Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 138

TÜRKLEŞTİRME

A T.C. K Ü L T Ü R B A K A N L lO l YA Y IN I.A K I /u'f/J


V t f ? Yayımlar Dairesi Başkatılığı
Kültür Eserleri Dizisi /326

TEKİN ALP

TÜRKLEŞTİRME

Günümüz Yazı ve Diline Aktaran


Prof. Dr. Özer OZANKAYA
O I KÜLTÜR BAKANLIĞI, 2001 - ANKARA
ISBN 975-17-2803-7
Kapak Düzeni / Neyır Ajans

Alp, Tekin
Türkleştirme / Tekin Alp ; günümüz yazı ve
diline aktaran: özer Ozankaya. - Ankara :
Kültür Bakanlığı, 2001.

XIX, 115 s. ; 20 cm. - (Kültür Bakanlığı


yayınları ; 2724. Yayımlar Dairesi Başkanlığı
kültür eserleri dizisi ; 326)
ISBN 975-17-2803-7

I. k.a. II. Ozankaya, özer. III. Seriler:


320.549089943

www.kultur.gov.tr
E-mail: yayimlar@kutuphanelergm,gov.tr

Birinci Baskı, 4000 Adet

NEYİR MATBAACILIK - ANKARA


TEL : 0.312 230 80 89 - 395 53 00
S U N tlf)

Meşrutiyet yıllarından beri hlıkylltılh <i<t\n)ın n-ılnl


toplumbilimsel temeller üzerinde savundııûunu . hıltlıoinıi/
Tekin Alp (Mois Kohen)’in Cumhuriyetin ilk yıllın imin
yayınladığı “Türkleştirme” adlı kitabı, temelleri AtnUiıh
önderliğinde bilimsel ve rlamokratik ölçülere göre ve en az bin
yıllık Anadolu Türklük potası değerlendirilerek atılmış olan
demokratik Türk ulusluğunun, her toplumda olduğu gibi Türk
toplumunda da bulunan alt kültür kesimlerini gönülden gelen
bir isteklilikle genel Türk ulusluğu potasında birleşip
kaynaşmaya çeken bir özellikte olduğunun çok güzel
kanıtlarından biridir.

Gerçekten de “Türkiye Cum huriyetini kuran Türkiye


halkına Türk ulusu denir. Türk ulusu Cum huriyetle
yönetilir. Türk devleti laiktir. Her ergin dinini seçmekte
özgürdür.” diyen demokratik Türk ulusluğunun, ulusun her
kesimini eşitlik, özgürlük, barış ve dayanışma içinde
kaynaştırması çok doğaldı. Tekin Alp’in kitabı bunu sergileyip
kanıtlamaktadır.

Bunun gibi en doğru siyaset olarak “Bilimce, teknikçe ve


ahlâkça en çok güçlü olm ayı” içtenlik, tutarlılık ve kararlılıkla
benimsemiş olan Atatürk Türkiyesi’nin, böylece çekim gücü
yüksek b ir Türk kültürü yaratacağı da hemen anlaşılmıştı.
Çünkü kültürel benzeşme hep güçlü kültür çevresinde
gerçekleşen bir süreçtir. Tekin Alp’in kitabındaki Amerika'da

Amerikan, Ingiltere’de İngiliz, Fransa’da Fransız, Almanya’da


Alman... olan Yahudi (ve bütün ötejti alt gruplar) Türkiye’de de
Türk olmalıdır." çağrısı, gerçekte Türk kültürünün

V
Cumhuriyetle birlikte her alanda, bilim, sanat, felsefe ve
tekniğe dayalı olarak uygarlık ufkundan yeniden güçlü bir
biçimde doğacağı güvenine bir göstergeydi.

Tekin Alp’in toplumbilimsel nitelikteki bu değerli kitabı,


insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı, sürekli
gelişen, iç vo dış güvenliği sağlanmış, uygar uluslar topluluğu
içinde saygınlığı yüksek bir devlet ve toplum olabilmek için,
demokratik ve bilimsel nitelikte bir ulusal üst kimlik bilincinin
zorunluluğunu ve Atatürk ulusçuluğunun bu nitelikte olduğunu
da ortaya koymaktadır.

M. istemihan TALAY
Kültür Bakarım

VI
İÇİNDEKİLER

Türkleştirme Görevi.................................................... 1
Ulusallaştırmanın Yöntemi.......................................... 5
Soy ve Grup Özellikleri................................................ 7
Türkleştirmenin Amacı ve Yararı ........... ................... 13
Soy ve Kökene Öncelik Veren Düşünce....................... 21
Ulus Dışsal Bir Gerçekliktir...................................... 23
Türk Kimdir? .......................... .................. ............... 25
“Azınlıklar Sorunu” ve Söz Konusu Etkin
Gruplar Politikası...................................................... 31
Ulus Nedir?............. ..................................................37
Coğrafya Etkeni.............................................. ........... 41
Ulusluk Demek, Düşünce Yapısı Demektir!................ 53
Uyum Nasıl Olur? ...................................................... 57
Adlanın Türkleştirilmesi.............................................65
Ortak Bilinç ........................... ..................................69
On Buyruk ............ ......... ..........................................75
Normal Durumun Yerleşmesi.................................... 79
Hükümetin Yardımı............ ........................................81
Basının Görevi .......................................................... 85
Türklüğün Çekiciliği.............. ....................................89
Düşünürlerimizin Görüşleri/Necmettin SADAK...........91
Ağaoğlu Ahmet Bey’in Görüşleri........................... .....95
Türkleştirme/Mehmet FU AT......................................99
Ulusal Birlik/Yunus N A D İ........................................ 103
Celal SAHİR ................................. ............... .......... 108
On Buyruk ..............................................................111

VII

ı
I

SUNUŞ

Kurtuluş Savaşı ve onu izleyein yeni Türk toplumu


nun kuruluşu, aynı zamanda Anadolu ve Rumeli
Türklüğünün kendisini demokratik bir ulus olarak tanı­
ması ve öylece örgütlenmesi süreci olmuştur. Bu süreç,
Ulusal And'la belirli Türk yurdunda yüzlerce, binlerce yıl-
danberi îSirlikte yaşayan değişik etnik kökenli yurttaş ke­
simlerinin, etnik özelliklerini güvenle taşımakla birlikte,
"çoğunluğun dili dilimiz, çoğunluğun adı adımız!" diyerek
ortak üst ulusal kimlik içinde bir araya gelmeyi de içten­
likle gerekli görmeleri sürecidir. Çünkü başka devletlere
karşı bağımsız olduğu kadar, insan hak ve özgürlüklerine
dayalı demokratik bir hukuk devleti güvenliğinin, yani
ülke içinde barış ve güvenliğin de, ancak ulusal çapta bir
dayanışma bilinci ve örgütlenmesiyle, yani demokratik
bir ulusal kimlik, çevresinde birleşmekle olanaklı olduğu
çok acı deneylerle görülüp anlaşılmıştır.

Bu süreç aslında bin yıldan beri Anadlou'da var olan,


ama Osmanl'nm son üçyüz yılda dünyaya yön veren
gelişimlerin dışında kalmakta direnmesi sonucu yer yer
sarsılan bir birlikteliğin, sömürgeci dış saklınlar
karşısında yeniden kendini göstermesi diye de nite­
lenebilir.

"Türkleştirme" başlığı altında yayınlanan bu kitabın


yazarı Tekin Alp, gerçekte daha II. Meşrutiye!; döneminde

IX
Türk halkına içerden ve dışardan yapılan türlü haksız
saldırılara, bin yılı âşkın bir yazgı ortaklığının yukarda
açıklanan toplumbilimsel gereklere dayalı birikimiyle
duyduğu tepki üzerine gerçek adı olan Moiz Kohen'i
bırakıp Türk adı alan bir Musevi Türktür. Bir toplum­
bilimci olan ve Ziya Gökalp'ten derin biçimde etkilendiği
görülen Tekin Alp, bu kitabında, tıpkı Atatürk'ün Yurttaş
İçin Medeni Bilgiler adlı kitabında belirttiği bir
demokratik, laik, bilim-, sanat- ve teknik-sever nitelikteki
Türk ulusluğu kavramını dile getirip savunmaktadır.
Aslmda Tekin Alp, tarihsel kültür harcı zaten bulunan bir
yapının Cumhuriyetin özgürlük ortamında bilime dayalı
olarak bilinçli kuruluşunun coşkusunu dile getirmekte ve
ona destek vermektedir. Okuyucu, Telcin Alp'in tüm kitap
boyunca, Atatürk'ün şu "Türk Ulusluğu" tanımım toplum­
bilimsel gerekçeleriyle açıklamakta olduğunu ayırdede-
cektir:

"Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk


ulusu denir. Türk ulusu, halk yönetimi olan Cumhuriyetle
yönetilir bir devlettir. Türk devleti laiktir. Her ergin, dini­
ni seçmekte özgürdür."

"Türk ulusunun dili Türkçedir. Türk dili dünyada en


güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun
için her Türk dilini çok sever ve onu yükseltmek için
çalışır. Bir de Türk dili, Türk ulusu için kutsal bir
hazinedir. Çünkü Türk ulusu, geçirdiği sonu gelmez güç
durumlar içinde ahlakının, geleneklerinin, anılarının,
çıkarlarının, sonuç olarak bugün kendi ulusluğunu yaparı

X
her şeyin dili yadımıyla korunduğunu görüyor. Türk dili,
Türk ulusunun yüreğidir, düşüncesidir."

"Din birliğinin de bir ulus oluşturmada etkin olduğunu


söyleyenler vardır. Ama biz, bizim gözümüz önündeki
Türk ulusu tablosunda- bunun tersini görmekteyiz.
Türkler Arapların dinini kabul etmeden önce de büyük
bir ulus idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne
Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de
Mısırlıların ve başkalarının Türklerle birleşip bir ulus
oluşturmaları yolunda hiçbir etkide bulunmadı. Tersine,
Türk ulusunun ulusal bağlarım gevşetti; ulusal duygu­
larını, ulusal heyecanım uyuşturdu.

“Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi yurt­


taşlar, yazgılarını ve talihlerini Türk ulusluğuna gönülden
istekleriyle bağladıktan sonra kendilerine yan gözle
yabancı gibi bakılmak, uygar Türk ulusunun soylu
ahlakından beklenebilir mi?

“Bugünkü Türk ulusu siyasal ve toplumsal kuruluşu


içinde kendilerine Kürtlük düşüncesinin, Çerkezlik
düşüncesinin ve dahası Lazlık düşüncesinin ya da
Boşnaklık düşüncesinin yaymacası yapılmak istenmiş
yurttaş ve ulusdaşlarımız vardır. Ama geçmişin baskı
dönemleri ürünü olan bu yanlış adlandırmalar, birkaç
düşman maşası, gerici beyinsizden başka hiçbir ulus
bireyi üzerinde üzüntüden başka bir etki yapamamıştır.
Çünkü, bu ulus bireyleri de genel Türk topluluğu gibi aynı
ortak geçmişe, tarihe, ahlaka, haklara sahip bulunuyorlar.

XI
“Bundan sonra, ortak ulusal düşüncenin, ahlakın,
duygunun, coşkunun, anı ve geleneklerin ulus birey­
lerinde ortaya çıkmasını ve kökleşmesini sağlayan ortak
geçmişin, birlikte yapılmış tarihin, bilinçleri ve kafaları
doğrudan doğruya birleştiren ortak dilin, ulusların oluşu­
munda en önemli etkenler olduğunu bir kez daha belirt­
tikten sonra ulus üzerine, ikinci sıradan öğelere değin­
meyerek elden geldiğince her ulusa uyabilecek bir tanımı
biz de alalım :
a) Zengin bir anılar kalıtına sahip olan,
b) Birlikte yaşamak konusunda ortak istek ve olurun­
da içtenlikli olan,
c) Ve sahip olunan kalıtın korunmasını birlikte
sürdürme konusunda istençleri ortak olan
insanların birleşmesinden ortaya çıkan topluma ulus
adı verilir.
“Bu tanım incelenirse bir ulusu oluşturan insanların
aralarındaki bağların değeri, gücü ve inanç özgürlüğü ile
insancıl duyguya gösterilen uygunluk kendiliğinden
anlaşılır."
İşte Tekin Alp (Moiz Kohenj'in Türkleştirme başlığını
koyduğu bu kitap, gerçekte "çoğunluğun dilini ve adım
gönülden gelerek ortak dil ve adımız olarak benimseye­
lim" çağrısını toplumbilimsel, kültürel ve ahlaki boyut­
larıyla birlikte dile getirdiği bir yapıttır.

Atatürk Türkiyesi, devletten aileye, eğitimden


ekonomiye, bilim, sanat, felsefe ve ahlaka değin her alan-

XII
da kurmaya giriştiği çağdaş toplumsal kurumlan ve bun­
lara temel yaptığı üstün değerleriyle her Türkiye
Cumhuriyeti yurttaşına yaşamı gerçekten yaşanmaya
değer kılma güvenini verdiği içindir ki bir Tekin Alp, gürül
gürül bir coşku ve dupduru bir bilimsel mantık ile şunları
yazabiliyor:

"Amerika'da Amerikalı, İngiltere'de İngiliz, Fransa'da


Fransız olduğun gibi Türkiye'de Türk ol” demektedir.
“Gerçek yurttaşlık da dil, ülkü ve çıkar birliğinin yoğur­
duğu yurttaşlıktır." diyebilmektedir. Çünkü bilmektedir
ki, "Bugünkü Türkiye, ulusun elini ayağını bağlayan, öte-
denberi çağdaş hareketlere uymamıza engel olan ve
gerçek Türk ulusal bilinci ile hiçbir ilişkisi bulunmayan
geçmiş zincirlerini parça parça ederek, kişiliksiz ve bil­
inçsiz Osmanlıyı ülkü sahibi Türk; yüzlerce yıl önceki
durumlara göre yargıda bulunan kadıyı bugünkü uygarlık
dünyasının gereklerine göre adalet dağıtan çağdaş yargıç;
medrese ve tekkeyi okul yapabildikten sonra, maddi ve
manevi çıkarları bu yurda bağlı bulunan yurttaşları,
Türklük görüşü verip benimseterek Türk yapmaya da
kuşkusuz gücü yeter."

Ve yine bilmektedir ki: "Gerçekten devrim hareketi ile


Türklük yükselmiştir ve gittikçe yükselecektir. Türklük
çevresi içinde yaşayan öğeler, bundan sonra artık onun
çekim gücüne karşı direnemezler; Türklük potasına
gönüllerini teslim etmekten başka bir şey yapamazlar.
Artık yerleşmiş ve oturmuş olan ocaklar, çevrelerini ışık­
landırmaya, amaçlarmı çevreye saçmaya, içinde bulun­

XIII
dukları uluslar İçin birer verimlilik kaynağı olmaya başla­
malıdır."

Özetle, demokrasi ilkelerine dayalı ve bilimce,


sanatça, teknikçe, sanayisi, tarımı ve hizmet kesimleriyle
bir bütün olarak ekonomice güçlü bir devlette, insanlar
"yaşamı gerçekten, yani gönülden gelerek yaşanmaya
değer sayarlar" ve sağlam bir ulusal üst kimlik çevresinde
birleşirler. Atatürk yönetimindeki Türkiye Cumhuriyeti
bunu başarmıştı. Tekin Alp bize bunu gösteriyor!

Prof. Dr. Özer OZANKAYA


ORAN Şehri, 8 Kasım 2001

XIV
ÖNSÖZ

Meşrutiyet döneminin başlarında bulunuyorduk.


Basmda, kamuoyunda, hükümet çevrelerinde, o hep bili­
nen 'halkların birliği' ilkesi egemen yeri tutuyordu.
Türkçülük ufak bir ışık biçiminde ufukta belirmeğe
başlayınca, çevreyi kaygı ve korku sardı. Birbirine karşıt
olan 'halkların birliği' ve 'İslam birliği' yandaşları, bu yeni
ışığı söndürmek için birleştiler. 'Türkçüler’ ise "Türk ol ve
olmayanları sev” , "Türk ulusundanım, İslam topluluğun-
danım, Avrupa uygarlığmdanım” gibi ilkeleri temel alıp,
karşıtlık huyundan arınmış olarak yollarını sürdürdüler...

O sırada bu satırların yazarı, bu yolu izleyenlere


katılarak, önemsiz kalemiyle vicdan görevini yapmaya ve
özellikle Fransızca, Almanca yazılarıyla Avrupa
kamuoyunu bu akımın gerçek niteliği üzerinde aydınlat­
maya çalıştı.

Aradan çeyrek yüzyıl geçmeden olağanüstü bir


devrime tanık olduk. Şimdi yaşamda olmayan ustamızın
(Ziya Gökalp, Ö.O.) belirttiği üzere "Türkiye'de Tanrının
gerçek kılıcı halkçıların pençesinde ve Tanrının kalemi
Türkçülerin elinde... Bu kılıçla bu kalem birleştiler. Bu
birleşmeden bir toplum doğdu ki, adı Türk Ulusu'dur.”
Yine ustamızın tanımı gereğince, "Türkçülük, ruh hekimi
bir uzman gibi, Türk seçkinlerini 'uyur-gezerlik'

XV
hastalığından kurtararak normal bir biçimde düşünüp
duymaya yöneltmiştir."

Şimdi görüyorum ki ufukta yeni bir ışık beliriyor: bu


da, onyedi yıl önce aynı biçimde ortaya çıkıp, bugün
gözler kamaştırıcı bir güneşe dönüşen küçük ışığın, bir tür
yavrusundan başka bir şey değildir. Bu yavrunun adı da
'Türkleştirme'dir. Yeni çocuğun bakıcıları, son mutlu
devrimin ana-babasıdır. Bu nedenle, normal olarak
büyüyeceğini ve Türklük dünyasına yeni bir güç biçi­
minde katılacağını şimdiden kesin sayarım.

Bu önemsiz yazı da yeni doğan çocuğa armağandır.


Büyük bir bilimsel değer taşıdığını öne sürmüyorum.
Aslında istekli bir kalem ile ve maddî uğraşlardan pek
seyrek fırsat bulunarak yazılan bir yapıtta, büyük bir bi­
limsel değer aramak yersizdir. Bununla birlikte bu önem­
siz yapıt, uzmanları ve bilim adamlarını bu alanda yaz­
maya yöneltip sorunun tam olarak aydınlanmasına yol
açarsa, benim için övünç nedeni olur.

Mart 1928
Tekin Alp

XVI
Biz doğrudan doğruya ulusseveriz ve Türk
ulusçusuyuz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk
topluluğudur. Bu topluluğun bireyleri Türk
kültürüyle ne kadar dolu olursa, o topluluğa dayan­
makta olan Cumhuriyet de o ölçüde güçlü olur.

Gazi Mustafa Kemal

XVII
Sayın Türk Ocağı Başkanlığına

Sayın Bay,

Yeni yaşam, yeni dil, Türk Ocağı, Türk Bilgi


Derneği, ulusal ekonomi ve Türkçülüğe ilişkin olan
öteki akım ve kuramlara hizmet edenlerin en eski­
lerinden olmakla övünç duyduğumdan, son zaman­
larda "Türkçeyi yaygınlaştırma" akımının güç
kazanmasını, kurumunuzca bu akıma ilgi göster­
ilmesini tam bir sevinçle karşılar ve hu konuda öte-
denberi yaymaya, çalıştığım kimi görüşlerimi dikka­
tinize sunmayı boynumun horcu sayarım.

XVIII
"Görevimiz, bu yurt içinde bulunanları ne yapıp
edip Türk yapmaktır."

İsmet Paşa

XIX
TÜRKLEŞTİRM E GÖREVİ

"Görevimiz, bu yurt içinde bulunanları ne yapıp


edip Türk yapmaktır

İsmet Paşa

Türkçeyi yaygınlaştırma İsteği, ulusal övüncün en


yerinde belirişlerinden biri olmakla birlikte, bu ülkenin
ekmeğini yedikleri halde, bilinen nedenlerden dolayı,
Türk kültürüne ilgisiz kalmış olan öğelerin uyumunu
sağlamak amacına da yöneliktir. Birinci erek duygusal ve
doğaldır. İkincisi ise işlemsel, düşünsel ve mantıksal nite­
likteki toplumsal gereklerden ileri gelmektedir. Gazete­
lerde yayınlanan haberlere göre, kimi çevrelerde şimdilik
yalnız birinci ereğe önem veriliyor. Özümleme ve uyum
sağlama amacı ise şimdilik gereğince izlenmiyor. Oysa
büyiik Türk Devrimiııin en önemli tanıtıcı niteliği, duy­
gusal eğilimlerden çok, işlemsel, düşünsel ve mantıksal
etkenlere değer vermesinden kaynaklanmaktadır. Türk
Devriminin ruhuyla yoğrulmuş olan Türk gençliğinin, er-
geç, İsmet Paşa hazretleri tarafından geçen yıl Türk
Ocakları kurultayı dolayısıyla ileri sürülen;

1
"Görevimiz, bu yurtta bulunanları ne yapıp edip Türk
yapmaktır."

ilkesini kılavuz olarak benimseyeceğinden kuşku duyula­


maz.

"Bu yurt içinde bulunanları, ne yapıp edip Türk yap­


mak" siyasetini boyun borcu sayan saygıdeğer İsmet Paşa,
gözleri geçmişten ve bugünden çok geleceğe dönük, laik,
halkçı büyük bir devlet adamı olduğunu kanıtlamıştır.

Görüşlerinde geçmişin tutsağı olanlar, Türk olmayanı


Türk yapmak ilkesini hiç mi hiç düşünüp ta sa rla m a z­
lar. Çünkü geçmişin tutsağı olanların gözünde, dün Türk
olmayan yarın da Türk olamaz; yarının dünden farkı yok­
tur. Oysa çağdaş anlayışa göre yaşam hareket, değişim ve
evrim demektir. Bugünün ilkesi olan hareket, değişim ve
evrim akımlarına bağlı olmayanlar, uygarlık evrenine
yabancı gibi kalır, uluslar arasında akışan acımasız
mücadelelerde kuşku yok ki yenik düşer, darmadağın
olurlar.

Bugünkü Türkiye, ulusun elini ayağını bağlayan, öte-


denberi çağdaş hareketlere uymamıza engel olan ve
gerçek Türk ulusal bilinci ile hiçbir ilişkisi bulunmayan
geçmiş zencirlerini parça parça ederek, kişiliksiz ve bi­
linçsiz Osmanlıyı ülkü sahibi Türk; yüzlerce yıl önceki
durumlara göre yargıda bulunan kadıyı bugünkü uygarlık
dünyasının gereklerine göre adalet dağıtan çağdaş yargıç;
medrese ve tekkeyi okul yapabildikten sonra, maddî ve
manevî çıkarları bu yurda bağlı bulunan yurttaşları,

2
Türklük görüşü verip benimseterek Türk yapmaya da
kuşkusuz gücü yeter.

Yurttaşları "ulusallaştırma" siyaseti dünyanın her


yanında bütün devletlerce, gerek savaştan önce, gerek
savastan sonra, az-çok başarıyla izlenmiştir ve izlenmek­
tedir. Hiçbir devlet, yurttaşlarını ulusallaştırmak siya­
setinden uzak duramaz. Çünkü ulusal birlik her yerde ve
her zaman devlet yönetimi için değişmez bir ilke, bir
siyasal ve toplumsal zorunluluktur. Şöyle ki, kimi dev­
letler, tatlılık ve yumuşaklık gereken yerde baskı ve şiddet
kullanıyor, kimileri ise yasa gücünün kullanılması
gerekirken, yerinde kullanılmayan özgürlük ilkelerini
temel alıyor ve bunun içindir ki ulusallaştırma siyaseti
her yerde aynı sonucu vermiyor.

