Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 3

Orhan Koçak, Polemiğe Dair (II), Birikim, 22 Şubat 2019.

“Bir muarıza karşı, ideal bir muarıza karşı bile, siz yalnızken, yanınızda kimse
yokken yöneltmek elinizden gelmeyecek bir argümanı, bir suçlamayı yöneltmekten
kaçınmak.” (a.b.ç.) Paul Valéry’nin tartışma ilkesi buydu. Valéry kim? Victor Hugo ve
Gerard de Nerval ile başlayan, sık sık sağcılaşan, zaman zaman solculaşan ve bazen
de nefisçe tarafsızlaşıp renksizleşen 1789-sonrası Fransız şiirinin sondan bir önceki
tek önemli noktası. Ama bugün şiirlerinden çok denemeleriyle, “notlarıyla”
hatırlanıyordur belki, kışkırtıcı cümleler haline getirilmiş zekâsıyla (o yıllarda önem
veriliyordu, 1970’lerden önce). Gençler için: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da iki en
büyük ecnebi ustasından biri. Şu şeker cümle de onun: “Bazen düşünürüm, bazen de
varımdır.” (Bir de şunu eklemek geliyor içimden: “Kendini bilmek kendi düzeltmek
anlamına gelmez. Kendini bilmek çoğu zaman kendin için mazeretler bulmanın
dolambaçlı bir yoludur.”)

Ama devam edelim Deniz Mezarlığı şairinin tartışmayla, sözel kavgayla ilgili
önermelerine. “Gerçekten düşünülmüş olmayan şeyleri söylemeyin,” diyor (vurgu
kendisinin), “sadece kamunun önünde etki yaratan ama biz kendimiz geç saatlerde
evde yalnızken bizim kendimizi utandıracak ve sefil edecek suçlamaları yöneltmeyin.”
(a.b.ç.) Başka bir deyişle tribüne oynamayın, ucuz puan almayın. Ama “tribün”
konusunu da açıyor Semiramis şairi: “gece geç saatlerde yalnızken, her şeyi
anlamamızı ve insanlık durumunu tartmamızı engelleyen bir şey yokken ortada;
kazanmamız, cezbetmemiz, tatlı sözlerle kendi tarafımıza çekmemiz gereken bir
kamu yokken, savlarını çürütmek, maskesini indirmek ve yere sermek zorunda
olduğumuz bir muarız yokken,” işte ancak o zaman eleştirmeye başlayın muarızınızı:
“kendi kusurlarımızın göze batacak kadar belirginleştiği, zaaflarımızın da kolayca
avlayabileceğimiz kişininki kadar açığa çıktığı anda”, işte ancak o anda polemiğimizin
bir değeri olabilir.
Buradan bize ne kalır, 21. yüzyılda yaşadığımızı da düşünürsek?
Hegel, Estetik derslerinde mealen şöyle bir şey diyordu, şüphesiz çok inanmadan,
aşılacak bir “uğrak” olduğunu bilerek: “Şövalye odur ki, er meydanına rakibinden
önce gidip onun kılıcını bileyler.” Biz hepimiz bugün buna “Stockholm sendromu”
diyoruz, mazohizm demediğimiz zaman. Valéry’nin kastettiği bu değil; aslında
tartışma adabından bile söz etmiyor, sadece şunu diyor: sadece yalnızken,
muhatapsızken, tribünsüzken dürüstsünüzdür, sadece kendi düşüncenizi kendi
mantığı doğrultusunda ilerletirken namuslu, o mantığın içsel zorunluluğu dışında
hiçbir şeye cevap vermek zorunda olmadığınız saatlerde. Her şey sizin içinizdedir o
anda, muarızınız bile size içsel, sizin iç tartışmanızdaki “uğraklardan” biri, onun adına
da siz mantık yürütüyorsunuz – şu halde muma üfleyebilirsiniz, tartışılacak bir şey
yoktur, çünkü aslında hiç olmamıştır, hep süregidecek olsa da.

“Komşunun kalbini aç (ki aslında seninkidir de) ama her insanın bağrında yuvalanmış
pislikler üzerinde çok oyalanma. Daha derine in; ve masumluğu, zorunluluğu bulana
kadar da durma, kalbin kronometrisini, tarifeyi ve saati; çünkü rezil düşünceler,
arzular, pişmanlık, hayali cürümler ve bencil içgüdüler, sadece kendi sonuçlarına
ulaşamadıkları için iğrenç ve nefretengiz görünüyorlardır – ve
bunu yapamayacakları için.” Masumiyet, “zorunluluk” (?) – iyi ama tartışma nasıl
yapılacak, yapılacaksa eğer?

Tartışmayı bir şekilde yürütmenin yordamları vardır elbet, biri “deneme” yazarlığı.
Aklımda büyük denemecimiz Nermi Uygur’un üslubu var. Her önermenizin karşısında
aynı kuvvette bir başka savın da bulunduğunu peşinen biliyorsunuzdur. Bunlar iyi
geçinecek ve mümkünse kendi sürtüşmelerinin içinden bir üçüncü savın çıkmasına
izin vereceklerdir, ikisinin de hem hakkını veren hem de hadlerini bildiren. Bir
düşünce, bir önerme, bir iddia haline geldikleri için denemecinin sopasını yiyorlardır.
Hiçbir düşünce bir ötekinden üstün değildir, hiçbir düşünce kendi söylenişinden,
kendi kurgulanışından daha üstün ve daha erdemli değildir (bakın bu ikinci
formülasyona yukardaki adam da hak vermek durumunda kalırdı, kendisiyle tutarlı
olmak adına).

