yayımlanan Türkçe ve öteki dillerde gazeteleri de bu yolla
okuyucusuna ulaĢtırdı.
Arakel
Kitaphanesi'ni
kuran Arakel Tozluyan Efendi.
Vahran ve Raçe Dernesesyan, Dib u Dan; ist., 1912
Lütfü Seymen koleksiyonu
1899'da Sirkeci'de Musullu Hanı'nda kendi matbaasını da kuran Arakel Efendi,
Muallim Naci ile birlikte Talim-i Kıraat ve Mekteb-i Edeb isimli okul
kitapları da hazırlamıĢtır.
Arakel, Nisan 1912'de ölünce oğlu Leon bir süre yayıncılığı sürdürdüyse de baĢarılı
olamadı ve Arakel Kitaphanesi 1914'te kapandı.
LÜTFÜ SEYMEN
ARAKĠYECĠ AHMED ÇELEBĠ MESCĠDĠ
Fatih Ġlçesi'nde, KocamustafapaĢa'da, Arabacılar Mahallesi'nde MeĢeli Mescit Sokağı
ile Alayimamı Sokağı'nın dik açı ile kesiĢtiği köĢededir.
Banisi I6l3'te vefat etmiĢ olan Araki-yeci Hacı Ahmed Çelebi'dir. Mezarı caminin
kuzeybatı köĢesinde yer almaktadır. Yapı "MeĢeli Mescit" ve
"Takkeci Ahmed Çelebi Mescidi" olarak da anılmaktadır. 16. yy'da
Mimar Sinan'ın tasarladığı bu eser sonradan değiĢikliklere uğramıĢtır.
Mescitten, Evliya Çelebi Seyahatna-mesi'nde, dörtgen planlı, kesme taĢtan, çatılı ve
taĢ minareli olarak söz edilmiĢtir. Günümüzde ise harinı duvarları
ahĢap hatıllı moloz taĢtandır. Yapı iki sıra kirpi saçak üzerine kiremit
çatı ile örtülmüĢtür. Doğu, batı ve mihrap duvarında iki sıra halinde
sıralanan pencereler, alt kısımda dikdörtgen açıklıklı sövelerle
çerçevelenmiĢ, sivri hafifletme kemerle-
riyle donatılmıĢ, üst kısımda ise yuvarlak kemerli olarak tasarlanmıĢtır. Halk
tarafından maltataĢından tamir ettirilen minare, Ģerefe altına kadar
orijinal olup, Ģerefe ve petek kısmı ise 19. yy'a tarihle-nir. Ayrıca
minarenin gövdesinde demir kenetler göze çarpmaktadır. Yapı 1973'te
yenilenmiĢ ve son cemaat yerine eklemeler yapılmıĢtır. Bununla
beraber son cemaat yerinin iç duvarları bozulmamıĢtır. DıĢ duvarlarda
sıvadan taĢan ve mescide adını veren meĢe direkler görülmektedir.
Ayrıca bu durum, cami ilk yapıldığında burada bir sundurma
bulunduğuna iĢaret eder. Son cemaat yeri ve harim giriĢi sağa
kaydırılmıĢtır. Bursa kemerli son cemaat yeri mihrabı, kuzey duvarı
ekseninde yer almaktadır. Mihrabı zencerek motifi çevrelemektedir.
Harim kısmında, mihrap duvarındaki alt pencerelerin yerine, aynı boyutlarda iki
dolap niĢi konmuĢtur. Alçıdan, altı sıra mukarnaslı yaĢmağı olan
mihrap orijinaldir. AhĢap minberi ise sadedir. Çubuklu ahĢap tavan
19. yy'dan kalmadır. Sonradan bazı değiĢiklikler ve eklemeler
yapılmasına karĢın, yapıda harim kısmının klasik ölçüleri ve mimari
karakteri muhafaza edilmiĢtir.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, I, 200; Öz, İstanbul Camileri, I, 104; Kuran, Mimar
Sinan, 306; Fatih Camileri, 57.
EMĠNE NAZA
Arakiyeci Ahmed Çelebi Mescidi
Araş Neftçi
ARAKĠYECĠ ĠBRAHĠM AĞA CAMĠĠ
bak. TAKKECĠ ĠBRAHĠM CAMĠĠ MESCĠDĠ; SEBĠLLER
ARAMON, GABRIEL de LUETZ d'
(16. yy) Fransız diplomat. Gençliği ve yetiĢmesine dair bilgi bulunmayan Gab-riel de
Luetz, Baron et Seigneur d'Ara-mon et de Valabregues soylu bir
ailedendi. 15. yy'm sonlarında dünyaya geldiği tahmin edilmektedir.
D'Aramon'un
1548'de
Halep'ten
yazdığı
bir
mektuptaki imzası.
Güney Fransa'da Nîmes yakınında olan d'Aramon (veya Aramont) ve Valabregues
arazilerinin 1539'da Guillaume de Saint-Vallier'ye geçmesi üzerine,
bunları silah yoluyla geri almaya çalıĢtığı bilinir. BaĢarıya
ulaĢamayınca, Venedik'e giderek burada Fransa'yı temsil eden
Kardinal Pellicier'nin hizmetine girdi; arazilerine ise kral tarafından el
konuldu. D'Aramon 1541'den itibaren Pellicier'nin ajanı olarak
Ġtalya'da bazı giriĢimlerde bulundu. Bir ara raporunu vermek üzere
Fransa'ya gitti. 1542'de tekrar Venedik'e döndüğünde, burada
Ġstanbul'dan gelen Fransa hükümeti kuryesi Antoine Polin de la Garde
ile karĢılaĢtı. Aramon'un niçin Ġstanbul'a gittiği bilinmez. Yalnız, A.
Polin de la Garde'ın, 16 Mayıs 1543'te Barbaros Hayreddin PaĢa'nın
donanması ile Akdeniz'e açılırken, Ġstanbul'da yerine d'Aramon'u
bıraktığı bilinir. Fakat az sonra Fransa Kralı I. François ile Charles
Quint arasında yapılan Crespy AntlaĢması Osmanlı Devleti aleyhine
olduğundan d'Aramon Ġstanbul'da zor günler yaĢadı. Fransa kralının
elçisi Jean de Montlue ile de aralarında anlaĢmazlık çıkınca d'Aramon
acele yurduna döndü. Az sonra Kral I. François onu resmi elçi olarak
tekrar Ġstanbul'a yollamayı uygun gördü.
D'Aramon, Venedik, Ragusa üzerinden kara yoluyla Edirne'ye geldi, buradan da 14
Mayıs 1547'de Ġstanbul'a ikinci defa ayak bastı. Beraberinde çok
kalabalık bir hizmetliler topluluğu ile birlikte bazı Ġtalyanlar ve
Ragusalılar da vardı. Elçi olarak önce Sadrazam Rüstem Pa-Ģa'yı
sonra da Kanuni Sultan Süleyman'ı ziyaret ederek Fransa kralının
hediyelerini takdim etti. D'Aramon'un görevi, Osmanlı Devleti'ni
Avusturya'ya karĢı bir sefere zorlamaktı. Fakat François'nin ölümü ile
bu plan gerçekleĢemedi.
Yeni kral II. Henri, d'Aramon'un Ka-nuni'nin 1548'de Ġran'a karĢı baĢlattığı sefere
katılmasını istediğinden, 40 deve, 18 katır, 12 yük beygiri, çift katırın
taĢıdığı tahtırevan ve 75-80 kadar atlı ile baĢlarında Fransa
Krallığı'nın üç zambaklı sancağı olduğu halde d'Aramon uzun bir
yolculuğa çıktı. 1550'de Ġstanbul'a geldi ve 1551'de tekrar Fransa'ya
döndü. D'Aramon Cezayir, Malta, Trablus üzerinden hayli maceralara
uğrayarak 21 Eylül 1551'de yeniden Ġstanbul'a geldi. 1552 yazında
Turgut Reis'in donanması ile Akdeniz'e açılan d'Aramon'un sağlığı da
bozulduğundan 14 Eylül 1553'te Fransa'ya döndü. On yıldır süren
hizmetlerinin karĢılığı olarak arazilerim alabileceğini umuyordu.
Fakat kral bu topraklan metresi Diane de Poitiers'nin mülkiyetine
geçirmiĢti. Bu yüzden d'Aramon'a iki ka-
dırga ile Hyeres Adaları'nı bağıĢladı. D'Aramon 1554 baĢında Fransa'da öldü.
D'Aramon, o yıllarda Osmanlı Devle-ti'ne gelen Pierre Belon, Pierre Gilles,
Guillaume Postel, Nicolas de Nicoley gibi araĢtırmacıları himaye
ederek onlara çalıĢmalarında yardımcı olmuĢtur. Andrea Arrivabene
adlı bir Ġtalyan tarafından çevrilen Kuran tercümesinin (Venedik
1547) baĢında da ona büyük övgü vardır.
D'Aramon'un Osmanlı topraklarındaki seyahat hatıraları, bir bakıma kâtibi
durumunda olan Jean Chesneau (de la Regnardiere) tarafından
yazılmıĢtır. Bu seyahatnamenin 5 yazma nüshası Paris'te Bibliotheque
Nationale'da, l tanesi ise Bibliotheque de l'Arsenal'dadır. Bu metin
eksik olarak birkaç defa basıldıktan sonra Arsenal nüshası esas
alınarak Ch. Schefer tarafından 1887'de, etraflı bir önsöz ve çok
zengin açıklama notlan ve konu ile ilgili bazı belgeler ile birlikte
Paris'te yayımlandı.
Seyahatnamede, d'Aramon'un uzun gezilerinde gördüğü yerlere dair bazen kısa bazen
de geniĢ ve ayrıntılı bilgiler bulunmakla beraber, Ġstanbul hakkında da
oldukça değerli görüĢler yer almıĢtır. Bu kitapta Saray-ı Hümayun,
Ayasofya, Fatih Külliyesi, Süleymaniye Camii, At-meydanı ile
buradaki anıtlara dair bilgiler verilmiĢtir. ġehirde Türklerden baĢka
Rumların ve Yahudilerin yaĢadığına iĢaret edildikten baĢka, burada
çok sayıda Ġtalyan tüccarın, onlara nispetle çok daha az Fransızın da
bulunduğu kaydedilmiĢtir. Bedesten ve esir pazarından baĢka, çeĢitli
vahĢi hayvanların bulundukları yerleri de anlatan eserde, Tersane ve
Tophane'den de bahsedilir. Ayrıca kitabın içinde oldukça etraflı
surette Osmanlı saray teĢkilatı ile Ġstanbul'da marifetlerini gösteren
cambazların ĢaĢılacak hünerleri de anlatılmıĢtır.
Bibi. J. Chesneau, Le voyage de Monsieur d'Aramon, ambassadeur pour le Roy en
Le-vant faict de Paris â Constantinople l'an 1547, Paris, 1887
(tıpkıbasımı, Geneve, 1970); Baron de Testa, Recueil deş traites de la
Porte Ottomane, Paris, 1864, I, s. 37, 47-66 (anlaĢmalar hakkında); J.
Ebersolt, Constantinople byzantine et leş voyageurs du Levant, Paris
1918, s. 84-86; C. Dana-Rouillard, The Türk in French History,
Thought and Literatüre, Paris, 1940, s. 122-126, 195-200, 212-213,
521; L. Farges, "Aramon", La Grande Encyclopedie, III, s. 538; S.
Eyice, "Aramon", ISTA, II, 965-966; ay, "Aramon", DlA, III, 270-272;
S. Yerasimos, Leş voyageurs dans l'Empire ottoman (XTVe-XVIe
siecles), Ankara, 1991, s. 211-214.
SEMAVĠ EYĠCE
ARAP AHMED PAġA TÜRBESĠ
bak. KEġFÎ CAFER EFENDĠ TEKKESĠ
ARAPCAMÜ
294
295
ARAPÇA BASIN
jütü
"-•-r- ı v *• i *^'I iiîi-i-:;l *S».âf
j£i$Ü
İstanbul'da yayımlanan Arapça gazete el-Cevaib'in 31 Mayıs 186i tarihli birinci
sayısı (solda), Arapça yayın da yapan Malumat 'in 24 Ekim 1895
tarihli Arapça nüshası (sağda). Nuri Akbayar koleksiyonu
ARAPCAMÜ
Halic'in Galata yakasındaki en büyük camii olan Arap Camii'nin esasının,
Byzantion'u kuĢatmaya gelen Arap kuvvetleri tarafından 7l6-717'de
kurulduğu yolunda bir efsane varsa da, bunun tarihi gerçeklere
uymadığı bellidir.
Araplar Ġstanbul önlerine gelerek Ģehri kuĢatmıĢ olmalarına rağmen, burada kagir bir
camileri olmamıĢtır. Zaman zaman imparatorlarla yapılan anlaĢmalar
ile Byzantion'a gelen Müslümanlar için bir cami yapımına izin
verilmekle beraber, bunun surların içinde değil, dıĢında olduğu ve
politik durumun dalgalanmasına göre tahrip edildiği veya ihya olduğu
bilinir. Zaten Arap ordu ve donanması kuĢatmayı kaldırarak geriye
çekildikten sonra, bir caminin burada kalması düĢünülemez.
Bazı tahminlere göre Arap Camii olan binanın yerinde evvelce bir Bizans kilisesi
vardı. Bazı duvar kalıntıları bunu gösterir. Kilisenin Aya Eirene adına
olduğu yolundaki görüĢ ise sadece bir tahmine dayanır. Bu Bizans
dönemi kalıntılarının üzerinde 13. yy'da Latinler tarafından bir kilise
inĢa edilmiĢtir. Bu sıralarda Galata, Ġtalyan ticaret Ģehirlerinden
Cenova'nın idaresi altındadır. Kilisenin San Paolo adına olduğu
bilinir. Yine Latin idaresi sırasında, 1233'e doğru San Paolo
Kilisesi'ne komĢu olarak, Dominiken tarikatı tarafından bir manastır
tesis edilmiĢti. ÇeĢitli belgeler bu manastırın varlığım gösterdikten
baĢka,
Arap Camii
Hazım Okurer, 1993
Arap Camii'nin döĢemesi altında bulunan çok sayıdaki mezar kitabesi, en erken
olarak 1325'ten itibaren buraya Ce-novalıların (Cenevizlerin)
gömüldüklerini gösterir. Kilisenin bitiĢiğinde bulunan Meıyem ve
Nikola adlarına iki Ģapel bazı ileri gelen Ceneviz ailelerinin mezar
Ģapelleri idi.
Papa XII. Gregorius'un 1407'de tami-
Arap Camii'nin içinden bir görünüm. Hazım Okurer, 1993
ri için destek olduğu kilise, 14. yy içlerinde burayı kullanan Dominikenlerin, tarikat
baĢı olan azizin adını alarak San Domenico Kilisesi olmuĢ ve her iki
ad beraberce kullanılmıĢtır (San Paolo e San Domenico). Ġstanbul'un
1453'te fethinin arkasından alınan yerlerde, en büyük kilisenin camiye
çevrilmesi geleneği uygulanmıĢ, Cenovalılar ile Fatih Sultan Mehmed
arasında bir dostluk anlaĢması olmasına rağmen, Türk kaynaklarında
Mesa Domeniko Ģeklinde adlandırılan kilise 1475'e doğru Galata
Camii adıyla camiye çevrilmiĢtir. Eski kilise, doğrudan doğruya Fatih
vakıflarından biri olarak cami yapılrmĢtır. 1492'de Ġspanya'dan göçe
zorlanan Endülüs Arap-larımn, bu cami çevresine yerleĢmesi ile de
burası Arap Camii olarak adlandırılmıĢtır. Bu hususta sonraları
yaratılmıĢ baĢka efsaneler de olmakla beraber en doğru yaklaĢım
budur.
Arap Camii, III. Mehmed döneminde (hd 1595-1603) bir tamir gördükten sonra,
1731'deki Galata yangınının arkasından 1147/1734'te Galata'nın bu
bölgesinde hayır eserleri yaptıran I. Mahmud'un (hd 1730-1754)
annesi Sali-ha Sultan tarafından büyük ölçüde restore edilmiĢ, bir de
Ģadırvan yapılmıĢtır. Cami, 6 Cemâziyülevvel 1222/12 Temmuz
1807'de bir yangın geçirmiĢse de hemen tamir edilmiĢtir. Bu tamir ile
birlikte Divan-ı Hümayun kâtiplerinden Hacı Emin Efendi tarafından
binanın manzum bir tarihçesi yazılarak taĢa iĢlenmiĢ ve mihrabın
sağındaki duvara konulmuĢtur. Bu manzumede caminin esasının
Mesleme bin Abdülmelik'e (ö. 738 ?) dayandığı uzun uzadıya
anlatılır.
Arap Camii'nin önemli ölçüde büyük bir onarımı 1285/1868'de II. Mahmud'un kızı
Âdile Sultan ile kocası Mehmed Ali PaĢa tarafından yapılmıĢtır. Bu
sırada avlunun altına bir sarnıç ile
Ģimdi görülen Ģadırvan da inĢa edilmiĢtir. Balkan Harbi'nden az önce caminin tekrar
tamirine giriĢilerek, bütün çatısı açılmıĢ ve 1913'te yapılan bu
çalıĢmalarda binada değiĢiklikler yapılmıĢtır. Bu sırada ahĢap
döĢemenin altından çok sayıda kitabeli ve armalı mezar taĢları
meydana çıktığından, bunlar Arkeoloji Müzesi'ne taĢınmıĢtır. Ayrıca
binanın doğu kısmında Bizans üslubunda bazı fresko resimlere de
rastlanmıĢ, çok sayıda Bizans korkuluk levhaları bulunmuĢtur. Giritli
Hasan Bey adında bir kiĢinin kontrolünde yapılan bu tamirde, avlu
tarafındaki cephe ileriye alınmıĢ, Arap mimari üslubunu taklit eden
yeni bir son cemaat yeri ilave edilmiĢ, mahfiller, ahĢap direkler
üzerine yeniden inĢa edilmiĢtir. Mihrabın yanındaki hücrenin,
"Mesleme'nin Çilehanesi" olarak düzenlenmesi ve kaldırılan hünkâr
mahfili merdiveninin yerinde, rüya ile keĢfedildiği söylenen Arap
Baba merka-dinin yapılması yakın tarihlerde gerçekleĢmiĢtir. Son
yıllarda, kilisenin çan kulesi olan, çok değiĢik biçimli minaresi küçük
bir tamir görmüĢtür.Bu minarenin ġam'daki Emeviyye (Ümey-ye)
Camii minarelerine çok benzemesi de camiyi Araplara bağlayan
efsaneyi desteklemiĢtir.
Arap Camii esasında dikdörtgen planlı ve gotik üslupta bir yapıdır. Minareye yakın
duvarda esasları gotik kemerli bir-iki pencerenin izleri fark edilir.
Dominiken kiliselerinin kuleleri biçiminde olan kare kesitli minarenin
de altında gotik sivri kemerli bir dehliz, avluya geçilmesini sağlar.
Kulenin üçüz pencereleri örülerek mazgal biçimine sokulmuĢtur.
Caminin içinde mihrap bölümünde gotik mimarisinin en baĢta gelen
özelliği olan kaburgalı tonozlar görülür. Mihrap ve hünkâr mahfili ile
yan kapıların röve-leri, barok üslupta olduklarına göre 1734/35'te
Saliha Sultan tarafından yapılan tamir dönemine ait olmalıdır.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, II, s. 30-31; Raif, Mir'at, 463; Celal Esad (Arseven), Eski
Galata ve Binaları, Ġst., 1329, s. 46-51; F. M. Has-luck, "The
Mosques of the Arabs", The An-nual of the British Scholls at Athens,
XXII (1916-1918), s. 157-174; J. Ebersolt, "Arab Djami et ses
sculptures byzantines", Mission Archeologique de Constantinople,
Paris, 1921, s. 38-44; M. Canard, "LeĢ expeditions deĢ Arabes",
Journal Asiatique, S. 208 (1926), s. 94-95; T. Öz, Zwei
Stiftungsurkun-den Sultan Mehmed JI, Ġst., 1935, s. IX; Fatih
Vakfiyeleri, Ankara, 1938, s. 202, 258; E. Dal-leggio d'Alessio, Le
pietre spolerali di Arab Giami, Genova, 1942; A. M. Schneider-M. is.
Nomidis, Galata. Topographisch-Archâolo-giscber Plan, Ġst., 1944, s.
19, 25-26, 28; B. Palazzo, L'arab Djami ou Eglise Saint-Paul â
Galata, ist., 1946; S. Eyice, "Arab Camii", ISTA, II, 936-947; ay,
"Arab Camii", DlA, III, 326-327; Müller-Wiener, Bildlexikon, 79-80.
SEMAVĠ EYĠCE
ARAPÇA BASIN
Ġstanbul'da ilk Arapça gazete, resmi yayın olan Takvim-i Vekayi'nin (1831) Arapça
nüshasıdır. Etkisi ve ömrü az olmuĢtur. Ama Kırım SavaĢı'ndan
(1853-
1856) sonraki koĢullar yeniden Arapça bir gazeteye ihtiyaç yarattı. Çünkü Mısır'daki
basın resmi niteliğiyle yaygınla-ĢamamıĢtı. Fransa, Arapça konuĢulan
sömürgeleri için kendi kontrolünde ve buraların Ġslam dünyası,
özellikle Osmanlı Devleti ile iliĢkilerini kesecek nitelikte yayınlar
yaptırıyordu. Ġstanbul'da ilk özel giriĢim 1850'lerin sonlarında
Miratü'l-Ahval ile yapıldı. Ama Tercüman-ı Ahval'in belirttiği gibi
"tarafsızlık ve hakkaniyete riayet etmediğinden", açıkçası Babıâli'nin
çizgisine uymadığından kısa süre sonra kapatıldı.
1860'ta Beyrut ve ġam'da çıkan kanlı olaylar, Beyrut'un Arapça gazetesi Ha-dikatü'l-
Abbar'm önemini artırdı, nitekim olayları bastırmakla görevlendirilen
Fuad PaĢa bunu vilayetin resmi gazetesi haline dönüĢtürdü. Ancak,
resmi yayınların arzulanan etkiyi yaratamadığını artık fark eden ve
1860'ta ilk özel Türkçe gazeteye izin veren Babıâli, aynı uygulamayı
Arapça için de yapmak gereğini hissetti. Böylece ortaya çıkan el-
Ceva-ib(~>) gazetesi ve matbaasının yayınları, Ġstanbul'u, yirmi yıl
kadar Arapçanın merkezi haline getirerek, Osmanlı Dev-leti'nin o
dönem ve daha sonraki politikaları üzerinde etken oldu. Bir yandan da
Tanzimat'ın felsefesinin sadece Arap dünyasına değil, Hindistan'a
kadar yansıtılmasına, Türkçerıin Avrupa'dan aldığı yeni fikir ve
terminolojinin Arap diline geçmesine katkıda bulundu.
Gazeteyi çıkaran Farisu'Ģ-ġidyak'-tı(-»). Farisu'Ģ-ġidyak, 1859'da Abdülme-cid'in
çağrısı üzerine Ġstanbul'a geldi ve Matbaa-i Âmire'de baĢmusahhihliğe
atandı. 31 Mayıs 186l'de Babıâli'nin maddi desteğiyle el-Cevaib'i
yayımlamaya baĢladı. Tercüman-ı Ahvalin "ilmen
ve edeben ehliyeti müsellem" diye övdüğü ġidyak, gazetesinin amacını, ülkedeki
Arap kesimi dünya ahvalinden ve özellikle Osmanlı yönetiminin
görüĢleriyle iyi niyetinden haberdar etmek olarak belirtir. Birinci
sayıdaki sunuĢunda yeni uygarlığı Doğulular arasında yaymayı
tasarladığını, Doğuluların haklarını da Batılılara karĢı savunmayı
amaçladığını kaydetmiĢtir.
ġidyak'ın el-Cevaib aracılığıyla faaliyeti iki alanda olmuĢ ve Ġstanbul'un bir kültür
merkezi olarak Ģekil almasına katkıda bulunmuĢtur. Birincisi Ġslam
dünyası ile iliĢki kurup haber alıĢveriĢini yoğunlaĢtırmaktır. Bunu
yaparken gazete Tanzimat ilkelerini savunmuĢ, Osmanlı politikalarını
övmüĢtür. BaĢlangıçta sadece 6 yerde temsilciliği varken, 1875'te
Avrupa'da ve Ġslam dünyasında 6l temsilciliği olduğu görülüyor.
Bunlar Cezayir (5), Tunus, Mısır (23), Suriye ve Arap Yarımadası
(22), Hindistan (6), Londra, Viyana, Paris, Leipzig olarak dağılmıĢtı.
Çoğu yerde Osmanlı konsolosluğunun dahi bulunmadığı bir dönemde
bu ağ büyük bir baĢarıydı ve sadece gazetenin satıĢı için değil, haber
toplama açısından da önemliydi. Böylece Ġstanbul özel bir haber alma
ağına sahip oldu. Sultan-halifeye bağlılık mesajları, 1877-1878
Osmanlı-Rus Sava-Ģı'nda Tunus'tan ve Hindistan'dan gelen bağıĢların
listeleri, Cezayir ihtilalcilerinin mesajları, sömürgeleĢmesi hızla
ilerleyen Ġslam toplumlarının Ġstanbul'a yönelmesini teĢvik etmiĢtir.
Bu doğal eğilimi panislamcılık olarak niteleyen Avrupalılar,
sorumlusu saydıkları el-CevaiV'ı yasaklamıĢlardır. Oysa gazete tam
anlamıyla Tanzimatçı idi ve din tartıĢmasını reddedip, ıslahatı
savunuyordu; tabii
ARAPKAPISI MESCĠDĠ
296
297
ARAYICI ESNAFI
R Ġ
D Ġ
R
N
Hicrî 1207 - Milâdî 1793 Ramazanı arifesinde III. Selim'in katıldığı tören
"Cuma günü yevm-i arife olmağla Cuma namazını eda içün Ayasofya-yı Ke-bir'i
teĢrif edib namazdan sonra Topkapu Sarayı'na döndü. TraĢ olub
abdest tazeledikten sonra Hırka-i ġerif Odası'm teĢrif eyleyüb ikindi
namazını eda etti. Sonra devletin eski geleneklerinden olan arife
divanı içün Arz Odasını teĢrif ve arife merasimi icra edildikten sonra
Silahdarağa Yeri'ni Ģereflendirdi. Mehterhane ve ağaların
merasimlerini ve tomak oyununu temaĢa eyleyüb paralar saçtırt-dı.
AkĢama kadar eğlenüb iftar için iffet-saray-ı Ģahanelerini (harem)
teĢrif buyurdular."
Sırkâtibi Ahmed Efendi, Ruznâme (haz. V. S. Arıkan), Ankara, 1993, s. 125
Hicrî 1227 - Milâdî 1812 Ramazanı arifesinde II. Mahmud'un katıldığı tören
"Arife günü PadiĢah Yalı KöĢkü'ne gelip buradan Hırka-i ġerife geçti. Sünnet
Odası'nda saltanat kisvesiyle ve cemaatle birlikte ikindi namazını
kıldı. Ka-nun-ı kadim üzere Arzodası'na geçti. Hasodalı Ağalar,
üsküflü kaftanlar giymiĢ olarak Babüssaade'nin iç kapısına dizilip
törene katıldılar. Arzodası dıĢına kurulmuĢ sedefli tahta padiĢah
oturunca davullar çalındı. Divan çavuĢları aleyke avnullah duasını
göklere çıkardılar. TaĢra mehterleri de beĢ on dakika kadar kös
vurdular. Bayram, âleme ilân edildi. PadiĢah Arzodası'na geçti.
Ġmamlar hatipler huzuruna çıkıp aĢir okudular. Bitince Silahdar
KöĢkü'ne geçildi. Üç Odanın (Kiler, Sefer, Hazine) ağaları takiye
fesleri ile acaib kıyafette huzura dizildiler. Çuhadar Ağa da Silahdar
Ağanın hediyesi olan ata binib dolaĢtı. Sonra ağalar tomak oynadılar.
PadiĢah bunlara altın, Silahdar Ağa ise gümüĢ paralar dağıttılar.
Herkes odalarına döndü. PadiĢah da iftar için Mustafa PaĢa KöĢkü'nü
teĢrif etti." Hafız Hızır llyas Ağa, Tarih-iEnderun -Letâif-iEnderun,
(Çev. C. Kayra) ist., 1987, s. 70
zans binasının Planı ani"' "
, L. y J ..pV».^" '£Ġ-1A-1 ı^y i J ı »«->• •-•-"-
;«\36fverimli bir bes-
™ ~^^â Ģarkı bestele-
^- tJz'in verdiği bir
v~ VJy5$sam ve usulde bes-
V>e ^/Mecmua-i Arifi adlı
f Jûası yayımlamıĢtır. Kür-
Jakamını terkip etmiĢ, mü-^ulünü düzenlemiĢtir. Arif xDnra bu makam ve usulde bir-
_-r verilmiĢtir. Arif Bey, Kanuni Meı^ied Bey, Mustafa Servet Efendi,
Zati Arca, Levon Hancıyan, Lem'i Atlı, Bimen ġen ve ġevki Bey gibi
birçok öğrenci yetiĢtirmiĢtir.
Dede Efendi'den sonra, sarayda yaygın olan Batı müziğine karĢı, Arif Bey'in "Ģarkı"
formuyla Türk musikisini ayakta tuttuğu görülür. Yüzyıllardır birinci
planda bulunan kâr, beste, semai gibi beste Ģekillerinin yerini Ģarkı
formuna bırakması büyük bir değiĢimdir. GeçmiĢte de kullanılan Ģarkı
formu, Arif Bey'le gerçek kurallarını bulmuĢ, Ģekilde kesinlik
kazanmıĢtır. Sonraki bestekârların hemen hepsi, Arif Bey'in açtığı bu
yolda Ģarkılar bestelemiĢlerdir.
Hacı Arif Bey, binden fazla eser bestelemiĢtir. Bugün elimizde dini ve dindıĢı
formlarda üç yüz seksen dolayında eseri bulunmaktadır. Nihavend
"Bakmıyor çeĢm-i siyah feryade", "Vücud ikliminin sultanısın sen",
"Ben bûy-i vefa bekleriken suy-i çemenden"; mahur "Gösterip ağyare
lütfün bizlere bigânesin"; muhayyer "Ġltimas etmeye yâre varınız" çok
sevilen ve sık sık okunan yüzlerce Ģarkısından birkaçıdır. Bibi. Y.
Öztuna, Hacı Arif Bey, Ankara, 1986; S. Y. Ataman, Mehmed Sadi
Bey, Ankara, 1987; Ġnal, Hoş Şada.
FATĠH SALGIR
ARĠF BEY (ÇarĢambalı)
(?, İstanbul - 1892, İstanbul) Sülüs, celi sülüs, nesih ve ta'lik hattatı, Ġstanbul'da
ÇarĢamba semtinde oturduğu için "ÇarĢambalı" unvanıyla anılırdı.
Uzun yıllar Maliye Nezareti Mektubi Kalemi'nde çalıĢan Arif Bey,
sülüs ve nesihi, HaĢim Efendi'den(-«); taliki Sami Efendi(->) ile
Ġsmail Hakkı (Kıbrısîzade) Efendi'den meĢk etti. Sonraları Ali Haydar
Bey'e(->) devam edince, bunu duyan Sami Efendi'nin Arif Bey'i "Ben,
hocamı ölünceye kadar bırakmadım ve çok feyz aldım" sözleriyle
tenkit ettiği söylenir.
Çifte yazı (oynak yazı veya müsenna yazı da denir) yazmakta ustaydı. Bir baĢka
özelliği de, imzasız yazıların kime ait olduğunu anlamasıydı.
Yazdığı Kuran ve Delâil-i Hayrat nesihte usta olduğunu gösterir. Yalnız bu Kuran'ın
iki cüzüne hareke koymaya ve sonuna imza atmaya ömrü yetmemiĢtir.
" Ta'lik ile de uğraĢan hattat bu yazıda Yesarîzade Mustafa Ġzzet, sülüs ve nesihte
Hafız Osman, celi sülüste de Mustafa Rakını ekolüne bağlıdır.
Eserleri pek yaygın değildir.
Bibi. Ġnal, Son Hattatlar, 49-53; Rado, Hattatlar, 226-227; U. Derman, Hattat "Hacı
Arifler. Ġst., 1965.
ĠSTANBUL
ARĠF DEDE TEKKESĠ
bak. KAPIAĞASI MESCĠDĠ VE TEKKESĠ
ARĠF EFENDĠ (Kethüdazade)
(l 771, İstanbul - 28 Şubat 1849, İstanbul) Tanzimat öncesi Ġstanbul'unda ilmiye
sınıfından olmasına rağmen yeniliğe açık görüĢleriyle dikkati çekmiĢ
bir kiĢidir.
Dedesi Yusuf Ağa III. Selim'in annesi MihriĢah Valide Sultan'ın kethüdasıydı. Bu
görevi dolayısıyla padiĢahın yakın çevresinde bulunmuĢ ve Nizam-ı
Cedid hareketinin de destekleyicileri arasında yer almıĢtı. Yusuf Ağa
bu tutumun bedelini III. Selim'in tahttan indirilmesinden (1807) sonra
idam edilerek ödemiĢti. Babası Mehmed Sadık Efendi (1747-1818) ise
ilmiye sınıfındandı. Medrese öğrenimi görmüĢ, kadılıklarda
bulunmuĢ, Rumeli kazaskerliğine kadar yükselmiĢti.
Arif Efendi de babası gibi medrese öğrenimi gördü. 1795'te imtihanla müderris oldu.
Ama bununla yetinmeyerek dönemin tanınmıĢ müderrislerinden
riyaziye (matematik), hey'et (astronomi), felsefe, mekanik, edebiyat,
tasavvuf gibi alanlarda özel dersler aldı. Tıp ve musikiyle de ilgilendi.
1822'de Halep kadılığına atandı. 1832'de Bursa kadısı oldu. 1836'da
Mekke, 1838'de de Ġstanbul payesini aldı. 1847'de Anadolu
kazaskerliği payesine yükseldi.
Arif Efendi ilmiye sınıfındaki bozulmayı yakından bildiği için Halep kadılığı dıĢında
fiilen görev yapmamıĢ, 1824'ten ölümüne kadar Ġstanbul'da bulunduğu
sürede özel dersler vererek birçok öğrenci yetiĢtirmiĢtir. Bu arada
BeĢiktaĢ Cemiyet-i Ġlmiyesi(->) üyesi olduğu için 1826'da
yeniçeriliğin kaldırılması olayında BektaĢilikle suçlanmıĢsa da
hayatına dokunulmamıĢtır.
Arif Efendi Tanzimat öncesi dönemde yeniliğe açık düĢünceleri ve davranıĢlarıyla
dikkati çekmiĢtir. Osmanlı Devleti'nin kurumsal yapısındaki
çözülmenin ardındaki zihniyeti eleĢtirmiĢ, Batı'nın bilim, eğitim ve
teknoloji alanındaki ilerlemelerini övmüĢ, bunların mutlaka örnek
alınmasını savunmuĢ, sarığı ve cüppesiyle kiliselere giderek,
yabancıların balo davetlerine katılarak taassuba meydan okumuĢtur.
Arif Efen-di'nin hayatından sayfalar, çeĢitli konular, olaylar ve
geliĢmeler karĢısında sergilediği davranıĢlar öğrencilerinden Emin
Efendi'nin yazdığı Menakıb-ı Ket-büdazade (Ġst., 1877; 2. bas., Ġst.,
1888) adlı kitapta ayrıntılı biçimde aktarılmıĢ-
tır. ġiirlerinin bir bölümü de ölümünden sonra öğrencisi Ahmed Tevhid Efendi
tarafından derlenip Divan-ı Kethüdaza-de Arif adıyla yayımlanmıĢtır
(Ġst. 1855).
Bibi. Sicill-i Osmani II, 248; ae; III, 273; ae, IV 668-669; Fatin Davud, Tezkire-i
Hâtime-tü'l-Eş'ar, Ġst., 1271. s. 261-202; Ergun, Türk Şairleri. I, 66-
69; inal, Türk Şairleri, 16-20; Ġ. H. UzunçarĢılı, "Nizam-ı Cedid
Ricalinden Valide Sultan Kethüdası MeĢhur Yusuf Ağa ve
Kethüdazade Arif Efendi", Belleten, no. 79, 1956; E. insanoğlu, "19.
Asrın BaĢlarında -Tanzimat Öncesi- Kültür ve Eğitim Hayatı ve
BeĢiktaĢ Cemiyet-i ilmiyesi Olarak Bilinen Ulemâ Grubunun
Buradaki Yeri", Osmanlı ilmî ve Meslekî Cemiyetleri, ist., 1987.
ĠSTANBUL
ARĠF EFENDĠ (Bakkal)
(1830, Filibe [bugün Bulgaristan'da] -17 Eylül 1909, İstanbul) Sülüs, nesih hattatı.
Emîr ġeyhi diye bilinen Süleyman Efendi'nin oğludur. Ataları, I. Mu-
rad zamanında ordu Ģeyhi olarak Filibe'nin alınıĢından sonra buraya
yerleĢmiĢti. Arif Efendi'nin tam adı el-Hac Ahmed Arif Efendi'dir.
Yazılarında bazen El-hac ve Seyyid kelimeleriyle birlikte Ahmed
adını da kullanırdı. Medrese eğitimini Filibe'de yaptığı sırada YürüyüĢ
Camii hatibi hattat Hafız Ġsmail Efendi'den yazı öğrenerek icazetname
aldı. Genç yaĢında hacca gittikten sonra 1877-1878 Osmanlı-Rus
SavaĢı sırasında Ġstanbul'a geldi ve SaraçhanebaĢı'nda bir bakkal
dükkânı açtı. Bir yandan da yazı ile meĢgul oldu. Kayınbiraderi hattat
Hulusi Efendi'nin yardımıyla ünlü hattat ġevki Efendi'ye müracaat
etti. On öğrenciden baĢkasına ders vermeyen ġevki Efendi, Arif
Efendi'nin yazılarını görünce "O tahdit senin gibiler için değil"
diyerek kendisini çıraklığa kabul etti. Arif Efendi 40 yaĢından sonra,
kendisinden bir yaĢ büyük olan ġevki Efendi'den aldığı dersler
sayesinde terakki ederek 1884'te ikinci icazetnamesini aldı. Bir hilye
olan icazetname Topkapı Sarayı Müzesi'ndedir.
Arif Efendi, açılan imtihanı kazandıktan sonra Nuruosmaniye Camii Vakfı yazı
hocalığına baĢlayınca dükkânını kapatarak zamanını tamamıyla yazıya
ayırdı. Haftada iki gün ders vererek öğrenci yetiĢtirdi. Hastalanıncaya
kadar kalemi elinden bırakmadı. Çabuk ve tashihsiz yazmasıyla ün
salmıĢtı. Kabri Edirnekapı Mezarlığı'ndadır.
Arif Efendi sülüs ve nesih hatla çok sayıda meĢk, kıt'a, hilye, murakka, ev-rad, delâil
ve levha kaleme almıĢtır. ġevket Rado, Türk Hattatları adlı eserinde,
hattatın Kuran yazdığından bahsedilmemiĢ olmasına rağmen, yazılıĢ
tarihi belli olmayan "es-Seyyid el-Hac Ahmed Arif" imzalı bir Kuran
gördüğünü ve bunun ona ait olabileceğini bildirir. Yazdığı delâilden
biri Medine Kütüpha-nesi'ne hediye edilmiĢtir. Biri de Mısır Hıdivi
Ġsmail PaĢa'nın oğlu Hüseyin Kâmil PaĢa için yazılmıĢtır. Ġstanbul'da
ġehzade Camii'nin Vefa tarafındaki kapısı üstündeki besmelesi pek
meĢhur-
dur. Sami Efendi, öğrencisi hattat Nec-meddin Efendi'ye (Okyay) "Dünya kurulalı
böyle celi bir besmele yazılmamıĢtır" demiĢtir.
"Bakkal" veya "Filibeli" lakaplanyla anılan Arif Efendi hem çok yazmıĢ hem de çok
öğrenci yetiĢtirmiĢtir. Öğrencisi Küçük Hamdi Efendi (Yazır), Sami
Efendi'nin Ģu sözlerini nakletmiĢtir: "Arif Efendi yazmıĢtır. Yazıları
içinde öylesi vardır ki bakılmaz; öylesi vardır ki yazılmaz".
YetiĢtirdiği öğrenciler arasında Hamdi Efendi (Yazır), ġeyh Abdü-
laziz, Fetva Emini Nuri Efendi oğlu Re-biî Molla, Kayserili
Abdülkadir, Harbiye Nezareti memurlarından Re'fet, Nec-meddin
Okyay, Osman Ağa Camii hatibi Abdülkadir ve oğlu Mustafa Rakım
en tanınmıĢlarıdır.
Arif Efendi, sülüs ve nesihte Hafız Osman, celi sülüste Mustafa Rakım ekolünü takip
etmiĢtir.
Bibi. Ġnal, Son Hattatlar, 54-57; Rado, Hattatlar, 238-239; U. Derman, Hattat "Hacı
Arifler, ist., 1965.
ALĠ ALPARSLAN
ARĠF HĠKMET BEY
(?, Yugoslavya - 13 Kasım 1918, İstanbul) Sülüs ve nesih hattatı. Hafız Ham-za
Efendi'nin oğludur. Genç yaĢta Ġstanbul'a geldi. Bir süre Enderun'da
bulundu. Hattat Bakkal Arif Efendi'den(-0 sülüs ve nesih yazı meĢk
etti. Bir süre Matbaa-i Âmire hattatlığında bulundu. Sonraları
Kahramanzade Hanı'nda açtığı yazıevinde isteyenlere yazı yazdı;
1914'te açılan Medresetü'l-Hattatin'in müdürlüğüne tayin edildi.
Burada da fazla kalmayan hattat, Babıâli Cadde-si'nde "Yazı Yurdu"
adında bir yer açtı ve serbest hattat olarak çalıĢtı. 1918'de veremden
öldü. Mezarı Sümbül Efendi Camii haziresindedir.
Arif Hikmet Bey, birinci sınıf bir hattat değildir. Bununla birlikte kartvizit
kompozisyonlarında maharet gösterdiğine Ģüphe yoktur. Kendi icadı
olan ve harfleri sümbülü andırdığı için hatt-ı sünbülî (sünbül yazısı)
olarak adlandırdığı yazı türü dolayısıyla tenkide uğramıĢtı. Yazıda
yenilikçi olduğu anlaĢılan Arif Hikmet Bey'in eserleri yaygın değildir.
Bibi. inal, Son Hattatlar, 58-62; Rado, Hattatlar, 249; M. Z.^KuĢoğlu, "Osmanlı
Kartvizitleri ve Hattat Arif Hikmet Bey", İlgi, no. 46, Ağustos 1986, s.
31-35.
ALĠ ALPARSLAN
ARĠFE DĠVANI
Arife muayedesi, arife merasimi de denmiĢtir. Osmanlılar döneminde Ġstanbul'da
Ramazan ve Kurban bayramları arifelerinde yapılan törenlerdi. Bu
törenlerle Ġstanbul halkı baĢka bir havaya girer, çarĢı pazar
hareketlenir, saray ve yönetim açısından da bayramın törensel
yükünün bir bölümü arife günlerinde yerine getirilirdi.
Tevkiî Abdurrahman Paşa Kanunnamesi ile vekayiname ve ruznameler-
deki bilgilere göre "tehniye-i iydiye" de- j nen bayram kutlamaları, Ramazanın 27. j
günü baĢlamakta ve bayram günleri bo-1 yunca sürmekteydi. Kurban
Bayramı • öncesinde de üç gün süreyle benzeri törenler yineleniyordu.
Amaç, baĢkent halkını bayram heyecanı ile hareketlendirmek ayrıca
padiĢahın ve devlet adamlarının bayram günlerindeki tebrik ,
kabullerini bir oranda azaltmaktı.
Ramazanda arife törenleri 27. gün baĢlardı. O gün Ģeyhülislam tören giysisi ve
maiyetiyle PaĢakapısı'na gelir, re-isülküttab, mektupçu, teĢrifatçı,
selam ağası, muhzır ağa ve PaĢakapısı erkâ-nınca törenle karĢılanırdı.
Divanhane önünde sadrazam binektaĢına kadar ilerler, buradan
birlikte yürüyerek içeri girer ve yaklaĢan bayram nedeniyle teb-
rikleĢirlerdi. Sadaret Arzodası'ndaki baĢ baĢa görüĢmelerinde her ikisi
de törene özgü kavuk ve sarıklarını çıkartıp adi destar ve küçük tepeli
ile otururlardı. Bu sırada salonda gülsuyu serpilip buhurdan
dolaĢtırılır, ramazan olması nedeniyle ikramda bulunulmazdı. Aynı
gün ve izleyen 28., 29. günlerde ise vezirler, emekli vezirler, ilmiye
sınıfı ricali, ocak ağalan, kazaskerler, selatin Ģeyhleri (büyük
camilerin vaizleri), sarayın ve PaĢakapısı'nın üst düzey görevlileri,
örneğin Ģikâr ağalan, mirahur ağa, kapıcı-baĢı, mir-i alem vakıf
mütevellileri, âsi-tane denen büyük dergâhların Ģeyhleri, sırayla
sadrazamı, Ģeyhülislamı, vezirleri ziyaret ve tebrik görevini yerine
getirirlerdi. Bu üç gün boyunca süren ziyaret ve kutlamalarla
Ġstanbul'daki protokole dahil kiĢilerin kendi aralarındaki
bayramlaĢmaları tamamlanmıĢ olur, yal-
nızca bayram sabahı sarayda yapılması gelenek olan muayede resm-i hümayunu
kalırdı. Böylece herkesin bayram süresince kendi evinde ya da
konağında bayram yapabilmesi olanağı sağlanmıĢ olmaktaydı.
Arife divanı ise ramazanın son günü olan arifede ve Kurban Bayramı arifesinde
saraya özgü özel bir törendi. Bu törenin dıĢa yansıyan, mehterhanenin
nöbetler çalması, Boğaz'dan toplar atılması, gece de ıĢıklandırma
yapılması vb uygulamaları, Ġstanbullulara bayramın resmen
baĢladığını duyururdu. Arife günü, saraydan baĢka hiçbir yerde tören
yapılmaz, ancak çarĢı pazar, canlı ve kalabalık bir gün yaĢardı.
Arife divanının 16-17. yy'lardaki protokollerinin ve törensel yönünün değiĢiklikler
gösterdiği saptanmaktadır. Örneğin Divan-ı Hümayun'un iĢlevini
koruduğu dönemlerde (17. yy'ın ikinci yarısına değin) bu tören
ağırlıklı olarak Kubbealtı'nda yapılmaktaydı. O gün öğle namazından
sonra çavuĢbaĢı ve Divan-ı Hümayun çavuĢları, resmi giysili olarak ve
ellerinde uzun asaları bulunduğu halde Divanhane'de, Adi KöĢkü'ne
karĢı saf dururlar; dıĢarıda Mehterhane yerini alırdı. Has Ahır'dan
getirilen padiĢahın atları, çok süslü rahtları ve üniformalı binicileri
(ahır saraçları) ile arkada bir sıra oluĢtururlardı. Ġkindi ezam
okunduktan sonra Fatiha ile tören baĢlar, Mehterhane nöbetler çalar,
fasıl aralarında çavuĢlar "aleyke avnullah!" diyerek alkıĢ -yaparlar;
en son bir çavuĢ dua eder, âmin denir, Fatiha'yla dıĢ tören sona ererdi.
Bu sırada Enderun'da padiĢahın katıldığı asıl arife muayedesi
L
•i.
ARĠF BEY
302
303
ARĠFE DĠVANI
R Ġ
D Ġ
R
N
Hicrî 1207 - Milâdî 1793 Ramazanı arifesinde III. Selimin katıldığı tören
"Cuma günü yevm-i arife olmağla Cuma namazını eda içün Ayasofya-yı Kebiri teĢrif
edib namazdan sonra Topkapu Sarayı'na döndü. TraĢ olub abdest
tazeledikten sonra Hırka-i ġerif Odası'nı teĢrif eyleyüb ikindi
namazını eda etti. Sonra devletin eski geleneklerinden olan arife
divanı içün Arz Odasını teĢrif ve arife merasimi icra edildikten sonra
Silahdarağa Yeri'ni Ģereflendirdi. Mehterhane ve ağaların
merasimlerini ve tomak oyununu temaĢa eyleyüb paralar saçtırt-dı.
AkĢama kadar eğlenüb iftar için iffet-saray-ı Ģahanelerini (harem)
teĢrif buyurdular."
Sırkâtibi Ahmed Efendi, Ruznâme (haz. V. S. Arıkan), Ankara, 1993, s. 125
Hicrî 1227 - Milâdî 1812 Ramazanı arifesinde II. Mahmud'un katıldığı tören
"Arife günü PadiĢah Yalı KöĢkü'ne gelip buradan Hırka-i ġerife geçti. Sünnet
Odası'nda saltanat kisvesiyle ve cemaatle birlikte ikindi namazını
kıldı. Ka-nun-ı kadim üzere Arzodası'na geçti. Hasodalı Ağalar,
üsküfîü kaftanlar giymiĢ olarak Babüssaade'nin iç kapısına dizilip
törene katıldılar. Arzodası dıĢına kurulmuĢ sedefli tahta padiĢah
oturunca davullar çalındı. Divan çavuĢları aleyke avnullah duasını
göklere çıkardılar. TaĢra mehterleri de beĢ on dakika kadar kös
vurdular. Bayram, âleme ilân edildi. PadiĢah Arzodası'na geçti.
Ġmamlar hatipler huzuruna çıkıp aĢir okudular. Bitince Silahdar
KöĢkü'ne geçildi. Üç Odanın (Kiler, Sefer, Hazine) ağaları takiye
fesleri ile acaib kıyafette huzura dizildiler. Çuhadar Ağa da Silahdar
Ağanın hediyesi olan ata binib dolaĢtı. Sonra ağalar tomak oynadılar.
PadiĢah bunlara altın, Silahdar Ağa ise gümüĢ paralar dağıttılar.
Herkes odalarına döndü. PadiĢah da iftar için Mustafa PaĢa KöĢkü'nü
teĢrif etti." Hafız Hızır Ġlyas Ağa, Tarih-i Enderun - Letâif-i Enderun,
(Çev. C. Kayra) Ġst., 1987, s. 70
Arif Bey Türk musikisinde çığır açmıĢ bir bestekârdır. ġarkı formunu yeni bir
anlaĢıyla iĢlemiĢ, musiki bilgisinin sınırlılığına rağmen ünü zamanının
bütün bestekârlarını aĢmıĢtır.
Hanendeliğindeki ustalığı da, onun her zaman aranan bir musikici olmasını
sağlamıĢtır. Arif Bey çok verimli bir bestekârdı. Bir gecede sekiz Ģarkı
besteleyebiliyordu. Abdülaziz'in verdiği bir güfteyi yedi ayrı makam
ve usulde bestelemiĢtir. 1873'te Mecmua-i Arifi adlı bir güfte
mecmuası yayımlamıĢtır. Kür-dilihicazkâr makamını terkip etmiĢ, mü-
semmen usulünü düzenlemiĢtir. Arif Bey'den sonra bu makam ve
usulde birçok eser verilmiĢtir. Arif Bey, Kanuni Mehmed Bey,
Mustafa Servet Efendi, Zati Arca, Levon Hancıyan, Lem'i Atlı, Bimen
ġen ve ġevki Bey gibi birçok öğrenci yetiĢtirmiĢtir.
Dede Efendi'den sonra, saramda yaygın olan Batı müziğine karĢı, Arif Bey'in "Ģarkı"
formuyla Türk musikisini ayakta tuttuğu görülür. Yüzyıllardır birinci
planda bulunan kâr, beste, semai gibi beste Ģekillerinin yerini Ģarkı
formuna bırakması büyük bir değiĢimdir. GeçmiĢte de kullanılan Ģarkı
formu, Arif Beyle gerçek kurallarını bulmuĢ, Ģekilde kesinlik
kazanmıĢtın Sonraki bestekârların hemen hepsi, Arif Bey'in açtığı bu
yolda Ģarkılar bestelemiĢlerdir.
Hacı Arif Bey, binden fazla eser bestelemiĢtir. Bugün elimizde dini ve dindıĢı
formlarda üç yüz seksen dolayında eseri bulunmaktadır. Nihavend
"Bakmıyor çeĢm-i siyah feryade", "Vücud ikliminin sultanısın sen",
"Ben bûy-i vefa bekleriken suy-i çemenden"; mahur "Gösterip ağyare
lütfün bizlere bigânesin"; muhayyer "Ġltimas etmeye yâre varınız" çok
sevilen ve sık sık okunan yüzlerce Ģarkısından birkaçıdır. Bibi. Y.
Öztuna, Hacı Arif Bey, Ankara, 1986; S. Y. Ataman, Mehmed Sadi
Bey, Ankara, 1987; înal, Hoş Şada.
FATiH SALGIR
ARĠF BEY (ÇarĢambalı)
(?, İstanbul - 1892, İstanbul) Sülüs, celi sülüs, nesih ve talik hattatı, istanbul'da
ÇarĢamba semtinde oturduğu için "ÇarĢambalı" unvanıyla anılırdı.
Uzun yıllar Maliye Nezareti Mektubi Kalemi'nde çalıĢan Arif Bey,
sülüs ve nesihi, HaĢim Efendi'den(->); taliki Sami Efendi(-0 ile ismail
Hakkı (Kıbrısîzade) Efendi'den meĢk etti. Sonraları Ali Haydar
Bey'e(->) devam edince, bunu duyan Sami Efen-di'nin Arif Beyi
"Ben, hocamı ölünceye kadar bırakmadım ve çok feyz aldım"
sözleriyle tenkit ettiği söylenir.
Çifte yazı (oynak yazı veya müsenna yazı da denir) yazmakta, ustaydı. Bir baĢka
özelliği de, imzasız yazıların kime ait olduğunu anlamasıydı.
Yazdığı Kuran ve Delâil-i Hayrat nesihte usta olduğunu gösterir. Yalnız bu Kuran'ın
iki cüzüne hareke koymaya ve sonuna imza atmaya ömrü yetmemiĢtir.
Talik ile de uğraĢan hattat bu yazıda Yesarîzade Mustafa izzet, .sülüs ve nesihte
Hafız Osman, celi sülüste de Mustafa Rakım ekolüne bağlıdır.
Eserleri pek yaygın değildir.
Bibi. inal. Son Hattatlar, 49-53; Rado, Hattatlar. 226-227; U. Derman, Hattat "Hacı
Arifler, Ġst., 1965.
istanbul
ARĠF DEDE TEKKESĠ
bak. KAPIAĞASI MESCĠDĠ VE TEKKESĠ
ARĠF EFENDĠ (Kethüdazade)
(l 771, İstanbul - 28 Şubat 1849, İstanbul) Tanzimat öncesi Ġstanbul'unda ilmiye
sınıfından olmasına rağmen yeniliğe açık görüĢleriyle dikkati çekmiĢ
bir kiĢidir.
Dedesi Yusuf Ağa III. Selimin annesi MihriĢah Valide Sultan'ın kethüdasıydı. Bu
görevi dolayısıyla padiĢahın yakın çevresinde bulunmuĢ ve Nizam-ı
Cedid hareketinin de destekleyicileri arasında yer almıĢtı. Yusuf Ağa
bu tutumun bedelini III. Selimin tahttan indirilmesinden (1807) sonra
idam edilerek ödemiĢti. Babası Mehmed Sadık Efendi (1747-1818) ise
ilmiye sınıfındandı. Medrese . öğrenimi görmüĢ, kadılıklarda
bulunmuĢ, Rumeli kazaskerliğine kadar yükselmiĢti.
Arif Efendi de babası gibi medrese öğrenimi gördü. 1795'te imtihanla müderris oldu.
Ama bununla yetinmeyerek dönemin tanınmıĢ müderrislerinden
riyaziye (matematik), hey'et (astronomi), felsefe, mekanik, edebiyat,
tasavvuf gibi alanlarda özel dersler aldı. Tıp ve musikiyle de ilgilendi.
1822'de Halep kadılığına atandı. 1832'de Bursa kadısı oldu. 1836'da
Mekke, 1838'de de istanbul payesini aldı. 1847'de Anadolu
kazaskerliği payesine yükseldi.
Arif Efendi ilmiye sınıfındaki bozulmayı yakından bildiği için Halep kadılığı dıĢında
fiilen görev yapmamıĢ, 1824'ten ölümüne kadar istanbul'da bulunduğu
sürede özel dersler vererek birçok öğrenci yetiĢtirmiĢtir. Bu arada
BeĢiktaĢ Cemiyet-i Ilmiyesi(->) üyesi olduğu için 1826'da
yeniçeriliğin kaldırılması olayında BektaĢilikle suçlanmıĢsa da
hayatına dokunulmamıĢtır.
Arif Efendi Tanzimat öncesi dönemde yeniliğe açık düĢünceleri ve davranıĢlarıyla
dikkati çekmiĢtir. Osmanlı Devleti'nin kurumsal yapısındaki
çözülmenin ardındaki zihniyeti eleĢtirmiĢ, Batı'nın bilim, eğitim ve
teknoloji alanındaki ilerlemelerini övmüĢ, bunların mutlaka örnek
alınmasını savunmuĢ, sarığı ve cüppesiyle kiliselere giderek,
yabancıların balo davetlerine katılarak taassuba meydan okumuĢtur.
Arif Efen-di'nin hayatından sayfalar, çeĢitli konular, olaylar ve
geliĢmeler karĢısında sergilediği davranıĢlar öğrencilerinden Emin
Efendi'nin yazdığı Menahıb-ı Kethüdazade (ist., 1877; 2. bas., Ġst.,
1888) adlı kitapta ayrıntılı biçimde aktarılmıĢ-
tır. ġiirlerinin bir bölümü de ölümünden sonra öğrencisi Ahmed Tevhid Efendi
tarafından derlenip Divan-ı Kethüdazade Arif adıyla yayımlanmıĢtır
(Ġst. 1855).
Bibi. Sicill-i Osmanî, II, 248; ae, III, 273; ae, IV, 668-669; Fatin Davud, Tezkire-i
Hâtime-tü'l-Es'ar, Ġst., 1271, s. 261-262; Ergun, Türk Şairleri, I, 66-
69; Ġnal, Türk Şairleri, 16-20; Ġ. H. UzunçarĢılı, "Nizam-ı Cedid
Ricalinden Valide Sultan Kethüdası MeĢhur Yusuf Ağa ve
Kethüdazade Arif Efendi", Belleten, no. 79, 1956; E. Ġnsanoğlu, "19.
Asrın BaĢlarında -Tanzimat Öncesi- Kültür ve Eğitim Hayatı ve
BeĢiktaĢ Cemiyet-i Ġlmiyesi Olarak Bilinen Ulemâ Grubunun
Buradaki Yeri", Osmanlı İlmî ve Meslekî Cemiyetleri, Ġst., 1987.
ĠSTANBUL
ARĠF EFENDĠ (Bakkal)
(1830, Filibe [bugün Bulgaristan'da] -17 Eylül 1909, İstanbul) Sülüs, nesih hattatı.
Emîr ġeyhi diye bilinen Süleyman Efendi'nin oğludur. Ataları, I. Mu-
rad zamanında ordu Ģeyhi olarak Filibe'nin alınıĢından sonra buraya
yerleĢmiĢti. Arif Efendi'nin tam adı el-Hac Ahmed Arif Efendi'dir.
Yazılarında bazen El-hac ve Seyyid kelimeleriyle birlikte Ahmed
adını da kullanırdı. Medrese eğitimini Filibe'de yaptığı sırada YürüyüĢ
Camii hatibi hattat Hafız Ġsmail Efendi'den yazı öğrenerek icazetname
aldı. Genç yaĢında hacca gittikten sonra 1877-1878 Osmanlı-Rus
SavaĢı sırasında istanbul'a geldi ve SaraçhanebaĢı'nda bir bakkal
dükkânı açtı. Bir yandan da yazı ile meĢgul oldu. Kayınbiraderi hattat
Hulusi Efendi'nin yardımıyla ünlü hattat ġevki Efendi'ye müracaat
etti. On öğrenciden baĢkasına ders vermeyen ġevki Efendi, Arif
Efendi'nin yazılarını görünce "O tahdit senin gibiler için değil"
diyerek kendisini çıraklığa kabul etti. Arif Efendi 40 yaĢından sonra,
kendisinden bir yaĢ büyük olan ġevki Efendi'den aldığı dersler
sayesinde terakki ederek 1884'te ikinci icazetnamesini aldı. Bir hilye
olan icazetname Topkapı Sarayı Müzesi'ndedir.
Arif Efendi, açılan imtihanı kazandıktan sonra Nuruosmaniye Camii Vakfı yazı
hocalığına baĢlayınca dükkânını kapatarak zamanını tamamıyla
yazıya ayırdı. Haftada iki gün ders vererek öğrenci yetiĢtirdi.
Hastalanıncaya kadar kalemi elinden bırakmadı. Çabuk ve tashihsiz
yazmasıyla ün salmıĢtı. Kabri Edirnekapı Mezarlığı'ndadır.
Arif Efendi sülüs ve nesih hatla çok sayıda meĢk, kıt'a, hilye, murakka, ev-rad, delâil
ve levha kaleme almıĢtır. ġevket Rado, Türk Hattatları adlı eserinde,
hattatın Kuran yazdığından bahsedilmemiĢ olmasına rağmen, yazılıĢ
tarihi belli olmayan "es-Seyyid el-Hac Ahmed Arif" imzalı bir Kuran
gördüğünü ve bunun ona ait olabileceğim bildirir. Yazdığı delâilden
biri Medine Kütüpha-nesi'ne hediye edilmiĢtir. Biri de Mısır Hıdivi
Ġsmail PaĢa'nın oğlu Hüseyin Kâmil PaĢa için yazılmıĢtır, istanbul'da
ġehzade Camii'nin Vefa tarafındaki kapısı üstündeki besmelesi pek
meĢhur-
dur. Sami Efendi, öğrencisi hattat Nec-meddin Efendi'ye (Okyay) "Dünya kurulalı
böyle celi bir besmele yazılmamıĢtır" demiĢtir.
"Bakkal" veya "Filibeli" lakaplarıyla anılan Arif Efendi hem çok yazmıĢ hem de çok
öğrenci yetiĢtirmiĢtir. Öğrencisi Küçük Hamdi Efendi (Yazır), Sami
Efendi'nin Ģu sözlerini nakletmiĢtir: "Arif Efendi yazmıĢtır. Yazıları
içinde öylesi vardır ki bakılmaz; öylesi vardır ki yazılmaz".
YetiĢtirdiği öğrenciler arasında Hamdi Efendi (Yazır), ġeyh Abdü-
laziz, Fetva Emini Nuri Efendi oğlu Re-biî Molla, Kayserili
Abdülkadir, Harbiye Nezareti memurlarından Re'fet, Nec-meddin
Okyay, Osman Ağa Camii hatibi Abdülkadir ve oğlu Mustafa Rakım
en tanınmıĢlarıdır.
Arif Efendi, sülüs ve nesihte Hafız Osman, celi sülüste Mustafa Rakım ekolünü takip
etmiĢtir.
Bibi. Ġnal, Son Hattatlar, 54-57; Rado, Hattatlar, 238-239; U. Derman, Hattat "Hacı
Arifler, Ġst., 1965.
ALĠ ALPARSLAN
ARĠF HĠKMET BEY
(?, Yugoslavya - 13 Kasım 1918, İstanbul) Sülüs ve nesih hattatı. Hafız Ham-za
Efendi'nin oğludur. Genç yaĢta Ġstanbul'a geldi. Bir süre Enderun'da
bulundu. Hattat Bakkal Arif Efendi'den(->) sülüs ve nesih yazı meĢk
etti. Bir süre Matbaa-i Âmire hattatlığında bulundu. Sonraları
Kahramanzade Ham'nda açtığı yazıevinde isteyenlere yazı yazdı;
19l4'te açılan Medresetü'l-Hattatin'in müdürlüğüne tayin edildi.
Burada da fazla kalmayan hattat, Babıâli Cadde-si'nde "Yazı Yurdu"
adında bir yer açtı ve serbest hattat olarak çalıĢtı. 1918'de veremden
öldü. Mezarı Sümbül Efendi Camii haziresindedir.
Arif Hikmet Bey, birinci sınıf bir hattat değildir. Bununla birlikte kartvizit
kompozisyonlarında maharet gösterdiğine Ģüphe yoktur. Kendi icadı
olan ve harfleri sümbülü andırdığı için hatt-ı sünbülî (sünbül yazısı)
olarak adlandırdığı yazı türü dolayısıyla tenkide uğramıĢtı. Yazıda
yenilikçi olduğu anlaĢılan Arif Hikmet Beyin eserleri yaygın değildir.
Bibi. Ġnal, Son Hattatlar, 58-62; Rado, Hattatlar, 249; M. Z.^KuĢoğlu, "Osmanlı
Kartvizitleri ve Hattat Arif Hikmet Bey", İlgi, no. 46, Ağustos 1986, s.
31-35.
ALĠ ALPARSLAN
ARĠFE DĠVANI
Arife muayedesi, arife merasimi de denmiĢtir. Osmanlılar döneminde Ġstanbul'da
Ramazan ve Kurban bayramları arifelerinde yapılan törenlerdi. Bu
törenlerle Ġstanbul halkı baĢka bir havaya girer, çarĢı pazar
hareketlenir, saray ve yönetim açısından da bayramın törensel
yükünün bir bölümü arife günlerinde yerine getirilirdi.
Tevkiî Abdurrahman Paşa Kanunnamesi ile vekayiname ve ruznameler-
deki bilgilere göre "tehniye-i iydiye" de- ] nen bayram kutlamaları, Ramazanın 27. \
günü baĢlamakta ve bayram günleri bo- j yunca sürmekteydi. Kurban
Bayramı i öncesinde de üç gün süreyle benzeri törenler yineleniyordu.
Amaç, baĢkent halkını bayram heyecanı ile hareketlendirmek ayrıca
padiĢahın ve devlet adamlarının bayram günlerindeki tebrik ,
kabullerini bir oranda azaltmaktı.
Ramazanda arife törenleri 27. gün baĢlardı. O gün Ģeyhülislam tören giysisi ve
maiyetiyle PaĢakapısı'na gelir, re-isülküttab, mektupçu, teĢrifatçı,
selam ağası, muhzır ağa ve PaĢakapısı erkâ-nınca törenle karĢılanırdı.
Divanhane önünde sadrazam binektaĢma kadar ilerler, buradan
birlikte yürüyerek içeri girer ve yaklaĢan bayram nedeniyle teb-
rikleĢirlerdi. Sadaret Arzodası'ndaki baĢ baĢa görüĢmelerinde her ikisi
de törene özgü kavuk ve sarıklarını çıkartıp adi destar ve küçük tepeli
ile otururlardı. Bu sırada salonda gülsuyu serpilip buhurdan
dolaĢtırılır, ramazan olması nedeniyle ikramda bulunulmazdı. Aynı
gün ve izleyen 28., 29. günlerde ise vezirler, emekli vezirler, ilmiye
sınıfı ricali, ocak ağalan, kazaskerler, selatin Ģeyhleri (büyük
camilerin vaizleri), sarayın ve PaĢakapısı'mn üst düzey görevlileri,
örneğin Ģikâr ağalan, mirahur ağa, kapıcı-baĢı, mir-i alem vakıf
mütevellileri, âsi-tane denen büyük dergâhların Ģeyhleri, sırayla
sadrazamı, Ģeyhülislamı, vezirleri ziyaret ve tebrik görevini yerine
getirirlerdi. Bu üç gün boyunca süren ziyaret ve kutlamalarla
Ġstanbul'daki protokole dahil kiĢilerin kendi aralarındaki
bayramlaĢmaları tamamlanmıĢ olur, yal-
nızca bayram sabahı sarayda yapılması gelenek olan muayede resm-i hümayunu
kalırdı. Böylece herkesin bayram süresince kendi evinde ya da
konağında bayram yapabilmesi olanağı sağlanmıĢ olmaktaydı.
Arife divanı ise ramazanın son günü olan arifede ve Kurban Bayramı arifesinde
saraya özgü özel bir törendi. Bu törenin dıĢa yansıyan, mehterhanenin
nöbetler çalması, Boğaz'dan toplar atılması, gece de ıĢıklandırma
yapılması vb uygulamaları, istanbullulara bayramın resmen
baĢladığını duyururdu. Arife günü, saraydan baĢka hiçbir yerde tören
yapılmaz, ancak çarĢı pazar, canlı ve kalabalık bir gün yaĢardı.
Arife divanının 16-17. yy'lardaki protokollerinin ve törensel yönünün değiĢiklikler
gösterdiği saptanmaktadır. Örneğin Divan-ı Hümayun'un iĢlevini
koruduğu dönemlerde (17. vy'ın ikinci yarısına değin) bu tören
ağırlıklı olarak Kubbealtı'nda yapılmaktaydı. O gün öğle namazından
sonra çavuĢbaĢı ve Divan-ı Hümayun çavuĢları, resmi giysili olarak ve
ellerinde uzun asaları bulunduğu halde Divanhane'de, Adi KöĢkü'ne
karĢı saf dururlar; dıĢarıda Mehterhane yerini alırdı. Has Ahır'dan
getirilen padiĢahın atları, çok süslü rantları ve üniformalı binicileri
(ahır saraçları) ile arkada bir sıra oluĢtururlardı. Ġkindi ezanı
okunduktan sonra Fatiha ile tören baĢlar, Mehterhane nöbetler çalar,
fasıl aralarında çavuĢlar "aleyke avnullah!" diyerek alkıĢ yaparlar; en
son bir çavuĢ dua eder, âmin denir, Fatiha'yla dıĢ tören sona ererdi. Bu
sırada Enderun'da padiĢahın katıldığı asıl arife muayedesi
L_
ARĠF BEY
302
303
ARĠFE DĠVANI
R Ġ
D Ġ
R
N
Hicrî 1207 - Milâdî 1793 Ramazanı arifesinde III. Selimin katıldığı tören
"Cuma günü yevm-i arife olmağla Cuma namazını eda içün Ayasofya-yı Kebiri teĢrif
edib namazdan sonra Topkapu Sarayı'na döndü. TraĢ olub abdest
tazeledikten sonra Hırka-i ġerif Odası'nı teĢrif eyleyüb ikindi
namazını eda etti. Sonra devletin eski geleneklerinden olan arife
divanı içün Arz Odasını teĢrif ve arife merasimi icra edildikten sonra
Silahdarağa Yeri'ni Ģereflendirdi. Mehterhane ve ağaların
merasimlerini ve tomak oyununu temaĢa eyleyüb paralar saçtırt-dı.
AkĢama kadar eğlenüb iftar için iffet-saray-ı Ģahanelerini (harem)
teĢrif buyurdular."
Sırkâtibi Ahmed Efendi, Ruznâme (haz. V. S. Arıkan), Ankara, 1993, s. 125
Hicrî 1227 - Milâdî 1812 Ramazanı arifesinde II. Mahmud'un katıldığı tören
"Arife günü PadiĢah Yalı KöĢkü'ne gelip buradan Hırka-i ġerife geçti. Sünnet
Odası'nda saltanat kisvesiyle ve cemaatle birlikte ikindi namazını
kıldı. Ka-nun-ı kadim üzere Arzodası'na geçti. Hasodalı Ağalar,
üsküflü kaftanlar giymiĢ olarak Babüssaade'nin iç kapısına dizilip
törene katıldılar. Arzodası dıĢına kurulmuĢ sedefli tahta padiĢah
oturunca davullar çalındı. Divan çavuĢları aleyke avnullah duasını
göklere çıkardılar. TaĢra mehterleri de beĢ on dakika kadar kös
vurdular. Bayram, âleme ilân edildi. PadiĢah Arzodası'na geçti.
Ġmamlar hatipler huzuruna çıkıp aĢir okudular. Bitince Silahdar
KöĢkü'ne geçildi. Üç Odanın (Kiler, Sefer, Hazine) ağalan takiye
fesleri ile acaib kıyafette huzura dizildiler. Çuhadar Ağa da Silahdar
Ağanın hediyesi olan ata binib dolaĢtı. Sonra ağalar tomak oynadılar.
PadiĢah bunlara altın, Silahdar Ağa ise gümüĢ paralar dağıttılar.
Herkes odalarına döndü. PadiĢah da iftar için Mustafa PaĢa KöĢkü'nü
teĢrif etti." Hafız Hızır Ġlyas Ağa, Tarih-i Enderun - Letâif-i Enderun,
(Çev. C. Kayra) Ġst., 1987, s. 70
Arif Bey Türk musikisinde çığır açmıĢ bir bestekârdır. ġarkı formunu yeni bir
anlaĢıyla iĢlemiĢ, musiki bilgisinin sınırlılığına rağmen ünü zamanının
bütün bestekârlarım aĢmıĢtır.
Hanendeliğindeki ustalığı da, onun her zaman aranan bir musikici olmasını
sağlamıĢtır. Arif Bey çok verimli bir bestekârdı. Bir gecede sekiz Ģarkı
besteleyebiliyordu. Abdülaziz'in verdiği bir güfteyi yedi ayrı makam
ve usulde bestelemiĢtir. 1873'te Mecmua-i Arifi adlı bir güfte
mecmuası yayımlamıĢtır. Kür-dilihicazkâr makamını terkip etmiĢ, mü-
semmen usulünü düzenlemiĢtir. Arif Bey'den sonra bu makam ve
usulde birçok eser verilmiĢtir. Arif Bey, Kanuni Mehmed Bey,
Mustafa Servet Efendi, Zati Arca, Levon Hancıyan, Lem'i Atlı, Bimen
ġen ve ġevki Bey gibi birçok öğrenci yetiĢtirmiĢtir.
Dede Efendi'den sonra, sarayda yaygın olan Batı müziğine karĢı, Arif Bey'in "Ģarkı"
formuyla Türk musikisini ayakta tuttuğu görülür. Yüzyıllardır birinci
planda bulunan kâr, beste, semai gibi beste Ģekillerinin yerini Ģarkı
formuna bırakması büyük bir değiĢimdir. GeçmiĢte de kullanılan Ģarkı
formu, Arif Bey'le gerçek kurallarını bulmuĢ, Ģekilde kesinlik
kazanmıĢtır. Sonraki bestekârların hemen hepsi, Arif Bey'in açtığı bu
yolda Ģarkılar bestelemiĢlerdir.
Hacı Arif Bey, binden fazla eser bestelemiĢtir. Bugün elimizde dini ve dindıĢı
formlarda üç yüz seksen dolayında eseri bulunmaktadır. Nihavend
"Bakmıyor çeĢm-i siyah feryade", "Vücud ikliminin sultanısın sen",
"Ben bûy-i vefa bekleriken suy-i çemenden"; mahur "Gösterip ağyare
lütfün bizlere bigânesin"; muhayyer "iltimas etmeye yâre varınız" çok
sevilen ve sık sık okunan yüzlerce Ģarkısından birkaçıdır. Bibi. Y.
Öztuna, Hacı Arif Bey, Ankara, 1986; S. Y. Ataman, Mehmed Sadi
Bey, Ankara, 1987; inal, Hoş Şada.
FATĠH SALGIR
ARĠF BEY (ÇarĢambalı)
(?, istanbul - 1892, İstanbul) Sülüs, celi sülüs, nesih ve talik hattatı, istanbul'da
ÇarĢamba semtinde oturduğu için "ÇarĢambalı" unvanıyla anılırdı.
Uzun yıllar Maliye Nezareti Mektubi Kalemi'nde çalıĢan Arif Bey,
sülüs ve nesihi, HaĢim Efendi'den(-0; taliki Sami Efendi(-0 ile ismail
Hakkı (Kıbrısîzade) Efendi'den meĢk etti. Sonraları Ali Haydar
Bey'e(->) devam edince, bunu duyan Sami Efen-di'nin Arif Beyi
"Ben, hocamı ölünceye kadar bırakmadım ve çok feyz aldım"
sözleriyle tenkit ettiği söylenir.
Çifte yazı (oynak yazı veya müsenna yazı da denir) yazmakta ustaydı. Bir baĢka
özelliği de, imzasız yazıların kime ait olduğunu anlamasıydı.
Yazdığı Kuran ve Delâil-i Hayrat nesihte usta olduğunu gösterir. Yalnız bu Kuran'ın
iki cüzüne hareke koymaya ve sonuna imza atmaya ömrü yetmemiĢtir.
Talik ile de uğraĢan hattat bu yazıda Yesarîzade Mustafa Ġzzet, .sülüs ve nesihte
Hafız Osman, celi sülüste de Mustafa Rakım ekolüne bağlıdır.
Eserleri pek yaygın değildir.
Bibi. Ġnal, Son Hattatlar, 49-53; Rado, Hattatlar, 226-227; U. Derman, Hattat "Hacı
Arifler, Ġst., 1965.
ĠSTANBUL
ARĠF DEDE TEKKESĠ
bak. KAPIAĞASI MESCĠDĠ VE TEKKESĠ
ARĠF EFENDĠ (Kethüdazade)
(l 771, İstanbul - 28 Şubat 1849, istanbul) Tanzimat öncesi Ġstanbul'unda ilmiye
sınıfından olmasına rağmen yeniliğe açık görüĢleriyle dikkati çekmiĢ
bir kiĢidir.
Dedesi Yusuf Ağa III. Selimin annesi MihriĢah Valide Sultan'ın kethüdasıydı. Bu
görevi dolayısıyla padiĢahın yakın çevresinde bulunmuĢ ve Nizam-ı
Cedid hareketinin de destekleyicileri arasında yer almıĢtı. Yusuf Ağa
bu tutumun bedelini III. Selimin tahttan indirilmesinden (1807) sonra
idam edilerek ödemiĢti. Babası Mehmed Sadık Efendi (1747-1818) ise
ilmiye sınıfındandı. Medrese öğrenimi görmüĢ, kadılıklarda
bulunmuĢ, Rumeli kazaskerliğine kadar yükselmiĢti.
Arif Efendi de babası gibi medrese öğrenimi gördü. 1795'te imtihanla müderris oldu.
Ama bununla yetinmeyerek dönemin tanınmıĢ müderrislerinden
riyaziye (matematik), hey'et (astronomi), felsefe, mekanik, edebiyat,
tasavvuf gibi alanlarda özel dersler aldı. Tıp ve musikiyle de ilgilendi.
1822'de Halep kadılığına atandı. 1832'de Bursa kadısı oldu. 1836'da
Mekke, 1838'de de Ġstanbul payesini aldı. 1847'de Anadolu
kazaskerliği payesine yükseldi.
Arif Efendi ilmiye sınıfındaki bozulmayı yakından bildiği için Halep kadılığı dıĢında
fiilen görev yapmamıĢ, 1824'ten ölümüne kadar Ġstanbul'da bulunduğu
sürede özel dersler vererek birçok öğrenci yetiĢtirmiĢtir. Bu arada
BeĢiktaĢ Cemiyet-i îlmiyesi(-0 üyesi olduğu için 1826'da yeniçeriliğin
kaldırılması olayında BektaĢilikle suçlanmıĢsa da hayatına
dokunulmamıĢtır.
Arif Efendi Tanzimat öncesi dönemde yeniliğe açık düĢünceleri ve davranıĢlarıyla
dikkati çekmiĢtir. Osmanlı Devleti'nin kurumsal yapısındaki
çözülmenin ardındaki zihniyeti eleĢtirmiĢ, Batı'nın bilim, eğitim ve
teknoloji alanındaki ilerlemelerini övmüĢ, bunların mutlaka örnek
alınmasını savunmuĢ, sarığı ve cüppesiyle kiliselere giderek,
yabancıların balo davetlerine katılarak taassuba meydan okumuĢtur.
Arif Efen-di'nin hayatından sayfalar, çeĢitli konular, olaylar ve
geliĢmeler karĢısında sergilediği davranıĢlar öğrencilerinden Emin
Efendi'nin yazdığı Menakıb-ı Kethüdazade (Ġst., 1877; 2. bas., Ġst.,
1888) adlı kitapta ayrıntılı biçimde aktarılmıĢ-
tır. ġiirlerinin bir bölümü de ölümünden sonra öğrencisi Ahmed Tevhid Efendi
tarafından derlenip Divan-ı Kethüdazade Arif adiyiz yayımlanmıĢtır
(Ġst. 1855).
Bibi. Sicill-i Osmanî, II, 248; ae, III, 273; ae, IV, 668-669; Fatin Davud, Tezkire-i
Hâtime-tü'l-Eş'ar. Ġst., 1271, s. 261-262; Ergun, Türk Şairleri, I, 66-
69; inal, Türk Şairleri, 16-20; Ġ. H. UzunçarĢılı, "Nizam-ı Cedid
Ricalinden Valide Sultan Kethüdası MeĢhur Yusuf Ağa ve
Kethüdazade Arif Efendi", Belleten, no. 79, 1956; E. insanoğlu, "19.
Asrın BaĢlarında -Tanzimat Öncesi- Kültür ve Eğitim Hayatı ve
BeĢiktaĢ Cemiyet-i Ġlmiyesi Olarak Bilinen Ulemâ Grubunun
Buradaki Yeri", Osmanlı İlmî ve Meslekî Cemiyetleri, ist., 1987.
ĠSTANBUL
ARĠF EFENDĠ (Bakkal)
(1830, Filibe [bugün Bulgaristan'da] -17 Eylül 1909, istanbul) Sülüs, nesih hattatı.
Emîr ġeyhi diye bilinen Süleyman Efendi'nin oğludur. Ataları, I. Mu-
rad zamanında ordu Ģeyhi olarak Filibe'nin alınıĢından sonra buraya
yerleĢmiĢti. Arif Efendi'nin tam adı el-Hac Ahmed Arif Efendi'dir.
Yazılarında bazen El-hac ve Seyyid kelimeleriyle birlikte Ahmed
adını da kullanırdı. Medrese eğitimini Filibe'de yaptığı sırada YürüyüĢ
Camii hatibi hattat Hafız Ġsmail Efendi'den yazı öğrenerek icazetname
aldı. Genç yaĢında hacca gittikten sonra 1877-1878 Osmanlı-Rus
SavaĢı sırasında Ġstanbul'a geldi ve SaraçhanebaĢı'nda bir bakkal
dükkânı açtı. Bir yandan da yazı ile meĢgul oldu. Kayınbiraderi hattat
Hulusi Efendi'nin yardımıyla ünlü hattat ġevki Efendi'ye müracaat
etti. On öğrenciden baĢkasına ders vermeyen ġevki Efendi, Arif
Efendi'nin yazılarını görünce "O tahdit senin gibiler için değil"
diyerek kendisini çıraklığa kabul etti. Arif Efendi 40 yaĢından sonra,
kendisinden bir yaĢ büyük olan ġevki Efendi'den aldığı dersler
sayesinde terakki ederek 1884'te ikinci icazetnamesini aldı. Bir hilye
olan icazetname Topkapı Sarayı Müzesi'ndedir.
Arif Efendi, açılan imtihanı kazandıktan sonra Nuruosmaniye Camii Vakfı yazı
hocalığına baĢlayınca dükkânını kapatarak zamanını tamamıyla yazıya
ayırdı. Haftada iki gün ders vererek öğrenci yetiĢtirdi. Hastalanmcaya
kadar kalemi elinden bırakmadı. Çabuk ve tashihsiz yazmasıyla ün
salmıĢtı. Kabri Edirnekapı Mezarlığı'ndadır.
Arif Efendi sülüs ve nesih hatla çok sayıda meĢk, kıt'a, hilye, murakka, ev-rad, delâil
ve levha kaleme almıĢtır. ġevket Rado, Türk Hattatları adlı eserinde,
hattatın Kuran yazdığından bahsedilmemiĢ olmasına rağmen, yazılıĢ
tarihi belli olmayan "es-Seyyid el-Hac Ahmed Arif" imzalı bir Kuran
gördüğünü ve bunun ona ait olabileceğini bildirir. Yazdığı delâilden
biri Medine Kütüpha-nesi'ne hediye edilmiĢtir. Biri de Mısır Hıdivi
Ġsmail PaĢa'nın oğlu Hüseyin Kâmil PaĢa için yazılmıĢtır. Ġstanbul'da
ġehzade Camii'nin Vefa tarafındaki kapısı üstündeki besmelesi pek
meĢhur-
dur. Sami Efendi, öğrencisi hattat Nec-meddin Efendi'ye (Okyay) "Dünya kurulalı
böyle celi bir besmele yazılmamıĢtır" demiĢtir.
"Bakkal" veya "Filibeli" lakaplarıyla anılan Arif Efendi hem çok yazmıĢ hem de çok
öğrenci yetiĢtirmiĢtir. Öğrencisi Küçük Hamdi Efendi (Yazır), Sami
Efendi'nin Ģu sözlerini nakletmiĢtir: "Arif Efendi yazmıĢtır. Yazıları
içinde öylesi vardır ki bakılmaz; öylesi vardır ki yazılmaz".
YetiĢtirdiği öğrenciler arasında Hamdi Efendi (Yazır), ġeyh Abdü-
laziz, Fetva Emini Nuri Efendi oğlu Re-biî Molla, Kayserili
Abdülkadir, Harbiye Nezareti memurlarından Re'fet, Nec-meddin
Okyay, Osman Ağa Camii hatibi Abdülkadir ve oğlu Mustafa Rakım
en tanınmıĢlarıdır.
Arif Efendi, sülüs ve nesihte Hafız Osman, celi sülüste Mustafa Rakım ekolünü takip
etmiĢtir.
Bibi. Ġnal, Son Hattatlar, 54-57; Rado, Hattatlar, 238-239; U. Derman, Hattat "Hacı
Arifler, ist., 1965.
ALĠ ALPARSLAN
ARĠF HĠKMET BEY
(?, Yugoslavya - 13 Kasım 1918, İstanbul) Sülüs ve nesih hattatı. Hafız Ham-za
Efendi'nin oğludur. Genç yaĢta Ġstanbul'a geldi. Bir süre Enderun'da
bulundu. Hattat Bakkal Arif Efendi'den(->) sülüs ve nesih yazı meĢk
etti. Bir süre Matbaa-i Âmire hattatlığında bulundu. Sonraları
Kahramanzade Hanı'nda açtığı yazıevinde isteyenlere yazı yazdı;
19l4'te açılan Medresetü'l-Hattatin'in müdürlüğüne tayin edildi.
Burada da fazla kalmayan hattat, Babıâli Cadde-si'nde "Yazı Yurdu"
adında bir yer açtı ve serbest hattat olarak çalıĢtı. 1918'de veremden
öldü. Mezarı Sümbül Efendi Camii haziresindedir.
Arif Hikmet Bey, birinci sınıf bir hattat değildir. Bununla birlikte kartvizit
kompozisyonlarında maharet gösterdiğine Ģüphe yoktur. Kendi icadı
olan ve harfleri sümbülü andırdığı için hatt-ı sünbülî (sünbül yazısı)
olarak adlandırdığı yazı türü dolayısıyla tenkide uğramıĢtı. Yazıda
yenilikçi olduğu anlaĢılan Arif Hikmet Bey'in eserleri yaygın değildir.
Bibi. Ġnal, Son Hattatlar, 58-62; Rado, Hattatlar, 249; M. Z.^KuĢoğlu, "Osmanlı
Kartvizitleri ve Hattat Arif Hikmet Bey", İlgi, no. 46, Ağustos 1986, s.
31-35.
ALĠ ALPARSLAN
ARĠFE DĠVANI
Arife muayedesi, arife merasimi de denmiĢtir. Osmanlılar döneminde Ġstanbul'da
Ramazan ve Kurban bayramları arifelerinde yapılan törenlerdi. Bu
törenlerle Ġstanbul halkı baĢka bir havaya girer, çarĢı pazar
hareketlenir, saray ve yönetim açısından da bayramın törensel
yükünün bir bölümü arife günlerinde yerine getirilirdi.
Tevkiî Abdurrabman Pasa Kanunnamesi ile vekayiname ve ruznameler-
deki bilgilere göre "tehniye-i iydiye" de- \ nen bayram kutlamaları, Ramazanın 27. i
günü baĢlamakta ve bayram günleri bo- j yunca sürmekteydi. Kurban
Bayramı; öncesinde de üç gün süreyle benzeri törenler yineleniyordu.
Amaç, baĢkent halkını bayram heyecanı ile hareketlendirmek ayrıca
padiĢahın ve devlet adamlarının bayram günlerindeki tebrik
kabullerini bir oranda azaltmaktı.
Ramazanda arife törenleri 27. gün baĢlardı. O gün Ģeyhülislam tören giysisi ve
maiyetiyle PaĢakapısı'na gelir, re-isülküttab, mektupçu, teĢrifatçı,
selam ağası, muhzır ağa ve PaĢakapısı erkâ-nınca törenle karĢılanırdı.
Divanhane önünde sadrazam binektaĢına kadar ilerler, buradan
birlikte yürüyerek içeri girer ve yaklaĢan bayram nedeniyle teb-
rikleĢirlerdi. Sadaret Arzodası'ndaki baĢ baĢa görüĢmelerinde her ikisi
de törene özgü kavuk ve sarıklarını çıkartıp adi destar ve küçük tepeli
ile otururlardı. Bu sırada salonda gülsuyu serpilip buhurdan
dolaĢtırılır, ramazan olması nedeniyle ikramda bulunulmazdı. Aynı
gün ve izleyen 28., 29. günlerde ise vezirler, emekli vezirler, ilmiye
sınıfı ricali, ocak ağalan, kazaskerler, selatin Ģeyhleri (büyük
camilerin vaizleri), sarayın ve PaĢakapısı'nın üst düzey görevlileri,
örneğin Ģikâr ağalan, mirahur ağa, kapıcı-baĢı, mir-i alem vakıf
mütevellileri, âsi-tane denen büyük dergâhların Ģeyhleri, sırayla
sadrazamı, Ģeyhülislamı, vezirleri ziyaret ve tebrik görevini yerine
getirirlerdi. Bu üç gün boyunca süren ziyaret ve kutlamalarla
Ġstanbul'daki protokole dahil kiĢilerin kendi aralarındaki
bayramlaĢmaları tamamlanmıĢ olur, yal-
nızca bayram sabahı sarayda yapılması gelenek olan muayede resm-i hümayunu
kalırdı. Böylece herkesin bayram süresince kendi evinde ya da
konağında bayram yapabilmesi olanağı sağlanmıĢ olmaktaydı.
Arife divanı ise ramazanın son günü olan arifede ve Kurban Bayramı arifesinde
saraya özgü özel bir törendi. Bu törenin dıĢa yansıyan, mehterhanenin
nöbetler çalması, Boğaz'dan toplar atılması, gece de ıĢıklandırma
yapılması vb uygulamaları, Ġstanbullulara bayramın resmen
baĢladığını duyururdu. Arife günü, saraydan baĢka hiçbir yerde tören
yapılmaz, ancak çarĢı pazar, canlı ve kalabalık bir gün yaĢardı.
Arife divanının 16-17. yy'lardaki protokollerinin ve törensel yönünün değiĢiklikler
gösterdiği saptanmaktadır. Örneğin Divan-ı Hümayun'un iĢlevini
koruduğu dönemlerde (17. yy'ın ikinci yarısına değin) bu tören
ağırlıklı olarak Kubbealtı'nda yapılmaktaydı. O gün öğle namazından
sonra çavuĢbaĢı ve Divan-ı Hümayun çavuĢları, resmi giysili olarak ve
ellerinde uzun asaları bulunduğu halde Divanhane'de, Adi KöĢkü'ne
karĢı saf dururlar; dıĢarıda Mehterhane yerini alırdı. Has Ahır'dan
getirilen padiĢahın atları, çok süslü rantları ve üniformalı binicileri
(ahır saraçları) ile arkada bir sıra oluĢtururlardı. Ġkindi ezanı
okunduktan sonra Fatiha ile tören baĢlar, Mehterhane nöbetler çalar,
fasıl aralarında çavuĢlar "aleyke avnullah!" diyerek alkıĢ yaparlar; en
son bir çavuĢ dua eder, âmin denir, Fatiha'yla dıĢ tören sona ererdi. Bu
sırada Enderun'da padiĢahın katıldığı asıl arife muayedesi
L_
ÂRĠFÎ PAġA KORUSU
304
305
ARKADĠOS
Bugün artık koru niteliğini yitirmiĢ olan Arifi PaĢa Korusu'ndan geriye kalan tek tuk
ağaçların
arasından Boğaz'm görünüĢü.
Hazım Okureı; 1993
yapılırdı. 17. yy sonlarına doğru dıĢ törenin tamamen terk edilerek Enderun'daki
törenle birleĢtirildiği anlaĢılmaktadır. Esad Efendi'nin Teşrifat-ı
Kadime adlı eserinde açıkladığına göre bu tören Ģöyle olmaktaydı:
ÇavuĢbaĢı, mü-cevveze kavuk, serasere kaplı üstlük, divan bisatlı atla
ikindi namazından bir saat önce saraya gelir, ikindi namazını eski
Divanhane'de (Kubbealtı) kıldıktan sonra Bâbüssaade karĢısında
kapıcılar kethüdası ile yerini alırdı. Ġkisinin arasında ve bir adını
geride ise teĢrifati efendi (protokol müdürü) bulunurdu. ÇavuĢbaĢının
yan gerisinde mücevveze kavuklu ve erkân kürklü çavuĢlar kâtibi,
çavuĢlar emini, duagû (duacı), daha geride gedikli ve ulufeli çavuĢlar
yine mücevveze kavuk ve çuha feraceli olarak yerlerini alırlardı.
Kapıcılar kethüdasının yan gerisinde ise kapıcılar kâtibi, mataracı;
piĢkeĢçi, kapıcı sınıfından saray görevlileri, muvahhidi kürk ve
mücevveze sarıklı olarak sıralanırlar, en arkada ise mir-i alem,
mirahurlar, baĢlarında selimi kavuk, serasere bölüklü samur kürk,
kadife Ģalvar ve filar denen ayakkabı giymiĢ olarak dizilirlerdi. Daha
da geride Mehterhane ve padiĢahın atları yerlerini alırlardı.
Bâbüssaade giriĢinin sağ yanında zülüflü baltacılar, Ka-pıarası'nda
akağalar, Arzodası önüne konan tahtın her iki yanında Enderun
ağaları dizilirlerdi. Bu düzen tamamlanınca padiĢah Arzodası'ndan
çıkıp sedef iĢli Arife Tahtı'na (bugün Topkapı Sarayı Müzesi'ndedir)
oturur, herkes yer öper, usulünce alkıĢ yapılır, Mehterhane bir fasıl
çalar, duagû dua eder ve padiĢah Arzodası'na dönerdi.
Törenin bu aĢamasının ardından Ar-zodası'na alınan selatin cami hatipleri tarafından,
padiĢahın huzurunda aĢr-i Ģerifler okunur, kendilerine atiyyeler
verilirdi. Bazen, törenin bu bölümü, Hırka-i Saadet Odası'nda
yapılırdı. PadiĢah Arzodası'nda iken baĢta yeniçeri ağası olmak üzere
ocak ağaları, cebeci-baĢı, topçubaĢı, humbaracıbaĢı, topara-bacıbaĢı,
lağımcıbaĢının, kul kethüda-sıyla birlikte huzura girip tebrikte
bulunmaları da usuldendi. Yine bu tören sırasında silahdar ağa ile
sadrazamın Enderun ve Birun görevlileri adına, bayram hediyesi
olarak padiĢaha birer at sunmaları da gelenekti. Bu gelenek son
dönemlerde kısmen bırakılmıĢtır.
Arife divanının daha eski tarihlerde Hasoda önünde yapıldığı, ancak bu iç törene,
dıĢarıdan Birun halkından görevlilerin katılmadıkları ve Enderun
ağalarıyla sınırlı kaldığı sanılıyor:
III. Selim'in sırkâtipliğini yapan ruz-name yazarı Ahmed Efendi'nin belirlemelerine
göre 18. yy sonunda arife divanı daha da basit bir programla icra
edilmekteydi. PadiĢah, arife günü öğle namazından sonra sarayda,
Sünnet Odası'nda tıraĢ olup abdest tazeliyor, buradan Hırka-i Saadet
Odası'na geçerek ikindi namazını kılıyordu. Sonra Arzodası'na gelerek
alıĢılagelen törene ka-
tılıyordu. Buradan çıkınca da Silahdara-ğa KöĢkü'ne geçerek Mehterhane'nin çaldığı
marĢları dinliyor, Enderunluların (içoğlanları) tomak oyunlarını
izleyip para saçtırtıyor, silahdar ağanın sunduğu ata binerek kısa bir
gezinti yapıp iftar için iç köĢklerden birisine gidiyordu.
Bu tören programının II. Mahmud döneminde de (1808-1839) değiĢmediğini Tarih-i
Enderun'un yazarı Hızır 11-yas Ağa'nın açıklamalarında görmekteyiz.
Hicri 1227 (Miladi 1812) yılı ramazan ayı sonunda icra edilen arife
divanında II. Mahmud, YalıköĢkü'nden Sünnet Odası'na gelmiĢ,
burada cemaatle ikindi namazını kıldıktan sonra Arzodası'na geçerek
tören öncesinde dinlenmiĢti. DıĢarı çıkıp sedefli tahta oturmuĢ, divan
çavuĢlarının ve hasodalıların alkıĢ yapmaları, Mehterhane'nin nöbet
çalması ve duadan sonra yine Arzodası'na girerek imam ve hatiplerin
aĢr-i Ģerif okumalarını dinlemiĢtir. Farklı olarak Si-lahdarağa
KöĢkü'nde karĢısına sıralanan Enderun ağalarının ilk kez fes giymiĢ
olmaları herkesin dikkatini çekmiĢtir. O gün akĢam, gece yarısına
kadar meĢaleler yakıldığı gibi saray dıĢ avlusunda da Mehterhane
nöbet vurmuĢtur.
Arife divanı geleneği, 19. yy ortalarına doğru, daha dar kapsamlı bir saray geleneği
durumuna girmiĢtir. Buna karĢın, devlet yöneticilerinin bayramdan
önce ve arife muayedesi adı altında birbirlerini ziyaretleri, Osmanlı
Devleti'nin yıkılıĢına değin sürmüĢtür. Bibi. Tevkiî Abdurrahman
Paşa Kanunnamesi, Ankara, 1935, s. 120-124; Âta Bey, Ta-rih-iAtâ,
I, Ġst., ty, s. 221 vd; Silahdar Tarihi, II, s. 748 vd; Esad Efendi,
Teşrifat-ı Kadime, Ġst., ty, s. 43; Sırkâtibi Ahmed Efendi,
Ruznâme, Ankara, 1993, s. 75, 125, 272, 369; Hızır Ġlyas Ağa, Tarih-i Enderun
(Vekayi-i Letâif-i Enderun), Ġst., 1276, s. 25-26; Uzun-çarĢılı, Saray,
s. 201-202.
NECDET SAKAOĞLU
ÂRĠFÎ PAġA KORUSU
Bebek-Rumelihisarı arasındaki sahil yolundan Boğaziçi Üniversitesi korusu ve
kampusuna doğru yükselen, yamaçları güneydoğuya dönük, Boğaz'ı
gören, oldukça dik eğimli arazi parçasıdır. Tüm alanı yaklaĢık 22
dönüm kadardır.
ismi koru ile bütünleĢen Arifi PaĢa (1830-1895), hariciye nazırlarından Sekip
PaĢa'nın oğludur. Arifi PaĢa elçiliklerde bulunmuĢ, hariciye nazırlığı
ve sadrazamlık (1879) yapmıĢtır.
Koru, Hariciye Nazırı Sekip PaĢa tarafından Yahya PaĢa'dan satın alınmıĢ olmakla
beraber, mülkiyeti (tapusu) ancak padiĢah fermanı ile Arifi PaĢa'ya
verilmiĢtir. Bu yer 1930'lu yılların baĢında varisleri arasında taksim
edilmiĢse de, 1952'ye kadar ağaçlarına el sürülmemiĢ; sık ağaçlardan
oluĢan orman görünümü devam etmiĢtir. Arifi PaĢa'nın uzaktan
akrabası olan ve Mısır Kralı Faruk'un halası ile evlenmiĢ bulunan
Mustafa Bey, korunun hissesine düĢen kısmını, 1946'da çok düĢük
fiyatlarla bankacılara satmıĢtır. 1952-1960 arasında koruda, 3, 5 ve 6
katlı apartman blokları inĢa edilirken ağaçların hemen tümü
kesilmiĢtir. Bloklar arasında iki yaĢlı çınar, birkaç ıhlamur ve
atkestanesi ile üç beĢ sedir ağacı, korudan geriye kalan tüm bitki
örtüĢüdür. Bugün Ârifî PaĢa Korusu, duvara çakılmıĢ bir tabela
üzerine yazılmıĢ bir isim olarak kalmıĢtır.
FAĠK YALTIRIK
AKĠF'ĠN KIRAATHANESĠ
19. yy'ın son çeyreğinde Divanyolu'nda bugünkü Sağlık Müzesi'nin karĢı sırasında
yer alan tanınmıĢ kıraathanelerden biri. Setli kahve de denilirdi.
Kurucusunun adından dolayı bu adla anılmıĢ olan kıraathane
Ġstanbul'un gazete ve dergi okunan, sohbet edilen, meddah, Karagöz
gösterilerine sahne olan merkezlerinden biriydi.
Ünlü hayalilerden Kâtip Salih Efendi'nin ramazan gecelerinde Karagöz oynattığı
zamanlar halkın Arifin Kıraatha-nesi'ne büyük ilgi gösterdiği, her
yaĢta insanın, özellikle de küçüklerin ön sıraları doldurduğu biliniyor.
Ahmed Rasim bu yüzden kıraathaneyi "sıbyan mektebi" diye de anar.
19. yy'ın son yıllarında Meddah Ġsmet Efendi'nin hikâyeler anlattığı bu kıraathaneye
dönemin tanınmıĢ aydınları da devam ederdi. Resmi dairelere yakın
oluĢu memurlar tarafından uğrak yeri haline getirilmesine yol açmıĢ;
böylece gazeteciler, yazarlar, Ģairler ve devlet görevlilerinden oluĢan
seçkin bir müĢteri topluluğuna sahip olmuĢtur.
Birçok yazar satranç, dama gibi oyunların da oynandığı kıraathaneden yeri geldikçe
eserlerinde söz etmekten geri durmaz. Bunlardan Ebüzziya Tev-fik
Yeni Osmanlılar Tarihi adlı eserinde Arifin Kıraathanesi'ni anmakta
ve kendisinin, Namık Kemal'in ve akrabası Zaptiye Müdürü Kâzım
Bey'in yakın arkadaĢı Yanyalı Nuri Efendi'nin dava vekilliği ve
arzuhalcilik yaparken burayı yazıhane gibi kullandığını yazmaktadır.
Mütareke döneminde Ġstanbul'a gelen ve eğlence hayatının çehresini değiĢtiren Beyaz
Ruslar Ġstanbul'da (suriçi) ilk barı bu kıraathanede açmıĢlardı. Burada
Rus kadınları hizmet ederler, konsomasyona çıkarlar, bir yandan da
müĢterilerle dans ederlerdi. Bu yıllarda kumar amacıyla tombala
oynatılan, karafatma yarıĢları yaptırılan bir yer olarak da dikkati
çekiyordu.
Ahmet Hamdi Tanpınar kıraathanelerden söz ederken burasını da anar ve
karĢısındaki bir baĢka kıraathanenin sahibi ile Arif arasında geçen
kavgayı anlatan Ģu dörtlüğü verir: Dün gice iki kı-raathâneci /
Birbiriyle eylemişler arbede / Vak'ayı seyreyleyenler didiler/Ârif'i
yıktı Bekir bir darbede.
Kıraathane Cumhuriyet'in ilk yıllarında da ününü sürdürmüĢ, dönemin
edebiyatçılarından Celal Sahir Erozan ve arkadaĢları ile Ġzzet Melih
Devrim, Agâh Sırrı Levend buraya devam etmiĢlerdir.
Bibi. S. M. Alus, "Eski Kıraathaneler", Akşam (28 Kânunıevvel 1938); ISTA, 1007;
M. And, "Eski Ġstanbul'da Meddah Kahveleri", Folklor, S. 3 (Temmuz
1969), s. 8; A. H. Tanpınar, Beş Şehir, ist., 1972, s. 205-206; Ebüzziya
Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi (haz. Ziyad Ebüzziya), c. 2, Ġst., 1973,
s. 154; S. Birsel, Kahveler Kitabı, Ġst., 1975, s. 210, 218, 222, 251-
254; M. Ertuğml, Benden Sonra Tufan Olmasın!Anılar, Ġst., 1989, s.
64.
ĠSTANBUL
ARĠSTARHĠS AĠLESĠ
Yüzyılı aĢkın süreyle Osmanlı Devle-ti'ne yüksek görevlerde hizmet etmiĢ Fener
Rum aristokrasisine mensup bir ailedir.
Ailenin kumcusu sayılan Hacı Niko-laos Aristarhis Cezayirli Kaptan Hasan PaĢa'nın
bankeriydi. Oğlu Stavrakis (1770-1822), K. Muruzi'nin görevden
alınmasıyla 1821'de baĢtercümanlık görevine atanmıĢ, ilk görevi ise
Yunanistan'ın bağımsızlığını ilan etmesiyle Fe-ner'deki Rum Patriği 5.
Gregorio.s'un azil fermanını kendisine tebliğ etmek olmuĢtu. Onun
oğlu Nikolaos Stavrakis Aristarhis, Rum Ortodoks Kilisesi'nin
patrikten sonra gelen en üst düzey danıĢmanlık (logothetis) görevinde
bulundu. Aynı aileden Miltiyadis Aristarhis 1859-1866 arasında
Osmanlı Devleti'nin Sisam Adası valisi olarak görev yaptı, daha sonra
devletin Yüksek Adalet Divanı üyeliğine getirilerek Prens unvanıyla
taltif edildi. S. Ġoannis, Osmanlıların Berlin sefirliğini^ yaptı, N.
Stavrakis ise I. MeĢrutiyet'te Ayan üyeliğine getirildiğinde, babası
Nikolaos gibi Fener Patrikhanesi'nin en üst düzey danıĢmanıydı.
Patriğin Osmanlı sultanlarıyla görüĢmelerinde ona refakat eder,
tercümanlık görevini üstlenirdi. Patrik seçimlerinde çift oya sahipti.
Nihayet, Grigorios Aristarhis, Osmanlı Devleti'nin Paris sefaretinde Birinci Kâtiplik,
Washington'da konsolosluk görevlerinde bulunmuĢ; Aleksandros
Aristarhis ise Karadağ konsolosluğu yapmıĢtı.
SULA BOZĠS
ARKADĠANAĠ
Arkadios Hamamı'nın bulunduğu semt. Bu hamam 395'ten sonra Ġmparator Arkadios
ya da kızı tarafından yaptırılmıĢtır. Veya babanın baĢlayıp kızının
bitirmiĢ olma ihtimali de vardır. Bu bölge Büyük Saray'ın
kuzeyindeydi; güneyde deniz kenarındaki Topoi semti ile kuzeydeki
ünlü Mangana Mahallesi arasında yer alıyordu. Prokopius'a göre
Akropo-lis'in Marmara'ya bakan yamaçlarında inĢa edilen Arkadios
Hamamı'nın yanından, tepeden Marmara kıyısına inen ve Ġustinianos
döneminde yapılmıĢ heykellerle süslü olan bir büyük revak (embo-
los) geçiyordu. Bu semtte Aziz Mihail ve Aziz Gabriel (Cebrail) adına
kiliseler bulunmaktaydı. Ġmparator Makedonyalı I. Basileios'un (hd
867-886) bir süre oturduğu konak buradaydı, sonradan Aziz
Konstantin'e ithaf edilen küçük bir manastıra (metokion)
dönüĢtürülmüĢtü.
Bibi. Mordtmann, Esquisse-, Janin, Constanti-nople byzantine.
DOĞAN KUBAN
ARKADĠOS
(377/78, Konstantinopolis - 408, Kons-tantinopolis) Doğu Roma Ġmparatoru (395-
408). I. Teodosios'un(-0 büyük oğlu olan Arkadios, 395 yılında ölüm
Arkadios
istanbul Arkeoloji Müzeleri Nevra Necipoğlu fotoğraf arşivi
döĢeğindeki babasının emriyle ikiye bölünen Roma Ġmparatorluğu'nun Doğu
kesimine, kardeĢi Honorius ise Batı kesimine imparator tayin
edildiler. Ancak bu Ģekilde resmen ikiye ayrılan imparatorlukta
devletin birliği ideolojisi devam etti; iki ayrı devlet yerine, tek bir
devletin iki imparator idaresindeki iki yansı fikri benimsendi.
Zayıf bir imparator olarak bilinen Arkadios, hükümdarlığı süresince çevresindeki
çeĢitli kiĢilerin etkisi altında kaldı. Sırasıyla, tahta çıktığı yıl
kendisine naiplik ve danıĢmanlık yapan praefec-tus praetorio Rufinus
(bak. Rufinianai Sarayı), ardından Rufinus'u ortadan kaldırıp 396-400
arasında devletin en güçlü kiĢisi durumuna gelen eski köle ve hadım
Eutropios, 400-404 arasında karısı Eudoksia ve son olarak 404-408'de
bir baĢka praefectus praetorio, Antemi-os(->) imparatoru
yönlendirdiler.
Eutropios'un öncülüğünde, Yahudilere, özellikle tüccarlara bazı imtiyazlar tanındı.
Ġoannes Hrisostomos(->) Konstantinopolis kilisesinin baĢına getirildi,
heretiklere (kilise doktrinlerinin karĢısında olanlara) ve paganlara
(puta tapanlara) karĢı birtakım yasal önlemler alındı. Daha sonra,
Antemios'un da muhtemel aracılığıyla, Hrisostomos kilisedeki
görevinden uzaklaĢtırıldı.
Arkadios döneminde Konstantinopolis Gotlarla giriĢilen önemli mücadelelere sahne
oldu. I. Teodosios zamanında bir tabilik (foedus) anlaĢmasıyla
uzaklaĢtırılmıĢ olan Vizigot tehlikesi yemden canlandı. Liderleri
Alarik komutasında ayaklanarak Balkan Yarımadası'nı baĢtan baĢa
tahrip eden ve Konstantinopolis surlarına dayanan Vizigotlarla ancak
Alarik'in magister militum per illyricum (Ġllirya askeri komutanı)
olarak tayin
-fc.
ARKADĠOS FORUMU
306
307
ARKEOLOJĠ MÜZELERĠ
Arkeoloji Müzeleri Kütüphanesi'nin okuma salonu (solda) ile giriĢ mekânından bir
görünüm (üstte). Fotoğraflar Bünyad Dinç
Arnaudin'in Kandilli-Rumelihisarı arasında yapılmasını önerdiği köprü.
Z. Çelik, ne Remaking of istanbul, Portrait of an Otlaman City in the Nineteenth
Century, Washington, 1986
Nezareti'nin kütüphaneye ilk olarak 1893'te memur atamıĢ olması, oluĢumunun
1902/1903'ten çok daha önce baĢladığını göstermektedir. Kütüphane
II. Daire'nin üst katında, yaklaĢık 500 m2'lik alanda yer alır. Ġlk
kütüphanecileri müzeciliği ve devrin uluslararası kitap kataloglama
kurallarını bilen değerli Ģarkiyatçılardı. Bugünkü dermenin büyük
kısmı Osman Hamdi Bey'in titiz tutumuyla satın alma, bağıĢ ve
değiĢim yoluyla oluĢmuĢtur. KuruluĢundan sonraki elli yıl içinde
gittikçe artan değerli yazma eserleri, oldukça kabarık sayıda Arap
harfli ve yabancı dillerde çeĢitli konulardaki dermesiyle, uzmanlık
kütüphanesi sınırlarını aĢmıĢtır. Dermesinin bu özelliğinden ötürü
sürekli baĢvuru alan kütüphane, az sayıda personelle hizmet vermeye
çalıĢmıĢtır. Kütüphanecilik mesleğinden ilk atama 1972, ikincisi de
1993'te yapılmıĢtır.
Bugün yaklaĢık 80.000 dermesi içinde bağıĢlar önemli bir yer tutmaktadır.
Çoğunluğu veya tamamı izlenmiĢ yaklaĢık 700 baĢlıklı süreli
yayından halen 1/10 kadarı izlenmektedir. Derleme Ka-nunu'nun 11.
maddesince alınması gereken meslek dermesi bugün alınmamaktadır.
Kütüphaneye uzmanlık dalı dıĢındaki çeĢitli konularda yapılan bağıĢların en
önemlileri, baĢta 5.000 ciltle Ahmed Cevad -PaĢa Koleksiyonu olmak
üzere Mehmed ġakir PaĢa; V. Mehmed (Re-Ģad), Diyarbekirli Said
PaĢa, Recaizade Ekrem,,, Hattat Mektebi, Murtaza 'Hoca-zade Hatice
Hanım, Zeki Megamiz, Kamran Büyükkayra ve H. Turhan Dağ-lıoğlu
toplu bağıĢlarıdır. Bugün de bu yolla beslenen ..kütüphaneye
uzmanlık dallarında sürekli ve en büyük bağıĢlar, istanbul Arkeoloji
Müzelerini Sevenler Derneği'nce yapılmaktadır.
Alfabetik (yazar, kitap, bazen seçilmiĢ baĢlık adına göre) ve özel konu fiĢ katalogları
vardır. Süreli yayınlardan uzmanlık dalıyla ilgili gerekli yazılar da
katalpğa alınmaktadır. Ahmed Cevad PaĢa, V. Mehmed (ReĢad)
koleksiyonlarının basılı katalogu vardır. V. Mehmed
(ReĢad) Koleksiyonu'ndaki 52 adet beĢik devri (1500 tarihine kadar basılmıĢ kitaplar)
kitap, resimli yazmalar, uzmanlık süreli yayınları ayrıca
yayımlanmıĢtır. Kurumun kültürel etkinliklerinin de yer aldığı, 15
kiĢilik okuma masası bulunan kütüphanede, yer sıkıntısı nedeniyle
uzun yıllardır sağlıklı yerleĢtirme yapılamamaktadır. Kütüphaneden
resmi iĢgünlerinde kurum izniyle yararlanılmaktadır.
Bibi. Collection deş Guides-Joanne (De Paris a Constantinople), Paris, 1902; Halil
Edhem, "Das Osmanische Antikenmuseum in Kons-tantinopel",
Hilprecht Anniversary, Leipzig, 1909; O. N. Ergin, Muallim Cevdet'in
Hayatı, Eserleri ve Kütüphanesi, Ġst., 1937; H. Kı-vırcık-N. Vatin,
"La Bibliotheque deĢ Musees Archeologiques d'Ġstanbul", Turcica, 2,
1984; Salname-Maarif, III, 1318; V. Tura, "Müze Kütüphanesine
Vakfedilen Kitaplar ve Vakıfları", Türk Tarih, Arkeologya ve
Etnografya Dergisi, V, Ankara, (1949); P. D. Voûte-S. B. Baykan,
Catalogue deş Period-iques Concernant l'Histoire, l'Archeologie,
l'Histoire d'Art. et la Pbilologie dans leş Bibli-othegues d'İstanbul et
d'Ankara, Ġst., 1980 (teksir).
HAVVA KOÇ
ARKEOLOJĠ MÜZELERĠ YILLIĞI
Ġstanbul Âsâr-ı Atika Müzeleri (sonra Arkeoloji Müzeleri) Müdürlüğü bütün dünya
müzelerinde usulden olduğu gibi, yeni giren eserleri ilim âlemine
tanıtmak gayesiyle Türkçe ve bir yabancı dilde olmak üzere bir yıllık
yayımına 1934'te baĢladı. 74 sahifelik bu ilk yıllıkta, müzenin
kadrosu, yeni gelen eserler ve yayınlar tanıtılmıĢ, metin Türkçe ve
Fransızca olarak yayımlanmıĢtı. Ġkinci sayı ancak 1937'de basıldı.
Uzunca bir aradan sonra üçüncü sayı 1949'da yayımlanmıĢ, fakat bu
defa yabancı dil metin Ġngilizceye dönüĢmüĢtür. Yıllık bundan sonra
oldukça intizamlı biçimde yayımlandı.
Dördüncü sayı 1950'de basıldığında, içinde müzeye giren eserlere dair kısa
makalelere de yer verildiği görülür. BeĢinci sayıdan (1952) itibaren,
bu makaleler daha dolgun bir biçim almıĢtır. Yıllık, intizamlı
sayılabilecek aralıklarla ve
hacmi gittikçe büyüyerek çıkmaya devam etti. Bu arada, içindeki makaleler müzeyle
ilgili konularda olmak üzere küçük araĢtırmalar halinde
yayımlandığından, yıllığa bir arkeoloji dergisi hüviyeti verdi. 316
sahifelik kalın bir cilt teĢkil eden 15-16. sayı (1969), yıllığın son
geliĢme aĢamasını gösterir. Yıllık uzun yıllardır çıkmamaktadır.
SEMAVĠ EYĠCE
ARMAN, CĠHAT
(1918, istanbul) Futbolcu. Futbola Ġstanbul'da baĢladı. Daha sonra babasının görevi
nedeniyle gittikleri Ankara'da lise öğrencisiyken Gençlerbirliği Spor
Kulübü'n'e girdi. 1933'te genç takım kadrosuna alındı. Ġki maç
oynadıktan sonra birinci takım kalesi kendisine teslim edildi.
Çıkardığı güzel oyunlar sonucu GüneĢ Spor Kulübü yöneticileri
tarafından Ġstanbul'a getirildi. Öğrenim hayatını Boğaziçi Lisesi'nde
sürdürdü. Bu arada GüneĢ takımının kalesinde parladı. 1936'da
Ġstanbul'da oynanan Türkiye-Yugoslavya milli maçında, henüz 18
yaĢındayken milli takım kalesini korudu. 1939!da GüneĢ Spor Kulü-
bü'nün kapanmasıyla Fenerbahçe'ye geçti. On iki yıl aralıksız olarak
Fenerbahçe'nin değiĢmez kalecisi oldu. Milli maçlardan uzak geçen
on bir yıllık (1937-1948) dönemden sonra 1948'de yemden milli
takımın kalesini korudu. "Uçan Kaleci" lakabıyla ün kazandı.
Fenerbahçe birinci takımında 308 maç oynadı, uzun yıllar kaptanlık
yaptı. 13 kez de milli takımda yer aldı, bunlardan 9'unda milli
takımlarında kaptanlık yaptı.
Cihat Arman futbolu bıraktıktan sonra antrenörlük hayatına baĢladı. BeĢiktaĢ,
KasımpaĢa, Beyoğluspor, Ġstanbuls-por ve YeĢildirek takımlarını
çalıĢtırdığı gibi Genç ve A milli takımlarında antrenörlük yaptı. Aktif
spor yaĢamı sürerken Özfenerbahçe dergisini çıkarmakla (1948)
baĢlayan spor yazarlığı da çeĢitli gazetelerdeki yazı ve yorumlarıyla
devam etti.
CEM ATABEYOĞLU
ARNAUDIN
(20. yy) Fransız mühendis. Yüzyıl baĢında bir Boğaziçi demiryolu geçiĢi projesine
bağlı olarak, Ġstanbul için, gerçekleĢmeyen ilginç bir metropoliten
geliĢme Ģeması önermiĢtir.
Arnaudin'in planı, salt Ġstanbul'un bütünü için geliĢtirilmiĢ bir plan olmayıp, Boğaziçi
geçiĢi için önerilen bir demiryolu köprüsü çerçevesinde düĢünülmüĢ
bir çalıĢmadır.
Mart 1900'de. Compagie Internationale de Chemin de Fer. de Bosphore Ģirketi adına
Arnaudin iki köprüyle Boğaziçi'ni geçen bir çevre yolu önerir.
Projeyi, getirdiği önerilerle metropoliten bir ulaĢım projesi olarak
değerlendirmek mümkündür. Projede önerilen ilk köprü Üsküdar-
Sarayburnu, ikincisi ise, Kandilli-Rumelihisarı arasında olacaktır.
Böylece Ġstanbul çevresinde Boğaziçi'ni iki noktadan geçen bir ring
oluĢturulacak ve köprüler aynı zamanda Anadolu ve Rumeli
demiryollarını da birbirine bağlayacaktır.
Arnaudin'in köprüleri iddialı ve gösteriĢlidir. Üsküdar-Sarayburnu arasındaki köprü
her iki sahilden 130'ar m uzaklıkta birer çift, ortada da bir çift olmak
üzere altı ayağı olan bir asma köprüdür. Ayaklar köprü zemininden
itibaren 16 m yüksekliğinde minarelerle süslenmiĢlerdir.
Kandilli-Rumelihisarı arasındaki diğer köprü de üç çift ayaklıdır. Hamidiye Köprüsü
adı verilen bu köprüde, ayaklar ilkinden farklı olarak, köĢelerinde dört
minarenin yer aldığı Kahire Memluk mimarisi üslubunda, cami
Ģeklinde tasarlanmıĢtır. Arnaudin, köprü ayakları için proje raporunda,
"Müslümanlar'ın Halifesi Sultanın dinî ve politik gücünü sembolize
etmekde, taçlandırmaktadır" ifadesine yer verir.
Önerdiği proje pahalı ve gösteriĢli
olmasına karĢın Arnaudin ciddi bir kentsel büyüme önerisi ortaya koymuĢ ve bunu
ulaĢımla bütünleĢtirerek çözmeye çalıĢmıĢtır. Bugünkü II. Çevre Yo-
lu'nun bile dıĢında kalan demiryolu ringi, o zamana göre geniĢ bir
metropoliten sınır tamamlamakta ve gelecekteki geliĢmelerin bu
sınırlar içinde olacağını ya da olması gerektiğini öngörmektedir.
GerçekleĢmeyen bu öneride Arnaudin'in, yağ lekesi Ģeklindeki
öngörüsüyle Ġstanbul için oldukça gerçekçi ve olabilir bir-geliĢme
tahmininde bulunmuĢ olduğunu söylemek mümkündür.
Bibi. Z. Çelik, The Remaking of istanbul, Portrait of an Ottoman City in Nineteenth
Century. University of Washington Press, 1986.
M. RIFAT AKBULUT
ARNAVUT ZĠNCĠRĠ
Haddeden geçirilmiĢ ince altın ya da gümüĢ tellerin çift katlanarak at nalı biçiminde
birbirini kavrayacak biçimde karĢılıklı getirilip, biri diğerinin halka
boĢluğundan geçirilerek yapılan bir zincir çeĢididir. Örgü, istenilen
uzunlukta yapıldıktan sonra halka boĢluklarına "güverse" denilen
kürecikler kaynatılır ve zincir böylece tamamlanmıĢ olur.
Arnavut zinciri saat kösteği olarak Batı'dan gelmiĢtir. Ġlk BatılılaĢma hareketleriyle
birlikte saat, köstek, yelek ve Avrupai giyim kuĢam Osmanlı aydınları
arasında yayılınca Fransa'dan ithal edilen bu köstek zinciri sonraları
Ġstanbul'da da yapılmaya baĢlanmıĢtır.
Adına "saray kösteği" denilen Ġstanbul iĢi yassı zincir ile milli bir karakter kazanan
bu zincir, çeĢitli adlar alarak halk arasında da benimsenmiĢtir.
Çoğunlukla köstek olarak kullanılan bu zincire, Arnavut asıllı
Osmanlı tebaasın-ca çok kullanıldığı için "Arnavut kösteği"; yuvarlak
oluĢu ve boĢluklarında gü-
verse olduğu için "yuvarlak" ya da "gü-verseli köstek"; Giritlilerce de
benimsenmesinden dolayı "Girit kösteği" de denilir.
Bu zincirler KapalıçarĢı civarındaki bütün hanlarda yapılırdı. Köstekli cep saatlerinin
modası geçip de yerini kol saatleri alınca bu sanat 1970'li yılların
sonuna kadar zincir kolye yapımında azalarak sürmüĢtür. Son ustası
ise Çuhacı Hanı'nda Ġsmet Esen'dir. Bugün ise kaba turistik bir
iĢçilikle bazı kiĢilerce yapılmaktadır.
MEHMET ZEKĠ KUġOĞLU
ARNAVUTKOY
Boğaziçi'nde, KuruçeĢme ile Akıntıbur-nu arasındaki sahilde ve bu sahile açılan vadi
boyunca, yamaçlarda kurulu, halen BeĢiktaĢ Ġlçesi'ne bağlı semt.
Ġlkçağda adı Hestai idi. Bizans döneminde Promotu ve Anaplus olarak
da bilinirdi. Boğaziçi'ndeki önemli ibadet yerlerinden biri olan Ayios
Mihael Kilisesi buradaydı. Konstantinos tarafından yaptırıldığı
söylenen bu kilisede BaĢmelek Mi-hael'in mozaik bir ikonası
saklanıyordu. Büyüklü küçüklü çok sayıda kilise ve ayazmanın
yapılmasından sonra ve büyük olasılıkla Ayios Mihael Kilisesi'nin
varlığı yüzünden, bölgeye Melekler Köyü dendiği anlaĢılmaktadır.
Kaynaklarda adı geçen Mihaleion bölgesinin, Karadeniz'den
Marmara'ya Boğaz akıntısının en kuvvetli olduğu bugünkü Arnavut-
köy ile Akıntıburnu arasında bulunduğu sanılmaktadır.
Köyün Arnavutköy adını hangi nedenle ve ne zaman aldığı kesinlikle
bilinmemektedir. Bir rivayete göre, II. Mehmed'in (Fatih)
Arnavutluk'a egemen olmasından sonra yöreden getirilen Arnavutlar
bu semte yerleĢtirilmiĢtir. Bir Arnavut cemaatinin, o zamanlar
bakımsız, harap ve yarı metruk olan bu sahile yerleĢtirilmesinin tarihi
olarak 1468 verilmektedir. 1540'larda Ġstanbul'a gelmiĢ olan Petrus
Gyllius, bu civarın üzüm bağlarıyla kaplı olduğunu yazarken bölgenin
adını Arnavutköy olarak anmaz. Buna karĢılık 1568'de bostancıbaĢına
gönderilmiĢ bir fermanda, "BostancıbaĢıya hüküm ki, Arna-vudköy
bağları hassa-i hümâyunum için koru iken bazı kimseler anda Ģikâr
ettikleri iĢitilmiĢtir..." denmekte ve halkın buralarda avlanmasının
yasaklanması istenmektedir. Bu fermandan anlaĢıldığına göre 1568'de
bölgenin adı artık Ar-navutköy'dür. 1715'te ölmüĢ olan Ģair Fennî,
Boğaziçi köyleri üzerine yazdığı Sahilnaınefde, eskiden hamam
tellaklarının ekseriya Arnavut olduğunu hatırlatarak, burası için
Takılub ardına âl ile rakib-i nâpâk / Arnavud karyesine gitmiş o şüb-i
dellâk beytini söylemiĢtir.
Arnavutköy'ün daha 16. yy'da Ġstanbul'un en ünlü mesire yerlerinden olduğu; bağları
bahçeleri bulunduğu; tepelerdeki koruların sultanın hasları olduğu;
nüfusunun 19. yy'ın ortalarına kadar
ARNAVUTKÖY
314
315
AKNAVUTKÖY
Yüzyılm
baĢlarında
Arnavutköy.
Nazım Timuroğlu fotoğraf arşivi
Arnavutköy
h/anbul Ansiklopedisi
Rum ve Musevilerden meydana geldiği; uzun süreler bakımlı, güzel, canlı bir Rum
köyü olarak kaldığı bilinmektedir.
Evliya Çelebi 17. yy ortalarında burada, köyün sahile yakın bölgesinde 1.000 kadar
bağlı bahçeli mamur Rum ve Musevi hanesi olduğunu; cami, mescit,
imaret bulunmadığını, sadece küçük bir hamama rastlandığım;
"Ekmeğinin ve pek-simedinin beyaz, Yahudilerinin sahib-i zevk ve
elıl-i saz, Rum Hıristiyanlarının kavmi-i lâz, cemaati müslimin gayet
az" olduğunu yazar. Ġncidyan, 18. yy'da köy halkının tümüyle Rum
olduğunu kaydeder. 1768'de tamamlanan Hadikatül-Ce-vami,
Arnavutköy'den söz ederken "Ka-riye-i mezburede cami ve mescid
olmadığından Bebeğe geçilmiĢtir" der. III. Se-lim'in tahta çıktığı ilk
yıllardaki (1790'lar) bir bostancıbaĢı defterinde KuruçeĢme'den
Akıntıburnu'na doğru binalar sayılırken "Tarandabol tercümanı
Yenaki zimminin yalısı, yanında Eflâk Voyvodası Mihalâki Bey'in,
yanında Sakızlı Dimit-ri, yanında Hanım Sultan'ın yalısı, altı göz
kayıkhanesi, altı adet dükkânları, yanında Arnavutköy iskelesi,
yanında Tabip Nikola zimminin yalısı, yanında
Todoraki zimminin yalısı, yanında Ando-naki'nin yalısı, yanında Yorgaki'nin,
yanında Kostantaki'nin" diye giden listeden de anlaĢıldığına göre,
sahil boyu o dönemlerde Ġstanbul'un varlıklı ve nüfuzlu Rumlarının,
özellikle de Bizans ailelerinin devamı olan ve Osmanlı Devle-ti'nde
yüzyıllar boyunca tercümanlıkla görevlendirilmiĢ Fenerli Rum
beylerinin, voyvodalarının yalılarıyla kaplıdır. Sıralanan yalılar
arasında sadece birinin "Sultan Hanım'ın yalısı" olarak geçmesi ilgi
çekicidir. 1821'de Mora'da patlak veren ve Orta Yunanistan'la Girit'e
sıçrayan ayaklanmadan sonra, Rum aristokrasisinin yalıları, konaklan
müsadere edilerek Musevilere satılmıĢtır. 18. yy sonları 19. yy
baĢlarından itibaren, hanedanın sultan kızı veya kardeĢi gibi iktidar
sahibi kadın üyelerinin de, öteden beri kendilerine ayrılmıĢ olan
Ortaköy-KuruçeĢme sahilinin kalabalıklaĢması üzerine Arna-vutköy-
Akıntıburnu arasında ve Akıntı-bumu'ndan Bebek'e doğru
sahilsaraylar inĢa ettirmeye baĢladıkları anlaĢılmaktadır. 1808'de tahta
çıkan II. Mahmud dönemindeki bir bostancıbaĢı defterinde,
Arnavutköy sahilindeki yalılar bu defa
Ģöyle sıralanmaktadır: Beyhan Sultan'ın mâ-ı Leziz çeĢmesi ile sahilsarayı, Halil
PaĢazade Nuri PaĢa'nın yalısı, Arif Molla Yalısı, BiniĢ-i Hümâyun'a
mahsus Meh-med PaĢa Kasrı, HekimbaĢı Necip Efendi, HaznedarbaĢı
ġâkir Ağa, Sadrazam Selim PaĢa, Dürrizade Abdullah Molla vb
yalıları. Aynı dönemde, II. Mahmud tarafından Arnavutköy'e 1832'de
bir cami, bir karakol ve kıĢla yaptırılmıĢtır.
Arnavutköy'de, 18. ve 19. yy'larda çıkan büyük yangınlarda, yukarıda bazıları
sıralanan yalılar, yamaçlardaki ve vadideki köĢkler hemen hemen
tümüyle yanmıĢ; sahilhaneler ve sahilsaraylar-la birlikte, köy
içlerindeki mahalleler de kül olmuĢtur. Örneğin 1797'deki yangında
Akıntıburnu'ndaki Hasan Halife Bahçesi'yle birlikte yakınındaki bir
yalı (muhtemelen III. Mustafa'nın kızı Beyhan Sultan'ın 19. yy
baĢında inĢa ettirdiği Beyhan Sultan Sahilsarayı(->), daha sonraki
adıyla Said PaĢa Yalısı), onun üstündeki setlerde bulunan Sadrazam
Ġzzet PaĢa'nın yaptırdığı BiniĢ KöĢkü (Vezir KöĢkü, Boyalı KöĢk),
sadrazamın kendi yalısı ve Mektupçu Ġbrahim Efendi yalısı da
yanmıĢtır. 1883'te iskele ba-
Ģmda 18 evin, 1887'de 264 evin, 1908'de 109 evin yandığı kaydolunmuĢ; 1887
yangınından sonra Yahudilerin büyük kısmı köyü terk etmiĢ, onların
yerine Müslümanlar yerleĢmeye baĢlamıĢtır. I. Dünya SavaĢı
arifesinde 1912'de ġirket-i Hayriye'nin yayımladığı Boğaziçi
Salnamesi'nâe Arnavutköy'de 493 Müslüman, 5.973 Rum, 342
Ermeni, 32 Musevi ve 642 ecnebinin yaĢadığı kaydolunmakta, günlük
vapur yolcusu sayısı 1.550 olarak hesaplanmaktadır.
Arnavutköy öteden beri canlı bir ticaret hayatına sahip görünmektedir. Ye-niköy'den
sonra Boğaz'm denizciler için peksimet üreten ikinci köyüydü. Burada
II. Mahmud döneminde bostancıbaĢı defterine de geçmiĢ bir beylik
peksimet fırını bulunmaktaydı. Daha Evliya Çelebi zamanında çok
sayıda dükkân olduğu, bağlarının bahçelerinin Kanuni döneminden
itibaren büyük ün kazandığı, burada büyük panayırlar kurulduğu
bilinmektedir. Kaynaklarda panayır geleneğinin eskilere gittiği, 18.
yy'da "panayır akçesi" alınmaya baĢlandığı, panayırların 1940'-lara
kadar sürdüğü nakledilmekte; aynı zamanda Arnavutköy'ün öteden
beri bir eğlence ve zevk merkezi olduğu vurgulanmaktadır. Akintıbur-
nu'nun, yazın en sıcak günlerinde bile tatlı esintili havası, köyün
sırtlarındaki bağlar ve bahçeler, buraya mesire yeri olarak her dönem
ün kazandırırken, gazinoları, sandal sefaları özellikle panayır
döneminde çalgılı, kasap havalı, sazlı, sözlü âlemleri de meĢhurdu.
Ortodoks kilisesinde Ġsa'nın vaftizine remiz olarak haçın suya atılması
yortusu, Arnavutköy'de 20. yy'ın baĢına kadar geleneksel biçimde
kutlanmaya devam etmiĢ, denize haç atma törenini izleyen çalgılı,
içkili gazino âlemleri rağbet bulmuĢtu. O zamanlar Arnavutköy'e bu
canlı eğ-
gındı. Bu kabuklu deniz hayvanlarının rıhtımda bıraktıkları izlerin 18. yy'da hâlâ
belirgin olduğu yolundaki iddia bu söylencenin bir parçası olmuĢtu.
Ayazmalar, bağlar, bahçeler, koruluklar arasındaki köĢkleri, sahil boyunca dizilen
sahilhaneleri, sahilsarayları, yalıları ile bilinen Arnavutköy'ün çehresi
günümüzde tümüyle değiĢmiĢ bulunuyor. Or-taköy'den Arnavutköy'e
uzanan yol dar olduğu ve ihtiyaca cevap veremez hale geldiği için,
önce deniz tarafındaki binaların büyük bölümü yıkıldı ve tramvayın
geçtiği yol sahil yolu haline getirildi. Bu sırada ahĢap binaların
yıktırılarak yerleri-
îMml&i
Arnavutköy'den geçmiĢi günümüze getiren bir ev (solda) ve bir sokak (sağda). Ahmet
Hızarcı (sol), Erdal Yazıcı (sağ)
ARNAVUTKÖY AMERĠKAN KIZ 316
317 ARNAVUTKÖY AMERĠKAN KIZ
TÜLAY ARTAN
ları arttı. Halen semt, çok sayıda lüks restoran, gazino, gece kulübü, bar ve modern
kahvelerle Boğaz'ın canlı bir yaĢam ve eğlence merkezi
görünümündedir.
Bibi. S. Eyice, Boğaziçi, s. 25-28; R. E. Koçu, "Arnavutköy", ISTA, II., s. 1039-1041;
Evliya, Seyahatname, ty, s. 314; Boğaziçi; Kömürci-yan, İstanbul
Tarihi, s. 41, 219, 259; Ġncici-yan, İstanbul, s. 115-116:
"Arnavutköy", ÎK-SA, II, s. 782, 783.
Ç L
ne beton binalar yapılmasına da baĢlandı. Bir dönem yangınlar, daha yakın dönemde
yapılaĢma ve betonlaĢma semtin . görünümünü hızla değiĢtirdi.
1960'lardan sonra sahil yoluna ve vadi boyuna apat-manlar dikilmeye
baĢlandı. 1980 sonrasında, sahil yolunun geniĢletilmesi sırasında
halen var olan yalıların önünden, denizin içinden "kazıklı yol"
geçirildi. YapılaĢma daha hızlandı, arsa ve bina fiyat-
E Ğ Ġ
ARNAVUTKÖ
Arnavutköy'ün bağlan, bahçeleri 16. yy'dan beri ünlüydü. Bu bölgede bağcılığın
tarihinin daha eskilere, Bizans dönemine gittiği bilinir. Ancak, köyün
kendi adını taĢıyan çileğinin tarihi sanılabileceği kadar eski değildir.
Ġlk çilek fidesinin, 19. yy'm hemen baĢında Ġpsilanti ailesi tarafından
getirildiği, Arnavutköy sırtlarına dikildiği, bir süre sonra da bağların
önemli bölümünün, yerini çilek tarlalarına bıraktığı bilinmektedir.