3
ULUSALLAŞTIRMANIN YÖNTEMİ

"Türkocaklan, içinde bulundukları uluslar


için birer verim kaynağı olmaya başlamışlardır.”

Ağaoğlu Ahmet

Türkiye'de uygulanması gerekli ulusallaşürma yönte­


mi konusunda, kuşku ve duraksamaya yer yoktur. Türk
hükümeti, uzun süre, Rumeli'de Bulgar, Rum, Ulah,
Arnavut gibi değişik öğeler arasında yaşanan kanlı kav­
galarda jandarmalık görevi yapmış ve görmüştür ki,
hiçbir yerde ulusallaştırma baskı ve zor kullanılarak ka­
bul edilip yürütülmemiştir. Rumeli’deki değişik öğelerin
birbirlerine karşı izledikleri bomba ve dinamit siyaseti,
her yerde ters etki uyandırmıştır. Savaştan önce bomba
ve dinamite karşı ulusluklarma dört elle sarılmış olan
öğeler, savaştan sonra kimi hükümetlerce uygulanan
'tatlılıkla yol gösterme" yöntemine karşı direnemeyerek
çevreye uymuşlar ve içinde yaşadıkları ulusa uymaya seve
seve koşmuşlardır.

Gerçekten de Bulgaristan, Yunanistan, Romanya gibi


bütün Balkan ülkelerinde "uyum" için pek parlak ve
inandırıcı örnekler bulunuyor. Yunanistan'da Ulah, Bulgar

5
v;ı ila Arnavut kökenli olan pek çok kişiyi bizzat kendim
bilirim ki, ulusallaştırma yoluyla tümden Rumlaşmış-
lardır. Kendileri Rumcayı anadili olmak üzere konu­
şurlar, ama evlerinde yaşlı anneleri ya da babaları bu gün
de Ulahça ya da Bulgarcadaıı başka bir dil konuşmazlar.
Bu gibi adamlara mali ve ekonomik kurumlarm başın­
dakiler ve hatta devlet adamları arasında pek çok rast­
lanır. Çevrelerinde bunların soykütiiklerini bilenler çok­
tur. Ama hiçbir kimse onlara yan gözle bakmaz. Kendileri
de soylarım saklayıp gizlemeye hiç gerek görmezler.

Ulusallaştırma işinde yol göstermek görevi olan


Türkocaklarına Ağaoğlu Ahmet Bey şu yöntemi gösteri­
yor:

"Artık yerleşmiş ve oturmuş olan ocaklar, çevrelerini


ışıklandırmaya, amaçlarım çevreye yaçmaya, içinde
bulundukları uluslar için birer verimlilik kaynağı olmaya
başlamalıdır."

Gerçekten devrim hareketi ile Türklük yükselmiştir ve


gittikçe yükselecektir. Türklük çevresi içinde yaşayan
öğeler, bundan sonra artık onun çekim gücüne karşı
direnemezler; Türklük potasına gönüllerini teslim etmek­
ten başka bir şey yapamazlar.

6
SOY VE GRUP ÖZELLİKLERİ

"Bir ulus bir başka ulusun dilini, kurumlarmı,


sanatım almak yoluyla uygarlığım değiştire­
bilir; ama ruhunu değiştiremez.”

(Dr. Gustave Le Bon)

Yanlış anlaşılmaya yol açmamak için, burada kısa bir


ayraç açmaya gerek görüyorum. Ulusal birlik, uyum,
ulusallaşma demek, bir kimsenin bir başka grup içinde
büsbütün yitmesi demek değildir. Bunu amaçlamak,
olanaksızı yapmaya uğraşmak demektir. Büyük bir filozo­
fun dediği gibi:

"Bir ulus bir başka ulusun dilini, kurumlarmı,


sanatını almak yoluyla uygarlığını değiştirebilir; ama
ruhunu değiştiremez. Norman fetihlerinden sonra İngiliz-
ler uzun süre Fransızca konuşmuşlar. Ama kendileri yine
İngiliz kalmışlar. Roma, 'Golua' ( = Gaulois)ları
Latinleştirmekle, onların karakterlerini de değiştire­
memiştir."- Yine bu filozofun bir başka özdeyişi, bu
düşünceyi daha iyi açıklıyor:

7
"Bir ulus, atalardan gelen ruhunu değiştiremez. Ancak
atalardan gelen ruh, yeni yeni yönler alabilir. Bu yolladır
ki Alman düşünüş biçimi, üç etkenin etkisi altında yön
değiştirmiştir. Bu üç etken şunlardır: 1- Militarizm, 2-
Siyasal birlik, 3- Teknik eğitim.”

Gerçekte, bugünkü anlayışa göre ulusal birliği oluştu­


ran etkenlerin hiçbiri, yüzyıllardan beri yerleşmiş, kanla
birlikte yoğrulmuş olan topluluk ruhunu büsbütün
ortadan kaldıramaz.

Bugün Fransa'da Provensaller, Brötonlar vardır.


Fransızlığın bütünleştirici parçalarından olan bu öğeler,
anadillerini, etnik âdet ve özelliklerini tam bir özenle
korumayı ve aralarında dayanışma göstermeği sürdürü­
yorlar. Fransızlık bakış açısından bunlar ile öteki Fransız
öğeleri arasında ayrım gözetmek saçma olur. Bröton
soyundan olan Monsieur Brilland'm Fransızlığına toz kon­
durmak kimsenin aklına gelir mi? Ama bütün Fransızlar
onaylarlar ki, "Monsieur Brilland"ın eksiklerinde ve
erdemlerinde Brötonluğun etkileri duyulur. Dahası, bir
aralık İngiliz olduğu halde, aynı soydan olan Mr. Lloyd
George ile Monsieur Brilland arasında huy özellikleri
bakımından bir ilişki, bir benzerlik bulunduğu öne
sürülmüş, bu konunun gazetelerde uzun uzadıya sözü
edilmiştir...

Çağımız İngilteresi’nin en şanlı devlet adamlarından ve


bugünkü İngiltere'ye nerdeyse kendi damgasını basmış
olan Lor d Baconsfield'in İngilizliği, Monsieur Brialland'ın
Fransızlığı kadar sağlamdır. Öyle olduğu halde, ken­
disinin yaşam öyküsünü yazan tarihçiler, huyunun,
düşünüş biçiminin, kafa yapısının birçok özelliklerini
Musevi olan kökenine ve soyuna bağlıyorlar. Alman şiir ve
edebiyatının en güçlü yaratıcılarından biri olan Heine'nin
yapıtlarında, başlı başına bir felsefe okulu yaratmış olan
HollandalI Spinoza'nın felsefesinde Musevilik ruhsal etki­
lerini gören araştırıcı ve tarihçiler pek çoktur. Böyle iken,
bilinçsiz olan ve genel, ulusal yaşamda duyulmayan bu
soy ve ruh etkilerinden, bu grup özelliklerinden dolayı
Baconsfield'in, Heine'nin ya da Spinoza'nın gerçekteki bi­
linçli ulusluklarma hiçbir zaman eksiklik gelmemiştir.

İngilizler, Almanlar ve HollandalIlar, ulusal tarihlerine


birçok şanlı ve yaldızlı sayfalar eklemiş olan bu büyük
dâhilerle haklı olarak öğünüyorlar.

Bilinç dışı olan soy etkilerinin bilinçli olan ulusal


yaşamdan büsbütün farklı olduğunu ve ulusal birliği
bozamayacağım anlamak için, bugün İsviçre’ye bir göz
atmak yeterlidir. Bugünkü İsviçre, kuşku yok ki, hiçbir
biçimde ayrılık kabul etmez, bölünmez bir ulustur. Ama
Fransızca konuşan Lozan halkı ile Almanca konuşan
Zürih halkı arasında hiçbir fark bulunmadığı öne
sürülebilir mi? Fransızca konuşan İsviçreli ile Almanca
konuşan İsviçreli arasındaki farklar, göze çarpacak kadar
güçlüdür. Ama bu farklar, hiç mi hiç, genel toplumsal
yaşamı etkileyemez. Aynı ulustan olan değişik toplumsal
sınıflarda, değişik grup ya da mesleklerde, değişik çevre-

9
lerde yer alan bireyler arasındaki farklar ulusal birliği
bozmadığı gibi, İsviçre'de Fransızlık, Almanlık ve İtalyan-
lık birliği bozmuyor ve bu özellikler, İsviçre ulusuyla ilgili
olmayan bir aile ve soy konusu sayılıyor.

Genel Savaş'ta resmî İsviçre yansız kalmıştır ve


İsviçrenin içtenlikli yansızlığından hiç kuşku duyul­
mamıştır. Ama Lozan'da Fransızca, Zürih'te Almanca
yayınlanan gazetelerin yayınları arasında çok fark vardı.
Lozan gazetelerinde Fransız, Zürih gazetelerinde Alman
avukatlığı göze çarpıyordu. Resmi ve içten yansızlığa
karşın, soy ve aile kütüğü etkenlerini gizleyip saklamaya
olanak bulunamamıştır.

Uzaklara gitmeye ne gerek var? Kendi yurdumuzda


bile bir Rumeli Türkü ile Erzurum Türkü arasında birey­
sel nitelikler, grup özellikleri bakımlarından fark yok
mudur? Bu farkların ulusal birliği etkileyeceğini öne
sürmek kimsenin usuna gelmez.

Bundan dolayı kültür ve eğitim bakımından Türk


olmayan öğeler, ulusallaştıktan sonra belki bir süre soy ve
aile özelliklerini koruyacaklardır. Belki de bu özellikler,
uzun ya da kısa bir süre için, grup dayanışmalarına bile
yol açacaktır. Nitekim bugün kültür ve eğitim bakımından
büsbütün Türk olan dönmelerde bile bu dayanışma
vardır. Günden güne yok olmaya doğru giden bu dayanış­
madan dolayı dönmelerin Türk olmadığını öne sürmek,
onlarda aslında bulunan Türk olma inancını kaldırıp yok
etmeye çalışmak demektir.

10
Sözün özü, ulusallaşma çabası sonucunda, ulusallaş­
mak isteyen ve ulusallaşmağa yetenekli olan öğeler, er geç
bu amaca ulaşacaklardır. Bir süre soy ve grup özellikleri
göze çarpacak, ama bulundukları ortam, bu özelliklere ne
kadar ilgisiz kalırsa, etkileri o kadar çabuk yok olup
silinecektir.

11
TÜRKLEŞTİRMENİN AMACI VE
YARARI

"Ayru ülkede yaşayan öğeler, birbirine karşı


asalak durumunda değil, aynı toplumsal orga­
nizmanın birbirini tamamlayan parçaları duru­
munda bulunurlar

Durkheim

Gerçek biçimde Türkleştirilen her yurttaş, yeni bir


üretim öğesi olmak bakımından ülke ve ulus için yeni bir
güç, yeni bir kazanç oluşturur.

Savaş yoluyla yayılıp ülkeler ele geçirme dönemi artık


geçmiştir. Şidi artık herkes anlamıştır ki, gerçek fetihler,
yabancı ülkeleri kendine katmakla değil, uyum göster­
meğe yetenekli öğeleri uluslaştırmak, uygun biçimde ül­
keye teknik ve sermaye güçleri çekmek, ülkeye yeni yeni
yararlı öğeler, ulusal varlığı ve gönenci arttırmaya yaraya­
cak yeni yeni güçler kazanmakla sağlanır. Gustave Le
Bon'un dediği gib i," Bir ulusun toprağını zorla ele geçirip
almak yeterli değildir; ona egemen olmak için ruhunu
büyülemek gerekir."

13
Şurasını da herkes bilmektedir ki, bir ülkede en
önemli zenginlik etkeni nüfustur. Doğal zenginlikler en
çok nüfus ile değerlendirilir. Toprağı, doğal zenginlikleri
bol, ama nüfusu sınırlı olan ülke, silahsız olarak ava
çıkan avcılara , dnıt/dckl balıkları tutmak için ağdan yok­
sun balıkçılara bnı/.rr.

Hepimiz biliyor»/, kt, toprağımız nüfusumuzun bir kaç


katını besleyecek ölçüde geniş ve zengindir. Doğanın
toprağımıza bağışladığı verimlilik, ülkemizin belki
dünyanın en zengin ülkesi olmasına yeterli ve elverişlidir.
Bugünkü amaç ve ereğimiz, yüzyıllardan beri gözümüzün
önünde, ayağımızın dibinde duran ve boş durumda
bulunduklarından dolayı dost ve düşmanın göz koyduğu
doğal zenginliklerimizi değerlendirmeyi başarmak değil
midir? İşte bu değerlendirmeye katkıda bulunabilecek her
bir birey, ulusal varlığı arttırmaya hizmet eden ek bir güç,
ek bir öge değerindedir.

Yeter ki bu öğeler Osmanlılık döneminde olduğu gibi


asalak durumunda olmasın. Osmanlılık döneminde
Müslüman olmayan öğelere "reaya" denirdi. Sözde egemen
ulus olan Türkler, müslüman olmayanların emek ve çalış­
masını sömürüyordu. Oysa sonuç olarak Müslümanlarla
Müslüman olmayanlar, Durklıeim'ın deyimiyle para-
sitisme mutuel (karşılıklı asalaklık) durumundaydılar.

Reaya, egemen ulusun ticaret ve ekonomiyle ilgilen­


memesinden yararlanarak ülkenin ulusal servetini,
ekonomik güçlerini ele geçirmişti; egemen ulus da jan-

14
nenlerin yaşamı her zaman katlanılmaz olur. Bütün vaı
lıklar uyum yasasına bağımlıdır. Uyma yoluyla evrimden
geçmek, bütün dünya için geçerli bir kesin zorunluluktur.
Bu zorunluluğa uymayanlar, yıkılıp yok olmaktan kurtu­
lamazlar."

Türkiye'deki azınlıklar, şimdilik, hiç olmazsa kuram­


sal açıdan, bu gerçeği kavramış olduklarından, azınlık­
ların korunmasına ilişkin hükümlerden yararlanmak
istemediklerini açıklamak konusunda en küçük bir
duraksama göstermediler. Ama azınlık konumundan kur­
tulmak, yani ana öğeye uymak için şimdiye değin ciddi bir
girişimde bulunmadılar; daha doğrusu bulunamadılar.
Ancak şurası kesindir ki, bugün uyuma engel olan neden­
ler, pek uzak olmayan bir gelecekte ortadan kalkacak ve
bundan dolayı Türkiye'de kalmak isteyen yurttaşlar,
ergeç, yasal bakımdan olduğu gibi, kültür ve düşünüş
bakımından da Türk olacaklardır. Başka bir olasılık yok­
tur. Çünkü insan hiçbir zaman bulunduğu ülkede yabancı
yaşamak istemez. Maddî çıkarlardan vazgeçerek ülkenin
genel yaşamına, ülküsüne katılmak ister. Her bireyin
gereksinim duyduğu ruhsal besin, ülküden başka bir şey
değildir. "Normal bir insan, hangi ulusun eğitimini almış
ise, ancak onun ülküsüne çalışabilir. Eğitimini almış
olduğumuz toplumun ülküsü, ruhumuza coşkunluk vere­
rek mutlu yaşamamızı sağlar. Bir birey, duygularıyla bağlı
olduğu ulusun içinde yaşarsa mutlu olur; başka bir
toplumun içine girerse sıla hastalığına uğrar; duygularını
paylaştığı toplumun içine gitmenin özlemini çeker...İnsan,

35
IHIllim illllIllIllIlM ItM U!

darmalık görevine karşılık, vergi adıyla reayadan para


alırdı.

Yüzyıllar boyunca süregiden bu durum, Türkleri


reayanın jandarmalık göreviyle yükümlü özel hizmetçileri,
reayayı da egemen ulusun kılıç hakkı olan ülkesinde
ticaret ve ekonomi kaynaklarının egemeni durumuna
getirmiş, buna karşın bütün "büyük devletler", sözde
Hristiyan öğelerin uğradıkları "ezinç ve baskıya” son ver­
mek amacıyla hasta adam olarak bilinen devleti paylaş­
mak kaygısına düşmüşlerdi. Üstadım (Ziya Gökalp, Ö.O.),
Osmanlı Döneminde geçerli olan "karşılıklı asalaklık"
durumunu şu satırlarla tanımlamıştı: "İş bölümünün
ancak ortak bilince sahip bir toplumda ortaya çıkması
şarttır. Başka başka uluslardan olup da aralarında ortak
bilinç bulunmayan grupların iş bölümü, gerçek işbölümü
niteliğinde değildir." Durkheim bu türden hizmetlerin
değişimine "karşılıklı asalaklık" adını veriyor. Örneğin
eski Türkiye'de Türklerle Müslüman olmayanlar ortak­
laşa bir ekonomik yaşam yaşıyorlardı. Ama aralarındaki
işbölümü, gerçek bir iş bölümü olmayıp karşılıklı bir
asalaklıktan oluşuyordu. Çünkü Türkler ile Türk
olmayan bu öğelerin arasında ortaklaşa bir bilinç yoktu.
Türkler, Müslüman olmayanların siyasal asalakları idiler;
müslüman olmayanlar da Türklerin ekonomik asalak­
larıydılar."

Bu tuhaf durumu, on altı yıl önce Türkçülük akımının


ufukta daha yeni belirmeye başladığı bir sırada bir

15
Fransız dergisinde "Türkler Bir Ulusal Ruh Arıyorlar"
başlığıyla yayınladığım uzun bir inceleme dolayısıyla şu
yolda betimlemiştim:

"Osmaıılı Türklerinin sınırsız genişlikteki imparator­


luklarında, baştanberi hep savsaklanan öge, egemen
sanılan öğedir. Türk köylüsü, keyfi vergilerle soyulan, her
türlü angaryalara ses soluk çıkarmaksızm boyun büken
bu tutsak, bu her zamanın kurbanı lehine sesini yüksel­
ten hiç olmuş mudur?...

“Soy olarak Türkmen olan, doğruluksever, sabırlı,


çalışkan, güçlüklere katlanır ve sessiz olan bir topluluk,
Balkanların ve Anadolu'nun birçok bölgelerinde, nankör,
hatta hain bir toprak üzerinde beli bükülmüş, yaşamak
için çabalamaktadır. Bu topluluk tek başına imparator­
luğun kışlalarını yüzyıllarca doldurdu.

“Etnik ayrılıkçı olan MakedonyalI rençberlerin bırak­


tıkları çift çizgilerinde, Arnavutluk'tan Sudan ve Yemen'e
kadar boyun eğmeyen illerin kötü yollarında, hep o toplu­
luğun kanı dökülürdü; her zaman o topluluğun çocukları
daha çocukluğunu bitirmeden tarlalarından sökülüp
koparılıyor ve uzak kale ve ordugâhlara sürülüp unutu­
luyordu. Bu adamları tutsaklıktan kurtaracak değişim
emri gelip yetişmeden bir çok yıl, on, on beş, yirmi, kimi
kez yirmi beş yıl geçerdi. Ana-baba ocağına döndük­
lerinde, artık kendilerinde ne güç ve ne de çalışma isteği
kalırdı. Onlar yurtlarına küskün, bezgin dönerlerdi. Çoğu
kez ana-babaları, düşkün bir yaşamla sürüklene sürük­

16
lene ölmüş, ana-babalarından kalma toprak ise, açgözlü
ve acımasız mültezimlerce satılmış bulunurdu.

“Anadolu yaylasıyla Rumeli ülkesinin ötesine berisine


dağılmış Türk kasaba ve köyleri üzerine baskı ve düşkün­
lüğün her türlüsü çökmüştü: Görenek, savsaklama,
rüşvet, casusluk, şiddet.

“En iyilerini, en yüreklilerini hapis ile sürgün sustu­


ruyordu. Kalkmak, yükselmek isteği, bir suç gibi ceza
görürdü....

“İlerlemeye aldırmayan, yakın bir ölüme değilse de


kesin bir tutsaklığa yazgılı görünen bu halkı hiçbir uyarı
sesi sarsmıyor gibiydi.

“Oysa sağlam topluluk örgütü çevresine toplanmış


olan gayrimüslimler, bu sırada hiç durmadan kendi
ulusal kurumlarmı, yardımlaşma derneklerini, okullarım
ilerletiyor ve büyütüyorlardı; gayrimüslimler toprak satı-
nalıyor, kendilerine özel yerli sanayiyi canlandırıyor,
Batılılarla ilişkiye giriyor, ücarete dalıyorlardı ve böylece
dikkate değer bir gönenç ve mutluluk kazanmışlardı.
Sultanların aşağılayarak bağışladıkları mezhep ayrıcalık­
ları, onlar için bir güvenlik belgesi olmuştu. Balkan
Devletlerinin konsolosları, Avrupa’nın ajanları, onlara
kılavuzluk eder, yardımcı güç olur, aç ve hırsız memurlara
karşı onların savunucuları kesilirlerdi. İyi eğitim ve öğre­
tim görmüş, girişken ve etkin bu gayrimüslimler, efendi­
leri Türk’ü pek çabuk geride bıraktılar.

17
“Hristiyanlar yükseldikçe, her türlü yardımdan yok­
sun, baskıcılığın pençesine umutsuzca terkedilmiş
Türkler alçalıyor, ayakdan düşüyorlardı. Korkunç fatih,
kendi yurdundan bile kovuluyordu. Karşıt cephelerden
ilerleyen iki topluluk, fatihleri Anadolu'nun ortalarına
yığılmaya zorluyordu. Adalardan gelen Rumlar Türk elin­
den sahili alıp Türk’ü Anadolu'nun tozlu yaylalarına,
çorak çöllerine atarken, İngiltere şehirleri ile ticaret iliş­
kileri dolayısıyla zenginleşip sarraflık yapan Ermeniler de
Doğu yönünden ona yolu keserler ve onu geriye iterler."

İşte on altı yıl önce yayınlanan bu satırlar, Osmanlılık


döneminde yürürlükte olan "karşılıklı asalaklık" duru­
munu pek iyi sergiliyor.

Türklük döneminde de, küçük ölçüde bile olsa, bir


bölüm öğelerin asalak durumunda kalması, yani toplum­
sal yapımızla kaynaşmaması ülke için iyi olmaz. Çünkü
asalaklar herhangi bir yapıya bulaşırlarsa o yapının
kanını emerler, ona herhangi bir yararlan dokunmaz.

Türklük döneminde Müslüman olan ve olmayan


kavramları kalkmıştır. Reayalık kavramı ortadan kalktık­
tan sonra, artık asalaklık söz konusu olamaz. Her yurttaş
toplumsal yapımızın bütünleyici parçalarından olmak
dolayısıyla, ülkenin ilerleyip yükselmesine, genel gönencin
artmasına yararlı bir öge olmak durumunda bulunuyor.

