Professional Documents
Culture Documents
E 4648 Eadf 99 e 26 C 13431
E 4648 Eadf 99 e 26 C 13431
&lot
22.08.2019
Sayfa 2 / 124
22.08.2019
Sayfa 3 / 124
1. Ey sevgilim, gönül senin güzelliğinin nurundan bir ışık ister. Ey tabibim, gözüm
senin yolunun toprağından sürme ister.
Hiç kimse, hiç bir nimete, rahmet ve merhamete nâil olamaz. Olursa ancak o Nur'a tâbi
olmakla olur. İster dünya ister ahiret, ister zâhir, ister bâtın...
Gönül Allah'ın tecelligâhıdır. Bu sebeple ayna gibidir. Ancak ayna cilâlı olmalı, yani temiz
ve saf olmalı ki orada akis görünsün. Peygamberler, insanların gönüllerini temizler, cilâlar
onu Allah'a layık hâle getirirler. Gönül karanlığının giderilmesi hususunda Beyazid-i
Bestami Hazretleri'nin şu tavsiyesi rivâyet edilir: "Tevbe kökünü istiğfar yaprağı ile
karıştırıp, gönül havanına koymalı, tevhid tokmağı ile dövüp insaf eleğinden eleyerek
gözyaşı ile hamur etmeli, aşk ateşinde pişirip içine muhabbet-i Muhammediye balından
katarak kanaat kaşığı ile gece gündüz yemeli."
Onun âlemlere rahmet oluşu sebebiyledir ki; ümmeti cehennemde ebedî kalıp azap
görmekten kurtulacaktır, hasapları bütün ümmetlerden önce görülecek, işledikleri
kabahatlere ve diğer hallere diğer peygamberler ve ümmetleri vâkıf olamayacaklardır.
Alacakları mükâfatları kat kat olacak cennette nimetlerin en büyüğü olarak Cemâlullah'ı
müşâhede edeceklerdir.
22.08.2019
Sayfa 4 / 124
Kimde onun muhabbeti varsa onda hayat vardır. Kim ki ona tâbi olursa dünya ve ahiret
azabından emin olur.
6. Yanağının gülüne aşık olanlar şüphesiz sensiz olan mülkü, malı mevkiyi, zevk ve
sefayı da istemezler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e tâbi olmak, yolunda bulunmak, onu malından da
hatta canından da fazla sevmek; hem Allah sevgisinin delili ve tezahürü, hem de Allah
tarafından sevilmenin sebebidir.
7. Eşsiz güzelliğinle bir kere mutlu olsa ne çıkar, zavallı köleniz Es'ad sana feda
olmak ister.
22.08.2019
Sayfa 5 / 124
2. Yusuf'a benzer güzelliğinle sarhoş olduğumuz günden beri, taş gibi katı
gönlümüz yumuşadı, bir sevgi ülkesine döndü.
3. Yüzündeki benin, âşıkların tavaf yeri olmuşa benziyor. Gönlümüz onun her
köşesine bir nakış ve güzel yazı yazmış.
Kâbe'nin örtüsü siyahtır ve üzeri ayetlerle, nakışlarla süslüdür. Etrafı da müminlerce tavaf
edilir. Sevgilinin yüzündeki siyah ben de hem rengi hem etrafında yazıya benzer ayva
tüyleri, hem de âşıkları cezbetmesi, kendine çekmesiyle Kâbeye benzetiliyor.
4. Gönlümüz, senin güller saçan yüzünü hayal ede ede âdeta güzel bir gül
bahçesine döndü.
5. Benlerin ve yüz hatlarının mushafından feyiz sahibi olmak için; gönlümüz suğra
ve kübrâ tertib edip hüküm çıkardı.
Mantıkla mukayese yoluyla bir sonuca varırken kullanılan kıyas basamaklarına suğrâ ve
kübrâ adı verilir. Buna göre:
Şu halde, Hazret-i Peygamberin ben ve hatlarına bakmak, mushafa bakmak gibi feyiz
verir. (Hüküm)
Her şey, bu arada cehennem de Allah'ın isimlerinin tecellisi ile mevcuttur. Vaiz
cehennemden bahsedip duruyor. Halbuki o isimlerin sırlarına mazhar olan aşığın gönlü
daha bu âlemde Cenneti de, Cehennemi de nefsinde yaşamaktadır. Vaiz için çok sonra
başlayacak bu hayatı âşık şimdiden yaşamaktadır.
7. Vahdet meclisinin kadehiyle sarhoş, başı kızgın Es'ad gibi aşkın şarabından içen
gönlümüz rintler meclisine girmiştir.
Vahdet meclisinden maksat kâlu-belâ'da vaki olan "Elest" meclisidir. Âşık ruhların
sarhoşluğu Allah ile bu ilk karşılaşmada başlamış ve hâlâ sürmektedir.
22.08.2019
Sayfa 6 / 124
n Seçmeler
1. Ey sevgilim, gönül senin güzelliğinin nurundan bir ışık ister. Ey tabibim, gözüm
senin yolunun toprağından sürme ister.
22.08.2019
Sayfa 7 / 124
Hiç kimse, hiç bir nimete, rahmet ve merhamete nâil olamaz. Olursa ancak o Nur'a tâbi
olmakla olur. İster dünya ister ahiret, ister zâhir, ister bâtın...
Gönül Allah'ın tecelligâhıdır. Bu sebeple ayna gibidir. Ancak ayna cilâlı olmalı, yani temiz
ve saf olmalı ki orada akis görünsün. Peygamberler, insanların gönüllerini temizler, cilâlar
onu Allah'a layık hâle getirirler. Gönül karanlığının giderilmesi hususunda Beyazid-i
Bestami Hazretleri'nin şu tavsiyesi rivâyet edilir: "Tevbe kökünü istiğfar yaprağı ile
karıştırıp, gönül havanına koymalı, tevhid tokmağı ile dövüp insaf eleğinden eleyerek
gözyaşı ile hamur etmeli, aşk ateşinde pişirip içine muhabbet-i Muhammediye balından
katarak kanaat kaşığı ile gece gündüz yemeli."
Onun âlemlere rahmet oluşu sebebiyledir ki; ümmeti cehennemde ebedî kalıp azap
görmekten kurtulacaktır, hasapları bütün ümmetlerden önce görülecek, işledikleri
kabahatlere ve diğer hallere diğer peygamberler ve ümmetleri vâkıf olamayacaklardır.
Alacakları mükâfatları kat kat olacak cennette nimetlerin en büyüğü olarak Cemâlullah'ı
müşâhede edeceklerdir.
Kimde onun muhabbeti varsa onda hayat vardır. Kim ki ona tâbi olursa dünya ve ahiret
azabından emin olur.
6. Yanağının gülüne aşık olanlar şüphesiz sensiz olan mülkü, malı mevkiyi, zevk ve
sefayı da istemezler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e tâbi olmak, yolunda bulunmak, onu malından da
hatta canından da fazla sevmek; hem Allah sevgisinin delili ve tezahürü, hem de Allah
tarafından sevilmenin sebebidir.
7. Eşsiz güzelliğinle bir kere mutlu olsa ne çıkar, zavallı köleniz Es'ad sana feda
olmak ister.
22.08.2019
Sayfa 8 / 124
2. Yusuf'a benzer güzelliğinle sarhoş olduğumuz günden beri, taş gibi katı
gönlümüz yumuşadı, bir sevgi ülkesine döndü.
3. Yüzündeki benin, âşıkların tavaf yeri olmuşa benziyor. Gönlümüz onun her
köşesine bir nakış ve güzel yazı yazmış.
Kâbe'nin örtüsü siyahtır ve üzeri ayetlerle, nakışlarla süslüdür. Etrafı da müminlerce tavaf
edilir. Sevgilinin yüzündeki siyah ben de hem rengi hem etrafında yazıya benzer ayva
tüyleri, hem de âşıkları cezbetmesi, kendine çekmesiyle Kâbeye benzetiliyor.
4. Gönlümüz, senin güller saçan yüzünü hayal ede ede âdeta güzel bir gül
bahçesine döndü.
5. Benlerin ve yüz hatlarının mushafından feyiz sahibi olmak için; gönlümüz suğra
ve kübrâ tertib edip hüküm çıkardı.
Mantıkla mukayese yoluyla bir sonuca varırken kullanılan kıyas basamaklarına suğrâ ve
kübrâ adı verilir. Buna göre:
22.08.2019
Sayfa 9 / 124
Şu halde, Hazret-i Peygamberin ben ve hatlarına bakmak, mushafa bakmak gibi feyiz
verir. (Hüküm)
Her şey, bu arada cehennem de Allah'ın isimlerinin tecellisi ile mevcuttur. Vaiz
cehennemden bahsedip duruyor. Halbuki o isimlerin sırlarına mazhar olan aşığın gönlü
daha bu âlemde Cenneti de, Cehennemi de nefsinde yaşamaktadır. Vaiz için çok sonra
başlayacak bu hayatı âşık şimdiden yaşamaktadır.
7. Vahdet meclisinin kadehiyle sarhoş, başı kızgın Es'ad gibi aşkın şarabından içen
gönlümüz rintler meclisine girmiştir.
Vahdet meclisinden maksat kâlu-belâ'da vaki olan "Elest" meclisidir. Âşık ruhların
sarhoşluğu Allah ile bu ilk karşılaşmada başlamış ve hâlâ sürmektedir.
İstanbul’un büyük zenginlerinden birisi Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerinin
ismini duyar ve ziyaret etmek ister. Erenköy’e gelerek Hazret’i sorar. Kendisine beyaz
köşkü gösterirler. Köşkü görünce kendi kendisine: “Bu nasıl şeyh böyle? Güzel bir köşkte
oturuyor!” der.
22.08.2019
Sayfa 10 / 124
Müsade isteyerek huzura çıkar. Bir de bakar ki, yerlere nâdide halılar serilmiş, güzel
mobilyalar serilmiş. Şeyh Efendi’nin sırtında da, o zamanda ender bulunan meşhur ve
çok kıymetli samur kürk var.
Kalbi yine karışır. İçinden: “Bu nasıl şeyh böyle? Köşkte oturuyor, konforlu bir hayat
yaşıyor, sırtında da kıymetli bir samur kürk var!” diye geçirir.
Hazret’in elini öper ve oturur. Şeyh Efendi: “Hoş geldin!” der, kendisine hâl-hatır sorar.
“Efendim! Güz geldi, havalar soğumaya başladı, eski bir palto gibi bir şeyiniz varsa
istemeye geldim.” der.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri hemen sırtındaki kıymetli samur kürkü
çıkarır. “Al evlâdım!” diyerek dervişe verir.
Derviş kürkü alır, teşekkür eder ve dışarı çıkar. Sevine sevine evine giderken, yolda
zengin bir ihvanla karşılaşırlar. Zengin ihvan, fakir dervişin elindeki samur kürkü görünce,
kendi kendine: “Bu adam bu kürkü satarsa hemen alayım. Bu kürk Efendim’e lâyıktır, ona
hediye ederim.” diye düşünür. “Arkadaş! Bu kürkü bana satar misin?” diye sorar. O da
satabileceğini söyler. Fiyatını sorar. Verdiği fiyatın üç misli fazlasını vererek kürkü alır.
Derviş de verilen paraya çok çok sevinerek ayrılır.
Kürkü satın alan ihvan köşke gelir ve huzura çıkar, selâm verir ve: “Efendim! Zât-ı âlinize
lâyık bir hediye getirdim, kabulünü istirham ederim.” der.
Hazret: “Ört evlâdım ört!” diyerek sırtını işaret eder ve kürkü sırtına alır. Ziyarete gelen
İstanbul’lu zengin hâlâ orada bulunmaktadır. Ona döner ve buyurur ki:
“İşte biz böyleyiz. Biri götürür, biri getirir, biz arada vasıtayız. Bu gördüğün şeyler
de birer emanettir. Sizi meşgul ettiği kadar bizi meşgul etmez, Rabbimizle aramıza
girmez.”
Durumu gözleriyle bizzat gören İstanbul’lu zengin özür diler ve evlâtlığa kabul
buyurulmasını istirham eder.
Ruhâniyet:
Demiryollarında işçi olarak çalışan İhsan Efendi isminde bir ihvanın hanımı hastalanır.
İstanbul’a götürerek, durumu Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerine arzeder.
Kendisine hastaneye yatırıp tedâvi ettirmesi tavsiye olunur.
Emirleri gereği hanımını hastaneye götürür. Baştabip muayene eder ve hastaneye alır.
İzni olmadığı için kendisi de hastayı önce Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesine, sonra da
Hazret’in ruhaniyetine havale ederek vazifesinin başına döner.
Gittiği günden itibaren her akşam bir hanim koğuşa gelerek selâm verir. “Beni Şeyh
Efendi gönderdi.” diyerek hâl-hatır sorar, yanına oturur, onu neşelendirir, uyuyuncaya
kadar kendisiyle sohbet eder. Bu durum taburcu oluncaya kadar devam eder.
22.08.2019
Sayfa 11 / 124
“Efendi Hazretlerine gidip hem vedâ ziyareti yapalım, hem de kendisine teşekkür edelim.
Beni hastanede hiç yalnız bırakmadı, mahzun ettirmedi.” diyerek olan-biteni kocasına
anlatır.
Huzura çıkarlar. “Efendim” der, “Allah sizden râzı olsun. Fakiriniz gittikten sonra bizim
hanımın yanına her akşam bir hanım kardeşi göndermişsiniz. O da onu mahzun
bırakmamış, sohbetleriyle neşelendirmiş. Teşekkür ederiz efendim.”
İstanbul’da bir derviş Hazret’i ziyarete gelir. Bir rüya gördüğünü, rüyasında bütün dalları
çiçeklerle dolu bir ağacın gölgesinde bulunurken, bu ağacın birdenbire kuruduğunu
söyler. Hayretle uyandığını, bu rüyanın neye delâlet ettiğini sorar.
Derviş: “Evet Efendim, Anadolu’da falan zâta müntesibim.” diye cevap verir.
“Allah sana uzun ömür ihsan etsin. Üstadın bu gece bekâ âlemine intikâl etmiş,
ecel rüzgârı onun can kandilini söndürmüş.”
Derviş ağlayarak huzurdan ayrılır ve hemen postahaneye giderek telgraf çeker, üstadının
durumunu sorar. Gerçekten de vefat ettiğini öğrenince tekrar huzura gelir.
“Ey üstad! Verdiğiniz haber aynı ile vukua gelmiş, şimdi benim ne yapmam lâzım?” diye
sorar.
“Bir başka üstada intisab ederek, noksanlarını ikmal eder ve hayatın boyunca
üstâdın gölgesinden istifade etmeye çalışırsın.”
Nereden Nereye:
22.08.2019
Sayfa 12 / 124
İstanbul’da ithâlât ve ihrâcat işleri ile meşgul olan bir zengini arkadaşları Şeyh Es’ad
Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerine ziyarete getirirler. Gayeleri onu da ihvan yapıp
aralarına almak. O ise işinin çokluğundan şikâyet etmektedir.
Müsaade isteyerek huzura girerler, mübarek elini öperek otururlar. Hâl-hatırdan sonra
Hazret sohbete başlar. Buyurur ki:
“Mânevî âlemin kazancı da maddi kazanç gibidir. Meselâ bir kimse ticaret hayatına
atıldığı zaman, sermayesine göre iş yapar. Evvelâ parasına göre bir müddet
yumurta alıp satar. Parası çoğalınca tavuk alıp satar. Sonra bir attar tablası düzer,
sermayesi artınca dükkân açar. Sermayesi biraz daha artınca mağaza açar.
Sermayesi daha da çoğalınca Avrupa ile ithâlât ve ihrâcat yapmaya başlar...”
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri sözünü bitirmeden, zengin kişi ağlayarak
ellerine sarılır ve evlâtlığa kabul buyurulmasını ricâ eder.
Meğerse Hazret’in tarif ettiği tüccar kendisi imiş. Yumurtadan başlayıp ithâlât ve ihrâcâta
kadar yükselmiş ve zengin olmuş. Bu keramet ile irşad edilerek evlâtlığa kabul buyurulur.
Doktorlar tedavî maksadı ile bir ihvanın ayağının kesilmesine karar vermişler. O ihvan
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerine mektup yazar. Bir noktasında der ki:
“Efendim! Vaktiyle İstanbul’da Sümbüllü Baba varmış. Onun zamanında bir kimsenin
ayağı kesilecekmiş. Sümbüllü Baba’ya müracaat etmiş. O da: ‘Ayağını kestirme evlâdım,
iyi olur inşaallah!’ demiş ve ayağı iyi olmuş. Efendim, şimdi bu âciz evlâdının da ayağını
doktorlar kesmeye karar verdiler. Ne buyurursunuz?”
“Evlâdım! Her devirde Allah’ın sümbülleri vardır, eksik değildir. Ayağını kestirme,
iyi olur inşaallah!” buyurur.
Acıdaki Şifâ:
Kayınpederi Ali Efendi, Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh Hazretlerine intisaplıymış.
Bursa’da bir ev satın almış. Kendi evini satıp, yeni evin parasını ödeyecekmiş. Parayı
ödeme zamanı yaklaştığı halde hâlâ eski evini satamamış. İşin içinde mahçup olmak
durumu var. Hemen İstanbul’a, mübarek Sultan’ın huzur-u saâdetine gitmek üzere yola
çıkmış.
Vardığında onlar bir paşa ile sohbet hâlinde imişler. Kendisi de bir kenara oturmuş,
içinden meseleyi arzetmiş.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri yüzlerini Ali Efendi’ye yöneltmişler ve şu
sözler dökülmüş mübarek ağızlarından:
22.08.2019
Sayfa 13 / 124
“Cenâb-ı Hakk kullarından bazılarına ‘Cemâl’ bazılarına da ‘Celâl’ sıfatı ile tecelli
eder. Cemâl sıfatı ile tecelli edilen kullarına mal, mülk, sıhhat verir, rahat yaşatır.
Bunların ahirette nasipleri azdır.
Bazılarına da Celâl sıfatı ile tecelli eder. Bu kullar, hayatlarını sıkıntı içinde
geçirirler. Daima ‘Aman!’ kapısından ayrılmazlar. En ucuz zamanda Cenâb-ı Hakk
Hazretleri rızık darlığı verir. Sabrederlerse bunların ahirette dereceleri âli olur.
Size Celâl sıfatı ile tecelli etmiş Ali Efendi!... Sabredin, acıda şifâ çoktur.”
İstanbul’un büyük zenginlerinden birisi Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerinin
ismini duyar ve ziyaret etmek ister. Erenköy’e gelerek Hazret’i sorar. Kendisine beyaz
köşkü gösterirler. Köşkü görünce kendi kendisine: “Bu nasıl şeyh böyle? Güzel bir köşkte
oturuyor!” der.
Müsade isteyerek huzura çıkar. Bir de bakar ki, yerlere nâdide halılar serilmiş, güzel
mobilyalar serilmiş. Şeyh Efendi’nin sırtında da, o zamanda ender bulunan meşhur ve
çok kıymetli samur kürk var.
Kalbi yine karışır. İçinden: “Bu nasıl şeyh böyle? Köşkte oturuyor, konforlu bir hayat
yaşıyor, sırtında da kıymetli bir samur kürk var!” diye geçirir.
Hazret’in elini öper ve oturur. Şeyh Efendi: “Hoş geldin!” der, kendisine hâl-hatır sorar.
“Efendim! Güz geldi, havalar soğumaya başladı, eski bir palto gibi bir şeyiniz varsa
istemeye geldim.” der.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri hemen sırtındaki kıymetli samur kürkü
çıkarır. “Al evlâdım!” diyerek dervişe verir.
Derviş kürkü alır, teşekkür eder ve dışarı çıkar. Sevine sevine evine giderken, yolda
zengin bir ihvanla karşılaşırlar. Zengin ihvan, fakir dervişin elindeki samur kürkü görünce,
22.08.2019
Sayfa 14 / 124
kendi kendine: “Bu adam bu kürkü satarsa hemen alayım. Bu kürk Efendim’e lâyıktır, ona
hediye ederim.” diye düşünür. “Arkadaş! Bu kürkü bana satar misin?” diye sorar. O da
satabileceğini söyler. Fiyatını sorar. Verdiği fiyatın üç misli fazlasını vererek kürkü alır.
Derviş de verilen paraya çok çok sevinerek ayrılır.
Kürkü satın alan ihvan köşke gelir ve huzura çıkar, selâm verir ve: “Efendim! Zât-ı âlinize
lâyık bir hediye getirdim, kabulünü istirham ederim.” der.
Hazret: “Ört evlâdım ört!” diyerek sırtını işaret eder ve kürkü sırtına alır. Ziyarete gelen
İstanbul’lu zengin hâlâ orada bulunmaktadır. Ona döner ve buyurur ki:
“İşte biz böyleyiz. Biri götürür, biri getirir, biz arada vasıtayız. Bu gördüğün şeyler
de birer emanettir. Sizi meşgul ettiği kadar bizi meşgul etmez, Rabbimizle aramıza
girmez.”
Durumu gözleriyle bizzat gören İstanbul’lu zengin özür diler ve evlâtlığa kabul
buyurulmasını istirham eder.
Ruhâniyet:
Demiryollarında işçi olarak çalışan İhsan Efendi isminde bir ihvanın hanımı hastalanır.
İstanbul’a götürerek, durumu Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerine arzeder.
Kendisine hastaneye yatırıp tedâvi ettirmesi tavsiye olunur.
Emirleri gereği hanımını hastaneye götürür. Baştabip muayene eder ve hastaneye alır.
İzni olmadığı için kendisi de hastayı önce Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesine, sonra da
Hazret’in ruhaniyetine havale ederek vazifesinin başına döner.
Gittiği günden itibaren her akşam bir hanim koğuşa gelerek selâm verir. “Beni Şeyh
Efendi gönderdi.” diyerek hâl-hatır sorar, yanına oturur, onu neşelendirir, uyuyuncaya
kadar kendisiyle sohbet eder. Bu durum taburcu oluncaya kadar devam eder.
“Efendi Hazretlerine gidip hem vedâ ziyareti yapalım, hem de kendisine teşekkür edelim.
Beni hastanede hiç yalnız bırakmadı, mahzun ettirmedi.” diyerek olan-biteni kocasına
anlatır.
Huzura çıkarlar. “Efendim” der, “Allah sizden râzı olsun. Fakiriniz gittikten sonra bizim
hanımın yanına her akşam bir hanım kardeşi göndermişsiniz. O da onu mahzun
bırakmamış, sohbetleriyle neşelendirmiş. Teşekkür ederiz efendim.”
İstanbul’da bir derviş Hazret’i ziyarete gelir. Bir rüya gördüğünü, rüyasında bütün dalları
çiçeklerle dolu bir ağacın gölgesinde bulunurken, bu ağacın birdenbire kuruduğunu
söyler. Hayretle uyandığını, bu rüyanın neye delâlet ettiğini sorar.
22.08.2019
Sayfa 15 / 124
Derviş: “Evet Efendim, Anadolu’da falan zâta müntesibim.” diye cevap verir.
“Allah sana uzun ömür ihsan etsin. Üstadın bu gece bekâ âlemine intikâl etmiş,
ecel rüzgârı onun can kandilini söndürmüş.”
Derviş ağlayarak huzurdan ayrılır ve hemen postahaneye giderek telgraf çeker, üstadının
durumunu sorar. Gerçekten de vefat ettiğini öğrenince tekrar huzura gelir.
“Ey üstad! Verdiğiniz haber aynı ile vukua gelmiş, şimdi benim ne yapmam lâzım?” diye
sorar.
“Bir başka üstada intisab ederek, noksanlarını ikmal eder ve hayatın boyunca
üstâdın gölgesinden istifade etmeye çalışırsın.”
Nereden Nereye:
İstanbul’da ithâlât ve ihrâcat işleri ile meşgul olan bir zengini arkadaşları Şeyh Es’ad
Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerine ziyarete getirirler. Gayeleri onu da ihvan yapıp
aralarına almak. O ise işinin çokluğundan şikâyet etmektedir.
Müsaade isteyerek huzura girerler, mübarek elini öperek otururlar. Hâl-hatırdan sonra
Hazret sohbete başlar. Buyurur ki:
“Mânevî âlemin kazancı da maddi kazanç gibidir. Meselâ bir kimse ticaret hayatına
atıldığı zaman, sermayesine göre iş yapar. Evvelâ parasına göre bir müddet
yumurta alıp satar. Parası çoğalınca tavuk alıp satar. Sonra bir attar tablası düzer,
sermayesi artınca dükkân açar. Sermayesi biraz daha artınca mağaza açar.
Sermayesi daha da çoğalınca Avrupa ile ithâlât ve ihrâcat yapmaya başlar...”
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri sözünü bitirmeden, zengin kişi ağlayarak
ellerine sarılır ve evlâtlığa kabul buyurulmasını ricâ eder.
Meğerse Hazret’in tarif ettiği tüccar kendisi imiş. Yumurtadan başlayıp ithâlât ve ihrâcâta
kadar yükselmiş ve zengin olmuş. Bu keramet ile irşad edilerek evlâtlığa kabul buyurulur.
22.08.2019
Sayfa 16 / 124
Doktorlar tedavî maksadı ile bir ihvanın ayağının kesilmesine karar vermişler. O ihvan
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerine mektup yazar. Bir noktasında der ki:
“Efendim! Vaktiyle İstanbul’da Sümbüllü Baba varmış. Onun zamanında bir kimsenin
ayağı kesilecekmiş. Sümbüllü Baba’ya müracaat etmiş. O da: ‘Ayağını kestirme evlâdım,
iyi olur inşaallah!’ demiş ve ayağı iyi olmuş. Efendim, şimdi bu âciz evlâdının da ayağını
doktorlar kesmeye karar verdiler. Ne buyurursunuz?”
“Evlâdım! Her devirde Allah’ın sümbülleri vardır, eksik değildir. Ayağını kestirme,
iyi olur inşaallah!” buyurur.
Acıdaki Şifâ:
Kayınpederi Ali Efendi, Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh Hazretlerine intisaplıymış.
Bursa’da bir ev satın almış. Kendi evini satıp, yeni evin parasını ödeyecekmiş. Parayı
ödeme zamanı yaklaştığı halde hâlâ eski evini satamamış. İşin içinde mahçup olmak
durumu var. Hemen İstanbul’a, mübarek Sultan’ın huzur-u saâdetine gitmek üzere yola
çıkmış.
Vardığında onlar bir paşa ile sohbet hâlinde imişler. Kendisi de bir kenara oturmuş,
içinden meseleyi arzetmiş.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri yüzlerini Ali Efendi’ye yöneltmişler ve şu
sözler dökülmüş mübarek ağızlarından:
“Cenâb-ı Hakk kullarından bazılarına ‘Cemâl’ bazılarına da ‘Celâl’ sıfatı ile tecelli
eder. Cemâl sıfatı ile tecelli edilen kullarına mal, mülk, sıhhat verir, rahat yaşatır.
Bunların ahirette nasipleri azdır.
Bazılarına da Celâl sıfatı ile tecelli eder. Bu kullar, hayatlarını sıkıntı içinde
geçirirler. Daima ‘Aman!’ kapısından ayrılmazlar. En ucuz zamanda Cenâb-ı Hakk
Hazretleri rızık darlığı verir. Sabrederlerse bunların ahirette dereceleri âli olur.
Size Celâl sıfatı ile tecelli etmiş Ali Efendi!... Sabredin, acıda şifâ çoktur.”
22.08.2019
Sayfa 17 / 124
İstimdat:
Huzur-u saâdetlerinde çok bulunmuş, çok şeylerle karşılaşmış olan merhum Sabri
Kaptan’dan nakledilmiştir:
Paşa olsa gerek, yüksek rütbeli bir zât Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerine
gelerek, dâvet üzerine Anadolu’ya geçmek için müsaade ister ve duâ talep eder.
Cevaben: “Oğlum geç, yalnız sıkıştığın zaman bize müracaat et...” buyurur.
Hareket esnasında bir kış gecesi, cephe kumandanı olması hasebiyle, maiyyetine birkaç
kumandan daha alarak cepheyi tedkike çıkıyor. Bu arada öyle bir hâl oluyor ki, yolu
kaybediyorlar. ‘Acaba düşmanın içine mi girdik, neredeyiz?’ diye şaşırıyorlar.
Gece yarısını geçmiş, sabah yaklaşırken bir çeşmeye tesadüf ediyorlar. Hemen hatırına
geliyor. ‘Efendi Hazretleri bana; ‘Sıkıştığın zaman istimdat et!’ demişti, işte şimdi tam
zamanıdır.’ diyerek atından iniyor. Abdest alıp iki rekât namaz kılıyor ve tekrar atına
biniyor.
Biraz sonra bakıyorlar ki, karşıda bir çoban ve birçok koyunları var.
Çobana yaklaşıyorlar. ‘Bize yol gösterir misin?’ diyorlar. ‘Göstereyim.’ diyor ve önlerine
düşüyor. Çoban önde onlar arkada uzun bir müddet yürüyorlar. Nihayet bir yola çıkarıyor
ve: ‘Böyle gidersiniz!’ diye gidecekleri yolu tarif ediyor. Güneş de ilk ışıltısını vermiş.
‘Böyle gidersiniz!’ deyince yüzünde bir aydınlık beliriyor. Bir de baksa ki, Şeyh Es’ad
Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri...
O anda meyhoş oluyor, çok duygulanıyor. Biraz sonra arkadaşlarına dönüyor: ‘Bu kış
kıyamette bir çoban sürüsünü bırakıp, saatlerce yol yürür mü?’ diyor. Düşünüyorlar,
hakikaten olacak bir iş değil. ‘Olmaz!’ diyorlar.
Devam ediyor. ‘İşte o gördüğünüz çoban, çoban değil Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh-
Hazretlerimizdir. Zira: ‘Yol budur... Böyle gidersiniz!’ diye tarif ettiklerinde, baktım ki tâ
kendileri.’
Yağlı Direk:
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimizin oğlu Şeyh Mehmed Ali Efendi
-kuddise sırruh- Hazretleri tasavvuf yolunu yağlı direğe benzetmiş. Direğe güçlükle
tırmanan bir müridin, küçük bir hata ile bir anda dibine indiğini beyan etmiş.
Nefis Terbiyesi:
22.08.2019
Sayfa 18 / 124
Sabri Kaptan uzun seneler Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerinin hizmetinde
bulunmuş hoş bir insandı. Onları çok severdi, pek tatlı anlatırdı, bitmezdi bahsi. “Ben
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerinin meddahıyım.” derdi.
“Şeyh Ali Efendi Hazretlerini bir sebepten dolayı kızdırmıştım, beni oradan kovdular.
Gelirdim, köşkün uzak bir yerinde durur, karşıdan seyrederdim. Şeyh Ali Efendi beni
gördüğü zaman: ‘Yine mi burdasın?’ diye bağırırdı, hemen kaçardım. O gitti mi yine oraya
gelirdim. İçeri girmezdim de, karşıdan seyrederdim.
Efendi Hazretleri affetmesini istiyor amma, onu da kırmak istemiyor. Benim de çekecek
çilem varmış, uzun zaman direğin dibinde saklanmış olarak durdum, köşke
yanaşamadım.