Arnavutköy'de aslında iki ayrı cins çilek yetiĢirdi. Küçük, açık pembe renkli, kokulu
olanı, osmanlıçileği de denen, sevilip aranan bir türdü. Bu nadide cins,
önceleri sadece Arnavutköy sırtlarındaki tarlalarda bulunurken, daha
sonra Ġstanbul'un Yeniköy, Tarabya, Ġstinye sırtlarında ve Kadıköy
tarafında Pendik civarında da yetiĢtirilmeye baĢlandı. Ancak adı
nereden gelirse gelsin, belli bir türe bağlı olarak Arnavutköy çileği
kaldı. 'Arnavutköy'de sırtlardaki tarlalarda osmanlıçileğinden baĢka
daha koyu renkli ve biraz daha büyük frenkçileği de dikilirdi. Ġlk
mahsul, genellikle mayıs ayında alınır; çilek meraklıları tarlalara
küçük sepetlerle kendileri toplamaya ve hemen orada taze taze
yemeye gelirlerdi. Çevreye kol atan çilek fideleri, küçük beyaz
çiçekleri ve koyu yeĢil yapraklarıyla bahar aylarında çok güzel
görünür, çilek tarlalarının bulunduğu sırtlardan çevreye çilek kokusu
yayılırdı.
Arnavutköy sırtlarındaki çilek tarlaları, 1960'lara kadar korundu. 1960'lardan sonra,
önce osmanlıçileği daha sonra frenkçileği hem .Arnavutköy'de, hem
de bu çileğin yetiĢtirildiği diğer bölgelerde azalmaya baĢladı.
Günümüzde ise, küçük özel bahçeler hâricinde, bütünüyle yok oldu;
sadece adı ve bilenlerin damağındaki ince, hoĢ lezzeti kaldı.
ĠSTANBUL
Kıyıdan
"kazıldı yol"
geçirildikten
sonra
Arnavutköy.
Tuğrul Acar,
1992
ARNAVUTKÖY AMERĠKAN KIZ KOLEJĠ
1871-1971 arasında GedikpaĢa, Üsküdar ve Arnavutköy'de faaliyet gösteren
Amerikan eğitim kurumu.
Robert Kolej'in(->) kurucusu Cyrus Hamlin 1867'de kız öğrenciler için de bir okul
açılması gereğini duydu. Chris-topher Robert öneriyi Congregational
Kilisesi Kadın Misyon Heyeti'ne (Wo-man's Board of Missions)
götürdü. Kadın Misyon Heyeti ve Bostonlu bir grup eğitimci kadın bir
araya gelerek 3.000 dolar topladılar ve okulu kurarak baĢına Julia
Rappleye'i getirdiler.
1871'de Abdülaziz'in iradesiyle Ge-dikpaĢa'da kiralık bir konakta açılan okulun
Ġngilizce ilk adı Home School for GiriĢ at Constantinople idi. Ġlk yıl 6
yaĢında 3 öğrencisi vardı. 1873'te anaokulu düzeyinde öğrenci sayısı
40 oldu. Bu arada 50.000 dolar bağıĢ toplandı ve Anadolu yakasında,
Üsküdar Selam-sız'da, PiĢmiĢoğlu'na ait arazi satın alındı. Bu arazi
üzerinde yapımına baĢlanan ve sonraları Bowker Hail diye bilinen
bina bitinceye kadar inĢaata yakın bir konak kiralandı ve eğitime
Anadolu yakasında devam edildi. Bina inĢaatı 1875'te tamamlandı ve
okul burada Üsküdar Kız RüĢtiyesi olarak öğrenime baĢladı.
Julia Rappleye'in 1875'te istifası üzerine Clara Catherine-Pond Williams görevi
devraldı. Bu arada William Chapin, 20.000 dolara Barton Hail adı
verilen ikinci binayı yaptırdı. Okul 1890'da Mas-sachusetts Eyaleti
yasalarına göre kolej olarak örgütlendi. Kolejin Ġngilizce iki
adı vardı: American College for GiriĢ ve Constantinople Woman's College.
Kız kolejine Yunanistan, Arnavutluk, Dicle-Fırat yöresi, Mısır, Suriye, Rusya,
Romanya ve Bulgaristan gibi geniĢ bir coğrafyadan öğrenci geliyordu.
Willi-ams'ın emekliliği ertesi, okul bir süre Cyrus Hamlin'in kızı Clara
Hamlin ve Maıy Mills Patrick'in ortak yönetiminde kaldı. 1889'da
Clara Hamlin'in evlenmesi üzerine Mills Patrick yönetimi tek baĢına
üstlendi ve 1924'e kadar mü dire olarak kaldı.
Kolej ilk mezununu 1891'de verdi. Mezuniyet töreninde II. Abdülhamid'in bir
temsilcisi de bulundu. Miss Patrick fen derslerine ayrı bir önem
veriyordu. 1894'e gelindiğinde okul klasik diller, edebiyat ve fen
dallarında üç bakalorya verir durumdaydı. 1893'te ġikago'da açılan bir
sergide kolej öğrencileri bronz madalya aldılar. Kolejden ilk
Müslüman mezun 1901'de Halide Edip (Adıvar) Hanını oldu. 1903'te
koleji ziyarete gelen Boutiller adlı Amerikalı zengin bir kadın ve
yakınları okula 62.000 dolar yardımda bulundu.
Aralık 1905'te sınıfların bulunduğu Barton Hail yandı. Fen laboratuvarları, jimnastik
salonu, toplantı salonu ve yatakhane de bu binadaydı. Yangına
rağmen hazırlık okulunun ilk üç sınıfı kapatılarak eğitime devam
edildi.
Miss Patrick okulu tekrar kurmakta kararlıydı. II. MeĢrutiyet'in ilanı ile yabancıların
taĢınmaz mal edinmeleri üzerindeki sınırlamaların kaldırılması Miss
Patrick'in iĢini kolaylaĢtırdı. 1908'de Massachusetts yasama
organlarının kararıyla kolej Kadın Misyon Heyeti'nden ayrılarak
tümüyle bağımsız bir eğitim kurumu oldu. Böylece kolej daha liberal
bir çizgiye girdi.
Önceleri koleji geniĢletmek için Üsküdar'da komĢu arazi satın alınmak istendi. Ancak
fiyatın yüksek bulunması ve Barton Hall'un yanması kolejin baĢka
yere taĢınmasına neden oldu. 1907'de Arnavutköy ile KuruçeĢme
arasındaki tepenin Boğaz'a bakan yamacında bulunan 54 dönümlük
arazi Paris'te oturan bir Ermeni ailesinden 57.400 dolara satın alındı.
II. MeĢrutiyet kız kolejinin tarihinde dönüm noktası oldu. Koleje Müslüman kızların
alınması teĢvik gördü. 1910'da Türk kadınları için özel sınıflar açıldı.
Çoğu anne olan bu kadınlara tercüman aracılığıyla yemek piĢirme,
çocuk bakımı, Türk tarihi ve Ġngilizce dersleri verildi. Osmanlı
hükümeti 5 kızın kolejde okuması için maddi yardımda bulundu. Bu
kızları seçim görevi yazar Halide Edip (Adıvar) Hanım'a verilmiĢti.
1910'da Arnavutköy'de koleje komĢu olan Paris elçilerinden Musurus Pa-Ģa'nın
konağı ve arazisi satın alındı. 16 Kasım 1910'da Arnavutköy'de
hazırlık sınıfları ve bina inĢaatı için irade yayımlandı ve inĢaata
baĢlandı. 19l4'te kolej, yapımları tamamlanan beĢ katlı, giriĢi Ġyon
stilinde sütunlarla süslü Gould
Hail, dört katlı Sarah Lindley Mitchel Hail, dört katlı Hemy Woods Hail, dört katlı
Russel Sage Hail adlı dört binaya taĢındı. 1922'de William Bingham
tarafından Bingham Hail yaptırıldı.
Kız koleji bir süre B. A. (edebiyat-li-sans), ardından 1917-1918'de M. A. (yüksek
lisans) derecesi verdi. Sonraları Türk milli eğitimi denetimine
girinceye kadar B. A. ve B. S. (fen-lisans) verdi. I. Dünya SavaĢı
sırasında kapitülasyonların kaldırılmasına rağmen kız kolejine
dokunulmadı. Milliyetçiliğin güçlendiği bir ortamda kolej diplomaları
Latincenin yamsıra Türkçe de yazılmaya baĢlandı. Amerika savaĢa
girdikten sonra da Osmanlı topraklarında birçok Amerikan okulu açık
kaldı.
I. Dünya SavaĢı öncesi kız koleji iki alana açılmayı düĢünüyordu. Bunlardan biri
öğretmen okulu, diğeri tıp okuluydu. Ancak her iki proje Osmanlı
Devle-ti'nin savaĢa giriĢiyle ertelendi.
SavaĢ ertesi 1919'da tıp okulu için giriĢimlere baĢlandı ve Dr. Aide R. Ho-over okulu
kurmakla görevlendirildi. Yakın Doğu Yardım Örgütü (The Near East
Relief) ve Amerikan Kızılhaçı, okulun kuruluĢuna yardımcı olacaktı.
Üç deniz subayı cerrah ve bir ABD Halk Sağlığı Servisi doktoru
göreve getirildi. 1920'de kolejde 19 öğrenciyle altı yıllık tıp eğitimine
baĢlandı. Aynı zamanda sonradan Amiral Bristol adını alan bir
hastane ile bir hemĢire okulu açıldı.
Arnavutköy
Amerikan Kız
Koleji ve
Robert Kolej'in
(bugün
Amerikan
Robert Lisesi)
öğretim
yaptığı Gould
Hall'un giriĢi
(üstte) ve
okulun
bahçesinden
bir görünüm.
Hazım Okurer,
Tıp okulu binasının inĢaatına 1922'de William Bingham'ın bağıĢladığı 100.000
dolarla baĢlandı. 1923'te tamamlanan binaya Bingham Hail adı
verildi. Ancak, 1924'te kolejin mütevelli heyeti tıp okulunu
sürdürecek mali gücü olmadığını açıkladı. Öte yandan
kapitülasyonları kaldıran Cumhuriyet hükümeti sağlık eğitimini de
ulusal örgütlenme içine aldı. Bu nedenle tıp okulu Nisan 1924'te
kapatıldı. Amerikan Has-tanesi'ne bağımsız bir statü verildi ve ayrı bir
mütevelli heyeti oluĢturuldu.
Cumhuriyet hükümetleri baĢlangıçta ülkedeki Amerikan okullarına sıcak bakmadı.
Bu okulların değiĢik etnik unsurlara kültürel kimlik kazandırdığı ve
kültürel düzeyde de olsa, yerel milliyetçilikleri özendirdiği yaygın
kanıydı. Nitekim kız koleji mezunu olan Kyrias kardeĢler Arnavut
milliyetçiliğinin olgunlaĢmasına yol açan kültürel çevrenin
oluĢmasında baĢı çekmiĢlerdi. Keza Bulgar, Ermeni ve Arap
milliyetçilikleri için de aynı Ģey söylenebilirdi. Amerikan okulları bu
tür milliyetçilikleri doğrudan özendirmese de ders programlarında
yerel dillerin, edebiyat ve kültürün öğretilmesi, Batı Avrupa siyasal
düĢüncesinin iĢlenmesi, ulusal bilincin oluĢmasında önemli katkılarda
bulunuyordu. Kolejlerin entelektüel çevresi milliyetçi düĢüncelerin
geliĢmesi için uygun bir ortam oluĢturuyordu. Amerikan eğitiminin
öğrenciye kimlik kazan-
ARNAVUTKÖY KARAKOLU
318
319
ARSA SPEKÜLASYONU
Spekülasyonun Nedenleri
Ġstanbul'da, yıllık enflasyonun getirdiği "olağan" fiyat artıĢlarından kaynaklanan arsa
ve arazi fiyatlarındaki yükselmenin ötesinde, doğrudan enflasyona
bağlı olmayan ve diğer mal ve hizmetlere göre çok daha yüksek
artıĢlarla beslenen arsa spekülasyonunun baĢlıca nedenleri, göç ve
gecekondulaĢma, imar afları, nâzım plan kavramından uzaklaĢma ve
irnar hukukundaki "ayrıcalıklı hak olanakları" olarak sıralanabilir.
Bu nedenler arasında özellikle nâzım plan disiplininin 1980'li yıllarla birlikte terk
edilmesi, kentin olağan geliĢme alanlarının yanısıra, doğal ve ekolojik
çevre özellikleri nedeniyle yapılaĢmaya kapalı tutulması gereken tarım
ve orman alanlarının da spekülasyonun yoğunlaĢtığı bölgeler arasına
girmesine yol açmıĢtır. Yine 1980'li yılların özelliği olan "ayrıcalıklı
imar hakları" ise, merkez semtlerde ve Boğaziçi alanında spekülatif
yapılaĢmanın aĢırı derecede yoğunlaĢması sonucunu yaratmıĢtır.
Göç ve Gecekondulaşma: 1950'li yıllarla birlikte hemen her dönemde artarak
süregelen göç(->) olgusu, 19901ı yıllarda artık yılda 400 bine
yaklaĢan kitlesel karakteriyle Ġstanbul'daki arsa spekülasyonunu
yasadıĢı yapılaĢmayla besleyen bir ekonomik sürecin de temel
dayanağını oluĢturmaktadır.
Özellikle son yıllarda yapılan araĢtırmalar kitlesel göçün yarattığı
gecekondulaĢmanın arsa ve arazi gereksinmesinin, eskiden olduğu
gibi "fiili iĢgal" ile değil, doğrudan "satın alma" yoluyla karĢılanmaya
baĢladığını göstermektedir.
DPT (Devlet Palanlama TeĢkilatı) uzmanlarının 1992 yılı sonunda tamamla-
dıkları bir araĢtırmaya göre, Ġstanbul gecekondularının yüzde 96'sı kamu arazileri
üzerinde kurulmuĢ durumdadır. Bu gecekondu sahiplerinden ancak
yüzde 18'i araziyi kendisi iĢgal ederek sahiplenirken; yüzde 78'inin
daha önce çeviren ve el koyan baĢka kiĢilerden satın aldıkları
görülmektedir. Yani arsa spekülasyonu, salt özel mülkiyetteki
arazilerin değil, büyük oranlarda kamuya ait alanların da yasadıĢı
yollardan ele geçirilip, pazarlanması yöntemiyle geliĢmekte ve
yaygınlaĢmaktadır.
Aynı araĢtırmanın diğer verileri, Ġstanbul'da salt gecekondu bölgelerindeki kamu
arazileri üzerinde yasadıĢı yöntemlerle gerçekleĢtirilen arsa
spekülasyonunun yarattığı haksız kazancın 45-50 trilyon liraya
tırmandığım göstermektedir.
Devlete ait 110 bin dönüm alan üzerine yayılan Sultanbeyli'de(->), üzerine kaçak
olarak apartman yapma hakkı fiilen elde edilen ve herhangi bir
kadastro çalıĢmasına bağlı olmadan, basit krokilerle ve toprak
üzerindeki iĢaretlerle ayrılan arsaların satıĢ fiyatı mz'si 1,5 milyon
liraya dek yükselebilmiĢtir.
Benzer Ģekilde, ormanlar nedeniyle kaçak yapılaĢmaya açılabilen alanları kısıtlı olan
Karadeniz kıyılarındaki Riva bölgesinde de, yine 1993 yılı
fiyatlarıyla, m2'si 3 milyon liraya kadar tırmanan gecekondu arsaları
pazaıiandığı saptanmıĢtır, (bak. tablo)
imar Afları: Ġstanbul'da arsa spekülasyonunun yaygın ve "güvenli" bir ekonomik
etkinlik olarak kentin imarına egemen olmasında, imar atlarının payı
önemli yer tutmaktadır. Kaçak yapılaĢma ve özellikle
gecekondulaĢmanın sürekli olarak özendirilmesine yol
Yakın zamana kadar doğal çevreye uygun ev ve yaĢama koĢullarına sahip Bostancı
sahillerindeki aĢırı
yapılaĢmanın oluĢturduğu son durum. Bünyad Dinç, 1993
açan imar afları, 1984 ve 1985'teki yasalarla, "tapu güvencesini" de gündeme
getirmiĢtir. Tapu tahsis belgesi uygulamasıyla, kamu arazileri
üzerindeki ge-.cekondu sahiplerine iĢgal ettikleri arsalar devlet
garantisi altında verilirken bu tür arsaları yine yasadıĢı yöntemlerle ele
geçirenlerin spekülatif kazançlarında olağanüstü artıĢlar ortaya
çıkmıĢtır.
Ġmar aflarının, spekülasyondaki yükselmeye ve yaygınlaĢmaya yol açan diğer bir
uygulaması ise yine 1985 yasasından sonra yürürlüğe giren "Islah
Ġmar PlanıMır.
Af kapsamına giren kaçak yapıların oluĢturduğu yasadıĢı yerleĢme bölgelerinde, söz
konusu yapıları koruyarak; bu
Gecekondu Ġçin Pazarlanan Hazine Arazilerinde 1993 Yılı m2 Fiyatları
Gecekondu m2 arsa
PaĢaköy b 100-120 b
Kurnaköy 10-60
Yenidoğan ö 80-100 e
ġamandıra l 70-100 d
Sultanbeyli g 100 -1.500 e
Riva 500 -3.000 l
e 100-500
Kurtköy
Emirli Köyü s 300-700 i
Ömerli i 300-700
Dudullu K 200-500 (
Arnavutköy 200-700
Esenyurt ö 100-400 0
Armutlu y 100-500 0
Kaynak: Nokta üdergisi araştırması
0 - Şubat 1993
yapıların bulunduğu arsalara) ek imar olanakları sağlayarak ve en önemlisi de aynı
bölgedeki henüz yapılaĢmamıĢ arsa ve arazilere de imar hakkı
tanıyarak yerleĢmenin "planlı" bir bölge haline getirilmesini
amaçlayan Islah Ġmar Planı uygulaması, bu nitelikleriyle arsa
spekülasyonunun da giderek en güçlü yasal dayanaklarından biri
niteliğine bürünmüĢtür.
1986-1993 arasındaki yedi yıllık dönem içinde Kartal, Pendik, Ümraniye, Üsküdar,
Beykoz, Sarıyer, ġiĢli, GaziosmanpaĢa, BayrampaĢa, Zeytinburnu,
Bakırköy, Bahçelievler, Ġkitelli, Küçük-çekmece, Avcılar,
Büyükçekmece gibi, kentin geliĢme bölgelerini içeren hemen tüm
semtlerinde, nâzım planlarda koruma bölgeleri olarak belirlenen
alanlar, gecekondulaĢma oranı ne düzeyde olursa olsun, doğrudan
ıslah imar planlarıyla imara açılmıĢtır. Yine, bütün bu bölgelerdeki
arsa ve arazileri daha önceden çok ucuz fiyatlarla satın alan spekülatör
çevreler, ilçe belediyelerince yürürlüğe sokulan ıslah imar planlan
sayesinde, imar yasalı arsaları üzerinde yapı hakkı elde ederek,
spekülasyon oranlarını olağanüstü yükseltmiĢlerdir.
Nâzım. Plan Kavramından UzaklaĢma
Ġstanbul'un kentleĢme ve imar sürecinde arsa spekülasyonunun etkilediği bir baĢka
olumsuzluk da nâzım plan(->) kavramından uzaklaĢılmasıdır. Yine
göç, gecekondulaĢma, imar afları ve ıslah imar planları olgularında
yaĢandığı gibi, kentin nâzım plan disiplininden çıkartılması da aynı
anda spekülasyonun yaygınlaĢmasına ve yoğunlaĢmasına yol açmıĢtır.
29.7.1980 tarihinde onaylanarak yürürlüğe giren nâzım plan, Ġstanbul'un Marmara
Denizi'ne paralel olarak doğu-batı ekseninde "lineer" bir konumda
büyümesini öngören ve kentsel geliĢme alanlarını bu ilkeye bağlı
olarak belirleyen bir plandı. Pendik-Küçükçekmece arasında uzanan
yaklaĢık 100 kmTik metropoliten bölgenin temel toplu ulaĢım aksı da
HaydarpaĢa ve Yenikapı istasyonlarından denizyolu bağlantısıyla
bütünleĢtirilecek demiryolu Ģebekesiyle tasarlanmıĢtı. Öte yandan
aynı nâzım plan, Asya yakasında Üsküdar bölgesi, Avrupa yakasında
ise Beyoğlu-ġiĢli-Be-ĢiktaĢ bölgesi ve Haliç çevresi dıĢında, kentin
kuzey kesimlerini iskân dıĢı bölgeler olarak ayırmıĢ, böylece bu
kesimlerdeki içme suyu havzaları, tarım alanları ve ormancılık
bölgelerinin korunmasını, Ġstanbul'un kentsel geliĢmesinin diğer
önemli temel ilkesi olarak belirlemiĢti. Kuzeyde, korunan bu
bölgelerin arasında bir doğal ve kültürel aks oluĢturan Boğaziçi ise,
yine hem nâzım plan yönlendirmeleriyle, hem de özel yasa ve nâzım
plana bağlı alt plan kararıyla, bir SĠT alam olarak ayrıca koruma altına
alınmıĢ; düĢük yoğunluklu iskân ve bununla dengeli bir bütünleĢme
gös-
terecek kültür, dinlence, gezi bölgeleri tasarlanmıĢtı.
12 Eylül 1980'den sonra Ġstanbul Nâzım Plan Bürosu'nun lağvedilmesi, yasal olarak
onaylı konumda bulunmasına karĢı, 1/50.000 ölçekli Metropoliten
Alan Nâzım Planı'nın da uygulamadan fiilen kaldırıldığı bir sürecin
baĢlamasına yol açtı. Bu süreç 1984 yerel seçimlerinden sonra
hızlandı. Ağırlıklı olarak, 1985'ten sonra Ġstanbul bütününe egemen
olan süreç, yine arsa spekülasyonunun hem etkisi altında, hem de
spekülasyonu özendiren ve güçlendiren etkileriyle, kentin bugün
yaĢanan ağır imar sorunlarını yaratmıĢtır.
1/50.000 ölçekli nâzım planda Ġstanbul'un yaĢam kaynağı alanları olarak belirlenen,
kuzey bölgelerindeki tarım ve orman arazileri, 1986'dan sonra
"bölgesel imar planları" ve "ıslah imar planları" uygulamalarıyla 1980
onaylı nâzım plana aykırı olarak parça parça yapılaĢmaya açılmıĢtır.
Özellikle Sarıyer-Kilyos bölgesinde Zekeriyaköy, Demirciköy,
Uskumruköy gibi kırsal yerleĢme bölgelerinde hızla yaygınlaĢtırılan
bu uygulamayla, daha önce imar kısıtlaması bulunduğundan parasal
değeri de düĢük
Boğaz
sırtlarında
yapılaĢmanın
bir örneği:
Anadoluhisan.
Bünyad Dinç, 1993
olan yeĢil alan niteliğindeki araziler, birkaç yıl içinde olağanüstü değer artıĢlarına
kavuĢmuĢlar; Sarıyer Ġlçesi Ġstanbul'da arsa spekülasyonunun her tür
kentsel, kültürel ve politik olumsuzluklarının yoğun olarak yaĢandığı
bir bölge haline gelmiĢtir.
Yine bu yörede, 1990'da baĢlanan ve 1991'de sonuçlandırılan "bölgesel planlama"
çalıĢmalarıyla, Boğaziçi Yasası'nın gerigörümüm ve etkilenme
bölgeleri için öngördüğü yapılaĢma oranlarının çok üzerinde yeni
imar hakları getirilmiĢ ve son kalan tarım alanları da "iskân bölgesi"
olarak spekülasyona açılmıĢtır. Söz konusu alanlardaki arazilerin,
küçük parseller olarak değil, geniĢ mülkiyetler halinde bulunması, bu
bölgedeki arsa ve arazi spekülasyonunun, yüksek gelir gruplarına
pazarlanan pahalı villa siteleri uygulamalarıyla çok daha yüksek
oranlarda gerçekleĢmesine yol açmıĢtır. Yine, 1991 planlarında, daha
önce bölgesel spor alanı, kültür tesisleri ve yeĢil alan olarak ayrılan ya
da okul, çocuk bahçesi, rekreasyon alanı, kırsal koruma alam vb gerek
Ġstanbul bütününe, gerekse bölge halkına hizmet edebilecek sosyal ve
kültürel altya-
ARSA SPEKÜLASYONU
322
ARSAN, HÜSEYĠN HÜSNÜ
pı alanları da benzer Ģekilde villa ticaretine dönük iskân sahaları haline getirilerek
spekülasyonun tüm Sarıyer sınırları içinde en etkin ekonomik faaliyet
olması sonucu yaratılmıĢtır.
Su Havzalarında Spekülasyon
Ġstanbul'da hemen tüm ilçe belediyeleri yönetimlerinde ve BüyükĢehir Belediyesi
yönetiminde, 19801i yıllarla birlikte egemen olan "nâzım plana bağlı
kalmama" eğilimleri, 1980 onaylı 1/50.000 ölçekli nâzım planda
koruma altına alınan su havzalarında ve yakın çevrelerinde de yine
bölgesel planlama ve ıslah imar planlan uygulamalarıyla
spekülasyonun ve yapılaĢmanın özendirilmesine, yaygınlaĢmasına yol
açmıĢtır.
Asya yakasında Ümraniye(-») bölgesi, ilçe sınırlarının tamamına yakın bir kesiminde
nâzım planlara aykırı ıslah imar planlarıyla kentleĢirken, bu
kentleĢmenin yasadıĢı ve denetimsiz karakteri arsa spekülasyonunu da
hızlandırmıĢ, bu süreç 1988'lerden sonra hızla tersine dönerek, bu kez
spekülasyonun baskısıyla o yıllara dek yapılaĢmayan bölgeler de iskân
yöreleri olarak imara açılmıĢtır.
Asya yakasında Ömerli Barajı'nı besleyen ormanlık alanlar, "kaçak kent" olarak
adlandırılan Sultanbeyli'deki spe-
Si
Koruların yok edilmesiyle elde edilen imar alanlarına iki örnek: Zincirlikuyu'daki
Koru Sitesi (solda) ve bugün sadece adı kalmıĢ olan Arifi PaĢa
Korusu'ndan bir görünüm (üstte), Elif Erim (sol), Faik Yaltınk (üst)
ise 1993 Ekim ayında gerçekleĢmiĢtir. Habibler Köyü ile Cebeci Mahallesi arasında
kalan ve Alibeyköyü Barajı su toplama havzası içinde bulunan 92
hektarlık alanın imara açılması kararı GaziosmanpaĢa Belediye
Meclisi'nde alınırken, bu bölgede henüz yapılaĢmamıĢ bölgelerde arsa
ve arazi fiyatlarının bir yıl önceye göre on, on beĢ kat birden
yükselmiĢ olması, bur karar üzerindeki spekülatif etkilerin de
göstergesidir. Bü-yükçekmece Gölü içme suyu havzası ve çevresinde
ise arsa spekülasyonunun imar hareketleri yönlendirmesi, gecekondu
ağırlıklı değil, büyük tesisler ve prestij yatırımları Ģeklinde kendini
göstermektedir.
Bu bölgede daha önce imara yasaklanan tarım alanları, lüks villa siteleri, toplu konut
uygulamaları, serbest bölge, özel üniversite kampusları, özel
havaalanı giriĢimleri vb değiĢik amaçlarla yapılaĢmaya açılmaya
baĢlanmıĢtır. Bölgede planlı ve plansız olarak gerçekleĢtirilen bu tür
yatırımların üzerinde ilgili kamu kuruluĢlarının gerekli denetlemeyi
yapmamaları sonucunda, içme suyu havzası ve çevresindeki, özellikle
Çatalca îlçesi'nde bulunan arsa ve arazilerde spekülatif değer artıĢları
yüksek düzeylere ulaĢmıĢtır. Böylece, Büyükçekmece Gölü ve içme
suyu kaynağını oluĢturan
külasyonun baĢlıca yeni kazanç alanlarını oluĢturmaktadır.
Yine Asya yakasındaki en önemli içme suyu kaynaklarından olan Elmalı Baraj Gölü
çevresindeki arazilerde gerçekleĢen kaçak yapılaĢma, sonunda bu
kaynağın "giderilebilmesi olanaksız" derecede kirlenmesine yol açmıĢ
ve Elmalı Barajı, istanbul'un içme suyu Ģebekesinden, ayrılarak 20
Eylül 1993 günlü II Hıfzıssıhha Kurulu kararıyla devre dıĢı
bırakılmıĢtır. Elmalı bölgesindeki yasadıĢı yapılaĢmanın da önemli
ölçüde arsa spekülasyonu tarafından özendirildiği, bu bölgedeki kamu
arazilerinin yine yasadıĢı yöntemlerle gecekondu yapmak isteyenlere
satıldığı bilinmektedir.
Benzer geliĢme, öbür su havzaları arasında özellikle Alibeyköyü Barajı çevresinde de
ortaya çıkmıĢtır. Yine bu bölgede, 1980 onaylı nâzım planda ve
1986lara kadar yapılan planlarda kesin koruma altına alınan
arazilerde, özellikle 1987lerden sonraki el değiĢtirmeler sonucundaki
arsa spekülasyonu, baskısını göstermeye baĢlamıĢtır. Kaçak yapılaĢma
için satılan arsaların bulunduğu bölgelerde ıslah planı uygulamasına
geçilmesiyle birlikte de spekülatif imar hareketleri yaygınlaĢmıĢtır.
Alibeyköyü(->) bölgesinde, arsa spekülasyonunun yönlendirdiği son
büyük imar operasyonu
havzadaki araziler, yasal olarak "imara kapalı" bölge içinde kalmalarına karĢın,
yapılaĢma hakkının elde edilebileceği yönündeki güvenceler ve
baĢlayan yaptırımların da bu güvenceyi pekiĢtirmesi sonucunda,
Ġstanbul'un en hızlı ve yüksek oranlarda değer kazanan mülkleri
arasına girmiĢtir.
Orman Alanlarında Spekülasyon
Ġstanbul'da arsa ve arazi spekülasyonunun son yıllardaki etkisini yoğunlaĢtırdığı
alanlar arasında ormanlar da önemli bir yer tutmaya baĢlamıĢtır.
Özellikle Beykoz bölgesindeki ormanlık alanlarla yine Sarıyer yöresindeki
ormanlarla kaplı arazilerde, üst gelir gruplarına pazarlanmak üzere
üretilmeye baĢlanan villa siteleri, spekülasyonun bu doğa zenginliğini
de hızla ortadan kaldırdığı bir süreci gündeme getirmiĢtir.
Ormanlık bölgelerdeki spekülasyon, özel orman statüsünün yaygınlaĢtırılması ve bu
statüdeki yerler için Orman Yasa-sı'yla getirilen yüzde 6 oranındaki
yapılaĢma hakkı ile birlikte hızlanmıĢtır. Ġmar planı kurallarından ve
nâzım plan ilkelerinden bağımsız bir yapılaĢma olanağı yaratarak,
denetimden uzak bir imar etkinliğine ortam sağlayan bu yasal
düzenleme, ormanlık alanlarda aslında yüzde 30lara varan bir
yapılaĢmaya hukuksal dayanak oluĢturmuĢ; böylece spekülasyonu da
yine hem özendirmiĢ, hem de etkili bir güç haline getirmiĢtir.
Beykoz bölgesindeki MahmutĢevket-paĢa Köyü, Polonezköy ve Cumhuriyet Köyü,
çevresi ormanlarla kaplı kırsal yerleĢim alanları olarak arsa ve arazi
spekülasyonunun ormanları imara açan etkisi altında hızla yapılaĢan
yöreler arasındadır. Bölgenin kent merkezine olan 25-30 kmlik
uzaklığı ve bu uzaklığın yeni yol projeleriyle ulaĢılabilir bir konuma
gelmeye baĢlaması, nâzım planlarda korunmaya çaba gösterilen bu
yörelerin de Ġstanbul için yeni yerleĢme alanları olması sonucunu
yaratmaktadır. Orman alanlarındaki spekülasyon, yine son yıllarda
planlanan bazı büyük özel yatırımlar için de ormanların yeğlenmesi
sürecini baĢlatmıĢtır. Ġstanbul'da 1993-1994 öğrenim yılına geçici
tesislerinde baĢlayan bazı özel üniversiteler, asıl kalıcı kampusları için
Sarıyer ve Riva bölgesindeki orman arazilerinde yer seçimlerini
yapmıĢlardır.
Boğaziçi'nde Spekülasyon
Ġstanbul'un dünya ölçeğinde değer taĢıyan doğal ve tarihsel zenginlikleriyle bezeli
Boğaziçi bölgesi, koruma amaçlı imar kısıtlamaları nedeniyle, yapı
fiyatlarının her dönemde çok yüksek olduğu bir özellik göstermiĢtir.
1970lere kadar etkin koruma önlemleri bulunmayan ve belli oranlarda yapılaĢma
olanakları sağlayan imar planları ile, yine kentsel yerleĢme bölgesi
statüsünde imar hakları sağlayan imar yönetmeliklerinin olumsuz
etkilerini yaĢayan Boğaziçi, ilk kez 1974 yılında Gayrimenkul Eski
Eserler ve Anıtlar Yüksek
Kurulu'nun kapsamlı bir kararıyla "SĠT alanı" olarak tescil ve ilan edilmiĢtir.
1980'de onaylanan Ġstanbul Metropoliten Nâzım Ġmar Planı'nda da Boğaziçi için özel
koruma kuralları getirilmiĢ ve böylece dünyanın en değerli SlTlerin-
den biri, metropoliten kent bütünü içindeki olumsuz etkilenmelerden
uzak tutulmaya çalıĢılmıĢtır.
Boğaziçi'nin korunmasına yönelik 1980 sonrası geliĢmeler içerisinde de aynı amaç ve
ilkeleri benimseyen Boğaziçi Yasası'nın; bu yasayla eĢgüdüm içinde
hazırlanan Boğaziçi koruma planlarının devreye girmesi ve bölge için
özel bir koruma kurulu ile yine özel bir imar müdürlüğü
örgütlenmesinin gerçekleĢtirilmesi önemlidir.
Bütün bu önlemlerin sonucunda, Boğaziçi ülke düzeyinde en etkin koruma hukukuna
ve kurumlarına sahip bir SĠT bölgesi özelliğine kavuĢurken sahip
olduğu zenginlikler ve mülkiyetlerinin değeri nedeniyle de yine arsa
spekülasyonunun en büyük gözdesi olmak talihsizliğini sürekli
yaĢamıĢtır.
Boğaziçi'nde arsa spekülasyonu, imara yasak olmasına rağmen denetim zayıflığı
nedeniyle yasadıĢı yapılaĢmanın iĢgaline uğrayan Beykoz, PaĢabah-
çe, Çubuklu, Kavacık, Çengelköy, Küplüce (Beylerbeyi) ve Üsküdar-
Çamlıca bölgesiyle Avrupa yakasında Sarıyer, Büyükdere, Armutlu,
Bebek-Etiler yamaçları ve Ortaköy Vadisi gibi bölgelerde özellikle
etkili olmuĢtur.
Bunun yamsıra, 1985'te yürürlüğe giren 3194 sayılı Ġmar Yasası'nda yer verilen ve
Boğaziçi Yasası ile koruma planları ve SĠT kurallarına aykırı olarak,
öngörünüm bölgesinde yüksek oranlarda yapılaĢma hakkı getiren özel
maddelerle arsa ve arazi spekülasyonuna "yasal ortam" hazırlanmıĢ ve
yüksek düzeyde arazi alım satımına koĢut olarak birçok koruma
alanında yapılaĢma gerçekleĢtirilmiĢtir.
Boğaziçi öngörünüm bölgesinde belli büyüklüklerdeki arazilere imar olanağı getiren
ve böylece arsa spekülasyonunu özendirerek hızlandıran bu yasa
maddeleri, 11.12.1986 tarihinde Anayasa Mah-kemesi'nce iptal
edilmesine karĢın, kararın Resmi Gazetede yayımı için beklenen
yaklaĢık 4 aylık süre içinde yine spekülasyon ve bunu besleyen
ruhsatlı yapılaĢmada patlama yaĢanmıĢtır.
Öte yandan aynı uygulamalar, Boğaziçi'nde koruma altına alınan araziler üzerinde
imara açılma umudunu da sürekli canlı tutan bir süreç baĢlatmıĢ,
böylece bir yandan arsa ve arazi fiyatlarında yeniden yüksek artıĢlar
gözlenirken öbür yandan yatırım amacıyla arsa satın alınması yönünde
de geliĢmeler gözlenmiĢtir.
Kültür Mirası Üzerinde Spekülasyon
Boğaziçi'nde Boğaziçi Yasası ve SĠT kuralları ile birlikte getirilen genel imar yasağı,
bölgedeki yapı gereksinmesi için tek yasal olanak olarak kalan eski
eser binaların olağanüstü değer kazanmasına yol açarken, bu tür binalar üzerindeki
spekülasyonun da yükselmesine neden olan bir süreç baĢlatmıĢtır.
1983'te sık sık gözlenen tarihi bina ve yalı yangınlarının, imar
yasağının baĢladığı bu tarihten sonra birdenbire azalması; yıkılacak
derecede harap durumda olan eski ahĢap binaların bile ayakta
durabilmeleri yönünde sahiplerince önlemler alınmaya baĢlaması; eski
eser restorasyonunda yoğun artıĢlar, hattâ vaktiyle var olduğu halde,
daha sonra çeĢitli nedenlerle yıkılan ve yok olan binaların "tarihsel
değerleri" anımsanarak yeniden inĢa edilmeleri Boğaziçi'nde 1983
sonrasındaki imar uygulamalarının baĢlıca alanını oluĢturmuĢtur.
Eski eserlerin böylesi bir ayrıcalık elde etmeleri, bu yapılar üzerinde spekülatif
giriĢimlerin de etkili olmalarını getirmiĢtir.
Ġstanbul için arsa spekülasyonu, özellikle kentin Nâzım Plan Bürosu'nun lağvedildiği
ve nâzım planın askıya alındığı 19801i yıllarla birlikte, yine
Ġstanbul'un bütününe yönelik imar politikalarını yönlendiren önemli
ve güçlü bir ekonomik faktör olurken buna bağlı geliĢtirilen imar
kararları ve uygulamaları da aynı anda .spekülasyonu özendiren ve
körükleyen bir süreç izlemiĢtir.
OKTAY EKĠNCĠ
ARSAN, HÜSEYĠN HÜSNÜ
(1898, istanbul - 31 Temmuz 1949, İstanbul) Eczacı. 1922'de Ġstanbul Eczacı
Mektebi'ni bitirdi ve 1923'te Küçükpa-zar semtinde bir eczane satın
alarak eczacılığa baĢladı. Kısa süre içinde bu eczane semtin en önemli
eczanesi haline gelmiĢtir. Arsan 1934'te Küçükpazar'da-ki eczanesini
satarak Karaköy'deki Kas-toryadis Eczanesi'ni almıĢ ve adını Kara-
köy Eczanesi olarak değiĢtirmiĢtir. Burası kısa sürede Ġstanbul'un
sayılı eczanelerinden biri olmuĢtur.
Hüseyin Hüsnü Arsan
Turhan Baytop koleksiyonu
ARSENĠOS MANASTIRI
324
325
ARSLANHANE
Ç_ E JL AL ESAD'IN PORTRESĠ
Çıplak bir baĢ, ihtiyar bir yüz ve bakıĢları genç gözler... Bu çehreye, kanatları
yarımĢar küreyi andıran bir burunla azalan eksilmiĢ cemiyetler gibi,
loĢ ve ıssız bir ağız da ilâve ediniz, iĢte Celâl Esad!
BaĢın küçük bir kısmına iliĢen fötr Ģapka, senelerin elinde mıncıklanmaktan, kâh
Napoleonun Ģapkasını andırıyor, kâh avuçlanmıĢ bir hamuru!
Kıravatı pek mahcuptur: Hep yakalığın altına saklanır!
Tarihî eserleri sevdiği için mi, bilmem? Dede mirasına benzeyen tüyleri dökülmüĢ
kürklü paltoyu hiç sırtından çıkarmaz...
Bu haliyle, muhtelif insanlar için tarih-i mimarî hocası, ressam, tiyatro muharriri,
musikiĢinas, kimyager olarak muhtelif Ģekilde tanındığı gibi, bazan
parasını aĢ evinde yumurtlatan bir tüccar ruhu da gösterir.
Üstadın orijinal bir ruhu vardır. Buna misal mi istiyorsunuz?., iĢte bir delikanlılık
hikâyesi:
Gençliğinde, 12 metre murabbaı bezle kaplanmıĢ ve iki tarafına bir çok fenerler,
çıngıraklar takılmıĢ, çamaĢır ipi ile uçurulan muazzam uçurtmayı
yaptığı zaman, ilk uçuĢ gecesi Yıldız sarayında hayli telâĢ hasıl olmuĢ.
Havada ıĢıklar saçıp, çıngıraklar çalarak dolaĢan bu heyulanın topla
imhasına teĢebbüs edildiğini söylersem onun nasıl bir balon meraklısı
olduğunu siz de tahmin edersiniz artık!
O, operet yazdığı yahut akla gelmedik iĢlerle meĢgul olduğu vakit muhakkak
parasızdır. Zayıflığın moda olduğu bu zamanda zayıflamak isteyenlere
iyi bir rejim olarak üstat Ģu reçeteyi verir: Bir gece pokerde
kaybederek sabaha kadar uykusuz kalmak!
(Raison) yok (logique) var düsturiyle fikirlerini müdafaa eden ve bizi elimizden
tutarak, nefis üslûbu ile edebiyat havası içinde semt semt dolaĢtıran
bu zat, (Eski Ġstanbul) dan bir fikir binasıdır!
A. Nihat, Akbaba, yıl 12, S. 50 (Birinci Kânun, 1934), s. 13
Arsan 1933'te kurduğu Hüsnü Arsan Laboratuvarı'nda tıbbi müstahzar yapımına
baĢlamıĢtır. Vefatından sonra labora-tuvar 1978'e kadar kızı eczacı
Tülay Arsan tarafından yönetilmiĢ ve daha sonra Bilfar Holding
bünyesine katılmıĢtır.
Arsan Türk eczacıların birleĢerek çağdaĢ düzeyde üretim yapacak kurumlar
oluĢturması fikrinin savunucusuydu. Bu konuda meslektaĢlarına
öncülük yaparak 1930'da eczacıların ortaklığı ile oluĢan Türkiye
Eczacıları Laboratuvarı ve Türkiye Eczacıları Deposu gibi
kuruluĢların gerçekleĢmesine öncülük etmiĢtir.
Arsan mesleğin ticari ve sosyal yönüyle de yakından ilgilenmiĢ, meslek dergilerinde
yazılar yazmıĢ, Türkiye Eczacıları Cemiyeti, Etibba Odası, Kodeks
Komisyonu, Verem SavaĢ Derneği, Çocuk Esirgeme Kurumu, Türkiye
Eczacıları Laboratuvarı, Türkiye Eczacıları Deposu gibi birçok
mesleki kuruluĢun yönetim kurulu üyeliği veya baĢkanlığı gibi
görevleri uzun süre baĢarıyla yürütmüĢtür.
TURHAN BAYTOP
ARSENĠOS MANASTIRI
bak. SPlRĠDON (AYĠOS) MANASTIRI
ARSEVEN, CELAL ESAD
(1875, İstanbul - 13 Kasım 1971, İstanbul) Sanat tarihçisi. Esas adı Mehmed
Celaleddin'dir. BeĢiktaĢ'ta dünyaya geldi. Babası Ahmed Esad PaĢa
(1828-1875) birçok önemli makamda bulunduktan sonra 15 ġubat
1873-16 Nisan 1873 ve 26 Nisan 1875-26 Ağustos 1875 tarihleri
arasında sadrazam olmuĢ ve ikinci sadaretinden sonra atandığı Aydın
valiliği görevi sırasında, bir teftiĢ dönüĢü izmir'de 29 Kasım 1875'te
ölmüĢtür. Celal Esad, babasının ölümünden bir ay (veya kırk gün)
kadar önce doğmuĢtu. Annesi Fatma Suzidil Hanım, babası gibi
Sakızlı idi.
Celal Esad ilköğrenimini, babasının konağı yakınındaki TaĢmektep'te ve Ha-midiye
okulunda yapmıĢ, 1885'te BeĢiktaĢ Askeri RüĢdiyesi'ne geçmiĢ,
1888'de Mekteb-i Sultani'de (bugün Galatasaray Lisesi) öğrenimine
devam ederken, II. Abdülhamid'in iradesi ile 1891'de Mekteb-i
Harbiye'nin zadegan sınıfına kaydolmuĢtu. Celal Esad buradan
mülazım (teğmen) rütbesiyle mezun olmuĢ fakat askerlik hayatı çok
kısa sürmüĢ, II. MeĢ-rutiyet'ten az önce (1908) istifa suretiyle
askerlikten ayrılmıĢtır.
Askerliği sırasında, 1903'te ABD'de Saint-Louis'de düzenlenen milletlerarası sergide
Türk mahallesinin projelerini hazırlamıĢtır. Kendi ifadesine göre,
sonraları Ġstanbul hakkında yazdığı kitabın ana malzemesi, bu
projeleri hazırlamak için topladığı notlara dayanır. II. MeĢru-tiyet'i
takip eden yıllarda bir süre resmi görev almaksızın, yazılar
yayımlamak, sanat ve arkeoloji araĢtırmaları yapmak suretiyle
yurtiçinde ve yurtdıĢında yaĢadı. 1912'de "binaları kayıt dairesi" olan
Galata Tahrir-i Müsakkafat Reisliği'nde
resmi bir görev almıĢ, bir yıl sonra da 1913'te Ģehremaneti umur-ı fenniye ve istatistik
müdür muavini olmuĢtur. I. Dünya SavaĢı yıllarında Kadıköyü
Belediye Dairesi baĢkanı oldu.
Celal Esad, bu yıllarda Viyana ve Berlin'de açılan Türk resim sanatı sergilerinin
hazırlayıcısı ve idarecisi olmuĢtur. 1920'de Sanayi-i Nefise
Mektebi'nde (Güzel Sanatlar Akademisi) öğretmen olarak görev
almıĢ, önce belediyecilik ve Ģehircilik, sonraları da mimarlık tarihi ve
Ģehircilik dersleri vermiĢtir. Bu görevi, aralıklar ile 194l'e kadar
sürmüĢtür. 1923'ten sonra kısa süreler için Da-rülbedayi (ġehir
Tiyatrosu) ile Ġstanbul Ticaret Odası neĢriyat müdürlüğü de yapmıĢtır.
Celal Esad, Ankara'nın imar planını hazırlamak üzere getirtilen Alman Ģehircilik
uzmanı Prof. H. Jansen'in yanında iki yıl kadar, Ankara Ģehri imar
müĢaviri (danıĢman) olarak çalıĢmıĢtır. Türkiye'yi ve Türk ürünlerini
Batı'ya tanıtmak için 1928'de Avrupa limanlarında dolaĢan seyyar
sergi vapuru Karadeniz'de Ticaret Odası'nın temsilcisi olarak
bulunmuĢtur.
Ġstanbul'da Âsâr-ı Atika Müzesi'nde (Arkeoloji Müzesi) 1917'de kurulan Mu-hafaza-ı
Abidat Encümeni'nin de (Ġstanbul Eski Eserleri Koruma Encümeni)
sekiz kiĢiden oluĢan üyelerinden biri olmuĢ, 1933'ten 1937'ye kadar
Kadıköy Halkevi baĢkanlığı yapmıĢtır. Ġstanbul milletvekili olarak
1942'de VII. dönemde TBMM'ye girmiĢ, 1946'da VIII. dönemde
Giresun milletvekili olarak Mec-lis'te kalmıĢtır. 5805 sayılı kanunla
kurulan Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar
Yüksek Kurulu'na 1951'de üye seçilmiĢ, 5 Kasım 1951'den 15 Kasım 1953'e kadar bu
kurula baĢkanlık yapmıĢtır. 1958 baĢlarında istifa suretiyle kurul
üyeliğinden ayrılmıĢtır. 1971'e kadar, ilerlemiĢ yaĢma rağmen dinç ve
kafası iĢler durumda olan Celal Esad, bu yıl içinde yatağa düĢmüĢ,
koma halinde iken ekim ayında kendisi için yapılan törenleri bile,
hissedemeyecek durumda yaĢamını sürdürmüĢ ve 13 Kasım 1971'de
sabaha karĢı son nefesini vermiĢtir. Kabri Sahra-yıcedit
Kabristam'ndadır.
Celal Esad, sonra aldığı soyadı ile Ar-seven, idari görevleri dıĢında güzel sanatların
hemen hemen her dalıyla uğraĢmıĢ ve eser vermiĢtir. DeğiĢik müzik
aletlerini çaldığı gibi çeĢitli tekniklerde resim de yapmıĢ, edebiyat
türlerinin birkaçında, hikâye ve roman da dahil olmak üzere eser
vermiĢtir. Bunların arasında sahne için yazılmıĢ hayli oyun da vardır.
Ġdareci, Ģehirci, sanat ve belediyecilik konuları yazarı, sahne oyunları
yazarı, rejisör, ressam, arkeolog, sanat tarihçisi, öğretim üyesi,
ansiklopedici ve sözlükçü, dergi yayımcısı, kütüphaneci olan Celal
Esad'ın, Güneş, Servet-i Fü-nun dergileri ile İkdam, Tanin, Akşam,
Cumhuriyet, Hâkimiyet-i Milliye, Ulus, Yeni İstanbul, Dünya
gazetelerinde tek veya süreli değiĢik konularda pek çok makalesi
çıkmıĢtır.
Çok değiĢik ve çeĢitli dallardaki yayınlarından burada, yalnızca Ġstanbul'a dair
olanları üzerinde durulacaktır. Fransa'da bulunduğu yıllarda, Paris'te
Renouard ve H. Laurens yayınevinin çıkardığı bir dizi için hazırladığı
metni
bizzat Fransızcaya çevirmiĢ, içine Türk sanatı ve Türk eserlerine dair büyük bir
bölüm katarak Constantinople, De Byzance â Stamboul baĢlığı ile
1909'da yayımlamıĢtır. Kitabın baĢında tanınmıĢ Bizans tarihi
uzmanlarından Prof. Charles Diehl (1859-1944) tarafından yazılan
önsözde, C. Esad'ın meslekten bir eski eser uzmanı olmamakla
beraber, uzmanların araĢtırmalarını iyi bilen bir amatör olduğu
belirtiliyor ve alanın yabancısı olan okuyucunun eski Bizans'ın çok
zor topografyası ve eserleri hakkında pek çok Ģey öğrenmesini
sağlayacak bir kitap meydana getirdiği vurgulanıyordu. Fakat Diehl,
C. Esad'ın kolaylıkla yerinde yapabileceği bazı orijinal araĢtırma ve
tespitleri ihmal etmesini de eleĢtirmiĢtir. Bu kitap P. Bezobra-zov
tarafından Rus diline çevrilerek Konstantinopol', od Vizantü do Stam-
bula baĢlığı ile Moskova'da yayımlanmıĢtır. Aynı konu hakkında
olmakla beraber, metninde farklılar olan Eski İstanbul, âbidat ve
mebânisi, şehrin tesisinden Osmanlı fethine kadar baĢlıklı eseri ise
Ġstanbul'da 1328/1912-1913'te basılmıĢtır. BaĢlığından da anlaĢıldığı
gibi bu kitapta Ġstanbul'un Bizans dönemine ait eserleri üzerinde
durulmuĢ, fakat Fransızca kitapta büyük yer tutan Türk devri ve bu
dönemin eserleri yazılmamıĢtır.
Celal Esad'ın, Eski Galata ve binaları baĢlığı ile 1329/1913-1914'te basılan küçük
kitabı ise içindeki güzel plan ve surlardan kalanlar ile Türk eserleri
hakkında verdiği bilgiler bakımından değerlidir. Yazar bu eserinin
Fransızcasım da hazırlamıĢtı. Fakat bastırılmadan kalan bu yazmanın
ne olduğu bilinmez. Eski İstanbul ve Eski Galata, 1989'da
Arslanhane
Yıkılmadan
önce Inciciyan
tarafından
yapılmıĢ
bir gravür,
18. yy.
Müller-Wiener,
Bildlexikon
Alman Arkeoloji
Enstitüsü
Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu yayınları arasında yeni harflerle tekrar basılmıĢ
olmakla beraber, her iki kitapta da konuların son 70-80 yıl içindeki
geliĢmeleri dikkate alınarak bazı düzeltmeler ile eklemelerin
yapılmayıĢı büyük eksikliktir.
Celal Esad'ın Ġstanbul'a dair üçüncü eseri Kadıköy Hakkında Tetkikat-ı Bele-diye'dit
(1329). Bu ince cilt, metni ve resimleri bakımından Eski Galata
kalitesinde değildir. Zaten baĢlığından da anlaĢıldığı gibi, tam bir tarih
ve arkeoloji araĢtırması da değildir.
Ġstanbul'a dair son derecede az rastlanır bir çalıĢması ise üzerinde baskı yeri ve tarihi
olmamakla beraber 1908'e doğru hazırlanan İstanbul'un arkeolojik
plâm-plan archeologique de Constantinople baĢlıklı 57x38 cm
ölçüsünde plan ile bunun 4+32 sahifelik indeksidir. C. Esad bu planı,
Ġstanbul hakkındaki kitabına rehber olarak hazırlamıĢtı. Bu güzel
baskılı, renkli planda, Ģehrin 1900'lerdeki sokakları, üzerinde siyah ve
kırmızı iĢaret ve yazılarla bellibaĢlı Bizans ve Osmanlı mahalleleri,
semtleri ve eski eserleri iĢaretlenerek adları yazılmıĢtır. Bu elde
edilmesi hemen hemen imkânsız olan planın siyah-beyaz bir
röprodüksiyonu, C. Esad Arseven hakkındaki yazımızla birlikte Belle-
teride tekrar yayımlanmıĢtır.
Bibi. R. Koçu, "Arseven, Celâl Esad", ISTA, II, 1056-1057; D. Kuban, "Celâl Esad
Arseven ve Türk Sanatı Kavramı", Mimarlık, no. 72, 1969, s. 18-20;
B. Özer, "Celâl Esad Arseven", Mimarlık, no. 72, 1969, s. 21-24; E.
Dolu (Kırdar), "Harika Ġhtiyar öldü...". Hayat, S. 49- (2 Aralık 1971),
s. 27-30; B. Unsal, "Celâl Esat Hoca", Arkitekt, S. 345 (1972), s. 33-
35; N. Diyarbekirli, "Türk sanatının büyük kaybı, Celâl Esad
Arseven", Türk Kültürü, S.
113 (1972), s. 303-314; S. Eyice, "Celâl Esad Arseven", Belleten, S. 142 (1972), s.
173-202 ve 12 levha ile l plan (burada C. E. Arse-ven'in her daldaki
çalıĢma ve yayınları belirtilmiĢtir); ay, "Arseven, Celâl Esad", DİA,
III, s. 397-399; E. IĢın, "Celâl Esad Arseven Üzerine", Eski Galata,
ist., 1989, s. 9-18; ay, Eski İstanbul, Ġst., 1989, s. 7-16.
SEMAVĠ EYĠCE
ARSLANHANE
Ayasofya'nın güneydoğusunda, eski Darülfünun arsasında evvelce bir Bizans kilisesi
bulunuyordu. Osmanlı döneminde burası Arslanhane olarak
tanınmıĢtı.
Tarihi kaynakların desteğiyle yapılan araĢtırmalar imparatorların Büyük Sa-ray(->)
denilen sarayının esas giriĢinin burada bulunduğunu gösterir. I. Roma-
nos Lekapenos (hd 920-944) sarayın Halke Kapısı adı verilen
giriĢinde Ġsa adına küçük bir Ģapel yaptırmıĢtır. Ġçine güçlükle on beĢ
kiĢinin sığabildiği bu ibadet yeri I. Ġoannes Tzimitzes (hd 969-976)
971 Mart'ında Ruslara karĢı bir sefere çıkarken, bu Ģapelin
küçüklüğünü görerek, kendisi tarafından düzenlenen bir plana göre
bunun yerinde yeni ve muhteĢem bir kilise yapılmasını emretmiĢtir.
Çok zengin surette bezenen bu kiliseye imparator birçok değerli eĢya
ile iki kutsal hatıra da (rölik) bağıĢlamıĢtı. Ġoannes 976 Ocak'ında
öldüğünde, bu kilisenin giriĢ holünde kendisi için önceden hazırlattığı
müzeyyen bir lahte gömülmüĢtü. Bizans tarih yazarlarından
Kedrenos'un ifadesine göre, bu kilise Halke Kapısı'nın kemeri üstüne
oturtulduğundan, yüksek bir bina idi.
Fetih'ten sonra bu alanda, eski yapıların kalıntılarından da faydalanmak suretiyle, bir
Cebehane(->) yapılmıĢ, 16. veya belki de 17. yy'da buradaki bir es-
ARSOY, YESARĠ ASEM
326
327
ART NOUVEAU
ki kilisenin içine Saray-ı Hümayun'a ait vahĢi hayvanlar yerleĢtirilmiĢtir. Kuvvetle
muhtemeldir ki, Halke Kapısı üstündeki Ġsa Kilisesi bu
Arslanhane'dir.
Polonyalı Simeon 17. yy baĢlarında Arslanhane olarak tanınan eski kiliseden ve
bunun içinde hâlâ görülen mozaiklerden bahseder. Evliya Çelebi de
yine 17. yy'da "Arslanhane'nin üst tabakaları kat kat bina hücreleridir
ki cem-i nakkaĢan-ı ustadan kârhanede sakinlerdir" diyerek,
Arslanhane'nin üst katında hücreler bulunduğunu ve saray
nakkaĢlarının burada barındıklarını bildirir. Böylece eski kilisenin
altındaki mahzen veya bodrumun Arslanhane, üstteki esas mekânın
ise NakkaĢhane olduğu anlaĢılır. Arslanhane-NakkaĢhane olarak
yüzyıllar boyu kullanılan kilisenin, 1786'da Sir Richard Worsley için
bir Ġtalyan ressam eliyle çizilen resminde sadece kubbesi görülür.
Ġsveçli subay Cornelius Loos'un 1710'da çizdiği Ġstanbul
manzarasında da, pencereleri yarıya kadar örülmüĢ yüksek kasnaklı,
otlarla kaplanmıĢ kubbe fark edilir.
Ermeni coğrafya yazarı Ġnciciyan'ın (1758-1833) 11 ciltlik büyük coğrafya eserinin,
beĢinci cildinde bu kilisenin, tek levha halinde bir gravürü
bulunmaktadır. Bu satırların yazarı tarafından ilk defa meydana
çıkarılan bu gravürde Arslanhane olan eski kilise, baĢlıca mimari
ayrıntıları ile görülebilir. Nasuh es-Silahi'nin (Matrakçı Nasuh) 16.
yy'da yaptığı Ġstanbul minyatüründe Ayasof-ya'nın komĢusundaki
kubbeli yapının da böylece Arslanhane olduğu anlaĢılır.
Ġnciciyan'ın bildirdiğine göre 1802'de NakkaĢhane yanmıĢ, komĢusu Cebeha-ne'nin
geniĢletilmesi için 1804'te yıktırılmıĢtır. Fakat 1808'de Alemdar
Mustafa PaĢa olayı sırasında Cebehane bir yangın daha geçirmiĢ ve
toprak üstünde hiçbir izi kalmayan Arslanhane'nin arsası üzerinde
Ġsviçreli mimar G. Fossa-ti'nin projesi uygulanmak suretiyle 1848'de
büyük bir Darülfünun binası yapımına baĢlanmıĢtır. ĠnĢası yıllar süren
bu bina sonra çeĢitli müesseselere tahsis edilerek, nihayet Ġstanbul
Adliyesi olmuĢ ve 1933'te yanmıĢtır.
Eski gravüründen öğrenildiği kadarı ile Arslanhane-NakkaĢhane olan kilise,
gerçekten geniĢ kemerli bir kapı üstünde .idi. Otlarla kaplanmıĢ
kubbesi, pencereleri yarıya kadar örülmüĢ kasnağı, bunu destekleyen
iki takviye payandası ve bir yarım kubbesi görülür. Önde, kemerli
kapının tam önünde, çok geç dönemin mimari özelliğini gösteren,
üzeri kiremit örtülü, pencereli bir ek bina vardır. Ġleriye taĢan bu
binanın biraz gerisinde ve kemerli kapının iki yanında yine kiremit
örtülü iki kanat bulunmaktadır.
Bibi. C. Mango, The Brazen House, A Study of the Vestibule of the Imperial Palace
of Constatinople, Koebenhavn, 1959; S. Eyice, "Arslanhane ve
Çevresinin Arkeolojisi", istanbul Arkeoloji Müzeleri Yıllığı, XI-XII
(1964), s. 23-33, lev. IV-IX; Janin, Eglises et monasteres, 529-530;
Mülîer-Wiener, Bildlexikon, 81.
SEMAVĠ EYĠCE
ARSOY, YESARĠ ÂSEM
(6 Ağustos 1896, Drama [Bugün Yunanistan'da] - 18 Ocak 1992, İstanbul) ġarkı
bestekârı. Berkofçalı Ömer Lutfi Efendi'nin oğludur. Annesi Zübeyde
Hanım'dır. Sırasıyla Nazifi Mektebi, Beykonağı RüĢdiyesi ve Yeni
Ġdadi'de okudu. Okul dönemlerinde müezzinlik etti, sesinin güzelliği
ile dikkatleri çekti. 1917'de ailesi ile Adapazarı'na göç etti. Burada
babasının karĢı çıkmasına rağmen musiki ile uğraĢmaya baĢladı.
ÇeĢitli saz sanatçılarından ders aldı. Ġki yıl kadar bağlama çaldı. Sonra
uda baĢladı. 1920'de Antalya'da vapur acenteliğinde çalıĢtı. Aynı yılın
sonuna doğru Ġstanbul'a yerleĢti. Bir ara Ġzmit'te maliyede görev yaptı.
Burada Fehmi Tokay ve Zeki Arif Ataergin ile tanıĢtı, onlardan
yararlandı. 1929'da ilk eserini besteledi. 1930'larda eserlerini plaklara
da okudu. Ġstanbul radyosunda iki defa sanatçı öğretmen olarak görev
aldı. Solak olduğu ve sol elle çaldığı için "Yesari" adıyla tanınmıĢtır.
Yesari Âsim Arsoy, musiki zevkini ve anlayıĢını kendi çalıĢmalarıyla geliĢtirdi.
Tasavvufa ömür boyu ilgi duydu. Ta-savvufi Ģiirler yazdı. Musiki
sanatına saygısı yüzünden, kendisine önerilen yüksek ücretleri kabul
etmedi ve piyasaya çıkmadı. Bestelediği Ģarkılar ve okuduğu plaklar
ile geniĢ kitlelere seslenmeyi tercih etti.
Ġstanbul'u çok seven Yesari Âsim Arsoy Ģarkılarında da Ġstanbul'un birçok semtini ve
güzelliklerini dile getirdi. Eserlerinin hepsinde güfte ile beste
arasındaki uyuma son derece özen gösterdi. Ġlhamsız eser bestelemedi.
ġarkı güftelerinin de çoğunu kendi yazdı. Arsoy kendi bestelerini
çalıp okuması yönünden ozan geleneğinin çağdaĢ bir temsilcisiydi.
Gaygaysız, düz ve sade olan okuyuĢ üslubu yeni icranın ilk
örneklerinden biriydi. Bu yönleriyle kendine özgü bir tavır oluĢturdu.
Arsoy Ģarkıdan daha hafif bir beste Ģekli olan "fantezi" türünde pek
çok eser bestelemiĢ bir sanatçıdır; çoğunu plaklara okuduğu,
Bebek,
inĢirah Sokağı
no. 13'teki
evin
cephesinden
art deco bir
ayrıntı.
Afife Batur
1930'lu, 1940'h yıllarda çok tutulan bu fanteziler o dönem Ġstanbul'unun yaygın
gündelik musiki zevkini yansıtır. Hüseyni makamında "Fariğ olmam
meĢreb-i rindaneden" gibi, geleneksel yolda bestelenmiĢ Ģarkıları da
vardır. Öğrencisi Bülend Gündem, sanatçının ölümünden sonra bütün
eserlerim bir araya getirmiĢ, adına da bir musiki derneği kurmuĢtur.
Verimli bir besteci olan Yesari Âsim Arsoy iki yüzden fazla eser bırakmıĢtır. Hüzzam
"Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır", "Yar yolunu, kolladım";
hicaz "Sazlar çalınır Çamlıca'mn bahçelerinde", "Adalardan bir yar
gelir bizlere"; sultaniyegâh "Biz Heybeli'de her gece mehtaba
çıkardık"; kürdilihicazkâr "Öm-rümce o saf aĢkını kalbimde
yaĢatsam", "AĢkım Yeniköy sahil-i deryasını sardı" onun sevilen
eserlerinden birkaçıdır.
FATĠH SALGIR
ART DECO
Art deco, mimarlıkta ve dekoratif sanatlarda 1920'lerde ortaya çıkan ve 1930'larda
yaygınlaĢan bir akımdır. Adını, 1925'te Paris'te açılan ve akımın
tanınıp yaygınlaĢmasını sağlayan ÇağdaĢ Dekoratif ve Endüstriyel
Sanatlar Uluslararası Sergisi'nden (Exposition Internationale deĢ Arts
Decoratifs Industriels et Modernes) alır.
Art deco, köken olarak büyük ölçüde art nouveau(->) akımından beslenen bir stil
veya beğenidir. Ama art nouveau'nun Bauhaus ve kübizm gibi
akımlardan etkilenerek daha sade, geometrik, analitik ve endüstriyel
nitelikli bir içerik edinmesiyle ortaya çıkan bir biçim ve beğeni
bütünüdür. Art nouveau üslubunun ve zengin Avrupa beğenisinin
1920'lerin Amerikan kültürü içinde özümsenmesi ile de bağıntılıdır.
New York'taki Rockefeller Merkezi, Chrysler binası veya Empire
State binası, art deco'nun anıtsal örnekleridir.
Endüstriyel tasarıma özgü, sadelik, düzlemsellik, öğelerin yinelenmesi, geometri ve
stilizasyon art deco'da gözlenen niteliklerdir. Estetik kökeni dıĢavu-
rumculuk ve kübizme yaslanır. Mimaride yalın ve saf biçimler, geometrik üsluplu
bezemeler ve genellikle yüksek kaliteli ve pahalı malzeme kullanımı
görülür.
Ġstanbul'da art deco mimarlığı, 1920-1940 arasında özellikle kentin orta üst
sınıflarının yerleĢim alanlarındaki konut yapılarında görülmektedir.
Özellikle Talimhane, AyaspaĢa, Maçka-NiĢantaĢı ve ġiĢli ile Cihangir,
ait deco mimarlığının seçkin örneklerinin en çok bulunduğu
semtlerdir. Ġstanbul'da apartman tipi konutun ortaya çıkıĢı kuĢkusuz
daha erkendir ama yaygınlaĢmaya baĢlaması art deco uygulamalarıyla
eĢzamanlı görünmektedir.
Bu yapıların mimari niteliklerinin ve düzeyinin Avrupa'daki örneklerle paralel
olduğu söylenebilir. Kitle biçimleniĢinde ve plan Ģemalarında
benzerlik açıktır. Cephelerde stilize pilastrlar, geometrik motifli
balkon ve pencere parapetleri, daha çok giriĢ katlarında kullanılan
köĢeleri pahlı pencereler ve hemen daima ayırt edici bir geometrik
motif kompozisyonuna sahip olan kapılar, Ġstanbul art deco'sunun da
tipik özellikleridir. Apartman giriĢinde büyük panolar halinde resim
kullanımı, özgün bir uygulama olarak hayli yaygındır. Bu
karakteristiklere sahip apartmanlara örnek olarak Ģunlar verilebilir;
GümüĢsuyu'nda Bosfor Apartmanı (Mimar Sami Maca-roğlu), Ankara
Palas, GümüĢsüyü Apartmanı; NiĢantaĢı'nda Melek Apartmanı;
Taksim'de Pertev Apartmanı.
Art deco'nun tek aile konutunda kullanımına iliĢkin birçok örnek, özellikle
Kadıköy'de Moda, Feneryolu veya Suadi-ye semtlerinde bulunmakta
idi. 1970'li yıllardaki yoğunluk artırıcı imar uygulamaları sırasında art
nouveau üslubundaki konutlar gibi art deco üslubundaki küçük
konutlar da ortadan kalktı. Yalnızca birkaç tanesi ayakta kalmıĢ bu
örneklerin Ġstanbul'a özgü karakteristik biçimlenmeleri de böylece
kaybedilmiĢ oldu.
Konut dıĢı uygulamalar arasında Eminönü'ndeki Kuru Kahveci Mehmet Efendi ve
Oğullan Mağazası ilginç bir art deco örneği olarak belirtilebilir. Ama
Ġstanbul'daki en önemli art deco tasarımı Markiz Pastanesi için
tanınmıĢ sanatçı Mazhar Resmol'ün yaptığı vitray çalıĢmasıdır. Bir
peyzaj stilizasyonu olan bu vitray çifti, Ġstanbul art deco literatürü için
özgün bir örnek sayılmalıdır.
AFĠFE BATUR
ART NOUVEAU
Sanat tarihinde 19. yy'ın sonu ile 20. yy'm baĢında yaklaĢık 25 yıl süren ve derin izler
bırakmıĢ olan akım.
Art nouveau 19- yy'ın son çeyreğinde Avrupa ülkelerinin, göreli bir politik istikrara
ve refaha kavuĢtuğu yıllarda ortaya çıktı. Öncelikle sanayileĢmiĢ, yeni
bir üretim biçimini geliĢtirip sahiplenmiĢ ülkelerde görüldü. Akımın
düĢünsel arka planı, sanayileĢmenin ve büyüyen ekonomilerin
problemleriyle
Beyoğlu'ndaki
Markiz
Pastanesi'nde
art deco bir
vitray.
Erkin Emiroğlu,
1980
iliĢkiliydi. Aynı ortak zemin, toplumsal yapılaĢmanın belirli bir aĢaması için de
geçerliydi. Yeni sınıf ve tabakaların oluĢtuğu Avrupa ülkelerinde bu
yeni sınıfların ve baĢta zengin, aydın ve özgürlükçü kentsoyluların
estetik gereksinme ve taleplerinin ve etik normlarının art nouveau'nun
oluĢumunda büyük payı vardır. Akım, Ġngiltere ve Amerika'da modem
style, Fransa ve Belçika'da art nouveau; Hollanda'da nieu-we kunst;
Almanya'da jugendstil; Avusturya'da secessionsstil; Ġtalya'da stile flo-
reale, Ġspanya'da modernismo gibi adlarla anılıp benimsendi.
Art nouveau üslup olarak çeĢitli kaynaklardan esinlenmiĢtir. Bunların hemen tümü o
zamana dek bilinmeyen veya marjinal olarak kalmıĢ ikincil
kaynaklardı. Klasik ve akademik çizginin dıĢında tutulmuĢ
eğilimlerdi. Klasisiz-min yaslandığı Grek-Roma dünyasında bile
farklı esin kaynaklarına, örneğin Girit ve Minos kültürüne yönelmiĢti.
Art nouveau'nun asıl esin kaynağı Avrupa dıĢı kültürler oldu. Bunların baĢında Japon
sanatı geliyordu. Japon kültürüyle en etkili karĢılaĢma, 1873 Viyana
Dünya Sergisi'nde oldu. Özellikle Japon grafik sanatının çiçeksi
bezemeyle birleĢen çizgisel düzenlemeleri, gölge-sizliği ve asimetrisi,
sergiye gelen veya yayınlan izleyen sanatçıları çok etkiledi; coĢkuyla
karĢılandı.
Art nouveau mimarlığında baĢlıca iki ana çizgi öne çıkmaktadır: Biri ve kronolojik
olarak önce gelen, Brüksel/Paris-Nancy/Barcelona eksenli eğrisel ve
çiçeksi (floreal) olandır; diğeri Viyana merkezli Orta Avrupa
ülkelerinin birkaç yıl sonra geliĢtirdiği geometrik konsepttir.
Ġstanbul'da Art Nouveau Üslubu
Art nouveau üslubunun Ġstanbul'a nasıl, kimler tarafından ve ne zaman getirildiği
veya Ġstanbul art nouveau'sunun hangi iliĢkilerle, çalıĢma ve
etkileĢimlerle oluĢtuğu aslında 19. yy Ġstanbul'unun yapısal,
ekonomik, politik ve kültürel özelliklerine iliĢkin bir sorudur.
Art nouveau akımının ortaya çıkıp geliĢtiği yıllar, Osmanlı Ġmparatorlu-ğu'nun çöküĢ
öncesi dönemine rastlamaktadır ve yüzyıl sonu Ġstanbul'u da
çökmekte olan bir imparatorluğun baĢkentidir. Milliyetçi veya etnik
baĢkaldırılar, sürekli savaĢlar ve yenilgiler, özellikle "93 Harbi" denen
1293/1877-78 Osmanlı-Rus SavaĢı, Çatalca'ya kadar gelen düĢman ve
o müthiĢ Ayastefanos AnlaĢması, imparatorluğu güçsüz ve yoksul
düĢürmüĢtür. Sanayi geliĢmemiĢtir; üretim düĢüktür.
Ne var ki, imparatorluğun içinde bulunduğu bu periĢan durum, Ġstanbul ve bazı
kentler için geçerli görünmemektedir. Ġmparatorluk için çizilebilecek
karanlık ve koyu renkli tablo, Ġstanbul, Ġzmir vb kentler söz konusu
olduğunda ıĢıltıya dönüĢebilmektedir. Bunlar, imparatorluğun tüm
verimini toplayıp ihraç eden, bir anlamda hinterlandı impa-
ART NOUVEAU
328
329
ART NOUVEAU
1923 yılında yıktırılan KuruçeĢme'deki Nazime Sultan Sarayı (1903). Afife Batur
koleksiyonu
ratorluğun kendisi olan büyük kentlerdir. Özellikle istanbul, Tanzimat'tan sonra
yönetim etkinliklerinin artması ve merkezileĢmesi; dıĢalım ve liman
iĢlevlerinin önem kazanması, transit ticaretin getirdiği yüksek gelirler
ve nüfus artıĢı ile ülkenin "egemen" kenti olmuĢtur. Bazı
araĢtırmacıların sağlıksız ve kolon-yal tipte buldukları bu tür geliĢme,
sonuçta bu kentleri -özellikle de istanbul'u- zengin ve yapı
yatırımlarına aktarılacak büyük artıdeğer birikimine sahip merkezler
haline getirmiĢtir.
Gerçekten de istanbul'da aktif bir inĢaat ve mimarlık piyasası vardır. Piyasayı
canlandıran, yalnızca dıĢ ticaret gelirleri veya yüzyıllarca 300.000 ila
500.000'i geçmeyen istanbul nüfusunun 19. yy sonunda bir milyona
yaklaĢması değildir. Nüfusun yapısında ve gereksinmelerinde büyük
değiĢmeler olmuĢtur: Geleneksel toplumsal tabakaların durumu
gerilerken yeni bir kentsoylu kesim, Osmanlı yüksek bürokrasisini de
içeren varlıklılar ve Levanten kentsoylular öne çıkmakta, gereksinme
ve beklentileri önem kazanmaktadır.
Kısaca, imparatorluk içinde bir ada gibi de olsa Ġstanbul, yenilikçi düĢüncelerin ve art
nouveau'nun boy verdiği Avrupa baĢkentlerinin parasal ve toplumsal
koĢullarına sahip gibi görünmektedir.
Çok isabetli bir öngörü ile gerçekleĢtirilen çağdaĢ iletiĢim ve ulaĢım araçlarının
kullanımı, Osmanlı baĢkentini tüm
Avrupa kentlerine ve yurtiçine bağlayan telgraf haberleĢmesi ile demiryolu yapımları,
istanbul'un Avrupa ile bağlantısını kolaylaĢtırmaktadır. Paris ve
Brüksel'deki gibi istanbul'da da "Bön Marc-he", "Au Lion", "Bazar
Allemand", "Louv-re" vb büyük mağazalar açılıyor; istanbul
kentsoylusu Paris veya Londra modasını "Maison Botter"in baute
couture kreasyonlarından veya "Mir et Cotte-rau"dan izleyebiliyordu.
"Cercle D'Ori-ent", "Teutonia", "Constantinople", "Union Française"
kulüplerden; "Concordia", "Odeon", "Cristal", "Petits Champs"
tiyatrolardan birkaçıydı. Listeye yüzlerce isim daha eklenebilir. Tümü
Avrupai yaĢam biçiminin gereği veya dekoru olan binlerce yapı inĢa
edilmektedir.
Yüzyıl ortalarında kurulan belediye de istanbul'a çağdaĢ bir kent görünümü
kazandırmak amacındadır. Bu amaç, yukarıda değinilen
gereksinmelerle birlikte Avrupa'dan gelecek mimarlar için geniĢ iĢ
alanları demekti.
Osmanlı baĢkenti, herhangi bir alanda -örnekse tıp veya askerlikte- öteden beri
Avrupalı uzmana alıĢıktır. Ama mimarlık, bilindiği kadarıyla, daima
yerli sanatçıların alanı olarak kalmıĢtı. Ancak, 18. yy'da Batı'ya
açılmaya baĢlayan imparatorlukta yeni program ve kavramlar, yeni
teknikler, yeni model ve tipler ve yeni motifler mimarlığın gündemine
girdiğinde yabancı mimar gereksinimi belirdi. Çünkü geleneksel
yetiĢme mo-
Kefeliköy Caddesi no. 43'te Bilgin Evi olarak anılan binanın ön cephesi. Afife Batur
deli içindeki Hassa Mimarları Ocağı'nın bilgi ve deneyim alanı dıĢında kalan
yenilikler vardı. Örgün mimarlık eğitiminin Sanayi-i Nefise Mekteb-i
Âlisi bünyesinde kurulup mezun vermesine kadar, yaklaĢık bir yüzyıl
boyunca yapı alanı yabancı mimarların katkısına açık kaldı.
(YurtdıĢında öğrenim görebilen birkaç Osmanlının bu açığı kapatması
söz konusu değildi.)
19. yy baĢında yabancı mimar olarak yalnızca A. Melling'in(-») adı bilinirken 1850'li
yıllara doğru Fossati KardeĢler pek çok istanbul yapısını
imzalamıĢlardır. Ama yüzyılın ikinci yarısından baĢlayarak çeĢitli
Avrupa ülkelerinden gelmiĢ çok sayıda mimarın bu kentte çalıĢtığı
bilinmektedir.
Aslında Osmanlı mimarlığında Batılı üslup ve biçimlerin, Osmanlı mimarlarınca
kullanımı yeni değildir. 18. yy ortalarındaki Osmanlı barok üslubunun
(bak. barok mimari) özgün ve ustalıklı uyarlamaları, Topkapı
Sarayı'ndaki rokoko bezemeler, 19. yy baĢındaki klasisist tasarımlar,
ampir(-») uygulamalar belirli bir yönelimi ve birikimi iĢaret
etmektedir.
Krikor ve Garabet Balyan, Melling, Smith ve Fossatiler, yüzyılın ilk yarısının
klasisist eğilimlerini biçimlendiren önemli ve tanınmıĢ adlardır. Bu
kuĢağın çekilmesiyle 1860'lardan baĢlayarak klasik disiplinin
çözülmeye baĢladığı görülmektedir. Okul, kıĢla, hükümet konağı,
hastane vb resmi binalarda neo-klasik çizgiler hâlâ egemendir ama
kentsel mimaride bir çeĢitlilik ve reper-tuvan geniĢ bir eklektisizm
belirmektedir. Bu çeĢitlilikte Doğu ve Ġslam kökenli oryantalist
biçimlenmeler giderek öne çıkmaktadır. Avrupa'nın çeĢitli
ülkelerinden gelmiĢ çok sayıda mimarın varlığından ötürü bu
dönemde bir üslup çeĢitliliği yaĢanmaktadır. Dönem Avrupa'da da
eklektisizmin (eclectis-me=felsefe ve sanatta seçmecilik) ve
historisizmin (historicisme=felsefe ve sanatta tarihselcilik)
alabildiğine yaygın olarak kullanıldığı yıllardır. Ama istanbul'da
ülkelerarası yaklaĢım ayrımlarının da aynı kentsel mekânda yer aldığı
görülmekte ve belki de bu nedenle eĢi olmayan bir koleksiyon
oluĢmaktadır.
Art nouveau, historisizmin hemen her modelinin temsil edildiği Ġstanbul mimarisine
yüzyıl dönümünde katıldı.
Sanatlarda yenilik düĢüncesinin sanayileĢme düzeyi ile iliĢkisine yukarıda iĢaret
edilmiĢti. Tarihsel ve yapısal özellikleri nedeniyle sanayi toplumuna
doğru bir evrimi gerçekleĢtiremeyen Osmanlıların, bu açığı ve geride
kalmıĢlığı aĢma amacıyla baĢlatılan ve "Batı'ya açılma", "BatılılaĢma"
gibi terimlerle dile getirilen modernizasyon çabaları bilinen
gerçeklerdir. Ne var ki, yüz elli yılı aĢan modernizasyon çabalarına
karĢın 19. yy sonuna gelindiğinde sanayi hâlâ yeterince geliĢmiĢ
değildi. Buna bağlı olarak da sanat veya kültür üzerine tartıĢmaların
geliĢtirdiği söylem, sanayi ve makinenin ezdiği veya yozlaĢtırdığı
zanaat-sanat
üzerine estetik ve etik çerçevede bir tartıĢma ile değil, BatılılaĢmanın iyi mi kötü mü
olduğu ekseninde politik bir kutuplaĢmanın terminolojisi ile oluĢtu.
Bu söylem, ister istemez, yalnızca sanatın spesifik alanını dıĢlamakla
kalmadı, kendi politik eksenine çekerek sanatın kullanıcılarının
seçeneklerini de kısıtladı veya kaldırdı. BasitleĢtirerek örneklemek
gerekirse, art nouveau'ya tekabül eden Osmanlıca "tarz-ı cedid"
teriminin yalnızca art nouveau üslubundaki tasarımlar için değil ama
diğer Avrupa üsluplarının bütünü için ve dikkatsizce kullanıldığı, yine
Avrupa'dan gelmiĢ olan oryantalist üslubun ise yerli ve islam sayıldığı
(Arap üslubu dendiği de var) belirtilebilir.
Art nouveau mimarlığının istanbul'da, Avrupa kentlerinde olduğu gibi, dernek, dergi
veya kulüpler çevresinde toplanan sanatçılar tarafından geliĢtiril-
mediğine kesin gözüyle bakılabilir.
istanbul'da canlı bir kültürel yaĢam varsa da bugüne kadar böyle bir dergi veya
dernek hakkında bilgi bulunamamıĢtır. Ne var ki bütün kısıtlılığına,
politik eksene yapıĢmıĢlığına karĢın kimi kavram ve terimlerin ve
sözcüklerin art nouveau literatüründekilerle benzerliği ĢaĢırtıcıdır.
Edebiyat-ı Cedide, bu tür bir yakınlık için son derece ilginç bir örnek olarak
düĢünülebilir. Adındaki "yeni" (cedid) sözcüğü bile ilgi duyulmasını
gerektirir. Edebiyat-ı Cedide hareketi, 1896-1901 yıllarında Tevfik
Fikret'in (1867-1915) yönetiminde yayımlanan Servet-i Fünun dergisi
çevresinde yeni bir edebiyat kuĢağının oluĢumunun adıdır. Hareketin
aktif yılları tam da art nouveau'nun ortaya çıktığı yıllardır. Ve Servet-i
Fünun dergisi, döneminin resimli dergilerin-dendir. Yurtiçinden ve
dıĢından birçok yapının fotoğrafları ile roman ve Ģiir ilüstrasyonları ve
art nouveau logo ve vinyetler, çiçeksi desenler dergi sayfalarını
bezemektedir. Dergi, kapanmasından az önce 588. sayısında (18
Temmuz 1318/31 Temmuz 1902, s. 235-238) art nouveau sanatını ve
mimarisini tanıtan bir yazı ve resimler de yayımlamıĢtır. Yazar ve
Ģairlerin kendilerini sembolizme yakın hissettikleri de bilinmektedir.
Görsel sanatlara açık olsa da ressam ve mimarların dergi çevresinde
yer almamalarına bakarak, Servet-i Fünun'un ve Edebiyat-ı
Cedide'nin, akımın odağı olmadığı, fakat art nouveau estetiğine açık
ve bu akımı entelektüel olarak besleyen bir çevre geliĢtirdiği
söylenebilir.
Art nouveau estetiğinin ve beğenisinin bir diğer giriĢ kanalı kadın dergileri olmalıdır.
Art nouveau'nun kumaĢ de-senciliği alanındaki yaratıcılığı ve feminist
hareketin yükseliĢi yüzyıl dönümünde moda dünyasını da etkilemiĢ ve
birçok kadın dergisi yayımlanmaya baĢlamıĢtı. Avrupa'dan gelen
dergilerin yanı baĢında istanbul'da da yayımlanmaya baĢlayan kadın
dergileri, varlıklı kesimin art nouveau beğenisini tanımasının bir diğer
yolu oldu.
Ġthal edilen ve Ġstanbul'un lüks büyük mağazalarında satılan günlük kullanım eĢyaları
bir diğer kanaldı. Günümüz Ġstanbul antikacılarının gözde parçalarını
oluĢturan art nouveau objelerin, art nouveau beğenisinin
benimsenmesinde büyük payı olmalıdır.
Art nouveau mimarlığının ilk örnekleri, Osmanlı Imparatorluğu'nun ticareti ve
sanayisi geliĢmiĢ merkezlerinde ve bazı kıyı kentlerinde 20. yy
baĢında görüldü. Özgün ve anıtsal örnekler bu merkezlerde ve
1910'lara kadar olan sürede gerçekleĢtirildi. Daha küçük kentlerde ve
anonim mimaride ise 1930'lara kadar ve art deco'ya(->) dönüĢerek
kullanıldı.
istanbul birçok bakımdan olduğu gibi art nouveau mimarlığı bakımından da
Türkiye'nin en önemli merkezidir. Bu önem önce, sayısal olarak en
zengin birikime sahip olması anlamındadır. Son yıllarda kıyım
düzeyine varan mimari miras kaybına rağmen istanbul'da hâlâ önemli
bir art nouveau yapı stoku vardır, ikinci olarak art nouveau üslubunda
tasarlanmıĢ anıtsal yapılar istanbul'dadır; çoğu genellikle iyi
korunmuĢtur ve bu anıtsal örneklerdeki stilistik nüansların bir tür
koleksiyon oluĢturan kaliteleri istanbul örneklerine önem
kazandırmaktadır. Ve nihayet üçüncü olarak anonim mimaride
Ġstanbul'a özgü olduğunu savunduğumuz bir art nouveau konut ve
dekorasyon modelinin geliĢmiĢ olmasıdır.
istanbul art nouveau mimarisinde birçok yapının müellifleri ve yapım tarihleri henüz
bilinmemektedir. Bilinen, üslubun önce profesyonel örneklerde veya
çalıĢmalarda kullanıldığı ve anonim mimariye daha sonra geçtiğidir.
istanbul'da tarihi bilinen en eski art nouveau yapı, Maison Botter'dir (istiklal
Caddesi'nde). II. Abdülhamid'in resmi terzisi olan Hollanda uyruklu J.
Bot-ter'in haute couture tarzında çalıĢan evi için italyan mimar
Raimondo D'Aronco tarafından tasarlanmıĢtır. Sarayın da mimarı olan
ve 1900 yılına kadarki çalıĢ-
malarında -belki de resmi istekler uyarınca- genel olarak â l'ottoman bir vurgu
taĢıyan oryantalist/historisist tasarımlar hazırlayan ve art nouveau'yu
temkinli bir dikkatle kullanan D'Aronco, Maison Botter'de cesur ve
yaratıcı bir tasarım ortaya koymuĢtur. Maison Bot-ter, oval planlı
merdiveni, mağaza bölümünde defileler için düzenlenmiĢ asma
katının eğrisel çizgili planı ile dar ve uzun arsasının kısıtlamalarını
aĢan ve içeride de art nouveau'nun mekânsal özelliklerini sunan bir
yapıttı. Bu bölüm, 1962 yılında bir banka Ģubesine dönüĢtürülmek
üzere yıkıldı. Botter ailesine ayrılmıĢ olan üst katlar halen ofis olarak
kullanılmakta ve korunmaktadır. -Yapının cephesinde, planda olduğu
gibi, konut bölümü ile modaevi bölümünün incelikli dekoratif
düzenlemelerle ayırt edildiği; konut bölümünü belirten ve italyan
barok biçimlerini anımsatan plastik öğelerle yüzey bezemelerinin
kontrastı belirtilmelidir.
Maison Botter'de birçok esin kaynağına referans verilebilir: Secession Evi'ndekileri
anımsatan dal ve yaprak istifinden oluĢmuĢ bezeme grupları veya
Mackintosh'un uygulamalarını düĢündüren balkon demirleri gibi.
Maison Botter'in yapımı, sahibinin ve mimarının tanınmıĢlıkları bir yana, getirdiği
yeni biçim önerileriyle etkili olmuĢ görünmektedir. Grand Rue de
Pera çevresinde art arda art nouveau yapıların ortaya çıkması rastlantı
olmamalı. Bütün yıkımlara karĢın, halen istiklal Cadde-si'nin iki
yanındaki yapı adalarında sayısı elli civarında art nouveau üslubunda
tasarlanmıĢ veya en azından dekorasyonu art nouveau olan apartman
bulunmaktadır. Örnek olaraksa, istiklal Caddesi no. 403, AĢmalı
Mescit Sokağı Pina Apartmanı, Mis Sokağı Kont Otel veya no. 28,
Büyük Parmakkapı Sokağı no. 30, Sofyalı Sokağı no. 7 ve birçok bina
sayılabilir.
1900 veya kesin tarihi bilinmeyenler de dikkate alınarak 1898'lerde baĢlayan
ART NOUVEAU
330
331
ART NOUVEAU
ftv|?«8:,t8fitoSiĠlî
Hfe
Arzodası'nda padiĢahın bayram kabulünü gösteren bir gravür Ara Güler fotoğraf
arşivi
yolluklarla, revaklar ise kadife perdelerle örtülüydü. Her noktada bir akağa merasim
nöbeti tutardı. Rivayete göre Arzodası'mn çeĢmeleri, içeride kabul
töreni olduğu sürece akar, böylece hem konuĢmalar dıĢarıdan
duyulmaz, hem de suyun müzikli sesi etrafa yayılırdı. Gala-be Divanı
denen elçi kabullerinde, padiĢaha sunulan ağır hediyeler, at, silah,
kürk, cariye vb içeriye sokulmaz maruzat penceresinin önünden
geçirilirlerdi. Aynı Ģekilde, idam edilen kralların, paĢaların, asilerin
kesik baĢlan da bu pencere önünden usulen geçirilirdi. Huzura
ile ayak divanları burada yapılıyordu. Divan-ı Hümayun teĢkilatı dağıtılıncaya ve
Osmanlı hanedanının BeĢiktaĢ saraylarına taĢınmasına kadar (19. yy)
padiĢahın, sadrazamı, vezirleri, divan üyelerini, Ġstanbul'a gelen
elçileri, prens ve kralları kabulleri Arzodası'nda olmaktaydı.
PadiĢahlar zaman zaman halktan kimseleri ve Ģikâyetçileri de burada
huzurlarına alıp sorunlarını dinlemekteydiler.
Arzodası — -
Ali Hikmet Varlık, -,*& 1993
PadiĢahın Arzodası'ndaki kabulü "teĢrifat-ı azime" denen ve saray protokolünün tüm
inceliklerini içeren bir düzenle yapılmaktaydı. Bu kurallara padiĢah da
uymak durumundaydı. Örneğin Sedir-tahtta, o günkü kabulün
özelliğine 3? göre oturuĢu, elçi kabullerinde hiç ko-' nuĢmaması ve
hareketsiz durması, huzura girenlerin padiĢahla göz göze gelmemeye
dikkat etmeleri gerekiyordu. Sedir-taht, üzerindeki kubbe, muhteĢem
ocak, büyük kubbe ve çeĢmeler, egemenlik sembolleriydi. NiĢlere,
padiĢahın sorguçlu kavukları konuyordu. Arzoda-sı'na padiĢahın
geliĢi de özel bir törenle olmaktaydı. Elmas düğmeli kabaniçe, hüma
tüylü, murassa sorguçlu sarık ile iki yanında silahdar ağa ve
hasodabaĢı olduğu halde ilerleyen padiĢaha, Ende-runlular alkıĢ
yaparlardı. Ġnci, yakut, zümrüt iĢlemeli taht minderine oturunca yanına
murassa kılıcı ve yazı takımı konurdu. Bu iki öğe, padiĢahın iki
gücünü simgeliyordu. Arzodası'mn içi ve dıĢı, ipek halılarla payendaz
denen yine ipek
tır. 1606-1609 arasında Ġstanbul'da bulunan Venedik Balyosu Ottoviano Bön ile
Fransa Elçisi Henri de Gournal, ayrıca 1631'de saraya giren Jean
Baptiste Ta-vernier, seyahatnamelerinde, elçilerin Arzodası'ndaki
kabullerini ayrıntılı olarak anlatmıĢlardır.
Bibi. A. ġeref. "Topkapı Saray-ı Hümayunu", TOEM, V (1328), s. 395: M. Refik,
"Arz Odası", TOEM, VII (1332), s. 110-116; İstanbul Asâr-ı Atika
Müzeleri Topkapu Sarayı Muhtasar Rehberi, Ġst., 1341, s. 20-21;
Mamboury, Rehber, 393 vd; Topkapı Sarayı Müzesi Rehberi, ist.,
1933, s. 61-62; N. M. Penzer, The Harem, Londra, 1936, s. 118;
Melek Celâl Lampe, Le vieux serail deş sultans, ist., 1959, s. 28-30;
Koçu, Topkapu Sarayı, 69-72; İSTA, II, 1078-1082; Eldem, Köşkler
ve Kasırlar, I, 81-86; Eldem-Akozan, Topkapı Sarayı, 95; F. Davis,
The Palace of Topkapı in istanbul, New York, 1970, s. 112-122;
Ayverdi, Fatih IV, 715; S. Eyice, Topkapı Sarayı, Ġst., 1985, s. 16-17;
ay, "Arz Odası", DlA, III, 445-446. SEMAVĠ EYĠCE-NECDET
SAKAOĞLU
ARZUHALCĠLER
Osmanlı baĢkenti Ġstanbul'da padiĢaha ya da sadrazama dilekçe vermek isteyenleri
dinleyip konuyu dönemin yazım kurallarına göre kâğıda geçirip
dilekçe hazırlayan yazıcılardı. Dersaadet arzuhalcileri, yazıcı da
denmiĢtir.
Ġstanbul arzuhalcileri, arzuhalcibaĢı-mn denetiminde ayrı bir esnaf örgütüydü. Bu
mesleğe katılabilmek için özel bir sınavdan geçmek kuraldı. Divan-ı
Hümayun ÇavuĢları Ocağı'ndan bir kalem zabiti ile çavuĢlar emini ve
arzuhal-cibaĢıdan oluĢan sınav kurulu, arzuhalci adayım yazı
kuralları, baĢvuru yöntemleri, yazı ve hat türleri alanlarında sınavdan
geçirirlerdi. Bundan amaç, doğrudan padiĢaha ya da sadrazama
sunulması nedeniyle arzuhallerin ifade, anlam ve biçim bakımından
doğru ve düzgün olmasıydı. Ayrıca, arzuhalcilerin, yazdıkları
dilekçenin, sarayın veya Babıâli'nin hangi biriminde iĢlem göreceğini
de bilmeleri koĢuldu. Bazı dilekçelerin seçili (iç kafiyeli) yazılması,
ifadenin Arapça ve Farsça tamlamalarla yüklü olması da
gerektiğinden, arzuhalcilerin ezberden de olsa pek çok deyim, terim
ve kalıp cümleleri bilmeleri zorunluydu. Yine hoĢ-nüvis (okunaklı
yazan), dürüst ve güvenilir, Ģer'i Ģerif ve kanun-ı münif (yasa ve
kurallar) bilen, deneyimli kiĢiler olmaları da aranırdı. Çünkü, konunun
etkileyici bir ifadeyle, saygı vurgulamalarıyla yazılması, ama yanlıĢ
anlamalara neden olmaması gerekiyordu. Tüm bu özellikleri ise
Divan-ı Hümayun ve Babıâli kalemlerinden emekli olan eski kâtipler
taĢıdıklarından, arzuhalcilik bir bakıma bunların tekelindeydi. Sözü
edilenler, ilgililere rüĢvet vererek arzuhalcilik tezkiresi elde ederlerdi.
Mesleğin iĢ alanı çok geniĢ, kazanç olanağı da yüksekti. Çünkü salt Ġstanbullular
değil, taĢradan gelip ilgili makamlara dilekçe sunmak isteyenler de
bunlara baĢvurmak durumundaydılar. Halkın büyük çoğunluğu okuma
yazma
Cami
avlusunda
arzuhalci.
A. Preziosi'nin
bir resmi,
19. yy.
Necdet Sakaoğlu koleksiyonu
bilmediğinden, mektup, pusula, maz-har, ıtıkname, senet, mukavele vb belgelerin
yazımı için de arzuhalcilere görev düĢerdi. Çoklukla da askerler,
gurbetçiler, bazen sevgililer, mektuplarını yine arzuhalcilere
yazdırırlardı. BaĢvuran, dileğini uzun uzun anlatmaz, sadece konuyu
bildirmekle yetinirdi. Örneğin bir muhabbetname (sevgili mektubu)
iĢlenmiĢse, arzuhalci elindeki inĢa defterinden örneğini bulur veya
ezberinden yazıp verirdi.
Ġstanbul arzuhalcilerinin ayrı dükkânları, yazıhaneleri yoktu. Cami avlularında
revaklar altında, arastalarda, saraya ve Babıâli'ye yakın han,
kervansaray ve kahvehanelerde seyyar olarak iĢ yapmaktaydılar. En
çok bulundukları yerler Yeni Cami ile Ayasofya, Bayezid ve Sultan
Ahmed camileri avlularıydı. Her arzuhalcinin bir rahlesi, hasırdan
küçük bir iskemlesi olurdu. Rahleye mürekkep hokkası, rıhdan, kamıĢ
kalemler, arzuhal kâğıtları tomarı konur, müĢterinin oturması için de
arkalıksrz yer iskemlesi bulundurulurdu. Kimi arzuhalcilerin ise
divitleri ve kâğıt kuburu kuĢaklarında olurdu.
Ġstanbul'a taĢradan gelenler, ilkin sorup soruĢturarak davasına uygun en etkili
dilekçeyi hangi arzuhalcinin yazabi-
leceğini saptamaya çalıĢırlardı. Arzuhalci ise baĢvuru ya da Ģikâyet konusunun
yazılmasında yürürlükteki yasalar ve kurallar açısından hem kendisi
hem dilek sahibi açısından bir sakınca olup olmadığına karar verirdi.
Çünkü, arzuhaller çoğu kez, selamlık alaylarında, padiĢahın ardınca
giden kapıcılar kethüdasına verilir, genelde de padiĢah tarafından
okunurdu. Bu konuda Koçi Bey'in Sultan Ġbrahim'e (hd 1640-1648)
uyarıları ilginçtir. Koçi Bey, Risalesinde, kapıcılar kethüdasına,
kadınların ve erkeklerin verdikleri arzuhalleri, padiĢahın saraya
döndükten sonra dikkatle okumasını, daha sonra hepsini bir tomar
halinde bağlayıp mühürleyerek sadrazama göndermesini, ayrıca "Sen
ki Vezira-zamsm. Birkaç arzuhal sunanların davalarını dinleyip
haklarını hak edip bir dahi katıma arzuhal sunan olmasın, Ģöyle
bilesin" yollu bir buyruk yazmasını önermektedir.
Evliya Çelebi, kendi dönemindeki arzuhalcileri "Esnaf-ı Yazıcıyan" adı altında 400
dükkân ve 500 yazıcı olarak tanıtır. Bir kısmının orduyla beraber
cepheye de gittiğini, yol boyunca ve cephede sadrazama sunulan
arzuhalleri, Ġstanbul'dakilerin ise PaĢakapısı'na yakın oturup arzuhal
ve mektup yazdıklarını
ARZUHALCĠLER
336
337
ASÂKĠR-Ġ MANSURE-Ġ
R
U
H
Ocak ayının kemiklerde ilikleri dondurduğu bir günüydü. Yenicâmi civarında bir
duvar dibinde gerdiği büyük Ģemsiye altında eski hasır sandalyesini
ve yanına üstündeki hokkası, kalemi, kâğıtları ile küçük komidinini
koymuĢ, Ģüphesiz soğuktan titreyen ayaklarını karnı altına ısıtmak için
iskemlesine diz çök-rnüĢ, baĢı ve boynu yün sargı içinde kır sakallı bir
yazıcı efendi gördüm.
Toplu parmaklarını, kar yağarken mektebe giden çocuklar gibi, hohlaya hohlaya
ısıtarak arz-ı hâl yahut mektup sipariĢi bekliyordu. Yazıcılık, eski
cehalet asırlarından yadigâr kalan bir meslek. ġimdi iĢsizlikten çok
Ģikâyetçi olmalıdır: Kalem tutamadıkları halde haberleĢmek isteyen
eller o kadar azaldı ki... ĠĢte Ģu bedbaht yazıcı efendinin -Kim bilir
hangi resmi dâirenin kadrosuzluktan açıkta kalanlarındandır?-
bekleyiĢ içinde, kâğıtları üstüne güya sis çökmüĢ ve güya yazısı,
revaçsızlıktan örümceklenmiĢti... Fakat hayır, yünlü çarĢafa bürünmüĢ
orta yaĢlı bir kadın, rüzgârdan sallanan küçük siyah çadır altına baĢını
soktu. Hiç olmazsa çorbanın tuz parasını getiren bu beklenmeyen
müĢteriyi yazıcının öyle sevinçle karĢılayıĢı vardı ki!.. Kadının
müracaat maksadım çok çabuk anlamıĢtı: Titreyen eli ile gözlüğünü
taktı, soğuktan morarmıĢ tırnağı üzerinde kamıĢ kalemim çıtlattı.
Ortaladığı tahrirlik kâğıda tereddütsüz baĢlığı ve unvanı koydu. ġimdi
iki cümle arasında bir saniye düĢünmeğe bile ihtiyaç his-setmeksizin
seri bir hatla yazıyor, yazıyordu. Bu kadar sür'at ve emniyetle
müsvedde değil, temize çekme ve kopye bile güçtü. "Gözlüğünün
altında gizli bir müsvedde mi var?" diye kendi kendime sordum.
Zavallı adam aynı fikirleri kim bilir kaç yüzüncü defadır kâğıt üstüne
koyuyor. Tekrarı tekrarlamaktan usanmıĢ hafızası, Ģimdi aceleci bir
suflör olmuĢtu. Diğer yandan soğuk da ona "DüĢünme, fakat bitir!"
diyordu. Oh! ĠĢte pulu yapıĢtırdı ve tarihi koydu. Artık ellerini
oğuĢturarak ısıtabilir ve mendilini çıkarıp soğuktan rutubetlenen
burnunu kurulabilirdi." (Cenab ġahabeddin)
Halid Fahri, Edebî Kıraat Nümunekri, ist., 1926, s. 27-28
Arzuhalcilerin
dilekçe ve
mektup
örneklerini
içeren yazma
inĢa
defterinden
"Rikab-ı
Hümayun'a
arzuhal"
(padiĢaha
dilekçe).
Necdet Sakaoğlu
koleksiyonu
Arzuhallerin ilgili yerlere sunulmasında da birtakım kuralların olduğu biliniyor.
Örneğin, dilekçe sahipleri Divan-ı Hümayun'a doğrudan
baĢvurabilmekteydiler. Yine, Deavi Kasn'nda nöbetçi olan vezire de
arzuhal veriliyordu. Ġkindi, çarĢamba ve cuma divanlarında ise
PaĢakapısı'na gidilip sadrazama veya Ġstanbul kaymakamına arzuhal
sunuluyordu. Selamlık alaylarında olduğu gibi, biniĢlerde de halkın
arzuhallerini kapı kethüdası, bazen de rikâb çavuĢları
toplamaktaydılar.
Tanzimat'ın ilanından (1839) sonra idari yapıda önemli değiĢiklikler
gerçekleĢtirilerek yerel yöneticilere yeni birtakım yetkiler tanınınca
arzuhalcilik taĢrada da bir meslek oldu. Giderek taĢra arzuhalcileri,
davavekili konumu elde ettiler. Cumhuriyet'in ilam en çok Ġstanbul
arzuhalcilerini etkiledi ve iĢsiz bıraktı. Hükümet merkezinin Ankara
olması ile Ġstanbul'daki yüzlerce arzuhalci boĢta kaldı. Bunlarla
birlikte, dağıtılan saltanat, sadaret, nezaret vb kadrolarından açıkta
kalan yüzlerce yazıcı, daire müdürü, mümeyyiz de Ankara'ya ve
1970'li yılların ortalarına kadar rastlanabilen dilekçeciler arzuhalcilerin 20. yy
ortalarında aldığı son biçimdi. F. Rimelli, Türkiye, Istituto Geografico
de Agostini-Novara
«îiteA»
"%n*ti::
iġ
•
anlatır. Bunların pirlerinin Kûfeli Kasım bin Abdullah olduğunu yazar.
18. yy'm ikinci yarısında arzuhalcilerin örgütsel düzenlerinde bozulma baĢladığı,
deneyimsiz ve bilgisiz birçok kiĢinin rüĢvet vererek arzuhalcilik
tezkiresi aldıkları, hattâ kimilerinin de tezkire bile almadan kaçak
çalıĢtıkları; bunların, baĢvuru konularının niteliğine bakmaksızın her
konuyu yazıya döktükleri, haklarındaki Ģikâyetlerden anlaĢılmaktadır.
Örneğin, islam hukukuna göre zamanaĢımına uğrayan haklar için
arzuhal verilmemesi gerekirken, türedi arzuhalciler buna dikkat
etmedikleri gibi, bazı yörelerin vergi yükümlüsü sayısının düĢürülüp
baĢka yerlerin vergi yükünün artmasına, kamu gelirlerinin azalmasına
neden olan arzuhaller de yazmaktaydılar. Bu dönemde bir tür gedik
(rüus) düzenine bağlanan arzuhalcilerin kontrol altında tutulmalarına
da çalıĢıldığı görülmektedir. ġeriata, kanunlara, yürürlükteki kurallara
aykırı arzuhaller yazıp hem halkın parasını alan hem ilgili makamları
uğraĢtıran arzuhalcilerin tezkireleri iptal ediliyordu.
baĢka illere dağılarak arzuhalcilik, dava vekilliği yapmaya baĢladılar.
Son dönem Ġstanbul arzuhalcileri, değiĢen yaĢam koĢulları nedeniyle aĢk mektubu,
asker mektubu, hattâ muska, büyü yazarak para kazanma çabasın-
daydılar. Bunların baĢlıca merkezleri Eminönü'nde Yeni Cami avlusu
ve çev-resiydi. istanbul'da bugün de kamu kuruluĢlarının çevrelerinde
daktilo ile dilekçe yazan arzuhalciler görülmektedir. Bunlar daha çok
Sultanahmet'te Adliye Sarayı önünde, Unkapanı'nda Sosyal Sigortalar
Bölge Müdürlüğü'nün kapısında çalıĢmaktadırlar.
Eski Ġstanbul yazıcıları, değiĢmez bir Ģablona göre arzuhal yazmaktaydılar. Ġlkin
arzuhal kâğıdım uzunlamasına ikiye katlayıp bir orta çizgi elde
ettikten sonra bu çizginin yukarısına "beduh" iĢaretini koyar, sonra
kâğıdın üst yarısını, göreceği iĢlem için boĢ bırakırlardı. Yine, sağda
da geniĢçe bir kenar bırakılır, buna karĢılık yazılan her satır sol kenara
iyice yaklaĢtırılarak sağda boĢluk payı kazanılırdı. Konu ne olursa
olsun, arzuhalin tek kâğıtta ve kâğıdın ön yüzünde baĢlaması ve
bitmesi, altta da bir miktar boĢluk kalması esastı.
Arzuhallerin Ģablonu Ģöyleydi:
Hitap ve dua (ilgili makamın ya da kiĢinin unvanıyla anılıĢı ve devamlılık, uzun ömür
dileği), tarif-i nefs (kiĢinin kendisini tanıtması), beyan-ı matlab (dilek
ve istek), hatime (dilekçenin sona erdiğine iliĢkin, yine bir dua içeren
cümle).
Örneğin, "Hâk-ı pây-i meded-risây-ı hazret-i veliyü'n-niâmîlerine arz-ıhâl-i
ubeydânem budur ki (hitap). Bu kulları, Fındıklı'da iskeleye karib
kalafatçı taifesinden olup (tarif-i nefs); mahallemiz sakinleri ehl-i ırz
olup kadimden kahvehane ve Ģerbethâne ve bozahane ve koltuk tâ'bir
olunur meyhane yoğiken çend seneden beni ocakdan ve kalyoncu
taifesinden kimesneler kefere hanelerini meyhane ve koltuk ittihaz
edüb... (beyan-ı matlab). ĠnĢallahu tealâ manzur-ı ayn-ı inayetleri
buyuruldukda ol babda ve herhalde emr ü ferman inayetlu mer-
hametlu veliyü'n-niâm-ı â'lem efendim sultanım hazretlerinindir
(hatime)".
Arzuhalin sonuna "bende" (kul) sözcüğüyle birlikte kiĢinin adı yazılır varsa mührü de
basılır, fakat tarih konmazdı.
Eski istanbullular için arzuhalciler birer sırdaĢtı. Her türlü dertlerini dökerler, ondan
akıl alırlar, en gizli haberleĢmeleri için yine onlara güvenirlerdi.
Elemli, sıkıntılı günlerde de nereye baĢvuru-lacaksa yine arzuhalcilere
danıĢılırdı. istanbul'da yaygın "Peder gitti, konak yandı, birader hâli
de mâ'lûm /Elimde bir yazım yok her kime arzuhal etsem!' beyti,
acıların ve çaresizliklerin, bir arzuhalle giderilebileceği temasını
içermektedir. 1835'te Ġstanbul'a gelen Moltke, Tophane ve Nusretiye
camilerinin avlularında bir kemerin altında sanatını sürdüren
arzuhalcileri, dizlerinin üstünde bir tabaka kalın kâğıt, ellerinde
kamıĢ kalem, karĢılarındaki feraceli, san pabuçlu, peçeli kadınlarla hararetli hararetli
tartıĢtıkları biçiminde betimlemiĢtir. Arzuhalcinin, karĢısındakinin
söylediklerine kulak vermeden ya aileye dönük bir sırrı içeren bir
mektubu ya bir dava dilekçesini, ya da padiĢaha sunulacak bir
Ģikâyeti, hattâ belki de bir kara haberi nasıl çabuklukla yazdığını,
sonra kâğıdı ustalıkla katlayıp bir parça musline sararak kırmızı
mühürle mühürlediğini anlatır; aldığı ücretin 20 para olduğunu
vurgular. Yeni Cami avlusundaki arzuhalcileri ise 1910'da Ġstanbul'a
gelen Bareilles, hokkaları, kamıĢ kalemleri, mektubun yazılmasını
çömelerek bekleyen kadını da betimleyerek anılarına katmıĢtır. Cenab
ġahabeddin'in "Arzuhalci" öyküsünde konu Cumhuriyet'in ilk
yıllarında eski bir kalem efendisinin arzuhalciliğidir.
Yerli ve yabancı birçok ressam da, eski Ġstanbul'da kadınla erkeğin birbirine
yaklaĢmalarının biricik tablosunu veren arzuhalcileri bu özelliğinden
dolayı konu seçmiĢlerdir. 19. yy'da Ġstanbul'a gelen A. Prezıosi, C.
Bisco, J. Frederich Le-wis baĢta olmak üzere birçok ressam,
"arzuhalci" tabloları yapmıĢlardır. Osman Hamdi Bey'in de (ö. 1910)
"Cami Avlusunda Arzuhalci" tablosu ünlüdür. Bibi. Koçi Bey, Koçi
Bey Risalesi, (haz. Z. DanıĢman), Ġst., 1972; s. 147; Evliya,
Seyahatname, I, 524; H. Ġnalcık, "ġikâyet Hakkı: Arz-ı Hâl ve Arz-ı
Mahzarlar", Osmanlı Araştırmaları, VTI-VIII (1988); (Altınay)
Onikinci Asırda, 207; Ahmed Refik (Altınay), "Eski Ġstanbul'da
Arzuhalciler", Akşam, 1936; H. yon Moltke, Türkiye'deki Durum ve
Olaylar Üzerine Mektuplar, Ankara, 1960, s. 20-21.
NECDET SAKAOĞLU
ASAFĠ TEKKESĠ
bak. ĠZZET MEHMED PAġA TEKKESĠ
ASÂKĠR-Ġ MANSURE-Ġ MUHAMMEDĠYE
Tam adı "Asâkir-i Muntazama-i Muvaz-zafa-i Muhammediye"dir. "Asâkir-i Mu-
vazzafa-i Muhammediye", "Asâkir-i Mansure", "Mansure Ordusu" da
denmiĢtir. 17 Haziran 1826'da Ġstanbul'da kurulan yeni ordu
örgütüdür. KuruluĢ tarihini izleyen ilk dönemde "Asâkir-i Mansure",
"Asâkir-i Hassa", "Asâkir-i Bahriye" adlarını alan üç ayrı örgüt
oluĢturulmuĢ; 1843'ten sonra kara örgütlerine "Mansure Ordu-yı
Hümayunu", "Hassa Ordu-yı Hümayunu" denilmiĢtir. Osmanlı Silahlı
Kuvvetleri'nin Ġstanbul'daki bu iki özel ordusu, imparatorluğun
yıkılıĢına değin Dersaadet (Birinci) Ordu-yı Hümayunu, Hassa
Ordusu adları ile baĢkentin güvenliğini sağlamıĢtır.
KuruluĢ tarihinde bu yeni askeri düzen için öngörülen ve Türkçe olmayan uzun ad
takımı "Düzenli ve sürekli Ġslam ordusu" anlamını vermekteydi.
Bununla, gerici çevrelerin ve dağıtılan Yeniçeri Ocağı yandaĢlarının,
oluĢturulması düĢünülen modern orduya karĢı çıkmaları önlenmek
istenmiĢti.
Asâkir-i Mansure örgütü, Vak'a-i Hayriye denen, Yeniçeri Ocağı'nın kaldırıldığı 16
Haziran 1826 tarihinden bir gün sonra sembolik olarak kuruldu. Ġlk
kadronun oluĢumu için de önceki düzenlemelerle bir oranda
modernleĢtirilmiĢ bulunan askeri teknik sınıflardan (hum-
baracı, topçu, toparabacı, lağımcı) yararlanıldı. Bu birliklerle tersane ve donanmanın
azaplarından ve bayrak askerlerinden aday yazımına baĢlandı. II.
Mahmud (hd 1808-1839) Asâkir-i Mansure piyade ve süvari
birliklerinin en kısa sürede oluĢumuna çaba gösterdi. Çünkü,
Ġstanbul'daki disiplinsiz Yeniçeri Ocağı'nın kapatılması yanında eski
tımar sistemi de uzun süreden beri iĢlevini yitirmiĢti. Devlet, resmen
ordusuz durumdaydı. Yeniçeri Ocağı'nın kapatılmasında baĢarılı
hizmeti görülen son yeniçeri ağası Ağa Hüseyin PaĢa, padiĢah
tarafından Asâkir-i Mansure-i Muhammediye seraskerliğine atandı.
Yeni ordu için yaklaĢık 12.000 kiĢilik ve görev alanı baĢkent
Ġstanbul'la sınırlı bir kadro öngörüldü. Serasker PaĢa'nın görevleri
arasına, Ġstanbul'un genel güvenliği ve asayiĢi de katıldı. Yeni
ordunun kuruluĢu, eğitim ve disiplin iĢleri, subay ve komuta kadroları
için bir dizi nizamname ve talimatname çıkartıldı. Ağa Hüseyin PaĢa,
Kocaeli, Hüdavendigâr (Bursa) Vilayeti, Rumeli ve Karadeniz
bölgelerinden paralı asker yazımı için, valilere buyruklar gönderdi.
Kapatılan Yeniçeri Ocağı'na mensup olmakla birlikte eylem ve
ayaklanmalara katılmamıĢ olan deneyimli eski askerlerden de sınavla
çavuĢ ve subaylar alındı. Enderun ağalarından ve gediklilerinden
seçilen gençler, yeni ordunun örgütlenmesinde görev üstlendiler. II.
Mahmud, Asâkir-i Mansure örgütünün Avrupa ordularından hiçbir
farkı olmamasını istiyordu. 1827'de seraskerlik makamına Hüsrev
PaĢa atandı.
OluĢturulan ilk tümen çekirdeğine "Asâkir-i Muntazama-i Muvazzafa-i Hassa",
"Asâkir-i Muntazama-i Muvazzafa-i Mansure" adları verildi. Birincisi
olan hassa tümeninin asıl görevi, Osmanlı hanedanı saraylarının
korunması ve mevkib-i hümayun denen tören birliklerini
oluĢturmaktan ibaretti. Mansure tümeni ise Üsküdar (Anadolu)
cihetinin güvenliğinden sorumluydu. Rumeli, Anadolu, Arabistan
bölgeleri için de birer mansure ordusunun kurulması amaçlandı. Her
mansure ordusunun atlı (süvari) ve yaya (piyade) birliklerden
oluĢması esastı.
Asâkir-i hassa ve mansure sınıflarına kabul edilen paralı askerler için, baĢlangıçta
muvazzaflık süresi konmamıĢtı. 1830'a doğru 12 yıllık zorunlu hizmet
süresi yeterli görülürken Asâkir-i Bahri-ye'de de (tersane ve
dqr\anma) bayrak askerliği düzeni (sefer zamanı, kıyı halkından asker
alınıp sefer sonrası terhis etmek) kaldırıldı. Deniz gücü, Asâkir-i
Mansure'nin üçüncü bir kolu kabul edilerek sürekli ve düzenli bir
yapıya kavuĢturuldu. Asâkir-i Bahriye'ye, denizciliğe yatkınlıkları
nedeniyle Ege adalarının Rum gençleri de alınıyordu. Ayrıca, eski
askeri teknik sınıfların da Asâkir-i Mansure'ye koĢut biçimde örgütleri
yenilendi. Ġ834'te topçubaĢılık, Tophane müĢirliğine dönüĢtürüldü.
ASÂKĠR-Ġ MANSURE-Ġ
338
339
ASAYĠġ VAPURU
sar gören kilise Koca Ragıp PaĢa ve Patrik II. Hagop'un ortak çalıĢmaları sonucu
onarılır (1764). Bu tarihe kadar Surp Asdvadzadzin Kilisesi avlusunda
bulunan Kudüs Patrikliği Vekâlethanesi yangında harap olunca
bugünkü patrikhane binasının bitiĢiğinde yeni bir bina inĢa edilmiĢtir.
(I. Dünya SavaĢı'ndan sonra yıkılan binanın arsası birkaç yıl öncesine
değin boĢ durmaktaydı. Günümüzde, üzerine bina inĢa edilmiĢ olup,
polis lojmanı olarak kullanılmaktadır.)
Patrik II. Hagop ana kilisenin kuzeyinde bulunan Surp Sarkis Kilisesi'nde Surp
Nigoğayos sunağını ve yangın duvarını inĢa ettirir. Ama 1767'de
duvar fazla yüksek bulunarak yıktırılır. 1769' da kiliseye bir su
havuzu inĢa edilip, tulumbacı grubu kurulur.
Kilise 1819'da büyük bir onarıma tabi tutulur. Patrik Boğos I. Adrianobol-setsi
(Edirneli) Krikoryan döneminde (1815-1823) ve Harutyun Amira
Bezci-yan yönetiminde ve hassa mimarı Hov-hannes Serveryan'ın
kalfalığında yapılan onarım kilise tutanaklarına-göre l Aralık 1819'da
baĢlayıp, 19 ġubat 1820 tarihinde son bulur. Takdis töreni sırasında
kuzeydeki kilise Surp Khaç, güneydeki ise Vortvots Vorodman (Gök
Gürlemesinin Oğulları) diye adlandırılır. (Surp Khaç bugün Kazaz
Artin Amira adıyla tören ve yemek salonu olarak kullanılmaktadır.
Vortvots Vorodman ise boĢtur.)
Altı yıl sonra, 18 Ağustos 1826 Hoca-paĢa yangınında kilise, patrikhane, Kudüs
Patrikliği vekâlet binaları harap olur. II. Mahmud'un yakın dostu ve
danıĢmanı olan Harutyun Amira Bezci-yan'ın sayesinde 2 ġubat 1828
tarihinde elde edilen onarım fermanı ile onarım çalıĢmaları baĢlar.
Krikor Amira Balyan (1764-1831) ve Dövletyan Garabed kilise
kompleksinin planlarını çizerler. 10 ġubat'ta temeller atılıp eylül ayı
sonunda tamamlanır. ĠnĢaat sırasında üç büyük, üç küçük kilise ve
Ģapeller dıĢında fakir çocuklar için bir dershane, ilahi öğrenimi için iki
sınıf, yangına karĢı bir havuz ve tulumbacılar için bir oda yapılır.
Havuz ve tulumbacılar odası günümüzde yoktur. Bunların yerinde
Ekna-yan ve TavĢancıyan kardeĢler tarafından inĢa edilen okul binası
bulunmaktadır. Halkın isteği üzerine, Surp Harutyun ġapeli'nin
bodrumunda Aziz Teodoros adına bir de ayazma yapılır. Patrikhane
ve Kudüs Patrikliği vekâlet binaları da tekrar inĢa edilir.
18 Ocak 1845 tarihli fermanla kilise 1847'de kısmi bir onarım daha geçirir. 1870'te
Patrik Mıgırdiç I. Vanetsi (Vanlı) Khırimyan'ın çabalarıyla katedralin
ana giriĢine saatli bir çan kulesi inĢa edilir. 1902'de kilise büyük bir
onarım daha geçirir. Son kez de 1985'te onarılmıĢtır.
Surp Asdvadzadzin Kilisesi doğu-batı yönünde oturan tipik bir bazilikadır. Batıdaki
çan kulesinin altındaki kapıyla ana giriĢ bölümüne girilir. GiriĢ
bölümü ikisi duvara, ikisi daha geniĢ kolonlara
bitiĢik, dördü serbest, iki sıra üzerine dizili toplam sekiz kolonla üç nefe ayrılır.
Kuzey ve güney neflerinin tabanı yerden üç rıht yüksektir. Narteksin
güneybatı köĢesinde Patrik Nerses II. Var-jabedyan'ın mezarı bulunur.
GiriĢte üçü kuzey, üçü güney, ikisi de batı yönüne açılan sekiz
pencere vardır. GiriĢin sonunda demir bir kafes kapıdan geçilip asıl
kiliseye girilir.
Nefte iki sıra üzerine dizili on ikisi serbest, ikisi duvara bitiĢik on dört kolon vardır.
Kilise boydan boya, orta nef basık beĢik tonozla, yan nefler ise düz
döĢeme ile örtülmüĢtür. Kuzey ve güney neflerin batı ucunda birer-
kapı vardır, iki kolon dizisiyle üçe bölünen kilisenin ortasındaki
büyük nef, koro bölümü ile biter. Kuzeydeki nefte ilk kapıdan sonra,
Surp Harutyun ġapeli'ne açılan üç pencere, bir kapı, Surp Khaç Ki-
lisesi'ne giden geçide açılan bir kapı vardır. Daha yüksekte ise altı
pencere daha vardır. Kuzey nefinin kuzey duvarının ortasında Ermeni
kiliselerinde hiç olmayan vaiz ve incil okuyucu kürsüsü vardır. GiriĢi,
katedrali Surp Harutyun Kilisesi'ne bağlayan kapının duvarı içindeki
merdivenledir. Güneydeki nefte ise ilk kapıdan sonra, üç pencere,
Surp Dzınunt Vaftizhane Kilisesi'ne açılan bir kapı, diğer yan
bölümlere açılan bir kapı vardır. Yine yüksekte altı pencere daha
vardır.
Kilisedeki kolonlar ahĢap strüktür üzerine alçı ile yapılmıĢtır. Kolonlar, yerden belli
bir yüksekliğe eriĢtikten sonra yivlerle süslenir. Klasik kolon
baĢlıkları çelenklerle zenginleĢtirilmiĢtir. Kolon baĢlıkları birbirine
basık kemerlerle bağlanır. Bunlar üzerine oturan basık tonoz kolonlar
arasına sadece süsleme amacıyla çiçek desenli kayıtlar atılmıĢtır.
Bunlar dıĢında yalın kiliseyi süslemek amacıyla tonoza altın yaldız
bezemeli göbekler konmuĢtur.
Nefteki son kolonlarla baĢlayıp, ab-sidle son bulan bölüm koro ve ruhanilere
ayrılmıĢtır. Yüksek korkuluklarla ayrılan bu bölümde patriklik ve
episko-pos tahtları bulunmaktadır. Buradan beĢ rıhtla abside çıkılır.
Katedral ana sunağının iki yanlarında küçük sunaklar vardır. Ana
sunağın güneydoğusunda hazine odasına, kuzeydoğusunda ise küçük
Ģapele açılan geçitler vardır.
Bir tonozla örtülü basit bir kilise olan Surp Harutyun ġapeli de tipik ba-zilik
plandadır. Kuzeyinde dört, güneyinde üç, batısında iki pencere olan
bu kilisenin batıdan, güneyden ve doğudan (sunağın arkasından) üç
kapısı vardır. Kuzeybatı köĢesinde Harutyun Amira Bezciyan'ın lahit-
mezarı ve bronz büstü yer alır. Mezarın hemen yanından inen
merdivenlerle Surp Teodoros Ayaz-ması'na inilir.
Surp Dzınunt Vaftizhane Kilisesi tonozla örtülü kuzey, güney ve batıdan giriĢli,
batıda iki penceresi olan küçük bir kilisedir.
Surp Khaç ve Surp Vortvots Vorod-
man kiliseleri simetrik iki yapıdır. Batı yönünden verilen ana giriĢ kapısının üzerinde
beĢ pencere bulunur. GiriĢten sonra ikisi duvara bitiĢik on altı kolon
iki sıra halinde dizilmiĢlerdir. Katedralden farklı olarak ilk on kolon
üzerine oturan ve genellikle koroya tahsis edilen "U" planlı bir galeri
kata sahiptir. Vortvots Vorodman'ın kuzeyinde beĢi iĢler, altı pencere
vardır. Kilisenin kuzeydoğu ucunda geçide açılan bir kapısı vardır,
ikinci kat yüksekliğinde de sekiz pencere dizilmiĢtir. Kilisenin güney
yönünde ikisi kapıya çevrilmiĢ, biri kapatılmıĢ, altı pencere vardır.
Güneydoğu köĢesinde bahçeye açılan bir kapısı ve üst kat seviyesinde
sekiz penceresi daha vardır. Absidde ana sunağın iki yanında bulunan
iki küçük sunak da günümüze değin varlıklarını korumuĢtur.
Galeri kat çıkıĢı kilisenin kuzeybatı ve güneybatı köĢelerindeki merdivenlerle
sağlanır.
Bibi. M. Ormanyan, Azkabadum, 3 c., îst, 1912-1914; E. Ç. Kömürciyan, Sdambola
Badmutyun (istanbul Tarihi), 3 c., Viyana, 1913-1938, s. 8, 140, 157,
169, 213, 226, 229, 231, 257, 337, 779-780; K. Pamukciyan, Hagop
Nalyan Badriark 1706-1764, Gyanki, Kordzeri yev Aşagerdneri
(Patrik Hagop Nalyan 1706-1764, Hayatı, Eserleri ve Öğrencileri),
ist., 1981, s. 22, 24, 25, 28, 56, 58, 61, 64, 69, 101, 105, 109, 115-118,
128, 145, 160-163, 168, 172, 173; Inciciyan, İstanbul, 20, 38, 84-85;
Kömürciyan, istanbul Tarihi, 3, 23, 76, 80-82; Simeon, Polonyalı
Simeon'un Seyahatnamesi, ist., 1964, s. 4; H. Varjabedyan,
Haryuramya Hopelyan Veraşinutyan Badri-arkanisd Mayr
Yegeğetsvuyn Kumkapui (Kumkapı'daki Patriklik Katedralinin
Yeniden inĢasının Yüzüncü Yıl Anı Kitabı), ist., 1928; E. Ç.
Kömürciyan, Badmutyun Hragiz-man Gostantnubolso (1660 Darvo)
(istanbul 1660 Yangını Tarihi), ist., 1991, s. 10-12, 16-17, 23, 31, 72,
76-77, 119; S. T. S. Hovhan-nesyan, Vibakrutyun Gostantnubolis
Mayra-kağakin 1800 (BaĢkent Ġstanbul'un Topografyası 1800),
Kudüs, 1967, s. 6, 8; Tuğlacı, Ermeni Kiliseleri, 96-103.
VAĞARġAG SEROPYAN
ASDVADZADZĠN (SURP) KĠLĠSESĠ
Yeniköy'de Salih Ağa Sokağı no. 19'da-dır. istanbul Ermeni Patriği II. Hagop Zi-
maralı'nın (Nalyan) döneminde (1741-1764) inĢa edilmiĢtir. Kesin
inĢa tarihi bilinmemekle birlikte 1760 civarında olduğu kabul
edilmektedir. Tarihçi Rahip Ğugas Ġnciciyan Amaranots Püzantyan
(Bizans Yazlıkları) adlı eserinde bu kiliseden söz eder. Ünlü tarihçi
Sarkis Tıbir Sarraf Hovhannesyan da Yeniköy ve Surp Asdvadzadzin
Kilisesi hakkında bilgi verir. Kilise ilk büyük onarımını 19. yy'da
geçirmiĢtir. Bu onarımın mali yükü Harutyun Amira Nevruzyan
tarafından üstlenilmiĢtir. Büyük onarım sonrası, kilisenin ibadete
açılıĢ töreni 24 Haziran 1834'te Patrik Isdepanos II. Ağavni
(Zakaryan) tarafından yapılmıĢtır.
Büyük onarım sonrasında koyulan kitabenin metni ise aynen Ģöyledir: "Yeniköy Surp
Asdvadzadzin Kilisesi saygıdeğer Harutyun Amira Nevruzyan'ın
gayret-
Surp Asdvadzadzin Kilisesi, Yeniköy
Hazım Okurer, 1993
leriyle onarılıp 24 Haziran 1834 tarihinde Ağavni diye adlandırılan Ġstanbul'un
Isdepanos Patriği eliyle meshedildi".
Kilise 1984'te Patrik I. ġınorhk döneminde de büyük bir onarım geçirmiĢtir. Kilise
ibadethane, bahçeler, papazevle-ri, sarnıç, Mamigonyan Okulu ve
evlerden oluĢan bir kompleksin ortasındadır. Kilisenin arsası
arkasında ise küçük bir mezarlık vardır.
Bazilika tipinde inĢa edilen kilisenin değiĢik olan yönü giriĢidir. Tüm Ġstanbul
Ermeni kiliselerinde batıdan açılan ana giriĢ, .burada kuzey ve güney
yönler-indedir. Ġki pencereli küçük bir narteks-ten sonra nefe girilir.
Tonozla örtülü ne-fin iki yönde dizilmiĢ kemerli sekiz penceresi
vardır. Tonozu kesen yüksekteki yarım dairesel pencereler kilisenin
ıĢıklandırılmasına hizmet eder. Korkuluklarla biten neften hemen
sonra ruhanilerin ve koronun bulunduğu yer vardır.
Burada iki yandaki kapılardan bitiĢik kiliseciklere (Ģapel) giriĢ sağlanır. Bu ki-
liseciklerin kuzey yönünde olanı vaftis-haneye, güney yönünde olanı
ise okuyucular için giyinmeye tahsis edilmiĢtir. Tonozla örtülü her iki
kilisecikte de birer sunak mevcuttur.
Asıl kilisede derin sayılabilecek ve beĢ rıhtla çıkılan bir absidden sonra, duvardaki
yarım dairesel niĢ içerisinde sunak bulunur. Sunağın üzerindeki
kemerde ise Ġsa'nın "Yol, gerçek ve hayat benim" cümlesi yazılıdır.
Narteksin üzerinde bulunan galeri katı ise önemli günlerde koro tarafından kullanılır.
Bibi. E. Ç. Kömürciyan, Sdambola Badmutyun (Ġstanbul Tarihi), II, Viyana, 1932, s.
702-704; K. Pamukciyan, Hagop Nalyan Badriark 1706-1764,
Gyanki, Kordzeri yev Aşagerdneri (Patrik Hagop Nalyan 1706-1764,
Hayatı, Eserleri ve Öğrencileri), Ġst., 1981, s. 28, 64-65; înciciyan,
İstanbul, 118; Kömürciyan, İstanbul Tarihi, 1988, 265; S.
Hovhannesyan, Vibakrutyun Gostantnubolis Mayrakağakin 1800 (BaĢkent
istanbul'un Topografyası 1800), Kudüs, 1967, s. 50; Ğ. înciciyan,
Amaranots Püzantyan (Bizans Yazlıkları), Venedik, 1794, s. 157;
Tuğlacı; Ermeni Kiliseleri, 114-115.
VAĞARġAG SEROPYAN
ASESLER
1826'ya kadar Ġstanbul'un gece güvenliğini sağlayan yeniçeri birliği. Ases sözcüğü
Arapça "nöbetçi" anlamındadır. Amirlerine asesbaĢı ya da sayabaĢı
deniyordu.
14. yy'da ve daha sonraları Anadolu kentlerinde çarĢı pazar ve kent güvenliğinden
sorumlu küçük birliklere asesler deniyordu. Ġstanbul'un fethinden
(1453) sonra, değiĢik konumu, barındırdığı nüfus ve Bizans
döneminden kalma gelenekler nedeniyle kent güvenliği uzunca bir
süre yeterince sağlanamadı. Sonuçta Fatih Sultan Mehmed (hd 1451-
1481) Yeniçeri Ocağı'nın 28. Orta'sını Ases Bölüğü olarak
görevlendirdi. Orta bö-lükbaĢısına da asesbaĢı dendi. Galata ciheti de
bir kadılık olarak örgütlendikten sonra, Ases Bölüğü iki kısma ayrıldı.
Dersaadet Asesleri ile Galata Asesleri ayrı birer asesbaĢımn komutası
altındaydı. Asesler için konan yasa gereği, yaklaĢık 500 dolayındaki
asker, "koP'lar halinde Ġstanbul'un ve Galata'nın çarĢılarını,
meydanlarını, anayollarını, kapıları-^ nı, özellikle de meyhane,
bozahane,X, Ģerbethane, batakhane muhitlerini gece boyunca
gezerlerdi. Hırsızlık, sarhoĢluk, fuhuĢ vb fiillere suçüstü cezası
uygulama yetkileri vardı. Suçüstü olmasa bile yasaklı yerlerde ve
uygun düĢmeyen saatlerde yakaladıklarına para cezası uygularlardı.
Suçluları gece dayağa çektikten sonra ertesi sabah kadı (yargı) önüne
çıkarmaları kanundu.
17. yy'da aseslik, Yeniçeri Ocağı'nın belli bir ortasına değil, ağa bölüklerinden sırası
gelene veriliyor ve bu görevi üstle-
nen ortaya Ases Ortası deniyordu. Evliya Çelebi, Ġstanbul'daki esnaf ve asker
zümrelerini ayrıntılarken "esnaf-ı askerî-i asesbaĢı" baĢlığı altında
bunların "bölük odalarından bir oda asker ile sefere gider çorbacılar"
olduklarını, ellerinde asa, baĢlarında görkemli üsküf bulunduğunu,
törenler sırasında geçitlerin yapıldığı anayolun her iki yanında dizilip
yolu geniĢ tuttuklarını ve kalabalığa engel olduklarını yazar.
Ayaklanmacı askerlerin idamlarının da Ģeriat gereği bunlar tarafından
yerine getirildiğini ekler. Ases kollarının özellikle Galata tarafındaki
gece denetimleri sayısız olaylara neden olmaktaydı. Çünkü kentin bu
yakasında meyhaneler, uygunsuz yerler çoktu. Geceye doğru tüm
meyhanelerin kapatılması gerektiğinden, meyhaneciler bu vakit
gelince zil çalar, sözde içki servisini keserlerdi. Bundan sonra
kepenkler indirilir, içeride sessizce âleme devam edilirdi. Asesler
buna alıĢık olduklarından, meyhaneciden bir miktar rüĢvet alıp oradan
uzaklaĢırlar, fakat bazen de beklenmedik tepkiler gösterirlerdi.
Geceleri evlerde de içkili âlem düzenlemek yasaktı ve asesler buna da
izin vermezlerdi. Bir Ġstanbul ozanı olan UĢĢakizâde, (m&j)Hânede
mey-nûş eden bilmez nedir havf-i ases / Pençe-i şehbazdan azadedir
mürg-ı kafes, dizeleriyle kepenkleri kapatılmıĢ meyhanede ya da evde
içenlerin, kafesteki kuĢun, doğanın pençesinden uzak oluĢu gibi
özgürlük duyduklarını anlatmıĢtır.