İşte ulusallaştırma ile izlenen amaç, cins, zümre ya da


soy bakımından Türk olmayan, ama birer üretim öğesi

18
olmaya yetenekli yurttaşları asalak durumund;uı
çıkararak toplumsal yapımızın bütünleyici birer parçası
durumuna getirmekten başka bir şey değildir. Ancak
şurasını yadsımaya olanak yoktur: Osmanlılık done
minden geriye kalan kimi düşünüş biçimleri var ki, oııhıı ı
henüz ruhlarımızdan tümden söküp atamadık. Köklü
düzeltimler sonucunda ortadan büsbütün kalkmış gibi
görünen bu düşünüş biçimleri, kılık değiştirerek, kimile­
rimizin ruhlarının derinliklerinde varlığını sürdürmeyi
başarmıştır. Ne yazık ki ötedenberi yerleşmiş, ruhu­
muzun derinliklerine girmiş olan düşünüş ve anlayış
biçimlerini, alışkanlıkları bir çırpıda söküp atmaya
olanak yoktur. İnsan, zararlı olduğuna usuyla ve man­
tığıyla inandığı halde, bu gibi eksiklerden kendisini kur­
taramıyor. En güçlü kalem sahiplerimizden biri, bu
şaşırtıcı durumu şöyle betimliyor- :

"Türk Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu kuram­


larını ve yasalarını, 'Türk demek, Batılı Türk demektir'
ilkesine göre temizleyip yeniden düzenledi. Ama bu
anlayışlar ve yasalar, Türkiye Türklerinin toplum
yaşamını ancak sarsmıştır, daha değiştirmiş değildir.
Yaşam, özellikle Anadolu'nun her yanında, eski yaşam
görünümündedir. Ailelerimizde ilişkiler, yaşama biçimi,
eski alışkanlıklar ve saçma gelenekler, henüz bütün
gücüyle egemen durumdadır. Softa ve züppe düşünüş ve
anlayışları Türk toplumu içinde süregitmektedir. İstan­
bul'un iki tepesinde, Şişli ve Fatih'te, örneklerini

19
gördüğümüz bu iki yaşam, biri ne denli Batılı ve öbürü ne
denli yerli görüntüsü verse de, ikisi de Türkçülük
ilkelerinin taban tabana karşıtıdır. ... Yaşamı yapmak,
kuramı bulmaktan ve benimsetmekten daha güçtür. ..
Susan alışkanlık, komı^up tartışan kararlı düşünce kadar
hızla ve kolaylıkla yenilemez."

20
SOY VE KÖKENE ÖNCELİK VEREN
DÜŞÜNCE

"'Türk’üm!' diyen her bireyi Türk tanımaktan


başka çıkar yol yoktur."

Ziya Gökalp

İşte yüzyıllardanberi gözetmeye alıştığımız müslim -


gayrimüslim, din ve mezhep ayrımı bunlardan biridir.
Bugün bu ayr ını, düşünce ve kuram olarak: var sayılamaz.
Ama bu konudaki ruhsal alışkanlık belirtilerini büsbütün
ortadan kaldırmak için daha uzun süre uğraşmak gerek.
Eskinin dindaşlık dayanışmasına şimdi, ulusçuluğun
yanlış anlaşılması sonucu olarak, kimi çevrelerde soy ve
köken ayrımcılığı eklenebilir. Bu tehlike gerçekleşecek
olursa, uluslaşma çabaları daha da güçleşir. O zaman
"karşılıklı asalaklık"ın kapsamı ve etki alanı eskisine göre
daha geniş olabilir. Eskiden köken bakımından
Arnavutluk, Acemlik, dönmelik, Gürcülük, Boşnaklık,
Çerkeslik özellikleri, gerçek Türk eğitimi görmüş kim­
seleri toplumsal yapımız içinde asalak durumunda bırak­

21
mazdı. Şimdi ulusçuluğun soy ve köken alanına taşması­
na fırsat verirsek, toplumsal yapımıza çok zararlı yeni
zayıflık ve hastalık tohumları atmış oluruz.

Bugün, kimi ayrık durumlar bir yana bırakılacak olur­


sa, bütün toplumbilimciler oybirliği ile kabul ederler ki,
insanbilimciler arasında en yüksek yeri bulunan
"Mavoriye"nin kanıtladığı iizerc, "ırk ve köken gibi biyolo­
jik niteliklerin toplumsal özellikler üzerinde hiçbir etkisi
yoktur. Irkın toplumsal özelliklerle ilişkisi kalmayınca,
toplumsal özelliklerin tümünü anlatan ulusluk ile de
hiçbir ilşikisi kalmaması gerekir."

Düşünsel Türkçülüğün peygamberi durumunda olan


Gökalp'm birçok yapıtlarında benimsediği ilkelere göre,
"bütün nitelliklerl içgüdüye dayalı olup kalıtımla geçen
hayvanlarda soyun büyük bir önemi vardır. İnsanlarda
köken aramak doğru değildir. Türk'üm diyen her bireyi
Türk tanımaktan başka çıkar yol yoktur."

22
ULUS DIŞSAL BİR GERÇEKLİKTİR

"İnsan, bir partiye girer gibi, yalnızca isten­


ciyle şu ya da bu ulusa katılamaz."

Ziya Gökalp

İşte burada oldukça tehlikeli bir alana ayak basmış


oluyoruz. Türk'ün verimli ve iyi durumda olduğu zaman­
larda, doğal olarak herkes kendine "Türk” der ve kendini
o özellikle taratmaya çalışır. Böylece daha dün Türklüğün
canına bıçak vurmaktan çekinmemiş olan kimselerin
Türklük taslamaları gibi tuhaflıklara da tanık olabiliriz.
Bunlara inanmak, bu gibi tuhaflıklara kulak asmak bön­
lük olmaz mi?

Oysa merhum üstadımız 'Türk’üm diyen her bireyi


Türk tanımalı.' ilkesini ortaya koymakla birlikte, mutlakı
itlakı üzerine bırakmamış, ilkenin tamamlayıcısı olan
koşul ve sınırları açıkça belirtmeyi unutmamıştır.
Gökalp'in her zaman yinelediği ilkelere göre:

"Bir bireyin istediği zaman ulusluğunu değiştirmesi


kendi elinde değildir. Çünkü ulusluk da dışsal bir gerçek­
liktir. İnsan bilgisizlik sonucu ulusluğunu tanımamışken,

23
sonradan araştırıp incelemek yoluyla öğrenebilir. Ama bir
partiye girer gibi yalnızca istenciyle şu ya da bu ulusa üye
olamaz. Bir ulusun üyesi olmak, ancak eğitimi, kültürü,
yani duyguları paylaşmakla olanaklıdır. Bir ulusun üyeleri
arasındaki bağlar, ancak bunlar olabilir."-

24
TÜ RK KİMDİR?

"İnanarak 'Türk’üm ' diyen her bireyi Türk tanı­


malıdır.''

Öyleyse yanlış sanı ve anlayışlara yol açmamak, için,


merhum üstadımızın koyduğu ilkeyi şu yolda değiştirip
saptamak gerekir:

"İnanarak 'Türk’üm' diyen her bireyi Türk tanı­


malıdır." Benim gibi merhumun en eski yakınlarından
olma onuruna kavuşmuş olanlar pek iyi bilirler ki, ken­
disi en çok 'inanca' önem verirdi. Her konuda bireyin
inandığı şeyi, kafasındaki ve gönlündeki içtenlikli kamları
arardı. İnanç ise istek ve istenç üzerine, zamanın ve çıkar­
ların gerektirişine göre oluşmaz. Çevrenin ve eğitimin
ürünüdür. Kan ve köken olarak şu ya da bu zümreden
olmak, inanç üze-rine etkide bulunamaz. 'Türk’üm!' diyen
bir Arnavut, bir Acem, bir Arap ya da bir Musevinin
karşısında bulunulduğu zaman, geçmişine, içinde
yaşadığı ortama, aldığı eğitime, maddî ve manevî çıkar­
larım belirleyen sürekli etkenlere bakılır. Bütün bu etken­
ler Türk olma inancının varlığını gösterir nitelikte ise,
Türk olduğunu öne sürmesi geçerli sayılmalıdır.

25
İnancın olağanüstü önemini gösterip kanıtlamak
üzere, Professeur Leger'nin "Slav Dünyası" (Monde Slave)
adlı yapıtında yayınlanan bir Türk subayı ile eri arasında
geçen temsil edici bir konuşmayı aktarmaktan kendimi
alamayacağım:

- Nerelisin?

- Bosnalıyım.

-Hangi ulustansın?

- Türk’üm.

- Türkçe konuşur musun?

-Hayır!

-Türkçe konuşmadığın halde, kendine nasıl Türk diye­


bilirsin?

-Bilmem; bana 'Türk’sün' dediler, ben de kendimi öyle


bilirim.

-Benimle ne dil konuşuyorsun?

- Bilmem.

-Ben seninle Sırpça konuşuyorum, sen da bana Sırpça


yanıt veriyorsun. Öyleyse ikimiz de Sırp’ız.

-Hayır! Sen Sırpça konuşuyorsun, ben Boşnakça yanıt


veriyorum. Öyleyse sen Sırp’sın, ben ise Türk’üm.

Kuşku yok ki böyle konuşan Boşnak erinde bugünkü


anlamıyla Türklük adına bir şey yoktu. Dili, kültürü, eğiti­
mi, soyu, çevresi Türk’ten büsbütün başka başkaydı. Öyle

26
ıılılıijt'ıı lıalde, adamcağız içtenlikli blı biçimde, sarsılmaz
bir kesinlikle kendine Türk diyordu. Çünkü Müslümanlık
bağından dolayı, inancı Türk idi.

Bunun gibi Genel Savaştan önce Epir (bizim eski


Yanya ili) ülkesinde bütün gücüyle süregelen değişik etnik
gruplar arasındaki çatışmaları çözüp ortadan kaldırmak
için, o zamanki özel deyimle "Büyük devletler"ce oluştu­
rulan Araştırma Kurulu'nun deneyimlerini anabilirz.

Bilindiği gibi Epir'deki Hristiyan hailem çoğu Arnavut


olduğu halde, ötedenberi kendilerine Rum oldukları
inancı verilmişti. Araştırma kurulunun bir bölüm üyeleri
evlere kapıdan giriyorlardı. Kendilerine, önceden hazırlık­
lı olarak ve Rumca, 'Biz Rum’uz' diye yanıt veriliyordu.
Başka bir bölüm üyeler ise arkadaki pencereden içeri gi­
rerek, hazırlıklı olmayan aile üyelerine soru soruyorlardı.
Bunlar Arnavutça konuşarak Rum olduklarım öne sürü­
yorlardı. Adamlar Arnavutça konuştukları ve tek bir
sözcük Rumca bilmedikleri halde, kendilerine ötedenberi
aşılanmış olan inançtan dolayı tam bir içtenlikle Rum
olduklarını öne sürüyorlardı.

Yukarda sözü edilen Boşnak eri ya da Türk olduğu


inancını besleyen herhangi bir kimse, doğal koşullar altın­
da Türk ortamında yaşarsa doğal olarak yalnız inanış
olarak değil, anadili, kültür ve eğitim bakımlarından da
Türk olur. İnanış kimi kez eğitimin ürünüdür: Türk eğiti­
mi ile büyüyen, Türk ortamında yaşayan Türk olmayan
birisi, eğitimin etkisi sonucunda doğal olarak 'Ben

27
Türk’üm.' der. Ve böylece kendisinde Türk olduğu inancı
oluşur.

Kimi kez durum bunun tersidir. Gönül bağı, düşlenen


ya da gerçek bir çıkar etkisi altında ve "kendi kendini
inandırma" etkisiyle insan kendini Türk sayar. 'Ben
Türk’üm' diyerek Türk ortamına kavuşur, Türk toplumu-
nun özlem ve isteklerine bütün duygularına, maddi ve
manevi geleceğine katılır. Çocuklarını da aynı yola yöneltir
ve en sonunda yalnız inanış olarak başlayan Türklük,
kültür ve eğitimle tamamlanmış olur.

Sonuç olarak şuna inanıyorum ki, Türkiye'de yapıla­


cak en birinci iş, Türk olmayı isteyen birey ya da kesim­
lerde Türklük inancını oluşturmak, yani maddi ve manevi
çıkarları Türklüğe bağlı olan ve böyle yaşamak isteyen
kimsenin 'Ben Türk’üm.' demesine olanak ve ortam hazır­
lamaktır.

Bundan dolayı Türkleştirme çalışmasında bütün yurt­


taşların, toplumsal yapımızın tamamlayıcı birimleri
olmalarını, Osmanlılık döneminden geriye kalsın üzüntü
verici karşılıklı asalaklık durumunun yavaş yavaş ortadan
kalkmasını gerçekten istiyorsak, hiçbir zaman gerçek
amacı gözden uzak tutmamalıyız.

Yukarda açıkladığımız ilkelere göre gerçek amaç,


"hiçbir soy ve köken ayrımı yapmaksızın" bütün yurt­
taşlara Türk olma inancını vermektir. Bir inancın ve­
rilmesi ise ancak mantık ve istenç gücümüzün duygu­
larımıza üstün gelmesine bağlıdır. Yurdun yüksek çıkar-

28
lan sözkonusu olduğunda duyguları susturmak, yalnız
akla ve düşünceye, mantık ve istenç gücüne söz vermek,
devrimimizin ruhuna uygun bir davranıştır.

Şu yanı da dikkatten uzak tutmamak gerekir ki, henüz


Türkleşmemiş olan yurttaşlara Türklük inancının
kazandırılması, ruhun derinliklerini ilgilendiren pek
nazik bir konudur. Bundan dolayı bugünden yarma
sağlanıp tamamlanabilecek bir iş değildir. Kimi kez
küçümsenmesi olanaklı görünmeyen güçlüklerle de
karşılaşılabilir. Ama şuna inanmak gerekir ki, Türklerde
Türklük ülküsü var oldukça, öbür yurttaşların uyuma
direnmesi olanak dışıdır. Ara sıra çıkabilecek olan
güçlükler, kesin sonucu geciktirebilir, ama başarıya engel
Olamaz.

29
"AZINLIKLAR SORUNU" VE SÖZ KONUSU
ETNİK GRUPLAR POLİTİKASI

"İnsan eğitimini paylaşm adığı bir toplumda


yaşarsa, mutsuz olur."

Ziya Gökalp

"U yu m a direnenlerin yaşamı, her zam an kat­


lanılmaz olur."

Gustave Le Bon

Burada sorunun en önemli, en canlı bir noktasına


değiniyoruz. Yadsımaya olanak yoktur ki, uyum kuramı
herkesin oybirliği ile kabul ettiği bir konu değildir.
Kimilerine göre uyma, ulusal benlikten vazgeçmek
demektir. İnsan bireysel benliğinden kolay kolay
vazgeçemediği gibi, ulusal kimliğini de kolay kolay bırak­
mağa katlanamaz. Daha doğrusu duygusal ve doğal eği­
limler, herkesi üyesi olduğu gruba çeker ve kendi ulus-
luğuna bağlı kalmayı gerektirir. Bunların görüşüne göre
bir Ermeni'nin Ermeni, bir Musevi'nin Musevi, Arnavut'un
Arnavut kalmak istemesi pek doğal bir durum imiş!

Kuşkusuz gerek Türkiye'de, gerekse Türkiye dışında

31
böyle düşünenler seyrek değildir. Hatta görüyoruz ki,
Genel Savaştan sonra Versailles, Trianon, SaintGermain,
Lausanne adlarıyla yapılan barış andlaşmalarımn hemen
tümünde, diplomatlarca bu görüş benimsenmiş ve bütün
ülkelerde etnik gruplar politikası için açık kapı
bırakılmıştır. Zaten Genel Savaş'a yol açan en önemli
etkenlerden biri de başka devletlerin yönetimi altında
olan kimi etnik grupların bağımsızlık isteği değil midir?
Genel Savaşa yol açmış olan etnik gruplar siyaseti, savaş­
tan sonra "Wilson İlkeleri" kılığına bürünerek yine barış
andlaşmalarımn ruhuna egemen olmuş ve böylece barış
andlaşmalarımn hemen hepsine azınlıkların korunması
adıyla bir özel bölüm konularak her ülkede ulusal
olmayan öğelerin varlıklarını korumalarına olanak
sağlanmak istenmiştir.

Ama unutmayalım ki genel barış imzalandığı zaman


bütün diplomat kabinelerinde, bütün diplomat kafaların­
da, Wilson'un gerçekler dünyasına bütünüyle yabancı olan
yüksek ve soylu ruhu egemendi. Wilson'un tehlikeli bir
düşsever olduğu, ancak daha sonraları anlaşıldı. İşte bu
düşseverliğin etkisiyledir ki, diplomatlar kimi etnik grup­
ların özgürlük ve bağımsızlıklarının ülkede ulusal birliğe
zarar veremeyeceği, başka başka düşünce yapılarında
ölan değişik etnik grupların ulusal varlıklarını tam
anlamıyla korumak yoluyla yanyana kardeş gibi yaşaya­
bilecekleri sanısına kapılmışlar ya da bu sanıya kapılmış
gibi davranmışlardır. Ama barış andlaşmalarımn
mürekkebi kurumadan acı gerçek, düş kırıklığı, asık

32
yüzünü göstermeye başlamış, uygulama alanına ayak
basılır basılmaz, ulusal birliğe aykırı olan etnik gruplar
siyasetinin her ülkede iç barış ve dinginliği bozmaktan
başka bir sonuç vermeyeceği pek çabuk anlaşılmıştır.

Barış andlaşmalarıyla canlandırılan ve ortaya


çıkarılan etnik öğeler siyasetinin izlendiği başlıca yerler­
den biri de Lehistan'dır. Yohannel, Lehistamn tipik duru­
munu şu yolda tanımlıyor:

"Azınlıklar sorunu, Lehistan Devleti’ni ta temel­


lerinden sarsıyor: Almanlar, Ruslar, UkraynalIlar,
Litvanyalılar ve onlara ek olarak Museviler, ayrı ayrı gru­
plar oluşturuyorlar. Versay Andlaşmasma egemen olan
Wilson Prensipleri, bu grupların uyum göstermesine engel
oluyor. Sonuç olarak azınlık öğeleri Lehistan hükümetine
ancak sözde bağımlı bulunuyorlar. Bu sakat ve saçma
durum, Lehistan devleti için çok zararlıdır. Azınlıkların
korunması adı altında zavallı Lehistan, eski düşman­
larının tutsağı olarak yaşamını sürdürüyor... Bu durum,
barış andlaşmalarının ürünü olan başka ülkelerin çoğun­
da da egemendir."

Lehistamn korkunç durumu, yani azınlıkların egemen


duruma geçmesi, ancak ulusal birlik, egemen ulus bulun­
mayan ülkelere özgüdür. Oysa egemen ulusun bulunduğu
ülkelerde durum bunun tersi olabilir. Oralarda, Max
Nordau'ın deyimiyle, "La reaction de la majorite contre la
minorite" (çoğunluğun azınlığa karşı tepkisi) denilen
toplumsal olay ortaya çıkar. Max Nordau'ın tepki dediği

33
olay, baskıcılıktan ibarettir. Kendisine göre çoğunluğun
azınlığa egemenliği, her zaman doğal bir olaydır. Bu ege­
menliğin yürürlükte olması için, çoğunluğun da azınlığın
da ayrı ayrı ulusal bilince sahip olmaları gerekir.
Osmanlılık döneminde Türklerde ulusal anlayış ve ruh
bilinçli olmadığından, toplumsal alanda da çoğunluğun
egemenliği duyulmuyordu. Ortada azınlıklar arasındaki
kanlı kavgalardan başka bir şey gözükmüyordu. Egemen
ulus, zamanını yaramaz çocukları yola getirmeye çalış­
mak, jandarmalık görevini yerine getirmekle geçiriyordu.
Barış andlaşmalarım çoğunluğun azınlığa egemen
olmasını engellemek için düzenleyen diplomatlar, azınlık­
ların korunmasına ilişkin hükümleri ortaya atmışlardır.
Ama Genel Savaşın başlarında, andlaşmaların zorun­
luluk karşısında geçersizliğini kanıtlamak üzere
Almanya'nın ortaya attığı "Chiffon de papier" (Paçavra!
Kâğıt parçası!) görüşü, bu konuya da bütünüyle uygula­
nabilir. Andlaşma hükümleri bir süre için günü geçirmeye
yarayabilir. Ama sorunu temelinden çözemez. Andlaşma
hükümleri, doğa yasasının hükümlerini değiştiremez.
Çoğunluğun baskısına engel olmak için, azınlıklar için
uyumdan başka yol yoktur. Yeni Türkiye bütün anlamıyla
ulusal birliğe sahip bir devlet olduğu için, eski Osmanlı
İmparatorluğu’nda bütün kötülükleriyle egemen olan
"azınlıklar politikasına hiç yer veremez. Ulusal yaşama,
yani Türklüğe ilgisiz kalmak istemeyen öğeler için uymak­
tan, ulusallaşmaktan başka çıkar yol yoktur.
Dr. Gustave Le Bon'un dediği gibi, "Uymaya karşı dire-

34
eğitimini paylaşmadığı bir toplum içinde yaşarsa, mutsuz
olur."- Merhum üstadımız bu son cümle ile pek derin,
rl,
r 't
bütün toplum ve ortamlarda pek önemli yeri olan bir
psikoloji yasasını dile getirmiştir. Dünyada az-çok kültür
sahibi bir birey yoktur ki, ruhsal besinden bağımsız ve
ilgisiz olarak yaşayabilsin. Ruhun ekmeği durumunda
olan ulusal ülkünün dışında kalan bireyler, farkında
olmadan türlü türlü zararlı toplumsal akımlara kapılmak
tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.

36
ULUS NEDİR?

"Ulus, aynı eğitimi almış olan bireylerden


oluşan bir gruptur."

Ziya Gökalp

Uyumu yalm bir biçimde tanımlamak gerekirse deriz


ki, uyum bir grubun ya da bir bireyin ruhsal balamdan
bir başka ulusla kaynaşmasıdır. Ama bu kaynaşmanın
oluşmasını değerlendirebilmek için, kuşku yok ki önce
ulusun tanımım, ulusu ortaya çıkaran etkenlerin neler
olduğunu anlamak gerekir. Eskiden İslâm dinini kabul
eden, yani İslamlığa geçen her birey Türk oluverirdi.
Şimdi ise öyle değildir ve olamaz. Şimdi Türklüğün
ruhunda ve varlığında belirip temel olması için, ulusu
oluşturan başlıca etkenlerin bulunması gerekir. Öyleyse
bu konuda, ulusu ortaya çıkaran etkenleri saptamak
zorunludur.

Şimdiden belirtelim ki, bu konuda bütün benzerlerini


kapsayan, bütün benzemeyenlerini de dışarda bırakan
tam bir tanım bulma umudunda değiliz. Bu sorunu kök­
ten çözmeye de olanak görmüyoruz. Çünkü bu konuda

37
tarih, hukuk, coğrafya, siyaset, toplumbilim, ruhbilim gibi
pek çok bakış açısı vardır. Tanım da bakış açısına göre
değişir. Nitekim bu sorunla uğraşmış olan uzmanların her
biri başka başka yollar izlemişler, ciltlerle yazılar yayın­
lamışlar, en sonunda herkes için karşı-koymasız kabul
edilebilecek bir tanım bulamamışlardır. Bu sorunu uzun
uzadıya inceleyip açıklamak konumuzun dışında
olduğundan, biz kestirme bir yol izleyerek asıl konumuz
olan uyum sorununa girmeye çalışacağız. Türkçülüğün
babası öneminde olan merhum Ziya Gökalp sorunu şu
satırlarla çözmeye çalışıyor:

"Ulus ne soy, ne boy, ne coğrafya, ne siyaset, ne de


istenç üzerine kurulu bir grup değildir. Ulus, dil, din,
ahlak ve sanat bakımlarından ortak olan, yani aynı eğiti­
mi almış bireylerden kurulu bir gruptur." Ağaoğlu Ahmet
Bey ise aynı ilkeleri izleyerek, Türklüğü üç temel üzerine
kuruyor: Dil, din, dilek.