Kovardı giderdim, yine gelirdim. Kovardı giderdim, yine gelirdim. Uzun zaman oradan hiç
ayrılmadım.
Bir gün nasılsa ihvanlar onun gönlünü yaptılar, şefaatçı oldular, içeriye girdim. Şeyh
Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri benim hakkımda bir şey söylemek istedi herhalde
ki, Şeyh Ali Efendi: ‘Baba baba! Sabri Araba benzer. Arap sabunla yıkamakla beyaz olur
mu? İşte Sabri budur!’ buyurdu. Onların da hoşlarına gitti ve güldüler, seslerini
çıkarmadılar.
Bir gün de diyor, köşkte çok meyvalar vardı, dökülüyordu. Orada çalışan Hüsnü ile
ikimize: ‘Oğlum Sabri! Hüsnü ile beraber bu meyvaları alın da sizin mahallede şöyle
bir gezdirin.’ buyurdular. Tabii ki bir binbaşının meyva satması nefsin işine gelir mi?
Fakat nefsimi kırmak maksadıyla yaptıklarını bildiğim için gittim.”
Gerçek Define:
Merhum Hacı Hüseyin Tunçak kardeşimiz anlatmıştı. Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh-
Hazretlerimizin bir müridi daha önceleri definecilik yaparmış. İntisaptan sonra yerin
altındaki defineleri kalp gözü ile görmeye başlamış. “Hadi alsana!” denildiğinde hiç iltifat
etmemiş.
Râbıta:
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimizin bir ihvanı, bir başka yere müntesip
birisi ile konuşurken, o kimsenin Râbıta’dan bir şey anlamadığını söylediğini şeyhine
arzetmiş.
Hazret Erbil’de ikamet ettiği yıllarda, İstanbul’da dergahta iki ihvan Hoca Yekta Efendiye
haset ederek sihir yaparlar ve Hoca Efendi sihirin tesiriyle hastalanır. Yine dergahta sihir
22.08.2019
Sayfa 19 / 124
bozmasını bilen bir ihvan, sihir yapanların sihirlerini bozarak Hoca Efendiyi sağlığına
kavuşturur.
On sene sonra Erbil’den dönen Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri
İstanbullular tarafından karşılanır, yine Kelâmî dergahına gelerek irşad görevine devam
eder.
Gerçekten de o iki kişi bir daha dergaha gelemezler ve bu ulvî hayattan mahrum olurlar.
Amcazâde Derviş:
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerinin amcazâdesi her ne hikmetse teslim
olamaz. Bir mürşid-i kâmil bulmak için Halep, Bağdat, Basra... gibi birçok yerler dolaşır ve
bu hususta yorgun düşer.
Ninayet bir gece rüyasında boynuna bir ip bağlandığını, ipin ucunun Şeyh Es’ad Efendi
-kuddise sırruh- Hazretlerinin elinde olduğunu görür. Uyanır uyanmaz: “Eyvah!” der ve
hemen İstanbul’a döner.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri: “Amcazâde hoş geldin! Serin ol!” gibi
mülâyim sözlerle kendisini karşılar. Bu durum karşısında ruhu açılır, içini feyiz kaplar ve
teslim olur.
Dergah açıldığından beri mutfakta üç öğün yemek çıkmaktadır. Amcazâde derviş bir gün:
“Efendim! Günde üç öğün yemek geliyor. Nefsi beslemekten başka bir şey değil bu...
Emir verin de iki öğüne insin.” der.
Hazret: “Peki, aşçıya söyleyin öğle yemeği yapmasın!” buyurur ve öğle yemeği
kalkar.
Yemek işi bir sabah bir akşam bu şekilde devam ederken bir ihvan, hanımına: “Üstadımın
misafiri var. Bir şeyler hazırla da Üstadım Hazretlerine götüreyim.” der. Hanım tepsiye bir
şeyler hazırlar, o da dergaha götürür. Hazret’le amcazâdesi içeride otururlarken o mürid
elindeki tepsi ile içeri girer, selâm verir ve: “Efendim! Ufak bir hediyemiz, kabul buyurun.”
istirhamında bulunur.
Ertesi gün başka bir ihvan yemek getirir. Hazret yine tebessümle: “Amcazâde! Buna
zuhurat derler.” buyurur.
Ertesi gün bir başka ihvan yemek getirir, bu hâl böylece birkaç gün devam edince
amcazâde dayanamaz: “Efendim! Zuhurat... Zuhurat... Bu devam edeceğe benzer.
Aşçıya söyleyelim de üç öğün yemek yapsın.” demek zorunda kalır ve bundan sonra üç
öğün yemek yapmaya başlar.
22.08.2019
Sayfa 20 / 124
Ruhâniyet ve Cismâniyet:
Konya’dan bir ihvan İstanbul’a Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerini ziyarete
gider. Huzurlarına girdiğinde, Hazret ona adını ve memleketini sorar.
O mürid Konya’ya dönüşünde Hazret’e mektup yazar. “Efendim! Falan zaman fakir sizi
ziyarete varmıştım, siz bizi bilemediniz.” der.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri cevap yazar ve buyurur ki:
Hadis-i şerif’i gereğince; eğer bir mürşid, çobanı olduğu sürüsünden, yani
evlâdlarının hallerinden haberi olmaz ise, o mürşid nâkıstır.” demiştir.
Sözler ve Notlar:
İtimat:
22.08.2019
Sayfa 21 / 124
Ubeydullah Ahrar -kuddise sırruh- Hazretlerine bir kimse gelip zengin olmak için duâ
talep etmiş, o da bir duâ vermiş. Sonra o kimse duânın sarf kâidesi üzerine failini
mef’ülünü değiştirmiş. Bir zaman sonra gelmiş ve faydası olmadığını söylemiş.
“Sana verdiğim duânın tesiri olacaktı, belki sen yanlış okuyorsun. Getir bakalım
duâyı doğru okuyor musun?” demiş. Harekeyi değiştirerek okuduğunu görünce
buyurmuş ki:
“Senin bana itikadın yok, yanlış diye değiştirmişsin. Onun için tesirini
görmemişsin.”
Gözyaşı:
Çünkü;
Gözyaşı: Allah için öyle bir sermaye-i sadeftir ki, rahmet, merhamet ve mağfiret
habbelerini içinde taşıyan seyyidü’l-istiğfar ve tevbe-i nasuhtur.
Zikrullah:
22.08.2019
Sayfa 22 / 124
Cenâb-iı Hakk’ı zikretmek vâciptir, vâcibi terk eden azaba müstehak olur. Azaptan
kurtulmak için zikretmek lâzımdır. Bu da tarikat-ı aliye’ye sülûk ile olur.
Tarikat-ı aliye’den uzak olan bir kimse hakkında şöyle bir misal verebiliriz. Meselâ acemi
askerler önceleri elbisesiz olarak bir kışlaya verilir. Henüz askerlikle alâkaları olmadığı
için korkudan kötü kötü düşünürler. Vaktâki elbiseyi giyerler, ünsiyet peyda ederler, eski
halleri zâil olur.
Hadis-i şerif’te buyurulduğu üzere cehennemden en son çıkacak olan “Hınad” isminde
biriymiş. Hasan Basri -rahmetullahi aleyh- ağlayarak: “Keşke ben de onun gibi
olaydım!” demiş. Bunun sebebini sormuşlar.
Cevaben:
“Ona cehennemden çıkacağı tebşir olunmuş, senet almış demektir. Bizim elimizde
böyle bir hüccet yok.” demiştir.
Seyirci ve Müşteri:
Bir satıcının başında birçok insanlar bulunur. Hepsi seyircidir, müşteri olarak bir veya iki
kişidir.
Âlem-i Ervah:
Hakk Teâlâ Hazretleri âlem-i ervahta ruhları cemedince melekler: “Yâ Rabbi! Bunları
yeryüzüne mi indireceksin? Bunların hepsini yeryüzü istiâb edemez (alamaz)”
demişler.
“Ben bunları kısmen indirir, kısmen öldürürüm. Öyle gelir öyle giderler.” buyurmuş.
Melekler: “Yâ Rabbi! Eğer bunlar ölümü görürlerse, ölüm korkusundan orada hiçbir
iş yapamazlar.” demişler.
“Ben onlara öyle bir dünya muhabbeti veririm ki onlar ölümü hatırlarına bile
getirmezler.” buyurmuş.
Hakk Teâlâ Hazretlerinin sabrına nihayet yoktur. Firavun gibiler ilâhlık iddiâ ediyorlar,
yine birşey yapmıyor.
22.08.2019
Sayfa 23 / 124
Gerçek Hayâ:
Hadis-i şerif’te:
Gerçek hayâ, Cenâb-ı Hakk’ın menettiği günahları kimsenin bulunmadığı yerde: “Cenâb-ı
Hakk mevcuttur, Semi’dir, Basir’dir, Alîm’dir; herşeyi işitir, görür ve bilir.” diye iman edip
işlememektir.
Hayâ-yi nefsî, kâfirlerde de vardır. Bir kâfir, insan yanında avret mahallini açmaktan hayâ
eder açamaz.
İki Gömlekliler:
İki gömlek; zâhiren başka, bâtınen başka görünmektir. Zâhiri elbisesi başka, bâtınî
elbisesi başka olan kimseler, içi fenâ ve dışı iyi görünenlerdir.
Evliyâullah’tan bir zât buna böyle mânâ vermiştir. Yukarıdaki Hadis-i şerif’in mânâsı da
budur.
Meselâ bir insan yalnız iken namazı hafif kılıyor, fakat kalabalık cemaatte ağır kılıyorsa
bu doğru değildir. Cemaatte nasıl erkân ile edâ ediyorsa yalnız iken de aynı surette edâ
etmeye çalışmalıdır.
İmamet eden kimseler de farz kılarken iki rekâtta gayet ağır kıraat ediyorlar, diğer iki
rekâtta hafi okudukları için süratle okuyorlar. Bu iyi bir hâl değildir. Zira mahlûkun istediği
erkân ile okuyup da Cenâb-ı Hakk’ın istediğini ehven okumak doğru değildir.
Tevazu:
22.08.2019
Sayfa 24 / 124
Tarikat-i aliyeye dehâlet etmekte de kendini fenâ bilmek, noksan bilmek ve izhâr-i acz
vardır. Kezâ şeyhe hüsn-i zan, itikat ve teslimiyet vardır.
Kabul etmemekte ise kibir, sû-i zan, adem-i teblimiyet gibi kusurlar vardır. Evliyâullah ve
meşâyih-ı kiram, ihvan-ı tarikat’ın birbirinin elini öpüp sohbet ve muhabbet etmelerine
gıpta eder ve severler. Çünkü bir müminde büyük bir şeref vardır ki, bu hâlinde tevâzu
edip mümin kardeşinin elini öper.
Bir kimse eli öpüldüğünde kendi elini keçeden farklı gördükçe o el öpülmeye lâyık
değildir. Eli öpülmekten dolayı kişide bir iftihar ve bir varlık hâsıl olmamalıdır. Cenâb-ı
Allah -celle celâlüh- halkı yeryüzünde halife kılacağını meleklere beyân buyurunca
makam-ı itirazda değil de hikmetini anlamak için keyfiyeti Cenâb-ı Hakk’tan suâl ettiler.
Şeytan ise “Ben nardan yaratıldım.” diye kibirden dolayı secde etmediği için rahmet-i
ilâhiden matrûd ve mahrum oldu.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh-Hazretlerinin huzuruna bir kimse gelmiş. Biraz sonra
herkes gözlerini kapamış. Daha sonra gözler açılınca Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh-
Hazretleri ona iltifat edip niçin geldiğini sormuş. O da: “Sizden feyz ve bir nasip almak için
geldim.” demiş.
“Mâdem ki öyle, biz gözlerimizi kapadığımız zaman sen niçin kapatmadın? Bizden
nasip almak ve istifade etmeye geldinse en büyük istifade bizim sükutumuzdur.
Eğer yalnız bizim kelâmımızdan istifade edilir zannettinse hatâdır.”
Çünkü veliler başka bir dinin teklifinde bulunmadıkları gibi din-i mübin-i İslâm’ın
takviyesine hâdim, noksanları ikmâle çalışan ve şâhidleri de Âyet-i kerime ve Hadis-i
şerif’ler olduğundan, söylediklerini ispat için keşf ve keramet ihtiyacından uzaktırlar.
Şu kadar var ki, bazı velilerden keramet izharının sebeb ise nâil oldukları vâridât-ı
Sübhâniyye ve cezebât-ı Rahmâniyye’nin tazyikine mukavemet göstermeleri veyahut
irşad için dine âit mühim bir fayda sağlayacak meşru bir sebebin icâbındandır.
22.08.2019
Sayfa 25 / 124
Havâtır ve Cezbe:
4- Vâridât (kalbe doğan şeyer): Bunlar Hakk’tan kalbe sünûh eyler (zuhur eder).
Bu havâtırların hepsi sâlik-i mübtedî’ye göre hicâptır (yola yeni koyulan sâlik için
perdedir).
Sâlik, mahsûsata havâssını taallûktan men etmelidir (gözle görülen şeylere karşı olan
duyguların ilişiğini kesmelidir). Zira havâtırın ekserisi, kulak ve göz tarikiyle kalbe girer.
Aklını da makulâta taallûktan hıfzedip (koruyup) mutâlea (okuyup yazma) gibi şeyleri
terketmelidir. Daimi zikr-i kalbi ile meşgul olup havâtır geldikte istiğfar edip Cenâb-ı
Hakk’a teveccüh ile ilticâ etmek ve halktan uzlet edip kelâm söylemekten dilini tutmak ve
a’mâl-i dünyeviyyeyi (dünya meşgalelerini) terk edip ayrıca kalbi işgal eden işlerden
ihtirâz etmelidir (sakınmaalıdır).
Hadis-i şerif’te:
Cenâb-ı Hakk’ın cezbi, ins ve cinnin amelinden efdaldir. Çünkü insanın kendi kuvvet ve
tâkatiyle Cenâb-ı Hakk’a sülûk ve kurbiyyetiyle, Cenâb-ı Hakk’ın ahz-u cezbi arasındaki
fark; beynes-semâ ve’l-arz (gök ile yer arası) gibidir. Hatta insanda olan kuvvet, Cenâb-ı
Allah’ın kuvvetine nisbeten yok gibidir.
22.08.2019
Sayfa 26 / 124
Cezbe; Cenâb-ı Hakk’ın mânen cezbedip, bir kulunu kendi muhabbetine çekmesi,
yaklaştırması demektir. Bazı kimselerin hilkatinde toprak unsuru galiptir. Mizacı türâbî
(toprak) olanlar, tahammül eder, bağırmaz. Bazı sâliklerde unsur-ı nârî, yani ateş galip
olduğundan gelen hâl ve füyûzata tahammül edemez, bağırır, ağlar, ruhu lezzet duyar,
zarfı olan cesed ona tahammül edemez. Bir tencerede yemeğin kaynaması gibi olur.
“Cezb-i Rahmânını, sekaleynin yani ins ve cinnin amelinden efdal olması nasıl oluyor?”
denilirse ins ve cinnin ameli kendi çalışıp kazanmasıyladır. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın ihsanı
böyle değildir, ölçüsüzdür. Bir kulun ameli ile kıyas kabul etmez. Meselâ, bir işçi her gün
çalışmakla ancak geçinebilir, fakat zengin olamaz. Lâkin bir kimse bir ağanın veya
padişahın yanında olup da kendini sevdirirse efendisi ona ihsan edince çabucak zengin
olur.
İşte Cenâb-ı Vâhibü’l-atâya Allah Zül’celâl Hazretlerinin ihsanı da ölçüsüzdür. Bir ihsanını
da bir bahane ve bir vesile ile verir.
Biz müminler de Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna mazhar olmak ve kendimizi sevdirmek için:
“Resulüm! Onlara söyle: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunnuz ki Allah da
sizi sevsin!” (Â-i imran: 31)
Cezbesiz hiçbir veli yetişmemiştir. Çünkü Cenâb-ı Allah -azze ve celle-, bir kulunu kendi
tarafına çekmezse hiçbir kimse kendi kendine Cenâb-ı Hakk’a yetişemez. Bazan sülûk
mukaddem (önce) olur ve bazen de cezbe mukaddem olur. Cezbe-i hakîkiye sülûkten
sonra olan cezbedir ki, bu daha makbûl ve kemâllidir. Bu kısım Meczûb’a sâlik-i meczûb
denilir.
Meczûb-i sâlik ise, mübtedilerin hâlidir. İstikâmet ederlerse istifade ederler, değilse
edemezler.
Bazı meczublar keşifler görür ki, bu hâl kendilerini yoldan alıkor. Şeriat’a ittiba etmeyince
o hâli de kaybolur, mahrum kalır. İşte sâlik’in hâli, kendi hâli değildir. Mezcûb olanın her
halde sülûk görmesi lâzımdır. Sülûk ve cezbe ile terakkinin farkı, şimendifer (tren) ile at
arabasının farkı gibidir. Cezbe ve aşk yolu yakındır.
Bir kısmı sâkindir, zâhirde ve vücutta cezbe eseri görülmez. Fakat bâtını meczûbdur.
Bâtında hissetiği hâl, lezzet, cezbe eseridir. İrşâd için her halde sülûk lâzımdır. Meczûb
olanların hâli arızîdir, aslî değildir.
1- Sâlik-i meczûb,
2- Meczûb-i sâlik,
3- Yalnız sâlik,
4- Yalnız meczûb.
22.08.2019
Sayfa 27 / 124
En efdali sâlik-i meczûbtur. Yani, sülûktan sonra hakiki cezbeye mazhar olanlardır
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hâl-i istiğrakta, deryaya dalar gibi
müstağrak olurlarmış. Hâl-i sahv’a gelip ayrılmak için Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemize:
Bazen de dünya işleriyle bir maksada mebni meşgul olduklarında vücud-i şeriflerinde bir
ağırlık arız olurmuş. O vakit Hazret-i Bilâl -radiyallahu anh-e:
İki Gömlekliler:
İki gömlek; zâhiren başka, bâtınen başka görünmektir. Zâhiri elbisesi başka, bâtınî
elbisesi başka olan kimseler, içi fenâ ve dışı iyi görünenlerdir.
Evliyâullah’tan bir zât buna böyle mânâ vermiştir. Yukarıdaki Hadis-i şerif’in mânâsı da
budur.
Meselâ bir insan yalnız iken namazı hafif kılıyor, fakat kalabalık cemaatte ağır kılıyorsa
bu doğru değildir. Cemaatte nasıl erkân ile edâ ediyorsa yalnız iken de aynı surette edâ
etmeye çalışmalıdır.
İmamet eden kimseler de farz kılarken iki rekâtta gayet ağır kıraat ediyorlar, diğer iki
rekâtta hafi okudukları için süratle okuyorlar. Bu iyi bir hâl değildir. Zira mahlûkun istediği
erkân ile okuyup da Cenâb-ı Hakk’ın istediğini ehven okumak doğru değildir.
Tevazu:
22.08.2019
Sayfa 28 / 124
Tarikat-ı aliyeye dehâlet etmekte de kendini fenâ bilmek, noksan bilmek ve izhâr-ı acz
vardır. Kezâ şeyhe hüsn-i zan, itikat ve teslimiyet vardır.
Kabul etmemekte ise kibir, sû-i zan, adem-i teblimiyet gibi kusurlar vardır. Evliyâullah ve
meşâyih-ı kiram, ihvan-ı tarikat’ın birbirinin elini öpüp sohbet ve muhabbet etmelerine
gıpta eder ve severler. Çünkü bir müminde büyük bir şeref vardır ki, bu hâlinde tevâzu
edip mümin kardeşinin elini öper.
Bir kimse eli öpüldüğünde kendi elini keçeden farklı gördükçe o el öpülmeye lâyık
değildir. Eli öpülmekten dolayı kişide bir iftihar ve bir varlık hâsıl olmamalıdır. Cenâb-ı
Allah -celle celâlüh- halkı yeryüzünde halife kılacağını meleklere beyân buyurunca
makam-ı itirazda değilde hikmetini anlamak için keyfiyeti Cenâb-ı Hakk’tan suâl ettiler.
Şeytan ise “Ben nardan yaratıldım.” diye kibirden dolayı secde etmediği için rahmet-i
ilâhiden matrûd ve mahrum oldu.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh-Hazretlerinin huzuruna bir kimse gelmiş. Biraz sonra
herkes gözlerini kapamış. Daha sonra gözler açılınca Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh-
Hazretleri ona iltifat edip niçin geldiğini sormuş. O da: “Sizden feyz ve bir nasip almak için
geldim.” demiş.
“Mâdem ki öyle, biz gözlerimizi kapadığımız zaman sen niçin kapatmadın? Bizden
nasip almak ve istifade etmeye geldinse en büyük istifade bizim sükutumuzdur.
Eğer yalnız bizim kelâmımızdan istifade edilir zannettinse hatâdır.”
Çünkü veliler başka bir dinin teklifinde bulunmadıkları gibi din-i mübin-i İslâm’ın
takviyesine hâdim, noksanları ikmâle çalışan ve şâhidleri de Âyet-i kerime ve Hadis-i
şerif’ler olduğundan, söylediklerini ispat için keşf ve keramet ihtiyacından uzaktırlar.
Şu kadar var ki, bazı velilerden keramet izharının sebeb ise nâil oldukları vâridât-ı
Sübhâniyye ve cezebât-ı Rahmâniyye’nin tazyikine mukavemet göstermeleri veyahut
irşad için dine âit mühim bir fayda sağlayacak meşru bir sebein icâbındandır.
22.08.2019
Sayfa 29 / 124
Havâtır ve Cezbe:
4- Vâridât (kalbe doğan şeyer): Bunlar Hakk’tan kalbe sünûh eyler (zuhur eder).
Bu havâtırların hepsi sâlik-i mübtedî’ye göre hicâptır (yola yeni koyulan sâlik için
perdedir).
Sâlik, mahsûsata havâssını taallûktan men etmelidir (gözle görülen şeylere karşı olan
duyguların ilişiğini kesmelidir). Zira havâtırın ekserisi, kulak ve göz tarikiyle kalbe girer.
Aklını da makulâta taallûktan hıfzedip (koruyup) mutâlea (okuyup yazma) gibi şeyleri
terketmelidir. Daimi zikr-i kalbi ile meşgul olup havâtır geldikte istiğfar edip Cenâb-ı
Hakk’a teveccüh ile ilticâ etmek ve halktan uzlet edip kelâm söylemekten dilini tutmak ve
a’mâl-i dünyeviyyeyi (dünya meşgalelerini) terk edip ayrıca kalbi işgal eden işlerden
ihtirâz etmelidir (sakınmaalıdır).
Hadis-i şerif’te:
Cenâb-ı Hakk’ın cezbi, ins ve cinnin amelinden efdaldir. Çünkü insanın kendi kuvvet ve
tâkatiyle Cenâb-ı Hakk’a sülûk ve kurbiyyetiyle, Cenâb-ı Hakk’ın ahz-u cezbi arasındaki
fark; beynes-semâ ve’l-arz (gök ile yer arası) gibidir. Hatta insanda olan kuvvet, Cenâb-ı
Allah’ın kuvvetine nisbeten yok gibidir.
Cezbe; Cenâb-ı Hakk’ın mânen cezbedip, bir kulunu kendi muhabbetine çekmesi,
yaklaştırması demektir. Bazı kimselerin hilkatinde toprak unsuru galiptir. Mizacı türâbî
(toprak) olanlar, tahammül eder, bağırmaz. Bazı sâliklerde unsur-ı nârî, yani ateş galip
22.08.2019
Sayfa 30 / 124
olduğundan gelen hâl ve füyûzata tahammül edemez, bağırır, ağlar, ruhu lezzet duyar,
zarfı olan cesed ona tahammül edemez. Bir tencerede yemeğin kaynaması gibi olur.
“Cezb-i Rahmânını, sekaleynin yani ins ve cinnin amelinden efdal olması nasıl oluyor?”
denilirse ins ve cinnin ameli kendi çalışıp kazanmasıyladır. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın ihsanı
böyle değildir, ölçüsüzdür. Bir kulun ameli ile kıyas kabul etmez. Meselâ, bir işçi her gün
çalışmakla ancak geçinebilir, fakat zengin olamaz. Lâkin bir kimse bir ağanın veya
padişahın yanında olup da kendini sevdirirse efendisi ona ihsan edince çabucak zengin
olur.
İşte Cenâb-ı Vâhibü’l-atâya Allah Zül’celâl Hazretlerinin ihsanı da ölçüsüzdür. Bir ihsanını
da bir bahane ve bir vesile ile verir.
Biz müminler de Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna mazhar olmak ve kendimizi sevdirmek için:
“Resulüm! Onlara söyle: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunnuz ki Allah da
sizi sevsin!” (Â-i imran: 31)
Cezbesiz hiçbir veli yetişmemiştir. Çünkü Cenâb-ı Allah -azze ve celle-, bir kulunu kendi
tarafına çekmezse hiçbir kimse kendi kendine Cenâb-ı Hakk’a yetişemez. Bazan sülûk
mukaddem (önce) olur ve bazen de cezbe mukaddem olur. Cezbe-i hakîkiye sülûkten
sonra olan cezbedir ki, bu daha makbûl ve kemâllidir. Bu kısım Meczûb’a sâlik-i meczûb
denilir.
Meczûb-i sâlik ise, mübtedilerin hâlidir. İstikâmet ederlerse istifade ederler, değilse
edemezler.
Bazı meczublar keşifler görür ki, bu hâl kendilerini yoldan alıkor. Şeriat’a ittiba etmeyince
o hâli de kaybolur, mahrum kalır. İşte sâlik’in hâli, kendi hâli değildir. Mezcûb olanın her
halde sülûk görmesi lâzımdır. Sülûk ve cezbe ile terakkinin farkı, şimendifer (tren) ile at
arabasının farkı gibidir. Cezbe ve aşk yolu yakındır.
Bir kısmı sâkindir, zâhirde ve vücutta cezbe eseri görülmez. Fakat bâtını meczûbdur.
Bâtında hissetiği hâl, lezzet, cezbe eseridir. İrşâd için her halde sülûk lâzımdır. Meczûb
olanların hâli arızîdir, aslî değildir.
1- Sâlik-i meczûb,
2- Meczûb-i sâlik,
3- Yalnız sâlik,
4- Yalnız meczûb.
En efdali sâlik-i meczûbtur. Yani, sülûktan sonra hakiki cezbeye mazhar olanlardır
22.08.2019
Sayfa 31 / 124
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hâl-i istiğrakta, deryaya dalar gibi
müstağrak olurlarmış. Hâl-i sahv’a gelip ayrılmak için Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemize:
Bazen de dünya işleriyle bir maksada mebni meşgul olduklarında vücud-i şeriflerinde bir
ağırlık arız olurmuş. O vakit Hazret-i Bilâl -radiyallahu anh-e:
İki Gömlekliler:
İki gömlek; zâhiren başka, bâtınen başka görünmektir. Zâhiri elbisesi başka, bâtınî
elbisesi başka olan kimseler, içi fenâ ve dışı iyi görünenlerdir.
Evliyâullah’tan bir zât buna böyle mânâ vermiştir. Yukarıdaki Hadis-i şerif’in mânâsı da
budur.
Meselâ bir insan yalnız iken namazı hafif kılıyor, fakat kalabalık cemaatte ağır kılıyorsa
bu doğru değildir. Cemaatte nasıl erkân ile edâ ediyorsa yalnız iken de aynı surette edâ
etmeye çalışmalıdır.
İmamet eden kimseler de farz kılarken iki rekâtta gayet ağır kıraat ediyorlar, diğer iki
rekâtta hafi okudukları için süratle okuyorlar. Bu iyi bir hâl değildir. Zira mahlûkun istediği
erkân ile okuyup da Cenâb-ı Hakk’ın istediğini ehven okumak doğru değildir.
Tevazu:
22.08.2019
Sayfa 32 / 124
Tarikat-ı aliyeye dehâlet etmekte de kendini fenâ bilmek, noksan bilmek ve izhâr-ı acz
vardır. Kezâ şeyhe hüsn-i zan, itikat ve teslimiyet vardır.
Kabul etmemekte ise kibir, sû-i zan, adem-i teblimiyet gibi kusurlar vardır. Evliyâullah ve
meşâyih-ı kiram, ihvan-ı tarikat’ın birbirinin elini öpüp sohbet ve muhabbet etmelerine
gıpta eder ve severler. Çünkü bir müminde büyük bir şeref vardır ki, bu hâlinde tevâzu
edip mümin kardeşinin elini öper.
Bir kimse eli öpüldüğünde kendi elini keçeden farklı gördükçe o el öpülmeye lâyık
değildir. Eli öpülmekten dolayı kişide bir iftihar ve bir varlık hâsıl olmamalıdır. Cenâb-ı
Allah -celle celâlüh- halkı yeryüzünde halife kılacağını meleklere beyân buyurunca
makam-ı itirazda değilde hikmetini anlamak için keyfiyeti Cenâb-ı Hakk’tan suâl ettiler.
Şeytan ise “Ben nardan yaratıldım.” diye kibirden dolayı secde etmediği için rahmet-i
ilâhiden matrûd ve mahrum oldu.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh-Hazretlerinin huzuruna bir kimse gelmiş. Biraz sonra
herkes gözlerini kapamış. Daha sonra gözler açılınca Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh-
Hazretleri ona iltifat edip niçin geldiğini sormuş. O da: “Sizden feyz ve bir nasip almak için
geldim.” demiş.
“Mâdem ki öyle, biz gözlerimizi kapadığımız zaman sen niçin kapatmadın? Bizden
nasip almak ve istifade etmeye geldinse en büyük istifade bizim sükutumuzdur.
Eğer yalnız bizim kelâmımızdan istifade edilir zannettinse hatâdır.”
Çünkü veliler başka bir dinin teklifinde bulunmadıkları gibi din-i mübin-i İslâm’ın
takviyesine hâdim, noksanları ikmâle çalışan ve şâhidleri de Âyet-i kerime ve Hadis-i
şerif’ler olduğundan, söylediklerini ispat için keşf ve keramet ihtiyacından uzaktırlar.
Şu kadar var ki, bazı velilerden keramet izharının sebeb ise nâil oldukları vâridât-ı
Sübhâniyye ve cezebât-ı Rahmâniyye’nin tazyikine mukavemet göstermeleri veyahut
irşad için dine âit mühim bir fayda sağlayacak meşru bir sebein icâbındandır.
22.08.2019
Sayfa 33 / 124
Mürşid’in Lüzumu:
Mânevi yolda mürşidin muavenetine lüzum olmadığına kâil olan bazı kimseler vardır ki,
kişinin kendi başına sa’y-ü gayret göstermesiyle vuslatın mümkün olacağı fikrindedirler.
Halbuki vasıtasız, istianesiz vuslat mümkün olmaz. Her halde mürşid’in muavenetine kat’i
lüzum vardır.
Bu duruma göre bizim gibi günahkâr kullar, muavenetten hiçbir suretle müstağni
olamazlar.
Nitekim:
Âyet-i kerime’si mucibince Cenâb-ı Hakk, ehl-i şeriat ve ehl-i takvânın ibadetini ve duâsını
kabul eder.
Nefs-i emmâreye hizmet eden kimse Huzur-i Bâri’de bulunurken Cenâb-ı Hakk’tan
mükâfat talep edemez. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ı unutarak nefs-i emmareye hizmet etmiştir.