Kanun-ı Asesân (Asesler Yasası) gereği Ġstanbul'daki tüm iĢyerlerinden "resm-i
asesiyye" (aseslik vergisi) olarak ayda birer akçe alındığı gibi, arife,
bayram, düğün, esnaf alayı vb vesilelerle de asesler piĢkeĢ adı altında
esnaftan para toplarlardı. Ayrıca, el altından kentin azılı
hırsızlarından, yankesicilerinden para sızdırmakta, uygunsuz
yerlerden
AsesbaĢım betimleyen bir resim. Nün Akbayar koleksiyonu
ÂSĠTANE
344
345
ASKERÎ HASTANELER
mıın m ısı ıît ııı ısı ıiî eı m jıı uj ııı mı ui ;ıı !U f inim in l!l i!l 13 ü! l!l !E l II !!1 Ii! !fi
il) l mra ffv.'v.-i) 5UÎULC55Î
Selimiye
KıĢlası'nın
hastane olarak
kullanıldığı
dönemden bir
resim.
The Illustrated
London News, 6
Ocak 1855
Nuran Yıldırım
koleksiyonu
1877-1878
Osmanlı-Rus
SavaĢı sona
erdikten sonra
kapanan
Serviburnu
Askeri
Hastanesi.
10 Kütüphanesi,
Yıldız Albümleri,
no. 90667/5
l -• --1 ĢfetS* -•-•-• .:-v'-:/^ :*t^*~
maktadır. Bir baĢka bölümde at koĢumları, süvari sınıfıyla ilgili silahlar, II.
Mehmed'e (Fatih) ait bazı eĢyalar, I. Se-lim'in (Yavuz) atının zırhı ve
bir kılıcı, Bizanslıların Halic'e gerdikleri zincir, I. Süleyman'a
(Kanuni) ait on dört kılıç ile atının alınlığı sergilenmektedir. Müzenin
en zengin koleksiyonlarından birini ise alemler oluĢturur. Birçoğu
Memluk sultanları ve Ġran Ģahları adına yapılmıĢ olan bu alemler
maden iĢçiliği sanatının en güzel örneklerindendir. Bir baĢka bölümde
yer alan Avrupa silahlarının önemli kısmı, Mısır'ın fethi (1517)
sırasında Kahire hazinesinden getirilenlerdir. Buradaki Haçlı
kılıçlarından en ilginç olanı 1437'de Bohemya kral ve kraliçesi adına
yapılmıĢ olan bir mızrak temrenidir. 13- yy'a ait Ġslam kılıçları, 17-18.
yy'lara ait yatağanlar, Ġran Ģahlarına ait kakmalı kılıçlar bu
koleksiyonların en değerli parçalamadandır.
Bir diğer bölümde, 14-20. yy'larda kullanılan çeĢitli çelik miğferler, zırhlı at
baĢlıkları, Macar ve Rus askerlerine ait zırh gömlekleri vardır. Hemen
ardındaki salonda Osmanlı, Akkoyonlu ve Memluklerin kullandığı
zırhlar ve diğer savunma silahlan ile ilgi çekici bir deve alınlığı
görülür. AteĢli silahlar bölümünde fitilli, çakmaklı, kapsüllü ve iğneli
mekanizmalı çeĢitli silahlar sergilen-
üretim yapan yarı sivil bir hayli kurum vardı. Osmanlı ordusunun Ġstanbul'daki en
önemli gücünü oluĢturan yeniçeri-ler(->) kent yaĢamında da etkili rol
oynamıĢlardır. Kapıkulu Ocakları'nıC-») oluĢturan topçu, top arabacı,
cebeci, la-' ğımcı, humbaracı gibi ocakların bir bölüm kuruluĢu da
Ġstanbul civarındaydı. Ayrıca donanma da Ġstanbul'da üslenmiĢti.
Tophane-i Âmire(->), Tersane-i Âmire(->), Kılıçhane(->), Tüfenkha-
ne(->) gibi askeri araç gereç üretim merkezleri ve ambarlar da kentte
yer almıĢlardı. Baruthaneler(-+) zaman zaman meydana gelen büyük
kazalar sonucu kent yaĢamını altüst etmelerine rağmen varlıklarını
sürdürmüĢlerdi.
Osmanlı dönemi boyunca Ġstanbul'un içinde ve çevresinde çok sayıda kıĢla da vardı
(bak. kıĢlalar). Bunlardan bazıları günümüzde de kullanılmaktadır. 18.
yy'da baĢlayan ordudaki modernleĢme çabalan çerçevesinde kurulan
yeni askeri kuruluĢlar da hep Ġstanbul'da üslenmiĢlerdi. Nizam-ı
Cedid(->), Sekban-ı Cedid(->) ve Asâkir-i Mansure-i Muhammediye(-
>) bunların baĢlıcaları-dır. 19. yy'da Ġstanbul askeri okullart-O, askeri
hastaneleri^») ve askeri fabrikalar bakımından da önemli bir
merkezdi.
Cumhuriyet döneminde Türkiye değiĢen dünya ve ülke koĢulları içinde askeri
kurumlarım yeniden düzenlerken Ġstanbul tarih boyunca önemini
koruyan jeopolitik konumu yüzünden askeri merkez olma özelliğini
yitirmedi. Bugün Kara Kuvvetleri bakımından I. Ordu'nun karargâhı
Ġstanbul'dadır ve çevresinde bu orduya bağlı çeĢitli birlikler
konuĢlandırılmıĢtır. Deniz Kuvvetleri bakımından ise Kuzey Deniz
Saha Komutanlığı ile Boğazlar Komutanlığı'nın bulunduğu yerdir.
Ayrıca TaĢkızak Tersanesi de askeri bir kuruluĢtur. Hava
Kuvvetleri'nin de kent çevresinde çeĢitli hava savunma birimleri
vardır.
ĠSTANBUL
ASKERĠ MÜZE
Harbiye'de, Türklere ve yabancılara ait silah ve savaĢ araç gereçlerinin sergilendiği
müze.
II. Mehmed (Fatih) (hd 1451-1481) Topkapı Sarayı'nı yaptırırken saray surlarının
içinde kalan Aya Ġrini Kilisesi'ne cebecilerden bir kısmını
yerleĢtirerek burayı sarayın silah ambarı haline getirdi. Ġç cebehane
olarak anılan bina 1726' da III. Ahmed'in emriyle onarılarak
gezilebilecek Ģekilde düzenlendi, kapısına "Darü'l-Esliha" yazılı bir
kitabe kondu ve bazı tarihi Kuranlar ve kutsal emanetler de buraya
yerleĢtirildi. III. Se-lim'in tahttan indirilmesi (1807) sırasında
cebeciler tarafından yağmalanması, 1826'da Yeniçeri Ocağı'nın
kaldırılmasından sonra birçok eserin yeniçerilerle ilgili olduğu için
tahrip edilmesi veya dağıtılması üzerine Darü'l-Esliha'nın önemi
azaldı. 1839'da adı Harbiye Am-barı'na çevrilerek tekrar silah ambarı
olarak kullanılmaya baĢlandı. 1846'da Tophane MüĢiri Ahmed Fethi PaĢa'nın
giriĢimiyle Aya Ġrini Kilisesi'nde Mecma-i Esliha-i Atika ve Mecma-i
Âsâr-ı Atika adlı iki bölümden oluĢan modern anlamda ilk Türk
müzesi açıldı.
Mecma-i Esliha'da eski zırh takımları, miğferler, ordu kantarları, baltalar, kılıçlar vb
malzeme vardı. Mecma-i Âsâr-ı Atika'da ise, Mısır'dan gelen
mumyalar, lahitler ve yazıtlar ile çeĢitli çini eserler sergileniyordu.
Ġkinci kısım, II. Abdül-hamid döneminde (1876-1909), Osman Hamdi
Bey'in denetiminde Çinili KöĢk'e(-») taĢındı ve bugünkü Arkeoloji
Müzesi'nin temelim oluĢturdu.
Abdülaziz döneminde (1861-1876), müze önemini yitirdi ve tekrar Harbiye
Ambarı'na dönüĢtü. Müzede bulunan ve Ahmed Fethi PaĢa tarafından
Avusturya'da yaptırılan mankenler önce Sultanahmet'teki
Mehterhane'ye, sonra Ma-adin ve Sanayi Mektebi'ne en sonunda da
Sultanahmet'teki Ticaret ve Ziraat Nezareti'ne taĢındı. II. Abdülhamid
zamanında Mühendishane-i Berri-i Hümayun öğretmenlerinden
Ahmed Muhtar PaĢa(->), Tophane MüĢiri Zeki PaĢa'ya Avrupa'daki
benzerleri gibi bir müze kurulmasını önerdi. Bunun üzerine Alman
mühendis Jasmund ve Alman Gromkov PaĢa bir müze projesi
hazırlamakla görevlendirildi. Bu proje uyarınca Yıldız Sarayı(->)
bahçesindeki bir köĢkte bir müze açıldıysa da, II. Abdül-hamid'in
kuĢkuları yüzünden kısa sürede kapatıldı ve buradaki eserler Maçka
Silahhanesi'ne(->) nakledildi.
1908'de, II. MeĢrutiyet'in ilanından kısa bir süre sonra, Tophane MüĢiri Ali Rıza
PaĢa'nın giriĢimiyle Mühendishane-i Berri-i Hümayun Nazırı Ferik
Ahmed Muhtar PaĢa baĢkanlığında bir müze tesis komisyonu kuruldu
ve malzemeler Aya Ġrini'de toplanmaya baĢlandı. Harbiye Nazırı
Mahmud ġevket PaĢa tarafından müze müdürlüğüne atanan Ah-
Askeri Müze'nin giriĢinden bir görünüm, Harbiye. Hazım Ohurer, 1993
med Muhtar PaĢa daha önce Maçka Si-lahhanesi'ne kaldırılan çeĢitli malzemeleri
buraya getirtti; dört bir yana dağılmıĢ topların hurda demir olarak
satıĢını engelledi. Adı Müze-i Askeri-i Osmani olarak değiĢtirilen
müzenin aylık 500 kuruĢ olan tahsisatının yetersiz olması yüzünden
cumaları 100 para, diğer günler ise 4 kuruĢ giriĢ ücreti alınmaya
baĢlandı. 40 para karĢılığında "Endaht Oda-sı"nda atıĢ talimleri
yaptırılıyor, l kuruĢ ile çalıĢan bir org, çeĢitli marĢ ve havalar
çalıyordu. Binanın bir bölümü ise sinema salonu olarak düzenlendi.
Ahmed Muhtar PaĢa, 19l4'te Mehter Takımı'nı yeniden kurarak
konserler verdirdi.
Müzedeki eĢyalar ve eserler II. Dünya SavaĢı'mn baĢlaması üzerine güvenlik
gerekçesi ile 1940'ta Niğde'ye taĢındı. 1949'da, 7.000 parçalık
koleksiyon, Ġstanbul'da Maçka Silahhanesi'ne getirildi, fakat buranın
istanbul Teknik Üni-versitesi'ne devri üzerine 1955'te eski
Harbiye'nin jimnastikhane binasına nakledildi ve restorasyon
çalıĢmaları bittikten sonra 1959'da burada faaliyete geçti. Bu binanın
yetersiz kalması üzerine 1967'de mimar Nezih Eldem'in projesiyle
Harbiye binasının tadilatına ve yeni binalar yapılmasına baĢlanmıĢ,
yeni müze kompleksinin bir bölümü 1986'da, tamamı 1993'te hizmete
açılmıĢtır.
Askeri Müze'deki eserler Silahlar, Çadırlar, Kıyafetler, MeĢrutiyet Dönemi, I. Dünya
SavaĢı, Çanakkale SavaĢı, KurtuluĢ SavaĢı, Cumhuriyet Dönemi,
Atatürk ve ġehitler konu baĢlıkları altında 17 salonda
sergilenmektedir.
Toplam 20.000 eserden ancak 9.000 tanesinin sergilenebildiği müzede, bütün
koleksiyonlar ġubat 1993'te elden geçirilerek yeniden sınıflandırıldı.
Ġlk salonda, 16-19. yy'lara ait ok, yay ve bunlarla ilgili malzemeler,
IV. Mehmed, III. Selim ve II. Mustafa'ya ait ok niĢan beratları ile
1882'de Hüsameddin PaĢa adına dikilmiĢ bir ok menzil taĢı bulun-
Askeri Müze'nin eĢyaları 1940'ta Niğde'ye taĢınmadan önce son kez Aya îrini'de.
Gökhan Akçura koleksiyonu
mektedir. Bunlar arasında 1570'te yapılmıĢ Ġtalyan çakmaklı metris tüfeği ile II.
Mahmud'un kaza ile yaralanmasına neden olan tüfek en ilginç
parçalardır. Koridorlarda ise 15. ve 16. yy'lara ait tunç ve ahĢap top
modelleri ile bunlardan yapılmıĢ toplar dünya çapında bir
koleksiyonun parçalan olarak ziyaretçilere sunulmaktadır. Atatürk'e
ait çeĢitli eĢya ve eserlerin sergilendiği salon ise, Atatürk'ün bu okulda
ders gördüğü günlerdeki biçiminde düzenlenmiĢ bir mekândır.
Müzenin açık olduğu günlerde 15.00-16.00 arasında Mehter Takımı
konser vermektedir. Müzenin yanıridaki bir süre Harbiye Orduevi
olarak kullanılan bina da onarılarak 1993'te Kültür Sitesi olarak
hizmete açılmıĢtır.
Bibi. A. Sermed Muhtar (Alus), Müze-i Askeri-i Osmanî Züvvanna Mahsus Rehber,
I-III, Ġst., 1920-1922; N. Eralp, "1908-1923 Döneminde Türkiye
Askeri Müzesi'nin Batılı Anlamda KuruluĢu ve Kültür Hayatındaki
Yeri", İkinci Askeri Tarih Semineri, Ankara, 1985.
ĠSTANBUL
ASKERĠ OKULLAR
15. yy'ln ikinci yarısında Acemi Ocağı'nın örgütlenmesinden sonra Ġstanbul askeri
eğitimin merkezi oldu. 18. yy'da Avrupa'daki teknik askeri eğitim
kurumları örnek alınarak yeni okullar, 19.
yy'da Harbiye, Askeri Tıbbiye gibi yüksekokulların yanında rüĢtiye ve idadi
düzeylerinde de yeni okullar hizmete girdi ve Ġstanbul, Osmanlı
Ġmparatorlu-ğu'nun askeri eğitim merkezi oldu. Kent, Cumhuriyet
döneminde de bu niteliğini bir oranda korudu. Günümüzde Harp
Akademileri, Deniz Harp Okulu ve Hava Harp Okulu, Kuleli Askeri
Lisesi ile bazı teknik askeri uzmanlık sınıf okulları, bazı yedek subay
okulları ve askeri eğitim merkezleri Ġstanbul'dadır. Kent, 15. yy'dan
beri, askeri sanayinin ve teknik eğitimin de merkezi olup Tophane,
Tersane, Kılıçhane, Tüfenkha-ne aynı zamanda birer okul hizmeti
vermiĢlerdir.
Bir askeri temel eğitim okulu ve talimgahı olan Acemi Ocağı(->) ile bu kaynaktan
beslenen Enderun(->), Galata Sarayı Mektebi, Ġbrahim PaĢa Sarayı
Mektebi(->), Topçu, Cebeci, Toparabacı, Humbaracı, Lağımcı
ocakları, Bostancı Ocağı(->), Mehterhane(->), Canbazha-ne(->) ve
diğerleri, askeri nitelikli eğitim kurumlarıydı. Bunların her birinde,
genel askerlik eğitiminin yamsıra uzmanlık eğitimleri de veriliyordu.
Ata binme, ok atma, mızrak kullanma, kılıç talimi, kebade (bir tüy
yay) germe, kepez sallama, top, cup, tomak, cirit oynama baĢlıca
çalıĢmalardı. Mehterhane, Can-
ASKERĠ OKULLAR
353
ASKERÎ OKULLAR
loĢ, Leş cilernes â del ouvert et leş fosses deş murailles de Byzance, Ġst., 1919; A. M.
Schneider, "Die Zisterne deĢ Aspar", Byzanz, s. 30-31; R. Janin,
"Etudes de to-pbgraphie byzantine. LeĢ citernes d'Aetius, d'Aspar et
de Bonus", Etudes Byzantines, I (BükreĢ, 1943) s. 89-101; E.
Mamboury, istanbul tomnistique, Ġst., 1951, s. 252-253; Janin,
Constantinople byzantine, 197-198; Müller-Wiener, Büdlexikon, 279;
(içindeki cami hak.) Ayvansarayî, Hadîka, I, 77; Ġ. Er-zi, Camilerimiz
Ansiklopedisi, I, s. 116; Fatih Camileri, 120.
SEMAVÎ EYICE
ASRĠ SĠNEMASI
TepebaĢı'nda Sergi Sarayı'nın bulunduğu yerin üst tarafında yer almıĢ eski sinema.
Bina 1889'da, aynı zamanda bir opera emprezaryosu olan Claudius tarafından üstü
açık bir amfi Ģeklinde inĢa edilmiĢ ve bir dönem "Amphi" adıyla
anılmıĢtı. AĢağıda daha önce yapılmıĢ KıĢlık Tiyatro'ya karĢılık, üstü
açık olduğu için Yazlık Tiyatro diye de bilinirdi. 1890'da çıkan bir
yangında bina tamamen yok olunca, büyük para kaybına uğrayan
Claudius, dönemin Fransa büyükelçisinden yardım istemek zorunda
kaldı. Yazlık Tiyatro yeniden inĢa edilinceye kadar temsiller KıĢlık
Tiyat-ro'da verildi.
Yeni tiyatro binası bu defa çatısı kapalı olarak yapıldı. Mevcut on altı kapısının
yanısıra, yeni yapılan yola ulaĢmak için bir de geçit eklendi. 1905'te
kapılarının değiĢtirilmesi ve yeniden dekore edilmesi amacıyla mimar
Campanaki ile anlaĢma yapıldı. Campanaki, tiyatronun çıkıĢını
yukarıya, Glavani Konağı'nın (Ģimdiki Kallavi Sokağı'nda, Büyük
Asmalımescit Sokağı'ndan bir görünüm. Sağdaki bina Kamhi Apaıtmam'mn altı.
Turgut Kut, 1993
zenledi. Fakat esnaf buraya gelmek istemediğinden, bu düzenleme öylece kaldı,
yalnız mescit bu vesile ile ihya edilmiĢ oldu.
Bu haznelerin Trakya'dan Ģehre getirilen suyun toplanıp, çeĢitli yönlere dağıtıldığı
havuzlar olduğu açıkça belirli olmasına rağmen bunlara sarnıç
denilmesi yanlıĢtır. Çok yıl önce J. B. Papa-dopulos tarafından ortaya
atılan, bu haznelerin surların hendeklerine su sağlayan merkezler
olduğu yolundaki hipotez de pek kabul edilmemiĢtir.
Bibi. Strzygowski-Forchheimer, Byzantinisch-en, Wasserbehâlter, 46-47; J. B.
Papadopu-
Macera peĢinde vatanını bırakan, hudut haricine atılan, yayan devri âleme çıkan
ecnebiler ve barlarda çalıĢan bütün artistler Asmalımesçitte otururlar.
Dünyanın her köĢesinden gelmiĢ, ekserisinin milliyetleri ancak pasaportlarında -eğer
varsa- yazılı bu insanların etrafında, gene ecnebi, fakat en aĢağı 20
senedir. Asmalımesçitte yerleĢmiĢ bir grup daha vardır. Bu grupa
mensup olanlar, artist acenteliği, tefecilik, pansiyonculuk ve tellâllıkla
geçinirler, her lisanı konuĢurlar, hiç birisini okuyup yazamazlar,
türkçe imzalarım atmayı bilirler ve zabıtadan tanıdıkları çoktur.
Marsilyalı bir "souteneur" Napolili bir "lazzarone" ġikagolu bir "gangster" kendisini
Asmalımesçitte yabancı saymaz.
Buranın hususiyetini, güneĢ görmeyen, dolambaçlı, rutubetli, her köĢe baĢı amonyak
kokusu neĢreden sokaklara açılan demir kapılı, demir kepenk ve
parmaklıklı pencerelerle bu müteaaffin havayı teneffüs etmeğe
hazırlanan karanlık evler ve onların sakinleri tamamlar.
Odalardaki çiçekler, saksıları içerisinden pencerelere doğru zayıf dallarını uzatmağa
çalıĢırlar; alelekser 25 mumluğu geçmiyen elektrik lâmbaları küvet-
lerdeki suların pisliklerini göstermezler ve insan eğer bu evlerden
birisinde oturursa geceleri uyuyamaz, çünkü Asmalımesçidin nabızları
gibi, mütemadi topuk sesleri, sofalarda ve bitiĢik evlerde dolaĢır, her
an odanızın önünde birinin nefes aldığını zannedersiniz. Sabaha karĢı
da uyumak kabil değildir. Bu saatlerde artistler iĢlerinden dönerler,
ekserisi içmiĢ olduğu için yüksek sesle konuĢurlar, beraberlerinde
getirdikleri adamlarla "daha içelim, yatmıyalım" diye münakaĢa
ederler, gramofon çalarlar. Bütün bunlara, sokaktan geçmeğe baĢlı-
yan simitçi, zerzevatçı, sütçü naraları, tramvay dandanları karıĢır.
Asmalımesçitte insan, ancak oraya yerleĢtikten bir hafta sonra ve sabah saat 8 ile 16
arası uyuyabilir.
Fikret Âdil, Asmalımescit 74 (Bohem Hayatı), Suhulet Kütüphanesi, îst., 1933, s. 4-5
CIN6-THgATR (Ex~ Anıphitheâtre M
deĢ Pettts - Champs )
-l!
Asri Sineması'nın amfi Ģeklindeki oturma düzenini gösteren plan.
bu evin numarasını ters çevirerek vermiĢtir. Evin altındaki dükkân, 1912'de, H.
Papadopoulos'un eczanesiydi. Romanın yazıldığı yıl evin mülkiyeti,
Viçen Papazyan ile Satenik Lazyan'a aitti.
1940'a kadar Madam Margrite ve Avusturyalı eĢi aĢçı Wiemer tarafından iĢletilen
Viyana Lokantası'mn bulunduğu yeri (no. 37), 194l'de Tünel'deki
Fischer Lokantası'mn sahibi Rudolph Fischer devraldı. Fischer, Ģimdi
Sofyalı Sokağı'nda bulunan Refik Restoran'ın sahibi Refik Arslan'ı
yanına alarak Nil
M
M
Lokantası'nı açtı. 1943'te ölünce, lokanta el değiĢtirerek, 1970'li yıllara kadar aynı ad
altında hizmet verdi. Bir süre de Bekir Saz adı altında iĢletildi.
Dükkân bugün, aydın ve sanatçıların pek rağbet ettiği Yakup II
Lokantası'dır.
1940'larda yazar ve Ģairlerin sürekli olarak buluĢtukları bir baĢka mekân, Yakup
H'nin bitiĢiğindeki Asmalımescit Apartmam'nın altında bulunan Elit
Kah-vesi'ydi. Kahvenin sahibesi Madam Brown, bu ünlü yeri 1953'e
kadar açık tuttu.
Nil Apartmanı (ya da hanı), 1950'li yıllarda büyük bir onarım gördü. Morali
Geçidi'nde (eski d'Andria Geçidi) bulunan Türkiye Turing ve
Otomobil Kurumu 1955'te Nil Ham'nın ikinci katını satın alıp
faaliyetlerini 19öO'a kadar burada sürdürdü. Yine Morali Geçidi'nde
bulunan ÇardaĢ Lokantası da Nil Ham'nın bodrum katına 1955'te
taĢındı. Ancak ömrü uzun sürmedi.
Uzun yıllar, konsoloslukların, tanınmıĢ ailelerin, hekimlerin, sanatçıların oturduğu,
çeĢitli lokanta, birahane ve otellerin yer aldığı bu ilginç sokak,
günümüzde de canlılığını korumaktadır. Bugün (1993) sokakta, yedi
restoran ve birahane, üç kıraathane, yedi otel, bir pansiyon, iki
antikacı, bir antika tamircisi, iki avizeci, dört müzikhol ve disko, bir
atari salonu, beĢ büfe, iki nalbur, iki mezeci, üç berber ve oto
tamircisi, gömlekçi, bakkal, börekçi, muhallebici, kundura tamircisi,
manav ve TepebaĢı Eczanesi bulunmaktadır.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, II; Raif, Mir'at; TanıĢık, İstanbul Çeşmeleri, II; Çeçen,
Taksim ve Hamidiye; F. Adil, Asmalımescit 74, ist., 1933; Annuaire
Oriental du Commerce, de l'Industrie, de l'Administration et de la
Magistrature, Cree par Raphael C. Cervati, 1881, 1882, 1889-1890,
1892, 1895, 1902 ve 1912 yılları; TTOK Belleteni, no. 41 (Mayıs
1945); Vakit, 2 Aralık 1930; 1932 Beyoğlu Kazası Bina Tahrir
Defteri; Ç. Gülersoy, "Asmalımescit: Beyoğlu'nun Anadolusu",
Cumhuriyet, 10 Eylül 1989.
TURGUT KUT
ASPAR SU HAZNESĠ
Ġstanbul'un geç Roma döneminde yapılmıĢ su tesislerinden bir açık hava su toplama
ve dağıtım havuzudur. Bu bakımdan buna sarnıç denilmesi tam doğru
sayılmaz. Bir kaynağın bildirdiğine göre Roma Ġmparatorluğu
hizmetindeki Got asıllı bir komutan tarafından, 459'a doğru "Ģehrin
eski surları yakınında" yapılmıĢtır.
Aspar, 471 "de Ġmparator I. Leon (hd 457-474) tarafından idam ettirilmiĢtir. Alan
asıllı olan Aspar, Marcianus (Mar-kianos) (hd 450-457) ve Leon
dönemlerinde Byzantion'un en kudretli ileri geleni olmuĢ ve hattâ bu
iki hükümdarın iktidara geçmesinde büyük rol oynamıĢtır. Onun
nüfuzundan bıkan Leon sonunda Gotlara karĢı harekete geçmiĢ ve
Aspar'ın oğlu Ardabur öldürülmüĢ, diğer oğlu Patrikios yaralı olarak
canım kurtarmakla beraber, siyasi durumunu kaybetmiĢ hattâ
imparatorun kızından da ayrılmak zorunda bırakılmıĢtır.
Ġstanbul arkeolojisi üzerinde çalıĢanlardan bazıları, Edirne Kapısı'mn iç tarafında
Karagümrük semtinde; cadde kenarında bulunan ve 19401ı yıllardan
beri futbol sahası olarak kullanılan Çukur-bostan'ı, Aspar Su Haznesi
olarak teĢhis etmek isterler (Konstantios, A. G. Pas-patis, M. Gedeon,
Dr. Mordtman, J. Strzygowski, A. van Millingen, M. Ġs. Nomidis
[Misn takma adı ile], E. Mam-boury [sonra görüĢünü değiĢtirdi]). Fa-
m
"~ ; .......
Aspar Su Haznesi'nin bugünkü durumu.
Araş Neftçi, 1993
kat sonraları, Aspar Su Haznesi'nin bu değil, Sultan Selim Camii yanındaki Çu-
kurbostan olduğu yolunda yeni bir görüĢ ortaya atılmıĢtır (A. M.
Sermekler, R. Janin, E. Mamboury, W. Müller-WĠ-ener). Genellikle
yeni ve sağlam kaynaklara dayanan bu teĢhis gerçeğe en yakın
olanıdır. Buranın Bonus Su Haznesi olduğu yolundaki hipotez ise
artık bütünüyle reddedilmektedir.
Bu açık hava su haznesi kare biçiminde olup 152x152 m ölçüsündedir. Etrafım
çeviren duvarların aslında yüksekliği 11 m kadardı. Kalınlıkları ise
5,20 m olarak ölçülmüĢtür. Duvarların dıĢ yüzeyi çok muntazam 5 sıra
tuğla Ģeritler ile 5 sıra kesme taĢ diziler halinde örülmüĢtür. Geçen
yüzyılda güneydoğu duvarının ortalarında bir kanal ağzı tespit
edilmiĢti.
Bizans döneminde bu su haznesinde artık su toplanmadığı ve buraya "kuru bostan
veya bahçe" anlamında Kseroki-pion denildiği bilinir. Albi'li Pierre
Gylli, 1540'larda buranın içinde bostan olduğunu görmüĢtür. Su
haznesinin içinde daha 16. yy'da küçük bir mahallenin kurulmuĢ
olduğu da, burada 973/1565-66 tarihinde ölen ve o yılların bazı
önemli camilerinde hatiplik yapmıĢ olduğu bilinen Hatip Müslihüddin
Mustafa Efendi tarafından Çukurbostan Mescidi Ģeklinde adlandırılan
küçük bir mescidin yaptırılmasından anlaĢılır. Bu mescit 1950'li
yıllarda tamamen yıkılmıĢ, 1987-1989 arasında ise yeniden
yapılmıĢtır.
Aspar Su Haznesi, 1950'li yıllara kadar içindeki küçük ahĢap evlerden, aralarındaki
dar sokak dokularından ibaret görünümü ile Ġstanbul'un en ilgi çekici
ve sempatik köĢelerinden birini teĢkil ediyordu. Fakat 1950'den sonra
bu Ģirin evler çirkin beton kitleleri hattâ küçük apartmanlara dönüĢtü
ve mescit de yıkıldı. 1985'te Fatih Belediyesi haznenin içini istimlak
ederek, tamamen temizledi ve burayı açık pazaryeri olarak dü-
ASTARCI HANI
358
359
AġENĠ, AHMED FETGERĠ
Londra Oteli'nin bulunduğu yer) karĢısına aldı. Tiyatro salonu onarılarak 1.200 kiĢiye
hizmet verecek hale getirildi.
Tiyatronun yeniden açıldığı dönemde o zamanki deyimle "hareketli resimler" ilgi
çekmeye baĢlamıĢtı. Sinema piyasasında ünlenmiĢ olan Pathe
Freres'in temsilcisi Sigmund Weinberg burayı kiralayarak Pathe
Sineması adı altında iĢletmeye baĢladı. 1915'te sinema bu kez Charles
Varian'a kiralandı. Bu dönemde sinemanın adı Modern Sinema olarak
değiĢtirildi. Sonradan sinemanın "Asri" olarak adlandırılmasının
kaynağı bu isimdir. 19l6'da sinemanın sahibi olan istanbul
ġehremaneti iĢletmeyi geri aldı. 1918'de ise sinemayı Jean Lehmann
kiraladı ve adını tekrar Amplıi koydu. 1924'e kadar sinemayı iĢleten
Lehmann, dönemin en güzel filmlerinin oynatılmasını sağladı.
1924'te Henri Habib, salonu belediyeden kiraladı ve adını Asri Sineması koydu.
Bundan sonra iĢletmecisinin değiĢmesine karĢın, bu isim
değiĢtirilmedi. 1942'de sinemanın son iĢletmecisi Necip Erses burayı
boĢaltmak zorunda kaldı. Bina uzun süre ġehir Tiyatroları Komedi
Bölümü olarak kullanıldı. 1958'de ise hiçbir gerekçe gösterilmeden
yıktırıldı.
Asri Sineması'nın fuayesi küçüktü. Fuaye giriĢinin hemen yanında, en arkada localar
vardı. Yandaki iki iniĢ merdiveninden baĢka, sahneye doğru inen beĢ
ayrı yol bulunuyordu. Merdivenler ve yer tahtaydı. Son yıllarında
oldukça bakımsız kalan sinemada dönemin en güzel filmleri
oynatılmıĢtır.
BEHZAT ÜSDĠKEN
ASTARCI HANI
KapalıçarĢı'nm kuzey tarafında Yağlıkçılar Caddesi boyunca uzanan hanlar
grubunda, Cebeci Hanı'na bitiĢik bir konumdadır. Doğu yanında
Küçük Sarraf Hanı bulunur.
Astarcı Hanı inĢa malzemesi ve özellikleriyle 18. yy'a tarihlenebilir.
Günümüze pek çok onarım ve değiĢiklikle gelmiĢ olan yapı, Cebeci Hanı eksenine
paralel bir eksen üzerinde dikdörtgene yakın bir plan semasıyla ko-
numlanmıĢtır. Ġki kat düzeninde 22x18 m ölçüsünde inĢa edilmiĢtir.
Kareye yakın dikdörtgen Ģeklindeki avlu iki kat boyunca revaklı olup
bu revak sisteminden pek azı günümüze ulaĢabilmiĢtir. Revak
kemerleri tuğla derz dokulu, avlu cephesinin ise moloz taĢla inĢa
edildiği anlaĢılmaktadır. Zemin kattaki revak kemerlerinin sivri
kemerli, üst kattakilerin ise yuvarlak kemerli olduğu anlaĢılmaktadır.
Üst kat revaklarının gerisinde yer alan mekânlar orijinal özelliklerini
kaybetmiĢlerdir. Zemin kat mekânları da aynı durumda olmakla
beraber, giriĢin iki yanındaki mekânların birer kapı ile giriĢ
koridoruna açıldığı ve gene köĢe mekânlarının çapraz tonoz sistemiyle
örtülü olduğu görülmektedir.
Yağlıkçılar Caddesi'ne açılan ana cephede zeminde bir sıra dükkân kemerler-
le dıĢa açılmakta, üstte yükselen cephede ise üst kat mekânlarının birer pencere sırası
orijinal durumlarını kaybetmiĢ olarak günümüze gelmiĢ
bulunmaktadır. Yapının Yağlıkçılar cephesinde yer alan giriĢi
karĢısında, kuzey kanatta da zemin kat mekânları arasında tonoz
örtülü bir koridorla dıĢa açılan bir kapı yer alır.
GÖNÜL CANTAY
AġÇI AHMED DEDE TÜRBESĠ
Zeytinburnu Ġlçesi'nde, Merkezefendi Mezarlığı'nda, Mevlanakapı'dan Yenika-pı
Mevlevihanesi'ne giden Mevlevihane Caddesi'nin üzerinde
bulunmaktadır.
Yenikapı Mevlevihanesi'nin aĢçı dedelerinden Sahih Ahmed Dede (ö. 1813) için II.
Mahmud devri ricalinden, Mevlevi muhibbi Halet Said Efendi (ö.
1823) tarafından 1235/1819'da yaptırılmıĢtır. "Hacı Dede" lakabı ile
tanınan Sahih Ahmed Dede, Yenikapı Mevlevi-hanesi Ģeyhlerinden
Seyyid Ebubekir Dede Efendi'nin (ö. 1775) kardeĢi Ömer Efendi'nin
oğlu, Galata Mevlevihanesi Ģeyhlerinden Seyyid Kudretullah Dede
Efendi'nin (ö. 1871) babasıdır. Yenikapı Mevlevihanesi'nde aĢçı dede
(sertab-bah) olarak görevli olduğu sırada, 19. yy'in baĢlarında,
Telhisçi Ahmed Ağa adında bir muhibbin delaletiyle ve Sadrazam
Safranbolulu Ġzzet Mehmed Pa-Ģa'mn (ö. 1812) masrafları
üstlenmesiyle mevlevihanedeki türbenin, geniĢletilerek yeniden inĢa
edilmesine önayak olmuĢtur. Amcazadesi Seyyid Nasır Ab-dülbaki
Dede Efendi'nin (ö. 1820-1821) 1804'te posta geçmesi üzerine
Yenikapı Mevlevihanesi'nden uzaklaĢtırıldığı, Macuncu semtindeki
evinde münzevi bir hayat sürdüğü ve zikirle meĢgul iken vefat ettiği
bilinmektedir.
Açık türbeler grubuna giren yapı bütünüyle beyaz mermerden inĢa edilmiĢtir.
Türbenin dikdörtgen tabanı, dar yüzlerinden biri cadde üzerine
gelecek
AĢçı Ahmed Dede Türbesi'nin doğu cephesi. Muhterem Balta, 1981
Ģekilde konumlandırılmıĢtır. Türbe alanını ön dört adet sütun kuĢatmakta, bunların
üzerinde çepeçevre bir lento dolaĢmaktadır. Sütunlar, dar yüzlerde
ikiĢer, geniĢ yüzlerde dörder, köĢelerde de birer tane olmak üzere, eĢit
aralıklarla yerleĢtirilmiĢ, arka cephede, kapı olarak kullanılan orta
açıklık dıĢında, diğerleri demir parmaklıklarla donatılmıĢtır. Türbenin
iç ve dıĢ yüzünde pilastr-larla hareketlendirilmiĢ olan sütunların kesiti
haç Ģeklindedir. Lento, pilastrlarm hizasında bir miktar ileri alınmıĢ,
cadde üzerindeki doğu cephesinde, türbe kaidesinin yüzeyi de
mermerle kaplanarak pilastrlarla donatılmıĢ, lentoda gözlenen
profilasyon, zemin kolundaki silmeye de aktarılmıĢtır. Bu cephede,
ziyaret penceresi niteliğinde olan ortadaki açıklığın üzerine beyzi bir
kitabe levhası konmuĢtur. Yaprak kabartmalarının kuĢattığı levhada,
"Hüve'1-Bakî" ibaresinin altında, AĢçı Ahmed Dede'yi öven, onun
keramet sahibi olduğunu belirten, ta'lik hatlı iki beyit yer almaktadır.
Türbede, AĢçı Dede'ye eĢi Emine Hatun'a (ö. 1809) ve iki yakınına ait dört tane kabir
bulunmaktadır. AĢçı De-de'nin, cadde tarafından bakıldığında üçüncü
sırada yer alan kabri alıĢılmadık bir tasarıma sahiptir: Beyaz
mermerden mamul olan lahit, kapalı türbelerin ahĢap sandukalarına
benzer biçimde tasarlanmıĢ, baĢucuna, kare kesitli kısa bir kaide
üzerine Mevlevî sikkesi oturtulmuĢtur. Lahtin yan yüzlerinde, uçları
kemerler ve yaprak kabartmaları ile sonuçlanan, enine dikdörtgen
kartuĢlar içinde, AĢçı Dede'nin kimliğini açıklayan, ayrıca türbenin
banisi Halet Efendi'nin adı ile inĢa tarihini (1235) veren ta'lik hatlı
ikiĢer beyit sıralanmaktadır. Keçecizade Ġzzet Molla'nın (ö. 1829)
eseri olan bu beyitlerde türbenin yapımına iki ayrı tarih düĢürüldüğü
görülür. Lahtin doğu (cadde) tarafındaki beyit, . "AĢçıbaĢı Dede'nin
kabri kılındı iscâd",
batı (arka) tarafındaki ise, "Mânend-i cihan türbe-i AĢçı Dede oldu", mısralarıy-la son
bulmaktadır. Lahtin ayakucunda içi boĢ bırakılmıĢ, aynı türde bir
kartuĢ, baĢucunda ise, üçgen bir alınlığın taçlandırdığı dikdörtgen bir
çerçeve içinde AĢçı Dede'nin ta'lik hatlı kabir kitabesi bulunmaktadır.
Alınlığın ortasına, "Hü-ve'1-Bakî" ibaresini içeren beyzi bir madalyon
yerleĢtirilmiĢ, madalyonla üçgen çerçevenin arasında kalan yüzey
kıvrımlı yaprak kabartmaları ile doldurulmuĢtur. Dikdörtgen
çerçevede önce, yine Keçecizade Ġzzet Molla'nın nazmet-mıĢ olduğu,
"Hû deyüp Seyyid-i Sahih-i Mevlevî eyledi vefat (1228)" mısraı ile
son bulan bir dörtlük, bunun altında AĢçı Dede'nin, sefer ayının yirmi
altıncı cumartesi gecesi vefat ettiğini belirten Arapça bir satır
bulunmaktadır. Yukarı-dakilerden daha kısa olan bu satırın
yanlarındaki kare boĢluklara birer gül kabartması iĢlenmiĢtir. AĢçı
Dede'nin, kendisinden önce vefat etmiĢ olan eĢi Emine Hatun'un
mezar taĢının üst kısmında kıvrımlı yaprak kabartmaları görülmekte,
sülüs hatlı mensur kitabenin altında 7 Rebiülâhir 1224/1809 tarihi
okunmaktadır.
AĢçı Ahmed Dede Türbesi'nin banisi Halet Said Efendi, bu türbenin inĢa edildiği
1819 yılı içinde, Galata Mevlevihanesi'nde de birtakım inĢa ve
yenileme faaliyetlerinde bulunmuĢ, cümle kapısının sağına, kendi
türünün son örneğini oluĢturan bir sebilküttâb (sebil-çeĢme-
muvakkithane-kütüphane grubu), soluna da, kendisi için, bugün
mevcut olmayan bir açık türbe yaptırmıĢ, avluda bulunan Ankaralı
ġeyh Ġsmail Rusuhî Dede Efendi-ġeyh Galib Dede Efendi Türbesi'ni
de yeni baĢtan inĢa ettirmiĢtir. AĢçı Ahmed Dede Türbesi ile Galata
Mevlevihanesi'ndeki bu yapılar, özellikle de, Antik Yunan
mimarisindeki pro-pileleri hatırlatan iki açık türbe çarpıcı benzerlikler
sergilemekte, aynı mimar ya da kalfanın eseri olduğu anlaĢılan bu
binaların cephelerinde Osmanlı ampir üslubunun özellikleri
gözlenmektedir. Üstelik, Osmanlı mimarisi tarihinde baroktan ampire
geçiĢ yapısı olarak kabul edilegelen 1826 tarihli Nusretiye Ca-
mii'nden yedi yıl önce tasarlanmıĢ bulunan bu yapılarda, ampir
üslubu, Nusretiye Camii'nde olduğundan çok daha yalın bir ifadeyle,
bir-iki süsleme ayrıntısı dıĢında, baroğun etkilerinden hemen
bütünüyle kurtulmuĢ olarak karĢımıza çıkmaktadır. Böylece,
istanbul'da ampir üslubunun ilk ürünlerinden olan AĢçı Ahmed Dede
Türbesi de, iddiasız bir bina olmasına rağmen BatılılaĢma dönemi
Osmanlı mimarisinde önemli bir yere sahip olmaktadır.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, II, 46-47; M. Ziya, Yenikapı Mevlevihanesi, Ġst., ty, s. 84;
M. Balta, "istanbul'da Açık Türbeler", (istanbul Üniversitesi Edebiyat
Fak. Türk islâm Sanatı Anabilim Dalı basılmamıĢ lisans tezi), ist.,
1981, s. 33.
M. BAHA TANMAN
AĢçıbaĢı
Camii'nin
batıdan
görünümü.
Ahmet Vefa
Çobanoğlu,
1993
AġÇIBAġI CAMÜ
Eyüp, NiĢancı MustafapaĢa Mahalle-si'nde AĢhane Sokağı ile AĢçıbaĢı Camii
Sokağı'nın kesiĢtiği köĢede yer alır.
Ayvansarayî'ye göre yapının banisi AĢçıbaĢı Mehmed Ağa olup mihrabın önünde
gömülüdür. Vakfiyesi 999/1589 tarihlidir. ÇeĢitli tamirlerle günümüze
ulaĢan yapı bugün, aralarda tuğla hatılları olan moloz taĢ duvar
örgüsüne sahiptir. Mihraba dik, dikdörtgen bir plan arz eden yapı
içten ahĢap tavan, dıĢtan ise dört tarafa meyilli kiremit çatı ile
örtülmüĢtür. Çatının altındaki bir sıra kirpi saçaktan sonra tuğlaların
dekoratif yerleĢtirilmesi ile hareketli bir kuĢak elde edilmiĢ olup bütün
yapıyı çepeçevre dolanır. Kuzeydeki kapının üzeri konsollara oturan
geniĢçe bir basık kemer Ģeklinde olup üzeri kirpi saçaklı sundurma
gibi düzenlenmiĢtir. Bunun üzerinde ise tuğladan yuvarlak kemerli
sağır bir pencere yer alır. Yine tuğladan yuvarlak kemerli yüksek
pencere açıklıklarına sahip yapıda içte bir son cemaat yeri vardır. Asıl
harim mekânı kare planlı olup son cemaat yerinin üstünde ahĢap
korkuluk-lu bir mahfil bulunmaktadır.
DıĢtan dikdörtgen çıkıntı yapan mihrap, içten derin yarım yuvarlak bir niĢ Ģeklinde
düzenlenmiĢtir. Mihrap niĢi önünde köĢelerde birer kaideye oturan
yivli ahĢap sütunçeler bulunmaktadır. AĢağıdan yukarıya hafifçe
daralan bu sütunçeler üstte yine ahĢap bir lento ile birbirlerine
bağlanmıĢtır. Sade ahĢap bir minberi bulunan camide mihrap niĢi,
duvar yüzeyleri ve pencere içleri tamamen geç devir kalem iĢleri ile
süslenmiĢ-
tir. Harap durumda olan kalem iĢlerinde kiremit renkli çerçeveler içinde "C" ve "S"
kıvrımlı sarı, kirli sarı renklerde bitkisel motifli süslemeler görülür.
Pencerelerin alt hizasına kadar duvar yüzeyleri son yıllarda
fayanslarla kaplanmıĢtır.
Cami hariminin kuzeybatı köĢesinde dıĢa taĢkın bir minare yer almaktadır. Bir sıra
düzgün kesme küfeki taĢ, iki sıra tuğla ile almaĢık örgülü kare kaide
üzerinde geçiĢ bölgesindeki üçgenlerin biri taĢ, biri tuğla olarak ele
alınmıĢtır. Kaval silmeden sonra sıvalı olan yuvarlak minare gövdesi
tekrar kaval silme ile oval hareketli taĢ Ģerefeye kadar uzanır.
ġerefede korkuluklar demir parmaklıklı olup yine sıvalı olan pabuç
bölümünden sonra iri alem Ģeklindeki taĢ külah ile minare son bulur.
Caminin doğu tarafında sokak köĢesinde uygun bir Ģekilde yer alan çevre duvarı
üzerindeki mermer kaplamalı çeĢme son yıllarda yapılmıĢtır. Bugün
yapının mihrabı önünde ve batı tarafında toprağa gömülü olarak
birkaç tane mezar taĢı bulunmaktadır. Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, I,
124; ISTA, II, 1337; Öz, İstanbul Camileri, I, 24.
AHMET VEFA ÇOBANOĞLU
AġENl, AHMED FETGERĠ
(1886, istanbul - 1966, Gölcük) Spor adamı. BeĢiktaĢ Jimnastik Kulübü'nün
kurucularındandır. Spora Mekteb-i Bahriye (Deniz Harp Okulu)
öğrencisiyken baĢladı. GüreĢ ve aletli jimnastikle meĢ-gul oldu.
1903'te arkadaĢlarıyla birlikte BeĢiktaĢ Jimnastik Kulübü'nün
kurulmasına katıldı. Türk sporunun en baĢarılı
ÂġIK, CEMAL
361
ÂġIK EDEBĠYATI
yöneticilerinden biri olarak tanındı. 1923'te, Türk sporunun ilk örgütü Türkiye Ġdman
Cemiyetleri Ġttifakı'nın kurucuları arasında yer aldı. 1923'te teĢekkül
eden ilk GüreĢ Federasyonu'nün da baĢkanı oldu. 1924'te Atletizm
Federasyonu baĢkanlığı görevine getirildiyse de bir yıl sonra tekrar
GüreĢ Federasyonu baĢkanlığına döndü. 1937'ye kadar bu görevi
sürdürdü. 1924 Paris, 1928 Amster-dam ve 1936 Berlin Olimpiyat
Oyunla-rı'na katılan Türk sporcu kafilelerine yönetici sıfatıyla katıldı.
KardeĢi Mehmet Ali Fetgeri de mükemmel bir jimnastikçi ve halterci
idi. Kızı Suat Fetgeri Tarı'yı da sporcu olarak yetiĢtirdi. Suat Hanım,
Türkiye'nin ilk bayan eskrim Ģampiyonlarından biri olarak kendini
gösterdi. 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları'nda Ah-med Fetgeri AĢeni
yönetici, kızı Suat Fetgeri de eskrimci olarak Türkiye'yi temsil ettiler.
Deniz albaylığından emekli olduktan sonra Gölcük'e yerleĢerek
ömrünün son yıllarını orada geçirdi.
CEM ATABEYOĞLU
ÂġIK, CEMAL
(yak. 1875, istanbul - ?, ?) Tektelli ÂĢık Cemal diye de tanınan, kalender-meĢ-rep,
nüktedan, yan meczup halk Ģairi.
Evkaf BaĢmümeyyizi Trabzonlu Kambur Mustafa Bey'in oğludur. Babasını küçük
yaĢta kaybedip üvey ana baba elinde büyüdüğü için öğrenim
göremedi. Genç yaĢta KocamustafapaĢa'daki Ramazan Efendi
Dergâhı'na kapılandı.
1874'te baba dostu Selanik Evkaf Muhasebecisi Ahmed Fahreddin Bey'in kızıyla
evlendi ve Selanik'e gitti. Burada okumasını isteyen kayınpederinin
ısrarı üzerine okula yazıldı, ama Ġstanbul'da kazandığı tekkelere
devam etme alıĢkanlığını sürdürdüğü ve bu arada. esrara da alıĢtığı
için aile düzeni bozuldu. EĢini ve küçük çocuğunu terk ederek
Ġstanbul'a döndü, babasından kalan mirası da yiyip bitirerek bir
tekkeye yerleĢti. Esrar tiryakiliğini ilerleten, içki içmeye baĢlayan
ÂĢık Cemal, Ģeyhinin Silivri Kapısı dıĢında bulunan Tepe-bağ'daki
köĢkünde Mazhar Bey adlı birinin hediye ettiği beĢ telli sazın dört
telini çıkararak tek telli sazla âĢıklığa baĢladı. Sazını tek telli hale
getirmesini "Gönül bir, dost bir, Allah bir" sözüyle açıklayan, Ġstanbul
sokaklarında dolaĢarak ölçüsüz, kafiyesiz ama yer yer ince nükte ve
buluĢlar içeren Ģiirler söyleyen âĢık, I. Dünya SavaĢı'nm baĢlangıcında
Bandırma, Bursa, EskiĢehir, Ankara yoluyla Amasya'ya gitmiĢ ve
mutasarrıfın huzurunda tek telli sazı ile "ArĢ ileri" marĢını çalarak
herkesi hayrette bırakmıĢtı. Amasya Seyahatnamesi (1926) adıyla
yayımladığı kitapçıkta beĢ sayısının uğurlu rastlantılarıyla ilgili pek
çok ortak noktayı dile getirmiĢtir. Kitapçığın sonuna eklediği uzun bir
Ģiir, Seyrandayım bîkarar böyle haylice zamandır / Şu tek teli
dinlemeyen buna asla inanmaz / Çalan Âşık Cemal am-
I
ÂĢık Cemal
Amasya Seyahatnamesi'nin kapağı, 1926 M. Sabri Koz koleksiyonu
ma çaldıran aşk-ı vatandır, dizeleriyle bitirmiĢtir.
Bastırdığı "Tek Telli Saz ġairi ÂĢık Cemal" levhasını göğsüne asarak Ġstanbul'u
dolaĢır, kendisine ilgi gösterenlere ya da tanıdıklarına Ģiirsel sözler
söyleyerek takılır, tek^telli sazı ile gösteri yapardı. 1934'te "ÂĢık"
soyadını almıĢtır. Ne zaman öldüğü bilinmemekle birlikte İstanbul
Ansiklopedisi 'ne Hakkı Göktürk tarafından yazılan biyografisinden
1940'lı yıllarda sağ olduğu anlaĢılmaktadır. Bibi. Hakkı Göktürk,
"AĢık (Tek Telli SazĢa-iri Cemal)", İSTA, III, 1728-1729; M. Aksel,
"Tek Telli SazĢairi ÂĢık Cemâl", istanbul'un Ortası, Ankara, 1977,
165-169.
ĠSTANBUL
ÂġIK EDEBĠYATI
16. yy'dan itibaren Osmanlı Ġmparator-luğu'nun dört bir yanında baĢta Ġstanbul olmak
üzere büyük Ģehir ve kasabalarda, köylerde ve göçebe topluluklarda,
yeniçeri, sipahi vb askeri ocaklarda, Kuzey Afrika'da yerleĢen Garp
Ocakla-rı'ndaki Türk denizcileri arasında yetiĢen âĢıklar, birer sanatçı
olarak yeteneklerine göre halk arasında rağbet kazanmıĢlardır.
Ġstanbul, daha 17. yy'da ÂĢık, Kâtibî, Kuloğlu ve Kayıkçı Kul Mustafa gibi ünlü
âĢıkların yaĢadığı bir Ģehir haline gelmiĢti. Bunlardan Yeniçeri
Ocağı'na mensup olanlar birçok sefere katılmıĢlar, Ģiirlerinde
savaĢların sıkıntılarından, zaferlerin sevinç ve Ģenliklerinden söz
etmiĢlerdir.
Evliya Çelebi Seyahatname'de Ġstanbul'da çöğür çalmada usta saz Ģairlerini anarak
Ģöhretlerinin yaygın olduğundan söz eder. IV. Murad'ın, âĢıklara
büyük ilgi göstermesi ve Bağdat Seferi'ne (1638-1639) çıkarken
orduya çok sayıda âĢık alması bu seferle ilgili pek çok destan
söylenmesine yol açmıĢtır. Bu âĢıklardan ÂĢık, IV. Murad'ın musahibi
iken öldürülen Musa Çelebi için padiĢah ağzından bir "mersiye"
söylemiĢ, padiĢah da bu mersiye için bir nazire yazmıĢtır. ÂĢık'ın
hayatı hakkında ayrıntılı bilgi yoksa da asker olduğu, savaĢlara
katıldığı kesindir.
Bu dönem âĢıklarından Kâtibî'nin de padiĢahın yakınları arasında yer aldığı, yeniçeri
olduğu, Bağdat Seferi'ne katıldığı, seferle ve padiĢahla ilgili Ģiirler
söylediği biliniyor.
Kuloğlu da Ġstanbul'da bulunmuĢ, padiĢahın yakınları arasında yer almıĢ yeniçeri
âĢıklarındandır. IV. Murad'ın ölümüne (1640), Ġstanbul'da yaĢayan
diğer âĢıklar gibi Kuloğlu da ağıt söylemiĢ, devrinin bazı siyasal
olaylarına da karıĢmıĢtır.
Kayıkçı Kul Mustafa da ordu mensubu âĢıklardandır. Gençliğinde denizcilikle
uğraĢtığı, IV. Murad'ın Bağdat Seferi üzerine destan söylediği
biliniyor. Bu sefer sırasında yararlıklar gösteren Genç Osman adlı bir
yeniçeri için yazdığı destan büyük bir yaygınlık kazanmıĢtır. Kul
Mustafa da arkadaĢları gibi Ġstanbul'da yaĢamıĢ ve padiĢahın yakınları
arasında yer almıĢtır.
Koroğlu, II. Osman'ın öldürülmesi olayına adı karıĢan yeniçeri âĢıklarındandır. IV.
Murad döneminde hapsedilmiĢtir; daha sonra da idam edilmiĢ
olabileceği tahmin edilmektedir.
IV. Mehmed döneminde de (1648-1687) padiĢaha yakınlıkları olan âĢıklar,
gerçekleĢtirilen seferler için destanlar söylemiĢ, asker ve halk
arasındaki Ģöhretlerini devam ettirmiĢlerdir.
Bu dönemin Ġstanbullu âĢıklarından Üsküdarî, Köprülü Fazıl Ahmed Pa-Ģa'nın Uyvar
Kalesi'ni zaptıyla (1663) ilgili bir destan söylemiĢtir.
1660'taki büyük Ġstanbul yangınıyla ilgili olarak iki bölümden oluĢan bir destan
söyleyen Aznavuroğlu da Ġstanbul'da yaĢamıĢ Türkçe Ģiirler söyleyen
Ermeni aĢuğlardandır.
Uzun yıllar taĢra hizmetlerinde bulunduktan sonra hayatının son yıllarını Ġstanbul'da
geçiren ÂĢık Ömer(-+), gerek Ġstanbul'dayken, gerekse Ġstanbul
dıĢındayken bu Ģehre karĢı derin bir sevgi ve özlem duymuĢtur. ÂĢık
Ömer'in, Ġstanbul için söylediği destan ise Ģehrin kapıları, bazı
semtleri ve özellikleri bakımından oldukça ilginçtir.
Ali Ufkî'nin(->) bu yüzyılda Ġstanbul'da hazırladığı Mecmua-i Saz ü Sö'z'de, 16. ve
17. yy'larda yaĢamıĢ birçok âĢık tanıtıldığı gibi bilinen âĢıkların yeni
Ģiirlerine de yer verilmiĢtir.
Ġstanbul'la ilgili bir âĢık olmamakla birlikte Gevherî'nin Kırım hanlarından I.
Selim Giray'ın 1100/l688-89'da Ġstanbul'a geliĢiyle ilgili bir destanı vardır. Bu
destanda hanın Ġstanbul'da nasıl karĢılandığı, gördüğü izzet ve ikram
saygılı bir dille anlatılmaktadır.
17. yy sonlan ile 18. yy baĢlarında Ġs
tanbul'da daha çok nakkaĢlığı ile tanın
mıĢ olan Levnî(->) aynı zamanda güzel
destanlar söylemiĢ bir âĢık olarak da bi
linir. 18. yy âĢıklarından Abdî(-0 de
aruz ve hece ile söylediği Ģiirlerde Ġs
tanbul'dan ve bu Ģehre duyduğu sevgi
ve özlemden söz eder.
18. yy'da âĢık edebiyatı bakımından
Ġstanbul'da büyük isimler görülmemek
le birlikte Ģiirlerinde Ģehrin çeĢitli yön
lerinden ve bazı tarihsel olaylardan söz
eden birçok âĢık vardır. Bağdatlı oldu
ğu ya da uzun bir süre burada yaĢadığı
tahmin olunan ÂĢık Bağdadî, Topkapı
Sarayı ile III. Selim hakkında Ģiirler söy
lemiĢtir. Bağdadî, yayımlanmıĢ iki koĢ
ma ve bir semaisinde Topkapı Sarayı
Hazine Dairesi'nden söz etmekte, padi
Ģahı bizzat görüp ayağına yüzünü sür
düğünü, karĢısında el bağlayıp divan
durduğunu ifade etmektedir.
Konyalı olduğu sanılan ve Kabakçı Mustafa Ayaklanması(->) ile ilgili bir destan
söyleyen Nigârî, isyancılardan yana olduğunu, ıslahatçıları ve
ıslahatları sevmediğini dile getirmiĢ, III. Selim'in yerine tahta geçen
IV. Mustafa'yı övmüĢtür.
Anadolulu âĢıklar arasında Ġstanbul'a uğramak, kazanç ve Ģöhret sahibi olmak için
gerekli görülürdü. Bu yüzden gezici âĢıkların 18. yy'm sonlarından
itibaren Ġstanbul'a uğradıkları saptanmıĢtır.
Konyalı ġem'î (1783-1839) 18. yy sonlarıyla 19. yy'm ilk yarısında yaĢamıĢ,
hayatının bir döneminde Ġstanbul'da bulunmuĢ âĢıklardandır.
Ġstanbul'a üç kez gelen ġem'î, âĢık kahvelerinde çalıp söylemiĢ, ünü
kibar ve rical konaklarına, saraya kadar ulaĢmıĢtır. ġem'î bir gazelinde
III. Selim'in huzurunda da saz çaldığını belirtir. Bu yakınlığın sonucu
kendisine Konya'nın baĢhavalalığı (su memurluğu) ve sonra da çarĢı
ağalığı görevi verilmiĢtir. Ölümünden sonra Ġstanbul'da birçok kez
basılan Divan-ı Sem 'î, bu âĢığın Ģöhretinin 20. yy baĢlarına kadar
devam ettiğini gösterir.
ġem'î'nin arkadaĢı Silleli Sürûrî de (ö. 1855) memleketinden ayrılıp Ġstanbul'a gelen
âĢıklardandır. Geleneğe göre âĢık kahvelerinde çalıp söylemiĢ,
padiĢah katında ilgiye mazhar olmuĢ, ancak kendisini kıskanan
Ġstanbullu âĢıklar tarafından zehirlenerek ya da boğdurularak
öldürülmüĢtür. Kesin olmayan bu bilgiler Sürûrî'nin bir ara Ġstanbul'da
bulunduğunu göstermesi bakımından ilginçtir.
18. yy âĢıklarından Zileli Talibî de (ö. 1813) âĢıklar arasındaki geleneğe ve çırağı
Fedâî'nin ifadesine göre Ġstanbul'da bulunmuĢ, burada âĢıkların
hatırasında iz bırakmıĢtır. Fedâî'nin yolu da bir ara Ġstanbul'a
düĢtüğünde Kumka-pı'daki "Sazlı Kahve"ye uğramıĢ ve ora-
daki âĢıklar kendisinden Talibî'yi sormuĢlardır. Fedaî bu olayı "Ġstanbul Des-tanı"nda
dile getirmiĢ, âĢıklara ustasının öldüğünü bildirmiĢtir.
Üsküdarlı olup Mora Seferi'nde (1715) ölen ġermî de kahvelerde altı telli saz çalan
asker âĢıklardandır. Aruzla da Ģiirler yazmıĢ olan ÂĢık ġermî'den
Ģuara tezkireleri de söz eder.
DÎVAN
Dermedim hayli zamandır gülünü
Ġstanbul'un
Dinlemeğe hasretiz bülbülünü
Ġstanbul'un
Bilmezem n'iĢler içinde ol
melek-siymâları
Gelir ise ben sorayım yelini
Ġstanbul'un
Bir acâyib yerde kaldık kûy-ı yârdan kim gelür Biz varınca nazlı dilber bizi
yakmağa gelür Ne hâlimden bir sorar var, ne
dilimden bir bilür Hele bizler de unuttuk dilini
Ġstanbul'un
Görmez olduk hûblar ile ol safâlı
yerlerin Kokmaz olduk yasemîn-ü nerkis-ü
sünbüllerin Gam yemezdim vakıamda bari
görsem hûblann Hasretiz sarmağa ince belini
Ġstanbul'un
Gider oldum hasretiyle ben de
hülya semtine Ol sebebten gitmedim ben dahi
sevda semtine Bir kerecik düĢebilsem ben de
Konya semtine Def ederdim ol vakit iĢgilini
Ġstanbul'un
Çare ne gurbet ilinde ben bükâlar
eylerim Ol keman - ebrulara hayr-ü dualar
eylerim Ahdî der kim yine inĢallah sâfalar
eylerim Destime bir kez alaydım elini
Ġstanbul'un ABDÎ
19. yy, âĢık edebiyatının büyük Ģahsiyetler yetiĢtirdiği, Ġstanbul'da da âĢıklara değer
verildiği bir dönemdir.
ÂĢıklığı meslek olarak seçmiĢ halk sanatçılarının ülkenin dört bir yanım dolaĢtıkları,
birçoğunun yanında çırak-larıyla gidilen her yerde meclis kurup
meydan açtıkları, panayır zamanlarında Anadolu'nun büyük
Ģehirlerinin bu gezici âĢıkları dört gözle beklediği bu yüzyılda
Ġstanbul'da da büyük bir âĢık
etkinliği göze çarpar. ÂĢıklar arasında kendileri için kullanılan ve daha sonra
araĢtırmacılar tarafından da benimsenen "meydan Ģairi" adlandırması
bu yüzyıldan kalmadır.
Kibar ve rical konaklarından Ģehrin değiĢik semtlerine dağılmıĢ meyhanelere,
bozahanelere ve âĢık kahvelerine kadar her ortamda kendilerine yer
edinen âĢıklar saray tarafından da korunmuĢlardır. ÂĢıklar arasındaki
geleneğe göre bu yüzyılda ÇemberlitaĢ'taki Tavuk-pazarı'nda bulunan
bir kahve en önemli âĢık merkezi sayılıyordu. Burada saray tarafından
himaye edilen bir "reis-i âĢı-kan", "âĢıklar kâhyası" bulunur, âĢıklar
loncasının iĢlerini idare ederdi. II. Mah-mud (hd 1808-1839),
Abdülmecid (hd 1839-1861) ve Abdülaziz (hd 1861-1876)
dönemlerinde saray tarafından himaye edilen yirmi-otuz âĢık
bulunduğu kabul edilmektedir. Geleneğe göre Ġstanbullu ÂĢık
Hüseyin, Tavukpazarı âĢıklarına 1834-1861 arasında reislik yapmıĢ,
on üç yıl da sarayda fasıl yapan âĢıkların baĢında bulunmuĢtur.
BeĢiktaĢlı Gedâî(->) de Abdülaziz döneminde padiĢah huzurunda icra
edilen fasıllara reislik etmiĢtir. Bu yüzyılda Ġstanbul'da öteden beri
varlığını koruyan, Türkçe Ģiirler söyleyen Ermeni aĢuğlar da ya kendi
muhitlerinde ya da âĢık kahvelerinde sanatlarım icra etmiĢlerdir.
Bunlardan Nâmî(->), Bîdârî(->) ve Serverî(->), destanları, koĢmaları
ve aruz-lu Ģiirleriyle ün yaptıkları gibi, basılmıĢ eserleri ile de adlarını
duyurmuĢlardır.
19. yy'da Ġstanbul, âĢık edebiyatının en eski türlerinden biri olan destanın, bunu bir
geçim yolu haline getiren destancılar eliyle yaygınlık kazanmasına ve
20. yy baĢlarına, hattâ günümüze kadar devam etmesine de tanık
olmuĢtur. Son yıllara kadar Anadolu'da da devam ettirilen
destancılık(->) tek yaprak üzerine basılmıĢ destanları kalabalık
yerlerde yüksek sesle ve özel bir ezgi ile okuyan destancılar eliyle
sürdürülürdü (bak. destanlar).
Bolu'nun ġahnalar Köyü'nde doğan Dertli de (1772-1845) Ġstanbul'a uğrayan
âĢıklardandır. Ġlk kez 25 yaĢ dolaylarında Ġstanbul'a gelen Dertli,
burada umduğunu bulamaz. Konya, Halep, ġam ve Mısır'da geçirdiği
uzun yıllar onun âĢık olarak olgunlaĢmasına, tasavvuf terbiyesinden
geçmesine yardımcı olur. Yıllar sonra bir kez daha Ġstanbul'a gelen
Dertli, âĢıklığının zirvesindeyken burada büyük bir itibar kazanır.
Tavukpaza-rı'ndaki ÂĢıklar Kahvesi'nde âĢıklar kâhyasının önünde
saz çalıp muamma çö-zer, o günlerde yeni kabul edilen fes üzerine bir
methiye yazarak II. Mah-mud'un himayesini kazanır. Dertli'nin
Ġstanbul'daki Ģöhreti ölümünden sonra da sürmüĢ, taĢbasması olarak
birçok kez basılan Divarfı büyük ilgi görmüĢtür.
Kalem Ģuarası âĢıklardan Bayburtlu Zihnînin (1797-1859) Ġstanbul serüveni de
oldukça ilginçtir. 1815'ten itibaren birkaç kez Ġstanbul'da bulunmuĢ,
bazı devlet adamlarının divan kâtipliğini
ÂġIK EDEBĠYATI
362
363
ÂġIK MUSĠKĠSĠ
bun yaptırıldı ve yarıĢlar için de iki pist açıldı. Düzenlenecek at yarıĢlarının teknik
iĢleriyle uğraĢmak üzere, yine Enver PaĢa tarafından Keçecizade Ġzzet
Fuad PaĢa ile Ġmrahor (ahırlar amiri) Miralay ġevket Bey
görevlendirildiler. ĠĢ pek hızlı büyüdü; modern sistemlerin ya-nısıra,
Ġngiltere ve Macaristan'dan davet edilen jokeyler de Ġstanbul at
yarıĢlarına katıldılar. Yine aynı yıllarda Romanya'dan gelen Sabri
(Tulça) Bey de modern yarıĢçılık anlayıĢının yerleĢmesinde etkili
oldu. Heyecanlı yarıĢlar gitgide daha fazla ilgi topluyor ve aralarında
ReĢid Akif PaĢa, Kıbrıslı Mustafa PaĢa, Hassa MüĢiri Rauf PaĢa,
Keçecizade Hikmet Bey, MüĢir Ġzzet Fuad PaĢa, Sa-ib Molla,
Hacıbekirzade Ali Muhiddin Bey ve ġehzade Ömer Faruk Efendi gibi
devrin ileri gelenlerinin de bulunduğu birçok kiĢi atçılıkla fiilen
ilgileniyordu.
Enver PaĢa'nın Ġzmir'den satın aldığı "Übeyyâm" isimli atı da Veliefendi'nin en gözde
Ģampiyonlarından biri olmuĢtu. Önceleri Ġstanbul at yarıĢlarına katılan
atların tümü Arap atlarıyken, zamanla bunlara Ġngiliz adarı da eklendi.
Rus Ġhtilali sırasında 1918-1920 arasında
AT YAKIġLARI
Türkiye'de, bugünkü Ģekline en yakın at yarıĢlarının 1900'de Ġzmir'de düzenlenmeye
baĢlandığı bilinir. Bu konuda öncülük yapan kiĢi orada yerleĢmiĢ
bulunan Mr. Patterson adında bir ingiliz iĢadamıydı. Onunla el ele
veren Musevi asıllı Riz ve Alyoti efendilerle Evliyaza-de Refik Bey'in
giriĢimleri sonucu, o zamanlar Paradisu adıyla anılan bugünkü
ġirinyer'de ilk at yarıĢları yapılmaya baĢlanmıĢtı. On yıla yakın bir
süre devam eden izmir at yarıĢlarının kesilmesinden sonra istanbul'a
gelen Evliyaza-de Refik Bey, at merakıyla tanınan dönemin Harbiye
Nazırı Enver PaĢa'yı ziyaretle at yarıĢları konusunu açıp geniĢ izahatta
bulunmuĢtu. Konuya ilgi gösteren Enver PaĢa'nın emriyle, derhal
kendi baĢkanlığında bir "Islah-ı Nesl-i Feres Cemiyeti" (At Neslini
Islah Derneği) ile buna bağlı olarak Sipahi Ocağı Kulübü kuruldu. Bu
cemiyet ile kulübe, devrin ileri gelenleri arasındaki at meraklıları
toplandı. Önemli Ģahsiyetlerin de destekleriyle Makriköy'de (bugünkü
Bakırköy) Hazine'ye ait Veliefendi Çayırı bu iĢe tahsis olundu. Buraya
ahĢap bir tri-
„ , „. „, _ .
At yarıĢlarının günümüzde de sürdürüldüğü Veliefendi Hipodromu'ndan görünümler.
Fotoğraflar Erkin Emiroğlu
Ġstanbul'a sığınan Beyaz Ruslar arasındaki atçılar da yarıĢçılık dünyamıza ayrı bir
renk kattılar. Özellikle, Arcady ile kardeĢi Dr. Seferov'un Türk
yarıĢçılığına pek büyük yararlan dokundu.
Mütareke yıllarında, iĢgal Kuvvetleri BaĢkumandanı General Harrington'ın
giriĢimiyle Ġngilizler tarafından Ġstanbul'da at yarıĢları yeniden
baĢlatıldı. YarıĢları ĠĢgal Kuvvetleri'nin kontrolü altındaki "Races
Syndikate of Makrikeu (Makriköy YarıĢ Sendikası)" düzenliyordu.
Yine aynı sendika tarafından Veli-efendi'de ahĢap tribünlerin yerine
beton bir tribün yaptırıldı. KurtuluĢ Sava-Ģı'nın ardından Ġngiliz ĠĢgal
Kuvvetleri'nin Ġstanbul'dan ayrılmasıyla at yarıĢları yeniden durgun
bir döneme girdi.
Cumhuriyet'in ilanından sonra bu konu yeniden ele alındı. Akif Akson'un kiĢisel
gayretinin hükümet tarafından da desteklenmesiyle, Veliefendi'de at
yarıĢları yeniden baĢladı. Cumhuriyet yönetiminin en seçkin
kiĢilerinin bu iĢe eğildikleri görüldü. Ġsmet (Ġnönü), Fevzi (Çakmak)
paĢalar ile Celal (Bayar), Atıf (Esenbel), Ahmet (Atman), Ali
Muhiddin (Hacıbekir), Akif (Akson) beylerin de atları yarıĢlara
katılmaya baĢladı. Bu arada Atatürk'ün izniyle 1927'de kendi adına
ihdas olunan koĢu Ġstanbul at yarıĢlarına ayrı bir renk ve heyecan
kattı.
At yarıĢları gittikçe artan büyük bir ilgiyle sürdü. Bu arada yerli yarıĢ atları da
yarıĢlara baĢka bir kan getirdiler. 1950'de Demokrat Parti Hükümeti
tarafından konu ele alındı; bu iĢe gönül ve emek vermiĢ kiĢilerin bir
araya gelmeleriyle kurulan "Türkiye Jokey Kulübü", at yarıĢları
organizasyonunu üstlendi ve bugünlere kadar gelen olumlu
çalıĢmalarıyla at yarıĢlarına çağdaĢ bir nitelik kazandırdı.
CEM ATABEYOĞLU
ATABAY, KEMAL
(1903, istanbul - 8 Ekim 1967, Baden-Baden/Almanya) Eczacı. Babası kaymakamlık
görevlerinde bulunmuĢ olan, Mülkiye Mektebi mezunu Ahmed Esad
Sezai Bey'dir. Atabay 1926'da Ġstanbul Eczacı Mektebi'nden diploma
almıĢ ve ecza ticareti ve tıbbi müstahzar yapımı konularıyla
ilgilenmiĢtir. ÇalıĢmalarına öğrenciliği sırasında Nazaryan Ecza De-
posu'nda baĢlamıĢ, eczacılık diploması aldıktan sonra bir süre Ekrem
Necib Ecza Deposu'nda çalıĢmıĢ ve 1928'de Osmanlı döneminin ünlü
ecza depolarından ġark Merkez Ecza Deposu Ģirketine memur olarak
girmiĢtir. 1930'da Ģirketin bir Ģubesini kurmak üzere Ankara'da
görevlendirilmiĢtir.
1940'ta Ģirketin Ġngiliz ve Rum ortakları arasında yapılan düzenleme sonucu Atabay
meslektaĢı Hasan Derman ile birlikte, ġark Merkez Ecza Deposu'nun
en büyük hissedarı durumuna gelmiĢ ve vefatına kadar bu Ģirketi
yönetmiĢtir. ġirket 1985'te kapanmıĢtır.
Atabay tıbbi müstahzar yapımına
Kemal Atabay
Turban Baytop koleksiyonu
1938'de Galatasaray'da kurduğu Nur La-boratuvarı ile baĢlamıĢtır. 1942'de eczacı
Emin Eman (1904-1982) ile ortak olarak GedikpaĢa'da Merkez
Laboratuva-rı'nı kurmuĢtur. 1955'te bu ortaklıktan ayrılarak tek baĢına
Atabay Ġlaç Fabrika-sı'nı (Defterdar YokuĢu no. 23, Tophane) açmıĢ
ve fabrika 1969'da ilaç ve kimyasal madde yapımı için, özel olarak
düzenlenmiĢ olan binaya (Köftüncü Sokağı, no. l, Acıbadem)
taĢınmıĢtır; halen de bu binada ilaç imali konusunda çalıĢmaktadır.
Atabay, Türkiye'de dünya standartlarına uygun hazır ilaç ve ilaç hammaddesi yapımı
ilkesini savunan ilk kiĢilerden biridir. Türk ilaç sanayiinin bu koĢullan
yerine getirebildiği ölçüde uluslararası ilaç ticaretinde baĢarılı
olabileceği kanısını taĢıyordu.
TURHAN BAYTOP
ATABEY, EġREF ġEFĠK
(1894, İstanbul - 6 Eylül 1980, istanbul) Spor adamı, spor yazarı ve spikeri.
Galatasaray Lisesi'nde baĢlayan öğrenimini Fransa'da tamamladı.
Paris'te geçen yıllarında boks sporuyla yakından ilgilendi. Boks
dünyasının ünlü kiĢilerini ve boksörlerini orada görmek ve tanımak
imkânını buldu. L Dünya SavaĢı'nın çıkması üzerine 1914'te Ġstanbul'a
döndü. Paris'te öğrendiklerini burada tatbike yöneldi. Galatasaray
Spor Kulübü'nde genç heveslileri yetiĢtirdi. Onların arasından Küçük
Kemal ve Melih Açba gibi iki büyük yıldız çıkardı. 1918'de İleri
gazetesinde spor yazarlığına baĢladı, daha sonra Son Posta, Akşam,
Tan, Vatan, Cumhuriyet ve Hürriyet gazetelerinde spor yazarlığını
sürdürdü.
Atabey 1933'te Ġstanbul Radyosu'nun ilk spor spikeri olarak baĢladığı bir baĢka
uzmanlığını uzun yıllar devam ettirdi. GüreĢ ve boks müsabakalarının
radyodan naklen yayınlarının unutulmaz
EĢref ġefik Atabey
Cem Atabeyoğlu arşivi
ismi EĢref ġefik, ayrıca kendisine ayrılan haftalık radyo programlarında, spor
konulan, balıkçılık, gençlik anıları, eski Ġstanbul yaĢamı gibi çok
çeĢitli konulardaki sohbetleriyle de ün yaptı.
Boks ve güreĢ dallarında otorite olan ve Türkiye'nin ilk Boks Federasyonu
baĢkanlığını yapmıĢ bulunan Atabey, anılan radyo programları
dolayısıyla salt bir spor adamı olma vasıflarını aĢan, her yaĢtan
insanın, beğeni ve ilgisini kazanmıĢ kendine özgü bir konuĢmacıydı.
CEM ATABEYOĞLU
ATABEYOĞLU, SEIAHATTĠN ENĠS
(1892, Antalya - 11 Haziran 1942, İstanbul) Roman ve hikâye yazarı, gazeteci. Çıldır
Atabeyleri soyundan jandarma subayı Ahmed Enis Bey'in oğludur.
Selahattin Enis Atabeyoğlu
Cem Atabeyoğlu'nun izniyle
Çocukluğu babasının görevi dolayısıyla Anadolu'nun çeĢitli kentlerinde geçti. Küçük
yaĢta edebiyatla ilgilenmeye baĢladı. Ġlk yazısı 11 yaĢındayken
Konya'da Anadolu gazetesinde yayımlandı. 1912' de Tanin'de
yazmaya baĢladı. Aynı yıl 17 yaĢında yazmıĢ olduğu Neriman adlı
romanı yayımlandı. I. Dünya SavaĢı'nda yedek subay olarak askere
alınması üzerine hukuk öğrenimini yarıda bıraktı. Mütareke yıllarında
Kaplan adlı bir dergi çıkardı, fakat sansür baskısı nedeniyle kapatmak
zorunda kaldı. Daha sonra Fağfur, Şair, Rebab, Düşünce, Resimli
Hikâye dergilerinde yazdı. Zâniye-ler (1924, yb 1943, 1989), Sara
(1926), Cehennem Yolculun (1926) adlı romanları, Bataklık Çiçeği
(1924) adlı hikâye kitabı yayımlandı. Orta Malı, Ayan Bozuklar,
Endam Aynası adlı romanları 1925-1927 arasında Son Saat
gazetesinde, Mahalle romanı Vakit gazetesinde tefrika edildi.
Cumhuriyet döneminde Seyr-i Sefain Ġdaresi'nde (Devlet Deniz Yolları) çalıĢtı. Son
görevi Devlet Deniz Yollan neĢriyat müdürlüğüydü. Bir yandan da
İkdam, İleri, Vakit, Son Saat, Payitaht, Milliyet, Cumhuriyet ve Son
Posta gazetelerinde musahhih, muhabir, yazar ve yazı iĢleri müdürü
olarak çalıĢtı.
Selahattin Enis'in I. Dünya SavaĢı ve Mütareke yıllarında Ġstanbul'daki yüksek
tabakanın yozlaĢmıĢ hayatını konu alan eserleri Türkiye'de
natüralizmin ilk örneklerindendir. Bu yüzden "Türkiye'nin Emile
Zola'sı" olarak anıldı. Roman ve hikâyelerinde Türk toplumunca hoĢ
görülmeyen davranıĢ ve iliĢkileri, hayatın iğrenç sahnelerini bütün
açıklığıyla kaleme aldı. En tanınmıĢ eseri olan Zaniyeler'de iyi eğitim
görmüĢ ve güzel bir kadın olan Fitnat'ın evlenip Konya'ya yerleĢtikten
sonra kocasını terk ederek Ġstanbul'da çeĢitli erkeklerle metres hayatı
yaĢaması çerçevesinde, I. Dünya SavaĢı Ġstanbul'unda savaĢ
zenginleri, ünlü yazarlar, bürokratlar gibi üst tabaka mensuplarının
ġiĢli, Beyoğlu, Adalar ve Moda'daki yoz hayatları, alafrangalık
özentileri, ahlaki düĢkünlükleri anlatılır. Atabeyoğlu toplum hayatına
dair sıra dıĢı fikirleri ve kendine özgü giyim kuĢamıyla ilginç bir
kiĢilik olarak tanınmıĢtır.
Bibi. C. Atabeyoğlu, "Babam Salâhaddin Enis", Zaniyeler, ist., 1989, s. 5-13;
"Atabeyoğlu, Salâhaddin Enis", ISTA, III, 1185-1186; "Atabeyoğlu,
Selahattin Enis; TDEA, I, 210-211- C Kudret, Türk Edebiyatında
Hikâye ve Roman, 1859-1959, II, Ankara, 1970, 200-220.
ATĠLLA ÖZTÜRK
ATABĠNEN, REġĠD SAFVET
(1884, Sarıyer - 2 Şubat 1965, İstanbul) Yazar, diplomat ve kültür adamı. Babası,
saray orkestrasının Ģefi (Muzıka-i Hümayun atik miralayı) Safvet
Bey'dir. Türk musiki tarihinde ilk solfeji yayımlamıĢ olan bu flütist,
DaniĢmendlerin kolundan Atabinenoğulları'na mensuptur.
ATAI
376
377
ATAKÖY
17 yaĢında liseyi bitiren ReĢid Safvet, 1904'te. Paris'te Ecole libre de Sciences
Politiques'ten diploma almıĢ ve istanbul'a döndükten sonra, o zaman
yabancı dil bilen gençler için birkaç çalıĢma yerinden biri olan Tütün
Rejisi Komiserlik Kalemi mütercimliğine tayin edilmiĢtir (1906).
Aynı yıl Beyoğlu'nda Fransızca ve Ġngilizce yayımlanan Levant He-
rald gazetesinin baĢyazarlığa getirilir. Burada Avrupa-Yakındoğu
iliĢkileri konusunda vukuflu yorumlarıyla dikkati çeker. Dönemin
bütün Fransızca literatürünü edindiği gibi, salonlarını ünlü kiĢilere
açan alımlı ve ünlü Frenk ve Levanten madamlarının da en makbul
davetlilerinden biri olur.
Bu arada 10 yıldan fazla sürecek mesleği de artık belli olmuĢtur: Diplomatlık.
1907'de Osmanlı Devleti-Ro-manya Muhtelit Komisyonu baĢkâtipliği
yapan ReĢid Safvet, BükreĢ Sefareti baĢkâtip vekili olur. Sonra,
sırasıyla Amerika'ya, Ġspanya'ya ve Ġran'a gider; Washington, Madrid
ve Tahran'da baĢkâtiplik yapar.
1917'de Beyoğlu'nun bu gözde siması, artık yuva kurmak zamanının geldiğine
inanmıĢ, bir izdivaç yapmıĢtır. Seçtiği kız, II. Abdülhamid'in seraskeri
Rıza PaĢa'nın torunu, Nurhayat Hamm'dır.
1918-1920 arasında ReĢid Safvet Bey, Ġsviçre ve Fransa'ya gider ve Anadolu
hareketinin haklılığını Batı kamuoyuna kabul ettirmek üzere birçok
Ģehirde konferanslar verir, kitaplar, risaleler yayımlar. Bunların hepsi,
Mustafa Kemal PaĢa'nın bilgisiyledir. Çünkü, genç ve dâhi PaĢa,
Çanakkale SavaĢı'ndan (1915) Ġstanbul'a döndüğü vakit, Akaretler'de
ReĢid Safvet'le komĢuluk etmiĢtir.
1921'de ReĢid Safvet Bey "ġûra-i Devlet Tanzimat Dairesi" üyeliğine atanır. Lozan
BarıĢ Konferansı'na Türk heyeti gönderilirken. Atatürk, genel
sekreterliğe ReĢid Safvet Bey'in adını yazarsa da Ġsmet PaĢa, Lozan
Konferansı'mn ikinci bölümüne ReĢid Safvet Bey'in katılmasını veto
eder. Atatürk de bu duruma ses çıkarmaz ve ReĢid Safvet Bey, 5 yıl
kadar, kendisini bir boĢluğun içerisinde bulur.
Ancak 1923'te önemli bir iĢ yapar: Cumhuriyet'in kuruluĢundan bir ay önce,
Türkiye'nin en eski turizm kuruluĢu olan Türkiye Turing ve Otomobil
Kuru-mu'nu(-») (TTOK), iki isimli küçük bir dernek halinde kurar:
Türkçe adıyla Türk Seyyahın Cemiyeti, Fransızca adıyla Touring Club
de Turquie.
ReĢid Safvet Bey, Atatürk'ün desteği ile 1927 ve 1931'de Kocaeli mebusu olarak,
Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne girer. 7 yıllık bu dönem, gerek ReĢid
Safvet Bey, gerekse genç Türkiye Cumhuriyeti devleti için yurtdıĢı
konferanslarının parlak baĢarılarıyla doludur. Bu tarihçi diplomat,
sadece Fransızca konferanslar ve seçkin çevrelere davetlerle
yetinmemekte, kendisi keman, eĢi piyano çalarak resitaller de
vermektedir. Atatürk ölmeden, ona bir jest daha ya-
par: Nazilerin Berlin'inde Türkiye'yi temsil etmek üzere Uluslararası Olimpiyat
Komitesi'nin Türkiye temsilciliğini ona verdirir.
Kısa süre sonra patlayan savaĢ, Ata-binen'in baĢında bulunduğu TTOK'yi harp öncesi
yıllardaki faaliyetinden alı-koyar.
1940'lardan ölümüne kadar geçen bu dönemde Atabinen'in Ġstanbul açısından özel
önemi Ģu alanlarda kendini gösterir: O dönemlerde henüz bir Anıtlar
Yüksek Kumlu bulunmadığı için, o boĢluğu istiĢari bir organ olarak
doldurmaya çalıĢan "Eski Eserler Encümeni" üyesi olan Atabinen,
çeĢitli yazılarla, encümene gönderilen kültür mirasımızla ilgili bütün
dosyaların takipçisi olur ve kendi kendine üstlendiği bu fonksiyonu,
yönetimindeki kurum eliyle yapar.
Kurum dergisi TTOK Belleteni, çeyrek yüzyıllık bir dönem boyunca, özellikle o
zamanlar Ġstanbul'da henüz yaĢayan bütün fiziksel kültür mirasının
durumu, problemleri ve Ġstanbul'la ilgili literatür hakkında baĢlıca ve
en zengin kaynak olmuĢtur.
1940'lar ile 1950'ler boyunca Atabinen'in istanbul için bir baĢka hizmeti, kurumun o
zamanki çok dar imkânlarını zorlayarak, birkaç örnek restorasyonu
üstlenmiĢ ve gerçekleĢtirmiĢ olmasıdır. Bunların baĢlıcaları, Ġstanbul
Üniversitesi Merkez Kütüphanesi'nin bitiĢiğindeki Ġbrahim PaĢa
Sebili'nin ve Gala-ta'da Kara Mustafa PaĢa Camii'nin önündeki
Reisülküttab Ġsmail Efendi Mektebi'nin ve altındaki enfes rokoko
çeĢmenin onarımlarıdır.
ReĢid Safvet Bey'in Ġstanbul için bir baĢka önemli iĢi, tehlikede gördüğü önemli
binaların durumunu, ısrarla mektuplar, ziyaretler ve temaslarla,
devamlı olarak yetkili ve sorumlu makamlara iletmesidir. Bu iletiĢimi
yapmak için, tercih ettiği yollardan biri, zengin, ama nezih davetler
düzenlemesidir. Bunun için, elinde iki ayrı mekân vardır. Birisi,
Taksim Cumhuriyet Caddesi'nde 133 no'lu, üç katlı küçük evidir. II.
Ab-dülhamid döneminde Furlani adlı Ġtalyan piyaniste ait olan kagir
ev, geniĢ bir mekân değildir ama, evi 1920'lerde satın alan ReĢid
Safvet Bey, onu saygı uyandıran bir konut haline getirmeyi bilmiĢtir:
Koyu yeĢile boyalı demir giriĢ kapısının üzerinde, sarı pirinçten iki
adet "RS" inisiyali taĢımasının, Ġstanbul'da bir baĢka benzeri yoktur.
Asalet mührü, böylece daha kapısında baĢlayan küçük bina, holden
itibaren zevkle yerleĢtirilmiĢ ve yığıntı Ģeklinde olmayan, ama her yeri
dolduran tablolarla, gravürlerle, bronz heykelciklerle ve mutlak
sessizliği ile küçük bir mabede benzer.
ReĢid Safvet Bey, burada ağırladığı konuklarına, önleri prostelalı, beyaz saçlı Ermeni
ve Rum hizmetçiler gümüĢ takımlarla çay servisi yaparken Ġstanbul'a
ait bir derdi iletirse, onun, makama gönderilecek bir yazıdan daha
etkili olacağını düĢünür.
Atabinen'in ikinci mekânı, çok daha görkemli bir yerdir: Damadı olduğu Serasker
Rıza PaĢa ailesinin elindeki son konak. Seraskerin II. MeĢrutiyet'in
ilanından sonra Midilli'ye sürülmesi üzerine kapanan Yıldız'daki
Büyük Saray, 1932 veya 1933'te rehinli olduğu Emniyet Sandığı'nca
sökülmüĢ, paĢanın torunu Nurhayat Hanımefendi'ye bu taĢ konak
kalmıĢtır. Eski Saray'ın arkasında, II. Abdülhamid'in kuyumcubaĢısı
tarafından yaptırılmıĢken, Serasker Rıza PaĢa'nın satın aldığı 4
dönümlük ayrı bir bahçe içindeki binada, ReĢid Safvet Bey'in II.
Dünya SavaĢı sonundan, 1965 baĢındaki vefatına kadar 20 yıl
boyunca yazları düzenlediği kokteyller ve resepsiyonlar, o tarihlerde
Ġstanbul'da bir baĢka benzeri olmayan kalabalık ama seçkin
davetlerdir.
Ġstanbul'un tarih mirasını kendine dert edinen, aristokrat ruhlu bu aydın kiĢinin
önüne, iki büyük toplumsal problem çıkmıĢtır: 1939'da Vali Lütfi
Kırdar'ın, 1956'da da BaĢbakan Adnan Menderes'in baĢlattıkları,
tekniğe ve modernizme öncelik veren iki büyük imar operasyonu
meselesi. Atabinen, bu iki olayda, o zamanlar çok riskli bir durum
olan, "resmi makamlarla ihtilafa düĢmek" pahasına da olsa, kültürün
ve sanatın açık ve cesur savunuculuğunu yapar. 1964'te yakalandığı
prostat kanseri, onu, l yıl kadar sonra bu dünyadan ayırdı. 4 yıl kapalı
kalan ve vefatından birkaç gün sonra zaten bütün personeli dağıtılmıĢ
konağının eĢyaları ve en değerli parçaları, 1969'da yok pahasına elden
çıkarıldı. Sonra da, Serasker Rıza PaĢa Konağı'nın bu son müĢtemilat
binası, toprağı, yani arazisi değil, kiremitleri ve tuğlası satılmak
suretiyle söküldü. Aile, 10.000 cilde yakın zengin kütüphaneyi
TTOK'ye bağıĢladı.
Kara ġemsi soyundan ReĢid Safvet Bey, aynı soydan gelen ve "Sünbül Efendi" namı
ile maruf evliyanın, Koca-mustafapaĢa'daki türbesine, 1950'lerde
dönemin cumhurbaĢkanı Celal Bayar'ın aracılığı ile alınmıĢ olan özel
izinle gömüldü.
ÇELĠK GÜLERSOY
ATAÎ (Nev'îzade)
(Ekim 1583, İstanbul - Ekim 1635, İstanbul) Divan Ģairi. 16. yy'in ünlü Ģairlerinden
Nev'î Efendi'nin oğludur. Ġyi bir medrese öğrenimi yanında devrin
önemli âlimlerinden dersler gördü. Ġstanbul'da müderrislik yaptı.
Rumeli'nin pek çok kasabasında (Babadağ, Varna, Rusçuk, Lofça,
Silistre, Tırnova, Tırhala, Üs-küp) kadılıklarda bulundu. Sık sık
azillerle karĢılaĢtı. Ömrü, bürokratik mücadelelerle geçti. Mezarı
Ġstanbul'dadır.
Ataî, divan edebiyatında bilhassa mesnevileriyle tanınmıĢtır. Osmanlı biyografi
yazarlarının da önemlilerinden sayılır. Manzum eserleri, Divân,
Hamse (Nefhatü'l-Ezbâr, Sohbetü'l-Ebkâr, Hil-yetü'l Efkâr, Heft-hân
ve Sakînâme); mensur eserleri ise Hadaiku'l-Hakaikfî
Tekmileti'ş-Şakaik, el-Kavlü 'l-Hasen, Münşeat, Zeyl-i Siyer-i Veysî'dir.
Ataî Ġstanbulludur ama ömrünün pek çoğunu taĢrada geçirmiĢtir. Bu yüzden taĢrada
yazdığı eserlerinde Ġstanbul bir daüssıla özlemiyle anlatılır. Pek çok
Ģiirinde ismi anılsın yahut anılmasın, verilen mekân ve tabiat tasvirleri
Ġstanbul'dan mülhemdir.
Divanında yer alan pek çok kasidenin (bahariyye, nevruziyye, temmuziy-ye) nesip
bölümleri kısmen Ġstanbul'un güzelliğini, baharını, yazını, denizini,
bahçelerini, çiçeklerini, kuĢlarını vb anlatır. Yine pek çok gazelde
tasavvuf ve edebiyat muhitlerinden, eğlence ve zevk dünyasına kadar
zengin bir Ġstanbul hayatım bulmak mümkündür.
Ataî'nin Ġstanbul'u somut biçimde anlattığı eserleri mesnevileridir. Ġstanbul dıĢında
yazılan mesnevilerde özlediği bu Ģehri, mevsim mevsim hasret
duygularıyla dile getirir. Sobbetü'l-Eb-kâfın bütün sohbetlerinde,
çevre tasvirleri hep Ġstanbul'dan alınmadır. "Zenpâre-i âvârelerin
ahvâli beyânın-dadur" baĢlıklı hikâyede Üsküdarlı "KuĢu ipli"
demekle maruf bir hovardanın tuhaf hikâyesi (41 beyit) ile Ferdî adlı
bir mahbûbun baĢından geçenleri (103 beyit) sosyal hayat sahneleriyle
anlatır. Keza Nefhatü l-Ezbâr'da yer yer Ġstanbul'un bazı ahlaki
sorunlarına değinir. Ġstanbul'u en canlı Ģekliyle terennüm ettiği eseri
ise Sakînâme'dıt. Burada Haliç ile Boğaz'ın güzellikleri, mesireleri,
kasırları, tekkeleri vb övülür. Dil ü cana hoş cây-ı zibâdur ol / Meğer
mecmâ-i asr-ı İsa 'dur ol beyti ile baĢlayan Haliç bahsinde, Kafeslerde
var nice âlî makam / Olur aksi deryaya düştükçe dam / Kafes içre
rahşân meh-veşân / Olur peyker-i encüm-i asman (...) Geçer gah î
alay ile hûblar / Olur zevrak anlara dürc-i güher gibi pek çok beyit
yer alır. Boğaziçi'nin ve hisarların anlatıldığı "Menkıbet-hânî-i Hisâr-ı
gerdûn-iĢtihâr ve medh-i mesî-regâh" bölümünde de Boğaziçi'nin
mehtaplarından yerleĢim bölgelerine, ağacından çiçeğine, suyundan
toprağına bütün tabiatı ve coğrafyası; sosyal hayat ve eğlenceleri ile
hisarlar zengin motiflerle iĢlenir. Çekilmiş biri Göksu
ırmağına/Akıtmış biri bahri ayağına/ Mukabil durur iki dilkeş mahal /
Gören meyi eder birbirinden güzel (...) Eder lyş u nûş ehlini kâmyâb /
Koyu gölgelikte sürülmüş şarâb beyitleri bunlardandır. Biyografik
eseri Hada-iku'l-Hakaik'te de Ġstanbullu kiĢilerden söz açıldıkça, sık
sık benzetmelerle Ġstanbul anılır.
Bibi. Ataî, Külliyât (Divân ve Hamse), Nu-ruosmaniye Ktp. no. 3776; vr 49a-50a;
68a-70b, 87a-91b; A. S. Levend, Atayî'nin Hilye-tü'l-Efkâr'ı, Ankara,
1948, s. 4 vd; T. Karacan, Nev'îzade Ataî, Heft-hân Mesnevisi,
Ankara, 1974, s. 35 vd; Çelebi, Divan Şiirinde İstanbul, 50-51; Ergun,
Türk Şairleri, II, 541-543: A. Karahan, "Nev'îzade Ataî", lA, X, 226-
228.
ĠSKENDER PALA
ATAKÖY
1958'den baĢlayarak çeĢitli dönemlerde yapılmıĢ toplu konut ve tesislerden oluĢan,
Bakırköy îlçesi'ne(-») bağlı mahalleler grubudur. Gerek yapılarının
niteliği, gerek yerleĢme düzeni ve Ģehircilik anlayıĢıyla Bakırköy
Ġlçesi içinde ayrı bir uydu kent görünümündedir. Bakırköy'ün
güneybatısında, eski Ba-ruthane'nin bulunduğu bölgede, Emlak ve
Kredi Bankası (bugün Emlak Bankası) tarafından baĢlatılan
toplukonut inĢaatı aynı zamanda Türkiye'nin kent ölçeğinde
gerçekleĢtirilen en büyük toplu konut tasarımıdır. Ataköy projesi
toplam 12.000 konut ve 60.000 nüfusu öngörmektedir.
Güneyde sahil yolu ve Marmara Denizi, doğuda Bakırköy, batıda Ayamama Deresi
ve YeĢilköy, kuzeyde Londra Asfaltı (E-5, yeni koduyla 0-1) ile
sınırlanan ve 4.000.000 m2'lik bir alana yayılan Ataköy, dört
muhtarlıktan oluĢmaktadır.
1958'de baĢlanan Ataköy 1. Kısım, FiĢekhane, N. Tınaztepe ve Strasburg caddeleriyle
çevrilidir. 1990 nüfus sayımına göre nüfusu 1.500 civarındadır.
Mahallenin deniz tarafında, bugün deniz kirlenmesi yüzünden artık
plaj olarak yararlanılmayan, Ataköy'ün kurulduğu sıralarda ise
Ġstanbul'un en iyi ve modern tesisli plajlarından biri sayılan Ataköy
Plajı, Emlak ve Kredi Bankası Kampı, Ataköy motelleri yer alır.
Ataköy 2. ve 5. kısımlar doğuda Strasburg Caddesi, batıda Adnan Kahve-
Ataköy toplu
konutlarından
7. ve 8. kısım
(üstte) ile
5. kısımdaki
yerleĢmelerden
görünüm.
Hazım Okurer,
Nazım
Timuroğlu (alt)
ci Bulvarı, güneyde Rauf Orbay Caddesi ve Ali Rıza Efendi Caddesi, kuzeyde Lale
Sokağı, kuzeydoğuda Doktor Remzi Kazancıgil Caddesi ile sınırlıdır.
Tek muhtarlık olup 1990 sayımına göre nüfusu 10 bini aĢmaktadır. Bu
mahallenin sahilinde, marinayı ve Galleria'yı içeren otellerin, yat
kulübünün, restoran ve eğlence yerlerinin, çarĢıların, alıĢveriĢ
merkezlerinin yer aldığı geniĢ bir turizm kompleksi vardır.
Nüfusu 7.000'e yaklaĢan 3. ve 4. kısımlar, kuzeydoğuda Behçet Kemal Çağlar, batıda
Doktor Remzi Kazancıgil caddeleri, güneyde Ataköy 1. ve 2.
kısımlarla sınırlıdır. Ataköy ortaokul ve lisesiyle M. Üstündağ
Ġlkokulu bu mahallenin ortasında yer alır. 7, 8, 9, 10 ve 11. kısımlar
1990 sayımı sonuçlarına göre Bakırköy Zuhuratbaba Mahallesi'yle
birlikte 33-000'i aĢan nüfusa sahiptir.
Ataköy 6. Kısım'da inĢaat henüz baĢlamamıĢtır. Arazi, Ayamama Deresi'ne yakın
olup kısmen bataklık durumundadır. Ataköy'ün bütün kısımları ve
mahallelerinin kendi alıĢveriĢ bölgeleri, çarĢıları, spor tesisleri, çocuk
bahçe ve parkları vardır.
Ataköy'ün üzerine kurulu olduğu arazide, III. Selim dönemine kadar "Emekçi
Çiftliği" adıyla bilinen bir çiftlik vardı. 19. yy'da buraya bir baruthane
ile bir ispirto deposu kurulmuĢtu. Buradaki küçük bir limandan
gemilerin bir kısım ihtiyaçları da karĢılanabiliyordu. Bunların dıĢında,
bölge, bir yanı kumsal ve
ATAKÖY
378
379
ATANASĠOS I
Ataköy
Marina'dan
bir görünüm.
Bünyad Dinç
artık Ġstanbul ile birleĢtiği 1960 sonlarında planlanarak inĢaata baĢlandı. Arsa ve
diğer girdi fiyatlarının artmıĢ olması, maliyetleri yükselttiği için daha
mütevazı, daha küçük konutlar yapıldı. Bu kısımlar da ağırlıklı olarak
orta halli memurlar, aydınlar, orta katman aileler tarafından satın
alındı. 5. kısmın inĢaatına 1976'da baĢlandı. Konforlu, rahat prefabrik
binalar ilk kez 5. kısımda ya-
Ataköy
İstanbul Ansiklopedisi
deniz olan, büyük boĢ bir araziydi ve Baruthane adıyla bilinirdi.
II. Dünya SavaĢı'nı izleyen yıllara kadar istanbul'a yönelen ciddi bir iç göç yoktu.
Konut ihtiyacı ve gecekondulaĢma 1950'lere doğru kendini
göstermeye .' baĢladı. Ġstanbul'un 1950'lerden sonra artan konut
talebim karĢılayabilmek içirt Türkiye Emlak ve Kredi Bankası çeĢitli
bölgelerde toplu konutlardan oluĢan yeni mahalleler kurma iĢini
üstlendi. 1950'de Levent, daha sonra KoĢuyolu ve nihayet Ataköy
toplu konut projeleri birbiri ardına gerçekleĢtirilmeye baĢlandı.
Banka, Ataköy'ün üzerine kurulu olduğu araziyi, Makine Kimya
Endüstrisi Kurumu'ndan 1955'te satın alarak altyapı ve planlama
çalıĢmalarını baĢlattı. Kentin dıĢında kaldığı için arsa fiyatlarının
oldukça düĢük olması, öte yandan kente yakınlığı bu bölgenin
seçilmesinin baĢlıca nedenleriydi.
1. kısmın temeli 1958 baĢında atıldı. Apartman tipindeki konutlar, 3 veya 4 odalı
geniĢ evler olarak planlanmıĢtı. Konutlar uzun vadeli
kredilendirmeyle, yani küçük bir peĢinattan sonra aylık
taksitlerle ödeme koĢuluyla satıĢa çıkarıldı ve daha çok orta düzeydeki bürokratlar,
orta üst katmandan memur ve emeklilerce tercih edildi. 2. kısımda
konutların inĢaatına 1963'te baĢlandı. Apartman daireleri daha küçük
tutuldu. Bloklar denize dik olarak yerleĢtirildi ve binalar, geçiĢ
kolaylığı sağlamak üzere kolonlar üzerinde yükseltildi. 3. ve 4.
kısımlar, Ataköy'ün ve çevresinin
Galleria'nın genel
görünümü. Ara Güler
pildi. 9. ve 10. kısma, 1985'te baĢlanarak kısa sürede tamamlandı. Bu kısımlarda hem
15 katlı yüksek bloklar hem de 5 katlı apartmanlar yer aldı. Lüks
inĢaat kategorisine giren 9. ve 10. kısımlarda merkezi ısıtma sistemi
kullanıldı. Konutların fiyatları artık oldukça yükselmiĢti. Satın
alanların sosyal profili de değiĢmeye baĢladı. Varlıklı kesimler, orta
üst ve üst gelir grupları bu bölgeden konut aldılar. 1988'de yapımına
baĢlanan 7. ve 8. kısımlar, Ataköy konutlarına talebin fazlalığı
nedeniyle villadan, küçük apartman dairelerine kadar çok alternatifli
düĢünülmüĢtü. Bu kısımlarda, serpiĢtirilmiĢ bloklar yerine eski Türk
yaĢam biçiminden esinlenen bir yerleĢme düzeni oluĢturulmasına
çalıĢıldı.
Alçak bloklar arasında sokaklar, sokakların açıldığı meydanlar ve meydanları
çevreleyen blokların köĢelerine yerleĢtirilmiĢ dükkânlarla değiĢik bir
ortam yaratılmak istendi. Bu arada açık artırma ile gerçekleĢtirilen
satıĢlarda Ataköy konutlarının fiyatları olağanüstü yükselirken bu
yükseliĢ Ġstanbul konut piyasasına da sıçradı. Böylece, Ġstanbul'da orta
katmanların konut ihtiyacına elveriĢli koĢullarla cevap verebilmek
amacıyla kurulan Ataköy, son kısımlarında, her kesimden üst gelir
grubundan kiĢilerin rağbet ettikleri lüks bir yerleĢme bölgesi haline
geldi.
Günümüzde Ataköy, Ġstanbul'un düzenli, seçkin ve yer yer de lüks semtlerinden biri
sayılmaktadır. Semtte, çeĢitli kısımlara dağılmıĢ olarak çarĢılar,
okullar spor ve kültür tesisleri vardır. Sahildeki marina Ġstanbul'un en
önemli turizm komplekslerinden biri durumundadır. Yine Ġstanbul'un
en büyük alıĢveriĢ merkezlerinden Galleria ve Atrium Ataköy'dedir.
Londra Asfaltı'ndan güneye doğru
uzanan, 9. ve 10. kısımların da doğu sınırını çizen Ataköy Bulvan'nın doğusunda, 9.
ve 10. kısımların karĢısında, buz pateni salonu, kapalı atletizm salonu,
olimpiyat evi, açık yüzme havuzu, sporcu sosyal tesisleri gibi önemli
spor tesisleri sıralanmıĢtır. Ġkinci dereceden korunması gereken tarihi
eser sayılan eski Baruthane'nin dıĢının aynen restore edilmesiyle
düzenlenen Yunus Emre Kültür Merkezi de 9. kısımdadır. Bu
merkezde iki tiyatro sahnesi ve bir sanat galerisi vardır. Büyük
sahnenin bulunduğu salon 360 kiĢiliktir. Deneme sahnesi ise 260
kiĢilik salona sahiptir. Merkezde ayrıca 300 mz'lik bir sanat galerisi
bulunmaktadır.
ĠSTANBUL
ATAKÖY VAPURU
ġehir Hatları ĠĢletmesi vapuru. 1961'de Ġskoçya'da, Glasgow'da Fairfield Ship-
building Cop. tezgâhlarında inĢa edilen birbirinin eĢi 9 Ģehir hattı
vapurundan biridir. 780 grostonluktur. Boyu 69,9 m, geniĢliği 13,6 m,
su kesimi 2,6 m kadardır. Her biri 800 beygirgücünde iki makinesi
vardır. Kazanı akaryakıtla ısıtılmaktadır. Çift uskurludur. Daha çok
Köprü-Kadıköy arasında çalıĢmaktadır. ESERTUTEL
Ataköy Vapuru
Eser Tutel
ATANASĠOS I
(yak. 1235, Adrianopolis [Edime] - yak. 1315, Konstantinopolis) Konstantinopo-lis
patriği (Ekim 1289-Ekim 1293; Haziran 1303-Eylül 1309). Ölümünün
ardından, 14. yy'ın ikinci yarısında, Bizans kilisesi tarafından aziz ilan
edildi; yortu günü 28 Ekim'dir.
YaĢamının ilk yansım Bizans Impara-torluğu'nun değiĢik yörelerinde muhtelif
manastırlarda keĢiĢlik yaparak geçiren Atanasios, 1282'de tahta çıkan
Ġmparator II. Andronikos (bak. Paleologos Hanedanı) tarafından
Konstantinopo-lis'e çağrıldı ve kentin Kseralofos Tepe-si'nde bir
manastıra yerleĢtirildi. 1285'te, Kiliselerin BirleĢmesi(-0 taraftarı
Patrik Ġoannes Bekkos'un görevinden azledil-diği Blaherna Konsili'ne
katıldı. Dört yıl sonra imparator kendisini patrik tayin etti. Ancak
koyu disiplin taraftarı ve fanatik bir din adamı olan Atanasios, aynı
zamanda Anadolu'da Türklerin korkusuyla görev bölgelerini
(metropolitlik-ler) terk edip baĢkente gelmiĢ bulunan çok sayıdaki
piskoposa karĢı açtığı Ģiddetli kampanya yüzünden, manastır ve kilise
çevrelerinin tepkilerini topladı ve iki kez görevinden uzaklaĢtırıldı.
Atanasios patriklik dönemlerinin her ikisinde de Bizans kilisesi çeĢitli dıĢ ve iç
sorunlarla çalkalanmaya devam etti. Bunlardan biri 1274'teki Lyons
Konsi-li'nden beri süregelen Kiliselerin BirleĢmesi davası, diğeri de
1265'te Ġmparator VIII. Mihael Paleologos'un(->) meĢruiyetini
tanımamakta direndiği için patriklik tahtından indirilen Arsenios
Autorianos'tan sonra seçilen patrikleri kabul etmeyen ve Arsenitler
adıyla anılan bir grubun neden olduğu iç çekiĢmelerdir. Arsenitlere
karĢı sert bir kampanya sürdüren Atanasios'un ikinci patriklik
döneminin bitmesiyle, bu sorun sona erdi.
ATANASĠOS KĠLĠSESĠ
380
381
ATATÜRK ARBORETUMU
Atatürk Havalimanı
Şemsi Güner
tinghouse-IG White firmasıyla yapılan bir anlaĢma uyarınca 1949-1953 arasında
uluslararası normlarda inĢa edildi. 12.000 m2'lik bir alanı kaplayan bu
meydan tesisleri hem iç, hem dıĢ seferler için hizmet veren bir
terminal binası, bir hangar ve servis yapılarından oluĢuyordu. 2.300 m
uzunluğunda pisti ile bu meydan, yılda 500.000 yoku kapasitesi ile
1957'ye kadar yeterli olmuĢtur. Bu yıldan sonra uluslararası seferlerde
jet uçaklarının kullanılmaya baĢlanması, alanın kullanımını
kısıtlamıĢtır. Gerçi 1960 ile 1970 arasında yolcu sayısında yüzde 25
dolayında artıĢ olmuĢ ve bu oran giderek büyümüĢtür. Fakat 1969'dan
bu yana terminal tesislerinin yeniden planlanarak kapasitelerinin
artırılması gündeme gelmiĢ ve 1971'den baĢlayan plan hazırlıkları
sonucunda 1975'te inĢaata giriĢilerek sekiz yıl içinde yeni terminal
1.275 hektarlık bir alan üzerinde gerçekleĢtirilmiĢ ve 7 Ekim 1983'te
çalıĢmaya baĢlamıĢtır. Eski do-ğu-güney pisti 2.300 m, yeni kuzey-gü-
ney pisti 3.000 m'dir. Yeni terminal binasının bitirilen birinci bölümü
70.000 m"dir. 1.000 araçlık bir otopark imkânı olan alanın yıllık yolcu
kapasitesi, bittiği tarihte, 5.000.000'du.
Terminal binası, yapıldığı dönemde, iç hatlara tahsis edilen eski yolcu salonu ile
birlikte kentin hava ulaĢım gereksin-
melerini karĢılayabiliyordu. Yeni terminal binasına aynı anda dokuz uçak köprülerle
yanaĢabilmekte, ayrıca apronda on uçak park edebilmektedir.
Terminal, yapıldığı dönemin bütün teknik, konfor ve emniyet
gereksinmelerini karĢılamaktaydı. Ne var ki, turizmin giderek artan
yoğunluğu, havayollarının, özellikle "chaıter" servislerinin,
uluslararası yolculukta daha çok yeğlenen bir ulaĢım araeı olması,
özel uçak trafiğinin ve Türk Hava Yollan'nın dıĢ seferlerinin artması
gibi nedenlerle, eski YeĢilköy terminalinin kapasitesinin 1980'li
yılların sonunda büyük ölçüde artırılarak hemen hemen iki katına
çıkarılmasına karĢın, bugün Atatürk Havalimanı istanbul'un hava
ulaĢımı ihtiyacını karĢılamaktan çok uzaktır. Terminaldeki yolcu
salonları 1993'te yapılan değiĢikliklerle iki katına çıkarılmıĢtır.
Ġstanbul'a eski çevre yolu ile bağlanan terminale TEM ve Marmara
kıyısından gelen yollar da geliĢtirilerek, üçüncü bir yol daha
bağlanmıĢtır. Havalimanına yeni bir genel müdürlük binası yapılmıĢ,
hangarlar, servisler, bürolar ve otoparklar ilave edilmiĢtir. Dünyanın
bütün büyük kentlerindeki havalimanları gibi Atatürk Havalimanı da
sürekli büyümektedir. Bu durum, baĢından beri planlanan 2 no'lu
terminal binasının yapılmasını zorunlu kıldığı gibi kentin yeni
planlamasında baĢka havalimanlarının da ya-
ATATÜRK HEYKELĠ
Sarayburnu'nda Gülhane Parkı kapısının karĢısındaki alandadır. Anıtın yerleĢtirildiği
nokta Atatürk'ün KurtuluĢ Sa-vaĢı'nı baĢlatmak için Samsun'a yola
çıktığı yerdir. Yapıt Türkiye'deki ilk figüratif heykeldir.
Cumhuriyet'in ilanından sonra KurtuluĢ SavaĢı'mn önemli basamakları bir dizi
heykelle anıtlaĢtırılmak istenmiĢti. Türkiye'nin pek çok yerini
kapsayan bu program çerçevesinde Sarayburnu Atatürk Heykeli
Avusturyalı heykeltıraĢ Heinrinck Krippel'e verildi. Krippel'in
Türkiye'deki ilk çalıĢması olan heykel, sanatçının Viyana'daki
atölyesinde gerçekleĢtirildi. Dökümü Viyana'da BirleĢik Maden
ĠĢletmeleri'nde yapıldı; daha sonra parçalar Türkiye'ye taĢınarak
sanatçının denetiminde yerlerine yerleĢtirildi. Heykelin yapımına
1925'te baĢlanmıĢ, açılıĢı 3 Ekim 192ö'da yapılmıĢtır.
Bronzdan dökülmüĢ olan heykel, Atatürk'ü sivil giysili, baĢı açık, sol elini beline
dayamıĢ, sağ kolunu aĢağı uzatmıĢ olarak gösterir. Heykel, yüksekliği
3 m'ye yaklaĢan, yukarı doğru hafifçe incelen, mermer ve granitten,
dörtgen bir kaideye oturur. Kaide de iki katlı, dörtgen bir platformun
üzerinde yer alır. Birinci kata dört, ikinci kata üç basamakla çıkılır.
Alanın dıĢ çevresi 70 cm yüksekliğinde alçak bir duvarla çevrili1 dir.
Üzeri üçgen, kare ve altıgen motiflerle dekore edilmiĢ olan duvarda
l'er m aralıklarla, l'er m yüksekliğinde sütunlar kullanılmıĢtır. Bu
sütunların kubbeye benzer baĢlıkları vardır. Benzeri elemanlar
kaidenin yer aldığı noktanın çevrelenmesi için daha küçük ölçülerde
tekrarlanmıĢtır.
Bu dönemde Türkiye için yeni bir yaklaĢım olan figürlü anıt aslında Avrupa'da
yaygın bir anıt tipiydi. Bu anlayıĢın en tipik özelliklerini taĢıyan
heykel,
Atatürk Heykeli, Sarayburnu
OnurDirikan, 1993
alan düzenlemesi, çevre iliĢkileri, kaide biçimi, modelin anlatım yöntemi konusunda
Batı Avrupa'da 19. yy'dan itibaren yaygınlaĢan tercihin açık izlerini
taĢır. Heykelin büstünden kalıplar alınarak birçok resmi bina ve alana
kopyaları yerleĢtirilmiĢtir.
FATMA AKYÜREK
ATATÜRK KĠTAPLIĞI
Taksim'de, Mete Caddesi üzerinde, Ġstanbul BüyükĢehir Belediyesi Kütüphane ve
Müzeler Müdürlüğü'ne bağlı, halka ve özel araĢtırmacılara hizmet
veren kütüphane.
Ġstanbul'da ilk belediye kütüphanesi 1924'te ġehremaneti Dairesi'nde oluĢturuldu.
Daha sonra Vali ve Belediye BaĢkanı Muhittin Üstündağ
baĢkanlığında Fuat Köprülü, Halil Edhem, Süheyl Ün-ver ve Osman
Nuri Ergin'den kumlu bir komisyonun çalıĢmasıyla 1929'da ġiĢli
Atatürk Evi'nde toplanmaya baĢlanan ve 1931'de de Beyazıt
Medresesi'ne taĢınan koleksiyon 10 Temmuz 1939'da Belediye
Müzesi ve Kütüphanesi olarak açıldı. Kütüphane, satın alma ve büyük
çapta bağıĢlarla büyüyünce, 1945'te müze buradan ayrıldı. Büyümenin
sürüp gitmesiyle 1960'lı yıllarda kütüphane koleksiyonu da medreseye
sığamaz oldu. 3 Mart 1981'de Koç Topluluğu tarafından yapılan yeni
binasına taĢınarak ferah bir mekâna kavuĢan kütüphane 24 Nisan
1981'de Atatürk Kitaplığı adıyla hizmete girdi.
Bugün Atatürk Kitaplığı her kesimden okuyucuya, 4'ü kendisine bağlı Kadın Eserleri
Kütüphanesi'nde olmak üzere 8'i kütüphaneci, 67 personelle hizmet
vermektedir. 180.000 dolayındaki genel dermesi içinde yaklaĢık
70.000 Türkçe, 30.000'e yakın yabancı dilde, 17.000 kadar
Osmanlıca, 17.000 kadar da süreli yayın vardır. ÇeĢitli yazma, al-
Atatürk'ün Pera Palasta kaldığı (1918) süitin salonundan bir görünüm. Pera Palas
Oteli Müdürlüğü 'nün izniyle
jestle uzatan Atatürk'ün sağında aydınlanmayı simgeleyen meĢale tutan bir genç kız.
solunda bayrakla ulusal devleti simgeleyen bir genç erkek figürü
vardır, ideolojik bir tavırla Atatürk'ün gençliğe hitabesini
somutlaĢtıran ve üniversite önündeki yeri ile yol gösteren bilime
adanmıĢ bu kompozisyon, Batı heykel sanatının özellikle totaliter
kültür ortamlarında I. Dünya SavaĢı'n-dan sonra oluĢturdukları
neorealist ve klasisist bir üslupta tasarlanmıĢtır. Oldukça alçak ve
kademeli kaidesi, 4 m yüksekliğindeki bu bronz heykelle gözlemciyi
kaynaĢtıran bir nitelik taĢır. Bu amacına uygun olarak 27 Mayıs 1960
hareketi öncesinde ve sonrasında öğrencilerin gerçekleĢtirdikleri
birçok eyleme sahne olmuĢtur.
ĠSTANBUL
ATATÜRK VE ĠSTANBUL
14 Mayıs 1899-10 Kasım 1938 tarihleri arasındaki yaklaĢık 40 yıllık sürecin 1919'a
kadarki ilk 20 yılında Ġstanbul'un, Atatürk'ü çok yönlü etkilediği
gözlemlenir. Buna karĢılık 1919-1938 arasında Ġstanbul'la ilgili yeni
durum ve geliĢmelerde Atatürk'ün kararlan etkili olmuĢtur. Bu iki
açıdan bakılınca Atatürk'le Ġstanbul arasındaki iliĢkiler üç aĢamalıdır:
Atatürk'ün öğrenimini ve askerlik kariyerini tamamladığı ilk dönem
(1899-1919); Atatürk'ün önderliğindeki Kuva-yı Milliye ve
Cumhuriyet yönetimi ile Ġstanbul'daki saltanat yönetimi ve eski
payitaht kurumlan arasındaki kırgınlık dönemi (1919-1924);
Atatürk'ün yakın ilgisiyle Ġstanbul'un Türkiye'nin kültür, sanat, spor,
turizm merkezi olması çabalarının öne çıktığı son dönem (1924-
1938).
Atatürk'ün Ġstanbul'a ilk geliĢ tarihi 14 Mayıs 1899'dur. Bu tarihte Harbiye
Mektebi'ne yatılı olarak kaydolmuĢ, er-kân-ı harp (kurmay)
sınıflarıyla birlikte
1904'e değin aralıksız 5 yıl Ġstanbul'da okumuĢtur. 20-25 yaĢ arasındaki gençlik
dönemine rastlayan bu yıllar zarfında, Mustafa Kemal'in, çevresindeki
soylu ve zengin ailelere mensup arkadaĢ grubundan Ġstanbul'a özgü
incelikleri, yaĢam anlayıĢını özümsediği, kibar kiĢiliğinin oluĢumunda
bu kabulleniĢinin payı olduğu söylenebilir. Ali Fuat Cebe-soy'un Sınıf
Arkadaşım Atatürk adlı anı kitabı, bu yargıyı doğrulayan bir dizi
anekdot ve açıklama içerir. Örneğin Be-yoğlu'nun renkli dünyasına
Mustafa Kemal'in de katılıĢı bu grupla olmuĢtur. Onlarla Zeuve
Alman Birahanesi'nde içmiĢ, Ġngiliz Con PaĢa'nm lokantasına birçok
kez gitmiĢ, Taksim Bahçesi'nde müzik dinlemiĢ, Adalar'da çamlar
altında sabahladığı olmuĢtur. Her Ġstanbullu gibi o da Alemdağı
mesiresine gitmiĢtir. Mercan'daki ünlü Altın Makas Terziha-nesi'nde
ilk kurmay subay üniformasını diktirdiği de biliniyor. Fakat, Ġstanbul
yaĢamıyla böylesine kaynaĢmıĢken II. Abdülhamid'e suikast
hazırlayanlar arasına adının karıĢması ve benliğini derinden yaralayan
bir tutuklanmanın ardından 1905'te ġam'daki 5. Ordu'ya bir anlamda
sürgün olarak atanması, Ġstanbul'dan buruk duygularla ayrılmasının
nedenleridir.
31 Mart Olayı'ndan sonra 23 Nisan 1909'da Ġstanbul'a giren Hareket Ordu-su'nun
kurmay subayları arasında yer alan Atatürk, ayaklanmanın bastırılması
üzerine Selanik'teki görevine döndü. Bundan sonra, görev
değiĢiklikleri nedeniyle 1912, 1913 ve 1915'teki kısa sürelerle
Ġstanbul'da kaldığı biliniyor. 1917'de Suriye'den Ġstanbul'a izinli
geliĢinde Veliaht Vahideddin ile Almanya gezisine çıkmıĢ, dönüĢünde
yine Suriye'ye gitmiĢtir. 13 Kasım 1918'deki Ġstanbul'a geliĢi, Ġtilaf
Devletleri ortak donanmasının Ġstanbul'a demir attığı gün-
lere rastlamıĢtır. Ġlk birkaç gününü Pera Palas'ta geçiren ve dağıtılan 7. Ordu'nun
komutanı Mirliva (tümgeneral) Mustafa Kemal PaĢa sanıyla Harbiye
Nezareti'ne gidip gelmeye baĢlayan Atatürk'ün, 16 Mayıs 1919'a kadar
7 ay kaldığı Ġstanbul'da ilginç giriĢimleri, iliĢkileri saptanıyor. Kentin
kaderinin istilacılar, saltanat yönetimi ve azınlıklar arasında pazarlık
konusu olduğu bu aylarda, Vahi-deddin'in kızı Sabiha Sultanla
evlendirilip hanedan damadı olması gündeme gelirken o, Beyoğlu'nda
Bursa Soka-ğı'nda oturan Madam Corinne adlı, çok iyi piyano çalan,
Ġtalyanca, Fransızca bilen fevkalade kibar bir Levanten hanımla
dostluk kurmuĢtur. PadiĢah damatlığı konusundaki kararsızlığını ise
arkadaĢı Rasim Ferid (Talay), kendisini caydırarak gidermiĢtir.
YaĢama bakıĢında, ka-dın-erkek iliĢkilerini algılayıĢında, Ba-tı'yı
örnek seçiĢinde ise Ġstanbullu dul Levanten hanımın etkili olduğunu,
bizzat Atatürk, çok sonraki yıllarda itiraf etmiĢtir.
Öte yandan ilginç bir giriĢimi, aylıklarından artırabildiği bir miktar parayı yatırarak
arkadaĢı Ali Fethi (Okyar) ve Dr. Rasim Ferid'le Minber gazetesini
çıkarmasıdır, l TeĢrinisani 1334/1 Kasım 1918 günü ilk sayısı
yayımlanan bu gazetede, gerçi onun imzasıyla veya takma adıyla
çıkmıĢ bir yazıya rastlanmaz. Buna karĢılık, "Mustafa Kemal PaĢa ile
Mülakat", "Nihüfte Bir Sima" baĢlıklı iki yazı kendisiyle ilgilidir
(Minber 16. ve 18. sayılar). Bu yazılardan, 19 TeĢrinisani 1334/19
Kasım 1918 tarihlisi Ģu cümleyle biter: "Herhalde istikbal-i vatan
Mustafa Kemal PaĢa'dan büyük hizmetler beklemekte haklıdır."
KuĢkusuz, o gün için Minber'in okuyucularından hiçbiri, Ġstanbul'un
gelecekteki yazgısının da Mustafa Kemal'in kararlarıyla
belirleneceğim düĢünmemiĢlerdir. Minber 52 sayı çıkmıĢtır.
Ġstanbul'daki bir görevi de seryaver-i Ģehriyarilik (padiĢah yaverliği) olan Mustafa
Kemal PaĢa'nm Pera Palas'ta çok kalmayarak Beyoğlu'nda dostu Salih
Fansa'mn evine geçtiği biliniyor. Yeni bir görev verilinceye kadar
uzun bir zaman Ġstanbul'da kalacağını öğrenince de ġiĢli'de Osep
Kasapyan'ın (bugün Atatürk Müzesi) evini tutmuĢ, Akaret-ler'deki
lojmanda oturan annesi ile kız kardeĢini de bu evin üçüncü katına
almıĢtı. Burada, 16 Mayıs 1919'da Samsun'a gitmek üzere
Ġstanbul'dan ayrılıncaya değin oturan Atatürk'ün, Anadolu'ya geçmek,
halka dayalı bir mücadele baĢlatmak kararını bu evde aldığı,
arkadaĢlarıyla siyasal gündemli toplantılarını burada yaptığı
yaĢamöyküsünde vurgulanır. Yaverlik görevi nedeniyle Yıldız
Sarayı'na gidiĢlerinde Vahided-din'le birkaç kez ülke sorunlarını
görüĢtüğü de bilinir. Bir keresinde Vahided-din'in kendisine "PaĢa,
ben her Ģeyden evvel Ġstanbul halkını doyurmak mecburiyetindeyim.
Ġstanbul halkı açtır" dediği, Atatürk'ün de bunu, padiĢahın ön-
celikle Ġstanbulluları kazanmak ve gelecekte onlara dayanmak amacında olduğu
biçiminde yorumladığı rivayet edilir. Sık sık Babıâli'ye giden, tanıdığı
nazırların odalarına girip iĢgal sorunlarım görüĢen Atatürk, 14 Mayıs
1919 günü akĢamı Sadrazam Damat Ferid PaĢa'nm konağında
davetliler arasındadır. Yemekten çıkınca NiĢantaĢı'ndan TeĢvikiye'ye
doğru yürürlerken Erkân-ı Harbi-ye-i Umumiye Reisi (genelkurmay
baĢkanı) Cevad PaĢa (Çobanlı) sorar: "Bir Ģey mi yapacaksın Kemal?"
"Evet. Bir Ģey yapacağım!" Bu kesin ve kısa ifade, Milli Mücadele
kararının Ġstanbul'da verildiğine kanıt gösterilir.
15 Mayıs 1919 günü Vahideddin, Atatürk'ü son kez kabul ettiğinde, aralarındaki kısa
konuĢmanın bitiminde padiĢahın kendisinden memleketi kurtarmasını
istediği sonradan açıklanmıĢtır. Ertesi gün ordu müfettiĢi göreviyle
Ġstanbul'dan ayrılmazdan önce, yaver-i ekrem olduğu için ilkin
padiĢahın maiyetinde BeĢiktaĢ'ta Sinan PaĢa Camii'n-cleki selamlık
alayına katılmıĢ, namaz sonrasında hünkâr mahfilinde Vahided-din'le
vedalaĢıp iskeleye inmiĢ; buradan bir istimbotla Bandırma Vapuru'na
geçmiĢtir.
Ġstanbul'dan ayrılıĢı sırasındaki düĢüncesi, buradaki aydınların ve vatanseverlerin
umutsuz, karamsar ve isteksiz oldukları, siyasal bir birliğin
bulunmadığı, Türk varlığına düĢman odakların Ġstanbul'da giderek
güçlendikleri yönündeydi. Bu kanısından dolayı, Milli Mücadele
boyunca Ġstanbul'daki kadrolarla iliĢkisi giderek sertleĢmiĢ ve aradaki
güvensizlik artmıĢtır. Buna karĢın, Atatürk'e ve Milli Mücadele'ye
sürekli destek sağlayan asker ve aydın kesimler de eksik olmamıĢtır.
16 Mart 1920'de Ġstanbul resmen iĢgal edilince dağıtılan Meclis-i
Mebusan'ın birçok üyesiyle birlikte aydınların da Ankara'ya gelmeleri
için çaba göstermiĢ; gelen subaylar, doktorlar, hukukçular, yazar,
gazeteci ve ozanlar, Ulusal KurtuluĢ SavaĢı'nın aktif kadroları
arasında yerlerini almıĢlardır. Ankara aleyhine çalıĢan saray ve
Babıâli ile Ġstanbul halkını ayrı tutmak gerektiği görüĢünü savunan
Atatürk, Ġstanbul'a duyulan tepkilere karĢı "hükümetimizi ve
ordumuzu kuvvetlendirmek için muhtaç olduğumuz maddi ve manevi
unsurların çoğunu bize Ġstanbul veriyor. Bu güzel vatan parçasıyla
irtibatımızın kesik olmasından elem duymaktayız. Onu esaretten
kurtarmak vazifesi gene bize düĢüyor" diyerek tepkilerin düĢmanlığa
dönüĢmesini önlemeye çalıĢmıĢtır.
KurtuluĢ SavaĢı zaferle sonuçlanıncaya değin Ġstanbul basınının Ankara'ya yeterince
sıcak baktığı söylenemez. Ġstanbul'daki kurum ve kuruluĢlar da kesin
sonuca değin sessiz kalmayı yeğlemiĢlerdir. 4 Nisan 1922'de Rus
heyetine cepheyi gezdiren Mustafa Kemal PaĢa'nm "milli kuvvetlerin
Ġzmir'i de Ġstanbul'u da kurtaracaklarını" söylemesi, Ġs-
30 Haziran
1927 tarihli
Akbaba'nm
Atatürk'ün
istanbul'u
ziyareti
nedeniyle
düzenlenmiĢ
ilk sayfası.
Nuri Akbayar
koleksiyonu
tanbullular için de artık inanılır ve beklenen vaat olarak baĢkent basınına yansımıĢtır.
Zaferden (30 Ağustos 1922) ve Ġzmir'in kurtuluĢundan (9 Eylül 1922)
hemen sonra, 10 Eylül 1922'de Ġstanbul Darülfünunu Edebiyat
Medresesi Müderrisler Meclisi'nin Mustafa Kemal Pa-Ģa'ya fahri
müderrislik vermesi de anlamlıdır. Mustafa Kemal, Vakit gazetesi
baĢyazarı Hakkı Tarık'a (Us) Ġzmir'de verdiği demeçte "Ġstanbul'la
yakında birbirimizi kucaklayacağız. Ġstanbul'un kurtuluĢu yakındır"
demesi ise baĢkentte yankılar uyandırmıĢ ve genel havanın tamamen
Ankara Hükümeti lehine dönmesinde etkili olmuĢtur. 30 Ekim'de
Bursa'ya gelen Ġstanbul muallimleri ile söyleĢisinde Atatürk'ün
"istanbul'un nur ocaklarını temsil eden heyetiniz karĢısında duyduğum
zevk sonsuzdur" demesi de anlamlıdır. 12 Aralık 1922 günü çıkan
Vakit gazetesinde ise "istanbul halkını, memur ve gazetelerini
baĢlıbaĢı-na Ģayan-ı itimat bir kuvvet telakki edebiliriz" cümlesiyle
baĢlayan bir demecinin yer aldığı görülmektedir. Bu, saltanatın
kaldırılmasından ve Ġstanbul'un fiili baĢkentliğinin sona ermesinden
sonra, ulusal iradenin Ġstanbul'a bakıĢının
bir ifadesi olarak değer taĢır. 6 Haziran 1923 tarihinde de istanbul ġehreminliği
tarafından kendisinin "tabii hemĢeri" ilan edilmesi üzerine daha
anlamlı bir demeç verdiği saptanıyor: "Ġstanbullular çok sıkıntı
çekmiĢlerdir. Fakat hür ve serbest yaĢamak zamanı yaklaĢmıĢtır.
Ġstanbul'u hür bir milletin kâbesi olarak göreceğimizden eminim." 22
Haziran 1923 tarihli Ġstanbul gazetelerinde yayımlanan uzun
demecinde ise "Türk ve Müslüman istanbul, Milli Mücadele boyunca
millet ve vatan aĢkımızın mukaddes ve ulvi bir mihrabıdır. Her
Türkün ve Müslümamn kalbi, Ġstanbul aĢkının, Ġstanbul hasret ve
iĢtiyakının halimidir. Dört-beĢ asırlık milli mesaimizin mahsulü bu
güzide Ģehrimizde toplanmıĢtır. Milli kabiliyetimizin ebedi ve beliğ
birer niĢanesi olan bina, abideler, müesseseler hep oradadır" demesi
Atatürk'ün Ġstanbul'u, politik çalkantılardan, genel yönetim
külfetlerinden arındırılmıĢ bir kültür merkezi konumunda tutmayı
tasarladığını düĢündürür.
29 Haziran 1923 genel seçimlerinde en yakın dava arkadaĢlarından Rauf Or-bay,
Fevzi Çakmak, Fethi Okyar, Kâzım Karabekir, Refet Bele, Hamdullah
Suphi
ATATÜRK VE ĠSTANBUL
390
391
ATATÜRK VE ĠSTANBUL
-
>,ifcsj£
1929'daki
geliĢinde
HaydarpaĢa
Garı'ndan
kendisini
Dolmabahçe'ye
götürecek
motora
giderken.
Fotoğrafla Atatürk,
1939
Atatürk
Serbest
Cumhuriyet
Fırkası'nı kuran
Ali Fethi Bey'le
(Okyar)
birlikte,
Yalova, 1930.
Fotoğrafla Atatürk,
1939
yaret etti. Ürdün Kralı Abdullah'ı Beylerbeyi Sarayı'nda ağırladı. Prof. Pit-tard'la dil
ve tarih konularını tartıĢtı. 20 Eylül'de Dolmabahçe Sarayı'nda
toplanan II. Tarih Kurultayı'na katıldı. Ġsmet Ġnönü'nün baĢvekillik
görevinden alınıp Celal Bayar'ın vekâleten bu göreve getiriliĢi de
Ġstanbul'da oldu.
18 Ocak 1938'de Ankara'da içiĢleri Bakanlığı'na giden Atatürk'e H. Prost'un
hazırladığı Ġstanbul'un imar planı ve maketi hakkında brifing verildi.
