Download as doc, pdf, or txt
Download as doc, pdf, or txt
You are on page 1of 9

Atina demokrasisinin çağımıza etkileri 1: Atina

demokrasisinin temel değerleri


Atina demokrasisinin eşitlik anlayışı, salt katılım, işleyiş ve yargı ile sınırlı kalmıyordu.
Demokrasinin temel değerleri olan özgürlüğün ve eşitliğin barış ortamında yaşanılması,
savunulmasını ve hatta uğrunda ölümünü de gerektirebiliyordu.


1s 1d

Erdoğan Işık*

Demokrasi üzerine sürdürülen kuramsal, tarihsel nitelik ve boyutlardaki tartışmaların bir


yanını, günümüzde uygulama bulan demokratik anayasal düzenler ile Atina demokrasisi
arasında bir karşılaştırmanın yapılması, benzerlik ve ayrılıklarının belirlenmesi, belirli
noktalarda bağıntı kurulması, örnek ve ders alınması yolundaki görüş ve öneriler oluştururlar.
Bu bağlamda odaklanılan sorulardan bazıları daha da belirginleşmektedirler: Çağdaş anayasal
düzenlerin hangi organ ve uygulamalarında, Atina demokrasisinin etki ve izleri
bulunmaktadır? Çağımızın oldukça farklı toplumsal koşulları, daha geniş coğrafi alan
dahilinde ve daha çeşitli ve etkili araçlar ile sağlanan eğitim ve iletişim sayesinde ortak
normların oluşturulup edinilebildiği ve tarihsel deneyim ışığında zengin bilgi-kültür birikimi
ile eğilim ve yönelim belirlemenin olanaklı olduğu günümüz ve gelecek için Atina
demokrasisi ne ölçüde ve hangi boyutta bir esin kaynağı olabilir? Hangi değer ve normlar
belirleyici ve yönlendirici durumdadırlar? Önceleri daha çok satır aralarında veya bazı
paragraflarda bu konuda yaklaşım ve yorumlar dile getirilmişken belirtilen sorular, içinde
bulunulan bazı koşulların ve eğilimlerin etki veya karşıtlığında son yıllarda Eski Çağ
tarihçileri, hukuk tarihçileri, düşünür ve politik kuramcılar tarafından yeniden daha kapsamlı
tartışılarak değerlendirilmeye başlanmışlardır. Bu kısmen farklı ve kısmen birbirlerini
tamamlayıcı bakış açılarını, yaklaşımlarını ve yorumlarını, tarihsel süreç dahilinde politik
kültürlerin oluşum, gelişim ve yayılmaları bağlamında incelemekte yarar bulunmaktadır.
Konu ve ilgili tartışmalarının anlaşılırlığı için öncelikle Atina demokrasisinin temel ögelerini
ve ilkelerini özet halinde de olsa belirtmeye çalışalım.

Atina demokrasisinin uygulamadaki en önemli özelliği, doğrudan katılımı ve dönüşümlü


etkinliği esas almış olmasıdır. Atina merkez olmak üzere, tüm Attika’da yaşamakta olan
vatandaş (polites) konumundaki on sekiz yaşın üzerindeki ve sadece eril nüfusun katılımı ile
oluşturulan halk meclisinin (ekklesia) ve otuz yaşın üzerindeki vatandaşlar arasında kura ve
seçim yolu ile katılım ve etkinlikte bulunmuş oldukları karar ve yürütme organları sayesinde
işlerlik sağlamış olan Atina demokrasisinin günümüz koşullarına uyarlanması ve benzeri bir
uygulama bulması zaten beklenemez. Doğrudan demokrasinin uygulamadaki zorlukları ve
ağırdan işleyişi, çıkmazlıklara saplanması, daha bu dönemde belirgin bir şekilde ortaya
çıkmıştır. Buna rağmen halk egemenliğinin de ancak doğrudan katılımla sağlanabileneceği
düşünce ve yaklaşımı, bir ilke ve belirleyici norm olarak kabul edilmiştir. Bu yöntem, zaman
içerisinde uygulama bularak kabüllenilmesini ve de gelenekselleşmesini beraberinde
getirmiştir. Diğer yandan bu ilkeden vazgeçilmesi durumunda bir guruba, zümreye, kişiye
dayalı yönetsel sistemlere geçilmesinin yollarının açılması kaygısı her zaman korunuyordu.
Savaş koşullarında organların, beklenilenin aksine yeterince etkin ve verimli işlerlik
göstermemiş olması ve hatta ortaya çıkan bir kısım olumsuz sonuçlardan sorumluluk taşıyor
olmaları, sonrasındaki düzenlemelerde dikkate alınmış olup bazı yeni önlem ve yöntemler ile
bu sorunların aşılması yoluna gidilmiştir. Bu önlem ve yöntemlerden konumuz açısından en
belirgin olanları, önemli kabul edilen sınırlı sayıdaki bazı memurluklar için yetkin ve uygun
olan kişilerin seçilmesi ilkesinin benimsenmesi ve uygulama bulması idi. Gerçi daha 5’inci
yüzyıldaki seçim ve görevlendirmelerde bu yönde belirlemeler bulunuyordu. Ancak bazı diğer
öncelikli kıstas ve temel ilkelerden dolayı uygulanmasında zorluklar ile karşılaşılıyordu.
Örneğin Kleisthenes Reformları (6’ncı yy. sonları) sonucu kırsal, sahil ve kent gibi farklı
yerleşim alanlarındaki birimlerin (demler) bir araya getirilmesi ile oluşturulan bir çeşit yapay
‘seçim çevresi’ anlamındaki her fyleden eşit sayıda kişinin ister seçim ile ve isterse kura ile
belirlenmesi öncelikli idi. Kısaca değinilen bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, bu ve benzeri
esaslara dayalı bir uygulamanın günümüz koşullarına uyarlanması mümkün olmadığı gibi
dolaysıyla uygulanmasında rasyonel bir anlam da bulunmamaktadır.