Bir insanın altını sevdiği kadar Cenâb-ı Hakk’ı sevse kâfidir. Kezâlik altına hizmet ettiğinin
yarısı kadar Cenâb-ı Hakk’a hizmet etse yine kâfidir.
Hasta bir insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamaz. Herhalde ağzının tadının
gelmemesi, sıhhatinin iadesine bağlıdır. Şu halde nefs-i emmâreye mağlub olan kimse
hastadır. İbadetten bir lezzet alamaz. Hasta olan kalbin temizlenmesi lâzımdır.
Bir çocuk ana rahmine düştüğü zaman ne kadar nefes alacak ise yazılır. Mukadder olan
nefes son bulunca vefat eder.
Hasta bir adam nefesi çabuk çabuk alır, nefesleri çabuk biter ve vefat eder.
Sıhhat-ı bedeni yerinde olan bir kimse nefesi daha muntazam ve daha ağır alır, nefes
daha çok devam eder ve vefatı daha geç olur.
İrade-i Cüz’iye:
Cenâb-ı Hakk’ın “Mürîd” sıfatı vardır. Kulunda irâde-i cüz’iyeyi halk buyurmuştur. Eğer
kulda irâde-i cüz’iye olmasa, Cenâb-ı Hakk’ın irâde-i külliyyesi de bilinemez. Meselâ,
gözü açık olarak aynaya bakan kimsenin in’ikâs eden hayâlinin de gözü açık olması
lâzım geldiği gibi.
22.08.2019
Sayfa 34 / 124
İşte Cebriyye mezhebi’nin iddiâsının butlanı (bâtıl olması) bununla zâhir olmuştur. Hakk
Teâlâ Hazretleri, “Mürîd” sıfatına mukabil insanlara da irâde-i cüz’iye vermiştir ki yevm-i
kıyamette onları hesaba çekebilsin. Çünkü tekâlif-i şer’iyye irade-i cüz’iyenin bulunması
üzerine terettüb ediyor.
Nefs-i emmâresini hiçbir kayıt altına almamak fikrinde bulunanlar, “Cenâb-ı Hakk
salâhımı murad ederse sâlih olurum, etmezse olmam.” tarzında kaçamak yapıp bâtıl yola
sapmak isteyenler kendilerini aldatmış olurlar.
“Yâ Rab! Bir kısmımızı cennete ve bir kısmımızı da cehenneme gönderiyorsun. Bu doğru
değildir. Zira tasarruf senin, herşey senin takdirindedir. Takdir olunan değişmez, bu
masiyeti işlemek elimizde değildir.”
Böyle olsa neticede muhasebeye lüzum olmaması icab eder. Cenâb-ı Hakk zulümden
münezzehtir.
Âyet-i celile’de:
“İşte ehl-i cennet yani irade-i cüz’iyelerini hayra sarfedenler, cennete nâil oldular.
Siz ise irâde-i cüz’iyenizi şerre sarfettiniz de, cehenneme müstahak oldunuz.”
buyuruyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Muaz bin Cebel -radiyallahu anh-i
bir kavmi irşada memur olarak göndermiş ve:
“Allah’a hamdolsun ki, Peygamber’in elçisini O’nun râzı olduğu şekilde muvaffak
kıldı.” buyurmuşlardır. (Ebu Dâvud)
Bir mümin şer’i şerifteki noksanlarını daima sormalıdır. Nitekim nasıl bir bağı ve tarlası
olan bir kimsenin ziraata müteallik hususları daima ehil ve erbabından sorup öğrenmesi
lâzım geliyorsa, dini meselelerdeki noksanları da öylece öğrenmeye gayret etmelidir.
22.08.2019
Sayfa 35 / 124
Her asırda neşr-i din vazife-i mukaddesesi (din-i İslâm’ı neşretme mukaddes vazifesi)
ulemâ-i zâhir ve bâtın; yani ulema-i meşâyıh-ı kirâm efendilerin uhde-i liyâkatlarına tevdi
ve tahmil buyurulmuştur.
“Yâ Ali! Senin delâletinle Cenâb-ı Allah’ın bir şahsı hidayete ulaştırması dünya ve
mafihâ (içindekiler)’in senin olmasından daha hayırlıdır.” buyurmuştur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri, geceleri sabahlara kadar (namazda) Kur’an okuyarak
mübarek ayakları sızlayan ve şişen Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine:
“Tâ. Hâ. Resulüm! Biz sana bu Kur’an’ı sıkıntıya düşesin diye indirmedik.” (Tâ-Hâ:
1-2)
Âyet-i celile’siyle ferman buyurarak ibadetinde itidâle dâvet buyurmuştur. Diğer taraftan
Nûr-i nübüvveti’ görmek şerefinden mahrum kalan küffâr ve münkirler de:
Tefekkür:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh-a:
22.08.2019
Sayfa 36 / 124
Muaz -radiyallahu anh- da; “Bu kâinatı, masnûatı (ilâhî sanatları) düşünüyorum.”
demiş. Bunun hakkında da Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
Ulemâ-i zâhirden bazıları vaaz ederken: “Filan duâyı şu kadar kıraat ederseniz, şu murâd
hâsıl olur.” derler. Kalb temiz olmadıktan sonra kesret-i kıraat fayda temin etmez. Meselâ,
küre-i arzda mevcud bu kadar sular vardır. Menbaı birdir. Lâkin kimisi gayet güzel, gayet
tatlıdır, kimisi ise bataklıkta olup içilmez, faydası olmaz. Her halde menbaının temiz
olması lâzımdır. Menbaı ne derece temiz olursa, suyunun kıymeti de o nisbette artar. İşte
menbaı bâtıni olan kalb de temiz olması lâzımdır.
“Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanların arasında yürüyeceği bir nur
verdiğimiz kimse, içinden çıkmayacak bir halde karanlıklarda kalan kişi gibi olur
mu hiç?” (En’am: 123)
Meyyit gibi olan insanların kalbine Cenâb-ı Hakk bir nur ihsân edip ihyâ ediyor. Artık o
kalbin sahibi doğru yoldan ayrılmaz.
“Elif lâm mim. Bu kitabdır ki, kendisinde (Allah katından gönderilmiş olduğundan)
hiç şüphe yoktur. O takvâ sahibleri için doğru yolun tâ kendisidir.” (Bakara: 1-2)
Kur’an, ehl-i takvâ için hidayettir. Ehl-i takvâ, görmediği şeylere iman eder. Ferâiz-i
ilâhiyeyi de ifâ ederler ve Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği erzaktan bir kısmını fukaraya
verirler. İşte ehl-i takvâ bunlardır. Hidayet ehli bunlardır. Dünya bu gibi insanlar için ışıktır,
karanlığa gitmezler ve ahiret gününe de yakîn hasıl ederler.
Tevbe:
“Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı. Sizden kim, bilmeyerek bir kötülük yapar,
sonra ardından tevbe edip de kendini düzeltirse, şüphesiz ki Allah bağışlar ve
merhamet eder.” (En’am: 54)
22.08.2019
Sayfa 37 / 124
İnsan cehaleti sebebiyle günah işlemiştir. Sonra fenalıktan tevbe ve muâmelâtını ıslah
etmiştir. İşte bu gibiler hakkında Allah Ğafur ve Rahîm’dir ve bu gibiler için affını farz
kılmıştır.
“Günahlarından hâlis olarak tevbe eden kişi hiç günah işlememiş gibidir.”
buyurulmuştur. (Ebu Dâvud)
Bir insan hâlis tevbe ederse hiç günah işlememiş gibi temizlenir.
“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür. Kim de zerre kadar kötülük
yapmışsa onun cezâsını görür.” (Zilzâl: 7-8)
Gerek itaat ve gerekse isyanın zerresi kaybolmaz. İtaat eden mükâfat bulur, isyan eden
mücâzat görür.
Şu halde dâire-i itaatta bulunarak kendini Cenâb-ı Hakk’a sevdirmelidir, necât bundadır.
“Ancak tevbe edip iman eden ve sâlih amel işleyenler başka. Allah onların
kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok çok bağışlayıcı, engin merhamet
sahibidir.” (Furkan: 70)
Âyet-i celile’sinde önce tevbeyi beyan buyurmuştur. İman ve amelin makbul ve tam
olması için, evvelâ tevbe lâzım geliyor.
Meselâ yüz seyyie (günah) işleyen bir kimse sıdk ve ihlâs ile tevbe eder, amel-i sâlih
işlerse yüz hasene (sevap) verilir.
Hatta bir kimse rüyasında âlem-i ahirette günahlarından hesaba çekildiğini görmüş.
Günah-ı sağîrelerini (küçük günahlarını) söylemiş, kebiresini (büyüklerini) inkâr etmiş.
Sağîrelerine mukabil hasene verildiğini görünce kebirelerin ne olduğunu söyleyerek onun
da mukabilinde ecir istemiş.
Tarikât-ı Aliye:
“Ey kullarım! Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik.” (Mâide: 48)
Âyet-i celile’siyle vâcib olmuştur. Burada “Minhâc” münevver bir yol demektir.
Hakk Teâlâ Hazretleri yevm-i âhirette kullarına sual buyuracak, diyecek ki:
“Ey kulum! Benim böyle bir emrim var idi. Sen aradın mı?”
“Aradım amma bulamadım” derse ve mürşid de o zaman bulunmamış ise Allah Zül-celâl
Hazretlerinin cevabtan mülzem olması lâzım gelir. Halbuki Allah-u Teâlâ Hazretleri
22.08.2019
Sayfa 38 / 124
mülzem olur mu? Her zamanda irşâd-ı halk için bir kulunu âleme ibrâz buyurmuştur.
Çünkü öyle olsa kulun vüs’atı dışında bir teklif olmuş olacaktır.
“O kuluma başka kullarım tâbi olmamış mı idi? Tevâtüren onun mürşid olduğu malum
değil miydi? Madem ki hakkında tevâtür var idi, senin de şer’an kabulün lâzım gelirdi.”
diyecek ve o kul azâptan kurtulamayacaktır.
Ve buna mümâsil bir hayli Âyet-i celile ile Cenâb-ı Hakk Hazretleri evvelen ve bizzât
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e, sâniyen ve bil-ittibâ da ümmet-i
muhteremesine zikri emr-u ferman buyurmuştur.
Bazı kimseler Âyet-i celile ve Hadis-i şerif’lerin meânî-i vesîasına kesb-i vukûf
edemediklerinden, müctehidîn-i kirâm ve aktâb-ı izâmın mezhep ve mesleklerine hakkiyle
âşinâ olamadıklarından itiraz etmişlerdir.
Hakk Teâlâ Hazretleri zikr-i kesîr emr-i celilini Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a tebliğ
buyurunca, lisânen ve kalben zikr-i şerife devam buyurmuşlar, zikr-i kalbiyi Ebu Bekir
Sıddîk -radiyallahu anh-a tâlim ve bil cümle Ashâb-ı kiram’a da tefhim ve tâlim için tevkil
buyurmuşlardır.
Zikri lisâniyi de Hazret-i Ali -radiyallahu anh-a talim ve sâir Ashâb-ı güzine de tefhim ve
tâlim hususunda tevkil buyurmuşlardır.
Birincisine Sıddikî,
Tarîkat lugatte, yol demektir. Istılahta ise, Cenâb-ı Hakk’a tekarrüb maksadiyle sülûk
olunacak ibadet yoludur.
Allah-u Teâlâ:
“Yâ Muhammed! Söyle: Eğer muhabbetullâh-i Teâlâ’yı arzu ederseniz, bana tâbi
olunuz. Benim sulûk ettiğim yolları takib ediniz.” buyurmuştur. (Âl-i imran: 31)
Ve kezâ buna mümasil bir hayli Âyet-i celile ve Hadis-i şerif de vardır.
22.08.2019
Sayfa 39 / 124
Şeriat, demir yolu gibidir. O yol takib edilirse selâmet vardır, o yoldan çıkılırsa felâket
muhakkaktır.
“Tarikat şeriatın hâdimidir. Abdest, temizlik, tahâret namaza hazırlık olduğu gibi;
tarikat da, kalbi temizleyip huzura hazırlar.”
Zikrin Lüzumu:
Zikir, mânevî gıda olup, yemek yemek gibidir. Bir sâlik zafının vüsatı (genişliği) nisbetinde
zikretmelidir. Fazla zikreder, kalbinde fazla ateş olursa mahzurdan sâlim olamaz. Her ne
kadar çok lezzetini duyar ve bir takım zuhuratı da olur ise bunlara iltifat etmemelidir.
Füyûzâtın mihengi yalnız şeriattır. Şeriatı sevenler ve icrâ edenler, tarikattan feyz almışlar
demektir. Değilse, hayır. Hazret-i Allah muînimiz olsun. Âmin.
“Kim benim zikrimden yüz çevirirse onun hakkı da dar bir geçimdir. Ve biz onu
kıyamet gününde kör olarak haşrederiz. Artık o zaman o; ‘Rabbim! Beni niçin kör
haşrettin? Halbuki ben hakikaten görüyordum.’ diyecektir. Allah da şöyle
buyuracak: ‘Öyledir, sana âyetlerimiz geldi de, sen onları unuttun. İşte bugün de
öylece unutuluyorsun.’” buyurmaktadır. (Tâhâ: 124-126)
Âyet-i kerime’leri biraz daha açıklamak icab ederse; bir kimse benim zikrimden irâz
ederse (uzaklaşırsa), onun için iki türlü ceza vardır:
Birisi dünyevidir ki, hiç rahat yüzü görmez. Daima kasâvetli olup, gözü hiç doymaz.
İnsanların en fakiri gibi kendini ihtiyaç içinde görür. Çünkü harîstir.
Diğeri de, onun âhirette kör olarak haşredilmesidir. O vakit der ki: “Yâ Rabbi! Burada beni
niçin kör haşrettin? Ben dünyada kör değildim.”
“Ben sana Kur’an’da emirlerimi bildirmiştim. İki şey emretmiştim. Bir şeriat, diğeri tarikat.
Sen bunları yapmadın, dinlemedin. Benim emirlerimi görmedin. Binaenaleyh, görür
gözlerini kör hükmünde eyledin. Ben de seni bugünkü günde böyle yaparım. İnayetimden
mahrum eder, kör olarak haşrederim.
Ben size âzâ ve organlar veriyorum, unutmuyorum. Siz ise beni niçin unuttunuz?
Dünyada bir veliyy-i nimetin yaptığı iyiliği unutmuyordunuz. Ben ise size her daim veliyy-i
nimetlik ediyordum da, beni niçin unutuyordunuz?” buyurur.
22.08.2019
Sayfa 40 / 124
tevcih etti. Ve onlara maksatlarına ulaştıracak yolları gösterdi. O Rabbin Teâlâ taze
otları toprağın altından yeryüzüne çıkardı.” (A’lâ: 1-4)
“Hiçbir şey hariç değil, hepsi O’nu hamd ile tesbih eder. Fakat siz, onların tesbihini
anlamazsınız.” (İsrâ: 44)
Muhyiddin-i Arabi -kuddise sırruh- Hazretleri, mevcûdâtı Hakk’ı tesbih cihetinden dört
kısma ayırmıştır:
1- Cemâdât,
2- Nebâdât,
3- Hayvânât,
4- İnsanlar.
Bu dört kısım içinde en ziyade cemâdât Hakkı zikrediyor. Zira hiçbir şeye ihtiyaç ve
arzuları yoktur. Nebâdât ise neşv-ü nemâya, anâsır-ı erbaaya ihtiyacı olduğundan,
cemâdât’a nisbetle daha az zikir ve tesbih ediyorlar. Hayvânâtın ise yemek-içmek ve sâir
ihtiyacata arzuları olduğundan nebâdâta nisbetle daha az Cenâb-ı Hakk’ı zikrederler.
İnsanlar ise daha ziyade ihtiyaç ve arzuya tâbi olup hubb-i dünya sebebiyle ekseriyetle
gaflet etmekte olduklarından hayvânât, nebâdât ve cemâdâta nisbetle daha az olarak
Cenâb-ı Hakk’ı zikrediyorlar.
Sadır İlmi:
“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)
Âyet-i kerime’si, takvâsı olanlara Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ihsan edeceğini gösterir. Buradaki
ilimden murad, ilm-i ledünnî’dir. “Medresede tahsil edenlere bildirir.” demek değildir.
İbadet ve tâttan mahrum olduğu halde teessüf ve teessür etmeyen kimsenin kalbi
ölmüştür.
Tarik’a dahil olan bir kimse ilmini, amelini, ahlâkî hâlini bidayette ve vasatta tashih ve tadil
etmeye muvaffak olamazsa tarikattan istifade edemez ve edememiştir.
Tarikata intisap eden her şahıs mutlaka bir sıcaklık hissetmelidir. Çünkü hamama giren
kimse sıcaklık hissetmezse hamamın evinden ne farkı olabilir?
Bir insan yapmış olduğu günah ne kadar büyük olursa olsun, ümidini kesmeyerek tevbe
etmelidir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın merhameti her şeyden büyüktür. Günahı büyültmek,
Cenâb-ı Hakk’ın lütfundan ümidini kesmek, demektir. Bu da yeis hâlidir. Yeis ise küfre
müncer olur. Bununla beraber amel ve ibadet gereklidir. Fakat ibadetine de itimat
etmemelidir.
Ricâlüllahtan bir zât, “Üç şeyi çok severim: Maraz (hastalık), fakr, mevt (ölüm)” buyurmuş.
22.08.2019
Sayfa 41 / 124
Tevbe:
“Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı. Sizden kim, bilmeyerek bir kötülük yapar,
sonra ardından tevbe edip de kendini düzeltirse, şüphesiz ki Allah bağışlar ve
merhamet eder.” (En’am: 54)
İnsan cehaleti sebebiyle günah işlemiştir. Sonra fenalıktan tevbe ve muâmelâtını ıslah
etmiştir. İşte bu gibiler hakkında Allah Ğafur ve Rahîm’dir ve bu gibiler için affını farz
kılmıştır.
“Günahlarından hâlis olarak tevbe eden kişi hiç günah işlememiş gibidir.”
buyurulmuştur. (Ebu Dâvud)
Bir insan hâlis tevbe ederse hiç günah işlememiş gibi temizlenir.
“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür. Kim de zerre kadar kötülük
yapmışsa onun cezâsını görür.” (Zilzâl: 7-8)
Gerek itaat ve gerekse isyanın zerresi kaybolmaz. İtaat eden mükâfat bulur, isyan eden
mücâzat görür.
Şu halde dâire-i itaatta bulunarak kendini Cenâb-ı Hakk’a sevdirmelidir, necât bundadır.
“Ancak tevbe edip iman eden ve sâlih amel işleyenler başka. Allah onların
kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok çok bağışlayıcı, engin merhamet
sahibidir.” (Furkan: 70)
Âyet-i celile’sinde önce tevbeyi beyan buyurmuştur. İman ve amelin makbul ve tam
olması için, evvelâ tevbe lâzım geliyor.
22.08.2019
Sayfa 42 / 124
Meselâ yüz seyyie (günah) işleyen bir kimse sıdk ve ihlâs ile tevbe eder, amel-i sâlih
işlerse yüz hasene (sevap) verilir.
Hatta bir kimse rüyasında âlem-i ahirette günahlarından hesaba çekildiğini görmüş.
Günah-ı sağîrelerini (küçük günahlarını) söylemiş, kebiresini (büyüklerini) inkâr etmiş.
Sağîrelerine mukabil hasene verildiğini görünce kebirelerin ne olduğunu söyleyerek onun
da mukabilinde ecir istemiş.
Tarikât-ı Aliye:
“Ey kullarım! Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik.” (Mâide: 48)
Âyet-i celile’siyle vâcib olmuştur. Burada “Minhâc” münevver bir yol demektir.
Hakk Teâlâ Hazretleri yevm-i âhirette kullarına sual buyuracak, diyecek ki:
“Ey kulum! Benim böyle bir emrim var idi. Sen aradın mı?”
“Aradım amma bulamadım” derse ve mürşid de o zaman bulunmamış ise Allah Zül-celâl
Hazretlerinin cevabtan mülzem olması lâzım gelir. Halbuki Allah-u Teâlâ Hazretleri
mülzem olur mu? Her zamanda irşâd-ı halk için bir kulunu âleme ibrâz buyurmuştur.
Çünkü öyle olsa kulun vüs’atı dışında bir teklif olmuş olacaktır.
“O kuluma başka kullarım tâbi olmamış mı idi? Tevâtüren onun mürşid olduğu malum
değil miydi? Madem ki hakkında tevâtür var idi, senin de şer’an kabulün lâzım gelirdi.”
diyecek ve o kul azâptan kurtulamayacaktır.
Ve buna mümâsil bir hayli Âyet-i celile ile Cenâb-ı Hakk Hazretleri evvelen ve bizzât
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e, sâniyen ve bil-ittibâ da ümmet-i
muhteremesine zikri emr-u ferman buyurmuştur.
Bazı kimseler Âyet-i celile ve Hadis-i şerif’lerin meânî-i vesîasına kesb-i vukûf
edemediklerinden, müctehidîn-i kirâm ve aktâb-ı izâmın mezhep ve mesleklerine hakkiyle
âşinâ olamadıklarından itiraz etmişlerdir.
Hakk Teâlâ Hazretleri zikr-i kesîr emr-i celilini Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a tebliğ
buyurunca, lisânen ve kalben zikr-i şerife devam buyurmuşlar, zikr-i kalbiyi Ebu Bekir
Sıddîk -radiyallahu anh-a tâlim ve bil cümle Ashâb-ı kiram’a da tefhim ve tâlim için tevkil
buyurmuşlardır.
22.08.2019
Sayfa 43 / 124
Zikri lisâniyi de Hazret-i Ali -radiyallahu anh-a talim ve sâir Ashâb-ı güzine de tefhim ve
tâlim hususunda tevkil buyurmuşlardır.
Birincisine Sıddikî,
Tarîkat lugatte, yol demektir. Istılahta ise, Cenâb-ı Hakk’a tekarrüb maksadiyle sülûk
olunacak ibadet yoludur.
Allah-u Teâlâ:
“Yâ Muhammed! Söyle: Eğer muhabbetullâh-i Teâlâ’yı arzu ederseniz, bana tâbi
olunuz. Benim sulûk ettiğim yolları takib ediniz.” buyurmuştur. (Âl-i imran: 31)
Ve kezâ buna mümasil bir hayli Âyet-i celile ve Hadis-i şerif de vardır.
Şeriat, demir yolu gibidir. O yol takib edilirse selâmet vardır, o yoldan çıkılırsa felâket
muhakkaktır.
“Tarikat şeriatın hâdimidir. Abdest, temizlik, tahâret namaza hazırlık olduğu gibi;
tarikat da, kalbi temizleyip huzura hazırlar.”
Zikrin Lüzumu:
Zikir, mânevî gıda olup, yemek yemek gibidir. Bir sâlik zafının vüsatı (genişliği) nisbetinde
zikretmelidir. Fazla zikreder, kalbinde fazla ateş olursa mahzurdan sâlim olamaz. Her ne
kadar çok lezzetini duyar ve bir takım zuhuratı da olur ise bunlara iltifat etmemelidir.
Füyûzâtın mihengi yalnız şeriattır. Şeriatı sevenler ve icrâ edenler, tarikattan feyz almışlar
demektir. Değilse, hayır. Hazret-i Allah muînimiz olsun. Âmin.
“Kim benim zikrimden yüz çevirirse onun hakkı da dar bir geçimdir. Ve biz onu
kıyamet gününde kör olarak haşrederiz. Artık o zaman o; ‘Rabbim! Beni niçin kör
haşrettin? Halbuki ben hakikaten görüyordum.’ diyecektir. Allah da şöyle
buyuracak: ‘Öyledir, sana âyetlerimiz geldi de, sen onları unuttun. İşte bugün de
öylece unutuluyorsun.’” buyurmaktadır. (Tâhâ: 124-126)
Âyet-i kerime’leri biraz daha açıklamak icab ederse; bir kimse benim zikrimden irâz
ederse (uzaklaşırsa), onun için iki türlü ceza vardır:
Birisi dünyevidir ki, hiç rahat yüzü görmez. Daima kasâvetli olup, gözü hiç doymaz.
İnsanların en fakiri gibi kendini ihtiyaç içinde görür. Çünkü harîstir.
22.08.2019
Sayfa 44 / 124
Diğeri de, onun âhirette kör olarak haşredilmesidir. O vakit der ki: “Yâ Rabbi! Burada beni
niçin kör haşrettin? Ben dünyada kör değildim.”
“Ben sana Kur’an’da emirlerimi bildirmiştim. İki şey emretmiştim. Bir şeriat, diğeri tarikat.
Sen bunları yapmadın, dinlemedin. Benim emirlerimi görmedin. Binaenaleyh, görür
gözlerini kör hükmünde eyledin. Ben de seni bugünkü günde böyle yaparım. İnayetimden
mahrum eder, kör olarak haşrederim.
Ben size âzâ ve organlar veriyorum, unutmuyorum. Siz ise beni niçin unuttunuz?
Dünyada bir veliyy-i nimetin yaptığı iyiliği unutmuyordunuz. Ben ise size her daim veliyy-i
nimetlik ediyordum da, beni niçin unutuyordunuz?” buyurur.
“Hiçbir şey hariç değil, hepsi O’nu hamd ile tesbih eder. Fakat siz, onların tesbihini
anlamazsınız.” (İsrâ: 44)
Muhyiddin-i Arabi -kuddise sırruh- Hazretleri, mevcûdâtı Hakk’ı tesbih cihetinden dört
kısma ayırmıştır:
1- Cemâdât,
2- Nebâdât,
3- Hayvânât,
4- İnsanlar.
Bu dört kısım içinde en ziyade cemâdât Hakkı zikrediyor. Zira hiçbir şeye ihtiyaç ve
arzuları yoktur. Nebâdât ise neşv-ü nemâya, anâsır-ı erbaaya ihtiyacı olduğundan,
cemâdât’a nisbetle daha az zikir ve tesbih ediyorlar. Hayvânâtın ise yemek-içmek ve sâir
ihtiyacata arzuları olduğundan nebâdâta nisbetle daha az Cenâb-ı Hakk’ı zikrederler.
İnsanlar ise daha ziyade ihtiyaç ve arzuya tâbi olup hubb-i dünya sebebiyle ekseriyetle
gaflet etmekte olduklarından hayvânât, nebâdât ve cemâdâta nisbetle daha az olarak
Cenâb-ı Hakk’ı zikrediyorlar.
Sadır İlmi:
“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)
Âyet-i kerime’si, takvâsı olanlara Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ihsan edeceğini gösterir. Buradaki
ilimden murad, ilm-i ledünnî’dir. “Medresede tahsil edenlere bildirir.” demek değildir.
22.08.2019
Sayfa 45 / 124
İbadet ve tâttan mahrum olduğu halde teessüf ve teessür etmeyen kimsenin kalbi
ölmüştür.
Tarik’a dahil olan bir kimse ilmini, amelini, ahlâkî hâlini bidayette ve vasatta tashih ve tadil
etmeye muvaffak olamazsa tarikattan istifade edemez ve edememiştir.
Tarikata intisap eden her şahıs mutlaka bir sıcaklık hissetmelidir. Çünkü hamama giren
kimse sıcaklık hissetmezse hamamın evinden ne farkı olabilir?
Bir insan yapmış olduğu günah ne kadar büyük olursa olsun, ümidini kesmeyerek tevbe
etmelidir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın merhameti her şeyden büyüktür. Günahı büyültmek,
Cenâb-ı Hakk’ın lütfundan ümidini kesmek, demektir. Bu da yeis hâlidir. Yeis ise küfre
müncer olur. Bununla beraber amel ve ibadet gereklidir. Fakat ibadetine de itimat
etmemelidir.
Ricâlüllahtan bir zât, “Üç şeyi çok severim: Maraz (hastalık), fakr, mevt (ölüm)” buyurmuş.
Tevekkül ve Tevessül:
"İş hususunda onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a
güven." (Âl-i imran: 159)
İnsan, gücünün yettiği şeyi önce istişare etmeli ve ondan sonra yapmalıdır. Bir insan
gücünün dahilinde olmayan şeyi Cenâb-ı Hakk'a tefviz etmelidir ki, bu tevekkül demektir.
Kul ekip biçiyor ve kendi yapması icap eden nadası yapıyor. Fakat yağmur yağdırmaya
kudreti olmadığı için Cenâb-ı Hakk'tan istiyor. Sebeplere tevessül, tevekküle mâni
değildir.
Âile sahibi olan ve misafiri gelip giden kimsenin bir senelik erzakı depo etmesi tevekküle
mâni değildir. Bugün rızkını yiyerek yarını düşünmesen o da tevekküldür.
22.08.2019
Sayfa 46 / 124
Keşif-Keramet:
Evliyâ-i kiram'ın birçoklarından keşiflerin kerametlerin zuhuru tevâtür ile sabit olduğu
halde, daha yüksek makamda bulunan bir hayli Evliyâ-i izâm'dan bir keramet zuhur
etmediği mervîdir. Bunun sebebi ise kesbî ilimden ziyade ledünnî ilim ile peygamberlere
vâris bulunan Evliya-i kiram'ın üç suretle zuhura gelmiş olmalarıdır:
Sırası gelmiş iken şunu da arz ve ilave edeyim ki, evliyaullah-i Teâlâ'nın şan ve şerefini
keşifleriyle, kerametleriyle takdir eylemek doğru olmaz. Zira bütün kutubların sertacı
bulunan Ashâb-ı kiram'dan, takriben üç beş meseleden başka keramet rivayet
olunmamıştır.
Denilmiştir ki, yeryüzü hâli değildir, eğer hâli olsa, ehl-i zikir ve ehlullah bulunmamış olsa,
ahval-i arz münkalip olur, bozulup değişir.
Enbiya üzerine izhar-ı mucize vacip olduğu gibi, evliya üzerine de kerametin gizlenmesi
vaciptir denilmiştir.
Sebebi ise, Enbiya Aleyhisselâm kendinden evvel gelen nebinin kavminin dinini
neshettiğinden, ecdadının dinine döndürmek müşkil olacağından, onun için enbiyaya
izhar-ı mucize istihsanen vaciptir. Veli ise Hatem-ül enbiya -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimizin vekili demek olacağından, onların vazifesi Kitabullah'ın ahkâmını tebliğ olup,
ümmetin Kur’an ile amel etmesi ve imanlarının kuvvetlenmesi için izhar-ı keramete lüzum
yoktur. Çünkü bir kavmi dininden döndürmek müşkil olacağından mucize lâzımdır. Evliya
ise izhar-ı keramete lüzum yoktur.
Hâtem, bir hüküm ve kararın altını mühürlemek ve başka bir hüküm ve karara lüzum ve
imkân kalmadı demektir.
22.08.2019
Sayfa 47 / 124
Bir tarihte bir hıristiyan riyazatla keşf elde etmiş. Sonra bir İslâm memleketine gelerek
sihirbazlıkla halkı idlale başlamış. Ehl-i halden biri “Ben bunu müslümanların başından
temizleyeceğim.” demiş. Silahını almış, gelip kapısını çalmış. İçeride adam:
“Ne istersin?” diye sormuş. “Aç kapıyı seninle görüşeceğim.” diye cevap vermiş. “Ben
seninle görüşemem. Zira sende su-i kast niyeti var, açmam.” demiş.