“Deneme” janrı hakkında sıkı denemeler yazan iki büyük denemecinin (Lukács ve
Adorno) çok dikkat etmediği bir nokta var: terlemeden, güreşmeden çıkmak.
Bunların ikisi de diyordu ki bütün büyük cümleler bizden önce kurulmuştur, Aristo,
Corneille, Emerson. Biz ne yapmalıyız: çok geç başlamanın, filme son on beş
dakikasında girip de doğru yorumu yapmanın bir tekniğini bulmalıyız – ve bu da
Montaigne’de yok. Yüzyılların zekâsının ağırlığını hissedeceksin, kendin bir yumurta
kırmayı beceremezken bile – hem de ortadan başlayıp yüzyılların çözümünün
yetersizliğine ilişkin bir şey söyleyeceksin, bir ilave, bir çıkıntı, bir kesik. Ama ikisinin
de önerdiği şuydu: İyi geçinmeye çalışma, tatlı olmaya. Sen de okurun da zararlı
çıkarsınız. Ahlaki bakımdan da. – Şu halde nasıl tartışacağız?

***

Valéry diyor ki tartışmayın, çatışmayın, bir “karşı taraf” mı var, onu kendi zaten
devam etmekte olan içsel düşünce sürecinizin bir uğrağı olarak alın, Hegel gibi; çünkü
karşınızda bir başkası yok, yeterince düşünmediğiniz bir kendiniz var, kendinizin bir
yoklanmamış ihtimali. – İyi, güzel, Orhan Kemal’in diyebileceği gibi. İyi de, bu
“ihtimal” bizim hiç tahammül edemeyeceğimiz, yok etmek istediğimiz bir öğe
olduğunda ne yapacağız?

Valéry diyor ki “hakaretler galeri içindir,” tribün için, herkesin içinden geçeceği sergi
mekánı için. Ama duyguların, düşüncelerin, kısaca “içselliklerin” berisinde bir çatışma
(bir hakaret isteği) cereyan ediyorsa ne yapacağız?
Bu en zeki insan, bütün benzerleri gibi, zekânın karaya oturduğu anlar üzerinde
zekâsızca, çaresizce, çaresizken düşünmeyi becerememiştir, düşünce ve gramer hep
üste çıkıyor, kayık hep su üstünde. Üstelik herkesle iyi geçinmeye çalışan bir kişi de
değildi. Ben damadının anılarından aktarıyorum, ya da oğlunun: Akşamüstüne doğru,
mutfaktan yemek kokuları gelmeye başladığında odasından çıkar ve sofraya çökerdi,
diyor. Eğlenceli olurdu, güldürür ve kızdırırdı bizi. Güncel politikayla, savaşla, milletle
ve devletle dalga geçerdi. “Siz ne biçim sağcısınız?” diye sorduğumuzda da, “ben bir
muhafazakâr anarşistim” türünden cevapları olurdu. Yeni olan her şeyden habersizdi,
ama daha çok da habersiz görünmeyi severdi. Jean Cocteau’nun “İki Başlı Kartal”
oyunu için kendisine ve karısına bilet aldık, ilgilenmedi bile, ilgilenmemiş göründü.
Oysa tanışıyorlardı. Muhakkak ki kıskanıyordu.

***

Tartışılması gereken şey, tek tartışılacak şey, cümlenin, gramerin, sentaksın


ötesindeyken (ya da çoktan berisinde) ne yapılabilir? Valéry seksen yıl önce öldü;
ahlaki zorlukla boğuşmaya çalışmış başka insanlar, başka gönderi noktaları da yok
bugün, herkes geçiniyor, iyi veya kötü. Burada Lukács’ı hatırlamak istiyor insan, ya da
daha iyisi Ernst Bloch’u, şu bakımdan: ikisi de, nerede olurlarsa olsunlar, ister
Moskova’da Lubyanka hücrelerinde isterse Peşte’de veya Paris’te, Leyla
Güven’in edimiyle elektriklenmeye başlayacaklardı, sonradan uzun uzun düşünmeye
koyulsalar bile (özellikle Lukács). Şu var ki bunların öğrencileri, mesela Michael Löwy
veya Enzo Traverso gibi yazarlar, o “edimden” gelen çağrıyı işitmiş görünüyorlar.
Türkiye’deki yayıncılarına inat. (Namus zor.)

***

Nasıl tartışırız? İlk cevap bir cildiye sorunudur, o kadar hassas olmamalıyız, yıllardır
buradaysak eğer. İkincisi, sahiden tartışmak istiyor muyuz? Yoksa içimizi döktükten
sonra rahatlıyor muyuz, gelen veya gelebilecek cevaba hiç bakmadan. – Ama galiba
uzun bir süre daha bizim rahmetli Rober’in deyimiyle “paralel monologlar” sürecek.

You might also like