O zaman asıl belirleyici olan ve söz konusu olguyu uygulanır kılan, uygulama için nasıl bir
yolun ve yöntemin bulunması, hangi kurumlaşmaya gidildiği ve bu kurumların oluşumları,
yetki ve görevlerinin dağılım biçimi değildir; bilakis vatandaş haklarını (kadınlar, yerleşik
yabancılar ve köleler dıştalı bulunuyorlardı) esas almış olan Atina demokrasisinin özünü
oluşturan temel düşünce ve normların neler olduğudur. Dolaysıyla temel olan, bu sahiplenilen
değerlerin düşünsel etkileşim ve aktarım sürecindeki gelişimleri ile insan haklarını esas alan
ve her türlü yapısal ve işlevsel değişime rağmen çağdaş demokrasilerdeki yer ve öneminin
belirginliliği ve kabüllenirliliğidir. Demokrasilerde birey, mesleki-ekonomik, çevresel ve
politik bazdaki toplumsal her oluşumda en belirleyici öğedir. Onun en temel ve en doğal hak
ve istemleri, koşullara bağlı olarak tüm şekilsel ve boyutsal değişimlerine ve zamansal
edinimler koşutundaki gelişmelere rağmen fazla bir değişkenlik göstermezler.

Vatandaşlık haklarına dayalı Atina demokrasisinin temel hedefi, niteliği ve dolaysıyla normu,
özgürlükçü (eleutheria) ve eşitlikçi (isotes, to ison) olmasıdır. Fakat özgürlük ve eşitlik
kavramlarına, zaman içerisinde ve yaşanılan olaylar bağlamında, içinde yaşanılan durum
gereği değişik anlamlar yüklenmiştir. Öncelikle özgürlük (eleutheria), kavram olarak kölelik
(douleia veya doulosyne) karşıtı olarak toplumsal yaşamın içinden çıkmış olup ve bu köksel
özelliğini, zaman içerisindeki tüm değişimlere rağmen yine bu karşıtlık çerçevesinde ve
anlamında korumuştur. Özgürlük kavramının Pers Savaşları sırasında ve sonrasında
toplumsallaştırılarak vurgu bulmuş olması, sahip olunanın, yaşanılanın bir değer olarak
kaybedilme tehlikesi ile karşı karşıya bulunmasından ve bu değerin bütünsel olarak
savunulma, korunma ve geliştirilme gerekliliğinin ortaya çıkmasından kaynaklanmaktadır.
“Zeus Soter” (kurtarıcı) ve “Zeus Eleutherios” (özgürlükçü) kültleri, daha çok birbirleri ile
ilintili olarak bu dönemde ve sonrasında Atina ve diğer kentlerde yad edilerek anlam
kazanmışlardır. Tiranlık rejiminin keyfi uygulamaları karşısında gerek bireysel bazda
vatandaşların ve gerekse toplumsal anlamda kentin özgürlüğü, bir karşıtlık olarak anlam ve
vurgu bulmuş olup tiranlıkların devrilmesi, yine “Zeus Eleutherios” kültünün yad edilmesi ile
kutlanıp dile getirilmiştir. Daha çok kurtarıcı ve koruyucu güç arayışı olgusu ve minnettarlık
duygusu kapsamında ortaya çıkan bu kültler, aynı zamanda dönemin politik arayış-istem ve
eğilimlerinin de başka bir boyuttaki dışavurumu olarak kendilerini gösteriyorlardı. Bu
bağlamda, toplumsal politik bilinçlenmeye ve yapılanmaya koşut olarak ayrıca Tanrı’nın ayrı
bir sıfatlandırılması, yetkinleştirilmesi ve hatta politize edilmesi söz konusudur.