Kalbinde tuttuğu ve Cenab-ı Allah'tan gayrı kimsenin vâkıf olmadığı bir şeyden
bahsetmesi daha ziyade merakını mucib olduğundan, herhalde görüşmeden gitmek
istememiş.
Onun üzerine: “Bana kapıyı ne suretle açarsın?” diye sormuş. O da: “Eğer sen niyetini
değiştirirsen açarım.” demiş. “Niyetimi değiştirdim.” deyince kapıyı açmış.
“Sen bu keşfi nasıl elde ettin?” O da: “Ben hıristiyanım. Bu keşfi riyazatla elde ettim,
yalnız nefsim neyi arzu ettiyse ben yapmadım. Bütün mevcudiyetimle muhalefet ettim, bu
keşfe nail oldum.” demiş.
O zât da demiş ki: “Mademki sen ne buldunsa nefsine muhalefetten buldun, öyleyse bu
halini bir hakikata rabtetmek lâzım. Bir kere de İslâmiyeti nefsine teklif et, râzı olacak mı?”
demiş. O da: “Nefsime teklif ettim, râzı olmuyor.” demiş.
Yine o zat da cevaben: “O halde senin keşfinin sahih olması için İslamiyeti kabul etmen
şarttır.” demiş. O hıristiyan hakkı teslim ederek şeref-i İslâm ile müşerref olmuş.
İşte bazı kimseler, şer-i hakiki rehbersiz riyazat yaparak, gördükleri hâli, şer-i şerif hilafına
olduğu halde keramet zannederek çıkmaz ve bâtıl bir itikata kapılıp, istidrac kabilinden
olan sufli ve şeytanî hallere aldanarak helâk ve hüsran-ı ebedîye düçar oluyorlar. Salikin
haline göre “Kalk, uyu!” emri verildiği gibi, evliyaullah da zamanı gelinceye kadar hizmet
ve zahmetle emrederler. Nitekim:
“Bizi bidayet halimizle gören sıddık zanneder. Nihayet halimizle gören de zındık
zanneder.”
Bidayet halinde “Kalk!” emri verilir. Nefis ile mücadele için geceleri kalkar, ibadet ve taatte
bulunur. Nefis tezkiye oldu mu:
"Nefsin senin bineğindir. Ona rıfk ile muamele et!" Hadis-i şerif'inde buyurulduğu
vechile “Uyu!” emri verilir.
Âyet-i celile'siyle istidlal ederek kerameti inkar etmiş. Cemaat arasında bulunan ehl-i hâl
bir zât demiş ki:
“Bu Âyet-i celîle kerametin sübutuna delildir. Çünkü El-gayb'da elif lâm yani harf-i tarif,
istiğrak içindir. Mânâsı; gaybın küllisini ancak Allah-u Teâlâ bilir. Lakin dilerse bazı
cüziyyatını kuluna bildirir.” demektir. Zira kaidedir: “Salibe-i külliye, mücibe-i cüziyyeyi
selb etmez.”
22.08.2019
Sayfa 48 / 124
"Melekler de: ‘Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiç bir
bilgimiz yok.’ dediler. Zaten size az bir ilimden başka bir şey de
verilmemiştir." (Bakara: 32)
Sahabeden birisi:
“Ya Resulellah! Bu Âyet-i celile'ye siz de muhatab mısınız?” diye sual edince Peygamber
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Evet." buyurmuştur.
Bütün enbiya ve evliyanın ilmi, Hakk Celle ve Alâ Hazretlerinin ilmine nisbetle bir nokta
kadar bile değildir.
Evliyaullah'tan birisi fakir kıyafetiyle gezerken bir camiye gitmiş. Bir hoca azametle vaaz
edermiş. Kendisinde bir varlık hisseder, ilmine gururlanırmış. Vaazı hitamında o zât,
hocanın yanına vararak bir sual soracağını söylemiş.
“Cenab-ı Allah'ın ilmine nisbetle bütün enbiya ve evliyanın ilmi ne nisbettedir?” demiş.
Hoca: “Bu nasıl sual? Hiç nisbet kabul etmez.” demiş.
Sonra orada rahle üzerinde bir büyük kağıt varmış. Üzerine bir nokta koyarak: “Bu kağıda
nisbetle bu nokta nasıl? Yani Cenâb-ı Allah'ın ilmini bu kağıdın büyüklüğü nisbetinde
farzetsek, bütün enbiya ve evliyanın ilmi bu nokta kadar nisbet olunabilir mi?” demiş.
Bunun üzerine fakir:
“Bilcümle enbiya ve evliyanın ilmi Cenâb-ı Hakk'ın ilmine nisbetle nokta kadar olmadığına
göre senin ilmin bu noktanın içinde ne kadardır?” diye sual edince vaiz kızarak:
“Hadi şuradan!” diye onu kovmuş. Sonra sorulan sualin bir hikmet tahtında olduğunu
anlamış.
Selef-i sâlihin zamanında erzak şüpheli olmadığından keşif, iyanî olurdu. Hal-i hazırda ise
ekseriyetle rızık şüpheli olduğundan keşif vicdanîdir.
Keşf-i vicdanî, âmânın hamamda bulunup hisleriyle hamamı keşfi gibidir. İyanî keşif ise
sağlam gözlünün hamamı hem görerek hem de hissederek keşfetmesi gibidir.
1- Nefis sahası.
2- Ruh sahası.
22.08.2019
Sayfa 49 / 124
Nefis sahasında insan hiddet eder, masivadan geçemez. Ruh sahasında masiva kâmilen
sükut eder, kalp ancak Cenâb-ı Hakk'a merbut olur. Fakat eskisinden daha rahim olur.
Seyr-i afakî rüyada görülen zuhurat, seyr-i enfüsî yakaza halindeki zuhurattır.
İmanın Şâhitleri:
Siz zanneder misiniz ki şâhitsiz dâvânızı, yani mümin olduğunuzu ispat edebilirsiniz?
Cenâb-ı Hakk şâhit talep edecektir.
Bir dâvâcı var, bir de dâvâlı. Dâvâcı olanın mahkeme huzurunda dâvâsını ispat için iki
şâhit lâzımdır. Şu halde: “Cümlemiz müminiz, imanımız vardır.” diyoruz, bunun ispatı
lâzımdır. İki şâhit ise amel ve ibadet’tir. Amel ve ibadet olmayınca dâvâ sabit olmaz.
“Şunlar ki iman ettiler ve günahlarına tevbe ederek Cenâb-ı Hakk tarafına hicret ve
teveccüh ettiler. Nefs ve şeytan ile mücâhede ederek daire-i isyandan daire-i itaata
hicret ve evamir-i ilâhiyeyi ifâ ve yasaklardan kaçınmaya dikkat ve nefislerini icbar
ettiler. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına talip oldular. Onlar için Allah’ın rahmeti
vardır.” (Bakara: 218)
Yalnız bir duâ ile sözde kalmak fayda vermeyip, herhalde rahmet-i ilâhî’ye nâil olmak için
amel ve ibadet şarttır. Bu suretle talipleri Cenâb-ı Hakk mağfiret eder.
Cihad ikidir; biri küffar ile, diğeri nefis ile harbetmek demektir.
Bir insan bir kula hizmet ediyor, mukabilinde ücretini, mükâfatını alıyor. Şu halde
mahlûkattan mükâfat alınırsa Cenâb-ı Hakk için çalışan acaba mükâfatsız mı kalır? Bir
kimse bir kuldan müteaddid defalar ihsan görürse ona daima minnettar kalır ve hatırından
22.08.2019
Sayfa 50 / 124
Bir mümin, Cenâb-ı Hakk’ın korkusuyla büyük günah işlemezse ona çok sevap yazılır.
Niyeti hâlis olması lâzımdır.
“Kim Allah’a bir iyilikle, güzellikle gelirse, işte ona on katı var. Kim de bir kötülükle
gelirse bu, o miktardan başkasıyla cezalanmaz.” buyuruyor. (En’âm: 160)
Bir mümin yüz sene ibadet etmiş olsa on misli bin sene eder. Bir kâfir de yüz sene
yaşamış olsa, o miktardan başkasıyla cezalanmayacağı için yüz sene cehennemde
kalması lâzım geliyor. Halbuki mümin ebedi mümin olarak yaşamak niyetindeydi. Kâfir de
keza yaşamış olsaydı ebedi küfr ile yaşamak niyetindeydi. Binaenaleyh niyetleri
sebebiyle ahirette ebedi mükafat veyahut ebedi azaba düçar olurlar. Bütün bunlar
niyetleri sebebiyle olur. Niyet, zahmetsiz büyük bir sermayedir.
Meselâ bir mümin, “Ben Cenâb-ı Hakk’a karşı hiç günah işlemeyeceğim.” şeklindeki
niyetiyle me’cur oluyor. Niyet, benî Âdem’e mahsus bir lütuftur. Melekler için yoktur.
Şu kadar var ki, niyet-i hâlisaya daima muvaffak olabilmek için kalbin tasviyesi ve ihlâs ile
ıslahına dikkat ve gayret edilmesi lâzımdır.
Her hükümetin kanunu olduğu gibi, Cenâb-ı Allah’ın emri, kanun-i ilâhisi de şeriattır.
Ahkâmına riâyet edenler, saâdete nâil olur. Riâyet etmeyenler itaba müstahak olur.
Üç kişi bir sofrada yemek yiyorlar. Üçten birine sevap yazılıyor, diğerine günah yazılıyor,
diğer birine de ne sevab ne de günah yazılıyor. Eğer ibadet yapayım diye kuvvet kasdiyle
yerse sevap yazılır. Eğer fısk için veya eşkiyalık yapayım diye yerse günah yazılır ve
eğer ne ibadet ne de fısk kasdetmezse ne sevap ne de günah yazılır.
Meselâ bir insan para kazanarak zekât vereyim, hayır yapayım diye çalışırsa sevaptır. Ve
eğer paraya âşık olmuş, haram ve helâl ne olursa olsun para toplamak için çalışırsa
şekavettir. Hiç bir niyetsiz olursa hayvan gibidir.
Enbiyâ-i kiram hazerâtı yemek yemişler, elbise giymişler, alış-verişte bulunmuşlar. Fakat
bunların cümlesi onlar için ibadettir. Çünkü onların niyeti Hakk rızâsına merbudtur.
22.08.2019
Sayfa 51 / 124
Namaz:
Âyet-i kerime’de:
“Namazı huşû ve hudû ile kılanlar felâh bulurlar.” buyurulmuştur. (Müminun: 1-2)
Kıyametteki zararları:
Namazı hudû ve huşû ile kılanlar, fuhşiyatın hepsinden kaçar. Namazı itina ile kılanların
namazı ona kabirde yoldaş olur.
Ana babalar çocuklarını çok severler. Hatta çocukları çirkin de olsa, sevdikleri için onlara
hoş görünür. Cenâb-ı Hakk sevilirse her emri de hoş gelir ve sevilir.
22.08.2019
Sayfa 52 / 124
Yevm-i kıyamette herkesin defteri ameli boynundadır. Bir tarafında hasenât (sevaplar),
diğer tarafında seyyiat (günahlar) yazılıdır.
Yani bir mümin dünyada ne kadar sayısız nimetlere gark olsa yine cennete nisbetle
cehennemde gibidir. Bir kâfir de dünyada ne kadar belâ ve musibetle muazzep olsa, yine
cehennemde göreceği şiddetli azaba nisbetle cennette gibidir.
Bu Hadis-i şerif’in mânâsında şöyle bir tevil vardır. Dünya mümin için cehennemdir. Zira
mümin dünyada bir kusur yapmışsa cezasını Cenâb-ı Hakk dünyada verir. Eğer kâfir
dünyada bir iyilik yapmışsa mükâfatını dünyada verir. Onun için dünya müminin
cehennemi kâfirin cennetidir. Hakk Teâlâ Hazretleri bir mümin kulunu ahirette
cehenneme sokmayı murad ederse ona dünyada cezasını verir.
“Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiretin için çalış.”
Buyurmuşlardır ki, hem dünya ve hem de ukba için çalışmamız emirdir. Şu kadar var ki,
emanet bir hayattan ibaret olan fâni dünyadan ziyade hayat-ı ebediyye için “Ehem mühim
olana tercih edilir.” kaidesine uyarak gayret etmemiz lâzımdır.
Vücudu dünya işine kalbi de Cenâb-ı Allah’a sarf etmekle dünya ve ahiret saâdeti hasıl
olur.
“Dünya malını dünya ehline terk ediniz. Zira bir kimse malı dünyadan kifayet
miktarından fazla alırsa şuursuz olarak kendisini helâk etmiş olur.” buyurulmuştur.
Keza:
22.08.2019
Sayfa 53 / 124
“Yâ Rabbi! Muhammed’in ve onun âlinin rızkını miktar-ı kâfi kıl.” buyurmuştur.
Rızık kifayet miktarı olursa Allah Zülcelâl Hazretleri’ne ibadet huzur ile olur. Kalp, gıll-u
giştan ve düşünceden sâlim olur.
“Ne işle meşgulsün?” diye sorarmış. Eğer bir sanatı yoksa, “Sanat öğren.”
buyururmuş.
Hadis-i nebevi’de:
Olsa muvakkat bir zaman içindir. Fakat rahatsızlığı rahattan çok demektir.
Muhabbet-i dünyada rahat yoktur. Çünkü Sahabe rahat etmiyor. Evliyâullah ise kalben
daima rahatta, ferah ve sürur içindedir.
“Hesap vermek için huzur-i ilâhiye varmaktan korkan kimseler için iki cennet
vardır.” (Rahmân: 46)
“Haberiniz olsun ki, Allah’ın veli kulları için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da
olacak değillerdir.” (Yunus: 62)
“Onlar iman edip takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da, ahirette de onlar
için müjdeler vardır.” buyurulmuştur. (Yunus: 63)
Ehlullah dünyada bir iş ile meşgul olabilirler. Fakat bu meşguliyetleri hallerine zarar
vermez. Fakat bir dünyaperest ne kadar kazanırsa hırsından naşi kalbi yine fakirdir.
Evliyâullah:
“Eğer sultanlar bizdeki zevki bilse, sell-i seyf ederek gasp ederler.” derler.
Çünkü dünya işleri başlangıçta bozgunluk ve baş ağrısı, nihayette de nedamettir. Ehl-i
zikir ve evliyaullahın kalbi ise zikir ve fikir ile üns-i billâh derecesini ihraz etmiş
olduğundan her an Allah Zülcelal Hazretleri’nin Semi, Basir, Kadir... olduğunu bilir. O’na
tevekkül-i tam ile tevekkül eder. Üns-i billâhın tarifi ise gayrı kabildir. Tatmayan bilmez.
Onun ünsündeki zevki ruhani bir şeye benzetemediği gibi zatını bilmek de bizim için
mümkün değildir. O hiçbir şeye benzemez.
Nitekim:
Tarikat-ı aliyede tevfik-i ilâhi ile çalışarak uns-i billâh hasıl olur. Kalp zevk almaya başlar.
O vakit arız ve fâni olan şeyler, velinin kalbine tesir edemez. Fâni olan şeyler onun
nazarında hiçbir kıymete haiz olamaz.
22.08.2019
Sayfa 54 / 124
Hakk Celle ve Ala Hazretleri’nin huzurunda gelen zevkte hiçbir soğukluk olmaz.
Dünyadan gelen zevk ise böyle değildir, zail ve fanidir.
İbadette, diyanette ne lezzetler vardır. Fakat münkir olanlar bilmiyorlar. Eğer anlasalar
kaçmazlar.
Âyet-i Celile’de:
Buyurulduğuna göre bazı enbiyâ-i izam ve evliyâ-i kiram’a da Cenâb-ı Hakk -azze ve
celle- Hazretleri evlâd-ü iyal ve emval-i kesire ihsan buyurduğuna nazaran bu Âyet-i
celile’de sizin emvaliniz ve evlâdınız buyuruluyor ki, yani bir kimse dünya malını
benimseyerek nefsine izafe etmiş olursa, demektir. Eğer kalbinde mal ve evlât muhabbeti
olup da o muhabbet sebebiyle Hakk yolundan huzur-i kalbinden alıkorsa demektir.
İşte kalbinde mal ve evlât muhabbeti olmayan Cenâb-ı Hakk’ın nebi ve veli dostları
zümresinden olan kullarına kalplerinde zerre kadar muhabbet ve alâka olamaması
hasebiyle fitne teşkil etmeyeceğine binaen enbiyâ-i izam ve evliyâ-i kiram’a ihsan-ı ilâhi
olarak dünyada da emval ve evlât ihsan buyurmuştur.
Nitekim Süleyman Aleyhisselâm’a dünyevi saltanat, yüzlerce cariye ve evlâd-ü iyâl ihsan
buyurmuştur.
Âyet-i celile’sinde sadaka, yani zekâtın birinci derecede fakirlere verilmesi beyan
buyuruluyor. Şüphesiz fakir demek hiçbir şeye mâlik olmayan kimse demektir. Bu Âyet-i
22.08.2019
Sayfa 55 / 124
celile’de beyan buyurulduğu vechile zekât birinci derecede ancak fakirlere tahsis ile
onlara verilmek lâzım geldiğine göre, mânevî zekât de rızık olduğundan, mânen fakir
olan; yani kendisinde hiçbir varlık, hâl, ilim gibi medâr-ı iftihar bir sanat görmeyen
kimselere mahsustur.
Âbidin birisi üçyüz sene ibadet etmiş. Hiç günah işlememiş. Vefat ettiğinde, Cenâb-ı Hakk
kendisine suâl etmiş:
Bir hesap edilmiş, üçyüz senelik ibadeti dünyada bir defa bakmasına mukabil olmuş.
Onun üzerine Hakk’ın rahmetini taleb etmiş.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz altmışüç yaşında irtihâl-i dâr-ı bekâ
eylemişlerdir.
Yaş altmışüçü geçince vücud-ı beşer tenezzül edermiş. Bir yahudi doktor fennen bu
hakikatı tasdik etmiş. “Hazret-i Peygamber’in altmışüç yaşında irtihâli, nübüvvetinin
sıdkına delâlet eder.” demiş. Pek doğru söylemiştir. Doğru olan sözü söyleyen kim olursa
olsun kabul etmeli ve hoş görmelidir.
Kelâm-ı ilâhî olan Kur’an-ı Azimüşan büyük bir mucizedir. Bir Fransız Kur’an-ı Azimuşan
hakkında:
“Allah -celle celâlüh- kelâmıdır. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm: ‘Ben yazdım.’ deseydi
inanmazdım.” demiştir.
Kelâm-ı ilâhi on defa bile okunsa usanılmaz. Fakat insan kelâmı bir kaç kere okununca
usanılır.
“Bir insan gökleri yapmağa bilfarz muktedir olsa, fakat Kur’an’ın bir âyetini bile yapamaz.”
Bazıları hafız-ı Kur’an olanları “Hamele-i Kur’andır” demişler. Fakat emr-i ilâhî’yi ifâ
etmeyen hafızlara “Eşrâf-ı ümmet” denilemez. “Ahkâm-ı Kur’aniye”yi yüklenmiş olanlar,
hamele-i Kur’an’dır.
22.08.2019
Sayfa 56 / 124
Hadis-i şerif’te:
“Bir insan Cenâb-ı Hakk ile tekellüm etmek istese, Kur’an-ı kerim’i kıraat etsin.”
buyurulmuştur. (C. Sağîr)
Dinleme esnasında Kur’an Cebrâil vasıtasıyla yeni nâzil olmuş gibi zanolunur. Kıraat
(okumak) sünnet, dinlemek vâcibtir.
Hasta bir insanın dünyada hiçbir şeyin lezzetini anlayamadığı malûmdur. Binaenaleyh,
nefsin hastalığı da ahiret için hiçbir şeyden haberdar olmamaktır.
Bir insan kalbindeki düşüncesine başkasının agâh olduğunu hisseder ve mahcub olursa
hâli iyi değil demektir. Bu güzel bir mihenk, ayar ve ölçüdür.
Benlikten Geçmek:
Bağdat’ta Seyyid Musa el-Cebbûrî isminde bir zât onbeş sene müddetle uzlet ve riyazet
ederek yirmidört saatte bir parça arpa ekmeği yiyerek vakit geçirirmiş. O sırada Hâlid-i
Bağdâdi -kuddise sırruh- irşad ile şöhret bulmuştu. Seyyid Musa, sohbetinde bulunmak
üzere Hazret-i Hâlid -kuddise sırruh-un huzuruna gitmiş, ahvâlinde hiçbir istifâde-i
mâneviyye’ye nâil olmadığını arzetmiş.
Hazret-i Hâlid -kuddise sırruh- Hazretleri bu işin gayet kolay olduğunu ve ongün teslim
olarak emirlerinin harfiyyen icrâsını emretmişler. Seyyid Musa, kendisine daha ziyade
riyâzet emrolunacağını zannetmişse de on gün için her müşkilâta katlanmayı göze alarak
teslim olmuş. Hazret-i Hâlid -kuddise sırruh- emir buyurmuşlar ki:
“Daha önceki evrâd ve ezkârını kâmilen terket. Güzel yemekler ye, gece güzel uyku
uyu. Gündüz akşama kadar çarşıda gez.”
Hazret-i Hâlid -kuddise sırruh-para vereceğini söyleyerek: “Burada otur, yemek ye!”
buyurmuşlar. Adam âilesinin zarureti karşısında yalnız kendisinin nefis yemek yemesini
tecviz etmeyerek müdâfada bulunmuş. Daha sonra erzâk ve sâiresinin evine
gönderilerek âilesiyle yemesini emretmişler. On gün bu sûretle hareket ederek
kendisindeki varlığın gittiğini hissetmiş. Hazret-i Hâlid’in huzuruna gelerek hâlini arzetmiş.
Hazret-i Hâlid -kuddise sırruh- da:
22.08.2019
Sayfa 57 / 124
“Kim Rabb’ine kavuşmayı arzu ediyorsa sâlih bir amel işlesin ve Rabb’ine kullukta
hiç ortak koşmasın.” (Kehf: 110)
Yani amel ve ibadeti ancak Cenâb-ı Hakk görsün diye yaparak, Cenâb-ı Hakk’ın gayriye
teşmil etmeyerek şirk ve riyâdan ictinap etsinler.
Mevt-i ahmer, nefis ve şeytan ile mücadele ederek menhiyattan ictinâb ile ibadet ve taat
için nefsi iksârdır.
Hadis-i şerif’i, mümin-i kâmil olanlar ölmezler; ancak bir mahalden diğer mahalle
naklolunurlar, şeklinde de tercüme olunur. Bir misâl:
İmâm-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri hasta yatmakta iken bir kaç kişi gelerek evinin
yakınında bir bahçeye kendisini götüreceklerini ve orada biraz hava almasını teklif
etmişler, evinden çıkarak bahçeye götürmüşler. İmâm-ı Gazali -kuddise sırruh- Hazretleri
evinin yakınında böyle bir güzel bahçe olduğu halde kendisine mechul kalmasını tefekkür
ederek tessüf etmiş. Hânesinden de bir vâveylâ, feryâd koparak cenaze çıktığını
görmüşler. Biraz sonra yanındakiler gitmeğe kalkmışlar. İmâm-ı Gazâli -kuddise sırruh-
de beraber gitmek istemiş, fakat kendisine orada kalacağını ve öldüğünü söylemişler. İşte
âşıkların ölümü böyle bir evden bir bahçeye nakildir.
22.08.2019
Sayfa 58 / 124
Evliyâullah’tan bir zât, hâlet-i neziîde iken kendisine bir celâl gelmiş, kendisini kıblenin
aksi cihetine çevirmelerini söylemiş. Bu hâlinden müteessir olmuşlar ve derhal yüzünü
kıbleden aksi cihetine çevirmişler. İki dakika sonra yine kıbleye çevirmelerini emir
buyurmuş.
Azrâil Aleyhisselâm geldiği zaman: “Ruhunu ver cennete götüreyim!” dedi. Ben de:
“Cennet için ibadet yapmadım. Artık bundan sonra ibadet etmeyeceğim.” dedim.
Sonra Cenâb-ı Hakk cemâlini gösterdi, Azrâil Aleyhisselâm’a darılmıştım, bizi barıştırdı.
Şeriatta bir takım müctehidler gelip eserler telif ettikleri gibi tarikatta da böyle müctehidler
gelmiştir. Meselâ “İmâm-ı Âzam”, “İmâm-ı Mâlik”, “İmâm-ı Şâfiî”, “İmâm-ı Hanbelî ”
-rahmetullâhi aleyhim- Hazerâtı gibi müctehidler gelmiştir. Ve dördü de haktır.
Daha sonraki meşâyih onların yolunda gitmektedir. Şeriat’ın haricine çıkmamak lâzımdır.
Vâkıa onlar da devrân yapmışlardır. Fakat bu devrân sırf cezbe halinde olmuştur.
Cennet Üçtür:
1- Avam cenneti: Burada yeme, içme ve cima ile Cemâlullah’a bir kaç def’a nâil olmak
vardır.
22.08.2019
Sayfa 59 / 124
Râbıta:
“Gıdâ-i cismânî”, yemek içmek suretiyle beslenmektir. “Gıdâ-i rûhânî” de mâneviyat ile
tegaddî etmektir.
Meselâ cismin gıdası olan yiyeceklerden ekmeği tasavvur edelim. Toğrağa ekilir, yağmur
yağar, neşv-ü nemâ bulur, buğday vücuda gelir, ondan da ekmek olur. Eğer buğday ekilip
de uzun müddet veyahut hiç yağmur yağmazsa tohum neşv-ü nemâ bulmaz, buğday
mahsulü de olamaz. Demek ki buğdayı kemâle getirecek yağmurdur. Yağmur olmazsa
buğdayın kemâlinin husulü de mümkün değildir. Binâeanaleyh “Cismânî gıda”nın
kemâle vusûlü için rahmet-i ilâhîye’ye fevkalâde ihtiyacı vardır. Aksi takdirde helâk olması
muhakkaktır.
En ziyade mânevî rahmet-i ilâhiye yani füyûzât-ı Rabbâniye kibar-ı evliyâullah’ın kalbine
ihsan olunur. Diğer müminler de onlardan biiznilâh-i Teâlâ feyiz alırlar.
Bununla beraber her yağmurun zamanına göre faydası olduğu gibi evliyâullah’ın da asra,
zamana göre faydaları vardır. İnd-i ilâhî’de herbirinin mevkii vardır. Zaman-ı sâbıkta
geçen evliyâullah ile sonradan gelenleri mukayeseye kalkmamalıdır.
Meselâ birkaç asır evvel irtihal buyuran evliyâullah’ı bu zamanda ekseri insanlar tasdik
ederler. Bunun sebebi vardır. Zirâ irtihalden sonra irşâd vazifesinden azade kalırlar.
Şeytan da onları tasdik etmekten menetmez. Asıl hayatta bulunan irşada memur kâmil
velilere tekarrüb ettirmemek için inkâr ettirir. Tekarrübünden mene çalışır. Çünkü
müminlerin selâmetini arzu etmez.
Kalbi temiz olursa yani kalpte iman olursa daima ibadet ve taate sevkeder. İnsanlar
ekseriyetle “Müminiz” derler. Halbuki müslümandırlar, yani teslim olmuşlardır. Mümin
olmak için herhalde imanın kalbe girmesi lâzımdır.
Mümin-i kâmil olanlar Cenâb-ı Hakk’ın doksandokuz sıfatına iman ederler, hiç şüpheleri
olmaz. Fakat bazı insanlar: “Cenâb-ı Hakk Ğaffâr’dır” diye ümitlenerek dar-ı ahiret için
çalışmazlar. Fakat “Rezzâk” sıfatına imanları olamadığı için dünyada çalışmayınca aç
kalırız.” diye korkarlar. İşte bu müslüman ve müminin işi değildir.
Kezâ dünyada zengin olan kimseler maişet cihetinden korku çekmezler. Çünkü idaresine
kâfi nakde (paraya) mâliktir. Fakat fakir olanlar aç kalma tehlikesinden azade kalamazlar,
dâima korkarlar. İşte dâr-ı ahiret için zengin olan evliyâullah ile dâr-ı ahiret için fakir
olanlar da buna büyük bir misaldir.
22.08.2019
Sayfa 60 / 124
Şu halde bir kimse saâdet-i uhreviye’yi temin ederse zevk içindedir. Saâdet-i
uhreviye’den mahrum ise fakirdir, daima korku içindedir.
Kalbin Vazifesi:
Cenâb-ı Hakk:
Ki, Cenâb-ı Hakk’ın buyruğu müminin kalbi Arşurrahman olan evliyâullah kalbidir.
Arşurrahman da bütün semâvâtı içine alır.
Zâhiren görünen âzâların herbiri bir vazife ile muvazzaftır. Göz görmek, kulak işitmek,
ayak yürümek içindir. Bütün âzâların bir vazifesi vardır. Kalbin vazifesi de muhabbettir.
Muhabbet ise Cenâb-ı Allah’a mahsustur. İnsan el-ayak ve göz ile vezâif-i lâzimesini ifâ
ettiği gibi kalp de vazifesini ifâ eder. Kalbin Cenâb-ı Hakk’a muhabbet etmesi, sair ticaret
ve meşguliyetlere mâni teşkil etmez. Arşurrahman olan evliyâullah’ın kalbinde
muhabbetullahtan başka muhabbet yer almaz.
Zikrullah:
Ancak tarikatlar arasındaki tasfiye-i rûha en uygun ve Hakk’a vuslata en yakın olan tarik,
tarik-i zikir’dir.
“Zikrin hayırlısı hafî olanı, rızkın hayırlısı da miktar-ı kâfi olanıdır.” buyurulmuştur.
(Münâvî)
“Kalben zikir”
22.08.2019
Sayfa 61 / 124
“Rabb’ini gönülden, yalvararak, boynu bükük ve ürpererek hafif sesle sabah akşam
zikret.” (A’râf: 205)
Allah-u Teâlâ’nın zikrin büyüklüğü ile hükmetmesi, zikrin Allah nezdinde amellerin en
efdali olduğunu gösterir.
Zikr-i hafî hafaza meleklerinin işitmemesi sebebiyle zikr-i cehriden yetmiş kat efdaldir.
Zâkir, zikirle Allah-u Teâlâ’ya öyle kemâl-i kurbiyet ve tamamı ünsiyet tahsil eder ki, o
kurbiyyet ve ünsiyetin gereği olan cülus Hakk Teâlâ’nın şânına muhal olduğu halde Hakk
Teâlâ onu zâtına izafe etmiştir. Tâlib-i rızâullah (Allah’ın rızâsını isteyen) ve Râgıb-ı
likâullah (Allah’a kavuşmaya can atan) kimse zikre devam etmeli ki, rızâullah’a nãil ve
likâullah’a vâsıl olabilsin.
Yalan Söylemek:
Âyet-i kerime’de:
Bir adam hem işret eder (içki içer), hem hırsızlık eder, hem de yalan söylermiş. Bunların
hepsini terketmesini tavsiye etmişler. “Hepsini birden terkedemem. Yalnız bir tanesini,
yani yalan söylemeyi terkedeyim.” demiş. Yalanı terketmiş. Sonra: “Meyhaneden veyahut
hırsızlıktan geliyorum.” demeye hicap etmiş, hepsini terketmiş.