KuĢkusuz o çevresinde çağdaĢ dinlenme tesis-
gösterimle izlediği, Yalova'ya geçip buradaki bataklığın kurutulması çalıĢmalarıyla
ilgilendiği, istanbul ve çevresinde ağaçlandırma yapılması için emirler
verdiği vb giriĢimleri saptanmaktadır. Unutulmayan bir baĢka anı, 13
Aralık 1930 günü Darülfünun'u ziyaretidir. Öğrencilere "Bilim uğruna
ölmeyi değil yapmayı isteyin!" öğüdünde bulunmuĢtur. Bu bir aylık
gezinin programının, kentin her yönü hakkında bilgilenmeyi
sağlayacak yoğunlukta tutulduğu görülür. KazlıçeĢme'yi, Yedikule'yi,
Bakırköy sanayi bölgelerini, ÇarĢıkapı'daki ayakkabıcılar sergisini,
Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası'nı ve mağazasını, Sultanahmet
Trikotaj Fabrikası'nı, Karaağaç Mez-bahası'nı, Kâğıthane Köyü ile
Süleyma-niye'deki Ġtfaiye Alayı'nı ve Darülace-ze'yi gezen Atatürk,
vilayeti, belediyeyi, Halk Partisi ocaklarını, kolordu karargâhını,
Kadırga Maarif Cemiyeti'ni ziyaret etmiĢ, Türk Ocağı'ndaki
konuĢmasında gençlere "Demokrasinin ne olduğunu halka anlatalım"
mesajını vermiĢtir. Kısa Trakya gezisinden dönüĢünde ise Menemen
Olayı'nı öğrenmiĢ ve Dolmabah-çe Sarayı'nda, TBMM BaĢkanı Kazım
PaĢa (Özalp), BaĢvekil Ġsmet PaĢa (Ġnönü) ve Genelkurmay BaĢkanı
Fevzi PaĢa (Çakmak) ile bir toplantı yaptıktan sonra Ankara'ya
dönmüĢtür.
Atatürk 1931 yazında 21 Temmuz' dan 25 Eylül'e kadar süren tatilinin büyük
bölümünü Yalova'da geçirdi. Bir sabah erkenden (güneĢ doğmadan)
Eyüp sırtlarına gelerek Ġstanbul'un Ģafak manzarasını izlemesi,
buradan YeĢilköy'e ve Halkalı'ya gitmesi, dönüĢünde yine halkın
arasına karıĢıp banliyö trenine binmesi, kendisini tanıtmadan, yakın
köylerden Ġstanbul'a hayvanlarıyla kavun,
karpuz, meyve getiren köylülerle pazarlık edip bir araba kavun, altı küfe üzüm
alması, bu yazın ilginç anılarındandır. Giderek Ġstanbul'a daha çok
ısınan ve kıĢ tatillerini de burada geçiren Atatürk, 12 Ocak-4 Mart
1932 tarihleri arasında yine Ġstanbul'daydı. Elhamra Sinema-sı'nda
Kongre Eğleniyor, Opera Sinema-sı'nda Çanakkale filmlerini,
Darülbeda-yi'de Yalova Türküsü ve Akın piyeslerini, Galatasaray
Lisesi müsameresini izledi. Dolmabahçe Sarayı'nda alaturka fasıllar
dinledi, Maksim'de baloya katıldı. ġehir içinde ve Boğaz'da geziler
yaptı. O yılın 16 Temmuz'undan 21 Ekim'ine değin süren uzun yaz
tatilini de çoğunca Yalova'da geçirdi. Artık Ġstanbullular için Yalova
bir yazlık olmuĢtu. Dünya güzeli seçilen Keriman Halis'i kabul eden
Atatürk "Türk ırkının soylu güzelliğini" vurgulayan bir mesaj
yayımladı. 1932 yazında Florya ile de ilk kez yakından ilgilendi.
Burasının, bir plaj olarak düzenlenmesi emrini verdi. Çamlıca
tepelerini gezerek korumaya ve park olarak imar kapsamına
alınmasını istedi. 20 Eylül'den sonra dil çalıĢmalarıyla ilgilenmeye
baĢladı. Ġstanbul'da oluĢturulan Türk Dili Tedkik Cemiyeti
MüteĢebbis Heyeti'ne koruyucu baĢkan oldu. 26 Eylül 1932'de ilk dil
kurultayı, Dolmabahçe Sarayı'nda toplandı. Ġstanbul'a gelen ABD
Genelkurmay BaĢkanı Mac Artur, dil çalıĢmalarının ikinci oturumunu
Atatürk'le birlikte izledi. Kurultay çalıĢmaları 5 Ekim'e kadar sürdü. 4
Ekim günü Diyarbekir gazetesine Ģu demeci verdi: "Diyarbekirli,
Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, Ġstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı,
hep bir ırkın evlatları hep aynı cevherin damarlarıdır." Atatürk'le
Ġsmet Ġnönü arasındaki ilk açık tartıĢma ve kırgın-
lık da bu tatilde, Yalova'daki Gazi KöĢ-kü'nde, kendisine dizbağı niĢanı verilmesi
nedeniyle çıktı.
8-26 ġubat 1933 tarihleri arasında bir kez daha Ġstanbul'a gelen Atatürk, Top-kapı
Sarayı'ndaki düzenlemeleri gördü. Tokatlıyan'da Vali Muhiddin
Bey'le (Üs-tündağ) yemek yiyerek kentin baĢlıca sorunlarını görüĢtü.
Kadıköy-Köprü vapurunda halkın arasına oturdu ve sohbet etti. 31
Mayıs 1933'te Darülfünun'un kapatılmasından bir ay sonra 30 Haziran
günü ikinci geliĢinde, Ġstanbul Üni-versitesi'nin kurulması
çalıĢmalarıyla ilgilendi. Okul sınavlarında bulundu. 7 Eylül'e kadar
süren tatilinin çoğu günlerini Yalova'da geçirdikten sonra trenle
Ankara'ya döndü. 11 Eylül'de tekrar Ġstanbul'a gelerek Yunanistan
BaĢbakanı Venizelos ile Türk-Yunan AntlaĢma-sı'nın imza töreninde
bulundu. 4 Ekim günü Yugoslavya Kralı Aleksandr ile Kraliçe Mari'yi
konuk etti. 9 Ekim'de Ankara'ya döndü.
Soyadı Kanunu'nun kabul edildiği gün (21 Haziran 1934) Ġran ġahı Rıza Pehlevi'yi
konuk eden Atatürk, onunla 26 Haziran'da Ġstanbul'a geldi. Harp
Akademisi'ni birlikte ziyaret ettiler. ġah Ġstanbul'dan ayrıldıktan sonra
Atatürk Yalova'da dinlendi. 12-18 Ağustos 1934 tarihleri arasında
Dolmabahçe Sarayı'ndaki II. Dil Kurultayı çalıĢmalarını izledi. 20
Eylül'de Ankara'ya döndü.
1935 yılı boyunca, ocak. Ģubat, mayıs, haziran aylarında dört kez geldiği Ġstanbul'dan
Ege seyahatine çıktı; Hürri-yet-i Ebediye Tepesi'nde düzenlenen
manevraları izledi. 28 Haziran'dan 21 Eylül'e kadar, Yalova'da,
Florya'da dinlendi. Edebiyatçıları, tarihçileri, askerleri, müzisyenleri
toplayarak kültür so-
runlarım tartıĢtırdı. Özellikle de düğün ve balolara katılarak bu tür sosyal
etkinliklerin birer curcuna havasında değil, çağdaĢ ve geliĢmiĢ bir
toplumun göstergeleri niteliğinde gelenekleĢmesine çaba gösterdi. Bu
yılki, Ġstanbul'a dönük en dikkate değer mesajı ise "Sinan'ın heykelini
yapınız!" olmuĢtur. Ġstanbul'a Türk-Ġslam silueti kazandıran ve kentin
uluslararası ününü artıran anıtsal eserlerin mimarı için bu görevin,
görkemli bir anıtla yerine getirildiği söylenemez.
1936'da da Ģubat, mayıs, haziran ve aralık aylarında dört kez Ġstanbul'a geldi.
Topkapı Sarayı'ndaki onarım ve müze çalıĢmalarıyla ilgilendi.
YeĢilköy'deki uçuĢ denemelerini izledi. Montrö SözleĢmesi (20
Temmuz 1936), o Ġstanbul'da iken imzalandı. 22 Ağustos'ta III. Dil
Kurultayı, Dolmabahçe Sarayı'nda yine Atatürk'ün katılımı ile baĢladı
ve üç gün sürdü. 2 Eylül'de Beylerbeyi Sarayı'nda Balkan Festivali
düzenlendi. Atatürk 4-7 Eylül 1936 tarihlerinde, Nah-lin yatıyla gelen
Ġngiltere Kralı VIII. Ed-ward'ı ve Miss Simpson'u Ġstanbul'da ağırladı.
Kralla otomobil gezileri yaptılar ve Moda deniz yarıĢlarını izlediler.
1937'nin ocak ayından ekim ayına kadar, kısa yurt gezileri ve Ankara'ya gidiĢler
dıĢında dokuz ayını Ġstanbul'da geçirdi. Hatay'la ilgili politikayı,
basının ağırlığını da dikkate alarak Ġstanbul'da belirledi ve yürüttü. Bu
konuda sık sık demeçler verdi. Gençlik coĢkulu mitingler
düzenleyerek ulusal duygunun doruğa çıkmasını sağladı. Daha çok
Yalova'da ve Florya'da kalan, denize giren Atatürk, Ġstanbul'un yakın
köylerini (Yakuplu, Mimarsinan, Büyükçekmece köyleri, Angurya ve
Ġskeçe çiftlikleri) zi-
lerinin, bakımlı plajların, spor alanlarının yer aldığı, tarihsel ve kültürel
zenginlikleriyle korumaya alınmıĢ bir Ġstanbul düĢlemekteydi,
istanbul'un salt Türkiye'nin değil, Balkanlar'ın ve Ortadoğu'nun çok
yönlü bir kültür merkezi konumuna getirilmesini istiyordu. Fakat,
Ġstanbul için hazırlanan planın uygulanmasıyla ilgilenmeye, 22 Ocak
1938'de Yalova'da konan siroz tanısından sonra zaman bulamadı. 24
ġubat 1938'de Ġstanbul'dan Ankara'ya döndü, iki ay sonra 27 Mayıs'ta
trenle son kez
Atatürk, 1932'deki uzun yaz tatilinin çoğunu Yalova'da geçirdi. Solunda Yunus Nadi
Bey (Abalıoğlu) görülüyor. Fotoğrafla Atatürk, 1939
ATATÜRK VE ĠSTANBUL
394
395
ATATÜRK VE ĠSTANBUL
Son zamanlarında dinlenmeye çekildiği Florya KöĢkü'nde Ġsmet Ġnönü ile birlikte,
1937. Fotoğrafla Atatürk, 1939
Ģay), Ahmed Refik (Altınay), Ahmed Rasim, Celal Sahir (Erozan), Hasan Âli Yücel
gibi pek çok kültür adamının sarayda komisyonlar halinde çalıĢmaları,
kentin sosyal ve sanatsal çehresinin bozulmaması için, Ġstanbul'u
Ġstanbul yapan pastane, lokanta, gazino ve sine-
Atatürk, 4 Ekim 1933'te Ġstanbul'a gelen Yugoslavya Kralı Aleksandr ve Kraliçe
Mari'yi Dolmabahçe Rıhtımı'nda karĢılarken. Fotoğrafla Atatürk,
1939
istanbul'a geldi ve ölümüne değin burada kaldı. Yalova'da ve Dolmabahçe Sa-
rayı'nda tedavisi sürerken deniz havasının iyi geleceği düĢüncesiyle
satın alınıp Ġstanbul'a getirilen Savarona yatına geçti. 19 Haziran günü
Romanya Kralı Karol ile yatta görüĢtü. Ertesi gün yine yatta Bakanlar
Kurulu'na baĢkanlık etti. 29 Haziran'da içiĢleri Bakanı ġükrü Kaya ile
Vali Muhiddin Üstündağ'ı kabul ederek Ġstanbul'un imarı konusunda
direktifler verdi. Ağustos ayında Savaro-na'yı terk ederek
Dolmabahçe Sarayı'na yerleĢti. Tedavisi sürerken vasiyetnamesini
hazırladı. 6 Ekim günü istanbul'un kurtuluĢu nedeniyle yapılan geceki
fe-
ner alayında Tophane Caddesi'nden sarayın önüne gelen coĢkun bir halk kalabalığı
"YaĢa Atatürk! Var ol, Ulu Önder!" diyerek gösterilerde bulundu.
Bundan duygulanan Atatürk'ün istanbul halkına son mesajı "Halkın
bana gösterdiği samimi hislerden çok duygulandım. Aziz
istanbullulara candan teĢekkür ve sevgilerimin iletilmesini rica eder,
hepinize daima artan refah ve saadetler dilerim" olmuĢtu.
16 Ekim'den sonra durumunun ağırlaĢmasına karĢın, Cumhuriyet'in 15. yıldönümü
münasebetiyle orduya bir mesaj yayımladı. Bunda "Zaferleri ve mazisi
insanlık tarihi ile baĢlayan ve daima
Atatürk, 4-7 Eylül 1936 tarihlerinde Ġstanbul'da bulunan ingiltere Kralı VIII.
Edward'a Nahlin yatında ziyaret iadesinde bulunuyor. Soldan sağa
Fethi Okyar (Londra büyükelçisi), VIII. Edward, Numan
Menemencioğlu (ileride ortada), hemen önünde Miss Simpson,
Atatürk, Sir Percy Loren (ingiliz büyükelçisi) ve Ġsmet Ġnönü
görülüyor.
Fotoğrafla Atatürk, Hayat Yayınları
zaferle beraber uygarlık ıĢıklarını taĢıyan kahraman Türk ordusu!" diyordu.
Cumhuriyet Bayramı gecesi, Boğaziçi vapurlarından birini tutan
istanbullu gençlerle bir motora binmiĢ olan Kuleli Askeri Lisesi
öğrencileri Dolmabahçe Sarayı'nın rıhtımına yanaĢtılar. Haykıra-rak
Atatürk'ü görmek istediklerini duyurmaktaydılar. Atatürk, el
iĢaretleriyle pencerenin önüne gitmek arzusunu belirtti. Kollarına
girip pencere önündeki bir koltuğa oturttular. Vapurda, motorda adeta
kıyamet koptu. Gençler hep bir ağızdan "Dağ baĢım duman almıĢ"
marĢını söylemeye baĢladılar. Atatürk kısık bir sesle ve ancak
çevresindekilerin güçlükle duyabildikleri son mesajını verdi: "Bu
bayramlar ve yarınlar sizindir. Güle güle çocuklar!"
Atatürk, 10 Kasım 1938 günü sabah saat 09.05'te Dolmabahçe Sarayı'nda öldü.
Yüzlerce yıllık tarihi boyunca imparatorların, padiĢahların ölümlerine
ve cenaze törenlerine tanık olan istanbul, kuĢkusuz tüm kent halkının
aynı acılar ve duygular içerisinde katıldığı, yakın tarihin en büyük
cenaze törenini yaĢadı. Bunu izleyen Fransız muharriri Emile Bouery
"Türkiye'nin eski payitahtı tanınmayacak bir haldeydi. Acıyla ezilmiĢ
tek vücut bir ulus, her tarafta bedbin insanlar, yaĢlarla dolu gözler,
sessiz sokaklar..." diye yazmıĢtır.
Atatürk'ün cenaze namazı Diyanet ĠĢleri BaĢkanı ġerefeddin Yaltkaya tarafından
kıldırıldı. 16 Kasım günü sarayın Muayede Salonu'nda katafalka
kondu, istanbullular, üç gün boyunca akın akın, geceli gündüzlü saygı
geçidi yaptılar. 19 Kasım sabahı törenle saraydan çıkartılan tabutu,
top arabasıyla Saray-burnu'na, Burada Zafer torpidosuna alınarak
açıkta bekleyen Yavuz zırhlısına götürüldü. Donanmanın refakatinde
izmit'e, oradan da özel trenle Ankara'ya ulaĢtırıldı. Ġstanbul, 10 Kasım
gibi, 19 Kasım'daki uğurlayıĢta da yollan, kıyıları dolduran yaslı bir
kitlenin mahĢerini yaĢadı.
ilk bakıĢta Ġstanbulluların Atatürk'e bağlılığı için bir neden bulunamaz. Aksine,
imparatorluk baĢkenti sıfatını yitiren Ġstanbul, yeni dönemde baĢta
iĢsizlik olmak üzere bir dizi sıkıntıyla yüz yüze geldiğinden,
Cumhuriyet rejimine ve onun kurucusuna kırgın ve soğuk
davranmakta haklı olabilirdi. Oysa, 1927'deki ilk resmi ziyaretinden
ölümüne değin, Atatürk ülke genelinde en içten ve coĢkulu ilgiyi
istanbul'da görmüĢtür. YurtdıĢı gezilerine çıkmayan, Anadolu'daki
gezilerinde de hiçbir yerde birkaç geceden fazla kalmayan Atatürk,
Ġstanbul'da aylarca kalmıĢ, yeni Türkiye'nin kültürel alanda
çağdaĢlaĢması giriĢimlerini burada baĢlatmıĢtır, istanbul'a bakıĢı,
farklı zamanlarda iki ayrı açıdandır: Önceleri Osmanlı payitahtı
Ġstanbul'un siyasal yapısını ve buradaki saltanat kurumlarını
onaylamadığı için bu oluĢumlar ortadan kalkıp bir oranda
unutuluncaya kadar istanbul'
dan uzak kalmayı yeğlediği söylenebilir. Yüzyıllarca, selamlık alaylarının, görkemli
cülus törenlerinin düzenlendiği, Osmanlı hanedanı ile ulema, rical,
zadegan, gayrimüslim cemaat, Frenk vb zümrelerin barındığı, pek çok
ayrıcalığa sahip bir kentin tüm bu sayılanlardan arındıktan sonra
Atatürk'e kucak açması ise Balkan SavaĢı'ndan Mütareke yıllarının
sonuna kadar yaĢanan acılardan ve tutsaklıktan kurtulmanın
uyandırdığı duygularla açıklanabilir.
ması, Dolmabahçe Sarayı veliaht dairesinde Resim ve Heykel Müzesi'nin açılması,
sarayın ise büyük bir kültür ocağı konumuna getirilmesi tasarısı, bu
amaçla Ahmet Cevat (Emre), ReĢit Galip, RuĢen EĢref (Ünaydm),
Ġbrahim Necmi (Dilmen), Hamit Zübeyr (Ko-
1922-1927 arasındaki 5 yılda istanbul bir "tensikzedegân" yoksulluğu yaĢamıĢtı,
saray, Babıâli, nezaret (bakanlık) kadrolarından açıkta kalan binlerce
Ġstanbullu, yoksulluk gerçeğiyle karĢı karĢıya kalmıĢtı. Bunların bir
kısmı küçük memuriyetlerle Anadolu'ya dağılmıĢ, istanbul kültürünü
ve görgüsünü taĢraya taĢımıĢlardır. Diğer yandan, Ġstanbul'u bir kültür
merkezi yapmak isteyen Atatürk, buradaki değerlerin korunmasına ve
ortaya çıkartılmasına çaba göstermiĢti. 1928'de harf devrimi için
iĢaretin istanbul'dan verilmesi, dil, tarih çalıĢmalarının, üniversite
reformunun burada baĢlatılması, hattâ 8 ġubat 1928'de ilk Türkçe
hutbenin istanbul camilerinde okutulması, her daldan bilim, fen, sanat
adamlarıyla çoğu kez akademik düzeyde çalıĢmalar yapılması, 1924'te
Topkapı Sarayı'nın bir müze olması için Bakanlar Kurulu kararı alın-
Sarayburnu'ndan Zafer torpidosuna konan Atatürk'ün naaĢı açıkta bekleyen Yavuz
zırhlısına götürülüyor. Fotoğrafla Atatürk, 1939
396
ATÂULLAH EFENDĠ
madan camilere kadar her kurum ve eserle Atatürk'ün doğrudan ilgilenmesi, söz
konusu yaklaĢımın kanıtlarıdır. Ġstanbul basım, Atatürk'ün her geliĢini
ve kentle ilgili çalıĢmalarını aĢırı duyarlılıkla iĢlemiĢ, saraya ve
sultana bağlılık duygularının yerini, Atatürk sevgisine bırakmasında
etken olmuĢtur.
Atatürk'ün istanbul'da dört dinlenme ve çalıĢma ortamı seçtiği görülür: Dol-mabahçe
Sarayı, Yalova, Florya ve Adalar. Bir mekân olarak sevmediği ve
"Ġnsan denen varlığın yaĢayacağı yerler değil!" dediği Dolmabahçe
Sarayı'nda siyasal nedenlerle ve o günün koĢulları gereği kaldığı
bilinmektedir. Ancak Atatürk, "Hususi Daire" denen küçük bir
bölümünü kullandığı bu sarayı siyasal ve kültürel çalıĢmalara
olabildiğince açmıĢtı. Yalova'yı kaplıca ve sağlık turizmine açan
Atatürk'tür. Burası için imar planı hazırlatmıĢ, kaplıcaların modern
yapılara kavuĢmasını sağlamıĢ, bu köy görünümlü beldeyi, hareketli,
Ģirin ve çağdaĢ bir turizm merkezi konumuna getirmiĢtir. Millet
Çiftliği, Atatürk KöĢkü, CumhurbaĢkanlığı KöĢkü ile Termal Otel,
Atatürk döneminde buraya kazandırılan eserlerdir. Atatürk döneminde
Yalova, bir bakıma Türkiye Cumhuriyeti'nin yazlık baĢkenti olmuĢtu.
Florya'ya ilgisi ise 1935'ten sonradır. Buradaki doğal plaj, Ġstanbul
Belediyesi tarafından CumhurbaĢkanlığı Deniz KöĢkü'nün yapılması
ve Atatürk'ün 1935, 1936 ve 1937 yaz aylarında burada denize
girmesi ile Ġstanbulluların koĢtuğu bir yer olmuĢtur.
Atatürk'ün Ġstanbul halkıyla iliĢkisi de padiĢahların "yaklaĢılmaz ve kutsal"
kiĢiliklerine oranla doğal ve samimiydi. Halkla denize girer, parkta
onlarla gezer, kayığa, biner, kürek çeker, o denizdeyken veya caddede
yürürken herkes serbestçe çevresini alır, kendisiyle pekâlâ
ĢakalaĢılırdı.
Halkın arasında görünmesi temel atma, kurdele kesme ya da tören gereği değildi.
Müsamerelerde, yüzme, idman, güreĢ müsabakalarında, at
yarıĢlarında, plajda, parkta, lokantada, gazinoda Ġstanbullularla yan
yanaydı. "Ankara'da dağ baĢında yaĢıyorum. Ġstanbul'da saraya
hapsoluyorum. Bırakın, burada gelenleri gidenleri göreyim. Hiç
olmazsa tren sesi iĢiteyim" dediği Florya'nın denizine, Yalova'nın ise
suyuna ve yeĢiline tutkundu.
YeĢilköy'ün bir havacılık merkezi oluĢuna da Atatürk öncülük etmiĢ, Türk Hava
Yolları'nın hangarları onun direktifiyle kurulduğu gibi ilk kadın
havacılar da burada yetiĢtirilmiĢlerdir.
Bibi. N. A. Banoğlu, Atatürk'ün İstanbul' daki Hayatı, MI, ist., 1973-1974; A. F.
Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, Ġst., 1967; A. Afetinan, Atatürk
Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Ankara, 1968; ġ. S. Aydemir, Tek
Adam, I-III, Ġst., 1969-1971; S. Borak, Ata ve İstanbul, Ġst., 1983; V.
Kocatürk, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçah Atatürk
Günlüğü, Ankara, 1988.
NECDET SAKAOĞLU
ATÂULLAH EFENDĠ (ġânizade)
(l 771?, istanbul - Ağustos 1826, Tire) ÇağdaĢ anatomi ve hastalık kavramını getiren
eserleriyle Türkiye'de yeni tıbbın yerleĢmesine yardımcı olan hekim
ve tarihçi.
Mehmed Atâullah Efendi, büyükbabası Ahmed Dede, tarakçılık yaptığı için ġânizade
(Tarakçıoğlu) adıyla tanınmıĢtır. Ġstanbul Ortaköy'de bir yalıda
doğduğu bilinmekle birlikte doğum tarihi kesin değildir. Medrese
öğrenimini tamamlayarak 1786'da ilmiye rüûsu aldı. Daha sonra
Süleymaniye Tıp Medrese-si'nde ve Halıcıoğlu'ndaki Mühendisha-
ne'de öğrenim gördü. Ġtalyanca, Fransızca, Arapça, Farsça ve Rumca
öğrendi. Hesap adlı eserinde önce Mühendisha-ne'de Ġtalyanca, daha
sonra da Fransızca kitapları aslından okuyabilmek için Fransızca
öğrendiğini bildirmektedir.
Öğrenimini tamamladıktan sonra uzun süre ordu kadısı olan babası Hacı Mehmed
Sadık Efendi ile dolaĢtı. 1792' de Medine mevleviyetine yükseldi,
1816'da Havâss-ı Refia (Eyüp) kadılığına ve mûsila-i Süleymaniye
derecesiyle Çorlu Medresesi müderrisliğine getirildi. 1817'de
Haremeyn Evkafı müfettiĢi olmuĢ, 1819'da da vakanüvis tayin
edilerek kendisine Mekke-i Mükerreme payesi verilmiĢtir.
Süleymaniye Tıp Medresesi'ni bitirdiği, çok önemli tıp kitapları yazıp yayımladığı ve
hasta tedavi ettiği halde hekim olarak kendisine hiçbir resmi görev
verilmemiĢtir. Bunun sebebi tıptaki bilgisini çekemeyen, baĢta
HekimbaĢı Mustafa Mesud olmak üzere, devrin ileri gelen
görevlileridir. II. Mahmud'un Atâullah Efendi'yi hekimbaĢı
yapmasından korkmuĢlardır. Ġtalyancadan çevirdiği Miyâ-rü'l-Etibba
adlı eserini 1812'de, II. Mah-mud'a sunulmak üzere, o sıralarda bağlı
bulunduğu ġeyhülislam Dürrizâde Abdullah Efendi'ye vermiĢ, fakat
eser bir
ġânizade Atâullah Efendi
Nuran Yıldırım koleksiyonu
türlü padiĢaha takdim edilmemiĢtir. Bu arada modern tıbbın anlaĢılabilmesi için
modem anatominin de bilinmesi gerektiğini düĢünerek bir de anatomi
kitabı hazırlamıĢtır. Haremeyn Evkafı müfettiĢliğine atanınca görevi
sadrazam denetiminde olduğundan yeni hazırladığı kitabını Sadrazam
Mehmed Emin Rauf PaĢa vasıtasıyla padiĢaha sunabilmiĢtir.
Önsözünde Miyârü'1-Etibba'âa.n da bahsettiği için daha önce yazdığı
fizyoloji kitabı Usû-lü'î-Tâbi'a da dahil üç kitabın basılmasına irade
çıkmıĢtır. Buna rağmen Hamse-i Şânizâde'nin ilk üç cildim teĢkil
eden bu eserlerin basımı üç senede tamamlanabilmiĢtir. ġânizâde'nin
çektikleri bununla kalmamıĢ, Valide Sultan'ın ölümü üzerine
HekimbaĢı Mustafa Mesud Efendi az-ledildiğinde hekimbaĢılık hakkı
olduğu halde bu göreve Halet Efendi'ye yakın olan Mustafa Behçet
Efendi getirilmiĢtir. Kendisini çekemeyenler, Ġzzet Molla'nın "Erkân-ı
devletin haline bak. bir müverrihi hekimbaĢı ve bir baĢhekimi
vakanüvis tayin ettiler" sözünü ġânizade söylemiĢ gibi yetiĢtirince,
Mustafa Behçet Efendi önce kendisini vakanüvislikten azlettirmiĢ,
sürülmesi için de elinden geleni yapmıĢtır. 1821'de Rum ihtilaline
karıĢan baĢtercüman DimitreĢko'nun idamından sonra bu göreve
atanması düĢünülmüĢ, bu gerçekleĢmediği gibi Divan-ı Hümayun
tercümanlığına getirilmesi de engellenmiĢtir. Onu çekemeyenlerin
kullandığı en etkili silah, BeĢiktaĢ Cemiyet-i Ġlmi-yesi(->) üyeliği
olmuĢtur. Cemiyetin toplantılarını gizli yapması ve üyeleri arasında
BektaĢî ġeyhi Mahmud Baba'nın da bulunması, 1826'da yeniçeriliğin
kaldırılması olayında ġânizade ve diğer cemiyet üyelerinin
BektaĢîlikle suçlanmasına yol açmıĢ, cemiyet dağıtılmıĢ ve üyeler ayrı
ayrı yerlere sürgüne gönderilmiĢtir. ġânizade de vakanüvislikten
azledilerek arpalığı olan Tire'ye sürülmüĢtür. Tire'ye gittikten 2 ay
sonra masum olduğu anlaĢılmıĢ, ancak fermanı getiren Tire
Voyvodası Eğinli Ali Bey; itlakınıza (affınıza) diyeceği yerde,
itlafınıza (idamınıza) ferman getirdim deyince fenalaĢmıĢ ve bir-iki
gün sonra da vefat etmiĢtir.
Çok yönlü bir kiĢiliği olan Atâullah Efendi'nin, tıp, tarih, edebiyat, matematik ve
diğer bilim dallarında telif ve tercüme kitaplarının sayısı 16'yı
bulmaktadır. Bunların en önemlileri Ģüphesiz tıp konusunda
olanlardır.
Atâullah Efendi, tıp kitaplarına Ġslam dünyasındaki geleneğe uyarak Hamse-i
Şânizade veya Ġbn Sina'nın Kanun fi't-Tıbb adlı külliyatına benzeterek
Kânûn-ı Şânizade adını vermiĢtir. Hamse-i Şâ-mzâde>nin (Ġstanbul,
1235/1820) ilk üç kitabı bir arada yayımlanmıĢ, erkân (devlet
büyüklerine armağan) ve halk nüshaları (satıĢ için) olmak üzere iki
türde hazırlanmıĢtır. Bundan önce Ter-tib-i Ecza (Ġstanbul,
1232/1817) adlı ilaçlara dair bir kitapçık varsa da Hamse-i Şânizade
modern tıp bilgilerini içeren ilk Türkçe basılı tıp kitabıdır.
15 Safer 1235/3 Aralık 1819 tarihinde
Atâullah Efendi'nin Tire Müzesi'ndeki mezar taĢı.
vakanüvis tayin edilen ġânizade 4 Cema-ziyelevvel 1223/28 Haziran 1808 ile
Ağustos 1821 tarihleri arasındaki olayları Tarib-i Şânizade (Ġstanbul,
1284/1867) adlı tarihinde yazmıĢtır. Önceki tarihçilere göre daha sade
bir dille kaleme aldığı bu kitabında Ġstanbul-Kâğıthane, Ayaza-ğa
Çiftliği'ndeki ineklerde çiçek hastalığı olduğunu, bunlardan elde
edilecek aĢı ile pek çok kiĢinin aĢılanabileceğim söylemiĢtir. Ayrıca o
tarihte Osmanlı Devle-ti'nde henüz uygulanmayan karantinanın
kurulması gerektiğinden söz etmiĢtir.
ġair de olan Atâullah Efendi Ģiirlerini bir divanda toplamıĢtır. ġiirlerinde Ata
mahlasım kullanmıĢtır.
Matematiğe ait eseri Terceme-i Cedi-de-i Usûl-i Ta'limiyye'nin bilinen tek nüshası J.
V. Hammer tarafından Viya-na'ya götürülmüĢtür. Bu kitabın Charles
Bossut'un, Cours Complet de Mathemati-ques (Paris, 1765) adlı
eserinden çeviri olduğu ileri sürülmektedir. Önsözünde çeviriyi
yaparken Mühendishane hocalarından Yahya Efendi'nin yardımını
gördüğünü belirtmektedir. Matematik konusunda yazılmıĢ Cebr ü
Mukabele ve Hendese adlarında iki eseri daha olduğu biliniyorsa da
henüz ele geçmemiĢtir.
Atâullah Efendi, askerliğe dair eserler de vermiĢtir. Bunlardan Vesâyânâ-me-i
Seferiyye (Bulak, 1238/1822) Prusya Kralı Büyük Friedrich'in
kumandanları ve askerleri için yazdığı savaĢ hilelerini konu edinen
kitabının çevirisidir. Bu eserinin önsözünde Müfredât-ı Kül-liyye fi
Sevâhilü'l-Bahriyye adında coğrafyaya ait bir tercümesi olduğundan
söz etmektedir. Tarih-i Şânizâde'nin önsözünde eserlerini sayarken ise
bu eserini Tarifât-ı Sevâhil-i Derya adıyla anmaktadır. ġânizâde'nin
bu kitabı ile kaynaklarda verilen; Tenbihât-ı Hükümran bâ-
Seraskerân, Tanzim-i Piyâ-degân, Süvariyân ve Kavâninü'l-Asâki-
rü'l-Cihadiyye adlarını taĢıyan eserleri henüz ele geçmemiĢtir.
Çok yönlü bir insan olan Atâullah Efendi hat sanatında ustaydı, güzel tambur çalar,
resim yapardı. Saatçiliğe meraklıydı ve usta bir avcıydı. Ġlm-i nücum
(astroloji) ile de ilgilenmiĢti.
Bibi. M. Dilemre, "Türkiye'de Basılı ilk Anatomi Kitabımız", Ankara Üniversitesi
Tıp Fakültesi Mecmuası, I, S. 1-2 (1947); Osmanlı Müellifleri, III, s.
221; Sictil-i Osmanî, III, s. 479-80; Tarih-i Şânizade, I, 1; B. N.
ġehsuva-roğlu, Hekim Şânizade Atâullah Efendi ve Modern Türk
Tababeti, Ankara, 1952; F. N. Uzluk, Şânizade Mehmet Atâullah,
Ankara. 1951; A. S. Ünver, "ġânizade Atâullah Efendi'nin Tıbbi
Eserleri", Dirim, S. 7 (1947); N. Yıldırım, "Türkçe Basılı Ġlk Tıp
Kitapları Hakkında", Journal ofTurkish Studies, III (1979); B.
Zülfîkâr, Şânizade, Hayatı ve Eserleri, Ġst., 1991.
NURAN YILDIRIM
ATAULLAH EFENDĠ TEKKESĠ
Beykoz Ġlçesi'nde, Kanlıca Mahalle-si'nde, Mihrabad Caddesi üzerinde yer
almaktadır.
NakĢibendî Ģeyhlerinden Seyyid Mehmed Atâullah Efendi (ö. 1789) tarafından,
muhtemelen 18. yy'ın üçüncü çeyreğinde tesis edilen bu tekkenin
vakfiyesi baninin damadı ve halefi olan Amasyalı ġeyh Ubeydullah
Efendi (ö. 1826) tarafından düzenlenmiĢtir. 20. yy baĢlarında harap
durumda olan tekke, Prenses Fatma Hammefendi'nin eĢi ve yakındaki
Kavacık Çiftliği'nin sahibi Mahmud Sırrı PaĢa tarafından yeniden inĢa
ettirilmiĢtir. Bu yenileme sırasında tevhidhane ve türbe bölümlerinin
kagire dönüĢtürüldüğü bilinmektedir. 1925'ten sonra terk edilen ve
zamanla harap olan tekke, 1976'da çevre sakinlerince kısmen onarıma
tabi tutulmuĢ, cami olarak kullanılan tevhidhaneye minare eklenmiĢ,
bu arada bir de Ģadırvan yaptırılmıĢtır. Geriye ka-
Atâullah Efendi Tekkesi'nin planı:
1. Tevhidhane, 2. Türbe, 3. Selamhk-Harem.
M. Baha Tanınan, 1983
39 7 ATÂULLAH EFENDĠ TEKKESĠ
lan türbe, harem ve selamlık bölümleri halen harap durumdadır.
NakĢibendîliğe bağlı olarak kurulan Atâullah Efendi Tekkesi'nin postuna ġeyh
Ubeydullah Efendi'den sonra oğlu ġeyh Mehmed Kadri Efendi (ö.
1868), ondan sonra Halvetîliğin Sabam kolundan Kütahyalı ġeyh
Ahmed Lütfi Efendi (ö. 1881) geçmiĢ, bu tarihten kapatılmasına kadar
tekke ġabanîliğe hizmet etmiĢtir. Ayin günü perĢembe olan tekkenin
son dönemdeki Ģeyhlerinden Mahmud Efendi'nin adı Mecmua-i Tekâ-
yâ'dz geçmektedir.
Kanlıca'yı Kavacık'a ve Göztepe'ye bağlayan dağ yolunun üzerinde, günümüzde bile
iskân bölgesinin dıĢında kalan Atâullah Efendi Tekkesi'nin, özellikle
kurulduğu dönemde tamamen münzevi bir tesis olduğu
anlaĢılmaktadır. Tevhidhane, türbe, harem ve selamlık bölümleri tek
bir kitle halinde Mihrabad Caddesi üzerinde yer almaktadır. Ha-rem-
selamlık kanadının ahĢap üst katı dıĢında, yapı kagirdir. Duvarlar
moloz taĢlarla örülmüĢ ve tuğla hatıllarla donatılmıĢ, yapıyı örten
ahĢap çatı kiremitle kaplanmıĢtır.
Cümle kapısı, doğu yönünde, tevhidhane, türbe ve harem-selamlık kanadı arasında
kalan yamuk planlı taĢlığa açılmaktadır. Buradan geçilen sekizgen
prizma biçimindeki tevhidhanenin üç kenarı yapı kitlesi içinde
kalmakta, diğerleri dıĢarıdan algılanabilmektedir. DıĢarı açılan bu
kenarlardan kıble yönünde bulunana mihrap, diğerlerine yuvarlak
kemerli birer büyük pencere yerleĢtirilmiĢtir. Ayrıca türbeye açılan bir
kapı ile bir pencere, tarikat yapılarına has ibadethane-türbe
bağlantısını somutlaĢtırmaktadır. Cadde üzerinde sıralanan ve
tevhidhanedekilerin benzeri olan bir dizi pencerenin aydınlattığı türbe
çok geniĢ tutulmuĢtur. Türbenin ba-
ATENAĠS-EUDOKĠA
398
399
ATIF EFENDĠ KÜTÜPHANESĠ
Melchior Lorichs'in çiziminin ahĢap baskısı, 1576. Önde külliyenin imareti olduğu
sanılan yapı
ile arkasında cami.
W. Müller-Wiener, Bildlexikon
besi bulunan yapı olduğu sanılmaktadır, imaret, nazirenin devamında idi. Bu yüzyılın
baĢına kadar harap olarak gelmiĢ ve bir kısmı Divanyolu Caddesi'nin
düzenlenmesi esnasında ve son kalan izleri de 1912-1914 arasında
ortadan kalkmıĢtır. Vakfiyede imarete yakın olduğu ifade edilen
kervansaray ise Ģimdi yoktur. Bu kervansarayın elçilerin misafir
edildiği ve Elçi Hanı(->) denilen bina olduğuna dair ihtimaller ileri
sürülmektedir. Bu han 1865 HocapaĢa yangınında harap olmuĢ ve
1880'e doğru tamamen ortadan kalkmıĢtır.
Külliyenin banisi aslen Bosnalı olan "Hadım, TavaĢi, ġehit, Eski" lakapları ile anılan
ve iki defa sadrazam olup, 1511' de ġah Kulu (veya ġeytan Kulu)
Vaka-sı'nda Ģehit olan Atik Ali PaĢa'dır. Vakfiyesi 915/1509 tarihlidir.
Ali PaĢa, istanbul'da, Edirne ve Mo-ra'daki hayratı için istanbul içinde ve dıĢında
çeĢitli vakıflar bırakmıĢtır. Bunlar, istanbul, Galata, Edirne, Yanbolu,
Yenicezağra, Moton, Koton, Anavarin, Kefe, Balyabadra (Patras),
Serez, Bursa, Mizestre (Mistra), Silivri, Pınarhisar, Vize, Filibe,
Zihne, Kartene, Hırsova, Göl, AlaĢehir, Adalar, Ayasluğ, Amasya,
Kavak, Bafra, ÇarĢı gibi Ģehir, kasaba ve köylere dağılmıĢtır.
Buralarda bedesten, hamam, dükkânlar, köy, bostan, mezra ve
bahçeler, değirmenler olduğu gibi 119 cilt kitap da vakfedilmiĢtir.
Vakfın gelirleri 471.998 akçe, giderleri ise 270.638 akçeye ulaĢmakta
idi. Külliyenin inĢa tarihi bilinmemektedir.
Cami: "Sedefçiler", "Eski Ali PaĢa", "ÇemberlitaĢ", "DikilitaĢ", "Vezirhanı",
"Sandıkçılar Camii" gibi isimlerle tanınan Atik Ali PaĢa Camii,
külliyenin ayakta kalan en büyük parçasıdır. ġehrin en iĢlek
caddelerinden birindedir ve Ġstanbul'un en eski eserlerinden biridir.
Caminin orijinal kitabesi yoktur. Fakat cümle kapısı üzerindeki hattat Sami Efendi
imzasını taĢıyan "ayet-i kerime" yazılı 1314/1896 tarihli kitabenin
köĢesine 902/1496 rakamı ilave edilmiĢtir. Üstünde yine Sami
Efendi'nin beyzi bir besmelesi vardır. Yazı levhasının 1894
zelzelesinden sonra konulduğu anlaĢılmaktadır. Minare kapısında da
1315/ 1897 tarihli bir "besmele" bulunmaktadır. Cami çeĢitli
tarihlerde geçirdiği yangın ve zelzelelerden sonra tamir görmüĢ
olmalıdır. Bu yangınların neticesinde yapılan tamirlerde cümle kapısı
köĢelerindeki kum saatleri yontularak boĢaltılmıĢ ve bazı kemer kilit
taĢlan barok üslubu ile tadil edilmiĢlerdir. 1648 zelzelesine ait olduğu
sanılan bir vesikada caminin kubbesinin tamamen ve minaresinin de
Ģerefesine kadar yıkıldığı kayıtlıdır. Daha sonra 1716 ve 1766'daki
zelzeleler, 1865 HocapaĢa yangını ve 1894 zelzelesinden sonra da
mühim tamirler geçirmiĢ olduğu muhakkaktır. Cami, en son 1937-
1938 arasında tekrar tamir gördükten sonra 1981'de küçük bir onarım
geçirmiĢtir.
Cami tamamen kesme küfeki taĢından yapılmıĢtır. Plan olarak beĢ kubbeli bir son
cemaat yeri, bir eksen üzerinde bir büyük ve mihrap üstünde bir yarım
Atik Ali PaĢa Külliyesi'nin vaziyet planı.
1. Cami,
2. Medrese,
3. Ġmaretin
veya tekkenin
yeri,
4. Dükkânlar
ve
muvakkithane,
5. Türbe ve
hazire,
6. ÇeĢme,
7. Su haznesi
Müller-Wiener,
Bildlexikon
Alman Arkeoloji
Enstitüsü
kubbe ile örtülüdür. Ġki yana doğru birer kare paye ile ana mekândan ayrılan daha
alçak ikiĢer kubbenin örttüğü yan hacimlerle geniĢletilmiĢtir. Minare
sağda ve tek Ģerefelidir. Bu plan eski Fatih Ca-mii'ne küçük bir farkla
benzemektedir. Fatih Canıii'ndeki yan hacimler üçer kubbe ile örtülü
idi. Yan hacimlerin tab-haneli veya zaviyeli camilerde olduğu gibi
sonradan ara duvarlarının açılarak esas harime dahil edilmedikleri
anlaĢılmaktadır. Hans Dernschwam'ın 1553'te-ki gözlemlerinde bugün
kare ve barok bir üslubu yansıtan ayakların yuvarlak, kırmızı benekli
sütunlar olduğu ifade edilmiĢtir. Bu yan hacimler sayesindedir ki yapı
mimari nispetler bakımından oldukça mükemmel bir hal almıĢtır. 6,85
m geniĢliğindeki revak (son cemaat yeri) beĢ kubbelidir. Altı sütunun
dördü mermer, ikisi porfirdir. Sütun baĢlıkları klasik tarzda
mukarnaslıdır.
Revağın orta kubbe köĢelikleri badem ve yapraklarla çok zengin görünüĢlü olduğu
gibi, kubbe içi de rumî mala-karilerle kaplanmıĢtır. Cümle kapısı
çerçevesi sade silmelere sahiptir. Üstü ise devrin birçok örneğinde
olduğu gibi zengin mukarnaslarla son bulmaktadır. Sağda ve soldaki
kum saatleri yok olmuĢ, sadece yerleri kalmıĢtır. Yukarıdaki bitiĢleri
barok üslubu yansıtmaktadır. Kapının sağ ve solundaki niĢlerin mu-
karnaslarının bir bölümü korunabilmiĢ-tir. Son cemaat duvarındaki
pencere aralarında da birer mihrap bulunmaktadır.
Caminin duvarları 2,05-2,10 m kalınlı-
ğında, iç ölçüleri enine 28,13 m, boyuna 21,55 m'dir. Yarım kubbe köĢelikleri iri ve
çok zengin mukarnaslıdır. Orta kubbe köĢeleri düz ve tezyinatsızdır.
Yan hacim kubbe köĢelikleri bademlidir.
Caminin birinci sıra pencereleri on dört, ikinci sıra pencereleri on beĢ adettir. Ayrıca
yan kubbelerde ikiĢer ve yarım kubbede üç, kubbe kasnağında ise on
iki pencere olduğu gibi ana kubbeyi tutan yuvarlak kemerler içinde de
üçer pencere mevcuttur. Ana kubbe dıĢarıdan sekiz adet payanda ile
desteklenmektedir. Ġç cümle kapısının sağ ve solunda birer niĢ ve
dolap mevcuttur. Bugün mevcut olan ahĢap mahfil yenidir. Ancak
daha öncede bir mahfilin olduğu muhakkaktır. Zira kubbeye çıkıĢ kapı
üstündeki bir giriĢten mümkün olmaktadır ki, bu da ancak bir mahfil
vasıtası ile olabilir.
Mihrap, zarif, nispetli, mermerden klasik üslupta, yedi sıra mukarnaslıdır ve oldukça
sadedir. Mihrabın iki yanındaki mumların üstüne isabet eden yerlerde
birer duman külahı mevcuttur. Bu dumanlıklar üst pencere içlerine
açılmaktadır.
Minber, siyah ve beyaz mermerden, nispetli ve güzeldir, fakat sadedir. Yanlardaki
üçgen yanlıklar ve asabada rumî tezyinatlı bir su dolaĢmaktadır.
Minberin giriĢ kapısı üzerinde "kelime-i Ģahadet" yazılıdır. Sağda ve
solda, ortasında düğümlenen yivlerle iĢlenmiĢ birer kum saati
mevcuttur.
Sağda bulunan minare kare bir kaide üzerindedir. Kapı kemeri üstünde 1315/ 1899
tarihli bir besmele vardır. On altı kenarlı gövdeye üçgenli kısa bir
pabuçla geçilmektedir. ġerefenin, inĢa edildiği devre ait olduğu
tahmin edilebilir.
Medrese: Atik Ali PaĢa Medresesi, caminin karĢı tarafındadır. Arkadan geçen
Yeniçeriler Caddesi, 1880'lerde geniĢle-tilirken ön tarafı kesilmiĢ,
yıkılan dört hücre yerine üstlerine ikiĢer oda ilave edilmiĢtir.
Yapının kitabesi bulunmamaktadır. Atik Ali PaĢa'nın 915/1509 tarihli vakfiyesine
göre paye olarak "kırklı" idi ve talebe için ayda 30 akçe tayin
edilmiĢti. Senelik tahsisatı ise 27.640 akçedir.
Ġlk yapısı sırasında on altı oda ve bir dershanesi vardı. Kesilen odalar üste ilave
edildiğinden oda adedi olarak değiĢmemiĢtir. Binanın inĢaatı kaba
yönü taĢ ve iki sıra tuğladır. Fakat bugün cepheye tesadüf eden tadil
edilmiĢ kısımlar kesme taĢ ile yapılmıĢtır. Pencereler ve revaklar basık
kemerli, üstleri de beĢik tonozludur. Tadilatın yapıldığı devrin üslubu
açıkça görülmektedir. Cümle kapısının iki sütuna oturan memeli sivri
kemeri biraz arabesk karakterlidir. Binanın iç revak kemerleri ise
yuvarlaktır. Dershane önüne isabet eden sütunların ikisi yeĢil,
diğerleri beyaz mermerdendir. Odalar altta ikiĢer, üstte bir pencereli,
iki dolap ve ocaklıdır. Dershanenin altı alt, dört üst penceresi vardır.
Mihrap ve ocak yoktur. Avluda eskiden bir Ģadırvanın bulundu-
ğu kayıtlarda geçmektedir. Daha önceleri çeĢidi derneklere tahsis edilen, fakat bir
hayli bakımsız kalan medrese 1965'te bir kültür vakfına tahsis
edilerek tamir ettirilmiĢ ve yeniden hizmete açılmıĢtır.
Hankah (Tekke): Atik Ali PaĢa'nın vakfiyesinde caminin yanında olduğu belirtilen
hankahın yerini tayin etmek mümkün değildir. Bir ihtimale göre
imaretin bulunduğu yerde olduğu veya bugün avlu giriĢ kapısı
solundaki iki katlı olan ve üzerinde 1315/1897 tarihli bir kitabe
bulunan muvakkithane binasıdır. Bu yapının üst katının sıbyan
mektebi olduğu da ileri sürülmektedir. Vakfiyesinde cami ile birlikte
mütalaa edilen hankahın Ģeyhine 15 akçe gündelik tayin edilmiĢtir. 19.
yy sonlarında Halvet! tarikatından Kasım Çelebi Tekkesi'nin
ayinlerinin Atik Ali PaĢa Camii içinde icra edilmekte olduğu da
bilinmektedir.
îmaret: Atik Ali PaĢa imareti, kuvvetli bir ihtimalle bugün caminin haziresi dıĢında
ve ÇemberlitaĢ'a kadar uzanmakta idi. Vakfiyesinde kiler, matbah,
ahır, hela gibi bölümleri bulunan imaretin hizmetlileri için yılda
19.800 akçe ve çeĢitli miktarda malzeme tayin edilmiĢ idi. 1553-1555
arasında Alman ressam Melchior Lorichs, Elçi Hanı'ndan caminin ve
önündeki kubbelerin resmini yapmıĢtır. Resimde bir ihata duvarı
içinde görülen üçü bacalı beĢ kubbenin imaret olduğu
zannedilmektedir. Bu bina harap olmuĢ ve kalıntıları dükkân haline
getirilmiĢtir. Divanyolu Cadde-
si'nin düzenlenmesi sırasında da bir kısmı yıkılmıĢ ve son kalan izleri kaldırılmıĢtır.
1937-1938'de hazire düzenlenirken 1314/1896 tarihli bir imaret
kitabesi bulunmuĢtur. Bu kitabenin tarihi ile caminin son tamirdeki
kitabesinin tarihi aynıdır.
Türbe ve hazire: Caminin haziresi yol ve kıble tarafındadır. Burada altı ayak üzerinde
kubbeli, yanları açık bir türbe ve bir hayli de kabir mevcuttur.
Lorichs'in 16. yy'da yaptığı resimde gösterilmeyen türbenin kime ait
olduğu bilinmemektedir. ġu anda içinde hiçbir iz bulunmayan türbede
son tamirlerden evvel üç büyük ve üç küçük sanduka olduğu
bilinmektedir. Ali PaĢa'nın ġah Kulu Vakası'nda Ģehit olduğu ve
cesedinin kaybolduğu kaynaklarda yazıldığından, türbenin daha
sonraları bir baĢkası için yapılmıĢ olduğu tahmin edilebilir. 19. yy'm
ikinci yarısında ve 1937 ve 1956'da yol tanzim edilirken bazı kabirler
ortadan kalkmıĢtır. Burada birçok önemli Osmanlı devlet adamı ve
kiĢilerin kabirleri mevcuttur. Bunlardan bilinen Defter-i Hakani Emini
Ali Efendi, DerviĢ Mehmed PaĢa, SiyavuĢ PaĢa, Boynu Eğri Mehmed
PaĢa, Hasan PaĢa, Reisülküttab Küçük Çelebi, ġeyh Kasım ve
Ramazan efendilerin kabirlerinden bazıları buradadır. Bir kısmı da
kaybolmuĢtur.
Çeşme ve hazne: Caminin cümle kapısı sağındaki iki pencere yanında barok
üslubunda Hekimoğlu Ali PaĢa'nın bir çeĢmesi bulunmaktadır. BeĢ
satırlık
ATĠK ĠBRAHĠM PAġA CAMÜ
406
407
ATĠK VALĠDE KÜLLĠYESĠ
muĢ, diğeri iptal edilerek, oymalı bir hotozun taçlandırdığı süsleyici bir niĢ Ģeklinde
değerlendirilmiĢtir.
Çoğunlukla 18. ve 19. yy'lara ait mezar taĢlarını barındıran hazirenin duvarında,
pencere üstlerine çeĢitli mezar kitabeleri konmuĢtur. Sinan'ın hemen
bütün eserlerinde olduğu gibi, Atik Valide Camii'nde de, oranların
ahengi ile anlam kazanan cephelerde süsleme yok denecek kadar
azdır. Buna karĢılık içerde oldukça zengin bir süsleme programanın
uygulandığı görülür. Süsleme öğeleri içinde öncelikle, caminin inĢa
edildiği dönemde en parlak çağını yaĢayan Ġznik çiniciliğinin, gerek
kalite ve teknik gerekse de renk ve kompozisyon açısından çok
baĢarılı örnekleri olan panolara değinmek gerekir. Sıraltı tekniğinde
imal edilmiĢ olan, kompozisyonlarında natü-ralist çiçek motiflerinin
ağır bastığı bu çiniler mihrap çıkıntısında yoğunlaĢmaktadır. Bu
bölümdeki pencerelerin üst hizasında yer alan ve mihrap tarafından iki
eĢit parçaya bölünen yazı kuĢağı, lacivert zemin üzerine beyazla
yazılmıĢ, celi sülüs hatlı "âyetü'l-kürsî"yi içerir. Zemininde yer yer
rozetlerin, ufak çiçeklerin, yaprakların ve geometrik geçmelerin
serpiĢtirilmiĢ olduğu yazı kuĢağında bazı harflerin karınları firuze ya
da mercan kırmızısı ile renklendirilmiĢtir. Güney duvarındaki
pencerelerin iç, kuzey du-vanndakilerin ise dıĢ yüzeylerinde, aynı
özellikleri gösteren yazı panoları vardır.
Camideki en önemli çini süsleme grupları, mihrap çıkıntısının yan duvarlarında yer
alan, birbirinin aynı iki büyük panodur. Bunlarda, mercan kırmızısı
zemin üzerine, beyaz rumîlerle süslü bir vazodan, birbirine bağlı iki
Ģemse çıkmaktadır. ġemselerin içine, lacivert zemin üzerine, beyaz,
mercan kırmızısı ve koyu yeĢille renklendirilmiĢ laleler, karanfiller,
birtakım ufak çiçekler ve yapraklar oldukça karmaĢık bir düzende
yerleĢtirilmiĢtir. Geriye kalan yan kesimlerde, zarif kıvrımlarla
yükselen kahverengi dallar üzerinde, ortaları mercan kırmızısı
yaprakları mavi olan bahar çiçekleri ile küçük yeĢil yapraklar dikkati
çekmektedir.
Caminin süslemeleri arasında, sedef ve fildiĢi kakmalarla zenginleĢtirilmiĢ geometrik
kompozisyonları ile kapı ve pencere kanatlan 16. yy'ın ahĢap
iĢçiliğinin kıymetli örneklerindendir. Mahfil tavanlarında, koyu
kırmızı zemin üzerine açık kırmızı ve yaldızla çalıĢılmıĢ olan kalem
iĢleri tezhibe yaklaĢan bir inceliktedir. Mihrap klasik üsluba uygun
oranları ve ayrıntıları ile mimariye uyum sağlamaktadır. Bütünüyle
beyaz mermerden mamul olan minberin Ģebekeli bölümleri yan Ģeffaf
yüzeyler oluĢturacak kadar ince bir iĢçilikle ele alınmıĢtır. Ayrıca
kubbe ve kemerlerin iç yüzeylerinde ve pandantiflerde bulunan kalem
iĢleri rumî, palmet, Ģakayık gibi klasik süsleme motiflerini
içermektedir. Renkli camlarla iĢlenmiĢ, klasik üsluptaki alçı revzenler
de kayda değer niteliktedir.
Medrese: Vakıflar idaresi tarafından 1963-1964'te onarılmıĢ ancak herhangi bir
fonksiyon verilmediğinden kısa bir müddet sonra yoksul ailelerce
iĢgal edilmiĢtir.
Yamuk planlı medrese avlusu doğu, batı ve kuzey yönlerinde revaklar ve hücrelerle,
güneyde ise, yüksekte kalan Ģadırvan avlusunun duvarı ile
sınırlandırılmıĢtır. Medreseye göre alçakta kalan Valide Kâhyası
Sokağı boyunca uzanan kuzey duvarı istinat duvarı niteliğinde olup
payandalar ile desteklenmiĢtir. Ca-mi-medrese bağlantısını sağlayan
kuzeydeki merdivenli geçidin yanısıra, esas giriĢ batıdaki Kartal Baba
Caddesi'ne açılmaktadır. Avlunun ortasında, sütunları ve çatısı
ortadan kalkmıĢ olan Ģadırvanın sekizgen prizma biçimindeki haznesi
göze çarpmaktadır. Revak, üçü dikdörtgen planlı, diğerleri kare planlı
olan, toplam on dokuz birimden oluĢur. Dikdörtgen birimler aynalı
tonozlarla, kare birimler pandantifli kubbelerle örtülmüĢtür. Re-vağın
arkasında sıralanan on sekiz adet hücreden on beĢinin öğrencilere,
ikisinin "muitlere", birinin de bevvaba tahsis edilmiĢ olduğu
vakfiyede kayıtlıdır. Kare planlı olan hücreler pandantifli kubbelerle
örtülüdür. Hepsinde revakla açılan birer kapı ve pencere, dıĢarı açılan
ikiĢer tepe penceresi, birer ocak ve çeĢitli dolap niĢleri bulunmaktadır.
Kuzey kanadındaki hücre dizisinin ortasında, yaklaĢık dört hücre büyüklüğünde olan,
ayrıca hücrelerden biraz geriye çekilmiĢ bulunan dershane yer
almaktadır. Dershanenin önünde, kare kesitli iki mermer sütuna
oturan bir iç revak bulunmaktadır. Yatayda ve düĢeyde hücrelerin
kitlesinden taĢkınlık yaparak medresenin görünümüne egemen olan
dershane kare planlı ve kubbeli bir tasarım sergiler. Dershane
kuzeyde, Valide Kâhyası Sokağı'nın karĢı yakasına yerleĢtirilmiĢ iki
paye ile payandalı medrese duvarına basan sivri kemerlerin taĢıdığı
çok basık bir tekne tonozun üstüne oturmaktadır. Böylece fevkani bir
mekân niteliği kazanmıĢ olan dershane, altından geçip giden sokağı
tıkamadığı gibi çevreye özellik katan bir mimari öğe olmaktadır, içine
ufak bir çeĢmenin kondurulmuĢ olması bu tonozlu geçidi daha da
çekici kılmaktadır. Dershanenin basık kemerli kapısı basamaklarla
çıkılan bir sahanlığın önündedir. Sekizgen kasnakla destejflenmiĢ bir
kubbenin örttüğü mekânın güney, doğu ve batı duvarlarında çift sıralı
pencereler bulunmasına karĢılık, komĢu meskenlere bakan kuzey
duvarı, muhtemelen mahremiyetin ve sessizliğin korunması amacıyla
sağır bırakılmıĢtır.
Medresenin helaları doğu kanadının arkasında, bağımsız ufak bir avlunun etrafında
sıralanır. Avlunun güneybatı köĢesinde, giriĢin yanında yer alan ve
bağdadi sıvalı duvarları, caddeye doğru ilerleyen çıkması ve ahĢap
saçakları ile ufak bir köĢk görünümü arz eden fevkani yapının,
külliyedeki sıbyan mektebinin 18.
yy'da kütüphaneye dönüĢtürülmesinden sonra aynı görevi üstlenmek üzere inĢa
edildiği tahmin edilebilir.
Tekke: Kaynaklarda "Atik Valide Sultan", "Eski Valide", "Valide-i Atik", "Ka-rabaĢ-ı
Velî" ya da "KarabaĢ Ali Efendi" adlarıyla anılmaktadır. Nurbânu
Valide Sultan'ın vakfiyesindeki bilgilerden, Vakıflar idaresi
ArĢivi'ndeki kayıtlardan ve Mecmua-i Tekâyâ'daki Ģeyhler listesinden
tekkenin -bazı yayınlardaki iddianın aksine- baĢından beri külliyenin
mimari programı içinde yer aldığı ve özgün kullanımını tarikatların
yasaklandığı 1925 tarihine kadar sürdürdüğü anlaĢılmaktadır.
BaĢından beri Halvetîliğe bağlı olan tekkenin postuna, l670'te, bu tarikatın KarabaĢ!
kolunu kuran, "KarabaĢ-ı Velî" ve "el-Atvel" (en uzun) lakaplı ġeyh
el-Hac Ali Alâeddin Efendi (ö. 1635) geçmiĢ ve sürgüne yollandığı
l679'a kadar buradaki görevini sürdürmüĢtür. Tekkenin bu müddet
zarfında KarabaĢî kolunun merkezi (âsitanesi) olduğu söylenebilir.
KarabaĢ-ı Velîden sonra bu makama, Halvetîliğin Sivasî kolundan
Bülbül-cüzade ġeyh Fethi Abdülkerim Efendi (ö. 1694) ile oğlu
Abdürrahim Nesib Efendi (ö. 1713) geçmiĢ, daha sonra tekke, aynı
tarikatın ġabanî koluna intikal etmiĢtir. Kapatıldıktan sonra uzun
müddet metruk kalarak harap olan yapı 1970'li yıllarda îlim Yayma
Cemiyeti'ne bağlı bir öğrenci yurdu olarak kullanılmaya baĢlamıĢ, bu
arada onarım görmüĢtür.
Yamuk planlı bir avlu ve bunu çepeçevre kuĢatan, kırık kaĢ kemerli ahĢap çatılı
revağın arkasında otuz beĢ adet kare planlı ve kubbeli birim
sıralanmaktadır. Bunlardan, güneybatı köĢesinde bulunan iki tanesi,
eksenleri kaydırılmıĢ bir giriĢ bölümü oluĢturmaktadır. Geriye kalan
otuz üç birim Ģeyh ile derviĢlerin ikametine tahsis edilmiĢtir. Nitekim
vakfiyede "hankah" ve "ribat" olarak anılan tekkede bir Ģeyh ile otuz
iki "nefer fukaranın" sakin olması öngörülmektedir. Doğu
kanadındaki hücrelerin arasından, kare planlı ve kubbeli tev-
hidhanenin kitlesi yükselir. Hücrelerin kubbeleri pandantiflere,
tevhidhane kubbesi ise, içerden mukarnaslı konsollarla desteklenmiĢ
sivri kromplara, dıĢardan on iki köĢeli bir kasnağa oturur.
Tekkenin tek giriĢi, mukarnas baĢlıklı bir paye ile yumuĢatılmıĢ olan güneybatı
köĢesinde bulunmaktadır. Basık kemerli giriĢin üzerinde ta'lik hatlı bir
beyit bulunmaktadır. Beyitte geçen "Hazret-i ġaban-ı Velî" ibaresi,
tarihsiz olan bu kitabenin, tekkenin ġabanîliğe intikal ettiği 1713'ten
sonraya ait olduğu kanıtlanmaktadır.
Avluyu kuĢatan hücrelerde -köĢelerde bulunanlar hariç- revağa açılan kapıların
yanısıra avluya bakan birer dikdörtgen pencere ile yuvarlak tepe
penceresi bulunmaktadır. Verev dehlizlerden ulaĢılan köĢe
hücrelerinde ise, avlu yönüne pencere açmak imkânsız olduğundan,
ıĢık ve hava ihtiyacı dıĢa açılan
pencerelerle giderilmiĢtir. Dolap niĢleri ile donatılmıĢ olan bu mekânlarda, tev-
hidhaneye komĢu olan ikisi dıĢında ocak bulunmamaktadır. Ocaklarla
donatılmıĢ bulunan ve tevhidhane ile bağlantılı olan bu iki mekânın
sıradan derviĢ hücreleri olmadığı, diğerlerinden daha büyük ve
dikdörtgen planlı olan gü-neyindekinin Ģeyh odası, kuzeyindeki-nin
de kahve ocağı ya da "meydan odası" olarak kullanıldığı tahmin
edilebilir. Doğu yönünde dıĢa taĢkınlık yapan tev-hidhanenin basık
kemerli giriĢinden baĢka toplam on dört adet penceresi vardır. Kuzey
ve güney duvarlarının ortasında, mukarnaslı kavsaraları bulunan niĢler
yer alır. Avlunun ortasındaki Ģadırvandan geriye günümüze sekizgen
kaide ulaĢabilmiĢtir.
Tekkenin tasarımında dikkati en çok çeken husus, aynı külliyedeki medreseden farklı
olarak, varlığı zaruri görülen sınırlı sayıda pencere dıĢında, cephelerin
tamamen sağır bırakılmıĢ olmalarıdır. Buna karĢılık avlu cephelerinin
hareketli bir ifadeye sahip olduğu gözlenir. Büyük bir ihtimalle, tekke
hayatının gerektirdiği içedönük yaĢantı yapının mimarisine
yansıtılmıĢtır. Aynı varsayım, Sinan'ın bir baĢka eseri olan, Kadırga'
daki 1574 tarihli Sokollu Mehmed PaĢa Külliyesi'nin tekkesi için de
geçerlidir. Bu arada söz konusu iki tekkenin de, baĢından beri, öğreti
sistemini "halvet" uygulaması üzerine kurmuĢ, hattâ adını bile bu
uygulamadan almıĢ olan Halvetî tarikatına hizmet etmiĢ olmaları bu
varsayımı desteklemektedir.
Sıbyan Mektebi: Feridun Ağa adında bir hayırsever tarafından 18. yy'da kütüphaneye
dönüĢtürülmüĢ, geçen yüzyılın sonlarına kadar bu yeni kullanımını
sürdürdükten sonra terk edilerek harap olmuĢtur. Günümüzde mesken
olarak kullanılan yapı tamire muhtaç durumdadır.
Kare planlı bir mekândan ibaret olan sıbyan mektebi, içerden pandantiflere oturan
kasnaksız bir kubbe ile örtülüdür. GiriĢi, aslında ahĢap bir saçakla
donatılmıĢ olduğu anlaĢılan doğu cep-hesindedir. Gerek giriĢ
cephesinde gerekse de güney ve batı cephelerinde pencereler yer
almakta, sokak boyunca uzanan kuzey cephesinin ise -iç mekânı
gürültüden soyutlamak amacıyla- sağır bırakılmıĢ olduğu
görülmektedir.
Darülhadis, Darülkurra, İmaret (Aş-hane-Tabhane-Kervansaray) ve Darüş-şifa-.
Aynı yapı adası üzerinde yekpare bir kitle oluĢturan bu bölümler 18.
yy'ın sonlarından itibaren özgün kullanımlarını yitirerek birtakım yeni
faaliyetlere tahsis edilmiĢtir. Ġmaret ile darüĢĢifa, sırayla, Nizam-ı
Cedid süvarisinin, Sek-ban-ı Cihadiye askerinin ve Asâkir-i Nizamiye
süvarisinin kıĢlası (yak. 1800-1865), akıl hastanesi (1865-1927) ve
Tekel yaprak tütün bakım atölyesi (1935-1976) olmuĢ, darüĢĢifa
1977'de Üsküdar Ġmam Hatip Lisesi'ne verilmiĢ, darülha-dis-
darülkurra grubu ise Cumhuriyet
Medreseye
üstten ve
batıdan bakıĢ.
Araş Neftçi
döneminde uzun müddet ToptaĢı Cezaevi olarak kullanıldıktan sonra yakın bir
geçmiĢte tahliye edilmiĢtir. Bu arada, özellikle de 1834-1835'te, söz
konusu bölümler, mimari kimliklerine ters düĢen çeĢitli değiĢimlere
sahne olmuĢtur.
Darülhadis, kıble doğrultusunda uzanan, pandantifli kubbelere ve batıya açılan iki
sıra pencereye sahip, doğu yönünde sakıflı bir revakla kuĢatılmıĢ bir
dizi hücreden ibarettir. Bu dizinin güney ucunda, cezaevinin hamamı
olarak kullanılmıĢ olan, darülhadis hücrelerinden daha büyük ve daha
yüksek tutulmuĢ, kare planlı, kubbeli bir mekândan ibaret darülkurra
yer almaktadır.
Batı kesimi kervansaraya, kuzeydoğusu tabhaneye, güneydoğusu aĢhaneye tahsis
edilmiĢ olan imaretin, batıda ToptaĢı Caddesi üzerindeki cümle kapısı,
II. Mahmud devrinde, ampir üslubunda bir sayvanla donatılmıĢ,
kemerin üzerine adı geçen padiĢahın tuğrası yerleĢtirilmiĢtir. GiriĢin
sağında, istifli sülüsle yazılmıĢ Osmanlıca manzum kitabesi
987/1579-80 tarihini ve Hasan ÇavuĢ'un adını veren, kırık kaĢ kemerli
bir çeĢme yer almaktadır.
Cümle kapısından, ortada pandantifli bir kubbenin, yanlarda birer beĢik tonozun
örttüğü taĢlığa geçilmekte, taĢlığın orta bölümünden, kervansarayın
iki kanadına ulaĢılmaktadır. Dikdörtgen planlı olan bu kanatlar eĢit
büyüklükte tasarlanmıĢtır. DıĢ duvarların alt kesimi dıĢında bütünüyle
yenilenmiĢ olduğu anlaĢılan kervansarayda, her kanatta, bir iç avlu
etrafında, iki katlı muhdes mekânlar sıralanmakta, aslında bu
kanatların, Sinan'ın Büyükçekmece'deki 1566 tarihli Sultan Süleyman
Kervansa-rayı'nda olduğu gibi, üç sıra payeye oturan kırma ahĢap
çatılarla örtülü oldukları anlaĢılmaktadır.
GiriĢ taĢlığının doğusundaki merdivenli ve kubbeli geçitten ulaĢılan, tab-hane ile
aĢhanenin ortasında yer alan müĢterek avlu, pandantifli küçük
kubbelerin örttüğü yirmi dokuz birimli bir revakla kuĢatılmıĢtır.
Revağın arkasında, doğu kanadının yanlarında, darülhadis
hücrelerinin altında kalan, beĢik tonozlu ikiĢer mekân ile ortada bu
hücrelere
çıkan bir merdiven vardır. Aynı türde birer mekân da batı kanadında, giriĢin
yanlarında yer almakta, kuzey ve güney yönlerinde ise tabhane ile
aĢhanenin iç avlularına açılan birer kapı ile bu bölümlerin bazı
birimlerine ait kapı ve pencereler sıralanmaktadır.
Aynı boyutlara sahip olan aĢhane ile tabhane, ortaklaĢa kullandıkları avluya göre
simetrik olarak tasarlanmıĢlardır. Her ikisi de "T" biçiminde bir avlu
ile bunu kuĢatan, beĢik tonozlu revakları içermektedir. Revaklarm
gerisinde sıralanan on üçer birimden dördü darülhadis hücrelerinin
altında kalmakta ve beĢik tonozlarla örtülü bulunmaktadır. Diğerleri
pandantifli kubbelerle donatılmıĢtır. AĢhanenin batısında yer alan ve
havalandırma fenerleri ile taçlandırılmıĢ olan altı birim mutfaktır. Ġki
bölüm halinde düzenlenmiĢ olan mutfaklara doğu yönünde komĢu
olan iki birimli mekân yemekhanedir (me'kel). Diğerleri kiler ve
ambar olarak kullanılmaktadır. Kervansarayın kanatları ile tabhane-
aĢ-hane kitlesi arasında, ince uzun dikdörtgen planlı birer avlu uzanır.
Birer kapı ile orta avluya, beĢik tonozlu birer geçitle de "T" planlı
avlulara bağlanan bu avlulardan kuzeydeki, tabhanenin helalarına
tahsis edilmiĢ, dıĢarıya açılan bir kapının bulunduğu güneydeki avlu
ise, yakacağın ve erzağın cümle kapısından geçirilmeden aĢhaneye
ulaĢabilmesi ve çevredeki yoksullara yemek dağıtımı için
düĢünülmüĢtür.
Günümüzde iki katlı, ahĢap çatılı ve tabhane ile bağlantılı bir yapı olan da-rüĢĢifanın,
aslında, tek katlı, kagir örtülü ve tamamen bağımsız olarak
tasarlandığı anlaĢılmaktadır. Kuzeyde, Helvacı Ali Sokağı üzerindeki
giriĢi, tromplu kubbe ile örtülü bir birim izlemekte, buradan bir seki
ile ikiye ayrılmıĢ olan dikdörtgen planlı avluya ulaĢılmaktadır. Avluyu
kuĢatan sakıflı revağın arkasındaki mekânlardan güneybatı köĢesinde
bulunan ve tromplu kubbe ile örtülü olanı darüĢ-Ģifanın mescididir.
Güney kanadında da darüĢĢifanın ihtiyacına cevap verecek düzeyde
tasarlanmıĢ küçük bir hamam yer almaktadır. Bunlardan baĢka
avlunun çevresinde, ikisi dikdörtgen planlı
ATĠKAIĠ
412
413
ATLETĠZM
Cahit Önel. Ayçan Önel, Osman GoĢ-gül, EĢref Aydın, Güner Frik, Cezmi Ör, Kemal
Koksal, Kemal Aksur, Torna Balcı, Mehmet Jeba Berkok, Ekrem
Koçak, Muzaffer Selvi, Erdal Akkan, Ferhan De-vekuĢoğlu. Orhan
Aydın, Aydın Onur, Turhan Göker gibi büyük isimler çıktı. 1948
Londra Olimpiyat Oyunları'nda Ruhi Sanalp'in üç adım atlamada
Olimpiyat üçüncülüğünü kazanması büyük bir olay teĢkil etti. Aynı
atletimiz 1951 Avrupa ġampiyonasında kazandığı üçüncülük ile
Olimpiyat Oyunları'ndan sonra Avrupa Atletizm ġampiyonası
tarihinde de madalya kazanan ilk Türk atleti olmak Ģerefine eriĢecekti.
Ruhi Sarı-alp, Fenerbahçe Spor Kulübü'nde yetiĢip parlamıĢ bir atletti.
1960'lı yıllarda istanbul'da atletizm faaliyetinde büyük bir durgunluk baĢladı. Bu,
doğrudan tüm ülke atletizmini etkiledi. Atletizm pistlerinden kayda
değer baĢarılar gelmez oldu. Ama yine de o tarihlerden bu yana
yapılagelen Türkiye atletizm Ģampiyonalarında ekip birinciliklerinin
Galatasaray ve Fenerbahçe kulüpleri arasında paylaĢılması en durgun
devrinde dahi Ġstanbul atletizmin üstünlüğünün bir göstergesidir.
CEM ATABEYOĞLU
ATLI, LEM'Ġ
(1869, İstanbul - 25 Kasım 1945, İstanbul) ġarkı bestekârı. Üsküdar'da doğdu.
Babası Çerkez ibrahim Hakkı Bey, annesi ise Dilber Hamm'dır.
Annesini doğduktan bir hafta kadar sonra, babasını da 2
yaĢlarındayken kaybetti. Ablası ile eniĢtesinin yanında büyüdü.
Tezgâh-çılar Ġlkokulu'nu bitirdikten sonra Fatih Askeri RüĢtiyesi'ne
devam etti. Özel hocalardan Arapça ve Fransızca dersleri aldı. 1887'de
SoğukçeĢme RüĢtiyesi'ni bitirdikten sonra bir süre Mülkiye Mek-
tebi'nde okudu. 1889'da Dahiliye Nezareti Mektubi Kalemi'nde kâtip
ve nazırın mühürdarı olarak çalıĢmaya baĢladı. Aynı zamanda Takvim-
i Vekayi yazarlığını da yürüttü. 1894'te Zaptiye Nezareti Mektubi
Müdürlüğü'nde baĢkâtip oldu. 1907'de memuriyet hayatından ayrıldı.
Atlı askeri okuldayken sesinin güzelliği ve "tavırlı" okuyuĢu ile dikkatleri üzerinde
topladı. Musikisever bir kiĢi olan eniĢtesi ġefik Beyle beraber musiki
toplantılarına katıldı. Musikiye karĢı duyduğu ilgi ve öğrenme isteği
onu Hafız Yusuf Efendi'den dersler almaya yöneltti. Repertuvan
geniĢleyince, musiki-severlerin evlerinde düzenlenen fasıllara katıldı.
Henüz 14 yaĢındayken dönemin büyük bestekârı Hacı Arif Bey(->) ile
tanıĢtı. Arif Bey, sesini beğenince, ondan ders alma imkânı doğdu.
Lem'i At-lı'nın musiki anlayıĢını büyük ölçüde etkileyen bu dersler,
Arif Bey'in ölümüne (1885) kadar sürdü.
18 yaĢındayken "Hüsnüne etvâr-ı nâzın Ģan senin" güfteli Ģarkısını karcığar
makamında besteledi. Bestekâıiık alanında vermiĢ olduğu bu ilk eser,
geniĢ
ölçüde ilgi uyandırdı. Hemen sonra güftesini Mahmud Celaleddin PaĢa'nın yazdığı
"Penbelikle imtizaç etmiĢ tenin" Ģarkısını hicazkâr makamında
besteleyerek, adını istanbul'un musiki çevrelerinde duyurmaya
baĢladı. Bir yandan da Hacı Faik Bey, Bolâhenk Nuri Bey, Rıfat Bey,
Levon Hancıyan, Kadıköylü Ali Bey gibi zamanın ünlü musiki
adamlarından yararlandı. "Boğaziçi Bülbülü" adıyla da tanınan, 1894-
1904 arasında Kanlıca ve Rumelihisan'nda oturan Lem'i Atlı,
Boğaz'da düzenlenen toplantıların da seçkin musikicilerindendi.
Lem'i Atlı, Arif Bey'in geliĢtirip yaygınlaĢtırdığı Ģarkı bestekârlığımn son büyük
temsilcileri arasında yer almıĢ, bu zevk ve anlayıĢa uygun eserler
vermiĢtir. Bir Ģarkı bestekârı olarak temiz bir üslup ve Ģekil anlayıĢı
çerçevesinde çok güzel eserler vermiĢtir. Beste ile güftenin anlamca
uyumuna olduğu kadar, "prozodi" denilen biçimsel uyuĢmasına da
önem vermiĢtir. Hayatının son yıllarında kaleme aldığı anıları
ölümünden sonra Hatıralar (1947) adıyla yayımlanmıĢtır. ġarkılarının
konserlerde ve radyolarda olduğu kadar sahnelerde okunması,
plaklara alınması, filmlerde kullanılması Atlı'nın ününü iyice perçin-
lemiĢtir. "Bir kendi gibi zâlimi sevmiĢ yanıyormuĢ" kürdilihicazkâr,
"Siyah eb-rûlerin duruben çatma" uĢĢak, "Son aĢkımı canlandıran en
tatlı emelsin" hicazkâr, "Bu zevku safa sahn-ı çemen zâre de kalmaz"
rast, "Bin gül çıkarırdım sana kalbimdeki külden" nihavend Ģarkıları,
en tanınmıĢ eserlerindendir.
Bibi. inal, Hoş Şada, 213-214; Öztuna, BTMA, I, 123-126.
FATiH SALGIR
ATMEYDAN1
Hippodrom'a(->) istanbul'un fethinden (1453) Yeniçeri Ocağı'nın kapatılıĢına (1826)
kadar verilen addır. Ahmediye Meydanı, Sultanahmet Meydanı olarak
da bilinir. Atmeydam deyimi, Hippod-rom'un Türkçesidir. Bizans
döneminde Eski Mısır, Eski Yunan, Roma ve Bizans anıtlarını içeren
meydan, Osmanlılar zamanında yapılan Türk-lslam eserleriyle
Akdeniz uygarlıkları havzasının en ilginç açık mekânı özelliğini
kazandı. Hippodrom'un geleneksel Ģenliklere ve çoğu zaman da kanlı
ayaklanmalara sahne oluĢu gibi, Atmeydam da yüzyıllar boyunca
saray düğünlerine ve ayaklanmalara sahnelik etti.
Hippodrom'un 118,5x370 m (yaklaĢık 45.000 m2) ölçülerine karĢılık, Atmeydam,
çevresindeki yapılaĢmalar nedeniyle 75x300 m'lik (22.500 m2)
ölçüsüyle daha dar bir açıklıktı. Yine de Su-riçi istanbul'un, en geniĢ
alanıydı. Ayrıca "meydan" adını taĢıyan sayılı ve iĢlevsel alanların en
önemlisi sayılıyordu.
Atmeydanı'nın daralıĢı, güney-kuzey doğrultusunda doğu tarafındaki eski seyirci
tribünlerinin yerine önce paĢa saraylarının, 17. yy baĢında Sultan
Ahmed
Camii'nin, batı tarafına ise yaklaĢık 150 m cephesi 50-75 m derinliği olan Ġbrahim
PaĢa Sarayı'nın yapılmasının sonucudur. Mehterhane, Arslanhane,
hapishane, mektep, medrese, imaret vb diğer yapılaĢmalar da meydanı
daralttı. Eski surnamelerdeki minyatürlerde 16-18. yy'lardaki
görünüĢüne yer verilen Atmeydam, duraklama ve gerileme devir-
lerindeki ayaklanmalarda tahrip gördü. Uzun bir bakımsızlık
döneminden sonra Abdülaziz döneminde (1861-1876) Zaptiye Nazırı
Hüsnü PaĢa'nın giriĢimiyle park olarak düzenlendi.
Hippodrom'un 1453'teki durumunu açıklayan bilgiler olmadığı gibi, II. Meh-med'in
(Fatih) (hd 1451-1481) Ġstanbul'da baĢlattığı imar çalıĢmaları
kapsamında bu alana iliĢkin bir giriĢiminin bulunup bulunmadığı da
bilinmemektedir. Bununla birlikte meydanın kuzeydoğu uzantısını
oluĢturan alanın, Aya-sofya-yı Kebir Meydanı olarak Saray-ı Cedide-i
Âmire'nin (Topkapı Sarayı) merasim kapısı (Bâb-ı Hümayun)
önündeki törenler için yeterli görüldüğü anlaĢılmaktadır. Bu
bakımdan, Atmeydam adı verilen, yıkıntılarla dolu Hippodrom'un bir
süre olduğu gibi bırakıldığı, burada, cirit ve at yarıĢları yapıldığı
tahmin edilebilir. Fatih'in de burada gürz talimi yaptığı biliniyor. 17-
18. yy'da Ġstanbul'a gelen gezginler, Türklerin, cuma günleri öğleden
sonra Atmeyda-nı'nda toplanıp iki gruba ayrılarak cirit oynadıklarını,
bu yarıĢların çok tehlikeli ve heyecanlı geçtiğini, ayrıca meydanda, at
üzerinde ok atıĢları yapıldığını anlatırlar.
1491 tarihli Firuz Ağa Camii ise, Atmeydanı'nın kuzeybatı köĢesine yapılan ilk
Osmanlı eseridir, istanbul'u 15. yy'ın ikinci yarısındaki durumuyla
gösteren eski harita ve resimlerde Atmeyda-nı'ndaki Roma-Bizans
yapı yıkıntıları, Kadırga yönünde ise muhteĢem Bizans sarayı harabesi
görülür. Ancak bunlardan hiçbiri zamanımıza kadar korunamamıĢtır.
Halkın kıyamet-i suğra (küçük kıyamet) adını verdiği 1509'daki
büyük depremle, sonraki yangın ve depremlerde bu açık ve nispeten
güvenlikli alanın evsiz barksız kalan Ġstanbul halkına geçici olarak
mekânlık ettiği de bilinmektedir.
Rum kaynakları ise, Latin yağmasının Hippodrom'u çok tahrip ettiğini, kolonlardan
bir kısmının ise Fatih tarafından kentin baĢka yerlerine taĢındığını, öte
yandan Hippodrom'a ait çok sayıdaki sütunun, eski mermer amfi
kalıntılarının da ve Ġbrahim PaĢa Sarayı ile sonraki cami ve saray
yapımlarında kullanılarak ortadan kaldırıldığını yazar.
Lokman'ın (ö. 1601) Hünernâme'sindeki Atmeydam tasvirinde, Makbul/Maktul
Ġbrahim PaĢa'nın 1530'a doğru burada yaptırdığı saray ile Budin'den
(BudapeĢte) getirip meydana diktirdiği Herkül, Apollon ve Diana tunç
heykelleri de gösterilmiĢtir. Tarihçi Solakzade "Ol üç suret-i garibeyi
istanbul'a naklet-
tirib Atmeydam'nda amud (sütun) üzerine kondurdular" demekte ve sarayının
karĢısına heykeller diktirdiği için, Ġbrahim PaĢa'nın putperestlikle
itham edildiğini eklemektedir. Figanı Ramazan Çelebi (ö. 1526) ise
Farsça bir beyitle Ġbrahim PaĢa'yı putperestlikle suçladığı için idam
edilmiĢtir. Beyit Ģudur: Dü İbrahim âmed be-deyr-i cihan / Yeki büt-
şi-ken yeki büt-nişan (Dünyaya iki Ġbrahim geldi, ilki -Peygamber
Halil Ġbrahim- putları kırdı, ikincisi ise put dikti).
Atmeydam'ndaki sarayında yabancı elçileri kabul eden Ġbrahim PaĢa, olasılıkla bu
heykelleri Osmanlı Devleti'nin hükmettiği ülkelerin simgesi olarak
dik-tirmiĢti. Nitekim, 1533'te kalabalık bir heyetle ibrahim PaĢa
Sarayı'na gelen Avusturya elçisi, Budin'den gelme heykellerle
darağaçlarım görmüĢtü. 1553'te istanbul'a gelen Hans Dernschwam,
idam edilen ibrahim PaĢa'nın büyük ve çok güzel sarayından, bu
sarayın At-meydam'na inen bir yokuĢun yukarısın-daki Ģato
görünümlü manzarasından söz ettikten sonra Atmeydanı'nın
ortasındaki beyaz mermerden kalın ve kısa boylu sütunlar üstündeki
büstlerin halen mevcut olduğunu da yazar. Ġbrahim PaĢa'nın
ölümünden sonra kaldırılıp atılan üç baĢka büstün daha olduğunu
öğrendiğini de ilave eder. Bu gezgin, kaldırım döĢeli meydanda
Romalılar döneminde kum serili olduğunun anlaĢıldığını açıklar.
Meydanın orta yerinde, uzun ve güzel mermer basamaklar
bulunduğunu, bunların üzerlerine enlemesine beyaz mermer levhalar
uzatılmıĢ olduğunu, fakat bunların sökülüp Süleymaniye Camii
inĢaatında kullanıldığım vb anlatır.
1582'de Atmeydanı'nı gezen John Sanderson, buradaki tunç büstlerin Macar Kralı
Mathias Corvino'ya ait olduğunu, Ġbrahim PaĢa idam edilince bunların
öfkeli halk tarafından parçalandığını yazar. Sanderson, Atmeydanı'nın
Ayasofya cihetinde eski tiyatro kalıntılarının Arslanhane olarak
kullanıldığını da ekler.
Atmeydanı'nın çevresindeki yapılaĢmanın 16. yy'da, Ġbrahim PaĢa Sarayı'nın inĢasını
izleyen yıllarda yoğunlaĢtığı kesindir. Kanuni Sultan Süleyman'ın
hasekisi Hürrem Sultan'ın 1555'te Mimar Sinan'a yaptırdığı Çifte
Hamam (Haseki Hamamı) buradaki ilk büyük tesistir.
Meydanın çevresindeki baĢlıca saray ve konaklar ise Tezkiretü'l-Ebniye'ye göre
SiyavuĢ PaĢa Sarayı, (Sokollu) Mehmed PaĢa Sarayı, Sadrazam Sinan
PaĢa Sarayı, Ahmed PaĢa Sarayı, Kap-tan-ı Derya Sinan PaĢa Sarayı
ve en meĢhurları olarak da ibrahim PaĢa Sara-yı'dır. Bunlar, farklı
dönemlerde resmi ikametgâh, mehterhane, defterhane, hapishane gibi
hizmetler için kullanılmıĢtır. Evliya Çelebi, Atmeydam çevresindeki
eski sarayların yanında, birçok vezir, ulema, ayan konaklarının da
bulunduğunu, Sultan Ahmed imareti ile bi-marhanenin de (hastane)
burada olduğunu kaydeder.
Atmeydam'nda
III. Murad'ın
oğlu ġehzade
Mehmed'in
sünnet
düğünü için
düzenlenen
Ģenliklerin
anlatıldığı
Surname-i
Hümayuridan
at üstünde
yapılan
oyunları (cirit
ve ok atma,
takla atma)
betimleyen
bir minyatür,
1582.
Erkin Enıiroğlu fotoğraf arşivi
l609'da yapımına baĢlanan Sultan Ahmed Camii için, PadiĢah I. Ahmed'in aĢırı
dindarlığı nedeniyle kiliseden çevrilme olan Ayasofya Camii'nin
yakınına ve onun görkemiyle yarıĢacak bir yapı tasarlanmıĢ, yer
olarak da Ayasofya'nın tam karĢısındaki Atmeydam uygun görülmüĢ;
meydanın kıble (güneydoğu) cihetindeki AyĢe Sultan mülkü, Sinan
yapısı saray (Ahmed PaĢa Sarayı), 30.000 altına alındığı gibi, Sokollu
Mehmed PaĢa Sarayı, Arslanhane, miri ambarlar, birçok dükkân da bu
cami için kamulaĢtırılmıĢtır. Bu yer, aynı zamanda eski Bizans
sarayının arsasıydı. Sultan Ahmed Camii'nin 8 yıl süren inĢaatı,
Atmeydanı'nın zemininde ve çevresinde önemli değiĢikliklere neden
olmuĢ, muhtemelen, Ġslamiyetle bağdaĢımla-mayan büst ve benzeri
anıtlar da bu sırada kaldırılmıĢtır.
Caminin 9 Haziran I6l7'de törenle ibadete açılmasıyla birlikte Atmeydam da bir
bakıma bu yeni mabedi ve külliyeyi kapsayan geniĢ dıĢ avlu
görünümü kazandı. Jean Thevenot, 1665'teki istanbul gözlemlerinde,
meydandaki eskiden kalan birçok heykelin, dikilitaĢın, sütunun tahrip
edildiğini, eski geniĢliğini koruyan alanda, Türklerin her gün at
yarıĢları düzenlediklerini anlatır. 1659' da çıkan ve istanbul'un pek çok semtini kül
eden yangının bir kolununun Atmeydanı'nı, buradan da Kadırga
semtini etkilediği bilinmektedir. Evliya Çelebi ise buradaki
dikilitaĢların her birini birer tılsım olarak tanımlar. Burmak Sü-tun'un
ejderha baĢlarından tekinin bir yeniçeri tarafından kılıçla
uçurulmasın-dan sonra tılsımlardan birinin bozulduğunu ve kenti
yılan, çıyan, akrep gibi sokucuların istila ettiğini yazar. Ġstanbul'daki
barutçu esnafının da buradaki Baruthane'de üretim yaptıklarını ekler.
Lady Montagu, istanbul'dan 10 Nisan 1718'de Lady Bristol'e yazdığı mektubunda,
"Laf aramızda, Londra'daki St. Paul Kilisesi Ayasofya ile
kıyaslanamayacağı gibi, en bakımlı meydanlarımız da Atmeydam ile
boy ölçüĢemez!" demiĢtir. Ġstanbul'u konu alan resimleriyle ünlü
Thomas Allom, 1838'de yaptığı Atmeydam resminde, alanı tarihsel
iĢleviyle canlandırmıĢ, at koĢturan, atla gezen birçok insan ile ibrahim
PaĢa Sarayı'nın önüne oturmuĢ çubuk içerek onları seyredenleri
canlandırmıĢtır. Resimde, toprak zeminli meydana, Sultan Ahmed
Camii olanca görkemiyle hâkim olmakla birlikte küçük ve özenli bazı
binalar
ATMEYDANI
416
417
ATMEYDANI
rilip II. Süleyman'ın padiĢah olmasını izleyen günler boyunca kapıkulu askerleri
Atmeydam'ndan ayrılmayarak türlü eylemlerde bulundular, idamını
istedikleri Ġstanbul kaymakamının cesedini burada parçaladılar.
KapalıçarĢı'yı yağmalayıp naralar atarak Atmeydanı'na döndüler.
Sarayı, bahĢiĢ istekleriyle bunalttılar. Sipahilerden baĢka, yeniçeriler,
cebeciler, topçular da bu eylemlere katıldılar. Nihayet 11 ġubat
l688'de Ġstanbul çarĢı esnafı beyaz bayrak açıp Atmeyda-nı'ndaki
askerlerin üzerine yürüdü. Esnafı, halk, Galata, Eyüp kasabalarından
gelen silahlı gençler desteklediler, bunun üzerine isyancılar dağılıp
kaçtı.
18. yy'ın baĢında da Atmeydam, asilerin toplanma yeriydi. Ülkeyi Edirne' den
yöneten II. Mustafa'ya (hd 1095-1703) karĢı 15 Temmuz 1703'te 200
cebeci Atmeydanı'nda toplanmıĢ; birkaç gün içinde bunlara Ġstanbul
esnafı, halktan yüzlerce insan da katılmıĢtı. Ġstanbul'dan yürüyüĢe
geçen ayaklanmacılar, Edirne Vakası denen ihtilalle II. Mustafa'nın
tahttan indirilmesini, birçok kiĢinin idamını gerçekleĢtirmiĢlerdir. 28
Eylül 1730'da baĢlayan Patrona Halil Ayaklanması^) ve 25 Mayıs
1807'deki Kabakçı Mustafa Ayaklanması'ndaO) da toplanma yeri
Atmeydam olmuĢtu. 1808' deki Alemdar Olayı'nda(->) yeniçeriler, ara
kararlar almak ve din bilginlerine danıĢmak için birkaç kez
Atmeydanı'nda toplanmıĢlardı. Nihayet 1826'da Yeniçeri Ocağı'nın
kapatılmasıyla sonuçlanan Vak'a-i Hayriye sırasında da bu meydanda
önemli olaylar geçti. Kazan kaldırma olayını haber alan II. Mahmud,
BeĢiktaĢ'tan Topkapı Sarayı'na geldi. Sancak-ı Ģerif çıkartıldı.
Herkesin bu kutsal bayrak altında toplanması istendi. Atmeydanı'nda
toplanan yeniçeriler, saray muhafız birliğinin baĢında meydana gelen
padiĢaha saygı gösterdiler. Fakat buyruğunu dinlemeyerek
alıĢkanlıkları olan yağmalan yapmak için kente dağıldılar. Bu, onlara
karĢı, kesin sonuçlu hareketin baĢlamasına fırsat verdi.
Tarih-i Lûtfî'de, Yeniçeri Ocağı'nın kapatılmasından, yeniçerilikle ilgili ya da bu
ocağı çağrıĢtıran her Ģeyin yasaklanmasının ardından, Etmeydanı'na(-
») "Ahmediye", Atmeydam'na da Ahmedi-ye Meydanı adlarının
verildiği yazılıdır.
30 Eylül 1895 günü, silahlı bir grup Ermeninin Kadırga'dan Sultanahmet Meydanı'na
çıkıp buradan Babıâli'ye yönelmeleri, Ġstanbul'da heyecan
uyandırmıĢtı.
II. MeĢrutiyet döneminde, Sultanahmet Meydanı adıyla Ġstanbul'un baĢlıca miting
alanı durumuna gelen burada, Ġzmir'in Yunanlılar tarafından iĢgal
edilmesinin ardından protesto mitingleri düzenlendi.
Bibi. ġeyhî, Vekayiu'l-Fuzalâ, II, 89, III, 590; Silahdar Tarihi, I, 731; Tarih-i
Solakzade, 459; Tarih-i Selânikî, 166; Bostanzade Yahya, Tarih-i
Saf/Tuhfetu'l-Ahbab, {Duru Tarih, [haz. N. SakaoğluD, Ġst., 1978, s.
108-109; Surname-i Hümayun, Topkapı Sarayı Ktp.,
Hazine no. 1344; Evliya, Seyahatname, I, 64-66, 559-560; Vehbî, Surnâme-i Sultan
Ah-med Han, Topkapı Sarayı Ktp., Ahmed III, no. 3593-3594;
Mür'i't-Tevarih, II/A, 29; Tarih-i Râşid, II, 26-28; Tarih-i Lutfî, III,
166; Hans Derncshwam, istanbul ve Anadolu'ya Seyahat Günlüğü,
(çev. Y. Önen), Ankara, 1987, s. 137-140; Kömürciyan, istanbul
Tarihi, 92, 93, 97; Ġnciciyan, İstanbul, 63-66; Jean Thevenot, 1655-
1656'da Türkiye, (çev. N. Yıldız), ist., 1978, s. 63; Lady Montagu,
Türkiye Mektuplun 1717-1718, (çev. A. Kurutlu-oğlu), ist., ty, s. 126;
Doriha L. Neave, Eski istanbul da Hayat, (çev. O. ÖndeĢ), ist., 1978,
s. 92; Emest Mamboury, istanbul, Reh-ber-i Seyyahın, ist., 1925, s.
171 vd; Köprülü-zade Mehmed Fuad, "Bizans Müesseselerinin
Osmanlı Müesseselerine Te'siri", Türk Hukuk ve İktisat Tarihi
Mecmuası, I, 1931, s. 270-271; Ahmed Refik "Kafes ve Ferace
Devrinde istanbul At Meydanı", Akşam, 17 ġubat 1936; Z. Orgun,
ibrahim Paşa Sarayı (Arkitekt'ten ayrı basım), ist., 1939; Konyalı,
İstanbul Sarayları; T. Reyhanlı, İngiliz Gezginlerine Göre XVI.
Yüzyılda istanbul'da Hayat, Ankara 1983, s. 41; ġehsuvaroğlu,
İstanbul, 27-28; E. A. Çavlı, "Sultanahmet At Meydanı", Cumhuriyet,
Aralık 1960; M. And, Kırkgün Kırkgece, ist., 1959; "Tezkiretü'l
Enbiye", Mimar Sinan ile İlgili Tarihi Yazmalar Belgeler, (haz. Z.
Sönmez), ist., 1988, s. 74-75.
NECDET SAKAOĞLU
ATMEYDANI OLAYI
25-28 Ekim 1648 günleri boyunca Ġstanbul'un yaĢadığı kanlı olaylar ve karıĢıklıktır.
"Atmeydam Vakası", "Sipahi Fetreti", "Sipahi Fitnesi", "Sultanahmed
Muharebesi", "Sultanahmed Vakası" da denmiĢtir. Bu ayaklanma
baĢlamazdan önce Sultan Ġbrahim'in tahttan indirilip boğdurulması,
eski vezirazam Hezarpa-re Ahmed PaĢa'mn, Cinci Hoca'nın idamları,
kentteki gerilimi artırmıĢtı. Bu nedenle kolaylıkla yatıĢtırılabilecek bir
olay, büyük bir ayaklanmaya dönüĢtü. Atmeydam Olayı, yeniçerilerle
sipahiler arasındaki düĢmanlığı daha da artırdığından sonraki yıllarda
bu iki ocağın askerleri arasında sık sık kavgalar oldu. Osmanlı
tarihinde ağalar saltanatı denen kısa ve baĢarısız bir askeri yönetim de
bu olayın bir sonucu olarak ortaya çıktı.
7 yaĢında tahta oturtulan IV. Meh-med'in (hd 1648-1087) ilk günlerinde Vezirazam
Sofu Mehmed PaĢa, kamu ha-zinesindeki açıkları kapatabilmek için
önlemler aldı. Acemioğlanlarmın bir bölümünün "çıkma" yöntemiyle
sipahi sınıfına geçip ulufeli (aylıklı) olmalarım erteledi. Ocaktan
atılmıĢ sipahilere yeniden asker yazılmaları için Girit SavaĢı'na
gitmeleri koĢulunu koydu. Sipahilerin bayram harçlıklarını, kuloğlu
denen asker çocuklarının terakkilerini (aylık zammı) vermedi. Bundan
dolayı sipahiler Üsküdar'da toplanmaya baĢladılar. Baba-dağı'ndan
dönen ve iki yıldır aylık alamayan bir kısım sipahi de bunlara katıldı.
Toplanan vezirler, ocak ağalarını Üsküdar'a gönderip sipahilere öğüt
verdirdiler. Ama, Osmanlı deyimiyle "kul yüze çıkmıĢ", ayaklanma
kaçınılmaz olmuĢtu. Bununla birlikte sipahilerin ramazan ayı boyunca
etkili bir eylemleri görülmedi.
Diğer yandan, Galata Sarayı'ndaki
acemioğlanları yarı aç, harçlıksız ve baĢıboĢ, "çıkma" müjdesi beklerlerken bunun
gerçekleĢmediğini öğrenince 25 Ekim 1648 günü saraydan boĢandılar.
Kontrolsüz gruplar halinde kenti heyecana ve paniğe boğarak
Atmeydam'na geldiler. Buradaki Ġbrahim PaĢa Sarayı acemioğlanları
da kendilerine katıldı. Olayı öğrenen Topkapı Sarayı Enderun
gılmanları da (içoğlanları) engelleri aĢıp dıĢarı çıktılar. YatıĢtırmaya
gelen yeniçeri ağasını tutsak alan acemioğlanları, çarĢıya doğru
harekete geçtiler. Elçi Ha-nı(-t) ile o çevredeki birkaç hanı ele
geçirdiler. Küçük gruplar halinde kente dağılıp yağmaya ve soyguna
baĢladılar. Ġsteksiz olarak Girit'e gitmek üzere yola çıkmıĢ bulunan
bin kadar sipahi de Silivri'den geri döndü. Bıyıklı Mahmud adlı bir
sipahi çalığı ise peĢindeki zorbalarla Sultan Ahmed Camii'ne yakın bir
eve yerleĢip ayaklanmanın elebaĢısı oldu. Kente dağılmıĢ olan
acemioğlanla-rıyla içoğlanları Bıyıklı Mahmud'un, çevresinde
toplanmaya baĢladı. Yönetim karĢıtları, çıkarcılar, Sultan Ġbrahim
yanlıları da birer ikiĢer Mahmud'un yanında yer aldılar. Sofu Mehmed
PaĢa, ulema sınıfından saygın kiĢileri nasihatçi gönderdi. Fakat söz
dinletmek olanaksızdı. Üsküdür'daki sipahiler de kayıklarla bu tarafa
geçip Ahır Kapısı'ndan Atmeydam'na çıkmaktaydılar. PaĢakapı-sı'nda
toplanan vezirazam ve vezirler, yeniçerilerin silahlanıp karĢı hareket
için hazır bekletilmeleri kararını aldılar. ġeyhülislam, ayaklanmayı
sürdüren sipahilerin ve acemioğlanlarının öldürülmeleri yönünde
fetva verdi. Buna karĢılık Atmeydanı'nda mevzilenen ve savunma
önlemleri alan ayaklanmacılar, 26 Ekim günü aldıkları kararla ayak
divanı istediler. Ayrıca, Sultan Ġbrahim'in katili olan vezirlerin idam
edilmeleri koĢulunu öne sürdüler. Örgütlenen ayaklanmacılar,
yöneticilerin, ocak ağalarının evlerini taĢlamaya giriĢtiler ve kent
halkını korkutucu eylemlere yönelttiler. Herkes kaçıp saklanacak yer
aramaya baĢladı. 27 Ekim günü, ikinci bir fetva yayımlanarak teslim
olan acemioğlanlarının ocağa çıkarılacakları, diğerlerinin
öldürülecekleri duyuruldu. Bunun etkisi görüldü ve bir kısım
acemioğlanları ile sipahiler dağılmaya baĢladılar. Bıyıklı Mahmud da
zorbaların bir bölümüyle Üsküdar'a geçti.
Olay neredeyse yatıĢmıĢ iken Sofu Mehmed PaĢa ile ġeyhülislam Abdürra-him
Efendi(->), zağarcıbaĢını henüz Sultanahmet Meydam'nda bulunan
kalabalığa gönderip elebaĢıları istediler. Bu, yeni bir tepki doğurduğu
gibi, gece denetimi yapan ocak ağaları ve silahlı yeniçeriler, üç
sipahiyi tutukladılar. Ertesi gün ġehzadebaĢı Camii önünde bunların
boyunları vuruldu. Kent içindeki sipahi evlerine baskınlar düzenlendi.
Olaylar ikinci kez alevlendi.
Sipahiler ve acemioğlanları "Bunlar bizi ayırıp kılıçtan geçirecekler!" diyerek
yemden Atmeydanı'nda toplandılar. Hü-
Ģeyin Kethüda ve Kara Kethüda, sipahileri kıĢkırtıcı konuĢmalar yaptılar. Sofu
Mehmed PaĢa ise Ġstanbul surlarının tüm kapılarının kapatılmasını,
deniz ulaĢımının durdurulmasını emretti. Fakat ayaklanmacılar Ahır
Kapısı'nı açtırıp Üsküdar'a haber ulaĢtırdılar. Bıyıklı Mahmud,
teknelere doldurduğu zorbalarla geri döndü. Saraya bir arzuhal veren
ayaklanmacılar, yeniçerilerin kendilerini kıracağını bildirip tarafsız
bir vezirazam atanmasını istediler. PadiĢahın ağzından "Yeniçeri ve
sipahi kullarımın çengine iznim yoktur. Dağılırsamz vezirazam ve
müftüyü azlederim" yollu bir hatt-ı hümayunla cevap verildi. Bunu
öğrenen Sofu Mehmed PaĢa, Yeniçeri Ocağı'na sığındı. O ve öteki
vezirlerle Ģeyhülislam, geceyi Orta Cami'de geçirdiler.
Atmeydanı'ndaki ayaklanmayı yeniden örgütleyen Hüseyin Kethüda, Kara Kethüda,
Bıyıklı Mahmud, Dalaklı Ali, Oruç Ağa, Kara Abdullah, Pandur Ali,
Deli Birader Ahmed, Bengi Mehmed adlı sipahiler, Hüseyin
Kethüda'yı baĢbuğ seçtiler. Fakat meydanı ve camiyi dolduran
ayaklanmacıların çoğu silahsızdı. Günlerdir aç susuz ve yorgundular.
O gece saray hasahırımn hademe ve seyisleri de kendilerine katıldılar.
"Aramızda bir de din bilgini bulunsun!" diyerek o semtte oturan
Hanefi Efendi' yi zorla getirdiler. Sabaha kadar, planlar kurdular.
28 Ekim günü sabahı Orta Cami'de toplanan vezirler ve ulemanın gönderdiği
öğütçüler bir baĢarı sağlayamadılar. Kara Abdullah'ın baĢkanlığındaki
bir zorba grubu IV. Mehmed'in katına çıkıp isteklerini yinelediler.
PadiĢah, "Kimi isterseniz vezir yapayım." dedi. Yeniçeriler bunu
haber alınca, sipahileri kılıçtan geçirmek üzere harekete geçtiler.
Kentin her semtine tellallar gönderip "Kim bu cenge hazır olmazsa
avreti boĢtur!" diye bağırttılar. Mahalle imamlarına haberler saldılar.
Bu arada Sofu Mehmed PaĢa iki tarafı daha da öfkelendirmek için bir
yeniçeri çorbacısını sözde öğüt için Atmeydam'na ğöndertti. Bu
subayı, Atmeydam yakınında sipahi kılığına girmiĢ adamlarına
öldürttü. Yeniçeriler olayı öğrenince büsbütün galeyana geldiler.
Sipahilerle acemioğlanları ise At-meydanı'nın dört yanına metrisler
kazmıĢ, sokak giriĢlerini tutmuĢlardı. Önemli noktalara okçular
mevzilenmiĢ-ti. Yeniçeri bölüklerinin arkasından vezirler, ocak
ağaları, ulema da atlara binmiĢ ilerlemekteydiler. Ġstanbul, kanlı bir iç
savaĢ gününü yaĢamak üzereydi. ġeyhülislam Abdürrahim Efendi'nin
oğlu Galata Kadısı Mehmed Çelebi, zırh giymiĢ, baĢına miğfer
geçirmiĢti. Nâ-ima'nın deyimiyle "zırh-ı dâvudî giyüb baĢına miğfer-i
polad üzerine kansariy-ye destar-ı cedid ve kolçaklar" ile sefere çıkan
vezirler gibiydi. Elçi Hanı önüne gelindiğinde yeniçeriler iki tümene
ayrıldılar. Bir kol, Atmeydam'nın bir yönünden diğeri öbür yönünden
alanı kuĢattılar. Son kez öğütçü giden Kenan
PaĢa ile yanındakileri sipahiler tutsak alınca hücuma geçtiler. Önlerine geleni kılıçla
doğramaya baĢladılar. Sipahiler ve içoğlanları ise ok yağdırıp sapan
taĢı atıyorlardı. Bir ara yeniçeriler neredeyse çekilecek gibi oldular.
Ocak ağalarından Muslihiddin, atını ileri sürüp cesaret verdi. Asker
"çorbaya seğirtir gibi" çılgınca saldırdı. Bir anda Atmeydam'nın
ortasına kadar ilerlediler. Önlerine gelen herkesi kılıçla yere serdiler.
Cami avlusuna ve içerisine sığınanlara da tüfeklerle kurĢun
yağdırdılar. SavaĢ nedir bilmeyen, fakat ikide bir savaĢ açılması için
fetvalar veren din bilginleri bu can pazarı ortamında tir tir
titremekteydi. Kimi ağalara yalvarıyor, kimi kaçmak için yol arıyordu.
Meydan, ak sakallı, kara sakallı sipahilerin, gencecik ' içoğlanlarının
ve acemioğlanlarının kelleleri, cesetleri ile dolmuĢtu. Yeniçerilerden
de epeyce ölen vardı. Bıyıklı Mahmud ile Hüseyin Kethüda, kendi
adamlarıyla Ahır Kapısı'na inip kayıkla Üsküdar'a savuĢmuĢlardı.
Camide kalanlar, Ģadırvan çevresinde, içeride mihrap önünde, minber
basamaklarında kılıçtan geçirildi. Caminin ince kapıları, iĢlemeli
camlan tüfenk fındıkları (kurĢun) ile delik deĢik oldu. Yeniçeriler,
öldürülenlerin giysilerini, para keselerini, silahlarım yağmaladılar.
Her baĢ getirene Yeniçeri Ağası Murad Ağa bahĢiĢler verdi.
Minarelere çıkıp Ģerefelerde yalvarıp ağlayan acemioğlanlarına son
anda af ilan edilerek dokunulmadı. SavaĢ yerinden 70 içoğlanı ve
acemi, 50 ahır hademesi, 200 sipahi cesedi toplandı. Olay yatıĢınca
teĢhis edilen cesetleri, aileleri ve yakınları alıp götürdüler. Kalan 200
cesedi asesbaĢı arabalara yükletip denize attırdı.
Olay, kapıkulu ocaklarının iki büyük sınıfı olan yeniçerilerle sipahiler arasındaki kin
ve düĢmanlığı artırdı. Sipahilerin süregelen etkinlikleri de bu olayla
sona erdi. Yeniçeri Ocağı'nın ileri gelen ağaları, Ġstanbul'da, yönetimi
etkileyecek kadar nüfuz kazandılar. 1651'e değin süren bu nüfuz
dönemi, ağalar saltanatı olarak bilinir. Sipahilerin pek çoğunun ocak
kayıtları silindi. Sipahioğulları denen ve aylıklı asker adayı
sayılanların ise tamamı bu haktan yoksun bırakıldılar. Bursa'ya kaçan
Bıyıklı Mahmud, YeniĢehir yakınında yakalanıp idam edildi. Olayın
etkili olduğu günler boyunca Ġstanbul'da yaĢam durdu. Dükkânlar
açılmadı. Kimse sokağa çıkmaya cesaret edemedi. Cemaat, camilere
gitmedi. PadiĢah ve saray halkı, Topkapı içinde mahsur kaldılar.
Boğaziçi'nde tek bir gemi görünmedi. Aynı günlerdeki Ģiddetli bir
fırtına halkı büsbütün korkuttu.
ġehrin güvenliğinden sorumlu asker sınıfları ile o dönemin askeri okulları
niteliğindeki Acemi Ocağı celepleri (ace-mioğlanı) ile Enderun
içoğlanlarının katıldığı bu ayaklanma, Ġstanbul tarihinin en önemli
olaylarındandır. 17. yy'ın ortasında Ġstanbul'un, disiplinsiz, soyguna,
öldürmeye susamıĢ 10-20.000 mevcutlu
bir terör potansiyeli içerdiği bu ayaklanma ile bir kez daha kanıtlanmıĢtır.
Atmeydanı'nda yoğunlaĢan olayın, bu çevredeki tarihi eserlere, en çok da Sultan
Ahmed Camii'ne büyük zarar verdiği anlaĢılmaktadır. Sipahiler,
savunma maksadıyla Atmeydanı'ndaki birçok yapı kalıntısını söküp
siperler yapmıĢlar, kimi yerleri de yıkıp kazmıĢlardır. Bibi. Tarih-i
Naima, IV, 350 vd; J. Hammer, Devlet-i Osmaniye Tarihi, X, ist.,
1338, s.130 vd; UzunçarĢüı, Osmanlı Tarihi, III, I. Kısım, 242-244;
DaniĢmend, Kronoloji, III, 413.
NECDET SAKAOĞLU
ATPAZARI SARNICI
Fatih Atpazarı'nda (bak. Atpazarları) Bizans dönemine ait sarnıç. Bugün Mıhçı-lar
Caddesi'nin altında kalmıĢtır.
Bizans döneminde bu bölgede sığır pazarı bulunuyordu. Valens (Bozdoğan)
Kemeri'ne oldukça yakın bir yerde bulunan bu sarnıçtan, Ġstanbul'daki
Bizans su tesisleri ile ilgili kapsamlı bir çalıĢma hazırlamıĢ olan, bu
konunun uzmanları Ph. Forchheimer ve J. Strzygowski, kitaplarında
bahsetmektelerse de, bu araĢtırmacılar sarnıcın içine girememiĢlerdi.
Atpazarı Sarnıcı bu tespitten çok uzun bir süre sonra, ancak 1978'de
incelenmiĢ ve Alman Arkeoloji Enstitüsü müdürlerinden Prof. Dr. W.
MüHer-Wiener tarafından planı çıkarılmıĢtır.
Atpazarı Sarnıcı bir binaya altyapı teĢkil eden bir mahzenin (kyripta) sarnıç Ģeklinde
düzenlenmesiyle meydana gelmiĢtir. Sarnıcın mimari formunda bir
kiliseye altyapı oluĢturduğu belirgindir.
Atpazarı Sarnıcı'nın W. Müller-Wiener tarafından çizilmiĢ planı. Müiler-Wiener,
Bildlexikon
ATPAZARI TEKKESĠ
420
421
ATPAZARLARI
Bu kilisenin plan tipi ise büyük bir olasılıkla bazilika olmalıdır. Altyapıda bazi-lik
tipte bir kilisede bulunan nefler, apsis, pastophorionlar, derin bir bema
ve narteksin planı rahatlıkla bulunabilir.
Dikdörtgen bir plana sahip olan sar1 nıç kuzeybatı-güneydoğu istikametinde
yönlendirilmiĢtir. Ġç ölçüleri 32,25x16,70 m'dir. Ortada boylu boyunca
uzanan geniĢ mekân iki sıra halinde sekiz mermer sütunla bölünmüĢ,
bu sütunlar birbirlerine ve yan duvarlara kemerler aracılığı ile
bağlanmıĢtır. BölünmüĢ olan bu mekân tuğla ve harçla örülmüĢ
kubbeli tonozlarla örtülmüĢtür. Apsisin iz-düĢümündeki mekânda
sütunların yerini iki masif paye almıĢtır.
Yapıda kullanılan sütun baĢlıklarının büyük çoğunluğu, kesik piramidal Ģeklindeki
süslemesiz baĢlıklar olup, bema kısmının altına rastlayan mekân
parça-sındaki dört sütunun baĢlığı özenle iĢlenmiĢ değiĢik tiptedirler.
Bunlar, üst parçası kesik piramidal formlu ve iki yüzü Latin haçı
kabartmalı bir impost ile altta iyonik volütleri bulunan bir diğer
parçadan meydana gelmiĢ "iyonik impost" tipindeki baĢlıklardır.
Eski kaynakların yetersiz olmasından dolayı sarnıcın hangi kiliseye altyapı teĢkil
ettiği konusunda fazla bir Ģey bilinmemektedir. Ancak inĢa tekniği ve
duvar iĢçiliği değerlendirilerek bu yapı 9-11. yy'lar arasına
tarihlenmiĢtir. Bibi. Strzygowski-Forchheimer, Byzantini-schen
Wasserbehâlter, 113; G. Tiğrel-T. Ergil, "Atpazan Sarnıcı", Arkeoloji
ve Sanat Dergisi, Yıl 2, S. 6-7 (1979), s. 28-32; S. Eyice, "Ġstanbul'un
Bizans Su Tesisleri", Sanat Tarihi Araştırmaları Dergisi, S. 5 (1989),
s. 10.
ENĠS KARAKAYA
ATPAZARI TEKKESĠ
Fatih Ġlçesi'nde, Atpazan mevkiinde, Hüsambey Mahallesi'nde, Ġmam Niyazi
Sokağı'nda, Manisalı Mehmed PaĢa Ca-mii'nin içinde tesis edilmiĢtir.
Tekkenin "derununda" yer aldığı cami Fatih devri uleması ve devlet ricalinden
Manisalı Mehmed PaĢa (ö.1495) tarafından yaptırılmıĢtır. Vakfiyesi
909/1503'te düzenlenen caminin, paĢanın, önemli görevler üstlendiği
Fatih devrinde yaptırıldığı tahmin edilebilir. Söz konusu cami,
Ġstanbul'un asayiĢinden sorumlu olan on iki yeniçeri çorbacısının,
nöbet yerlerine dağılmadan önce topluca akĢam namazlarını kıldıkları
yer olduğu için "Kul Camii" adı ile de tanınmıĢtır.
Atpazan Tekkesi ise, "Fazıl-ı Ġlahî", "Atpazarî" ve "Kutup" lakapları ile anılan
Celvetî Ģehlerinden ġeyh Osman Efen-di'nin (Ö.1690) 17. yy'ın ikinci
yarısında, imam-hatip olarak görev yaptığı bu camiye meĢihat
koydurması sonucunda kurulmuĢtur. Bu arada ġeyh Osman
Efendi'nin, cami-tekkenin çevresine derviĢ hücreleri eklettirdiği, yine
bu civarda, tekkenin harem dairesi olarak kullanılan bir ev satın aldığı
bilinmektedir. EleĢtirmekten çekinmediği bazı yöneticilerin önce
ġumnu'ya, sonra da Magosa'ya sür-
Atpazan Tekkesi haziresinde bulunan Mollacıkzade ailesine ait ortak mezar taĢı. M.
Baha Tanman, 1983
durduğu ġeyh Osman Efendi Magosa'da vefat etmiĢ, kabrinin üzerine bir türbe ile
bunun yanına "Kutup Osman Tekkesi" olarak tanınan bir tekke inĢa
edilmiĢtir. Atpazan Tekkesi ise faaliyetini sürdürmüĢ, ancak 18. yy'ın
sonlarında Halvetî-liğin ġabanî koluna, yaklaĢık yarım yüzyıl sonra
aynı tarikatın Sünbülî koluna intikal etmiĢ, 19- yy'ın sonlarında tekrar
Celvetîlerin eline geçmiĢtir. Bu tarikat değiĢikliği sırasında, tekkenin
ayin gününün de pazartesiden pazara alındığı tespit edilmektedir.
ġeyh Osman Efendi" den sonra posta geçen iki kiĢinin adları
bilinmemektedir. Dördüncü Ģeyhten itibaren postniĢinler Ģu
kimselerdir: ġeyh Ġbrahim KeĢfî Efendi (ö. 1790), ġeyh Seyyid
Ahmed Efendi (ö. 1810), ġeyh Seyyid Hamdi Efendi (ö.1825), ġeyh
Mehmed Selim Efendi (ö. 1868), Tulumbacı ġeyh Ali Efendi (ö.
1865), ġeyh "Mehmed Hasib Efendi, Neccarzade Ġmamı ġeyh Hafız
Seyyid Ali Efendi (ö. 1876), Trabzonlu ġeyh Mehmed HaĢim Efendi
(ö. 1885), ġeyh Salih Efendi.
Atpazarî Tekkesi'nin, çevresini tahrip eden çeĢitli yangınlardan zarar gördüğü ve her
seferinde onarım geçirdiği, hattâ yeniden inĢa edildiği tahmin
edilebilir. Son olarak 1901'de, civarında çıkan yangında ve özellikle
1918 tarihli ünlü Cibali-Fatih yangınında harap olmuĢ, bir müddet
dört duvardan ibaret bir yıkıntı olarak duran yapı 1964'te dıĢ boyutları
korunmak suretiyle yeniden inĢa edilmiĢtir.
Kareye yakın dikdörtgen planlı, kagir duvarlı ve ahĢap çatılı olan cami-tev-hidhane,
sıradan bir mescit niteliğindedir. Aslında duvarları moloz taĢ ve tuğla
ile özensiz bir biçimde örülmüĢ iken, ihya edildiği sırada, bir sıra
kesme küfe-
ki taĢı ve iki sıra tuğla ile özenli bir almaĢık örgü tercih edilmiĢtir. Cephelerde, klasik
Osmanlı üslubuna uygun biçimde düzenlenmiĢ ve tasarlanmıĢ, iki
sıralı dörder pencere bulunmaktadır.
Hazirede, Manisalı Mehmed PaĢa baĢta olmak üzere, devlet ricalinden, ulemadan,
tekkenin Ģeyhlerinden ve mensuplarından bazı kimseler gömülüdür.
Caminin banisine ait olan mezar taĢı 15. yy. Osmanlı mezar taĢlarının
güzel bir örneğidir. Yine burada, çok değiĢik tasarımı ile dikkati
çeken, Anadolu Kazaskeri Mollacıkzade Ġshak Efendi'nin dayısı
Ahmed Efendi'ye (ö. 1701), kız kardeĢi Hatice Hatun'a (ö. 1731) ve
kayınvalidesi Rukiyye Hatun'a (ö. 1752) ait ortak bir mezar taĢı
bulunmaktadır: Yekpare mermer kitlesi, yan yana bitiĢik duran
bağımsız üç mezar taĢı görünümü verecek Ģekilde iĢlenmiĢ, yüzeyine,
farklı tarihlerde vefat etmiĢ olan bu üç kiĢinin kimliklerini belirten
kitabeler, tepelerine de değiĢik cinste ve yükseklikte serpuĢlar
kondurulmuĢtur.
Bibi. Barkan-Ayverdi, Tahrir Defteri, 240-242; Evliya, Seyahatname, I, 212;
Ayvansarayî, Ha-dîka, I, 160-161; Çetin, Tekkeler, 586; Aynur, Saliha
Sultan, 34, no. 22; Âsitâne, 10; Osman Bey, Mecmua-i Cevâmi, I, 76-
77, no. 122, 86-87, no. 137 ve no. 353; Münib, Mecmua-i Te-kâyâ, 7;
İhsaiyat II, 21; Zâkir, Mecmua-i Te-kâyâ, 59-60; "Atpazan Yangını",
ISTA, III, 1324; Öz, İstanbul Camileri, I, 94; Ayverdi, Fatih III, 452-
453; H. K. Yılmaz, Azîz Mah-mûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarikatı, ist.,
1982, 239-240, 288; Fatih Camileri, 160; M. B. Tanman, "Atpazarî
Tekkesi", DİA, IV, 85.
M. BAHA TANMAN
ATPAZARLARI
Bizans ve Osmanlı dönemlerinde Ģehrin ulaĢtırma, ticari taĢımacılık gibi temel
ihtiyaçlarını karĢılamak üzere yük ve binek hayvanlarının alınıp
satıldığı ve bu sektör içinde yer alan esnafın topluca faaliyet
gösterdiği pazar yerleri. Ġstanbul'da biri Fatih, diğeri Üsküdar'da
olmak üzere iki atpazarı vardı.
Fatih Atpazan, kuruluĢ tarihi bakımından Bizans dönemine dayanması ve Ģehrin
iktisadi hayatındaki geniĢ kapsamlı fonksiyonu nedeniyle Üsküdar
Atpaza-rı'na oranla daha çok tanınmıĢ ve uzun ömürlü olmuĢtur.
Diğer yandan her iki pazar, çevrelerinde mahalle-semt çekirdeğinin
oluĢmasını sağlamıĢlar, böylece "atpazarı" ismi, iktisadi bir odak
etrafında Ģekillenen ve bu özelliklerinden dolayı dini yapıları merkez
alan geleneksel iskân alanlarından farklı bir toplumsal dinamiğe sahip
bulunan bu yerleĢim bölgeleri için mahalle-semt anlamını kapsayacak
biçimde de kullanılmıĢtır.
Fatih Atpazarı, Bizans döneminde imparator mezarlarının bulunduğu ve bu yüzden
kutsal kabul edilen Ayia Apostoloi (Havariler) Kilisesi yakının-daydı.
Tarihi kaynaklar buradan "Sığır Pazarı" olarak söz ederler. Bizans
döneminde esnaf ve zanaatkarların meslek kollarına göre kendilerine
ayrılan bölgelerde faaliyet göstermeleri kuralına
bağlı olarak büyükbaĢ hayvan alım satımıyla uğraĢan zümre de, Edirnekapı-Beyazıt
eksenindeki kara ticaret yolu üzerinde kurdukları pazarda örgütlenmiĢ
ve bu iktisadi gelenek daha sonra Osmanlı döneminde kapsamı
geniĢletilmek suretiyle devam ettirilmiĢtir.
Bizans dönemine ait atpazarı hakkında yeterli bilgi yoktur. Fetih'ten sonra kısa bir
süre Rum Ortodoks Patrikha-nesi'ne tahsis edilen Ayia Apostoloi Ki-
lisesi'nin yerine II. Mehmed tarafından Fatih Külliyesi'nin(-») inĢa
ettirilmesiyle 15. yy'ın son çeyreğinde yeniden eski ticari canlılığını
kazanan atpazarı, külliye çevresinde yaptırılan Fatih Kervansarayı ve
Saraçlar ÇarĢısı ile organik bir bütünlük oluĢturmuĢ, saraç ve nalbant
esnafının odaklandığı bir merkez durumuna gelmiĢtir.
II. Mehmed dönemindeki (hd 1451-1481) atpazarı, Fatih Külliyesi bünyesinde olup
günümüze gelemeyen "darüĢĢi-fa"nın doğusunda yer almaktaydı.
Kuzeyinde Sankiyedim Mescidi, doğusunda Manisalı Mehmed PaĢa
Camii'nin bulunduğu bu alanı güneyden Bozdoğan Kemeri(->)
kuĢatıyordu. İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri'nde burası "Eski
Atpazarı" olarak anılmaktadır. Batı yönünde Fatih DarüĢĢifası ile
bütünleĢen alanda 170 adet ahır ve ayrıca semerci esnafına ait
dükkânlar vardı.
Tarihsel süreç içinde atpazannın geçirdiği değiĢiklikler yeterince bilinmemektedir.
Ancak tarihi topografya üzerinde önemli hasarlara yol açan yangın ve
depremlerin atpazarını etkilediği ve bu alanın zamanla doğu yönünde
bir geliĢim gösterdiği anlaĢılmaktadır. Tarihte, "Kıyamet-i sugra"
olarak bilinen 1509 depreminde Fatih Camii ile birlikte burasının da
hasar gördüğü tahmin edilebilir. Tarihçi Mustafa Selânikî Efendi, III.
Murad dönemi sonlarına doğru 1592' de çıkan yangının atpazarını
bütünüyle tahrip ettiğini ve buradaki kavaflar ile semerci esnafının
büyük zarar gördüğünü kaydetmektedir. Kâtibzade'nin kaleme aldığı
"Tarîh-i Ġhrâk-ı Kebîr" baĢlıklı manzum tarihte ise 1070/l660'ta çıkan
yangının atpazarını nasıl harap ettiği Ģu beyitle anlatılmaktadır: Âteş
aldı At-ba-zârı'n Sarrâchâne'yi dahi/Karamanlı ile yandı hem büyük
Ârestah. Fatih Atpazan, 1693, 1718 ve 1751'de tekrar yanmıĢ, 1830
yangınından sonra ise Fatih Külliyesi'nin çevresindeki yangın alanları
yeniden düzenlenerek ızgara planlı bir yerleĢim dokusu oluĢturulmuĢ,
birbirine paralel sokakların meydana getirdiği bu yeni iskân alanı Eski
Atpazarı ile külliye arasındaki organik iliĢkiyi keserek pazarın doğuda
Bozdoğan Kemeri boyunca geliĢmesini zorunlu kılmıĢtır. 1930'lara
kadar faaliyetini sürdüren ve Atpazarı Meydanı olarak bilinen bu
alanın böylece yeni Ģeklini 19- yy baĢlarında aldığım söyleyebiliriz.
1875 tarihli Ġstanbul haritasında, atpazarının bu yeni konumunu
görmek mümkündür. Buna göre alanı kuzeyden Dest-
Adını
bir zamanlar
burada kurulan
atpazarından
alan Fatih'teki
Atpazarı semti.
Araş Neftçi, 1993
gâhçılar Caddesi, güneyden de Bozdoğan Kemeri sınırlamakta, doğuda Masraf
Sokağı ile batıda Muytablar Sokağı meydanı her iki yönden
kesmektedir. Meydanın ortasına Abdülmecid tarafından 1269/1852'de
hayvanların su içmesi için yalaklı bir çeĢme yaptırılmıĢtır. 1875 tarihli
haritada gösterilen bu çeĢme günümüze gelememiĢtir. Ayrıca II.
Abdülha-mid'in yaptırdığı namazgah da bugün mevcut değildir. 1908
Çırçır yangını atpazarını büyük ölçüde tahrip etmiĢ, bu nedenle esnaf
bir süre baĢka yerde faaliyet göstermiĢ ise de 1913'te ġehremaneti
tarafından yeniden eski yerine taĢınmıĢ, fakat Ģehir hayatına giren
modern taĢımacılık düzenine ayak uydura-mayarak köklü
geleneklerinden uzaklaĢmıĢ ve Cumhuriyet'in ilk on yılı içinde
tamamen tarihe karıĢmıĢtır.
Atpazarı esnafının kökenini, II. Mehmed döneminde Rum Mehmed PaĢa tarafından
Larende'den (Karaman) Ġstanbul'a göç ettirilen nüfus oluĢturur. ÂĢık-
paĢazade ve Evliya Çelebi bu göçmen nüfusun, atpazarını içine alan
Büyük Karaman Mahallesi'nde iskân edildiklerini yazmaktadırlar. II.
Mehmed'in uyguladığı iskân politikası, Ġstanbul'a kalifiye iĢgücünün
göç ettirilmesine dayandığı için atpazarı esnafının daha baĢlangıçta
saraçlık, kavaflık ve muytabhk mesleklerine bağlı bir zümreden
oluĢtuğu varsayılabilir. Nitekim bu meslek kolları, tarih boyunca
atpazarının temel faaliyet alanını belirlemiĢlerdir. Buna göre,
semerciler pazarın "aĢağı meydan" denilen kısmında; hayvan kılından
giyim eĢyası yapan muytablar, batıda Fatih Külliyesi'ne doğru uzanan
kendi adlarını verdikleri sokakta; araba yapımcıları Bozdoğan
Kemeri'nin "keme-raltı" denilen kuzey cephesinde; saraçlar kemerin
güneyindeki çarĢılarında; nalbantlar ise, Fatih Tabhanesi'ne açılan
sokakta faaliyet gösterirlerdi.
Atpazan esnafı, Ģehremaneti kurulmadan önce ihtisap ağasının denetimi altındaydı.
Bu zümre, kendi aralarından seçtikleri bir "kethüda" ve onun
yardımcısı olan bir "yiğitbaĢı" tarafından idare edilirdi. Esnafın ihtisap
ağasıyla iliĢkisini kethüda sağlar, yiğitbaĢı ise daha çok pazarın iç
düzeniyle ilgilenirdi. Görevleri arasında hayvan mezatlarına nezaret
etmek ve esnafın gedik usulünce kayıtlarını tutmak en baĢta gelenleriydi. Pazarın
idaresi, Tanzimat'tan sonra kurulan ġehremaneti'ne verilmiĢtir.
Yük ve binek hayvanlarının alım satımı Fatih Atpazarı'nın baĢlıca gelir kaynağı
olmakla beraber burası Anadolu-Rumeli bağlantılı transit ticaretin
baĢlıca konaklama merkezlerinden birisi durumunda bulunması
nedeniyle de kendi bünyesinde bir hizmet sektörü yaratmıĢtı.
BaĢlangıçta kervanların, daha sonraki yüzyıllarda tüccar gruplarının
uğrak yeri olan atpazarı, hayvan bakımı ve kiralık ahır iĢletmeciliğiyle
iĢ kapasitesini artırmıĢtı. Önceleri yalnızca at alım satımının yapıldığı
pazarda zamanla diğer hayvanların ticareti de yapılmıĢtır. Senede
30.000 manda ve öküz ile 7.000 beygirin satıldığı atpazarında
hayvanların baytar kontrolünden geçmeleri titizlikle uyulması gereken
bir kuraldı. Bir diğer kural da, satılan hayvanın 39 gün içinde
herhangi bir sakatlık veya hastalığının çıkması durumunda müĢterice
ödenen paranın tüccar tarafından iade edilmesiydi.
Atpazan, Cumhuriyet dönemine kadar Osmanlı esnaf geleneklerini yaĢatan bir kültür
mekânı olarak da dikkat çeker. Esnaf her sabah pazarın "dua meydanı"
denilen yukarı kısmında toplanarak imam tarafından okunan duaya
topluca iĢtirak eder ve daha sonra dükkânlarını açardı.
Ġstanbul'daki ikinci atpazarı Üsküdar'da Atikvalde semtinde olup Fatih'te-kine oranla
daha az tanınmıĢtır. Üsküdar Atpazarı hakkındaki bilgiler çok
sınırlıdır. Bu bilgiler çerçevesinde söz konusu pazarın birkaç handan
ibaret küçük bir alanı kapsadığı ve hayvan satıĢlarının yalnızca cuma
günleri yapıldığını belirtmek gerekir.
Bibi. Tarih-i Selânikî, I, 316; Ayvansarayî, Mecmuâ-i Tevârih, 422; Inciciyan,
istanbul, 35; Emrullah, Muhitü'l-Ma'arif, I, Dersaadet, 1318, s. 417-
418; İSTA, III, 1322-1324; R. Mantran, "Un document sur I'îhtisab de
Stamboul a la fin du XVII6 siöcle", Melanges Louis Massignon,
Institut Français de Damas, 1957, s. 134; Müller-Wiener, Bildlexikon,
275; Ayverdi, İstanbul Haritası, c/4; Osmanlılarda Narh Müessesesi
ve 1640 Tarihli Narh Deften, (haz. M. S. Kütükoğlu), ist., 1983.
EKREM IġIN
AUGUSTA
422
423
AUGUSTEĠON
antik çağın Ģair, filozof, oratör (hatip) gibi ünlülerinin mermer ve bronz heykelleriyle
kent yaĢamı için bir çekim noktasıydı. Halk bitiĢikteki Hippod-rom'a
büyük beĢik tonozlu dehlizlerle Augusteion tarafından giriyordu.
Ġmparatorlar ise saraydan doğruca "katizma" denilen imparator
locasına geçiyorlardı. Hippodromun meydan yönünde bir de kulesi
vardı.
Hippodrom her zaman halka açıktı ve halk isteklerim burada dile getirirdi. Araba
yarıĢları ise Bizans yaĢamının, bugünkü futboldan daha da büyük ilgi
toplayan törensel ve politik bir etkinliğiydi. Böylece Hippodrom
halkın yoğun kullanıĢı açısından Augusteion ile birleĢiyordu. Eski bir
deyiĢle, Konstanti-nopolis'te Tanrı Ayasofya'ya, imparatorlar Büyük
Saray'a, halk da Hippodrom'a sahipti. Augusteion ile çevresindeki
bütün bu anıtsal yapılar ve onların etkinlikleri düĢünüldüğünde, gerek
fiziksel atmosferin görkemi, gerekse sosyal, kültürel, ekonomik ve
politik etkinliklerin yoğunluğu açısından bu meydanın kentte en baĢta
gelen merkezlerden biri olduğu söylenebilir. Özellikle Nika
Ayaklanmasında Büyük Kilise, saray giriĢi, Zeuksippos Hamamı,
Hippodrom,
AUGUSTA
Bizans imparatoriçelerine verilen unvan. Augusta ya da Grekçe basilissa genelde
imparatorun karısının unvanıdır. Fakat I. Aleksios'un annesi Anna
Delassena gibi imparator anaları ya da II. Teodosios'un ablası Pulheria
gibi güçlü saray kadınları da augustalığı almıĢlardı. Augusta bir unvan
olmaktan öteye sahibine hemen hemen imparatora eĢ bir politik statü
kazandıran ilginç bir kurumdur. Gerçi bütün imparatoriçelere bu
unvan verilmemiĢtir, ama sadece Constantinus'tan I. îustinianos
dönemine kadar dokuz augusta vardır. Bunlar adlarına para
bastırmıĢlar, resmi belgelerde özel mühürlerini kullanmıĢlar,
statülerini belirten giysiler giymiĢler, resmi maiyetleri olmuĢ ve
imparatorun idari statüsüne paralel, onun kadar güçlü değilse bile,
belli bir idari statüleri bulunmuĢtur. Genellikle, bizde erkek evlat
doğuran hasekinin sultan unvanı alması gibi, bir vâris doğurdukları
zaman imparatoriçele-rin bazılarına bu unvanın verildiği
görülmektedir. Bizans'ta imparator aynı zamanda en büyük rahip
niteliği taĢıdığı ve kadınlar da rahip olamayacakları için, augusta
unvanı dinsel açıdan zorlayıcı olduğu halde bu pratik sürmüĢtür.