Merhum üstadımızla, Ağaoğlu Ahmet Bey’in tanımları,


en büyük toplumbilimcilerce benimsenen ilkelere uygun­
dur ve bundan dolayı uyum yolunu bulmak için herhalde
bu ilkeleri kılavuz yapmamız zorunludur. Şu kadar ki,
gerek merhum hocanın, gerekse Ahmet Bey'in tanımların­
da açıklanması gerekli kimi noktalar vardır.

Ulusun ne soy, ne boy, ne coğrafya, ne siyaset, ne de


istenç üzerine kurulu olmadığını söylemekle merhum
hoca, bu etkenlerin ulusal ruh ve anlayışa etkide bulun­
madığını öne sürmek istememiş, ancak sözü edilen etken­

38
lerin hiçbirinin yalnız olarak ulusu ortaya çıkarmaya
yeterli olmadığını ve ortak eğitim bulunmadıkça ulusal
birliğin olamayacağını anlatmayı amaçlamıştır. Çünkü
Ziya Bey'in 'üzerine kurulu değildir' dediği coğrafya,
siyaset ve istenç gibi etkenler, düşünce yapısının ve Ziya
Bey'in terimiyle eğitimin ortaya çıkması için olmazsa
olmaz etkenlerdir.

Bundan dolayı, konunun özüne girmeden önce, mer­


hum Ziya Bey'in 'ulusu yapan bunlar değildir' dediği
etkenleri birer birer kısaca gözden geçirelim:

SOY VE BOY: Soyun ulus üzerinde herhangi bir etkisi


olmadığını daha önce açıklamıştık. Aslında türlü boyların
karışması nedeniyle hiçbir soyun arılığını koruyamadığı
uzmanlarca bilinen ve kabul edilen bir olgudur. Ancak
şurası da yadsınamaz ki, bugün gerçekte arı soy bulun­
masa bile, soy düşüncesi lıer yerde vardır. Slavlar,
Cermenler, Anglosaksonlar, Moğollar, Araplar, kanların­
daki karışıklığa karşın kendilerini öyle, yani başka soy­
lardan ayrı görür ve doğal olarak aynı tasarımsal soydan
gelenler arasında, bu içten kanı dolayısıyla bir dayanışma,
bir yakınlık, bir kardeşlik duygusu oluşur. Aslında ulus-
luk da, ister düşsel ve tasarımsal, isterse gerçek neden ve
etkenlerden doğmuş olsun, duyguların paylaşılmasından
başka nedir? Bilindiği üzere kimi düşünce ve kanılar
vardır ki, gerçeğin anlatımı olmasa bile, gerçek sayıldığın­
dan, başlıbaşma bir güç oluştururlar. Mareşal Fouche,
Marne savaşında Fransız askerinin yüreklilik ve kahra­
manlığını harekete geçirmek için durmadan eski Fransız

3<)
I

soyundan söz ederdi. Gerçekte Mareşal Fouche, Fransız


soyunun bulunup bulunmadığını araştırmayı hiç bir vakit
düşünmemiştir. Biyoloji uzmanları ve insanbilimciler, soy
ilkesinin bir kuruntudan başka şey olmadığını, ciltler
dolusu bilimsel yazılarla kanıtlayabilirler. Ama ciltler
dolusu yazılarla bu kuruntunun etkisini ortadan kaldır­
mayı başaramazlar. Şu kadar ki, bugün ülkelerin çoğun­
da ortak eğitim, ortak çevre, ortak duygular gibi kimi
etkenler vardır ki soyun etkilerini giderir; değişik soylar­
dan gelme gruplardan ayırdedilmesi olanaksız bir bütün­
lük oluşturur. Bugükü Avrupa'da, çoğunlukla değişik soy­
lardan gelme grupların oluşturduğu uluslar yaşamak­
tadır. Bundan dolayıdır ki, Ziya Bey'in tanımında soy
öğesi, olumsuz ölçüler arasında anılmıştır.

* M *M tU U U U U llU lU İU llİıU ıu.


COĞRAFYA ETKENİ

Merhum üstadımızın yukarda anılan tanımında yadır­


ganan ve tartışılmaya değer görülen bir yan varsa, o da
coğrafya etkeninin ulusu belirlemede etkisiz etkenler
arasında sayılmakta olmasıdır. Aslında bu önemli etkeni
eğitimden ayrı tutmaya olanak bulunabilir mi? Coğrafya
etkeni demek, asıl olarak çevre ve eğitim demektir.
Sürekli olarak aynı ülkede yaşayan, aynı yasalara, aynı
iklimin etkilerine, aynı toplumsal ve ekonomik koşullara
bağımlı olan bireylerin ruhlarının kaynaşmaması ve
böylece bu bireylerin bir bütünlük, bir ulus oluşturma­
maları olanaksızdır. Bütün uygar ulusların tarihleri buna
tanıktır. Bu konuda bir yanlış anlayış bulunduğunu kabul
etmek zorunludur. Merhum, olsa olsa ulus Nation ile
etnik öğe Nationalite kavramlarım birbirinden ayrırdet-
memiştir. Bu da Türkçülüğün Esasları adlı kitabındaki şu
paragrafdan anlaşılmaktadır: "Coğrafyacı Türkçülere göre
ulus, aynı ülkede oturan halkların toplamı demektir.
Onlara göre, örneğin bir İran ulusu, bir İsviçre ulusu, bir
Belçika ulusu, bir Britanya ulusu vardır. Oysa İran’da
Fars, Kürt ve Türk'ten oluşmak üzere üç ulus, İsviçre'de
Alman, Fransız, İtalyan'dan oluşan yine üç ulus,
Belçika'da Fransız kökenli olan Valonlarla Cermen köken­

41
li olan Flamanlar vardır. Büyük Britanya adalarında ise
Anglo-Sakson, İskoçyalı, Galli, İrlandalı adlarında dört
ulus vardır. Bu değişik toplumlarm dilleri ve kültürleri
birbirinden ayrı olduğundan, herbirinin bütününe ulus
adını vermeye olanak yoktur."

Görülüyor ki merhum, bir İran, bir Belçika, bir


İsviçre, bir İngiliz ulusunun varlığını kabul etmiyor. Oysa
bugünkü "Ulus - Nation" anlayışına göre bunlar bağımsız
ve bölünmez birer ulus oluşturmaktadırlar. Gerçi İran'da­
ki Kürt ve Türk, İngiltere'deki İskoçyalı ve Galli öğelerin
etnik açıdan özellikleri vardır. Ama ulusluk olarak öteki
yurttaşlarından ayrı, gayrı sayılamazlar.

Bu ayrılığı kabul edersek, bugünkü Avrupa ülkelerinin


çoğunu ve özellikle Kuzey Amerika'yı ulusal birlikten büs­
bütün yoksun saymak gerekir.

Özellikle İsviçre ve Belçika ulusları, Genel Savaş gibi


tarihte benzeri görülmemiş bir bunalıma, bir acı sınav ve
denemeye bile direnmişlerdir. Soy ve köken bağlarına,
duygusal ve doğal eğilimlere karşın, gerek Belçika'da,
gerekse İsviçre'de ulusal birlik ve dayanışma bütün
gücüyle varlığını korumuştur. Bu üç halk arasındaki dil
farkı, olsa olsa etnik öğe farkı oluşturur ve yukarda da
açıklandığı üzere etnik farklar birliğe, ulusal dayanışmaya
hiçbir zarar veremez. Bu da şundan bellidir ki, Fransızca
konuşan bir Lozanlı, dünya görüşü, ruhsal özellik,
düşünüş biçimi, huy ve davranış bakımlarından yine
Fransızca konuşan bir Parisliden daha çok, Almanca
konuşan bir Zürihliye yakındır.

42
Merhumun coğrafya diye tanımladığı ülke ve çevre bir­
liği öylesine güçlüdür ki, ünlü Herder ulusluğu oluşturan
başka bütün etkenleri büsbütün bir yana bırakarak, "ülke
demek, ulus demektir." savında bulunmuştur. Herder'in
abarttığı düşünülebilir. Ülke ya da çevre, ulusluğun oluşu­
munda başlıca etken olabilir. Ama tek başına ulusluğu
ortaya çıkaramaz.

Ne tarihte, ne de çağımızda, aynı toprağın ürünü


olmayan bir ulus yoktur. Gerçi kimi yazarlar ülkesiz ulusa
örnek olmak üzere Çingeneleri gösteriyorlar. Oysa Çin­
geneleri ulus niteliğinde saymak doğru olamaz. Onlar,
olsa olsa, bütün bireyleri aynı toplumsal gruba giren bir
etnik öge sayılabilir.

Renan'ın ulus konusundaki şu ozanca tanımlaması,


gerçekten pek anlamlıdır: "Bir ulus, belli bir insan
yığınının bir toprak parçasıyla evlenmesinden doğar."

Ancak, yanlış anlaşılmasın! Coğrafyayı temel almakla,


"toplumsal tip"in toprak ve iklimin ürünü olduğunu öne
süren Demolin'in bilinen görüşüne katılmış olmuyoruz.
"Toplumsal tip"i, merhum üstadımızın pek güzel kanıt­
ladığı üzere, yine toplumsal çevre, yani ortak eğitim, ortak
yaşam koşulları ortaya çıkarır. İklimin etkisi ikinci dere­
cede gelir. Ama ortak eğitim, ortak yaşam koşulları, ortak
toplumsal çevre, ortak çıkarlar, ancak coğrafya birliği ile
olanaklıdır. Camille Julien, Fransız ulusundan söz
ederken sözlerini şöyle bitiriyor: "Fransızlar, ortak toprak
sayesinde, Gaulois, Breton, Frank ve benzeri adlar altın­
da, binlerce yıl ulusal dehanın ölümsüz tohumunu koru­
mayı başarmışlardır."

Bir başka Fransız yazar, aynı ilkeyi izleyerek, "Fransız


ulusal varlığını hazırlayan bir Genius Loci , yani bir yerel
deha vardır." diyor.

Şimdi artık gerek merhum öğretmenimizin, gerek


Ahmet Bey'in aynı ilkelere bağlı kalarak gösterdikleri
olumlu etkenleri daha büyük bir açıklık ve kesinlikle
inceleyebiliriz.

Merhum üstadımız:

"Dil, din, ahlak, güzel sanatlar, yani eğitim."

Ağaoğlu Ahmet Bey:

"Dil, din, dilek."

diyor. Türkçülüğün iki önde-geleni dil ve din konusunda


görüş birliği içindeler. Yalnız üçüncü etkene biri dilek,
öbürü eğitim diyor. "Dilek" de aslında eğitimin ürünü
olduğundan, bu konuda da görüş birliği var demektir.

Şu kadar ki, sonuçta aynı olan bu iki tanımı çıkış


noktası almakla birlikte, dilek ve Ziya Bey'in yazılı teri­
miyle eğitim ve bu satırların yazarının yine merhumdan
aldığı terimiyle "düşünce"den başka, ilk iki etkenin etki­
sinin saltık olmadığını kabul etmek zorunludur.

Önce dini ele alalım:

Din birliği: Hiç kuşku yok ki din birliği Türklüğün en


önemli direklerinden biridir. Yukarda sözünü ettiğimiz

44
Boşnaklık söyleşisinden de anlaşıldığı üzere, kimi durum
larda dil birliği bulunmadığı halde, yalnız din birliği
sayesinde düşünce ve Ahmet Bey'in terimiyle dilek oluşur.
Yurdumuzda yüzbinlerce nüfus vardır ki, en çok din bir­
liğinin yardımı ve yere, zamana uygun bir yönetim siyaseti
ile Türklüğe pek çaıbuk kaynaşıp uyum gösterebilirler. Bu
bakımdan özellikle doğu illerinin bir bölüm halkını örnek
olarak anmaya gerek var mıdır? Ama şurası da yadsına­
maz ki, dinin düşünce üzerine etkisi bir ölçüye kadar
olup görelidir. Çağdaş ulusal bilinçten yoksun olanlar için
din demek her şey demektir. Ama laiklik çağında dinin
genel yaşamdan çekilip bireylerin vicdanına sığındığı bir
zamanda, din ve mezhebin her durumda ulusal
düşüncenin ayrılmaz parçası olduğu savı, Türkçülüğün
iki ustasına nıal edilemez. Bu düşünceyi kabul edersek,
bugün Bosna-Hersek'te yaşayan milyonlaca müslümanm
yurttaş niteliğinden yoksun kalması, Arnavutluk'ta
Müslüman ve Hristiyan Arnavutların, Suriye'de Hristiyan
Araplarla Müslüman Arapların, Hindistan'da Müslüman
Hintlilerle Budist Hintlilerin ayrı ayrı uluslar olduğunu,
mezhepçe Musevi oldukları halde İtalya'da Başbakanlığa
dek çıkmış olan Lotsatiller'in (?), Savunma Bakanlığı yap­
mış olan General Otolangiller'in (?) İtalyan olmadıklarını,
Alman ulusunu savaştan sonra uğradığı derin aşağılan­
madan kurtaran devlet adamlarının ön sıralarında yer
alan ve gericilerin hain kurşunlarına kurban giden
Ratenav'larm Alman olmadıklarını, İngiliz kabinelerinde
her zaman seçkin yerler alan Lord Reading'lerin, Sir
Rofus'larm İngiliz olmadıklarını kabul emek gerekir.

45
Böyle bir sanının ne merhum üstadımızın, ne de Ahmet
Bey'in us ve düşünden hiç mi hiç geçmediği açıktır.

Profesör Hoze, ulusluğun temellerini incelerken din


etkeni üzerinde şunları yazmıştır:

"Din etkeni pek önemlidir. Katolik olan Lehistan


halkınınm, soyca kardeşleri olan Slavların yanında ulusal
varlıklarını korumayı başarmaları, Ortodoks olan Slavlar
ile Protestan olan Doğu Almanya halkı arasında bulun­
malarından ileri gelir. İrlanda'nın yaşamını sürdürmeyi
başarabilmesi de, protestan olan İngilizler ile aralarında­
ki din farkından ve anlaşmazlığından dolayıdır. Güney ve
Balkan Sİ avlarında din, her zaman ulusluğun tanıtıcı özel­
liği öneminde bulunmuştur. Ama buna karşılık ne kadar
çelişkili olay ve gerçeklikler vardır! Yüzde otuz altısı
Katolik olan Almanlar, üç, dört mezhebe bölünmüş olan
İsviçre ulusu, sayısız laik mezheplere ayrılan genç
Amerikan ulusu, hiçbir vakit din ve mezhep çerçevesine
giremez. Uluslar yükseldikçe, günden güne, bağırlarına
değişik dinsel öğeleri kabul ederek katıyorlar. Bugünkü
çağdaş yaşam ve bu yaşama bağlı bulunan akımlar, ulus­
luğu yavaş yavaş laikliğe doğru yöneltiyor. Nitekim bugün
bütün toplumsal olay ve kurumlar da laikliğe doğru
yürümektedir."

Konuyu gereğince derinleştirirsek görürüz ki, birçok


durumda din, ulusluğu ortaya çıkarmak şöyle dursun,
büsbütün uyuşturur. Bunu da en çok Türkçülük usta­
larının herkesten daha iyi bilmeleri gerekir. Osmanlılık

46
döneminde Türk ulusal bilincinin bilinmeden kalmasına,
Türklerin uzun süre ulusal anlayıştan yoksun bulunması­
na, Türkiye'de ulusseverliğin uyanmamasına neden, dinin
genel yaşama egemen olması değil midir? Dinin bu ege­
menliği döneminde Türk’ün kendine özgü bir edebiyatı,
bir kültürü bulunmadığı gibi, ulusal bilinci de büsbütün
duyulmaz durumdaydı.

DİL: Dil etkeninin özel önemini uzun uzadıya açıkla­


mağa gerek görmüyorum. Maye'nin açıkladığı üzere "dil,
ulusları birbirinden ayıran en önemli, en açık ve en etkili
öğedir." Fransa'da başka başka öğeler olan "Şelflerin,
"Frankların ve "Burgon"ların ... dil aracılığıyla Fransızlığa
uyarlandıklarını tarih kanıtlamıyor mu? Yalnız
Fransızlarda değil, bugünkü başka uygar uluslarda da dil
aracılığıyla başka uluslara uyarlanan pek çok grup vardır.

Bugünkü Avrupa'ya dikkatle bakarsak görürüz ki,


uluslar arasındaki çekişmelerde en çok dile önem verili­
yor. Rumeli'de çapraşık bir biçimde karışmış olan Rum,
Bulgar, Ulah, Arnavut gibi Hristiyan öğeleri birbirinden
ayrırdetmek için dilden başka yol bulunmamıştır. Dilleri
birbirine benzeyen uluslar, kendilerini "dildaş"larından
ayırdetmek için pek çok çaba harcıyorlar. Örneğin
Almanca konuşan İsviçreliler Alınanlardan ayırdedilmek
üzere yerel ağızları tam bir özenle koruyup geliştirmeye
çalışıyorlar. Norveçliler dillerini Danimarka dilinden ayır­
mak içm türlü türlü düzeltimlere girişiyorlar. Yeni bir
devlet kurmuş olan Çekler ulusal dile öylesine bir katılık­
la sarıldılar ki, uluslararası nitelik taşıyan "teatr" (=tiyat­

47
ro, Ö.O.) gibi sözcükler için bile Çekçe sözcükler kullan­
mağa yelteniyorlar.

Bizde de Türkçülüğün en birinci belirişi dil alanında


başlamadı mı? Türkçülerin ilk işi, Selanik'te 'Yeni dil"
adıyla bir akım başlatmak olmadı mı? Bu yeni dil akımı
nedeniyle kalem adamlarının Arap- ve Acem-tutkunluğu­
na, edebiyatçı ve dahası gazetecilerin terim-uydurmacılığı-
na son verildi. Dilin arınması beklenenin üstünde bir
hızla bir oldu-bitti durumuna geldi,

Hindistan'da da ulusal uyanışı geliştirmek için, ulusal


uyanış savaşçıları en çok dile önem veriyorlar. Bu konuy­
la ilgili olarak, "Makalat-ı Cemaliye" adı ile ve Farsça
olarak Hindistan'da yayınlanan dergide, Doğunun pek
ileri düşünürlerinden Şeyh Cemaleddin Afgani'mn, dil bir­
liğinin önemi hakkındaki şu yazısı dikkate değer:

"Dil birliği şaşırtıcı bir ilişki kurma yoludur. ... Soy


birliğinin başka ayırdedici niteliği ve ruh yaşamı yoktur. ..
İnsanlar arasında kapsam alanı geniş olup birçok bireyi
birbirine bağlayan iki bağ vardır: Biri dil birliği, öteki
din ...

Dil birliğinin, yani soy birliğinin (soyun, ulusluğun)


dünyadaki kalıcılığı ve sürekliliği, hiç kuşku yok ki din­
den daha büyüktür. Çünkü az bir zaman içinde değişmez.
Oysa İkincisi böyle değildir. Bir dili konuşan soyu görürüz
ki, dil birliğinden ileri gelen özelliğine bin yıllık bir zaman
içinde bile bir zarar gelmediği halde, iki üç kez din

48
değiştiriyor. Biliyoruz ki dünya işlerinde dil birliği bağının
etkisi, din bağlılığından daha güçlüdür. Bunun içindir ki
Hristiyan bir Yunanlı, puta-tapıcı olan Eflatun, Aristo,
Sokrat bağlılığından dolayı öğünür. Oysa Hindli bir
Hristiyanm, dinsel birlikten dolayı Hristiyan Newton ve
Galile ile öğünç duyması hiç de beklenen birşey değildir.
Niteliği dil birliğinden ibaret olan soy birliği, git gide
yabancıları bile kendi alanı içine alarak, işbu birlikle nite­
lenen boydan başka toplulukları güçlendiriyor ve başka
soyların yanında onların değerlerim belirliyor, ün ve
büyüklüklerini yabancı oymaklara da kabul ettiriyor.
Değişik boylar bu birlikle bu düzeye vardıktan sonra, bir
araya gelen güçleri yardımıyla, dünyada dinsel mutluluk
sayılan her konuda başarılı olurlar."

Görülüyor ki Müslüman ve budist Hindlileri İngiliz


egemenliğine karşı birlik içinde bir kiüe olarak davran­
maya yöneltmek amacını izleyen Doğulu Şeyh Cemaleddin
Afgani ile Batılı düşünürlerin düşünceleri arasında bu
konuda hiçbir fark yoktur.

Ama din bölümünde açıklandığı üzere bu konuda dile


bile sınırlayıcı ve kısıtlayıcı bir nitelik bağlayıp sınırlamak
doğru değildir. Çünkü, yukarda da biraz değinildiği üzere,
başka başka diller konuşan aynı ulustan bireyler yok
değildir. Dil birliğinden yoksun oldukları halde, bugünkü
Avrupamn en güçlü ve birliği en ileri uluslarından sayılan
İsviçre ve Belçika ortada iken, ulusluk konusunda dil
etkenine tekel tanımaya olanak var mıdır? İsviçre'de

49
Fransız, İtalyan, Alman ve Romenceden oluşan dört dil
bulunduğu gibi, İsviçre'nin her bir bağımsız kontonunda

da ayrı ayrı ağızlar vardır.

Belçika'da iki dil vardır ki, birbirinin son derecede can


düşmanı olan iki soy ile ilişkilidir. Halkın bir bölümü için­
den pazarlıklı olmaksızın Fransızca konuştukları halde,
başka bir bölümü Almancanm bir ağızı durumunda olan
Flamanca konuşur. Savaştan önce ve savaş sırasında
kimilerince dil farklılığının, Valonlarla Flamanları bir­
birinden ayıracağı sanılıyordu. Ama yukarda yeri
geldiğinde açıklandığı gibi I. Dünya Savaşı bu ayrılık
kaygısının yersiz bir korkudan başka bir şey olmadığını
kanıtlamıştır. Şurası şaşırtıcıdır ki, Valonlarla Flamanlar
arasında ulusal birlik, Belçika Devleti’nin topraktan büs­
bütün yoksun bulunduğu savaş ortamında, ülkeyi işgal
eden Almanların başvurduğu bütün baskı yollarına
karşın, bütün gücüyle kendisini göstermiştir.

Ancak bunca uzaklara gitmeye ne gerek var? Çevre­


mize dikkatli bir göz gezdirirsek gerçeği bütün çıplaklığı
ile görebiliriz. Ülkemize göç ederek gelmiş olan binlerce
Giritli vardır. Ülkemizde öğrenim görmüş olan Giritlileri
bir yana bırakalım, bu göçmenlerin pek büyük bölümü
Rumcadan başka dil konuşmazlar. Türkçeyi öğrenenler
bile aralarında Rumca konuşmayı yeğlerler. Bunların bir
bölümü yarım yüzyıldan daha uzun bir süre önce
Türkiye'ye gelip Tarsus dolaylarındaki Türk köyleri
arasında yerleştikleri halde, bugün bile Rumcayı anadil­
leri olarak korumayı sürdürüyorlar.