İlmin Önemi:
Cenâb-ı Hakk’ın en büyük sıfatı ilimdir. Onun için ilim tahsil etmek lâzımdır. Çünkü ferâiz-i
diniye’yi insan ilimle ifâ eder, öğrenir. Yalnız ilim fayda vermez, amel ve ibadet de şarttır.
Mânevî Terakkiyât:
Seyyid Şerif Cürcânî -kuddise sırruh-, Yâkub-i Çerhî -kuddise sırruh- Hazretleri’ne intisap
etmiş, bilâhare Yâkub-i Çerhî -kuddise sırruh- Hazretleri, Seyyid Şerif -kuddise sırruh-
Hazretleri’ni kendi şeyhi olan Alâeddin Attar -kuddise sırruh- Hazretleri’ne götürmüş,
görüşmüşler.
22.08.2019
Sayfa 62 / 124
“Yakub-i Çerhi’ye intisab etmeden râfızî imişim. Alâeddin Attar -kuddise sırruh-
Hazretleri’ne mülâkî olduktan sonra Allah’ımı bildim.” demiştir.
Şu halde böyle bir âlim zâtın kusurunu itiraf etmesi, tarikatın büyüklüğüne delâlet eder.
Yâkub-i Çerhî -kuddise sırruh- Hazretleri Seyyid Şerif -kuddise sırruh-e teveccühte,
göğsünde bir hışırtı hissetmiş. Hafif bir de cezbe gelerek sarığı düşmüştü. Seyyid Şerif
-kudise sırruh- daha sonra bunun sebebini sormuş, o da: “Derrunundan ilmin paslarını
kazıdığını” söylemiştir.
Biri, şerr-i şeytan ve nefs ile mücadele edecekseniz, bizden hidayet bulursunuz.
Diğeri mücahede eden, çalışan herhalde ameline nâil olur, mahrum kalmaz.
Dünya ve Mâsiva:
Bir kalpte mâsivâ muhabbeti bulundukça o kalpte Cenâb-ı Hakk’a muhabbet yok
demektir. Çünkü Hakk Teâlâ Hazretleri: “Bir adamda iki kalbin bulunmadığını, yani hem
muhabbetullah ve hem de muhabbet-i mâsivâ’nın içtimaının mümkün olmayacağını:
Bir kalpte muhabbet-i mâsivâ oldukça o kalpte muhabbet-i ilâhiye bulunmaz. Muhabbet-i
ilâhiye’yi kazanmak için kalbin tathiri lâzımdır.
“İki zıt bir yerde cem olmazlar ve birlikte irtifâ kaydedemezler, yükselemezler.”
Muhabbet-i Mevlâ olan bir kalpte dünya muhabbetinin olmayacağı bedihidir. Bir sâlik-i
tarikatın lâtife-i kalbi kesafet-i mâsivâdan temizlenince onun kalbi hâne-i muhabbet ve
âşeyâne-i hümây-i mârifet olacağı şüphesizdir.
İnciler:
Hadis-i şerif’te:
22.08.2019
Sayfa 63 / 124
ESERLERİ:
Kenzü’l-İrfân:
Ahlâk, ibadet ve takvâ gibi muhtelif konularda, konularına göre tasnif edilmiş 1001 Hadis-i
şerif’in tercümesi ve izahıdır. Hadis-i şerif’lerin metinlerine ve kaynaklarına da yer
verilmiştir.
Müellifi hayatta iken Hicrî 1317 ve 1327 yıllarında Osmanlıca olarak iki defa
neşredilmiştir.
Allah-u Teâlâ’nın sevgililerinden bir zât-ı muhterem olan Hazret’in bu eseri Türk
okuyucusu tarafından hüsn-ü kabul görmüş, yıllar yılı aranmış, asıllarından fotokopiler
çekilmiş ve okunmuştur.
Lâtin harfleri ile sadeleştirilerek birkaç defa basılmış olan bu kıymetli eser, son olarak
1989 yılında Erkam Yayınevi tarafından üslubu bozmadan, günümüz insanlarının istifade
edebileceği bir şekilde hazırlanarak neşredilmiştir. Hadis-i şerif’lerin Osmanlıca tercümesi
lâtin harfleriyle aynen korunmuş, anlaşılması zor kelime ve terkipler parantez içinde
açıklanmıştır.
“Şu bedâyi’-hâne-i âlemde (Cenâb-ı Hakk’ın san’at evi olan dünyada) cevher-i insaniyyeti
(insanlık cevherini) şa’şaa-dan eyleyen (parlatan) ne kadar ahlâk-ı hamîde (güzel ahlâk)
ve evsâf-ı cemîle (hoş sıfatlar) var ise cümlesi ummân-ı irfan (ma’rifet deryâsı) olan
Peygamber-i zîşân Efendimiz Hazretleri’nden alınmış ve tercemelerle bütün cihana
dağılmış iken maârif-i İslâmiyye’den (İslâmî bilgiden) bî-behre (nasipsiz) nev-residegân-ı
zamandan (çağımızın yeni yetmelerinden) bazıları gûyâ menba-ı mâârif, (ilim ve marifetin
22.08.2019
Sayfa 64 / 124
kaynağı) ecânibde (ecnebîlerde, batıda) imiş zu’m-ı fâsidine (bozuk ve yanlış zannına)
düştüklerini vakit vakit işitir, müteessir olurdum.
Bir gün şu zehâb-ı bâtılı (yanlış görüşü) iki genç lisânından bizzat dahi işitmekle ol-
bâbdaki (o konudaki) teessürâtım (üzüntüm) arttı. Binâenaleyh nihâyeti vahim olan bu
gibi efkâr-ı sakîmeden (sakat düşüncelerden) ihvan-ı dinimizi (din kardeşlerimiz)
kurtarmak üzere Nebiyy-i muşâr ileyh Efendimiz Hazretleri’nin ehâdis-i şerifelerinden
(değerli ve mubarek sözlerinden) seâdet-i dîniyye ve dünyeviyyeyi müştemil ve müstekmil
binbir (1001) kadarını cem’ ve terthibe (toplayıp derlemeye) başladım.
Semâ-i saltanatın (saltanat semâsının) hurşîd-i rahşânı (parlak güneşi) sultan-ı selâtîn-i
cihân (cihan padişahlarının padişahı) veliyy-i ni’met-i bhi-imtihan (minnetsiz bir şekilde
nimetlerimizin sâhibi) es-Sultanü’l-Gâzî “Abdülhamîd” hân-i sâni -eyyedehullahu Teâlâ-
(Allah Teâlâ kendisini güçlendirip yüceltsin), Efendimiz Hazretleri’nin sâye-i maârif ser-
mâye-i hilâfet-penâhîlerinde (hilâfet zamanında) ikmâl ve itmâmına (tamamlamaya)
muvaffak oldum.
Ümid ederim ki, “Kenzü’l-İrfân” ser-levhasıyla (adıyla) tab’ ve neşredilen (basılıp yayına
sunulan) şu eser-i acizânemi mütâlâa edenler, artık ahlâk-ı hamîdenin menbaı (kaynağı)
ve ulûm-i maârifin (ilim ve mârifetin) mecmaı (toplanıp birleştiği yer) dîn-i mübin-i İslâm
olduğunu tasdîk ve her türlü hallerini irâdât-ı ilhâm-gâyât-ı Cenâb-ı Risâlet-penâhî’ye
(Cenâb-ı Peygamber’in ilhâm dolu düşünce ve iradelerine) tatbik ile ilmen ve amelen
seâdet-i dareyn’e (iki cihan saâdetine) vâsıl olurlar. Ve minellahi’t-tevfik (Başarı
Allah’tan).”
“Duânın kabulü için bir takım şartlar daha vardır ki, duâ eden kimse duânın bidâyet ve
nihâyetiyle vasatında dahî salât-ü selâmı tekrar etmeli, duâdan akdem tasadduk (duâdan
önce sadaka vermek) veyahut zikir ve fikir ve namaz gibi bir hayır işte bulunmalı, Cenâb-ı
Hakk’a hamd ve senâ etmeli, hulûs-i kalb, nezâfet, tahâret, istikbâl-i kıble, ızhâr-ı
meskenet (âcizliğini Hakk’a arzetmek), tezellül (düşkünlüğünü kabûl), tazarru ve enbiyâ
ve evliyâya tevessül, günahkâr ve mücrim olduğunu itirâf ve ikrâr ile tevbe ve istiğfar edip
ekl-i haramdan (haram yemekten), ictinâb etmeli (sakınmalı). Şu sûretle vâki olacak
deavât-i hayriyyenin kabulü için iştibâh olunamaz (kabulünde şüphe olmaz). Bunu da
ilave edelim ki, nasın (insanların) bazısı her ne kadar Cenâb-ı Hakk’ın kaza ve kaderine
rızâ gösterip sükût eylemek cihetini duâ üzerine tercih etmişlerse de ekser muhakkıkîn
(tahkik ehli âlimlerin çoğu) masâlih-i dünyeviyye ve uhreviyye (dünya ve âhiret işleri)
esbâbdan müterrettib olduğu (sebeplere bağlı olarak meydana geldiği) ve duâ-yı
müstecâb (kabule şâyân bir duâ) ise sebeplerin biri bulunduğunu beyân ile duâyı
terketmek, kazâya rızâ göstermek fikriyle yemek yememek şiddet-i şitâda (soğuk kış
mevsiminde) elbise giymemek, hastalıkta ilaç, muhârebede silâh istimâl etmekle
(kullanmamak) gibi bir takım harekât-ı nâ-meşrûayı (meşrû olmayan hareketleri) irtikâb
kabilinden olur, demişlerdir. Husûsiyle duâ, ızhâr-ı ihtiyac (hâcetini açıkça söyleme) ve
Cenâb-ı Hakk’a ilticâ (sığınma) olduğu için müstakıllen bir ibadet makamına kâim
olacağından (yerine geçeceğinden) şu hâlde lisânen duâ eylemek ve kalben Cenâb-ı
Hakk’ın kazâ ve kaderine râzı ve teslim olmak evlâ ve ercâhtır (daha iyi ve tercihe
şâyândır).”
22.08.2019
Sayfa 65 / 124
Okuyucularımıza bir numune olmak üzere Hazretimiz’in tercüme ettiği bazı Hadis-i
şerif’leri takdim ediyoruz:
“Lisân ile kalb bir olmadıkça hiçbir kul mümin-i kâmil olamaz.” (Münâvî)
“Sizden; yâni müminlerden bir kimse dâima abdestli bulunmak niyyetiyle abdest
alır ise abdesti bozulmadıkça namazda bulunmuş gibi me’cûr olur.” (Münâvî)
“İnsan ile küfür beyninde yalnız terk-i salât vardır. Yani namazı terketmek insanı
küfre yaklaştırır.” (Müslim - Tirmizî)
“Bir kimse din kardeşine ikram ederse Cenâb-ı Hakk’a ikram etmiş olur.” (Münâvî)
“İlmullah’dan bir kelimenin istimâı insan için bir sene ibadetten efdaldir.” (İbn-i
Mâce - Dârîmi - Ahmed bin Hanbel)
“Bir babanın oğlu için duâsı, bir peygamberin ümmeti hakkındaki duâsı gibi
makbuldür.” (İbn-i Mâce)
“Benî Âdem ecelinden kaçtığı gibi rızıktan da kaçsa ecel, her nerede olsa onu
bulduğu gibi rızık da kendisini arar, bulur.” (C. Sağîr)
22.08.2019
Sayfa 66 / 124
ESERLERİ:
2- Mektubât:
İlk altı mektupla birlikte 36. mektup, Hicri 1327 yılında “Tasavvuf’ mecmuasında makale
olarak da neşredilmiştir.
İlk neşri Hicri 1338, Milâdi 1922 yılında Seyyid Ali Kadri tarafından yapılmış olup 147
mektup bulunmaktadır. 1925 yılında yapılan ikinci baskısında ise 154 mektup
bulunmaktadır.
Eserin aslı mütalâa edildiğinde görüleceği üzere, Hazretimiz mektuplarını edebî bir
üslupla ve o yıllarda kullanılan dil ile yazmıştır. Bu sebeple günümüzün insanı, ifadeleri
anlamakta güçlük çekmektedir.
Eserin ikinci tabı esas alınmış olup, eserden azami istifadeyi sağlamak maksadıyla her
mektubun lâtin harfleriyle okunuşu verildikten sonra karşısındaki sayfaya günümüz
Türkçe’siyle sadeleştirilmiş şekli konulmuştur.
141. Mektup’tan itibaren ondört mektubun bir kısmı Farsça bir kısmı ise Arapça’dır.
Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Mektubât” isimli eserinin orjinal
baskısının kapağı.
22.08.2019
Sayfa 67 / 124
Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Mektubât” isimli eserinin takdimi.
Allah-u Teâlâ size ve bize mukaddes matlub ve huzur nasip eylesin.” (149. Mektup)
“Bir insan söz ve davranışlarına şer’-i şerif çerçevesinde yön vermezse, onun
tarikatten feyz alamayacağı açık ve gerçektir. Zira doktorun reçetesine ve verdiği
ilâçları kullanıp perhize riayet etmeyen hasta gibi olur.” (132. Mektup)
“Ğaffâr olduğu gibi Kahhar olan Zât-ı Ecell-ü A’lâ’nın idaresi altında bulunuyoruz.
Mülkünde barınıyoruz. Her gün nimet sofrasında rızıklanıyoruz. Aklen, irfânen ve
vicdanen her ihtimale karşı emrine itaat ve kulluk vazifesini ifaya gayret etmeliyiz.
Yarın kıyamette ne olur ne olmaz.” (39. Mektup)
“Bildiğiniz gibi insan kâmil bir mümin, yani faziletli bir veli olmadıkça kalbi ‘Arş-u
Rahman’ olamaz. Sayısız tecrübe ve pek çok hizmet ile doğruluk ve ehliyetini ispat
22.08.2019
Sayfa 68 / 124
“Babasının dünyevî mal ve servetinden mahrum kalan bir insanın hayli mahzun
olacağı ve üzüleceği mâlumunuzdur. Dünya malı ile mukayese edilemeyen ahiret
sevabından mahrum kalmak, şüphesiz ki câiz görülmeyen bir zarar ve
ziyandır.” (131. Mektup)
“Yüce Allah’a karşı takvâ sahibi olmalı, taatte bulunmalı ve hukukullah’ı zayi
etmekten çekinmelidir. Gece ve gündüz, kararda ve firarda Allah’a yönelerek
masiyet tehlikelerinden sakınmalı ki, hikmetlere, nâil olabilsin, dünyada kendisine
nimet kapıları açılabilsin. Kıyamet günü de bu sayede zorluklardan
kurtulabilsin.” (154. Mektup)
“Bu fakir kardeşiniz bir ameli olduğuna aslâ inanmıyor. Sadece bir namaz kılıyor.
Ancak onun da alışılmış bir âdetin gereği mi, yoksa çevredeki insanların diline
düşüp kınanması korkusundan mı yapıyor nedir bilemiyorum. Yalnız Allah rızâsı
için olduğuna hiç inanmıyorum. Nefsin hile ve aldatmacalarından emin
olamıyorum. Cenâb-ı Hakk cümlemize hakiki imanı ihsân buyursun. İmanın dış
yüzü ve kabuğu içinde bırakmasın. Âmin.” (73. Mektup)
“Gül yaprağının her noktasında mevcut olan gülsuyu gibi, sizin de değerli
vücudunuzun her zerresine muhabbet ve huzurun doyumsuz kokusuyla
kokulanmayı nasip buyursun.” (69. Mektup)
“Bir kimse hizmet etmek ve bu hizmetinin karşılığında kat kat mükâfat almak
isterse yalnız O Ecell-ü Âlâ olan Cenab-ı Hakk’a hizmet versin. Onun dışında
kalanlarını ölü gibi faydasız ve zararsız kabul etsin.” (118. Mektup)
22.08.2019
Sayfa 69 / 124
“Ancak kulun kendi ibadet ve tâatı ile meydana gelen yakınlık, yürüme ve hareketi
ile Cenâb-ı Kuvvetü’l-Metin Hazretleri’nin cezbe ve çekiciliği arasındaki fark bir
karıncanın yürüyüşü ile bir lokomotifin süratle gidişindeki farktan daha
çoktur.” (100. Mektup)
“İnsan için gerekli olan tek şey her şeye gücü yeten, pek muktedir olan bir Zât-ı
Ecell-i Alâ’ya kendini sevdirmekten ibarettir. Muhabbet devletine erdikten sonra
dünyevi ve uhrevi saâdetin kazanılacağı da şüphesizdir.” (117. Mektup)
ESERLERİ:
3- Er-Risâletü’l-Es’adiyye Fit-Tarîkati’l-Aliyye:
Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretlerinin bir başka eseri de “Risâle-i
Es’adiyye”dir. Hacmi küçük, fakat muhteviyâtı büyük olan bu eserde Tasavvuf’un ve
Tarikat-ı aliye’nin lüzumu ve fazileti, Seyr-ü sülûk’ün şekil ve âdâbı anlatılmaktadır.
Eser Osmanlıca olarak neşredilmiş, daha sonra latin harfleriyle ve sadeleştirilmiş olarak
da neşredilmiştir.
Bir hikmete binâen bazı fasıllar Arapça yazılmış olup Türkçe’ye tercüme edilmiştir.
22.08.2019
Sayfa 70 / 124
MUKADDİME
Arz ve ifade olunur ki, taraik-i aliyyenin cümlesi esas itibariyle Mefhar-i mevcudat olan
Seyyid-i Kâinat Efendimiz’in akvâl ve ef’alinden ibaret bulunduğu halde bazı ihvân-ı Din’in
az veya çok itirazlarına hedef oldukları cümlenin malumudur. Bu ise Âyet-i kerime’lerin ve
Hadis-i şerif’lerin geniş, engin mânâlarına kesb-i vukuf edemediklerinden veyahud
mütehidîn-i kirâm ve aktâb-ı ızâmın mezheb ve mesleklerine hakkıyla âşina
olmadıklarından nâşî olduğu gâlib ihtimaldir. Binaenaleyh, mebdei zaman-ı seâdet olan
taraik-i aliyyenin âdâb ve erkânını ve beyn’el-ekâbir mer’i ve mâmul olan usul ve
ahkâmını beyân etmek ve mümkün mertebe bir hizmet-i nâçîzânede bulunmakla beraber
itiraz olunacak cihetlerini elden geldiği kadar tenvir eylemek niyyet-i hâlisasıyla bir
mukkadime ile onaltı fasıl ve bir hîtemeden ibaret olarak muhtasar bir risâlenin enzâr-ı
mutâlaaya vaz’olunmasını arzu eyledim.
Ayn-ı insâf ile mutâlaa ve zikrolunan Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere dikkat edenler,
evhamdan, şek ve şübheden, sû-i zandan ve varta-i inkârdan masun olacaklarını Hâdi-i
Hakiki hazretlerinden istirham eylerim.
Bismillahirrahmanirrahim
Birinci Fasıl:
Tariat lügaten “Tarik” gibi “Yol” demektir. Sufiye ıstılahında, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşma
maksadıyla sülûk olunacak ibadet yoludur.
Nitekim:
Lüzum ve vücubu ise Âyet-i kerime ve Ehâdis-i şerife ile sâbit ve müberhendir.
Allah-u Teâlâ:
“Ey kullarım! Sizin her birinize iki şeyi vâcip ettim. Evvelâ Şeriat, sâniyen Tarikat.”
demektir.
“Yâ Muhammed! Söyle, eğer Muhabbetullâhi Teâlâ’yı arzu ederseniz bana tâbi
olunuz. Benim sülûk ettiğim şeriat ve tarikat yollarını takip ediniz.” buyuruyor. (Âl-i
imrân: 31)
22.08.2019
Sayfa 71 / 124
Ve buna mümâsil bir hayli Âyet-i kerime var ise de, iddia edilen şeyin isbâtı için iki âdil
şâhid ile iktifâ eyleriz.
İkinci Fasıl:
Ve buna mümâsil bir hayli Âyet-i celile ile Cenâb-ı Hakk’tan Muhammed Aleyhisselâm’a
evvele ve bizzat ve ümmet-i muhteremesine ikinci olarak ve bittabi, emir ve ihsan
buyurulmuştur.
Zikrin mânâsı ise; Cenâb-ı Hakk’ı meth-ü senâ ve tâzimini ifâde maksadıyla lisandan câri
olan güzel, hoş, temiz kelimelerin ve kalbte muhafaza edilen ve Allah-u Teâlâ’nın
muhabbetinin neticesi olan tefekkür ve tedebbürden ibârettir. (Ve bu itibarla “zâl” harfini
zammesiyle olan “zükr”ün mürâdifidir).
Sünnet-i Seniyye-i Nebeviyye’ye ittibâ hususunda tecviz-i terâhi etmeyen Ashâb-ı kiram
dahi Hulefâ-i müşârun ileyhim hazerâtından ahzu telâkki ettikleri “Hafi” ve “Cehri” zikirleri
alelumum icrâ buyurmuşlar ve
22.08.2019
Sayfa 72 / 124
Üçüncü Fasıl
Sual: Ricâl-i tarikatın tekamülü, sünnet-i seniye’ye ittibâ sayesinde hasıl olacağı ve
ittibâ-ı sünnet ise lisanen ve kalben zâkir olmasına mütevakkıf (zikre bağlı) olduğu
tafsilat-ı sâbıkadan (verilen izahattan) anlaşılmış ise de zamanımızda birtakım ricâl–i
tarikatın zikirlerin birisiyle iktifa eylemelerinin hikmeti nedir?
Cevab: Turuk-ı aliyyeye (yüce tarikatlara) esas itibarıyle bir tebeddül (değişiklik) arız
olmamıştır. Lisani ve kalbi olan zikirlere der-kar (aşikâr) olan ihtiyaç erbabı nezdinde
eskiden olduğu gibi şimdi de mevcuttur. Bir fark var ise yalnız süret-i isti’mallerindedir
(tatbik şekillerindedir). Zamanımızda her iki tarik ile birden seyrü sülük eylemek ekseri
salikan için müteassir (güç) olduğundan Tarikat-ı Sıddıkiye’ye intisab edenler evvela
letâif-i aşerelerinde zikredib tasfiye-i kalb ve tezkiye-i nefse muvaffak olduklarından
murakabat ile iştigale başladıktan sonra kıraet-i Kur’an-ı Kerim ve tehlil-i lisani ile memur
ve o menba-ı feyzden (feyiz kaynağından) dahi behreyab olurlar (nasibini almaya devam
ederler).
Hazret-i Ali’den gelen yolun mensubları ise bil’akis evvela esma-i seb’a-i ma’lumenin
zikriyle meşgul olarak tezkiye-i nefs hususunda bir dereceye kadar teâlî (yükseliş) ve
terakkileri tahakkuk edince zikr-i kalbi ile memur ve o sayede kalbin tasfiyesine nâil
olurlar. Bu tertib ile salikanın iştigali ise derece-i ictihada varmış olan evliya-yı ızâmın
mahsul-i fikridir. Ve o derecelere vasıl olmayanlara düşen vazife ise tebeiyyettir.
Dördüncü Fasıl
İstikamet, nasihat, merhamet gibi ahlak-ı hamide ile mütehallık ve ahlak-ı zemimeden
müctenip olmaktır.
-İnsanları Şeriat’a ittibaya ve Allah-u Teâlâ’yı huzur ile zikre irşad etmesi,
22.08.2019
Sayfa 73 / 124
-Kalplerin kemalat ve adabını, âfât u emrâzını, eğer ehl-i keşif ise keşfen bilmesi, keşfi
olmayan ve delâil-i hariciyeden istidlal edemeyen müride arız olan hallere vâkıf olması,
-Gönül zenginliğine sahib, ancak Allah rızasına muhalif amel için gazab eden, ahlâk-ı
hasene sahibi bir zat-ı kâmil olmasıdır.
-Bütün ma’siyetleri terk, farz ve vacibleri ve yerine göre kolay mendupları muhafaza,
mehmâ-imkân zikr-i celal-i şerifeye devam ve Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e salat-ü
selâmdan başka şeyler şart değildir.
Sual: İrşada salahiyyeti olan mürşid için ehl-i keramet olması şart değil midir?
Çünki Sahabe ve tabiinden keramet nakl edilmemiş, nadir olarak bazılarından rivayet
edilmiştir. Hatta sahabenin en efdali olan Hazret-i Sıddıyk-ı A’zam radiyallahu anh’den
hiçbir keramet nakl edilmemiştir. Allah cümlesinden râzı olsun.
Beşinci Fasıl
Yine bilesin ki inabe “Rucû” demektir. Yani küfürden imana, mâsiyet ve muhalefetden
Hakk sübhanehu ve Teala Hazretlerinin emrine itaat ve muvafakata, gafletten Allah Azze
ve Celle’yi zikre dönmektir. Bu âyete göre inabe bir emr-i vacibdir.
Bundan başka “İnabe” müracaat mânâsınadır. Yani inabenin ve vech-i mesnun üzre
zikrin keyfiyetini ve umur-u dini ilim sahibi meşayıhdan öğrenmek için mükelleflerin
müracaat etmesidir.
22.08.2019
Sayfa 74 / 124
“İlim öğrenmek her müslüman erkek ve kadına farzdır.” kavl-i şerifince Şeriat-ı
Mutahhara’nın mükelleflere bir emr-i vacibidir.
Bu mânâya göre avam tâbiriyle: “Meşayıhdan inabe almak” yahud meşayıha intisab,
Aleyhisselatü ve’sselam Efendimiz’in:
“Benden sonra Ebu Bekir ve Ömer’e iktida edin. Ammar’ın hidayeti gibi hidayet
sahibi olun. Ve Abdullah İbn-i Mes’ud’un ahdine temessük edin.”
Ehadis-i şerifesi mucebince şer’-i şerifin emridir. Çünki intisab, Tarik-ı hidayete sülük
eden zevata iktida ve Sırat-ı Müstakim’e götüren hidayet demektir.
Altıncı Fasıl
Ezkâr-ı hafiyye (hafi zikrin) telkininde nispeti-i bâtınaya gelince: “Allah Allah” Lâfza-i
celallerinin yahud nefy ü isbatın, yahud murakabenin, yahud hareket-i lisan olmadan
huzurun telkini müsavidir. Bu ise hiçbir sahabeye nispet edilmeyip ancak Hazret-i
Sıddıyk-ı A’zam’a mahsus kılınmış bir nisbettir. Ki Resul-i Ekrem -sallallahu Teâlâ aleyhi
ve sellem-in:
“Allah Sübhanehu ve Teâlâ benim sadrıma ne vahy etmişse onu olduğu gibi Ebu
Bekir’in sadrına ilka ettim.”
Hadis-i şerif’ince Sıddıyk-ı A‘zam bunu Resulullah’dan teveccüh tarikıyle batınen ahz
eylemiştir.
Yine Resul-ü Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in Rabb-i Müteal’inden rivayet ettiği
vechile:
“Ebu Bekir sizi ne fazla oruç tutmakla, ne fazla namaz kılmakla geçmiştir. Ancak bir
şeyle cümlenize faik olmuştur ki o da kalbî vekarıdır, Cenâb-ı Hakk’a gösterdiği
kalbi saygıdır.”
Bâlâdaki (yukarıdaki) birinci Hadis-i şerif müridin kalbine teveccüh, ilka-i zikir ve
muhabbet ve cezbe hususunda sâdât-ı Nakşibendiyye’nin delilidir. Aynı şekilde ikinci
Hadis-i şerif de zikr-i kalbi ve huzur ve murakabede Sâdât-ı kiram hazeratının delilidir.
Yedinci Fasıl
22.08.2019
Sayfa 75 / 124
Zikir evvela cehren emredilmiştir; çünki cehri zikir, tesir ve havatırı def’etmek için daha
kuvvetlidir.
Yani: “İktida etmek isteyene gizli zikir açık zikirden efdaldir.” diye buyurmuşlardır. (Hadis-i
şerifi İbn-i Ömer rivayet etmiştir.)
“Zâkirîn zikir için toplandıklarında kendileri için evlâ olan ref-ı savt etmemeleridir (seslerini
yükseltmemeleridir.) Lakin zâkir münferid ve havastan ise, hakkında evla olan zikr-i
hafidir. Eğer avamdan ise zikr-i cehri efdaldir.”
“Zikr-i cehri diğerlerinden efdaldir. Çünki zikr-i cehride amel daha fazladır ve faidesi şudur
ki samiiynin canlarına işlemesiyle kalplerini uyarır.”
İmam Ahmet er-Rifai -kuddise sırruh- da; Toplu halde zikredilirken cehren, münferiden
zikredilirken sırran (hafiyyen) zikredimesini emretmiştir.
Bu Âyet-i celile’nin tefsirinde müfessirler demişlerdir ki: Burada cehri duâda aşırı
gitmekten nehyedilmiştir, zikr-i cehrîden değil.
22.08.2019
Sayfa 76 / 124
Sekizinci Fasıl
İmam Ali -radiyallahu anh-e zikir meclisleri ve onların fazileti soruldu. O da bu hususu
teşvik etti ve şöyle dedi:
Onlar öyle bir cemaattir ki, onlarla beraber oturan kat’iyyen bedbaht olmaz.
Dokuzuncu Fasıl
Zikir, hatim ve halka’ya gelince; bunlar Hakk Teâlâ’nın şu kavl-i şerifi ile meşru ve
sünnettirler:
“Sırf O’nun cemâlini dileyerek sabah akşam Rabb’lerine yalvaranlarla birlikte bulun
ve sabret!” (Kehf: 28)
Ebu Dâvud, Beyhakî ve diğer muhaddisler, Ebu Said’il-Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet
ediyorlar.
22.08.2019
Sayfa 77 / 124
‘Hamd olsun o Allah’a ki, ümmetimden nefsimi kendileriyle bir arada tutmak
suretiyle sabra memur olduğum bir zümre peyda etmiş. Yani fakirler zümresini
Zât-ı akdes’ine o denli yaklaştırmış ki, sonunda onlarla birlikte olmam yolunda
yukarıda zikredilen âyeti emretti.”
Ravi diyor ki: “Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem- kendisi de sanki bizim içimizden birisi
imiş gibi meclisimizde Rabb’inin huzurunda tevazu ve bizim yaptığımız şeye rağbet
ederek oturdu. Ve sonra mübarek eliyle işaret ederek:
Onuncu Fasıl
Cami ve mescitlerde, riyâ ve süm’a korkusu olmadığı halde namaz kılanların, uyuyanların
incinmelerine sebep olunmadığı takdirde, müslümanların cemaat halinde cehrî zikir
yapmaları şer’an câiz ve mendup olur mu?