Bir kent ve onun sakinleri, bir tiranın egemenliği altında ve bilincinde olunan özgürlüklerin
kısıtlanması oranında onun köleleri olarak algılanabiliniyorlardı. Ama bu, tiranlığın egemen
olmadığı her durumun özgürlük ile tanımlandığı anlamına da gelmiyordu. Atina örneğindeki
tiranlık rejimine karşı olan politik mücadele, geniş halk tabakalarından çok, özgürlüklerinin
bilincinde olan soylu diğer guruplar tarafından yürütülüyordu ve onlar için ise, geleneksel
olarak iyi düzen (eunomia) olarak görülen ve tanımlanan politik sistem, toplumsal yapı ve
yönetsel oluşum dahilinde, eşit katılım ve etkinlikli düzen (isonomia), eşit egemenlik
(isokratia) ve eşit konuşma hakkı (isegoria) gibi politik değer yargı ve normları öncelikli
idiler. Bu politik istem ve haklar, ister istemez özgürlüğü, onlar açısında ve anlamında
kapsıyorlardı. Pers Savaşları ve sonrasında, Peloponnes Savaşı sırasında ve 4’üncü yüzyılın
ortalarından itibaren beliren Makedonya tehlikesine karşı özgürlük, daha farklı bir içeriksel
boyut kazanmıştır. Bu savaş hallerinde veya savaş tehlikesine karşı oluşumlar dahilinde
özgürlük idealine bağlılığın öne çıkarılması, bir yandan tüm Helen, birlik kentlerinin veya
bizzat kentin (Atina) özerklik (autonomia) ve özgürlüklerini, bunun da ötesinde egemenlik
haklarını yitirmeleri kaygısından kaynaklanırken, diğer yandan bunun sonucu olarak bireysel
hak ve özgürlüklerin de son bulması ile ilişkilidir. Çünkü kentlerin egemenlik haklarını
kaybetmeleri, vatandaşları için esaret anlamına geliyordu ve esaret ise, köleleştirilme demekti.
Bu durumda köleleştirmeye karşı verilen ve verilmiş olunan mücadele ve savaş, özgürlüğün
korunması ve savunulması anlamına geliyordu. Bunu her Atinalı, Pers istilaları sırasında
duyumsamış olduğu gibi, sonrasında bizzat Atina önderliğindeki kent kuşatma ve istilalarında
köleleştirilenlerin efendileri olarak da yakından biliniyordu. Anayasal düzen boyutunda ise
özgürlük, vatandaşın kurumlar aracılığı ile katılım ve etkinlikte bulunma hakkını
kullanmasında ve bireyin özel yaşamında kendini belirgin olarak göstermektedir. Bireyin,
vatandaşın istediği gibi yaşayabilmesi ve istediğini yapabilmesi, demokrasinin özgürlükçü
niteliğinin bilinen en temel ve en dikkate alınan bir unsuru olarak öne çıkarılmaktadır. Aksi
durumu, köleliğin bir özelliği ve göstergesi olarak algılanıyordu. Bu nedenle özgürlük
anlayışı, vatandaşın güncel yaşamını düzenleyen, hukuksal-politik haklarını koruyan ve
güvence altına alan, bireyler arası ve birey (vatandaş, polites) ile kent (polis/devlet) arası her
türlü ilişkinin çerçevesini belirleyen bir dizi yasa ve uygulamaya ve özellikle 4’üncü yüzyılda
daha somut olarak yansıtılmaya çalışılmıştır. Her ne kadar teori ve uygulama arasında
çelişkiler bilinse de, örneğin yargı kararı olmaksızın hiçbir vatandaşın ölüm ile
cezalandırılamayacağı, vatandaşların işkenceye tabi tutulamayacağı, konut dokunulmazlığının
sağlanmış olması, servet ve mal varlığının korunmaya ve güvenceye alınmış olması, belirgin
olanlarıdır. Dolaysıyla kent için bağımsızlık ve egemenlik, toplumsal doku ve yapı
bağlamında anayasal düzenin işlerliği, toplumsal guruplar esasına dayalı sosyal konumun
korunması ve gelişimi, bireysel açıdan özel yaşamın dokunulmazlığı ve istendiği gibi bir
yaşamın güvencesi anlam ve boyutunda bir özgürlük kavramı ve değeri söz konusu idi.

Anayasal düzen tasnif ve tanımlamalarının 5’inci yüzyılın ortalarından itibaren yapılmaya


başlanması ve bu anlamda yapılan tartışmalar çerçevesinde demokrasi, zamanla özgürlük ve
eşitlik ile özdeş olarak görülmüş ve böyle algılanmıştır. Bu dönemde demokrasiye seçenek
olarak belirmeye başlayan ve daha sonraları savaş koşullarında ve savaş yenilgisinden sonra
bizzat Sparta tarafından yapılandırılan oligarşist yönetimlerin başta yaşam hakkı olmak üzere,
her türlü bireysel özgürlüklerin sınırlandırılması, gasp edilmesi veya yok sayılması ile
uygulama bulmuşlardır. Bu deneyimler, demokrasinin olumsuz olarak görülmüş ve eleştirilere
neden olmuş bazı öğelerine ve uygulamalarına rağmen gerçekten ve daha belirgin bir şekilde
özgürlük ve eşitlik gibi normlaşmış temel değerler ve haklar ile özdeşleşip pekişmesini ve
vurgu bulmasını sağlamıştır. Oysaki en azından eşitlik, aristokratlar tarafından kendileri
açısından ve kendi aralarında geçerli olmak üzere, bir hak ve hatta ayrıcalık olarak daha
önceleri sahipleniliyordu. Diğer yandan Atina’daki oligarşik yönetimlerden ilkinin kentin
bağımsızlık ve özgürlüğünü yitirme tehlikesi ile karşı karşıya olduğu bir anda (411/0 yılı)
gündeme gelmiş olması ve yönetimi sırasında bu tehlikenin daha da boyutlanmış olması ve
ikincisinin teslimiyetten sonra (404/3 yılı) ve bizzat Sparta tarafından yapılandırılmış olması,
bağımsızlık ve egemenlik hakkının kentsel anlam ve boyutta kaybedilmesi ve buna bağlı
olarak bireysel özgürlüğün yitirilmesinin oligarşi ile ilişkilendirilmesini beraberinde
getirmiştir. Tiranlık rejiminin yıkılmasından yaklaşık yüzyıl sonra, 411 yılındaki ilk oligarşist
darbe ile halktan, alışmış olduğu özgürlüğünü almanın ne kadar zor olduğuna Thukydides
(VIII 68, 4), bizzat işaret etmektedir. Thukydides’in bu yönlü yaklaşımı, özgürlüğün
tamamıyla demokrasiye ait bir değer olduğunu ve bu yönü ile de gerek tiranlık ve gerekse
oligarşist rejimlerden ayrıldığını bir daha göstermektedir. Benzeri bir nitelendirmeye,
Euripides’in Sığınmacılar (hiketides) dramında da rastlıyoruz. Euripides (Hik. 404-409),
Atina’nın özgür bir kent (eleuthera polis) olduğunu, bir zorba kişinin (tyrannos) değil de,
halkın egemen olduğunu ve yönetimde etkin olmanın yıldan yıla değiştiğini, varlıklılar ile
yoksulların egemenlikte eşit pay ve etkiye sahip bulunduklarını, Atina’nın efsanevi kurucusu
olarak kabul edilen Theseus’a söylettirir.