50
Düşünce ve inanç olarak arı-duru Türk oldukları
halde bu yurttaşları Rumca konuştuklarından dolayı
Türklük topluluğunun dışında saymak hiç kimsenin
usuna gelir mi? İzmir sokaklarında açıktan açığa Rumca
konuşan birçok Girit Türkü’ne rastlanır. Bu Rumca
konuşmayı işitenler ellerinde olmadan içlerinde bir
kızgınlığa kapılsalar bile, hoşgörü göstermek zorunda
bulunuyorlar. Çünkü geçici ve zorunlu bir dönemden
başka bir şey olmadığını ve birkaç yıl sonra bu dönemden
iz kalmayacağım herkes bilir ve anlar.

Ülkemizde İspanyolca konuşan Musevi yurttaşlar da


vardır. Ulusluk konusunda dile saltık bir yer verilir ve dil
tek etken sayılacak olursa, onları İspanyol saymak
gerekir. Oysa beş yüz yıl önce İspanyolların dinsel bağnaz­
lıklarına kurban olarak ülkeden kovulup sürülen
Museviler ile İspanyollar arasında herhangi bir bağ ve iliş­
ki bulunduğunu öne sürmek saçmalık olur.

51
■'•i
ULUSLUK DEMEK, DÜŞÜNCE
YAPISI DEMEKTİR!

Ulus olmayı sağlayan etkenlerin aynı ulusta


birleştiği seyrek görülür.

(Gustave Lebon)

Bütün bu açıklamalardan şu sonuca varıyoruz ki:

"Din, dil ve dilek"! ulusluğutı üç temel öğesi saymakla


birlikte, bunların hiçbirine ne saltık bir yer, ne de tek
etken olma hakkı tanınamaz. Bundan dolayı ulusluk için
en doğru ve özlü tanım, yine Ahmet Bey tarafından belir­
tildiği üzere:

"Kimi inceleyiciler ulus olmanın, bir düşünce işi


olduğunu öne sürmüşlerdir. Bize göre de ulusluğun en
doğru ve en bilimsel tanımı budur."

Bu satırlarıyla Ağaoğlu Ahmet Bey, yukarıda rahmetli


üstadımızdan aktararak öne sürüp açıkladığımız 'anlayış'
görüşüne katılmış oluyor. Aramızda yalnız terim ve deyim
farkı vardır. Çünkü dilek, anlayış ve düşünce biçimi, bir­
birinden biraz farklı da olsa, asıl olarak aynı kavramı
anlatırlar.

53
Bundan dolayı, "dil, din, dilek' ilkesini bağlayıcı ve
sınırlayıcı bir anlamda almayıp, çözümleyici ve deneysel
nitelikte bir özdeyiş saymak zorunludur. Gerçi her üç
etken de düşünce biçiminin ürünüdür. Her bir etkenin
etki ve önemi ise yere ve zamana, konu ve ortama göre
değişir. Kimi çevrelere göre din, düşünce biçiminin temeli­
ni oluşturduğu halde, başkalarına göre düşünce biçimi,
en çok dil ve eğitim ürünüdür.

Zamanımıda "ulusların ruhu" ile en çok uğraşan ve bu


konuda en ünlü yapıtları ortaya koyan Gustave Lebon,
sorunu şu özdeyişle özetlemiştir:

"Ulusluk, dört değişik etkenle ortaya çıkabilir: Irk, dil,


din ve çıkar; şu kadar ki, bu dört etkenin aynı ulusta bir­
leştiği çok seyrek görülür."

Gustave Lebon'un bu özdeyişinden yalnız son bölümü


kabule değer görürüz. Biz daha ileri giderek, bir ya da iki
ayrık durum bir yana bırakılırsa, Avrupa ve Amerika'da
ulusluğu yapan etkenlerin tümünü üzerinde toplayan
hiçbir ulus bulunmadığını kesin olarak söyleyebiliriz.
Ancak adı geçen düşünürün ulusluğun temelleri olmak
üzere üzerinde durduğu etkenlerden dil ve din dışındaki­
leri, düşüncemize tam olarak uygun görmüyoruz.

Irk İlkesi: Yukarıda yeri geldiğinde açıklandığı gibi, ırk


ilkesi zamanımızda hiçbir yerde yoktur. Yalnız kimi
durumlarda düşsel ve sanal bir biçimde belirir. Ünlü
toplumbilimcilerden ve Sorbonne profesörlerinden
Camille Juliane'm pek yetkin biçimde kanıtladığı gibi,

54
zamanımızda ırk savı, karışıklık çıkarma niyetinden
başka bir şey değildir. O'na göre ırk, yalnız zamanımızda
değil, daha tarih-öncesi zamanda bile anka kuşu gibi adı
var kendi yok bir şeydi. Tarih sonrası dönemde Cermen
yayılmaları, Orta Çağ savaşları, göçler, vb., zaten var
olmayan ırk kavramını siyasal değerden büsbütün yoksun
kılmıştır. Bunun içindir ki bugün ulusluk konusunda ne
bilimsel incelemelerde, ne de gerçek yaşamda ırk
kavramının hiç üzerinde durulmaz.

Çıkar İlkesi: Gustave Lebon'un sözünü ettiği etkenler


arasında "çıkar" etkeni vardır ki, burada şimdiye kadar
üzerinde durulmamıştır. Gerçekte ulusluk konusunda
çıkar etkenini bir yana bırakmak doğru değildir. Yalnız
çıkar etkisiyle din ve tür değiştiren öğelerin tarihte
yüzlerce örneği vardır. Baktığını gören bir gazete yazarı
ulusluk konusundan sözederken şu görüşü öne sür­
müştür: "Irk birliği, dil birliği, tarihsel dayanışma gibi
etkenlerin yanında ve belki hepsinin üzerinde maddi
çıkarları gözönüne almak gerekir. Kimi grup ve kitleler,
güçlü ya da güçlü olmak üzere bulunan bir ülkenin doğal
zenginliklerinden, maddî güçlerinden ve araçlarından pay
almak için kuruntu ürünü olan öğelerinden vazgeçmekte
duraksamazlar. 19. yüzyılın ikinci yarısında bunun pek
çok örnekleri görülmüştür.

Johanne, alaylı bir dille diyor ki:

"Ulusluk ilkesi çıkarın etkisiyle yer ve zamana göre


türlü türlü kılıklara bürünür. Gerektiğinde kendisini

55
olağanüstü ülkücü gösterdiği gibi, gerektiğinde çıkarcılığı
ileri sürmekten çekinmez. Kimi kez uzlaşmacılığı tutar,
sırasında barışçılığı da elden bırakmaz."

Yine de "çıkar"ı ruh üzerinde etkide bulunan etkenler


arasında anmak doğru değildir. Çünkü çıkar kişisel ve
göreli bir konudur. Kimilerinin çıkar saydıkları şeyi
başkaları kötülük sayar. Aynı topluluğun bireylerinin
çıkar konusundaki görüşleri bile, içinde yer aldıkları sını­
fa göre değişebilir. Kimi kez maddî, kimi kez manevî çıkar
üstün gelir.

Şunu da gözden uzak tutmamak gerekir ki, çıkar, ister


maddî, ister manevî olsun, ancak başlangıçta etkili ola­
bilir. Ulusal ruh oluştuktan sonra çıkara hiçbir rol
kalmaz. Başlangıçta başka başka diller konuşan, başka
başka dinlerden olan grup ve bireyleri maddî ya da
manevî çıkar birbirine yaklaştırır, aynı ulus potasında
kaynaştırır, değişik parçalardan bir bütünlük ortaya
çıkarır. Ama zamanın geçmesiyle ortak çıkarlar bilinci ve
kavramı büsbütün ortadan kalkar, bilinçaltı katmanlarına
iner. Ortada bilinçli olarak bir ortak bilinç, ortak bir
toplumsal istenç kalır ki, en ağır bunalımlara, en korkunç
sarsıntılara karşı bile direnç gösterir; sırası gelir ki, değil
çıkar, can ve yaşam bile esirgenmez.

56
UYUM NASIL OLUR?

İnsanlar, içinde yaşadıkları ülkenin ürünüdür.


İklim ve toprağın basm ış olduğu dam gayı
yüzyıllar bile silem ez.

Victor BĞrarcl

Artık sanırım önceki bölüm bize uyumun yollarını


göstermek için yeterlidir. Ulusluğu oluşturan öğeler belli
olduktan sonra, uyum yollan açıkça biliniyor demektir.
Ulusluk ilkelerini birer birer gözden geçirerek Türk sayıl­
mayan öğeleri gerçek Türk öğesinden ayıran etkenlerin
nelerden oluştuğunu saptamak ve ondan sonra bu
ayırdedici belirtileri ortadan kaldırmanın yollarını
araştırmak gerekir.

Bu yöntemle incelemeye girişirsek pek tuhaf ve


şaşırtıcı sonuçlara varabileceğimize inanıyorum. O zaman
bugün "Türk" olmadığını sandığımız öğelerin, aslında
sanıldığı kadar Türklükten uzak olmadığını göreceğiz.

Bu ayırdedici belirtileri saptamaya girişince, özellikle


Devrimden sonra Türklerle Türk sayılmayan öğeleri bir­
birine bağlayan ve yüzeysel bakışlardan gizli kalan pek

57
önemli etkenler bulunduğunu şaşırarak görürüz. Önce
bunları açıklayalım:

Toplumsal Çevre: Bir ülkede sürekli ve verimli bir


biçimde birlikte yaşayan bireyler, kuşku yok ki aynı
toplumsal çevrenin etkileri altında kalırlar. Toplumsal
çevre, bir ülkeye özgü olan maddî ve manevî yaşam
koşullarının tümünün sonucudur. Yaşam biçimi iklim ve
ekonomik yaşamın genel koşullarına göre belirlenip
gerçekleşir. Aynı iklim, toplum ve ekonomi koşulları altın­
da bulunan bireylerin karakterleri, az-çok farklarla, bir­
birine pek yakın olur. Toplumbilimcilerden biri, abartılı
bir deyişle "Uluslar, içinde yaşadıkları ülkenin ekonomik
düzenine göre oluşurlar." demiştir. Türlü ülkeleri gezip
dolaşarak Almanya, İngiltere, İran, Türkiye ve Rusya'da
yaşayan uluslar üzerine uzunuzadıya incelemeler yapmış
olan ünlü yazarlardan Victor Berard, bütün gezi notların­
da şu ilkeyi temel alıyor: “İnsanlar, üzerinde yaşadıkları
ülkenin ürünüdürler. Toprağın, iklimin basmış olduğu
damgayı yüzyıllar silemez."

Kimi insanbilimciler, insanları hayvan türlerine ben­


zeterek, her yerin kendine özgü hayvan türleri varlığı
olduğu gibi, her ülkenin de kendine özgü insanları
olduğunu düşünüyor ve insanlar için "Fauna social"
(= toplumsal örtü) deyimini kullanıyorlar. Bundan dolayı,
toplumsal çevre ortaklığı açısından bakarak, bu ülkede
yaşayan öğeler, Türk olsun ya da olmasın, aynı cinse, aynı
gruba girerler ve kimi yazarlara göre yalnız bu ortaklık
dolayısıyla bile aynı ulustan sayılırlar.

58
Aslında bir ulusun en birinci ayırdedici özelliği kültür
değil midir? Kültürü incelersek görürüz ki ülkemizde
yaşayan Türk - Türk olmayan, Müslüman - Müslüman
olmayan halkın kültürü bir ölçüde ortaktır. Rahmetli
üstadımızın (Ziya Gökalp, Ö.O.) tanımına göre "Kültür, bir
ulusun dinsel, ahlaksal, hukuksal, düşünsel, sanatsal,
dilsel, ekonomik, teknik yaşamlarının uyumlu bir
toplamıdır.”

Bu tanımda sözü edilen etkenlerden din ve dil bir yana


bırakılacak olursa, öteki etkenlerin hiçbirinde, tür ve
yaşama biçimi farkı göze çarpacak bir ölçüde değildir.

Ahlak: Ahlak bakımından değişik öğeler arasında fark


yok değildir. Ama bu farklar, ortaklaşa öğelere göre hiç
oranındadır. Bu gibi farklar aynı öge içindeki değişik
toplumsal sınıflar arasında da bulunur. Örneğin eğitim
görmüş ve görmemiş iki Türk ya da yaşamını memurluk­
la geçirmiş olan bir Türk ile ticaretle uğraşmış olan bir
Türk arasında ahlak bakımından elbette fark vardır. Bu
fark, belki aynı toplumsal sınıfta olan değişik grupların
üyeleri arasındaki farktan daha güçlüdür. Yine de ülkede,
siyasal çizgiler açısından değişik toplumsal sınıfları ve
değişik etnik öğeleri kapsayacak bir ahlâk birliği bulun­
madığı öne sürülemez. Çünkü yukarıda açıkladığımız
gibi, ahlak da toplumsal çevrenin ürünüdür.

Hukuk: Dinsel ayrıcalıkların yürürlükte olduğu


zaman, değişik etnik öğeler arasında kişisel haklar
alanında bir ölçüde ayrılık - gayrılık vardı. Ama

59
Cumhuriyet Hükümeti tarafından gerçekleştirilen hukuk
devriminden sonra, değişik öğeler arasında zerre kadar
hukuksal fark olduğu düşünülemez. Bundan dolayı, bu
yurtta bütün halk aynı hukuk sistemine, aynı yasaların
etkilerine bağlı bulunuyor.

Düşünsel ve sanatsal Özellik: Bu ülkede yaşayan öğe­


ler aı asıııda düşünsel ve sanatsal birliği önemli bir ölçüde
bozacak hiçbir etken yoktur. Hasköy ya da Balat
Yahudisi’nin müzik zevkleriyle Kasımpaşa ya da Anadolu
Türkünün müzik zevklerini birbirinden ayırmağa olanak
var mıdır? Samsun, Erzurum ya da Kayseri'den İstanbul'a
gelen Ermeniler ile yine o yöreden buraya gelen Türkler
arasında sanatsal ya da düşünsel düzey bakımından ne
fark vardır? Alaturka müziğin ses ve saz sanatçıları
çırasında Ermeni ya da Musevilerden seçkin kişiler az
mıdır? Sözde Avrupa kültürüne benzeşmiş Beyoğlu
çevrelerinde vakit geçiren pek çok Ermeni ve Musevi
aydınları bilirim ki alatürka müziğe bayılırlar. Sözde
alaturka müzikten zevk almak bir bilgisizlik göstergesi
imiş gibi, bu içsel eğilimi biraz utanarak itiraf ederler.

Ekonomik, teknik etkenler: Ekonomik ve teknik


ortaklığı kanıtlamak için uzun uzadıya uğraşmağa gerek
görmüyorum. Ekonomik düzen ülke ve devlet işidir, etnik
öğe konusu değildir. Ülkede sanayinin geri bir düzeyde
kalması, tarım tekniklerinin ilkel bir durumda olması,
mali yöntemlerimizin ileri düzeye ulaşamaması gibi
durumlardan yalnız şu ya da bu etnik kesim etkilenmez:
bütün ülke halkı değişik ölçülerde bu düzenin etki-

60
terinden yararlanır ya da zarar görür. Ulusal ekonomi tam
anlamıyla ulusaldır, hiçbir zaman etnik nitelikte olamaz.

Kültürün etkenleri arasında, ayrılık - gayrılığa yol aça­


bilecek olanlar yalnız din ile dildir. Laik bir cumhuriyette
dini bireysel vicdanlara bırakan ulusçuluk döneminde,
ulusluk alanında dinin kesin ve tekel biçiminde bir etkisi
olamayacağını yukarıda açıklamıştık. Geride yalnız dil
konusu kalıyor.

Anadili: İşte Türkleştirme, uluslaştırma amacı yolun­


da en birinci aşama kuşku yok ki dilin, Türkçenin
genelleştirilmesidir. Onun içindir ki, Türklüğün başlıca
bekçileri olan Ocaklılar, en önce bu konuyla İlgilenmeye
başlamışlardır.

Burada dilden amaç, kuşku yok ki anadilidir. Çünkü


anadili eğitimin temel dayanağıdır. "İnsan en içten, en
derin duygularını ilk eğitim zamanında annesinin
kucağında, annesinin dili ile alır; daha beşikde iken işit­
tiği ninnilerle annenin ya da büyükannenin kucağında
dinlediği öykü ve masallarla anadilinin etkisi altında kalır.
Ruhumuzu oluşturan bütün ahlakî ve sanatsal duygu­
larımızı anadili aracılığı ile almışız."

Dil yalnız bir sözcükler yığını değildir. Dilbilgisi,


sözdizimi ve sözcük türetme kuralları dolayısıyla kendine
özgü bir düşünme düzeni ortaya çıkar. Aynı dili konuş­
mak, bir ölçüye kadar aynı biçimde düşünmek demektir.
Ayrı dilleri konuşan iki kişinin aynı biçimde düşünmeleri
çok güçtür. Bir düşünür, 'bir çok diller konuşmak, bir çok

61
ruha sahip olmak demektir’ demiştir. Ama bir adamın iki
ruhu olamaz. Yalnız anadili ruhun dilidir.

Tarih de göteriyor ki anadili olmasaydı bir çok uluslar


bugün var olmayacaktı. İtalyan İllerini bir zamanlar bir-
birleriyle yüzyıllar boyu acımasızca . savaşmaya
sürükleyen siyasal anlaşmazlıklara karşın, en sonunda
bir İtalyan ulusunun ortaya çıkması, dil birliğinin sonucu
değil midir? Alman birliğinin ortak birimi de dilden başka
bir şey olmamıştır.

Bundan dolayı, gerçek Türk olmak isteyen öğeler,


Türkçeyi resmi dil olarak değil, anadili olmak üzere
kendilerine mal etmelidirler. Yurttaşları ulusallaştırmak
amacıyla Türkçenin yaygın ve genel kılınması için ne
kadar emek harcansa, ne kadar özveride bulunulsa yeri
vardır.

Eğitim: Kuşku yok ki gerçek Türk olmak için Türk


eğitimine de sahip olmak geekir. Ama eğitimi de aktaran
başlıca araç dil değil midir? Dili benimsemek, sonuç
olarak kültürü de, eğitimi de benimsemek demektir.
Bununla birlikte, çevrenin ve birlikte yaşamanın da
eğitime pek çok etkisi olduğu yadsınamaz. Osmanlılık
dönemi, yurttaşları zümre zümre ya da cemaat cemaat
ayırmıştı. Osmanlılık topluluğu, düşsel bir tasarımdan
başka bir şey değildi. Türklük ülküsü bu düşsel topluluk
tasarımını ortadan kaldırdı. Bu düşsel tasarımın yerine
gerçek ve edimsel (fiili) Türklük topluluğunu ortaya çıkar­
mıştır. Türklük ülküsüne doğrulukla bağlı kalmak

62
İsteyenler, bilime, akıl ve mantığa aykırı olan duygulara
ycııik düşmeyenler, bu ülkenin ekmeği ve besinleriyle
yetişen öğeler arasında hiçbir kimsenin Türklük toplu­
luğu dışında asalak durumunda kalmamasına çaba
göstermek zorundadırlar.

Bugün Anayasa hükümleri gereğince yasal olarak var


olan topluluğun, edimsel olarak da kurulabilmesi için bu
zümreler arasında toplumsal ve ekonomik ilişkileri elden
geldiğince arttırmaya çalışmak gerekir. Kültür olarak
daha tam ulusallaşmamış olan zümrelerin bireylerinin,
yalnız tasarımda değil gerçekte de Türk topluluğunun
içinde yer aldıkları inancı hepimizde yerleşirse, ilişkiler,
birleşmeler kendiliğinden oluşur.

63
ADLARIN TÜRKLEŞTİRİLM ESİ

Kari M arx 'M ordehay' adını korumuş olsaydı,


kolay kolay sosyalizmin peygam beri olamazdı.

(Anatole Leroy Beaulieu)

Uyumun tam olması için bir de adların Türkleşti-


rilmesi zorunludur. Ad, ayrılık gayrılığı anlatırsa, bireyin
kendini Türk tanıması ve çevresinde de kendisine Türk
olarak bakılması olanaksızdır. Avrupa'nın birçok ülke­
lerinde ve Amerika'da Musevilerin uyumundan uzun
uzadıya söz eden enstitü önde gelenlerinden Anatole
Leroy Beaulieu, adlar konusunda şunları söylüyor: "Ta
eski çağlardanberi türlü ülkelerde uyum istek ve girişi­
minde bulunan Museviler için adlar büyük bir engel oluş­
tururdu. Bu adlar, onların soy ve bağlantılarını ortaya
koyup açıklayan birer duyuru yazısı gibi görülür. Bu
güçlüğe en çok uğrayanlar, "Eşkinazi" zümresinden olan­
lardı. Çünkü "Sefaradim" zümresinden olan Museviler
Ispanya'ya gelir gelmez adlarını İspanyollaştırmışlardı.
Bundan dolayıdır ki, onlar en kibar salonlara, İspanya ve
Portekiz'in soylularına özgü Medonza, Decastro, Nunez ,
Alvarez, D'Almeida gibi gösterişli adlarla kendilerini tanıt-

65
tırırlardı. Birçokları bu adları ancak Hristiyanlığı zorla
kabul ettiklerinde vaftiz edilirlerken almışlardı. Ama bir
süre sonra Hollanda ve Hamburg'a göçettiklerinde zorla­
ma Hristiyanlığı bıraktı İseler de vaftiz adlarını bırak­
mamışlardı. Bugün bile Amsterdam'da bu Musevi göç­
menlerce yaptırılmış olan eski konaklar görülüyor ki,
başlarında soyluluk arması vardır.

Eskinazi zümresinden olan Museviler bu konuda pek


şanslı olmadılar. Polonya ülkesi Prusya ile Avusturya
arasında bölüşüldüğünde, bu iki devlet Musevileri
PolonyalIlardan ayırıp Almanlığa çekmek için adlarım
almanlaştırmağa zorlamışlardı. Nitekim Fransa'da da
Napolyon zamanında 1808'de bütün Musevi ailelerine
Fransız adları verilmişti. Ne yazık ki 1871'de Cezayir'de
Musevilerin Fransız uyruğuna alınması sırasında bu
önlem alınmamıştır.

Polonya'da Almanya ve Avusturya tarafından


Musevilere verilen adlar pek parlak adlar değildi.
Avusturya ve Prusya memurları, Musevilere dört grup ad
vermişlerdi. Bu grupların herbirine özgü bir de ücret
çizelgesi vardı. Adm incelik ve seçkinliğine göre harç
alınırdı. Hayvan adları ücretsiz veriliyordu. Çiçek ya da
ağaç adları ücrete bağlıydı. Kimi aileler resmi görevlilerin
verdiği adları kabul etmeyerek istedikleri adı alırlardı.
Bunlar arasında ünlü Rotschild ailesi adını mağazaların­
daki tabelanın renginden almıştı. Almanca'da Rotschild
sözcüğü, 'Kırmızı Tabela' anlamına gelir.

66
Museviler daha sonra, bu adlardan çoğunun Alman
adı olmasına karşın, soy ve kökenlerinin anlaşılıp
ayırdedilmesine yol açtığını görerek değiştirmeye koyul­
muş ve onların yerine Almanlardan ayırdedilmelerine yol
açmayacak adlar almışlardır. Musevi aileleri bunu yap­
masalardı, uygarlık dünyasına hizmet etmiş birçok ünlü
kişinin bilimsel görevi güçlüklere uğrayacaktı. Buna bir
örnek olarak, sosyalizmin babası olan Kari Marx,
"Mordehay" adını korumuş olsaydı, etkisi o ölçüde hız ve
kolaylıkla yayılamayacaktı. Kolay kolay sosyalizmin
peygamberi sanma ulaşamayacaktı.