Cevap: Allahu âlem câizdir ve en faziletli ibadetlerdendir. İbn-i Âbidin bu mevzuda şöyle
demiştir:
“Mescitler, farz ve nafile namazları kılmak, zikir yapmak ve ilim öğrenmek için bina
edilmiştir.” (Dürr-i Muhtar, Kitâbü’l-cenâiz)
22.08.2019
Sayfa 78 / 124
Onbirinci Fasıl
RÂBITA HAKKINDADIR
“Ey iman edenler! Allah’dan korkunuz ve sâdıklarla beraber olunuz.” (Tevbe: 119)
Allah-u Zül-Celal Hazretleri bütün ehl-i imanı bu Âyet-i kerime ile memur ve mükellef
buyurmuş, Şeriat-ı mutahhara ve Tarikat-ı münevvere’nin şehâdetiyle sadık bir kul ve
Peygamberler’e vâris olmaya lâyık olan bir zât-ı muhteremin maiyyetinde bulunmalarını
emretmiş, vâcip kılmıştır.
Bedeni hastalıkların tedavisi için, işinin ehli, sahasında maharet sahibi bir hekime
müracaatı emir buyurmuş olan Nebiyy-i Zişan Efendimiz Hazretleri, mânevî
hastalıklardan da kurtulmak için bir mânevî doktora, bir âlim-i rabbaniye, yani kendisini
olanca gücüyle Allah’a vermiş bir veli kuluna müracaatı dini bir vecibe saymıştır.
Şunu da ifade edelim ki; Hakk Celle ve Alâ Hazretleri, kulun güç yetiremeyeceği şeyi
teklif etmeyeceğini bildirmiş olduğu halde, bütün müminlere sâdıklarla beraber olmayı
emretmiştir. Bu emriyle her zaman, her devirde sâdık ve sâlih kullarının bulunacağını ve
diğer kullarına da tanıtacağını bize bildirmiş olmaktadır.
“Her asırda ümmetim içinde sâbikûn vardır. Bunlara “Büdelâ” ve “Sıddîkûn” adı
verilir.
Maddî ihtiyaçlarını gidermek için zenginlerden isteyen fakirlere şirk etti denilmemesi;
İskender-i Zülkarneyn Hazretleri’nin:
Âyet-i Kerime’siyle ispat edilmiş bulunan, Allah’tan başkasından yardım istemesi akla
uygun görülüyor, Hâlik-ı Azîm’e secde niyetiyle Beyt-i şerif’in duvarlarına karşı yere
kapanmaya itiraz olunmuyor, esbâba tevessül kabul olunuyor da bunlardan daha ziyade
mühim olan ruhi gıda ve ilâhi feyizleri istemek için evliyânın vasıta kabul edilmesi neden
câiz görülmesin?
22.08.2019
Sayfa 79 / 124
İmam Şârânî Hazretleri “Nefahatü’l-Kuds” kitabında zikir âdâbını tarif ederken “Râbıta”yı,
yani şeyhin şahsını tahayyül etmenin lüzumunu âdâb-ı zikirden saymışlardır.
Allâme Seyyid Şerif Cürcânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Şerh-i Mevâkıf” adlı eserinin
sonunda evliyânın sureten zuhurunun mümkün olabileceğini ve müridin bu suretle feyiz
alabileceğini hülâseten zikretmişlerdir.
Şeyh Tâcü’d-din Osmânî -kuddise sırruh- Hazretleri de “Tâciye” adlı kitabında Cenâb-ı
Hakk’a vâsıl olmanın yollarını anlatırken, bir kâmil şeyhe rabt-ı kalb etmeyi üçüncüsü
olarak göstermişlerdir.
İmam-ı Gazâlî ve İmam-ı Suyûtî Hazretleri ile Mâlikî imamlarından Şeyh Halil, Ebu’l
Abbas el-Mürsî, İbn-i Ata, Necmeddin Kübrâ ve diğerleri evliyâullahın müridleri nazarında
türlü türlü suretlerde görülmelerinin muhal olmadığını söylemişlerdir.
Râbıta; ehl-i şeriat, ehl-i tarikat ve erbab-ı kulûb katında matluba ulaştırıcı bir vasıtadır.
Allah ve Resul’üne iman eden, ehl-i sünnet vel-cemaat itikadına sahip olan bir kimse
bunu inkâr edemez. Bunu ancak bunun keyfiyetini bilmeyen ve hakikatine muttali
olmayan, tarik-ı Hakk’dan çıkarak, inkâr çukuruna düşenler inkâr eder.
22.08.2019
Sayfa 80 / 124
“Er-Risâle fi’t-tarikatın Nakşibendiyye” şârihi âlim, allâme Muhammed bin Said el-Hâdimî
diyor ki:
“Zikreden kimsenin kalbine, zikr esnasında bir tefrika, bir vesvese yahut kabz hali
arız olup gelirse; soğuk veya sıcak su ile gusletsin. Yahut abdest alıp halvette
hâcet namazı kılsın. Duâdan sonra tekrar zikir için bir abdest daha alsın. Eğer
vesvese geçmez devam ederse, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’in suretini, yani ruhaniyyetini tahayyül etsin. Çünki onun ruhâniyyeti de
cismâniyyeti gibi avn-ü inayet menbaı, hidayet ve irşad matlaıdır. Yani hidayet
güneşinin doğduğu yerdir. Yahud da şeyhinin, feyz almada ve yardımda Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem-in halifesi, halkın terbiyesi ve onları Hakk’a irşadında;
Aleyhisselatü vesselâm Efendimiz’in nâibi olduğuna kesin inanmak şartıyle,
ruhaniyyetiyle beraber şeyhinin sûretini tahayyül etsin.”
Onikinci Fasıl
22.08.2019
Sayfa 81 / 124
Enbiyâ, evliyâ ve ulemâyı vesile ittihaz etmek ilahî nass ile sabittir. Ehl-i hayrı vesile
etmek de câizdir. Onlar hayatta olsun veya ahirete intikal etmiş bulunsun eşittir.
Bunu füyüzât-ı ilâhîyeden mahrum olan ve kötü inanca mübtela olanlardan başkası inkâr
etmez. Münkirden ve siretinden Allah’a sığınırız.
Zikir yaparken titremek, hareket etmek menduptur. Büyük mukaddis Hafız Ebu
Nuaym Ahmed bin Abdullah el-Isfehânî, Ali bin Ebî Tâlib -radiyallahu anh-e ulaşan
sened ile rivayet eder ki:
Bir gün Cenâb-ı Ali -radiyallahu anh-, Ashâb-ı kiram’ı tavsîf ederken şöyle
buyurmuşlardır.
“Onlar Allah-u Teâlâ’yı zikrederlerken, rüzgârın şiddetli olduğu bir günde ağaçların
iki tarafa meylettikleri gibi müteharrik (hareketli) olarak zikrederler ve gözyaşları
elbiseleri üzerine sel gibi akardı.”
Sahabe-i kiram da zikirde hareket ettikleri vakit sağa-sola meylederek zikrederlerdi. Onlar
rüzgârlı bir gündeki ağacın haline benzer bir şekilde zikrettiklerinden dolayı, iki
tarafa meylin mübah olduğu sabittir.
Onüçüncü Fasıl
(Bu faslın bir kısmı Arapça lisanı ile yazılmış olup tercüme edilmiştir)
“Ey iman edenler! Allah-u Teâlâ’yı çok çok zikredin.” buyurmuştur. (Ahzâb: 41)
Bu emrin namaz, zekât ve oruç gibi bütün mümin erkek ve kadınlara umumen şâmil
olduğunda şüphe yoktur.
22.08.2019
Sayfa 82 / 124
Kadınların da erkekler gibi zikrullah ile memur olması Âyet-i celîle’den anlaşılmış
olmaktadır. Kapalı olarak geride kendilerine ayrılmış hususi yerlerde cemaâtle namaza
iştiraklerinin meşru olduğu gibi zikir için de seslerini işittirmeyerek iştirakleri câizdir.
Ulemâ ve meşâyıha gereken ise evvela onlara dinin emirlerini öğretmeleridir. Zira ilim,
ehl-i sünnet ve’l-cemaatden olan hiçbir mümin ve mümineden men edilemez. İlim
öğretmekten geri duran kimse ile onu gizleyenlere tehdid-i ilâhî vardır.
“Ben bir kısım insanlar biliyorum ki onlar enbiyâ, şühedâ değillerdir. Fakat
peygamberler ve şehitler o yüksek makamlarında olmalarına rağmen kıyamet
gününde onlara gıpta ederler. Onlar Allah’a itaati emrederler, insanlar da Allah’a
itaat ettikleri zaman Allah onlara muhabbet eder.” buyurmuşlardır. (Ebu Said
-radiyallahu anh-den rivayet edilmiştir.)
“Ey Peygamber! Mümin kadınlar bey’at etmek üzere sana geldikleri zaman...
Onların bey’atını kabul et ve onlar için Allah’a istiğfar et.” (Mümtehine: 12)
Rivayet edilir ki: Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Mekke’nin fethi günü erkeklerin
bey’atını tamamladıktan sonra kadınların bey’atına başladı.
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- hiçbir kadının elini kendi eline kat’iyyen
dokundurmadı ve tutmadı. Onlar adına ahid aldığı zaman sadece: ‘Hepinizin
bey’atlerini kabul ettim.’ dedi.”
Soru: “Bir veya birkaç hâtun mürşid huzuruna gelip bir odada şeyh ile beraber oturarak
musâfaha etmeksizin bey’at, inâbe ve ahd alması şer’an câiz midir?”
Cevap: “Eğer birden fazla ve toplu iseler câizdir. Yalnız bir hâtun ise veya çok olup da
açık saçık iseler haramdır. Kadınlarla beraber olmak; eğer çok sayıda iseler arada perde
olmak şartıyla câizdir. Eğer kadın yalnız veya çok olur da açık iseler aslâ câiz
olmaz.” (Fetvâ’y-ı Halîlî)
“Bey’at; Allah-u Teâlâ’nın emri, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in kavli ve fiilî
sünnetinde bilcümle erkek ve kadınlara meşrû kılınmıştır. Bundan dolayı sûfîlerce kadın
erkek müminlerin îmanın sebat bulması ve yakîn nurunun artması için tevbe ve inâbe
arzu ettiklerinde kâmil bir şeyhe bey’at etmeleri onlar için sünnet olduğu kabul
edilmiştir.” (Rûhu’l-beyân)
22.08.2019
Sayfa 83 / 124
On Dördüncü Fasıl
HATİMELERİN BEYANI
Hatm-i Hâcegân:
25 Estağfirullah
7 Fâtiha
100 Sâlâvat
79 Elemneşrahleke
1000 İhlâs
7 Fâtiha
100 Sâlâvat
Hatm-i Es’adî:
25 Estağfirullah
100 Sâlâvat
500 Hasbünallâhu ve ni’mel vekîl
100 Sâlâvat
22.08.2019
Sayfa 84 / 124
On Beşinci Fasıl
(Türkçe Meâlî)
Ey Allah’ım! Bu hatm-i şerif’i bizden kabul buyurduktan sonra sevabının katını, fazlınla ve
ihsanınla; insanların efendisi, karanlıkların feneri, sıdk ve sefa kaynağı efendimiz, yol
göstericimiz Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem-in ruhuna ve kabrine ulaştır.
Ve şefkatli arkadaş, Efendimiz Ebu Bekir Sıddık, Ömer’ül Faruk, Osman Zinnûreyn,
Aliyy’ül Murtazâ, Hasan ve Hüseyin ve diğer sahabeler, yakınları, tabiîn, dört müctehid
imamların ruhlarına ulaştır. Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğu üzerlerine olsun.
Hususi olarak; tarikat önderi, insanların yardımcısı, akan feyiz ve yayılan nur sahibi Es-
seyyid Eş-şeyh Muhammed Bahaüddin Üveysî Buhârî’nin -Allah sırrını mukaddes kılsın-
ruhuna ulaştır.
Ve mârifetler, üstünlükler kaynağı Es-seyyid Emir Külâl’in -Allah sırrını mukaddes kılsın-
ruhuna ulaştır.
Ve sırlar, mânâlar mâdeni, İmâm-ı Rabbânî diye tanınan Ahmed Fârukî Serhendî’nin
-Allah sırrını mukaddes kılsın- ruhuna ulaştır.
Ve şeref sahibi kutup Mevlânâ Ziyâüddin Eş-şeyh Hâlid’in -Allah sırrını mukaddes kılsın-
ruhuna ulaştır.
22.08.2019
Sayfa 85 / 124
(Ve Kutbul-aktab, gavs ve müceddid olan Es-seyyid Eş-şeyh Muhammed Es’ad Erbilî’nin
-Allah sırrını mukaddes kılsın- ruhuna ulaştır.
Ve Kutbul-aktab, Hakk’a vâsıl olmuş Eş-şeyh Halil Fevzi’nin -Allah sırrını mukaddes
kılsın- ruhuna ulaştır.)
Ey Allah’ım! Dine yardım edenlere yardım et. Dini aşağılamak isteyenleri sen alaşağı et.
Kudret ve şeref sahibi Rabb’in onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir,
münezzehtir.
On Altıncı Fasıl
(Türkçe Meâlî)
Ey Rabb’imiz! Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bize doğru yolu
göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna eriştir. Gadaba
uğramış ve sapmış olanların yoluna değil.”
“Kudret ve şeref sahibi Rabb’in onların isnad etmekte oldukları vasıflardan yücedir,
münezzehtir. Peygamberlere selam olsun. Hamdolsun âlemlerin Rabb’i olan Allah’a.”
22.08.2019
Sayfa 86 / 124
Salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın ilm-i ezelîsini tâlim buyurduğu.
Ey Allah’ım! Senin kulun, peygamberin, sevgilin, senin resulün ümmî peygamber olan
efendimiz Muhammed’e, onun Âl ve Ashâb’ının üzerine salât eyle.
Ey Allah’ım! Salâvâtını en üstün ve ebedî kıl. Berekâtının ezelden ebede kadar daima
artanını, tahiyyâtının sayı ve fazilet bakımından en parlak ve arınmışını. İnsan olarak
yaratılmışların en şereflisi. İman hakikatlerinin menbaı. İhsanlarının tecellilerinin Tur’u.
Rahmânî sırların nüzûl mahalli. Rabbâni memleketin mahrem-i esrârı. Bütün nebilerin
ahd ve misaklarının vasıtası. Resuller ordusunun önderi ve öncüsü. Mükerrem kıldığın
bütün nebilerinin yedicisi. Bütün yaratılmışların en üstünü. Livâi izzetin sahibi. Azamet ve
kerem dizgininin mâliki ve mutasarrıfı. Ezel sırlarının şahidi. Bütün âlemler yok iken Allah
katında mevcut olan nûrların müşahidi. Kelâm-ı kadîm’in tercümanı. İlmin, hilmin,
22.08.2019
Sayfa 87 / 124
hikmetin kaynağı. Cüz’î ve küllî nimetlerinin sırlarının mazharı. Ulvî ve süflî insan
vücudunun gözbebeği. Dünya ve ukba ehlinin cesedlerinin ruhu. Dünya ve ahiret
hayatının gözü. Kulluk rütbesinin en yüksek ve en yüce derecelerinin gerçekleştiricisi.
Seçtiğin ve beğendiğin en güzel ahlâk makamları ile ahlâklanmış olan. Halil-i âzam’ın,
Habib-i Ekrem’in. Efendimiz Abdülmüttalip oğlu Abdullah oğlu Muhammed Aleyhisselâm
ve gönderdiğin diğer nebilere, sana yakın olan meleklerine ve sâlih kullarına, göklerde ve
yerlerde bulunanların hepsine, bütün zâkirler zikrettikleri müddetçe ve senin zikrinden
gafil olanların da gafletleri müddetince ve Resul-i Ekrem’inin Ashâb’ına saâdet ve
selâmet ihsan buyur yâ Rabb’i!
Divân-ı Es’ad:
Türkçe ve Farsça şiirlerini topladığı eseridir. Ana dili Türkçe olan Şeyh Es’ad Efendi
-kuddise sırruh-Hazretleri, aynı kuvvette Arapça, Farsça ve Kürtçe dillerini de bilirdi.
Divan’ı ve diğer eserleri buna delildir.
Tekke’de yetişmiş bir şâir olmasına rağmen “Tasavvufî halk edebiyatın”dan ziyade divan
edebiyatını benimsemiş ve arûz veznini büyük bir ustalıkla kullanmıştır.
Osmanlıca baskısı 1918’de İstanbul Evkaf matbaasında yapılmıştır. Türkçe kısmı 1980
yılında Mehmet Uyar tarafından tez çalışması olarak lâtin harflerine çevrilmiş, baş
kısmına da kısa bir inceleme eklenmiştir. İkinci çalışma Cemal Bayak tarafından yapılmış,
Erkam yayınları arasında basılan bu çalışma Farsça bölümü de kapsamaktadır.
Cihan Okuyucu ve Remzi Baykaldı tarafından yapılan bir başka çalışma ise baskıya hazır
durumdadır. Farsça bölümündeki şiirlerin tercümesi Azerî Türkleri’nden Ahmed Rıza
Taftacı tarafından yapılmıştır.
Divan’ın Farsça bölümünde elli gazel, iki muhammes, on tahmis, bir terci; Türkçe
bölümünde bir müseddes, yirmi yedi tahmis, bir taştir, iki rubâi ve Hazret-i Fâtıma
22.08.2019
Sayfa 88 / 124
Edebî Şahsiyeti:
19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın ilk yarısına isabet eden Osmanlı
imparatorluğu’nun yıkılışı ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllırının çalkantılı döneminde yaşamış
olan Erbilî ünlü bir mutasavvıf olarak bilinir. Onun şairlik yönü üzerinde hiç durulmamış,
şiirleri incelenmemiştir. 20. yüzyılda yazılan edebiyat tarihlerinin hemen hiç birinde
Erbilî'ye yer verilmediğini görüyoruz.
Şiirlerinin muhtevası, tasavvufî duyuş ve düşünüştür. Bazen bir tasavvuf öğreticisi olarak
didaktik, çoğu zaman da gönül ehli insanların içerisinde bulunduğu duygu coşkunluğu ile
Lirik şiirler söylemiştir. Özellikle Allah aşkını ve Hazret-i Peygamber’i konu alan bütün
şiirlerinde bu sevgi ve duygu coşkunluğu mükemmel bir ifade gücüne ulaşır:
veya,
veya,
Türkçe gazellerinin bazıları bestelenmiş olan Muhhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh-
şüphesiz öncelikle mutasavvıf bir şahsiyete sahiptir. Ehl-i gönül oluşu onu şiire
yaklaştırmış, divanın mukaddimesinde de belirttiği gibi mecazlardan, istiarelerden zevk
alan bir kişi olarak şiiri, sevgisini, heyecanını ifadede güzel bir yol olarak benimsemiş,
başarıyla uygulamıştır.
Erbilî -kuddise sırruh-Hazretleri’nin edebî şahsiyetine bir numune olmak üzere üslubunu
bozmadan “Divân-ı Es’ad”ın Mukaddime’sini lâtin harfleriyle takdim ediyoruz:
22.08.2019
Sayfa 89 / 124
Hazret’in bundan başka Urfalı Şeyh Saffet Efendi’nin çıkardığı Tasavvuf ile Beyanü’l-Hak
ve benzeri mecmualarda neşredilmiş yazıları vardır.
22.08.2019
Sayfa 90 / 124
Son Bölüm:
Muhterem okuyucu!
Gönüller sultanı Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh-Efendi Hazretlerimiz’in elli iki
sayıdır devam eden yazı dizisi bu sayımızda son bulmaktadır. Onu yazıya almak, kaleme
dökmek ne mümkün! O ki Allah-u Teâlâ’nın müstesnâ sevgililerindendir. O ki yeryüzüne
nâdiren gelenlerdendir. O ki Hâtem-i veli’yi haber vermiş, vefâtından yaklaşık yirmi sene
sonra mânevî terbiyesine alıp, bizzat ilgileneceği Zât’ı vâsıta edinerek, Allah-u Teâlâ’ya
sığınmış ve şöyle bir temennide bulunmuştu:
22.08.2019
Sayfa 91 / 124
Bu yazı dizisinin bu kadar uzun sürmesine, onlara karşı duyduğum derin muhabbetim
vesile oldu. Bir türlü sonuca bağlayamadım. Yine onların himmeti olacak ki, durup
dururken mevzular ortaya çıktı. Bu durumdan dostlarım da memnun oluyorlar, kesilmesini
istemiyorlardı.
Onlarla ilgili birkaç rüyâ meyanında 70’li yıllarda hiç unutamadığım bir rüyâmı
nakletmeden geçemeyeceğim. Bir baktım ki on metre kadar ileride Şeyh Es’ad Efendi
-kuddise sırruh-Hazretleri bulunuyor. Heyecanla: “Aa... Şeyh Es’ad Efendi -kuddise
sırruh-Hazretleri!” dedim. O anda gözümün önünde nur gibi parlayan bir el belirdi.
Belirmesiyle birlikte göğsümün içine girmesi ve kalbimi avucuna alarak hafifçe sıkması bir
oldu. O anda rüyâdan uyanmış oluyorum, fakat rüyâ devam ediyor. Mürşid-i Pâk-i
Nihâd’ımı gördüm ve rüyâmı anlattım. “İşinizi üzerlerine almışlar.” buyurdu, uyandım.
Gerçekten de o günlerde bazı sıkıntılarım vardı, öyle bir yoluna girdi ki, unutmak mümkün
değil!
Yine o yıllarda eserlerini temin etmeyi çok arzu ediyordum, fakat bu mümkün olmadı. Bir
İstanbul ziyaretimde Sahaflar çarşısına gittim, bütün kitapçılara sormama rağmen
bulamadım. En son girdiğim dükkanda bir genç vardı, yaşlıca bir kimse de köşede namaz
kılıyordu. Oraya da sordum. Genç: “Babam namazını kılsın ona soralım.” dedi. Adam
selâm verdi, eliyle beklememi işaret etti. Namazını tamamladıktan sonra: “Geçenlerde
dükkânda düzenleme yaparken kitapların arasında bu Osmanlıca Kenzü’l-İrfân çıktı.”
dedi ve kitabı takdim etti. “Bu onların himmeti.” dedim, öyle sevindim ki! O zamanlar
Düzce İstanbul on lira idi, o benden sekiz lira aldı, seve seve verdim.
İkinci bir mutluluğum da şöyle oldu. Yine o yıllarda bir yaz günü köydeki evimizdeydim.
Halam gelmiş, bahçeye geçmiş, bana sesleniyordu. Bahçeye çıktım, halamın elini öptüm.
Yerdeki bir bohçayı göstererek: “İçinde eski kitaplar var, işine yararsa al.” dedi. Otların
içindeki bohçayı açtım, bir de ne göreyim? Osmanlıca “Mektûbat” değil mi?Kaptığım gibi
öptüm, kokladım ve halama sarıldım. “Allah râzı olsun hala!” dedim. Hayatımda
unutamadığım bir sahne. Kitabı bağrıma basarak, koşarcasına tekrar eve çıktım. Halam
arkamdan: “Diğerlerine de bak, daha var!” diyordu, onu hiç duymuyordum bile.
Sayfalarını karıştırdım. Heyecanım geçince halamın yine sesi kulağıma geldi. “Bunlara da
bak!” diyordu. Tekrar bahçeye çıktım. Bir de ne göreyim? “Risale-i Es’adiyye”, onun
altında “Kenzü’l-İrfân”, onun altında “Divan-ı Es’ad” ve “Tevhid Risâlesi”... Başka
Osmanlıca kitaplar da vardı, onlara hiç bakmadım zaten. Halama tekrar sarıldım. Bu da
ayrı bir mutluluk oldu.
Kocası emekli olunca halamlar Bolu’da büyük cami civarında ahşap bir ev kiraladılar.
Temizlik yaparken bu kitaplar tahta dolabın üst bölümlerinden çıkmış, o da bize getirmiş.
Ev sahibinin deyişine göre yıllar önce bu evde yaşlı bir karı-koca kalmışlar. Adam sofi
imiş, beş vakit namazını camide kılarmış, tesbih hiç elinden düşmezmiş. Ondan kaldığını
tahmin ediyorlar.
Biz yıllar yılı ondan hep onu duyduk ve onun muhabbetiyle büyüdük. Yüksek tahsil
esnasında dört yıl boyunca hemen hemen her hafta oradaydık. Sohbetlerimizi onun
muhabbeti ile süsledik, çocuklarımıza onun ismini koyduk.
22.08.2019
Sayfa 92 / 124
Son Günler:
Hazret, Kelâmî Dergâh’ındaki görevinin yanı sıra zaman zaman Selimiye Dergâhı’na da
giderek irşad faaliyetlerini tekkelerin kapatıldığı 1925 yılına kadar sürdürdü. Tekkeler
kapatıldıktan sonra inzivâya çekildiği Erenköy’deki evinde sürekli polis nezâreti altında
tutuldu, hiçbir zaman kanunlara karşı aykırı bir hâli görülmedi.
“Allah'ın takdiri neyse o olacaktır! Bana öyle geliyor ki, ok yaydan çıkmış ve
hakkımızda karar alınmıştır. Yani tedbir zamanı geçmiştir!”
Menemen hadisesi ile ilgili olduğu iddiâ edilerek oğlu Mehmet Ali efendi ile birlikte
Menemen’e götürülüp idam talebiyle yargılandı. Hakkında verilen idam cezası yaşlılık
sebebiyle müebbet hapse çevrildi.
Menemen hadisesi ile ilgili olarak tevkif edilip bir yıl hapis cezasıyla kurtulan, o zaman elli
yaşlarında bulunan esnaftan bir şahıs Necip Fazıl Kısakürek’e kelimesi kelimesine aynen
şunları anlatmıştır:
"– Ben o zaman kurabiye yapar ve satardım. Geçimim bu yüzdendi. Geceleri dışarı
çıkmak âdetim değildi. Zaten çıkacak vakit bulamazdım. Gece yoğurduğum hamuru
sabaha karşı kurabiye yapar ve sonra fırına götürerek pişirirdim. Menemen olayının ertesi
günü, yani 24 Aralık sabahı yine fırına gitmiştim. O sırada mahalle berberi yanıma geldi
ve bana, bizim mahalle divanelerinin, Menemen'de büyük bir hadise çıkardığını, bir zabit
kestiğini ve askerle çatıştığını söyledi. Ben şaşırdım. O gün akşama doğru mahallenin
bellibaşlı adamlarının, muhtarından ayakkabıcısına kadar hepsini polislerin götürdüğünü
duyduk. Herkes telâş ve her an (beni de alıp götürürler) korkusu içinde... Daha bazılarını
götürdüler, 25 Aralık günü sabahleyin evimin kapısı çalındı, iki polis beni alarak Malta
karakolu’na götürdüler. Burada kısa bir sorgudan sonra evimi aramaları için geri döndük.
Yanımdaki polisin ismi... Tamam, hatırladım (Ahmed Nuri)... Evi aradılar, taradılar, bir şey
bulamadılar. Yalnız Ahmed Nuri, sanki bir cinayet belgesi bulmuş gibi, her müslümanın
evinde var olması gereken 'Envâr-ül Âşıkin' adlı kitabı buldu ve "Bu yeter, bu insana her
şeyi yaptırır!" dedi. Beni oradan alıp Balık Pazarı karakolu’na götürdüler, orada
hapsettiler. Ertesi gün diğer arkadaşlarla beraber Divan-ı Harb’in huzuruna çıktık. Reis
Mustafa Muğlalı bana diğer zanlıları göstererek, "Bunları tanıyor musun?" dedi. "Aynı
mahallede oturuyoruz, bazılarını şahsen tanırım, bazılarını da karşıdan görmüşlüğüm
vardır. Zaten çoğu akranım değildir." dedim. Reis, birden mevzuu değiştirerek bana şu
suali sordu: "Sakalı ne zaman ve neden bıraktın?"... "Ben 50'yi aşkın bir insanım, sakal
Hazret-i Peygamber’in sünnet-i seniyesidir. Hükümet zaten sakalı yasak etmemiştir."
22.08.2019
Sayfa 93 / 124
cevabını verdim. Ve bana şu anda hatırlayamadığım birçok sual daha sordu. O gün
Paşaköylü İsmail ile beraber bizi üç dört defa mahkeme huzuruna çıkardılar. Bir gün
hapishanede ikindi namazını kılmış, toplu hâlde oturuyorduk. Bir ara gardiyan geldi: Tok
bir sesle "Hiç kıpırdamayın, sadece ismini okuyacaklarım eşyası ile beraber dışarı çıksın!
Sakın pencereden dışarı bakmayın, yoksa ateş edilir!" dedi. Bunun akabinde elindeki bir
kâğıdı okumaya başladı. O gün iki üç posta halinde tam 33 kişiyi götürdüler. Ben
askerlikte jandarmaydım, bu numaraları bilirdim, pencereden bakayım dedim. Hiç
unutmam, Hacı Hilmi Efendi "Sakın ha!" dedi; "Ateş ederler, bakma!" Buna rağmen
başımı pencereye doğru uzattım ve dışarısını gözlemeye başladım. Aşağıdaki manzara
şöyle idi: Koğuşun önü birçok arabayla dolu... Her çıkanın neyi varsa hepsini aldılar,
ellerini arkadan bağlayarak arabalara bindirdiler ve götürdüler. Ben, gidenlerin yüzde yüz
öldürüleceğini anlamış, mahzun düşünürken, koğuşun kapısı açıldı, içeri giren gardiyan
"Arkadaşlarınız başka hapishaneye nakledildi, rahat durun!" dedi."
Şahit 87'lik (8 yıl önce) nuranî ihtiyar devam ediyor ve lâfı, bizim:
Sualimize getiriyor:
"– Evet! Menemen istasyonunun yanında, şimdiki Kubilay Okulu’nun yanında, kışlada...
Onları Ramazan ayında Kadir gecesine iki gün kala, oruçlu olarak astılar! Biz, âkıbetimiz
ne olacak diye düşünürken 33 kişinin idamından bir gün sonra koğuşun tam karşısına 33
ip, 33 sehpa, 33 gömlek!"
– Bu işi takibe memur olanlar arasında hiçbir vicdan ve insaf şahlanması gösteren olmadı
mı?
"– Nasıl olmaz! Fakat emre karşı gelebilmek ne mümkün!.. Bakın, size korkunç bir misal.
Bir duruşma sırasında Menemen Örfi İdare Kumandanı Paşa, şöyle haykırdı: "Bunların
hepsi, kömürcü, fırıncı, ayakkabıcı, kahveci çırağı... Bunlar mı inkilâbı yıkacak,
devirecek?.."
"– Hayır! O devamlı hastahanede kaldı ve orada öldü. Yalnız oğluyla aynı koğuştaydık;
zaman zaman konuşurduk. Faziletli bir insandı."
"– Hayır! Bizi tam Kadir gecesi, yani 1931 yılının Şubat ayında Ankara'ya gönderdiler,
cezamı orada tamamladım."
Vuslat:
22.08.2019
Sayfa 94 / 124
“İntisâbımın ilk yıllarında gönlüme: ‘Yâ Rabb’i! Huzur-u ilâhî’ne çıplak olarak
geleyim. Şâyân-ı kabul amelim varsa onları günahkâr kullarına bağışlayayım.’
şeklinde bir duygu gelmişti. Şimdi aynı duygularla doluyum.”
Askeri hastanede üremiden tedavi gördüğü sırada seksen dört yaşında üç Mart’ı dört
Mart’a bağlayan gece 1931 yılında vefat etti. Zehirlenerek öldüğü yolunda iddiâlar ortaya
atılmıştır.