Özellikle imparator öldüğünde onun yerine birisi geçene kadar devleti
idare etmiĢler ve bazen yeni imparatorun seçimini de yapmıĢlardır.
Örneğin, Marki-anos, Augusta Pulheria, Anastasios ise Augusta
Ariadne tarafından imparatorluğa getirilmiĢlerdir. Makedonya
sülalesinin vârisi olan III. Romanos'un karısı Augusta Zoe, kız
kardeĢiyle imparatorluğu idare etmiĢ, evlendiği ikinci ve üçüncü
kocalarım da imparator yapmıĢtı. Augusta unvanı verilen
imparatoriçe-ler de imparator gibi taç giymiĢlerdi. Fakat bu taç,
imparatorunkinden farklı olarak, patriğin değil, imparatorun elinden
giyilirdi. Belki hiçbir imparatorlukta rastlanmadığı kadar çok sayıda
kadının imparatorluğun idaresine ortak olması, bazen de yalnız
baĢlarına bu sorumluluğu taĢımaları Bizans tarihinin en ilginç
özelliklerinden biridir. Augusta (ya da basilissa) sıfatıyla imparatorluk
makamını iĢgal edenlerin içinde IV. Leo'nun eĢi olup öz oğlunu kör
eden Ġrene(->) gibi ilk kadın hükümdarlar da vardı.
DOĞAN KUBAN
AUGUSTEĠON
Erken Bizans döneminde imparator sarayı (bak. Büyük Saray), Ayasofya(->) senato,
Hippodrom(->), Bazilika Sarnıcı (bak. Yerebatan Sarayı), Milion
(bak. Milion TaĢı) gibi bellibaĢlı yapılarla çevrili bir saray önü olan
ana kent meydanı. Latince "augustaeum" denir. Ayasof-ya Camii
önündeki bu meydan, günümüzde bile topografyasının ve ilk yerleĢme
anılarının kentsel yapıya süreklilik kazandıran öğeleri ve çevresindeki
arkeolojik verilerle Ġstanbul'un tarihi kimliğinde önemli bir yer tutar.
Bu meydan ya da forum Bizans kaynaklarında çok kez anlatılmıĢtır. Sınırları ve
fiziksel özellikleri konusunda belgelere ve arkeolojik kazılara dayalı
kesin bir Ģey söylemek zorsa da, Ayasof-ya'nın, Hippodrom
kalıntılarının, büyük bazilikanın sarnıcının ve güçlü bir olasılıkla
Milion'a iliĢkin verilerin varlığı, meydanın büyüklüğü konusunda bir
fikir vermektedir. Augusteion uzun kenarı ortalama 150 m civarında
olan, ya dikdörtgen ya da kare planlı, fakat kesin biçimini gene de
söyleyemeyeceğimiz bir meydandı. Burasının kent tarihi içinde
geliĢimi, iĢlevi, görkemi, çevresindeki anıtlar ve bir saray meydanı
olarak sahne olduğu olaylar konusunda güvenilir tarihi gözlemler
vardır. Meydanın hayali rökonstrüksiyonları da yapılmıĢtır. Bir kent
tarihinde mekânın sürekliliğini, prestijini ve kullanılıĢını koruması
açısından Augusteion, yani bugünkü Ayasofya Meydanı dünya
tarihinin en eski ve tek örneği sayılabilir. Ne Roma, ne Atina ne de
herhangi bir dünya kenti böylesine tarihi derinlikte bir kullanılır
mekân örneğine sahiptir.
ilk Yunan koloni kenti Bizantion' un(->) güneybatı platosu üzerindeki agorası (pazar
meydanı) Augusteion'un öncülüdür. Septimus Severus çağında agora
meydanının çevresine yeniden dört büyük revak (stoa) yapılarak
meydan tekrar düzenlenmiĢtir (bak. Tetras-toon). Constantinus Yeni
Roma'yı kurarken aynı meydan, kentin forumları içinde, saray ve
büyük kilise çevresindeki merasim iĢlevleri ve Constantinus Forumu
(bak. ÇemberlitaĢ) ile birlikte kentin en önemli iki meydanından birini
oluĢturur. Augusteion'a iliĢkin bilgimiz yazılı kaynaklarda
Constantinus çağına kadar uzanmaz. En eski kaynak 5. yy'ın birinci
yarısında yazılmıĢ olan No-titia Urbis Constantinopolüa.nae'dir(->).
Constantinus döneminde yapılan ilk saray bu meydana bağlanıyordu.
Sarayın giriĢini ünlü Halke giriĢ holü oluĢturuyordu. 3öO'ta ilk
Ayasofya Meydanı'nın kuzeydoğusuna inĢa edildi. Saray giriĢi
yanında, alanın güneydoğusunda senato vardı. Meydanın
kuzeybatısında ise Ayasofya'dan önce yapılan büyük bazilika (bak.
bazilikalar) yer alıyordu. Bu bazilikanın giriĢinde bir tetrapilon(->),
baĢka bir deyiĢle anıtsal dört ayaklı bir kemer yapısı olan Milion
bulunmaktaydı. Bu yapı hem kentin anayolunun çıkıĢ noktası idi, hem
de imparatorluğun dört tarafına giden bütün yolların baĢlangıçlarım
gösteriyordu.
Bu meydan Constantinus'un annesi Augusta Helena'nın anısına sunulduğu için
Augusteion adını taĢıyordu. Ortasında büyük bir porfir sütun üzerinde
Helena'nın heykeli vardı. Ayrıca, bu meydanda I. Teodosius'un
üzerinde heykel olan sütunu, Arkadius'un karısı Eudoksia'mn yine bir
sütun üzerindeki gümüĢ heykeli, Büyük Leo'nun heykelli sütunu ve
daha baĢka birçok heykel bulunmaktaydı. Meydan 459'da Prefekt
Teodosius tarafından tekrar düzenlenmiĢ, bu sırada revaklar da tekrar yapılmıĢtır.
532'de ünlü Nika Ayaklanması I. Ġus-tinianos'un duruma egemen olmasıyla
sonuçlanınca, imparator, Augusteion'u yeniden inĢa ettirdi. I.
Ġustinianos'un yeni Ayasofyası, mekâna yepyeni bir boyut ve görkem
kazandırdı, meydan da buna uygun Ģekilde düzenlendi. Dönemin ünlü
tarihçisi ve I. Ġustinianos'un yapılarını anlatan Prokopios(-») senato
önündeki bu büyük alanın ortasında imparator tarafından yaptırılan
sütunu Ģöyle betimliyor: Meydanda dolaĢanların çıkıp oturduğu yedi
mermer basamaklı büyük bir kaide üzerinde yüksek bir sütun vardı.
TaĢ dilimlerle inĢa edilmiĢ bu büyük sütun, bezemeli bronz levhalarla
kaplandığı için tek parça gibi gözüküyordu. Prokopios bu malzemenin
saf altından daha yumuĢak renkte olduğunu ve değerinin de gümüĢten
daha az olmadığını söylüyor. Bu süslü sütunun baĢlığı üzerinde
imparatorun bronzdan çok büyük bir atlı heykeli vardı. Ġmparator
Bizanslıların hâlâ saygı duydukları Akilleus kıyafetindeydi; Perslerin
ülkesine doğru bakıyor ve elinde dünyayı simgeleyen bir küre
tutuyordu. Kürenin üzerine bir haç çizilmiĢti. L Ġustinianos sağ elini
de doğuya uzatmıĢtı. Bütün bu iĢaretler imparatorun dünya
egemenliğini ve zaferlerini simgeliyorlardı. Anılan sütunun daha önce
II. Teodosios tarafından yaptırıldığım söyleyenler vardır. Mango ise
sütunun I. Ġustinianos tarafından inĢa ettirildiği ve üzerindeki heykelin
de daha eskiye ait olduğu kanısındadır.
Ayasofya Kilisesi'nden sonra meydanın en önemli yapısı büyük sarayın giriĢini
oluĢturan Halke idi. Yine Prokopi-os'un tanımına göre kubbesi altın
yaldızlı bronzla kaplı ve içi mozaiklerle süslü bu muhteĢem yapı bir
saray gibi görkemliydi. Bu binanın daha önce I. Anastasios
döneminde yapılıp, Nika Ayaklanmasından sonra I. Ġustinianos
döneminde büyük ölçüde tamir edilmiĢ olması muhtemeldir.
Ġmparator ayrıca meydanın doğusunda yeni bir senato inĢa ettirmiĢti.
Revakları ve çatısındaki heykelleriyle bu bina da klasik bir Roma
yapısı olarak 6. yy'da Konstantino-polis'in mimari etki açısından hâlâ
Romalı karakterini koruduğuna iĢaret eder. Meydanın çevresindeki
yapılar içinde eski bazilika ve onun avlusundaki ünlü yeraltı sarnıcı
kentin anıtsal tarihinde önemli bir yer iĢgal eder. Bazilikada büyük bir
olasılıkla abartılan bir sayı ile, 600.000 ciltlik bir kitaplık
bulunduğunu Bizanslı tarihçiler yazar. Pierre Gilles(->),
Konstantinopolis'teki bazilikanın Roma'daki gibi pazar yeri olmaktan
çok, gençler için bir öğrenme yeri olduğunu söyler. I. Ġustinianos
döneminde (527-565) yeniden yapılan bu bazilikanın biçimini pek
bilmiyoruz. Fakat hemen yanında bakırcılar çarĢısı (Halkoprateia)
bulunuyordu. Bazilika-
Augusteion
istanbul Ansiklopedisi
nın yanında ise Milion ya da Miliarium Aureum vardı. Büyük bazilikanın Au-
gusteion'la ve çok muhtemeldir ki, Re-gia veya Piliatou Palatiou ya da
Basile-ios Stoa denen ve sarayla Constantinus Forumu arasında
uzanan büyük revakla da bağlantısı vardı. Augusteion'un yanındaki
büyük revakta dava görüldüğünü Prokopios yazıyor. Ayrıca
arzuhalciler de buradaydılar. Bütün çevre gibi I. Constantinus
tarafından ilk kez yaptırılan bu revağın da heykellerle süslü olduğu
biliniyor. Milion'dan geçerek sarayı Constantinus Forumu'na bağlayan
revak dıĢında, Augusteion'un çevresi de Tetrastoon gibi dört
tarafından revaklar-la çevriliydi.
Meydan üzerinde kentin en ünlü antik hamamı olan Zeuksippos Hama-mı(-»)
bulunmaktaydı. Bu hamam adım, Bizanslı tarihçilere göre, eskiden
aynı yerde duran Zeus Tapınağı'ndan almaktaydı ve Hippodrom'un
yanına inĢa edilmiĢti. Ayasofya'ya da yakındı. Bugünkü Ayasofya
Hamamı muhtemelen Zeuksippos'un bulunduğu alanın bir bölümünü
kaplamaktadır. Bizans döneminde Zeuksippos kentin en ünlü ve eski
hamamı idi. Büyüklüğü ve kullanılan malzemenin zenginliğinin
yanısıra
y^-^r
•
SENATO
r
HALKE (BDvr
ÜK SARAYIN GĠRĠġĠ)
Milion, Regia ve büyük bazilika tümüyle yandıktan ve bunlar I. Ġustinianos
tarafından onarıldıktan ya da yeniden inĢa edildikten ve imparatorun
sütunu bu meydana dikildikten sonra Augusteion kuĢkusuz kentin en
önemli merkezi olmuĢtur.
7. yy'dan bu yana kentin tamamı gibi, Augusteion da ihmal edilmeye baĢlanmıĢ,
anıtlar yavaĢ yavaĢ tahrip edilmiĢ, madeni heykeller eritilmiĢ, giderek
köhneleĢmiĢ, zaman zaman onarılmasına karĢın Türk döneminden
önce hemen hemen ortadan kalkmıĢtır. Augusteion'un güneydoğu
köĢesine 7. yy'da bir patrikhane yapılmıĢ ve bina 1453'e kadar bu
iĢlevini sürdürmüĢtü. 8. yy baĢında Augusteion, Ayasofya Kilisesi'nin
avlusu haline dönüĢmüĢ olmakla birlikte bazı anıtsal yapıları hâlâ
koruyordu. Haçlı istilası sırasında bütün kent gibi bu meydan da
soyuldu, Ġustinianos Sü-tunu'nun kaplamaları ve heykelleri de
götürüldü ya da tahrip edildi. 13l6'daki bir fırtınada îustinianos
Sütunu da kısmen yıkıldı. Meydan en son kez II. Andronikos
döneminde (1282-1328) bir tamir daha görmüĢtür.
Augusteion'un son durumunu I. Selim (Yavuz) döneminde (1512-1520) Ġs-
AVARIZ
424
425
AVCILAR ĠLÇESĠ
tanbul'a gelen Pierre Gilles'in kitabında buluyoruz. Ayasofya Meydanı'nda yapılan bir
kazı nedeniyle tesadüfen Korent düzeni yedi sütun gördüğünü
söyleyen Gilles bunların kaidesinin toprak altında kaldığını, altı ayak
(ortalama 9 m) uzunluğunda olduğunu ve bütün kolon sisteminin
yüksekliğinin kaideyle birlikte 14 m tutalabileceğini ve kolonlar
arasında ortalama 6 m açıklık bulunduğunu yazar. Gilles'in gördüğü
sütunlar meydan çevresindeki revaklarm öğeleriyse, bu yükseklikteki
revaklarm çevresinde duran yapıların Ayasofya boyutlarıyla ahenk
içindeki anıtsal kütleler olduklarını ve Konstantinopolis'in
imparatorluk Roma'sından hiç de aĢağı kalmayan bir kentsel ortama
sahip bulunduğunu söyleyebiliriz.
Bibi. Prokopios, Notita Urbis Constantinopo-litanae, (çev. B. Dewing), Londra-
Cambrid-ge, 1564,'s. 33-35; Müller-Wiener, Bildlexi-kon, 248-249;
Constantinople in the Early Eight Century. the Parastaseis Syntomoi
Chronikai, (haz. A. Cameron-J. Herrin), Le-iden, 1984, s. 232-262; P.
Gilles, The Antiqu-ities of Constantinople, New York, 1988, s. 104-
108; Janin, Constantinople byzantine, 65-67; Guillan, Etudes, 40-54;
C. Mango, "le Developpement Urbain de Constantinople (IVe-VIIe
siecles)", Travaux et Memoires du centre de Recherche d'Histoire et
Civilisation de Byzance, Paris, 1985, s. 8-19.
DOĞAN KUBAN
AVARIZ
"Avârız-ı divaniye", "avarız akçası" da denmiĢtir. Tekâlif-i örfiye türünden bir vergi
olup, 19. yy sonlarına değin istanbul'da da uygulanmıĢtır. BaĢlangıçta,
savaĢ zamanlarında, olağanüstü harcamaları gerektiren durumlarda
alınmakta iken zamanla olağan vergiler kapsamına girmiĢtir. "Avarız
akçası"nı "hane" denen yükümlü grupları öderlerdi.
Tarihçi Lûtfî PaĢa, avarızın ilk kez I. Selim (Yavuz) zamanında (1512-1520)
konduğunu ve "hane" (gelir durumuna göre 3-5 aileyi kapsayan
yükümlü birimi) baĢına önceleri beĢ senede bir 20 akçe, daha sonra 40
akçe alındığını yazar. IV. Murad döneminde (1623-1640) ise bu
miktarın 300 akçeye çıktığını Ko-çi Bey bildirmektedir. Mür'i't-
Tevarih'te ise, bu verginin II. Bayezid döneminde (1481-1512)
konduğu, gerek Ġstanbul ve gerekse Anadolu ve Rumeli bölgelerinden
toplandığı yazılıdır. BaĢlangıçta bu vergiye "peksimet-bahâ" denmesi,
bunun savaĢ zamanlarına mahsus bir uygulama olduğunu düĢündürür.
Ancak, üç beĢ yılda bir kez konan avarız, daha sonraları deprem, sel,
yangın vb afetler de gerekçe gösterilerek sık sık alınmaya baĢlandı ve
I. Mustafa'nın ikinci saltanatında (1622-1623) ise maktu vergiye
dönüĢtü. Her yıl Fatih Camii avlusunda yinelenen bir artırma ile de
diğer bazı vergiler gibi toplanması, kapıkulu sipahilerine ihale
ediliyordu. Sipahiler avarız tahsili karĢılığında "gulamiye" denen ayrı
bir vergi daha almaktaydılar.
Gerek Ġstanbul gerekse taĢra yüküm-
lüleri ise her yıl ödenen ve yasal vergiler kapsamına giren avârız-ı divaniyeyi ödemek
için sandıklar, vakıflar kurmuĢlar, buralarda biriken parayı faize
vermiĢlerdir. Bununla birlikte vilayetlere konan avarız vergilerinin
hem yüksek olması, hem de yöneticilerin, kadıların çıkarcı tutumları
yüzünden pek çok yerde halkın periĢan olduğunu tarihler haber verir.
Fındıklık Süleyman Efendi, Mür'i't-Tevarih'te, Anadolu'nun harap
oluĢunun ve yoksul düĢüĢünün bir nedenini avarız olarak gösterir.
Avarızın Ġstanbul'daki uygulanıĢına iliĢkin en eski kayıt, 1044/l634'te düzenlenmiĢ
olan "Defter-i hânehâ-yı avârız-ı mahallât ve zimmîyân ve yahûdiyân
tâ-bi-i kaza-i mahmiye-i Ġstanbul" baĢlıklı avarız defteridir. Burada,
Ġstanbul'un, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi yükümlüler olarak
toplam 288 mahallede 2.990 "hane" (vergi birliği) oluĢturduğu
görülmektedir. Bu sayı 1650'de 3.055'e çıkmıĢtır. Yüzyıllar boyunca
birçok ayrıcalıkları ve muhtelif vergilerden bağıĢıklıkları bulunan
Ġstanbul halkından, IV. Murad dönemine ait ve olasılıkla Revan seferi
(1634-1635) öncesinde düzenlenen bu defterde ne kadar avarız vergisi
toplandığına iliĢkin bir bilgi yoktur. Ancak, Koçi Bey Risalesi'nde,
avarız defterinin doğrudan vezirazam tarafından dağıtılması, toplama
iĢinin Müslüman ve dindar kimselere yaptırtılması, hane baĢına 300
akçe, toplayan için 40 akçe alınması öngörüldüğüne göre yalnızca
Ġstanbul' dan (Galata ve Üsküdar hariç) yaklaĢık 1.000.000 akçe
tutarında avarız geliri elde edildiği tahmin edilebilir. Bununla birlikte
l640'tan sonra, bir yandan Girit SavaĢı'nın (1645-1669) getirdiği
parasal yük, diğer yandan eyaletlerden gelmesi gereken vergilerin
tahsilindeki güçlükler, Ġstanbul'un vergi yükünü artırmıĢ
gözükmektedir. Özellikle de üç ayda bir kapıkulu ulufelerinin
ödenmesinde karĢılaĢılan güçlükler çarĢı esnafına ve mahalle halkına
yeni avarızlar yüklenmesini gerektirmiĢtir. Bunun sonucunda ise
Ġstanbul halkının ve esnaf zümrelerinin ilginç çözüm yolları
buldukları, avarız sandıkları ve vakıfları oluĢturdukları
saptanmaktadır. Doğal olarak bu tür kurumlar mahalle, çarĢı ve arasta
ölçeklerinde yeni dayanıĢmalara, yardımlaĢmalara ortam hazırlamıĢtır.
Örneğin Yahudi cemaatinin "kaza, bela sandığı" adını verdiği ve
avarız bedellerinin ödenmesinde yararlanılan ortak paradan, lööl'de
Sadrazam Köprülü Mehmed PaĢa'ya rüĢvet verme yolları arayarak
Eminönü'ndeki Yahudi Mahallesi'nin yıkılmasını durdurmaya çalıĢtığı
bilinmektedir.
Müslüman mahallelerinde oluĢturulan avarız sandıklarında biriken paradan ise, vergi
ödendikten sonra arta kalan para ile düĢkünlere, yoksullara, evi yanan
veya yıkılanlara yardım edildiğine iliĢkin pek çok örnek saptanabil-
mektedir. Bir tür mahalle kasası olan bu sandıklar, 1877-1878
Osmanlı-Rus Sava-Ģı'na kadar sosyal iĢlevini sürdürmüĢ,
ancak savaĢın getirdiği ağır ekonomik buhran nedeniyle kamuca Ġstanbul'daki tüm
avarız sandıklarına el konularak ne kadar "avarız akçası" varsa hepsi
hazineye gelir yazılmıĢ ve bir daha mahalle ölçeğinde avarız
sandıkları kurulamamıĢtır. Aynı Ģekilde esnaf örgütlerinin birer kredi
ve kefalet kaynağı iĢlevinde-ki avarız sandıkları da kapanmıĢtır.
Avarız uygulamasının ortaya çıkardığı ikinci tür kurumlar, avarız vakıflarıydı. Kimi
hayır sahipleri, ev, dükkân, bağ, bahçe, tarla gibi taĢınmazlarım ya da
bir miktar parayı avarız vakfı yapmaktaydılar. Bu vakıfların gelir veya
nemalarından, yoksul yükümlülerin avarız vergisi payları ödendiği
gibi, hastalara, afetzedelere, yoksullara da bu vakıflardan yardımda
bulunuluyordu. Avarız vakfından, mahallenin çeĢmesi, mektebi,
camisi, yolu onarılıyor, yoksul ailelerin kızları gelin ediliyor, dükkân
açanlara sermaye akçesi dahi veriliyordu. Ġstanbul'da bu türden pek
çok vakıf vardı. Avarız vakfı mallarının kirası ile sair gelirlerinden
ihtiyacı olanlara kredi açılıyordu. Esnaf ve mahalle avarız
sandıklarından sorumlu mütevellileri Ġstanbul ve Bilâd-ı Selâse
kadıları denetlerlerdi. Musahibzade Ce-lal'in İstanbul Efendisi
oyununda, Kadı Savleti ile avarız mütevellisi arasında geçen
konuĢmalar, mahallenin su, kaldırım vb iĢlerinin sandık parasıyla
yapıldığına ilginç bir örnek verir. Ġstanbul'da, avarız vergisini
ödemeyenlerin davasına ise Ġstanbul kadısının yardımcılarından olan
avarız naibi bakıyordu.
Tanzimat'ın ilanından (1839) sonra vergi ve yükümlülük konularındaki yeni
düzenlemelerden sonra avarız sandıkları ve vakıfları, avarız vergisiyle
ilgili asıl iĢlevini yitirdi. Fakat Ġstanbul'daki kuruluĢlar, mektep ve
mahalle yollan yapımı gibi hayır iĢlerine daha çok ağırlık verdiler.
1830'lu yıllarda Ġstanbul mahallelerinde muhtarlık ve ihtiyar heyeti
örgütü kurulunca avarız sandık ve vakıflarının yönetimi de bunlara
bırakıldı. Ancak 1836'dan sonra avarız vakıflarının yönetimi, Evkaf
Nezareti'ne, avarız sandıklarının yönetimi ise 18ö9'dan itibaren
belediye dairelerine bırakıldı. Fakat mahalle ya da esnaf örgütleri
ölçeğinde, bireylerin karar ve katılımı ile oluĢan bu sosyal
kuruluĢlara, Osmanlı hükümetinin nizamnameler çıkartarak müdahale
etmesi, zaman zaman da savaĢ gerekçeleriyle parasal birikimlerine el
koyması, hoĢnutsuzluk doğurdu. Avarız sandık ve vakıflarını besleyen
yardımlar kesildi. Bu kuruluĢların yönetiminde birtakım yolsuzluklar
ortaya çıktı.
1870'te yayımlanan 34 maddelik bir yönetmelikle, her mahallede birer tedris
encümeni oluĢturulması ve semt mektebinin ihtiyaçlarının bu
encümence ve "avarız akçası" toplanmak suretiyle karĢılanması
öngörüldü. 1912'de Ġstanbul mahallelerinin tedris encümenlerine
maarif encümeni adı verilerek yeni bir yönetmelik çıkartıldı.
Yönetmelik, semt okullarının masraflarını karĢılayıcı gelir
kaynaklan arasında "avarız akçasr'na da yer vermekteydi. Fakat bu paranın
toplanması ve yerine harcanması sağlanamadı. Bu nedenle 1913'te
yayımlanan Tedrisat-ı Ġbtidaiye Kanun-ı Muvakka-ti'nde (geçici
ilköğretim yasası) bu vergiye yer verilmedi.
Bibi. Lûtfî PaĢa, Asafname, Ġst., 1326, s. 24-25; Koçi Bey Risalesi, Ġst., 1972, s. 124-
125, Mür'i't-Tevarih, 481; Silahdar Tarihi, I, 218 vd, Ö. Lütfi Barkan,
"Avarız", İA, II, 13-19; Abdurrahman Vefik, Tekâlif Kavaidi, ist,
1328, s. 98-99; M. Aktepe "XVII. Asra Ait Ġstanbul Kazası Avarız
Defteri" istanbul Enstitüsü Dergisi, III, 1957, s. 109-125; Ergin,
Maarif Tarihi, III, 726, IV, 1066; Ergin, Şehircilik, 27; Pakalın, Tarih
Deyimleri, I, 112 vd; Musahipzade, İstanbul Yaşayışı, 1992, 61-62;
Musahipzade Celal, İstanbul Efendisi, Ġst., 1938, s. 70; UzunçarĢüı,
ilmiye, 143.
NECDET SAKAOĞLU
AVASKÖY KEMERĠ
AtıĢalanı'nda eski adıyla Avasköy olarak bilinen yerdedir. Sinan'ın yaptığı suke-
merleri arasında gerek Tezkiretü'l-Bün-yan ve gerekse Tezkiretü'l-
Ebniye'de "Müderris Köyü kurbundaki kemerdir" diye bir kemerden
bahsedilir, fakat adı verilmez.
Wittek, von der Goltz PaĢa'nın haritasında gösterilen ve halen Metris Çiftliği diye
anılan yerin Fatih Sultan Mehmed tarafından hocası Müderris
Alaeddin Tu-si'ye verildiğini ve bu yüzden de burasının Müderris
Köyü diye anıldığını bildirmektedir. Ancak yeni haritalarda ve hattâ
19. yy'daki haritalarda Müderris Köyü adını bulmak mümkün değildir.
Topkapı Sarayı Müzesi Kitaplığı III. Ahmed bölümünde bulunan
1161/1748 tarihli haritada Müderris Köyü, Avasköy'ün (AtıĢala-nı)
yanında çizilmiĢtir. Böylece Müderris Köyü'nün Metris Çiftliği ve
bahsedilen kemerin de on bir açıklıklı ve bir katlı Avasköy Kemeri
olduğu kesin olarak anlaĢılmıĢtır. Bu kemerin yapısındaki zara-
Avasköy Kemeri
Kâzım Çeçen
fet ve uygulanan teknik de Sinan yapısı olduğunu açıkça göstermektedir.
Yatay kuvvetlerin karĢılanması için Sinan'ın Uzunkemer, PaĢa Kemeri ve diğer
kemerlerde uyguladığı 3 m eninde ve tabandaki 10,60-0,75 m'lik
çıkıntılar, tepede sıfır olacak Ģekilde yapılan payandalar bu kemerde
de aynen uygulanmıĢtır. Gözlerin açıklıkları 4,50 m'dir. Yalnız
ortadaki göz 6 m olarak yapılmıĢtır. On bir gözü vardır. Talveg'den
tepesinin yüksekliği 10,30 m'dir. Sert kalker taĢlan ile yapılmıĢ olan
bu kemer insanların tahribatından kurtulamamıĢ, künk-leri ve taĢları
sökülmüĢ ve sökülmektedir. Künklerin iç çapı 21 cm'dir.
Süleymaniye suyollarına ait haritada bu kemer on bir gözlü, Topkapı Sarayı Müzesi
III. Ahmed bölümündeki 1607 tarihli haritada on iki gözlü, 1748
tarihli haritada ise yine on iki gözlü olarak çizilmiĢtir. Bu sonuncu
harita eski haritalar içerisinde ölçekli çizilmeye çalıĢılan ilk haritadır
ve Müderris Köyü Avas-köy'ün kuzeydoğusunda iĢaretlenmiĢtir.
Sinan'ın bu önemli yapısının kenarına her türlü pislik ve moloz dökülmekte, günden
güne harap olmaktadır.
Türk ve Ġslam Eserleri Müzesi'nde 1815 numaralı ve 1748 tarihli Beylik Suyu
haritasında on iki gözlü, aynı yerdeki Süleymaniye suyollarına ait
haritada ise on beĢ gözlü, Köprülü Kütüphane-si'ndeki 244/2 numara
ve 1859 tarihli haritada ise on iki gözlü gösterilmiĢ ve Yılanlıkemer
olarak yazılmıĢtır. Bu kemerin üzerinden Süleymaniye ve Beylik
sularının künk boruları geçer. Kemerin göz sayısı on birdir. Yukarıda
sözü edilen haritada on iki olarak gösterildiğine göre bir göz yıkılınca
sonradan kapatılmıĢ olabilir.
Bibi. O. Dalman, Der Valen Aquadukt in Konstantinopel, Bamberg, 1933; Çeçen,
Halkalı, 129-130.
KAZIM ÇEÇEN
AVCILAR ĠLÇESĠ
Ġstanbul Ģehrinin, Trakya kesimine yayılmasına katkıda bulunan eski köy
yerleĢmelerine tipik bir örnek olan Avcılar, 1987'ye kadar Bakırköy
Ġlçesi'ne bağlı idi. Ġdari bakımdan köy statüsünü sürdürürken 1966'da
ayrı bir belediyeye sahip oldu. 1987'de Küçükçekmece'nin ilçe
yapılmasıyla buraya bağlanan Avcılar 1992'deki yeni idari yapı
değiĢiklikleri çerçevesinde, Küçükçekmece Ġlçe-si'nden ayrılarak
Ġstanbul'un yeni ilçelerinden biri haline getirildi.
Ġstanbul'a 27 km uzaklıktaki Avcı-lar'ın yerleĢme alanının bulunduğu kesim, Ayazma
Deresi ile hafifçe parçalanmıĢ, yaklaĢık 90 m yükseklikte bir plato
görünümündedir.
Bugünkü Avcılar'ın bulunduğu yörede, Ambarlı'da(->), Cumhuriyet'ten önce, 40-50
haneden oluĢan bir Rum köyü vardı. Balıkçılık ve bağcılıkla uğraĢan
köy halkının 1924'te mübadeleye tabi tutularak Türklerle yer
değiĢtirmesi, köyün ekonomik faaliyetlerinin de değiĢmesine neden
oldu; balıkçılık ve bağcılığın yerini tarım aldı. Kısa bir süre sonra,
1928'de yöreye 35 hanelik bir göçmen gurubunun gelmesi, bu kez
yerleĢmenin mekânsal değiĢimine yol açtı. Kıyıdaki yerleĢmenin
kuzeyinde bulunan 12.000 dönümlük Amindos Çiftliği satın alınarak
Avcılar Köyü'nün çekirdeği oluĢturuldu. Avcılar Köyü'nün nüfusu,
böylece 1935'te 340'a çıktı. 1940'ta, 1.222'ye yükselen nüfus, 1945'de
II. Dünya SavaĢı sırasında, 1.730'a çıktı. Bu artıĢta, savaĢ sırasında
bölgeye yerleĢtirilmiĢ askeri birliklerin de payı olabilir. SavaĢtan
sonra tekrar bir miktar azalma göstererek 1950'de 1.130'a inen nüfus,
1950'den itibaren tekrar artmaya baĢladı. 1970'ten sonra daha hızlı bir
artıĢ sürecine girerek 1960'ta 1.979, 1965'te 3.295, 1970'te 9.856,
1975'te de 14.888 oldu; 1985'te 105.668 ve 1990'da da 126.282'ye
eriĢti.
Avcılar nüfusunun hızla çoğalmasında, özellikle 1965'ten sonra yerleĢme sınırları
içinde kurulan sanayi tesisleri baĢrolü oynamıĢtır. Önceleri Ambar-
lı'da, bir süre sonra da Haramidere'de kurulan tesisler, zamanla Londra
Asfal-tı'nın iki kenarında yayılmaya baĢlamıĢ; 1970'te burada yalnızca
9 tesis bulunmasına rağmen, bölgede sanayi, balıkçılık ve tarım
sektöründen daha önemli bir duruma gelmiĢtir. Böylece, Avcılar'ın
ekonomisinde balıkçılık, bağcılık ve tarım tarihe karıĢmıĢ, bunların
yerini sanayi, ticaret ve rekreasyon (eğlence-dinlenme) almıĢtır. Yakın
yıllarda Ġstanbul Üniversitesi kampusunun buraya taĢınmasıyla,
Avcılar'a yeni bir hareketlilik ve canlılık gelmiĢtir.
Köy statüsündeyken sanayi tesisi kurma izninin son derece kolay verilmesi kısa bir
süre içinde yerleĢmenin sanayi tesisleriyle dolmasına yol açmıĢ,
iĢletmelerdeki iĢçi talebi, Ġstanbul'un birçok bölgesinde olduğu gibi,
ülkenin
AVCILIK
426
427
AVCILIK
yardımıyla, av tüfeği ile avlanıyordu. Karadeniz kıyılarında ise, ahali, geceleri ateĢle
veya lamba ıĢığı ile cezbettikleri bıldırcınları ağlarla yakalardı. Kimi
zaman kuĢlar çok bitkin düĢtükleri için elle bile yakalanırdı. Bu
Ģekilde tutulan bıldırcınların bir bölümü Ġstanbul'a kafeslerle
gönderilir, Beyoğlu Balıkpaza-rı'nda canlı canlı satılırdı. Bıldırcın
mevsiminde bazı günler hiç kuĢ olmaz, bazı günler de her adımda
bıldırcın kalkardı. KuĢun çok bol olduğu günlere, Ġstanbul avcıları,
Ġtalyanca gün anlamında "gior-nata"dan curnata derlerdi. Ġstanbul'da
gece Ģiddetli karayel estiğinde ertesi gün bıldırcın bol olurdu.
Ġstanbul'da bıldırcın avcılarının piri Sadrazam Koca ReĢid PaĢa'nın torunu Veliyeddin
KocareĢid'di. Veliyeddin Bey, Küçükçekmece ile Büyükçekmece ara-
Avcılar
istanbul Ansiklopedisi
çok çeĢitli yerlerinden bölgeye nüfus akması ve gecekonduların ortaya çıkmasıyla
sonuçlanmıĢtır. Daha 1959'da, Yakıt Depolama ve Dolum Tesisleri ile
Termik Santral'ın kurulmaya baĢlamasıyla özellikle Karadeniz ve
Doğu Anadolu bölgelerinden gelen göç hareketi, diğer sanayi
tesislerinin ve bu arada kıyıdaki dinlenme tesisleri ve yazlık evlerin
inĢası için iĢçi ihtiyacına bağlı olarak hızla artmıĢtır. Bugün Avcılar
nüfusunun, yüzde 70 kadarı istanbul dıĢı illerden gelenlerden
oluĢmakta; hattâ, Cihangir Mahallesi'nde bu oran yüzde 90'ı
aĢmaktadır.
Avcılar'da sanayi faaliyetleri, istanbul'da kent içinde Ortaköy'de bulunan petrol
depolama ve dolum tesislerinin, tehlikeli oldukları düĢüncesiyle o za-
Avcılar'ın Nüfusu (1990)
Mahalleler Nüfus
Merkez 21.803
Cihangir ( 15.518
Ambarlı 18.131
DenizköĢkler A 28.758
Mustafakemalpa v 11,231
Firuzköy cı
Ģa 11.383
Üniversite 4.414
GümüĢpala la 15.044
manlar Ģehirdenr) çok uzak sayılan Am-barlı'ya taĢınmasıyla baĢlamıĢtır. Avcılar'da
1974'e kadar, gerek doğrudan burada kurulan gerekse istanbul'dan
(hattâ bir tesis de Konya'dan) taĢınarak gelen toplam 37 tesis vardı.
Bu tarihte Avcılar Belediyesi'nde sanayi alanlarını belirlemeye doğru
bir hareket baĢladı: Cihangir Mahallesi'nde sanayi tesisi kurulmasına
izin verildi. Ancak daha sonraki yıllarda yalnızca sanayi değil, diğer
Ģehirsel fonksiyonlar da plansız bir Ģekilde arttı. Böylece, 1980'lere
kadar bağımsız bir belediye olan Avcılar, bu tarihten sonra Ġstanbul
BüyükĢehir Belediyesi sınırları içine alındı ve arazi kullanımı
açısından tam bir kargaĢa içinde olan yeni bir alan parçası daha
Ġstanbul'a eklendi.
Günümüzde Avcılar'da, baĢta madeni eĢya, dokuma, giyim eĢyası olmak üzere
350'den fazla sanayi tesisi faaliyettedir.
Avcılar'da yerleĢmenin ilk çekirdeğini oluĢturan Merkez Mahallesi'yle birlikte toplam
8 mahalle bulunmaktadır. Bunların en yenisi 1985 nüfus sayımında
bile yer almayan Üniversite Mahallesi'dir. Bu mahalle, yakın yıllara
kadar oldukça tekdüze bir yaĢantısı olan Avcılar'a canlılık getirmiĢ,
özellikle rekreasyon tesisleri baĢta olmak üzere, ticaret hayatının da
hareketlenmesine yol açmıĢtır. Avcı-lar'm 8 mahallesini E-5 Karayolu
ikiye böldüğü için, 4 mahalle (Merkez, Cihan-
gir, Ambarlı, DenizköĢkler) karayolunun üst, yani göl tarafında; 4 mahalle de
(MustafakemalpaĢa, Firuzköy, Üniversite, GümüĢpala) deniz tarafında
kalmaktadır. Bu 8 mahallenin 1990'a iliĢkin nüfusu tabloda
gösterilmiĢtir.
EROL TÜMERTEKĠN
AVCIOK
Ġstanbul'un coğrafi konumu ve doğal yapısı sayesinde, yakın zamana kadar Ģehrin
çevresinde avlanmak mümkündü. Fetihten itibaren, Ġstanbul ahalisi
Ģehir civarında, özellikle de Haliç ve Boğaz sırtlarındaki kırlık ve
ormanlık arazide avlanıyordu. Ava elveriĢli arazinin bir bölümü koru
adı altında padiĢahın avlanmasına tahsis edilmiĢ olup buralarda
baĢkalarının avlanması yasaktı. 16-18. yy'lar arasında, Frenklerin
korularda avlanmalarını men etmek için yazılmıĢ olan fermanlardan,
bu avlaklardan bazılarının: Kâğıthane'den sukemerlerine uzanan
bölge; Beykoz, Tokat Bahçesi ve Akbaba arasındaki bölge; Halkalı ve
Belgrad Ormanı yakınındaki Arnavut-köy olduğu anlaĢılmaktadır. I.
Ahmed Ġstanbul'da Üsküdar, Ġstavroz (Beylerbeyi), Tersane ve
DavutpaĢa bahçelerinde avlanırdı. Bununla birlikte padiĢahların
doğancı, Ģahinci, zağarcı, seksoncu gibi avcı birlikleriyle sürek avı
düzenledikleri asıl avlakları Trakya'da, Çatalca'dan Edirne'ye uzanan
bölgedeydi. 1853'te yaptırılan Ihlamur Kasrı'nın "av köĢkü" olarak
nitelenmesi, o tarihte bile, Ģehrin hemen kenarında iyi av
yapılabildiğini göstermektedir. Ġstanbul'da sadece kara hayvanları
değil, su kuĢları da avlanabiliyordu. Melling'in 18. yy'a ait bir
gravüründe, o zaman yer yer sazlıklarla kaplı olan Halic'in iç
kısımlarında tüfekle ya-banördeği avlandığı görülmektedir.
Türkiye'de geleneksel av silahı ok ve yaydı. PadiĢah ve devlet ricali, kuĢ avını
doğanlarla yapmayı tercih ederdi. Geyik, karaca gibi hayvanlar ise
zağarlar tarafından bulunup kıstırıldıktan sonra okla vurulurdu. 18.
yy'da ağızdan dolma çakmaklı tüfekler ok ve yayın yerini aldı. 20. yy
baĢında da fiĢek atan kırma tüfekler kullanılmaya baĢlandı.
Evliya Çelebi 17. yy'da en çok avlanan kuĢlar olarak, yabankazı (Anser ve Branta
türleri), yabanördeği (Anas, Aythya, Netta vb türleri), turna (_Grus
grus), toy (Otis tarda), balıkçıl (_Ardea ve Egretta türleri), turaç
(Francolinus francolinus), keklik (Alectoris graecd), çil keklik (ferdix
perdix), karatavuk (tahminen ormanlavuğu: Tetrao urogal-lus) ve
sülünü (fhasianus colchicus) sayar; memelilerden ise, geyik ve
karacadan söz eder.
20. yy baĢına geldiğinde, bu liste epey değiĢmiĢ; turaç ve ormantavuğu-nun Ġstanbul
çevresinde soyları tükenmiĢti. Turna ve balıkçıllar ise artık av kuĢu
olarak kabul edilmiyordu. Turna ve balıkçıl tüyleri, baĢta yeniçeriler
olmak üzere birçok askeri sınıf mensubu
Ġstanbul civarında tavĢan ve keklik vurmuĢ avcılar, 19401ı yıllardan bir görünüm.
Cumhuriyet Gazetesi Arşivi
Afrika'da geçirmek üzere göç ederlerken Türkiye'den geçerler. Eylül ve ekim
aylarında bıldırcınlar Karadeniz'i geçtikten sonra kendilerini bitap
durumda Türkiye kıyılarına atarlar. Sahile gece varan bıldırcınlar
ertesi günü dinlenerek ve beslenerek geçirirler ve bu sırada avlanırlar.
Geçit kuĢu olduğu için en akla gelmedik yerlerde bile görülebilmesine
rağmen, Ġstanbul'da bıldırcın avı en çok Rumeli yakasında
Bakırköy'ün ilerisinden baĢlayıp Büyükçekmece'ye kadar uzanan
kırlık arazide, özellikle Avcılar, Ambarlı, Beylikdüzü, Hadımköy ve
Ha-ramidere'de, Karadeniz kıyısında Karaburun'da, Anadolu
yakasında ise Maltepe'den Kartal'a uzanan alanda yapılırdı.
Ġstanbul'da bıldırcın fermacı, yani koklayarak yerini bulduğu avı
burnuyla iĢaret ederek avcıya gösteren av köpekleri
tarafından sorguç olarak baĢlıklarına takılırdı. Eti makbul olmayan bu kuĢların eski
devirde yalnızca tüyleri için avlandıkları tahmin edilebilir. Gözde av
kuĢları olmaya devam eden sülün, keklik, çil keklik, ördek ve kazın
yamsıra, Ġstanbul'da av kuĢları arasına, çulluk (Scolopax rusticold),
suçulluğu (_Galli-nago gallinagö) ve bir kumru türü olan üveyik
(Streptopelia turtur) katılmıĢtı. Geleneksel av hayvanlarına göre daha
küçük oldukları için eskiden avlanmaya değer bulunmayan,
Anadolu'da 20. yy baĢında bile avlanmayan bu kuĢların Ġstanbul'da
avlanmaya baĢlanması, 19. yy'da Ġstanbul hayatının birçok cephesinde
kendisini gösteren Avrupa, özellikle de Fransa etkisine bağlanabilir.
Avın daha kıt olduğu Fransa'da bu türler geleneksel olarak
avlanıyordu. Bu türlerden çulluğa uzun süre Ġstanbul avcıları
tarafından Fransızca "becassine" den "bekas" denmesi de bu modayla
ilgilidir. Bu dönemin av kuĢları arasında, son olarak, etinin lezzetiyle
tanınan bıldırcını (Coturnix coturnix) zikretmek gerekir. BaĢlıca
memeli av hayvanları ise tavĢan (lepus europaeus), karaca (Capreolus
capreolus) ve yabandomuzu (Sus scrofd) idi. Geyik (Ceruus elaphus)
Istranca Ormanları'nda varlığını sürdürmekle birlikte artık Ġstanbul
çevresinde görülmüyordu. Sansar (.Martes foind), tilki (Vulpes
vulpes), çakal (Canis aure-us) ve kurt (Canis lupus) özel olarak avına
çıkılmayan, rast geldiğinde veya evcil hayvanlara zarar verdiğinde
vurulan türlerdi.
20. yy baĢında Ġstanbul'da keklik, çil keklik ve sülün gibi her mevsim avlanması
mümkün olan yerli kuĢlar azaldığından, av kuĢu olarak, güzün geçit
yapan bıldırcın ve kıĢlamaya gelen çulluk, ördek ve kaz baĢta
geliyordu. Doğu Avrupa ovalarında üreyen bıldırcınlar kıĢı
Haliç'te sazlıklar arasında yapılan tüfekli ördek avını gösteren gravürden ayrıntı.
Melling'in "Karaağaç Manzarası" adlı deseninden, 18. yy.
Voyage Pittoresque de Constantinople et deş rives du Eosphore, tıpkıbasım, 1969
TETTVArşivi
AVCILIK
428
429
AVNllĠFĠJ
sında bulunan Yakuplu Köyü yakınındaki çiftliğinde 1889'dan 1934'e kadar her yıl
bıldırcın avlamıĢtı. Bu zaman zarfında bir mevsimde 3.394 kuĢla en
çok bıldırcını 1893:te vurmuĢtu. Günlük rekorunu da 404 kuĢla aynı
yılın 13 Eylül'ündeki curnatada kırmıĢtı. Bütün avcılık hayatında
vurduğu bıldırcın sayısı ise 49.000'di.
istanbul'da tüfekle bıldırcın avlayanların yanısıra bu kuĢu atmaca (Accipiter nisus) ile
avlayanlar da vardı. Bütün yırtıcı kuĢlarda olduğu gibi atmacanın da
diĢisi erkeğinden daha iri ve güçlü olduğundan, bu iĢ için diĢi atmaca
kullanılırdı. Atmacayla bıldırcın avcılığı 1970'li yıllara kadar
Haramidere'de sürüyordu.
ESKĠ
ĠSTANBUL AVCILARI
Avcılar! zâlim avcılar! ah! avcılar! Tevekkeli size Ģarkı çıkarmamıĢlar!
İki puhu bir derede su içer
Dertli puhu dertsizine dert açar
Buna karasevda derler tez geçer
Zâlim avcı niçin kıydın canıma
Yazmayayım diyorum, yine yazıyorum. O ne kıyafet! BaĢta siyah tüylü kıvırcık
kalpak, üstte Ģayak, enli yaka, arkası taraka, yanlar yarık, yukarıdan
aĢağı cep bir ceket, çift sıra düğmeli jile (cepken), fiĢeklik, onun
altında Trablus kuĢak, aba pantolon, üstü çarık tulum, çarığın altında
kalın tüylü Bursa çorabı, ellerde, omuzlarda adamına göre santral,
bake, likoĢe tüfek.
Aman avcılar! O ne tavır! KaĢlar çatık, surat mehib, bıyıklar dondan nemnâk,
koltuklar ĢiĢkin, kollar bedenden biraz açıkta sallanıyor. Bunlara kır
kabadayıları denirmiĢ. Fakat tarz-ı mükâleme dahi Ģık!
- Ahmed Bey, Çekmece'ye geliyoruz ben farkına vardım a. Bir tanesi Ģöyle
hani ya yukarıki sırt yok mu, tâ onun hizasından aykırı geçti.
- YeĢilbaĢ mıydı?
- Yok., (kılkuyruk). Bekledim, anladım ki var. Biraz daha gezindim. Yukarı
dan bir (Macar) söktü, durdum, durdum ama (iyice bindirdim).
Sonra?
Sonrası dokununca (çektim aldım).
- Duble mi?
- (Duble) çektim ama saçmalar patır patır dokundu.
- Ben de bir (patka) vurdum. Haberin var mı?
- Neden?
- Geçen gün bizimkiler bir yabankargası vurmuĢlar, yolda güzelce yolmuĢ
lar, Bedros'la Mıgırı da çağırmıĢlar, (çamurcun) diye yedirmiĢler.
Kah! kah!
- Geçen gün onlar ne vurmuĢlar?
- Ne vuracaklar; iki gün durmuĢlar iki üç (sekermefce) ile bir teker. Mösyö
Bodöva bir tane (jilli patka), bağcı Petro üç (yeĢilbaĢ), Ģık beyi dört
tane kadın
ördeği, Ayastefanos'taki Hırvat bir iki (elmabaĢ), Nemseli Frenk de iki
macarla
bir diĢi (sütlabi).
iĢte bizim köyün avcıları! Onların rivayetine göre Ģimdilik av eti namına çulluk
nev'inden:
Bekaca -sultani bekaçin- bekaçinya -diğer kuĢlardan yalıçapkını, tarlakuĢu,
karatavuk, sığırcık, duy, kuğu, yabankazı, (çobanaldatan) varmıĢ.
*Bakırköyü'nde iĢittiğime inanılacak olursa köy avcıları berây-ı sayd u Ģikâr
Çekmece tarafına gittikleri zaman kendilerini seferi zannederek oruç
bozuyor-larmıĢ. Günahı diyenlerle yiyenlerin boynuna?
"Tahkikatıma göre avcıların da tavcıları varmıĢ. Bunlar da avcıysa da barut, fiĢek
meselesinde biraz fakirce olduklarından Ģöyle ördek vurmuĢlar, böyle
kuĢ düĢmüĢ diye diğerlerini kıĢkırtıp bu suretle ava gidiyorlarmıĢ.
"Ördek avına giden sayyâdândan biri "es-sayyâdu müselles velev kâne mü-sennâ"
meseline ittibâen avda satın aldığı bir ördeği üçleĢtirmek için
kümesteki ördeği kesmiĢ, orta kattakini de kırmıĢmıĢ.
*Ördek bahsinin ehemmiyetine binâen icra eylediğimiz tahkikatta ta'dâd eylediğimiz
nevilerden mâada bağırtlak, çıkrıkçın, cin ördeği, kaçıkcın, karaca,
vezne boĢaltan namında birkaç cins daha varmıĢ.
"Ördek denince "paytak" kelimesini hatırlamamak kabil olmaz. Badi badi yürümek
bu hayvanın muhtereât-ı mâĢiyânesindendir. Fakat o savt-ı kerih
dinlenir sadâlardan değildir. ġâyân-ı sayd olmayıp da mâil-i inkisar
olan nev'i ötmeye bedel ses çıkarmaktadır. Ġlm-i hayvanât ulemasınca
ikisi de suda yaĢamakta yani zü'1-maiĢeyn ise de biri suda yüzdüğü
halde diğerinde su ve me-vadd-ı mâiye yüzmekteymiĢ. Doğru olup
olmadığını bilenlerden sual ederiz.
""Ördek gibi sudan çıkmaz" lisanımızda fart-ı istihmama müptelâ olanlar hakkında
darb olunur hadd-i ma'rûftur.
Ahmet Kasım, Şehir Mektuplun, Ġst., 1992, III-IV, s. 40-43
Doğu Avrupa ve Rusya'nın ormanlarında üreyen çulluklar kasım ayından itibaren kıĢı
geçirmek üzere Türkiye'ye gelmeye baĢlarlar. Özellikle Ģiddetli
tipilerin ardından çulluk curnatası yapıldığından çulluk avına çıkmak
için böyle havalar beklenirdi. Nemli ormanlarda yaĢayan çulluğun
tüylerinin rengi orman zeminindeki kuru yapraklarla kusursuz bir
uyum gösterdiği ve ürkünce sindiği için, bu kuĢun avı fermacı
köpeklerle yapılırdı. Yüzyıl baĢında Bo-ğaz'ın her iki yakasındaki
köylerin arkalarındaki ağaçlıklarda bile çulluk boldu. Boğaz'daki yalı
ve köĢk sahipleri çulluk avını kendi korularında yaparlardı. ġehrin
büyümesiyle birlikte, çulluk avı için Rumeli yakasında Belğrad
Ormanı, Anadolu yakasında Ömerli, Elmalı çevresi gibi daha geniĢ
ormanlık alanlar tercih edilmeye baĢlandı. Curnatalarda istanbullu bir
avcının 50, hattâ 100 çulluk vurması olağandı. Fransız etkisiyle çulluk
istanbul'da seçkin zümrenin ve lüks lokantaların mönüsüne dahil
olduğu için büyük sayılarda ağlarla yakalanır ve Balıkpazarı'nda
tavukçu dükkânlarında satılırdı.
Ġstanbul'da ördek avı ağustos sonu ve eylül baĢında, istanbullu avcıların (herhalde
bıldırcın mevsimine denk düĢtüğü için) bıldırcın ördeği dedikleri
çıkrıkçın (Anas querqueduld) avı ile baĢlardı. Diğer ördek türleri gibi
kıĢı ılıman kuĢakta değil Afrika'da geçirdiği için erken göç eden
çıkrıkçınlar ağustos sonundan eylül sonuna değin istanbul'un
Karadeniz tarafından, Kilyos ve Kavaklar'da sabah ve akĢam geçit
yaparlardı. Bunu sadece meraklı ördek avcıları bilirdi. Bu avın tatsız
tarafı, o havalinin çoğu balıkçı olan ahalisinin, avcının etrafında
bekle-Ģerek vurulan ördekleri kapıĢmak âdetinde olmasıydı. Eğer avcı
atik davranıp vurduklarından kapamazsa, kapıĢılan ördekler üzerinde
hak iddia edemeyeceğinden, eli boĢ kalabilirdi.
Asıl ördek mevsimi ise, kasımda havaların soğumasının ardından, kıĢlamak üzere
büyük sürülerin gelmesiyle baĢlardı. Özellikle Tuna'nın donması
sonucunda Ġstanbul'a çok ördek geldiğinden, ördek avcıları her gün
gazetelerde Tuna'nın donduğu haberini ararlardı. KıĢın avlanan
baĢlıca ördek türleri yeĢilbaĢ (Anas platyhyrnchos), boz ördek (.Anas
streperd), fiyo (.Anas penelope), çamurcun (.Anas crecca), kılkuyruk
(Anas acuta), kaĢıkçın (Anas clypeata), Macar ördeği (Netta rufina),
elmabaĢ patka (.Aythya nyrocd), pasbaĢ patka (.Aythya ferrugined),
karabaĢ patka (Aythya marild) ve tepeli patka (Aythya fuliguld) idi.
Bunlardan eti en makbul sayılan yeĢilbaĢtı, istanbul'un baĢlıca ördek
avlakları Küçükçekmece ve Büyük-çekmece gölleriydi. Uzak olduğu
ve fazla ördek tutmadığı için Terkos Gö-lü'ne pek rağbet edilmezdi.
En basit ördek avı yöntemi parlama avıydı. Bu, kasık veya boy
çizmesiyle sazların arasında gezerek kalkan ördekleri vurmaktan
ibaretti. Parlama avında, düĢen ördekleri alması için köpek de kullanılabilirdi. Güme
avı ise daha teferruatlı fakat daha verimli bir yöntemdi. Güme göl
kenarında avcıların gizlenerek av yapmasına yarayan tahtadan bir
odacıktır. Güz baĢında, sular çoğalmadan, kıyıda toprak kazılarak
açılan bir çukura oturtulur. Toprak fazla kazılırsa su çıkacağından,
üstten yükseltilmesi durumunda ise, ördekler ürkeceğinden, güme,
içinde ayakta dumlamayacak kadar alçak olur. Göle bakan cepheye,
mazgal denen küçük pencereler açılır; bunların arkasına da ateĢ
ederken dirsek dayamak için bir tahta konur. Güme tamamlanınca
üstüne teneke mıhlanır, bunun üzerine de toprak dökülerek
çimlendirilir. Güme-nin içi muĢamba, kilim ve minderlerle döĢenir.
Isınmak için gümede mangal yakılır. Ördekler mühreler aracılığıyla
gümenin önüne indirilir. (Göllerde kuluçkaya yatan ördeklerin
yumurtaları toplanarak yavrular çıkartılır ve evcil ördek gibi
yetiĢtirilir. Bunlara mühre denir.) Mühreler ayaklarındaki fırdöndülü
meĢin kösteklerden, diĢiler bir tarafa, erkekler bir tarafa olmak üzere,
gümenin önünde suya çakılı kazıkların arasına gerilmiĢ iplere
bağlanır. Mühreleri gören, daha çok da seslerini iĢiten ya-
banördekleri, yanlarına konmak üzere inerlerken gümedeki avcılar
tarafından vurulur. 1980'lere kadar Büyükçekmece Gölü'nde az sayıda
güme bulunuyordu. Üçüncü ördek avlama yöntemi ise Ġstanbul'a
özgüydü. Ördekler Büyükçekmece ve Küçükçekmece gölleri arasında
gidip geldikleri için, bazı avcılar iki göl arasındaki tepelerden
avlamrlardı.
Çekmece göllerinde, ördek kadar olmamakla beraber, özellikle karlı havalarda kaz da
avlanırdı. En çok boz kaz (Anser anser), daha seyrek olarak sakarca
kaz (.Anser albifrons), ara sıra da Sibirya kazı (Branta ruficollis)
vurulurdu. Kemeri kuğu (Cygnus olor) ve sarıca kuğu da (.Cygnus
cygnus) av kuĢu kabul edilir ve avlanırdı.
Eskiden Ġstanbul avcılarının bir bölümü yalnızca ördek avına çıkar, baĢka avlarla
ilgilenmezdi. Güme ve mühre avını bunlar yapardı. Ördek avcıları ör-
dekçi kahvesi denen, biri Fatih'te, biri de Sultanahmet'te, DikilitaĢ'ın
karĢısında bulunan iki kahvede toplanırlardı.
1970'lerde Küçükçekmece Gölü su kirliliği ve çevresindeki yoğun yapılaĢma
nedeniyle ördeklerin barınabileceği bir yer olmaktan çıktı. 1985'te
Ģehir suyuna bağlanması için Büyükçekmece Gölü'nün önüne bir baraj
yapıldı. Bunun sonucunda su seviyesi çok yükselince, göl, ördeklerin
beslenmesine elveriĢsiz hale geldi. Böylece Çekmece göllerinde ördek
avı tarihe karıĢmıĢ oldu.
20. yy baĢında Belğrad Ormanı'nda ve Beykoz'dan ġile'ye ve Ömerli'ye uzanan
ormanlık alanda karaca ve ya-bandomuzu avlanıyordu. Bu avlar
genellikle zağarlarla ve sürek avı Ģeklinde yapılırdı. Domuz avına
özellikle Hıristi-
yan avcılar rağbet ederdi. Dönemin en tanınmıĢ domuz avcıları Börekçi Ġbrahim Bey,
Akbabalı Karadayı, Polonez-köylü YaĢo, Emil ve YanoĢ'tu.
Müslüman avcıların çoğu vurdukları domuzları Hıristiyanlara satardı.
Domuzun sert kılları da fırça yapımında kullanılırdı. Beykoz'un
doğusundaki ormanlık bölgede, günümüzde de yabandomuzu
avlanmaktadır. Bununla birlikte Ģehrin hızla geniĢlemesiyle eski
avlakların hemen hepsi tarihe karıĢtığından bugün Ġstanbul ve yakın
çevresinde avcılık yapılmamaktadır.
Bibi. N. A. Banoğlu, Turkey, A Sportsman's Paradise, Ankara, 1957; H. GündeĢ,
Türkiye Av Ansiklopedisi, izmir, 1966; N. Özcan, Kara Avcılığı, Ġst.,
1971; Evliya, Seyahatname, I.
SELĠM SOMÇAĞ
AVNĠIĠFĠJ
(1886, Samsun - 3 Haziran 1927, İstanbul) Manzara ve figürlü kompozisyonla-
rındaki Ģiirsel, simgeci tavrı ile Türk resminde özgün bir kiĢilik
oluĢturan ressam. 1877-1878 Osmanlı-Rus SavaĢı sırasında
Kafkasya'nın Kuban bölgesinden göç eden ailesi önce Samsun'a, daha
sonra Ġstanbul Rumelihisan'na yerleĢti. Çocukluk yıllan yoksulluk
içinde geçti. Ġlköğrenimini Fatih'te mahalle mektebinde yaptı.
Ortaöğrenimini ġehzadebaĢı Numune-i Terakki Ġdadisi'nde yaparken
resim ve müzikle ilgilenmeye baĢladı. Babası Abdullah Efendi'nin,
resim konusundaki katı inançlı tutumu nedeniyle çalıĢmalarını gizli
olarak sürdürdü. ġiir ve edebiyatla ilgilendi. Kendi imkânlarıyla özel
dersler alarak Fransızca öğrendi. Bu olağanüstü duyarlı ve yetenekli
genci Ayasofya'nın mimari çizimlerini yapan Henry Prost keĢfederek
onu Sana-yi-i Nefise Mektebi Müdürü Osman Hamdi Bey ile
tanıĢtırdı. Karakalem de-
Avni Lifij'in "Haliç" adlı yapıtı. Erkin Emiroğlu fotoğraf arşivi
Avni Lifij
Ara Güler fotoğraf arşivi
senlerinden ve hiçbir eğitim almadan yaptığı, bugün Ġstanbul Resim ve Heykel
Müzesi'nde bulunan yağlıboya kendi portresinden çok etkilenen
Osman Hamdi Bey, Avni Lifij'i, o sıralar Avrupa'ya iki öğrenci
göndermek isteyen ġehzade Ab-dülmecid'e (daha sonra Halife
Abdülme-cid Efendi) tavsiye etti. Sanayi-i Nefise Mektebi'nde bir yıl
temel sanat eğitimi alan Avni Lifij 1909'da Paris'e gitti. Türk
izlenimcileri olarak bilinen Hikmet Onat, ibrahim Çallı, Namık ismail
gibi ressamlara hocalık yapmıĢ olan Fernand Cor-mon'un atölyesine
devam etti. Cormon' un katı, reçeteleĢmiĢ akademik eğitim
AVRAT PAZARLARI
430
431
AVRUPA PASAJI
tarzını benimsemedi. Duyarlı, çağım izleyen, yaratıcı yapısı onu dönemin sembolist
ressamlarına, özellikle Puvis de Cha-vannes'e yaklaĢtırdı. 1912'de
istanbul'a dönen Avni Lifij, Ġstanbul Lisesi ve Kandilli Kız Lisesi'nde
öğretmenlik yaptı. Sanat ortamına ilk kez, 19l6'da Galatasaray
Yurdu'nda açılan sergiye iki resmini vererek katıldı. Ertesi yıl aynı
yerde açılan sergide, "Haliç", "Eyüp'te Bir Sokak", "Sabah", "Servili
Sokak", "Mezarlık" gibi istanbul'un çeĢitli görünümleri olan 20 resmi
yer aldı. Sanat geliĢimini borçlu olduğu Halife Abdülmecid'in isteği
üzerine "Biat Merasimi" adlı tablosunu yaptı. Ab-dülmecid
KöĢkü'ndeki "ÇeĢme BaĢında AĢk Dedikoduları" ve Kadıköy
Belediyesi için hazırladığı "Kalkınma" gibi büyük boyutlu eserleri
onun dekoratif amaçlı duvar resimlerine olan yatkınlığını gösterir. Bir
süre Harbiye Nazırı Enver PaĢa tarafından açılan ġiĢli'deki resim
atölyesinde savaĢ ve kahramanlık konulu çalıĢmalar yapan Avni Lifij,
sergilere düzenli olarak resim verdi. 1923'te Sanayi-i Nefise
Mektebi'nde süsleme hocalığına getirildi ve bu bölümün geliĢmesi
için ölümüne kadar büyük çabalar harcadı, bölüme italya'dan bir
öğretmen getirilmesini sağladı. Ölümünden sonra 1931'de istanbul
Alay KöĢkü'nde geniĢ bir sergisi düzenlendi.
Avni Lifij, izlenimci Türk ressamlarının estetiği içinde değerlendirilmesine karĢın,
anlayıĢ olarak tümüyle farklı bir kiĢilik gösterir. Doğayı görünür
yanıyla değil, içsel anlamıyla yansıtmaya çalıĢır. Bir anlamda doğa
karĢısında kendi karmaĢık ruh halinin görünümlerini arar.
Bibi. Ö. Altan, Avni Lifij, Retrospektif Sergi Broşürü, ist., 1986; A. Çöker, Avni Lifij,
Po-sadlar, Ġst., 1983.
AHMET ÖZEL
AVRAT PAZARLARI
Satıcıları ve alıcıları çoğunlukla kadınlar olan, haftada bir gün kurulan eski semt
pazarlarıdır. Ġstanbul'daki avrat pazarlarının baĢlıcaları Üsküdar, Fatih
ve Aksaray'daydı. Zamanla eski avrat pazarlarına sabit çarĢı düzenleri
yerleĢti. Hafta pazarları ise sokaklarda kurulmaya baĢlandı.
Anadolu'da, üretim yörelerinin merkezi konumlu kent, kasaba ve büyükçe köylerde
haftada bir ya da iki gün kurulan, üreticiden tüketiciye satıĢ ilkesine
dayalı pazarlama geleneği istanbul'da da yaygındı., iskelelere yakın
çarĢı mu-hitlerindeki satıcıları ve alıcıları erkekler olan, her gün veya
belirli günlerde kurulan pazarlardan ayrı olarak yoğun yerleĢim
semtlerinde de kadınlara dönük hafta pazarları kurulmaktaydı. Bu tür
yerlere, Anadolu'da kadın pazarı, kadınlar pazarı dendiği gibi
(örneğin Bartın'da halen bu adla kurulan pazar vardır) istanbul'da da
avrat pazarı deniyordu. Bu adlandırma kuĢkusuz bir belirlemeyi de
ifade etmekteydi. Buralara çoklukla orta yaĢlı ve yaĢlı kadınlar
çıkabilmekte ve yine çoğunluğu çevre
köylerden gelen kadın üreticilerden, ev-. lerinin gereksinimlerini almaktaydılar.
Doğal olarak avrat pazarlarına, semte yabancı olanlar gelmedikleri
gibi, herhalde genç kızlar ve delikanlılar da buralara girmiyorlardı.
Evliya Çelebi'nin bir esnaf alayı vesilesiyle geçide katılan gruplar arasında "ehl-i kâr-
ı avret pazarı, dükkânları be-raberlerindedir, nefer 300" kısa bilgisine
yer vermesi, bu pazarların 17. yy'daki durumunu aydınlatma
bakımından ö-nemlidir. Bu bilgiden, pazarcıların seyyar
dükkânlarının olduğu ve istanbul'da avrat pazarlarına tezgâh kuran
satıcıların 300 dolayında bulunduğu anlaĢılmaktadır. KuĢkusuz, bu
satıcılar, esnaf alayına katılabildiklerine göre erkektiler.
Eremya Çelebi Kömürciyan 17. yy'da pazar geleneğinin Üsküdar'da yaygın
olduğunu, civar köylerden gelen satıcı ve üreticilerin cuma pazarını
hareketlendirdiklerini ve bu pazarın Üsküdar'a özgü olduğunu yazar
fakat, müĢteriler konusunda bir açıklamada bulunmaz. Buna
Bir çarĢı
ressamının
gözüyle
Arkadios
Sütunu ve
Avrat Pazarı,
17. yy.
Metin And
koleksiyonu
karĢılık, istanbul'da, kentin muhtelif yerlerinde kurulan pazarlarda kadınların hem
alıcı hem satıcı olarak gündelik yaĢamın bu iĢlevine katıldıklannı
vurgular. Bu pazarların kuruldukları yerleri ise günlere göre
sıralamaktadır. Cuma günü Üsküdar, Edirnekapı, Sulumanastır
yakınındaki KocamustafapaĢa ile KasımpaĢa'da, cumartesi günü,
kentin ortasına düĢen AlipaĢa ile KasımpaĢa yakınındaki Kulaksız'da,
pazar günü, Arkadios Sü-tunu'nun bulunduğu Avrat Pazarı'nda,
pazartesi günü Macuncu'da, salı günü, Tophane ile Fındıklı arasındaki
Mehme-dağa'da (daha sonra burası Salıpazarı adını almıĢtır),
çarĢamba günü, Fethiye Camii'nin bulunduğu yerde (burası da
zamanla ÇarĢamba adını almıĢtır), perĢembe günü Galata'da pazar
kurulmaktaydı. Galata pazarına ilaç satıcıları, Ģerbetçiler de
gelmekteydiler. Kömürciyan, Üsküdar Avrat Pazarı'na bahçe ve
bostanlardan gül kadar iri karanfillerin de saksılar içerisinde getirilip
satıldığını yazmaktadır.
Avrat pazarları esas olarak yiyecek maddelerinin satıldığı yerlerdir. Bizans devrinden
kalma meydanlarda, bazen bir anayolun iki tarafında kurulan bu
pazarlarda, taĢınması ve kurulması kolay seyyar dükkânlar ve
tezgâhlar da vardı. KuĢkusuz pazar yerlerinin çevresinde daimi
dükkânlar, kadınlara mahsus hamamlar da bulunuyordu. Kentteki
pazarları gün sırasına göre dolaĢan pazarcılar ise kadın müĢterilerin
gereksinimi olan aktariye (kına, Ģap, nöbetĢe-keri, mum, tohum, ilaç
vb), bez, iplik, havlu, terlik vb satmaktaydılar.
Ġnciciyan, istanbul'un 18. yy'daki gündelik yaĢamıyla ilgili bilgiler verirken bit-
pazarımn, atpazarmın, tavuk pazarının ve esir pazarının yerlerini
açıklar ve kentte haftanın yedi gününde belirli semtlerde pazarlar
kurulduğunu vurgular. Buna göre, 17. yy için Kömürciyan'ın belirttiği
pazar kurma yerlerinde ve günlerinde bir değiĢiklik olmadığı
görülmektedir. Ġnciciyan, I. Süleyman'ın (Kanuni) bir hasekisinin
anısına yapılan medrese, imaret ve darüĢĢifa ile bir caminin ise Avrat
Pazarı'ndaki dikilitaĢın (Arkadios Sütunu) yakınma yapıldığım ve bu
semtin Haseki adını aldığını da açıklamaktadır. Günümüzde de burası
aynı adla anılır. IV. Murad'la (hd 1623-1640) Bağdat seferine
giderken yolda ölen ve cenazesi istanbul'a getirilerek CerrahpaĢa'da
Avrat Pazarı yakınındaki türbesine gömülen Bayram PaĢa'nın Avrat
Pazarı'ndaki hanında ise esir satılmaktaydı. Buradaki pazar yerinin,
ġehzadebaĢı'ndaki Direk-lerarası'mn küçük bir benzeri olduğu ve bu
özelliğini 20. yy baĢına kadar koruduğu da günümüze ulaĢan
bilgilerdendir. 1905'te Avrat Pazan'nın önündeki çatı kaldırdığından
dükkânlar ortaya çıkmıĢ ve eski özelliği kaybolmuĢtur, istanbul'un sık
sık yaĢadığı yangın afetlerinin, özellikle 18. yy baĢında bu çevreyi de
etkilediği biliniyor. 1701'deki Ģiddetli bir yağmurda da pazar
yerindeki Arkadios Sütunu'na yıldırım isabet etmiĢ, 1757'de-ki büyük
yangında ise CerrahpaĢa, Da-vutpaĢa semtleriyle birlikte buradaki
Avrat Pazarı da yanmıĢtı.
III. Selim'in (hd 1789-1807) bazı hükümlerinde istanbullu kadınların açık saçık
kıyafetlerle pazar yerlerine, çarĢılara gittikleri, bu tutumun genel
ahlak kurallarına aykırı olduğu belirtilerek kadınların açık yakalı
feracelerle dıĢarı çıkmalarının önlenmesi istenmektedir.
istanbul'daki avrat pazarlarının geleneksel düzenlerinin 19. yy'm ikinci yarısına doğru
bozulma sürecine girdiği, daha kozmopolit, her çeĢit satıcının tezgâh
açtığı, kadınlarla birlikte erkeklerin de alıĢveriĢ yaptıkları yerlere
dönüĢtüğü saptanıyor. Avrat pazarı deyimi ise kimi semtlerin,
sokakların adı olarak korunmuĢ bulunmaktadır. Ancak 17. yy'a ait
istanbul'daki mahallelerin adlarım veren kayıt ve defterlerde
avratpazarı diye bir mahalle adına rastlanmadığına göre, bu addaki
küçük semtlerin oluĢumu daha sonradır.
Bibi. Evliya, Seyahatname, I, 616; ġeyhî, Ve-kayiu'l-Fuzalâ, II-III, 100, 215;
Kömürciyan, İstanbul Tarihi, 48, 111; Mür'i't-Tevarih, II/A, 9;
Ġnciciyan, istanbul, 36, 49-52, 69-70; Mantran, istanbul, 67-69;
UzunçarĢılı, Osmanlı Tarihi, IH/2, 386, 582; M. Aktepe, "XVII. Asra
Ait Ġstanbul Kazası Avarız Defteri", İstanbul Enstitüsü Dergisi, III,
1957, s. 126-138.
NECDET SAKAOĞLU
AVRAT TAġI
bak. ARKADĠOS SÜTUNU
AVRUPA PASAJI
Beyoğlu, MeĢrutiyet Caddesi ile Sahne Sokağı'm (eski HamalbaĢı ve Tiyatro
sokakları) birbirine bağlayan, kagir bir yapıdır. Aynalı Pasaj olarak da
tanınır.
Avrupa Pasajı'nın inĢa edildiği yerde eskiden Naum Tiyatrosu bulunuyordu. Bu
dönemde tiyatrodan ingiliz Elçili-ği'ne kadar uzanan geniĢ arazi
"Jardin deĢ Fleurs" adıyla tanınıyordu. 1856'da burada Louis Souillier,
kendi adına kurduğu sirkte gösteriler yapmıĢtır. Bir süre sonra
arazinin sahibi Mr. Scribe, Jardin deĢ Fleurs Tiyatrosu'nu açmıĢ ve
1862' de Karagöz temsilleri vermiĢtir. 5 Haziran 1870'te çıkan
Beyoğlu yangınında tamamen yanan tiyatronun yerine daha sonra
Avrupa Pasajı yaptırılmıĢtır.
Pasajda ilk defa faaliyet gösterenler Ģunlardır: Kuaför Karkonakis, Massali
1950'lerde |
Avrupa %
Pasajı'nın J
içinden bir f
görünüm, fe
Ara Güler ffi
ve Zografos, terzi Konstantin Hisar, Madam Rizzo ve Marko Perpignai, ibriĢim-ci
Emmanuel Karlatos ve Yorgo Tsiotis, iplikçi Josef Miari, saatçi
Wosterling ve çiçekçi Sabuncakis.
Avrupa Pasajı'nda hemen bitiĢiğindeki Krepen Pasajı'nda olduğu gibi ayakkabı
malzemesi satan dükkânlar da bulunuyordu. Örneğin M. Bön, N.
Mora-itis, Yani Siottos, Hacı Angelidis, Jan Vakkas, C. A. Efrimidis
ve A. Tombro hem ayakkabı imal ederler hem de ayakkabıcılar için
malzeme satarlardı.
1920'den sonra pasajda faaliyet gösteren Antranik Ütücüyan'ın yerine terzi Menetaos,
terzi Patrikles'in yerine müzik aletleri tamircisi Felix Livarevich,
ayakkabıcı Moraitis'in yerine de daha sonraları istiklal Caddesi'ne
taĢınacak olan ünlü kuyumcu Paghonis yerleĢmiĢtir. 1945'te
Kadıköylü Mehmet Tipi'nin "Çamlıca Pazarı" burada faaliyete
geçmiĢ, ancak bir süre sonra Ömer Aksoy ile Mustafa Katipoğlu
tarafından devralınmıĢtır.
1929'da hazineye intikal eden Avrupa Pasajı, Emlak ve Eytam Bankası (bugün Emlak
Bankası) tarafından satılmıĢtır.
BEHZAT ÜSDlKEN
Mimari
1874'te Naum Tiyatrosu ile "Palais deĢ Fleurs" Bahçesi'nin bulunduğu yere, Ohing
adlı bir Ermeni tarafından mimar
AVUKATLIK
432
433
AYA ĠRĠNĠ KĠLĠSESĠ
Dikdörtgen bir alanı kaplayan, iki katlı, kagir binanın giriĢi, Ayakapı Meydanı
üzerindeki doğu cephesindedir. Yuvarlak kemerli giriĢin yanlarında,
aynı tür kemerlerle donatılmıĢ birer pencere yer alır. Abdülezel PaĢa
Caddesi'ne bakan kuzey cephesinde, zemin kat duvarında, atölyenin
giriĢi olarak kullanılan geniĢ bir açıklık meydana getirilmiĢ, üst katta
üçü doğuya, ikisi kuzeye bakan, toplam beĢ adet, basık kemerli
pencere açılmıĢtır. Aynı dönemde inĢa edilen ve eklektik zevke uygun
aĢın süslü cephe-leriyle dikkati çeken birtakım karakol binalarının
aksine, Ayakapı Karakolu'nun cephe tasarımında Osmanlı ampir
üslubunun sadeliği gözlenmektedir.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, l, 237; İSTA, III, 1381.
M. BAHA TANMAN
AYAKAPI KĠLĠSESĠ
Ġstanbul'un Haliç surlarındaki Aya Kapı-sı'nın (veya Ayakapı) iç tarafında eski bir
Bizans Ģapeli bulunuyordu. ġehrin Bizans dönemi eski eserleri
hakkında araĢtırmalar yapanların ihmal ettikleri bu yapının, tarihte
adları geçen ve bu bölgede oldukları bilinen kiliselerden birinin
kalıntısı olmasına ihtimal verilir.
Bu yapıdan ilk bahseden Dr. Mordt-mann, bunun Petrion Mahallesindeki Aya luliane
Kilisesi veya onun bir parçası olabileceğini öne sürmüĢtü. BaĢkaları
ise yine Petrion Mahallesi'nde Zenon döneminde (474-475 ve 476-
491) yapıldığı ileri sürülen, fakat harap olduğundan I. Basileios'un (hd
867-886) yemden yaptırarak, muhteĢem surette tezyin ettirdiği Ayios
Elios Kilisesi üzerinde durmuĢlar, bazıları da Andronikos'un oğlu,
1176'da Miriokefalon SavaĢı'nda ölen Ġo-annes tarafından yapılan ve
l420'de hâlâ duran Evergetes Isa Manastırı'nı teklif etmiĢlerdir. Bu
duruma göre kesin bir çözüme ulaĢılamamıĢtır. Yapı uzun süre boĢ
olarak durmuĢ, geçen yüzyıl içinde yakınındaki Ayakapı
Hamamı'nın(->) o-dun deposu olmuĢ, bu hamam kullanılmaz duruma
gelince de yanındaki boĢ arsadaki kerestecinin kullanımına geç-
Ayakapı
Karakolu
(sağda) ve
Ayakapı
Mescidi
(solda).
M. Baha Tanınan
mistir. Eksik bir planı ilk olarak A. M. Schneider tarafından 1935'te yayımlamıĢ, bu
satırların yazarı da 1947'de Ayakapı Kilisesi'ni incelediğinde,
harabenin güney tarafında Schneider'in planında gösterilmemiĢ,
tonozlarla örtülü mekânlar halinde tuğladan büyük bir ek binanın
varlığını tespit etmiĢtir.
1935'te bu harabenin üstünde ahĢap bir ev bulunuyordu. 1947'de ise bu ev ortadan
kalktığından kilise, daha doğrusu Ģapel bütünüyle ayıklanmıĢ halde,
kerestelerin istif edildiği arsanın kenarında iyi sayılabilecek bir
durumda bulunuyordu. Fakat çok yakın tarihte gerçekleĢtirilen bir
parselasyon sonunda, gerek Ģapelin gerek yanındaki tonozlu
mekânların üstlerine konutlar yapılarak, bu tarihi yapı, dıĢarıdan
görülemeyecek Ģekilde, yok edilmiĢtir. 1993 baĢlarında yerinde
yapılan incelemede, surların hemen arkasındaki dar sokağın içinde,
bir konuta temel olmuĢ, kilise veya Ģapele ait olduğu tahmin edilen
tuğladan bir duvar parçası görülebilmiĢtir. Böylece Ayakapı Kilisesi
Ģimdiki halde Ġstanbul'un tarihi topografyasından silinmiĢ durumdadır.
Ayakapı Kilisesi, aralarında tuğla hatıllar olan taĢ sıralarından inĢa edilmiĢti. Alt
kısımlarda, taĢların aralarında dikine konulmuĢ tuğlalar da
görülüyordu. TaĢları tuğlalar ile çerçeveleme tekniği Bizans yapı
sanatında 11. yy'dan itibaren baĢlamıĢtır. Ayrıca tuğla ve harç
kalınlığı orantıları 11-12. yy'larm duvar örgüsü tekniğine iĢaret
etmektedir.
Plan bakımından esas mekân, üstü çapraz tonozla örtülü, haç biçiminde bir odadan
ibaret olup doğu tarafında, ortasında penceresi olan yarım yuvarlak bir
apsis halinde dıĢarıya taĢıyordu. Duvarın bir köĢesindeki izden, sur
duvarı tarafında bir devamı olduğu anlaĢılıyordu. Ap-sisli mekânın
batısında birbirine geçit veren dikdörtgen planlı iki mekân daha vardı.
Bunların güneyinde ise, herhalde 1935'te görülemediğinden
Schneider'in planında iĢaretlenmeyen tonozlu odalar, üstteki sokağın
kenarına kadar uzanıyordu. Ayakapı Kilisesi'nin bugünkü du-
rumu, Ġstanbul'un tarihi eserlerinin sorumsuzca tahribinin bir örneğidir.
Bibi. Mordtmann, Esquisse, 74; Schneider, Byzanz, 53-54; Janin, Eglises et
monasteres, 137-138; T. F. Mathews, The Byzantine Churches of
istanbul. A Photographic Survey, Pennsylvania-Londra, 1976, s. 23-
24; Müller-Wiener, Bildlexikon, 97.
SEMAVÎ EYĠCE
AYAKAPI MESCĠDĠ
Fatih Ġlçesi'nde, Ayakapı'da, Küçükmus-tafapaĢa Mahallesi'nde, "Aya Kapısı" o-larak
anılan sur kapısının yanında bulunmaktadır.
Aya Kapısı'nın dıĢında, sur duvarına bitiĢik olarak inĢa edilmiĢ bulunan bu mescidi,
Ahmed Çelebi adında, ölüm tarihi bilinmeyen bir hayır sahibi
yaptırmıĢ, zamanla harap olan yapı, 18. yy'm birinci yarısında
Sadrazam ġehlagöz Ahmed PaĢa (ö. 1753) tarafından yeniden inĢa
ettirilmiĢtir. Bugünkü ahĢap binanın ise geçen yüzyıla ait olduğu
söylenebilir. Mescidin zemin katında, Ġstanbul'un fethinde Ģehit
düĢenlerden, Fatih'in sek-banbaĢısı Abdurrahman Ağa'nın türbesi
bulunmakta, söz konusu mescidin, bu fetih Ģehidinin hatırasını
yaĢatmak amacıyla tesis edildiği anlaĢılmaktadır.
AhĢap malzemesi, tasarımı ve dıĢ görünüĢü ile ufak boyutlu bir eski Ġstanbul evini
andıran bu mescit-türbenin zemin kat cephesinde, Abdurrahman Ağa
Türbesi'nin, enine dikdörtgen açık-lıklı ve demir parmaklıklı ziyaret
penceresi ile bunun sağında giriĢ yer almaktadır. GiriĢi izleyen ve
günümüzde çay ocağı olarak kullanılan koridordan türbeye geçilmekte
ve fevkani mescide çıkılmaktadır. Yakın zamana kadar mesken olarak
kullanıldığı bilinen, halen harap durumda bulunan mescit, sokak
yönünde bir çıkma ile geniĢletilmiĢ ve dikdörtgen pencerelerle
donatılmıĢtır.
Ayakapı Mescidi, Ġstanbul'da sayıları epeyce azalmıĢ olan ahĢap mescitlerin son
örneklerinden birini teĢkil etmekte, ayrıca türbe ziyareti ve ibadet
fonksiyonlarının, üst üste iki katta karĢılandığı, kendine özgü tasarımı
ile, kökleri Osmanlı öncesi Anadolu Türk mimarisindeki kümbetlere
kadar giden bir geleneği sürdürmektedir.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, I, 237; İSTA, III, 1380-1381; Öz, İstanbul Camileri, I, 27;
Av-yerdi, Fatih IV, 757; Ünver, Mutlu Askerler, 2; İKSA, I, 78.
M. BAHA TANMAN
AYAKLANMALAR
Bizans Dönemi
Ġstanbul Bizans dönemi boyunca çeĢitli ayaklanmalara sahne olmuĢtur. Bu
ayaklanmaları dini, siyasi ve sosyoekonomik nedenlere bağlayarak üç
ana grup altında incelemek mümkündür. Ama bu ayaklanmalar çoğu
kez bu nedenlerin birbirine eklemlenmesiyle gerçekleĢmiĢtir. Örneğin,
I. Anastasios(->) (hd 491-518) döneminde, imparatorun desteklediği
monofizitlik akımına tepki gösteren
baĢkent halkının sık sık düzenlediği ve en Ģiddetlisi 512'de gerçekleĢen dinsel
kökenli ayaklanmalara çoğu kez Ortodoksluk taraftarı Mavilerin de
katılmasıyla, sosyal ve politik bir boyut eklenmiĢtir (bak. Maviler ve
YeĢiller). Öte yandan 532'de Ġmparator I. Ġustini-anos'u(->) neredeyse
tahtından eden Ni-ka Ayaklanması(->) hem siyasi, hem
sosyoekonomik içerikli bir harekettir. YeĢillerin Hippodrom'da(-»)
alıĢılagelmiĢ baĢkaldırılarından biri olarak baĢlayan, sonra Maviler,
halktan kiĢiler ve birçok Senato üyesinin katılmasıyla büyüyüp
baĢkent sokaklarına yayılan ayaklanmayı kıĢkırtan nedenler arasında,
I. Ġustinianos'un giderek otokratikle-Ģen rejimi, yükselen vergiler ve
bazı devlet memurlarının icraatları sayılabilir.
Bizans Ġmparatorluğu'nda hükümdarın iktidara geliĢ biçimine dair kesin bir kural
veya yasa mevcut olmadığı ve baĢarılı bir ayaklanma sonucunda tahta
çıkan imparatorun meĢruiyeti sorgulanmadığı, diğer bir deyiĢle
baĢarılı bir ayaklanma bir nevi meĢruiyet aracı olarak görüldüğü için,
iktidarı ele geçirmeyi amaçlayan Ģahıslar veya kendi adaylarını tahta
geçirmek isteyen askeri güçlerin baĢlattığı ayaklanmalara Konstanti-
nopolis'te çok sık rastlanır. Sayısız Bizans imparatoru bu Ģekilde tahta
geçmiĢ veya tahtını kaybetmiĢtir.
Buna karĢılık, iktidardaki imparatoru müdafaa etmek veya bir hanedanın tahtta
sürekliliğini sağlamak amacıyla düzenlenen ayaklanmalar da az
değildir. Örneğin, Makedonyalılar Haneda-m'nın(->) son iki kadın
ferdinden biri olan Ġmparatoriçe Zoe'nin(-0 evlat edin-mesiyle tahta
çıkartılan V. Mihael Kala-fates'in (hd 1041-1042) devlet idaresini
tümden eline geçirmek arzusuyla Zoe'yi Büyükada'ya sürdürmesi
üzerine, baĢkent halkı 19 Nisan 1042'de "Annemiz Zoe'yi isteriz"
haykırıĢlarıyla imparatora karĢı ayaklandı. Patrik Aleksios Studites ve
Senato üyeleri tarafından desteklenen isyancılar, Zoe'nin
Büyükada'dan geri getirtilmesiyle yatıĢmayıp, ancak kız kardeĢi
Teodora'nın(->) da Ayasofya(-») Kilisesi'nde Ġmparatoriçe ilan edilip
taç giymesinden sonra sakinleĢtiler. YaklaĢık üç gün süren ve üç
binden fazla insanın hayatlarını kaybettikleri söylenen ayaklanmanın
sonunda, saraydan kaçıp Studios Manastırı'na (Ġmrahor Camii) sığınan
V. Mihael'in gözleri kör edildi ve baĢkent dıĢına sürüldü.
Çok geçmeden Zoe'yle evlenerek imparator olan IX. Konstantinos Mono-mahos'un
(hd 1042-1055) sarayda metresi Skleraina'yla açıkça sürdürdüğü iliĢki
halk tarafından tepki gördü. Bu iliĢkinin, imparatorun saltanatı resmen
paylaĢtığı Zoe ve Teodora'nın dolayısıyla Makedonyalılar
Hanedanı'nın, emniyetini tehlikeye düĢürdüğünden kuĢkulanılıyordu.
Kentte patlak veren ayaklanmalar ancak iki yaĢlı kız kardeĢin saltanat
kıyafetleri içerisinde halkın önüne çıka-
rılmaları yoluyla bastırıldı. Ayaklanmalara kentteki Müslüman ve Hıristiyan
yabancıların da katıldığını yazan Ġbn el-Esir'e göre, imparator bu
olaydan sonra Konstantinopolis'te yaĢamakta olan tüm yabancıları
kovdurttu. Yabancı yasağı otuz yıla yakın bir süre devam etti.
11. yy'ın ikinci yarısında baĢkent,
üçü iktidardaki imparatorların devrilme
siyle sonuçlanan, en az dört büyük
ayaklanmaya sahne oldu. Bunlardan bi
rincisinde, Patrik L Mihael Kerularios'un
kıĢkırtmasıyla VI. Mihael Stratiotikos'a
(hd 1056-1057) karĢı örgütlenen lonca
Ģefleri ve Senato üyeleri Ayasofya'da
toplanarak Ġsaakios Komnenos'u (bak.
Komnenos Hanedanı) 30 Ağustos 1057'
de imparator ilan ettiler. Nisan 1061'de,
X. Konstantinos Dukas'a (hd 1059-1067)
karĢı ordu ve donanma komutanları ta
rafından yapılan darbe, baĢarısız olma
sına rağmen, Konstantinopolis eparkı-
nm (bak. Eparhos tes poleos) sivil halk
tan isyancıların liderliğini üstlenmiĢ ol
ması açısından ilginçtir. Öte yandan
1078'de III. Nikeforos Botaneiates'in
tahtı ele geçirmesiyle sonuçlanan giri
Ģim, 1057 ayaklanması ile büyük ben
zerlikler gösterir. Ayasofya'da toplanan
ve aralarında senatörlerle halktan kiĢile
rin bulunduğu isyancıları, Patrik I. Kos-
mas sadece desteklemekle kalmadı,
darbeye henüz katılmamıĢ olan devlet
görevlilerine gözdağı veren mektuplar
yolladı. Bu sırada Büyük Saray'ı(->) ku
Ģatıp içeri giren isyancılar Ġmparator VII.
Mihael Dukas'ı (hd 1071-1078) (bak.
Dukas Hanedanı) 31 Mart 1078'de tahtı
terk etmeye zorladılar. Üç yıl sonra III.
Nikeforos Botaneiates bir baĢka darbe
sonucunda, 1-4 Nisan 1081'de tahtım L
Aleksios Komnenos'a terk etti. I. Aleksi-
os'un darbesi, 1028'de Makedonyalılar
Hanedanı'nın son erkek ferdinin ölü
münden itibaren, Anadolu'nun askeri
aristokrasisinin Konstantinopolis'in sivil
aristokrasisine karĢı örgütlediği elli-alt-
mıĢ dolayındaki ayaklanmanın sonun
cusudur. Bu ayaklanmaların hepsi eya
letlerde baĢlamakla beraber, isyancı ge
nerallerin amacı Anadolu'da ayrılıkçı
devletler kurmak yerine Bizans tahtını
ele geçirmek olduğu için, Konstantino-
polis'le doğrudan ilgilidirler.
12. yy'da ise baĢkenti sarsan en ö-
nemli hareketler arasında Latinlere karĢı
yöneltilen halk isyanları gelir. Ġktisadi,
siyasi ve ideolojik nedenlere dayanan
Latin karĢıtı gösterilerin en Ģiddetlisi
1182 ilkbaharında kentteki Cenevizli ve
Pisalı tacirlerin katliamı ve mallarının
tümden yağmalanmasıyla son bulan a-
yaklanmadır. Latin karĢıtı hareketler Pa-
leologoslar devrinde de (bak. Paleolo-
gos Hanedanı) (1261-1453) devam etti.
Örneğin, Ġmparator II. Andronikos'un
1305'te müttefiki Cenova'nın deniz kud
retine güvenerek Bizans donanmasını
dağıtmasına isyan eden Konstantinopo
lis ahalisi, baĢkentte oturan Cenevizlile
rin evlerini ateĢe verdi.
Bizans devrinin tüm ayaklanmaları gözden geçirildiğinde, öncelikle Maviler ve
YeĢillerin, Konstantinopolis halkının siyasi görüĢlerinin taĢıyıcısı ve
temsilcisi sıfatıyla, 5. ve 7. yy'lar arasındaki ayaklanmalarda
oynadıkları merkezi rol belirgindir. Ancak I. Anastasios devrinde ve
Nika Ayaklanması'ndaki faaliyetlerinin ardından, sırasıyla Mavrikios
(582-602), Fokas (602-610) ve Herakleios hanedanları (610-711)
altında patlak veren isyanlarda hep ön planda olan Maviler ve
YeĢiller, 7. yy'ın sonundan itibaren siyasi önemlerini yitirmiĢler ve
ayaklan-malardaki rolleri sona ermiĢtir. 8. ve 11. yy'lar arasında,
baĢkentte çeĢitli ayaklanmalar görülürse de, bu devirde isyanların
odak noktası eyaletlere kaymıĢtır. Fakat çoğunluğunu askeri
ayaklanmaların oluĢturduğu bu hareketlerin bir kısmı
Konstantinopolis'te iktidar değiĢikliklerine sebep olmuĢtur: Örneğin,
Leontios (hd 695-698), Filippikos (hd 711-713), III. Leon(-0 (hd 717-
741), Artabasdos (hd 742-743) ve II. Mihael (hd 820-829) eyaletlerde
baĢlayan isyanlar sonucunda bu dönemin ilk yarısında tahta çıkan
ordu komutanlarıdır. 11. yy ve sonrası, Konstantinopolis halkının
tekrar yoğun olarak ayaklanmalara iĢtirak ettiği bir dönemdir.
Özellikle 11. yy'da loncaların ve kilisenin, erken Bizans dönemindeki
Maviler ve YeĢiller gibi, baĢkent halkının sosyal ve siyasi
görüĢlerinin temsilciliğini yapan kurumlar olarak ayaklanmalarda
önemli rol oynadıkları göze çarpar. Esnaf ve zanaatkar sınıfın
etrafında toplandığı Konstantinopolis lonca teĢkilatının 11. yy'a
mahsus olan bu özelliği, ortaçağda gerek Avrupa'da gerek Ġslam
dünyasında lonca teĢkilatlarının ayaklanma vb siyasi hareketlerdeki
yaygın faaliyetlerim çağrıĢtırır. Konstantinopolis loncaları, 1081' den
sonra eriyen siyasi güçleriyle birlikte, ayaklanmalardaki rollerini
yitirmiĢ, ancak kilise, Bizans devrinin sonuna dek, hattâ Osmanlının
fethinden sonra dahi koruduğu kentin Ortodoks ahalisinin dini ve
siyasi temsilciliği vasfıyla, halk hareketlerinde faal olmaya devam
etmiĢtir.
Konstantinopolis'teki ayaklanmalarda zaman zaman kadınların da faal olduğu
görülür. 8. yy'da Ġkonoklazma(->) hareketini baĢlatan Ġmparator III.
Leon'un(->) Büyük Saray'ın Halke Kapısı'nda asılı duran Ġsa ikonunun
kaldırılmasına iliĢkin emrine, öncelikle baĢkentin kadın nüfusu
sokaklara dökülerek tepki göstermiĢ, hattâ ikonu kaldırmak üzere
yollanan bir görevlinin oradaki kadın isyancılar tarafından
öldürüldüğü ileri sürülmüĢtür. Makedonyalılar Hanedam'nın son
temsilcileri Zoe ve Teodora'nın müĢterek iktidarıyla sonuçlanan 1042
ayaklanmasında da kadınlar aktif bir rol oynamıĢlardır. 1185'te I.
Andronikos Komnenos'un tahttan düĢürülüp öldürülmesine yol açan
isyanda yine halktan kadınların katılımı olduğu bilinir. Bibi. Al.
Cameron, Circus Factions, Oxford,
AYAKLANMALAR
440
441
AYAKLANMALAR
1976; W. Kaegi, Byzantine Military Unrest, 471-843, Amsterdam, 1981; Sp. Vryonis,
"Byzantine Demokratia and the Guilds in the Eleventh Century",
Dumbarton Oaks Papers, 17, 1963, s. 289-314.
NEVRA NEClPOĞLU
Osmanlı Dönemi
istanbul, Konstantinopolis'ten birçok gelenekle birlikte kanlı ve korkunç ayaklanma
geleneğini de devraldı. Ġlki 1482'de gerçekleĢen bu ayaklanmaların
sonuncusu 1909'dadır. 428 yıllık süre dikkate alındığında
Ġstanbul'daki Osmanlı dönemi ayaklanmalarının, Bizans dö-
nemindekilere oranla daha az sayıda ve ılımlı olduğu saptanır.
Niteliklerine ve gerçekleĢtirenlerine göre, fitne, kul kıyamı, vaka,
hâile, kazan kaldırma, ihtilal vb adlar verilen bu olaylarda ilk sırayı,
kapıkulu ocaklarından sipahilerle yeniçeriler almıĢtır. Medreselilerin,
çarĢı esnafının, çapulcu ve iĢsizlerle ayaktakımmın gerçekleĢtirdikleri
ayaklanmalar da vardır. Ayaklanma nedenleri çoğunlukla asker
aylıklarının zamanında verilmemesi ya da noksan ödenmesi, savaĢ
olasılığı, pahalılık, yönetim bozukluğu, disiplinsizliktir. Ġstanbul'un
büyük bir ticaret merkezi olması ve kentteki servet birikimleri de,
bunlara göz dikenlerin görece nedenlerle ayaklanma çıkarmalarına yol
açtığı gibi, iktidar grupları arasındaki çekiĢmeler de kentteki etkin
örgün kesimleri ayaklanmalara yönlendirebilmiĢtir.
Ayaklanmaların en tehlikelileri ve etkili olanları, padiĢahın tahttan indirilmesi
hattâ öldürülmesiyle sonuçlananlardır. Dört Osmanlı padiĢahı (II. Osman, Ġbrahim,
III. Selim ve IV. Mustafa) ayaklanmalar sonunda tahttan indirilmiĢ ve
öldürülmüĢler; yedi padiĢah da (II. Bayezid, IV. Mehmed, II. Mustafa,
III. Ahmed, Ab-dülaziz, V. Murad, II. Abdülhamid) tahtı yitirmiĢ ama
canlarını kurtarabilmiĢlerdir. Ġstanbul'un gündelik hayatı ve ekonomik
düzeni, her ayaklanmada çok yönlü sarsıntı geçirmiĢ, ayaklanmaların
olumsuz sonuçları, bazen yeni eylemlerin gerekçesi olmuĢtur. II.
Mehmed (Fatih) döneminde (1451-1481) Ġstanbul'da kapıkulu
ocaklarının kalabalık kadrolarla yeniden örgütlenmesine koĢut
biçimde askeri disiplin ve kent güvenliği de sağlandığından herhangi
bir ayaklanma giriĢimi olmamıĢtır. Fakat ölümünü (3 Mayıs 1481)
izleyen günlerde, yeniçeriler ilk ayaklanmayı gerçekleĢtirdiler.
Fatih'in cenazesinin Ġstanbul'a getirilmesi sırasında, Vezirazam
Karamanî Mehmed Pa-Ģa'nın Üsküdar-Ġstanbul deniz trafiğini kesmesi
ve yeniçerilerin kente geçiĢlerini önlemek istemesi, beklenmedik
tepkilere yol açtı. El koydukları mavna ve kayıklarla Ġstanbul'a geçen
yeniçeriler, bir baskın düzenleyerek Mehmed PaĢa'yı katlettiler ve
baĢını bir mızrağa geçirip sokaklarda gezdirdiler. Yahudi hekim
Yakup'u öldürdüler. Eminönü'ndeki Yahudi Mahallesi'ni,
Venediklilerin ve Flo-ransalıların mağazalarını yağmaladılar. Ġshak
PaĢa, ayaklanmayı güçlükle yatıĢtırdı. II. Bayezid, babası Fatih'in
beklen-
Yabancı gözüyle bir ayaklanma sahnesi. M. Guer, Moeurs et usages Turcs, Paris,
1747. 1AM Kütüphanesi
medik ölümünün uyandırdığı yasla birlikte bu ayaklanmadan doğan korkulu ortamda
Amasya'dan geldi ve Ġstanbul'da tahta çıkan ilk padiĢah oldu.
Yeniçerilerin ikinci ayaklanması, otuz yıllık bir sükûnetten sonra Ağus-tos-Eylül
1511 tarihindedir. II. Baye-zid'in, büyük oğlu ġehzade Ahmed'i tahta
oturtmak için Ġstanbul'a çağırması, küçük oğlu ġehzade Selim'i tutan
yeniçerilerin ayaklanmasına neden oldu. Kent 21-22 Eylül günleri
yağmalandı. Rical ve ulema konakları yerle bir edildi. Ġskeleleri
zapteden askerler, Üsküdar'a geçiĢi kestiler. Ayaklanma, yeniçerilere
bol para dağıtılarak bastırıldı. Fakat bu olaydan altı ay sonra 6 Mart
1512' de II. Bayezid'in sarayını kuĢatan ve gösteriler yapan
yeniçeriler, Yavuz Se-lim'in Ġstanbul'a giriĢini ve Osmanlı tarihinde
ilk kez askeri baskıyla padiĢahın tahttan indirilmesini sağladılar.
Ortada haklı bir gerekçe yokken bir disiplinsizlik belirtisi olarak yeniçerilerin
ayaklanmaları 25 Mart 1525'tedir. I. Süleyman'ın (Kanuni) (hd 1520-
1566) o yıl kıĢı Edirne'de geçirmesi, Vezirazam Ġbrahim PaĢa'nın
Mısır'da oluĢu, Ġstanbul'da yönetim boĢluğuna neden olmuĢtu. Fakat
yeniçeriler baĢka bir gerekçeyle kendilerinin, yağma ve ganimet
olanakları sağlayan bir sefere götürülmeyiĢ-leri ve padiĢahın
hareketsiz kalması yüzünden eyleme geçtiler. Ġkinci Vezir AyaĢ
PaĢa'nın, devlet adamlarının saraylarını, gümrük binasını, Yahudi
Mahalle-
si'ni yağmaladılar. Kâğıthane KöĢ-kü'nden Topkapı Sarayı'na gelen Kanuni,
elebaĢıları idam ettirdi. Ama, askere de 1.000 duka altını değerinde
para dağıttırarak kıĢlalarına dönmelerini sağladı.
Ġstanbul, Kanuni'nin ölümüne değin (1566) tarihinin en müreffeh ve huzurlu yıllarını
yaĢadı. Bu 40 yılı aĢkın dönemin ardından yeniçeriler bir kez de II.
Selim'in (hd 1566-1574) padiĢah olarak Ġstanbul'a giriĢinde,
kendilerinin korkulması gereken potansiyel bir güç oluĢturduklarını
kanıtladılar. II. Selim, Edirne Kapısı'ndan kente girerken alay
kortejinin ilerleyiĢini engellemeye baĢladılar. Edirnekapı'dan
Ayasofya Meyda-nı'na giden Uluyol'u yer yer kestiler. Öğüt vermek
isteyen paĢaları tartakladılar. PadiĢahı saraya sokmadılar. Ancak, II.
Selim'in "cümle bahĢiĢleri ve terakkileri verilsin" fermanı çıktıktan
sonra dağıldılar. II. Selim döneminde Ġstanbul' daki Yahudi sarrafların
Osmanlı altınını Avrupa'ya satmalarından kaynaklanan enflasyon
yüzünden halkın, esnafın ve kapıkulu sipahilerinin, kendilerine
noksan ödeme yapıldığını ileri sürerek bölükler halinde saraya
yönelmeleri ve toplantı halindeki Divan-ı Hümayun'u basmaları ise
III. Murad'ın (hd 1574-1595) 1575'te ilk saltanat yılına, rastlar. O
zaman vezirazam olan Sokollu Mehmed PaĢa, sipahileri, haklarının
verileceğini söyleyerek yatıĢtırmıĢtı. Benzeri bir gerekçeyle bu kez
yeniçerilerin harekete geçmeleri 1589'dadır. Ulufe akçesinin mağĢuĢ
(ayarı bozuk) olduğunu ileri sürerek ayaklanan yeniçerilere sipahiler
de katıldılar. Esnafın bozmadığı sikkeleri gösterip "Üç yüzyıldır,
padiĢahlar askere böyle para verdiler mi?" diyerek taĢkınlıklarda
bulundular. III. Murad'ın musahibi Rumeli Beylerbeyi Mehmed PaĢa
ile Defterdar Mahmud Efendi idam edildi. Osmanlı tarihine
Beylerbeyi Olayı(->) olarak geçen bu ayaklanmanın öncekilerden bir
farkı, ilk kez ayaklanmacıların "kelle" istemeleri ve amaçlarına
ulaĢmalarıdır. III. Murad döneminde kapıkulu ocaklarının önceki
düzenini ve disiplinini yitirmesi, kuĢkusuz asker ayaklanmalarının
daha sık ve sudan bahanelerle yinelemesine bir nedendi. Nitekim
1593'te sarayı basan sipahiler, yeniçerilerin ulufelerinin tam
verilmesine karĢılık, kendilerine noksan para verildiğini ileri sürerek
Vezirazam SiyavuĢ PaĢa'nın, BaĢdefterdar Emir PaĢa'nın, saray
hareminde etkinliği olan Kethüda Kadın'ın idamlarını istediler. Saray
ikinci avlusundaki taĢkınlık ve tehdit karĢısında, III. Murad,
enderunlu-ları ve baltacıları sipahilere saldırtarak olayı önledi. Bu
kavgada. 300'den fazla sipahinin öldürüldüğü ileri sürülmüĢtür.
Osmanlı tarihine "Sipahi Patırtısı" olarak geçen ve yine ulufe dağıtımı sırasında çıkan
1595 olayının nedeni ise kendilerine sipahilik vaat edilerek Gen-
ce'nin muhafazasına gönderilen kulo-ğullarının Ġstanbul'a dönünce
ocağa alınmamalarıydı. Bunlar ve ulufelerinin
verilmesi geciken sipahiler birleĢip kentte gösteriler yaptılar. Saraydan dönen
vezirlerin önünü kestiler. III. Murad, yine ilk kez yanlıĢ bir önleme
baĢvurarak bunların üzerine yeniçerileri saldırttı. Gerçi kuloğulları ve
sipahiler dağıldılar. Fakat bu tarihten baĢlayarak kapıkulu ocaklarının
bu iki zümresi arasına giderek düĢmanlığa dönüĢecek olan kırgınlık
bu olayla girdi.
III. Mehmed döneminde (1595-1603), kapıkulu ayaklanmaları daha değiĢik
gerekçelerle çıktı. Birinde, rüĢvet karĢılığı sarayda iĢ çeviren Kira
Kadın'a karĢı l Nisan 1600 tarihinde ayaklanan sipahiler haklıydılar.
Çünkü Kira Kadın'ın gümrük iltizamı bedeli olarak hazineye ödediği
düĢük ayarlı paralar askere ve-
17. yy'daki bir
ayaklanmada
mızrağa
geçirilmiĢ
vezir baĢlarını
dolaĢtıran
asiler.
M. Guer,
Moeurs et
usages Turcs,
Paris, 1747.
1AM Kütüphanesi
riliyordu. Bu kez, devĢirme kökenli vezirlerle Anadolu-Türk kökenli vezirlerin
süregelen iktidar mücadelesi, Sadaret Kaymakamı Mahmud PaĢa'nın
kıĢkırtmasıyla sipahileri ayaklandırdı. Buna karĢılık Yeniçeri Ocağı
da harekete geçti. Böylece Ġstanbul'un iki büyük askeri örgütü
arasındaki düĢmanlık büsbütün arttı. Sipahiler bazı yöneticilerin
görevden uzaklaĢtırılmasını yeterli görmeyerek III. Mehmed'i ayak
divamna(->) çağırdılar. Bu tarihe gelinceye kadar ancak padiĢahın
isteğiyle yapılan bu tür bir divan, ilk kez asi askerlerin önerisiyle
yapıldı. III. Mehmed, darüssaade ve Bâbüssaade ağalarını idam
ettirerek sipahileri yatıĢtırdı. Fakat Ġstanbul günlerce güvenden
yoksun kaldı. Sipahiler
AYAKLANMALAR
442
443
AYAKLANMALAR
Osmanlı tarihinin Ġstanbul'daki son büyük ayaklanması olan 31 Mart Olayı'm konu
alan bir
kartpostal.
Gökhan Akçura koleksiyonu
kentin bütün semtlerine korku saldılar. Atmeydanı'na yürüyerek vezirazamın sarayını
kuĢattılar. Vezirazam YemiĢçi Hasan PaĢa, asilerin elinde
parçalanmaktan güçlükle kurtuldu ve Yeniçeri Ocağı'na sığındı.
Askerleri, sipahilere karĢı savaĢmaya tahrik etti. Fakat, görevinden
uzaklaĢtırılıp idam edildi.
I. Ahmed döneminde (1603-1617), ocakla iliĢkileri kesilmiĢ eski bölük ağalarından
bir grup, ayaklanmaya istekli sipahileri çevrelerinde toplayarak 1605'
te Divan-ı Hümayun'u bastılar. Ġstekleri yeniden ocağa alınmaktı.
Bunların, geçmiĢteki suçları bağıĢlandı ve hepsi, sefere gitmek koĢulu
ile yeniden ocağa alındılar. Bu kez, yeniçeriler ve sipahiler,
ulufelerinin zamanında ödenmemesini ileri sürüp ayaklandılar. I.
Ahmed, bunlara ödün vermedi. ElebaĢlarım idam ettirerek eylemcileri
sindirdi.
istanbul, 17. yy'm en korkunç ayaklanmasını, Mayıs l622'de II. Osman'ın (Genç)
tahttan indirilip daha sonra trajik biçimde boğulmasıyla geliĢen bir
dizi olaylarla yaĢadı. Osmanlı tarihine "Hâ-ile-i Osman", "Genç
Osman Vakası" olarak geçen bu büyük ayaklanma sırasında kentte
can güvenliği kalmadı. Esnaf, korkusundan dükkânım açamadı.
Herkes evine kapandı veya uzak köylere gitti. Bu ayaklanmadan altı
ay kadar sonra, karĢıt ayaklanmalar gerçekleĢti ve Ġstanbul adeta bir
korku kenti durumuna girdi. Yeniçerileri ve sipahileri padiĢah katili
olmakla suçlayan ve Anadolu'da isyan bayrağı açan Abaza Meh-med
PaĢa, II. Osman'ın kan davasını güderek Ġstanbul'a yürürken, sipahiler
de Divan-ı Hümayun önünde toplanıp "TaĢrada bize sultan katili
deniyor. Katiller kimse haklarından gelinsin!" diyerek gösterilerde
bulundular. Eylemlerini 31 Aralık 1622-3 Ocak 1623 günlerinde de
sürdüren sipahiler ile yeniçeriler arasındaki olası bir savaĢ güçlükle
önlendi. Eski vezirazam Davud PaĢa ile II. Osman'ın katili olarak
bilinenler idam edildi. Bu kez eski vezirazamlardan Mere Hüseyin
PaĢa yeniden bu makama gelebilmek için ocaklıları ayaklandırdı.
Ulufe günü kapıkulu askerleri Vezirazam Gürcü Mehmed PaĢa'ya baĢ
kaldırdılar. "Sen bizim arkadaĢlarımızı öldürttün. Hadımdan vezir
istemeyiz. Ayrılmazsan hançer üĢürüp seni paralarız" dediler. Mere
Hüseyin PaĢa, amacına ulaĢtı ve vezirazam oldu. Ayaklanmacı
askerleri "koyun parası" vererek dağıttı. PadiĢah I. Mustafa (hd 1622-
1623) akıl hastası, Mere Hüseyin PaĢa ise sağduyu yoksunuydu. Bir
gün Divan toplantısında Rumeli beylerbeyini dövdürerek öldürtmüĢ,
peygamber soyundan bir kadıya da dayak arttırmıĢtı. Bu sonuncu olay,
Ġstanbul'a daha değiĢik yapıda bir ayaklanma yaĢattı. Dayak yiyen
kadı, Ġstanbul'daki tüm kadıları, müderrisleri toplayıp Bostanzade
Yahya Efendi ile Fatih Camii'ne gittiler. "Vezirazam ile davamız
vardır!" diyerek ilk ulema ayaklanmasını baĢlattılar. Tarihe "Fatih
Vakası"
diye geçen bu olay, ayaklanmacıların aleyhine sonuçlandı. Yeniçeri Ocağı'na sığınan
Mere Hüseyin PaĢa, yeniçerilerle acemioğlanlarını Fatih Camii'ne sal-
dırttı. 19 kiĢi öldürüldü. Kadı ve müderrislerin birçoğu sürgüne
gönderildi. Bundan etkilenen ozan Meylî uzun bir müseddes
yazmıĢtır. Bunun iki dizesi Ģöyledir: Girdiler çok âlim ü âl-i Re-sul'ün
kanına / Döndü sahn-ı Han Mehmed Kerbelâ meydanına. Yeterince
güçlendiğine inanan Mere Hüseyin PaĢa, yeniçerilerle bostancıları
harekete geçirip sipahileri ortadan kaldırmayı amaçladı. Fakat durumu
öğrenen sipahiler ayaklanıp Divan-ı Hümayun'u bastılar. Mere
Hüseyin PaĢa azledildi, bir süre sonra da öldürüldü.
Tüm bu eylemler boyunca hazine boĢalmıĢtı. PadiĢah adına buyrukları Valide Sultan
ve ocak ağaları vermekteydiler. Anadolu'da Celali ayaklanmaları
sürmekteydi. Kentte güvenlik yoktu. Bundan dolayı yaĢam neredeyse
durmuĢtu ve kıtlık yaĢanıyordu. Bu sırada, adını bilmeyecek kadar
bilinç yitikliğine uğramıĢ bulunan I. Mustafa tahttan indirilerek yerine
henüz 11 yaĢındaki IV. Mu-rad (hd 1623-1640) padiĢah yapıldı. Bu
değiĢikliği onaylayan kapıkulu askerleri, hazine açığı nedeniyle cülus
bahĢiĢi almayacaklarına daha önce söz vermiĢlerken aradan birkaç
gün geçince "BahĢiĢimizi isteriz!" diyerek taĢkınlıklara baĢladılar.
Enderun hazinesinde ne kadar altın, gümüĢ eĢya varsa Darpha-ne'ye
verilerek yeni para kesildi ve bahĢiĢ dağıtıldı.
Doğudaki sorunlar nedeniyle l631'e değin seferlere giden kapıkulu askerlerinin
Ġstanbul'da yeni bir eylemi olmadı. O yıl alınan bir kararla tüm
ocaklılar Ġstanbul'a çağrıldı. Dönen birliklerin içerisinde, yıllarca
Anadolu'daki Celali ayaklanmalarına katılmıĢ zorbabaĢı sipahiler de
vardı. Bunlar Ġstanbul'daki eylemlerinin ilkini 10 ġubat l632'de
gerçekleĢtirdiler. "Sipahi Fitnesi" denen bu ayaklanmada hedef olarak
IV. Murad seçilmiĢti. Sadaret Kaymakamı Topal Recep PaĢa'nın
yönlendirdiği olaylar sırasında saraya yürüyen asiler, padiĢahı ayak
divanına çıkmak zorunda bıraktılar. 17 kiĢinin idamını istediler. IV.
Murad, eski Vezirazam Hafız Ahmed PaĢa'yı teslime mecbur kaldı.
Sipahiler, Ahmed PaĢa'yı parçaladılar. Ġkinci saray baskını bir ay
sonra 12 Mart 1632'de yapıldı. IV. Murad, yine ayak divanına
çağrıldı. Sipahiler, hiçbir saygı kaygısında bulunmaksızın ileri geri
konuĢtular. PadiĢaha doğru neredeyse hamlede bulundular. Tutuklu
Ģehzadeleri getirttiler. Saraydan dönüĢlerinde, ramazan ayında
bulunulmasına önem vermeksizin sokaklarda naralar attılar, içki
içtiler. Dükkânları yağma ettiler. Silahlı çeteler halinde kol gezip türlü
kötülüklerde bulundular. Halktan, din adamlarından haraç aldılar.
Ramazan Bayramı'nda, eski bir ocak geleneği uyarınca sokaklarda
salıncaklar kurup vezirazamdan halka kadar herkesin piĢ-
keĢ denen hediyeler getirip asmalarını istediler. Ġstanbullular, korkularından para,
üstlük, kumaĢ vb götürdüler. Kentin her tarafına dağılan zorbalar, yer
yer çengi oynatmakta, yakaladıkları kadınların, oğlan çocuklarının
ırzlarına geçmekteydiler. IV. Murad, sipahilerin ü-çüncü kez
Atmeydanı'nda toplanmakta olduklarını öğrendiği gün, ulemayı, ocak
ağalarını çağırarak bu sefer kendisi bir ayak divanı topladı. Daha önce
yeniçerilerin elde edilmiĢ olmasından da güç alarak ayaklanmacıların
önderlerini saraya çağırdı. Bunlara Kuran üzerine yemin ettirdi.
Yeniçeriler ve sipahi ağaları, kentte kimseye haksızlık
etmeyeceklerine, yağma ve soygun yapmayacaklarına, yasaklara ve
padiĢahın buyruklarına uyacaklarına iliĢkin tutanak imzaladılar.
Bundan sonra IV. Murad, sert bir yönetim biçimiyle Ġstanbul'da
yasaklar uyguladı ve bunlara uymadıkları gerekçesiyle pek çok
zorbayı ve disiplinsiz askeri idam ettirdi.
Uzunca bir süre sessiz kalan sipahiler ve yeniçeriler, Sultan Ġbrahim'in (hd 1640-
1648) Edirne'ye gitmiĢ olmasını fırsat bilerek 15 Temmuz l644'te
Ġstanbul'da bir ayaklanma denemesinde bulundular. Ġlkin halk
arasında büyük bir isyanın baĢlayacağı dedikodusunu yaydılar. Bu
haber piyasayı karıĢtırdı. Halk, evlerine yiyecek içecek doldurmaya
baĢladı. Fiyatlar arttı. Haberler Edirne'ye ulaĢınca padiĢah Ġstanbul'a
döndü. Fakat ayaklanma olmadı. Ama 4 yıl sonra, Sultan Ġbrahim'in
saray çılgınlıkları ve bitmeyen rüĢvet istekleri karĢısında ulema ile
anlaĢan ocak ağaları, darbe amaçlı bir ayaklanma için anlaĢtılar.
Ġstanbul'daki bütün din bilginleri, kapıkulu ağaları ve subayları önce
Fatih Camii çevresinde toplandılar. Buradan Orta Cami'ye hareket
ettiler. Sofu Mehmed PaĢa'yı vezirazam seçip saraya gönderdiler.
Ġstanbul'un denizden ve karadan dıĢarıyla tüm bağlantısı da kesildi.
Önceki vezirazam Damat Ahmed PaĢa öldürüldü. Sultan Ġbrahim'e
gönderilen Kadı Beyazı Hasan Efendi, padiĢaha tahttan indirileceğini
ima etti. O gün (7 Ağustos 1648) Ġbrahim tahttan indirilerek IV.
Mehmed (hd 1648-1687) padiĢah ilan edildi. Sarayda hapsedilen
ibrahim, sipahilerin kendisini yeniden tahta çıkarmak için
ayaklanacakları söylentisinin Ġstanbul'da yayılması üzerine on gün
sonra boğuldu. Aynı yıl içinde ace-mioğlanlan ile sipahilerin
iĢbirliğine dayalı Atmeydanı Olayı(->) yaĢandı. Yüzlerce acemioğlanı,
sipahi, yeniçeri, halktan kimseler öldü. Ertesi yıl ise sipahiler, yine
ulufelerinin zamanında verilmesi yüzünden eyleme geçtiler. Hazinede
para olmadığı için avârız(->) vergisi toplandı. Ġstanbul ve Galata
çarĢıların-daki esnaftan alınan paralarla ulufeler dağıtıldı ve olay
yatıĢtırıldı. Ama, 1651' de aynı nedenle çarĢı esnafına avarız ve
salyane yüklenmesi, ayarı düĢük paraları, halis akçelerle
değiĢtirmelerinin istenmesi bu kez esnafı ayaklandırdı
(bak. Ahmed PaĢa [Melek]). Ġki gün süren ve yönetimde değiĢikliklere neden olan bu
olay, Ġstanbul'daki ayaklanma odaklarına esnaf kesimini de katmıĢ
olmaktaydı.
1645'te, ĠbĢir Mustafa PaĢa'nın Anadolu tımarlı sipahilerinden silahlı bir birlikle
Ġstanbul'a gelip vezirazam olmasının ardından da kentte,
ayaklanmalara özgü terör havası yaĢandı. Bu durum al-, ti ay kadar
sürdü. ĠbĢir PaĢa'nın sipahileri, yeniçerilerle anlaĢıp Ġstanbul
sokaklarında kapıkulu sipahileriyle cenk ettiler. ÇarĢı pazar
yağmalandı. Kürt Meh-med'in önderlik ettiği sipahiler Üsküdar'dan
Atmeydanı'na geçip karĢı ayaklanma ile ĠbĢir PaĢa'yı idam ettirdiler.
28 ġubat l655'te, Girit'ten dönen 200 kadar yeniçeri, biriken ulufe alacaklarının
ödenmemesi yüzünden, topçu ve cebecileri de yanlarına alarak
Atmeydanı'nda toplandılar. Kısa sürede sayıları 5.000'i buldu. 5 Mart
günü bu kalabalık iki katına çıktı. Ayaklanmayı yöneten Celeb Hasan
Ağa, çok zeki ve güzel konuĢan bir sipahiydi. Alınan karar gereği,
ayaklananların isteklerini bildiren bir dilekçe saraya gönderildi.
UzlaĢma olmadı. 6 Mart günü, 60 kiĢilik bir idam edilecekler listesi
hazırlandı. PadiĢah Alay KöĢkü'nde ayak divanına çıktı. ġeyhülislam
azledildi. Saray ağalarından ikisi boğdurulup asilere teslim edildi.
Olaylar 12 Mart 1655 tarihine değin sürdü. Ġstanbul'da sıkıntılı günler
yaĢandı. Can güvenliği kalmadı. Ayaklanmaya öncülük eden 50'den
fazla yeniçeri ve sipahi idam edildi. Bu ayaklanmayı, o sırada
Ġstanbul'da bulunan Jean Thevenot, bir görevlisinin her akĢam
sunduğu raporlardan izlemiĢ ve anılarında anlatmıĢtır.
l656'mn daha korkunç boyutlu ayaklanması Çınar Olayı'dır(->). Ayaklanma sırasında
öldürülenlerin cesetleri At-meydanı'ndaki ünlü çınara asıldığından,
Doğu mitolojisindeki meyvesi insan olan Vakvak Ağacı'ndan esinle
bu olaya "Vak'a-i,Vakvakiye"de denmiĢtir.
17. yy'ın ikinci yarısına doğru, Ġstanbul'da ortaya çıkan daha değiĢik bir baĢka
ayaklanma nedeni, Ģeriatçılarla tarikatçıların ya da medrese-tekke
ikilisinin çatıĢmalarıdır. Bu çatıĢmalara iliĢ- , kin, en önemli olay
l656'da yaĢandı. Üstüvanî Mehmed Efendi'nin baĢını çektiği
Ģeriatçılar, kent ölçeğinde terör esti-rirlerken dindıĢı saydıkları tüm
tarikatlara ve tekkelere karĢı da savaĢ açtılar. Bunlar, kendi özel
yaĢamlarındaki türlü ahlaksızlığı ve günahı saklayarak Ġstanbulluları,
Hz Muhammed dönemindeki (Asr-ı Saadet) basit, yalın, donanımsız
yaĢamaya zorlamaktaydılar. Her gün yineledikleri tehditlerle
yetinmeyerek 15 Eylül l656'da Fatih Camii'nde toplandılar.
Tekkelerin yıkılmasına, Ģeyhlerin ve müritlerinin dinsiz oldukları için
öldürülmelerine karar verdiler. Bunun için fetvalar çıkardılar. Fakat
bu doğrultuda bir katliama ve eyleme yönelemeden, henüz sadrazam
olmuĢ bulunan Köprülü Mehmed PaĢa'nın aldığı önlemlerle
Kadızadeliler denen Ģeriatçı önderleri yakalanıp sürgüne gönderildiler. l657'nin ilk
günlerinde ise sipahiler yine ulufelerini alamadıkları bahanesiyle bir
ayaklanma denemesinde bulundular. Defterdarın konağını taĢladılar.
Köprülü Mehmed PaĢa, sipahilere karĢı yeniçerileri harekete geçirerek
bu asi kesimi sindirdi.
Köprülülerin 30 yıl kadar süren iktidarları boyunca Ġstanbul'da önemli bir ayaklanma
yaĢanmadı. 15 ġubat 1665 tarihinde Banyon denen Tersane Zinda-
nı'ndaki mahkûmların boĢanıp Galata-KasımpaĢa semtlerinde yağma
ve soygunda bulunmaları, bu arada ölenlerin olması halkı korkuttu.
Kısa zamanda mahkûmlar toplanıp yeniden zindana kapatıldılar.
Evliya Çelebi ise l668'de meydana gelen, Osmanlı tarihlerinde
ayrıntılarına rastlanmayan bir ayaklanmadan söz eder. Yeniçeri Ağası
Ġbrahim'in ivedilikle Girit'ten Ġstanbul'a çağrılıp vezirlikle sadaret
kaymakamlığına atanması, halk arasında, IV. Mehmed'in kardeĢlerini
boğdurtma hazırlığı içinde olduğu tarzında yorumlanmıĢ, çarĢı esnafı
"cemiyet-i kübrâ edib biz Ģehzadeleri kati ettirmeyiz!" diyerek
Atmeydanı'nda toplanmıĢlardı.
Uzun bir aradan sonra l684'te donanma gemilerindeki leventler, gemilerinin
onarımda olmasını fırsat bilerek Boğaziçi köylerine çeteler halinde
baskınlar düzenleyip yağmalarda bulundular. Ġstanbul'daki Fransız
kolonisi ile kavgalar etmeleri sonucunda ise Bo-ğaz'daki Fransız
kalyonundan karaya çıkan 500 muhafız, leventlerle ve topçularla
savaĢa tutuĢtular. Ġki taraftan da ölenler oldu.
l687'de Avusturya cephesindeyken ayaklanan ve padiĢahı tahttan indirmek üzere
Ġstanbul'a dönmeyi amaçlayan kapıkulu askerleri, Edirne'de
oyalanmaya-
rak Sadrazam SiyavuĢ PaĢa'ya karĢı çıktılar. "Ulufemizi Ġstanbul'da alıp Ģer' ile
davamızı anda görürüz ve illa otağını baĢına yıkarız!" diyerek
yürüyüĢe geçtiler. Silivri'de ocak ağaları ile görüĢen SiyavuĢ PaĢa,
askerlerin Ġstanbul'a bir zarar vermemeleri için önlemler aldırdı. 8
Kasım 1687 günü, kapıkulu askerleri Ġstanbul'a girmeden IV.
Mehmed tahttan indirildi ve II. Süleyman padiĢah oldu. Yeni
padiĢahın cülusu üzerine sadrazam askerle birlikte gelip Çırpıcı
Çayırı'nda oyalanmak, cülus bahĢiĢi verildikten sonra askeri dağıtmak
istiyordu. Fakat asiler, zorla Ġstanbul'a girdiler. Eski ve Yeni Odalar'a,
Atmeydanı'ndaki Ġbrahim PaĢa Sarayı'na, saraya yakın hanlara
yerleĢip edepsizliklere baĢladılar. Ulufe bahanesiyle çarĢıyı
yağmaladılar. Devletten hem maaĢ ve cülus bahĢiĢi, hem de terakki,
gulamiye ve veledeĢ istediler. Hazinede para yoktu. Sipahiler, SiyavuĢ
PaĢa'nın önerilerini kabul etmediler. Yanlarına cebecileri de alarak bir
daha çarĢılara saldırdılar. Dükkânlar kapandı. Ġstanbul 23 gün süreyle
tam bir terör yaĢadı, hayat durdu. Vezir konakları taĢlanıp yıkıldı.
Artık ocaklılar, sıradan kaldırım kabadayısı olmuĢlardı. Askerlikle ve
disiplinle ilgileri yoktu. Cephede yenilgiler sürerken onlar salt daha
fazla para kopartmak için baĢkenti teröre boğmaktaydılar. Sonunda,
zorbabaĢı Fetvacı Hüseyin, gidiĢin iyi olmadığını görüp askerin bir an
önce cepheye dönmesi için sadrazama öneride bulundu. Bu kez sefer
masraflarını karĢılamak için para bulunamadı. SiyavuĢ PaĢa görevden
alındı. Yakalanan zorbabaĢıları idam edildi. Asiler ise SiyavuĢ
PaĢa'nın konağını basıp kendisini öldürdüler. Konağında ne varsa
yağmaladılar. Ġstanbulluların, çarĢı esnafının dayanacak halleri
kalmamıĢtı. Dükkânı yağmalananlardan Yağlıkçı Emir'in açtığı beyaz
AYAKLANMALAR
444
AYAS BĠN ABDULLAH
B
ismail Fazıl Ayanoğlu, Karacaahmet Mezarlığı'nda, 1972. H. Necdet İşti arşivi
dü?", Tarih Dünyası, S. 23 (1951); "EĢsiz MezartaĢları", Tarih Hazinesi, S. 12
(1951); "Fatih Devri Ricali MezartaĢları ve Kitabeleri", VD, S. 4
(1958); "Vakıf Yapan Türk Kadınları", İÜ Hukuk Fakültesi
Mecmuası, XXIX, S. 1-2 (1963); "Fer-had PaĢa ve Gizli Kalan
Vakıfları", VD, S. 7 (1968); "Ġstanbul'da Yola Kalbedilen Cami
Vesaire", VD, S. 8 (1968); "Tahrip Edilen Eski Eserler Serisi, Lûtfi
Efendi Mezarı", VD, S. 9 (1971). Okmeydanı ve Okçuluk Tarihi adlı
kitabı ölümünden sonra 1976'da basıldı. "Ġstanbul, Bursa, Edirne
Kitabeleri" ve "Ġstanbul Namazgahları" adlı kitapları basılmamıĢUr.
"ġeyhülislam MezartaĢları Kitabeleri" ve "Ġstanbul Tekkeleri" adlı
çalıĢmaları ise kayıptır.
H. NECDET ĠġLĠ
AYAġ BĠN ABDULLAH
(?, ? - 1487, İstanbul) Osmanlı mimarı. "Ġyas", "Ġyaz" veya "Ġlyas" adları ile de anılır.
II. Mehmed ve II. Bayezid dönemlerinde eser vermiĢtir. Mimar Atik
Yusuf Sinan'ın öğrencilerinden olan AyaĢ'ın, II. Mehmed döneminde
Fatih Camii'nin yapımında bulunduğu ve o sırada saray mimarlarına
katıldığı sanılmaktadır. Atik Sinan'ın ölümünden (1471) sonra AyaĢ,
saray mimarı olacak çalıĢmalarını sürdürdü. Mimar Kemâled-din ile
birlikte, II. Bayezid dönemine ait yapıların inĢaatında görev aldı. En
tanınmıĢ eseri, SaraçhanebaĢı'nda kendi adına yaptığı camidir. "Mimar
AyaĢ Camii" veya "SaraçhanebaĢı Mescidi" olarak bilinen ve
günümüze ulaĢmamıĢ olan bu yapı, ġehzade Camii yakınlarında,
Sahilaltı bölgesinde bulunmaktaydı. Yapımı 891/1486'ya tarihlenir.
Bu bina dıĢında, mimarın Afyonkarahisar'da 879/ 1475 tarihli bir
camiye daha imza attığı bilinmektedir.
AyaĢ 892/1487'de ölmüĢ ve Saraçha-nebaĢı'ndaki camiinin avlusuna gömülmüĢtür.
Caminin niyaz penceresinde yer aldığı bilinen kitabe mimarın
ölümünü tarihler: "Cennet-mekân firdevs-âĢiyân ve cealel cennetu
misvahi Ebü'l-Feth Sultan Mehmed han hazretlerinin mimarı sahibü'l-
hayrât üstad Mimar AyaĢ merhumun ruhi içün ve cemi' ehl-i iman ruhi
içün rızaenlillahi teâlâ el-Fa-tiha 892."
Mimar AyaĢ Camii kesme taĢtan ve tek sağır kubbeli olarak yapılmıĢtır. 1956'da
gerçekleĢtirilen yol açma çalıĢmalarında yeniden inĢa edilmek üzere
yıktırılmıĢ, bugüne kadar da tekrar yaptırılmamıĢtır.
Bibi. N. Emre, "Ahmet Refik'in 'Türk Mimarları' Adlı Eseri Hakkında", Arkitekt, l
(1937), s. 11; î. Kumbaracılar, "Türk Mimarları", Arkitekt, 2 (1937), s.
59; K. Altan, "Klasik Türk Mimarlarından Esir Ali", Arkitekt, 3
(1937), s. 81; L. A. Mayer, Islamic Architects and their Works,
Geneva, 1956, s. 55-56; Öz, istanbul Camileri, I, 119; G. Goodwin,
Ottoman Archi-tecture, Londra, 1971, s. 122; Ayverdi, Fatih III, 455-
457.
BURCU ÖZGÜVEN
AYAġ MEHMED PAġA TÜRBESĠ 446
447
AYASOFYA
Ayasofya 859'da büyük bir yangın geçirdi. Fakat 8 Ocak 869 günü meydana gelen
depremde batıdaki yarım kubbelerden biri yıkıldı. I. Basileios (hd
867-886) derhal gerekli onarımı yaptırdı. 989'un 25-26 Ekim gecesi
olan depremde, kilisenin birçok kısımları ile büyük kubbe önemli
ölçüde çöktü. II. Basileios (hd 967-1025) altı yıl süren ve Tiridat
adında Ermeni asıllı bir mimarın yürüttüğü çalıĢmalar ile Ayasofya'yı
eski haline getirtti ve 13 Mayıs 994te kilise yeniden ibadete açıldı.
Onarımın bu kadar uzun sürmesi, tahribatın büyüklüğüne bir iĢaret
sayılır.
Bizans'a esir olarak 10. yy'da gelen Harun bin Yahya, Ayasofya'nın bir köĢesinde
bulunan bir "vakit gösterme ara-cı"ndan bahseder. Kilisenin güneybatı
köĢesinde olan bu horologio'nun içindeki bir mekanizma ile her saat
baĢı bir kapağın açılması ile bir kukla dıĢarıya çıkıyordu. Sonra sırası
ile baĢka kapaklardan baĢka kuklalar görünüyordu. Ġmparator VII.
Konstantinos Porfirogenne-tos (hd 913-959), yazdığı "Törenler Kita-
£>z"nda, Ayasofya'da imparator ve patriğin katılımı ile yapılan
törenleri ayrıntıları ile anlatır. Bizans tarihi içinde patrikhane,
Ayasofya'mn güney tarafında olmakla beraber, büyük dini toplantılar,
kilisenin üst katındaki güney galerisinde yapılıyordu. Bu
toplantılardan L Manuel
AyaĢ Mehmed PaĢa Türbesi'nin planı. Yıldız Demiriz
AYAġ MEHMED PAġA TÜRBESĠ
Eyüp'te Eyüb Sultan Camii'nin Bostan Ġskelesi'ne açılan dıĢ kapısının sağında, çevre
duvarının içindedir.
Türbede medfun bulunan AyaĢ Mehmed PaĢa 1482'de doğmuĢ, devĢirme o-larak
saraya alınmıĢ ve Enderun Mekte-bi'nde yetiĢmiĢtir. Yavuz Sultan
Selim zamanında yeniçeri ağalığı, Anadolu beylerbeyliği yapan paĢa,
Kanuni devrinde vezir olmuĢtur. Ölüm tarihi hakkında farklı bilgiler
vardır. Ayvansara-yi'ye göre 942/1535'te, Lutfî'ye göre ise
946/1539'da vefat etmiĢtir. Türbedeki mezar taĢının kitabesi 1539
tarihini vermektedir. Bu tarih doğru olarak kabul edilmelidir ve aynı
zamanda türbenin de tarihidir. Türbenin yapım tarihi Mimar Sinan'ın
hassa baĢmimarlığına tayini yıllarına rastladığından, onun eseri
olduğunu ileri sürenler vardır. Ancak, tezkirelerde adı geçmez,
dolayısıyla Mimar Sinan'ın eseri değildir.
Ayas Mehmed PaĢa Türbesi'nin kapı kitabesi.