Atina demokrasisinin diğer önemli bir normsal ilkesi, ifade özgürlüğü ve hakkı idi. Bu
bağlamda anımsatılması gereken bir nokta, düşünceye sahip olmak, kısacası düşünmek, doğal
bir hak olarak algılanıyordu ve sınırlandırılmasının zaten olanak dahilinde olmadığı
biliniyordu. Ancak ifade edilmeyen veya ettirilmeyen bir düşüncenin de bir anlamının
olmadığından hareketle asıl yoğunlaşmanın bu alana, yani ifade özgürlüğüne ve hakkına
çevrilmiş olduğunu saptıyoruz. Özgürlük kavramının bir zaman dahilindeki politik gelişmeler
koşutunda ve etkisinde yeni anlamlar kazanmış olduğunu belirttikten sonra, ifade
özgürlüğünün (eleutheros legein), her şeyi konuşma hakkının (parrhesia) ve konuşma
hakkında eşitlik ilkesinin (isegoria) sağlanmasına dair değişik kavramların, yine farklı
zamanlarda öne çıkarılmış olduklarına şahit oluyoruz. İfade özgürlüğü, öncelikle her özgür
vatandaşın doğal ve normsal bir hakkı olarak görülüyordu ve bu yönü ile özgür vatandaş ile
köleler arasındaki farklılık da vurgulanmış olunuyordu. Her özgür vatandaş, özgürce
konuşmak (eleutheros legein) yeteneğine, dolaysıyla hak ve ayrıcalığına sahip bulunuyordu.
Özellikle tiranlık rejimi altında diğer vatandaşlık haklarına getirilmiş olunan
sınırlandırmaların yanı sıra, bizzat ifade özgürlüğünün tanınmamış olması, suskunluğa karşın
özgürce ifadenin şiarlaştırılmasına neden olmuştur. Kleisthenes Reformları sonucu
demokratik kurumlaşmanın temellerinin yaratılması ile birlikte, içinde bulunulan anayasal
düzen veya bu düzenin temel öğesi olarak katılım ve etkinlikte eşitlik ilkesi anlamında
isonomia kavramının somut anlam ve ifade bulmasına koşut olarak konuşma hakkının
kullanılmasında eşitlik (isegoria) ilkesinin de öne çıkarıldığı anlaşılmaktadır. Kurum ve
organlarda vatandaşların eşit katılım ve etkinliğini öngören yeni anayasal düzen, kurumların
işlevleri sırasında bireyin, vatandaşın katılımının ve etkinliğinin en belirgin göstergesi olarak
konuşma hakkının kullanılmasında da eşitlik ilkesinin geçerli kılınmasını beraberinde ister
istemez getiriyordu. Halk meclisi toplantısında konuşmak isteyen herkese bu hakkın
tanınmasının yanı sıra, yargı alanında temel bir ilke olarak suçlama ve savunmaya eşit oranda
tanınan süre ile de kendini en somut şekilde gösteriyordu. İsegoria kavramında kendini dışa
vuran bu ana ilkenin demokrasi ile olan bağıntısı ve onun için olan önemi kendisini, bazı
durumlarda belirleyici öğesi olarak görülüp algılandığı demokrasi yerine kullanılmasında
göstermektedir. Oysaki politik içerikli bir kavram olarak ortaya çıkmış olan isegoria, daha
6’ncı yüzyılın ortalarından itibaren ve dönemin soylular arası politik mücadeleleri
kapsamında ve daha sonraki tiranlık rejimine karşı mücadele dahilinde anlam kazanmış ve
kullanım bulmuş olmalıdır. Atina’da tiranlık rejiminin devrilmesinden sonra Kleisthenes’e
karşı soyluların politik çıkarlarının savunucusu olarak bir süre etkin duruma gelmiş olan
İsagoras’ın kişiliği ve adı, eşitlik ilkesine dayalı politik değer yargılarının 6’ncı yüzyıldaki
mücadelelerin ayrılmaz bir parçası olduğuna dair en iyi kanıtlardan biri durumundadır. Diğer
politik içerikli kavram olan isonomia gibi, isegoria da salt soylular tarafından, soylular için
kullanılan ve onların istemlerini yansıtmakla sınırlı kalmayıp daha sonra tüm vatandaşları
kapsayan bir hak, bir norm ve hatta bir ayrıcalık olarak anlam kazanmış ve politik alanda
vurgu bulmuştur. Bu alandaki kavramlara, 5’inci yüzyılın son üçlüğünde ve ilk kez
Euripides’in dramalarındaki kullanımı ile yeni birisi eklenir: Parrhesia. Herkesin her şeyi
söyleyebilme (pan-rheisa) hakkı olarak çevrilebilecek olan kavram, daha öncelerinin
revaçtaki özgürce söz etmek (eleutheros legein) kavramını da kısmen kapsar bir anlam
taşımaktadır. Bir önceki kavramın fiil halinde kullanılması ve bu şekli ile kalması, parrhesia
ile aynı zamanda tanımlama ve adlandırma için gerekli olan bir kavram bulunmuştur. Diğer
yandan özgürce söyleyebilmek başlı başına bir değer olarak kabul görmesine rağmen, bu
özgürce söyleyebilmenin ne derecede her vatandaş tarafından bir hak olarak ve eşit oranda
kullanılabildiği olgusu, isegoria ile bir daha vurgu bulmuştur. Ancak isegoria’nın, bir hak ve
ayrıcalık olarak yabancı iskancılar ve hatta köleler tarafından da kullanılmış olduğuna dair
oligarşistlerce abartılı olarak eleştirilmiş olması, demokrasinin bu temel ilkesine ve özellikle
de günlük yaşama olan yansıma ve uygulamasına karşı yoğun bir karşıtlığın varlığına işaret
etmektedir. Oysaki isegoria, aristokratlarca ortaya atılan, savunulan ve yine kendi aralarında
dengeyi ve eşitliği öngören bir değerdi. Ancak bu değer, oldukça sıkı bir sosyal hiyerarşiye
dayandırılmak isteniyordu. Bundan ötürü kadınların erkeklere, gençlerin yaşlılara, yabancı
iskancıların vatandaşlara ve kölelerin doğuştan özgür olanlara karşı konuşma hakkını nasıl,
nerede ve ne şekilde kullanmaları gerektiğinin ölçütleri, sosyal denetimin bir gereği olarak
belirli bulunuyordu. Bu geleneksel aristokratik sosyal denetim, saygının, utangaçlığın ve
sıkılganlığın (aidos) erdemlilik olarak algılanmasına dayanıyordu. Ama demokrasi
uygulamaları ile birlikte, sosyo-toplumsal yapılanmada düzenlemelere gidilmiş; gelişkin
ekonomik ilişkiler sonucu olarak yeni ve farklı toplumsal tabakalar ortaya çıkmış; eğitim ve
kültürel etkinlikler aracılığı ile bireyin mevcut olana bakışı ve yaklaşımı değişmiştir.
Böylelikle bazı değerler, kavramlar ve normlar, tanım ve kapsamları itibari ile zamanla
değişime uğramışlardır. Dolaysıyla içeriği ve kullanımı ile parrhesia kavramının her şeyin
herkes tarafından özgürce konuşulması anlamında daha kapsamlı ve demokrasi ile daha
çağrışımlı kullanımına başlanmıştır. Euripides ile birlikte ve 5’inci yüzyılın son çeyreğinde
politik terminolojinin yoğun kullanılan bir kavramı durumuna gelen parrhesia, özellikle
oligarşist eğilim ve yönelimler karşısında demokrasinin önemli bir niteliği ve normu olarak
anılmış ve bu çağrışımı da sağlamıştır. Örneğin Atina demokrasisinin belkemiği durumundaki
donanma gücüne bağlı birçok gemi, 4’üncü yüzyılda sıklıkla demokratia, eleutheria ve aynı
zamanda parrhesia olarak adlandırılmışlardır. İfade serbestisinin Atina demokrasisi içindeki
bu önem ve değeri, Atina’da isteyen herkesin gerektiğinde düşmanlarının veya Sparta’nın
anayasal düzen ve yaşam tarzından övgü ile söz edebilirken, Sparta’da kendi anayasal
düzeninden başkasının övülmesinin yasak olduğu yolundaki Demosthenes’in (XX 105-107)
belirttiklerinden çok daha açık ve somut bir şekilde anlaşılmaktadır. Politik düşüncenin
oluşmasında, karar sürecinin işlemesinde, kararların alınmasında ve uygulanmasında ifade
serbestisi ve eşitliğinin bu hiçbir şekilde yadsınamaz önemli işlevi, tarih yazarı Thukydides (II
40, 2) tarafından Perikles (Atina’da yaklaşık 450-430 yılları arasında etkili olan politikacı ve
komutan/strategos) aracılığı ile daha bu dönemde, “…biz bir edim için sözde bir tehlike
görmüyoruz; ama gerekli bir edime adım atmadan kendini söz aracılığı ile (danışma) önceden
bilgilendirmemekte” tümcesiyle belirtilmiştir. Daha sonraları, Akhaia Birliği’in demokratik
özelliğinin tanımlanmasında, konuşmada eşitlik hakkı (isegorias) ve herkesin her şeyi
konuşabilmesi (parrhesia), belirleyici öğeler olarak Polybios (II 38, 6) tarafından bilinçli bir
şekilde vurgulanmışlardır.