Adların ulusallaştırılması akımı özellikle Macaristan'­


da yaygınlaşmıştır. Orada Museviler, daha Macarcayı
konuşmaya başlamadan ve Almanca konuşuyorken ad­
larını Macarlaştırmaya koyulmuşlardır.

Görülüyor ki eski zamanlarda bile gerek Musevileri


topluma uydurmak isteyen hükümetler, gerekse uymayı
istemiş olan Museviler, en önce adları ulusallaştırmaya
girişmişlerdir. Ve Anatole Leroy Beaulieu'nün pek güzel
açıkladığı gibi, adlar ulusallaştırılmış olmasaydı, birçok
ünlünün uygarlık dünyasına olan hizmetleri o ölçüde
geniş bir alanda gerçekleşmeyecekti.

Avrupa'yı az çok gezmiş olanların pek iyi bildikleri gibi


orada adların ulusallaştırılması bugün de süregidiyor.
Örneğin Fransa'da birçok kimseler vardır ki, bir zaman
önce Almanya'dan ya da Alsace-Lorraine'den göçmüşlerdi.
Adlarında son zamanlara değin Alman izi varlığını

67
sürdürüyordu. Bu izi ortadan kaldırmak için ilk fırsatta
adlarını Fransızlaştırıyorlar. Böylece Almanca arslan
anlamına gelen "Löwe" "Lion"a, geyik demek olan "Hirsch"
"Serf'e dönüşüyor.

Bütün Balkan ülkelerinde de ülkelerin siyasal sınır­


larındaki değişmeler sonucu olarak Bulgarlar Rum ya da
Sırp, Sırplar Bulgar, Ulahlar Rum ya da Bulgar olduk­
larında, adlar pek çabuk değişime uğruyor. Yabancılık
izinin ortadan kaldırılmasına çalışılıyor. (Birinci) Dünya
Savaşı’ndan önce Macaristan'daki Romenlerle Avusturya'­
daki Slavlar, aynı yolu izleyerek, Macar ve Alman takma
adlarını almışlardı.

Bizde de son zamanlarda Türkçülük akımı yayılmaya


başladığından beri eski Türk adları olan Kaya, Aka, gibi
adlarla Türkçe anlam taşıyan Demir, Aydın, Er gibi adlar
pek çok tutulmuştur.

Adların ulusallaştırılması belki bir görünüş konusu


sayılır. Ama unutmayalım ki kimi konularda görünüşün
ruhlar üzerinde pek büyük etkileri vardır. Nitekim son
devrim dolayısıyla büyük kurtarıcımız Gazi Hazretlerinin
esinlendirmesiyle kafalarımızın Batılılaştırılması için en
birinci adım, Doğululuğun tanıtıcı simgesi olan feslerin
yerine şapkaları koymak olmuştur. Görünüşe ilişkin
belirtiden başka bir şey olmayan şapkanın fesin yerine
geçmesi ile yenileşme hareketinin gelişmesi yolunda
insanların ruhsal durumunu etkileme açısından ne büyük
yararlar sağlandığını açıklamaya kalkışmak, bilineni
yinelemek olur.

68
ORTAK BİLİNÇ

Irk, din, dil, bütün bu temel öğeler ortak bilin­


cin içinde iseler ulusluğun kurucu öğeleri ola­
bilirler; değillerse etkisiz kalırlar.

(Hoze)

Görülüyor ki yurttaşların Türkleştirllmesi güç bir iş


değildir. Bundan on yedi yıl önce Türkçülük, yani Türkleri
Türkleştirmek akımı baş gösterdiğinde zayıf ruhlu olanlar
Türkçülerin olanaksız bir düşle uğraştıklarını san­
mışlardı. Selanik'te çıkan "Genç Kalemler", o zamanki
özel deyimle, bugünkülerin dünkülerle mücadelesi cüce
David'in dev büyüklüğünde Golyat'a saldırmasına ben­
zetilmişti. Bu pek büyük işi başarmış olan Türkçülük,
Türk olmayanları ulusallaştırma yolundaki çalışmasında
amaca daha kolay ulaşabilir. Çünkü Türkleri Türk­
leştirmek sözkonusu olduğunda ortada bir ulusal bilinç
yoktu. Ulusal bilinci yoktan yaratmak ya da ruhun derin­
liklerinden bulup çıkarmak gerekmişti. Şimdi ortada
güneş gibi parlak ve gösterişli bir ulusal bilinç vardır ki,
ona ısınmak isteyenlere ışık ve yaşam verir; ona ilgisiz
kalanları şimdiden kovar atar. Bugünkü Türklük, bütün

69
çevresi için karşı konulması olanaksız bir manyetik
çekim gücü durumuna gelmiştir. Bu ülkede yaşayan ve
Türk olmayan öğeleri bu manyetik güçten ayırdeden güçlü
engeller bulunmazsa, mıknatıslı çekim gücünün etkilerini
göstermemesine olanak yoktur.

Evet! İ)/.(ilerek görüyoruz ki kimi Türk olmayan


öğeleri Türklükten ıı/aklaşlıran güçlü bir engel vardır. Bu
da geçmiş, lıenı de uzak bir geçmiş değil, dünkü geçmiştir.

Dünkü geçmişin nelerden kurulu olduğunu açıkla­


mağa gerek görmüyorum. Bu uğursuz geçmişin korkunç
dönemlerini gözden kaçırmış ve hatrından çıkarmış olan
bir yurttaş olabileceğini tasarlayamam. Bundan dolayı bu
geçmişi örtecek yeterli zaman geçmeyince, ulusallaşma
akımının daha şimdiden herkesi içine alabileceğine inan­
mak, doğrusu saflık olur. Ama bu uğursuz geçmiş ile
ilgilenmeyen öğeler yok mudur? Ancak yarın ya da öbür
gün tamamlanabilecek bir işe bugünden başlamak, akıl
gereği değil midir? Bir kez bu geçmişle ilgilenmeyen müs-
lüman öğeler vardır. Bunların şimdiden Türkleşti-rilme-
sine hiçbir engel yoktur. Onlar dil, din, çıkar ve toplumsal
çevre bakımından zaten Türktür. Türklükle-rine engel
olan bir güç varsa, o da çevrelerindeki insanların onlara
"Sen Laz’sın, Kürt’sün, Arap’sın, Arnavut’sun, Boşnak’sın,
dönmesin" demelerinden ve bu sanının arasıra görülen
kimi belirtilerle doğrulanır gibi görünmesinden başka bir
şey değildir. Oysa ulusseverliği bireysel kendini-beğenmiş-
lik duygusundan ayırabilenlerin en kutsal görevi, asalak­
ları arttırarak toplumsal yapımızı zayıflatmak değil,

70
asalaklan asıl öğeye dönüştürmek yoluyla güçlendirmek,
"Ben Türk’üm." diyenlere "Sen Arnavut’sun, ya da
Laz’sın." demek değil, "Ben Laz’ım ya da Arnavut’um."
diyenlere "Sen Türk’sün." demektir.

İşte ancak bu yolladır ki, bu yurtta yaşayan değişik


öğelerde ortak bilinç oluşur. Ortak bilinç ise ulusal bir­
liğin temelidir.

Uyum yolunda uzak ya da yakın geçmiş gibi bir engeli


bulunmayan öğelerden biri de Musevilerdir. Museviler,
İspanya'da Hristiyan bağnazlığının, engizisyon ruhunun
en şiddetli biçimde yürürlükte olup binlerce, yüzblnlerce
Müslüman ve Museviyi diri diri yaktığı bir kargaşa
ortamında, felâket kardeşleri Muhammed ümmetinin ege­
men devleti olan Türkiye'ye sığınmışlardı. Müslümanlar
dert ortaklarına, felâket kardeşlerine kapılarını dört
açmışlar, ama o zamanlar Türklerde ulusluk bilinci uyan­
mış olmadığı için bu sığınmacıları dil ve düşünce bakım­
larından toplumsal yapıya uyarlamanın yolu düşünül­
memiştir. Bundan dolayıdır ki, Türkiye'deki Museviler,
bugüne değin, ne yazık ki dünyanın hiçbir yerinde
görülmeyen şaşırtıcı bir durumda kalmışlardır. Dün­
yadaki on beş milyon Musevi, bulundukları ülkenin dilini
anadili olarak benimsemişlerdir ve yurttaşlarından yalnız
inanç ve tarihsel gelenekler bakımından ayrılırlar. Daha
dün Türkiye'nin bir parçası olan Arap ellerinde bile
Araplığa uyarlanmışlarken, yalnız Türkiye'de engizisyon-
cuların dilini korumaya devam ediyorlar. Türkler ulusal
bilinçten yoksun bulundukları sürece, bu şaşırtıcı duru­

71
ma göz yumulabilirdi. Ama bugün ortada güçlü bir
Türklük varken, Museviler için Türkçeyi anadili olarak
benimsememek, akıl ve mantıkla, maddî ve manevî çıkar
gerekleriyle bağdaşır bir durum değildir. Geçmişte
Musevileri Türklerden ve Türkleri de Musevilerden uzak­
laştıracak hiçbir durum, hiçbir olay yoktur. Lozan
Konferansı sırasında İsmet Paşa Hazretlerinin yaptığı bir
konuşmada belirttiği gibi, "Türklerle Musevileri birbirine
bağlayan bağlar bugün eskiden daha güçlüdür. Her yerde
olduğu gibi Türkiye'de de Museviler her vakit çaba ve
çalışmanın, düzenin, ilerleme ve barışın temsilcisi oldu­
lar. Türkiye'de Museviler tam bir huzur ve gönenç ile
çalışıyorlar. Ve ülkemizde Türkler gibi onlar da kışkırt­
malara ve karalamalara hiç kulak asmadılar. Bu yurdu
her vakit kendi yurtları görüp saymışlardır. Herkes
Musevileri kendine örnek almalıdır."

Bundan dolayı, Fransa'da Fransız, İngiltere'de İngiliz,


İtalya'da İtalyan olan bir Musevinin Türkiye'de hemen
Türk olmaması için hiçbir neden yoktur.

Türkiye'deki Musevilerin başka ülkelerdeki din­


daşlarından daha çabuk ve daha kolay bir biçimde ulusal-
laşmaları için birçok etkenler vardır. Bunların başlıcaları-
na göz atmakta yarar vardır.

Bu etkenlerin en önemlisi, yukarda yeri geldiğinde


sözü edildiği gibi, Müslümanlarla Museviler arasında öte-
denberi bir tür dinsel dayanışmanın varlığıdır. Orta­
çağlarda Hristiyan dünyasına egemen olan ve ünlü Haçlı

72
Savaşlarına yol açmış olan dinsel bağnazlığın bir tek
hedefi vardı: Müslümanlığı ve Museviliği yıkıp yoketmek.
Kutsal topraklara doğru akın akın saldıran Hristiyan bir­
likleri, silahlı Müslümanlara kılıç sallamaya fırsat bul­
madan yollan üzerinde rastladıkları silahsız Musevi
topluluklarım, aynı bağnazlık duygusuyla yoketmekten
geri durmazlardı. Yüz binlerce Müslüman ve Museviyi diri
diri yakan "turkamada'ların (?) Müslümanlığa ve Musevi­
liğe karşı bağnazca düşmanlığı Orta Çağlarla birlikte son
bulmamış, tâ günümüze dek süregelmiştir. Daha düne
değin Türkiye'nin bölüşülmesi için en çok öne sürülen
nedenler arasında, Hristiyan öğelerin tutsaklıktan kur­
tarılması, Müslüman egemenliğinin Avrupa'dan sökülüp
atılması gibi ilkeler yer almıyor muydu? Eski Türkiye'ye
karşı çevrilen siyasal entrikaların en büyük etkeni,
Hristiyan bağnazlığıydı. Avrupa'nın türlü ülkelerinde sık
sık olaylara yol açan anti-semitizm (= Yahudi düşmanlığı)
da, ister toplumsal, ister ekonomik kılığa bürünsün,
bütün bu hareketlerin arkasında Hristiyan ruhunda saklı
olup Hazreti İsa'nın çarmıha vurulmasıyla başlayan dinsel
düşmanlığın bilinçli, bilinçsiz belirişlerinden başka bir
şey değildir.

İşte halkın bilinçaltında hâlâ yaşayan bu dinsel


dayanışma, bu dert ortaklığı duygusunun etkisiyledir ki,
Sultan Bayezid Hristiyan bağnazlığının kurbanlarına
ülkenin kapılarım dört açmıştır; o zamandanberi
Museviler Türkiye'de uyarlanmadıkları halde tam bir
güvenlik ve gönenç içinde yaşadılar. Ne resmî, ne de resmî

73
olmayan çevrelerden hiçbir zaman "Müslüman olmayan”
kavramına katılmamışlardı.

Uymayı kolaylaştıran bir başka etken de Türkiye'deki


Musevilerin yalnız "Scfaradl", yani İspanyol grubundan
olmalarıdır. Anatole Leroy Beaulieu’nun kanıtlamış
olduğu üzere, Scfaradl Mıısevilerinin uyum yetenek ve
eğilimleri pek güçlüdür. Bunun içindir ki bütün Avrupa'da
en kolay, en çabuk ve en yetkin biçimde uyarlanan
Museviler, çoğunlukla Sefaradi olan İtalya Musevileridir.

Musevilerin uyarlanabilmesi için aşağıdaki on


buyruğa, Tevrat'taki On Buyruk kadar uymaları gerekir.

74
ON BUYRUK

1. Adlarını Türkleştir.
2. Türkçe konuş.
3. Havralarda duaların hiç olmazsa bir kısmım
Türkçe oku.
4. Okullarını Türkleştir.
5. Çocuklarını devlet okullarına gönder.
6. Ülke işlerine karış.
7. Türklerle düşüp kalk.
8. Cemaat ruhunu kökünden sök.
9. Ulusal ekonomi alanında sana düşen görevi yap.
10. Hakkını bil.

1. Adlarını Türkleştir: Türk olmak için Türk adını


taşımak şarttır. Başka ülkelerdeki dindaşların da bunu
kavrayarak adlarını ulusallaştırmalardır. Frenklik
düşüncesiyle Moise'e (Moiz) dönüşen Mişon'un Musa,
aslında Avram olan Albert'in İbrahim, Şelomo olan
Salomon'un Selim ya da Süleyman olmasına ne engel var?
Bundan sonra doğacak çocuklarına doğrudan doğruya öz
Türk adları ver.

75
2. Türkçe konuş: Genel yerlerde Türkçe bilenlerle
Türkçe konuş. Bu Türkçe konuşma, yalnız yabancılara
karşı bir göşteriş değildir. Doğrudan doğruya kendi
üzerinde pek derin bir ruhsal etki yapar ve yavaş yavaş
gösteriş bir alışkanlığa, bir ikinci huy durumuna gelir.

3. Havralarda duaların hiç olmazsa bir bölümünü


Türkçe oku: Türkçe dua seni bir yandan Tanrıya, öte yan­
dan yurduna yaklaştırır.

4. Okullarını Türkleştir: Yasa ve yasaları uygulamakla


görevli olan hükümet, sana okulları Türkleştirmek yolunu
açtı. Öğretim yöntemlerinde, öğretmenlerin iyi seçilme­
sinde kimi eksikler varsa, susup ilgisiz kalma. Eksikleri
düzeltip, boşlukları tamamlamak için uğraş, çabala.

5. Çocuklarını devlet okullarına gönder: Dindaşların


başka ülkelerde çocuklarını cemaat okullarına gönder­
mezler. Devlet okulları yeterli oldukları anda bunların
varlık nedenleri kalmayacaktır. O zamana dek sen var
olandan yararlanmaya çalış. Çocuklarına okul kapılarını
kapayan olursa, uğraşmaktan, üst makama başvurmak­
tan üşenme. Bu ülkenin bir hak ve yasa ülkesi olduğunu
unutma.

6. Ülkenin işlerine karış: Ülkede kamuya ilişkin işlere


karşı ilgisiz kalma, ilgini her yoldan belirt. Senin gerçek­
ten hizmet edebileceğin çalışma alanları az değildir.
Şunun bunun, seni yabancı saymalarına önem verme.
Anayasa seni Türk tanır. Sen de Türk gibi davran. Şunun
bunun yanlış davranışı sürekli olamaz. Sen sağa sola bak­

76
mayarak Türklük yolunda ilerlemeyi sürdür. Ülke
işlerinde kılavuzluğu üstlenmiş olan yöneticilerin
ilkeleriyle sana çizdikleri davranış yolundan hiç şaşma.

7. Türklerle düşüp kalk: Cemaat ve salon yaşamında,


toplumsal ve ekonomik ilişkilerde Türklere yanaş,
Türklerle kaynaş. Ruhunun ülküye, ruhun besinine
gereksinimi vardır. Onsuz yaşayamazsın. Bu ruh besinini
ülkeye karşı ilgide, ülkenin ortamlarında bulacaksın.
Kimi geçici ve aldatıcı görünüşlere karşın, bu ortamların
sana pek sıcak bir kucak açmaya hazır olduğuna güven.

8. Cemaat ruhunu kökünden sök: Bugün cemaat ruhu


çevrene egemen ise, suç senin değil. Bütün bu yurt çocuk­
larını mutsuz kılan uğursuz geçmişindir. Ama devrim
ruhuna dikkat et. Bu devrim ruhu, geçmişle bağlan
koparmağa kararlıdır. Ve aşama aşama amaca doğru iler­
liyor. Sen de devrim ruhunu örnek alarak geçmişin bu
uğursuz anısını ruhundan sökmeye, ülkenin ortak bi­
lincine bir an önce kavuşmaya çalış.

9. Ulusal ekonomi alanında sana düşen görevi yap:


Her yurttaşın ülkeye karşı görevi, maddî olanaklarına, bi­
limsel birikimine, kişisel nitelik ve erdemlerine göre
belirir. Senin rolün, en çok ulusal ekonomi alanındadır.
Ulusal ekonomiye, ulusal üretkenliğe kolay ve hafif işerle
değil, ülkenin üretimini, ulusal servetini arttıracak ticaret,
sanayi ve bu gibi ekonomik girişimlerle hizmet edilebilir.
Senin dış ilişkilerin, Avrupa ve Amerika'daki bağların
yardımıyla, bu ülkenin zenginlik kaynaklarım değer­

77
lendirmeye katkısı olabilecek birçok girişimler ortaya çı­
kabilir. Ciddî çalışma ile bugünkü Türklük, her açıdan dış
dünyada gerçek renk ve niteliği ile tanıttırılabilir. Ancak
sen, kendini en eski dönemlerden sonsuzluğa değin bu
ülkenin çocuğu say ve işlerini, yaşamını ona göre düzenle.

10. Hakkını bil: Anayasa sana Türk adını vermiştir.


Bu öyle bir hak, öyle bir ayrıcalıktır ki, dünya görüşü, ruh
ve bilinç bakımlarından Türk olmadan gereğince değer­
lendirilemez. Diinya görüşünle Türk olduğuna ya da
yakında olacağına inanırsan, hakkını bil, hiçbir kimsenin
bu hakka saldırmasına katlanma, Türk adının sağladığı
hak ve ayrıcalıkları kıskanç bir kararlılık ve dirençle yasal
yollardan savun.

Şunu da ekleyelim ki, burada uyum bakımından


Musevileri örnek olarak gösteriyoruz. Öteki öğelerin de
yavaş yavaş uyum göstermesine engel olacak hiçbir güç
düşünülemez. Geçmişin uğursuz etkileri ortadan kalkın­
caya değin beş-on yılın daha geçmesi, bir ulusun tarih ve
geleceğini etkileyemez. Yeter ki uyum ilgililer, yani
Türklerle Türk kökenli olmayanlar tarafından gerçekten
istensin; er ya da geç amaca ulaşmak üzere şimdiden
kesin kararlılıkla işe başlansın.

78
NORMAL DURUMUN YERLEŞMESİ

"Dinleri ve ırkları ne olursa olsun, Türkiye


Cumhuriyeti yurttaşları yurdun yararına ve
özellikle ek on om iye ilişkin işlerde eşitlik
anlayışı içinde elbirliği edeceklerdir. Yaşamda
birlikte çalıştığımız insanlarla şu odaya, bu
salona da birlikte girm em izden daha doğal bir
şey olamaz. B unun tersi doğaya aykırıdır."

Yunus Nadi

Uyumun hızla ve kolaylıkla gerçekleşmesi için ülkede


normal durumun yerleşmesi de kesinlikle gerkelidir.
Ülkenin son zamanlarda geçirdiği derin devrimlerin etki­
leri, bugünden yarma bütünüyle ortadan kalkabilecek
nitelikte değildir. Son devrimler, sel geçer - kum kalır
türünden, ortada bir tür rahatsızlıklar, kararsızlıklar
bırakmıştır ki, kimilerimizi sağa, sola, ileri ve geriye
doğru hareketlere yöneltiyor. Nomal durumun yer­
leşmesinden sonra kuşkusuz bu gibi kararsız koşullar­
dan ve davranışlardan iz kalmayacaktır. Mutlu devrimin
çocukları olan ilkelerin kesin egemenliği bütünüyle genel
ynşnmımızı belirleyecektir. Mutlu devrime en büyük

79
çabalarla hizmet eden ve yazılarında "Cumhuriyet demek,
erdem demektir!" ilkesini kılavuz edinmiş olan Sayın
Yunus Nadi Bey tarafından Ticaret Odalarının etkinlikleri
dolayısıyla yayınlanan bir başyazıda, Türk kökenli
olmayan öğelerin Oda'ntn etkinliklerine katılması
konusunda pek güzel açıklanmış olduğu üzere, 'günden
güne doğal duruma dönmekteyiz’ ve bugünkü eksiklik­
lerin giderilmesi yollarım ve araçlarını öngörmek duru­
munda bulunuyoruz. Yazar, adı geçen yazısını şu cümle­
lerle bitiriyor:

"Dinleri ve soyları ne olursa olsun, Türkiye


Cumhuriyeti yurttaşları, ülkenin yarar ve çıkarına, özel­
likle de ekonomisine ilişkin işlerde, eşit bir düşünce
yapısıyla elbirliği edeceklerdir. Yaşamda birlikte çalış­
tığımız insanlarla şu odaya ve bu salona da birlikte
girmemizden daha doğal bir şey olamaz; bunun tersi
doğaya aykırıdır."

80
HÜKÜMETİN YARDIMI

Normal durumun yerleşmesi sonucunda, uyarlanma


yolunda hükümetten pek değerli yardımlar beklenir.
Bunları birer birer saymaya gerek yoktur. Burada yalnız
hükümetten beklenilen hizmetlerle ilgili kimi örnekler
vermekle yetineceğiz:

Nüfus kütüğünde dinin yazılması: Laik, halkçı bir


cumhuriyette nüfus kütüğünde din ve mezhebin yazıl­
masına gerek yoktur. Büyük kurtarıcımızın pek güzel
yapıtı olan tarihsel SÖYLEVlerinde açıklandığı gibi,
Anayasa'daki dine ilişkin hükmün de değiştirilmesi
gerekir. Aslında Büyük Millet Meclisinde de nüfus
kütüğünden din ve mezhebe ilişkin maddlerin kaldırılıp
çıkarılması bundan önce de söz konusu edilmiştir.
Gerçekten de laik bir cumhuriyette din ve mezhebin
kamuya ilişkin konu ve durumlarla ne ilgisi olabilir?
Devlet, bu toprakta yurttaşlar arasında "Türk'ten başka
nitelik tanımaz; herkesin din ve mezhebi kendini
ilgilendirir. Bir an önce uyumlarını istediğimiz yurttaşlara
din ve mezheplerini anımsatmakta, ülke açısından hiçbir
yarar tasarlanamaz.