Yıldız Demiriz
Kare planlı açık türbe, dört sütun üzerinde sivri kemerlerin sağladığı sekizgen
kasnağa oturan bir kubbeden ibarettir. Malzeme olarak düzgün kesme
küfeki taĢı kullanılmıĢtır. Sütunlar ve baklavalı baĢlıkları ise
mermerdendir. Yapı oldukça sadedir. BaĢlıca süslemesi kademeli
silmeler ve sütunların aralarında yer alan geometrik mermer
Ģebekelerdir. Türbe giriĢi kuzey tarafta asma kapı ile sağlanmıĢtır.
Kapı üzerinde bir palmet frizi bulunur.
AyaĢ Mehmed PaĢa'mn madalyon bezemeli mermer lahti, türbenin ortasında
bulunmaktadır. BaĢ ve ayak taĢları sivri kemerlidir ve üçer sıra
mukarnaslı mih-rapçıkla bezenmiĢtir.
Bibi. AkakuĢ, Eyyûb Sultan, 167; Unsal, Türbeler, 82; Demiriz, Türbeler, 16-18;
Haskan, Eyüp Tarihi, I, 156-158.
YILDIZ DEMĠRĠZ
AYASOFYA
Bizans sanatının en büyük eseri olan Ayasofya'nın yerinde daha önceki paga-nisma
dönemi mabetlerinden birinin bulunduğu sanılır. Ġlk yapıldığında
Büyük Kilise (Megale Ekklesia) olarak adlandırılan Ayasofya'ya
ancak 5. yy'da sadece Sopfia denilmeye baĢlanmıĢtı. Hıristiyan
üçlemesinin ikinci unsuru olan Kutsal Hikmet'e (Sofia) adandığından
Ayia Sofia olarak tanınmıĢtır. Fakat Bizans halkı buraya uzun süre
Büyük Kilise demeye devam etmiĢtir. Aynı ad fetihten sonra da
Ayasofya biçimini alarak günümüze kadar yaĢamıĢtır.
Ayasofya'nın iç süslemesinin ihtiĢamı, mimari ölçülerinin bir kilise için alıĢılmamıĢ
büyüklükte oluĢu ve hepsinin üstünde, orta mekânına hâkim olan
kubbenin yüksekliği ve çapının geniĢliği, daha yapıldığı yıllardan
itibaren herkesi ĢaĢırtmıĢ ve hayranlık duymalarına yol açmıĢtır.
Hıristiyan dünyası bu cüret-
li kubbenin yapımını insanüstü güçlere bağlamıĢ ve bu gözlem, dini inanç ile
birleĢince, Ayasofya ortaçağ mistisizminin eriĢilmez bir sembolü
olmuĢtur. Ortodoks inancında insanlar ve dünya üstünde semavi âlemi
temsil eden kubbe, burada en yüceleĢtirilmiĢ görünümüne
kavuĢtuğundan, bu kubbenin "sanki boĢlukta yüzdüğü"ne inanılmıĢ ve
böylece, Ayasofya adının maddeleĢmiĢ bir belirtisi sayılmıĢtır.
Ortaçağ insanının bu görüĢü, günümüze kadar insanları aynı güçle
etkisi altında bırakabilmiĢ ve Aya-sofya'yı inceleyen çağımızın ilim
adamları da çok defa bu görüĢlere katılmaktan kendilerini
alamamıĢlardır.
Ġmparator I. Constantinus (hd 324-337), Hıristiyanlığı yasaklanan bir inanç olmaktan
resmen çıkardıktan sonra, imparatorluğun her tarafında büyük
kiliseler yapımına baĢlandı. Constantinus'un bu hoĢgörüsünden dolayı
birçok kilisenin kurucusu olduğu iddia .edilmiĢtir. Fakat bu
söylentilerin en eskisi 7. yy'-dan daha geriye gitmez. Halbuki 380-440
arasında Ġstanbul'da yaĢayan, kilise tarihi yazarı Sokrates,
Ayasofya'nın ilk yapısının Ġmparator Constantius (hd 337-361)
tarafından inĢa ettirildiğini bildirir. Constantius'un hayatını kaleme
alan Evsebios (260-339) onun böyle bir kilise yaptırttığından hiç söz
etmez.
Ayasofya'nın ilk açılıĢ töreni, 15 ġubat 3öO'ta yapıldı. Bu üstü ahĢap çatı ile
örtülmüĢ, uzunluğuna geliĢen bir bazilika idi. Ġstanbul Patriği Ġoannes
Krisosto-mos, Arkadios'un (hd 395-408) eĢi Ev-dokia'nın Ayasofya
önüne gümüĢ kaplamalı bir heykelinin dikilmesi yüzünden çıkan
tartıĢmada, 20 Haziran 404'te Ġç Anadolu'ya sürgün edildiğinde
meydana gelen ayaklanmada, ilk Ayasofya kısmen yandı. Onarım
ancak II. Teodo-sios döneminde (408-450) tamamlandı ve açılıĢ 10
Ekim 4l5'te yapıldı. A. M. Schneider (1896-1952) tarafından, binanın
batı tarafında yapılan kazıda bulunan, üzerlerinde On iki Havari'yi
temsil eden kuzu kabartmaları olan mermer blokların, bu ikinci
Ayasofya'nın abidevi ölçüdeki giriĢinin parçaları oldukları ileri
sürülmüĢtür. Bu Ayasofya da tahmin edildiğine göre yine ahĢap çatılı,
bazilika tipinde bir yapı idi.
imparator I. Ġustinianos (hd 527-565) aleyhine 13 Ocak 532'de baĢlayan
ayaklanmada, isyancıların önce baĢarıya ulaĢtıklarını sanarak "zafer"
diye haykırmaları yüzünden Nika (Zafer) olarak adlandırılan büyük
kargaĢada çıkan yangında, 13-14 Ocak gecesi kilise ikinci defa yandı.
Durum düzeldikten sonra Ġustinianos derhal kilisenin ihyasına giriĢti.
Ġmparatorun hayatı ve iĢlevi hakkında pek çok eser yazan Prokopios
(yak. 500-562) inĢaata 23 ġubat'ta baĢlandığını bildirir ki, bugün
görülen iĢte bu üçüncü Ayasofya'dır.
Ayasofya'nın içinde ve çevresinde 1946'dan itibaren kazılar yapan Muzaffer
Ramazanoğlu (1901-1958) bazı yeni görüĢler ileri sürerek, ilk binanın
Constan-
Ayasofya'mn havadan çekilmiĢ bir fotoğrafı. Sağda arkada Aya Ġrini ve Topkapı
Sarayı, önde sağ köĢede III. Ahmed Sebili ve ÇeĢmesi. Ara Güler,
1970
si, "eriĢilmez bir sınırsızlık, mozaik ve renkli taĢlarla kaplı duvarlar, çayır, orman ve
denizleri" temsil eden yeryüzü olarak kabul ediliyordu.
Ayasofya'mn, Ağustos 553'te ve 14 Aralık 557'deki depremlerde büyük kubbesi ile
doğudaki yarım kubbesinde çatlaklar belirmesi üzerine onarımına
geçildi, fakat 7 Mayıs 558 günü kubbenin büyük bir kısmı çökerken,
sunak masası, kiborion ve ambon'u da parçaladı. I. Ġustinianos'un emri
ile Ġsidoros" un yeğeni Genç Ġsidoros onarımı üstlendi. Bu mimar,
kubbeyi otuz ayak (7 m kadar) yükselterek daha hafif malzemeden
yaptı ve açılıĢ 23 Aralık 562'de oldu. Bu ikinci açılıĢ töreni
dolayısıyla, Pavlos Silentiarios, Ayasofya'nın büyüklük, güzellik ve
ihtiĢamını öven abartılı manzum bir destan (ekphrasis) yazmıĢtır. Bu
sıralarda kilisenin hizmetini gören din adamlarının sayısı altı yüz
olarak belirlenir.
Bizans tarihinde önemli bir akım olan Ġkonoklazma (tasvirkırıcılık) döneminde (726-
842), Ayasofya'daki bütün figürlü resimlerin yok edildikleri bilinir.
Bu akımın en büyük taraftarı Ġmparator Teofilos (hd 829-842),
Ayasofya'ya değer verdiğini göstermek üzere, antik çağa ait bir
binadan alınmıĢ, tunçtan çok güzel bir çift kapı kanadını, kilisenin
güney taraftaki giriĢine taktırmıĢtır.
tinus zamanında yapıldığını, oğlu Kons-tantios'un bunu büyütüp, üç nefli bir bazilika
biçimine soktuğunu iddia etmiĢtir. II. Teodosios bu bazilikanın güney
kısmının üstünde yeni kiliseyi yapmıĢ olup Ģimdi görülen iç ve dıĢ
holler (nar-teksler), bunun orta ve bir yan nefi üstündedir. Nihayet I.
Ġustinianos'un kilisesi ise bu kalıntıların üstünde kurulmuĢtur. Ancak
bu görüĢler hiç taraftar bulmadığı gibi, iddiaların çoğu inandırıcı
olamamıĢtır. Fakat Ramazanoğlu'nun yeteri kadar tanıtılmadan kalan
kazı buluntularının da arkeoloji bakımından önemli oldukları inkâr
olunamaz.
I. Ġustinianos, Ayasofya'nın yapımı için Batı Anadolulu iki mimar-mühendi-si
görevlendirdi. Bunlar Miletoslu (Söke yakınında Balat) Ġsidoros(->)
ile Tral-les'li (Aydın) Antemios(->) idi. ĠnĢaat için, her taraftan
malzeme toplanırken, baĢta Efesos'ta Artemis'teki olmak üzere pagan
(putperest) mabetlerinin sütunları da Ġstanbul'a getirildi. Bir kaynağın
bildirdiğine göre, yüz ustabaĢımn idaresinde on bin amele ile yapılan
inĢaat beĢ yıl sürdü ve açılıĢ 27 Aralık 537 günü yapıldı. Fakat içinin
süslemesi daha yıllarca sürerek ancak II. Ġustinos (hd 565-578)
döneminde bitti. Ayasofya yapıldığında "... kaplanamaz, sınırlanamaz
bir boĢluk, çevrelenemeyen kozmosun" bir sembolü olarak
görülmüĢtü. Kubbe-
AYASOFYA
448
449
AYASOFYA
Fossati'nin çizimiyle Ayasofya ve çevresi (solda) ile içinden bir görünüm (sağda), 19.
yy. Tahsin Aydoğınuş fotoğraf arşivi
le bir türbe haline sokularak I. Mustafa buraya gömülmüĢ, on yıl kadar sonra Sultan
Ġbrahim de (hd 1640-1648) idam edildiğinde aynı yere
defnolunmuĢtur.
Ayasofya camiye çevrildiğinde içindeki bütün mozaiklerin üstlerinin kapatıldıkları
sanılır. Fakat bu doğru değildir. 16. yy'dan itibaren burayı ziyaret eden
yabancı seyyahların hepsi, mozaiklerin görülebildiğini, yalnızca
figürlerin yüzlerinin kapatıldığını bildirirler. Müslüman
ziyaretçilerden 1590'a doğru Fas sultanının elçisi olarak Ġstanbul'a
gelen Ebu el-Hasan et-Tamgruti de bu mozaik resimlerin çoğunu
görmüĢtür. Evliya Çelebi de 17. yy'da bu mozaikleri "... kubbelerin
hepsinin içlerinde altınlı mineden resimlerle... ve baĢka insan
resimleri yapılmıĢtır ki, dikkat gözüyle seyredenlerin hayretlerinden
parmaklan ağızlarında kalır..." cümleleri ile
Komnenos döneminde (1143-1180) 1166'da yapılanında alınan karar bir ferman
halinde mermer levhalara iĢlenerek, narteks bölümünün duvarına
yapıĢtırılmıĢtı. Fetihten sonra uzun süre yerlerinde duran bu levhalar
II. Selim (hd 1566-1574) döneminde, 1566'da kaldırılıp, ters
çevrilerek Kanuni Sultan Süleyman türbesinin saçağında
kullanılmıĢtır.
IV. Haçlı Seferi 1203'te Byzantion'a geldiğinde, onlara borçlu olan IV. Alek-sios,
Ayasofya'mn değerli bazı eĢyasını Latinlere bağıĢlamak zorunda
kalmıĢtır. Kısa süre sonra 1204'te Batılı Ģövalyeler Ģehri ele
geçirdiklerinde, Ayasofya ciddi surette yağmalandığı gibi, ilk kargaĢa
günlerinde bir dini bina için yakıĢıksız bazı çirkin olaylar da oldu.
Kaynaklara göre, Meryem sunağı parçalandı, dini ayin kupalarında
Ģarap içildi, yağmalanan eĢyayı taĢımak için hayvanlar kilisenin içine
kadar sokuldu. Hattâ Bizanslı yazar Niketas'a inanılırsa, bir fahiĢe,
kürsüye çıkarak Ģarkı okumuĢ ve dans etmiĢtir. Bu arada
Hıristiyanlığın birçok kutsal eĢyası (rölik), içinde saklandıkları değerli
mahfazaları ile Ayasofya'dan alınarak, Batı'daki kiliselere
yollanmıĢtır.
Ġlk taĢkınlıklar durulduktan sonra Ayasofya Venediklilerin idaresinde kalmıĢtır.
Buranın idaresini diğer Katolikle-re vermek istemedikleri için
aralarında ciddi sürtüĢmeler olmuĢtur. Fakat 126l'e kadar süren Latin
iĢgali sırasında, Batılı beĢ imparator burada taç giymiĢtir.
Ayasofya'mn yukarı kattaki güney galerisinde yerde görülen Henricus
Dandolo yazılı taĢın, Ġstanbul'un Haçlılar tarafından iĢgali için çok
uğraĢan ve burada ölen Venedik dojunun mezarı olduğuna inanılır.
Ancak bu yazının 1847-1849 arasındaki onarım sırasında,
Dandolo'nun hatırasını yaĢatmak için sembolik bir mezar yeri
uydurmak düĢüncesiyle buraya iĢlendiği de ileri sürülür.
Bizans, 126l'de Ģehri geri alıp imparatorluğu ihya ettiğinde Ayasofya oldukça
yıpranmıĢ halde idi. Büyük ihtimal ile binanın batı tarafındaki dört
destek payandası bu sırada yapılmıĢtır. II. And-ronikos (hd 1282-
1328), 1317'de yapının doğu ve kuzey taraflarının tehlikeli durumunu
önlemek için, bu cephelere destek payandaları yaptırmıĢtır. 1344
Ekim'indeki Ģiddetli depremde, Ayasofya'mn birçok kısmı çatlamıĢ,
fakat çöküntü 19 Mayıs 1346'da olmuĢtur. Kubbenin bir parçası ile
doğu kemeri ve bazı bölümler yıkılmıĢtır. Bu sırada imparatorluk,
onarımın giderlerini karĢılayacak durumda olmadığından, Ayasofya
bir süre kapalı kalmıĢ, ancak 1354'te özel bir vergi toplamak ve
bağıĢlar almak suretiyle Astras ve Peraeta adlarında iki Latin mimar
tarafından gerekli onarımlar yapılabilmiĢtir. Ġstanbul'un 1453'te
fethinden kısa süre önce, Aya-sofya'da bazı onarımlar yapmak üzere
Ali Neccar adında bir Türk mimarın gönderilmiĢ olduğu yolundaki
söylentinin doğruluk derecesi bilinemez. Bizans Ġmparatorluğu'nun
son döneminde Ayasofya artık bakımsız ve periĢan bir haldedir.
Semerkant'a, Timur'a elçi olarak giden Ġspanyol Ruy Gonzales de
Clavi-jo, 1403'te kilisenin birçok kapısının düĢmüĢ ve çevresinin
harabelerle dolu olduğunu seyahatnamesinde yazar.
II. Mehmed (Fatih) 29 Mayıs 1453'te Byzantion'u fethedip, Ģehre girdiğinde, gerek
Tacizade Cafer Çelebi, gerek Tursun (Tûr-ı Sînâ) Bey'in haber
verdiklerine göre, doğru Ayasofya'ya giderek, kubbenin üstüne kadar
çıkmıĢtır. Fetihte bizzat bulunan Tursun Bey II. Mehmed'in (Fatih)
kilisenin çevresini çok harap bulduğunu bildirirken, onun burada ünlü
Farsça beyti söylediğini de kaydeder (Türkçesi, Örümcek Kisrâ'nm
takında perdedarhk ediyor / Baykuş Ef-
râsiyâb'ın kalesinde nevbet vuruyor). Gerekli temizlik yapıldıktan sonra, usul
gereğince fetih iĢareti olarak, kilise camiye çevrilmiĢ, genç padiĢah
imamlık görevini yapan AkĢemseddin'in idaresinde ilk cuma namazını
artık Ayasofya Cami-i Kebiri olan bu mabette kılmıĢ, onun adına
burada ilk hutbe okunmuĢtur. Bundan itibaren de Ayasofya'mn Türk
dönemi baĢlamıĢ oldu.
16. yy'da yaĢayan Gelibolulu Âli'nin Künhü'l-Ahbar'du bildirdiğine göre Fatih,
Ayasofya hakkındaki Bizans yazmalarını toplatarak, bunları Türkçeye
çe-virtmiĢtir. Pek çok kütüphanede yazma olarak rastlanan Tarih-i
bina-i Aya Sofya baĢlıklı risalelerin hepsinin özünün, Bizans
döneminde yazılmıĢ "Patria" denilen Ġstanbul tarihlerinin,
Ayasofya'dan bahseden "Diegesis" adlı bölümüne dayandığı
belirlenmiĢtir.
BellibaĢlı Türk Ģehirlerinde varlığı görülen bir ulu cami Ġstanbul'da yapılmamıĢ, bu
görevi Ayasofya görmüĢtür. Fatih, değiĢik nüshaları günümüze kadar
gelen vakfiyelerinde Ayasofya Camii'nin bakımı için gelir sağlayacak
pek çok mülk ayırdıktan baĢka, caminin hizmetlerini görmek üzere 62
görevli atamıĢtır.
Fatih döneminde, genellikle sanıldığı gibi tuğla minare değil, batıdaki yarım
kubbenin güney köĢesindeki ağırlık kulesinin üstüne ahĢaptan bir
minare yapılmıĢtır. Fatih caminin kuzey tarafına da bir medrese inĢa
ettirmiĢtir.
II. Bayezid döneminde (1481-1512), Bâb-ı Hümayun tarafındaki minarenin yapıldığı
söylenirse de, bize göre bu minare daha sonra Mimar Sinan tarafından
yapılmıĢ olup Bayezid döneminde inĢa edilen minare tuğladan
olandır. II. Bayezid medresenin üzerine bir de kat ilave ettirmiĢtir. I.
Süleyman (Kanuni) döneminde (1520-1566) Macaristan'da Bu-din'in
fethi üzerine oradaki katedralden
çıkarılan iki Ģamdan Sadrazam Ġbrahim PaĢa tarafından mihrabın iki yanına
konulmuĢtur.
Ayasofya'ya en fazla ilgi gösteren padiĢah II. Selim'dir (hd 1566-1574). Tahta
çıktığında Ayasofya'yı ziyaretinde narteks kısmında duvarda gördüğü
1166 tarihli mermer levhalara iĢlenmiĢ kararın ne olduğunu sormuĢ,
kendisine, "Hazret-i Ali'nin tılsımıdır" Ģeklinde gülünç bir açıklama
yapılması üzerine, bir Rum papaz getirterek bu metnin tercümesini
yaptırmıĢ ve 1567'de Ġstanbul'da olan Marco Antonio Pigafetta'nın
yazdığına göre 8 Ağustos 1567'de II. Selim'in emri ile bu levhalar
kaldırılmıĢtır. Bunlardan beĢ tanesi 19öO'ta Kanuni türbesinin
saçağında ters çevrilmiĢ olarak bulunmuĢtur. Asılları türbedeki
yerlerine konulurken, kopyaları da Ayasofya'daki yerlerine
yapıĢtırılmıĢtır. II. Selim, Bâb-ı Hümayun tarafındaki gövdesi yivli
minareyi yaptırdıktan baĢka, caminin etrafının açılması ve binanın
onarımı ile Hassa BaĢmimarı Sinan'ı görevlendirdi. 1572 ve 1573
tarihli belgeler ve tarihi kaynaklarda, Fatih döneminden kalan ahĢap
minarenin kaldırılması ve yeni bir minare yapılması, harap kısımların
onarılması, duvarların payandalarla desteklenmesi, camiye bitiĢik ev
yapanların cezalandırılmaları gibi hususların kararlaĢtırıldığı
öğrenilir.
II. Selim, Ayasofya'ya iki minare daha ilave edilerek kendisi için de bir türbe
yapılmasını istemiĢ, fakat bunlar ancak onun ölümünden sonra III.
Mu-rad'ın (hd 1574-1595) ilk yıllarında tamamlanmıĢtır. Duvarları
çini kaplı hünkâr mahfili ile çok zarif bir mermer minber, vaaz
kürsüsü ve müezzin mahfili de bu sırada yapıldıktan baĢka,
Bergama'da bulunmuĢ, yekpare mermerden oyulmuĢ antik çağdan
kalan iki küp buraya getirilerek caminin içine konulmuĢtur. Bu
küplerden üçüncüsü ise 1837'de Paris'te Louvre'a götürülmüĢtür.
Mimar Sinan'ın Ayasofya'mn güneydoğusunda II. Selim için yaptığı türbe ile burası
bir hanedan mezarlığına dö-ıl(üĢmüĢtür. Aynı yerde 1600'de Hassa
BaĢmimarı Davud Ağa, III. Murad için ikinci türbeyi yapmıĢ, bunu
III. Mehmed'in (hd 1595-1603) ölümünden sonra mimar Dalgıç
Ahmed Ağa'nın yaptığı üçüncü büyük türbe binası takip etmiĢtir. Her
üç türbe de Osmanlı dönemi Türk mezar mimarisinin en muhteĢem
anıtlarından sayılırlar. Gerek bu türbelerin içlerine, gerek etraflarına
genellikle hanedandan pek çok kiniĢe gömüldüğü gibi, burada ayrıca
ġehzadeler Türbesi olarak adlandırılan küçük bir mezar binası daha
yapılmıĢtır. 1617'den itibaren önce doksan altı gün, sonra on altı ay iki
defa padiĢah olan ve tam deli olduğundan sarayın bir dairesine
kapatılan L Mustafa l639'da öldüğünde (veya öldürüldüğünde),
Ayasofya'mn güneybatı köĢesinde evvelce vaftizhane olan ve burası
camiye dönüĢtürüldüğünde kandil yağları ambarına dönüĢen bina,
ace-
Matrakçı Nasuh'un Beyan-ı Menazil-i Sefer-i Irakeyn-i Sultan Süleyman Han adlı
yapıtında yer alan iki minareli Ayasofya ve çevresini betimleyen
minyatürü, 1537. Erkin Emiroğlu fotoğraf arşivi
tarif eder. Ayasofya'mn ilk planı ve içini gösteren gravürler G.-J. Grelot tarafından
1680'de yayımlanmıĢtır. Fakat Ayasofya'mn içini ve mozaiklerini
gösteren en mükemmel desenler 1710'da Ġstanbul'da bulunan Ġsveçli
mühendis subay Cornelius Loos tarafından çizilmiĢtir.
III. Ahmed döneminde 1717'de Ayasofya'mn sıvaları yenilenmiĢ, kubbenin ortasına
eski gravürlerde görülen, dövme demirden çok büyük bir top kandil
asılmıĢtır. Hüseyin Ayvansarayî (ö. 1787), Mecmuâ-i Tevârih adlı
eserinde 1733-1734'te yapılan bir tamiri idare eden mimardan,
zeminden kubbe yüksekliğinin 72 arĢın olduğunu öğrendiğini yazar.
Fakat en önemli onarım ve ek binaların yapımı, L Mahmud (hd 1730-
1754) tarafından 1739-1740'ta yapıldı. Türk sanatının Ģaheserlerinden
Ģadırvan, sıbyan mektebi, aĢhane-imaret, kütüphane ve
AYASOFYA
450
451
AYASOFYA
Osmanlı dönemi mermer ve taĢ iĢçiliğinin en güzel örneklerinden biri olan minber ve
minber gibi 16. yy üslubunu yansıtan müezzin mahfili (üstte) ile
Fossati'nin Bizans üslubunda yaptığı hünkâr mahfili (sağda).
Fotoğraflar Tahsin Aydoğmug
ma) üslubuna sahiptir. Herhalde Fossati tarafından yemlenen bu mihrabın yerinde,
Türk mimari üslubunda bir mihrap vardı. Belki de kalıntıları bugün
görülenin arkasında hâlâ durur.
Minber, Osmanlı dönemi Türk mermer iĢçiliğinin en güzel eserlerindendir. 16. yy
sonlarında II. Selim ve III. Murad dönemlerindeki büyük tamir
sırasında konulmuĢ olmalıdır. Ġki yan levhası dantela gibi oymalı
olarak iĢlenmiĢtir. GiriĢ alınlığında ise renkli ve altın yaldızlı nakıĢlar
bulunmaktadır.
Caminin ortasındaki müezzin mahfili, minber gibi 16. yy'ın üslubuna iĢaret eder.
Caminin içinde ve nartekste aynı üslupta dört mahfil daha vardır ki,
bunların hepsi de 16. yy sonlarındaki ona-
nmda yapılmıĢ olmalıdır. Aynı dönemde vaaz kürsüsü de yapılmıĢ olmalıdır. Bu
mermer eserler, ahenkli orantıları ve zarif süslemeleri ise Türk
sanatının taĢ iĢçiliğinin en parlak dönemine iĢaret ederler.
Ayasofya'nın mihrabı etrafında değerli bazı çiniler de vardır. Mihrabın üstünde eski
apsisi saran çini kuĢak, 1016/ 1607 tarihli olup Mehmed adında bir
hattatın imzasını taĢır. Ġznik çini sanatının son eserlerinden olan bu
çini Ģeridin bir kısmı bozulduğundan, eksik kısımlar 19. yy'da boya ile
tamamlanmıĢtır. Mihrabın sağ (güney) tarafındaki aralıkta iki çini
pano bulunmaktadır. Bunlardan birincisi tek çini halinde olup
üzerinde Hazret-i Muhammed'in türbesi tasvir edilmiĢtir. Ayasofya'ya
vakıf olarak sunulan bu çininin kitabesinde 1053/1643-44 tarihi ve
Debbağzade Mehmed Bey adı okunur. Aynı yerdeki ikinci çini pano
ise birçok parçadan yapılmıĢ ise de, Kabe'yi gösteren karolardan biri
çalınmıĢ, yerine yine 16. yy'ın yapraklı bir karosu yapıĢtırılmıĢtır.
Mihrabın güney tarafında bulunan bir karosu çalınmıĢ Kabe'yi betimleyen çini pano.
Tahsin Aydoğmuş
Caminin içindeki yazılardan, büyük payelere asılı olan, Teknecizade Ġbrahim
Efendi'nin kare çerçeveli ve mimariye uyan büyük levhaları Fossati
tarafından kaldırılarak yerlerine Kazasker Mustafa Ġzzet Efendi'nin
yeĢil zemin üzerine altın yaldızla yazılan 7,50 m çapındaki büyük
yuvarlak yazıları asılmıĢtır. Bunlar bütün Ġslam âleminin en dev
ölçüde yazıları olarak kabul edilirler. Kubbenin ortasında, Pantokrator
Ġsa mozaiğinin herhalde üstüne yazılan yazının da hattatı Kazasker
Ġzzet Efen-di'dir. Mihrabın sağ ve sol duvarlarında genellikle
padiĢahlar tarafından bizzat yazılan levhalar bulunmaktadır. Bunların
arasında II. Mustafa'nın (hd 1695-1703) hattı olduğu sanılan bir
levhadan baĢka III. Ahmed, III. Selim, II. Mah-mud'un hattı olan
levhalar ile ġeyhülis-
lam Veliyüddin Efendi (ö. 1768), ve Mehmed Esad Efendi'nin (ö. 1798) hatları ile
yazılmıĢ levhalar da vardır. Aya-sofya müzeye dönüĢtürüldüğünde
pek çok yazı levhası Türk ve Ġslam Eserleri Müzesi ile Sultan Ahmed
Camii'ne götürülmüĢtür.
Ayasofya'nın ilk hünkâr mahfili bilinmez. Eski resimlerden bunun, apsisin sol
(kuzey) tarafındaki iki ana payenin önünde olduğu anlaĢılır. ġair
Nedim'in bir tarih kasidesinde hünkâr mahfilinin 1141/1728'de
Sadrazam NevĢehirli Damat Ġbrahim PaĢa tarafından geniĢletilerek
daha güzel biçimde yeniden yapıldığı övülür. 16. yy çinileri ile
kaplanmıĢ olan eski mahfil, Fossati tarafından kaldırılarak, çinili
mihrabı ile bazı çinileri iki paye arasındaki tonozlu dar dehlizde
bırakılmıĢtır. Eski hünkâr mahfilinde, padiĢahın dıĢarıdan giriĢi, Bâb-ı
Hümayun tarafındaki bir kapıdan oluyor ve bütün büyük camilerde
olduğu gibi, bu giriĢ ile namazın kılındığı mahfil arasında ufak bir
dinlenme mekânı bulunuyordu. Kasr-ı Hümayun demlen bu kasır, L
Mahmud döneminde yapılmıĢ ve içerideki eski mahfil ile bağlantı
sağlanmıĢtır. Fossati kasrın dıĢ mimarisini değiĢtirerek üç kemerden
ikisini demir parmaklıklı pencere Ģekline sokmuĢ, or-tadakine de
mermer söveli kapı yapmıĢtır. Bu kapının üstünde Mustafa Ġzzet
Efendi'nin ta'lik hatla 1848/1849 tarihli kitabesi yer alır. Bunun
üstünde de Ab-dülmecid'in tuğrası bulunur. Bu giriĢin arkasında bir
holden, klasik üslupta kemerli bir kapıdan 19. yy saray mimarisi
taklidi bir sofaya, oradan da uzun bir salona geçilir. Buradan caminin
içindeki ve Fossati'nin Bizans üslubunda yaptığı hünkâr mahfiline
geçmek mümkündür.
Kasr-ı Hümayun'un dıĢ cephesi yanında SoğukçeĢme Sokağı baĢındaki köĢede geniĢ
saçaklı barok üsluptaki zengin bezemeli kapı, I. Mahmud tara-
fından yaptırılmıĢtır. Gerek bunun, gerek içerideki aĢhane-imaretin ambarı olan
yuvarlak Bizans binasının duvarındaki kitabeler, garip ve kötü Ģöhreti
olmakla beraber baĢarılı bir hattat olduğu bilinen Kızlarağası BeĢir
Ağa tarafından yazılmıĢtır.
Ayasofya müzeye dönüĢtürüldüğünde içinde müzelik eĢyanın sergilenmesi de
düĢünülmüĢtü. Çok ciddi eleĢtirilerle karĢılaĢan bu tasarı
gerçekleĢmedi. Yalnızca dıĢ narteks bölümünde az sayıda taĢ eser
toplanmıĢ bulunuyor. Yukarı kattaki "papaz odaları" denilen
mekânlarda ise ikonalardan bir koleksiyon yer almıĢtır. Ayasofya'nın
dıĢında, batı tarafındaki avluda Ġstanbul'un çeĢitli yerlerinden
toplanmıĢ bir kaç anıt kaidesi ile mimari parçalar sergilenmiĢtir.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, I, 3-7; G. Fossati, Aya Sophia of Constantinople as
Recently Restored by Order of H. M. the Sultan Abdul-Medjid,
Londra, 1852; W. Salzenberg, Alt-cbristlihe Baundenkmale von
Konstantino-pel, Berlin, 1854; A. D. Hamlin, "Aya Sofia. A Study of
Origins Byzantirie Structural Art", Architectural Revieıv, II (1893), s.
39-44; W. R. Lethaby-H. Swainson, The Curch of Sanc-ta Sophia
Constantinople: A Study of Byzan-tine Building, Londra, 1894; E.
Antoniades, Ekphrasis tes Hagias Sophias, Atina, I-III, 1907-1909;
Gurlitt, Konstantinopels; J. Eber-solt, Sainte Sophie de
Constantinople, Paris, 1910; H. Holtzinger, Die Sophienkirche und
Verıuandte Bauten der Byzantinischen Arc-hitektur, Berlin-Stuttgart,
1898; G. A. Andre-ades, "Die Sophienkathedrale von Konstanti-
nopel", Kunstıvissenschaftliche Forschungen, I, Berlin, 1933, s. 33-
94; F. von Caucig, "Gra-bungen im Atrium der Hagia Sophia", Christ-
liche Kunst, XXI (1934-1935), s. 348-351; A. M. Schneider, Die
Hagia Sophia zu Konstan-tinople, Berlin, 1939; E. H. Swift, Hagia
Sophia, New York, 1940; W. Emerson-R. L. van Nice, "Hagia Sophia,
istanbul, Preliminary Report on a Recent Examination of the
Structure", American Journal of Archaeology, (1943), s. 403-436; K.
Kumaniecki, "Eine Un-bekannte Monodie auf den Einsturz der Hagia
Sophia im Jahre 558", Byzantinische Zeit-schrift, XXX (1929-1930);
s. 35-43; E. Mam-boury, "Topographie de Sainte Sophie", Stu-di
Bizantini e Neoellenici, VI/2 (1940), s. 197-209; P. A. Michelies,
Hagia Sophia, Atina, 1946; Th. Preger, "Die Erzahlung vom Bau der
Hagia Sophia", Byzantinische Zeit-schrift, X (1901), s. 455-476; H.
Prost, Monu-ments antiques releves et restaures par leş architectes
pensionnaires de I'Academie de France a Rome-Supplement, Paris,
1924; P. M. Michelis, L'esthetique d'Hagia-Sophia, Fa-enza, 1963; P.
Sanpaolesi, Santa Sofia a Constantinopoli, Fienze, 1965; F.
Dirimtekin, Ayasofya Kılavuzu, Ġst., 1966; R. L. van Nice, Saint
Sophia in İstanbul: An Architectural Survey, Washington, ty; G.
Bonfiglioli, Sainte Sofia di Constantinopoli L'architettura, Bo-logna,
1974; W. R. Zaloziecky, Die Sophienkirche in Konstantinopel, Citta
del Vaticano, 1936; A. M. Schneider, Die Grabung in Wost-hof der
Sophienkirche zu istanbul, Berlin, 1941; ay, "Die Hagia in der
Politisch-Religi-ösen Gedankenwelt der Byzantiner", Das Werk deş
Künstlers II, (1941), s. 4-15; M. Ra-mazanoğlu, Sentiren ve
Ayasofyalar Manzumesi, ist., 1946; H. Jantzen, Die Hagia Sophia deş
Kaisers Justinian in Konstantinopel, Köln, 1967; D. Köhler-C.
Mango, Hagia Sophia, Londra, 1967; Th. Whittemore, "The Mo-saies
of St. Sophia at Ġstanbul"- First Preliminary Repon, Oxford, 1933;
Second Preliminary Report, Oxford, 1936; Third Prelimi-
nary Report, Oxford, 1942; Fourth Preliminary Report, Oxford, 1952; C. Mango,
Materials for the Study of St. Sophia at istanbul, Washington, 1962;
A. Sami Boyar, Ayasofya ve Tarihi, ist.. 1943; A. M. Schneider,
"Sophienkirche und Sultansmoschee", Byzantinische Zeitschrift,
XLIV (1951), s. 509-516; S. Eyice, "istanbul Minareleri", Türk San'atı
Tarihi Araştırma ve incelemeleri, Ġ (1963), s. 36 vd, 51 vd; E. Yücel,
"Ayasofya Onarımları ve Vakıf ArĢivinde Bulunan Bazı Belgeler",
VD, X (1973), s. 219-220; C. Mango-E. S. W. Hawkins, "The Apse
Mosaics of St. Sophia at istanbul", Dumbarton Oaks Papers, XIX
(1965), s. 113-151; M. Is. Nomidis, Ta Mosa-ika tes Hagias Sophias,
Ġst., 1937; O. Oikono-mides, "Leo VI and the Narthex Mosaic of Saint
Sophia", Dumbarton Oaks Papers, XXX (1976), s. 151-173; ay, "The
Mosaic Panel of Constantine and Zoe in Saint Sophia", Revue deş
Etudes Byzantines, XXXVI (1978), s. 219-232; Müller-Wiener,
Bildlexikon, 84-96; İSTA, III, 1439-1475; S. Eyice, Ayasofya, I-III,
Ġst., 1984-1986; ay, "Ayasofya", DİA, IV, 206-210. SEMAVĠ EYĠCE
AYASOFYA EFSANELERĠ Bizans Dönemi
Ayasofya'nın geç dönem Bizans mimarisinin eriĢemediği bir yapıt olması, etrafındaki
efsanelerin giderek yoğunlaĢmasına yol açmıĢtır. Bu konuda ilk ve
önemli metin 9. yy'da yazılmıĢ anonim "Ayasofya adlı Tann'ya
adanmış büyük kilisenin yapılma öyküsü"dür. Burada genel çizgilerde
tarihsel olaylara bağlı kalınmakla birlikte bazı önemli değiĢiklikler
yapılmıĢtır. BaĢlıcası, Ayasofya'yı 532'de inĢa etmeye baĢlayan
mimarlar Tralles'li Artemios ve Miletos'lu Ġsidoros ile 558'de yıkılan
kubbesini tamir eden Genç Ġsidoros'un yerlerini efsanevi tek bir
kiĢiye, mimar Ġgnatios'a bırakmalarıdır. Kilisenin inĢası ve kubbenin
tamiri I. Ġustinianos dönemine (527-565) rastlamasına rağmen
efsanede tamir olayı ondan sonra baĢa geçen II. Ġustinos dönemine
(565-578) kaydırılmıĢtır. Böylece, mimarları tek bir kiĢiye indirgeyip
imparatorun kiĢiliğini parçalayan efsane, mimarın rolünü
pekiĢtirmektedir. Burada söz konusu olan, Hz Süleyman'ın Kudüs
Tapınağı efsanesinden bu yana süregelen Tanrı-mimar-hükümdar
iliĢkisini mimardan yana geliĢtirme çabasıdır. Bizans efsanesinin asıl
amacı, mimarı hükümdarın aleti olmaktan çıkarıp, Tanrı'nın aleti
haline getirmek ve böylece tapınağı beĢeri iktidarın simgesi olmaktan
kurtarıp ilahi güce mal etmektedir. Bundan dolayıdır ki, efsanede
inĢaatın seyrini, önemli ölçüde, bazen imparatora, bazen de mimara
görünen bir melek belirler. Bizans efsanesi, kısmen de olsa,
Ayasofya'nın yapılıĢını hükümdarın iradesinden koparıp Tanrı'nın
iradesine bağlamaktadır.
Aynı zamanda, 13. yy'a doğru geliĢen ve Konstantinopolis'in kurucusu Büyük
Constantinus'u efsaneleĢtiren hikâyeler, onu Ayasofya'nın kurucusu
haline getirirler. Ancak, burada da efsanevi bir mimar, Efratas, araya
girer. Bu efsaneye göre hem kenti hem kiliseyi kuran bu mimarın adı
metinlerde Constan-tinus'unki kadar geçmektedir.
Bizans Ġmparatorluğu'nun sonuna doğru Ayasofya'nın, giderek zayıflayan
imparatorluk simgesinden koparak Tann'ya mal edilmesi sürecinin bir
öğesi de, kilisenin Tanrı'nın göndermiĢ olduğu bir melek tarafından
korunması hikâyesidir. Yukarıda adı geçen 9. yy'a ait efsaneye göre,
bu melek paydos saatinde aletleri beklemekte olan mimarın oğluna
görünerek kiliseden ilk defa Ayasofya (Kutsal Bilgelik) adıyla
bahseder ve inĢaatın hızlanması için genç iĢçileri çağırmaya gönderir;
onun dönmesine kadar orada kalacağına ve aletleri bekleyeceğine
yemin eder. Bu haberi alan mimar Ġgnatios oğlunu geri görder-
meyerek meleğin sonsuza dek orada kalmasını sağlar. Meleğin saklı
olduğu yerin, kalın bakır levhalarla kaplı olmasına rağmen yüzyıllarca
ziyaretçilerin dokunması ile aĢınan sütunun yeri olduğu kabul edilir
ve ortaçağın sonuna kadar Konstantinopolis'i gezen seyyahlar,
özellikle Rus hacılar, burayı meleğin bulunduğu yer olarak anlatırlar.
1453 kuĢatmasına Türk saflarında katılan Rus Nestor Ġskender, fetihten beĢ gün önce,
meleğin Ayasofya'yı terk e-dip göklere yükseldiğini yazar. Böylece
kilise ve dolayısıyla kent, Türklere karĢı korunmasız kalmıĢtır.
Ġstanbul'un fethinden sonra Rum çevrelerinde geliĢen efsane ise bir geri dönüĢ
efsanesidir. Türklerin gelmesiyle Ayasofya'daki son ayini yarıda
bırakıp elindeki kutsal kaplarla görünmez bir kapının arkasında
kaybolan papaz, kentin geri alınacağının iĢareti olarak, aynı yerden
çıkıp ayine kaldığı yerden devam edecektir.
Osmanlı Dönemi
Bizans'ın son döneminde Ayasofya efsanelerinin geliĢmesi, bunların Ġslam dünyasına
da yayılmalarına yol açar.
Efsaneye göre bir meleğin saklı olduğu sütunu kaplayan bakır levha, ziyaretçilerin
dokunmalarıyla aĢınmıĢ durumda.
Tahsin Aydoğmuş
AYASOFYA HAMAMI
458
459
AYASOFYA KÜTÜPHANESĠ
Arap gezginler ve coğrafyacılar, 12. yy' dan önce Ayasofya'dan doğrudan
bahsetmezler. Kilisenin adı ilk defa 1180'de kaleme alınan Haravi'nin
Hac Yerleri Rehberi'nde geçer. Ancak, Ayasofya'da namaz kılanlara
cennetin yolunun açılacağına dair hadise ya da Hz Muham-med'in,
miracında göğün yedinci katında görmüĢ olduğu Mescid ül-Aksa'nın
yeryüzü örneğinin Ayasofya olduğu konusundaki hikâyelere fetihten
önce rastlanmaz, yani Ayasofya'nın Müslüman efsanelerinin tümü
Türk olduğu gibi, bunlar kilisenin camiye çevrilmesinden sonraya
aittir.
Bu efsaneler Konstantinopolis'in kurulmasını da içeren genel bir temanın içinde
toplanır. Oysa bu temanın iki önemli varyantı vardır. Birincisi, 9. yy
Bizans efsanesini Türkçeye çevirerek bazı değiĢikliklerle imparatorun
Ayasofya'nın kuruluĢundaki rolünü güçlendirir. Burada yükseltilmek
istenen imparatorluk iktidarıdır, çünkü Osmanlı hükümdarı bu
iktidarın, devamcısıdır. ikincisi, bunun aksine, imparatorluk karĢıtı bir
metindir ve kuruluĢundan beri lanetli bir Kostantiniye
(Konstantinopolis) hikâyesi anlatır. 15. yy Türk yazarlarının icat etmiĢ
olduğu, kentin ilk kurucusu Yanko bin Madyan lanetli bir kiĢidir ve
dolayısıyla Kostantiniye yok olmaya mahkûm bir kenttir. Ayasofya'ya
gelince, bu tapınak Tanrı'nın doğrudan yönettiği bir mimarın yapıtıdır
ve Tanrı-mimar ikilisinin karĢısında imparator tümüyle etkisiz ve
çaresizdir.
ikinci varyantın en geliĢmiĢ hali olan 1491 tarihli metinde, anonim yazar Ayasofya
efsanesini anlattıktan sonra "Ol zaman zulümle bina yapdırmazlardı"
deyip II. Mehmed (Fatih) dönemi düzenini ve Fatih Camii'nin
yapımını sert bir dille eleĢtirir. Yazara göre cami hazineden para
çıkarmamak için eyaletlerin geliri ile yapılmıĢtır. Bu durumu da "Ol
suretle yapılan binadan sevab ummak dürüst müdür? Anın sevabından
geçilmelidir, eğer günahı olmazsa ve illa gü-nahdan gayrı dahi nesi
vardır ola?" Ģeklinde anlatır. Ayrıca yazar, hükümdarın, caminin
mimarı olan Atik Sinan'ı "habs içinde döğe döğe" öldürttüğünü söyler
ve bu bilgi baĢka kaynaklarca da doğrulanmaktadır. Oysa
imparatorluk karĢıtı Ayasofya efsanelerinde Tanrı'nın aleti durumunda
olan mimarın öldürülmesinin ne denli ağır bir suç oluĢturduğu
ortadadır. Bu efsanenin amacının, Fatih Sultan Mehmed'in Bizans'tan
devralıp sürdürmek istediği imparatorluk projesine karĢı çıkmak
olduğu açıktır."
Aynı tartıĢma 16. yy'ın ortalarında Süleymaniye Camii'nin yapımıyla yeniden ortaya
çıkar, llyas Efendi 1562'de yazmıĢ olduğu Tarih-i Konstantiniye'de
Ayasofya efsanesinde imparatorun rolünü yeniden yüceltirken metnin
sonunda Süleymaniye'ye uzun bir methiye düzer. Orada bulunan
malzeme ve taĢların her biri bir "memleketin harcı"na eĢdeğerdir.
Somaki sütunlarının her biri ise bi-
rer padiĢahın yadigârı. Hz Süleyman ya da Ġskender Zülkarneyn tahtından alınmıĢtır.
Böylece Süleymaniye büyük hükümdarların tahtları üstünde kurulmuĢ
bir imparatorluk anıtı haline gelir.
Flerhalde Tarih-i Konstantiniye'je yanıt olarak yazılmıĢ anonim Tarih-i Bina-i
Ayasofya ise Süleymaniye'den söz etmemekle birlikte Ayasofya'yı
yüceltir ve onun Hz Mulıammed'in miracında görmüĢ olduğu caminin
yeryüzündeki örneği olduğunu yazar. Ġki melek durmadan Ayasofya
kubbesinin çevresini tavaf eder ve "nuraniyetine münevver olurlar".
Yazara göre açıkça, Ayasofya'nın kutsallığı Süleymaniye'yi gereksiz
kılmaktadır.
Mimar Sinan'ın Edirne'deki Selimiye Camii'nin kubbesini Ayasofya'nın kubbesinden
altı zira daha geniĢ ve dört zira daha derin yaptığını ilan etmesiyle,
efsaneler aracılığıyla yürütülen bu tartıĢma sona erer. Ancak 19. yy'da
Batı etkisinde tarih yazılıncaya dek Ayasofya ve Konstantiniye
efsanelerinin getirmiĢ oldukları öğeler ideolojik vasıflarını
yitirmelerine karĢın kent tarihinin bir parçası olarak yaĢamlarını
sürdüreceklerdir. Örneğin Yanko bin Madyan'ın Ġstanbul'un ilk
kurucusu olduğuna uzun zaman herkesçe inanılacaktır. Ayasofya
efsaneleri örneğinin önemi, efsanelerin ideolojik fonksiyonlarını
ortaya çıkarmasıdır. Bu metinler okuyucuya hoĢ vakit geçirtmekten ya
da tarih bilgisi eksikliğini örtmekten çok, açıkça yapılamayan politik
ve ideolojik tartıĢmaların kılıfı olarak karĢımıza çıkar.
Bibi. G. Dagron, Constantinople İmaginaire, Paris, 1984; S. Yerasimos, Türk
Metinlerinde Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri, Ġst., 1993.
STEFANOS YERASĠMOS
Ayasofya îmareti'nde avlu ve asıl binanın giriĢi. M. Baba Tanman
AYASOFYA HAMAMI
bak. HASEKĠ HAMAMI
AYASOFYA ĠMARETĠ
Ayasofya Külliyesi kapsamındaki aĢevi, fırın, erzak ambarı gibi binalardan oluĢan
imaret. I. Mahmud, Ayasofya Camii ve müĢtemilatında geniĢ çaplı
onarım, yenileme ve geniĢletme çalıĢmalarına giriĢtiğinde, bazı
binaların ilavesi, bazılarının da tadili sonucunda kurulmuĢtur.
Kitabelerde 1155/1742-43 diye geçen inĢaatın bitim tarihini, ġem'danizade zilhicce
(Ģubat), Hammer ise zilkade (ocak) ayları olarak gösterir. Kitabelerin
üzerindeki sülüs hatlı mensur yazılar, Morali lakabıyla bilinen ve adı
darüssaade ağası ya da hazinedar gibi görev unvan-larıyla anılan BeĢir
Ağa, manzumeler ise dönemin Ģairlerinden Nimetullah Efendi
tarafından yazılmıĢtır. Böylece, I. Mahmud devrinde söz konusu
inĢaat faaliyeti sonucunda Ayasofya Camii imare-tiyle, sıbyan
mektebiyle, kütüphanesiy-le, sebilleriyle ve Ģadırvanıyla bir külliye
haline getirilmiĢtir.
Zamanın çeĢitli bekçi destanlarından ve menkıbelerinden anlaĢıldığına göre, imarette
dağıtılan ve fodla denilen ekmeklerin yanısıra, fukaraya her gün çorba
veriliyor, perĢembe günleri ayrıca zerde ve pilav çıkıyordu.
Ġmaretlerin kapatılmasından sonra Vakıflar Ġdaresi BaĢmüdürlüğü deposu olarak
kullanılan bina, daha sonra kurĢun levha atölyesine dönüĢtürüldü.
Caminin çevre duvarının Bâb-ı Hümayun tarafı köĢesindeki muhteĢem bir barok
kapıdan geçilerek imarete girilmektedir. Cami ile aĢhane arasında bir
avlu yer alıyor, ambar ise kuzeydoğu-
Ayasofya Ġmareti'nin kapısı. Ali Hikmet Varlık
daki yivli minare yanında bulunuyordu. Bizans'ta hazine binası diye adlandırılan bu
yuvarlak yapı tadil edilmiĢ, içine ahĢap bir kat eklenmiĢ, tabanı bir
hayli yükseltildiğinden, yeni kapı ve pencereler açılmıĢtı, giriĢte ise
kocaman bir kantar duruyordu.
1979'daki bir kazıda, binanın eski Bizans zeminine kadar inilmiĢ, bu arada ahĢap kat
ve kiriĢleri ile kantar kaldırılmıĢtır. Ġmaretin esas binası caminin
kuzey dıĢ duvarı boyunca batıdan doğuya doğru uzanır. Üç bölümlü
binanın ilk iki bölümü fodlahane ve aĢhanedir, ü-çüncü kubbeli bölüm
ise "mek'el" olarak adlandırılan yemekhanedir. Bu kısmın ana
giriĢinde sütunlar üzerinde üç bölümlü bir revak bulunur.
Ayasofya Ġmareti'nin sanat tarihi açısından önemi, Osmanlı mimarisinde Batı
etkilerinin görüldüğü ilk yapılardan birisi olmasıdır.
Bibi. Mür'i't-Tevârih, I/A, 110; Ayvansarayî, Hadîka, I, 5; Ramazannâme, (yay. A.
Çele-bioğlu), îst., ty, s. 165-167; Hammer, Cons-tantinopolis-
Bosporus, XXV, XLVI-XLVII; A. Akar, "Ayasofya'da Bulunan Türk
Eserleri ve Süslemelerine Dair Bir AraĢtırma", VI), IX (1971), s. 286;
E. Yücel, Ayasofya Müzesi, Ġst., 1986, s. 32; S. Eyice, "Ayasofya
Ġmareti", DİA, IV, 212.
SEMAVÎ EYICE
AYASOFYA KÜRSÜ ġEYHĠ
Osmanlılar döneminde Ġstanbul'daki cuma namazı kılınan büyük camilerde vaaz
veren hocaların en kıdemlisinin unvanı. "Ayasofya vaizi", "Ayasofya
cuma vaizi" de denmiĢtir.
Ġlmiye sınıfının Ģeyhülislamdan, ibti-da-i hariç müderrisliğine kadar derecelenmiĢ bir
kadrosu vardı. Cami görevlileri ilmiye sınıfından sayılmazlardı.
Ancak katar Ģeyhleri denen ve selatin camilerde
vaaz veren, aynı zamanda çoğu birer tarikat Ģeyhi olan küçük bir gruba, ilmiye sınıfı
ayrıcalıkları tanınmıĢtı. Bunlara ait "tarik defteri"nde (protokol ve
kadro sıralaması) ön sırayı Ayasofya kürsü Ģeyhi almakta, onu, cuma
namazı kılınan diğer Sultan Ahmed, Süleymaniye, Bayezid, Fatih,
Nuruosmaniye, Sultan Selim, Eyüb Sultan, Laleli, ġehzade, Üsküdar
Yeni Valide, Ayazma, Beylerbeyi, Hasköy Va-lidesultan, Selimiye,
Nusretiye, ġemsipa-Ģa camilerinin ve Yeni Cami'nin vaizleri
izlemekteydiler. Ayasofya vaizliğine ve diğerlerine, Ġstanbul'daki
baĢlıca dergâh ve âsitanelerin Ģeyhleri öncelikle atanmaktaydılar. Bu
konumdaki vaizlere kürsü Ģeyhi, tümüne birden de katar Ģeyhleri
denmekteydi.
Selatin camilerde hemen her gün, sıradan vaizler tarafından halka vaazlar verilirken
Ayasofya kürsü Ģeyhi ve öteki selatin camilerin vaizleri, yalnızca
cuma günleri, çok kalabalık cemaatlere vaazlar vermekteydiler. Bunun
bir nedeni de cuma hutbelerinin baĢtan sona Arapça okunmasıydı.
Halk hutbede okunan ve söylenenleri anlamadığından cuma vaazı,
genellikle o günkü hutbenin konusunu açıklamaya dönük olmaktaydı.
Ayasofya'nın Ġstanbul camileri arasındaki özel saygınlığı, saraya yakın
oluĢu, cemaatinin ise saray ve Babıâli görevlileri ile çarĢı esnafından
oluĢması nedeniyle de kürsü Ģeyhinin buradan verdiği mesajlar
önemsenirdi. Bu bakımdan Ayasofya kürsü Ģeyhliğine, Ġstanbul'da en
çok saygı duyulan, erdemi, bilgisi ve hi-tabetiyle tanınmıĢ bir tarikat
Ģeyhinin atanmasına özen gösterilirdi. Bu nitelikte birisi bulunmadığı
dönemlerde ise diğer camilerin vaizliklerinde bulunarak kıdem ve
deneyim kazanmıĢ ve sırası gelmiĢ olan cuma vaizi atanırdı. Atama
iĢlemi ġeyhülislamlık'ça yapılan Ayasofya Ģeyhine yüksek bir aylık
ödenir, ayrıca bu caminin vakfından da ücret bağlanırdı.
Ayasofya kürsü Ģeyhi ya da vaizi olan kiĢinin sarayla ilgili tüm dinsel törenlere
katılması kuraldı. ġehzadelerin bed'-i besmele (okumaya baĢlama),
sünnet, hatim törenlerinde, mevlid alayında vaaz verip dua etme,
Ayasofya kürsü Ģeyhinin görevlerindendi. Örneğin, Mür'i't-Tevârih'e
göre 18 Ağustos 1766' da düzenlenen Sultan Ahmed Ca-mii'ndeki
mevlid alayında, III. Mustafa hünkâr mahfiline gelip kafes
penceresinden cemaati selamladıktan sonra Ayasofya Ģeyhi kürsüye
çıkıp törenin amacına uygun vaaz verip dua etmiĢ, kürsüden inince
kendisine samur bir kürk giydirilmiĢti. Yine aynı tarihin yazdığına
göre, ġehzade Selim (III. Selim) için 1766'da Ġncili KöĢk'te
düzenlenen bed'-i besmele cemiyetinde de padiĢahın, sadrazamın ve
yüksek devlet ve din adamlarının huzurunda ilk dersi ġeyhülislam
Efendi verdikten sonra Ayasofya Ģeyhi dua etmiĢti. 1767'de ise
Ayasofya vaizi olan Bayramı ġeyhi Him-metzade AbdüĢĢükür
Efendi'nin ölümü, kentte üzüntüye neden olmuĢtu.
Topkapı Sarayı Müzesi Kitaplığı'nda-ki yazma eserler arasında bulunan Müs-
takimzade Süleyman Saadeddin Efendi'nin Ayasofya-ı Kebîre Şeyh
Olanlar adlı risale, 17. ve 18. yy'larda bu göreve atananların
biyografilerini ve Ayasofya vaizliği ile ilgili açıklamaları içerir.
NECDET SAKAOĞLU
AYASOFYA KÜTÜPHANESĠ
Ayasofya Camii içinde I. Mahmud (hd 1730-1754) tarafından yaptırılan kütüphane.
Vakfiyesi 1152/1740'ta düzenlenmiĢ ve 21 Nisan 1740'ta açılmıĢtır. Bu dönemde
kütüphanede 4.000 civarında kitabın bulunduğu Vakanüvis Subhî
Mehmed Efendi tarafından belirtilmektedir. Kütüphanenin dördü
yazma biri de basma olmak üzere beĢ tane katalogu vardır. 1968'de
mevcut kitapları Süleymaniye Kütüphanesi'ne(-0 nakledilmiĢtir.
Ayasofya Kütüphanesi, baĢlıbaĢına bir yapı olarak tasarlanmakla birlikte, caminin
güneyindeki iki payandanın arasına inĢa edilmiĢtir. Türk kütüphane
binalarında rutubetin önlenmesi gayesiyle hava akımını sağlamak için
alt kısımların boĢ bırakılması, geleneksel bir mimari uygulama iken
burada böyle bir yer seçimi ĢaĢırtıcıdır.
Kütüphanenin giriĢi ve okuma odası, caminin sağ tarafındaki sahnın içine inĢa
ettirildiğinden, kitapların muhafazasına ayrılan müstakil binanın cami
haricinde kalan bu payandaların arasına isabet ettiği düĢünülebilir.
Burası barok üslupta harikulade bir iĢçiliğe sahip bulunan tunç
Ģebekelerle cami harimin-den ayrılmıĢtır. Bu tunç iĢçiliğine, daha
gerideki kubbeli giriĢ holünün kemerleri ve kapısında da rastlanır. 90
derecelik dik bir açı yapan dar koridor, kemer kısmında "besmele"
bulunan bir kapı ile kitapların muhafaza edildiği hazine bölümüne
açılır. Burası ince mermer sütunlarla ayrılmıĢ ve ilki kubbeli, ikincisi
ise hafifçe yüksek seki halinde olup aynalı tonozla örtülüdür. Kubbeli
bölümün ortasında sedef kakmalı, nakıĢlı ahĢap kitap dolabı yer
almaktadır.
Ayasofya Kütüphanesi, tunç Ģebekeleri kadar içindeki nakıĢlar ve duvar çi-nileriyle
de tanınmıĢtır. Ancak bu çiniler binayla aynı tarihte yapılmamıĢ olup
16. yy'dan itibaren imal edilen farklı üsluptaki parçalardan meydana
gelmektedir. Duvarlara devĢirme Ġznik, Kütahya ve Tekfur Sarayı
atölyelerinde imal edilmiĢ çiniler konulmuĢ, aralarına Ġtalya Faen-za
çinileri yerleĢtirilmiĢtir. Burada eski çinilerin içindeki bilhassa servi
motifli pano son derece kıymetlidir. Kitap hazinesi kısmındaki dolap
aralarında da çiniler bulunmaktadır. Kubbe kasnağını kuĢatan celi
sülüs hattıyla yazılmıĢ "Fâ-tır" suresinin 29-32. ayetleri Baltacızade
Mustafa PaĢa'nın eseridir. Kubbe içindeki alçı kabartma süslemeler ve
okuma odası ile kitap hazinesindeki taĢ kakma tekniğiyle yapılmıĢ
tuğralar, kütüphanenin baĢlıca süsleme unsurlarıdır.
AYASOFYA MEDRESESĠ
460
461
AYASOFYA MÜZESĠ YILLIĞI
alan on altı beyitlik diğer tarih manzumesinin metni Emin adlı bir Ģaire, yazısı ise
devrin ünlü hattatlardan Ahmed Arif Efendi'ye aittir.
ġadırvanın ortasında on altı bölümlü mermer su havuzu yer' alır. Tunç musluklarla
donatılmıĢ olan bölümler barok üslupta çiçek kabartmaları ile
süslüdür. Havuza yaklaĢılmaması için düĢünülmüĢ olan, tunç
Ģebekelerin üzerinde, Ģadırvanın yapım tarihini veren diğer tarih
manzumesinin yazılı olduğu panolar sıralanır. Bunların da üzerinde
havuzu örten tel kubbe görülür. Havuzun merkezinde mermerden bir
Ģadırvan göbeği bulunmaktadır.
Revağın üstü, kurĢun kaplı geniĢ bir ahĢap saçakla örtülmüĢ, saçağın ortasına, yine
kurĢun kaplı küçük bir kubbe oturtulmuĢtur. Saçağın tavanı, çiçek
motiflerinin kullanıldığı yaldızlı nakıĢlar ve çıtalarla süslenmiĢ,
kubbenin maviye boyalı iç yüzeyi yaldızlı çıtalarla dilimlere taksim
edilmiĢtir. Tunç kafesin tepesinde bulunan alem Enbiya Suresi'ndeki
"Biz her Ģeyi sudan yarattık" ayetini içermektedir. Bu alemin küçük
boyutlu benzerleri havuzun bölümlerini ayıran sütunçe-lerin üzerinde
de tekrarlanmıĢtır.
Ayasofya ġadırvam'nda dikkati çeken husus, Osmanlı mimarisinde, Batı'dan ithal
edilen birtakım mimari unsurların hızla yayıldığı, barok üslubun
oluĢtuğu bir dönemde inĢa edilmiĢ olmasına rağmen, Ayasofya'nın
çevresinde aynı yıllarda yaptırılan binalardan farklı olarak,
tasarımının ana hatlarında klasik Osmanlı çizgisini sürdürmesidir.
Barok etkiler ancak süsleme ayrıntılarında kullanılmıĢtır.
Ġstanbul'daki Ģadırvanlar arasında gerek oranları gerekse de itinalı süslemesi ile
müstesna bir yer iĢgal eden Ayasofya ġadırvanı 18. yy'ın ikinci
yarısına ya da sonlarına ait bir bekçi destanında Ģu mısralarla
övülmüĢtür: Bin konak yerden sayılır / Her gören ona kapılır / Böyle
bir ra 'nâ şadırvan / Ne yapılmış ne yapılır.
Bibi. Suyolcuzade Mehmed Necib, Devha-tü'l-Küttâb, (yay. Kilisli Muallim Rifat),
ist., 1942, s. 121; M. Yahya Dağlı, İstanbul Mahalle Bekçilerinin
Destan ve Mâni Katarları,
:- Ayasofya
":'~^."-"~*-:'~''••"' '";=v^-""" ġadırvanı ~—-• ~~ •,, , • • ;-.yv>7"~ ~.-~
Tahsin Aydoğmuş
ist., 1948, s. 38-39; E. Tokay, İstanbul Şadırvanları, ist., 1957, s. 19; S. Tansuğ, "18.
Yüzyılda istanbul ÇeĢmeleri ve Ayasofya ġadırvanı", VD, VI (1965),
s. 93-110; İSTA, III, 1484-1486; E. Yücel, Ayasofya Müzesi, Ġst.,
1986, s. 30-31; S. Eyice, "Ayasofya ġadırvanı", DlA, IV, 217.
SEMAVĠ EYĠCE
AYASOFYA ÜÇÜZLÜ ÇEġMESĠ "Ayasofya Üçüzlü" veya "Üçyüzlü" olarak da
tanınan çeĢme, Ayasofya Ca-mii'nin batı yönünde, Alemdar Caddesi
üzerinde, Yerebatan Sarayı çıkıĢının kar-Ģısındadır.
1330/1911 tarihli olan bu çeĢme grubunun banisi ve mimarı kesin olarak
bilinmemektedir. Ancak ortadaki çeĢmenin kemeri üzerinde yer
aldığım bildiğimiz V. Mehmed ReĢad tuğrasından (bugün kazınmıĢ)
hareketle adı geçen padiĢah tarafından yaptırılmıĢ olduğu tahmin
edilebilir. Aynı Ģekilde, tasarımına egemen olan I. Ulusal Mimarlık
Üslu-bu'ndan ötürü, inĢa edildiği yıllarda Evkaf Nezareti baĢmimarı
Kemaleddin Bey'in eseri olması muhtemeldir.
ÇeĢmenin cephesi tümüyle beyaz mermer kaplı olup, birbirine bitiĢik üç kitleden
oluĢmaktadır. Ortadaki, diğerlerinden daha geniĢ ve daha yüksek
tutul1 muĢ, yandaki çeĢmeler buna göre simetrik olarak tasarlanmıĢ ve
cephe hattıyla dar açı oluĢturacak Ģekilde yerleĢtirilmiĢtir. Orta bölüm
iki yandan yüzeyleri ince düğümlü geçme bordürle çerçevelenmiĢ
Ayasofya Üçüzlü ÇeĢmesi
Elif Erim / TETTV Arşivi
payelerle kuĢatılmıĢ, üst hizada köĢeleri pahlanan payelerin caddeye bakan
cephelerine kabaralar yerleĢtirilmiĢ ve kemerlerle hareketlendirilmiĢ
babalarla taç-landırılmıĢtır. Her üç kitlede de sivri kemerli niĢler içine
gömülmüĢ birer dikdörtgen ayna taĢı bulunur. Kemerler, rozetler ve
tas yuvalarıyla hareketlendirilen ayna taĢlarından ortadaki, iki yandaki
simetrik aynalığa göre daha gösteriĢlidir. Üç çeĢmenin de kemerleri
iki renkli taĢla örülerek hareketli bir görünüm kazandırılmıĢtır. Orta
bölümün kemerinin kilit taĢının üzerindeki yuvarlak boĢluk daha önce
sözünü ettiğimiz V. Mehmed ReĢad tuğrasının yeridir. Yan çeĢmelerin
kemerlerinin üzerinde kartuĢla sınırlanmıĢ kitabe levhaları yer
almıĢtır. Her üç çeĢmede de sülüs hatla yazılmıĢ olarak, genellikle
suyla ilgili yapılarda rastlanan ayetler bulunmaktadır. Soldaki
çeĢmenin ayna taĢı üzerindeki levhada 1330/1911 tarihi görülür. Yan
çeĢmeler de orta bölüm gibi payelerle kuĢatılmıĢtır. Fakat bu payeler
daha sade bir görünüme sahip olup, sekizgen baĢlığın üzerinde
prizma-tik bir örtü bulunmaktadır. Ortadaki bölüm, boyut ve
süslemeleriyle yandakiler-den daha gösteriĢli olarak tasarlanmıĢ,
kemerin üzerindeki dıĢa taĢkın silmeli saçak ve en üstteki iki baba
arasında ajurlu sekiz köĢeli yıldızlarla bu bölüme bir taç kapı
görünümü verilmiĢtir.
Bibi. TanıĢık, istanbul Çeşmeleri, I, 307-309; İSTA, III, 1476-1478; A. Ödekan,
"Kentiçi ÇeĢme Tasarımında Tipolojik Çözümleme", Semavi Eyice
Armağanı/istanbul Yazılan, ist., 1992, s. 281-297; S. Eyice, "ÇeĢme",
DlA, VIII, 277-287.
BELGĠN DEMĠRSAR
AYASPAġA
Taksim Meydanı'ndan, doğuda Dolma-bahçe, güneydoğuda KabataĢ'a doğru inen dik
yamaçlar üzerinde, Ġnönü (eski GümüĢsüyü) Caddesi ile KabataĢ
arasındaki yörede kurulu, Beyoğlu Ġlçesi'ne bağlı semt. GümüĢsüyü
Mahallesi olarak da bilinir.
Atatürk Kültür Merkezi(->) ve Taksim Gezisi'nin(->) güneydoğusunda, Park Otel(-0
inĢaatının her iki yanında ve al-, tında uzanan semt, KabataĢ'a doğru
inen sırtlarda kurulduğu için dik yokuĢlu, çoğu merdivenli dar
sokakları, cadde üstünde ve bu sokaklardaki çoğu yüzyılın ilk
çeyreğinden kalma eski apartmanları, Alman Konsolosluğu (bak.
Alman Elçiliği Binası) vb görkemli binalarıyla kentin kendine özgü
çizgiler taĢıyan gelenekli, seçkin yerleĢme bölgelerinden biridir.
Atatürk Kültür Merke-zi'nden baĢlayıp tam bir dirsek çizerek
GümüĢsüyü Askeri Hastanesi'nin önünden geçip aĢağı,
Dolmabahçe'ye doğru inen Ġnönü Caddesi, AyaspaĢa'nın üst sınırını
belirler. Ġnönü Caddesi'nin her iki yanında bakımlı ve eski
apartmanlar yükselir. Semt Ġnönü Caddesi'nin dirseğinin altında,
yamaçta uzanır.
AyaspaĢa'nın Dolmabahçe yönünden Taksim'e doğru, eski ve önemli sokak-
lan Bağ Odaları (bugün Tarık Zafer Tu-naya Sokağı), Beytulmalcı, Sulak ÇeĢme,
Çifte Vav, Selime Hatun Camii, Saray Arkası, AyaspaĢa Camii, Kutlu,
Bo-lahenk, Hariciye Konağı, Sağlık sokak-larıyla semtin sınırını çizen
PürtelaĢ ve Sormagir sokaklarıdır. Parke taĢlı, bol kıvrımlı ve yokuĢlu
bu sokakların çoğu merdivenlerle kesilir ya da bir çıkmazla son bulur.
Semt, adını, I. Süleyman'ın (Kanuni) (hd 1520-1566) sadrazamlarından AyaĢ
PaĢa'dan alır. Yeniçeri Ocağı'ndan yetiĢen AyaĢ PaĢa, Kanuni
döneminde sadrazamlığa kadar yükselmiĢ ve 1539'da vebadan
ölmüĢtür. AyaĢ PaĢa'mn kendi adıyla bilinen bu semtte, havuzlu bir
bahçe içinde konağı olduğu bilinmektedir. AyaspaĢa semtinin
bulunduğu yöreye ait ilk Osmanlı kayıtlarından, buranın sık koruluk
olduğu anlaĢılmaktadır. Evliya Çelebi'ye göre burada, 16. yy'da,
padiĢahın köpeklerinin yetiĢtirilip beslendiği bir "Samsunhane" ve
onun yakınında da Evliya'mn "Müneccim Kuyusu Mesiresi" dediği bir
mesire, bir de AyaspaĢa Havuzlu Mesiresi vardı. AyaspaĢa'nın büyük
havuzlu bahçesinin ise günümüzün Cennet Bahçesi'nin yerinde
olduğu sanılmaktadır. Bölgedeki arazinin büyük bölümü AyaĢ PaĢa
Vakfı'na aitti.
17. yy'dan itibaren Taksim'den Ģimdiki Ġnönü (GümüĢsüyü) Caddesi'nin dönemecine
kadar uzanan ve günümüz AyaspaĢa'sının büyük bölümünü kapsayan
yöre aĢağılara, Dolmabahçe'ye kadar mezarlık alanı haline gelmiĢtir.
1615'te yapılan bir anlaĢmayla burada, yukarılarda, Taksim'e daha
yakın bir bölgede Hıristiyanlara da bir mezarlık yeri tahsis edilmiĢ ve
bütün bu yöre, 19. yy ortalarına kadar "Grand Champs deĢ Morts
(Büyük Mezarlık)" olarak anılmıĢtır.
Tanzimat'tan sonra BatılılaĢma süreciyle birlikte Ġstanbul'un yapısı yavaĢ yavaĢ
değiĢirken o dönemlere kadar yabancıların, Levantenlerin,
Hıristiyanların bölgesi sayılan^ Pera ve çevresine Müslüman Türk
nüfusun kalburüstü kesimleri de rağbet etmeye baĢlayınca, kentin
yerleĢim bölgeleri Talimhane, Taksim ve nihayet AyaspaĢa'ya doğru
geniĢlemeye baĢlamıĢtır. Kentin ortasındaki büyük mezarlığın
görünümü göze batar olmuĢ ve 18. yy ortalarından itibaren önce
Hıristiyanlara Feriköy çevresinde bir mezarlık alanı sağlanmıĢ,
AyaspaĢa Mezarlığı da yavaĢ yavaĢ kaldırılmıĢtır. 1850'le-re kadar
burada önemli bir yerleĢmenin bulunmadığı bilinmektedir. Yine 19.
yy ortalarına kadar Ġstanbul'a gelmiĢ yabancıların çoğu, kenti
anlatırlarken "Grand Champs deĢ Morts"tan söz etmiĢler, Ġstanbul ve
çevresinin en güzel manzaralarından birinin bu noktadan
seyredilebileceğini, mezarlığın Boğaz'a, Üsküdar'a, Adalar'a, hattâ
Mudanya Dağları ve Alemdağ'a kadar tüm ufka hâkim olduğunu
yazmıĢlardır.
Semtteki ilk önemli bina, 1870'te büyük Beyoğlu yangınından sonra tümüy-
AyaspaĢa, 1926
Pervitüch haritasından yararlanılarak hazırlanmıştır.
le yanan Alman Sefareti'nin, AyaspaĢa Mezarlığı'nın bir bölümünde verilen yere
kurulan yeni binasıdır.
1877'de biten binanın çatısında Prusya kartallarının heykelleri olduğu için o dönemde
halk arasında "KuĢlu Saray" diye bilinirdi. Alman Sefareti'nin
yapıldığı tarihte, etraf henüz mezarlıktı. "KuĢlu Saray"ın biraz üstünde
Dolmabahçe'ye bakan yamaçta ise 1849'da yapılmıĢ GümüĢsüyü
Askeri Hastanesi ve halen Ġstanbul Teknik Üniversitesi binalarından
biri olan GümüĢsüyü KıĢlası binaları vardı. Dolmabahçe Sarayı'n-
dan(->) yukarı, Taksim'e doğru çıkan ve mezarlığı ikiye bölen toprak
yol ise bugünkü Ġnönü Caddesi'dir.
Semtin hem tarihini hem de bugününü belirleyen önemli bir bina da bugün artık
yerinde bulunmayan, ama semtin tarihine olduğu kadar geleceğine de
damgasını vuran Hariciye Konağı'dır. PadiĢaha itimatnamesini
1887'de sunan Ġtalya Büyükelçisi Baron Alberto Blanc' m sefaret
binası olarak inĢa ettirdiği yapı, kısa süre sonra II. Abdülhamid
tarafından satın alınmıĢ ve Berlin sefiri iken hariciye nazırı olarak
Ġstanbul'a dönen
Ahmed Tevfik PaĢa'mn ikametine tahsis edilmiĢtir. 1897'de konak, Ġsviçre asıllı
eĢiyle birlikte konağın güzelleĢtirilmesine büyük katkılar yapan ve
konağı çok seven Ahmed Tevfik PaĢa'ya ihsan edilmiĢtir. Bina
1911'de yanmıĢ, ancak sağında ve solunda bulunan kagir bölümler
kurtulmuĢ; 1930'da bu bölümlerden Kâtipler Dairesi, Park Otel' in
çekirdeği olan Miramar Otel adıyla açılmıĢ, daha sonra da Park Otel'e
dönüĢmüĢtür.
Ġnönü Caddesi üzerindeki tek ahĢap yapı olan Japon Elçiliği ise 1904'te yapılmıĢtır.
Konağın ilk sahibi Osmanlı Bankası müdürlerinden Pangiris'tir. Japon
Konsolosluğu, Pangiris adını Pandelli olarak vermekle birlikte bunun
eski yazıyı okurken yapılan bir hatadan kaynaklandığı sanılmaktadır.
1928'de bina Japon Elçiliği'nin mülkiyetine geçmiĢ, bugüne kadar da
eski haliyle korunmuĢtur. AyaspaĢa'da bulunan eski binalardan biri de
Sarayarkası Sokağı'ndaki AyaspaĢa Hamamı'dır. Ancak bina I. Dünya
SavaĢı sırasında Fransız Cizvitleri tarafından satın alınarak kiliseye
dönüĢtürülmüĢ, eski görünümünü tümüyle kaybetmiĢ, sadece
hamamın kubbeli bö-
AYASPAġA MESCĠDĠ
466
467
AYASTEFANOS RUS ANITI
lümü aynen bırakılmıĢtır. Selime Hatun Camii Sokağı'na adını veren mescit 1930'
larda ibadete kapatılmıĢ ve minaresi yıktırılmıĢ, daha sonra Demokrat
Parti döneminde onarılarak yeniden açılmıĢtır.
Özenli, görkemli apartmanlarıyla da tanınan AyaspaĢa'daki konut ve apartmanların
tarihinin 1925-1930'lardan geriye gitmediği anlaĢılmaktadır. 19. yy'm
ortalarına kadar mezarlık olan semtte mezarların tümüyle kalkması
uzun bir döneme yayılmıĢtır. AyaspaĢa'nın eski sakinleri mezarlığın
bütünüyle kalkmasının tarihi olarak 1925'i vermektedirler. O sıralarda
vilayet bu bölgede arazi satıĢına baĢlamıĢ, arsalar birkaç kiĢi
tarafından çok ucuz fiyatla kapatılmıĢ ve ilk olarak Park Otel'in
karĢısına AyaspaĢa Apartmanı yapılmıĢtır.
Diğerleri arasında, Ankara Palas, KardeĢler, GümüĢsü Palas(-»), Hayırlı, Rüya, Pamir
apartmanları gerek tarihleri ve kendilerine özgü üslupları, gerekse
günümüzde birçok ünlü sanatçının, aydının, eski Ġstanbullunun
konutları olmalarıyla, özellikle hatırlanmaya değer.
1930'lardan itibaren semtin profilini ve havasını belirleyen en önemli yapı ve merkez,
kuĢkusuz Park Otel'dir. Park OtePin sadece bir bina ve otel olmaktan
ibaret olmayan tarihi ve 1981 sonrasında kent profiline iliĢkin en
büyük tartıĢmanın odak noktası olarak günümüzdeki durumu,
AyaspaĢa'nın 20. yy'daki tarihiyle hep iç içe olmuĢtur. Üstelik 1993
Kasım'ında yıkılması gündeme gelen yeni Park Otel inĢaatı nedeniyle
semtin eski sokaklarından Ağa Çırağı Sokağı inĢaat sahiplerine
satılmıĢ ve sokak yok edilmiĢtir.
Günümüzde Ġnönü Caddesi'nin iki
yanındaki apartmanlarının alt katlarında turizm acenteleri, çeĢitli dükkânlar ve
restoranlar açılmıĢsa da yöre hâlâ Ġstanbul'un Beyoğlu kesiminin
muteber ve seçkin bir yerleĢme alanıdır. AyaspaĢa'nın en eski ve ünlü
sakinleri arasında Ahmed Tevfik PaĢa'nın oğulları ve torunları, Ziyad
Ebüzziya, daha yenilerde ise Semiha Berksoy, Hilmi Yavuz, sinema
sanatçısı Hale Soygazi, tiyatro sanatçısı Haldun Dormen, yönetmen
Sinan Çetin, opera sanatçısı Suna Korad, sinema sanatçısı Lale
Mansur, tiyatro sanatçısı Ali Poyrazoğlu ve daha birçok sanatçı, yazar,
mimar, bilim adamı, ünlü avukat ve hekimler vardır.
Bibi. "AyaspaĢa", Arkitekt, S. 4 (1993), s. 15-50; "AyaspaĢa", 1KSA, c. II, s. 853,
854; "AyaĢ PaĢa", İA, c. II; Evliya, Seyahatname, l.
ĠSTANBUL
AYASPAġA MESCĠDĠ
bak. KADI MESCĠDĠ
AYASPAġA MEZARLIĞI
Taksim'den baĢlayarak, GümüĢsüyü üzerinden Dolmabahçe ve Fındıklı'ya kadar
indiği bilinir. Bugün izi kalmamıĢtır. Mezarlığın adı I. Süleyman
(Kanuni) dönemi vezirlerinden AyaĢ Pa-Ģa'dan gelmektedir. Bu
bölgenin AyaĢ PaĢa Vakfı'na ait olması ve AyaĢ PaĢa Konağı'nın da
aynı yörede bulunması nedeniyle bu ismi aldığı bilinir. Ġstanbul'u
anlatan eski seyahatnamelerde tasvir edilen ve gravürlerde görülen
AyaspaĢa Mezarlığı daha I. Dünya SavaĢı öncesinde harap
vaziyetteydi. Mezarlık 1933'te Vakıflar Ġdaresi tarafından kadro dıĢı
bırakılmıĢ ve Ġstanbul Belediyesi'ne devredilmiĢtir.
Eylül 1926 tarihli Pervititch paftasında mezarlığın vaziyet planı bulunmaktadır. I.
Dünya SavaĢı yıllarında balondan çekilen hava fotoğrafları ise
mezarlığın servilerle kaplı olduğunu göstermektedir. Mezarlık
alanında inĢaatların yapılması tartıĢmalara neden olmuĢ, 1897
Osmanlı-Yunan SavaĢı'nda yaralanıp GümüĢsüyü Askeri Hastanesi'ne
getirilip vefat eden asker kabirlerinin baĢka yerlere nakli bu
tartıĢmaları büyütmüĢtür. Ama arazinin çok değerlenmesi,
tartıĢmaların bir etki yaratmasına imkân vermemiĢ ve mezarlık
parsellenip satılmıĢtır. Mezar taĢlarının büyük bölümü tahrip olmuĢ ya
da inĢaat temellerinde kullanılmıĢtır. Bunlardan çok küçük bir bölümü
Alman Elçiliği (bugün BaĢkonsolosluk) bahçesinde muhafaza altına
alınmıĢtır.
Mezarlıktaki kıymetli taĢların kitabeleri 19. yy sonlarında Fındıklılı Ġsmet Efendi
tarafından tespit edilmiĢ, ancak yayımlanmayan bu eser, yazarın
eviyle birlikte yanmıĢtır.
Tarihçi Fındıklık Silahdar Mehmed Ağa, Ģair ġinasi gibi ünlü kiĢilerin gömülü
olduğu mezarlığın bir bölümü üzerinde de, bugün, Atatürk Kültür
Merkezi bulunmaktadır. KarĢı köĢede GümüĢsu-yu'na inen yolun
baĢındaki iĢhanı da 1980'lerde inĢa edilmiĢ ve mezarlığın kalan son
parçası ortadan kalkmıĢtır.
Bibi. SiciU-i Osmanî, l, 161, 446, 447; İSTA, III, 1488; İKSA, II, 853, 854; Eklem,
Boğaziçi Anılan, 8, 16, 18; inal, Son Hattatlar, 213, 340; Malûmat, S.
158 (1314); F. Ayanoglu "Tahrip Edilen Eski Eserler Serisi: Lûtfi
Efen-di'nin Mezarı", VD, IX (1971), s. 264; I. Ar-tuk, "Silahdar
Fındıklılı Mehmed Ağa", TD, XXVII (1973), s. 130; Ç. Gülersoy,
İstanbul Görünümleri, II, Milano, ty, s. 123.
ĠSTANBUL
YaklaĢık 300 yıl varlığını sürdüren AyaspaĢa Mezarlığı'nı (Grand Champs deĢ Morts)
betimleyen bir gravür. Nazım Timuroğlu fotoğraf arşivi
AYASTEFANOS ANTLAġMASI
Ayastefanos Muahedesi, San Stefano (YeĢilköy) Muahedenamesi de denir. Osmanlı
resmi kayıtlarında "Rusya ile Ayastefanos Mukaddimat-ı Sulhiye
Muahedesi" adıyla geçer. 1877-1878 Os-manh-Rus SavaĢı (93 Harbi)
sonunda 3 Mart 1878'de YeĢilköy'de imzalanmıĢtır.
1877-1878 Osmanlı-Rus SavaĢı'nın son evresinde, Osmanlı hükümeti, devletin
büsbütün yıkılmasını önlemek amacıyla Avrupa devletlerinin
müdahalesini istedi. Bu giriĢimin bir etkisi olmadı. II. Abdülhamid,
Rus Çarı II. Aleksandr'a bir telgrafla baĢvurdu ise de çar, antlaĢma
koĢullarının komutanlarla görüĢülebileceği cevabını verdi. Bu sırada
Rus ordusu Edirne'yi iĢgal etmiĢ bulunuyordu. BaĢkomutan Grandük
Nikola, Osmanlı ordu komutanlarına 31 Ocak 1878 günü Edirne
AteĢkes AntlaĢması'm imza ettirdi. Bu belge, Rus ordusunun Çatalca
hattına kadar ilerlemesi koĢulunu da içermekteydi. Bu oldubitti,
Ġngiltere, Fransa, Avusturya ve Ġtalya yönetimlerini kaygılandırdı.
Ġngiltere, Akdeniz filosuna Ġstanbul'a hareket emri verdi. Amacını da
Ġstanbul'da yaĢayan uyruklarının güvenliğini sağlamak olarak açıkladı
ve gerektiğinde zor kullanılacağını da duyurdu. Bu geliĢme karĢısında
Rusya, Ġngiliz donanmasının Ġstanbul Boğazı'na girmesi durumunda,
ordusunun Ġstanbul'u iĢgal edeceği tehdidinde bulundu.
Her iki tehdit de Ġstanbul'a yönelik olduğundan kentte, tarihte benzeri görülmeyen bir
korku ve bunalım yaĢanmaya baĢladı. Esasen, savaĢ boyunca
Balkanlar'dan göçmüĢ bulunan 200.000 dolayındaki göçmen de kent
yaĢamını altüst etmiĢ bulunuyordu. Bu sırada karargâhını
Ayastefanos'a taĢıyan Grandük Nikola, II. Aleksandr'a gönderdiği
telgrafta, Ayasofya'nın minarelerinin göründüğünü ve önünde hiçbir
engelin kalmadığını bildirmiĢti.
II. Abdülhamid'in baĢkanlığında toplanan Meclis-i Fevkâlade'deki tartıĢmalardan bir
sonuç çıkmadı. Ancak ilk kez padiĢaha karĢı bir halk temsilcisi sesini
yükseltebildi. Ġstanbul Mebusu Astarcılar Kethüdası Ahmed Efendi
"Bizim görüĢümüzü almak için, düĢmanın Ġstanbul'a dayanmasını mı
beklediniz?.." dedi. KonuĢmalardan bunalan padiĢah ayağa. kalkıp
"Bu meclisi ben topladım. ġu efendi evvela bunu bilmiyor. Eğer Rus
tümeninin Ġstanbul'a girmesini kabul etmezseniz, bana uyanlarla gider
savaĢır, gerekirse ölürüm!" yollu konuĢtu.
Ġstanbul'da bunlar olurken Rusya ile Ġngiltere kendi çıkarlarını dengeleyip anlaĢtılar.
Ġngiliz donanması Mudanya'da demir attı. Rusya da Ġstanbul'a asker
sokmaktan vazgeçti. YeĢilköy'deki Rus karargâhı için de sözde
padiĢahtan izin alındı. Bundan sonra barıĢ görüĢmelerine geçildi.
Osmanlı delegeleri Hariciye Nazırı Saffet PaĢa ile Berlin Büyükelçisi
Sadullah Bey (PaĢa), Rusya delegeleri de Kont Ġgnatief ile Nelidof tu.
On gün süren görüĢmelerden sonra
Ayastefanos
AntlaĢması'm
konu edinen
bir resim. '
Nazım Timuroğlu
fotoğraf arşivi
3 Mart 1878'de 29 maddelik antlaĢma metni imzalandı. Saffet PaĢa'nın belgeyi
imzalarken ağlaması meĢhurdur. Ġmza aĢamasında, hiç değilse
Osmanlı donanmasının Rusya'ya verilmesi koĢulunun kaldırılmasını,
BaĢvekil (sadrazam) Ahmed Vefik PaĢa, YeĢilköy'e gidip Grandük
Nikola'yı, salt kiĢisel saygınlığı ile ikna ederek sağlamıĢtı. Bununla
birlikte antlaĢma, Balkanlar'daki Slav uluslarına bağımsızlık
kazandırdığı gibi, daha kötüsü bu bölgedeki Osmanlı egemenlik
sınırlarını da birbiriyle bağlantısız üç ayrı noktada (Yunanistan,
Arnavutluk ve Bosna-Hersek) muhafaza e-derek ilk fırsatta yeni bir
savaĢın gerekçesini hazırlamıĢ bulunuyordu. Yine, bu antlaĢma ile
Ġstanbul'u besleyen bölgeler elden çıkmakta, Rumeli'de yitirilen
topraklar 195.500 km2'yi bulmaktaydı. Buralardan göçen ve göçecek
olan yüz binlerce göçmen de baĢlıbaĢına büyük bir sorundu.
Ġstanbul'u doğrudan ilgilendiren bir baĢka koĢul, sözde egemenlik haklan korunan
Osmanlı Devleti'nin baĢkentinin iki yıl boyunca Rus askeri iĢgalinde
tutulması ve bir Rus askeri komiserinin görevlendirilmesiydi. Ancak
bu maddenin antlaĢmada yer alması Avrupa'da tepkilere yol açtı ve
Ayastefanos metninin yürürlüğe girmemesi için kampanya baĢlatıldı.
Kamuoyu baskıları sonucu Rusya, antlaĢmanın yeniden gözden
geçirilmesi önerisini kabul etti. Ġngiltere ile 30 Mayıs 1878'de gizli bir
antlaĢma imzaladı. Buna karĢılık 4 Haziran 1878' de de Osmanlı
Devleti ile Ġngiltere arasında Kıbrıs ödünü verilerek bir savunma
antlaĢması imzalandı. 13 Haziran-13 Temmuz 1878 tarihleri arasında
Berlin'deki görüĢmeler sonunda Ayastefanos AntlaĢması geçersiz ilan
edilerek Osmanlı Devleti lehine hükümler içeren Berlin AntlaĢması
imzalandı. Rusya, iĢgal ettiği yerlerin büyük bir bölümünden çekildi.
Grandük Nikola, YeĢilköy'de bulunduğu aylarda Ġstanbul'u ziyaret etti. 26 Mart
1878'deki resmi ziyaretinde Dolmabahçe Sarayı rıhtımında tüm devlet
erkânınca karĢılandı ve sarayda II. Ab-
dülhamid'le görüĢtü. PadiĢah, aynı gün, Nikola'mn konuk edildiği Beylerbeyi
Sarayı'na TeĢrifiye Vapuru ile ziyaret iadesinde bulundu. Bu, Osmanlı
tarihinde padiĢahın bir düĢman komutanının ziyaretine gidiĢme tek
örnektir. II. Abdülhamid, ertesi gün de Rus orduları baĢkomutanı ile
komutanlarına Yıldız Kas-rı'nda bir ziyafet verdi. Daha sonra
Ayastefanos ÂntlaĢması'mn anısına, gerçekte ise Rusya'nın Ġstanbul
kapılarına kadar dayandığını simgeleyen bir anıt yapıldı. Ayastefanos
Rus Anıtı(->) adı verilen bu anıt, 1914'te Ġttihad ve Terakki Fırka-
sı'nın kararıyla yıktırılmıĢtır.
Dönemin basınında Ayastefanos görüĢmeleri ve antlaĢması konusunda ilginç yazılar
çıkmıĢtı. Örneğin, karĢılıklı ziyafetler, Rusların Ġstanbul'a geliĢleri vb
yarı acı, yarı alaylı haber üsluplarıyla halka duyurulmuĢtu.
Bibi. Mecmua-i Muahedat, IV, ist., 1298, s. 183 vd; Ed. Engelhardt, Tanzimat, ist.,
1976, s. 290; ReĢad Ekrem (Koçu), Osmanlı Muahedeleri ve
Kapitülasyonlar, ist., 1934, s. 218 vd; Karal, Osmanlı Tarihi, VIII, 57
vd.
NECDET SAKAOĞLU
AYASTEFANOS RUS ANITI
1877-1878 Osmanlı Rus SavaĢı'nda ölen Rus askerlerinin anısına yaptırılmıĢ bir
anıttır. YeĢilköy'de Galataria'da (eski Kalkıratya Köyü'nün hemen
yanında) yapıldığı bilinen anıt bugün mevcut değildir.
Anıtın yapılma nedeni görünüĢte oldukça makul ve hümanisttir: SavaĢ sırasında
yaĢamını yitiren 5.000 civarında Rus askeri çok dağınık bir biçimde
ve çeĢitli mezarlıklarda gömülüdür. Bunların gözetimi ve bakımı zor,
hattâ olanaksızdır. Rus hükümeti soruna çözüm olarak dini gerekler
için bir Ģapel eĢliğinde mezarları bir kemik gömütlüğünde (ossuaire)
birleĢtirmek istemektedir. Öneri, Babıâli'ye iletildiğinde savaĢın
sonunda koĢulları çok ağır bir barıĢ antlaĢmasını imzalamak zorunda
kalmıĢ olan Osmanlı hükümeti tarafından teknik bir sorun olarak ele
alınır ve antlaĢmanın yapıldığı ve Rus ordusunun savaĢ sırasında
konakladığı Ayastefanos'ta is-
AYAġLI, MÜNEVVER
468
469
AYAZAĞA AV KÖġKÜ
Ayazağa Av KöĢkü
TAÇ Vakfı
londan meydana gelmiĢtir ve dört cephesinde, ahĢap kolonlarla desteklenen geniĢ
saçakların örttüğü revaklarla çevrilidir ve cepheler, Validebağ'daki
gibi giriĢteki kapı dıĢında ayrımsız olarak aynı düzenlemeye sahiptir.
Benzer biçimde iç ve dıĢ cepheler dikdörtgenler oluĢturan bir
çerçeveleme sistemi ile bölüm-lenmiĢtir. Pencereler ve bezeme
grupları bu çerçeveler içine yerleĢtirilmiĢtir.
Özetle bu küçük av köĢkleri, biri öbürüne referans veren ve Balyan atölyesinin
neoottoman bir üslup arayıĢım simgeleyen denemeler olmuĢtur.
iki köĢk arasında baĢlıca ayrım bezeme düzenindedir. Örneğin burada alt ve üst
pencereler arasındaki panolar ma-dalyonsuzdur veya alt ve üst
pencereler çerçeveli bir bant ile değil iyice inceltilmiĢ Ģeritlerle
birbirinden ayrılır. GeniĢ saçakları taĢıyan torna iĢi çift köĢebent
öğeleri bu köĢkte çok daha incelikli olarak iĢlenmiĢtir. Kapının üst
kesiminde yarım daire içine yerleĢmiĢ bir Ģemse (güneĢ) motifi vardır.
Tavanda çapraz çıtalı ve renkli bir düzenleme, saçaklarda ise geleneksel geçmeli
yıldız motifinin yenilenmiĢ örnekleri vardır. KöĢkün içinde geometrik
desenli Avrupa seramikleri ile çok renkli ve altın yaldızlı oryantalist
bezemeler vardır. Üst pencereleri renkli camlıdır. Alt pencereler
neogotik denebilecek çapraz kayıtlarla bölünmüĢtür.
Validebağ'dakinden farklı olarak burada köĢkün önünde büyük bir havuz
bulunmaktadır. YaklaĢık 20x100 m boyutundaki havuzun üç kenarı
rıhtımlı olarak düzenlenmiĢ; köĢkün karĢısına gelen kenar, doğal
konumunda bırakılarak veya dönüĢtürülerek büyük kaya parçaları
yerleĢtirilmiĢ ve pitoresk bahçe karakterine yaklaĢtırılmıĢtır.
Cumhuriyet'in kuruluĢundan sonra köĢk, orduya teslim edilerek süvari okuluna
verilmiĢti. Bu okulun ve sınıfın kal-
dırılmasının ardından 3. Kolordu'nun denetimine geçen yapı, günümüzde büyük bir
kültür kompleksinin kurulması amacıyla Haznedar Çiftliği arazisi ile
birlikte istanbul Kültür ve Sanat Vakfı'na verilmiĢtir. Mimar D.
Tekeli-S. Sisa ortaklığı ve Arupp firması tarafından hazırlanan proje,
yakında uygulanacaktır.
Bibi. İSTA, III, 1434-1435; Eldem, Türk Evi, II, 208-209.
AFĠFE BATUR
AYAZAĞA KASIRLARI
Maslak'ta Ayazağa Köyü yakınında eski Haznedar Çiftliği arazisi üzerinde bulunan
yapılardır.
II. Mahmud döneminden beri Hazi-ne-i Hassa'ya ait olduğu ve padiĢahın sık sık
avlanmaya geldiği bilinen arazide ilk olarak iki katlı bir kasır
yaptırılmıĢ; arazinin ve yapıların bakımı ile BaĢ-silahdar Ali Ağa
görevlendirilmiĢti. Bahçesinde bulunan 1831 tarihli bir niĢan taĢından
buradaki ilk yapımın da bu tarihlerde olduğu düĢünülmektedir.
Bugünkü yapılar, Abdülaziz dönemine (1861-1876) aittir. Mimarı, döneminde Ser
Mimar-ı Devlet olarak tanınan Sarkis Balyan'dır. II. MeĢrutiyet'ten
(1908) sonra orduya verilen ve I. Dünya SavaĢı yıllarında Süvari
Küçük Zabit (astsubay) Mektebi olarak kullanılan ana bina, 1930'lu
yılların baĢında onarılmıĢ ve süvari okuluna verilmiĢtir. Süvari
sınıfının kaldırılmasından sonra 1960'ta jandarma kuvvetlerine tahsis
edilen yapılar, 1973'te bir onarım daha geçirmiĢtir. Son olarak
yapıların ve arazinin sivil kullanıma açılması düĢüncesi gündeme
gelmiĢ ve kültürel amaçlı kullanım için 49 yıllığına Ġstanbul Kültür ve
Sanat Vakfı'na verilmiĢtir. Vakfın yürütücülüğünde burada bir kültür
ve kongre merkezi kurulması öngörülmüĢ ve açılan sınırlı yarıĢmayı
(1991), tanınmıĢ bir mimarlık-
mühendislik grubu olan Arupp Assosi-ation kazanmıĢtır. Yapım çalıĢması Mart
1994'te baĢlayacaktır. 5.000 kiĢi kapasiteli merkezin 29 Ekim 1995'te
açılması planlanmaktadır.
Çiftlik arazisi içindeki tarihi yapıların en büyüğü Ayazağa Kasrı olarak bilinen
yapıdır. Ayazağa Kasrı, yaklaĢık 21,50x 20,50 m boyutlarında, kare
planlı ve bir bodrum, bir zemin ve birinci kat ile çatı katından oluĢan
dört katlı kagir bir yapıdır. Kasrın yapımında II. Mahmud döneminde
yapılan binanın temellerinden yararlanıldığı düĢünülmektedir.
Simetrik, aksiyal planlı kasrın kuzey-güney doğrultusunda karĢılıklı iki giriĢi vardır.
On iki basamakla ulaĢılan sahanlıklar, binanın ortasını tümüyle
kaplayan ve yaklaĢık 16x17,50 m boyutunda bir büyük salon/hole
açılmaktadır. GiriĢlerin belirlediği aksa dik yönde, doğu-batı yönünde,
biri servis için kullanılan, diğeri ise anıtsal nitelikli merdivenler
bulunmaktadır. KöĢeler, birer salonla tutulmuĢtur. Betimlenen bu
plan, son derece açık ve net, geometrik olarak tanımlanabilen, klasik
bir Ģemadır. Cepheler de bu Ģemaya uyan klasik bir düzen içindedir.
Hemen hiçbir sürprizi ve fantezisi olmayan, aynı modüler öğenin
yinelen-mesiyle oluĢturulmuĢ ve nerdeyse birbirine eĢ dört cephesi
vardır. Yalınlık ve denge kavramlarının geometrik bir düzen içinde
çizilip sunulduğu bir yapıdır. Bir korulukta ve padiĢahın kısa süre
kalması için yapılmıĢ bir biniĢ kasrından çok, resmi yapı görünümüne
sahiptir.
Yapının formel yalınlığının ve geometrisinin ana öğesi tek bir biçimi olan pencere
modülüdür. Düz bir dikdörtgen olan bu pencere yalın ve derinliği az
bir silme ile çevrilidir. Üst kat pencerelerine ince bir tabla eklenmiĢtir.
Ne var ki, bu yalın ve adeta tek modülün kullanımına indirgenmiĢ
cephe, taĢ ve sıvalı yüzeylerin ardıĢık düzeni ile ve taĢ ve sıva
renginin farklılaĢmasıyla canlandırılmıĢ; duvarın ve dokusunun öne
çıktığı, taĢ ve sıvalı yüzeylerin düĢey çizgisinin kat korniĢlerinin
belirgin yatay çizgileriyle dengelendiği klasik bir konsept ortaya
konmuĢtur.
Yüksek tutulmuĢ arduvaz çatının eğimi içine yerleĢtirilen çatı katının kemerli
pencereleri, bu eğimden dıĢarı çıkan hacimleri ile çatıya ve yapıya
beklenmedik bir plastik katkı getirirler.
Aslında yapının, plan, kitle ve cephelerinin klasik ve geometrik bir yalınlık olarak
betimlediğimiz özelliklerini en beklenmedik biçimde değiĢtiren
uygulama, içerideki dekoratif düzenlemelerdir. Ġçerideki bütün
hacimlerde tavanlar, ahĢap kasetleme ile küçük kare ve dikdörtgenlere
bölünmüĢ ve her biri almaĢık düzenli motif çiftleriyle bezenmiĢtir.
Kırmızı, yeĢil ve mavinin egemen olduğu bu bezeme, giriĢ katında her
salonda ayrı motifle uygulanmıĢtır. Motiflerin oryantal/Ġslam kökenli
olmamasına karĢılık renk ve düzenleri, oryantalist bir izlenim
vermektedir.
Ancak asıl ĢaĢırtıcı düzenleme, anıtsal merdiven holünde görülmektedir. GeniĢ ve tek
kollu baĢlayan ve sahanlıktan sonra çift kollu olarak devam eden
merdivenin iki yanı doku/desen ve renk kalitesi bakımından son
derece değerli mermer plaklarla kaplanmıĢtır. Merdiven holü, her biri
yelken tonoz biçiminde eğrisel örtülü 3x3 m'lik bir aks sistemi içinde
bölümlenmiĢtir. ġaĢırtıcı olan bu mekândaki öğelerin
historisist/oryanta-list biçimlenmeleridir. Bütün aks açıklıkları,
magrip (mauresque) üslubunda dilimli kemer biçimi verilmiĢ öğelerle
geçilmiĢtir. TaĢıyıcılar, gövdeleri yeĢil, tabanları beyaz mermerden
yapılmıĢ incecik dörtlü kolonetlerden oluĢmaktadır. Örtü kesimi canlı
renkli kalem iĢi oryantalist bir bezeme ile iĢlenmiĢtir.
Kasrın plan, kitle ve cephelerindeki klasik disiplinin tamamen dıĢına düĢen bu fantezi
ve hattâ irrasyonalist düzenleme, muhtemelen yapı için umulmadık bir
çekim noktası vardır ve bu mekân çevresindeki diğer hacimlerden
(yaklaĢık 1,50 m kadar) daha yüksek tutulmuĢ ve bu yükseklik aslında
dekoratif nitelikli kaburgalı konstrüksiyonla sağlanmıĢtır. Bu hayli
maniyerist biçimlenme de elbet klasik disiplin içinde gerçekleĢtirilmiĢ
bir çözüm değildir. Kaburgalı strüktürün kendisinin ve bezemesinin
neogotik üslupta olması, dönemin mimarlık konsepti için ilginç bir
veri olmalıdır/ Ayazağa Kasrı'nı önemli kılan da bu ikilemidir.
Haznedar Çiftliği içinde servis iĢlevleri için ve padiĢahın maiyeti için kullanıldığı
düĢünülen bir ikinci köĢk daha vardır. Kasrın kuzeyinde ve yaklaĢık
100 m kadar ötesindeki bu bina, muhtemelen daha geç tarihli
olmalıdır. O yıllarda Ģale tarzı denen biçimde yüksek çatılı, oymalı
çatı pervazları ve kavisli eliböğründeleri olan bir yapıdır. Plan Ģeması
ana binadan çok farklı olmamakla birlikte cephe ve kitle düzeni iyice
farklıdır ve daha geç bir tarihe ait olmalıdır. Ġlginç olan iç
bezemelerinin asıl kasrın benzeri hattâ aynı oluĢudur. Ayrıca zemin
kattan üst kata çıkan dairesel planlı ahĢap merdiven de kalem iĢi
bezeli ilginç bir uygulamadır. Halen oldukça harap durumdadır.
ÇeĢitli yayınlarda, kasrın güneydoğu kesiminde bulunduğu yazılan, ancak bugün
mevcut olmayan (belki de baĢka bir yere taĢınmıĢ olan) II. Mahmud
adına dikilmiĢ bir niĢan taĢı bulunmaktaydı. Muhtemelen, arazinin II.
Mahmud dönemi kullanımı için tek örnekti. NiĢan taĢı 5,30 m
yüksekliğinde ve 1831 tarihini veren 14 mısralık kitabesi olan bir
anıttı. NiĢan taĢının arka yüzünde de buraya süvari okulunun
yerleĢmesini bildiren bir ikinci kitabe vardı.
Ayazağa Av KöĢkü(->) olarak tanınan ve yine Sarkis Balyan tarafından tasarlandığı
bilinen yapı da aynı arazinin sınırları içindedir.
Burada yapımı kararlaĢtırılan yeni müzik kompleksi, tarihi yapıların aslına
uygun onarımı ile bu kompleks içinde seminer vb toplantılar için kullanımını
öngörmektedir. Av köĢkü ise önündeki büyük havuza bakan 450
kiĢilik bir açık hava amfisi ile birlikte önerilen kültür merkezinin
önemli çekim noktalarından biri olacaktır.
Bibi. ISTA, III, 1435-1436; S. Eyice, "Ayasağa Kasrı", DÎA, IV, 205-206
AFĠFE BATUR
AYAZMA CAMÜ
Üsküdar'da ġemsipaĢa ile Salacak semtleri arasında, Marmara'ya hâkim bir tepede,
Kız Kulesi'nin hemen karĢısında yer alır.
Cami III. Mustafa tarafından annesi MihriĢah Emine Sultan ile ağabeyi ġehzade
Süleyman adına yaptırılmıĢtır. Kapısı üstünde yer alan kitabelerden
yapının 1174/1700-61 tarihli olduğu anlaĢılır. Kitabe ta'lik hatla
yazılmıĢ olup tarih manzumesi Sadrazam Râgıb Mehmed PaĢa'ya, hat
ise Ģeyhülislam ve hattat Veliyüddin Efendi'ye aittir.
ĠnĢaata 19 Receb 1171/29 Mart 1758' de baĢlanmıĢ, 1174 Cemaziyelevverinin
sonları/Ocak 1761'de tamamlanmıĢtır. Topkapı Sarayı Müzesi
Kütüphanesi'nde bulunan 1137 numaralı inĢaat defterinde bu yapı ile
ilgili bilgiler arasında yapı emini olarak Ġshak Ağa' nın ismi geçer. Bu
zatın Beykoz'da meĢhur bir çeĢmesi bulunmaktadır. Yine Topkapı
Sarayı Müzesi arĢivinde bulunan 5446 numaralı ve 1172/1758-59
tarihli bir belgeden de caminin, yerleĢtiği arazide evvelce Ayazma
Sarayı ve Bahçesi'nin bulunduğu anlaĢılmaktadır. BaĢka bir arĢiv
belgesine göre 1740'lı yıllarda Ayazma Sarayı iyi durumda olup tamir
edilerek Ġran elçisinin ikametine tahsis edilmiĢti.
Camiye vakıf olarak bir hamam ile birçok dükkân ve han yaptırılmıĢ, ayrıca cami,
hamam ve avluya bitiĢik çeĢmeye Bulgurlu'dan su getirilmiĢtir. Cami,
ġem'dânîzade Fındıklık Süleyman Efendi'nin yazdığına göre 1174
Cemazi-yelevvel/Ocak 1761'de bir cuma günü Râgıb PaĢa ve
Veliyüddin Efendi'nin de hazır bulundukları bir törenle ibadete
açılmıĢtır. Birkaç defa tamir gören caminin yıkılan minaresi de iki
defa yeniden yapılmıĢtır. Yapı son yıllarda bir onarım daha
geçirmiĢtir.
GeniĢ bir avlunun ortasında yerleĢmiĢ bulunan caminin son cemaat yerine yarım daire
düzeninde on basamaklı bir merdivenle çıkılır. Avlu kapıları üstünde
celi hatla yazılmıĢ ayet-i kerimeler bulunmaktadır. Son cemaat yeri üç
bölümlüdür. Esas mekân dikdörtgen planlı olup dört kemere oturan
merkezi bir kubbe ile örtülüdür. Sol tarafta yapıya bitiĢik Hünkâr
KöĢkü yer alır. Sokak yönünde taĢ konsollar tarafından taĢınan bu
mekân, sütunlar tarafından taĢınan ve iki katlı olan bir galeriyle
caminin hünkâr mahfiline bağlıdır. Caminin içinde çok göz alıcı bir
biçimde dekore edilmiĢ bulunan hünkâr mahfili de sütunlar üzerinde
taĢınır. Altın yaldızlı süs-
lemeler bu bölümün en çarpıcı yönüdür. Bugün kalan parçalardan anlaĢıldığına göre
duvarlarda önceleri Ġtalyan çinileri kaplı idi.
Ayazma Camii genelde Avrupa sanat üsluplarının etkisinde kalınan bir dönemde
yapılmıĢ olmakla birlikte, büyük kemerler içindeki pencereler, Türk
klasik mimarisi özelliğini taĢımaktadırlar. Minber, vaaz kürsüsü ve
mihrapta çeĢitli renkli taĢların zarif birleĢmesiyle meydana getirilmiĢ
zengin bir süsleme dikkati çeker. Bunların, genellikle Türk sanatı
geleneklerine ters olmakla birlikte göze hoĢ görünen bir ihtiĢama
sahip oldukları kesindir. Yapının kapı üstündeki yazılarının hattat
Seyyid Abdullah'a ait olduğu bilinmektedir. Bazı renkli camlı alçı
pencerelerdeki yazılar ise Seyyid Mustafa'ya aittir.
Ayazma Camii'nin müĢtemilatından olan sıbyan mektebi, hamam ve muvak-kithane
yıkılmıĢtır. Önceleri cami yakınında inĢa edilen vakıf dükkânlardan
ise sadece bazı izler kalmıĢtır. Caminin duvarlarında küçük konsol
çıkmaları üzerlerine oturan tam bir Türk köĢkünün minyatür modeli
biçimindeki kuĢ evleri görülmektedir. Caminin haziresinde ise saraya
mensup pek çok kiĢinin mezarı bulunmaktadır.
GeniĢ avluyu çevreleyen duvarın bir köĢesinde mermerden büyük bir çeĢme vardır.
Kitabesinden 11747 176l'de cami ile birlikte yapıldığı anlaĢılan bu
çeĢmenin manzum tarih kitabesi Ģair Zihnînindir. AlıĢılmamıĢ bir
biçimde olan bu çeĢme, mermer bir cepheye yapıĢtırılmıĢ dört köĢe bir
paye Ģeklindedir. Alt kısmı taĢ ve tuğla, üst pencereli kısmı taĢ olan
avlu duvarında açılan esas kapının önünde taĢ korkuluklu iki taraflı
rampa bulunuyordu.
Ayazma Camii'nin ana giriĢini oluĢturan batı
cephesi.
Bünyad Dinç
AYAZMA KAPISI
472
473
AYAZMALAR
ayazmaların bazıları ise: Çengelköy'de Ayia Anaryiri; Fener'de Ayia Anna; Kadı-
köylü Ayia Eufemia'ya adanmıĢ olan Fener, Beylerbeyi ve
Heybeliada'daki ayazmalar; Ayia Katerina'ya ithaf edilen Kadıköy ve
Moda'daki ayazmalar; Ayia Eudoksia'ya sunulan Langa'daki
ayazmalar; Balat'ta Ayia Elisavia; Arnavut-köy, Yeniköy, YeĢilköy,
Büyükdere ve Cevizli'de Ayia Fotini; Arnavutköy, Ki-reçburnu,
Kadırga ve PaĢabahçe'de Ayia Kiryaki; Kireçburnu, Ġstinye, Tarabya
ve Fenerde Ayia Marina ayazmaları ile Ayia Paraskevi'ye ithaf edilen
Arnavut-köy'deki iki ayazma; Baltalimam, Çıra-ğan, Büyükdere,
Küplüce, Beykoz, Kadıköy, Edirnekapı (Hançerli Ayazma), Küçüksu,
KuruçeĢme, KasımpaĢa, Kireçburnu, Küçükçekmece, Kartal, Merdi-
venköy, Maltepe, Sütlüce, YeĢilköy, Se-faköy, Hasköy, Fener,
Yeniköy, Kumka-pı, Büyükada ve Heybeliada'daki ayazmalar ile
Mevlevihane Kapısı dıĢındaki Yılanlı Ayazma; Fener'de Ayia
Teodosia; SüreyyapaĢa ve Mevlevihane Kapısı dıĢındaki Ayia Trias
ayazmalarıdır.
Bu ayazmalardan bir kısmı Hakkı Göktürk'ün listeyi hazırladığı tarihlerde (1947) yok
olmuĢ durumdaydı. Bir kısmı da o tarihten sonra çeĢitli nedenlerle
günümüze ulaĢamamıĢtır. Tehlike arz ettikleri için kapatılanlar, bina
ve yol inĢaatlarında ortadan kaldırılanlar dıĢında bir kısmı da özel
konutların bahçe kuyusu haline sokulmuĢ, bir kısmı ise ayazma inancı
olmayan Gregoryen mezhebinin kiliselerinin içinde kalmıĢtır (örneğin
Balat Surp HreĢdagabet, Surp Kevork Ermeni kiliseleri). Ama
ayazmalara karĢı gösterilen saygı ve inancın eksilmediği, mevcut
ayazmaların yalnızca Ortodokslar tarafından değil, Müslümanlarca da
ziyaret edilerek, adaklar adanıp, dileklerde bulunulduğu
görülmektedir.
Bibi. M. H. Bayrı, "Ġstanbul ilinde Yer Adları.- Bentler, Sukemerleri, Ayazmalar,
Kaynaklar", TFA, 11/45 (Nisan 1953), s. 716-171; İSTA, III, 1505;
Erdenen, Adalar, 67, 74, 92, 102,118; Eyice, Boğaziçi, 68-69, 109-
110; Ġn-ciciyan, İstanbul, 118; Konyalı, Üsküdar Tarihi, II, 409-414,
Müller-Wiener, Bildlexikon,
109, 302, 309, 497; Kömürciyan, İstanbul Tarihi, 172-173, 182-184; H. Tezcan,
Topkapı Sarayı ve Çevresinin Bizans Devri Arkeolojisi, ist'., 198°9, s.
115-116; S. Eyice, "Ayazma", DİA. IV, 229-230.
ENiS KARAKAYA
AYDEDE
KurtuluĢ SavaĢı'na karĢı çıkan en etkili mizah dergisi. Ġlk sayısı 2 Ocak 1922'de
yayımlandı. Haftada iki defa çıkıyordu. Sahibi ve baĢyazarı
Ġttihatçılara karĢıtlı-ğıyla tanınan, onların iktidarında çeĢitli baskılar
altında bırakılıp sürgüne gönderilen Refik Halit (Karay)(^) idi. Refik
Halit Mütareke döneminde, bir ara posta ve telgraf umum müdürlüğü
yaptıktan sonra tekrar gazeteciliğe dönmüĢ ve Aydede'yi çıkarmaya
baĢlamıĢtı.
Dönemin siyasal olayları içinde yoğrulan Refik Halit, Ġtilafçıların olumsuzluğuna da
tanık olmuĢ, dergisinin ilk sayısında iki akımı da reddettiğini
açıklamıĢ; bunların bir devamı saydığı "milliciliği" de aynı mantıkla
dıĢladığını kaydetmiĢtir. Aydede'nin, bu üç yola da hevessiz ve
üçünün gidiĢinden de bezgin olarak, edebi, mizahi, yani nezih ve
eğlenceli bir yol izleyeceğini, ne onu ne bunu ne ötekini benimseyip,
her yolun kabahatini yüzüne vuracağını belirtmiĢtir.
KurtuluĢ SavaĢı döneminde, çözüm önermeden sadece eleĢtiriyi hedefleyen Aydede,
yazar ve çizerlerinin kaliteli olmasına karĢılık, ilkesi bulunmadığı
için, Ġstanbul'daki sınırlı bir kesim dıĢında genellikle tepkiyle
karĢılanmıĢtır. Milli Mücadele'yi Ġttihatçılıkla özdeĢleĢtirdiği için
bütün yazı ve karikatürlerinde Kemalistler! eleĢtirmiĢtir. 30
Ağustostan sonra gazete Mustafa Kemal'e övgü yazı ve resimleri
basmıĢ, ama 9 Kasım 1922' de yayımına son vermiĢtir.
Yazarları arasında Orhan Seyfi (Or-hon), Halil Nihad (Boztepe), Fazıl Ah-med
(Aykaç), Rıza Tevfik (BölükbaĢı), Osman Cemal (Kaygılı) gibi
isimlere rastlanır. Karikatürist olarak, Rıfkı, Cem, Ramiz (Gökçe),
Ratip Tahir (Burak) sayılabilir.
150'likler listesinde yer aldığı için
Aydede'nin 5 Ocak 1922 tarihli ikinci (solda) ve l Ekim 1949 tarihli son sayısının
kapaklan. Nuri Akbayar koleksiyonu
yurtdıĢında yaĢayan, 1938'de affedilince Türkiye'ye dönen Refik Halit, Aydede'yi
ikinci kez 8 Mayıs 1948'de yayımlamaya baĢladı. Cemal Refik, Fikret
Âdil, Semih Mümtaz, Melih Cevdet Anday, Fazıl Ah-med Aykaç,
Ercümend Ekrem Talu gibi yazarlar ve Togo, Turhan Selçuk gibi
karikatürcülerin katkısına rağmen, dergi fazla baĢarı sağlayamadı ve l
Ekim 1949' daki 125. sayısında kapandı.
ĠSTANBUL
AYDINLATMA
Bizans Dönemi
Bizans'ın geç Roma dönemi sayılabilecek ilk yüzyıllarında aydınlatma, saray ve
evlerde yağ lambaları ile sağlanıyordu. Yağ lambaları genelde
seramikten yapılırdı. Maden ve camdan olanlarına da Roma
döneminden bu yana rastlanır. Lambalar genellikle çanak biçiminde
bir yağ deposu, içinden fitil çıkması için ona açılan küçük bir üst
cidar, taĢımak ya da asmak için kol ya da kulaklardan oluĢur,
genellikle kabartmalarla beze-nirdi. Kullanılan yağ genelde kükürtlü
zeytinyağı idi. Fitil olarak da üstüpü ya da papirüs kullanılırdı.
Bütün Bizans ülkelerinde olduğu gibi, Konstantinopolis'te de, çanak Ģeklindeki yağ
lambalarının yerini, 7. yy'dan sonra mum kandilleri (kerion, keros)
aldı. Eparhos'un kitabında mumların balmumu ve zeytinyağı ile
yapılması ve hayvan yağı kullanılmaması gerektiği yazılıdır. 7. yy'dan
sonra mumculardan (keroularios) ve mum atölyelerinden
(keropoleion) söz edilmeye baĢlandı. O dönemlerde sokakların
aydınlatılması söz konusu değildi. Büyük alanların aydınlatılması için
birbirine bağlanmıĢ, bazen yanıcı yağlarla yağlanmıĢ ve demet haline
getirilmiĢ meĢaleler kullanılıyordu. 5. yy'da Prefekt Kiros'un bazı ana-
caddeleri aydınlattığı söylenir. II. Teodo-sios döneminde (408-450)
Augusteion yakınındaki bazı dükkânların kandillerle aydınlatıldığı
anlaĢılıyor. Fakat bu uygulamalar uzun ömürlü olmamıĢtır.
Bizans ortaçağında mumcuların Cons-tantinus Forumu civarında çalıĢtıkları, 931'de
çıkan bir yangında atölyelerinin yanmasından anlaĢılıyor.
Ayasofya'nın ise kendi mumhanesi vardı. KuĢkusuz sarayın da özel
mumhanesi olmalıdır. Paskalya gibi merasimlerde renkli ve gösteriĢli
mumlar kullanıldığı biliniyor. Bu geleneğin Osmanlılara miras kalıp
sonradan daha da zenginleĢmiĢ olduğu, Osmanlı dönemi
kaynaklarında belgelenmiĢtir.
Kiliselerin aydınlatılması pratik olduğu kadar simgesel bir anlam da taĢıyordu.
Kiliselerin aydınlatılması için vakıflar . kurulmuĢtu. Hıristiyanlar için
mum, ıĢık kaynağı olan Ġsa'yı simgeliyordu. Mum adamak
Hıristiyanlıkta günümüzde de devam eden bir âdettir. Ġstanbul'da
Müslümanlar da mezar ziyaretlerinde bu âdeti benimsemiĢlerdir. Ġslam
geleneğine kandil ve buhurdanlık, kilise gelenekle-
rinden miras kalmıĢtır. Hıristiyanlar mezarlarda, ikonalar önünde ve kilisede
ikonostais üzerinde mum dikerek, bugün de olduğu gibi, dilekte
bulunurlardı. Kiliselerde kullanılan mumlu kandillerin değiĢik
biçimleri vardı. Çok mumlu cam ve madeni avizelere (polikande-lon,
polikandela) erken yüzyıllarda rastlanır. Kilise akarlarında döĢemeye
oturan büyük Ģamdanlar (kandelabra), çoğu kez gümüĢten yapılan
ajurlu lambalar (kaniskia) değiĢik kandil türleridir. Bunların hemen
hepsi, bazen içine elektrik lambaları takılsa da günümüze kadar
kullanılageldi. Bizans ortaçağı, yere konan büyük kandil ve
Ģamdanları yeğlemiĢti. Kapıların, niĢlerin, ikonaların iki yanlarına
konan Ģamdanlar genel aydınlatma araçlarıydı. Kubbeli kiliselerde
kubbeye asılan büyük polikandelalar vardı. Kilise çevresine, içine çok
sayıda kandil alan fenerler asılırdı.
Osmanlı Dönemi
Fetihten (1453) sonraki aydınlatma araçları da Bizans döneminde kullanılanların
aynısıydı. Bir bakıma çıra kandili diyebileceğimiz meĢale, çıra ve
baĢka kolay alev alan ağaçların taĢındığı, demir bir sırığa bağlı ilkel
bir aydınlatma aracıydı. MeĢaleci, meĢaleyi tutuĢturan ve gezdiren,
çoğu kez asker olan bir görevliydi. Ancak Osmanlı döneminde de
temel aydınlatma aracı mumdu. Bunun Bizans döneminden farkı,
yapımında zeytinyağı yerine hayvan yağı kullanılmasıdır. Mumun
esas malzemesi içyağı ve balmumu idi. Birçok divan kaydında,
kasapların, hattâ evinde koyun kesenlerin, yağları mumculara
vermeleri emredilmiĢtir. Özellikle fetihten sonraki ilk yüzyıllarda
Ġstanbul'da sürekli bir mum darlığı olduğu anlaĢılıyor. Mumcular
zimmi yani Müslüman olmayanlardan oluĢuyordu. II. Mehmed'in
mum iĢleyenlerin zimmi olduğu ve ihtiyaçları olan yağın onlara
verilmesi gerektiğini bildiren bir iradesi vardır. 17. yy'da bu gereği
anımsatan bir divan kararını Ahmed Refik yayımlamıĢtır. Mumcular
genellikle "kefere tayfasından" Rumlardı. Bunların iĢyerleri (mum
kârhaneleri) çokluk Yedikule civarındaydı. Ġstanbul'un daha birçok
yerinde de mumhaneler olduğunu biliyoruz. Örneğin 1575'te Nurbanu
Sultan'ın Üsküdar'da yaptırdığı ġemhane'ye yağ sağlanmasına iliĢkin
bir divan kararı vardır. Mum üreten Rumlar yeniçerilere ve halka
saptanmıĢ fiyatlardan mum satarlardı. Sonraları yeniçeri kıĢlalarında
kullanılan mumların, örneğin 18. yy'da, doğrudan kıĢlaların (odaların)
mumcu kârhanele-rinde mumcu denilen askerler tarafından yapıldığı
anlaĢılıyor. Sarayın mumları ise saray mutfağında görevli mumcular
(Ģemgerân-ı hassa) tarafından hazırlanıyordu. Çok büyük sayıda
küçük ve büyük baĢ hayvan tüketen saray mutfağının bütün içyağları,
gereken balmumu ile karıĢtırılarak, mum yapımında kullanılırdı. Fakat
bu mumcuların atölyeleri saray dıĢındaydı. Ağa kârhanesi denen ve
yeniçeri ağasına bağlı atölye-
lerdendi. Mumcuların kontrolünü Ģem-hane emini yapar, kontrol edilen mumlar
damgalanırdı. Ancak bunun yaygın ve sürekli bir kontrol olduğu
kuĢkuludur. 19. yy'da, balina baĢından alınan yağla yapılan ispermeçet
(Latince ve Yunanca "balina" anlamına gelen sözcük) mumu denilen
mumlar içyağı ile yapılanların yerine geçtikten sonra, 1863' te
Beykoz'da bir ispermeçet mumu fabrikası kuruldu. Ġhtisab Nezareti
tarafından 1831'de çıkarılan bir narh listesinde ĢiĢe mumu, sade mum
ve yerli mum olarak ayrılan üç tür mumun fiyatları okka baĢına 4
kuruĢ 15 para ile 3 kuruĢ 38 para arasında değiĢiyordu. Aynı listede,
bir okka iyi un l kuruĢ, kelleĢekeri 5 kuruĢ, bir okka beyazpeynir 2
kuruĢ 30 para idi.
Uzun yüzyıllar boyunca mum kullanımı, bu malzemeyi taĢıyan değiĢik araçların
yaratılmasına neden olmuĢ, değiĢik amaçlarla kullanılan mum için
ilginç kandil ve lamba biçimleri ortaya çıkmıĢtı. Konutlarda mumlar
kandil ve Ģamdanlara konurdu. Kandiller düz bir yüzeye oturan cam
ĢiĢeler ya da zincirle asılan kap Ģeklinde fanuslar biçiminde yapılırdı.
16. yy'da yapılmıĢ, her iki türe ait, yaldızlı, klasik bezemeli örnekler
Topkapı Sarayı Müzesi'nde vardır. Top Ģeklinde madeni büyük ajurlu
avizeler de özellikle sarayda kullanılmıĢtır. Ġstanbul'da ilk cam
kandillerin; hamam, cami ve benzeri yerlere ĢiĢe iĢleyen sır-çacı
fırınlarının Yahudilere ait olduğu ve bunların atölyelerinin Eyüp
civarında bulunduğu biliniyor. Madeni Ģamdanlar da ufak profil
farklarıyla cam kandillere benzerdi. Bazılarında yapıldıkları tarihler
yazılıdır. 16. yy'dan sonra Ġstanbul' da üretilmiĢlerdi. Ġstanbul'da
pirinç, bronz, gümüĢ, altın ya da tombak (cıvayla parlatılmıĢ bakır)
kandiller yapılırdı. Saraylar için bunların değerli taĢlarla süslü olanları
da üretilirdi. Osmanlı döneminin Ġznik iĢi klasik kandilleri de çini
iĢçiliğinin ve klasik bezemenin büyük boyda ünlü örnekleri
arasındadır. Son yüzyıllarda, zengin konutlarda ve saraylarda, büyük
aynalı ve mermer kaplı konsolların iki yanlarında, değiĢik biçimlerde,
renkli camdan bezemeli fanuslar taĢıyan petrol lambaları, ev
dekorasyonunun önemli öğeleri olmuĢtu.
Camilerde iki tür ıĢık kaynağı kullanılırdı: Birincisi, mihrabın iki yanındaki büyük
Ģamdanlar; ikincisi, kubbeye zincirlerle asılmıĢ, caminin asıl ıĢık
kaynağı olan Bizans döneminin polikandelonu-na tekabül eden ve top
kandil denen avize. Yukarıya asılı anlamına gelen Farsça avize
sözcüğü büyük kandil karĢılığı kullanılmıĢtır. Bazen insan boyunu
geçen dev Ģamdanlar içine çapları 20-30 cm'yi bulan büyük mumlar
konurdu. Top kandiller ise kubbeye asılan büyük bir madeni çember
üzerine dizilmiĢ cam fanuslar içindeki mumlardan oluĢuyordu. Asılan
kandiller içinde daha çok bir vazoya benzeyen, gümüĢ, bakır ya da
pirinçten yapılanları da vardı. ġamdan-
ların bir grubu, büyük bir kesik koni biçiminde yüksek bir kaidenin çanak oluĢturan
yüzeyi üzerindeki zengin profilli silindirik bir üst bölümden meydana
gelirdi. Cami mihraplarında kullanılan baĢlıca tip buydu.
Bir baĢka tür Ģamdan, zengin profilli uzun çubuk biçimindeydi. Küçüklü büyüklü
çubuk Ģamdanların bir lale motifi ile bitirilmeleri Lale Devri'nden
sonra yaygınlaĢmıĢtır. Altıgen ya da sekizgen piramidal bir kaide
üzerine yivli küresel baĢlıkla biten delikli (ajurlu) cami lambaları da
vardı. Bunlar Memluk geleneği uzantılarıydı. Bu temel biçimlerin
dıĢında kalan, özel olarak üretilmiĢ gümüĢ Ģamdanlara ve lambalara
her dönemde rastlanmıĢtır. Benzer biçimleri yineleyen seramik
Ģamdanlar, kandiller ve lambalar, genelde Ġznik atölyelerinde
karakteristik çini bezeme ve renkleriyle de üretilmiĢtir. Cam avizeler
özellikle son yüzyıllarda Avrupa'dan ithal edilmiĢse de Ġstanbul'da
yapılan avizeler de vardır. Beykoz Cam Fabrikası'nın "çeĢm-i bülbül"
tekniğinde yapılan çiçek motifleri ile süslü avizeleri, bunların en
gözde olanlarıydı (bak. camcılık).
Fenerler bakır, bronz ya da gümüĢten yapılan, camlı, taĢınabilir kandillerdi. Tümüyle
karanlık olan sokaklarda yatsı namazından sonra fenersiz dolaĢmak
IV. Murad döneminde (1623-1640) yasaklanmıĢtı. YaygınlaĢtıktan
sonra, madeni, pahalı fenerlerin yerini muĢamba fenerler aldı.
Bunların alt ve üst iki madeni parça arasında armonika gibi
katlananları da vardı.
Vakfiyelerde camilerin aydınlatılmasında görevli olanlar ve yapacakları iĢler özenle
belirtilmiĢtir. Fatih Vakfiye-si'nde cami için, "Kanadili zerrin ile ol
kubbe-i simin evc-i letafette mah ü per-vindir" denir. Caminin
aydınlatılması için "dört nefer suleha-i nurani mezahir-i saadet-i
tevfik-i rabbani suruc ü kanadil huddamı olup evvel-i leylde ikad ve
iĢ'al-i kanadile iĢtigale ikdam ve bade edai's-salat iftası ile ihtimam
edüp..." denmiĢtir. Ayasofya'nın aydınlatma hizmetlerinin "Üç nefer
merd-i salih siraci vehhaç" "gah lema-i nur ile Ģem-i mür-deyi ihya,
gah nefha-i sur ile mahv ü ifna..." ederek yerine getirildiği
anlatılmaktadır. Süleymaniye Camii'nde de sekiz "siraci" vardı.
Osmanlı döneminde sokakların aydınlatılması 19. yy'a kadar söz konusu değildi.
Sadece gece bekçileri, ellerinde fenerlerle dolaĢırlardı. Geceleyin
sokağa çıkmanın da, o dönemler nadir olduğunu anımsamak gerekir.
Sokağa fenersiz çıkmanın yasak edilmesinden, evlerin ve dükkânların
önüne fener asılmasının istenmesinden sonra, sokakta fener kullanımı
artmıĢtır. Cam fenerler genellikle kapı önüne asılmıĢ sabit fenerlerdi.
Elde dolaĢtırılan fenerler ise özel olarak hazırlanmıĢ muĢamba bez ya da daha ucuz
olarak kâğıttan yapılırdı. MuĢamba fenercilerin en ünlü merkezi, Sü-
leymaniye'de Tiryaki ÇarĢısı idi.
AYDINLATMA
476
477
AYDINLATMA
ili
Günümüzde aydınlatma görsel bir iĢlev de kazanmıĢtır. Fotoğrafta böyle bir kullanım
örneğinde Kız Kulesi ve arka planda, Süleymaniye Camii'nin
minareleri arasına gerilmiĢ mahya görülüyor.
Aydınlatma ve Isıtma Araçları Müzesi'nin binası (üstte) ile içinden bir görünüm
(sağda).
Aydınlatma ve Isıtma Araçları Müzesi (üst), Nazım Timuroğlu (sağ)
ĠETT ayrıca yüksek ve alçak gerilim Ģebekelerim güçlendirmek ve güvenilirliklerini
artırmak için önemli ıslahata giriĢti. Bu arada Boğaz'ı iki taraftan
çevirmek üzere 35.000 volt gücünde bir bukle tesis ve Silahtar,
Beyazıt ve Bakırköy'de merkezler yapımına giriĢildi. 1940 sonuna
kadar, değiĢik ebatta 150 km'lik Ģebeke ve 26 indirici merkezi inĢa
edildi. Ancak savaĢın neden olduğu güçlükler nedeniyle programa
devam edilemedi, ithal edilemeyen bir kısım malzemenin ülkede imali
yoluna gidildi. Güç Ģartlar altında Ġstanbul elektriksiz bırakılmamaya
çalıĢıldı.
SavaĢ yıllarında her tür malzeme fiyatının günden güne artması, memur maaĢlarına
ve iĢçi ücretlerine zam yapılması, yönetimin masraflarının katlanması
üzerine elektrik ücreti 1942'de kw'ı 12 kuruĢtan 15 kuruĢa ve 1943'te
15 kuruĢtan 17 kuruĢa çıkarıldı. Bu zamlar sayesinde yönetim belini
doğrultabildi. 1943'te 1.493.986 lira kâr etti.
Abone sayısı I4l.238'e, genel ıĢık lambaları 6.851'e, fabrikada üretilen enerji
143.067.165 kw/saate yükseldi.
SavaĢ sonrası ekonomik geliĢmenin neden olacağı talebi göz önünde bulunduran
ĠETT, Silahtar fabrikasını 30.000 kw gücünde yeni bir türbojeneratör
ile güçlendirmeye karar verdi. 1945'te bir Ġsviçre firmasına sipariĢ
edilen bu türbojeneratör Mayıs 1949'da bütün yardımcı tesisleriyle
birlikte hizmete girdi. 1948'de abone sayısı 168.235'e yükseldi. Genel
ıĢık lambaları 10.200'e ulaĢtı. Fabrika 223.989-995 kw/saat enerji
üretti. Yeni türbojeneratörün hizmete giriĢiyle elektrik tüketimine
konmuĢ olan sınır da kaldırıldı.
Ġstanbul'un elektrik enerjisi 1952'ye kadar Silahtarağa Santralı'ndan karĢılandı. Bu
tarihten sonra Çatalağzı Santralı'ndan da elektrik alınmaya baĢlandı.
1950'li yıllarda Ġstanbul hızla büyüdü; nüfusu arttı; yerleĢme alanı
geniĢledi. KentleĢme ve sanayileĢme elektrik tüketimini sürekli yukan
çekti. 1950'li yılların sonlarına doğru ICA uzmanları kurumu
ziyaretleri sırasında ĠETTnin Ġstanbul'daki sanayiyi besleyen bir sınai
kuruluĢ olduğunu gördüler; Amerikan yardımından yararlanmasının
zorunlu olduğunu vurguladılar. ICA Ġstanbul'un elektrik sorununu
EBACO firmasına inceletti ve Si-lahtarağa'nın geniĢletilmesi amacıyla
ICA tarafından 42 milyon dolar tutarında kredi açılmasını ve 120.000
kw'lık. iki santral kurulmasını kararlaĢtırdı.
Ancak 1960'taki askeri müdahale, geliĢmeleri olumsuz etkiledi. Üst yöneticiler
görevlerinden alındılar. ĠETT'ye yeni bir yönetim geldi. 1961 baĢında
elektrik üretimi 714.576.880 kw/ saatti; Ģebeke uzunluğu 3.411.633
m'yi buldu. Ġndirici merkezi adedi 692 idi. 196l'de Silahtarağa
Elektrik Fabrikası'nın kazan ve türbin takati 130.000 kw'tı.
1962-1963'te ĠETT'nin, ICA kredisini mali gerekçelerle almakta tereddüt göstermesi
üzerine hükümet bu olanağı ka-
Ara Güler
çırmamak için krediyi ve santral kuruluĢunu Etibank'a devretti. Bundan böyle
Ġstanbul'un aydınlatılmasında ve enerji ihtiyacında ĠETT-Etibank
ikilemi gündeme geldi. Elektrik üretimini ve dağıtımını yitirmek ĠETT
için önemli bir kayıptı. Bu nedenle Etibank karĢısında ĠETT varlığını
koruyabilmek çabası içerisindeydi.
Bu arada 19öO'lı yılların ikinci yarısında Ġsviçre'den 36 milyon dolarlık kredi
karĢılığında 300.000 kw gücünde bir santral kurma giriĢiminde
bulunuldu. Böylece Ġstanbul'un elektriği güvence altına alınmıĢ
olacak, arızalar ve kesilmeler önlenecek, voltaj düĢüklüğünün önüne
geçilecekti. Fakat sonunda Ġsviçre kredisi de Etibank'a devredildi.