Düşünce ve düşüncenin yazılı ya da sözlü ifadesi, tamamıyla özgürlük ile ilintili iken ifadede
eşitlik, ancak bir olgunun varlığı (örneğin demokratik anayasal bir düzenin organları gibi) ve
olanağı dahilinde söz konusu olabilir. Başka şekilde ifade etmek gerekirse: Düşünülenin
zamansal ve olanaksal açıdan eşit olarak açıklanması, ifade için bir olgunun, bir mekanın ve
bir aracın varlığını gerektirir. Her vatandaşın katılım ve etkisi ile oluşturulan organlar, kurum
ile kurullar ve birimler, demokratik anayasal bir düzen dahilinde ortaya çıkmışlardır ve bu
organlarda alınan kararlar, süreç içerisinde yapılan oturumlarda belirtilen görüşler sayesinde
alınmışlardır. Koşulları gereği doğru ve gerçekçi bir kararın alınmasında, özgürce ve eşitçe
ifade edilen olumlu ve olumsuz yönde, lehte ve aleyhteki düşüncelerin belirtilmesinin rolü
büyüktür. Çünkü kararda etkisi olacak her katılımcının görüş oluşturması ve olgunlaştırması,
özgürce ve eşitlik temelinde belirtilen diğer görüşlerin tartılması, karşılaştırılması ve sağduyu
süzgecinden geçirilmesi ile mümkündür. Düşüncenin ifadesi ve ifade şekli, Atina
demokrasisinin temel normları olan ve dolaysıyla onu nitelemekte olan hem özgürlük ve hem
de eşitlik ile doğrudan bağlantılı olduğundan diğer öğelere nazaran daha merkezi konumu ve
anlamı bulunuyordu.