İsviçre, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde nüfus

81
kütüğünde din ve mezhep bilgileri bulunabilir. Onlar için
sakıncası yoktur. Çünkü onlar hiçbir zaman bizim gibi
"cemaat" (topluluk) düşüncesinden etkilenip zarar
görmediler. Din ve mezhep onlar için ayrılık-gayrılık
anlamını taşımaz. Oralarda başka dinlerden olan yurt­
taşlara karşı hoşgörü duygusu ruhlara yıllardanberi yer­
leşmiştir. Biz ise daha düne dek yurttaşları Müslüman -
Müslüman olmayan diye ayırmayı sürdüregeldik. Bu
Müslüman - Müslüman olmayan sesleri hâlâ kulak­
larımızda çınlıyor. Daha Tanzimattanberi kaldırılan o
uğursuz "gâvur" deyimi bile kimi belleklerde yaşamakta
süregidi-yor. Mutlu devrim sayesinde bu gibi düşünüşler
kuşkusuz tarihe karışmıştır. Ama devrimcilerin her yerde
ve her konudaki ilkesi, devrime ilişkin ilkelerde kesin
tutumlu olmaktır. Bu konuda da kesin bir tutum göster­
ilmesi kanımca yerinde olur.

Cemaat kurumlan: Hükümetçe bir an önce çözümlen­


mesi gerekli sorunlardan biri de, bugün büyük bir kar­
gaşa içinde bulunan cemaat kurumlarmı devrimin ruhu­
na uygun bir biçimde bir düzen altına almaktır. Devrim
ruhu cemaat tanımaz ve cemaat düşüncesinin bir an önce
ortadan kalkması için bütün gücüyle çalışır ve çalışacak­
tır. Ama ortada eski dönemden kalma cemaat kurumlan
vardır. Bu kurumlar içinde hastahane, öksüzlerevi, okul
gibi kamu yararına ilişkin olanlar çoğunluğu oluşturur.
Bunların kendilerine ait taşınmaz malları ve gelir kay­
nakları vardır. Devrim sonunda onlarda ortaya çıkan kar­
gaşa yüzünden bu hayır kurumlan iyi yönetilemiyor.

82
Kimileri şunun bunun tutkularına araç kılınıyor. Bunları
cemaat lekesinden bütünüyle arındırarak Dernekler
Yasasına uygun olarak bir düzen altına almak olanaklıdır.

Özellikle eğitime ilişkin kuramlara hükümetin koru­


ma ve yardımdan uzak durmaması uygun olur. Gerçi
bugün hükümet cemaat okullarına ilgisiz kalmıyor. Ama
söylememiz gerekir ki ilgili kamu görevlilerinin bu konu­
da izledikleri yol, ciddi ve içten bir Türkleştirmenin
ilkelerine tam olarak uygun değildir. Bu alanda
düzeltilmesi gerekli pek çok nokta vardır.

83
»i
BASININ GÖREVİ

Basının Görevi: "Türkleştirme" işinde basına da pek


önemli bir görev düşer. Her nedense gazetelerin bir
bölümü, yurttaşların kimi kesimlerini zaman zaman,
gereksiz ve nedensiz olarak küçük düşürmeyi hüner
sanırlar. Bunlardan kimi güldürü gazetelerinin başlıca
sermayelerinden birisi, dönmelerin, yahudilerin, acem­
lerin Türkçeyi konuşma özellikleriyle alay etmektir.
Bugünden yarma düzeltilmesine olanak bulunmayan bu
Türkçe ağızlarından dolayı sonu gelmeyen alay ve küçük
düşürmelerle karşılaşan kimselerin, genel yerlerde
Türkçe konuşmaya yüreklenmeleri beklenebilir mi?

Günlük basında bile Osmanlılık döneminden kalma


bir alışkanlığın sonucu olarak, güvenlik olayları ve benzer
konular dolayısıyla Türk soyundan olmayan bir kişinin
adı geçtiğinde, onun etnik kimliğini belirtip açıklamaktan
vazgeçilemiyor. Örneğin Avram adında bir Musevi,
Hemparsum adında bir Ermeni, Hüseyin adında l)lr
Acem, bir Arnavut şunu yaptı, bunu etti deniliyor. Sanki
her bir birey, tüm tutum ve davranışlarında üyesi olduğu
etnik grubu temsil ediyor. Eğer uluslaştırma isteniyorsa,
bu gibi alışkanlıklardan vazgeçmeli, Musevinin Museviliği,

85
Ermeninin Ermeniliği, yerli yersiz yüzüne çarpılmamalı,
genel yaşamda Musevilik, Acemlik ya da Arnavutluğun söz
konusu olmadığı, kafalara gereğince yerleştirilmelidir.

Özetle, ülkede ulusal birliğin kesinlikle ve saltık


biçimde kurulması içlıı her şeyden önce başka soylardan
gelen öğeler, Tiirk anlayışını, Türk düşünüşünü, Türk
dileğini benimseyerek ııyıınıa kesin kararlı olmalıdırlar.
Aynı zamanda ellerinde hükümet yetkisinin, yasa
gücünün en ufak bölümünü bulunduran bireyler ya da
daireler bile duygulardan, geçmişin etkilerinden
sıyrılarak, karşılarındaki değişik öğeleri Türk saymayı bir
görev bilmeli, basın, kalem sahipleri, söz ustaları gibi
kamuoyunu etkileme konumunda bulunan bütün bireysel
ve genel güçler, artık normal durumun yerleşmesine sıra
geldiğini gözönüne alarak, bütün tutum ve davranışlarıy­
la, söz ve eylemleriyle uyarlama işine yardımdan geri
kalmamalıdırlar.

Bu konuda bir yanlış anlaşılmaya yer kalmaması için


şunu da eklemeye gerek görürüz ki, yukarda yeri
geldiğinde biraz değinildiği üzere, Türklük topluluğu, onu
oluşturan değişik öğeler arasında, genel yaşamın dışında,
din, soy, cinsiyet, meslek ve zümre özellikleri bulunması­
na engel değildir. Nitekim dünyanın hiçbir yerinde yurt
sevgisi hemşerilik dayanışmasına engel olmuyor.
Fransa'da Fransızlığa karşın Provensanlar, Brötonlar
arasında, İsviçre'de İsviçreliliğe karşın Fransız, Alman ve
İtalyan yurttaşları arasında daha yakın ilişkiler yaşanıyor.
Bu yakın ilişkiler, ortaklaşa bir yurt ve ülke duygusuna
hiçbir zarar vermiyor. Toplumsal ekonomi biliminin en
ünlü uzmanlarından Werner Sombıııl, bir topluluğun
içinde soy, cinsiyet, meslek ve benzeri netimin den dolayı
oluşan zümre özelliklerini, birbiri içine girmiş değişik
dairelere benzetmiş ve böylece, ne kadar artarsa artsın
özelliklerin hiçbir zaman ülke ve yurt sevgisine zarar vere­
meyeceğini belirterek kanıtlamıştır.

87
TÜRKLÜĞÜN ÇEKİCİLİĞİ

Ulusum uzun ereği, ulusum uzun ülküsü, bütün


dünyada tam anlam ıyla uygar bir toplum
olmaktır.

Yeni v e çağdaş bir devletin çalışmalarında


d ü zen ve verim lilik, uygar ve ba yın d ır
kentlerde sağlanabilir.

Bugüne değin elde ettiğimiz başarılar, bize


ancak ilerleme ve uygarlığa doğru bir yol
açmıştır. B ize ve bizden sonraki kuşaklarımıza
düşen görev, bu yol üzerinde duraksam adan
ilerlemektir.

Gazi Mustafa Kemal

Son söz olmak üzere şunu da eklemek gerekir ki, uyu­


mun tam ve yetkin olmasını sağlayacak en önemli etken
de, yeni Türkiye'de "Batılılaşma" akımının ulusal ruh ve
ilkeye uygun biçimde olgun bir aşamaya gelmesidir.
Batı'mn bilimsel, teknik, sanatsal, mantıksal ve estetik
üstün değer ve niteliklerinden yoksun bir Türklüğün
çekim gücü az olur. Bu çekim gücü yalnız Türk olmayan­

89
lar için değil, doğrudan doğruya Türk seçkinleri için de
çok gereklidir. Batı uygarlığına uyarlanan Türk seçkin­
lerinin kültür düzeyi ile Türk halkının uygarlık düzeyi
arasındaki fark çok büyük olursa, birbiri için vazgeçilmez
ölçüde gerekli olan bu İki kesim arasında "kaynaşma"
durumu olanaksızlaşır. İki kesim birbirine yabancı kalır.
Ne iyi kİ büyük kurtarıcımız Ulu Gazi’nin esinlendirmesi
ve yol göstermesi İle ortaya atılan Batılılaşma akımı gün­
de» güne ilerlemekledir. Artık hiçbir güç ileri gitmesine
engel olamaz.

Yüksek bir kültür, yüksek bir uygarlık düzeyi ile


bezenmiş, Batının üstün değer ve nitelikleriyle donanmış
bir Türklük, aslında karşı konulamaz bir çekim merkezi
olacak, yakın ya da uzak gelecekte soy ve sop ayrımı
olmaksızın bütün yurt çocukları bunun verimlerinden pay
almaya koşacaklardır.

90
DÜŞÜNÜRLERİMİZİN GÖRÜŞLERİ

Türkleştirme konusunun tam olarak aydınlatıl­


m asına ya rdım cı olm ak üzere, ülkem izin
tanınmış düşünürlerinden olup, eskidenberi
Türkçülük akımıyla ilgilenen kişilerin görüş­
lerini rica ettik. B ize ulaşan değerli görüşleri
olduğu gibi kitaba alıyoruz.

"Azizim Kohen Efendi,

Basımından önce göndermek inceliğinde bulun­


duğunuz eserinizi yararlanarak okudum. Düşünce­
lerinizin hemen çoğunda kendi düşüncelerimi görmekten
sevindim. Resmi terimlerimizde, yasalarımızda "Türk",
ama yaygın, yani gerçek dilimizde "Türk olmayan"
dediğimiz bugünkü azınlıkların Türkleştirilmesi, en
önemli toplumsal sorunlardan birisidir.

Bir ulusun içinde, aynı devletin uyrukları olarak, aynı


çıkarları ve tehlikeleri paylaşan öğeleri "azınlık" adı allııı-
da ayrı bir takım siyasal haklara sahip, doğal olmayan bir
kesim biçimine sokmak, toplumsal konularda tam
anlamıyla bilgisiz olan diplomatların uydurdukları bir
tuhaflıktır. Eğer azınlık toplulukları, bu diplomatların

91
uydurduğu yapay çevre içinde kalacaklarsa, toplumsal ve
siyasal yalnızlıktan ölmeye mahkûm olurlar. Bundan
dolayı ya içinde yaşadıkları çevre ile kaynaşarak uymak,
ya da yurttan ayrılmak zorunda kalırlar. Bu iki şıktan biri
olmazsa, "yaşamı sürdürme" içgüdüsü onları haymlığa,
çok tehlikeli karışıklıklara yöneltir. Birçok korkunç
siyasal olayların, savaşların nedeni bu değil midir?

Bundan dolayı Türk toplumu içinde yaşayan azınlık­


ların yalnız resmi olarak "Türk" olarak kalmaları yeterli
değildir. Onlar bu ülkede yaşamak istiyorlarsa gerçekten
Türk olmak zorundadırlar. Her zorunlu şey gibi, bunun
da olanaklı, dahası kolay olduğuna inanıyorum. Bence
ulus dediğimiz toplumsal varlığı ortaya çıkaran öğeler ne
ırkdir, ne de dindir... Irk kuramı, üzerinde durmaya
değmeyecek ölçüde yıkıldı. Bugünkü toplumsal değerler
içinde ırksal niteliklere dayalı olan hiçbir şey kalmamıştır.
Dine gelince, eskiden çok değerli bir dayanışma, birlik
etkeni olan din, vicdanların derinliğinde manevi bir güç
olarak kalmıştır. Çok değerli olan bu güç, gitgide
yeryüzünden vazgeçerek yaratıcısına yöneliyor. Ulus
dediğimiz toplumsal varlığın temel öğeleri siyasal sınır,
devlet birliği, ortak çıkarlar, ortak duygular, kültür ortak­
lığıdır. Ortak geçmişi ve geleceğe ilişkin ülkü birliğini de
unutmamalıdır. Bütün bu öğelerde, yalnız bir konuşma
aracı olarak değil, bir düşünüş biçimi, bir anlayış, bir
mantık anlatımı olması dolayısıyla dilin rolü pek büyük­
tür.

Bunun içindir ki Müslüman olmayan yurttaşların

92
Türkleşmesini yalnız okulda olanaklı görüyoruz. Birliğin,
Türkleşmenin en büyük düşmanı, grupsal, geleneksel
çevreyi sürdüren azınlık okulllarıdır.

Musevi, Rum, Ermeni çocukları yalnız Türk oluıll.u ı


na gittikleri gün, istediğimiz Türkleşme adımı atılmış olıı
çaktır. Gerçi yol çok uzundur. Ama her uzak ereğe varmak
için bir kez yolculuğa başlamak gerekir. Aslında yolun
uzun olması, bu yolculuk sırasında geçişi unutarak gele­
ceğe aynı güvenli ve içtenlikli bir bakışla bakmak içm
daha iyidir, dahası zorunludur diyebilirim.

Renan'ın dediği gibi "ulusları ortaya çıkaran birlik


etkenlerinden biri de unutkanlıktır. Birçok şeyleri unut­
mazsak birlikte yaşayamayız."

Böyle olduktan sonra yakın bir gelecekte, soy, din


bakımından Musevi, Rum ya da Ermeni olan bir kişi ile
bir Türk’ü ayırmaya olanak kalmaz. Bir D'Israeli, bir
Durkheim, bir Bergson, bir Einstein'ın İngiliz, Fransız,
Alman olmadıklarını öne sürmeye olanak var mıdır?
Bunlar köken olarak Musevi olduklarını gizlemezler. Ama
üyesi oldukları asıl uluslar, kendileriyle övünür. Değerli
yapıtınız, bu alanda gerçekleşen yürekli bir adımdır. Sizi
kutlar ve saygılarınım kabulünü rica ederim efendim.

Necmeddin Sadak
•t
AĞAOĞLU AHMET BEY'İN GÖRÜŞLERİ

Azizim Tekin Alp Bey,

Eserinizin taslağını büyük bir dikkat ve özenle


inceledim. Konunuz her Türk’ü ve özellikle her Türkçüyü
derinden ilgilendirecek ölçüde önemlidir. Konuyu açık­
layıp anlatma yolunda gösterdiğiniz beceri, bilgi ve ustalık
ve dilinizdeki içtenlilik beğeni ve övgüye değer.

İnanır mısınız, uzun zamandanberi Türk kültürü


konusunu düşünürken, her zaman hatrıma Yahudileriıı
bu kültüre katılımı ve onu benimsemeleri isteği gelmiştir.
Yahudi soyunun tarihi, Yahudi kişiliğinin iki belirgin ve
karşıt özelliği bulunduğunu ortaya koymaktadır: Yahudi
ne denli maddeci ise, o ölçüde de idealisttir. Hatta diye­
ceğim ki idealizm Yahudi’de asıl olan özelliktir.
Maddecilik ise talihsiz, mutsuz bir uzun tarihin
ürünüdür. Ne olursa olsun, bugünkü Yahudi’de yanyann
yaşayan ve en ileri ölçüde gelişebilen bu iki nitelik, Yahudi
topluluğuna, içlerinde yaşadığı ve kültürlerine katıldığı
başka toplulukların en etkin kültür etkeni görevini yaptır­
maktadır. Alman, Rus, Fransız, İtalyan, İngiliz, vb. ulus­
larının gelişme tarihleri bu gerçeği ne güzel kanıtlamak­
tadır!.. Bu uluslar içindeki Yahudi bir ekonomi etkeni

95
olduğu ölçüde ulusal sanatın ve felsefenin de bir etkenidir.
Ben Fransa'da öğrenim görürken "College de France"daki
dokuz öğretim üyesinden yedisi Yahudi idi. Ama bunlar
artık Fransızlığın ta özü olmuşlardı. Bugün de Fransa'nın
övündüğü iki büyük düşünür, Bergson ve Durkheim soy
olarak Yahudi değil midirler? Anıa bunların ortaya koy­
dukları zekâ, yaydıkları kültür, kullandıkları dil,
Fransa'nın öz bilinil, öz dili ve öz zekâsıdır. Bunların
yanıbaşmdaki Rotschild'in gerçekleştirmiş olduğu ser­
maye gücü de Fransa'nın değil midir? Bütün öteki Avrupa
ulusları da aynı durumdadırlar. Spinoza, Schopenhauer,
Nitsche, Kari Marx, Einstein, Heine, Freud, Rotstein,
Baconsbuilt (?), Lord Harding!... İşte gelişi güzel hatırıma
gelen ve Avrupa yaşamında derin izler bırakan
Yahudilerki, benimsedikleri çevrelerin kültürel gelişi­
minde en önemli etken olmuşlardır.

İnanıyorum ki aynı topluluk Türk kültürünü be­


nimsediği andan başlayarak aynı erdemi burada da
gösterecektir. Dahası şu da öne sürülebilir ki, Yahudi
dehasının böyle bir etkinlikte bulunması için bizim
ortamımız daha elverişlidir. Çünkü Yahudi ile Avrupalılar
arasında tarihte var olan tiksinme, Türk ile Yahudi
arasında hiçbir zaman oluşmuş değildir. Sonra, arada
ortak Doğululuk ve bundan dolayı ortak bir ruhsal uyum­
luluk vardır.

Cumhuriyetin kurulmasından ve bu yönetim biçiminin


yurttaşlar arasında hukuk açısından din ayrılığını
kaldırarak hepsinin Türk adı altında birleşmiş olduğunu

96
ilan ettikten sonra, Yahudiler için Türk kültürünü ben­
imsemek ve bu kültürün bir etkeni olmak, artık bir görev
niteliğini kazanmıştır. Bundan sonra egemen, bağımlı
ulus kalmamıştır. Ortak bir yurttaşlık vardır. Toplum
yaşamının gelişimi, ilerlemesi ve yükselmesi bu yaşama
katılan yurttaşların gönenç ve mutlulukları, artık bunlar
arasında kurulacak dayanışmaya ve ortak etkinliklere
bağlıdır.

Değerli Tekin Alp Bey! Bütün bu gerçeklere keskin bir


zekâ ile ulaşmışsınız ve onları içtenlikli bir dille anlat­
maktasınız. Bu bakımdan, yayınladığınız yapıt, Türk yurt­
taşları için özel bir değer taşımaktadır. Yapıtınız yalnız
doğru yolu göstermekle kalmıyor, aynı zamanda bu yola
nasıl ulaşılabileceğinin çarelerini gösteriyor ve onu bilim­
sel kanıtlara dayanarak ortaya koyuyor. Böylece açtığınız
çığır çok kutsal ve verimlidir. Bunu sürdürmenizi ve
başarılı olmanızı diler, sevgiyle ellerinizi sıkarım, azizim.

97
TÜRKLEŞTİRM E

Ulusal akımın eski yardımcılarından olan Tekin Alp,


bu küçük kitapçığında, bugünün en canlı ve gelecek için
olağanüstü önemli bir konusuna değiniyor: "Türk­
leştirme" konusu! Gerçekte Anayasa'nm din ve etnik
köken farkı gözetmeksizin bütün yurttaşları "Türk" say­
dığı Türkiye Cumhuriyet i'nde kuramsal olarak böyle bir
sorunun bulunmaması gerekir; ama "gerçekte" gözü­
müzün önünde bir takım "dinsel ve ulusal gruplar" bulun­
dukça, "Türkleştirme" konusunu önemle gözönıuıe
almaktan geri duramayız. İşte Tekin Alp, bu kitapçığı ile
ilk kez olarak bu konuyu ciddi bir biçimde ortaya atmış
oluyor. Onun görüşüne göre Türkiye Cumhuriyeti'ndeki
"Türk olmayan" azınlıkların "Türkleştirilmesi" gerekli ve
olanaklıdır. Bu konuda en büyük rolü oynayacak olan,
"dil" ve "okul"dur.

Önce şunu söyleyeyim ki, Türkiye Cumhuriyeti için


"Türk olmayan azınlıklar" konusunun önemi, bii^kıı
birçok ülkelerle, örneğin Polonya ile, Çekoslovakya ile,
Romanya ile karşılaştırılamaz. Onlardaki "azınlıklar"
maddi olarak asıl "çoğunluk"a çok yakın oldukları gibi,
manevi bakımdan da çok ileridirler. Oysa Türkiye

99
Cumhuriyeti'nde azınlıklar, gerek ayrı ayrı, gerek
bütünüyle Türklerle karşılaştırılamayacak ölçüde az
oldukları gibi, kültürel kurumlar bakımından da
Türklerden çok geri bulunuyorlar. Ama bunu söylemekle
bu konunun Türkiye Içlıı "önemsiz" olduğunu ileri süre­
cek değiliz. Cuınlıın lyel toprakları üzerinde yaşayan
insanim in, olanak bulunarak en büyük ölçüde "dil"de ve
"dllek' le Iılı l«-^ıııl.şı, dayanışma İçinde, uyumlu bir kitle
olma,sıııı görmek, cıı büyük amaçlarımızdan birini oluştu­
rur, Hu bakımdan "Türkleştirme" konusunu geniş bir
biçimde İnceleyip tartışmamız gerekir.

Benim düşünceme göre ulusluğun oluşmasında ve


özellikle Türk ulusunun oluşmasında "din"in önemli bir
rolü olmuştur. Eski Bizans İmparatorluğu, bir yandan
"Rumca"mn, öte yandan "Ortodoks Kilisesi"nin etkisiyle
nasıl milyonlarca insanı "Rumlaştırdı" ise, Osmanlı
İmparatorluğu da "Türkçe"nin ve "İslam Dini"nin etkisiyle
aynı biçimde birçok kitleleri Türkleştirmeği başardı.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti içinde yaşayan "Müslüman"
Türk-olınayanlaım Türkleşmemesi için hiçbir neden yok­
tur. Yeter kİ eğitim ve telkin kuramlarımız gereğince
güçlü, Türk ktıllürü Avrupa'daki gibi gelişkin olsun. Bu
durumda çevrenin manevi baskısı ve çekiciliği bu işi hızla
yapabilir.