Ġstanbul'u besleyecek yeni santral, Etibank tarafından Silahtarağa'da kurulmak
iĢlendiyse de, toprak anlaĢmazlığından ötürü Küçükçekmece'nin Hara-
midere yöresinde, Ambarlı'da kuruldu ve birinci ünite 1966'nın son
ayında çalıĢmaya baĢladı. Ambarlı Termik Santra-h'nın(->) ikinci
ünitesi 19ö7'de hizmete girdi. Her iki üniteden ayrı ayrı 110.000
kw'lık elektrik elde edildi. Üçüncü ünite 1970'te faaliyete geçti.
Ambarlı Termik Santralı'ndan üretilecek elektrik enerjisinden bütün Trakya illerinin
de yararlanması öngörülmüĢtü. Ambarlı Keban'dan sonra Türkiye'nin
ikinci büyük santralıydı. Ġstanbul, Ambarlı kuruluncaya kadar
Silahtarağa'nın yamsıra Çatalağzı ve Kuzeybatı Anadolu
santrallarından alınan ek enerji ile beslenmiĢti.
1312 sayılı yasayla kurulan Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) ülkenin elektrik iĢlerine
yeni bir yön verdi. Yasaya göre TEK elektriği Ġstanbul belediye
sınırına
kadar getirecek, abonelere belediye adına dağıtımını ĠETT üstlenecekti. Yasa
gereğince 8 Ekim 1970'te Silahtarağa Santralı da TEK'e devredildi.
Kent Ģebekesinin ıslahı ve güçlendirilmesi için yeni indirici merkezler kuruldu.
Gerekli yemlemelerle ek kuruluĢlar yapıldı. Ġstanbul'da Yıldıztepe,
Da-vutpaĢa ve Ümraniye'deki transformatör merkezlerinin kapasiteleri
TEK tarafından iki katına çıkarıldı. Aksaray ve Taksim gibi merkez
bölgelerde yeni transformatör merkezleri kuruldu.
1970'li yılların baĢında ĠETT idaresi de Hasköy, Tozkoparan, Harbiye ve Kazlı-
çeĢme'de yeni transformatör merkezleri kurmuĢtu. ġebekeye verilen
elektrik enerjisi 1968'de 1.505.190.950 kw/saat iken 1972'de
2.100.000.000 kw/saate ulaĢtı. 1960'ta 23.023 olan genel aydınlatma
lamba sayısı 1970'te 35.262 oldu. Bu arada 10 yıl içinde 9.492 normal
lamba, cıva buharlı lambaya çevrildi.
1970'li yıllarda kentin elektrik ihtiyacı ağırlıklı olarak Ambarlı Termik Santralı'ndan
sağlandı. Kent elektrik dağıtım Ģebekesi giderek yurt ölçeğinde
gerçekleĢtirilen elektrik ağına alındı. Önce ulusal sistemin Batı
Anadolu bölümüne, sonra ulusal sisteme bağlandı. Ancak, uzak
mesafeden güç taĢınması büyük enerji kayıplarına neden olmaktaydı.
Bu nedenle kent büyük ölçüde Ambarlı ve Batı Anadolu
santrallarından beslendi. 1977'de kentin dağıtım Ģebekesine 3.226
milyon kw/saat enerji verildi. Ancak, bu miktar büyüyen ve
sanayileĢen kentin ihtiyacını karĢılamakta yetersiz kaldı. Sanayi
kuruluĢlarının bir bölümü jeneratör kullanmak zorunda kalıyordu.
ĠETT ve ODTÜ'nün iĢbirliği ile hazırlanan projede 1975-1985 dönemi için
yeni santrallar öngörüldü. Ġstanbul'un kiĢi baĢına günlük elektrik tüketiminin 0,5
kw'tan, 1,11 kw'a çıkması bekleniyordu. Ġstanbul Elektrik ġebekesi
Tevsii ve Islahı Projesi kapsamında 17 büyük merkez, 574 dağıtım
merkezi ve 500 km dağıtım Ģebekesi yapımı planlandı.
1977'de ĠETT'nin toplam Ģebeke u-zunluğu 7.022 km, toplam abone sayısı ise
999.579'du. Sağlanan elektrik enerjisi 35-10 kw'lık alçak gerilim
Ģebekesi ile dağıtılıyordu. Abonelerin 933.713'ü konut, ticaret
kuruluĢu ve resmi kurumlar, 65.462'si küçük ve 404'ü büyük sanayi
kuruluĢuydu. Türkiye genelinin üçte birini oluĢturan Ġstanbul'un
sanayi kuruluĢları, Ġstanbul'a verilen enerjinin yüzde 60-70'ini
tüketiyordu. Abone sayısı bir milyona yaklaĢıyor görünüyorsa da,
gerçek sayı kaçak kullanımlar nedeniyle bunun çok üzerindeydi.
30.3.1990 tarihinden bu yana, TEK Genel Müdürlüğü ile bir sözleĢme imzalayan
AKTAġ Elektrik ġirketi, Ġstanbul'un Anadolu yakasındaki elektrik
dağıtım hizmetlerini yürütmektedir. 1992 verilerine göre, yüzde 50'si
Ar Hol-ding'e, yüzde 15'i ise TEK'e ait olmak üzere çok ortaklı bir
kuruluĢ olan AK-TAġ'ın kurulu gücü 1.175 MVA (Mega Volt Amper)
ve abone sayısı 955.000'dir. 1992'de TEK' ten satın alınan enerji
miktarı 3.051.860.000 kw/saattir. Bu miktarın 501.860.000 kw/saatlik
miktarı, Ģebeke kaybı olup, 103.569.000 kw/saati genel aydınlatmaya,
4.585.300 kw/saati ise karayolu aydınlatmasına ayrılmıĢ, geri kalan
2.441.842.000 kw/saat ise çeĢitli kurum ve meskene satılmıĢtır. Net
elektrik satıĢının yaklaĢık olarak abonelere dağılımı Ģöyledir: Mesken
tüketimi 920.937.000 kw/saat, bina ortak kullanımı 85.443.260
kw/saat, ticarethane tüketimi 292.541.900 kw/saat, resmi daire
tüketimi 79-757.075 kw/saat, sanayi kullanımı 832.405.500 kw/saat,
ĠSKĠ kullanımı 172.985.900 kw/saat ve diğer tüketim
miktarı yaklaĢık 57.770.000 kw/saattir. Anadolu yakasındaki toplam Ģebeke
uzunluğu 3.250.000 m'dir.
1993 verilerine göre, Ġstanbul'un Avrupa yakasına elektrik veren TEK'e ait Ģebeke
uzunluğu ise yaklaĢık 18.000.000 m'dir. Bu miktar, her turla havai hat,
yeraltı ve sualtı kablolarını da kapsamaktadır. TEK Ġstanbul ġubesi
için satın alınan toplam elektrik miktarı 7,3 milyar lav/saat iken bunun
6,2 milyar kw/saati abonelere satılmaktadır. YaklaĢık 2.100.000
abonesi olan TEK'in abonelerinin 1.500.000'i mesken, 310.000'i
ticarethane, 100.000'i küçük sanayi kuruluĢu, 130.000'i mesken dıĢı
ortak kullanım alanları, 13.000'i Ģantiyeler, 6.000'i resmi kurumlar, 3-
500'ü TEK'te çalıĢan personel, 2.000'i büyük sanayi kuruluĢları,
1.500'ü tüketim bedeli alınmayanlar, 1.400'ü hayır kurumlan, 45'i
tarımsal sulama yerlerinden oluĢmaktadır.
ZAFER TOPRAK
AYDINLATMA VE ISITMA ARAÇLARI MÜZESĠ
Kadıköy, Büyükçamlıca Tepesi'nde üç katlı bir evin düzenlenmesiyle oluĢturulan
Türkiye'nin ikinci özel müzesi.
25 Haziran 1991'de ziyarete açılan müzenin kurucusu ve sahibi iĢadamı Mehmet
Yaldız'dır. Büyükçamlıca'da Sefa Tepesi adıyla bilinen yerde, eski bir
evin onarılması ve eklemeler yapılmasıyla oluĢturulan bina, üç müze
katı ve bir bodrum kattan oluĢmaktadır. Toplam 400 m2 kullanım
alanına sahip olan müzenin birinci ve ikinci katlarında eserler
sergilenmekte, üçüncü kat ise ziyaretçiler için dinlenme yeri olarak
kullanılmaktadır.
Müzede sergilenen eserlerin hemen hepsi, Mehmet Yaldız'm 50 sene boyunca
derlediği 2.500 parçalık koleksiyonun bir bölümüdür. Bunların yüzde
90'ı Anadolu'dan, özellikle de Elazığ, Erzincan ve Ağrı yöresinden
derlenmiĢ-
tir. Ayrıca Çukurcuma, Horhor, Mecidi-yeköy, Çadırcılar ve Topkapı bitpazarla-rı ile
BeĢiktaĢ hurdacılarından alınmıĢ çok değerli parçalar vardır. Diğer
eserler ise, Mehmet Yaldız tarafından Hollanda, Fransa, Avusturya ve
Ġngiltere' den satın alınmıĢtır.
Müzede, MÖ 7000 yıllarından kalma kandillerden günümüzde kullanılan modern
aydınlatma ve ısıtma araçlarına kadar her dönemden 600 eser
bulunmaktadır. Kandiller; karpit, gaz, havagazı ve mumla yanan
fenerler; tekke, kilise, sinagog ve konak Ģamdanları; sobalar;
kaloriferler; 1867'de Ġngiltere'de yapılmıĢ ilk Ģofben, buhurdanlar,
mangallar dikkat çekicidir. Müzede bulunan en değerli parçalar
arasında tarihöncesi dönemden kalma toprak, cam ve metal kandiller,
Roma ve Bizans Ģamdanları, Selçuklu ve Memluk demir kandilleri, bir
eĢi de Fransa'da Louvre Müzesi'nde olan porselen kandil, 13. yy'a ait
ocaklar, Beykoz iĢi kandiller, giyotinli Ģamdanlar, yumurtanın
tazeliğini ölçmeye yarayan aynalı Ģamdan, Ġngiltere'den gelme
yürüyen soba sayılabilir.
Müzenin bir bölümünde de, gene Yaldız tarafından toplanmıĢ elle çalıĢan film
makineleri, buhar makinesi maketleri, ilk pil, radyo, gramofon
örnekleri gibi değerli baĢka eserler sergilenmektedir.
AYġE HÜR
AYDINLIK
Mütareke döneminde, Ġstanbul Ġtilaf Devletleri iĢgali altındayken yayımlanmaya
baĢlayan ve yayımını 1925'e kadar sürdüren Marksist dergi.
Aydınlık'm ilk sayısı Haziran 1921' de yayımlanmıĢ, çeĢitli ara vermelerle yayımı
sürdürülerek, son (31.) sayısı 1925 ġubat'ının ortalarında basılmıĢtır.
Dergi, diğer birtakım muhalif süreli yayınların yamsıra, 6 Mart
1925'te Takrir-i Sükûn Kanunu'na dayanılarak hükümet tarafından
kapatılmıĢtır.
AYDEVOĞLU TEKKESĠ
482
483
AYDINOĞLU TEKKESĠ
bağdadi sıva ile oluĢturulmuĢtur. AhĢap çatı alaturka kiremitlerle kaplıdır. EĢine az
rastlanır cinsten karmaĢık ve organik bir plan düzeni arz eden
tekkenin cümle kapısı batıda, Ayni Ali Baba Sokağı üzerindedir.
Kapının üzerindeki kitabe tekkenin ikinci kuruluĢ tarihini (1318)
taĢımakta, sülüs hatla yazılmıĢ, yarı manzum yarı mensur bir metin
içermektedir. Kitabenin üst kısmına bir Rıfaî tacı kabartması
iĢlenmiĢtir.
Cümle kapısından geniĢ bir taĢlığa girilir. TaĢlığın solunda mutfak, bunun karĢısında
iki hela yer alır. Aradaki kapıdan tekkenin kuzeyindeki küçük
bahçeye çıkılmaktadır. TaĢlığın güney kesiminde, hâlâ misafir odası
olarak kullanılan iki adet derviĢ hücresi, aynı sırada, yapının
güneydoğu köĢesinde türbe bölümü ile buna bağımlı bir ziyaret
mekânı bulunur. Aynî Ali Baba ile aslında Kulaksız Mezarlığı'nda
gömülü olan ġeyh Mehmed Ensarî'nin sandukalarını barındıran bu
bölüm kısmen "makam türbesi" niteliğindedir. Türbenin kuzeyine
bitiĢik olan birim ise çay ocağıdır.
Aynî Ali Baba
Tekkesi'nin
planı.
M. Baha Tanman
Biri cümle kapısının sağında, diğeri çay ocağı ile helaların arasında bulunan iki
merdiven zemin kat ile birinci katın bağlantısını sağlar. Bu katta
binanın çekirdeğini oluĢturan tevhidhane yer almaktadır. Ayinlere
tahsis edilmiĢ alanın doğu sınırında dört adet halvethane
sıralanmaktadır. Belirli dönemlerde -özellikle muharrem aylarında-
halvete giren, "erbain çıkaran" derviĢler için düĢünülmüĢ bulunan,
asgari ölçülerdeki (1,5x1,5 m) bu hücreler perdeli birer kapı ile tev-
hidhaneye açılmaktadır. Kıble duvarında, cephede çıkıntı yapan,
yarım daire planlı mihrap yer alır. Tevhidhanenin batı yönünde, içinde
ahĢap minberin yer aldığı, ahĢap korkuluklarla ayin alanından ayrılmıĢ
olan "mevlidhan maksuresi" vardır. Bunun yanında da, ayinleri
izlemek isteyen hatırlı konuklara mahsus ufak bir mahfil bulunur.
Tevhidhane bölümü ġeyh Muhyiddin Ensarî tarafından adeta bir
tarikat müzesi gibi düzenlenmiĢ, eski levhalar, bulunmaları gereken
yerlere konmuĢ, özellikle mihrap, Rıfaîli-ği simgeleyen tarikat eĢyası
(teber, kılıç,
AYRAL, MACĠD
489
AYġE SULTAN ÇEġMESĠ
sürülmüĢtür. Ancak. 1858 tarihli bir kitabın eki olan haritada Haliç üzerindeki diğer
iki köprünün yamsıra bu köprü de gösterilmiĢtir. Dolayısıyla, söz
konusu köprünün ne zamana dek kullanıldığı ve akıbeti konusunda
kesin bilgi yoktur.
Bugün Ayvansaray'ı Halıcıoğlu'na bağlayan ve Haliç Köprüsü adını taĢıyan köprü,
1974'te hizmete girmiĢtir. Boğaz Köprüsü çevre yollarının Haliç
geçiĢini sağlayan bu köprü, ayaklar üzerinde inĢa edilmiĢtir. Yapımı
Türkiye Karayolları Genel Müdürlüğü, Ġshikawa-jime-Harima Heavy
Industries adlı Japon ve Julius Berger-Bauboang A. G. adlı Alman
kuruluĢlar tarafından üç yılda gerçekleĢtirildi. Uzunluğu 995 m,
geniĢliği 31,20 m, deniz yüzeyinden yüksekliği 22 m'dir.
Bibi. Eldem, İstanbul Anılan, 260; S. Eyice, "istanbul'da Ġhmal EdilmiĢ Tarihi Bir
Semt Ayvansaray", TAÇ, no. 5, Nisan 1987; Y. Kâhya-G. Tanyeli,
"Haliç Köprüleri ve Kent UlaĢımına Etkileri", Osmanlı Devletinde
Modern Haberleşme ve Ulaşım Teknikleri, //. Türk Bilim Tarihi
Sempozyumu, 1989.
GÜLSÜN TANYELl-YEGÂN KAHYA
AYVANSARAY MESCĠDĠ
Ayvansaray'da, Ayvansaray Caddesi ile Kuyu Sokağı'nın birleĢtiği köĢede
bulunuyordu. Halk arasında "Korucu Meh-med Ağa Mescidi" ya da
"Korucu Meh-med Çelebi Mescidi" diye de bilinir.
Hüseyin Ayvansarayî, bu mescidi Ayvansaray Kapısı dıĢında olarak tarif ettiğine
göre, esas bina herhalde daha Haliç tarafında idi. Ancak sonraları bir
ihya sırasında Ģimdiki yerine yapılmıĢ olmalıdır. Yapı Korucu
Mehmed Çelebi bin Hüseyin tarafından yaptırılmıĢtır. Vakfiyesinin
tarihi 999/1590'dır. Bu zatın mezarı Tok-maktepe Mezarlığı'nın
eteğinde, Eyüp'e giden yolun sağ tarafındadır. Minberini, Zal
Mahmud PaĢa Türbesi yakınında bulunan Ġskender Bey Okulu
öğretmenlerinden ve Çömlekçiler yakınındaki Arpacı Hayreddin
Mescidi'nin imamı olan ġeyh Abdullah Efendi koymuĢtur.
1187/1773 ve 1249/1833 Ayvansaray yangınlarında iki defa yanan mescit, Kadılar
Kapısı Kethüdası Muhzir Hacı Bekir'in kızı olan bir hanım tarafından
tekrar yaptırılmıĢtır.
Mart 1947'de Vakıflar Ġdaresi'nce kadro dıĢı bırakılan mescit, mimari önemi olmayan,
basit bir ev görünümüne sahip, kırmızı aĢıboyalı, harap, ahĢap bir
yapıydı. Fevkani bir mescit olup, minaresi yoktu. Ezan, balkonumsu
bir yerden okunurdu. Mescidin altında bir tane dükkân ve Osmanlı-
Türk klasik üslubunda kesme taĢtan 975/1567 tarihli bir Mimar Sinan
eseri olan iskender PaĢa ÇeĢmesi vardı.
Mescit, 1930'larda Vakıflar idaresi tarafından kiraya verilmiĢ, tutan kiĢi de burayı
gemi ve kalafat ameleleri için bekâr pansiyonu haline getirmiĢti.
Bugün çeĢme yerinde durmakla beraber, yanan mescitten günümüze
bir Ģey ulaĢmamıĢtır.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, I, 236; Öz, İstanbul Camileri, I, 26; İKSA, IV, 2064;
Fatih Camileri. 61; S. Eyice, "Ġstanbul'da Ġhmal EdilmiĢ Tarihi Bir
Semt: Ayvansaray", TAÇ, no. 5, Nisan 1987, s. 33.
N. ESRA DĠġOREN
AYVAT BENDĠ
Ġstanbul'un kuzeyinde Kemerburgaz nahiyesinin takriben 4,5 km kuzeydoğusunda,
Belgrad Ormanı içerisindeki Ay-vat Deresi üzerindedir ve KırkçeĢme
sistemine su verir.
I. Süleyman (Kanuni) tarafından yaptırılarak 1563'te hizmete giren KırkçeĢme
tesislerinin kuzey kolu üzerinde olan Ayvat Bendi 1765'te III. Mustafa
tarafından yaptırılmıĢtır. Kitabesi yoktur. Bent yağıĢlı zamanlarda
ihtiyaç fazlası suyu depolayarak Ģehre daha fazla su verilmesi
sağlanmıĢtır. Ayvat Bendi ke-mer-ağırlık baraj tipine örnek olarak
gösterilir. Bazı yabancı kaynaklarda ise "Bizans Bendi" olarak
tanımlanmıĢtır. Bizans ile hiçbir ilgisi olmadığı açıktır.
Ayvat Bendi KırkçeĢme tesislerinden iki yüz sene sonra yapılmıĢ, ama mevcut
sulama tesisleri ile çökeltme havuzu aynen muhafaza edilmiĢtir.
15ö3'te yapılmıĢ olan küçük bağlama ve yüzen cisimleri tutan
ızgaralar ile kumlan tutan dairesel çökeltme havuzları bendin hemen
altında bulunmaktadır. Bendin su tarafındaki payandalarla tahkim
edilmiĢ olan mermer plakalar vasıtasıyla daha fazla suyun
depolanması mümkün olmuĢtur. KırkçeĢme tesislerinden sonra
yapıldığı için sulama sistemi bentten uzaktadır.
Ayvat Deresi'nin baĢından alınan sular, üstü kapalı kanallarla güneydoğuya
iletilmekte, Ortadere ve Bakraç Dere-si'nden gelen kollar ile
birleĢerek, Kurt Kemeri ve Uzun Kemer üzerinden BaĢ-havuz'da diğer
koldan gelen sular ile birlikte depolanmaktadır.
Ayvat Bendi'nin drenaj alanı 2 km2, derenin en alçak yerinden (talveg) itibaren su
tarafındaki payandalı plakların üstüne kadar olan yüksekliği 13,45 m;
bu plakların yüksekliği l m, kalınlıkları 0,18 m'dir. Bendin tepe
uzunluğu 65,8 m, geniĢliği 6,90 m, taban geniĢliği 8,42 m olup
mansap duvarı yüzde 81,5
Ayvat Bendi
Kâzım Çeçen
eğimlidir. Göl hacmi 156.000 m3, göl uzunluğu 700 m'dir. Sağ sahildeki dolu savak
1,05x0,55 m boyutlarında olup savak eĢiği payandalı plaklardan 0,55
m aĢağıda, sol sahil dolu savağı ise l,05x 0,28 m boyutlarında ve
savak eĢiği payandalı plaklardan 0,28 m aĢağıdadır. Tahliye 0,250
mm'lik boru üzerine konmuĢ vana yardımı ile yapılmakta ayrı bir
0,250 mm'lik borunun üzerindeki vana vasıtasıyla ise su alınmaktadır.
Bentten alınan suyun debisinin ölçülmesi, ölçme sandığı kenarına, ekseni su
yüzeyinden 96 mm aĢağıda yerleĢtirilmiĢ, kısa borular yardımı ile
yapılmaktadır. Debi bu boruların çapına göre belirlenir. Bentten
toplam 46 lülelik su, yani günde 2.392 m3 su alınabilmektedir. Bent
ormanlık bölgede yapılmıĢ olduğundan haznesinde 1735'ten beri
biriken katı madde çok azdır.
Bibi. Nirven, İstanbul Sulan, Ġst., 1946; Çeçen, Kırkçeşme; Çeçen, Su Tesisleri.
KÂZIM ÇEÇEN
Mimari
Ayvat Bendi, tasarım açısından Ġstanbul bentlerinin en yalın örneklerinden biridir.
Kırık çizgilerle kemer biçimi verilen bir planı vardır. Bu, direnç
artırıcı olmasının ötesinde bendin yalın biçiminin hareketli bir kitle
etkisiyle karĢılanmasını da sağlamıĢtır. Ayrıca doğa içinde değiĢen
perspektifler elde edilmiĢtir.
18. yy Osmanlı barok konsepti buraya doğrudan yansımamıĢ görünmektedir. Düzgün
kesme taĢtan hiç bezemesiz olan bent, menba tarafında l m
yükseklikte bir parapetle çevrilidir. Basit profilli plaklardan oluĢan
parapet, set tarafında "C" profilli takozlarla desteklenmektedir.
Destekleyici iĢlevi de olan köĢklerin tabanındaki payanda biçiminde
iki çıkma üzerinde birer küçük köĢk oluĢturulmuĢtur. Yine "C"
biçimli takozlara oturan çıkmalar parapetle çevrili ve zeminden üç
basamakla çıkılan küçük açık mekânlardır. KöĢklerin tabanında
takozlarla bütünleĢen profil dizisinin plastik etkisi ve bendin kırık
çizgili planı, dolaylı da olsa bir barok izlenim olarak yorumlanabilir.
AFĠFE BATUR
AYVAZLAR
BatılılaĢma döneminde Ġstanbul'da konak yaĢamının bir tipidir. Avrupa mali-
kânelerindeki "servant'la hizmet benzerliği olan ayvaz, 18. yy'da
yaĢama katıldı. 20. yy baĢında ise ayvaz istihdamı, yaĢam koĢullarının
değiĢimiyle sona erdi. Boğaziçi sarayları ile Osmanlı hanedanı
mensuplarının köĢklerindeki ayvazlara ise "saraydar" deniyordu.
"ĠĢe koyulmuĢ, hazır bekleyen" anlamına gelen ayvaz, çoğu Van yöresinden gelen ve
konaklarda çalıĢma olanağı bulan Ermeni gençlerine deniyordu. Aynı
yörelerden gelen Kürtlerden de ay-vazlık edenler olurdu. Bunların
özellikleri güçlü kuvvetli oluĢları ve insan gücüne dayalı iĢlerdeki
becerileriydi. Ġstanbul'da iĢ bulmak, belirli yörelerden olmaya ve
aranılan yetenekleri taĢımaya bağlıydı. Bu nedenle Van yöresinden
gelenler de aynı iĢi yapan hemĢerileri-nin aracılığı ile ayvaz
olmaktaydılar.
Ġstanbul saray ve konaklarında ne zamandan beri ayvaz istihdam edildiğine iliĢkin
kesin bilgiler yoktur. Fakat kuĢkusuz olan, Batı'ya açılıĢla birlikte
yazın sayfiyeye, kıĢın kentteki konaklara taĢınmanın ve konaklar arası
iliĢkilerin artmasının yeni istihdamları gerektirdiği, ayvaz
istihdamının da bu süreçte yaygınlaĢtığıdır. Orta düzeydeki bir
Ġstanbul konağında haremde bir "bacı", selamlıkta da bir ayvazın
yardımı aileye yeterken büyük ve kalabalık konaklarla saray ve
sahilhanelerde, kâhya ya da vekilharcın yönetiminde iki-üç ayvaz
bulunduğu olurdu. Tek olan ayvaz, konağın kâhyalığını,
vekilharçlığını da çoğu kez yüklenirdi. Ayvaz istihdamının bir nedeni
de selamlık-harem iliĢkilerindeki geliĢmeydi. Konakların bu iki ayrı
dünyasının giderek yakınlaĢması, kaç-göç kaygılarının azalması ile
ayvazlar da her iki tarafın en çok aranan ve iĢe koĢulan hizmetçileri
oldular. Fakat II. MeĢrutiyet döneminde (1908-1918) Ġstanbul'un
yaĢadığı kıtlık ve yokluk, eski varlıklı aileleri de etkilediğinden,
ayvaz, yanaĢma, bahçıvan, aĢçı vb istihdamı olanağı da sona erdi.
Bununla birlikte resmi dairelerde özellikle de Hariciye Nezareti'nde
makam odalarının temizlik ve tertibinden sorumlu, ayvaz denen özel
giyimli hademeler Osmanlı Devle-ti'nin yıkılıĢına değin istihdam
edildi.
Osmanlı hanedan saraylarında ise mutfaklarda piĢen yemekleri feriye dairelerine,
dağıtılması gereken diğer yerlere tablalarla götüren hizmetlilere de
ayvaz veya saraydar deniyordu.
KöĢk, konak, yalı ve sahilhanelerde-ki ayvazlar, kapı bekçiliği, geleni karĢılama, oda
kapısında emre hazır bekleme, dönme dolaptan veya mutfaktan yemek
servisi yapma, tablayla yemek götürme, lambaları, avizeleri hazırlama,
ocakları yakma, ateĢi mangallara tevzi etme, odun kırma ve taĢıma,
hamam yakma, su taĢıma, çarĢı pazar iĢlerine bakma, gerektiğinde
kayıkçılık etme vb
Saray mutfaklarından Ģehzade ve sultan dairelerine yemek servisi yapan ayvaz.
Elbise-i Osmaniye, Dersaadet LAM Kütüphanesi
gibi büyük bir evin ve kalabalık bir eski zaman ailesinin pek çok ağır iĢlerini sabahın
erken saatlerinden baĢlayarak yaparlardı. Daha ileri giderek ayvaza
mutfak iĢleri veren, sebze ayıklatan, bulaĢık yıkatan, çocuk baktırtan,
hayvan otlatan aileler de vardı. Bu yüzden hizmet sınıfı içinde en
bakımsız, üstü baĢı kirli, yorgun ve çilekeĢ olanlar ayvazlardı. Bu
kadar yorulmalarına karĢılık düĢük düzeyde aylık ya da yıllık ücret
alırlar, bununla memleketlerindeki ailelerinin geçimim sağlamaya
çalıĢırlar; kendileri ise yanaĢtıkları ailenin himayesinde barınır ve
geçinirlerdi. Eski bir Ġstanbul halk destanında geçen "Dangul dungul
bitli ayvaz mı desem / Hamam külhanında haylaz mı desem", "Gözleri
güzelmiş yüzü maskara / El ayak düzgünmüş ama kapkara", "Bir
çuval sabunla ağarmaz eti / Kaşlarında oynar cambazdır biti" vb
dizeler, ayvazların periĢan durumunu anlatır. Bunlara yatıp kalkmaları
için de konağın müĢtemilatından eski bir yer ya da mutfağa, ahıra,
ambara bitiĢik bir oda gösterilirdi. Buraya ayvaz evi veya ayvaz odası
denirdi.
ÇalıĢtırılan personelin kılık kıyafetine, temizliğine özen gösterilen konaklarda ise
ayvazlar için ortak kıyafet, kalıpsız fes, buna sarılı ve hem Ermeni
hem de ayvaz olduklarının iĢareti mor veya mavi puĢi, tülbent ya da
yemeni,
sırtlarında salta yahut omuzdan iliklenen kapalı yelek, siyah Ģalvar, kaba kundura,
renkli ve desenli çorap, bellerinde de siyah kuĢaktı. Siyah giysi, kir
göstermemesi nedeniyle tercih ediliyordu. Yerel alıĢkanlıklarını
bırakmayan kimi ayvazlar ise arkası basık yemeni veya tomak
giyerlerdi.
Gerek bu kıyafetleri gerekse çok kaba yerel Ģivelerle konuĢmaları ayvazları ilginç bir
Ġstanbul tipi olarak ilk Türk tiyatro oyunlarına ve romanlara
sokmuĢtur.
Bibi. Pakalın, Tarih Deyimleri I, 127; "Ayvaz", ısta, m, 1655-1656.
NECDET SAKAOĞLU
AYVAZOVSKĠ, ĠVAN KONSTANTĠNOVĠÇ
(29 Temmuz 1817, Feodosia/Kınm - 2 Mayıs 1900, Feodosia) Daha çok deniz konulu
resimleriyle tanınan, Ġstanbul'da bulunmuĢ ve Ġstanbul tabloları da
yapmıĢ Ermeni asıllı Rus ressam. Resme olan yeteneği küçük yaĢta
fark edildi. Çar I. Nikola'ya sunulan resim çalıĢmalarının beğenilmesi
üzerine çarın emriyle 16 yaĢında Petersburg Akademisi'ne girdi. M.
Vorobyov'un öğrencisi oldu. Klasik Rus resminin temel öğretilerini
aldı. PuĢkin, Gogol, Glinka gibi sanatçıların sanat anlayıĢlarından
etkilendi, romantik tarzı benimsedi. 1836'da akademiden mezun
olduktan sonra, devlet tarafından yurtdıĢına gönderildi. Portekiz,
Fransa, Ġngiltere, Hollanda, Malta gibi çeĢitli ülkeleri dolaĢtığı bu
dönemde, tablolarını Roma, Venedik, Paris gibi önemli sanat
merkezlerinde sergiledi. 1844'te Petersburg'a dönüĢünde Rus
donanması resmi ressamlığına atandı ve Petersburg Akademisi'ne üye
seçildi.
Ġstanbul'a ilk kez 1845 Haziran'ında Batı Anadolu ve Ege adalarına yaptığı gezi
sırasında geldi. Tarihçi ve eğitimci Avadis Berberyan'ın yazdığına
göre bu gezide Rusya imparatorunun oğlu Gran-dük Konstantianos'a
refakat ediyordu ve heyetle birlikte Beylerbeyi Sarayı'na davet
edilerek padiĢah tarafından kabul edildi. Aynı tarihçiye göre
Ayvazovski ikinci Ġstanbul ziyaretini, 1857'de, kardeĢi rahip (daha
sonra baĢpiskopos) Kap-riel Ayvazovski ile birlikte Paris dönüĢünde
yaptı. Bu defa Ġstanbul'da 13 gün kaldı.
Üçüncü kez 1874 Ekim'inde sultanın davetlisi olarak Ġstanbul'a geldi. Bu geliĢinde
MimarbaĢı Sarkis Balyan'ın KuruçeĢme'deki adacık üzerinde bulunan
ikametgâhında bir ay kadar misafir oldu. Sultan Abdülaziz'in
Dolmabahçe Sarayı için sipariĢ ettiği tabloları burada hazırladı. Bu
vesile ile Osmanî NiĢanla taltif edildi.
Ayvazovski'nin Ġstanbul'a son geliĢi, ölümünden bir süre önce 1890 Mayıs'ın-dadır.
Bu geliĢinde de II. Abdülhamid'in huzuruna kabul edilerek padiĢaha
iki tablosunu hediye etti. Tablolar padiĢah tarafından çok beğenildi.
Bazı kaynaklar ressamın Ġstanbul'a dört defa değil de
AYVERDĠ, EKREM HAKKI
498
499
AYVERDĠ, SÂMĠHA
Aziz Mahmud Hüdaî, 15 ve 16. yy'lar-da istanbul'da faaliyet gösteren NakĢî, Halveti,
Mevlevî ve Bayramî tarikatlarının yanısıra bu dönemde Ģehir hayatına
henüz yeni girmeye baĢlayan Kadirî-lik(->) ve Rıfaîlik(-«) ile aynı
toplumsal kültür zemini üzerinde örgütlenip yaygınlaĢan Celvetîliğin
kurucusudur. Tarikat kurucusu olarak "pir" unvanıyla anıldığı gibi
tasavvuf tarihinde kendisine "kutbü'l-aktâb" ve "sahib-i zaman"
sıfatları da verilmiĢtir.
Tasavvufa yönelmesi, Küçükayasofya Medresesi'ndeki öğrencilik yıllarına rastlar.
Burada hem Nâzırzade Ramazan Efendi'den zahiri ilimleri öğrenmiĢ
hem de dönemin ünlü Halvetî Ģeyhlerinden Filibeli Nureddinzade
Musliheddin Efendi'nin (ö. 1573) sohbetlerine katılmıĢtır.
Nureddinzade, Rumeli kökenli Halvetîliğin Melamî-meĢrep tasavvuf
anlayıĢına bağlı temsilcilerinden olup Batıni eğilimlerinden dolayı
idamı istenen ünlü Bayramî/Melamî Ģeyhi HaĢimî Osman Efendi'nin
(ö. 1594) koruyuculuğunu üstlenerek bağıĢlanmasını sağlayan nüfuzlu
bir Ģeyhtir. Hüdaî'ain Nureddinzade ile tanıĢması, onun daha sonra
kuracağı Celvetîlik(-») içinde Melamî mistisizmiyle yoğrulan Halvetî
kültürünün önemli bir yer tutmasına neden olmuĢtur. Halvetîliğin
Hüdaî üzerindeki bir diğer etki kaynağı ise Mısır'da bulunduğu
yıllarda intisap ettiği, tarikatın DemirtaĢîlik koluna mensup Kerimüd-
din Halvetî'dir.
1573'te Mısır'dan bir Halvetî Ģeyhi olarak Bursa'ya dönen Hüdaî'nin burada
Muhyieddin Üftâde (ö. 1580) ile tanıĢıp onun Kaygan Camii'ndeki
cemaatine girmesi, tarikat ve tasavvuf anlayıĢı üzerinde Bayramî
etkisinin baĢladığı dönem olarak kabul edilebilir. 1577'de Üftâde'
Aziz Mahmud
Hüdaî'yi anan
bir tekke
levhası:
Yâ hazret-i
pîr Ģeyh
seyyid
Mahmud
Hüdaî.
M. Baha Tanınan
koleksiyonu
ye intisap etmiĢ ve ondan tarikat hilafeti ile daha sonra Ģiirlerinde kullanacağı
"Hüdaî" mahlasını almıĢtır. Aziz Mahmud Efendi'nin Ġstanbul'a
gelmeden önce Bursa'da geçirdiği 1573-1580 arasında Halvetî ve
Bayramî zümreleriyle yakın iliĢki kurduğu, fakat Üftâde aracılığıyla
daha çok Bayramîlerin etkisinde kaldığı görülmektedir. Diğer yandan
intisap ettiği Üftâde'nin tarikat silsilesi, Muk'ad Hızır Dede (ö. 1512)
ve Akbıyık Meczub (ö. 1456) tarafından Hacı Bayram-ı Ve-li'ye (ö.
1429) bağlandığı için Hüdaî'nin sonradan Ġstanbul'da kurduğu
Celvetîlik, tasavvuf tarihinde Bayramîliğin bir kolu gibi
yorumlanmıĢtır. Ancak Celvetîlik, Rumeli Halvetîliği ile Anadolu
Bayramî-liğinin kültürel bütünleĢmesiyle meydana gelmiĢ ve her iki
tarikattan bağımsız bir tasavvuf anlayıĢını temsil etmiĢtir. Hüdaî,
kurduğu tarikatın mistik öğretisini tasavvufta "halvef'ten ayrılma
anlamına gelen ve "tevhid"e iĢaret eden "cel-vet" kavramı etrafında
ĢekillendirmiĢ, Halvetî ve Bayramî zikrinin temelini oluĢturan "esma-i
seb'a"ya ilaveler yaparak 12'ye çıkarmıĢ ve "tevhid" akidesiyle birlikte
13 sayısının kutsallığım sembolize eden 13 terkli (dilimli) Celvetî
tacını müritlerine giydirmiĢtir.
Aziz Mahmud Efendi'nin Ġstanbul'a gelmesi ve Celvetîliği Ģehrin mistik hayatına
sokması 1580'lerin baĢına rastlar. Önceleri Küçükçamlıca'da
yaptırdığı "çilehane"de inzivaya çekildiği rivayeti yaygındır. Fakat
tarikatın baĢlangıçtaki asıl merkezi, kendisinin daha önce öğrencilik
yıllarının geçtiği Küçükayasofya Camii ve Medresesi bünyesindeki
tekke olmuĢtur. Burada sekiz yıla yakın post-niĢinlik yapmıĢ, yerine
Filibeli Ġbrahim Efendi'yi bırakarak Üsküdar'da inĢa ettirdiği
"âsitane"nin baĢına geçmiĢtir.
17. yy baĢlarında Ġstanbul'un saray çevresini nüfuzu altına alan tarikat Ģeyhleri
arasında Hüdaî, belki de en etkili olanıdır. Hayatı boyunca dokuz
padiĢahın saltanat dönemim yaĢamıĢ ve besiyle yakın iliĢki kurarak
Celvetîliğin hem Ġstanbul'da hem de Batı Anadolu, Ege adaları ve
Rumeli'de hızla yaygınlaĢmasını sağlayacak siyasi desteği elde
etmiĢtir. Hüdaî'nin padiĢahlarla kurduğu iliĢki, iki temel noktada
odaklanır. Bunlardan birincisi, baĢta Ġstanbul olmak üzere
imparatorluğun gündelik hayatına iliĢkin sorunların pratik çözüm
önerileriyle birlikte padiĢaha mektuplar aracılığıyla sunul-masıdır. Bu
mektupların içeriği, Ġstanbul'un iaĢesinden bürokrasideki çeĢitli
atamalara kadar uzanan geniĢ bir sorunlar dizisini kapsamakta ve
Hüdaî kendisini padiĢah üzerindeki nüfuzuna dayanarak kamu
vicdanının sesi olarak ön plana çıkartmaktadır. Tezakir-i Hüdaî adlı
mecmuada toplanan bu mektupların büyük bir kısmı III. Murad'a
yazılmıĢtır. Hüdaî'nin sarayla kurduğu iliĢkinin odaklandığı bir diğer
önemli nokta da, padiĢahların gördükleri rüyalara yaptığı uygun
yorumlarda kendisini gösterir. III. Murad (hd 1574-1595), III.
Mehmed (hd 1595-1603), I. Ahmed (hd 1603-1617) ve II. Osman'ın
(hd 1618-1622) rüyalarım yorumlamıĢ, devlet yönetimini ilgilendiren
kimi kararların alınmasında bu yolla etkili olmuĢtur. Rüya
yorumculuğu, Hü-daî'den sonra Celvetîlik içinde özellikle üzerinde
durulan bir konu değerini kazanmıĢ ve bu alanın isim yapmıĢ kiĢileri
tarikatın üyeleri arasından çıkmıĢtır. Hüdaî'nin saray üzerindeki
nüfuzunu vurgulamak için ayrıca onun IV. Murad'a (hd 1623-1640)
kılıç kuĢattığını da belirtmek gerekir.
Aziz Mahmud Hüdaî'nin tarikat faaliyetleri, sarayın yanısıra bürokrasi ve aydın
zümre arasında da destek bulmuĢ, dönemin önde gelen devlet
adamları, sanatçılar ve diğer tarikatlara mensup Ģeyhler ona
bağlanmak suretiyle güçlü bir çevre oluĢturmuĢlardır. Sadrazam Halil
PaĢa (ö. 1629) bu çevre içinde adı en çok dikkati çeken kiĢidir. Hüdaî
ile kurduğu iliĢkiyi vefatına kadar sürdürmüĢ, sahip olduğu vakıf
gelirlerini tarikata bağıĢlayarak Celvetîliği maddi yönden
desteklemiĢtir. Abaza Mehmed PaĢa ayaklanmasında baĢarı
gösteremeyince Aziz Mahmud Efendi'nin tekkesine sığınmıĢ ve Hüdaî
tarafından IV. Murad'a bağıĢlatılmıĢtır. Mimar Mehmed Ağa'ya
yaptırdığı türbesi, Hüdaî Âsita-nesi yakınındadır. Aziz Mahmud Efen-
di'ye bağlanan diğer önemli kiĢiler arasında, Sunullah Efendi, Hoca
Sadeddin Efendi, ġeyhülislam Hocazade Esad Efendi ve Okçuzade
Mehmed ġâhî Efendi gibi ilmiye sınıfına mensup isimler de vardır.
Ayrıca diğer tarikatlara mensup Ģeyh ve mutasavvıfların da Hü-daî'ye
bağlandıkları, böylece 17. yy baĢlarında Celvetîliğin Ġstanbul hayatı
içinde zengin bir tasavvuf okuluna dönüĢtüğü görülmektedir. ġair ve
tezkireci
Nev'îzade Ataî(->), Bayramî/Melamî mutasavvıf Sarı Abdullah(-0 ve "Olanlar ġeyhi"
lakabıyla tanınan Halvetî/Melamî ġeyhi Ġbrahim Efendi(->), özellikle
mensubu bulundukları tarikatların mistisizmini Celvetîlik ile
bütünleĢtiren kiĢiler olarak dikkati çekerler.
Celvetîliğin Ġstanbul'da orta tabaka arasında yaygınlaĢması, Hüdaî'den sonra onun
yetiĢtirdiği halifeleri aracılığıyla gerçekleĢmiĢtir. "Serhalife"
unvanıyla tanınan Muk'ad Ahmed Efendi (ö. 1639), Veliyüddin
Efendi (ö. 1651), Mehmed Fenaî Efendi (ö. 1664) ve Tophaneli Veli
Efendi (ö. 1697) Ġstanbul'da faaliyet göstermiĢler, Muk'ad Ahmed
Efendi ile kendi adına Celvetîlikten kol ayıran Mehmed Fenaî Efendi
ayrıca Hüdaî Âsi-tanesi'nde postniĢinlik görevinde bulunmuĢlardır.
Diğer halifeleri ise baĢta Bursa ve Edirne olmak üzere Rumeli'de
faaliyet göstermiĢlerdir. Bu yoğun faaliyet ve örgütlenme sonucunda
Ġstanbul'daki diğer tarikatlara ait bazı tekkeler Celve-tîlerin
denetimine geçmiĢtir. Özellikle tasavvuf anlayıĢı bakımından
Celvetîliğe yakın olan Halvetîlere ait tekkeler bu grup içinde ön sırayı
almaktadırlar. 17. ve 18. yy'lar arasında Ġskender Baba,
Küçükayasofya, Sokollu Mehmed PaĢa, Alaeddin, Akbıyık, Erdebil,
Bezirgan ve Sertarikzade tekkeleri Halvetîlerden Celvetîlere geçmiĢ,
bunları Kadirîliğe bağlı Akarca ile NakĢîlere ait Zeyrek ve Çakır Dede
tekkeleri izlemiĢtir. 19. yy baĢlarından itibaren Celvetîliğin
Ġstanbul'da eski önemini kaybetmeye baĢladığı ve suriçindeki
tekkelerim özellikle Halvetî denetimine bırakarak faaliyet alanını
büyük ölçüde Üsküdar'da yoğunlaĢtırdığı gözlenmektedir.
Ġbnü'l-Arabî'nin "vahdet-i vücud" anlayıĢına bağlı kalan Aziz Mahmud Hüdaî,
Arapça ve Türkçe kaleme aldığı eserlerinde bu tasavvuf çizgisinin
baĢarılı örneklerini vermiĢtir. Arapça yazdığı Kegfü'l-Kmâ an Vecbi's-
Semâ, 17. yy'da sema ve musikinin Ġslamiyete aykırı olduğu için
yasaklanmasını isteyen Kadı-zadeliler'e(~0 karĢı bu tarikat ritüelleri-
nin savunmasını yapan ve bu açıdan Ġstanbul'daki tekke hayatını
yakından ilgilendiren bir eserdir. Türkçe eserleri arasındaki Celvetî
tarikatının adap ve erkânını inceleyen Tarikatname (Ġst., 1287, 1338)
ve padiĢahlara yazdığı mektuplarının yer aldığı Tezakir-i Hüdaî adıyla
da tanınmıĢ Mektûbât, Ġstanbul hayatını yakından ilgilendirir. Yunus
Emre etkisinde kalarak yazdığı ilahiler pek çok bestekâr tarafından
bestelenmiĢ ve Ġstanbul tekkelerinde yaygın Ģekilde okunmuĢtur. Bu
ilahiler ile birlikte çeĢitli rubai ve kıtaları da Divan-ı İla-hiyyat (Ġst.,
1287, 1338, yb 1970, 1986) baĢlığı altında toplanmıĢtır.
Bibi. Cemaleddin Hulvî, Lemezat-ı Hulviye, Süleymaniye Ktp, Hacı Mahmud Efendi,
no. 4536, vr 187a; Harîrîzade, Tibyân, Süleymaniye Ktp, ibrahim
Efendi, no. 430, vr 227a-245b; Tarih-iNaima, I, 112; Tarih-i Peçevî,
II, 36; Kâtib Çelebi, Fezleke, II, ist., 1287, s. 113-114; Evliya,
Seyahatname, I, 479; Ataî,
Hadaiku'l-Hakaik, II, 760-762; ġeyhî, Veka-yiü'l-Fuzalâ, I, 280-281; Ġsmet,
Tekmiletü'ş-Şakaik, 345-346; Ayvansarayî, Hadîka, II, 195-204; ay,
Mecmuâ-i Tevârih, 55-56; Ġ. Hakkı Bursevî, Silsile-i Tarîk-i Celvetî,
îst., 1291; Raif, Mir'at, 63-67; Hocazade, Ziyaret, 56-64; Vassaf,
Sejîne, II, 372-382; Mehmed Gülsen, Külliyat-ı Hazret-i Hüdaî, Ġst.,
1338; Zâkir, Mecmua-i Tekâyâ, 72; E. W. Gibb, A History ofOttoman
Poetıy, I, Londra, 1958, s. 218; Konyalı, Üsküdar Tarihi, I, 337-339;
Beldiceanu-Steinherr, "Hüdaî", El2, II, 538-539; F. A. Tansel,
"Seyyid Aziz Mahmud Hü-dâyî", Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, XV, (1967) s. 1-42; H. K. Yılmaz, Aziz Mahmud
Hûdayî ve Celvetiyye Tarikatı, Ġst; 1982; ay, "Aziz Mahmud Hûdayî",
DlA, IV, 338-340; Z. Tezeren, Seyyid Aziz Mahmud Hûdayî, I, îst.,
1984.
EKREM IġIN
AZĠZ MAHMUD HÜDAÎ KÜLLĠYESĠ
Üsküdar Ġlçesi'nde, Doğancılar'da, Ah-metçelebi Mahallesi'nde, Hüdai Mahmut, Aziz
Mahmut ve Aziz Efendi Mektebi sokaklarının kuĢattığı bir arsa
üzerinde yer almaktadır.
Külliyenin çekirdeğini oluĢturan tekkenin banisi Celvetî tarikatının piri ġeyh Aziz
Mahmud Hüdaî'dir (ö. 1628). 1589' da tekkenin arsasını satın alıp
inĢaata baĢlattığı tespit edilmektedir. Muhtemelen mensuplarının da
katkılarıyla 1003/1594-95'te tamamlanan ilk tekkenin Ģu bölümlerden
oluĢtuğu anlaĢılmaktadır: Aynı zamanda tevhidhane olarak kullanılan
ve 1007/1598-99'da bizzat baninin minber ekletmesiyle camiye
dönüĢtürülen bir mescit, bunun etrafında yer alan derviĢ hücreleri,
aĢhane niteliğinde büyük bir mutfak, taam-hane, biri Aziz Mahmud
Hüdaî'ye, dördü de kızlarına tahsis edilmiĢ toplam beĢ adet meĢruta
ev, cümle kapısı ile bunun yanındaki iki çeĢme. Bu yapılara, Aziz
Mahmud Hüdaî'nin vefatına yakın inĢa edilen türbesi de eklenmiĢtir.
Ġstanbul'un tasavvuf hayatında önemli bir yeri olan Celvetîliğin merkezi Aziz
Mahmud Hüdaî Tekkesi'dir. Bünyesinde bu tarikatın pirinin türbesini
de barındır-
Aziz Mahmud Hüdaî Külliyesi'nin vaziyet planı.
Nükhet Ezel/Vakıflar Arğivi
dığı için "pirevi" niteliği arz eden bu tekke kaynaklarda Ģu adlarla da anılmaktadır:
Hazret-i Hüdaî Âsitanesi, Hüdaî Mahmud Efendi Âsitanesi, PiĢvây-ı
Tari-kat-ı Aliyye-i Celvetiyye, Aziz Mahmud Hüdaî Efendi Hankahı,
Hankah-ı Celvetî, Hüdaî Aziz Mahmud Efendi Hankahı, Hazret-i
Hüdaî Aziz Mahmud Efendi Dergâhı, Hüdaî Dergâhı, Hüdaî Aziz
Mahmud Efendi Tekkesi.
Bir tarikat külliyesi olan bu yapı topluluğu 19. yy'ın ortalarına kadar çeĢitli eklerle
geniĢletilmiĢ, kalabalık bir derviĢ zümresini besleyebilecek güçte
maddi kaynaklara, bu kalabalığı barındırabilecek ölçüde mekânlara
sahip olmuĢtur. 1850'de Üsküdar çarĢısında çıkan ve külliyenin
bulunduğu yamaca doğru yayılan bir yangında, Hüdaî Türbesi dıĢında
kalan binalar ortadan kalkmıĢ, bu yangından sonra kısa bir müddet
derviĢler türbede toplanarak ayinleri icra etmiĢlerdir. Abdülmecid
1855'te, türbe de dahil olmak üzere külliyeyi yeni baĢtan inĢa
ettirmiĢtir. Bu ikinci kuruluĢunda, külliyenin yerleĢim düzeni aynen
korunmuĢ, fazladan cami-tevlıidhaneye bir hünkâr mahfili, arsanın
güney kesimine bir sıb-yan mektebi eklenmiĢtir. Bu son dönemde, II.
Abdülhamid'in "mukarriblerinden" Lütfi Bey, 1317/1899-1900'de
cami-tev-hidhanenin karĢısına bağımsız bir kütüphane binası
yaptırmıĢ, bu binanın bir kısmını kendisi ve ailesi için türbe olarak
ayırmıĢtır. Külliye, bundan bir yıl sonra, giderleri Hazine-i Hassa'dan
karĢılanmak suretiyle tamir ettirilmiĢ ve günümüzde ayakta olan
harem bölümü inĢa olunmuĢtur. Kısa bir süre sonra 1910' da yıldırım
düĢmesiyle yıkılan minare, türbenin önüne, türbedarlara ayrılan
bölümün üzerine devrilerek burayı tahrip etmiĢ, bu olayın hemen
ardından minare yeniden inĢa edildiği gibi, Mısır Hıdivi Ġsmail
PaĢa'mn (ö. 1895) kızlarından Prenses Fatma Hanımefendi (ö. 1912)
tarafından türbenin camekânlı giriĢ bölümü yaptırılmıĢtır.
Bu haliyle, tekkelerin kapatıldığı 1925 tarihine kadar gelen külliyenin ca-
AZIZ MAHMUD HUDAI
508
509
AZĠZ MAHMUD HÜDAÎ
Aziz Mahmud Hüdaî Külliyesi'nde cami-tevhidhanenin içi. Sağ alt köĢede "Ģeyh
kafesi" görülüyor. Bekir Tosun, 1983
Aziz Mahmud Hüdaî Külliyesi'nin cümle kapısı ile iki yanındaki çeĢmeler. M. Baha
Tannan. 1983
mi-tevhidhanesi bundan böyle yalnızca cami olarak kullanılmıĢ, meĢruta evler ise
cami görevlileri ile Vakıflar Ġdare-si'nin kiracılarına mesken olmuĢtur.
Bu arada mutfak, nazire, çeĢmeler, türbe ve cümle kapısı gibi
unsurların günümüze aynen gelebilmiĢ olmalarına karĢılık, derviĢ
hücreleri, selamlık ve mektep gibi kullanımlarını yitiren bazı bölümler
de tarihe karıĢmıĢtır. Binalar, baĢta cami olmak üzere, Vakıflar Ġdaresi
tarafından 1975'te onartılmıĢ olup sağlam durumdadır. Son yıllarda
kurulan Aziz Mahmud Hüdâî Vakfı, külliyenin bakımını yapmakta,
ayrıca öğrencilere ve muhtaçlara dağıtılmak üzere mutfakta her gün
yemek piĢirilmektedir.
Aziz Mahmud Hüdaî Külliyesi, Osmanlı döneminde istanbul'un en parlak tasavvuf
merkezlerinden birisiydi. Aziz Mahmud Hüdaî'nin etkili kiĢiliği
hükümdarları, hanedan ve saray mensuplarını, devlet ricalini, ulemayı,
sanat ve musiki erbabını, çeĢitli zümre ve meslekten birçok kiĢiyi
buraya çekmiĢ, bu durum tekkenin postuna oturmuĢ olan Ģeyhler
tarafından sürdürülmüĢtür. H. K. Yılmaz'ın Aziz Mahmud Hüdâyî ve
Celvetiyye Tarikatı baĢlıklı incelemesinde, Hüdaî Tek-kesi'nin
Ģeyhleri, hayatları ve kiĢilikleri ile ayrıntılı biçimde ele alınmaktadır.
Aziz Mahmud Hüdaî Külliyesi'nin ilk aĢamadaki özellikleri hakkında kesin bilgi
bulunmamaktadır. Yine de, cami-tev-hidhane ile Hüdaî Türbesi'nin
aynı yerde bulundukları, ancak daha ufak boyutlu oldukları
söylenebilir. Külliyeyi 17. yy'da görmüĢ olan Evliya Çelebi, arsadaki
dağılım ve mimari özellikler konusunda doyurucu bilgi vermemekte,
üç yüz kadar derviĢin müstakil hücrelerde barındığını söylemekle
yetinmektedir. 18. yy'daki durumu kısmen aydınlatması bakımından
Ayvansarayî'nin Hadîkatü'l-Cevâmi'de naklettiği Ģu bilgiler kayda
değer: "... cami-i Ģerifin avlusunda Ģadırvanı ve etrafında fevkani ve
tahtanî mahfilleri vardır. Ve zaviye kapısında müteaddit çeĢmeler
vardır. Ve zaviye hücerâtı cami etrafındadır. ġeyh dairesi baĢka olup
müstakil meĢruta menzilleri dahî vardır". Külliyenin 1272/1855-
56'daki ihyası sırasında, BatılılaĢma eğiliminin yoğunlaĢtığı Tanzimat
dönemine ait hemen bütün onarım ve yenileme faaliyetlerinde olduğu
gibi, buradaki yapılar da, özgün mimarileri hiç hesaba katılmaksızın,
Aziz Mahmud Hüdaî'nin yaĢadığı devre tamamen yabancı düĢen
ampir üslubunda yenilenmiĢlerdir. Külliyenin ilk halinden günümüze
intikal edebilen unsurlar cami-tevhidhanenin batısındaki Fatma
Hammsultan Türbesi ile cümle kapısının solundaki iki çeĢmedir.
Batıdan doğuya doğru alçalan arsa birçok istinat duvarı ile setlere ayrılmıĢ, külliyenin
binaları bu setler üzerine yerleĢtirilmiĢtir. Arsa batıda Hüdai Mahmut,
güneyde Aziz Efendi Mektebi, doğuda Aziz Mahmut Efendi
sokakları, kuzeyde de komĢu bir parselle kuĢatılmıĢtır. Ayrıca
külliyenin tam ortasından geçerek ar-
sayı doğu-batı doğrultusunda ikiye bölen basamaklı bir geçit vardır. Bu geçit zaman
içinde, tekke sakinleri ve cami cemaatinin yanısıra çevre halkınca da
kullanılarak "Hüdai Avlusu Sokağı" adını almıĢtır. Bu sokak
niteliğindeki kademeli geçidin doğu ucunda, Aziz Mahmut Efendi
Sokağı'yla birleĢtiği noktada külliyenin cümle kapısı yer alır.
Cümle kapısından girince, Hüdai Avlusu Sokağı üzerinde, solda Aziz Mahmud
Hüdaî Türbesi ile sonradan buna bitiĢtirilmiĢ olan, tekke Ģeyhleri ile
aile fertlerinin gömülü oldukları türbe, Hüdaî Türbesi'nin arkasında bu
yapıya bitiĢik olarak yer alan cami-tevhidhane, dar bir geçitten sonra,
içinde, Kaya Sul-tan'ın (ö. 1699) kızı Fatma Hammsül-tan'ın (ö. 1727-
1728) gömülü olduğu türbeyi 'barındıran hazire parçası
sıralanmaktadır. Bu nazirenin batısında, Aziz Efendi Mektebi
Sokağı'mn kuzeye doğru kıvrılan kesiminden sonra, duvarlarla çevrili
bir bahçenin içinde harem dairesi ile harem mutfağı bulunmaktadır.
Hüdai Avlusu Sokağı'mn diğer (kuzey) yakasında ise, en alttaki küçük meĢruta evden
sonra sırayla, zemini yükseltilmiĢ bir hazire parçası, mutfak ile buna
bitiĢik hünkâr mahfili giriĢi, abdest muslukları, kütüphane ve yine bir
bölüm hazire yer almaktadır. Abdest musluklarının sıralandığı duvarın
arkasında, arsanın kuzey kesiminde vaktiyle derviĢ ' hücrelerinin,
kahve ocağının, taamha-nenin ve diğer selamlık birimlerinin
bulunduğu bilinmektedir. AhĢap oldukları anlaĢılan bu binalar
tamamen tarihe karıĢmıĢ, yerlerine son yıllarda Aziz Mahmud Hüdâî
Vakfı tarafından bir öğrenci yurdu inĢa edilmiĢtir. Hüdai Avlusu
Sokağı'mn Hüdai Mahmut Sokağı'na kavuĢtuğu yerde de, cümle
kapısı ile aynı boyutlarda bir kapı bulunur. Bu kapıdan çıkınca solda,
sokak üzerinde, kül-
liyeye ait meĢruta evlerden ikisi, bağımsız bahçeleri içinde yer almaktadır.
Cümle Kapısı ve Yanındaki Çeşmeler: Cümle kapısı küfekiden pilastrlar ile iki
yandan kuĢatılmıĢ, dikdörtgen açıklığının üzerine, iki silme arasına
1272 tarihli ihya kitabesi yerleĢtirilmiĢtir. Metni Süleyman Senih
Efendi'ye (ö. 1900) ait olan talik hatlı kitabe iki parça halinde
düzenlenmiĢ, bunların ortasına Abdül-mecid'in tuğrası konmuĢtur.
Kapının solunda yan yana iki çeĢme mevcuttur. Klasik üslupta silmeler ve sivri
kemerlerle donatılmıĢ olan bu çeĢmeleri yaptıran, büyük bir ihtimalle
Aziz Mahmud Hüdaî'dir. Soldakinde, kemerin üzerinde 1033/1623-24
tarihli sülüs hatlı ve Arapça metinli mensur bir kitabe, kemer
aynasının içinde de 1272/1855-56 tarihinde külliye ile birlikte
Abdülmecid tarafından tamir ettirildiğim gösteren, manzum metni
Ahmed Sadık Ziver PaĢa'ya (ö. 1862) ait talik hatlı diğer bir kitabe
bulunmaktadır. Bunun sağındaki daha ufak boyutlara sahip çeĢmede
ise son mısraı ebcedle 1019/1610-11 tarihini veren sülüs hatlı
manzum bir kitabe yer alır.
Cümle kapısının sağındaki çeĢmede, 1141/1728-29'da, NevĢehirli Damat Ġbrahim
PaĢa'nın oğlu "Genç" lakaplı Damat Mehmed PaĢa (ö. 1734/35)
tarafından yaptırıldığını belirten, metni Bahçe-saraylı Mustafa
Rahmi'ye ait, ta'lik hatlı manzum bir kitabe görülmektedir. Söz
konusu çeĢmenin, ampir üslubunda olan oranlan ve ayrıntıları külliye
ile beraber yenilendiğini kanıtlamaktadır.
ÇeĢmelerin üzerinde, halen imam ve müezzin meĢrutası olarak kullanılan birer ahĢap
mesken vardır. Geçen yüzyılda yenilendikleri anlaĢılan bu evlerden
soldaki, yakın bir zamanda kagire dönüĢtürülerek özgün Ģeklini
kaybetmiĢtir. Bunun arkasında, külliyenin ilk yıllarından kalma
olması muhtemel bir su haznesi ile bir dizi hela yer almaktadır.
Cami-Tevhidhane: Kagir duvarlı, ahĢap çatılı, fevkani bir yapıdır. Biri bodrum katı,
biri de mahfillerin oluĢturduğu kısmi üst kat olmak üzere, toplam üç
katlıdır. Bütün açıklıkların basık kemerlerle geçilmiĢ olduğu
cephelerde, kat döĢemeleri ve saçak hizalarında yatay silmeler
dolaĢmaktadır. Zemin katta, namaza ve ayinlere tahsis edilen
dikdörtgen alan, kıble yönünde yer almakta, batı ve kuzey yönlerinde,
zeminleri bir seki ile yükseltilmiĢ mahfillerle çevrili bulunmaktadır.
Bu mahfillerin sınırında, ahĢap korkuluklar arasında, fevkani
mahfilleri taĢıyan ve alçak bir korkuluk duvarından sonra tavana
kadar devam eden ahĢap dikmeler sıralanır. Söz konusu dikmeler kare
kesitli olup pilastr baĢlıklarla donatılmıĢtır. Her dikmeye, karĢısındaki
duvarla aynı boyutlarda bir duvar payesi tekabül etmekte, bunların
arasında altlı üstlü ikiĢer pencere bulunmaktadır. Batıdaki zemin kat
mahfilleri ortada, iki dikme arasında kesintiye uğratılarak buraya,
yalnız Hüdaî Tekkesi'nde bulunan "Ģeyh kafesi" yerleĢtirilmiĢtir.
ġeyh kafesinin varlığı, Aziz Mahmud Hüdaî ile Hızır Aleyhisselam arasında cereyan
ettiğine inanılan bir menkıbeden dolayı, sırf bu tekkede icra edilen
ayinlerde uygulanan farklı bir ritüelden kaynaklanmaktadır. Cuma
namazlarından sonra icra edilen ayinlerde, cuma namazını bu kafesin
içinde eda eden Ģeyh efendi, ayinin belirli bir yerinde, derviĢler
kıyama kalktıktan bir müddet sonra kafesten çıkarak ayindeki yerini
alırdı. Gerektiğinde kapı gibi açılabilen kafesli bölmelerin kuĢattığı bu
mekânın arkasında, iki ucu kapılarla donatılmıĢ ufak bir geçit,
mahfiller arasındaki bağlantıyı sağlamaktaydı. ġeyhler, harem
dairesinin bulunduğu batı yönünde, binayı kuĢatan dar geçide açılan
"Ģeyh kapısını" kullanarak cemaate görünmeden bu kafese girerlerdi.
ġeyh kafesinin kıble yönündeki sınırında yer alan seki,
cami-tevhidhanenin ilk inĢa edildiği yıllardaki sınırını göstermektedir.
Kuzey yönündeki mahfiller de ortada, iki sütun arasındaki açıklık miktarınca
kesintiye uğramakta ve: bu açıklığın ekseninde, harimin güney
duvarında mihrap, kuzey duvarında son cemaat yerine açılan kapı,
bunun da karĢısında yapının dıĢ duvarındaki esas kapı yer almaktadır.
DıĢarıdan bir sıra basamakla ulaĢılan ve cami cemaatince kullanıldığı
anlaĢılan bu kapının üzerinde, ortada Abdülmecid'in tuğrası, yanlarda
Ģair Ziver'in kaleminden çıkmıĢ ve talikla yazılmıĢ 1272/1855-56
tarihli bir kitabe bulunmaktadır. Bu esas kapının batı yönünde, aynı
Ģekilde önü basamaklı, daha ufak boyutlu diğer bir kapı daha vardır ki
"tevhidhane kapısı" olarak adlandırıldığına göre daha ziyade tekke
sakinlerince kullanılmıĢ olduğu anlaĢılmaktadır. Bu giriĢin üzerindeki
kitabe levhasında, sülüsle yazılmıĢ ve Aziz Mahmud Hüdaî'ye ithaf
edilmiĢ bir beyit yer almaktadır. Son cemaat yerinin doğu ucundan
geçilen minare, dıĢarı taĢkın, kare bir kaide üzerinde yükselen daire
kesitli gövdesi, basit Ģerefesi ve kurĢun kaplı koni biçimindeki ahĢap
külahı ile iddiasız bir görünümdedir.
içinde birçok sofayı, odayı ve bir helayı barındıran hünkâr mahfilinin giriĢi, cami-
tevhidhanenin kuzeyinde, Hüdai Avlusu Sokağı'mn öbür yakasında
yer alan kısmı bir zemin kattan sağlanmıĢtır. Duvarları içeriden
bağdadi sıva, dıĢarıdan ahĢap kaplama ile donatılmıĢ olan ve bir
hünkâr kasrı niteliği arz eden bu bölümün üst katı, iki çift ahĢap
dikme üzerinde, köprü gibi sokağı kat ederek yapıya bağlanmaktadır.
Cami-tevhidhanenin kafeslerle donatılmıĢ olan üst kat mahfillerinin
kuzey kanadı hünkâr ile maiyetine ve hanedan mensuplarına, batı
kanadı ise kadınlara tahsis edilmiĢtir. AhĢap bölmelerle taksim
edilmiĢ olan mahfillere, biri son cemaat yerinden, diğeri de batı
yönündeki geçitten baĢlayan iki merdivenle ulaĢılabilmektedir.
Bodrum katının, ilk mescit-tevhidha-nenin altına tekabül eden kuzey kesiminde, dar
uzun koridorlara açılan ve ufak pencerelerden az miktarda ıĢık alan
halvethane (çilehane) niteliğinde mekânlar vardır. Güney kesiminde
ise, 1855-1856'daki geniĢletme sırasında içeriye alınarak bir türbe
niteliği kazanmıĢ olan hazire parçası yer almaktadır.
Ampir üslubuna has sadeliğin hâkim olduğu cami-tevhidhane cephelerinde herhangi
bir süsleme unsuru göze çarpmaz. Ġçeride de süsleme asgari ölçülerde
tutulmuĢtur. ġöyle ki; profilli çıtalarla meydana getirilmiĢ geometrik
taksimata sahip tavanda, ayrıca pencere sıraları ile alt ve üst kat
mahfilleri arasındaki kuĢakta, pastel renkler kullanılarak ampir
üslubunda stilize çiçekler ve dal kıvrımlarından oluĢan bir tezyinat
uygulanmıĢtır. Ayrıca üst kat pencereleri ile üst kat mahfillerinin
kafesleri oymalı ve yaldızlı hotozlarla taçlandırılmıĢtır. Bu hotozların
tepelerinde, zemini siyaha boyalı daireler içine, zerendûd tekniği
kullanılarak "Muhammed" ibareleri ile Dört Halife'nin isimleri
yazılmıĢtır. Minber ile Ģeyh kafesinin önünde yer alan vaaz kürsüsü
ahĢaptan mamul olup, "S" ve "C" kıvrımlarını ihtiva eden ve daha
ziyade barok üsluba bağlanan kabartmalar ile süslüdür.
Türbeler ve Hazire: Aziz Mahmud Hüdaî'nin türbesi, vefatından 1925'e kadar,
Celvetî tarikatı mensuplarınca, bayram arifelerinde, âsitane Ģeyhinin
riyasetinde debdebeli bir Ģekilde ziyaret edilmiĢ, ayrıca istanbul'daki
veli türbeleri içinde en çok rağbet görenlerden birisi olma özelliğini
günümüze dek sürdürmüĢtür. Cami-tevhidhane ile aynı inĢaat ve
süsleme özelliklerim paylaĢan türbe, kuzeyden güneye doğru sıralanan
camekânlı bir giriĢ bölümü, türbe-darların nöbet tuttukları, piramit
biçiminde bir külahla örtülü oda ve esas harimden oluĢmaktadır.
Harim kapısı üzerinde Aziz Mahmud Hüdaî'nin vefat tarihini
(1038/1628) veren Arapça mensur metinli ve talik hatlı bir kitabe
vardır. Dikdörtgen planlı harimin ortasında daire kesitli dört adet
mermer sütuna oturan ve içeriden Celvetî tacının tepeliği gibi on üç
dilime taksim edilmiĢ olan bir ahĢap kubbe yükselmektedir. Pirin
yaldızlı demir Ģebekelerle kuĢatılmıĢ olan ahĢap sandukası, bu
kubbenin altındadır. Çevresinde çocuklarına ve bir torununa ait
toplam on adet sanduka sıralanmaktadır. Duvarların üst kesiminde
hattat Mahmud Celaleddin'in (ö. 1829) kaleminden çıkmıĢ, Sure-i
Mülk'ü içeren, sülüs bir yazı kuĢağı dolaĢmaktadır. Türbede bulunan
sandıklar içinde Aziz Mahmud Hüdaî'nin birtakım emanetleri
muhafaza edilmektedir.
Bu türbenin doğusunda, ilk önceleri açık hazire Ģeklindeyken muhtemelen 1855-
1856'da, üstü örtülerek türbeye dönüĢtürülmüĢ olan bölüm vardır.
Tekke Ģeyhlerinden, mensuplarından ve aile efradından birçok kiĢinin
gömülü ol-
r
AZĠZĠYE CAMÖ
510
511
AZNAVUR PASAJI
.:S.V~- ''v..".-." ••:: V':' •".'•••" -."--'":; "•":'- Ġ*liiçe de Kaıakenı, Galata,
Ooasfca
1355.. Edileıır îlaî.,Fnjctıterrnaım,. Cımstaatiaogle". , .
Aziziye Karakolu'nu gösteren bir fotoğraf kartpostal. Afife Batur koleksiyonu
düğü bu ikinci türbenin çatısı Cumhuriyet devrinde ortadan kalkınca ahĢap
sandukaların yerlerine çimentodan garip lahitler kondurulmuĢ,
üzerlerine de bir kısmı hatalı olan, Latin harfli ufak kimlik levhaları
iliĢtirilmiĢtir.
Külliyenin haziresinde, birçoğu hat ve oymacılık sanatları açısından dikkat çekici
nitelikte mezar taĢları bulunmaktadır. Carni-tevhidhanenin batısındaki
hazire parçası içinde yer alan Fatma Hanımsultan Türbesi, hepsi
mermerden yontulmuĢ sekiz adet sekizgen kesitli ve baklavalı baĢlıklı
sütunları, bunlara oturan sivri kemerleri, sütunların arasını kapatan
tunçtan dökülmüĢ nefis Ģebekeleri ile açık türbeler içinde ayrıcalıklı
bir yere sahiptir.
Mutfak: Külliyenin mutfağı, kagir duvarlı ve ahĢap çatılıdır. Biri daha büyük olan, iç
içe iki birimden oluĢmaktadır. Basık kemerli kapılar ve pencerelerle
donatılmıĢ olan bu mekânlardan büyük olanında, tuğladan örülmüĢ
kemeri ile anıtsal ocak yer alır. 20. yy'ın baĢlarında Hüdaî Tekkesi'nin
Maliye Nezareti'nden aldığı "taamiye tahsisatı" Ģöyledir: Günde üç
çift ekmek ve altı okka et, Kurban Bayramlarında yirmi beĢ adet
koyun, zeytinyağı bedeli ve yılda 216 kuruĢ.
Kütüphane: Dikdörtgen planlı olan kütüphane binasının duvarları sarı renkli
yumuĢak bir taĢla kaplanmıĢtır. Üzeri tuğladan örülmüĢ bir tekne
tonozla örtülü olan yapının giriĢi cami-tevhidha-neye bakan güney
cephesinin ortasın-dadır. Gerek bu kapı, gerekse de pencereler, kilit
taĢları konsollarla belirtilmiĢ, yuvarlak kemerlere sahiptir. Aralarında,
duvara gömülmüĢ ve iyon nizamında baĢlıklarla donatılmıĢ yivli
sütunlar vardır. BaĢlıkların üstünde de "arc-hitrave" görünümünde bir
kuĢak uzanmaktadır. Cephenin en üst kesimi sütunların hizasında yer
alan, ortaları birer kabartma rozetle süslenmiĢ küçük pi-lastrlarla üçe
taksim edilmiĢ, bu bölümlere, bani Lütfi Bey'in adını ve ebcedle
1317/1899-1900 tarihini veren, talik hatlı manzum kitabenin mısraları
yerleĢtirilmiĢtir. Halen Aziz Mahmud Hüdâî Vakfı'nın idare binası
olarak kullanılan kütüphanenin batı kesimi, demir parmaklıklarla
tecrit edilerek, bani ile ailesine ait sandukaları barındıran bir türbe
haline sokulmuĢtur. Ampir üslubunun antik tapınak cephelerini taklit
eden ve Osmanlı mimarisine çok yabancı düĢen bir uygulamanın
sergilendiği bu binanın tonozlu örtüsü üzerinde de, baĢka yerde
benzerine rastlanılmayan koni biçiminde üç madeni alem
sıralanmaktadır.
Harem Dairesi ve Meşruta Evler: Hepsi ahĢap olan bu yapılar 19. yy'ın ikinci yarısı
içinde yenilenmiĢlerdir. Kagir bir zemin kat üzerinde yükselen üç
katlı, büyük boyutlu harem dairesi bir eski Ġstanbul konağının bütün
özelliklerini yansıtmaktadır.
Aziz Mahmud Hüdaî Külliyesi, Hüdaî Tekkesi'nde 1304/1885-86'da, 29 erkek ile 20
kadının ikamet ettiği, Dahiliye
Nezareti'nin istatistiklerinde belirtilmektedir. Diğer istanbul tekkeleri ile
karĢılaĢtırıldığında oldukça kalabalık görünen bu nüfusun bir kısmı
harem dairesi ile meĢruta evlerde, bir kısmı da derviĢ hücrelerinde
yaĢamaktaydı.
Külliye İle İlişkili Yapılar. Külliyenin yakın ve uzak çevresinde bulunan ve burası ile
iliĢkili olan bazı tesisler Ģunlardır: Aziz Mahmud Hüdaî'nin
halifelerinden, tekkenin üçüncü postniĢini "Ehl-i Cennet" Mehmed
Efendi'nin (ö. 1664) cümle kapısının karĢısında yer alan türbesi; Aziz
Mahmud Hüdaî'nin mensuplarından olup mürĢidine duyduğu saygıdan
ötürü kendisini onun tekkesinde "kapıcı" olarak niteleyen MaraĢlı
Halil PaĢa'nın (ö. 1629), külliyenin güneydoğusunda, biraz ilerisinde
inĢa ettirdiği Kapıcı Tekkesi ve Bulgurlu'da, Aziz Mahmud Hüdaî'nin
çileye girdiği mevki olduğundan "Çilehane" adını alan yerde
1024/l6l8'de inĢa ettirdiği mescit-tekke.
Bibi. Tarib-i Naiına, II, 112; Evliya, Seyahatname, î, 329; Kâtip Çelebi, Fezleke, ist.,
1287/1870-71, II, 114; Kut, Dergebnâme, no. 41; 232, Ayvansarayî,
Mecmuâ-i Tevârih, 55-56, 87-88, 222-223, 231, 273, 328, 395; ay,
Ha-dîka, II, 195-204; Çetin, Tekkeler, 588; Aynur, Saliha Sultan, no.
25, 34; Asitâne, 2; Osman Bey, Mecmua-i Cevâmi, II, no. 192, 72-73;
Münib, Mecmua-i Tekâyâ, 5; Raif, Mir'at, 53, 63-67, 102; İhsaiyat II,
21; Muallim Vahyî, Müslümanlık ve Türklüğü Yükseltmeye
Çalışanlardan Bursalı Tabir Bey, ist., 1335/1916-17, 101; Mehmed
Gülsen, Külliyât-ı Hazret-i Hüdâyî, Ġst., 1338/1919-20, 5; Zâkir,
Mecmua-i Tekâyâ, 72-74; "Aziz Mahmud Efendi (ġeyh Hüdâyî)",
İSTA, III, 1718-1722; Öz, istanbul Camileri, II, 31; A. H. Tanpınar,
Beş Şehir, ist., 1969 (2. bas.), 185; K. ġenocak, Seyyid Aziz Mahmud
Hüdâyî, Ġst., 1970, 29-32; Konyaiı, Üsküdar Tarihi, I, 104-107, 129-
130, 325-341, II, 16-18, 69-70, 128, 303, 403, 437, 356, 419, 427-
428, M. O. Bayrak, istanbul'da Gömülü Meşhur Adamlar, Ġst., 1979,
119; H. K. Yılmaz, Azız Mahmud Hüdâyî ve Celvetiyye Tarikatı, Ġst.,
1982, 246-258; M. B. Tanınan, "Aziz Mahmud Hüdâyî Külliyesi",
DİA, IV, 340-343.
M. BAHA TANMAN
AZĠZĠYE CAMÜ
Maçka, TaĢlık'ta ViĢnezade Mahalle-si'nde Abdülaziz (hd 1861-1876) tarafından
inĢaatına baĢlattırılmıĢ, ancak tamamlanamamıĢtır.
Projesine göre Abdülaziz bu camiyi Maçka'nın Dolmabahçe üzerindeki hâkim bir
noktasında dört minareli olarak yaptırmak istemiĢti. Caminin mimarı
Sar-kis Balyan olacaktı.
Yaptırdığı bütün büyük yapılarda Ģehrin kuzey taraflarını tercih eden Abdülaziz,
inĢaatı baĢlatmadan önce cami giderleri için, günümüzde de Akaretler
olarak anılan sıra evleri yaptırdı. 1874 sonlan veya 1875 baĢlarında
büyük bloklar halindeki temel taĢları yerleĢtirilerek bina temelden
yükselmeye henüz baĢlamıĢken Abdülaziz 30 Mayıs 1876'da tahttan
indirilmiĢ ve inĢaat durmuĢtur. Duvarların ve büyük ana payelerin
uzun süre burada duran temel taĢları, mevkinin "TaĢlık" adım
almasına sebep olmuĢtur.
Cumhuriyet döneminde bu temeller üzerinde TaĢlık Gazinosu inĢa edilmiĢ, 1980'li
yıllarda ise beĢ yıldızlı bir otel (Swissotel-Bosphorus) yükselmiĢtir.
Caminin, avlu olarak tasarlanmıĢ bölümü ise ViĢnezade inönü Parkı
olarak düzenlenmiĢtir.
SEMAVÎ EYÎCE
AZĠZĠYE KARAKOLU
Karaköy'de, köprünün Galata çıkıĢında PerĢembepazarı ile Karaköy Meydanı
arasında bulunmakta idi. Bugün mevcut değildir.
Aziziye Karakolu, 19- yy'ın ortalarında baĢlatılan kolluk kuvvetlerinin yeniden
örgütlenmesi giriĢimlerinden sonra yaptırılan karakollardan biridir.
1860'lardan sonra hızlanan karakol yapımları, asayiĢ sorunları olan
Galata vb liman bölgelerinde öncelikle gerçekleĢtirilmiĢtir.
Adını dönemin padiĢahı Abdülaziz' den alan Aziziye Karakolu ve yapım tarihi
hakkında Ģimdilik fazla bilgi bulunmamaktadır. Karakol, 1894
depreminde hasar gören yapılardan biri idi. Onarımı, tanınmıĢ Ġtalyan
mimar Raimondo D'Aronco(-0 tarafından yapıldı. Onarım
konusundaki kayıtlardan, yapının demirden bir kuĢaklama sistemine
sahip olduğu ve deprem sırasında rıhtımının da çöktüğü
anlaĢılmaktadır. Bunun dıĢında R. D'Aronco'nun yapıya ne ölçüde
müdahale ettiği bilinmemektedir.
Aziziye Karakolu, döneminin karakol yapılarının en görkemlilerinden biri olmalıdır.
Ġki katlı kagir bir yapıdır. Ayrıca fotoğraflarında geride kalmıĢ bir
saçak görünmektedir. GiriĢ aksına göre simetrik düzenlenmiĢ
cephede, giriĢ aksı dıĢında, kat ve saçak korniĢlerinin sürekli
çizgisiyle belirlenmiĢ yatay bir bölümleme görülmektedir. Katlarda
her aksta bir çift pencerenin yer aldığı sade bir cephe düzeni
kurulmuĢtur. Zemine kadar indirilmiĢ görünen pencereler, giriĢ
katında basık kemerli ve dökme demir parmaklıklıdır. Üst katta ise
yine basık kemerli olan pencereler, üstten kemerli alınlıklarla
yükseltilmiĢtir.
GiriĢ aksı, iki yanda pilastrlarla ayırt edilmiĢtir. Bunun içine, üstten bir üçgen
frontonun konturuyla çevrili ve bu kon-turun köĢelerini tutan çift
kolonlu ve çift pilastrlı bir cephe modülü oturtulmuĢtur. Kolon çiftleri
zeminde dairesel, üst katta kare kesitli görünmektedir. Zemin katın
kolon çiftinin korentiyen bir baĢlık düzeni olduğu fark edilmektedir.
Cephe modülünün merkezine tam daire biçimli bir tür gül pencere
yerleĢtirilmiĢ ve bunu kuĢatan bir biçimde geniĢ bir yarım daire kemer
yapılmıĢtır. Gül pencerenin dökme demir parmaklıkları olmalıdır.
GiriĢ modülü alçak kabartma gibi görünen bir bezemeye sahiptir. Bu
düzenleme son derece ilginç ve bu yapıya özgü bir biçimlenmedir.
Mimarının adı -Ģimdilik-saptanamamıĢtır. Binanın akıbeti ve ne
zaman ortadan kaldırıldığı da bilinmemektedir. Yerine sonraları Seyr-i
Sefain Dairesi (Denizyolları) binası yapılmıĢtır. AFĠFE BATUR
AZNAVUR, HOVSEP
(1845, Londra - 3 Mayıs 1935, Kahire) Ermeni kökenli mimar. 1867'de, uzun süre
Londra'da yaĢamıĢ ve orada bir yeniçeri müzesi kurmuĢ olan babasıyla
birlikte Ġstanbul'a geldi. Aynı yıl Vene-dik'e gönderildi, orada Murad-
RafayeL yan Okulu'nda öğrenimini sürdürdü. Mimarlık eğitimine
1876'da Roma Güzel Sanatlar Akademisi'nde baĢladı. Henüz
öğrenciyken Duperis adlı bir Ģirkete ait yazlık bir villa için açılan
proje yarıĢmasında birinci geldi ve yapının gerçekleĢtirilmesi iĢini
üstlendi. Ġ879'da, akademiden "Valore" ödülünü alarak mezun oldu.
Aynı yıl Ġstanbul'a döndü ve I. Dünya SavaĢı bitene kadar burada
kaldı. Daha sonra Mısır'a yerleĢti ve çalıĢmalarını ölümüne kadar
orada sürdürdü.
Ġstanbul'da çok sayıda proje ve yapıya imzasını atmıĢ olan Hovsep Aznavur'un
bilinen yapıları ve kesin bilinmemekle birlikte ona atfedilmiĢ olan
diğer yapılar saptanabildiği kadarıyla Ģunlardır:
TepebaĢı Tiyatrosu, Beyoğlu Ermeni Tiyatrosu, Beyoğlu Fransız Tiyatrosu (1884'te
yanan Alkazar Tiyatrosu yerine yaptırıldı, 1892'de yandı), Fener
Stefan (Sveti) Kilisesi(-*), Sansaryan Hanı, Gül-benkyan Hanı,
Topalyan Hanı (yandı), Katırcıoğlu Hanı (1979'da yandı), Sebuh-yan
Hanı, Cibali Tütün Fabrikası(->), Alman Pazarı (Bazaar Alman),
Beyoğlu Ġngiliz karma okulları, Nusret Bey Hanı, Kanlıca Prenses
Rukiye Sultan Yalısı, Prenses Hatice Beyoğlu apartmanları, Ki-riks
Apartmanı, Culyani Apartmanı, Vuçi-no Apartmanı, devlet adamı
Vahan Efendi'nin türbesi, Heybeliada'da Abbas Halim PaĢa KöĢkleri(-
>), Mısır Apartma-m(-»). Ayrıca Kahire, Rado, Ġskenderiye, Loji'de
de çeĢitli yapıtları vardır.
Bu listeden de anlaĢıldığı gibi, Aznavur, çeĢitli iĢlevlerde çok sayıda yapının
tasarımcısı ve mimarıdır. Yapıları arasında yer alan Fener Stefan
(Sveti) Kilise-si'nin uygulama projesi, neorönesans ön tasarımı temel
alınarak, uluslararası bir yarıĢma sonucunda hazırlanmıĢtır. Yapı,
gerek prefabrikasyona dayanan yapım tekniği, gerek malzeme olarak
demir kullanılmasıyla dönemi için bir ilk örnek olmuĢtur.
H. Aznavur'un ticari yapıları arasında, iç avlulu plan semah neoklasik Sansaryan
Hanı ve iĢlevselliği öne çıkaran, sade Tütün Rejisi binası sayılabilir.
Ayrıca, döneminin varlıklı kesimi için, aralarında neoklasik tarzda
Abbas Halim PaĢa KöĢkü ve seçmeci (eklektik) Mısır Apartmanı da
bulunan çok sayıda konak ve villa tasarlamıĢtır. Mesleği dıĢında da
hareketli bir toplumsal yaĢantısı olan Aznavur, Ġstanbul'da
Sahmanatra-kan Ramgavar (MeĢruti Sosyalist) adlı bir partinin
kurucuları arasında yer almıĢ, daha sonra Kahire'de Ermeni cemaati
yönetim kurulunun ve Güzel Sanatları Sevenler Ermeni Cemiyeti'nin
üyesi olmuĢ, ayrıca Ermeni Spor Kulü-bü'nün baĢkanlığını yapmıĢtır.
Bibi. Hasan Kuruyazıcı, "istanbul'da Fe-ner'deki Sveti Stefan Bulgar Kilisesi'nin
Yapım Tarihi ve Mimarı Üzerine", TT, Aralık 1992; Tuğlacı, İstanbul
Adatan, I.
VARTUHĠ S. ĠBĠġOĞLU
AZNAVUR, KEVORK VĠÇEN
(18 Aralık 1861, istanbul -11 Kasım 1920, istanbul) Özellikle Ġstanbul florası
hakkındaki çalıĢmalarıyla tanınan amatör botanikçi. Mekteb-i
Sultani'yi (bugün Galatasaray Lisesi) bitirdi. Asıl iĢi, Mah-mutpaĢa
Havuzlu Flan'da bulunan, kimyasal madde ithal eden Aznavur
Biraderler Ģirketinde defter tutmaktı. Amatör olarak botanikle
ilgilenmeye baĢlamıĢtı. 1885'ten itibaren önce Ġstanbul çevresinde,
daha sonra Anadolu'nun Konya, Merzifon, Rize, Van, Ağrı gibi çeĢitli
yörelerinde bitki toplayarak yaklaĢık 20.000
Kevork Viçen Aznavur
Turhan Baytop koleksiyonu
örneklik bir herbaryuma sahip oldu. 1897'den itibaren araĢtırmalarının sonuçlarını
içeren 19 çalıĢmasını Fransızca olarak yayımladı. Bu yayınlarda 1.000
kadar bitkiyi tanımlayarak dağılımlarını göstermiĢ, 44'ü tür, 4'ü alttür,
37'si varyete ve 8'i altvaryete olmak üzere 93 yeni bitkiyi
adlandırmıĢtır.
Aznavur'un 1920'de ölmesi üzerine 5 ciltlik Flöre de Constantinople (Ġstanbul
Florası) adlı eserinin yazma nüshası, kitaplığı ve herbaryumunun satın
alınması için kardeĢi Ġstanbul Üniversitesi Fen ve Tıp fakülteleri
öğretim üyesi Dr. Esad ġe-refeddin Köprülü ve Robert Kolej hekimi
Dr. B. V. D. Post'a müracaat etmiĢ, Ġstanbul Üniversitesi gerekli
parayı bulamadığından koleksiyon 2.000 dolara Dr. Post tarafından
satın alınmıĢtır. Dr. Post bu arada Flöre de Constantinople 'u 5 yıl
içinde bastıracağına dair mirasçılara verdiği sözü tutmamıĢ, kitabı
1950-1952'de La flöre du Bospbore et deş environs adıyla iki cilt
olarak ve eĢi Anna Post ve kendisinin imzasıyla yayımlamıĢtır. Bu
kitabın ilk bölümü Doç. Dr. Mehpare BaĢarman (Heilbronn)
tarafından Türkçeye çevrilerek 1945'te Boğaziçi ve Dolaylan Florası
adıyla yayımlanmıĢtır. Aznavur'un Ġstanbul çevresine ait bitki
koleksiyonu halen Cenevre'deki Conservatoire et Jar-din
Botaniques'te bulunmaktadır.
Bibi. A. Baytop, "G. V. Aznavur ve istanbul Florası", Türk Biologi Dergisi, 11 (3):
87, (1961); H. Demiriz, "Jorj Vensan Aznavur, Hayatı ve Ġstanbul
Florasına Hizmeti", Türk Biologi Dergisi, 14 (2): 49, (1964).
TURHAN BAYTOP
AZNAVUR PASAJI
Beyoğlu'nda Ġstiklal Caddesi'nin Tünel-Galatasaray kesiminde, no. 212'de yer alır.
Bugünkü pasajın yerinde 1887'de "Ca-fe Commerce"in bulunduğu bilinmektedir.
1900'lü yılların baĢında, burası yıkı-
AZNĠF HANIMLAR
512
513
BÂB NÂĠBIĠĞĠ
larak Aznavur Sitesi yapıldı. Bu site bir yarım pasaj Ģeklindeydi, TepebaĢı'na çıkıĢı
bulunmuyordu. Bu yönde, Aznavur ailesinin kendi evleri vardı.
1924'te evin altından bir geçitle pasaj TepebaĢı ile birleĢti. Bina,
1993'te iĢyeri kompleksi olmak üzere aslına uygun olarak restore
edildi. Yazılı kaynaklarda yapının mimarının adına rastlanmamıĢtır.
Altı katlı kagir binanın, ilk üç katı, cephenin simetri ekseninde orta bölüm boyunca
cumba biçiminde bir çıkma yapmaktadır. Üst katlarda bu çıkma,
yerini balkonlara bırakır. GiriĢ katı oldukça yüksek tutulan binada,
kapının iki yanında art nouveau stilize floral süslemeler yer alır. Bu
süslemeler, cumba konsolunda ve pencere sövelerinin üst kısımlarında
da yinelenir. Kapının hemen üzerinde, alınlık olarak
nitelendirilebilecek camlı bölümde, demir malzeme kullanılarak
oluĢturulmuĢ art nouveau floral süslemeler bulunmaktadır.
Pasajın dar giriĢi, koridor boyunca pi-lastr ve pasaj içinde de neoklasik baĢlıklı
sütunlarla devam eder. Buradan, orta merdivenlerle bir kat aĢağıya
inilirken, yan merdivenlerden üst katlara çıkılır.
BANU KUTUN
AZNĠF HANIMLAR
Bu adı taĢıyan ve aynı dönemlerde sahneye çıkmıĢ olan iki Aznif Hanım vardır.
1853'te Ġstanbul'da doğup 1920'de Kafkasya'da ölmüĢ olan Aznif
Hratçya
sahneye ilk kez 1869'da çıktı. Onu, tiyatroya annesinin muhalefetine rağmen Bedros
Magakyan çekmiĢ'ti. istanbul'daki sahne hayatı 1879'a kadar sürdü.
Bu arada kısa bir.süre Güllü Agop'la, daha sonra Magakyan'la ve
döneminin diğer önemli kumpanyalarıyla çalıĢtı. En önemli rol
arkadaĢı zamanın en iyi aktörlerinden sayılan Bedros Atamyan'dı. Her
role çıkmayan, titiz, mesleğine önem veren bir sanatçı olarak tanınırdı.
1877-1878 Osmanlı-Rus SavaĢı sırasında Edirne'de de temsiller
verdiği, burada ve Zekiye rolüne çıktığı Vatan Yahut Silist-re'de
Türkçe oynadığı ve baĢarı kazandığı bilinmektedir. Döneminin önemli
tiyatro topluluklarında çalıĢmıĢ olan Aznif Hratçya 1880'lerin baĢında
Atamyan, SiranuĢ, Mari Nıvart, KarakaĢyan KardeĢler ve Mardiros
Mınakyan'la Kafkasya'ya gitti. Tiflis'te verdiği temsillerde baĢarı
kazandı. Schiller, Shakespeare ve Lermontov'un eserlerinde oynadı.
Özellikle Kamelyalı Kadm'daki rolüyle tanındı. Hastalandığı için
Türkiye'ye döndü ve 10 yıl sahneden uzak kaldı. 1893'te bir kez daha
Tiflis'e çağrıldı. Çok hasta olmasına rağmen Kamelyalı Kadın'ı birkaç
kez daha oynadı. 1900'lerin baĢında hastalığı onu sahnelerden
uzaklaĢtırdı. Bir Kadın Oyuncunun Anılan (Souvenir d'une
tragedienne) adlı anıları Ermenice ve 1912'de de la Patrie gazetesinde
dizi halinde Fransızca yayımlandı.
Ġlk Ermeni kadın tiyatro sanatçıları geleneğinin halkalarından olan; sahnelerde
yıllarca kalan ve Osmanlı tiyatrosunda önemli bir yere sahip bulunan
Aznif Hanım, 1864'te Ġstanbul'da doğdu. 1884'te sahneye çıktı.
1894'te, 1908'e kadar tiyatro hayatının en önemli adı sayılan Mardiros
Mınakyan'ın baĢta gelen kadın sanatçıları arasında yer aldı. Aznif
Hanım'ın 1908'de ġehzadebaĢı Ferah Tiyatrosu'nun karĢısındaki
binada, Müfit Ratip Bey ve arkadaĢlarının Ev Tiyatrosu grubuyla ve
Küçük ġamran Ha-nım'la birlikte Nasıl Oldu ve Zor Nikâhı
oyunlarında sahneye çıktığı biliniyor. Aznif Hanım, kısa bir süre
Osmanlı Donanma Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi'nde de oynadı.
Ġ915'te, kuruluĢu sırasında Darülbedayi'ye girdi. Özellikle kaynana
rolleriyle tanındı. 1924'te Muhsin Ertuğ-rul'un Ferah Tiyatrosu'nda
sahneye çıktı. 1925'te RaĢit Rıza (Samako) yönetimindeki
Darülbedayi temsil heyetinin Ġstanbul TepebaĢı Tiyatrosu'ndaki
kadrosunda görülen Aznif Hanım, 40 yılı aĢan bir sahne hayatından
sonra 1929' da Ġstanbul'da öldü. Aznif Hanım, Muhsin ErtuğruPun ilk
filmi İstanbul'da bir Facia-i Aşk'ta da (1922) rol almıĢtı. Bibi. And,
Osmanlı, 137-138; And, Meşrutiyet; And, Tanzimat; M. And, "Geçen
Yüzyılda Bir Kadın Oyuncunun Anıları", Devlet Tiyatrosu Dergisi,
Ankara, Ekim 1967; (Seven-gil), Türk Tiyatrosu, I-II; M. Ertuğrul,
Benden Sonra Tufan Olmasın, ist., 1989.
ĠSTANBUL
BÂB NÂĠBIĠĞĠ
Bâb mahkemeleri olarak da bilinir. Osmanlılar döneminde Ġstanbul merkezi ile Eyüp,
Galata ve Üsküdar'daki yargı mer-cileriydi. Bu mahkemeleri kentteki
diğer mahkemelerden ayıran özellikleri, asıl yargıçlarının Ġstanbul
kadısı ile Eyüp, Galata ve Üsküdar kadıları olmasıydı. Ancak bunlar
adına davalara, görevlendirdikleri bâb nâibleri bakmaktaydılar.
Eski adalet örgütlenmesi içinde farklı yargı kurumları vardı. Örneğin, Divan-ı
Hümayun, aynı zamanda bir yargı kurulu olduğu gibi, Rumeli ve
Anadolu kazaskerleri de ayrı ayrı davalara bakmaktaydılar. Ġstanbul
kadısı ile Bilad-ı Sela-se kadıları da kendi sorumluluk bölgelerinin en
büyük yargıçları konumun-daydılar. Bunların baĢkanlık ettikleri
mahkemelere bâb mahkemesi deniyordu. Ayrıca, Ġstanbul'da ve Eyüp,
Galata, Üsküdar beldelerinde çok sayıda baĢka mahkemeler de vardı.
Gerek Ġstanbul kadısı gerekse Bilad-ı Selase kadıları, kendi
bölgelerinin yöneticisi ve bir bakıma belediye baĢkam oldukları gibi
daha üst düzeydeki yönetsel, yargısal ve törensel birçok etkinliğe
katılmak durumunda bulunduklarından, bâb mahkemesine doğrudan
baĢkanlık etmezler; bu görevi, vekil olarak atadıkları bâb nâibleri
aracılığıyla yerine getirirlerdi. Kapı naibi de denen bâb nâibleri, Ģer'i
konularda uzmanlaĢmıĢ, uzun süre bu tür mahkemelerde hizmet
vermiĢ kiĢilerden seçildiği için, yargılamaların sağlıklı yürütülmesi
bakımından da bu sistem doğruydu. Çünkü, Ġstanbul ve Bilad-ı Selase
kadılıkları, süresi bir yıl olan kısa görevlerdi. Terfi ederek bu
görevlere atananlar, ekseriya, bâb mahkemesinin naibini ve diğer
görevlilerini yerlerinde bırakarak yargı iĢlerinin düzenli gitmesine
imkân vermekteydiler. Bâb mahkemelerinin bir numaralısı, Ġstanbul
kadısına bağlı olandı.
Bâb mahkemelerinin tarihini, ilmiye sınıfıyla ilgili ilk belirlemelerin yapıldığı 1470'li
yıllara kadar götürmek mümkündür. Ancak, bu döneme iliĢkin bilgi
ve belge yoktur. KuĢkusuz 15. yy sonu ile 16. yy baĢında bâb
mahkemelerine Ġstanbul ve Bilad-ı Selase kadıları fiilen
bakmaktaydılar. Fakat nüfusun artması, yargı iĢlerinin yoğunlaĢması sonucu bir
yandan MahmutpaĢa, DavutpaĢa, Ahiçe-lebi, Balat semtlerine
mahkemeler açılırken diğer yandan da bâb mahkemelerine nâibler
atanmaya baĢlandı. 1521'de ilk kez bâb naibi atayan Ġstanbul kadısının
ise Muhyiddin Fenarî olduğu bilinmektedir. Bâb mahkemelerinin bir
özelliği de resmi nitelikli bir binalarının bulunmayıĢıydı. Her görev
değiĢiminde bâb mahkemesi de yeni kadının konağına taĢınırdı.
Ancak 1837'de Bâb-ı Me-Ģihat'ta Ġstanbul kadısına bir makam
ayrıldığı gibi, burada bir de bâb mahkemesi dairesi düzenlendi. Yine
bu yıllarda bâb mahkemelerinin görev alanları yeniden belirlendi ve
birçok konu, yeni kurulmakta olan nizami mahkemelere bırakıldı.
1850'de ticaret, 1867'de ceza yasalarının ve bunlarla ilgili yargısal
düzenlemelerin yürürlüğe konmasıyla da bâb mahkemeleri diğer
Ģer'iye mahkemeleri gibi salt Ģer'i konulara bakan birer yargı organı
konumunda kaldı. 1888' deki düzenleme ile, bâb mahkemeleri,
evlenme, boĢanma, nafaka, miras, diyet, kısas vb konulara bakmakla
yükümlü kılındı. 19l4'te ise Ģer'iye mahkemeleri kapsamında bâb
mahkemelerinin görev ve yetkileri yeniden belirlendi. 8 Nisan 1924'te
ise bütün Ģer'iye mahkemeleriyle birlikte bâb mahkemeleri de
kapatıldı.
Bâb mahkemelerinde, nâibden baĢka reisülküttab (baĢkâtip), kâtipler, vekayi kâtibi,
muhzırbaĢı veya muhzırlar vardı. Muhzırın görevi, suçluyu yakalayıp
getirmekti. Vekayi kâtibi Ġstanbul'la ilgili her türlü hüküm, ferman ve
kararları, bâb mahkemesi siciline aynen yazardı. BaĢkâtip, yargı
yöntemlerini, Ģer'i kuralları en iyi bilen ve gerektiğinde naibi, hattâ
kadıyı uyaran uzmandı. Kâtiplerin de kentin geleneklerini, kurallarım,
tarihini, semtlerini, iĢ ve yaĢam düzenlerim, ayrıca Ģeriatı bilmeleri
koĢuldu. Bunun yanında hüküm kaydetmek, vakfiye, hüccet, ilam vb
belgeleri düzenlemek konularında deneyimli olmaları gerekiyordu.
Bâb mahkemelerinin çalıĢma düzenini ve görevlilerini sorumlu kadı
her zaman denetler ve gerekli gördüğünde müdahalede bulunurdu.
ġeyhî Mehmed Efendi Vekayiu'l-Fuzalâ'da., özgeçmiĢlerini verdiğj
Eyüp kadılığından emekli baĢkâtip Müftizade Mehmed Efendi (ö.
1721) ile Müderris Nalbandzade Ahmed Efendi'nin (ö. 1722) ve
Ġstanbul Kadısı Sunullah Efendi'nin (ö. 1724) Ġstanbul Bâb
Mahkemesi'nde uzun süre kâtiplik, baĢkâtiplik yaptıklarım, çok
bilgili, yargı belgelerinin düzenlenmesinde uzman olduklarını
vurgulamıĢtır.
Diğer Ģer'iye mahkemelerinde olduğu gibi bâb mahkemelerinde de arĢive sicil
deniyordu. Burada dava tutanakları, sözleĢme, senet, satıĢ, vakfiye,
vekâlet, kefillik, vesayet, ı'takname, tereke, paylaĢım vb belgeleri,
günlük narh listeleri, esnaf denetim kayıtları, ferman, berat, divan,
mektup, rüus, tezkire su-
retleri veya asılları saklanıyordu. Kadıların her görev değiĢikliğinde tüm sicil kadıdan
kadıya, nâibden naibe tutanakla teslim ediliyordu. Yapılan iĢlemler ve
yargılamalar için alınan ücret ve harçlar da düzenli olarak kayda
geçirilmekteydi. Bu açıdan, Ġstanbul bâb mahkemelerinde biriken ve
en eski tarihlileri 17. yy ortalarına değin inebilen Ģer'iye sicilleri, II.
MeĢrutiyet'e (1908) kadarki iki yüzyıldan fazla bir zaman için, kent
tarihinin en önemli belgelerini içermektedir.
Ġstanbul bâb mahkemeleri, narh tespiti, esnaf denetimi gibi birçok belediye
görevlerini, noter hizmetlerini, icra ve vakıf iĢlemlerini, yargısal
çalıĢmalarla birlikte yürütmekteydi. Ġstanbul kadısı adına davalara
bakan bâb naibi, soruna kesin bir çözüm bulamadığı durumlarda
konuyu kadıya aktarır o da gerekli görürse Divan-ı Hümayun'a
götürürdü. Buna karĢılık, Divan-ı Hümayun'dan bâb mahkemesine
havale edilen davalar ve sorunlar da olurdu. Bâb naibi ile kâtipler,
muhzır, mübaĢir, çuhadar vb görevliler mahkemedeki hizmetlerinin
karĢılığında yargı ve iĢlem harçlarından belirli oranlarda pay alırlardı.
Ġstanbul Bâb Mahkemesi'nin yetki alanı suriçi Ġstanbul'la sınırlı
olduğu gibi, Eyüp, Galata ve Üsküdar bâb mahkemeleri de bu
beldelerin sınırları içinde kalan davalara bakmaktaydılar.
Davalara Hanefi mezhebine göre bakılır, ancak baĢvuranlar davalarının diğer Sünni
mezheplerden birisine göre bakılmasını isterlerse gereği o yönde
yapılırdı. Ġstanbul ve Galata bâb mahkemelerinde, kentteki müs'temin
denen yabancı gayrimüslimlerin davalarına da bakılır, gerektiğinde
tercüman kullanılırdı. Eğer davalı ve davacı, her ikisi de yabancı-
gayrimüslim iseler, aralarındaki davanın Ģer'i yönden çözümü
bulunmadığına iliĢkin yetkisizlik kararı verilir ve konu bir hakem
kuruluna havale edilirdi. Yargılamalarda, davanın özelliğine göre
tanık, taraflar, dinleyiciler bulunurlardı. DuruĢmaların açık olması
değiĢmez kuraldı. Bilgisine baĢvurulan kethüda, yiğitbaĢı, imam,
yeniçeri ihtiyarı, müderris vb "Ģuhudu'1-hâl" (danıĢmanlar) olarak
karar belgelerini imzalarlardı. Bâb mahkemesinde yargı özeti veya
iĢlem, aynı anda "sicill-i mahfuz" denen deftere yazılır, karar da tebliğ
edilirdi.
Bâb naibi her duruĢmada, ilkin davaya ya da konuya bakmaya yetkili olup olmadığını
saptardı. Önce davacıyı, ardından davalıyı dinler, sorular yöneltirdi.
Eğer davalı, davacının iddiasını kabul ederse karara geçer; reddederse
bu kez davacıdan iddiasını kanıtlamasını isterdi. Tanık ve kanıt yoksa
yemin önerir, Ģayet davalı da yemin ederse dava düĢerdi. Bâb naibi
gerekli durumlarda keĢif naibi göndererek veya doğrudan yerinde
incelemede bulunurdu.
Ġstanbul bâb mahkemelerini en çok iĢgal eden davalar, esnaf kesiminden gelen gedik
nizamına uyulmaması, narhın altında veya üstünde fiyatla satıĢ
yapılması, ölçü, tartı, kalite hileleri vb konulardı. Genellikle bu
konulan yiğitba-Ģılar, esnaf kâhyaları yargı önüne getirmekteydiler.
Kol gezme denen kontrollerde ve denetimlerde kadının ve naibin
saptadıkları usulsüzlükler bâb mahkemelerine havale edilirdi.
Bibi. J. Schacht, "Mahkeme", lA, VIII, 146 vd: E. Mardin, "Kadı". lA, VI, 45;
Mantom, istanbul, I, 126, 131, 137-139; UzunçarĢılı, İlmiye, 117, 133;
Pakalın, Tarih Deyimleri, I, 142; Ġ. Ortaylı, "Osmanlı Kadısı-Tarihi
Temeli ve Yargı Görevi", Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgeler
Fakültesi Dergisi, 1-4, s. 117-128; ay, "Osmanlı ġehirlerinde
Mahkeme", Bülent Nuri Esen'e Armağan, Ankara, 1977, s. 245-262;
(Ergin), Mecelle, 6; ġeyhî, Vekayiu'l-Fu-zalâ, II-III, 530, 532, 581.
NECDET SAKAOĞLU
BABA ALĠ ġAH TEKKESĠ
Eminönü tlçesi'nde, Mollafenari Mahal-lesi'nde, Mahmud PaĢa Külliyesi'nin(->)
yakınında, Mengene Sokağı ile Celal Ferdi Gökçay Sokağı'nm
kavĢağında yer almaktadır.
istanbul Vakıfları Tahrir Defteri 'nde, "Vakf-ı Baba AliĢâh b. Zengî" baĢlığı altında,
tekkenin, 891 Muharrem'inin or-taları/1486'da tescil edilen
vakfiyesinin özeti verilmektedir. Vakfiyede, zaviye Ģeyhliğinin,
baninin vefatından sonra, halifesi olduğu anlaĢılan ġahkulu tarafından
üstlenilmesi, vakfedilen evin kiraya verilerek bunun geliri ile zaviye
giderlerinin karĢılanması, arta kalanın da her gece baninin kabri
üzerinde kandil yakılmasına harcanması, ayrıca Mahmud PaĢa
vakıflarına mütevelli olan kiĢinin zaviyenin vakfına da nezaret etmesi
vasiyet edilmiĢtir. Mimari özellikleri tespit edilemeyen bu ilk tesisin,
dar gelirli küçük bir zaviye niteliğinde olduğu ve Baba Ali ġah'ın
türbesini barındırdığı anlaĢılmaktadır.
Tekkenin, kuruluĢundan 20. yy baĢlarına kadar geçen zaman içinde fıe gibi
aĢamalardan geçtiği bilinmemektedir. 18. yy'm ortalarından itibaren
kaleme alınan çeĢitli istanbul tekke listelerinde Baba Ali ġah
Tekkesi'nin adı geçmez. Ayvansarayî'nin 1765-1785 arasında ka-
leme aldığı anlaĢılan Mecmuâ-i Tevâ-rih'inde türbe ile ilgili Ģu kayda
rastlanmaktadır: "Osmaniye (Nuruosmaniye) Camii kurbünde Cebeci
kulluğu karĢısında çıkmaz sokak içinde vâki türbe-i mahsûsasmda
medfûndur. Ali Baba nâm ehl-i hâl ni'nıe'l-ceyĢden olup Fatih ile
gelenlerdendir. Ol etrafta nezr ü sadakası mücerribâtdan olmağla
teber-rüken tahrîr olundu." Buradan, 18. yy'm ikinci yarısında Baba
Ali ġah Tekkesi'nin çevresi hakkında bilgi edinilmekte, ayrıca -tekke
binasının değilse bile-en azından türbenin bu dönemde mamur olduğu
ve çevre halkı tarafından ziyaret edildiği öğrenilmektedir. Birçok
yangına sahne olan bir bölgede bulunduğu için, tekkenin çeĢitli
tarihlerde yenilenmiĢ olması muhtemeldir.
Diğer taraftan ne Tahrir Defteri'nde ne de Mecmuâ-i Tevârib'ıe Baba Ali ġah'ın ve
kurmuĢ olduğu tekkenin tarikatına iliĢkin bir bilgiye rastlanmaktadır.
Mamafih "Baba Ali ġah" ve "ġahkulu" adları, ayrıca Mecmuâ-i
Tevârih'te geçen "ehl-i hâl" tabiri bu kiĢinin, Ġstanbul'un fethine
katılan, Batıni ve Alevi eğilimlere sahip heterodoks zümrelerden
birine (Rum Abdallarına, Kalenderîlere veya BektaĢîlere) mensup
olma ihtimalini güçlendirmektedir, istanbul tekke listelerinde adı
geçmeyen bu tesisin zaman içinde hangi tarikata -veya tarikatlara-
hizmet ettiği de karanlıkta kalmaktadır. 16. yy baĢlarından itibaren
Anadolu ve Rumeli'deki hemen bütün heterodoks zümreleri
bünyesinde toplayan BektaĢîliğe bağlanmıĢ olduğu, bir varsayım
olarak ileri sürülebilir. Ne var ki, BektaĢîliğin lağvedildiği Vak'a-i
Hayriye'de (1826), istanbul'da, kapatılan ya da yıktırılan, Ģeyhleri
sürgüne yollanan BektaĢî tekkelerinden söz eden kaynaklarda da Baba
Ali ġah Tekkesi'ne değinilmektedir.
Baba Ali ġah Tekkesi 20. yy baĢlarında Sa'dî tarikatına bağlı olarak ihya edilmiĢtir.
Vakıflar Ġstanbul BaĢmüdürlüğü nezdinde bulunan, bu son binaya ait
ahĢap kitabe levhasında Ģunlar yazılıdır: "ġah Ali Baba nâm-ı diğer
ġeyh ġerefeddin Efendi Dergâhı 1333/1914-
15". Kitabede adı geçen Ģeyhin, tekkenin son banisi olduğu tahmin edilebilir. Maliye
Nezareti'nce 1325/1910'da hazırlanan İstanbul Tekkeleri Taamiye ve
Tahsisat Defteri'nde, MahmutpaĢa yakınlarında, her sene Kurban
Bayramı'n-da 3 adet koyun istihkakı olan "Âmâ Ali Efendi
Zaviyesi'nin" adı geçmektedir. Söz konusu çevrede çok az sayıda
tarikat tesisi bulunduğundan bu belgede kayıtlı olan Âmâ Ali Efendi
Zaviyesi ile ġah Ali Baba Tekkesi'nin aynı yapı olması kuvvetle
muhtemeldir. Dolayısıyla tekkenin, kitabedeki tarihten (1333/ 1914-
15) biraz daha önce ihya edilmiĢ olması da ihtimal dahilindedir.
Ġki katlı ufak bir ahĢap bina ile Baba Ali ġah'ın bağımsız kagir türbesinden oluĢan bu
son tekke binası 1925'ten sonra bir müddet Ģeyh ailesi tarafından
ikametgâh olarak kullanılmıĢ, daha sonra terk edilen ve harap olan
binalar Temmuz 1984'te, "mail-i inhidam" (yıkılmaya yüz tuttuğu)
oldukları gerekçesiyle belediye ekiplerince yıkılmıĢtır. Baba Ali
ġah'ın türbesi 1986'da Vakıflar Ġdaresi tarafından yeniden inĢa
ettirilmiĢ, tekke binasının yeri ise boĢ arsa olarak bırakılmıĢtır.
Tevhidhanenin yanısıra harem ve selamlık birimlerini barındıran asıl tekke binası
13,25x9,25 m boyutlarındadır. DıĢ duvarları kagir olan bir zemin kat
ile iki ahĢap kattan meydana gelmektedir. Kuzeybatı köĢesindeki
cümle kapısından, sonradan eklenmiĢ izlenimini uyandıran, ahĢap
duvarlı, yamuk planlı bir sofaya girilir. Sofanın güney kesiminde,
tevhidhanenin bulunduğu üst kata çıkan bir merdiven, doğusunda ise
yan yana iki mekân yer alır. Bu mekânlardan kuzeydekinin, küçük
kapsamlı tarikat yapılarında görülen, çok fonksiyonlu (sohbet, yemek,
barınma) bir selamlık birimi, diğerinin de harem-se-lamlık
bağlantısını sağlayan mabeyin odası olduğu tahmin edilebilir.
Kuzeydoğu köĢesindeki harem kapısının ardında ise üst kata çıkan
diğer bir merdiven ile iç içe iki yaĢama birimi bulunur.
Üst katın önemli bir kesimini iĢgal eden tevhidhane kareye yakın dikdörtgen
planlıdır. Biri batı, diğeri doğu duvarında bulunan iki ayrı giriĢi
vardır. DerviĢlerin ve ayinleri izlemeye gelen erkek konukların
kullandığı batı giriĢi, zemin katta, cümle kapısını izleyen merdivenin
ulaĢtığı küçük bir sofaya açılır. Bu sofadan hatırlı misafirlerin kabul
edildiği, kare planlı Ģeyh odası ile buna bitiĢik olan kahve ocağına da
geçilmektedir. Gerek söz konusu sofa gerekse de bu iki mekân,
tekkenin batı cephesinde, üçgen biçiminde çıkmalar teĢkil etmektedir.
Tevhidhanenin doğu duvarındaki giriĢ ise zemin kattaki harem
bölümü ile bağlantılı olan ince uzun bir sofaya açılmakta ve yalnızca
Ģeyh efendi tarafından kullanılmaktadır. Koridor görünümündeki bu
sofadan, ikinci bir merdivenle kadınlara mahsus mahfillere çıkılır.
Çubuklu bir tavana sahip olan tevhidhane, ikisi güney, üçü de kuzey yönüne bakan
beĢ adet pencereden ıĢık almaktadır. Güneye bakan pencerelerin
arasında, cephede taĢkınlık yapan, basık kemerli mihrap yer alır.
Mihrabın içinde bulunan perde ve kandil motifleri tekkede teĢhis
edilebilen yegâne süsleme unsurlarıdır.
Ayinlere tahsis edilen alan, kuzey ve batı yönlerinde, zemini bir seki ile yükseltilmiĢ
olan, erkek seyircilere mahsus mahfillerle kuĢatılmıĢtır. Bu
mahfillerin sınırında yer alan, kare kesitli ahĢap dikmeler, kadınlara
mahsus fevkani mahfili taĢımaktadır. Tevhidhaneye bakan tarafları
ahĢap kafeslerle kapatılmıĢ olan fevkani mahfil, doğu yönündeki ince
uzun sofanın üzerinde de devam ederek yukarıdan "U" Ģeklinde ayin
alanını kuĢatır.
Asıl tekke binasının kuzeydoğu köĢesine bitiĢik olan ufak boyutlu (3,50x3 m), tek
katlı bölümün mutfak olması gerekir. Yine bu yapının güneybatı
köĢesinde, Mengene Sokağı'ndan girilen iki katlı küçük (5x3,50 m)
bir bölüm daha görülmektedir. Burasının da derviĢlerin barınmasına
ayrıldığı tahmin edilebilir. Eski Ģekline az çok uygun bir biçimde
yenilenmiĢ olan ġah Ali Baba Türbesi dikdörtgen (4x3 m) planlı,
kagir (moloz taĢ) duvarlı ve ahĢap çatılı bir yapıdır.
Bibi. Barkan-Ayverdi, Tahrir Defteri, 45, no. 272; Ayvansarayî, Mecmuâ-i Tevârih,
357.
M. BAHA TANMAN
BABA CAFER
Eminönü'nde Zindankapısı Mahallesi'n-de türbesi bulunan ve yaĢamı hakkında kesin
bilgi elde edilemeyen Abbasi elçisi. Caferü'l-Ensârî, Baba Caferü's-
Sâdık, Seyyid Cafer, Cafer-i Sâdık gibi adlarla andırsa da Ġstanbul
halkı arasında Baba Cafer diye Ģöhret bulmuĢtur.
Baha Cafer hakkındaki rivayetlerin kaynağı Evliya Çelebi'nin Seyahatname' sidir. Bu
kaynakta verilen bilgilere göre Baba Cafer, Ġmam Hüseyin soyundan
olup Abbasi halifelerinden Harunü'r-Re-Ģid döneminde (786-809)
ġeyh Maksud adlı birisiyle birlikte elçilik göreviyle Bizans'a
gönderilmiĢtir. Baba Cafer ve ġeyh Maksud, Ġmparator I. Nikeforos
(hd 802-811) tarafından kabul edilmiĢlerdir. O sırada Bizanslılarla
Müslümanlar arasında bir çatıĢma çıkmıĢ, çok sayıda Müslüman
öldürülmüĢ ve cesetleri de ortalıkta bırakılmıĢtı. Ġmparatorla görüĢme
sırasında bunun hesabını sormak isteyen Baba Cafer, bugün mezarının
bulunduğu yerin yanındaki zindana hapsedilir ve daha sonra da
zehirlenerek öldürülür. Zindanda bulunduğu sırada kerametlerini
müĢahede eden zindancı da Müslüman olmuĢ ve Ali Baba adını
almıĢtır.
Ġmparator, Baba Cafer'le birlikte Ali Baba'yı da öldürtmüĢ ve aynı yere
gömdürmüĢtür. Evliya Çelebi'nin rivayetlerini bazı bilgiler ekleyerek
Mec-
muâ-i Tevârih adlı eserinde tekrar eden Hafız Hüseyin Ayvansarayî, Hayrî adlı bir
Ģairin Baba Cafer'in menakıbını manzum hale getirdiğini belirterek
yirmi sekiz beyitten oluĢan ve o yıllarda türbe duvarında asılı duran
manzumeyi de kaydetmiĢtir.
Ġstanbul'un fethi sırasında Ģehre Baba Cafer Türbesi'nin bulunduğu yerden giren
Abdürrauf Samedanî, Baba Cafer'in mezarını keĢfetmiĢ ve ecdadı
olduğunu beyan ederek yeĢil imamesini baĢucuna koymuĢ, daha sonra
da buraya inĢa edilen türbeye türbedar tayin olunmuĢtur.
Baba Cafer Türbesi Ġstanbul halkı tarafından adak ve ziyaret yeri olarak
benimsenmiĢtir. Halk arasındaki geleneğe göre türbeden alınan
toprağın (cevher) Ģifa verici olduğuna inanılırdı. Doğum yapacak
kadınlar türbeye bir deste mum adarlar, dokuz yüz doksan dokuzluk
tespihten geçerler, doğuma kadar çocuk için hazırlanan çamaĢırı bir
bohça içerisinde türbede bekletirlerdi. Doğumdan sonra çocuklarla
birlikte dokuz yıl boyunca türbe ziyaret edilirse çocuğun yaramaz
olmayacağına inanılırdı. Ayrıca çocukların akıllı olması için tespihten
geçirilmesi, iyi hattat ve hafız olmaları için türbeye kalem ve Kuran
getirilmesi de gelenek haline gelmiĢti. Türbeden birçok hastalık ve
aile içi huzursuzluklar için de dilekte bulunulurdu.
Ziyaretçilerin Baba Cafer'i ziyaret ederken Ali Baha'nın mezarına uğramaları ve
buradaki kuyudan su içmeleri de gelenek haline gelmiĢti. Bibi. Evliya,
Seyahatname, I, s. 82-86, 101; (Ergin), Mecelle, I, 928-933; Ziya,
İstanbul ve Boğaziçi, I, 328-332; M. ÖnüĢ, "istanbul'da Bazı Ziyaret
Yerleri", I-II, HBH, S. 104, 105 (Haziran, Temmuz 1940); Ünver,
Sahabe Kabirleri, 14-21; Tanyu, Adak Yerleri, 221-222; ĠĢli, Sahabe,
85-88; Hocaoğlu, Sahabe, 171-172; Gürel, İstanbul Evliyaları, 60-63;
ÎSTA, IV, 1733-1734; Demircanlı, Evliya Çelebi, 563; Ayvansarayî,
Mecmuâ-i Tevârih, 408-410; S. Eyice, "Dünüyle, Bugünüyle,
Çevresiyle Zindan Kapısı", İstanbul, S. 3 (Ekim 1992), s. 129-138;
Bayrı, İstanbul Folkloru, (1972), 154-156.
M. SABRĠ KOZ
BABA CAFER TÜRBESĠ VE TEKKESĠ
Eminönü'nde Baba Cafer Zindanı ile aynı burç içinde yer alan ve bu zindana adını
vermiĢ olan türbe. 9. yy'm baĢlarında Bizans'ta Ģehit edildiği rivayet
edilen Abbasi elçisi Seyyid Cafer'e atfedile-gelmiĢtir. Burcun yanında
yer alan ve giderek bu çevreye adını vermiĢ olan Zindan Kapısı'nın
Seyyid Cafer'in türbesinden dolayı "Bâb-ı Cafer" olarak da anıldığı
bilinmektedir. Fetihten sonra yeniçerilerin, bağlı oldukları BektaĢî
geleneği doğrultusunda bu kelimeyi "Baba Cafer" Ģekline sokmuĢ
olmaları muhtemeldir. Her halükârda Ġstanbul halkının zaman içinde
"Baba Cafer" olarak anmayı âdet edindiği bu kiĢinin hayatı ve
Ģahsiyeti hakkındaki bilgiler daha ziyade menkıbe düzeyinde
olduğundan
söz konusu türbenin makam niteliği taĢıdığı söylenebilir. Eski Ġstanbul'un dini
folklorunda önemli bir yeri olan, zamanında beĢ adet türbedarı olduğu
bilinen bu türbenin, Fetihten hemen sonra "ġeyh Zindanı" lakaplı
Abdürrauf Samedanî tarafından, Seyyid Cafer'in hatırasını canlı
tutmak amacıyla tesis edildiği anlaĢılmaktadır.
Seyyid Cafer'in neslinden geldiği söylenen ġeyh Zindanî'nin Edirne'de, kendi adını
taĢıyan bir tekkesi ve türbesi olduğu rivayet edilmiĢtir. Ayrıca, Baba
Cafer Zindanî'nin batısında, YemiĢ Ġskelesi'n-de yer aldığı bilinen,
yine Bizans dönemine ait bir burcun içinde tesis edilmiĢ diğer
hapishanede de bir türbenin var olduğu anlaĢılmaktadır. Öte yandan
Lüleburgaz'da, Sokollu Külliyesi'nin karĢısında bulunan Zindan Baba
Türbesi ve özellikle Kütahya Hapishanesi'nin içinde yer alan Cafer
Dede Türbesi, üzerinde ayrıca durulmayı ve aydınlatılmayı gerektiren
bir geleneğin, bir tür "hapishane yatırı kültünün", birbiriyle bağlantılı
tezahürleri gibi görünmektedir.
Ġstanbul Vakıflar BaĢmüdürlüğü nezdinde bulunan Esâmi-i Tekâyâ Defte-n'nde, Baba
Cafer adına tescilli, yeri belirtilmeyen bir tekkenin kaydına rastlanır.
Gerek Ġstanbul'da gerekse de taĢrada, halkın rağbet ettiği pek çok
türbenin, bir türbedar-Ģeyhin nezaret ettiği minyatür zaviyeler
niteliğinde olduğu, bilinen bir gerçektir. Baba Cafer Türbesi'nin de bu
tür bir tesis olması muhtemel görünmektedir.
Baba Cafer Türbesi'nin, kitabelerinden, II. Mahmud tarafından tamir ettirildiği, daha
sonra 1298/1881'de de bir onarım geçirdiği anlaĢılmaktadır. Her ne
kadar Seyyid Cafer ashabdan olmasa da, II. Mahmud'un, Ġstanbul'daki
sahabe makamlarının hemen hepsini ihya etmesi ile bu onarımın aynı
döneme rastlaması tesadüf olmasa gerektir.
Son olarak 1989-1990'da, bitiĢiğindeki Zindan Hanı ile birlikte onarım geçiren
türbenin giriĢi üzerinde 1298/1881 tarihini taĢıyan, bu türbeyi ziyaret
etmenin yararlarını anlatan manzum bir kitabe bulunur. Söz konusu
kitabede Baba Cafer'den "Caferü'l-Ensârî" olarak söz edilmesi dikkat
çekicidir. Demir kanatlı dıĢ kapıyı izleyen giriĢ bölümünün ön kısmı
taĢla, arka kısmı ahĢap malzeme ile kaplanmıĢtır. GiriĢ bölümünün
solunda türbedar odası, üst kattaki zindana çıkan merdiven ve
türbenin kapısı sıralanmaktadır. Türbe giriĢi II. Mahmud'un tuğrası ve
manzum onarım kitabesi ile taçlandırılmıĢtır.
Küçük bir taĢlıkla donatılmıĢ olan türbe, dikdörtgen planlı, zemini tahta döĢeli ve
tonozlu bir mekândır. Ancak kapıdan ıĢık alabilen türbede Baba Cafer
ile Zindancı Ali Baba'ya ait sandukalar yer alır. Aslında Seyyid
Cafer'in Bizanslı gardiyanı olduğu halde Ġslamiyeti kabul ettiği için
katledildiği rivayet edilen Zindancı Ali Baba'ya ait sandukanın
yanında, suyunun, birtakım hastalıklara
BABA CAFER ZĠNDANI
516"
517
BABA SUNGUR TEKKESĠ
Baba Cafer Zindanı (sağda) ve Zindan Hanı restore edilmeden önce. Erkin Emiroslu
iyi geldiğine inanılan kuyu bulunmaktadır. Birçok baĢka türbede gözlenen Ģifalı su
kültü burada da karĢımıza çıkar. Üst katta, zindanın giriĢinde yer alan,
ufak boyutlu ve mihraplı mescidin Cafer Baba Türbe-Tekkesi ile
bağlantılı olması kuvvede muhtemeldir.
Bibi. Ayvansarayî, Mecmuâ-i Tevârih, 408-410; Evliya. Seyahatname, I, 82-86;
ISTA, IV, 1733-1737; A. 'Özcan, "Baba Cafer Zindanı", DÎA, IV, 366-
367; Okan, İstanbul Evliyaları, 181-185; Bayrı, istanbul Folkloru,
154-156; IKSA, II, 931-934; A. Altun, "Kütahya'nın Türk Devri
Mimarisi-Bir Deneme", Atatürk' ün Doğumunun 100. Yılına
Armağan, Ġst., 1981-1982, 171-700 (429); O. Aslanapa, Osmanlı
Devri Mimarîsi, Ġst., 1986, 254; S. Eyi-ce, "Dünüyle, Bugünüyle,
Çevresiyle Zindan Kapısı", istanbul, S. 3 (Ekim 1992), 129-138. M.
BAHA TANMAN
BABA CAFER ZĠNDANI
Eminönü'nde, Haliç kıyısında, istanbul Ticaret Odası binası ile Galata Köprüsü
arasında Zindan Hanı'na bitiĢik kule. Zindan adını Baba Cafer'den(->)
almıĢtır.
I. Süleyman (Kanuni) zamanında (1520-1566) bir elçilik heyeti ile Ġstanbul'a gelen,
Kuzey Almanya'da Flens-burg'lu Melchior Lorichs (veya Lorck)
1554'te yaptığı 11 m uzunluğundaki Ġstanbul panoramasında, Baba
Cafer Zin-danı'nın resmini çizmiĢtir. Resme göre oldukça yüksek olan
kulenin sadece küçük bir mazgalı vardır ve üstünde bir galeri ile sivri
bir çatı iĢaretlenmiĢtir. "Kayserin gefangene Thurm" (sultanın
hapishane kulesi) açıklaması bunun zindan olduğunu belli eder.
Bir Alman elçilik heyeti ile gelerek 1553-1555 arasında Ġstanbul'da bulunan Hans
Derschwam, 8 Aralık 1554 günü çıkan büyük bir yangından
bahsederken Tahtakale civarında bir hapishane kulesi olduğunu ve
içinde çeĢitli suçlardan tutuklanmıĢ yüz kadar suçlunun bulunduğunu
bildirir. Yangın yüzünden kapılar açılmıĢ ve suçlular serbest
bırakılmıĢlardır. Derschwam'm yazdığına
göre aynı kulede Baba Cafer denilen bir yatır vardır.
Naima'nın yazdığına göre 19 Mayıs 1622'de, II. Osman'ın(->) tahttan indirilerek
yerine I. Mustafa'nın(-0 getirilmesi üzerine askerler yeni cülusu
kutlamak üzere Baba Cafer ve Galata zindanlarına giderek buradaki
tutukluları salıvermiĢlerdir.
Ġstanbul Kadılığı sicillerinden Osman Nuri Ergin tarafından çıkarılan bir kayda göre
1180/1766'da Baba Cafer Zindanı idaresi ile ilgili bir yönetmelik
vardır. Buraya kapatılanlara iaĢe verilmediğinden, tutuklular halkın
yardımlarıyla yaĢarlardı. Zindanı idare edenler buradaki tutuklulardan
para ve haraç almaya baĢladıkları için bu yönetmelik yazılarak sıkı
önlemler alınmıĢtır. Yönetmeliğe göre zindanın hesaplan, dört ayda
bir Ġstanbul kadısı tarafından kontrol edilecektir.
Ahmed Lütfi Efendi'nin bildirdiğine göre, II. Mahmud(->) zamanında (1808-1839)
burası fahiĢelikten suçlu kadın mahkûmlara tahsis edilmiĢtir. 1247/
1831'd.e kadınlar Ahmediye'deki Tabha-ne'ye götürülmüĢ ve zindana
bir kara-kolhane yapılmıĢtır.
Baba Cafer Zindanı 1989-1990 arasında restore edilerek bitiĢiğinde bulunan Zindan
Hanı'nın iç fonksiyonlarına bağlanmıĢtır.
Bibl.Ayvansarayî, Mecmuâ-i Tevârih, 408-410; Evliya, Seyahatname, I, 82-86;
Kömürci-yan, İstanbul Tarihi, 167-169; Mordtmann, Esauisse, 45-47;
Millingen, Walls, 214 vd; H. Dernschwam, İstanbul, 165; Ziya,
İstanbul ve Boğaziçi, I, 330-332; (Ergin), Mecelle, I, 909-915, 927-
933; E. Oberhummer, Konstan-tinopel unter Sultan Suleiman dem
Grossen, Aufgenommen im Jahre 1559 durch Melchior Lorichs aus
Flensburg, Münih, 1902, s. 12-13, levha IX-X; Ayverdi, İstanbul
Haritası, B/5; Müller-Wiener, Bildlexikon, 342; ISTA, IV, 1733-1737;
A. Özcan, "Baba Cafer Zindanı", DÎA, IV, 366-367; S. Eyice,
"Dünüyle, Bugünüyle, Çevresiyle Zindan Kapısı", İstanbul, S. 3
(Ekim 1992), s. 129-138.
SEMAVĠ EYĠCE
Baba Sungur Tekkesi dikdörtgen planlı, tek katlı, kagir duvarlı, ahĢap çatılı bir
yapıdır. Mütevazı bir zaviye niteliğinde olduğu anlaĢılan bu son tekke
binası 1925'ten sonra büyük ölçüde tadilata uğramıĢ, içerdiği
mekânlar gibi cepheleri de özgünlüğünü yitirmiĢtir. Yapının kuzey
kesiminde ufak bir tevhidhanenin bulunduğu, geriye kalan kesimin de
selamlık ve harem birimlerine tahsis edildiği anlaĢılmaktadır. Kuzey
yönündeki bahçe kapısının solunda, silindir biçiminde dört adet
yazısız mezar taĢını barındıran ufak hazire yer almaktadır. Ayazmanın
doğuya (Dolrnabahçe Sarayı yönü) bakan giriĢi son yıllarda üçgen
alınlıktı ahĢap bir saçakla donatılmıĢtır.
Bibi. Evliya, Seyahatname, I, 449-450; Raif, Mir'at, 309; Okan, İstanbul Evliyaları,
134-138; Ünver, Mutlu Askerler, 3-4; 1KSA, I, 482-485.
M. BAHA TANMAN
BABAHĠNDĠ SÜHA
(1924, İstanbul) Ġstanbul spor sahalarının ilk amigosu. Asıl adı Seha Erge'dir.
istanbul Erkek Lisesi'nde öğrenim gördüğü dönemde elinde yarım
metre u-zunluğunda kaynanazırıltısı ile Fenerbahçe tribünlerinde
ortaya çıktı. Ġstanbul Erkek Lisesi'nin çatısı altında doğan "Bir
babahindi (Heey Allah), Olsa da Ģimdi (Heey Allah), Pilavla zerde
(Heey Allah), KaĢık da nerde (Heey Allah)" sloganını Fenerbahçe
tribünlerine taĢıdı. O slogan atınca tribündekiler "Heey Allah!"
nakaratıyla kendisine cevap verirlerdi. Uzun yıllar tribünlere hâkim
olan bu slogan nedeniyle "Babahindi Süha" olarak tanındı. Ġstanbul
Erkek Lisesi'nden mezun olduktan sonra Yüksek Ticaret Mekte-bi'ni
bitirdi. Baba mesleği olan erkek gömleği imalatıyla uğraĢtı. Sağlık
sebepleriyle uzun süredir tribünlerden uzaktır. Maçları televizyon ve
gazetelerden izlemekte, "Bir babahindi"yi sadece Ġstanbul Erkek
Lisesi'nin geleneksel AĢure Günü törenlerinde çekmektedir.
CEM ATABEYOĞLU
BABANAKKAġZADELER
Fetihten sonra Ġstanbul'a yerleĢerek sanat ve tarikat öncülüğü yapan Horasanlı Özbek
asıllı aile. Çatalca'da bir köy (Ba-banakkaĢ, bugün NakkaĢköy) ile
Boğa-
Baba Sungur Tekkesi
M. Baha Tanman, 1993
ziçi'nde Kuzguncuk'ta sonradan mezarlık olan semt (NakkaĢbaba Bahçesi) bu ailenin
adını taĢımaktadır.
Ailenin atası, nakkaĢ ġeyh Mehmed, Horasanlı ve Özbek asıllı Bayezid'in oğludur.
Ataî, ailenin atasını Bayram-ı A'ce-mî adıyla verir. ġeyh Mehmed, bir
sanatkâr ve NakĢibendî Ģeyhi olarak II. Mehmed (Fatih) döneminde
(1451-1481) Ġstanbul'a geldi. 1466'da, Fatih tarafından kendisine,
Çatalca'ya bağlı Ġnceğiz ve Kutlubay köyleri toprakları mülk olarak
verildi. Türlü bilimlerde uzman olan ġeyh Mehmed, bu padiĢahın
sohbet meclislerine katılanlardandı. Olasılıkla Osmanlı sarayının ilk
nakkaĢlık atölyesini kurdu. Kendisine verilen Kut-lubey Köyü'nde bir
mescit ile mektep ve hankâh yaptırdı. 1474'te bir vakıfname
düzenleyerek 200 kuyulu evi, 5 çeĢmesi bulunan Kutlubey Köyü
toprakları ile Ġnceğiz'deki bir değirmeni, yaptırdığı mescit ile mektep
ve hankâha vakfetti. Ġlk NakĢibendî dergâhını da burada kurup baĢına
geçti. Aynı zamanda bir nakkaĢ (resim ve tezhip ustası) olan ġeyh
Mehmed Efendi, Osmanlı sarayında nakkaĢlık çalıĢmalarım baĢlattı.