Atina demokrasisinin eşitlikçi özelliğini yansıtan diğer önemli bir öğe, her vatandaş oyunun
eşit ağırlıkta ve değerde (isopsefos) olmasıdır. Her kişinin bir oy hakkına sahip olması, eşitlik
ilkesinin toplumsal oluşum ve yapılanma dahilinde uygulama bulmasının da ilk
örneklerindendir. Eşit oy hakkının daha erken dönemlerde ve küçük yerleşim birimlerinde
veya monarşist yönetimler altında oluşturulmuş olunan organlarda uygulama bulmuş
olduğunu ve böylelikle Helen kentlerinde veya diğer yerleşim birimlerinde bilinen bir gelenek
idi. Bu tür seçme ve oy haklarına anayasal düzen boyutunda bakıldığında sorun, hangi durum
ve kararlarda halkın veya vatandaşın oyuna baş vuruluyor ve kimler vatandaşlık haklarına
sahip bulunuyordu noktalarında düğümlenmektedir. Tiranlık rejimi altında halkın kararlarda
etkili olmasının yolları, ya tamamıyla kapatılmıştı ya da büyük oranda sınırlandırılmıştı. Bazı
memurluklar için yapılmış olunan seçimlerde oy eşitliği ilkesine müdahalede bulunmak
yerine, başka yöntemlere başvurulmak suretiyle rejim için uygun adayın seçilmesi sağlanırdı.
Kısa süreli oligarşist yönetimler sırasında, demokratik anayasal düzenin gelenekselleşmiş,
vazgeçilmez bu ilkesi, daha farklı yöntemlere başvurulmak suretiyle anlamsızlaştırılmaya ve
geçersiz kılınmaya çalışılmıştır. Bu oligarşist yöntemler, vatandaşın gelir düzeyine, ideolojik
ve politik eğilimine, sınıfsal ve toplumsal konumuna göre sınırlı katılım ve etkinliğini
öngörüyordu. Oligarşist rejimlerin dayanak noktalarından biri olan bu dıştalama olgusu, artık
oylamada eşitlik ilkesinin de ötesinde bir durumu gösterdiği gibi, oylamada eşitlik ilkesinin,
demokrasinin bir normu ve değeri olarak anlam ve vurgu bulmasına da işaret ediyordu.
Nitekim Euripides, tamamıyla politik içerikli “Sığınmacılar” dramında (Hik. 350-355)
Theseus’a, monarşi yerine halkı, özgürlük (eleutheros) ve oylamada eşitlik (isopsefos)
ilkelerine dayalı olarak egemen kıldığını söylettirir. Dönemin ilgili politik tartışmalarının
yansımış olduğu Euripides’in bu dramında, oylamada eşitlik ilkesinin demokrasiyi tanımlayan
ve belirleyen diğer bir değer olan özgürlük ile bir arada kullanılmış olması, tartışmasız ayrı bir
önem taşımaktadır. Özgürlük ve eşitliğin birbiri ile ilintili ve iç içe olgular olduğu, birisi
olmadan diğerinin düşünelemeyeceği ve uygulama bulamayacağı aşikardır.

Atina demokrasisinde eşitlik ilkesine dayalı olarak uygulama bulan diğer önemli bir olgu,
yönetmenin ve yönetilmenin zamansal (iki yıllık, bir yıllık, aylık ve günlük) ve birimsel (fyle,
tritty ve dem bazında) dönüşümlülüğüdür. Yönetmek, vatandaşa ait bir hak ve ayrıcalık olarak
kabul edilirken, bu hakkın vatandaş tarafından kullanılması, özgürlüğün bir ifadesi ve gereği
olarak algılanıyordu. Aristoteles’in (Politikon, VI 2, 1317b, 1ss.) bu dönüşümlülüğü,
özgürlüğün bir göstergesi olarak nitelemiş olması, ancak bu bağlamdaki bir saptama olarak
düşünülebilinir. Yönetimde etkin bir görevin sadece belirli bir süre içinde (örneğin bir
yıllığına) seçim veya kura yolu ile üstlenilmesi, rotasyon ilkesine uygun olarak her yıl farklı
görevlerde bulunabilme hakkı, daha çok eşitlikçi anlayış ve ilkesi ile ilintili olup aynı
zamanda vatandaşlar arasında adaleti sağlamaya yönelik bir uygulamadır.