“Ne mümkün bunca âteşle şehid-i aşkı gasleylemek.” mısrası da kendisinin şehit
olacağını sezip önceden haber vermesi şeklinde bir keramet olarak değerlendirilmektedir.
Hilye:
22.08.2019
Sayfa 95 / 124
Uzunca boylu, iri yapılı ve heybetliydi. Sakalı toparlak, değirmi ve gürdü. Alt ve üst göz
kapakları şişkince idi. Göz rengi elâ, teni beyaz esmerce idi. Mübarek yanakları şişkince
olup nur çehresi de iri idi. Sırtında sağ küreğinin üzerinde et beni vardı.
Türkiye’ye Geliş:
Doksan üç harbinde (1877 Osmanlı-Rus Savaşı) Rus işgali sırasında, bölgede türeyen
çetecilerin zulümleri; bu âilenin Türkiye’ye göç etmesine vesile olmuştur.
Hazırlıkların tamamlandığı bir gün arabalara binilir. Babaları Hüseyin ağa bölgede çok
tanınan nüfuzlu bir kişi olduğundan, kendisine kadın çarşafı giydirilerek arabada
hanımların arasına alınır ve bu gizlilik içerisinde göç hareketi başlar. Çiftliğe baskın
düzenleyen çeteciler bu maksatla geldiklerinde çiftlikte çalışan Bulgar işçilerden Hüseyin
ağanın gidiş yolunu tesbit ederler. Takip neticesi Hüseyin ağa arabadan alınır, ağaçların
altına götürülerek âilesinin gözleri önünde kurşunlanarak öldürülür.
Hac fazirası için Hicaza Haremeyn-i şerif’e gitti. Ravza-i Mutahhara’da Nûr-i Muhammedî
ile şereflendi.
Tahsil ve Terbiye:
Tasavvuf’a İntisabı:
Bâtın ve Ledün ilmin ummanlarında seyri sûluku 1924 yılında zamanın Gavs’ı Erbilli Şeyh
Muhammed Es’ad -kuddise sırruh-Efendi Hazretlerini İstanbul Erenköy’deki köşkte
ziyareti ile başlar. Köşkte kırk beş gün kadar misafir edilirler. Çok cezbelidirler. Bu çok
kısa süreyi takiben tâlib-i tarikat olanları tâlime mezun ve Hazretlerinin halifesi olarak
irşâd-ı ibada memur buyurulmuşlardır.
Şöyle ki:
Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh-Hazretleri Erenköy’deki köşkte müridleri ile
birlikte bulunduğu bir gün halifesini tayin edeceğini söyler.
22.08.2019
Sayfa 96 / 124
Sabri Kaptan’ın anlattığına göre, bir Hilâfet merasimi için bir elbise dikiliyormuş. Şeyh
Es’ad Efendi -kuddise sırruh-Hazretlerinin birçok halifesi varmış, fakat Hilâfet elbisesi
ancak iki-üç kişiye dikilmiş. O gün yeni dikilen Hilâfet elbisesinin kime dikildiğini kimse
bilmiyormuş.
O anda ağlamışlar ve öyle bir cezbeye tutulmuşlar ki, bir fırlayışta ortada duran içi ateş
dolu büyük mangalı bir anda devirmişler. Emir verilmediği için, hiçbir kimse de
kıpırdayamamış, mangalı da toplamamışlar. Bir müddet cezbeli halde bulunmalarından
sonra Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh-Hazretlerimiz emir vermişler, ateşi mangala
doldurmuşlar, halının bir teli bile yanmamış.
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri, kendisine bu tacın giydirileceğini hayalinden
bile geçirmemiş. Âniden mübarek başlarına konunca, o anda cezbeye tutulmuşlar.
“Fakat benim en çok dikkatimi çeken, birkaç kişiye ancak bu elbise dikilmişti de, bir tanesi
de Halil Fevzi -kuddise sırruh-Efendi Hazretleri idi.” demiştir.
Halil Fevzi -kuddise sırruh-Efendi Hazretleri kırk beş günlük iken hilâfet tacını giymişler,
orada bulunan ihvanlar kucaklaşmışlar ve tebrikleşmişler.
Hatta orada İbrahim Efendi isminde bir zât varmış, çok muhterem bir zâtmış. Senelerdir
tabii bu hale eremeyince, taaccüp etmiş. İbrahim Efendinin kalpten dahi geçirmesi onlara
mâlum. Onun için: “O dolu geldi.” buyurmuşlar.
Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh-Hazretleri’nin, en yakın halifesi olan Halil
Fevzi -kuddise sırruh-Efendi Hazretleri hakkında bir zâta yazmış oldukları bir mektupları
teberrüken buraya alınmıştır:
22.08.2019
Sayfa 97 / 124
“9 Mayıs 321 tarihli iltifatnâmeniz vâsıl oldu. Müteessir bir kalb, müteellim (elemli)
bir hâtır (duygu) ile yazılmış olan o nâme-i meveddet-i alâmeyi (dostluğunuzun ve
ilminizin ifadesi olan mektubunuzu) temaşâ eden (gören) göz, kıraat eyleyen
(okuyan) lisan-ı fakirânemi tavsif etmek (vasıflandırmak) istiyorum. Lâkin biri
deryâya düşen ve diğeri makâm-ı iktidardan düşen iki perişandan nişan vermek
için, bir ârif-i âlîşan (şanlı bir ârif) ve bir kâtib-i belâgat-efşan (belâgat saçan bir
kâtip) lâzımdır, dâiniz (duâcınız) gibi hâdim-i dervişânın iktidârından (gücünden)
hariçtir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri o “Halil-i Sâdık” (gerçek dost)a ihsan eden şeref-i
dîdârı (ihsan eylediği yüzü) bu alîl-i vâmıka (bu hasta hayrana) da ihsan buyursun.
Edilen ed'ıyye-i hayriyeyi (hayırlı duâları) bârgâh-ı icabetinde (yüce katında) şâyân-ı
kabul eylesin, âmin.
İnşaallah-u Teâlâ birkaç güne kadar mûmâ-ileyh (adı geçen) “Halil Efendi” buraya
gelip cemâl-i cânânı (sevgilinin cemâlini) gören gözlerinin müşâhedesiyle tenvîr-i
uyûn eyleriz (gözlerimizi nurlandırırız).
İbadet ve tâât için müsait zamanların kemâl-i gaflet ile geçmiş olduğu dahil-i hesab
olur ise, vâki olan kusurların afvı için bir zemin-i müsit ihzar etmiş (müsait bir
zemin hazırlamış) olursunuz.
Muhammed Es'ad
22.08.2019
Sayfa 98 / 124
Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri çok kemâlli, çok müberrâ bir zât-ı âlî idi.
Osmancıklı Bekir lâkabı ile anılan bir komşusu varmış. Hazret’in tavuğu bir gün o adamın
bahçesine geçmiş.
Hazret sabah namazından sonra hocaların oturup çay içtiği ve sohbet ettiği Boşnak
Âbid’in kahvesinde otururken, Osmancıklı Bekir gelerek Düzce müftüsü Kürtzâde
Mehmet Efendi’nin de aralarında bulunduğu kalabalık bir topluluğun içinde, ağzına gelen
her sözü söyleyerek hakaretlere başlamış.
22.08.2019
Sayfa 99 / 124
“Oğlum Âbid! Bekir efendi çok yoruldu, bir kahve yap da dinlensin!”
Ondan sonra bu adamı Allah-u Teâlâ eritmiş, yok etmiş. Zengin iken fakir etmiş, dilenci
hâline düşürmüş.
Bu hadiseyi bilenler anlatıyor. Rıza Efendi isminde bir zât diyor ki:
“Namazdan çıktık geliyorduk. Osmancıklı Bekir peşime takıldı ve para istedi. Halil Fevzi
-kuddise sırruh- Hazretleri: ‘Ver oğlum ver!’ dedi. Verdim, tekrar tekrar vermemi söyledi.
Ona büyük bir para verdirdi, eve gittik, çıkardı o parayı bana iâde etti.”
“Halil Fevzi -kuddise sıruh- Hazretlerimiz’den dört kelime arka arkaya işittiğimiz hiç
vaki olmamıştır. Hep hâl ile, rumuzla almışızdır. Zaten hiç konuşmazdı. Gözlerine
bakanlar kendilerini görürlerdi. Biz ona baktığımız zaman inanın bütün
noksanlıklarımızı boşluklarımızı aynada görür gibi bir bir görürdük, kendimize ona
göre çeki düzen verirdik.”
Haşyetullah:
Farz-ı muhal ki Ramazan bayram-ı şerif’i gelecek. Mübarek simâları birdenbire kızarır, kül
gibi olurdu, sanki yüzünü çok şiddetli bir yangın kaplardı. Yani daha doğrusu o ince deri
pul pul yanardı. Bu durumunu görürdüm ve seyrederdim. Görenler de bunu rahat
seyredebilirlerdi. Ne ile meşgul olduğunu bir Allah bilir.
22.08.2019
Sayfa 100 / 124
O hâl, o münâcat bittiği zaman, yavaş yavaş geçerdi ve normal hâline gelirdi. Yani
Allah-u Teâlâ’ya çok büyük niyazı vardı, gayb âlemiyle çok ilgisi vardı. Bunları halk
bilmezdi, Hakk ile kendi arasındaki gizli bir işti.
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten
çekindiler, korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi.” (Ahzâb: 72)
İşte o yük onun sırtındaydı. Çünkü büyük sıkıntıdaydı. Tasarrufları büyüktü, vazifeleri
ağırdı, yükü çok büyüktü.
Ayak uzatmak nedir bilmemişler, ömrü hayatımda bir defa ayaklarını uzattığını görmedim,
otururken ayaklarını hep çekerdi, toparlardı ve yatakta ayaklarını uzattığı vâki değildi.
Onun hâli bambaşka idi, bambaşka bir hâl ve ahvâl içinde idi.
Birşey daha nazar-ı dikkatimizi celbederdi ki, o çok daha başka idi. Mübarek başlarını
yastığın üzerine indirmezlerdi. Sanki yastıkta uyurmuş gibi görünürlerdi, fakat bir bıçak
gezdirseniz alttaki boşluğu hissederdiniz. Bu ise çok zor ve çok büyük bir iştir. Biz o
şekilde beş dakika bile duramayız.
Onlar dünyâya niçin geldiklerini çok iyi bilmişler ve dünyayı bir geçit olarak kabul
etmişlerdir.
Dünyânın gerçekten rahat ve istirahat yeri olmadığını, bununla beraber yalnız ibadet ve
Hazret-i Allah’ın lütuf rızâsını kazanmak için gelindiğini çok iyi bildiklerinden, daima
huzurda bulunurlar. Dolayısı ile de edep hâli husule gelir.
Böylece âhirete intikal ettiler ve böylece kabre kondular. Ki hayat boyunca Huzur-u
saâdette idiler, kabre dahi o halle intikâl ettiler.
Buna çok pişman oldum. Halbuki Efendi Hazretleri kabirde olsun ayaklarını uzatsaydı,
buna birşey denmezdi. Hiç olmazsa kabirde rahat ettirecektik. İlgisizlikten onu da
yapamadık.
Onun için Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz: “Ölüm ne rahattır ne
rahattır. Hiç olmazsa insan ayaklarını uzatır da yatar.” buyurmuşlar.
Bugünkü düşüncemiz olsaydı, ne yapıp yapıp, zorla da olsa ayaklarını uzatır ve o şekilde
yatırmaya gayret ederdik.
Hâl Tasarrufu:
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri rüyâyı sorar, katiyyen tabir buyurmazlardı.
Hayatımızda bir rüyâyı iki defa sorduklarını, fakat tabir etmediklerini biliyoruz. Mahşerdeki
22.08.2019
Sayfa 101 / 124
defter verilme durumu ile ilgili rüyâ idi. “Oğlum bir daha anlat!” buyurdular, başka bir
şey ilave etmediler.
Gerek terbiyeyi, gerek rüyâ tabirini hep hâl ile yaparlardı. Hazret-i Allah onlara hâl
tasarrufu vermişti, bütün tasarruflarını hâl içinde kullanırlardı. Baktığımız zaman bütün
hatalarımızı yüzlerinde görürdük ve kendimizi oradan ayarlardık.Dört kelime arka arkaya
duymamışızdır. Meselâ: “Şurdan şuraya git... Şunu yap!..” buyurmazlardı. Bir defa
hatırlıyoruz: “Onları at, onları at... Bize gelen bize yeter!” buyurdular. Bize hep rumuz
kullanırlardı. Üç mevzuyu değil de dört kelimeyi ard arda sıralamazlardı.
Tasarrufu çok yüksekti, çok büyük tasarrufu vardı. Allah-u Teâlâ dilini almış tasarruf
vermiş. Öyle murad etmiş Mevlâ.
Dört kelime arka arkaya işittiğimiz hiç vaki olmamıştır. Hep hâl ile, rumuz almışızdır.
Zaten hiç konuşmazdı. Biz ona baktığımız zaman inanın bütün noksanlıklarımızı
boşluklarımızı aynada görür gibi bir bir görürdük, kendimize ona göre çeki düzen verirdik.
Hayatta hiçbir zaman keramet görmek hayalimden bile geçmemişti, amma her hareketi
kerametti. Hiçbir şey gizlemezdi. Çok büyük bir tasarrufa sahipti. Allah-u Teâlâ onun
kelâmını almış tasarruf lutfetmiş.
Hâl Sohbeti:
Huzur-u saâdetlerinde uzun müddet oturmuşlar, bakmışlar ki ne sohbet var, ne bir şey
var.
“Efendim biz İstanbul’dan tâ buraya zât-ı âlinizden istifade etmeye geldik.” demiş.
Büyüklüğünü, ancak o büyüklüğü ona veren Allah’ımızın bildiği mübarek Sultan şöyle
mukabelede bulunmuşlar:
Mânevî Sehâvet:
Mânevî sehâveti o derece idi ki, her gördüğüne “Beraber... Beraber!..” buyururlardı.
Onlarla beraber olmak bir ihsan-ı ilâhiyedir. Onlar bu kelimeyi herkes için kullanırdı. Fakat
onların kullandığı bu ifade boş değildir. “Beraberiz!” dediği kimse ile beraberdir onlar.
22.08.2019
Sayfa 102 / 124
Çünkü kal ile beraber, hâl ile beraber, hâl ile ve fiil ile de tasarruf altına alırlar. Bu derece
sehâvetleri vardı.
Ağlatan Mısralar:
Mısraları okunduğunda ağlamışlar, hem de çok ağlamışlar. Bu ilâhiyi okuyan yaşlı ihvan,
bu hadiseyi bir arkadaşıma nakletmiş, o da bize nakletti.
Korku ve Ümit:
Efendi Hazretleri’ni her gün İkindi namazından çıkınca ziyaret ederdik. Camiden çıkardık,
ziyarete giderdik. Âdetimiz öyle idi, öyle alışmıştık. Evin çocuğu gibi girip çıkardık.
Yine bir ikindi sonrasıydı, ziyaretine gittim. Gördüm ki hiç oturmadığı bir yerde oturuyor.
Elini öptüğüm zaman: “Atarım! Atarım!” buyurdular. Hem eliyle hem diliyle...
Elini öptüm ve ayrıldım, amma çok üzüldüm. Hayatımda ilk olarak böyle bir hadise ile
karşılaşmıştım. Öyle bir hâl içerisine girdim ki, şiddetli bir üzüntü geçirdim. Kapıdan
çıkınca gökyüzüne baktım ve Mevlâ’ya iltica ettim: “Allah’ım! Sana ulaşmam için bir bu
22.08.2019
Sayfa 103 / 124
kapı vardı, bu kapı da kapanırsa benim hâlim ne olur?” dedim ve çok üzüldüm. Bu üzüntü
bizde gece de devam etti.
Ertesi günü yine ziyaretine gittim ve kapının yanına oturdum. Fakat bu sefer daha önce
mutad olarak oturduğu bir yerde oturuyordu. İlk olarak ben girmişim herhalde ki, başka
kimse yoktu. Elini öpmek istedim, elimi tuttu ve gözlerini yumdu, uzun bir müddet
murakabaya daldı. Bu arada gelenler olmuş, Le şeklinde içerisi dolmuş. Fakat Efendi
Hazretleri kimseye bakmıyordu. Bir müddet sonra gözünü açtı, omuzumu okşadı. ‘Aferin!
Aferin!’ diye iltifatta bulundu, amma o iltifat benim kulağıma girmiyordu. Elhamdülillâh
beni atmadılar. Kimbilir imtihan ediyordu belki de. Bir kere oldu bu.
Huzur-u saâdetlerinden çıktım, takriben üç yüz metre ayrılmamıştım ki, yolda giderken
çarşının bir noktasında dimağımı açtılar o buyuracakları şeyi kafama koydular. Hem de
yolda gidiyorum.
O sözü başkasına söyleseler küfür gibi gelir. Hayat boyunca o sözden elhamdülillah çok
istifade ettim “Yağmur yerine Mürşid-i kâmil yağsa bizim için kıymet ifade etmez.” sözü,
bundan sonra söylenmişti. Bunların hepsi o sözün içinde gizli idi.
Bunu anlatmak için o kalp o kafa lâzımdır. Bu ise Hazret-i Allah’ın ihsanı ile olur. Anladım
demekle değildir, verdikleri kadar anlaşılır.
Kervan Göçtü!:
Hazretimiz bir gün yolda giderken, yaşlı birisi önüne çıkmış ve ders istemiş. “Ooo!.. Geç
kaldınız, geç kaldınız!.. Bundan sonra senin dersin: Allah!.. Lâ ilâhe illâllah!.. Hadi
bunlara devam et!” buyurmuşlar.
Bilinmediği İçin:
“Bilen demez, deyen bilmez. Biz dahi bir zamanlar: ‘Şu tekkeler yıkılsa da yerine
harman yeri açılsa!’ derdik.”
22.08.2019
Sayfa 104 / 124
Kunuri Çemberi:
Kore harbi sırasında babam bir gün evde, çok sıkıntılı bir şekilde; buhran içerisinde, çok
celâlli idi. Ertesi günü de:
“Oh! Oh!.. Çok iyiler, çok iyiler!.. Çemberi yardılar!” sözlerini işittim ve sevindiğini
gördüm.
Bir gün sonraki haber bültenlerinde Kore’deki Türk Alayının “Kunuri” çemberini yardığını
duydum.
Tayy-i Mekân:
Hendek’ten her sene Hacc’a giden Tevfik Çavuş gibi tanıdıkları Hazret’imizi bir kaç sefer
Kâbe-i Muazzama’da görmüşlerdir.
Tevfik Çavuş her sene Hacc dönüşü Hazret-i Pir’e oralardan selâm getirirmiş. Bir Hacc
dönüşü gönderilen selâmı iletmeyi unutmuş. Huzura geldiğinde, kendisine hâl-hatır
sormuş, akabinde de şöyle buyurmuş:
“Selâmı aldım! Aleyküm selâm! İyiymiş değil mi? Sağ olsun, eksik olmasın!”
Gönül Tokluğu:
“Düzce’nin hafızlarından olan birisi ile huzura çıkmıştık. Ona öyle kızdı ki, öyle kızdı ki!
Hiç öyle celâlli görmemiştim. Sonradan öğrendim ki meğer büyük bir günah işlemiş, onun
için kızmış.”
22.08.2019
Sayfa 105 / 124
“Yeni intisap etmiştik, tahminen bir-iki haftalık idik. Efendi Hazretleri’nin huzur-u saâdetine
girdik. Efendi Hazretleri; ‘Yeter!’ buyurdular.
O girdiğimiz gün Pazar’dı, bir hafta sonra diğer Pazar günü tekrar girdik. Bu defasında
dört kişi daha bizden evvel giriyordu. Yaşlı olmaları hasebiyle onları öne vermiştik ve biz
en arkada kalmıştık. Efendi Hazretleri bize sıra gelince: ‘Yeter!.. Yeter!...’ buyurdular.
Ve bizim hayat boyunca aldığımız emirler, hep böyle rumuzladır. Hiçbir zaman açık emir
almış değiliz. Çözdün, hakikati buldun; çözemedin, gitti o.
Düşündük, acaba neyi emir veriyorlar? ‘Herhalde dersin haricinde okuduğum şeyler var,
bunları men etseler gerek!’ dedik. Amma kati emir olmadığı için şüpheden de
kurtulamadık. Zaten kısa bir zaman sonra askere gittik.
Askerde aynı ders üzerinde dikkatle çalışıyorduk. Muhterem bir âlim vardı, birgün dedi ki:
‘Kitapta yeni birşey gördüm. Bir insan sabah namazının akabinde duâdan evvel on defa:
‘Sübhanellâhi vel-hamdü lillâhi velâ ilâhe illâllahu vallahu ekber, velâ havle velâ kuvvete
illâ billâhi’l-aliyyi’l-aziym.’
Bu sevabı duyunca biz tamaha kapıldık ve devam etmeye başladık, tahminen birgün
devam ettik.
O gece âlem-i mânâda bir deniz kenarına götürüldük. Yanımda tanımadığım birisi vardı.
Orada küçük bir oda gördük. Ebu Bekir sıddık -radiyallahu anh- Hazretlerimiz orada
yatıyordu. Arkasında bir de levha vardı. O anda kalktı, kalktığı zaman sırtı da o levhaya
geldi. Biz de kapıdayız. Karşı karşıya bulunmuş olduk.
Bu sözün mânâsı şu: ‘Sana bir defa yeter dediler, sen anlamadın. İkinci defa yeter yeter
dediler, sen yine anlamadın. Üçüncü defa biz emir veriyoruz: Yeter, yeter, yeter!...
okuduğun sana yeter!.’
22.08.2019
Sayfa 106 / 124
Bu son baklayı Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz şöyle anlatırlar:
‘Geminin demir baklaları bulunur. En büyük bakla elmastır, o Cenâb-ı Fahr-i Kâinat
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Diğer baklalar altındır, zamanın
Pir’leridir. En son bakla bakırdır, o da benim. Amma birisi derse ki: ‘Bu altın
baklaların içinde bu bakır baklanın ne işi var?’ deyip sallarsa, o altın baklalar da
sallanır. Daha çok sallarsa elmas bakla da sallanır.’
Efendi Hazretleri işte o baklaların sonuncusu idi. Bununla size anlatmış oluyoruz.”
Kulak Zinâsı:
Avamdan bir kişi yaptığı bir ahlâksızlığı anlatırken, bir müridi de onu dinlemiş. Hemen o
gece rüyâsında görmüş ki, o menhiyat işleyen kişi baş aşağı asılmış istifrâ ediyor.
Adamın kusmuklarını bir bardak tutarak doldurmuş, sonra da iğrene iğrene içmiş.
İrşadın En Zoru:
Mudurnu’lu merhum Hacı Rasim Çolakoğlu ağabeyimizin Halil Fevzi -kuddise sırruh-
Hazretleri ile ilgili duyduğu bir menkıbe:
Bir gün ihvanlara: “Bugün irşad var. Biz filân hocaya gideceğiz, siz filân yerdeki
sarhoşa gidin.” buyurmuş. Onların da içlerinden: “Bizi zor yere gönderiyor, kendisi kolay
yere gidiyor.” diye geçmiş.
Buyurmuşlar ki:
“Oğlum, bir hocayı irşad etmek on sarhoşu irşad etmekten zordur. Onun ilim
gururu var, sarhoşun ise bir şişesi var. Onu elinden aldığın zaman yola gelir.”
Bakkallık yapan Fevâi isminde bir ihvan varmış. İlk zamanlar çok güzel sadâkati olduğu
halde daha sonraları dünyaya dalmış.
22.08.2019
Sayfa 107 / 124
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri: “Kurda kuzuyu kaptıralım mı?” Buyurmuşlar.
Yani birisi ayrılıyor diye peşini bırakalım mı? Kurttan murad şeytandır. Bu ise kuzudur. Bu
kuzuya sahip çıkalım, kurda kaptırmayalım mânâsınadır. Onun peşine gitmek ve
bırakmamak lâzım.
Nasipsizler:
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz’in ihvanından Ahmet Efendi bir hatırasını
şöyle anlatıyor:
“Gördüğüm bir rüyâyı anlatmak için hâne-i saâdete gitmiştim. Çok kalabalık vardı.
Merdivenler bile doluydu. İçeriye geçme imkânı yoktu. Dışarıda beklemeye karar verdim.
Yukarıdan: ‘Ahmet Efendi’ye yol verin gelsin!’ diye bir ses geldi. Yol açtılar,
çıktım.‘Gördüğünü anlat!’ buyurdu. Şöyle bir rüyâ görmüştüm:
Efendi Hazretleri’nin elinde bir sopa ve önünde birçok hindi vardı. Onların bir kısmını
kümese soktu, diğerlerini sopa ile kovdu.
“Siz bu kalabalığa pek bakmayın. Onların çoğu kovulur. Biz ayırdığımızı ayırırız.”
Hakikatin Duyurulması:
Cenâb-ı Hakk’ın lütuf hidayeti ile hidayete eren, hakikati bulan bir insanın; Hak ve
hakikatten gâfil, ahiret yolculuğunu düşünmekten habersiz olanları ikaz edip
uyandırmaya, kalpleri nurlandırmaya gayret etmesi lâzımdır.
22.08.2019
Sayfa 108 / 124
Hidayet Hakk’tandır. Bütün kalpler O’nun kudret elindedir. Dilediğine hidayet eder. Kul
kula hidayet veremez, ancak teşvik eder, hidayete vâsıta olur. Nasibi olanlar hemen
filizini verir, nasibine doğru gelir.
“Biz hakikati üç kelime ile arzederiz. Hakikati anlamayana kav çakmayız. Yani ateş
alma hassası varsa çakarız. Ateş almazsa kav çakmayız.”
Göynüklü Mustafa:
Mustafa isminde bir genç Düzce Askerlik Şubesi’nde askerlik görevini yaparken bir vesile
ile Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri’ne ihvan olur. Her fırsatta ziyaretine gider
ve hayır duâsını alır. Nihayet terhis zamanı gelir. Cebinde de Bolu’ya gidecek kadar yol
parası vardır. Oradan da memleketi olan Göynük’e yayan olarak gitmeyi kalbinden
tasarlar.
Vedâlaşmak için huzura çıkar: “Hazretim! Müsaade et ben gideyim!” der. Bolu’dan doğru
gideceğini söyler.
Hazret-i Pir:
Cebindeki para da onu ancak Adapazarı’na kadar götürmeye yeterlidir. “Hazretim madem
ki bu yolu işaret ettiler buradan gitmem gerekir.” der ve yola çıkar. Hendek’i geçince
arabada Akyazı’dan bir asker arkadaşını görür.
Mustafa: “Terhis oldum, memleketime gidiyorum!” deyince arkadaşı onu bırakmaz. “Bize
gidelim.” der ve onu köylerine götürür.
Garip bir tecelli olarak köyde Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh-Hazretleri’nin ihvanından
olan ve sık sık ziyaretine giden ak sakallı saatçi ile karşılaşır. Birbirini görünce sevinirler.
Saatçi: “Hayrola! Ne oldu? Buraya niye geldin? Efendi Hazretleri nasıl?” diye sorar.
Mustafa: “Efendi Hazretleri iyidir. Terhis oldum, Hazretim: ‘Adapazarı yolundan git, seni
görecekler.’ dedi. Ben de bu yoldan memleketime gidiyorum.” karşılığını verir.
Meğer saatçiye rüyâsında zekât olarak ayırdığı paranın, kendisini gelip görecek olana
verilmesi bildirilmiştir. Bu maksatla beraberce eve gelirler.
Saatçi hanımına:
“Emanetlerin sahibi geldi, emanetleri ver!” der. Emanetler böylece sahibini bulmuş olur.
Zamanın Kutb’ul-Âzam’ı:
22.08.2019
Sayfa 109 / 124
“Allah-u Teâlâ onlara öyle bir ikramda ve ihsanda bulunmuş ki, hafsalanın haricinde.
Bir defasında yatsı namazına gidiyordum. Önüme bir yer çıktı, tahminen yirmi beş-otuz
santim bir betonu aşabilmek için sağ ayağımı atmış oldum. O anda bir de baktım ki, kabir
gibi bir yerdeyim. Kabirden büyük değil, fakat bütün kâinat o kabirin içinde. Şöyle bir
kıpırdadım, sıkı bir durum var ki zor kıpırdayabildim. Fakat bize görünen hâl kabir kadar.
Zorla başımı yukarıya doğru çevirdim, üzerinde bir delik var. Deliğin üzerine baktım, Halil
Fevzi -kuddise sırruh-Efendi Hazretleri bulunuyor.
Allah-u Teâlâ’nın lütuf tecellisine o kadar mazhar olmuş ki, daha ilk intisabımızda, bize
bütün sonraki işleri o anda haber veriyordu.”
Hoca Çocukları:
Halil Fevzi -kuddise sırruh-Hazretleri huzurlarında birgün hoca çocuklarının çok acaip
yetiştiğinden bahsedilmiş. Sebebini şöyle izah etmişler:
“Hocayız diye bizi dâvet ederler, güzel yemekler hazırlarlar. Gideriz ve âfiyetle
yeriz. Halbuki o yemekler belki çocukların bir aylık nafakası idi, onlar da sıkıntı
çekmiş olurlar. Çoluk-çocuğun nafakasını yediğimizden çocuklarımız da böyle
oluyor.”
Gören Gözler:
“Ah siz Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh-Efendi Hazretleri’ni bir görseydiniz!
Onlar da Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri için: “Ah siz onları bir görseydiniz!”
derlerdi.
“Bedri isminde yakın bir arkadaşımız vardı, saatçılık yapardı. Bir yerde oturduk. Halil
Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri’ne de gider gelirdi.
22.08.2019
Sayfa 110 / 124
İstediği kızı mı alamadı ne oldu, kendisini üçüncü kattan aşağıya attı ve olduğu gibi
betonun üstüne çakıldı. Fakat tüyüne halel gelmedi. Bir gün huzura çıktığında:
“Henüz birkaç günlük intisablı idik. Akşam-yatsı arasında Büyük cami’nin önünde yatsı
namazı için abdest alırken, baktık kalabalıkça bir grup Efendi Hazretleri’ni ziyarete
geliyorlar. Efendi Haretleri’nin hâne-i saâdetleri camiye çok yakındı. Sonradan öğrendik
ki, aralarında Adapazar’lı Hacı Cevdet efendi de varmış. O anda hiç kimseyi
tanımıyorduk.
İçerisi tıklım tıklım dolu idi. Kapının arkasında bir yer bulduk ve oturduk.
‘Elimize fırsat geçmişken biz de gidip istifade edelim.’ dedik ve peşlerinden gittik. İçerisi
doluydu, oda kapısının arkasına çöktük. Bu arada boş oturmaktansa Râbıta yapmak
hatırımıza geldi, içimizden doğdu. Râbıta yaptık, alamadık. Bir daha yaptık, yine
alamadık. Herkes kendi âleminde, biz de kendi âlemimizdeyiz. ‘Bir Fâtiha üç İhlâs-ı şerif’
okuyup öyle râbıta yapmak kalbimizden geldi. Üçüncü defasında öyle yaptığımızda, bir
anda Efendi Hazretleri’nin huzur-u saâdetine uzanmış olduk. Bu uzanış hâldedir, kâl ile
tarif etmek imkânsız.