"Müslüman olmayan" öğelerin "Türkleşmesi" konu­


suna gelince, bu alanda iki ayrı durum karşısında bulun­
duğumuzu saklamayalım. Genellikle Doğudaki Hristiyan
toplulukları, Kilisenin çok büyük egemenliği altında ve

100
derin bir bağnazlık içinde bıılmumakludırlar. Bu nedenle
bunlar arasında "din duygusıı"nuıı ve otlunla birlikte
giden "ulusal bağnazlığın” yavaş yjıv;itf silinerek
Türkleşmeye eğilim göstereceklerini sanman ıı/sı bence
olanak yoktur. Sınırlarımızda, yediği bütün darbeleri*
karşın hâlâ "Büyük Ülkü : Megalo-Idea" ardında koşan
düşsever bir Yunanistan bulundukça, kimi öğelerin "dil"
ve "dilek" bakımından Türklük dayanışması içine girecek­
lerini ummak bence boş bir düştür. Küçük bir azınlık olan
ve Türkiye toprakları üzerinde hiçbir emelleri olmayan
"Ermeni"lerin, zamanla eski anıları unutarak Türk
kültürüne daha kolay uyarlanabileceklerini ve daha iyi
birer yurttaş olacaklarını kestirebiliriz. Türkleşmelerine
olanak bulunan öğenin "Museviler" olduğu konusunda
Tekin Alp'in görüşüne ben de katılırım. Böyle bir
"Türkleşme"nin Türkler ve özellikle Museviler İçin
olağanüstü yararlı olacağı kanısındayım. Aslında arada
birçok ortaklaşa noktalar olduğu gibi, bu "Türkleşme"yi
güçleştirecek hiçbir tarihsel anı yoktur. Tersine, bütün bi­
limler bunu kolaylaştırıcı bir niteliktedir. Yalnız bunun
için Museviler arasında "Tekin Alp" gibi içtenlikli Türk
ulusseverlerinin daha çok yetişmesi ve O'nun gibi güçlü
bir biçimde çalışması gereklidir.

Yukarıda söylediğim gibi, bunlar en sonunda benim


görüşlerimdir. Görüşlerimde "yanılmaz" olduğumu hiç
öne sürmedim ve edemem. Bu kitapçıkta Tekin Alp'in öne
sürdüğü kimi düşüncelere, örneğin "İran"ın, "İsviçre'nin
birer "ulus" oluşturduğuna hiç inanamam. Ama her ne

101
olursa olsun bu küçük kitapçık, Türkiye Cumhuriyeti için
çok büyük değeri olan bir konuyu ortaya atıyor.
Düşünürlerimizi bu yaşamsal konu üzerinde düşünmeye
çağıran böyle değerli bir yapıl yayınlamadaki başarısın­
dan dolayı eski arkadaşımı kutlarım.

Darülfünun Edebiyat Fakültesi Başkanı

Müderris Köprülüzade Melımet Fuat

102
ULUSAL BİRLİK

Tekin Alp Moiz Kohen Bey'in Türkocağı Başkanlığına


seslenmek üzere hazırladığı "Hatırlatma"nm taslağım
okudum. Bu "Hatırlatma", nüfus bakımından değişik öğe­
lerden oluşan yurtta ulusal birliğin gerçekleşip tamam­
lanmasının koşullarını inceleyip düşünmektedir. Tekin
Alp, Ziya Gökalp'm dikkatli ve çalışkan öğrencilerinden
bir Türkçüdür. Yirmi yıldanberi Türkçülük akımı adına
ortaya atılmış çaba ve girişimlerin hemen hepsi ile ilgilen­
miş ve bunların dayandığı ve dayanabileceği bilimsel
incelemelere özellikle özen göstermiştir. Bu eski Türk­
çünün, Türkçenin yaygınlaşmasını amaçlayan son gi­
rişimlere karşı da ilgisiz kalmayacağı düşünülürdü.
Nitekim öyle olmuştur. Türkocağı Başkanlığına verilmek
üzere hazırlanan "Hatırlatma", özlü ve yararlı, değerli bir
yapıttır.

"Yurttaş, Türkçe konuş!" seslenişinin içerdiği yurl


ödevi, yalnız öyle kendi kendine algılanıp beliriveren duy­
gusal bir durum olmayıp, belki aynı zamanda bilimsel ve
yaşamsal bir zorunluluktur. Hep onun çocukları ve birey­
leri olarak bir yurtta yaşayan insanların, ırk ve din ayrımı
olmaksızın o yurt üzerinde bir toplum oluşturmakta bir-

103
leşmeleri, "yurt" ve "ulus" kavramlarının ilk koşulu ve bi-
15 rinci ilkesidir. Cumhuriyet Türkiyesi’nin bu yurtta gerçek­
leştirdiği devrimlerden biri de, yıkılan imparatorluğun
yerine koyduğu işte bu çağdaş ve bilimsel temeldir.
Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti halkına genel ve eşit olarak
"Türk" samııı vermiştir. Artık soy ve din farkı kalkmıştır.

Ancak bu konuda Anayasanın koyduğu temel, gereği


ergeç tam ve yetkin olarak yerine getirilecek olan bir ilke­
den oluşmaktadır. Bu ilke, Cumhuriyeti imparatorluk
döneminden ayıran büyük ilkelerin en önde gelenlerinden
önemli bir tanesidir. İmparatorluk, değişik ülkeleri ve
birçok topluluk ve boylan birbirine ekleyerek, bunların
tümü üzerinde bir tür egemenlik yürüten yönetim
biçimidir. Orada birleşmiş değil, belki -sözde- egemen bir
ulus görülebilir. İmparatorluğun değişik boy ve topluluk­
larını bir yönetim altma toplayan bağlar, en sonunda
çözülmesi -ya da kopması- kaçınılmaz olan pamuk iplik­
lerinden yapılmış bağlardır. Tarihin akışında ulusal kuru­
luşların, önlenmesi olanaksız zorunluluklar olduğunu
gözlemliyoruz. Dünyanın son güçlü imparatorluk örneği
olan İngiltere bile, sömürgelerinin hergün biraz daha elin­
den kaymakta ve kaçmakta olduğunu görmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu ise, dünyadan bir fetihler gel-giti
olarak gelip geçti denilebilir. Onu yapan, yaşatan ve son
aşamasına değin savunan Türklük çok güçlü bir varlık
olduğu için, o gel-git tarihe damgasını basacak biçimde
uzun sürmüştür ve en sonunda artık bu imparatorluğun

104
savunulacak hiçbir yeri kalmadığı zaman, yine Türklüğün
yapısındaki güç ve sağlamlığa dayanarak, yeni bir devlet
biçimine dönüşüp varlığını sürdürme olanağını bulmuş­
tur. Bu yeni biçim Cumhuriyet Türkiyesi’dir ki, çağdaş l>ü
devletin bütün biçim ve ilkelerini kendine mal etmiş
olmakla tanınmış bulunmaktadır. Türklüğün canlılığın­
dan doğan bu yeni yönetim, "yurt" ve "ulus" kavramların­
da, varlığını sürdürebilmenin koşullarından saydığı yeni
biçim ve ilkeleri güçlü bir biçimde ve yakın bir ilgiyle
savunmak durumundadır. Onun içindir ki, ülkenin seçkin
gençlerini Türk dilinin egemenlik kaygısına özel bir Önem
vermiş görüyoruz.

"Yurttaş, Türkçe konuş!" demek, bu yurtta ve bu yur­


dun bütün çocuklarında yaşam ve düşünce birliği egemen
olmalıdır, demektir. Bu istek, belki bu günden yarma
gerçekleşiverecek bir şey değildir. Ama onun tam ve yetkin
biçimde gerçekleşmesine kadar da bu türkü bizim dille­
rimizden eksik olmayacaktır. Nedeni?... Nedeni şudur ki,
Cumhuriyet yönetiminde ülkeye yabancı gibi durmak
biçimine değil, üvey çocuk işlemine bile yer yoktur.
Cumhuriyet yurttaşları, yurda bağlılık ve sevgide araların
da hiç fark bulunmayan, özbeöz yurtsever yurttaşlar ola
caklardır: haklarda eşit, görevlerde eşit yurtt;>şl >ı
Anayasasının açık ve kesin buyruğu budur. Çalış
malarımızın, bu hedefi gerçekleştirmeye yönelik olması
kadar doğal bir şey olamaz.

Tekin Alp Bey, "Hatırlatma"sında işte bu konuyu

105
*» inceliyor. Orada da görülür ki, iş sanıldığı kadar yalınkat
ve kolay değildir. Ama üstesinden gelinemeyecek kadar
güç, yani olanaksız da değildir. Elverir ki ilgililer bütün
bir inanç ve içtenlikle bu sorunu çözmeye kararlı olsunlar.

İlgililer?... Hunini kimlerdir?... Bunlar soyca Türk


olanlar ve olmayanlardı)! Bir de hükümet. Yani halk ve
hükümet. Yurttaşlar blrtbirlerine eşit yurttaş işlemi yap­
ın alı alışmalıdırlar. Soyca Türk olmayanlar, Anayasanın
kendilerine sağladığı hakların değerini kavramış olacak ve
onları benimsemeye çalışacaklardır. Soyca Türk olanlar,
bu yurdun çocuğu olan öteki yurttaşlarına karşı adil ve
sevgi dolu olarak, Anayasa hükümlerinin "genel bir nite­
lik" almasını kolaylaştıracaklardır. Son olarak hükümet
de bütün yurttaşların duygu ve düşüncelerde birleşmiş,
bir yurdun çocukları olmalarını sağlayıcı önlemlere önem
verecektir.

Anayasa ilkesinin konulması devrimine gelinceye


değin bu ülkede büyük ve korkunç olaylar oldu. Daha dün
deııllccck ölçüde yakın bir geçmişin belki hâlâ kanayan
yaralan olan bu olayları, anılarımızdan hemen ve
bütünüyle söküp atmaya olanak bulunmayabilir. Ama
kamu yararı ilkesinin egemenliğini sağlamaya çalışmak­
tadır. Onun için lıalkın ve hükümetin çalışmaları hep o
amaca yönelik olacaktır: Bir gün onun tam olarak gerçek­
leştiğini görebilmekliğimiz için ..

Yurttaşların Türkçe konuşmaları dileği, Anayasamızın


kurduğu yeni Türk toplumunun bir an önce tamamlan-

106
ması isteğini dile getirmekten başka bir şey değildir.
Konunun bilimsel olarak incelenip çözümlenmesinde bu
isteğin gerçekleşmesi için, kuşkusuz herkese göre ödevler
belirliyor. Tekin Alp Bey "Hatırlatma"sında bunları göster­
miş. Bizce de hükümetin -doğal olarak olanak ölçüsünde-
okullara vereceği önem, bu ödevlerin başında gelir.
İnancımız odur ki, ulusal birlik en temelli olarak özellik­
le okullardan doğacaktır. Tekin Alp'm dediği gibi, azınlık
topluluklarının okulları gerçekten doğal bir şey değildir.
Hatta şimdiki biçimleri ile doğal olmamanın da ötesinde,
zararlıdırlar. Devletin eğitim programlarının egemen ola­
cağı okullar önünde, doğal olmayan bugünkü kurumlarm
yavaş yavaş ortadan silinip gitmeleri beklenebilir.

Yunus Nadi

107
Azizim,

Vaktiyle Türkler, ulusal ruh ve türlü Tükçülük konu­


larıyla ulusal ekonomi konularına ilişkin yayınlarınızı
dikkatle izlemiş biriyim Hıı yazılar, geniş bir bilgi ve
kavrayışla, saflıklı blı muhakemenin ürünü olduktan
başka, özellikle ele aldıkları konuların özelliği açısından
daha büyük öneııı taşımak üzere içtenlikleriyle de
belirmekteydiler. lUı kitabınızda da o niteliklerle birlikte,
onu birdenbire çok yüksek düzeyli ve değerli kılan bu
özellik vardır. Kitabınız gönülden gelen bir sesle çağrıda
bulunuyor ve bu çağrı inandırma gücünü geniş bir incele­
meyle doğru bir bakış ve gözlemden alıyor.

Bütün dillerde ulus sözcüğünden dadı güç tanımla­


nabilen sözcük yoktur desem belki abartma olmaz.
Bunun için değil midir ki en büyük yazarların, en büyük
tarihçilerin, en büyük filozofların ve toplumbilimcilerin
yaptıkları tanımların, sizin de kitabınızda belirttiğiniz
gibi, gerçeklik alanına uygulandığında, eski deyişle 'bütün
öğelerini içeren, öğesi olmayan her şeyi de dışarda
bırakan' bir tanım olmadığı görülüyor. Ama bütün bu
tanımlarda değinilen etkenlerin zaman zaman ve yer yer
bir gerçeği anlattığı yadsınabilir mi?

Bu açıdan dini gözönüne alırsak, toplumsal ortamımız


olan laik Türk Cumhuriyeti'nde dinsel örgütlerine çok
bağlı olan ulusal-olmayan öğelerin bu durumları değişme­
den, ruhsal bakımdan Türk ulusundan olmak değil, ona
yakınlaşmalarına bile olanak var mıdır? ... Ve dinsel

108
duyguları çok güçlü kitlelerin, yasal konular dışında
hukuk va ahlak anlayışları bir ayrılık göstermez mi?
Öyleyse bu etkeni tanımın gözardı edilebilir öğeleri arası­
na sokabilmemiz için, önce, sizin de yazdığınız gibi, bu
dinin genel yaşamdan çekilip bireylerin vicdanına sığın­
ması genel bir uygulama olmalıdır. Soya ilişkin eskimiş
savların geçersiz olduğuna inanıyor un; dil etkeninin
önemi konusunda yazdıklarınıza ise tümüyle katılıyorum.
Ben de sizin gibi "gerçek Türk olmak isteyen öğeler,
Türkçeyi resmi dil olarak değil, anadili olarak kendilerine
mal etmelidirler" kanısındayım. Bunun zamanla ve belli
yöntemler izlenerek gerçekleşebileceğine de güvenim
vardır. Bugün yurt sınırlarının dışında kalan yerlerden
gelen Müslüman Türk göçmenler içinde Türkçeyi hiç
bilmeyenlerin bulunması ve bugün bile Anadolulu Rum ve
Ermeni ailelerinin yaşlı bireyleri arasında Rumca ve
Ermenice hiç bilmeyenlere rastlanması, bu olanağa en
sağlam kanıtlardır. Ve zamanla oluşacak bu dil birliği, en
büyük ulusal bağ olacaktır. Çünkü birbirini sevmek için
birbirine benzemek, bunun için de anlaşmak gereklidir.
Anlaşmanın tek aracı ise dildir.

Dilek birliği ya da, sizin daha kapsamlı sözcüğünüzle


söyleyeyim, düşünce birliği ise, ulusun onsuz olamay;ır;ı£ı
bir niteliktir. Oluşması en güç olan şey de budıır. Kanı
kendisini beslemeğe yetmeyen kansız bir vücut gibi gün­
den güne çöken Osmanlı İmparatorluğu'nda bunun açık
örneğini görüyoruz. Çünkü her öge, dışarda kendi cinsin­

109
den olan kuruluşların özendirmesi ve kışkırtmasına ek
olarak, ölmeye aday bu vücudun bir parçası olmanın
kuşkulu geleceğinden duyulan korkunun da güçlendirip
yükselttiği bir heyecanla genel çözülmeyi bekliyordu.
Bugün, yaşama gücü en sıkı deneylerle kanıtlanmış bir
Türk ulusu ve onun genç, yarına güvenle bakan güçlü
dcvlell var. Yürüdüğümüz yol ise uygarlığın anayoludur.
Bu durum, kendi başına bir mıknatıstır. Bu çekim
gücüniiıı ve doğal gereklerin etkisiyle ve yavaş yavaş
geçmişin duygu birikintilerinin yitmesiyle gerçekleşecek
uyumlar, ilk zamanlar için kuşkusuz bir zekâ ve çıkar
düşüncesinin ürünü olacak, ama kuşaklar birbirini
izledikçe giderek duygu biçimini alacaktır.

Görüyorsunuz ki düşüncelerimizde çok yakınlık var.


Önerdiğiniz eğitimleri de uygun buluyorum. Hele din­
daşlarınıza önerdiğiniz on buyruk, her öğeden Türk
olmak isteyenlerin ilkesi olmalıdır.

3 Mart 1928

Celal Salılr

110
ON BUYRUK

M illiyet G a zetesin in 10 M a rt 1928 gü n lü


sayısından:

Ankara, 13 Mart 1928 - Kimi deyimler vardır ki, yal­


nızca dile getirilmeleri bile yüreğimize tiksinti verir,
kafamız bir sürü korkunç anılarla dolar; kapitülasyon
gibi, azınlık deyimi de bunlardan biridir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi, azınlıklar neden


yapılarak, egemen ve koskocaman bir çoğunluğun yok
edilişini gösteren az bulunur bir örnektir. Biz, imparator­
luk yönetiminin hiçbir tutar yanı olmadığını biliriz; ama
gerçek odur ki, azınlıkları, özellikle son zamanlarda, bir
çok ülkenin çoğunluklarından daha mutlu idiler. Her bir
azınlık, kilise, okul ve topluluk örgütleri ile, doğrudan
doğruya egemen Türk ulusundan daha bağımsız idi.
Düşman yazınının "kırım" adım verdiği kanlı olaylardan
hiçbiri, ama hiçbiri, egemen ulusun sözde bağımlı ve tut­
sak topluluklara karşı özsavunmasmdan başka türlü
yorumlanamaz. Vaktiyle İtalyanların Venedik ilinde artık
kalan Alman öğesini yok etmek ya da benzeştirmek için

111
neler yapmış olduğunu unutanlar, Osmanlı İmparator­
luğunun son dönemlerinde hiç kimsenin aklına,
Avrupaya özgü bu önlemin gelmemiş olduğunu onaylaya­
caklardır. Dahası, bizde ulusal akım uyandıktan sonra
bile, yöneticilerimizden hiçbiri azınlıklar için, daha geçen­
lerde İtalyan Başbakanının Tirol azınlığına ilişkin cüm­
lelerinden (mi hafifini kullanmamıştır. İmparatorlukta
Rum'un adı Rum, Ermeni'nin adı Ermeni, Arnavut'un adı
Arnavut, Aıap'm adı Arap idi. Yalnız Türk'ün adı
"Osmanlı" idi. İmparatorluk, "azınlıklar" politikasının
içyüzünü düşünmeyerek, sözde İnsanî akımları kırma­
mak için, çoğunluğun ulusal adına varıncaya değin her
şeyini feda etti.

İmparatorluk bu yanlışını, yalnız kendi değersiz tac ve


tahtı ile değil, bütün Balkanlar ve Rumeli Türklerinin,
milyonlarca Anadolu Türkü’nün günahsız kafalarıyla
ödemiştir. Bize iyilikseverlikle davranan bir İngiliz su­
bayının şu sözlerini unutmam:

"- Eski Rus Savaşındaki Bulgaristan kıyımı, özellikle


bir Türk kıyımı idi. Sizde bu kıyımlara ilişkin hiçbir belge
yok; İngiliz Dışişleri ise o zaman kendi görevlilerinin bu
soruna ilişkin olarak gönderdiği korkunç dosyalarla
doludur. Eğer bir gün Türklerin ezince uğradığı dâvâsı
açılacak olursa, bu dâvayı en güçlü kanıtlara dayalı olarak
ancak bir İngiliz Dışişleri Bakanı gözler önüne serebilir!"

Siyasal düşman dileklerine körükörüne boyun eğmek­


ten, yani azınlıklardan özellikle Trakya ve Anadolu'da

112
kalmış olanların bu uzun serüvenden ne yarar gördükleri
sorulabilir. Şimdi anayurda kavuşmuş olanlardan
birçoğunun dün ayaklarıyla çiğnemek istedikleri bayrağın
egemenliği altında mutluluklarını nasıl özlemle andık­
larım biliyoruz. Her neyse, bu öyküler hep tarihe karıştı.

Bugün artık Türkiye'de, özellikle Doğu Avrupa'da


sözkonusu olduğu biçimde azınlıklar yoktur. Barıştan
sonra kurulan Doğu Avrupa devletlerindeki azınlıklar,
ulusal toprakları, ulusal dilleri, ulusal kuramlarıyla pek
büyük nüfus yoğunlukları durumundadırlar. Bu azınlık­
ların büyük bir bölümü, manevî bakımdan çoğunluğa
üstündürler. Bizde ise azınlık denilen topluluklar, büyük
çoğunluğun içinde ayırdedilemez küçük kesimler duru­
munda kaldı.

Biz tarihten ders almış olduğumuz gibi bu kesimlerin


de aynı tarihsel derslerden yararlanmış olduklarını sanı­
yoruz. Gerçi Türk ulusu bu toprağı kalıt alacak kuşak­
ların hiçbirine kendi çekmiş olduğu acıların neden ve
etkenlerini kalıt bırakamaz. Türkiye Cumhuriyeti'nde
azınlık kesimlerine karşı baskıcı önemler alınmamıştır.
Ancak bu azınlıklar için öz yurttaş olarak Türk çoğunluğu
içinde kaynayıp, yalnız bu çoğunluk tarafından benimsen­
mekten kaynaklanan doğal ayrıcalıklara sahip olmak
kendi ellerindedir. Benim gibi düşünmeyen, benim dilim­
le konuşmayan, benim gibi duymayan insan, haklarınâ
saygı gösterdiğim bir birey olabilir, ama benim tam olarak
yurttaşım nasıl olabilir?

113
Azınlık kesimlerinde durumu anlayan öğeler gittikçe
etki kazanıyor. Gerçi Türk Devriminin eski kurumlara
karşı tutum ve davranışım gözönüne almak istemeyen ve
bugünkü durum ve koşulların süreceğine inanarak gerek­
lerini yapmaktansa gelecek düşleriyle avunan kimselerin
küçümsenmeyecek ölçüde olduklarını da bilmiyor değiliz.
Bu düşler, bilimini doğrudan doğruya kendi yaşadığı ta­
rihin at ıklı şayialarından alan Türk ulusunun gözünde
olup hepimiz lam uyanıklık durumundayız. Azınlık kes­
imlerinin kendi yeni talihleri için alacağı önlemler ne ola­
bilir? Dün gelen bir telgraf, Türk ve Musevilerden oluşan
bir derneğin On Buyruk adını vermiş olduğu kimi ilkeleri
bildirdi. Bu ilkelerin pek yerinde saptanmış olduğuna
kuşku yoktur.

1- Adlarını Türkleştir; 2- Türkçe konuş; 3- Tükçe dua


et; 4- Okullarını Türkleştir; 5- Çocuklarım ülke okulları­
na gönder; 6- Türklerle düşüp kalk; 7- Topluluk ruhunu
kökünden sök; 8- Ulusal ekonomi alanında görevini
yap;vb. Bunların özeti Amerika'da Amerikalı, İngiltere'de
İngiliz, Fransa'da Fransız olduğun gibi Türkiye'de Türk ol,
demektir. Gerçek yurttaşlık da dil, ülkü ve çıkar birliğinin
yoğurduğu yurttaşlıktır. Her şeyde birleşip tapmaklara
giderken ayrılmak, uygar ülkelerde yabancılık ve ayrılık
doğurucu bir şey değildir.

Aklın ve tarihsel gerçeklerin doğurduğu bu tepkinin iyi


karşılanmasından kuşkusuz ancak sevinç duyarız.

114
Yapıtımıza ilişkin olarak daha birçok saygıdeğer
kişinin görüşleri sorulmuş ve kendilerinden yanıt beklen­
miştir. Yapıtın makineye verildiği dakikaya dek gelenler
alınmış, birinci basımın bitiminden sonra gelecek olan
görüşler de yakında yayınlanacak olan ikinci basımında
teşekkür edilerek ve övünç duyularak kitaba alınacaktır.

(T.A.)

115

You might also like