Demokratik anayasal düzenin belirleyici temel özelliklerinden biri olarak kabul edilen eşitlik
ilkesinin geçerli olması gereken en önemli alan, kuşkusuz yargıdır. Bununla ilk aşamada, her
vatandaşın yasalar önünde eşitliği söz konusu edilmektedir. Bireyin tüm sosyo-toplumsal
farklılıktan kaynaklanan konumuna rağmen yasalar önünde eşitliği (kata tous nomous/pasi to
ison), Perikles tarafından demokrasinin en belirgin özelliklerinden biri olarak öne çıkarılarak
vurgulanıyordu. Ancak bu olgu, yargı sisteminin bir bütünsel olarak oluşumu, işleyişi, karar
verme süreci ve şekli ile ilintili olduğu gibi, öncelikle yargı bağımsızlığının varlığı ile
doğrudan bağıntılıdır. Yasalar önünde eşitlik, mevcut yazılı veya geleneksel olarak
korunagelinen ve bilinen yasaların çiğnenmesi durumunda, sıradan veya görevli her
vatandaşın şikayet edileceği, kovuşturmaya uğrayacağı, yapılan açık duruşma sonucunda
gerektiğinde cezalandırılacağı kuralında kendisini göstermektedir. Suç sayılan bir unsurun
herkes için geçerli olmasının yanı sıra, aynı suç unsurunun cezai yaptırımının da suçlanan
kişinin konumuna bağlı olarak değil de, suç unsurunun işlenişindeki seyir ve etkiler göz
önünde bulundurularak belirlenmesini gerektirmektedir. Karar sürecinde, yani duruşma
esnasında, suçlayana suçlaması için ve suçlanana savunması için tanınan eşit süreler, her
vatandaşın yasalar önünde eşit olduğuna dair formal, ancak en belirgin bir uygulama idi. Öte
yandan eşitlik ilkesinin diğer bir uygulaması olan görevde dönüşümlülük, yargı alanında da
geçerli idi. Bundan dolayı jüri üyesi olarak yeminli hakim konumundaki veya oluşturulan
dairenin başkanı durumundaki her vatandaş, daha sonraki yıl belki başka bir görevli veya
sıradan bir vatandaş durumunda bulunuyordu veya her an için bir suçlayan ya da suçlanan
olarak yargı önüne çıkabiliyordu. Görevin dönüşümlülüğü sayesinde ortaya çıkan bu etkin ve
edilgenlik durumu, yargıda eşitlik ilkesinin geçerli kılınmasında dolaylı yoldan da olsa
yardımcı bir işlev görüyordu. Yargının ne kadar bağımsız olduğu sorunu, kısmen birbirini
izleyen ve kısmen birbirinden ayrılan iki aşama dahilinde ele alınmak durumundadır. Bununla
söz konusu olan, savaş öncesi ve sonrasındaki yapılanma ve işleyiştir. Atina’da her ne kadar
bazı organ (Halk meclisi/ekklesia, Areopag Konseyi ve sınırlı oranda Beşyüzler
Konseyi/boule) ve kurullar (hakem hakimler ve sınırlı oranda ilgili memur kurulları) yargısal
ve cezai kararların alınmasında bazı yetkilere sahip bulunuyorlardıysa da, yargısal asıl görev
ve hüküm gücü, Yeminliler Mahkemesi’nde (dikasterion) bulunuyordu. Halk Meclisi ve
Areopag Konseyi dışında kalan organ ve kurullarca alınmış olunan cezai kararlar, ki bunlar
daha çok belirli bir meblağa kadar olan para cezalarından ibaretti, mahkeme nezdinde itiraz
edilerek geçersiz kılınabiliniyordu. Savaş sonrasındaki yeni yapılanmada yargı organı olarak
mahkeme, dairelerinin oluşum ve işleyişinde görülmüş olunan bazı aksaklıklar ve
suistimallere açık bazı boşluklar, yeni düzenlemeler sayesinde giderilerek daha etkin ve yetkin
hale getirilmiştir. Ama 5’inci yüzyılda politik sistem bir bütün olarak henüz işlerlik içinde
bulunurken bir yargı organı olarak mahkemenin de istenilen ve beklenilen ölçüde bağımsız
olarak çalışır olduğu anlaşılmaktadır. Ancak savaş koşullarının her yönü ile yaratmış olduğu
olumsuz ortamın ilk kurbanlarından birisi, anayasal düzenin belirgin ve demokrasinin temel
ilkelerinden biri olan eşitliğin ve ancak ona bağlı olarak düşünülebilinen adaletin
uygulanmasında ve yerleşmesinde bağımsız kararları ile etkili olabilen yargı organı olmuştur.
Oysaki yasalar önünde eşitlik ilkesi için bu dönemde ve sonrasında kullanılan kavram,
isonomia, aynı zamanda ve hatta aslen politik katılım ve etkinlikte eşitliği esas alan ve bazı
durumlarda demokrasi ile özdeş kabul edilen bir anayasal düzeni de tanımlıyor ve
adlandırıyordu. Bu durumda yasa önünde eşitlik, bu adla anılan anayasal düzenin ve
kitleselleştirilerek geliştirilen bir biçimi olan demokrasinin de temel ilkelerinden birisi olma
niteliğini taşımaktadır.