Ellerinde bir kılıç ile tecellî ettiler, uzanmamla kılıçlarını çekmeleri bir oldu. biz de
boynumuzu uzattık. Kesilmesi bir kıl mesabesinde idi. Kendime geldiğimde kendimi yine
oturuyor gördüm. Bu ilk intisabımızda, hayatta en canlı bir şekilde bir sahne geçti. Hepsi
bir an içinde oldu, an içinde an.
22.08.2019
Sayfa 111 / 124
Herkes elini öpüp yavaş yavaş ayrıldı, biz en sona kaldık. Biz de elini öptüğümüzde,
elimizden tuttu ve bir müddet bırakmadı, sonra müsaade buyurdu dışarıya çıktık,
gidilecek yere gittik.
Misafirler biraz sonra bir bir gittiler, biz sonraya kaldık. Efendi Hazretleri’nin elini öperken
elimi tuttu, bir müddet bırakmadı. Biz de acele ediyoruz ki, giden misafirler nereye gidiyor
onu bileyim için.
İmtihan an içinde an oluyor, aklın çalışmasına yer kalmıyor. İmtihan olduğu bilinsin yahut
bilinmesin. An içinde ana tâbi olduğu için, orada ancak Allah-u Teâlâ’nın ezelî lütfu
husule geliyor, meydana çıkmış oluyor.
Bize de teklif ettiler. ‘Gidelim!’ dedik. Fakat aklımıza geldi, Efendi Hazretleri’ne soralım,
müsaade buyururlarsa gidelim diye düşündük. Huzur-u saâdetlerine vardık. ‘Efendim,
müsaade ederseniz Hendek’e kadar gidip geleceğiz?’ dedik.
‘Bu akşam?’ buyurdular. İkinci bir şey de ilâve etmediler. Huzur-u saâdetlerinden ayrıldık
ve düşündük, izini biz bu akşam için istemiştik. Onların ‘Bu akşam?’ demelerinde hikmet
olabilir dedik.
Sabah dükkâna Hafız Bayram geldi. ‘Aa!..’ dedi, ‘Sizin ev bu akşam nur içinde
parlıyordu.’ dedi. O anda ne söylediğini bilmiyordu. Fakat o durum, şüphemizin gerçekten
doğru olduğunu bildirmek için, Allah’ımızın bir lütfu oldu. Ona mânâda o gizli sırrı âşikâr
etmişler ve yine gizli kalması için o kadarını göstermişler.
22.08.2019
Sayfa 112 / 124
‘Bu akşam sizin ev nur içinde parlıyordu.’ sözü ile, şüpheli olduğumuz nokta bize
aydınlandı. O akşamın şüphe ettiğimiz Kadir gecesinin ta kendisi olduğuna karar verdik.
Fakat ona bir şey demedik.
Efendi Hazretleri’nin ‘Bu akşam?’ sözü ile şüpheye dâvet edilip tedbir almamız,
Allah’ımızın bu sonsuz nimet ve lütfuna nâil olmamıza vesile oldu.
İşte biz Efendi Hazretleri’nden hep böyle rumuz alırdık. Hiç açık emir aldığımız vâki
değildir. Fakat rumuzlara çok dikkat ederdik. En ufak hareketlerine bile çok dikkat
ederdik. Çünkü dikkat edersek alırdık, etmezsek kaybederdik.
Bu durum, ihvanın ne kadar dikkatli olmasının lâzım geldiğini gösteren bir hâdisedir.”
Gönül Adamı:
Adapazarı’ndan birkaç hoca; Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri’ni ziyarete
giderler. Hafız Çerkez Yusuf da on üç yaşları civarında iken bu grubun içerisinde
bulunmaktadır. Sohbeti müteakip huzurdan ayrılırken herkes: “Duâ buyrun, bizi de
unutmayın!” sözleri ile Hazret’ten istirhamda bulunurlar. Çerkez Yusuf da çocuk olduğu
cihetle kalbinden:
Ruhaniyetin Lâtifeleri:
Bir müridanı dağa odun kesmeye gittiği gün yatsı namazını ay ışığında orada kıldıktan
sonra bir ağacın altında zikre başlar. Zikir esnasında kendi köylerinden tanıdığı bir kadın
karşısına gelerek, yaptığı hareketlerle onu tahrik eder. O anda Hazret’imiz elinde deynek
olduğu halde tecellî eder ve kadını kovalar.
22.08.2019
Sayfa 113 / 124
EFENDİ HAZRETLERİ
-8-
Haber:
Halbuki kahve içeceğimizden değil. Çünkü ben ondaki esrarı bilmem ki. Öyle bir âdetleri
de yoktu. O kahvenin içine koydukları şeyi bize vereceklerdi. Herkes kahveyi görür, içine
ne koyduğunu kimse bilmez.
Hatta bir defasında da şöyle oldu. Setin üzerinde bir minder vardı:
Hemen yerimizden kalkıp oraya oturduk. Niçin? Emir olduğu için. Yoksa diğer zamanlar
huzurlarına girerken parmak uçlarına basarak girerdik, acaba bir hata mı işleriz diye.
Allah’ımıza sonsuz şükürler olsun ki böyle sevgililerine bende eylemiş.”
Manevî İşaret:
“Hafız Hasan Efendinin zamanında Düzce bir hafız fabrikası idi. Çok ciddi idi, doğru idi,
çok temiz bir insandı. Yani imamlığa yakışırdı. Efendi Hazretlerinin taht-ı terbiyesinde
yetişmişti.
‘Afyon’da imamlık yapıyordum. Hocam İstanbullu Hafız İsmail Efendi orada hocalık
yapıyordu. İstanbul’a gideceğini söyledi. Oranın eşrafı:
22.08.2019
Sayfa 114 / 124
Ben de onlara:
‘Benim bir şeyhim var, ondan izin almadıkça size söz veremem.’ dedim ve Düzce’ye
yollandım.
‘Oğlum! Evvelâ ev, sonra köy, sonra kasaba, sonra vilayet, sonra devlet.’
Hiçbir şey demeden Afyon’a döndüm, amma çok üzüldüm. Çünkü bütün eşraf beni
ayakta bekliyordu.
Düzce’ye geldim, fakat işim yok. Pırpır köyünde çocuklara ders tâlim etmeye başladım,
hem de imamlık yapıyordum. Büyük caminin imamı Hafız Ahmet efendi vardı, çok
ihtiyardı. O ayrılınca beni oraya getirdiler.”
Düzce ondan sonra hafız fabrikası oldu. Hiçbir tarafta Kur’an-ı kerim okunmazken o,
senede onlarca hafız yetiştirirdi. Ciddi ve çok dikkatli idi, çok sertti, çok hoş çok iyi bir
insandı. Talebeleri güzel yetiştirirdi.
Bir daha onun yerini tutacak kimse gelmedi, o bir başkaydı. Allah rahmet etsin, Allah’ım
nur etsin.
Sabah namazından sonra camiden çıkınca, Efendi Hazretlerini ziyaret eder, aşırını okur,
sonra işine bakardı.
Hacc’dan geldiği zaman Efendi Hazretleri faytona binerek onun evine ziyaretine gitti.
Demek ki onu o kadar seviyordu.
Nurlu Sözler:
Yaşayanların ve görenlerin anlattığına göre; bir kimsenin bacak bacak üstüne attığını
gördüğü zaman:
22.08.2019
Sayfa 115 / 124
O zamana kadar böyle bir şey duymadığımız için, hemen camiye gittik, şimdi yerine
yenisi yapılan eski Cedidiye camii’ne... Minberin yanına oturduk. Kimse yoktu.
Hususiyetle bu duâyı yapmak için gitmiştik. Cenâb-ı Allah’a niyaz ettik. ‘Yâ Rabb’i! Bu zât
bana bir şeyler söyledi, amma ne anlattığını ben bilmiyorum. Eğer bunun tarif ettiği yol
benim için hayırlı ise, rızâna mâtuf uygun bir yolsa nasip et!’ dedik.
‘Nasip et!’ dediğimiz zaman, ellerimiz böyle sağ tarafa doğru kaydı. ‘Muhakkak
heyecanlanmışızdır, yoksa gitmemesi lâzımdır.’ dedik. Amma gittiğini de gördük, bir daha
aynı şekilde duâ ettik. ‘Hayırlısı ise yâ Rabb’i!..’ dediğimizde ellerimiz yine gitti. ‘Allah
Allah!..’ dedik, bu muhakkak heyecandan olmuştur da farkında değilim.
Üçüncü defa duâ yapmak zorunda kaldık. Fakat duâdan ziyade, heyecandan mı
yapıyoruz diye artık dikkat ediyoruz. Bir taraftan dikkat ederken, bir taraftan da duâ
ediyoruz. Aynı noktaya gelip: ‘Allah’ım! Hayırlı ise nasip et!’ dediğimiz anda, yine
ellerimizin kendiliğinden gittiğini gördük.
Düşündük o zaman. Ne demişti bu zât: ‘Burada Hacı Halil Fevzi Efendi adında büyük bir
Evliyâullah var, ziyaretine git!’ demişti.
Camiden çıktık ve aramaya başladık. Hacı Halil Efendi var mı burada? Var. Evi nerede?
Filân yerde. Meğer herkes tanıyormuş da, biz tanımıyormuşuz. Tarif üzere gittik. Gittik
amma nereye gittiğimizi bilmiyoruz.
Huzur-u saâdetlerine çıktık. Kapı açıktı. Kendilerini görünce kıyafetimden utandım, içeriye
giremedim. Fakat onların câzibesine tutularak gayr-i ihtiyâri içeriye alındım.
22.08.2019
Sayfa 116 / 124
Bundan sonra ne elbise, ne ipekli gömlek... Senelerdir elbiselerimiz duvarda çürüdü de,
rahmetli Vâlide yalvarırdı: ‘Oğlum çürüdü bunlar!..’ derdi. ‘Çürüsün anne!’ derdik ve
giymezdik, dünya ile hiç ilgilenmezdik.
“Efendi Hazretleri’nin başına gelen ibtilâya bakın ki bir oğlu, en sevdiği oğlunu vurdu.
Hatta öyle ki: ‘Ben onu öldürmeye gidiyorum!’ demiş. Vâlide hanım: ‘Efendi! Mehmet
sana: ‘Ahmed’i öldüreceğim! Onu öldürmeye gidiyorum!’ dedi de niçin mâni olmadın?’
dediğinde:
‘Allah-u Teâlâ bir şeyi takdir ettiği zaman kişinin basiretini bağlar.’ buyurmuş.
Ahmed ismindeki oğlu içlerinde en iyisi olanı imiş, babasının yolundaymış, ibadete çok
düşkünmüş. Vâlide hanım derdi ki: ‘Zikir yaparken hep dizleri yırtılırdı. ‘Oğlum bu niye
yırtıldı?’ diye sorardım. ‘Anneciğim! Zikrullahta cezbeye tutuluyorum, farkına varmadan
yırtılıyor, bu hâle geliyorum!’ derdi.’
Vâlide hanım Ahmed’i çok severmiş. Evlât hasretiyle yanarken bir gün: ‘Efendi! Oğlumu
bir görsem!’ dermiş. Efendi Hazretleri: ‘Kimseye demezsen sana Ahmed’i gösteririm!’
buyurmuş, o da demeyeceğine dâir söz vermiş. Bir sabah namazından sonra Ahmed eve
gelmiş, babasının ve annesinin elini öpmüş, konuşmuşlar. Bir müddet oturduktan sonra
babası: ‘Hadi oğlum kalk git!’ buyurunca kalkıp gitmiş. Daha gider gitmez Vâlide hanım
komşuya anlatıyor: ‘Ben Ahmed’i gördüm!’ demiş, ondan sonra bir daha da görememiş.
İzden Çıkanlar:
“Efendi Hazretleri’nin sevmediği kimseler de mâlumdu. Fakat ezeli takdiri gördükleri için,
katiyyen ses çıkarmıyorlardı. İleride nasıl bir yol takip edecekleri mâlumları idi. Hatta
bazılarına mükemmel bir şekilde ders ve işaret de vermişlerdi. Fakat onlar bunu
tamamen ters anladılar.
Meselâ bunlardan birisi ders kâğıdındaki yirmi beş sayısını otuz üç yapmış. Efendi
Hazretleri’nin huzur-u saâdetlerine girdiğinde, bulundukları yerden kalkmışlar, onu oraya
oturtmuşlar. Beni buraya lâyık gördüler diye, o da çok memnun olmuş. ‘Bundan bir şey
anladın mı?’ diye sorduk. ‘Hayır!’ dedi. Halbuki ‘Siz kendi bildiğiniz gibi yapıyorsunuz,
bizim burada işimiz yok!’ demek istediler. Şu tersliğe bakın! Başında bir mürşid-i kâmil
varken sen nasıl ders değiştirebilirsin?
22.08.2019
Sayfa 117 / 124
Bu sebepledir ki biz her zaman için Risâle-i Es’adiye’yi öne sürüyoruz. Bunun mânâsı: Bu
kökü takip ediyorum, hakikatte gitmek isteyene de bu yolu bırakıyorum. Bu kökü takip
etmeyen buradan değildir.
Birisi de diyor ki: ‘Bir gün huzur-u saâdetlerinde oturuyordum. Birden kendimi bir tütün
tarlasında buldum.’ Tasarruflarıyla bir anda yürütmüşler. Huzurlarından tütün tarlasına
atmışlar, bundan büyük âfât mı olur? O da bunu bir fazilet biliyor, ona buna anlatıyor.
Hatta bir gün huzur-u saâdetlerinde bulunuyoruz. Yanımızda bir başkası da vardı. Efendi
Hazretleri bir kaç defa tükürdü yüzüne. Kabahat sayılacak hiçbir şey de yapmamıştı.
Kalbinden ne geçirdi bilmiyorum. Halbuki Efendi Hazretleri son derece kemâlliydi.
Katiyyen buna benzer en küçük bir hareket yapmazdı.”
“Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri rüyâyı sorar, katiyyen tabir buyurmazlardı.
Hayatımızda bir rüyâyı iki defa sorduklarını, fakat tabir etmediklerini biliyoruz. Mahşerdeki
defter verilme durumu ile ilgili rüyâ idi. ‘Oğlum bir daha anlat!’ buyurdular, başka bir şey
ilave etmediler.
Gerek terbiyeyi, gerek rüyâ tabirini hep halle yaparlardı. Hazret-i Allah onlara hâl
tasarrufu vermişti, bütün tasarruflarını hâl içinde kullanırlardı. Baktığımız zaman bütün
hatalarımızı yüzlerinde görürdük ve kendimizi oradan ayarlardık. Üç kelime arka arkaya
duymamışızdır.
Meselâ: ‘Şurdan şuraya git... Şunu yap!..’ buyurmazlardı. Bir defa hatırlıyoruz: ‘Onları
at, onları at... Bize gelen bize yeter!’ buyurdular. Bize hep rumuz kullanırlardı. Üç
mevzuyu değil de üç kelimeyi ard arda sıralamazlardı.
Yabancılara çok iltifat ederlerdi, fakat ihvanı diledikleri gibi terbiye ederlerdi.”
22.08.2019
Sayfa 118 / 124
İlâhî Hediye:
“Yeni intisap etttiğimiz günlerde idi. Halk Hazret-i Allah’a yönelişimizi tuhaf karşıladı.
Hatta hiç unutmam, akrabamızdan birisi: ‘Kimin kızına göz kestirdin de namaz
kılıyorsun?’ dedi. Fakat biz Hazret-i Allah’a sığınmıştık ve devam ediyorduk. Çevredeki
insanlar nihayetinde anneme gittiler ve dediler ki: ‘Bu çocuk deli olacak, bunu bu yoldan
al!’
Fakat Hazret-i Allah’ın tuttuğunu kul koparamıyor. Bir gün geldi annem bile Efendi
Hazretleri’ne gitti.
‘Allah-u Teâlâ sana hediye olarak iki çocuk verdi, onların ikisi de bir dükkânda
çalışıyor.’
Hiç görmemişti, fakat Allah-u Teâlâ’nın bildirdiğini bildirmek istiyordu. Levh-i mahfuz’a
bakardı da konuşurdu.”
“Sabri Kaptan’ı tanımazdım, Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri’ne ziyarete
gelmiş, orada tanıştık. Vâlide hanım fakiri çağırmış, gittim. Efendi Hazretleri karşıda
oturuyordu, huzurda Sabri Kaptan da vardı, bir kenara oturdum.
Vâlide hanım İstanbul’daki köşke birçok şeyler hazırlamış, onları benimle göndermek
istiyor. Daha evvel söylemişti. Fakat: ‘Ben emirsiz bir adım atamam!’ demiştim.
Efendi Hazretleri’ne hitaben: ‘Efendi! Ben onu köşke göndereceğim, gitsin gitsin değil
mi?’ dedi. Efendi Hazretleri hiç sesini çıkarmadı. Sonra bana döndü: ‘Bak izin aldım!’
dedi. ‘Yok vâlidanım, ben bu izinle bir adım atamam.’ dedim.
O zaman tekrar döndü: ‘Efendi! Köşke gitsin gitsin, değil mi?’ diye bastırarak söyledi.
Yine hiç sesini çıkarmadı. ‘Vâlidanım ben bu hareketle bir adım atmam.’ dedim. Onlar
dışarıya çıktı, Efendi Hazretleri’yle karşı karşıya kaldık. ‘Oğlum gitsen iyi olur!’ buyurdu.
Amma Vâlidanıma gitsin demedi. Efendi Hazretleri’nden emir çıkınca Vâlidanımdan
çıkmış gibi oldu.
Anneme söyledim, o da: ‘Oğlum sana üç gün izin!’ dedi. Çünkü annem de rahatsız, işim
de çok. ‘Peki anneciğim!’ dedim.
Giderken iki günü Hendek’te geçirdik, bir günüm kaldı. Adapazarı’na geldik, beni bir
gülme aldı. Öyle gülüyorum ki, durmak tutmak mümkün değil! Kimbilir ne hikmet vardı o
gülmede, hem gülüyorum hem de o çuvalı da taşıyorum. Tâ ki istasyona geldik, trene
bindik, Pendik’e geldik. Oradan Erenköy trenine bineceğimiz yerde başka bir trene
22.08.2019
Sayfa 119 / 124
binmişiz. Sabri Kaptan: ‘Yanlış trene bindik, inelim!’ dedi. Tam ineceğimiz sırada tren de
yürüdü. Onun bir torunu vardı, onu yere indireyim derken aşağıya düştüm, tam trenin
altında kalıyordum. Her bakan: ‘Bu gitti!’ diyordu. O anda tren durdu ve oradan çıktık.
Erenköy’e indiğimizde vakit biraz gecikmişti. Bir zâtın kapısını çaldılar. Evdekiler yattıkları
halde, onu tanıdıkları için kalktılar, hemen bir çorba pişirdiler, önümüze koydular.
Yemeğimizi yedik ve yattık.
O gece bir rüyâ zuhur etti, fakat kimseye bir şey demedim. Sabahleyin oturuyoruz, sohbet
ediyoruz. O zât-ı muhterem: ‘Sabri! Bu kim?’ diye sordu. O da: ‘Düzce’de bir ayakkabıcı!’
diye cevap verdi. Ona: ‘Sen onu tanımıyorsun!’ dedi ve Sabri Kaptan’la hiç ilgilenmedi.
Bizimle sohbet açtı. Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz’den mevzu etti, bu
evi ona nasıl hediye ettiğini uzun uzun anlattı.
Çıkışımızdan dönünceye kadar o hayatî hikmetler devam etti. Baştan aşağı gizli hikmetler
vardı.”
“Yeter! Yeter!”:
“İntisabdan sonra öyle bir arzu doğdu ki, hiçbir şey bilmediğimizden, her şeyi öğrenelim
istiyorduk. Tahminen bir-iki haftalık iken bir pazar günü Efendi Hazretleri’nin huzur-u
saâdetlerine girdik. Bize döndüler ve “Yeter!..” buyurdular. Bir şeyi yasak ettiklerini
hissettik, fakat ne olduğunu anlayamadık.
Bir hafta sonraki pazar günü tekrar gittik. Bize sıra gelince şöyle bir baktılar ve “Yeter,
yeter!..” buyurdular.
O zaman düşündük, her halde dersin haricinde okuduğumuz şeyler var, onları men
ediyorlar dedik. Emir kati olmadığı için şüpheden de kurtulamadık. Hayat boyunca Efendi
Hazretleri’nden aldığımız emirler hep böyle rumuzladır. Arka-arkaya üç-dört kelâm
duymuş ve açık bir emir almış değiliz. Çözebilirsen hakikati bulursun. Çözemezsen bu
hakikat kaybolur gider. Bunun içindir ki, en küçük bir işaretlerini kaybetmeyelim diye
dikkat kesilirdik.
Kısa bir müddet sonra askerlik çıktı. Şubede olduğumuz için hemen hemen beş vakit
namazımızı da camide kılıyorduk. Muhterem bir hocaefendi vardı. Bir Cuma günü
cemaate; “Kitapta yeni bir şey gördüm, sabah namazının akabinde duâdan evvel on defa:
‘Sübhânellhahi vel-hamdülillâhi velâ ilâhe illâllahü vallahü ekber, velâ havle velâ kuvvete
illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm.’
Denilirse on günah gidiyor, on sevap veriliyor, on derecât artıyor.” dedi. Biz bunu
duyunca tamaha kapıldık ve devam etmeye başladık.
Aradan bir gün geçmeden bir rüyâ zuhur etti. Tanımadığımız bir kimse ile bir deniz
kenarında bulunuyoruz. Bir de baktık ki Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh-Hazretlerimiz
küçük bir odada yatıyorlar. Duvarda bir de levha vardı, kalktıkları zaman mübarek sırtları
o levhaya geldi. Biz de kapıdayız. Tam karşı karşıya gelmiş bulunduk. O anda bize
buyurdular ki:
22.08.2019
Sayfa 120 / 124
Zaten tahmin ediyorduk da, şimdi daha iyi anlamış olduk. Bu sözleriyle: ‘Sana bir defa
‘Yeter!..’ dediler, sen anlamadın. İkinci defa ‘Yeter!..’ dediler, sen yine anlamadın.
Şimdi ise biz ihtar ediyoruz.’ demek istiyorlardı. Onların birisi hepsi, hepsi birisidir...
Profesöre muayene olan hasta bir insan, hastalığına göre ilacını alır ve istimâle başlar.
Daha tedavisi bitmeden profesöre kanaat etmeyip bir de asistana muayene olursa, kendi
zannına göre o da ona bir ilaç verir. Fakat iki ilacı kullanan bir hasta şifa bulayım derken
daha çok hastalanır. Marazı daha da artar.
Mânevî tedavi de böyledir. Mânevi tabib tedavisine aldığı müridine ilacını verip zikrullahla
meşgul ettiriyor. İnkişafına kadar her şeyi kesiyor, bir ilaçla onu tedavi ediyor. Tedavisi
bittikten sonra ise istediğini yapmakta serbest bırakıyor. Yoksa faydalıdır diye yapılan her
şey hastalığı artırmaktan başka hiçbir işe yaramaz.
Hatta bazı zevât-ı kiram istidatlı müridlere o tedavi esnasında Kur’an-ı kerim dahi
okutmamış, elinden çekip almıştır. Hastalığını iyileştirdikten sonra eline vermiş ve “Al
oku!..” demiş. Çünkü o âna kadar kalp hasta idi, okuduğundan bir şey anlamıyordu.
Bütün bocalamalar buradan geliyor. Kişi onu yapıyor, bunu yapıyor, sonra hiçbirisi de ele
gelmiyor. Kıymetini bilmediği için icabında o nimeti de elinden kaçırıyor.
Bu bakımdan kalbi bir tek hedefe bağlamalı, dimağı sağa-sola oynatmamalı. Yolcu
yolunda gerek!”
Vuslat:
Harfi harfine Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh-Hazretleri’nin açtığı çığır
üzerinde yürüdüler, hiçbir çığır açmadılar ve “Velilerin Hâtem”ine emaneti teslim ederek
27 Kasım 1950 = 7 Safer 1370 Pazartesi günü, yaşları seksen beş civarında olduğu
halde vuslata erdiler.
22.08.2019
Sayfa 121 / 124
Düzce Merkez cami-i şerif’inde huşu ve hüzünle karışık bir hâlet içinde namazı kılındı.
Görenlerin ifadesine göre çok kalabalık bir sevenler topluluğu vardı. Bilhassa
Akçakoca’dan gelenlerin çokluğu dikkati çekiyordu. Mübarek tabutu eller üzerinde gitti.
İhvanından Hafız-ı kurra Hasan Efendi’nin talebeleri defin işi devam ederken dakikalar
içinde hatimler indirdiler.
“Dünyanın gerçekten rahat ve istirahat yeri olmadığını, bununla beraber yalnız ibadet ve
Hazret-i Allah’ın lütuf rızâsını kazanmak için gelindiğini çok iyi bildiklerinden, daima
huzurda bulunurlar. Dolayısı ile de edep hali husule gelir.
Otururken hep ayaklarını toplarlar, daha da olmazsa elleriyle çekerlerdi. Hayatı boyunca
huzurda idiler, öylece âhirete intikal ettiler, öylece kabre kondular. Ki hayat boyunca
Huzur-u saâdette idiler, kabre dahi o halle intikâl ettiler.
Buna çok pişman oldum. Halbuki Efendi Hazretleri kabirde olsun ayaklarını uzatsaydı,
buna birşey denilmezdi. Hiç olmazsa kabirde rahat ettirecektik. İlgisizlikten onu da
yapamadık.
22.08.2019
Sayfa 122 / 124
Bugünkü düşüncemiz olsaydı, ne yapıp yapıp, zorla da olsa ayaklarını uzatır ve o şekilde
yatırmaya gayret ederdik.
“Efendi Hazretleri âhirete intikâl eder etmez, evde haliyle bir ağlama koptu. Kendimize
baktık, zerre kadar ağlama hissi olmadı. Orada bulunanlardan âdeta utandık. Yeni
gitmişlerdi, birkaç dakika sonra Efendi Hazretleri aynen şöyle buyurdu: “Sen de mi
riyakârlardan olmak istiyorsun?” Ve sonra dışarı çıktığımızda o ağlama halini verdiler.”
Bir mânâ şöyle ki: Bir ekmek, yarısı yenmiş yarısı kalmış. Bununla hali lisanla şunu ifade
etmek istiyorlardı. “Oğlum, benim bu kadar daha ömrüm var, amma gitmeyi arzu
ediyorum.”
Ve gittiler.
Diğer mânâda ise: Büyük caminin doğu kapısından çıkıyoruz. Tahminen yedi-sekiz metre
ötede Efendi Hazretleri bulunuyor. Ellerinde bir bohça vardı, içerisinde ne olduğunu
bilmiyoruz.
Yaşlı olduğu için Efendi Hazretleri’ne zahmet vermesin diye düşünerek onu ellerinden
aldık.
Meğer öyle ağırmış öyle ağırmış ki, o bohçayı nasıl taşıdıklarına hayret ettik.
Elimize aldığımızda, Efendi Hazretleri bize Hazret-i Allah’ı bildiriyordu. “Allah öyle bir
Allah!” buyurduklarında kendilerinde bir cezbe hali belirdi. Tamamen cezbelendiler.
“Öyle bir Allah!.. Öyle bir Allah!..” buyururken kendilerinden geçmişlerdi. Çok cezbeli
bir halde idiler, âdeta elektrikli bir halde dönüyorlardı.
Bu hâl epey devam etti. Beraber bir noktaya kadar peşlerinden yürüdük, aman
kaybetmeyelim derken birden kayboldular.
Efendi Hazretleri’nin ilk huzuruna gittiğimizde “Allah!” dediler. Son giderken “Allah!”
dediler. Onlardan yalnız ve yalnız Hazret-i Allah’ı duyduk, başka bir ses duymadık.
Hazret-i Allah’ın kendi muhabbeti ile doldurduğu, ihâta ettiği kimselerden başka bir şey
çıkmaz, çıkmasına da imkân yok. Öteki sesler boşluktan sızmıştır.”
Mektûbât adlı eserinin 93. Mektûb’unda da Şeyh Es’ad Erbilî -kuddise sırruh-Hazretleri,
Halil’inin büyüklüğünü ve ihtişamını kendi kalemi ile ifade etmişler ve mektupta: “Cemâl-i
Cânânı gören gözlerinin müşâhedesiyle tenvîr-i uyûn eyleriz.” buyurmuşlardır.
22.08.2019
Sayfa 123 / 124
Hazret-i Allah’ın cemâlini müşâhede ettiğinin ifadesidir. Hazret-i Allah’ın nuru onu ihâta
etmiş ve kendisini kaybetmiş.
Bir mahlûk kendisini ifnâ edince, Var olanın varlığından başka hiçbir varlık kalmaz.
Nitekim Halil Fevzi -kuddise sırruh-Hazretlerimiz şöyle buyurmuşlardır:
Muhterem okuyucu!
Hakikat Dergimizin yayın hayatına başladığı 1993 yılının Ekim ayından itibaren devam
eden “Silsile-i Sâdât” yazı dizimizi burada noktalamış bulunuyoruz.
Bu yazı dizisinin bu kadar uzun sürmesine, onlara karşı duyduğum derin muhabbetim
vesile oldu. Bir türlü sonuca bağlayamadım. Yine onların himmeti olacak ki, durup
dururken mevzular ortaya çıktı. Bu durumdan dostlarım da memnun oluyor, kesilmesini
istemiyorlardı. İnşallah-u Teâlâ bu muhabbet gönüllerimizde kesilmez ve eksilmez.
O ki; Sevgili Peygamberlerini, onların kesildiği zamandan itibaren de birbirinin peşi sıra
peygamber vekili olan velilerini göndermiş, kendisine varan yolu göstermiş, hiçbir asırda
kullarını inâyet-i ilâhî’den umutsuz bırakmamıştır.
Zâhiri ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtıni ilimleri
öğretmek için Hakikat ehlini de eksik etmemiştir.
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve hak ile
hüküm verirler.” (A’râf: 181)
Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ’nın vazife için ileriye sürdüğü
kimseler bunlardır; Hakk’ı tebliğ eden ve halkı Hakk’a çağıranlar da yine bunlardır.
Onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ’nın Kudsî ruh ile
desteklediği kimselerdir.
Onların kalbinde yalnız Hazret-i Allah olduğu için, Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah’a
götürürler.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan büyük
şeref tasavvur edilemez.
O’nun dostlarını sevmek ve onların sevgisini kazanmak büyük bir nimet, dünya ve âhiret
sermayesidir. Onlara Allah için gönülden bağlı olanlar, âhirette de onlarla beraberdirler.
Onların gönüllerine girenler onlara ilhak olurlar.
22.08.2019
Sayfa 124 / 124
O, bu dilek ile âhirete intikâl etmiştir. Gerçekten Allah’a gönülden can atacakları arzu ve
gaye işte bu sondur.
“Ey Allah’ım! Bana kendi sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve beni sana
yaklaştıracak olanların sevgisini nasip eyle!” (Tirmizî)
Allah’ımız bizi o altın halkanın dairesinden, kıyamete kadar devam edecek olan
kaynaktan mahrum etmesin!
•••
22.08.2019