Evliya Çelebi'nin belirttiğine göre Ġstanbul'daki Eski Saray'ın cümle
kapısı saçağmdaki süslemelerle Topkapı Sarayı'nın Sultan Bayezid
Divanhanesi kubbesi süslemeleri onun elinden çıkmıĢtı.
II. Bayezid'in (hd 1481-1512) musahibi ve olasılıkla saray nakkaĢbaĢısı olan ġeyh
Mehmed uzun bir ömür sürdü. YaĢı ve sanatındaki ünü nedeniyle
kendi döneminde "Baba NakkaĢ" olarak ünlendi. 1525'e doğru öldü ve
sonradan kendi adını alan Kutlubey Köyü'ndeki mescidin haziresine
gömüldü. 15. yy'da Osmanlı sarayında geliĢen yeni hatayî ve rumî
bezeme tekniklerine sonradan Baba NakkaĢ üslubu dendiği gibi, aynı
yüzyıldan kalma olup Ġstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde bulunan
bir esere de Baba NakkaĢ Albümü adı verilmiĢtir.
ġeyh Mehmed Efendi'nin oğlu ġeyh Himmetullah Çelebi (?), bunun oğlu ġeyh
Mahmud Defterî (ö. 1529) NakĢibendî dergâhı Ģeyhi idiler. Ailenin
daha sonraki bireyleri ve tarikat Ģeyhleri arasında kimlikleri hakkında
bilgi bulunmayan, Ġbn Baba NakkaĢ lakabıyla ünlü DerviĢ Mehmed
Çelebi, ġeyh Bayram Ali
Çelebi (ö. 1566) saptanmaktadır. Bunlar aynı zamanda Baba NakkaĢ Vakfı'nın da
mütevellileriydiler.
16. yy'da ailenin en ünlü siması ġeyh Mustafa Çelebi'dir (ö.1572). Ataî'nin verdiği
özgeçmiĢine göre Mustafa Çelebi ile I. Süleyman (Kanuni) dönemi
defterdarlarından DerviĢ Çelebi (ö. 1573) kardeĢtiler. Ataî, bunları,
BabanakkaĢ adlı köyün kurucusu Bayram-ı A'cemî' nin halefleri
olarak belirtir. ġeyh Mustafa önceleri medrese öğrenimine yönelmiĢ,
ġeyhülislam Ebussuud Efendi ile dönemin büyük din bilginlerinden
dersler almıĢken öğrenimini yarıda bırakıp NakĢibendî Ģeyhlerinden
Hekim Çele-bi'ye mürit olmuĢtu. Evliya Çelebi'ye göre ġeyh Mustafa,
Dobruca bölgesine gidip Babadağı'nda yerleĢti. Cami ve dergâh
yaptırttı. Orada öldü. Oysa Ataî, ġeyh Mustafa'nın BabanakkaĢ
Köyü'nde öldüğünü, kardeĢi Defterdar DerviĢ Çelebi'nin yaptırttığı
caminin haziresine gömüldüğünü yazmaktadır.
ġeyh Mustafa yumuĢak huylu, dünya zevklerinden uzak, dindar bir kiĢiydi. Kamu
hizmetinde yükselerek iki kez baĢdefterdar olan (1561-1562 ve 1569-
1573) kardeĢi DerviĢ Çelebi her hafta ziyaretine geldiği halde ona
ziyarete gitmez, gönderdiği yiyecekleri de kabul etmezdi.
BabanakkaĢzadelerin soyu DerviĢ Çe-lebi'den yürüdü. DerviĢ Çelebi 1502 ve 1572
tarihli iki ayrı vakfiye ile de aileye ait önceki vakfı geniĢletmiĢ,
Bursa'daki bazı taĢınmazları da eklemiĢtir. Ataî, bu iki kardeĢin
"Acem soylu" olmaları nedeniyle hoĢsohbet, derviĢ yaradılıĢlı ve
bilgili olduklarını açıklamaktadır.
BabanakkaĢzadeler, Ġstanbul'un en eski Türk-Müslüman yerlileri olarak varlıklarını
günümüze kadar korumuĢlardır. Ancak DerviĢ Çelebi'nin oğlu Ömer
Osman Efendi'den (Ö.1618) sonra öncekiler düzeyinde ünlü bir
simaya rastlanmaz. Ömer Osman Efendi ise 1581'de BabanakkaĢ
Köyü'ndeki camiyi onartmıĢ, Kütahya ve Konya kadılıklarında
bulunmuĢtur.
19. yy baĢında Çatalca eĢrafından olarak ve vakıf mütevellisi sıfatıyla adı geçen
BabanakkaĢzade Mustafa Ağa'nın kızı Fatma ġerife Hanım 1926'da
ölmüĢtür. Aileye anneleri tarafından akraba ünlüler arasında MareĢal
Fevzi Çakmak (ö. 1950), Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver (ö. 1986), hattat
Mehmed ġevki Efendi (ö. 1909), Ģair ġükûfe Nihal BaĢar (ö. 1973) ile
Yılmaz Öztuna da (d. 1930) vardır.
Bibi. Evliya Çelebi, Seyahatname, VI, Ġst., 1318, s. 151-152; Ataî, Hadaiku'l-Hakaik,
II, 204; Sicill-i Osmanî, II, 328, IV, 113, 709; A. Ünver, "Baba
NakkaĢ" Fatih ve İstanbul, S. 7-12 (1954); Konyalı, Üsküdar Tarihi,
I, 371-372; Y. Öztuna, Devletler ve Hanedanlar, II, Ankara, 1989, s.
584-586; F. Çağman, "Baba NakkaĢ", DİA, 369-370.
NECDET SAKAOĞLU
BÂB-I SERASKERÎ
bak. HARBÎYE NEZARETĠ BĠNASI
BABIALĠ
Osmanlı Devleti'nde sadaret makamıdır. Diğer bir deyiĢle devlet yönetiminin
merkezidir. "Yüksek kapı" anlamına gelir. Özellikle 19. yy baĢından
itibaren yaygın kullanılan bir deyimdir.
Sadrazam ya da yezirazamın özel ikametgâhı önceleri resmi daire olarak da
kullanılırdı. Bu mekâna kapı denilirdi. 18. yy'ın ikinci yarısından
itibaren Babıâli hükümet merkezi olarak biçimlenmeye baĢladı.
Sadrazamların devlet iĢlerini yönettikleri resmi ikametgâh oldu.
Babıâli tarih yazınında çoğu kez Osmanlı hükümeti anlamına kullanıldı. Nitekim Batı
yazınında da Babıâli anlamına gelen "Porte Sublime", "Sublime
Porte", "Hohe Pforte" sözcükleri Fransız, ingiliz ve Alman
diplomasisinde uzun süre Osmanlı hükümeti anlamına geldi.
Klasik dönemde devlet iĢleri divan-ı hümayunda görülürdü. Divan ilk devirlerde her
gün toplanırdı. 16. yy'dan itibaren bu haftada dört güne indi. SavaĢ
dönemlerinde haftalık toplantı ikiye düĢerdi. Nihayet sırf kapıkulu
askerlerine ulufe vermek ve sefir kabul etmek üzere divan üç ayda bir
toplanır oldu.
18. yy'ın ikinci yarısından itibaren devlet iĢleri vekil-i saltanat denilen sadrazamın
ikindi divanında ve olağandıĢı görüĢmelerde değiĢik yerlerde toplanan
Ģûrada görülmeye baĢladı. Böylece kub-bealtı toplantısı ve kubbe
vezirleri usulü kalkarak vekiller heyeti oluĢmaya baĢladı. Ġstanbul'da
bulundukları zaman kaptanpaĢalar da bu toplantıya katıldılar. Kimi
zaman Ģeyhülislamın konağında yapılan toplantılar nedeniyle zamanla
Ģeyhülislamın da vekiller heyeti bünyesinde yer alması uygun
görüldü.
Böylece sadrazamın ikindi divanı devlet iĢlerini üstlendi. Yeni bir toplantı düzeni
kuruldu. Divan-ı hümayunda bulunan kalemler, defterler ve kayıtlar
Babıâli bünyesinde yer aldı. Reisülküt-tab ve divan kalemleri,
çavuĢbaĢı ile daire ve maiyeti, teĢrifatçı vb Babıâli'ye taĢındı. Bunlar
sadrazamın maiyeti olan kethüda ve mektupçu ile birlikte hade-me-i
Babıâli adını aldılar.
BaĢlangıçta Babıâli toplantılarının günü ve toplantıya katılan üyelerin sayısı belli
değildi. Bazı gizli toplantılara sadrazam, devlet erkânından dilediğini
ça-.ğırıyordu; gündem ıslahat üzerine ya da askeri nitelikte ise
toplantıya yeniçeri ağasıyla diğer ileri gelen ocak ağaları, kazaskerler
ve bunların mazulleri, Ġstanbul kadısı ve ulema katılırdı.
Olağan görüĢmelerde ise hemen her zaman sadrazam kethüdası, reisülküttab,
defterdar, çavuĢbaĢı, niĢancı ve tezkireci-ler bulunurlardı.
Gerektiğinde darphane emini, tersane emini vb kiĢiler de davet
olunurdu.
Toplantılar önceleri gerektiğinde yapılırdı. II. Mahmud döneminde (1808-1839)
toplantıların haftada iki gün, perĢembe ve pazartesi günleri olduğu ve
bunlardan birinin Babıâli'de, diğerinin
Ģeyhülislam konağında yapıldığı bilinmektedir. Sadrazam iki günü az görerek
cumartesi günleri de toplanmayı padiĢaha arz etmiĢse de öneri halk
arasında dedikoduya neden olacağı gerekçesiyle kabul görmedi.
1826'da yeniçeriliği kaldıran Vak'a-i Hayriye'den sonra padiĢah tarafından atanan ve
azledilen vekillerden oluĢan heyet-i vükela yavaĢ yavaĢ belirmeye
baĢladı. Sadrazamın baĢkanlığında kap-tan-ı derya ve daha. sonra
bahriye nazırı adını alan vezir ile eski adı kethüda-ı sadr-ı âli olan
mülkiye ya da dahiliye nazırı ve eski adı reisülküttab olan hariciye
nazırı ve defterdar ya da maliye nazırı, serasker ve eski adı çavuĢbaĢı
iken sonradan değiĢtirilen deâvi nazırı vekiller heyetini oluĢturdular.
Sonraları Ģeyhülislam da heyete katıldı. Buna karĢılık Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılıĢına
kadar sırf kapıkulu ocaklarına ulufe dağıtım merasiminde divana
katılan kazaskerler heyetten düĢürüldü. Ana hatlarıyla padiĢahın
arzusuna göre oluĢturulan bu yapı MeĢrutiyet'in ilanına kadar sürdü.
Vak'a-i Hayriye'den sonra Babıâli ve bazı daireler perĢembe ve pazar
olmak üzere haftada iki gün tatil yapmaya baĢladılar. Vak'a-i
Hayriye'den önce perĢembe günü vükelanın toplantı günüydü.
Öte yandan Tanzimat'la birlikte gündeme gelen meclisler de Babıâli'nin
yapılanmasında rol oynadılar. 1838'de kurulan Meclis-i Vâla-yı
Ahkâm-ı Adliye ile Dar-ı ġûra-yı Babıâli, Osmanlı bürokrasisine yeni
bir boyut getirdiler. II. Mahmud döneminde zaman zaman toplanan
meĢveret meclislerinin yetersiz kalıĢı üzerine oluĢturulan bu iki meclis
geniĢ bir memur kadrosunu gerektirdi. Tanzimat'ın ilanından sonra bu
iki meclis birleĢtirildi (1840) ve Babıâli'deki yeni binasında görev
yapmaya baĢladı. 1854'te tekrar Meclis-i Âli-i Tanzimat ve Meclis-i
Ahkâm-ı Adliye olarak ikiye ayrıldı. 186l'de bir kez daha bir araya
geldiler. 1868'de ġûra-yı Devlet ve Divan-ı Ahkâm-ı Adliye olarak
son kez ikiye ayrıldılar. Babıâli'nin tek katlı daireleri üzerine bir kat
daha eklenerek 1869'dan itibaren ġûra-yı Devlet heyetinin topluca
burada çalıĢması sağlandı.
Babıâli, sadaret makamı olarak biçimlendiği 19. yy baĢlarında altlı üstlü birçok
odadan oluĢuyordu. ġimdiki vilayet binasının olduğu yerden itibaren
Defterdarlık binası da dahil olmak üzere arkasındaki Tomruk
Dairesi'nin olduğu alanı ve önündeki bahçeyi içine alıyordu. Alt
katının bir kısmı kagir olarak harem ve selamlık daireleri, ahırlar,
ambarlar, silahhane, cebehane, geniĢ avlu ve bahçelerden oluĢuyordu.
Binaya SoğukçeĢme tarafındaki büyük kapıdan geniĢ bir avluyla giriliyordu. Bu
avludan Naili Mescit yanındaki Babıâli yokuĢuna çıkılan bahçe
kapısına ulaĢılıyordu. Bu bahçe gibi meydanda çavuĢbaĢı, tevkii,
telhisçi daireleri ile divanhane ve bunun merasim kapısı vardı.
Naili Mescit denilen caminin etrafı aynı adı taĢıyan bir mahalleyi oluĢturuyordu.
Buradan dar bir geçit ile belirtilen kapıların açıldığı meydanlığa
geçilirdi. Vezir teĢrifatına mahsus Bâb-ı Asafi ve binek taĢı buradaydı.
BeĢir Ağa Camii ve binek önündeki dar ve çıkmaz bir sokak harem kapısı olan
Tomruk kısmının arka kapılarını oluĢturuyordu. Naili Mescit
tarafından da Tomruk'a girilirdi. Aynı alandan çavuĢlar, kavaslar ve
seyisler dairelerine açılan ve aile ve maiyetin geçmesi için değiĢik
kapılar vardı. Harem ile selamlığın birleĢtiği yer olan zülveçheyn
sofalar buradaydı.
Vezir dairesi bu kısmın üzerindeydi. Dairenin buradan Ayasofya'ya uzanan kısmı reis
ve kethüda dairelerini içeriyordu. ġengül yokuĢuna ve Fatma Sultan
Mektebi Sokağı'na, sebil ve camiye ve kütüphaneye karĢı olan
kısımlarda sokağa bakan ĢahniĢinler vardı.
Alay KöĢkü'nün karĢısında "Bab-ı Kebir" de denilen görkemli kapı bulunuyordu.
Bunun üzerinde kethüda-i sadr-ı âli'nin makam odası vardı. Odanın,
kapı üzerinde oluĢturduğu ĢahniĢin ve altındaki payanda ve direklerin
araları boĢtu. Kalem memurları, hacegân ve diğer daire reisleri deniz
tarafındaki kısımda is, görürlerdi. Dairenin altında sarnıç, mahzen,
izbe, bodrum ve tünel gibi birçok mekân bulunuyordu.
Sadrazam, Babıâli'nin batı tarafında Babıâli yokuĢu kısmında Ebussuud Caddesi'ne
kadar uzanan fevkani bir pavyondaki resmi odalarda çalıĢırdı.
Buradan özel selamlık dairesi olan Naili Mescit tarafındaki
divanhaneye ulaĢılırdı. Yatmak için ise harem dairesinin bulunduğu
Tomruk kısmına geçilirdi.
Tomruk Dairesi iki kısımdan oluĢuyordu: Doğusunda harem dairesi, batısında
mutfaklar, sekban koğuĢları, ahırlar, kıĢlalar vardı.
Babıâli odalarının en ünlüleri divanhane, arzodası ve hü'at giydirilen kürk odasıydı.
Divanhane, sadrazamın divanı topladığı salondu. Arzodası kabul ve
merasim salonuydu; vezirler ve sefirler bu odada kabul edilirdi.
Önemli toplantılar da arzodasında yapılırdı.
Kethüda bey odası, reis efendi odası, âmedi odası, beylikçi odası, mektupçu odası,
büyük efendi (tezkire-i evvel) odası, küçük efendi (tezkire-i sani)
odası, tahvil kalemi odası, rüus kalemi odası, mühimme odası,
çavuĢbaĢı odası, mektubi kalemi odası, kethüda kâtibi odası, kapıcılar
kethüdası odası, teĢrifatçı odası, çavuĢbaĢı abdest odası, kapıcılar
bölükbaĢısı odası, kethüda kalemi odası, hünkâr köĢkü, sarık odası,
hazine odası, yatak odası ve Havuzlu KöĢk Babıâli'nin divanhane,
arzodası ve kürk odasının dıĢında baĢlıca mekânlardı. Selamlık
kısmını oluĢturan bu odaların altında mutfak, kahve ocağı, muhzır ve
yoldaĢlarının yerleri, uĢak ve kavas odaları, sadrazamın maiyetinin
koğuĢları, ahırlar bulunuyordu.
BABIÂLĠ
520
521
BABIÂLĠ
merli eyvan Ģeklinde orta mekâna açılırlar. Ortasında bir aydınlık feneri bulunan
kurĢun kaplı bir kubbe orta mekânı örter. Çok dengeli bir planı olan
köĢkün bir tarafına dikdörtgen planlı ve üstü aynalı tonoz ile örtülü
bir oda eklenmiĢtir. Bu odanın duvar kalınlığı içine ustalıkla
gizlenmiĢ bir hela bulunur. Baklavalı baĢlıklı mermer sütunlara sahip
bir revak köĢkün etrafını dolaĢır. Bu sütunlara oturan çift renkli
taĢlardan iĢlenmiĢ sivri kemerler kurĢun kaplı geniĢ bir saçağı
taĢımaktadır. Sütunlar arasında mermer Ģebekeli korkuluklar vardır.
Bağdat KöĢkü'nün esas giriĢinin üstünde Farsça bir beyit yazılmıĢtır. DıĢ duvarları
renkli taĢ kaplama ve çiniler süsler. Kuzey rüzgârlarına maruz kalan
bu çiniler büyük ölçüde zarar görmüĢ ve bazı yerleri de kötü biçimde
tamir edilmiĢtir. Kapı seviyesinden itibaren beyaz zemin üzerinde
narçiçeği ve enginar yapraklı çiçeklerle bezenmiĢ olan çiniler klasik
devir Türk çini sanatının son ve güzel örnekleridir.
KöĢkün içindeki ocağın altın yaldız kaplamalı muhteĢem bir davlumbazı vardır. Ocak
ince uzun bir baca ile dıĢarıya bağlanmıĢtır. Planda çıkıntı olarak
görülen hücrelerin içlerinde sedirler yer almaktadır. Bu kısımların
ahĢap tavanları altın yaldızlı ve bugün artık sayılı denilebilecek
ölçüde az örneği kalmıĢ malakâri bir süslemeye sahiptir, iç duvarlar
kubbe eteğine kadar çimlerle kaplanmıĢtır. Ocağın iki yanında
bulunan çiniler hem ölçüleri hem de süslemede kullanılan kuĢ
motifleri bakımından son derece nadirdir. Ġki pencere dizisi arasında
ise mavi zemin üzerinde beyaz harflerle yazılmıĢ yine çini bir yazı
kuĢağı çepeçevre mekânı dolaĢır. DıĢtan pirinç Ģebekeli olan alt sıra
pencerelerin ve dolapların ahĢap kanatlan fildiĢi, sedef ve bağa kakma
süslemelidir. Üst sıra pencereler renkli camlı alçı çerçeveli revzenlere
sahiptir.
Bağdat KöĢkü'nde 360 kadar kitaba sahip bir kütüphane de bulunuyordu. Ġçlerinde
nadir yazmalar bulunan bu kitaplar, Ağalar Camii'nde kurulan ve
Bağdat KöĢkü'nün giriĢ yönünden (solda) ve bahçeden (sağda) görünümleri.
Fotoğraflar Araş Neftçi
BAĞDAT VAPURU
ġehir Hatları ĠĢletmesi vapuru. Yandan çarklı yolcu vapurlarındandı. Basra ile Halep
adlı iki de eĢi vardı. Anadolu-Bağ-dat Demiryolu ġirketi tarafından
1904'te Almanya'da, Kiel'deki Howaldtswerke tezgâhlarında inĢa
ettirilmiĢti. 434 grostonluktu. 54 m boyunda, 7 m geniĢliğin-deydi.
900 beygirgücünde, üç genleĢmeli makinesi vardı. Ġdare-i Mahsusa
adlı deniz iĢletmeciliği kuruluĢuna, bedelleri HaydarpaĢa hattı
gelirlerinden karĢılanmak üzere yaptırılmıĢtı. Gerçekten zarif, güzel
ve rahat bir vapurdu. Beyaza boyanmıĢtı, yalnızca bacası siyahtı. BaĢ
ve kıç tarafında birinci mevki iki geniĢ salonundan baĢka, önemli
kiĢilere ayrılmıĢ özel yan kamaraları da vardı.
Ağustos 1910'da öteki iki eĢ vapurla birlikte Seyr-i Sefain Ġdaresi'ne verilen Bağdat,
1918'de sisli bir havada Ada-lar'a giderken Mühürdar önlerindeki
kayalara bindirdi. Sonra HaydarpaĢa mendireğinin içine çekildiyse de
orada bata-rak dibe oturdu; yalnızca direği ve bacası suyun üzerinde
kaldı. Sonra yeniden çıkartılarak onarılıp servise kondu.
"Yeni Kütüphane" adı verilen, içinde saraya ait bütün kitapların bir araya getirildiği
merkeze alınmıĢtır.
Klasik devir Türk sanatının en muhteĢem eserlerinden olan Bağdat KöĢkü eski Türk
yapı geleneklerinin değiĢik bir uygulamasıdır.
Bibi. Tarihi Naima, III, 1442, 1448; H. Et-hem (Eldem), Topkapı Sarayı, ist., 1931, s.
23; Topkapı Sarayı Müzesi Rehberi, Ġst., 1933, s. 135-136; N. M.
Penzer, The Harem, Londra, 1936, s. 253-255; T. Öz, Turkish Cera-
mics, Ankara, 1953, s. 36, levha LXIII-LXıV; K. Otto-Dorn,
Türkische Keramik, Ankara, 1957, s. 132; Melek Celâl Lampe, Le
vieux se-raü deş Sultans, ist., 1959, s. 80; Koçu, Top-kapu Sarayı,
108-112; Eldem, Köşkler ve Kasırlar, I, 298-318; Eldem-Akozan,
Topkapı Sarayı, 28-29; F. Davis, The Palace of Topkapı in istanbul,
New York, 1970, s. 180-184; H. Tezcan, Köşkler, Ġst, 1978, s. 10-13;
Ab-durrahman ġeref, "Topkapı Saray-ı Hümayunu", TOEM, II/7
(1327), s. 411-414; Ahmed Refik (Altınay), "Bağdat Kasrı",
Cumhuriyet, (24 Mayıs 1935); E. H. Ayverdi, "Bağdad KöĢkü", İSTA,
IV, 1804-1808; S. Eyice, "Mimar Kasım Hakkında", Belleten,
LXIII/172 (1979), s. 767-808; ay, Topkapı Sarayı, Ġst., 1985, s. 35; ay,
"Bağdat KöĢkü", DlA, IV, 444-446.
SEMAVĠ EYĠCE
Bağdat Vapuru Moda Ġskelesi'ne yanaĢıyor. Salâbaddin Giz
Daha çok, Moda-KalarmĢ-Caddebostan hattında kullanıldı. II. Dünya SavaĢı
sırasında, 1940'ta araba vapuru haline getirildiyse de dengesi bozuk
olduğundan uzun süre çalıĢtırılamadı. Ekim 1954'te hizmet dıĢı
bırakıldı. Hâlâ çalıĢabilir durumdaki makinesi, 1956'da yapılan
"Karamürsel" araba vapurunda kullanıldı.
ESER TUTEL
BAĞLAR
Bizans döneminde, özellikle manastırların çevresinde üzüm bağları olduğu (bak.
Adalar), Heybeliada ve Büyüka-da'daki bağlarda üretilen üzümlerden
yapılan Ģarapların ünü bilinmektedir. Yine Bizans döneminde
Boğaz'ın Rumeli yakasında Rumelikavağı'ndan Büyük-dere'ye doğru
bağlar bahçeler bulunduğu, Anadolu yakasında Fenerbahçe'den
bugünkü Pendik'e uzanan bölgede bağ yetiĢtirildiği eski kaynaklarda
ve gezi notlarında geçmektedir. Ancak, Osmanlı döneminde "bağ"
sözcüğü üzüm bağından daha geniĢ anlamda, meyve bahçelerini de
içeren biçimde kullanılmıĢtır. Ġslam dini Ģarabı yasakladığından Ģarap
yapımını hedefleyen yaygın bir bağcılık Osmanlı döneminde
görülmez. Buna karĢılık Osmanlı dönemi Ġstanbul'unda meyve bağları
yaygındır. Ayrıca çeĢitli üzüm türlerinin büyük özenle yetiĢtirildiği
üzüm bağlan da elveriĢli yörelere ve saray bahçelerine dağılmıĢtır.
Kentin, gerek üzüm gerekse meyve bağlarının yoğun ve ünlü olduğu bölgeleri,
Anadolu ve Rumeli yakası Boğaziçi köyleri; Çamlıca ve etekleri,
Yakacık, BağlarbaĢı(->) bölgesi; Üsküdar'dan Erenköy, Göztepe,
Maltepe'ye kadar yayılan alan; Kadıköy'den Fenerbahçe'ye uzanan
kesim; Kartal, Pendik çevresi; Rumeli tarafında Topkapı Maltepe'si;
Ayas-paĢa'dan KabataĢ'a doğru inen sırtlar ve nihayet Adalar'dır. Eski
bağların en ünlülerinin nerelerde bulunduğu bugünkü semt, sokak ya
da durak adlarından da çıkarılabilir: Örneğin BağlarbaĢı, Valde-bağı,
Papazınbağı, Viranbağ, Dolaybağ-ları ve kentin çeĢitli yerlerindeki
Bağo-daları adını taĢıyan sokaklar vb.
Eremya Çelebi Üsküdar tepelerinden Çamlıca'ya kadar sağlı sollu uzanan çoğu
Ermenilere ait bağlardan söz eder. Yine Kadıköy'den Fenerbahçe'ye
yayılan bölgenin gözleri okĢayan bağlarla örtülü olduğunu söyler. Bu
bağların bir bölümü zaman zaman sökülmüĢ ya da hastalık
girdiğinden kavrulup kırılmıĢtır. 19. yy ortalarında, meyve ağacı ve
çeĢit çeĢit bağ kütüğü yetiĢtirme merakının saray çevresinde
yaygınlaĢtığı görülür. Dönemin bağ meraklılarının baĢında,
HekimbaĢı Salih Efendi ve bağ merakını ondan aldığı söylenen,
Abdülme-cid'in annesi Bezmiâlem Sultan bulunmaktadır. Bugün de
Valdebağı olarak bilinen yörede 1848'de Valide Sultan, içinde 573
ayrı cins meyvenin ve üzümün yetiĢtiği dillere destan bir bağ kur-
durmuĢtur. Bu bağda 206 armut, 98 el-
ma, 25 ayva, 43 Ģeftali, 13 viĢne, 31 kiraz, 21 kayısı, 9 nar, 11 incir, 11 dut, 15
muĢmula, 59 üzüm, 31 portakal türü yetiĢtiği yazılmaktadır. Bu
değiĢik türler gerek yurtdıĢından, gerek imparatorluğun çeĢitli
yörelerinden, gerekse Ġstanbul'un bağlarından getirtilmiĢtir.
ÇavuĢüzümünün en iyisinin Valde-bağı'nda, Pendik civarındaki Dolaybağ-ları'nda,
Kurbağalıdere'deki Dereba-ğı'nda yetiĢtiği; Göztepe-Maltepe
arasındaki bağlarda bir, hattâ iki ay süren üzüm panayırları yapıldığı;
Maltepe bağlarında panayır boyunca eğlenceler düzenlendiği
kaynaklarda belirtilmiĢtir.
Üzüm bağlarına çıkma ve buralarda eğlenme mevsimi, ağustos sonu, eylül baĢlarıdır.
Meyve bağları ise, hangi meyvenin mevsimiyse ona göre Ģenlenir.
Boğaz sırtlarındaki bağlar, ilkbahar ve yaz aylarında tercih edilmiĢtir.
Gerek üzüm gerekse meyve bağları, 20. yy'a doğru daralmaya ve
bakımsızlaĢmaya baĢlamıĢsa da Çamlıca eteklerinde, Ada-lar'da,
Maltepe tarafında ve Boğaz'ın Rumeli yakasında yer yer küçük
bahçeler halinde 1950'lere kadar varlığını korumuĢ; 1950'lerden, hele
de yapılaĢmanın hız kazandığı 1970'lerden sonra, birkaç meraklının
özel bahçeleri dıĢında, bütünüyle yok olmuĢtur.
Osmanlı döneminde bağların bakım ve iĢletmesiyle uğraĢanlar, çoğunlukla
Arnavutlar, Rumlar ve Ermenilerdi. Saray mensuplarının ve devlet
ricalinin bağlarında bahçıvan olarak Arnavutlar çalıĢırdı. Boğaziçi
köylerinde bağ iĢle-tenlerse daha çok Kumlardı. Adalar'da yakın
zamanlara kadar süren bağcılık yine Rumların, yer yer de Ermenilerin
elindeydi.
.Günümüzde, Ġstanbul'un bağlarının yerinde evler, apartmanlar, asfalt yollar, beton
bloklar veya eski günleri hatırlatan durak levhalarından baĢka bir Ģey
kalmamıĢtır.
Bibi. "Bağ ve Bahçe", İSTA, III, 959-963; "Bağ, Bağlar, Bağcılar", 1KSA, II, 1790;
Kö-mürciyan, İstanbul Tarihi, 48-49, 68; Erde-nen, Adalar; Evliya,
Seyahatname.
ĠSTANBUL
BAĞLARBAġI
BağlarbaĢı semti, Üsküdar yönüne doğru Selamsız ve Fıstıkağacı, Kadıköy yönüne
doğru Nuhkuyusu, Kısıklı yönüne doğru Altunizade, Beylerbeyi
yönüne doğru NakkaĢtepe arasında kalan, Üsküdar Ġl-çesi'ne bağlı
bölgeyi kapsar. Semtin çok eskiden tümüyle bağlık bir arazi olduğu;
Ermeni manastırının bağı olan bölgeye manastır anlamına gelen
"vank" sözcüğünden "Vankınbağı" da dendiği bilinmektedir.
Sonraları bağlık arazinin baĢladığı yere "BağlarbaĢı" denmiĢ ve semt
bu adla anılmaya baĢlamıĢtır.
Kaynaklara göre, uzun yıllar Kudüs'e kervan götüren Atam adlı bir Ermeni deveci,
1700'lerde bu bölgedeki bağlık bir araziyi satın alarak merzarlık
yapılmak üzere semt halkına bağıĢlamıĢtır. 1718'de ölen Atam'ın
mezarı, mezarlık
haline getirilen bu bağda, ilk gömüldüğü yerdedir. Osmanlı mimarisinin değerli
kalfalarından Balyanlar da (bak. Balyan ailesi) aynı mezarlıkta
yatmaktadırlar. Ermeni edebiyatının ustalarından Mateos Zarifyan'ın
ve Bedros Turyan'ın mezarları da buradadır.
BağlarbaĢı Meydanı'ndan ilahiyat fakültesine doğru inen caddenin sol yakası tümüyle
mezarlıktır. Bu mezarlık Rum ve Ermeniler arasındaki uzun tartıĢma
ve kavgalardan sonra, iki baĢı Ermeni mezarlığı, ortası Rum mezarlığı
olarak üçe bölünmüĢtür. Eskiden arka tarafında, tam Marmara
Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi'nin karĢısında Yahudi mezarlığı vardı.
Bu alan bugün belediyenin park ve bahçeler müdürlüğü olarak
kullanılmaktadır.
Osmanlı döneminde semtte çoğunlukla Ermeniler, az sayıda da Rum oturduğundan
camiler oldukça yenidir. Ġslam Enstitüsü Camii, Beylerbeyi'ne inen
yol üzerinde Hacı Yakub Kazdal Camii, Üsküdar yolu üzerinde
KuruçeĢme Camii ve otobüs garajının karĢısındaki BağlarbaĢı Camii
hep yeni yapılardır.
Kiliseler ise oldukça eskidir. Bağlar-baĢı'nda Ermenilere ait iki kilise vardır.
Yenimahalle'deki Surp Garabet Kilisesi 15. yy'da Vanlı Despot
Zakarya tarafından yaptırılmıĢtır. 1727'de Patrik Ohan-nes Golod
binayı yenilemiĢ, Kudüs'e giden hacılar için bir de manastır
yaptırmıĢtır. Kiliseye bağlı olarak 1844'te "Ce-meran" okulu yapılmıĢ,
fakat bina 1887' de yanmıĢ, 1888'de yeniden inĢa edilmiĢtir. Bugün
"Semerciyan Cemeran Ġlkokulu" olarak öğretim görevini
sürdürmektedir. Ġkinci Ermeni kilisesi, Selam-sız'daki Surp Haç
Kilisesi'dir. l697'de Papaz Abraham tarafından inĢa edilmiĢtir.
Abraham'ın mezarı kilisenin bahçe-sindedir. Patrik Gblod, 1727'de
binayı yenilemiĢ, daha sonra 1830'da bina halkın bağıĢlarıyla bir kez
daha yeni baĢtan yapılmıĢtır.
Semtteki tek Rum kilisesi Rodoslu taĢ ustalarının kendi ibadetleri için 1804'te inĢa
ettikleri Profotis Ġlyas Kilisesi'dir. 4.000 m2'lik bir bahçe içindeki bu
bina, Ġstanbul'daki kiliselerin en büyük ve en bakımlılarından biridir.
Ġçindeki ikonalar ve avizeler çok değerlidir. Kilisenin karĢısındaki
Profotis Okulu, bugün DoğuĢ Anaokulu olarak kullanılmaktadır. Rum
anaokulu ise Altı-Yedi Eylül Olayları(-») sırasında yakılmıĢtır.
Semtteki diğer eski ve yeni okullar Ģunlardır: Marmara Üniversitesi Ġlahiyat
Fakültesi, Üsküdar Amerikan Kız Koleji (Ģimdi karma), Cumhuriyet
Lisesi, Özel Belde Deneme Lisesi, eski Fransız erkek ve kız okulları
(sonra 48. Ġlkokul, Ģimdi BağlarbaĢı Ġlkokulu), Tibrevank Rahip
Okulu (Ģimdi Surp Haç Lisesi), Nersesyan Yermoniyan Ġlkokulu,
Kalfa-yan Kız Yetimhanesi Ġlkokulu, Hayuh-yats Okulu
(kapanmıĢtır), Garabetyan Okulu (kapanmıĢtır), Berberyan Okulu
(kapanmıĢtır).
BağlarbaĢı ile Altunizade(-*) semtle-
BAĞODALARI MESCĠDĠ
534
535
BAHARiYE
B
H
R
D
R
Halic'in sonuna doğru, Bahariye semtinin karĢısına rastlayan bölümde, bugün de fark
edilen, eskiden Bahariye ya da Haliç adaları diye bilinen küçük
adacıklar vardı. 18. ve 19. yy gravürlerinde, bu adacıkların, Halic'in o
zamanlar tertemiz, pmlpırıl olan sularının üstünde yüzer gibi,
çimenlerle kaplı olarak, yükseldikleri görülür.
Hiçbir yükseltisi olmayan, adeta düz yeĢil bir halıyı andıran bu adacıklar, daha 16.
yy'da Ġstanbul'un gözde ve seçkin mesire yerlerindendi. Bahariye
adalarına Deniz Hamamı Mesiresi adı da verilir, burada suya girip
yüzülür, sonra yemyeĢil çimenler üzerinde dinlenilirdi. Yine adacıklar
çevresinde çeĢitli balıklar, özellikle tekir ve kayabalığı ile iri
karidesler bol bulunur; kolayca avlamrdı. Bölgeye avcılar ördek avı
için de gelirler, bele kadar suya girerek ördek avlarlardı.
Bahariye veya Haliç adaları eski Haliç ve o dillere destan Bahariye semtiyle bir
bütündü. Çevrenin yapısının hızla değiĢmesiyle adacıkların yapısı ve
görünümü de değiĢti. Çevreye iliĢkin anılarını aktaranlar, Bahariye
adalarının 1920' lerde hâlâ yeĢil olduğunu, sahilden adacıklara
yüzerek geçilebildiğini, geceleri suların yakamozlandığım
anlatıyorlarsa da 1950, hele de 1960lara gelindiğinde Bahariye
adacıklarının üstünde çimenden eser kalmadığı, bu toprak
parçacıklarının üzerine çevredeki kontrplak fabrikalarının
tomruklarının ve çeĢitli sanayi çöp ve artıklarının yığıldığı
bilinmektedir. Günümüzde Halic'in temizlenmesi ve kurtarılması
projelerine bağlı olarak Bahariye adalarının da eski görünümlerine
kavuĢturulması düĢüncesi gündeme gelmiĢ, ancak bu yolda henüz
hiçbir somut adım atılamamıĢtır.
ĠSTANBUL
Kadıköy Bahariye Opera Sineması'nm yerine yapılan Opera ÇarĢısı ve trafiğe kapalı
olarak yeni düzenlenmiĢ ana caddeden bir görünüm.
Elif Erim, 1993
masıyla birlikte, örneğin III. Selim ve maiyeti günlük ve mevsimlik göçlerde artık
hanedanın Boğaziçi'ndeki saraylarını tercih eder olmuĢlardı. II.
Mahmud devrinde de Bahariye terk edilmeye devam etmiĢ, 19. yy
ortalarından itibaren hanedan sarayları, görkemli yalılar, sa-hilsaraylar
yıkılarak yerlerini sanayi yapıları almaya baĢlamıĢtır. II. Mahmud
döneminde zaten harabe haline gelmiĢ olan Bahariye Kasrı ve Hatice
Sultan Sa-hilsarayı yıkılmıĢ, yerlerine iplikhane ve kıĢla yapılmıĢtır.
Semt 20. yy'dan baĢlayarak ve 1950' .lerden sonra hızlanarak, sanayi kuruluĢlarının
peĢ peĢe yerleĢtiği bir bölge olmuĢ, Bahariye Mensucat Fabrikası,
iplikhanenin yerinde Santral DikiĢ Sanayii, kontrplak, briket
imalathaneleri, kimyasal madde ve boya fabrikaları, ÇikvaĢ Vili
Mensucat Sanayii, yağ imalathaneleri, madeni eĢya sanayii, Gisla-vet
Lastik ve Kauçuk Fabrikası vb semtin 1960'lardaki çehresini
belirlemiĢtir.
Günümüzde Bahariye tümüyle harap ve düzensiz bir sanayi alt bölgesi
görünümündedir.
Bibi. "Bahariye" İSTA, 1844-1850; Haskan, Eyüp Tarihi, 64-66; Evliya,
Seyahatname, I; Ayvansarayî, Hadîka, l.
TÜLAY ARTAN
BAHARĠYE
Kadıköy'ün, Moda, Küçükmoda ve ġifa arasında kalan bir semtidir. Adını, havası
güzel olduğu için bir zamanlar piknik yeri olarak kullanılmasından
aldığı söylenir. ġimdiki Bahariye Caddesi'nin Altı-yol'a doğru
giderken sağ tarafı KalamıĢ Koyu'na bakar. Yayıldığı alanda Pekme-
zoğlu, Cevizlik ve Sakızağacı mahalleleri vardır. Moda ile aĢağı
yukarı aynı tarihlerde meskûn hale gelmiĢ olmalıdır.
1960'lara kadar nüfusu oldukça karıĢıktı. Ermeniler baĢta olmak üzere Rumlar ve
daha az sayıda Yahudiler de yaĢıyordu. Ortalama gelir düzeyi her
zaman görece yüksek olmuĢtur.
Semtin can daman anacaddedir. Eskiden adı Bahariye Caddesi iken, orada oturmuĢ
olan bir emekli generalden ötürü Ģimdi adı Asım Gündüz Caddesi
olarak değiĢtirilmiĢtir. AltıyoHa, yani Kadıköy'ün öteden beri en iĢlek
alıĢveriĢ merkeziyle birleĢen bu caddede, bu yüzyılın ilk yarısında
bazı sinemalar açılmıĢ; böylece Bahariye Kadıköy semtinin bu tarz
eğlence hayatının merkezi
haline gelmiĢ; bundan sonra da baĢka dükkânlar, doktor ve diĢçi muayenehaneleri
için de tercih edilen merkezi bir yer olmuĢtur.
Bahariye'deki en büyük sinema, 1938' de cadde üstünde açılan Opera Sinema-sı'dır.
Küçükmoda yönünde giderken sol kolda kalan bu oldukça Ģık sinema
yakınlarda yıkılmıĢtır. Bundan sonra, aynı sırada, Süreyya PaĢa'nın
(Ġlmen) inĢa ettirdiği Süreyya Sineması(-») gelir. Onun tarihi daha
erkendir (1926). YapılıĢ gerekçesi hakkında çeĢitli söylenti ve
yorumlar olmakla birlikte, asıl amacın Batılı hayat tarzını Türkiye'de
yerleĢtirmek olduğu söylenebilir. Bina bu amaca uygun olarak hayli
Ģık bir Ģekilde yapılmıĢ, heykel ve tavan resimleriyle, ağır avizelerle
süslenmiĢ, 1950'de Da-rüĢĢafaka Cemiyeti'ne bağıĢlanmıĢtır.
Gene aynı sırada, halkevi olarak yapılan binada Yurt Sineması vardı. Onun
karĢısındaki, sağ koldan girilen Sakızgü-lü Sokağı'nda (asıl adı
Saksıgülü olmalı) ise, semtin en eski sinema salonu bulunur. Burası
Kadıköy'deki Ayia Eufemia Kilisesi'nin mülküydü ve Apollon
Tiyatrosu adıyla tanınıyordu. Daha sonra Hale Sineması oldu. ġimdi
adı Reks'tir (bak. Apollon sinemaları).
Bahariye, Kadıköy'ün sinemalar semti olma özelliğini bugün de sürdürmektedir.
Yukarıda sayılanlardan faaliyete devam edenlerin yanısıra, Moda
Sineması ve diğer bazı sinema salonları da açılmıĢtır.
Bahariye Caddesi'nin AltıyoPla birleĢtiği köĢede, KalamıĢ yönünde bir Katolik
kilisesi vardır. 1980'lerde burada, Bağdat Caddesi'ne giden yolun
ağzında yol geniĢletme çalıĢmaları yapılırken Bizans döneminden
kalma bazı mezarlar bulunmuĢtur.
Gene cadde üstünde, Nisbiye Soka-
ğı'nın köĢesinde Ayia Trias Rum Ortodoks Kilisesi vardır. Ayrıca, Süreyya Si-
neması'nın yanında bahçe içindeki tarihi ahĢap bina da Ortodoks
kilisesine aittir. Günümüzde Bahariye Caddesi üstünde adliye, maliye
gibi devlet daireleri de bulunmaktadır.
Burada bulunan bellibaĢlı, kurumlaĢmıĢ dükkânlar arasında, Saray Muhallebicisi ile
Ermeni kilisesinin yanındaki Ankara Pasta Salonu'nu, Kadıköy
yakasının en ünlü ayakkabıcısı Antranik i sayabiliriz.
Moda ile aynı zamanlarda, yani 1960' lardan baĢlayarak, Bahariye de eski ahĢap
binaların yıkılıp yerlerini apartmanlara bıraktığı bir semt haline geldi.
Bugün semtte eskiyi hatırlatan çok az bina kaldı.
Nisbiye Sokağı köĢesinde, bahçesinde cüce heykelleri olan eski ev, eski genelkurmay
baĢkanlarından Asım Gün-düz'e aitti. Celal Esat Arseven ölünceye
kadar Yoğurtçu Parkı'na yakın güzel ahĢap bir evde oturmuĢtu. Nâzım
Hik-met'in de bir süre burada oturduğu bilinmektedir.
MURAT BELGE
BAHARĠYE KASRI
Eyüp'te Bahariye sahil Ģeridinin sonunda yer alan kasır. Günümüze ulaĢmamıĢtır.
BostancıbaĢı defterlerinden bu kasırdan sonra Alibeyköy'e kadar olan sahanın
tamamen boĢ olduğu anlaĢılmaktadır. Ġlk olarak ne zaman inĢa
edildiği kesin olarak saptanamamaktadır. Bahariye Kasrı sultanların
kısa süreli biniĢlerinde kullanılmıĢ; 1708 ve 1722'de, geçirdiği önemli
tamirat, yenileme ve bahçe düzenlemeleri sonucunda tekrar itibar
görmüĢ, özellikle I. Mahmud devrinde (1730-1754), burada birçok
resmi tören yapılmıĢ, elçiler, konuklar ağırlanmıĢ, ziyafetler
verilmiĢtir. Sultanların günlük ziyaretleri sırasında biniĢ yerlerindeki
geleneksel eğlence türlerinden atıĢ talimleri, güreĢ müsabakaları
yapılmıĢ, yemekler yenmiĢ ve oyunlar oynanmıĢtı.
19. yy baĢında sahilde küçük bir bina olan kasır harap durumda idi. Kasra verilen ad
sonradan bütün sahilin ismi olmuĢtur.
Bibi. İSTA, IV, 1853-1854; M. Erdoğan, "Osmanlı Mimari Tarihinin ArĢiv
Kaynaklan", TD, III/5-6 (1951-1952), s. 64-66; Haskan, Eyüp Tarihi,
II, 64-66.
TÜLAY ARTAN
BAHARĠYE MEVLEVÎHANESĠ
Eyüp'te Halic'in Kâğıthane kıvamındaki Bahariye mevkiinde olup adını buradan alan
adaların karĢısındaydı. Kara tarafı kuzeyde Silahtarağa Caddesi ile
sınırlanan mevlevîhane güneyde Halic'e uzanmakta ve cümle kapısı
Mevlevîhane Çık-mazı'nın sonunda bulunmaktaydı. Günümüze
yalnızca mescidi, oldukça bozulmuĢ bir Ģekilde kalabilen mevlevîha-
nenin diğer yapıları, tekkelerin kapatıl-
dığı 1925'ten itibaren çeĢitli nedenlerle tahrip edilerek ortadan kaldırılmıĢtır.
Bahariye Mevlevîhanesi'nin tarihi, l622'de kurulan BeĢiktaĢ Mevlevîhane-si(-») ile
doğrudan ilgilidir. Bu dergâhın son postniĢinlerinden Hasan Nazif
Dede (ö. 1861) ailesine mensup Ģeyhler, daha sonra Bahariye
Mevlevîhanesi meĢihatım üstlenmiĢler ve bu aile fertlerince
Ġstanbul'daki Mevlevi zümresi içinde yaygın-laĢtınlan
BektaĢî/Melamî-meĢrep tasavvuf anlayıĢı, bir kültürel miras olarak
Bahariye Mevlevîhanesi'nde temsil edilmiĢtir.
1622'de Ohrili Hüseyin PaĢa tarafından, günümüzde Çırağan Sarayı'nın(->)
bulunduğu alanda inĢa ettirilen BeĢiktaĢ Mevlevîhanesi, 18ö7'ye
kadar faaliyetini Boğaziçi'nde sürdürmüĢ, ancak Abdüla-ziz'in eski
sarayın yerine yenisini inĢa ettirmek istemesi üzerine yıktırılarak önce
Fındıklı'daki Karacehennem Ġbrahim PaĢa Konağı'na, ardından
1871'de Maçka'ya ve daha sonra 1874'te geçici olarak Eyüp'teki Hatab
Emini Mustafa ve Hüseyin efendilere ait yalılara taĢınmıĢ, 1877' de
ise Bahariye'deki yeni binalarına yerleĢerek 1925'e kadar Bahariye
Mevlevîhanesi adıyla faaliyet göstermiĢtir.
Dergâhın ilk postniĢini Hüseyin Fah-reddin Dede'dir(-»). BeĢiktaĢ Mevlevîhanesi
ġeyhi Hasan Nazif Dede ile Zübey-de Havva Hanım'ın oğlu olan
Fahred-din Dede (1854-1911), babasının vefatından sonra BeĢiktaĢ
Mevlevîhanesi meĢihatına atanmıĢ ise de yaĢça küçüklüğü nedeniyle
dergâhı RâĢid Dede vekâleten yönetmiĢtir. 1871'de asaleten Maçka
Mevlevîhanesi meĢihatını üstlenen Fahreddin Dede, bu görevini 1877'
den 1911'e kadar Bahariye Mevlevîhanesi'nde yürütmüĢtür.
Bahariye Mevlevîhanesi, Hüseyin Fahreddin Dede döneminde Ġstanbul'daki rint
Mevlevîliğin baĢlıca merkezidir. Bazı Mevlevîlerce "ġems" kolu
olarak nitelendirilen tarikat içindeki bu "ehl-i beyt" yanlısı tasavvuf
anlayıĢının kökeni, 17. yy'da Yenikapı Mevlevîhanesi Ģeyhliği yapan
Sabuhî Ahmed Dede'ye kadar uzanır. BektaĢî ve Melamîlere
yakınlığıyla tanınan Fahreddin Dede, bu rint Mevlevîlik anlayıĢını
Bahariye Mevlevîhanesi'nde sürdürmüĢ, damadı olduğu Yenikapı
Mevlevîhanesi PostniĢini Osman Salâheddin Dede'nin hem Midhat
PaĢa yanlısı siyasi fikirlerinden, hem de geleneksel Mevlevîlik
anlayıĢından bağımsız bir çizgide dergâhım yönetmiĢtir. Bu dönemde
Bahariye Mevlevîhanesi, aralarında Yenikapı Mevlevîhanesi ġeyhi
Mehmed Celâleddin Dede ile Galata Mevlevîhanesi ġeyhi Mehmed
Ataullah Dede'nin de bulunduğu ve Medeni Aziz Efendi, Tanburi
Kâmil Bey, Yeniköylü Hasan Efendi, Bolahenk Nuri Bey, Dr. Subhi
Ezgi ile Rauf Yekta gibi tanınmıĢ isimlerden meydana gelen aydın bir
çevreyi bünyesinde barındıran, Ġstanbul'un bellibaĢlı mûsiki
merkezlerinden birisi durumundadır.
Fahreddin Dede'nin meĢihat döneminde mevlevîhane önemli bir tamir
görmüĢtür. Evkaf Nezareti'nce 1908-1910 arasında gerçekleĢtirilen bu tamiratta
mevlevîhanenin bütün yapıları yenilenmiĢ ve bir de tek katlı selamlık
köĢkü inĢa edilmiĢtir. Bu tamirat sırasında semahan-türbe binası
yeniden ele alınmıĢ, Halic'e bakan cephesindeki payandalar yerine
ahĢap dikmeler konulmuĢtur. Daha önce semahanenin zemin katında
bulunan kadınlar mahfili üst kata taĢınmıĢ, böylece "züvvar
maksuresinin alanı geniĢletilmiĢtir. 1877'de üç katlı yaptırılan harem-
selamlık binası ise iki kata indirilmiĢ, selamlık ayrı bir bina olarak
semahanenin batısında yeniden inĢa edilmek suretiyle harem
kısmından ayrılmıĢtır. Mevlevîhanenin mescidi ile cümle kapısının da
bu dönemde inĢa edildiği hem kitabelerinden hem de yansıttıkları
Birinci Ulusal Mimarlık Üs-lubu'ndan anlaĢılmaktadır. Tamirat
sonrası yapılan açılıĢ törenine ait izlenimler, Fahreddin Dede'nin
yazma "mec-mua"sında kayıtlıdır. V. Mehmed ReĢad baĢta olmak
üzere ġeyhülislam Musa Kâzım Efendi ve kalabalık bir davetli
grubunun katıldığı bu törende Zekâi Dede'nin Isfahan ayini okunmuĢ,
ardından KocamustafapaĢa Âsitanesi ġeyhi Mehmed Kutbeddin
Efendi tarafından "Sünbülî devranı" icra edilmiĢtir.
19H'de Fahreddin Dede'nin vefatıyla yerine oğlu Küçük Hasan Nazif Dede (ö. 1915)
geçer. 1878'de dergâhta doğmuĢ ve henüz 7 yaĢındayken 1885'te sema
çıkarmıĢtır. PostniĢinliği dört yıl gibi kısa bir dönemi kapsayan Nazif
Dede'nin vefatıyla meĢihat makamı, Fahreddin Dede' nin kızı Fatma
Fasiha Hanım'dan doğma Selman Faik Dede'ye asaleten geçmiĢ ise de,
bu tarihte yaĢça küçüklüğü nedeniyle dergâh önce, Salâheddin Çelebi
ve ardından da Bahaeddin Dede'nin idaresinde kalmıĢtır. Salâheddin
Çelebi, Mevla-na'nın torunu Mutahhara Hatun'a bağlı "Ġnas
Çelebileri" kulundandır. Salâheddin Çelebi'den sonra dergâh
meĢihatını üstlenen ikinci postniĢin, BeĢiktaĢ Mevlevîhanesi ġeyhi
Büyük Nazif Dede'nin kardeĢi el-Hac Arif Efendi'nin torunu
Bahaeddin Dede'dir. Bilecik Mevlevîhanesi postniĢini iken Bahariye
Mevlevîhanesi meĢihatına atanmıĢ ve bu görevini tekkelerin
kapatıldığı 1925'e kadar sürdürmüĢtür. Bu tarihten önce vekâleten
yürüttüğü dergâh meĢihatım tarikat geleneğine aykırı bir Ģekilde
Evkaf Nezareti'ne onaylatarak asaleten postniĢin olan Bahaeddin
Dede'nin bu tartıĢmalı Ģeyhliği, Mevleviler arasında hoĢ
karĢılanmamıĢ ve Selman Dede son postniĢin olarak kabul edilmiĢtir.
1885 sayımına göre barındırdığı 24 kiĢilik nüfus açısından Yenikapı, KasımpaĢa ve
Galata mevlevîhanelerinden sonra dördüncü sırayı alan Bahariye
Mevlevîhanesi, I. Dünya SavaĢı yıllarında Osmanlı ordusunda görev
yapan I. Kolordu'ya bağlı Alman subayların ikametine ayrılmıĢtır.
Cumhuriyet döneminde Hazine, Vakıflar Ġdaresi ve mirasçılar
arasında çıkan mülkiyet davası uzunca
BAHARĠYE MEVLEVÎHANESĠ 538
539
BAHARĠYE MEVLEVÎHANESĠ
20, 1958'de 103, 1960'ta 122, 1964'te 143, 1966'da 169, 1967'de 184, 1969'ta 188.
1970'li yılların ortalarına dek devamlı artıĢ gösteren bahçe sinemaları,
1974'ten sonra televizyonun devreye girmesiyle sinemada kendini
hissettiren krizden etkilenerek, iĢlevlerini yitirdiler ve kapanmaya
baĢladılar.
Filmlerin yaz aylarında serbest bir biçimde izlenmesine büyük katkıları olan bahçe
sinemaları, yalnızca film gösterilen yerler değil, aynı zamanda sıcak
yaz aylarının topluca eğlenilen değiĢik ve unutulmaz mekânları
olmuĢtur. Bu sinemalara çoluk çocuk ailece gidilir; fındık fıstık ihmal
edilmez; evden tahta iskemlelerin üzerine koymak için minderler
götürülür; sonbahara doğru yün Ģallar, bacaklara örtmek için küçük
battaniyeler de alınırdı. Sigara tiryakileri sigaralarını tüttürürler;
bebek arabalarında bebekler uyutulur; böylece küçük çocuklu anneler
de sinemadan istifade edebilirlerdi. Bahçe sinemalarının hemen
hemen tümünde film gösterilerinin yanısıra konserler, sünnet
düğünleri, ti-
Moda Park Sineması'nın
sju-';, dört ayrı dilde
SSġ yazılmıĢ
koleksiyonu
ikiĢer mekân daha vardır. Soldakilerin hela-abdestlik birimleri olduğu
anlaĢılmaktadır. Sağdakilerin de ardiye türünden birimler olması
muhtemeldir.
DıĢardan yaklaĢık 16x12 m boyutlarında olan harem iki katlıdır. Malzeme ve iĢçilik
olarak semahane-türbe ile aynı özellikleri paylaĢır. Harem binasının iç
taksimatı açık seçik bilinmemektedir. Elimizdeki fotoğraflarda ancak
Haliç üzerindeki güney cephesi ile semaha-ne-türbeye bakan batı
cephesi görülebilmektedir. Selamlık binasındaki gibi ortasında
kesiĢen iki eksene göre simetrik bir düzene sahip olduğu
anlaĢılmaktadır. YaklaĢık 16 m uzunluğundaki güney cephesi 4 m'lik
dört eĢit parçaya bölünmüĢ, sonlarda ve ortada yer alan parçalar 2 m
kadar ileri çıkarılmıĢtır. Zemin katta, ileriye çıkan kesimin ekseninde
harem binasının esas giriĢlerinden biri yer alır. ġeyh efendinin ve aile
bireylerinin semahane-türbe baĢta olmak üzere mevlevîhanenin diğer
bölümleri ile olan iliĢkilerini sağlayan bu kapının önünde basamaklı
bir sahanlık ve semahane-türbe binasında görülenlerin eĢi olan
camekânlı bir bölme yer almaktadır. Batı cephesinde de bir baca
seçilmektedir. Güney cephesindekiler-den daha dar, pervazlı ve
panjurlu on iki tane pencere sayılabilmektedir. Harem bahçesinin
moloz taĢ örgülü ve iki sıra tuğla hatıllı duvarı doğuya doğru
uzanmakta, haremin önündeki rıhtımda küçük bir kayık iskelesi
görülmektedir.
Harem binası geç devir yalı mimarisinin sıradan örneklerinden biridir. Ġlk inĢa
edildiğinde bütün cephelerinde, batı cephesindekiler gibi, Türk ahĢap
yapı geleneğine uygun oranlara sahip pencerelerin bulunduğu, Haliç
üzerinde olduğu için, nemden en fazla etkilendiği tahmin edilen,
ayrıca en fazla göze çarpan güney cephesinde yer alanların 1910
onarımı sırasında, bu dönemde Ġstanbul'da moda olan art nouveau(->)
üslubuna uygun oranlarla tadil edildikleri anlaĢılmaktadır. Nitekim
haremin yegâne dıĢ süslemesini oluĢturan pencere pervazları ile ajurlu
balkon korkuluklarında da art nouveau'nun izleri görülüyor.
Bahariye Mevlevîhanesi her Ģeyden önce tam teĢekküllü bir Mevlevi âsita-nesi
olarak, mimari programının zenginliği ve bölümlerinin geniĢ araziye
rahatça dağılıĢı ile dikkati çeker. Osmanlı dönemine ait ahĢap tarikat
yapılarının sivil mimari ile kurdukları yakın iliĢki ve çevredeki ahĢap
meskenler ile sağladıkları uyum burada en açık Ģekilde ifade
edilmiĢtir. Yine tarikat mimarisine has türbe-ibadethane kaynaĢması
Bahariye Mevlevîhanesfnin özelliklerinden birini oluĢturur.
Bahariye Mevlevîhanesi'nin en ilginç yönlerinden biri de. Mevlevî terminolojisinde
"nezr-i Mevlânâ" ya da "nezr-i Mevlevî" olarak adlandırılan, uğurlu
ve kutlu sayılan 18 rakamının, dedegân hücrelerinin adedinin yanısıra
semahanedeki sütun adedini de belirlemiĢ ol-
masıdır. Yenikapı Mevlevîhanesi ile Gelibolu Mevlevîhanesi'nde ,de karĢımıza çıkan
bu durum tarikat sembollerinin süslemeden de öte bizzat tasarımı
etkileyebileceğini kanıtlamaktadır. Ayrıca türbe korkuluklarında ve
semahane aleminde görülen Mevlevî serpuĢları geç devir mimarisinde
tarikat alametlerinin mimarideki kullanımını göstermektedir.
Bibi. Ziya, istanbul ve Boğaziçi, II, 242; İSTA, IV, 1854-1865; E. Yücel, "Ġstanbul
Mevle-vihaneleri", Hayat Tarih Mecmuası, XI/58 (Aralık 1969), 28-
33; B. Turnalı, "Bahariye Mevlevîhanesi'nin Yıktırılan Büyük Avlu
Kapısı", Bizim Anadolu, 13.1.1971; M. Erdoğan, "Mevlevî
KuruluĢları Arasında istanbul Mev-levîhaneleri", GDAAD, 4-5 (1975-
1976), 15-46; E. Yücel, "Bahariye Mevlevihanesi", Türk Edebiyatı
Dergisi, 46 (1977), 31-33; ay, "Yok Olan Ġstanbul Mevlevihaneleri",
TTOK Belleteni, 60/339 (Eylül-Arahk 1977), 3-7; ay, "BeĢiktaĢ
(Bahariye) Mevlevihanesi", STY, XII (1982), 161-168; İKSA, II, 975-
981; M. B. Tanman, "Bahariye Mevlevihanesi", DİA, IV, 471-473;
Haskan, Eyüp Tarihi, I, 112-116; E. IĢın, "Ġstanbul'un Mistik
Tarihinde BeĢiktaĢ/Bahariye Mevlevihanesi", İstanbul, S. 6 (Temmuz
1993), 129-137.
M. BAHA TANMAN
BAHÇE SĠNEMALARI
Yazlık sinemalar da denen, sıcak mevsimlerde açık havada geceleri film gösteren
sinemalar. Sinemanın Ġstanbul'da yaygınlaĢmasında büyük rol
oynayan bahçe sinemaları, uzun yıllar halkın tek ve en ucuz gece
eğlencelerinden biriydi. KıĢlık sinemalara oranla daha ucuz olması,
Ģehrin çeĢitli semtlerinde ailecek gidilebilecek yakınlıkta bulunması
ve halkın çok kısıtlı olan gece eğlencelerine farklı bir boyut getirmesi,
bahçe sinemalarının yaygınlaĢmasına ve uzun süre seyirci toplamasına
neden oldu.
Ġstanbul'da ilk bahçe sineması 1913' te ġiĢli Halaskârgazi Caddesi'nde no. 192-194'te
açıldı. Osmanbey Bahçesi adını taĢıyan yerde aynı adla açılan
sinemanın bir de kıĢlık bölümü bulunuyordu. Halen yerinde Yapı ve
Kredi Bankası'mn bulunduğu sinema, uzun yıllar bahçe sineması
olarak Ġstanbullulara hizmet etti.
Bir yıl sonra, Erenköy'de aynı adı taĢıyan ikinci bahçe sineması açıldı. Bu sinema
1933'te Sefa Bahçesi adını alarak 1940'h yılların baĢına kadar film
gösterilerine devam etti. 1915'te Kadıköy'de Milli Sinema açıldı.
KuĢdili Çayı-rı'nın hemen baĢında olan bu sinema bir süre sonra
KuĢdili adını aldı.
1920'de Kadıköy'ün ve Ġstanbul'un en ünlü ve en büyük bahçe sinemalarından biri
olan Mısırlıoğlu Sineması açıldı. Kadıköy'ün Halitağa Mahalle-si'nde
bir konağın bahçesinde film gösterilerine baĢlayan sinemanın
iĢletmeciliğim, baĢta Apollo Sineması olmak üzere Kadıköy'deki
birçok sinemayı iĢleten Siroçkin KardeĢler yaptılar. Film
gösterilerinin yanısıra konser, tiyatro ve zaman zaman da sünnet
düğünlerinin yapıldığı bahçe bir süre sonra Halk Sineması adını aldı.
Siroçkin KardeĢler aynı yıl bah-
çe sinemalarının da en az kıĢlık sinemalar kadar kârlı bir iĢ olduğunu görünce
Mısırlıoğlu Sineması'nın yanısıra yine aynı mahallede Zamoğlu
Sineması'nın iĢletmeciliğini üstlendiler.
Ġstanbul'da yazlık sinemaların en çok izleyici bulduğu semt Üsküdar'dı. Ġlk Türk
sinemacısı Fuat Uzkmay aynı zamanda sinema iĢletmeciğinde de
öncüler arasında yer alır. Uzkmay 1920'de önce Malul Gaziler
Cemiyeti adına Doğancılar (daha sonra Jale, 1921'de Park, 1940'ta
Aypark adını aldı), daha sonra da Üsküdar Hâkimiyeti Milliye
Caddesi no. 1-3'te Hale Sineması'nı iĢletti. Her iki açık sinemada da
zaman zaman baĢta Türk filmleri olmak üzere birinci vizyon filmler
de gösterildi.
1922'de bahçe sineması geleneği, Üsküdar'dan karĢı yakaya BeĢiktaĢ'a sıçradı. Önce
bugün Balıkçılar ÇarĢısı'nın bulunduğu yerde Elektra, sonra da Has-
fırın Caddesi no. 67'de Park sinemaları açıldı. Bu sinema 1930'da
Suatpark adını aldı, 1984'te yıktırıldı.
1934'te Kadıköy'deki kıĢlık sinemalar yazın da gösterilerine devam etmek için yazlık
bahçe sinemaları açmaya baĢladılar. Bu sinemaların baĢında Süreyya
Ġl-men'in sahipliğini üstlendiği Süreyya Sineması geldi. Bu sinema
film gösterilerinin yanısıra çeĢitli yaz eğlenceleri ile balo ve sünnet
düğünleri için de kullanıldı. Ayrıca çeĢitli tiyatro toplulukları yazlık
gösterilerini yine aynı sinemada yaptı.
1930-1940 arasında, yerli yapımların artması ve ithal filmcilik alanındaki
kımıldamaya paralel olarak kıĢlık ve yazlık sinemalarda da bir artıĢ
gözlendi. Bahçe sinemaları geleneği Kadıköy, Üsküdar ve BeĢiktaĢ
semtlerinin dıĢına da taĢarak yaygınlaĢmaya baĢladı. 1930'da Kara-
gümrük'te Uzunbahçe; Bakırköy'de Lale; 1935'te GedikpaĢa'da Kadri,
Ali ve Ġzzet Cemalî kardeĢlerin iĢlettiği Azak; 1937'de Ġstanbul
Belediyesi'nin iĢletmeciliğinde Bebek Bahçesi; ġehremini'de ĠnĢirah
ve Akgün; 1939'da Cağaloğlu'nda bugün Ġstanbul Erkek Lisesi'nin
yatakhane bölümünün bulunduğu yerde Çiftesaraylar; 1940'ta ise
Beyazıt'ta bugün Beyazsa-ray'ın olduğu yerde Lale; Galatasaray
Lisesi'nin bahçesinde ise Galatasaray adlı bahçe sinemaları açıldı.
SavaĢ yıllarında sinemada ve dolayısıyla bahçe sinemalarında patlama
yaĢandı. Avrupa filmlerinin yerini Mısır filmlerinin alması, yerli
yapımlarda buna öykünen filmlerin yapılması sinemaya ilgiyi artırdığı
gibi sinema salonlarının çoğalmasına da zemin hazırladı. 1943'te
açılan baĢlıca bahçe sinemaları, Nurpak (Suadiye), Çırağan daha sonra
BağlarbaĢı (Üsküdar), Ünal (KasımpaĢa), Kiğılı (KâzımpaĢa), Çiçek
(Arnavutköy), Aile Bahçesi (Sarıyer), Emek (PaĢabahçe), Çiçek
(Karagümrük), Ġskele (Beylerbeyi), Tunca (Yedikule), Çınar
(Suadiye) oldu.
Ġstanbul'un unutulmaz bahçe sinemaları arasında ilk sırayı Suadiye'de 1943'te açılıp
aralıksız 1980'li yılların baĢına dek film gösteren Çiçek Sinema-
sı aldı. Çoğunlukla yabancı filmleri orijinal kopyadan gösterme gibi bir geleneğe
sahip olan bu sinema, çok az da olsa yılın en iyi yerli filmlerine de
programında yer verdi. Kadıköy'de Yoğurtçu-park Karakolu'nun
yanında aynı adla anılan bahçe sineması ise çok az bir ücret
karĢılığında gösterdiği iki üç filmiyle en çok müĢteri çeken yazlık
sinemaların baĢında yer aldı. Henüz hava kararmadan gösterime
baĢlayan bu sinemada müĢteri çekmek için filmlerden önce ünlü
komik Fahri Bey'in eĢi Ayten Hanım borazan, davul ve klarnet
eĢliğinde konserler verdi. Beyoğlu sinemalarında gösterilen, hemen
hemen tümü serial olan filmler yazın bu sinemada, çoğu kesilmiĢ
olarak bir kez daha yinelendi. Bu sinemanın bir diğer özelliği de
Ġstanbul'daki tüm bahçe sinemalarından önce açılıp, en sonra
kapanmasıdır. Kimi yıllar yağmurlu havalarda bile film gösterimine
devam etmesiyle, mizah edebiyatımıza konu olmuĢtur.
yatro ve benzeri eğlenceler de yapılmıĢ; dünün bahçe sinemaları bugünün sanat
merkezlerinin adeta prototipini oluĢturmuĢtur. Bugün Ġstanbul'da
tümü gecekondu semtlerinde olmak üzere sadece 9 bahçe sineması,
eski geleneği sürdürme çabasındadır.
BURÇAK EVREN
BAHÇE TĠPĠ VAPURLAR
Köprü-Adalar ile Yalova ve Çınarcık'a çalıĢan, büyük, hızlı ve çok yolcu alan Ģehir
hattı vapurlarının ortak adı. Ġki saati bulan Köprü-Adalar seferlerinin
daha kısa sürede yapılabilmesi için, biri 1952'de Ġtalya'da, ikisi
1953'te Ġngiltere'de inĢa ettirilip getirtilen PaĢabah-çe(->),
Dolmabahçe(-+) ve Fenerbah-çe(-») adlı yeni vapurların adlarında yer
alan "bahçe" sözcüğünden ötürü, bu hızlı vapur tipine "bahçe tipi"
vapurlar dendi. Tıpkı, Çengelköy, Ortaköy, Vani-köy gibi benzeri
vapurlara "köy tipi" vapurlar dendiği gibi.
Bu vapurlarla "ekspres" seferleri yapılmaya baĢlanınca bilet fiyatları da normal posta
vapurlarınınkinin bir misli daha fazla oldu. Ekspres vapurlar,
Kadıköy, Kınalıada ile Burgazadası'na uğramadan doğruca
Heybeliada ile Büyüka-da'ya uğruyorlar, oradan da Yalova'ya
gidiyorlardı.
Günümüzde, 658 grostonluk, 2.100 kiĢi taĢıyabilen, 18 mil hızı olan Bahçe-kapı ile
eĢi Fahri S. Korutürk adlı iki vapur da bahçe tipi vapurlardan
sayılabilir. ESER TUTEL
BAHÇEKAPI
Halic'in ağzında, Galata Köprüsü'nün güney ayağında, Yeni Cami'nin arkasında,
Eminönü ile Sirkeci arasında kurulu, halen Eminönü Ġlçesi'nin Hobyar
Mahallesi sınırları içinde bulunan semt. Kuzeyinde Eminönü ve Yeni
Cami, doğusunda Sirkeci, güneyinde Sultanha-mam, batısında Mısır
ÇarĢısı vardır. Günümüzde çok sayıda dükkân, iĢyeri, yazıhane,
ticarethane ve seyyar satıcılarla canlı bir iĢ ve ticaret bölgesidir.
Semt, adını Ġstanbul'un deniz surlarının Haliç ağzına açılan kapılarından biri olan
Bahçe Kapısı'ndan almaktadır. Bizans döneminde bu kapıya "Porta
Neori-on" dendiği belirtilmekle birlikte, Ġstanbul'un fethine yakın
yıllarda "Porta Ore-at" diye anıldığı, fetihten sonra Türklerin buraya
"Orya Kapısı" adını vermiĢ olmalarıyla da doğrulanmaktadır. Bizans
döneminde, kapının çevresindeki nüfusun çoğunluğu Musevilerden
oluĢtuğundan kapıya "Porta Hebraica" ya da "Porta Ju-deca" denmiĢ,
Türkler de bu yüzden "Çıfıt Kapısı" adını vermiĢlerdir.
Bizans döneminde kapının yakınında bir kule olduğu, Halic'in ağzına, gerili zincirin
bir ucunun bu kuleye, diğer ucununsa Galata Kulesi'ne bağlı
bulunduğu söylenir. Kapının yerinin bugünkü Yeni Cami arkasında,
Arpacılar Caddesi üzerinde olduğu sanılmaktadır. Piri Reis
BAHÇEKAPI
542
543
BAHÇELER
haritasında Çıfıt Kapısı, Yeni Cami'nin civarında iĢaretlidir. Eremya Çelebi ise Bahçe
Kapısı'nı Sarayburnu'ndan sonraki ilk kapı olarak tarif eder. Bahçe
Ka-pısı'mn, Osmanlı döneminde sadrazamlığa terfi eden vezirlerin
saraya götürülmek üzere geçirildikleri kapı olduğu bilinmekte, kente
getirilen zahire ve diğer her türlü ticari metanın da bu kapıdan
geçirildiği kaydedilmektedir. AkĢamları, Ģehir kapıları kapandıktan
sonra geç kalanların Ģehre girdikleri kapı da burasıdır. Kapı ve
çevresindeki surlar 1865' teki büyük HocapaĢa yangınından sonra
Ģehrin bu bölgesindeki sokaklar ge-niĢletilirken yıktırılmıĢtır.
Sadece Osmanlı döneminde ve günümüzde değil Bizans döneminde de Bah-çekapı
yoğun bir ticaret merkezi olmuĢtur. Bizans döneminde Musevilerin
yoğun olarak yerleĢtikleri bölgede, bugün Yeni Cami'nin yerinde de
St. Antoine Kilisesi vardı, istanbul'un fethinden sonra semtte,
Müslüman Türk nüfus ağırlık kazanmaya baĢladı. Museviler buradan
çıkarılarak Hasköy'e iskân edildiler. Osmanlı tebaası olmayan
yabancıların elinden ticaret yapma haklan alındı. Bölge ticari merkez
görünümünü sürdürdüyse de han, hamam, cami, mescit gibi binaların
yanında bahçe içinde konaklar, köĢkler de yapıldı. Ancak bu binaların
hemen hiçbiri günümüze kadar ulaĢa-
Bahçekapı'da seyyar satıcıların ve mağazaların iç içe olduğu bir sokak. Araş Neftçi
madı. Bunun en önemli nedenleri arasında yangınları ve 1980'lere kadar yüzyıllar
boyu devam eden bilinçsiz yıkımları saymak gerekir.
1569'da Demirkapı'da baĢlayıp Bah-çekapı'ya uzanan yangında semtin Yahudi
mahallesi bütünüyle yandı. 1723' te, 1750'de, 1865'te ve 1909'da çıkan
yangınlarda birçok yapı yok oldu. Yine çeĢitli yapılaĢmalar
sırasındaki yıkımlarda da tarihi eserler zarar gördü ya da bütünüyle
ortadan kalktı. Bahçekapı çevresindeki bugün tümüyle ortadan
kalkmıĢ yapılar arasında, Fatih döneminde inĢa edilen Yıldız Hamamı,
Ab-basağa Hamamı, Abdullah PaĢa Konağı, Abbasağa Mektebi
sayılabilir. Günümüzde semtte bulunan önemli yapılar oldukça yeni
tarihlidir. Semtin kimi tarihi yapıları örneğin Abdülhamid I Külli-
yesi'nin(->) imareti, sıbyan mektebi, 4. Vakıf Hanı inĢaatı sırasında
yok olmuĢ, eskiden senitte bulunan I. Abdülhamid Sebili de buradan
kaldırılıp Gülhane Parkı'mn karĢısına yeniden kurulmuĢtur. Zahire
Borsası olarak da bilinen Ticaret Borsası halen Zahire Borsası Soka-
ğı'ndadır. 4. Vakıf Hanı, Hamidiye Cad-desi'ndedir. Yine aynı
caddede Agop-yan Hanı vardır. Eskiden arpacıların bulunduğu
Arpacılar Sokağı'ndaki Arpacılar Camii bir baĢka eski yapıdır. Uzun
süre Emniyet Müdürlüğü binası olarak
kullanılan, halen Eminönü Adliyesi'nin bulunduğu Sansaryan Ham da semtin ünlü
yapılarındandır.
Bahçekapı'da 1960'lara kadar Ermenilerin ve Türklerin barındığı konutlar varken
1960'lardan sonra tümüyle ticari merkez haline gelmiĢ, küçük ama
ünlü dükkânların, örneğin Hacıbekir'in, ayakkabıcıların,
tuhafiyecilerin yanında büyük iĢyerleri, yazıhaneler ve bankalar semte
yerleĢmiĢtir. Bugün elektronik eĢya, beyaz eĢya ve giyim eĢyası satan
mağazalar çoğunluktadır. Semt bir zamanlar Ġstanbul'un en tanınmıĢ
Milli Piyango bayii olan Nimet Abla giĢesiyle de ünlüdür.
Bahçekapı'nın çevresi her türlü ulaĢım aracının ilk durak ve iskeleleriyle doludur.
Galata Köprüsü'nün ayağının doğusunda, Eminönü Meydanı'ndan Sir-
keci'ye doğru Ģehrin Rumeli yakasını Anadolu yakasına ve
Boğaziçi'ne bağlayan Ģehir hatları vapur iskeleleri sıralanmıĢtır. Bu
iskelelerin önünde Ģehrin hemen her yanına kalkan otobüslerin ilk
durakları bulunmakta, ayrıca Sirkeci-Ce-vizlibağ arasında iĢleyen
çağdaĢ tramvay sistemi de (hızlı tramvay) Bahçekapı'nın doğu
sınırında Sirkeci'den baĢlamaktadır.
ĠSTANBUL
BAHÇEKAPI
bak. SURLAR
BAHÇEKAPI VAPURU
ġehir Hatları ĠĢletmesi vapuru. 1989'da Ġstanbul'da, Haliç Tersanesi'nde inĢa edildi.
658 grostonluktur. 78,4 m boyunda, 11,6 m geniĢliğindedir. Her biri
1.500 beygirgücünde iki dizel Pendik-Sulzer motorlu olup 18 mil hızı
vardır. 2.100 yolcu alabilmektedir. EĢi Fahri S. Korutürk'le birlikte
daha çok KabataĢ-Yalova, KabataĢ-Çınarcık hatlarında çalıĢmaktadır.
Kalabalık saatlerde de Ka-dıköy-Sirkeci hattına verilmektedir.
ESER TUTEL
Bahçekapı Vapuru Heybeliada Iskelesi'nde.
Eser Tutel, 1992
BAHÇELER
Meyve, sebze, çiçek, süs bitkileri ve Ģifalı otların yetiĢtirildiği, bunun yanında
doğanın yeĢilliğinin, güzelliğinin, din-lendiriciliğinin insan eliyle
denetim altında tekrarlandığı toprak parçası.
Ġstanbul'da bahçeler, meyve bahçeleri (bak. bağlar) sebze bahçeleri (bak. bostanlar),
küçük ev bahçeleri, konak
ve saray bahçeleri, manastır bahçeleri, özel korular, kamu için düzenlenmiĢ açık hava
dinlenme alanları (bak. mesireler; parklar) olarak ayrılabilir.
Bizans Dönemi
Bizans'ta, ev yaĢamının ayrılmaz parçası halinde ailenin ihtiyaçlarına dönük
bahçelere genel olarak "peripolion" adı verilirdi. Bir de bağ, üzüm
bağı ve bahçe kavramlarını birlikte ifade eden "ampe-lokepion"
sözcüğü vardı. Terminolojide bağ, bostan, gezinti bahçesi ve ev
bahçesi için ayrı ayrı sözcükler bulunmamasına karĢın tarımsal
iliĢkileri düzenleyen Çiftçiler Yasası'nın 85 maddesinden 9'u, bağ ve
bahçelerle ilgiliydi. Bizans dönemi Ġstanbul'unda geniĢ bağ ve
bahçeler, özellikle de üzüm bağlan manastırlar çevresindeydi.
Buralarda manastır ve diğer dini kurumların ihtiyaçlarının ötesinde
ticari amaçlı tarım da yapılırdı. En yoksul manastırların bile bağ ve
bahçeleri vardı.
Bizans bahçelerini, hane ihtiyaçlarına yönelik ev bahçeleri, tıbbi amaçlı bitkiler
üreten bahçeler, soyluların bahçeleri, manastır bahçeleri ve
Konstantinopo-lis'te izine rastlanmayan, ancak imparatorluğun diğer
yörelerinde dinlenme ve eğlence için düzenlenmiĢ oldukları bilinen
gezinti bahçeleri olarak beĢ kümede incelemek olanaklıdır.
Küçük ev bahçeleri, ailenin yaĢamı ve beslenmesi açısından önemliydi. Bu
bahçelerde soğan, turp, yabani havuç ve pancar gibi kök bitkiler,
pırasa, kabak, rezene ve ıspanak gibi sebzeler yetiĢtirildiği
bilinmektedir. Aile bireylerinin beslenmesine yardımcı olan bu
bahçeler dıĢında, Bizans köylülerinin çoğunun da, yetiĢtirdiklerini
satarak geçimlerini sağlamaya yönelik bahçeleri vardı.
Bütün ortaçağ toplumlarında olduğu gibi Bizans'ta da, ilaçlar çeĢitli ot ve bitkilerden
elde edildiğinden, tıbbi amaçlı bitkilerin üretildiği bahçeler önemliydi.
Bu türden bahçeler manastırlara, çeĢitli dinsel kurumlara bağlı ya da
özel kiĢilerin mülküydü. Buralarda çemenotu, biberiye, nane, adaçayı,
sedefotu, süsen, yarpuz, bergamot, kimyon, yaban kerevizi, rezene,
leylak, gül yetiĢtirilirdi.
Soylulara ait bahçeler ise, sıradan ev bahçelerinden hem büyüklüğü hem de
düzenlemesiyle ayrılır, bu bahçelerde, ihtiyaç için üretilen sebze ve
diğer bitkiler yanında, dekoratif amaçlı süs bitkileri ve çiçekler de
bulunurdu. Gül, leylak, menekĢe, safran, Ģakayık, süsen, çuhaçiçeği,
adaçayı, kasımpatı en fazla rastlanan türlerdi. Bahçede ayrıca elma,
Ģeftali, viĢne ağacı mutlaka bulunur, çardak ya da kütük üzümleri
özenle yetiĢtirilirdi. Büyük zengin hanelerinin bahçelerinin bir
bölümü depo olarak ayrılır; eğlence, dinlenme, sohbet için
düzenlenmiĢ özel mekânlar, gölgelikler, pergolalar, patikalar,
havuzlar bulunurdu. Önceleri, yabani gül ve benzeri çalılardan oluĢan
çitlerle çevrilen bu bahçelerin etrafına daha sonra tuğla duvar-
lar örülmeye baĢlandı. Bazı zenginler bahçelerine girilmesini önlemek için özel
görevliler tutarlardı.
En yoksul manastırın bile kendi gıda ve tıbbi ihtiyaçlarını karĢılayabilecek bir
bahçeye sahip bulunduğu baĢkentte, manastır ve kiliselerin büyük
toprakları, bağları ve bahçeleri olurdu. Bahçeler genellikle dikdörtgen
biçiminde düzenlenir, patikalarla haç Ģeklinde dörde ya da ikiye
bölünürdü. Bahçe yolları çakıl taĢlarının dekoratif düzenlemesiyle gü-
zelleĢtirilir, süs bitkileri geometrik biçimlerde budanır, çiçeklere özen
gösterilirdi. Manastır bahçelerinin temel amacı, dinsel arınma,
düĢünme ve tedaviye hizmet etmek olduğundan, bahçenin iĢlevselliği
yanında güzelliğine de önem verilmesi doğaldı. Din ve felsefe
konularındaki dersleri izleyen öğrenciler, rahip veya keĢiĢ adayları
bahçedeki patikalarda gezinir; manastır sakinleri ağaçların altında
kitap okur veya dinlenirdi. Bahçeyi geometrik Ģekiller çizerek kesen
patikaların tam ortasında, genellikle yaĢam kaynağını simgeleyen bir
çeĢme ya da fıskiye bulunurdu. Çevre halkının veya kölelerin
çalıĢtığı,, ihtiyaç ve ticarete dönük sebze ve meyve bahçeleriyle üzüm
bağları da manastırların doğal uzantısıydı.
Bahçeler mümkün olduğunca su kenarlarında kurulur, sulak topraklar "hypopotion"
diye adlandırılır, uzak kalan bahçelere su kanallarla ulaĢtırılırdı.
Bibi. A. R. Littlewood, "Romantic Paradises: The Role of the Garden in the
Byzantine Ro-mance", Byzantine and Modern Greek Studi-es, 1979/5,
s. 95-114; O. Schissel, Der Byzan-tinische Garten, Viyana, 1942.
AYġE HÜR
Osmanlı Dönemi
Kentli yaĢamın bir parçası olan bahçelerin, özel olarak da Ġstanbul bahçelerinin tarihi,
Osmanlı kültür tarihi çalıĢmalarının genel sorunlarının izlerini taĢır.
Bugüne kadar yazılı kaynakların dağınıklığı, niteliği ve günümüz
mimarlık tarihçilerinin Osmanlıca tarihi belgeleri kolaylıkla
kullanamamaları nedeniyle, bu konuda yapılan çalıĢmalar,
çoğunlukla, var olan bilgilerin yinelenmesiyle sınırlı kalmıĢtır. Ayrıca
bu bahçeler, 19. yy'da baĢlayan hızlı kentleĢme süreci içinde yok
olduklarından, çalıĢmaların gelecekte tatmin edici sonuçlara varması
u-mudu da fazla gözükmemektedir.
Yazılı kaynaklar üzerinde konuyla ilgili önemli çalıĢmalar yapan Muzaffer Erdoğan,
15. yy'a dek uzanan bahçecilik ve çiçekçilik uygulamalarını, çiçekleri
ve çiçekçilikle ilgilenenleri kaydederken risaleler, tezkireler, arĢiv
belgeleri gibi bazı tarihi kaynaklan tanıtmakta; ayrıca Ġstanbul'daki
bazı görkemli bahçeleri, düzenleniĢ ve kullanıĢ biçimlerine, içinde yer
alan yapılara, yetiĢen ağaç ve çiçek türlerine ıĢık tutacak özellikleriyle
saptamaktadır.
Ġstanbul'da her evin, konağın, yalının bir bahçesi olduğu gibi sultanların saray, kasır
ve sahilsaraylarının da bahçe-
leri vardı. Anılan geniĢ doğa parçaları av, spor faaliyetleri ve diğer eğlenceler için
kullanılırken bir yandan da buralarda sarayların ihtiyacını karĢılamak
üzere çiçek, sebze ve meyve yetiĢtiriliyordu. Hadaik-i hassa denilen
bu miribahçeler-den BostancıbaĢı Ocağı sorumluydu. Topkapı Sarayı
hasbahçesi ile saray dıĢındaki bahçe ve bostan iĢleriyle uğraĢan
bostancılar ikiye ayrılır, Topkapı Sarayı bahçe ve bostanlarıyla
ilgilenenlere hasbahçe bostancıları adı verilirdi. Saray yapılarını doğu,
kuzey ve batıdan kuĢatan hasbahçeyi iĢleyen :bu bahçıvanlar
Hasbahçe Ocağı'na bağlı bulunuyorlardı ve 20 bölüktüler. MaaĢ
almayan ocak mensupları, saray mutfağı olan matbah-ı âmireye
gerekli meyve ve sebzeyi burada yetiĢtirirler; geçimlerini ürün
fazlasını satarak sağlarlardı. Nazırlarına bostancı-baĢı, amirlerine de
silahdar ağa denirdi. 16. yy sonlarında sayıları, -1563'te 705, 1576'da
641, 1588'te 921 olmuĢtu.
Topkapı Sarayı haricinde bahçe ve bostanlarda çalıĢan hassa bostancıları ise "usta"
denilen baĢlarının denetiminde ayrı gruplar halinde organize
edilmiĢlerdi. 16. yy sonlarında sayıları 1576' da 971 ve 1588'de 1.109
idi. Bu bahçelerin toplam sayıları da zaman içinde değiĢmiĢtir.
1588'de sayıları 39 olarak tespit edilmiĢti. BaĢlıcaları DavudpaĢa,
Ġskenderçelebi, Haramidere, SiyavuĢpa-Ģa, Halkalı, Tersane, Florya
(Filurya, Fi-lorina), Topçular, Vidos, Alibeyköyü, Kâğıthane,
Karaağaç, BeĢiktaĢ, Dolma-bahçe, Karabali, Arnavutköy (Hasan
Halife Bahçesi), Bebek, Mirgün, Kalender, Büyükdere, Beykoz
(Tokat Bahçesi), Sultaniye, PaĢabahçe, Ġncirli, Çubuklu, Kandilli,
Ġstavroz, Üsküdar, Ayazma, HaydarpaĢa ve Fenerbahçe'de
bulunuyordu. Bu bahçelerin bir kısmı aynı zamanda halka açık mesire
yerleriydi.
Ġstanbul bostancıbaĢısı her yıl hasbahçe ve saray dıĢındaki bahçelerde yetiĢtirilerek
satılan mahsullerden elde edilen geliri, yapılan masrafı ve bostancı
bahĢiĢlerim bir deftere kaydeder; defteri belirli zamanlarda sultana
sunar; çeĢitli masraflar düĢüldükten sonra kalan kâr, kasım ayından
kasını ayına sultanın kiĢisel hazinesine gönderilirdi. Bazı bahçelerin
mahsulleri önceden tespit edilmiĢ olan 200 kadar sebzehaneye giderdi,
çiçekler 17 çiçekçi dükkânına, ıspanaklar da 30 kadar ıspanakçı
dükkânına verilirdi.
Bu hasbahçelerin hemen hepsinde sultanın günlük gezilerinde ve av partilerinde
dinleneceği, düzenlenen çeĢitli eğlenceleri izleyeceği köĢk ve kasırlar
inĢa edilirdi. Bazılarında, örneğin Tersane Bahçesi, DavutpaĢa
Bahçesi, Üsküdar Bahçesi'nde sultanın harem halkıyla birlikte bir süre
kalabileceği daireler bulunurdu. Bu bahçelerin mimarisine dair bazı
ipuçları ile havuzlar, sarmaĢıklı çardaklar, köĢkler, kameriyeler, setler,
duvarlar, parmaklıklar, merdivenler, fıskiye, çeĢme ve selsebiller,
mermer sofalar, çiçek tarhları, gülistan, lalezar ve çemenzarlar gibi
BAHÇELER
544
545
BAHÇELER
yapılarla ilgili bazı bilgileri çeĢitli dönemlerde yapılan inĢaat ve tamiratı kaydeden
belgelerde bulmak mümkündür. Bazen Bostancı Ocağı teĢkilatını, usta
ve bahçıvanları, kimlikleri, görevleri, kazançları açısından tanımlayıcı
bilgiler ile bu bahçelerde yetiĢen meyve ağaçlarını, meyvesiz ağaçlan
ve elde edilen geliri öğrenmek de mümkün olmaktadır.
Örneğin Evliya Çelebi, II. Mehmed zamanında Tersane Bahçesi'ne 12.000 adet
satrançvari servi ağacı dikildiğinden söz eder ki, bu düzenleme
ilkesinin 19. yy sonlarına dek uygulandığı görülmektedir. ÇeĢitli arĢiv
belgeleri, hassa bahçeleri için, örneğin izmit'ten 4.000 adet çınar,
diĢbudak, karaağaç, idris, çitlembik, meĢe, defne, erguvan ve ahlat
fidanı (1735); Karaağaç Bahçesi için gene izmit'ten ıhlamur, karaağaç,
meĢe, diĢbudak, gürgen ve çınar türlerinde 500 ağaç fidanı (1745)
ısmarlanması ya da Uzeyr'den 500.000 sümbül soğanı (1579),
MaraĢ'tan 50.000 al sümbül ve 50.000 gök sümbül soğanı (1593),
Edirne'den gül (1578), 400 kantar kırmızı gül ve 300 kantar sakızgülü
(1593) getirilmesi gibi bilgiler içerir. Bazen bahçelerdeki
parmaklıkların, havuzların biçimi ya da örneğin, Hatice Sultan'ın
Defter-darburnu'ndaki sahilsarayını görüntüleyen Melling'in
gravüründe de görülen, bahçeden dıĢarıyı görebilmek amacıyla
açılan geniĢ pencereli sahil duvarının arka yüzeyinin çiçek desenleriyle bezeli olması
gibi bir ayrıntıyı tamirat ve keĢif belgelerinden öğrenebiliyoruz. 18.
yy'da bahçelerin iç duvarlarının çiçek motifleriyle bezenerek bahçeyi
kuĢatması; yalı bahçelerinin duvarlarının denizle bahçe arasında bir
görsel bağ kuracak biçimde geniĢ pencerelerle boĢaltılmasının birçok
yalı ve sahilsaray tamirat ve keĢif defterinde karĢımıza çıkması, bu
devrin ayırt edici bir tarzı olduğu sonucunu doğurmaktadır.
Belgelerde sözü edilen satrançvari ağaç dikimi, ĢahniĢinler, yılankavi
tarikler, bahçe hamamları (grotto) türü ayrıntılardan, bahçe
düzenlemelerinde tercih edilen üslupları izlemek mümkün olmaktadır.
istanbul bahçelerim 1930-1940 arasında henüz izleri kaybolmadan tespit etmiĢ olan
S. H. Eldem, yazılı ve görsel kaynakları da içeren bu çığır açıcı
çalıĢmasında doğal ve formel (Ģekillere dayalı olan) bahçeler olarak
ikiye ayrılan Osmanlı baĢkentinin bahçe mimarisinin bazı özelliklerini
belirleyerek halka açık mesire yerleri ve doğal parklar; setli mesireler
ve özel parklar; asma bahçeler, parterler, iç avlu ve meydanlar, iç
bahçeler ile yalı bahçelerini ayırt edici tipler olarak saptamıĢ, bunları
örneklerle belgelemiĢtir. Bu örneklerden hareketle Eldem, istanbul
bahçelerinin ken-
dine özgü bir üslubu olduğunu, doğayı yeniden iĢleyen ve anlamlandıran Çin ve
ingiliz natüralist bahçelerinden farklı Ģekilde, Osmanlı bahçelerinde
yol, rampa, merdiven, set, duvar gibi elemanlarla doğaya müdahalenin
en az düzeyde tutulması ile doğa karĢısında insan gücünün
sınırlılığının kabul edilmiĢ olduğu tezini ileri sürmektedir.
Ancak genel olarak Ġslamiyette doğanın üstünlüğü kabul edilirken, tasavvuf insanı
doğanın uyumlu bir parçası diye tarif etmektedir. Ağaçlar, çiçekler,
hayvanlar, su ve insan bir bütünün eĢit parçalarıdır; bu doğa
parçalarını bir araya getiren bahçede, insan kendisinin de parçası
olduğu bütünü ve diğer parçalan hissederek yaĢar. Bir baĢka deyiĢle,
insanla doğa arasında var olan böyle bir iliĢki biçimi içinde bahçe
seyirlik bir tablo, gösteri sahnesi ya da prestij sembolü değil, içinde
yaĢanan bir mekândır. Dolayısıyla bu bahçede ağaç grupları, bahçe
yolları, tarhlar ve havuzlar, tek bakıĢta algılamayı ya da hareketi
yönlendirecek eksenler üzerinde planlanmaz. Bu nedenle geniĢ
düzlüklere de gerek yoktur. Ancak küçük ölçekli istanbul
bahçelerinde dahi boyutlarıyla karĢılaĢtırılamayacak zenginlikte
algılama noktaları bulunur: Bir meyve ağacı, gölge veren bir baĢka
ağaç, bir çeĢme, bir havuz, karmaĢık bir algılama sistemi yaratır.
Özellikle yapılmıĢ doğal görünümlü tepeler, vadiler, göller, ağaç topluluklarının inĢa
edilmesiyle oluĢan Ġngiliz ve Çin bahçelerinin aksine, Osmanlılar
doğayı denetim altına alarak bahçe haline getirmiĢlerdir, istanbul'da
doğal bahçeler ve mesireler manzaraya, tercihen Boğaziçi veya Halic'e
açılan vadilere yerleĢmiĢtir. Bu çok geniĢ alanlarda ağaç grupları veya
tek ve anıtsal ağaçlar, dereler, pınarlar, kanal, çeĢme, havuz gibi su
elemanları, taĢ veya çemen sofalar, köĢkler, tarih, mihrap ve niĢan
taĢlarıyla özel noktalar yaratılmıĢtır. Düz çayırlık alan, çeĢitli
eğlenceler, oyunlar ve cirit, güreĢ, ok talimi gibi spor eylemleri için
ayrılmıĢtır. Çayırı amfiteatr Ģeklinde kuĢatan tepelerde ise gezinti
patikaları bulunur. Yer yer sıra ağaçlarına, düzenli dikilmiĢ ağaç
kümelerine de yer verilir. Özellikle Boğaziçi'ndeki eğimli arazi,
değiĢik set düzenlemelerine olanak vermiĢ, geç dönemlerde, maliyeti
yüksek barok eğrilerle biçimlenmiĢ setler en görkemli bahçelerde
uygulama alanı bulmuĢtur.
istanbul'da Ģehir içindeki bahçeler ise mimari elemanlarla çevrilmiĢtir. Küçük ya da
büyük olsun, konak ve yalıların avlu, iç ve dıĢ bahçelerinde, iklimin
gereksinimi olarak sergiler, asmalık ve çardaklarla oturma mekânları
yaratılırken; bahçenin çevresindeki mimari
elemanlarla, örneğin merdivenler, setler, kafesler, duvarlar, havuzlar, köĢklerle de
iliĢki kurulduğu anlaĢılmaktadır. Buna karĢın iç bahçenin doğal
çevreyle iliĢkisi az ve uzaktandır; bazen bir ya da daha fazla yönden,
doğaya veya dıĢ bahçeye, manzaraya açılır, iç bahçeden doğal
bahçeye ya da dıĢ bahçeye geçiĢ, taklar, kapılar, duvar pencereleri
aracılığıyla sağlanır.
Bahçe alam küçüldükçe geometrik çizgiler bahçe düzenine hâkim olur. Bir ya da iki
eksen etrafında ve simetri esasına göre köĢk, havuz, merdiven, çeĢme
gibi mimari elemanların, çiçek tarhlarının fıskiyelerin
yerleĢtirilmesiyle formel bahçe uygulamalarının bazı öğelerim eski
istanbul bahçelerinde görmek mümkün olmaktadır. Paris Elçisi 28.
Mehmed Çelebi'nin 1720'de Versailles, Fontaineb-leau ve Marly saray
ve bahçelerinin planlarını istanbul'a getirdiği söylenir. Bu planların
etkisi, 1722'de inĢa edilen Kâğıthane'deki Sa'dâbâd Kasrı bahçelerinin
düzenlenmesinde görülürken ayrıca 18. yy sonunda Ġstanbul'daki
elçiliklerde görevli bazı yabancı mimarların ve bahçıvanların birçok
bahçe düzenlemesi yaptıkları, bu sırada örneğin kaskat, labirent,
grotto, nemfiyum gibi bazı öğeleri de uyguladıkları bilinmektedir.
Formel Batı bahçesinin istanbul'daki uygulamalarının en güzel
örneklerini ise 19. yy
yapıları Çırağan, Beylerbeyi ve Dolma-bahçe saraylarının bahçelerinde görüyoruz.
Bundan 50 yıl önce henüz izleri duran Boğaziçi yalı bahçelerinde de
birkaç formel bahçe örneği tespit edilebiliyordu. Ayrıca bu dönemde
inĢa edilmiĢ ve bugüne planları kalmıĢ olan KuruçeĢme Zekiye Sultan
Yalısı bahçesinde olduğu gibi, birçok sultanefendi sahilsarayı
bahçesinde; ya da Ayazağa, Maslak, Levent ve Kalender kasırlarında
görüldüğü gibi biniĢ yellerinde, formel bahçe ile infor-mel (Ģekillere
dayalı olmayan) bahçenin bir arada düzenlenmesinin örneklerini
bulabilmekteyiz.
Su motifi, bu bahçelerin vazgeçilmez bir elemanıdır. Havuzlardaki su, fıskiyeler ve
çağlayanlarla hareketlendirilir; üzerinde adacıklar, köprüler,
kayalıklar yapılır ve kayıklar yüzdürülür. Havuzlar önceleri dörtgen
Ģeklindeyken 18. yy'da yuvarlak, oval ve kesik kıvrımlı hatlar; 19.
yy'da yapay göl Ģekilleri itibar görmüĢtür. Kimi zaman havuzlar çok
büyük boyutlara varabilmiĢ, bütün bahçelerde çeĢmeler, selsebiller,
Ģadırvanlar yer almıĢtır.
Ġstanbul bahçeleri, doğal olarak Doğu ve Batı bahçe mimarlığının kimi ilkelerini
özümsemiĢ, taklit etmiĢ ve yeniden yaratmıĢ, aynı zamanda bir
baĢkent modası oluĢturarak imparatorluğun dört bir köĢesine yayılmıĢ,
yeni sentezlerin doğmasına imkân vermiĢtir.
BAHÇELER
546
547
BAHÇELER
ELLĠ
Seferi sırasında, Ġstanbul Latinlerin eline geçtiğinde, Hebdemon da Latin egemenliği
altına girmiĢ; 1203-1261 arasında yıkılmıĢ, terk edilmiĢ, bir süre tarih
sahnesinden silinmiĢtir.
Bizans'ın son dönemlerinde, günümüzün Bakırköy'ü kimi kaynaklara göre "Makro
Hori" (Uzun Köy), kimi kaynaklara göre "Makri Köy" (Uzak Köy)
adıyla anılıyordu ve eski debdebesini çoktan yitirmiĢ küçük bir balıkçı
köyüydü. Osmanlı döneminde, Makri Köy, adının da belirttiği gibi
gerçekten uzak bir köy, bir çeĢit taĢra sayılıyordu. Osmanlı'nın buraya
ilgi göstermeye, köĢkler, konaklar, camiler, hamamlar yaptırmaya
baĢlaması 17. yy'm baĢına rastlar. Örneğin, Bakırköy'de günümüze
kalan en eski yapılardan ÇarĢı Camii, 1601'de (kimi kaynaklara göre
1650'ler) yapılmıĢtır. Yine, daha sonra Bakırköy ġifa Hamamı olarak
bilinen hamam da cami ile aĢağı yukarı eĢzamanlıdır.
namıĢ olduğu önemli rolü, yazmalardan ve minyatürlerden de öğrenmekteyiz. III.
Murad'ın oğlu ġehzade Mehmed (III. Mehmed) için 1582'de
Atmeydam'nda düzenlenen görkemli sünnet düğününü anlatan ve
minyatürlerini NakkaĢ Osman'ın yaptığı yazarı bilinmeyen Sur-name-i
Hümâyun adlı yazmada, esnaf loncalarının alaylar halinde
geçiĢlerinde, bakırcılar "Âmeden-i Kazgâniyan" baĢlığı altında
oldukça ayrıntılı olarak anlatılmıĢtır.
Evliya Çelebi'nin IV. Murad'ın ordu esnaf alaylarını ayrıntılı olarak anlatırken,
bakırcıları anlatmaması ilginçtir. Buna karĢın Evliya Çelebi
"Süleymaniye Dökümcüleri" hakkında çok yararlı bilgi vermiĢtir.
Eremya Çelebi l657'de IV. Mehmed'in huzurunda ordunun Girit
seferine çıkmadan önce esnaf alaylarının geçiĢlerini anlatırken,
bakırcıları kazancı ve dökmeci esnafıyla birlikte tasvir etmiĢtir.
Hüseyin Vehbî'nin yazdığı ve saray baĢnakkaĢı Levnî'nin
minyatürlerini yaptığı Sumame-i Vehbî'de 1720' de III. Ahmed'in üç
Ģehzadesinin sünnetleri dolayısıyla yapılan Ģenliklerde, bakırcılar da
diğer esnaf loncalarıyla birlikte ayrıntılı gösterilmiĢtir.
Beyazıt'ta Çadırcılar Caddesi'nde bir bakırcı ustası. Erdal Yazıcı
1862'de A. Paspatis tarafından yazılan kitapta, Ġstanbul'daki bakırcı dükkânları,
bakırcı mesleği ve zanaatkarları konusunda geniĢ bilgi vardır. 19.
yy'm sonlarında istanbul'da araĢtırma yapan Pretextat-Lecomte'un
bakırcılar hakkında verdiği ayrıntılı bilgi, Ġstanbul'da üretim yapan
bakırcıları anlatan en canlı gözlemi oluĢturmaktadır.
Son 20-25 yıldır günlük hayatta kullanılan kap kaçağın bakır yerine daha ucuz olan
alüminyumdan ya da kalayla-
Bafcrrcılar Caddesi
/. Gündağ Kayaoğlu, 1983
ma zahmeti getirmeyen çelikten yapılması bakırcılık sanatının mutfak eĢyası
üretiminden, dekoratif ya da turistik eĢyaya yönelmesi sonucunu
doğurmuĢ, geleneksel yapıdaki bakırcı atölyeleri yavaĢ yavaĢ
kapanmaya baĢlamıĢtır. Ancak ihracata yönelik dekoratif bakır kap
kaçak yapımı devam ettiği için bakırcılık sanatı Ġstanbul'da mahiyet
değiĢtirmiĢ olarak devam etmektedir. Bibi. Surname-i Hümâyun,
Topkapı Sarayı Müzesi Ktp, Hazine, no. 1344; Hüseyin Vehbî,
Surname-i Vehbî, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp, Ahmed III, no. 3543,
3594; Ehl-i Hiref Mevacib Defterleri, Topkapı Sarayı Müzesi ArĢivi,
D. 9706/1; A. Paspatis, Ipamnima Peri tu Greklku Nasakomiu ton
epta Pirgon, Atina, 1862; P. Lecomte, Leş arts et metiers de la
Turquie et de l'orient, Paris, 1902; Kömür-ciyan, İstanbul Tarihi; O.
Belli-Ġ. G. Kayaoğ-lu, Anadolu'da Türk Bakırcılık Sanatının Gelişimi-
Bakır Yatakları, Üretimi ve Atölyeleri, ist., 1993, s. 61-115.
OKTAY BELLĠ-Ġ. GÜNDAĞ KAYAOĞLU
BAKIRCILAR CADDESĠ
Beyazıt Meydanı'ndan Ġstanbul Üniver-sitesi'nin avlu duvarı boyunca devam eden ve
üniversite avlusunun doğu duvarı boyunca uzanan FuatpaĢa Caddesi
ile köĢe yaparak biten cadde. Meydanın altından gelen "tünel-yol" ile
Çadırcılar Caddesi, Mühürdar EminpaĢa Sokağı ve FuatpaĢa
Caddesi'nin açıldığı küçük meydanlığa bakan bu cadde "tünel-yol" un
yapımından önce geniĢ ve iki taraflı idi. Üniversitenin avlu duvarının
karĢı tarafında DiĢçi Mektebi'nin altında da dükkânlar vardı. DiĢçi
Mektebi'nin istimlak planına alınmasıyla bu taraftaki dükkânlar
boĢaltılmıĢ, bugün Beyazıt Devlet Kütüphanesi olarak kullanılan bu
binanın yanından Çadırcılar Caddesi'nin baĢına kadar dar bir koridor
kalmıĢtır. Üniversitenin avlu duvarının altındaki dükkânlar ise
durmaktadır.
Bugünkü Ġstanbul Üniversitesi merkez binası, II. Mehmed (Fatih) döneminden (1451-
1481) kalma Eski Saray'ın yerine "Bâb-ı Seraskeri" olarak 1870'te
inĢa edildiğinde, yeni binanın çok geniĢ olan meyilli bahçesinin güney
ve doğu tarafları doldurulmuĢ ve altına sıra dükkânlar yapılmıĢtır.
Bakırcılar Caddesi ve FuatpaĢa Caddesi boyunca yapılan ve DarüĢĢa-
YIL
EVVELKĠ
BAKIRKÖY
Sirkeci-Küçükçekmece treninden inip istasyonun dik merdivenlerini nefes nefese
tırmandıktan sonra insan kendini oldukça tenha bir köprünün üstünde
bulur. Sağ tarafta semtin çarĢısı ve deniz kıyısına kadar uzanan hafif
kavisli bir cadde, sol tarafta da "Londra asfaltı" diye bilinen Avrupa
karayoluna bağlantılı ıssız bir "Ġncirli asfaltı".
Elli yıl evvelki Bakırköy'ü tarif ediyorum. 1935-40 yıllarının Bakırköy'ünü. O
zamanları yaĢamıĢ olanlar demiryolu köprüsünün üstünde bugün
durup etrafa bir göz atınca yoğun kalabalık içinde kendilerini
yapyabancı hissederler. Her-Ģey okadar değiĢti, okadar geliĢti ki..
Ġncirli yolu Avrupa karayoluna çıktığı için olacak, yarım asır evvel dahî asfalt
kaplama idi. Yer yer çukurlarla, tümseklerle dolu bir asfalt, ama yine
de asfalt. Bundan dolayı da adı Ġncirli asfaltı olmuĢtu. Yol boyunca
bomboĢ arsaların arasında tek tuk evlere, bahçelere rastlamak
mümkündü. "Dikili TaĢ" denilen minyatür abideden dar bir araba yolu
uzaklara, yeĢillikler içindeki Akıl Hastahane-sine inerdi. O devrin
esprisi olacak, "Bakırköylüyüm" diyene millet kahkahayı basardı.
Ondört yaĢındayken Beyoğlu'nda Karlman Pasajından satın aldığım ruleli patinaj
ayakkabılarım koltuğumda Dikili TaĢa yürür, oradan az meyilli asfalt
üzerinde istasyona kadar patinaj yapardım. Bugün trafiğin adama göz
açtırmadığı o ana caddede o zamanlar ancak birkaç fayton arabası
görebilirdiniz. Otomobil, kamyon yok denecek kadar enderdi.
Daha geride "Zuhurat Baba" türbesi mistik bir ziyaret yeri olarak ün salmıĢtı. Nikel
çeyreği evliyanın, içinde demir cevheri bulunan mezar taĢma bastırıp
adak adayan Tanrı yolcusu muradına erecekse para taĢa yapıĢıp kalır,
aksi halde düĢerdi.
istasyon köprüsünden sağa, çarĢı tarafına saparsanız Sirkeci otobüslerinin durak
yerini, sonra bakkalları, kitapçıları, polis karakolunu, eczaneyi,
meyvacı-lan, kasapları, baĢka bakkalları, fırını geçerek iĢlek bir yol
kavĢağına varırdınız.
Ondan sonra iyice tenhalaĢan çarĢı yolu Ebüzziya caddesi ismi altında Bakır
sinemasının, Rum Ortodoks Kilisesinin, Ermeni Gregorian
Kilisesinin, Dadyan Ermeni Ġlkokulunun arasından sıyrılarak, mahalle
kadar büyük bir alam kâplı-yan bostanı da sollayarak deniz kıyısına
varır, Galip beyin gazinosunun önünde son bulurdu. Bu gazino daha
sonraları Viyana gazinosu ismini aldı.
Bakırköy'ün bir semtine "Cevizlik" derlerdi, ikiĢer üçer katlı ahĢap evler, daha yenice
birkaç kagir bina, geliĢigüzel oraya buraya serpiĢtirilmiĢti. TepebaĢın-
da bir gardenbar iĢleten Bohemyalı Novotny'nin levanten mimari
kırmızı konağı,bu muhitin en göze çarpan yapısı idi. Bunun ötesinde
de ibadullah boĢ arsalar, çayırlar, izbelikler ve deniz kenarında da
harap bir balıkhane. Hepsi bukadar...
Bakırköy kazasının bütün nüfusu 1935'lerde topu topu onbeĢbini geçmezdi.
Türkiye'nin nüfusu ise resmen 18 milyondu. 20 milyon, 30 milyon
olalım diye propaganda yapılırdı.
Rasin Orsan, Kaybolan Bakırköy, s. 7-9
Osmanlı döneminde, semtin iskân bölgesi haline gelmesi, bu yapılara ve diğer kimi
belgelere dayanılarak 17. yy'a tarihlenebilir. O zamandan sonra adı
Makri Köy olmuĢ, bu ad 1925'e kadar sürmüĢ, 1925'te yer adları
Türkçe-leĢtirilirken Bakırköy'e çevrilmiĢtir.
Yakın zamanlara kadar Bakırköy'ün en önemli özelliği olan Rum, Ermeni,
Müslüman, Yahudi, Türk nüfusun bir arada, birbirleriyle oldukça
kaynaĢmıĢ biçimde yaĢamalarının kökleri de 19. yy baĢlarına gider.
Rumların Bakırköy çevresinde yerleĢmeleri, 18. yy sonu 19. yy
baĢında tek tuk muhacir Rum ailelerinin geliĢiyle baĢlamıĢ,
1870'lerden sonra ise gerek Ġstanbul'un köklü Rum zenginlerinin,
gerekse Anadolu Rum cemaatinden hali vakti yerinde Rumların
yerleĢmele-riyle sürmüĢtür. Ermenilerin Bakırköy'e yerleĢmeleri de
19. yy ortalarına doğru olmalıdır. Nitekim 17. ve 18. yy
seyahatnamelerinde ve Ermeni tarihlerinde Ba-
BAKIRKÖY
556
557
BAKIRKÖY ĠLÇESĠ
Bakırköy
İstanbul Ansiklopedisi
kırköy'de Ermeni nüfustan söz edilmez. II. Mahmud döneminde (1808-1839), bugün
Ataköy'ün bulunduğu bölgede kurulan baruthane yapılmıĢ, bu sırada
baruthanede çalıĢmak üzere Ermeni cemaatinden önemlice bir nüfus
Bakırköy'e gelip yerleĢmiĢtir (bak. baruthaneler), ilk Ermeni kilisesi
1844'te inĢa edilmiĢ, Ermeni mezarlığının mülkiyeti cemaate 18ö8'de
geçmiĢtir. 1870'li yıllarda, tren yolunun Bakırköy'den geçmesiyle o
zamana kadar Ģehre bağlantısı
arabalarla iki-üç saat süren Makri Köy' ün ulaĢımının kolaylaĢması, semte daha fazla
nüfus çekmiĢ; Müslüman Türk, Ermeni, Rum aileler, özellikle de
semtin keĢfedilip moda olmaya baĢlamasıyla Osmanlı seçkinleri,
yüksek memurlar, aydınlar yanında yabancı misyonlardan ecnebiler de
Bakırköy'de köĢkler, konaklar, yalılar yaptırmıĢlardır.
Semtin nüfus bileĢimindeki ilk büyük değiĢiklik 1922'de Rumlar istanbul'u kitlesel
olarak terk ettikten sonra
olmuĢ, Altı-Yedi Eylül Olayları'ndan(->) sonra ve 1980 sonrasında da yeni göçlerle
Rum nüfus yok olma düzeyinde azalmıĢtır. Ermeni nüfusta da nihayet
tek tuk kalana dek benzeri bir azalma gözlenir. Böylece, 1940'lı
yıllarda bile Bakırköy mahallelerinde gözlenen tüm cemaatlerin
kaynaĢtıkları ve paylaĢtıkları yaĢam ortamı giderek yok olmuĢtur.
Arnavutkaldınmlı sokaklarda, arkalarında maltaeriği, hurma ağaçları,
sarmaĢık gülleri ve taflanlarla gölgeli, rutubetli eski bahçeler bulunan
ahĢap evlerin kapı önlerinde yaz akĢamlan görülen her dinden ve
ırktan mahallelinin birlikte yaĢamı, yerini sıradan bir apartman
düzenine bırakmıĢtır.
Son 40-50 yılda Bakırköy'de değiĢen sadece toplumsal çehre değildir. Aynı zamanda
fiziksel coğrafi görünümü de değiĢmiĢtir. Semtin günümüzde son
derece yoğun bir trafiğe sahne olan ve iç içe apartmanlarla dolan,
Kartaltepe Ma-hallesi'ni de içeren kuzey kesimi daha 40 yıl öncesinde
tarlalar, kırlar, bahçeler ve yeĢillikler arasında bahçeli köĢklerle
doluydu. Bakırköy, tren yolunun güneyinde, deniz kenarına kadar
uzanırdı. 1957'de Florya yolunun dolgu yapılarak sahilden
geçirilmesine kadar istasyondan doğru aĢağı inen yol denize kavuĢur,
sıra sıra yalılar, tek tuk çay bahçeleri, kayıkhaneler ve balıkhane
sahile dizilirdi. Bugün de Bakırköy önünden geçip Ataköy'e doğru
gidilirken yolun sağ tarafında kalan kimi binaların yüksekçe taĢ ve
kayalık temellerinden, önleri doldurulup yol geçirilmeden önce
denizin nereye kadar geldiğini izlemek olanaklıdır.
Semtin batısında, bir zamanlar ağaçlıklı ve yemyeĢil sahilleri pırıl pırıl kumsal olan
Baruthane kesiminde, bugün bir uydu kent görünümündeki Ataköy ile
marina ve diğer tesisleriyle geniĢ bir turistik bölge bulunmaktadır.
Eski Bakırköy'ün yalıboyunun önünden iĢlek sahil yolu geçmekte ve
yolun kenarında restoranlar, turistik tesisler, turistik dükkânlar, gece
kulüpleri, barlar sıralanmaktadır. Tren yolunun güneyinde kalan
Yenimahalle, Cevizlik, Sakızağacı ve Zeytinlik mahalleleri öteden
beri görece daha yoğun yerleĢme bölgeleriyken, günümüzde
Veliefendi Hipodromu'nun yer aldığı Osmaniye Mahallesi ve
Kartaltepe Mahallesi'nin doğu kesimleri de yoğun bir yapılaĢmaya
sahne olmuĢtur. Osmaniye ile Kartaltepe'nin sınırında, en önemlileri
Ankara Gazozu, Kartaltepe Mensucat, Dora Plastik, Bakırköy Yün
iplik, Bornovalı Yün iplik, Narin Mensucat, Enboy Boya Fabrikaları
vb olan çok sayıda iĢletmenin yer aldığı bir sanayi ve iĢ bölgesi
doğmuĢtur. Semtin içlerinde de eski ahĢap yapıların hemen hemen
tümü yıkılıp yerine çok katlı apartmanlar yükselmiĢtir. Öte yandan 19.
yy'm ve 20. yy'ın ilk yarısının Ģehirden biraz uzakça sakin yöresi
Bakırköy, bugün büyük çarĢıların yüzlerce dükkânın bulunduğu, çok
yoğun bir alıĢveriĢ
Bakırköy Meydam'ndan bir görünüm.
Araş Neftçi, 1993
ve ticari hayatın sürdüğü, kalabalık bir semttir.
Bakırköy'ün günümüze kadar gelmiĢ tarihi binaları arasında, Dantelacı Soka-ğı'nın
istanbul Caddesi'ne açıldığı köĢedeki ÇarĢı Camii en eski yapılardan
biri olması bakımından kayda değer. Caminin löOl'de (bazı
kaynaklarda 17. yy ortası) ġaban Ağa adlı biri tarafından yaptırıldığı,
caminin yakınındaki Hüsreviye Sokağı üzerinde bulunan bir çeĢmenin
kitabesine dayanılarak iddia edilmektedir. Kitabede Bin on şalinde
eyleyüb himmet Şaban Ağa merhum/Bu mevkide bina itmişti âlâ cami
vü çeşme yazısı okunmaktadır ve kitabenin altına tarih olarak
1292/1875 düĢülmüĢtür. BaĢka kaynaklar, ahĢap ġaban Ağa Camii'nin
harap olması üzerine bu tarihte caminin Abdülaziz tarafından aynı
yerde yeniden inĢa ettirildiğini kaydetmektedir. Bazı kaynaklara göre
de 1650-1655 arasında KocamustafapaĢalı DerviĢ Ahmed Efendi
tarafından ahĢap olarak yaptırılmıĢ, 1878'de yanmıĢ, 1880'de yeniden
onarılmıĢtır. Bu caminin yakınındaki hamam da 17. yy'a aittir.
Günümüze gelene kadar çeĢitli onarımlar ve tadilat sırasında orijinal
görünümünü ve özelliklerini tümüyle kaybetmiĢtir. Semtin en eski
binaları, Ayios Yeoryios Rum Ortodoks Kilisesi, Rum mezarlığındaki
Analipsis Kilisesi, Surp Asdvadzadzin Kilisesi ve Bakırköy'ün, biri
semtin doğusunda, diğeri batısında yer alan iki ünlü kurumu,
Yenimahalle'nin kuzeyinde Osmaniye Mahallesi'ndeki, bugün de at
yarıĢlarının yapıldığı 1913 tarihli Veliefendi Hipodromu ile
Zuhuratbaba Mahallesi içinde kalan eski ReĢadiye KıĢlası
binalarındaki Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Has-tanesi'dir(->).
Bibi. Bakırköy Belediyesi, Bakırköy Rehberi, isi., 1987; R. Orsan, Kaybolan
Bakırköy, Ġst., 1989; "Bakırköy", ISTA, III; "Bakırköy", 1KSA, II;
Bakırköy Belediye Başkanlığı, Faaliyet Raporu 1992, 1993, Ġst., 1993.
istanbul
BAKIRKÖY CAMÜ
bak. KARTALTEPE CAMii
BAKIRKÖY HALK KÜTÜPHANESĠ
Bakırköy Ġlçesi Kartaltepe Mahallesi, incirli Caddesi, Yavuklular Sokağı, no. 2'dedir.
Tam adı Bakırköy Rıfat Ġlgaz ilçe Halk Kütüphanesi'dir.
Kültür Bakanlığı tarafından yaptırılan bina, 27 Mayıs 1979'da hizmete açılmıĢtır.
Dört katlı olup, kullanım alanı 1.746 m2'dir. Çevresinde 935 m2'lik
bahçesi vardır. Kütüphane iki okuma salonu, bir çocuk bölümü, ödünç
verme bölümü, okulöncesi bölümü, cilt atölyesi, kitap deposu ve
bürolardan ibarettir.
1992 yılı itibariyle 26.339 kitaplık dermesi olan kütüphane 155 adet süreli yayın ve 6
gazeteye abonedir. Dewey sistemine göre düzenlenmiĢ yazar, kitap
adı ve konu katalogları vardır. Kütüphanede açık raf sistemi
uygulanmakta, okuyuculara müracaat, ödünç kitap, çocuk
kütüphanesi, okulöncesi bölümü ve fotokopi hizmeti verilmektedir.
Kütüphanede 11 personel çalıĢmakta, istanbul kütüphanelerinin
ciltleme iĢleri de buradaki cilt atölyesince yapılmaktadır.
Avcılar Halk Kütüphanesi, Güngören Halk Kütüphanesi, Küçükçekmece Halk
Bakırköy Halk Kütüphanesi
Hazım Okurer, 1993
Kütüphanesi, Sefaköy Halk Kütüphanesi, Mahmutbey Köyü Halk Kütüphanesi ve
SiyavuĢpaĢa Çocuk Kütüphanesi Bakırköy Rıfat Ġlgaz ilçe Halk
Kütüphane-si'ne bağlı birimlerdir.
AYTEN ġAN ġÖLEN
BAKIRKÖY ĠLÇESĠ
ilin batı yarısında, Çatalca Yarımadası üzerinde, Marmara Denizi'nin kuzeydoğu
sahillerinde yer alır. ilçe 30 Mayıs 1926 tarihinde yürürlüğe giren 877
sayılı kanunla kurulmuĢtur. Ġlçenin sınırları zamanla değiĢmiĢ, en son
değiĢiklik 1992'de yapılmıĢtır, ilçeyi batıdan Küçükçekmece,
kuzeyden Bahçelievler, kuzeydoğudan Güngören ve doğudan
Zeytinburnu ilçeleriyle, güneyden Marmara Denizi çevrelemektedir.
Bu alan içindeki yüzölçümü 35 km2'dir. 15 mahalleden oluĢmaktadır.
Bağlı bucağı ve köyü yoktur. Mahalleleri 1992'deki son
düzenlemelere göre Ataköy (1. Kısım), Ataköy (3. ve 4. kısımlar),
Ataköy ilhan Biber (2., 5. ve 6. kısımlar), Ataköy Bahriye Üçok (7.,
8., 9. ve 10. kısımlar), Basınköy (Zümrütyuva), Cevizlik, Kartaltepe,
ġenlikköy, Osmaniye, Sakızağacı, YeĢilköy, YeĢilyurt, Yenimahalle,
Zeytinlik, Zuhuratbaba'dır.
Ġlçenin yer aldığı alanın topografisi, genelde, Trakya'da hâkim olan hafif dalgalı bir
yapıdadır ve deniz seviyesinden yükselti, ortalama 100 m'dir.
Marmara kıyılarından kuzeye doğru arazi daha yükselerek Habibler
Mahallesi civarında 220 m'ye varmaktadır.
Trakya'nın bütününde hâkim olan sırtlar ve derin olmayan vadiler dizisi doğu-batı
doğrultusunda açık bir Ģekilde görülmektedir, ilçe sınırları içinde
fiziki coğrafya anlamında "tepe" olarak nitelenebilecek yükseklik
yoktur; fakat bulundukları yere göre tepecikler halinde yükseklikler
görülür. Kartaltepe, Gü-neĢlitepe, Yıldıztepe, Sancaktepe bunlar
arasındadır.
Türkiye'de modern anlamda ilk sayımın yapıldığı 1927'de Bakırköy Ġlçesi' nin biri
Merkez Bucağı olmak üzere 3 bucağı, 9 mahallesi ve 17 köyü vardı. O
tarihte toplam 20.441 kiĢi olan nüfusunun 9.892'sini erkekler,
10.549'unu da kadınlar oluĢturuyordu.
Ġstanbul'a yakınlığı nedeniyle, Bakırköy ve çevresi hızla geliĢen bir yöre oldu.
Bakırköy Ġlçesi'ndeki büyük nüfus artıĢlarından biri II. Dünya
SavaĢı'm takip eden yıllarda Yugoslavya'dan gelen göçmenlerin
yerleĢtirildiği Zeytinbur-nu'nda görüldü. Zeytinburnu(->) 6-7 yıl gibi
kısa bir süre içinde özellikle gecekondular tarafından iĢgal edildi ve
hızlı bir geliĢim sürecine girdi. Bunun sonucunda, 1953'te Bakırköy
Ilçesi'ne bağlı bir bucak merkezi, 1957'de de ayrı bir ilçe oldu.
Bakırköy Ġlçesi'nin yüzölçümünde ve sınırlarında 1957-1989 arasında değiĢiklik
olmadı. Ancak 1970 öncesinde YeĢilköy Bucağı kaldırıldı ve bucağın
köyleri
BAKIRKÖY PAMUKLU SANAYĠ 558
Merkez Bucağı'na bağlandı. Ġlçenin 1970: te 5'i Merkez Bucağı'na, 13'ü de Mah-
nıutbey Bucağı'na bağlı olmak üzere 18 köyü vardı. GeliĢmeye bağlı
olarak köylerin birbirleriyle ve Bakırköy yerleĢmesiyle birleĢmesi
sonucunda adeta tek bir yerleĢme halini alan ilçede idari bir
düzenlemeye gidilerek Merkez Bucağı ve 2 köyden meydana gelen
Bakırköy ilçesi oluĢturuldu. Diğer köyler kent alanı içine alındı.
Bakırköy Ilçesi'nden 1957'de Zeytin-burnu'nun ayrılmasından sonra ikinci bölünme
1989'da oldu ve Küçükçekme-ce ilçesi kuruldu. Bakırköy Ilçesi'nin
hızlı geliĢimi karĢısında bir ölçüde de politik nedenlerle ilçe
sınırlarında son geniĢ çaplı değiĢiklik 1992'de yapıldı. Bakırköy
llçesi'ni doğu-batı doğrultusunda iki parçaya ayıran O-l (eski E-5)
Karayolu'nun kuzeyinde üç yeni ilçe kuruldu.
Cumhuriyet döneminin baĢlangıcında batıda Avcılar Köyü'nden doğuda Topkapı
surlarına kadar; kuzeyde Mah-mutbey'den güneyde Marmara Deni-
zi'ne kadar uzanan Bakırköy ilçesi, günümüzde batıda Küçükçekmece,
doğuda Zeytinburnu, kuzeyde O-l Karayolu ve güneyde de Marmara
Denizi ile çevrilen saha içinde kalmıĢtır.
Bakırköy Ilçesi'nin bugünkü sınırlarının kapsadığı alandaki nüfus geliĢimi 1935-1990
arasında tablodaki gibidir.
Bakırköy llçesi'nde nüfus sürekli artma eğilimi göstermiĢtir. Bunda Bakırköy'ün
1950-1970 arasında, uzun süre sanayi tesisleri için yer seçiminde
tercih edilen bir ilçe olmasının payı vardır. Erkek nüfusun kadın
nüfustan fazla olması da bu durumun bir göstergesidir. 1955-1960
arasında nüfusta görülen azalmanın nedeni ise, Zeytinburnu'nun
1957'de Bakırköy'den ayrılarak müstakil bir ilçe yapılmasıdır.
1992 öncesinde Bakırköy llçesi'nde merkez yerleĢmenin genel olarak konutlara
ayrıldığı, kuzeyde kalan yerlerin ise sanayi ve ticaret fonksiyonlarına
bağlı olarak geliĢtiği, sanayi tesislerinin aralarında evlerin yer aldığı
bilinmektedir. Ancak günümüzde sanayi alanlarının çoğu yeni kurulan
ilçelerin sınırları içinde kalmıĢ, merkezdeki sanayi tesisleri de ilçe
sınırları dıĢına çıkartılmıĢlardır. Bakırköy Ilçesi'nin çeĢitli
mahallelerinde, 1992'den sonra konutlar, hâkim kentsel fonksiyon
haline gelmiĢtir. Bakırköy'ün konut ağırlıklı bir iskân bölgesi olması
dıĢında önemlice bir ticaret fonksiyonu da vardır. Bakırköy, büyük
çarĢıları ve alıĢveriĢ merkezleriyle istanbullular için bir alıĢveriĢ semti
olma özelliğine sahiptir.
Son yıllarda ilçenin geliĢen bir diğer fonksiyonu da turizmdir. Ataköy turizm
kompleksinin yapımından sonra, mari-nasıyla, otelleriyle, eğlence ve
büyük alıĢveriĢ merkezleriyle Bakırköy, Ġstanbul'un önemli bir
eğlence ve turizm merkezi olmuĢtur.
SEDAT AVCI
BAKIRKÖY PAMUKLU SANAYĠ ĠġLETMESĠ
Basmahane ve Bakırköy Bez Fabrikası olarak da bilinen; 1850'de, Yenimahalle'de,
tren yoluyla deniz kıyısı arasında kalan alanda, kurulan fabrika.
Osmanlı Devleti'nin 19. yy'da baĢlattığı sanayileĢme hareketi çerçevesinde, dokuma
endüstrisinin özel bir yeri vardı. Yeniden biçimlendirilen Asâkir-i
Mansure-i Muhammediye'nin elbise ve iç çamaĢırı ihtiyacını
karĢılamak amacıyla iplik, yün ve çeĢitli dokumaları üretecek
fabrikalar kurulmaktaydı.
Bu projenin ilk ve en önemli fabrikaları, Tanzimat'tan önce Eyüp'teki ünlü Feshane
ve Ġplikhane olmuĢtur.
Tanzimat'la birlikte, bu tesislerin bir kısmı geniĢletilmiĢ, bir kısmı ise o günkü
ihtiyaçlara göre yeniden örgütlenmiĢtir. Ġslimiye Çuha Fabrikası, Ġzmit
Çuha Fabrikası gibi kuruluĢlar yanında, bu fabrika 1850'de özel
teĢebbüs tarafından "Basmahane" adıyla kurulmuĢtur. Gerçekte
Bakırköy ve Zeytinburnu çevresi o tarihlerde bir organize sanayi
bölgesi olarak geliĢtirilmeye çalıĢılıyordu.
BaĢlangıçta el tezgâhları dokumacılığı ve el basmacılığı ile iĢe baĢlamıĢtır. Önceleri,
Ġngiltere'den getirilen desenler, ĢimĢir kalıplar üzerine iĢlenmiĢ, daha
sonra Türk desenleri, motifleri ve renkleri ile baĢarılı kumaĢlar
üretilmiĢtir. 10 yıl bu Ģekilde çalıĢtıktan sonra Avrupa ürünlerinin
rekabeti yüzünden 1860'ta Hazine-i Hassa'ya devredilmiĢtir.
1860-1867 arasında Hazine-i Hassa emrinde çalıĢan fabrika, o yıl Harbiye Nezareti
Levazımat-ı Askeriye Dairesi'ne devredilmiĢ ve Levazımat-ı
Umumiye-i Askeriye Bez Fabrikası adıyla 1921'e kadar ordu
ihtiyaçları için üretim yapmıĢtır. Bu süre boyunca, er elbiseliği,
astarlık, iç çamaĢırı, çadır bezi ve- çanta kumaĢı üretilmiĢtir.
1921-1925 arasında o zamanki Harbiye Nezareti Askeri Fabrikalar Umum
Müdürlüğü emrine geçmiĢ olan fabrika 1924'te kabul edilen 3 yıllık
bir imar ve
ıslah programı gereğince bazı yeni makinelerle aynı yılda kısmen yenilenmiĢ Ģekilde
iĢletmeye açılmıĢtır.
1924'e kadar günde 10 saatlik bir mesai ile 203 kg pamuk ipliği ve 1.015 m bez imal
edilirken, 1924'teki yenilemeden sonra yıllık bez imalatı 600.000 m'ye
ulaĢmıĢtır.
Bakırköy Bez Fabrikası, 1925'te Sanayi ve Maadin Bankası'na, 1932'de de Sanayii
Ofisi'ne geçmiĢtir.
3 Haziran 1933 tarih ve 2262 sayılı Sümerbank Kanunu ile kurulmuĢ Sü-merbank
kuruluĢları arasında yer alan Bakırköy Bez Fabrikası'nın o tarihteki
yıllık üretimi 1.100 ton iplik ile 7.000.000 m bezdir. Sümerbank, bu
tarihten sonra, yüklendiği imar ve ıslah programını uygulamıĢ, 1944'te
eski binalar yıktırılarak modern tekniğin gereklerine uygun olarak
yeniden fabrika binaları inĢa edilmiĢ, bu yeni binalarda 8.928 iğlik
iplik, 320 dokuma tezgâhı ile bu ham dokuma üretimini mamul hale
getirebilecek kapasitede boya-apre tesisleri iĢletmeye açılmıĢtır.
Fabrika günden güne artan yurt ihtiyaçlarını karĢılayabilmek amacıyla, 1949'da
yeniden geniĢletilmiĢ, 1950'de 29.904 iğlik iplik ve 445 dokuma
tezgâhı ile çalıĢmaya baĢlamıĢtır.
1968-1980 arasında çeĢitli defalar tezgâh sayısı artırılmıĢ, yeni makine ve bölümler
eklenmiĢ, 1983'te "Sümerbank Pamuklu ĠĢletmeleri Rasyonalizasyon
ve Modernizasyon Projesi" kapsamında, iplik makineleri çıkarılarak
günde 5.000 adet gömlek ve 1.500 adet pijama kapasiteli hazır giyim
tesisi kurulmuĢtur. Makinelerin montajına ġubat 1986'da baĢlanmıĢ ve
deneme üretimine geçilmiĢ olup, tam kapasiteye ulaĢmak için gerekli
çalıĢmalar tamamlanmıĢtır.
ĠĢletmenin dokuma ve terbiye ünitelerindeki makinelerde 1986 içerisinde boĢaltılmıĢ
kapasitesi günde 3.300 adete ulaĢmıĢ ve ikinci bir hazır giyim tesisi
için çalıĢmalar baĢlatılmıĢtır. Nisan 1987 içerisinde gerekli makineleri
montaj ve iĢletmeye alma çalıĢmalarına baĢlanmıĢ, Haziran 1987'de
iĢletmeye alınmıĢtır.
Dokuma ve terbiye binası içine, ayrıca 1986'da Haliç'teki imar çalıĢmaları nedeniyle
yıkılmıĢ olan eski Feshane-Defterdar Fabrikası'nın kapasitesi olan,
günde 200 takım elbiselik Hazır Giyim iĢletmesi yerleĢtirilmiĢtir.
Bu geliĢmeler sonucunda Sümerbank Bakırköy Pamuklu Sanayi IĢlet-mesi'nin
faaliyet alanı, tekstilde en son aĢama olan konfeksiyon üretimine
dönüĢmüĢ olmakta ve 3 konfeksiyon tesisi ile iç piyasa ve ihracata
dönük olarak, ekonomiye katkıda bulunmaya devam etmektedir.
Bibi. R. Önsoy, "Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii ve Sanayileşme Politikası",
Ankara, 1988; Ö. Küçükerman, Türk Giyim Sanayiindeki Ünlü
Fabrika "Feshane" Defterdar Fabrikası, Ankara, 1988; Sümerbank,
Bakırköy Konfeksiyon Sanayii iĢletmesi ArĢivi.
ÖNDER KÜÇÜKERMAN