Atina demokrasisinin eşitlik anlayışı, salt katılım, işleyiş ve yargı ile de sınırlı kalmıyordu.
Demokrasinin temel değerleri olan özgürlüğün ve eşitliğin barış ortamında yaşanılması,
savunulmasını ve hatta uğrunda ölümünü de gerektirebiliyordu. Sparta ile olan Peloponnes
Savaşı’nın bu yönlü gerekçelendirilmesi, herkesin fiziki, mali gücü oranında savunmaya eşit
katkısını gerekli kılıyordu. Varlıklı ile yoksulun aynı amaçla savunmaya katılımları, sonuçta
yaralanmaları, sakat kalmaları veya yaşamlarını yitirmeleri, onların aynı kaderi ve tasayı
paylaşmalarına neden olmuştur. Nitekim Perikles, Thukydides’in (II 42, 4) aktardığına göre,
savaşın ilk yılında yitirilenlerin anısına düzenlenen törende yapmış olduğu konuşmasında
(epitafıos), yitirilenlerden hiçbirinin zenginliğinden ötürü ve onu daha uzunca yaşayabilmek
için korkakça davranmadığını; hiçbirinin yoksulluğundan ötürü, eğer kurtulduğunda belki
zengin olabilir umuduyla, tehlikeyi bir şekilde atlatmayı aramadığını belirterek bu kaderin
paylaşım konusuna da dikkatleri çekmiştir. Savaşlardaki bu birlikte savunma duygusu, eşit
katılım ve aynı acıları paylaşma durumu, barış ortamının sosyo-toplumsal alanında, yönetsel
erkte eşitlik düşüncesinin oluşmasını ve uygulama bulmasına da katkı sunmuştur. Özellikle
Pers Savaşları’ndan sonra sağlanan toplumsal uzlaşı çerçevesinde alt gelir gurubu
mensuplarının aşamalı olarak eşit haklara kavuşturulmuş olmalarında, aynı sorumluluğu
taşıyanların ve aynı bedeli ödeyenlerin, eşitlik bazında, aynı haklardan yararlanması gerektiği
düşüncesinin etkisi de bulunuyordu.

Demokrasi uğraşısı, deneyimi ve yaşamsal süreci, Atina ve onun etkisindeki bazı kentlerde,
normsal ve kurumsal açıdan zamanla yeni bir politik kültür ve tarz oluşturmuştur. Artık
4’üncü yüzyılda, “demokratia” dışında başka bir anayasal düzenin, halkın etkin ve katılımda
bulunmadığı bir yönetim biçiminin önerilmesi, taraftar bulması ve hatta uygulama bulması
halinde başarılı olabileceği konusunda bir kanı, bilinç ve ciddi-açık bir eğilim bulunmuyordu.
Böylesi bir ortamın yaratılmasında, her ne kadar anayasal düzenin korunmasına dair alınmış
olunan önlemlerin bir rolü bulunuyorduysa da, karşıtı seçeneklerin geleneksel olarak
edinilmiş politik kültür ve tarz ile uyumluluk göstermemesinin etkisi de yadsınmayacak
oranda idi. Öte yandan daha önceleri yabancı egemenliğe karşı belirginleşen “kurtarıcı”
(soter), bununla ilintili olarak ve ayrıca iç politik mücadeleler sonucunda daha da somutlaşan
“özgürlük” (eleutherios) simgeleri ile Baştanrı Zeus’un, kentin koruyucusu Tanrıça
Athena’nın ve Attika-İyon soyunun Tanrısı Apollon’un Attika Deniz Birliği dahilinde politize
edilmelerinden sonra, 4’üncü yüzyılda, “demos” ve “demokratia” birer simge haline
getirilerek adeta kutsanmışlardır. Bu değer ve simgelerle dile getirilen ve betimlenen anayasal
düzen, kültsel ve dinsel açıdan da korunmaya alınmış, belleklere yerleştirilmiş, toplumsal
politik kültürün belirleyici bir parçası haline getirilmiştir. Böylelikle gelecek kuşaklara
aktarılmasının da olanağı sağlanmıştır.

Günümüz demokrasi düşünce ve anlayışının ortaya çıkmasında, bir anayasal düzen olarak
yapılandırılmasında ve gelişmesinde, Atina demokrasisinin doğrudan bir etkisinden çok, bir
bütün olarak geçmiş dönemlerin düşünsel ve kültürel birikiminin tarihsel süreç içinde
korunması ve bazı durumlarda yeniden kazanılmasının önemli payı bulunmaktadır. Bunda asıl
olan, özgür düşüncenin oluşması ve bireyin bu yolla özgürlüğü ve eşitliği birer doğal ve
normsal değer olarak kavraması, bazı durumlarda geliştirmesi ve bunun sonucunda dernek,
sendika, parti aracılıkları ile toplumsallaştırarak istemleştirmesidir. Çağımız demokrasilerinin
temel normlarının oluşmasında ve dolaysıyla toplumsal ve politik değer yargılarının
yerleşmesinde önemli etkileri bulunan bazı tarihsel dönüşüm ve değişimlere yönelik
gelişmelerin yazılı hale getirilerek manifestolaştırılan kuramlarının, yukarıda söz konusu
edilen ve kısmen değerlendirilerek aktarılan Atina demokrasisinin nitelendirici normları olan
özgürlük ve eşitlik ilkeleri ile ne ölçüde bağlantılı olduklarını, nasıl etkilenmiş olduklarını ve
bu kuramlaştırılmış politik değer yargılarının çağımızda demokrasi olarak adlandırılan politik
sistemlerin yapılandırılmalarına ve uygulamalarına nasıl yansımış olduklarını, bazı çarpıcı
tarihsel olay ve dönüşümler bağlamında ortaya koymak gerekir.

You might also like